Print Friendly and PDF

Düşünceler…Blaise Pascal

 


Çeviren: İsmet Zeki Eyuboğlu

1 BÖLÜM

ÇAĞRI


Yeryüzünde insanın yoksunluğunu ve Tanrı’nın kayırıcılığını göstermeyen bir nesne yoktur: Üstelik Tanrısız bir in­sanın güçsüzlüğünü de, Tanrı'ya inananın güçlülüğünü de.

Sizin için iyi düşünülmesini, ancak bundan söz edilme­mesini isteyin.

Ölümden korkmak, sakıncalı bir durumdan uzak kalmak­tır, sakıncalı durumda bulunmak değil, önce insan olma ge­reği vardır.

Güçlüklerin giderilmesi, insanın çökmüş doğası.

Kuşkusuz tinin ölümlü ya da ölümsüz olduğu konusun­da verilecek kesin bir yargının aktöre için çok anlamlı olma­sı gereklidir. Bilgeler, kendi aktöreleri konusunda bu anlayış­tan bağımsız bir kanıya varmışlar: Onlar, hep, bir saatlik sü­renin ne yolla gelip geçmesi gerektiğini düşünürler. Platon, bu nedenle, Hıristiyanlığın ön-tabanını oluşturmuştur.

Önemli varlıkların yerilmesi karşısında duygusuz kal­mak, bizim çok ilginç olan bir konuda duygusuz olmamızdır.

Gerçekliklerin her biri kendi doğasını düzenler: Bizim be­cerimiz başka varlıklarda kendine yer yapar, ancak bu doğal değildir. Her nesne kendi yerinde durur.

Dine karşı savaş açanların önce hangi dine karşı savaş aç­tıklarını öğrenmeleri gerekir.

Kanlıdır son sahne, nitekim bütün öteki oyunlar da, gül­dürücü de güzeldir, sonunda başına yıkılır insanın dünya, iş­te hep böyledir sonuç.

Uzdillik Konuşmada beğenilmek ve etkili olmak gerek­lidir: Ancak beğenilmeden de gerçeklik anlaşılmalıdır.

Bir ve özdeş anlam, kendisini dile getiren sözcüklerle dö­nüşür. Anlam sözcüklerden, onlara değer vermesi gerekir­ken, değer kazanır. Buna örnekler aranmalı.

Sözcüklerin değişik dizimi, değişik bir içerik ortaya ko­yar, içeriklerin değişik dizimi ise değişik bir etki yapar.

Montaigne'de değil, onda gördüklerimin hepsini kendim­de buluyorum.

Bilgisizlikle uyum içine giren bir unsurun us olarak değe­ri yoktur.

Bir sürü insan düşünülsün, bağlıklara vurulmuş, ölüm yargısına çarptırılmış, bunlardan her gün birkaçı ötekilerin gözü önünde boğdurulsun. Geri kalanlar kendi özel durum­larını öteki arkadaşlarının alın yazılarını görünce anlarlar, birbirlerine üzüntülü, umutsuz bakarlar sıra kendilerine ge linceye değin. İşte buna benzer insanların durumu da.

Tutuklular evi Ben Kopernik'in düşüncesinin uzun boy­lu araştırıldığını sanmıyorum. Oysa bundan çok önemlidir bütün yaşam için tinin ölümlü mü, ölümsüz mü olduğunu bilmek...

Bizimle tamu (cehennem), bir de gök arasında yalnızca yaşam vardır -bir yargının yaşamıbu ikisinin arasında ise evrenin şu dayanıksız varlığı bulunur.

Üç türlü insan vardır: Biri Tanrı'yı bulduktan sonra çalışır durur onun için. Ötekiler aramaya koyulmuş Tanrı'yı; uğra­şırlar, şimdilik bulamamışlar onu daha. Sonuncular ise ara­madan, bulmadan yaşayıp giderler Tanrı'yı. Birinciler us'ludur, mutludur; sonuncular çılgındır, ortada kalanlar ise mut­suzdur, us'ludur.

'İnsan biliminin, felsefesinin çılgınlığı üstüne' bir yazı var. Bu yazının dağınıklıktan söz eden bölümü üzerinde durma­lı. Mutluluğun nedenlerini araştıran bir kimse şaşıp kalma­malı...

Doğa bütün gerçeklerini birbirinden ayırıp koymuş orta­ya. Sanatımız ise birbiri içine koyuyor onları. Doğaya uygun değil bu, özel bir yeri vardır her nesnenin.

Doğa kendi kendini işler, iyi toprağa ekilen bir çiğit yemiş verir, doğru (gerçek) bir anlayış gücü (tin) içine konan ilke de yemiş verir.

Sayılar değişik özellikte çıktıkları ortama uyar. Ne varsa gerçek bir yönetici eliyle yaratılmış, düzene konmuştur. Kök­ler, dallar, yemişler, ilkeler, bir de sonuçlar.

Bağlı olma İnsan kuşkulanmanın da, onaylamanın da, uymanın da nerede gerekli olduğunu bilmelidir. Böyle dav­ranmayan, usun erkinden anlamaz. Bu üç ilkeden yoksun in­sanlar vardır. Onlar kanıtlama sanatından anlamadıkları için kanıtlama gücüne dayanarak iş göremezler, neye bağlı kal­manın gerektiğini bilmediklerinden her nesneden kuşkula­nırlar. Ya da ne zaman yargı vermenin gerektiğini bilmeyişleri yüzünden her konuya evet derler.

İnsan gerçekliği bulma yolunda neye yardım ettiğini bil­melidir, yaşamını düzene koymada da gereken işi görmeli en azından, bundan daha doğru bir nesne olmasa gerek.

İnsanın gerçek yapısı (varlığı) onun gerçek sağlığı, gerçek erdemi, gerçek dini olan konulardır, bunların bilgisi birbirin­den ayrılamaz.

Usun son adımı nesnelerden gelen bir sonsuzluk olan bil­gidir, bu nesneler usu aşarlar. Us bu bilgiye varamazsa yeter­siz kalır.

Doğal olaylar usu aşarken doğaüstü olanlar konusunda ne söylemelidir?

Usun yalanlayışı gibi usa uygun gelmeyen bir nesne yok­tur.

Usa bağlı kalmak, usu kullanmak, işte gerçek Hıristiyan­lık buna dayanır.

Her nesne usa uydurulursa dinimizin elinde gizem dolu, doğaüstü bir nesne kalmaz artık. Usun ilkelerine karşı duru­lursa gene bizim dinimiz saçma, gülünç olur düpedüz...

İnanç duyguların söylemediğini söyler yalnız, onların söylediğine karşıt bir şey söylemez. İnanç, duyguların üstün­dedir, ancak onlara karşıt değildir.

Bilimleri çok derinleştiren yazışlara karşı: Descartes.

Her kişi kendince bir Tanrı yaratır.

Tanrıtanımazlar Tanrıtanımazlık güçlü bir anlayış gü­cünün (tinin) belirtimidir. Ancak belli bir aşamaya değin.

Tanrıtanımazlar bitirilmiş, apaçık konulardan söz etme gereğindedir. Oysa tinin özdek (madde) olduğu yolunda, iyi­den iyiye, apaçık bir nesne yok elde.

Hangi kanıt vardır elinizde insanın bir daha dirilmeyece­ğini söyleyebilmeniz için? Bir kez bile olmamış ya da olmuş olan, bir kez daha olmaz mı? Var olmak ya da geri dönmek daha mı güçtür? Alışkanlıkların biri bize kolaylık sağlarken öteki alışkanlık da yanılmayı olanaksız gibi gösteriyor, işte kabataslak bir yargıda bulunma türüdür bu...

Neden bir genç kız doğurmaz? Neden tavuk horozsuz (civciv çıkaracak) yumurta yapmaz? Birini ötekinden ayıran kimdir açıkça? Kim söylemiş bize tavuğun şu döllenmiş to­humu bir horoz gibi yapamayacağını.

Nedir şu insanlarda oluşagelen; küçüğü yererler, büyüğe inanmazlar, bu ne iş!

Tanrıtanımazların ileri sürdüğü karşıt düşünce: Biz bir kez bile ayrılmadık.

Düşüncem içinde yerleşip kaldığımdan ne olamayacağını seziyorum. Annem ben doğmadan önce ölseydi ben de olma­yacaktım, öyleyse ben gerekli bir varlık değilim. Sonsuz da, sınırsız da değilim, ancak doğada (evrende) gerekli, sonsuz, sınırsız bir varlığın olduğunu görüyorum.

Toplum anlayışına, insan özüne karşı yönelen tek bilim, boyuna insanlar arasında var olan, biricik bilimdir.

Alışkanlık bizim doğamızdır. İnanmaya alışanın, inanca bağlananın tamu'dan (cehennemden) korkacak durumu yoktur. O başka bir nesneye inanmaz artık.

Yanıltıcıdır önemli olduğumuz, başkalarınca sevildiği­miz. Bunu başkalarından istememiz de doğru değildir. Do­ğanın eliyle uslu, böyle bir önyargı ile yüklü olsak, kendimi­zi, başkalarını tamsak bile bu eğilimi söylememeliydik... Biz onunla birlikte doğacağız, öyleyse yersiz olacak doğuşumuz, bütün kişiler kendi kendine ulaşmaya (eğilimini gerçekleştir­meye) çalışacak da ondan. Bu bütün düzenlere karşıdır: Kişi genellikle uğraşma gereğindedir, düzensizliğin kaynağına varma eğilimindedir kendince: Savaşta, yönetimde, alışveriş­te, özellikle insan gövdesiyle ilgili olanlarda... Böyle soysuz­laşmış istenç işte...

Doğal, politikaca olan toplulukların üyeleri toplumun mutluluğu için çaba gösterirse topluluklar kendiliğinden başka, daha genel bir bütünlük için uğraşır, onların üyeleri olurlar. Kişi toplum için çalışma gereğindedir. İşte biz böylece yersiz, soysuzlaşmış doğuyoruz...

Bizim dinimizden başka, insanın suçla birlikte doğduğunu söyleyen bir din yoktur. Felsefe çığırları içinde de birinin doğru söylediğini söyleyen yoktur. Bir tek din, bir tek tarikat bile yeryüzünde sürekli olmamıştır. Hıristiyanlığın dışında.


Gönlün usu vardır, anlayış gücü bilmez onu. Sayısız ör­nekler verilebilir bu konuda. Ben gönlün yaradılıştan bütün nesneleri kapsayıcı bir varlık olduğunu, gene yaradılıştan kendi kendine sevgi duyduğunu, bu ikisinden birine karşı, duruma göre eğilimde bulunduğunu, seçimine göre birine ya da ötekilere karşı katılık gösterdiğini söylüyorum. Birini tuttunuz, ötekini attınız, sever mi sizi şimdi us dersiniz?

Sınırsız devinme, bütün nesneleri dolduran nokta, sessiz­lik evresi; niceliksiz sınırsızlık, bölünmezlik, bir de sınırsız.

Kimse gerçek İsa gibi mutlu, erdemli, sevilmeye değer de­ğildir.

Yaşamın sekiz gününü bağışlayan bir kimse daha yüzyıl bağışlama gereğindedir.

Gönül, içgüdü, ilkeler.

Bellek, barış duygularıdır, geometri sorunları da duygu­lardır, us duyguları doğal yapar, doğal duygular da, us'ta ölür gider.

Alışılmış ilkeler değilse bizim doğal ilkelerimiz nelerdir? Bu ilkeleri çocuklar bile babalarının alışkanlığından edinmiş­tir, hayvanlarda görülen avlanma gibi. Başka bir alışkanlık bize başka doğal ilkeler verecek, denemeden alınır bunlar. Böyle bir alışkanlığı dağıtamayacak bir durum varsa, alış­kanlık doğaya karşıdır, doğa ile ikinci bir alışkanlığın kökün­den söküp atamadığı bir alışkanlık, doğaya karşıdır. Bu da yaradılışa bağlıdır.

Bir yitmeye görsün insanın gerçek özü, ne varsa öz olur ona: Gerçek iyi yitip gittikten sonra her nesnenin gerçek iyi olacağı gibi.

Babalar, çocukların doğal sevgisinin söneceğinden kor­karlar, dağılıp gitmeye elverişli hangi türden bir özdür bu? Alışkanlık birincisini dağıtan ikinci bir doğadır. Peki, doğa nedir? Neden alışkanlık doğal değil öyleyse? Özün (doğa) ilk alışkanlık olmasından korkuyorum, alışkanlığın ikinci doğa oluşu gibi.

İnsan için en önemli davranış, tüm yaşam boyunca geçer­li bir uğraş seçebilmesidir: Bu konuda olasılığın etkisi vardır. Alışkanlık insanı duvarcı, er, yapı işçisi yapar. "Bu iyi, bece­rikli yapı işçisidir." denir. Bir de erlerden söz edilmek isten­diğinde, "Bunlar gerçek ataklıklar." diyen de çıkar. Ötekiler ise karşıtını sürer ileri: "Savaştan daha sarsıcı bir nesne yok­tur, insan kalıntıları bir yüz karasıdır." Oysa çocuklukta bu uğraş çok övülürdü. Ötekiler çok yerdirdi, öyle söylenirdi. Alışkanlık doğadan dolayı sevilir, çılgınlıktan korkulur, doğ­rusu budur. Bizi iğneleyen şu sözlerdir: İnsan davranırken suç işler. İşte böylesine büyüktür gücü alışkanlığın, doğanın insanlara yaptığı, insan durumlarına yüklenir.

Kimi ülkelerde bütün kişiler duvarcıdır, ötekilerinde erdir vb. Oysa doğanın böyle tek düzenli olmadığı kuşku götür­mez, etkiyi yapan alışkanlıktır, doğayı (insanı) yöneten od ur, arada bir ona üstün geldiği de olur, insanı kendi içgüdüsü içinde sımsıkı tutar. İyi ya da kötü her alışkanlık dikbaşhlığa yol açar.

Düşünceler: Ne varsa birdir, ne varsa değişiktir (türlü tür­lü). Ne çok nitelik vardır insan özünde! Ne çok uğraşılar


Bunlardan gelişigüzel alman biri, övüldüğü duyulandır çok­luk! Çok iyi düzenlenmiş bir sürüm.

Yırtıcı, savaşkan bir ulus pusatlar içinde geçen bir yaşamı yaşanmaya değer görür (Livius). Onlar ölümü barıştan çok severler. Başkaları ise ölümü savaştan çok severler: İki görüş de yaşama yeğ görülebiliyor. Bu yüzdendir onda sevginin böylesine güçlü, böylesine doğal oluşu.

Önyargı, yanılmaya götürür. Tüm insanların yalnızca araç üstüne düşünüp sonucu düşünmediklerini görmek de çok açmasıdır. Bütün kişiler kendi işinin uyarınca düşünür, oysa alın yazımızı belirleyen, etken uğraşın, anayurdun uygun se­çimidir.

Ne çok acı verir kişiye Türklerin, sapkınların, inansızlık yolunda atalarının ardından gittiklerini görmek. Bunun tek nedeni her birinin benimsediği önyargının, en iyi olduğunu sanmalarıdır. Bu önyargıdır her birine yapacağı işi gösteren; çilingire de, erlere de.

Kişinin özü İki olay öğretir insanlara özlerini: İçgüdü, bir de deneme.

Büyüklük ile acı... Kişinin görüşü ne denli değişik türde olursa o denli büyüklük, alçaklık bulup çıkarır ortaya. Basba­yağı bir insan yığını hani daha üstün geçinenler. Bilgeler şaşkın şaşkın bakarlar bu insan yığınına. Hıristiyanlar da bil­gelere bakar şaşkın şaşkın...

İnşanın büyüklüğü, yoksulluğunu bildiğinden dolayı, bü­yüktür. Bir ağaç yoksulluğunu bilmez.


İnsan kendini mutsuz bildiğince mutsuz olur. Oysa insan mutsuz olduğunu bilince büyük oluyor.

İnsan yıkılmış, çökmüş bir ev değil, bu yüzden duygusuz mutsuzluk yoktur. İnsan ancak "Ben bilen, gören kişiyim." dediğince mutsuzdur.

İnsana büyüklük sağlayan, düşüncedir.

Düşünen kamış Ben değerimi gövdemle kapladığım yerde değil, düşüncelerimin düzeninde arayabilirim. Buyru­ğum altında ülkeler bulunsa bile bundan daha büyük ola­mazdım. Enginliği yüzünden kuşatıyor beni evren, yutuyor bir toz gibi, ben de düşüncelerimle kuşatıyorum onu.

Bir kamıştır insan, pek güçsüz yapısı ile; ancak düşünen bir kamış. Pusatlarla donanması gerekmez evrenin onu ez­mek için: Bir buğu, bir su damlası yeter onu öldürmeye. Oy­sa bir ezivereydi insanı evren, daha soylu olurdu onun öldü­rüldüğünden, insan biliyor öleceğini, evrenin insana olan üs­tünlüğünü de biliyor, oysa evren bunların bir tekini bile bil­miyor.

Bizim bütün önemimiz düşünceden dolayıdır. Bundan geliyor bizim kendimizi büyük görüşümüz. Bizi doldurma­yan uzamdan, zamandan değil. Öyleyse iyi düşünmeye çalı­şalım: Aktörenin ilkesi budur işte.

Ben elsiz, ayaksız, başsız bir insan düşünebilirim (deneme bize başın ayaklardan daha önemli olduğunu öğretiyor). Oysa düşüncesiz bir insan düşünemem. Düşünsem ancak bir taş ya da yırtıcı bir hayvan düşünürüm.

İnsan düşünmek için yaratılmış besbelli; onun bütün öne­mi, tüm kazancı budur; görevi de düşünmektir, kendi varlı­ğına yaraşır nitelikte.

Sonsuzluk, hiçtir.

Tinimiz sayı, zaman ve uzamın bulunduğu gövdenin içi­ne fırlatılmıştır; o, bu konuda düşünüyor ve buna doğa, gerekimlilik adını veriyor, başka bir nesneye inanmıyor.

Biz, önümüzü görmemek için yaptığımız uçuruma doğru hızla, kaygısızca koşuyoruz.

İnsanı yetersiz kılan duyarsızlık değil, darmadağın olmuş bir yapı değil, insanın yalnızca gören ben'im demesidir.

Usumuz bizi, herhangi bir kılavuzdan daha görkemli yönlendirir, kılavuza boyun eğemeyen mutsuzdur, usa bo­yun eğmeyen delidir.

Bütün bu yetersizlik kendi büyüklüğünü kanıtlıyor, o bü­yük bir efendinin zavallılığıdır, tacından olmuş bir kralın za­vallılığıdır.

Bütün yetersizliğimizin bizi yakalayan, sıkboğaz eden gö­rünüşüne karşın bizi yücelten, egemenlik altına alamadığı­mız bir güdümüz vardır.

İnsan varması gereken aşamayı bilmiyor. İnsanın yanıldı­ğı ve bir daha bulamayacağı gerçek yerinden düştüğü bes­bellidir; insan bu yeri hep tedirginliğin yoğun karanlıkların­da arar ve eli boş kalır.

Şimdi düşüncenin düzenlenmesini istemek gerekiyor, ana nedenin, varılmak istenen ereğin kavranılması için.

Düşünce İnsanın bütün önemi düşüncededir. Ancak bu düşünce nedir? İnsanın deliliği gibi! Düşünce az çok insanın yapısı karşısında olağanüstü, karşılaştırılmaz bir durumda­dır. Evet, insanın yermesi gereken birtakım özel eksiklikleri olacaktır. Ancak onların pek gülünecek bir yönünün olmadı­ğı da belli.

Ne büyüktür insan kendi özü ile! Ne aşağılıktır bu eksik­likleri yüzünden.

İkili konuşma yoluyla düzen Ne yapabilirim? Karan­lıklar görüyorum dört bir yanda. Bir yokluk olduğuma mı inanayım, bir Tanrı olduğuna mı inanayım? "Bütün varlıklar deviniyor, birbirinin ardından gidiyor üstelik." Aldanıyor­sunuz. O vardır...

Ne? Siz söylemediniz mi göğün, kuşların Tanrı'yı kanıtla­dığını? Yok! Dininiz de öyle demiyor mu? Yok!


2 BÖLÜM

İNSANIN YAPISI


Bilmez insan hangi yöntemle yeniden düzene gireceği­ni: Yanılmış, ayrılmış gerçek yerinden, onu bir daha bulama­yacak artık. Arar durur yerini dört bir yanda, yoğun bir ka­ranlıkta, büsbütün tedirgin, büsbütün boşuna...

Biz, gerçek gücümüzden yola çıkarak erdemli bir düşün­ce sürmeyiz ileri, iki karşıt ağırlık arasında sıkıştığımız için baskı altında duraksarız. Karşı yönlerden esen iki yel arasın­da dik durmaya çabalayışımız gibi. İki ağırlıktan birini bıra­kır, ötekine doğru düşeriz.

Us ile tutkular arasında bir içsavaşı vardır insanın: Yalnız us olaydı, tutkular olmayaydı.

Yalnız tutkular olaydı, us olmayaydı.

Oysa şimdi ikisi de var, kişi savaşsız edemez artık, biriyle savaşırken ötekiyle barış içinde bulunması gerekir: İşte böy­le bölünmüş insan, kendi kendiyle düşmüş çelişmeye.

İnsanın büyüklüğü (yüce gönüllülüğü): Büyük bir varsa­yımımız var insan tini üstüne, onun yenilmesine, ona saygı gösterilmemesine dayanamayız doğrusu: İşte bu saygıya da­yanır insanın bütün mutluluğu.

Ağır basar, bütün mutsuzluklara karşı, kendini beğenmiş­lik, kaldırır onları ortadan. Az bulunur bir devdir o, apaçık görülen bir yanılsamadır. İnsan indirilmiş oturduğu yerden, tedirginlik içinde arar durur yerini (koltuğunu).

Budur işte bütün insanların yaptığı. Bırakın bizi arayalım, belki bir bulan vardır onu...

Sav: Varlığımızı yerme bir ölümdür yokluk uğruna, varlı­ğımıza karşı hınç duymadır.

Uğraşılar: Öyle bir tadı vardır ki ün kazanmanın, hangi konu (nesne) ile bağlanırsa bağlansın sevilir, ölüm olsa bile...

Ün tutkusudur insanın büyük aşağılığı, insan toprak üze­rinde ne denli çok durursa, sağlığını ne denli iyi korur, beğencine olağanüstü bir ilgi gösterirse, olgunluğunun da apa­çık belirtisi olur bu durum ayrıca. Oysa insanlara saygı duy­mayan kimse kıvançsız demektir. İnsan usuna, yeryüzü ndeki gücü ölçüsünde,, büyük bir değer biçmeyen, insan usunda yararlı bir yeri bulunmayan kimse de kıvançsız demektir. Us evrende en güzel varlıktır, onu kimse yolundan saptıramaz: İşte insan yüreğinin en söndürülmez bir niteliği de budur.

Haksızlık: Kendini beğenmişlikle yoksunluk birbirine bağlıdır, işte bu olağanüstü bir haksızlıktır.

Biz öylesine kendimizi beğenmişleriz ki yeterli sayıda ol­masak bile, bütün dünyaca beğenilmek, bizden sonra gele­ceklerce de bilinmek isteriz. Gene öylesine yararsız kimsele­riz ki çevremizi saran beş-altı kişinin saygısı bize kıvanç ve' rir, aşırı beğenç verir.

Düşüncelerimi bir yere yazarken yanıldığımı anlarım. Düşüncem güçsüzlüğümü anımsatır bana. Şu, bütün kısacık süreler içinde unuttuğumu, unuttuğum düşüncelerim gibi daha nicelerini öğretir bana. Benim de bütün direndiğim, yokluğumu öğrenmektir.

Biz olayları yalnız başka bir yönden değil, başka bir göz­le de görürüz. Biz, onlardan, onları birbirinin özdeşi sayacak kadar uzağız.

İnsan ne melektir, ne hayvan; mutsuzluk melek olmak is­teyeni hayvan yapar.

Bir uçuruma doğru kaygısızca koşuyoruz; sonra dönüyor, koştuğumuz uçurumu görmemek için engeller yapıyoruz.

Tanrı'yı düşünmek istersek, bizi saptıran, başka bir nesne­yi araştırmamıza, düşünmemize yönelten bir engel yok mu? İşte bize doğumumuzla gelen kötü yanımız budur.

Tanrıtanımazlık belli bir aşamaya değin güçlü bir anlayış yetisinin belirtimidir.

Kendini beğenmişliğimiz, tutkularımız, yanılmalarımız içinde doğal olarak bizi egemenliği altına almıştır. Ondan söz edilirken unutuveririz yaşamı da, barışı da.

Saçmalık: Oyun, av, başkalarını görmeye gidiş, bir de bit­meyen ün özlemi.

Yaşamdan aldığımız sevincin hoşluğu duygusu, bir de gerçek olmayan sevincin (barışın) saçmalığını bilmeyiş sü­reksizliğe götürür.

Neden sınırlıdır bilgim? Ya gövdemin kocamanhğı? Neden yüzyıl sürüp giderim de bin yıl sürüp gidemem? Doğa hangi neden yüzünden bana böyle ölçüp biçmeyi, bu sayıyı seçmeyi, başkalarını seçmemeyi verdi? Oysa sayıların sınır­sızlığında bir neden yok da, öteki varlıkların daha önce seçil­mesi için var mı?

Saçmalık Sevginin nedenleri, etkileri: İnsanın saçmalığını, kökünden öğrenmek isteyen kimse­nin sevginin de nedenlerini, etkilerini incelemesi gerekir. Onun ana nedeni 'bilmediğim bir nesne'dir (Corneille), onun etkileri ise korkunçtur. Bu 'ne olduğunu bilmiyorum' öyle çetindir ki kimsenin gücü yetmez onu bilmeye, odur bütün yeryuvarlağını, ilhanları, orduları, bütün evreni kımıldatan.

Kleopatra’nın burnu: Daha kısa olaydı, evrenin yüzü bambaşka olurdu.

Uçuşların gücü: Hep onlardır savaşları sürdüren, anlayış gücümüzün önleyici girişimlerini engelleyen, gövdemizi yu­tanlar...

İnsanın alçalışı Hayvanlara taparcasına boyun eğmek.

Ne çok varlıklar (krallıklar) vardır bilmediğimiz.

Bizi azıcık avutan, azıcık da saptırıyor.

Bir kimsenin yaşamak için yeterince olanağı bulunsay^1 evinde oturmanın mutluluğuna varır, evini barkını bırakıp denize açılmaya, kale kuşatmaya gitmezdi...

Akıp gidiş Ne korkunçtur elimizde bulunan bütün nes­nelerin akıp gittiğini sezmek...

Eyub ile Süleyman insan yoksulluğunu en iyi bilmiş, on­dan en iyi söz etmişlerdir. Biri en mutlu, öteki en mutsuz. Biri sevincin boşluğunu, öteki acının gerçekliğini deneyle bilerek.


3 BÖLÜM

DAĞILMA


Bütün yoksulluğuna karşın bir de mutlu olmak istiyor insan, üstelik mutlu da değil, bunu isteyecek durumda da değil hani. Peki, hangi yöntemle işe başlayacak? Doğru bir iş yapmak için ölümsüz olmak gerekirdi, oysa bu yüzdendir onun düşmüşlüğü, bu konuda bir bilgi (düşünce) edinemediğindendir yıkılışı...

İnsanların ölüme, yoksulluğa karşı bir iş gelmiyor ellerin­den, bilgisizlik içindeler, bu yüzdendir yıkılışları; mutlu ol­mak için bir düşündükleri yok bu konuda.

İnsan yaşamının yoksulluğu şu nedeni koymuş ortaya: İnsanlar da bunu öğrenmiş, dağılmayı seçivermiş...

Bir topun ya da bir tavşanın ardından koşar durur insan­lar, bu kralların da eğlencesidir düpedüz.

Yaşadığımız çağa dayanamayız bir türlü, hep yavaş adım­larla gelen geleceği düşünürüz, ivedilik veririz geleceğin akı­şına, saklamak için geri çağırırız geçmişi, çökmüş, yitmiş git­miş de ondan... Böylesine ustan yoksunuz işte, kendi gerçek­lerimizi, bizim olanları düşünmeyiz bir türlü, anlamsız saç­malıklara dalarız, derin derin düşünmeden uçup gideriz.


Bizi sıkan, önümüzde olanlardır çokluk, bize acı çektirdi­ğinden dolayı gözümüzden bile sakınırız onu, bize güzel gö­rünüyorsa yanılmışız demektir, geçip gidenleri görmede. Biz gelecekle katlanılır duruma getirmek isteriz şimdiyi, bu yüz­den onu düzene koymaya gücümüzün yetmediğini düşünü­rüz, evet, bir kez bile ona ulaşamayacağımızı düşünürüz bo­yuna. Her kişi kendi düşüncelerine bakar: Bütün geçmişle ya da gelecekle uğraşır, onu yakalamak için sürdürür düşünme eylemini durmadan. Çağımızı düşünmeyiz, ondan bir nesne öğrensek, geleceğe eklesek bile. Şimdiki çağ ereğimiz değil­dir: Geçmişle şimdiki çağ araçlarımızdır, yalnız gelecektir ereğimiz. Böyle yaşamıyoruz, yaşamayı umuyoruz, biz mut­lu olmaya çalışan kimseleriz, oysa, bu durumumuzu koru­dukça mutsuz olacağımız besbelli, kaçınamayız ondan.

Bir uçuruma doğru koşuyoruz düşüncesiz, kaygısız. Bir engel koymuşuz önümüze, sakıncayı görmeyelim, durumu anlamayalım diye.

Düşünmeyiş Ölümü düşünmedikçe, ölüm düşüncesin­den daha kolay katlanılır ona, bir korku içinde değilse kişi.

Yoksulluk (acı) Bizi yoksulluk (acı) içinde avutan biri­cik nesne onu düşünmeyiştir, en büyük mutsuzluğumuz da odur oysa.

Tedirginlik Bir er, bir tarımcı, yorgunluktan yakınır du rursa bir iş göremeyecek durumdadır demek.

Gerçekliği ararken içimizde kuşkululuğu buluruz, nıuth' luğu arar mutsuzluğu, ölümü buluruz. Biz yeterli değiliz, gerçekliği, mutluluğu isteyemeyiz, biz ne gerçekliğe, ne de mutluluğa elverişliyiz. Kendimizi cezalandırma, hangi yük­seklikten düştüğümüzü gösterme isteği el çekmiş bizden.

İnsanın durumu: Uçarılık, can sıkıntısı, tedirginlik...

Bizim durumumuz gerçekten mutlu olaydı, bizi bu dü­şünceden döndürme gereği duyulmazdı doğrusu.

Bilgeler Biz, bizi dışa göre yöneten nesnelerle (olaylar­la) doluyuz. İçgüdümüz yüzünden mutluluğumuzu dışımız­da arama gereğini duyarız. Tutkularımız kımıldatacak bir nesne bulamayınca bizi dışa doğru iterler. Dış nesneler (olay­lar) bizi kendi çıkarmaya uğraşırlar. Biz onları düşünmesek bile gene çağırırlar bizi. İşte böyle çekmiş söylevi bilgeler dü­pedüz: Kendinize dönün, orada bulacaksınız kurtuluş yolu­nu bilgelerin inandığına da, bilgelere de inanılmadı, koca boş kafalılar, deliler.

Etin tutkusu, gözlerin tutkusu, bencillik vb. Bunlar nesnelere üç türlü düzen verir: Eti, tini, istemi. Ete özgü olan varlıklar, krallardır: Onların varlığı (konusu) gövdedir.

Aşırı ilgi duyanlarla aydınlar: Onların konusu da tindir (varlığı tindir).

Bilgeler: Onların konusu (varlığı) doğruluktur.

Aç rı tutkuya kapılanlar üç ayrı inanç yolu yarattı, bilge­ler de bu üç aşırı tutkuludan birinin yaptığını yaptı, başka değil.


İnsan ne melektir, ne de hayvan. Ondan melek yapmak is­teyen, hayvan yapıp mutsuzluğun yolunu tutar.

İnsan ün ardından koştukça aşağılık sayarım onu, alçak­gönüllü oldukça saygı duyarım ona. Kavranılmaz bir dev ol­duğunu anlayıncaya değin ona karşı direteceğim.

Gerçek iyiyi arama İnsanların çoğu mutluluğu varsıl­lıkta, nesnel bollukta ya da eğlencede bulur. Bilgeler ise tüm bu eğilimlerden uzak kalmayı, kendi görüşlerine uygun bir düşünce ortamı sağlamayı isterler.

Bilgeler insanın yüceliği ve düşkünlüğü gibi iki durumu­na değgin bir görüş sergilememişler.

Onlar salt yücelikten gelen devinimler üzerinde durmuş­lar, oysa bu salt yücelik bir insan oluşumu değil. Yine onlar salt düşkünlükten gelen devinimleri istemişler, oysa salt düş­künlük de insan durumu değildir. Düşkünlükten kaynakla­nan devinimler gereklidir, ancak bu da doğadan gelen biricik düşkünlük değil, tersine yanılgılar yüzündendir. Burada ça­kılıp kalmanın gereği yok, yüceliğe yönelmeli. Yücelikten ge­len devinimler de gerekli, bağışlanmak için.

Şaşar kalır çocuklar, arkadaşlarının birine saygı gösterdi­ğini görünce.

Stoacılar derler ki: Kendi kendinizi denetleyin, kaygıdan sıkıntıdan kurtulursunuz. Bu doğru değil.

Başkaları derler ki: Dışa dönün, mutluluğu dışınızda ara­yın, kıvanç duyarsınız. Bu da doğru değil. Bunların kaynağı sağlıksız durumlardır.


Mutluluk insanın ne içinde, ne de dışındadır, Tanrı'dadır, bu nedenle dışımızda olan, içimizdedir.

Haksızlık Başa bir haksızlık yapmadan tutkuyu orta­dan kaldıracak bir araç bulamadınız.


4 BÖLÜM

İNSAN TOPLUMUNUN BİÇİMLERİ


Haksızlık Üstüne Betik'te şu pek güzel olay dile geliyor, bunu ilk doğan çocuklar bile benimser olduğu gibi: Gönüldeşim, sen dağın bu yamacında doğdun, senin büyük kardeşi­nin (ağabeyinin) bunları benimsediği de doğrudur.

Öyleyse beni neden öldürüyorsun?

Neden beni öldürüyorsun? Nasıl? Sen suyun öte yanında oturmuyor musun? Gönüldeşim, sen bu yanda oturaydın ben cana kıyıcı olurdum, bu da haksızlık olurdu düpedüz, seni bu yüzden öldürmek için oysa sen öte yanda oturuyor­sun, ben de yürekli bir kişiyim, haa o doğru işte...

Benim-Senin Şu yoksul çocuklar bu köpek bizimdir di­yor, bu da güneşte benim yerimdir: İşte bütün yeryüzünde haksız ele geçirmenin başlangıcı örneği...

Doğruluk Alışkanlık güzelliği yarattığı gibi, doğruluğu da yaratmıştır.

Siz, çocuklar gibi davranmayı bilmezseniz, bilgelik sizi çocukluk evresine götürür.

Kuralların genel geçerlilikleri, günlük işlerin düzenlen­mesini sağlayan ülke yasalarıdır, bunların hepsi başka uygu­lamalar gündeme gelince, oy çoğunluğuna dayanır. Peki, bu nereden geliyor? Bunu sağlayan güçten. Bu yüzden, kral, ba­kanlarını seçerken oy çoğunluğuna değil, başka yerden aldı­ğı güce dayanır.

Doğruluk ile güç Doğru olanın ardından gidileceği doğrudur, en güçlü olana uyulacağı da gereklidir. Doğruluk güçsüzdür, güce başvurmaz, doğruluktan yoksun güç zorba­lıktır. Doğruluk, hep kötü insanlar bulunduğundan, gücü de olmayınca, pek çok çelişmelere düşmüş. Güç doğru olmazsa ondan yakınılır. Doğrulukla güç birleşmeli, böyle güçlü olan doğru olur, bu yolla gösterir etkisini gereğince.

Erk, evrenin kraliçesidir, kanısı değil. Ancak kanı güçten yararlanır. Kanıyı erk yaratır. Yumuşaklık bizim kanımıza (inancımıza) göre güzeldir. Neden? O yapayalnızdır, ip üs­tünde oynamak ister. Ben halktan gelen daha güçlü bir kandırmacayı ortaya çıkarmak isterim, halk yumuşaklığın pek de elverişli olmadığını söyler.

Kuruntu ile kanı üstüne kurulmuş bir egemenlik ancak bir süre gösterir etkisini, oysa beğenilen, istenen bir egemen­lik olan erkin egemenliği, boyuna sürdürür kendini. Bu yüz­den kanı, evrenin kraliçesi, erk ise zorbasıdır.

Bir geminin yönetimini üstlenmek esenlik içindeki evin­den ayrılıp yolcular arasında oturmaya benzemez.

Halkın sağlam düşünceleri Kötülüklerin en büyüğü iç savaşlardır. Yararlılıkların karşılığı ödenmek istenince bütün kişiler bu kazançların önemli olduğunu söyleyeceğinden bu iç savaşlar da kaçınılmaz olur. Gerçek yıkım bir delibaştan korkmaktır, o doğuştan kazandığı ayrıcalığı izlemek ister, o ne öylesine büyük, ne de öylesine çekilmezdir, korkulmaz ondan.

Neden çokluğun ardından gidilir? Daha mı çok usu var? Yok, daha güçlü de ondan. Neden eski yasalar, eski inançlar özlenir? Daha mı sağlamdırlar? Yok, onlar biricik olanlardır, bize değişik düşüncede olmak için bir tek kolaylık bile ver­mezler de ondan.

Bir yasanın verilen yargıdan daha geniş olması gerekir, o da bütün kişilerin oy birliğidir. Genel seçim yetkesi, bir ço­ğunluk istemenin anlatımı olamaz, bütün yurdun onu iste­mesi gerekir. Bu yüzden çok küçük bir azınlığın karşı koyuşu onu işe yaramaz duruma getirip bir yana atmaya yeter. Bir oylamaya katılmayış bütün seçim düzenini yıkıma götürür, böylesine bir karşı koyuştur işte.

Kralların güçlülüğü halkın usu ile deliliği üstüne kurulu­dur daha çok deliliği üstüne. Evrenin en büyük, en önemli olanağı güçsüzlerin temelde, bu temelin de olağanüstü bir güven altında oluşudur, evet, halkın güçsüz oluşundan daha güvenli bir nesne yoktur. Sağlam bir us üstüne kurulan, çok kötü kurulmuş demektir, sözgelişi bilgeliğin değer gömü­sünde (değer varlığı) olduğu gibi.

Ana nedenlerle etki Tutkululukla erk bütün insan dav­ranışlarının kaynaklarıdır: Tutkululuk istençli davranmayı, erk istenç dışı davranmayı sağlar.

Olayı gördüler de nedeni görmediler (Augustinus)...

Muhammed'in [salla'llâhü aleyhi ve sellem] yaptığını her insan yapabilir, çünkü o hiç­bir tansık göstermemiş, bilinmeyeni bildiren olmamıştır. Oy­sa İsa'nın yaptığını kimse yapamaz.

İnsanın gerçek doğası, onun gerçek esenliği, gerçek erde­mi ve gerçek din, bunlar bilgisi ayrışmayan varlıklardır.

Doğanın Tanrısız bir görünümü olduğunu gösterebilecek yetkinlikler vardır; yanılgı doğanın yalın bir görünüm oldu­ğunu göstermek istemektedir.

İnsan, Tanrı için yaratılmamışsa mutluluğu Tann'da bul­masının gereği nedir? İnsan Tanrı için yaratılmışsa Tanrı'ya karşı direnmenin anlamı nedir?

Yıkılmış doğa İnsan, kendi varlığının özü olan usuna göre davranamıyor.

Gerçek din bize büyüklüğü ve zavallılığı öğretmekteydi, bizi saygıda, saygısızlıkta, sevgide ve kıskanmada yönlen­dirmeliydi.

Bir dinden çok uzaklara götürür gibi görünen bütün aykı­rılıklar, beni hızla gerçeği kavramaya itti.

Ölümsüz varlık, bir kez var olandır.

Tanrı'yı duyan gönüldür, us değil; inanç Tanrı'yı gönülde duymadır, us'ta değil.

Büyüklük — Yöntem iç içe gelişen etkiler gibi, kişiye bü­yüklük sağlar. Kişi tutkudan böyle güzel bir düzen kurmuş­tur işte.

İnsanlığın büyüklüğü kendi tutkusu içindedir. İnsan on­dan olağanüstü bir düzen çıkarmayı bildi, ondan bir gerçek­lik görünümü yaptı.

İnsanın anlatımı Bağımlılık, bağımsızlık isteği, gereksi­nimler.

Süreksizlik Nesnelerin türlü türlü nitelikleri, tinin de türlü türlü eğilimleri vardır. Tine sunulandan başkası pek ya­lınç değildir. Tinin bir konu karşısında tutumu da yalınç de­ğildir. İşte bundan dolayıdır bir nesneye ağlandığı ya da gülündüğü...

Süreksizlik ve bambaşkalık Yalnız kendi görevi için yaşamak ve dünyanın en güçlü devletini yönetmek; bunlar birbirine karşıt olaylardır. İşte bunlar büyük Türk padişahı­nın kişiliğinde birleşmiştir.

Çelişmeler Kişi yaradılışından dolayı inançlıdır, inanç­sızdır, utangaçtır, atılgandır...

Pek çok ile pek az şarap Ona bir nesne bile vermeyin, o gerçeği bulamaz; pek çok verin ona, gene öyledir olacağı.

İki uç ve orta Çok hızlı ya da çok uyuşuk okuyunca bir nesne bile anlaşılamaz.

İnsan gençken iki yargıda bulunamaz, yaşlanınca da öyle. Bir konuda yeterince düşünmeyen, ona yüzeysel bakan kim­se, o nesne karşısında şaşırır, yanılgıya düşer.


Yaptığı yapıtı sonradan gözden geçiren kimse bu nesne­nin çekimine kapılır (etkisi altında kalır), dalar ona uzun boylu, anlamaz olur onu artık. Tablolara çok uzaktan ya da çok yakından bakınca böyle olur çokluk, oysa dosdoğru bir yer vardır duruş yeri dediğimiz: Öteki yerler ya yakın, ya uzak, ya yüksek ya da derindir. Resim sanatında bunu belir­leyen bakış açısıdır. Gel ki gerçeklikte, aktörede bunu kim belirlesin?

İnsan doğasında ilerleme yok; geliş-gidiş vardır. Sağlık bozulunca yükselen ateş, donma ve yanma evrelerini de bir­likte getirir, donan yanar, yanan donar. Soğukluk da öyledir, sıcaklığı yüksektir yanan bir nesne gibi. İnsan buluşları eş durumda geçer çağdan çağa. Genelde böyledir dünyanın en iyisi ile kötüsü.

Bir kişi için en iyi olan, en doğal olandır. (Seneca)

İyi bir anlayış gücü için birazcık bilim yeterlidir. (Seneca)

Büyüklerin sevinci insanları mutlu yapabilmek içindir.

Varlıklılığın gerçek anlamı da açık elli olmadadır.

Her nesnenin özüne göre araştırma yapmalı: Güçlü olu­şun özü bir sığınak, bir koruyucu olarak kalmasıdır.

İsviçreliler kendilerine soylu halk denince yerildiklerini sanırlar, büyük işler görecek yeteneklerini ortaya koymak is­tediklerinde soylarının kentli bir kuşaktan geldiğini kanıtla­maya kalkarlar.

insan öyle mutluca düzene konmuş ki gerçek için doğru bir tek ilke yok onda, oysa yanılma için öngörülmüş neler ne­ler var. Bırakın bizi gidelim olabildiğine... Oysa bu yanılma­nın ana nedeni, duyularla us arasındaki savaştır.


Bir bakın nereye götürüyor bizi doğal bilgiler: Onlar doğ­ru olmayaydı insan alçalmaya yol açan şu gerçek nedeni bu­lurdu: İnsan bu iki durumda da alçalmaya doğru itilmiştir. Bu bilgilere inanmaksızm insan bir nesneyi bile gerçekleşti­remez... Ben şaşırtacak ölçüde başka bir konuyu insanın gö­zü önüne sermek isterim: Ona bir mercimek böceği, gövdesi­nin küçüklüğü içinde daha küçük eşsiz bölümlerin bulundu­ğunu gösteriyor: Ayaklarda oynaklar, damarlarda kan, kan­da özsular, özsularda damlacıklar, damlacıklarda buğular. İnsanın bu en son nesneleri de bir kez daha bölümlere ayır­ması gerekir, bu tasarımlar içinde tükenir gücü, onun eriş­mek istediği son nesnenin bizim işlediğimiz olayın konusu olması gereklidir artık: O, belki de varlığın en dıştaki küçük nesnesine ulaştığını düşünecek, ona burada da yeni bir uçu­rumun bulunduğunu göstermek isterim... İnsan nedir doğa­nın içinde?

Sonsuzluğa göre bir yokluk, yokluğa göre bir Bütün (ev­ren), yoklukla Bütün arasında bir Orta, sonsuz olan bunlar­dan da uzak, uçları (extreme) kavramada. Nesnelerin sonu, başlangıcı insan için özüne varılmaz bir gizem içinde ele geçmezcesine saklı. Yutulduğu sonsuzluk gibi içinden çıktığı yokluğu da görme gücünden yoksundur insan...

Bu sonsuz uzayın bitmeyen sessizliği beni korkutuyor.

İnsanın abuk sabukluğu Bizim anlayış gücümüz kav­ranabilir nesnelerin düzeni içinde eş basamaktadır, doğa ala­nında gövdemiz gibi. Çevremizin sınırlılığı içinde biz, bütün yeteneklerimizle, şu iki uç arasında ortada durmayı buluyo­ruz: Duyularımız bu uçlara karşı duygusuzdur. Büyük gü­rültü sağır, parlak ışık görmez kılar bizi; geniş uzaklık, bü­yük yakınlık görmeyi engelliyor, ne varsa ya çok uzun ya da


çok kısadır, konu karanlıklaşıyor, pek çok gerçeklik şaşkına döndürüyor bizi ben dörtten dört çıkarılırsa geride sıfırın kaldığını bile anlamayan kimseler bilirim, ilk ilkeler (axiome) bizim için pek açık seçiktir, çok eğlence canımızı sıkar, pek çok ses müzikte uyumu bozar, iyi bir uygulamada (müzik ça­lışmasında) ölçüyü aşma bizi büyüler.

İnsan neyi bilirse onunla bağlantı kurar. İnsan kendini ku­şatan uzamı, sürüp giden zamanı, yaşamak için devinimi, birlikte olduğu öğeleri, ısıyı, besini, havayı, ışığı gerekser.

Pyrrhonculuk Neyin üzerine kuracak egemenliği altına almak istediği evrenin düzenini? Her insanın şu karmaşıklı­ğa yol açan isteği üzerine mi? Doğruluk üzerine mi? Oysa onu da benimsemiyor. O, bunları benimseyeydi insanlar ara­sında geçerliği olan, bütün nesnelerden daha çok genelliği bulunan; her insan kendi yurdunun törelerine uymalıdır, di­yen bu aşırı ölçüleri koymazdı ortaya, kesinlikle: Gerçek doğruluğun parıltısı bütün ulusları buyruğu altına koyacak, yasa koyucular bu değişmez doğruluğun yerinde İranhlaı'm, Almanların tutkularını, kuruntularını örnek olarak almaya­caktı. Bu doğruluk evrenin bütün devletlerinde, bütün çağ­larda geçerli görülecekti, iklimin değişmesi ile niteliklerinin de değiştiğini gördüğümüz bütün doğruluklar, eğrilikler ol­mayacaktı. Üç yer enlemi bütün tüzebilimi (hukuk bilimini) yığınların üzerine atıyor (yığınlara bağlı kılıyor), birkaç kul­lanım yılı içinde bütün temel yasalar değişiyor. Tüzenin ev­releri vardır. Saturnus'un aslanlar arasına girişi bize belli bir suçun kaynağını gösteriyor: Sınırları bir ırmak olan ne güzel bir doğruluk! Pirenelefin bu yanında gerçeklik olan, öte ya­nında yanılmadır. Onlar doğruluğun bu alışkanlıklar içinde durduğuna değil, bütün ülkelerde benimsenen doğal yasaların içinde bulunduğuna inanıyor... Birtakım doğal yasaların bulunduğu söz götürmez, yalnız bu çürümüş güzel us topu­nu birden bozdu: Bizim olan bizim değil artık, bir yapmacık­tır (Cicero). Ağır suç işleme senatonun yargıları, halkın genel oya katılması ile yönetiliyor (Seneca). Başlangıçta yüklerin altında eziliyorduk, şimdi ise yasaların altında eziliyoruz (Tacitus).

Bu şaşırmanın ortaya koyduğu durum şudur: Biri, doğru­luğun özü yasa koyucunun yetkisi altındadır, diyor; öteki ise egemen olanın kazancına bağlıdır, diyor; bir başkası ise apa­çık olarak, egemenlik alışkanlıkla ilgilidir, diyor. Oysa en kesin olanı şu kanıdır: Doğruluk bunların bir tekine bile de­ğil, yalnız usa bağlıdır, kendince doğmuştur, zamanla bağdaşımdır. Her doğruluğu alışkanlık yaratır demek, böyle be­nimsendiğinden, yalnız buna dayanmak ondaki yetkinin gizlemcil dayanağıdır. Yetkinin özünü buna değin geri götü­ren onu darmadağın eder.

Bütün yargımız duygularımıza bağlanışımız yüzünden geri götürülüyor. Düş kurma duyguya benzer, ona karşıt da olur, yalnız çatışıkkla birbirinden ayırmak elde değildir. Biri çıkar benim duygumu düş kurma sayar, bir başkası ken­di düş kuruşunu duygu sayar. Bunun için bir ölçünün bulun­ması gerekmeliydi. Us kendini bize bırakıyor, oysa bütün yö­nelmelere de katılabilir, bir ölçü yoktur ortada.

Şaşar kalırım çok kez yeryüzünde kimsenin kendi güç­süzlüğü karşısında şaşmadığını görünce.

Bütün ilkeleri doğrudur Pyrrhoncuların, Stoacıların, Tan­rıtanımazların vb. Yalnız vardıkları sonuçlar yanlıştır, karşıt ilkeler doğrudur da ondan.

Pyrrhonculuk. Ben, burada kendi düşüncelerimi belli bir düzene uymadan, ancak büsbütün kuralsız bir yanılgıya da düşmeden sergileyeceğim. Benim işlediğim konuyu düzen­sizlik içinde açıklamam, bana göre gerçek düzenin kanıtıdır. Ben bu konuyu belli bir düzene bağlanarak işleseydim, ona karşı çok saygılı davranmış olurdum. Oysa ben, onun, böyle bir düzen için yeterli olmadığını göstermek istiyorum.

Platon ile Aristoteles, bir öğretmenin pek alımlı giysisi içinde düşünülür. Onlar da gönüldeşleriyle söyleyip gülen öteki kimseler gibi saygıdeğer er kişilerdi, onlar kendi dağı­nıklığı içinde yasalarını, politikalarını ortaya koymuşlarsa bu bir oyun içindi yalnızca, bu onların yaşamının en az bilgece, en az ağırbaşlıca bir bölümüydü, en bilgece olan yalınç, gön­lünce yumuşaktı. Onlar politika üstüne yazı yazmışlarsa bu bir deliler evini düzene koymak içindi, onlar bundan açıkça pek büyük bir konu gibi söz etmişlerse durum böyleydi de ondan, onlar konuştukları delilerin kral, imparator olacakla­rına inandıklarını biliyorlardı.

Onlar bu kişilerin deliliğini elden geldiğince yıkım getir­mez kılmak için böyle ilkelere yöneldiler...

Belli bir kurala bağlanmadan bir yapıt konusunda kurala bağlananlara görüş bildirenler, saati olanların olmayanlara söyledikleri gibi davranırlar. Birisi: Saat ikidir, der. Ben de sa­atime bakar, birine: Senin canın sıkılıyor, ötekine de: Senin zamanın hızla geçiyor, saat bir buçuk, derim. Sonra, bana. Zaman benim için uzadı, diyenlere gülerim ve kendi görüşü­mü bildiririm: Siz, benim kendi saatime göre davrandığı^1 bilmiyorsunuz.

Düzensizlik içinde yaşayan kimseler, düzen içinde yaşa­yanlar için doğadan ayrılmışlar, derler. Onlar şu aşağıda an­latılan durumda olanlara benzerler: Hani yol alan bir gemi­nin içinde bulunanlar limandaki gemide duranları sürekli olarak deviniyor sanır ya, öyle işte! Dil de özdeş bir etki ya­par bu iki durumda. İnsanın bir yargıda bulunabilmesi için sağlam bir görüşü olmalıdır. Liman, gemide bulunanlar için gereken yargıyı veriyor, oysa aktöre için gereken bir limanı biz nereden bulalım?

İçgüdü ile us Her dogmacılık için kanıtlanabilen, karşı konmaz bir güçsüzlüğümüz var. Her Pyrrhoncu için alt edil­mez bir gerçeklik düşüncemiz de var.

Tann'nın var olduğu da, yok olduğu da kavranamaz. Gövdeyle tinin birbirine bağlılığı ya da bizim bir tinimizin olmadığı, evrenin yaratılmışlığı ya da yaratılmamışlığı kav­ranır, anlaşılır soydan değildir. Bunun gibi yeryüzüne gelme­de bir suçun varlığı ile yokluğu da anlaşılır iş değildir.

Biz gerçekliği yalnız usla kavrayamayız, gönülle de biliriz ayrıca, ilk ilkeleri iki yolla kavrarız, bu bilgi içinde bir bölü­mü olmayan, yargının onu yalanlamaya uğraşması boşuna­dır. Yalnız böyle bir ereği olan Pyrrhoncular boşuna uğraşır durur bu konuda. Düşe kapılmadığımızı, ne denli güçsüz olabileceğimizi de usla kanıtlamayı biliyoruz. Bu güçsüzlük, usumuzun çelimsizliğinden dolayı başkasını kanıtlayacak durumda değildir, buna karşılık Pyrrhoncularün ileri sür­dükleri gibi bilgilerimizin kesinliği anlamını da içermez bu. Zaman, yer kaplama, devinme, sayı gibi ilk ilkelerin bilgisi vardır, bunlar düşüncemizin bize kazandırdığı öteki bilgiler gibi kesindir. Usun, gönülle içgüdü bilgisine dayanması, bü­tün öteki düşünceleri onun üstüne oturtması gerekir. Gönül yer kaplamalarda üç boyutun bulunduğunu, sayıların sınır­sız olduğunu sezer, us biri ötekinin iki katı olabilecek iki karesayınm bulunduğunu gösterir. İlkeler sezilir, denklemler çözümlenir, ayrı ayrı yollarda olmalarına karşın ikisinin de kesinliği vardır. Usun ilk ilkelerinin kanıtlanmasını gönül­den isteyeceğini söylemek, us buna uygunluk göstermeye kalksa bile, gülünçtür, anlamsızdır; ne de gülünç olurdu gö­nül bütün kesin us yasalarının bir duygu ile temellendirilmesini us'tan isteyeydi, o da bunu üstüne alaydı.

Pyrrhonculuğa karşı Bu olayların (nesnelerin) karanlıklaştmlmadan belirtildiği pek seyrektir. Biz onlardan kesinlik­le söz eder, bütünün eş yolla anlaşılabileceğini tasarlarız. Oy­sa biz bu yolda, bir kanıtımız olamamasına karşın bile bile yaparız bu tasarımı. Bu sözlerin, adı geçenlerin, durum el­verdikçe kullanıldığını çok iyi görüyorum. îki insan, gördük­leri bir gövdenin duruş yerini değiştirirse ikisi de, bu işte özün dışa vuran görüntüsünü olduğu gibi, eş sözlerle anlatır, gövdenin devindiğini söyler boyuna. İşte bu tekbiçimlilik iş uygulamaya dökülünce, düşüncelerin tekbiçimliliği üstüne kesin bir sanıda bulunmamıza yol açıyor. Bu yargı, bu konu­da, bambaşka sorulardan kalkarak sonuçları başka yöne çe­virebileceğimizin bilinmesine, böyle bir düşünceyi ortaya at­mamıza kolaylık vermesine karşın, gene de kesin değildir, son durumda inandırıcı da değildir.

Pyrrhoncuların en önemli görüşleri (az önemlilerinin bir yana bırakıyorum) aşağıdaki savlara dayanmaktadır: Bizim inancın, yaradılışın dışında doğuştan gelen, içimizde duydu­ğumuzu saydığımız ilkelerin geçerliliği konusunda sağlam bir güvencemiz yoktur. Bu doğal duygu gerçeklik yolunda


inandırıcı bir kanıt değildir. İnancın dışında bir kesinlik yok­tur da ondan. İnsan iyi bir Tanrı ya da kötü bir şeytan (demon) eliyle, şöyle olurundan, yaratılmış olsa bile gene bu ko­nuda bir kuşku vardır, bu ilkeler kaynaklarına uygun mu, değil mi, onlar doğru mudur, yanlış mıdır ya da kesin midir diye... Dahası var: Bu konuda inancın dışında kimsenin gü­vencesi yoktur, uyanık mı, uyuyor mu diye. İnsanın uykuda da birtakım algıları olabilir, bunları gerçek uyanıklığın için­deymiş gibi sanır uykudan kalktığında. Yer kaplamaları, bi­çimlenmeleri (nesneleri), devinmeleri gördüğünü sanır in­san, zamanı aştığını sanır, karıştırır işi, yanılır, bunların ger­çek uyanıklığında olduğu yargısına varır. Bütün yaşamımı­zın yarısının uykuda geçtiğini de söylemeliyiz doğrusu -biz uykuda ne denli iyi düşünmek istesek bilegerçeklik üstüne bir düşüncemiz yoktur. Öyle ki bütün duygularımız kurun­tular içindedir.

Kim bilir, içinde uyanık olduğumuzu sandığımız yaşamın öteki yarısının, uyandığımıza inandığımız uyku türünden bir yaşam olmadığını? O, altüst olmuş bir evrende yaşamaya inandığından, bu arada başka düşlere de kapılmış olabilir. Sık sık görüldüğü gibi, düşleri elden geldiğince birbiriyle bağdaştırmış, bir de uykuda kendi başına yapayalnız kalmış olursa kim kuşkuya kapılır bundan? insanın sık sık düşe ka­pıldığı da sanılır, bir düş bir başkası üstüne konur kat kat ya­pılır, içinde yaşanıp kendimizi uyanık sandığımız yaşamın yarısının bir düş olması da olasıdır, belki de başka bir düş gelmiş, örtmüş onun üstünü, biz ölümle uyanmışız bir düş­ten, doğrunun, iyinin ilkelerini de bu ölüm denen doğal uy­kuda bulmuşuz belki. Ayrıca, bunlar kendimizi uyanık san­dığımız bir evrede, bizi tedirgin eden türlü türlü düşünceler, yalnızca kuruntu olanlar, gerçek düşlerimiz içinde ortaya çı­kan zamanın yanıltıcılığına, boş sanılara benzemiyor mu?


Bunlar bir yam ya da öteki yanın ana düşleridir.

Ben önemsiz savları, sözgelişi Pyrrhorcuların alışkanlığın, eğitimin, aktörenin, ülkelerin etkilerine karşı olan savlarını, geleneklere bağlanan büyük insan yığınlarını baştan çıkaran, buna benzer öteki konuların hepsini bir yana bırakıyorum. Onlar dogmalarını boş dayanaklar üzerine kuruyor, oysa bunların yine Pyrrhoncuların pek ufak bir üfürmesiyle dağıtıveriyor. Bunların düşünceleri üstüne pek inandırıcı bir nesne olmasa bile onların yapıtlarını görmek yeter, pek kolay anlaşılır, bir kanıya varılır, belki de pek çok kanıya varılır on­lar üstüne.

Ben, dogmacıların iyi bir inanç içinde, doğruyu söylemek gerekirse, doğal ilkelerden kuşkulanılmaz diyen anasavı üzerinde duracağım. Pyrrhoncular kaynağımızın kesinliği üstüne olan bir sözle bu sava karşı çıkıyorlar, bundan da özü­müzün kesin olmayışı ortaya konuyor. Evren evren olalı, dogmacılar onlara karşılık vermek için uğraştı durdu. Bu yüzden insanlar arasında bir savaş başladı, her kişi kendi ya­nını tutma gereğinde kalarak ya dogmacılara ya da Pyrrhonculara karşı çatışmaya girişti. Bu arada işe karışmadan yaşa­mayı düşünen gerçek Pyrrhoncu olacak, işte bu işe karışmamazk düşünsel kandırmacanın özüdür: Pyrrhonculara kar­şı çıkmayan kimse gerçekten onlara karşıdır. Pyrrhoncular, kendi kendilerine karşı çıkmazlar da ondan. Onlar işe karış­maz, ilgisiz kalır, bütün dalgalanmalar karşısında yuvaların­da oturuverirler...

Bu durumda kişinin neye bakması gerekecek? Ne varsa ondan kuşkulanacak mı? Yoksa uyanık mı, biri onu ısırıyor mu, yakıyor mu diye kuşkuya dalacak mı? Kuşkulanıp kuş­kulanmadığından da kuşkulanacak mı? Var olup olmadığın' dan kuşku duyacak mı? Böyle olgun bir Pyrrhoncu'ya bunla rı söyleyecek gücün varlığı ne söylenebilir, ne de ben bunu


ileri sürebilirim. Doğa güçsüz usun yardımına koşuyor, Pyrrhoncuların işi çığrından çıkarmasını önlüyor. Pyrrhoncu karşıt bir görüşü gündeme getirirek gerçekliğin kendi elinde bulunduğunu söyleyecek mi? Üstelik bunu kanıtlayacak ye­tisi yokken başarabilecek mi?

Peki, kim giderecek bu karmaşıklığı? Doğa, Pyrrhoncuları yanıltıyor, us da dogmacıları...

Hıristiyanların Tanrısı geometrik gerçekliklerinin, öğeler (ilkeler) düzeninin ana nedeni olan bir Tanrı olaydı: Bunu di­yen puta tapanların, Epikurosçulafm birtakımıdır. O, bilgeli­ğini yaşam üstünde, insanların iyilikleri üstünde egemen ol­maya bırakan, kendisine tapanlara yılların mutlu sonucu ba­ğışlayacağı bir Tanrı değildir. Bunu söyleyen de birtakım Yahudilerdir.

Oysa o, sevginin, avunmanın Tanrısı'dır, o yüreği, tini dolduran bir Tanrı'dır.

Doğru bir kanıt olabilir, yalnız bu kesin demek değildir. Bundan anlaşılan böyle bir kanıtın kesin olarak bulunmadı­ğı, bütün nesnelerin, Pyrrhonculuğun ünü uğruna, kesinlik içinde olduğudur.

Bir tek düşünceyi alıyor, bu sırada iki nesneyi birden dü­şünemiyoruz. Evrenin yasasına göre pek çok düşünce kuşa­tıyor bizi, Tanrı'nın yasasına göre değil...

Açıklık, karanlık Gerçeğin apaçık belirtileri olmayaydı, karanlık ne de büyük olurdu. Bu onun olağanüstü bir belirti­sidir, o boyuna kilisede ya da apaçık bir insan topluluğu için­de korunageldi. Aydınlık pek çok olaydı, kilisede de bir gö­rüş bulunaydı gerçeğin ne olduğunu göstermek için neyin -------------- boyuna geçerlik taşıdığını gerekserdi insan, gerçek olan bo­yuna bu geçerliği taşıyanın içinde olmuştur, evet yanlış de­ğil, onun içinde olmuştur.

Kendini beğenmişlik, tutku ile aşırı istekle, güçsüzlükle, düşkünlükle, haksızlıkla dopdolu olduğunu bilmezse insan çok gözü görmez demektir. Gene bunlardan kurtulmayı bil­meyen, aramayan bir insandan ne denli söz etmek gerekir?

Tin bozulduğu gibi duygu da bozulur. Tin de, duygu da davranışlarla biçimlenir: Tin de, duygu da davranışlarla bo­zulur. İşte böyle biçimlendirir ya da bozar bizi iyi, kötü dav­ranışlar. Hepsinden önemlidir insanın doğruyu seçmeyi bil­mesi, tinini biçimlendirmek ve bozmamak için. Oysa insan, daha önceden, tini biçimlendirmiş ve bozmamışsa bu seçimi iyi yapamaz. İşte, bu çevrenin dışına çıkan mutludur.

İsa'sız insan, zorunlu olarak, yük altında ve acı içindedir. İnsan İsa ile yükten ve acıdan kurtulmuştur. Bütün erdem ve mutluluğumuz ondadır. İsa yoksa yalnızca yük, acı, yanılma, karanlık (cehennem), ölüm, kuşku vardır.

Bütünle uyum sağlayan bir istenci olan üyeler mutluluk içindedir.

Düşünen üyelerden oluşan bir bütün tasarlanmalı.


5. BÖLÜM

DÜŞÜNCELERLE KURALLAR


Güneşin süngeri Bir etkinin yeniden ortaya çıktığını görünce doğal bir gerekliliğin bulunduğu yargısına varırız, gün açımında olduğu gibi: Oysa çokluk yanıltır bizi doğa, uymaz kendi kurallarına.

Tin inanır doğaya, istenç sever doğayı, gerçekten yanılı­yorlarsa yanlış konulara bağlanmalarından dolayıdır bu.

Doğa boyuna değişmeyen olaylarla (nesnelerle) başlar ye­niden: Yıllarla, günlerle, saatlerle. Uzamlar da bunlarla baş­lar yeniden. Sayılar sürekli bir dizi kurarlar. Böyle doğar sı­nırsızlıkla sonsuzluk türü. Bunlardan başka sınırsız, sonsuz bir nesne yokmuş gibi gerçekten. Bu sınırlı varlıklar çoğalır durur sonsuzluğa doğru. Bize göründüğü gibi, yalnız sayılar çoğalışlarının bir ilkesi gereği sınırsızdır.

Alışılmıştır doğanın etkilerini kanıtlamak için kötü ne­denlere dayanılmaya, nedense ortaya çıkarılacak iyi neden­ler benimsenmez. Sözgelişi kanın dolaşımına bağlanıldı: Bu­na neden olarak da damarın bağlanınca baskı altında şişme­si gösterilmek istendi.

Genellikle insan kendi bulduğu nedenlerle, başkasının anlayış gücünde doğanlardan, daha iyi inandırılır.

Yetersiz anlayışlı kimseler doğruluğu kendilerine bir ka­zanç sağladığı için benimserler, bir işlerine yarayacak du­rumda olmazsa kaldırır atarlar onu.

insanlar söylediklerine katılmazlarsa, bundan yalan söy­lemedikleri konusunda bağımsız bir sonuç çıkarılamaz. Öyle kimseler vardır ki yalnız yalan olsun diye yalan söylerler bo­yuna.

Ne çok sevindirir insanı dalgaların kamçıladığı batmayan bir gemide güven içinde bulunmak. İşte kilisenin beğenme­diği böyle çıkarsamalardır hep.

Bu çağda gerçeklik karanlığa boğulmuş, yalan yayılmış alabildiğince, sevmeyince varamaz gerçeğe insan.

İçgüdü ile us: İki varlığın (natur) belirtisi.

Siler gagasının tozunu papağan pırıl pırıl olmasına karşı­lık.

Devinim doğamız gereğidir, eksiksiz bir dinginlik de ölümdür.

Sözler değişik düzen içinde değişik yorumlara yol açar, yorumlamalar da başka bir düzen içinde başka etkiler göste­rir.

İnsanın suçlu bulunduğu sürece önemi yaratıklardan ya' rarlanmaya, onlara egemen olmaya dayanıyordu, bugün is* onlardan ayrılmaya, onlara bağlı kalmaya dayanıyor.

Özdeş anlam onu anlatan sözlerle değişir. Anlam önemi'ni sözlerden alır. Onlara önem vereceği yerde. Bu yüzden ge­rekti örneklerin aranması.

Duygu ile yargı vermeye alışanlar, usla, anlayış gücüyle kavranandan bir anlam çıkaramazlar. Duyguya dayananlar, ilkeleri araştırmayı bilmediklerinden bir bakışta bütün konu­ların özüne varmak isterler. Oysa ilkelere göre düşünmeye alışmış olanlar da, duyguyla kavrananı anlamazlar. Onlar, ancak benimsedikleri kurallara göre araştırırlar, bu nedenle de öyle bir bakışta sorunun özüne inecek durumda değiller.

İki türlü insan vardır, olayları özdeşi sayar. Sözgelişi bay­ram gününü, dinsizi, dinciyi (papaz), bütün suçları birbiri al­tına koyar, dizer. Birtakım insanlar bundan dinci için kötü olanın, dinsiz için kötü olduğu yargısını çıkarır. Birtakımları ise dinsiz için kötü olmayanın, dinci için de beğenilir olduğu kanısına varır.

Kötülük usu kendi yönüne çekmeye görsün bencillenir, kendi alımı çalımı içinde yer verir usa. Gevşemekle, baskılı seçimle gerçek iyiye ulaşmayı başaramazsak; doğaya uyma gereği ile geri dönersek, doğa bencillenir bu geri dönüş yü­zünden.

İstenç davranışları ile ötekiler arasında genel, özlü bir ay­rım vardır: İstenç inancın en başat üyelerinden biridir, inan­ca biçim vermez, ancak görüş açısına uygun olarak, inceledi­ği olayların doğru olup olmadığına bakar. Ötekilerden daha sağlıklı bir beğenç yetisi bulunan istenç, iyi göremediği nes­nelerin (olayların) niteliğini incelemek için anlayış gücünü inançtan ayırır, anlayış gücü istençle sıkı bir bağlılık kurar, o sevdiği nesnenin (olayın) bir yanını incelemek için böyle davranmakla yetinir, böylece gördüğü nesne konusunda yar­gı verir.


Dünyada bütün iyi özdeyişler (tartışmasız ilkeler) sürekli bir kullanım içindedir, kimse bunları uygulamaktan kaçın­maz. Sözgelişi "İnsan gerçek değerini savunmak için gözünü budaktan sakınmamak." Bundan kimse kuşku duymaz; bu­nu yapanlar var da din için yoktur. "İnsanlar arasında eşit­sizlik vardır." Bu da doğru.

Zaman acıları da, çekişmeleri de onarır, insan değişiyor da ondan bu. Kalmaz insan olduğu gibi. Ne yerici olarak ka­lır, ne de yerilmiş olarak. Önceden baştan çıkarılan, iki kuşak sonra yeniden değer kazanan bir ulusta da böyledir durum. Evet, Fransız gene Fransız'dır, yalnız eskilerin özdeşi değil artık.

Her gece belli bir olay üstüne düşler göreydik, her gün gördüğümüz nesnelerde olduğu gibi onun da etkisi altında kalacaktık. Bir sanatçı her gece on iki saat boyunca kral oldu­ğunu görse öyle olurdu sanırım, öyle mutlu.

Bunun gibi bir kral da her gece on iki saat süresince ken­dini sanatçı görse durum onun için de öyledir. Biz her gece yavılarla[*] kovalandığımızı, üzüntü verici olaylarla tedirgin edildiğimizi görsek, gene her gün değişik türde uğraşılarla sıkıntıya girdiğimizi, sözgelişi bir geziyi üzerimize aldığımı­zı göreydik gerçekten tedirgin olurduk, bir de bu düşler ger­çek olursa biz de böyle mutsuzlukların gözümüzün önünde geçtiğine inanırsak uyanıklıktan korktuğumuz gibi uykudan da korkacaktık... Uyku, gerçekte olduğu gibi, kötülükle zamandaş olacaktı doğrusu.

Oysa bütün düşler türlü türlüdür, bir düşün bile değişi görünüşleri vardır boyuna. Düşte gördüğümüz gibi değişi etkiler yapar bize, çok az olur etkinin ayrılığı uykudakinden


Varlığımız uyanıklık sırasında değişmeyecek biçimde tekdü­ze, tek doğrultulu değildir. Yalnız bu değişmeler çok seyrek çıkar ortaya. Az etkili olur, sözgelişi bir geziye çıktığımızda, "Ne güzel, bir düş gibi geldi bize." deriz, evet, sürdüğümüz yaşam da az değişiklik gösteren bir düştür.

İnsanlar doğruluğun yeryüzünün bir bölümü olduğunu söylemişler, yeryüzü suçunu da taşımış oldukları söylenecek mi? Kimse mutlu değildir ölümün karşısında (Nemo ante obitum beatus est. Ovidius Met. 111.135): Söylenecek mi ölümle sonsuz mutluluğun başladığı?

Gerçek varlığımızı kazandığımız yaşamla kıvanç duyma­yız: Başka bir nesnenin tasarımı içinde düşe benzer bir ya­şam sürdürmek isteriz, bu yolla itiliriz olayın özüne girmeye. Yorulmaksızın çalışır dururuz bu düşsel varlığımızı güzelleş­tirmek, elde tutmak için, boşveririz gerçeğe. Bizde ölçülülük, yüce gönüllülük, bağlılık varsa bunları yaymak için (duyur­mak), bu erdemleri öteki varlığımızla bağdaştırmak için di­dinir dururuz. Yoksa biz ün kazanma, yiğit olma uğruna se­ve seve onları söküp özümüzden atmak ya da başka düşsel bir varlığa bağlamak için yontulmamış bir kimse olacaktı. Gerçek varlığımızın yokluğu için en önemli bir belirti de öte­kiler olmadan bunların bir teki ile kıvanç duymayışımız, çok­lu birini öteki için değiştirmek isteyişimizdir! Namusu uğru­na ölmeyecek olan, namussuz olacaktı o zaman.

Kötü olmak kolaydır, nitekim kötünün birçok türü vardır, oysa iyi olanın (iyiliğin) yalnızca bir türü vardır. Ancak iyi denenin olduğu gibi kötünün de en belirgin türünü bulmak güçtür. Bu nedenle insan çokluk kaş yapayım derken göz çı­karır. Dahası var, bu kötüyü uygulayıp geliştirmek için iyiyi uygulayıp geliştirmekte olduğu gibi, olağanüstü bir tinsel büyüklüğe gerekseme duyulur.


6 BÖLÜM

SOYLU KİŞİ İLE YAZI YAZMA SANATI


insan iyiden iyiye bir gereksinimdir, ancak mutluluk ve­rebilecek nesneleri sever. İnsanın iyi bir matematikçi olduğu söyleniyor oysa ben matematikle bir tek işe bile başlayamam. Matematikçi beni denklemle karşılaştıracaktı. İnsan iyi bir savaşçıdır beni kuşatılmış bir yer için elde bulundurur­du. Benim için namuslu bir kişi gerek, genellikle benim bü­tün gereksinimlerime uyabilecek bir kişi.

Gerçek bir gönüldeş çok yararlı bir kimsedir, büyük bey­ler için bile. Bu iyi gönüldeşin onlardan iyi söz etmesi, onla­rı, kendileri yokken, savunması içindir. Bu yüzden beyler böyle bir gönüldeşi kazanma gereğindedir. Yalnız onların seçmeyi doğru yapmaları da gereklidir. Bu beyler bütün güç­lerini delibaşlar için kullanırsa o iyi gönüldeş onlara yardım­cı olamaz. Delibaşlar ondan iyi söz açsalar bile. Onların ağ­zından iyi bir nesne çıkamaz, onlar kendilerini güçsüz bulsa bile bir yetkileri yoktur, onlar toplum içinde topluma yük olurlar.

Gönlü olmayan kimselerden gönüldeş de olmazmış.

Ozan, bir de namuslu olmayan...

Sizden iyi bir nesnenin çıkacağına inanılmasını istiyor musunuz? Sonra ağzını bile açmadı.


Gerçek yazarlar yapıtlarından söz eder de "benim yapı­tım, benim yorumlamam, benim tarihim (öyküm)" derlerse varlıklı bir kimseye benzerler, hani evi olan, boyuna "benim yanımda evet" sözünü ağzından düşürmeyene.

Onlar, "bizim yapıt, bizim yorumlama, bizim tarih (öy­kü)" deseler daha iyi söz etmiş olurlar, genellikle bunda kişi­sel olan nesneden daha başka bir anlam vardır.

Kesin bir ölçü-örneği vardır alımlılığın da, güzelliğin de: Bu, yaratılışımızın gerçek uygunluğuna dayanır -ya cılızdır, ya güçlübeğendiğiniz nesne ile bir benzerliği vardır. Bu ölçü-örneğe göre yaratılan ne varsa beğenilir bizce; bir ev, bir türkü, bir davranış, bir şiir, bir düzyazı, giysi, bir kadın, bir kuş, ırmaklar, ağaçlar, oda vb. Bu ölçü-örneğe göre yaratıl­mamış ne varsa beğenilmez iyi bir tadı da olsa...

Bu iyi ölçüye göre düzenlenmiş bir türküyle, yapılmış bir ev arasında, bu biricik ölçü-örneğe kendi türünden uygun­luklarından dolayı yetkin bir benzerlik bulunduğu gibi, kötü bir ölçü-örneğe göre yapılmış nesneler arasında da böyle yet­kin bir benzerlik vardır. Bu kötü ölçü-örnekler pek çoktur, oysa bir tek kötü ölçü-örnek bile olmayaydı, sözgelişi yanlış ölçü-örneğe göre ortaya konan kötü bir sone ile gene kötü bir ölçü-örneğe göre giyinmiş olan çok güzel bir kadın birbirine benzerdi.

Ne de gülünç olur bir sone özüne, ölçü-örneğine bakıldı­ğında, gene bu kötü ölçü-örneğe göre yaratılmış bir kadın ya da ev göz önüne getirildiğinde...

Ozanca güzellik 'Ozanca güzellik' dendiği gibi 'g^ ometrice güzellik', 'hekimlikçe güzellik' de denmeliydi, oysa denmiyor. Bunun nedeni şudur: Geometrinin sorunu kanıt'lanmaya dayanır, hekimlik sorunu sağlık korumaya dayanır, bunlar iyice bilinir de güzelliğin, şiir yazma sorununun neye dayandığı bilinmez. Bu bilgiden yoksun olan bir insanın özenme gereğinde kaldığı doğal ölçü-örnek nedir, o da bilin­mez. Bu konuda gerçek şaşılacak anlatımlar bulunmuştur; 'Altın çağ, günümüzün olağanüstü olanı, alın yazısı' vb., işte bu kuraldışı olana ozanca güzellik deniyor[†]. Bir kadını bu ölçü-örneğe göre göz önüne getiren, küçük olayları büyük söz­lerle anlatmaya kalkan bir kimse gözgülere, bağlıklara bağlı sevimli bir kız görecek, buna gülecek de üstelik. Bir kadın güzelliğinin ne olduğu, bir şiir güzelliğinin neye dayandığın­dan daha iyi biliniyor da ondan. Onlar bu özdeş türden özenti içinde şaşıp kalacaklarının bundan ileri geldiğini bile­miyorlar. Şöyle ki; pek çok köyler vardır, kraliçe için saklan­mış, soneler dediğimiz böyle bir ölçü-örneğe göre yaratılmış işte, "köy kraliçeleri".

"O bir matematikçidir." ya da 'öğütçen' ya da 'söylevci' değil de "O namuslu bir insandır." demedi. Yalnız genel ni­teliğe bayılırım ben. İnsan birini görse bu yolla onun betiğini düşünse (ansa) bu kötü bir belirtidir, ben ilkin bu niteliğin saklanmasını istiyorum.

Bellek bütün us eylemleri için gereklidir.

Gelişigüzel bir söylev, dinleyicide, bir duygu, bir etki uyandırırsa, dinleyici dinlediğinin gerçekliğini gönlünde se­zer, onun daha önce bir insanda bulunduğunu bilmediğini anlar. İnsan bu tür bilgiyi edinmemizi sağlayana karşı içinde bir sevgi duyar. Söylevci kendinde olanı değil, içimizde olanı ortaya koymuş, bu iyiliği onu saygıdeğer bir kimse yap­mıştır.

Geometri-Sezgi Gerçek bir söylev, söylevi sevdirir, ilgi­ye değer kılar. Gerçek aktöre, aktöreyi sevdirir. Yargı aktöre­si, tin aktöresini sevdirir. Bu durum belli kuralların bulun­mayışı anlamına gelir. Duyguyu düzenleyen yargıdır. Bilim­leri us gücü düzene koymuştur. Sezgi yargıya, geometri us gücüne dayanır. Felsefeyi beğenilir, ilginç kılan da bu yetiler­dir.

Ne kötüdür, bu ressamlık gerçeğine karşı aşırı beğenç du­yulmazken yapılan tabloların çekimine kaptırır kendisini in­san.

Yığında çok anlayış gücü vardır, insanlar arasında çok ye­nilik (özgünlük) bulunur. Geleneksel topluluklar, insanlar arasında bir ayrım gözetmez.

Tutkumuz bizi bir iş yapmaya sürüklerse görevimizi unu­turuz. Sözgelişi, insan başka bir iş yapma gereğinde kaldığı sırada bile sevdiği bir kitabı okur. İnsan görevini anımsamak için tiksinti duyduğu işi yapmayı yeğ görme gereğindedir de, bu yolda gerçek görevini göz önünde bulundurduğu için bağışlanır hani.

Birbirine benzeyen iki yüzden biri tek başına gülünç bir etki yapmaz, buna karşın ikisi birden, benzeyişleri yüzün­den, gülünç bir iz bırakır.

insan bir nesne yaratıyorsa, bu alandaki son buluşu iŞe başlarken yararlandığı bilgidir.


Cicero'da, beğenmediğimiz bütün yüzeysel güzelliklerin çok sayıda, aşırı beğenicileri vardır.

Değişik Bir bilge, "Ben bütün ilgimi bu konuya yönelt­mek isterim." diye konuşmalı.

Yıldırım alçak bir yere düşmüş olsaydı, bu türden konu­lar üzerinde yargıda bulunabilen ozanların elinde bir tek ka­nıt bile kalmayacaktı.

Bir krala 'Prens' demeyi severiz, onun niteliğini azaltıyor da ondan.

İyi konuşan, buna karşın güzel yazamayan kimseler var­dır. Bunun nedeni, onların tinleri özendiren yer ve dinleyici­lerin durumudur. Bu ikisi elverişli olmayınca, o güzel konu­şanın sesi çıkmaz daha.

Dincinin konuşmalarını, ikindi çayındaki söyleşiyi dinler gibi dinleyen kimseler vardır.


7. BÖLÜM

DEĞİŞİK DÜŞÜNCELER


Sofulukla iyilikler arasındaki güçlü ayırımın ne olduğu­nu deney gösteriyor bize.

Birinci basamak; kötü davranılınca insana çıkışılır, iyi davranınca övgüler yapılır. İkinci basamak; ne övülme ne sö­vülme.

Az çok kul değil misin? Seviyor, yaltaklanıyor sana beyin. Bu ne güzel mutluluk, kulluk, beyin sana yaltaklık ediyor, ar­kasından bir de dayak atıyor.

Başıboş olmaya çalışmak iyi değil. Sıkıntıların boyundu­ruğuna girmek de iyi değil.

Montaigne'de değil, kendimde buluyorum aradığım ne varsa.

Erdemin aşırılığını pek beğenmem doğrusu, sözgelişi kar­şıt bir erdemin aşırılığını görmedikçe yürekliliği de. Epameinondas'ın taşıdığı çok yüksek yiğitliği de, eli açıklıkları da sevmem. Bunlar insanı yükselmeden çok, yıkıma götürürdü düpedüz. Bunlarla insan, kendini olumlu bir sonuca vardı­ran, büyüklüğünü göstermez, ancak iki nesneye birden de­ğindiğini, bütün aralıkları doldurduğunu gösterir. Belki de tinin bir uçtan başka bir uca yaptığı birdenbirelik bir devinme davranışıdır, sözgelişi çevreyi saran çetin bir yangında ol­duğu gibi, gerçekten bir nokta üzerinde durmadır bu. En azından da olsa bu tinin devingenliğini gösterir, yayılışını göstermez.

Bir insan erdeminin neye yeterli olduğu o kimsenin çaba­larına göre ölçülmez. Alışageldiği davranışlara göre ölçülür.

"Ortaya yeni bir nesne koymadım demiştim." bunu söy­lemez kimse. Konunun bir bölümü yenidir. Oyunda bir to­pun ardından koşar bütün oyuncular, oysa ancak bir kişi eriştirir onu en iyi ereğine. Böylece bana da eski sözlere ya­rarlı olduğum söylendi. Bu düşünceler türlü türlü diziler içinde başka bir davranış tutumuna yol açmamış gibi. Böyle olur gene o sözlerin türlü türlü dizileriyle başka düşünceleri ortaya koyuşu.

Zevzeklik: En kötü nitelik.

Yeteneklerin en önemlisi, bütün öteki nesneleri bir düze­ne koymada kendini gösterir.

İnsan mutsuzluğa alıştığından güneş-ay tutulmalarının mutsuzluğu gösterdikleri söylenir: Böyle önceden bildirim­ler yapmak çok kötü bir tutuma da uygun düşüyor hani. Bu­nun karşıtı söylenip de mutluluk bildiriyorlar dense yalan söylenecekti düpedüz. Mutluluk çok seyrek görülen gök olaylanna bağlanır, alışılageldiği gibi yalvaççasına söylenir# doğru...

Ölüme, ölüm korkusu içinde yaşamaktan daha kolay kat­lanılır.

Sonsuz varlık, başlangıçta olduğu gibi kalandır.

Irmaklar dolaşan, bizi istediğimiz yere götüren yollardır.

Çelişme doğruluk için kötü bir ölçüdür, birtakımı kesin bulur çelişmeyi, birtakımı da çelişme olmayınca bir yanlışlık var sanır. Çelişme yanlışlık için bir belirti değildir, ortaya bir çelişme çıkmazsa doğruluk için bir belirti olur ancak.

Us, bir derebeyinden daha çok baskı yapar bize, biz usa bağlı kalırsak mutsuz, ona uymazsak deliyiz demektir.

Özsevgisi Özsevgisinin yapısı insan ben'ini insanın yal­nız kendini sevmesine, kendi kendini gözlemesine dayanır. İnsan ne yapmalıdır? İnsan bu sevdiği konunun pek çok ek­siklikleri içermesine, acınmalık olmasına engel olamaz. İnsan büyük olmak ister, küçük görür kendini, mutlu olmak ister, acı çektiğini görür, yetkin olmak ister, olgunlaşmamış içerik­lerle dolu olduğunu görür. Kişi sevginin, insana duyulan saygının ereği olmak ister. Sonra kendi yanılmalarının, bu sevgiyi ve saygıya karşı doğan tepkiye, yergiye yardımcı ol­duğunu anlar. İnsanın içinde bulunduğu bu sıkıntı, insanda, pek yersiz, pek suç işlercesine bir tutkunun varlığını gösterir. Bu tutku göz önüne getirilebilir, bu tutkunun doğruluğa, gerçekliğe karşı insana çıkışan bir hıncı da vardır, bu tutku­dur insanı eksikliklere götüren. Bu tutkuyu yok etmek istedi insan, oysa bunu kendi içinde dağıtamıyor, onu ancak kendi bilincinde, başkalarının bilincinde dağıtabiliyor. Çok da sı­kıntı çekiyor bu yolda. Yanılgıları başkalarının önünde de, kendi gözünde de gizleniyor. İnsan, kendinde bulunan bu eksikliği başkalarından saklıyor, onların görmelerini, anla­malarını istemiyor.


İnsanın pek eksik oluşu çok kötüdür, bunda kuşku yok. Ancak insanın eksiklerle dolu olduğunu görememesi, onları bilememesi daha da kötüdür. Bundan insanın bu eksiklikleri bile bile yaptığı kuruntularla çoğaltıyor sonucu çıkar. Başka­larının bizi yanıltmasını istemeyiz, bizi yanıltmaya çalışan kimselerin bizden kendilerine çok saygı gösterilmesini iste­melerini de doğru bulmayız. Bizim onları yanıltmamız, onla­rın bize kendilerine yaptığımız yardımdan çok saygı duyma­larını istememiz de düpedüz haksızlıktır.

insanlar gerçekten bizdeki yetersizlikleri, eksiklikleri bu­lup ortaya çıkarırsa bize haksızlık etmemiş olurlar, bu apa­çıktır. Bu eksikliklerin, yetersizliklerin ana nedenleri onlar değildir, bu yüzden de iyilikseverliğe karşıt bir iş yapmazlar bize. Onlar yetersizliklerin bilgisizliğinde duran bir kötülük­ten kurtulmamız için bize yardım ederler. Onlar, bunları bil­diklerinden dolayı bizi yeriyorlar diye üzülmemiz de doğru değildir, bu konuda. Onların bizi olduğumuz gibi bilmeleri, yerilmeye değer kimselersek yermeleri doğrudur.

Bir yürekte böylesi duygular doğmuş olaydı o yürek hak­severlikle, doğrulukla dolardı. Böyle büsbütün karşıt yaratı­lışta olduğumuzu ortaya koyarsak gönlümüzden hangi an­lamda söz söyleyebiliriz? Doğru değil mi bizim doğruluktan, insanların bize söylediklerinden hınçla tiksindiğimiz, seve seve elde etmek istediğimiz çıkarımız yolunda onlar yanılır­larsa, gerçekten, bizi olduğumuzdan başka türlü görmelerim isteyişimiz?

Tanrısal kayranın gereğine inanan insan kutsal bir varlık­tır, bundan kuşkulanan kimse ne kutsaldır, ne de insanın ne olduğunu bilir.


Tüm nesnelerden bağımsız olmak iyi değil; gereken her nesneyi elde bulundurmak da iyi değil.

Bu konuda bana korku salan bir kanıt var burada: Katolik dini insan suçlarının öteki insanlardan ayrımsız olarak orta­ya konulmasını üzerine almıyor. Bütün öteki insanlardan gizli tutulmasına katlanıyor, bundan ancak bir tekini ayrı tu­tuyor. O da insanın kendi içini açması, ne olduğunu göster­mesidir...

İnsan yalnızca sinsidir, yalancıdır, ikiyüzlüdür, bütün baş­kalarının karşısında da böyledir kendiliğinden. Doğruluğun kendisine söylenmesini istemez, kaçınır onu başkalarına an­latmaktan. Bütün bu ustan, doğruluktan uzak kalmış eğilim­lerin insan yüreğinde doğal bir kökü vardır.

Ben nedir?

Bir insan önünden gelip geçenlere bakmak için pencerede oturur, ben de onun önünden geçersem, onun pencerede ba­na bakmak için oturduğunu söyleyebilir miyim? Diyemem, o özel olarak beni düşünmüyor, kim bir kimseyi güzelliğinden dolayı sevmek isterse onu sever mi? Sevmez, güzelliği öldüren sivilceler, onu taşıyan kişiyi ölmeden öldürür, o kimsenin artık onu sevmediği etkisini yapacakları için.

Beni yargımdan, belleğimden dolayı sevmek isteyen beni sever mi? Sevmez, ben bu nitelikleri yitirebilirim, kendimi yi­tirmeden yitirebilirim. Öyleyse bu ben nerededir, gövdede, tinde değilse? Ne denli sevilir gövde ya da tin, ben'in ortaya koymadığı, geçici olan bu nitelikleri istemeksizin? Bu kişinin tinsel tözünü ya da onda bulunan nitelikleri sıyırıp da ona karşı sevgi duyabildi mi? Bu olamaz, olsa da yersiz olurdu. Öyleyse kişi değil de nitelikler seviliyor ancak. Bu işler, gö­revler değerlendirilmek istenmiyor, insanlar yalnızca gizlen­miş nitelikler içinde seviliyor.


Öz istenç bir kez bile kıvançlı olmayacak, istediği gibi davranabiliyordu, gücü yerindeydi. Oysa insan ona egemen olduğu kısa süre içinde mutludur. Ne onsuz mutsuz oluna­bilir, ne de onunla mutlu.

Gerçek puta tapıcılar, gerçek Yahudiler, gerçek Hıristiyanlar dinleri içinde doğru olmalıdır...

İnsan bir yarış içindedir.

 



[*] yavtmak: Düşmanlık etmek. (Ed. n.)

[†] Çevirisini yaptığımız betikte Pascal'ın ozan Malherbe ile onun çığırına değinmek is­tediğini gösterir bir açıklama var. (Çev. n.)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar