Print Friendly and PDF

Ricâlü’l-Gayb

Bunlarada Bakarsınız

 


Bilinmeyen Hak dostlan, ricâlullâh veya gayb erenleri diye de adlandınlan ricâlü’l-gayb kavramı, tasavvuftaki Allah dostluğunun gizliliğine işâret sayılır. Gökkubbenin altındaki velîlerin kimler olduğunun Cenâb-ı Hak’tan başka hiç kimse tarafından bilinemeyeceği anlayışı, “velâyet sırrının esrânnı ortaya koymaktadır.

Buna göre Allah, dünyânın cismânî düzenini sağlamak için bâzı insanların birtakım görevler üstlenmesini dilediği gibi, âlemdeki mânevi ve rûhânî intizâmın korunması, hayırların temini, kötülüklerin giderilmesi için de sevdiği bâzı kullarım görevlendirmiştir. Herkes tarafından kolayca tanınmadıkları veya gizli olan hakikatlere ve sırlara vâkıf oldukları için ricâlü’l-gayb adı verilen bu seçkin kişilerin kendi aralarında bir hiyerarşi vardır. Ancak her mertebedeki ricâlü’l-gaybın adları ve hiyerarşideki yerleri çeşitli kaynaklarda farklı şekillerde gösterilmiştir. Meselâ, Ebû Bekir Muhammed b. Ali b. Ca’fer el-Kettânî’ye (V. 934) izâfe edilen en eski rivâyetlerden birinde[1] ricâlü’l-gayb, aşağıdan yukarıya nükabâ, nücebâ, ebdâl, ahyâr, umud ve gavs şeklinde[2] gösterilirken, Muhyiddin ibn Arabî (V. 1240) bu hiyerarşinin en altına melâmiyye, muhaddesûn, ahillâ ve ümenâ gibi sayılan belli olmayanları da eklemek süreriyle ana hatlanyla mustafûn/müctebûn, nükabâ, ahyâr, nücebâ, ebdâl, evtâd, imâmân, ve kutub şeklinde sıralamıştır,[3] [4] [5] Büyük peygamberlerin yerine, onlardan ‘bedel’ sayılan bu kişiler, "Allâh in yeryüzünü kendilerine musahhar kıldığı’’ kimseler olarak değerlendirilmişler ve "Rabbinin ordularını ondan başka kimse bilmez”  âyeti de onlara bir işâret sayılmıştır. Bu zatlann, âlemin intizam sebebi olduğuna ve insanlann İşlerini tanzîm ettiklerine inanılır.[6] Aynca "O, yeryüzünde sâbit dağlar (revası) yerleştirdi.  "Yeryüzünü döşedik ve oraya sâbit dağlar (revâsî) yerleştirdik. "  "Andolsun ki Allah İsrâiloğulları ’ndan söz almıştı. Onlardan on iki reis seçip göndermiştik. ”[7] ve “Sonra Allah yedi semâyı iki günde yarattı. Her semâya kendilerine âit kısımları vahyetti. Biz dünyâ semâsını kandillerle donattık ve onu koruduk...[8] âyetleri de mutasavvıflarca bu kimselerin varlığına işâret olarak değerlendirmişlerdir.

Ricâlü’l-gayb inancının İslâm’daki yeri öteden beri hep tartışıla gelmiştir. Bu konuda rivâyet edilen bâzı hadislerin sıhhat dereceleriyle ilgili tartışmalar, bir kısım müellifleri bu düşüncenin kaynağını ehl-i sünnet dışında aramaya sevketmiştir. Aslında başlı başına bir tasavvufî düşünce sistemi kuran, fakat tasavvufun herkesçe anlaşılması güç bâzı konulan (bilhassa İbn Arabî ve düşünce sistemi) ile “sûfiyyetü’l-erzâk” (sûfîliği bir geçim yolu olarak kullananlar) ve “sûfiyyetü’r- resm” (âdâb ve erkânla yetinen şekilci ve merâsimci kimseler) dediği bâzı mutasavvıflara yönelttiği sert eleştiri ve ithamlanyla tanınan[9] İbn Teymiyye (V. 1328) ile İbn Haldun (V. 1406) bu grubun başında gelmektedir. Ricâlü’l-gayb olduğu söylenen bâzı kimselere, onları Allâh’a ortak gösterir gibi olağanüstü güçler ve yetkiler atfetmenin İslâm inancıyla bağdaştınlamayacağını söyleyen İbn Teymiyye, bu tür bir anlayışın daha çok hıristiyanlann ve aşın Şiî fırkalarının inanış biçimlerini yansıttığını belirtmektedir.[10] Bununla birlikte, prensip olarak Allâh’m velî kullarından olağanüstü haller zuhûr edebileceğini; Allâh’ın bâzı seçkin kullanna nûrunu ve birtakım esrân başka İnsanlann bilemeyecekleri bir şekilde (gayben) bahşedebileceğim ve bunların sâlih ve velî kullar olduklarım çoğu insanın bilemeyeceğini; Hakk’ın sırlarının Allah ile onun evliyâ kullan arasında olduğunu da bir vâkıa olarak kabul ettiğini[11] îtiraf etmektedir ki bunu, onun ricâlü’l-gayb telakkisini teorik olarak zımnen kabul etmekte olduğuna işâret sayabiliriz. Tabiî bu anlayışın İbn Arabî’ninkinden çok farklı olduğu açıktır. İbn Haldun ise kutub ve ebdâl telakkisinin[12] ilk defa Irak sûfîlerinde görüldüğünü ve bu sebeple ricâlü’l-gayb ile ilgili diğer kavramların ortaya çıkışında Şia'nın ve Rafızîliğin etkili olmuş olabileceğini ileri sürmektedir.[13] Nitekim İranlı yazarlar, abdal terimini XII. yy.dan îtibâren daha ziyâde heterodoks[14] dervişleri tanımlamak için kullanıyorlardı.[15] Ne var ki ehl-i sünnet ulemâsından bu görüşe pek katılan çıkmamış ve hattâ sûfîlerden başka bâzı âlimler de bu kavramı kullanmakta bir sakınca görmemişlerdir. Özellikle Ahmed b. Hanbel (V. 855) gibi bir mezhep imamı ve hadisçinin bu konuda rivâyetlerde bulunması, yukarıdaki ithamın geçersizliği için fiilî bir delil[16] olsa gerektir. Esâsen Fuad Köprülü’nün de işâret ettiği gibi bu telakki, daha milâdî X. yy.da (hicri IIL-IV. asırlar), ehl-i sünnetten Sâlimiyye ve Hanbeltyye Arkalan arasında klasik bir mâhiyet almıştır.[17] Dolayısıyla bu görüşün daha bu asırda ortaya çıkmış olması ve ehl-i sünnet anlayışım benimseyen bâzılannca da uygun görülmesinin onun Şiî menşe’Ii olmasına engel teşkil etmeyeceği düşünülebilirse de îbn Teymiyye ve îbn Haldun’un ileri sürdükleri ''‘ebdâl anlayışının Şîa ve Râfiziyye kaynaklı olduğu” şeklindeki görüşün yanlışlığı ve geçersizliği böylece kuvvet kazanmış olmaktadır.

Tasavvuftaki ricâlü’l-gayb anlayışının temel dayanağım, bilhassa Mubatnmed b. Ali el-Hakîm et-Tirmizî (V. 295 H./888 M.) tarafından nakledilen şu hadîs-i şerif oluşturmuştur: “Bu ümmetim içinde İbrâhim tabiatı üzere kırk, Mûsâ tabiatı üzere yedi, Isâ tabiatı üzere üç, Muhammed (aleyhisselâm) tabiatı üzere bir kişi bulunur. Bunlar derecelerine göre halkın efendisi sayılırlar.[18] Gerçi ebdâl, evtâd, nücebâ, aktâb gibi ricâlü ’l-gaybden olan kimseler hakkında rivâyet edilen hadislerin sıhhat dereceleriyle ilgili olarak farklı değerlendirmeler vardır. Ne var ki bu konuda en aşın ve sert tavrı sergileyen İbn Teymiyye bile hadislerin bir kısmım, özellikle de “ebdâl” hadîsini, Ahmed b. Hanbel’in MüsnecTinde yer almasından dolayı reddedememiştir.[19] [20]

Müsned’de yer alan hadislerden bâzılan şöyledir: “Bu ümmet içinde İbrahim’e (aleyhisselâm.) benzeyen ebdâl otuz kişidir. Bunlardan bir adam (racül) ölünce Allah yerine bir başka adamı bedel olarak geçirir. ”[21] “Ebdâl, Şam halkmdandır ve kırk kişidir. Bunlardan ölen bir adamın (racül) yerine Allah başka bir adamı bedel olarak geçirir. Yağmur onlar sâyesinde yağar; onlar sayesinde düşmana karşı galip gelinir ve Şam halkı da onlar sâyesinde azaptan kurtulur. ”[22]

İbn Mes’ûd’un (r.a.) rivâyet ettiği ve İbn Asâkir’in tahrîc ettiği bir hadîs-i şerife göre de: “Allah’ın, halk (yaratılmışlar) arasında Adem kalbi üzere olan üç yüz, İbrâhim kalbi üzere kırk, Cebrâil kalbi üzere beş, Mîkâil kalbi üzere üç ve İsrafil kalbi üzere de bir kişi vardır.[23] [24] Eğer bunlardan tek olanı vefat ederse onun yerine Allah üçlerden birini geçirir; üçlerden biri vefat ederse onun yerine beşlerden birini geçirir; beşlerden biri vefat ederse onun yerine yedilerden birini geçirir; yedilerden biri vefat ederse onun yerine kırklardan birini geçirir; kırklardan biri vefat ederse onun yerine üç yüzlerden birini geçirir; üç yüzlerden biri vefat ederse onun yerine diğerlerinden (avamdan/halktan) herhangi birini geçirir ki Allah, mahlûku onlarla diri tutar, öldürür, nebâtı bitirir ve belâları defeder. ’’ İbn Mes’ûd’a: “Allah onlarla nasıl diriltir ve öldürür?” diye sorulunca: “Çünkü onlar Allâhü Teâlâ’dan, ümmetlerin çoğaltılmasını isterler, Allah da çoğaltır; büyük bir nezâket içerisinde duâ ederler; yağmur yağmasını isterler, yağmur yağar; onlar isterler, yeryüzünde türlü nebat biter; onlar duâ ederler, onların sâyesinde türlü belâlar def olunur” demiştir.[25]

Başta mutasavvıflar olmak üzere ricâlü’l-gayb anlayışım benimseyenlerin dayanak olarak kabul ettikleri hadisler,[26] Enes b. Mâlik, Ubâde b. Sâmit, Abdullah b. Ömer, Ali b. Ebî Tâlib, Abdullah b. Mes’ûd, Avf b. Mâlik, Ebû Saîd el-Hudrî ve Muaz b. Cebel gibi sahâbelerden rivâyet edilmiştir. Önemli bir kısmı Peygamber Efendimiz’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  sözü (merfû hadis), bâzıları da Hz. Ali ve Ebu’d-Derdâ’nın (r.a.) sözü (mevkuf hadis) olarak nakledilen bu rivayetlerin büyük bir kısmı, Ahmed b. Hanbel’in A/us'rcet/’inde yer almaktadır. Müsrıed’deki hadisler, senedleri zayıf olduğu gerekçesiyle tenkit edilmiştir.[27] Diğer kitaplardaki rivâyetler ise güvenilirlik bakımından başlıca dört tabakaya[28] ayrılan kaynakların ancak üçüncü ve dördüncü tabakalarında yer almaktadır.[29]

Meşâyihten biri Hz. Peygamber’i (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  rüyâsmda görür ve ona Allâhü Teâlâ’nın yeryüzünde evtâd denilen dostlarının bulunduğunu söyleyip söylemediğini sorar. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  de bunu rivâyet eden râvînin bu bilgiyi ona doğru olarak ulaştırdığını ifade eder.[30] Rüyânın[31] tasavvufta bilgi elde etme yollarından biri olarak değerlendirildiği[32] ve Hz. Muhammed’i (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  rüyâda görmenin dînen caiz olduğu göz önünde bulundurulursa, burada anlatılan rüyâ vâsıtasıyla elde edilen bu bilginin, o rüyâyı gören sûfî için ne anlama geldiği ve ne kadar kesin bir bilgi sunduğu gayet açıktır. Onun anlattığı bu rüyaya inanıp inanmamak ise diğer insanların kendilerinin bilecekleri bir husustur.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin (V. 1826) talebelerinden olmasının yanı sıra daha çok fıkıh ilmine vukufu ile tebarüz eden Muhammed Emin ibn Âbidîn (V. 1836) de İcabetti’l-Gavs bi-Beyâni Hâli’n-Nükabâ ve’n-Nücebâ ve’l-Ebdâl ve’l- Evtâd ve ’l-Gavs adlı risalesinde bu konudaki rivayetlere genişçe yer verip, yine bâzı hadis bilginlerinin bu rivâyetler hakkmdaki değerlendirmelerini naklettikten sonra netice olarak Suyûtî’nin[33]: “Mânevi (mânâ bakımından) mütevâtir derecesine ulaştığından dolayı bu tür rivâyetler, ebdâlm varlığının zaruretine kesinlik kazandırır”[34] sözünü, kendi görüşü olarak ortaya koymaktadır. Hattâ o, İmâm-ı Şâfiî’nin (V. 819) bu konudaki bir sözünü[35] [36] de nakleder ki bu da fıkıh âlimlerinin ricâlü’l-gayb ile ilgili olarak olumlu düşüncelerinin bir örneğini teşkil etmektedir. Aynca yukanda adı geçen risâlesinde konuyla ilgili görüşlerini aktarırken İbn Âbidîn’in en önemli kaynağının Muhyiddin ibn Arabî olduğu gözlenmektedir. Âdetâ o, konuyla ilgili düşüncelerine dayanak olabilecek tüm fikirlerini, İbn Arabi’nin el-Fütûhâtü’l-Niekkiyye ve Hilyetü’l-Ebdâli2Z adlı eserlerinden bizzat kitap ismi de zikretmek süreriyle almıştır.

Yukanda da kısaca temas edildiği gibi, ricâlü’l-gayb anlayışı, İslâm’ın rûhî ve mânevi hayâta müteallik yönünü oluşturan tasavvufta, özellikle Muhyiddin ibn Arabî sonrasında geniş bir kabul görmüştür. Nitekim, hem Nakşî şeyhi ve hem de bir nıuhaddis olan Ömer Ziyâüddin Dağıstânî (V. 1920), ricâlü’l-gayb ile ilgili olarak kendine sorulan bir soruya şu cevâbı vermiştir: “Bunlar her asırda bulunur. Kutub ve gavs yalnız bir kişi, imam iki kişi, imâd dört kişi, ahyâr yedi kişidir. Büdelâ ise seksen kişi olup kırkı erkek, kırkı da kadınlardandır. Nücebâ yetmiş kişi, nükabâ üç yüz kişidir. Sulehânm sayıca bir sının olmayıp her İslâm beldesinde bulunurlar. Ebdâller büyük ve kalabalık beldelerde birer-ikişer kişi olur; birinin vefâtı hâlinde yerine, silsile-i merâtibe göre diğerini tâyin ederler.”[37]

XIV. asırdan îtibâren Türk dervişlerinin bir kısmının “abdal” lakabını kullandıklarını biliyoruz: Abdal Mûsâ, Abdal Murad veya Kaygusuz Abdal, Pir Sultan Abdal gibi. Bu dervişlerin Anadolu 'nun çeşitli yerlerine dağılmaları neticesinde zamânımıza kadar abdal adım taşıyan zümrelere rastlana gelmiştir.[38] [39] Bu ismin, XIV. yy.’dan îtibâren özellikle Melâmi13 ve Alevi[40] motifler taşıyan ve mezheben Alevî olan tarîkatler arasında yaygın bir kullanım alanına erişmesi, bâzı k’mselere bu anlayışın sâdece o tarîkatlere has olduğu izlenimini veriyorsa da bu yanlıştır.[41] Zîrâ ilk dönemlerdeki ehl-i sünnet âlim ve mutasavvıfların ebdâl anlayışları, özellikle XIV. yy.’dan sonra başgösteren ve XX. yy. başına kadar süregelen Râfîzî abdallanın[42] din dışı hayat tarzlarından tamâmıyla farklıdır. Nitekim ebdâl telakkisinin ilk kez ortaya çıktığı sıralarda bu kavram, âbid ve zâhidlerle birlikte muhaddis ve fakihler için de kullanılmaktaydı. îtimâda en yakın bilinen ebdâl hadislerini nakleden Ahmed b. Hanbel de yeryüzünde muhaddislerden başka ebdâl tanımadığım ifade etmiştir.[43]

Bir tasavvuf terimi olarak ricâlü ’l-gayb; her devirde bulunan ve kendilerine gayb erenleri de denilen, göze görünmeyen ve herkes tarafından bilinmeyen hükümet-i ilâhiyyenin vekilleri olan kutsal kişilerdir. Üçler, yediler, kırklar, abdallar, üç yüzler adı verilen bâzı evliyâ vardır ki bunlar gâibdirler, göze görünmezler, kısa zamanda uzun mesâfeler katederler.[44] Yâni bu kavram, Allâhü Teâlâ’nın temsilcileri olarak şehâdet âlemini, yâni dünyâyı yöneten, böylece kendi kozmik ve insânî işlevlerini icrâ eden insanları ifâde eder.[45]

Klasik dönem tasavvuf edebiyâtmın önde gelen müelliflerinin eserlerinde ricâlü’l-gayb konusu az ilgi görmüştür.[46] Bunun sebebi, söz konusu müelliflerin, tasavvufun daha şer’î bir ilim olup olmadığının tartışıldığı teşekkül döneminde, ricâlü'l-gayb gibi anlaşılması oldukça güç ve farklı bir konuyu eserlerinde işlemeyi uygun görmemeleri olabilir. Bu açıdan bakıldığında, tasavvufun şerîate uygunluğunu ortaya koymak üzere telif edilmiş pek çok klasik eserde bu konunun kısaca -deyim yerindeyse- geçiştirilmiş olması tabiî karşılanmalıdır. Ancak bu demek değildir ki, o dönemde ricâlü 'l-gayb telakkisi tasavvuf ilminin konulan arasında yer almamıştır. Muhtemelen bu anlayış, mutasavvıflar arasında yaygın olmakla birlikte, yukanda da kısaca temas ettiğimiz çeşitli sebeplerden dolayı tasavvuf kitaplarında yazılı olarak yerini almamış olmalıdır.

el-Muhâsibî, gayb erenlerinin dünyâdan ancak kendilerine yetecek kadarını aldıklannı ve fazlasından kaçmdıklannı söylemektedir. Bunun sebebi, dünyâlıklann haram olması değil; ancak ebdâl ve zâhidler ile Allah ve Allah’ın günleri hakkında bilgi sâhibi olanların[47] dışında hiç kimsenin ondan sâlim kalamamasıdır.[48]

el-Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb'unda konuyla ilgi verdiği bilgilerde, Yüce Allah’ın dergâhında bulunan ve ehl-i hal ve akd (bir işin yapılmasına veya yapılmamasına karar veren kurmay ve) komutan velîlerden bir grubun sayısının üç yüz olduğunu ve bunlara ahyâr (hayırlılar) adı verildiğini bildirir. Diğer kırk tânesine ebdâl (bedeller), sayılan yedi olan velîler topluluğuna ebrâr (iyiler), dört tânesine evtâd (direkler), üç tânesine nükabâ (murakıplar, denetçiler) ve bir tânesine de kutub ve gavs adı verilmiştir. Bunlar birbirlerini tanırlar ve yapılacak işler husûsunda birbirlerinin iznine ihtiyaç duyarlar.[49] Ebû Abdillâh el-Mağribî (V. 911) de ebdâhn Şam’da, nücebânm Yemen’de ve ahyâraı da Irak’ta bulunduğunu söylemiştir.[50]

el-Kuşeyrî ise velî kavramım tanımlarken ricâlü’l-gayb anlayışıyla ilgili bâzı temel ipuçları vermektedir. Ona göre, -“fail" vezninde ve “ism-i mef’ûT mânâsında olmak üzere- bir bakıma velî, işlerini görmeyi Cenâb-ı Hakk’ın uhdesine aldığı kimsedir ki “Sâlih kulların işlerini o deruhte etmiştir433 meâlindeki âyet bunları tavsif etmektedir. Allâhü Teâlâ velîsini bir an bile nefsiyle baş başa bırakmaz; onun işlerini görmeyi ve koruyup gözetmeyi bizzat üzerine alır.[51] [52] O halde devamlı Allâh’m koruması altında bulunan evliyâ zümresinin birer ferdi olan gayb erenleri, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine yüklemiş olduğu her türlü vazifeyi yerine getirirken onun gözetim ve denetiminden bir an dahi olsa uzak kalmamaktadırlar.[53]

İmam-ı Gazzâlî, gayb erenlerinin özelliklerini şöyle anlatır: Onlar, nerede olursa olsun İslâm toplumuna katılırlar, diledikleri gibi yeryüzünde dolaşırlar ve yeryüzü onlara Allâhü Teâlâ’nın izniyle bir adımlık bir mesâfe gibi gelir.[54] Onların yemeleri ancak şiddetle acıktıklarında, uyumalan ancak uykunun şiddetle baskın gelmesi ânında, konuşmaları da ancak zaruret halindedir. Yâni onlar, iyice acıkmadan bir şey yemezler; uykuları iyice bastırmadan uyumazlar; zorunluluk olmadıkça konuşmazlar ve sorulmadıkça cevap vermezler. Herhangi bir soru sorulduğunda, cevap verecek başka kimse varsa sükût ederler; o da yoksa o zaman cevap verirler. Zîrâ onlar, sorulmadan söze başlamayı, söz için gizli şehvet sayarlar.[55] Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’nin (V. 896) şu sözü yine aynı konuya işâret etmektedir: 'Ebdâl, ancak şu dört özellik sâyesinde ebdâl olmuştur: Açlık, uykusuzluk, sükût ve uzlet,” Zîrâ onlar, ölmeyecek kadar yerler; ancak dayanamayınca uyurlar ve mecbur kalmadıkça konuşmazlar.[56]

Sahâbeden Ebu’d-Derdâ (V. 652) da bu kimseleri şöyle tanıtır: “Allâhü Teâlâ’nın kendilerine ebdâl denen bâzı kullan vardır ki; bunlar peygamberlerin halefleri ve yeryüzünün direkleridir. Nübüvvet sona erince Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  ümmetinden bir kavmi onlann yerine koymuştur. Onlar fazla namaz, çok oruç ve ibâdetlerinden değil; ancak ciddî vera’ ve samimî niyet sâhibi olup herkese iyilik düşünmelerinden ve Allah için nasihat etmelerinden dolayı bu makama ermişlerdir. Onlar, korkaklığa varmayan sabır, zillete düşmeyen tevâzu sâhibidirler. Otuz-kırk kişi olan bu kimseleri Cenâb-ı Hak seçmiş olup bunlar İbrâhim (aleyhisselâm) kalbi üzeredirler. Onlardan biri vefât ettiği takdirde yerine başkasını koyar. Onlar kimseyi lânetlemez, kimseye hakaret etmez, kimseye dil uzatmaz, kimseye hased etmez ve dünyâya karşı hırslı olmazlar. İyilik bakımından insanların en temizi, en yumuşak ahlâklısı ve en cömertleridir. Alâmetleri eli açık olmak, seciyyeleri güler yüz, vasıflan ise selâmettir. Bugünleri için korkmayıp yarınları için de gaflette kalmazlar ve zahirlerini muhafaza ederler. Allâh’la ilgili kesin bilgilerinde (yakîn) ve hayırlı işlerde yanşta onlara rüzgâr bile yetişemez. Allâh’a olan şevkleri bakımından gönülleri ona doğru yükselir. “...İşte onlar, Allah’ın ordusudur (hizb); muhakkak galip gelecek olan da Allâh’m ordusudur’’m âyeti, bu kimseleri tasvîr etmektedir.[57] [58]

Benzer ifadelerine rastladığımız Fudayl b. lyâz’ın (V. 802): “Bize göre ermiş kişi; çok oruç ve çok namazla değil; ancak gönül zenginliği, kalp temizliği ve insanlann iyiliğine çalışmakla ermiştir”[59] mânâsındaki sözü, sonraları tasa^^vuf târihinde çokça tekrarlanan ricâlü’l-gaybm tarifi hâlini almıştır.

Zamanla felsefeden ve bâzı mitolojik unsurlardan da yararlanarak gelişen tasa\rvuf düşüncesinde ricâlü ’l-gaybm, kâinatın işleyişinde nüfuz sâhibi olduğu fikri yerleşmiştir. Kendilerine metafizik bir hüviyet verilen bu kimseler, diledikleri anda diledikleri yerde bulunabildikleri gibi, bol yağmur yağması, bereketin artması, zâlimlerin cezalandırılması, belâların defedilmesi gibi hususlarda da Allah’tan her istedikleri kabul olunur.[60] Bunlar arasında erkekler olduğu gibi, kadın olanlar da vardır. Ancak çoğunluk erkeklerden oluştuğu için bunlara ricâlullâh, ricâlü’l-gayb gibi isimler verilmiştir.[61] Nitekim bu bilgileri verdikten sonra aynı mânâya işâretle Nefehâtü’l-Üns mütercimi Lâmiî Çelebi (V. 1531) şu dörtlüğü kaydeder:

"Dediğim gibi olursa hevâtîn

Rical üstüne fazlında ne şek var?

Müzekkerlik değildir bedre meftıar

Müenneslikten ermez şemse hem âr1,446

William Chittick’in belirttiğine göre tasavvuftaki vahdet-i vücûd düşüncesinin iki tarzı, bakış açısı vardır: Birincisi İlâhî aşkınlık ve mutlaklığa önem verir ve Allâhü Teâlâ’dan başka herhangi bir şeyin gerçek anlamda tek olabileceği fikrini reddeder. Buna göre Allah biricik ve nihâî olarak tek ve gerçektir; onun dışındaki herşey (mâsivâ) aslî çokluk ve gerçek dışı oluştan pay alır. İkinci tür bakış açısına göre ise İlâhî içkinlik ve sonsuzluğa önem verir ve hiçbir şeyin Allâh’ın birliği şemsiyesinin dışında kalamayacağını, dolayısıyla da herşeyin çokluk arzetmelerine rağmen biricik bir biçimde “Bir” olanın çeşitli tezâhürlerini sergilediklerini iddiâ eder. İşte ricâlü’l-gaybâen bahseden mutasavvıflar, bunlardan söz etmekle Cenâb-ı Hakk’ın aşkınlığını ve onu âlemin ötesine, en yüce bir yere koymakla da biricikliğini ifâde etmek isterler. Dolayısıyla âlemin aslî yapısını her biri çeşitli İlâhî sıfatlan izhâr eden insânî fonksiyonlara dayanarak idrak etmek sûretiyle de onun içkinliğini ileri sürerler. Şöyle ki: Yaratılmış düzende Allâh’ın birliği kutbun her zaman bir olması olgusunda yansıtılır; buna karşılık onun isimlerinin merâtibi, diğer ricâlü’l-gaybin derece bakımından kutbun altında sıralanmış olmaları olgusunda yansıtılır. Ricâlü'l-gayb'm 1, 2, 4, 7, 12 vs. gibi matematiksel olarak dizilişi, bir yaratılmış gerçeklikler merâtibi vâsıtasıyla içinde İlâhî İlke’nin kendi imkânlarını açtığı tarzları yansıtır. Kozmik yönden, bu sayıları bütün evrendeki doğal olgu ve olaylarda görmek mümkündür: Bir sayısı, her bir bireysel şeyin tekliğinde görülür; iki, gece ile gündüz, yer ile gök, aydınlık ile karanlıkta; dört, unsurlarda, mevsimlerde, yönlerde, mizaçlarda; yedi, göklerde, iklimlerde, gezegenlerde; on iki, burçlar kuşağında... Ricâlü’l-gaybi, herşeyin İlâhî isimlerle (esmâ) olan münâsebetini göz önünde bulundurarak îzah etmek de mümkündür: Meselâ, kutub “Allah” ismini izhâr eder; çünkü kutub Allâh’ın tam mânâsıyla fiilileşmiş, istisnâsız bütün İlâhî sıfatlan kendisinde toplayan ve temsil eden süreridir. İki imam “Melik” ve “Rab” isimlerini izhâr eder; yâni, âlemi yöneten ve denetleyen olarak “Mutlak” ile âlemdeki herşeyi besleyip büyüten “Sonsuz” varlığı. Dört evtâd “Hayat sâhibi (Hayy), Bilen (Alîm), Dileyen (Mürid), Kudret sâhibi (Kadir)” isimlerinin tezâhürlerini gösterir. [62]

Yedi ebdâl de “Hayat sâhibi (Hayy), Bilen (Alîm), Merhametli (Rahîm), Kudret sâhibi (Kadir), Lutuf sâhibi (Latîf), İşiten (Semî’), Gören (Basîr)” isimlerinin özelliklerini açığa vurur.[63]

Ricâlü’l-gayb'm gayb âlemindeki idâreciliklerini, insanların yeryüzündeki yöneticilikleriyle karşılaştıranlar da olmuştur. Buna göre, bu iki tür yöneticilik arasındaki büyük fark şudur: Şehâdet âleminde yöneticilik, genellikle fertlerin kaprislerine ve beşerî kuramların saçma isteklerine uyduğu halde, gayb alanında insânî yöneticiler mükemmel bir uyum içinde İlâhî Melik’e tâbi olurlar. Allâhü Teâlâ’nın kendi isimlendirmesini red veya inkâr edenler ya da bunu kendi amaçlan doğrultusunda yanlış yorumlayanlar, görülür âlemi kendi isimlendirmelerine göre yönetmeye çalışabilirler. Ama herşeyi Allah vergisi isimlerle isimlendirenler, onlarla, tıpkı bizzat Cenâb-ı Hakk’ın âlemi mütemâdiyen yeniden yaratmak süreriyle ilgilendiği gibi ilgilenirler ve onlara öyle muâmelede bulunurlar. Burada emir veren ya da yükümlü olarak kim görünürse görünsün, gerçek yönetim yalnız Allâh’a âittir.[64]*

Ricâlü’l-gayb mertebesine ulaşabilmek için maldan, çoluk-çocuktan ve nefsten kurtulmayı şart olarak gören sûfîler vardır. Nitekim bir menkabede anlatıldığına göre,[65] tasavvuf yoluna yeni girmiş bir mürid, ricâlü’l-gayb zümresine dâhil olmak istediğini, ebdâlden olan şeyhine bildirir; o da mânevî kapasitesini iyi bildiği için, müridine bunu başaramayacağını söyler. Mürid ısrarla aynı şeyi isteyince şeyhi ona malından-mülkünken, çoluk-çocuğundan ve nefsinden kurtulmasını tavsiye eder. O da ne kadar mah-mülkü varsa hepsini dağıtır, sonra da karışım boşayarak kendini tamamen ibâdete verir. Birgün şeyh, ebdâl ile bir araya gelir ve hep beraber bir minâreye çıkıp nefslerini orada bırakarak havada uçmaya başlarlar. Her biri arkasındakine: “Toplantı Mekke’de” deyip uçarak oradan uzaklaşır. Meydanda yalnızca hayretler içerisindeki o mürid kalakalır. Şeyhi ona ebdâle katılmasını söyler; ancak o bunu başaramaz. Şeyhi: “Nefsinden kurtulamadm mı?” diye sormasına rağmen, yine de uçmayı başaramaz. Şeyhi de onu minarenin başında bırakarak diğer ebdâhn peşinden gider. İşte, kim Allah ile berâber olursa, Allah da koruyup kollayıcı olarak onun yanında olur. Ertesi sabah tekrar derse gelen müride şeyhi şunları söylemiştir: “Muhakkak ki senin eşini boşaman ric’î talâk ile gerçekleşmiştir; git, karına dön! İşte bunlar da önceden fakirlere dağıttığın malındır. Sen ebdâl olmaya ehil değilsin; öyleyse orta yolu tutanlardan ol!”

Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî ise ricâlü’l-gayb ile ilgili görüşlerini biri diğerinin şerhi niteliğinde olan Tabakâtü ’l-Evliyâ isimli müstakil iki risâlesinde telif etmiştir. Bu eserlerinde, ricâlü’l-gayb konusu çerçevesinde değerlendirilebilecek belli başlı kavramlara yer vermiş; birinde bunlara kısaca temas etmiş, öbüründe ise bunları açıklamıştır. Marmaravî’nin bizzat belirttiğine göre bu açıklamaları, Muhyiddin ibn Arabi’nin Fütûhât-ı Mekkiyye adh eserindeki beyanlarım esas alarak yapmıştır.

Yaptığımız inceleme ve araştırmalar sırasında biz, bu eserin biri 2-3 varaklık, diğeri ise 8 varaklık olmak üzere iki ayn çeşidinin olduğunu tesbit ettik. Tek nüshası bulunan 16 sayfalık Tabakâtü’l-Evliyâ,2 nüshası bulunan 7 sayfalık Tabakâtü,l-Evliyâ',mnK2 kısa bir şerhi niteliğindedir. Böylece bu eserin toplam nüshasının 3 olduğu görülmektedir. Biz, bu çalışmamızda bunlardan 7 sayfalık olanı için “Tabakâtü’l-Evliyâ (I)’’, 16 sayfalık olanı için de "Tabakâü'l-Evliyâ (II)’’ ismini kullanacağız.

îlk bakışta ismi, tasavvuf büyüklerinin hayatlarından, menkabe ve kerametlerinden bahseden bir risâle olduğunu çağrıştırmakta ise de eserde Ricâlü ’l- Gayb ile ilgili bâzı kavramların anlatımından başka bir bilgi yoktur. Eserde kavramsal olarak işlenen bu gayb erenleri şunlardır: Aktâb, gavs, imâmân, evtâd, evrâ, efrâd, ebdâl, büdelâ, rukabâ, nükabâ, nücebâ, ümenâ, sulehâ, ahyâr, recebiyyûn, havâriyyûn, ilâhiyyûn, müslimûn, mustafiyyûn, ricâlü’l-gayb, ricâlü’l- [66] [67] [68] fevt, ricâlü'l-feth, ricâlü’l-maâricü’l-ulâ, ricâlü’t-tahte’s-süflâ, ricâlü’l-ganî billâh, ricâlü ’l-ayn, ricâlü ’l-cinân, ricâlü eyyâmi ’s-sitte ve hâtim.

Bu kavramlara Tabakâtü’l-Evliyâ (Ifde kısaca değinilmiş, öbüründe ise bunlar şerhedilmiştir. Ayrıca Tabakâtü’l-Evliyâ (Hfde sık sık Muhyiddin ibn Arabi’nin sözlerinden ve onun Fütûhât-ı Mekkiyye adlı eserinden isim zikredilmek sûretiyle örnekler verilmektedir. Zâten bu risâle, Fütûhât’va ricâlü’l-gayb ile ilgili kısımlarının tercüme ve kısa şerhi niteliğindedir. Bu yüzden biz, Yiğitbaşı Velî’nin risâlelerinde geçen konularla birlikte bunların Fütûhât ’ta yer aldığı ilgili kısımları da belirtmek sûretiyle karşılaştırma yapma imkânı sunmayı amaçlıyoruz.

Şimdi müellifimizin bu konuda anlattıklarını, Muhyiddin ibn Arabi’nin fikirleriyle karşılaştırmalı olarak anlatmaya geçebiliriz:

KUTUB:

Her zaman bir kişi olup, Allâhü Teâlâ’nın nazargâhı konumunda bulunan kutba Cenâb-ı Hak, kendi katından en büyük İlâhî esrân vermiştir. Rûhun bedende dolaştığı gibi o da kâinâtın gizli ve açık noktalarında dolaşır durur. Zîrâ evrenin en yüce ve en aşağı mertebelerinde sürmekte olan hayâtın rûhu ondan feyezân eder. Bir de kutbu ’l-aktâbhk*53 (kendisine sığmıldığı zaman gavsü ’l-a ’zam da denir) makamı vardır ki bu, Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  nübüvvetinin bâtını olup, ancak ekmeliyet derecesine ulaşması hasebiyle onun özel verâsetini kazanmış olan kimseler bu makama erişebilir.[69] [70]

Kutbu, kendisinde hikmet ve esmâ tecellîsinin izlerinin zâhir olduğu ve Cemâl ve Celâl isimlerinin tecellîsiyle münfail ve müteessir olan kimse[71] olarak tanımlayan İbn Arabi’nin Tedbîrât-ı İlâhiyye adlı eserinin şârihi Ahmed Avni Konuk ayrıca şu görüşlere yer verir: “Ümmet-i Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  avâmı, zamanın halîfesinin ve kutbunun kim olduğunu bilemezler; bunu ancak ümmetin havâssı olan evliyâ bilebilir. Kutub, zamânın halîfesidir; İlâhî nazarın ve rabbânî tecellîlerin mahallidir. Gizli ve açık, bu âlemde gerçekleşen İlâhî isimlerin her türlü tecellîleri hep ondan sudûr edip tüm halka dağıtılır. Zîrâ o, yeryüzünde İlâhî hazînenin eminidir. Meselâ, bir kimseye merhamet olunsa, onun sebebiyle olur ve bir kimseye de azâb olunsa, yine onun sebebiyle olur.”[72] İbn Arabi’nin bu konudaki görüşlerini aktaran Ahmed Avni Konuk’un kaydettiğine göre: “Âlemde tasarrufât-ı ilâhiyye, halîfetullâh fi’l-arz[73] olan kutub vâsıtasıyladır. Onun mahall-i nazarı, ancak Hak Sübhânehû hazretleridir. Ve bilcümle fuyûzât-ı ilâhiyye, âleme onun vâsıtasıyla nâzil olur. Ve onun ism-i mânevisi Abdullah’tır. Binâenaleyh o, “îlâhi’n-nâs” makamında kâimdir.”[74]

Yiğitbaşı Velî’ye göre kutub, her zaman tüm ahvâl ve makâmâtı kuşatıcıdır (câmi’). Kutubluk, ya asâleten veya niyâbeten olur.[75] Aynca İbn Arabi’nin buna ilâve olarak verdiği bilgilere göre, her beldede o beldenin kutbu olan ricâlüllahtan bir kişi bulunur ve o bölgedeki cemâatin şeyhi de onlann kutbudur.[76] ÂırfnMuğun belli bir süre sonra sona erebileceğini, yâni kutbun gerekli görülürse bu makamdan azledilebilecegini ileri sürenler olmakla birlikte; Autaöluk için sınırlı ve belli bir müddet olmadığım, kutbun adâletten hiçbir zaman ayrılmasının mümkün olmayacağından dolayı makamından azledilmesinin de söz konusu olmayacağını, onun ancak vefat etmesi neticesinde bu makamdan ayrılabileceğini söyleyenler de vardır.[77]

GAVS:

Kendisine ilticâ edilen ve kendisine sığınıldığı zamanlarda gavs adım alan kutubdan*[78] [79] Bir başka ifâdeyle gavs; yardımcı, imdâda yetişen, medet ve nusret veren ve Efendimiz’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  nûrâniyetinde kendini yok edip o nurla sâhib-i vakt olan veliyullah demektir. Gavs-ı a’zam da bütün mâsivâyı unutup Vâcibü’l- Vücûd olan Cenâb-ı Allah İle ünsiyet kuran kimsedir.461 Yâni gavs, İlâhî tecellîlere merkezlik görevi yapan ve bütün kemâlâtı şahsında toplayan kutubdur. Gavslık, kutubluk derecesinden sonra gelen yüce bir makamdır.[80] Devrin en büyük gavsi, kutbu'l-a’zamdn. Bunun duâsı kesinlikle reddolunmaz. Sıkıntısı olanların kendisine ilticâ ettikleri için gavs denmiştir. Yüce Allah ona ledün ve gayb ilminden çok büyük bir pay vermiştir. Gavs-ı a’zam, -ulvî ve süflî- her varlığa feyiz verir. Dört büyük meleğin özelliklerini bünyelerinde barındırırlar. İnsanlann Kabe’yi tavâf etmeleri gibi, kutbu’l-aktâb’ın kalbi de dâimâ Cenâb-ı Hakk’m tecellîsini tavâf eder. Onlar, halka yaptıklan hizmetlerde Hak ile berâberdirler. Oysa halka göre, vücutlan ile dünyânın herhangi bir köşesinde bulunurlar. Her asırda en mübârek ve en mükemmel insan, o zamanın Antiudur. Onun etrâfmdaki rical (evliya) ise yeryüzünün yine en mübârek ve en mükemmel insanları sayılırlar.[81] [82]

İmâm-ı Rabbânî, (V. 1624) evliyâdan kemâle ermiş zevâtın, imâmet ve hilâfet makamlarının yerine zıllî olarak geçecek irşad kutubluğu ve kutb-i medar166 makamlarına sâhip olabileceklerini söyler.[83] Onun aktardığına göre Muhyiddin ibn Arabî, buradaki kutb-i medarın, gavsiyet makamındaki kimseleri ifade ettiğini söylemiştir. Zîrâ ona göre gavslik, kutubluk makamından ayn ve tek başına olan bir mertebe değildir. İmâm-ı Rabbânî"ye göre ise gavs, kutb-i medardan farklıdır. Şöyle ki: Gavs, yapacağı işlerde kutb-i medara yardımcı olur; yâni kutb-i medar, bâzı işlerinde ondan yardım ister. Gavs, ebdâl makamına tâyin edilecek kimselerin belirlenmesinde etkin bir rol üstlenir. Şu durumda yardımcılan da dikkate alınırsa, kutub için kutbu’l-aktâb adı da kullanılabilir.[84] Demek ki İbn Arabî kutub ile gavs arasında belirgin bir ayrıma gitmezken İmâm-ı Rabbânî, bu iki kavramı birbirinden ayırarak ricâlü ’l-gayb arasındaki hiyerarşide gavsı kutb-i medârdan daha aşağıda bir mevkîye yerleştirmektedir.

Yiğitbaşı Velî’ye göre gavs her zamanda tek olur ve biri zâhire, biri de bâtına hükmeden olmak üzere iki türlüdür. Ancak Hz. Resûlullâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  ve dört büyük halîfenin hükmü hem zâhire ve hem de bâtına geçerdi. Onlardan sonra gelen silsile-i meşâyihten Hasan-ı Basrî, Habîb-i Acemî, Selmân-ı Fârisî ve Bâyezîd-i Bistâmî gibi evliyânın zâhire değil, yalnızca bâtına hükümleri geçerdi.[85]

İMÂMÂN:

 İki önder demektir. Bunlardan birincisi kutbun sağında bulunup melekûtu, İkincisi de solunda bulunup mülkü gözetir. Bunlardan İkincisinin derecesi ve makamı birincisinden daha yücedir. Kutbun ölümünden sonra onun yerine geçecek şahıs da bu İkincisidir.[86]

İbn Arabi’ye göre “kutubdan sonra iki imam (imâmân) vardır ki, birisi kutbun sağında olup, nazarı âlem-i mülkün bâtını olan âlem-i melekûtadır.ve âlem-i mülk, taayyünât-ı esmâiyyeden ibâret olup, efâl-i ilâhiyyenin tecellî-gâhıdır. Esmânın bâtını ise sıfattır. Binâenaleyh, âlem-i melekût, âlem-i sıfâttır. Ve bu imam, “Rabbü’n-nâs” makamında kâim olup ism-i mânevisi Abdürrab’dir. Ve imâmın diğeri, kutbun solundadır. Nazarı, ale-i mülkedir. Onun için “Meliki’n-nâs” makamında kâim olmuştur. Ve ism-i mânevisi Abdülmelik’tir. Ve bu imam, mertebede Abdürrab’den efdaldir. Âlem-i mülkte âlem-i melekût mündemicdir. Ve “İlâhi’n-nâs” makâmmda kâim olan kutub ise cemî’-i merâtibi hâiz olduğundan, cümleden efdaldir. İmdi, ferdiyyet-i selâsiyye tasamıf-i âlem emrindeki müessirlerde dahi sabit oldu ki, onlar kutub ile iki imâmın vücûdudur. Ve onların nisbetleri zât, sıfât ve esmâyadır. Ve bu ferdiyyet-i selâsiyyeye mukâbil müteessirâtta da ferdiyyet-i selâsiyye sâbittir ki, onlar da mertebe-i ervâh, mertebe-i melekût, mertebe-i mülktür.”[87] [88]

Yiğitbaşı Velî’ye göre de imâmân her zaman iki olur. Birinin adı Abdürrab ve diğerininki Abdülmelik’tir. Ve kutbun adı Abdullah’tır. Nitekim buna işâretle Allâhü Teâlâ: "Ve o Allâh’ın kulu (Abdullâh) kalkınca... ”[89] buyurmuştur. Yâni Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  ve bu iki imamdan birinin nazarı âlem­i melekûta ve birininki de âlem-i mülkedir.473 Bu iki imam kutbun vezirleridir ve o vefat edince kutbun solundaki Abdülmelik onun yerine geçer.[90]

EVTÂD:

Doğu, batı, kuzey ve güney olmak üzere dört yönde bulunan ve bu yönlerde koruyuculuk yapan dört ermiş kişidir ki, bu yönlerin muhâfazası husûsunda bunlara Cenâb-ı Hak nazar ve kudretini tecellî buyurur.[91] Sehl b. Abdullah et- Tüsterî’ye hal ilminm ne olduğu sorulduğunda; bu ilmin, tedbîri terketmek olduğunu ve bu sıfatı kendisinde bulunduranın ev/ârfdan olacağını[92] söylemiştir. İmâm-ı Gazzâlî de Kâbe-i muazzamayı her sabah bir evfârfın tavaf etmekte olduğunu ve bunun sona ermesi hâlinde Alenin yerden ref olunmasına sebep olacağım haber vermektedir.[93] el-Hucvirî ise evtâd denilen velîlerin âlemi her gece dolaşmalarının gerektiğini söyler. Eğer gözlerinin değmediği ve görmediği bir yer kalır ve burada da herhangi bir aksaklık ortaya çıkarsa, o zaman himmetine mazhar olabilmek için kutba, başvururlar. Kutbun bereketiyle Allâhü Teâlâ bu aksaklığı ortadan kaldınncaya kadar ona müracaatlarına devam ederler.[94]

Mülk âlemini bir çadıra veya bir eve, evlâdı da o çadırı dört bir tarafından destekleyerek ayakta tutan direklere veya sütunlara benzeten İbn Arabî, evlâdın, insanların güzel ve yüce ahlâklarını sembolize ettiğini, onlann her birinin insanların mülkünde söz sâhibi ve idâre edici bir konumda bulunduklarını söylemektedir.[95]

Yiğitbaşı Velî’ye göre de her zaman dört olup bundan fazla ya da az sayıda olmayan evfârfdan biri batı, biri doğu, biri kuzey ve biri de güney tarafta tasarrufta bulunurlar. Bu yönlerin taksimi, merkez noktası Kabe kabul edilerek başlar. Cenâb-ı Hak bunları Kur’ân-ı Kerîm’de “cibâl (dağ)” olarak zikreder: "Biz yeryüzünü bir beşik ve dağları (cibâl) da birer kazık (evtâd) olarak yaratmadık mı?[96] Nasıl ki dağlar yerin çivileri konumunda ise bu evtâd da âlemin çivileri mesâbesindedir. Yeryüzü dağlarla sâkin durduğu gibi âlem de bunlarla sâkin olur. “Veted” lügatte “mıh (çivi)” demektir; “evtâd” bunun çoğuludur. Allâhü Teâlâ, Kur’ân’m başka bir yerinde bunlara İblîs’in ağzından çıkan şu sözlerle işâret eder: "Sonra (onların) önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım...[97] Yâni İblîs, Âdem’i saptırmak için bu dört taraftan yol bulur. İşte evtâd bu dört yönü koruma altına alırlarsa İblîs buna yol bulamaz. Evtâd nâdiren hâtûn evliyâdan olmakla birlikte genellikle erkeklerden olur. Bunların adlan: Abdülhay, Abdülalîm, Abdülkâdir ve Abdülmürîd’dir.[98] îbn Arabî, kına ticâreti yapan îbn Ca’dûn adlı ev/ârfdan bir zâta Fas'ta rastladığım söylemektedir.[99] Yine o, kendi zamanında yaşamış ve 599 (1202-03 M.) yılında vefât etmiş olan Ebû Ali el-Havâriyye adındaki şahsın, er-Rebî’ b. Mahmûd el-Mardinî el-Hattâb’m yerine evtâd olarak geçtiğini haber vermektedir.[100]

EBDÂL:

el-Hakîm et-Tirmizî (V. 898) şu iki mânâ dolayısıyla ebdâte bu adın verildiğini bildirir: Birincisi, ricâlü T-gaybden biri öldüğünde Allah bir başkasını onun yerine “bedel” kılar; İkincisi ise onlar kötü ahlâk, amel ve inançlarım terkedip iyilerle değiştiren kimselerdir.[101]

Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî (V. 1893), büdelânm. (ebdâl) yedi kişiden müteşekkil olduğunu ve bunlann mânâ âleminin önderleri sayıldığım bildirmektedir. Kalbleri Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) kalbine bağlı olan bu kişilerden biri, herhangi bir yerde bulunmadığı zaman içlerinden bir başkası onun yerine geçip vekillik yapar. Bulunduğu yerde sâdece sûreti bulunup ruhu ise başka yerde olan bu kişilerin bu durumlarını kendilerinden başka hiç kimse bilmez.[102]

Seriyyü’s-Sekatî (V. 870), ebdâl'm dört özelliğini sayar: Vera’ husûsunda tam bir titizlik, sağlam irâde, iç dünyâyı ahlâkî sorunlardan arındırmak ve ahlâkî konularda samimî olup ilkeli davranmak.[103] Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (V. 896) de ricâlullahtan bâzılarma; mutmainliğe ulaşan nefslerinin kalbe tesir eden yönünün nurlanması neticesinde ahlâklarım güzelleştirmeye ve kötü sıfatlarım iyiye doğru “tebdîl” etmeye başlamaları sebebiyle ebdâl denildiği[104] yorumunu yapmaktadır.

Cüneyd-i Bağdâdî (V. 909) büdelââan otuz ermiş kişinin kendisine; “halkı Yüce Allah’a dâvet etme ehliyetine sahipsin” diye işarette bulunmadıkça, nasihat etme faâliyetine girişmediğini488 [105] söylemektedir. İmâm-ı Gazzâlî de Kâbe-i muazzamayı her akşam bir ebdâlin tavâf etmekte olduğunu ve bunun sona ermesi hâlinde ÂTâöenin yerden ref olunmasına sebep olacağım haber vermektedir.[106]

İbn Arabi’ye göre ise Allah yedi iklimi yedi ebdâl aracılığıyla korur. Yedi semânın rûhâniyeti bunlara bağlıdır ve her ebdâl gücünü, her biri yedi semânın birinde bulunan peygamberlerden alır ki bunlar İbrâhim (aleyhisselâm), Mûsâ (aleyhisselâm), Hârûn (aleyhisselâm), İdrîs (aleyhisselâm), Yûsuf (aleyhisselâm), Isâ (aleyhisselâm) ve Adem’dir (aleyhisselâm). Ayrıca Yahyâ (aleyhisselâm) da îsâ (aleyhisselâm) ile Hârûn (aleyhisselâm) arasında elçilik yaparak bu peygamberlerden aldığı mânevi hakikatleri yedi ebdâlin kalbine indirir.[107] Burada İbn Arabî, haftanın yedi gününde olacak olayların yedi iklim ve yedi peygamber vâsıtasıyla abdalların tasarrufuna verildiğini söyleyerek bunlara birtakım metafizik nitelikler ve güçler tanımaktadır.

İbn Arabi’nin Tedbîrât-ı İlâhiyye isimli eserini tercüme ve şerheden Ahmed Avni Konuk (V. 1938), onun konuyla ilgili şu görüşlerine yer verir: “Hak Sübhânehû ve Teâlâ yeryüzünü yedi iklim yapmıştır. Ve has kullarından yedi kişiyi intihâb etmiştir. Ve onların adım ebdâl koymuştur. Ve her iklimin vücûdunu o yedi kimseden biri ile hıfzeyler. Ben Mekke-i Mükerreme hareminde onlar ile cem’ oldum. Ve onlara selâm verdim ve onlar bana selâm verdiler; ve onlar ile mükâleme ettim.”[108] [109]

Tamâmen Muhyiddîn ibn Arabi’nin bu konudaki görüşlerinden etkilendiği görülen Yiğitbaşı Velî’nin verdiği bilgilere göre de ebdâl yediden fazla veya az olmayıp, Allâhü Teâlâ bunlara yedi iklimin^ tasarrufunu vermiştir: Birincisi Hz. İbrâhim (aleyhisselâm) kademindedir ve birinci iklimin mutasarrıfıdır. İkincisi Hz. Mûsâ (aleyhisselâm) kademindedir ve ikinci iklime tasarruf eder. Üçüncüsü Hz. Hânın (aleyhisselâm) kademindedir ve üçüncü iklime tasarruf eder. Dördüncüsü Hz. İdrîs (aleyhisselâm) kademindedir ve dördüncü iklime tasarruf eder. Beşincisi Hz. Yûsuf (aleyhisselâm) kademindedir ve beşinci iklime tasarruf eder. Altıncısı Hz. îsâ (aleyhisselâm) kademindedir ve altıncı iklîme tasarruf eder. Yedincisi Hz. Âdem (aleyhisselâm) kademindedir ve yedinci iklime tasarruf eder. Bunlar yedi yıldızda (kevâkib-i seb’a) bulunan havâssa ve esrâra vâkıftırlar; her birine bir yıldız musahhar kılınmıştır. Bunların dördünün adı evtâd isimlerine uygun olup üçününki farklıdır. Bunlar: Abdülhay, Abdülalîm, Abdülkadir, Abdülmürîd, Abdüşşekûr, Abdüssemî’ ve Abdülbasîr’dir.494 Bu kimselere ebdâl denmesinin sebebi şudur: Bunlardan biri herhangi bir iş görmek için bir yere gidecek olsa, kendi sûretinde bir şahsı yerine “bedel” koyup öyle gider ve hiç kimse o kişiyi ondan ayırt edemez. Şeyh Şihâbüddin es-Sühreverdî ebdâlten idi.495 İbn Arabî, Mekke ’de çok güzel bir semtte ebdâl ile karşılaştığını bildirir. Yine o, bu zümreden olan Mûsâ es-Sedderânî’ye 586 (1190 M.) yılında İşbîliyye ’de rastladığım haber vermektedir.496

EVRA:

Bu, sürekli hayatta olan bir kimsedir. Hak Teâlâ ona tüm yaratılmışların kuvveti kadar ve belki de daha fazla güç vermiştir. Cihad ânında o bütün askerlerin önünde gider ve düşmanla ilk önce o savaşa başlar.497

BÜDELÂ:

Her zaman dört498 (veya on iki)499 kişi olup, bunlar ebdâlten. farklıdırlar. Yeryüzünde kimse tarafından bilinemeyen bu kişileri ancak gök ehli bilebilir. Ne zaman ki bunlardan biri, diğerlerini bulamasa; hemen onlann yerini ahr ve hepsinin işlerini görür. Böyle olunca da her biri geri kalanının aynı olduğundan bunlara büdelâ denmiştir. Allâhü Teâlâ, bütün âlemin kemâlâtını bir şahısta toplayabileceğinden, bu, Cenâb-ı Hakk’ın kudreti dışında değildir.500 îbn Arabi’nin bildirdiğine göre bunlar sayıca nüAahâya benzemekle birlikte yaptıkları işler bakımından insanlara sanki ebdâl imiş gibi gelir. Kur’an’da bu kimselerle ilgili  olarak “...O sanki odur (tıpkı onun gibidir)...[110] buyurulur. Yâni sanki onun arşıdır ve o odur; ona ancak nefsi ve aynı bakımından benzer.[111]

RUKABÂ:

 Her zaman sekiz olurlar; az ya da çok olmazlar. Dünyânın sekiz köşesinde bulunup Allâh’m emriyle korurlar. Hâtûn kimselerden de olabilirler ve âlemin her türlü hallerini bilirler.[112]

NÜKABÂ:

İnsanlann içinden ve kalbinden geçenleri bilen, gizlilik dünyâsının mânevi erleri olarak dâimâ hazır bulunan kimselerdir.[113] Nükabâ başlıca üç gruba aynlır. Bunlar; birtakım yüce hakikatlere vâkıf olan ulvî şahıslar; mahlûkât katındaki süfli şahıslar ve birtakım insânî hakikatleri bilen orta dereceli (vasati) şahıslardır. Bu üç gruptan her birinde, Cenâb-ı Hakk’m gizli emânetleri ve İlâhî sırlar bulunmaktadır. Bunlann sayılan üç yüzdür.[114]

Yiğitbaşı Velî’ye göre nükabâ, her zaman on iki olur; fazla olmaz. Cenâb-ı Hak, on iki burcun esrâr ve ahvâlini bunlara musahhar kılmıştır; burçların ne kadar tesirleri varsa sâbit olan o burçlara intikal ettiğini tamâmen bilirler ki bâzen astronomi (ilm-i hey’et) bilginleri, sâbit yıldızlann (kendi burçlanndaki hareketlerinin) sımnı bilmekte âciz kalmaktadırlar.[115] Aynı zamanda Allâhü Teâlâ bunlara kalblerde olan bütün gizli sırlan ve halleri bildirmiştir. Hattâ o kadar ilimleri vardır ki; yeryüzüne ayak basan her kişinin saîd mi yoksa şakî mi olduğunu bilirler.[116] Zîrâ Allah, onlara, herhangi bir kişiyi gördüklerinde onun yüzündeki saâdet veya şakâvet izini kolaylıkla tanıyabilme ilmini vermiştir. Ayrıca bu kimseler, nefsin tüm hile ve oyunlanm bilirler ve şeytan da onlar tarafından kolaylıkla tanınabilir.[117]

NÜCEBÂ:

Son derece şefkatli ve yaratılıştan merhametli olduklarından, taşıyamadıklan yükümlülükler konusunda halka yardımcı olan nücebâ, insanların işlerini ve durumlarını düzeltmekle görevli bulunan ermiş kimselerdir. Tüm mahlûkâtm yüklerini taşır ve sıkıntılarını gidermeye çalışırlar. Cenâb-ı Hak’tan başkasına bakmazlar. Bunların kırk veya yetmiş kişi oldukları söylenir.[118] [119] Ancak Yiğitbaşı Velî’ye göre nücebâ, her zaman sekiz[120] kişidir; fazla ve az olmazlar. Cenâb-ı Hak, kabir ehlinin bütün hallerini bunlara bildirmiştir.[121] Bunlara bâzen öyle bir hal galebe çalar ki altlarında ve üstlerinde kimlerin olduğunu dahi bilemezler. Bunlar sekiz tür ilme sâhiptirler ki sekizincisi idrak bilgisidir. Nücebâ, kürsî makamında olup yıldızların seyirleri hakkında yüksek ilimleri vardır.[122]

ÜMENÂ;

Melâmîler tâifesinden olup, bunlar içlerindeki kemâlâtı dışa vurmazlar. Hepsi de fütüvvet ehli kimselerdir; dünyâ ve dünyâlığı sevmezler. Melâmîlik,5'[123] doğruluk ve cömertlikle olur. Onlar, hallerine ve amellerine hiç kimsenin vâkıf olmasını istemezler; hazîne gibi hep gizli kalmak isterler.[124] [125] Melâmîler, üzerlerindeki rütbeyi açığa vurmadan talebelerine fütüvveti devrederler.313 İçlerine tevdî edilen İlâhî sırlan ve hakikatleri, ehlinden başkasına ifşâ etmediklerinden dolayı bunlara ümenâ ismi verilmiştir.[126]

Yiğitbaşı Velî’ye göre ümenâ, her zaman üç[127] (veya on)[128] kişi olurlar. Hz. Mîkâil kalbi Üzere olup Hz. Cebrail, Hz. İsrafil, Hz. Mîkâil ve Hz. Azrail’in ilimleri kadar ilimleri vardır. Dâimâ mütebessim, yumuşak ve şefkatli olurlar. Şeyh Necmüddîn-İ Kiibrâ ve Bâyezîd-i Bistâmî bunlardan idiler/19

SULEHA:

Bunlar her zaman beş olurlar; fazla olmazlar. Cebrail (aleyhisselâm) kalbi üzere olup ilimleri, makamları ve mertebeleri ondan fazla olmaz. Haşr oldukları zaman bile Hz. Cebrail (aleyhisselâm) ile haşr olurlar.[129] [130] İsmâil Hakkı Bursevî, ruhların hükümdün olan Cebrâil’in nefesinden ve ilminin feyzinden kalbler nasıl hayat buluyorsa, tarîkat ehlinin hükümdarlan olan bu beş kişinin nefes ve ilim feyzinden de gönüllerin hayâta kavuşacağını söyler.[131]

AHYÂR:

Bunların sayısının yedi veya üç yüz olduğu rivâyet edilir.[132] İbn Arabî ise ahyânn sayısının tesbit edilemeyeceğini söyler. Ona göre ahyânn sayısı değişse bile yeryüzündeki varlıkları sürer. Ne var ki İbn Arabî, başka bir yerde de bunların sayısının kırk olduğunu söyler.[133] İbn Arabî, ahyâr ile ilgili görüşlerine Kur’ân-ı Kerîm’in Sâd sûresindeki şu âyeti delil gösterir:[134] [135] “Onlar bizim katımızda seçkinlerden, hayırlılar (el-ahyâr)dandır. ”î2i

Yiğitbaşı Velî’ye göre ise ahyâr, her zaman dokuz[136] (veya kırk)[137] kişi olur. Nuh Peygamber kalbi üzere olup ümmet-i Muhammed’dendir. Makamları gayret makamıdır; dîne aykırı olan her şeye incinirler.[138] Nitekim Nuh sûresinde Allâhü Teâlâ bunlara işaretle: “Rabbim! Beni, anamı-babamı, inanarak evime gireni, inanan erkek ve kadınları bağışla; zâlimlerin de sâdece helakini arttır![139] buyurur.[140]

RECEBİYYÛN:

Her zaman kırk kişi olup Hak Teâlâ’nın azametinde müstağrak olup kalmış haldedirler. Kur’ân-ı Kerîm’de “Kuşkusuz biz, senin üzerine ağır bir söz bırakacağız”530 [141] [142] âyetinde istiğrâk hâline atıfta bulunan “kavl-i sakil (ağır söz)” tâbiriyle bunlara işâret edilmektedir. Bu kimselere recebiyyûn denmesinin sebebi, bunların yukanda sözü edilen istiğrâk hallerinin Receb ayında vâki olmasıdır. Bunlan ancak ehl-i tarîkten er kimseler bilebilirler; ama onlar birbirlerini bilirler. Bâzısı doğuda, bâzısı batıda, bâzısı değişik yerlerde, bâzısı da bütün şehirlere dağılmış vaziyette bulunurlar, istiğrâk hâli bu kimselere Receb ayının ilk günü gelirse bunlar ateşli bir humma hastalığına yakalanmış gibi yataklara düşerler; üzerlerine büyük bir ağırlık çöktüğünden hiç hareket edecek mecalleri kalmaz; ne yerlerinde rahatça durabilirler, ne oturabilirler, ne el ve ayaklarım kımıldatabilirler ve ne de gözlerini açabilirler; öylece bulunduklan yere dayanıp kalırlar. İkinci gün bu durum bir parça hafifler; üçüncü gün daha da hafifler. Üç günden sonra artık konuşmaya başlayabilirler. Receb ayı sona erince artık onlar bütün mugayyebâta muttali olmuş olurlar. Şaban ayı gelince de bağdan boşanmış gibi işlerine güçlerine dönerler; tacir olan ticâretiyle, sanatkâr olan da sanatıyla meşgul olur.332

İbn Arabî, recebiyyûnun Yemen, Şam ve Diyarbakır gibi çeşitli beldelere dağılmış vaziyette bulunduklarını ve bunlardan biriyle Diyarbakır’ın Düneysir kasabasında karşılaştığını, çok arzulamasına rağmen recebiyyûnten başka birine ondan sonra rastlayamadığını bildirmektedir. Onun anlattığına göre Düneysir ’de karşılaştığı bu zat, Şia'dan Râfizî olan kimseleri, kalabalık içinde bulunsalar bile, domuz sürerinde görerek kolaylıkta tanıyabilmekteydi. Hattâ Râfizî olduğu halde aslâ bilinmeyecek biçimde bunu gizleyen bir kimseyi bile domuz şeklinde görerek onun iç yüzünü rahatlıkla bilir ve “Sen Şiî-Râfizî’sin. Hemen Allah ’a tevbe et!” diye seslenir ve o adam da hayretler içerisinde kalırdı. Eğer o kişi tevbe eder ve tevbesinde samîmi olursa artık onu insan sürerinde görmeye başlar; yok eğer yalan yere tevbe etmişse onu tekrar domuz şeklinde görür ve “Yalan söylüyorsun. Gerçekten tevbe etmedin ” diye tekrar uyarırdı. Bu açıdan kesinlikle yanılmaz ve aldanmazdı. İşte recebiyyûnun en önemli özelliği, sünnî olmayanları domuz sûretinde görerek hemen teşhis edebilmeleridir.[143]

HAVÂRİYYÛN:

Altı kişi olup[144] dîne yardım etmekte kılıç gibidirler; savaşta yardım edip kılıç kullanırlar. Savaşçı kimseler olduklarından, kimse karşılarında fazla kılıç sallayamaz. Bu makam, Hz. Resûlullâh’tan (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  sonra Zübeyir b. Avvâm’a müyesser olmuştur. Nice savaşçılar dîne yardımda bulunmuşlardır; ancak Zübeyir hepsinden daha faydalı olmuştur. Zîra Cenâb-ı Hak ona havâriyyûn mertebesini vermişti.[145] Bunlar hem en önde kahramanca çarpışarak kılıç ile cihâdı, hem de ilim ve örnek hayat tarzlarıyla dînen hüccet oluşu bünyelerinde toplamışlardır. Makamları; tıpkı peygamberlerin mûcizeleri gibi, dîni sağlam ve meşrû bir şekilde temsil etme bakımından hüccet oluşta âdetâ meydan okumaktır (tehaddî). Hz. Peygamberden (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  sonra, onun iddiâlanmn doğruluğunu ortaya koyan delil ancak onun /zavârîsidir.[146] [147] [148]

İLÂHİYYÛN (RAHMÂNİYYÛN):

Her zaman üç kişi olurlar. Ebdâl olmadıkları halde bâzı halleri onlara benzer. Bunlara vahy-i İlâhî olur; sürekli hâtiften bir tür ses işitirler. Bu kimselerle ilgili olarak Şeyh Muhyiddin ibn Arabî şunları söylemektedir: “O sesi onlar işitirler, mânâlarını bilirler veya vâsıtası? olarak anlarlar; bana mâlum olmadı. Hallerinin nice olduğunu ancak Allah bilir. Ben birisine bu kimseler hakkında sordum; cevap vermedi. Hak katında dahi hallerinin nice olduğunu bir türlü bilemedim. ”i31 İbn Arabî, "Onların beyt(ullah) yanındaki namazları da ıslık çalmaktan... ibârettir”53* meâlindeki âyetin, devamlı olarak duydukları şıngırtıya benzer bir sesle İlâhî hitâba muhâtap olan bu kimseleri târif ettiğini söyler.[149]

MÜSLİMÛN:

Her zaman dokuz kişi olup, velilik izhâr ederler ve sürekli onun üzere kâim olurlar; tayy-i mekân ve tayy-i zaman ederler. Ebû’n-Necîb es- Sühreverdî, Aynü’l-Kudât Hemedânî ve Behlül Dânâ bunlardandı.[150]

MUSTAFÛN (MUCTEBUN):

Bunlar üç yüz kişiden müteşekkil olup bundan fazla ya da az olmazlar. Hz. Adem (aleyhisselâm) kalbi üzere olup kemâlâtlan ve kalplerine gelen ilim, Hz. Âdem’inki (aleyhisselâm) gibidir. İbn Arabi’nin bildirdiğine göre bu üç yüz kişi ona mâlum olmuştur. Onlann duâlan şöyledir: "Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik; eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz.[151]' Bu âyet-i kerîmeyi çok severler. Bu âyeti sürekli okuyan kimseyi de severler.[152] Maârif-i ilâhiyye, önce melekler ve peygamberler vâsıtasıyla bu kimselerin kalbine gelir; sonra da onlar aracılığıyla diğer iyi insanların kalplerine iner. Bu üç yüz kişiden her biri, üç yüz İlâhî ahlâkı üzerlerinde taşırlar ve insanlardan biri bu ahlâklardan herhangi biriyle ahlâklanırsa o kişi saâdete erer.[153]

ON RİCÂLÜ’L-GAYB:

Bu gayb erenleri her zamanda on kişi olurlar. Huşû ve hudû ehli olup yeryüzünde aheste aheste yürürler; âhesıe aheste ve yumuşak (fısıltı şeklinde)[154] konuşurlar. Dâima Cenâb-ı Hak ile münâcât ve müşâhede hâlinde bulunurlar; O’ndan başkasını bilmezler. Şu âyet onlann hallerine çok uygundur: "Rahman ’ın kulları öyle kimselerdir ki yeryüzünde mütevâzi olarak yürürler, câhiller kendilerine lâf atarlarsa "selâm" derler.”[155] Bunlar gayet haya ehli olurlar; birisi kötü bir söz söylese vücudlanna bir titreme gelir ve kendi hallerinde bir gerileme olacağını düşünürler. Bâzı kimseler, cinlerin sâlih olanlanna; bâzılan da ilmin ve nzkın gaybden kendilerine ulaştığım bilen kimselere ricâlü’l-gayb derler.[156]

RİCÂLÜ KUVVETİ’L-İLÂHİYYE (RİCÂLÜ’L-KAHR):

On bir[157] (veya sekiz)[158] kişidirler. Allâhü Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de onlann hâlini şöyle izah eder: “...kâfirlere karşı çok şiddetlidirler (katıdırlar)...”*[159] Bunlann esmâullâhtan zikirleri “Zü ’l-Kuvveti ’l-Metîn ”dir. Hak Teâlâ onlara o kadar büyük kuvvet vermiştir ki ne isterlerse yapabilirler. İnsanlann nefslerine nasıl isterlerse o şekilde himmet ederler. Şeyh Muhyiddin ibn Arabî: “Fas şehrinde bir kimse vardı; adına Ebû Ali ed-Dekkâk derlerdi. O bu tâifedendi ve bâzı meşâyih dahi bu tâifedendir” derdi.[160] Aynca bu sekiz kişinin önünde olan beş kişi daha vardır ki gönüllerinde daha fazla yumuşaklık vardır. Bunlar da o sekiz kişi kadar kuvvetlidirler ve gönüllerinde yumuşaklık hâsıl olur; bâzen nfk ile muâmelede bulunurlar.[161] İbn Arabi’ye göre ise bu sekiz kişinin ilk beşi şiddetle, son üçü de yumuşaklıkla muâmelede bulunan kimselerdir. Bunlann makamı peygamberlerden bir basamak aşağıdadır ki Cenâb-ı Hak bunlar hakkında: “Ona yumuşak söz söyleyiniz”[162] [163] ve “Allâh’m rahmeti sebebiyledir ki sen onlara yumuşak davrandın...55î buyurmuştur. İbn Arabî, bu tür kimselerle karşılaştığım ve onlardan istifâde ettiğini bildirmektedir.[164]

RİCÂLÜ’L-FETH:

Yirmi dört kişidirler. Ehlullâhın gönlüne ne fetholunursa hep onlann vâsıtasıyla fetholunur. Ne kadar marifet ve esrâr varsa hep onlann himmetleriyle fetholunur. Bunlar yeryüzüne dağılmış durumdadırlar; ikisi bir arada bulunmazlar. Ancak ikisi doğuda, ikisi batıda, ikisi kuzeyde ve İkisi de güneyde bulunurlar; diğerleri dört bir tarafta kendi yerlerinde dururlar.[165] İbn Arabi’nin bildirdiğine göre; “Allah insanlara bir rahmet açtı mı onu tutan olamaz; onun (Allâh in) tuttuğunu da ondan (Allah ’tan) sonra salacak yoktur. O üstündür; hüküm ve hikmet sahibidir”5* ve “Allah yedi göğü tabaka tabaka yarattı[166] [167] âyetleri ricâlü’l-fethe işâret etmektedir.[168]

RİCÂLÜ MAÂRICİ’L-ULÂ:

Bunlar yedi[169] (veya dokuz)[170] kişi olup, her nefeste Allâhü Teâlâ'ya miraçları vardır ve her miraçta ayn bir ilim tahsil ederler. Bâzılan bunlann ebdâlten olduklannı düşünmüşlerdir.[171] Enfüsî âlemin en yüce şahsiyetlerinden olduğunu söyleyerek "...ve siz üstünsünüz ve Allah sizinle berâberdir...[172] âyet-i kerîmesini onlara işâret olarak değerlendiren İbn Arabî, bu zümreden olan ricâlullâh ile karşılaştığını ve onların hallerine muttali olduğunu belirtmektedir.[173]

RİCÂLÜ TAHTE’S-SÜFLÂ (RİCÂLÜ TAHTE’S-SERÂ):

Bunlar beş[174] (veya on bir)[175] kişi olup gıdâlan ve hayat kaynaklan nefes-i Rahmân’dır.[176] “...Sonra onları aşağıların aşağısına (esfele sâfilîn) gönderdik...[177] âyetini onlara işâret sayan İbn Arabî, buradaki ‘esfele sâfılîn’den kastedilenin tabiat âlemi olduğunu ve Allâhü Teâlâ’mn bu kişileri o tabiat âlemini hayatta tutmaları için gönderdiğini söylemektedir. Zîrâ aslında tabiat âlemi ölüdür; Allah, bu kişilere bahşettiği nefes-i Rahmân ile o âlemi diri tutmaktadır ve böylece kâinatta hayat akıp gitmektedir. Şu halde Allâh’ın dışındaki her şey (mâ-sivallâh) canlılık ile ölüm arasında olup “vücûd olarak diri,” fakat “hükmen ölüdür.” Cenâb-ı Hak: “İnsan önceden hiçbir şey değilken kendini nasıl yarattığımızı düşünmüyor mu? ’’[178] buyururken buna işâret etmektedir. Zîrâ Allâhü Teâlâ insanın “şey’iyyet”i[179] konusunda ondan, olduğu gibi kendisiyle berâber olmasını istiyor; oysa o bu “şey’iyyet” değildir. Bu yüzden insan “vücûden diri, hükmen ölü”dür.[180]

RİCÂLÜ’L-GANÎ BİLLÂH:

İki kişi olup, Hak Teâlâ gınâ (zenginlik) makamını onlarla muhâfaza eder. Bu iki kişiden biri Hakk’a izâfe edilmiştir ki o en yücedir; öbürü nefse izâfe edilmiştir ki o da en aşağıdır. Yâni biri şehâdet âlemine medet verir ve orada ne kadar gmâ varsa onun sebebiyle olur; diğeri de melekût âlemine medet verir ve orada da ne kadar gınâ varsa onun sebebiyle olur. Bu kimseye de âlem-i ulvîden beşer olmayan biri medet verir ki bunu da sayarsanız ricâlü’l-ganî üç olur. Ancak yalnızca beşerden olanları sayarsanız iki olur. Ricâlü’l-ganî hâtûn kişiden de olabilir.[181] “...Allah âlemlerden zengindir (ganî)... ” mealindeki âyetlerin[182] bunlara işâret ettiğini belirten İbn Arabî, bu üç kişiyi tanıma hususunda kendisine az da olsa bir bilgi verildiğini ifâde etmektedir.[183]

RİCÂLÜ’L-AYN:

Bunlar her zaman üç[184] kişi olup makamlarına sakîiu’r- refref denir. Şanları ve halleri yüce kimselerdir. Muameleleri dâima Allâhü Teâlâ iledir; kendi nefsleriyle meşgul olurlar; nazarları oldukça etkilidir. Şeyh Muhyiddin ibn Arabî, bu kimse ile ilgili olarak der ki: “Konya’da gördüm; taaccüb vâki olduğundan gayet münkiru ’l-hal ve zelil idi. Ama o kadar maâr haddi yoktur ve gayet ehl-i hayâdır. ”[185]

RİCÂLÜ’L-CENÂN (ATF-I İLÂHÎ):

On beş kişi olup işleri halka şefkat ve merhamet edip hepsine aynı nazarla bakmaktır. Mü’min olsun, kâfir olsun, Allâhü Teâlâ onları yarattığında bir nazar üzere görürler. Hak Teâlâ bu kimselere aslâ velâyet-i zâhire vermez. Zîra velâyet-i zâhire için bâzı haller gereklidir; ne fazlaca gazap, kahır ve güç gerekir ve ne de fazlaca yumuşaklık, şefkat ve merhamet gereklidir.[186] İbn Arabî, Allâhü Teâlâ’nın haklarında: "...ve rahmetim her şeyi kaplamıştır..[187] buyurduğu bu kimselerle berâber bulunduğunu bildirmektedir.[188]

RİCÂLÜ EYYÂMİ’S-SİTTE:

Altı kişi olup, Allâhü Teâlâ Âdem’i (aleyhisselâm) yaratırken altı yönün (cihât-ı sitte) sultanlığını onlara vermiştir. Hak Teâlâ’dan istimdâd edip halka medet ederler. Ancak katılık ve kahır ile değil, yumuşaklık ve lutuf ile halka faydalan dokunur. Kısacası Hak’tan alıp halka verirler. Bir kısmı erkek ve bir kısmı da hâtûn olabilir. Bunlar halka o kadar yumuşak davranırlar ki görenler onun halka bir faydasının dokunmayacağı gibi halktan yardım talep edecek sanırlar. Bu altı kişiden birinin kahn süreklidir, hiçbir zaman kesintiye uğramaz, makamlan da değişmez ve Cenâb-ı Hak huzûrunda halkın işlerini görürler. Bunlardan biri de melekût âleminde meleklerle berâber bulunur. Bunun makamı değişebilir; her zaman ayrı bir sûret üzere çeşitli haller vâki olur. Birisi de mülk âleminde bulunur. Bunun da makamı ve mertebesi değişir. Şeyh Muhyiddin ibn Arabî bunlardan birine İşbîliyye kentinde rastladığını, onunla sohbet ettiğini, o kişinin zamanın büyüğü olduğunu ve adının da Mûsâ b. İmrân olduğunu bildirir.[189] [190] [191] Yine İbn Arabî der ki: "Ahmed Pestî onlardan biriydi. Yine onlardan birisine mülâki oldum; bana nice bir müddet hizmet eyleyip yiyecek getirdi. Ne zaman ki onun ricâlü eyyâmi’s-sitteden olduğunu anladım, o andan îtibâren bir daha onu göremedim. Önceleri ricâlü eyyâmi’s-sitteden gafildim; sonra çektiğim teşbihlerden öğrendim. Onların tesbîhi: "Andolsun, biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık; bize hiçbir yorgunluk dokunmadı” âyetidir."5*' Yine İbn Arabi’nin verdiği bilgilere göre ricâlü eyyânti’s-sitte, insan vücûdunda bulunan altı yöne etkisi olan kişilerdir. O, bu zümreden olan İbn Harun er-Reşîd es-Sebetî ile Kabe ’yi tavâf ederken 599 (1202-03 M.) senesinde karşılaşmasını da anlatır. Aynca Anadolu ’da (Rûm) Erzinli bir zâta daha rastladığım; o şahsın bu zümreden olduğunu gözünden ve sohbetinden tanıyarak bildiğini; aynı kişiyle Şam ’da, Sivas ’ta, Malatya ’da, Kayseri ’de ve Harran ’da çeşitli zamanlarda karşılaştığını ifâde eder.382

RİCÂL-İ İLÂHİYYE:

Dört kişi olup, evtâda onlar medet ve yardım ederler. Çoğunlukla halleri rûhânîdir, kıbleleri semâvîdir ve yeryüzünde bilinip tanınmazlar. Gök ehli dışında kimse onları bilemez. Bu dört kişiden birini Hak Teâlâ şu sözünde istisnâ eylemiştir: “Sûr ’a üflenmiş, göklerde ve yerde olan (korkudan) bayılmışlar; ancak Allah’ın dilediği sarsılmamıştır...[192] [193] [194] İkincisinin uçsuz bucaksız, sınırsız ilmi vardır ve makamı azizdir. Üçüncünün de sınırsız, çok yüce himmeti vardır. Dördüncünün ise kendisinin hiçbir irâdesi olmaksızın elinden çok işler ortaya çıkar. Bu dört kimsenin yüce mertebeleri gökleri kaplamıştır. Biri Hz. Resûlullâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  kalbi üzere, biri Hz. Şuayb (aleyhisselâm) kalbi üzere, biri Hz. Sâlih (aleyhisselâm) kalbi üzere ve biri de Hz. Hûd kalbi üzeredir. Şeyh Muhyiddin ibn Arabî: “Evliyâda bunlar gibi kimse yoktur. Elhamdülillah, Dımaşk ’ta bunlarla buluştum ve bildim. Ama bir kere daha önceki zamanda Endülüs’te buluşmuş ve o vakit bilmiştim. Sonra Dımaşk’ta buluşunca hâlime çok şükrettim” der.384 İbn Arabi’nin bildirdiğine göre bu dört kişiden birine Azrail, birine Cebrail, birine Mîkâil ve birine de İsrâfil nezâet eder. Bunlardan biri Allah’a amâ’ (ahadiyyet veya vâhidiyyet mertebesinde) iken, biri arşa nisbetle, biri semâya nisbetle ve biri de yeryüzüne nisbetle ibâdette bulunur. Böylece bu dört kişi üzerinde bütün kâinâtın ibâdeti toplanmış olur.[195]

RİCÂLÜ’L-İŞTÎYÂK:

Bunlar beş kişi olup dâima şevk ve ıstırap hâlinde bulunurlar. Müşahedeye nail olan bu kişilerin vasfını bir şâir şöyle beyân eder: “Lestü edrî etale leylî em lâ / Keyfe yedrî bi-zâke men yetekallâ. ” Yâni; gecenin uzun mu ya da kısa mı olduğunu bilmem. Bir kimse Cenâb-ı Hak tarafından istenmiş olsa, gecenin kısa mı uzun mu olduğunu nasıl idrâk edebilsin?[196]

RİCÂLÜ AYNİ’T-TAHKÎM VE’Z-ZEVÂİD:

Her zaman on kişi olurlar; fazla ve az olmazlar. Tasarruf makamında olurlar. Halleri, gaybe yakînen îman etmiş olanların hâlidir; gayb âlemi onlara şehâdet âlemi gibi görünür.[197] İbn Arabt, bu kimselerle ilgili olarak şu âyetleri zikreder:[198]‘Rabbim! İlmimi arttır!’ de!”[199]*9 "...îmanlarına îman katsınlar (îmanlarını arttırsınlar) diye...”[200] "...Bu onların îmanlarını arttırır ve onlar sevinirler. ”[201] "Kullarım, sana benden sorar(lar)sa (söyle): Ben onlara yakınım. Duâ eden, bana duâ ettiği zaman onun duasına karşılık veririm... ”[202]

RİCÂLÜ SALAVÂTİ’L-HAMS:

Beş kişidirler. Bunlann her biri bir farizaya mahsustur. Bunlar, gece olsun, gündüz olsun, hiçbir namazda gevşeklik ve tembellik göstermezler. Bâzen keşf vâki olur ve gerçekte öyle olmadığı halde namaz ona cisim sürelinde görünür ve o da öyle tahayyül eder. Şeyh Muhyiddin ibn Arabî der ki: “Sâlih b. el-Berberî bunlardan idi. Ona kavuşup onunla arkadaşlık ettim ve çok faydalar gördüm. Fas şehrinde de Ebû Abdillâh el-Mehdî bunlardan idi; onunla da arkadaşlık ettim.[203] Yine ona göre: Allâh’m âlemin vücûdunu hıfz ettiği "Namaz, benim gözümün nûru kılındı”[204] hadîsi ve "Namazları ve orta namazı koruyun... ”[205] âyeti onlardan bahseder ki bunlar gece-gündüz namaz kılmaktan geri durmazlar.[206]

HÂTEM:

Her zamanda bir kişi olmakla birlikte, iki türlü velayet bulunduğundan, bu iki velayet türü için de birer hâtem[207]' bulunur.[208] Nitekim bir hâtem vardır ki onunla velâyet-i Muhammediyye hatmolup sona erer ve Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  ümmetinin evliyâsı arasında ondan yüce kimse yoktur.[209] Başka bir hâtem daha vardır ki Hz. Âdem’den kıyamete kadarki velilik mertebeleri olan velâyet-i âmme de onunla sona erer. O da îsâ (aleyhisselâm) olsa gerektir.[210]

İbn Arabi’ye göre de îsâ (aleyhisselâm), mülk devresinin hâtemi olduğu gibi, aynı zamanda hâtemü’l-evliyâdır. Ona göre kıyâmet gününde Hz. îsâ’nın, biri ümmet-i Muhammed ile ve biri de diğer peygamberlerle olmak üzere iki haşri olacaktır.[211] Zîrâ hatm-i nübüvvet zamanla sınırlı olup, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  ile sona erdiği halde hatm-i velayet zaman üstüdür; ezelden ebede kadar sürer. Zîrâ nübüvvet nebinin, velayet ise Allâhü Teâlâ’mn vasfıdır.[212]

Ahmed Avni Konuk’un Fusûs şerhinde kaydedildiğine göre ise dört türlü hâtem vardır: Birincisi hâtetn-i kebîr olup, hulefâ-i râşidînin sonuncusu olması hasebiyle bu, Hz. Ali b. Ebî Tâlib’dir. İkincisi hâtem-i sağîr olup, ahlâken Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  benzemekle birlikte derece olarak onun altında bulunan, âhir zamanda ortaya çıkacak olan ve adı Muhammed olan Mehdî’dir. Üçüncüsü hâtem-i asgar olup, hem sûrî ve hem de manevî tasamıfâta câmi’ olan Muhyiddin ibn Arabi’nin kendisidir.[213] Dördüncüsü ise hâtem-i ekber olup, velâyet-i âmmenin kendisiyle hatmolduğu Hz. İsâ’dır (aleyhisselâm).[214]

Bâzılannın zannettiği gibi İbn Arabî, hâtenıü’l-evliyâtian sonra velînin gelebileceği ihtimâlini reddetmez. Ümmet-i Muhammed’de veya başka bir toplumda, bilgilerim nebilerden verâsetle alan velîler ortaya çıkabilir. Onun reddettiği; hiç kimsenin, doğrudan hakîkat-i Muhammediyyeten ilm-i bâtına ulaşamayacağıdır. Biten velayet, genel anlamdaki velâyet değil; hakîkat-i Muhammediyyeden verâsetle gerçekleşen velayettir. Ondan sonra gelecek velîler, Hz. Muhammed’in vârisleri değil; diğer nebilerin vârisleri veya müslümanlann velîleridir. Bunların elde edecekleri bilgi, hâtemü’l-evliyâ aracılığıyladır. Bu şekilde nebî ve velîlerin, ilimlerini rûh-i MuhammedtâeR. istimdâd etmeleri gibi, hâtemü ’l-evliyâ da, velîlerin ilimlerini elde ettikleri yeni bir mânevî kaynak hâline dönüşmektedir.[215]

Buraya kadar anlatılanlardan başka Ricâlü’l-gayblen on sekiz kişi daha vardır ki Hak Teâlâ’mn emriyle sürekli kerametler izhâr ederler. Olağanüstü olaylar onlardan sâdır olur. Şeyh Ebû Medyen onlardan idi.[216] Bu zat, arkadaşlarına şöyle derdi: “Nasıl ki insanlar Allâh ’a muhalefetlerini açıkça ortaya koyuyorlarsa, siz de ona olan muvafakatinizi açıkça belirtiniz. Allâh ’ın size bahşettiği görünen (zâhir olan hârikulâde hâdiseler) ve görünmeyen nimetlerini (maârif-i ilâhiyye) siz de onlara gösteriniz. ” Bu on sekiz kişilik zümreden olanların zuhurları Allah ile ve kıyamları da Allah hukuku ile olup olağanüstü hâdiseler onlar için sıradan olaylar hâlini almıştır. Şu iki âyet onların hallerinden bahseder: “...'Allah' de ve onları bırak; daldıkları bataklıkta oynaya dursunlar. ”[217] “Sonra ben onları açıkça dâvet ettim. ”[218] Bu on sekiz zâtı zâhiren ve bâtmen Allah’tan başka kimse bilemez.[219]

Ayrıca ricâlü’l-gaybâ&a bir kişi daha vardır ki Allah’tan başka her şeye gücü yeter. Onu cengâver bir kimseye benzetirler ki bütün askerlerin önüne düşüp düşmanla savaşır ve hiç kimse onu yenemez. Bu kişi hakkı söyler ve adâlet ile hükmeder. Şeyh Muhyiddin ibn Arabî böyle bir kimseyi şöyle tanıtır: “Bu makamın sâhibi, Bağdat'ta benim şeyhimin şeyhi olan Abdülkâdir Çelebi[220] idi. Bu makam ona müyesser olmuştur. Benim zamanımda ondan başka kimseye erişmedim ki bu makamın sâhibi ola.’’[221] İbn Arabî, “Ve o, kullarının üstünde tam hâkimdir/kahredicidir (kahir)... "[222] âyetinin bu kimselerden bahsettiğini söyler.[223]

Ricâlü’l-gaybâen bir kişi daha vardır ki (rûhânîlik/beşerîlik veya insan oluş/cin oluş arasında)613 [224] mürekkeb ve mütemezzic halde bulunur. Her zamanda bir olur; kendi makamında başka kimse olmaz. Hz. îsâ’ya (aleyhisselâm) benzer; ruhla birlikte beşerden hâsıl olur; atası olmaz. Nitekim Belkıs cin ile insten hâsıl olmuştur. Zîra şöyle anlatıldı ki Belkıs’ın anası cin, babası da ins idi. Onun için bizim katımızda olmuştur. Eğer hem babası, hem de anası cin olsaydı cinler katında doğardı. Bu kişi, iki farklı cinsten olmuştur ki biri rûhullâh, biri de beşerdendir; rûhâniyeti baskındır.[225]

Bir kişi daha vardır ki her zamanda bir olur; iki olmaz. Erkek veya kadın olabilir. O, bütün âlemden ve ahvâlinden haber vermekle birlikte, belirli bir yerde de bulunmadığından, onun makamının nerede olduğunu kimse bilemez. Bâzı ehl-i hal bu kimseyi kutub sanmasına rağmen hakikatte kutub değildir.[226]

Her nefeste hâli değişen bir kişi daha vardır ki hiçbir an bir menzilde ve bir mertebede karar kılmaz. Ricâlullâh arasında bundan daha acâip halli biri bulunmamakla birlikte, marifette de ondan daha kâmil kimse yoktur. Şeyh Muhyiddin ibn Arabî: "Ben bu kimseyi gördüm. Bana hayli faydası dokundu. Alâmeti, farz namazları kılarken bütün organlarının Allah korkusundan titremesidir ” der.[227] [228] [229] tbn Arabî, bu kimse için "...Ona benzer (misi) hiçbir şey yoktur; o işitendir, görendir”6'* ve "Sonra tekrar size onları yenme imkânı verdik.. âyetlerini delil gösterir.[230]

Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî, buraya kadar anlatılan gayb erenlerinin sayılarının belli olduğunu, aşağıda kaydedeceğimiz kimselerin ise sayılarının belli olmadığım[231] ifâde eder:

ÂMİDÜ’L-MELÂMİYYE:[232]

Bâtınlarında olanların zâhirlerinde görünmediği tâifedir. Tarîkat ehlinin efendileri ve efendilerinin imamları bunlardır ki Hz. Resûlullâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  bu gruptandır. Bunlar, her işi yerli yerince yapan bilge (hakîm) kimselerdir. Sebeplere sarılmanın gereksiz olduğu yerde esbâbı terkederler. Hak Teâlâ’mn terbiyesinden kesinlikle uzak kalmazlar. Zira Cenâb-ı Hak, sebebi yarattığı yerde onu ortadan kaldınverir. Sebebin koyucusu Allâhü Teâlâ olduğu gibi, ortadan kaldırıcısı da O’dur. Ne var ki bu nefy (sebebi ortadan kaldırma) hâlinde kalmakta ısrâr eden kimseler, şirk ve ilhâd içinde kalırlar. Bu nedenle bu halden kurtulmak gerekmektedir. Bu melâmiyye grubuna giren kimselerin sayısı meçhûl olup, efendilerinden başkası onları tanımaz.[233] Sayılan değişkendir; çoğalıp azalabilir.[234]

RİCÂLÜ’L-MÂ:

Bunlar, Hak Teâlâ’ya denizlerin ve ırmakların dibinde ibâdet eden kimselerdir. Şeyh Muhyiddin ibn Arabî şunlan anlatır: “Ebu’l-Bedr et-Tümâşikî el-Bağdâdî yüce ve kendisine güvenilir kimselerdendir. O haber verir ki: Şeyh Ebû Saîd b. Şiblî, tarîkatte mâhir idi. Zamâmnda ve ondan önce onun benzeri yoktu. O der ki: Birgün Dicle ırmağının kenarında duruyordum. Hatırıma geldi ki acaba Allâhü Teâlâ’nın kullarından su içinde durup da ibâdet eden kimseler var mıdır? Bu fikir beni iyice merâka şevketti. Birden bire gördüm ki su ikiye ayrıldı; içinde birisi durmuş bana der ki: Ey Ebû Saîd b. Şiblî! Allâhü Teâlâ ’nın nice kulları vardır ki su içinde ibâdet ederler; işte ben anlardanım, dedi ve geri suyun içine girdi. ”[235] Bu olayın üzerinden daha on beş gün geçmeden, aynı durum Ebu’s-Suûd adındaki başka bir zâtın da başına gelmiş ve hâdiseyi olduğu gibi İbn Arabi’ye anlatmıştır.[236] [237]

EFRAD:

 Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  mükemmel bir şekilde tâbi olma neticesinde ferdiyet21 tecellîsine mazhar olan[238] bu kimseler, kutub dâiresinden hâriç olup628 [239] din dilinde (lisân-ı şer’) mukarreb olanlardır. Bunlann gökteki meleklere nazarları ve kendilerinden başka kimselere keşifleri vardır ki Hızır (aleyhisselâm) bu gruptandır. Bunlann sayılan hiç belli olmayıp, Muhammed b. Kâid el-Evânî ve Abdülkâdir el-Cîlî bu taifedendir. Bunlara mukarrebü’l-hazret de derler.[240] Hz. İbrâhim (aleyhisselâm) kalbi üzere olan efradın makamı, selâmet makamıdır ki Allâhü Teâlâ her türlü şek ve şüpheyi bunlann kalbinden gidermiştir. Dünya halkına karşı kötü zanda bulunmayıp, her şeyin şerli yönünü değil, hayır tarafım görürler. Hak Teâlâ onlarla şerli kimseler ve işler araşma bir perde koymuştur ki her birinden hayn görürler. Bunlar, bilge (hakim) ve doğru (sâdık) kimseler olup, hasenât-ı mâneviyye-i rûhâniyye onlara üstün geldiğinden, kendi vücudlannı Hakk’ın irâdesinde mahv etmişlerdir.[241] Aktâb ve e/rûrfdan olanlar, ölen bir kimsenin kabirdeki durumuna muttali olabilirler.[242]

MUHADDESÛN:

Hz. Ömer b. el-Hattâb (r.a.) bu gruptandır.[243] Bunlar iki sınıfa ayrılırlar: Bir sınıfı Hak Teâlâ ile perde arkasından konuşurlar. "Allah bir insanla, ancak vahiyle ya da perde arkasından konuşur...[244] [245] âyet-i kerîmesi bunlara işâret eder. Diğer sınıfın ise kalplerine veya kulaklarına melekler bir şeyler söylerler veya bunu yazılı olarak görürler. Bu sınıftakiler nefsî riyâzet ve bedenî mücâhedede bulunurlar; ne kadar çok riyâzet ve mücâhede yaparlarsa mânevi halleri o kadar yücelir.633

İbn Arabi’nin verdiği bilgilere göre muhaddesûnten olan her bir kimseyle, hâline uygun bir ruh konuşur ve bu zümreden olan bir kimse, kendisinden başka kaç mukaddes olduğunu bilemez. Bu konuşma, kişinin nefsini temizlemesi, vukuf hâlinde ihlâslı bulunması, bedenî mizâcın üzerine çıkıp yükselerek Allâhü Teâlâ dışındaki tüm unsurlardan ve erkândan kurtulabilmesi neticesinde gerçekleşmektedir. Burada kulun Allah ile veya Allah’ın kul ile konuşması, lisânen bir tekellüm değildir. Bu duruma işâretle Cenâb-ı Hak buyurur ki: "...O mübârek yerdeki vadinin sağ kıyısındaki ağaçtan kendisine şöyle seslenildi: Ey Mûsâ! Âlemlerin Rabbi Allah benim, ben.”6-6 “...ve Allah Mûsâ’ya (kendine has) bir konuşma ile konuştu.”63'1 Allâhü Teâlâ, buradaki konuşmanın yüceliğini, masdar ile tekid etmektedir. “...Onu yanına al ki Allâh’m sözünü işitsin...”63* âyeti de, eşyânın kendi arasındaki konuşmayı değil, Hak’tan eşyâya gelen bir konuşmayı duyan kimseleri ifâde etmektedir. Çünkü eşyânın kendi arasındaki konuşmalar, birtakım nisbetlerden ibârettir ve bu, gerçekte varlığı bulunmayan yokluk hükmündeki bir iştir. Nitekim buna işâretle Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) : “Muhakkak ki Allah kulunun dili üzeredir; ‘Allah kendisine hamd eden kimseyi duyar’ buyurmuştur”[246] [247] [248] [249] demektedir. İlâhî konuşmanın eşyâ seviyesinden olması neticesinde, onu duyup anlayabilen kimse için daha açık olarak ortaya çıkmaktadır ki bu, eşyâda bizimle konuşanın o (Allah) olduğuna delâlet etmektedir. Aynca îbn Arabî; Ebu’l-Abbâs el-Haşşâb, Ebû Zekeriyyâ el-Bicâî ve Ömer b. Abdilazîz’in de muhaddesûndan olduğunu haber verir[250]

Bu zümrenin Allah ile konuşmalan gündüz olursa muhâdese, gece olursa müsâmere adım alır. Bu konuşma esnâsında Allâhü Teâlâ ile kul arasında zahiri ve bâtınî olarak karşılıklı soru-cevap gerçekleşir. Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  mîraç gecesi Cenâb-ı Hak ile konuşması müsântere, Hz. Mûsâ (aleyhisselâm) ile Allah arasında Tur dağında gerçekleşen konuşma ise muhâdese örneğidir.[251]

Sârilerden el-Hakîm et-Tirmizî (V. 898) bu zümreyle ilgili olarak şunları anlatır: “Mükellem ve muhaddes olanlar, bu dereceye ulaştıklarında nefislerinin vesvesesinden endîşe etmezler. Nasıl ki nübüvvet şeytanın ilkâsına karşı korunmuş (mahfuz) ise aynı şekilde mükâleme ve muhâdese makamı da nefsin ilkâsma ve fitnesine karşı korunmuş (masûn); Hak ve sekînet ile çevrelenmiştir. Zîrâ sekînet, mükellem ve muhaddes ile nefsi arasında bir perdedir.” Yine aynı zâta: “Muhaddesûn kötü sondan korkar mı” diye sorulduğunda: “Onlann korkusu, ara sıra zihne takılıp kaybolan bir tür endîşe ve telâştan ibarettir. Zîrâ Allâhü Teâlâ, onlara verdiği nimetlerin sıkıntı vermesini istemez.”[252]

Sehl b. Abdullah et-Tüsterî bu konuda şunları söyler: “Allah, halka sırlarını açmak ve halkın da sırlarını kendisine açması için onları yarattı. Allah şöyle buyurmuştur: “Ben sizi, sırrınızı bana açasınız diye yarattım. Eğer bunu yapamazsanız benimle konuşun! Bunu da yapamazsanız bana münâcâtta bulunun. Bunu da yapamazsanız bâri beni dinleyin!””[253]

İmâm-ı Rabbânî de Allâhü Teâlâ’nın kul ile ve kulun da Allah ile konuşabileceği fikrini kabul etmektedir. Ancak bu konuşma ve işitme, harisiz ve kelimesiz, yâni keyfıyetsiz bir kelâm ve işitme ile gerçekleşir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, zamansız ve keyfiyetsiz konuşma ve işitme sâhibidir. Kelâmın kuldan gelmesi rûlıânî bir ilkâ ile ve yine kuldan sâdır olan duyma ise kulun bütün varlığıyla kulak (duyma organı) veya dil (konuşma organı) olması neticesinde gerçekleşir. Nitekim "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitâbını Hz. Âdem bütün zerreleriyle, külliyetiyle ve vâsıtasız olarak duyup cevâbını vermiştir. Ancak, rûhâniyet yoluyla gönle düşüp alman mânâ, insanın içinde bulunduğu misâl âlemi formuna bürünüp düzenli harf ve kelimeler suretiyle de belirebilir. Böylece bu telakki ve ilkâ, duymak ve lafzî kelâm görünümüne girer. Zîrâ isterse o mânâ keyfıyetsiz olsun, her mânânın bu âlemde bir sûreti vardır. Ancak keyfiyetsiz olan mânânın sûreti, az önce anlatıldığı gibi yine keyfiyetsiz olur. İşte nıuhaddesûndan olan bâzı irfan sahiplerinin kelâmları ve işitmeleri keyfıyetsiz mertebeye bağlı olup rûhânî telakki ve İlkâ tütündendir.[254]

İmâm-ı Gazzâlî’nin verdiği bilgilere göre âriflerden bir zat, muhaddesûn zümresinden birine bir mesele sormuş; o da önce sağma bakıp: “Allah rahmet etsin, ne dersin?” demiş; sonra soluna ve daha sonra da kendi göğsüne bakıp aynı sözü tekrarlamıştı. Nihâyet daha önce hiç duyulmamış garip bir sesle cevap vermişti. Bu hareketlerin hikmeti kendisine sorulduğunda ise şunları söylemiştir: “Sorduğun sorunun cevâbım bilmiyordum; solumdaki meleğe sordum, bilemedi. Daha âlim olan sağımdaki meleğe sordum; o da bilemedi. Bu kez kalbime teveccüh ettim ve sana verdiğim cevâbı kalbimden aldım; kalbim her iki melekten de daha âlim çıktı.” îşte

bu, Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) : “Muhakkak ki ümmetimden mukaddesler vardır ve Ömer anlardandır ”MS hadîsinin mânâsı dâhilindedir.[255] [256]

Şah Veliyyullah ed-Dihlevî (V. 1762) de melekût âlemindeki bâzı ilim kaynaklarının Allah tarafından muhaddesûna. açıklandığım; Cenâb-ı Hakk’ın peygamberin şerîati ve insanlığın kurulu düzeninin ıslâhı için hazırlamış olduğu birtakım bilgileri, muhaddesûmin, henüz peygambere o doğrultuda vahiy gelmeden önce aldığım anlatmaktadır. Ona göre, bir kimsenin rüyâsında, melekût âleminde olmasına karar verilmiş birçok hâdiseyi, henüz daha meydana gelmeden önce görmesi mümkündür. Muhaddesûmtn özelliklerinden biri de pek çok konuda onların görüşleri doğrultusunda âyetler nâzil olmasıdır. Nitekim Resûlullâh’m (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  rüyâsında, kendine ikrâm edilen sütü kana kana içtikten sonra, Hz. Ömer’e (r.a.) vermesi de onun mukaddes oluşunun alâmetidir.[257]

Ricâlü’l-gayb başlığı altında buraya kadar anlatılanlardan da anlaşıldığı üzere ricâlü’l-gayb telakkisi, mânevi âlemin kendine özgü kânunları çerçevesinde cereyân ettiğinden ve çoğu insanın bu dünyâya âit bilgilerinin çok az, yetersiz, kısır ve hattâ yanlış olmasından dolayı, oldukça karışık ve karmaşık gibi görünen, netâmeli bir konudur. Bu gibi sebeplerle anlaşılamamaktan veya yanlış anlaşılmaktan dolayı bu konuya yöneltilen eleştirilerin yanı sıra, sırf bilgisizlikten ya da art niyetten kaynaklanan ve ancak “kişi bilmediğinin düşmanıdır” ve "câhil cesurdur” fehvâsmca îzâh edilebilecek olan birtakım taarruzlara da şâhit olunmaktadır.[258]

Bilindiği gibi, insan denen varlık, hem hayvânî ve nem de melekî özellikleri bünyesinde barındıran; yemek, içmek, üremek, vb. gibi bedenî şehvetlerle hayvana; hikmet, adâlet, cömertlik, vb. gibi rûhânî motiflerle de meleğe benzeyen bir yapıya sâhiptir. Buna işâretle; “Ona iki tepeyi gösterdik”[259] buyrulmuştur. Buradaki "iki tepe ”den maksat; bir bakıma akıl ve hevâ, bir bakıma âhiret ve dünyâ, bir bakıma îman ve küfür, bir bakıma hidâyet ve dalâlet, bir bakıma da Allâhü Teâlâ’nın dostluğu ve şeytanın dostluğu mânâlarına gelmektedir. Nitekim: "Allah îman edenlerin dostudur; onları karanlıktan aydınlığa (dalâletten/zulumâttan hidâyete/nûra) çıkarır. Kâfirlerin dostları da tâğuttur; o da onları aydınlıktan karanlığa çıkarır...[260] âyeti bunu açıklar.[261] Demek ki Allâh’m dostluğunu kazanan bir mü’min, onun bir tür özel koruyuculuğunu hak kazanmakta ve dolayısıyla da o dostluk devam ettiği sürece kolay kolay sapkınlığa düşmemektedir. Nitekim bu dostluk sâyesindedir ki insan, meleklerden[262] bile üstün bir konuma yükselebilmektedir.[263] Zîrâ o, yeryüzünde Allâh’m halîfesi olma[264] sıfatım kazanabilmiş bir varlıktır. İşte tam bu noktada, cevâbını müspet verebileceğimiz şu soru akla geliyor: Allâhü Teâlâ, bâzı işlerde meleklere ricâlü’l-gayb'm de îfa ettiği benzer birtakım görevler verdiğine ve insan fıtraten/yaratılış îtibâriyle meleklerden de üstün bir mertebeye ulaşabilme istidat ve kabiliyetine sâhip olduğuna göre, yeryüzünde Cenâb-ı Hakk’m halîfesi olma yükümlülüğünü lâyıkıyla yerine getirme çabası içerisindeki Allah dostu evliyâdan bir zümre olan ricâlü’l-gaybe. niçin bu tür görevler vermiş olmasın ki?..

Chittick, bugün İslâm dünyâsında bulunan iki grup müslümân entelektüelden söz eder: Giderek daha da küçülen bir grup, şöyle veya böyle hâlâ geleneksel dünyâ görüşü içinde yaşarken, diğerleri, Batı modelinde modem eğitim görmüş ve sayılan gittikçe artmakta olan kimseler tarafından yönlendirilmektedirler. Bu iki grup aynı dili konuşmadığı gibi, biri, diğerinin ne söylediği hakkında gerçek bir fikre de sâhip değildir. Çok sayıda müslüman düşünür ise (bunlar üçüncü bir grup olarak değerlendirilebilir) geleneksel ile modem bakış açısı arasında bir yerde durmaktadır ki bu durum da tam bir “kültürel şizofreni” hâlini almıştır.[265] İşte bir önceki paragrafta temas ettiğimiz tasavvuf eleştirmenleri ve muânzları, kanaatimizce, Chittick’in sözünü ettiği müslüman entelektüel tipinden ikinci ya da üçüncü gruba dâhil edilebilir. Zîrâ bu tür araştırmacılar, XIX. yy.dan îtibâren tasavvufu, eğer İslâm modem dünyâya girmek zorundaysa, İslâm’dan sökülüp atılması gereken bir tür öcü olarak görmüşlerdir. Modemizmin daha yakın zamanlardaki bir dalı, yâni “fimdamantalizm” de bu anlayış ile uyum içindedir. İslâm’ın zâhirî yönünü teşkil eden îtikad, ibâdet, muâmelât vb. konuların onun bedenini oluşturduğunu kabul edersek, tasav-vuf da İslâm’ın hayat veren rûhunu oluşturur. Buna göre, tasavvufî geleneği şiddetle reddeden müslüman modemistler ve katı muhâfazakâriar (fimdamantalisler), İslâm’ın bedenine yeni bir hayat türü üflemeye çalışmaktadırlar ve onlara göre bu hayat soluğu sâdece yabancı kaynaklardan elde edilebilir. Bu anlayıştaki çoğu çağdaş düşünür, İslâm’ın saygınlığım birtakım modem terim ve kavramlarla ortaya koyma gayretleriyle modem dünyânın evren ve insana ilişkin rasyonalist ve bilimselci dünyâ görüşüyle uzlaşması zor olan bütün İslâmî öğretileri inkâr etmiş veya fütursuzca onlara saldırmıştır. Bu yüzden ya dosdoğru tekrar Kur’ân’a yönelmişler -ki onu tefsir geleneğinden koparınca istediğimiz gibi yorumlamak kolay olur- veya Kelâm’a başvurmuşlardır -ki bu da İslâmî teolojinin en rasyonalist biçimidir. İşte modem bir eğitim almış çoğu müslüman, olgu ve olayları modem dönemin başından beri Batı geleneğini biçimlendirmiş olan dünyâ görüşü doğrultusunda görür ve İslâm’ın kendine has ıstılahları ve fikir sistemi dâhilinde düşünmek bir yana, Batı’ya âit terim, kavram ve düşünce kalıplarının dışına çıkamaz.[266]

İslâm’ın ana ilkelerinden olup kelâm ilminin sahasına giren veya fikhın müminlerden istediği görev ve yükümlülüklerle ilgili pek çok hususta birtakım kısa/basit îzahlara ve yüzeysel genellemelere kolayca gidilebilen günümüz ilâhiyat araştırmalarında, tasavvuf ilminin konu edindiği pek çok alanda görüldüğü gibi ricâlü’l-gayb telakkisi de genellikle göz ardı edilen görüşlerden biridir. Bununla birlikte, kadîm kültürde yerini alan kelâmî, felsefî ve fıkhî metinlerden tutun da çok daha yaygın durumdaki şiirlere varıncaya kadar, İslâm’ın kâinâta bakış açısını şekillendirmiş literatüre kabaca bir bakış bile ricâlü’l-gayb zümresinden kimselere âlemde her zaman çok özel bir yer verildiğini gösterecektir. Hattâ işârî açıdan bakıldığında pek çok Kur’ân âyetinin ve hadîs-i şeriflerin de bu anlayışı açıkça veya zımnen kabul ettiği anlaşılacaktır. Zîrâ söz konusu âyet ve hadis metinleri, insana, Cenâb-ı Hakk’ın başka hiçbir mahlûka yüklemediği görev ve sorumlulukları vazetmektedir.

Ricâlü’l-gayb telakkisiyle ilgili olumsuz düşüncelere sâhip kimselere bu konuda verilecek belki de en güzel cevâbı, birkaç asır önce İsmâil Hakkı Bursevî (V. 1725) kendine has üslûbuyla şöyle vermektedir: “Genellikle aktâb, eskici sûretinde görünürler. Zîrâ halkın zâhir ve bâtın sülüklerinde olan halleri ıslâh ederler. Ve münkirler bu mânâdan gafildirler. Yâni, vücudlannın bakası ve nizâm-ı halleri ricâlullâh yüzünden iken, yine onlara mukabil gelirler ve sebbederler. Zîrâ onlar ehl­i küfrândır. Ve ricâlullâh yüzünden olduğu budur ki, insan-ı kâmil Hakk’ın halîfesidir ki, mülk ve melekûtun tasarrufu onlara verilmiştir. Pes hakikatte onlann yüzünden mutasarrıf olan Allâhü Teâlâ’dır. Nazar eyle sultân-ı a’zam ile vekîl-i mutlaka kİ, sultânın cemî-i umûru vekil yüzünden vücûd bulur ve bundan saltanatta iştirak lâzım gelmez. Belki saltanat birdir ve umûra müdâhale edenler sultânın esmâsımn tertîb üzerine mezâhiridir.”[267]

Metin Kutusu: 657İmâm-ı Yâfıî (V. 1366) ile Muhammed el-Cüveynî arasında cereyân eden şu olay, aslında bu konuda söylenebilecek pek çok söze hâcet bırakmamaktadır: Bu iki zat berâberce sohbet ettikleri bir anda, söz dönüp dolaşıp ricâlü’l-gaybten. kutub, nücebâ, nükabâ, ebdâl vb. kimselere gelir ve el-Cüveynî, bu tür kimseler hakkında Hz. Peygamber’den (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  hiçbir hadis gelmediğini, dolayısıyla da bunlann hiçbir gerçekliklerinin bulunmadığım iddiâ eder. İmâm-ı Yâfîî ise yalan söylemesi mümkün olmayan evliyâullâhın, bu kimselerin hal ve vazifelerinden haber vermekte olduklarım, dolayısıyla da bunlann mevcûdiyetlerinin doğru ve gerçek olduğunu söyler. Bunun üzerine el-Cüveynî iyice küplere biner ve bu konudaki inkân ve kızgınlığı artar; îmâm-ı Yâfîî ise susmayı tercih ederek bu konuda, fakihlerin ve âriflerin imâmı ve şeyhüT-îslâm durumundaki Ebû Yahya Zekeriyyâ el-Ensârî’ye danışmaya karar verir. Berâberce onun yanma gittiklerinde İmâm-ı Yâfîî, el- Ensârî’ye: “Efendim; sûfîlerin zikrettikleri gibi kutub, evtâd, nücebâ, ebdâl vb. kimseler hakîkaten var mı?” diye sorar. O da: ‘‘Allâh’a yemin olsun ki, evet, ey evlâdım!” şeklinde cevap verir. O zaman İmâm-ı Yâfiî: “Efendim, şu Şeyh el- Cüveynî onları inkâr ediyor ve bu konuda çok aşırıya kaçıyor ” der. Bunun üzerine el-Ensârî, el-Cüveynî’ye dönerek: “Bu böyledir, ey Şeyh Muhammed! ” diye üç kez seslenir. Sonunda el-Cüveynî: “Hocam; buna inandım, tasdik ettim ve bu konuda tevbe ettim” demesine rağmen el-Ensârî: “Ey Şeyh Muhammed! Bu, sâdece senin zannından ibârettir (gerçekten kalben inanmadığın halde inandığını zannediyorsun)” der. Artık bu hâdiseden sonra el-Cüveynî, İmâm-ı Yâflî’ye bir daha bu konuda karşı çıkmaz.[268]

Allah, insan ve âlem üçgeninde, bunlann birbirleriyle ilişkileri bakımından oldukça dikkat çekici bir konumda bulunan ricâlü’l-gaybin, modem insanın kendisine inşâ ettiği çıkmaz ve açmazlara ilişkin cevâbım Seyyid Hüseyin Nasr’ın satırlanndan okuyalım:

“İhtiyaç duyulan şey, kutsal bir gerçeklik olarak tabiatın yeniden keşfi ve kutsalın muhâfızı olarak insanın yeniden doğumudur; öyle ki bu durum, modemizm ve onun uzantısı durumunda olan gelişmelerin doğmasına yol açmış olan insan ve tabiat imajının ölümüne işâret eder. Bu, bâzılannın iddiâ ettiği gibi “yeni bir İnsan îcâdı” anlamına gelmez; tersine, gerçekliğini hâlâ içimizde taşıdığımız hakîkî, gururlu İnsanın açığa çıkarılması anlamına gelir. Bu, sanki insan kutsalı îcad edebilirmiş gibi, kutsal bir tabiat görüşünün îcâdı anlamına da gelmez; fakat bu, târih boyunca çeşitli dinler tarafından kabul görmüş geleneksel kozmolojilerin ve tabiat görüşlerinin yeniden formüllendirilmesinden ibârettir. Her şeyden önce bu, tabiî düzene ilişkin dînî anlayışın, sâdece öznel varsayımlar ya da târihsel inşâlar değil, kozmik gerçekliğin canlı bir veçhesine tekabül eden bilgi olarak, ciddî bir biçimde ele alınması anlamına gelir. Entelektüel durumalışta, tabiata ilişkin bu tür bilgiyi ciddî bir biçimde ele almamıza imkân sağlayacak şekilde, kökten bir yeniden yapılanmaya gidilmesi gerekmektedir. Böyle bir şey, modem bilimin bulgularını onun felsefî varsayımları, bilgi kuramları ve târihsel gelişiminin kendisine empoze ettiği sınırlar içinde kabul etmek, bu arada doğal düzenin bilimi şeklindeki totaliterci iddiâlanm bütünüyle reddetmek dönektir. Bu da doğal nesnelerin “varoluşunu” Varlık’la ilişkileri içinde, kaba yönleriyle olduğu kadar ince yönleriyle de, evrenin geri kalan kısmı ve bizimle olan karşılıklı ilişkileriyle, sembolik anlam ve önermeleriyle ve varoluşun herşeyin İlâhî Kaynağı’na götüren daha yüksek düzeylerle olan bağlantılarıyla ilgilenen bir tabiat biliminin yeniden keşfedilmesi anlamına gelir.”[269]

Yiğitbaşı Velî’nin ricâlü’l-gayb ile ilgili görüşleri, İbn Arabi’nin görüşleriyle tamamen örtüşmektedir. O kadar ki her iki müellifin konuyu anlatırken kullandıkları ifâdeler aynıdır; tek fark, birinin Arapça, diğerinin de Türkçe yazılmış olmasıdır. Hattâ çoğu yerde Yiğitbaşı Velî’nin ifâdelerinin İbn Arabi’nin bu konuda anlattıklarının tercümesi mâhiyetinde olduğunu bile rahatlıkla söylemek mümkündür. Ancak Yiğitbaşı Velî, İbn Arabi’nin ricâlü’l-gayb arasında saydığı ahillâ, kurrâ, sücûdü’l-kalb, ahbâb, sütnerâ, verese gibi bâzı zümrelere risâlelerinde hiç temas etmemiştir. Aynı şekilde Yiğitbaşı Velî’nin gayb erenleri arasında saydığı evrâ adındaki bir zümreyi de İbn Arabî zikretmemiştir. Havâriyyûn ve ricâlü’l-ayn zümrelerinin sayıları husûsunda da iki müellif arasında farklı görüşler vardır. Kısacası Yiğitbaşı Velî, îbn Arabi’nin bu konudaki görüşlerini muhtasar olarak tercüme etmiş ve yer yer kısa açıklamalar getirmiştir,[270] Konuyu anlatırken ricâlü’l- gayb'm sıralamasını verdiği düzende bile büyük bir benzerlik göze çarpmaktadır.

Ricâlü’l-gayb telakkisi, mânevi âlemin kendine özgü kânunları çerçevesinde cereyân ettiğinden ve çoğu insanın bu dünyâya âit bilgilerinin çok az, yetersiz, kısır ve hattâ yanlış olmasından dolayı, oldukça karışık ve karmaşık gibi görünen, netâmeli bir konudur. Yukanda anlatılan ve İmâm-ı Yâfiî ile Muhammed el- Cüveynî arasında geçen olay da gösteriyor ki; ricâlü’l-gayb hakkında doğrudan bilgi sâhibi olmayan insanlar, konuya bakış açılan bakımından iki türlü tavır sergilemek zorundadırlar: Ya ricâlü’l-gaybi gördüklerini, onlarla konuştuklannı söyleyen, onlann hallerini ve îfâ ettikleri görevleri anlatan ve bu konuda yalan söylemeyecek kadar kendisine îtimad edilir olan, ârif, âbid ve zâhid kimselere inanmak ya da kendileri ricâlü’l-gaybin durumlarına muttali olamadıklanndan, onlardan haber veren sûfîleri yalancılıkla töhmet altında bırakma pahasına da olsa bunlan inkâr ve reddetme yoluna gitmek...

Ricâlü’l-gaybm üzerlerinde taşıdıkları ahlâkî ve mânevi kişilikleri, aslında her müslümanda bulunması gereken ulvî niteliklerden oluşmaktadır. Zîrâ bu kimseler, bütün insanlara karşı iyi niyetli, kendilerine kötülük edenleri bağışlayan, ellerindeki nimetleri başkalarıyla paylaşan, iyi ve kötü günde herkesin yardımına koşan, sevgi, şefkat ve cömertlik gibi ahlâkî erdemlerle bezenmiş kimselerdir. İşte, herhangi bir müslümân da prensip olarak tüm bu hasletlere sâhip olmalıdır.

İslâm’ın mânevi kültürünün gelecek kuşaklara aktarılması açısından da büyük bir ehemmiyeti hâiz olan ricâlü’l-gayb inancı, halkın gönlündeki derûnî-dînî duygulan diri tutmakta ve en dar zamanda bile böyle seçkin şahsiyetlerin imdâda yetişmesi vesilesiyle İlâhî yardıma kavuşulacağı ümidini doğurmaktadır. Hattâ bâzı savaşlarda bu gayb erenlerinin nüfuz ve yardımı, inananlan düşmana karşı cesâretlendirmekte ve imkânsız gibi görünen çeşitli zaferlerin elde edilmesine vesile olmaktadır. Nitekim müslümân halk arasında bu tür menkabevî olaylar hep anlatıla gelmiştir.

 

Kaynak: Ahmet ÖGKE, Yiğitbaşı Velî…Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî…Hayâtı, Eserleri Ve Tasavvufî Görüşleri…

 



[1] Bk.: Ebû Bekir Ahmed b. Ali Hatîb el-Bağdâdî, Târihti Bağdâd, Beyrut, ts., c. III, ss. 75-76

[2] Zünnûn el Mısrî (V. 245 H./859 M.) de aynı sıralamayı vererek bunların sayılarını şöyle belirtir:

"Nükabâ üç yüz, nücebâ yetmiş, büdelâ kırk, ahyâr yedi, umud dört ve gavs da bir kişidir. ” (Bk.: es-Seyyid Muhammed Emin îbn Âbidîn, Îcâbetü’l-Gavs bi-Beyâni Hâli’n-Nükabâ ve'n-Nücebâ ve ’l-Ebdâl ve ’l-Evtâd ve ’l-Gavs [İcâbetü ’l-Gavs] (Mecmûatü Resâil-i İbn Âbidîn içinde), İstanbul, 1224 H./1809 M., s. 269) ”

[3] Bk.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 266-383

[4] Bk.: Hacc, 22/65; Lokman, 31/20; Zuhruf, 43/13; Câsiye, 45/13

[5] Müddessir, 74/31

[6] Haşan Kâmil Yılmaz, Tasavvuf Meseleleri, İstanbul, 1997, s. 238; Yılmaz, İslâm Tasavvufu (et- Tûsî’nin el-Lüma’ adlı eserinin tercümesi içinde), ss. 541-543; Süleyman Uludağ, “Abdal”, DİA, c. 1, s. 59. Ricâlü T-gaybm âlemin işlerini tanzîm edişinin sebebini İsmâil Hakkı Bursevî (V. 1137 H./1725 M.) şöyle îzah eder: Bütün eşyâ, Allâhü Teâlâ’nm Kayyûm ismi tahtında dâhildir ve insan­ı kâmil de bu isimle muttasıftır. Onun için âlemin mülk, melekût ve dört bir yönüne aktâb, imâmân evtâd-ı erbaa ve ebdâl gibi ricâlü’l-gayb konmuştur ki âlem bunlarla korunur. (Bursevî, Kitâbü’n- Netîce, c. II, s. 82-83)

[7] Mâide, 5/12

[8] Fussılet, 41/12

[9] İbn Teymiyye’nin tasavvufa bakışı ile ilgili olarak bk.: Tıblâvî Mahmud Sa’d, İbn Teymiyye’de Tasavvuf, Tere.: Ali Durusoy, İstanbul, 1989; Mustafa Kara, İbn Teymiyye’nin Tasavvuf Istılahlarına, İlk Sûfîlere ve Tasavvuf Klasiklerine Bakışı, Yusuf & Afşin Matbaası, Ankara, 1997; Süleyman Uludağ, “Tasavvuf Karşıtı Akımlar ve İbn Teymiyye’nin Tasavvuf Felsefesi”, îslâmiyât, c. II, sayı: 3, Temmuz-Eylül 1999, ss. 39-66

[10] Bk.: Takıyyüddîn Ebu’l-Abbâs Ahmed İbn Teymiyye, Resâil ve Fetâvâ, Tahkik: Muhammed Reşîd Rızâ-Muhammed el-Enver Ahmed el-Baltacı, (5 cilt, 2 mücelled hâlinde), Kahire, 1992, c. I, ss. 88-95. İbn Teymiyye, sûfîlerin “ricâlü’l-gayb” dedikleri kişilerin cinlerden ibâret olduğunu söylemektedir.(Bk.: İbnTeymiyye,Mecmûatü'r-Resâili’l-Kübrâ, Beyrut, 1979, c. I, s. 72)

[11] İbn Teymiyye, Resâil ve Fetâvâ, c. I, ss. 94-95

[12] Tasavvufta ebdâl telakkisi, çeşitli müelliflerce az çok farklı şekillerde açıklanmış olsa da bütün tasavvuf zümreleri arasında benimsenmiş ve zamanla aynı mânâda değer kazanan ricâlü’l-gayb anlayışıyla bütünleşmiştir.

[13] İbn Haldun’un bu konudaki görüşleri için bk.: îbn Haldun, Şifâü’s-Sâil, ss. 263-265 (^Mukaddime 'de Tasavvuf îlmi” bölümü)

[14] Heterodoks: Bir ilâhiyat ve sosyal târih terimi olarak; kabul edilmiş resmî din anlayışına, yâni Ortodoksluğa (Sünnîlik) zıt ve aykın olan bir tür din anlayışı mânâsına gelen bu kavramın siyâsî, sosyal ve teolojik yönleriyle ilgili bir değerlendirme için bk.: Ocak, Babaîler İsyânı, ss. 77-78; Ahmet Yaşar Ocak, Türk Sûfıliğine Bakışlar, II. baskı, İstanbul, 1996, ss. 15-19

[15] Bk.: Ocak, Babaîler İsyanı, s. 67

[16] Yılmaz, Tasavvuf Meseleleri, s. 241. Aynca bk.: Uludağ, “Abdal”, DİA, s. 60

[17] Bk.: M. Fuad Köprülü, “Abdal”, Türk Halk Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul, 1935, c. I, s. 25

[18] el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c. I, s. 24; Aynca krş.: Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. I, s. 112; c. V, s.

322; c. VI, s. 316 '

[19] Yılmaz, İslâm Tasavvufu (el-Lüma‘ Tercümesi), s. 543. Ayrıca bk.: Uludağ, “Abdal”, DİA, s. 60

[20] Ebdâl hadislerinde bu zümrenin sayısı yedi, otuz, kırk, altmış, yetmiş, seksen gibi farklı rakamlarla ifâde edilmekte ve bu farklılığa sonraki müelliflerde de rastlanmaktadır. Bizce bunun en önemli sebebi, ebdâl kavramıyla aynı zamanda kutub, imâmân ve evrârfdan oluşan ilk yedi kişi ya da tamâmıyla bütün ricâlü’l-gayb anlayışının da kastediliyor olmasıdır. Dolayısıyla faiklı sayılarla ifâde edilen ricâlü’l-gayb zümreleri evtâd, kutub, nükabâ, nücebâ, recebiyyûn, vb. gibi kendi özel isimleriyle değil; ricâlü’l-gayb genel olarak kavramının yerine de kullanılan ebdâlkelimesiyle ifâde edildiğinden rakamlarda bu tür karışıklıklar meydana gelmiştir.

[21] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. V, s. 322; Krş.: es-Sülemî, Tabakat, s. 2

[22] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. 1, s. 112

[23] Bu kimseler ve özellikleri için bk.: îbn Arabî, Fütuhat, c. XI, ss. 300-304

[24] Burada zikredilen, ricâlü’l-gaybten vefat edenlerin yerine bir alt zümreden birinin geçmesi biçimindeki hiyerarşik yapıyı îbn Arabî de aynen kabul etmektedir. (Bk: îbn Arabî, Fütuhat, c. II, s. 400)

[25] Bk.: İbn Âbidîn,İcâbetû'l-Gavs, s. 271

[26] Ricâlü’l-gayb ile ilgili hadisler ve değerlendirmesi için bk.: Yrd. Doç. Dr. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Ankara, 2000, ss. 159-177; Yrd. Doç. Dr. Ahmet Yıldırım, “Tasavvufta Ricâlü'l-Gayb Telakkisi ve Konuyla İlgili Bâzı Rivâyetler”, Süleyman Demirel Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 4, İsparta, 1997, ss. 132-147

[27] Bk.: Nûruddin Ali b. Ebî Bekr el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, Beyrut, 1967, c. X, ss. 62-63. Tirmizî, Nevâdiru ’l-Usûl 'ünde ebdâl hadislerini, sahabeden bir topluluktan merfû ve mevkuf olarak Ebu’d-Derdâ’nın kavliyle kaydeder.

[28] Hadis kitaplarının güvenilirlik dereceleriyle ilgili tabakalar hakkında bk.: ed-Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa, c. I, ss. 491-497

[29] Uludağ, “Abdal”, DİA, s. 60

[30] el-Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb, s. 216

[31] Rüyâ konusunda geniş bilgi için bu çalışmanın “Rüyâ ve Tâbirleri” kısmına mürâcaat ediniz, (s.

272 vd.). . - -

[32] Rüyâ, sûfiler için bir bilgi elde etme yolu olduğu gibi, İbn Arabî ve İsmâil Hakkı Bursevî gibi bââ sûfîler, hadislerin bile rüyâ yoluyla Hz. Peygamber’den (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  doğrudan alınabileceğini kail olmuşlardır. “Beni rüyâda gören, gerçekten görülmüş sayılır; çünkü şeytan benim suretime bürünemez” (Buhârî, Ta’bîr, 10; Müslim, Rü’yâ, 1) hadîsi onlar için bu mânâda bir delil niteliğindedir. (Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 336)

[33] Suyûtî, ricâlü’l-gaybâen olan ebdâl, evtâd, nücebâ ve kutub hakkmdaki hadislerin sahih olduğu görüşündedir. (Bk.: Celâleddîn es-Suyûtî, el-Haberu’d-Dâl alâ Vücûdi’l-Kutb ve’l-Evtâd ve’n- Nücebâ ve’l-Ebdâl, Beyrut, 1983, c. II, ss. 241-253)

[34] îbn Âbidîn, îcâbetü ’l-Gavs, s. 272

[35] İmâm-ı Şafiî’nin sözü şu şekildedir: “Allâhü Teâlâ, kelâmı esnâsmda kitabına (Kur’ân’a) yeterli ölçüde inanmamız husûsunda bizi kutub vâsıtasıyla istifâde ettirmiştir.” (İbn Âbidîn, a.g.e., s. 276)

[36] Adından, ebdâl kavramı ve ebdâlin niteliklerini anlatan bir risâle olduğu izlenimi doğmakla birlikte Hifyetü ’l-Ebdâl; ârif, mürid, zâhid, âbid gibi tasavvuf ehli kimselerin tâkip etmesi gereken hükümler ve samt (suskunluk) kavramının tasavvuftaki mânâ ve önemi üzerinde duran bir eserdir. (Bk.: Uludağ, “Abdal”, DİA, c. I, s. 59)

[37] Ömer Ziyâüddin Dağıstânî, Tasavvuf ve Tarikatlarla İlgili Fetvalar, Tere.: İrfan Gündüz-Yakup Çiçek, İstanbul, ts., ss. 187-188

[38] Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 337 vd.

[39] Melâmîlik ile abdallar arasındaki münâsebet için bk.: Gölpmarlı, Melâmîlik, s. 14 vd.

[40] Alevîlik ile abdallar arasındaki münâsebet için bk: Ocak, Babaîler İsyânı, ss. 63,201 vd.

[41] Yılmaz, Tasavvufve Tarikatlar, s. 338

[42] Geniş bilgi için bk: Orhan F. Köprülü, “Abdal”, DİA, ss. 61-62

G' Ebu’l-Ferec Abdurrahmân ibnü’l-Cevzî, Telbîsü İblis, Beyrut, ts., s. 329

4ZSlâudağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 189; SaferBaba, Tasavvuf Terimleri, ss. 29, 80

[45] William Chittick, “İslâm Kozmolojisinde Gayb Adamları [Gayb Adamları]”, Varolmanın Boyutları içinde, Tere.: Turan Koç, İnsan Yay., İstanbul, 1997, s. 43

[46] Bk.: Abdullah b. Mübarek (V. 181 H./797 M.), Kitâbü’z-Zühd; Hâris b. Esed el-Muhâsibî (V. 243 H./857 M.), er-Riâye; Ebû Nasr es-Serrâc (V. 378 H./988 M.), el-Lüma Muhammed b. İshak el-Buhârî el-Kelâbâzî (V. 380 H./990 M.), et-Taarruf; Ebû Tâlib el-Mekld (V. 386 H./996 M.), Kütü’l-Kulûb; Ebû Abdirrahmân es-Sûlemî (V. 412 H./1021 M.), et-Tabakât ve er- Resâil; Aldfilkerîm el-Kuşeyrî (V. 465 H./1072 M.), er-Risâle; Ali b. Osman el-COllâbî el- Hucvirî (V. 470 H./1077 M.), Kesfü’l-Mahcûb; ve Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed el- Gazzâlî (V. 505 H./1111 M.), İhya.

[47] Burada müellif, ileriki kısımlarda anlatacağımız ricâlü eyyâmi’s-sitteyi kastediyor olsa gerek.

[48] Hâris b. Esed el-Muhâsibî, er-Riâye li-HukSkıllâh, Tere.: Abdulhakim Yüce, (Kalb Hayatı), İzmir, 1997, s. 255

[49] el-Hucvirî,Keşfü’l-Mahcûb, s.330

[50] Bk.: es-Sülemî, Tabakât, s. 243

[51] A’râf, 7/196

[52] el-Kuşeyrî, er-Risâle, ss. 259-260,359

[53] Buradan velînin, tıpkı peygamberlerde olduğu anlamda ismet sâhibi, günahsız olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Velîden şer, fesat, âfet ve hatâ zuhûr edebilir; ancak velî mahfuzdur, Allah tarafından korunmaktadır; günah ve hatâlarda ısrar etmez. (Bk.: el-Kuşeyrî, er-Risâle, s. 359; el- Kelâbâzî, et-Taarruf, ss. 74-75; el-Hucvirî, Keşfü ’l-Mahcûb, s. 342)

[54] Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî, Minhâcü’l-Âbidin, Tahkik: Mahmûd Mustafa Halâvî, Beyrut, 1989, ss. 102-103

[55] el-Gazzâlî,İhyâ, c. I, s. 85; Krş.: el-Mekkî, Kütü’l-Kulûb, c, I, s. 39

[56] a.e., c. IH, s. 82; c. III, ss. 90-91; Krş.: el-Mekkî, a.g.e., c. I, s. 95,97

[57] Mücâdele, 58/22

[58] el-Gazzâlî, İhyâ, c. III, s. 377

[59] es-Sülemî, Tabakat, s. 10

[60] Uludağ, “Abdal”, DİA, c. I, s. 59

[61] İsmâil Hakkı Bursevî de buradaki ricâlden (erler) murâdın insan-ı kâmil olduğunu, diğer insanlann ise insan-ı kâmile göre kadın mesâbesinde olduğunu bildirmektedir. Bu sebeple kemâle eren kadınlar da “er” sınıfına dâhildirler. Zîrâ hakikatte erkeklik, yalnızca sûretle/görüntüyle değil,

mânâ/mâneviyat ile olur. Nitekim ebdâlden olan bâzı kadınlar vardır. Öyleyse istîdâdı varsa kadın, “er” olabilir. (Bursevî, Kitâbü'n-Netîce, c. I, s. 241)

446     Câmi, Nefehât, s. 692

[63] Chittick, “Gayb Adamları”, ss. 64-65. Nitekim îbn Arabî ve Yiğitbaşı Velî’ye göre de ricâlü’l- gayb'm adlan şöyledir: Kutub: AbduIIâh, İmâmân: Abdürrabb ve Abdülmelik, Evtâd: Abdülhayy, Abdûlaiîm, Abdülkadir ve Abdfilmürîd, Ebdâl: Bunlara ilâveten Abdüssemî’, Abdüibasîr ve Abdüşşekûr. (Bk.: Yiğitbaşı Velî, Tabakâtii’l-Evliyâ (II), vr. 120a-120b) Krş.: îbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 279

[64] Chittick, a.g.m., s. 69

[65] Bk.: Muhammed Ebu’l-Yüsr Âbidîn, ZfiAâyâ's-Sû/zjye, Dimaşk, 1993, ss. 125-126

450    Ric’î Talâk: Kocaya, kadının rızâsı olmaksızın iddet süresince zevcesine dönme hakkı sağlayan boşama şeklidir. Ayrıntılı bilgi için bk.: Ebû Bekir b. Mes’ûd el Kâsânî, Kitâbü Bedâiu’s-Sanâi’fi Tertibi’ş-Şerâi’, Beyrut, 1986, c. III, s. 109; Abdullah b. Muhammed b. Mevdûd el-Mevsılî, el- İhtiyâr fi Ta'lîli’l-Muhtâr, Beyrut, ts., c. III, ss. 129-130; Ebû Bekir el-Câbir el-Cezâirî, Minhâcü’l-Müslim, (Suud baskısı), 1976, s. 388; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukük-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmûsu, İstanbul, 1985, c. II, ss. 175,220-221

451     Süleymâniye Ktp., Hâlet Efendi Eki, 72/10, vr. 119b-127b

452     Süleymâniye Ktp., Şehid Ali Paşa, 2820/7, vr. 73b-74b; Süleymâniye Ktp., Hacı Mahmud Ef„ 2745/3, vr. 4b-7a

[69] Kutbu ’l-aktâbın kutubluğu, bütün Jtnûzülann kutubluklarını içine alır. Zîrâ esâsında kutubluk birdir, ancak farklı süratlerde zuhûr eder. (Bursevî, Kitâbü ’n-Netice, c. I, s. 217)

[70] el-Cürcânî, et-Ta ’rîfât, ss. 76-77; Aynca bk.: Gümüşhânevî, Câmiu ’l-Usûl Zeyli, s. 5 5

[71] İbn Arabî, Tedbîrât, s. 42

[72] İbn Arabî, Tedbîrât, s. 43

[73] Nitekim Allâhü Teâlâ: "Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım" (Bakara, 2/30) ve "Allah sizi yeryüzünde halîfe kıldı” (Nemi, 28/62; Fâtır, 35/39) buyurmaktadır. İnsan-ı kâmilin halîfetullâh fi’l-arz oluşuyla ilgili olarak bk.: Bursevî, Kitâbü’n-Netîce, c. I, ss. 163,217,299, 341,367,442; c. II, ss. 1,66, 122, 191,258

[74] İbn Arabî, Tedbîrât, s. 204

[75] Yiğitbaşı Velî, TabakStü’l-Evliyâ (I), vr. 73b; Tabakâtü'l-Evliyâ (11), vr. 119b; Aynca bk.: Risâle-i
Tevhîd,
vr. 44a. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 274; İbn Âbidîn,İcâbetü’l-Gavs, ss. 264-265

[76] İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 274

[77] İbn Âbidîn, a.g.e., s. 275; Aynca bk.: Ebu’l-Yüsr Âbidîn, Hikâyâ’s-Sûftyye, s. 116

[78] el-Cürcânî, et-Ta’rîfât, s. 70; Aynca bk. Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, ss. 188-189

40 Safer Baba, Istılâhât-ı Softyye, s. 79

[80] Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî, Câmiu ’l-Usûl, Tere.: Rahmi Serin, Velîler ve Tarikatlarda Usûl içinde, İstanbul, 1987, s. 41; Gümüşhânevî, Câmiu’l-UsûlZeyli, s. 350

[81] Gümüşhânevî, Câmiu ’l-Usûl, ss. 45-46

[82] Medâr Değirmenin alt taşma yerleştirilen ve üst taşın dönmesini sağlayan demir, demektir. Kutb-i medâr, “Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)  kalbi” mânâsına gelmektedir. (Bk.: Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, ss. 299-300)

[83] Aynı şekilde Bursevî de kutbu, kutb-i vücûd ve kutb-i irşâd olmak üzere ikiye aymr. Bu iki tür kutub, kutublukta müşterek olmakla birlikte, kutb-i vücûd âlemin medândır ve her zamanda bir kişi olur; kutb-i irşâd ise çok sayıda olur. Kutb-i vücûd, Cenâb-ı Hakk’m tecellîlerine ehil olan kimsedir ki ulûhiyyet hakikatinin sim ondadır. Zîrâ o, halîfetullâhtır ve Allâh’m bütün isimlerinin mecmûudur. (Bk.: Bursevî, Kitâbü ’n-Netice, c. I, s. 299)

[84] İmâm-ı Rabbânî Ahmed el-Fârukî es-Serhendî, el-Mektûbât, İstanbul, ts., c. I, ss. 229,235

[85] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (1), vr. 73b; Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 119b. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 274-275; İbn Âbidîn, İcâbetû ’l-Gavs, s. 265

[86] Gümüşhânevî, Câmiu’l-Usûl Zeyli, s. 323; Aynca bk.: Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 246; İmâmân 'm sekiz hasleti için bk.: Gümüşhânevî, Câmiu ’l-Usûl, ss. 44-45

[87] İbn Arabî, Tedbîrât, s. 204

[88] Cin, 72/19

[89] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 73b; Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 119b-120a. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 275-276

[90] İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 276

[91] Gümüşhânevî, Câmiu’l-Usûl Zeyli, ss. 324-325; Ayrıca bk.: Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 169; Evtâd’vtı 8 hasleti içinbk.: Gümüşhânevî, Câmiu’l-Usûl, ss. 43-44

[92] es-Sühreverdî, Avârif, s. 200

[93] el-Gazzâlî, İhyâ, c. I, s. 289

[94] el-Hucvirî, Keşfü ’l-Mahcûb, s. 346

[95] îbn Arabî, Tedbîrât, s. 307 vd.

[96] Nebe’, 78/6-7

[97] A’râf, 7/17

[98] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (1), vr. 73b; Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 120a. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 276-278; îbn Âbidîn, Icâbetü ’l-Gavs, s. 268

[99] ibn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 276

[100] a.e., c. II, s. 401

[101] Ebû Abdillâh Muhammed el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-Usul fi Ma'rifeti Ehâdisi’r-Rasûl, Tahkîk: Mustafa Abdülkâdir Atâ, Beyrut, 1992, c. I, s. 167

[102] Gümüşhânevî, Câmiu’l-lJsûlZeyli, s. 326; Ebd&l’in sekiz hasleti için bk.: Gümüşhânevî, Câmiu’l- Usûl, ss. 42-43. Krş.: el-Cürcânî, et-Ta’rîfât, s. 19

[103] es-Sülemî, Tabakât, s. 51

[104] es-Sühreverdî, Avârif, s. 296

[105] el-Kelâbâzî, et-Taarruf, 145

[106] el-Gazzâlî, İhyâ, c. I, s. 289

[107] Bk.: İbn Arabî, Fütûhât, c. II, s. 376 vd.

[108] İbn Arabî, Tedbîrât, ss. 231-232

[109] Yedi İklim: Dünyânın yedi köşesi, bucağı. Burada kastedilen, dünyânın her tarafıdır. Şu âyet, yedi iklime işâret sayılmıştır: “Yeryüzünde bulunan ağaçlar kalem olsa, denizfler) de (mürekkep olsa) arkasından yedi deniz (daha gelip) ona yardım etse de (Allâh ’ın kelimeleri yazılsa) yine (bunlar tükenir) Allâh ’ın kelimeleri tükenmez... ” (Lokmân, 31/27)

[110] Nemi, 27/42

[111] İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 333

[112] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74“. Bu zümre hakkında da başka kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlayamadık.

[113] Gümüşhânevî, Câmiu’l-Usûl Zeyli, s. 370; Aynca bk.: Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, ss. 378-379; Nükabâ’nm on hasleti için bk.: Gümüşhânevî, Câmiu’l-Usûl, s. 41

[114] el-Cürcânî, et-Ta’rîfât, s. 108

[115] Çünkü yörüngelerinde sâbit duran yıldızların da kendi burçlarında bir hareketleri vardır. Bu gizli hareketlilik, bâzen yüzlerce yıllık bir süreyle kesilebilmekte ve bu sebeple de astronomi bilginleri tarafından hissedilememektedir. (Bk.: îbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 281-282)

[116] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74a; Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 120b. Krş.: îbn Arabî,

Fütûhât, c. XI, ss. 281-282; îbn Âbidîn, İcâbetü ’l-Gavs, ss. 268-269

[118] İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 282

[119] el-Cürcânî, et-Ta’rîfât, s. 105; Gümüşhânevî, Câmiu’l-Usûl, s. 42; Gümüşhânevî, Câmiu’l-Usûl Zeyli, s. 368; Aynca bk.: Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 378

[120] İsmâil Hakkı Bursevî de bunların sayısının sekiz olduğunu söyler. [Bk.: Uludağ, a.g.e., s. 378 (Bursevî’nin Faslü ’l-Hitâb adlı eserinin 315. sayfasından naklen)]

[121] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (1), vr. 74a; Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 121a. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 282-283; İbn Âbidîn, İcâbetü ’l-Gavs, s. 268

[122] İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 283; AûceM'nm sekiz hasleti için bk.: Gümüşhânevî, Câmiu’l-Usûl, s. 42

[123] Melâmîlik ve Melâmîler için bk.: el-Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb, ss. 143-152; es-Sühreverdî, Avârif, ss. 90-96; Gölpınarh, Melâmîlik.

[124] Gümüşhânevî, Câmiu’l-Usûl, ss. 46-47; Aynca bk.: Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 502

313 Gümüşhânevî, Câmiuî-UsûlZeyli, s. 323

[126] Uludağ, a.g.e., s. 502

[127] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74a. İbn Arabî de bunların sayısının üç olduğunu söylemekle birlikte (Bk.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 302) başka bir yerde bu tâifeyi sayılan belli olmayanricâlü’l-gayb arasındasayar. (Bk.: İbn Arabî,a.g.e., c. XI, ss. 362-364)

[128] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 122“

[129] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74a; Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 122a-122b. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 302-303

[130] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74a; Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 122a. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 302

[131] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 95 (İsmâil Hakkı Bursevî’nin Faslü ’l-Hitâb adlı eserinin 324. ve 328. sayfalarından naklen)

[132] Bk.: Tahsin Yazıcı, “Ahyâr”, DİA, c. II, ss. 194-195

[133] Bk.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 296

[134] Bk.: a.e. c. II, ss. 3, 31

[135] Sâd, 38/47

[136] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74a

[137] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 12lb. İbn Arabî de bunların sayısının kırk olduğunu söyler. (Bk.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 296)

328 Buna işâretle, İbrâhim b. Edhem (V. 161 H./777 M.), devrinin İskenderiyeli süflilerden Eşlem b. Yezîd el-Cühenî’nin şu sözünü aktarır: “Ahyâr ile sohbet ederken sakın onları kızdırma! Zîrâ onlann kızdığı şeye Allah da gazaplanır ve onlann râzı olduğu şeyden o da râzı olur." (Bk.: es- Sülemî, Tabakât, s. 32)

[139] Nûh, 71/28

[140] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (I), vr. 74a; Tabakâtü ’l-Evliyâ (II), vr. 121b-122a. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 296-297

[141] Müzzemmil, 73/5

[142] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74a; Tabakâtü’l-Evliyâ (11), vr. 12Ia-121b. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 285-289

[143] İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 286-287. Aynca burada İbn Arabî, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’e içlerinden kin besleyip Hz. Ali’ye sevgi duyan iki kişinin iç yüzlerini tanıyan bir şeyhin hikâyesini de anlatmaktadır.

[144] İbn Arabî, havâriyyûmm her zaman bir olup iki olamayacağını söyler. (Bk.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 283)

[145] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74"; Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 121a. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 283-284

[146] İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 284

[147] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (1), nt. 74"; Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 124b. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 324-326

[148] Enfâl, 8/35

[149] İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 324-325

[150] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74“-74b

[151] A’râf, 7/23. îbn Arabî, aynca bunlar hakkında şu âyeti de zikreder: “Sonra Kitâb'ı kullarımız arasından seçtiklerimize (istafeynâ) miras verdik. Onlardan nefsine zulmeden, orta (yolda) giden ve Allâh ’ın izniyle hayırlarda öne geçen vardır. Bu bir fazl-ı kebîrdir. ” (Fâtır, 35/32)

[152] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74b; TabakStü’l-Evliyâ (II), vr. 121b. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 290-294

[153] İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 290-291

[154] a. e., c. XI, s. 306

[155] Furkân, 25/63. îbn Arabî bunların halleriyle ilgili olarak aynca şu âyeti de zikreder: “...Rahmân ’ın huzurunda sesler kısılır; fısıltıdan başka bir şey işitemezsin.” (Tâhâ, 20/108)

[156] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), nt. 74b; Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 122b. Krş.: îbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 306-308

[157] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74b

[158] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (II), vr. 123a. Bk.: îbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 312

[159] Fetih, 48/29

[160] îbn Arabi’nin bu sözü için bk.: îbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 312-313. Ayrıca burada îbn Arabî, bu zümreden olan ve bâzı acâyip durumları ve garip halleri bulunan kişilerle Endülüs ’te karşılaştığını, hattâ kendi şeyhlerinden bâzılannm da bu zümreden olduğunu haber vermektedir.

[161] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74b; Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 123“. Krş.: îbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 312-313

[162] Tâhâ, 20/44

[163] Âl-i İmrân, 3/159

[164] îbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 313

[165] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74b; Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 123b-124‘. Krş.: îbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 317-318

[166] Fâtır, 35/2

[167] Mülk, 67/3

[168] İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 318

[169] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 124“. İbn Arabî, bunlann sayısının yedi olduğu görüşündedir. (Bk.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 319)

[170] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (I), vr. 74b

[171] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74b; Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 124“. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 319-320

[172] Muhammed, 47/35

[173] İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 320

[174] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74b

[175] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 124’. İbn Arabî, bunlann sayısının on bir olduğunu söyler. (Bk.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 320)

[176] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (1), vr. 74b; Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 124“. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 320-322

[177] Tîn, 95/5

[178] Meryem, 19/67

[179] Şey’iyyet: Mahlûkâtm, ilm-i İlâhîde sâbit olan durumu demektir. (Bk.: îbn Arabî, Tedbîrât, ss. 202, 328)

[180] îbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 321-322

[181] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74b; Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 125a-125b. Krş.: îbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 329-330

[182] Bk.: ÂI-i îmrân, 3/97; Ankebût, 29/6

[183] İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 329-330

[184] İbn Arabî, bunun bir kişi olduğunu söyler. (Bk.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 328)

[185] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74b; Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 125a. Kış.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 328-329

[186] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74b; Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 123“-123b. Krş.: îbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 313-315

[187] A’râf, 7/156

[188] İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 314

[189] Krş.: a.e., c. XI, s. 322

[190] Kâf, 50/38

[191] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (I), vr. 74b; Tabakâtü ’l-Evliyâ (II), vr. 124a-124b, 126b. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 335-336

[192] Bk.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 335-336

[193] Zümer, 39/68

[194] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. I23b. Krş.: îbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 315-317

[195] İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 317

[196] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (II), vr. 126b. Krş.: îbn Arabî, Fütûhât, e. XI, s. 334

[197] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (II), vr. 125b-126“. Krş.: îbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 331-333

[198] Bk.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 332

[199] Tâhâ, 20/114

[200] Fetih, 48/4

[201] Tevbe, 9/124

[202] Bakara, 2/186

[203] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (II), vr. 1268-l26b. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 334-335

[204] Benzer bir metin için bk.: Nesâî, Nisâ, 1; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. III, ss. 128, 199,285

[205] Bakara, 2/238

[206] İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 334

[207] Hâtem, hem "bir şeyi tasdik eden mühür" ve hem de “sonuncu" mânâlarına gelmektedir. Bu bakımdan hâtemü’-l-evliyâ, hem “bütün velîleri tasdik eden mühür" ve hem de "velîlerin sonuncusu ’’ demek olur.

[208] Bu iki türlü velâyet ve hâtem için aynca bk.: Ebu’l-A’lâ el-Afîfî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’de Tasavvuf Felsefesi, Tere.: Mehmet Dağ, II. baskı, İstanbul, 1999, ss. 106-109

[209] Bu tür velâyetin hâteminin bizzat Muhyiddin ibn Arabî olduğuna dâir bk.: el-Afîfî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’de Tasavvuf Felsefesi, s. 107

[210] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (1), vr. 74b; Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 122“. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 289-290; c. XII, ss. 120-125

[211] İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 290

[212] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 211

[213] Nitekim Muhyiddîn ibn Arabî, kendisinin hâtemü’l-evliyâ olduğunu bizzat îlân etmektedir. (Bk.: Toshihiko İzutsu, ibn Arabi’nin Fusûs 'undaki Anahtar Kavramlar, Tere.: Ahmed Yüksel özemre, İstanbul, 1998, s. 379; el-Afîfî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’de Tasavvuf Felsefesi, ss. 107-109)

[214] Konuk, Fusûs Şerhi, c. I, s. 213

[215] Ebu’l-A’lâ el-Afîfî, et-Tasavvuf Sevratün Rûhiyyetün fi’l-İslâm [et-Tasavvuf], Tere.: Ekrem Demirli-Abdullah Kartal, İstanbul, 1996, ss. 266-267; Bu konuda geniş bilgi için aynca bk.: İzutsu, İbn Arabi’nin Fusûs'undaki Anahtar Kavramlar, ss. 378-384

[216] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (II), vr. 122b-123“. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 308-312

[217] En’am, 6/91

[218] Nûh, 71/8

[219] İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 309-310

[220] İbn Arabî, bu zâtın Abdülkâdir el-Cîlî olduğunu söyler. (Bk.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 326)

[221] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 124b. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 326-327. Bu kişinin özellikleri, daha önce anlattığımız havâriyyûn zümresine çok benzemekle birlikte hem Yiğitbaşı Velî ve hem de İbn Arabî bu ikisini birbirinden ayırmışlardır. Bk.: Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74“; Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 121“; İbn Arabî, a.g.e., c. XI, ss. 283-284. Aynca bu kişi, daha önce sözünü ettiğimiz evritya. da benzemektedir. (Bk.: Bu çalışmanın önceki kısımlarındaki “Evrâ” başlığı (Bk.: s. 229) ve Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 73b; Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 120*0

[222] En’âm, 6/18

[223] îbn Arabî, Fütûhât, c. I, s. 326

[224] Bk.: a.e., c. I, s. 327

[225] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (II), vr. 124b-125a. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. I, ss. 327-328

[226] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (II), vr. 125E. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. I, s. 328

[227] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (11), vr. 125b. Krş.: îbn Arabî, Fütûhât, c. I, ss. 330-331

[228] Şûrâ, 42/11

[229] İsrâ, 17/6

[230] Bk.: İbn Arabî, Fütûhât, c. 1, s. 331

[231] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 126b. Yiğitbaşı Velî, buraya kadar anlatılan ricâlü’l- gaybm sayılarının bilinebileceği ve bundan sonra anlatılacak olanların sayısının ise bilinemeyeceğine ilişkin görüşü de İbn Arabi’den almış olmalıdır. Zîrâ benzer ifâdelere İbn Arabî’de de rastlamaktayız. (Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. 1, ss. 330-331)

[232] Yiğitbaşı Velî bu konuda da tamâmen Muhyiddîn ibn Arabî’nin görüşlerini tekrar etmektedir. İbn Arabî de burada melâmiyye kavramını, yaygın anlamda inzivâ (halvet) hâlindeyken, aralarında gizli bir zühdî terbiye uygulayarak çoğunlukla başkalarının eleştirisini ya da ayıplamasını dâvet eden dış davranışlarından dolayı melâmiyye adı verilen bir derviş fırkasının adı olarak kullanmayıp; bâtınî doktrinlerini kendine saklayan, sırlarinı halka, hattâ birbirlerine bile aslâ açmayan, kendi deyişiyle sûfîlerin en üstünü karşılığı olarak kullanmaktadır. (Bk.: el-Afîfî, Muhyiddinİbnü’l-Arabî’de TasavvufFelsefesi, s. 102)

[233] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (II), vr. 126b- 127a. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 341-342

[234] İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 342

[235] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (II), vr. 127a. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 355-356

[236] İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 356

[237] Ferdiyet: ‘Zât, irâde ve kavl’in mecmûunun tecellî makamı. Geniş bilgi için bk: Konuk Fusûs Şerhi, c. II, ss. 332-337; c. HI, s. 78; c. IV, ss. 317-324,340-348, 369-370

[238] Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 154

[239] Bk.: Gümüşhânevî, Câmiu’l-UsûlZeyli, s. 323

[240] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 127a; Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 357-358; Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 153-154 (Bursevî’nin Faslü’l-Hitâb adlı eserinin 345. sayfasından naklen)

[241] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ(I), vr. 73b; Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 120b, 122a

[242] Konuk, Fusûs Şerhi, c. I, s. 35

[243] Hz. Ömer’in (r.a.) mukaddes olduğuna dâir örnekler için bk.: et-Tûsî, el-Lüma‘, ss. 132-133,314

[244] Şûrâ, 42/51

[245] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 127“-I27b. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 374-378

[246] Kasas, 28/30

[247] Nisâ, 4/164

[248] Tevbe, 9/6

[249] Buhârî, Ezân, 52; Deavât, 59; Müslim, Salât, 25; Ebû Dâvud, Salât, 68; Tirmizî, İmamet, 16; İbn Mâce, İkâmet, 13; Dârimî, Salât, 40; İmâm-ı Mâlik, Muvatta’, Cemâat 16; Ahmed b. Hanbel, el- Müsned, c. I, s. 95; c. II, s. 18; c. III, s. 3; c. IV, s. 57; c. V, s. 343; c. VI, s. 87

[250] îbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 374

[251] el-Hucviri, Keşfü’l-Mahcûb, ss. 531-532

[252] es-Sülemî, Tabakâi, s. 220

[253] et-Tûsî, el-Lüma’, s. 342

[254] İmâm-ı Rabbânî, el-Mektûbât, c. II, ss. 123-124

[255] Hadîsin metni şöyledir: "Muhakkak ki sizden önceki ümmetlerin mukaddesleri olan insanlar vardır. Ümmetimden de Ömer onlar(muhaddesûn)dandır. ” (Buhârî, Fezâilü’s-Sahâbe, 6; Enbiyâ, 54; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. VI, s. 55)

[256] el-Gazzâlî, İhya, c. III, s. 28

[257] ed-Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa, c. II, s. 288

[258] Bu tür taarruzlara, örnek olarak bk.: Ercüment Özkan, Tasavvuf ve İslâm, Ankara, 1993, s. 68 vd. “Gavs’lar ve Şeyhler: Yeni Lât’lar, Yeni Uzzâ’lar!” başlığı. Bu durum bâzen öyle boyutlara varabilmektedir ki; ricâlü’l-gayb anlayışı, “hayâli masallar ülkesinin gizli çete hükümeti” olarak bile nitelenebilmekte (Bu ve benzer eleştirilere en güzel ve tipik bir örnek için bk.: İbrahim Sarmış, Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvufve İslâm, İstanbul, 1995, s. 184 vd.) ve hattâ başkalarına da kötü ■ örnek teşkil edebilmektedir. (Bu konudaki en kötü örnek için bk.: Ömer Şevki Hotar, “Tasavvuf- Halüsinasyon”, İktibas, sayı: 209, Mayıs, 1996, ss. 18-21)

[259] Beled, 90/10

[260] Bakara, 2/257

[261] er-Râğıb el-Isfahânî, ez-Zerîa, s. 89

[262] Meleklerden sürekli Allâh’ı hamd, zikir, teşbih, tenzih ve tehlîl ile meşgul olanlar (el-Mukarrebûn ve İlliyyûn) (Bk.: A’râf, 7/206; Zümer, 39/75; Mü’min, 40/7) bulunduğu gibi; kâinâtm düzenli işleyişinde Cenâb-ı Hakk’m irâdesinin ve koyduğu İlâhî kânunların yürürlüğe geçmesinde görev alıp yaratılışın devam ve tekâmülünü Allâhü Teâlâ’nın izniyle temin edenler (el-Müdebbirât) de vardır. Aynca peygamberlere vahiy getiren Cebrâil, canlan alan Azrâil, tabiat kuvvetlerini idâre eden Mîkâil ve Sûru üflemekle görevli İsrâfil gibi insanlarla ilgili işlerde doğrudan görevli melekler de bulunmaktadır. Bunlann yanı sıra peygamberlere ve sâlih kullara güç veren, sıkıntılı ve üzüntülü anlarda onlara yardıma koşan, (Bk.: Âl-i İmrân, 3/123; Enfâl, 8/9-10) insanlar için Allâh’a duâ etmekte olan, (Bk.: Şuarâ, 26/5; Necm, 53/26; A’râf, 7/156; Mü’min, 40/7-9) insanlara iyi ve hayırlı iş ve davranışlan telkîn eden melekler de vardır. (Ayrıntılı bilgi için bk.: Prof. Dr. Şerafeddin Gölcük-Prof. Dr. Süleyman Toprak, Kelâm, III. baskı, Konya, 1996, ss. 381-388) Şu durumda melekler üe ricâlü’l-gayb zümresinden olan evliyânın birbirlerine çok benzer sıfatlara sâhip oldukları gözlenmektedir.

[263] Bk.: Gölcük-Toprak, Kelâm, ss. 385-386; îbn Arabî, Fütûhât, c. XII, ss. 283-287

[264] Bk.: Bakara, 2/30; Sâd, 38/26. Yeryüzünde Allâh’m halîfesi olmayı hak kazanabilmenin şartlarına dâir geniş bilgi için bk.: er-Râğıb el-Isfâhânî, ez-Zerîa, ss. 92-100. Aynca bk.: Azîzüddîn en- Nesefî, İnsan-ı Kâmil, Tere.: Mehmet Kanar, (Tasavvufta İnsan Meselesi), İstanbul, 1990, s. 158

[265] Bk.: Chittick, “Gayb Adamları”, s. 45

[266] Bk.: Chittick, a.g.m., ss. 47-50

Bursevî, Kitâbü ’n-Netîce, c. I, s. 227

[268] İbn Âbidîn, İcâbetü ’l-Gavs, ss. 273-274

[269] Chittick, a.gm., ss. 70-71 (Seyyid Hüseyin Nasr, Religion and the Order of Nature, Oxford University Press, New York, 1996, s. 287’den naklen)

[270] Nitekim müellifimiz, Arapça bilmeyen kimselerin anlayabilmesi için bu konudaki görüşleri Muhyiddin İbn Arabi’nin Fütûhât-ı Mekkiyye adlı kitabından Türkçe'ye çevirdiğini ve konuyu

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar