Düşünceler…Blaise Pascal
Yeryüzünde insanın yoksunluğunu ve Tanrı’nın kayırıcılığını göstermeyen bir nesne yoktur: Üstelik
Tanrısız bir insanın güçsüzlüğünü de, Tanrı'ya inananın güçlülüğünü de.
Sizin için iyi düşünülmesini, ancak bundan söz edilmemesini isteyin.
Ölümden korkmak, sakıncalı bir durumdan uzak kalmaktır, sakıncalı
durumda bulunmak değil, önce insan olma gereği vardır.
Güçlüklerin giderilmesi, insanın çökmüş doğası.
Kuşkusuz tinin ölümlü ya da ölümsüz olduğu konusunda verilecek kesin
bir yargının aktöre için çok anlamlı olması gereklidir. Bilgeler, kendi aktöreleri
konusunda bu anlayıştan bağımsız bir kanıya varmışlar: Onlar, hep, bir saatlik
sürenin ne yolla gelip geçmesi gerektiğini düşünürler. Platon, bu nedenle,
Hıristiyanlığın ön-tabanını oluşturmuştur.
Önemli varlıkların yerilmesi karşısında duygusuz kalmak, bizim çok
ilginç olan bir konuda duygusuz olmamızdır.
Gerçekliklerin her biri kendi doğasını düzenler: Bizim becerimiz başka
varlıklarda kendine yer yapar, ancak bu doğal değildir. Her nesne kendi yerinde
durur.
Dine karşı savaş açanların önce hangi dine karşı savaş açtıklarını
öğrenmeleri gerekir.
Kanlıdır son sahne, nitekim bütün öteki oyunlar da, güldürücü de
güzeldir, sonunda başına yıkılır insanın dünya, işte hep böyledir sonuç.
Uzdillik Konuşmada
beğenilmek ve etkili olmak gereklidir: Ancak beğenilmeden de gerçeklik
anlaşılmalıdır.
Bir ve özdeş anlam, kendisini dile getiren sözcüklerle dönüşür. Anlam
sözcüklerden, onlara değer vermesi gerekirken, değer kazanır. Buna örnekler
aranmalı.
Sözcüklerin değişik dizimi, değişik bir içerik ortaya koyar,
içeriklerin değişik dizimi ise değişik bir etki yapar.
Montaigne'de değil, onda gördüklerimin hepsini kendimde buluyorum.
Bilgisizlikle uyum içine giren bir unsurun us olarak değeri yoktur.
Bir sürü insan düşünülsün, bağlıklara vurulmuş, ölüm yargısına
çarptırılmış, bunlardan her gün birkaçı ötekilerin gözü önünde boğdurulsun.
Geri kalanlar kendi özel durumlarını öteki arkadaşlarının alın yazılarını
görünce anlarlar, birbirlerine üzüntülü, umutsuz bakarlar sıra kendilerine ge
linceye değin. İşte buna benzer insanların durumu da.
Tutuklular evi Ben Kopernik'in düşüncesinin uzun boylu araştırıldığını sanmıyorum.
Oysa bundan çok önemlidir bütün yaşam için tinin ölümlü mü, ölümsüz mü olduğunu
bilmek...
Bizimle tamu (cehennem), bir de gök arasında yalnızca yaşam vardır -bir
yargının yaşamıbu ikisinin arasında ise evrenin şu dayanıksız varlığı bulunur.
Üç türlü insan vardır: Biri Tanrı'yı bulduktan sonra çalışır durur onun
için. Ötekiler aramaya koyulmuş Tanrı'yı; uğraşırlar, şimdilik bulamamışlar
onu daha. Sonuncular ise aramadan, bulmadan yaşayıp giderler Tanrı'yı.
Birinciler us'ludur, mutludur; sonuncular çılgındır, ortada kalanlar ise mutsuzdur,
us'ludur.
'İnsan biliminin, felsefesinin çılgınlığı üstüne' bir yazı var. Bu
yazının dağınıklıktan söz eden bölümü üzerinde durmalı. Mutluluğun nedenlerini
araştıran bir kimse şaşıp kalmamalı...
Doğa bütün gerçeklerini birbirinden ayırıp koymuş ortaya. Sanatımız
ise birbiri içine koyuyor onları. Doğaya uygun değil bu, özel bir yeri vardır
her nesnenin.
Doğa kendi kendini işler, iyi toprağa ekilen bir çiğit yemiş verir,
doğru (gerçek) bir anlayış gücü (tin) içine konan ilke de yemiş verir.
Sayılar değişik özellikte çıktıkları ortama uyar. Ne varsa gerçek bir
yönetici eliyle yaratılmış, düzene konmuştur. Kökler, dallar, yemişler,
ilkeler, bir de sonuçlar.
Bağlı olma İnsan
kuşkulanmanın da, onaylamanın da, uymanın da nerede gerekli olduğunu
bilmelidir. Böyle davranmayan, usun erkinden anlamaz. Bu üç ilkeden yoksun insanlar
vardır. Onlar kanıtlama sanatından anlamadıkları için kanıtlama gücüne
dayanarak iş göremezler, neye bağlı kalmanın gerektiğini bilmediklerinden her
nesneden kuşkulanırlar. Ya da ne zaman yargı vermenin gerektiğini bilmeyişleri
yüzünden her konuya evet derler.
İnsan gerçekliği bulma yolunda neye yardım ettiğini bilmelidir,
yaşamını düzene koymada da gereken işi görmeli en azından, bundan daha doğru
bir nesne olmasa gerek.
İnsanın gerçek yapısı (varlığı) onun gerçek sağlığı, gerçek erdemi,
gerçek dini olan konulardır, bunların bilgisi birbirinden ayrılamaz.
Usun son adımı nesnelerden gelen bir sonsuzluk olan bilgidir, bu
nesneler usu aşarlar. Us bu bilgiye varamazsa yetersiz kalır.
Doğal olaylar usu aşarken doğaüstü olanlar konusunda ne söylemelidir?
Usun yalanlayışı gibi usa uygun gelmeyen bir nesne yoktur.
Usa bağlı kalmak, usu kullanmak, işte gerçek Hıristiyanlık buna
dayanır.
Her nesne usa uydurulursa dinimizin elinde gizem dolu, doğaüstü bir
nesne kalmaz artık. Usun ilkelerine karşı durulursa gene bizim dinimiz saçma,
gülünç olur düpedüz...
İnanç duyguların söylemediğini söyler yalnız, onların söylediğine
karşıt bir şey söylemez. İnanç, duyguların üstündedir, ancak onlara karşıt
değildir.
Bilimleri çok derinleştiren yazışlara karşı: Descartes.
Her kişi kendince bir Tanrı yaratır.
Tanrıtanımazlar Tanrıtanımazlık güçlü bir anlayış gücünün (tinin) belirtimidir. Ancak
belli bir aşamaya değin.
Tanrıtanımazlar bitirilmiş, apaçık konulardan söz etme gereğindedir.
Oysa tinin özdek (madde) olduğu yolunda, iyiden iyiye, apaçık bir nesne yok
elde.
Hangi kanıt vardır elinizde insanın bir daha dirilmeyeceğini
söyleyebilmeniz için? Bir kez bile olmamış ya da olmuş olan, bir kez daha olmaz
mı? Var olmak ya da geri dönmek daha mı güçtür? Alışkanlıkların biri bize
kolaylık sağlarken öteki alışkanlık da yanılmayı olanaksız gibi gösteriyor,
işte kabataslak bir yargıda bulunma türüdür bu...
Neden bir genç kız doğurmaz? Neden tavuk horozsuz (civciv çıkaracak)
yumurta yapmaz? Birini ötekinden ayıran kimdir açıkça? Kim söylemiş bize
tavuğun şu döllenmiş tohumu bir horoz gibi yapamayacağını.
Nedir şu insanlarda oluşagelen; küçüğü yererler, büyüğe inanmazlar, bu
ne iş!
Tanrıtanımazların ileri sürdüğü karşıt düşünce: Biz bir kez bile
ayrılmadık.
Düşüncem içinde yerleşip kaldığımdan ne olamayacağını seziyorum. Annem
ben doğmadan önce ölseydi ben de olmayacaktım, öyleyse ben gerekli bir varlık
değilim. Sonsuz da, sınırsız da değilim, ancak doğada (evrende) gerekli,
sonsuz, sınırsız bir varlığın olduğunu görüyorum.
Toplum anlayışına, insan özüne karşı yönelen tek bilim, boyuna insanlar
arasında var olan, biricik bilimdir.
Alışkanlık bizim doğamızdır. İnanmaya alışanın, inanca bağlananın
tamu'dan (cehennemden) korkacak durumu yoktur. O başka bir nesneye inanmaz
artık.
Yanıltıcıdır önemli olduğumuz, başkalarınca sevildiğimiz. Bunu
başkalarından istememiz de doğru değildir. Doğanın eliyle uslu, böyle bir
önyargı ile yüklü olsak, kendimizi, başkalarını tamsak bile bu eğilimi
söylememeliydik... Biz onunla birlikte doğacağız, öyleyse yersiz olacak
doğuşumuz, bütün kişiler kendi kendine ulaşmaya (eğilimini gerçekleştirmeye)
çalışacak da ondan. Bu bütün düzenlere karşıdır: Kişi genellikle uğraşma
gereğindedir, düzensizliğin kaynağına varma eğilimindedir kendince: Savaşta, yönetimde,
alışverişte, özellikle insan gövdesiyle ilgili olanlarda... Böyle soysuzlaşmış
istenç işte...
Doğal, politikaca olan toplulukların üyeleri toplumun mutluluğu için
çaba gösterirse topluluklar kendiliğinden başka, daha genel bir bütünlük için
uğraşır, onların üyeleri olurlar. Kişi toplum için çalışma gereğindedir. İşte
biz böylece yersiz, soysuzlaşmış doğuyoruz...
Bizim dinimizden başka, insanın suçla birlikte doğduğunu söyleyen bir
din yoktur. Felsefe çığırları içinde de birinin doğru söylediğini söyleyen
yoktur. Bir tek din, bir tek tarikat bile yeryüzünde sürekli olmamıştır.
Hıristiyanlığın dışında.
Gönlün usu vardır, anlayış gücü bilmez onu. Sayısız örnekler
verilebilir bu konuda. Ben gönlün yaradılıştan bütün nesneleri kapsayıcı bir
varlık olduğunu, gene yaradılıştan kendi kendine sevgi duyduğunu, bu ikisinden
birine karşı, duruma göre eğilimde bulunduğunu, seçimine göre birine ya da
ötekilere karşı katılık gösterdiğini söylüyorum. Birini tuttunuz, ötekini
attınız, sever mi sizi şimdi us dersiniz?
Sınırsız devinme, bütün nesneleri dolduran nokta, sessizlik evresi;
niceliksiz sınırsızlık, bölünmezlik, bir de sınırsız.
Kimse gerçek İsa gibi mutlu, erdemli, sevilmeye değer değildir.
Yaşamın sekiz gününü bağışlayan bir kimse daha yüzyıl bağışlama
gereğindedir.
Gönül, içgüdü, ilkeler.
Bellek, barış duygularıdır, geometri sorunları da duygulardır, us
duyguları doğal yapar, doğal duygular da, us'ta ölür gider.
Alışılmış ilkeler değilse bizim doğal ilkelerimiz nelerdir? Bu ilkeleri
çocuklar bile babalarının alışkanlığından edinmiştir, hayvanlarda görülen
avlanma gibi. Başka bir alışkanlık bize başka doğal ilkeler verecek, denemeden
alınır bunlar. Böyle bir alışkanlığı dağıtamayacak bir durum varsa, alışkanlık
doğaya karşıdır, doğa ile ikinci bir alışkanlığın kökünden söküp atamadığı bir
alışkanlık, doğaya karşıdır. Bu da yaradılışa bağlıdır.
Bir yitmeye görsün insanın gerçek özü, ne varsa öz olur ona: Gerçek iyi
yitip gittikten sonra her nesnenin gerçek iyi olacağı gibi.
Babalar, çocukların doğal sevgisinin söneceğinden korkarlar, dağılıp
gitmeye elverişli hangi türden bir özdür bu? Alışkanlık birincisini dağıtan
ikinci bir doğadır. Peki, doğa nedir? Neden alışkanlık doğal değil öyleyse?
Özün (doğa) ilk alışkanlık olmasından korkuyorum, alışkanlığın ikinci doğa
oluşu gibi.
İnsan için en önemli davranış, tüm yaşam boyunca geçerli bir uğraş
seçebilmesidir: Bu konuda olasılığın etkisi vardır. Alışkanlık insanı duvarcı,
er, yapı işçisi yapar. "Bu iyi, becerikli yapı işçisidir." denir.
Bir de erlerden söz edilmek istendiğinde, "Bunlar gerçek
ataklıklar." diyen de çıkar. Ötekiler ise karşıtını sürer ileri:
"Savaştan daha sarsıcı bir nesne yoktur, insan kalıntıları bir yüz
karasıdır." Oysa çocuklukta bu uğraş çok övülürdü. Ötekiler çok yerdirdi,
öyle söylenirdi. Alışkanlık doğadan dolayı sevilir, çılgınlıktan korkulur, doğrusu
budur. Bizi iğneleyen şu sözlerdir: İnsan davranırken suç işler. İşte böylesine
büyüktür gücü alışkanlığın, doğanın insanlara yaptığı, insan durumlarına
yüklenir.
Kimi ülkelerde bütün kişiler duvarcıdır, ötekilerinde erdir vb. Oysa
doğanın böyle tek düzenli olmadığı kuşku götürmez, etkiyi yapan alışkanlıktır,
doğayı (insanı) yöneten od ur, arada bir ona üstün geldiği de olur, insanı
kendi içgüdüsü içinde sımsıkı tutar. İyi ya da kötü her alışkanlık dikbaşhlığa
yol açar.
Düşünceler: Ne varsa birdir, ne varsa değişiktir (türlü türlü). Ne çok
nitelik vardır insan özünde! Ne çok uğraşılar
Bunlardan gelişigüzel alman biri, övüldüğü duyulandır çokluk! Çok iyi
düzenlenmiş bir sürüm.
Yırtıcı, savaşkan bir ulus pusatlar içinde geçen bir yaşamı yaşanmaya
değer görür (Livius). Onlar ölümü barıştan çok severler. Başkaları ise ölümü
savaştan çok severler: İki görüş de yaşama yeğ görülebiliyor. Bu yüzdendir onda
sevginin böylesine güçlü, böylesine doğal oluşu.
Önyargı, yanılmaya götürür. Tüm insanların yalnızca araç üstüne düşünüp
sonucu düşünmediklerini görmek de çok açmasıdır. Bütün kişiler kendi işinin
uyarınca düşünür, oysa alın yazımızı belirleyen, etken uğraşın, anayurdun uygun
seçimidir.
Ne çok acı verir kişiye Türklerin, sapkınların, inansızlık yolunda
atalarının ardından gittiklerini görmek. Bunun tek nedeni her birinin
benimsediği önyargının, en iyi olduğunu sanmalarıdır. Bu önyargıdır her birine
yapacağı işi gösteren; çilingire de, erlere de.
Kişinin özü İki
olay öğretir insanlara özlerini: İçgüdü, bir de deneme.
Büyüklük ile acı... Kişinin görüşü ne denli değişik türde olursa o
denli büyüklük, alçaklık bulup çıkarır ortaya. Basbayağı bir insan yığını hani
daha üstün geçinenler. Bilgeler şaşkın şaşkın bakarlar bu insan yığınına.
Hıristiyanlar da bilgelere bakar şaşkın şaşkın...
İnşanın büyüklüğü, yoksulluğunu bildiğinden dolayı, büyüktür. Bir ağaç
yoksulluğunu bilmez.
İnsan kendini mutsuz bildiğince mutsuz olur. Oysa insan mutsuz olduğunu
bilince büyük oluyor.
İnsan yıkılmış, çökmüş bir ev değil, bu yüzden duygusuz mutsuzluk
yoktur. İnsan ancak "Ben bilen, gören kişiyim." dediğince mutsuzdur.
İnsana büyüklük sağlayan, düşüncedir.
Düşünen kamış Ben değerimi gövdemle kapladığım yerde değil, düşüncelerimin düzeninde
arayabilirim. Buyruğum altında ülkeler bulunsa bile bundan daha büyük olamazdım.
Enginliği yüzünden kuşatıyor beni evren, yutuyor bir toz gibi, ben de
düşüncelerimle kuşatıyorum onu.
Bir kamıştır insan, pek güçsüz yapısı ile; ancak düşünen bir kamış.
Pusatlarla donanması gerekmez evrenin onu ezmek için: Bir buğu, bir su damlası
yeter onu öldürmeye. Oysa bir ezivereydi insanı evren, daha soylu olurdu onun
öldürüldüğünden, insan biliyor öleceğini, evrenin insana olan üstünlüğünü de
biliyor, oysa evren bunların bir tekini bile bilmiyor.
Bizim bütün önemimiz düşünceden dolayıdır. Bundan geliyor bizim
kendimizi büyük görüşümüz. Bizi doldurmayan uzamdan, zamandan değil. Öyleyse
iyi düşünmeye çalışalım: Aktörenin ilkesi budur işte.
Ben elsiz, ayaksız, başsız bir insan düşünebilirim (deneme bize başın
ayaklardan daha önemli olduğunu öğretiyor). Oysa düşüncesiz bir insan
düşünemem. Düşünsem ancak bir taş ya da yırtıcı bir hayvan düşünürüm.
İnsan düşünmek için yaratılmış besbelli; onun bütün önemi, tüm kazancı
budur; görevi de düşünmektir, kendi varlığına yaraşır nitelikte.
Sonsuzluk, hiçtir.
Tinimiz sayı, zaman ve uzamın bulunduğu gövdenin içine fırlatılmıştır;
o, bu konuda düşünüyor ve buna doğa, gerekimlilik adını veriyor, başka bir
nesneye inanmıyor.
Biz, önümüzü görmemek için yaptığımız uçuruma doğru hızla, kaygısızca
koşuyoruz.
İnsanı yetersiz kılan duyarsızlık değil, darmadağın olmuş bir yapı
değil, insanın yalnızca gören ben'im demesidir.
Usumuz bizi, herhangi bir kılavuzdan daha görkemli yönlendirir,
kılavuza boyun eğemeyen mutsuzdur, usa boyun eğmeyen delidir.
Bütün bu yetersizlik kendi büyüklüğünü kanıtlıyor, o büyük bir efendinin
zavallılığıdır, tacından olmuş bir kralın zavallılığıdır.
Bütün yetersizliğimizin bizi yakalayan, sıkboğaz eden görünüşüne
karşın bizi yücelten, egemenlik altına alamadığımız bir güdümüz vardır.
İnsan varması gereken aşamayı bilmiyor. İnsanın yanıldığı ve bir daha
bulamayacağı gerçek yerinden düştüğü besbellidir; insan bu yeri hep
tedirginliğin yoğun karanlıklarında arar ve eli boş kalır.
Şimdi düşüncenin düzenlenmesini istemek gerekiyor, ana nedenin,
varılmak istenen ereğin kavranılması için.
Düşünce İnsanın
bütün önemi düşüncededir. Ancak bu düşünce nedir? İnsanın deliliği gibi!
Düşünce az çok insanın yapısı karşısında olağanüstü, karşılaştırılmaz bir
durumdadır. Evet, insanın yermesi gereken birtakım özel eksiklikleri
olacaktır. Ancak onların pek gülünecek bir yönünün olmadığı da belli.
Ne büyüktür insan kendi özü ile! Ne aşağılıktır bu eksiklikleri
yüzünden.
İkili konuşma yoluyla düzen Ne yapabilirim? Karanlıklar görüyorum dört bir yanda. Bir
yokluk olduğuma mı inanayım, bir Tanrı olduğuna mı inanayım? "Bütün
varlıklar deviniyor, birbirinin ardından gidiyor üstelik." Aldanıyorsunuz.
O vardır...
Ne? Siz söylemediniz mi göğün, kuşların Tanrı'yı kanıtladığını? Yok!
Dininiz de öyle demiyor mu? Yok!
Bilmez insan hangi yöntemle yeniden düzene gireceğini: Yanılmış,
ayrılmış gerçek yerinden, onu bir daha bulamayacak artık. Arar durur yerini
dört bir yanda, yoğun bir karanlıkta, büsbütün tedirgin, büsbütün boşuna...
Biz, gerçek gücümüzden yola çıkarak erdemli bir düşünce sürmeyiz
ileri, iki karşıt ağırlık arasında sıkıştığımız için baskı altında duraksarız.
Karşı yönlerden esen iki yel arasında dik durmaya çabalayışımız gibi. İki
ağırlıktan birini bırakır, ötekine doğru düşeriz.
Us ile tutkular arasında bir içsavaşı vardır insanın: Yalnız us olaydı,
tutkular olmayaydı.
Yalnız tutkular olaydı, us olmayaydı.
Oysa şimdi ikisi de var, kişi savaşsız edemez artık, biriyle savaşırken
ötekiyle barış içinde bulunması gerekir: İşte böyle bölünmüş insan, kendi
kendiyle düşmüş çelişmeye.
İnsanın büyüklüğü (yüce gönüllülüğü): Büyük bir varsayımımız var insan
tini üstüne, onun yenilmesine, ona saygı gösterilmemesine dayanamayız doğrusu:
İşte bu saygıya dayanır insanın bütün mutluluğu.
Ağır basar, bütün mutsuzluklara karşı, kendini beğenmişlik, kaldırır
onları ortadan. Az bulunur bir devdir o, apaçık görülen bir yanılsamadır. İnsan
indirilmiş oturduğu yerden, tedirginlik içinde arar durur yerini (koltuğunu).
Budur işte bütün insanların yaptığı. Bırakın bizi arayalım, belki bir
bulan vardır onu...
Sav: Varlığımızı yerme bir ölümdür yokluk uğruna, varlığımıza karşı
hınç duymadır.
Uğraşılar: Öyle bir tadı vardır ki ün kazanmanın, hangi konu (nesne)
ile bağlanırsa bağlansın sevilir, ölüm olsa bile...
Ün tutkusudur insanın büyük aşağılığı, insan toprak üzerinde ne denli
çok durursa, sağlığını ne denli iyi korur, beğencine olağanüstü bir ilgi
gösterirse, olgunluğunun da apaçık belirtisi olur bu durum ayrıca. Oysa
insanlara saygı duymayan kimse kıvançsız demektir. İnsan usuna, yeryüzü ndeki
gücü ölçüsünde,, büyük bir değer biçmeyen, insan usunda yararlı bir yeri
bulunmayan kimse de kıvançsız demektir. Us evrende en güzel varlıktır, onu
kimse yolundan saptıramaz: İşte insan yüreğinin en söndürülmez bir niteliği de
budur.
Haksızlık: Kendini beğenmişlikle yoksunluk birbirine bağlıdır, işte bu
olağanüstü bir haksızlıktır.
Biz öylesine kendimizi beğenmişleriz ki yeterli sayıda olmasak bile,
bütün dünyaca beğenilmek, bizden sonra geleceklerce de bilinmek isteriz. Gene
öylesine yararsız kimseleriz ki çevremizi saran beş-altı kişinin saygısı bize
kıvanç ve' rir, aşırı beğenç verir.
Düşüncelerimi bir yere yazarken yanıldığımı anlarım. Düşüncem
güçsüzlüğümü anımsatır bana. Şu, bütün kısacık süreler içinde unuttuğumu,
unuttuğum düşüncelerim gibi daha nicelerini öğretir bana. Benim de bütün
direndiğim, yokluğumu öğrenmektir.
Biz olayları yalnız başka bir yönden değil, başka bir gözle de
görürüz. Biz, onlardan, onları birbirinin özdeşi sayacak kadar uzağız.
İnsan ne melektir, ne hayvan; mutsuzluk melek olmak isteyeni hayvan
yapar.
Bir uçuruma doğru kaygısızca koşuyoruz; sonra dönüyor, koştuğumuz
uçurumu görmemek için engeller yapıyoruz.
Tanrı'yı düşünmek istersek, bizi saptıran, başka bir nesneyi
araştırmamıza, düşünmemize yönelten bir engel yok mu? İşte bize doğumumuzla
gelen kötü yanımız budur.
Tanrıtanımazlık belli bir aşamaya değin güçlü bir anlayış yetisinin
belirtimidir.
Kendini beğenmişliğimiz, tutkularımız, yanılmalarımız içinde doğal
olarak bizi egemenliği altına almıştır. Ondan söz edilirken unutuveririz yaşamı
da, barışı da.
Saçmalık: Oyun, av, başkalarını görmeye gidiş, bir de bitmeyen ün
özlemi.
Yaşamdan aldığımız sevincin hoşluğu duygusu, bir de gerçek olmayan
sevincin (barışın) saçmalığını bilmeyiş süreksizliğe götürür.
Neden sınırlıdır bilgim? Ya gövdemin kocamanhğı? Neden
yüzyıl sürüp giderim de bin yıl sürüp gidemem? Doğa hangi neden yüzünden bana
böyle ölçüp biçmeyi, bu sayıyı seçmeyi, başkalarını seçmemeyi verdi? Oysa
sayıların sınırsızlığında bir neden yok da, öteki varlıkların daha önce seçilmesi
için var mı?
Saçmalık Sevginin
nedenleri, etkileri: İnsanın saçmalığını, kökünden öğrenmek isteyen kimsenin
sevginin de nedenlerini, etkilerini incelemesi gerekir. Onun ana nedeni
'bilmediğim bir nesne'dir (Corneille), onun etkileri ise korkunçtur. Bu 'ne
olduğunu bilmiyorum' öyle çetindir ki kimsenin gücü yetmez onu bilmeye, odur
bütün yeryuvarlağını, ilhanları, orduları, bütün evreni kımıldatan.
Kleopatra’nın burnu: Daha kısa olaydı, evrenin yüzü bambaşka olurdu.
Uçuşların gücü: Hep onlardır savaşları sürdüren, anlayış gücümüzün
önleyici girişimlerini engelleyen, gövdemizi yutanlar...
İnsanın alçalışı Hayvanlara taparcasına boyun eğmek.
Ne çok varlıklar (krallıklar) vardır bilmediğimiz.
Bizi azıcık avutan, azıcık da saptırıyor.
Bir kimsenin yaşamak için yeterince olanağı bulunsay^1 evinde
oturmanın mutluluğuna varır, evini barkını bırakıp denize açılmaya, kale
kuşatmaya gitmezdi...
Akıp gidiş Ne
korkunçtur elimizde bulunan bütün nesnelerin akıp gittiğini sezmek...
Eyub ile Süleyman insan yoksulluğunu en iyi bilmiş, ondan en iyi söz
etmişlerdir. Biri en mutlu, öteki en mutsuz. Biri sevincin boşluğunu, öteki acının
gerçekliğini deneyle bilerek.
Bütün yoksulluğuna karşın bir de mutlu olmak istiyor
insan, üstelik mutlu da değil, bunu isteyecek durumda da değil hani. Peki,
hangi yöntemle işe başlayacak? Doğru bir iş yapmak için ölümsüz olmak
gerekirdi, oysa bu yüzdendir onun düşmüşlüğü, bu konuda bir bilgi (düşünce) edinemediğindendir
yıkılışı...
İnsanların ölüme, yoksulluğa karşı bir iş gelmiyor ellerinden,
bilgisizlik içindeler, bu yüzdendir yıkılışları; mutlu olmak için bir
düşündükleri yok bu konuda.
İnsan yaşamının yoksulluğu şu nedeni koymuş ortaya: İnsanlar da bunu
öğrenmiş, dağılmayı seçivermiş...
Bir topun ya da bir tavşanın ardından koşar durur insanlar, bu
kralların da eğlencesidir düpedüz.
Yaşadığımız çağa dayanamayız bir türlü, hep yavaş adımlarla gelen
geleceği düşünürüz, ivedilik veririz geleceğin akışına, saklamak için geri
çağırırız geçmişi, çökmüş, yitmiş gitmiş de ondan... Böylesine ustan yoksunuz
işte, kendi gerçeklerimizi, bizim olanları düşünmeyiz bir türlü, anlamsız saçmalıklara
dalarız, derin derin düşünmeden uçup gideriz.
Bizi sıkan, önümüzde olanlardır çokluk, bize acı çektirdiğinden dolayı
gözümüzden bile sakınırız onu, bize güzel görünüyorsa yanılmışız demektir,
geçip gidenleri görmede. Biz gelecekle katlanılır duruma getirmek isteriz
şimdiyi, bu yüzden onu düzene koymaya gücümüzün yetmediğini düşünürüz, evet,
bir kez bile ona ulaşamayacağımızı düşünürüz boyuna. Her kişi kendi
düşüncelerine bakar: Bütün geçmişle ya da gelecekle uğraşır, onu yakalamak için
sürdürür düşünme eylemini durmadan. Çağımızı düşünmeyiz, ondan bir nesne
öğrensek, geleceğe eklesek bile. Şimdiki çağ ereğimiz değildir: Geçmişle
şimdiki çağ araçlarımızdır, yalnız gelecektir ereğimiz. Böyle yaşamıyoruz,
yaşamayı umuyoruz, biz mutlu olmaya çalışan kimseleriz, oysa, bu durumumuzu
korudukça mutsuz olacağımız besbelli, kaçınamayız ondan.
Bir uçuruma doğru koşuyoruz düşüncesiz, kaygısız. Bir engel koymuşuz
önümüze, sakıncayı görmeyelim, durumu anlamayalım diye.
Düşünmeyiş Ölümü
düşünmedikçe, ölüm düşüncesinden daha kolay katlanılır ona, bir korku içinde
değilse kişi.
Yoksulluk (acı) Bizi yoksulluk (acı) içinde avutan biricik nesne onu düşünmeyiştir, en
büyük mutsuzluğumuz da odur oysa.
Tedirginlik Bir
er, bir tarımcı, yorgunluktan yakınır du rursa bir iş göremeyecek durumdadır
demek.
Gerçekliği ararken içimizde kuşkululuğu buluruz, nıuth' luğu arar
mutsuzluğu, ölümü buluruz. Biz yeterli değiliz, gerçekliği, mutluluğu
isteyemeyiz, biz ne gerçekliğe, ne de mutluluğa elverişliyiz. Kendimizi
cezalandırma, hangi yükseklikten düştüğümüzü gösterme isteği el çekmiş bizden.
İnsanın durumu: Uçarılık, can sıkıntısı, tedirginlik...
Bizim durumumuz gerçekten mutlu olaydı, bizi bu düşünceden döndürme
gereği duyulmazdı doğrusu.
Bilgeler Biz,
bizi dışa göre yöneten nesnelerle (olaylarla) doluyuz. İçgüdümüz yüzünden
mutluluğumuzu dışımızda arama gereğini duyarız. Tutkularımız kımıldatacak bir
nesne bulamayınca bizi dışa doğru iterler. Dış nesneler (olaylar) bizi kendi
çıkarmaya uğraşırlar. Biz onları düşünmesek bile gene çağırırlar bizi. İşte
böyle çekmiş söylevi bilgeler düpedüz: Kendinize dönün, orada bulacaksınız
kurtuluş yolunu bilgelerin inandığına da, bilgelere de inanılmadı, koca boş
kafalılar, deliler.
Etin tutkusu, gözlerin tutkusu, bencillik vb. Bunlar nesnelere üç türlü düzen verir: Eti,
tini, istemi. Ete özgü olan varlıklar, krallardır: Onların varlığı (konusu)
gövdedir.
Aşırı ilgi duyanlarla aydınlar: Onların konusu da tindir (varlığı
tindir).
Bilgeler: Onların konusu (varlığı) doğruluktur.
Aç rı tutkuya kapılanlar üç ayrı inanç yolu yarattı, bilgeler de bu üç
aşırı tutkuludan birinin yaptığını yaptı, başka değil.
İnsan ne melektir, ne de hayvan. Ondan melek yapmak isteyen, hayvan
yapıp mutsuzluğun yolunu tutar.
İnsan ün ardından koştukça aşağılık sayarım onu, alçakgönüllü oldukça
saygı duyarım ona. Kavranılmaz bir dev olduğunu anlayıncaya değin ona karşı
direteceğim.
Gerçek iyiyi arama İnsanların çoğu mutluluğu varsıllıkta, nesnel bollukta ya da eğlencede
bulur. Bilgeler ise tüm bu eğilimlerden uzak kalmayı, kendi görüşlerine uygun
bir düşünce ortamı sağlamayı isterler.
Bilgeler insanın yüceliği ve düşkünlüğü gibi iki durumuna değgin bir
görüş sergilememişler.
Onlar salt yücelikten gelen devinimler üzerinde durmuşlar, oysa bu
salt yücelik bir insan oluşumu değil. Yine onlar salt düşkünlükten gelen
devinimleri istemişler, oysa salt düşkünlük de insan durumu değildir.
Düşkünlükten kaynaklanan devinimler gereklidir, ancak bu da doğadan gelen
biricik düşkünlük değil, tersine yanılgılar yüzündendir. Burada çakılıp
kalmanın gereği yok, yüceliğe yönelmeli. Yücelikten gelen devinimler de
gerekli, bağışlanmak için.
Şaşar kalır çocuklar, arkadaşlarının birine saygı gösterdiğini
görünce.
Stoacılar derler ki: Kendi kendinizi denetleyin, kaygıdan sıkıntıdan
kurtulursunuz. Bu doğru değil.
Başkaları derler ki: Dışa dönün, mutluluğu dışınızda arayın, kıvanç
duyarsınız. Bu da doğru değil. Bunların kaynağı sağlıksız durumlardır.
Mutluluk
insanın ne içinde, ne de dışındadır, Tanrı'dadır, bu nedenle dışımızda olan,
içimizdedir.
Haksızlık Başa bir haksızlık yapmadan tutkuyu ortadan kaldıracak bir araç
bulamadınız.
Haksızlık Üstüne Betik'te şu pek güzel olay dile geliyor,
bunu ilk doğan çocuklar bile benimser olduğu gibi: Gönüldeşim, sen dağın bu
yamacında doğdun, senin büyük kardeşinin (ağabeyinin) bunları benimsediği de
doğrudur.
Öyleyse beni neden öldürüyorsun?
Neden beni öldürüyorsun? Nasıl? Sen suyun öte yanında oturmuyor musun?
Gönüldeşim, sen bu yanda oturaydın ben cana kıyıcı olurdum, bu da haksızlık
olurdu düpedüz, seni bu yüzden öldürmek için oysa sen öte yanda oturuyorsun,
ben de yürekli bir kişiyim, haa o doğru işte...
Benim-Senin Şu
yoksul çocuklar bu köpek bizimdir diyor, bu da güneşte benim yerimdir: İşte
bütün yeryüzünde haksız ele geçirmenin başlangıcı örneği...
Doğruluk Alışkanlık
güzelliği yarattığı gibi, doğruluğu da yaratmıştır.
Siz, çocuklar gibi davranmayı bilmezseniz, bilgelik sizi çocukluk
evresine götürür.
Kuralların genel geçerlilikleri, günlük işlerin
düzenlenmesini sağlayan ülke yasalarıdır, bunların hepsi başka uygulamalar
gündeme gelince, oy çoğunluğuna dayanır. Peki, bu nereden geliyor? Bunu sağlayan
güçten. Bu yüzden, kral, bakanlarını seçerken oy çoğunluğuna değil, başka
yerden aldığı güce dayanır.
Doğruluk ile güç Doğru olanın ardından gidileceği doğrudur, en güçlü olana uyulacağı da
gereklidir. Doğruluk güçsüzdür, güce başvurmaz, doğruluktan yoksun güç zorbalıktır.
Doğruluk, hep kötü insanlar bulunduğundan, gücü de olmayınca, pek çok
çelişmelere düşmüş. Güç doğru olmazsa ondan yakınılır. Doğrulukla güç
birleşmeli, böyle güçlü olan doğru olur, bu yolla gösterir etkisini gereğince.
Erk, evrenin kraliçesidir, kanısı değil. Ancak kanı güçten yararlanır.
Kanıyı erk yaratır. Yumuşaklık bizim kanımıza (inancımıza) göre güzeldir.
Neden? O yapayalnızdır, ip üstünde oynamak ister. Ben halktan gelen daha güçlü
bir kandırmacayı ortaya çıkarmak isterim, halk yumuşaklığın pek de elverişli
olmadığını söyler.
Kuruntu ile kanı üstüne kurulmuş bir egemenlik ancak bir süre gösterir
etkisini, oysa beğenilen, istenen bir egemenlik olan erkin egemenliği, boyuna
sürdürür kendini. Bu yüzden kanı, evrenin kraliçesi, erk ise zorbasıdır.
Bir geminin yönetimini üstlenmek esenlik içindeki evinden ayrılıp
yolcular arasında oturmaya benzemez.
Halkın sağlam düşünceleri Kötülüklerin en büyüğü iç savaşlardır. Yararlılıkların
karşılığı ödenmek istenince bütün kişiler bu kazançların önemli olduğunu
söyleyeceğinden bu iç savaşlar da kaçınılmaz olur. Gerçek yıkım bir delibaştan
korkmaktır, o doğuştan kazandığı ayrıcalığı izlemek ister, o ne öylesine büyük,
ne de öylesine çekilmezdir, korkulmaz ondan.
Neden çokluğun ardından gidilir? Daha mı çok usu var? Yok, daha güçlü
de ondan. Neden eski yasalar, eski inançlar özlenir? Daha mı sağlamdırlar? Yok,
onlar biricik olanlardır, bize değişik düşüncede olmak için bir tek kolaylık
bile vermezler de ondan.
Bir yasanın verilen yargıdan daha geniş olması gerekir, o da bütün
kişilerin oy birliğidir. Genel seçim yetkesi, bir çoğunluk istemenin anlatımı
olamaz, bütün yurdun onu istemesi gerekir. Bu yüzden çok küçük bir azınlığın
karşı koyuşu onu işe yaramaz duruma getirip bir yana atmaya yeter. Bir oylamaya
katılmayış bütün seçim düzenini yıkıma götürür, böylesine bir karşı koyuştur
işte.
Kralların güçlülüğü halkın usu ile deliliği üstüne kuruludur daha çok
deliliği üstüne. Evrenin en büyük, en önemli olanağı güçsüzlerin temelde, bu
temelin de olağanüstü bir güven altında oluşudur, evet, halkın güçsüz oluşundan
daha güvenli bir nesne yoktur. Sağlam bir us üstüne kurulan, çok kötü kurulmuş
demektir, sözgelişi bilgeliğin değer gömüsünde (değer varlığı) olduğu gibi.
Ana nedenlerle etki Tutkululukla erk bütün insan davranışlarının kaynaklarıdır:
Tutkululuk istençli davranmayı, erk istenç dışı davranmayı sağlar.
Olayı gördüler de nedeni görmediler (Augustinus)...
Muhammed'in [salla'llâhü aleyhi ve sellem] yaptığını her insan yapabilir, çünkü o hiçbir tansık
göstermemiş, bilinmeyeni bildiren olmamıştır. Oysa İsa'nın yaptığını kimse
yapamaz.
İnsanın gerçek doğası, onun gerçek esenliği, gerçek erdemi ve gerçek
din, bunlar bilgisi ayrışmayan varlıklardır.
Doğanın Tanrısız bir görünümü olduğunu gösterebilecek yetkinlikler
vardır; yanılgı doğanın yalın bir görünüm olduğunu göstermek istemektedir.
İnsan, Tanrı için yaratılmamışsa mutluluğu Tann'da bulmasının gereği
nedir? İnsan Tanrı için yaratılmışsa Tanrı'ya karşı direnmenin anlamı nedir?
Yıkılmış doğa İnsan, kendi varlığının özü olan usuna göre davranamıyor.
Gerçek din bize büyüklüğü ve zavallılığı öğretmekteydi, bizi saygıda,
saygısızlıkta, sevgide ve kıskanmada yönlendirmeliydi.
Bir dinden çok uzaklara götürür gibi görünen bütün aykırılıklar, beni
hızla gerçeği kavramaya itti.
Ölümsüz varlık, bir kez var olandır.
Tanrı'yı duyan gönüldür, us değil; inanç Tanrı'yı gönülde duymadır,
us'ta değil.
Büyüklük — Yöntem
iç içe gelişen etkiler gibi, kişiye büyüklük sağlar. Kişi tutkudan böyle güzel
bir düzen kurmuştur işte.
İnsanlığın büyüklüğü kendi tutkusu içindedir. İnsan ondan olağanüstü
bir düzen çıkarmayı bildi, ondan bir gerçeklik görünümü yaptı.
İnsanın anlatımı Bağımlılık, bağımsızlık isteği, gereksinimler.
Süreksizlik Nesnelerin
türlü türlü nitelikleri, tinin de türlü türlü eğilimleri vardır. Tine
sunulandan başkası pek yalınç değildir. Tinin bir konu karşısında tutumu da
yalınç değildir. İşte bundan dolayıdır bir nesneye ağlandığı ya da gülündüğü...
Süreksizlik ve bambaşkalık Yalnız kendi görevi için yaşamak ve dünyanın en güçlü
devletini yönetmek; bunlar birbirine karşıt olaylardır. İşte bunlar büyük Türk
padişahının kişiliğinde birleşmiştir.
Çelişmeler Kişi
yaradılışından dolayı inançlıdır, inançsızdır, utangaçtır, atılgandır...
Pek çok ile pek az şarap Ona bir nesne bile vermeyin, o gerçeği bulamaz; pek çok
verin ona, gene öyledir olacağı.
İki uç ve orta Çok hızlı ya da çok uyuşuk okuyunca bir nesne bile anlaşılamaz.
İnsan gençken iki yargıda bulunamaz, yaşlanınca da öyle. Bir konuda
yeterince düşünmeyen, ona yüzeysel bakan kimse, o nesne karşısında şaşırır,
yanılgıya düşer.
Yaptığı yapıtı sonradan gözden geçiren kimse bu nesnenin çekimine
kapılır (etkisi altında kalır), dalar ona uzun boylu, anlamaz olur onu artık.
Tablolara çok uzaktan ya da çok yakından bakınca böyle olur çokluk, oysa
dosdoğru bir yer vardır duruş yeri dediğimiz: Öteki yerler ya yakın, ya uzak,
ya yüksek ya da derindir. Resim sanatında bunu belirleyen bakış açısıdır. Gel
ki gerçeklikte, aktörede bunu kim belirlesin?
İnsan doğasında ilerleme yok; geliş-gidiş vardır. Sağlık bozulunca
yükselen ateş, donma ve yanma evrelerini de birlikte getirir, donan yanar,
yanan donar. Soğukluk da öyledir, sıcaklığı yüksektir yanan bir nesne gibi.
İnsan buluşları eş durumda geçer çağdan çağa. Genelde böyledir dünyanın en
iyisi ile kötüsü.
Bir kişi için en iyi olan, en doğal olandır. (Seneca)
İyi bir anlayış gücü için birazcık bilim yeterlidir. (Seneca)
Büyüklerin sevinci insanları mutlu yapabilmek içindir.
Varlıklılığın gerçek anlamı da açık elli olmadadır.
Her nesnenin özüne göre araştırma yapmalı: Güçlü oluşun özü bir
sığınak, bir koruyucu olarak kalmasıdır.
İsviçreliler kendilerine soylu halk denince yerildiklerini sanırlar,
büyük işler görecek yeteneklerini ortaya koymak istediklerinde soylarının
kentli bir kuşaktan geldiğini kanıtlamaya kalkarlar.
insan öyle mutluca düzene konmuş ki gerçek için doğru bir tek ilke yok
onda, oysa yanılma için öngörülmüş neler neler var. Bırakın bizi gidelim
olabildiğine... Oysa bu yanılmanın ana nedeni, duyularla us arasındaki
savaştır.
Bir bakın nereye götürüyor bizi doğal bilgiler: Onlar doğru olmayaydı
insan alçalmaya yol açan şu gerçek nedeni bulurdu: İnsan bu iki durumda da
alçalmaya doğru itilmiştir. Bu bilgilere inanmaksızm insan bir nesneyi bile
gerçekleştiremez... Ben şaşırtacak ölçüde başka bir konuyu insanın gözü önüne
sermek isterim: Ona bir mercimek böceği, gövdesinin küçüklüğü içinde daha
küçük eşsiz bölümlerin bulunduğunu gösteriyor: Ayaklarda oynaklar, damarlarda
kan, kanda özsular, özsularda damlacıklar, damlacıklarda buğular. İnsanın bu
en son nesneleri de bir kez daha bölümlere ayırması gerekir, bu tasarımlar
içinde tükenir gücü, onun erişmek istediği son nesnenin bizim işlediğimiz
olayın konusu olması gereklidir artık: O, belki de varlığın en dıştaki küçük
nesnesine ulaştığını düşünecek, ona burada da yeni bir uçurumun bulunduğunu
göstermek isterim... İnsan nedir doğanın içinde?
Sonsuzluğa göre bir yokluk, yokluğa göre bir Bütün (evren), yoklukla
Bütün arasında bir Orta, sonsuz olan bunlardan da uzak, uçları (extreme)
kavramada. Nesnelerin sonu, başlangıcı insan için özüne varılmaz bir gizem
içinde ele geçmezcesine saklı. Yutulduğu sonsuzluk gibi içinden çıktığı yokluğu
da görme gücünden yoksundur insan...
Bu sonsuz uzayın bitmeyen sessizliği beni korkutuyor.
İnsanın abuk sabukluğu Bizim anlayış gücümüz kavranabilir nesnelerin düzeni içinde
eş basamaktadır, doğa alanında gövdemiz gibi. Çevremizin sınırlılığı içinde
biz, bütün yeteneklerimizle, şu iki uç arasında ortada durmayı buluyoruz:
Duyularımız bu uçlara karşı duygusuzdur. Büyük gürültü sağır, parlak ışık
görmez kılar bizi; geniş uzaklık, büyük yakınlık görmeyi engelliyor, ne varsa
ya çok uzun ya da
çok kısadır, konu karanlıklaşıyor, pek çok gerçeklik şaşkına döndürüyor
bizi ben dörtten dört çıkarılırsa geride sıfırın kaldığını bile anlamayan
kimseler bilirim, ilk ilkeler (axiome) bizim için pek açık seçiktir, çok
eğlence canımızı sıkar, pek çok ses müzikte uyumu bozar, iyi bir uygulamada
(müzik çalışmasında) ölçüyü aşma bizi büyüler.
İnsan neyi bilirse onunla bağlantı kurar. İnsan kendini kuşatan uzamı,
sürüp giden zamanı, yaşamak için devinimi, birlikte olduğu öğeleri, ısıyı,
besini, havayı, ışığı gerekser.
Pyrrhonculuk Neyin
üzerine kuracak egemenliği altına almak istediği evrenin düzenini? Her insanın
şu karmaşıklığa yol açan isteği üzerine mi? Doğruluk üzerine mi? Oysa onu da
benimsemiyor. O, bunları benimseyeydi insanlar arasında geçerliği olan, bütün
nesnelerden daha çok genelliği bulunan; her insan kendi yurdunun törelerine
uymalıdır, diyen bu aşırı ölçüleri koymazdı ortaya, kesinlikle: Gerçek doğruluğun
parıltısı bütün ulusları buyruğu altına koyacak, yasa koyucular bu değişmez
doğruluğun yerinde İranhlaı'm, Almanların tutkularını, kuruntularını örnek
olarak almayacaktı. Bu doğruluk evrenin bütün devletlerinde, bütün çağlarda
geçerli görülecekti, iklimin değişmesi ile niteliklerinin de değiştiğini
gördüğümüz bütün doğruluklar, eğrilikler olmayacaktı. Üç yer enlemi bütün
tüzebilimi (hukuk bilimini) yığınların üzerine atıyor (yığınlara bağlı
kılıyor), birkaç kullanım yılı içinde bütün temel yasalar değişiyor. Tüzenin
evreleri vardır. Saturnus'un aslanlar arasına girişi bize belli bir suçun
kaynağını gösteriyor: Sınırları bir ırmak olan ne güzel bir doğruluk!
Pirenelefin bu yanında gerçeklik olan, öte yanında yanılmadır. Onlar
doğruluğun bu alışkanlıklar içinde durduğuna değil, bütün ülkelerde benimsenen
doğal yasaların içinde bulunduğuna inanıyor... Birtakım doğal yasaların
bulunduğu söz götürmez, yalnız bu çürümüş güzel us topunu birden bozdu: Bizim
olan bizim değil artık, bir yapmacıktır (Cicero). Ağır suç işleme senatonun yargıları, halkın genel oya katılması ile yönetiliyor
(Seneca). Başlangıçta yüklerin altında eziliyorduk, şimdi ise yasaların altında
eziliyoruz (Tacitus).
Bu şaşırmanın ortaya koyduğu durum şudur: Biri, doğruluğun özü yasa
koyucunun yetkisi altındadır, diyor; öteki ise egemen olanın kazancına
bağlıdır, diyor; bir başkası ise apaçık olarak, egemenlik alışkanlıkla
ilgilidir, diyor. Oysa en kesin olanı şu kanıdır: Doğruluk bunların bir tekine
bile değil, yalnız usa bağlıdır, kendince doğmuştur, zamanla bağdaşımlıdır. Her doğruluğu alışkanlık
yaratır demek, böyle benimsendiğinden, yalnız buna dayanmak ondaki yetkinin
gizlemcil dayanağıdır. Yetkinin özünü buna değin geri götüren onu darmadağın
eder.
Bütün yargımız duygularımıza bağlanışımız yüzünden geri götürülüyor.
Düş kurma duyguya benzer, ona karşıt da olur, yalnız çatışıktıkları birbirinden ayırmak elde değildir. Biri çıkar benim
duygumu düş kurma sayar, bir başkası kendi düş kuruşunu duygu sayar. Bunun
için bir ölçünün bulunması gerekmeliydi. Us kendini bize bırakıyor, oysa bütün
yönelmelere de katılabilir, bir ölçü yoktur ortada.
Şaşar kalırım çok kez yeryüzünde kimsenin kendi güçsüzlüğü karşısında
şaşmadığını görünce.
Bütün ilkeleri doğrudur Pyrrhoncuların, Stoacıların, Tanrıtanımazların
vb. Yalnız vardıkları sonuçlar yanlıştır, karşıt ilkeler doğrudur da ondan.
Pyrrhonculuk. Ben, burada kendi düşüncelerimi belli bir düzene uymadan,
ancak büsbütün kuralsız bir yanılgıya da düşmeden sergileyeceğim. Benim işlediğim
konuyu düzensizlik içinde açıklamam, bana göre gerçek düzenin kanıtıdır. Ben
bu konuyu belli bir düzene bağlanarak işleseydim, ona karşı çok saygılı
davranmış olurdum. Oysa ben, onun, böyle bir düzen için yeterli olmadığını
göstermek istiyorum.
Platon ile Aristoteles, bir öğretmenin pek alımlı giysisi içinde
düşünülür. Onlar da gönüldeşleriyle söyleyip gülen öteki kimseler gibi
saygıdeğer er kişilerdi, onlar kendi dağınıklığı içinde yasalarını,
politikalarını ortaya koymuşlarsa bu bir oyun içindi yalnızca, bu onların
yaşamının en az bilgece, en az ağırbaşlıca bir bölümüydü, en bilgece olan
yalınç, gönlünce yumuşaktı. Onlar politika üstüne yazı yazmışlarsa bu bir
deliler evini düzene koymak içindi, onlar bundan açıkça pek büyük bir konu gibi
söz etmişlerse durum böyleydi de ondan, onlar konuştukları delilerin kral,
imparator olacaklarına inandıklarını biliyorlardı.
Onlar bu kişilerin deliliğini elden geldiğince yıkım getirmez kılmak
için böyle ilkelere yöneldiler...
Belli bir kurala bağlanmadan bir yapıt konusunda kurala bağlananlara
görüş bildirenler, saati olanların olmayanlara söyledikleri gibi davranırlar.
Birisi: Saat ikidir, der. Ben de saatime bakar, birine: Senin canın sıkılıyor,
ötekine de: Senin zamanın hızla geçiyor, saat bir buçuk, derim. Sonra, bana.
Zaman benim için uzadı, diyenlere gülerim ve kendi görüşümü bildiririm: Siz,
benim kendi saatime göre davrandığı^1 bilmiyorsunuz.
Düzensizlik içinde yaşayan kimseler, düzen içinde yaşayanlar için
doğadan ayrılmışlar, derler. Onlar şu aşağıda anlatılan durumda olanlara
benzerler: Hani yol alan bir geminin içinde bulunanlar limandaki gemide
duranları sürekli olarak deviniyor sanır ya, öyle işte! Dil de özdeş bir etki
yapar bu iki durumda. İnsanın bir yargıda bulunabilmesi için sağlam bir görüşü
olmalıdır. Liman, gemide bulunanlar için gereken yargıyı veriyor, oysa aktöre
için gereken bir limanı biz nereden bulalım?
İçgüdü ile us Her dogmacılık için kanıtlanabilen, karşı konmaz bir güçsüzlüğümüz var.
Her Pyrrhoncu için alt edilmez bir gerçeklik düşüncemiz de var.
Tann'nın var olduğu da, yok olduğu da kavranamaz. Gövdeyle tinin
birbirine bağlılığı ya da bizim bir tinimizin olmadığı, evrenin yaratılmışlığı
ya da yaratılmamışlığı kavranır, anlaşılır soydan değildir. Bunun gibi
yeryüzüne gelmede bir suçun varlığı ile yokluğu da anlaşılır iş değildir.
Biz gerçekliği yalnız usla kavrayamayız, gönülle de biliriz ayrıca, ilk
ilkeleri iki yolla kavrarız, bu bilgi içinde bir bölümü olmayan, yargının onu
yalanlamaya uğraşması boşunadır. Yalnız böyle bir ereği olan Pyrrhoncular
boşuna uğraşır durur bu konuda. Düşe kapılmadığımızı, ne denli güçsüz
olabileceğimizi de usla kanıtlamayı biliyoruz. Bu güçsüzlük, usumuzun
çelimsizliğinden dolayı başkasını kanıtlayacak durumda değildir, buna karşılık
Pyrrhoncularün ileri sürdükleri gibi bilgilerimizin kesinliği anlamını da
içermez bu. Zaman, yer kaplama, devinme, sayı gibi ilk ilkelerin bilgisi
vardır, bunlar düşüncemizin bize kazandırdığı öteki bilgiler gibi kesindir.
Usun, gönülle içgüdü bilgisine dayanması, bütün öteki düşünceleri onun üstüne
oturtması gerekir. Gönül yer kaplamalarda üç boyutun bulunduğunu, sayıların
sınırsız olduğunu sezer, us biri ötekinin iki katı olabilecek iki karesayınm
bulunduğunu gösterir. İlkeler sezilir, denklemler çözümlenir, ayrı ayrı
yollarda olmalarına karşın ikisinin de kesinliği vardır. Usun ilk ilkelerinin
kanıtlanmasını gönülden isteyeceğini söylemek, us buna uygunluk göstermeye
kalksa bile, gülünçtür, anlamsızdır; ne de gülünç olurdu gönül bütün kesin us
yasalarının bir duygu ile temellendirilmesini us'tan isteyeydi, o da bunu
üstüne alaydı.
Pyrrhonculuğa karşı Bu olayların (nesnelerin) karanlıklaştmlmadan belirtildiği
pek seyrektir. Biz onlardan kesinlikle söz eder, bütünün eş yolla
anlaşılabileceğini tasarlarız. Oysa biz bu yolda, bir kanıtımız olamamasına
karşın bile bile yaparız bu tasarımı. Bu sözlerin, adı geçenlerin, durum elverdikçe
kullanıldığını çok iyi görüyorum. îki insan, gördükleri bir gövdenin duruş
yerini değiştirirse ikisi de, bu işte özün dışa vuran görüntüsünü olduğu gibi,
eş sözlerle anlatır, gövdenin devindiğini söyler boyuna. İşte bu tekbiçimlilik
iş uygulamaya dökülünce, düşüncelerin tekbiçimliliği üstüne kesin bir sanıda
bulunmamıza yol açıyor. Bu yargı, bu konuda, bambaşka sorulardan kalkarak
sonuçları başka yöne çevirebileceğimizin bilinmesine, böyle bir düşünceyi
ortaya atmamıza kolaylık vermesine karşın, gene de kesin değildir, son durumda
inandırıcı da değildir.
Pyrrhoncuların en önemli görüşleri (az önemlilerinin bir yana
bırakıyorum) aşağıdaki savlara dayanmaktadır: Bizim inancın, yaradılışın
dışında doğuştan gelen, içimizde duyduğumuzu saydığımız ilkelerin geçerliliği
konusunda sağlam bir güvencemiz yoktur. Bu doğal duygu gerçeklik yolunda
inandırıcı bir kanıt değildir. İnancın dışında bir kesinlik yoktur da
ondan. İnsan iyi bir Tanrı ya da kötü bir şeytan (demon) eliyle, şöyle
olurundan, yaratılmış olsa bile gene bu konuda bir kuşku vardır, bu ilkeler
kaynaklarına uygun mu, değil mi, onlar doğru mudur, yanlış mıdır ya da kesin
midir diye... Dahası var: Bu konuda inancın dışında kimsenin güvencesi yoktur,
uyanık mı, uyuyor mu diye. İnsanın uykuda da birtakım algıları olabilir,
bunları gerçek uyanıklığın içindeymiş gibi sanır uykudan kalktığında. Yer
kaplamaları, biçimlenmeleri (nesneleri), devinmeleri gördüğünü sanır insan,
zamanı aştığını sanır, karıştırır işi, yanılır, bunların gerçek uyanıklığında
olduğu yargısına varır. Bütün yaşamımızın yarısının uykuda geçtiğini de
söylemeliyiz doğrusu -biz uykuda ne denli iyi düşünmek istesek bilegerçeklik
üstüne bir düşüncemiz yoktur. Öyle ki bütün duygularımız kuruntular içindedir.
Kim bilir, içinde uyanık olduğumuzu sandığımız yaşamın öteki yarısının,
uyandığımıza inandığımız uyku türünden bir yaşam olmadığını? O, altüst olmuş
bir evrende yaşamaya inandığından, bu arada başka düşlere de kapılmış olabilir.
Sık sık görüldüğü gibi, düşleri elden geldiğince birbiriyle bağdaştırmış, bir
de uykuda kendi başına yapayalnız kalmış olursa kim kuşkuya kapılır bundan?
insanın sık sık düşe kapıldığı da sanılır, bir düş bir başkası üstüne konur
kat kat yapılır, içinde yaşanıp kendimizi uyanık sandığımız yaşamın yarısının
bir düş olması da olasıdır, belki de başka bir düş gelmiş, örtmüş onun üstünü,
biz ölümle uyanmışız bir düşten, doğrunun, iyinin ilkelerini de bu ölüm denen
doğal uykuda bulmuşuz belki. Ayrıca, bunlar kendimizi uyanık sandığımız bir
evrede, bizi tedirgin eden türlü türlü düşünceler, yalnızca kuruntu olanlar,
gerçek düşlerimiz içinde ortaya çıkan zamanın yanıltıcılığına, boş sanılara
benzemiyor mu?
Bunlar bir yanım ya da öteki yanın ana düşleridir.
Ben önemsiz savları, sözgelişi Pyrrhorcuların alışkanlığın, eğitimin,
aktörenin, ülkelerin etkilerine karşı olan savlarını, geleneklere bağlanan
büyük insan yığınlarını baştan çıkaran, buna benzer öteki konuların hepsini bir
yana bırakıyorum. Onlar dogmalarını boş dayanaklar üzerine kuruyor, oysa
bunların yine Pyrrhoncuların pek ufak bir üfürmesiyle dağıtılıveriyor. Bunların düşünceleri üstüne pek inandırıcı bir
nesne olmasa bile onların yapıtlarını görmek yeter, pek kolay anlaşılır, bir
kanıya varılır, belki de pek çok kanıya varılır onlar üstüne.
Ben, dogmacıların iyi bir inanç içinde, doğruyu söylemek gerekirse,
doğal ilkelerden kuşkulanılmaz diyen anasavı üzerinde duracağım. Pyrrhoncular
kaynağımızın kesinliği üstüne olan bir sözle bu sava karşı çıkıyorlar, bundan
da özümüzün kesin olmayışı ortaya konuyor. Evren evren olalı, dogmacılar
onlara karşılık vermek için uğraştı durdu. Bu yüzden insanlar arasında bir
savaş başladı, her kişi kendi yanını tutma gereğinde kalarak ya dogmacılara ya
da Pyrrhonculara karşı çatışmaya girişti. Bu arada işe karışmadan yaşamayı
düşünen gerçek Pyrrhoncu olacak, işte bu işe karışmamazlık düşünsel kandırmacanın özüdür:
Pyrrhonculara karşı çıkmayan kimse gerçekten onlara karşıdır. Pyrrhoncular,
kendi kendilerine karşı çıkmazlar da ondan. Onlar işe karışmaz, ilgisiz kalır,
bütün dalgalanmalar karşısında yuvalarında oturuverirler...
Bu durumda kişinin neye bakması gerekecek? Ne varsa ondan kuşkulanacak
mı? Yoksa uyanık mı, biri onu ısırıyor mu, yakıyor mu diye kuşkuya dalacak mı?
Kuşkulanıp kuşkulanmadığından da kuşkulanacak mı? Var olup olmadığın' dan
kuşku duyacak mı? Böyle olgun bir Pyrrhoncu'ya bunla rı söyleyecek gücün
varlığı ne söylenebilir, ne de ben bunu
ileri sürebilirim. Doğa güçsüz usun yardımına koşuyor, Pyrrhoncuların
işi çığrından çıkarmasını önlüyor. Pyrrhoncu karşıt bir görüşü gündeme
getirirek gerçekliğin kendi elinde bulunduğunu söyleyecek mi? Üstelik bunu
kanıtlayacak yetisi yokken başarabilecek mi?
Peki, kim giderecek bu karmaşıklığı? Doğa, Pyrrhoncuları yanıltıyor, us
da dogmacıları...
Hıristiyanların Tanrısı geometrik gerçekliklerinin, öğeler (ilkeler)
düzeninin ana nedeni olan bir Tanrı olaydı: Bunu diyen puta tapanların,
Epikurosçulafm birtakımıdır. O, bilgeliğini yaşam üstünde, insanların
iyilikleri üstünde egemen olmaya bırakan, kendisine tapanlara yılların mutlu
sonucu bağışlayacağı bir Tanrı değildir. Bunu söyleyen de birtakım Yahudilerdir.
Oysa o, sevginin, avunmanın Tanrısı'dır, o yüreği, tini dolduran bir
Tanrı'dır.
Doğru bir kanıt olabilir, yalnız bu kesin demek değildir. Bundan
anlaşılan böyle bir kanıtın kesin olarak bulunmadığı, bütün nesnelerin,
Pyrrhonculuğun ünü uğruna, kesinlik içinde olduğudur.
Bir tek düşünceyi alıyor, bu sırada iki nesneyi birden düşünemiyoruz.
Evrenin yasasına göre pek çok düşünce kuşatıyor bizi, Tanrı'nın yasasına göre
değil...
Açıklık, karanlık Gerçeğin apaçık belirtileri olmayaydı, karanlık
ne de büyük olurdu. Bu onun olağanüstü bir belirtisidir, o boyuna kilisede ya
da apaçık bir insan topluluğu içinde korunageldi. Aydınlık pek çok olaydı,
kilisede de bir görüş bulunaydı gerçeğin ne olduğunu göstermek için neyin -------------- boyuna geçerlik taşıdığını
gerekserdi insan, gerçek olan boyuna bu geçerliği taşıyanın içinde olmuştur,
evet yanlış değil, onun içinde olmuştur.
Kendini beğenmişlik, tutku ile aşırı istekle, güçsüzlükle, düşkünlükle,
haksızlıkla dopdolu olduğunu bilmezse insan çok gözü görmez demektir. Gene
bunlardan kurtulmayı bilmeyen, aramayan bir insandan ne denli söz etmek
gerekir?
Tin bozulduğu gibi duygu da bozulur. Tin de, duygu da davranışlarla
biçimlenir: Tin de, duygu da davranışlarla bozulur. İşte böyle biçimlendirir
ya da bozar bizi iyi, kötü davranışlar. Hepsinden önemlidir insanın doğruyu
seçmeyi bilmesi, tinini biçimlendirmek ve bozmamak için. Oysa insan, daha
önceden, tini biçimlendirmiş ve bozmamışsa bu seçimi iyi yapamaz. İşte, bu
çevrenin dışına çıkan mutludur.
İsa'sız insan, zorunlu olarak, yük altında ve acı içindedir. İnsan İsa
ile yükten ve acıdan kurtulmuştur. Bütün erdem ve mutluluğumuz ondadır. İsa
yoksa yalnızca yük, acı, yanılma, karanlık (cehennem), ölüm, kuşku vardır.
Bütünle uyum sağlayan bir istenci olan üyeler mutluluk içindedir.
Düşünen üyelerden oluşan bir bütün tasarlanmalı.
Güneşin süngeri Bir etkinin yeniden ortaya çıktığını görünce doğal bir gerekliliğin
bulunduğu yargısına varırız, gün açımında olduğu gibi: Oysa çokluk yanıltır
bizi doğa, uymaz kendi kurallarına.
Tin inanır doğaya, istenç sever doğayı, gerçekten yanılıyorlarsa yanlış
konulara bağlanmalarından dolayıdır bu.
Doğa boyuna değişmeyen olaylarla (nesnelerle) başlar yeniden:
Yıllarla, günlerle, saatlerle. Uzamlar da bunlarla başlar yeniden. Sayılar
sürekli bir dizi kurarlar. Böyle doğar sınırsızlıkla sonsuzluk türü. Bunlardan
başka sınırsız, sonsuz bir nesne yokmuş gibi gerçekten. Bu sınırlı varlıklar
çoğalır durur sonsuzluğa doğru. Bize göründüğü gibi, yalnız sayılar
çoğalışlarının bir ilkesi gereği sınırsızdır.
Alışılmıştır doğanın etkilerini kanıtlamak için kötü nedenlere
dayanılmaya, nedense ortaya çıkarılacak iyi nedenler benimsenmez. Sözgelişi
kanın dolaşımına bağlanıldı: Buna neden olarak da damarın bağlanınca baskı
altında şişmesi gösterilmek istendi.
Genellikle insan kendi bulduğu nedenlerle, başkasının anlayış gücünde
doğanlardan, daha iyi inandırılır.
Yetersiz anlayışlı kimseler doğruluğu kendilerine bir kazanç sağladığı
için benimserler, bir işlerine yarayacak durumda olmazsa kaldırır atarlar onu.
insanlar söylediklerine katılmazlarsa, bundan yalan söylemedikleri
konusunda bağımsız bir sonuç çıkarılamaz. Öyle kimseler vardır ki yalnız yalan
olsun diye yalan söylerler boyuna.
Ne çok sevindirir insanı dalgaların kamçıladığı batmayan bir gemide
güven içinde bulunmak. İşte kilisenin beğenmediği böyle çıkarsamalardır hep.
Bu çağda gerçeklik karanlığa boğulmuş, yalan yayılmış alabildiğince,
sevmeyince varamaz gerçeğe insan.
İçgüdü ile us: İki varlığın (natur) belirtisi.
Siler gagasının tozunu papağan pırıl pırıl olmasına karşılık.
Devinim doğamız gereğidir, eksiksiz bir dinginlik de ölümdür.
Sözler değişik düzen içinde değişik yorumlara yol açar, yorumlamalar da
başka bir düzen içinde başka etkiler gösterir.
İnsanın suçlu
bulunduğu sürece önemi yaratıklardan ya' rarlanmaya, onlara egemen
olmaya dayanıyordu, bugün is* onlardan ayrılmaya, onlara bağlı kalmaya
dayanıyor.
Özdeş anlam
onu anlatan sözlerle değişir. Anlam önemi'ni sözlerden alır. Onlara önem
vereceği yerde. Bu yüzden gerekti örneklerin aranması.
Duygu ile yargı vermeye alışanlar, usla, anlayış gücüyle kavranandan
bir anlam çıkaramazlar. Duyguya dayananlar, ilkeleri araştırmayı
bilmediklerinden bir bakışta bütün konuların özüne varmak isterler. Oysa
ilkelere göre düşünmeye alışmış olanlar da, duyguyla kavrananı anlamazlar.
Onlar, ancak benimsedikleri kurallara göre araştırırlar, bu nedenle de öyle bir
bakışta sorunun özüne inecek durumda değiller.
İki türlü insan vardır, olayları özdeşi sayar. Sözgelişi bayram
gününü, dinsizi, dinciyi (papaz), bütün suçları birbiri altına koyar, dizer.
Birtakım insanlar bundan dinci için kötü olanın, dinsiz için kötü olduğu
yargısını çıkarır. Birtakımları ise dinsiz için kötü olmayanın, dinci için de
beğenilir olduğu kanısına varır.
Kötülük usu kendi yönüne çekmeye görsün bencillenir, kendi alımı çalımı
içinde yer verir usa. Gevşemekle, baskılı seçimle gerçek iyiye ulaşmayı
başaramazsak; doğaya uyma gereği ile geri dönersek, doğa bencillenir bu geri
dönüş yüzünden.
İstenç davranışları ile ötekiler arasında genel, özlü bir ayrım
vardır: İstenç inancın en başat üyelerinden biridir, inanca biçim vermez,
ancak görüş açısına uygun olarak, incelediği olayların doğru olup olmadığına
bakar. Ötekilerden daha sağlıklı bir beğenç yetisi bulunan istenç, iyi göremediği
nesnelerin (olayların) niteliğini incelemek için anlayış gücünü inançtan
ayırır, anlayış gücü istençle sıkı bir bağlılık kurar, o sevdiği nesnenin
(olayın) bir yanını incelemek için böyle davranmakla yetinir, böylece gördüğü
nesne konusunda yargı verir.
Dünyada bütün iyi özdeyişler (tartışmasız ilkeler) sürekli bir kullanım
içindedir, kimse bunları uygulamaktan kaçınmaz. Sözgelişi "İnsan gerçek
değerini savunmak için gözünü budaktan sakınmamak." Bundan kimse kuşku
duymaz; bunu yapanlar var da din için yoktur. "İnsanlar arasında eşitsizlik
vardır." Bu da doğru.
Zaman acıları da, çekişmeleri de onarır, insan değişiyor da ondan bu.
Kalmaz insan olduğu gibi. Ne yerici olarak kalır, ne de yerilmiş olarak.
Önceden baştan çıkarılan, iki kuşak sonra yeniden değer kazanan bir ulusta da
böyledir durum. Evet, Fransız gene Fransız'dır, yalnız eskilerin özdeşi değil
artık.
Her gece belli bir olay üstüne düşler göreydik, her gün gördüğümüz
nesnelerde olduğu gibi onun da etkisi altında kalacaktık. Bir sanatçı her gece
on iki saat boyunca kral olduğunu görse öyle olurdu sanırım, öyle mutlu.
Bunun gibi bir kral da her gece on iki saat süresince kendini sanatçı
görse durum onun için de öyledir. Biz her gece yavılarla[*] kovalandığımızı, üzüntü verici olaylarla
tedirgin edildiğimizi görsek, gene her gün değişik türde uğraşılarla sıkıntıya
girdiğimizi, sözgelişi bir geziyi üzerimize aldığımızı göreydik gerçekten
tedirgin olurduk, bir de bu düşler gerçek olursa biz de böyle mutsuzlukların
gözümüzün önünde geçtiğine inanırsak uyanıklıktan korktuğumuz gibi uykudan da
korkacaktık... Uyku, gerçekte olduğu gibi, kötülükle zamandaş olacaktı doğrusu.
Oysa bütün düşler türlü türlüdür, bir düşün bile değişi görünüşleri
vardır boyuna. Düşte gördüğümüz gibi değişi etkiler yapar bize, çok az olur
etkinin ayrılığı uykudakinden
Varlığımız uyanıklık sırasında değişmeyecek biçimde tekdüze, tek
doğrultulu değildir. Yalnız bu değişmeler çok seyrek çıkar ortaya. Az etkili
olur, sözgelişi bir geziye çıktığımızda, "Ne güzel, bir düş gibi geldi
bize." deriz, evet, sürdüğümüz yaşam da az değişiklik gösteren bir düştür.
İnsanlar doğruluğun yeryüzünün bir bölümü olduğunu söylemişler, yeryüzü
suçunu da taşımış oldukları söylenecek mi? Kimse mutlu değildir ölümün
karşısında (Nemo ante obitum beatus est. Ovidius Met. 111.135): Söylenecek mi
ölümle sonsuz mutluluğun başladığı?
Gerçek varlığımızı kazandığımız yaşamla kıvanç duymayız: Başka bir
nesnenin tasarımı içinde düşe benzer bir yaşam sürdürmek isteriz, bu yolla
itiliriz olayın özüne girmeye. Yorulmaksızın çalışır dururuz bu düşsel
varlığımızı güzelleştirmek, elde tutmak için, boşveririz gerçeğe. Bizde
ölçülülük, yüce gönüllülük, bağlılık varsa bunları yaymak için (duyurmak), bu
erdemleri öteki varlığımızla bağdaştırmak için didinir dururuz. Yoksa biz ün
kazanma, yiğit olma uğruna seve seve onları söküp özümüzden atmak ya da başka
düşsel bir varlığa bağlamak için yontulmamış bir kimse olacaktı. Gerçek
varlığımızın yokluğu için en önemli bir belirti de ötekiler olmadan bunların
bir teki ile kıvanç duymayışımız, çoklu birini öteki için değiştirmek
isteyişimizdir! Namusu uğruna ölmeyecek olan, namussuz olacaktı o zaman.
Kötü olmak kolaydır, nitekim kötünün birçok türü vardır, oysa iyi
olanın (iyiliğin) yalnızca bir türü vardır. Ancak iyi denenin olduğu gibi
kötünün de en belirgin türünü bulmak güçtür. Bu nedenle insan çokluk kaş
yapayım derken göz çıkarır. Dahası var, bu kötüyü uygulayıp geliştirmek için
iyiyi uygulayıp geliştirmekte olduğu gibi, olağanüstü bir tinsel büyüklüğe
gerekseme duyulur.
insan iyiden iyiye bir gereksinimdir, ancak mutluluk
verebilecek nesneleri sever. İnsanın iyi bir matematikçi olduğu söyleniyor oysa
ben matematikle bir tek işe bile başlayamam. Matematikçi beni denklemle
karşılaştıracaktı. İnsan iyi bir savaşçıdır beni kuşatılmış bir yer için elde
bulundururdu. Benim için namuslu bir kişi gerek, genellikle benim bütün
gereksinimlerime uyabilecek bir kişi.
Gerçek bir gönüldeş çok yararlı bir kimsedir, büyük beyler için bile.
Bu iyi gönüldeşin onlardan iyi söz etmesi, onları, kendileri yokken, savunması
içindir. Bu yüzden beyler böyle bir gönüldeşi kazanma gereğindedir. Yalnız
onların seçmeyi doğru yapmaları da gereklidir. Bu beyler bütün güçlerini
delibaşlar için kullanırsa o iyi gönüldeş onlara yardımcı olamaz. Delibaşlar
ondan iyi söz açsalar bile. Onların ağzından iyi bir nesne çıkamaz, onlar kendilerini
güçsüz bulsa bile bir yetkileri yoktur, onlar toplum içinde topluma yük
olurlar.
Gönlü olmayan kimselerden gönüldeş de olmazmış.
Ozan, bir de namuslu olmayan...
Sizden iyi bir nesnenin çıkacağına inanılmasını istiyor musunuz? Sonra
ağzını bile açmadı.
Gerçek yazarlar yapıtlarından söz eder de "benim yapıtım, benim
yorumlamam, benim tarihim (öyküm)" derlerse varlıklı bir kimseye
benzerler, hani evi olan, boyuna "benim yanımda evet" sözünü ağzından
düşürmeyene.
Onlar, "bizim yapıt, bizim yorumlama, bizim tarih (öykü)"
deseler daha iyi söz etmiş olurlar, genellikle bunda kişisel olan nesneden
daha başka bir anlam vardır.
Kesin bir ölçü-örneği vardır alımlılığın da, güzelliğin de: Bu,
yaratılışımızın gerçek uygunluğuna dayanır -ya cılızdır, ya güçlübeğendiğiniz
nesne ile bir benzerliği vardır. Bu ölçü-örneğe göre yaratılan ne varsa
beğenilir bizce; bir ev, bir türkü, bir davranış, bir şiir, bir düzyazı, giysi,
bir kadın, bir kuş, ırmaklar, ağaçlar, oda vb. Bu ölçü-örneğe göre yaratılmamış
ne varsa beğenilmez iyi bir tadı da olsa...
Bu iyi ölçüye göre düzenlenmiş bir türküyle, yapılmış bir ev arasında,
bu biricik ölçü-örneğe kendi türünden uygunluklarından dolayı yetkin bir
benzerlik bulunduğu gibi, kötü bir ölçü-örneğe göre yapılmış nesneler arasında
da böyle yetkin bir benzerlik vardır. Bu kötü ölçü-örnekler pek çoktur, oysa
bir tek kötü ölçü-örnek bile olmayaydı, sözgelişi yanlış ölçü-örneğe göre
ortaya konan kötü bir sone ile gene kötü bir ölçü-örneğe göre giyinmiş olan çok
güzel bir kadın birbirine benzerdi.
Ne de gülünç olur bir sone özüne, ölçü-örneğine bakıldığında, gene bu
kötü ölçü-örneğe göre yaratılmış bir kadın ya da ev göz önüne getirildiğinde...
Ozanca güzellik 'Ozanca güzellik' dendiği gibi 'g^ ometrice güzellik',
'hekimlikçe güzellik' de denmeliydi, oysa denmiyor. Bunun nedeni şudur: Geometrinin sorunu kanıt'lanmaya
dayanır, hekimlik sorunu sağlık korumaya dayanır, bunlar iyice bilinir de
güzelliğin, şiir yazma sorununun neye dayandığı bilinmez. Bu bilgiden yoksun
olan bir insanın özenme gereğinde kaldığı doğal ölçü-örnek nedir, o da bilinmez.
Bu konuda gerçek şaşılacak anlatımlar bulunmuştur; 'Altın çağ, günümüzün
olağanüstü olanı, alın yazısı' vb., işte bu kuraldışı olana ozanca güzellik
deniyor[†].
Bir kadını bu ölçü-örneğe göre göz önüne getiren, küçük olayları büyük sözlerle
anlatmaya kalkan bir kimse gözgülere, bağlıklara bağlı sevimli bir kız görecek,
buna gülecek de üstelik. Bir kadın güzelliğinin ne olduğu, bir şiir
güzelliğinin neye dayandığından daha iyi biliniyor da ondan. Onlar bu özdeş
türden özenti içinde şaşıp kalacaklarının bundan ileri geldiğini bilemiyorlar.
Şöyle ki; pek çok köyler vardır, kraliçe için saklanmış, soneler dediğimiz
böyle bir ölçü-örneğe göre yaratılmış işte, "köy kraliçeleri".
"O bir matematikçidir." ya da 'öğütçen' ya da 'söylevci'
değil de "O namuslu bir insandır." demedi. Yalnız genel niteliğe
bayılırım ben. İnsan birini görse bu yolla onun betiğini düşünse (ansa) bu kötü
bir belirtidir, ben ilkin bu niteliğin saklanmasını istiyorum.
Bellek bütün us eylemleri için gereklidir.
Gelişigüzel bir söylev, dinleyicide, bir duygu, bir etki uyandırırsa,
dinleyici dinlediğinin gerçekliğini gönlünde sezer, onun daha önce bir insanda
bulunduğunu bilmediğini anlar. İnsan bu tür bilgiyi edinmemizi sağlayana karşı
içinde bir sevgi duyar. Söylevci kendinde olanı değil, içimizde olanı ortaya
koymuş, bu iyiliği onu saygıdeğer bir kimse yapmıştır.
Geometri-Sezgi Gerçek bir söylev, söylevi sevdirir, ilgiye değer kılar. Gerçek
aktöre, aktöreyi sevdirir. Yargı aktöresi, tin aktöresini sevdirir. Bu durum
belli kuralların bulunmayışı anlamına gelir. Duyguyu düzenleyen yargıdır.
Bilimleri us gücü düzene koymuştur. Sezgi yargıya, geometri us gücüne dayanır.
Felsefeyi beğenilir, ilginç kılan da bu yetilerdir.
Ne kötüdür, bu ressamlık gerçeğine karşı aşırı beğenç duyulmazken
yapılan tabloların çekimine kaptırır kendisini insan.
Yığında çok anlayış gücü vardır, insanlar arasında çok yenilik
(özgünlük) bulunur. Geleneksel topluluklar, insanlar arasında bir ayrım
gözetmez.
Tutkumuz bizi bir iş yapmaya sürüklerse görevimizi unuturuz.
Sözgelişi, insan başka bir iş yapma gereğinde kaldığı sırada bile sevdiği bir
kitabı okur. İnsan görevini anımsamak için tiksinti duyduğu işi yapmayı yeğ
görme gereğindedir de, bu yolda gerçek görevini göz önünde bulundurduğu için
bağışlanır hani.
Birbirine benzeyen iki yüzden biri tek başına gülünç bir etki yapmaz,
buna karşın ikisi birden, benzeyişleri yüzünden, gülünç bir iz bırakır.
insan bir nesne yaratıyorsa, bu alandaki son buluşu iŞe başlarken
yararlandığı bilgidir.
Cicero'da, beğenmediğimiz bütün yüzeysel güzelliklerin çok sayıda,
aşırı beğenicileri vardır.
Değişik Bir
bilge, "Ben bütün ilgimi bu konuya yöneltmek isterim." diye
konuşmalı.
Yıldırım alçak bir yere düşmüş olsaydı, bu türden konular üzerinde
yargıda bulunabilen ozanların elinde bir tek kanıt bile kalmayacaktı.
Bir krala 'Prens' demeyi severiz, onun niteliğini azaltıyor da ondan.
İyi konuşan, buna karşın güzel yazamayan kimseler vardır. Bunun
nedeni, onların tinleri özendiren yer ve dinleyicilerin durumudur. Bu ikisi
elverişli olmayınca, o güzel konuşanın sesi çıkmaz daha.
Dincinin konuşmalarını, ikindi çayındaki söyleşiyi dinler gibi dinleyen
kimseler vardır.
Sofulukla iyilikler arasındaki güçlü ayırımın ne olduğunu deney
gösteriyor bize.
Birinci basamak; kötü davranılınca insana çıkışılır, iyi davranınca
övgüler yapılır. İkinci basamak; ne övülme ne sövülme.
Az çok kul değil misin? Seviyor, yaltaklanıyor sana beyin. Bu ne güzel
mutluluk, kulluk, beyin sana yaltaklık ediyor, arkasından bir de dayak atıyor.
Başıboş olmaya çalışmak iyi değil. Sıkıntıların boyunduruğuna girmek
de iyi değil.
Montaigne'de değil, kendimde buluyorum aradığım ne varsa.
Erdemin aşırılığını pek beğenmem doğrusu, sözgelişi karşıt bir erdemin
aşırılığını görmedikçe yürekliliği de. Epameinondas'ın taşıdığı çok yüksek yiğitliği
de, eli açıklıkları da sevmem. Bunlar insanı yükselmeden çok, yıkıma götürürdü
düpedüz. Bunlarla insan, kendini olumlu bir sonuca vardıran, büyüklüğünü
göstermez, ancak iki nesneye birden değindiğini, bütün aralıkları doldurduğunu
gösterir. Belki de tinin bir uçtan başka bir uca yaptığı birdenbirelik bir
devinme davranışıdır, sözgelişi çevreyi saran çetin bir yangında olduğu gibi,
gerçekten bir nokta üzerinde durmadır bu. En azından da olsa bu tinin
devingenliğini gösterir, yayılışını göstermez.
Bir insan erdeminin neye yeterli olduğu o kimsenin çabalarına göre
ölçülmez. Alışageldiği davranışlara göre ölçülür.
"Ortaya yeni bir nesne koymadım demiştim." bunu söylemez
kimse. Konunun bir bölümü yenidir. Oyunda bir topun ardından koşar bütün
oyuncular, oysa ancak bir kişi eriştirir onu en iyi ereğine. Böylece bana da
eski sözlere yararlı olduğum söylendi. Bu düşünceler türlü türlü diziler
içinde başka bir davranış tutumuna yol açmamış gibi. Böyle olur gene o sözlerin
türlü türlü dizileriyle başka düşünceleri ortaya koyuşu.
Zevzeklik: En kötü nitelik.
Yeteneklerin en önemlisi, bütün öteki nesneleri bir düzene koymada
kendini gösterir.
İnsan mutsuzluğa alıştığından güneş-ay tutulmalarının mutsuzluğu
gösterdikleri söylenir: Böyle önceden bildirimler yapmak çok kötü bir tutuma
da uygun düşüyor hani. Bunun karşıtı söylenip de mutluluk bildiriyorlar dense
yalan söylenecekti düpedüz. Mutluluk çok seyrek görülen gök olaylanna bağlanır,
alışılageldiği gibi yalvaççasına söylenir# doğru...
Ölüme, ölüm korkusu içinde yaşamaktan daha kolay katlanılır.
Sonsuz varlık, başlangıçta olduğu gibi kalandır.
Irmaklar dolaşan, bizi istediğimiz yere götüren yollardır.
Çelişme doğruluk için kötü bir ölçüdür, birtakımı kesin bulur
çelişmeyi, birtakımı da çelişme olmayınca bir yanlışlık var sanır. Çelişme
yanlışlık için bir belirti değildir, ortaya bir çelişme çıkmazsa doğruluk için
bir belirti olur ancak.
Us, bir derebeyinden daha çok baskı yapar bize, biz usa bağlı kalırsak
mutsuz, ona uymazsak deliyiz demektir.
Özsevgisi Özsevgisinin yapısı insan ben'ini insanın yalnız kendini
sevmesine, kendi kendini gözlemesine dayanır. İnsan ne yapmalıdır? İnsan bu
sevdiği konunun pek çok eksiklikleri içermesine, acınmalık olmasına engel
olamaz. İnsan büyük olmak ister, küçük görür kendini, mutlu olmak ister, acı
çektiğini görür, yetkin olmak ister, olgunlaşmamış içeriklerle dolu olduğunu
görür. Kişi sevginin, insana duyulan saygının ereği olmak ister. Sonra kendi
yanılmalarının, bu sevgiyi ve saygıya karşı doğan tepkiye, yergiye yardımcı olduğunu
anlar. İnsanın içinde bulunduğu bu sıkıntı, insanda, pek yersiz, pek suç
işlercesine bir tutkunun varlığını gösterir. Bu tutku göz önüne getirilebilir,
bu tutkunun doğruluğa, gerçekliğe karşı insana çıkışan bir hıncı da vardır, bu
tutkudur insanı eksikliklere götüren. Bu tutkuyu yok etmek istedi insan, oysa
bunu kendi içinde dağıtamıyor, onu ancak kendi bilincinde, başkalarının
bilincinde dağıtabiliyor. Çok da sıkıntı çekiyor bu yolda. Yanılgıları
başkalarının önünde de, kendi gözünde de gizleniyor. İnsan, kendinde bulunan bu
eksikliği başkalarından saklıyor, onların görmelerini, anlamalarını istemiyor.
İnsanın pek eksik oluşu çok kötüdür, bunda kuşku yok. Ancak insanın
eksiklerle dolu olduğunu görememesi, onları bilememesi daha da kötüdür. Bundan
insanın bu eksiklikleri bile bile yaptığı kuruntularla çoğaltıyor sonucu çıkar.
Başkalarının bizi yanıltmasını istemeyiz, bizi yanıltmaya çalışan kimselerin
bizden kendilerine çok saygı gösterilmesini istemelerini de doğru bulmayız.
Bizim onları yanıltmamız, onların bize kendilerine yaptığımız yardımdan çok
saygı duymalarını istememiz de düpedüz haksızlıktır.
insanlar gerçekten bizdeki yetersizlikleri, eksiklikleri bulup ortaya
çıkarırsa bize haksızlık etmemiş olurlar, bu apaçıktır. Bu eksikliklerin,
yetersizliklerin ana nedenleri onlar değildir, bu yüzden de iyilikseverliğe
karşıt bir iş yapmazlar bize. Onlar yetersizliklerin bilgisizliğinde duran bir
kötülükten kurtulmamız için bize yardım ederler. Onlar, bunları bildiklerinden
dolayı bizi yeriyorlar diye üzülmemiz de doğru değildir, bu konuda. Onların
bizi olduğumuz gibi bilmeleri, yerilmeye değer kimselersek yermeleri doğrudur.
Bir yürekte böylesi duygular doğmuş olaydı o yürek hakseverlikle,
doğrulukla dolardı. Böyle büsbütün karşıt yaratılışta olduğumuzu ortaya
koyarsak gönlümüzden hangi anlamda söz söyleyebiliriz? Doğru değil mi bizim
doğruluktan, insanların bize söylediklerinden hınçla tiksindiğimiz, seve seve
elde etmek istediğimiz çıkarımız yolunda onlar yanılırlarsa, gerçekten, bizi
olduğumuzdan başka türlü görmelerim isteyişimiz?
Tanrısal kayranın gereğine inanan insan kutsal bir varlıktır, bundan
kuşkulanan kimse ne kutsaldır, ne de insanın ne olduğunu bilir.
Tüm nesnelerden bağımsız olmak iyi değil; gereken her nesneyi elde
bulundurmak da iyi değil.
Bu konuda bana korku salan bir kanıt var burada: Katolik dini insan
suçlarının öteki insanlardan ayrımsız olarak ortaya konulmasını üzerine
almıyor. Bütün öteki insanlardan gizli tutulmasına katlanıyor, bundan ancak bir
tekini ayrı tutuyor. O da insanın kendi içini açması, ne olduğunu göstermesidir...
İnsan yalnızca sinsidir, yalancıdır, ikiyüzlüdür, bütün başkalarının
karşısında da böyledir kendiliğinden. Doğruluğun kendisine söylenmesini
istemez, kaçınır onu başkalarına anlatmaktan. Bütün bu ustan, doğruluktan uzak
kalmış eğilimlerin insan yüreğinde doğal bir kökü vardır.
Ben nedir?
Bir insan
önünden gelip geçenlere bakmak için pencerede oturur, ben de onun önünden
geçersem, onun pencerede bana bakmak için oturduğunu söyleyebilir miyim? Diyemem, o özel olarak beni düşünmüyor, kim bir
kimseyi güzelliğinden dolayı sevmek isterse onu sever mi? Sevmez, güzelliği
öldüren sivilceler, onu taşıyan kişiyi ölmeden öldürür, o kimsenin artık onu
sevmediği etkisini yapacakları için.
Beni yargımdan, belleğimden dolayı sevmek isteyen beni sever mi?
Sevmez, ben bu nitelikleri yitirebilirim, kendimi yitirmeden yitirebilirim.
Öyleyse bu ben nerededir, gövdede, tinde değilse? Ne denli sevilir gövde ya da
tin, ben'in ortaya koymadığı, geçici olan bu nitelikleri istemeksizin? Bu
kişinin tinsel tözünü ya da onda bulunan nitelikleri sıyırıp da ona karşı sevgi
duyabildi mi? Bu olamaz, olsa da yersiz olurdu. Öyleyse kişi değil de
nitelikler seviliyor ancak. Bu işler, görevler değerlendirilmek istenmiyor,
insanlar yalnızca gizlenmiş nitelikler içinde seviliyor.
Öz istenç bir kez bile kıvançlı olmayacak, istediği gibi
davranabiliyordu, gücü yerindeydi. Oysa insan ona egemen olduğu kısa süre
içinde mutludur. Ne onsuz mutsuz olunabilir, ne de onunla mutlu.
Gerçek puta tapıcılar, gerçek Yahudiler, gerçek Hıristiyanlar dinleri
içinde doğru olmalıdır...
İnsan bir yarış içindedir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar