İsmaililik…Batıni Bir Ekol
İsmaili İnançlarının Türk Ve Batı Dünyası Üzerindeki Etkileri
Yazan: Cihangir Gener…14.04.2002
İsmaililik nedir? İsmaililer,
kimlerdir? İslamiyet’in ortodoks inanırları tarafından yüzyıllardır sapkın
olmakla suçlanan İsmaili mezhebi, hangi görüşleri savunmaktadır? Nasıl ortaya
çıkmış, hangi süreçte gelişmiştir?
“Haşhaş İçenler” olarak
tanıtılan İslamiyet’e ve kurulu düzene
baş kaldırdığı öne sürülen İsmaililer hakkındaki suçlamalar, hangi ölçütlerde
doğrudur? İsmaili Fedailer örgütü, gerçekten eli kanlı katiller, teröristler
örgütü müdür?
Bu çalışmamızda, tüm bu sorulara
cevap arayacağız ve bunu yaparken, resmi tarih kaynaklarından daha çok,
alternatif tarihe ve gizli kalması için çaba harcanan tarihi verilere
dayanacağız.
İsmaililik, İslami muhalefet
hareketi olan Ali yandaşlığının bir türevidir. Muhammed’in ölümünün akabinde,
yeni dinin Batınilik yanlısı grubu olan Hanifler, halifeliğe damadı Ali’nin
seçilmesini istemiş ancak Sünni çoğunluğun kabulü ile, Ebubekir halife seçilmiştir.
Ali yandaşları, Ömer ve Osman’ın halifeliğini de kabul etmemiş, Ali’nin kısa
süreli ve iç çatışmalarla geçen halifelik döneminden sonra oğullarının
katledilmeleri ile, İslamiyet günümüze kadar süren bölünme ve çatışmalara
sürüklenmiştir. İsmaililik de, Ali’nin katliamdan kurtulan torunu
Zeynelabidin’in soyundan gelen Cafer Sadık’ın oğlu İsmail’in imamlığını kabul
eden Batınilerin örgütü olmuştur. İsmaililik ve diğer Batıni ekoller, Ali
yandaşlığı vasıtasıyla Müslümanlığı kabul etmiştir. Ancak bu ekollerin genel
tutumu, Müslümanlığın ortodoks Sünni sistemini kabul etmeyen farklı inanç ve
ideolojilerin Müslümanlık bünyesi içerisinde, kendi inançlarını sürdürme
çabalarının ifadesidir. Nitekim, İsmaili öğretisinin felsefi ve örgütsel
boyutu, kadim Babil ekolüne ve Pisagoryen öğretilere dayalı Saabi inançlarının,
Maniciliğin, Neo Platonculuğun, Hermetizmin, kısaca o güne kadar var olan
Batıni ekollerin bir devamı olduğunu açıkça göstermektedir.
İslamiyet’in, kendi bünyesinde
var olan, Hanif dinin Batıni felsefesi ve kimi uygulamalarının dışında, Sünni
yönetimin Batıni ekollerle ilk
karşılaşması, Mısır'ın Müslüman güçlerce fethi sırasında meydana geldi.
İslamiyet'in Arap yarımadasından çıkıp tüm Ortadoğu'ya yayılmaya başladığı
sırada Mısır'da halkın bir bölümü Hıristiyan, bir miktarı Yahudi ama büyük
çoğunluk eski çok tanrılı din taraftarıydı. Mısır’ın Batıni inanç sisteminin
merkezi olan Osiris mabedi yıkılmış ve rahiplerin büyük bölümü Kudüs'e
geçmişlerdi. Ancak Batıni doktrin, varlığını kuşaktan kuşağa sürdürüyordu.
Doktrinin başlıca kaynağı, İskenderiye'deki Yeni Eflatuncu İskenderiye Okulu
idi.
Uzun zamandır güçlü bir devlet
yapısından uzak olan Mısır, muazzam İslam orduları karşısında fazlaca
direnmeden teslim oldu. Onların, Hıristiyanlar ya da Yahudiler gibi kendi
inanış biçimlerini koruma lüksleri yoktu. Çünkü Müslümanların gözünde Tanrı
yoluna döndürülmesi gereken putperest kafirlerdi...Müslüman oldular.
Halife Ömer döneminde fethedilen
Mısır'da, yeni yönetimin ilk işi, daha önceki çağlarda olduğu gibi İskenderiye
okulunu dağıtmak ve bu okulda asırlar boyunca toplanmış olan ve hemen her
fetihten sonra yakılan muhteşem İskenderiye kitaplığını, Romalılardan sonra bir
kez daha yakmak oldu.Okulun üyesi filozofların yapabilecekleri tek şey vardı.
Müslüman olmak ve öğretilerini İslam’i bir çerçeveye oturtmak. Bunun için
filozoflar, İslamiyet’in içindeki Batıni muhalefetten yararlandılar. Hilafet
iddiaları nedeniyle Ömer'in karşısında olan, Peygamberin damadı Ali'nin yanını
tuttular. Bu filozoflar, Ali yandaşları olarak, İslamiyet’e bambaşka bir boyut
getirdiler. Alevilik-Fatımilik olarak adlandırılan bu mezhebin bünyesinde,
Sünnilerin önerdiği İslam dini anlayışı değişti. Yaratana tapınma olgusu
yerini, Tanrı- evren-insan üçlemesinden oluşan varlık birliğine bıraktı. Sünni
ortodoks Müslümanlar bu durumu derhal sapkınlık olarak nitelendirdi. Ama
yapabilecekleri bir şey yoktu. Karşılarındakiler, Peygamberin damadının
yandaşıydılar ve hepsi de Müslüman’dılar.
Bu inanış biçimi, Arapların
Müslümanlaştırdığı halklar arasında öyle yayıldı ki, Şiilik-Alevilik adı
altında, birbirine hiç benzemeyen Zerdüşti İranlılar, Mısır'lı Fatımiler,
Şamanist Türkler, aynı çatı altına toplandılar. Hepsinin de Ali yanlısı
görünmesine karşın Şiiliğin, Alevilikle, Batınilikle ve Dürzilikle
benzeşmemesinin altında yatan gerçek budur. Zerdüşt yanlıları, kendi dinlerinin
birçok normunu koruyarak Şii, Şamanist Türkler Alevi ve Mısır'lılar ile, Ali'yi
savunan diğer bazı Arap kavimlerinin bugünlerdeki ardılları da, Dürzi ya da
diğer bazı Batıni mezheplerin üyeleri olmuşlardır.
İslamiyet’i kabul eden
İskenderiye okulu mensupları, derhal Yunanlı filozofların ve özellikle de
Pisagor ve Eflatun'un eserlerini yaymaya başladılar. Kuran'daki bazı
deyişlerden ilham alan filozoflar, "Tanrının sıfatlarından birisi de
Alim'dir. Bu yüzden Tanrıya en yakın kişiler bilginlerdir" diyerek,
kendilerine bir koruma kalkanı kurdular ve öğretilerini bu hüviyetleri
çerçevesinde, daha da rahat yayma fırsatı buldular.
Yeni Eflatuncu filozofların
etkileri kuşaktan kuşağa yayılarak sürdü. Filozoflar bu akıma Tasavvuf,
kendilerine de Sufı adını verdiler. Onların görüşlerinden etkilenen birçok kişi
ve mezhep oldu. Öyle ki, zaman
içerisinde Sünni görüşlü mutasavvıflar dahi ortaya çıktı. Bazı kaynaklar Sufi
kelimesinin, bu filozofların giydiği kıyafetten doğduğunu öne sürmektedir.
Ancak bu, hem zamanın en güçlü bilginleri olan Batıni filozofları küçük
düşürmek, hem de Batıni öğretiyi küçümsemek için, uydurulmuştur. Sufilerin
isminin, Suf adı verilen giysiden geldiği iddiası tamamen geçersizdir. Bugüne
kadar hangi felsefi ekol, yandaşlarının giydiği elbisenin adını almıştır?
Aksine Sufi kelimesi, bu düşünce
akımının kaynağının Yunan felsefesi olduğunun, köklerinin Pisagor ve Eflatun'da
bulunduğunun delilidir. Yunanca'da Sofos kelimesi, Akıl-Hikmet veya Bilgelik
anlamına gelmektedir. Aynı kökten gelen sufi kelimesi de, İskenderiye okulu
yandaşlarınca, bu anlamları nedeniyle seçilmiştir. Bu arada, filozof ve felsefe
sözcükleri de aynı kökten türetilmiştir. Bu kelimeler, Yunanca’da sevgi ve
güzellik anlamına gelen "Pilos" ile “Sofos”un birleşiminden
doğmuştur. Diğer bir deyişle felsefe, akıl ve hikmetin önderliğindeki güzellik
ve sevgidir.
Ayrıca Yunanistan'da, çok akıllı
ve bilgili olduklarını göstermek için kendilerine "Sofistler" diyen
bir grubun aslında çok tutucu ve hatta bağnaz kişiler olması, bir başka
kelimenin, "Sofuluğun" doğmasına yol açmıştır. Sofu, hemen her dinde
aşırı bağnazlara verilen ad olmuştur.
Sufiler, Mısır'ın yanı sıra
Mezopotamya'da da son derece etkiliydiler. Basra'da çok güçlü bir sufi merkezi,
"İhvan-ı Sefa" oluşmuştu. Gizli dernekler haline getirdikleri
mekanlarda bir araya gelen sufıler Bağdat'ta da aynı merkezi kurdular.
Abbasiler döneminde Bağdat'ın İslam dünyasının başkenti haline gelmesi, sufiliğin
de tüm Müslüman dünyasında yaygınlaşmasına neden oldu. Sufi önde gelenlerinin
üyesi bulunduğu Karamiler mezhebi, İskenderiye, Kahire, Bağdat, Basra’nın yanı
sıra, Kudüs'te, Türkistan'ın birçok kentinde ve Gazze Sultanlığının hemen her
köşesinde tekke kurdu. İslamiyet’in Sünni taraftarlarına karşı Sufiler, son
derece akılcı ve gizli bir savaş sürdürürken, Sünnilerin karşısına açıkça çıkan
Şii'ler bir süre sonra yenilmekten kurtulamadılar. Buna karşın, Emevilerin
saltanatları sırasında uyguladıkları baskı ve zulüm, Batıni Müslümanların
ortodoks Sünnilere karşı nefretlerinin içten içe sürmesine neden olmuştu. Bu
nefret, İsmaili ve Fatimi ayaklanmaları ile doruk noktasına ulaştı.
Ali'nin iki oğlunun ve pek çok
yandaşının Kerbela'da öldürülmelerinden sonra, sağ kalan tek torunu
Zeynelabidin'in ve onun soyundan gelenlerin, Şii mezhebi inanırlarına İmam
olmalarını Sünni yöneticiler kabul ettiler. Ancak bunu, Şiileri kontrol altında
tutabilmek için yapıyorlardı ve İmamların hepsi, yönetimin elindeki birer kuklaydı. "İsmaililer", İmam
Cafer Sadık'ın oğlu İsmail'in imamlığını kabul eden Karamilere verilen ad oldu.
Öte yandan köklerini, Peygamberin ortodoks Sünnilerce öldürülen kızı, Ali'nin
karısı Fatma'ya kadar götürmeleri nedeniyle de Mısırlı Ali yandaşlarına,
"Fatımiler" adı verildi.
İsmaililerin hedefi, filozof Farabi'nin deyimi
ile, "gerçek akıl devletini, kardeşliğe ve eşitliğe dayanan bir
cumhuriyeti kurmaktı". İmam İsmail'in ölüm yılı M.S. 760 olduğuna göre,
İsmaili mezhebinin de bu tarihlerde kurulduğu sanılıyor. Ancak, 7 dereceli
inisiasyona dayanan İsmaili örgütlenmesine, İsmaili Şeyh El Cebel'i, Meymun
oğlu Abdullah döneminde başlandığı biliniyor.
İlk İsmaili devleti M.S. 874'de
Hamat Karmat tarafından, İran körfezinin güneyindeki Lasha'da kuruldu. Yaklaşık
150 yıl kadar varlığını sürdüren bu devlet tamamıyla laikti. Karmatiler adı
verilen ve bir meclis tarafından yönetilen bu devletin orduları M.S. 929'da
Mekke'yi işgal etti ve Kabe'deki kutsal kara taş "Haceri Esved"i
alarak Lasha'ya götürdü. Bu arada mezhebin Ortadoğu’ya yayılmış diğer kolları
da boş durmuyor, başta Bağdat olmak üzere tüm büyük İslam kentlerinde, gizli
İhvan-ı Sefa dernekleri halinde örgütleniyorlardı. Karmatlar bir süre sonra
Bağdat ve tüm Mezopotamya’yı kontrol eder hale geldiler. Bağdat'taki halife tam
anlamıyla bir kuklaya dönüşmüştü ve ipleri de Lasha'daydı. Mütezile akımının
Bağdat'ta ortaya çıkışı işte böyle bir ortamda gerçekleşti. Sünni İslami
otoritenin yokluğundan faydalanan sufiler, her türlü dini ve siyasi fikri tartışır
hale geldiler. 10. yüzyılda, Bağdat hilafeti, yönetimi laikleştirmek zorunda
kaldı. Halifeler, teokratik birçok ayrıcalıklarının yanı sıra, örneğin Cuma
namazında adlarına hutbe okutmaktan bile vazgeçtiler. Namaz kılma, oruç, haç
gibi ibadet zorunlulukları kaldırıldı. Bu arada, kadınların da erkekler ile
eşit olduğu kabul edildi.
Karmatlar, Bağdat hilafetinin
ricası üzerine, Haceri Esved'i Kabe'deki eski yerine koymayı kabul ettiler.
Bağdat'ta yönetim, "Umera" denilen, İhvan-ı Sefa derneklerine dayanan
sufilerin elindeydi. İslamiyet’in başkentindeki bu ortam İran'dan Türkistan'a
ve Endülüs'e kadar birçok yerde yankılarını buldu.
M.S. 909'da, İsmaili inançlı bir
başka devlet, Fatimiler, Mısır'da kuruldu. Karmetiler gibi Fatimiler de,
İsmaililiğin 6. derecesine sahip inisiyatik bir meclis tarafından
yönetiliyordu. Bu meclislerin başında 7. dereceye sahip İsmaili şeyhleri,
devlet başkanı konumunda yer alıyorlardı.
Fatımiler, piramitleri ve
mabetleri inşa eden Mısırlı eski sanatkar loncalarını ihya ettiler ve yeni bir
örgütlenme ile bu loncaları kalkındırdılar. "İzciler" anlamına gelen
"Fütüvve" adı altında, genç İsmaili sanatkarlardan kurulu muazzam bir
askeri güç oluşturuldu. Diğer tüm Batıni örgütlenmelerde olduğu gibi,
Fütüvve’de de, derecelere dayalı bir sistem esastı. Toplam 9 dereceden oluşan
Fütüvve teşkilatının ilk derecesi Nazil, ikincisi Tim Tarik, üçüncüsü Meyan
Beste derecesi idi. 4. derece Nakip Vekili, 5. derece Nakip ve 6. derece de Baş
Nakip dereceleriydi ki, bu derece müntesiplerinin en önemli görevleri askeri
örgütlenmeyi düzenlemek ve her türlü töreni yürütmekti. 7. derece saliklerine
kardeş anlamına gelen "Ahi" adı verilirdi.
Türkler arasında yaygınlaşan,
Fütüvvenin yan kuruluşu Ahilik, adını bu kaynaktan aldı. Fütüvve içinde
Ahi'lerin görevleri şeyh yardımcılığı mertebesindeydi. 8. derece, her biri
kendi teşkilatının başında olan şeyhlerin derecesiydi. 9. derece ise, tıpkı
İsmaili örgütlenmesinde olduğu gibi sadece bir tek kişiye, şeyhlerin şeyhine
verilirdi. Tüm Fütüvve teşkilatının lideri olan ve sadece devlet başkanı
konumundaki Şeyh el Cebel'e karşı sorumlu olan bu kişinin unvanı,
"Şeyhüssüyun" idi. Fütüvvenin, o sıralarda giderek güçlenen Sünni
inançlı Selçuklulara karşı koyabilecek bir kuvvet olması amaçlanmıştı. Bu
kuruluş daha sonra, Selahattin Eyyubi döneminde Sünni Müslümanlarca da
benimsendi ve aynı adlı örgütlenmeyi Sünniler de uyguladı. Yine bu örgüt,
Ahilik adını alarak, Türkler arasında yaygınlaştı.
İsmaililik'te de, diğer Batıni
inanç kurumları gibi ketumiyet esastı ve yemin işkence altında dahi bozulmazdı.
İsmaililik'te, İmamın Tanrının yeryüzündeki tezahürü olduğuna inanılırdı.
İmamlık soydan soya geçerdi ve İmamın söylediği her şey doğru, yaptığı her
hareket haklıydı. Tarikatın lideri olan Şeyh el Cebel (Doğanın şeyhi) İmam
soyundan gelmekteydi.
İsmaililik inancına göre gökler
ve yerler yedi kattır. Bu nedenle tarikatta mükemmelliğe 7. ve sonuncu derece
ile ulaşılır. Bu derecenin sadece Şeyh el Cebel'e verilmesi, onun
mükemmelliğine ve Tanrı ile bir olduğu inancına dayanmaktadır. Diğer İsmaililer
en çok 6. dereceye kadar ulaşabilirler. Yani, ancak mükemmelliğe
yaklaşabilirler fakat hayattayken onu elde edemezlerdi.
İsmaililer, Tanrının salt ışık
olan yüce bir varlık olduğuna, ondan çıkmış olan tüm ruhların yine ona
döneceğine inanırlardı. Onlara göre, 6. dereceye malik olabilmiş kişilerin
ruhları, ölümden sonra Tanrıya dönme mutluluğuna erişirken, daha düşük dereceli
kardeşlerin ve sıradan insanların ruhları, gövdeden gövdeye geçerek, dünyada
acı çekmeye devam ederlerdi. İsmaililer için, yeryüzü cehennemin ta kendisiydi.
Bu nedenle de, şeyhlerinin emri üzerine kendilerini feda etmekten
çekinmezlerdi, çünkü, daha iyi bir hayata doğacaklarına ya da Tanrıya
ulaşacaklarına inanırlardı.
Hasan Sabbah dönemi ve
sonrasında, İsmaili fedailerin, kendi ölümleri pahasına Sünni yöneticilere
karşı gerçekleştirdikleri suikastların altında, bu düşünce yatmaktadır. Daha
iyi bir yaşam için kendi canını feda etme düşüncesini anlamayan yöneticiler, bu
tür eylemlerin ancak bilinci yerinde olmayan dimağların eseri olabileceğini var
saymışlardır. Bu nedenle de fedailerin, eylemlerinden önce Haşhaş içtikleri ve
sahte bir cennet ile kandırıldıkları söylentileri yayılmıştır.
İsmaili öğretisi, ruhun, gövdede
bulunduğu süre içinde yaptıklarından sorumlu olduğunu savunmaktadır. İyi bir
kişi olarak yaşanmışsa, bir sonraki hayatta daha üst düzey birisi olarak
dünyaya gelinecek ve böylece tüm aşamaların tamamlanması mümkün olacaktır.
Şeriatın iddia ettiği gibi bir öte dünya, cennet veya cehennem yoktur. Cennet
de, cehennem de bu dünyadadır. Yaşamını mutlu geçirmiş kişi cennette, mutsuz
kişi ise cehennemdedir.Ortodoks Sünni yönetimin baskısı nedeniyle gerçek
inancın gizlenerek, Müslüman görünme adeti, "takkiye"nin ilk
uygulayıcıları, Sünni topluluklar içinde yaşayan İsmaililer olmuştur.
İsmaililik, Pisagorculuğun bir
nevi devamı gibidir. İsmaililer, 7 sayısının kutsallığının yanı sıra, birçok
görüşlerini ve bu arada beyaz kıyafetlerini, Pisagorculuğun, Makedonyalı Büyük
İskender'in Mezopotamya'yı işgal ettiği sırada, öğretisinden son derece
etkilenen Saabilikten almışlardır.
İsmaililerin giysileri beyaz
tunik üzerine takılan kırmızı kuşaktan ibarettir. Bu kıyafet, İsmaililer'den
etkilenen Templier Şövalyelerine geçmiş, onlarda beyaz kıyafet üzerine ilave
edilen kırmızı bir haça dönüşmüştür.
İsmaili öğretisi, 7 dereceli bir
tekamül zincirini içermektedir. Örgüte üye olmak isteyen aday, bir yıl boyunca
incelemeye alınmakta, uygun görülmesi halinde özel bir törenle, kabulü
yapılmaktaydı. Örgüte kabul edilenlere beyaz elbise giydirilir ve sonsuz itaat
ve ketumiyet yemini ettirilirdi.
Birinci derecenin adı
"Müminler" derecesiydi. Bu derecede İslamiyet ve Kur’an öğretilirdi.
İsmaililer için, semavi bir dini tam manasıyla tanımayan kişi, bu dinin
ötesindeki öğretileri. anlayamazdı. Müminler derecesinden ikinci dereceye en
erken iki yılda geçilebilirdi.
İkinci derece sahiplerine
"Mükellefler" adı verilirdi. Mükelleflere, İslam dininin yanı sıra
diğer dinler de öğretilir ve tek geçerli dinin İslamiyet olmadığı, aksine tüm
dinlerin aynı hedefe yöneldikleri gösterilirdi. Mükelleflerden beklenen, dış
dünyada aday olabilecek kişilerle temasa geçmeleri ve onları yanlarına
çekmeleriydi. Bu derecede de yükselme süresi iki seneydi. Daha sonraki
derecelerde müritler altıncı dereceye kadar en erken, birer sene arayla
yükselirlerdi.
Üçüncü derece, "Dai'ler"
derecesiydi. Sır saklama ve ketumiyetin öğretildiği bu derecede, müritlere
Muhammed ve ondan önceki yedi peygamberin yaşam ve görüşlerinin yanı sıra,
tarikatın sırları da yavaş yavaş verilmeye başlanırdı. Marifet kapısı denilen
bu dereceye haiz Dai'ler, tarikata girmek isteyenler hakkında araştırma yapar,
haklarında karar verirlerdi. Dai'lerin bir başka görevi de, mezhep hakkında
propaganda yapmaktı.
"Dai" kelimesi,
Arapça’da "Çağıran" anlamına gelmektedir. Dailer, kendilerinden
önceki iki dereceli müritlerden sorumluydular ve aralarında kimin yükseleceğine
de onlar karar verirlerdi. Dai’ler tam bir gizlilik içinde çalışırlar, Mecalis
el Hikme adı verilen toplantılarda, tarikatla ilgili kararlar alınırdı. Mezhebe yeni giren müritler, bağlılık yemini
ettikten sonra, İsmaili kıyafetini kuşanırlardı. Hiyerarşik örgütlenmede sır
saklamak esastı. İsmaili öğretisi kitleleri değil, tek tek bireyleri hedef alırdı.
Bu nedenle adaylar, Dai’ler tarafından özenle seçilirdi. Ancak gerekli eğitime
sahip, ahlak düzeyi yüksek bireyler mezhebe kabul edilirdi.
Bir Dai’nin, entelektüel düzeyi
yeterli, dinler ve mezhepler konusundaki bilgileri tam olmalıydı. Görevlendirildiği
bölgedeki dillere hakim olmalı, gelenekleri bilmeliydi ki, İsmaililiği
yeterince temsil edebilsin. Bu nedenle Dai’lerin tamamı, dönemin üstün
nitelikli filozofları olmuşlar ve önemli felsefi eserler yaratmışlardır.
İsmaililikte aşamalı bir eğitim sistemi uygulanmış ve zahiri bilimlerden Batıni
bilimlere dereceli bir silsile izlenmiştir. Batıni bilimlerin öğretildiği
dönemin en önemli eğitim müessesesi, Kahire’deki El Ehzer üniversitesi
olmuştur.
Dördüncü derece "Dai-yi
Ekber" yani, Büyük Dai derecesiydi. Dai-yi Ekber derecesini alan müritlere
"Baba" da denirdi. Onlar gerçek kapısından Tarikate girmeye hak
kazanmışlardı. Daha sonraki yüzyıllarda Yesevilik'te ve Bektaşilik'te, en üst
mertebeye ulaşanlara verilen "Baba" lakabı, İsmaililerin bu geleneğine
dayanmaktadır. Dai-yi Ekber'ler tüm Dai'lerin başı durumundaydılar. Onlar,
Mecalis el Hikme’lere de başkanlık ederlerdi.
Tarikatın gerçek sırlarının
verilmeye başlandığı derece, "Tarikat kapısı" adı verilen beşinci
dereceydi. Bu derecede tüm dinlerin sadece, gerçeğe ulaşmak için yetersiz kalan
birer yöntem olduğu anlatılır ve saliklerine, "bir yudum emenler"
anlamına gelen "Zu Massa" denilirdi.
Hüccet adı verilen ve
"Hakikat Kapısı" denilen altıncı derece, bir İsmaili'nin
ulaşabileceği son dereceydi. Bu derecede evrende varolan ikilik, Tanrının üçlü
vasfı ve kainatı meydana getiren dört büyük güç gibi Batıni doktrinin en önemli
sırları verilir, tüm Peygamberlerin,
diğer bütün din kurucular gibi sadece birer Kamil İnsan oldukları öğretilirdi.
Tanrısal nurun "Işık" olduğunun belirtildiği bu derecede ona ulaşmak
için derece salikleri ruhlarını arındırmak ve Kamil İnsan konumuna yükselmekle
mükelleftiler. İsmaililer, Tanrıya ancak altıncı derece sahiplerinin mükemmel
bir yaşam sürdükten sonra, öldükleri zaman ulaşabileceklerine inanırlardı.
Yedinci derece en mükemmel dereceydi ve Tanrısal bir niteliği vardı. Bu
dereceye sadece, Tanrının yeryüzündeki tezahürü olduğuna inanılan, Şeyh el
Cebel (Doğanın şeyhi) sahipti. Tüm İsmaililerin lideri olan şeyhin diğer unvanları
da, "Belag-ı Azam (Kutsal Kelam Üstadı)" ve "Namus-üI Ekber
(Büyük Sır Üstadı)" idi.
İsmaililikte dinler daima ikinci
planda kalmış, Batıni öğreti üstün tutulmuştur. Öğretiyi o günün bilinen
dünyasına yaymak için dünya, 12 bölgeye ayrılmıştır. Cezire (ada) adı verilen
bu bölgeler; El Arab (Arabistan), El Berber (Berberiler), El Rum (Bizans), El
Turk (Türkistan), El Deylem (İran), El Hazar (Hazarlar), El Hind (Hindistan),
El Sind (Pakistan), El Zenc (Afrika), El Habeş (Habeşistan), El Sind (Çin) ve El
Sekalibe (Hıristiyan Avrupa)’dır. Her bölge, bir Bölge Baş Dai’si olan ve
doğrudan Dai El Duat’a karşı sorumlu olan Hücce’lerin yönetimine bırakılmıştır.
İsmaililerin, Tamplier Büyük Üstadını, El Sekalibe’nin Hüccesi olarak kabul
etmiş olmaları kuvvetle muhtemeldir.
İsmaililer, Müslüman dünyası
üzerindeki etkilerini uzunca süre devam ettirdilerse de, Selçukluların kontrolü
ele geçirmeleri karşısında giderek gerilediler. Karmeti devletinin
yıkılmasından sonra Fatımiler de, önce Haçlıların saldırıları, sonra iç
isyanlar ile sarsıldılar ve nihayet, Selahattin Eyyubi komutasındaki
kuvvetlerce tamamen yok edildiler.
Bu gelişmeler karşısında,
İsmaililer küçük kalelere sığınmak zorunda kaldılar. Bu kalelerin en ünlüsü,
Hasan Sabbah'ın komutasındaki Alamut Kalesiydi. Sabbah ve emrindeki fedaileri,
Selçuklu yönetimine karşı sürekli mücadele ettiler ve hem Arap, hem de Türk
Sünni ileri gelenlerinin korkulu rüyası haline geldiler.
M.S. 874'den, 1256'ya kadar
Ortadoğu’da İsmaililer son derece etkin oldular. Güçleri o denli artmıştı ki,
1164 yılında, İsmaili İmamı 2. Hasan, Ramazan ayının ortasında şeriatı
kaldırdığını açıklamıştı. Oruç tutmanın yanı sıra, namaz kılma ve diğer ibadet
zorunluluklarının da kalktığını duyurmuştu. Oğlu, İmam 2. Muhammed de onun
sistemini devam ettirdi.
Selçuklu işgalinden sonra
İsmailliğin İran'da önemli bir güç olarak varlığını sürdürmesini mümkün kılan
kişi Hasan Sabbah oldu. Aslen İran'lı olan Sabbah, Fatımi devletinin
himayesindeki Kahire’deki El Ehzer üniversitesinde eğitim gördü. 1090 yılında
Mısır'dan İran'a döndü ve çevresine topladığı İsmaili müritlerinin yardımı ile,
Teberistan'da bulunan Alamut kalesini ele geçirdi.
Alamut'u alan ve İsmaili
müritlerini birer fedaiye dönüştüren yeni bir sistem uygulayan Sabbah, Abbasi
hilafeti ile Selçuklu yönetimini devirmek için girişimlerine başladı. Sabbah,
örgüt üyelerine "Assasins" adını verdi.Bu kelime Arapça'da
"Bekçiler" ya da, "Sır Bekçileri" anlamına gelir.
Sabbah'ın sır bekçileri, yeniden
doğuş inancı ile, sınırsız itaat koşuluyla yetiştirilmiş birer fedai idiler. Bu
nedenle örgütün bir diğer adı da, "Fedayiin" oldu. Dönemin Selçuklu
Sultanı Melikşah'ın elçisinin gözünü korkutmak için seçilmiş birkaç fedainin,
kendilerini kale burçlarından aşağı atmaları, ayrıca fedailerin yöneticilere
karşı hayatları pahasına giriştikleri suikast eylemleri, o günün dünyasında
büyük yankılar uyandırdı. Selçuklu yönetimi, Hasan Sabbah'ı ve örgütünü
yasadışı ilan etti ve Sabbah'ın şehirlerdeki binlerce yandaşını temizledi.
Sabbah'ın en önde gelen düşmanı Vezir Nizamülmülk komutasında bir Selçuklu
ordusu Alamut kalesini kuşattıysa da, Nizamülmülk'ün bir fedai tarafından
öldürülmesi, bu arada da Sultan Melikşah'ın ölmesi nedeniyle, kuşatma
kaldırıldı.
Bu karışıklığı iyi değerlendiren
Sabbah, İsmaililiği tüm İran'da, Suriye'de ve başta Horasan olmak üzere tüm
Türk illerinde yaydı. İsmaililik, 1124'de Hasan Sabbah ölene kadar gücünün
doruklarında varlığını sürdürdü. Sabbah'ın ölümünü fırsat bilen vezir Kaşani,
nerede görülürse görülsün tüm Batıni inançlıların öldürülmelerini emretti.
Binlerce İsmaili kılıçtan geçirildi. Amaç, sapkın kabul edilen bu inancı,
yeryüzünden silmekti. Ancak İsmaillilerin intikamı da büyük oldu ve başta Vezir
Kaşani olmak üzere yüzlerce Sünni lider, fedailer tarafından öldürüldü. İsmaililer
için sorun, varlığını sürdürme ya da yok olma sorunuydu. Fedailerin, tam yok
oldukları zannedildiği sırada gerçekleştirdikleri bu eylemler yüzünden Selçuklu
sultanı Sancar, İsmaililer ile barış istemek zorunda kaldı. Böylece İsmaililik
bir mezhep olarak resmen tanındı ve Moğolların Alamut'u almalarına kadar da,
etkin bir güç olarak varlığını sürdürdü.
Haçlı Seferleri; İsmaililiğin Batı Dünyası Üzerinde Etkileri
İslam dünyasında bu iç savaş
sürerken, batıda bambaşka bir girişim, meyvelerini veriyordu. Hıristiyan
dünyasının ruhani ve siyasi liderleri Papalar, kutsal toprakların “kafir’lerin”
elinden kurtarılması için bayrak açmışlardı. Papalar, uzunca süredir doğuya
sefer düzenlenmesini zaruri görüyorlardı. Bu seferler, ekonomik hayatın
canlanmasını sağlayacak, doğunun zenginlikleri batıya taşınacak ve en önemlisi
de Avrupa'daki Hıristiyan çatışmaları farklı bir yöne, kutsal toprakların
kurtarılması amacına kanalize edilecekti.
Bu yöndeki ilk girişim, Papa II
Urbanus'tan geldi. Papa, hedefin Kudüs'ü Müslümanların elinden kurtarmak
olduğunu ilan etmişti. Papa tarafından birleştirilerek yemin eden ve geri
dönene kadar mallarını ve akrabalarını Papalığın himayesi altına sokan
Hıristiyanlar, yeminlerinin nişanesi olarak, giysilerine haç diktirdiler.
Böylece, bu kuvvetlere "Haçlılar" denildi.
Müslüman dünyasında Sünni-İsmaili
çekişmesinin devam etmesi, Fatımilerin tehlikeli bir düşman olarak
tanımlanmamaları ve Büyük Selçuklu İmparatorluğunun dağılmış olmasından cesaret
bulan haçlılar, ilk seferlerine 1095 yılında başladılar. 1099'da Haçlı
kuvvetleri Kudüs önüne geldiler. O sıralar Kudüs, Fatımiler'in yönetimi altında
bulunuyordu. Kısa süren bir kuşatmadan sonra kenti ele geçiren Hıristiyanlar,
Kudüs'te Latin Krallığı kurulduğunu ilan ettiler.
Haçlı seferleri aralıklarla
1270'li yıllara kadar sürdü. Ancak 1187'de Selahattin Eyyubi'nin Kudüs'ü geri
almasından ve Latin Krallığına son vermesinden sonra, Haçlıların Ortadoğu’da
ancak kısmi başarılar sağlayabildikleri görüldü.
Haçlı orduları beraberlerinde,
yollarda çeşitli tahkimleri gerçekleştirmek ve nehirler üzerinde köprü inşa
etmek üzere, manastır dernekleri "Gilde" üyelerini götürüyorlardı.
Roma lejyonları da, Gildeler'in ana kaynağı olan Collegia inşaat loncaları
üyelerini, aynı amaçla birlikte sefere götürürlerdi. Ordunun hareket
kabiliyetini çok artıran bu sistem sayesinde, Gilde mensupları rahipler, zorlu
yolculukları sırasında, Bizans'ta Ortodoks Collegialar mensupları ile, Türkler
arasında güçlü olan Ahilerle ve son olarak da İsmaili kuruluşu Fütüvve
mensuplarıyla karşılaştılar.
Bu karşılaşmalar Gilde'lerin,
doğudaki Batıni meslek loncaları ile giderek benzeşmelerini sağladı. Bu
benzeşmede Gildelere en büyük etkiyi, İsmaililer ile son derece iyi ilişkiler
içinde bulunan Templier Şövalyeleri yaptı. Templierler, emirleri altındaki
Gilde mensuplarının bünyelerindeki Batıni öğretiyi daha da geliştirmelerini
sağladılar. Avrupa'ya dönen Gilde mensupları da, benzeri gelişmelerin kendi
ülkelerinde oluşmasına neden oldular.
Templier Şövalyeleri 1118 yılında
"İsa'nın Fakir Askerleri" adı altında, San Bernardo Di Chiaravalle
adlı bir piskopos ve onun yeğeni Şövalye Hugs De Payens tarafından kuruldu. De
Payens ve farklı ülkelerden seçilen sekiz Şövalye, Kutsal Toprakları kafirlerden
korumak amacıyla, 1119 yılında Kudüs'e gittiler.
Kudüs Hıristiyanlar tarafından,
Fatımilerin elinden alınmıştı. Ancak Fatımiler bunu büyük bir kayıp olarak
görmediler. Aksine, Müslümanlığın, en az Katoliklik kadar tutucu kesimi olan
ortodoks Sünnilerle savaştıkları için, Hıristiyanlarla ittifaka girdiler.
Kudüs'ü geri alabilmek için Haçlılarla savaşanlar Sünnilerdi, çünkü Kudüs onlar
için de kutsal bir şehirdi. Fatımi İsmaililerin bugünkü devamı niteliğinde olan
Dürziler'in tarihi de, onların Hıristiyanlar ile ittifakından ve özellikle
Templier Şövalyeleri ile iyi ilişkilerinden bahsetmektedir. Dürzilere ait
ritüellerde, Haçlılarla Batıni Müslümanlar arasındaki dayanışmanın örnekleri
görülmektedir. Dürzilerin "Darasin" denilen ritüellerinde, gerçek
kimliklerini özellikle sakladıkları ve Müslüman olarak göründükleri açıkça
belirtilmektedir.
Bu mezhebin bünyesindeki
Hıristiyan kökenli bazı inanışların altında da, söz konusu işbirliği
yatmaktadır. Batıni doktrinden,
kurucuları E1 Hakim'in Tanrı olduğu dogmasına saplanarak uzaklaşan Dürziler,
öncülleri İsmaililer gibi beyaz giyinirler. İnsanları, akıllılar ve cahiller
olarak ikiye ayıran Dürzilere göre akıllılar kendileri, cahiller de diğer
insanlardır. Mezhebe kabul edilenlere "Akel" adı verilir.
Selahattin Eyyubi'nin 1171
yılında Fatımi devletine son vermesi, Sünni iktidarla sürekli mücadele içinde
bulan İsmaililer ile, Haçlıların dayanışmasını daha da artırdı. İsmaililer'in
en radikal kolu olan Hasan Sabbah fedaileri ile, Haçlıların önde gelenleri Şövalyeler
arasında zaman içinde özel bir bağ oluştu. Sabbah’ın fedailerinin, yaşamları
pahasına Sünni liderlerine suikastlar düzenlemeleri, İsmaililer ile ittifak
halinde olan Haçlı Şövalyelerinin ve özellikle de Templier'lerin, onlardan
büyük ölçüde etkilenmelerine neden oldu.
Kudüs'e gelmelerinden sonra, Kral
Baudouin II tarafından, Süleyman Mabedini korumakla görevlendirilen ve mabedin
yerinde M.S. 540'da inşa edilmiş bulunan kilisede kendilerine yer verilen
"İsa'nın Fakir Askerleri", yeni görevleri nedeniyle isimlerini
değiştirdiler ve "Knights Templar" (Mabet Şövalyeleri) adını aldılar.
Bir süre sonra bu Şövalyelere ve örgütlerine kısaca "Templierler"
denilmeye başlandı.
Şövalye De Payens ve
beraberindekiler, Kudüs'e geldikten kısa bir süre sonra İsmaililer ile
karşılaştılar. Gilde mensubu rahiplerden Şövalyeler hakkında bilgi alan ve
onların Hıristiyan camiası içindeki en etkili ve bilgili kişiler olduğunu
öğrenen Hasan Sabbah, Mabet Şövalyeleri ile görüşmeyi özellikle istedi. Bu
isteğin altında, Templierler'in eski bir Batıni ekolün mabedini koruma görevini
üstlenmeleri ve mabet içinde bazı kaybolmuş sırları açığa çıkarmak için
yaptıkları araştırmaların da etkisi vardı. Bazı araştırmacılar, De Payens'in
amcası olan piskopos Chiaravalle'nin, Avrupa'da yaşayan Kabbalacılardan,
mabedin temellerinde gömülü olan bazı Batıni sırların yerlerini öğrendiğini,
tarikatı da sırf bu sırların bulunması için kurduğunu ve Kudüs'e gönderdiğini
öne sürmektedirler. Kimi iddialara göre, aralarında kaybolan bir kutsal kelimenin
yazılı olduğu taş levha da dahil olmak üzere, sırların büyük bölümü, Şövalyeler
tarafından mabedin temelleri arasında ortaya çıkarılmıştır.
Tamplierlerin Mabette arama yapma
özel görevi ile Ortadoğu’ya ulaşmalarından kısa bir süre sonra, Şövalyeler ile
İsmaililer arasında ilk temas kuruldu. Dönemin İsmaili lideri Hasan Sabbah,
Şövalye Hugs De Payens ve diğer şövalyeleri Alamut Kalesine davet etti. Hugs De
Payens ve diğer Şövalyeler, bu davet üzerine, Hasan Sabbah'ı, Alamut kalesinde
ziyaret ettiler. Burada Sabbah'ın kurduğu sistemi gözleriyle gören Şövalyeler,
örgüt ve Batıni doktrin hakkında da ilk ağızdan bilgiler aldılar. Kudüs'e
geldikleri sırada Katolik inancın savunucuları arasında yer alan Templierler,
Hasan Sabbah ve Dailerini tanıdıktan, İsmaili öğretisini derinlemesine
inceledikten sonra, ortodoks Katolik inanç tarzından giderek uzaklaştılar ve
akılcılığı ön plana çıkaran Batıni doktrine bağlandılar.
Templier'lerdeki bu inanç
değişikliği, kurdukları güçlü örgüt sayesinde tüm Avrupa'ya yayılırken, Katolik
kilisesinin de giderek zayıflamasına yol açtı. İsmaililerle ilişkileri,
Templierler'in tüm felsefesini değiştirmişti ancak bu ilişki, örgütün sonunu
getiren suçlamayı da bünyesinde barındırdı. Templierleri yok etmek için bahane
ararken Papalık, tarikatı, "Müslümanlarla ilişki kurmak ve hatta
Müslümanlaşmakla" suçladı.
Örgütlenmelerini İsmaili
teşkilatı yapısını örnek alarak gerçekleştiren Templierler, disiplin,
hiyerarşi, tarikatın başkanı olan Büyük Üstada mutlak bağlılık ve itaat gibi,
İsmaili uygulamalarını sürdürdüler. Üç dereceli bir inisiasyon sistemi
kurdular. "Mass" adı verilen ayinlerde, Kutsal Ruh'un sembolü olarak
kabul ettikleri ekmeğe, kirli olabilecek elleriyle değmemek için eldiven giyen
Templierlerin önlükleri de koyun postundan yapılmıştı ve beyazdı.
Templier'lerin yalnızca önlükleri ve eldivenleri değil, tüm giysileri beyazdı.
Bu geleneği de İsmaililer'den alan Templierler, tek fark olarak, göğüslerinin
üzerine, Haçlıların sembolü olan kırmızı bir Haç diktirdiler.
Tarikata üyeler, ketumiyet yemini
ederek alınırlardı ve yeminini bozanlar bunu hayatlarıyla öderdi. Şövalyeler
birbirlerine "Kardeş" diye hitap ederlerdi. Üç dereceli örgütlenme
yapılarında ilk derece sahiplerine, daha yukarı dereceli üyelere hizmet etme
zorunluluğu nedeniyle "Serving Brothers" denilirdi. İkinci derecede
birer "Chaplaini" olan tarikat üyeleri, Şövalye (Knight) unvanını
ancak en üst derecede elde edebilirdi. Templierler de, öğreticileri İsmaililer
gibi, yüce bir varlığa ve insanın o varlığın bir parçası olduğuna
inanıyorlardı. Şövalyelerin en önemli prensibi, herkesi inançlarında özgür
bırakmak, kendi inançlarını kimseye zorla kabule çalışmamak olmuştur. Bu durum,
tarikat ile Katolik kilisesi arasındaki en önemli ayrılıklardan birisi haline
geldi.
Templierler, tıpkı İsmaililer
gibi birbirlerini tanıyabilmek için gizli işaret, parola ve semboller
kullandılar. Bu gizlilik daha sonraki yıllarda Papalığın baskılarından
kurtulmak için de işe yaradı. Templierler ayrıca İsa'nın çarmıha gerildikten
sonra öldüğünü, yani onun bir fani olduğunu savunuyorlardı. Onlara göre göğe
yükselen şey, İsa'nın tekamül etmiş ruhuydu. Yani Tanrı ile birleşen İlahi
Kelamdı.
Templierler, 1312 yılında Papalık
tarafından lav edilmesine karşın, örgütlenme yapıları ve felsefeleri Avrupa'da
çeşitli kurum ve kuruluşlarda
yaşamlarını sürdürdü ve Katolik hegemonyasının yok olmasına yol açan,
Rönesans ve Reform gibi akımların gelişmesini sağladı. Bu akımlarla güçlenen,
Batıni doktrinin en önemli dayanağı olan İnsan Sevgisi, Hümanizm giderek güçlendi
ve günümüzde tüm dünyaya egemen olmaya başladı.
Saabilik
İslamiyet’in yayılma yıllarında
Anadolu'da ve Mezopotamya'da, Hıristiyanlığın yanı sıra, Batıni doktrinden kaynaklanan Saabilik inancı
hüküm sürmekteydi. Anadolu’nun Bizans yönetimindeki topraklarında Hıristiyanlık
ön plandaysa da, özellikle Doğu Anadolu'da, Fırat çevresinde Saabiler
çoğunluktaydı. Saabilik çok eskilere, Sümerlere kadar dayanan Babil okulu
öğretisinin halka mal olmuş şekliydi. Tüm tek Tanrılı dinlere şu ya da bu
şekilde kaynaklık etmiş olan Saabilik, Büyük İskender'in bu toprakları fethi sırasında
Pisagorculukla tanışmış ve Saabi öğretisi yeni bir ivme kazanmıştı. Pisagoryen
öğreti, Saabiler arasında zaten var olan Batıni inançların yenilenmesinde ve
her iki akımın birleşerek, İsmaililik denilen müessesenin oluşmasında rol
oynamıştır.
Saabilik, ilerde inceleyeceğimiz
Şamanizm gibi, ilk Tek Tanrılı din olan Güneş Kültü dininin, yüce Tanrının
Sembolü olarak kabul ettiği Güneşi, Tanrının kendisi yerine koymuş bir inanış
biçimidir. Saabiler, başta Güneş olmak üzere, yedi yıldıza tapınırlardı. Bunlar,
en yüce tanrı olan Güneş tanrısı "Şamaş", onun dişil yönü olarak
kabul edilen Ay tanrıçası "Sin", ve diğer vasıflarının temsilcileri
olan Merkür tanrısı "Nabu", Venüs tanrısı "İştar", Mars
tanrısı "Nergal", Jüpiter tanrısı "Marduk" ve Satürn
tanrıçası "Ninutra" idi. Saabiler, bu tanrı ve tanrıçaların yanı
sıra, Hermes'i, Pisagor'u, Orfe'yi de birer yarı tanrı olarak görüyorlardı.
Kuran'da Tek Tanrılı dinler
arasında, Saabilik de sayılmaktadır. Bunun nedeni, İslamiyet'in birçok
söyleminin ve tapınım tarzının Saabilikten geliyor olmasıdır. Namaz kılma, oruç
tutma, kurban kesme ve kutsal yerleri ziyaret etme, yani hac gibi ibadet
tarzlarının yanı sıra, her namaz öncesi abdest alma gibi adetler, hep Saabi
kökenlidir. Saabilikte, yedi gezegenin her biri için, günde yedi kez namaz
kılınırken, bu sayı İslamiyet’te beşe indirilmiştir. Ay görününce oruca
başlanması ve izleyen ayın başında bitmesi geleneği, İslamiyet’ten önce
Saabiler arasında görülmektedir. Halife Memun döneminde Müslüman orduları,
Harran'da Saabilerle karşılaşmışlar ancak, diğer güneş kültü inanırlarının
hepsi putperest diye nitelendirilerek, İslamiyet’i kabule zorlamışlarken,
Saabilere, Hıristiyan ve Yahudilere tanındığı gibi, belli bir miktar para
vermeleri karşılığında kendi inanç sistemleri içinde kalmaları hakkı
verilmiştir.
Saabilik'te, her gezegen için her
gün namaz kılınmasının yanı sıra, haftanın günlerinin her biri, bir gezegene
özel ayinler düzenlenmesi için ayrılmıştır. Pazar günleri Güneş ayinlerine,
Pazartesi Ay ayinlerine, Salı Mars, Çarşamba Merkür, Perşembe Jüpiter, Cuma
Venüs ve Cumartesileri de Satürn ayinlerine ayrılmıştır. Latince kaynaklı batı
dillerinde günlerin isimleri, bu güneş kültünün günümüze yansımasından başka
bir şey değildir. Örneğin Pazar "Sunday" Güneş günü, Pazartesi
"Monday" Ay günü ve Cumartesi "Saturday" de Satürn günüdür.
Bu tapınım şekli, İskender işgali
döneminde Pisagoryen öğreti ile karşılaşılınca bir nebze değişmiş ve Saabilik,
bir Yüce Varlık ve onun yönetimi altındaki altı yardımcısına inanmak şekline
dönüşmüştür. Aynı dönemde hava, su, toprak, ateş gibi dört temel elemana,
cansız varlıkların, bitkilerin ve hayvanların da ruhları bulunduğuna, Yüce
Varlığa yalnız sevgi ile ulaşılabileceğine inanmak gibi Batıni inanç biçimleri
de Saabiliğe yerleşmiştir. Saabiler için artık, Hermes, Orfe ve Pisagor ulu
Tanrı ile bir olmayı başarmış yüce ruhlar, yarı tanrılardır.
Saabilik'te de, diğer Batıni
ekollerde olduğu gibi sır saklamak esastır. Saabiler, kendilerinden olmayanlara
sırlarını kesinlikle vermezler. Saabiliğin yozlaşmış bir devamı niteliğinde
olan günümüz Yezidiliğinde, aynı sır saklama prensibi olduğu gibi korunmakta ve
yabancılar, topluluk içine kesinlikle alınmamaktadır.
Saabilerin sır ayinleri,
gezegenlere ithaf edilmiş mabetlerin altındaki salonlarda yapılırdı. Bu
salonlar, önce aslına tapınılan, Pisagoryen etkileşimden sonra birer sembol
haline dönüşmüş olan gezegenlerin heykelleri ile doluydu. Saabiliğin bir kolu
da Arap Yarımadasındaydı. İbrahim ile birlikte Mısır'a göç eden Saabilerin bir
kolu da, Yemen'e gitmişti. Kuran'da, bu Yemen inanışına değinilmekte ve
onlardan tek Tanrılı "Hanif Din" inanırları olarak bahsedilmektedir.
İslamiyet üzerinde, öğretileriyle etkili olan da, Saabiliğin bu koludur.
Bazı araştırmacılara göre, İbrahim ve oğulları tarafından
Hicaz’da inşa edilen Kabe, bir güneş tapınım merkezidir. Kureyşliler,
kendilerinin İsmail neslinden olduklarını söylerler. İsmail, Hicaz’a
yerleştikten sonra Cürhum kabilesinden bir Sami kadınla evlenmiş ve babası
İbrahim ile birlikte Kâbe’yi inşa etmiştir.
İbrahim ve İsmail Mekke’de, ‘Kâbe Tarikatı’ adı altında, mabedi
korumakla görevli Batıni bir örgüt
kurmuştur.
Yemen Sabaları ve Muhammed’in
atalarının kökleri, bu örgüte dayanmaktadır.
Nitekim, yüzyıllarca ailesi Kabe’yi koruyan Muhammed’in de, Kabe ve
civarını emniyet altına almakla görevli bir tarikatın üyesi olduğu yolunda
bilgiler, günümüze kadar ulaşmıştır. Hılfül Füdul adıyla, İbrahim tarafından
kurulan Kabe Tarikatının amacı, mabedin düşmanlardan korunmasının yanı sıra,
Tek Tanrılı din inancının da yaşamasının sağlanmasıdır. Bu dinin inanırlarına
Hicaz’da, Hanif Din inanırları denilmiştir. Tarikat, zamanla zayıflamışsa da,
Muhammed’in amcalarından Ez Zübeyr, Hanif dinin bir gereği olan Hac ibadeti
döneminde kabileler arasında çıkabilecek çatışmaları engellemek ve ticareti
geliştirebilmek amacıyla “Allah’ın Sulhu Ayları” müessesini kurmuş, sulhu
korumak için de, eski Hılfül Füdul teşkilatını canlandırmıştır. İslamiyet’in
ilanından önce kurulmuş olan “Allah’ın Sulhu Ayları” müessesinin adından da
görüleceği üzere, “Allah”, Hanif dinin tek Tanrısının adıdır ve İslamiyet’e, bu
dinden geçmiştir.
Yeniden canlandırılan Hılfül
Füdul, zalimlere karşı mazlumların hakkını savunmak için yemin edenlerden
oluşmuştur. Üyelerinin tamamı, Hanif din
inanırıdır. Üyelere, savaş sanatının yanı sıra, Hanif dinin öğretileri de verilmiştir. Muhammed’in ailesi
Beni Haşim, Muhammed’in annesinin ailesi Beni Zühre, Ebu Bekir’in ailesi Beni
Teym ile, Beni Muttalip, bu teşkilatın bel kemiğini oluşturmuşlardır. Mekke
halkı arasında lakabı ‘El Emin’ olan Muhammed’in, bu teşkilata üye olmaktan
gurur duyduğunu sık sık ifade ettiği belirtilmektedir. İslamiyet’in, zor ilk
yıllarında da Muhammed’e, bu hatırı sayılır bir kuvvet olan teşkilatın, büyük
yardımları olmuştur. Muhammed ve
İslamiyet karşıtlarının, onu öldürme girişimleri, bu teşkilatın üyelerinin
yardımı ile, atıl kalmıştır. Bu bilgilerden, Muhammed’in amca oğlu Ali’nin de,
aynı teşkilatın üyesi olduğu sonucu çıkarılabilir. Ali ile karşıtları
arasındaki hilafet çekişmesinin de, İslamiyet’in Hanif din yanlıları ile,
ortodoks Sünniler arasındaki bir çekişme olduğu düşünülebilir. İslamiyet’i
sonradan kabul etmiş tüm Batıni ekol yanlılarının Ali yandaşı olmalarının
altında da, benzer idealleri paylaşma olgusunun yatması kuvvetle muhtemeldir.
İsmaili Türkler Ve Alevilik
Bir yandan Mısır İskenderiye
okulu kökenli, Ali yandaşı sufilerin görüşlerine, diğer yandan da Saabiliğe
dayanan İsmaililik, Batıni inancın tüm İslam dünyasına yayılmasında etken
olmuştur. İsmaililik, Şamanist Türkler arasında çok daha çabuk yayılmıştır
çünkü, Şamanizm'de Batıni bir yön zaten vardır.
M.S.700'lerde Çin, Batı
Türkistan'ın önemlice bir bölümünü ele geçirmişti. Aradan 50 yıl kadar
geçtikten sonra Çinlilerin yeni bir saldırı başlatmaları üzerine Türkler,
Abbasi'lerden yardım istediler. Arapların bölgedeki ordusunun yardımı ile Türk
kuvvetleri, Talas meydan savaşında Çinlileri yendi ve Batı Türkistan, Çin'in elinden
kurtarıldı. Bu işbirliği sonucu, bazı Türk subayları ve askerleri, Abbasi
hilafetini düşmanlarından, bu arada da özellikle İsmaili baskısından kurtarmak
üzere, Halifeler tarafından para karşılığı hizmete alındılar.
Abbasi Halifelerinin paralı Türk
askerlerinden meydana getirdiği ordunun başarısı, Türklere olan talebi artırdı
ve bu talep önlenemeyen muazzam bir göçün başlangıcı oldu. 9. yüzyılda Türkler,
Horasan ve civarında çoğunluğa ulaşmışlardı bile. Ancak Horasan'da hakimiyet
kurabilmek için bölgeye yerleşen Şamanist inançlı Türkler, Müslümanlığa geçmek
durumunda kaldılar. Çünkü, Müslümanlığı daha önce kabul etmiş bölge sakinleri,
başka bir dinden olanları aralarına kabul etmiyorlardı. Türkler, kitleler
halinde Müslümanlığa geçiyorlardı. Ancak, şehirlere yerleşenler Sünni mezhebini
tercih ederken, Türklerin göçebe çoğunluğu, Müslümanlığın Şaman dinine çok daha
yakın olan İsmaili mezhebini seçiyorlardı. İsmaililer de bölgede son derece
örgütlüydüler ve büyük bir güç halindeydiler.
Ahmet Yesevi, 12. yüzyılda böyle
bir dönemde dünyaya geldi. Horasan ve civarında İsmaili Dai'lerinin yanı sıra,
yine aynı mezhebe bağlı Fütüvve örgütü de son derece yaygındı. Kendisi de, bir
İsmaili Dai'si olan Yesevi, Horasan İsmaili tekkesinin şeyhi konumuna yükseldi.
Yesevi müritleri halk arasında Horasan erenleri ya da "Baba Erenler"
olarak tanındılar. Diğer İsmaili dergahlarında olduğu gibi Horasan tekkesinde
de müritlerin, şeyhin emirlerine kesinlikle uymaları, sembolleri ve sırları
anlayabilecek olgunluğa gelmek için öğreticilerini sabırla dinlemeleri,
sözlerinde ve eylemlerinde kesinlikle doğru olmaları ve ser verip sır
vermemeleri beklenirdi.
Ahmet Yesevi, her ne kadar bir
İsmaili Dai'si idiyse de, kendi tekkesinde Şamanist Türk inançları
doğrultusunda bazı değişiklikler yaptı. Mesela, yedi aşamalı olan İsmaili
öğretisini, Fütüvve teşkilatlarını da örnek alarak, dokuz aşamaya çıkardı. Bir
Yesevi müridinin, şeyh unvanı alabilmesi için, bu dokuz aşamayı geçmesi ve
kurtuluşa ulaşması şarttı. Her biri birer derece niteliğinde olan bu aşamaların
maliklerine verilen adlar, Yesevi'nin bir İsmaili olduğunun göstergesidir. Bu
dokuz aşama şöyle sıralanıyordu:
Tövbe edenler,
Bilginler,
Zahidler,
Sabirler (Sabredenler),
Salihler (Kurtulanlar),
Raziler,
Şakirdler (Öğrenciler),
Muhibler (İstekliler),
Arifler (Gönül Erenleri).
Yeseviliğin son basamağı olan
Ariflerin hedefi, Tanrısal gerçeğe ulaşmak, ruhun tekamülünü sağlayarak Tanrı
ile bir olmaktır. Yesevi'ye göre bunun yegane yöntemi içe kapanmaktır. Yüce
Tanrıyı, us ile anlamanın imkanı yoktur. Bunun için Arif kişi içine dönmeli ve
sezgi gücüyle, kendinde var olan Tanrıyı içinde aramalıdır. İçe kapanış, kendi
benliğini bir yana atmayı, Tanrıdan başka bir varlık düşünmemeyi ve bu düşünce
akışının mümkün olduğunca kesilmemesi için elden geldiğince azla yetinmeyi
gerektirir. İçe kapanışla sağlanan derin sezgi, ruhu Tanrıya ulaştıran,
sevginin uyanmasına olanak sağlar. İçe kapanan Arif (Kamil) kişi, üç aşamadan
geçer: Kendini bilme; Gerçeği kavrama; Tanrıya ulaşma. İşte bu noktada Kamil
İnsan, artık Tanrıyla bir olmuştur.
Yesevilik, içe kapanma
yöntemini, Şamanist uygulamalarından aldı ve bunu Batıniliğe uyarladı. Bu
ve benzeri nedenlerle tarikat, Şamanizme bağlı geniş kitlelere hiç de yabancı
gelmedi ve ortodoks Sünni İslam’ın katı kurallarından kaçmak için çare arayan
Türkler, kurtuluşu Yesevilik'te buldular. Ancak göçebe halk, İsmaillik,
Yesevilik ve Fütüvve aracılığıyla Aleviliği seçerken, kentlerde bulunan
yerleşik Türkler ve onların yöneticileri Sunni görüşü tercih ettiler. Türk
yöneticilerin Sünniliği seçmelerindeki başlıca etken, bu mezhebin yöntemlerinin
kitleleri yönlendirme açısından çok daha büyük imkânlar sağladığını
görmeleriydi. Bu yöneticilerden, Sünniliğin kentli Türkler arasında tutulmasını
ve kurumsallaşmasını sağlayanların başında, Selçuklular gelmektedir.
Daha önce de görüldüğü gibi,
Bağdat Hilafeti Mutezile ve İsmaili hareketlerinin baskısı altındaydı.
Selçuklular güçlenip, Gazzelileri ve Bizans kuvvetlerini yenince, Abbasi
halifesi Kaim, İsmaili baskısından kurtulmak için Selçuklu Sultanı Tuğrul'a bir
çağrı gönderdi. Tuğrul kumandasındaki Selçuklu kuvvetleri M.S. 1055'de Bağdat'a
girdi. Ebu Hamid El Gazali gibi ünlü sufılerin de aralarında bulunduğu Bağdat
kardeşliği İhvan-ı Sefa'ya ve Mütezile'ye büyük bir darbe indirildi. İsmaili
Daileri ve Sufıler kenti terk etmeye zorlandı.
Bu arada, Türk illerinde başlayan
Moğol akınları, Türklerin büyük dalgalar halinde batıya göç etmelerine neden
oldu. Türkmenlerle birlikte, Türk illerinde yaygın olan İsmaili Daileri de,
batıya göç ettiler. Alevi Türkmenlerin büyük çoğunluğu, Selçuklu yöneticiler
tarafından, Bizans ordularının yenilmesinden sonra, iki ülke arasında tampon
oluşturmaları için Anadolu topraklarına yerleştirildiler. Ancak, Sünni inançlı
Selçuklu yöneticileri için kuşku uyandıran, yer yer korkulan topluluklar
oldular. Alevilerin doğal müttefiki İsmaililer ise, Selçuklu devletini
yıkabilmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. İsmaililiğin son kalesi olan
Alamut'tan fedailer, Selçuklu yöneticilerine ve dönemin diğer önde gelen Sünni
liderlerine karşı suikastlarını sürdürüyorlardı. Alamut kalesi, 1256 yılına
kadar Sünnilerin korkulu rüyası olmaya devam etti. Bu tarihte, Hülagü Han
komutasındaki Moğol orduları kaleyi zaptetti ve fedailerin büyük bölümünü
kılıçtan geçirdi. Bu katliamdan kaçabilen İsmailliler, Anadolu'daki
yandaşlarının yanına sığındılar ve İsmaillilik önemli bir güç olmaktan çıktı.
Türklerin Anadolu topraklarına
yoğun biçimde ayak basmalarından sadece 45 yıl sonra, tüm ülke neredeyse
tamamen Türk kontrolü altına geçti. Anadolu’nun doğusundan batısına bu Türk
istilası sırasında, eski Anadolu halklarından en küçük bir tepki dahi doğmadı.
Aksine eskiler, yeni gelenlere adeta yer gösterdi. Bu nasıl mümkün oldu?
Eskiler, Anadolu çok tanrıcılığı
ve Apollon dini, Pisagor ve Saabilik öğretileriyle yoğrulmuştu. En büyük
endişeleri Ortodoks Sünni Müslüman
yönetimin uygulamalarıydı. Yeni gelenler de, her ne kadar Müslüman’ız
diyorlardıysa da, yöntemlerinin Sünni İslam anlayışıyla pek alakası yoktu. Eski
ve yeniler inanç bakımından birbirlerine oldukça yakındılar. Yerli halklar,
Türkmenler ile uyuşabileceklerini gördüler. Ayrıca bazı tarihçiler, Anadolu'da
yaşamakta olanların arasında, çok önceleri bu topraklara gelmiş Türklerin de bulunduğunu
belirtmektedirler. Türklerin bir kolu olan İskitlerin, M.Ö. 4 binlerde Anadolu
topraklarına yerleştikleri, ayrıca bu topraklar üzerinde ilk uygarlığı kuran
Sümerler'in de, aslen Türk oldukları sanılmaktadır. Bu eski Türk boylarının
varlığının, yeni Türklerin kolayca kabulünde bir etken olduğu öne
sürülmektedir. Nitekim, aradan 100 yıl dahi geçmeden Moğollar da, güçlü
ordularının ardından Anadolu'ya girmelerine karşın, Anadolu’da yaşayanlar
tarafından kesinlikle kabul görmemişler ve büyük bir kısmı geri dönmek zorunda
kalırken, çok azı Türkmenler arasında asimile olarak bu topraklara
yerleşebilmişlerdir. Bu gelişmelerin sonucunda, Haçlı seferleri ile birlikte
Anadolu’nun adı "Turchia" (Türk eli) olarak telaffuz edilmeye
başlandı.
Türkmen göçerler özgürlüklerine
son derece düşkündüler. Aralarında ayrılık yoktu. Kabile reisi ile basit bir
çoban dahi eşit ve kardeşti. Kadınları; erkeklerin bulunduğu her ortamda yer
alırlar, İslam’ın gerektirdiği örtünmeye de uymazlardı. Bu tutumu, bir Türkmen
ozanı olan Künci şöyle dile getirmişti: "Arifler namus-ı ırzın vermez;
Tesettür ne demek akıl ermez"..
Ancak, Selçukluların Türkmenlere
geniş bir özgürlük tanımaya hiç niyetleri yoktu. Sünni yöneticiler,
Türkmenlerin de aynı görüşe gelmelerini sağlamak için her türlü baskıyı
uyguluyorlar, Aleviliği sapkınlık olarak nitelendiriyorlardı. Bu baskılardan
bunalan Türkmenlerin karşısında, Moğol akınları sonucu yıkılmış Büyük
Selçuklular yerine, daha zayıf olan Anadolu Selçukluları kalmıştı. Sürekli Moğol
akınları, şehirlerdeki ticari hayatı felce uğratmış, Türkistan'a yayılması ile
Ahilik adını alan Fütüvve kuruluşları için sıkıntılı günler başlamıştı.
İşte bu ortamda, 2. Gıyasettin
Keykubat'ın sultanlığı sırasında, Horasanlı Yesevi Şeyhi Baba İlyas, halkı
sultana karşı isyana çağırdı. Horasan'dan Amasya'ya göç etmiş bulunan Baba
İlyas'ın çağrısı, kısa sürede göçebe Türkmenler arasında büyük bir yankı buldu.
Yesevi tarikatının en üst derecesi olan "Baba"lığa ulaşmış İlyas'a
göre, gerçek olan bu dünyaydı. Yaşamdan sonra başka dünyalarda ödüllendirme ya
da cezalandırma yoktu. "Şeriat'ın saçma hükümlerine uymaya gerek yok"
diyen İlyas, toplumda kadın-erkek ayrımı gözetilemeyeceğini, bütün insanların
eşit olduğunu ancak, sultanların bu eşitliği, kuvvete dayanarak bozduklarını
söylüyordu. Batıni doktrinin tüm kurumlarına, ruhun ölümsüzlüğüne ve
tekamülüne, yeniden doğuşa ve son durağın Tanrıyla birleşmek olduğuna inanan
İlyas, "Herkes eşittir. Ancak, ruhunu geliştirme yolundaki tarikat
erenleri Tanrıya daha yakındır" demekteydi.
Baba İlyas'ın isyan çağrısına
koşan göçmenlerin başında, yine bir başka Yesevi Babası olan, Baba İshak
bulunuyordu. Baba İshak'ın çevresinde kısa sürede, Alevi Türkmenler,
İsmaililer, Saabi inanırları ve Ahilerden binlerce kişi toplandı. İshak
komutasındaki bu kuvvet bir çok kere, üzerlerine gönderilen Selçuklu ordularını
yendi. Baba İlyas bu sırada Amasya'da Selçukluların elinde tutsak bulunuyordu.
İshak kuvvetleri, onu kurtarmak üzere Amasya'ya yönelince Selçuklular yeni bir
ordu kurarak, İshak’ın kuvvetlerini yendiler ve neredeyse hepsini kılıçtan
geçirdiler. Böylece, tarihe "Babailer İsyanı" olarak geçmiş olan halk
ayaklanması bastırıldı.
Babailer İsyanı her ne kadar
yenilgiyle sonuçlandıysa da, Aleviliğin bir kurum olarak Anadolu’da ne denli
yaygın ve yerleşmiş olduğunu da ortaya koydu. Daha sonraki yüzyıllarda,
Selçukluların devamı niteliğindeki Osmanlılar, Yavuz Sultan Selim'in Hilafeti
ele geçirmesi ile Sünni İslam dünyasının lideri konumuna yükseldiler. Buna
karışın Osmanlı İmparatorluğunda da, Alevi isyanları hiç eksik olmadı. 1519'da
Yozgat'taki Babai tekkesinin şeyhi Baba Celal'in ayaklanması ile başlayan
Celali isyanları yüzyıllarca sürdü. Ünlü Şeyh Bedrettin ayaklanması da,
Osmanlıları sarsan bir başka Batıni ayaklanmasıydı.
Babailer isyanının ardından, sağ
kalabilen İsmaili ve Yesevi dervişlerinin büyük bölümü, Hacı Bektaşı Veli
önderliğinde bir araya gelerek, Bektaşilik tarikatını kurdular. Hacı Bektaşı
Veli, 1210 yılında Horasan’da doğdu. Burada Yesevi tarikatına katılan ve
Babalığa kadar yükselen Veli, 1240 yılında, diğer Yesevi Babaları ve İsmaililer
ile birlikte Anadolu’ya göç etti. Burada, yakın dostu Baba İlyas’ın yanına
gitti ve Amasya’ya yerleşti. Babailer isyanının arka plandaki
örgütleyicilerinden birisi olan Veli, fazla deşifre olmaması sayesinde, büyük
katliamdan kurtuldu. Suluca Karaca höyük' e yerleşen Veli, Yeseviliğin devamı
niteliğindeki görüşlerini yaymaya başladı. 1271’de öldüğünde, yanında binlerce
müridi vardı. Bektaşilik böylece, Alevi
inancın örgütlenmiş üst yapısı olarak ortaya çıktı. Bektaşilik, 19. yüzyıl
başlarına kadar, İslam dünyasında etkin bir kuruluş olarak varlığını sürdürdü.
Muhtelif Alevi isyanlarına karşın Bektaşiliğe dokunulmamasının en önemli
sebebi, Osmanlının vurucu gücü olan Yeniçeriler örgütünü yanına çekmeyi
başarmış olmasıydı. Ancak Yeniçeriliğin 1826’da kaldırılması ve tüm
yeniçerilerin öldürülmelerini takip eden dönemlerde, Bektaşi örgütlenmesine de
büyük darbeler indirildi.
İran Şiileri ve Anadolu
Alevileri, Ali yandaşı olmaları dışında, inanç bağlamında birbirlerinden
tamamen ayrı iki topluluktur. Şiiler, Zerdüşti inançların bir bölümünü İslami
inanç sistemine sokarken, Alevilerin inanç biçimleri tamamen Batıni doktrinlere
bağlı kalmıştır. Aleviliğin “Allah-Muhammed-Ali” üçlemesi, Batıni ekollerin
“Tanrı-Evren-İnsan” üçlemesinin devamından başka bir şey değildir. İran
Şiilerinde, tıpkı ortodoks Sünni yaşam tarzında olduğu gibi, kadının hiçbir
hakkı kabul edilmezken, Alevilerde kadın, kesinlikle toplumdan tecrit
edilmemiştir. O, toplumun eşit bir parçasıdır.
Aleviler ve Bektaşiler Türkçe’yi
tapınım dili olarak kabul etmişler ve bu sayede Anadolu’da Türk dilinin
kullanılmasını, bugünlere ulaşmasını sağlamışlardır. Alevilerin Türkçe’ye bağlı
kalmaları sayesinde, Anadolu Türk halkının Araplaşması ya da İranlılaşması da
önlenmiştir. Kurtuluş Savaşında ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında ve
Türklük bilincinin, yeni cumhuriyetin mihenk taşı olmasında, batıni bir ekol
olan Aleviliğin rolü yadsınamaz.
Alevilik için, Tanrının en büyük
vahyi, evren ve düşünen insandır. Tanrıdan gerçekleşen südur inancı ve
insanların tekamül ederek, ruhlarının Tanrıya ulaşması çabaları beraberinde,
tüm Alevi inanırlarının iyilik peşinde koşmaları zorunluluğunu getirmektedir.
İyi insan, bu dünya üzerinde yaşadığı hayatlar boyunca gelişecek, giderek Kamil
İnsan’a dönüşecek ve çıktığı asli kaynak olan Tanrıya ulaşacaktır.
Yukarıda ifade edildiği üzere
İsmaililik, hem Şövalyeler aracılığı ile batı dünyası, hem de Alevilik ve
Yesevilik aracılığı ile Türkler üzerinde son derece etkili olmuş Batıni bir
ekoldür. Hıristiyan Katolik inancının üst otoritesi Papalığın, Şövalye
örgütlenmeleri ve Batıni inanç sistemlerini yıkma çabaları sürekli atıl kalmış
ve bu girişimler ile Batı dünyasının, insan sevgisine, Hümanizme dayalı bir
aydınlanma çağına girmesi engellenememiştir. Tıpkı Hıristiyan alemindeki,
Batıni ekollerden kaynaklanan Reform ve Rönesans hareketlerinin Batı alemini
bugünkü çağdaşlık düzeyine ulaştırmaları gibi, İslam alemi de, Mustafa Kemal
Atatürk ve Türk dünyasındaki Batıni ekoller aracılığı ile, aynı aydınlanma
süreci içerisine girmiştir.
Örneğin, sadece varlığını
sürdürebilmek adına bir savaş yürüten Hasan Sabbah ve fedailer örgütü için
yüzyıllar önce başlatılan sistematik karalama propagandası halen sürdürülmekte
ve bu Batıni ekol, inanç sistemi ve felsefesi tamamen göz ardı edilerek, sadece
eylemleri nedeniyle yargılanmakta, yüzyıllar önce yaşananlar, yaşandığı
dönemdeki koşullar bir yana bırakılarak, bugünün koşullarında, bugünkü kafa
yapısı ile sorgulanmaktadır.
Ancak, evrensel tekamül nehrinin
tarihi akış yönünün bugüne kadar değiştirilemediği gibi, İslam dünyasının da
çağdaşlaşma süreci, her türlü çabaya karşın değiştirilemeyecektir.
KAYNAKÇA:
Akpınar Turgut- Türk Tarihinde
İslamiyet- İletişim Yayınları- 1993
Arsel İlhan- Arap Milliyetçiliği
ve Türkler- İnkılap Yayınları- 1990
Aydın Erdoğan- Nasıl Müslüman
Olduk- Başak Yayınları- 1994
Birge John Kingsley- Bektaşilik
Tarihi- Ant Yayınları- 1991
Bulut Faik- Hasan Sabbah Gerçeği-
Berfin Yayınları- 2000
Çamuroğlu Reha- Tarih,
Heteredoksi ve Babailer- Metis Yayınları- 1990
Daftary Farhad- İsmaililer, Tarih
ve Kuram- Rastlantı Yayınları- 1999
Dierl Anton Josef- Anadolu
Aleviliği- Ant Yayınları- 1991
Doğrul Ömer Rıza- Hasan Sabbah’ın
Cennet Fedaileri- Can Kitapevi- 1982
Dursun Turan- Din Bu- Kaynak
Yayınları- 1991
Er Piri- Geleneksel Anadolu
Aleviliği- Ervak Yayınları- 1998
Eyüboğlu İsmet Zeki- Tasavvuf,
Tarikatlar, Mezhepler Tarihi- Der Yayınları- 1990
Gener Cihangir- Ezoterik, Batıni
Doktrinler Tarihi- Gece Yayınları- 1994
Hamidullah Muhammed- İslam
Peygamberi Hayatı- İrfan yayınevi- 1966
Köprülü Fuad- Türk Edebiyatında
İlk Mutasavvıflar- Diyanet Yayınları- 1984
Kramer Samuel Noah- Sümer
Mitolojisi- Kabalcı Yayınları- 1999
Kutluay Yaşar- İslam ve Yahudi
Mezhepleri- Anka Yayınları- 2001
Mezaheri Ali- Ortaçağda
Müslümanların Yaşayışı- Varlık Yayınları- 1972
Ocak Ahmet Yaşar- Babailer
İsyanı- Dergah Yayınları- 1980
Ocak Ahmet Yaşar- Türk Sufiliğine
Bakışlar- İletişim yayınları- 1996
Sever Erol- Yezidilik ve
Yezidiliğin Kökeni- Berfin Yayınları- 1991
Şener Cemal- Alevilik Olayı- Yön
Yayınları- 1989
Uraz Murat- Türk Mitolojisi-
Mitologya Yayınları- 1992
Zelyut Rıza- Öz Kaynaklarına Göre
Alevilik- Yön yayıncılık- 1992
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar