İSLÂM TASAVVUFUNUN MESELELERİ
Prof. Dr. Erol Güngör
Bundan bir yıl önce "Islâmın Bugünkü Meseleleri" adlı kitabımız
yayınlanınca okuyucuların çoğu, özellikle gençler orada ele alınan konular
arasında tasavvufun eksik olduğunu söylediler ve kitabın yeni baskısına böyle
bir bahis koymamı rica ettiler. Okuyucular bu isteklerinde haklıydı. Esasen biz
o kitapta bugün karşılaştığımız bütün meseleleri ele almış değildik, buna
imkânımız da yoktu. Fakat tasavvuf konusunun İslâm dünyasının başka yerlerinde
olduğu gibi Türkiye’de de hem aktüalite, hem önemli bir tartışma meselesi
olduğu muhakkaktı.
Kitaba böyle bir kısım eklemek üzere önce memleketimizdeki tasavvufla
ilgili yayınlara bir göz attık, ayrıca gençlerle konuşmalarımızda bu meselenin
çeşitli yönleri hakkında onların neler bildiklerini öğrenmeye çalıştık. Gerek
literatür taraması, gerek şahsî soruşturmalardan edindiğimiz intibâa göre
Türkiye’de tasavvuf pek çok konuşulan fakat üzerinde pek az ciddi bilgi bulunan
bir konudur. Buna karşılık son yıllarda tasavvufa karşı gitgide gelişen bir
ilgi mevcut bulunmaktadır. Bunları gördükten sonra makale çapında umûmi bir
ek’in isteneni veremeyeceğini dükündük ve müstakil bir kitap yapmaya karar
verdik. İşte elinizdeki kitap böylece ortaya çıktı.
Bu kitap tasavvuf hakkında bir bilgi kitabı der ildir. Tasavvufun temel
bilgilerini edinmek isteyenler bu konuda yazılmış yerli ve yabancı kaynaklara1
başvurabilirler. Bizim yaptığımız iş âdeta imân mevzûu gibi ağızdan ağıza gezen
veya kitap, dergi, gazete satırlarında görülen birçok şeyler hakkında bazı
sualler sormak ve bu suallere cevap aramaktır. Kısacası, burada tasavvufun
meseleleri tartışılmaktadır. Ümid edilir ki ilgili ve yetkili kalem
sahiplerinin tenkitleriyle bu meseleler daha.ileri seviyede bir vuzuh kazansın.
İstanbul, Temmuz 1982
Islâm’ın yeni dünyada nasıl yorumlanacağı, yani bugün nasıl bir din
hayâtı yaşamak gerektiği sorulduğunda, çözülmesi beklenen meselelerden biri de
tasavvuf! düşüncenin ve onunla ilgili uygulamaların yeridir. Aslında bu konudaki
tartışmaların tarihi çok eskidir ve bazan şiddetlenerek, bazan durgunlaşarak
zamanımıza kadar gelmiştir. Fakat günümüzde bu tartışma özel bir önem kazanmış
bulunuyor. Bugün din hayatı ve dolayısiyle müslümanların sosyal hayatını
yeniden düzenlemek konusunda büyük bir gayret vardır ve bu hareketin içinde
bulunanlar kendilerine rehber olacak preensiplerin hangi kaynaklardan çıkarılacağını
tâyin etmek zorundadırlar. İşte bu noktada tasavvuf onların işine pek yarar
görünmüyor. Gerçekten, bir sosyal reformcu hitab ettiği kitlenin bütünü için
mâna ifâde eden, herkes tarafından anlaşılan ve kabul edilebilecek mâhiyette
olan esaslardan hareket etmek mecburiyetindedir. Ferdî yaşantıyı (experience)
esas tutan ve bir zihinden öbürüne nakli âdeta imkânsız bulunan mânevî hallere
dayanan tasavvuf! düşünce ona bu hususta yardımcı olamıyacaktır. Esas müracaat
kaynağı ve değişmez ölçü olarak kullanılan Kur’ânîn bâtın! (esoterigue) yorumu
ise müslümanların anlaşmazlığını artıran bir temâyül gibi görünmektedir. Nitekim
daha önceleri görülen reform hareketlerinin başında bulunan kimseler -hemen hepsinde
sûfî geleneğinden eserler bulunmakla birliktedâima şeriata, yani dinin
rasyonel sistemine dayanmışlardır. Başka bir ifâde ile, reformcunun şeriate
sıkı sıkıya bağlı kalması ve bâtın! yorumlara karşı çıkması sâdece onun din
anlayışının eseri değil, ayni zamanda sosyolojik ve psikolojik bir zarurettir
Bu ikinci noktayı gözden kaçıranlar meseleyi daha ziyâde şeriat-tarîkat,
zâhir-bâtm, sûfî-ulemâ kavgası halinde görmekte ve bunlardan biri veya öbürü
safında yer alıp karşı tarafı hasım saymaktadır. Bu husûmetin daha ziyâde
tasavvuf üzerine yöneltildiğini de kaydetmeliyiz.
Tasavvufa yapılan hücumların dinî reform dönemlerinde bilhassa
artması, onun yukarıda bahsettiğimiz iki özelliği (sübjektif ve bâtmî)
itibariyle dinin esasından kolayca uzaklaşmaya ve uzaklaştırmaya müsâit
bulunmasmdandır. Bu yüzden dinin yanlış inançlarla ve uygulamalarla dolduğunu
-ve dolayısiyie bunların temizlenmesi gerektiğiniiddia edenler dinden sapmanın
dâima serbest ferdî yorumlardan ileri geldiğini söylemişler, bu noktada en
büyük sorumlu olarak da Kur’ân’da bâtmî mânâ arıyanları bulmuşlardır. Maamafih,
bütün reform hareketleri bir çeşit "öze dönüş" ve
"saflaştırma" hareketi olduğu için, İslâmiyet’in Peygamber döneminde
bâtına pek az yer vermesi de tasavvufun aleyhinde bir nokta teşkil ediyor.
İlerideki bahislerde göreceğimiz gibi, İslâm’ın ilk devirlerinde tasavvuf!
harekete örnek diye gösterilebilecek haller sonraki yüzyılların doktriner-teşkilâtlı
tasavvufundan büyük ölçüde farklı idi ve esas itibariyle ferdî zühd
vak’alarmdan ibaretti. Sonraki tasavvuf hareketi İslâmî karakterini muhafaza
etmekle birlikte -ki bunun aksini düşünenler de vardıryabancı tesirlerle
karıştığı muhakkaktır. Tasfiyeci reformcuların fıkıh konularında bile taklidi,
yani otoriteyi kabul etmediklerini düşünürsek, mutasavvıfların bâtmî
otoritesine hiç itibar etmeyecekleri ve onu zararlı bulacakları şimdiden
bellidir.
Şurası da muhakkak ki İslâm dünyasının reform ihtiyaçları -dokuzuncu
ve onuncu yüzyıllardaki entellektüel kavga dışındaBatı ile mücâdele halinde
ortaya çıkmış ve burada Batı’nın rasyonalist-ilimci geleneğinin müslümanlar
üzerinde büyük bir mânevî baskısı olmuştur. Bu baskı
irrasyonalist-antientellektüel cereyanlara karşı husûmeti büsbütün artırmıştır
ve halen artırmaktadır. Özellikle bu açıdan bakıldığında Türkiye’de bu
konulardaki tartışmaların seyri -kalitesi zaman zaman düşüp, zaman zaman
çıkmakla birlikteİslâm dünyasında görülen genel gidişe uymaktadır. İlkin
Meşrûtiyet’teki fikir hürriyeti ile birlikte ileri sürülen görüşlerde dini
ilimle uzlaştırma ve İslâm dininin modern medeniyeti iktibas etmede hiç bir
engel çıkarmadığını, hattâ buna yardımcı olacağını savunan tezler büyük yer
tutmuştur. Bu tezlerin isbatı sadedinde ortaya çıkan din anlayışı ise sünnî
müslümanlığm akılcı geleneğini iyice belirgin hale getirme yönünde idi.
imparatorluğun Birinci Dünya Savaşı sonunda parçalanması üzerine Islâm
ülkelerinin son siyasî birliği de dağılınca, müslümanlar artık arada hiç bir
koruyucu kalkan -daha önce Osmanlı devleti idibulunmadan doğrudan doğruya Batı
dünyası ile karşı karşıya geldiler; tâbir câizse, düşmanı artık kendi evinin
içinde bulan Islâm dünyası mutlaka toparlanmak, Batı siyasî blokuna ve medeniyetine
karşı İslâm dünyası halinde ortaya çıkabilmek zarûretini her zamankinden fazla
hissetti. Pekçok İslâm mütefekkiri Islâm ülkelerine yeni bir hamle gücü
kazandırmanın ancak İslâmî bir hareketle mümkün olabileceğini ileri sürerken
aslında bir önceki nesildekilerden farklı şeyler söylemiyorlardı. Hepsi de
modern medeniyetin iktibas edilmesi gerektiğini düşünüyor, bu medeniyetin ilim
ve fen esasına dayandığını, ilim ve fennin ise Islâm’a hiç yabancı
bulunmadığını, İslâmiyetin Batıklarca zannedildiği veya şu sırada tatbik
edildiği şekliyle hurâfelere, akıl dışı şeylere hiç cevaz vermediğini bilhassa
belirtiyorlardı. Böylece Batı medeniyetinin o çağda âdeta ilâh haline getirdiği
"müsbet ilim ve fen” müslüman mütefekkirler için de en büyük değer olmuş,
o kadar ki "müsbet düşünce” adına mânevi kültürün ilk bakışta müşahhas bir
fayda veya fonksiyonu görülmeyen tarafları derhal fedâ edilmeye hazır
olunmuştu .
Yine de, reformcunun gâyesi Avrupalıya karşı Islâm’ı temize
çıkarmaktan ibaret değildir. Bu yüzden o, bir taraftan İslâm’ı yanlış anlayan
yabancılara karşı onu doğru tarafıyla tanıtırken, diğer taraftan da kendi
içinde onu yanlış bilen ve yanlış uygulayanlara karsı yoğun bir aydınlatma
kampanyası açmak zorunda kalmıştır. Islâm bir hurâfe yığını olmadığına göre
bütün bu hurâfeler nereden geliyordu? İslâm bir akıl dini olduğuna göre
dünyanın akıl-dışı kuvvetlerle idare olunduğunu iddia edenler nereden
çıkıyordu? Niçin bazan insanlar olayları "müsbet” ilmin kabul etmediği
şekilde, özellikle gizli güçlerle, yorumluyorlardı? işte bu noktada dini akıl
sâhipleri nazarında hacil duruma düşüren inanışların Islâm-dışı olduğunu isbat
etmek ve böylece onları İslâmiyet’in hatâ hânesinden çıkarmak başlıcı iş
olmuştur. Genellikle "İsrâiliyat" adı verilen ve İslâmiyet’e
sonradan girmiş bulunan Yahudi menşeli inançların kasdedildiği grup içine çok
değişik şeylerin sokulduğu görülmektedir: popüler inançlardan felsefî
doktrinlere kadar şu veya bu zamanda "İsrâiliyat” damgası yemeyen hiç yok
gibidir2 Bu meseleyi âdeta meslek edinen ve bazı çevrelerde yarı
alaylı bir tâbirle "Isrâiliyat mütehassısı” adı verilen kimselerin hedef
tahtalarından biri ve belki en önemlisi tasavvuftur. Bunlar İslâm’daki
Isrâilî unsurların kültür karışması yoluyla değil, fakat doğrudan doğruya kasıt
eseri olarak girdiği kanaatindedirler. Esası Yahudiliğe dayanan doktrinleri
İslâm’a sokanlar bu dini ve onun mensuplarını yollarından şaşırtmak için
tertipler peşinde olan Yahudiler veyâ Yahudi asıllı dönmelerdir. Bunların en
önemlisi ve ilki Abdullah İbni Bebedir. Sonraki tarihlerde bütün bâtmî
hareketler ve felsefî doktrinler yine çeşitli yollardan Yahudiler eliyle
İslâm’a girmiştir. Böylece Hallac’dan Mevlânâ’ya, Ibni Arabi’ye kadar Islâm
medeniyetinin yetiştirdiği büyük mutasavvufları ya Yahudi ajanı veya onlara
kapılan dalâlet yolcuları halinde gösterenlere rastlamış bulunuyoruz. Maamafih
tasavvuf Türk kültüründe çok güçlü, derin bir yer işgâl ettiği için, bu
hücumlar fazla bir tesir bırakmadan dalga dalga sönüp gitmiş, Yahudilik’ten başka
problemler çıktıkça Isrâiliyat münâkaşaları eski harâretini kaybetmiştir.
Hicrî Onbeşinci Yüzyıla girerken İslâm dünyasında yeni bir uyanış
hareketinin başlaması bu münâkaşaları yeniden ön plâna çıkardı. Türkiye’de daha
önce Batı teknolojisinin ezici gösterici-gücü karşısında "müsbet ilim ve
fen” sloganını benimseyen bazı reformcular bu defa Kapitalizm Üçüncü Dünya
çatışması tezinin ve sosyalist cereyanların tesiri altında kaldılar. Yeni
oryantasyonda model, emparyalizmle mücâdele halinde olan ve Islâm’ı devlet
ideolojisi haline getiren İran’dır. İran’ın durumu Islâmcılarda dünyevî
değerlerin ön plâna çıkmasına yol açmış ve tasavvuf! doktrinler
emperyalistlerin işine yarayan birer tuzak, birer miskinlik felsefesi olarak
telâkki edilmeye başlanmış bulunuyor. Yakın zamana kadar Şiiliği her türlü
bâtmî hareketin ya kaynağı ya en yakın müttefiki sayan bir ülkede hem Iran
dâvasının, hem "Ibni Teymiye"ciliğin şampiyonluğunun yapılması
dikkati çekicidir.
Fakat Türkiye’de aynı derecede dikkati çeken bir olay daha
görülmektedir: Islâm ideolojisini "selefiyye" mesleğine uygun -veya
öyle görünenbir tarzda benimseyen genç îslâmcıların yanısıra, tasavvufa büyük
bir ilgi duyan ve birinciler kadar harâretli Islâm davâcısı olan gençler de
vardır. Bunların çoğu bir ”mürşid-i kâmil” bulup ondan feyz almaya çalışırken,
bir kısmı hiç değilse kitaplar yoluyla tasavvuf öğrenme gayreti içindedir.
B.Guenon’un tasavvuf! açıdan İslâmiyet yorumlan, Abdülkaadir Es-Sûfî’nin
Muhyiddîn Arabi yolunda tefekkürkeşf arası yazıları en çok okunanlar
arasındadır. Bu ilgiyi Türkiye’de eskidenberi çok okuyucusu bulunan klâsik
tasavvuf eserlerinin piyasası dışında mütalâa etmek gerekir. Islâm modernizmine
gönül vermiş olup dinî-tasavvufî bir hayâtın prensiplerini araştıran gençlerin
büyük çoğunluğu din tahsili dışında başka meslek sâhalarınm insanlarıdır ve
onların gerek motivleri, gerek tavırları dini bir ders konusu olarak öğrenen
büyük kitleden oldukça farklıdır. Bu gençler tasavvufu ferdî bir tavır olarak
benimsemiş değillerdir; onu bir sosyal hareketin içinde öğreniyorlar ve sosyal
bir prensip haline getirmeyi düşünüyorlar. Kısacası, tasavvufa duyulan ilgiyi
İslâm modernizmi istikametindeki umumî hareketin dışında görmek için hiçbir
sebep yoktur.
Önümüzdeki günlerde yeni bir şeriat-tarîkat münâkaşasının bütün
harâreti ile ortaya çıkması ve İslâmî uyanışın iki değişik yönde çekişme konusu
olması beklenebilir. Türkiye’nin geleneğinde din hayâtının bu iki biçimi
çoğunlukla te’lif edilmiş ve bir arada gitmiştir. Buna rağmen aradaki
uzlaşmanın özellikle bugünkü nesiller bakımından organik bir anlam taşımadığını
unutmamalıyız. Başka ifâde ile, bu mesele henüz halledilmiş değildir.
Tasavvufun Islâm’daki yeri nedir? Bu soru ilk bakışta dinî bir mesele
olarak görünmektedir ki buna din açısından verilecek cevap din âlimlerinin
işidir. Diğer taraftan Islâm tasavvufu İslâm medeniyeti ve kültürünün özel bir
yanı olmak itibariyle incelenmeye değer olmalıdır. Tasavvufun dinî ve felsefî
düşünce tarihindeki kaynakları nelerdir? Gelişmesi ve teşkilâtlanması nasıl
olmuştur? İslâm dünyasındaki fonksiyonu hakkında neler söylenebilir? Bunlar ve
benzeri sosyolojik soruların yanında bir de felsefî ve psikolojik sorular var:
Mistik yaşantının mâhiyeti ve kıymeti nedir? Mistik iddialar ne türlü
kriterlerle tahkik edilebilir? Mistik bilqi ile İlmî bilgi arasındaki fark nedir?
İlh.
Memleketimizde tasavvuf konusunda bugüne kadar çıkan kitap ve
makalelerin bu sorulardan ziyâde hep dinin nasları ile ilgili tarafı üzerinde
toplandığını görüyoruz. Bir tarafta klâsik tasavvuf kitapları veya bunlar
istikametinde çoğu eskilerin tamâmiyle tekrarından ibaret eserler, diğer
tarafta din veya ilim açısından bunları tenkid eden ve -maalesefbirincilere göre
seviye ve kalitesi hayli düşük olan yayınlarla karşılaşıyoruz. Tasavvufun
aleyhinde bulunanların hücumlarının pek büyük bir kısmı klâsik metinlerin
kabataslak yorumlanmasından, yani bilgisizlik ve düşünce kısırlığından ileri
gelmektedir. Fakat bunların karşısında tasavvufu savunanların da yine klâsik
metinlerin gölgesine sığınmaktan başka herhangi bir düşünce canlılığı
gösterdiklerine şâhit olmuş değiliz. Eski müelliflerin eserlerini tercüme ve
şerh eden birkaç kıymetli araştırıcımızın metod kusurları onların
çalışmalarının değerini önemli ölçüde azaltmaktadır. Bu çağdaş yazarlar metin
açıklamalarında bile eski şerh metodunu tıpatıp uyguluyorlar, yani müelliflerin
fikirlerini yine onların bakış açılarından genişletmekten ve misallendirmekten
başka bir şey yapmıyorlar. O kadar ki, bu kitaplarda müellif ile yorumcuyu birbirinden
ayırmak imkânsızdır; bugün yapılan bir şerhin bundan beş-altı yüz yıl önce
yapılmış olanlardan sâdece tarih farkı vardır.
Biz burada tekrarı tekrar etmemek ve bu konuda sorulan belli-başlı
sorulara cevap aramak üzere tartışma sâhasını biraz daraltacağız. Yaklaşma
noktalarımız şöylece ifâde edilebilir: Yirminci yüzyılın son çeyreğinde
tasavvuf Türk aydınının zihnini ne bakımlardan meşgul etmektedir? Zamanımızın
tarih, felsefe ve sosyoloji-psikoloji bilgileri hesâba katıldığında tasavvuf
üzerinde nasıl bir değerlendirme yapılabilir? Tasavvuf! düşüncenin geleceği ne
olabilir?
Aslında bütün bunları kendi etrafında toplayan merkezî soru şudur:
Tasavvufun Islâm’daki yeri nedir? Tasavvuf! düşünce Islâm’a yabancı
doktrinlerden mi gelmiş, yoksa onun içinde mi teşekkül etmiştir? Tasavvufta dış
tesirler varsa bunlar nelerdir ve İslâm doktrini ile ne derece teîif
edilmiştir? işte biz bu soruları tarihî-sosyolojik açıdan inceleyecek, akaid ve
kelâm ile ilgili hükmü o sâhaların mütehassısı olanlara bırakacağız. Fakat
muhakkak ki meselenin bu iki tarafı birbirinden müstakil değildir ve her iki
yönde yapılan çalışmalar birbirine yardımcı olacaktır.
Tasavvuf İslâm mistisizminin adıdır. İslâmî bir kavramı batılı mukabili
ile değiştirmemiz bazılarına çok garip gelebilir. Nitekim bazı mutasavvıf
mütefekkirler, özellikle Rene Guenon1 tasavvufla mistisizmin
tamâmen başka şeyler olduğunu, İslâm tasavvufunu bilmeyen batıkların bu iki
şeyi birbirine karıştırdığını ısrarla belirtmişlerdir. Bunların Hıristiyan mistisizmi
ile İslâm tasavvufu arasında yaptıkları ayırım esas itibariyle doğrudur,
ileride bu farklardan biz de bahsedeceğiz. Fakat burada bizim mistisizmden
maksadımız Hıristiyan mistisizmi değil, belli bir iç tecrübe ve belli bir
bakış tarzına felsefede verilen genel addır. Bu bakımdan Hıristiyan mistisizmi,
Yahudi mistisizmi, Hindû mistisizmi ilh. gibi İslâm mistisizmi de vardır ve biz
buna tasavvuf diyoruz.
Kelimenin aslı Yunan mister(sır)lerinden gelmektedir. Mistik demek,
İlâhî şeyler hakkında birtakım bâtmî bilgiler verilmiş olup bunlar husûsunda
kimseye birşey söylememesi gereken insan demektir. Maamafih bu mânâda gerek
eski Yunan’da, gerek eski Mısır’da mistiklerin aldığı İlâhî sırlar birtakım
gizli tarîkatlerde kendilerine anlatılan şeylerdi, yani doğrudan doğruya
ulûhiyetle temas suretiyle öğrenilmesi gerekmiyordu. Bugün mistisizm denince
daha ziyâde insanın aklî melekeleriyle ulaşamadığı bir yüceliğe veya
"mutlak"a sezgi yoluyla doğrudan doğruya ulaşması, onunla doğrudan
(yani araya mantıkî düşünce veya başka
herhangi bir vâsıta girmeden) temas kurması anlaşılmaktadır. Buradaki
"yüce" ve "mutlak" olan şey ise "evrensel ruh",
"ilk akıl" vs. gibi değişik tâbirlerle ifâde edilmekle birlikte
kısaca "Tanrı"dır. Gerçi Tanrı’dan başka şeylerle de mistik temas
kurmak sözkonusudur, fakat Tanrı herşeyin aslı ve ilk sebebi olduğu için onun
dışındakiler basit teferruattır; Tanrı’nın hakikatine ulaşmak bütün hakikate
ulaşmak dem< xtir.
Gerçi felsefedeki mistisizm ile dinî mistisizm birbirinin tıpatıp ayni
şeyler değildir, fakat aralarındaki farkı bir sistem ve sistemsizlik farkı
haline indirmek pekâlâ mümkündür. Dinde mistisizmin işin başında da sonunda da
akılla fazla alışverişi yoktur, yani aklı tatmin etmek onun dâvâsı değildir.
Felsefede mistisizm "aklın kavrayamayacağı hakikatleri mistik sezgi ile
bilmek" mânâsında onunla ayni iddiayı paylaşır, fakat felsefe bu iddia
üzerine rasyonel bir sistem kurar. Mamafih dinî mânâda mistisizm de önceleri
sâdece ferdî, şahsî bir derûnî tecrübe kazanmaktan ibaret bir gâye taşırken
sonraları bunu felsefî bir sistem haline getirmeye başlamıştır. Aslında bunun
kaçınılmaz bir sonuç olduğunu kabul etmeliyiz, zira insan kendi tecrübesine
başkalarını ortak etmek, hattâ bizzat kendini inandırmak durumunda kalınca
onu aklî bir sistemin gerekleriyle teçhiz etmek zorundadır.2
B. Russell, mistik felsefenin esaslarını şöyle sıralıyor:
1.
Dolaylı (discursive,
istidlâlî) bilgiye karşı sezgi. Yani ilmin tamâmen duyu organlarının verilerine
dayanan yavaş, hatâlı "görüntü" incelemelerine karşı ânî, nüfûz
edici, kendini kabul ettirici bir hikmet yolunun mevcûdiyetine inanmak. Mistik
sezgideki kesinlik ve ilham duygusu bu konulardaki muayyen inançlardan önce
gelir; mistik önce sezgi kazanır, sonra bu sezgisi ile birtakım inançlara
varır.
2.
Sezgi veya ânî
kavrama yoluyla bilgi kazanılabileceğine olan inançla sıkı sıkıya bağlı olmak
üzere, görünen dünyanın ötesinde ve ondan tamâmen farklı bir realitenin
mevcudiyetine inanmak. Bu gerçek dünya duyularımızın ince perdesiyle kapatılmıştır
ki nazar sâhibi bir zihin bu perdeyi kolayca aralayabilir.
3.
Tezad ve tefrikayı
reddedip birliğe inanmak.
4.
Zamanın gerçekliğini
inkâr etmek.
5.
Bütün kötülüklerin
zâhiri olduğuna, kötülüğün analitik yolla düşünen zihindeki tezad ve tefrikalardan
doğan bir hayal olduğuna inanmak. Mistisizm meselâ zulmün iyi olduğunu iddia
etmez, sâdece onun gerçekliğine inanmaz. Kötülük dediğimiz şeyler aşağı
dünyaya, hayaller âlemine aittir.
İşte felsefede (Batı felsefesi) Eflâtun’dan Hegel’e ve onun müridlerine
kadar bütün mistik metafizikçilerin düşüncesine hâkim olan fikirler bunlardır.
Bunların bir kısmı İslâm tasavvufu üzerinde etkili olmuş, bazılarının onunla
hiçbir münâsebeti olmamıştır. Konumuz ilerledikçe göreceğiz ki, yukarıda
mistisizmin ana özellikleri diye belirtilen hususlar dünyanın çeşitli
yerlerinde çeşitli zamanlarda gördüğümüz bütün mistik düşünce tiplerinde
mevcuttur. İşte bu yüzdendir ki mistisizmi genel bir ad olarak alıyoruz ve
tasavvufu bunun İslâm dünyasında görülen-örneği diye inceliyoruz. Mistisizm
kelimesinin Batı dillerinden alınmış olması, bu düşüncenin veya hayatın onlara
mahsus olduğu mânâsına gelmez."
Hemen belirtelim ki tasavvuf denince Müslümanların pekçoğunun akima bu
felsefî fikirler değil, belli bir hayat tarzı ve bu hayatı yaşayan bazı
insanlar gelir. Onların bu düşüncesi aslında gerçeği aksettirmektedir, çünkü
İslâm mistisizminin belirgin özelliği bir felsefî düşünce sisteminin savunmasını
yapmak değil, dünyaya karşı belli bir tavır takınmak ve bu tavra uygun bir
hayat yaşamak olmuştur. Büyük mutasavvufları düşündüğümüz zaman hatırımıza
gelen şey onların ahlâkı, Allah’a karşı samimi duygu ve bağlılıkları ve sâhip
oldukları birtakım kerametlerdir. İslâm cemaatı onları dindarlık ve ahlâkta
seçkin kişiler diye bilir. Nitekim mutasavvıfların tasavvuf hakkındaki
târifleri dâima bu noktaları belirgin kılacak şekildedir. Aslında hepsi de
birbirine benzeyen bu târiflerden birkaç tanesini verirsek bu nokta daha
yeterince anlaşılacaktır.
"Tasavvuf kafanda ne varsa atmak, elinde ne varsa dağıtmak ve
önüne ne gelirse yüz çevirmemektir".
"Tasavvuf iki şeydir: bir istikamete bakmak ve bir istikamette
yaşamak."
"Sûfi Allah’ın her yaptığına rızâ gösterir ki Allah da onun
yaptıklarından râzı olsun".
"Sûfilik hiçbirşeye sâhip olmamak, hiçbirşey tarafından sâhip
olunmamaktır".
"Sûfilik sefâlette ihtişam, yoksullukta zenginlik, kullukta
efendilik, açlıkta tokluk, çıplaklıkta giyiniklik, esârette hürriyet, ölümde
hayat ve acılıkta tatlılıktır.
"Sûfilik Tanrı ’nın ahlâkı ile ahlâklanmaktır".
Bunların yanında bir de metafizik târifler vardır ki sûfilere bakanlar
onların bu yanma pek az dikkat ederler:
"Sûfilik henüz hiçbirşey yaratılmadan Yaratıcı’nın kendi
mahlûkları hakkındaki irâdesidir".
"Sûfilik, sûfideki hallerin sâdece Allah tarafından bilinmesi ve
mâhiyetini yine sâdece Allah’ın bildiği bir şekilde sûfinin dâima O’nunla
birlikte olmasıdır".
"Sûfilik nefsi Tanrı’dan başka herşeyden muhâfaza etmektir ve
Tanrı’dan başka hiçbirşeyyoktur".
Bu ikinci tip târif örnekleri de istendiği kadar çoğaltılabilir. Aslında
metafizik târiflerin daha önce verilen ahlâkî târiflere temel teşkil etmesi
lâzımdır, çünkü eylemlerin haklılığı onların dayandığı teoriye bağlıdır. Fakat
tasavvufta ve umûmiyetle mistisizmde bu her zaman böyle olmamıştır. Mistik haller,
yani duyu organlarıyla erişilmesi mümkün olmayan gerçeklerle temas halleri,
her zaman bir teoriye ihtiyaç göstermez. Diğer taraftan dinî mistisizmde
insanlara vâki olan haller, onların mensup bulundukları dinin muhtevâsıyla çok
ilgili bulunmakla birlikte burada da nelerin geleceği (vârid) önceden
kestirilemez. İleride göreceğimiz gibi, mutasavvıfın gâyesi, gördüklerinin
hakikatini başkalarına isbât etmek değildir; o buna hiç ihtiyaç duymaz, çünkü
onun eriştiği hakikatler hiçbir isbâta ihtiyaç duyurmayacak kadar apaçıktır. Bu
yüzden ilk mutasavvıflar daha ziyâde zühd ve takvâlarıyla temâyüz etmişler,
tasavvufta metafizik devri, sonra gelmiştir. Tasavvufu incelerken onun bu iki
cihetine bilhassa dikkat etmek gerekir.
Tasavvufun neden ibaret olduğunu, onu henüz etraflıca görmeden önce
söyleyemeyiz. Bu bakımdan böyle bir târif belki kitabın sonunda yapılabilir.
Fakat incelediğimiz şeyin ana batlarıyla neyi ihtivâ ettiğini belirtmek bakımından
bazı şeyler söyleyebiliriz.
İslâm tasavvufu İslâm dininin belli bir yorumudur. Bazı müslümanlar
Hicret’in ikinci ve üçüncü asırlarından itibaren özellikle fıkıhçıların şekilci
yorumu ile mu’tezilenin rasyonalist yorumu karşısında, bunlardan farklı bir din
(İslâm) anlayışı ortaya atmışlar, önce kendi hayat tarzlarıyla
gerçekleştirdikleri bu anlayış, sonraları teorik bir yapı kazanmış, hattâ
teşkilatlanmıştır. Tasavvufî din anlayışının belirgin vasıfları Kur’ân ve
hadîste zahirden ziyâde bâtına önem vermek; Yaratan ile yaratılan arasında
varlık itibariyle ayrılık bulunmadığını, çünkü Allah’tan başka varlık bulunmadığını
kabul etmek; İnsan’m Allah’tan geldiği gibi yine Allah’a gideceğini, ancak
bunun için mutlaka ölümü beklemek gerekmediğini, nefsi tertemiz kılmakla
ezeldeki birliğe daha hayatta iken dönüleceğini iddia etmektir. Bu temel
fikirlerin birtakım mantıkî sonuçları da vardır ki, bunları yeri geldikçe ele
alacağız. Maddî şeyleri hor görmek, cemaatın umûmî tutumundan ziyâde kendi
ferdî temâyülüne ehemmiyet vermek, bilgi yolu olarak mistik sezgiyi kullanıp
bunun dışındaki metodları da, onlarla edinilen bilgileri de hiçe saymak, ilh.
Hemen söyleyelim ki gerek aslî, gerek ikinci dereceden inanç ve temâyüller
itibariyle sûfîlerin aralarında birçok farklar vardır. Esâsen sûfîlik hiçbir
zaman tam bir doktrin hüviyeti kazanmadığı gibi, sûfîler de hiçbir zaman belli
bir zümre teşkil etmemişlerdir. Belki de bu dağınıklık veya çeşitlilik onlara
ayrı bir hayâtiyet kazandırmış bulunuyor.
Hind felsefesinde panteizmin felsefî veya dinî olmaktan ziyâde, sihrî
bir ehemmiyeti vardır. Hindû düşüncesi esas itibariyle pratik gâyeelere
yöneliktir ve pratik hedefi bulunmayan herhangi bir bilgi bahis konusu
değildir. Varlıktaki birlik daha ilk kademelerinden itibaren sihrî kuvvet için
esas dayanağı teşkil eder. Bu düşüncenin en bâriz vasıflarından biri,
Fedalarda görüldüğü üzere, çeşitli şeyler arasında özdeşlik (ayniyet,
Identification) kurmaktır. Aralarında en ufak bir benzerlik bulunan iki şey
hemen birbirinin aynı sayılır; hattâ bu gayret bazen hiç münâsebeti bulunmayan
şeylerin özdeşleştirilmesine kadar giden şaşırtıcı sonuçlar verebilir.
Buradaki muhâkeme tarzı Salemli büyücülerin düşünce tarzlarının hemen hemen
aynıdır. Büyücü kötülük yapacağı insanın bir mankenini (aynı) yaparak istediği
herşeyi (dövme, öldürme, ilh.) o mankenin üzerinde icrâ eder, çünkü manken ile
insan arasında ayniyet kurulmuştur. Hindû düşüncesinde işte bu şekilde
birbiriyle ayniyeti tesis edilen iki şeyden birine hâkim olan öbürüne de hâkim
olur. Meselâ bir yırtıcı hayvan üzerinde kontrol gücü kazanmak istiyorsanız, o
hayvanla ayni olan bir başkasını bulmalısınız. Diyelim ki bu bir çocuktur.
Çocuğumuza istediğimiz gibi hâkim olmamız, yırtıcı hayvanı da kontrol altına
almamızı sağlayacaktır. Fakat bu, özdeşleştirme yoluyla hâkimiyet kurmanın en
basit merhalesini teşkil ediyor. Diyelim ki çocukla özdeşleştirebileceğimiz
başka şeyler de vardır; bunların sayısı ne kadar artarsa dünyada bizim
tasarrufumuz altına giren şeyler o kadar çok demektir. Bu gücün en son merhalesi
ise "her şeyle bir olan şey"i bulmaktır. Eğer bütün kâinata hâkim
olan bir prensip, yani herşeyi kendisine irca edebileceğimiz bir
"tek" bulursak o zaman kudretimiz sonsuza ulaşmış demektir.
Fakat bütün bunlara bakarak Hindû düşüncesinin bir çeşit büyücülük olduğunu
söylemek hiç doğru olmaz. Gerçi bu düşüncede insanın bilgi kazanarak, çeşitli
arzularını gerçekleştirmesine de yer veriliyor, ama asıl maksat kâinatın aslî
hakikatini bulmak ve kendi nefsini onunla özdeş kılmak sûretiyle mutlak kudret
sâhibi olmaktır. Mutlak kudretin elde edilmesi insanı küçük arzular peşinde
dolaşmaktan kurtarır ve doğrudan doğruya, varılabilecek en yüksek hedefe
kavuşturur. En yüksek hedef ruhun, yani canlı varlığın ölümsüz özünün Tanrı ile
(Brahman, Atman) birleşmesidir. Bütün maddî mevcûdiyet ruhun dışındadır ve
ruhtan gayri olan herşey "kötü"dür. Bütün hayat, yani duyularımızla
yaşadığımız hayat şer kaynağıdır. Ölüm de kötüdür; çünkü öldükten sonra
tekrar başka bir hayâta (Hind düşüncesinde bu başka hayat bizim anladığımız âhiret
değil, değişik bir kalıp içinde ortaya çıkan dünya hayâtıdır) yâni yine
sefâlete mahkûm oluyoruz.
Mükemmel insan rûhun Allah’a kadar giden tekâmülü dışında hiçbirşey
istemeyen insandır. İnsan bunun dışında birşey isteyince "yaşama"ya
mahkûm olur, çünkü arzû insanı eyleme götürür, eylem de yaşamaya devam
demektir. Yaşamak kötü, ölmek de kötü olduğuna göre, iyilik (en yüksek iyilik)
nasıl bulunabilir? "Bir olan" ile birleşmek sûretiyle. İşte bu mistik
birliktir; bir çeşit ölüm hali gibidir, çünkü bir ile bir olmak halinde duyu
organlarımızın faâliyete geçebileceği bir şey kalmamıştır. Çokluk ortadan
kalktığına göre neyi işiteceğiz, neyi bileceğiz? Mistik birlik halinde
"bir" olandan gayri bir şey kalmamıştır. Şu halde mistik birlik halinde
insan her türlü dünyevî arzûsundan sıyrılmış olur. Bu kutsal vecd haline
"nirvana" adı da verilir. Bu rûhun kurtuluşudur. Kurtuluşa giden ana
yol "bilgi"dir. Yüce hakikat hakkında bilgi sâhibi olduğumuz zaman
kendi kaderimizin de hâkimi oluruz. Bu bilgi günlük şeyler hakkında edindiğimiz
bilgiden mâhiyet itibariyle farklı değildir; ama herkes meselâ bir hastalığın
sebebini öğrenebildiği halde, yüce hakikati öğrenmek herkese nasip olan bir
şey değildir. Günlük şeyler hakkındaki bilgi de aslında Hindû düşüncesinin temeli
olan sezgili bilgidir.
Kurtuluşa giden ikinci dereceden yollar da vardır ki bunların başında
ahlâk gelir. Maamafih ahlâkî mükemmeliyet insanın kurtuluşu için önemli bir
fayda sağlamaz, zira ahlâkî eylem yine de bir eylemdir ve her eylem bizi hayâta
bağlamak itibariyle "kötü"dür. Fakat ahlâkın bizi kendi başına
kurtuluşa götürmemesine karşılık ahlâksızlığın bizi kurtuluştan uzaklaştırdığı
muhakkaktır. Ahlâk gibi bir diğer yol zühd hayâtıdır. Bedenimizle yaşadığımız
hayat kötü ise, arzûlarımız birer şer kaynağı ise, bunlardan uzak yaşamaktan
daha tabiî birşey olamaz. Münzevî bir hayat yaşayan, zihnini sâdece tefekkür ve
temâşâya veren insan hakikî hedefe yaklaşmış olur. İnsan arzûlarmı yenmek için
onlardan uzak kalmayı (inzivâ), nefsine işkence etmeyi, veya dünyayı unutmak
için bir çeşit trans haline girmeyi deneyebilir.
Kurtuluş Tann’mn bir lütfü, yani seçtiği insanlara bahşettiği bir feyz
olduğu gibi, şahsî gayretle buna erişmek de mümkündür. Bagavad Gita’da
bilgi ve disiplin yoluyla kurtuluştan bahsediliyor ki bunun için başlıca iki
metod vardır. Birincisi Samkhya, yani dünyadan el-etek çekerek ve eylemden
uzak kalarak mükemmel bilgiye kavuşmak yoludur. İkincisi olan Yoga ise
insanın vazifesini tam fakat hasbî şekilde yapmasıdır.
Disiplin husûsunda söylenenler tasavvuf metoduna bazı noktalarda çok
yakın görünmektedir, ki Bagavad Gita’da bu şöyle anlatılır:
Disiplinli adam kendini dâima disiplinde tutsun
Kalıp her ücra bir köşede
Yapayalnız zihnini ve nefsini kontrola almış
Heveslerinden hür, mal ve mülkten uzak
Temiz bir yer bulup kursun
Kendine devamlı oturacak bir sedir
Ne fazla yüksek ne fazla basık
Bir bezle, postla ve otla örtülü
Orada düşüncesini tek bir şeye bağlasın
Zihnin ve duyularının hareketini frenlesin Oturduğu yerde tâlim etsin
Kendi nefsini temizlemeyi
Bedeni, başı ve boynu da
Kımıldamadan öylece kalsın
Gözleri burun ucuna dikilmiş
Başka bir yere bakmasın
Huzur dolu kaple, korkudan uzak,
Bekâretini hiç bozmadan,
Zihni kontrol altında, düşüncesi bana bağlı Orada disipline girsin, bende
erisin.
Böyle devamlı disiplin içinde,
Zihnini kontrol edip nefsine hâkim olan Nirvana ’da son bulan sükûna
Kavuşur ve bende kalır artık.1
Budizm’e gelince, o klâsik Hindû doktrini içinde bir çeşit reform veya
i’tizal hareketi halinde ortaya çıkmıştır. Bu yüzden Budizm’in özünde de ferdî
şahsiyetin yok edilmesi esastır. Budizm’in hareket noktası kâinatın her
tarafında elemin bulunduğu ve insanın bu elemden kurtularak ebedî hazza
kavuşmasının ancak dünya hayâtına sırt çevirmekle mümkün olduğudur. Bu
doktrinin temelinde şu konulardaki dört kutsal hakikat vardır: (1) Elemin
evrenselliği: Doğum elemdir, ihtiyarlık elemdir, hastalık elemdir, ölüm
elemdir, sevilmeyenle birleşmek elemdir, sevilenden ayrılmak elemdir, arzusuna
kavuşamamak elemdir. (2) Elemin kaynağı: Hazza susamışlık, varoluşa
susamışlık, sürekliliğe susamışlık. (3) Elemin ortadan kaldırılması: Arzuyu tamâmen
yok etmek, ondan kendini tamâmiyle kurtarmak suretiyle bu susuzluğu yok etmek.
(4) Kurtuluşa götüren yol: Bu sekiz dallı bir kutsal yoldur ki, bu dallar saf
imân, saf irâde, saf lisan, saf eylem, saf yaşama vâsıtaları, saf dikkat, saf
hâfıza, saf tefekkürdür.
Budizm’de elemden kurtulmak için ahlâkı tasfiye (purification) veya
tefekkür yolu kullanılabilir. Hinduizm’de tefekkür ve teemmülün son noktası
nirvana, yani ferdî rûhun evrensel ruh ile birleşmesi idi. Budizm’de nirvana
ruhun bir bedenden öbürüne dolaşarak hayâta devam etmesinin (reincarnation)
son bulmasıdır. Buda bunu sönen bir ışık misâli ile anlatır. Bir lâmba söndüğü
zaman nasıl bir daha ışık vermezse, nirvana’ya ulaşan insanın hayâtı da artık
bir başka sûrette daha ortaya çıkmaz. "Oluş" sona ermiştir. Esâsen
nirvana "sönme" demektir; bütün düşünce, irâde ve duyumlar ortadan
kalktığı, "söndüğü" zaman nirvana bulunmuştur. Bu noktaya varmak
hemen yapılacak bir şey değildir, uzun bir yol ve sıkı bir disiplin işidir.
Nirvana sâdece negatif tarafıyla -herşeyin sönmesitârif edildiği için onun
gerçekte -pozitif olarakneye tekabül ettiği, yani herşey sönünce ne olduğu iyice
bilinmiyor. Nitekim Buda bu konudaki soruları cevapsız bırakmış, esas olan
sönmedir ve sönme kurtuluştur, sonrası hiç önemli değildir diye cevap
vermiştir. İşte vecd hali insanın dünya ile her türlü bağının koptuğu bir hal
olmak itibariyle Buzidm’de özel bir yer işgâl eder.
Budist disiplinin ilk merhalesinde her türlü arzûya karşı lâkayd kalınır,
Budist sâlik -yogisâdece nirvana’yı ister, başka hiçbir arzû beslemez. İkinci
merhalede her türlü düşünce ve hükme karşı kayıtsızlık hâkimdir; zihin hayâtı durur,
sâdece duygu hayâtı kalır. Üçüncü merhalede ise herşey, bu arada duygu da
kaybolur. Bu, dünyada iken ölmektir.
Batı Rüzgârı
Eski Yunan’da mistisizmin dinî bir kaynağı vardı, fakat sonra bunu daha
çok filozoflar geliştirmişlerdir. Eflâtun’daki mistik fikirlerin -özellikle Phaedon
diyalogunda görüldüğü şekliylePitagoras’tan geldiği ve Pitagoras’m da Orfeus
dininin tesiri altında bu fikirlere vardığı kabul edilir. Batı dünyasında
mevcut kaynaklardan tâkip edebildiğimiz ilk mistik düşünce Pitagoras’da
(Milâd’dan önce altıncı yüzyıl) görülmektedir. Pitagoras bir tarikat kurmuştu
ve orada müridlerine bu dünyanın geçici ve aldatıcı olduğunu, rûhun burada
hapishâne hayâtı yaşadığını, ancak -görünmeyenbir Tanrı ile mistik birlik
kurmak sâyesinde rûhun kurtulacağını öğretiyordu. Bu fikirler Yunan dünyasına
dışarıdan, din yoluyla girmiştir.
Eski Yunan dininde, Homiros’un anlattığı şekliyle Olimpia tanrıları en
önemli yeri işgâl ediyorlardı. Bunların insanlardan asıl farkı ölümsüz olmaları
ve insanüstü bazı güçlerinin bulunmasıydı. Sonraki çağlarda Tanrı Diyonizos
(Bacchus) etrafında mistik bir din gelişti ve filozoflar üzerinde çok etkili
oldu. Diyonizos, Olimposlu tanrılar âilesinden biri değildi; o kuzeydeki
TrakyalIların bereket tanrısı idi. Bereketin üzüm ve şarap halinde ortaya
çıkması Diyonizos’a yapılan ibâdette başlıca temeldi. Nitekim Baküs âyininde
coşup kendinden geçmeyi ifâde eden kelime, Tanrı’nın insana hülûl etmesi, insan
ile Tanrı’nın bir olması mâ-
nâsına geliyordu. Baküs dininin en önemli şahsiyetlerinden biri, Tanrı mı
yoksa insan mı olduğu pek anlaşılmayan Orfeus’tur. Onunla birlikte bu dinde
önemli bir reform yapıldığı görülüyor ki, reformun temel unsuru şarap içerek
kendinden geçme yerine, zühd sarhoşluğunun gelmesidir. Orfeus dininin
mensupları şarabı sâdece sembol olarak kullanıyorlar, Tanrı ile bir olmanın
verdiği sarhoşluğu arıyorlardı. Onlara göre insanın İlâhî bir menşei vardı;
insan bu dünyaya değil yıldızlar dünyasına aittir. İnsanın rûhu konusunda da
Yunanlılar’a yepyeni bir anlayış getirmişlerdi. Ruh artık eskiden zannedildiği
gibi insanın şeffaf bir kopyesi değildi, insanın bedenine hapsolmuş İlâhî bir
varlıktı. Ruh dünyada bedene girmekle bir çeşit cezâ çekiyordu; fakat bu cezânm
daha da kötüsü rûhun insandan sonra bir hayvan veya bitki bedenine
bürünmesiydi. Böylece daha korkunç cezâlara müstahak olunabilirdi. İşte Orfus
dini insan rûhunu bu devamlı "doğu çarkı"ndan kurtarmak ve İlâhî
menşeine geri götürmek, yani Allah’a kavuşturmak gâyesini güdüyordu.
Diyonizos ve Orfeus dininin o çağda Hindistan’da görülen dinle çok sıkı
bir benzerliği olmakla birlikte bu benzerliğin nasıl doğduğu hakkında sağlam
bir bilgimiz yoktur. O tarihte Yunan’m Hindistan’la hiçbir münâsebeti yoktu;
belki de bu yüzden bazı yazarlar Orfeus dininin Mısır tesirinde geliştiğini
söylemektedirler. Eski Yunan felsefesi üzerinde başlıca otoritelerden biri
olan J. Burnett’e göre eski Mısır dini ile Orfik din arasındaki benzerlikler
sonraki tarihlerde Mısır dini üzerinde yapılan yorumlardan (yâni yakıştırmalardan)
gelmektedir. Hind tesirine gelince, bunun da bilinen bir vâsıtası yoktur. Pek
muhtemelen Trakya’da da, Hind’de de görülen unsurlar, iki tarafa da ortak bir
kaynaktan geçmiştir ki, bu ortak kaynak İskitler’dir.2
Orfeus dini, rûhun kaybettiği birliğe tekrar kavuşabilmesinin ancak
birtakım "arınma" hareketleriyle mümkün olduğu fikrini getirdi. Bu
dinde herşeyden önce bir zühd hayâtı yaşayarak rûhu "temizlemek",
onu Tanrı ile birliğine kavuşturabilmenin başlıca şartı idi. Fakat onların
Yunan felsefesine ve oradan daha başka dinî düşünce tiplerine yaptıkları asıl
tesir, amprik veya aklî bilgi yanında, mistik bilgi diye başka bir bilgi türü
ortaya atmaları idi. Hattâ bu bilgi vâsıtasız olmak dolayısiyle (yani araya
mantıkî düşünce girmediği için) öbür bilgiden daha üstündü ve hakikatin
görüntüsünü değil, doğrudan doğruya kendisini veriyordu. İşte bugünkü bilgimize
göre, mistik düşünce bir bilgi metodu olarak Yunan felsefesine Pitagoras
vâsıtasıyla girmiştir ve Pitagoras Orfik dinin başlıca reformcusu olarak
bilinir.
Profesör Burnet’e3 göre Orfeus dini böylece felsefeye tesir
etmiş, fakat ona belli bir doktrin aşılamamıştır; çünkü bu dinin kendisi belli
bir doktrin bütünlüğüne sâhip değildi. Nitekim onun getirdiği kalıba herkes
istediği yorumu doldurabilmiş, bu arada Pitagoras rûhun Allah’a varmasında
tâkip edilecek en iyi yolun felsefe olduğunu söylemiştir. Pitagoras ve onu
takip edenlerin felsefede matematiği temel almaları bu görüşe çok uygun
düşmektedir, zira matematik hiçbir konkre veya ampirik karşılığı bulunmayan
kavramlar kullanmakta ve bunlarla hârikulâde bir dünya inşâ edebilmektedir.
Sâf (püre) matematiğin dünyası tabiat ilimleriyle uğraşanların karşılaştığı
dünyadan hem mükemmel, hem güzeldir ve orada yeni hakikatlerin keşfi gerçekten
insanı târifsiz bir haz içinde bırakabilir.4
Orfizmin getirdiği önemli yeniliklerden biri de rûhun ölümsüzlüğü ve
dolayısiyle her insanda ölümsüz bir tarafın bulunuşu idi. Aslında bu akîde
Orfizm’in asıl zeminini teşkil eden Diyonizos dininde vardı, fakat Pitagoras
zamanında -ve belki bizâtihi Pitagoras tarafındanyapılan bir dinî reform
Diyonizos’un eski karakterini değiştirmiş, eski dinin vahşî orjileri yerine
sembolik karakteri ağır basan merâsimler hâkim olmuş, dinin sosyal karakteri
muhâfaza edilmekle birlikte, muhtevâsı daha ziyâde bir düşünce sisteminin çerçevesine
oturtulmuştur. Cornford5 bunu heyecandan zihne ve akla, dinden
felsefeye daha çok yaklaşma şeklinde ifâde ediyor. Gerçekten, daha önce dinin
herhangi bir doktrin muhtevâsı bulunmadığı ve yeni girenlerin sâdece şiddetli
heyecan ve tutkuları çeşitli dans ve drama örnekleri halinde sunan
merâsimlerden geçmiş olması yeterli bulunduğu halde, sonra bu orjiler yerine
"teori" hâkim olmuştur. Önceleri mürid bu merâsimlerle dramatik
temsilin yarattığı heyecan içinde kendini Tanrı ile duygu birliği içine sokup
onunla ıztırap çeker, onunla ölür, onunla yeniden doğardı. Şu halde esası
heyecana dayanan, yani zihnî ve rasyonel olmayan bir mistik halin doğabilmesi
için insanda heyecan doğuracak vâsıtalara ihtiyaç vardı ve Orfik dinin eski
halinde bu bir kollektif heyecan olayı halinde vukûbulurdu. Pitagorizmin buraya
getirdiği yenilik, kollektif heyecan yerine kuru tefekkür ve teemmül
(contemplation)’ü koymuş olmasıdır; "Iztırap çeken bir Tanrı’nın tutkulu
bir şekilde teemmülü yerine, aklî ve değişmez hakikatin tefekkür
edilmesi" gelmiştir. Dinin eski şeklindeki kollektif heyecan patlamaları,
Pitagor için, insanı yeniden dünyaya bağlamaktan başka işe yaramazdı; zira
böylece ruh tekrar hapse sokulmuş oluyordu. Rûhun hayâtı ancak heyecanların
ölümü ile korunabilirdi. Böylece Orfik dinin insanı nefse ait arzûlardan
uzaklaştıran birtakım unsurları muhâfaza edildi; buna karşılık Diyonizos
dininin sansüel zevklere hitap eden tarafları tamâmen atıldı.
Diyonizos dininde rûhun mâhiyeti ferdî olmaktan ziyâde sosyaldi; bu
âdeta bir kabîle rûhu idi ve fertler vâsıtasiyle tezâhür etmekle birlikte
onlardan fazla birşey ifâde ediyordu. Bu itibarla Diyonizos dininin mensupları
müşterek bir rûhun parçalarım taşımış olmakla birbirine yakınlık ve bağlılık
duyuyorlar, rûhun birliği cemaat arasında bir birlik meydana getiriyordu.
Pitagoras bu grup rûhu anlayışını muhâfaza etti. Muhtemelen grup rûhunun kendi
şahsında bir bedene kavuştuğunu kabul ediyordu. Kurduğu tarikat içinde her
türlü ferdî çıkışın şüphe ile karşılanması, yapılan matematik keşiflerinin
hiçbir şahsî isme bağlanmaması bunu gösteriyor. Pitagoras’tan
"Üstad" veya "O" diye bahsediliyordu. O öldükten sonra,
temsil ettiği grup rûhu müridlerinin logos’u (kelâm) olarak devam etti.
Pitagorcular üstadlarının -ölümünden sonraTanrı’nın (Apollo) oğlu hattâ bizzat
Tanrı (Apollo Hyberoreios) olduğuna inanmışlardı.
Pitagor’un düşünce tarihindeki emsalsiz yeri, Orfeus dininden aldığı bazı
inançları felsefeye sokması ve böylece Eflâtun’dan çağımız filozoflarına kadar
felsefî düşüncenin her safhasında tartışılmaz bir tesir sâhibi olmasından ileri
geliyor. Pitagor rûhun ölümsüzlüğüne ve dolayısiyle dünyanın ebedîliğine
inanıyor, bu ebedî dünyanın duyu organlarıyla değil, ancak zihinle
kavranabileceğin! söylüyordu. Duyular-dışı âlemin mevcûdiyeti, duyular
dünyasının gerçek değil hayâl olduğu ve gerçek âlemin duyulardan başka vâsıtalarla
kavranabileceği fikri Yunan felsefesine Pitagoras’la girmiş, Parmenides ve
Empedokles ile gelişmiş, Eflâtun’da ise en sistemli şeklini almıştır.
Eflâtun’un zamanında felsefenin en önemli meselesi varlığın esasında
birlik mi, yoksa çokluk mu olduğu idi. Bu konuda başlıca iki felsefeden
Herakleitos6 ekolü herşeyin hareketten ve olaylardan (fenomen)
ibaret bulunduğunu, herşeyin devamlı değişme halinde olduğunu savunuyordu;
Parmenides’in felsefesi ise değişmez birlik prensibine dayanıyordu. Dahası,
Herakleitos değişmeye ve çokluğa önem verirken birliği tamâmen inkâr eder gibi
görünüyor, Parmenides ise değişme ve hareketi bile kabul etmiyordu. Eflâtun
bir bakıma bu iki tezi uzlaştırcı mâhiyette bir teori ortaya attı7.
Ondan önce Sokrates bir değişmez kavramlar felsefesi kurmuş ve böylece
Eflâtun’a yolu açmıştı. Fakat Eflâtun değişmez kavramlarla devamlı değişen
ihsaslar (duyumlar) arasındaki farkın izahsız kaldığını düşündü ve ideler teorisiyle
bu ayrımı açıklamaya teşeebbüs etti. Varlıkta hem değişmeyen bir taraf, hem de
değişme vardır. Herşey sonlu ve sonsuz olmak üzere iki unsurdan meydana
gelmiştir. Sonsuz, Heraklit’in "oluş" (devenir) dediği şeydir ve
birlik veya belirlilik ifâde etmez. Sonlu olan ise birdir ve belirlidir; birlik
ve belirlilik sıfatlarını hiçbir zaman kaybetmez. Sonsuz olan taraf kanaat
yoluyla bilgi konusudur, sonlu ise ilim konusudur. Bilgimizin ilk objesi olan
olay’a (fenomen) bakalım: bütün olaylar birbirinden ayrı şeylerdir, ama hepsinde
onları birbirine bağlayan ve istikrarlı bir biçim kazandıran tek ve ayni bir
özellik görüyoruz. Meselâ bütün güzel şeylerin hepsi de birbirinden farklıdır;
hiçbirinin birbiriyle ayni olmadığı intibaını (duyu organlarımızla) alırız. Ama
hepsinde ortak olan birşey vardır ki bu da güzelliktir. İşte bir grup fenomenin
herbirinde bulunan ve dolayısiyle onlar arasında birlik ve âhenk sağlayan bu
karaktere Eflâtun "ide" adını veriyor. Bütün şeyler değiştiği halde
onların özü olan ideler değişmediğine göre, fenomenler dünyası ile ideler
dünyasını birbirinden ayrı düşünmek gerekir. İdeler gerçek ve ebedî olan,
üniversel olan şeylerdir. Halbuki bizim günlük hayatta gördüğümüz şeylerin
hepsi de farklılık ve değişme halindedir. Devamlı değişen şeylerin gerçek ve
mutlak bir varlığı olamaz, bunlar bir çeşit hayaldir.8 Hakikat olan
onların özü, yâni idelerdir. Biz güzel bir insanı veya güzel bir hayvanı
görüyoruz, ama güzellik denen şeyi doğrudan doğruya gözlerimizle görmemize
imkân yoktur. Şu halde bizim gördüğümüz şeyler gerçek varlıkların birer
hayâlinden ibarettir.9
Bütün idelerin ortak bir özü vardır ki, herşeye özünü veren bu ortak öz
Tanrı’dır. İşte felsefenin gâyesi olaylar (fenomenler)dan hareket ederek
onların gerisindeki gerçek âleme ve nihâyet Tanrı’ya ulaşmaktır. İnsan ruh ve
beden olmak üzere ikili bir varlıktır. Beden bizi dünyaya bağladığı için özleri
kavramamıza engel teşkil eder. Rûhumuz bir bedene bağlanmış olmakla birlikte
ondan tamâmen ayrıdır. Beden dünyavî şeylere yöneldiği halde ruh ebedî olanla
ilgilidir. Fakat ebedî özlere, yani idelere erişebilmek için bedenin
esâretinden tamâmiyle sıyrılmamaz gerekir. Şu halde hakikati bulmak isteyen
insanın ilk işi rûhunu her türlü dünyevî istekten arıtmak olmalıdır.10
Böylece zühd, mutlak ve bir olana varmanın şartlarından biri oluyor. Fakat bizi
oraya götüren asıl yol aşk’tır. İlim varlığın görüntüleriyle uğraştığı halde
aşk doğrudan doğruya hakikate yönelmiştir, çünkü insanın rûhu tabiata sâhiptir
ve oradan ayrılıp dünyevî bir bedenle birleşmiş olmak dolayısiyle kaybettiği o
eski birliğe susamıştır.
Eflâtun kendisinden önceki Yunan filozoflarından bilhassa Pitagoras,
Parmenides, Herakleitos ve Sokrates’ten tesirler taşımaktadır. Bunlar arasında
Pitagoras’ın -ismi pek zikredilmese detesiri çok büyük olmuştur. Eflâtun’daki
dinî temâyül, ölümsüzlük inancı, öbür dünya kaygısı, kısacası Mağara
îstiâresi’nde anlatılan herşey, bu arada matematiğe saygı, mistisizm hep
Pitagoras’tan geliyor. Parmenides ise -bizim konumuz açısındanbütün
değişmelerin aldatıcı olduğu, gerçekte değişme olmadığı fikrinin başlıca ilham
kaynağıdır.
Eflâtun’un asıl mistik tarafı inançlarında esas itibariyle başkasına
intikali imkânsız bir kat’iyetin bulunmasıdır; bu ifâdesi imkânsız şey ancak
hayat tarzı halinde intikal edebilir. Pitagorasçılar kendi tarîkatlerine giren
kimseleri belli bir zihnî ve ahlâkî disipline sokuyorlardı. Eflâtun da ayni
şeyi düşündü. Bir insanın iyi bir devlet adamı olmak için "iyi"yi
bilmesi lâzımdı, bu da ancak zihnî ve ahlâkî bir disiplinden geçerek
sağlanabilirdi.
Eflâtun’un fikirleriyle Yeni-Eflâtunculuk denen felsefe ekolünün büyük
üstadı olan Plotinus arasında en önemli şahsiyet Filon’dur. İskenderiyeli
Yahudi filozof Filon (Milâd’dan önce 30 civârmda doğdu), "Yahudi
Eflâtun’u" diye meşhûrdur. Hayâtının sonlarına doğru Roma’ya gelerek orada
hıristiyan olduğu hakkında bir rivâyet varsa da, Filon’un yazılarında bunu
belirtecek hiçbir işârete rastlamıyoruz. Filon aslında din tahsili yapmış ve Tevrat
yorumcusu olarak yetişmişti. Maamafih, Yunan felsefesinin büyük ölçüde
tesirinde kaldı ve bu tesirle yeni bir tefsir metodu geliştirdi. Filon’un
kutsal kitap tefsiri allegori metoduna dayanır, yani ona göre mukaddes
metinler sırf sembollerden ibarettir. Filon bu sembollere istediği mânâyı
yakıştırarak bir tefsir vücûda getirdi. Onun fikirlerinin önemli bir kısmı
Eflâtun’dan gelmekle birlikte panteizm ve mistisizmle ilgili birçok görüşlerini
o sırada İskenderiye’de tıpkı Yunan felsefesi gibi revaçta bulunan doğulu
doktrinlerden almıştı.
Filon Eflâtun’un düalizmini, yani ideler âlemiduyular dünyası ve
ruh-beden ayrılığını esas tutar. Kâinatın yaradılışı hakkında sudûr
(emanation) telâkkisine sâhiptir. Ona göre yaradılışta bir aktif prensip vardır
ki en yüksek akıl olan bu prensip, yani kelâm (logos) iyinin, güzelin ve hakikatin
kaynağıdır; kelâm bizâtıhî hakikattir. Bir de pasif prensip vardır ki bu cansız
ve hareketsiz maddedir. Maddeye şekil veren, aktif prensip yani akıl’dır.
Dünyada hep ayni elemanlar (su, hava, toprak, ateş) vardır; bütün maddî varlıklar
bunların birbirine dönüşmesinden meydana gelir. Fakat bunların hepsinin
alacağı şekiller Tanrı’nın daha yaradılıştan önceki düşüncesinde mevcuttu;
Tanrı kâinatı daha yaratmadan orada neler olacağını kendi düşüncesinde biliyordu.
Dünya ebedîdir ve onun yaratılmasına sebep Tanrı’nın "iyiliğidir.11
Tanrı’nın bu dünyadaki nizâmı değiştirmesi, yani meselâ onu ortadan kaldırması için,
iyi olmaktan vazgeçmesi gerekir. Bir gün bu dünyanın şimdikinden daha iyi
olacağını düşünmek de Tanrı’ya bir kusur yakıştırmak olur. Dünyanın bir
başlangıcı bulunmakla birlikte sonu yoktur. Tanrı aslında dünyanın yaratıcısı
değil, mimârıdır. Tanrı ile kâinat, sanatkâr ile eseri gibi, birbirinden ayrı
şeylerdir. Fakat bu ayrılık fikri Filon’da, başka bazı fikirlerle çatışma halindedir.
Filon Tanrı’nın kendi yarattığı kâinata aktif bir şekilde katıldığını söyler.
Canlı ve hareketli her varlıktaki hareketin esası Tanrı’dır, çünkü hareket ve
faâliyet sâdece Tanrı’ya mahsustur.
Tanrı kendinden sudûr eden kuvvetler vâsıtasiyle her yere ve her şeye
nüfûz eder. Kâinatta herşey görünmez bağlarla birbirine bağlıdır ve bu
bağlantı Tanrı’nın eseridir, onun vâsıtasıyla kurulmuştur. Maamafih Tanrı
bununla kalmaz. O herşeyi ihtivâ eder. Tanrı herşeyi kaplayınca o zaman
kâinat ve Tanrı’yı yani sanatkârı ve eserini birbirinden ayrı tutamayız.
Nitekim Filon "Tanrı herşeydir" diyor. Ayrıca, Tanrı’nın tabiatı
yaratıcılıktır; ateşin tabiatı yakmak ol-
duğu gibi, Tanrı da yaratmadan duramaz. Onun için durmak, yani istirahat
sözkonusu değildir. Şu halde kâinatı şu kadar zamanda (altı gün) yarattı demek
onun tabiatına aykırıdır. Zaman onun dışında bir prensip değildir; zaman da
kâinat gibi yaratılmıştır. Tanrı’nın varlıklara tesiri canlı maddeye şekil
vermekten ibâret değildir, "herşeyde Tanrı vardır".
Tanrı’nın mâhiyetine gelince, o ebedî bir ışıktır ki bütün maddî ve
mânevî ışıkların kaynağıdır. Fâni gözlerle seyredilemeyecek kadar canlı ve
parlak olan bu ışık "kelâm" dediğimiz bir imaj halinde kendini
yansıtır. Tanrı’nın böyle kelâm (hikmet-i İlâhî) halinde tecellîsi bir sudûr
(emanation) olayjdır, yani kelâm Tanrı’dan gerçek varlık (hipostaz) halinde çıkmaktadır.
Bununla birlikte Tanrı’yı şu veya bu şekilde tavsif etmek onun gerçek
mâhiyetini bize veremez, çünkü Tanrı’yı ifâde etmek mümkün değildir. Tanrı tamâmen
mücerred mânâda mutlak bir varlıktır. Bütün sonluluklardan münezzeh'olduğu için
menfî mânâda (şu veya budur yerine şu veya bu değildir şeklinde) târif
edilebilir.
Filon insanın gâyesi olarak, Eflâtun’da görüldüğü gibi, faziletli bir
hayat yaşamak ve bilgi sâhibi olmayı, böylece duyular âleminin ötesindeki
hakikate (Tanrı) ulaşmayı kabul ediyor. Bunun için tavsiye ettiği zühd hayâtı
ve bilgi, kendisinden önceki filozoflar tarafından da gösterilmiş yollardır.
Aslında Filon’un ahlâkı stoacılarla Eflatun’un bir terkibi sayılabilir. Fakat
onda yeni bir nokta ortaya çıkmaktadır ki bu sonraki
"Yeni-Eflâtuncu" felsefenin temeli olacaktır: Filon en yüce
"iyi"ye ulaşmakta bilginin ve nefs arıtmanın (zühd’ün) yeterli
olmayacağı, İlâhî lûtfa muhtaç bulunduğumuzu söylüyor. İnsan, bedenin
hapishânesinden kurtulmak için, dünya ve Tanrı konusunda bilgi kazanmak sûretiyle,
aşağılık hayattan yukarılara doğru çıkar, fakat bu yolun kemal mertebesi
"vecd"dir. Yani insanın mistik vecd
Kelâm (Logos) dan maksat Tanrı’nın icrâ halindeki aklıdır, yani onun
kudretidir. Bu hem fikir, hem o fikrin mahsûlü olan şey yani kudret olur. içinde Tanrı
ile dolu olduğu, kendini kaybedip sâdece Tanrı’yı duyduğu zamandır.
İnsan İlâhî kaynaklı bir rûha sâhiptir. Bu rûh onun bedeniyle tezat
teşkil eder. Rûhun gâyesi, İlâhî rûh gibi temiz ve saf bir hâle gelmek ve
onunla birleşmektir. Bedenden kurtulmanın yolu onun arzûlarmdan sıyrılmaktır.
Maddenin hiçbir kudsiyeti bulunmadığı gibi, İlâhi tecellîde yeri de yoktur.
Madde, akim ve iyiliğin dışındadır. Tanrı’nın kusursuz olmasının asıl sebebi
onun maddesiz oluşudur. Tanrı bu yüzden madde ile doğrudan doğruya meşgûl
olmaz. Tanrı faal ve kudretlidir, madde ise pasif ve kirlidir. Tanrı, dünyadaki
maddî işleri idare etmek üzere kendisinden birtakım kuvvetler çıkarır. Filon bu
kuvvetlerin neler olduğu husûsunda Yahudi dininin geleneği ile Yunan
felsefesinden faydalanıyor. Ona göre Tanrı’nın dünyayı idare eden kuvvetleri
Eflâtun’un ideleri ve melekler’dir.
IV
Yeni-Eflâtunculuğun kurucusu sayılan Plotinus Milât’tan sonra üçüncü
yüzyılda (204-270) yaşadı. Kendisi Mısırlı idi ve orada Eflâtun felsefesini
öğreten Ammonius Saccas’ın yanında felsefe tahsili yaptı. Kırk yaşına doğru
Doğu felsefesini öğrenmek üzere İmparator Gordiyon’un açtığı İran seferine
katıldı, fakat Mezopotamya’dan geri dönmek zorunda kaldı. Daha sonra Roma’ya
gitti ve orada yerleşti. Yüksek tabakadan kimselerin tâkip ettiği dersler
vererek hayatını orada tamamladı. Kendi felsefesini ortaya koymak üzere özel
bir eser yazmış değildir; öğrencilerin tuttukları ve kendisinin düzelttiği
notlar Enneadlar (Dokuzlular, çünkü herbiri dokuz fasıldır) adı altında
sonradan altı kitap halinde neşredildi. Enneadlar sistemli bir felsefe
eseri karakterinde değildir, fakat Plotinus’dan onlardan başka birşey
kalmamıştır.
Bu kitapta Enneadlar’m Paris 1924 tarihli Brehier tercümesi
kullanılmıştır.
Plotinus mistik karakterde bir felsefe ortaya koyduğu için onun esas
konusu ruhtur. Teorisinin bütün gayesi rûhun şimdiki haline nasıl geldiğini
izah etmek, so.ıra da rûhun gideceği yer hakkında yol göstermektir. Hareket
noktası Eflâtun’un düalizmidir. Yeni Pitagorasçılar onun zamanında bu
düalizmi son haddine vardırmışlar, mutlak ruh olarak gördükleri Tanrı ile madde
arasına tam bir duvar çekmişlerdi. Madde herşeyi kirleten bir kötülük kaynağı
ve en aşağı varlıktı. Bütün kâinat mutlak iyi ve mükemmel olan Tanrı ile madde
arasında derece derece yerler işgal eden varlıklarla doluydu. İnsanın bedeni de
maddî olduğu için rûhumuz onun esâretine düşmüş bulunuyordu. Bu yüzden insanın
bedenden kurtularak İlâhî bir karakter kazanabilmesi için tamâmen mânevî bir
hayat yaşaması lâzımdı. İşte Plotinus bu madde-ruh düalizmi meselesini
halletmek, ikisi arasındaki mutlak ayrılık fikrini ortadan kaldırmak üzere bir
sudûr (emanation) nazariyesi ortaya attı.
Tanrı herşeyin başı, ilk ve mutlak varlık olmak itibariyle bütün
zıtlıklardan münezzeh, onların üzerindedir. Bütün varlıklar ondan çıkmıştır,
fakat bizim bildiğimiz varlıklar ve onlara ait özellikleri Tanrı ile
kıyaslamaya imkân yoktur. Bilinen varlıklar için geçerli olan şeylerin hiçbiri
Tanrı için geçerli değildir; O tarife sığmaz. Tanrı kâinatın yaratıcısıdır;
herşey ondan derece derece sudûr ederek çıkmıştır. Bu sudûr tıpkı bir kaynaktan
ışığın çıkması gibidir. Işık veren kaynak kendi varlığından birşey kaybetmez;
ayrıca ışık hem onun eseri (ondan çıkmış), hem ondan ayrıdır. Tanrı tıpkı ışık
saçan kaynak gibi, yine hep ayni mükemmellik ve ayni varoluş seviyesindedir.
Fakat ışık, kaynaktan uzaklaştıkça nasıl derece derece zayıflar ve nihâyet
mutlak karanlığa varırsa, Tanrı’nın kudretinin birer parçası demek olan
varlıklar da derece derece ondan uzaklaşır, yani gitgide Tanrılık cevherine
daha az sâhip olurlar.
Sudûr (emanation) üç kademede olur. Birinci merhalede İlâhî varlıktan en
yüksek akıl çıkar; ikinci merhalede ruh, sonrakinde de madde sudûr eder. Sudûr
sisteminde herşey kendinden bir önceki varlığın neticesi, bir sonrakinin ise
aslıdır. Ancak bu zincirin ilk halkası olan Tanrı hiçbirşeyin neticesi değil,
herşeyin başlangıcıdır. Sonuncu da hiçbirşeyin başlangıcı değil, sâdece
sonuçtur. Bu zincirde herşey -en yukarıdaki ve en aşağıdaki hâriçhem sebep, hem
sonuç olur. Elbette ki bu hiyerarşide daha yukarı mertebede olanların sebep
olarak tesir gücü aşağıdakilerden dâima daha fazla olur. Sebep ayni zamanda
neticeden daha mükemmeldir ve neticeye ait eylemlerin hiçbir şekilde etkisinde
kalmaz.
Tanrı dünyayı zarûri olarak yaratmıştır. Dünyanın ne başı ne sonu vardır.
Tanrı’nın dünyayı yaratmaması imkânsız olduğu gibi, başka türlü yaratması da
imkânsızdı. Çünkü bu iki halin aksi de Tanrı’nın tabiatına aykırıdır. Tanrı’nın
dışında hiçbir şey olamaz. Onun dışında mekân da yoktur, madde de. Bunun aksini
düşünmek Tanrı’yı sınırlamak olur ki bu da düşünülemez. Herşey Tanrı’dadır.
Tanrı’nın kâinatı yaratması varlıkların ondan derece derece uzaklaşması
şeklinde olmakla birlikte, varlığın gâyesi bu inişi geriye doğru katederek
kaynağa dönmektir. "Herşey Tanrı’dandır, herşey Tanrı’ya gider". Şu
halde herşeyin başı ve sonu Tanrı’dır.
Plotinus’ta üçlü bir varlık zinciri vardır ki bu üçlünün başında bir olan
Tanrı bulunmaktadır. Üçlünün Tanrı’dan sonraki ikinci unsuru akıl, zekâ veya
espri diye çeşitli şekillerde tercüme edilen nous’dur. Hakikatte bu
kavram duyuların kavramaya muktedir olmadığı şeylerle ilgilidir; meselâ
Eflâtun’un ide’leri nous’un faaliyetleri arasındadır. B. Russell’in kullandığı
bir misalle açıklayacak olursak şöyle diyebiliriz; Bir olan Tanrı tıpkı güneş
gibidir; güneşte ışığı verenle aydınlanan birdir. Burada nous veya esprit,Tanrı’nın
kendini gördüğü ışık sayılabilir. Çünkü nous bir olan Tanrının imajıdır
ve onun doğmasına sebep Tanrı’nın kendini görmek istemesidir. Şu halde esprit
veya nous bir çeşit İlâhî zihindir.
Varlık hiyerarşisinde üçüncü sırayı alan ruh, dünyada gördüğümüz herşeyin
yaratıcısıdır. Ruh, İlâhî zihin veya akıldan çıkmış olup bir tarafıyla İlâhî
akla, bir tarafıyla dünyaya, yani dışarıya bakar. Şu halde tabiat, rûhun
yukarı doğru değil de aşağı doğru bakması halinde kendi imajını düşürdüğü bir
sahadır. Tabiat rûhun eseridir, rûhun imajıdır; ancak bu eser rûhun bir çeşit
düşüşü hareketini temsil etmek itibariyle, İlâhî zihin dünyasına nisbetle
kusurlu, daha az güzel bir dünyadır.
Nihâyet madde gelir ki, aslında maddeyi varlık saymak doğru olmaz.
Maddenin kendi başına bir varlığı yoktur, onu ruh yaratmıştır. Madde pasif olduğu
için ancak ruh sâyesinde varlık olarak ortaya çıkabilir. Ruh olmasa madde diye
birşey de olmazdı.
Şimdi bu varlık hiyerarşisinin dinamik haline kısaca göz atalım. Sudûrun
dayandığı prensipler nelerdir? Varlık mertebelerinin birbirleriyle münâsebeti
nedir? Ruh ve beden arasındaki ilişkinin mâhiyeti nedir? Varlığın sonrası nedir?
ilh.
Önce şunu belirtelim ki, "Bir" olandan İlâhî akim, ondan da
rûhun sudûru zaman içinde sıra ile olan bir hâdise değildir. Burada zaman
sırası değil, mantıkî sıra söz konusudur. Yani aradaki sebep-sonuç ilişkisini
göstermek bakımından bir öncelik-sonralık ifâdesi kullanılmaktadır.
Brehicr’ye12 göre Plotinus’un gâyesi mistisizm ile rasyonalizmi
uzlaştırmaktı, yani kendi zamanında câri olan ve kendisine de çok tesir eden
dinî fikirlere felsefî bir esas kazandırmak istiyordu. Nitekim onun
metafiziğindeki temel hipostaz olan İlâhî akıl aslında maddî dünyanın ilminden
başka birşey değildir. İlim ise onun konusu olan dünyadan önce gelir; zira bu
dünyanın rasyonel varlıkları bir tesâdüfün eseri değil de akim eseri ise, akim
dünyadan önce gelmesi gerekir. Fakat akim da üstünde mutlak ve değişmez bir
"Tek" bulunmalıdır, çünkü akılla idrâk edilebilir varlıkların da bir
sebebi bulunmalıdır. Dünya çokluktur (kesret, pluralite), halbuki çokluktan
veya çoktan önce "Bir" (vahdet, birlik) gelir. Nitekim ikiden önce
bir vardır. Kavranabilir dünyanın altında ise bir başka hipostaz bulunmalıdır;
nizâmın maddede gerçekleşmesi, duyulara hitab eden bir dünyanın doğabilmesi
için aktif ve hareketli bir vâsıta (aracı) bulunmalıdır ki işte bu vâsıta
ruhtur.
Bu sistem tamamen Plonitus zamanında câri olan ve onun benimsediği
astronomik sistemin bir icabı olarak ortaya çıkmıştır13. En
yukarıda "Bir", sonra ondan çıkan akıl, sonra da akıldan çıkan ruh.
Mekânda dağılmış bulunan herşey işte bu üç hipostazdan birine veya öbürüne
dâhil bulunmaktadır, ama farklı karmaşıklık derecelerinde. Bir olan, herhangi
bir ayırım olmaksızın, herşeyi kaplar. Akıl bütün varlıkları ihtivâ eder; ruhta
ise eşyâ birbirinden ayırdolmaya başlar, öyle ki bu ayrılmanın hududunda
varlıklar artık "duyulara hitab eden" dünyaya karışırlar.
Plotinus, insan bilgisi bakımından duyu verilerini kabul eder, yani duyu
verilerinin gerçekliğini inkâr etmez. Akim prensiplerini de kabul eder ve
bunları duyu verilerinin üstünde tutar. Bu bakımdan o dünya hakkında bir ilim
kurabileceğimizi kabul etmektedir. Fakat Plotinus burada kalmaz ve akim
üstünde bir başka bilgi yolunun bulunduğunu söyler ki, bu vecd’dir. Niçin?
Plotinus şöyle bir muhakeme yürütüyor: Akıl diyalektiği doğurur, diyalektik ise
son haddine vardırılınca akla karşı çıkar. Bu nasıl oluyor? Akıl dâima
"Birlik"e varmak için uğraşır ve bize o yolu gösterir. Ama biz
birliğe akıl yolu ile varamayız, zira akıl bilgi kazanma esnâsmda kendi
objesinden ister-istemez ayrı kalmak zorundadır. Akıl yoluyla elde ettiğimiz
bilgide bilgiyi alan insan (idrâk eden süje) ile bilgi konusu olan şey (obje)
birbirinden ayrıdır. Halbuki "Birlik"te böyle bir ayrılık olmaz.
Demek ki akim karakteri (diyalektik) bizim onun gösterdiği hedefe ulaşmamıza
elvermiyor. Biz bu hedefe vecd yoluyla varırız. Vecd halinde ruh bedeni
terkederek Tanrı ile birleşir. Beden terkedilmiş bir saray gibidir. Bu bir
ölümdür, fakat hayattır. Nitekim Eflâtun "Ölmek yaşamaktır" diyor.
Vecdi doğuran kuvvetler nelerdir? Birinci derecede aşktır. Bütün
varlıklar, birinci ve sonuncu hâriç, hem yaratıcı hem yaratılmış olduğu için,
hepsinde de iki türlü aşk vardır: Yaratıcıya veya yaratılmışa aşk.
Yaratılmışa, yahut neticeye duyulan aşk bizi, çokluğa (kesrete) doğru
götürdüğü için, zayıflatır, halbuki yaratana (sebebe) duyulan aşk bizi birliğe
götürdüğü için kuvvetlendirir. "Herşey Tanrı’dadır ve herşey Tanrı’ya
gider". Vecdin ikinci yolu ise tefekkür ve irâdedir. Tefekkür zihinlerimizi
bulandıran bulutları dağıtmak sûretiyle bizi birlikle karşılaştırır. İrâde
vâsıtasıyle de çokluktan kaçar, mutlakm bütün ihtişâmıyla ortaya çıktığı son
perdeyi yırtarız.
Islâm
Tasavvufunun
Yabancı Menşe’leri
İslâm tasavvufunun yerli (İslâmî) kaynakları tasavvufu gerek düşünce
gerek tatbikat itibariyle tamâmen Kur’ân ve Sünnet’e dayandırırlar. Bu
eserlerin pekçoğu mutasavvıflar tarafından yazılmış olduğu için, onların
meseleye tenkitçi tarih açısından bakmaları beklenemezdi. Fakat yerli kaynakların
tasavvufu sırf İslâmî menşe’li görmeleri büsbütün yanlış sayılmaz; çünkü onlar
bu düşünceyi gerçekten Kur’an ve Sünnet’e uydurmuşlar ve kendilerini tamâmiyle
İslam’ın içinde görmüşlerdir. Ancak tasavvufa açıkça cephe alan bazı müslüman
müellifleri onların birtakım görüşlerinin dine yabancı bulunduğunu söylemekle
birlikte, bu yabancılığın menşe’ini göstermiş değillerdir.
Tasavvufun menşe’leri ile ilk defa oryantalistler meşgûl oldular.
Bunların birçoğunda peşin bir hükmün hareket noktası teşkil ettiği görülüyor:
Araplar mistik düşünceye kaabiliyeth bulunmadıklarına göre, tasavvuf onlara
ancak dışarıdan gelmiş olabilir. Nitekim İslâm mistisizminin asıl doğuş ve
gelişme yeri İran olmuştur. Nicholson Hind tesiri ve Yeni-Eflâtunculuk üzerinde
durur; Blochet, Dozy, Von Kremer Hind-İran tesirine bağlarlar; Brown Samî bir
dine karşı Ari reaksiyon olarak izah eder; A. Palacios Hıristiyanlığa ağırlık
verir. Bunlar arasında İslâmî menşe’lere en çok yer veren L. Massignon’dur.
Oryantalistlerin yabancı menşe iddiaları karşısında müslüman yazarların
âdeta insiyaki bir şekilde buna itiraz etmeleri tabiî sayılabilirdi. Maamafih
tasavvufun İslâm içinde dâima az veya çok şüpheli bir yerinin bulunması,
yukarıdaki iddiaların zaman zaman benimsenmesine de yol açmış, tasavvufa
aleyhtar bulunanlar oryantalistlerin delillerini kullanmışlardır. Bu arada
oryantalist tezlere karşı İslâmî menşe tezini şiddetle müdafaa edenler de
çıkmamış değildir1. Maamafih genel görüş odur ki, İslâm tasavvufu
içinde sözü geçen yabancı tesirler çeşitli derecelerde bulunmakla birlikte
bütün bu tesirler İslâm’ın kendi kaynakları (Kur’ân ve Sünnet) içinde asimile
edilmiştir. Bu asimilasyon veya kaynaştırma işinin her zaman başarılı olduğu
söylenemez, ama ortada bir "İslâm" tasavvufunun bulunduğu muhakkaktır.
Hind mistisizmi tarih itibariyle bütün diğerlerinden önce geldiği için,
önce oraya ait tesirleri ele alalım. Hind mistisizmi ile İslâm tasavvufu
arasında yapılacak bir karşılaştırma ikisi arasında birtakım, önemli
benzerliklerin bulunduğunu gösterecektir. Bunlar arasında tarih farkı gözönüne
alınınca, birincisinin İkincisine tesir ettiği kolayca akla gelebilir. Fakat
benzerliklerinin mutlaka bir "kültür difüzyonu" olayını temsil
etmeleri şart değildir.
Arapların Hind’le ticarî münâsebetleri bulunmakla birlikte Hind
düşüncesiyle temaslarının oldukça geç tarihlerde ortaya çıktığı görülüyor.
El-Birûnî’nin (11. yüzyıl) birkaç tercümesi ve Hindistan’daki inançlar
hakkında verdiği bilgilerden önce İslâm tasavvufu bir hayli yol almış bulunuyordu.
Hallaç Mansur’un Kuzey Hindistan’a kadar bir yolculuk yaptığını biliyoruz-.
Maamafih bu seyahatin maksadı ve meydana getirdiği tesirler hakkında birşeyler
söyleyecek durumda değiliz. Hind tesiri muhtemelen karadan ziyâde Basra körfezi
yoluyla gelmiş olabilir. Oryantalistler Hind’le doğrudan bir alış-veriş hali
tesbit edemedikleri için, İran’ın bu hususta bir çeşit aracı olduğunu iddia
ediyorlar.
İslâm tasavvufundaki "fenâ" doktrininin Budizm’deki
"nirvana"ya çok benzemesi ve İslâm’ın ana prensipleriyle kolay
uzlaştırılamayışı -bu uzlaştırma gayretlerinin sonucu olarak "beka"
doktrini ortaya çıkmıştıraçıkça bir iktibas olayına işâret etmektedir. Bu
hususta ileri sürülen iddialardan biri de ilk sûfîlerden İbrâhim bin Edhem’in
hikâyesiyle Buda’nın hayat hikâyesi arasındaki büyük benzerliktir. Başlangıçta
Hind mistisizmi ve Budizm hakkında verdiğimiz genel bilgiye bakılırsa îslâm
tasavvufunun birçok âşinâ temalarını orada görebiliriz3. Maamafih
bu tesirlerin, belki yine Hind kaynaklı olmak üzere, Eski Yunan ve
Hıristiyanlıktan gelmiş olması ihtimali daha kuvvetlidir. L. Massignon4
Hind tesirinin bilhassa zikir metodlarmda bulunabileceğini söylemektedir, ki
L. Gardet ve Anavvati5 bu noktayı incelemişlerdir.
Oryantalistlerin iddiaları arasında en zayıfı tasavvuf konusundaki İran
tesiridir. Maniheizm’in ve diğer klâsik İran inançlarının bu hususta herhangi
bir kayda değer tesiri bulunmadığını L. Massignon açıklığa kavuşturmuş bulunu6
yor .
Eski Yunan tesiri meselesi hem oryantalistleri, hem müslüman müellifleri
pekçok meşgûl etmiştir. Hakikatte Yunan mistisizmi ve onun son büyük örneği
olan Yeni-Eflâtuncu felsefe de birçok müellife göre dış kaynaklara pekçok şey
borçludur. Burada Hind mistisizmi ile olan benzerlikler çok dikkat çekicidir,
ancak bunların geliş şekli hakkında fazla bilgi yoktur. Yunan mistisizminin
asıl kaynağı sayılan Orfizm (Orfeus dini)’de Şark tesirlerinin büyüklüğü
genellikle kabul edilmektedir. Maamafih gerek Orfik mistisizmin, gerek Hind
mistisizminin ortak bir kuzeyli kaynağı bulunduğu, yani her ikisinin de bu
kaynaktan beslendiği konusunda bir iddia vardır7.)Her ne olursa
olsun, Orfizmle birlikte yeni bir ruh anlayışı gelmiş ve bu anlayış sonraki
Yunan düşüncesinde çok etkili olmuştur. Orfeus adına yapılan âyinlerde en
önemli hâdise ekstaz, yani rûhun bedenden çıkması idi. Ancak, burada ferdî
rûhun ehemmiyet kazandığı görülmektedir. Ruh nefsin zayıf bir kopyesi değildi;
o düşmüş bir Tanrı idi ve eski hâline döndürülmesi lâzımdı. Bunun için bir
takım tasfiye gayretlerine girişiliyordu. Orfizmde, eski Dionizyak ölümsüzlük
anlayışından farklı olarak, ferdî rûhun ehemmiyet kazandığı görülmektedir. Ruh
bir fert olarak Tanrı’dan kopmuştu ; insan, hayvan ve bitki suretlerine girerek
devamlı bir yeniden-doğuş zincirine takılıdır. Asıl kaynağı olan Tanrı’ya ve
diğer ruhlara, tekrar kavuşması ancak onbin yıllık bir dönemden sonra mümkün
olur8.
Eski Yunan’da Olimpia dini geleneği insanla Tanrı arasında, insanla
tabiatın diğer kısımları arasında ayrılık gözettiği için, Orfizm bu anlayışa
karşı köklü bir değişikliği temsil ediyordu. Pitagoras’da Orfizm’in önemli
tesiri olduğunu biliyoruz. Pitagoras bu dinde çok büyük yer tutan "tasfiye"
(pasification) üzerinde duruyor ve rûhu en iyi temizleyen şeyin ilim,
özellikle matematik olduğunu söylüyor. Onun çağdaşı ve şahsî tanışığı olan
Aristoxenos, Kroton’daki Teb okulunda bedeni temizlemek için ilâç, rûhu temizlemek
için de mûsikî kullandıklarından bahsediyor9. Eflâtun’un özellikle Phaedd’ddi
bahsettiği "hatırlayarak bilme" doktrininde Pitagoras’m tesiri
görülmektedir. Eflâtun’a göre rûhumuz bu dünyaya gelmeden önce hakikatleri
doğrudan doğruya müşâhede ederek biliyordu; bu dünyada biz bir şeyi bildiğimiz
zaman o hâli hatırlıyoruz demektir.
Yeni-Eflâtuncu felsefenin -hiç eser bırakmayan Ammonius Saccas’ı
saymazsakkurucusu olan Plotinus’da doğu tesirlerinin varlığı açıkça görülmekle
birlikte bu tesirin izi sürülebilmiş değildir. Plotinus’un yaşadığı zamanda
İskenderiye’de büyük bir ticâret merkezi olarak her türlü inancın -Yahudi,
Hind, İran, Mısır, Yunan, Romatemsil edildiği bilinmektedir. Yine o devirde bir
Hindli ticâret kolonisinin İskenderiye’de bulunduğunu biliyoruz10.
Plotinus gençliğinde felsefeye merakı dolayısiyle birçok çevrelere girip
çıkmış, en sonunda Saccas’m talebesi olmuştur. Bu dönemde Hind mistisizmi ile
dolaylı da olsa bir temâsmın bulunması pek muhtemeldir. Kaldı ki, o tarihlerde
asıl felsefenin Şarkta olduğu hakkında yaygın bir kanaatin bulunduğu
anlaşılıyor11. Nitekim Plotinus otuz dokuz yaşında iken doğudaki
felsefeyi öğrenmek üzere Roma İmparatorunun İran seferine katılmış, ancak
imparator yolda kendi askerleri tarafından öldürülünce Plotinus perişan bir
halde geri dönerek Antakya’ya gelmiş ve bir yıl orada kalmıştır1-.
Onun Roma’ya yerleştikten sonra da Şark kaynaklı düşüncelerle sık sık karşılaşmış
olması muhakkaktır, çünkü o zaman da Roma’da her din ve mezhep adına harâretli
bir misyonerlik yarışı vardı13.
Nedir bu Hind tesiri? Brehier’ye14 göre Plotinus bir taraftan
rasyonalist teze bağlı olarak Yunan felsefesini tâkip etmektedir, bir taraftan
varlıkların Tanrı ile mistik birliğinden bahsederek sevgiye öncelik
vermektedir. İşte bu ikinci nokta onun doğudan aldığı bir temadır. O kadar ki,
Brehier dördüncü ve beşinci Ennead’iarm Yunan felsefesine hiç
başvurulmadan okunabileceği kanaatindedir. Maamafih Plotinus’un mistisizmi
kendi çağında moda olan Şark dinlerindeki mistisizmden tamâmen farklıdır. Bu
farklı taraf, Plotinus’un insanla Tanrı veya Kurtarıcı arasında hemen hiçbir
aracı tanımamasıdır. Onun zamanındaki başka Yeni-Eflâtuncular ruh ile Tanrı
arasında bir tanrılar ve ruhlar ordusunun varlığını farzediyorlardı. Bu önemli
husus Plotinus’u İskenderiyeli Filon’dan ayırmaktadır. Filon’da kurtarıcı
kelâm (logos) çok önemlidir.
Plotinus’un İran’a gidip de orada öğrenmek istediği felsefe Mitra dini
idi. Mitra dininde en yüce varlık bir ışık kaynağıdır ki, maddenin
karanlıklarına nüfûz eder ve onu aydınlatır. Şu haBe dünyayı canlandıran
ruhlar, birer ışık şuâı gibi, Tanrı’dan sudûr (emanation) etmektedirler. Gerçi bu
Güneş mecâzı Eflâtun’da da vardır, ama Plotinus onu farklı kullanıyor; ona
göre, ışık kaynağı ile onun tezâhürlerini birbirinden tamâmen ayrı şeyler gibi
düşünmek doğru değildir. Plotinus evrensel varlığın heryerde ve herşeyde bulunduğunu
söylüyor (Enn. VI, 4 ve 5; VI, 5, 5). Şu halde İlâhî tabiatı
kendimizden uzaklarda aramanın mânâsı yoktur, onu sâdece bir perspektif
değiştirmekle hissedebiliriz. Ondan uzaklaşınca da aslında başka bir yere
gitmiş olmuyoruz; o yine bizdedir, ama biz başka yere bakıyoruz (VI, 5, 12).
Böyle bir felsefede dinî ibâdete hiç yer yoktur. İnsan herhangi biı şahıs
veya merâsim aracılığı olmadan Tanrı’yı kendinde bulur. Fakat bu hâliyle
Plotinus’un düşüncesi Helenistik tabiatta olmadığı gibi Şark dinlerinde de
yoktur. O halde bu düşünce nereden geliyor? Hemen Hind akla geliyor. Fakat
Brehier bu hususta K. H. Müller’in gösterdiği delilleri doyurucu bulmadığı
için kendisi başka bir muhakeme yürütmektedir. Enn. N, 8, 6’dan
anlaşılıyor ki, Plotinus Mısır hiyerogliflerinin gizlediği derin hikmeti
anlamaya çalışmıştı. Bu hikmet aklî (diskürsif) bilginin zıddına, realitenin
doğrudan doğruya sezgi ile kavranılması demektir. Hiyeroglifler lisanın
seslerini veya sözlü ifâdeleri temsil (taklid) eden şeyler değildir. Her bir
işâret bizzat bir nesneyi tasvir eder; şu halde her bir işaret bir bilgi ve bir
ilimdir. Bunlar muhakemeyle düşünülmüş değil, bir hamlede (bir bakışta)
kavranmış olan realiteyi verir.
Upanişad’lafla olan münâsebetine gelince, Brehier esas kaynak
olarak Oldenburg’un bir eserine dayanıyor. Ona göre Upanişad’iarm
felsefesi iki temel kavrama dayanır. Birincisi Brahman, yani evrensel
varlık’tır; bu realitedeki bütün varlıkların nüfûz edilemez esâsıdır; diğeri
ise Atman’dır, ki o da insan rûhunda olmak itibariyle esastır, fakat rûhun
bütün özel fonksiyonlarından (sezgi ile tanıma , ilh.) bağımsız, "saf
ben"dir. Brahman ile Atman aynidir, yani dünyayı yaratan ve muhafaza eden
kuvvet ile bizim kendimizde gerçek ben olarak bulduğumuz şey birbirinin
aynidir. Her kim bu "ben"i tanır, görür ve anlarsa bütün evreni de
bilir.
"Ben" (nefs) varlık itibariyle hiçbir sınır tanımaz; o herşeye
yayılmıştır; o bütün varoluşun damgasıdır, zira bütün varlıklar onunla
tanınır. Böylece, yavaş yavaş, ben ile eşyânın birbirini ihtivâ ettiği hissi
doğmaktadır. Bilen süje ile bilinen obje arasındaki bütün fark ve temâyüz
siliniyor. Ben aynı zamanda evren, evren de "ben" oluyor. Brahman
rûha sorar: "Kimsin sen?" Cevap: "Şensin, yani ben’im".
Evrensel varlık artık bir nesne gibi tanınmıyor, "ben" ile ayni
oluyor. İşte bu merhaleye aradaki bütün vâsıtalar kaldırılınca ulaşılmaktadır.
Evren ne kadar "ben" ise, "ben" de o kadar evren oluyor.
Bir taraftan herşeye nüfuz eden "ben" (benim nefsim), diğer tarafta
evrensel varlık Brahman. Brahman gezgin rûha "Kimsin" diye
seslenince o da "Şensin, yani ben’im" diyor.
Burada şahsiyet şuûrunun azalması ve kalkması çok önemlidir, ınkü nefs o
zaman kendini en derin şekilde tanıyor. Bu gi. eye özellikle uyku hâlinde,
yani hiçbir arzunun duyulmadığı, dış âlemden hiçbirşeyin bulunmadığı,
hiçbirşeyin bilinmediği, hattâ nefsin dahi farkında bulunulmadığı zaman
ulaşılıyor. Orada bütün aracılar ortadan kalkmıştır. İnsanın kendisi (süje) ile
Atman (obje,) arasına en ufak bir şey dahi girse insanın derdi devam eder. Kendini
"hakîm" zanneden kimsenin durumu budur, yani onunla hakikat arasında
perde vardır.
Herşey nefs’den ibâret olunca insan nasıl hissedebilir, görebilir,
anlayabilir ve tanıyabilir? Bilen’i nasıl bilebiliriz? "Görmede göreni
göremezsin, işitmede işiteni duyamazsın, zihinde anlayanı anlayamazsın,
bilgide bileni bilemezsin. Onun dışında görülecek, anlaşılacak ve bilinecek
hiçbir şey yoktur". Şu halde Atman bir bilgi konusu değildir. Onun teşhisi
ilmin üstündedir. "Kim onu bilmiyorsa biliyor demektir; bilgiyle
bilinmeyen bilmemekle bilinir"15
İşte bu düşünce Yunan felsefesine üç ana noktada aykırı görünmektedir. 1)
Akıl yoluyla açıklamaya hiç bir yer vermiyor; 2) Ahlâkın burada önemli bir yeri
yoktur; ve 3) Brahman ve Atman başka varlıklarla hiç münâsebet hâlinde değil,
tam bir yalnızlık içindedir16.
Plotinus Şark felsefesiyle Eflâtun’u birleştirmek suretiyle iki düşünce
geleneği -Yunan ve Doğuarasında büyük bir köprü olmuştur. Belki de onun her iki
dünyaya birden çok âşinâ ve sempatik gelmesinin başlıca sebebi budur, Ondan
önce yaşamış bulunan Yahudi filozofu Filon da Eflâtunla Şark felsefesini
te’lif edip yeni bir Yahudi ilâhiyâtı kurmaya çalışmıştı. Filon, Eflâtun’un
felsefesini Mûsâ’nın devamı saydı. Tanrı Mûsâ’ya "Benim arkamdakini
göreceksin, ama benim yüzümü göremiyeceksin" dediğine göre, O’nun gerçek
mâhiyeti tam olarak kavranamaz. En iyisi Tanrı’yı sükûnet içinde teemmül
(meditation) etmektir. O’nu bildiğimiz herhangi bir şeyle kıyas edemeyiz. Tanrı
hakkındaki bütün bilgimiz O’nun bizim içimizde oturmuş olmasıdır; bize kendi
tabiatından birşey "üfleyişi"dir. Filon’a göre bilgi ve fazilet ancak
insanın nefsini reddetmesiyle elde edilebilir. Tefekkür ve teemmül eylemden
daha yüksek bir haldir. En yüksek merhale ise insanın sonlu şuûr hâlini arkada
bırakması, Tanrı’yı "veçhen" görmesi, onu akıl ile değil de apaçık
"bedâhet" hâlinde bilmesidir.
Buradan sonra Hıristiyan mistisizminin ortaya çıkışını tâkip
edebiliyoruz. Hakikatte Hıristiyan mistisizmi Eflâtun’dan itibaren gelen ve
Filon’da, Plotinus’da Şark felsefesiyle birleşen Yunan felsefesinin Hıristiyan
inançlarıyla te’lif edilmesinden doğmuştur. Filon’dan sonra, Plotinus’dan önce
yaşamış bulunan İskenderiyeli St. Clement, mistik bir hıristiyan ilâhiyatı
geliştirdi. O’na göre, iyi bir hristiyan, Tanrı hakkında bilgi (ma’rifetullah)
sâhibi olmakla, rûhunu kurtarmak arasında bir tercih yapmak zorunda kalsa,
ma’rifetullah’ı tercih eder. Ruh ve bilgi sâyesinde Tanrı aşkı ile dolar, bütün
dünyevî zevk ve arzuların üstüne çıkar. Bütün ahlâkî kötülükler ya câhillikten,
ya irâde zaafından doğmaktadır; bunlara çâre ise bilgi (ma’rifetullah) ve
disiplin (zühd)’dir. St. Clement’den hemen sonra gelen Origen (Plotinus’un
çağdaşı) ise halkın hıristiyanlığı ile hikmet sâhiplerinin imânı arasında
kesin bir çizgi çizmiştir, ki bu türlü bir ayrıma daha sonra İslâm
mutasavvufları arasında da rastlıyoruz.
Plotinus’dan sonra Yeni-Eflâtuncu felsefe Hıristiyanlık üzerinde daha
geniş tesirler bırakmıştır17. Maamafih İslâm tasavvufunda
Hıristiyanlık verici olmaktan daha çok alıcı durumunda görünüyor.
Hıristiyanlığın fikirden ziyâde hayat tarzı olarak bir tesir yarattığına dair
deliller vardır. İlk İslâm zâhidlerinin Hıristiyanlık’taki zühd ve manastır
hayatından bazı ilhâmlar aldıkları anlaşılıyor. Mekke’de İslâm’dan önce de
sûfilerin bulunduğu18 bize bu hususu açıkça göstermektedir.
Herhalde kılık-kıyafet itibariyle de Hıristiyan târik-i dünyâlarından bazı
tesirler alınmış olmalıdır. Hallac’da İsa’nın bir benzerini görme gayretlerine
rağmen arada fikrî bir yakınlık ve tesir bulunduğu isbât edilmiş değildir.
Özellikle İbni Rüşd’ün felsefesi on üçüncü yüzyıl sonlarına kadar Hıristiyan
filozoflar üzerinde çok etkili olmuş, Hıristiyan dünyasında Yeni-Eflâtuncu
düşüncenin gelişmesinde önemli rol oynamıştır19. Buna karşılık
sonraki çağların Hıristiyan mistisizmi üzerinde İslâm tesiri olduğu muhakkaktır.
İslâm tasavvufunda özellikle sonraki dönemlerde pek büyük tesiri bulunan
Yeni-Eflâtuncu düşünce İslâm dünyasına Hıristiyanlar vâsıtasıyla girmiştir.
Plotinus’un Enneadlar’tnm IV ve VI. kitapları, Süryaniceye kısaltılarak
tercüme edilmiş ve Süryaniler arasında "Aristo İlâhiyatı" adı
altında okunur olmuştur. Dokuzuncu yüzyıl ortalarına doğru bu kitap yine aynı
ad altında Bağdad’da Arapçaya çevrilmiştir. Eser ilk defa meşhur Arap filozofu
el-Kindî tarafından AbbasfHalifesi Mu’tasım’a (833-847) sunulduğu için, bu
tercümeyi El-Kindî’ye atfedenler varsa da onun tercüme etmeyip, tercümeyi
gözden geçirdiği anlaşılmaktadır20. İlk İslâm filozoflarının eski
Yunan filozoflarına âit fikirleri birer felsefi doktrinden ziyâde aynen
hakikat olarak gördükleri düşünülürse, Plotinus’un pek büyük bir tesir yapmış
olması (üstelik Aristo adı altında) beklenir. Bu tesiri en çok Fârâbî’de
görürüz. Fârâbî21, Eflâtun ile Aristo’nun ayni şeyleri
söylediklerini isbata çalışırken Eflâtun adına daha ziyâde Yeni-Eflâtuncu
görüşleri yaydı. Eflâtun’un Porfiri (Plotinus’un halifesi) tarafından
yorumlanan hâliyle tanındığını unutmamalıyız.
Yeni-Eflâtuncu felsefenin Doğu’ya intikalinde en önemli rolü Proclus’un
(M.S. 5. yüzyıl) oynadığı söylenir. Proclus bu felsefe mensupları arasında
sistemin Plotinus’dan sonraki en büyük otoritesi sayılmaktadır. Bundan başka
Yeni-Eflâtuncuların İran üzerinden Şark’ı etkilemiş olmaları ihtimali de
vardır. Yeni-Eflâtuncuların son sığmağı Atina’daki Akademi idi. Fakat
Hıristiyanlığın kat’î zaferi üzerine bu akademi kapatıldığı zaman, içlerinde
Damascius’un da bulunduğu yedi profesör İran’a göç etti. Orada Yunan ilim ve
felsefesinin büyük hayranı olan Husrev tarafından çok iyi kabul gördüler
(532), fakat bir yıl sonra geri döndüler .
İslâm felsefesinde Yeni-Eflâtuncu mistisizmin bütün izlerini açıkça
görmek kabildir. Fârâbî ve İbni Sînâ gibi kendilerini mistik hayata girmemiş,
hattâ belki ona muhalif bir tavır takınmış olanlarda bile, Plotinus’un büyük
tesiri vardır. O kadar ki, Fârâbî’nin bilgi felsefesinde bilen ile bilinen’in
(yani insan ile Tanrı’nın) ontolojik birliği fikrine rastlıyoruz.
Bazı oryantalistler, özellikle L. Massignon, İslâm tasavvufunda devirler
ayırırlar ve Yeni-Eflâtuncu panteistik (vahdet-i vücudcu) felsefenin üçüncü
devirde, yani Muhyiddin’le birlikte tasavvufa girdiğini iddia ederler. Bu iddia
genellikle doğru olmakla birlikte açıklanmaya muhtaçtır. İslâm tasavvufunun
birinci devresi zâhidler zamanıdır ve bu devirde mistik düşünce hareketine
gerçekten rastlanmaz. Ancak ikinci devre denilen ve vahdet-i vücudcu mistiklere
kadar olan zamanda Yeni-Eflâtuncu düşüncenin tesiri açıkça bellidir; esasen
bütün felsefî düşünce sâhasmı saran bir doktrinin sûfî entellektüellerine kadar
varmaması kaabil değildir. Fakat bu tesirlerin Muhyiddin İbni Arabi’ye gelinceye
kadar İslâmiyet’in ana çerçevesini zorlamayacak şekilde özümlendiğini,
dolayısiyle karşımızda orijinal bir İslâm tasavvufunun bulunduğunu
söyleyebiliriz. Şeriate en fazla bağlı kalan, yani İslâm düşüncesi
çerçevesinden çıkmamaya fevkalâde dikkat eden Gazâlî’de bile Plotinus’un
tesirini taşıyan birçok temalar vardır23. İlk akıl’ın
"bir" olandan tıpkı ışığın güneşten yayılması gibi çıkması,
varlıkların da ondan sudûr etmesi, aklî ruh doktrini, yüce güzellik kavramı
ilh. hep İslâmî kavramlar çerçevesinde izah edilmekle birlikte bunlarda
Plotinus’dan gelen ilham açıkça bellidir. Yine de gerek Gazâlî gerek onun
zamanına kadarki mutasavvıfların pek büyük çoğunluğu bizim bugün ehl-i sünnet
akidesi dediğimiz temel inançlarla çalışmamışlardır. İslâm tasavvufunun tarihî
gelişmesi bahsinde bu uzlaşmadan etraflıca bahsedilmiştir.
Muhyiddin İbni Arabi ve onu takip edenlere gelince, bunlarda Filon’un ve
Plotinus’un tesiri o kadar kuvvetlidir ki, bu tesirin zaman zaman İslâm’ın
orijinal kaynaklarına hâkim olduğu görülür. Filon gibi Muhyiddin’in de dinî metinleri
-Kur’an ve hadistamâmen allegorik sistemler haline getirmesi, yani onları bâtmî
mânâların birer sembolü gibi görmesi Müslümanlar arasında inanç birliği -ve
arkasından davranış birliğibakımından tehlikeli anlaşmazlıklara gebe olmuştu.
Muhyiddin’in bu yöndeki tesirleri özellikle İhvân-ı Safâ Risâleleri,nĞQn
aldığı anlaşılıyor.
IV
İslâm tasavvufunda yabancı tesirler meselesi oryantalistler tarafından
olduğu kadar bazı İslâm müellifleri tarafından da çok defa abartılmıştır.
Tasavvufa aleyhtar olanlar, titiz bir inceleme sonunda bazı fikirlerin
menşe’ini İslâm dışında bir yere bağlayabilir veya bazı fikirleri İslâm’ın
temel inançlarıyla tezat halinde görebilirler; nitekim bu türlü araştırmalar
her devirde yapılmıştır. Bizim buradaki kısa izahatımıza bakanlar da İslâm
dışında gelişmiş mistik cereyanlarla İslâm tasavvufu arasında hayret verici benzerlikler
bulmuşlardır. Acaba bütün bu benzerliklerin mâhiyeti ve önemi ne olabilir?
Herşeyden önce şunu belirtelim ki, kültür benzerlikleri arasında illiyet
bağı aramak her zaman geçerli bir yol değildir. Herhangibir zamanda herhangibir
yerde görülen bir kültür unsuruna başka bir zamanda ve başka bir yerde de
rastlandığında, bu ikisinin bir kültür difüzyonu yoluyla birbirine bağlantılı
olduğunu iddia etmek bizi çok defa gereksiz zorlamalara götürebilir. Nitekim
insanların çeşitli zaman ve yerlerde belkemeri kullanmış olmaları bu işin mutlaka
bir kaynaktan adım adım yayıldığını göstermeyebilir. İnsanın insan olarak sâhip
bulunduğu ortak özelliklerden doğan birtakım neticeler vardır ki bunların
başkalarından kopye edilmesi gerekmez. Meselâ din olayının bir yerde doğup
oradan yayıldığını söyleyemeyiz; dinî düşünce evrensel bir olaydır.
İkinci olarak, kültür temasları ve alışverişleri dünyanın her çağında ve
her yerinde görülmüştür; hiçbir cemiyet bundan kaçmamaz. O kadar ki,
İslâmiyet’i bir inanış sistemi olarak benimsemeyen ilim ve fikir adamları bile
onun bu konudaki fevkalâde anlayışı karşısında hayranlıklarını belirtmektedirler.
Zira İslâm yeni bir dünya görüşü ve yeni bir sosyal nizâm getirirken insan
cemiyetinin yapısı ve işleyişini dâima hesaba katmış, hem idealist hem gerçekçi
olmuştur. Meselâ İslâm’dan önceki örf ve âdetlerden bazıları açıkça
reddedildiği halde bazılarına dokunulmamıştır. Daha sonra İslâm hukukunun
gelişme seyri içinde mahallî örf ve âdetlere -İslâm’la çatışmadıkları
ölçüdegeniş bir saha bırakılmıştır. Kısacası, başka sistemlerden birtakım
unsurların İslâm cemiyeti bünyesi içinde yer alması hem sosyal bir zaruret, hem
dinî bir cevâzın neticesidir. Günlük hayâtımıza bir bakacak olursak, gerek
zihnî gerek davranış olarak bu hayatın herbir parçasını bir başka kaynağa
bağlamak mümkündür24. Bunları parça parça ele alacak olursak,
hayâtımız tam bir yamalı bohça gibi görünür. Halbuki biz kendimizi Müslüman
Türkler olarak biliyoruz. Bu demektir ki, kullandığımız şeylerin başlangıcı nerede
olursa olsun, bunlar bizim hayâtımız içinde birbiriyle kaynaşarak belli bir
hüviyet kazanmışlardır. Hiç kimse bizi iskarpin giydiğimiz veya felsefe okuduğumuz
için Türklükten ve Müslümanlıktan çıkmış sayamaz.
Bu düşünceleri hesaba kattığımız zaman, İslâm tasavvufunda yabancı
unsurlar meselesinin Müslümanları rahatsız edecek boyutlara nâdiren ulaştığını
görürüz. Tasavvufun dinin hudutlarını zorladığı zamanlar olmuştur; fakat İslâm
cemaatının hayret verici gücü sâyesinde eğrilerin doğrultulduğuna, bütün sapma
teşebbüslerinin çizgi dâhiline sokul-
İslâm Tasavvufunun Yabancı
Menşe’leri/53 duğuna şâhit oluyoruz. îslâm cemaatının gücü o kadar büyüktür
ki, ana yoldan sapmaları ortak inanç sistemi dâhilinde uygun bir te’vile tâbi
tutarak, hem yabancı fikre İslâmî bir renk vermiş, hem o fikrin sâhiplerini
cemaat içinde tutmayı becerebilmiştir. Hallac’m "Ene’l-Hak" derken
neyi kasdettiği hâlâ meçhûldür, ama Müslümanların büyük çoğunluğu bu sözden
"Ben hakkı söylüyorum", "Ben Haktanım" vs. gibi mânâları çıkarmışlar,
böylece hem sözü, hem Hallac’ı kurtarmışlar, ve netice itibariyle esas İslâm
inancında bir gedik açılmasını önlemişlerdir. Bunun nasıl olduğunu İslâm
tasavvufunun tarihî gelişmesinden bahsederken anlatmaya çalışacağız.
İslâm
Tasavvufunun
Tarihî Gelişmesi
Tasavvuf -diğer mistik sistemlerde olduğu gibihayata karşı belli bir
tavır ve davranış olarak başlamış, daha sonra bir düşünce tarzı halinde
sistemleştirilmeye çalışılmıştır.
İslâm’da ilk sûfîler diye gösterilen kimselerin -Ebû Zer Gıfarî gibiesas
karakteri zühd ve takvâda dikkati çekecek kadar ileri gitmeleridir. Bunlar
Allah yolunda maddî hayatlarını hiçe sayıyorlar, bütün dünyevî varlıklarından
kurtuldukları ölçüde Allah’a yakın olacaklarını düşünüyorlardı. Hakikatte zühd
hayatı Peygamber’in karakteri idi; Hz. Muhammed, elindeki bütün imkânlara
rağmen fakir bir hayat yaşamış, maddî servete kıymet vermemişti. Allah yolunda
harcamayı teşvik ediyor, hattâ rivâyete göre fakirliğiyle öğünüyordu. İlk
müslümanlar arasında onun hayatını örnek alarak zâhidlikte ileri giden
bazılarının nefse âit arzuları mânevî yükselmede kendilerine engel sayarak
erkekliklerini bile fedâ etmeye kalktıkları, fakat Peygamber tarafından
engellendikleri bilinir. Kaynaklar, sahâbeden Ebû Zer Gıfarî, Huzeyfetü’l-Yemânî
ve İmran îbni Haşan Huzaî’yi ilk zâhidler arasında göstermektedir1.
Sûfî kelimesi ve onunla birlikte tasavvuf" daha sonraki tarihlerde
(Hicrî ikinci yüzyılda) ortaya çıkmıştır. Yine de bu ilk sûfileri mistik
olmaktan ziyâde zâhid saymak doğrudur, çünkü bunlar keşf yoluyla Kur’ân’m
derûnî hakikatlerine ulaşma iddiasında değillerdi. Kur’ân’m en büyük yorumcusu
ve her türlü yorum ihtilâfında mutlak hakem olan Peygamber hayatta iken
sahâbenin ferdî yorumlara girişmesi zaten beklenemezdi. Kur’ân’m normatif
esaslarına uymanın yanısıra bir de onun hakikatini içine sindirmek ve zengin
bir mânevi hayat yaşamak sözkonusu olunca, bu noktada Peygamberin hayatından
pekçok örnekler bulunabileceği şüphesizdir. Şu husus göz önünde tutulduğu
takdirde herhangi bir örneğe de ihtiyaç yoktur: Peygamber’in bir din kurucusu
olarak gösterdiği eşsiz samimiyet ancak fevkalâde derin bir mânevi hayatın,
Allah ile sarsılmaz bir râbıtanm eseri olabilirdi. Onun geceleri geç vakitlere
kadar ibâdet ve duâ ile meşgul olması yine bu derin mânevi hayatın en büyük
delillerinden biridir.
Şu halde tasavvuf, dini sâdece kaideler olarak almayıp onun derûnî
mânâsına nüfuz etmeye çalışmak ve dolayısıyle mânevi hayatı maddî hayata üstün
kılmak, Allah’la kul arasındaki münâsebeti iyice derûnîleştirmek şeklinde
alınırsa, İslâm ile tasavvuf hemen hemen aynı mânâya gelir. Nitekim Hicret’in
ilk üç yüz yılında gördüğümüz başlıca mutasavvıfların esas karakteri bu
olmuştu. Bu devirde sûfîlerin iç hayata verdikleri önemin aşırı bir tecerrüde
yol açtığı, mutasavvıfların sosyal, siyasî ve İktisadî hayattan elden geldiğince
uzaklaştıkları görülüyor. Gerçekten, Hârici ve îmamî’lerin dış-siyasî
davranışlara göre hüküm vererek yarattıkları dehşet ve kargaşalık karşısında
sûfîlerin dünyevî kavgalara sırt çevirmeleri genellikle bu karaktere bir
reaksiyon sayılmaktadır. Fakat sûfî hareketinin birinci dönemi diye bilinen bu
devirde tecerrüd ve tevekkül fikri zannedildiği kadar aşırı bir hal almış
değildi. îlk büyük mutasavvıf sayılan Haşan Basrî, Müslümanların siyasî
liderlere itaat etmeleri gerektiğini söylemekle birlikte yine her Müslümanm bu
liderlerin icraatına karşı vicdanî kanaatlerini açıkça ifade etmelerini
iktidar sâhiplerine nasihatten geri durmamalarını tavsiye ediyordu. Haşan Basrî
"hurûc alessultan" fikrini, siyasî ve sosyal nizâmı muhafaza
endişesiyle, reddetmekle birlikte "kitman" (liderlerin haksız icrââtı
karşısında susma) fikrine karşı idi3.
Haşan Basri’nin dinî fikirleri ehl-i sünnet akidesine sâhip bir fakihin
veya münfesirin fikirlerinden hiç farklı değildir. Sonraki tarihlerde tasavvuf
adı altında yaygınlaşan birçok bâtmî inançlara bakarak, Haşan Basrî’yi
sûfîlerden ziyâde ulemâ zümresinden saymak doğru olur. Zaten kendisi zamanının
en tanınmış din âlimi idi. Onun Kur’an’ın hükümleri hakkındaki yorumları
çoğunlukla realist ve hattâ rasyonalisttir. O kadar ki, esas itibariyle
duygusal reaksiyon uyandırmaya yarayan pekçok şeyi rasyonel olmadığı için
reddediyor. Onun mutasavvıf olarak ayırdedici özelliği kalbe önem vermesi,
nefs muhasebesi yoluyla günahtan kaçınmayı öğütlemesi, ve dünyaya
aldanmamaları için insanları devamlı şekilde uyarmasıdır. Ona göre dünya için
âhireti satan her iki dünyayı da kaybeder, ama âhiret için dünyayı satan
ikisini birden kazanır.
Bütün bu fikirler Batıhlar’ın mistisizm dediği ve sonraki bazı sûfîlerde
görülen tabiat-üstü veya duyulardışı bir âlemle temâs, veya Tanrı ile bir olma
iddiasının tamâmen dışında şeylerdir. Haşan Basrî iyi bir Müslümanm Allah’ın
sevdiği bir kul olabilmek maksadıyla neler yapması gerektiğini söylemeye
çalışıyor ve bu hususta Müslümanlar arasında hiçbir ayırım yapmadan herkesin
"makûl" sayacağı şeyler teklif ediyor.
İlk zâhidlerin Hıristiyan münzevîlerini taklid etmiş olmaları pek
muhtemeldir. Mekke’de, İslâm’dan önce de sûfîlerin bulunduğu söylenmiştir4.
Anlaşıldığına göre bunlar İslâm’dan önceki hayattan uzak yaşayan, üzerlerine
gelecek bir İlâhî gazabdan dehşete kapılarak zühd yolunu tercih eden kişilerdi5.
Sûfî isminin kaynağı olan sûf (kaba yün kumaş) da bunların kıyâfetleri
olmalıdır. Sûf böylece dünya hayatına kıymet vermeyişin bir sembolü olmuştur.
Hicretin ilk ikiyüz yılında Medine’de ve özellikle Irak bölgesinde Zühhâd,
Kurrâ, Bekkâün, Kussas, Nussak gibi çeşitli adlar altında popüler zümreler
vardır ki bunların ortak karakteri halkı Allah’ın gazâbı husûsunda uyarmak idi.
Bir çeşit halk vâizi olan bu adamlar halkın toplu bulunduğu yerlerde heyecân
içinde Kur’ân okur ve ağlarlar, yine Kur’ân’dan aldıkları hikâyeleri
süsleyerek bunlar üzerine inşâ ettikleri ahlâkî vaazlarla halkın din anlayışı
üzerinde büyük tesir icrâ ederlerdi. Bunl. ın heyecân unsuruna fazla yer veren
din anlayışlarıyla ilk İslâm fıkıhçılarının -ister istemezşekil unsuruna önem
veren anlayışları arasındaki çatışma, yavaş yavaş ulemâ karşısında bir sûfî
tabakasının teşekkülüne ve bunların bir zümre hâlinde şuûr kazanmalarına -ve
daha sonra teşkilatlanmalarına yol açmıştır. İlk sûfîler esas itibariyle bu
zühhâd (zâhidler) tâifesi arasından çıkmıştır.
Hallâc’a kadar (ö. 922) gelen ilk mutasavvıfların doktrinleri ve
yaşayışları hakkındaki bilgilerin çoğu ikinci, üçüncü elden anekdotlar halinde
bize intikal etmiştir. Bağdad’da tasavvufa sempati duyan birçok muhaddis ve
edîbler meclisler tertipliyorlardı. İslâm tasavvufu üzerine ilk ane kdotlar
buradan çıkmıştır. Bu anekdotları toplayan ansiklopediler sâyesinde sûfîlik
popüler bir hâle gelmiştir ki, bunların en eskileri Burculanî’nin Kitâbü’r-Rııhbân’ı
ile Kerem ve Cûd ve Sehâ en-Nüfûs’udur. Bundan sonra İbni
Ebi’d-Dünyâ’nın eseri geliyor. Bunlarla birlikte Huldî’nin Hıkâyât\ ve
Ebû Nuaym’m Hilye'sı sonraki kitapların başlıca kaynağı olmuştur.
Anekdot kitaplarında bir hikâyenin birkaç varyantına raslıyoruz ki, tasavvuf
gibi sözdeki en ufak nüansların bile büyük mânâ farkları yarattığı bir sâhada
bu durum araştırıcıların işini bir hayli güçleştirmektedir. Müphem
rivâyetlerin ve şifahî nakillerin sosyal-psikolojik faktörlerle nasıl değişikliklere
uğradığı hesaba katılırsa, ilk devir sûfîlerinin etrafında teşekkül eden
şöhret ve kudsiyet hâlesi daha iyi anlaşılabilir. Fakat bu adamların doktriner
görüşlerinden ziyâde verdikleri yaşayış örnekleriyle kitleleri cezbettikleri
muhakkaktır; fakihler ile esas anlaşmazlıkları da buradan doğmaktadır.
Mutasavvıflar dini hiçbir zaman bizim anladığımız mânâda bir ilim konusu
olarak görmemişler, dinin ancak yaşandığı zaman bir mânâsı olabileceğini
söylemişlerdir. Bu yüzden ilk İslâm fıkıhçılarının din yorumları onları iki
bakımdan tedirgin etmiştir. Birincisi dini, objektif, hâricî bir kaideler
sistemi olarak almanın hakikî imânla herhangibir ilgisini görmemişler; ikinci
olarak da fıkıhçıları ferd olarak "başkalarına tavsiye ettiklerini şahsen
yapmayan" samimiyetsiz insanlar olarak telâkki etmişlerdir. Hukukçunun şekilciliği
ile mutasavvıfın hissî hayatı arasında görülen tezat daha sonra zâhir ilmi
bâtın ilmi diye bir kutuplaşmaya yol açacaktır. Maamafih, Haşan Basrî başta
olmak üzere tanınmış mutasavvıfların çoğu dinî ilimler sâhasmda da ihtisas
sahibi kimselerdi ve onların varlığı tasavvufu sırf halk hatibi veya pazaryeri
vâızı takımından kimselere mahsus avamî bir telâkki olmaktan çıkarmıştır.
Nitekim bu "ulemâ" zümresinden bazıları fıkıhçıların yaptığı
sistemleştirme çalışmalarına karşı kendi "yollarının" esaslarını
koymuşlardır.
Dokuzuncu yüzyıldan itibaren zühd hareketi daha çok mistik bir karakter
kazanmaya başlıyor ki, bu istihalenin başında meşhur sufî Harîs Muhâsibî’yi
(781-837) görüyoruz. Muhâsibî ilk olarak sûfî anlayışını bir doktrin halinde
geliştirmeye çalıştı. Onu kendinden öncekilerden ayıran en önemli tarafı İlâhî
aşk konusunda söylemiş olduklarıdır. Muhâsibî’ye kadar sûfîler daha ziyâde
Allah korkusu ve kısmen Allah sevgisinden bahsediyorlardı. Fakat ilk defa o oldukça
ferdileşmiş ve Allah tarafından bir lûtf olarak verilmiş aşktan bahsetti.
'Aşıkların kalplerine kendi aşkının tohumlarım saçan O’dur. Kendini
bize bildiren, bizi kendine itaat ettiren... de hep O’dıır. Sonra
zihinlerindeki gücün teksif edilmesiyle onları kalplerinin derinliklerinde
kendi sesini dinlemeye çağırdı: "Ey benim şâhıdlerim; size gelenler beni
bulamadıkları için hasta olmuşlarsa onları tedavi edin; benim hizmetimden
kaçmışlarsa onları geri döndürün; benim lütuf ve inayetlerimi unutmuşlarsa
hatırlatın. Muhakkak ki ben sizin için en iyi hekimim, çünkü ben hilm sahibiyim
ve halim olan kendine hizmet için halim olanları seçer" dedi... Allah
onları kendine dost edince onlara lütuf ve keremini de bezleder. Bu lütııflar
aşikâr olduğunda (o kimselerin) Allah’a olan aşkları belli olur. Aşkın
tezâhüründe belli bir şekil veya tarz yoktur; kendini belli bir şekil ve
biçimde ortaya çıkarmaz. Ancak biz onu âşıkın karakterinden ve Allah’ın ona
bol bol saçtığı lütuflardan, Allah’ın onu doğru yola götürüşünden ve kalbine
ilham ettiği şeylerden tanırız. Allah’ın lütufları kendisini sevenlerin
kalplerine ulaşır. Allah aşkının en belirgin işareti benzin sapsarı olması,
devamlı tefekkür ve teemmül, uzun geceler tam bir teslimiyetle ve ölümün
gelmesi korkusundan dolayı acele ederek yapılan tâat ve ibâdettir.""
Görülüyor ki Muhâsibî zühdü, korku ile birlikte fakat ondan daha çok
sevgi ile birleştirmiş bir sûfîdir. Aşk felsefesi tasavvuf tarihinde bir dönüm
noktası teşkil ediyor. Muhâsibî bu geçişin tek temsilcisi değildir, ama en
önemli temsilcisi olduğu muhakkaktır7. Bu istihâlenin, eğer zühd
devam edecekse, tabiî bir netice olarak karşılanması gerekir. Gerçekten, daha
önce de işâret edildiği gibi8 evrene karşı menfî bir tavır takınarak
zühd hayatı yaşamak kuru ve tadsız bir hayatın ısrarla devamı demek olur ki bu
imkânsızdır. İnsan zühdü ancak bir mânevî heyecan ile, yani müsbet bir hedefle
birleştirdiği takdirde ondan zevk duyar ve devam ettirir. Böylece, korku ile
başlayan şey sıkı bir kulluk ve nihâyet muhabbetle neticelenmiştir. Bu
değişmenin Bağdad’da vuku bulması ve Abbasî müsamahakârlığının, tercüme faaliyetlerinin
zirvede bulunduğu bir zamana rastlaması insanın akima hemen dış tesirler
getirmektedir. Muhtemelen bu sırada tevhid fikrinin ulemâ arasında çok
konuşulan bir konu olması sûfilerin bu meseleyi kendi açılarından izah etmelerine
yol açmıştır.
Tasavvufun zühd devrinde sünnî itikadı ile herhangibir çatışma
olmamıştır. Muhâsibî’nin çağdaşı olan meşhûr Ahmed bin Hanbel’in bile bir zühd
kitabı yazdığı düşünülürse, zühdî tasavvufun fıkıh açısından hiçbir problem
yaratmadığı açıkça anlaşılır. Gerçekten, Muhâsibî, ehl-i sünnet ulemâsı
tarafından reddedilebilecek birşey söylemiş değildir. Onun Kur’an ve sünnet
dışında hiçbir rehber tanımadığı açıkça görülüyor. Nitekim bir çeşit biyografi
mâhiyetinde olan Kitâbü’l-Vesâyâ’smda kendi zamanının inanç kargaşalıklarından
uzun uzun bahsettikten sonra, insanı selâmete ulaştıracak yolun ancak Şeriat’e
tam mânâsiyle uymak, emir ve nehiyleri sıkı bir şekilde tâkip etmek ve
Peygamber’i rehber edinmek olduğunu söylüyor.
Bu dönüm noktasının en renkli simaları arasında Zünnûn-ı Mısrî (ö. 861),
Bâyezid-i Bistamî (ö. 875) ve Cüneyd-i Bağdadî (ö. 910) vardır. İslâm
mistisizmine panteizmin girişi bunlarla başlamıştır. Yunan felsefesinin ilk
izleri de yine bu yüzyılda Tirmizî (ö. 898) ile birlikte ortaya çıkıyor.
Bâyezid şathiyatı ile, yani vecd halinde söylediği ve dinin temel inançlarına
zıd görünen sözleriyle meşhur olmuştur. Bu sözler arasında Sünnî müslümanları
en müşkül durumda bırakanı ise bir defasında "benim şânım ne
yücedir" diye bağırmasıdır. Yine, müezzin, Allahu Ekber dediği zaman
"Ben daha büyüğüm" dediği rivâyet edilir. Fakat bütün bunlar hep
yüzyıl kadar sonra toplanan rivâyetlerdir; Bâyezid hiçbir eser bırakmamıştır9.
Onun zühdde çok ileri gittiği de söylenir10. Bu arada tıpkı
Peygamber gibi Mi’raç’da bulunduğunu iddia etmesi yüzünden memleketinden sürülmüştür.
Fakat bütün bunlara rağmen Cüneyd ile Hallâc onun "daha işin başında"
kaldığını söylerler. Bâyezid’in şathiyatı üzerine yorumlar yapan Cüneyd, bütün
İslâm tasavvufunun en orijinal ve en parlak şahsiyeti olarak bilinir.
Muhâsibî’nin bir müridi olan Cüneyd, Bâyezid’in şathiyatını yorumlamak
suretiyle onun sözlerini şeriat dâiresine sokmaya çalışmıştır. Anlaşıldığına
göre, Bâyezid ve Zünnun gibi zındıklıkla suçlanan sûfîler tasavvuftaki
"fenâ" teorisinin tehlikeli sonuçlarını hesaba katmayacak kadar
ileri gitmişler ve tasavvuf hareketinin Müslümanlar nazarında bir sapık mezhep
görüntüsü kazanmasına yol açmışlardı. Fenâ doktrinine göre sûfî kendisindeki
beşerî vasıflardan sıyrılarak nihâyette Allah’ın vasıflarını kazanır; yani
İnsanî benliğini öldürerek İlâhî vasıflara kavuşur. Sonraki pekçok yorumcular
gerçekten hem Bâyezid’de hem Hallâc’da görülen Tanrılık iddialarının sırf bu
şekilde bir "vasıfta birlik" hali olduğunu, yoksa bunların zât olarak
Tanrılık iddia etmediklerini söylemişlerdir. Cüneyd mistik hallerde şuûra
doğan şeylerin objektif bir gerçeği olamayacağını söylemektedir ki bu nokta
bazı sûfîlerin gerçekten İslâm’la bağdaştırılamayan şathiyatta bulunduklarını
imâ ediyor. Yine aynı şekilde, Cüneyd’e göre ma’rifte ilimden üstün olamaz;
yani sûfîlerin mistik sezgi ile bildikleri şey rasyonel bilginin neticelerine
tercih edilemez. Yine Cüneyd, serbest olan şeylerden (ibâha) önce yasak
olanlara (tahrîm) dikkat ve riâyet etmek gerektiğini belirtmektedir. Aslında
bütün bunlar o çağda tasavvuf hareketinin şeriat hudutlarını zorlamakta
olduğunu işâret ediyor. Bu çatışma Hallâc olayından itibaren iyice artmak üzere
gitgide ehl-i sünnet itikadı istikametinde gelişmiştir.
Cüneyd, sûfîlerin tevhid doktrinini Kur’an’daki "Elestü"11
misâkma dayandırıyor. Ona göre insanın -ve insanlığın bütün hayatı oradaki ahdi
yerine getirmek ve "menşe’ine dönmek" olayından ibarettir. Vecdin son
merhalesi (kemal ve nihâye) de bu olmalıdır. Buradaki menşe’ veya bidâye,
Cenâb-ı Hakk’m bizi ezelde temsil ettiği hal(ide)’dir, ki bunu şimdiki
mevcudiyetimiz olarak anlamalıyız. Elest bezminde Allah’ın yarattıkları
şimdiki mânâsiyle "gayr-i mevcud" idiler. Onlar öyle bir mevcudiyet
içinde idiler ki onu ancak Allah’ın ilmi kavrar. Cüneyd’e göre insanın
"mevcud olmadan evvelki" haline dönüşü Yaratıcı’nın hayatına girme
mânâsına gelir; bu ise fenâ yoluyla beka bulmak demektir. Yani sûfî ölerek
hayat bulur, onun ölümü "hayat-ı asliyeye katılma" mânâsına gelir.
Nitekim Cüneyd’e göre tasavvuf "Allah’ın seni senliğinden öldürmesi ve
kendisinde yaşatmasıdır. Şu halde Allah’ta beka bulmak için benlikten geçmek
gerekir. Ancak, benliğin ölümü insanın mevcudiyetinin son bulması mânâsına gelmez;
burada sâdece onun ferdiyetinin "Tanrı ile ve Tanrı’da" ebedîleşmesi
söz konusudur. Fakat Cüneyd beka kavramını bu kavramın mûcidi olan Harrâz’dan
farklı bir şekilde kullanmaktadır. Harrâz zühd yoluyla nefsânî arzulardan
sıyrılma (benlikten geçme) sonunda rûhun, İlâhî inâyetle, bir transfigürasyona
(şahsiyet istihâlesi) uğradığını söylüyor. "Aynü’l-cem" denen bu hal
iki özün birleşmesidir. Halbuki Cüneyd, vecd hâlindeki birleşmenin o halden
sıyrılmakla, yani maddî âleme dönmekle sona eren geçici bir durum olduğunu
düşünüyor12. Önemli olan -Bâyezid’in aksinekendinden geçtikten sonra
ayılmak ve "Allah’da beka bulduğunu" farketmektir. Cüneyd’e göre
sûfî’nin hâli, sevgiliyle bir zaman beraber olmuş bir âşıkm ona yeniden
kavuşmak için çırpınması ve devamlı hasret çekmesidir.
Görülüyor ki, Cüneyd’in zamanına kadar tasavvuf artık zühd safhasını
çoktan aşmış, mistik doktrinler teşekkül etmeye başlamıştır. Bu kitabın Ekler
kısmında Bâyezid’den nakledilen metinde de görüleceği gibi, klâsik mistisizmin
esası olan birlik, herşeyin birden çokluk hâlinde zuhûru, ve sonra
başlangıçtaki birliğe dönüş doktrini yerleşmiş, bu dönüşün hayattaki vâsıtası
olan vecd hâli sûfîler arasında yaygınlaşmıştır.
Bu safhada sûfî doktrininin meşrûiyet kazanabilmesi için uzun yıllar
devam edecek olan yeni bir metodun ortaya çıkışına şâhit oluyoruz. İslâm
cemaatının o zamana kadarki ortak özellikleri, yani insanları İslâm cemaatinin
mensubu yapan şeyler Şeriat’in hükümlerinin câri olmasıydı. Bu hükümlerin
dayanağı insanların vicdanı olmakla birlikte, insanları asıl birbirine
bağlayan ve onlara cemaat şuûru veren şey bu vicdan halinin dış tezâhürlerinde
görülen benzerliklerdir. Herkesin namaz kılması, oruç tutması, zekât vermesi,
hukukî münâsebetlerinde Kur’ân ve Sünnet’den çıkarılmış kaidelere uyması ilh...
cemaat şuûrunun başlıca dayanakları idi. Sûfîlerin bu alışılmış benzerlikleri
değersiz kılacak, dolayısiyle onları ortadan kaldırabilecek bir tefsir yoluna
gitmeye kalkmaları, cemaatin şiddetli tepkisiyle karşılaşacaktır. Nitekim
öyle oldu ve sûfîler kendi doktrinlerinin İslâm’a uygunluğunu isbat etmek
zorunda kaldılar. Bunun için herşeyden önce sûfî doktrininin açıkça vaz
edilmesi gerekiyordu. İşte bugün bizim kaynak olarak kullandığımız klâsik tasavvuf
kitapları böylece ortaya çıkmaya başladı. Cüneyd’in yukarıda özetlemeye
çalıştığımız görüşlerinin pratikte böyle bir gâyesi vardı.
Sûfîler fıkıhçıların yolunu beğenmiyorlardı, bunun için İslâm’ı asıl
kendilerinin doğru anladığını ve uyguladığını iddia ederek "ilm-i
tasavvuf' diye yeni bir ilim sâhasılj icâd ettiler. İbni Haldun,
tasavvuf ilminin çıkışında esas gâyenin sûfîlerin kendi aralarında kullanılan
terimlere vâzıh birer mânâ kazandırmak olduğunu, sonradan ilmin yazılı kitaplar
hâline dökülmesi üzerine sûfîlerin de kendi ilimlerine âit kitapları
yazdıklarını söylüyor:
"... Zzra evzâ-ı lûgaviyye ancak maâni-i müteârefe için olmağla
müteâref olmayan bir mânâ zııhûr ettikte andan kolaylıkla anlaşılacak bir
tâbir ile ıstılah etmek âdât-ı insaniyyedendir. İşte bu suretle ashâb-ı
tasavvuf şâir ehl-i şer’in bilmediği böyle bir nev’i ilim ile mümtaz oldular ve
bu cihetle ilm-i şeriat iki sınıf oldu. Bir sınıfı fııkahâ ve ehl-i fetvaya
mahsustur ki ibâdât ve âdât ve muâmelâtta olan ahkâm-ı âmmedir. Ve sınıf-ı
diğeri ashâb-ı tasavvufa mahsustur, ki bu , mııcâhedeye ve mııhâsebe-i nefse
kıyâm ile tarîk-i mücâhedelerinde ârız olan zevk ve vecdlerde ve bir zevkten
zevk-ı âhara terakkinin keyfiyetinde ve bunlara dâir beynlerinde deverân eden
ıstılâhâtın şerhinde kelâmdan ibâret olarak. Vaktâ ki ulûm ve fünûn sudûrdan
sütûra nakl ile fıkıh ve usûl-i fıkıh ve ilm-i kelâm ve tefsir ve ıılûm-ı şâire
te’lif ve tedvin olundıyse bu tarikatın ricâli dahi kendi tarîklerini keşîde-i
simt-ı te’lif ettiler...”14
Burada dikkati çeken bir nokta tasavvufun şer’î ilimlerden biri olarak
gösterilmesidir. Gerçi İbni Haldun’un bu mütalâası çok sonraki tarihlere
âittir, ama daha dokuzuncu yüzyılda sûfîler, gerçekten kendi yollarının Kur’an
ve Sünnet’i hakkıyla anlamayı sağladığını iddia ediyorlardı. Sûfîler kendi
yollarının üstünlüğünü dâima iddia etmekle birlikte bu üstünlüğün şeriatın
dışında değil, fakat onunla birlikte ve onun ötesinde bulunduğunu bilhassa
belirtmeye çalıştılar. Maamafih, onların dini anlamakta fıkıhçılardan oldukça
farklı bir metod kullanmaları yüzünden "şeriat" tâbiri yavaş yavaş
eskisinden farklı bir mânâ kazanmaya başlamış, bununla dinin objektif
kıstasları anlaşılır olmuştu. Aslında sûfîler şeriatin dışında görünmemek için
elden geleni yaptılar.
Sufî doktrini ile şeriat, yahut ehl-i sünnet itikadı arasında birlik ve
uygunluk sağlamak üzere gayret sarfeden önemli şahsiyetler arasında Tirmizî
[ehl-i sünnet müslümanları arasında ilk defa filozof (hakîm) lâkabıyla anılan
muhaddis-sûfî] Tüsterî ve Harrâz sayılır. Bu yaklaşmayı sağlamak için
uğraşanların ulemâ tarafından değil de sûfîler tarafından çıkması dikkati
çekmektedir. Sûfîlerin büyük çoğunluğa kendilerini kabul ettirme ihtiyacını
şiddetle duydukları anlaşılıyor. Bunların çok defa ulemâ tarafından zındıklıkla
suçlanması ve güç bir hayat yaşamaları hesaba katılırsa bu titizlik ve
hassâsiyetin sebepleri daha iyi anlaşılır. Fakat muhakkak ki, sûfîliği sünnî
müslümanhğa uyacak şekilde yorumlayan eserlerin en tesirlileri -Gazâlî istisnâ
edilirsimeşhûr sûfîlerin kitaplarından ziyâde onlar hakkında yazılmış olan
derleme eserlerdir. Bu kitapların bir kısmı kaybolmuş, fakat daha sonraki
nakilleri sâyesinde kısmen bugüne intikal edebilmiştir. Bunlardan en sistemli
olan ve en çok kaynak değeri taşıyanlar Ebû Nasr Serrâc’m Kitâbü’l-Lumma’
fi’t-Tasavvuf u ile Kuşeyrî’nin Risale'sidir. Kuşeyrî’nin Türkçeye
çeşitli tercümeleri vardır ve en son yeni harflerle de çıkmıştır15.
Serrâc’m kitabı Nicholson tarafından neşredilmiş olup henüz hiçbir yabancı
dilde tercümesi yoktur. Tipik bir örnek olarak ona kısaca bakalım:
Serrâc’m asıl maksadı sûfî yolunun Kur’ân ve Sünnet’e dayandığını
göstermektir. Nitekim kitabın Hulefâ-yı Râşidîn’e ve temel ibâdetlerin âdâbına
ayrılmış kısımları ona normal bir akaid ve ilmihal kitabı manzarasını vermektedir.
Serrâc’a göre sûfî’nin normal Müslümandan yegâne farkı, dinî hayatın derûnî
tarafına fazla önem vermesinden ibârettir. Bu noktadan hareketle, Kur’ân ve
Sünnet’e çok aykırı görünen şathiyâtı bile yine Kur’ân ve Sünnet’e uygun bir
yoldan te’vile çalışıyor. Kendisi sünnî bir Müslümandır ve tasavvuftaki beka
kavramını İslâm’daki tevhîd akidesi çerçevesinde izâha çalışır; hulûl’ü açıkça
reddeder. Sûfîlik hakkında verdiği târifler sünnî Müslümanların kabul edebilecekleri
şeylerdir. Sûfîlerin esas itibariyle Kur’ân ve hadîste Peygamber’in ahlâkıyla
ilgili olan keyfiyet ve hissiyata nüfûz edip onları kendi nefslerinde bulmaya
gayret ettiklerini söylüyor16. Ona göre sûfîler fukaha ve ulemâ’nın
zor anladıkları ilimlere de vakıftırlar ki, onlar bu bilgileri Kur’ân ve hadisin
zâhirde göze çarpmayan mânâsından çıkarırlar1'. Serrâc, en çok
tartışma konusu olan vecd bahsinde ise tamâmen sünnî bir tavır takmıyor ve
Kur’ân ve Sünnet’te yeri bulunmayan her türlü vecdin bâtıl olduğunu (naklen)
bildiriliyor18. Yine aynı şekilde, vecdin ve diğere mistik hallerin
başkasına nakli (ifâdesi) imkânsızdır; bunlar konuşmaktan ziyâde susmakla ifâde
edilir19. Bizim konumuz bakımından en önemlisi ise kitabın son
kısmında tasavvufu yanlış anlayanların düştükleri hatâların belirtilmesidir.
Serrâc burada sünnî Müslümanlığa uygun düşmeyen hususların tamâmen yanlış bir
tasavvuf anlayışını temsil ettiğini söylüyor, ki bu noktalara ilerde tekrar
döneceğiz.
Bu ve benzeri eserleri (meselâ Kelâbâzî’nin Taamıf’u ve Kuşeyrî
Tûsâ/e’si) gözden geçirenler bunlarda Peygamberin hakikî tâkipçilerinin
sûfîler olduğunu göstermek hususunda özel bir gayret görürler. Yine bu
eserlerden açıkça anlaşılıyor ki yazarların endişesi sâdece kendilerini sünnî
cemaate kabul ettirmek değil, aynı zamanda bizzat sûfî yolunu seçenler
arasında meydana gelen kargaşalıkları ortadan kaldırmaktır. Nitekim zâhidlik
yolunun sûfîliğe dönüşünde önemli köşebaşlarından biri olan Antakî, kendi zamanında
sûfîlerin câhilliğinden şikâyet etmekte ve âlimlerin servet peşinde koşmaları
yüzünden gençlerin tahsil ve terbiyeden mahrum kaldıklarını söylemektedir.
Sûfîler arasındaki "dikişsiz" şathiyatın sebep olduğu
kargaşalıklar ise bütün müelliflerin ortak şikâyetidir.
IV
Sünnî Müslümanlıkla sûfî hareketi arasındaki bağlantının muhafazası ve
sûfîliğin İslâm-dışı bir istikamet tutturmaması için sarfedilen gayretlerin en
büyüğü ve en önemlisi Gazâlî’nin çalışmalarıdır. Bütün İslâm tarihinde din
anlayışı bakımından Peygamber’den sonraki en önemli dönüm noktasının Gazâlî
olduğu söylenir. Hattâ bu hususta oynadığı rol bakımından ona
"Peygamber’den sonraki en büyük müslüman" diyenler bile vardır.
Gazâlî’nin durumu, tasavvufta İslâm açısından neyin daha önemli, neyin daha
mânâsız olduğunu göstermek bakımından özellikle incelenmeye ve örnek alınmaya
değer bulunmaktadır.
Gazâlî hayatının ilk döneminde bir fıkıh âlimi olarak çalıştı. Fakat bir
zaman şiddetli bir düşünce buhranı (Crise de Consicience) geçirdi ve o zamana
kadar uğraştığı ilimleri, yaşadığı hayat tarzını, inanç ve ibâdet konusundaki
görüşlerini bir tarafa bırakarak münzevî bir sûfî hayatı yaşamaya başladı.
Bir müddet sonra bu hayatı da bırakarak eski mesleğine dönüp hocalık yapmaya
yeniden başladı. Bu son safhada Gazâlî ilk döneminin anlayışında değil, ama
sûfîlik döneminin eserlerini de aynen taşımıyordu. Kısacası, o bir taraftan
sünnî Müslümanlığın bütün esaslarını kabul ederken, diğer taraftan dinin kuru
bir îmân ikrarından ve ibâdetleri yerine getirmekten ibâret olmadığını
düşünüyordu. Ona göre îmân kalbin derinliklerinde yaşanılan bir şeydir ve
sûfîlik işte bu derûnî hayatın yaşanılması konusunda bir metod olarak büyük
kıymet taşıyordu. Gazâlî bu kıymetin gerçekte neden ibâret olduğunu, sûfî
hayatının bütün sübjektif tecrübelerini geçirerek gördü.
Gazâlî’nin sünnî tasavvuf anlayışını yerleştirmek üzere çalışan diğer
şahsiyetlerden farklı ve orijinal tarafı, onun İslâm’da Sünnîlik ve tasavvuf
veya şeriat ile tarikat diye iki ayrı cereyanı uzlaştırması değil, bu ikisinin
bir olduğunu göstermesidir. Nitekim Gazâlî’den sonradır ki, artık ulemâ ve sûfî
diye ayrı zümreler yerine âlim-sûfîler veya sûfî-âlimler ortaya çıkmıştır.
Artık İslâm âlimlerinin çoğu aynı zamanda sûfî, tarîkat büyüklerinin çoğu ise
aynı zamanda âlim kimselerdir. O kadar ki, İslâm reformcusu olarak çıkıp da şeriatten
sapmalara şiddetle reaksiyonda bulunan, tabiî bu arada sübjektif din
yorumlarına aşırı muhalefetleri dolayısiyle sûfîlere iyi bir gözle bakmayan
müslüman liderler bile tasavvufun çeşitli yönlerine yabancı kalmamışlar, hattâ
bunlar arasında keşf iddiasında bulunanlar bile çıkmıştır20.
Gazâlî’ye göre sûfîler hem ilmi, hem ameli zarûri görürler. Onlar nefsi
kötülüklerden kesmek ve ahlâkı kötü sıfatlardan arıtmayı öngörürler. Öyle ki,
kalbi artık Allah’dan gayrı herşeyden ayırmak ve sâdece O’nunla doldurmak
icâbeder.
Gazâlî bu işin bilgi tarafını amel tarafından daha kolay bulmuş, meşhûr
mutasavvıfların eserlerini -Ebû Tâlib Mekkî’nin Kutü’l-Kulûb’yı
gibiokumuş, böylece tasavvufun bilgi ile ilgili tarafının özünü kavramıştır.
Fakat asıl sûfîliğe mahsus olan tarafın zevk (vecd) ile, hal ile, sıfatların
tebeddülü ile kazanılabileceğini söylemektedir. Onun zevk dediği şey vâsıtasız
idrâktir, yani îmân mevzuu olan şeyi akıl yoluyla değil, bizzat müşâhede ile
bilmektir. Esasen o üç türlü bilgiden bahsetmektedir ki bunların birincisi
vâsıtasız idrâkle, diğeri ilimle (akıl ve muhakeme), üçüncüsü de basitçe
inanarak bilinendir.
Sûfînin vâsıtasız bilgisini elde etmek için onun gibi yaşamak, yani kalbi
bütün dünyevî alâkalardan koparıp orada sâdece Allah’a yer vermek lâzımdır.
Gazâlî bunun için -uzun bir tereddüt döneminden sonraişini ve âilesini
terketmiş ve iki yıl müddetle Kudüs’de, Hicaz’da dolaşmıştır. Bu iki yıl
esnasında öyle çok "keşiflerde bulunduğunu -yani normal gözle görülmeyecek
şeyler gördüğünüsöylüyor ki, bunların neticesi olarak sûfîlerin özellikle Allah
yolunda olduklarını, onların gidişlerinin en iyi gidiş, yollarının en doğru
yol, ahlâklarının en temiz ahlâk olduğunu anlamıştır. "Onlarda duran veya
hareket eden herşey, dışları ve içleri Peygamberlik nûrundan
kaynaklanmaktadır"21.
Gazâlî’nin burada yaptığı en önemli iş sûfî metodunu sünnî îmânının
tahkiki için bir vâsıta hâline getirmiş olmasıdır. Böylece ona göre aslolan
sünnî itikadıdır, anc .kbu îmanı akla dayanan ilim veya felsefe yoluyla tahk’k
etmek imkânsızdır. İlim -veya felsefebu iş için yeterli değildir. Sûfî’nin
zevk dediği hâli yaşayan insan o ha’. e îmân konusu edindiği şeyin hakikatini
doğrudan doğruya yaşamak suretiyle anlar. Allah’ı hiçbir zaman göstermek
mümkün değildir, böylece de O’nun varlığı hiçbir zaman isbatlanamaz. Ama
Allah’ı kalbinin derinliklerinde duyan bir insan O’nun varlığı için hiçbir
isbat ve delile ihtiyaç duymayacak derecede imân sahibi olur. İşte sûfî’nin
zevki (vecd) bunu vermektedir.
Zevkin dindeki yeri nedir? Gazâlî burada vahy’in en yüksek bir zevk hâli
olduğunu, yani sûfî’nin bu yolda Peygamber’1! taklid ettiğini
söylüyor. Ona göre, zevkten nasibi olmayan kimse peygamberliğin hakikatleri
hakkında sâdece sözden ibâret bir anlayış kazanabilir. Muhakkak ki evliyânm
kerâmetleri peygamberlerin habercisidir. Rcsûlullah’m hâli de başlangıçta böyle
idi; Hira Dağı’na gidip ibâdet için yalnız kaldığı zaman Araplar onun için
"İşte Muhammed Allah’ın aşkıyla yanıyor" derlerdi. Yola (sûfî
yoluna) girmiş olanlar buna benzer zevk halleri yaşarlar. Bu zevki tatmayanlar
ise onların meclislerinde bulunmak suretiyle sohbetlerini dinleyerek onların
îmânlarından istifade ederler. Sâliklerin sohbetlerinde bulunmayanları ise,
kendisinin İhya adlı kitabının "Acâibü’l-Kalb" kısmında
anlattığı gibi, bütün bunların kesinlikle doğru olduğundan emin bulunmalıdırlar.
İlim bir şeyin doğruluğunu delil ve isbat yoluyla (tahkîk bi’l-bürhân)
araştırır. Zevk ise hal dediğimiz şeylerin yaşanmasıdır. Hüsnüzanna
dayanarak.duyduklarını ve tecrübe ettiklerini kabul etmeye ise "îmân"
denir. İşte bunlar üç derecedir. "Allah sızın aranızda îmân edenlerin
ve ilim sahibi olanların mevkilerini yükseltir"". Geriye kalanlar
-bu üç derecenin dışında olanlarise, bunlar câhillerdir. Bunlar bu mevzuda
bütün söylenenleri esastan inkâr ederler. Kendilerine anlatılanları hayretle
karşılarlar, tekrar dinler, alay ederler ve "Acaip, ne işlerdir bunlar
böyle?" derler. Bunlar Allah’ın kendileri hakkında şöyle buyurduğu
kimselerdir: "Onların (kâfirlerin) aralarında bazıları seni dinlerler
ama sonra senin yanından ayrıldıkları zaman ilim sahibi olanlara ‘ne diyor bu
adam böyle?’ diye sorarlar. İşte bunlar Allah'ın kalblerini mühürlediği ve
yanlış inançlara tâbi olmuş bulunan kimselerdir. "23
Duyu organlarımızın verdiklerinden sonra aklımız geliyor. Akim da
ötesinde bir meleke vardır ki işte bu saha peygamberlere mahsustur. Onlar
görülmeyeni, istikbalde olacakları bilirler. Akıl safhasında kalanlar bu gibi
şeyleri imkânsız sayarlar ve kendilerinin ulaşamadıkları bir merhaleyi hiç yok
zannederler. Tıpkı doğuştan körlerin renklerden bahsedildiği zaman hiçbirşey
anlayamayışları gibi. Allah bu zor şeyleri anlaşılır kılmak üzere rüyayı
vermiştir. Rüyâ peygamberlere âit melekenin bir örneğidir. Biri kalkar da derse
ki, bir adam duyu organları ile uyanık iken görmediği şeyleri uykuda nasıl
görebilir? Ona şu cevabı verebiliriz: Akıl da duyu organlarımız için yabancı
olan her çeşit aklî bilgisi almamıza yarayan bir melekedir. İşte peygamberlik
de buna benzer... Nitekim bazı bilgilerimiz de vardır ki sırf akılla elde
edilemez: Tıb ve astronomide durum böyledir. Burada tecrübe geçmez. Öyle
astronomi kanunları vardır ki, bin senede bir defa gerçekleşebilir. Devâların
özellikleri için de aynı şey söylenebilir... Şu halde aklı aşan şeyleri kavramak
üzere bir yol (tarîk) vardır. İşte nübüvvet (peygamberlik) budur. Ama
akıl-üstü bilgi peygamberliğin pekçok husûsiyetlerinden sâdece bir tanesidir...
Bu diğer husûsiyetler tasavvuf yoluna girmekle idrâk olunur.24
Bütün bunlardan çıkan apaçık sonucu birkaç cümle ile özetlersek
diyebiliriz ki, Gazâlî’ye göre tasavvuf, dinin hakikatlerine nüfuz edebilmek
için tutulacak en iyi yoldur. Zira dinin esası Peygamber’in tebliğidir; yani
bir insan bizim ulaşamadığımız bir âlemle temâs halindedir ve bizim
görmediklerimizi görmekte, bilmediklerimizi bilmektedir. Bunu nasıl yapıyor?
Peygamberde hakikate ulaşmanın aklı aşan bir merhalesi vardır. İşte tasavvufun
vecdi bizim o melekeyi anlamamıza yardım ediyor; onu anladığımız zaman
Peygamber’in bize bildirdiklerinin hakikat olduğunu apaçık biliyoruz.
Şu halde esas olan Peygamber’in getirdiği tebliğdir, yani Kur’ân ve
Sünnet’tir. Tasavvufun kendine mahsus ayrı bir hakikatler âlemi mevcut
değildir.
Gazâlî’nin bu fikirleri bir taraftan sünnî İslâm îmânının sağlam bir
şekilde ayakta kalmasına, bir taraftan sûfî yolunu tercih edenlerin sünnî
itkadı çerçevesinde kalmasına ve böylece İslâm’ın yeni bir birlik anlayışı
içinde hamle gücü kazanmasına önemli ölçüde yardım etti. Maamafih, onun bu
konudaki gayretlerinin yoğunluğundan da anlaşılacağı gibi, onbirinci yüzyılda
İslâm dünyâsı büyük siyasî-ideolojik kargaşalıklar içinde bulunuyordu ve bu
dönemde ortaya çıkan bazı cereyanlar İslâm tasavvufuna aksi yönde birtakım
tesirler yapmaktan geri kalmadı.
Selçuklular Ortadoğu’ya indikleri zaman Bağdad Şiî Büveyh-oğulları’nın
eline geçmiş, Mısır’da ise bir Şiî devleeti (ve halifeliği) kurulmuş
bulunuyordu. Sünnî İslâm hilâfetinin doğusundaki ve batısındaki bu Şiî güçler
siyasî bakımdan birlik halinde değillerdi, ama onların ideolojik hücumları
hemen hemen ayni tip tesirler icrâ etti. Gazâlî’den biraz önce
Büveyh-oğulları’nın hâkimiyeti zamanında sünnî doktrini dışındaki cereyanlar
üzerindeki siyasî baskının kalkması üzerine büyük bir hayatiyet kazandılar.
Bunlardan biri olan İ/zvan-z Safâ hareketi Yeni-Eflâtuncu mistisizmi İslâm
düşüncesine sokmakta büyük rol oynadı. İhvân-ı Safâ bir gizli cemiyetti.
O tarihlerde gerek Fâtımîler’in, gerek İsmailîler’in İhvân-ı Safâ cemiyeti
tarafından yayılan fikirleri benimsemiş olmalarına bakılırsa, bu cemiyetin
neşrettiği risâlelerin siyasî maksatlara hizmet ettiği düşünülebilir. İsmailî
doktrini İhvân-ı Safâ felsefesinin bir kopyesidir; her iki harekette de
doktrine adam kazandırmak için kullanılan usûller aynidir25. Burada
Yeni-Eflâtuncu sudûr nazarîyesi Tanrı’dan Mehdî’ye kadar İsmailî hiyerarşisini
temsil edecek bir kalıba dökülmüştür. Özellikle önemli bir husus hakikatin
zâhirde değil bâtında olduğu ve peygamberlerin zâhir’i, velîlerin bâtm’ı temsil
ettikleri iddiasıdır. Böylece Peygamber şeriat’i, Ali -ve ondan sonraki
imamlarde hakikat’ı temsil etmektedir26; hakikat ise şeriat’ın
üzerinde olmak itibariyle velînin nebî’ye (Peygamber’e) üstünlüğü burada ortaya
çıkar.
Zâhir ve bâtın ayırımı, velâyet-nübüvvet tezadı Gazâli’nin anladığı sünnî
tasavvufa tamâmen zıt idi ve bu cereyanlar Gazâlî’den sonra da devam etti.
Velî, Peygamber’in getirdiği şeriatin hakikatini bilen kimse olduğuna göre, dinin
hakikatlerine erişebilmek için Peygamber’i tâkip edecek yerde sûfî liderlerinin
şahsî keşiflerine kulak vermek gerekiyordu. Sonraki yüzyıllarda geliştirilen
mistik teozofinin temelinde bu anlayış yatar. Burada Peygamber’in geri plâna
atılmasına karşı sünnî İslâm cemaatının reaksiyonlarını önlemek isteyenler,
Peygamber’de ayni zamanda velîlik tarafının da bulunduğunu, ancak veliliğinin
nebîliğine üstün olduğunu söylemişlerdir.
Yeni-Eflâtuncu bilgi (ma’rifet) nazariyesi Fârâbî ve İbni Sînâ’da büyük
yankılar yapmış olmakla birlikte bunlar şahsî hayatlarında sûfî yolunu seçmedikleri
için onların tasavvuftaki tesirleri çok dolaylı olmuştur. Filozof olarak tasavvufu
bir felsefî sistem -tam Gazâlî’nin aksinehaline getirme yolunda ilk ciddî
teşebbüs Suhreverdî’ye âittir. 1191’de Halep’de Eyyûbî hükümdarının emriyle
idâm edildiği için "maktül" veya "şehîd" lâkabıyla anılan
Suhreverdî, Plotinus’un sudûr (emanation) teorisinden hareket ederek varlık
kademeleri hakkında yeni bir görüş getirmiştir. Bu görüşün esâsı vahdet-i
vücutculuk (panteizm) olup hem ontoloji, hem bilgi nazariyesi (epistemoloji)
bakımından çok önemli neticeler doğurmaktadır.
Suhreverdi27 varlık kategorilerinin birbirinden çıktığı ve
dolayısiyle birbirlerinden farklı olduğu fikrini reddediyor. Ona göre varlık
birdir, onun birbirinden farklı görüntüleri (canlı, cansız, insan, hayvan vs.
ve bunların kendi içlerindeki farklar) sâdece mükemmellik bakımından farklıdırlar.
Böylece bütün kâinat bir tek varlığın mâhiyet olarak ayni, fakat mükemmellik
bakımından derece derece farklı tezâhürlerinden ibârettir. Şu halde ontolojik
bakımdan Tanrı ile insan arasındaki fark da ortadan kalkmış olmaktadır; insan
kusurlu bir Tanrı’dır, veya Tanrı mükemmel insan’dır.
Bu türlü bir varlık anlayışı bilgi felsefesi açısından kaçınılmaz bir
sonuç doğuracaktır. Varlıklar özde farklı değilse, realitede farklılıktan
bahsedilemez. Halbuki bir şeyi bilmek -Aristo geleneğindeonu realitenin diğer
kısımlarından ayırdetmek demektir. O halde bilgiyi nasıl elde edeceğiz?
Suhreverdî bunun akılla değil, zevk (vecd veya sezgi) ile mümkün olduğunu
söylüyor. Ona göre bütün filozoflar hakikate böyle varmışlar, kendisi de hep
mükâşefe ile bilgi sâhibi olmuştur. Hakikatin vâsıtasız müşâhedesine imkân
veren şey, nûr’dur. Varlık nasıl en mükemmel olandan sudûr ediyorsa, aynı
kaynaktan bir de nûr çıkarak bizim şuûrumuza gelir ve onu aydınlatır.
Suhreverdî Yunan felsefesiyle Zerdüşt dinini birbirine karıştırıp
bunlardan mistik bir teozofi kurdu. Bu sistemde felsefe ile sihir birbirine
karışmıştır. Gerçekten, Suhreverdî bir insana mukaddes nûr gelip onu eşyânm
hakikatleri husûsunda aydınlattığı zaman, bu bilginin insana müthiş bir kudret
kazandırdığını iddia ediyordu. Belki de idâmma sebep olan sihirbazlık
suçlaması buradan çıkmıştır.
Suhreverdî arkasında İşrâkiye adı verilen bir ekol bıraktı. Fakat onun
mistisizmi İslâm tasavvufunun sâdece felsefî dalında bir tesir bırakmıştır.
Gazâlî’den yirmibeş yıl kadar sonra ölen meşhûr İbni Tufeyl için de ayni şey
söylenebilir. İbni Tufeyl Aristo ile Plotinus karışımı bir felsefeye sâhipti
ve bu felsefede keşfe büyük bir yer veriliyordu. Filozofun gâyesi rûhu ve
bedeni arıtmak suretiyle İlâhi birliğe kavuşmak, benliğini İlâhî varlıkta
kaybetmekti. İbni Tufeyl bu yoldan kendisine nice hakikatlerin âşikâr olduğunu
iddia etti. Fakat gerek Suhreverdî, gerek o, dinden ziyâde felsefeye önem
veriyorlar, böylece tesir sâhalarmı çok daraltmış oluyorlardı. Suhreverdî
İslâm’ın en ciddî rakiplerinden biri sayılan Zerdüşt (Zındık) dininden aldığı
temaları Müslüman cemaat arasında yaymaya çalıştı, başaramadı. İbni Tufeyl’e
gelince, o zaten dinin avam için olduğunu düşünüyor ve felsefeyi onun üzerinde
görüyordu. Bunlarda İslâmiyet’in arka plânda bir motif halinde görünmesi,
felsefenin uyandırdığı reaksiyonlara karşı bir çeşit sigorta halinde
kullanıldığı intibâım vermektedir. Gazâlî’den sonra felsefenin başlı başına bir
sâha olarak tutunamadığını, fakat büsbütün de ortadan kalkmayıp mistisizm
içinde devam ettiğini söyleyenler bu bakımdan haklı olabilirler.
Felsefenin dinle karışmasından sonra ortaya çıkan düşüncenin en parlak ve
en tartışmalı şahsiyeti Muhyiddin İbni Arabi’dir. Gazâlî’nin ölümünden elli yıl
kadar sonra (1165) doğan İbni Arabi kendi zamanına kadar sûfîlerde derece
derece görülen bazı fikirleri varabilecekleri en ileri sonuca götürdü. Vahdet-i
vücutcu olarak varlığın özde bir olduğunu, ancak çokluk halinde tezâhür
ettiğini söyledi. Ona göre Allah mutlak varlık’tır; varolan herşeyin tek kaynağı
O’dur. Kendinden başka ne varolmuşsa O’nun irâdesiyle varolmuştur. Allah’ın
iradesinin vâsıtaları O’nun İlâhî isimleri veya evrensel kavramlardır. Herşey,
yaratılmadan önce Allah’ın ilminde mevcuttu; şu halde sûretleri (a’yân-ı
sâbite) ezel’de Allah’ın zâtı ile birdi. İnsanın Allah ile bir (ittihad)
olmasından kastedilen budur. İnsan Allah ile birleşerek bir varlık olmaz,
sâdece bu bahsedilen, yani varolan birliğin gerçekleşmesi söz konusudur. Hulûl
(Allah’ın bir insan cismine girerek tecellîsi) varlıktaki birliğe uymaz, çünkü
böyle bir durumda Allah’ı varlıklardan biri saymak gerekir.28
İbni Arabi’nin Yeni-Eflâtuncu felsefeden İsmailî ve Karmatî doktrinlerine
kadar pek çok tesir kaynağı bulunduğu için, kurduğu felsefe bütün bu
tesirlerin bir karışımı ve dolayısiyle tâkibi son derece zor bir kargaşalık
manzarası verir. Bunların yanında bir de zâhir-bâtın ayırımına çok büyük önem
vermesi dolayısiyle sembolik ifâdelerle işi büsbütün karıştırması okuyucuyu
son derece müşkil durumda bırakmaktadır. O kadar ki, kendisi bile
anlattıklarını anlaşılır hale getirmek üzere eserlerine şerh yazmıştır. Bu
telifçiliğin bir neticesi de, kaynaklarını hiçbir zaman olduğu gibi aktarmaması,
her tesiri kendine göre değiştirerek orijinal sayılabilecek bir felsefe vücûda
getirmesidir. Bu yüzden meselâ Plotinus’un görüşlerini kullandığı halde kendi
fikirleri onun basit bir kopyesi değildir.
İbni Arabî yaradılışı tecellîler şeklinde izah ediyor. Burada Plotinus’un
sudûr nazariyesinden ilham aldığı anlaşılmaktadır, fakat tecellî olayı
sudûr’dan farklıdır. Varlıklar âlemi "Bir" olan Tanrı’dan sudûr
halinde çıkmış ayrı ayrı varoluşları temsil etmez. Gördüğümüz farklılıklar
Allah’ın değişik kemâl derecelerinde tecellî etmesinden ibârettir. Allah’ın
hakikati cansız maddelerde çok aşağı derecede tecellî etmiştir; onun en yüksek
derecede tecellîsi "ınsan-ı kâmz7"dedir. İnsan-ı kâmil hakikatlerin
hakikati veya Muhammed’in hakikatinin tezâhür ettiği insan demektir. İbni Arabî
burada Plotinus’daki ilk akıl’a hakikatlerin hakikati diyor. Hakikatlerin
hakikati Peygamber’in şahsında tecellîsini bulmuş olmakla birlikte bu tecellî
onunla sona ermez. Hazret-i Muhammed son peygamberdir, fakat son velî değildir.
Binâenaleyh İbni Arabî’nin insan-ı kâmil’i en yüksek hakikatin tecelligâhı
olarak başka bir insan da olabilir. Nitekim o Peygamber’in vasfı olan hatem-i
enbiyâ’lık gibi bir de hatem-ı evliyâ’hk kavramı ortaya atmış ve
bununla kendi şahsını imâ etmiştir.
Allah’ın hakikati nasıl tecellî etmektedir? Yaradılış olayı mutlak
varlığın tecellîsi olduğuna ve mutlak varlıktan başka varlık sözkonusu
olamayacağına göre, Allah’ın yaratılışla tecellîsi ona âit iç realitenin bir
dış realite hâline dönüşmesi demektir. Şu halde bizim dünyamızda Allah’ın
kendi kendini bilen ilk akl'mm. yansıdığı bir yer olmalıdır. Nitekim
meşhûr olmuş bir hadîs’e göre Allah gizli bir hazine idi, bilinmek için
dünyayı yarattı. Bu durumda O’nu bilenin bulunması gerekir. İşte insan-ı
kâmil bu kimsedir. İnsan-ı kâmil hakikati temsil eden insandır. Aslında
insan olmak hakikatin tecellî ettiği yer olmak mânâsına gelir. Zira İbni
Arabî, bütün kâinatı insanın zihnî melekelerine sâhip bir varlık olarak görür
ve ona "insan-ı ekber" adını verir. İnsan onu -küçük çaptatemsil
etmek itibariyle "insan-ı sagîr"dir. İnsan-ı kâmil ise insanlar
içinde evrensel hakikati kemâl derecesinde temsil eden kimsedir.
Hakikatlerin hakikati veya Muhammed’in hakikatinin bizim bildiğimiz
Hazret-i Muhammedie olan bütün ilişkisi, tarihin bir döneminde onun şahsında
ortaya çıkmasından ibârettir. Velîler de bu tecellîye mazhardırlar, hattâ
velîler bu hususta peygamberlerden üstündürler. Ancak Hazret-i Muhammed ayni
zamanda velî olduğu için o herkesin üstündedir.
İbni Arabî’nin ancak çok kaba hatlarla ve kısmen verdiğimiz bu düşüncesi
hem İslâm tasavvufunda, hem bütünüyle İslâm düşüncesinde çok derin izler
bırakmış, bilhassa tasavvufta büyük bir dönüm noktası olmuştur. Buna karşılık
getirdiği yenilikler dolayısiyle gerek sünnî ulemâ gerek bazı sünnî sûfîler
tarafından sert tenkitlere uğramıştır. Gerçekten, onun panteist felsefesi o
zamana kadar esas itibariyle ahlâkî ve psikolojik neticelerle ilgili olan tasavvufu
bir metafizik sistem hâline getirmiş, böylece sûfîlik kendi başına hakikatler
peşinde gezmek itibariyle dinden ayrı bir sistem olmuştur. Bu noktada
Muhyiddin İbni Arabî, Gazâlî’nin zıt kutbunu temsil etmektedir. Gazâlî’de
tasavvuf, Kur’ân ve Sünnet’in getirdiği hakikati sübjektif tecrübe hâlinde
yaşamanın bir yolu idi; Muhyiddin’de Kur’ân ve Sünnet hakikatin ancak bir
parçasıdır ve sûfî kendi başına hakikatlere erebilen insandır. Nitekim
Muhyiddin’in İslâm’a bakışı yirminci yüzyılda "ebedî felsefe"
denen görüşe mensup batılı mütefekkirlerin bakışına benzemektedir. Bunlara göre
İlâhî hakikat tarihin çeşitli devrelerinde çeşitli yerlerde, muhtelif kimseler
tarafından tebliğ edilmiştir. Hazret-i Muhammed’in tebliği hakikattir, ama
meselâ Buda’nın, Konfüçyüs’ün vb. tebliğleri de hakikattir.
Muhyiddin İbni Arabî tasavvufun eski ahlâkî muhtevâsını metafizik muhtevâ
ile değiştirmekle kalmadı; onu büsbütün ahlâkî muhtevâdan mahrum bırakacak bir
yola girdi. Panteizmin varlık anlayışı sünnî İslâm doktrininin varlık
anlayışına zıt olduğu için, bu iki sistemin getirdiği ahlâk da birbirine
zıttır. İslâm’ın gerek ahlâk, gerek kazâ ve kader teorisi Allah ile insan
arasında ayrılığa dayanır. İslâm’ın tevhîd akidesi Allah’ın birliğini hedef
almaktadır, yoksa varlığın birliğini değil. Muhyiddin "fenâ"
(Allah’da yok olmak) doktrinini izah ederken, sûfînin Allah’la bir
olamayacağını, çünkü zaten ondan başkası olmadığını söylüyor. Ahlâk insanlar
için sözkonusudur ve dinî ahlâk Allah’ın kulları için koyduğu emir ve yasaklara
dayanır. Gerçi Muhyiddin normatif ahlâkın lüzumlu olduğunu söylemektedir, ama
bu ahlâk normlarına uymak için ciddî bir sebep mevcut değildir. Ahlâkımızın
sorumlusu biz değiliz, çünkü bizim fillerimizin yaratıcısı biz değiliz. Esâsen
biz ve O diye bir ayırım yapmaya imkân yoktur. Bir insan işlediği fiilin
"kul" olarak sorumluluğunu alabileceği gibi, bu sorumluluğu tamâmen
öz cevherine, yani Allah’a ait gösterebilir. Muhyiddin’in sisteminde bunların
ikisi de pekâlâ mümkündür. Ahlâk onun için önemli bir mesele değildir; eski
sûfîler hep normatif ahlâk meseleleriyle uğraşmış, yani insanlara iyi ahlâkın
ne olduğunu anlatmaya çalışmışlarken, Muhyiddin sâdece ahlâkî davranışın
metafizik mekanizmasıyla ilgilenmiştir.
Muhyiddin İbni Arabi’nin getirdiği bir başka yenilik, daha önce kısmen
Hallâc, Şiblî, Tüsterî vb.lerinde gördüğümüz bâtmî yorum metodunu son haddine
vardırmasıdır. Hallâc’dan, İsmailîler’den, Yunan filozoflarından aldığı
kavramları İslâm’a uygulamak için dinî metinleri (Kur’ân ve hadîs) öyle
zorlamıştır ki, Muhyiddin’in yorumundan sonra artık onları tanıma imkânı
bulunamaz. Bu haliyle onun meşhûr allegorik Tevrat yorumcusu Filon’a çok
benzediği muhakkaktır, fakat bu tesiri hangi kanaldan aldığı tesbit edilmiş
değildir. Muhyiddin Kur’ân’a ondan bir mânâ çıkarmak üzere bakmaz; çünkü
oradan herhangi birşey öğrenecek değildir. Kavramlar kendi kafasında önceden
mevcuttur. Kur’ân’ın ifâdesini kendi kafasındaki kavramlara uyduracak şekilde
eğip büker. Esâsen onun sisteminde her tecellînin bir zâhiri, bir de bâtını
vardır; zâhiri herkes görmektedir, ama bâtını ancak velîler çözebilir.
İbni Arabî felsefî görüşlerini dine uygulamaya kalkışmasa bu derecee
şöhret ve tesir kazanamazdı. Nitekim onunkine benzer bir panteizmi savunan İbni
Seb’în’in fikirleri çok dar bir çevrede kalmıştır. Muhyiddin bütün fikirlerine
dinî yorumlar getirdiği için herkesi meşgûl etmiş, dostlarından daha çok
düşman kazanmıştır. Muhakkak ki dinin özüne dönerek Peygamber’in getirdiği saf
haliyle müslümanlığı yaşamak gerektiğine inananlar onun için aşırı te’lifçi
birini şiddetle reddedeceklerdi. Buna karşılık Muhyiddin sûfî çevrelerinde
büyük üstâd sayıldı ve etrafında âdeta bir kudsiyet hâlesi peydâ oldu. Sûfîler
ona "Şeyh-i Ekber" (En büyük şeyh) adını verdiler; selefiyeci
Müslümanlar ise "Şeyh-i Ekfer" (En kâfir şeyh) olduğuna karar
verdiler.
Muhyiddin’in tasavvufundaki inanç kargaşalığı Gazâlî’den bu yana sünnî
akidelerin hâkim olduğu sûfî çevrelerde çok fazla bir tesir uyandırmış
değildir. Sûfîler "en büyük şeyhlerinin İslâm inancına ters düşen
sözlerini, belki de ondan öğrendikleri bir metodla, te’vil yoluna gittiler ve
hem onu, hem imânı korumayı tercih ettiler. Mevlânâ Celâlcddin ve Câmi gibi
şâir sûfîlerde panteistik heyecan coşkunluğu sık sık görülür, fakat bunlar
yine sünnî çerçevede kalmışlardır. Muhyiddin’in doğrudan tâkipçileri arasında
en meşhurları İbni Farid, Cîlî, Ferganî ve Havranî’dir. İbni Farid aslında
onun çağdaşı olduğu için doğrudan doğruya İbni Arabi’den müteessir olup
olmadığı bilinmiyor. Arap edebiyatının en büyük şâirlerinden biri olan İbni
Farid, Taiyye-i Kübra1') adlı meşhûr kasidesinde
panteist bir görüşü dile getirmektedir. İbni Arabi’nin metafiziği ise
Abdülkerim El-Cîlî (ö. 1428) tarafından devam ettirilmiştir. Cîlî, El-İnsânü’l-Kâmil''
adlı eserinde gerek İbni Arabi’nin vahdet-i vücûd doktrinini, gerekse onun insan-ı
kâmil kavramını işliyor. Maamafih Cîlî, üstâdı Muhyiddin gibi Peygamber’e
bağlılığı şüpheli biri değildir; nebî-velî ayırımını ve Peygambcr’de velâyetin
nübüvvete üstünlüğünü kabul etmekle birlikte, velîlerin Peygamber’in
halifeleri olduklarını ve ona tâbi olmaları gerektiğini bildirir. Ona göre
varlığın esası birdir, bu birlik tabiatta çokluk halinde tecellî etmiştir.
Ancak bu çokluk içinde birlik insan’da kendini göstermektedir. Allah insana
tecellî edince onu nûru ile aydınlatıyor, yani hakikatini bildiriyor. İnsan-ı
kâmil bu aydınlıkla geldiği yolu gerisin geriye katedip Mutlak Varlık’a
dönen kimse demektir. Gerçi bu söylenenler birer anafikir olarak eski sûfîlerde
de vardır, ancak Cîlî bunları tıpkı Muhyiddin gibi sistemleştirmeye
çalışmıştır.
Muhyiddin ve onu tâkip edenlerin asıl tesiri sûfîlerin inançlarında
değil, belki tavırlarında olmuştur. Muhyiddin’in Yeni-Eflâtuncu ve Karmatî
fikirlerinin İslâm tasavvufunda çok kötü, menfî tesirler yarattığını söyleyen
L. Massignon31, başlıca iki nokta üzerinde durmaktadır. Bunlardan
biri sûfî ahlâkı ile sûfî ilâhiyâtının birbirinden ayrılmasıdır ki biz yukarıda
bundan bahsettik. İkinci nokta tasavvufu sosyal fonksiyonundan sıyırarak kapalı
bâtmî dâireler haline getirmesidir. Aslında bu menfî tesir de ahlâk-ilâhiyat
ayırımının bir neticesi sayılabilir. Gerçekten, Muhyiddin’in tasavvufunda
ancak pek dar bir çevreyi ilgilendirebilecek mâhiyette zihin canbazlıkları ön sırayı
almaktadır ki bunlardan gerçek bir aydınlık beklenemez. Gazâlî’nin belli-başlı
eserleri (özellikle İhya) her müslümanm elinden düşmeyen kitaplar
olduğu halde Muhyiddin’in çok dar bir elit tarafından okunması onun daha
kaliteli bir yazar olmasından değildir. Muhyiddin bütün parlak zekâsına ve
geniş bilgisine rağmen ortaya ölü bir sistem çıkarmıştır. Bu sistemin
İslâmiyet’in realitesi ile pek az ilgisi vardır. Onun uğraştığı ve anlattığı
şeyler yaşayan, dinamik bir dinin dışında kalmış, İslâm tefekkürünün gelişme
seyrine ve İslâm cemaatının ihtiyaçlarına ayak uyduramamıştır.
Bütün bunlara rağmen Muhyiddin sünnî Müslüman dünyasında büyük bir şöhret
ve itibar sâhibi olabildi. Bu itibarın gerisindeki en önemli motivlerden biri
onun anlaşılmazlığıdır. Münevver bir Müslüman onu okuduğu zaman fevkalâde
kaliteli bir zihinle karşılaşmış olmaktan haz duyar ve keendisine saygı
gösterir. Gerçekten, Muhyiddin İslâm medeniyetinin yetiştirdiği büyük
adamlardan biridir. Halk kitleleri arasındaki itibarı ise münevverlerden
gördüğü takdirin bir yansımasıdır. Halbuki münevver onu dindeki fikirlerini
tasvip ettiği için beğenmez, onu değerli bir filozof olarak düşünür. Halkın
ona ait dinî fikirlerle herhangibir irtibatı yoktur; zira Muhyiddin’in
görüşleri aydınların müsâmahası ile karşılaşsa bile, halk arasında bilinse hiç
hoş görülmezdi.
Muhyid in’in felsefeyi din halinde ifâde etmeye kalkması sünnî din
eformcularmm şiddetli reaksiyonunu uyandırmakta gecikmedi. Fakat onunla
birlikte Gazâlî’ye kadar bütün mutasavvıflar da hücumlardan pay aldılar. Meşhûr
selefiyyeci İbni Teymiye, mutasavvıfların vahdet-i vücûd doktrinlerini İslâm’ın
tevhîd doktrinine tamâmen zıt bularak, tevhîd açısından vahdet doktrinine
hücûm etti. Orada en tehlikeli bulduğu nokta vahdet-i vücûd doktrininin
iyi-kötü veya hayır-şer ayırımına imkân vermeyişi idi. Böylece sûfîlerin
doktrini, ona göre, ahlâkı ve kanunu (şeriati) ortadan kaldırıyordu. Fakat
İbni Teymiye hücûmlarmda fazla bir ayırım yapmadığı için bütün sûfîleri bir
hizâya getiriyordu. Bununla birlikte İbni Teymiye’yi tasavvufun tam karşısında
görmek doğru değildir. Selefiyye’nin aşırıları şeriat-tarîkat ayırımında
sûfînin hakikat tezine karşı şeklî hukuk mânâsında Şeriat’ı tuttukları halde,
İbni Teymiye Şeriat’m şekilden ibaret bulunmadığını, kanun ile imâna ait hakikatin
(İslâm açısından) birbirinden ayrılamayacağını söylemektedir. Hakikatte onun,
tasavvufu İslâm’ın bünyesinden çıkarmak yerine, onu İslâmî çerçeveye sığacak
hale getirmek niyetiyle hareket ettiğini söylemek daha doğru olur32.
Zikir, nefs murakabesi gibi takvâ ile ilgili hususları, hattâ keşif yani zihnî
sezgiyi bile kabul etmektedir. Maamafih keşfi daha çok Gazâlî’ye yakın mânâda
alıyor. Onun en çok düşman olduğu husus halkın velîlere olan inancı ve onlardan
yardım dilenmeleri, mezar ziyâretlerini bir ibâdet haline getirmeleridir. O
kadar ki, Peygamber’in kabrine gidip duâ ve niyâzda bulunmayı da şiddetle
reddeder.
Mânevî
İktidar ve Maddî Teşkilâtlar
Bir dâire düşünün. Bunun çevresi sayısız noktalardan meydana gelmiştir.
Bu sayısız noktalardan dâirenin merkezine sayısız yarıçaplar çizilebilir ve
bunların herbiri çember üzerindeki bir noktayı merkeze bağlar. İşte bu dâirenin
çemberi Şeriat’tir, bunun üzerindeki noktalar da bütün Müslümanları temsil
eder. Herbir noktadan merkeze giden yarıçaplar tarîkatler(yollar)dir; zira
dünyadaki insan sayısınca kuldan Allah’a yol vardır. Merkez ise hakikat’i
temsil eder. Hakikat hem Şeriat’in hem de tarîkatin kaynağıdır. Hakikat ile
Allah eş anlamdadır. Şu halde bizim dâiremizin yarıçapları kulları Allah’a
bağlayan yollardır. Fakat bu kullar ancak Şeriat çemberi üzerinde bulunmaları
dolayısiyle bir yola girebilirler. Demek ki Allah’a giden yolu bulmanın ilk
şartı Şeriat dâiresi üzerinde olmaktır. Aslında dâirenin çenberi merkez’in bir
yansımasından ibâret olduğu için, Şeriat çizgisinde olanlar üzerine hakikat
ışığı düşüyor demektir ve bu da onların kurtuluşları için yeter. Ama dâima bununla
yetinmeyenler, mutlaka merkeze gitmek isteyenler çıkacaktır. Bunlar ancak
oraya giden yollardan (tarikat) birine girmekle hakikate ulaşabilirler.
Çağdaş bir İslâm âlimi, Seyyid Hüseyn Nasr1, Şâzelîlerden
aldığı bir benzetme ile Şeriat, Tarikat ve Hakikat arasındaki münâsebeti bu
şekilde anlatıyor. Maamafih bu nikbin görüntü tarikatçiler tarafından
çizilmiştir ve İslâm’da Şeriat-Tarikat ikileşmesini ortadan kaldırmak isteyen
mo-
dern bir İslâm âlimi için pek uygun bir örnektir. Seyyid Nasr’m da
belirttiği gibi, teşkilâtlı tasavvufun tarihi hep böyle güzel bir ilişkinin
görüntüleriyle dolu değildir. Bugünkü temâyüller ise daha çok eski
geleneklerin bir devamı halindedir.
Tarikat lûgatta yol demektir. İslâm tasavvufunda "yola girmek"
sûfî metodlarıyla Allah’a yaklaşmayı seçmek mânâsına gelir. Fakat tasavvufta
insan yolunu kendisi seçse de, o yola yalnız başına giremez. Hıristiyan
mistisizmi ile İslâm tasavvufu arasındaki başlıca farklardan biri, tasavvufta
rehbersiz hiçbir şey yapılamayacağıdır. Tasavvuf herşeyden önce bir terbiye
(hem nefs hem ruh terbiyesi) işidir ve eğitilmeye muhtaç olan insanın ilk işi
kendisine yol göstermeye muktedir (mürşid-i kâmil) birini bulmaktır. Yol
rehberinin umumî adı "Şeyh"tir. Tarîkate giren kimse kendisini
"şeyh"e teslim etmek, ondan ne gelirse kabul etmek zorundadır. Mürid
veya sâlik adı verilen çırağın ne zaman eğitiminin tamam olduğuna yine şeyh
karar verir.
Tasavvufun ilk yüzyıllarında sûfî tarîkatleri herhangidir formel
teşkilât yapısı kazanmış değillerdi; tıpkı bir insanın herhangidir filozofun
doktrinini benimseyip onu tâkip etmesi gibi, tasavvuf yolunu tutanlar da
beğendikleri bir zâtı kendilerine şeyh ediniyorlar, onun yanında ve hizmetinde
bulunarak kendisinden birşeyler öğrenmeye çalışıyorlardı. Şeyhlik bir insana
tâyinle verilen bir mevki değildi, itibar ve liyâkatle kazanılıyordu. Onikinci
yüzyıldan itibaren müridlerle şeyhler arasındaki münâsebet şeklî kaidelere
bağlanmaya başladı ve tarîkatler birer müessese hüviyeti kazandı. Bu tarihten
sonra tarîkat denince bugünün kulüplerine benzer teşkilâtlar anlaşılmaktadır.
Bunların herbiri sûfî büyüklerinden birinin adını taşır ve ondan itibaren
kesiksiz devam eden bir geleneği temsil eder. Bu geleneğin kesiksiz devamlılığı
son derece önemlidir. Öyle ki, meselâ Kadirî tarîkatinin bir şeyhi Abdülkadir
Geylânî’ye kadar giden bir şeyhler silsilesinin halkası olmalıdır ve onunla
Abdülkadir arasındaki zincirde hiçbir kopukluk bulunmamalıdır. Ancak bu sâyede
Abdülkadir’in temsil ettiği hakikat kendisine ulaşmış olur.
Tarîkatler niçin vardır ve tarîkate giren Müslümanla tarikat dışındaki
Müslüman arasında ne fark bulunmaktadır?
Onbirinci yüzyılda sûfî literatürünün en önemli eserlerinden birini
yazmış olan Hucvîrî" kendi zamanındaki başlıca sûfî ekollerinden
bahsediyor. O tarihte büyük sûfî şeyhlerinin etrafında birer müridler
halkasının teşekkül ettiği ve bunların üstadlarmdan aldıkları eğitimi devam
ettirdikleri anlaşılmakla birlikte, henüz bir teşkilâtlanmanın sözkonusu
olmadığı bellidir. Şimdi biz tarikat teşkilâtlarının sosyolojik tahliline
geçmeden önce, tarikatın teorik temelini görmeye çalışalım.
Tarîkatler birer sûfî teşkilâtı olarak onların doktrinlerine göre
meydana gelmiştir; bunların teşekkülündeki hârici faktörler ne olursa olsun,
sûfîler kendi tarîkatlerine teorik bir yapı kazandırmışlardır. Buna göre
tarîkatin gâyesi sûfînin gâyesini gerçekleştirmektir. Sûfînin gâyesi ise, çok
genel çizgilerle, kendindeki İlâhî tarafı gerçekleştirmek, onu ortaya çıkarmak,
yani görünür âlemi bırakıp görünmeyeni, Allah’ı bulmaktır. Allah’ı bulmanın
derecesi hakkında görüşler farklı olabilir, bunun için yapılması gereken
şeyler hakkında da değişik fikirler vardır. Fakat gerek hedef gerek yol
hakkında ortak umûmî görüşler mevcuttur. Bu görüşler, değişik şekillerde de
ifâde değilse neticede aynidir. Meselâ tarîkatin gâyesi insanda nefsi öldürüp
rûhun saltanatını kurmaktır, veya hakikati buldurmaktır gibi ifâdelerin hepsi
de ayni yere çıkar.
Anlatma kolaylığı bakımından diyelim ki tarikatın gâyesi hakikati"
bildirmektir. Şu halde tarîkati anlayabilmek için sûfî doktrininde hakikatin
mâhiyeti ve elde edilme yolunun ne olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bunu
bildiğimiz takdirde şeyhe teslimiyet, kopuksuz tarikat silsilesi vs. gibi ana
unsurların mânâsı ortaya çıkar.
Sûfîler, belli birtakım metodlarla bu dünyanın ötesinde bir başka âlemle
temasa girdiklerine göre, karşımızda bir görünen, bir görünmeyen âlem var
demektir ve sûfîlerin ileri gelenleri velîlerher iki dünyaya birden mensup
bulunmaktadırlar. Görünen âlem, görünmeyenin yanında bir hayâlden ibârettir
ve gerçek olan öbürüdür. Velîler gerçek dünya ile temasları sâyesinde bu
dünyada oranın temsilcisi durumundadırlar; onlar hakikatle temastadır ve biz
onlar sâyesinde o âleme doğru bir yol bulabiliriz.
İnsan burada kendi kendine bir yol bulamaz mı? Gazâlî hâriç, bütün sûfî
teorisyenleri mürşidsiz (şeyhsiz) hakikate varmanın imkânsız olduğunda
müttefiktirler. Aslında Gazâlî de tasavvufa bir şeyhle girmiştir, fakat
kitaplarında bir insanın kendi başına hakikati bulabileceğinden bahsetmektedir.
Sûfî doktrininin mantığı bu iki alternatiften birini kabul etme mecburiyeti
yüklemiş değildir, fakat şimdiye kadar ferdî tasavvuf örneği hemen hiç
görülmediğine göre, bunun önemli bir sebebi olmalıdır. Bu sebep herşeyden önce,
mistik tecrübenin mâhiyetinde bulunabilir. Mistik tecrübenin belli bir şekli
yoktur; bir kimse vecd halinde iken neler göreceği önceden kestirilemez.
Vecd’in muhtevâsı herşey olabilir. Nitekim histerik trans haline gelenlerden
afyon içenlere, pagan orjilerinde kendinden geçenlerden Hıristiyan ve Müslüman
mistiklerine kadar herkes duyular dışı bir idrâk tecrübesi geçirebilmektedir.
İşte İslâm tasavvufunun başlıca özelliklerinden biri, olgun bir şeyhin
disiplini altında bu vecd hallerinin belli bir istikamete sokulmasıdır.
Görülen, işitilen şeyler rahmânî birer işâret olabileceği gibi Şeytan’m
aldatması da olabilir. Neyin hakikat neyin saçma olduğunu ancak o sahâda usta
olan biri ayırdedebilir ve vecdin yorumunu yapabilir. Maamafih bu bahsi vecdin
psikolojisi ile ilgili kısımda anlattığımız için, burada üzerinde fazla
durmayacağız.
Şeyhin bu işi hakkıyle yapabileceğini anlamanın yolu onun silsilesine
bakmaktır. Tasavvufta silsile bir çeşit diploma gibidir. Şeyh de kendi şeyhi
tarafından bu iş için ehliyetli kılınmış olmalı, onun şeyhi de daha önceki
nesildeki şeyhten "diploma" (icâzet) almış olmalı, böylece elden ele
artık tarikatın kurucu şeyhi olan ve üzerinde hiçbir şüphe bulunmayan velî’ye
kadar silsile kesiksiz devam etmelidir.
Şeyhlik müessesesinin veya tasavvuftaki hiyerarşinin bir başka kaynağı
daha vardır ki, bu, İslâm tasavvufunun ayrılmaz bir parçası olmaktan ziyâde
ona yabancı kaynaklardan yamanmış bir ilâve hükmündedir. Buna göre görünmeyen
âlemin temsilcisi olan velîler bu dünyada oradan aldıkları bir misyonu (İlâhî
görevi) yerine getirmektedirler. Dünya onlara "tevdî" edilmiştir ve
bu görevin sâhipleri gizli bir hükümet hâlinde dünyayı idâre ederler. En
yukarıda "kutb" denilen ve mertebesi en yüksek olan bir velî vardır.
O, dünyanın mihveridir, yani dünya onun üzerinde (onun irâdesine göre) döner.
Ondan sonra derece derece daha alt kademelerdeki velîler4 gelir.
Bunlar yaşayan şahsiyetlerdir, fakat dışarıdan bir kimse onların İlâhî
görevlerini bilmez. Bizim sıradan bir insan diye gördüğümüz bir kimse pekâlâ
zamanın "kutb"u olabilir.
Kutb ve onunla birlikte giden merâtibin İsmailîye mezhebinden tasavvufa
geçmiş olduğu hakkında genel bir kanaat vardır; bu hususu ilk olarak ortaya
atanlardan biri de İbni Haldun’dur5.
"Ve mııtasavvıfânın içinde dahi kutb lâkırdısı zuhur etti ki
ma’nâsı reisiı’l-ârifın olup berhayat oldukça ma’rifette hiç kimse ona müsâıvî
olamaz. Amma Cenâb-Hak ruhunu kabzettikte ehl-i irfandan bir diğeri yerine
geçer deyıı zıt’m ederler... Ve Râfızâ’nın tevârüs-ü eimme hakkında
söylediklerinin aynidir. İşte bak ki bu kavinin tabiatleri bu re’yi Râfızâ’dan nasıl
sirkat etmiştir ve sonra Şi’a’nin mikaba tertibi gibi kutb’dan sonra abdal
tertibine dahi kail oldular... Ve zahir olan Ismâiliye zııhıır edip de imâmete
dâir olan akaid-i ma’rûfeleri meydana çıktıkta Irak’ta bulunan mutasavvıfân dahi
onların kelâmından zâhir ve bâtın beyninde bir muvâzene iktibas ettiler ve
şer’-i şerifte takarrür ettiği veçhile beyne’l -ıımme ihtilâf müntefi olarak
amme-i halkın Şer’cı inkıyadı hususunda siyâset-ı halk için zahirde bir imam
olup bu muvâzene üzre ma’rifetullahı ta’lim için bâtında dahi bir merkez-i
dâire-i ma’rifet isbat ederek kııtb tesmiye eylediler ve teşbihte mübalâğa
ederek abdalı dahi mikaba mesâbesinde saydılar."
Açıkça şiîlerin imâmet telâkkilerini aksettiren bu doktrin, sünnî
müslüman kitleleri arasında da çok yaygındır. O kadar ki, tasavvufla pek ilgisi
bulunmayan kimseler bile, kaynağından hiç haberdar olmaksızın, böyle bir
velîler hiyerarşisinin varlığına inanmışlardır. Böylece kutb telâkkîsi
müslümanlar arasında en çok rastlanan hurafelerden biri hâlinde yaşamaktadır.
Mânevi iktidarın asıl unsuru velî’dir ki, tasavvufta onun vazgeçilmez bir
yeri vardır. Sûfîler diğer birçok inançları gibi bunun da Kur’ân’dan çıktığını
söylerler. Gerçekten Kur’ân’da "Allah’ın dostları"(evliyâu’llah)dan
söz edilir. Fakat tasavvufta velînin asıl özelliği Allah’la olan yakınlığı
sâyesinde "kerâmet" gösterebilmesi, yani tabiat kanunlarının
işleyişine uymayan şeyleri başarabilmesidir.
"Onlar (sûfîler) velîlerin kerâmetlerini tasdik etmekte
müttefiktirler; bu kerâmetler suda yürüme, hayvanlarla konuşma, bir yerden bir
başka yere bir anda gidiverme, veya bir şeyi bir başka zaman ve mekânda vücuda
getirme gibi mucize kabilinden şeyler olsa bile. Bütün bu misaller hikâye ve
rivâyetlerde kaydedilmiş olduğu gibi, mukaddes metinlerde de sözed'ılir."6
Velîlik doktrini üzerindeki başlıca ihtilâf veli ile peygamber (nebî)
arasındaki münâsebettir, ki bundan daha önce bahsetmiştik. Sünni sûfîler
velî’yi genellikle Peygamber’in üstünde görmezler7; böyle olduğu
hallerde, Peygamberdeki veliliğin onun nebîliğine üstünlüğünden söz edilerek
aradaki mesâfe muhâfaza edilmeye çalışılır8: Yine sünnî sûfîlcre
göre, velîlerin kerâmetleri tabiat kanunlarına esasta aykırı değildir, fakat
sâdece bunların oluşu olağanüstüdür. Meselâ bir şeyi dua kuvveti ile
yapabilirler. Peygamberlerin mûcizeleri ise hiçten birşey meydana getirme veya
bir şeyin aslî tabiatini değiştirme gibidir9. Peygamberler d' ı
tebliğcisi oldukları için bu olağanüstü kuvvetlerini açıkc gösterirler, zira
halkı kendilerine inandırmak zorundac ular. Velîlerin böyle bir vazifesi
olmadığı için onlar kerâm tlerini saklanmalıdırlar10.
Sûfî doktrininde kerâmct velînin aslî özelliği değildir11;
tam tersine, Allah’a olan yakınlığı dolayısiyle kendisine bağışlanmış bir
lütûftur. Fakat gerçek hayatta kerâmet bir velînin ayırdedici vasfı olarak
görülmüş ve velî denince hemen dâima kerâmet sâhipleri anlaşılmıştır. Müslüman
Türkler arasında en popüler yazılı ve sözlü edebiyat örnekleri evliyâ
menkıbeleridir ve bunlarda velînin çeşitli kerâmetleri anlatılır. Diğer
Müslüman topluluklarında durum bundan pek farklı sayılmaz. Evliyâ ve kerâmet
doktrini zihinlere o kadar derin bir şekilde yerleşmiştir ki, âdeta imânın
bir parçası gibi olmuştur. Sünnî Müslümanların temel akaid kitaplarından olan Nesefî
Akaidı’nde12 "Evliyânın kerametleri haktır" denmek
suretiyle hem velîler hem de kerametler sünnî itikadına resmen dâhil olmuştur.
Maamafih Gazâlî’nin sûfîliği sünnî müslümanlığa yerleştirmesinden sonra başka
türlüsü beklenemezdi13.
Nesefî ilham yoluyla bilgiyi açıkça reddettiği halde evliyânın kerâmetini
kabul etmek suretiyle kendi zamanında kimsenin kolayca karşı çıkamıyacağı
popüler bir inancı dile getiriyordu. Dünyanın her devrinde insanların izah edemedikleri
-tabiî, günlük hayatta geçerli metodlarlabeşerî fiiller olmuştur. Bugünkü
düşünce tarzının hâkim bulunmadığı eski devirlerde insanların zihinlerini
hârikalarla nasıl meşgûl ettiklerini biliyoruz. İslâmiyet’in bir boşluğa değil,
fakat binlerce yıllık inançlar ve pratiklerin hâkim olduğu medeniyetler üzerine
geldiğini düşünürsek, hârikalar ve bu hârikaları yapanlar hakkındaki eski
inançların yeni dine şuradan veya buradan girip onun esasları çerçevesinde
devam etmeye çalışması pek tabiîdir. Nesefî evliyânın kerâmetini kabul etmekle
pragmatik bir tavır takınmış bulunuyor ki, velîlere inanmayanların bile bu
tavrı takdirle karşılamaları gerekir. Devrin imkânları bunları reddetmeye
müsâit bulunmaymca, hârikalara karşı çıkmak, hakikati görmezlikten gelmek
olurdu. İslâm âlimleri bu hârikaları şeytânî ve rahmânî olmak üzere ikiye
ayırmışlar, Allah ve peygamberlerinin yolunu tâkip edenlerin gösterdikleri
hârikaları, velîlerin kerâmeti olarak kabul etmişlerdir. İslâm’da sâdece bu
türlü hârikaların bir kıymeti var sayılmıştır14.
Maamafih, sûfî doktrininin kerâmet fikrine çok müsait bulunduğunu
unutmamalıyız. Tevhîd akîdesini vahdet-i vücûd telâkkîsi yönünde
geliştirdiğimiz ölçüde tabiat-üstü olaylar en az tabiî olaylar kadar normal
karşılanmalıdır. Muhyiddin İbni Arabi’nin muhakemesiyle yola çıkarsak, Allah’ın
irâdesinden başka hiçbir şeyin gerçek olmadığını ve herşeyin Allah’ın irâdesi
(doğrudan doğruya) olduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Bu iddianın birinci
kısmını bütün müslümanlar paylaşabilir, fakat ikinci kısmı tam bir vahdet-i
vücûd inanışıdır. Allah hiçbir kanuna tâbi değildir, istediğini, istediği
gibi, istediği yer ve zamanda -veya bunların dışındayapabilir. Eğer Allah ile
insan arasında fark (muhalefe) kabul etmezsek, ikisinin eylemleri arasında da
fark olamaz. Binâenaleyh insanların -elbette ki kâmil insan olanlarınzarurete
tâbi olmadan eylemde bulunmaları bu mantıkin bir gereğidir. İrâde ve eylem
Allah’a ait olunca burada tabiat kanunlarının veya mantık prensiplerinin ne
rolü olabilir?
Evliyâ kerâmetlerini inanılmaz bulanlar bir noktaya bilhassa dikkat
etmelidirler. Evliyâ menkıbeleri tasavvufta -hattâ bütün din hayatındaçok
önemli bir yer tutar ve bu menkıbeler kerâmetlerle doludur. Bir kimse meselenin
kerâmet tarafına bakarak -şimdi pekçok aydının yaptığı gibibütün bunların
hurâfeden ibaret bulunduğunu söylemekle büyük bir hatâya düşmüş olur. İslâm
dünyası da dâhil olmak üzere Doğu’da bir hikâyenin vukuundaki sıhhat dâima ikinci
plânda düşünülen, hattâ bazan hiç dikkat edilmeyen birşeydir. Burada hâdisenin
objektif şartlara uygunluğu önemli değildir, çünkü anlatılmak istenen şey
objektif olay değildir. Hiçbir evliyâ menkıbesi bir olayı ifâde etmek üzere
anlatılmaz. Olay, orada belirtilmek istenen ahlâkî muhtevâ için bir kılıftır
ve bu kılıfın kültürde geçerli olan şeylerden seçilmesi pek tabiîdir. Biz bugün
aynı gerçekleri anlatmak istediğimiz zaman akıl-dışı olayları kullanmıyoruz,
fakat onları kullananların asıl maksatlarının bizimkinden hiç de farklı olmadığını
hesaba katmalıyız.
Sûfî doktrinindeki bu inanışların maddî bir teşkilât varlığına bürünmesi
tarîkatleri doğurmuştur. Tarîkatlerin ortaya çıkışı başlangıçta tabiî olarak
bir araya gelmiş insanların, daha sonra yarı-şeklî bir organizasyon
kazanmaları halinde görünmektedir. Tarîkat kurucularının çoğu kendi hayatları
içinde bir teşkilâtlı birlik meydana getirmiş değillerdir. Bu teşkilâtlar
çoğunlukla tarîkatin pîri sayılan şahsiyetin ölümünden sonra müridleri veya
kendi yerlerine geçen kimse tarafından kurulmuş, zamanla bütün organizasyonlarda
görüldüğü şekilde gelenekleri teşekkül etmiştir. Böyle bir teşkilâtlanma şeyhin
ölümü üzerine taraftarlarının birarada kalabilmek istek ve ihtiyacından
doğmaktadır. Şeyh hayatta iken onun şahsiyeti grubu ayakta tutmaya yeter;
esâsen müridlerin bir araya gelmesinin sebebi de şeyhin varlığıdır.
Şeyhlerin en önemli özelliği çevrelerinde yaşanan dinî hayata itiraz
etmeleri ve ona bir alternatif göstermeleridir. Şeyhin itirazı dine değil,
fakat dinin belli yorumlarına karşıdır. Bunların gâyesi dinin "esası"
veya "özü" dedikleri şeklini yaşamak ve yaşatmaktır. Başlangıçta
çoğunlukla din konularında halka hitap etmeye müsâit işlerde çalıştıkları
görülüyor; bâzıları vâiz, bâzıları müderris vb.lerdir. İlk devirlerin büyük
mutasavvıfları sonraki tarihlerde zâhir ulemâsı dedikleri kimselerin işgâl
ettiği mevkilerde bulunarak fikirlerini neşretmişler, ancak daha sonra cemaatin
çoğunluğunun görüşlerine aykırı düşünce "kamu görevleri"nden
ayrılmışlardır. Bunların geniş kitleden ayrı bir cemaat teşkil etmeleri için
sâdece ondan farklı düşünmeleri yetmez. Bütün tarîkat şeyhleri dâima kendi
çevrelerinde gördüklerinden daha yoğun, daha heyecan verici bir din hayatı
yaşayan insanlardır. Aslında onların ortaya çıkışlarının başlıca âmili de
budur; bir şeyhin din büyüğü olarak etrafına cemaat toplayabilmesi için, o
günkü dinî hayatın insanlara artık eski günlerin heyecanını vermeyecek kadar
gevşemiş ve şekilci bir hal almış t ması gerekir. Tarikatın başka birtakım
sosyal fonksiyonları Imakla birlikte bunlar onun kuruluş gâyesi ile doğrudan
bağlantılı değildir. Maamafih bu ikinci dereceden fonksiyonların dinî olandan
daha büyük önem kazandığı zamanlar olmuştur ki, bu nokta aşağıda ele
alınacaktır.
Tarîkatlerin ilk örnekleri sekizinci yüzyılın ilk yarısında görülüyor.
Başlangıçta büyük mutasavvıfların etrafında toplanmak dolayısiyle biraraya
gelen kimselerin ilk defa ne zaman ve nerede devamlı bir ikamet yeri (tekke,
hankah, dergâh) kurduklarını bilmiyoruz. Bu şekilde teşkilâtlanmanın daha önce
hıristiyanlarda, onlardan önce Mitra dininde, Eski Mısır’da ilh. örneklerine
rastlıyoruz. îlk sûfî hankahlannm hıristiyan manastırlarından etkilenmiş olması
mümkündür, fakat sûfî tekkeleri tamâmen farklı çizgiler boyunca gelişmiştir.
Sûfî tekkelerini hıristiyan manastırlarından ayıran en büyük fark bunların
dünya hayatına kapalı olmayışlarıdır. Maamafih başlangıçta bunlar arasındaki
benzerlik sonraki yıllara nazaran daha çok görünüyor. Tarikat mensuplarının
fakîr veya derviş diye anılmalarından da anlaşıldığına göre, bunlar tarikat
faaliyetlerini meslek haline getirmişlerdi ve halkın yardımlarıyla
yaşıyorlardı. Sûfî anekdotlarında en çok rastlanan "iyilik"
temalarından biri dervişlerin karnını doyurmaktır. Giyimlerine hiç önem
vermedikleri için sâdece ölmeyecek kadar yiyeceğe ihtiyaç duyan bu insanlar, o
devrin hayat tarzı ve genel tavrı çerçevesinde işlerini yürütebiliyorlardı.
Dervişler İslam cemiyetinin sosyal yapısında o kadar kalabalık ve önemli bir
unsur olmuşlardı ki, meşhûr sûfîlerden Ebû Bekr Verrak cemiyette üç sınıf insan
bulunduğunu, bunların ulemâ, ümerâ ve fukara olduğunu söylemektedir1'.
Bu üç sınıf elbette insanların bütünü değildir, ama asıl sosyal fonksiyonları
onlar yüklenmişlerdir.
Şu halde tarîkatlerin onikinci yüzyıla kadarki gelişmesinde dikkati
çeken iki husustan biri dervişlerin serbest meslek veya İdarî görevlerin
-çoğunlukladışında kalmaları, İkincisi de bu uzaklaşmayı tam bir uzlet veya
târik-i dünya mesleği haline getirmeyip halkın içinde dolaşarak bir çeşit irşâd
ve uyarma görevi yapmalarıdır. Bu ikinci noktaya hıristiyan tarîkatlerinde
rastlanmaz. Dervişlerin fonksiyonları esas itibariyle dinin adâlet, yardım,
şefkat ilh. gibi ahlâkî emirleri konusunda hem halkı, hem idârecileri ve
ulemâyı devamlı olarak uyarmaktı. Bunların şikâyetleri bir bakıma halkın
şikâyeti mânâsına geldiği için, iktidar sâhipleri genellikle dervişlerle hoş
geçinmeye çalışıyorlardı. Fakat onların şikâyetlerinin müeyyidesi çok önemliydi
ve bu müeyyide âdeta dervişlerin imtiyâzma verilmiş gibiydi. Ümerâ (beyler,
idarecilerdim görevi dünya işleriyle uğraşmaktı ve bunlar dini değil dünyayı
temsil ediyorlardı; ulemâ ise büyük çoğunluğuyla fıkıh âlimlerinden
müteşekkildi ve onlar da hukukçu olmak itibarîyle dünyevî muâıpelelere
dalmışlardı.' Bunların dışında asıl ebedî âlemi, Tanrı’nın cezâ ve mükâfatını
insanlara tebliğle görevli olanlar sanki dervişlerdi. Üstelik onlar o korkunç
hesap dünyasının temsilcisi sıfatıyla birtakım tabiat-üstü kuvvetler
taşıyorlardı.
İslâm cemiyetinde dünya ile âhiretin bu kadar yanyana ve içiçe olmasının
en önemli sebeplerinden biri de herhalde dervişlerin propagandasının
tesiridir. Bu adamlar yüzlerce yıl müslümanların uyanık vicdânı gibi dâima
âhireti, Tanrı’yı, dünyanın ötesindeki gerçek âlemi hatırlatmışlardır. Onların
sâyesinde görünen dünyâ ile görünmeyen dünyâ arasındaki mesâfe iyice ortadan
kalkmıştır, çünkü etrafımız her an başka bir dünyanın kuvvetlerini temsil eden
insanlarla doludur; işlerimiz o kuvvetlerle idâre edilir, bu kuvvetler her an
hazırdırlar. Üstelik gizli kuvvetler kendilerini pek gizlemezler; günlük hayâtımızın
içinde, bizimle yanyanadırlar. Kapımızı çalan adam pek âlâ Hızır aleyhisselâm
olabilir; karşılaştığımız, görüştüğümüz insanlar arasında kimlerin velî
olduklarını hiç bilemeyiz. Hattâ içimize doğan şeylerin Rabbânî birer ilham
olması pekâlâ mümkündür. Tanrı her an yambaşımızda, her an bizimle meşgûldür.
Bu tavrın ilk sûfîler sayılan zâhidler zamanındaki dünya görüşüyle çok
farklı olduğu muhakkaktır. Zâhidler dünyâ hayatı ile âhireti tam bir tezat
halinde gösteriyorlar, iki dünyâ arasına büyük bir duvar örüyorlardı. Onlara
göre insana doğru yolun ne olduğu, yanlış yola sapanları ne gibi azapların
beklediği açıkça bildirilmiş, sonra insan âdeta kendi başına bırakılmıştı.
Dünyâda herkes yaptığını yapacak, sonra âhirettc Allah herkese yaptığına göre cezâ
veya mükâfat verecekti. Halbuki sûfînin mantığı aradaki duvarı kaldırarak yavaş
yavaş dünyâ ile âhireti, görünen âlem ile görünmeyeni birleştirdi. Öbür dünyâya
ait ne varsa buraya getirilmişti; Allah’ın müşâhedesinden azap ve mükâfata kadar
ne varsa hepsi bu dünyada mümkündü. Gerçekten bu dünya hayatında insanın
çözemediği ve öbür dünyada birer problem olmaktan çıkacak diye düşündüğü belli
başlı birkaç mesele vardır: Yaradılışın sırrı, eşyânm hakikati ve ölümden sonra
ne olacağı. Sûfînin dünyasında bunlar artık mesele değildir. Eşyânm hakikatini
doğrudan kavrayabilirsiniz. Yaradıcı ile doğrudan temâsa gelebilirsiniz, ölümün
bir son değil bir başlangıç olduğu da açıkça bellidir. Belki de bu yüzdendir
ki Müslümanm ölüsü onun dünyasının bir parçası olmakta devam eder; evimiz,
bahçemiz ve kabristanımız birbirinden pek ayrı şeyler değildir. Hayatla ölümü
tam bir kutuplaşma halinde düşünen Batılı, bu düşünceye çok yabancı olduğu
için, ölülerimizin niçin bu kadar canlılarımızla yan yana bulunduğuna hayret
eder.
IV
Şeriat ve tarîkat ihtilâfının kaynağını burada aramakta fayda vardır
kanaatindeyiz. Şeriat açısından, dünya âhiretin tarlasıdır. İnsan bu dünyada
yaptıklarına karşılık öbür dünyada Allah’a hesap verecektir. Allah’ın bu
dünyadaki hayata karışması elbette onun kudreti dâhilindedir, fakat dinde hesap
gününe ayrıca bir önem verilmesi ve onun dünya hayatından çok farklı
gösterilmesinden anlaşılıyor ki dünyada olanlar ile âhirette olanlar
birbirinden farklıdır. Müslümanm âhiretteki hesabı iyi verebilmesi için bu
dünyada neler yapması gerektiği zâten Kur’ân ve sünnetle tebliğ edilmiştir.
Bir müslüman günâh işlediği veya iğfâle müsâit bulunduğu bir zamanda
"yarın Allah’ın huzûruna nasıl varacağını düşünür, bu huzurun vereceği
azâbı hesap eder. Halbuki sûfî âhiret hesâbım hemen hemen kaldırmış gibidir,
çünkü onun Huzûr’a çıkması için âhireti beklemesi gerekmez. O, her an Allah’la
karşı karşıyadır, yaptığının doğru mu yanlış mı olduğu yine onunla Allah
arasında anlaşılır.
Bu düşüncenin mantıkî sonucu Peygamber’in aradan çıkarılmasıdır. Meşhûr
sûfî Harrâz, Peygamber’e hitâben "Afedersin" diyor, "Allah’a
olan aşkım sana olan sevgimi unutturuyor". Sûfî’nin kendi mantığı içinde
bu sözün herhangibir yanlışı yoktur. Elbette Allah’a karşı olan durumumuz
başka hiç kimseyle olan münâsebetimizle kıyaslanamaz. Fakat sünnî bir müslüman
Allah'ın insanlara peygamberler vâsıtasıyla hitâb ettiğine, yalnız
peygamberlerin İlâhî ilhâma mazhar olduğuna inanır. Onun inancında peygamberlerin
bile dünyada Allah’a doğrudan muhatap olmaları sözkonusu değildir. Mûsâ o kadar
istediği haldd Allah ona görünmemiş, ancak tecellîsinin bir neticesini
göstermiştir. Nihayet, Hazret-i Muhammed’e gelen tebliğ de Cebrâil vâsıtasıyla
olmuştur. Şu halde sünnî Müslüman için dinin aslı peygamberdir; bir mânâda o
olmadan Allah da yoktur. Fakat sûfî, ilhamla hareket ettiği iddiasındadır;
onun ilham dediği şey ise peygambere gelen vahiyle aynı mâhiyettedir; sâdece
peygambere gelene vahiy, velî’ye gelene ilham denmektedir. Peygamber bu vahyi
(ilhâmı) velî sıfatıyla alır, ona peygamberlik sıfatını verdiren şey, aldığı
ilhâmı halka bildirmekle görevli bulunmasıdır. Velînin böyle bir görevi yoktur.
Şu halde sünnî müslümanm Allah’ı ve onun şeriatını anlayabilmek için
Peygamber’e olan mutlak ihtiyacı sûfî için sözkonusu değildir.
Fakat dünyada işler hep mantığı tâkip etmez. Nitekim sûfî mantığının bu
tabiî neticesi de sûfîlerin ancak bir kısmı için geçerli olmuş, büyük çoğunluk
Peygamber’in ve O’nun getirdiği şeriatin sûfî yolunda vazgeçilmez şart olduğunu
kabul etmiştir. Maamafih, mantık, fiilî gerçekler tarafından bir yana
bilebilmekle birlikte orada durur, yani kaybolmaz ve ortaya çıkabilmek için
fırsat kollar. İşte tasavvufu her an şeriatle çatışmaya müsâit kılan durum
budur. Bir şeyi prensip olarak kabul ettiğiniz zaman onun tabiî neticelerinden
her an kaçmamazsmız. îlhâm’ı kabul ettiğiniz takdirde onun arkasından
zâhir-bâtm ayırımı, bâtının zâhire üstünlüğü, ma’rifetin ilme üstünlüğü, hemen
birbiri ardınca gelecek ve nihâyette bu mantık silsilesi dinde asıl otoritenin
şeyhin mükâşefesi olmasıyla nihâyete erecektir.
Sünnî müslüman inancında Peygamber’in hayatında vahyin kesildiği bir
zaman vardır ve bu tarihî bir vâkıadır. Peygamber, tebliğinin artık bittiğini
ve dinin tamam olduğunu söylemiştir. Şu halde Allah’ın "içimizden
biri" vâsıtasıyla hakikatini bize bildirmesinin belli bir sonu vardır.
Bundan sonra Cenâb-ı Hak’la râbıta kurup "doğuş"lar almanın, doğru
olsa bile, bir tek mânâsı olabilir; kendi ferdî imânını perçinlemek. Kısacası,
Allah ile başkalarını ilzâm edecek bir münâsebet sâdece peygamberlere
mahsustur. Bunun dışında Peygamber’in tebliğinin mânâsı husûsunda anlaşmaya
varacak olanlar, onu kendi aralarında müzâkere ederler; bunların bir kısmı daha
evvel yapılmış yorumları hazır olarak alabilir, lâkin onların hatâya açık
oldukları ve her zaman düzeltilebilecekleri en azından prensip olarak kabul
edilmektedir. Şeyhin otoritesinin hiçbir sûrede yanılma ihtimali yoktur, zira
onun bilgisi hatâya açık olan bir bilgi edinme yoluyla değil, doğrudan ilham
suretiyle gelmiştir.
Ulemânın kitaba, şeyhlerin ise kalplerine başvurmaları tatbikatta önemli
farklılaşmalara yol açmıştır. Medresenin baskısının kuvvetle hissedildiği
yerlerde kaynağını oradan alan entellektüel bir kontrol gücü tarîkatler üzerinde
de son derece müessir olmuş bulunuyor. Bu yüzden kültür merkezi olan büyük
şehirlerde tekke ile medrese birbirine oldukça yakın olmuştur. Fakat böyle bir
kontrolün bulunmadığı yerlerde tekkelerin her türlü bâtıl itikad ve putperestlik
unsurlarıyla dolduğu görülüyor. Kuzey Afrika tarîkatlerinin dejenere olmasının
en büyük sebebi, kitabın standartları yerine kalbin semboller dünyasını hâkim
kılmalarıdır. Kalbin dünyasının kitabmkinden çok geniş olduğu muhakkaktır,
ama onun kapılarının doğru kadar yanlışa da ayni derecede açık bulunduğu
unutulmamalıdır.
Fakat şurasını dâima hatırda tutmak gerekir ki, şeyhlerin ulemâdan
ayrılmaları sâdece aradaki bir doktrin ihtilâfından ibaret kalmamıştır. İslâm
devletleri şeriati uygulamakla görevli hükmî şahsiyetler olmak itibariyle
dâima ulemâ ile işbirliği yapmak mecbûriyetindc kalmışlar, bu ise ulemânın
zaman zaman "sevimsiz" rejimlerin destekçisi gibi görünmesine yol
açmıştır. Halkın devletle çatışma halinde olduğu zamanlarda kanun koyucuların
ve uygulayıcıların hep ayni antipati çerçevesine sokulduklarını hepimiz
biliriz. Hele kanunların ve nizamların objektif, umûmî olmaları, yani her
husûsî hal için ayrı karar verilmediği gözönüne alınacak olursa; bazı ferdî
vak’alarda insanların adâlet duygularının nasıl rencîde olduğu her zaman
görülen şeylerdir. Bu gibi hallerde kanunun soğuk ve kuru hükmüne karşı kalbin
sıcaklığı hâkim olur ve biz mahkûmları mâsum ilân eder, hâkimleri
vicdânımızda mahkûm ederiz. İşte tarîkatler devlet gücü karşısında kendilerini
mağdur ve güçsüz görenlerin sığındığı yerler olmuştur. Ulemâ kanundan başka
hiçbirşey tanımayan asık yüzlü, kendisine yaklaşılamayan bir hâkim imajı
yaratırken, tarîkat şeyhi baba şefkatinin sembolü olabilmektedir, çünkü o
"müftüler fetvâ verse de sen yine kalbine danış" prensibinin
temsilcisidir.
Tarîkatler sâdece bir sığmak olarak kalmamış, kendisine sığınanların
"hurûc"ları için de çok müsâit birer organizasyon şekli olmuşlardır.
Bizim tarihimizde görülen örneklere bakacak olursak, sosyal gelişmenin belli
bir döneminde devlet otoritesine muhalefetin tarîkatler etrâfmda teşkilâtlandığını
görürüz. Göçebe aşîret bünyesinden çıkacak kadar toprağa yerleşmiş, fakat
yerleşik hayâtın müesseselerini de henüz kuramamış olan kitleler, şeyhlerin liderliğinde
bir araya gelebilmişler, böylece yeni bir isyan tipi ortaya çıkmıştır.
Selçuklular zamanındaki Babaî isyanından ilk Celâli hareketlerine kadar hemen
bütün halk hareketlerinde bu karakter görülür. Sosyal bünyesi değişmemiş olan
bazı bölgelerde Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar uzanan bu türlü muhalefet,
liderlerin şahsî hırslarından ziyâde kitlenin motivlerini aksettirmektedir.
Maamafih bu türlü hareketler "halk tasawufu"nun, yani her türlü
ilkel-bâtmî itikatlarla, hurâfelerle karışmış mistik organizasyonların
etrafında gelişmiştir; onbeşinci yüzyıldan itibaren kurulu düzenin bir parçası
haline gelen sünnî tarîkatler tıpkı ulemâ gibi iktidara iştirak etmişler,
devlet katında nüfuzlarını her an hissettirmişlerdir.
Tarîkatlerin, içinde bulundukları cemiyetin tipine göre bir sosyal
fonksiyon icrâ ettikleri muhakkaktır. Siyasî ve sosyal istikrarsızlık
zamanlarında bunların da âdeta kaynadıkları, doktrinlerinde tecânüs yerine
değişmenin hâkim olduğu görülüyor; mensuplarının mânevî ihtiyaçları yanında
siyasî ve sosyal ihtiyaçlarını da karşılamaya çalışıyorlar. Cemiyetin bir
bütün olarak huzûr ve sükûna kavuştuğu zamanlarda ise onların zamanımızdaki
kulüplere benzer bir fonksiyon kazandıklarını görüyoruz. Tekke müdâvimlerinin
çoğunlukla gençlerden oluşması da bunun bir delilidir. Böyle zamanlarda
tekkeler gençlerin sosyal terbiye görmelerini sağlayan en önemli müessese
olmuşlardır. Bugünkü tâbirle "sosyalleşme" dediğimiz şey, yani yeni
nesillere cemiyetin davranış normlarını yerleştirme işi, tarîkatlerin âdeta
ihtisas sâhası haline gelmiştir. Özellikle yaş hiyerarşisinin ve hayat
tecrübesinin çok önemli sayıldığı geleneksel cemiyet tipinde büyüklerden
küçüklere intikal eden muaşeret mirası tarikat bünyesi içinde çok iyi
aktarılıyordu.
Tarîkatlerin ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren
"bozulması" cemiyetteki genel bozulmanın tasavvuf sâhasma da
aksetmesinden başka birşey değildir. Özünde serbest ferdî tecrübeyi esas alan
bir "yol"un giderek bir devlet dâiresi haline gelmesi, şeyhlerin tahsisatla
geçinen birer memur durumuna düşmeleri ve nihâyet hareketi besleyen kültür
canlılığının sönmesi onları çürütmüş, nihâyet devleti bu sâhada reform yapmaya
zorlamıştır.
Mistisizmin bilgi konusundaki iddiası onun başlıca özelliklerinden birini
teşkil eder. Bu iddia bizim İlmî bilgi elde ederken kullandığımız analitik,
diskürsif yolun sâdece görünen (zâhirî) şeyleri verebileceğidir. İlim esas
itibariyle duyu verilerini kullanır; yani görülen, işitilen ilh. şeyler üzerinde
çalışır. Buna karşılık mistisizmin "sezgi" (hads veya intuition)
dediği bilgi bu türlü duyu verilerini uzun uzun tetkik ederek onlardan
parça-bölük bilgiler çıkarmak yerine, eşyânm özünü vâsıtasız ve derhal kavrama
imkânı vermektedir.
Dikkat edilirse burada akıl ile sezgi arasındaki fark realite hakkındaki
görüş farkından doğmaktadır. Mistisizm "görünen" ve
"görünmeyen", "zâhirî-bâtınî" veya kabuk ve öz olmak üzere
iki türlü realitenin varlığını kabul eder. Bu ayırım belki ruh-beden ayırımı
kadar eski ve onunla içiçedir. İnsanların bedende yeri olmayan, bedenin
fonksiyonlarıyla izah edilemeyen birtakım faaliyetleri ondaki "ruh"a
atfetmeleri, muhtemelen iki türlü gerçek arasındaki farkın temelini teşkil
ediyor. Mistik düşüncenin bilinen en eski örneklerinde rûhun ayrı bir dünyadan
geldiği, bizim dünyamızda bir bedene bürünerek ortaya çıktığı fikrine
rastlıyoruz. Şu halde bedenimiz, ruh için geçici bir kalıptan ibârettir; rûhun
aslında beden yoktur. Nitekim bedenin zamanı gelince atılması ve yok olması,
keza yeni canlıların ortaya çıkması, bunlardan birinin geçici, fânî, hayal
mâhiyetinde olmasına karşıhk, öbürünün değişmez gerçek olarak devam ettiğini
göstermektedir.
Ruh ve beden fikrinin kaynakları hakkında söyleyebildiklerimiz aslında
mantıkî spekülâsyonlardan ibârettir. Fakat muhakkak ki mistisizmin temel vasfı
realite fikrini bu ayırıma dayandırmış olması ve bilgi hakkındaki ikili tezinin
yine bu realiteden çıkmasıdır. Akıl İlmî bilginin vâsıtasıdır; dolayısiyle akıl
duyu organlarının toplayabildiği verileri kullanır. Fakat biz biliyoruz ki,
rûha âit gerçekler duyu organlarıyla kavranacak şeyler değildir. Şu halde
aklımız eşyânın sâdece görüntüsünü verir; görüntünün arkasındaki asıl gerçeği
yakalayamaz. Eşyânm özüne (maddî görünüşten soyutlanmış, yani zaman ve mekân
kayıtlarından sıyrılmış gerçeğe) nüfûz edebilmenin akıldan başka bir yolu
olmalıdır. Bu yol "sezgi"dir. Şimdi önce sezginin gerek Batı
mistisizminde, gerek İslâm tasavvufunda hangi mânâlarda kullanıldığına bakalım,
sonra da "sezgi"nin bir bilgi vâsıtası olarak değerini tartışalım.
Sezgi ânî, kendiliğinden, hiç itiraz edilmez şekilde gelen bilgi
mânâsında ilâhiyâtta Tanrı hakkındaki bilgi için kullanılmış, felsefeye geçince
değişik bir mânâ kazanmıştır. İlâhiyattaki mânâsiyle, sezgi bizim normal hayatta
akıl vâsıtasiyle elde ettiğimiz bilgiden üstündür. Bu bilgi Tanrı’nın bazı
imtiyazlı kullarına bir lûtfudur. Felsefedeki kullanılışı bundan oldukça
farklıdır. Kant "katıksız" ve "empirik" sezgilerden
bahsediyor ki, her iki halde de sezgi kendi başına bir meleke veya bilgi
kaynağı teşkil etmez. Diğer türlü bilgilerimizden sâdece düşünce ve teemmülden
önce gelmesiyle ayırd edilir. Kant sezgi bilgisiyle düşünce bilgisi
(discursive; diskürsif) arasında esas farkı şu şekilde belirtiyor: Sezgi bilgisi
bir ve aynı zamanda elde edildiği halde, düşünce bilgisi, birbiri ardısıra
gelen bilgi eylemlerinden oluşur. Sezgi objeleri kavrar, öbürü ise objeler
arasındaki ilişkileri ve onlara âit kanunları bulur. Fakat Kant sâdece duyulara
âit sezgiyi kabul ettiği için, ona göre biz ancak duyulara hitâb eden olayları
(fenomen) bilebiliriz. Şu halde duyuların dışında akla âit bir sezgi söz konusu
değildir. Mistisizmin sezgisi bu-
nun tam zıddıdır; orada duyuları aşan, onları kullanmayan bir sezgiden
bahsedilir.
Mistisizmin bilgi teorisini Eski Yunan’da Pitagoras’a kadar
götürebiliyoruz. Duyular-dışı bir âlemin varlığı ve bu âlemin duyular yoluyla
kavranmasının imkânsızlığı ilk defa Pitagoras’da ortaya çıkmaktadır. Bu fikir
ilk sistemli ifâdesini ise Eflâtun’da buluyor. Maamafih Eflâtun’da bilgi meselesi
bizim mutasavvıflara çok tesir eden Yeni-Eflâtunculuk’ da gördüğümüzden oldukça
farklıdır. Eflâtun diyalektik düşünce yoluyla çok değişik ve tek tek
olaylardan hareket ederek onlardaki değişmez tek prensibe, yani ide’lere
ulaşabileceğimizi söylüyor. Fakat işimiz orada bitmez; ide’lerden de daha
yükseğe giderek bütün idelerin başlangıcına ulaşırız. Bu başlangıç Tanrı’dır.
Tanrı bizim fânî gözlerimizi kamaştıracağı için, onu doğrudan doğruya müşâhede
edemeyiz; hakikat, adâlet ve güzelliği temâşâ etmek suretiyle, kendimizi bu en
yüce ide’nin temâşâsma alıştırmalıyız. Zâten felsefenin gâyesi ve vazifesi de
budur.
Eflâtun başlangıçta bilgi denince sâdece değişmez hakikî varlığın
bilinmesini kastediyordu (tasavvufta da esas mesele budur). Aslında onun ideler
nazariyesi fenomenler (görünen ve değişen) dünyasını izah için ortaya atılmamıştır.
Zâhirî dünyayı bu idelere âit bilgiye dayanarak açıklamaya çalışan Eflâtun,
iki ayrı dünyaya tekabül eden iki ayrı bilgi kabul ediyor: İdeler hakikî
realiteyi meydana getirdikleri için bunlar kavramsal bilginin (akıl)
konusudur; değişen realite ise duyu verileriyle (idrâk) kavranır. İdeler âlemi varlığı,
duyular âlemi ise oluşu temsil eder. Şu halde iki türlü bilme metodu
olmalıdır: İdeler mekân ve maddede olmayıp kendi başlarına mevcut şeyler olduğu
için duyularla kavranamayacaklarma göre, bunlar düşünce ile bilinebilir. Maamafih
duyular dünyasında gördüklerimiz idelerden tamâmen bağımsız değildirler;
dünyadaki şeylerin sebepleri idelerdedir ve bunlar idelerin bir çeşit kopyesi
oldukları için bize onları hatırlatırlar. İşte burada Eflâtun’un sezgıci
veya kavrayıcı düşünce fikri işin içine giriyor. Ona göre düşünce, bir
analiz veya soyutlama işlemi değildir; tek örnekler hâlinde kendini gösteren
realitenin bütün hâlinde sezilmesidir. İdeler idrâklere benzer, fakat
onların tıpkısı değildir. Rûhumuz aslında bu ideleri biliyordu, ama dünya
hayatına girdikten sonra onları hatırlayabilmesi, ancak idelere tekabül eden
olayların idrâk edilmesiyle mümkün olur. İşte insan bir ide ile onun görünür
(zâhirî) dünyadaki kopyesi arasındaki tezâdı farkettiği zaman, onda
duyular-üstü ide’ye karşı bir aşk doğmaktadır. Şu halde analitik ilim zâhirî
dünyayı bilmeye yaradığı halde, değişmez varlığın hakikatine bizi götüren
aşktır.
Yeni-Eflâtuncu felsefede Eflâtun’un ide anlayışı önemli bir değişmeye1
uğramakla birlikte iki âlem farkı ve bunlara âit iki türlü bilgi yolu ayırımı
devam etmiştir. Plotinus varlığı bir olan’dan çıkan ve yine bir olan’a dönen
bir akış hâlinde gördüğü için, bu sudûr (emanation) olayında yukarıdan aşağı
doğru mânevilik, hayvânîlik ve cismânilik olmak üzere üç derece
ayırdetmcktedir. Şu halde bu üç derece için üç bilgi vardır: Cismânî sâhanın
bilgisi duyular yoluyla idrâktir; hayvânî sâhanm bilgisi istidlâl, mânevî
sâhanın bilgisi sezgidir.
Plotinus duyular âleminin gerçekliğini -Eflâtun gibikabul etmekle
birlikte bunun asıl realiteyi ancak kısmen verdiğini söylüyor. Mânevî dünyada
zihin ile eşyâ tek bir gerçeklik halinde birleşir, yani orada düşünce ile
realite bir ve ayni şeydir. Buna karşılık duyular dünyası mükemmellik
itibariyle mânevî âlemden aşağıda, yani kusurlu olduğu için, ona tekabül eden
bilgi de kusurludur. Kusurlu bilgi, bilgi objesi olan şeyin kusurluluğundan ileri
gelir. Maamafih Plotinus’un varlık mertebeleri Eflâtun’un ideler âlemini
aştığı için, burada akıl’ın ulaşamadığı bir son mertebe vardır ki oraya
akıl-üstü sezgi ile varılabilir-.
Plotinus’un Tanrı’yı bilmek üzere akıl ve aşkın da ötesinde bir vecd hâlinden,
yâni bir çeşit şuûr kaybından bahsetmesi bazılarına göre Eflâtun’un bilgi ve
faziletle vardığı Tanrı’dan çok farklı bir Tanrı anlayışına yol açmaktadır3.
Maamafih onun mistisizm ile rasyonalizmi uzlaştırmaya çalıştığı, yani
mistisizme rasyonel bir dayar ık aradığı da söylenebilir. Brehier’yc4
göre Plotinus’un metafiziğindeki temel veya merkezî hipotez olan akıl (yahud
lem-i ma’kûl, Lemonde Intelligible) aslında maddî dünyanın ilminden başka bir
şey değildir. İlim ise kendi konusu olan dünyadan önce gelir. Zira bu dünyanın
rasyonel terkipleri bir tesâdüfün eseri olamıyacağma göre, o zaman aklın da
-mantık gereği olarakmutlaka bu dünyadan önce gelmesi gerekir. Fakat akim da
ötesinde mutlak ve değişmez bir "tek" bulunmalıdır; çünkü ma’kûl
(intelligible) varlıkların da bir sebebi bulunmalıdır. Burada birbirine zıt
görünen iki ana tema ile karşılaşıyoruz. Birincisi, akıl belirli kavramlardan
meydana gelmiş râbıtalı bir sistemdir; diğer taraftan akıl her türlü
farklılığın silindiği bir evrensel varlıktır ki onda süje ile obje arasındaki
bütün ayırım ortadan kalkar. Böylece akıl birinci bakımdan rasyonalist tezi
ifâde etmektedir: Dünya hakkında bir ilim kurabiliriz ve gerçeğe akıl yoluyla
nüfûz edebiliriz. İkinci bakımdan varlıkların ulûhiyet içinde mistik bir
vahdete kavuşmaları söz konusudur, ki burada sezgi akla üstündür.
İslâm tasavvufu esas itibariyle bu ikinci noktayı benimsemiştir.
Eflâtun’da bulunmayan akıl-üstü sezgi fikrinin, Plotinus’a Brahmanizm’den
geldiği iddia edilir3. Zeller, Plotinus’un bu hususta Eflâtun’dan
nasıl ayrıldığını şöyle ifâde ediyor:
"Eflâtun’da ve Aristo’da duyulara âit olan(mahsûs)la akla âit
olan (ma’kûl) arasındaki ayırım düşüncenin hakikatine olan inancı en kuvvetli
bir şekilde ifâde etmektedir; onlar (Eflâtun ve Aristo) sâdece duyusal idrâkin
ve duyusal varoluşun nisbî yanlışlığım farzetmişler, ama ide ve düşüncenin
ötesinde yer alan yüksek bir mânevi hayat merhalesinden hiç söz etmemişlerdir.
Öte yandan, Neo-Platonizm’de asıl bu akıl-üstü unsurdur ki her türlü gayretin
nihâî gâyesi ve bütün varoluşun bir yüksek dayanağı olarak görülür; düşünce
(tefekkür) ile kazanılan bilgi, duyusal idrâk ile akılüstü sezgi arasında
sâdece bir ara-merhaleden ibârettir. Akılla kavraııabilen formlar (suretler) en
yüksek ve son (bilgiler) değildir, bunlar sâdece formsuz aslî zâtın (öz)
dünyaya intikaline yarayan vâsıtalardır. Binâenaleyh bu görüş yalnızca
duyusal varoluşun ve duyusal düşünce unsurlarının gerçekliğinden şüphe
etmemizi değil,fakat mutlak şüphe içinde olmamızı gerektiriyor"6.
Plotinus’da bilgi Tanrı’yı bilmektir; bu yüzden o, tıpkı sonraki
mutasavvıflar gibi, duyular dünyasının verilerini kullanan İlmî bilgi ile
uğraşmamıştır. Maamafih onun varlık hiyerarşisinde yukarıda olan, kendinden
aşağıdakinin sebeb’i olduğuna göre, Tanrı’yı bilmek herşeyi bilmek mânâsına
geliyor. Plotinus akıl-üstü bilginin diyalektikle mümkün olmadığını söyler,
çünkü diyalektik dâima iki şeyden bir üçüncüyü çıkarma şeklinde gelişir;
diyalektiğe göre bilgi için bir yanda bilen, öbür yanda bilinen bulunmalıdır.
Ancak, bu metod "bir"liğin bilinmesinde işlemez. Birlik hiçbir
ikiliği kabul etmez; orada bilen ile bilinen bir olur. Şu halde Tanrı’yı bilmek
onun varlığında erimek mânâsına gelir. Böylece Plotinus’da mutlak’m bilgisi
artık bilgi değildir, zira ortada bilen ve bilinen olmayınca bilgiden nasıl
bahsedilebilir? Bilen süje (insan) bu mertebeye ancak kendisini yok etmekle
varabilir. Ferdiyetin mutlak yokluğu ölüm demektir; maamafih hayatta da vech
hâlinde insan kendini sonsuz varlık denizinde kaybedebilir. Porphyry’nin7
anlattığına göre, Plotinus onunla dost oldukları dönemde dört defa bu hâli
yaşamıştır.
Tanrı’nın varlığına karışarak birlik hâlini yaşamak, birbirine karışan ve
bir olan iki şeyin aynı cevherden olmasını gerektirir. Gerçekten, insanın
Tanrı’yı bilmesi kendisinde "İlâhî" bir parçanın bulunmasından
dolayıdır. Vecd hâlinde bu ikisi birbirine karıştığına, yahut insandaki İlâhî
cevher aslına kavuştuğuna göre, bu birliği bozabilecek şeylerden tamâmen
sıyrılmak gerekiyor; onlar birliğin dışındadırlar. Şu halde birliğin son
hedefine ulaşması, insanın kusurlu varlıklar dünyasına âit herşeyden
uzaklaşmasıyla mümkün olacaktır. Ancak duyularımızı ve bunlara âit şuûr
hâlimizi (bedenimizin bağlı olduğu dünyaya âit herşeyi) tamâmen bir tarafa
atmakla mutlak’m bilgisine kavuşabiliriz.
İslâm’da bu tür bir bilgiden söz edebilmek için, herşeyden önce bazı
önemli teolojik meseleleri halletmek gerekiyordu. Bunların en önemlisi ise
Allah ile insan, yaratıcı ile yaratılmış arasında bir varlık (ontolojik)
birliği olup olmadığı meselesi idi. Bu konuyu başka bir başlık altında ele
aldık. İslâm tasavvufunda panteizmin yukarıda Plotinus’da gördüğümüz şekilde
apaçık ifâdesine ancak birkaç kişide (Cîlî gibi) rastlıyoruz; bununla birlikte
Allah ile insan arasında bir mâhiyet ortaklığının mevcudiyeti tasavvufun âdeta
temelini teşkil eder. Sûfîler en azından insan rûhunun bütün diğer
yaratılmışlardan farklı olduğunu, rûhun Allah ile aynı şey olmasa bile ondan
bir şey olduğunu kabul ederler.
Mutasavvıfların bilgi ile uğraşmaları bir çeşit reaksiyon hâlinde
görülmektedir. İlk yüzyılların zâhidleri Allah’ın gösterdiği ve Peygamber’in
örnek olduğu yolda nefslerini tezkiye etmekle yetiniyor, bundan fazlasını
istemiyorlardı. Zühd hareketinin yavaş yavaş bir mistik felsefe hâline dönüşmesi,
mu’tezile kelâmcılarmm yarattığı zihin karışıklığından hemen sonraki tarihlere
rastlamaktadır. Haşan Basrî’nin zamanından itibaren daha evvel imân konusu olup
hiç tartışılmayan meseleler rasyonel inceleme konusu olmuş, böylece imânın
isbata ihtiyacı olduğu fikri geniş bir çevrede yayılmıştı. Nitekim Ebû Tâlib
el-Mekkî (ö. 996), en eski tasavvuf kitaplarından biri olan Kııtü’l-Kıılûb
(Kalblerin Gıdâsı) adlı eserinde kelâmcılardan şikâyet ederken buna işâret
ediyor. Mekkî’ye göre sûfîlerin düşünce tarzı en doğru yoldu; çünkü onlar,
bütün dünyevî endişelerden uzak bir şekilde, Peygamber’in yolunu tâkip
ediyorlar ve hiçbir şüphe barındırmıyorlardı. Ancak Hicrî üçüncü yüzyıldan
sonra kelâm ilmi ortaya çıkınca yazılan kitaplarda akıl ve kıyâs yolu
kullanılmaya başlandı. Böylece ilim ve ma’rifet, yani zühd ehlinin birbirlerine
öğrettikleri ve imân sağlamlığının verdiği sezgili bilgi, bir tarafa atılmış
oldu. Bugün âlim ve ârif denen kimseler artık dinî bilgilere ve sağlam imâna
dayanan kimseler değildir, bunlar sâdece mâlûmat sâhibi ve nakilcilerdir.
Ondan yüz elli yıl kadar önce Muhâsibî’nin asıl şikâyeti Peygamber’in
getirdiği ahlâka göre yaşayarak âhireti kazanma husûsunda umûmî bir gevşekliğin
hâkim olmasıydı. Ebû Tâlib el-Mekkî imânın kuvvet ve saffetinde rasyonalistlerin
açmaya çalıştığı gedikten şikâyet etmektedir. Şu halde sûfî’nin kelâmcıya
cevabı akim hakikatine karşı imânın hakikatini müdafaa etmek olacaktır.
Nitekim Mekkî’nin çağdaşı Ebû Nasr es-Serrâc8, ulemâyı üç kısma
ayırıyor ve sûfîyeyi bunlar arasına sokuyor. Ona göre ulemâ ashâbü’l-hadîs,fukaha
ve sûfiyeden ibârettir. Evvelkilerin ayırdedici vasfı Kur’ân ve Hadis
bilgisi olduğu halde, sûfîye’nin ilim sâhası imânın hakikatleridir. Biraz
ileride sûfîlerin diğer bütün ulemâdan ne hususta farklı olduklarını
anlatırken de sûfîlerin esas itibariyle Kur’an ve Hadîs’te Peygamber’in
karakteri ile ilgili nitelik ve duyguların hakikatine nüfûz edip bunlara
ulaşıfla gayreti çektikleri belirtiliyor9. Şu halde sûfîler bilgi’yi
a) Kur’ân ve Hadîs’in bâtmî mânâsında aramaktadırlar, b) bilgiyi davranıştan
ayrı düşünmemektedirler, ve c) onlara göre bilginin en sağlam yolu imândır.
Kuşeyrî şöyle diyor: "Makamların ilki ma’rifettir. Sonra yakîn, sonra
tasdik, sonra ihlâs, sonra şahâdet, sonra da tâat ve ibâdet gelir. İmân
bunların hepsini toplar.... Bu sözü söyleyen şuna işâret etti ki, kula vâcib
ve farz olan şeylerin ilki Tanrı’yı bilmektir. Tanrı’yı bilmek ise ancak onun
şartlarını öne sürmekle olur. Tanrı'yı bilmenin şartı isâbetli nazardır. Bundan
sonra kalbte Tanrı’nın birliğini gösteren deliller birbiri arkasından
geldiğinde ve bu delillerin birbiri arkasından gelmesinden açıklık hâsıl
olduğunda, nurların birbirini tâkip etmesi ve iç gözü ile görmenin meydana
gelmesiyle insan delil ve mukayeseyi düşünmekten müstağni gibi olur ki, işte
bu hal yakîn’dir... Bil ki, sûfîlerin dilindeki mükâşefe hiçbir şek ve şüphe
olmaksızın birşeyin zikrinin kaplaması ile o şeyin kalbe gözükmesinden
ibârettir... Denildi ki, yakîn imân kuvveti ile apaçık görmedir... En-Nûrî dedi
ki, yakîn müşâhede’den ibârettir, yani müşâhede’de yakîn vardır ve böyle
olduğunda şüphe yoktur. Zira inancı kuvvetli olmayan, Yüce Tanrı’yı müşâhede
etmez. Ebû Bekr el-Verrak da, ‘Yakîn kalbi elde etme vâsıtasıdır, tam bir imân
da yakîn ile mümkündür. Yakîn ile Yüce Tanrı, akıl ile ise (Peygamber’in haber
verdiği) emir ve yasak, va’d ve korku vb. şeyler bilinir." dedi10.
Yukarıda anlatılanlar Kuşeyrî’ye kadar tasavvuf ehlinin imân ile bilgi
arasındaki münâsebet hakkında ittifak ettikleri noktalardır. Sûfî doktrinini
açıklayan bütün klâsik kitaplarda aynı meâlde ifâdelere rastlanır. Bunlardan
anlaşıldığına göre imânın vâsıta olduğu bilgi, yani kalbin bilgisi aklın
bilgisine üstündür. Sûfîlerin akıl hakkındaki görüşleri Plotinus’un diyalektik
bilgi hakkındaki görüşünü hatırlatır. Plotinus, diyalektiğin bizi tevhide
götürdüğünü, ancak tevhidi kavramaktan âciz bulunduğunu söylüyordu. Ebû Bekr
Kelâbâzî şöyle diyor: Onlar (sûfîler) aklı olmayan kimsenin hiçbir suretle
Allah’ı bilemeyeceğini kabul etmişlerdir; zira akıl insanın neyi bilebileceğini
gösteren bir vâsıtadır. Yine de, akıl Allah’ın kendisini bilemez. Ebû Bekr
es-Sabbâk demiştir ki, "Allah aklı yarattığı zaman ona ‘Ben kimim?’ diye
sordu. Akıl sustu. Sonra Allah onu kendi vahdâniyetinin ışığıyla aydınlattı
(yağladı); ve akıl gözlerini açtı, ‘Sen Allah’sın, Senden başka ilâh yoktur’
dedi. O halde aklın Allah’ı bilme kaabiliyeti yoktur; Allah’ı ancak Allah
vâsıtasıyla bilebilir"11. Bu ifâde akim insana bilgi kazandıran
değil, fakat bilgiyi nasıl kazanacağını gösteren zayıf bir rehber olduğunu
anlatıyor. Fakat acaba akıl insanı belli bir yere kadar götürüp bıraktıktan
sonra ne olur? Aklın kavrayamayacağı hakikate erişmek nasıl mümkündür?
Sûfî imânın hakikatlerine ulaşmak üzere bir hazırlığın gerektiğine
inanır; ancak bu "dışardakini bulmak" için değil, "geleni
almak" için bir hazırlıktır. Allah’ın bilgisini biz almayız, O verir.
Aşağıdaki pasaj, bazı müphemlikler taşımakla birlikte, bunu açıkça ifâde ediyor:
"Onlar (sûfîler) ma’rifet in mâhiyeti hakkında ihtilâftadırlar.
Cüneyd dedi ki: ‘Ma’rifet, O’nıın (Allah’ın) bilgisi geldiğinde senin
bilgisizliğinin belli olmasıdır’. Oradan biri ‘bize daha çok anlat’ dedi.
Cüneyd devam etti: ‘O (Allah) hem bilen, hem bilinen (hem ârif hem ma’rûf)dir’.
Bu sözlerle demek istedi ki; ‘Sen senliğin bakımından O’nıı bilmezsin, ancak
O’lıık (hııviyye) cihetiyle O’nıın hakkında bilgi sâhibi olabilirsin’. Bu
tıpkı Sehl’in şu sözüne benziyor: ‘Ma’rifet cehâletin bilinmesidir’. Sehl şunu
da söylemiştir: ‘Bilgi (ilim) ma’rifetle te’sis edilir, akl da bilgi ile
olur, ama ma’rifete gelince, onun yapısında kendi özü vardır’. Bu demektir ki
Allah insanın Kendisi (Allah) hakkında ma’rifet sahibi olmasına, böylece
insanın Allah’ı O’nıın Kendisine tecellîsiyle bilmesine sebeb olduğu zaman,
insanda bir ilim ihdâs eder: insan bu şekilde ma’rifetyoluyla ilme erişir ve
akıl onda Allah’ın ihdâs ettiği bilgi üzerinde çalışır"12
Bu satırlardan anlaşıldığına göre insan Allah’ı bilmez, fakat Allah
kendini insana (sûfî’ye) bildirir. Bilginin bu kısmı, yani Allah’tan geleni
"ma’rifet"tir; bizim ilim dediğimiz bilgi aklın kendi vâsıtalarıyla
kazandığı bilgi olup, eşyânm dış görünüşünü bildirir. Maamafih insan ma’rifet
kazandıktan sonra akıl bu ma’rifeti işleyebilir. Bu tıpkı insanın bilmediği
bir kaynaktan gelen parayı kullanması gibidir. Allah insana onun dilediği
birşeyi lütfeder; insan bu lûtuftan faydalanır, ama onun nasıl geldiğini
bilemez; bu geliş tarzı belli olmadığı için onu başkalarına -anlaşılabilir
tarzdaifâde etmesine de imkân yoktur. Maamafih ilim ile ma’rifet arasındaki bu
münâsebet her ikisinin farklı mânâlarda anlaşılması yüzünden bazan tersine
dönmektedir. Nitekim yukarıdaki paragrafta sûfîlerin ma’rifet konusunda ihtilâfta
olduklarından bahsedilmesine sebep odur. Bazı sûfîler13ma’rifetin
eşyâyı sûret (form) ve isim olarak bilmek olduğunu, ilmin ise eşyânm
hakikatlerini verdiğini söylemişlerdir. Böylece Allah hakkındaki ilim de bu
husustaki ma’rifetten üstün olmaktadır. Maamafih bütün bunlarda esas olan,
Allah’ın hakikatine âit bilginin ondan feyiz (veya bereket) olarak gelmesidir;
bu bilgi ilim tahsiliyle kazanılamaz.
Ma’rifetin, veya mistik bilginin, muhtevâsı nedir? Sûfî’nin kalb gözüyle
gördüğü şeyler nelerdir? Bunu öğrenmek üzere önce onların kendi anlattıklarına
bakalım. Ancak burada çok önemli bir noktayı hiç aklımızdan çıkarmamalıyız:
Mistik bilgi duyu organlarıyla ve onların verilerini kullanan akılla elde
edilmediği için, onun ifâdesi imkânsızdır. Sûfî ne gördüğünü anlatmak isterse
bunu ortak bir lisan kullanarak anlatmak zorundadır; ortak lisan ise insanların
ortak hayat tecrübeleriyle meydana gelmiştir, yani o esas itibariyle dış
dünyaya âit bir şeydir. Halbuki sûfî’nin gördükleri onun derûnî tecrübesine
âit şeylerdir. Bu yüzden mistik tecrübenin olduğu gibi anlatılması teorik
bakımdan imkânsızdır. Fakat bu tecrübenin sâhası ve sınırları hakkında birşey
söylenemez mi?
Önce ma’rifetin ana teması olan Tanrı bilgisine bakalım. Sûfî Allah’ı
gördüğünü iddia etse bile onu bize tarif etmesini isteyemeyiz. Fakat acaba
Allah hakkında neyin bilinip neyin bilinemiyeceği sorusuna bunların cevabı
nedir? Yaratanın yanısıra, yaratılmışlar hakkındaki bilgilerin objesi ve
sınırları nelerdir?
Burada en önemli ve en tartışmalı mesele Allah’ın bilinip
bilinemiyeceğidir. Tasavvufun Yeni-Eflâtuncu kanadının vecd hâlinden maksadı
ölmeden önce çıkış yerine dönmek, yani hayatta iken Tanrı’yı müşâhede
etmektir. Bu meselenin varlık hakkındaki görüşlerle çok sıkı bir ilgisi bulunduğu
için, tasavvufta varlığın birliği ve çokluğu konusunda ortaya çıkan fikirler
gözönünde tutularak izah edilmesi gerekir. Maamafih biz okuyucunun zihnini
karıştırmamak bakınımdan bilgi ve varlık problemlerini ayrı ayrı ele alıyoruz.
Acaba Allah bilinebilir mi?
Mustavvıfların, tevhîd dedikleri şey bilgi felsefesi bakımından iki
türlü anlaşılmalıdır. Birincisi, bunların çoğu tevhid (birlik) hakkındaki
bilginin, Allah’ın sıfatlarının parça parça görünmekle birlikte hakikatte bir
tek varlığı gösterdiğini anlamak olduğunu kabul ederler. Fakat hakikî ma’rifet
"bu ma’rifete ulaşmanın hiçbir yolu bulunmadığını bilmek"tir14.
Allah’ın mâhiyetine nüfûz etmek kabil değildir. Cüneyd şöyle demiştir:
"Ma’rifet kalbin iki şey arasında gidip gelmesidir: Allah’ın
anlaşılamıyacak kadar büyük olduğunu beyan etmek ve O’nun idrâk edilemiyecek
kadar kudretli olduğunu beyan etmek... Ma’rifet, kalb ne tahayyül ederse etsin
Allah’ın onun zıddı olduğunu bilmektir"15. Şu halde tasavvufta
bir yol Allahın ma’rifet sâhiplerince dahi bilgi mânâsında bilinmesine imkân
olmadığıdır. Bu görüş ehl-i sünnet itikadına sâhip olan mutasavvıflarca
paylaşılmaktadır. İkinci görüş ise ehl-i sünnet akidesi açısından durumları
tartışmalı olan ve umûmiyetle panteist denilenlerinkidir; bunlar varlığın
birliğini kabul ettikleri için bilginin de ayniyetini kabul ederler. Yani insan
Allah hakkında bilgi sâhibi olabilir; bu bilgi aynı zamanda Allah’ın bilgisiyle
aynidir. Muhyiddin İbni Arabî ve onun gibilerin (Cîlî, İbni Farid ilh.) görüşü
bu istikamettedir. Şimdi bunların tasavvufî bilginin mâhiyeti ve elde edilmesi
hakkındaki görüşlerini daha yakından incelemek üzere belli-başh birkaç
şahsiyetin izahlarını özetleyebiliriz.
Ehl-i sünnet itikadındaki mutasavvıfların bilgi felsefesini en iyi temsil
eden Gazâlî’dir. Maamafih Gazâlî’ye gelmeden önce, yine onun görüşlerine çok
bağlı bulunmakla birlikte, tasavvufu bir ilim sâhası olarak ele alıp toplayıcı
genel bir tasvir veren İbni Haldun’dan bahsedelim16.
İbni Haldun’a göre insanın insan olmak itibariyle diğer hayvanlardan
farkı idrâk etme kaabiliyetine sâhip buIlınmasıdır. İnsanın idrâki iki
türlüdür. Birincisi ilimleri ve ma’rifet konularını idrâk etmektir ki, bu
bilgiler yakîn (kesin), zan (kuvvetli ihtimal), şek (iki ihtimâlin de eşit derecede
olması) ve vehm (zayıf ihtimal) derecelerinde olabilir. İnsan ayni zamanda
kendisiyle kaim olan "halleri" idrâk eder ki, bunlar da neş’e, hüzün,
gevşeme, sabır vs. gibi şeylerdir. Böylece insandaki aklî düşünce idrâklerden,
irâdî hallerden ve mânevi "haf'lerden doğar. İşte insan bunlar vâsıtasıyla
diğer hayvanlardan ayrılır. Bilgi (ilim) delil ve isbattan gelir, elem ve
neş’e, elem ve haz verici şeylerin idrâkinden doğar; istirahattan enerji,
yorgunluktan atâlet çıkar. Ayni şekilde tasavvufta müridin mücâhede ve ibâdeti,
bu mücâhedenin neticesi olarak kendisinde bir "hal" meydana gelmesine
yol açar. Bu hal ya bir çeşit ibâdet şeklinde kuvvetlice yerleşerek müride bir
makam olur, yâhut ibâdet olmaz da meselâ neş’e, memnûniyet, enerji, atâlet vs.
gibi nefsi etkileyen bir sıfattan ibâret olur. Mürîd böylece bir makamdan bir
sonraki makama yükselerek nihâyet asıl hedef olan tevhid ve marifet mertebesine
ulaşır. Bütün bunların esası imânla birlikte ibâdet ve ihlâstır. Haller ve
sıfatlar işte b.u imân ve ihlâsm bir meyvesi olarak doğar. Bir hal ve sıfat bir
başkasına, o da diğerlerine yol açmak suretiyle nihâyet mürîd tevhid ve irfan
mertebesine varır. Eğer herhangi bir kusur veya bozukluk görülürse bu elbette
bir evvelki merhalede olan bir kusur veya bozukluktan dolayıdır, nitekim nefse
ve kalbe gelen şeyler için de ayni durum söz konusudur. Böyle hallerde mürîd
kendini bir nefs muhasebesine tâbi tutup bu kusurlu neticenin kendisinin hangi
bozuk durumundan doğduğunu bulmak zorundadır. Mürîd bu kusuru mistik tecrübe
yoluyla bulur. Fakat bu türlü bir nefs muhasebesi sûfîlerin dışında pek az
kimsede görülür. Sûfî mesleğine girmeyenlerin yapabileceklerinin en fazlası
nihâyet ibâdetlerini tam üşülünce edâ etmektir. Buna karşılık sûfîler yaptıkları
ibâdetlerin kusurdan âzâde olup olmadığını mistik tecrübe ve vecd yoluyla
anlayabilirler. Görülüyor ki, sûfîlerin yolu, yapıp yapmadıkları şeyler
husûsunda nefs muhasebesine girişmeleri ve mücâhedelerinin neticesi olarak meydana
çıkan mistik tecrübe ve vecd halleri karşısında konuşmaktan ibarettir.
Mücâhede ve zikir sonunda ekseriyâ his perdesi açılır; böylece sûfî
insanların duyularla erişemediği, idrâk edemediği İlâhî âlemler hakkında bilgi
kazanır. Ruh bu İlâhî âlemlerdendir. Perdenin kalkmasının sebebi ise şudur:
İnsanın rûhu dış dünyanın hissî idrâkinden iç dünyaya döndüğünde duyular
zayıflar ve ruh gitgide kuvvetlenir. Zikir bu noktaya gelmede yardımcı olur,
çünkü zikir rûhun neşvünemâsı için gıdâ gibidir. Ruh böylece gitgide gelişmek
ve kuvvetlenmek suretiyle bilme (ilim) mertebesinden görme (şuhûd) mertebesine
yükselir. Duyuların verdiği idrâkin perdesi kalkar, rûhun öz varlığı zâhir
olur. Bu, idrâkle ayni şeydir. Ruh artık İlâhi mevhibelere, ledünnî ilimlere ve
İlâhî fütûhata hazırdır. Kendi özünün (zat) hakikati tezâhür eder ve meleklerin
bulunduğu en yüksek mertebeye yaklaşır. Bu gibi haller mücâhede sâhiplerine
ekseriya gelir ve onlar başka kimselerin hiç bilmediği varlık hakikatlerini,
hattâ çok kere nice gelecek olayları idrâk ederler. Zihinlerinin ve mânevî
güçlerinin yardımıyla, aşağı seviyedeki varlıklar üzerinde tasarrufları olur,
onları kendi irâdelerine tâbi kılarlar. Maamafih büyük sûfîler bu türlü
keşifler ve tasarruflarla pek uğraşmazlar ve görüşülmesine müsaade olunmayan
şeyler hakkında malûmat vermezler. Yukarıdaki haller kendilerinde vâkî olduğu
zaman bunu bir iptilâ sayarlar ve kendilerine perdeler açıldığında (keşif
halinde) bundan kaçmaya çalışırlar. Peygamberimizin ashâbı bu çeşit mücâhede
erbâbı idiler ve Allah’ın bu lûtuflarma herkesten çok mazhar bulunuyorlardı.
Ama onlar böyle şeylere aldırış etmezlerdi. Ama daha sonraki devirlerin
sûfîlerinden bir kısmı asıl dikkat ve gayretlerini his perdesinin kalkmasına ve
his-ötesi idrâkler elde etmeye topladılar. Bunu kendileri için asıl hedef saydılar.
Rûhun kendi özünü (zâtını) idrâk etmesi için hislerin kuvvetini ortadan
kaldırmak ve düşünen rûhu kuvvetlendirmek husûsunda değişik yollar
kullandılar. Bunlar böylece keşif sâhibi oldukları zaman ruhlarının varlığın
bütün sırlarını idrâk ettiğini ve varlığın özlerini kavradıklarını, herşeyin
hakikatine vâkıf olduklarını iddia ettiler. İmam Gazâlî İhyâıı
Ulûmi’d-Dîn'dz sûfîlerin mücâhede yollarını anlattıktan sonra bundan
bahsetmiştir.
VI
Şimdi de Gazâlî’nin meseleyi nasıl izah ettiğini görelim. Gazâlî’nin
burada hususî bir durumu vardır: O mistik bilgiyi hem bizatihi bilgi problemi
olarak incelemiş, hem de bizzat o yoldan bilgiler edinmiştir. Onun ilim ve
bilgi konusundaki görüşleri çeşitli eserlerinde bulunmakla birlikte bunların
hepsinde de anlatılanlar aynidir, hattâ birbirinin tekrarı gibidir. Hayatının
en büyük eseri İhya olduğu için mistik bilgi husûsunda orada
söylediklerini kullanacağız. Hakikatte tıpkı İbni Haldun gibi kendisi de El-Munkız’&s
İhyâ’nın Kitâbü Acâibi’l-Kalb adlı bölümüne atıf yapmaktadır
Gazâlî’ye göre, "herkesçe zarurî olarak sâhip olunan cinsten
bulunmayan bilgiler kalbe farklı şekillerde gelir. Bunların geliş tarzları
çeşitlidir. Bazan sanki kalbe atılıyormuş gibi kendiliğinden gelir, kalb
bunların nereden geldiğini bilmez. Bazan da bunlar zihnî düşünce ve tahsil
yoluyla elde edilir. Ne iktisap yoluyla, ne de birbiri ardınca istidlâller
yapmak suretiyle gelen bilgiye ilham denir; zihnî faaliyetin bir neticesi
olarak elde edilen bilgiye ise tetkîk ve teemmül adı verilir.
"Hiçbir gayret, çalışma ve tetkîk olmaksızın kalbe doğan bilgi iki
türlüdür: İnsanın nasıl ve nereden geldiğini bilmedikleri, ve geliş vâsıtası
hakkında bilgi ihtivâ edenler. Bu İkincisinde insan o bilgiyi kalbe getiren
meleği görür. Birincisine ilham ve kalbe üfleme denir, İkincisine ise vahiy
adı verilir ki, bu peygamberlere âittir. Birinci türlü bilgiye gelince, o da
velîlere ve (iyi) temiz kişilere mahsustur. Yukarıda bahsetmiş olduğumuz ve
zihnî çalışma ile elde edilen bilgi ise âlimlere mahsustur.
Bizdeki İhya tercümeleri ana batlarıyla doğru olsa bile kavramlar
bakımından yanlış ve gelişigüzel olduğu için bu bolümü yeniden tercüme ederek
veriyoruz.
"Bu konuda söylenebilecek en doğru söz şudur: Kalb, her şeyin gerçek
mâhiyetinin tecelligâhı olma kaabiliyetine sâhiptir. Yukarıda işâret etmiş
olduğumuz beş sâikin biri dışında, kalb ile nesneler arasına hiçbirşey
giremez. Böyle birşey tıpkı kc bin aynası ile, Allah tarafından üzerine
Kıyâmet’e kadar 'ukû bulacak herşeyin yazıldığı Levh-i Mahfûz arasına girmiş
bir perde gibidir. Bilgilerin hakikatleri Levh-i Mahfûz’un aynasından kalbin
aynasına, tıpkı bir aynadaki hayâlin karşıdaki bir başka aynaya yansıması gibi
yansır. İki ayna arasındaki perde bazan el ile kaldırılır, bazan da onu tahrik
eden rüzgârla. Bu şekilde bazan lütuf rüzgârları eser ve kalbin gözlerinin
önündeki perde kalkar, Levh-i Mahfûz’da yazılmış olan şeylerin bazıları kalbe
akseder. Bu iş zaman zaman uyku halinde olur, ve insan bu yoldan ileride olacak
şeyleri bilir. Perdenin tamâmen kalkması ölüm demektir, ki ölüm hâlinde eşyânm
daha evvel gizli olan hakikati ortaya çıkar. Fakat uyanıklık hâlinde de Allah
Teâlâ’nın gizli bir lütfü ile perde ortadan kalkabilir, ve kalblere gayb
perdesinin ardından hârikulâde bir takım bilgiler gelir. Bu, bazan bir şimşek
gibi, bazan ardı ardına, fakat sınırlı bir şekilde vâkî olur, ve bu hâlin uzun
sürmesi fevkalâde nâdir görülür.
"İlham ile iktisabî bilgi arasında ne bilginin mâhiyeti, ne yeri, ne
de sebebi bakımından fark vardır; bu ikisi sâdece perdenin ortadan kalkması
husûsunda ayrılır, zira perdeyi kaldırmak insanın iktidarı dâhilinde değildir.
Vahiy de bu hususlarda ilhamdan hiç farklı değildir, ancak vahiyde o bilgiyi
getiren melek görülür, zira bilgi kalblerimize sâdece melekler vâsıtasiyle
gelir. Allah Teâlâ şu kelâmında bu noktayı telmih ediyor: insan ancak şu
şekillerden biriyle Allah’la konuşabilir; bu ya vahiy suretiyle, ya bir
perdenin ardından, veya Allah’ın izniyle O’nıın istediğim insanlara anlatması
için resûl göndermesiyle olur.17
"Bunu böylece belirttikten sonra, bil ki, mutasavvıflar tahsil ile
elde edilenleri değil de ilham ile gelen bilgileri tercih ederler. Keza onlar
ne ilim tahsil etmeye, ne müelliflerin yazdık! wı eserleri anlamaya, ne
çeşitli mezhebleri ve onlara âit delilleri incelemeye istek duyarlar. Bunlara
mukabil şöyle derler: Yol nefisle mücâdele etmek, kötü sıfatlardan kurtulmak,
bütün (dünyevî) alâkaları kesmek, ve Allah Teâlâ’ya tam bir mânevi bağlılıkla
yönelmekten ibârettir. İnsan ne zaman bunu yapsa Allah da o kulunun kalbine
yöneelir ve onun ilmin nurlarıyla aydınlanmasını temin eder. Allah Teâlâ kalbi
yönetme kudretini elinde tuttukça O’nun rahmeti kalbe saçılır, nur orada
parlar, göğüs genişler, melekûtun sırları kula âşikâr olur, daha önce onu
körletmiş olan perde Rahmet lütfü ile önünden kalkar, ve İlâhî hakikatler onda
parlamaya başlar. Mümin’in yapabileceği bütün iş kendini saf ve temiz bir
şekilde hazırlamak, bu gibi şeyler üzerinde dikkatini toplayarak kendini hazır
tutmak, samimî bir irâde, tam bir susuzluk ve titiz bir müşâhede ile Allah
Teâlâ’nın rahmetinden ona açacağı şeyleri devamlı bekler olmaktır.
"Peygamberler ve velîlere gelince, onlara gelen keşifler ve
göğüslerini genişleten nur ne tahsil ile, ne zihnî çalışma ile, ne de kitaplar
yazmak sûretiyle vâki olmuştur; sâdece zühd hayatı yaşayarak bu dünyayı
terketmek, dünyevî alâkalarını kesmek, kalplerini dünyevî meşgalelerden tamâmen
boşaltmak ve Allah Teâlâ’ya bütün mânevî varlıklarıyla kendilerini vermek
sûretiyle o mertebeye ulaşmışlardır. Kim Allah için ise, Allah da onun içindir.
"Mutasavvıfları böyle bir gâyeye erdiren yol, herşeyden önce dünya
ile olan bütün bağlantıları kesmek, âile, servet, evlât, memleket, ilim, rütbe,
şan ve şöhretle olan her türlü meşgûliyete son vermek, ve dahası, kalbi artık
herşeyin varlığına veya yokluğuna kayıtsız kalacak bir hâle getirmekten
ibârettir. Mutasavvıf bundan sonra bir hücrede kendisiyle başbaşa kalır,
sâdece farz olan ibâdetleri ve diğer dinî vecibeleri yerine getirmekle meşgûl
olur. Orada kalbi dünyadan sıyrılmış halde tek bir meşgale üzerinde kendini teksîf
ederek oturur. Zihnini ne Kur’ân kıraati ile, ne Kur’ân tefsiri üzerinde
düşünmekle, ne başka birşeyle meşgûl eder. Tam tersine, hatırına Allah
Teâlâ’dan başka hiçbirşeyin gelmemesine gayret eder.
"Böyle yalnız başına (halvet) kaldıktan sonra Allah, Allah diye
devamlı zikr eder ve kalbi de bu zikre katılır. Bu şekilde öyle bir hâle varır
ki artık dili oynamaz olur, ama Allah kelimesi dil üzerinde akar gibidir. Sonra
kelimenin dil üzerindeki izi silinir gibi olur ve kalbin kendini devamlı zikre
verdiği görülür. Orada kalbinden kelimenin harfleri, şekli, ifâdenin sureti
kaybolup da sâdece kalbdeki mânâsı kalıncaya, onu hiç terketmiyecek derecede
bir parçası hâline gelinceye kadar, sabreder.
"Bu sınıra kadar ulaşmak ve aldatıcı şeylerden yüz çevirerek orada
devamlı kalmak insanın kudreti dâhilindedir; ama Allah Teâlâ’nın rahmetini
kendine celbetmek onun elinde değildir. Ama insan bunları yerine getirmek suretiyle
İlâhî Rahmet nefhalarım alacak duruma gelmiştir, ve yapacağı bütün iş Allah
Teâlâ’nın ona, tıpkı bu yoldan peygamberlere ve velîlere yaptığı gibi,
Rahmetinden lütfedeceği şeyleri beklemekten ibârettir.
"Eğer onun (mutasavvıfın) irâdesi sâdık, mânevî cehdi saf, azmi
mükemmel ise, ihtiraslarına kapılmamışsa, dünya ile olan bağlarından gelen bir
endîşe kendisini meşgûl etmemişse, o takdirde hakikat ışıkları kalbinde
parlayacaktır. Bu (parlama) başlangıçta hemen gelip geçen bir şimşek gibidir,
sonra geri gelir ama dönüşü bazan geç olur. Eğer geri gelirse bazan kalır bazan
yine geçicidir. Kalırsa bazan uzun zaman kalır, bazan kısa zaman. Bazan ilk
defakilere benzer aydınlıklar gelir ve birbirini tâkip eder; bazan hepsi bir
tek tarzdadır. Allah’ın velîlerinde bu türlü sayısız aydınlanmalar vardır;
nitekim onların tabiat ve karakterleri arasındaki farklar da sayısızdır."
Gazâlî bu görüşünü başka yerlerde de tekrarlamıştır. Biz kitabın
sonundaki ekler arasına onun "Mizânü’l-Amel" adlı eserinden
ayni meâlde bir parça koymuş bulunuyoruz. Sûfî’ye gelen aydınlığın muhtevâsı
hakkında fazla bilgi yoktur; ancak bu bilgilerin aklı aştığı sık sık
belirtildiğine göre muhtemelen ilim tahsili yoluyla elde edilen bilgilerin
dışındaki şeyler olmalıdır. Gazâlî "El-Mıınkiz"^ sûfî yolunun
kalbi tamâmiyle Allah’ın zikri ile doldurmakla başladığını, Allah’da tamamiyle
yok olmakla da bittiğini söylüyor. Bu başlangıçta müşâhede ve mükâşefeler
vardır; uyanık halde bile melekler ve peygamberlerin ruhları görülür, sesleri
işitilir, ve onlardan faydalı şeyler öğrenilir. Sonra suret ve misâllerin
görülmesinden daha yüksek derecelere ulaşılır ki hiç kimse, açıkça hatâya
düşmeksizin, bu hallerin neden ibâret bulunduğunu ifâde edemez; bunların sözle
ifâdesi mümkün değildir.
VII
Sûfî’nin mistik bilgi hakkında anlatmış oldukları dâima bu halin
"anlatılamaz" olduğu neticesine çıkıyor. Buna bakarak "herkesin
fikri kendine, sûfî öyle görüyorsa o onun bileceği iştir" diyebilir miyiz?
Yani mistik bilgi tamâmiyle sûfî’nin kendini mi ilgilendirir, onun hiçbir
sûrette objektif kılınma imkânı yok mudur?
Felsefe, ilke olarak, hiçbir ilmin bize "mutlak"ı vermediğini
ve veremiyeceğini kabul eder. Bu itibarla ilim daha işin başında böyle bir
meselenin dışında kalmıştır. O halde varlığın özünü hiç değilse kısmen
kavrayabilmek üzere sezgi veya iç (derûnî) tecrübe denilen yolu kullanabilir miyiz?
Önce sezgi(intuition)’den ne anlaşıldığını açıkça bilmeliyiz. Felsefede
bu kavram değişik mânâlara gelir. En geniş mânâda karşılığı "vâsıtasız
kavrama"dır, ki burada kavrama duyum, bilgi, ve mistik râbıta gibi farklı
halleri belirtecek şekilde kullanılmaktadır. "Vâsıtasız" tâbirinden
anlaşılan ise genellikle istidlâl veya mantıkî muhâkeme yolunun kullanılmamış
olmasıdır. İlim adamı "sezgi"den bahsettiği zaman bu, onun bir mesele
hakkında herhangibir istidlâl yapmadan vardığı inanç mânâsına gelir ki, daha
sonra bu "inanc"mı istidlâl yoluyla tahkîk eder. Mistisizmdeki sezgi
ise, bir entite (mâhiyet, ayn) hakkında önermelere dayanmayan bilgi
demektir. Önermeli bilgilerimiz "şöyle şöyle olduğu için şöyle şöyle
olması lâzım gelir" şeklinde ifâde edilen bilgilerdir, buna karşılık
mistik sezgilerin ifâdeleri imkânsızdır, onlar önerme şeklinde kullanılamaz.
İşte sûfî’nin Tanrı sezgisi bu cinstendir ve önermeli bilgi olmadığı için isbat
ve tahkik imkânı da yoktur. İleride göreceğiz ki Bergson’un "süre" (dure,
duration) hakkındaki sezgisi de bu cinstendir ve onun felsefesine temel teşkil
etmiştir.
Sezginin kaynağı duyu verileri değilse nedir? Sezgi şuûrun kendine
yönelmesi, kendi üzerine kıvrılması, yani dış dünya yerine kendini müşâhede
etmesi demektir. Bazı filozoflar böyle bir müşâhedenin gerçeği olduğu gibi
verebileceğini söylemişlerdir, çünkü onlara göre fenomenler, yani eşyânın
görünüşleri (varlığa karşılık "oluşlar") zaman ve mekâna bağlı
şeylerdir. Biz onları, dâimâ dolaylı olarak idrâk edebiliriz. Meselâ karşımızda
duran iskemleyi görüyorum derken aslında benim gördüğüm, iskemlenin kendisi
değildir; ona çarparak benim gözüme gelen ışıktır. Şu halde idrâkimin objesi
iskemle olmakla birlikte idrâkimin kaynağı iskemle ile hiç ilgisi bulunmayan
bambaşka birşeydir: Güneş veya başka bir ışık verici. İskemle sâdece o
vericilerden çıkan ışıkları değiştirmeye (tâdil etmeye) yaramaktadır. Aksi
takdirde iskemlenin bize kendini göstermesi için hiçbir sebep -veya
vâsıtayoktur18. Kezâ vâsıtalı müşâhedede bir olayı isbat edebilmek
için ya onun oluşundan önce, ya oluşundan sonra birtakım muhâkeme ve
mülâhazalara girişilir ki bunların hiçbiri de olayı olduğu gibi gösteren
(veren) şeyler değildir, çünkü artık o olay ortada yoktur (ya olmamıştır, ya
olmuş geçmiştir).
Şuûrun kendine dönmesi ve kendini müşâhede etmesi bizi bu vâsıtalılıktan
(dolaylılık) nasıl kurtarabilir? Bazı filozoflar (meselâ Descartes) şüphe
duymayacağımız tek bilginin kendi şuûrumuza âit şeyler olabileceğini
söylerler, çünkü insanın nefsi realitenin bir parçasıdır, ve nefsimize
-şuûrumuzayönelerek onu müşâhede ettiğimiz zaman realite hakkında bilgi sâhibi
oluyoruz demektir. Burada realite ile yüzyüzeyizdir. Descartes’m
"Düşünüyorum, öyle ise varım" sözü işte bu fikre dayanmaktadır.
Düşünce doğrudan doğruya şuûra aittir ve şuûr düşüncenin varlığını anlayabilmek
için sâdece kendine bakmakla yetinecektir. Bu yüzden düşüncemiz hakkındaki
bilgimiz ne duyulara, ne akla dayanan bir bilgidir; vâsıtasız müşâhede (sezgi)
neticesinde elde edilmiştir. Duyularımız ve aklımız bizi her an yanıltabilir,
bu yüzden onlarla gelen bilgilerden dâima şüphe etmek (hiç değilse metod
olarak) zorundayız. Ama bu şüpheleri tahkik etmek için kendinde şüphe
bulunmayan bir sağlam zemine dayanmamız gerekmez mi? İşte bu zemin, düşüncemiz hakkındaki
sezgi ile varlığımızı anlamaktır. Bu nasıl olur? Meselâ insan hayâl görebilir,
duyu organları (gözü) onu aldatmıştır; karşısında birşey gerçekte mevcut
olmadığı halde, onu var zannedebilir. Ama düşünmediği halde kendini düşünüyor
zannedemez. Düşündüğünü bilmek veya kendini, düşünen bir varlık olarak duymak
akıl yoluyla elde edilmiş bir bilgi değildir; bu bir sezgidir.
Sezgi bu sûretle bize varlık hakkında doğrudan bilgi verdiği gibi, bir
taraftan da bizde doğuştan varolan -eğer varsafikir ve prensipleri bildirir. Bu
İkincisine rasyonel sezgi diyoruz ki Descartes’m rasyonalist felsefesinde çok
önemli yer tutar. Daha sonraki filozoflar, özellikle Leibniz ve Main de Brian
mutlak bilgi olarak sezgi üzerinde durmuşlar, fakat yavaş yavaş sezginin diğer
bilme vâsıtalarına nisbetle yanılmazlığı hakkında şüpheler de doğmuştur. Nitekim
Kant, baştarafta belirttiğimiz gibi, iç sezginin de zamanı kullanarak ayni
derecede fenomenal olduğunu (çünkü zaman duyular dünyasına ait formlardan biridir),
yani eşyânın zâhirî özelliklerini verebildiğini söylemektedir. Ancak
Schopenhauer, Kant’ın fikrine esasta katılmakla birlikte, vasıtasız iç tecrübe
dediği yoldan mutlak hakkında bilgi sâhibi olabileceğimizi iddia etmiştir. Ona
göre bizim faaliyetlerimizin, hareketlerimizin kaynağı olan irâde, işte böyle
bir iç tecrübe sonucu olarak anlaşılabilir. Onun irâde dediği şey, varlığın
esâsıdır ve birdir; yani benim varlığımın esâsı olan irâde ile bir başkasmmki,
hattâ fizikî kuvvetlerin irâdesi, aynidir; yalnız insanların herbiri ona
değişik açılardan baktıkları için bu birlik ve aynilik farkedilmez. Böylece
biz vâsıtasız bir iç müşâhede (experience) ile varlığımızın aslını kavradığımız
zaman evrensel varlığı da kavramış oluruz, çünkü bunlar bir ve ayni şeylerdir.
Muhakkak ki sezgi meselesini yakın zamanda en harâretli bir şekilde ele
alan ve müdâfaa eden Bergson olmuştur. Bergson’un metafizik fikirlerinin -ve
endişelerininkaynağı oldukça eskilere gider. Russell’a göre akıl-sezgi kavgası
Onsekizinci yüzyıl felsefesindeki akıl-insiyak tezadının bir devamı olmuştur. O
çağda akıl insiyak’a üstün tutuluyordu, fakat Rousseau’nun ve romantiklerin
tesiriyle, ve geleneksel din akıl yoluyla müdafaa edilemeyince, ilmi kendi
inançları için tehdit sayan herkes hayata ve dünyaya karşı mânevî bir tavır
almakla birleştiler. İşte Bergson’un sezgi (intuition) dediği şey onların
"insiyak"larıdır.
Bergson’a göre zekâ ile insiyak hep birbirine karışmış halde bulunmakla
birlikte esasta ayrılıkları vardır. Kabaca târif edilirse, zekâ en mükemmel
halinde cansız âletler yapma ve kullanma melekesidir, buna karşılık insiyak
organik âletler yapma (tırtılın kelebek oluşu gibi) melekesidir. Zekâ’yı
başlıbaşına bir meleke saymak da doğru olmaz, çünkü o özde madde ile birdir ve
sâdece maddî şeyler sâhasında geçerlidir. Canlı varlık sözkonusu olunca zekâ
onu anlamakta âciz kalır. Zekâa realiteyi kavramak üzere kavramlar
geliştirmiştir, fakat bu kavramlar insanın tecrübesini (exprience) kavrayamaz.
Çünkü tecrübemiz devamlı bir akış halindedir, tecrübenin esâsı sürekliliktir;
halbuki kavramlar (lisan dâhil) ancak bu akışı bir yerde kesmek, dondurmak
sûretiyle onu tahlil etmeye müsâittir. Tecrübenin akışı durdurulunca onu
bozmuş oluruz. Binâenaleyh artık bizim tahlil ettiğimiz şey realitenin kendisi
değildir.
Bergson başlıca iki bilgi yolunun bulunduğunu söylüyor. Ya objenin
etrafında dolanırız, yâhut onun içine gireriz. Birinci halde bakış açısına
veya kullandığımız sembollere göre nisbî bir hakikat elde ederiz. İkincisinde
mutlak bilgiye varırız. Objenin içine girmekten kasdedilen şey bir bakıma
kendini onun yerine koymaktır. Nitekim Bergson sezgiyi şöyle târif ediyor: Bir
çeşit zihnî sempati (ortak duyuş) yoluyla insanın kendini bir objenin içine
yerleştirmesi ve bu sûretle onda yegâne olan, dolayısiyle ifâdesi imkân .z bulunan
tarafla karşı karşıya gelmek19. Bunun en mük mmel örneği kendi
nefsimiz hakkındaki bilgimizdir.
Bergson zekânın (akıl) ancak geçmişi örneği olan, daha evvel tecrübe
edilen şeyleri kavrayabildiğim, yeni ve orijinal, tek olan şeyleri
bilemeyeceğini söylüyor. Gerçekten, doğuştan hiçbir bilgimiz olmadığı halde,
insiyaklarımız bizim için tamâmen yeni olan durumlara uymamızı sağlamaktadır.
"Kendini düzeltilmesi imkânsız derecede beğenmiş olan aklımız,
doğuştan veya sonradan kazanılmış bir hakla, hakikatin bütün unsurlarına yine
doğuştan veya sonradan sâhip olduğunu zanneder. Kendisine gösterilen yeni
birşeyi tanımadığını itiraf ettiği zaman bile cahilliğinin sâdece bu yeni şeyi
eskiden bildiği kategorilerden hangisine koyacağını bilememekten geldiğine
inanır. Bu yeni şeyi açılmaya hazır eski gözlerden hangisine koyacak? Ona hangi
hazır elbiseyi giydirecek? O bu mudur, şu mudur, o mudur diye düşünür. Buradaki
bütün bu, şu, o ve bunlar bizim için dâima ölçebildiğimiz ve anlayabildiğimiz
şeylerdir. Yeni bir şey için tamâmiyle yeni bir kavram, yeni bir düşünme yolu
yaratmak fikri bizi son derece tiksindirir. Bununla birlikte felsefe tarihi
baştanbaşa sistemlerin ebedî çarpışmalarını, hazır elbiseye benzeyen kavramlarımıza
realitenin sokulmasının kesin imkânsızlığını ve dolayısıyla ısmarlama kavramlar
yapmak mecburiyetini gösterir. Fakat aklımız böyle bir uçtan öbürüne
gitmektense, tevâzıı kılığında bir gururla, sâdece izâfı’yi bildiğini, mutlak’ı
bilmeye kudreti bulunr madiğini söylemeyi tercih eder. Fakat
başlangıç kabilinden olan bu sözler, ona, alışmış olduğu düşünme usûlünü yine
ayni cesâretle tatbik etmeye ve "mutlak"a sözde dokunmamak
bahanesiyle bütün meseleler hakkında mutlak hükümler vermeye mâni olmaz.
Nitekim, reel olanı bilmek onun asıl örneğini (ide) bulmaya, yani evrensel
bilgiye mânen sâhipmişiz gibi eskiden bildiğimiz hazır bir çerçeveye sokmaya
bağlıdır, teorisini ilk defa ortaya atan Eflâturidur. Her yeni şeyi dâima eskiden
bilinen şeylerden birine sokmayı düşünmekle yoğrulmuş olan insan zekâsı için
de bu inançtan daha tabiî bir şey olamaz; hattâ denebilir ki hepimiz Eflâtunca
do-
«20
ğarız.
Bu ifâdeler materyalist bir pozitivizme karşı mâneviyâtı savunma
durumunda bulunanlar için fevkalâde cesâret ve heyecan verici görünmektedir.
Fakat Bergson’un insiyak teorisinin hayli eksik ve yanlış mâlûmata dayandığını
unutmamalıyız. İnsiyak canlının tekâmülünde oldukça geri (zekâ’ya göre) bir
merhaleyi temsil eder; en mütekâmil canlı olan insanda insiyakın kuvveti daha
aşağı hayvanlara göre oldukça düşüktür ve onun yerine zekâ gelişmesi gelmektedir.
İnsanlığın tekâmülünde böyle olduğu gibi, bir insan ferdinin gelişmesinde de
ayni durum görülebilir; çocukta insiyak hâkimdir, büyüdükçe zekâ hâkim olur.
Ancak Bergson’un şu iki noktada haklı olduğu söylenebilir: Birincisi, sezgili
bilginin insanda çok yüksek bir kesinlik duygusu uyandırdığı muhakkaktır. Bu
bilgi pekâlâ yanlış olabilir, ama sezgi sâhibi ondan emindir. İkincisi,
insiyakın zekâh düşünceye üstün olduğu birçok haller vardır, özellikle hayatın
korunması sözkonusu olduğu zaman insiyak çok defa bizim işimize daha çok
yaramaktadır.
Nihâyet, sezgi veya insiyak’m bizi dünya ile doğrudan doğruya
karşılaştırmasına mukabil, aklın veya kavramsal düşüncenin realiteyi aynı
gerçeklikle vermediği doğrudur. Fakat bu doğrunun Bergson’un ve diğer
mistiklerin iddialarını haklı çıkarması sözkonusu değildir. Bergson’un haklı
olduğu nokta şudur: Biz birşeyi gördüğümüz an onun bizde yarattığı intibâ ile
o gördüğümüz şey hakkında yaptığımız açıklamalar, hiçbir zaman birbirinin ayni
değildir; dilimizi ne kadar mükemmel hâle getirirsek getirelim, söylediklerimiz
bizim gördüğümüz gerçeği hiçbir zaman aynen yansıtmayacaktır. Fakat mistiklerin
iddialarının bundan sonraki kısmını kabul etme imkânı yoktur. Kavramsal bilgi,
idrâki aynen veremez, ama bizim vâsıtasız idrâkimizin eşyânm hakikatini her
zaman doğru olarak verdiğini söyleyebilir miyiz? Başka bir ifâde ile, sezginin
yanılmazlığını iddia edebilir miyiz? Hayır. Sezgilerimiz bilginin âdeta ilk
basamağıdır; eşyâ ve olaylar hakkında zihnimize bazı şeyler doğar, sonra
bunların ne derece doğru olduğunu akla ait metodlarla araştırırız. Bizim
idrâkimizin dâima daha canlı bir intibâ kazandırması, kendi şahsî sezgilerimizi
objektif gerçek diye göstermemizi hiçbir zaman haklı çıkarmaz.
Bu bahsi B. Russell’in son derece insaflı ve samimi ifâdesiyle kapatalım:
"Metafizik, düşünce vâsıtasıyla dünyayı bütün halinde kavrama
teşebbüsüdür. Bu teşebbüs iki ferdî beşerî temayülün kâh birleşmesi, kâh
ihtilâfıyla gelişmiştir ki, bunlardan biri mistisizm, diğeri ilimdir. Bazı
insanlar bunlardan biri ile büyük olmuşlardır, bazıları da diğeri ile. Ama en
büyükleri her ikisini birleştir enlerdir".21
Sezgili bilgi meselesini anlayabilmek için tasavvuftaki vecd halini de
incelememiz gerekiyor, çünkü bu ikisi birbirinden ayrılamaz. Sûfî hakikati
gördüğü zaman onun görüşü özel bir halde özel bir idrâk olayıdır; bu hal
insanın normal şuûr hali değildir, idrâki de bizim anladığımız cinsten (duyu
organlarıyla) bir idrâk değildir.Vecd denilen hal işte budur. Şimdi bu hali
daha yakından inceleyelim ve vecd halindeki idrâk veya bilginin hakikatini
tartışalım.
Tasavvufta bazan zevk de denilen vecd (ecstase) hali bütün mistiklerde
görülür. Batı dillerindeki ekstaz (ecstase) kelimesi aslında kendinden dışarı
çıkma demektir ve çok eski bir kökü vardır. Eski sırrî dinlerde duyular dışı
bir âlemle temas kurmak üzere bu dünya ile her türlü duyusal bağları sıfıra
indirmek, yani bayılmaksızm duyu organlarının çalışmasına son vermek usûlü
uygulanıyordu. İnsan böyle bir halde görmez, işitmez, temas hissi olmaz, koku
almaz ilh., kısacası bu dünya ile bütün irtibatını kesmiştir. Böyle bir halde
gerek görme, gerek işitme, gerek temas vs. şeklinde birtakım doğuşlar olur ki,
bunların dış dünya ile açıkça bir bağlantısı bulunmadığından, başka bir âleme
ait işâretler olduğuna hükmedilir.
Vecdin bu tasviri de gösteriyor ki onun mutlaka dinî bir motivi ve dinî
bir muhtevâsı olması gerekmez. İnsanın kendini kaybetmesi, fakat çevresindeki
uyarımlarla ilgisi bulunmayan idrâk halleri yaşamasının çeşitli sebepleri
bulunabilir. Uyuşturucu ilâç almak sûretiyle hayâller görenler veya temas
hissi alanlar psikolojik bakımdan diğer vecd sâhiplerinden farklı değildirler.
Ayni şekilde bazı marazî hallerde hastanın kendinden ğeçtiği ve başka bir idrâk
dünyası içinde yaşadığı görülür. Mistik vecdi izah etmeye çalışanlar, çok defa
bu benzerlikten hareket ederek, mistik ile histeri hastasını ayni saymışlardır.
Konu ilerledikçe biz bu türlü izahların tartışmasını da yapacağız.
Tasavvuftaki vecd veya zevk halinin neden ibâret olduğunu bu kitapta
Gazâlî’den bahsederken çeşitli vesilelerle onun kaleminden nakletmiş
bulunuyoruz. Ona göre zevk, kısaca, sûfînin zihnini her türlü dünyevî şeyden
tamâmen ayırıp, onu bomboş veya tertemiz bir hale getirdiği zaman, oranın
aydınlanması ve tıpkı peygambere gelen hakikat gibi birtakım hakikatlerin oraya
aksetmesidir. İnsan tam bir zühd ve imân ile kalbini bu ilhâma hazırlar; ilhâmm
muhtevâsı ise inanç konusu olan şeylerin doğrudan doğruya kavranarak bilgi
haline gelmesidir. Bununla birlikte vecd’in târifi husûsunda mutasavvıflar
arasında ayrılıklar yok değildir. Tasavvufun sembol ve telmihlerle dolu ifâde
tarzından dolayı bu farklar çok geniş, hattâ içinden çıkılmaz gibi görünürse
de hepsinin neticesi Gazâlî’nin anlattığı halden ibarettir. Fakat biz
mutasavvıfın vecdi ile afyonkeşin veya akıl hastasının ekstaz hallerini
birbirinden ayırabilmek için, vecd’in metodu, muhtevâsı ve neticesi üzerinde
ayrıntılı şekilde durmak zorundayız. Şimdi Hucvirî’nin tasvirini vererek
meseleyi biraz daha genişletelim:
"Vecd ve vücûd isim-fiillerdir, bunlardan birincisi hüzün, öbürü
ise bulma mânâsına gelir. Bu tâbirler sûfîler tarafından sema’ (işitme)
sırasında tezahür eden iki hale işâret etmek üzere kullanılır. Bu hallerden
biri hüzünle, diğeri ise arzu edilen şeyin elde edilmesiyle ilgilidir. Hüznün
gerçek mânâsı Sevilen’in (ma’şûk veya mahbûb) kaybı ve murad edilen şeyi elde
edememe demektir; bulma ’nın gerçek mânâsı ise arzu edilenin elde edilmesidir.
Hüzn ile vecd arasında şu fark vardır ki hüzn tâbiri bencil keder için
kullanılır, halbuki vecd tâbiri muhabbet yolunda bir başkası için duyulan hüzün
demektir; bu başkası sâdece Allah’ı arayan kimse için kullanılan bir tâbir
olsa bile, zira Tanrı’nın kendisi hiçbir zaman Kendi’nden başkası değildir.
Vecd’in mâhiyetini izah etmek imkânsızdır, zira vecd gerçek görüş(keşf)deki
elemdir, ve elemi kalem ile tasvir etmek imkânsızdır. Vecd, arayan ile Aranılan
arasında bir sırdır ki ancak ilhâm ile ortaya çıkabilir. Vücûd’un mâhiyetini
izah da kaabil değildir, zira vücûd Allah ’ın tefekküründe duyulan bir titreme
heyecanıdır ki bu heyecana onu aramakla varılamaz. Vücûd, Sevilen’in sevene
bir lütuf ve ihsanıdır ki bu lütfün gerçek mâhiyeti hiçbir işâretle
anlaşılamaz."!
Hucvirî bundan sonra kendisinin bu konudaki kanaatini bildiriyor. Ona
göre vecd kalpte bir elem halidir; bu, yeisten doğabileceği gibi memnuniyetten
de doğabilir. Vücûd ise bu elemin kalkması ve onun sebebinin bulunmasıdır.
Anlaşıldığına göre bu iki hal birbirine sıkı sıkıya bağlıdır ve birbirinin
devamıdır. Sûfî Allah’ı temâşâ etmek arzusuyla tutuşarak kendindenden geçer,
onun bu hali vecd’dir; vecd’in sonunda aradığını bulması ise vücûd tâbiriyle
ifâde edilmektedir. Bunlarla yakından ilgili bulunan tevâcüd tâbiri ise,
insanın kendini zorlayarak (zikir, dans, veya diğer hareketlerle) vecd’i
araması demektir. Tevâcüd’de vecd içten olmayıp dış vâsıtalarla sağlandığı için
bir çeşit gösteri mâhiyetindedir, bu yüzden onun kibir ve gurur verdiği (çünkü
başkaları görmektedir) söylenerek pek hoş görülmez. Ayrıca, tevâcüd içerideki
vecd’in zayıf olduğuna işâret sayılmaktadır.2
Vecd gerek İslâm tasavvufunda, gerek diğer mistisizmlerde gaye olmaktan
ziyâde vâsıta değeri taşır. Yani mistik hayâtın gâyesi vecd değildir, vecd’in
götürdüğü yerdir. Bu noktada çeşitli doktrinlerle karşılaşıyoruz. Hucvirî’nin
naklettiği bir anekdota göre, bir gün Şiblî vecd halinde Cüneyd’e geldi ve
onun mahzun olduğunu gördü. Hüznünün sebebini sorunca Cüneyd ona: "Arayan
bulacaktır" dedi. Şiblî ise, "Hayır, bulan arayacaktır" dedi.
Hucvirî’ye göre Cüneyd burada haklıydı, çünkü o vecd’den, Şiblî ise vücud’dan
bahsediyordu, ve insanın taptığı şey kendisiyle aynı cinsten olmadığı takdirde,
hüznünün nihâyeti olmazdı. Vecd’in çılgınlığa benzeyen heyecanları onun bir
hedefe varamayışından ileri gelmektedir. Vecd’in son noktası umûmîyetle tevhid
kavramıyla ifâde edilir, fakat tevhid (birleşme) farklı mânâlarda
anlaşılmaktadır. Bundan hulûl, vüsûl ve ittihad mânâlarını çıkaranlar
genellikle sünnî itikaddaki sûfîler tarafından reddedilirler3.
Tevhidden maksat Allah’la birleşmek değil, onun birliğini bilmektir. Maamafih
vecd yoluyla ulaşılan bu bilgi insanın kendi benliğinden (ve dolayısıyla
dünyadan) tamâmen sıyrılması sonucunda Tanrı’dan başka hiçbir varlık hissi
almayışıdır. Böylece bütün varlık sahnesine Tanrı hâkim olur ve O, Bir’dir.
Tevhid kulun Hâlık’tan başka hiçbirşeyi görmemesi, zihnine Allah’dan başka
hiçbir düşüncenin girmemesi demektir4. İşte düşüncenin silindiği,
yani "ben’in" artık hissedilmediği zamanda duyulan, bilinen ne varsa
bunların Allah’tan olduğuna inanılır.
Bu bir çeşit sarhoşluk halidir, nitekim sarhoşun asıl vasfı kendini kaybetmesidir.
Fakat sarhoşluk ilk merhaledir, ondan sonra bir ayıklık gelir. Bu bizim
anladığımız mânâda sarhoşluktan ayılma, yani dünyaya dönme gibi değildir.
Benlik yine yoktur, ama vâzıh bir idrâk, bir başka şuur hali vardır .
Mutasavvıflar bu iki hali cem ve tefrika (yani birleşme ve ayrılma)
tâbirleriyle ifade ediyorlar. Birinci halde sûfî, Allah’tan başka hiçbirşeyin
şuurunda değildir; sonra bu halin neden ibâret olduğunu farkedecek bir şuur
kazanır. Görür ve işitir, ama gördükleri ve işittikleri bu dünyaya ait şeyler
değildir. İşte sûfî’ye gelen ilhâmm, onun eriştiği mistik bilginin kaynağı
budur.
Sûfîlere göre insan bu halinde kendi vasıflarından tamâmen sıyrıldığı
için Allah’ın vasıflarını müşâhede eder ve gözünde artık sâdece o vasıflar
vardır. Bu seviyeye ulaşması ancak Allah’ın lûtfu ile olduğu için bu lütuf
geçici değil, kalıcıdır. Yani sûfînin ulaştığı marifet (mistik bilgi) sâdece
vecd halinde doğup sonra giden şeyler değildir, devamlıdır6. Fakat
bu devamlılık elbette sûfî’nin de devamlı sûrette Allah’ın vasıflarına göre
hareket etmesini gerektirir. Maamafih burada sıfatların müşâhedesini de özel
bir mânâda almak gerekiyor. Mutasavvıflar Allah’ın vasıf ve keyfiyetlerinin
idrâk edilmesi konusunda farklı fikirlere sâhiptirler7. Burada esas
olan ferdî vasıfların kaybolması ve İlâhî vasıfların hâkim olmasıdır.
Vecd’in götürdüğü birlik mutlak varlığın ferdî varlığa galip gelmesi, ve
böylece insan ve Tanrı ikiliğinin ortadan kalkmasıdır. Allah’ın galebesi insanı
kendi melekelerini kullanmaktan mahrum bırakır; öyle ki yapan eden artık insan
değildir. Bu yüzden sûfîler vecd halinde söylenen şeyleri (şathiyat) dâima
hayra yorar ve bunlardan dolayı sûfîyi sorumlu tutmazlar. "Söyleyene
değil, söyletene bak" sözünün ash buradan gelmektedir. Sûfî bu halinde
iken "Ben Hakk’ım" dese, bu onun Tanrılık iddia ettiği mânâsına gelmez,
sâdece onun dilinde Hakk’m konuştuğu, ona bu sözleri Tanrı’nın söylettiği
düşünülür.
Bununla birlikte vecdin insanı mutlaka İlâhî bir âleme götürmediği, vecd
sarhoşluğu içinde pekâla şeytânî ilhamların da alınabileceği kabul
edilmektedir. O takdirde neyin İlâhî, neyin şeytânî olduğunu bilmek, önemli bir
mesele teşkil eder. Bu kitabın başka bir bölümünde bahsettiğimiz gibi,
tarikat rehberliğinin en önemli fonksiyonlarından biri müridi (sûfî yoluna yeni
gireni) kalbine doğan ilhamların ne cins olduğu husûsunda devamlı uyarmak ve
onu "yolda" tutmaktır. Burada asıl rehber Kur’ân ve sünnettir. Sehl
Tüsterî’nin söylediğine göre, "Kitap ve sünnetin şehâdet etmediği her
türlü vecd bâtıldır"8. Sûfîler bu yüzden ma’rifeti vecd’e üstün
tutarlar ve vecd halinde iyiyi kötüden ayırdedemeyen insanın ma’rifet sâyesinde
emniyet bulduğunu söylerler. Vecd halindeki insan, doğruyu, yanlışı
ayırdedemediği için, yaptıklarından dolayı sorumlu da değildir, böylece o,
çılgm(deli)’lar zümresinden sayılır, halbuki sûfî’nin gâyesi deli değil, velî
olmaktır. "Bir kimsede ilim hissiyât’a (hal) gâlip gelince, o kimse
Allah’ın emir ve yasakları çerçevesinde kalır... ama hissiyâtı ilmine gâlip
gelen kimse teklifin dışına çıkmış olur9".
Tasavvufta vecdin sağladığı "birlik" halinin insanın
duyularından sıyrılması ve sâdece Tanrı’yı duyması fikri sünnî mutasavvıfların
görüşüdür, ve Plotinus’da ki vecd anlayışından farklıdır. Bu farkı felsefede
de görüyoruz. İbni Sinâ’da10 tevhidin kemal noktası psikolojik
bakımdan iki derecelidir. Birinci derecede ârif kâh kendi rûhuna (ayna) bakarak
hakikatin (Hakk’m) izlerini tanır, kâh bizâtihi Tanrı’ya bakar (aynaya akseden
şey), ve böyle birinden diğerine gidip gelir. İkinci decede (zamanda) aynayı
artık görmez olur; görünen artık sâdece aynadaki akistir. Mutasavvıfın anladığı
"vüsûl" budur. İbni Sinâ burada ayna ile akis arasında ayırım
yapıyor. Bunlar bir değil, ayrı şeylerdir; ancak ayx na, yani ruh o
kadar saf bir hale gelmiştir ki görünmez olur. Plotinus’ta ontolojik bir
birlik, iki varlığın birbirine karışması söz konusudur. Şu halde İbni Sinâ’da
vüsûl nazarla (bakış) olduğu halde Plotinus’ta "temas" arzusu
vardır, varlığın ittisâli aranır.
Birliğe varmanın dinamiği nedir, yani bu istek nereden doğmakta ve hangi
kuvvet onu oraya götürmektedir? Plotinus bunu bir mükemmellik iştiyakı olarak
görür. Her varlık, kendi menşeine dönmek ve kaybettiği mükemmelliği bulmak
husûsunda içinde bir istek duyar. Bu istek aşk dediğimiz şeydir. Şu halde
aşkın gâyesi "eksiğini tamamlamak"tırn. Plotinus’ta varlık
en mükemmel veya mutlak olandan derece derece en kusurlu olana doğru tek çizgi
halinde sudûr ettiği için, aşk dâima bunun tersi, yani aşağıdan yukarı
doğrudur. Nitekim maddî şeylere ilgi göstermenin bir kötülüğü de budur ki
insanı mükemmele doğru değil, kusurluya doğru götürür. Fakat Plotinus’ta aşk
tek taraflıdır; insan Tanrı’ya muhabbet duyar, ama Tanrı’nın insana muhabbeti
hakkında herhangi bir işârete rastlamıyoruz. Tasavvufta insan hem arayan, hem
aranılandır; yani Allah da onu sever ve arar1-. Mutasavvıflar bu
iddiayı özellikle şu iki âyete dayandırırlar: "Allah onları sever,
onlar da Allah’ı severler"'3, ve "Allah onlardan
hoşnuttu, onlar da Allah’tan hoşnutlardı"'4. Maamafih
Allah tarafından aranmak ve sevilmek O’nu aramaya ve sevmeye bağlıdır; Allah
kim kendisini gayretle arar, kim kendisine yaklaşırsa onu kendine doğru
yöneltir. İbni Sinâ13 "İlâhî aşkın objesi Allah’ın kendisine en
yakın olan üstün nefslere tecellîsidir; dolayısiyle böyleleri O’nun aşkının
hedefi olurlar" diyor. Allah bazı kimseleri kendini aramaya mecbur eder ki
bunlar -Allah’tan işâretler almak sûretiyleonun tecellîsinin verdiği kat’iyete
erişirler ki asıl makbul olanlar onlardır. "Arayan aranılmışsa üç kat
mübârektir".16
Sûfîler bu telâkkilerini İslâmî bir kaynağa dayandırmak üzere
"Elest" misakmdan bahsederler. Buna göre insanlar henüz insan olarak
mevcûd değillerdi, fakat Tanrı’da mevcûd idiler. Bu türlü bir mevcûdiyet, bu
kavramdan bizim anladığımız şeye kıyaslanamaz, zîra insanların Tanrı’da
mevcûdiyetleri, henüz yaratılmamış oldukları için, ancak Tanrı’nın farkında
olduğu ve O’nun bilebileceği birşeydir. Bu bir çeşit "sudûrdan önceki
hal"dir. Böylece yaratılış denen şey "zamana bağlı olanan ezelî ve
ebedî olandan ayrılması" demektir. Ezelde Allah insanlarla bir ahde
girmiştir ve tevhîd o ahdi yerine getirmek, geldiği yere dönmek mânâsına
gelir. Nitekim Cüneyd’e tevhîdin mânâsı sorulduğunda "olmadan önce
olduğun hâle dönmektir" diyor.17
//
Vecdin ve ötesinin sûfî doktrinindeki yeri ana batlarıyla bundan
ibarettir. Şimdi bir de vecd halinin psikolojik mekanizmasına ve muhtevâsma
bakalım.
Vecd, günlük tâbiriyle, bir "kendinden geçme" halidir. Bu hali
dışarıdan seyredenler, vecd içindeki insanda birtakım değişmeler görürler ki,
bu değişmeler bedenî ve zihnî fonksiyonların normal haldekinden oldukça farklı
hale gelmesini gösterir. Kalp atışı hızlanır, nefes kesilir, duyu faaliyetleri
(yani görme, işitme, dokunma ilh.) durur, gözler birşey görmeksizin açık kalır,
beden hareketsiz, âdeta donmuş haldedir. Zihni görmek imkânı bulunmamakla
birlikte, duyu faaliyetinin kesilmesi orada da tam bir boşluk meydana
geldiğine delâlet eder. Nitekim mistiklerin ifâdeleri bunu te’yid etmektedir.
Esasen onlar zihnin mutlak varlığı aksettirebilmesi için dünyevî herşeyden
tecrid edilmesinin şart olduğuna inanırlar.
İslâm mistiklerinin vecd halindeki davranışları hakkında fazla bilgimiz
yoktur; sûfîler bunu kendileri için mesele yapmamışlar, başkaları da onların
hallerine hiç araştırma gâyesiyle yaklaşmamıştır. Fakat eldeki mevcut
bilgilere bakılırsa, sûfîlerin vecd’i ile hıristiyan mistiklerinin ekstaz
halleri arasında önemli sayılabilecek bazı farklar görülüyor. Mistisizm
hakkında Batıda yazılan eserlerden alman örnekler hemen tamâmen hıristiyan
mistikleridir. Bunlara bakılırsa vecd dış görünüşü itibariyle sara nöbetine
benzer bir haldir. Esas özelliği pasifliğidir; yani mistik önceden kestirilmesi
imkânsız bir anda birdenbire kendinden geçer, hareketlerine hâkim olamaz, bir
başka kudretin hâkimiyeti altında hisseder; beden hareketleri ateşli
hastalıkta titreyenlere (ihtilâç) veya can çekişenlere benzer. Dışarıdan bu
korkunç manzarasına rağmen mistik kendi derûnî hayatında büyük bir sürür ve
zevk yaşamıştır; ayıldığı zaman bu zevki kaybetmekten dolayı büyük bir hüzün
duyar.
Sûfînin vecdi, Gazâlî’nin anlattıklarında da gördüğümüz gibi, sâkin ve
derin bir tefekkür halini aksettirir. Bazan vecdin coşkunluk şeklindeki
tezâhürü de olmaktadır, fakat bu halde bile sûfînin karakteristik vasfı başka
bir âlemde olmasıdır, yoksa beden fonksiyonlarında patolojik belirtilerin
ortaya çıkması değildir. Burada İslâm mistisizmi ile Hıristiyanlık’taki
mistisizm arasındaki temel farklardan birinin iki değişik vecd haline yol
açtığını görüyoruz. Gerçekten, İslâm mistisizmi pasif olmaktan ziyâde aktif
tarafıyla dikkati çekiyor. Sûfî vecd halinde Allah’ın irâdesine teslim
olmuştur ve pasiftir, fakat o noktaya gelmek için aktif bir şekilde hazırlanmış
ve kendisini "ilham" alabilecek hale getirmiştir. Bu yüzdendir ki
İslâm mistiğinin bir çeşit "ihtisas" adamı olmasına mukabil
Hıristiyanlık’ta böyle bir İlâhî lütfün kime nasîb olacağı bilinmez; tarîkat
disiplini almamış, bilgisiz, hattâ imânı şüpheli birinin ekstaz haline girmesi
ve İlâhî ilhamlar alması, İsâ’yı, Meryem’i, diğer kutsal şahsiyetleri görmesi
pekâlâ mümkündür.
Bedenî değişmelerin yanısıra psişik haller de görülmektedir ki bunların
en çok rastlananları aşırı duyarlık, bazan hassâsiyetin kalkması, acı hissinin
kaybı, kasılma, felç, hayal görme ilh. dir. Mistik bu halde enerjisinin ve
mâneviyâtınm çok kuvvetlendiği hissini alır; kendisine ifâdesi imkânsız bir
ilhâm geldiğinden kesinlikle emindir. Bu psişik hallerin çoğuna sûfîlerde de
rastlanıyor. Burada kasılma, felç gibi bedenî haller dışarıdan tâkip
edilemeyen, fakat mistiğin "hissettiği" şeylerdir.
Bu anlattığımız özellikler bazı hastalarda ve uyuşturucu ilâç alanlarda
da görülmektedir. Bu yüzden uzun zaman mistiklerin histerik, saralı veya afyonkeş
oldukları düşünülmüştür. Vecd halindeki doğuşların muhtevâsına bakılmazsa bu
benzetmeler kolayca yapılabilir, fakat mistik vecdin bu anlattığımız patolojik
durumlardan farklı olduğu muhakkaktır. Şimdi bu ayrılıklara kısaca bir göz
atalım.
Sara’da veya halüsinasyon (hayal) görmeye yol açan diğer hastalık
hallerinde bedenî fonksiyonlarda bir bozukluk vardır ve bu bozukluk bazan
kolayca teşhis edilebilir. Meselâ sara, beyindeki bir hasardan dolayı oradaki
anormal elektrik deşarjlarından ileri gelmektedir. Mistiklerin bu türlü
hastalıkları bulunmadığı biliniyor; kaldı ki bu hastalıkların başka bir takım
ârâzları vardır ki onlar da mistiklerde mevcut değildir.
Psikanalistler (Freud taraftarları) mistik halleri birer psiko-nörotik
âraz olarak izah etmeye çalışmışlardır. Freud’un doktrininin tamâmı gibi bu
konudaki görüşü de esas olarak, bastırılmış, açık ifâdesini bulamamış cinsî
istekleri
alır; mistik tıpkı bir psikonevroz hastası gibi bastırılmış cinsî
ilcâlarım (tabiî, farkında olmadan) başka yollardan, başka kılıflar içinde
ortaya vuran kimsedir. Maamafih, Batıda mistik vecd halleri geçiren kimseler
üzerinde yapılan araştırmalar bunların çoğunun ya henüz bülûğ çağından önce
vecd hallerine girdiklerini, yâhud da cinsî bakımdan frijid olduklarını gösteriyor.
Bir başka farklı taraf, nörotik hastanın hastalık konusundan (gerçek sebepten)
ısrarla kaçınmasına ve ondan hiç söz etmemesine karşılık, mistiklerin kendilerini
saran şey üzerinde daha fazla vuzûha kavuşmak üzere elden gelen herşeyi
yapmalarıdır. Fakat psikanaliz açısından Freud’un tezine tamâmen aykırı düşen
bir durum vardır ki bu da cinsiyetle ilgili tavırda görülen farktır.
Psikanalitik teoriye göre, hasta kendisinde bulunan cinsî ilcâları kabul etmek
istemez, onları şuûr sâhasından tamâmen uzakta tutar. Buna göre nörotiklerin
kendilerine bu ilcâları hatırlatan hallerden şiddetle kaçınmaları beklenir.
Halbuki mistiklerin en çok kullandıkları temalardan biri aşk veya muhabbettir;
anlatmak istedikleri şeyleri hep aşk mecazlarıyla ifâde etmeye çalışırlar. Bu
hususta en fazla çekingen olmaları beklenen kadınlar bile (gerek Hıristiyan,
gerek İslâm mistisizminde) yaşadıkları halin bir aşk olduğunu ifâde etmektedirler.
Nihâyet, nörotiklerin devamlı endişe halinde olmalarına karşılık mistikler ebedî
huzûru bulduklarını iddia ederler.
Mistisizmin bir dinî sapıklık (perversion) olduğu da iddia edilmiştir.
Buna göre normal din duygusuna nazaran mistiğinki bir çeşit sapma ifâde eder.
Mistisizm bazı insanlarda görülen bir temâyüldür ki, butürlü insanlar birtakım
tereddütler, tezatlar hattâ organik bozukluklarla mâlûldürler. Şahsiyetlerinin
(veya benliklerinin) bozulmuş dengesini dinde düzeltmeye çalışırlar, çünkü
orada sosyal olanla ferdî olan tam bir denge içindedir. Fakat daha sonra bunlar
normal müminlerde mevcut bulunan Tanrı sevgisini aşarak bir
"ittihad" mertebesine ulaşmaya başlarlar. Böyle olunca mistik, ferdî
varlığını sosyal varlığından gitgide ayırır, münzevî bir hayat yaşamaya başlar.
Bütün duygularını, kendini rahatsız eden bütün fikirleri siler; zîra ortada
cemiyet kalmayınca bu duygu ve düşüncelerin verdiği rahatsızlık da sözkonusu
olamaz. Bu gayrişuûrî huzûr halinde mistik belirsiz, sisli, bulanık bir hâl-i
hazır içinde uyuşur kalır. Dinde sıhhatli ve verimli bir niteliği bulunan fikirler
ve hisler burada marazî derecede abartılmıştır.
Burada yine hıristiyan dünyasındaki mistiklerin örnek olarak alındığını
görüyoruz. Mistiklerin mutlaka münzevî, sosyal olmaları gerekmez. Ayrıca,
meselâ İslâm mistikleri bu şekilde bir sâbit fikrin baskısı altında kendi
başlarına kalan insanlar değildirler; bir mürşid-i kâmilin rehberliğinde
bulundukları için, dinî sapıklığa karşı kendilerini garanti etmiş
sayılabilirler. Bununla birlikte yukarıdaki teze bir başka noktadan itiraz
edilmiştir. Mistiğin gâyesi vecd yâhud gayrişuûr haline varmak değil, fakat
ferdî varlığını daha yüksek bir seviyede kâinatla yeniden münâsebete geçirmektir.
Mistik kendini yoketmeye değil, fakat istihâle etmeye çalışır.
Vecdi bir hipnoz haline benzetenlere gelince, bunlar hipnotik tedâvi
yapan doktorla hastası arasındaki münâsebetin Tanrı ile mistik arasında da
mevcut bulunduğunu söylüyorlar. Hasta nasıl hipnoz halinde sıkıntılarından
kurtuluyor ve bu huzûru yine bulmak için doktoru nasıl arıyor, ona
bağlanıyorsa, mistik de Tanrı’yı o şekilde arar, deniyor. Maamafih mistisizm
sâdece vecd halinde var olup ondan sonra ortadan kalkan bir şey değildir.
Mistiğin vecdden çıkınca duyduğu sıkıntı o halin kaybından dolayı -ister
istemezolacaktır, yoksa daha evvelden duyulan sıkıntılar dolayısiyle vecd
aranmış değildir. Bu, daha ziyâde normal hayatını yaşarken birdenbire hükümdar
olan adamın, eski haline dönünce kaybettiği saltanatı araması gibidir.
Nihâyet, mistik vecdi ve umûmiyetle mistisizmi bir alt-şuûr olayı halinde
ele alanlar vardır ki bu sâhada en çok tutunan görüşlerdir. Alt-şuûr teorisinin
en tanınmış ve selâhiyetli temsilcisi Amerikan filozof-psikologu V'jliam
James’tir.
W. James'8 mistisizm ile dini ayni şey murak görüyor. Ona göre
mistisizmin izahı ayni zamanda dinî tecrübenin izahı mânâsına gelir. Bütün
dinlerin kaynağı ferdî mistik tecrübedir. Bu tecrübe için genel bir zihnî ifâde
mevcut değildir; bu tecrübe akim sâhasından daha derin, daha canlı, daha
hareketli bir sâhaya aittir; bu yüzden de aklî delil ve itirazlardan masundur.
"Buna göre" diyor, "mistik veya dinî şuûr, şuûr eşiğinin
altındaki bir nefsten ayırdedilemez; onun sâhası normal şuurumuzun bir uzantısı
olmakla birlikte daha büyük ve daha kuvvetlidir". Dinî hayatın
tezâhürleri ekseriyâ şuûr-altı hayatla geniş bir ilişki içinde değildir, ama
yoğun bir din hayatı yaşayan insanlarda alt-şuûr her zaman rastlanmayan bir
faaliyet hâlinde gibidir. Ancak burada Freud’un alt-şuûr anlayışıyla James’in
anlayışı arasında bir ayırım yapmak gerekiyor. Freud’a göre alt-şuur esas itibariyle
cemiyetin hoş görmediği, fakat insanın içinden gelen ve hiçbir zaman yok
olmayan isteklerin hapsedildiği bir yerdir (Buradaki "yer" tâbiri
fizikî bir mekân diye anlaşılmamalıdır). Halbuki W. James alt-şuûru şuûrun bir
çöplüğü saymanın doğru olmadığını söylüyor. Alt şuûr itilmiş hâtıraların veya
faydasız faaliyetlerin toplandığı bir depo değildir. Alt-şuûr bizim şuûrumuzun
aydınlık sâhasım saran bir kısmıdır ki, burada, hâl-i hazır faaliyetimizi
yöneten fikirler birer flâş halinde çakar. Şu halde alt-şuûr, vâzıh şuûrda
toplanan şeylerin artmasıyla büyüyen bir depo değil, fakat hâfızanın temin
ettiği pekçok hisler ve fikirler ifâde etmekle birlikte irsî unsurları da
ihtivâ eden bir yığındır. Devamlı hareket halinde bulunan bu yığında bitip
tükenmez bir işlenme (elaboration) hali vardır ki bu sâyede şahsiyetimiz
zenginleşir.
W. James’e göre bizim fikirlerimiz, zevklerimiz, ilgilerimiz birbirine
bağlılık derecelerine göre müstakil psikolojik sistemler teşkil ederler; en
câzip olanları kendilerine tâbi olan diğerlerini etraflarında toplar. Bunlardan
bazıları şuûrumuzun aydınlık sâhasının kenarlarına kadar gelir ve aydınlık
şuûra çıkmaya çalışırlar (yani bize kendilerini farkettirmeyc, tanıtmaya
çalışırlar, çünkü normal olarak bunların farkında değilizdir). Çeşitli hal ve
şartlar dolayısiyle zayıflamış bulunan hâkim sistemi itip onun yerine, bütün
bağlantılarıyla birlikte, geçmeye teşebbüs ederler. İşte vecd halinde insana
dışarıdan bir hâkim kuvvet intibâı veren şey, yukarıya doğru çıkan bu
alt-şuûr’dur. Tamâmen beklenmedik durumlarda ortaya çıkan bu alt-şuûr başka
bir şahsiyet gibi görünür.
Bu türlü alt-şuûr halleri sâdece mistiklere mahsus değildir. Fakat bu
temâyül, sâhip olanın kalitesine göre hazan alelâde halüsinasyon (hayal) olur,
bazan çok faydalı neticelere götürebilir. Acaba bu sezgileri değerlendirmek ve
aralarında ayırım yapabilmek için ne gibi kriterler kullanabiliriz? W. James
burada kendi pragmatik felsefesine uygun olmak üzere şu kriterleri veriyor: (1)
İç aydınlık sağlama, (2) mantıkî bakımdan tatmin edici olma, (3) pratik fayda
ve verimlilik.
İç aydınlanmayı ele alırsak, anestezi hallerinde de birtakım doğuşlar
olmakla birlikte bunlar kaypak, hemen geçici şeylerdir; halbuki mistik
tecrübedeki ilhâm, şahsın bütün hayatına devamlı yol gösterecek mâhiyettedir.
Bu yüzden diyebiliriz ki mistik tecrübe bilgiden önce gelir. Mistik
"bilir, çünkü görmüştür". Rasyonalistler buna itiraz edebilirler,
ama biz bir insanı hapse atıyor, işkenceye çekiyoruz, o yine mistik tecrübesinin
gösterdiği yoldan dönmüyor. Hattâ mistik tecrübe rasyonel fikirlerimizden daha
kuvvetle yerleşiyor; biz rasyonel (aklî) bilgilerimiz için duyu organlarımızı
şâhit tutuyoruz, ama mistik tecrübenin verdiği vâsıtasız bilgi duyularımız
çalışmadığı zaman da mevcuttur.
Mistiğin önüne açılan dünya aslında bizim dünyamız gibidir, ama ondan çok
geniştir. Onun bizim dünyamızın büyütülmüş bir örneği olması dolayısiyle, onun
temin ettiği şeylerden faydalanabilmek için, bizim dünyamızın usûllerini
kullanırız. Maamafih orada da bu dünyadaki gibi birçok hatâlara düşebiliriz.
Bu yüzden bir mistik şuûr kendi başına bizim için otorite olamaz; ama
mistisizmin çok yüksek tezâhürleri, daha az mistik olan dindarların hislerinin
yöneldiği bir gayeye yönelmiştir. Bunlar bize idealin üstünlüğünden, sonsuzla
birleşmeden, emniyetten, huzûr ve sükûndan haber verirler. Bize öyle
hipotezler verirler ki, bunları kabul etmeyebiliriz ama tersini de
söyleyemeyiz.
James’in ikinci kriter olarak ileri sürdüğü mantıkî tatmin meselesine
gelince, ona göre bunun pek az önemi vardır. "Dinî tecrübenin gerçek bir
objesi var mıdır?" diye her zaman sorulur ve çokları bu sualin cevabını
ilâhiyatm vereceğini söylerler. James bu konuda her türlü âlimâne isbâtı
değersiz sayıyor. Allah’ın varlığı hakkındaki klâsik isbatların hiçbir
geçerliliği yoktur. Fakat farzedelim ki bu isbatlar mükemmeldir, tam bir
mantıkî isbat yapılmıştır. Ama bunlar yine imân sahibi olanlar için bir mânâ
ifâde eder. Bir köre kara tahtada Pisagor teoremini isbatlamak neyi ifâde eder?
Dine yabancı olanlara Tanrı’nın varlığı hakkındaki bütün isbatları verdikten
sonra bunların hepsinin de derhal imâna gelmediklerine bakılırsa, ya bu
adamlarda ya bizim isbatlarımızda eksik bir taraf var demektir. Bundan da anlaşılıyor
ki, dinî sezgi bu husustaki aklî bilgiden dâima önce gelir19.
Nihâyet üçüncü kriter olan pratik’verimlilik geliyor. W. James’e göre
"hareket halindeki düşüncenin imândan, yani sükûnet halindeki düşünceden
başka gâyesi olamaz". Ancak düşüncemiz bir denge bulduğu zamandır ki
eylemlerimiz sağlam ve emin olabilir. İnançlar birer eylem kaidesidir: akim
fonksiyonu ise insana aktif itiyadlar kazanma imkânı sağlamaktır... İnsanın
bütün düşüncesi kıymetini pratik cehdlerden alır. Bütün teorik tefriklerimizin,
ne kadar ince olursa olsun, temelinde pratik faydalılık farkından başka birşey
bulunmaz.
VI
Bütün bunlardan sonra karşımızda yine birbirine sıkı sıkıya bağlı şu iki
sual durmaktadır: Vecdin psikolojik mekanizması nedir, ve vecdin tekabül
ettiği gerçek nedir? James’in teorisi ilk bakışta hayli mâkûl görünmekle
birlikte onun doğruluğu alt-şuûr dediğimiz zihin sâhasmm mâhiyeti ve bunun
şuurla olan münâsebeti hakkında bilgilerimize bağlıdır. Alt-şuûr aslında
zihnimizin çalışma tarzını anlayabilmek için icad ettiğimiz bir hipotezden
ibarettir. Bunun özelliği duyularımızın çalıştığı hallerde şuûra aksetmeyen
unsurları ihtivâ etmesidir. Böylece rüyâ, ateşli hastalık, ilâçla uyuşma vs.
gibi hallerde zihnimizi işgal eden alışılmadık şeyleri bu alt-şuûrun ortaya
çıkması olarak kabul ediyoruz. Fakat alt-şuûrun hakikî muhtevâsmm ne olduğunu
bilmiyoruz. James orada sâdece ferdî hâtıraların değil, ayni zamanda ırka,
yani insan cinsine ait hâtıraların da bulunduğunu söylüyor. Çağdaş bir yazar20
buradan hareketle şöyle bir ihtimalden bahsetmektedir: Ferdî alt-şuûrların
ulûhiyetin birer parçası olduğu söylenemez mi? Böylece mistik haller
ulûhiyetin insana tesir için kullandığı bir vâsıta sayılamaz mı? Eğer öyleyse
Eflâtun’un "bilgi hatırlamadır" teorisinden tutun da İslâm tasavvufunda
çok kullanılan "Elest" misâkma kadar pekçok şey alt-şuûrun
muhtevâsına dâhil demektir. Bu doğru olabilir mi? Bunun doğru olması için,
mistik tecrübenin sâdece mekanizma olarak değil muhtevâ olarak da hep
birbirine benzer şeylerden meydana gelmesi gerekir. Halbuki vecdin muhtevâsı
ferdî hâfızaya ve sosyal çerçeveye göre değişmektedir. Bir başka ifâde ile
söylersek, müslüman mistik Peygamber’i ve İslâm evliyâlarmı görürken hıristiyan
mistiği İsâ’yı, havarileri, Meryem’i ilh. görüyor21.
Bu sonuncu netice alt-şuûr tezine ait iddialardan da mantıkî olarak
çıkıyor. Alt-şuûr, muhtevâ olarak şuûrdan kendisine intikal eden şeylere
sâhipse, onun kullandığı malzeme daha önce şuûra intikal etmiş olan şeyler
demektir. O halde şuûr zayıfladığı zaman onu istilâ eden hisler alışılagelmiş
düşünce formlarını kullanacaktır; ama şuûr kontrolü olmadığı için bu formlar
her zaman karşılaştığımız gibi sürekli ve vâzıh olmaktan ziyâde kaypak, gelip
kaçan birer flâş parlaması halinde kalacaktır. O zaman tekrar Gazâlî’nin fikrine
dönerek diyebiliriz ki, vecd’de esas olan imân ve itikad’dır; imân ve
itikadımız ne ise vecdimiz odur.
Mistikler vecd halinde zihinlerinin bir ayna haline geldiğini ve o aynaya
hakikatlerin aksettiğini kabul etmektedirler. Buna bakarak diyebiliriz ki,
hâdise psikolojik bakımdan bir "iç gözlem" (eski tâbirle tefahhus-ı
derûnî) demektir, ancak bu iç gözlem belli bir ruhî hale vardıktan sonra
yapılmaktadır. Psikolojide bu hâdise uzun yıllar araştırma ve tartışma konusu
olmuş bulunmaktadır. Galton bir kimsenin kendi zihninde geçen şeyler hakkında
söylediklerinin tıpkı bir coğrafyacının yeni bir memleket hakkında söyledikleri
kadar geçerli olduğunu söylüyor. Kendi zihni üzerinde yaptığı müşâhedeler
sonunda irâde hürriyeti aleyhinde bir neticeye varmıştır, çünkü ona göre
irâdenin herhangi bir şuûrlu hareketi olmaksızın zihinde fikirler âdeta
uçuşuyor ve neticede bunlardan biri sahnede hâkim oluyordu. Yine bu yolla
kendisinde paranoid (vehim) hal yaratmayı denedi. Gördüğü her canlı veya
cansıza câsusluk sıfatı yakıştıra yakıştıra sonunda atların bile kendisini
gözetlediğine kani oldu. Bu hâdisenin asıl önemi, içe bakış (introspection)
muhtevâsı olan imajların, zihnin aldığı genel bir istikamete göre
belirlendiğini göstermesidir. Şu halde Sehl Tüsterî’nin Kur’ân ve hadisle
te’yîd edilmeyen -onların aksine veya dışındaher türlü vecd halinin şeytânî
(yoldan saptırıcı) olduğuna dâir iddiası psikolojik bakımdan geçerlidir; çünkü
bir insan, zihnini ancak İslâm’ın verileriyle doldurursa, zihnin ona açacağı
dünya yine İslâmî olabilir.
Tasavvufun esas itibariyle dünyadan bir çekilme ve başka âlemlerde saadet
arama olduğunu düşünenler, bu hareketin yaşanan hayattaki tatminsizlikler son
haddine çıktığı zamanlarda geliştiğini ileri sürmektedirler. Ayni görüşün bir
benzerini, fakat çok farklı bir gerekçe ile, îbni Teymiye1 de ileri
sürmüş ve sûfî hareketinin deccalm müjdecisi olduğunu, Moğol istilâsının
bunlar dolayısiyle gelmiş bir cezâ olduğunu iddia etmişti. Daha sonraki
müellifler onun bu fikrini sistemli bir sosyolojik izah haline getirmişler,
İslâm dünyasında tasavvuf hareketlerinin Moğol istilâsı ve ondan sonraki
büyük durgunluk ve bezginlikle paralel olduğunu söyleyerek, bu birincisini
İkincinin sebebi saymışlardır. Maamafih bu türlü izahlar sâdece İslâm tasavvufu
sâhasında kalmış değildir; Batı dünyasındaki mistik cereyanlarla siyasî-sosyal
çöküş ve dağılma arasında çok sıkı bir münâsebet görenler olmuştur. Her iki
halde de ileri sürülen ortak iddiaya göre, büyük medeniyetlerin dağılma
devirlerinde dünya hayatı insanlar için çekilmez bir hale gelmekte, maddî
sefâletlerin yanısıra mânevi bakımdan da tatmin bulamıyan, huzûrsuz kalpler
kendilerine başka bir dünyada kurtuluş ve huzûr aramaktadırlar. Böyle
zamanlarda ilk akla gelen soru dünya hayatının gerçekliğidir. Yaşanan
ıstırapların yegâne gerçek olduğunu kabul etmek rûha hiçbir tesellî vermez,
çünkü bu gerçek katlanılabilecek gibi değildir. Fakat dünyada olupbitenlerin
geçici veya hayâlî olduğu, asıl gerçeğin hiç de mükemmel olmayan bir
yansımasından ibaret bulunduğu fikri kolayca kabul edilebilir. Fuzûlî’nin şu
kıt’ası bu iddiayı çok iyi ifâde eder görünüyor:
Gelin ey ehl-i hakikat, çıkalım dünyâdan
Gayr yerler gezelim, özge safalar görelim
Revîş-i silsile-i dehr melûl etti bizi
Nice bir dehrde evzâ-ı mükerrer görelim
Hakikat bu dünyada gördüklerimiz değildir, bunlar hakikatin ancak eksik
bir parçası olabilir. Dünya hakikati aksettiremeyeceği için kusurludur; dünyada
olup bitenler de bu kusurluluğun bir neticesidir. Hakikî âlemde kusur olmadığı
için orada kötülük de olamaz; insan oraya ulaşmakla buradaki bütün ıstırapları
geride bırakır, ebedî huzûr ve saâdete kavuşur. Bu, ölüm demek değildir; insan
dünyada yaşarken de mükemmel olanla temas kurabilir. İşte tasavvuf insanlara
bunu vermektedir.
Şimdi bu iddianın ne kadarının doğru, ne kadarının yanlış olduğunu görmek
üzere mistisizm hareketlerinin tarihî şartlarına bakalım. Önce klâsik
felsefedeki mistisizmin çıkışını, sonra İslâm mistisizmini ele alacağız.
Diyonizos dininin ve sonraları bu din üzerinde yapılan Orfik reformun
tarihleri hakkında çok az bilgi sâhibi bulunuyoruz. Bildiğimiz kadarıyla, bu
dinler ve onlarla birlikte mistik inançlar Yunanistan’a Milât’tan önce yedinci
ve altıncı yüzyıllarda kuzeyden gelmiştir. Orfeus’un şahsiyeti tamâmen
efsânelere bürünmüş bulunuyor. Muhakkak ki onun dininin esâsı olan Diyonizos
dini, Yunanlılar tarafından başlangıçta pek az kabul gördü. Bazı müellifler
bunu Yunan’m rasyonalist geleneği ile izah etmektedirler. Maamafih Orfeus’dan
önceki Diyonizos dini Yunanlılar’m umûmî tutumlarına pek uymayan bir aşırılık
ihtivâ ediyordu. Delphi mâbedinin kapısında "Aşırı hiç birşey yok"
hitâbı yazılı idi ve böyle bir tavıra alışmış olan Yunanlılar’m sabahlara
kadar çılgınca dans edip kendinden geçmeyi başlıca ibâdet sayan bir dine fazla
iltifat etmeleri beklenemezdi. Bu dinin asıl tesiri Orfeus’un birçok
aşırılıkları ortadan kaldırmasından sonra görülmüştür. Bu tesir ayrı bir din
halinde olmaktan ziyâde Zeus ile Diyonizos’un birleşmesi (birbirine karışması)
şeklinde meydana gelmişti. Orfizmin ilk girdiği çağlarda Yunanistan’ın güçler
ve istilâlar yoluyla gerek siyasî, gerek dinî bakımından dış tesirlere çok
açık olduğu görülmektedir. Böyle bir zamanda insanların ölümsüzlük (âhiret)
sırlarını elde etmek sûretiyle dünyanın çalkantılarından kendilerini kurtarmaya
şiddetli arzu duymaları pek mümkündür. Ancak yeni dinin daha ziyâde İtalyan
kolonileri ve Sicilya’da taraftar toplaması, yarımadada siyasî parçalanmayı
büsbütün artırmak istemeyen resmî otoritelerin yaptıkları baskıdan ileri gelmiş
olabilir. Orfizmin iki önemli husûsiyeti vardı ki Apollo dininde bunlar yoktu.
Birincisi, dinî otoritenin vahy’e (tamâmiyle mistik bir hal) dayandığı fikri
kabul ediliyor, ikinci olarak da dinin prensiplerini benimsediği anlaşılan
herkes -ırk ve cinsiyete bakılmadanyeni cemaata katılabiliyordu. Siyasî ve
sosyal çalkantı zamanlarında insanların cemaate girmekle buldukları emniyet ve
huzûr dinin en önemli sosyal fonksiyonudur. Anlaşılıyor ki Orfik cemaatlar
kendi mensuplarını dışarıda bulamayacakları her türlü sosyal yardım ve güvenlik
bakımından gereği gibi tatmin ediyordu; oraya bağlananların dışarıdaki hayâta
fazla itibar etmeyecek kadar rahatlık duymaları, dış grup tarafından şiddetli
bir kıskançlık ve düşmanlık konusu olmalarında da başlıca rolü oynamış
bulunabilir. Zira Orfik cemaatler halk arasında kabul gördükleri ölçüde
şiddetli düşmanlık ve tâkibatla da karşılaşıyorlardı. Siyâsetle uğraşmadıkları
ve kendi içlerine kapanık bir hayat yaşadıkları halde katliâma kadar varan
reaksiyonlar görmeleri, cemiyette hüküm süren istikrarsızlığı ve güvensizliği
gösteriyor.
Milât’tan önce altıncı yüzyılda Yunanistan’da bir dinî uyanış olduğu
zaman Orfeus dini de reforma uğramış, tekrar canlanmıştı. Pitagoras’m, bu
reformu yapan şahsiyet olduğu söylenmektedir. Bu yüzyılda Yunanistan’ın uzun
zamandır istikrar içinde bulunan siyasî ve sosyal yapısı yeniden karışmış ve
tiranlıklar ve askerî aristokrasiler, veya anarşik demokrasiler eski istikrarlı
siyasî yapının yerini almaya başlamışlardı-.
Milât’tan önce yedinci ve altıncı yüzyıllarda özellikle İyonya bölgesi,
yani Küçük Asya’daki Yunan kolonileri ticâret merkezi olarak büyük bir refâha
kavuşmuşlardı. Daha çok bu refahın açtığı bir imkân olarak, İyonya sitelerinde
sanat ve ilim faâliyetleri çok gelişti. Hiç şüphesiz, bu gelişmede İyonya
şehirlerinin ticâret merkezi olmak dolayısıyla aynı zamanda kültür
karşılaşmalarının da odak noktasını teşkil etmelerinin büyük rolü vardı. Bu
şehirler, özellikle İran, Asur ve Mısır tesirlerinin çok görüldüğü yerlerdi. Tiranların
entelektüel hayatı her bakımdan desteklemeleri, saraylarını şâirler, âlimler ve
filozoflar için birer sığınak haline getirmeleri bu gelişmeyi büsbütün
ilerletmişti. Fakat ayni gelişme bir bakıma kendine zıt bir başka gelişmeye daha
yol açtı. Yunanistan'da tiranlık rejimleri eski aristokrasilerin safdışı
edilmesiyle kurulmuş bir çeşit demokratik idârelerdi ve bunların gelişmesiyle
birlikte her yerde eski aristokrat tabaka daha ziyâde entelektüel faaliyetlere
çekilmişti.
Maamafih bütün bu kültür faaliyetlerinin muhtevâsına baktığımız zaman,
cemiyetin hassas insanlarını endişeye düşürecek derin bir mânevî değişme içinde
olduğu görülür. Yedinci yüzyılın sonu ve altıncı yüzyılın başında Yunan cemiyetinin
klâsik ahlâk standartları, gittikçe gelişen bir ferdiyetçilik lehinde,
sarsıldı. Zamanın felsefe ve edebiyat adamlarının eserlerinde bu değişmenin
yarattığı huzursuzluk önemli bir yer işgal ediyordu. Bu çağda her yerde ahlâkî
şuûrun yeniden uyandırılması istikametinde entelektüel gayretler vardı. Yunan
demokrasisi eski sosyal düzenin radikal bir şekilde değişmesini temsil ettiği
için, onunla birlikte ahlâkî ferdiyetçilik de gelişiyor ve cemiyetin bu
sâhadaki alışılagelmiş otoritesi derinden sarsılıyordu. Bu yüzden ahlâkî
reformasyon hareketleri bir çeşit "eskiye dönüş" hareketi halinde
ortaya çıkıyordu. İşte Pitagoras böyle bir zamanda ahlâk ve din reformcusu
olarak ortaya çıktı. Onun sisteminde esas tema günâh ve günâhtan kurtulma idi;
rûhun arıtılması yoluyla kurtulması fikrine en çok kapılanlar günâh hayâtına.
yani demokrasi ile birlikte gelen hayat tarzına karşı olanlardı. Pitagoras’ın
taraftarları esas itibariyle eski aristokratlardı. Pitagoras siyasî bakımdan
da onları destekliyordu. Pitagoras kendi memleketinde kalmayınca Güney İtalya’da
aristokrat bir şehir olan Crotona’ya yerleşti ve orada tutundu. Burası
Doğu’daki siyasî kargaşalıklardan oldukça uzak bulunuyordu. Hakikatte Pitagoras
büyük kitlelere hitâb eden ve onları içine alan bir cemâat kurmuş değildi. Onun
yaptığı reformun dikkat çekici tarafı, Orfeus dininin halk tarafından anlaşılan
taraflarını bir yana bırakıp seçkin, ufak zümreler için kısmen farklı bir din
hayâtı getirmiş olmasıdır. Pitagoras işte bu zümreye hitâb ediyordu, bunun
için de tesiri çok dar bir çevrede kalmış, nihâyet mâbedleri yakılıp çoğu
öldürülünce de, ancak kaçabilen iki kişi hâriç, "Üstad"m dinini
aslına uygun şekilde intikal ettirebilecek kimse kalmamıştı. Pitagoras’ın ve
ekolünün âdeta efsâne halinde kalmasının bütün sebebi, onların kapalı, yarı
gizli cemaatler halinde yaşamaları değildi; Pitagorizm ayni zamanda
entelektüel bir hareketti ve entelektüellerin sayısı Yunanistan’da da azdı.
Pitagorcu veya mistik felsefenin tesirleri Milât’tan önce altıncı yüzyıldan
Eflâtun’a kadar hemen bütün filozoflar üzerinde görülmüş, fakat en büyük
tesiri Eflâtun’da olmuştur. Eflâtun devrinin Atina’sı, onun gibi seçkinlerin
yerine büyük önem veren ve kendisi aristokrat olan bir kimse için, hiç de iyi
sayılmazdı. Üstelik Atina, Peloponez savaşlarında yenilmişti. Eflâtun’un bu
dünyadan ziyâde öbür dünyaya önem veren, bu dünyayı gerçek saymayan görüşlerinde,
yaşadığı devrin tesirlerini görmek mümkündür3. Fakat Eflâtun’un
temsil ettiği fikirleri bir devrin hâkim karakteri olarak görmeye imkân yoktur.
Eflâtun’un kendi zamanında önemli bir şahsiyet olarak tanınmasına rağmen
"Akademisinin dışında büyük bir topluluğu etkilediği söylenemez. Onun
asıl tesiri daha sonraki yüzyıllarda olmuş, felsefeyle uğraşanlar arasında
Eflâtun her yıl merâsimle anılan bir çeşit peygamber haline gelmiştir.
Mistisizme en uygun diye gösterilebilcek bir devir varsa, o da
Plotinus’un devridir. Üstelik bu devir (M.S 204-270) hakkında evvelkilerden
daha çok bilgi sâhibi bulunuyoruz. Plotinus kırk yaşında Roma’ya geldiği
zaman, büyük imparatorluk dağılma krizleri içinde bulunuyordu. Roma artık
eski medeniyetin yapıcıları ve kurucuları olan üst tabakanın yaşadığı bir site
olmaktan çıkmıştı. Romalı kibarların çoğu ağır vergilerden ve mallarının
devletçe zaptedilme korkusundan uzaklara kaçmışlar, imparatorluk merkezine
âdeta yabancılar hâkim olmuştu. Bu yabancılar arasında en çok göze çarpanlar
Yahudiler ve Şarklılardı. Romalılar, yıkılan dünyalarında hiç değilse
kendilerini ferd olarak kurtaracak bir inanç arıyorlar, her yandan Roma’ya akm
eden yabancılar da bu ihtiyacı karşılamak husûsunda âdetâ birbirleriyle yarış
ediyorlardı. Sokaklarda hergün çeşitli din ve inançların gösteri yürüyüşleri
vardı.4 İmparator dâhil yüksek seviyeli idareciler bile kurtarıcı
bir doktrin arıyorlardı. İkinci yüzyılın başından itibaren Yunan-Roma
dünyasında görülen yeni bir din duygusu canlanması, cemiyetin bütün sınıflarını
saracak şekilde kuvvetlenmişti. Bu arada eski millî dini ihyâ için birtakım
teşebbüsler de yapıldı. Fakat yeni dinî ihtiyaç artık başka tatmin yolları
gerektiriyordu, çünkü zamanın hal ve şartları -millî din devrine kıyaslatamâmen
değişmişti. Milletler -kavimlerbirbirine karışmış, cumhuriyet devrinin sosyal
hiyerarşisi alt-üst olmuştu. Monarşi, mutlakiyet, fakirlik, felsefenin genel
ahlâk ve hukuka tesirleri, kozmopolitlik, insan hakları, Şark dinlerinin
Batı’ya nüfûzu, dünya hakkında bilgi ve dünyadan nefret hep bu değişmeler
arasında sayılabilir?
Bu devirde insanlar ibâdeti artık daha mânevi bir hâle sokmaya
çalışıyorlar6, din ile ahlâkı bir tutuyorlardı. Fakat en önemlisi,
Tanrı ile bir derûnî birlik arıyorlar, Tanrı’nın kendilerini kurtarmasını
istiyorlar, İlâhî hayâta katılmayı arzu ediyorlardı. İbâdet eden şahıs
Tanrı’nın kendini göstermesini, esrârlı merâsimle ve zühd yoluyla ona ulaşmayı
ümid ediyordu. Rûhun sağlığını ve temizliğini sağlamak, dünyevî şeylerin
üzerine çıkmak, ve bunlarla birlikte ölümden öte bir (İlâhî) hayat. Ruh
mâsivâdan sıyrılmak ve ihtiraslarından kurtulmak suretiyle İlâhî tabiatına
tekrar kavuşacaktı. Maamafih bu ebedî hayat, daha evvelki nesillerin kendi
kahrar. mİ arında hayâl ettikleri bir "dünyevî ölümsüzlük" değildi.
1 kıyanın iptidâiliklerinden, yüklerinden ve sefâletinden uzax, bambaşka bir
hayat aranıyordu. Böylece, kurtarıcı olmayan bir Tanrı’ya artık Tanrı gözüyle
bakılmıyordu.7
Bütün bu temâyüller ve çalkantılar Plotinus’un yaşadığı çağda Roma
dünyasının, daha doğrusu Eskiçağ medeniyetinin kökünden sarsıldığını
göstermektedir. "Maximin ihtilâli" (235) sonu gelmez iç ve dış
savaşların, çeşitli âfetlerin, vebâ ve kıtlıkların başlangıç noktasını teşkil
etmektedir ki, bu felâketler hiç kesilmeden yarım yüzyıl deevam etmiş ve
herşeyi tahrib edip İmparatorluğu yoksul düşürmüş, memleketi idâre eden üst
tabakayı mahvetmiş, bu üst tabaka ile birlikte barış döneminin sanatları ve
Yunan-Lâtin kültürünün en iyi taraflarını harâb etmiştir... Kültür seviyesi her
yerde düştü. Yeni efendiler (barbar kavimler) hoşlanmadıkları ve anlamadıkları
için, gerek felsefe, gerekse hukuk ve edebiyat çöktü. İzmihlâl bütün faâliyet
sâhalarma yayıldı. Nihâyet sıra dine geldi: Siyâsî, sosyal ve entelektüel
hayâtın temelini teşkil eden Pagan politeizmi (putperest çok-tanrıcılık) ölmeye
yüz tuttu. Doğulu dinler her yere girmeye başladı... İmparatorluğun kozmopolit
bünyesi, örflerin, dinlerin, ırkların, kültürlerin çokluğu, idârenin merkezîleşmesi,
yeni dinî ve felsefî doktrinler, ayni zamanda mahallî politeizme ve
düşüncelere de ölümcül darbe indirdi...8
Plotinus kendi zamanındaki siyasî keşmekeşten bahsetmektedir.
İskenderiye’de kendi çevresine baktığı zaman dine karşı ilgisizliğin ve aşırı
müsâmahanm arttığını görmüştür. Daha sonra Roma’ya yerleştiği zaman orada da
yüksek tabaka arasında ayni gevşekliği görmüştür. Roma’da hâlâ şüpheci
felsefenin öğretilmesi, onu düşünce ötesinde bir hakikat aramaya şevketmiş
gibi görünüyor.9
İslâm’ın ilk devirlerinde, yani Hicrî üçüncü yüzyıla kadar, tasavvuf
hareketinin öncüleri olarak bilinen şahsiyetler asıl şöhretlerini zühd ile
yapmışlar ve bunlar İslâm cemaati içinde sayıları istisnâ denecek kadar az bir
zümre teşkil etmişlerdi. Asıl sûfî hareketinin büyük canlılık gösterdiği devir
milâdî dokuzuncu yüzyıldır. İslâm mutasavvıflarının pîri sayılan Haşan
Basri’nin çağında dinden ayrılmanın en bâriz alâmeti lüks ve israf içinde
yaşamaktı; bu yüzden de dindar kimseler lüks ve israfa karşı fakrı,
kanaatkârlığı, dünyevî tutkulara karşı âhiret azâbının korkusunu koydular.
Gerçekten, ilk dört halife devrinden sonra başlayan Emevî saltanatı İslâm devletini
bir dünyevî imparatorluk haline döndürmüş, Peygamber zamanının idealist,
kanaatkâr İslâm hayatı yerine şimdi Suriye’nin -merkez, Şam’a
taşınmıştıkozmopolit atmosferi geçmişti. Fetihlerin getirdiği servet şaşaâlı
bir saray hayatım teşvik ettiği gibi, gelir seviyesindeki umûmî yükselme büyük
kitle içinde de eskiye nisbetle sefâhat denebilecek bir hayatın yayılmasına yol
açıyordu. Haşan Basrî bu devri yaşadı (ö. 728) ve ondan şikâyetçi oldu. Emevî
halifelerin içinde sefâhatten uzak, âdil ve dindar bir hayat yaşayan yegâne
hükümdar diye bilinen Ömer bin Abdülaziz’e yazdığı bir mektupta şunları
söylüyordu:10
"Bu dünya bir yılana benzer; dokununca yumuşaktır, ama zehri
öldürücüdür. Ondan sana zevk veren ne varsa bir yana bırak... Bu dünya
Allah’ın nazarında hiçbir kıymet, hiçbir ağırlık taşımaz; o kadar hafiftir ki
Allah’ın nazarında bir kum tanesi veya bir parça topraktan daha fazla
değildir... Allah bu dünyadan daha çok nefret ettiği hiçbirşey yaratmış
değildir; o kadar ondan nefret etmiştir ki daha yarattığı günden bu yana bir an
bakmamıştır. Dünya bütün anahtarları ve bütün hâzineleriyle Peygamberimize
sunuldu; alsaydı bu onu Allah’ın nazarında zerre kadar küçültmezdi. Ama o
kabul etmedi. O’nıı dünyayı kabul etmekten meneden hiçbir engel yoktu, çünkü
hiçbirşey O’nu Allah’ın nazarında küçültemezdi. Ama Allah’ın bir şeyden nefret
ettiğini bildiği için O da nefret ederdi. Allah bir şeyi hor görünce O da hor
görürdü, ve Allah bir şeyi aşağılayınca o da aşağılardı. Eğer dünyayı kabul
etseydi böylelikle O’nu sevdiğini göstermiş olurdu, ama Allah’ın nefret ettiği
şeyi sevmekten, O’nun aşağıladığı şeyi yüceltmekten kaçtı. Peygamberimiz aç
kalınca karnına bir taş bağlardı... Hazret-i Isâ şöyle derdi: Günlük ekmeğim
açlıktır, alâmetim korku, esvâbım kaba yün kumaş, binitim ayaklarım,
geceleyin kandilim ay, gündüz ateşim güneş, toprağın yabanî hayvanlar ve
sığırlar için yetiştirdikleri benim meyve ve çiçeklerim. Bütün gece
hiçbirşeyim yok, ama hiç kimse benden daha zengin değil."
Haşan Basrî hemen her yerde rastlanan ve hükümdarlara akıl öğretmeye
meraklı olan eksantrik bir tip değildi. Zamanının tanınmış âlimlerindendi ve
ashâbdan birçok kimseleri hayatında tanıdığı için, hadîs rivâyet etmek bakımından
da en mûteber şahsiyetlerden biri sayılıyordu. Onun bu tavrı, zamanında
kendisinin öncülük ettiği yaygın bir hareketi temsil etmektedir.
İmparatorluğun iki büyük merkezinde, Küfe ve Basra’da, yüksek tabakanın
sefâhatine karşı homurtular gitgide artıyor, özellikle İslâm cemaatına yeni
katılan büyük kalabalıkların hayatı yüksek tabaka ile tezad teşkil ettikçe
huzursuzluk çoğalıyordu. Zühd hareketlerinin bu tezadı en çok yaşayan yerlerde,
yani Şam, Basra, Küfe şehirleri ile Horasan bölgesinde görülmesi dikkat
çekicidir. Sekizinci yüzyılda yaşayan meşhûr zâhid ve ilk mutasavvıflardan
Antakî (757-830), İbni Şirin (Haşan Basrî’nin çağdaşı), Şakik Belhî, Hatem
Asamm, Abdullah bin Mübârek, Bişr bin Haris, Fudayl bin İyâd hep fakrı
övmüşler, dünyaya düşkünlüğü yermişlerdir.
Fetihler Emevî İmparatorluğuna yeni ülkeler kattıkça, buralarda müslüman
olan halkın İslâm cemaatına dâhil olarak zimmîlere mahsus vergilerden
kurtulması devlet gelirlerinde azalmaya yol açıyor, bu ise devlete hâkim olan
Arap unsurun eski hayat seviyesini yavaş yavaş kaybetmesi mânâsına geliyordu.
Bu yüzden Emevîler İslâmlaşma hareketini hoş karşılamamışlar, cemaata yeni
katılanlara da hiç iltifat etmemişlerdi. Buna karşılık yeni müslüman olmuş kitleler
İslâm’ın idealizmini bütün harâretiyle yaşıyorlar ve bu idealizmin dışında
gördükleri her türlü icraata nefretle bakıyorlardı. Maamafih, Emevî
saltanatına ve hayatına karşı reaksiyonların sâdece pasif bir zühd ile
kalmadığını biliyoruz.
Bu huzursuzlukları muhakkak ki Roma’nın sonu veya Eflâtun devri
Yunanistan’ındaki boyutlar içinde düşünemeyiz. Emevî saltanatı zamanında İslâm
devleti kudretinin zirvesine doğru devamlı tırmanma halindeydi; dağılan bir siyasî
cemiyet veya çözülen bir sosyal ve manevî düzen sözkonusu değildi. Nitekim
Emevî saltanatı yıkılıp yerine Abbâsîler geldiği zaman, İslâm devleti
kudretinden bir şey kaybetmedi, hattâ yüz yıl içinde masallarla ebedileşecek
kadar büyük bir debdebe ve ihtişama ulaştı.
Yine de huzursuzlukların ortadan kalkmadığını ve bunların gelişen
tasavvuf hareketiyle oldukça ilgili bulunduğunu söyleyebiliriz. Abbâsîler
zamanında bütün cemiyeti derinden sarsan bir iktisadî-sosyal değişme oldu:
Sanâyiin (bugünkü mânâsıyla değil) gelişmesi ve şehir merkezlerine nüfûs
yığılmasının sebep olduğu siyâsî sosyal kargaşalıklar Abbâsî iktidârma, hattâ
Arap hâkimiyetine karşı çeşitli hareketleri besleyen temel bir kaynak olmuştu.
Bu çalkantıda dikkati çeken nokta sûfîlerin huzursuz kitleler arasından hayli
insan çekmelerine karşılık, bunların siyasî çekişmelerden hemen tamâmen uzak
kalmalarıdır. Bu nokta üzerinde ısrarla durmakta fayda vardır, zirâ sûfî
harketleri bizim memleketimizde umûmiyetle Bâtmî hareketlerinin bir parçası
gibi görünür ve şiî-alevî doktrininin mutasavvıflar üzerinde büyük tesiri
bulunduğu zannedilir. Halbuki Abbasî hilâfetinin çeşitli şiî-bâtmî
hareketlerine karşı şiddetli mücâdele verdiği dokuzuncu, onuncu, ve onbirinci
yüzyıllarda sûfîler esas itibariyle sünnî müslümanlık yolunu müdafaa etmişler,
Abbâsî hilâfetine yakınlık duymadıkları gibi, şiî dâvâsma da uzak kalmışlardır.
Abbâsî İmparatorluğu zamanındaki idâri kargaşalıklar ve buna karşı
ortaya çıkan reaksiyonlarda İktisadî, siyasî, sosyal ve ideolojik âmiller
birbirine o kadar karışmıştır ki, bunları birbirinden kesinlikle ayırdederek
herhangi bir hâdisenin belli bir âmile göre cereyan ettiğini iddia etmek âdeta
imkânsızdır. Bu imkânsızlığın başlıca sebebi cemiyette hâkim kıymet sisteminin
din olması ve bütün diğer sâhalardaki meselelerin din açısından
değerlendirilmesidir. Şikâyet konusu olan durumların din anlayışındaki farklılıklardan
doğduğu kanaati zihinlerde yerleşmekte ve bu yüzden rejime karşı reaksiyonlar
da hep din adına yapılmaktadır. Böylece, altında ne kadar değişik şeyler
cereyan ederce etsin, bunların hepsi de yukarıya dinî doktrin mücâdelesi şeklinde
aksetmiştir11. Nitekim şiîlik meselesinde mücâdelenin ne kadarının
inanç, ne kadarının iki Arap partisi arasındaki iktidar kavgası ile ilgili
olduğunu kestirmek imkânsız gibidir. Fakat yine de İktisadî ve sosyal
değişmenin Abbâsî hilâfeti zamanındaki doktrin kavgalarıyla yakından ilgili
olduğunu söyleyebiliriz. Burada sosyolojik bakımdan dikkati çeken bir hal,
çatışan grupların kendilerini dinî normlar çerçevesinde ifâde etmeleri
yüzünden inanç farklarının kesinlik ve belirlilik kazanması, böylece belki
İslâm tarihinin bugününe kadar rastlanan bütün ihtilâflarının, daha o devirde
etraflıca münâkaşa edilip birtakım kararlara bağlanmış olmasıdır. Fıkıh,
kelâm, tasavvuf, siyâset, felsefe gibi sâhalarda herhangi bir zamanda sözkonusu
olup da o devirde kaynakları bulunmayan mesele yok gibidir. O kadar ki, İslâm
dünyasında bu devre kıyasla daha sonraları rastlanan fikir kısırlığının
sebepleri arasında bu noktayı ciddiyetle mütalâa etmek lâzımdır kanaatindeyiz.
Sûfîlik bakımından birçok hâdiselerin başlangıcı, El-Me’mûn’un 813’te
hilâfet makamına gelmesinden sonra mu’tezile doktrininin bir çeşit resmî mezhep
haline gelmesidir. Mu’tezile’den olanlar temel İslâm inançlarının dışına
çıkmamakla birlikte, bunların rasyonalist yorumları, daha sonra ehl-i sünnet
adı altında yer alan zümrelerce "bid’ati hâkim kılmak" şeklinde
anlaşılmış, ve onların düşmanlığını çekmiştir. El-Me’mûn’un mu’tezile akidesine
meyletmesinin yanısıra, rasyonalist Helenistik felsefenin tesirinde kalan
"felâsife"ye ve kezâ rasyonalist metodlar kullanan tabiat
ilimcilerine fazla itibar etmesi, dinde "nakf'i esas alanlar için büyük
bir hoşnutsuzluk kaynağı olmuştu. Fakat herhalde bunlar onun şi’a taraftarı
politikası kadar açık bir huzûrsuzluk ve çatışma kaynağı olmuş değildir.
Böylece şiîler ile sünnîler (özellikle Hanbelîler) arasında uzun yıllar devam
edecek ve hilâfet otoritesini büyük ölçüde sarsacak olan bir mücâdele devri
açılmış oldu. İkbal12 sûfî hareketinde bu rasyonalist gelişmenin
önemli tesiri bulunduğunu iddia ediyor. Dokuzuncu yüzyılın meşhûr sûfîlerinin
bütün bu olup bitenlerden etkilenmemiş oldukları düşünülemez, fakat gerek
mutezile, gerek felâsife ile doğrudan doğruya mücâdele edenler sûfiler değil,
Hanbelîler olmuştur.
El-Mütevekkil (847 861)’in halife olmasıyla birlikte "nakilci"
ulemâ devlet desteği kazanmış, halife dc Cahmiyye, Kaderiyye, Mu’tezile ilh.
hiziplerine karşı bunların yardımını sağlamış oluyordu. Hadîs âlimleri
kelâmcılara karşı tam bir zafer kazandılar ve onları devlet elinin uzandığı her
yerden kovdular. O kadar ki; halife bütün vilâyetlere emirnâme göndererek
kelâmla meşgûl olanların hapse atılacağını bildirdi. Onun bu politikası
kendisinden sonra gelenlerce de devam ettirildi, ve nihâyet dokuzuncu yüzyılın
son on yılı içinde felsefe ve kelâm kitaplarının satışı yasak edildi. Daha
evvel câmilerde ve umûmî yerlerde serbestçe faaliyet gösteren halk vâizlerinin
faâliyetleri yasaklandı. Maamafih bütün bu tedbirlerin sosyal huzursuzlukları
ve onunla birlikte siyasî istikrarsızlığı ortadan kaldırmakta faydalı olmadığı
görülüyor.
El-Mütevekkil’in ölümünden (861) Büveyhîler’in 945’te Bağdad’a hâkim
olmalarına kadar geçen dönem içinde siyasî çalkantılar alabildiğine artmıştır.
Bunların en önemlilerinden biri Basra’daki Zenc (zenci köleler) isyânı, diğeri
de Karmatî hareketidir. Zenc isyanı zor da olsa bastırılmış, lâkin Karmatîler
devlete çok büyük ve geniş çaplı bir gâile çıkarmışlardı. Halîfenin şahsına
yapılan suikast teşebbüsleri bütün derneklere ve karizmatik şahsiyetlere karşı
yaygın bir şüphe atmosferi yaratmış, bu şüphenin en mühim kurbanlarından biri
Hallâc diye meşhûr Hüseyn bin Mansur olmuştur. Karmatlarla ilişkili olduğu
iddiasıyla 922 tarihinde Hallâc’m idamından sonra Hanbelîler Bağdad’da baskılarını
iyice artırdılar; kendi doktrinlerine aykırı gördüklerini şiîlikle suçlayarak
bunları cezâlandırıyorlardı. 935’te Bağdad’da yaptıkları büyük gösterilerde
dükkânları yağma ettiler, birçok yeri yakıp yıktılar, nihâyet Halîfe Er-Râdî
bile bunlarla mücadele etmek zorunda kaldı. Öyle anlaşılıyor ki, huzursuzluğu
son haddine varan halk bütün hoşnutsuzlukların bid’at ve dalâlet ehlinin
fesâdından ileri geldiği hakkında kuvvetli bir kanaate varmıştı. Şiîlerin
gerçekten boş durmadıkları ve her an iktidarı ele geçirmek için fırsat
kolladıkları düşünülürse, sünnî halkın her defasında onların ve diğer bâtmî
grupların üzerine hücum etmesi anlaşılır. Bu kargaşalıklar, bir tarafta
Büveyhoğulları, öbür tarafta Fâtımîler olmak üzere iki büyük şiî kuvvetin
Abbâsi toprakları üzerinde kurdukları hâkimiyetle, zirvesine ulaştı.
Dokuzuncu, onuncu ve onbirinci yüzyıllarda mutezilenin rasyonalizmi
yanında, helenistik felsefenin tesiri altında gelişen felâsife hareketi de
hadîs ehlinin başlıca hedeflerinden birini teşkil ediyordu. Gerçekten,
filozofların hiçbiri İslâmiyet’i açıkça reddetmemekle birlikte, bunların dine
bağlılıkları çok şüpheliydi. İlk filozoflordan Ebû İsâ El-Verrâk (ö. 885)
zındık ilân edilmiştir. İbni Râvendî (ö. 993) peygamberleri sihirbaz ve
büyücülere benzetiyor, Kur’ân’m hükümlerinin akla uymadığını iddia ediyor ve
kendisi de akıl tarafını tutuyordu. Nitekim İbnü’l-Cevzî onu Ebû Hayyân Tevhidi
ve Ma’arrî ile birlikte "Üç büyük zındık" arasında sayıyor, Ebû Bekr
Râzî (935) ise saadetin dinde değil, felsefede olduğunu söylemiştir. Ona göre
peygamberler basit birer hokkabazdan ibaret olup değersiz kitaplar
getirmişlerdi, halbuki Sokrat ve Eflâtun’un felsefeleri saâdete götürecek
gerçek hikmeti temsil etmekteydi.
Tasavvufun İslâm tarihinde ve özellikl Türk tarihinde oynadığı rol ana
batlarıyla bilinmekle beraber zaman zaman kıymet hükümlerine konu olmuş, bu
yüzden pek çok tartışmalar çıkmıştır. Mesele kısaca şudur: Tasavvuf ilk İslâm
fetihlerinin belli bir duraklama noktasına gelmesinden sonra büyük kitlelerin
İslâm’a girişlerinde başlıca rolü oynamış, o kadar ki bu kitleler mevcut İslâm
cemaatinden ayrı bir dine sâhip gibi görünmüşlerdir. İslâm doktrini açısından
birçok kusurlar ve hatâlar ifâde eden bu İslâmlaşma, daha sonraki yıllarda
millî din iddialarına bayrak olmuş, Batılılaşma hareketi içinde Türklerin
İslâm dünyasından ayrılmaları için bir koz olarak kullanılmıştır. Bu
değerlendirmenin gerçekte neye dayandığını görmek için İslâmlaşma ile tasavvuf
arasındaki münâsebeti gözden geçirmekte fâide vardır.
İslâmiyet Peygamber’in vefâtmdan sonra bir taraftan Irak, İran ve
Türkistan istikametinde Asya içlerine, bir taraftan Mısır yoluyla Kuzey
Afrika’ya süratle yayılmış, bu yayılma sırasında Peygamber ve sahâbe devrinin
İslâm anlayışı ulemâ sınıfı vâsıtasiyle yeni müslümanlara nakledilmişti. İslâm’ın
ulaştığı sınırlar daha sonraki tarihlerde fazlaca genişlemiş olmamakla
birlikte, fethedilen ülkelerin halkları İslâmiyet’i esas itibariyle daha
sonraki yıllarda kitle halinde benimsediler. Bunun bir sebebi Emevîler’in
mevâli siyâsetinde İslâmlaşmaya -İktisadî sebeplerlefazla önem vermemeleri idi,
fakat yerli dinlerin İslâmiyet’le kolayca bağdaşmadığı da muhakkaktı. Özellikle
spritüalist unsurlara fazla yer veren Asya dinleri çok pratik ve hayli dünyevî
olan İslâmiyet’e kolay bir geçiş sağlamıyordu. Bunların yanında sayılması gereken
üçüncü ve çok önemli bir başka sebep ise, şehirleşmemiş halklar arasında ulemâ
sınıfının metodlarıyla yapılan İslâm propagandasının fazla tesirli olmayışı
idi.
Sünnî müslümanlığı temsil eden Arap devletinin resmî otoriteleri yabancı
inançlara hiçbir sûretle cevaz vermezken, yavaş yavaş yerli dinlerin bâtmî,
mistik unsurlarıyla uzlaşan şiî muhalefeti kuvvetlenmeye başladı. Abbâsîler’in
Emevî hilâfetini yıkmak için İran’daki Ali taraftarı kitlelerle işbirliği
yapmaları, bu bölgelerde sünnî müslümanlığın marjında kalmış büyük
kalabalıkların bulunduğunu ve bunların şiî doktrinine daha kolay intibak
ettiklerini göstermektedir. Nitekim daha sonraki Abbâsî iktidarına karşı ortaya
çıkan şiî-bâtınî hareketlerinin başlıca kaynağı yine İran bölgesi olmuştur-.
Bu görünüşe aldanan bazı müellifler, Şiîliğin, Araplar’la gelen bir dine karşı
İran kültürünün reaksiyonunu temsil ettiğini söylerler. Hakikaten Abbâsî
sarayında Araplar’la İranlılar arasında uzun süren bir iktidar mücâdelesi
olmuş, hattâ İran’da Arap hâkimiyetine karşı bir çeşit milliyetçi reaksiyon
hareketleri (şuûbiye) görülmüştür. Özellikle İranlılar’ın yüksek bürokrasideki
tecrübeleri dolayısiyle başvezirlik, mâliye gibi işleri ellerinde tutmaları
Araplar’ın şiddetli itirazlarına yol açmış, nihâyet bu iktidar kavgası
sünnî-şiî mücâdelesi halinde kendini göstermiştir. Fakat kanaatimizce Şiîliğin
İran ve ötesindeki ülkelerde kuvvet bulması, İslâmlaşmanın eksik kaldığı her
yerde kolayca görülen bir hâdisenin bir örneğinden ibarettir. Yerli dinlerde
mistik -bâtmî unsurların çokluğu ölçüsünde şiîliğe temâyülün kuvvetli olduğunu
görüyoruz. Kaldı ki İran daha sonraki tarihlerde büyük sünnî âlimlerin
yetiştiği bir yer olmuş, İran’a Şiîlik yine yarım İslâmlaşmış göçebe kabilelere
dayanan Safevî hânedanı zamanında (Onbeşinci yüzyıl sonu ve onaltıncı yüzyıl
başı) resmen hâkim olmuştur. Üstelik İran’ı kılıç zoruyla resmen şiî yapanlar
klâsik İran kültürünü temsil eden İranlılar değil, Türkler’dir. Şiî doktrininin
akademik merkezi olan Kum şehri ise oraya yerleşen Şiî Araplar’dan sonra
şimdiki hâlini almış bulunmaktadır.
Şu halde müslümanlıkla karşılaşan kitleler daha evvelki mistik
ihtiyaçlarına cevap verilmediği veya yeni dini lâyıkıyla anlayacak bir kültür
seviyesinde bulunmadıkları ölçüde ya ona uzak kalıyorlar, yahut
anlayabilecekleri bir şekle büründüğü takdirde kolayca kabul ediyorlardı.
İslâm tasavvufu zühd yolu olmaktan çıkıp mistik unsurlar taşımaya başladıktan
itibâren, İslâmlaştırma hareketi yeni bir güç kazanmış ve Asya’daki sınır
ülkelerde büyük başarı göstermiştir. Horasan ve Kuzey Hindistan’ın
İslâmlaşmasında pek büyük rol oynayan Kerrâmiye hareketi (9. yüzyıl) bunun en
açık delilidir. Kerrâmîler câmilere bile mistisizmi sokmuşlar, oralarda
dersler vermişler, sonra kendilerine göre medreseler kurarak, orada
doktrinlerini öğretmişlerdir. Şüphesiz Kerrâmî medreseleri bugün anlaşıldığı
mânâsıyla dil ve ilâhiyat okulları değil, daha çok birer tekke idi.
Yine de onbirinci yüzyıla kadar tasavvuf hareketleri resmî sünnî
doktriniyle bütünleşmemiş ve hep şüpheli bir tavırla karşılanmış, bazan
doğrudan doğruya hücumlara uğramıştır. Bu yüzden tasavvufun asıl problemi
kendini kabul ettirmek olmuştu. Sûfîlik ile sünnî müslümanlığın muhteşem bir
te’lifini yapan Gazâlî’den sonradır ki tasavvuf âdeta resmî bir mâhiyet almış,
böylece ulemâyı kendi karşısında hasım bulmaktan ziyâde onun desteğini kazanmış
oluyordu. Gazâlî’den sonra mistik müslümanlık Doğu’da ve Batı’da milyonlarca
insanın kısa zamanda müslüman cemaatına katılmasında büyük bir rol oynadı.
Vaktiyle İbni Kerrâm gibi bir Hanefî, şahsî ilham aldığı iddiasıyla tâkibâta
uğramış ve hapse atılmıştı, halbuki şimdi şahsî ilhâmı, kutsal şahsiyetleri,
mistik âyinleri hiç de hor görmeyen bir İslâm anlayışı her tarafta insanlara
kucağını açıyordu. Bu anlayışın İslâm doktrini bakımından tenkide müsâit çok
yerleri vardı ve nitekim sonraları şiddetli tartışmalara konu oldu, ama onun
fonksiyonel değerini hiç kimse inkâr edemezdi. İslâm dünyası zayıf bir ânında
Asya’dan ve Afrika’dan gelen göçebe kalabalıkların ayakları altında ezilmekten
kurtulduğu gibi, onları kendi adına bir kuvvet haline getirmek yolunu bulmuştu.
Tasavvuf bu yeni kitleler arasında bir çeşit halk dini oldu. Göçebe
aşiretlerde yazılı bilgiye dayanmayan, mazbut esaslara bağlanmadığı için,
eskiden kalma bir çok inançları pekâlâ içine alabilen, hattâ bazı noktalarda
(velî ve yatır gibi) eskilere yeni mânâ veren bu halk dini kısa zamanda yerleştiği
gibi, bu yoldan İslâmiyet’e girenlerin yeni kitleler arasında misyoner
çalışması yapmasına da yardımcı oldu. İşte bizim tarihimizde "Horasan
Erleri" veya "Erenleri" denilen kimseler Asya steplerinden
kopup gelen kalabalıklar arasında tasavvuf! İslâm anlayışını yayan
şahsiyetlerdir. Horasan erleri aslında rehber oldukları kitleden daha yüksek
bir seviyeyi temsil eden kimseler değildi; pekçoğunun okuma-yazması voktu.
Anlaşıldığına göre bunlar sûfî hareketinin çok yoğı ı olduğu Horasan
bölgesindeki mutasavvıflardan birşeyler iğrenmiş, sonra bunları başkalarına
öğretmeye başlamışlardı. Bu basitlikleri sâyesinde göçebelere nüfûz etmeyi
başardılar. Çevrelerindeki halktan oldukça izole bir hayat yaşıyorlardı ve bu
hayat onlara olağanüstü özellikler yakıştırılmasına çok müsâit bulunuyordu. En
önemli özellikleri bir başka âlemle temâsa geçebilmeleri idi ki ermişlik
(Hakk’a erme) tâbiri buradan doğmuştur.
Halk dini haline gelen bu tasavvuf İslâm mistisizminin kaynağındaki
esaslardan bazan çok uzaklaşıyor, âdeta tanınmayacak hale geliyordu. Cüneyd’in,
Gazâlî’nin vb. mistisizmi ile Horasan erlerinin mistisizmi belki mistik
tecrübe bakımından birbirine benziyordu, ama İslâmiyet bakımından bunların
ortak noktaları pek azdı. Halk tasavvufu medrese ile irtibatı olmadığı için
bütün dış tesirlere açık bulunuyor, böylece zaten bir halita durumuna gelmiş
olan din büsbütün yeni ve yabancı unsurlarla doluyordu. Medrese bunlarla uzun
ve çetin bir çatışmaya girdi; medrese mücâdeleyi kazandığı ölçüde ülkede sükûn,
istikrar ve birlik sağlanmış, medresenin hâkim olamadığı yerlerde eksik kalan
millî bütünleşme yüzlerce yıl -bugüne kadarbüyük bir problem olarak kalmış
bulunuyor. Fakat Anadolu’nun Türkleşmesinde ve millî bütünlüğün kazanılmasında
Türkmen dervişlerinin, sûfî tarîkatlerinin ilh. rolünü inkâr mı etmiş
oluyoruz?
Hepimizin bildiği gibi, Türkler Anadolu’ya çok kalabalık ve dağınık
kitleler halinde gelip yerleşmişlerdi. Bunlar arasında birliği sağlamakta en
önemli unsurun din olduğu ve din birliğinin dervişler ve tarîkatler sâyesinde
mümkün olduğu muhakkaktır. Uzun bir zaman Anadolu’da siyâsî istikrar
sağlanamamıştı. Türkler yabancı bir ülkede çoğu şehirli olan ve eski
medeniyetlerin temsilcisi bulunan halklarla karşı karşıya idiler. Bu şartlar
altında kendi hüviyetlerini korumaları ve birlik halinde hareket etmeleri oldukça
zordu. En az bunlar kadar önemli bir başka husus daha vardı ki, o da tasavvufî
din anlayışının bir çeşit hudut dini olması ve bu sâyede Türkleri düşman bir
muhitte dâima canlı tutması idi. Medresenin istikrarlı bir cemiyet bünyesi
içinde çalışmasına karşılık Tekke heyecan unsuruna verdiği önemle, devamlı
gazâ halinde yaşayan insanları harekete geçiren başlıca kuvvet olmuştur.
Anadolu Türkleri arasında tasavvuf hareketinin gelişme seyrini tâkip
edecek olursak bu fonksiyonu daha iyi görebiliriz. Türkler’in Asya’dan Avrupa
ortalarına kadar devam eden uzutrseferinde tasavvufun âdeta ordu ile birlikte
ilerlediğini, yerleştiği yerlerle hareket halinde olduğu yerlerde farklı
karakter taşıdığını görüyoruz. Bir zamanlar Anadolu’daki Bizans Türk sınır
boyunda, tıpkı Horasan erleri gibi, gâzilerle atbaşı gidip onların başlıca
mânevi desteği olan Türkmen dervişleri vardı. Garip kıyâfetli, saçı-sakalı
birbirine karışmış, meczup tavırlı bu insanlar, Türk sınırı Rumeli’ne taşındığı
zaman, bu defa orada görülmüşler, tekkeler de asıl faâliyetlerini orada
göstermişlerdir. Tasavvufun ihtidâ hareketlerinde sağladığı büyük başarı da,
Rumeli toprağını tarîkatler için çok câzip, verimli hale getiriyordu. Buna
karşılık büyük ölçüde istikrarın (hıristiyanlara karşı îslâm hâkimiyetinin)
sağlandığı Anadolu topraklarında medresenin yerleşmesiyle tasavvuf da sünnî
itikad ve geleneklerine iyice yaklaşır hale gelmiştir. Ancak medresenin
tesirinden uzak kalan sarp ve ücrâ köşelerde veya yerleşik hayata geçememiş
gruplar arasında İslâm-öncesi ve yerli dinlerle karışmış inanç ve uygulamalar
devam edebilmiştir.
Şu halde tasavvuf Anadolu Türk devletinin teşekkülü sırasında ve daha
sonra hudut boylarında İslâm’ın ilerlemesine, Türkler’in birlik ve bütünlük
kazanmalarına büyük ölçüde yardım etmiş, fakat daha sonraki safhada kısmen
tersine bir fonksiyon kazanarak huzursuzluk ve parçalanma âmili olmuştur.
Bunun başlıca sebebi ilkel haliyle tasavvufun yarı-göçebe ve câhil halk
kitleleri arasında fevkalâde tesirli olmasına karşılık, şehir medeniyetinin
dışında kalmasıdır. Türkler Anadolu’ya geldikleri zaman en büyük problemleri bu
topraklara kendi damgalarını henüz vuramayışları, yani orada bir medeniyetin
temsilcisi olamayışları idi. Bu hedefe erişebilmenin yegâne yolu ise toprağa yerleşmek,
mümkün olduğu kadar şehirli olmak ve yazılı bir kültür meydana getirmekti.
Kısacası, içinde bulundukları medeniyetin (İslâm’ın) değerlerini entelektüel
seviyede işleyecek yeni değerler meydana getirecek ve bunları yayacak aydın
zümreye ihtiyaç vardı. Bu ihtiyacı İslâm medeniyetinin temel eğitim
müesseseleri olan medreseler karşılayabilirdi. Nitekim Selçukluların Konya’yı
merkez yapmasından sora Anadolu’da siyâsî bakımdan yerleşen Türk devleti,
süratle medreselerini açarak kuvvetli bir kültür faâliyeti yarattı. Medresenin
o zamana kadar artık büyük ölçüde standartlaşmış eğitimi halk tasavvufunun son
derece değişken ve karmakarışık muhtevâsı karşısında birliği sağlayan asıl
kuvvet haline geldi ve yine o devirde sünnî müslümanlık ile tasavvuf arasında
kurulun uzlaşma sâyesinde ulemâda tasavvufa karşı alâka görüldüğü gibi,
mutasavvıflar da medrese eğitiminden geçmiş oluyorlardı. Böylece şehirlerdeki
aydın tabaka sünnî müslümanlık çerçevesinden taşmayan bir tasavvuf anlayışı
kazanırken, taşradaki halk tasavvufu, her çeşit bâtıl itikada İlâhî hüviyet
veren câhil ve kontrolsuz dervişlerin elinde kaldı. Daha Selçuklular’dan
itibaren Türk sultanları (hükümetler) siyâsî sebeplerle dervişleri resmen
tanımayı uygun görmüşler, onlar da kurulu düzenin bir parçası sayılmışlardı.
İşte başlangıçta birlik âmili olurken, sonradan huzursuzluk kaynağı haline
geldiğini söylediğimiz şey, bu halk tasavvufudur.
Medrese ile tekkenin nasıl birbirine zıt roller oynadıklarını en iyi
gösteren hâdise, Şiîliğin yarattığı veya faydalandığı siyâsî kargaşalıklardır.
İslâm tarihinde tasavvufun sünnî müslümanlıkla uzlaşmasının en önemli siyâsî
neticelerinden biri de Şiîliğin nüfûzunun kırılması olmuştu. İslâm ulemâsı
tasavvufu belli bir ölçüde kabul etmekle şiî bâtmî mihrakların en büyük
dayanaklarından birini ellerinden almış ve şiîliğc büyük bir darbe vurmuş
oluyorladı. Daha önce şiîlerin kendi saflarına kazandıkları kitleler mistik
ihtiyaçlarını da karşılayan sünnî müslümanlığa akm akm giriyorlar, Sünnîliğin
devlet doktrini olması ve dolayısiyle her türlü açıklık ve serbestlikten
istifâde etmesi, bu girişi büsbütün kolaylaştırıyordu. Böylece Onbirinci
yüzyıldan itibâren Şiîliğin gücü önemli ölçüde kırıldı13; artık
kitle hareketi yaratma imkânı kalmayan şiî bâtınîler, anarşi ve terör yaratmak
suretiyle varlıklarını ve tesirlerini devam ettirmeye çalıştılar.
Bütün büyük tasavvuf tarîkatlerinin kurucuları sünnî müslümanlar
arasından çıkmış, bunlarla şiîler arasında hemen hiçbir münâsebet kalmamıştır.
Fakat tasavvufun medrese kontrolüne girerek belli bir düzen kazanmadığı yerlerde
şiî tesirinin kolaylıkla yayılması beklenirdi, nitekim öyle oldu. Bizim
tarihimizde sünnî müslümanlık dâiresinde bulunan tarîkatlerin -Mevlevî,
Bayramî, Nakşî, ilh.Türk devletinin birliği ve üstünlüğü yolunda gayret
göstermelerine karşı, halk tasavvufunun hâkim olduğu mıntıkalarda şiî İran
nüfûzu yayılmış ve bu bölgelerde insanlar İran devleti hesâbına Türk devletine
büyük dertler çıkarmışlardır. Osmanlı İmparatorluğu zamanında din ve mezhep hürriyetinin
ne kadar geniş olduğu hesâba katılırsa, kızılbaş Türkmenlerin İran adına
hareket etmelerini bir tek sebeple izah edebiliriz: Anadolu Türk birliğine
entegre olamamak ve dışarıdan gelecek tesîrlere her an açık bulunmak. İran’dan
gelen kışkırtmaları dâima alevî Türkmen dervişleri organize etmişler, ve
bunların saflarına katılanlar ise büyük çoğunlukla yarı-göçebe aşiretler
olmuştur.
VI
Bu söylediklerimize bakarak tasavvuf hareketleriyle siyâsî çöküntü
arasındaki münâsebeti hükme bağlayacak olursak ne diyebiliriz? İlk bakışta bu
ikisinin paralel gittiğini görüyoruz. Nitekim aradaki bu yakınlık birçok
kimseyi tasavvufun çöküntü zamanlarında görülen bir çeşit ümidsizlik ve
tembellik felsefesi olduğu fikrine götürmüş bulunuyor. Bundan farklı bir görüş
de, tasavvufun böyle bir çöküntünün sonucu değil sebebi olduğudur. Bizde
umumiyetle siyâsî-sosyal çöküntü denince İslâm dünyasındaki Moğol istilâsının
getirdiği yıkım anlaşılır. Bu yüzden tasavvufu değerlendirirken Moğol
istilâsından önceki ve ondan sonraki duruma bakmak âdet olmuştur.
Bu iddiaları incelemeden önce bir noktayı özellikle belirtmekte fayda
görüyoruz. Tasavvuf, görünmeyen âlemle spritüel bir temas (mistisizm)
mânâsında, insanlığın her devrinde vardır, ve insanın her zaman sorduğu temel
metafizik sorulara karşı bulunan cevaplardan biri olmak itibariyle zamana
veya yere bağlı değildir. Sosyal faktörlerle düşünce olayları arasındaki
münâsebet tek istikametli bir sebep-sonuç münâsebeti olmadığı için, tasavvuf şu
veya bu sosyal atmosferin bir eseridir diyemeyiz. Ancak sosyal faktörler bir
düşünce veya bakış tarzının cemiyette bazan daha kuvvetli, bazan daha zayıf bir
cereyan halini almasında rol oynar. Şu halde burada araştıracağımız şey, belli
bir yer ve zamanda tasavvufun niçin kuvvet kazandığı, başka hallerde neden
etkili bir sosyal güç olamadığıdır.
Tarihî incelememiz gösterdi ki, tasavvuf, dokuzuncu yüzyılın ikinci
yarısından itibaren yaygın ve sistemli bir hareket halini almış, ondördüncü
yüzyıl ortasına kadar hem eliti hem kitleleri yakından ilgilendiren bir düşünce
ve hayat nizâmı halinde devam etmiştir. Onbeşinci yüzyıldan itibaren ise kurulu
düzenin bir parçası olmuştur. Bütün bu zamanlarda, cemiyetin geçirdiği
istihâlenin esas âmili, elbette tasavvuf değildir, ancak bu değişmelerle
tasavvuf hareketi arasında bir münâsebet bulunduğu muhakkaktır. Bu münâsebetin
her zaman ayni tipte olmaması da pekâlâ muhtemeldir. Şimdi önce
siyâsi-iktisadî çöküntü ile tasavvuf arasındaki bağlantının ne mâhiyette
olduğuna bakalım.
Bu kitabın bir başka yerinde de bahsettiğimiz gibi, Ebû Bekr Verrâk adlı
sûfî şöyle diyor: Üç sınıf insan vardır. Ulemâ, Ümerâ ve Fukarâ. (Yani âlimler,
idâreciler ve dervişler). Ulemâ ifsâd olunca din gider, ümerâ bozulunca geçim
bozulur, dervişler bozulunca ahlâk gider. Ulemâyı bozan hırstır, ümerâyı bozan
adâletsizliktir, fukarâyı bozan riyâdır. Şu halde ümerâ ulemâya sırt çevirince
bozulur, ulemâ ümerânın emrine girince bozulur, fukarâ da gösteriş yapınca
bozulur. Bu ifâdeden anlaşıldığına göre, sûfîlerin esas gâyesi ahlâktır.
Şüphesiz burada ahlâk tâbirinin içine iyi davranışlarla birlikte bütün bir
mânevî hayat girmektedir. Onlar ulemâ denince Şeriat’i, yani sûfîlere göre
dinin dış davranışlarla ilgili kısmını inceleyen ve o sâhada hüküm verenleri
kasdetmektedirler. Şu halde dinin îmân ve ahlâkla, yani derûnî tarafıyla
uğraşmak ve onların bekçiliğini yapmak işi sûfîlere âittir. Onlara fukarâ
denmesinin sebebi, servetten ziyade yoksulluğu tercih etmeleri, çünkü dünya
malına düşmenin insanı âhiretten yani ahlâk ve mâneviyattan uzaklaştıracağını
düşünmeleridir.
İşte sûfîlik siyâsî-iktisadî çöküntünün bir sonucu değil, fakat bu
çöküntüye karşı bir reaksiyondur. Sûfîlerin böyle bir çöküntüye sebep
oldukları tezi hiç müdâfaa edilemeyecek kadar çürük olduğu için onu ele
almıyoruz. Asıl mesele, çöküntü ile tasavvuf arasındaki öncelik-sonralık
farkını doğru bir şekilde değerlendirmektir. Buradaki ince farka çok dikkat
edilmelidir. Bir şeyin sonucu olmakla, bir şeye reaksiyon olarak ortaya çıkmak
birbirinin ayni değildir. Sonuç sebebe nisbetle dâima pasiftir, yani kendi
sebebi üzerinde herhangi bir tesir icrâ etmez. Reaksiyon ile ona sebep olan
şey arasında da bir çeşit illiyet bağı bulunmakla birlikte, burada sebebin
ortadan kaldırılmasına veya o sebebe ait sonucun giderilmesine yarayacak aktif
bir müdâhale sözkonusudur. Elimizdeki örneğe bakacak olursak diyebiliriz ki,
İslâm dünyasında siyâsî-iktisadî buhran birtakım sosyal değişmelere sebep
olmuştur ki, tasavvuf bu değişmelere bir reaksiyondur. Şimdi bu reaksiyonun
nasıl teşekkül ettiğine ve neler meydana getirdiğine bakalım.
Sûfî reaksiyonunun her zaman ayni karakterde ve ayni şiddette olmadığını
unutmamalıyız. Sûfî doktrini hakkındaki klâsik eserlere veya ansiklopedik
menkıbe kitaplarına baktığımız zaman, ilk sûfîlerin çoğunlukla sünnî ulemâsı
arasından çıktığını görüyoruz. Üstelik bunların çoğu en katı diye bilinen
Hanbelî fıkhına göre yetişmiş kimselerdir. Yine ayni eserlerde sûfî doktrini
münâkaşa edilirken, itikad bahislerinde hep mu’tezileye ve sapık mezheplere
itiraz edilmektedir. Sûfîlerin Hanbelî doktrininden uzaklaşmaları veya oradan
bazı unsurları devam ettirmekle birlikte ayrı bir cemaat teşkil etmeleri yavaş
yavaş olmuş ve uzunca bir zaman sürmüştür. Bu gelişme, mistisizmin gitgide
ağır basması şeklinde görülüyor. Tasavvufun mistisizm öncesindeki zühd safhası
ise, sünnî doktrinden uzaklaşmak yerine, ona büsbütün sarılmak şeklinde ortaya
çıkmıştır.
Şu halde tasavvufun ilk devresi (zâhidler) Arap -İslâm imparatorluğunun
dünyevî bir saltanat halini alıp, israf ve sefâhatin ön plâna geçmesine karşı
yapılan bir reaksiyonu temsil ediyor. Bu devrede zâhidler dünya hayâtının geçiciliği,
dünya saltanatının değersizliği, Allah’ın gazâbmm şiddeti, âhiret azâbınm
korkunçluğu ilh. üzerinde durmuşlardır. Bunları mistik mutasavvıflarla
birarada ve onların öncüleri saymamızın sebebi, zâhidlerin imânı
derûnîleştirmeleri ve hâricî ibâdetten ziyâde ahlâkî mükemmelliğe (tabiî, ibâdetle
birlikte) önem vermeleridir.
Tasavvufun ikinci devresinde reaksiyonun asıl hedefi, rasyonalist
kelâmcıların dini dünyevî ve aklî bir sistem gibi yorumlamalarına karşı, onu
dıştan ziyâde içe ait bir mesele haline getirmektir. Bu itibarla mistik
tasavvuf dış kaynaklardan tesir alan birtakım sûfîlerin geliştirdiği bir
sistem değil, bizzat İslâm cemaatının îmânı kurtarmak üzere yaptığı bir
teşebbüs sayılabilir. Bu dönemde asıl dış tesirlere kapılanlar sûfîler değil,
kelâmcılardır. Kelâmcılar, felsefenin verdiği tesîr ve ilhamla, dini bir
isbatlar sistemi haline getirmeye çalışmışlar, böylece -herhalde farkında
olmaksızındinde Kitap ve Sünnet’e dayanan îmân yerine, aklın hakemliğine öncelik
vermekle büyük bir tehlike yaratmışlardı. Onların açtıkları kapıdan her türlü
yabancı doktrin girebileceği gibi, insanlar imânlarından her an şüphe
edeceklerdi. İşte ilk büyük sûfîlerin Hanbelî ulemâsı arasından çıkmasının ve
aklın isbatlarma karşı imânın hakikatlerini savunmalarının asıl sebebi budur.
Bu dönemde karşılaştığımız ikinci durum, dünyevî iktidarın şi’a ve
mu’tezile ile işbirliği yapması veya siyasî İktisadî başarısızlıkları yüzünden
sünnî cemaatla arasının açılması, sonra da bu iktidarla işbirliği yapan
ulemânın halkın gözünden düşmesidir. Çok muhtemeldir ki iktidardan duyulan
bütün hoşnutsuzluklar gerçek imândan sapmaya bağlanmış ve böylece dünyevî
iktidara, idârî ve kazâî mevkilere karşı sırt çevirmenin bir fazilet olduğu
fikri doğmuştur.14 Ulemâ ile sûfî liderleri arasındaki bu soğukluk
daha sonraki devirlerde de hep devam etmiş bulunmaktadır.
Görülüyor ki mistisizm, îmânı sağlam bir temele oturtmak isteyenler için
çok faydalı bir vâsıta olmuş, hakikati akim ötesinde ve onun kavrayamayacağı
bir âleme aktarmak sûretiyle kelâmcıların ve felâsifenin yarattığı zihin
karışıklığı kökünden halledilmiştir. Kur’ân’da mistik unsurlar bulunmakla
birlikte, o zamana kadar bir mistisizm hareketinin doğmamış olması, tasavvufta
yabancı tesirlerin rol oynadığına bir delil sayılabilir. Herhalde müslümanlar
bu silâhı kendileri icad etmiş değillerdir. Fakat esas motiv İslâmiyet olduğu
için, tasavvuf tamâmen İslâmî bir sistem halinde gelişmiş ve sûfîler bütün
görüşlerini Kur’ân ve Sünnet’e (bazan çok zorlama da olsa) dayandırmakta
gecikmemişlerdir. Çağdaş bir Batıh ilim adamının15 belirttiği gibi,
tasavvuf İslâm cemaatı içinde Peygamber döneminin îmân tazeliğini yeniden
yaşatmak, her yandan gelen şüphe, tereddüt, yanlışlık ve kargaşalıklara karşı
dinin aslî otoritesine bir dönüş sağlamak gayreti olarak görülebilir. Hatâya
çok müsâit bulunan ve çok tenkitlere uğrayan ilham, kerâmet ilh. gibi hususların
ortaya çıkmasında esas motiv dinden sapma değil, fakat sapmalara karşı bir
çeşit garanti şeklinde mütalâa edilebilir. Zira bunlar Peygamberin vahyini ve
mûcizesini tarihin derinliklerinde kalmış değil, fakat yaşayan bir gerçek
olarak göstermek istemişler, bu yüzden Peygamber’i taklid ederek onun
mûcize’sine mukabil kerâmetleri, onun aldığı vahy’e mukabil sûfî ilhâmmı
getirmişlerdir. Peygamber nasıl tabiatüstü gerçeklerden bahsetmişse, onlar da
aynı şeylerden bahsederek vahyin hakikatini muhâfaza etmeye çalışmışlardır.
Gazâlî’nin hemen bütün eserlerinde bu tema görülür. Onun gibi sünnî itikadının
en büyük müdâfii olan birinin ilhamdan bahsetmesine ve bunu hak olarak
göstermesine, başka hiçbir sebep yoktur; nitekim kendisi El-Munkiz’de
sûfîliği peygamberliğin hakikatlerine varmanın bir yolu olarak göstermekle
tamâmen bunu ifade etmiştir.
Şu halde sosyal çözülme ile tasavvuf arasında münâsebetin bir cephesini
aşağı-yukarı aydınlığa çıkarmış sayılabiliriz. Tasavvuf, bir tarafıyla, İslâm
dünyasındaki dinî doktrin birliğinin şiddetle sarsıldığı bir zamanda bu
birliği sağlamak gayretini temsil ediyor.
Siyâsi İktisadî çözülme (inhilâl) ile münâsebetine gelince, imân
kargaşalıkları ile siyasî kargaşalıklar çok defa bir arada gittiği için her
ikisinin âmillerini birbirinden ayırdetmek çok güç olmaktadır. Fakat üzerinde
çok durulan Moğol istilâsı meselesine baktığımız zaman, onun öncesinde ve
sonrasında tasavvuf hareketi bakımından önemli herhangi bir değişmeye
rastlamıyoruz. Maamafih bu durum tasavvufun siyâsî-sosyal fonksiyonu
bulunmadığı mânâsına gelmez. Özellikle teşkilâtlı tasavvuf hareketlerinin
arttığı onikinci yüzyıl sonundan itibaren İslâm cemaatının tasavvufta yeni bir
sosyal organizasyon şekli bulduğunu görüyoruz. Henüz Moğol istilâsının çok
uzakta bulunduğu bir zamanda merkezî otoritenin zayıflaması karşısında sivil
teşkilâtlar birçok resmî fonksiyonları üzerlerine almaya başlamışlardı. Bu
fütüvvet organizasyonlarıyla tasavvuf arasında oldukça sıkı bir münâsebet
bulunduğu görülmektedir. Nihâyet Abbâsî halifesi Nasır Lidinillah fütüvvete
resmî bir mâhiyet vermek üzere kendisi de onlara -tabiî, reis sıfatıyladâhil
olmuş ve fütüvvet adına etraftaki hükümdarları kendi safında toplamak üzere
teşebbüslere girişmişti. Onbeşinci yüzyıla kadar bütün hükümdarlar
otoritelerini genişletmek üzere sûfî tarîkatlerine yakınlık göstermişler, bazen
bizzat bunlara dâhil olmuşlar, veya en azından nüfûzlu sûfîlere maddî
iltifatlarda bulunmuşlardır.
Tasavvufun özellikle İran bölgesinde ve Kuzey Afrika’da gelişmesinde,
Arap olmayan unsurların daha evvelden belli bir şekilde teşekkül etmiş bulunan
siyasî-sosyal yapıya uzak, onun dışında kalmış olmalarının da önemli tesiri
olduğu muhakkaktır16. Halk tasavvufunda bu husus daha da
belirgindir. Dili Arapça olan ve Arap devlet geleneğinin önemli bir parçası
halinde gelişen ulemânın temsil ettiği din anlayışı karşısında, yeni kitleler
ana dilleriyle âdeta ayrı bir İslâm cemaatı teşkil etmişlerdir. Türkler’in ilk
müslümanlık dönemlerinde resmî doktrinle bütünleşmemelerinin doğurduğu
neticeleri ise görmüş bulunuyoruz.
Nihâyet, tasavvufun onbeşinci yüzyıl sonundan itibaren tamâmen durgun
bir hale gelmesi de yine onun siyasî istikrarsızlıkla bağlantılı bulunduğunu
gösterir. Bu tarih, İslâm dünyasının pek büyük bir kısmında, özellikle Ortadoğu’da
Osmanlı hâkimiyetinin yeni ve kuvvetli bir merkezî otorite tesis ettiği zamanı
gösterir. Tarikatler bundan sonra da devam etmiş, fakat artık modern birer
kulüp haline gelmişlerdir.
Toplayacak olursak, tasavvufun çöküntü zamanlarında ortaya çıkan bir
ümitsizlik felsefesi veya tembelliğin aklîleştirilmesi olduğu, doğru değildir.
Çöküntü zamanlarında kuvvetlendiği görülmekle birlikte, bu, çöküntü karşısında
çözülmeyi değil, ona karşı mânevî bir reaksiyonu temsil etmektedir. Ancak bu
reaksiyonun cemiyetin toparlanması bakımından fonksiyonel olup olmadığı her
zaman tartışılabilir ve tartışılmıştır. Bu kitabın sonunda sûfî reaksiyonunun
ne dereceye kadar işe yaradığı meselesini biz de ele alacağız.
VII
Bizim kültürümüzün büyük simalarının pekçoğu mutasavvıflardır dersek
mübalâğa etmiş olmayız. Bugün hangi Türk’e Mevlânâ Celâleddin’den, Yûnus’tan,
Hacı Bektaş’tan, Hacı Bayram’dan bahsedilse derhal büyük bir saygı duygusu
uyanır. Bunların ve diğer bir çok sûfî şahsiyetlerin hâtıraları etrafında öyle
bir saygı hâlesi teşekkül etmiştir ki, gerek halkımız gerek aydınımız
(devrimciler müstesnâ) onların büyüklükleri ve millete hizmetleri husûsunda en
ufak bir şüphe beslemez. Doğrusu da budur. Bu insanlar gerçekten Türk
kültürünün seçkin şahsiyetleridir. Diğer müslüman memleketlere baktığımızda
oralarda da büyük sûfîlerin klâsik kültürünün yapıcıları sayıldığını
görüyoruz.
Fakat şimdi meseleye bu insanların şahsiyet ve hizmetlerinin biraz daha
ötesine götürerek, sûfîliğin İslâm kültürü bakımından değeri ne olmuştur diye
soralım. Başka bir ifâde ile, sûfîlerin kültür içindeki yerlerini etraflı bir
şekilde yeniden gözden geçirelim. Bu incelememiz onların mevcut değerlerini
düşürmeyecektir, ama bu değerin sınırlarını belirlememize yardım edecektir.
İncelememizde örnek olarak Türklere fazla yer vereceğiz, ama bunların bütün
İslâm âleminin birer nümûnesi olduğunu dâima hatırlayacağız.
Sûfîlerin en başarılı oldukları ve başkalarından öne geçtikleri iki sâha,
şiir ve mûsikîdir. Gerçekten, Türk edebiyatında Yûnus’tan daha büyük bir şâir
gösterilemez. Farsça yazmış olmakla birlikte Mevlânâ da yine en büyük şâirler
arasındadır. Keza bizim halk edebiyatımızda tekke şâirlerinin önemli bir yeri
olduğunu hepimiz biliriz. Mûsikîye gelince, bizim mûsikîmiz esas itibariyle
tekke mûsikisi şeklinde gelişmiş, Türk zevkinin en işlenmiş örnekleri o yolda
ortaya çıkmıştır. Arap edebiyatının mütehassısları, İslâm öncesi Arap
şâirlerinin söz canbazlıklarma mukabil asıl insan duygularını dile getiren şiirin
sûfîlerle başlayıp geliştiğini söylemektedirler. Fars edebiyatında tasavvuf
unsuru burada ayrıca zikre gerek göstermeyecek kadar mâlûmdur.
Acaba niçin sûfîler bu sahalarda başarılı oldular diye bir soru sormak
yersizdir; çünkü bu soru sûfîlerin diğer sâhalarda buna kıyasla geride kaldığı
mânâsına gelir. Halbuki onlar şiir ve mûsikî dışında hiçbir sâhaya girmemişler,
üstelik girilmesinin de aleyhinde olmuşlardır. İşte asıl mesele buradadır.
Tasavvufun İslâm kültürüne yaptığı en büyük menfî tesir, en kaliteli
zihinleri, en parlak zekâları kültür hayatının dışına çekmesi ve onları
kısırlığa mahkûm etmesi jimuştur. Şiir ve mûsikî kültürden değil mi diye
sorulabilir Kültür dâima bir cemiyetin kültürüdür ve cemiyet havâinin bütünüyle
devamlı bir organik münâsebet halindedü. Mutasavvıflar ise kendi doktrinlerinin
bir gereği olarak cemiyeti dâima geri plâna atmışlar, hattâ yok farzetmişler,
şiir ve mûsikîlerini de bu doktrinlerinin bir vâsıtası olarak kullanmışlardır.
Bunun en hazîn örneği, İslâm dünyasının yetiştirdiği en büyük zihin
sayabileceğimiz Gazâlî’dir. Onun gibi biri, bütün sosyal sorumluluklarını
bırakarak uzlete çekilmiş, kendisinden feyiz bekleyen ilim öğrencilerini
terkederek ömrünün geri kalan kısmını doğduğu şehirdeki tekkede geçirmiştir.
İkinci büyük örnek Mevlânâ Celâleddin’dir. Onun müderris (profesör) iken bir
gün bütün kitaplarını yakıp tekkeye çekildiğini, sonraki hayatını oradaki bir
dostlar çevresi içinde şiir ve mûsikî ile geçirdiğini hepimiz biliyoruz.
Onlardan önceki çağların ilk büyük mutasavvıfları birer âlim olarak yetiştikleri
halde, fakir birer derviş olarak yaşamayı tercih etmişlerdir. Devlet adamları
arasında sûfîlere rağbet eden çok olmuştur, fakat sûfî bir devlet adamı
gösterilemez. Sûfî âlim çoktur, ama ilim adamlığı yapan sûfî parmakla
gösterilir. Düşüncelerine felsefe karışmış sûfî çoktur, ama sûfî filozof
yoktur.
Bütün bu neticeleri tabiî saymak zorundayız. Sûfî doktrini bunun başka
türlü olmasına imkân vermezdi. Dünyayı hiçe sayan bir görüşün dünya işleriyle
ilgilenmesi nasıl beklenirdi?
Sûfî ilimden bahsettiği zaman bu ancak "bâtın ilmi" denilen
şeydir, yani dünyanın dışında ve onun tam tersi olan görünmez dünyanın ilmidir.
Bizim ilim dediğimiz şey, dünyadaki eşyâ ve olaylarla ilgilenir. Sûfî, tabiat
ilimlerine daha baştan muhaliftir, çünkü tabiat ilimlerinin konusu maddedir,
yani Tanrı’ya en uzak olan şeydir. İnsan madde ile ilgilendiği takdirde, asıl
kavuşması gereken kaynaktan gitgide uzaklaşmış olur; insanı yücelten ve Allah’a
götüren, rûhun güzellikleridir. Şu halde sûfî nazarında en makbul insan maddî
nefsi ile ilgili herşeyden elini eteğini çekip sâdece ve sâdece rûhun
saflaştırılması üzerinde kendini teksif eden kimsedir.
Bazıları sûfî’nin maddeye veya dünyaya kıymet vermeyişini sırf bir ahlâkî
tavır olarak görmek ister. Gerçekten, hepimizin ahlâkî idealinde bu görüşten
bir parça vardır, ve bu haliyle maddeden uzak kalmak herhalde kötülenemez.
Ancak sûfî’nin dünyaya sırt çevirmesi, sırf bir ahlâkî ferâgat veya
kanaatkârlık meselesi değildir. Dünyanın pisliklerinden arınmak varken, onun
pisliklerine tekrar bulaşmak sûfî’nin doktrinine aykırı düşer.
Sûfî’nin ilme hiç itibar etmeyişinin bir başka sebebi de onun tabiat
olayları karşısındaki tutumudur. Sûfî’nin idealindeki makam veliliktir, yani
peygamber’in o çağdaki taklitçisi (örneği) olmaktır. Velî’nin başlıca
vasıflarından biri ise Peygamber’in mûcizesine mukabil, kendisinde keramet gücü
bulunmasıdır. Kerâmet tabiat olaylarının insan irâdesi ile her an
değiştirilebileceği mânâsına gelir. Bu da tabiatın kendine mahsus bir nizâmı ve
işleyişi olduğu, tabiata müdâhalenin ancak bu işleyişe ait kanunları bulmak ve
onlara uygun hareket etmekle mümkün bulunduğunu kabul eden ilim zihniyetine
esastan zıt düşer.
Sûfî, tabiat ilimleri gibi, şer’î ilimlerin de herhangibir kıymeti
olduğuna inanmış değildir. Ona göre dünyadaki sosyal ve siyâsî organizasyon bir
çeşit tuzaktır, insan onlardan uzak kalabildiği ölçüde Allah’a yakın olur.
Zâten dünyanın Allah’ın irâdesine göre idâresi ricâl-i gayb’a verilmiştir. Bu
"görünmezler hükümeti" ancak Tanrı’nın bildiği bir hikmete göre
dünyayı idâre eder. Siyâsî idârecilere gelince, bunlar herşeyden önce rütbe,
makam ve şöhret sâhibi olmak itibariyle insanı Allah’tan uzaklaştıran şeylere
kıymet veren kimselerdir. Derviş fakrı tercih ederken hükümdarlar, vezirler,
kumandanlar ve bunlarla işbirliği yapan şeriat âlimleri servet ve gösteriş
içindedirler. Derviş dünyadan uzaklaşmak için herşeyi yaparken onlar dünya ile
uğraşmayı meslek edinmişlerdir. Hele bir insanın para ve mevkî mukabilinde bu
hükümdarlara şeriat husûsunda yardımcı olması hiç affedilemez. Nitekim Ahmed
bin Hanbel hayâtı pahasına devlet görevi kabul etmemiş, Nu’man bin Sâbit
(İmâm-ı Âzam) de ayni şeyi yaptığı için hayırla anılmaya lâyık büyükler
arasına girmiştir. Halbuki "zamanın ulemâsı onlardan çok farklı olup
hükümdar saraylarını kendilerine kıble, günahkâr ve şerirlerin konaklarını
kendilerine mescid yapmışlardır."
Sûfîlerin devlet görevlilerini suçlamaları, onların hak ve adâlet
gayretlerini de aksettirmekle birlikte, bütün motivleri bundan ibâret değildir.
İşlerin kötü gittiğinden şikâyet edenler bu işleri kendi yollarında doğru
olarak yürütmeyi vazife bilirler, ve bu vazifeden kaçmazlar. Halbuki sûfî
bizzat o işi ve makamı şer saymaktadır.
VIII
Sûfîlerin pirlerinden sayılan Haris Muhâsibî, Nasâih adlı eserinde
kendi zamanında müslümanlar arasında ortaya çıkan tefrikadan, herkesin kendi
yolunu doğru sayıp öbürlerini cehennemlik olmakla suçladıklarından, kısacası
doğru yolu bulmanın çok zor bir hale geldiğinden bahsediyor. Sûfîlikle ilgili
kitapların hemen hepsinde zamanın inanç kargaşalıklarından şikâyet etmek,
İslâm’ın eski ihtişamlı günlerini dile getirmek âdet olmuştur. Bu kitaplarda
zaman zaman bizzat sûfî yolunun da yanlış inanç ve uygulamalarla bozulmaya
çalışıldığından şikâyet edilir.
Bu umûmî tavır sûfîlerin esas motivleri hakkında bize önemli ipuçları
veriyor. Anlaşıldığına göre Peygamber ve ashâbınm yaşadığı müslümanlık hepsi
için idealdir; sonraki devirlerde müslûmanlığa karışan yabancı unsurların,
bâtıl birtakım itikadların müslümanları kâh tereddüt, kâh dalâlet içinde
bıraktığından şikâyetçidirler. Tasavvuf kelâmcıların ve fıkıhçıların
tutturdukları yolun dışında bir imân ve İslâm anlayışı getirmeye çalışmış,
fakat mutasavvıflar belli bir ekol teşkil etmedikleri için, onların
getirdikleri esaslar da kısa zamanda bir kargaşalığın içine girmiştir. Tasavvuf
hakkındaki klâsik eserlerde sünnî itikaddan sapmalara karşı son derece hassas
davranıldığı görülmektedir. Bunların en mühimlerinden biri olan Kitâbu’l-Luma’da.
tasavvufu yanlış anlayanların düştükleri hatâlar sıralanmaktadır. Bunların bir
kısmı tasavvufu bir kılık kıyâfet meselesi zannetmek, veya mağaralarda
yaşadıkları takdirde velî mertebesine erişeceklerini düşünmek vs. gibi
affedilebilir hatâlar olmakla birlikte, bir kısmı dalâlet sayılacak şeyler
olarak gösteriliyor. İşte Serrâc’a göre dalâlete düşenlerin başlıca hatâları
şunlardır:
1.
Tanrı ile
münâsebetlerinde kul (abd) gibi değil, hür insan gibi davranmak.
2.
Sâdece Hakk’a
yönelerek halkı hiçe saymak.
3.
Velî’nin Nebî’ye
üstünlüğünü iddia etmek.
4.
Esasta herşeyin
mübâh olduğunu, ancak isrâfın ve aşırılığın harâm olduğunu zannetmek.
5.
Hulüle (incarnation)
inanmak.
6.
Vücûdu ifnâ etmekle
İlâhî evsâfın kazanılacağını sanmak.
7.
Cenâb-ı Hakk’ı bu
dünyada aynen Ahiret’te göreceğimiz haliyle görme iddiasında bulunmak.
8.
insanın her türlü
mâsivâdan sıyrılabileceğini zannetmek, yani mutlak günahsızlık hali iddia
etmek.
9.
İlâhî bir nurla
kalplerinin aydınlandığını iddia etmek (İlâhî nûru dünyevî duygularımızla idrak
etmemiz imkânsızdır).
10.
Aynü’l-Cem
meselesinde hatâya düşmek, yani tevhîd halinde olduklarında, her ne işlerlerse
kendilerine değil, Allah’a ait olduğunu söylemek.
11.
Allah’a kurbiyet
dolayısiyle her türlü tahditten artık masun ve muâf olduklarını zannetmek.
12.
Beşerî evsâfı
terkederek Allah’ın vasıflarına bürünme iddiasında bulunmak.
13.
Vecd halinde
hislerini kaybettiklerini iddia etmek -çünkü his kaybı yine ancak hisle
anlaşılır.-
14.
Ruh hakkında
insanlara (Kur’ân’da) bilgi verilmediği halde bu konuda çeşitli
spekülasyonlarda bulunmak.
Bütün bunlar gösteriyor ki, sûfîler arasında yukarıda zikredilen
sapıklıkları işleyenler vardır, ve onları ciddiyetle uyarmak gerekir. Maamafih
bu arada dikkat edilmesi gereken iki önemli nokta bulunmaktadır. Birincisi,
bizzat bu uyarıyı yapanların kitaplarında da ayni cinsten hatâlar vardır,
ancak sûfîlerin o meşhûr bâtınî yorumları sâyesinde herşey hem şeriat’a çok
aykırı, hem onun tamâmen içinde görünebilmektedir. İkinci noktaya gelince, sûfî
doktrini bu türlü sapmalara açıktır ve oraya bir defa giren artık her an
uçurumun kenarında yürüyor gibidir. Şathiyat kitapları müslümanı irkiltecek
ifâdelerle doludur ki, sûfîler bunları şeriat dâhilinde gösterebilmek için
şaşırtıcı gayretler göstermişler, pek değerli zihin enerjilerini bu yolda
harcamışlardır. İnsan bunları gördükten sonra, ayni şeyi niçin daha baştan
açıkça söylemediklerine hayret eder. Nitekim bazıları bunların mistik sarhoşluk
içinde söylenmiş sorumsuzca şeyler olduğunu söyleyerek hiç kafalarını
yormamışlardır. Maamafih her türlü yoruma müsâit ifâdelerin İlâhî ilhâm alma
iddiasında bulunan ve etraflarında bir kudsiyet hâlesi teşekkül eden
insanlardan çıkmış olması meseleyi ciddiye almayı gerektirir. Bunlara sırf
misâl olmak üzere meşhûr sûfî Ebû Said İbni Ebi’l-Hayr’dan bazı sözler
naklediyoruz:
"Sen zannediyor musun ki Allah’ın kelâmı sabit bir miktarda ve
hacimdedir. Hayır, Allah’ın Muhammed’e gönderilen kelâmı Kur’ân’ın yedide
yedisidir, ama kulları’nın kalblerine ilhâm ettikleri sayı ve hudut tanımaz,
ve hiç kesilmez.
"Allah’ın hakikî kulu olduğu yerde oturur, Beyt-i Ma ’mûr onu
defalarca ziyârete gelir.
"Cehennem şimdi olduğun yerdir, Cennet de olmadığın yer.
"Ümmet-i Muhammed’in kurtuluş fırkası dışındakiler kendi
nefslennin ateşinde yanacaklardır.
"Allah’a benim sağımdaki, solumdaki, önümdeki ve arkamdaki
komşularıma mağfiret etmesi için yalvardım, onları benim hatırım için
affetti."
İbni Haldûn sûfîye’yi red mi, yoksa kabul mü edeceğimizi tartışırken,
onların iddialarını dört başlık altında toplayıp birer birer ele alıyor.
Birincisi, sûfîlerin mücâhede ve nefs muhâsebesi yaparak, bunların sonunda zevk
ve vecd hallerine varmalarıdır. Bu hususta onlara ancak gıbta edilebilir.
İkincisi Allah’ın sıfatları, arş, kürsî, ruh vs. gizli ilimlere ve varlıkların
birbirinden sudûruna dâir söyledikleridir. Bu bilgileri keşf yoluyla
edindiklerini iddia ederler. Bu hususlardaki iddiaları ancak vecd ve zevkle
tahkik edilebilecek şeylerdir. Bu yüzden söylediklerini ale’l-ıtlak
reddetmeyip, olduğu gibi bırakmak lâzımdır, zira o sözler müteşâbihat
kabilindendir. Üçüncüsü kerâmet ve tasarruf iddialarıdır, ki bunları inkâr
edemeyiz. Dördüncüsü ise ileri gelen sûfîlerin şeriat’ın zâhirine muhâlif
görünen sözleri(şathiyat)dir. Şeriat âlimleri onlara bu hususta hücûm ederler,
ama insaflı davranmak doğru olur. Zira kendinden geçmiş bulunan kimseler
muhatap ve mükellef değillerdir, dolayısiyle söylediklerinin mes’ûliyetini
taşımazlar. Şeriat’a çok bağlı olduğu bilinen bir insandan bu gibi sözler
çıkarsa, vecd halinde gördüklerini günlük hayâtın diliyle ifâde edemediği için
bu duruma düşüyor deriz ve onu mâzur görürüz. Ama dindarlığı, ahlâk ve
fazileti belli olmayan biri böyle şeyler söylerse onu sorumlu tutarız. Vecd
halinde değilken böyle sözler söyleyenler de sorumludurlar; nitekim Hallâc
Mansur şuûru yerinde iken şeriat’a aykırı konuştuğu için katline fetvâ verilmiştir.
Ama yine de en iyisini Allah bilir.
İslâm tarihinde sûfîlerin imânları ve ahlâkları hep tartışılmıştır ve bu
tartışmalar günümüzde de devam etmektedir. Belki din âlimleri için bu türlü
tartışmaların bir mânâsı vardır. Fakat bir sosyal ilimci açısından, günâhları
ve sevapları ne olursa olsun, bunların hepsi de "müslüman" mistikleridir;
hepsi de İslâm kültürü içinde yetişmişler, İslâm kültürüne malolmuşlardır.
Onlar bizim sanatımıza, edebiyatımıza olduğu kadar dinî düşüncemize de
zenginlik getirmişlerdir. Onları yok farzetmek bizim kültür mirâsımıza büyük
bir darbe indirmek mânâsına gelir.
Söylediklerini aynen kabul edecek miyiz? Hiçbirimizin böyle bir mecbûriyeti
yoktur. Esâsen müslümanlar için Kur’ân ve sünnet dışında tartışılmayacak
hiçbirşey yoktur. Gerçi sûfîler, keşif sâhibi olmakla, söylediklerinin münâkaşa
götürmeyeceğini söylerler, ama bu hususta bizleri, yani onların keşfinden
haberdâr olmayanları mâzur görmelidirler. Keşfin ancak hâl sâhibi için geçerli
olduğunu zâten kendileri söylemektedirler. Kerâmet bahsine gelince, o da
kerâmet sâhibinden başkasını ilzam etmez; yani kerâmeti yok sayarsak birşey
kaybetmiş olmayız. Şathiyata gelince, bunlar kendinden geçmiş insanın sözleri
olduğuna göre zâten hiçbir kıymeti yoktur, zira dinin muhatabı şuûrlu, akıl
sâhibi haldeki insandır.
Geriye ne kalıyor? Mutasavvıfların metafizik iddiaları bizim düşünce
hayâtımızda yenilik ve değişiklik kaynağı olmak itibariyle pekâlâ faydalıdır;
onları kendi görüşlerimizle karşılaştırır, faydalı neticeler çıkarmaya
çalışırız. Maamafih mutasavvıfların asıl karakteristik vasıfları metafizik
teoriler geliştirmek değildir, bunu filozoflar da yapıyor. Onların asıl önemli
ve büyük tarafları, insanın iç hayâtına muazzam bir zenginlik kazandırmaları
ve imânın tam mânâsıyla yaşanması husûsunda bize bir çeşit öğretmenlik yapmış
olmalarıdır. Bu noktadaki hizmetleri hiçbir şekilde küçümsenemez. Onlar bu
hizmetleriyle İslâm’ın gösterdiği istikamete tam mânâsıyla uymuşlardır. Çünkü
İslâm iç ve dış diye iki türlü hayat tanımaz; imân sâhibi olan, varlığını
bütünüyle bu imân içinde eritmek mecbûriyetindedir. Câmide Allah’la,
ticarethânede şeytanla birarada olan kimsenin imânından hiç kimse emin olamaz.
İşte İslâm’da sûfî hareketi insanı her ânında Allah’ın huzûrunda bulunmaya
alıştırmakla, onun gerçek mânâda müslüman olmasına büyük bir yardım
yapmaktadır. Nihâyet, mutasavvıfların insanın içine tuttukları ışık, dışarıyı
tamâmen ihmâl etmeye yol açmış olsa da, bize kendimizi tanıtma bakımından
fevkâlâde faydalı neticeler doğurmuştur.
Kısacası, aydın bir müslümanm sûfîleri kâfirlikle suçlaması herhalde
onlara bir zarar getirmeyeceği gibi, kendisine de hiçbir fayda sağlamaz. İslâm
aydınlarının işi, onların imanlarını tartmaktan ziyâde, tasavvufun İslâm
cemiyetinin meseleleri bakımından bir işe yarayıp yaramadığını düşünmek
olmalıdır. Bu açıdan bakılınca, sûfîlik bazı önemli noktalarda başarısız bir
imtihan vermiş bulunuyor. Sûfîler dış dünya ile iç dünya ayırımını kaldırmakla
büyük bir iş yapmışlar ama bunu insanın imân ve ahlak birliği sahasından
taşırarak bütün bir realite problemi haline getirmişlerdi. ’Dış dünyanın da
tıpkı iç dünya gibi gerçek olduğunu, bu iki dünyadan birine kapanarak öbürüne
sırt çevirmenin doğru olmayacağını düşünmemişlerdir./Onların iç hayâta dönmeleri
yüzünden insanın çok büyük bir değer kazandığı inkâr edilemez, ama aynı tek
taraflılık, insanın değerinin ayaklar altına alınması için de pek müsâit bir zemin
yaratmaktadır. Nitekim Batı’da Yeni-Eflâtunculuk son haddine vardırıldığı
zaman, barbar kavimlerin istilâsı için çok iyi bir vasat hazırlanmıştı. Aklın
ve ilmin bir kenara itilmesi, hattâ lânetlenmesi sonunda sahneye ancak her
türlü hûrâfe, bâtıl itikad ve sahtekârlıklar hâkim olabilirdi. Eski medeniyet
böylece bu dünyayı bir başka dünya adına reddedince, böyle bir geleneği
bulunmayan barbar kavimlerin kılıçları çok kolay çalışmıştı.
Memleketimizde dindar çevreler üzerinde yapılacak en basit bir müşâhede
bile çeşitli yönleriyle tasavvufun ne kadar yaygın bir ilgi konusu olduğunu
göstermeye yetecektir. Ancak bunun sâdece dindar çevrelerin kendi içlerinde
bir ilgi kaymasından ibâret olduğu zannedilmemelidir. Türkiy’de İslâmiyet’e karşı
bütün kesimlerde bir ilgi vardır ve bu ilgi esas itibariyle tasavvuf kanalıyla
olmaktadır. Başka bir ifâde ile, İslâm gerek doktrin, gerek ideoloji olarak,
gitgide daha çok sayıda insanın zihnini meşgûl etmektedir. Müslüman ülkelerde
İslâm etrafında teşekkül eden geniş uyanış hareketinin belli-başlı kaynakları
hakkında ileri sürülen görüşlerin tartışmasını bir başka yerde yapmıştık1.
Burada konunun geniş mânâda İslâmî uyanışla ilgili taraflarını tekrar etmek
istemiyoruz. Ancak bu vesile ile üzerinde durulması gereken bazı önemli
noktaları belirtmek ve kendi tezimizi ana batlarıyla ortaya koymak istiyoruz.
Tasavvuf, geniş mânâda bir mistisizm hareketi olarak, bütün mistik
cereyanların genel karakterini taşır. Mistik düşünce her zaman var olmakla birlikte
bunun bütün bir cemiyeti saran sosyol bir karakter kazanması, yani bir cereyan
halini alması tarihin belli zamanlarında görülmektedir, ve bu belli zamanlar
dinin canlanma zamanlarıdır. Dinî canlanma tâbirinin ne mânâ ifâde ettiğini
daha iyi anlayabilmek için tasavvuf hakkındaki tarihî-sosyolojik izah bahsinde
anlattıklarımızı hatırlamalıyız. Burada sâdece bir dinin herhangibir zamanda
yeniden kuvvet toplaması ve hamle gücü kazanması değil, ayni zamanda yeni bir
dinin bütün bir cemiyeti sarması sözkonusu olabilir. Her ne şekilde olursa olsun,
cemiyetlerin hayâtında dinin kavrayıcı ve yönlendirici bir rol kazanması için
hazır olunan dönemler vardır. Bu dönemlerin süresi veya iki dönem arasındaki
süre konusunda birşey söyleyemeyiz; esâsen şimdilik bunun önemi olduğunu da
sanmıyoruz.
İnsanların dünyaya din açısından bir mânâ vermeleri ve hayatlarını dine
göre düzenlemeleri, mantık gereği, dinî olmayan bir mânâ sisteminden memnun
kalmadıklarını gösterir. Dinin canlanması için bir önceki mânâ sisteminin sâdece
dinî olmayışı değil, dinin getireceklerine hemen hemen zıt bir hayâtı temsil
etmesi gerekir. İnsanlar ya dinsiz iken dindar olurlar, veya kendi dinlerinin
eksik, kusurlu olduğu bazı önemli noktalarda tatmin sağlayan bir başka din
anlayışını kabul ederler. Her iki halde de yeni sistemin eskisiyle bir veya
daha çok noktada tezat yaratması, ve bu tezadın belli bir istikamette -dinin
derûnîleşmesiçözülmeye doğru gitmesi esastır. Orfizmden Hıristiyanlığa,
Mûsevîlik’ten İslâmiyet’e kadar dinlerin çıkışında olduğu gibi, her dinin kendi
hayâtı içinde meydana gelen değişmelerde de ayni şeyi görebiliyoruz. Şimdi
dinîyetin artışı ile tezat teşkil eden ön hallerin neler olduğunu, sonra bu
hallere karşı dinî canlanmada mistisizmin özel yerini görmeye çalışacağız.
Dinin en belirgin özelliği tabiat-üstü bir kuvvetin -veya
kuvvetlerinvarlığını kabul etmesi ve bu kuvvetin bizim hayâtımızla
ilgilendiğini, ve onunla kurulacak ilişkilerin yollarını göstermesidir. Bu
mânâda din, insanın dünyadaki yeri ve insan hayâtının mânâsı hakkında vâzıh bir
anlayış kazandırır. Bu anlayış, insan davranışları için insanın dışında bir
kriterin hâkimiyetine yol açar ki günlük hayatta (felsefî mânâda değil)
rasyonalizm dediğimiz tavrın getirdiği ölçülere temelde zıttır. Biz rasyonalizm
derken, amelî (empirique) bir şekilde isbâtı mümkün olan iddiaları kasdederiz
ve hakikat ölçüsü olarak "el ile tutulup göz ile görülme"yi alırız.
İlim böyle amelî verileri birinci derecede (tamâmen değil) kullanan bir sistem
olduğu için, ilmin gelişmesiyle rasyonalist tavrın yayılması arasında kuvvetli
bir paralellik görülmektedir. Bir başka vesile ile rasyonalist-pozitivist
tavrın Batı dünyâsındaki tarihî gelişmesinden ve buna karşı ortaya çıkan
reaksiyonlardan etraflıca bahsetmiştik". Duyu verilerine dayanan
düşüncenin ajanı olarak akl’a (intelligence, intellect) verilen önem karşısında
Batı dünyasında kuvvetli bir anti-entelektüalist cereyan ortaya çıkmış,
Schopenhauer ve Nietzsche’den Bergson’a kadar birçok filozoflar bu reaksiyonun
öncülüğünü yapmışlardır. Şimdi Türkiye açısından meseleyi ele alırsak,
görüyoruz ki Batı dünyasında daha önceki tarihlerde yapılan kavga Türkiye’ye
oldukça yakın zamanda intikal etmiş bulunmaktadır. Memleketimizde yirminci
yüzyılın başından itibaren aydın çevrelerde hâkim olmaya başlayan avâmi
seviyede bir rasyonalizm, o sırada put haline getirilmekte olan ilmin büyük
prestijinden faydalanarak, hayâtımızın bütün kesimlerine sür’atle sokulmuştur.
En tanınmış din âlimlerimizin veya dinî mütefekkirlerimizin bile İslâmiyet ile
müsbet ilim arasında hiç bir çatışma olmadığını, İslâm’ın ilm’i başlıca değer
saydığını isbat etmek üzere hayli mürekkep harcamış olmaları da gösteriyor ki,
Türkiye’de yeni zihniyeti tutanlar büyük itibar kazanmaktadırlar. Nitekim daha
sonraki yıllarda "müsbet ilim" sloganına karşı çıkmak hem fikrî, hem
siyasî bir cesâret meselesi olmuş ve bu cesâreti gösterecek kimse çıkmamıştır.
"Müsbet ilim" sloganı deyişimizin sebebi bunun gerçekten bir slogan
oluşudur. Çünkü İkinci Meşrûtiyet’ten itibaren ilim, müsbet ilim ve fenden
bahsedenlerin bunlardan ne anladıklarını araştırdığımız zaman, karşımıza
sâdece hayvanî iştihâları ile yaşayan ve maddî adaklardan başka hiçbir şey
kabul etmeyen bir ilâh imajı çıkmaktadır: İnsanlardan sâdece bedenî kuvvet isteyen,
onlara yine sâdece bedenî kuvvet veren, kuvveti olmayanlara hiçbir merhamet
duymayan bu canavar-ilâh, zayıf kalplere müthiş bir korku salmıştı.
"Müsbet ilim" sloganı atanlar sanki başkalarını suçlayarak kendi
sadâkatlerini isbat ve imânlarını takviye etme telâşı içindeydiler.
Yetmiş-seksen yıl önce -ve daha sonraki tarihlerdememlekette Batı’daki
mânâsıyla hemen hiçbir ilim adamı bulunmadığı halde pek çok kimsenin ilmi
dillerinden düşürmeyişi, hattâ onu sâdece bir özlem değil, ayni zamanda bir
siyasî suçlama vâsıtası haline getirmeleri dikkat çekici bir hâdisedir. Bu en
azından insanların bilmedikleri, yabancı oldukları, sâdece dedikodusunu
işittikleri birşey hakkında kesin -ve dolayısiyle tamâmen yanlışhüküm
verdiklerini gösterir. Nitekim ilim kısa zamanda bir bilgi problemi olmaktan
çıkarak bir hayat görüşü haline gelmiş, bu görüş siyasî kuvvetle de
desteklenince Türkiye’de ruhları kirleten bir rasyona; ‘ın atmosferi hâkim
olmuştur.
Böyle bir anlayışın ortadan kalkmasında en büyük yardım ilimden
beklenebilirdi. Fakat memleketimizde -burada açıklanamayacak kadar karmaşık
birtakım sebeplerleyim bunca zaman sonra bile ancak bir "ârıza"
olarak mevcuttur. Demek ki hayatımızın her kademedeki meselelerinin
"müsbet ilim" sloganıyla görülmesi ve değerlendirilmesi olayı,
günümüze kadar dalga dalga devam etmiş bulunuyor. Bütün bu zaman içinde aydın
olarak yetişen Türk gençleri "müsbet ilm"’in isbat ve tasdik etmediği
herşeyi önce şüphe, sonra inkârla karşılamayı öğrendiler. Sokaktaki insan münâsebetlerinden
âilelerin içine kadar "müsbet ilim"in girmediği^ yer kalmadı,
ve girdiği her yerden aşk’ı ve imân’ı çıkardı./İlmin en muazzam eserlerini
verdiği ülkelerde bile, aralarında münâsebet bulunmakla birlikte, bilgi sâhası
ile değerler sâhası ayrı ayrı kaldığı halde Türkiye’de ilmin yeni bir hayat
için değerler yaratması istendi/İlim değer yaratamazdı, ama "müsbet
ilim" ideolojisinden, bazı değerler çıkarılabilirdi. Bu değerlerin ilkel
bir materyalizm etrafında şekillenmesi ise kaçınılmazdı, nitekim öyle oldu.
Kültürümüzdeki dejeneresansı birtakım şahısların fitnelerine bağlayanlar, bu
noktayı gözden kaçırmakta ve sosyal bir hastalığı ferdî niyetlerin
gerçekleştirilmesi gibi görmektedirler. Hakikatte bizim suçlamaya
kalktıklarımız, selin önüne katılmış kütüklerden başka bir şey değildir.
Türk cemiyeti aradan bu kadar zaman geçtikten sonra, müsbet ilim adına
kaybettiği değerlerin yerine hiçbir şeyin gelmediğini, veya gelenlerin hiçbir
işe yaramadığını görmüş bulunuyor. Ahlâkın rasyonalist izahı insan münâsebetlerinde
menfaatin dışında hiçbir motiv bırakmadı. İnsanlar daha önceleri de şahsî
menfaatlarım önde tutan birtakım münâsebetlere girişiyorlardı, ama onların bu
türlü davranışı normdan sapma olarak görülürdü. "Müsbet ilim"in
saltanatı ile eski sapıklıklar norm’a uygun davranış haline geldi; fedâkârlık
ve ferâgat budalalık sayılmaya başlandı. Bütün bunların üstüne gelen ve
"müsbet ilim" sloganını ikmâl eden "İlmî sosyalizm" ise,
her türlü ahlâk kaidesinin insanlar arasındaki mülkiyet ilişkilerinin meydana
getirdiği bir üst yapı olduğunu bildirerek, ahlâkın "bilimsel"
izahını yapmış oldu.'Böylece geleneksel ahlâk ile modern veya
"bilimsel" ahlâk arasındaki asıl fark; birincinin menfaatçı
otoriteler tarafından zayıflara empoze edilmiş olan ve onların körü körüne
uydukları kaideler olmasına karşılık, modern "bilimsel" ahlâkın insan
hürriyetine dayalı bir "mukavele" ahlâkı olarak ortaya çıkması idi.
Ferdî hürriyete dayalı ahlâk sistemi içinde fertlerimiz kendi yurttaşlarını,
ana-babalarmı hunharca öldürecek kadar hürriyet kazandılar, veya
hürriyetlerini şerbetçe kullanarak şahsiyetlerini alabildiğine geliştirme
imkânı buldular. Türkiye’de ahlâkın sosyal bir sistem olduğu neredeyse
unutuldu, çünkü "müsbet ilim" veya "rasyonel düşünce" bizim
bir cemaat olarak yaşamamıza yarayacak hiçbir şey getirmiş değildi.
Baş tarafta söylediğimiz fikre tekrar dönecek olursak diyebiliriz ki, aşk
ve imânın bulunmadığı bir cemiyette, bu ikisinin ihtiyâcı şiddetle duyulacak ve
dolayısiyle rasyonalist zihniyetin boş bıraktığı yeri en iyi doldurabilecek bir
sistem gelecekti. Hakikatte Türkiye bu ihtiyacı dinden başka şeylerle
gidermeyi de denedi, fakat hiçbir dünyevî inanç veya merâsim, ne kadar
zorlanırsa zorlansın, kendi özünde bulunmayan bir mâneviyat ihtiyacına cevap
veremezdi. Nitekim ayni tip denemeler Türkiye’den başka ülkelerde de bir
netice vermemiş, din, kendi yerine bütün haşmetiyle oturmuştur.
Şimdi Türkiye’de dinî canlanmanın ikinci şekline gelebiliriz. Yukarıda
anlattığımız şartlar umumiyetle din-dışı bir hayattan dinî hayâta doğru geçiş
halinin temel manzarasını teşkil ediyor. Bir dinin kendi içinde de buna benzer
bir istihâleye rastlayabiliriz. Nitekim bu halin örneklerini tarihte görmüş
bulunuyoruz. Rasyonalist kampanyanın yarattığı huzursuzluklar çok defa
geleneksel değerler ve semboller üzerine kıvrılma şeklinde bir reaksiyonla
karşılanabilir. Bu da esâsen dinamizmini önemli ölçüde kaybetmiş -başka türlü
rasyonalizmin hâkimiyeti beklenemezdiolan klâsik müesseselerin büsbütün
donmasına ve refleks seviyesinde tepkiler yapmasına yol açar. Türkiye’de dinin
böyle bir durumu olmuş, bu yüzden kendisine en çok ihtiyaç duyulduğu anlardan
birinde ümit verici olmaktan çok uzak kalmıştır. Din, hayâta karşı müsbet bir
tavır alacak yerde, kendini geri plâna atan değişmenin sembollerine karşı
hasmâne tutumuyla kendini göstermiş, onların uğraştığı meselelerin (yani onlardan
beklenenin) hepsine kendinde çözüm olduğunu, binâenaleyh kendinden başka
itibar edilecek hiçbirşeyin bulunmadığını iddia eder hale gelmiştir.
Türkiye’de din adını ağzından hiç düşürmeyen, onu günlük siyâset kavgasında
vâsıta yapacak kadar kudsiyetini hiçe sayan grupların tavrına dikkat edecek
olursak bütün bu özellikleri görürüz.
Türkiye’de İslâm’ın sonu gelmiş olsaydı, din yukarıdaki tipte insanların
malı olur ve onların elinde kalırdı. Fakat İslâm’ın sâhip olduğu akıl almaz
yaşama gücü, onda yeni bir canlanma yarattı. Burda deminkinden biraz farklı
ikinci bir reaksiyon ortaya çıkıyor. Birincisi dinsizliğe karşı dinin hâkimiyetini
sağlama yönündeydi, bu defaki ise, din’i donuk ve ölü bir gelenek haline
getirenlere karşı, onu insanları sıcacık saran, bütün benliklerine nüfûz eden,
tıpkı güneş gibi bir hayat kaynağı haline getirmek isteyenlerin reaksiyonu
sözkonusudur. Bu yeni hareketin bütünüyle klâsik tasavvuf hareketini devam
ettirmesi veya onu dâvet etmesi şart değildir. Nitekim bugünün genç müslüman
kitlesi içinde pekçokları "sülük" sâhibi değillerdir, ama hepsinin
din anlayışında velîlerin ilhâmını görüyoruz.
Tasavvuf denince derhal tarîkatler akla geldiği için, bugünkü tasavvufî
din anlayışının yaygınlığı ve derinliği ilk bakışta belki farkedilmeyebilir.
Gerçekten, şu anda Îslâmî hareketin büyük bir mâkes bulduğu genç kitle arasında
sülük geleneğini tâkip edenler oldukça azdır, esâsen bunların girebilecekleri
cinsten yerlerin mevcut bulunmadığını farzedebiliriz. Maamafih bu imkânın açık
ve müsâit olduğu hallerde kalabalık genç gruplarının irşâda âdeta susamış
olduklarını gösteren kuvvetli bir temâyül müşâhede ediyoruz.
Bu temâyülün İslâm’ın tarihî seyri ve bugünkü meseleleri bakımından çok
iyi değerlendirilmesi ve üzerinde titizlikle durulması gerektiği inancındayız.
Unutmamalıyız ki İslâmiyet, müslümanların bir cemaat olarak refah ve saâdet
bulmaları için yol gösteren bir sistemdir. İslâm’da Allah ile kul arasında
aracı yoktur, fakat bu demek değildir ki her ferd kendi başına bir din hayâtı
yaşayabilir ve Allah’a tek başına yönelmekle kulluk görevini yapmış olur.
Meseleye bu açıdan bakıldığı zaman, tasavvuf hareketlerinin geçmişte
müslümanları, sosyal problemlerin çözülmesi için organize olmaya gayret
sarfetmekten önemli ölçüde alıkoyduğu görülür. Tasavvuf hareketleri çoklarının
zannettiği gibi İslâm cemaatının sefâlete veya ahlâkî gevşekliğe düşmesinde sebep
değildir, daha ziyâde böyle hallere bir tepki olarak doğmuş veya
kuvvetlenmiştir. Ancak şurası muhakkak ki, şikâyet konusu olan hallere
tasavvuf yoluyla bir çözüm bulmaya imkân yoktur, nitekim olmamıştır. İslâm
cemaatını tehdit eden bir durum ortaya çıktığında müslümanların yapacağı iş,
meseleyi yok veya önemsiz farzetmek değil, onun üzerine gitmek olmalıdır.
Üstelik bu gidişin organize bir şekilde yapılması, plânlı olması, ve esas
itibariyle sosyal hedefler gütmesi gerekir. Mâzîde sûfî tarîkatlerinin böyle
bir fonksiyonu yerine getirecek yerde çok defa müslümanları dünya işleri
konusunda atâlete sevkettiğini itiraf etmeliyiz. Tarîkatlerin zaman zaman
birlik halinde şiddetli mücâdeleleri beslediğini bilmiş olmamız bu hakikati
değiştirmez. Gerçekten, bozulan dünya nizâmı karşısında dervişlerin icâbında
silâha sarıldıkları ve önemli bir baskı unsuru teşkil ettikleri haller
olmuştur. Fakat bu mücâdelelerin İslâm’ın esprisinden uzak kaldığı gibi
sosyolojik mânâda çözüm getirici olmadıkları da muhakkaktır. Bunlar, herşeyden
önce, yapıcı olmaktan ziyâde reaksiyoner hareketlerdir; hedefleri bir sâhanm
nizâma konması değil, nizâmı bozucu görülen bir müdâhalenin ortadan
kaldırılmasıdır. Meselâ bir yerde yabancı istilâsına karşı çok tesirli bir
derviş hareketi yaratılabilir, ama yabancılar atıldıktan sonra kurulacak nizâm
konusunda tarikatın vereceği bir şey yoktur. Esâsen tarîkatin böyle bir
meselesi de yoktur. İkinci olarak, derviş hareketlerinin asıl itici gücü lider
mevkiindeki şafisa olan kalbi bağlılıktır, ve dolayısiyle ondan işâret
gelmedikçe yapılacak hiçbir şey olamaz. Halbuki İslâmiyet gerek İçtimaî nizâm,
gerekse liderlik konularını dinin objektif kıstaslarına bağlamış olup,
şahısların değerleri ve yetkileri de ancak bu kıstaslar dâhilinde aranmalıdır.
Bu itibarla müslümanlar kendi cemiyetlerinin meselelerini dinin herkes için
apaçık olan yorumlarına göre ve İslâm’ın verdiği ölçülere uyan liderlerin
öncülüğünde halletmek zorundadırlar.
İşte bu yüzden İslâmcı genç kitlelerin sâhip bulundukları büyük potansiyeli
tasavvuf girdâbmda hebâ etmeleri tehlikesine karşı uyanık olmak zorundayız.
Maamafih, bugünkü gelişmenin eskilere nisbetle bazı önemli farklar taşıdığını
da gözden kaçırmamalıyız. Gençler arasındaki tasavvuf temâyülü menşe
itibariyle reformcu motivlere dayanmaktadır. Bunlar İslâmiyet’i kendi
nefslerini selâmete çıkaracak bir cankurtaran simidi gibi değil, fakat sosyal
ideallerini gerçekleştirebilecek olan bir rehber olarak görmektedirler.
Nitekim "yol"a girerken daha önce teşekkül etmiş olan gruplarını
bozmamaları ve yeni istikametleri içinde toplu halde hareket etmeleri de bunu
gösteriyor. Ayrıca, günümüzde teşkilâtlı tasavvufun eskiden kalma bazı örnekleri
devam etmekle birlikte, bugünkü tasavvuf anlayışında eskiye kıyasla önemli
farkların doğacağını söyleyebiliriz. Herhalde mâzîdeki tasavvuf hareketlerinin
en göze batan özelliklerinden birçoğu, meselâ aşırı perhizkârlık, inzivâ, şeyhe
hizmet ilh., bugün için sözkonusu değildir. Yine mâzide teşkilâtlı tasavvufun
önemli taraflarından biri olan birçok bâtıl itikadlar -şeyhlere atfedilen ve
hiçbir dinî mânâsı olmayan türlü kerâmetler, ve bunların âdeta ayrılmaz par-
Bu tâbiri son yarım yüzyılda Türkiye’de "dinde reform" sloganı
ile kasdedilen mânâda kullanmıyorum. Belki Arapça’daki "ıslah" tâbiri
daha uygun olur. çaları olan çeşitli hurâfelergünümüzün insanları için eski
önemini ve inandırıcılığını büyük ölçüde kaybetmiş bulunmaktadır.
Sosyal reformcu için tasavvuftan gelecek bir yardım olmadığına göre,
reform gayretiyle hareket edenlerin tasavvufa meyil göstermeleri nasıl
açıklanabilir? Bizim kanatimizce bu ilgi, yukarıda açıkladığımız tarzda, dinin
fazla formalist görünmesi ve mânevî ihtiyaçlara âdeta kapalı bir hâle sokulmuş
olması yüzündendir. Binâenaleyh tasavvufa meyleden genç, İslâm dini içinde
kendine özel bir yer seçmiş değildir, doğrudan doğruya böyle bir din anlayışı
içindedir. İşte bu noktada yeni tasavvuf hareketinin eski kusurlardan uzak
kalabileceğine dâir bir başka ümit doğuyor. Bu ümit ayni zamanda İslâm’da
yüzlerce yıldır tartışılmış bir mesele hakkında da bize ışık getirebilir.
Bilindiği gibi, tasavvufun dinde mânevî (ruhî) yöne ağırlık vermek ve dini daha
derûnî, daha gönülden yaşamak üzere bir yol teşkil ettiği savunulmuştur.
Esâsen onun tutunması ve gelişmesi bu fonksiyonuna çok bağlıdır. Fakat ayni
zamanda mutasavvıfların en büyük iddiaları, kendilerinin tamâmen Kur’ân ve
Sünnet’e uygun hareket etmiş olmaları, yani Kur’ân ve Sünnet’te tasavvuf!
unsurların bulunduğudur. O halde pekâlâ diyebiliriz ki, sûfîlerin tarikat
dışındaki büyük sünnî cemaattan ayrı kalmaları için dinin özünde hiçbir sebep
mevcut değildir. Geçmişte sünnî müslümanlığm temel müesseselerini ellerinde
tutanların bir çeşit mânevî kısırlığa yol açmaları yüzünden, bunların dışında
veya kenarında bir sûfî cemaatının teşekkül etmiş olması, sırf tarihî bir olgu
olarak kabul edilebilir. Fakat ayrılmanın dinî bir zarûret olmadığını bizzat
mutasavvıflar kabul etmektedirler. Şu halde tasavvuftan beklenenler için -İslâm
çerçevesinde kalındığı müddetçene ayrı bir teşkilâta, ne ayrı bir zümreye
ihtiyaç vardır.
Yine de mânevî râbıta yoluyla bir din hayâtı yaşamak isteyenler
çıkabilir; bunlara engel olmaya kalkmanın bir tesiri olacağını da
zannetmiyoruz. Fakat bir yol ayrımında açık-seçik bir tercih yapılması şarttır:
Cemiyet halinde İslâmî bir hayat mı yaşayacağız, yoksa bir mânevî, bir de
maddî hayâtımız mı olacaktır? İnandıklarımızla yaptıklarımızın birini
tutmasını mı istiyoruz, yoksa sağ elimizle dünyaya, sol elimizle Allah’a
uzanabileceğimizi mi düşünüyoruz? İkinci yolu tutarsak gündüz tefecilik yapıp
gece ibâdet etmemiz veya her türlü sefâhati işlerken kalbimizin Allah’a dönük
ve sâf olduğunu iddia etmemiz mümkündür. Iztırâbı ortadan kaldırmak için
tedbirler alacak yerde, özümüzü Hakk’a bağladıkça bunların hiç bir öneminin
bulunmadığını da düşünebiliriz. Bunu söylemekle geçmişte tasavvuf yolunda
olanların böyle yaptıklarını iddia edip onları kötülemek niyetinde değiliz,
sâdece din hayâtını Allah’a yönelik bir şahsî ferdî nefis muhâsebesi halinde
anlamanın insanı bu yola kolayca düşürebileceğini, en azından bu yolu ona açık
tutacağını belirtmek istiyoruz. Birinci yolun tercih edilmesi ise, İslâm’ın
îmân ile amel arasındaki berâberliğini kurmak mânâsına gelir. İnsanın iki
hayâtı yoktur; bir hayâtı vardır ve bu hayatta inandıkları ile işlediklerinin
bir bütün teşkil etmesi gerekir. Kalbimiz temizdir diye evimizin pisliğine göz
yumamayız. Meselâ sûfî tarîkatlerinin mâzide birer terbiye müessesesi olarak
önemli rol oynadığını kimse inkâr edemez; fakat İslâm için önemli olan,
herkesin içtimâi terbiye kazanabilmesi için gerekli müesseselerin kurulmasıdır;
kezâ bu terbiyeyi bozabilecek durumlara karşı yine sosyal plânda tedbirler
alınmasıdır. Sokağı temizlemediğimiz takdirde evde verdiğimiz terbiye tesirsiz
kaldığı gibi, cemiyet bırakıp fertleri -üstelik kendi ihtiyarlarına
bırakarakdüzeltmeye kalkmanın da pek az tesiri olabilir.
Şu halde sonuç olarak ne söyleyebiliriz? Baştanberi yaptığımız
araştırmalar gösterdi ki, İslâm tasavvufu, kaynağında ve seyri esnâsmda
yabancı tesirler almış olsa bile esas itibariyle İslâm karakteri taşımaktadır.
Bu haliyle tasavvuf bizim medeniyetimizin çok kıymetli bir parçasını teşkil
eder. Fakat tasavvuf İslâm’ın genel doktrini içinde ayrı bir başlık teşkil
etmişse bunun geçmişin tarihî şartlarına bağlı olduğunu ve kaynakta ayrılmanın
bulunmadığını kabul etmeliyiz. Müslümanlar bir mesele ile karşılaştıkları
zaman dinin kaynağı itibariyle irrasyonel olan hükümlerinden hareket ederler,
ama bunlardan yeni hükümler çıkar , ken dâima aklî (rasyonel) metodlar
kullanırlar. İslâm’d oelli usûllerle -rey, kıyas, istidlâl ilh.çıkarılan
hükümle' netice itibariyle şahsî görüşleri aksettirdiği, yani doğrud m doğruya
Kitab ve Sünnet’i aksettirmediği için, bunların da tıpkı mutasavvıfânm keşfi gibi
sübjektif olduğu söylenebilir. Fakat bu ikisi arasında çok önemli bir farkın
bulunduğunu unutmamalıyız. Şer’î ilimlerin metodu aklî olduğu için onlara ait
hükümlerin münâkaşası ve kusurlarından arındırılması mümkündür; aklın kaideleri
herkes için -mutasavvıflar dâhilaynidir, bu yüzden akıl yoluyla çıkarılan
hükümlerde insanların çoğu -hareket noktaları ayni olanlarbirleşebilir.
Mutasavvıfânın keşfi için delil istendiğinde verilen cevap bunu ancak ayni hali
yaşayanın bilebileceğidir. Bir benzetme yapacak olursak, şer’î ilimlerin yolu
ile tasavvufun yolu ilim ile sanat arasındaki farka benzer. Gerçi ilim ile
sanatın her ikisi de hakikati araştırmada birbirini tamamlayan, yani ayni
realiteye değişik açılardan bakan yollardır, fakat bunlardan biri gerek metodu
gerek neticeleri bakımından umûmî ve objektif esaslara dayanırken, diğeri
hissî tecrübeyi kullanır. Bu yüzden iki sanat eserinden hangisinin güzel olduğu
hakkında herkesin ittifak ettiği bir kriter bulmaya âdeta imkan yoktur; buna
karşılık iki ilim teorisinden hangisinin daha açıklayıcı değeri olduğu kolayca
anlaşılır. Kaldı ki sûfîler hissî tecrübe yanında otoriyeti -şeyhin veya
tarîkat pirininde kullanmaktadırlar. Şer’î ilimlerde taklide akıl yoluyla
karşı çıkmak mümkündür, nitekim bunun pekçok örnekleri görülmüştür. Lâkin sûfî
yolunda nihâî hakem kalptir.
Hakikatte bu söylediklerimiz konuya âşinâ olanların bilmedikleri şeyler
değildir. Benim bu vesile ile dikkatleri çekmek istediğim nokta, İslâm’a karşı
gelişen ilgi ve bağlılığın verdiği muazzam potansiyeli hebâ etmemek için, onu
en çok ihtiyaç duyulan istikamete çevirmektir. Bu istikamet
"içtihad"dır. İçtihadı kimlerin, nasıl yapacakları meselesi ise benim
ihtisasımın dışında, doğrudan doğruya din ilimleriyle uğraşanların işi olacaktır.
NOTLAR ve AÇIKLAMALAR
TAKDİM
1.
Eskiden Türkiye’de sâdece
mutasavvıfların kendi kitapları çıkıyordu. Son zamanlarda araştırma tipinde
çalışmalar ve metin neşrleri hususunda ciddî örneklere rastlıyoruz. Yüksek
İslâm Enstitülerimizin gayretli öğretim üyelerinin (özellikle Süleymen Uludağ
ve Yaşar Nuri Öztürk) çalışmaları Türkçe’den başka dil bilmeyen okuyucular için
çok faydalı bilgi getirmektedir. Yabancı kaynaklar arasında derli-toplu bilgi
vermek bakımından en iyisi A. J. Arberıy’nin Sııfism (Londra, 1972) adlı
eseridir.
ÖNSÖZ
L Mehmet Akif, kahvelerdeki masal levhalarına bile kızıyor.
2.
Bu, bütün İslâm ülkelerinde
rastlanan bir durumdur.
GİRİŞ
1.
R. Guenon’un bu konudaki
görüşlerini İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nün değerli öğretim üyelerinden Dr.
Mustafa Tahralı, Kubbealtı Akademi Mecmııası’mn Ekim 1981 tarihli
dördüncü sayısında "Fransız Müslüman Abdülvahid Yahya’nın Eserinde
Tasavvuf ve Mistisizm Farkı" adıyla neşretmiştir. Titiz bir inceleme
mahsûlü olan bu makalede kıymetli bilgiler vardır. Maamafih, unutulmamalıdır
ki Guenon’un hıristiyan mistisizmi hakkında kabul ettiği noktalarda Batılı
müellifler farklı fikirlere sâhiptir.
2.
B. Russell, Mysticism
and Logic, London, G. Ailen Unwin, 1959.
ŞARKTAN HABER
1.
Edgerton, Franklin: The
Bhagavad Gita. Harper Torchbooks, 1964.
Hindû Mistisizmi hakkında faydalanılacak başlıca eserler arasında şunlar
sayılabilir:
1.
Dasgupta, Surendranath: History
of Indian Philosophy, Cambridge, 1922.
2.
Johnston, Charles: The
Great Upanishads. N.Y., 1927.
3.
Mooıe, C.A.: Philosophy:
East and West. Princeton 1943.
4.
Coomerswamy, Ananda. Hinduism
an Budhism N.Y., 1943.
Budizm hakkında:
1.
Oldenberg, H.: Le
Buddha, Sa Vie, Sa Doctrine, Sa Communaute. Paris, Alcan, 1894
2.
Grousset, R.: Les
Philosophie Indiennes. Paris, 1931.
3.
Bacot, J.: Le Boudha,
P.U.F, 1947.
BATI RÜZGÂRI
1.
J. Burnet, Greek
Philosophy, McMillan, 1968.
2.
M.J. Cornford’un (From
Religion to Philosophy') bir parça tereddütle naklettiğine göre, Orfizmin
karakteristik doktrinleri İran dininden gelmiştir, bu da ikinci
yüzyılda İran ve Küçük Asya’daki (Anadolu) İyonya kolonilerinin temâsı
sırasında olmuştur.
3.
J. Burnet, Early Greek
Philosophy, London, 1930.
4.
B. Russell, History of
Westem Philosophy.
5.
M.J. Cornford, From
Religion to Philosophy, Harper Torchbooks.
6.
Heraklit de aslında mistik
bir filozof olduğu için onun hakkında kısa bazı bilgiler verelim. Heraklit
dünyanın ezelî ve ebedî olduğuna inanıyordu; ona göre herşeyin aslı ateşti.
Dünya esas itibariyle birliktir, fakat bu birlik çokluktan doğar. Birbirinin
zıddı olan şeyler biraraya gelerek âhenkli bir bütün meydana getirirler.
Herşey devamlı bir değişme halindedir; "ayni ırmağa iki defa giremezsiniz".
Fakat Heraklit bunları söylemekle devamlı değişme fikrinin ve dolayısiyle
çokluğun, farklılığın şampiyonu olmuş değildir. "Fâniler bâkîdir, bâkîler
fânîdir" demek suretiyle hayatın devamlılığının ölümle sona ermediğini
belirtiyor. Ölüm hayâtı bitirmiyor, yeniliyor. Aslında bir tek hayat var,
sonsuz bir dâire halinde kendini devam ettiriyor. Hayâtın birliği çözülmez. Bir
gerçek varlık var ki bu birdir ve devamlıdır. Gerçek bir olduğuna göre çokluk
gerçek değildir, sâdece görüngüdür. Heraklit, İyonya ilmini ve rasyonalizmini
bu yüzden tenkid ediyor. Ona göre rasyonalistler gerçek olmayan birşeyi bir
başka gerçek olmayanla (yani çokluğu akıl ile) açıklamaya çalışıyorlardı.
Birtakım mâlûmât kırıntılarını ilim veya araştırma sayıyor. Sâdece bir hakikat
vardır ki o da sizin içinizdedir ve etrafınızdaki herşeydedir. Bir tek evren
vardır ve herkes için aynidir, ve bu evrende herkes için bir tek mânâ vardır.
Tek tek şeylerin hepsi de bu tek mânânın (logos, kelâm) birer sembolüdür. Tek
şeylerin hiçbiri onun tamâmını tam ve müstakil olarak ifâde edemez; eder
zannedilince tıpkı putperestlerin birer Tanrı sandığı putlar gibi aldatıcı
olurlar... Tabiat kendini saklamayı sever; bir mânayı binbir şekil ile ifâde
eder, ki bu da düşüncesiz kişinin duyularını şaşırtır. Tabiat tıpkı Delf’teki
Tanrı gibidir; ne kendini tamâmen açığa vurur, ne saklar, ancak bir işâretle
gösterir.
7.
Heraklit’e şöyle itiraz
ediyordu: Sâbit olan birşey yoksa değişen birşey de yoktur. Mutlak hareket
fikri bir tezat ihtivâ etmektedir. Heraklit’in sisteminde hareket kendi kendini
yemekte ve değişme veya hâdise dediğimiz şey bir hiçlik içinde dağılmaktadır.
Parmenides’e karşı da değişme, çokluk ve hareketin varlık için vazgeçilmez
şartlar olduğunu söylüyor. Mutlak soyut halde bir varlık aslında yokluk
demektir. Zira onun tâyin edici hiçbir özelliği -değişme, hareket ilh.olmadığı
takdirde böyle bir varlığın düşünce ve lisanda temsili imkânsızdır; böylece o
yok demektir.
8.
Eflâtun tek tek şeyler hakkındaki
bilgiye kanaat diyor. Çünkü tek tek şeyler gerçekte bir parça ifâde etmekle
birlikte tamâmen gerçek değildirler. Asıl bilgi mutlak olanın bilgisidir.
Meselâ şu veya bu kedi veya köpek fânî varlıklardır, onlar öldükleri halde
bizdeki kedi veya köpek kavramı yine kalmaktadır. Demek ki bu geçici, zâhirî
varlıkların bize hatırlattığı değişmez, ölümsüz, mutlak olandır. İşte filozof
onları bilen adam olarak kanaate değil, bilgiye sâhiptir.
9.
Eflâtun Phaedo adh
diyalogunda Sokrates’in ağzından şunları söylüyor: "Duyular itimad
edilmez birer rehberdir, onlar hakikatin araştırılmasında insanı yanlış yola
götürürler... Adâlet, güzellik, ve diğer idelerin mutlak hakikati duyularla
idrak edilmez, duyular ancak işi karıştırmaya, bozmaya yarar."
10.
Phaedo’ds. ruhun
tasfiyesi (purification, temizlenme) için şunları söylüyor: "Şunu
belirtmeliyim ki filozofun gerçek görevi başkaları tarafından çok defa yanlış
anlaşılmaktadır. Bu adamlar filozofun ölüm veya ölmenin peşinde olduğunu
anlamıyorlar. Öyle olduğuna, ve filozof hayâtı boyunca ölüm arzusu taşıdığına
göre, vakti geldiğinde niçin hep istediği ve peşinde koştuğu şeyden kaçsın?...
Temizlenme denilen şey rûhun bedenden ayrılmasından başka nedir ki?...
Temizlenme rûhun başka hayatta olduğu gibi bu hayatta da, mümkün olduğu kadar,
kendi yerinde yalnız başına (yani beden olmadan) oturmasıdır; rûhun bedenin
zincirlerinden kurtulmasıdır."
11.
Eflâtun’da Tanrı’nın en
yüce "iyi" olduğu bilinir. Maamafih Eflâtun’da "iyi", ruh
değil, sûrettir (form). Tanrının dünyaya iyi idesine göre şekil verdiğini
düşünürsek, iyi, Tanrı’nın da üstünde demektir.
12.
E. Brehier, La
Philosophie de Plotin, Paris, Boivin et Cie, 1928.
13.
O çağda rûhun çeşitli
istihâleler geçirdiği kabul ediliyordu ki bu istihaleler ilk bakışta iç hal
değişmeleri gibi görünür. Fakat eski Yunan tasavvurunda durum bundan çok
farklıydı. Onlar rûhun iniş-çıkışlarını dünyada bir seyahat gibi
düşünüyorlardı; bu yüzden de işin içine kâinatın çeşitli bölgelerini gösteren
efsâneler karışıyordu. Eflâtun bile çeşitli eserlerinde rûhun seyahatlarından,
vaktiyle göklerde Tanrılarla birarada yaşarken sonra kanatlarını kaybetmesinden
ve beden’e "düşme"sinden bahseder. Kâinatın muhtelif bölgeleri
temizlik bakımından birbirinden farklıdır; ruh hangi bölgelerde bulunursa orası
kadar temiz olur. Maamafih Eflâtun’da mitler (efsâneler) felsefenin merkezinde
bir önem taşımazken, putperestlik çağının sonundaki ilâhiyatçılar zamanında
bütün ilmin yerini aldı. Mitra dini ilâhiyatçıları da kozmolojik temsilleri
çok kullandılar. Ruh, insan öldükten sonra, eğer lâyıksa, göklere çıkıyor.
Gökler yedi (herbiri bir gezegene atfen) küredir; bunların kapıları vardır ve
kapılarında melekler bekler; ancak belli parolaları verenler için bu kapılar
açılır. Ruh herbir kapıda, dünyaya inerken kazanmış (almış) olduğu melekeleri,
tıpkı birer elbise gibi, çıkarıp atar (meselâ Merkür’de maddî hırslarından,
Venüs’te şehvâniyetinden, ilh. sıyrılır). Böylece bütün dünyevî varlığından sıyrılmış
olarak sekizinci göğe erişir ki artık orada ebedî saâdet içindedir.
Sır (mystere) dinlerinin bütün gâyesi bu yolculuğu yaptırmaktır. Bu
yüzden müptedîlerin giriş merasimlerinde onları giydirmek ve soymak suretiyle
yukarıdaki seyahati sembolik bir şekilde yaptırıyorlardı. Brehier’ye göre
bunlar hesâba katılmadan Plotinus’un felsefesi anlaşılmaz.
ISLÂM TASAVVUFUNUN YABANCI MENŞELERİ
1.
Bunların en yakın örneği
Seyyid Hüseyn Nasr’dır. Bk: Ideals and Realities of İslam.
2.
L. Massignon, La Passion
d’al Hallaç.
3.
Horasan’ın İslâm’dan hemen
önce Budizm’in yeşerdiği bir bölge olduğunu unutmamalıyız. İbrâhim Edhem
menkıbesinin oradan çıkması (Buda’nın mâcerâsı ile yakınlığı dolayısiyle)
dikkate değer. İbrâhim Edhem’in müridi olan Şakik Belhî’nin torunu, dedesinin
hayat hikâyesini anlatırken, onun ticâreti bırakıp derviş olmasına Budist
Türkler’den aldığı tesirin sebep olduğunu söylüyor.
4.
İslâm Ansiplopedisi,
"Tasavvuf' Maddesi.
5.
G.C. Anawati et Louis
Gardet, Mystique Mıısulmane, Paris, J. Vrin, 1968.
6.
L. Massignon, Essai sur
les Origines du Lexique Technique Musulmane, Paris, 1928.
9.
J. Burnet, Greeek
Philosophy.
10.
H. Arvon, Le Bouddhisme,
P.U.F, 1973.
11.
D. Laertes, La Eie des
Philosophes.
12.
Porphyrie’nin Enneadlar’ın
baş tarafında yazdığı biyografi.
13.
G. Boissier, La Religion
Romaine, Paris, 1906.
14.
Brehies, La Pgilosophie
de Plotin.
.16. Brehies, a.g.e.
17.
Özellikle bk: Harnack, History
of Dogma, s. 1; Inge. Christian Mysticisme.
18.
Serrac, Kitab al-LumaNicholson
neşri.
19.
M. de Wulf, Philosophy
and Civilization in the Middle Ages, Dover, 1953.
20.
De Lacy O’Leary, How
Greek Science Passed to the Arabs, Roudledge and Kegan Paul, 1980.
21.
D.B. Macdonald,
Yeni-Eflâtunculuğun Fârâbî’ye tercümeler yoluyla gelmesine mukabil sûfîlere
hıristiyan mistiklerinden intikal ettiğini söylemektedir, bk: Development of
Müslim Theology, Jurisprudence, and Contitutional Theory, London, 1903.
22.
De Lacy O’Leary (a.g.e.).
Bu dönüşün sebebi belli değildir. Yazar filozofların oryantal tiranlıktan
rahatsız olduklarını söylüyor. Fakat Sâsânî hükümdarı onlara kalmaları için
çok ısrar etmiş, ayrıca dönüşlerinde kötü muamele görmemeleri için Justinian’la
özel anlaşma yapmıştır.
23.
G.C. Anawati et L. Gardet, a.g.e.
24.
Bu hususta bilgi edinmek
isteyenler bizim "Türk Kültürü ve Milliyetçilik" adlı
kitabımıza başvurabilirler.
İSLÂM TASAVVUFUNUN TARİHÎ GELİŞMESİ
1.
Serrâc (Kitâbü’l-Luma),
Peygamber ve dört halifeden sonra sahâbeden 36 kişinin adlarını veriyor.
2.
Bizim mutasavvıf
dediklerimiz aslında sûfîdir; mutasavvıf, kelime olarak, sûfî olmaya yönelmiş
insan demektir.
5.
D.B. Macdonald (a.g.e)
hanif tâbiriyle bunların kasdedildiğini söylüyor. Ayrıca, Haşan Basrî’nin İsâ
gibi sûf giymekten dolayı tenkide uğradığını ve onun İsâ’dan örnek alınan bir
fakr’ı övdüğünü hesâba katmalıyız.
6.
Fasl fi’l-Mahabbe.
Ebu Nuaym’dan naklen, Arberry, Sufism.
7.
Muhabbet tâbiri daha önce
de vardı. Haşan Basri ekolünden (Küfe) Ebu Ubeyde Abdülvâhid İbni Zeyd,
muhabbet yerine aşk ve şevk kelimelerini kullanmıştır. Muhabbet ve aşk
tâbirleri arasındaki fark husûsunda bk: Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb.
9.
Kendisine atfedilenlerden
bir kısmı, isim benzerliğinden dolayı, Tayfur Sagir Bistâmî’ye aittir; ikisini
ayırdetmek için daha meşhûr olanına Bistâmî Ekber, diğerine Sagir denir.
10.
Eflâkî’nin MenâkıbüEÂrifîn’rnden
şöyle bir sözü naklediyor: "Ben Allah’ın resûlû Hazret-i Muhammed’e ay’ı
ikiye böldüğü, taşı parçaladığı, ağaçları topladığı, nebat ve toprakla
konuştuğu için inanmıyorum. Ben yalnız hikmetinin kemâlinden dolayı ashâbına
ve ümmetine şarap içmeyi menettiği ve haram kıldığı için inanıyorum".
12.
F’ectemi’na limaanin
v’efterakna limaani. Serrâc, a.g.e., s.212. Cem ve tefrika dâima
birarada düşünülüyor; tıpkı usûl olmadan fürû tesbit edilemeyeceği ve fürû
olmadan usûlün bilinemeyeceği gibi.
13.
İslâm müellifleri ihtisas
gerektiren her bilgi sâhasına ilim adı veriyorlardı.
14.
Mukaddime-i İbni Haldûn,
kitâb-ı evvel fasl-ı sâdis, s. 86.
15.
Tercüman, Binbir Temel
serisi.
16.
Sahife 85 ve devamı. Burada
sûfîlerin ahlâkı tafsilâtıyla anlatılmaktadır. Farzları ifâ edip yasaklardan
kaçınmak, dünyadan çok az şeyle yetinmek, yoksulluğu zenginliğe tercih etmek,
insanlara şefkat ve tevâzu ile muâmele etmek, başa gelenlere rızâ göstermek,
sabır, ilh.
18.
Serrâc, s. 300’de Sehl bin
Abdi’llah’tan nakil.
21.
El-Munkiz (Ferid
Cebr neşri, Beyrut 1969).
27.
Suhreverdî’nin eserlerinin
büyük bir kısmı H. Corbin tarafından neşredilmiştir.
28.
Hıristiyanlardaki Tanrı’nın
İsâ’ya hulûlü inancını bu yüzden reddediyor.
29.
Taiyye üzerinde
Nablusi’nin meşhûr bir şerhi vardır ki bu şerh olmadan metnin mecazlarını
anlamak çok zordur. Taiyye çok uzun ve girift olduğu için biz onun
yerine İbni Farid’in Hamriyye’sim kitabın ekler kısmına koyduk.
30.
Cilî’nin kitabının Osmanlı
Türkçesine muhtelif yazma tercümeleri vardır. Yeni harflerle matbû olanı eksik
ve çok karışıktır.
31.
Essai. Massignon
burada İbni Teymiye ve diğerlerinin Muhyiddin’deki Karmatî inançlar üzerine
hücumlarını yerinde buluyor, fakat onunla birlikte Hallâc, Gazâlî ve
bazılarının ayni tip hücûmlara uğramasını insafsızlık sayıyor.
32.
Fazlurrahman {a.g.e.)
da buna işâret ediyor; bk. İbni Teymiye, El-İhticâc bi’l-Kader, Mecmua-i
ResâiliTKübrâ, cilt 2. Mısır 1323.
MÂNEVÎ İKTİDAR VE MADDİ TEŞKİLÂTLAR
2.
Hucvirî, Keşfal-Mahcub
(Nicholson).
3.
Tasavvufta hakikat ile Hak
(Allah) eş mânâda kullanılır: Hakikat Allah’tır, Allah hakikat’tır.
4.
"Hail ve akde kaadir
ve İlâhî saltanatın memuru olanlardan üçyüz tânesi ahyâr, kırk tanesi abdâl,
yedisi ebrâr, dördü evtâd, üçü nukaba, ve biri kutb veya gavs’tır. Bunların
cümlesi birbirlerini tanır ve birbirlerinin rızâsı olmadan hareket
etmezler" Hucvirî, a.g.e.
5.
Mukaddime-i İbni Haldun,
sâdis, 92-93.
6.
Kelâbazî, Kitabu’t-Ta’arruf
li-Mezheb-i Ehli’t-Tasavvuf. Bu eserin Türkçe tercümesi vardır: Bk:
Süleyman Uludağ. Doğuş Devrinde Tasavvuf. Dergâh Yayınları.
7.
Şa’rânî’ye göre bütün
veliler Kutb’un idâresi altındadır. Kutb’un üstünde ise Peygamber vardır. Bk:
D.B. Macdonald, a.g.e.
8.
"Cenâb-ı Hak
Peygamberlik delillerinin zamanımıza kadar intikal etmesini temin etmiş, ve
velîleri bu hakikatin tecellisi için vâsıta kılmıştır; öyle ki bu sâyede
hakikate ait işâretlerin ve Muhammed’in sıdkımn isbâtı apaçık ortada durmaya
devam etsin. Cenâb-ı Hak velileri kâinatın idârecileri yapıştır; onlar tamâmen
kendilerini Allah’ın işlerine vakfetmişler, kendi nefslerinin isteklerini
tâkip etmekten tamâmen vazgeçmişlerdir. Onların himmetiyle gökten yağmur yağar,
onların hayatlarının saffeti sâyesinde nebatat hayat bulur, ve onların mânevî
desteği sâyesinde müslümanlar kâfirlere galebe çalar" Bk. Hucvirî, Keşfal-Mahcub.
11.
Ebû Said İbni Ebi’l-Hayr
hakkında yazılan bir eserden nakledildiğine göre: Ona filânca su üstünde yürüyor,
dediler. Cevap verdi: "Ondan kolayı ne var, kurbağalar ve su kuşları da
bunu yapar." Filânca havada uçuyor dediler. "Kuşlar ve böcekler de
uçar" dedi. Filânca bir anda bir şehirden öbürüne gidiyor, dediler.
"Şeytan da bir lâhzada Şark’tan Garb’a gider" dedi. Bk: Nicholson: Studies
in Islamic Mysticism, Cambridge, 1921.
12.
Necmüddin Ebû Hafs
en-Nesefî (ö. H. 537). "Akaid".
13.
İbni Haldun (a.g.e.).
"Amma bu kavmin kerâmâtı ve gaybdan haber vermeleri ve âlem-i kâinatta
tasarrufları inkâr olunmaz, bir emr-i sahihtir. Ve eğerki bazı ulemâ bunların
inkârına mâil oldular ise de hak ve savâb değildir."
14.
Mu’tezile’nin rasyonalist
düşüncesi bile evliyâ fikrine uzak kalmamıştır. Ebu Hudayl (9. yüzyıl)’a göre
her devirde Allah’ın velileri vardır ve bunlar Allah tarafından hatâdan mahfûz
kılındıkları için söyledikleri olduğu gibi kabul edilmelidir. Maamafih
mu’tezile umûmî olarak bir müslümanın öbür müslümana imtiyâzı olamayacağını
söylerler. Sûfîler buna cevap verirken, Peygamber’in nasıl imtiyazlı durumu
varsa, velilerin de olur demektedirler. Bu iddia için bk. Hucvirî (a.g.e.),
HakimVier bahsi.
BİLGİ MESELESİ
1.
Yeni-Eflâtunculara göre
ideler bağımsız varlıklar değildir, İlâhî akılda mevcut bulunduğu farzedilen
düşünce formlarıdır. Bk: Windelband, Ancient Philosophy.
2.
Eflâtun’da en yüksek
"iyi" idesinin Tanrı’nın da üzerinde bulunduğu neticesi
çıkarılabilir.
3.
Özellikle bak: V. Cousin. Du
Vrai, du Beaıı, et du Bien, Lib. Ac. Penin, 1926.
6.
Die Philosophie des
Griechen, c. 3’ten naklen Harnack, Histoıy of Dogma, vol. 1. p. 338.
7.
Porphyrie, Vie de
Plotinus.
9.
a.g.e., sahife
12-13. Makamlar ve haller müelliften müellife değişmektedir.
13.
Kelâbazî, Fasıl 22, Ebû
Bekr el-Verrâk ve Ebû Said el-Harrâz’ın târifleri.
15.
15.
Mukaddime-i İbni Haldun,
kitâb-ı evvel, fasl-ı sâdis, s. 85 ve devamı.
17.
A. Cresson, L’Inverifiable,
Paris, 1920.
18.
Introduction a la
Metaphysique, (Revue de Metaphysique et de Morale, 1903).
19.
L’Evolution Creatrice,
Paris, 1907.
20.
B. Russel, Mysticism and
Logic.
VECD ’İN PSİKOL
OJİSİ
2.
Kelâbazî, Ta’arruf:
Serrâc, Luma’, 301 ve dv. Inge, Christian Mysticism adlı
eserinde hıristiyan mistiklerinin de tevâcüd’ü, gurur ve kibir vesilesi olduğu
için, hoş görmediklerini söylüyor.
3.
El-Munkiz, Mevlânâ
bir rubâisinde "Tevhîd hulul nist na buden-i tust" (Tevhid
hulûl değildir, senin yok olmandır diyor.
5.
İbni Farid, Taiyye-i
Kübrâ, 233-235’inci beyitler.
10.
L. Gardet, La
Connaissance Mystique chez Ibn Sina. Caire, 1952.
11.
"Aşk geldikte cümle
eksikler biter" Yûnus.
15.
Risâle fi’l-Işk.
"El-Fasl al-sabi fi hatime’t el-füsul" Mehren neşri,
reimpression, Amsterdam 1979.
17.
Arberry, Sufism:
Kelâbazî’de ayni söz Zünnun Mısrî’den naklen' zikrediliyor.
18.
W. James, Varieties of
Religious Ecperience. Longmans, Green, 1902.
19.
Hucvirî. a.g.e.
"Mu’tezile ancak akıl sâhiplerinin ma’rifet sâhibi olacağım söylerler.
Fakat aklı olmayanların -çocuklar ve delilerîmânı olabilir. Üstelik aklı çok
olan îmânsızlar vardır. Bazıları da istidlâlin ma’rifet için şart olduğunu
söylerler. Ama İblis bütün de-
lilleri gördüğü halde ma’rifet sâhibi olmadı. Şu halde akıl ve delil
ma’rifet için vâsıta (sebep) olabilir, ama sebep (illiyet) değildir, sebep
Allah’tır."
20.
E. Aegerter, Le
Mysticisme, Paris, Flammarion, 1952.
21.
D.B. Macdonald, İbni
Tufeyl’den bahsederken şöyle diyor: "İbni Tufeyl metodları bakımından esas
itibariyle Gazâlî ile birdir... ve nihâyet vec’de gelir ve gözlerin görmediği,
kulakların işitmediği şeylere ulaşır. Yalnız onunla Gazâlî arasında şu fark var
ki Gazâlî bir kelâmcı idi ve vecd halinde kürsi üzerinde Allah’ı ve etrafında
Kur’ân da belirtildiği üzere semâvî şeyleri görüyordu; buna mukabil İbni
Tufeyl Yeni-Eflâtuncu-Aristocu cinsten bir filozoftu, ve vecd’inde Akl-ı Faâl’i
(Active Intellect) ve onun insana gidip sonra yine kendine dönen illiyet zincirini
görüyordu". (Development of Müslim Theology...)
TARİHÎ SOSYOLOJİK MANZARA
1.
Mecmuatür-Resâil,
cilt 2. Mısır, 1923.
2.
E. Schure, Les Grande
Initie.
3.
Eflâtun tıpkı Pitagoras
gibi demokrasiden ziyâde aristokrasiye taraftardı. Memleketinde meydana gelen
huzursuzlukların esas sebebini demokrasiyle birlikte meydana gelen değişmelere
bağlıyordu. Bunda belki kendisinin aristokrat sınıfa mensup oluşunun da bir
rolü vardı. Fakat yazılarında Atina’daki ahlâkî gevşeklik ve dini ilgisizlikten
sık sık şikâyet ettiği, artık Tanrılara inananların pek az kaldığını söylediği
görülüyor. Onun siyâsî görüşleriyle devrinin karakteri arasındaki münâsebet
hakkında bk: K. R. Popper, The Öpen Society and Its Enemies, cilt I.
4.
Boissier, La Religion
Romaine, Paris, Hachette, 1906.
6.
Eski Roma dininde ibâdet
çok ferdî birşeydi ve bunda spritüel unsurlar yok denecek kadar azdı.
8.
M. Ferrero’nun La Raine
de la Ciyilization Antique (Paris, 1927) adlı eserinden naklen E. Brehier, a.g.e.
9.
İkbal, The Development
of Metaphysique in Iran. Cambridge, 1968.
11.
Burada ideolojik
mücâdelenin İktisâdi mücâdelenin bir görüntüsünden ibâret bulunduğu şeklindeki
marksist tezin bizim söylediklerimizle herhangibir ilgisi yoktur. Tam tersine,
ideolojik mesele ile İktisadî ve sosyal meselenin tamâmen içiçe bulunduğunu
söylemek istiyoruz.
13.
Bunda elbette başka
sebepler de vardır.
14.
İmam-ı Âzam Ebû Hanife
tasavvufa hiç de sempati beslemediği halde, Abbâsi halifeleri nezdinde devlet
görevi kabul etmediği için sûfîlerce övülmüş, belli-başlı sûfîler arasında adı
zikredilmiştir., Bk: Hucvirî, a.g.e.
15.
Fritz Meier, Soufisme et
Declin Culturel. (R. Brunschvig ve G. E. Von Grunebaum tarafından
neşredilen: Clasicisme et Dedin Cultural dans L’Historie de l’İslâm. Paris,
1957 adlı eserde).
16.
C. Cahen, Les facteurs
economiques et sodaux dans l’ankylose culturelle de l’islam (15. de da adı
geçen eserin içinde).
GÜNÜMÜZ VE TASAVVUF
1.
İslâmın Bugünkü
Meseleleri, Ötüken Neşriyat, 1981.
2.
İslâmın Bugünkü
Meseleleri, Ötüken Neşriyat, 1981.
EKLER
Görüntü ve Gerçek
-
Ve şimdi, dedim, insan
tabiatının ne dereceye kadar aydınlatılıp aydınlatılmadığını bir misâlle
anlatayım. Bir yeraltı mağarasında yaşayan insanları düşün; mağaranın ışığa
doğru açılan ve boydan boya uzanan bir ağzı var; oradaki insanlar çocukluktan
beri burada bulunmuş olsunlar ve bacaklarından ve boyunlarından zincire
vuruldukları için hiç kımıldayamasmlar; ancak önlerinde olanları görebilsinler,
zincirler yüzünden başlarını sağa-sola da çeviremesinler. Üzerlerinde ve
arkalarında uzakta yanan bir ışığın parıltıları görünsün, ve ateş ile mağaradaki
mahbuslar arasında yüksek bir yol bulunsun. Bakarsan göreceksin ki bu yol
boyuncu alçak bir duvar örülmüş, tıpkı kukla oyuncularının önlerine koyup da
üzerinde kukla gösterdikleri perde gibi.
-
Peki, dedim, duvarın
arkasından geçen insanları tasavvur et. Bu adamlar duvarın üstünde görünen
çeşit çeşit kaplar, tahta, taş ve çeşitli maddelerden yapılmış hayvan
heykelleri taşıyorlar. Bazıları konuşuyorlar, bir kısmı ise susuyor.
-
Bana garip bir manzara
gösterdin, bu mahbuslar da öyle.
-
Bizler gibi, diye cevap
verdim. Ve bunlar sâdece ateşin mağaranın öbür duvarına düşürdüğü kendi
gölgelerini, veya birbirlerinin gölgelerini görüyorlar, değil mi?
-
Evet, dedi. Başlarını hiç
döndürme imkânı bulamadıklarına göre gölgelerden başka ne görebilirler ki?
-
Peki, duvarın üstünden
geçirilen şeylerin de sâdece gölgelerini mi görüyorlar?
-
Eğer birbirleriyle
konuşabilselerdi, önlerinden geçen şeylerin gerçek olduğunu farzetmeyecekler
miydi?
-
Yine farzedelim ki bu
hapishanenin öbür tarafından bir yankı geliyor; geçenlerden biri konuşunca
işittikleri sesin geçen bir gölgeden geldiğini sanmayacaklar mı?
-
Elbette öyle sanırlardı,
diye cevap verdi.
-
Bunlar için hakikat sâdece
gölgelerden ibâret olmayacak mı?
-
Şimdi tekrar bak ve bu
mahbuslar zincirlerinden kurtuldukları ve düştükleri hatâyı farkettikleri
takdirde ne olurdu? Onu düşün. İlkin, bunlardan herhangibiri serbest bırakılıp
da hemen ayağa kalkmaya ve başını çevirmeye, yürümeye, ışığa doğru bakmaya
zorlanırsa, şiddetli ağrılar duyacaktır. Işık gözlerini kamaştıracak, evvelki
halinde sâdece gölgelerini görmüş olduğu gerçekleri göremiyecektir. Diyelim ki,
biri bu adama daha önce gördüklerinin birer hayâl olduğunu, ama şimdi oraya
daha yaklaştıkça ve gözü gerçek varlığa daha çok döndükçe daha vâzıh bir görüş
kazandığını söylüyor. Adamın buna karşı cevabı ne olacak? Yine farzet ki ona
bilgi veren adam önünden geçen şeyleri göstererek onları isimlendirmesini
istiyor. Buna karşı şaşırıp kalmaz mı? Daha önce görmüş olduğu gölgelerin şimdi
kendisine gösterilen şeylerden daha gerçek olduklarım sanmaz mı?
-
Işığa doğrudan doğruya
bakmaya zorlanacak olursa gözlerinde bir ağrı duyarak dönüp yine görebildiği ve
şimdi kendisine gösterilen şeylerden gerçekte daha açık-seçik olduğunu sandığı
hayâllere sığınmaz mı?
-
Yine farzet ki çetin ve
sarp bir yokuşa sürüklense ve bizzat güneşi görmeye zorlanacak kadar orada
tutulsa, acı duymaz ve irkilmez mi? Işığa yaklaştığı zaman gözleri kamaşmaz
mı, şimdi gerçek denilen şeyleri hiç göremeyecek bir hale gelmez mi?
-
Evet, hiçbirini göremez,
dedi.
-
Yukarıdaki dünyayı
görebilmesi için gözlerinin alışması gerekecek. Önce en iyi gördüğü şeyler gölgeler
olacak, sonra insanların ve diğer nesnelerin sudaki akislerini, ondan sonra da
nesnelerin kendilerini görebilecek; sonra ayın ve yıldızların ve yıldızlı göğün
ışığını görecek; geceleri göğü ve yıldızları gündüzün güneşi ve gün ışığını
gördüğünden daha iyi bir şekilde görecek, değil mi?
-
En son olarak güneşi
görebilecektir, ama onun sudaki aksini değil, gerçekte olduğu yerde kendini
görecek, ve güneşi olduğu gibi seyredecek.
-
Sonra mevsimleri ve yılları
meydana getirenin o olduğunu, görünen dünyadaki herşeyin bekçiliğini onun
yaptığım, ve bir bakıma kendisinin ve diğer insanların görmeye alışık oldukları
herşeyin sebebinin o olduğunu düşünecektir.
-
Tabiî ki, dedi, önce güneşi
görür, sonra da onun hakkında düşünür.
-
Eski kaldığı yeri, mağarada
hapishâne arkadaşlarının bilgelik sandığı şeyleri hatırladığı zaman, bu
değişiklikten sevinç duymaz ve arkadaşlarına acımaz mı dersin?
-
Eğer mağaradakiler kendi
aralarından geçen gölgeleri en çabuk seçenlere, bu gölgelerden hangilerinin
önce, hangilerinin sonra geçtiğini, hangilerinin birlekte olduğuna en çabuk
işâret edene, dolayısiyle daha sonra nelerin geçeceği hakkında sonuçlar
çıkarmakta en kabiliyetli olanlara şeref verecek olsalardı, bu şeref ve şana
önem veren veya onları elde edenleri kıskanacağını düşünebiliyor musun? O da
Homiros gibi şöyle demeyecek mi:
"Yoksul bir efendinin yoksul kölesi olmak daha iyidir" ve onlar
gibi düşünmekten, onlar gibi yaşamaktansa herşeye katlanmaya razı olmayacak mı?
-
Evet, dedi, sanırım bu
yanlış fikirlere kapılmaktan ve bu sefil hayâtı yaşamaktansa herşeye katlanmayı
tercih eder.
Şimdi bir de şunu düşün: Bu adam birdenbire güneş ışığından kopup eski
yerine gelmiş olsun; gözlerinin kapkaranlık olduğundan emin olmaz mı?
-
Eğer bu yarışma olsaydı ve
bu adama görüşü henüz düzelmeden ve gözleri muntazam çalışır hale gelmeden önce
-ki bunun için gereken zaman çok uzun olabilirmağaradan hiç çıkmamış olan
mahbuslarla gölgeleri ölçme yarışma girseydi gülünç olmaz mıydı? Öbürleri onun
için "yukarı gitti, kör geldi; en iyisi yukarı çıkmaya hiç kalkmamak"
demezler miydi? Eğer birisi öbürünün bağlarını çözüp ışığa doğru çıkarsaydı bu
işi yapanı derhal yakalayıp öldürmezler miydi?
-
Şimdi sevgili Elokon,
dedim, bütün bu benzetmeyi daha önce ileri sürdüklerimize uygulayabilirsin.
Hapishâne gözle görünen dünyadır, ateşin ışığı güneştir. Ve eğer yukarı doğru
gidişi de senin isteğin üzerine açıkladığım ve doğru olup olmadığını ancak
Tanrı’nın bileceği inanca göre, rûhun kavrayış dünyasına doğru yükselmesi diye
yorumlarsak yanlış olmaz. Ama, ister doğru, ister yanlış olsun, benim kanaatim
odur ki bilgi dünyasında iyi idesi hepsinden sonra ortaya çıkar, ve ancak bir
gayretle görülebilir. Ve onu gören de güzel ve doğru olan herşeyin
yaratıcısının bu görünen dünyadaki ışığı ve ışık hâkimini doğuranın, kavrayış
dünyasındaki akıl ve hakikatin doğrudan doğruya kaynağının hep bu iyilik idesi
olduğu sonucuna varacaktır. Görecektir ki, gerek husûsî, gerek umûmî hayatta
akıllı davranmak isteyen insanın gözlerini dikmesi gereken kuvvet işte budur.
-
Anlayabildiğim kadarıyla,
senin söylediklerine katılıyorum.
-
Üstelik, dedim, bu
güzelliği görme imkânına kavuşanların tekrar günlük hayâta dönmeyi
istemeyişlerine de şaşmamalısın. Çünkü onların ruhları oturmak istedikleri
yukarı dünyaya ulaşmak için çırpınıp durmaktadır; onların bu arzûsu, bizim
benzetmemizi kabul edersek, pek tabiîdir.
-
İlâhî şeyleri gördükten
sonra insanların kötü hayâtına dönen birinin gülünç derecede hatâlı davranmış
olduğunu söylersek bunda şaşılacak birşey var mı? Gözlerini henüz kırpmaya
devam ederken ve çevresindeki karanlığa alışmamışken mahkemelerde veya başka
yerlerde adâletin hayâlleri veya bu hayâllerin gölgeleri konusunda çekişmeye
mecbur bırakılsa, ve mutlak adâleti henüz hiç görmemiş olanlarla tartışmalara
girse gerçekten gülünç olmaz mı?
-
Elbette, bunda şaşılacak
birşey yok, dedi.
-
Sağduyusu olan herkes bilir
ki gözlerin iki türlü kamaşması vardır ve bunlar şu iki sebeple meydana gelir;
ya aydınlıktan karanlığa geçerken, ya da karanlıktan aydınlığa geçerken.
Vücuttaki gözler gibi zihnin gözü için de ayni şey söylenebilir. Görüşü
bulanmış ve zayıflamış birini gördüğü zaman bunu hatırlayan kimse hemen onun
haline gülmeye kalkmaz: Önce o adamın rûhu acabâ daha aydınlık bir hayattan
geliyor da karanlığa henüz alışmadığı için mi göremiyor, yoksa karanlıktan
aydmlağa geçtiği için aşırı ışıktan mı kamaşmış, diye sorar. Eğer birinci hal
doğru ise o durumunu mutluluk sayar, öbürüne ise acır. Eğer aşağıdan yukarıdaki
ışığa doğru çıkan rûha gülecek kafada ise , bu yukarıda aydınlıktan mağaranın
karanlığına inen adama gülmekten daha iyidir.
-
Evet, bu çok güzel bir
ayırım, dedi.
-
Ama o zaman, eğer ben haklı
isem, kör göze görme kazandırmak gibi rûha da onda olmayan bir bilgiyi koyabileceklerini
söyleyen birtakım eğitimcilerin bu görüşleri yanlış olmalı.
-
Evet, onlar gerçekten öyle
düşünüyorlar, dedi.
-
Halbuki bizim
söylediklerimiz öğrenme kuvvet ve kapasitesinin ruhta zaten mevcut
bulunduğunu, bütün vücut dönmeden gözün karanlıktan ışığa dönmesine imkân
olmadığı gibi bilgi âletinin de ancak bütün rûhun hareketiyle oluş dünyasından
varlık dünyasına dönebileceğini, varlığı ve varlığın en parlak, en iyi
olanını, yani "iyi"yi görmeye yavaş yavaş alışacağını gösteriyor.
Devlet, Yedinci
Kitap
(Jowett’in İngilizce tercümesi)
Vatana Dönüş
Şu halde yine bütün rûhların yöneldiği "iyi"ye doğru
yükselmemiz gerekiyor. Onu görmüş olanlar ona "güzel" dediğim zaman
benim ne demek istediğimi anlarlar. O iyi olmak itibariyle arzû edilir ve arzû
ona doğru yönelir . Ama ona ulaşabilenler ancak yücelere doğru çıkanlar, ona
doğru dönenler, ve aşağı inerken giymiş oldukları elbiselerden sıyrılanlardır;
tıpkı mâbedlerin sunaklarına yaklaşanların kendilerini temizlemeleri, eski
elbiselerini terketmeleri ve oraya çıplak olarak varmaları gibi. Böylece,
yukarı doğru yükselişte Tanrı’ya yabancı olan herşey terkedildikten sonra,
herkes kendi yalnızlığı içinde o tek başına varolanı, sâf ve berrâk olanı
göreceklerdir ki herşey ona bağlıdır, herşey ona yönelmiştir, varlık onunladır,
hayat ve düşünce onunladır; çünkü hayâtın, düşüncenin ve varlığın sebebi odur.
Veya, "onu arzû etmek bile iyi bir şey olarak arzû edilmelidir."
Ve onu, o varlığı gören kimse nasıl bir aşkla, nasıl bir arzû ile onunla
birleşmek için çırpmacaktır! Ne müthiş bir ihtirasla tutuşacaktır! Zira onu
henüz görmemiş olan ona bir "iyi"ye döner gibi yönelebilir; ama onu
görmüş olan onu güzelliği dolayısiyle aşkla sevecek, zevk ve huşû ile dolacak,
kurtarıcı bir teslimiyete düşecek, gerçek bir aşkla ve şiddetli arzûlarla
sevecek, başka bütün sevgilerden elini çekecek, ve o âna kadar güzel görünmüş
olan şeylere boş verecektir. İlâhî tezâhürlerle karşılaşan ve artık bütün maddî
güzellikleri hiçe sayan kimselerin hali hep böyledir. Bir de mutlak güzeli,
cisim ve beden taşıyan değil de, mükemmel bir sâfiyete ulaşmak üzere yer ve
gökle ilgili herşeyden sıyrılmış olanı görenleri düşünelim. Bütün diğer
güzellikler sonradan kazanılma, katışıklı, ve ekleme güzelliktir, ve hepsi de
ondan gelirler. Eğer o güzeli, o herşeye güzellik verip hiçbir şey almayanı
görürse, rûhun artık eksik olan nesi kalır? Zira o gerçek ve aslî güzelliktir
ki kendini sevenleri güzelleştirir ve onları da sevilmeye değer kılar. İşte burada
rûha en büyük ve en yüce mücâdele düşmektedir; ruh, nazarların en asilinden
nasipsiz kalmamak için bütün gayretiyle bu mücâdeleye girecektir. O noktaya
ulaşanlar mutluluğun hazzma erecekler, ulaşamayanlar gerçekten bedbaht
olacaklardır. Zira güzel renkler ve güzel bedenler görmeyenler, kudret,
iktidar ve hükümdarlık sâhibi olamayanlar bedbaht sayılmazlar; bedbaht odur ki
sâdece bu "güzeli" görememiştir. Onu görebilmek için krallıkları ve
karalardaki, denizlerdeki, gökteki bütün hâkimiyetleri bir yana atmak gerekir;
belki bütün bunları terkettikten ve zelil olduktan sonra onu görmek üzere
kendisine yönelmek mümkündür.
8. Bu görme olayı neden ibârettir? Onun yolu nedir? Bir bakıma mâbedin iç
tarafında bulunmayan ve dışarı çıkmadığı için de içeri girmeyenlerce
görülemeyen bu muhteşem güzelliğe nasıl ulaşılabilir? Kimin kudreti varsa
kalksın onu kendi içinde arasın. Gözle görmeyi bıraksın ve daha önce hayran kaldığı
güzelliklere bir daha bakmasın. Maddî güzellikler görürse, onların peşinden
gitmesin. Bilsin ki onlar birer hayâl, birer iz ve gölgeden ibârettir. Asıl o
hayâllerin sâhibi olan güzelliğe doğru koşmak gerekir. Güzelin hayâlleri
peşinde koşan ve onları gerçekmiş gibi elde etmeye çalışanın hali, suda
dalgalanan güzel aksini yakalamaya çalışan kimseye benzer. Nitekim bu konuda
bir efsâne vardır ki böyle bir adamın nasıl dalgalara kapılıp sulara
gömüldüğünü ve kaybolduğunu anlatır. Maddî güzelliklere bağlanan ve onlardan
vazgeçmeyen insanın hali de böyledir; böyle birinin gövdesi değil fakat rûhu
mutlak akim derin karanlıklarına gömülecek, orada gölgelerle birlikte yaşayacak
ve öbür dünyada (hades) bile kör dolaşacaktır. O halde aziz vatanımıza doğru
kanat açalım. Bize verilecek en iyi tavsiye budur. Ama bu uçuş nasıl olur?
Nasıl yola çıkacağız? Gözleri önüne serilen bütün zevklere ve bütün maddî
güzelliklere rağmen sihirbaz Circe ve Calypso’nun yanlarında kalmak istemeyen
ve onlardan kaçan Odisseus gibi. Bizim vatanımız geldiğimiz yerdir, ve babamız
oradadır. O halde hangi yolu tâkip edeceğiz, oraya nasıl gideceğiz? Bu yolculuk
ayaklarımızla yürüyerek yapılacak birşey değildir, çünkü ayaklarımız bizi
ancak bir ülkeden öbürüne götürebilir. Bir araba veya gemi hazırlamaya da hiç
lüzum yoktur. Bütün yapılacak iş bakmayı bir yana bırakarak gözleri kapamak,
gözle görme yerine bir başka görme yolu tutturmak, ve aslında herkeste
bulunmayan, ancak pek az kimse tarafından kullanılan bir görme melekesini
uyandırmaktır.
9. Peki, bu iç göz ne görür? İlk uyanış ânında çevresindeki bütün
ihtişamı farkedemez. Şu halde rûhu öyle terbiye etmek gerekir ki önce güzel
meşgaleleri, sonra da sanat faâliyetiyle yaratılan değil de, fazilet sâhibi
insanların ortaya çıkardığı güzel eserleri görsün. Daha sonra görülecek şey ise
güzel eserleri yaratan insanların ruhlarıdır. İyi ruhların güzelliği nasıl görülür?
Kendinize dönün ve bakın. Henüz kendinizde güzellik görmüyorsanız o zaman güzel
olması için üzerinde çalışılan bir heykelin yapıcısı gibi davranın. Heykeltraş
bunun için şurada bir yeri keser, orada bir yeri düzleştirir, parlatır, hâsılı
mermerde güzel hatları ortaya çıkarmcaya kadar uğraşır. Onun gibi siz de
lüzumsuz olan yerleri atın, kaba yerleri düzeltin, gölgeli yerleri parlatmak
için oraları aydınlatın, ve kendi heykelinizi ortaya çıkarmcaya kadar uğraşın.
Tâ ki İlâhî fazilet bütün ihtişâmıyla görünsün, kutsal tahtının üzerinde oturan
mutlak iyi ve güzeli görebilesin. Onu görmüyor musun? Kendi kendinle katıksız
bir alışveriş içinde misin? Senin iç birliğine engel olacak hiçbirşey kalmadı
mı, senin sâf benliğine karışan hiçbirşey yok mu? Bütün varlığınla gerçek bir
ışık oldun mu? Ama mekân içinde ölçülebilen ve büyüklüğü belirsiz bir şekilde
azalıp çoğalan bir ışık değil de, her türlü ölçü ve niceliğin üstünde olduğu
için ölçü kabul etmeyen mutlak bir ışık. Kendini bu halde görüyor musun? Sen
artık o görünenin kendisi oldun demektir. Kendine güven. Burada dururken bile
yükselirsin. Artık rehbere de ihtiyacın yoktur. Sâbit bir nazarla bak, ve gör.
Zira bütün güzelliği gören yegâne göz odur. Ama bir göz ki kötülüklerden
temizlenmemiş ve zayıftır, çok parlak şeyleri görecek kudreti yoktur, onun
önüne getirdiğin şeyleri bile görmesine imkân kalmamıştır. Zira göz bir şeyi
görebilmek için o gördüğü şeyin eşi ve benzeri olmalıdır. Güneşe benzer bir hale
gelmemiş bir göz güneşi aslâ göremez; gözü olmayan bir ruh da güzeli hiç
göremez. O \alde Tanrı’yı ve güzeli temâşâ etmek isteyen herşey önce ilâl
niteliğe ve güzelliğe sâhip bulunmalıdır. Ruh bu yükselişte önce akla kadar
çıkacak ve görecek ki ondaki bütün fikirler güzeldir, ve "işte
güzellik" diyecek. (Yani güzel ideler, zira onlar akim mahsûlü ve onunla
ayni özdendir, diğer güzellikler de onlardan çıkar.) Güzelin ötesinde olana
ise biz iyi diyoruz, güzel onun önüne gelmiştir. Şu halde hepsini bir bütün
içinde ifâde edecek olursak, ilk prensip güzelliktir. Ama aklın (zekâ) eserleri
arasında ayırım yapacak olursak güzeli iyiden ayırdetmemiz gerekir, zira güzel
idelerin yeri, iyi ise güzelin ötesinde ve güzelin hem kaynağı, hem
prensibidir. İyi ve güzel bir ve ayni prensiptir, ve güzelin yeri dâima akla
âit olanlardadır.
Enneades, I
E. Brehier’nin
Fransızca tercümesi
(Paris, 1924)
(EBÛ YEZÎD TAYFUR
İBNİİSÂ
İBNİ SURUŞAN EL-BİSTAMÎ EKBER)
İlâhî Mülakat
Tanrı’ya ayne’l-yakîn nazar ettim, sonra beni kendinden başka herşeyden
öteye döndürdü ve beni kendi nûruyla aydınlattı. Kendi sırrından bana
hârikulâde şeyler gösterdi. Bana kendi benliğini (enâniye) de gösterdi ve ben
kendimin onun benliğiyle olan ayniyetine nazar ettim. Benim nûrumu kendi nûru
içinde kaybetti; benim şâmm onun şâm içinde, benim kudretim onun kudreti içinde
eriyip gitti. Kendimin onun benliğiyle ayni olduğunu, şâmmın onunla bir
olduğunu, yüceliğimin onun yüceliğiyle bir olduğunu gördüm. Sonra O’na
Hakke’l-yakîn nazar ettim ve dedim ki "Kimdir bu?" "Bu ne benim,
ne benden başkası; Benden başka ilâh yok" dedi. Sonra benim benliğimi
kendi benliğine çevirdi; bana kendi benliğimi onun benliği içinde kaybettirdi,
kendi benliğini bana bir olarak gösterdi. Sonra ona onun benliğiyle nazar
ettim. Hakk’a Hak’la baktığım zaman Hakk’ı Hak’la gördüm, ve bir zaman Hak’da
Hak’la birlikte oldum. Ne nefes, ne dil, ne kulak, ne başka birşey vardı.
Vakta ki Tanrı kendi bilgisinden bana bilgi ve kendi lûtfundan bana dil, kendi
nûrundan bana göz verdi, o zaman O’na O’nun nûruyla baktım, ve O’nu kendi
bilgisiyle gördüm, onun lûtfunun diliyle kendisiyle görüştüm. "Seninle
benim hâlim nasıldır?" dedim. Bana "Ben seninle şenim. Sen’den başka
Allah yok" dedi. "Beni benimle yoldan çıkarma, ben Sen’siz Sen yerine
kendimi istemiyorum; benden ayrı Sen yerine Sen’i isterim" dedim. O zaman
bana benim yerime O’nu verdi, ve O’nunla kendim yerine O vâsıtasıyla görüştüm.
Dedim ki:" Ey benim muradım. Sen’in elinden Sen’den gelen neyim var?"
Bana dedi: "Emrime ve yasağıma uy." Dedim "Sen’in emir ve yasağından
neyim var?" Dedi "Emrime ve yasağıma saygından dolayı sana övgüm,
benim emrimden yaptıkların için sana teşekkürüm, benim yasağımdan kaçındığın
için sana sevgim var". Dedim "Eğer müteşekkir isen bu teşekkürünü
kendine yap; ama eğer ayıplıyorsan, ey benim muradım, ey ıztırâbımdaki ümidim,
sefâletimdeki çârem sen ayıplanmaya müstahak değilsin. Emir veren Sen’sin,
emir verilen de Sen. Sen’den başka Tanrı yok".
Sonra bana karşı sessiz durdu; bildim ki bu sessizliği onun memnûniyetine
işâret idi. Dedi: "Sana kim bildirdi?" Dedim "Soran sorulandan
daha iyi bilir. Cevap veren Sen’sin, cevap verilen de Sen. Sual soran Sen,
sual sorulan da Sen. Sen’den başka Tanrı yok". Tanrı’nın bana kendi ile
yaptığı isbat burada sona erdi, ve ben O’ndan O’nunla çok hoşnûd oldum. O da
benden Kendi ile memnûn kaldı; çünkü ben O’nunla vardım, O, O idi, ve O’ndan
başka Tanrı yoktu. Sonra beni zâtının nûru ile aydınlattı, ve ben O’na İlâhî
feyz ve bereket nazarıyla baktım. Bana dedi ki: "Benim sahâvetimden ne
istersen sana vereyim". Dedim "Sen feyzinden daha feyizlisin. Sen
cömertliğinden daha cömertsin. Ben Sen’de Sen’le hoşnûdum, ve sonunda Sana
geldim. Bana Sen’den başkasını verme, ve beni Senden uzaklaştırma. Beni lütuf
ve kereminle, cömertliğinle kandırma. Zira kerem hep Sen’dendir ve yine Sana
döner. Döndüren Sen’sin, dönülen de Sen. Arayan Sen’sin, aranan da Sen. Arzû
Sen’den kesilmiştir, talep Scn’inle Sen’den kesilmiştir". Sonra bir zaman
bana cevap vermedi. Ama nihâyet konuştu ve şunu dedi: "Haktır konuştuğun,
Haktır işittiğin, Haktır gördüğün, Haktır tasdik ettiğin". Dedim
"Evet, öyle. Sen Hak’sın, ve Hak Hak’la görünmüştür; Sen Hak’sın, Hak
Hak’la tasdik edilmiştir; Sen Hak’sın, Hak Hak’la işidilmiştir. Sen işitensin,
işitmeyi veren de Sen. Sen Hak’sın, Hakk’ı (hakikati) yapan da Sen. Sen’den
başka Tanrı yok". Dedi "Sen Hak’tan başka birşey değilsin, söylediğin
de Hak’tır". Dedim "İşin doğrusu Sen Hak’sın, ve Sen’in
söylediklerin Hak’tır ve Sen’inle Hak Hak’tır. Sen Sen’sin, Sen’den başka Tanrı
yok". Sonra bana dedi: "Sen nesin?". Ona dedim "Sen
nesin?". Dedi ki, "Ben Hakk’ım". Dedim "Ben
Sen’inleyim". Dedi "Eğer sen benimle isen o halde ben Sen’im, Sen de
Ben’sin". Dedim "Beni Sen’in yerine Sen’inle kandırma. Hayır, hayır.
Elbette Sen Sen’sin. Sen’den başka Tanrı yok".
Ve ben Hakk’a ulaştığım ve Hak’la Hakk’ın yanında durduğum zaman bana şân
ve şeref kanadı verdi. Kanadımla uçtum, ama O’nun şân ve azametinin sonuna
varamadım. O’na seslendim ve,O’na karşı O’nun iânetini niyâz ettim, çünkü O’na
karşı O’ndan başka bir gücüm yoktu. Beni ziynetlerle süsledi, başımın üstüne
kendi cömertliğinin tâcını koyarak beni taçlandırdı. Beni kendi yegâneliğinde
yegâne, kendi birliğinde bir yaptı. Beni kendi vasıflarıyla vasıflandırdı, ki
hiç kimse o sıfatlara ortak değildir. Sonra şöyle dedi: "Benim tekliğimde
tek, yegâneliğimde yegâne ol. Benim cömertliğimle taçlanmış başını yukarı
kaldır ve benim şânımla şanlı, benim azametimle yüce ol. Yarattıklarımıza benim
sıfatlarımla git ki senin benliğinde kendi benliğimi görebileyim. Kim seni
görürse Ben’i »örecek, kim seni ararsa Ben’i arayacak, ey benim yeryüzümdeki
nûrum, gökyüzümdeki ziynetim"... Ama ben ona şöyle dedim: "Sen benim
gözümde benim bakışım, benim cehlimde benim ilmimsin. Kendi nûrun ol, ki
kendinle görünebilesin. Sen’den başka Tanrı yok". Sonra hoşnudluk diliyle
bana cevap verdi, dedi ki: "Nasıl da iyi biliyorsun, ey kulum".
Dedim: "Bilen Sen’sin, bilinen de Sen. Tek kılan Sen’sin, tek olan Sen.
Tekliğinde tek ol, yegâneliğinde yegâne. Seni bırakıp da Sen’inle meşgûl etme
beni." Tanrı’nın bana Kendi tekliğinde kendini bildirmesi ve
yegâneliğiyle yegâneliğini göstermesi böylece sona erdi. Kendimi teklemeksizin
O’nu tekliğinde gözledim, böylece O’nu kendisiyle gözlemiş oldum. Benim
sıfatlarım O’nun sıfatları içinde eriyip gitti. Adım O’nun adında kayboldu,
önceliğim O’nun önceliğinde, sonralığım O’nun sonralığmda yok oldu.
Sonra O’nu O’nun zâtıyla nazır kıldım; o Zât’ı tavsifçiler görmez,
biliciler bilmez, ^alışanlar anlayamaz. O da bana Kendi Zâtı’nın gözüyle baktı,
ve ortada ne adım kaldı, ne niteliklerim; ne önüm, ne sonram, ne tasvirim.
Sonra beni Kendi adıyla çağırdı, ve bana Kendi benliğiyle hitâb etti, "Ey
Sen". Tanrı’nın bana Kendi’ni Kendi Zâtı’yla göstermesi de böylece sona
erdi. Beni hangi ismiyle çağırdıysa ben O’nu o isimle çağırdım, beni hangi
niteliği ile nitelendirdiyse, ben O’nu aynı şeyle nitelendirdim. Ve böylece
herşeyden O’nunla sıyrıldım, ve bir zaman ne rûh, ne beden, bir ölü gibi
kaldım. Sonra beni hayâtımla canlandırdı, ondan sonra öldürdü, ve "Bugünün
sâhibi kim?" dedi. Beni canlandırdığı zaman "Tanrı’dır, bir ve
kaadir Tanrı’dır" diye cevap verdim. "İsim kimindir?" dedi.
"Tanrı’nın bir ve kaadir Tanrı’nın", dedim. "Kimin hükmüdür
şimdi geçen?" dedi, "Tanrı’nın bir ve kaadir olanın", dedim.
"Kimindir tercih?" dedi, dedim "Rabb’indir, herşeye hükmeden
Rabb’in". Dedi. "Seni Ben’im hayâtımla canlandırdım. Ben’im ülkeme
sultan yaptım, seni Ben’im adımla adlandırdım, Ben’im hükmümle hüküm verdim,
Ben’im tercihimi sana anlaşılır kıldım". Dedim "Sen’in ne istediğini
bilmiyorum. Ben kendime aittim, ama Sen bunu uygun bulmadın. Sen’inle Sana ait
oldum, onu da uygun görmedin". Dedi ki "Ne kendine ait ol, ne bana.
Sen yok iken ben şenindim, sen de sen yok iken Ben’im ol; varolduğunda kendinin
ol, ve varolduğunda Ben’im ol". Dedim "Sen olmadan bunu (kendi
başıma) nasıl yapabilirim?"
Sonra bana kudret nazarıyla baktı. Kendi varlığıyla beni hiç etti, ve
Kendi Zâtı’yla bende tecelli etti; ben O’nunla var oldum, birleşme böyle sona
erdi, ve dünya bir oldu. Herşey Herşey vâsıtasıyla Bir oldu. Sonra bana şöyle
dedi: "Ey Sen". Ben de onunla dedim: "Ey Ben". O zaman bana
"Sen teksin" dedi. Ben de "Ben Tek’im" dedim. Bana "Sen
Sen’sin" dedi, ben de "Ben Ben’im. Eğer ben olarak ben olmuş olsaydım
ben demeyecektim; ve ben hiç ben olmadığıma göre Sen Sen ol" dedim.
"Ben Ben’im" dedi. Benim O’nun hüviyetinden bahsedişim tıpkı vahdet
hâlinde O’nun "benliğinden" bahsedişim gibiydi. Ve benim sıfatlarım
Tanrılığın sıfatları oldu, dilim vahdetin (birliğin) dili idi; ve benim
sıfatlarım "O O’dur, O’ndan başka Tanrı yoktur" idi. Ne olduysa O’nun
varlığıyla olmuştu, ve ne olursa O’nun varlığı ile olurdu. Benim sıfatlarım
Tann’lığın sıfatları, benim sözlerim ezeliyet ve ebediyetin sözleri, benim
dilim vahdetin dili idi.
Sahlagî, Kitâbü'n-Nûr
İlim Konusunda
Sûfîlerle Sûfî Olmayanların
Farkına Dâir
Sûfîlerin yolları nazarî (spekülâtif) ulemânın yollarına aykırıdır.
Sûfîler hakikaten ilim tahsili işine girmemişlerdir; müelliflerin eşyânm
hakikatlerine dâir yazmış oldukları şeyleri öğrenmek veya bu konuları tetkik
etmekle de hiç uğraşmazlar. Onlara göre yol (tarik) tam tersine, kötülenmiş
(mezmûm) vasıflardan kurtulmak, dünya ile bütün bağları kopararak bütün
düşünceyi Allah Teâlâ’ya bağlamak sûretiyle "iç mücâdele"ye
(mücâhede) ehemmiyet vermektir. Bu noktaya vardıktan itibaren kendini bir
disipline sokan insana Allah’ın rahmeti saçılır, melekûtun esrârı açılır, ve
hakikatler zâhir olur. Tâlibin (mürîd) yapacağı şey sıkı bir nefs tasfiyesi
yapmak, hep rûha yönelik kalmak, samimî bir irâde ile hareket etmek,
susuzluktan yanmak sûretiyle Allah’ın rahmetine muntazır olmaktır. Cenâb-ı Hak
ona nûrunu gönderecektir.
Velîlere ve peygamberlere sırlar açılmıştır; onların ruhları ulaşmaya
muktedir oldukları kemâl vâsıtasiyle saâdeti bulmuştur. Bu iş ilim tahsili ile
değil fakat dünyevî şeyleri reddetmekle (bi’z-zühd fî’d-dünyâ), dünyaya sırt
çevirmekle, ondan bütün bağları koparmakla, ve bütün düşünceyi Cenâb-ı Hakk’a
yöneltmekle mümkündür. Gerçekten, kendini Tanrı’ya verene Tanrı da kendini
verir.
Ben bu yola girmeye samimî bir istek duyduğumda ileri gelen sûfîlerden
biriyle müşâvere etmeye karar verdim ve ona, devamlı Kur’ân okumak husûsundaki
fikrini sordum. Üstâd buna muhâlefet etti ve bana şöyle dedi: "Yegâne
vâsıta dünyadan bütün bağları koparmaktır; öyle ki ana-baba, evlâd, servet,
vatan, ilim, idâri mevki, hiçbiri artık senin kalbini meşgûl etmeyecek.
Dahası, öyle bir hale geleceksin ki bütün bu saydıklarımın varlığı ile yokluğu
sence farketmeyecek. Sonra bir inzivâya çekilip kendini tamâmen ibâdet ve din
hizmetine vereceksin. Orada kalbin herşeyden boşalmış, fakat dikkatin
yoğunlaşmış olarak Cenâb-ı Hakk’ı zikre yöneleceksin. Başlangıçta dilin devamlı
Allah’ın adını zikr ile meşgûl olacak; uyanık ve dikkatli bir şuûrla
"Allah Allah" demekten hiçbir zaman fâriğ olmayacaksın. Bir hale
geleceksin ki, dilini durdursan, bile, alışkanlığın kuvvetiyle o kelime
(Allah) dilinin üzerinde akıp gitmeye devam edecek. Artık dilin herhangibir
rolü kalmaymcaya kadar bu işe devam edeceksin, nihâyet dilin oynamadığı halde
rûhun ve kalbin zikre devam ettiğini göreceksin. Kalbinde bu kelimenin
mânâsından başka hiçbir şey kalmaymcaya kadar muntazam zikredeceksin;
kelimenin harfleri ve biçimi artık zihninden tamâmen silinecek, sâdece sâf
mânâsı kusursuz ve devamlı bir şekilde kalbinde kalacak. Senin ihtiyârm bu
noktaya kadardır; ötesine geçmek ancak seni huzursuz eden düşünceleri atmakla
mümkündür. Bundan sonra artık ihtiyârm elden gider, ancak zuhûr edecek fetihler
için bir bekleyiş hali kalır. Bu fetihler evliyâya gelmiş olmakla birlikte,
peygamberlere zâhir olanların ancak bir kısmıdır. Bu tıpkı bir yıldırım gibi
çakar ve durmaz, ama yine gelir. Gecikebilir, ama yine gelir ve ya kalabilir,
ya yine görünüp kaçabilir. Eğer kalırsa, kalıcılığı uzamayacakmış gibi
sürebilir. Ve bunun gibi fetihler birbiri ardınca zuhûr edebilir. Bunlar bir
tek çeşitte olmaz. Buna bağlı olarak, yaratılışları ve karakterleri birbirinden
farklı olduğundan, Allah’ın velîlerinin mertebeleri de sayılamayacak kadar
çoktur. İşte sûfîlerin metodu budur. İnsan bakımından bu tam bir temizlik ve
tasfiye ve cilâ, sonra da bir istidad (hazırlık) ve beklemedir.
Nazarî ilimciler bu yolun mevcûdiyetini, onun gâyeye ulaştırdığını, evliyâ
ve enbiyânın en yüksek hallerinin bu olduğunu hiç inkâr etmemişlerdir. Yine de
onlar bu yolu çok zor ve gâyeye çok uzak bulmuşlardır. Ve -dünyadanbağları bu
derece koparmanın imkânsız olduğunu düşünmüşler, öyle olsa bile devâmınm daha
da uzak bir ihtimâl olduğuna inanmışlardır. (Onlara göre) en basit bir zihin
takıntısı, en ufak bir fikir bile işi karıştırabilir. Bu mücâhede esnasında
insanın mi? .cı bozulabilir, aklı karışabilir, bedeni hastalanabilir, ve
elânkoliye düşebilir. İnsan hakikî (exact) ve delile dayanan limlerle münâsebette
değilse, zihnine gelen hayâlleri ilhâm dilen hakikatler zannedebilir. Nice
sûfîler on yıl kendiler n kurtaramadan böyle bir hayâlin esiri olmuşlardır.
Eğer ilimlerde sağlam bilgi sâhibi olsalardı elbette bundan kurtulurlardı. Şu
halde en iyisi ilimleri onların kriterleri ve tafsilâtlı delilleriyle birlikte
öğrenmektir. Bu iş insanı maksadına nefsi tasfiye etmek yolundan daha emin bir
sûrette ulaştırabilir. Peygamberimiz aleyhisselâm muhakkak ki bir gayret
sarfetmeden terbiye edilmiş bir nefse sâhipti. Amma sırf riyâzet yoluyla böyle
bir dereceye ulaşmaya kalkmak boşunadır. Şu halde mümkün olan bütün gayreti
sarfederek araştırma ve tahkik yoluyla hakikî ilimleri öğrenmelidir. İlk
öğrenilecek olan da eskilerin elde ettikleri bilgilerdir. Daha sonra ilâhiyat
sâhasındaki âlimlerin araştırmaları ile elde edilememiş gerçeklere muntazır
olmakta bir beis yoktur; zira insanlara henüz açılmamış olan şeyler şimdiye
kadar keşfedilenlerden çok daha fazladır. İşte iki taraf arasındaki fark
budur. Burada hatırıma bir misâl geldi ki bu hikaye aklî hakikatleri kavramak
için müşahhas şeylere ihtiyaç duyan zayıf akıllıların anlamasını
kolaylaştıracak ve iki tarafı ayıran farkın mâhiyetini ortaya çıkarabilecektir.
Hikâye olunur ki, Çinliler’le Yunanlılar resim ve süsleme sanatında bir
kralın huzûrunda birbirlerine üstünlük iddiasında bulunurlar. Kral onlara
resimlenmek üzere bir oda verir ki bunun bir tarafını Çinliler, bir tarafını
Yunanlılar resimleyecekler, ve birbirlerine bakmalarına engel olmak üzere de
aralarına bir perde çekilecektir. İş bitince perde kaldırılacak, iki taraftan
hangisinin diğerine üstün olduğu görülecekti. Böyle yapıldı. Yunanlılar kendi
taraflarına fevkalâde câzip, bozulmaz nakışlar çizdiler. Çinliler de perdenin
arkasına geçmiş, hiç renkleri olmadan duvarı düzeltip cilâlamışlardı.
Etraftakiler Çinlilerin hiç renk istemeyişlerine hayret etmişlerdi. Yunanlılar
bitirdikleri zaman Çinliler de "biz de bitirdik" dediler. Oradakiler
"elinizde hiçbir renk yoktu, hiçbir desen de çizmediniz, nasıl bitirdik
dersiniz?" diye sordular. Çinliler "endişelenmeyiniz" dediler,
"perdeyi kaldırın, iddiamızda haklı olduğumuzu göreceksiniz". Perde
kaldırıldı ve görüldü ki Çinliler’in duvannda Yunanlılar’ın çizdikleri bütün o
tuhaf resimler var. Zira Çinliler duvarın yüzünü öyle temizleyip cilâlamışlardı
ki, orası bir ayna gibi olmuştu. Onların tarafı öyle şeffâf bir hale gelmişti
ki öbürlerinin zahmetle yaptıkları resimler aynen oraya aksediyordu.
Farzedin ki nefs İlâhî ilimlerin resmedileceği bir yer olsun. Bu, şu
yollardan olabilir. Birincisi, Yunanlılar’ın yaptıkları gibi bizzat resimlemek
sûretiyle, İkincisi de hâriçten resim alacak şekilde hazırlamak sûretiyle.
Burada hâriç "Levh-i Mahfuz" ve nefsler de meleklerin nefisleridir.
Zirâ bunlar hakikî ilimlerin resimlerini bl’l-fiil ve dâima taşımaktadırlar;
tıpkı Kur’âri\ tamâmen hıfzettiğiniz takdirde sizin beyninize Kur’ân’ın
nakşolacağı gibi. Bilgilerinizin hepsi böyle gözle görülür, elle tutulur
şekilde değil de, aklınıza nakşolunca durum böyledir. Nefsleri böyle elle
tutulur şeylere takılıp da kendilerini oradan kurtaramayan zayıf kimseler, bu
anlattıklarımızı kabul etmezler.
İki Yoldan Hangisinin İyi Olduğuna
Dâir
Diyeceksin ki, iki farklı yol açtın, bunların hangisi sence en iyisidir?
Bil ki, bu gibi meselelerde verilecek hüküm konunun hal ve şartlarına
bağlıdır. Bana göre doğrusu -ki işin aslını Allah bilirburada mutlak olarak
evet veya hayır şeklinde cevap vermenin yanlışlığıdır. Şahıslara ve hallere
göre hüküm vermek gerektir. Sülûka rağbet edenin durumu fevkalâde ciddîdir. En
iyisi onu sûfîlerin yolu ile, yani ibâdetle meşgûl olup dünyadan alâkalarını
kesmekle tatmin olmaya inandırmaktır. Zira kazanılmış (müktesep) ilimleri
tahsil ederek kendi nefsi üzerinde devamlı hâkimiyet kurmak çok zor bir iştir,
bunun için koca bir ömür ister. Gençlikte öğrenme taş üstüne yazı kazmak
gibidir, ama ihtiyarı eğitmeye kalkmak da boşadır. Büyüklerden birine
sormuşlur: İhtiyarın öğrenmesi için ne yapmalı? Cevap vermiş: Siyahı beyazlatmak
için ne lâzımsa. Bundan şu netice çıkıyor ki, insanların pekçoğu için en iyi
olanı, amel ile iştigâl etmek ve amel için lâzım olduğu miktarda ilim öğrenmektir.
İnsanların çoğu ilk gençliklerinde bu işlerle meşgûl olmazlar. İnsan ilk
gençliğinde kendi durumunu düşünürse, tabiatına ve zekâsına bakmalıdır. Eğer
gâyet ince aklî hakikatleri kavramaya istidadı bulunmadığından emin olursa
kendini amel’e vermesi gerekir; nazarî ilimlerle uğraşması faydasızdır. Sözünü
ettiğiniz kimselerin çoğunun durumu böyledir. Eğer zekî ve ilim yapabilecek
kabiliyette ise, memlekette veya zamanında nazarî ilimler sâhasmda eskileri
taklid seviyesini aşmış müstakil düşünce sâhibi bir âlim bulunmazsa, onun için
de amel yolu tercih olunur. Zira aklî ilimler muallimsiz öğrenilmez. Yalnız
başına bir insanın oraya ulaşmaya kudreti yetmez, belki ancak nâdir hallerde ve
uzun bir zaman sonra bu mümkün olabilir. Nitekim eğer tıp ilmi çok uzun bir
zaman boyunca insanların ortak çabalarıyla tedvin edilip muntazam ve mükemmel
bir hale konmamış olsaydı, en zekî bir insan bile, bütün hastalıklar şöyle
dursun, bir tek hastalığın tedâvisini bulabilmek için uzun bir ömür tüketmek
zorunda kalırdı. Üstelik "müstakil" ilim adamının her yerde çalışma
imkânı bulamadığı da mâlûmdur. Neticede şu iki hal kalıyor ki , 1) Gençliğinde
ilimleri öğrenmenin zarûretini gören, ilim tahsil etmeye müsâit bulunan ve
gerçekten "müstakil" bir âlime rastlayan kimse pek nâdirdir.
İlimlerin çoğunda görüldüğü gibi, bu karşılaşılanlar sırf ismen âlim olmayacak.
Böyleleri taklitçi (otorite tâkip eden) kimselerdir; doktrinleri olduğu gibi
veya onlarla birlikte herbirinin delîl ve izahlarını o doktrinlerin üstadları
nasıl söylemişse olduğu gibi alırlar. Böyle körleri tâkip etmekte hiçbir fayda
yoktur. 2) Yahut bir genç, ilim tâkip ederek gelişebilir. Parlak bir kafaya
sâhiptir, çeşitli ilimlerle temâsa geldikten sonra hakikatlere ulaşabilir. Bu
durumda bulunan bir şahıs her iki yola girmeye de müsâittir, ama onun için en
iyisi tahsil yolunu tercih etmektir.
Bu kimse delile dayanan ilimlerde insan kabiliyetinin kavramaya muktedir
olduğu ölçüde, çaba sarfederek ve eğitim görerek, ilim tahsil edecektir. Bu
yoldaki engeller öncekiler tarafından atılmış bulunmaktadır; bu şahıs bütün
imkânlarını kullandığı ve çeşitli ilimlerde iyice yetiştiği zaman artık insanlardan
uzaklaşması, dünyaya sırt çevirmesi, kendini Allah’a vermesi ve beklemesi iyi
olur. Belki bu yol öbür yolu seçenlere kapalı olan şeyleri ona açacaktır. İşte
benim görüşüm budur. Ama doğrusunu ancak Allah bilir.
Kilâbü
Mizâni’l-Amel. s. 43 ve
devamı.
(Mısır, 1328. Şeyh
Muhyiddin Sabri neşri)
İBNİFARİD
Şaraba Övgü
Sevgiliyi anarak şarab içtik
Onunla sarhoş olduk, daha şarab
yaraddmadan
Ayın öndördü onun kâsesiydi, kendi güneş,
çevresinde bir hilâl
Nice yıldızlar parıldardı bir damla su
karışsa
Râyihası olmasa ben meyhâneye nasıl yol
bulurdum
Parlaklığı ise, zihnin onu temsiline imkân
mı var?
Zaman ondan hiçbir şey bırakmadı, son bir
damladan başka
Sanki onun kayboluşu insan aklının göğsüne
gizlenmek gibi
Kabilenin içinde onun adını ansan halk
sarhoş olur
Ama ne bir suç işlemiş, ne edepsizlik
etmişlerdir
Testilerin ta dibinden süzülüp gelmiştir o
Ama ondan geriye kalan sâdece bir ad
Birinin bir an için bile zihnine uğramış
olsa
Sevinçle dolar baştanbaşa, hüznü kaybolur
Eğer dostlar onun testisi üstündeki mührü
görseler
Daha içindekini tatmadan sarhoş olurlardı
Bir ölünün kabir toprağına serpilseydi
ondan
Ruh bedene geri döner, canlanırdı ölü
Asmasının bittiği duvar gölgesine
yatırsalardı hastayı
Ölümcül de olsa hastalık, hemen kurtulurdu
Onun içildiği meyhâneye götürseler kötürümü, yürürdü
Râyihasından söz edilse dilsiz dile
gelirdi
Bir nefes kokusu şarka doğru esmiş olsa
Ta batıdaki bunınsuz yeniden koku almaya başlardı
Onun kadehine dokunanın eli kızıla boyanır da
Elinde öyle bir yıldızla geceleyin yolunu şaşırmazdı
Doğuştan kör olan biline gizlice açılsaydı gözleri görür
Sağır onun şırıltısı ile yeniden işitirdi
Onun yetiştiği yere doğru bir kervan çıkarılsa
Ve aralarından bilini yılan soksa, zehir boşa giderdi
Büyücü onun adının harflerini mecnûnun alnına yazsa
O harfler yetişirdi iyileştirmeye çılgını
O harfler bir ordunun sancağına yazılsa
O bayrağın altındaki herkes kendinden
geçerdi
Safâ ehlinin hallerini doğru yola koyar
Ve kararını kaybedenler onun sâyesinde kendine gelir
Eli hiç cebine gitmeyen kimse onunla cömertliği öğrenir
Tahammül nedir bilmeyen, öfkelenince kendini tutmaya başlar
Kabilenin en aptalı dudaklarını onun
süzgecine bir dayasa Şarab ona kendi kalitesinin özünden birşeyler verirdi
Bana "bize o şaraptan haber, çünkü sen iyi biliyorsun"
diyorlar
Gerçekten, ben onun vasıflan hakkında birşeyler bilirim
Sâftır, ama su değil; hafiftir, ama hava değil
Parlaktır, ama ateş gibi değil; ruhtur, bedene girmiş değil
Onun sözü ezelde bütün varlıklardan önce edildi
Hiçbir şekil ve hiçbir dış iz bulunmadığı
bir zamanda
Ve herşey onunla varlığa büründü, bir
hikmetle ki
İdrâki kısır olandan gizlenmiştir gerçek
Aklım onun aşkiyle öyle karıştı ki ikisi
Birbirine karışıp bir oldu, ama bir
bedenin öbürüne girmesi değil
Üzüm asması yok, şarap var, Adem bana baba
olduğu zaman
Asma var, şarap yok, asma bana anne olduğu
zaman
Kabın inceliği gerçekte içindeki hakikatin
inceliğidir
Ve içerdeki hakikatler kaplarla çoğalır
Araya ayrılık girdikten sonra, bütün yine
birdir, ama
Ruhlarımız artık şarap, bedenlerimiz asma
olmuştur
Ondan önce bir "önce" yok, ne de
ondan sonra bir "sonra"
Bu şarab öyle ki, bütün sonraların öncesi
Onun yapıldığı üzüm daha zaman başlamadan
sıkıldı
Ve babamız ondan sonra dünyaya geldiği
halde o bir yetimdi
Övgücülerini onu övmeye sevkeden işte bu
güzelliktir
Ve ne güzeldir onun için yazılan şiir de
nesir de
Onu bilmeyen ismi anıldığı zaman sevinçten
titrer
Tıpkı Na ’mın sevgilisi onun adı geçince
nasıl titrerse
"Sen onu içmekle günah işledin"
dediler; yok, hayır
Benim içtiğim şey içilmemesi günâh olandı
Manastır halkının sıhhatine. Ne kadar
sarhoş olmuşlardır
Ama onu içmiş değiller ki, sâdece heves
ederler.
Ama ben, benim başım onunla daha doğmadan
döndü
O sarhoşluk hep sürecek, kemiklerim çürüse
bile
Onu sâf tut. Ama karıştırmak istersen
En kötüsü sevgilinin ağız suyuna sırt
çevirmendir
Onu meyhanede ara; orada onun kendini
göstermesine bak
Güzel ezgiler içinde, çünkü onunla müzik
ne yüce ödüldür
Şarab hiçbir zaman hüzünle bir arada
bulunmadı
Keder de tadlı müzikle hiç birlikte olmaz
Sana verdiği sarhoşluk bir an içindir, ama
boş ver
Göreceksin, zaman senin emrinde bir
köledir ancak
Ayık yaşayana bu dünyada mesele yok
Ayık ölen ise hikmete giden yolu hiç
bulmayacak
Bırak kendi için ağlasın, hayâtı boşuna geçmiş
O şarabı az veya çok tadmadan giden
Kasîde-i Hamriyye
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar