AHİRET PERDESİNİ ARALARKEN
(Kitâbu’t-Tevehhum)
HARİS el-MUHASİBÎ kaddesallâhu
sırrahülazîz
Tam adı, Ebu Abdillah el-Haris bin Esed
el-Muhasibî’dir. Büyük mutasavvvıflardan olup nefsini çok hesaba çektiği için
el-Muhasibî lakabıyla tanınmıştır. Dönemindeki ariflerin kutbu, tarikat
yolcularının üstazı sayılır. Birçok ilimlerde söz sahibidir. İnsanlara ders ve
öğüt verici eserler yazmış ve onlara dünya ve Ahiretin hakikatim göstermeğe
çalışmıştır. Büyük bir zahidtir. Nefsin kusur ve hastalıklarını tesbit edip
tedavi etmekte büyük bir meharet sahibidir. Kendisinin ve çevresindeki
insanların amellerini riyadan uzak tutmaya büyük özen gösterirdi. Kuvvetli
ihtimalle Hicrî 165 yılında Basra’da doğmuştur. 243 yılında Bağdat’da vefat
etmiştir. Cüneyd-i Bağdadî kaddesallâhu sırrahülazîzin şeyhidir. Fıkıh,
Tasavvuf ve Kelâm ilimlerinde büyük bir İslâm âlimidir. Hadis rivayet etmiş ve
İmam Şafiî’den ders almıştır. Şafiî mezhebine mensuptur.
Haramdan son derece titizlikle sakınırdı. Ciddi ve
samimî bir takvaya sahipti. Çok ibadet ederdi. Gecelerini ibadet ve teheccüdle
geçirirdi. Derin ve geniş ilminin yanında dünyaya önem vermez, etrafındaki
insanlara çok etkili ve açık ifadelerle vaaz ve irşadda bulunurdu. O kadar
güzel bir fesahat ve geniş bir hayal gücüne sahipti ki, anlattığı mevzuları
canlı tablolar halinde ve inandırıcı bir üslupla dinleyici ve okuyucularının
gözleri önüne sererdi. Elinizdeki Kitabü’t-Tevehhüm adlı kıymetli eseri bunun
güzel bir örneğidir.
Muhasibi aslında zengin bir aileye mensuptur. Babası
öldüğü zaman yetmiş bin dirhem servet bırakmıştı. Ne var ki Muhasibi, bir
kuruşa muhtaçken bu mirastan zerre kadar bir şey almamıştır. Çünkü babası
Mu’tezilenin etkisiyle Kader hakkında ileri geri konuşurdu. Bu yüzden babasının
mirasından hiçbir şey almamayı takvaya daha uygun görüyordu.
O hayatı boyunca züht içinde, sabrederek ve bunun
mükâfâtını da Allah Teâlâ’dan bekleyerek haramlara karşı titiz ve takva sahibi
olarak yaşadı.
Döneminde Mu’tezile mezhebinin yayılıp güçlendiğini
görünce, hemen Ehl-i Sünneti savunmaya başladı. Mu’zileye cevap teşkil edecek
eserler kaleme aldı. Ne yazık ki bu eserleri büyük bir kısmı günümüze kadar ulaşamamıştır.
Ancak, birçok görüşlerini eş-Şehristanî, “el-Milel ve’n-Nihal adlı eserinde kaydetmektedir.
Muhasibî. Rafızîliğe ve Kaderî inkâr edenlere karşı eserler yazmış, Tasavvuf,
Fıkıh ve Ahkâm konusunda da kitaplar kaleme almıştır.
Gazzalî ile Muhasibi arasında da benzer noktalar
vardır. Nitekim Muhasibi döneminin mevcut ilimlerini tahsil ettikten sonra
Ehl-i Sünnet görüşlerini savunmuş ve ömrünün belli bir döneminde inzivaya
çekilerek kendisini bütünüyle ibadete vermiştir. İnziva sırasında İslâm’ın o
dönemdeki durumu, problemleri ve çözüm yollan üzerinde inceden inceye
düşünmüştür. İmam Gazzalî de, Bağdat Nizamiye medresesinde müderris iken ve
büyük bir itibarı varken tedrisi bırakmış, uzun bir süre inzivaya çekildikten
sonra, el-Münkız Mine’d Dalal ve İhya ü Ulumi’d-Dîn isimli eserlerini yazarak
felsefeci ve kelamcılara cevaplar vermiştir. Muhasibî’nin Gazalî üzerindeki
etkisi açıkça göze çarpmaktadır. Gazzalî İhya adlı eserinde Muhasibî’nin
eserlerini ifadelerine adeta sindirmiştir.
Kendisi hakkında İbnü’l-Esîr şöyle der: “Allah
Teâlâ’nın sıfatlarını isbat konusunda ilk söz söyleyen zattır. Onun güzel
sözlerinden biri şudur: ‘Kim içini murakabe ve
ihlasla düzeltirse, Allah Teâlâ da onun dışını mücahede ile süsler.”
Hafız ez-Zehebî de şöyle der: “Muhasibi arif-i billah bir zat olup pek çok eseri
vardır. Çok doğru bir zattır.”
İbnü’s-Sübkî, et-Tabakât isimli eserinde şöyle der:
Muhasibi şüpheli bir yiyeceğe elini uzatınca, hemen parmağının damarı hareket
etmeye başlardı. Eğer bu harekete engel olamazsa o yiyeceğin haram olduğunu
anlar ve yemekten vaz geçerdi. Muhasibî’nin şöyle dediği nakledildi: ‘Benimle Allah Teâlâ arasında bir bağ vardır. Eğer
yiyecek halâl değilse, o yemekten burnuma bir koku yükselir. Artık canım onu
hiç yemek istemez.”
Muhasibi, kendi dönemindeki âlimlerden farklı olarak,
sadece ayet ve hadisleri nakletmekle yetinmemiş, üzerinde akıl yürüterek,
manalarım özümseyerek ve onları ifadelerine, sindirerek aktarmıştır. Onun
alışılmamış bu üslubu, döneminin âlimleri tarafından tenkid edilmiştir.
Gerçekten de elinizdeki risalesi okunduğunda, sanki yaklaşık 1200 sene önce
değil de günümüzde yazılmış gibi orijinal ve güzel bir üsluba sahip olduğu
görülür. İmam Muhasibi’ nin bu özelliği ve özellikle mu’tezileye cevap verirken
önce karşı tarafın görüşünü ortaya koyması sonra da ona cevap vermesi tenkid
edilmiştir. Özellikle Ahmed bin Hanbel (rahmetullâhi aleyh) bu noktada
kendisini tenkit etmiştir. Gerekçe olarak da, çürütmek için de olsa yer verdiği
bu görüşlerin okuyucu ve dinleyicinin zihninde kötü izler bırakacağı
endişesidir. Muhasibi’nin zühd, takva ve tasavvufla ilgili söz ve yaşayışı ise,
İbn Hanbel (rahmetullâhi aleyh) dâhil herkes tarafından takdir edilmiştir.
Kaynaklarda belirtildiğine göre bir gün Ahmed bin
Hanbel (rahmetullâhi aleyh)’e dediler ki: Haris el Muhasibî tasavvufla ilgili
konulardan bahsediyor. Bunlara ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerden delil
getiriyor. Onu dinlemek istemez misiniz?”
Ahmed bin Hanbel, “Evet, dinlemek isterim” dedi.
Nihayet bir gece yanına gitti. Gece sabaha kadar sohbetini dinledi. Haris
el-Muhasibî ve yanındakilerde dinen sakıncalı olan bir şeye rastlamadı. Ahmed
bin Hanbel orada gördüklerini şöyle anlatmaktadır: “Akşam ezanı okununca, öne
geçip namazı kıldırdı. Namaz kılındıktan sonra yemek geldi. Yemeğe oturdular.
Haris el-Muhasibî hem konuşuyor hem yemek yiyordu. Zaten yemek yerken güzel
şeylerden bahsetmek sünnete de uygundur. Yemek yendikten sonra, ellerini
yıkadılar. Sonra beraberce oturdular.
Herkes yerini alınca, ‘Bir sorusu olan var mı?’
diye sordu. Riya, ihlas ve daha değişik konularda
sorular sordular. Sorulara cevap verdi. Ayrıca delillerini de söyledi. Kur’ân-ı
Kerim okundukça ağlıyor, inliyor ve gözyaşları döküyordu. Kur’ân-ı Kerim
okunması bitince Haris el-muhasibî hafifçe dua yaptı, sonra namaza kalktı’
Sabah olunca, Ahmed bin Hanbel, Haris el-Muhasibî’nin faziletli bir zat
olduğunu söyleyip takdirini bildirdi.
Haris el-Muhasibî’nin şu sözleri ne ibret vericidir:
“Nefsini hesaba çeken muhasebe ehlinin belli nitelikleri vardır. Bunları
tecrübe ve tatbik edince, Allah Teâlâ’nın ihsanıyla yüce makamlara
ulaşmışlardır. Her şey güçlü bir azimle ve kötü arzuları tamamen terketmekle
elde edilir. Çünkü azmi sağlam olanların nefsin heva ve hevesine karşı
durmaları basitleşir. O halde kuvvetli bir azimle şu hususlara uy:
Ne doğru ne de yalan
yere yemin etme.
Yalan söylemekten
sakın.
Zulüm bile yapmış olsa
hiç kimseye lanet etme.
Vefalı olma imkânı
bulduğun sürece, vefasızlık edip ahdinden dönme.
Kimseye beddua etme.
Yaptığın iyilik için karşılık bekleme. Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak için
tahammüllü ol
Halka karşı merhametli
ol. Allah Teâlâ’nın gazabından uzak kalmak için en uygun yol budur.
Ne içinden ne de
dışından asla günah işlemeye yönelme, azalarının tamamını günahtan uzak tut.
Hiç kimseyi incitme.
İster az ister çok olsun veya ihtiyacın olsun yahut olmasın hiçbir halde kendi
yükünü kimseye yükleme.
İnsanlardan hiçbir şey
bekleme ve sahip oldukları hiç bir şeye göz dikme.:
Dünya ve Ahiretin
yüksek makam ve izzeti, Allah Teâlâ’nın dilemesine ve vermesine bağlıdır.
Binaenaleyh kendini, karşılaştığın hiç bir insandan üstün görme.”
Elinizdeki “Kitabu’t-Tevehhum” adlı hacmi küçük, fakat
değeri çok büyük olan bu eser, son derece nefis ve emsalsiz bir kitaptır. Bir
insanın, dünyaya gözünü yumduğu andan itibaren nelerle karşılacağını gayet
akıcı ve etkili bir üslupla anlatmaktadır. Eserin dikkatleri çeken en önemli
bir özelliği de “havf ve reca=korku ve ümit” dengesini hemen her
satırında korumaya çalışmasıdır. Hemen her cümlesinde her iki noktaya da dikkat
çeker. Kitap, ölüm anı ve acısıyla başlamakta, ölüm meleğinin görülmesini, o
anda karşılaşılan iyi veya kötü haberi canlandırmakla başlıyor. Sonra, kabirde
sorgucu meleklerin gelişini ve kişiye sorular sormasını, sorulara doğru cevap
verip vermeme durumuna göre, kabrin Cennete veya Cehenneme açılmasını tasvir
ediyor. Daha sonra yeniden diriliş ve mahşer yerine sevkedilişi ele alıyor.
Göklerin yarılmasını, güneşin insanların tepesine yaklaştırılmasını, insanların
terler içerisinde kalışını, herkesin canının derdine düşüşünü, anne, baba evlat
ve kardeş gibi en yakın akrabalarından bile kaçışını anlatıyor. Yine, mahşer
ehlinin bir an evvel hesaplarının görülüp o sıkıntıdan kurtulmaları için, büyük
peygamberlerden şefaat dileyişlerini, hiç bir peygamberin buna cesaret
edemeyip, sadece Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in Allah Teâlâ’nın
huzuruna vararak bu isteklerini arz edişini canlı bir tablo halinde tasvir
ediyor.
Sonra insanların Sırattan geçişini, Cehennemin azabını
ve Cehennemliklerin feryat ve figan edip de imdatlarına cevap verilmeyişini çok
etkili bir üslupla anlatıyor.
Arkasından, Allah Teâlâ’nın mü’minler için hazırladığı
Cennet ve nimetlerini tasvir ediyor. Cennetliklerin içinde yaşadıkları
saraylarını, hizmetçilerini, zevcelerini, perdedarlarını ve konforlu
hayatlarını canlandırıyor. Cennetin otağ ve çadırlarını, kurulu taht ve
koltuklarını, serili minder, halı ve döşeklerini tarif ediyor. Cennetliklerin
karşılıklı tahtlara kurularak sohbet edişlerini, Cennetin süt, bal, şarap ve
sudan nehirlerinin kıyılarında mesireye çıkarak meclisler düzenleyişlerini
anlatıyor. Daha sonra bütün Cennet nimetlerini gölgede bırakan en büyük
bahtiyarlık ve mazhariyeti, Allah Teâlâ’nın cemalini müşahede edişlerini ve
bunun üzerlerinde bıraktığı Cennetlere değişilmez sevinç, güzellik ve
hoşnutluğu anla tıyon) Kitabın sonunda da, takva sahiplerinin mükâfatına
erişmek için salih amellerle Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmamız gerektiğini
tatlı ve etkileyici bir üslupla belirtiyor.
Ünlü Mısırlı âlim; Prof. Dr. Ahmed Emin bu eser ve
müellifi hakkında şunları söylüyor:
“Müellif, bu eserinde orijinal bir yol tutmuştur.
Başkalarının yaptığı gibi korku ve ümit hakkında varid olan ayet ve hadisleri
sıralamakla yetinmemiş, aksine onları kendi düşüncesiyle yoğurmuş ve manalarını
hayal gücüyle tasvir etmiştir. Cennet ve Cehennem ehlinin neler
hissettiklerini, saadet, veya azap olarak nelerle karşılaştıklarını canlı
sahneler halinde anlatmıştır. Sözün dizginini hayalinin eline verip, hayal
ettiklerini kaydetmiş, olayları canladırabildiği kadar canlandırmıştır.
Eseri, renkleri alabildiğine güzel kullanan bir ressamın tablosuna veya
olayları iyi gözlemleyebilen, bölümlerini çok güzel ayırabilen, dili çok güzel
kullanan ve böylece eserinin ihtiva ettiği hakikatlerle okuyucu ve dinleyicisinin
ruhlarını en üst seviyede etkileyebilen bir romancının eserini andırıyor.”
Üstaz Abdulfettâh Ebu Gudde de, Kitabü’t-Tevehhüm’ den
övgüyle bahsetmektedir.
Diğer birçok dünya diline tercüme edilmiş bu kıymetli
eseri Türkçeye kazandırmaktan büyük bir mutluluk duyuyoruz. Eser son derece
edebî olduğu için tercümesi kolay olmadı.
Tercümede aslındaki edebî değeri korumaya azamî dikkat
etmekle birlikte sade, anlaşılır ve kısa cümlelerle olmasına da büyük bir özen
gösterdik. İnşallah siz değerli okuyuculara faydalı ve başta nefsimiz olmak
üzere alabildiğine maddeci bir hüviyete bürünen günümüz insanlarının uyanmasına
vesile olur.
Başarı Allah Teâlâ’dandır.
Abdulaziz Hatip
12.02.1995
Bağlarbaşı-ÜSKÜDAR
Bir olan, üstünlüğüne sınır bulunmayan, sonsuz azamet
sahibi, hükmü geri çevrilemeyen, sonsuz büyüklük ve yücelik sahibi Allah
Teâlâ’ya hamdolsun. Allah Teâlâ bizi imtihan ve tecrübe için yaratmıştır.
Cennet ve Cehennemi bizim için hazırlamıştır. İşin ciddi-ve önümüzdeki
tehlikenin büyük olduğunu belirtmiştir. Aklı olan ve düşünen kişi, varacağı
yerin neresi ve akibetinin ne olacağını öğreninceye kadar gönlü kırık olması
gerekir. Çünkü Rabbine isyan ettiği ve Mevlâsının emirlerine karşı geldiği
olmuştur. Sabah akşam Allah Teâlâ’nın gazab ve hoşnutluğu arasında gidip
gelmiştir. Hayatının, bu ikisinden hangisiyle noktalanacağını ve gerçek
akibetinin ne olacağını bilemez. Bundan dolayı, Allah Teâlâ katındaki halinin
ne olacağını bilinceye dek kaygısı büyük, üzüntüsü uzun, sıkıntısı ise şiddetli
olmalıdır.
Başarı ve tevfiki Allah Teâlâ’dan iste!
Günahlardan affını O’ndan bekle!
Her işte O’ndan yardım dile!
Sen Rabbinin emir ve yasaklarını çiğnemiş ve isyanınla
O’nun gazab ve azabını kesin hakketmişken nasıl sevinebildiğine, korku ve
ürpertinin nasıl gönlünden eksilebildiğine hayret ediyorum. Hiç çaresiz ölüm,
sıkıntıları, acıları, çırpınışları ve sarhoşluğuyla gelip çatacak. Er geç
gerçekleşeceği için bunu şu anda olmuş gibi kabul et!
Ölüm Sekerâtı
Düşün bir kere!
Sen can çekişmektesin. Ölümün sıkıntısı, acısı,
sarhoşluğu, gam ve ıstırabıyla boğuşmaktasın. Ölüm meleği ayağından itibaren
ruhunu çekmeye başlamış. Bu çekişin acısını ayağının ta ucundan hissetmektesin.
Sonra bu çekiş aralıksız devam eder. Can çekişme kızışır. Ruh aşağıdan yukarıya
olmak üzere bütün bedeninden çekilir. Acı doruğa ulaşmıştır. Ölümün sıkıntıları
bütün bedenine yayılmıştır. Kalbin, ürperti ve üzüntü içindedir. Rabbinden
gazab veya hoşnutluk müjdesini gözleyip beklemektedir. Canını almakla görevli
melekten bu iki haberden birini almaktan başka bir ihtimal olmadığını
anlamışsındır.
İşte sen böyle gam, tasa, ölüm acısı ve şiddetli
üzüntü içerisinde Rabbinden iki müjdeden birini beklerken, birden bire ölüm
meleğinin çehresiyle yüz yüze gelirsin. Bu çehre ya en güzel veya en çirkin bir
manzara arzetmektedir.
Bedeninden ruhunu çekip çıkarmak üzere elini ağızına
doğru uzatırken ona bakıyorsun. Bu hale düşmekten ve ölüm meleğinin yüzünü
görmekten dolayı nefsin zillete bürünmüştür. Ondan nasıl bir müjdeyle ansızın
karşılaşacağını merak edip duruyorsun. Birden bire onun sesini duyuyorsun. Ya
sana: “Allah Teâlâ’nın rıza ve mükâfatıyla
sevin, ey Allah Teâlâ’nın dostu!” veya “O’nun
gazab ve azabıyla sevin (!) ey Allah Teâlâ’nın düşmanı!” haberini alıyorsun.
İşte o anda ya kurtuluş ve başarma kesin kanaat
getirir ve ruhun Allah Teâlâ ile huzur bulur veya mahv ve helâk olduğuna kani
olur, kalbin ümitsizlikle dolar, Allah Teâlâ’dan ümit ve emelin kopar.
Dünyadaki müddetinin bittiği, iz ve eserinin silindiği ve senden önce geçip
gidenlerin yurduna taşındığın o anda gönlüne son derece keder ve hüzün veya
neşe ve sevinç hâkim olur.
Kabir ve Sorgusu
Gönlünün sevinç ve neşeden uçar gibi olduğu veya hüzün
ve ibretle dolduğu o anda kendini bir düşün!
Kabri ve onun dehşetli manzarasını, oradaki iki meleği
ve Rabbine olan imâna ilişkin sorularını bir tasavvur et!
Ya Rabbinden gelen kesin söz (Kelime-i Şehadet) ile
desteklendiğinden sebatlı ve kararlı veya yardımsız, şaşkın ve ürkeksin. O iki
meleğin sorgulamak üzere tutup seni oturtmak için çağırdıkları an ki seslerini
düşün!
O daracık mezar çukurunda oturuşunu göz önüne getir.
Kefenlerin iki yanına düşmüş, gözünün üzerine konulmuş pamuklar yerlerinden
ayrılıp ayağının yanına kaymıştır. Bunları düşün, sonra da onların şekline ve
vücutlarının büyüklüğüne gözünü dikişini bir tehayyül et!
Eğer onları güzel şekilleriyle görürsen, kalbin başarı
ve kurtuluşa erdiğini kesin olarak anlar. Eğer kötü manzaralarıyla görürsen,
gönlün mahv ve helâkine kanaat getirir. Düşün onların nağme ve sorularıyla ses
ve sözlerini; sonra da eğer sebat lütfetmişse Allah Teâlâ’nın desteğini veya
seni yalnız başına yardımsız terketmişse şaşırtmasını!
Kabrin Cennet ve Cehenneme Açılması
Ya kesin veya şaşkın ve şüpheli cevabını düşün!
Şanı yüce Allah Teâlâ sana sebât ihsan etmişse o iki
meleğin sevinçle sana yöneldiklerini, Cehenneme kapı açmak için ayaklarıyla
kabrin yanlarına vurduklarını bir düşün!
Sonra Cehennemin, ateşiyle kızışıp kaynayışını, o anda
meleklerin seninle olan konuşmalarını göz önüne getir. Cenâb-ı Hakk’ın seni
koruduğu bu manzaraya bakıp duruyorsun. Bundan dolayı gönlünün neşe ve sevinci
bir kat daha artar. Acz ve zaafına rağmen nasıl bir ateşten kurtulduğunu
gözlerinle görüp inanırsın.
Sonra o iki meleğin, ayaklarıyla kabrinin yanlarına
yeniden vurduklarını, mezarının, ziynet ve nimetleriyle Cennete açılışını ve
meleklerin şu sözlerini bir tehayyül et: “Ey Allah Teâlâ’nın kulu!
Cenâb-ı Hakk’ın senin için hazırladıklarına bak!
Bu senin makamın ve kavuşacak yerindir!
“Bu Cennet nimetlerini ve saltanatının gözalıcılığını
ve bu müşahede ettiğin nimetlerle parlak güzelliklere bir gün kavuşacağını
görmekten gönlünün sevinç ve neşesini düşün!”
Eğer böyle değilsen, bütün bunların tersini;
azarlanışım, Cenneti görüp de meleklerin sana söyleyecekleri, “Aziz ve Celil olan Allah Teâlâ’nın seni mahrum
bıraktığına bak!”; cehhenemi görüp de sana yöneltecekleri, “Allah Teâlâ’nın senin için hazırladıklarına bak! Bu
senin yurdun ve varacak yerindir!” şeklindeki sözlerini düşün!
Bu ne büyük tehlike!
Bu iki halden hangisinin kabirde senin halin olacağını
öğreninceye kadar, dünyada sana ne büyük gam ve üzüntü vardır!
Sonra yokluk ve peşinden de imtihan!
Nihayet eklemlerin parçalanacak, kemiklerin
mahvolacak, vücudun da çürüyüp dağılacak. Fakat, ölüm meleğinin verdiği
müjdenin hüzün veya sevinci ruhundan hiç geçmeyecek. Canın, sürekli olarak
yeniden diriliş anında karşılaşacağı Allah Teâlâ’nın gazab ve azabının veya
O’nun rıza ve mükâfâtının bekleyişi içinde bulunacaktır. Sen bunu bekleyip
dururken ruhun Cennetteki makamına veya Cehennemdeki yerine arzedilecektir.
Ruhunun hasret ve üzüntüleri ya da neşe ve sevinci ne büyük olacak!
Nihayet ölülerin bekleme süresi tamamlanacak. Yer ve
gök, sakinlerinden boş kalacak. Hepsi bir zamanlar canlı ve hareketliyken sönüp
kalacaklar. Artık ne duyulan bir ses, ne de görülen bir karartı vardır. Sadece
O en Yüce Cebbar olan Allah Teâlâ Teâlâ kalmıştır. Tıpkı azamet ve yüceliğiyle
tek ve yalnız olarak ezelde olduğu gibi!
Hz. İsrafil’in Seslenişi
Sonra ruhun, sen de dâhil bütün yaratıkların Allah
Teâlâ’nın huzuruna zillet ve küçüklük içerisinde toplanması için bir dellalın
seslenişiyle ansızın irkilecektir.
Bu sesin kulak ve akim üzerinde nasıl bir etki
yapacağım düşün!
En Yüce Sultana arzedilmeye çağırıldığını aklınla
anlarsın. Bu sesten dolayı yüreğin yerinden fırlamış ve saçların ağarmıştır.
Çünkü bu bir tek çığlıktır ve celal ve ikram, azamet ve kibriya sahibi Allah
Teâlâ’nın huzuruna toplanmaya çağırmaktadır. Sen bu sesten dolayı ürperti
içindeyken ansızın başucundan toprağın yarılışını duyarsın. Mezarının
toprağıyla tepeden tırnağa tozlar içinde sıçrayıp ayakların üzerine kalkarsın.
Gözlerin sesin geldiği tarafa dikilmiştir. Seninle birlikte bütün yaratıklar,
içerisinde uzun şiire bela ve imtihan gördükleri yerin toz ve toprağına
bulanmış olarak öyle bir kalkış kalkarlar ki!..
Sen ve onların hep birlikte korku ve dehşetle
ayaklanışınızı bir düşün!
Mahşere Sevk
Mahlûkâtın kalabalığı içerisinde korku, üzüntü, gam ve
kederinle yalnız başına çıplaklık ve zilletini göz önüne getir!
Herkes çıplak, yalınayak, suskun; zillet, meskenet,
korku ve dehşet içindedir. Onların ayak seslerinden ve İsrafil çağrısının
yankısından başka bir şey duyamazsın. Senin de içinde bulunduğun mahlûkât ona
doğru yönelmiş ve sesin geldiği tarafa yürümektedirler. Heybet ve zillet
içerisinde koşmaktasın. Mahşer yerine vardığında, çıplak ve yalın ayak cin ve
insanlardan bütün ümmetler kalabalıklaşır.
Yeryüzü hükümdarlarından saltanatları çekilip alınmış,
kendilerini zillet ve küçüklük bürümüştür. Dünyada Allah Teâlâ’nın kullarına
karşı işledikleri zulüm ve zorbalıktan, sonra artık yaradılış ve değer
bakımından mahşer ehlinin en aşağılık ve en küçükleridir.
Sonra yaratıklardan ürküp yalnız başlarına yaşarlarken
vahşi hayvanlar, tabi tutuldukları bir imtihan veya işledikleri bir günahtan
dolayı değil sadece Kıyâmet gününün verdiği zilletten başları önlerine eğik
olarak çöllerden ve dağların tepelerinden yönelip gelirler. Şiddet, cüret ve
kudretlerine rağmen yırtıcı hayvanların bile o büyük günde, Kıyamet ve Allah
Teâlâ’nın huzuruna arz anı için boyunlarını bükmüş olarak ve zillet içerisinde
gelişlerini düşün!
Nihayet o vahşiler, yaratıkların arkasından gelip
Cebbar ve gerçek Melik olan Allah Teâlâ’nın huzurunda, zillet, meskenet ve
inkisar içerisinde dururlar.
Şeytanlar da azgınlık, isyan ve inatlarından sonra
Yüce Allah Teâlâ’nın huzuruna arzedilmenin zilletiyle boyun eğmiş olarak
gelirler. Uzun bir imtihandan sonra, yaratılış ve tabiatları farklı farklı
olduğu ve birbirlerinden ürküp kaçtıkları halde hepsini bir arada toplayan
Allah Teâlâ’nın şanı ne yücedir!
Yeniden diriliş hepsine boyun eğdirmiş ve mahşere
sevk, onları aynı yerde toplamıştır.
Göklerin Yarılması
İnsan, cin, şeytan, vahşi ve yırtıcı hayvanlar, davar
ve sığır gibi evcil hayvanlar ve haşereleriyle bütün yeryüzü ahalisinin sayısı
tamamlanıp arz ve hisab durağında hepsi yerlerini alınca, üstlerinden göğün
yıldızları saçılır, güneş ve ayın ışığı giderilir, kandil ve nurunun sönmesiyle
yeryüzü karanlığa bürünür.
Senin de içinde bulunduğun yaratıklar bu
vaziyetteyken, üstlerinden dünya seması çatırdamaya ve onca büyüklüğüyle
tepelerinde dönmeye başlar. Sen de bu tehlikeli manzarayı gözlerinle izlersin.
Sonra dünya seması beşyüz senelik kalınlığına rağmen yarılır. Onun parçalanışı
senin kulağında ne korkunç bir ses yapar!
Sonra Kıyamet gününün azamet ve dehşetinden yırtılıp
param parça olur. Parçalanıp yarılan gökleri kuşatan melekler, o göklerin
etrafında ayakta dururlar. Onca büyüklüğüyle göğün parçalanış dehşetini ne
zannediyorsun?
Rabbi, onu Kıyametin dehşetiyle eritip içine sarılık
karışan eriyik gümüş haline getirir. Tıpkı celıl ve büyük olan Allah Teâlâ’nın
buyurduğu gibi: “Gök yarılıp da, kızarmış yağ
renginde gül gibi” olur (Rahman Sûresi: 37) veya: “O gün gök yüzü erimiş maden gibi olur. Dağlar da atılmış
yüne döner.” (Mearic Sûresi: 8-9).
(Müfessirler derler ki: el-Mühl, içine sarılık
karışmış eriyik gümüştür. el-İhn ise, atılmış renkli yündür. “Verdeten
keddihan” ifadesi ise, kırmızı atın rengi demektir.)
Meleklerin İnişi
Dünya semasının melekleri o semanın kenarlarında iken,
birden bire Cenâb-ı Hakk’a arz ve hesap için yeryüzündeki mahşer yerine
inerler. O melekler, muazzam büyüklükleri, Allah Teâlâ katındaki değerleri ve
Kendisine sunulmak ve huzurunda hesaba çekilmek üzere kendilerini zillet ve
meskenetle toplu halde indiren Yüce Sultan’ı takdis ile yükselen sesleriyle
göğün iki tarafından yeryüzüne doğru hızla inerler. Muazzam kıymetleri, dev
cisimleri, dehşetli sesleri ve şiddetli korkularıyla, Aziz ve Celil olan Allah
Teâlâ’ya arzedilmenin zilletinden boyunları bükük bir biçimde bulutların
arasından inişlerini bir tehayyul et!
Nitekim Yahya bin Ğaylan el-Eslemî bana demiştir ki:
Ruşdeyn bin Said’in, Ebû’sSemh’ten, onun da Ebû Kabîl, onun da Abdullah bin Amr
bin el-As’tan naklettiğine göre Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ’nın bir meleği
vardır. İki göz pınarları ile göz kuyruğu arası yüz senelik yürüyüş mesafesi
kadardır.” Yine Yahya bin Ğaylan elEslemî bana demiştir ki: Ruşdeyn bin
Said, İbn Abbas bin Meymun el-Lahmî, onun da Ebû Kabîl, onun da Abdullah bin
Amr bin el As’tan naklettiğine göre Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ’nın bir meleği
vardır. İki kaşının arası yüz sene kadardır.”
İnen meleklerin kendileri için geldiklerini düşünen
mahlûkât onlara şöyle sorduklarında senin de korkun ne yaman olur: ‘Rabbimiz aranızda mı?” Melekler onların bu
sorusundan ve Sultanlarını (Allah Teâlâ) aralarında bulunmaktan tenzih ederek
ürperirler ve yeryüzü ahalisinin bu düşüncelerinden Allah Teâlâ’yı tenzih için
yüksek sesle şöyle nida ederler: “Haşa! Rabbimizi
tenzih ederiz. O aramızda değildir. O gelecektir.” Nihayet, o günün
verdiği eziklikten dolayı başlan önlerine eğik bir vaziyette, mahlûkâtı
kuşatarak saf halinde yerlerini alırlar. Onca azametli yaratılışları içerisinde
kanatlarına bürünmüş, Rablerine zillet, mahviyet ve saygı ile başlarını
önlerine eğmiş vaziyetteki hallerini düşün!
Sonra her şey aynı biçimde ve yedinci kat semaya
varıncaya kadar bütün gök halkı sayıları ve büyüklükleri katlanarak iner. Her
bir göğün ahalisi yaratıkların etrafında ayrı bir saf tutar.
Mahşerin Hararet ve Sıkıntısı
Nihayet bütün yedi gök’ ve yedi yer ahalisi mahşerdeki
yerlerini tam olarak alınca güneşe on yıllık hararet giydirilir ve yaratıkların
tepelerine bir veya iki yay kadar yaklaştırılır. Rabbu’l-Alemînin arşının
gölgesinden başka hiç kimsenin gölgesi bulunmaz. Arşın gölgesinde serinlenenler
ve güneşin hararetiyle kavrulanlar vardır. Güneş, altındakileri hararetiyle
kızdırır. Hararetten onların keder ve endişeleri şiddetlenir. Sonra ümmetler
dalgalanmaya ve itişip kakışmaya başlar. Birbirlerini sıkıştırır ve ayaklan
gider gelir.
Susuzluktan boyunları kopacak gibi olur. Güneşin
sıcaklığı, mahlûkâtın nefesleri ve izdihamın verdiği hararet birbirine eklenir.
Bunun üzerine onlardan öyle bir ter akar ki, yeryüzüne yayılır. Sonra da
amellerinin derecesine ve Allah Teâlâ katındaki saadet ve şekavet durumlarına
göre vücudlarını kaplar. Öyle ki ter, bazılarının topuklarına, bazılarının
göbeğine, bazılarının kulak memelerine kadar yükselir. Bazıları da neredeyse
teri içerisinde kaybolacak hale gelir. Ter kimisinin göbeğine kadar çıkar.
Umeyr bin Said der ki: Ben İbn Anır ve Ebu Said
el-Hudrî’nin yanında oturuyordum. Cuma günüydü. Birisi ötekine dedi ki: “Ben
Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i şöyle buyururken dinledim: ‘Kıyamet günü ter insanoğlunun neresine kadar varır?’
Orada bulunanlardan birisi: ‘Kulak
memelerine kadar’ bir diğeri: ‘Ağızına
kadar’ dedi. İbn Ömer (radiyallâhü anh): (kulak memesinden ağıza doğru
eliyle bir hat çizerek) ikisinin de eşit olduğunu
görüyorum” dedi.
Hayseme, Abdullah’ın şöyle dediğini bildirdi: “Kıyâmet günü yeryüzünün hepsi adeta ateş kesilir.
Ötesinde ise Cennet bulunur. İnsanlar, onun hurilerini ve kadehlerini görürler.
Abdullah’ın cam kudretinin elinde bulunan Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki,
kendisine hesap dokunmadığı halde bir kişi o kadar ter döker ki, döktüğü ter
kendi boyunca yeryüzüne yayılır. Sonra bu ter burnuna kadar yükselir.” Abdullah’a
sordular: “Bu neden ileri gelir Ya Eba
Abdurrahman?”
Abdullah: “İnsanların
çektiği sıkıntıyı görmesinden” cevabını verdi.
İbn Ömer (radiyallâhü anh)’den, Resûlullah (sallallâhü
aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğu nakledildi: “Kişi
(bir defa da ‘kâfir’ dedi) Kıyâmet günü, duruşmanın uzunluğundan dolayı
kulaklarının ortasına kadar ter sızıntısının denizi içerisinde ayakta dikilir.”
Yine Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’den naklen Abdullah’ın
şöyle dediği rivayet edilmiştir: “O günün uzunca
bekleyişinden. Kıyamet günü ter, kâfiri ağızının hizasından gemleyecek derecede
kaplar (Ali, beklemenin uzamasından’ dedi) Öyle ki, ‘Ya Rabbi! Ateşe göndermek
bile olsa beni rahatlat’ diye yalvarır.”
Hiç şüphesiz sen de onlardan birisin. Kederinle
başbaşa kalmış, ter kaplamış ve gam bürümüş, şiddetli ter, korku ve ürküntüden
nefesin daralıp bunalmış bir halde kendini düşün!
İnsanlar da seninle birlikte saadet veya mutsuzluk
yurduna gönderecek hükmün verilmesini beklerler.
Herkes Canının Derdine Düşer
Nihayet, senin ve diğer yaratıkların meşakkati doruğa
ulaşır. Konuşmadan ve işlerine bakılmadan uzun uzun beklerler. Üçyüz sene hiç konuşmadan, bir lokma yemek yemeden, bir
yudum su içmeden, yüzlerine bir tek hoş esinti ve serin meltem değmeden, bu
bekleyiş ve ayakta dikilişten doğan çekilmez ve katlanılmaz derecedeki
yorgunluğu giderici bir an bile istirahat etmeden beklemelerini ne zannedersin?
Katade veya Ka’b’deıı rivayet edilmiştir ki: “O gün insanlar, âlemlerin Rabbinin huzurunda duracaklar”
(el-Mutaffifin Sûresi: 6) ayetini okudu ve şu açıklamayı yaptı: ‘Üç yüz sene kadar duracaklar.” Yine o, Hasan-ı
Basrî’den şöyle duyduğunu söyledi: “Uzunluğu elli
bin sene olan bir zaman, aykalarının üzerinde azîz ve celîl olan Allah Teâlâ’nın
huzurunda ayakta dikilen insanların halini ne zannedersin?!
Onlar orada ne bir şey yemişler ve ne de bir şey
içmişlerdir. Öyle ki susuzluktan boyunları incelmiş. Açlıktan içleri yanmış. Bu
onları ateşe sevk etmiş de sıcağı yaklaşmış ve esintisi şiddetlenmiş, yaklaşan
kızgın bir pınardan sulanmışlardır.
Peygamberlere Müracaat
Onların meşakkat ve bitkinliği takat getiremeyecekleri
bir dereceye varınca onlar, Mevlâ’nın yanında değerli olan ve kendilerine o hal
ve durumlarında rahat etmeleri için şefaat edecek kimseleri aramak üzere
birbirleriyle konuşurlar. Bu durumdan kurtulup Cennete veya Cehenneme
sevkedilmelerini isterler.
Önce Âdem ve Nuh’a, sonra İbrahim’e, İbrahim’den sonra
da Musa ve İsa’ya başvurup yardım isterler. Hepsi de onlara şöyle derler: Rabbimiz
bugün öyle bir gazaba gelmiştir ki, böylesine ne bugünden önce gazaplanmış, ne
de bundan sonra bu kadar gazaplanır. Hepsi de bu şekilde kudret ve celal sahibi
Rablerinin gazabının şiddetini ifade eder ve kendi kendileriyle meşgul
olduklarını şöyle dile getirirler: “Nefsî, nefsî!
(kendi canım, kendi canım!)” bizzat kendi canlarının derdiyle
meşguliyet, kendi dertleri ve kurtuluş kaygıları onları şefaat için Rablerine
başvurmaktan alıkoyar. Aziz ve Celil olan Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “O gün herkes gelip kendi canını kurtarmak için uğraşır…”
(Nahl Sûresi: 111) Yaratıklardan hiçbirini düşünmez.
Yaratıklar topluca çağrışırlarken, herbiri canının
derdine düşüp “Nefsî nefsî!” diye bağırırken
seslerini bir tehayyül et!
“Nefsî, nefsî” sözünden başka bir şey
duyamazsın. O gün ne ‘korkunç bir gündür !
Sen de onlarla birlikte sadece kendini düşündüğünü ve
Rabbinin azab ve cezasından kurtulmağa çalıştığını haykırırsın.”
Allah Teâlâ katındaki değerleri ve yüksek makamlarına
rağmen Adem Safiyullah, İbrahim Halilullah, Musa Kelimullah, İsa Ruhullah ve
Kelimetullah’tan (aleyhimüsselâm) herbirinin Rabbinin şiddetli gazabından
korkarak: “Nefsî nefsî!” diye seslendiği bir günü ne zannedersin?!
O günkü korkun, telaşın, üzüntün ve endişenle kendini
onlarla mukayese edebilir misin?
Büyük Şefaat
Nihayet, mahlûkât onların kendi canlarının derdine
düştüğünü görerek şefaatlerinden ümit kesince Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi
ve sellem)’e gelirler. Rableri nezdinde şefaat etmesini dilerler. O da
kendilerine bu konuda müsbet cevap verir. Sonra aziz ve celil olan Rabbinin
huzuruna çıkarak izin ister. Kendisine izin verilir. Sonra Rabbi için secdeye
kapanır. Sonra O’na layık şekilde hamd ve senalar eder. Bütün bunlar senin ve
tüm mahlûkâtın duyacağı şekilde cereyan eder. Nihayet Rabbi, onların biran
evvel huzura arzedilmesi ve işlerine bakılması konusundaki dileğini kabul eder.
En Büyük Mahkeme
Sen, diğer yaratıklarla birlikte Kıyâmetin karanlık ve
şiddetli sıkıntısı içerisinde karar faslını ve nimet veya hüzün yurduna girmeyi
bekleyip gözlerken birden bire Arşın nuru yükselir. Yeryüzü Rabbinin nuruyla
parlar. Kalbin cebbar olan Allah Teâlâ hükmetmeye başlayacağına kesin olarak
inanır. Ona arzedilme sıran gelmiştir. Öyle ki senden başka kimsenin arz
edilmediğini ve senden başka kimsenin işine bakılmadığını sanırsın.
Hamîd bin Hilal’in şöyle dediği bildirilmiştir: “Bize
anlatıldı ki: Kıyâmet günü bir kişi hesab’a çağırılarak:
‘Ey falan oğlu falan hesaba gel!’ denilir. Hatta o zanneder ki, ‘hesaba getirilenlerden benden başkası kast edilmiyor.’
Cehennemin Kükreyişi
Sonra Yüce Allah Teâlâ: ‘Ey
Cebrail, bana Cehennemi getir!’
Cebrail yanına varıp ‘Ey
Cehennem, gel!’ dediği zaman Cehennemi bir düşün!
Allah Teâlâ’nın başka bir varlık yaratıp da kendisini
onunla azaplandıracağı korkusuyla ıztırap ve titremesini bir tehayyül et!
Çalkalanıp coştuğu ve parlayıp yaratıklara uzak
yerinden baktığı ve onlara doğru iç çekip kükrediği anı bir düşün!
Allah Teâlâ’nın emrine muhalefet edip asi olanlara
karşı Rabbinin gazabından dolayı gazablanarak mahlûkâtın üzerine hücum ederken
bekçilerini sürükleyişini düşün!
İç çekiş ve kükreyiş sesini, dalgalar halinde birbiri
arkasında gelen o homurtuları düşün!
Kulağın o uğultularla dolmuştur. Korku ve heybetten
yüreğin ağızına varmış ve uçacak hale gelmiştir. Yaratıklar onun kendilerine
doğru kükreyişinden şiddetle kaçarlar.
İşte o gün, çağrışma ve karşılıklı feryat günüdür.
Cehennem sesinin yankılarını duyunca arkalarını dönüp kaçarlar ve birbiri
arkasına, Cehennemin etrafına, dizüstü çökmüş vaziyette dökülürler ve
gözlerinden yaşlar boşanır.
Zalimlerin Feryadı
Cehennemin iç çekiş ve kükreyişi esnasında mahlûkâtın
birbirine karışan ağlama sesini bir düşün!
Zalimler feryat ve figan ederek yok olup gitmeyi
dilerler. Her bir seçkin, sıddık şehid, kısaca bütün halk: “Nefsî, nefsî!” diye bağırır. Düşün bir kere:
Mahlûkâtın peygamberlere çağıran seslerini!
Onlardan her kul: “Nefsî,
nefsî!” diye seslenir. Sen de aynı şeyi söylersin. Sen de mahlûkâtla
birlikte şiddetli tehlikeler ve yürek ürperten korkular içerisindeyken, bir de
bakarsın ki Cehennem ikinci bir kez haykırmıştır.
Senin ve onların korku ve endişesi bir kat daha artar.
Arkasından üçüncü bir kez kükrer. Yaratıklar peşpeşe yüzüstü dökülürler.
Gözleri belerir ve ateşin kendilerini kapıp götürme korkusuyla göz ucuyla gizli
gizli bakarlar. O zaman zalimlerin yürekleri hoplar ve gırtlaklarına dayanır da
yutkundukça yutkunurlar. Yutkunuşları boğazlarında düğümlenir. Akıllar uçar,
iyi ve kötü bütün insanların akılları şaşar. Hiçbir peygamber ve seçkin hiçbir
salih kul kalmaz ki bundan dolayı aklı şaşmasın.
Peygamberlerin Korkusu
O anda aziz ve celil olan Allah Teâlâ, yolunun
davetçileri ve kullarına karşı delilleri oldukları için mahlûkâtın en
değerlileri ve Kendisine en yakınları olan peygamberlere yönelerek, kendilerini
kullarına ne ile gönderdiğini ve kullarının kendilerine ne cevap verdiğini
sorarak buyurur: “Size ne cevap verildi?”
Onlar da düşünüp hatırlayan değil şaşırıp unutan
akıllarıyla: “Hiç bir bilgimiz yok. Şüphesiz ki
gaybleri bilen yâlnız sensin!” (Maide Sûresi: 109)
Bu ne büyük korku ki, Allah Teâlâ’ya olan yakınlıkları
ve katındaki değerlerine rağmen peygamberlerde öyle bir noktaya varmış ki
akıllarını şaşırtmış da, ümmetlerinin kendilerine ne cevap verdiğini dahi
bilemez hale getirmiştir!
Ebu’l-Haban ed-Dimeşkî’nin şöyle dediği rivayet
edilmiştir: “Ebu Kurre el-Ezdî’ye dedim ki: ‘İnsanların
kalbi Kıyamet gününün dehşetli hallerine nasıl dayanır?”
Dedi ki: “Onlar yeniden
diriltildiğinde buna güç yetirecek bir yapıda yaratılırlar.” Ebu’
1-Hasan dedi ; ki: “İshak bin Halef’e Yüce Allah Teâlâ’nın peygamberlerine
söylediği: ‘Size ne cevap verildi? (sorusuna) onların: Bilmiyoruz’ (Maide: 109)
sözünü sordum ve onlar dünyada kendilerine ne cevap verildiğini bilmiyorlar
mı?’ dedim. Dedi ki: Kendilerine bu soru yöneltildiğinde duydukları heybetin
büyüklüğünden akılları şaşar ve dünyada kendilerine ne cevap verildiğini
bilemezler. Dolayısıyla doğru söylüyorlar. Nihayet kendilerine gelirler ve
dünyada kendilerine nasıl cevap verildiğini hatırlarlar.
Ebu’l-Hasan, “Bu cevabı Ebu Süleyman’a naklettim. O:
‘İshak doğru söylemiş. Peygamberler o andaki sözlerinde doğrudurlar. Nihayet
kendilerine gelince, kendilerine ne cevap verildiğini hatırlarlar’ dedi. Ebu
Süleyman dedi ki: “Birini arkadaşına: ‘Benimle
senin aranda Sırat vardır’ dediğini duyduğunda bil ki o Sıratı
tanımıyor. Eğer tanısaydı, Sıratta bir kimseye takılmayı veya birinin kendisine
takılmasını istemezdi.”
Kıyametin Manzarası ve Tekvir Sûresi
“Allah Teâlâ’nın, peygamberleri toplayıp da: ‘Size ne cevap verildi?’ dediği gün…” (Maide: 109)
ayeti hakkında Mücahid’in şöyle dediği nakledildi: ‘Onlar
korkarlar ve: ‘Bizim hiçbir bilgimiz yok’ derler. Yine: “O gün her ümmeti diz çökmüş görürsün” (Casiye:
28) ayeti hakkında şöyle dediği bildirildi: “Yani,
diz üstü sürünerek…” Mücahid devamla şunları söyledi: Abdullah’ın şöyle
dediğini duydum: ‘Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: ‘Sizi mahşerde Cehennemin korkusundan diz çökmüş olarak
görür gibiyim.” Yine Mücahid dedi ki: “Abdullah bin Ömer (radiyallâhü
anh)’ın şöyle dediğini işittim: ‘Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
şöyle buyurdu: ‘Kıyamet gününün manzarasına bakmak
isteyen, “Güneş katlanıp dürüldüğünde…” (Tekvîr Suresi: 1) suresini okusun.”
Amr bin Zerr’in şöyle dediği bildirildi: “Sabahleyin hayır aramak üzere çıkan kişi, hayır bulur.
Gözlerinizin yaşarmamasını ve kalblerinizin katılığını bana mı yüklüyorsunuz?
Eğer bugün size Allah Teâlâ’nın Kitabından bir öğüt dinletmezsem, o zaman suçu
bana yükleyin.” Sonra şu âyet-i kerimeleri okudu: “Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar (kararıp)
döküldüğünde, dağlar (sallanıp) yürütüldüğünde…” (Tekvîr Sûresi: 1-3) tâ
“…Kişi neler getirdiğini anlamış olacaktır”
(Tekvîr Sûresi: 14) ayetine veya surenin sonuna varıncaya kadar… Sonra şöyle
devam etti: ‘Beni dinleyiniz! O bekleyişte onlar
arasında senin halin ne olacak?!
Onların maruz kaldığı korku ve dehşete; hatta kalbin
güç yetiremeyecek, vücudun kaldıramayacak kadar büyüğüne senin de maruz
kalacağını biliyor musun?
İşte görüyorsun o durakta peygamberlerin bile akılları
şaşmış. Sen ise, asî, günahkâr ve Rabbinin hoşlanmadığı işlere devam edip
dururken akim ne hale gelir ve halin nice olur?
En Yakın Akrabalar Bile Birbirinden
Kaçar
O korku, dehşet, titreme, yalnızlık ve şaşkınlıktan
dolayı evlat, baba, kardeş, eş ve akrabaların senden kaçtıkları, senin de
hepsinden kaçtığın o anı düşün!
Nasıl da birbirinizi yüz üstü ve yardımsız
bırakırsınız?
Eğer o günün büyük korkusu olmasaydı, annenden,
babandan, eşinden, çocuklarından ve kardeşinden kaçman mertlik ve vefakârlık
sayılmazdı. Fakat tehlike büyüktür, korku şiddetlidir. Bu yüzden ne sen
onlardan kaçtığından dolayı kınanırsın ne de onlar kınanır.
Neden diğer insanlardan değil de özellikle bunlardan
kaçıyorsun?
Onlara kızdığından dolayı mı?
Nasıl onlara kızarsın veya onlar sana kızarlar ki?
Öyleyse neden özellikle onlardan kaçıyorsun?
Kızdığından mı?
Oysa onlar, dünyada iken candaşların, gözünün nurları
ve gönlünün sürurlarıydılar. Fakat onlardan birinin sende bir hakkı bulunup da
yakana yapışarak aziz ve celil olan Rabbinin huzurunda seninle
hesaplaşmasından, korkarsın. Sonra belki de davayı kazanır da, kurtuluş, ümidin
olan iyiliklerinden kendisine verilir. B öylece sevaplarından ayrılır ve bu
yüzden de Cehenneme girersin.
Cehennemden Bir Boyun Uzanır
Sen bu halde iken,, birden Cehennemden bir boyun çıkıp
yükselir ve açık bir dil ile, yaratıklar içerisinden hesapsız olarak
yakalamakla görevlendirildiği kimseleri haykırır. Sonra bu boyun yönelip gelir
ve kuşun yem tanelerini topladığı gibi onları toplar, üzerlerine kapanarak
ateşe atar ve ateş de onları yutar. Sonra onlarla birlikte Cehennemin içinde
gizlenir.
İşte onlara bu yapılacak. Sonra bir münadî şöyle
seslenir: Mahşer ahalisi kimin ikrama layık
olduğunu görecektir. Her hal ve durumda Allah Teâlâ’ya hamdedenler ayağa
kalksın!” Onlar ayağa kalkarak Cennete doğru seğirtirler.
Hesapsız Cennete Girenler
Sonra geceleyin kalkıp ibadet edenlere de aynı şey
yapılır. Sonra, dünyanın ticaret ve alışverişi’ kendilerini Mevlâ’yı anmaktan
alıkoymayanlara da böyle yapılır. Nihayet Cennetlik ve Cehennemliklerden bu
gruplar (hesapsız olarak) girecekleri yere girdikten sonra, amel sahifeleri
uçuşur, insanların sağ veya sol ellerine düşer ve mizanlar kurulur. Onca
büyüklüğüyle kurulmuş mizanı düşün!
Kalbin ürperti içerisinde defterinin sağma mı yoksa
soluna mı düşeceğini beklerken defterlerin uçuşmasını bir tasavvur et!
Üç Yerde Kimse Kimseyi
Hatırlamaz
Hasan-ı Basrî’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in başı Hz. Aişe (radiyallâhü anh)’nın
kucağındaydı. Derken uykuya daldı. Hz. Aişe (radiyallâhü anh) Ahireti
hatırlayarak ağladı. Gözünden akan yaşlar Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem)’in mübarek yanakları üzerine damladı. Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve
sellem) bu gözyaşlarıyla uyandı. Başını kaldırdı ve: ‘Niye
ağlıyorsun, ey Aişe’m?’
diye sordu. Hz. Aişe: ‘Ey
Allah Teâlâ’nın Resulü, Ahireti hatırladım da… Acaba Kıyâmet günü yakınlarınızı
hatırlar mısınız?’
dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi
ve sellem) şöyle buyurdu: ‘Canım kudretinin elinde
bulunan Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, şu üç yerde kişi kendisinden başka hiç
kimseyi hatırlamaz: Teraziler kurulup insanların amelleri tartıldığı zaman
iyilik kefesinin hafif mi, yoksa ağır mı geldiğini öğreninceye kadar. Amel
sahifeleri dağıtıldığı zaman, sağ elinden mi, yoksa sol elinden mi verildiğini
bitinceye kadar. Bir de Sırat yanında.”
Enes bin Malik’ten rivayet edilmiştir: “Kıyamet günü insanoğlu getirilip mizanın iki kefesi
arasında durdurulur ve bir melek kendisi için görevlendirilir. Eğer terazisinin
sevap kefesi ağır basarsa, görevli melek bütün mahlûkâtın duyacağı bir sesle
şöyle seslenir: ‘Falan oğlu falan bir daha ebediyen mutsuz olmayacağı bir
saadete ermiştir!’
Eğer, terazisinin sevap kefesi hafif gelirse bu defa
de aynı melek, bütün mahlûkâtın işiteceği bir sesle şöyle seslenir: ‘Falan oğlu falan, bir daha hiç mutlu olmayacak bir
şekavete uğramıştır!’
İşte sen yaratıklarla birlikte ayakta dikilirken
birden bire meleğe bakarsın ki, ona zebanileri getirmesi emredilmiştir. Hemen
ellerinde demir tokmaklar ve üzerlerinde ateşten elbiselerle gelirler. Sen
onları görünce korkarsın, dehşet ve heybetten yüreğin uçacak gibi olur.
Adın Okunur
Sen bu halde iken, birden bire yüksek sesle adın
okunur. Gelmiş geçmiş bütün mahlûkâtın huzurunda isminle şöyle çağırılırsın: ‘Nerede falan oğlu falan Aziz ve celil olan Allah
Teâlâ’ya takdim edilmeye gel!’
Zaten melekler seni almak için görevlendirilmiş.
Nihayet seni Rabbine yaklaştırırlar. Sözkonusu çağrıyla istenenin sen olduğunu
bildikleri için isim benzerliğinin bulunması kendilerini şaşırtmaz.
Talha bin Amr bize haber verdi ki: Bana İbn Ebi Rabah
şöyle dedi: Ey Talha!
Senin ismin ve benim ismim gibi kim
bilir ne kadar çok isim vardır?!
Kıyamet günü: ‘Ey falan!’ dendiğinde
hemen kastedilen kişi kalkar. Başkası kalkmaz. Çünkü kalbine sen olduğuna dair
bilgi doğmuştur. Hemen ayağa fırlarsın. Bütün vücudun titrer. Organların
çırpınır. Rengin uçar. Korkan, ürken ve titreyen yüreğin göğsüne küt küt vurur.
Seni almakla görevli melekleri görünce, seni müthiş bir ıstırap, titreme ve
korku tutar. Kullar içerisinde çağrılanın senden başkası olmadığını çok iyi
bilirsin. Melekler ellerini sana uzatır, seni kıskıvrak yakalarlar. Sonra uysal
hayvanların çekilmesi gibi seni çeker götürürler. Aziz ve celil olan Allah
Teâlâ’ya arzedilmek ve O’nun huzurunda durup dikilmek üzere sürükleyerek
safların arasından geçirirler. Sen: aralarından Rabbine doğru çekilip
götürülürken bütün yaratıklar, gözlerini sana dikmişlerdir.
Kalbin titreyerek, ıstırap ve ürpertiyle huzurda
durduğun anı bir düşün!
Seni yakaladıkları zaman elleriyle pazularını
tutuşlarını ve o anda avuçlarının sertliğini bir düşün!
Elleriyle kıskıvrak yakalanışını ve safların arasından
geçirilişini bir düşün!
Kalbin uçar, gönlün yerinden fırlar gibidir. Yine
ellerinde bulunuşunu bu şekilde seni Rahman olan Allah Teâlâ’nın arşına kadar
götürerek ellerinden fırlatışlarını ve Allah Teâlâ’nın ulu kelamiyle seni
çağırmasını bir düşün!
“Ey Adem oğlu, yaklaş bana!” Nurunun içine kaybolmuşsun.
Çırpınan, hüzünlü, ürperen ve korku dolu bir gönül; endişeli, korkulu ve kırık
bir göz; uçmuş bir renk ve titreyen mustarib organlarla tıpkı annesinin yeni
doğurduğu küçük yavru gibi, Aziz, Celil, Kebîr ve Kerîm olan Rabbinin huzurunda
durursun.
Amel Sayfası
Elinde, işlediğin hiçbir günahı ve gizlediğin hiçbir
sırrı bırakmayıp hepsini içeren yazılı bir sayfa titremektedir. Sen
içindekileri yorgun bir dil, geçersiz bir delil ve kırık bir gönül ile okursun.
Hala sana ihsanda’ bulunan ve kusurlarını örtmeye devanı eden Mevlâ’dan utanç
ve korkun acaba ne derecededir?!
İşlediğin çirkin fiillerinden ve büyük günahlarından
seni sorguya çektiği zaman ne dille cevap verirsin?
Yarın O’nun huzurunda hangi ayakla durursun. Hangi
gözle O’na bakarsın. Hangi yürekle O’nun ulu ve yüce sözlerine, sorgulama ve
azarlamasına dayanabilirsin?
Küçücük vücudunla, titreyen organlarınla ve çarpıntılı
yüreğinle kendini bir tehayyül et!
Günahlarını hatırlatıp kötülüklerini ortaya döken ve
seni durdurup gizlediklerini bir bir itiraf ettiren kelamını işitmektesin. Bu
haldeki durumunu ve binbir tehlikenin seni çepeçevre sarışını bir tasavvur et!
Kim bilir kaç günahı unutmuşsundur ki Allah Teâlâ
onları sana hatırlatmıştır!
Sakladığın kaç gizli sır vardır ki Allah Teâlâ hepsini
açıklayıp ortaya dökmüştür. Kim bilir nefsin isteklerine olan meylin ve
gafletin sebebiyle ihlaslı yaptığını ve ifsad edici arızalardan uzak olduğunu
zannetiğin nice amelin vardır ki Allah Teâlâ hepsini geri çevirmiş ve boşa
çıkarmıştır.
Son Pişmanlık
Oysa bunlara büyük bir ümit bağlamıştın. Rabbine itaat
konusunda gösterdiğin ihmalden dolayı kalbinin ne büyük üzüntü ve pişmanlıkları
olur!
Nihayet her günahı anmak ve her gizliyi ortaya dökmek
suretiyle, Allah Teâlâ seni tekrar tekrar sorguya çektiği zaman sıkıntı seni
oldukça yorar ve utancın doruk noktaya ulaşır. Çünkü karşındaki en Yüce
Sultandır. O’ndân utanıldığı kadar hiç kimseden utanılmaz. Çünkü O, benzeri
olmayan Bakî, Evvel ve Kadîm’dir. Ihsan sahibidir. Şefkatlidir. Merhametlidir.
Kerîmdir. Cömertliğine nihayet yoktur. Ni’met, fazl ve kerem sahibidir.
İşte bu sıfatları taşıyan bir Zatın seni sorgulamasını
ne sanıyorsun?!
Emrine olan muhalefetini, gösterdiğin saygısızlık ve
hayasızlığı ve Kendisine kafa tutuşunu bütün açıklığıyla ortaya dökmüştür.
Dünyada emirlerine karşı gelişini, sana olan nimetlerini önemsemeyişini ve
azametini düşünmeyişini sana hatırlatmasını düşünebiliyor musun?
Nitekim şöyle der:
“Ey kulum!
Neden bana saygı göstermedin?!
Neden benden utanmadın?!
Sana olan ihsanımı hafife mi aldın?
Yoksa sana iyilikte bulunmadım mı?
Sana nimet vermedim mi?
Benim hakkımda seni aldatan nedir?
Gençliğini nerede yıprattın?
Ömrünü nerede tükettin?
Malını nereden kazandın ve nereye harcadın?
İlminle ne denece amel ettin?
Neden bana saygı göstermedin?!
Neden benden utanmadın?!
Sana olan ihsanımı hafife mi aldın?
Yoksa sana iyilikte bulunmadım mı?
Sana nimet vermedim mi?
Benim hakkımda seni aldatan nedir?
Gençliğini nerede yıprattın?
Ömrünü nerede tükettin?
Malını nereden kazandın ve nereye harcadın?
İlminle ne denece amel ettin?
Tercümansız Görüşme
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurdu: “Hiçbiriniz yoktur ki, Âlemlerin Rabbi,
arada hiçbir perde ve tercüman bulunmaksızın kendisine soru sormasın.” Adî
bin Hatim şöyle demiştir ‘Ben Hz. Peygamber
(sallallâhü aleyhi ve sellem)’in bir konuşmasına şahid oldum. Şöyle
buyuruyordu:
Hiç şüphesiz biriniz -arada engelleyici
hiçbir perde ve meramını ifade edecek hiçbir tercüman bulunmaksızın Allah
Teâlâ’nın huzurunda ayakta dikilecektir. Allah Teâlâ soracak: ‘Sana mal
vermedim mi?’
Kul: ‘Evet verdin’ diyecek. Allah Teâlâ:
‘Sana elçi göndermedim mi?’
diye soracak. Kul: ‘Evet gönderdin’
diyecek.’ Sonra sağına bakacak Cehennem ateşinden başka bir şey göremeyecek.
Soluna bakacak, yine Cehennem ateşinden başka bir şey göremeyecek. Öyleyse,
(dünyada sadaka olarak vereceği) bir hurma parçasıyla da olsa ateşten korunsun.
Bunu bulamıyorsa, güzel bir sözle bunu yapsın.”
Abdullah bin Mes’ud yeminle sözüne başlayarak şöyle
dedi: ‘Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, sizden hiç
kimse yoktur ki, birinizin dolunay ile başbaşa kaldığı gibi Rabbiyle başbaşa
kalmasın.
Ey Âdemoğlu Niçin Aldandın?
Sonra Allah Teâlâ ona şöyle buyurur:
‘Ey Âdemoğlu, Benim hakkımda seni ne
aldattı?
Ey Âdemoğlu, bildiğinle ne amel ettin?
Ey Âdemoğlu! Peygamberlere ne cevap
verdin?”
Yine Abdullah bin Mes’ud’dan rivayet edilmiştir ki,
sözüne yeminle başlayarak şöyle dedi: “Vallahi,
sizden hiç kimse yoktur ki, birinizin gördüğü dolunay ile başbaşa kaldığı gibi
Rabbiyle başbaşa kalmasın. Sonra Allah Teâlâ ona şöyle buyurur:
‘Ey Âdemoğlu, Benim hakkımda seni ne
aldattı?
Ey Âdemoğlu, benim için ne amel işledin?
Ey Âdemoğlu, Benden ne kadar hayâ ettin?
Ey Âdemoğlu, peygamberlere ne cevap
verdin?
Ey Âdemoğlu, sana helâl olmayana
bakarken Ben gözlerinin üzerinde gözcü değil miydim?
Sana helâl olmayan şeyleri dinlerken Ben,
kulakların üzerinde konrolcu değil miydim?
Ey Âdemoğlu, sana helâl olmayan şeyleri
söylerken Ben, dilin üzerinde murakıp değil miydim?
Sen ellerinle helâl olmayan şeyleri
tutarken Ben, onların üzerinde gözcü değil miydim?
Ayaklarınla sana helâl olmayan şeylere
giderken Ben onların üzerinde gözetleyici değil miydim?
Sana helâl olmayan şeylerle kalben
ilgilenip dururken Ben, kalbinin üzerinde murakıp değil miydim?
Yoksa sana olan yakınlığımı ve ve sana
gücümün yettiğini inkâr mı ettin?”
İki Büyük Olay
Ey Âdemoğlu, sen iki büyük olayla karşı karşıyasın: Ya
Allah Teâlâ seni Rahmetiyle karşılayacak, cömertlik ve keremiyle ihsanda
bulunacak ya da, seni inceden inceye hesaba çekecek ve Cehenneme götürülmeni
emredecektir ki, ne kötü dönüş yeridir orası!
Mücahid’in şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Kıyamet günü, kul şu dört şeyden sorguya çekilmedikçe
Allah Teâlâ’nın huzurundan adımını bile atamaz:
Ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne
amel işlediğinden, bedenini nerede yıprattığından, malım nereden kazanıp nereye
sarfettiğinden.”
Allah Teâlâ sana olan ihsanını, buna karşılık senin
ise O’na muhalefet edişini, O’na karşı hayasızlığını tekrar tekrar ifâde
ederken kendinin ve kalbinin halini düşünebiliyor musun?
O ne büyük duruşmadır!
O ne yüce sorgulayıcıdır!
Hiç bir şey Kendisine gizli kalmaz. O’na olan
itaatındaki ihmal ve O’na karşı isyanından dolayı içini dolduracak üzüntü,
keder ve hasret ne büyüktür!
Sende gam, keder ve haya doruğa ulaşınca iki durumdan
birisi belirir: Ya gazab veya hoşnutluk ve muhabbet.
Ya diyecek ki: Ey kulum Ben bunları dünyada senin için
örttüm. Bu gün de onları senin için bağışlıyorum. İşte büyük olan günahlarını
ve çok olan hatalarını affettim. Az olan iyiliklerini de kabul ettim. Bundan
dolayı gönlünü sevinç ve neşe kaplar. Bundan ötürü yüzün ışıl ışıl parlar. Bunu
sana söylediği zaman kendini bir düşün!
Af Müjdesinin Verdiği Sevinç
Üzüntüden, sorgulamanın verdiği utanma ve sıkılmadan
ve yaptığın kötü işlerin sayılması karşısında duyduğun sıkıntıdan sonra yüzünde
sevincin nur ve aydınlığı parlamaya başlar. Gönlündeki keder ve hüzün neşeye
dönüşür. Yüzün açılır, rengin ağarır. Bizzat Cenâb-ı Hak’tan, senden razı
oluşunu duyduğun anı bir düşün!
Gönlün hoplar, sevinç ve sürurla dolar. Neredeyse
neşeden ölür ve mutluluktan uçar gibi olursun. Hakkındır da… Öyle ya!
Hangi sevinç, aziz ve celil olan Allah Teâlâ’nın
rızasından duyulandan daha büyük olabilir?
Vallahi, dünyadayken Allah Teâlâ’nın ahirette senden
razı olacağını düşünüp sevincinden ölürsen bu sana çok görülmez. Her ne kadar
ahiretteki bu hoşnutluk tam kesin değilse de, bunu umman bile böyle bir sevinç
için yeterli.
Öyleyse bir de Allah Teâlâ’dan, senden hoşnut olduğunu
bizzat işitip için güvenle dolsa, endişen tamamen dağılsa, ebedî mutluluğa olan
ümit ve emelin kesinleşse, sonsuz, kesintisiz, eksilmez ve şüphe götürmez
nimetleri elde ettiğine kesin kanaatin gelse, durumun nasıl olur?
Bir de bunu düşün!
Aziz ve celil olan Allah Teâlâ’nın huzurundasın, sana
karşı hoşnutluğu belli olmuş. Kalbin sevinçten uçuyor. Yüzün ağarıyor, parlayıp
aydınlanıyor, yaradılışı adeta hal değiştiriyor ve çehren sanki dolunay gibi
oluyor. Sonra sen mahlûkâtın huzuruna sevinçli bir yüzle çıkıyorsun. Yüzün en
mükemmel güzelliğe erişmiş, ışıltısıyla pırıl pırıl bir nur yayılıyor ve sen
kitabın sağ elinde, güzellik, nur ve parlaktıkta diğer insanları geçmiş bir
durumda iken kendini bir düşün!
Kolundan bir melek tutmuş ve herkesin ortasında:
“Bu falan oğlu falan, bir daha asla
mutsuz olmayacağı bir saadete ermiştir!” diye seslenir. Rabbin, yaratıkları huzurunda senden
hoşnut olduğunu ilan etmiştir. Sana iyi zan besleyenlerin bu zanları
gerçekleşmiş, seni itham edenlerin karalamaları boşa çıkmıştır.
İyiliğin Mükâfatı
Mahlûkâtın içerisinde, yarın elde edeceğin bu derece,
dünyada iken yaratıklara yaltakçılık yapmaksızın ve onlar gözünde makam-mevki
aramaksızın Rabbinin taatiyle meşgul olmanın tam bir karşılığıdır. Tek olan ve
ortağı bulunmayan Allah Teâlâ’ya karşı davranışlarındaki sadakat ve Rabbine
karşı saygı derecesinin bedelidir. Allah Teâlâ, bütün mahlûkatın huzurunda sana
bu büyük makamı ihsan etmiş, sana olan hoşnutluk ve dostluğunu ilan etmiştir.
Düşün bir kere!
Sen yaratıkların saflarını yara yara yürümektesin.
Yüzünün nur ve güzelliği, gönlünün sevinç ve neşesiyle amel defterini sağ
elinde tutmaktasın. İnsanların gözleri, Allah Teâlâ katında erdiğin lütfa erme
hasreti ve büyük bir imrenişle sana çevrilmiş. Bu makamı elde etmek için Allah
Teâlâ’ya karşı daha büyük bir ümit ve emelle çalışıp çabala!
Çünkü O lütfederse buna erebilirsin. Bu, karşı karşıya
bulunduğun iki büyük durumdan birisidir.
Safvan bin Mihrez’in şöyle dediği bildirilmiştir: “Ben Abdullah bin Ömer’in elini tutuyordum. Yanına bir
adam gelerek, ‘Allah Teâlâ’nın
kul ile özel konuşması konusunda Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem)’den ne duydun?’
diye sordu. Abdullah şu cevabı verdi: “Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i şöyle
buyururken dinledim: Kıyamet günü Allah Teâlâ mü’mini Kendisine yaklaştırır.
Üzerine himaye örtüsünü koyar onu insanlardan gizler ve şöyle buyurur: ‘Ey
kulum, falan falan günahını biliyor musun?’
Kul: ‘Evet ey Rabbim’ der. Sonra yine:
‘Ey kulum, falan falan günahını da biliyor musun?’
diye sorar. Böylece bütün günahlarını
kendisine itiraf ettirir. Kul, içinden helâk olduğunu düşünür. O sırada Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Dünyada
bunları senin için örttüm. Bu gün de onları senin için bağışladım.’ Sonra da iyilik
defteri kendisine verilir.”
Allah Teâlâ’nın Gazab Ettikleri
Kâfir ve münafıklara gelince, hazır bulunan melekler
onlar için şöyle derler: “İşte bunlar Rablerine
karşı yalan söyleyenlerdir. Bilin ki, Allah Teâlâ’nın laneti zalimlerin
üzerinedir.” (Hûd Sûresi: 18).
Abdullah bin Ömer Ka’be’yi tavaf ederken bir adam
karşısına çıktı ve “Ey Abdurrahman’ın babası, Allah
Teâlâ’nın kul ile yalnız konuşması konusunu Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem)’den nasıl duydun?’
diye sordu. Abdullah yukarıdaki rivayetin benzeriyle
cevap verdi. Said der ki: Katade şöyle dedi: “O gün
üzülüp de, üzüntüsü bir tek yaratığa bile gizli kalan hiç kimse yoktur.”
İbn Mes’ud’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Allah
Teâlâ Kıyamet günü mü’min kulunun üzerine himaye perdesini yayar. Elini sırtına
uzatıp şöyle buyurur:
‘Ey Âdemoğlu! Şu senin
falan falan gün işlediğin iyiliğindir, onu kabul ettim. Şu da senin falan falan
gün işlediğin günahındır; onu da bağışladım.’ Bunun üzerine o kul hemen secdeye kapanır. Halk da: ‘Defterinde (veya kitabında) iyilikten başka ameli
bulunmayan şu salih kula ne mutlu!’
derler.”
Abudullah bin Hanzala’nın da şöyle dediği rivâyet
edilmiştir: “Şüphesiz Allah Teâlâ Kıyamet günü
kulunu huzurunda durdurur, amel sahifesindeki kötülüklerini açıklar ve ona:
‘Sen şunu yaptın mı?’
diye sorar. O kul: ‘Evet ey Rabbim,’
der. Bunun üzerine Allah Teâlâ: ‘Bugün seni onunla seni rüsvay
etmeyeceğim. Seni bağışladım’ buyurur. Bunun üzerine o kul, Kıyamet
gününün rüsvay lığından kurtulduğu o anda: “Gelin kitabımı okuyun. Şüphesiz ben
hesabıma kavuşacağımı umuyordum’ der.”
Başka bir durum da Rabbinin sana şöyle buyurmasıdır: “Kulum, ben sana kızgınım. Lanetim üzerine olsun. İşlediğin
büyük günahların senin için asla bağışlamayacağım. Yaptığın iyilikleri asla
kabul etmeyeceğim. Buna sana bazı büyük günahlarını gösterip şöyle sorduğu
zaman söyler: “Bunları biliyor musun?”
Sen: “İzzetine yemin derim ki, evet!”
diye cevap verirsin. Bunun üzerine sana gazap eder ve: “İzzetime yemin ederim
ki, onları Benden kurtaramazsın” buyurur. Arkasından zebanileri çağırarak şu
emri verir: “Alın şunu!” Ulu sözü, heybet ve celâliyle bunu söylerken aziz ve
celil olan Allah Teâlâ’yı ne zannediyorsun?
Düşün bir kere, Allah Teâlâ seni affetmezse, sen izzet
ve kudret sahibi Allah Teâlâ’dan gazabım işitmiş ve O seni, aşağılatacı ve
kuvvetli pençeleriyle zebanilere havale etmişken, sen ensen ve boynunda onların
pençelerinin şiddetli dokunuşundan başka bir şey duymazsın. Sen zebanilerin
elinde, yüzün kara olarak Cehenneme götürülürken, helâk olduğuna kesin olarak
inanmış ve perişan bir vaziyette Cehenneme doğru sürüklenirken kendini bir
tehayyül et!
Kararmış yüzünle, kitabın, sol elinde, yaratıkların
arasından feryat ve figan ederek geçip gidiyorsun. Melek de kulundan tutmuş
şöyle sesleniyor: “Bu falan oğlu falan öyle bir
mutsuzluğa çarptı ki, bundan böyle asla mutluluk yüzü göremeyecektir!”
Allah Teâlâ seni gazap ve öfkesiyle teşhir etmiştir. Mahlûkâtına rezil ve
rüsvay olmuşsundur. Senin hakkında iyi düşünenlerin bu düşüncesi boşa çıkmış,
hakkında kötü zan besleyenlerin bu zanları gerçekleşmiştir.
Gösterişin Cezası
Belki de Allah Teâlâ sana bunu, dünyada iken Kendi
katındaki makam ve dereceni kaybetme pahasına kulları nezdinde makam ve mevki
arayarak O’na olan itaat ve ibadetinde yapmacık davranışın yüzünden yapmıştır.
Böylece seni, davranışlarında Kendisine tercih ettiğin kimseler yanında rezil
etmiştir. Çünkü sen, Allah Teâlâ’nın övgüsü yerine, Allah Teâlâ’ya olan ibadet
ve taat konusunda o kulların övgüsüne razı olup memnun olmuştun. Bir o durumu
düşün bir de bunu!
Bu tehlikeyi hatırla!
İki durumdan hangisinin seni yücelteceğini ve iki
durumdan hangisinin senin için hazırlandığım dikkatle düşün!
Ka’b’in şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bir kişinin
Cehenneme götürülmesi emredilir edilmez, yüz bin melek üzerine birden hücum
eder. Ebu Abdullah dedi ki: “Bana şöyle bir bilgi
ulaştı: Kul Allah Teâlâ’nın huzurunda durdurulup da beklemesi uzayınca melekler
şöyle derler: Allah Teâlâ’nın lanetine uğrayası kul!
Aziz ve celil olan Allah Teâlâ’ya bu
kadar çok mu karşı geldin?
Oysa dünyada güzel bir dış görünüş
sergiliyordun.”
Ebu Abdullah sözlerine devamla şöyle
dedi: “Kim ki Allah Teâlâ’nın sevmediği işlerle kendini insanlara sevdirmeye
çalışır ve Allah Teâlâ’nın hoşlanmadığı şeylerle O’na kafa tutarsa, o kimse
izzet ve celâl sahibi Allah Teâlâ’ya, kendisine hiddet ve gazab etmiş olarak
kavuşur.”
Sıratın Mahiyeti
Bütün incelik ve kayganlığıyla Cehennemin üzerine uzatılmış
ve altında da Cehennem, dalagalarıyla çırpınıp dururken gözünü kaldırıp Sırat
köprüsüne baktığında yüreğine dolacak korkuyu bir düşün!
Bu ne müthiş ve korkunç manzara!
Üzerinden geçeceğini kesin olarak biliyor, altındaki
Cehennemin karardığına bakıyorsun. Ateş dalgalarımın hışırtısını ve ta derinden
kabarışının gürültüsünü işitiyorsun. Melekler sesleniyor: “Rabbimiz, bunun üzerinden kimi geçirmek istiyorsun?”
Yine sesleniyorlar: “Rabbimiz,
Rabbimiz! Sen kurtar. Sen
kurtar!” Onca
korkunç manzarasıyla ona bakıp dururken birden şöyle seslenilir:
“Çıkın köprüye!”
Birden bire senin ve mahlûkâtın ayağı altından
değişmek üzere toprağın yükselişini hissedersin. Sonra yer, başka bir yere
dönüşür. Bütün mahlûkât adeta bembeyaz gümüşten bir zemin üzerinde yayılmışlardır.
Sonra sen bütün dehşetiyle köprüye bakarken sana ve
seninle birlikte herkese şöyle denilir: “Çıkın
köprüye!”
Sana “Köprüye çık” denildiği
andaki yüreğinin çırpınış ve korkusunu bir düşün!
Korku ve endişeden aklın uçmuştur. Sonra köprüye çıkmak
için iki ayağından birini kaldırırsın. Ayağının altıyla onun keskinlik ve
inceliğini hissedersin. Korkudan yüreğin ağızına gelir. Sonra diğer ayağını
üzerine koyar, doğrulursun. Şimdi tam olarak köprünün üzerindesin.
Sıratta Günah Yükü
Sırtında taşıdığın günah yükün gittikçe
ağırlaşmaktadır. Kalbin uçacak gibi olmasına rağmen köprüde yürümeye başladın,
nihâyet zirveye ulaştın. Sonra köprünün sallanmasıyla aşağıya doğru kaymaya
başladın. Aşağıda Cehennemin kaynaması bütün insanları bir ıstıraba sürüklemiştir.
Önünden ve arkandan insanlar peşi peşine Cehenneme yuvarlanmaktadırlar.
Acz ve. zaafına rağmen köprü üzerindeki halini bir
düşün!
Önünden ve arkandan ayakları kayan erkek ve kadınlara
bakmaktasın. Başları önlerine eğik, ayaklan köprünün üzerinde… Melekler bazı
erkeklerin sakallarından, bir kısım kadınların ise perçemlerinden
yakalamaktadır. Bazılarının boynunda da halkalar vardır.
Cehennem ateşi, onları yakalamak için azdıkça azmakta,
coşup kaynamakta ve tepelerinin hizasına kadar kıvılcımlar saçmaktadır.
Melekler onlara kancalar atıp çekmekte, ateş onların arzu ve hasretiyle
kükreyip haykırmaktadır. Ateşin kıvılcımları insanların ta başlarına kadar
sıçrayıp yetişmekte ve onları Cehennemin içine kadar çekmektedir. İnsanlar
kurtuluşlarından ümit kesmiş vaziyette feryat ve figan etmektedir. Alevlerin ta
tepelerine kadar çıkmasından aşağıya yuvarlanmakta ve “Mahvolduk!
Helâk olduk!”
diye bağırmaktadırlar. Sen de, “ayaklarım kayar, köprüden aşağıya uçarım, düşüp vücudum paramparça
olur, ayaklarım köprünün üzerinden kesilip havalanırım” korku ve
endişesi içerisinde onlara bakmaktasın.
Sıratta Halimiz Ne Olur?
Bu hali sakin bir kafayla ve güçsüz bedenine acıyarak
düşün!
Köprünün üzerinden rahat geçmek için daha dünyada iken
günah yükünü hafiflet. Hiç şüphesiz Kıyamet gününün tehlikeleri, onları dünyada
iken akıllarıyla düşünen, onlardan kurtuluşa çok büyük önem veren, kalblerine
ahiretteki kurtuluşun ağır yükünü yükleyen, o kurtulabilme korkusunu
yüreklerinde taşıyan Allah Teâlâ dostları için hafifletilir. Bu özelliklerinden
dolayı Mevlâları Kıyamet günü bunları üzerlerinden hafifletir.
Öyleyse sen de bunları sürekli olarak göz önüne getir,
bunların korku ve kaygısını kafandan bir an olsun çıkarma ki, Allah Teâlâ da
böylece sana hafifletip kolaylaştırsın. Çünkü Allah Teâlâ zatına yemin ederek,
dostlarına hem dünyadaki hem de ahiretteki korkuyu tattırmayacağına söz
vermiştir.
Ya Sırattan Düşersen…
Şiddetli korku ve zayıf bedeninle Sırat köprüsünün
üzerinden geçişini düşün!
Eğer gazaba uğramış ve affedilmemişsen, birden bire
ayağının Sırattan kaydığım görürsün. Eğer Allah Teâlâ seni affetmezse, ayağın
Sırattan kayacağı an ki halini düşün!
O anda kendi kendine, ‘Ebediyyen
mahvolup gittim!’
dersin. “İşte korkup
endişe ettiğim başıma geldi.” Aklın uçar. Sonra diğer ayağın da kayar.
Baş aşağı düşersin. Ayakların Sırattan kesilmiştir. Demir kancaların deri ve
etlerine saplanmasından başka bir şey hissetmezsin. Bunlarla ateşe doğru
çekilirsin. Ateş üzerine hücum eder.
Cehennem, Mevlâsının gazabından dolayı öfkesi kabarmış
bir haldedir. Ateş seni çektikçe sen Sırattan aşağıya doğru uçarsın. Ateşin
hararetini hissettiğin anda, “Mahv oldum!” “helak
oldum!”
diye feryat edersin. Pişmanlık ve teessüf bütün
kalbini kaplamıştır. Daha ölmeden önce ve dünyadayken aziz ve celil olan Allah
Teâlâ’yı razı etmeyi, hoşlanmadığı her şeyden de el çekmeyi ve böylece seni
affetmesini boş yere temenni edersin.
Nihâyet sen ateşin ortasına varınca, alevleriyle
üzerine tamamen kapanır. Yüreğinin hasret ve pişmanlık ateşi doruk noktaya
ulaşmıştır. Sen cehenneme atıldığın anda şişersin. Sen yüzükoyun Cehenneme
yuvarlanıp feryat ve figan ederken aziz ve celil olan Allah Teâlâ Cehenneme “Doldun mu?”
diye seslenir. Sen hem Cenâb-ı Hakkın seslenişini, hem
de Cehennemin şu cevabını işitirsin: “Daha var mı?”
(Kaf Sûresi: 30) Sen ateşin içinde iken, alevleri vücudunu sararken ve yaralan
bedenini kaplarken Yüce Allah Teâlâ:
“Boş yerin var mı?”
der. Sonra çok geçmeden vücudun damlar, etlerin
dökülür, sadece kemiklerin kalır. Sonra ateş içine salıverilir. Orada ne varsa
hepsini yer bitirir. Sen feryat edip ateş de ciğerlerinin içine girerken o
ciğerlerinin halini düşün!
Sen ağlayıp pişmanlığını haykırdığın halde bile artık
sana acınmaz. Bir daha günaha dönmeyeceğim diye söz versen bile artık tevben
kabul edilmez ve feryadına cevap verilmez.
Cehennemin İçeceği
Orada kalışın uzamışken halini bir düşün!
Azap şiddetlenerek devam eder. Sıkıntı zirveye ulaşır.
Susuzluğun şiddetlenir. Dünyadaki içecekleri hatırlarsın. Cehenneme sığınırsın.
Sana azap vermekle görevli meleğin elinden kabı alırsın. Eline alır almaz
altında avucun yanar. Hararetinden ve kızgınlığından elin parçalanıp etleri
dökülür. Sonra o kabı ağızına yaklaştırırsın. Yüzün kavrulur. Sonra yudumlamaya
çalışırken boğazının derisini soyar. Karnına ulaşınca iç organlarını parçalar.
Sen feryat ve figan edersin. O anda dünya
içeceklerini, onların soğukluk ve lezzetini hatırlarsın. Sonra hararetini
dindirmek ister ve dünyada alıştığın gibi yıkanmak ve suya dalmak suretiyle
serinlemek maksadıyla hamîm (kızgın su) havuzlarına
koşarsın. Kızgın suya dalınca, tepeden tırnağa bütün bedeninin derisi soyulur.
Daha hafif olur ümidiyle bir daha ateşe koşarsın. Sonra yine ateşin yangını
sana şiddetli gelince kaynar suya geri dönersin. Böylece ateşle kaynar su
arasında mekik dokursun.
Ateşin harareti son dereceye. ulaşmıştır. Sen ise bir
ferahlık ararsın. Kaynar su ile ateş arasında da bir ferahlık duyamazsın.
Serinlik istersin ama asla bulamazsın. Sıkıntı, susuzluk ve yorgunluk
dayanılmaz dereceye varınca Cennetleri hatırlarsın. Aziz ve celil olan Allah
Teâlâ’nın yakınlığını ve Cennet nimetlerini kaybetmekten gelen acı bir hüzün ve
burukluk kalbinden boğazına doğru tırmanır. Sonra Cennetin içeceklerini, soğuk
suyunu ve hoş yaşayışını hatırlarsın. Bundan yoksun kalmanın hasreti gönlünü
parçalar.
Cevapsız
Kalan Feryat
Sonra Cennette baba, anne, kardeş ve benzeri bazı
akrabalarının bulunduğunu hatırlarsın yanık bir kalbden yükselen hüzün dolu bir
sesle onlara şöyle seslenirsin:
“Ey anneciğim!
Ey babacığım!
Ey kardeşim!
Ey dayıcığım!
Ey amcacığım!
Veya ey kız kardeşim!
Ne olur bir yudum su!
Onlar da sana red cevabı verirler. Böylece ümidini
boşa çıkartmalarından ve aziz ve celil olan Rabbinin sana olan gazabından
dolayı onların da sana öfke duyduklarını görmenin hasret ve üzüntüsünden kalbin
parçalanır. Bunun üzerine dünyaya seni geri göndermesi ümit ve dileğiyle hemen
feryat ederek Allah Teâlâ’ya sığınırsın.
Ne var ki uzun bir süre, sana değer vermediğini
göstermek için cevap vermez. Kuşkusuz sesin O’nun nezdinde menfurdur. Makamın
O’nun yanında düşüktür. Sonunda Kendisine beslediğin bütün ümit ve emel
bağlarını koparan şu sözleriyle sana seslenir: “Sinin
orada Benimle konuşmayın!” (Mu’minûn Sûresi: 108) Sen, susup sinmeni
emereden ve senin gibilere cevap verilmeyeceğini belirten O’nun bu ulu
seslenişini işitince, adeta ağız ve burnuna gem vurulur. Ruhun bedeninde
çıkmakla kalmak arasında tereddütle gider gelir. Göğsünde nefesin daralır.
Sesli sesli soluyan ve konuşmaya takat getiremeyen bir ıstırap içinde kalırsın.
Sonra Allah Teâlâ ümitsizlik ve hasretini daha da
artırmak ister. Senin ve oradaki diğer düşmanlarının üzerine Cehennem
kapılarını kapatır. Eğer O seni affetmezse, Cehennem kapısının gıcırdayıp
üzerine kapandığını gördüğünde halini düşünebiliyor musun?
Üzerlerine Cehennem kapıları kapatılırken gıcırtısını
duyduklarında sen ve diğer Cehennem sakinlerinin ümitsizliği ne büyük olacak.
Çünkü Allah Teâlâ’nın kapıları bu şekilde üzerlerine kapatması, hiç kimsenin
oradan çıkmaması için olduğunu anlamışlardır. Ümitsizlikten kalbleri
parçalanır. Ümit bağlan tamamen kopar. Kendileri için sonsuza dek Allah
Teâlâ’nın azabından hiçbir kaçış, kurtuluş ve necat kapısı yoktur. Önlerinde
ölümsüz, sonsuz bir hayat, bedenlerinden acısı hiç eksik olmayan bir azap
vardır. Yürekleri sürekli olarak yanıp kavrulur. Onlara ebediyen rahatlık ve
ferahlık yoktur. Bitmez hüzünler, tükenmez gamlar, onulmaz hastalıklar,
çözülmez kelepçeler, sonsuza dek çıkarılmaz bukağılar, ebediyen dinmeyecek
susuzluklar, asla bitmeyecek sıkıntılar ve gırtlaklarında duran zakkumdan başka
hiçbir şeyle ve hiçbir zaman doyamayacakları açlıklar…
Allah
Teâlâ Teâla’nın Rızasını Kaybetme Hasreti
Onlar zakkumun üstüne boğazlarını açması için “Su!” diye imdad isterler de kendilerine verilen kaynar su
ciğerlerini parçalar. Aziz ve celil olan Allah Teâlâ’nın rızasını kaybetme
hasreti kalblerine oturur. Allah Teâlâ’nın Cennetteki yakınlığından yoksun
kalmanın acısı yüreklerini kanatıp durur. Ağlamalarına acınmaz. Çağrılarına
cevap verilmez. Feryatlarına koşulmaz. Pişmanlıkları kabul edilmez. Suçları
bağışlanmaz. Aziz ve celil olan Allah Teâlâ’nın gazabı onların üzerinedir.
Onlardan sonsuza dek razı olmaz. Çünkü onlara gazab etmiştir. Allah Teâlâ’nın
gözünden düşmüşler ve değerlerini yitirmişlerdir. Bu yüzden de onlardan yüz
çevirmiştir.
Ac ve susuz bir halde, Cennet ehlinden yakınlarını
çağırdıklarında hallerini bir görebilseydin?
Şöyle yalvarırlar:
“Ey Cennetlikler, ey
babalar, analar, kardeşler, bacılar! Kabirlerimizden susuz çıktık, Allah
Teâlâ’nın huzuruna susuz vardık, susuz bir halde Cehenneme götürülüşümüz
emredildi. Bize biraz su veya Allah Teâlâ’nın size rızık olarak verdiklerinden
bir şey gönderin!”
Cennetlikler onlara “Susun!”
diye cevap verirler. Yürekleri bir kez daha hasret ve
nedametle dolar. Orada ümitsiz bir halde gidip gelirler. Sonsuza dek yüzleri
serin bir meltem görmez. Orada ebediyen ağızları soğuk bir şeye değmez. Hiç bir
zaman gözlerine uyku girmez. Onlar sürekli bir azap ve kesintisiz bir horluk
içerisindedirler.
Allah
Teâlâ Affetmezse
Allah Teâlâ seni affetmezse aynen bu örnekteki, gibi
olacağını düşün!
Azap görenlerin suretlerini bir görebilseydin!
Ateş etlerini yiyip tüketmiş, yüz güzelliklerini silip
götürmüştür. Vücutları mahvolup gitmiş. Sadece yanmış ve kararmış olarak
birbirine ekli kemikler kalmıştır. Zincir ve bukağıları içerisinde endişe ve
ıstırap çekmekte, ölüm ve helâklarını feryatla istemekte, çığlıklarla ağlayıp
figan etmektedirler.
Onları bu halde görseydin, kötü manzaralarından
duyduğun korkudan kalbin erir, pis kokularından vücudun zayıflar, cisimlerinin
şiddetli sıcaklığı ve nefeslerinin hararetinden ruhun bedeninde duramazdı. Sen
de orada, onlardan biri olarak, kalbinden ümit ve emel parıltısı kaybolup
gitmiş, ye’s ve ümitsizlik seni kaplamış, acıklı bir haldeki bedenini göz önüne
getirerek bir düşün!
Acaba halin nice olur!
Allah Teâlâ’nın sevip beğenmediği şeylere bakmanın
ceza ve karşılığı olarak iki gözüne ateş dolar ve sen ateşin gözlerini yakarken
çıkardığı sesi duyarsın. Ateş kulaklarına nüfuz eder ve sen onun uğultu ve
gürültüsünü işitirsin. Ateş seni bürür ve kemiklerinden etlerini silkeler.
İçine kadar nüfuz eder ve ciğer ve bağırsaklarını yer bitirir. Kalbini hasret,
pişmanlık ve üzüntü kaplar.
Günahlarına
Ağla!
Acizliğine karşı merhemetin galeyana gelmiş bir halde
bunları sakin bir kafayla düşün!
Rabbinin sevmediği ve razı olmadığı şeylerden vaz geç.
Böylece belki, O da senden razı olur. Aklınla O’na sığın ve günahlarını
bağışlamasını dile ki, seni affetsin. Korkusundan ağla ki, sana merhamet edip
kusurlarım bağışlasın. Hiç şüphesiz tehlike büyük, bedenin zayıf ve ölüm ise
sana çok yakındır. Bunun yanı sıra aziz ve celil olan Allah Teâlâ her şeyi
bilir, seni görür ve seninle ilgili gizli-açık hiçbir şey O’nun ilminden
kaçmaz. Sana gazap, nefret, buğz ve öfkeyle bakmasından sakın. O sana gazab
ederse, sen ferahlık ve sevinç yüzü göremezsin.
Allah Teâlâ’nın emirlerine karşı gelmekten uzak dur,
O’ndan kork, O’ndan haya et ve yüceliğini an. Seni gözetleyişini hafife alma,
seni görmesini küçük görme. Senin üzerinde olan yüce makamım ve seni bilişini
ta’zim et. Seni ansızın yakalamadan O’ndan kork ve çekin. Emirlerine muhalefet
acısının izlerini görmeli ki, bu muhalefetten ne kadar pişman olduğunu bilsin.
O’na karşı gelmekten dolayı üzüntün büyük olsun, gamın şiddetlensin ve bu
isyanının ne derece seni üzüntüye boğduğunu görsün. Bunu senden bilip görürse,
seni bağışlar ve günahlarından geçer. Aziz ve celil olan Allah Teâlâ’ya hedef
olma!
Çünkü onun gazabına takatin, azabını kaldıracak gücün
ve ne ikabına katlanacak ne de yakınlığından yoksun kalmaya dayanacak sabrın
yok. Öyleyse ölümle ona kavuşmadan önce kendini hazırla. Ölümün ansızın
geldiğini kabul et ve sana yukarıdan beri anlattıklarımı düşün. Kaldı ki ben
sana ölümle ilgili çok az şey söyledim. Bunları, kendi aleyhinde işlediğin
suçları ve, bu suçlarla hakkettiklerini kesin olarak bilip inanan sakin bir
kafayla düşün!
Dinin hakkında başına gelecek musibeti göz önüne
getir!
Aziz ve celil olan Allah Teâlâ üzerinde musibet
acısının izlerini görsün. Belki sana merhamet eder, bağışlayıcılığı ve
esirgeciliğiyle seni affeder.
Sıratta
Mü’min
Eğer af ve bağış sahibi kimselerden isen, Allah
Teâlâ’nın af ve bağış İle sana lütfedeceğini düşün!
Sıratın üzerinden geçersin. Yanında nurun sağında ve
önünde koşuyor. Amel defterin sağ elinde. Yüzün pırıl pırıl. Allah Teâlâ’nın
huzurundan yüzünün akıyla hesabını vermiş olarak ayrılmış ve senden razı
olduğuna kesin kanaat getirmişsin. Abidler grubu ve müttakiler zümresiyle
birlikte Sıratın üzerindesin. Melekler: “Ya
Rabbi sen koru, Ya Rabbi Sen koru!”
diye sesleniyorlar. Bununla birlikte korku ne senin ne
de diğer mü’minlerin kalbinden bir an olsun ayrılmaz. Sen çağırırsın, onlar
çağırır: “Ey Rabbimiz! Nurumuzu bizim için
tamamla, bizi bağışla; çünkü Sen her şeye kadirsin” (Tahrim Sûresi: 8) Münafıkları, nurları sönmüş,
kalblerini korku kaplamış ve nurlarının tamamlanmasını ve bağışlanmalarını
istedikleri anı bir düşün!
Sırattan
Geçiş Hızı Günah Yükünün Hafifliği Ölçüsünde
Düşün bir kere!
Sen korkuyla birlikte hızla geçiyorsun. Sırattan geçiş
hızının, günahlarının ağırlık veya hafifliğine göre olduğunu göz önüne getir.
Köprünün sonuna varmışsın. Gönlünde ümit ağır basmış vücudunu nur bürümüştür.
Henüz Sıratın üzerindeyken Cennetin nimetlerini gözlerinle görüyorsun. Kalbin,
Cennete, Allah Teâlâ’nın komşuluğuna ereceğine artık kesin olarak inanmıştır.
Allah Teâlâ’nın rızasına özlem duyuyorsun, nihâyet Sıratın sonuna gelmişsin.
Bir ayağını, Cennetin kapısıyla Sıratın ucu arasındaki bölgeye atıyorsun.
Attığın ayağın yere basıyor. Henüz diğer ayağın Sıratın üzerinde bulunuyor.
Korku ve ümit birlikte kalbini kaplamış ve sana galip gelmişlerken diğer
ayağını da atıyorsun. Artık Sıratı bütünüyle geçmişsin. Sözkonusu bölgede iki
ayağın da iyice yere basmış. Bütün vücudunla köprüden ayrılmış ve onu g eride
bırakmışsın. Cehennem, üzerinden geçenlerin altında çalkalanıp duruyor.
Sen Sıratın üzerindeki insanlara ve altındaki
Cehenneme bakıyorsun. Cehennem öfke ve hiddetle kükreyip homurdanarak Sırattan
ayağı kayanın üzerine atılmakta, kafa ve vücutları bürümüktedir. Allah
Teâlâ’nın seni kurtardığı tehlikenin büyüklüğüne dönüp baktığında kalbin
sevinçten uçmaktadır. Allah Teâlâ’ya hamdedersin. Şükür duyguların bir kat daha
artar. Acizliğine rağmen Cehennemden seni kurtarmıştır. Cehennemi ve köprüsünü
arkanda bırakmış, Rabbinin komşuluğuna, Cennete doğru gidiyorsun, Sonra güven
içerisinde Cennetin kapısına adımını atıyorsun. Kalbin sevinç ve neşe ile
dolmuştur. Sevinç ve sürurla yürümeye devam ediyorsun.
Cennetin
Kapısına Varış
Tam Cennetin kapısına varınca, kapı bütün güzelliğiyle
boy gösterir. Güzellik ve nuruna, Cennet ve surlarının hüsn ü cemaline
bakıyorsun. Sen ve öteki Allah Teâlâ dostları Cennetin kapısına vardığınızda
kalbin sevinçten uçar. Neşeli ve sürurlu gönlün Cennete girmeye can atmaktadır.
O nurlu kafile arasına katılmış kendini bir düşün!
Onlar, kerem ve hoşnutluğuna mazhar olmuş
bahtiyarlardır. Çehreleri Allah Teâlâ’nın rızasıyla pırıl pırıldır. Sevinçli,
neşeli ve sürurludurlar. Cennetin kapısına mezarının tozu toprağı, mahşerin
harareti ve başından geçenlerin yorgunluğuyla varmışsın. Allah Teâlâ’nın,
dostları için hazırladığı pınara ve güzel suyuna bakarsın. Soğukluğuna ve
güzelliğine sevinerek içine dalarsın. Çok hoş ve soğuk olarak buluyorsun.
Mahşerin bıraktığı üzüntüyü bir anda giderir. Seni her türlü toz ve kirden
tertemiz eder. Dokunur dokunmaz hissettiğin güzel suyundan dolayı son derece
sevinçlisin. Sıratın hararetinden ve kavurucu sıcağından yeni kurtulmuşsun.
Cennetin kapısına, ateşin, bedeninin bir kısmını kızgın
hararetiyle yeyip bitirdiği bazı kimseler de ulaşırlar. Sen de öyle biri
olabilirsin. Mahşerin hararetinden, mahlûkâtın nefeslerinin hararetinden,
Sıratın kavurucu meşakkatinden kurtuluşu ne zan edersin?
Bütün bunlardan geçerek Cennetin kapısına kadar
varmışsın. Sıratın hararetinden ve kıyametin yakıcı sıcağından sonra, vücudun o
suyun serinliğine daldığı zaman, kalbindeki sevinci bir tehayyül et!
Sen Cennete girmek ve orada ebedi kalmak için
temizlenmek üzere yıkandığım bildiğinden dolayı sön derece sevinçlisin. Sen ha
bire o sudan yıkanırsın. Yıkandıkça rengin güzellik üstüne güzellik kazanır,
vücudunun parlaklık, güzellik ve ferahlığı artar. Sonra o sudan en güzel
surette ve nurun tamamlanmış olarak çıkarsın. O sudan çıkıp mükemmel
güzelliğine, yüzünün cemal ve parlaklığına baktığın andaki gönlünün sevincini
düşün!
Çünkü, sen ancak Rabbinin katına, Cennete girmek için
temizlendiğinin kesin farkındasın.
Sonra başka bir pınara yönelip gider ve kaplarından
birini eline alırsın. Bakışını bir kabın güzelliğine bir de içeceğin
güzelliğine çevirdiğini bir göz önüne getir!
Sen bu içeceği ancak, kalbini her türlü kin ve
düşmanlıktan temizlemesi ve vücudunun sonsuza dek rahat etmesi için içtiğini
bilmektesin, nihayet kadehi dudağına koyup da içtiğinde tadını hiç bilmediğin
ve içmesine alışkın olmadığın bir içecek olduğunu görürsün. Ağızından midene
doğru süzülür süzülmez, hissettiğin lezzetinden dolayı kalbin sevincinden uçar
gibi olur.
Sonra için her türlü hastalık ve kötülükten tertemiz
olur. Daha önce içinde bulunup da, seni gam, kaygı, hırs, sıkıntı, öfke ve
düşmanlığa doğru çeken her türlü tabiatlardan göğsünün temizleniş lezzetini
hissedersin. O anda içinin temizleniş serinliği ne güzel ve bunun gönüne
sağladığı rahatlık ne hoştur!
Nihâyet kalb ve beden temizliğin tamamlanıp Allah
Teâlâ dostlarının da seninle birlikte bu temizliği tamamlanınca -ki Allah Teâlâ
seni de onları da görüp bilmektedir cömert ve merhametli olan Mevlân, Cennetin’
meleklerden olan bekçilerine emreder. Onlar sürekli olarak Kendisine itaat
etmekte, O’ndan korkmakta, azabından dolayı ürperip titremekte, O’na ta’zim ve
teşbih ederek heybet duymakta ve gazabından sakınmaktadırlar. Allah Teâlâ sözü
edilen bekçilere, dostları için Cennetin kapılarını açmalarını emreder.
Açılan Cennet Kapıları
Onlar Cennetin avlu ve bahçesinden kapısına doğru
hızla koşarlar. Cennetin kapışma gelirler, kapıları açmak için ellerini
uzatırlar. Girmeye artık kesin olarak kanaat getirdiğinden gönlün sevinç ve
sürurla dolar. Cennet kapılarının gıcırtısını işitirsin de içini neşe kaplar,
kalbine sevinç hâkim olur. Âlemler Rabbinin Cennetinin kapısı kendilerine
açılanların sevinci ne muazzam sevinçtir!
Cennete Giriş
Cennetin kapıları açılınca, güzel kokularının meltemi
ve akarsularının hoş sesi dalga dalga yayılır. Yüzünü ve bütün bedenini adeta
okşar durur. Cennetin hoş rayihaları, keskin misk kokusu, kırmızı zaferanı,
sarı kâfûru ve gri anberi, meyvelerinin nefis kokuları, güzelim ağaçları,
okşayıcı meltemleri her tarafta dolup taşar. Bu güzel kokular ve esintiler,
koku alma duyunda birbirine karışır, nihâyet beynine ulaşır, hoşluğu kalbini
doldurur, oradan da bütün organlarından taşar. Gözünle Cennet köşklerinin
güzelliğine, yeşil zümrütten, kırmızı yakuttan, beyaz inciden büyük taşlarla örülmüş
binalarına bakarsın. Nuru, parlaklık ve güzelliği her tarafı kaplamıştır. Allah
Teâlâ onları berraklık ve parlaklıkta mükemmel yaratmıştır.
Bu ve Cennetteki diğer şeylerin nuru birbirine
karışmıştır. Oraya girdiğinde, çok büyük nimetlere ereceğini ve Rabbinin
cemalini seyredeceğini bildiğinden, gönlün sevinçle dolarak Allah Teâlâ’nın
perdelerine bakarsın. Cennet havalarının ve rüzgârlarının hoş kokusu,
manzarasının parlaklığı, meltemlerinin tatlı rayihası ve okşayıcı serinliği bir
araya gelmiştir. Bu, yüzüne ilk deyip okşayacak olan güzel esintilerdir.
Nurlu Kafile
Düşün bir kere!
Cennete girmekle mesrursun. Kapısının, senin ve
seninle birlikte diğer Allah Teâlâ dostları için açıldığını biliyorsun.
Sevincin, baktığında gördüğün gözalıcı güzelliği, ondan yayılıp gönlüne kadar
ulaşan hoş kokusu, yüz ve bedenini okşayan nefis havası ve serin melteminden
ileri gelmektedir. Düşün bir kere!
Allah Teâlâ sana bütün bu şeyleri ihsan etmiş. Bu
manzara karşısında sevincinden ölsen | bile sana çok görülmez, nihâyet melekler
Cennetin kapısını açınca, senin ve seninle beraber diğer Allah Teâlâ
dostlarının yüzüne gülümseyerek sizi karşılarlar. Sonra Allah Teâlâ’nın
izzetine yemin ederek yaratıldıkları günden beri ancak bu anda ve sizin için
güldüklerini söylerler.
Sonra size “Selâmün
aleyküm!”
diye seslenirler. Mükemmel suretleri ve parlak nurları
yanında bir de güzel nağmelerini, hoş sözlerini, tatlı Selâmlarını bir tasavvur
et!
Sonra Selâmlarına şu sözleri de eklerler: “Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere girin
buraya!” (Zümer Sûresi: 73) Cennetlikleri, her türlü kir, pas, kin
ve sinsilik gibi maddî ve manevi pislikten temiz olmak ve dinî ve dünyevî bütün
kötülüklerden uzak bulunmakla överler. Sonra Allah Teâlâ adına, O’nun saadet
yurdu olan Cennete girmelerine izin verirler. Sonra orada sonsuza dek
kalacaklarını bildirerek, “Tertemiz geldiniz.
Artık ebedî kalmak üzere girin buraya!” (Zümer Sûresi: 73) derler.
Sen ve seninle birlikte Allah Teâlâ’nın sevgili
kulları bunu işitince içeri girmek için kapıya koşarsınız. Kapılar girenlere
dar gelir. Tıpkı Utbe bin Gazvan’ın Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem)’den naklen belirttiği gibi: “Cennetin
kapısından sıkışarak girmeleri benim için şefaatimden daha önemlidir”. Cennetin kapısı izdihamdan dolayı sıkışır. Kırk senelik
yürüyüş genişliğinde olan kapının, Rahman’ın dostlarının kalabalığına dar
gelmesini ne sanıyorsun? Yakut ve inciden yapılmış saraylarının güzelliğini
görerek koşan bu kalabalık ne değerli bir kalabalıktır.
Düşün bir kere!
Mahşerin o kalabalığı içerisinde Allah Teâlâ seni
affetmiş. Cennetin kapısına doğru koşanlarla birlikte koşuyorsun. Temizlenmiş
vücutlarla parlamış ve dolunay gibi aydınlanmış yüzlerle sevinenlerle birlikte
seviniyorsun. Vücutlarından güneşin ışınları gibi nurlar saçılmaktadır!
Sen Cennetin kapısını geçip toprağına ayak bastığında
bakarsın ki, o keskin bir misk ve üzerinde olgun bir zaferan yeşermiştir. Misk,
gümüş gibi parlak bir zeminin üzerine serpilmiştir. Etrafında da zaferan
bitmiştir.
Ölümsüzlük Yurduna İlk Adım
İşte bu azap ve ölümden emin olarak ölümsüzlük
toprağına attığın ilk adımdır. Sen misk toprağı ve zaferan bahçesi içerisinde
adım adım ilerliyorsun. İki gözün, ağaçlarının güzelliğinden ve manzarasının
göz alıcılığından doğan inci gibi parlak güzelliğine takılıp kalmıştır. Sen
işte böyle zaferan bahçelerindeki ve misk yığınları içindeki Cennet
topraklarında gezerken birden Cennetteki zevcelerin, çocukların, hizmetçi ve
uşakların arasında Ali bin Ebi Talib’ (kerremallâhu veche)’ın belirttiği gibi “Falanca geldi!”
diye seslenilir. Hepsi de seni
karşılamaya gelirler. Tıpkı dünyada kayıp kişisinin geldiği kendisine
müjdelenen bir kimsenin sevindiği gibi senin gelişinden dolayı sevinirler.
Sen saraylarına bakarken, birden onların tatlı
seslerini ve hoş karşılayışlarını duyarsın. Bundan dolayı sevincinden uçar gibi
olursun. Onların senin hakkındaki tezahürat seslerini duyduğunda hissettiğin
sevinçle kendinden geçerken uşaklar sana doğru hızla koşarlar. Cennet çocukları
yolunda saf bağlarlar. Uşaklar sana doğru gelirlerken, sabırsızlıktan
zevcelerini bir telaştır almıştır. Her birisi senin gelişini görüp, dönerek
kendisine haber vermek ve bu sevinçli müjdeyi kendisine ulaştırmak için birer
hizmetçisini gönderir. Seni karşılamadan önce hizmetçiler seni görürler. Sonra
her eşinin hizmetçisi koşarak yanına döner. Senin gelişini kendisine
müjdelediğinde her birisi hizmetçisine, “Sen
gerçekten onu gördün mü?”
diye şiddetli sevincinden inanamayacak. Sonra her
birisi başka bir hizmetçi gönderir. Senin geldiğine ilişkin peşpeşe müjdeler
kendilerine gelince sevinçten yerlerinde duramazlar. Eğer Allah Teâlâ
çadırlarından dışarı çıkmamayı kendilerine zorunlu kılmasaydı seni karşılamak
üzere bizzat çıkacaklardı. Nitekim Mevlân şöyle buyuruyor: “Otağlar içinde sahiplerine tahsis edilmiş huriler
vardır’’ (Rahman Sûresi: 72) Ellerini kapılarının kenarına dayayıp
başlarını dışarı çıkarırlar ve çehrenin ne zaman kendilerine görüneceğini, uzun
hasretlerinin ve şiddetli özlemlerinin ne zaman dineceğini, gözlerinin nuru,
rahatlarının kaynağı, Rablerinin dostu ve Mevlâlarının sevgilisini görecekleri
anı dört gözle beklerler.
Sen saraylarının parlak güzelliğine bakarak misk
tepeleri ve zaferan bahçeleri arasında gezinirken, uşakların olanca nur ve
güzellikleriyle seni karşılarlar. Huzuruna gelen ilk uşağını öylesine büyük
görürsün ki, Rabbinin meleklerinden biri sanırsın. O sana şöyle der:
“Ey Allah
Teâlâ’nın dostu!
Ben sadece senin
bir hizmetçinim Senin emrine verildim. Benden başka yetmiş bin uşağın daha
vardır. Sonra parlaklık ve nurlarıyla hizmetçiler birbirini takip eder. Her
biri seni saygıyla Selâmlar.
Cennet Saraylarına Varış
Sen Cennette iken gönlünün sevincini bir düşün!
Uşakların huzurunda ayakta beklemekte, sana saygı
göstermektedirler. Arkasından sedeflerindeki incileri andıran hizmetçilerin
seni karşılayıp selâmlıyorlar. Sonra gelip huzurunda divan duruyorlar. Daha
sonra uşak ve hizmetçiler kafilesi arasında ihtişamla yürüyorsun. Sena,
saraylarına, Mevlân ve Sultanının senin için hazırladığı nimetlerin yanına
kadar refakat ediyorlar. Sarayının kapısına geldiğinde, perdedarlar kapıyı
açıyorlar, perdeleri kaldırıyorlar. Hepsi de sana saygı ve tazim göstererek
ayakta bekliyorlar. Saraylarının kapıları açılıp salonlarının parlak
güzelliğinden, süslü ağaçlarından, nefis bostanlarından, parlak avlularından,
aydınlık odalarından perde kaldırıldığı zaman göreceklerini bir tehayyül et!
Sen bütün bunlara bakarken, birden bire hizmetçilerin
zevcelerine yüksek sesle müjdeyi iletiyorlar: “Bu
Falan oğlu falandır. Sarayının kapısından içeri girmiştir!”
Onlar senin geliş ve saraya giriş müjdesini duyar
duymaz, perdeler arkasındaki karyolalarına serili yataklarından aşağı atlarlar.
Çadırlar ve kubbelerinin altında gözlerin onlara bakmaktadır. Seni görmeye
karşı duydukları sevinç ve özlemin kendilerini nasıl da hafifleştirdiğini ve
yataklarından inişlerini görmektesin, O nazlı, niyazlı, hüsün ve cemâlli
güzellerin çalımla ileri doğru atılışlarını bir tasavvur et!
Güzel çehreleri ile hülle ve ziynetleri içerisinde,
vücutları nazla beslenip büyütüldüklerini gösterir biçimde her birisinin hızla
ileri atıldığını bir düşün!
Mükemmel kametiyle divanından kubbesinin salonuna ve
çadırının ortasına inişini bir göz önüne getir. Çadır ve kubbelerinin kapısına
ulaşıncaya kadar hızla ilerlerler. Sonra sen gelinceye kadar içinde
bekletildikleri çadır ve otağlarının kapısının yanlarına ellerini dayarlar.
Böylece ayakta durup baş ve çehrelerini dışarıya uzatırlar. Senin gelişinden
dolayı sevinç ve neşeyle dolu bir kalb ve büyük bir merakla sana bakarlar.
Ceylan Gözlü Güzeller
Gönlünün sevinci ve kalbinin neşesiyle durumunu bir
düşün!
Gözlerin onlara ilişmiş, güzel yüzlerine ve nazlı
gözlerine bakışın takılmış. Onlarla yüz yüze gelince gözlerin şaşar, gönlün
sevinçle taşar, gözlerinin gördüğü, gönlünün hissettiği saadet duygusunun
doldurduğu kalbinin heyecanından şaşkın ve kendinden geçmiş gibi kalakalmışsın.
Sen onlara doğru haşmetle yürürken birden bire otağlarının kapısına kadar
gelirsin. Onlar da hızlıca ve telaşla sana doğru gelirler. Aşk ve muhabbet
onları hafifleştirmiştir. Vücutlarının nazla beslenmesinden ve cisimlerinin
ahenk ve mükemmelliğinden salınarak yürürler. Sonra onlardan herbiri sena şöyle
seslenir: “Sevgilim, bize geç gelmene sebeb olan
nedir?”
Sen şöyle cevap verirsin: “Allah
Teâlâ şu şu günahımdan dolayı beni o kadar çok bekletti ki, ben size
kavuşamayacağımı sandım.” Sündüs ve ipek giysiler içerisinde, sana
olan özlem ve sevgilerinden aceleyle yürüdükleri için lüks elbiselerinin
eteklerini misk zemini üzerinde sürüyerek etrafa hoş koku yayılmasına ve
zaferan otlarının dalgalanmasına sebeb olurlar. Onlardan en önde olanı, Hz.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in, buyurduğu gibi, parmak uçlarını,
bileklerini ve yüzüklerini sana uzatır.
Kâfur ve za’ferandan yaratılmış, binlerce sene nazla
beslenmiş parmakların güzelliğini bir düşün!
Ellerini sana uzattığında nasıl bir nurla parladığını
ve nasıl bir ışık saçtığını bir tasavvur et!
Parmaklarını parmakların arasına aldığında, nazla ve
niyazla beslendiğinden ipek gibi yumuşaklığıyla neredeyse parmakların arasından
kayacaktır. Ellerine dokunmaktan aldığın latîf ve hoş duygu gönlüne ulaşır
ulaşmaz sevincinden aklın uçar gibi olur. Sonra onun nazlı ve niyazlı bedenine
elini uzatıyorsun. O da seni bağrına basıyor. Elini boynuna doluyorsun. Ellerin
gerdanlıklarına değiyor. Birbirinizi candan kucaklıyorsunuz. Seni bağrına
bastığında, cisminin nazlılık ve nazeninliğinden aadete gark oluyorsun. Onun
hüsn ü cemalinden ve kucaklama lezzetinden duyduğun hazzı bir düşün!
Sonra onun güzel ve hoş kokusunu koklarsın. Gönlün ondan
başka her şeyden geçer. Öyle ki ona dokunmadan ve hoş kokusunu almadan ötürü
ruhuna ulaşan sevince gark olur ve sürurla dolar. Sen bu haldeyken birden bire
diğerleri de yanına üşüşürler, seni kucaklar ve buseler kondururlar. Yüzün
onların buseler konduran gonca misal ağızlarıyla dolar. Yüz güzellikleri seni
kaplar. Saçlarıyla vücudunu örterler. Hoş kokulan burnunu doldurur. Onlar
böyle, seni öpüp koklarlarken ve nazlı bedenleriyle kucaklarlarken bir düşün!
Sana olan derin sevgileri ve uzun özlemleri nedeniyle
sana sarıldıklarında büyük bir mutluluk hissederler. Seni bırakmak istemezler
ve senin hoş ve nefis kokunla saadete gark olurlar.
Sürür ve saadet gönlünde iyice yer edip neşenin
lezzeti bütün bedenine yayılınca, Allah Teâlâ’nın (dünyada) sana olan vaadini
hatırlarsın.. Bunun üzerine Sana verdiği sözü gerçekleştiren ve vaadini yerine
getiren Allah Teâlâ’ya yüksek sesle hamd edersin.
Sonra, iyi işlerde çaba ve gayretinle onları Allah
Teâlâ’dan istediğini hatırlarsın. İşte sen onları öpüp koklarken dünyada
işlediğin o salih amellerinin mükâfatıyla yüzyüzesin. “Çalışanlar böylesi bir başarı için çalışsın!” (Saffat
Sûresi: 61) Sonra onlar sana, sen de onlara övgüler yağdırırsınız. Sonra hepsi,
güzel huylarıyla hayatını şenlendireceklerini yüksek sesle şöyle dile
getirirler: “Biz hoşnut olanlarız, hiç bir zaman
kızmayız. Biz karar kılmışlarız, hiç bir zaman göçmeyiz. Biz ebedî
yaşayanlarız, hiç bir zaman ölmeyiz. Biz nimetler içinde nazla büyüyenleriz,
hiçbir zaman sıkıntı çekmeyiz. Müjdeler sana, sen bizimsin biz de seniniz!”
Sonra onlarla birlikte yürümeye devam edersin. Sen
hurilerden, vildan ve hizmetçilerden meydana gelen kafilenin arasında yürürken
ne güzel bir manzara arz edersin!
Nihâyet bazı otağlarının yanına varırsın. Yakut ve
zümrütle süslenmiş içi boş bir tek inciden meydana gelen bir çadır görürsün.
İçine bir göz atarsın. Yataklarını, halılarım, yastıklarını, odalarının güzel
yapılışını görürsün. Binaları, inci ve yakuttan büyük taşlar üzerinde katlar
halinde örülmüştür. Sonra astarları ipek ve atlastan olan döşekler serili ve
bütün yüksekliğiyle tahtını bulursun. Çarşaflarının yüzünden yoğun bir nur
yükselmekte, kenarlarındaki ipek ve dibactan yeşil tüylerin güzelliği göz
kamaştırmaktadır. Burası özel meclis fasıllarının yapıldığı yerlerdir. Bunlara
baktıkça gözlerin şaşar. Sonra tahtından, zevcelerin için kurulmuş özel mahfili
seyredersin. Orada bir zevcen karyolasından yukarıdaki tahtına bakıp
durmaktadır.
Küçük Birer Cennet: Huriler
Kapıların, perdelerin, kubbe ve salonunun güzelliğini
bir düşün!
Güzel yataklarıyla, tahtlarıyla, sütunlarıyla,
yüksekliğiyle, halılarıyla ve kurulu otağlarıyla hepsini bir tasavvur et!
Yatağına yaklaştığında, tahtınla birlikte durursun.
Zevcen önce oraya çıkar. Sen de peşinden çıkarsın. Oraya çıkınca karşı karşıya
oturursunuz. Bu şekildeki manzaranız ne güzeldir!
O, yüzünün hüsn ü cemali ve cisminin nazlılığıyla
kıymetli elbiseleri ve ziynetleri içerisinde, kolunda bilezikleri, parmağındaki
yüzükleri, ayağındaki halhalları, belindeki kemerleri, inci ve cevherle süslü
atkıları, boynundaki gerdanlıkları, bütün bunların üzerinde başındaki inci ve
yakutla süslenmiş tacı, tacının altından ve omuzları üzerinden eteklerine ve
ayaklarına kadar serpilmiş saçı bulunmaktadır.
Sen onun ayna gibi olan boynunda kendi yüzünü, o da
senin boynunda kendi yüzünü görebilmektedir. Cennet çocukları çadırının
etrafında senin ve zevcenin hizmetini beklemektedirler.. Otağının kenarlarından
ağaç dalları meyveleriyle sarkmakta, sarayının etrafında ırmaklar muntazam bir
biçimde akmakta, o ırmaklardan kollar otağının üzerine uzanarak, şarab, bal,
süt ve selsebilini sana sunmaktadır. Senin ve zevcenin güzelliği doruğa ulaşmış
bulunmaktadır. Sen de ipek ve sündüsten elbiseler giymiş, vücudunun her
mafsalına altın ve inciden bilezikler takmışsın. İnci ve yakuttan mamul tacın,
başının üzerinde durmaktadır. İnciden olan tacın çehreni nur ile
parlatmaktadır. Husûsî Cennetin ve bütün sarayların senin vücudunun
parlaklığından ve yüzünün nurundan pırıl pırıl aydınlanmaktadır.
Cennet
Irmakları
Sarayların şeffaf olup içeriden dışarıyı gösterdiği
için bütün zevcelerini ve hizmetçilerini, saraylarının bütün binalarını
görebilmektesin. Ağaçlarının meyveleri üzerine kadar sarkmakta, şarap ve süt
ırmakların altında, su ve bal ırmakların, ise üzerinden akmaktadır. Sen
zevcelerinle birlikte koltuklarına oturmaktasınız. Kapılarının kanatlarını
açmış, üzerine ise otağının perdesini çekmişsin. Hizmetçiler ve Cennet
çocukları çadırının etrafını sarmışlar. Sen onların Rabbine olan teşbih seslerini
işitmektesin. İçinden geçen her şeyden anında haberdar olur ve canının çektiği
ve arzu ettiğin her türlü nimet ve ikramı getirip sana sunmaktadırlar.
Sen ve zevcen, en mükemmel şartlarda ve eksiksiz
nimetler içerisindesiniz. Onun hüsn ü cemal ve mükemmelliğine baktığında
hayretten hayrete düşüp gözlerine inanamazsın. Güzelliğinden dolayı kalbin
coşar. Sevimliliğinden dolayı gönlün kendisine ısındıkça ısınır. Sen koltuğunun
üzerinde otururken o senin nedimin olup, birlikte Cennet içeceklerinden
içersiniz. İnciden kadehler ve gümüş gibi beyaz cam sürahilerle birbirinize
Cennet şarabı, selsebil ve tesnîm ikram etmektesiniz. Onun elindeki yakut ve
inciden kadehi bir göz önüne getir!
İnci gibi parlayan güzel dişleriyle gülümseyerek sana
kadehi uzatıyor. Parmaklarının nuru, yüz ve gerdanının nuru, Cennetin nuru ve
karşıda duran senin yüzünün nuru birbirine karışarak kadehe yansıyor.
Parmakları arasındaki kadehte, kadehin parlaklığı, şarabın parlaklığı, yüz ve
gerdanının parlaklığı, dişlerinin parlaklığı toplanıyor. Senin gibi Cennette
yaratılışı mükemmel ve henüz tüyleri çıkmamış bir delikanlı haline gelen,
parlak yüzlü, bembeyaz cisimli, şık elbiseli; içine yakutun kırmızılığı,
incinin beyazlığı karışmış som altından yapılmış sarı ziynetli bir gencin
(kendinin) saçlarını ne zannedersin!
Zevce olarak sana ihsan edilen o gül yüzlü de ne
güzeldir!
Çocuk gibi masum, cana yakın, hoş sözlü ve mükemmel
yaradılışlıdır. Yüzünün güzelliği ne harikadır!
Göğüsleri ne beyaz, bedeni ne zariftir. Nazla beslenip
büyütülmesi kendisine ne mükümmel bir latafet ve nezâket kazandırmıştır. Ceylan
gözleriyle nazlı nazlı sana bakmakta, tatlı ve açık sözleriyle seninle
konuşmakta, aşk, sevgi ve coşkuyla seninle oynaşmaktadır. Elinde, sadeliği ve
cisminin inceliğiyle şeffaf ve eşsiz yakuttan veya gölge siz saydam inciden bir
kadeh bulunmaktadır. Elinin güzelliği ve yüzüklerinin nuruyla kadehin
güzelliğine daha bir güzellik katmıştır. Kendisinin beyazlığı, içeceğin
beyazlığı, tutanın elinin beyazlık ve güzelliğiyle kadehin güzelliğini bir tasavvur
et!
İnci, yakut veya gümüşten olan kadehin onun mükemmel
parmakları arasındaki manzarasını bir göz önüne getir, İnci gibi güzel
dişleriyle gülerek kadehi sana uzatıyor. Parmaklarının nuru, yüz ve gerdanının
nuruyla birlikte kadehe yansıyor.
Nur Üstüne Nur
Sen karşısında oturuyor ve sen de gülüyorsun. Elindeki
kadehin üzerinde, senin nurun, kadehin nuru, içeceğin nuru, onun yüzünün,
gerdanının, gülüşünün nuru ve Cennetin nuru bir araya geliyor. Kadehi bütün bu
nur ve ışıklarla bir tasavvur et!
Ellerinde pırıl pırıl parlıyor. Ellerindeki bütün
yüzük ve bilezikleriyle kadehi sana uzatıyor. O ne tatlı uzatma ve ne gözalıcı
el!
Sonra o güven, lezzet ve sevinç ülkesinde peş peşe
şarap kadehlerini sunuyor’. Sen de elinden alıyor, dudaklarının üzerine koyuyor
ve yudum yudum içine çekiyorsun. Neşesi ta kalbine kadar sirâyet ediyor.
Lezzeti organlarına yayılıyor. Ondan daha önce hiç tatmadığın bir haz ve lezzet
alıyorsun. Cennet çocukları etrafında hizmet için ayakta durmaktadır. Bunu
düşün!
Elinden kadehi alıp içersin, arkasından ellerinle ona
geri verirsin, o da gülerek ve güzel elleriyle senden alır. Bu ne tatlı
gülüştür!
Böylece kadeh ellerinizde dolaşıp durur. İçeceğin nuru
yanaklarına yansır. İkiniz de yüksek sesle Mevlânız ve Efendinize hamd ve
teşbih edersiniz. Çocuklar ve hizmetçiler de size cevaben teşbih ve tehlil
(lâilâheillallâh) seslerini yükseltirler. O saray ve otağlarda, nağmelerle
yükselen o ses ne güzeldir!
Siz böyle lezzet ve sevinç içerisindeyken, yüz yıllar
geçmiş ve siz kalblerinizin nimetlerle meşgul olmasından farkında bile
olmamışsınız.
Ziyaretçi Melekler
Birden grup grup melekler ziyaretine gelirler.
Rabbinden kıymetli ve latif hediyeler getirirler. Rabbinin bu elçileri sarayını
bekleyen nöbetçiler ve hizmetine amade uşakların yanına vardıklarında onlardan,
yanına varmak ve Mevlândan sana getirdiklerini takdim etmek için izin isterler.
O zaman nöbetçi ve perdedarların Rabbinin meleklerine şöyle derler: “Allah Teâlâ’nın dostu, eşleriyle birlikte meşgul ve
istirahattadır. Biz ona olan saygı ve tazimimizden rahatsız etmek istemiyoruz.
” İşte büyük ve yüce olan Rabbin bu gerçeğe şu âyetiyle işâret
buyuruyor: “…Cennetlikler, gerçekten nimetler
içerisinde sefa sürerler.” (Yâsin: 55) Müfessirler bu âyeti işâret
ettiğimiz şekilde açıklarlar. Bu ne büyük nimet, ne muazzam saltanat ki,
Rabbinin elçileri bile yanına varmak için izin isterler!
Cennetinde dostlarının şanını yücelten Rabbin bu
saltanata şöyle işâret buyuruyor: “Ne yana
bakarsan bak yığınla nimet ve ulu bir saltanat görürsün” (İnsan: 20) Bu âyetin tefsirinde şöyle denilmiştir: Bu
saltanat meleklerin kendilerinden izin istemelerine işârettir. Kapıda Allah
Teâlâ’nın gönderdiği elçi şöyle seslenir: “Ey
Allah Teâlâ’nın dostu, iznin alınmadan, yanına girilemez. Ey Allah Teâlâ’nın
dostu, sen Allah Teâlâ’nın rızasına ermişsin, saltanat, arzu ve hayallerinin
zirvesine ulaşmışsın.”
Perdedarlarının, yanına varmaları için senden izin
istemeyeceklerini söylediği zaman melekleri ve şu sözlerini bir tehayyül et: “Biz ona Allah Teâlâ tarafından gönderilen elçileriz.
Rabbinden birçok hediye ve armağanlarla geldik.” O zaman
perdedarların hemen davranırlar ve yanına varmaları için senden izin isterler.
Perdedarlarının o andaki durumlarını bir düşün!
Kapıyı çalmak üzere ellerini kırmızı altın tahtalar
üzerinde inci ile süslenmiş yakuttan halkaya uzatır ve sarayının kapılarını
çalarlar. Yakuttan halkalar inci ve zümrütten olan sarayının kapısına değince,
duyabildiğin en güzel sesten daha güzel bir ses çıkarırlar. Bu sesi duyanların
kulakları haz, gönülleri neşeyle dolar. Ağaçlar kapının bu sesini duyunca
meyveleri bir biri üzerine eğilir. Bundan da hoş ve nefis kokulu bir meltem
yayılır. Sen yüzünün cemali ve nurunun parlaklığıyla otağından dışarı çıkarsın.
Perdedarlar sana doğru koşarak gelirler. Hürmetlerinden ve nurunun gözlerim
kamaştırmasından dolayı gözlerini kaldırıp sana bakamazlar. Şöyle derler: “Ey Allah Teâlâ’nın dostu, Allah Teâlâ’nın sana
gönderdiği elçiler kapıda bekliyorlar. Yanlarında Rabbinden getirdikleri
kıymetli hediyeler vardır.” Sen onlara şöyle cevap verirsin: “Mevlâ’mın
elçilerine izin verin!”
Sen izin verir vermez, kapıcılar kendilerine sarayın
kapısını açarlar. Sen koltuklarına yaslanıyorsun. Senin oturma salonuna
girerler.
Cennet çocukları önünde el pençe divan durulmuşlardır.
Melekler, güzel suretleriyle ellerindeki hediyeler parıldayıp nurlar saçarak
sana doğru gelirler. Değişik kapılardan bulunduğun yere girerler ki, Rabbinin
sana verdiği, “her kapıdan bir selâm” sözü gerçekleşsin. Her kapıdan güzel nağmeleriyle “es-Selâmü Aleyküm!”
diyerek sana Selâm verirler. Sonra da şunu eklerler: “Ey Allah Teâlâ’nın dostu! Rabbin sana Selâm söylüyor.
Sana bu hediye ve armağanları gönderdi.”
Beklenmeyen Yeni Mutluluklar
Rabbinin sana olan armağan ve lütufları karşısında
kalbinin sevincini bir düşün!
Melekler yanından ayrılınca, Allah Teâlâ’nın sana bir
nimeti olan zevcene bakarsın. Gözlerin şaşakalmış, sevincin kat kat artmıştır.
Sen onunla birlikte son derece sevinç ve mutluluk içinde bulunurken, Allah
Teâlâ’nın senin için yarattığı bir başka zevcenden en güzel bir nağme ve en
tatlı bir ifadeyle şöyle bir çağrı gelir: “Ey
Allah Teâlâ’nın dostu, bizim senden nasibimiz yok mudur?
Bize de bakma
zamanın gelmedi mi?”
Kulakların onun güzel sözleriyle dolar
dolmaz, güzel nağmesine karşı içinde doğan aşk ve sevgiden dolayı neredeyse
kalbin yerinden uçar. Hemen cevap verirsin: “Allah Teâlâ hayrını versin, sen
kimsin?”
Hemen cevap verir: “Ben Allah
Teâlâ’nın kendileri hakkında şöyle buyurduklarındanım: ‘…Onlar için ne
mutluluklar saklandığını hiç kimse bilmez.’ (Secde Sûresi: 17)
Tahtından hızla inip otağının ortasına gelişini bir
göz önüne getir!
Sonra emrine verilen Cennet çocuklarının ve
hizmetçilerinle birlikte yürürsün. Onun da çocukları ve hizmetçileri seni
karşılıyorlar ve sana refakat edip inci ve yakuttan bir saraydaki kırmızı
yakuttan yapılmış bir otağa seni götürüyorlar. Sen sarayının kapısına
yaklaştığında uşak ve hizmetçilerin sana kapıları açıyorlar. Sen mutluluk ve
sevinç dolu olarak içeri giriyorsun. Sarayın kapısını, perdelerin güzelliğini,
uşak ve hizmetçilerin hüsün ve cemalini bir düşün!
Sonra eşinin seni çağırdığı sarayının kapısından içeri
giriyorsun. Girer girmez gözlerin yeşil zümrütten olan duvarlarının
güzelliğine, bahçelerinin gözalıcılığına, yapısının çekiciliğine, avlusunun
parlaklığına takılır. Zevcenin içinde bulunduğu otağa bakıyorsun, senin ve
eşinin yüzünün nurundan zaten nuranî olan otağ daha da aydınlanıp parlar. O
seni ipek, atlas ve erguvandan döşekler üzerinden seyreder. Hemen tahtından
iner. Sana olan şiddetli özlem onu hafifleştirmiş, aşk onu rahatsız etmiştir.
Merhaba diyerek saygı dolu ifadelerle seni karşılar. Sonra seni kucaklamak
üzere yaklaşır. -Nitekim Enes bin Malik (radiyallâhü anh) Hz. Peygamber
(sallallâhü aleyhi ve sellem)’den, hurilerin Allah Teâlâ’nın dostunu karşılayıp
onunla tokalaştığını söylediğini nakletmiştir. Olanca güzelliği ve eşsiz
yüzükleriyle ipek gibi yumuşak ellerinin avucunda bulunuşunu bir tasavvur et!
Sen yüzünün güzelliği, cisminin nazlılığından, saç
tellerinin parıldamasından duyduğun hayret ve hayranlıkla kendinden geçmiş
gibisin. Sonra elinden tutarak birlikte senin kurulu tahtına geliyorsunuz.
Birlikte tahta çıkıyorsunuz. Üzerinize muhteşem gerdek perdesi geriliyor. Eşini
kucaklıyorsun ve bu halde üzerinizden uzun zamanlar geçiyor. Sonra hizmetçi
Cennet çocukları, sürahi ve kadehlerle huzurunuza gelip elpençe divan durarak
saf halinde bekliyorlar. Sonra size sakîlik yaparak içecek ikram ediyorlar.
Siz bu şekilde sevinç ve neşe doluyken, birden başka
bir sarayından başka biri seslenir: “Ey Allah
Teâlâ’nın dostu!
Bizim senden
nasibimiz yok mu?
Bizi özleyeceğin
an gelmedi mi?”
Sen hemen sorusuna soruyla karşılık
verirsin: “Allah Teâlâ hayrını versin, sen kimsin?”
Sana şöyle cevap verir: “Ben aziz ve
celil olan Allah Teâlâ’nın kendisi hakkında şöyle buyurduğu kişiyim: “…katımızda
dahası da vardır.” (Kaf
Sûresi: 35) Bunun üzerine sen onun yanına varırsın. Böylece saraylarındaki,
ölmez çocuklar ve itaatkâr hizmetçiler arasındaki eşlerini tek tek ziyaret
ederek sonsuz bir nimet ve mükemmel bir sevinçle dolaşıp durursun. Her türlü
sıkıntı senden uzaklaştırılmış. Her çeşit eksiklik senden giderilmiş. Her türlü
kirden temizlenmişsin. Orada ayrılık nedir bilmezsin. Çünkü Yüce Allah Teâlâ
kalbine yönelerek üzüntülere şöyle buyurmuştur: “Buradan
yok olun ve sonsuza dek geri dönmeyin!”
Sevince emrederek şöyle buyurmuştur:
“Burada yerleş, sonsuza dek ayrılıp gitme!”
Hastalıklara şöyle buyurur: “Bedeninden
uzaklaşın, sonsuza dek de ona gelmeyin!”
Sağlığa şöyle buyurur: “Bedenine
yerleş, hiç bir zaman uzaklaşma!”
Öldürülen Ölüm
Senin gözlerin önünde (bir koç şekline getirdiği)
Ölümü boğazlar. Sen artık ölümden emin kalmışsın ve ondan hiçbir zaman
korkmazsın. Sana Rabbinin yakınlığı ve Cenneti ihsan edilmiş, senden razı
olduktan sonra bir daha ebediyen onun gazabından korkmazsın. Nimetler
içerisinde yüzersin, nikmet [şiddetli cezâ. ] ve azabının geleceğinden
korkmazsın. Çünkü sen kesin olarak biliyorsun ki, aziz ve celil olan Allah
Teâlâ seni seviyor, senden razıdır ve içinde yüzdüğün nimetlerden memnundur.
Allah Teâlâ’nın saadet yurdu ne muazzamdır!
Allah Teâlâ’nın yakınlık ve himayesi ne büyüktür!
Arş seni gölgelendirmekte. Melekler, ölümle yok
olmayan sonsuz bir hayatta, gidecek diye korkmadığın nimetler içerisinde
Rabbinden sana sürekli lütuf ve ihsanlar getirirler. Rabbının azabından
eminsin. Senden razı olduğuna kesin inancın var. Afvının serinliğini tâ
kalbinde hissediyorsun,
Tûbâ Gölgesinde Sohbet
Allah Teâlâ’nın diğer bütün dostlarıyla birlikte
zamanın musibetlerinden ve çağların nahoş hadiselerinden emin olarak ve Tûbâ
ağacının gölgesinde sohbetler yaparak sonsuza dek orada ikamet edeceğini
biliyorsun. Senin de içinde bulunduğun Allah Teâlâ dostları Tûbâ ağacının
gölgesinde sohbet ederken, Allah Teâlâ, meleklerinden birine emrederek, kendilerine
verdiği sözü yerine getirmek istediğini, gayet derecede ikram ve büyük bir
sevince gark etmeyi arzu ettiğini ilan etmesini söyler. Bunu da onları kedisine
yaklaştırmak, “hoş geldiniz!” dileklerini doğrudan doğruya kendilerine iletmek,
mübarek cemalini onlara göstermek, böylece en üstün bir makama çıkmalarını,
sevincin doruğuna ulaşmalarım ve saadetin zirvesine erişmelerini sağlamak
istediğini ferman eder.
Rabbinden Gelen Davet
O anda birden bire şöyle ilan eden meleğin sesini
işitirsin: “Ey Cennet halkı, Allah Teâlâ’nın
size verdiği bir söz var ki henüz yerine, gelmemiştir!”
Cennetlikler, kendilerine ihsan edilenleri çok büyük
gördüklerini belirterek cevap verirler. Cennete girdirildiklerini, azabından
emin kılındıklarını, dolayısıyla mazhar oldukları lütuf ve ihsandan daha ötesi
olmadığım söylerler. Sen de onlarla birlikte şöyle dersin:
“Yüzümüze rahmetle
bakmadı mı?
Bizi Cennete
koymadı mı?
Bizi Cehennemden
kurtarmadı mı?”
Bunun üzerine melek kendilerine şöyle seslenir: Allah
Teâlâ, sizden Kendisini ziyaret etmenizi istiyor. O’nu ziyaret edin.” Onlar bu
vaziyette iken, sevinç ve sürurlarından kalbleri, ruhları ile birlikte
bedenlerinden uçacak gibi olurken bir de bakarlar ki: Melekler yakuttan
yaratılmış, sonra da ruh üfürülmüş, dizginleri altından cins atlarla birlikte
kendilerine doğru geliyorlar. Atların yüzleri parlaklık ve güzellik bakımından
kandiller gibidir. Küçük ve büyük pislikten temizdirler. Kanatlıdırlar.
Eğerleri Cennetin kırmızı ipekleri ve bembeyaz tiftiğindendir. Sırtında kırmızı
ve beyaz olmak üzere iki hat vardır. Biçim olarak da dünyadaki en eşsiz cins
atlarını andırmakla birlikte insanlar onlar gibi güzelini görmemişlerdir.
Uçan Atlar
Hareket etmeye başlarken olanca kırmızılığı,
parlaklığı ve parıldayan nuruyla Cennetin yakutundan yaratılan o cins atları ve
ne kadar güzel olduklarını bir düşün!
O atları, Cennet altınından yaratılan dizginlerini ve
onları getiren meleklerin yüz güzelliğini bir göz önüne getir. Melekler
dizginlerinden tutmuş senin de içinde bulunduğun Allah Teâlâ dostlarına doğru
geliyorlar. Onlar koşarken son derece güzel yürüyüşlü ve rahvandırlar. Çünkü
cins atlar olup, insanların eğitmesine ihtiyaç kalmadan yaratılıştan eğitilmiş
olarak var edilmişlerdir. Son derece uysal olup hiç sıkıntı vermeden istenildiği
yöne sevkedilebilirler. Meleklerin bu atlarla birlikte Cennetliklere doğru
gelişini bir düşün!
Nîhâyet yanlarına geldiklerinde o atları çöktürürler.
O atların duruş ve oturuşlarının güzelliğini bir göz önüne getir. O anda,
onlardan birine binip Rabbini ziyaret edenler arasına katılacağını biliyorsun.
Melekler o atları çöktürüp, atlar salih insanların istirahat yeri olan Tûbâ
ağacı altında, zaferan bahçeleri içerisindeki misk tepecikleri üzerine ıhınca,
melekler Allah Teâlâ’nın dostlarına dönerek o tatlı nağmeleriyle şöyle derler.
“Ey’Rahman’ın
dostları, Rabbiniz olan Allah Teâlâ size Selâm söylüyor ve ziyaretine gitmenizi
istiyor. Dolayısıyla O’nu ziyaret ediniz ki, O size baksın, siz de O’na
bakasınız. O sizinle siz de onunla konuşasınız. O size cevap versin, siz de
O’na cevap veresiniz. Size olan fazl ve rahmetini artırsın. Hiç şüphesiz O,
geniş bir rahmet ve büyük bir lütuf sahibidir.”
Senin de aralarında bulunduğun diğer Allah Teâlâ
dostları bu sözleri duyunca, Rablerine olan sevgi ve özlemlerinden dolayı hemen
koşarak atlarına binerler, Rablerine yakın olmak ve hakiki sevgililerini görmek
için yüzlerinin güzelliği, nuru ve parlaklığıyla nasıl da hızla atılacaklarını
bir düşün!
Sen de onların arasındasın!
Sağ ayaklarını yakut, zümrüt ve inciden yapılı özengilerine
attıkları anı bir tasavvur et!
Ayaklarının güzellik ve yumuşaklığını bir gözönüne
getir. O ayaklar dünyadaki yapı ve
özelliklerinden tamamen farklı bir biçimde yeniden yaratılmışlardır. Allah
Teâlâ o ayakları Cennetinde her türlü afetten muhafaza etmiş ve yaratılışlarını
boyalı yapmıştır. Sonsuza dek misk tepecikleri ve zaferan bahçeleri arasında
dolaşırlar. Allah Teâlâ dostlarının yakut ve inciden özengilere uzattıkları o
ayakların nurun bir güzelliğini düşün!
En güzel Cennet atlarının en güzel özengilerindeki
ayakların parlaklığını bir göz önüne getir. Hiçbir zorluk ve meşakkatle
karşılaşmaktan ikinci ayaklarını da özengiye atarak, halis ipek ve erguvanla
kaplı inci ve yakuttan binekleri üzerinde doğrulurlar. Erguvanın kırmızılığı
arasında incinin beyazlığı ne büyük bir güzellik arzeder!
Sen ve onlar cins atlarınızın üzerine kurulunca,
atlarını şahlandırırlar. Atların şahlanmasıyla ayakları altından savrulan misk
tozlan onların elbiseleri ve üzerlerine serpilir. Sonra bütün atlar düzgün bir
tek saf halinde dizilirler. Hiçbir eğriliği bulunmayan dümdüz bir kafile
oluşur. Biri diğerinin önüne geçmez. Bu ne muazzam kafile ve ne muhteşem süvari
topluluğu!
Dümdüz bir saf halinde uzanan atlarının ve yüzlerinin
sergileyeceği manazarayı bir göz önüne getir. Yüzlerini bir nur halesi
kuşatmış, başlan üzerinde inci ve yakuttan taçlar bulunmaktadır.
Milyarlarca Nuranî Simâ
Bütün Cennetliklerin yüzlerinin bir araya gelişini ne
zannedersin?!
Milyarlarca nuranî simanın bir anda sergilediği
manzarayı ne sanırsın!
Başlarındaki inci ve yakuttan taçlan sayıp bitirmek
mümkün değil. Yüzlerinde parlak tebessümler ve çehrelerinde sevinçli gülücükler
parıldamaktadır. Cins atlarıyla, kafilesinin intizamlı yol alışıyla, Allah
Teâlâ dostlarının başlarındaki parlak taçlarının tek çizgi halinde dizilişiyle,
bu taçları giyenlerin parlaklığıyla bu süvari kafilesini bir düşünsen, sonra da
onlar gibi olma özleminden canını versen sana çok görülmez.
Eğer düşünürsen, sana onlara özenmek; yakıştığını
anlarsın. Çünkü Rabbinin o dostlarına dünyada verdiği sözü mutlaka yerine
getireceğini kesin olarak biliyorsun. Saf iyice düzene girip, başlar üzerindeki
taçlar tek çizgi halinde dizilince: “Rabbimize
gidelim!”
diyerek hızla koşmaya başlarlar.
Yakuttan tırnaklarıyla tek çizgi halinde ve aynı
tempoda biri diğerinin önüne geçmeksizin yol alırken o cins atları bir düşün!
Sırtlarındaki Allah Teâlâ dostlarının vücutları nazla
titreşiyor. Yürürken omuzları hep aynı hizada, koşarken atlarının ayakları ve
özengileri de düz bir çizgi halinde uzanıp gidiyor. Ayaklarıyla zaferan otları
dalgalanıyor. Cennet ağaçlarına yaklaştıklarında, ağaçlar kendilerine
meyvelerinden atar. Onlar seyir halindeyken atılan meyveler gelip ellerine
düşer. Ellerinde o meyveler ne güzel!
Ağaçlar yana kayar ve yollarından çekilirler. Çünkü
Mevlâları, o ağaçlara saflarını bölmemelerini, düzgünlüklerini bozmamalarını ve
Allah dostuyla arkadaşının arasına girmemelerini ilham etmiştir. Zira
Cennetlikler, dünyada Allah Teâlâ için birbirini sevdiklerinden Cennette de
arkadaştırlar. Bu dostların kılık kıyafetlerini, elbiselerini, renklerini ve
bineklerinin rengini de bir yapar.
Yol Veren Cennet Ağaçları
Düşün bir kere!
Rabbinin lütfuyla arkadaşınla yan yana bulunuyorsun.
Cennetin ağaçlarına yaklaşıyorsunuz. Ağaçlar meyvelerini silkiyorlar, kopan
meyveler sizin ve diğer Allah Teâlâ dostlarının ellerine düşüyor. Sonra
kökleriyle birlikte yollarından çekiliyor ve rahatça yollarına devam ediyorlar.
Gönülleri hep gerçek sevgililerinin cemalini seyretmeye takılıdır. Sevinçle
yürüyorlar. Birbirlerine dönüp bakıyorlar, konuşuyorlar, gülüşüyorlar,
şakalaşıyorlar, Cennete koyması konusunda verdiği sözünü yerine getirdiği için
Rablerine hamdediyorlar. Böylece yürümelerine devam ederken, bir de bakarlar ki
Rablerinin Arşına yaklaşmışlardır. En güzel nur ve perdelerini görüyorlar.
Bundan dolayı daha bir şevk, sevgi ve coşkuyla atlarını koşturuyorlar.
Düşün bir kere!
Cins atları, düzenlerini bozmadan, pırıl pırıl
parlayan yüzlerle uçuyorlar. Melekler onları çepe çevre sarmış, kendilerine
Rablerinin huzuruna doğru sürdükçe sürüyor. Nihayet Mevlâlarının Arşının dibine
kadar geliyorlar. O mekânın genişliğini, nurunu güzelliğini, parlaklık ve çekiciliğini bir düşün!
Misk tepeleri üzerinde sıra sıra yastıklar dizilmiş ve
halılar serilmiştir. Onlardan herbiri kendisine hazırlanan yeri tanır. Tahtlar,
Allah Teâlâ’nın seçkin ve sevgili kullan içindir. Kendileri için hazırlanmış
minberlere, koltuklara, minderlere ve halılara yaklaşıp, minber, koltuk veya
mindere doğru o güzel ayağını özengiden indirince, hallerini bir düşün!
Nihâyet yerlerine kurulurlar, İnci ve yakutla
yükseltilmiş koltuklara oturan o diz ve bedenlerin içinde bulunduğu nimet ve
konforu bir düşün!
O ne muazzam makam ve Allah Teâlâ dostlarının o
makamlara kuruluşu ne muhteşem kuruluştur!
Herkes yerlerini alıp, makamlarına rahatça oturarak
perdeler de nur ile parlayınca gözlerinin aldığı lezzeti varın siz kıyas edin.
Hepsi dikkat kesilip can kulağıyla gerçek sevgililerinin söze başlamasını
bekliyorlar. Mevlâları ve Sultanlarının, manevi derecelerine göre kendi
yakınında onlara lütfedeceğine söz verdiği gerçek makamlarındaki oturuşlarını
bir tasavvur et!
Allah Teâlâ ’ ya En Yakın Olanlar
Evet, onların orada Allah Teâlâ’ya olan yakınlıkları,
manevî mertebelerine göredir. Allah Teâlâ’yı en çok sevenler, O’na en yakın
oturanlardır. Çünkü, onlar dünyada en çok Allah Teâlâ’ya sevgi ve muhabbet
beslemişlerdir. Allah Teâlâ’nın Arşına en yakın oturanlar, insanlara karşı
O’nun hükümlerini uygulayanlar ve hüccetler ve delillerle dinini savunanlardır.
Peygamberler ve Sıddîkler de makamlarına göre Azîz ve Rahîm olan Allah Teâlâ’ya
yakın bulunurlar. Ziyaretine gidilen Zat ne büyük, ne yüce ve ne uludur!
Güzel izzet ve ikramları, yüzlerinin hüsn ü cemali ve
parlaklığı ve arşın saldığı nur ve perdelerinin parlaklığıyla onların o
meclislerini bir düşün!
Sağlam bir akılla, o meclislerini, koltuk ve
minberlerinin parlaklığını ve müşahede ettikleri Rablerinin cemalini bir
düşünsen de, buna duyacağın Özlem ve arzudan ruhun uçsa çok görülmez. Bu Allah
Teâlâ’yı tanıyan, Rabbine ve O’nun cemalini görmeye müştak olan her aklı
başındaki insanın en büyük arsuzu olduğuna göre bütün bunları sakin kafayla
söyle bir düşün !
Belki bu vesileyle nefsin, seni bundan mahrum bırakan
her şeyden ve seni Rabbine manen yaklaşmaktan alıkoyan her kötülükten elini
çeker.
Meclis Tamam Olunca
Meclisleri tamam olup, herkes rahatça yerlerini alınca
kendileri için sofralar serilir. Aziz ve celil olan Allah Teâlâ ziyaretçilerine
yemek ve meyvelerle ikramda bulunur. Allah Teâlâ’nın ziyaretçileri ve sevgili
kulları için sofralar kurulur. Rahmanın ziyaretçilerini ağırlamak için bizzat
melekler seferber olurlar, içinde temenni bile edemedikleri türlü türlü
yemekler ve çeşit çeşit meyvelerle dolu altın tepsileri önlerine koyarlar.
Rablerinin kendilerine olan ikramından dolayı büyük bir memnuniyet ve sevinçle
ellerini uzatırlar. Hiç şüphesiz her ziyaret edilen kişinin, ziyaretçisine
izzet ve ikram etmesi hakkıdır.
Artık, O Kerîm, Vahid, Cevad, Macid ve Azîm olan Allah
Teâlâ’nın ikramı nasıl olur!
Düşün bir kere!
Mevlâlarının kendilerine olan ikramıyla mesrur olarak
ve büyük bir sevinç içerisinde yemeklerini yiyorlar, nihâyet yemeklerini
yiyince Yüce Allah Teâlâ meleklere, “Onlara
içecek ikram edin!”
diye emreder. Artık hizmetçiler ve Cennet çocukları
değil de bizzat melekler içi şarap, bal, su ve süt dolu inciden sürahi ve
kadehlerle, yanlarına gelirler. Rahmanın melekleri elindeki o sürahi ve
kadehleri bir düşün!
Allah Teâlâ’nın dostları onlardan alıp içiyorlar.
İçeceğin güzelliği ziyaretçilerin yüzlerine yansır.
“Dostlarımı Giydirin!”
Melekler, Allah Teâlâ’nın emrettiği içecekleri
kendilerine ikram edince bu defa da Yüce Mevlâ şöyle buyurur: “Dostlarımı giydirin!”
O anda melekleri bir göz önüne getir!
Cennette benzerleri hiç giyilmemiş çok kıymetli
elbiseler getirirler. Huzurlarında durarak o elbiseleri Allah Teâlâ’nın rıza ve
ikramına layık bu bahtiyarlara giydirirler.
Onları bir düşün!
Elbiseleri başlarına koyduklarında ayaklarına
varıncaya kadar üzerlerine oturur. Güzelliğiyle yüzleri parlar. Sonra O Yüce ve
Ulu Allah Teâlâ, “Onlara güzel koku ikram edin!”
diye emreder. Bunun üzerine kendilerine türlü türlü
misk ve daha önce hiç duymadıkları diğer Cennet kokularım getirip serpmek üzere
bütün güzelliği, şiddetli parlaklığı ve gözalıcı nuruyla bir bulut kalkar.
Serpilen Hoş Kokular
Düşün bir kere!
Emre muhatap olan bulut, üzerlerine hoş kokular
yağdırıyor. Güzel rayihalar yağmur gibi üzerlerine yağıp yüz ve elbiseleri
nefis kokular içerisinde kalıyor. Onlar yiyip içtikten, melekler kıymetli
elbiseler giydirdikten ve bulut, üzerlerine güzel kokular serptikten sonra
gözleri hayret ve sevinçten bakakalır, gönülleri Allah Teâlâ’nın rahmet ve
keremine takılır durur.
Allah Teâlâ’nın Cemalini Seyretmek
Onlar bu durumda iken birden perdeler kaldırılır ve
Rableri kendilerine kemaliyle görünür. Bir ona, bir de güzelce hayal bile
edemediklerine -ki bunu güzelce hayal edebilmeleri asla mümkün değildir. Çünkü
O öyle bir Kadim’dir ki yaratıklarından hiçbiri Kendisine benzemez bakınca,
evet O’na bakınca sevgilileri olan Allah Teâlâ, kendilerine merhabalarla şöyle
seslenir:
“Merhaba kullarım!
Hoş geldiniz!”
Azamet ve güzelliğiyle Allah Teâlâ’nın kelâmını
duyunca ne dünyada ne de Cennette bulamadıkları bir saadet ve sürür kalblerini
kaplar. Çünkü hiçbir şeyin Kendisine benzemediği Zatın kelâmını duyuyorlar.
Onları bir düşün!
Hepsi başlarını eğmiş, O’nun sözlerini duymak için can
kulağıyla dinlemektedir. Biricik Sevgilileri ve göz aydınlıkları olan Zatın
sözlerini dinlemenin verdiği sevincin nuru yüzlerini kaplamıştır. Allah
Teâlâ’nın, bizzat sana hitaben söylediği sözlerini işitme sevincin şöyle
dursun, dostlarına “Merhaba!”
dediği anı tasavvur ettiğinde duyduğun sevinç ve O’na
beslediğin muhabbetten ruhun uçsa çok görülmez. Allah Teâlâ onları “Selâm!”
sözü ile Selâmlar. Onlar da selâmını: “Selâm sensin. Selâmet de Sendendir. Celâl ve ikram da
sadece sana mahsustur” diyerek alırlar.
“Merhaba Ey Dostlarım!”
Yüce Allah Teâlâ sözlerine şöyle devam eder: “Merhaba ey kullarım, ziyaretçilerim, yaratıklarımın en
hayırlıları, bana verdikleri sözü yerine getirenler, öğütlerimi tutanlar, Beni
görmedikleri halde hakkımı gözetenler ve her hal ve durumda Bana karşı ürperti
içinde bulunanlar!
Vücutlarınızda
sizlerden razı oluşumun alameti olarak zahmet ve meşakkati gördüm. Zamanınıza
hükmedenlerin size yaptıklarını müşahede ettim. İnsanların eza ve cefası, Benim
hakkımı yerine getirmekten sizi alıkoymadı. Dileyin benden ne dilerseniz!”
O anda onları bir görebilsen!
Bunları bizzat biricik sevgililerinden duyuyorlar.
Onlara, dünyada, verdikleri ahdi yerine getirdiklerini, hakkını gözettiklerini
ve sürekli olarak Kendisinden korktuklarını hatırlatır. Onlar da, O’nun
haklarını gözetmeleri konusundaki iyiliklerinin boşa gitmediğini ve takdir
edildiğini, korkularının mükâfatlandırıldığını ve merhabalarla karşılandıklarını
duyunca sevinçten uçar gibi olurlar. Nitekim dünyada da bu arzu ve ümitle O’na
kulluk etmişlerdi. O’na itaatte kusur etmedikleri ve O’ndan korkmada ihmal
göstermedikleri zaman neşe ve sevinçten kalbleri adeta uçuyordu. Şiddetli
korkularından ve Allah Teâlâ’nın hakkını gözetip onu koruma endişesinden
dolayı, dünyada itaatle boyun eğerek, içinde bulundukları halden memnun
oluyorlardı. Gönüllerini dolduran bir sevinçle, azamet ve celâline yemin
ederek, O’nun kendi üzerlerindeki hakkını tam olarak yerine getiremediklerini
belirterek cevap verirler. Bununla Allah Teâlâ’yı ta’zim ve ni’metlerinin
çokluğunu ifade etmek isterler. Çünkü Allah Teâlâ, onları Cennetiyle
mükâfatlandırmış, ziyareti ve yakınlığı ve sözlerini dinletmekle
şereflendirmiştir.
Sonsuz Minnettarlık
Onlar şöyle derler: “İzzet
ve celâline, azamet ve yüce makamına yemin ederiz ki, Senin yüceliğini hakkıyla
takdir edemedik. Hakkını tam olarak yerine getiremedik. Sana secde etmemize
izin ver.” Bunun üzerine Rableri onlara buyurur ki: “Ben sizden ibadet zahmetini kaldırdım. Vücutlarınızı
rahata kavuşturdum. Zaten siz dünyada uzun uzun ibadetle onu oldukça
yormuştunuz. Alınlarınızı benim için secdeye koymuştunuz. Şu anda ise siz benim
kerem ve rahmetime koşup gelmiş bulunuyorsunuz. Öyleyse dileyin benden
dileyeceğinizi!’
Bir aşka hadiste şu ifadeler de yer almaktadır “Rablerine bakınca, onun için hemen secdeye kapanırlar.
Bunun üzerine Allah Teâlâ Kendi yüce kelâmiyle şöyle seslenir: ‘Kaldırın
başlarınızı! Şimdi amel zamanı değildir. Şimdi sevinç ve cemalimi seyretme
zamanıdır.”
Öyleyse aklınla, onların Sultanlarını gördükleri ve
gerçek sevgilileri, gönüllerinin sırdaşı, gözlerinin sevinci, kalblerinin
hoşnutluğu ve ruhlarının huzuru olan Allah Teâlâ’nın kelâmını işittikleri zaman
yüzlerinin nurunu ve onlara gelen sevinç ve coşkuyu bir göz önüne getir.
Başlarım secdeden kaldırır ve hiçbir şey Kendisine benzemeyen Zatı gözleriyle
seyrederler. Bu sayede şeref, ikram ve değerin doruğuna, memnuniyet ve
yüksekliğin nihâyetine ererler. Hayallerin bile konamadığı, zihinlerin
kuşatamadığı, düşüncenin yetişemediği ve anlayışların ihata edemediği aziz ve
celil olan Allah Teâlâ’nın cemalini seyretmeyi sen ne sanıyorsun?!
O, akılların idrakinden şaşırıp hayretlere düştüğü
kadîm olan Ezelîdir. Hiç bir anne rahmi ona mekan olmamış, hiç bir babanın
sulbünden gelmemiş, hiçbir cisim suretinde görünüp de şekil değiştirmemiştir. O
bütün bunlardan münezzehtir. Diller O’nun sıfatlarına misaller getirmekten aciz
kalır. O zatiyle tek olup başka varlıklara benzemekten münezzehtir. Yaratıklara
eş olmaktan celâliyle yücedir.
O öyle bir yücedir ki, ona denk olacak hiçbir şey
yoktur. Ona ortak olacak hiçbir şeriki bulunmaz. Yaratmasını irade edip de
kendisine zor gelecek veya yaratmasından aciz kalacak hiçbir şey yoktur. Zorba
zalimler O’nun azametine teslim olup boyun eğmişlerdir. Evvelkiler ve
sonrakiler O’nun hükmüne musahhar olmuşlardır. Olmuşuyla, olacağıyla ve
olacaksa nasıl olacağıyla her şeye ilmi nüfuz etmiştir. İlmiyle bütün
varlıkları kuşatmıştır. Hepsinin seslerini çok iyi duyar. Zatlarını ihata eder,
iradesi hepsine geçer. Meşieti hepsine boyun eğdirir. Her şey O’nun tarafından
çekip çevrilmektedir. Bütün mevcudatı yoktan icad eder. Hiçbir şey, O’nun
istediği vakitten önce var olamaz. Hiç bir şey O’nun iradesine karşı gelemez.
Öyleyse daha önce adı bile anılacak bir nesne değilken, Vahid ve Kahhar olan
Allah Teâlâ tarafından var edilen şeyler nasıl O’nun emri karşısında
diretebilir?
Saraylara Dönüş
Allah Teâlâ sevgili kullarını Kendisini görmekle
sevindirip onlara yakınlığıyla ikram edip şereflendirerek, doğrudan doğrula
Kendisiyle konuşmak ve yüce sözlerini dinlemekle nimetlendirince, hazırladığı
ikram, nimet ve lezzetlerine dönüp gitmeleri için onlara izin verir. Onlar da
dönüp inci ve yakuttan bir takım atların yanına gelirler ki eyerlerinin
üzerinde Cennetlerin bahçelerinde kanat çırpıp uçan ve özel hazırlanmış
tahtları vardır. İzzet ve celâl sahibi Allah Teâlâ’yı gören ve onun mübarek
kelâmını işiten yüzleri ne zannedersin?
Onların güzellikleri ve cemali nasıl da kat kat artar
ve bu bakış onların parlaklık ve nurunu nasıl da artırır?!
Yürümeye devam ederler. Nihayet saraylarını görürler.
Hizmetçileri, uşakları ve çocuk hizmetkârları onları farkedince, herbiri
sarayının kapısında onu karşılamak için koşar. Sarayının kapısına geldiğinde,
hepsi onun etrafını sararlar ve ona saray ve otağına kadar refakat ederler.
Saray ve otağının kapısına yaklaştığında perdedar büyük bir tazim ve saygıyla
kalkıp sarayının kapısını açar. Zevceleri onu karşılamak üzere koşuşurlar. Zevcesi
yüzünün hüsn-ü cemaline bakıp da, güzellik, parlaklık ve nurunun kat kat
arttığını görünce, ona olan aşk ve muhabbeti daha da artar. Sarayları,
otağları, kubbeleri ve zevceleri, yüzünün nur ve cemaliyle parlar. Zevcelerinin
hüsün, cemal, nezaket ve haşmetleri ziyadeleşir. Sonra atlarından inerler ve
saraylarının salonlarına doğru ilerlerler. Yataklarına kurulup konforlarına
geri dönerler.
Derken dostlarının hoş ve tatlı meclislerini özlerler.
Hemen cins at ve kısraklarına binip birbirlerini ziyarete giderler. Cennet
nehirlerinin kıyısında buluşurlar. Orada misk ve kâfur tepeleri üzerinde
kendileri için Cennet minderleri ve halıları döşenmiştir. Dostlar sevinçle
karşı karşıya oturur, Cennet içeceklerinden içerler. Cennet çocukları Cennetin
şarap, tatlı içimli meşrubat ve selsebil nehirlerinden sürahi, bardak ve
kadehlerle alarak kendilerine servis yaparlar. Cennet çocukları Allah Teâlâ
dostlarına ikram etmek için kadehleri alıp nehirlere daldırınca, onlar ancak
Allah Teâlâ’nın şu seslenişini duyarlar:
“Ey dostlarım!
Dünyada çok kez sizi susuzluktan dudakları çatlamış ve boğazları kurumuş olarak
gördüm. Şimdi karşılıklı olarak isteğiniz kadar için ve nimetlerinizin arasına
dönün. “Geçmiş günlerde işlediklerinize karşılık afiyetle yiyin, için!” (Hakka Sûresi: 24) İnsanlar,
yaptıkları iyi işleri takdir ederek anlatan Mevlâlarının sözünü işittikleri
anda ve ehl-i dünyanın içki meclislerine karşılık, onların da kendi aralarında
Cennette bu tür meclisler düzenleyip karşılıklı Cennet içeceklerinden içmeye
çağrıldıklarında gönüllerinin sevincini mümkün değil anlatamazlar. Mevlâlarının
sözlerini işitmenin süruruyla parlamış iken onların yüzünü bir görsen!
Gerçekten o ne büyük meclistir!
O ne muazzam topluluktur!
Öyleyse Rabbine müştak olmaya
O’nun tarafından sevilmeye bak!
Muvaffakiyet ise Allah Teâlâ’nın
sayesindedir ve dönüş ancak O’nadır. Cennet ise mü’minlerin girip karar
kılacağı yerdir. Cennet, müttakilerin mükâfatı ve gönlü kırıkların sevincidir.
Kuvvet ve kudret ancak Yüce ve Ulu olan Allah Teâlâ’nın yardımı iledir.
Kaynak:
Haris El-Muhasibî, Ahiret Perdesini Aralarken, (Kitâbu’t-Tevehhum),Tercüme:
Abdulaziz HATİP, İstanbul 1995
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar