Ricâlü’l-Gayb
Bilinmeyen Hak dostlan, ricâlullâh veya gayb erenleri
diye de adlandınlan ricâlü’l-gayb kavramı, tasavvuftaki Allah
dostluğunun gizliliğine işâret sayılır. Gökkubbenin altındaki velîlerin kimler
olduğunun Cenâb-ı Hak’tan başka hiç kimse tarafından bilinemeyeceği anlayışı,
“velâyet sırrının esrânnı ortaya koymaktadır.
Buna göre Allah, dünyânın cismânî düzenini sağlamak
için bâzı insanların birtakım görevler üstlenmesini dilediği gibi, âlemdeki
mânevi ve rûhânî intizâmın korunması, hayırların temini, kötülüklerin
giderilmesi için de sevdiği bâzı kullarım görevlendirmiştir. Herkes tarafından
kolayca tanınmadıkları veya gizli olan hakikatlere ve sırlara vâkıf oldukları
için ricâlü’l-gayb adı verilen bu seçkin kişilerin kendi
aralarında bir hiyerarşi vardır. Ancak her mertebedeki ricâlü’l-gaybın
adları ve hiyerarşideki yerleri çeşitli kaynaklarda farklı şekillerde
gösterilmiştir. Meselâ, Ebû Bekir Muhammed b. Ali b. Ca’fer el-Kettânî’ye (V.
934) izâfe edilen en eski rivâyetlerden birinde[1] ricâlü’l-gayb,
aşağıdan yukarıya nükabâ, nücebâ, ebdâl, ahyâr, umud ve gavs
şeklinde[2]
gösterilirken, Muhyiddin ibn Arabî (V. 1240) bu hiyerarşinin en altına melâmiyye,
muhaddesûn, ahillâ ve ümenâ gibi sayılan belli
olmayanları da eklemek süreriyle ana hatlanyla mustafûn/müctebûn, nükabâ,
ahyâr, nücebâ, ebdâl, evtâd, imâmân, ve kutub şeklinde
sıralamıştır,[3]
[4]
[5]
Büyük peygamberlerin yerine, onlardan ‘bedel’ sayılan bu kişiler, "Allâh
in yeryüzünü kendilerine musahhar kıldığı’’ kimseler olarak
değerlendirilmişler ve "Rabbinin ordularını ondan başka kimse bilmez” âyeti de onlara bir işâret sayılmıştır. Bu zatlann, âlemin intizam sebebi
olduğuna ve insanlann İşlerini tanzîm ettiklerine inanılır.[6] Aynca
"O, yeryüzünde sâbit dağlar (revası) yerleştirdi. "Yeryüzünü döşedik ve oraya sâbit dağlar
(revâsî) yerleştirdik. " "Andolsun ki Allah İsrâiloğulları ’ndan
söz almıştı. Onlardan on iki reis seçip göndermiştik. ”[7]
ve “Sonra Allah yedi semâyı iki günde yarattı. Her semâya kendilerine
âit kısımları vahyetti. Biz dünyâ semâsını kandillerle donattık ve onu
koruduk... ”[8]
âyetleri de mutasavvıflarca bu kimselerin varlığına işâret olarak
değerlendirmişlerdir.
Ricâlü’l-gayb inancının İslâm’daki yeri öteden
beri hep tartışıla gelmiştir. Bu konuda rivâyet edilen bâzı hadislerin sıhhat
dereceleriyle ilgili tartışmalar, bir kısım müellifleri bu düşüncenin kaynağını
ehl-i sünnet dışında aramaya sevketmiştir. Aslında başlı başına bir tasavvufî
düşünce sistemi kuran, fakat tasavvufun herkesçe anlaşılması güç bâzı konulan
(bilhassa İbn Arabî ve düşünce sistemi) ile “sûfiyyetü’l-erzâk”
(sûfîliği bir geçim yolu olarak kullananlar) ve “sûfiyyetü’r- resm”
(âdâb ve erkânla yetinen şekilci ve merâsimci kimseler) dediği bâzı
mutasavvıflara yönelttiği sert eleştiri ve ithamlanyla tanınan[9]
İbn Teymiyye (V. 1328) ile İbn Haldun (V. 1406) bu grubun başında
gelmektedir. Ricâlü’l-gayb olduğu söylenen bâzı kimselere, onları
Allâh’a ortak gösterir gibi olağanüstü güçler ve yetkiler atfetmenin İslâm
inancıyla bağdaştınlamayacağını söyleyen İbn Teymiyye, bu tür bir
anlayışın daha çok hıristiyanlann ve aşın Şiî
fırkalarının inanış biçimlerini yansıttığını belirtmektedir.[10]
Bununla birlikte, prensip olarak Allâh’m velî kullarından olağanüstü haller
zuhûr edebileceğini; Allâh’ın bâzı seçkin kullanna nûrunu ve birtakım esrân
başka İnsanlann bilemeyecekleri bir şekilde (gayben) bahşedebileceğim ve
bunların sâlih ve velî kullar olduklarım çoğu insanın bilemeyeceğini; Hakk’ın
sırlarının Allah ile onun evliyâ kullan arasında olduğunu da bir vâkıa olarak
kabul ettiğini[11]
îtiraf etmektedir ki bunu, onun ricâlü’l-gayb telakkisini teorik
olarak zımnen kabul etmekte olduğuna işâret sayabiliriz. Tabiî bu anlayışın İbn
Arabî’ninkinden çok farklı olduğu açıktır. İbn Haldun ise kutub
ve ebdâl telakkisinin[12] ilk defa Irak
sûfîlerinde görüldüğünü ve bu sebeple ricâlü’l-gayb ile ilgili
diğer kavramların ortaya çıkışında Şia'nın ve Rafızîliğin
etkili olmuş olabileceğini ileri sürmektedir.[13] Nitekim İranlı
yazarlar, abdal terimini XII. yy.dan îtibâren daha ziyâde
heterodoks[14]
dervişleri tanımlamak için kullanıyorlardı.[15] Ne var ki
ehl-i sünnet ulemâsından bu görüşe pek katılan çıkmamış ve hattâ sûfîlerden
başka bâzı âlimler de bu kavramı kullanmakta bir sakınca görmemişlerdir.
Özellikle Ahmed b. Hanbel (V. 855) gibi bir mezhep imamı ve hadisçinin
bu konuda rivâyetlerde bulunması, yukarıdaki ithamın geçersizliği için fiilî
bir delil[16]
olsa gerektir. Esâsen Fuad Köprülü’nün de işâret ettiği gibi bu telakki,
daha milâdî X. yy.da (hicri IIL-IV. asırlar), ehl-i sünnetten Sâlimiyye
ve Hanbeltyye Arkalan arasında klasik bir mâhiyet almıştır.[17]
Dolayısıyla bu görüşün daha bu asırda ortaya çıkmış olması ve ehl-i sünnet
anlayışım benimseyen bâzılannca da uygun görülmesinin onun Şiî
menşe’Ii olmasına engel teşkil etmeyeceği düşünülebilirse de îbn Teymiyye ve
îbn Haldun’un ileri sürdükleri ''‘ebdâl anlayışının Şîa
ve Râfiziyye kaynaklı olduğu” şeklindeki görüşün yanlışlığı ve
geçersizliği böylece kuvvet kazanmış olmaktadır.
Tasavvuftaki ricâlü’l-gayb anlayışının
temel dayanağım, bilhassa Mubatnmed b. Ali el-Hakîm et-Tirmizî (V. 295
H./888 M.) tarafından nakledilen şu hadîs-i şerif oluşturmuştur: “Bu ümmetim
içinde İbrâhim tabiatı üzere kırk, Mûsâ tabiatı
üzere yedi, Isâ tabiatı üzere üç, Muhammed (aleyhisselâm)
tabiatı üzere bir kişi bulunur. Bunlar derecelerine göre halkın efendisi
sayılırlar. ”[18]
Gerçi ebdâl, evtâd, nücebâ, aktâb gibi ricâlü ’l-gaybden
olan kimseler hakkında rivâyet edilen hadislerin sıhhat dereceleriyle ilgili
olarak farklı değerlendirmeler vardır. Ne var ki bu konuda en aşın ve sert
tavrı sergileyen İbn Teymiyye bile hadislerin bir kısmım, özellikle de “ebdâl”
hadîsini, Ahmed b. Hanbel’in MüsnecTinde yer almasından dolayı
reddedememiştir.[19]
[20]
Müsned’de yer alan hadislerden bâzılan şöyledir: “Bu ümmet
içinde İbrahim’e (aleyhisselâm.) benzeyen ebdâl otuz kişidir.
Bunlardan bir adam (racül) ölünce Allah yerine bir başka adamı bedel olarak
geçirir. ”[21] “Ebdâl,
Şam halkmdandır ve kırk kişidir. Bunlardan ölen bir adamın (racül) yerine Allah
başka bir adamı bedel olarak geçirir. Yağmur onlar sâyesinde yağar; onlar
sayesinde düşmana karşı galip gelinir ve Şam halkı da onlar sâyesinde azaptan
kurtulur. ”[22]
İbn Mes’ûd’un (r.a.) rivâyet ettiği ve İbn
Asâkir’in tahrîc ettiği bir hadîs-i şerife göre de: “Allah’ın, halk
(yaratılmışlar) arasında Adem kalbi üzere olan üç yüz, İbrâhim kalbi
üzere kırk, Cebrâil kalbi üzere beş, Mîkâil kalbi
üzere üç ve İsrafil kalbi üzere de bir kişi vardır.[23] [24] Eğer
bunlardan tek olanı vefat ederse onun yerine Allah üçlerden birini geçirir;
üçlerden biri vefat ederse onun yerine beşlerden birini geçirir; beşlerden biri
vefat ederse onun yerine yedilerden birini geçirir; yedilerden biri vefat
ederse onun yerine kırklardan birini geçirir; kırklardan biri vefat ederse onun
yerine üç yüzlerden birini geçirir; üç yüzlerden biri vefat ederse onun yerine
diğerlerinden (avamdan/halktan) herhangi birini geçirir ki Allah, mahlûku
onlarla diri tutar, öldürür, nebâtı bitirir ve belâları defeder. ’’ İbn
Mes’ûd’a: “Allah onlarla nasıl diriltir ve öldürür?” diye sorulunca: “Çünkü
onlar Allâhü Teâlâ’dan, ümmetlerin çoğaltılmasını isterler, Allah da çoğaltır;
büyük bir nezâket içerisinde duâ ederler; yağmur yağmasını isterler, yağmur
yağar; onlar isterler, yeryüzünde türlü nebat biter; onlar duâ ederler, onların
sâyesinde türlü belâlar def olunur” demiştir.[25]
Başta mutasavvıflar olmak üzere ricâlü’l-gayb
anlayışım benimseyenlerin dayanak olarak kabul ettikleri hadisler,[26]
Enes b. Mâlik, Ubâde b. Sâmit, Abdullah b. Ömer, Ali b. Ebî Tâlib, Abdullah
b. Mes’ûd, Avf b. Mâlik, Ebû Saîd el-Hudrî ve Muaz b. Cebel gibi
sahâbelerden rivâyet edilmiştir. Önemli bir kısmı Peygamber Efendimiz’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) sözü (merfû
hadis), bâzıları da Hz. Ali ve Ebu’d-Derdâ’nın (r.a.)
sözü (mevkuf hadis) olarak nakledilen bu rivayetlerin büyük bir
kısmı, Ahmed b. Hanbel’in A/us'rcet/’inde yer almaktadır. Müsrıed’deki
hadisler, senedleri zayıf olduğu gerekçesiyle tenkit edilmiştir.[27]
Diğer kitaplardaki rivâyetler ise güvenilirlik bakımından başlıca dört tabakaya[28]
ayrılan kaynakların ancak üçüncü ve dördüncü tabakalarında yer almaktadır.[29]
Meşâyihten biri Hz. Peygamber’i (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) rüyâsmda görür ve ona Allâhü
Teâlâ’nın yeryüzünde evtâd denilen dostlarının bulunduğunu
söyleyip söylemediğini sorar. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de bunu rivâyet eden râvînin bu bilgiyi ona
doğru olarak ulaştırdığını ifade eder.[30] Rüyânın[31]
tasavvufta bilgi elde etme yollarından biri olarak değerlendirildiği[32]
ve Hz. Muhammed’i (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) rüyâda görmenin dînen
caiz olduğu göz önünde bulundurulursa, burada anlatılan rüyâ vâsıtasıyla elde
edilen bu bilginin, o rüyâyı gören sûfî için ne anlama geldiği ve ne kadar
kesin bir bilgi sunduğu gayet açıktır. Onun anlattığı bu rüyaya inanıp
inanmamak ise diğer insanların kendilerinin bilecekleri bir husustur.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin (V. 1826)
talebelerinden olmasının yanı sıra daha çok fıkıh ilmine vukufu ile
tebarüz eden Muhammed Emin ibn Âbidîn (V. 1836) de İcabetti’l-Gavs
bi-Beyâni Hâli’n-Nükabâ ve’n-Nücebâ ve’l-Ebdâl ve’l- Evtâd ve ’l-Gavs adlı
risalesinde bu konudaki rivayetlere genişçe yer verip, yine bâzı hadis
bilginlerinin bu rivâyetler hakkmdaki değerlendirmelerini naklettikten sonra
netice olarak Suyûtî’nin[33]:
“Mânevi (mânâ bakımından) mütevâtir derecesine ulaştığından dolayı bu tür
rivâyetler, ebdâlm varlığının zaruretine kesinlik kazandırır”[34]
sözünü, kendi görüşü olarak ortaya koymaktadır. Hattâ o, İmâm-ı Şâfiî’nin
(V. 819) bu konudaki bir sözünü[35]
[36]
de nakleder ki bu da fıkıh âlimlerinin ricâlü’l-gayb ile ilgili
olarak olumlu düşüncelerinin bir örneğini teşkil etmektedir. Aynca yukanda adı
geçen risâlesinde konuyla ilgili görüşlerini aktarırken İbn Âbidîn’in en
önemli kaynağının Muhyiddin ibn Arabî olduğu gözlenmektedir. Âdetâ o,
konuyla ilgili düşüncelerine dayanak olabilecek tüm fikirlerini, İbn Arabi’nin
el-Fütûhâtü’l-Niekkiyye ve Hilyetü’l-Ebdâli2Z adlı
eserlerinden bizzat kitap ismi de zikretmek süreriyle almıştır.
Yukanda da kısaca temas edildiği gibi, ricâlü’l-gayb
anlayışı, İslâm’ın rûhî ve mânevi hayâta müteallik yönünü oluşturan tasavvufta,
özellikle Muhyiddin ibn Arabî sonrasında geniş bir kabul görmüştür.
Nitekim, hem Nakşî şeyhi ve hem de bir nıuhaddis olan Ömer
Ziyâüddin Dağıstânî (V. 1920), ricâlü’l-gayb ile ilgili olarak
kendine sorulan bir soruya şu cevâbı vermiştir: “Bunlar her asırda bulunur. Kutub
ve gavs yalnız bir kişi, imam iki kişi, imâd dört kişi, ahyâr
yedi kişidir. Büdelâ ise seksen kişi olup kırkı erkek, kırkı da
kadınlardandır. Nücebâ yetmiş kişi, nükabâ üç yüz kişidir. Sulehânm
sayıca bir sının olmayıp her İslâm beldesinde bulunurlar. Ebdâller
büyük ve kalabalık beldelerde birer-ikişer kişi olur; birinin vefâtı hâlinde
yerine, silsile-i merâtibe göre diğerini tâyin ederler.”[37]
XIV. asırdan îtibâren Türk dervişlerinin bir kısmının “abdal”
lakabını kullandıklarını biliyoruz: Abdal Mûsâ, Abdal Murad veya Kaygusuz
Abdal, Pir Sultan Abdal gibi. Bu dervişlerin Anadolu 'nun
çeşitli yerlerine dağılmaları neticesinde zamânımıza kadar abdal
adım taşıyan zümrelere rastlana gelmiştir.[38] [39]
Bu ismin, XIV. yy.’dan îtibâren özellikle Melâmi13 ve
Alevi[40]
motifler taşıyan ve mezheben Alevî olan tarîkatler arasında
yaygın bir kullanım alanına erişmesi, bâzı k’mselere bu anlayışın sâdece o
tarîkatlere has olduğu izlenimini veriyorsa da bu yanlıştır.[41]
Zîrâ ilk dönemlerdeki ehl-i sünnet âlim ve mutasavvıfların ebdâl anlayışları,
özellikle XIV. yy.’dan sonra başgösteren ve XX. yy. başına kadar süregelen Râfîzî
abdallanın[42]
din dışı hayat tarzlarından tamâmıyla farklıdır. Nitekim ebdâl
telakkisinin ilk kez ortaya çıktığı sıralarda bu kavram, âbid ve zâhidlerle
birlikte muhaddis ve fakihler için de kullanılmaktaydı. îtimâda en yakın
bilinen ebdâl hadislerini nakleden Ahmed b. Hanbel de
yeryüzünde muhaddislerden başka ebdâl tanımadığım ifade etmiştir.[43]
Bir tasavvuf terimi olarak ricâlü ’l-gayb;
her devirde bulunan ve kendilerine gayb erenleri de denilen, göze
görünmeyen ve herkes tarafından bilinmeyen hükümet-i ilâhiyyenin vekilleri olan
kutsal kişilerdir. Üçler, yediler, kırklar, abdallar, üç yüzler
adı verilen bâzı evliyâ vardır ki bunlar gâibdirler, göze görünmezler, kısa
zamanda uzun mesâfeler katederler.[44] Yâni bu
kavram, Allâhü Teâlâ’nın temsilcileri olarak şehâdet âlemini, yâni dünyâyı yöneten,
böylece kendi kozmik ve insânî işlevlerini icrâ eden insanları ifâde eder.[45]
Klasik dönem tasavvuf edebiyâtmın önde gelen
müelliflerinin eserlerinde ricâlü’l-gayb konusu az ilgi
görmüştür.[46]
Bunun sebebi, söz konusu müelliflerin, tasavvufun daha şer’î bir ilim olup
olmadığının tartışıldığı teşekkül döneminde, ricâlü'l-gayb gibi
anlaşılması oldukça güç ve farklı bir konuyu eserlerinde işlemeyi uygun
görmemeleri olabilir. Bu açıdan bakıldığında, tasavvufun şerîate uygunluğunu
ortaya koymak üzere telif edilmiş pek çok klasik eserde bu konunun kısaca
-deyim yerindeyse- geçiştirilmiş olması tabiî karşılanmalıdır. Ancak bu demek
değildir ki, o dönemde ricâlü 'l-gayb telakkisi tasavvuf ilminin
konulan arasında yer almamıştır. Muhtemelen bu anlayış, mutasavvıflar arasında
yaygın olmakla birlikte, yukanda da kısaca temas ettiğimiz çeşitli sebeplerden
dolayı tasavvuf kitaplarında yazılı olarak yerini almamış olmalıdır.
el-Muhâsibî, gayb erenlerinin dünyâdan ancak kendilerine yetecek
kadarını aldıklannı ve fazlasından kaçmdıklannı söylemektedir. Bunun sebebi,
dünyâlıklann haram olması değil; ancak ebdâl ve zâhidler ile
Allah ve Allah’ın günleri hakkında bilgi sâhibi olanların[47] dışında hiç
kimsenin ondan sâlim kalamamasıdır.[48]
el-Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb'unda konuyla ilgi
verdiği bilgilerde, Yüce Allah’ın dergâhında bulunan ve ehl-i hal ve akd
(bir işin yapılmasına veya yapılmamasına karar veren kurmay ve) komutan
velîlerden bir grubun sayısının üç yüz olduğunu ve bunlara ahyâr (hayırlılar)
adı verildiğini bildirir. Diğer kırk tânesine ebdâl (bedeller),
sayılan yedi olan velîler topluluğuna ebrâr (iyiler), dört
tânesine evtâd (direkler), üç tânesine nükabâ (murakıplar,
denetçiler) ve bir tânesine de kutub ve gavs
adı verilmiştir. Bunlar birbirlerini tanırlar ve yapılacak işler husûsunda
birbirlerinin iznine ihtiyaç duyarlar.[49] Ebû
Abdillâh el-Mağribî (V. 911) de ebdâhn Şam’da, nücebânm Yemen’de
ve ahyâraı da Irak’ta bulunduğunu söylemiştir.[50]
el-Kuşeyrî ise velî kavramım tanımlarken ricâlü’l-gayb
anlayışıyla ilgili bâzı temel ipuçları vermektedir. Ona göre, -“fail"
vezninde ve “ism-i mef’ûT mânâsında olmak üzere- bir bakıma velî,
işlerini görmeyi Cenâb-ı Hakk’ın uhdesine aldığı kimsedir ki “Sâlih kulların
işlerini o deruhte etmiştir ”433 meâlindeki âyet bunları tavsif
etmektedir. Allâhü Teâlâ velîsini bir an bile nefsiyle baş başa bırakmaz; onun
işlerini görmeyi ve koruyup gözetmeyi bizzat üzerine alır.[51] [52]
O halde devamlı Allâh’m koruması altında bulunan evliyâ zümresinin birer ferdi
olan gayb erenleri, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine yüklemiş olduğu her türlü
vazifeyi yerine getirirken onun gözetim ve denetiminden bir an dahi olsa uzak
kalmamaktadırlar.[53]
İmam-ı Gazzâlî, gayb erenlerinin özelliklerini
şöyle anlatır: Onlar, nerede olursa olsun İslâm toplumuna katılırlar,
diledikleri gibi yeryüzünde dolaşırlar ve yeryüzü onlara Allâhü Teâlâ’nın
izniyle bir adımlık bir mesâfe gibi gelir.[54] Onların
yemeleri ancak şiddetle acıktıklarında, uyumalan ancak uykunun şiddetle baskın
gelmesi ânında, konuşmaları da ancak zaruret halindedir. Yâni onlar, iyice
acıkmadan bir şey yemezler; uykuları iyice bastırmadan uyumazlar; zorunluluk
olmadıkça konuşmazlar ve sorulmadıkça cevap vermezler. Herhangi bir soru
sorulduğunda, cevap verecek başka kimse varsa sükût ederler; o da yoksa o zaman
cevap verirler. Zîrâ onlar, sorulmadan söze başlamayı, söz için gizli şehvet
sayarlar.[55]
Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’nin (V. 896) şu sözü yine aynı konuya
işâret etmektedir: 'Ebdâl, ancak şu dört özellik sâyesinde ebdâl
olmuştur: Açlık, uykusuzluk, sükût ve uzlet,” Zîrâ onlar, ölmeyecek kadar
yerler; ancak dayanamayınca uyurlar ve mecbur kalmadıkça konuşmazlar.[56]
Sahâbeden Ebu’d-Derdâ (V. 652) da bu kimseleri
şöyle tanıtır: “Allâhü Teâlâ’nın kendilerine ebdâl denen bâzı
kullan vardır ki; bunlar peygamberlerin halefleri ve yeryüzünün direkleridir.
Nübüvvet sona erince Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) ümmetinden bir kavmi onlann
yerine koymuştur. Onlar fazla namaz, çok oruç ve ibâdetlerinden değil; ancak
ciddî vera’ ve samimî niyet sâhibi olup herkese iyilik düşünmelerinden ve Allah
için nasihat etmelerinden dolayı bu makama ermişlerdir. Onlar, korkaklığa
varmayan sabır, zillete düşmeyen tevâzu sâhibidirler. Otuz-kırk kişi olan bu
kimseleri Cenâb-ı Hak seçmiş olup bunlar İbrâhim (aleyhisselâm) kalbi
üzeredirler. Onlardan biri vefât ettiği takdirde yerine başkasını koyar. Onlar
kimseyi lânetlemez, kimseye hakaret etmez, kimseye dil uzatmaz, kimseye hased
etmez ve dünyâya karşı hırslı olmazlar. İyilik bakımından insanların en temizi,
en yumuşak ahlâklısı ve en cömertleridir. Alâmetleri eli açık olmak,
seciyyeleri güler yüz, vasıflan ise selâmettir. Bugünleri için korkmayıp
yarınları için de gaflette kalmazlar ve zahirlerini muhafaza ederler. Allâh’la
ilgili kesin bilgilerinde (yakîn) ve hayırlı işlerde yanşta onlara rüzgâr bile
yetişemez. Allâh’a olan şevkleri bakımından gönülleri ona doğru yükselir. “...İşte
onlar, Allah’ın ordusudur (hizb); muhakkak galip gelecek olan da Allâh’m
ordusudur’’m âyeti, bu kimseleri tasvîr etmektedir.[57]
[58]
Benzer ifadelerine rastladığımız Fudayl b. lyâz’ın
(V. 802): “Bize göre ermiş kişi; çok oruç ve çok namazla değil; ancak gönül
zenginliği, kalp temizliği ve insanlann iyiliğine çalışmakla ermiştir”[59]
mânâsındaki sözü, sonraları tasa^^vuf târihinde çokça tekrarlanan ricâlü’l-gaybm
tarifi hâlini almıştır.
Zamanla felsefeden ve bâzı mitolojik unsurlardan da
yararlanarak gelişen tasa\rvuf düşüncesinde ricâlü ’l-gaybm,
kâinatın işleyişinde nüfuz sâhibi olduğu fikri yerleşmiştir. Kendilerine
metafizik bir hüviyet verilen bu kimseler, diledikleri anda diledikleri yerde
bulunabildikleri gibi, bol yağmur yağması, bereketin artması, zâlimlerin
cezalandırılması, belâların defedilmesi gibi hususlarda da Allah’tan her
istedikleri kabul olunur.[60]
Bunlar arasında erkekler olduğu gibi, kadın olanlar da vardır. Ancak çoğunluk
erkeklerden oluştuğu için bunlara ricâlullâh, ricâlü’l-gayb gibi
isimler verilmiştir.[61]
Nitekim bu bilgileri verdikten sonra aynı mânâya işâretle Nefehâtü’l-Üns
mütercimi Lâmiî Çelebi (V. 1531) şu dörtlüğü kaydeder:
"Dediğim gibi olursa hevâtîn
Rical üstüne fazlında ne şek var?
Müzekkerlik değildir bedre meftıar
Müenneslikten ermez şemse hem âr1,446
William Chittick’in belirttiğine göre tasavvuftaki
vahdet-i vücûd düşüncesinin iki tarzı, bakış açısı vardır: Birincisi
İlâhî aşkınlık ve mutlaklığa önem verir ve Allâhü Teâlâ’dan başka herhangi bir
şeyin gerçek anlamda tek olabileceği fikrini reddeder. Buna göre Allah biricik
ve nihâî olarak tek ve gerçektir; onun dışındaki herşey (mâsivâ) aslî çokluk ve
gerçek dışı oluştan pay alır. İkinci tür bakış açısına göre ise İlâhî içkinlik
ve sonsuzluğa önem verir ve hiçbir şeyin Allâh’ın birliği şemsiyesinin dışında
kalamayacağını, dolayısıyla da herşeyin çokluk arzetmelerine rağmen biricik bir
biçimde “Bir” olanın çeşitli tezâhürlerini sergilediklerini iddiâ eder. İşte ricâlü’l-gaybâen
bahseden mutasavvıflar, bunlardan söz etmekle Cenâb-ı Hakk’ın aşkınlığını ve
onu âlemin ötesine, en yüce bir yere koymakla da biricikliğini ifâde etmek
isterler. Dolayısıyla âlemin aslî yapısını her biri çeşitli İlâhî sıfatlan
izhâr eden insânî fonksiyonlara dayanarak idrak etmek sûretiyle de onun
içkinliğini ileri sürerler. Şöyle ki: Yaratılmış düzende Allâh’ın birliği kutbun
her zaman bir olması olgusunda yansıtılır; buna karşılık onun
isimlerinin merâtibi, diğer ricâlü’l-gaybin derece bakımından kutbun
altında sıralanmış olmaları olgusunda yansıtılır. Ricâlü'l-gayb'm
1, 2, 4, 7, 12 vs. gibi matematiksel olarak dizilişi, bir yaratılmış
gerçeklikler merâtibi vâsıtasıyla içinde İlâhî İlke’nin kendi imkânlarını
açtığı tarzları yansıtır. Kozmik yönden, bu sayıları bütün evrendeki doğal olgu
ve olaylarda görmek mümkündür: Bir sayısı, her bir bireysel şeyin tekliğinde
görülür; iki, gece ile gündüz, yer ile gök, aydınlık ile karanlıkta; dört,
unsurlarda, mevsimlerde, yönlerde, mizaçlarda; yedi, göklerde, iklimlerde,
gezegenlerde; on iki, burçlar kuşağında... Ricâlü’l-gaybi,
herşeyin İlâhî isimlerle (esmâ) olan münâsebetini göz önünde bulundurarak îzah
etmek de mümkündür: Meselâ, kutub “Allah” ismini izhâr eder;
çünkü kutub Allâh’ın tam mânâsıyla fiilileşmiş, istisnâsız bütün
İlâhî sıfatlan kendisinde toplayan ve temsil eden süreridir. İki imam
“Melik” ve “Rab” isimlerini izhâr eder; yâni, âlemi yöneten ve denetleyen
olarak “Mutlak” ile âlemdeki herşeyi besleyip büyüten “Sonsuz” varlığı. Dört evtâd
“Hayat sâhibi (Hayy), Bilen (Alîm), Dileyen (Mürid), Kudret sâhibi (Kadir)”
isimlerinin tezâhürlerini gösterir. [62]
Yedi ebdâl de “Hayat sâhibi (Hayy),
Bilen (Alîm), Merhametli (Rahîm), Kudret sâhibi (Kadir), Lutuf sâhibi (Latîf),
İşiten (Semî’), Gören (Basîr)” isimlerinin özelliklerini açığa vurur.[63]
Ricâlü’l-gayb'm gayb âlemindeki
idâreciliklerini, insanların yeryüzündeki yöneticilikleriyle karşılaştıranlar
da olmuştur. Buna göre, bu iki tür yöneticilik arasındaki büyük fark şudur:
Şehâdet âleminde yöneticilik, genellikle fertlerin kaprislerine ve beşerî
kuramların saçma isteklerine uyduğu halde, gayb alanında insânî yöneticiler
mükemmel bir uyum içinde İlâhî Melik’e tâbi olurlar. Allâhü Teâlâ’nın kendi
isimlendirmesini red veya inkâr edenler ya da bunu kendi amaçlan doğrultusunda
yanlış yorumlayanlar, görülür âlemi kendi isimlendirmelerine göre yönetmeye
çalışabilirler. Ama herşeyi Allah vergisi isimlerle isimlendirenler, onlarla,
tıpkı bizzat Cenâb-ı Hakk’ın âlemi mütemâdiyen yeniden yaratmak süreriyle
ilgilendiği gibi ilgilenirler ve onlara öyle muâmelede bulunurlar. Burada emir
veren ya da yükümlü olarak kim görünürse görünsün, gerçek yönetim yalnız
Allâh’a âittir.[64]*
Ricâlü’l-gayb mertebesine ulaşabilmek için
maldan, çoluk-çocuktan ve nefsten kurtulmayı şart olarak gören sûfîler vardır.
Nitekim bir menkabede anlatıldığına göre,[65] tasavvuf
yoluna yeni girmiş bir mürid, ricâlü’l-gayb zümresine dâhil olmak
istediğini, ebdâlden olan şeyhine bildirir; o da mânevî
kapasitesini iyi bildiği için, müridine bunu başaramayacağını söyler. Mürid
ısrarla aynı şeyi isteyince şeyhi ona malından-mülkünken, çoluk-çocuğundan ve
nefsinden kurtulmasını tavsiye eder. O da ne kadar mah-mülkü varsa hepsini
dağıtır, sonra da karışım boşayarak kendini tamamen ibâdete verir. Birgün şeyh,
ebdâl ile bir araya gelir ve hep beraber bir minâreye çıkıp
nefslerini orada bırakarak havada uçmaya başlarlar. Her biri arkasındakine:
“Toplantı Mekke’de” deyip uçarak oradan uzaklaşır. Meydanda
yalnızca hayretler içerisindeki o mürid kalakalır. Şeyhi ona ebdâle
katılmasını söyler; ancak o bunu başaramaz. Şeyhi: “Nefsinden kurtulamadm mı?”
diye sormasına rağmen, yine de uçmayı başaramaz. Şeyhi de onu minarenin başında
bırakarak diğer ebdâhn peşinden gider. İşte, kim Allah ile
berâber olursa, Allah da koruyup kollayıcı olarak onun yanında olur. Ertesi
sabah tekrar derse gelen müride şeyhi şunları söylemiştir: “Muhakkak ki senin
eşini boşaman ric’î talâk ile gerçekleşmiştir; git, karına dön!
İşte bunlar da önceden fakirlere dağıttığın malındır. Sen ebdâl
olmaya ehil değilsin; öyleyse orta yolu tutanlardan ol!”
Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî ise ricâlü’l-gayb
ile ilgili görüşlerini biri diğerinin şerhi niteliğinde olan Tabakâtü
’l-Evliyâ isimli müstakil iki risâlesinde telif etmiştir. Bu eserlerinde, ricâlü’l-gayb
konusu çerçevesinde değerlendirilebilecek belli başlı kavramlara yer vermiş;
birinde bunlara kısaca temas etmiş, öbüründe ise bunları açıklamıştır.
Marmaravî’nin bizzat belirttiğine göre bu açıklamaları, Muhyiddin ibn Arabi’nin
Fütûhât-ı Mekkiyye adh eserindeki beyanlarım esas alarak yapmıştır.
Yaptığımız inceleme ve araştırmalar sırasında biz, bu
eserin biri 2-3 varaklık, diğeri ise 8 varaklık olmak üzere iki ayn çeşidinin
olduğunu tesbit ettik. Tek nüshası bulunan 16 sayfalık Tabakâtü’l-Evliyâ,2
nüshası bulunan 7 sayfalık Tabakâtü,l-Evliyâ',mnK2
kısa bir şerhi niteliğindedir. Böylece bu eserin toplam nüshasının 3 olduğu
görülmektedir. Biz, bu çalışmamızda bunlardan 7 sayfalık olanı için “Tabakâtü’l-Evliyâ
(I)’’, 16 sayfalık olanı için de "Tabakâü'l-Evliyâ (II)’’ ismini
kullanacağız.
îlk bakışta ismi, tasavvuf büyüklerinin hayatlarından,
menkabe ve kerametlerinden bahseden bir risâle olduğunu çağrıştırmakta ise de
eserde Ricâlü ’l- Gayb ile ilgili bâzı kavramların anlatımından başka
bir bilgi yoktur. Eserde kavramsal olarak işlenen bu gayb erenleri şunlardır: Aktâb,
gavs, imâmân, evtâd, evrâ, efrâd, ebdâl, büdelâ, rukabâ, nükabâ, nücebâ, ümenâ,
sulehâ, ahyâr, recebiyyûn, havâriyyûn, ilâhiyyûn, müslimûn, mustafiyyûn,
ricâlü’l-gayb, ricâlü’l- [66] [67] [68] fevt,
ricâlü'l-feth, ricâlü’l-maâricü’l-ulâ, ricâlü’t-tahte’s-süflâ, ricâlü’l-ganî
billâh, ricâlü ’l-ayn, ricâlü ’l-cinân, ricâlü eyyâmi ’s-sitte ve hâtim.
Bu kavramlara Tabakâtü’l-Evliyâ (Ifde kısaca
değinilmiş, öbüründe ise bunlar şerhedilmiştir. Ayrıca Tabakâtü’l-Evliyâ
(Hfde sık sık Muhyiddin ibn Arabi’nin sözlerinden ve onun Fütûhât-ı
Mekkiyye adlı eserinden isim zikredilmek sûretiyle örnekler verilmektedir.
Zâten bu risâle, Fütûhât’va ricâlü’l-gayb ile ilgili kısımlarının
tercüme ve kısa şerhi niteliğindedir. Bu yüzden biz, Yiğitbaşı Velî’nin
risâlelerinde geçen konularla birlikte bunların Fütûhât ’ta yer aldığı
ilgili kısımları da belirtmek sûretiyle karşılaştırma yapma imkânı sunmayı
amaçlıyoruz.
Şimdi müellifimizin bu konuda anlattıklarını, Muhyiddin
ibn Arabi’nin fikirleriyle karşılaştırmalı olarak anlatmaya geçebiliriz:
KUTUB:
Her zaman bir kişi olup, Allâhü Teâlâ’nın nazargâhı
konumunda bulunan kutba Cenâb-ı Hak, kendi katından en büyük İlâhî esrân
vermiştir. Rûhun bedende dolaştığı gibi o da kâinâtın gizli ve açık
noktalarında dolaşır durur. Zîrâ evrenin en yüce ve en aşağı mertebelerinde
sürmekte olan hayâtın rûhu ondan feyezân eder. Bir de kutbu ’l-aktâbhk*53
(kendisine sığmıldığı zaman gavsü ’l-a ’zam da denir) makamı vardır ki
bu, Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nübüvvetinin bâtını olup, ancak ekmeliyet
derecesine ulaşması hasebiyle onun özel verâsetini kazanmış olan kimseler bu
makama erişebilir.[69]
[70]
Kutbu, kendisinde hikmet ve esmâ tecellîsinin izlerinin
zâhir olduğu ve Cemâl ve Celâl isimlerinin tecellîsiyle münfail
ve müteessir olan kimse[71]
olarak tanımlayan İbn Arabi’nin Tedbîrât-ı İlâhiyye adlı eserinin şârihi
Ahmed Avni Konuk ayrıca şu görüşlere yer verir: “Ümmet-i Muhammed’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) avâmı, zamanın
halîfesinin ve kutbunun kim olduğunu bilemezler; bunu ancak ümmetin havâssı
olan evliyâ bilebilir. Kutub, zamânın halîfesidir; İlâhî nazarın ve
rabbânî tecellîlerin mahallidir. Gizli ve açık, bu âlemde gerçekleşen İlâhî
isimlerin her türlü tecellîleri hep ondan sudûr edip tüm halka dağıtılır. Zîrâ
o, yeryüzünde İlâhî hazînenin eminidir. Meselâ, bir kimseye merhamet olunsa,
onun sebebiyle olur ve bir kimseye de azâb olunsa, yine onun sebebiyle olur.”[72]
İbn Arabi’nin bu konudaki görüşlerini aktaran Ahmed Avni Konuk’un kaydettiğine
göre: “Âlemde tasarrufât-ı ilâhiyye, halîfetullâh fi’l-arz[73] olan kutub
vâsıtasıyladır. Onun mahall-i nazarı, ancak Hak Sübhânehû hazretleridir. Ve
bilcümle fuyûzât-ı ilâhiyye, âleme onun vâsıtasıyla nâzil olur. Ve onun ism-i mânevisi
Abdullah’tır. Binâenaleyh o, “îlâhi’n-nâs” makamında kâimdir.”[74]
Yiğitbaşı Velî’ye göre kutub, her zaman
tüm ahvâl ve makâmâtı kuşatıcıdır (câmi’). Kutubluk, ya asâleten
veya niyâbeten olur.[75]
Aynca İbn Arabi’nin buna ilâve olarak verdiği bilgilere göre, her
beldede o beldenin kutbu olan ricâlüllahtan bir kişi bulunur ve o bölgedeki
cemâatin şeyhi de onlann kutbudur.[76] ÂırfnMuğun
belli bir süre sonra sona erebileceğini, yâni kutbun gerekli görülürse bu
makamdan azledilebilecegini ileri sürenler olmakla birlikte; Autaöluk için
sınırlı ve belli bir müddet olmadığım, kutbun adâletten hiçbir
zaman ayrılmasının mümkün olmayacağından dolayı makamından azledilmesinin de
söz konusu olmayacağını, onun ancak vefat etmesi neticesinde bu makamdan
ayrılabileceğini söyleyenler de vardır.[77]
GAVS:
Kendisine ilticâ edilen ve kendisine sığınıldığı
zamanlarda gavs adım alan kutubdan*[78]
[79]
Bir başka ifâdeyle gavs; yardımcı, imdâda yetişen, medet ve
nusret veren ve Efendimiz’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nûrâniyetinde kendini yok edip o nurla sâhib-i
vakt olan veliyullah demektir. Gavs-ı a’zam da bütün mâsivâyı
unutup Vâcibü’l- Vücûd olan Cenâb-ı Allah İle ünsiyet kuran kimsedir.461
Yâni gavs, İlâhî tecellîlere merkezlik görevi yapan ve bütün
kemâlâtı şahsında toplayan kutubdur. Gavslık, kutubluk
derecesinden sonra gelen yüce bir makamdır.[80] Devrin en
büyük gavsi, kutbu'l-a’zamdn. Bunun duâsı kesinlikle reddolunmaz.
Sıkıntısı olanların kendisine ilticâ ettikleri için gavs
denmiştir. Yüce Allah ona ledün ve gayb ilminden çok büyük bir pay vermiştir. Gavs-ı
a’zam, -ulvî ve süflî- her varlığa feyiz verir. Dört büyük meleğin
özelliklerini bünyelerinde barındırırlar. İnsanlann Kabe’yi tavâf
etmeleri gibi, kutbu’l-aktâb’ın kalbi de dâimâ Cenâb-ı Hakk’m
tecellîsini tavâf eder. Onlar, halka yaptıklan hizmetlerde Hak ile
berâberdirler. Oysa halka göre, vücutlan ile dünyânın herhangi bir köşesinde
bulunurlar. Her asırda en mübârek ve en mükemmel insan, o zamanın Antiudur.
Onun etrâfmdaki rical (evliya) ise yeryüzünün yine en mübârek ve en
mükemmel insanları sayılırlar.[81]
[82]
İmâm-ı Rabbânî, (V. 1624) evliyâdan kemâle ermiş
zevâtın, imâmet ve hilâfet makamlarının yerine zıllî olarak geçecek irşad
kutubluğu ve kutb-i medar166 makamlarına sâhip
olabileceklerini söyler.[83]
Onun aktardığına göre Muhyiddin ibn Arabî, buradaki kutb-i
medarın, gavsiyet makamındaki kimseleri ifade ettiğini söylemiştir.
Zîrâ ona göre gavslik, kutubluk makamından ayn ve tek başına olan
bir mertebe değildir. İmâm-ı Rabbânî"ye göre ise gavs, kutb-i
medardan farklıdır. Şöyle ki: Gavs, yapacağı işlerde kutb-i
medara yardımcı olur; yâni kutb-i medar, bâzı işlerinde
ondan yardım ister. Gavs, ebdâl makamına tâyin edilecek
kimselerin belirlenmesinde etkin bir rol üstlenir. Şu durumda yardımcılan da
dikkate alınırsa, kutub için kutbu’l-aktâb adı da
kullanılabilir.[84]
Demek ki İbn Arabî kutub ile gavs arasında belirgin
bir ayrıma gitmezken İmâm-ı Rabbânî, bu iki kavramı birbirinden ayırarak
ricâlü ’l-gayb arasındaki hiyerarşide gavsı kutb-i medârdan
daha aşağıda bir mevkîye yerleştirmektedir.
Yiğitbaşı Velî’ye göre gavs her
zamanda tek olur ve biri zâhire, biri de bâtına hükmeden olmak üzere iki
türlüdür. Ancak Hz. Resûlullâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve dört büyük halîfenin hükmü hem zâhire ve
hem de bâtına geçerdi. Onlardan sonra gelen silsile-i meşâyihten Hasan-ı
Basrî, Habîb-i Acemî, Selmân-ı Fârisî ve Bâyezîd-i Bistâmî gibi evliyânın
zâhire değil, yalnızca bâtına hükümleri geçerdi.[85]
İMÂMÂN:
İki önder demektir.
Bunlardan birincisi kutbun sağında bulunup melekûtu, İkincisi de
solunda bulunup mülkü gözetir. Bunlardan İkincisinin derecesi ve makamı
birincisinden daha yücedir. Kutbun ölümünden sonra onun yerine
geçecek şahıs da bu İkincisidir.[86]
İbn Arabi’ye göre “kutubdan sonra iki imam
(imâmân) vardır ki, birisi kutbun sağında olup, nazarı
âlem-i mülkün bâtını olan âlem-i melekûtadır.ve âlem-i mülk, taayyünât-ı
esmâiyyeden ibâret olup, efâl-i ilâhiyyenin tecellî-gâhıdır. Esmânın bâtını ise
sıfattır. Binâenaleyh, âlem-i melekût, âlem-i sıfâttır. Ve bu imam, “Rabbü’n-nâs”
makamında kâim olup ism-i mânevisi Abdürrab’dir. Ve imâmın diğeri,
kutbun solundadır. Nazarı, ale-i mülkedir. Onun için
“Meliki’n-nâs” makamında kâim olmuştur. Ve ism-i mânevisi Abdülmelik’tir. Ve bu
imam, mertebede Abdürrab’den efdaldir. Âlem-i mülkte
âlem-i melekût mündemicdir. Ve “İlâhi’n-nâs” makâmmda kâim olan kutub
ise cemî’-i merâtibi hâiz olduğundan, cümleden efdaldir. İmdi, ferdiyyet-i
selâsiyye tasamıf-i âlem emrindeki müessirlerde dahi sabit oldu ki, onlar kutub
ile iki imâmın vücûdudur. Ve onların nisbetleri zât, sıfât ve
esmâyadır. Ve bu ferdiyyet-i selâsiyyeye mukâbil müteessirâtta da ferdiyyet-i
selâsiyye sâbittir ki, onlar da mertebe-i ervâh, mertebe-i melekût, mertebe-i
mülktür.”[87]
[88]
Yiğitbaşı Velî’ye göre de imâmân her
zaman iki olur. Birinin adı Abdürrab ve diğerininki Abdülmelik’tir. Ve
kutbun adı Abdullah’tır. Nitekim buna işâretle Allâhü Teâlâ: "Ve
o Allâh’ın kulu (Abdullâh) kalkınca... ”[89]
buyurmuştur. Yâni Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve bu iki imamdan birinin nazarı âlemi melekûta
ve birininki de âlem-i mülkedir.473 Bu iki imam kutbun
vezirleridir ve o vefat edince kutbun solundaki Abdülmelik onun
yerine geçer.[90]
EVTÂD:
Doğu, batı, kuzey ve güney olmak üzere dört yönde
bulunan ve bu yönlerde koruyuculuk yapan dört ermiş kişidir ki, bu yönlerin
muhâfazası husûsunda bunlara Cenâb-ı Hak nazar ve kudretini tecellî buyurur.[91]
Sehl b. Abdullah et- Tüsterî’ye hal ilminm ne olduğu
sorulduğunda; bu ilmin, tedbîri terketmek olduğunu ve bu sıfatı kendisinde
bulunduranın ev/ârfdan olacağını[92]
söylemiştir. İmâm-ı Gazzâlî de Kâbe-i muazzamayı her sabah bir
evfârfın tavaf etmekte olduğunu ve bunun sona ermesi hâlinde Alenin yerden ref
olunmasına sebep olacağım haber vermektedir.[93] el-Hucvirî
ise evtâd denilen velîlerin âlemi her gece dolaşmalarının gerektiğini
söyler. Eğer gözlerinin değmediği ve görmediği bir yer kalır ve burada da
herhangi bir aksaklık ortaya çıkarsa, o zaman himmetine mazhar olabilmek için kutba,
başvururlar. Kutbun bereketiyle Allâhü Teâlâ bu aksaklığı ortadan
kaldınncaya kadar ona müracaatlarına devam ederler.[94]
Mülk âlemini bir çadıra veya bir eve, evlâdı da
o çadırı dört bir tarafından destekleyerek ayakta tutan direklere veya
sütunlara benzeten İbn Arabî, evlâdın, insanların güzel ve yüce
ahlâklarını sembolize ettiğini, onlann her birinin insanların mülkünde söz
sâhibi ve idâre edici bir konumda bulunduklarını söylemektedir.[95]
Yiğitbaşı Velî’ye göre de her zaman dört olup
bundan fazla ya da az sayıda olmayan evfârfdan biri batı, biri doğu, biri kuzey
ve biri de güney tarafta tasarrufta bulunurlar. Bu yönlerin taksimi, merkez
noktası Kabe kabul edilerek başlar. Cenâb-ı Hak bunları Kur’ân-ı
Kerîm’de “cibâl (dağ)” olarak zikreder: "Biz yeryüzünü bir beşik
ve dağları (cibâl) da birer kazık (evtâd) olarak yaratmadık mı? ”[96]
Nasıl ki dağlar yerin çivileri konumunda ise bu evtâd da âlemin çivileri
mesâbesindedir. Yeryüzü dağlarla sâkin durduğu gibi âlem de bunlarla sâkin
olur. “Veted” lügatte “mıh (çivi)” demektir; “evtâd” bunun çoğuludur.
Allâhü Teâlâ, Kur’ân’m başka bir yerinde bunlara İblîs’in ağzından çıkan şu
sözlerle işâret eder: "Sonra (onların) önlerinden, arkalarından,
sağlarından, sollarından onlara sokulacağım... ”[97] Yâni İblîs,
Âdem’i saptırmak için bu dört taraftan yol bulur. İşte evtâd bu dört
yönü koruma altına alırlarsa İblîs buna yol bulamaz. Evtâd
nâdiren hâtûn evliyâdan olmakla birlikte genellikle erkeklerden olur. Bunların
adlan: Abdülhay, Abdülalîm, Abdülkâdir ve Abdülmürîd’dir.[98] îbn
Arabî, kına ticâreti yapan îbn Ca’dûn adlı ev/ârfdan bir zâta Fas'ta
rastladığım söylemektedir.[99]
Yine o, kendi zamanında yaşamış ve 599 (1202-03 M.) yılında vefât etmiş olan Ebû
Ali el-Havâriyye adındaki şahsın, er-Rebî’ b. Mahmûd el-Mardinî
el-Hattâb’m yerine evtâd olarak geçtiğini haber vermektedir.[100]
EBDÂL:
el-Hakîm et-Tirmizî (V. 898) şu iki mânâ dolayısıyla ebdâte
bu adın verildiğini bildirir: Birincisi, ricâlü T-gaybden biri
öldüğünde Allah bir başkasını onun yerine “bedel” kılar; İkincisi
ise onlar kötü ahlâk, amel ve inançlarım terkedip iyilerle değiştiren
kimselerdir.[101]
Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî (V. 1893), büdelânm.
(ebdâl) yedi kişiden müteşekkil olduğunu ve bunlann mânâ âleminin
önderleri sayıldığım bildirmektedir. Kalbleri Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm)
kalbine bağlı olan bu kişilerden biri, herhangi bir yerde bulunmadığı zaman
içlerinden bir başkası onun yerine geçip vekillik yapar. Bulunduğu yerde sâdece
sûreti bulunup ruhu ise başka yerde olan bu kişilerin bu durumlarını
kendilerinden başka hiç kimse bilmez.[102]
Seriyyü’s-Sekatî (V. 870), ebdâl'm
dört özelliğini sayar: Vera’ husûsunda tam bir titizlik, sağlam irâde, iç
dünyâyı ahlâkî sorunlardan arındırmak ve ahlâkî konularda samimî olup ilkeli
davranmak.[103]
Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (V. 896) de ricâlullahtan bâzılarma;
mutmainliğe ulaşan nefslerinin kalbe tesir eden yönünün nurlanması neticesinde
ahlâklarım güzelleştirmeye ve kötü sıfatlarım iyiye doğru “tebdîl” etmeye
başlamaları sebebiyle ebdâl denildiği[104] yorumunu
yapmaktadır.
Cüneyd-i Bağdâdî (V. 909) büdelââan
otuz ermiş kişinin kendisine; “halkı Yüce Allah’a dâvet etme ehliyetine
sahipsin” diye işarette bulunmadıkça, nasihat etme faâliyetine girişmediğini488
[105]
söylemektedir. İmâm-ı Gazzâlî de Kâbe-i muazzamayı her
akşam bir ebdâlin tavâf etmekte olduğunu ve bunun sona ermesi
hâlinde ÂTâöenin yerden ref olunmasına sebep olacağım haber vermektedir.[106]
İbn Arabi’ye göre ise Allah yedi iklimi yedi ebdâl
aracılığıyla korur. Yedi semânın rûhâniyeti bunlara bağlıdır ve her ebdâl
gücünü, her biri yedi semânın birinde bulunan peygamberlerden alır ki bunlar İbrâhim
(aleyhisselâm), Mûsâ (aleyhisselâm), Hârûn (aleyhisselâm), İdrîs (aleyhisselâm),
Yûsuf (aleyhisselâm), Isâ (aleyhisselâm) ve Adem’dir (aleyhisselâm). Ayrıca
Yahyâ (aleyhisselâm) da îsâ (aleyhisselâm) ile Hârûn (aleyhisselâm)
arasında elçilik yaparak bu peygamberlerden aldığı mânevi hakikatleri yedi ebdâlin
kalbine indirir.[107]
Burada İbn Arabî, haftanın yedi gününde olacak olayların yedi iklim ve
yedi peygamber vâsıtasıyla abdalların tasarrufuna verildiğini söyleyerek
bunlara birtakım metafizik nitelikler ve güçler tanımaktadır.
İbn Arabi’nin Tedbîrât-ı İlâhiyye isimli eserini
tercüme ve şerheden Ahmed Avni Konuk (V. 1938), onun konuyla ilgili şu
görüşlerine yer verir: “Hak Sübhânehû ve Teâlâ yeryüzünü yedi iklim yapmıştır.
Ve has kullarından yedi kişiyi intihâb etmiştir. Ve onların adım ebdâl
koymuştur. Ve her iklimin vücûdunu o yedi kimseden biri ile hıfzeyler. Ben Mekke-i
Mükerreme hareminde onlar ile cem’ oldum. Ve onlara selâm verdim ve
onlar bana selâm verdiler; ve onlar ile mükâleme ettim.”[108] [109]
Tamâmen Muhyiddîn ibn Arabi’nin bu konudaki
görüşlerinden etkilendiği görülen Yiğitbaşı Velî’nin verdiği bilgilere
göre de ebdâl yediden fazla veya az olmayıp, Allâhü Teâlâ bunlara
yedi iklimin^ tasarrufunu vermiştir: Birincisi Hz. İbrâhim (aleyhisselâm)
kademindedir ve birinci iklimin mutasarrıfıdır. İkincisi Hz. Mûsâ (aleyhisselâm)
kademindedir ve ikinci iklime tasarruf eder. Üçüncüsü Hz. Hânın (aleyhisselâm)
kademindedir ve üçüncü iklime tasarruf eder. Dördüncüsü Hz. İdrîs (aleyhisselâm)
kademindedir ve dördüncü iklime tasarruf eder. Beşincisi Hz. Yûsuf (aleyhisselâm)
kademindedir ve beşinci iklime tasarruf eder. Altıncısı Hz. îsâ (aleyhisselâm)
kademindedir ve altıncı iklîme tasarruf eder. Yedincisi Hz. Âdem (aleyhisselâm)
kademindedir ve yedinci iklime tasarruf eder. Bunlar yedi yıldızda (kevâkib-i
seb’a) bulunan havâssa ve esrâra vâkıftırlar; her birine bir yıldız musahhar
kılınmıştır. Bunların dördünün adı evtâd isimlerine uygun olup üçününki
farklıdır. Bunlar: Abdülhay, Abdülalîm, Abdülkadir, Abdülmürîd, Abdüşşekûr,
Abdüssemî’ ve Abdülbasîr’dir.494 Bu kimselere ebdâl
denmesinin sebebi şudur: Bunlardan biri herhangi bir iş görmek için bir yere
gidecek olsa, kendi sûretinde bir şahsı yerine “bedel” koyup öyle gider ve hiç
kimse o kişiyi ondan ayırt edemez. Şeyh Şihâbüddin es-Sühreverdî ebdâlten
idi.495 İbn Arabî, Mekke ’de çok güzel bir semtte ebdâl
ile karşılaştığını bildirir. Yine o, bu zümreden olan Mûsâ es-Sedderânî’ye 586
(1190 M.) yılında İşbîliyye ’de rastladığım haber vermektedir.496
EVRA:
Bu, sürekli hayatta olan bir kimsedir. Hak Teâlâ ona
tüm yaratılmışların kuvveti kadar ve belki de daha fazla güç vermiştir. Cihad
ânında o bütün askerlerin önünde gider ve düşmanla ilk önce o savaşa başlar.497
BÜDELÂ:
Her zaman dört498 (veya on iki)499
kişi olup, bunlar ebdâlten. farklıdırlar. Yeryüzünde kimse tarafından
bilinemeyen bu kişileri ancak gök ehli bilebilir. Ne zaman ki bunlardan biri,
diğerlerini bulamasa; hemen onlann yerini ahr ve hepsinin işlerini görür. Böyle
olunca da her biri geri kalanının aynı olduğundan bunlara büdelâ
denmiştir. Allâhü Teâlâ, bütün âlemin kemâlâtını bir şahısta
toplayabileceğinden, bu, Cenâb-ı Hakk’ın kudreti dışında değildir.500
îbn Arabi’nin bildirdiğine göre bunlar sayıca nüAahâya benzemekle
birlikte yaptıkları işler bakımından insanlara sanki ebdâl imiş gibi
gelir. Kur’an’da bu kimselerle ilgili olarak “...O sanki odur (tıpkı onun gibidir)...
”[110]
buyurulur. Yâni sanki onun arşıdır ve o odur; ona ancak nefsi ve aynı
bakımından benzer.[111]
RUKABÂ:
Her zaman sekiz
olurlar; az ya da çok olmazlar. Dünyânın sekiz köşesinde bulunup Allâh’m
emriyle korurlar. Hâtûn kimselerden de olabilirler ve âlemin her türlü
hallerini bilirler.[112]
NÜKABÂ:
İnsanlann içinden ve kalbinden geçenleri bilen,
gizlilik dünyâsının mânevi erleri olarak dâimâ hazır bulunan kimselerdir.[113]
Nükabâ başlıca üç gruba aynlır. Bunlar; birtakım yüce hakikatlere vâkıf
olan ulvî şahıslar; mahlûkât katındaki süfli şahıslar ve birtakım insânî
hakikatleri bilen orta dereceli (vasati) şahıslardır. Bu üç gruptan her
birinde, Cenâb-ı Hakk’m gizli emânetleri ve İlâhî sırlar bulunmaktadır. Bunlann
sayılan üç yüzdür.[114]
Yiğitbaşı Velî’ye göre nükabâ, her zaman on
iki olur; fazla olmaz. Cenâb-ı Hak, on iki burcun esrâr ve ahvâlini bunlara
musahhar kılmıştır; burçların ne kadar tesirleri varsa sâbit olan o burçlara
intikal ettiğini tamâmen bilirler ki bâzen astronomi (ilm-i hey’et) bilginleri,
sâbit yıldızlann (kendi burçlanndaki hareketlerinin) sımnı bilmekte âciz
kalmaktadırlar.[115]
Aynı zamanda Allâhü Teâlâ bunlara kalblerde olan bütün gizli sırlan ve halleri
bildirmiştir. Hattâ o kadar ilimleri vardır ki; yeryüzüne ayak basan her
kişinin saîd mi yoksa şakî mi olduğunu bilirler.[116] Zîrâ
Allah, onlara, herhangi bir kişiyi gördüklerinde onun yüzündeki saâdet veya
şakâvet izini kolaylıkla tanıyabilme ilmini vermiştir. Ayrıca bu kimseler,
nefsin tüm hile ve oyunlanm bilirler ve şeytan da onlar tarafından kolaylıkla
tanınabilir.[117]
NÜCEBÂ:
Son derece şefkatli ve yaratılıştan merhametli
olduklarından, taşıyamadıklan yükümlülükler konusunda halka yardımcı olan nücebâ,
insanların işlerini ve durumlarını düzeltmekle görevli bulunan ermiş
kimselerdir. Tüm mahlûkâtm yüklerini taşır ve sıkıntılarını gidermeye
çalışırlar. Cenâb-ı Hak’tan başkasına bakmazlar. Bunların kırk veya yetmiş kişi
oldukları söylenir.[118]
[119]
Ancak Yiğitbaşı Velî’ye göre nücebâ, her zaman sekiz[120]
kişidir; fazla ve az olmazlar. Cenâb-ı Hak, kabir ehlinin bütün hallerini
bunlara bildirmiştir.[121]
Bunlara bâzen öyle bir hal galebe çalar ki altlarında ve üstlerinde kimlerin
olduğunu dahi bilemezler. Bunlar sekiz tür ilme sâhiptirler ki sekizincisi
idrak bilgisidir. Nücebâ, kürsî makamında olup yıldızların
seyirleri hakkında yüksek ilimleri vardır.[122]
ÜMENÂ;
Melâmîler tâifesinden olup, bunlar içlerindeki kemâlâtı dışa
vurmazlar. Hepsi de fütüvvet ehli kimselerdir; dünyâ ve dünyâlığı
sevmezler. Melâmîlik,5'[123]
doğruluk ve cömertlikle olur. Onlar, hallerine ve amellerine hiç kimsenin vâkıf
olmasını istemezler; hazîne gibi hep gizli kalmak isterler.[124] [125]
Melâmîler, üzerlerindeki rütbeyi açığa vurmadan
talebelerine fütüvveti devrederler.313 İçlerine tevdî
edilen İlâhî sırlan ve hakikatleri, ehlinden başkasına ifşâ etmediklerinden
dolayı bunlara ümenâ ismi verilmiştir.[126]
Yiğitbaşı Velî’ye göre ümenâ, her
zaman üç[127]
(veya on)[128]
kişi olurlar. Hz. Mîkâil kalbi Üzere olup Hz. Cebrail, Hz. İsrafil,
Hz. Mîkâil ve Hz. Azrail’in ilimleri kadar ilimleri vardır.
Dâimâ mütebessim, yumuşak ve şefkatli olurlar. Şeyh Necmüddîn-İ Kiibrâ ve
Bâyezîd-i Bistâmî bunlardan idiler/19
SULEHA:
Bunlar her zaman beş olurlar; fazla olmazlar. Cebrail
(aleyhisselâm) kalbi üzere olup ilimleri, makamları ve mertebeleri ondan fazla
olmaz. Haşr oldukları zaman bile Hz. Cebrail (aleyhisselâm) ile haşr
olurlar.[129]
[130]
İsmâil Hakkı Bursevî, ruhların hükümdün olan Cebrâil’in nefesinden
ve ilminin feyzinden kalbler nasıl hayat buluyorsa, tarîkat ehlinin hükümdarlan
olan bu beş kişinin nefes ve ilim feyzinden de gönüllerin hayâta kavuşacağını
söyler.[131]
AHYÂR:
Bunların sayısının yedi veya üç yüz olduğu rivâyet
edilir.[132]
İbn Arabî ise ahyânn sayısının tesbit edilemeyeceğini
söyler. Ona göre ahyânn sayısı değişse bile yeryüzündeki
varlıkları sürer. Ne var ki İbn Arabî, başka bir yerde de bunların
sayısının kırk olduğunu söyler.[133]
İbn Arabî, ahyâr ile ilgili görüşlerine Kur’ân-ı Kerîm’in Sâd
sûresindeki şu âyeti delil gösterir:[134] [135]
“Onlar bizim katımızda seçkinlerden, hayırlılar (el-ahyâr)dandır. ”î2i
Yiğitbaşı Velî’ye göre ise ahyâr, her zaman
dokuz[136]
(veya kırk)[137]
kişi olur. Nuh Peygamber kalbi üzere olup ümmet-i Muhammed’dendir.
Makamları gayret makamıdır; dîne aykırı olan her şeye incinirler.[138]
Nitekim Nuh sûresinde Allâhü Teâlâ bunlara işaretle: “Rabbim! Beni,
anamı-babamı, inanarak evime gireni, inanan erkek ve kadınları bağışla;
zâlimlerin de sâdece helakini arttır! ”[139] buyurur.[140]
RECEBİYYÛN:
Her zaman kırk kişi olup Hak Teâlâ’nın azametinde
müstağrak olup kalmış haldedirler. Kur’ân-ı Kerîm’de “Kuşkusuz biz, senin
üzerine ağır bir söz bırakacağız”530 [141]
[142]
âyetinde istiğrâk hâline atıfta bulunan “kavl-i sakil (ağır söz)” tâbiriyle
bunlara işâret edilmektedir. Bu kimselere recebiyyûn denmesinin sebebi,
bunların yukanda sözü edilen istiğrâk hallerinin Receb ayında vâki olmasıdır.
Bunlan ancak ehl-i tarîkten er kimseler bilebilirler; ama onlar birbirlerini
bilirler. Bâzısı doğuda, bâzısı batıda, bâzısı değişik yerlerde, bâzısı da
bütün şehirlere dağılmış vaziyette bulunurlar, istiğrâk hâli bu kimselere Receb
ayının ilk günü gelirse bunlar ateşli bir humma hastalığına yakalanmış gibi
yataklara düşerler; üzerlerine büyük bir ağırlık çöktüğünden hiç hareket edecek
mecalleri kalmaz; ne yerlerinde rahatça durabilirler, ne oturabilirler, ne el
ve ayaklarım kımıldatabilirler ve ne de gözlerini açabilirler; öylece
bulunduklan yere dayanıp kalırlar. İkinci gün bu durum bir parça hafifler;
üçüncü gün daha da hafifler. Üç günden sonra artık konuşmaya başlayabilirler.
Receb ayı sona erince artık onlar bütün mugayyebâta muttali olmuş olurlar.
Şaban ayı gelince de bağdan boşanmış gibi işlerine güçlerine dönerler; tacir
olan ticâretiyle, sanatkâr olan da sanatıyla meşgul olur.332
İbn Arabî, recebiyyûnun Yemen, Şam ve Diyarbakır
gibi çeşitli beldelere dağılmış vaziyette bulunduklarını ve bunlardan biriyle Diyarbakır’ın
Düneysir kasabasında karşılaştığını, çok arzulamasına rağmen recebiyyûnten
başka birine ondan sonra rastlayamadığını bildirmektedir. Onun anlattığına göre
Düneysir ’de karşılaştığı bu zat, Şia'dan Râfizî olan kimseleri,
kalabalık içinde bulunsalar bile, domuz sürerinde görerek kolaylıkta
tanıyabilmekteydi. Hattâ Râfizî olduğu halde aslâ bilinmeyecek biçimde
bunu gizleyen bir kimseyi bile domuz şeklinde görerek onun iç yüzünü rahatlıkla
bilir ve “Sen Şiî-Râfizî’sin. Hemen Allah ’a tevbe et!” diye seslenir ve
o adam da hayretler içerisinde kalırdı. Eğer o kişi tevbe eder ve tevbesinde
samîmi olursa artık onu insan sürerinde görmeye başlar; yok eğer yalan yere
tevbe etmişse onu tekrar domuz şeklinde görür ve “Yalan söylüyorsun.
Gerçekten tevbe etmedin ” diye tekrar uyarırdı. Bu açıdan kesinlikle
yanılmaz ve aldanmazdı. İşte recebiyyûnun en önemli özelliği, sünnî
olmayanları domuz sûretinde görerek hemen teşhis edebilmeleridir.[143]
HAVÂRİYYÛN:
Altı kişi olup[144] dîne yardım
etmekte kılıç gibidirler; savaşta yardım edip kılıç kullanırlar. Savaşçı
kimseler olduklarından, kimse karşılarında fazla kılıç sallayamaz. Bu makam,
Hz. Resûlullâh’tan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sonra Zübeyir b. Avvâm’a müyesser
olmuştur. Nice savaşçılar dîne yardımda bulunmuşlardır; ancak Zübeyir hepsinden
daha faydalı olmuştur. Zîra Cenâb-ı Hak ona havâriyyûn
mertebesini vermişti.[145]
Bunlar hem en önde kahramanca çarpışarak kılıç ile cihâdı, hem de ilim ve örnek
hayat tarzlarıyla dînen hüccet oluşu bünyelerinde toplamışlardır. Makamları;
tıpkı peygamberlerin mûcizeleri gibi, dîni sağlam ve meşrû bir şekilde temsil
etme bakımından hüccet oluşta âdetâ meydan okumaktır (tehaddî). Hz.
Peygamberden (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sonra, onun iddiâlanmn doğruluğunu ortaya
koyan delil ancak onun /zavârîsidir.[146] [147]
[148]
İLÂHİYYÛN (RAHMÂNİYYÛN):
Her zaman üç kişi olurlar. Ebdâl olmadıkları
halde bâzı halleri onlara benzer. Bunlara vahy-i İlâhî olur; sürekli hâtiften
bir tür ses işitirler. Bu kimselerle ilgili olarak Şeyh Muhyiddin ibn Arabî şunları
söylemektedir: “O sesi onlar işitirler, mânâlarını bilirler veya vâsıtası?
olarak anlarlar; bana mâlum olmadı. Hallerinin nice olduğunu ancak Allah bilir.
Ben birisine bu kimseler hakkında sordum; cevap vermedi. Hak katında dahi hallerinin
nice olduğunu bir türlü bilemedim. ”i31 İbn Arabî, "Onların
beyt(ullah) yanındaki namazları da ıslık çalmaktan... ibârettir”53*
meâlindeki âyetin, devamlı olarak duydukları şıngırtıya benzer bir sesle İlâhî
hitâba muhâtap olan bu kimseleri târif ettiğini söyler.[149]
MÜSLİMÛN:
Her zaman dokuz kişi olup, velilik izhâr ederler ve
sürekli onun üzere kâim olurlar; tayy-i mekân ve tayy-i zaman ederler. Ebû’n-Necîb
es- Sühreverdî, Aynü’l-Kudât Hemedânî ve Behlül Dânâ bunlardandı.[150]
MUSTAFÛN (MUCTEBUN):
Bunlar üç yüz kişiden müteşekkil olup bundan fazla ya
da az olmazlar. Hz. Adem (aleyhisselâm) kalbi üzere olup kemâlâtlan ve
kalplerine gelen ilim, Hz. Âdem’inki (aleyhisselâm) gibidir. İbn Arabi’nin
bildirdiğine göre bu üç yüz kişi ona mâlum olmuştur. Onlann duâlan şöyledir: "Rabbimiz!
Biz kendimize zulmettik; eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen,
muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz. ”[151]' Bu âyet-i
kerîmeyi çok severler. Bu âyeti sürekli okuyan kimseyi de severler.[152]
Maârif-i ilâhiyye, önce melekler ve peygamberler vâsıtasıyla bu kimselerin
kalbine gelir; sonra da onlar aracılığıyla diğer iyi insanların kalplerine
iner. Bu üç yüz kişiden her biri, üç yüz İlâhî ahlâkı üzerlerinde taşırlar ve
insanlardan biri bu ahlâklardan herhangi biriyle ahlâklanırsa o kişi saâdete erer.[153]
ON RİCÂLÜ’L-GAYB:
Bu gayb erenleri her zamanda on kişi olurlar. Huşû ve
hudû ehli olup yeryüzünde aheste aheste yürürler; âhesıe aheste ve yumuşak
(fısıltı şeklinde)[154]
konuşurlar. Dâima Cenâb-ı Hak ile münâcât ve müşâhede hâlinde bulunurlar;
O’ndan başkasını bilmezler. Şu âyet onlann hallerine çok uygundur: "Rahman
’ın kulları öyle kimselerdir ki yeryüzünde mütevâzi olarak yürürler, câhiller
kendilerine lâf atarlarsa "selâm" derler.”[155]
Bunlar gayet haya ehli olurlar; birisi kötü bir söz söylese vücudlanna bir
titreme gelir ve kendi hallerinde bir gerileme olacağını düşünürler. Bâzı
kimseler, cinlerin sâlih olanlanna; bâzılan da ilmin ve nzkın gaybden
kendilerine ulaştığım bilen kimselere ricâlü’l-gayb derler.[156]
RİCÂLÜ KUVVETİ’L-İLÂHİYYE (RİCÂLÜ’L-KAHR):
On bir[157]
(veya sekiz)[158]
kişidirler. Allâhü Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de onlann hâlini şöyle izah eder: “...kâfirlere
karşı çok şiddetlidirler (katıdırlar)...”*[159]
Bunlann esmâullâhtan zikirleri “Zü ’l-Kuvveti ’l-Metîn ”dir. Hak Teâlâ
onlara o kadar büyük kuvvet vermiştir ki ne isterlerse yapabilirler. İnsanlann
nefslerine nasıl isterlerse o şekilde himmet ederler. Şeyh Muhyiddin ibn
Arabî: “Fas şehrinde bir kimse vardı; adına Ebû Ali ed-Dekkâk derlerdi.
O bu tâifedendi ve bâzı meşâyih dahi bu tâifedendir” derdi.[160]
Aynca bu sekiz kişinin önünde olan beş kişi daha vardır ki gönüllerinde
daha fazla yumuşaklık vardır. Bunlar da o sekiz kişi kadar kuvvetlidirler ve
gönüllerinde yumuşaklık hâsıl olur; bâzen nfk ile muâmelede bulunurlar.[161]
İbn Arabi’ye göre ise bu sekiz kişinin ilk beşi şiddetle, son üçü de
yumuşaklıkla muâmelede bulunan kimselerdir. Bunlann makamı peygamberlerden bir
basamak aşağıdadır ki Cenâb-ı Hak bunlar hakkında: “Ona yumuşak söz
söyleyiniz”[162] [163] ve “Allâh’m
rahmeti sebebiyledir ki sen onlara yumuşak davrandın... ”55î
buyurmuştur. İbn Arabî, bu tür kimselerle karşılaştığım ve onlardan
istifâde ettiğini bildirmektedir.[164]
RİCÂLÜ’L-FETH:
Yirmi dört kişidirler. Ehlullâhın gönlüne ne
fetholunursa hep onlann vâsıtasıyla fetholunur. Ne kadar marifet ve esrâr varsa
hep onlann himmetleriyle fetholunur. Bunlar yeryüzüne dağılmış durumdadırlar;
ikisi bir arada bulunmazlar. Ancak ikisi doğuda, ikisi batıda, ikisi kuzeyde ve
İkisi de güneyde bulunurlar; diğerleri dört bir tarafta kendi yerlerinde
dururlar.[165]
İbn Arabi’nin bildirdiğine göre; “Allah insanlara bir rahmet açtı mı
onu tutan olamaz; onun (Allâh in) tuttuğunu da ondan (Allah ’tan) sonra salacak
yoktur. O üstündür; hüküm ve hikmet sahibidir”5* ve “Allah
yedi göğü tabaka tabaka yarattı ”[166] [167]
âyetleri ricâlü’l-fethe işâret etmektedir.[168]
RİCÂLÜ MAÂRICİ’L-ULÂ:
Bunlar yedi[169] (veya
dokuz)[170]
kişi olup, her nefeste Allâhü Teâlâ'ya miraçları vardır ve her miraçta ayn bir
ilim tahsil ederler. Bâzılan bunlann ebdâlten olduklannı
düşünmüşlerdir.[171]
Enfüsî âlemin en yüce şahsiyetlerinden olduğunu söyleyerek "...ve siz
üstünsünüz ve Allah sizinle berâberdir... ”[172] âyet-i
kerîmesini onlara işâret olarak değerlendiren İbn Arabî, bu zümreden
olan ricâlullâh ile karşılaştığını ve onların hallerine muttali olduğunu
belirtmektedir.[173]
RİCÂLÜ TAHTE’S-SÜFLÂ (RİCÂLÜ TAHTE’S-SERÂ):
Bunlar beş[174] (veya
on bir)[175]
kişi olup gıdâlan ve hayat kaynaklan nefes-i Rahmân’dır.[176] “...Sonra
onları aşağıların aşağısına (esfele sâfilîn) gönderdik... ”[177]
âyetini onlara işâret sayan İbn Arabî, buradaki ‘esfele sâfılîn’den
kastedilenin tabiat âlemi olduğunu ve Allâhü Teâlâ’mn bu kişileri o tabiat
âlemini hayatta tutmaları için gönderdiğini söylemektedir. Zîrâ aslında tabiat
âlemi ölüdür; Allah, bu kişilere bahşettiği nefes-i Rahmân ile o âlemi diri
tutmaktadır ve böylece kâinatta hayat akıp gitmektedir. Şu halde Allâh’ın
dışındaki her şey (mâ-sivallâh) canlılık ile ölüm arasında olup “vücûd olarak
diri,” fakat “hükmen ölüdür.” Cenâb-ı Hak: “İnsan önceden hiçbir şey
değilken kendini nasıl yarattığımızı düşünmüyor mu? ’’[178] buyururken
buna işâret etmektedir. Zîrâ Allâhü Teâlâ insanın “şey’iyyet”i[179]
konusunda ondan, olduğu gibi kendisiyle berâber olmasını istiyor; oysa o bu
“şey’iyyet” değildir. Bu yüzden insan “vücûden diri, hükmen ölü”dür.[180]
RİCÂLÜ’L-GANÎ BİLLÂH:
İki kişi olup, Hak Teâlâ gınâ (zenginlik) makamını
onlarla muhâfaza eder. Bu iki kişiden biri Hakk’a izâfe edilmiştir ki o en
yücedir; öbürü nefse izâfe edilmiştir ki o da en aşağıdır. Yâni biri şehâdet
âlemine medet verir ve orada ne kadar gmâ varsa onun sebebiyle olur; diğeri de
melekût âlemine medet verir ve orada da ne kadar gınâ varsa onun sebebiyle
olur. Bu kimseye de âlem-i ulvîden beşer olmayan biri medet verir ki bunu da
sayarsanız ricâlü’l-ganî üç olur. Ancak yalnızca beşerden olanları
sayarsanız iki olur. Ricâlü’l-ganî hâtûn kişiden de olabilir.[181]
“...Allah âlemlerden zengindir (ganî)... ” mealindeki âyetlerin[182]
bunlara işâret ettiğini belirten İbn Arabî, bu üç kişiyi tanıma
hususunda kendisine az da olsa bir bilgi verildiğini ifâde etmektedir.[183]
RİCÂLÜ’L-AYN:
Bunlar her zaman üç[184] kişi olup
makamlarına sakîiu’r- refref denir. Şanları ve halleri yüce kimselerdir.
Muameleleri dâima Allâhü Teâlâ iledir; kendi nefsleriyle meşgul olurlar;
nazarları oldukça etkilidir. Şeyh Muhyiddin ibn Arabî, bu kimse ile
ilgili olarak der ki: “Konya’da gördüm; taaccüb vâki olduğundan gayet
münkiru ’l-hal ve zelil idi. Ama o kadar maâr haddi yoktur ve gayet ehl-i
hayâdır. ”[185]
RİCÂLÜ’L-CENÂN (ATF-I İLÂHÎ):
On beş kişi olup işleri halka şefkat ve merhamet edip
hepsine aynı nazarla bakmaktır. Mü’min olsun, kâfir olsun, Allâhü Teâlâ onları
yarattığında bir nazar üzere görürler. Hak Teâlâ bu kimselere aslâ velâyet-i
zâhire vermez. Zîra velâyet-i zâhire için bâzı haller gereklidir; ne
fazlaca gazap, kahır ve güç gerekir ve ne de fazlaca yumuşaklık, şefkat ve
merhamet gereklidir.[186]
İbn Arabî, Allâhü Teâlâ’nın haklarında: "...ve rahmetim her şeyi
kaplamıştır.. ”[187]
buyurduğu bu kimselerle berâber bulunduğunu bildirmektedir.[188]
RİCÂLÜ EYYÂMİ’S-SİTTE:
Altı kişi olup, Allâhü Teâlâ Âdem’i (aleyhisselâm)
yaratırken altı yönün (cihât-ı sitte) sultanlığını onlara vermiştir. Hak
Teâlâ’dan istimdâd edip halka medet ederler. Ancak katılık ve kahır ile değil,
yumuşaklık ve lutuf ile halka faydalan dokunur. Kısacası Hak’tan alıp halka
verirler. Bir kısmı erkek ve bir kısmı da hâtûn olabilir. Bunlar halka o kadar
yumuşak davranırlar ki görenler onun halka bir faydasının dokunmayacağı gibi
halktan yardım talep edecek sanırlar. Bu altı kişiden birinin kahn süreklidir,
hiçbir zaman kesintiye uğramaz, makamlan da değişmez ve Cenâb-ı Hak huzûrunda
halkın işlerini görürler. Bunlardan biri de melekût âleminde meleklerle berâber
bulunur. Bunun makamı değişebilir; her zaman ayrı bir sûret üzere çeşitli
haller vâki olur. Birisi de mülk âleminde bulunur. Bunun da makamı ve mertebesi
değişir. Şeyh Muhyiddin ibn Arabî bunlardan birine İşbîliyye
kentinde rastladığını, onunla sohbet ettiğini, o kişinin zamanın büyüğü
olduğunu ve adının da Mûsâ b. İmrân olduğunu bildirir.[189]
[190]
[191]
Yine İbn Arabî der ki: "Ahmed Pestî onlardan
biriydi. Yine onlardan birisine mülâki oldum; bana nice bir müddet hizmet
eyleyip yiyecek getirdi. Ne zaman ki onun ricâlü eyyâmi’s-sitteden olduğunu
anladım, o andan îtibâren bir daha onu göremedim. Önceleri ricâlü
eyyâmi’s-sitteden gafildim; sonra çektiğim teşbihlerden öğrendim. Onların
tesbîhi: "Andolsun, biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı
günde yarattık; bize hiçbir yorgunluk dokunmadı” âyetidir."5*'
Yine İbn Arabi’nin verdiği bilgilere göre ricâlü eyyânti’s-sitte,
insan vücûdunda bulunan altı yöne etkisi olan kişilerdir. O, bu zümreden olan İbn
Harun er-Reşîd es-Sebetî ile Kabe ’yi tavâf ederken 599 (1202-03 M.)
senesinde karşılaşmasını da anlatır. Aynca Anadolu ’da (Rûm) Erzinli
bir zâta daha rastladığım; o şahsın bu zümreden olduğunu gözünden ve sohbetinden
tanıyarak bildiğini; aynı kişiyle Şam ’da, Sivas ’ta, Malatya
’da, Kayseri ’de ve Harran ’da çeşitli zamanlarda karşılaştığını
ifâde eder.382
RİCÂL-İ İLÂHİYYE:
Dört kişi olup, evtâda onlar medet ve yardım ederler.
Çoğunlukla halleri rûhânîdir, kıbleleri semâvîdir ve yeryüzünde bilinip
tanınmazlar. Gök ehli dışında kimse onları bilemez. Bu dört kişiden birini Hak
Teâlâ şu sözünde istisnâ eylemiştir: “Sûr ’a üflenmiş, göklerde ve yerde
olan (korkudan) bayılmışlar; ancak Allah’ın dilediği sarsılmamıştır... ”[192]
[193]
[194]
İkincisinin uçsuz bucaksız, sınırsız ilmi vardır ve makamı azizdir. Üçüncünün
de sınırsız, çok yüce himmeti vardır. Dördüncünün ise kendisinin hiçbir irâdesi
olmaksızın elinden çok işler ortaya çıkar. Bu dört kimsenin yüce mertebeleri
gökleri kaplamıştır. Biri Hz. Resûlullâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kalbi üzere, biri Hz. Şuayb (aleyhisselâm) kalbi
üzere, biri Hz. Sâlih (aleyhisselâm) kalbi üzere ve biri de Hz. Hûd kalbi
üzeredir. Şeyh Muhyiddin ibn Arabî: “Evliyâda bunlar gibi kimse
yoktur. Elhamdülillah, Dımaşk ’ta bunlarla buluştum ve bildim. Ama bir kere
daha önceki zamanda Endülüs’te buluşmuş ve o vakit bilmiştim. Sonra Dımaşk’ta
buluşunca hâlime çok şükrettim” der.384 İbn Arabi’nin bildirdiğine
göre bu dört kişiden birine Azrail, birine Cebrail, birine Mîkâil
ve birine de İsrâfil nezâet eder. Bunlardan biri Allah’a amâ’
(ahadiyyet veya vâhidiyyet mertebesinde) iken, biri arşa nisbetle, biri semâya
nisbetle ve biri de yeryüzüne nisbetle ibâdette bulunur. Böylece bu dört kişi
üzerinde bütün kâinâtın ibâdeti toplanmış olur.[195]
RİCÂLÜ’L-İŞTÎYÂK:
Bunlar beş kişi olup dâima şevk ve ıstırap hâlinde
bulunurlar. Müşahedeye nail olan bu kişilerin vasfını bir şâir şöyle beyân
eder: “Lestü edrî etale leylî em lâ / Keyfe yedrî bi-zâke men yetekallâ. ”
Yâni; gecenin uzun mu ya da kısa mı olduğunu bilmem. Bir kimse Cenâb-ı Hak
tarafından istenmiş olsa, gecenin kısa mı uzun mu olduğunu nasıl idrâk
edebilsin?[196]
RİCÂLÜ AYNİ’T-TAHKÎM VE’Z-ZEVÂİD:
Her zaman on kişi olurlar; fazla ve az olmazlar.
Tasarruf makamında olurlar. Halleri, gaybe yakînen îman etmiş olanların
hâlidir; gayb âlemi onlara şehâdet âlemi gibi görünür.[197] İbn
Arabt, bu kimselerle ilgili olarak şu âyetleri zikreder:[198]
“ ‘Rabbim! İlmimi arttır!’ de!”[199]*9
"...îmanlarına îman katsınlar (îmanlarını arttırsınlar) diye...”[200]
"...Bu onların îmanlarını arttırır ve onlar sevinirler. ”[201]
"Kullarım, sana benden sorar(lar)sa (söyle): Ben onlara yakınım. Duâ eden,
bana duâ ettiği zaman onun duasına karşılık veririm... ”[202]
RİCÂLÜ SALAVÂTİ’L-HAMS:
Beş kişidirler. Bunlann her biri bir farizaya
mahsustur. Bunlar, gece olsun, gündüz olsun, hiçbir namazda gevşeklik ve
tembellik göstermezler. Bâzen keşf vâki olur ve gerçekte öyle olmadığı halde
namaz ona cisim sürelinde görünür ve o da öyle tahayyül eder. Şeyh Muhyiddin
ibn Arabî der ki: “Sâlih b. el-Berberî bunlardan idi. Ona kavuşup
onunla arkadaşlık ettim ve çok faydalar gördüm. Fas şehrinde de Ebû
Abdillâh el-Mehdî bunlardan idi; onunla da arkadaşlık ettim. ”[203]
Yine ona göre: Allâh’m âlemin vücûdunu hıfz ettiği "Namaz, benim
gözümün nûru kılındı”[204]
hadîsi ve "Namazları ve orta namazı koruyun... ”[205]
âyeti onlardan bahseder ki bunlar gece-gündüz namaz kılmaktan geri durmazlar.[206]
HÂTEM:
Her zamanda bir kişi olmakla birlikte, iki türlü velayet
bulunduğundan, bu iki velayet türü için de birer hâtem[207]'
bulunur.[208]
Nitekim bir hâtem vardır ki onunla velâyet-i Muhammediyye
hatmolup sona erer ve Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ümmetinin evliyâsı arasında ondan yüce kimse
yoktur.[209]
Başka bir hâtem daha vardır ki Hz. Âdem’den kıyamete kadarki velilik
mertebeleri olan velâyet-i âmme de onunla sona erer. O da îsâ (aleyhisselâm)
olsa gerektir.[210]
İbn Arabi’ye göre de îsâ (aleyhisselâm), mülk devresinin hâtemi
olduğu gibi, aynı zamanda hâtemü’l-evliyâdır. Ona göre kıyâmet
gününde Hz. îsâ’nın, biri ümmet-i Muhammed ile ve biri de diğer peygamberlerle
olmak üzere iki haşri olacaktır.[211] Zîrâ hatm-i
nübüvvet zamanla sınırlı olup, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) ile sona erdiği halde hatm-i
velayet zaman üstüdür; ezelden ebede kadar sürer. Zîrâ nübüvvet
nebinin, velayet ise Allâhü Teâlâ’mn vasfıdır.[212]
Ahmed Avni Konuk’un Fusûs şerhinde
kaydedildiğine göre ise dört türlü hâtem vardır: Birincisi hâtetn-i
kebîr olup, hulefâ-i râşidînin sonuncusu olması hasebiyle bu, Hz. Ali
b. Ebî Tâlib’dir. İkincisi hâtem-i sağîr olup, ahlâken Hz.
Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) benzemekle birlikte derece olarak onun altında
bulunan, âhir zamanda ortaya çıkacak olan ve adı Muhammed olan Mehdî’dir.
Üçüncüsü hâtem-i asgar olup, hem sûrî ve hem de manevî
tasamıfâta câmi’ olan Muhyiddin ibn Arabi’nin kendisidir.[213]
Dördüncüsü ise hâtem-i ekber olup, velâyet-i âmmenin kendisiyle
hatmolduğu Hz. İsâ’dır (aleyhisselâm).[214]
Bâzılannın zannettiği gibi İbn Arabî, hâtenıü’l-evliyâtian
sonra velînin gelebileceği ihtimâlini reddetmez. Ümmet-i Muhammed’de veya başka
bir toplumda, bilgilerim nebilerden verâsetle alan velîler ortaya çıkabilir.
Onun reddettiği; hiç kimsenin, doğrudan hakîkat-i Muhammediyyeten
ilm-i bâtına ulaşamayacağıdır. Biten velayet, genel anlamdaki velâyet değil; hakîkat-i
Muhammediyyeden verâsetle gerçekleşen velayettir. Ondan sonra gelecek
velîler, Hz. Muhammed’in vârisleri değil; diğer nebilerin vârisleri veya
müslümanlann velîleridir. Bunların elde edecekleri bilgi, hâtemü’l-evliyâ
aracılığıyladır. Bu şekilde nebî ve velîlerin, ilimlerini rûh-i
MuhammedtâeR. istimdâd etmeleri gibi, hâtemü ’l-evliyâ
da, velîlerin ilimlerini elde ettikleri yeni bir mânevî kaynak hâline
dönüşmektedir.[215]
Buraya kadar anlatılanlardan başka Ricâlü’l-gayblen
on sekiz kişi daha vardır ki Hak Teâlâ’mn emriyle sürekli kerametler izhâr
ederler. Olağanüstü olaylar onlardan sâdır olur. Şeyh Ebû Medyen onlardan
idi.[216]
Bu zat, arkadaşlarına şöyle derdi: “Nasıl ki insanlar Allâh ’a
muhalefetlerini açıkça ortaya koyuyorlarsa, siz de ona olan muvafakatinizi
açıkça belirtiniz. Allâh ’ın size bahşettiği görünen (zâhir olan hârikulâde
hâdiseler) ve görünmeyen nimetlerini (maârif-i ilâhiyye) siz de
onlara gösteriniz. ” Bu on sekiz kişilik zümreden olanların zuhurları Allah
ile ve kıyamları da Allah hukuku ile olup olağanüstü hâdiseler onlar için
sıradan olaylar hâlini almıştır. Şu iki âyet onların hallerinden bahseder: “...'Allah'
de ve onları bırak; daldıkları bataklıkta oynaya dursunlar. ”[217] “Sonra
ben onları açıkça dâvet ettim. ”[218]
Bu on sekiz zâtı zâhiren ve bâtmen Allah’tan başka kimse bilemez.[219]
Ayrıca ricâlü’l-gaybâ&a bir kişi daha
vardır ki Allah’tan başka her şeye gücü yeter. Onu cengâver bir kimseye
benzetirler ki bütün askerlerin önüne düşüp düşmanla savaşır ve hiç kimse onu
yenemez. Bu kişi hakkı söyler ve adâlet ile hükmeder. Şeyh Muhyiddin ibn
Arabî böyle bir kimseyi şöyle tanıtır: “Bu makamın sâhibi, Bağdat'ta
benim şeyhimin şeyhi olan Abdülkâdir Çelebi[220]
idi. Bu makam ona müyesser olmuştur. Benim zamanımda ondan başka kimseye
erişmedim ki bu makamın sâhibi ola.’’[221]
İbn Arabî, “Ve o, kullarının üstünde tam hâkimdir/kahredicidir
(kahir)... "[222]
âyetinin bu kimselerden bahsettiğini söyler.[223]
Ricâlü’l-gaybâen bir kişi daha vardır ki
(rûhânîlik/beşerîlik veya insan oluş/cin oluş arasında)613 [224]
mürekkeb ve mütemezzic halde bulunur. Her zamanda bir olur; kendi makamında
başka kimse olmaz. Hz. îsâ’ya (aleyhisselâm) benzer; ruhla birlikte beşerden
hâsıl olur; atası olmaz. Nitekim Belkıs cin ile insten hâsıl olmuştur.
Zîra şöyle anlatıldı ki Belkıs’ın anası cin, babası da ins idi. Onun için
bizim katımızda olmuştur. Eğer hem babası, hem de anası cin olsaydı cinler
katında doğardı. Bu kişi, iki farklı cinsten olmuştur ki biri rûhullâh, biri de
beşerdendir; rûhâniyeti baskındır.[225]
Bir kişi daha vardır ki her zamanda bir olur; iki
olmaz. Erkek veya kadın olabilir. O, bütün âlemden ve ahvâlinden haber vermekle
birlikte, belirli bir yerde de bulunmadığından, onun makamının nerede olduğunu
kimse bilemez. Bâzı ehl-i hal bu kimseyi kutub sanmasına rağmen
hakikatte kutub değildir.[226]
Her nefeste hâli değişen bir kişi daha vardır ki
hiçbir an bir menzilde ve bir mertebede karar kılmaz. Ricâlullâh arasında
bundan daha acâip halli biri bulunmamakla birlikte, marifette de ondan daha
kâmil kimse yoktur. Şeyh Muhyiddin ibn Arabî: "Ben bu kimseyi
gördüm. Bana hayli faydası dokundu. Alâmeti, farz namazları kılarken bütün
organlarının Allah korkusundan titremesidir ” der.[227] [228]
[229]
tbn Arabî, bu kimse için "...Ona benzer (misi) hiçbir şey
yoktur; o işitendir, görendir”6'* ve "Sonra tekrar size
onları yenme imkânı verdik.. âyetlerini delil gösterir.[230]
Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî, buraya
kadar anlatılan gayb erenlerinin sayılarının belli olduğunu, aşağıda
kaydedeceğimiz kimselerin ise sayılarının belli olmadığım[231] ifâde eder:
ÂMİDÜ’L-MELÂMİYYE:[232]
Bâtınlarında olanların zâhirlerinde görünmediği
tâifedir. Tarîkat ehlinin efendileri ve efendilerinin imamları bunlardır ki Hz.
Resûlullâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu gruptandır. Bunlar, her işi yerli yerince
yapan bilge (hakîm) kimselerdir. Sebeplere sarılmanın gereksiz olduğu yerde
esbâbı terkederler. Hak Teâlâ’mn terbiyesinden kesinlikle uzak kalmazlar. Zira
Cenâb-ı Hak, sebebi yarattığı yerde onu ortadan kaldınverir. Sebebin koyucusu
Allâhü Teâlâ olduğu gibi, ortadan kaldırıcısı da O’dur. Ne var ki bu nefy (sebebi
ortadan kaldırma) hâlinde kalmakta ısrâr eden kimseler, şirk ve ilhâd içinde
kalırlar. Bu nedenle bu halden kurtulmak gerekmektedir. Bu melâmiyye
grubuna giren kimselerin sayısı meçhûl olup, efendilerinden başkası onları
tanımaz.[233]
Sayılan değişkendir; çoğalıp azalabilir.[234]
RİCÂLÜ’L-MÂ:
Bunlar, Hak Teâlâ’ya denizlerin ve ırmakların dibinde
ibâdet eden kimselerdir. Şeyh Muhyiddin ibn Arabî şunlan anlatır: “Ebu’l-Bedr
et-Tümâşikî el-Bağdâdî yüce ve kendisine güvenilir kimselerdendir. O
haber verir ki: Şeyh Ebû Saîd b. Şiblî, tarîkatte mâhir idi.
Zamâmnda ve ondan önce onun benzeri yoktu. O der ki: Birgün Dicle ırmağının
kenarında duruyordum. Hatırıma geldi ki acaba Allâhü Teâlâ’nın kullarından su
içinde durup da ibâdet eden kimseler var mıdır? Bu fikir beni iyice merâka
şevketti. Birden bire gördüm ki su ikiye ayrıldı; içinde birisi durmuş bana der
ki: Ey Ebû Saîd b. Şiblî! Allâhü Teâlâ ’nın nice kulları vardır
ki su içinde ibâdet ederler; işte ben anlardanım, dedi ve geri suyun içine
girdi. ”[235] Bu
olayın üzerinden daha on beş gün geçmeden, aynı durum Ebu’s-Suûd adındaki
başka bir zâtın da başına gelmiş ve hâdiseyi olduğu gibi İbn Arabi’ye anlatmıştır.[236]
[237]
EFRAD:
Hz. Peygamber’e (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) mükemmel bir şekilde
tâbi olma neticesinde ferdiyet21 tecellîsine mazhar
olan[238]
bu kimseler, kutub dâiresinden hâriç olup628 [239]
din dilinde (lisân-ı şer’) mukarreb olanlardır. Bunlann gökteki meleklere
nazarları ve kendilerinden başka kimselere keşifleri vardır ki Hızır (aleyhisselâm)
bu gruptandır. Bunlann sayılan hiç belli olmayıp, Muhammed b. Kâid el-Evânî ve
Abdülkâdir el-Cîlî bu taifedendir. Bunlara mukarrebü’l-hazret
de derler.[240]
Hz. İbrâhim (aleyhisselâm) kalbi üzere olan efradın
makamı, selâmet makamıdır ki Allâhü Teâlâ her türlü şek ve şüpheyi bunlann
kalbinden gidermiştir. Dünya halkına karşı kötü zanda bulunmayıp, her şeyin
şerli yönünü değil, hayır tarafım görürler. Hak Teâlâ onlarla şerli kimseler ve
işler araşma bir perde koymuştur ki her birinden hayn görürler. Bunlar, bilge
(hakim) ve doğru (sâdık) kimseler olup, hasenât-ı mâneviyye-i rûhâniyye onlara
üstün geldiğinden, kendi vücudlannı Hakk’ın irâdesinde mahv etmişlerdir.[241]
Aktâb ve e/rûrfdan olanlar, ölen bir kimsenin kabirdeki durumuna
muttali olabilirler.[242]
MUHADDESÛN:
Hz. Ömer b. el-Hattâb (r.a.) bu gruptandır.[243]
Bunlar iki sınıfa ayrılırlar: Bir sınıfı Hak Teâlâ ile perde arkasından
konuşurlar. "Allah bir insanla, ancak vahiyle ya da perde arkasından
konuşur... ”[244]
[245]
âyet-i kerîmesi bunlara işâret eder. Diğer sınıfın ise kalplerine veya
kulaklarına melekler bir şeyler söylerler veya bunu yazılı olarak görürler. Bu
sınıftakiler nefsî riyâzet ve bedenî mücâhedede bulunurlar; ne kadar çok
riyâzet ve mücâhede yaparlarsa mânevi halleri o kadar yücelir.633
İbn Arabi’nin verdiği bilgilere göre muhaddesûnten
olan her bir kimseyle, hâline uygun bir ruh konuşur ve bu zümreden olan bir
kimse, kendisinden başka kaç mukaddes olduğunu bilemez. Bu
konuşma, kişinin nefsini temizlemesi, vukuf hâlinde ihlâslı bulunması, bedenî
mizâcın üzerine çıkıp yükselerek Allâhü Teâlâ dışındaki tüm unsurlardan ve
erkândan kurtulabilmesi neticesinde gerçekleşmektedir. Burada kulun Allah ile
veya Allah’ın kul ile konuşması, lisânen bir tekellüm değildir. Bu duruma
işâretle Cenâb-ı Hak buyurur ki: "...O mübârek yerdeki vadinin sağ
kıyısındaki ağaçtan kendisine şöyle seslenildi: Ey Mûsâ! Âlemlerin Rabbi Allah
benim, ben.”6-6 “...ve Allah Mûsâ’ya (kendine has) bir
konuşma ile konuştu.”63'1 Allâhü Teâlâ, buradaki
konuşmanın yüceliğini, masdar ile tekid etmektedir. “...Onu yanına al ki
Allâh’m sözünü işitsin...”63* âyeti de, eşyânın kendi arasındaki
konuşmayı değil, Hak’tan eşyâya gelen bir konuşmayı duyan kimseleri ifâde
etmektedir. Çünkü eşyânın kendi arasındaki konuşmalar, birtakım nisbetlerden
ibârettir ve bu, gerçekte varlığı bulunmayan yokluk hükmündeki bir iştir.
Nitekim buna işâretle Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) : “Muhakkak
ki Allah kulunun dili üzeredir; ‘Allah kendisine hamd eden kimseyi duyar’
buyurmuştur”[246] [247] [248] [249]
demektedir. İlâhî konuşmanın eşyâ seviyesinden olması neticesinde, onu duyup
anlayabilen kimse için daha açık olarak ortaya çıkmaktadır ki bu, eşyâda
bizimle konuşanın o (Allah) olduğuna delâlet etmektedir. Aynca îbn Arabî;
Ebu’l-Abbâs el-Haşşâb, Ebû Zekeriyyâ el-Bicâî ve Ömer b. Abdilazîz’in de muhaddesûndan
olduğunu haber verir[250]
Bu zümrenin Allah ile konuşmalan gündüz olursa muhâdese,
gece olursa müsâmere adım alır. Bu konuşma esnâsında Allâhü Teâlâ ile
kul arasında zahiri ve bâtınî olarak karşılıklı soru-cevap gerçekleşir. Hz.
Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mîraç gecesi Cenâb-ı Hak ile konuşması müsântere,
Hz. Mûsâ (aleyhisselâm) ile Allah arasında Tur dağında gerçekleşen
konuşma ise muhâdese örneğidir.[251]
Sârilerden el-Hakîm et-Tirmizî (V. 898) bu
zümreyle ilgili olarak şunları anlatır: “Mükellem ve muhaddes olanlar,
bu dereceye ulaştıklarında nefislerinin vesvesesinden endîşe etmezler. Nasıl ki
nübüvvet şeytanın ilkâsına karşı korunmuş (mahfuz) ise aynı şekilde mükâleme ve
muhâdese makamı da nefsin ilkâsma ve fitnesine karşı korunmuş (masûn); Hak ve
sekînet ile çevrelenmiştir. Zîrâ sekînet, mükellem ve muhaddes ile nefsi
arasında bir perdedir.” Yine aynı zâta: “Muhaddesûn kötü sondan korkar
mı” diye sorulduğunda: “Onlann korkusu, ara sıra zihne takılıp kaybolan bir tür
endîşe ve telâştan ibarettir. Zîrâ Allâhü Teâlâ, onlara verdiği nimetlerin
sıkıntı vermesini istemez.”[252]
Sehl b. Abdullah et-Tüsterî bu konuda şunları
söyler: “Allah, halka sırlarını açmak ve halkın da sırlarını kendisine açması
için onları yarattı. Allah şöyle buyurmuştur: “Ben sizi, sırrınızı bana açasınız
diye yarattım. Eğer bunu yapamazsanız benimle konuşun! Bunu da yapamazsanız
bana münâcâtta bulunun. Bunu da yapamazsanız bâri beni dinleyin!””[253]
İmâm-ı Rabbânî de Allâhü Teâlâ’nın kul ile ve
kulun da Allah ile konuşabileceği fikrini kabul etmektedir. Ancak bu konuşma ve
işitme, harisiz ve kelimesiz, yâni keyfıyetsiz bir kelâm ve işitme ile
gerçekleşir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, zamansız ve keyfiyetsiz konuşma ve işitme
sâhibidir. Kelâmın kuldan gelmesi rûlıânî bir ilkâ ile ve yine kuldan sâdır
olan duyma ise kulun bütün varlığıyla kulak (duyma organı) veya dil (konuşma
organı) olması neticesinde gerçekleşir. Nitekim "Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?” hitâbını Hz. Âdem bütün zerreleriyle, külliyetiyle ve
vâsıtasız olarak duyup cevâbını vermiştir. Ancak, rûhâniyet yoluyla gönle düşüp
alman mânâ, insanın içinde bulunduğu misâl âlemi formuna bürünüp düzenli harf
ve kelimeler suretiyle de belirebilir. Böylece bu telakki ve ilkâ, duymak ve
lafzî kelâm görünümüne girer. Zîrâ isterse o mânâ keyfıyetsiz olsun, her mânânın
bu âlemde bir sûreti vardır. Ancak keyfiyetsiz olan mânânın sûreti, az önce
anlatıldığı gibi yine keyfiyetsiz olur. İşte nıuhaddesûndan olan
bâzı irfan sahiplerinin kelâmları ve işitmeleri keyfıyetsiz mertebeye bağlı
olup rûhânî telakki ve İlkâ tütündendir.[254]
İmâm-ı Gazzâlî’nin verdiği bilgilere göre âriflerden
bir zat, muhaddesûn zümresinden birine bir mesele sormuş; o da
önce sağma bakıp: “Allah rahmet etsin, ne dersin?” demiş; sonra soluna ve daha
sonra da kendi göğsüne bakıp aynı sözü tekrarlamıştı. Nihâyet daha önce hiç
duyulmamış garip bir sesle cevap vermişti. Bu hareketlerin hikmeti kendisine
sorulduğunda ise şunları söylemiştir: “Sorduğun sorunun cevâbım bilmiyordum;
solumdaki meleğe sordum, bilemedi. Daha âlim olan sağımdaki meleğe sordum; o da
bilemedi. Bu kez kalbime teveccüh ettim ve sana verdiğim cevâbı kalbimden
aldım; kalbim her iki melekten de daha âlim çıktı.” îşte
bu, Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) : “Muhakkak
ki ümmetimden mukaddesler vardır ve Ömer anlardandır ”MS
hadîsinin mânâsı dâhilindedir.[255]
[256]
Şah Veliyyullah ed-Dihlevî (V. 1762) de melekût
âlemindeki bâzı ilim kaynaklarının Allah tarafından muhaddesûna.
açıklandığım; Cenâb-ı Hakk’ın peygamberin şerîati ve insanlığın kurulu
düzeninin ıslâhı için hazırlamış olduğu birtakım bilgileri, muhaddesûmin,
henüz peygambere o doğrultuda vahiy gelmeden önce aldığım anlatmaktadır. Ona
göre, bir kimsenin rüyâsında, melekût âleminde olmasına karar verilmiş birçok
hâdiseyi, henüz daha meydana gelmeden önce görmesi mümkündür. Muhaddesûmtn
özelliklerinden biri de pek çok konuda onların görüşleri doğrultusunda âyetler
nâzil olmasıdır. Nitekim Resûlullâh’m (salla’llâhü aleyhi ve sellem) rüyâsında, kendine ikrâm edilen sütü kana kana
içtikten sonra, Hz. Ömer’e (r.a.) vermesi de onun mukaddes
oluşunun alâmetidir.[257]
Ricâlü’l-gayb başlığı altında buraya kadar
anlatılanlardan da anlaşıldığı üzere ricâlü’l-gayb telakkisi,
mânevi âlemin kendine özgü kânunları çerçevesinde cereyân ettiğinden ve çoğu
insanın bu dünyâya âit bilgilerinin çok az, yetersiz, kısır ve hattâ yanlış
olmasından dolayı, oldukça karışık ve karmaşık gibi görünen, netâmeli bir
konudur. Bu gibi sebeplerle anlaşılamamaktan veya yanlış anlaşılmaktan dolayı
bu konuya yöneltilen eleştirilerin yanı sıra, sırf bilgisizlikten ya da art
niyetten kaynaklanan ve ancak “kişi bilmediğinin düşmanıdır” ve "câhil
cesurdur” fehvâsmca îzâh edilebilecek olan birtakım taarruzlara da şâhit
olunmaktadır.[258]
Bilindiği gibi, insan denen varlık, hem hayvânî
ve nem de melekî özellikleri bünyesinde barındıran; yemek, içmek, üremek, vb.
gibi bedenî şehvetlerle hayvana; hikmet, adâlet, cömertlik, vb. gibi rûhânî
motiflerle de meleğe benzeyen bir yapıya sâhiptir. Buna işâretle; “Ona iki
tepeyi gösterdik”[259]
buyrulmuştur. Buradaki "iki tepe ”den maksat; bir bakıma akıl ve
hevâ, bir bakıma âhiret ve dünyâ, bir bakıma îman ve küfür, bir bakıma hidâyet
ve dalâlet, bir bakıma da Allâhü Teâlâ’nın dostluğu ve şeytanın dostluğu
mânâlarına gelmektedir. Nitekim: "Allah îman edenlerin dostudur; onları
karanlıktan aydınlığa (dalâletten/zulumâttan hidâyete/nûra) çıkarır. Kâfirlerin
dostları da tâğuttur; o da onları aydınlıktan karanlığa çıkarır... ”[260]
âyeti bunu açıklar.[261]
Demek ki Allâh’m dostluğunu kazanan bir mü’min, onun bir tür özel
koruyuculuğunu hak kazanmakta ve dolayısıyla da o dostluk devam ettiği sürece
kolay kolay sapkınlığa düşmemektedir. Nitekim bu dostluk sâyesindedir ki insan,
meleklerden[262]
bile üstün bir konuma yükselebilmektedir.[263] Zîrâ o,
yeryüzünde Allâh’m halîfesi olma[264] sıfatım
kazanabilmiş bir varlıktır. İşte tam bu noktada, cevâbını müspet
verebileceğimiz şu soru akla geliyor: Allâhü Teâlâ, bâzı işlerde meleklere ricâlü’l-gayb'm
de îfa ettiği benzer birtakım görevler verdiğine ve insan fıtraten/yaratılış
îtibâriyle meleklerden de üstün bir mertebeye ulaşabilme istidat ve
kabiliyetine sâhip olduğuna göre, yeryüzünde Cenâb-ı Hakk’m halîfesi olma
yükümlülüğünü lâyıkıyla yerine getirme çabası içerisindeki Allah dostu
evliyâdan bir zümre olan ricâlü’l-gaybe. niçin bu tür görevler
vermiş olmasın ki?..
Chittick, bugün İslâm dünyâsında bulunan iki grup müslümân
entelektüelden söz eder: Giderek daha da küçülen bir grup, şöyle veya böyle
hâlâ geleneksel dünyâ görüşü içinde yaşarken, diğerleri, Batı modelinde modem
eğitim görmüş ve sayılan gittikçe artmakta olan kimseler tarafından
yönlendirilmektedirler. Bu iki grup aynı dili konuşmadığı gibi, biri, diğerinin
ne söylediği hakkında gerçek bir fikre de sâhip değildir. Çok sayıda müslüman
düşünür ise (bunlar üçüncü bir grup olarak değerlendirilebilir) geleneksel ile
modem bakış açısı arasında bir yerde durmaktadır ki bu durum da tam bir
“kültürel şizofreni” hâlini almıştır.[265] İşte bir
önceki paragrafta temas ettiğimiz tasavvuf eleştirmenleri ve muânzları,
kanaatimizce, Chittick’in sözünü ettiği müslüman entelektüel tipinden
ikinci ya da üçüncü gruba dâhil edilebilir. Zîrâ bu tür araştırmacılar, XIX.
yy.dan îtibâren tasavvufu, eğer İslâm modem dünyâya girmek zorundaysa,
İslâm’dan sökülüp atılması gereken bir tür öcü olarak görmüşlerdir. Modemizmin
daha yakın zamanlardaki bir dalı, yâni “fimdamantalizm” de bu anlayış ile uyum
içindedir. İslâm’ın zâhirî yönünü teşkil eden îtikad, ibâdet, muâmelât vb.
konuların onun bedenini oluşturduğunu kabul edersek, tasav-vuf da İslâm’ın
hayat veren rûhunu oluşturur. Buna göre, tasavvufî geleneği şiddetle reddeden
müslüman modemistler ve katı muhâfazakâriar (fimdamantalisler), İslâm’ın
bedenine yeni bir hayat türü üflemeye çalışmaktadırlar ve onlara göre bu hayat
soluğu sâdece yabancı kaynaklardan elde edilebilir. Bu anlayıştaki çoğu çağdaş
düşünür, İslâm’ın saygınlığım birtakım modem terim ve kavramlarla ortaya koyma
gayretleriyle modem dünyânın evren ve insana ilişkin rasyonalist ve bilimselci
dünyâ görüşüyle uzlaşması zor olan bütün İslâmî öğretileri inkâr etmiş veya
fütursuzca onlara saldırmıştır. Bu yüzden ya dosdoğru tekrar Kur’ân’a
yönelmişler -ki onu tefsir geleneğinden koparınca istediğimiz gibi yorumlamak
kolay olur- veya Kelâm’a başvurmuşlardır -ki bu da İslâmî teolojinin en
rasyonalist biçimidir. İşte modem bir eğitim almış çoğu müslüman, olgu ve
olayları modem dönemin başından beri Batı geleneğini biçimlendirmiş olan dünyâ
görüşü doğrultusunda görür ve İslâm’ın kendine has ıstılahları ve fikir sistemi
dâhilinde düşünmek bir yana, Batı’ya âit terim, kavram ve düşünce kalıplarının
dışına çıkamaz.[266]
İslâm’ın ana ilkelerinden olup kelâm ilminin sahasına
giren veya fikhın müminlerden istediği görev ve yükümlülüklerle ilgili pek çok
hususta birtakım kısa/basit îzahlara ve yüzeysel genellemelere kolayca
gidilebilen günümüz ilâhiyat araştırmalarında, tasavvuf ilminin konu edindiği
pek çok alanda görüldüğü gibi ricâlü’l-gayb telakkisi de
genellikle göz ardı edilen görüşlerden biridir. Bununla birlikte, kadîm
kültürde yerini alan kelâmî, felsefî ve fıkhî metinlerden tutun da çok daha
yaygın durumdaki şiirlere varıncaya kadar, İslâm’ın kâinâta bakış açısını
şekillendirmiş literatüre kabaca bir bakış bile ricâlü’l-gayb
zümresinden kimselere âlemde her zaman çok özel bir yer verildiğini
gösterecektir. Hattâ işârî açıdan bakıldığında pek çok Kur’ân
âyetinin ve hadîs-i şeriflerin de bu anlayışı açıkça veya zımnen kabul ettiği
anlaşılacaktır. Zîrâ söz konusu âyet ve hadis metinleri, insana, Cenâb-ı
Hakk’ın başka hiçbir mahlûka yüklemediği görev ve sorumlulukları vazetmektedir.
Ricâlü’l-gayb telakkisiyle ilgili olumsuz
düşüncelere sâhip kimselere bu konuda verilecek belki de en güzel cevâbı,
birkaç asır önce İsmâil Hakkı Bursevî (V. 1725) kendine has üslûbuyla
şöyle vermektedir: “Genellikle aktâb, eskici sûretinde
görünürler. Zîrâ halkın zâhir ve bâtın sülüklerinde olan halleri ıslâh ederler.
Ve münkirler bu mânâdan gafildirler. Yâni, vücudlannın bakası ve nizâm-ı
halleri ricâlullâh yüzünden iken, yine onlara mukabil gelirler ve
sebbederler. Zîrâ onlar ehli küfrândır. Ve ricâlullâh yüzünden
olduğu budur ki, insan-ı kâmil Hakk’ın halîfesidir ki, mülk ve melekûtun
tasarrufu onlara verilmiştir. Pes hakikatte onlann yüzünden mutasarrıf olan
Allâhü Teâlâ’dır. Nazar eyle sultân-ı a’zam ile vekîl-i mutlaka kİ, sultânın
cemî-i umûru vekil yüzünden vücûd bulur ve bundan saltanatta iştirak lâzım
gelmez. Belki saltanat birdir ve umûra müdâhale edenler sultânın esmâsımn
tertîb üzerine mezâhiridir.”[267]
İmâm-ı Yâfıî (V.
1366) ile
Muhammed el-Cüveynî arasında cereyân eden şu olay, aslında bu konuda
söylenebilecek pek çok söze hâcet bırakmamaktadır: Bu iki zat berâberce sohbet
ettikleri bir anda, söz dönüp dolaşıp ricâlü’l-gaybten. kutub, nücebâ,
nükabâ, ebdâl vb. kimselere gelir ve el-Cüveynî, bu tür kimseler
hakkında Hz. Peygamber’den (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hiçbir hadis gelmediğini, dolayısıyla da
bunlann hiçbir gerçekliklerinin bulunmadığım iddiâ eder. İmâm-ı Yâfîî ise
yalan söylemesi mümkün olmayan evliyâullâhın, bu kimselerin hal ve
vazifelerinden haber vermekte olduklarım, dolayısıyla da bunlann
mevcûdiyetlerinin doğru ve gerçek olduğunu söyler. Bunun üzerine el-Cüveynî iyice
küplere biner ve bu konudaki inkân ve kızgınlığı artar; îmâm-ı Yâfîî ise
susmayı tercih ederek bu konuda, fakihlerin ve âriflerin imâmı ve şeyhüT-îslâm
durumundaki Ebû Yahya Zekeriyyâ el-Ensârî’ye danışmaya karar verir.
Berâberce onun yanma gittiklerinde İmâm-ı Yâfîî, el- Ensârî’ye: “Efendim;
sûfîlerin zikrettikleri gibi kutub, evtâd, nücebâ, ebdâl vb. kimseler
hakîkaten var mı?” diye sorar. O da: ‘‘Allâh’a yemin olsun ki, evet, ey
evlâdım!” şeklinde cevap verir. O zaman İmâm-ı Yâfiî: “Efendim,
şu Şeyh el- Cüveynî onları inkâr ediyor ve bu konuda çok aşırıya
kaçıyor ” der. Bunun üzerine el-Ensârî, el-Cüveynî’ye dönerek: “Bu
böyledir, ey Şeyh Muhammed! ” diye üç kez seslenir. Sonunda el-Cüveynî:
“Hocam; buna inandım, tasdik ettim ve bu konuda tevbe ettim”
demesine rağmen el-Ensârî: “Ey Şeyh Muhammed! Bu,
sâdece senin zannından ibârettir (gerçekten kalben inanmadığın halde inandığını
zannediyorsun)” der. Artık bu hâdiseden sonra el-Cüveynî, İmâm-ı Yâflî’ye
bir daha bu konuda karşı çıkmaz.[268]
Allah, insan ve âlem üçgeninde, bunlann birbirleriyle
ilişkileri bakımından oldukça dikkat çekici bir konumda bulunan ricâlü’l-gaybin,
modem insanın kendisine inşâ ettiği çıkmaz ve açmazlara ilişkin cevâbım Seyyid
Hüseyin Nasr’ın satırlanndan okuyalım:
“İhtiyaç duyulan şey, kutsal bir gerçeklik olarak
tabiatın yeniden keşfi ve kutsalın muhâfızı olarak insanın yeniden doğumudur;
öyle ki bu durum, modemizm ve onun uzantısı durumunda olan gelişmelerin
doğmasına yol açmış olan insan ve tabiat imajının ölümüne işâret eder. Bu,
bâzılannın iddiâ ettiği gibi “yeni bir İnsan îcâdı” anlamına gelmez; tersine,
gerçekliğini hâlâ içimizde taşıdığımız hakîkî, gururlu İnsanın açığa
çıkarılması anlamına gelir. Bu, sanki insan kutsalı îcad edebilirmiş gibi,
kutsal bir tabiat görüşünün îcâdı anlamına da gelmez; fakat bu, târih boyunca
çeşitli dinler tarafından kabul görmüş geleneksel kozmolojilerin ve tabiat
görüşlerinin yeniden formüllendirilmesinden ibârettir. Her şeyden önce bu, tabiî
düzene ilişkin dînî anlayışın, sâdece öznel varsayımlar ya da târihsel inşâlar
değil, kozmik gerçekliğin canlı bir veçhesine tekabül eden bilgi olarak, ciddî
bir biçimde ele alınması anlamına gelir. Entelektüel durumalışta, tabiata
ilişkin bu tür bilgiyi ciddî bir biçimde ele almamıza imkân sağlayacak şekilde,
kökten bir yeniden yapılanmaya gidilmesi gerekmektedir. Böyle bir şey, modem
bilimin bulgularını onun felsefî varsayımları, bilgi kuramları ve târihsel
gelişiminin kendisine empoze ettiği sınırlar içinde kabul etmek, bu arada doğal
düzenin bilimi şeklindeki totaliterci iddiâlanm bütünüyle reddetmek
dönektir. Bu da doğal nesnelerin “varoluşunu” Varlık’la ilişkileri içinde, kaba
yönleriyle olduğu kadar ince yönleriyle de, evrenin geri kalan kısmı ve bizimle
olan karşılıklı ilişkileriyle, sembolik anlam ve önermeleriyle ve varoluşun
herşeyin İlâhî Kaynağı’na götüren daha yüksek düzeylerle olan bağlantılarıyla
ilgilenen bir tabiat biliminin yeniden keşfedilmesi anlamına gelir.”[269]
Yiğitbaşı Velî’nin ricâlü’l-gayb ile
ilgili görüşleri, İbn Arabi’nin görüşleriyle tamamen örtüşmektedir. O kadar ki
her iki müellifin konuyu anlatırken kullandıkları ifâdeler aynıdır; tek fark,
birinin Arapça, diğerinin de Türkçe yazılmış
olmasıdır. Hattâ çoğu yerde Yiğitbaşı Velî’nin ifâdelerinin İbn Arabi’nin bu
konuda anlattıklarının tercümesi mâhiyetinde olduğunu bile rahatlıkla söylemek
mümkündür. Ancak Yiğitbaşı Velî, İbn Arabi’nin ricâlü’l-gayb
arasında saydığı ahillâ, kurrâ, sücûdü’l-kalb, ahbâb, sütnerâ, verese
gibi bâzı zümrelere risâlelerinde hiç temas etmemiştir. Aynı şekilde Yiğitbaşı
Velî’nin gayb erenleri arasında saydığı evrâ adındaki bir zümreyi
de İbn Arabî zikretmemiştir. Havâriyyûn ve ricâlü’l-ayn zümrelerinin
sayıları husûsunda da iki müellif arasında farklı görüşler vardır. Kısacası
Yiğitbaşı Velî, îbn Arabi’nin bu konudaki görüşlerini muhtasar olarak tercüme
etmiş ve yer yer kısa açıklamalar getirmiştir,[270] Konuyu
anlatırken ricâlü’l- gayb'm sıralamasını verdiği düzende bile
büyük bir benzerlik göze çarpmaktadır.
Ricâlü’l-gayb telakkisi, mânevi âlemin kendine
özgü kânunları çerçevesinde cereyân ettiğinden ve çoğu insanın bu dünyâya âit
bilgilerinin çok az, yetersiz, kısır ve hattâ yanlış olmasından dolayı, oldukça
karışık ve karmaşık gibi görünen, netâmeli bir konudur. Yukanda anlatılan ve
İmâm-ı Yâfiî ile Muhammed el- Cüveynî arasında geçen olay da gösteriyor ki; ricâlü’l-gayb
hakkında doğrudan bilgi sâhibi olmayan insanlar, konuya bakış açılan bakımından
iki türlü tavır sergilemek zorundadırlar: Ya ricâlü’l-gaybi gördüklerini,
onlarla konuştuklannı söyleyen, onlann hallerini ve îfâ ettikleri görevleri
anlatan ve bu konuda yalan söylemeyecek kadar kendisine îtimad edilir olan,
ârif, âbid ve zâhid kimselere inanmak ya da kendileri ricâlü’l-gaybin
durumlarına muttali olamadıklanndan, onlardan haber veren sûfîleri yalancılıkla
töhmet altında bırakma pahasına da olsa bunlan inkâr ve reddetme yoluna
gitmek...
Ricâlü’l-gaybm üzerlerinde taşıdıkları ahlâkî
ve mânevi kişilikleri, aslında her müslümanda bulunması gereken ulvî niteliklerden
oluşmaktadır. Zîrâ bu kimseler, bütün insanlara karşı iyi niyetli, kendilerine
kötülük edenleri bağışlayan, ellerindeki nimetleri başkalarıyla paylaşan, iyi
ve kötü günde herkesin yardımına koşan, sevgi, şefkat ve cömertlik gibi ahlâkî
erdemlerle bezenmiş kimselerdir. İşte, herhangi bir müslümân da prensip olarak
tüm bu hasletlere sâhip olmalıdır.
İslâm’ın mânevi kültürünün gelecek kuşaklara
aktarılması açısından da büyük bir ehemmiyeti hâiz olan ricâlü’l-gayb
inancı, halkın gönlündeki derûnî-dînî duygulan diri tutmakta ve en dar zamanda
bile böyle seçkin şahsiyetlerin imdâda yetişmesi vesilesiyle İlâhî yardıma
kavuşulacağı ümidini doğurmaktadır. Hattâ bâzı savaşlarda bu gayb erenlerinin
nüfuz ve yardımı, inananlan düşmana karşı cesâretlendirmekte ve imkânsız gibi
görünen çeşitli zaferlerin elde edilmesine vesile olmaktadır. Nitekim müslümân
halk arasında bu tür menkabevî olaylar hep anlatıla gelmiştir.
Kaynak: Ahmet ÖGKE, Yiğitbaşı
Velî…Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî…Hayâtı, Eserleri Ve Tasavvufî Görüşleri…
[1] Bk.:
Ebû Bekir Ahmed b. Ali Hatîb el-Bağdâdî, Târihti Bağdâd, Beyrut, ts., c.
III, ss. 75-76
[2] Zünnûn
el Mısrî (V. 245 H./859 M.) de aynı sıralamayı vererek bunların sayılarını
şöyle belirtir:
"Nükabâ
üç yüz, nücebâ yetmiş, büdelâ kırk, ahyâr yedi, umud dört ve gavs da bir
kişidir. ” (Bk.: es-Seyyid Muhammed Emin îbn Âbidîn, Îcâbetü’l-Gavs bi-Beyâni
Hâli’n-Nükabâ ve'n-Nücebâ ve ’l-Ebdâl ve ’l-Evtâd ve ’l-Gavs [İcâbetü ’l-Gavs]
(Mecmûatü Resâil-i İbn Âbidîn içinde), İstanbul, 1224 H./1809 M., s. 269) ”
[3] Bk.:
İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 266-383
[4] Bk.:
Hacc, 22/65; Lokman, 31/20; Zuhruf, 43/13; Câsiye, 45/13
[5] Müddessir,
74/31
[6] Haşan
Kâmil Yılmaz, Tasavvuf Meseleleri, İstanbul, 1997, s. 238; Yılmaz, İslâm
Tasavvufu (et- Tûsî’nin el-Lüma’ adlı eserinin tercümesi içinde),
ss. 541-543; Süleyman Uludağ, “Abdal”, DİA, c. 1, s. 59. Ricâlü
T-gaybm âlemin işlerini tanzîm edişinin sebebini İsmâil Hakkı Bursevî
(V. 1137 H./1725 M.) şöyle îzah eder: Bütün eşyâ, Allâhü Teâlâ’nm Kayyûm
ismi tahtında dâhildir ve insanı kâmil de bu isimle muttasıftır. Onun için
âlemin mülk, melekût ve dört bir yönüne aktâb, imâmân evtâd-ı erbaa ve ebdâl
gibi ricâlü’l-gayb konmuştur ki âlem bunlarla korunur. (Bursevî, Kitâbü’n-
Netîce, c. II, s. 82-83)
[7] Mâide,
5/12
[8] Fussılet,
41/12
[9] İbn
Teymiyye’nin tasavvufa bakışı ile ilgili olarak bk.: Tıblâvî Mahmud Sa’d, İbn
Teymiyye’de Tasavvuf, Tere.: Ali Durusoy, İstanbul, 1989; Mustafa Kara, İbn
Teymiyye’nin Tasavvuf Istılahlarına, İlk Sûfîlere ve Tasavvuf Klasiklerine
Bakışı, Yusuf & Afşin Matbaası, Ankara, 1997; Süleyman Uludağ,
“Tasavvuf Karşıtı Akımlar ve İbn Teymiyye’nin Tasavvuf Felsefesi”, îslâmiyât,
c. II, sayı: 3, Temmuz-Eylül 1999, ss. 39-66
[10] Bk.:
Takıyyüddîn Ebu’l-Abbâs Ahmed İbn Teymiyye, Resâil ve Fetâvâ, Tahkik:
Muhammed Reşîd Rızâ-Muhammed el-Enver Ahmed el-Baltacı, (5 cilt, 2 mücelled
hâlinde), Kahire, 1992, c. I, ss. 88-95. İbn Teymiyye, sûfîlerin “ricâlü’l-gayb”
dedikleri kişilerin cinlerden ibâret olduğunu söylemektedir.(Bk.: İbnTeymiyye,Mecmûatü'r-Resâili’l-Kübrâ,
Beyrut, 1979, c. I, s. 72)
[11] İbn
Teymiyye, Resâil ve Fetâvâ, c. I, ss. 94-95
[12] Tasavvufta
ebdâl telakkisi, çeşitli müelliflerce az çok farklı şekillerde
açıklanmış olsa da bütün tasavvuf zümreleri arasında benimsenmiş ve zamanla
aynı mânâda değer kazanan ricâlü’l-gayb anlayışıyla bütünleşmiştir.
[13] İbn
Haldun’un bu konudaki görüşleri için bk.: îbn Haldun, Şifâü’s-Sâil, ss.
263-265 (^Mukaddime 'de Tasavvuf îlmi” bölümü)
[14]
Heterodoks: Bir ilâhiyat ve sosyal târih terimi olarak; kabul edilmiş resmî
din anlayışına, yâni Ortodoksluğa (Sünnîlik) zıt ve aykın olan bir tür din
anlayışı mânâsına gelen bu kavramın siyâsî, sosyal ve teolojik yönleriyle
ilgili bir değerlendirme için bk.: Ocak, Babaîler İsyânı, ss. 77-78;
Ahmet Yaşar Ocak, Türk Sûfıliğine Bakışlar, II. baskı, İstanbul, 1996,
ss. 15-19
[15] Bk.:
Ocak, Babaîler İsyanı, s. 67
[16] Yılmaz,
Tasavvuf Meseleleri, s. 241. Aynca bk.: Uludağ, “Abdal”, DİA, s.
60
[17] Bk.:
M. Fuad Köprülü, “Abdal”, Türk Halk Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul,
1935, c. I, s. 25
[18] el-Aclûnî,
Keşfü’l-Hafâ, c. I, s. 24; Aynca krş.: Ahmed b. Hanbel, el-Müsned,
c. I, s. 112; c. V, s.
322; c. VI, s.
316 '
[19] Yılmaz,
İslâm Tasavvufu (el-Lüma‘ Tercümesi), s. 543. Ayrıca bk.: Uludağ,
“Abdal”, DİA, s. 60
[20]
Ebdâl hadislerinde bu zümrenin sayısı yedi, otuz, kırk, altmış, yetmiş,
seksen gibi farklı rakamlarla ifâde edilmekte ve bu farklılığa sonraki müelliflerde
de rastlanmaktadır. Bizce bunun en önemli sebebi, ebdâl
kavramıyla aynı zamanda kutub, imâmân ve evrârfdan oluşan ilk
yedi kişi ya da tamâmıyla bütün ricâlü’l-gayb anlayışının da
kastediliyor olmasıdır. Dolayısıyla faiklı sayılarla ifâde edilen ricâlü’l-gayb
zümreleri evtâd, kutub, nükabâ, nücebâ, recebiyyûn, vb. gibi
kendi özel isimleriyle değil; ricâlü’l-gayb genel olarak
kavramının yerine de kullanılan ebdâlkelimesiyle ifâde
edildiğinden rakamlarda bu tür karışıklıklar meydana gelmiştir.
[21] Ahmed
b. Hanbel, el-Müsned, c. V, s. 322; Krş.: es-Sülemî, Tabakat,
s. 2
[22] Ahmed
b. Hanbel, el-Müsned, c. 1, s. 112
[23] Bu
kimseler ve özellikleri için bk.: îbn Arabî, Fütuhat, c. XI, ss.
300-304
[24] Burada
zikredilen, ricâlü’l-gaybten vefat edenlerin yerine bir alt zümreden
birinin geçmesi biçimindeki hiyerarşik yapıyı îbn Arabî de aynen kabul
etmektedir. (Bk: îbn Arabî, Fütuhat, c. II, s. 400)
[25] Bk.:
İbn Âbidîn,İcâbetû'l-Gavs, s. 271
[26]
Ricâlü’l-gayb ile ilgili hadisler ve değerlendirmesi için bk.: Yrd. Doç.
Dr. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları,
Ankara, 2000, ss. 159-177; Yrd. Doç. Dr. Ahmet Yıldırım, “Tasavvufta
Ricâlü'l-Gayb Telakkisi ve Konuyla İlgili Bâzı Rivâyetler”, Süleyman Demirel
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 4, İsparta, 1997, ss.
132-147
[27] Bk.:
Nûruddin Ali b. Ebî Bekr el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, Beyrut, 1967, c.
X, ss. 62-63. Tirmizî, Nevâdiru ’l-Usûl 'ünde ebdâl hadislerini,
sahabeden bir topluluktan merfû ve mevkuf olarak Ebu’d-Derdâ’nın
kavliyle kaydeder.
[28] Hadis
kitaplarının güvenilirlik dereceleriyle ilgili tabakalar hakkında bk.:
ed-Dihlevî, Hüccetullâhi’l-Bâliğa, c. I, ss. 491-497
[29] Uludağ,
“Abdal”, DİA, s. 60
[30] el-Hucvirî,
Keşfü’l-Mahcûb, s. 216
[31]
Rüyâ konusunda geniş bilgi için bu çalışmanın “Rüyâ ve Tâbirleri” kısmına
mürâcaat ediniz, (s.
272 vd.). .
- -
[32] Rüyâ,
sûfiler için bir bilgi elde etme yolu olduğu gibi, İbn Arabî ve İsmâil Hakkı
Bursevî gibi bââ sûfîler, hadislerin bile rüyâ yoluyla Hz. Peygamber’den
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) doğrudan
alınabileceğini kail olmuşlardır. “Beni rüyâda gören, gerçekten görülmüş
sayılır; çünkü şeytan benim suretime bürünemez” (Buhârî, Ta’bîr, 10;
Müslim, Rü’yâ, 1) hadîsi onlar için bu mânâda bir delil niteliğindedir.
(Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 336)
[33] Suyûtî,
ricâlü’l-gaybâen olan ebdâl, evtâd, nücebâ ve kutub
hakkmdaki hadislerin sahih olduğu görüşündedir. (Bk.: Celâleddîn es-Suyûtî, el-Haberu’d-Dâl
alâ Vücûdi’l-Kutb ve’l-Evtâd ve’n- Nücebâ ve’l-Ebdâl, Beyrut, 1983, c. II,
ss. 241-253)
[34] îbn
Âbidîn, îcâbetü ’l-Gavs, s. 272
[35] İmâm-ı
Şafiî’nin sözü şu şekildedir: “Allâhü Teâlâ, kelâmı esnâsmda kitabına
(Kur’ân’a) yeterli ölçüde inanmamız husûsunda bizi kutub vâsıtasıyla
istifâde ettirmiştir.” (İbn Âbidîn, a.g.e., s. 276)
[36] Adından,
ebdâl kavramı ve ebdâlin niteliklerini anlatan bir risâle olduğu
izlenimi doğmakla birlikte Hifyetü ’l-Ebdâl; ârif, mürid, zâhid, âbid
gibi tasavvuf ehli kimselerin tâkip etmesi gereken hükümler ve samt
(suskunluk) kavramının tasavvuftaki mânâ ve önemi üzerinde duran bir
eserdir. (Bk.: Uludağ, “Abdal”, DİA, c. I, s. 59)
[37] Ömer
Ziyâüddin Dağıstânî, Tasavvuf ve Tarikatlarla İlgili Fetvalar, Tere.:
İrfan Gündüz-Yakup Çiçek, İstanbul, ts., ss. 187-188
[38] Köprülü,
İlk Mutasavvıflar, s. 337 vd.
[39]
Melâmîlik ile abdallar arasındaki münâsebet için bk.: Gölpmarlı, Melâmîlik,
s. 14 vd.
[40]
Alevîlik ile abdallar arasındaki münâsebet için bk: Ocak, Babaîler
İsyânı, ss. 63,201 vd.
[41] Yılmaz,
Tasavvufve Tarikatlar, s. 338
[42] Geniş
bilgi için bk: Orhan F. Köprülü, “Abdal”, DİA, ss. 61-62
[45]
William Chittick, “İslâm Kozmolojisinde Gayb Adamları [Gayb Adamları]”, Varolmanın
Boyutları içinde, Tere.: Turan Koç, İnsan Yay., İstanbul, 1997, s. 43
[46]
Bk.: Abdullah b. Mübarek (V. 181 H./797 M.), Kitâbü’z-Zühd; Hâris b.
Esed el-Muhâsibî (V. 243 H./857 M.), er-Riâye; Ebû Nasr es-Serrâc (V.
378 H./988 M.), el-Lüma Muhammed b. İshak el-Buhârî el-Kelâbâzî (V. 380
H./990 M.), et-Taarruf; Ebû Tâlib el-Mekld (V. 386 H./996 M.), Kütü’l-Kulûb;
Ebû Abdirrahmân es-Sûlemî (V. 412 H./1021 M.), et-Tabakât ve er- Resâil;
Aldfilkerîm el-Kuşeyrî (V. 465 H./1072 M.), er-Risâle; Ali b. Osman
el-COllâbî el- Hucvirî (V. 470 H./1077 M.), Kesfü’l-Mahcûb; ve Ebû Hâmid
Muhammed b. Muhammed el- Gazzâlî (V. 505 H./1111 M.), İhya.
[47]
Burada müellif, ileriki kısımlarda anlatacağımız ricâlü eyyâmi’s-sitteyi
kastediyor olsa gerek.
[48]
Hâris b. Esed el-Muhâsibî, er-Riâye li-HukSkıllâh, Tere.: Abdulhakim
Yüce, (Kalb Hayatı), İzmir, 1997, s. 255
[49]
el-Hucvirî,Keşfü’l-Mahcûb, s.330
[50]
Bk.: es-Sülemî, Tabakât, s. 243
[51] A’râf,
7/196
[52] el-Kuşeyrî,
er-Risâle, ss. 259-260,359
[53] Buradan
velînin, tıpkı peygamberlerde olduğu anlamda ismet sâhibi, günahsız olduğu
sonucu çıkarılmamalıdır. Velîden şer, fesat, âfet ve hatâ zuhûr edebilir; ancak
velî mahfuzdur, Allah tarafından korunmaktadır; günah ve hatâlarda ısrar etmez.
(Bk.: el-Kuşeyrî, er-Risâle, s. 359; el- Kelâbâzî, et-Taarruf,
ss. 74-75; el-Hucvirî, Keşfü ’l-Mahcûb, s. 342)
[54] Ebû
Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî, Minhâcü’l-Âbidin, Tahkik: Mahmûd
Mustafa Halâvî, Beyrut, 1989, ss. 102-103
[55] el-Gazzâlî,İhyâ,
c. I, s. 85; Krş.: el-Mekkî, Kütü’l-Kulûb, c, I, s. 39
[56]
a.e., c. IH, s. 82; c. III, ss. 90-91; Krş.: el-Mekkî, a.g.e., c. I,
s. 95,97
[57] Mücâdele,
58/22
[58] el-Gazzâlî,
İhyâ, c. III, s. 377
[59] es-Sülemî,
Tabakat, s. 10
[60] Uludağ,
“Abdal”, DİA, c. I, s. 59
[61]
İsmâil Hakkı Bursevî de buradaki ricâlden (erler) murâdın insan-ı kâmil
olduğunu, diğer insanlann ise insan-ı kâmile göre kadın mesâbesinde olduğunu
bildirmektedir. Bu sebeple kemâle eren kadınlar da “er” sınıfına dâhildirler.
Zîrâ hakikatte erkeklik, yalnızca sûretle/görüntüyle değil,
mânâ/mâneviyat
ile olur. Nitekim ebdâlden olan bâzı kadınlar vardır. Öyleyse istîdâdı
varsa kadın, “er” olabilir. (Bursevî, Kitâbü'n-Netîce, c. I, s. 241)
446 Câmi, Nefehât, s. 692
[63]
Chittick, “Gayb Adamları”, ss. 64-65. Nitekim îbn Arabî ve Yiğitbaşı Velî’ye
göre de ricâlü’l- gayb'm adlan şöyledir: Kutub: AbduIIâh, İmâmân:
Abdürrabb ve Abdülmelik, Evtâd: Abdülhayy, Abdûlaiîm, Abdülkadir ve
Abdfilmürîd, Ebdâl: Bunlara ilâveten Abdüssemî’, Abdüibasîr ve
Abdüşşekûr. (Bk.: Yiğitbaşı Velî, Tabakâtii’l-Evliyâ (II), vr. 120a-120b)
Krş.: îbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 279
[64]
Chittick, a.g.m., s. 69
[65]
Bk.: Muhammed Ebu’l-Yüsr Âbidîn, ZfiAâyâ's-Sû/zjye, Dimaşk, 1993, ss. 125-126
450 Ric’î Talâk: Kocaya, kadının rızâsı olmaksızın iddet
süresince zevcesine dönme hakkı sağlayan boşama şeklidir. Ayrıntılı bilgi için
bk.: Ebû Bekir b. Mes’ûd el Kâsânî, Kitâbü Bedâiu’s-Sanâi’fi
Tertibi’ş-Şerâi’, Beyrut, 1986, c. III, s. 109; Abdullah b. Muhammed b.
Mevdûd el-Mevsılî, el- İhtiyâr fi Ta'lîli’l-Muhtâr, Beyrut, ts., c. III,
ss. 129-130; Ebû Bekir el-Câbir el-Cezâirî, Minhâcü’l-Müslim, (Suud
baskısı), 1976, s. 388; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukük-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı
Fıkhiyye Kâmûsu, İstanbul, 1985, c. II, ss. 175,220-221
452 Süleymâniye Ktp., Şehid Ali Paşa, 2820/7, vr. 73b-74b;
Süleymâniye Ktp., Hacı Mahmud Ef„ 2745/3, vr. 4b-7a
[69]
Kutbu ’l-aktâbın kutubluğu, bütün Jtnûzülann kutubluklarını içine alır.
Zîrâ esâsında kutubluk birdir, ancak farklı süratlerde zuhûr eder. (Bursevî, Kitâbü
’n-Netice, c. I, s. 217)
[70] el-Cürcânî,
et-Ta ’rîfât, ss. 76-77; Aynca bk.: Gümüşhânevî, Câmiu ’l-Usûl Zeyli,
s. 5 5
[71] İbn
Arabî, Tedbîrât, s. 42
[72] İbn
Arabî, Tedbîrât, s. 43
[73] Nitekim
Allâhü Teâlâ: "Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım" (Bakara,
2/30) ve "Allah sizi yeryüzünde halîfe kıldı” (Nemi, 28/62; Fâtır,
35/39) buyurmaktadır. İnsan-ı kâmilin halîfetullâh fi’l-arz oluşuyla ilgili
olarak bk.: Bursevî, Kitâbü’n-Netîce, c. I, ss. 163,217,299,
341,367,442; c. II, ss. 1,66, 122, 191,258
[74] İbn
Arabî, Tedbîrât, s. 204
[75] Yiğitbaşı
Velî, TabakStü’l-Evliyâ (I), vr. 73b; Tabakâtü'l-Evliyâ
(11), vr. 119b; Aynca bk.: Risâle-i
Tevhîd, vr. 44a. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 274;
İbn Âbidîn,İcâbetü’l-Gavs, ss. 264-265
[76] İbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 274
[77] İbn
Âbidîn, a.g.e., s. 275; Aynca bk.: Ebu’l-Yüsr Âbidîn, Hikâyâ’s-Sûftyye,
s. 116
[78] el-Cürcânî,
et-Ta’rîfât, s. 70; Aynca bk. Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü,
ss. 188-189
[80]
Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî, Câmiu ’l-Usûl, Tere.: Rahmi Serin, Velîler
ve Tarikatlarda Usûl içinde, İstanbul, 1987, s. 41; Gümüşhânevî, Câmiu’l-UsûlZeyli,
s. 350
[81] Gümüşhânevî,
Câmiu ’l-Usûl, ss. 45-46
[82]
Medâr Değirmenin alt taşma yerleştirilen ve üst taşın dönmesini sağlayan
demir, demektir. Kutb-i medâr, “Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) kalbi” mânâsına gelmektedir.
(Bk.: Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, ss. 299-300)
[83] Aynı
şekilde Bursevî de kutbu, kutb-i vücûd ve kutb-i irşâd olmak
üzere ikiye aymr. Bu iki tür kutub, kutublukta müşterek olmakla birlikte, kutb-i
vücûd âlemin medândır ve her zamanda bir kişi olur; kutb-i irşâd ise
çok sayıda olur. Kutb-i vücûd, Cenâb-ı Hakk’m tecellîlerine ehil olan
kimsedir ki ulûhiyyet hakikatinin sim ondadır. Zîrâ o, halîfetullâhtır ve
Allâh’m bütün isimlerinin mecmûudur. (Bk.: Bursevî, Kitâbü ’n-Netice, c.
I, s. 299)
[84] İmâm-ı
Rabbânî Ahmed el-Fârukî es-Serhendî, el-Mektûbât, İstanbul, ts., c. I,
ss. 229,235
[85] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (1), vr. 73b; Tabakâtü’l-Evliyâ
(II), vr. 119b. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss.
274-275; İbn Âbidîn, İcâbetû ’l-Gavs, s. 265
[86] Gümüşhânevî,
Câmiu’l-Usûl Zeyli, s. 323; Aynca bk.: Uludağ, Tasavvuf Terimleri
Sözlüğü, s. 246; İmâmân 'm sekiz hasleti için bk.: Gümüşhânevî, Câmiu
’l-Usûl, ss. 44-45
[87] İbn
Arabî, Tedbîrât, s. 204
[88] Cin,
72/19
[89] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 73b; Tabakâtü’l-Evliyâ
(II), vr. 119b-120a. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât,
c. XI, ss. 275-276
[90] İbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 276
[91] Gümüşhânevî,
Câmiu’l-Usûl Zeyli, ss. 324-325; Ayrıca bk.: Uludağ, Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü, s. 169; Evtâd’vtı 8 hasleti içinbk.: Gümüşhânevî,
Câmiu’l-Usûl, ss. 43-44
[92] es-Sühreverdî,
Avârif, s. 200
[93] el-Gazzâlî,
İhyâ, c. I, s. 289
[94] el-Hucvirî,
Keşfü ’l-Mahcûb, s. 346
[95] îbn
Arabî, Tedbîrât, s. 307 vd.
[96] Nebe’,
78/6-7
[97] A’râf,
7/17
[98] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (1), vr. 73b; Tabakâtü’l-Evliyâ
(II), vr. 120a. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss.
276-278; îbn Âbidîn, Icâbetü ’l-Gavs, s. 268
[99] ibn
Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 276
[100]
a.e., c. II, s. 401
[101] Ebû
Abdillâh Muhammed el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-Usul fi Ma'rifeti
Ehâdisi’r-Rasûl, Tahkîk: Mustafa Abdülkâdir Atâ, Beyrut, 1992, c. I, s. 167
[102] Gümüşhânevî,
Câmiu’l-lJsûlZeyli, s. 326; Ebd&l’in sekiz hasleti için bk.:
Gümüşhânevî, Câmiu’l- Usûl, ss. 42-43. Krş.: el-Cürcânî, et-Ta’rîfât,
s. 19
[103] es-Sülemî,
Tabakât, s. 51
[104] es-Sühreverdî,
Avârif, s. 296
[105] el-Kelâbâzî,
et-Taarruf, 145
[106] el-Gazzâlî,
İhyâ, c. I, s. 289
[107] Bk.:
İbn Arabî, Fütûhât, c. II, s. 376 vd.
[108] İbn
Arabî, Tedbîrât, ss. 231-232
[109]
Yedi İklim: Dünyânın yedi köşesi, bucağı. Burada kastedilen, dünyânın her
tarafıdır. Şu âyet, yedi iklime işâret sayılmıştır: “Yeryüzünde
bulunan ağaçlar kalem olsa, denizfler) de (mürekkep olsa) arkasından yedi deniz
(daha gelip) ona yardım etse de (Allâh ’ın kelimeleri yazılsa) yine (bunlar
tükenir) Allâh ’ın kelimeleri tükenmez... ” (Lokmân, 31/27)
[110] Nemi,
27/42
[111] İbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 333
[112] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74“. Bu zümre hakkında da başka
kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlayamadık.
[113] Gümüşhânevî,
Câmiu’l-Usûl Zeyli, s. 370; Aynca bk.: Uludağ, Tasavvuf Terimleri
Sözlüğü, ss. 378-379; Nükabâ’nm on hasleti için bk.: Gümüşhânevî, Câmiu’l-Usûl,
s. 41
[114] el-Cürcânî,
et-Ta’rîfât, s. 108
[115] Çünkü
yörüngelerinde sâbit duran yıldızların da kendi burçlarında bir hareketleri
vardır. Bu gizli hareketlilik, bâzen yüzlerce yıllık bir süreyle kesilebilmekte
ve bu sebeple de astronomi bilginleri tarafından hissedilememektedir. (Bk.: îbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 281-282)
[116] Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74a;
Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 120b. Krş.: îbn Arabî,
[118] İbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 282
[119] el-Cürcânî,
et-Ta’rîfât, s. 105; Gümüşhânevî, Câmiu’l-Usûl, s. 42;
Gümüşhânevî, Câmiu’l-Usûl Zeyli, s. 368; Aynca bk.: Uludağ, Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü, s. 378
[120] İsmâil
Hakkı Bursevî de bunların sayısının sekiz olduğunu söyler. [Bk.: Uludağ, a.g.e.,
s. 378 (Bursevî’nin Faslü ’l-Hitâb adlı eserinin 315. sayfasından
naklen)]
[121] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (1), vr. 74a; Tabakâtü’l-Evliyâ
(II), vr. 121a. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss.
282-283; İbn Âbidîn, İcâbetü ’l-Gavs, s. 268
[122] İbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 283; AûceM'nm sekiz hasleti için bk.:
Gümüşhânevî, Câmiu’l-Usûl, s. 42
[123]
Melâmîlik ve Melâmîler için bk.: el-Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb,
ss. 143-152; es-Sühreverdî, Avârif, ss. 90-96; Gölpınarh, Melâmîlik.
[124] Gümüşhânevî,
Câmiu’l-Usûl, ss. 46-47; Aynca bk.: Uludağ, Tasavvuf Terimleri
Sözlüğü, s. 502
[126] Uludağ,
a.g.e., s. 502
[127] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74a. İbn Arabî de bunların
sayısının üç olduğunu söylemekle birlikte (Bk.: İbn Arabî, Fütûhât, c.
XI, s. 302) başka bir yerde bu tâifeyi sayılan belli olmayanricâlü’l-gayb
arasındasayar. (Bk.: İbn Arabî,a.g.e., c. XI, ss. 362-364)
[128] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 122“
[129] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74a; Tabakâtü’l-Evliyâ
(II), vr. 122a-122b. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât,
c. XI, ss. 302-303
[130] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74a; Tabakâtü’l-Evliyâ
(II), vr. 122a. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 302
[131] Uludağ,
Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 95 (İsmâil Hakkı Bursevî’nin Faslü
’l-Hitâb adlı eserinin 324. ve 328. sayfalarından naklen)
[132] Bk.:
Tahsin Yazıcı, “Ahyâr”, DİA, c. II, ss. 194-195
[133] Bk.:
İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 296
[134] Bk.:
a.e. c. II, ss. 3, 31
[135] Sâd,
38/47
[136] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74a
[137] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 12lb. İbn Arabî de bunların
sayısının kırk olduğunu söyler. (Bk.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 296)
328
Buna işâretle, İbrâhim b. Edhem (V. 161 H./777 M.), devrinin İskenderiyeli
süflilerden Eşlem b. Yezîd el-Cühenî’nin şu sözünü aktarır: “Ahyâr
ile sohbet ederken sakın onları kızdırma! Zîrâ onlann kızdığı şeye Allah da gazaplanır
ve onlann râzı olduğu şeyden o da râzı olur." (Bk.: es- Sülemî, Tabakât,
s. 32)
[139]
Nûh, 71/28
[140] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (I), vr. 74a; Tabakâtü ’l-Evliyâ
(II), vr. 121b-122a. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât,
c. XI, ss. 296-297
[141] Müzzemmil,
73/5
[142] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74a; Tabakâtü’l-Evliyâ
(11), vr. 12Ia-121b. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât,
c. XI, ss. 285-289
[143] İbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 286-287. Aynca burada İbn Arabî, Hz. Ebû
Bekir ve Hz. Ömer’e içlerinden kin besleyip Hz. Ali’ye sevgi duyan iki kişinin
iç yüzlerini tanıyan bir şeyhin hikâyesini de anlatmaktadır.
[144] İbn
Arabî, havâriyyûmm her zaman bir olup iki olamayacağını söyler. (Bk.:
İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 283)
[145] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74"; Tabakâtü’l-Evliyâ (II),
vr. 121a. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 283-284
[146] İbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 284
[147] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (1), nt.
74"; Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 124b. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât,
c. XI, ss. 324-326
[148] Enfâl,
8/35
[149] İbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 324-325
[150] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74“-74b
[151] A’râf,
7/23. îbn Arabî, aynca bunlar hakkında şu âyeti de zikreder: “Sonra Kitâb'ı
kullarımız arasından seçtiklerimize (istafeynâ) miras verdik. Onlardan nefsine
zulmeden, orta (yolda) giden ve Allâh ’ın izniyle hayırlarda öne geçen vardır.
Bu bir fazl-ı kebîrdir. ” (Fâtır, 35/32)
[152] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74b; TabakStü’l-Evliyâ
(II), vr. 121b. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss.
290-294
[153] İbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 290-291
[154]
a. e., c. XI, s. 306
[155] Furkân,
25/63. îbn Arabî bunların halleriyle ilgili olarak aynca şu âyeti de zikreder: “...Rahmân
’ın huzurunda sesler kısılır; fısıltıdan başka bir şey işitemezsin.” (Tâhâ,
20/108)
[156] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), nt.
74b; Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 122b. Krş.: îbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 306-308
[157] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74b
[158] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (II), vr. 123a. Bk.: îbn Arabî, Fütûhât,
c. XI, s. 312
[159] Fetih,
48/29
[160] îbn
Arabi’nin bu sözü için bk.: îbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 312-313.
Ayrıca burada îbn Arabî, bu zümreden olan ve bâzı acâyip durumları ve garip
halleri bulunan kişilerle Endülüs ’te karşılaştığını, hattâ kendi
şeyhlerinden bâzılannm da bu zümreden olduğunu haber vermektedir.
[161] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74b; Tabakâtü’l-Evliyâ
(II), vr. 123“. Krş.: îbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 312-313
[162] Tâhâ,
20/44
[163] Âl-i
İmrân, 3/159
[164] îbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 313
[165] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74b; Tabakâtü’l-Evliyâ
(II), vr. 123b-124‘. Krş.: îbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss.
317-318
[166] Fâtır,
35/2
[167] Mülk,
67/3
[168] İbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 318
[169] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 124“. İbn Arabî, bunlann sayısının
yedi olduğu görüşündedir. (Bk.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 319)
[170] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (I), vr. 74b
[171] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74b; Tabakâtü’l-Evliyâ
(II), vr. 124“. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 319-320
[172] Muhammed,
47/35
[173] İbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 320
[174] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74b
[175] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 124’. İbn Arabî, bunlann sayısının on
bir olduğunu söyler. (Bk.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 320)
[176] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (1), vr. 74b; Tabakâtü’l-Evliyâ
(II), vr. 124“. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 320-322
[177] Tîn,
95/5
[178] Meryem,
19/67
[179]
Şey’iyyet: Mahlûkâtm, ilm-i İlâhîde sâbit olan durumu demektir. (Bk.: îbn
Arabî, Tedbîrât, ss. 202, 328)
[180] îbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 321-322
[181] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74b; Tabakâtü’l-Evliyâ
(II), vr. 125a-125b. Krş.: îbn Arabî, Fütûhât,
c. XI, ss. 329-330
[182] Bk.:
ÂI-i îmrân, 3/97; Ankebût, 29/6
[183] İbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 329-330
[184] İbn
Arabî, bunun bir kişi olduğunu söyler. (Bk.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI,
s. 328)
[185] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74b; Tabakâtü’l-Evliyâ
(II), vr. 125a. Kış.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss.
328-329
[186] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 74b; Tabakâtü’l-Evliyâ
(II), vr. 123“-123b. Krş.: îbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss.
313-315
[187] A’râf,
7/156
[188] İbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 314
[189] Krş.:
a.e., c. XI, s. 322
[190] Kâf,
50/38
[191] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (I), vr. 74b; Tabakâtü ’l-Evliyâ
(II), vr. 124a-124b, 126b. Krş.: İbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 335-336
[192] Bk.:
İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 335-336
[193] Zümer,
39/68
[194] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. I23b. Krş.: îbn Arabî, Fütûhât,
c. XI, ss. 315-317
[195] İbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 317
[196] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (II), vr. 126b. Krş.: îbn Arabî, Fütûhât,
e. XI, s. 334
[197] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (II), vr. 125b-126“. Krş.: îbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 331-333
[198] Bk.:
İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 332
[199] Tâhâ,
20/114
[200] Fetih,
48/4
[201] Tevbe,
9/124
[202] Bakara,
2/186
[203] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (II), vr. 1268-l26b.
Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 334-335
[204] Benzer
bir metin için bk.: Nesâî, Nisâ, 1; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. III,
ss. 128, 199,285
[205] Bakara,
2/238
[206] İbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 334
[207]
Hâtem, hem "bir şeyi tasdik eden mühür" ve hem de “sonuncu"
mânâlarına gelmektedir. Bu bakımdan hâtemü’-l-evliyâ, hem “bütün
velîleri tasdik eden mühür" ve hem de "velîlerin sonuncusu ’’
demek olur.
[208] Bu iki
türlü velâyet ve hâtem için aynca bk.: Ebu’l-A’lâ el-Afîfî, Muhyiddin
İbnü’l-Arabî’de Tasavvuf Felsefesi, Tere.: Mehmet Dağ, II. baskı, İstanbul,
1999, ss. 106-109
[209] Bu tür
velâyetin hâteminin bizzat Muhyiddin ibn Arabî olduğuna dâir bk.: el-Afîfî, Muhyiddin
İbnü’l-Arabî’de Tasavvuf Felsefesi, s. 107
[210] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (1), vr. 74b; Tabakâtü’l-Evliyâ
(II), vr. 122“. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 289-290; c.
XII, ss. 120-125
[211] İbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 290
[212] Uludağ,
Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 211
[213] Nitekim
Muhyiddîn ibn Arabî, kendisinin hâtemü’l-evliyâ olduğunu bizzat îlân
etmektedir. (Bk.: Toshihiko İzutsu, ibn Arabi’nin Fusûs 'undaki Anahtar
Kavramlar, Tere.: Ahmed Yüksel özemre, İstanbul, 1998, s. 379; el-Afîfî, Muhyiddin
İbnü’l-Arabî’de Tasavvuf Felsefesi, ss. 107-109)
[214] Konuk,
Fusûs Şerhi, c. I, s. 213
[215] Ebu’l-A’lâ
el-Afîfî, et-Tasavvuf Sevratün Rûhiyyetün fi’l-İslâm [et-Tasavvuf],
Tere.: Ekrem Demirli-Abdullah Kartal, İstanbul, 1996, ss. 266-267; Bu konuda
geniş bilgi için aynca bk.: İzutsu, İbn Arabi’nin Fusûs'undaki Anahtar
Kavramlar, ss. 378-384
[216] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (II), vr. 122b-123“. Krş.: İbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 308-312
[217] En’am,
6/91
[218] Nûh,
71/8
[219] İbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 309-310
[220] İbn
Arabî, bu zâtın Abdülkâdir el-Cîlî olduğunu söyler. (Bk.: İbn Arabî, Fütûhât,
c. XI, s. 326)
[221] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 124b. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât,
c. XI, ss. 326-327. Bu kişinin özellikleri, daha önce anlattığımız havâriyyûn
zümresine çok benzemekle birlikte hem Yiğitbaşı Velî ve hem de İbn
Arabî bu ikisini birbirinden ayırmışlardır. Bk.: Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ
(I), vr. 74“; Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 121“; İbn Arabî, a.g.e.,
c. XI, ss. 283-284. Aynca bu kişi, daha önce sözünü ettiğimiz evritya.
da benzemektedir. (Bk.: Bu çalışmanın önceki kısımlarındaki “Evrâ”
başlığı (Bk.: s. 229) ve Yiğitbaşı Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (I), vr. 73b;
Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 120*0
[222] En’âm,
6/18
[223] îbn
Arabî, Fütûhât, c. I, s. 326
[224] Bk.:
a.e., c. I, s. 327
[225] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (II), vr. 124b-125a. Krş.:
İbn Arabî, Fütûhât, c. I, ss. 327-328
[226] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (II), vr. 125E. Krş.: İbn Arabî, Fütûhât,
c. I, s. 328
[227] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (11), vr. 125b. Krş.: îbn Arabî, Fütûhât,
c. I, ss. 330-331
[228] Şûrâ,
42/11
[229] İsrâ,
17/6
[230] Bk.:
İbn Arabî, Fütûhât, c. 1, s. 331
[231] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 126b. Yiğitbaşı Velî,
buraya kadar anlatılan ricâlü’l- gaybm sayılarının
bilinebileceği ve bundan sonra anlatılacak olanların sayısının ise
bilinemeyeceğine ilişkin görüşü de İbn Arabi’den almış olmalıdır. Zîrâ
benzer ifâdelere İbn Arabî’de de rastlamaktayız. (Krş.: İbn Arabî, Fütûhât,
c. 1, ss. 330-331)
[232] Yiğitbaşı
Velî bu konuda da tamâmen Muhyiddîn ibn Arabî’nin görüşlerini tekrar
etmektedir. İbn Arabî de burada melâmiyye kavramını, yaygın
anlamda inzivâ (halvet) hâlindeyken, aralarında gizli bir zühdî terbiye
uygulayarak çoğunlukla başkalarının eleştirisini ya da ayıplamasını dâvet eden
dış davranışlarından dolayı melâmiyye adı verilen bir derviş
fırkasının adı olarak kullanmayıp; bâtınî doktrinlerini kendine saklayan,
sırlarinı halka, hattâ birbirlerine bile aslâ açmayan, kendi deyişiyle
sûfîlerin en üstünü karşılığı olarak kullanmaktadır. (Bk.: el-Afîfî, Muhyiddinİbnü’l-Arabî’de
TasavvufFelsefesi, s. 102)
[233] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (II), vr. 126b- 127a.
Krş.: İbn Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 341-342
[234] İbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 342
[235] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü ’l-Evliyâ (II), vr. 127a. Krş.: İbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, ss. 355-356
[236] İbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 356
[237]
Ferdiyet: ‘Zât, irâde ve kavl’in mecmûunun tecellî makamı. Geniş bilgi
için bk: Konuk Fusûs Şerhi, c. II, ss. 332-337; c. HI, s. 78; c.
IV, ss. 317-324,340-348, 369-370
[238] Uludağ,
Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 154
[239] Bk.:
Gümüşhânevî, Câmiu’l-UsûlZeyli, s. 323
[240] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 127a; Krş.: İbn Arabî, Fütûhât,
c. XI, ss. 357-358; Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 153-154
(Bursevî’nin Faslü’l-Hitâb adlı eserinin 345. sayfasından naklen)
[241] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ(I), vr. 73b; Tabakâtü’l-Evliyâ
(II), vr. 120b, 122a
[242] Konuk,
Fusûs Şerhi, c. I, s. 35
[243]
Hz. Ömer’in (r.a.) mukaddes olduğuna dâir örnekler için bk.:
et-Tûsî, el-Lüma‘, ss. 132-133,314
[244] Şûrâ,
42/51
[245] Yiğitbaşı
Velî, Tabakâtü’l-Evliyâ (II), vr. 127“-I27b. Krş.: İbn Arabî,
Fütûhât, c. XI, ss. 374-378
[246] Kasas,
28/30
[247] Nisâ,
4/164
[248] Tevbe,
9/6
[249] Buhârî,
Ezân, 52; Deavât, 59; Müslim, Salât, 25; Ebû Dâvud, Salât, 68; Tirmizî, İmamet,
16; İbn Mâce, İkâmet, 13; Dârimî, Salât, 40; İmâm-ı Mâlik, Muvatta’,
Cemâat 16; Ahmed b. Hanbel, el- Müsned, c. I, s. 95; c. II, s. 18; c.
III, s. 3; c. IV, s. 57; c. V, s. 343; c. VI, s. 87
[250] îbn
Arabî, Fütûhât, c. XI, s. 374
[251] el-Hucviri,
Keşfü’l-Mahcûb, ss. 531-532
[252]
es-Sülemî, Tabakâi, s. 220
[253]
et-Tûsî, el-Lüma’, s. 342
[254]
İmâm-ı Rabbânî, el-Mektûbât, c. II, ss. 123-124
[255] Hadîsin
metni şöyledir: "Muhakkak ki sizden önceki ümmetlerin mukaddesleri olan
insanlar vardır. Ümmetimden de Ömer onlar(muhaddesûn)dandır. ”
(Buhârî, Fezâilü’s-Sahâbe, 6; Enbiyâ, 54; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c.
VI, s. 55)
[256] el-Gazzâlî,
İhya, c. III, s. 28
[257] ed-Dihlevî,
Hüccetullâhi’l-Bâliğa, c. II, s. 288
[258] Bu
tür taarruzlara, örnek olarak bk.: Ercüment Özkan, Tasavvuf ve İslâm,
Ankara, 1993, s. 68 vd. “Gavs’lar ve Şeyhler: Yeni Lât’lar, Yeni Uzzâ’lar!”
başlığı. Bu durum bâzen öyle boyutlara varabilmektedir ki; ricâlü’l-gayb
anlayışı, “hayâli masallar ülkesinin gizli çete hükümeti” olarak bile
nitelenebilmekte (Bu ve benzer eleştirilere en güzel ve tipik bir örnek için
bk.: İbrahim Sarmış, Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvufve İslâm, İstanbul,
1995, s. 184 vd.) ve hattâ başkalarına da kötü ■ örnek teşkil edebilmektedir.
(Bu konudaki en kötü örnek için bk.: Ömer Şevki Hotar, “Tasavvuf- Halüsinasyon”,
İktibas, sayı: 209, Mayıs, 1996, ss. 18-21)
[259] Beled,
90/10
[260] Bakara,
2/257
[261] er-Râğıb
el-Isfahânî, ez-Zerîa, s. 89
[262] Meleklerden
sürekli Allâh’ı hamd, zikir, teşbih, tenzih ve tehlîl ile meşgul olanlar (el-Mukarrebûn
ve İlliyyûn) (Bk.: A’râf, 7/206; Zümer, 39/75; Mü’min, 40/7) bulunduğu
gibi; kâinâtm düzenli işleyişinde Cenâb-ı Hakk’m irâdesinin ve koyduğu İlâhî
kânunların yürürlüğe geçmesinde görev alıp yaratılışın devam ve tekâmülünü
Allâhü Teâlâ’nın izniyle temin edenler (el-Müdebbirât) de vardır. Aynca
peygamberlere vahiy getiren Cebrâil, canlan alan Azrâil, tabiat
kuvvetlerini idâre eden Mîkâil ve Sûru üflemekle görevli İsrâfil
gibi insanlarla ilgili işlerde doğrudan görevli melekler de bulunmaktadır.
Bunlann yanı sıra peygamberlere ve sâlih kullara güç veren, sıkıntılı ve
üzüntülü anlarda onlara yardıma koşan, (Bk.: Âl-i İmrân, 3/123; Enfâl, 8/9-10)
insanlar için Allâh’a duâ etmekte olan, (Bk.: Şuarâ, 26/5; Necm, 53/26; A’râf,
7/156; Mü’min, 40/7-9) insanlara iyi ve hayırlı iş ve davranışlan telkîn eden
melekler de vardır. (Ayrıntılı bilgi için bk.: Prof. Dr. Şerafeddin
Gölcük-Prof. Dr. Süleyman Toprak, Kelâm, III. baskı, Konya, 1996, ss.
381-388) Şu durumda melekler üe ricâlü’l-gayb zümresinden olan evliyânın
birbirlerine çok benzer sıfatlara sâhip oldukları gözlenmektedir.
[263] Bk.:
Gölcük-Toprak, Kelâm, ss. 385-386; îbn Arabî, Fütûhât, c. XII,
ss. 283-287
[264] Bk.:
Bakara, 2/30; Sâd, 38/26. Yeryüzünde Allâh’m halîfesi olmayı hak kazanabilmenin
şartlarına dâir geniş bilgi için bk.: er-Râğıb el-Isfâhânî, ez-Zerîa,
ss. 92-100. Aynca bk.: Azîzüddîn en- Nesefî, İnsan-ı Kâmil, Tere.:
Mehmet Kanar, (Tasavvufta İnsan Meselesi), İstanbul, 1990, s. 158
[265]
Bk.: Chittick, “Gayb Adamları”, s. 45
[266]
Bk.: Chittick, a.g.m., ss. 47-50
[268]
İbn Âbidîn, İcâbetü ’l-Gavs, ss. 273-274
[269] Chittick,
a.gm., ss. 70-71 (Seyyid Hüseyin Nasr, Religion and the Order of
Nature, Oxford University Press, New York, 1996, s. 287’den naklen)
[270] Nitekim
müellifimiz, Arapça bilmeyen kimselerin anlayabilmesi için bu konudaki
görüşleri Muhyiddin İbn Arabi’nin Fütûhât-ı Mekkiyye adlı
kitabından Türkçe'ye çevirdiğini ve konuyu
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar