Tanrı tarafından destek almış...Osmanlı Devleti
OSMANLI TARİHİ ÜZERİNE*
Osmanlı İmparatorluğu'nda kardeş katli zorunlu muydu?
Avrasya Türk
hakanlıklarında, genellikle İslam çerçevesinde Türk hanedanlarında,
hükümdarlığın ancak Tanrı tarafından verildiği inancı egemendi. Tahta kimin
geçeceği hakkında insanların yaptığı bir kanun (veraset kanunu) veya vasiyet
geçerli sayılmazdı. Tanrı iradesinin bir kurultayda seçim yahut savaşta zafer
kazanma biçiminde gerçekleştiğine inanılırdı. Galip gelen, Tanrı tarafından
hükümdarlığa seçilmiş sayılırdı. Osmanlı cülus belgelerinde buna müeyyed min indillâh (Tanrı
tarafından destek almış) denir. Eski Türklerde Tanrı lütfuna, talie, kut
denirdi. Hükümdar unvanlarında kut bulmuş, kutluk bunu ifade etmekte idi. Bu
inanç Osmanlılarda XVI. yüzyıl sonuna kadar kuvvetle yaşadı. Bir padişah
öldüğünde şehzâdelerden her birinin taht üzerinde hakkı vardı. Bu nedenle
tahtı, devlet merkezini kim ele geçirebilirse herkesçe o, meşru sultan
sayılırdı. Fakat öteki kardeşler, aynı hakka sahip olduklarından isyan
edebilir ve başan kazanırsa o da meşru sultan sayılırdı. Osmanlı tarihinde
1300-1603 döneminde şehzâdeler arasında rekabet ve savaş eksik olmamıştır. Bu
da devletin anarşiye düşmesine, düşmanın ülkeye saldırmasına fırsat veriyordu.
Yıldırım Bayezid, 1389'da Kosova savaş meydanında devlet büyüklerinin ve
ordunun oyuyla tahta geçti; bu Tanrı'nın desteğiyle yapılmış bir seçim sayıldı,
o da hemen kardeşini yakalattı ve idam etti. O sırada Anadolu'da rakip beyler
ayaklanmıştı. Bir iç savaş tehlikesini önlemek için bu karar herkesin onayım
aldı.[1]
[2]
İstanbul'da, sarayın
önüne müttefik donanmasının demirlemesi, mütarekede verilen garantilerin galip
devletlerce gözardı edilmesi ve Anadolu'nun paylaşılmasına başlanması, padişah
dâhil herkesi isyana sevk etmişti. Nihayet, eski Osmanlı reayası olan
Yunanların galip devletlerin desteğiyle Anadolu'yu istilaya kalkışması, bütün
Türkler gibi padişahı da isyan ettirmiş, Anadolu'da bir mukavemet cephesi
kurulması herkes için bir ölüm-kalım davası haline gelmişti. Saray, galip büyük
devletlere karşı bir uyan olarak Anadolu'da baş gösteren direnci, Müdafaa-yı
Hukuk hareketini, başlangıçta yararlı buluyordu. Fakat saray, aynı zamanda,
Anadolu'yu ve Arap vilayetlerini muhafaza etmek umuduyla hilafet politikasına
bağlı idi. Hindistan Müslümanları, bu doğrultuda İngiliz hükümetini
sıkıştırmakta idiler. İngiltere bu baskı altında padişaha ve hükümetine garanti
verir görünüyordu. İngiliz politikasının, geçici bir aldatmaca olduğunu erkân-ı
harbiye ve Mustafa Kemal iyice anlamıştı. Sarayın hilafet politikasına karşı,
askerî bürokrasi, millî tepkiyi, millî bir Türk devleti yaratma yolunda
yönlendirme kararındaydı. Mustafa Kemal, Anadolu'ya bu millî politikanın
temsilcisi olarak ayak bastı ve saray hükümetlerine karşı sonuna kadar bu
ilkeyi savundu.
Padişah, doğal olarak
Osmanlı hanedanı için ölüm-kalım sorunu olan hilafet politikasını
benimseyecekti. Anadolu'daki direnci bu politika doğrultusunda kullanmak
istiyordu. Ama saray; erkân-ı harbiye ve Mustafa Kemal'in Anadolu'daki direnci,
millî devlet doğrultusunda kullanma azminde olduğunu görünce, kuvâ-yı
milliyecileri hain ilan etti. Sevr Antlaşmasıyla galip devletlerin gerçek yüzü
ortaya çıktıktan sonra da saraym hilafet politikasında direnmesi ve Anadolu
hükümetine karşı durması bir hıyanet olarak saptanmıştır. Wilson Prensipleri
ve harp sonrası dünyada self-determination prensibinin kabul edilmesi,
millî iradeye dayanan Türk devleti fikrine, en güçlü ilke ve realist bir
politika niteliği kazandırıyordu. Böylece, Anadolu'da TBMM'nin toplanması ve
millî devletin temelinin atılması, yalnız hanedan çıkarlarına bağlı kalan
Vahideddin'i hain durumuna düşürüyordu.
Osmanlı söylendiği gibi Cumhuriyet'in karşı tezi
midir?
Atatürkçü görüş
açısından Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti'nin her bakımdan bir anti-tezi
olarak gelmiştir; temel hukuki yapısı bakımından, tebaa ve devlet ilişkileri,
ayrıca kültürel bakımdan tamamıyla karşıt bir rejimi ifade eder. Bütün bu
alanlarda Osmanlı’nın reddi ve inkârı olarak gelmiştir.
Osmanlı Devleti'nde
ülke, fetihle alınmış çeşitli milletlerin oturduğu geniş bir coğrafyadır. Bu
milletler üzerinde egemenlik, fetih hakkına ve Osmanlı hanedanına bağlılık
esasma dayanır. Türkiye Cumhuriyeti ise Türk milletinin serbest iradesiyle Misâk-ı
Millî sınırlan içinde birlikte yaşamaya karar vermiş vatandaşların oturduğu
Türk yurdudur. Osmanlı Devleti bir imparatorluk, Türkiye bir millî devlettir.
Bunu anlamak için Osmanb Kanûn-ı Esasi'si ile Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ın
karşılaştırmak yeterlidir. Millî devlette egemenliğin kaynağı, milletin hür ve
serbest iradesidir. Bu irade, milletin serbestçe seçtiği milletvekillerinin
oluşturduğu Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kendini gösterir. "Egemenlik,
kayıtsız ve şartsız milletindir". Osmanlı Devleti'nde egemenlik, Osmanlı
hanedanının tekelindedir, patrimonyal bir karakter taşır yani ülke ve halk
hanedanın babadan oğula bir mülk gibi algılanır. Osmanlı Devleti'nde bireyler
tebaadır, kuldur, Türkiye Cumhuriyeti'nde bireyler eşit haklara sahip vatandaştır.
Anayasa ve kanunlar, bu prensiplere karşı hareketleri, devlete karşı isyan ve
ihanet sayarak cezalandırır. Ülke ve egemenlik bir bütündür, bölünemez ve
ortaklık esası üzerine paylaşılamaz. Özetle, Osmanlı Devleti ve onun dayandığı
prensipler, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuyla beraber tarihe mâl olmuştur;
Cumhuriyet bu prensiplerin anti-tezidir, o prensiplere dönmeye kesinlikle
karşıttır ve reddeder. O prensiplerin savunulması kanunlarla sıkı müeyyideler
altına alınmıştır.
Atatürkçü görüş şudur:
Türkiye Cumhuriyeti, tarihen, Osmanlı Devleti'nin belli bir gelişim çizgisinde
görünür ama devrimler, gerçekleşen değişim, bir derece değişimi değil, devlet
ve toplumun kökten radikal bir değişimini ifade eder. Türkiye Cumhuriyeti,
Osmanlı Devleti'nin devamı değildir.
Geçen yıl
Cumhuriyet'in 75. yıldönümünü kutladık; bu yıl Osmanlı Devleti'nin 700. yıl kutlamaları,
Osmanlı'ya ait prensip ve değer yargılarını kutlama anlamında alınamaz. O halde
neden ve neyi kutluyoruz? Bu noktayı kesin açıklığa kavuşturmak bugün hayati
önemde bir sorun haline gelmiştir. Devlet rejimini, İslam prensiplerine uyumlu
kılma hareketi, cumhuriyet rejimini ve onun ilkelerini tahrip ve tarihe mâl
olmuş Osmanlı rejimini canlandırma anlamına gelir. Türkiye Cumhuriyeti; Avrupa
aydınlanma çağının, 1789 Fransız İhtilâli'nin devlet ve toplum felsefesine
dayanan, insanın hür iradesini ve hür aklını devlet hayatında egemen kılmayı
hedefleyen bir rejimi temsil eder. Laikliğin anlamı budur ve bunun içindir ki
Cumhuriyet kuşaklan bu noktada o kadar duyarlı davranmaktadır.
Öte yandan bu
kutlamalar doğrudur ve yapılmalıdır.
İlkin şu olguyu
tespit etmek gerekir. Milletleri millet yapan tarihleri ve kültürleridir.
Tarihsiz bir millet, kişiliğini kaybetmiş bireye benzer. Osmanlı tarihi Türk
tarihinin görkemli bir dönemidir. Avrasya imparatorluklarına kadar inen tarihî
bir gelişimin son halkasıdır. Avrasya'da Çin ve Hint medeniyetleriyle
alışverişte bulunmuş atalarımızın, sonunda İslam medeniyeti içinde yarattığı
yüce bir devlet ve kültür kompleksidir. Onu biz Türkler kurmuşuz. Bir hanedan
imparatorluğu olmakla beraber Osmanlı'nın dili, kültürü Türk'tür. Aşıkpaşazâde
bile Osmanlı'yı Türk diye tanır ve övünür. Millî kültür uzun bir tarihî
deneyimin oluşturduğu sonuçtur. Bugün millet olarak dilimiz, davranışlarımız,
yaşamımızı örgütleyen örf ü âdât, sanat ve ahlak değerlerimiz, soyut bir
felsefi düşünceden değil, Türk toplumunda tarih boyunca oluşmuş belli bir
kültür kompleksinden gelmektedir.
Suat Sinanoğlu,
"Tam hümanist bir Türk'ü bulmak için çocukluğundan beri Batı toplumunda
yaşamış bir tip düşünmektedir, yahut birey tamamıyla hümanist yaşam
felsefesini benimsemiş bir eğitim sistemi ile yetişmelidir," diyor. Fakat
şu da bir gerçektir ki Avrupa'da bile tam hümanist tip, küçük bir azınlıktır.
Ancak, Osmanlı’nın
altı yüzyıl, yirmi beş otuz kadar milleti bir arada tutma, onları idare etme,
koruma ve XX. yüzyılda tekrar kendi millî devletlerine kavuşma imkânım
hazırlama başarısı küçümsenemez. Böyle bir rejimi, tarihin belli bir döneminde
Türk devlet kültürünün bir başarısı olarak, kutlamak gerekir tabii. Ama bunun
belli tarihî koşullar altında gerçekleşmiş bir olgu olduğunu da unutmamak
gerekir. Osmanlı hiçbir zaman, bugün Balkanlar'da gördüğümüz zorbalıkla
"etnik tasfiye" politikası uygulamamıştır. İmparatorluk bütün dinler,
etnik gruplar cemaatler üzerinde bir egemenlik şemsiyesi olarak kalmış; iç
barış ve koruma dışmda ortak bir ideolojiyi zorla kabul ettirmek gibi bir
siyaseti asla benimsememiştir. Soyut bir değerlendirme yapmak gerekirse, durum
imparatorluk rejimi için cidden bir başarıdır.
Ancak Cumhuriyet
ideolojisi açısından kutlamaların, Osmanlı rejimini idealize eden bir Osmanlı
özlemine dönüşmemesi tabiidir. Bazı çevrelerde Osmanlı'yı devlet idaresi bakımından
örnek gösterme eğilimi yaygınlaşmaktadır. Hatta bazıları, çağdaş önyargılarla
hareket ederek Osmanlı'da insan haklarından söz edecek kadar abartıya
kapılmaktadır. Yukarıda göstermeye çalıştık, Osmanlı'da hoşgörü; istimâlet
politikası ve İslam'ın ehl-i zimmet hukuku yani Orta Çağ'a özgü kavramlar
çerçevesinde değerlendirilmelidir. Tarihî esası olmayan abartılarımızla
eleştiri ve istihzaya hedef olmamalıyız.
Atatürkçü bakışla
Osmanlı imparatorluk sistemi, belli bir zaman dilimi içinde belli koşulların
meydana getirdiği, fonksiyonunu tamamlamış bir yapıdır. Osmanlı ile
özdeşleşmek, onun çağdaş uygarlığa aykırı düşen prensip ve kurumlanın bugüne
taşıma çabasma girmek tarihi geriye çevirmeye çalışmaktır. Bugün evliya
törenleri, memleketin her yamnda on binleri toplayan törenler düzeyinde
yapılmaktadır. Devlet bu toplantılara geleneksel millî kültür etkinlikleri
bakışıyla yaklaşmakta ise de, bu törenleri bir bölüm halk, Osmanlı döneminde
olduğu gibi mistik toplu dinî ayinler gibi algılamakta ve kutlamaktadır. Öyle
ise Osmanh, kültür alanında canlanmakta mıdır? 700. yıl kutlamaları böyle bir
harekete yol açar mı, sorusu gündemdedir.
Öte yandan yukarıda
belirttik ki tarihte Osmanlı başarısı bir Türk başarısıdır. Tarihimizin bir
parçasıdır. Biz, kutlamaları şu yönde anlamlı kılabiliriz. Osmanlı tarihini öz
kaynaklardan yeniden kapsamlı bir araştırmaya tâbi tutmak, böylece bu tarihe
ait Avrupa, Balkanlar ve Arap dünyasında tamamıyla bağnaz ve saptırıcı
görüşleri düzeltmek. Bunun için Osmanlı, Yunan, İtalyan ve Batı kaynaklarını
sistematik biçimde corpus'lar halinde yayımlamak, Osmanlı arşivini
herkes tarafından kolayca kullanılabilir, modem bir tarih arşivi durumuna
getirmeli, Osmanlı'dan ayrılmış bulunan otuz kadar milletin tarihçilerine bu
arşivlerde araştırma yapmakta kolaylıklar sağlamalıyız. Bu doğrultuda
önerilerimiz Türk Tarih Kurumu ve Kültür Bakanlığı'na sunulmuştur. Osmanlı kaynakları, sanat yapıtları, bilim metotlarına göre seri halinde basılmak, onarılmalıdır.
Osmanlı İmparatorluğu, Batı'da yanlış veya kasıtlı olarak Türk imparatorluğu
olarak tanınmakta, onun tarihe mâl olmuş Orta Çağ karakteriyle bugünkü çağdaş
Türkiye özdeşleştirilmekte ve dolayısıyla yanlış bir Türk imajı yaygınlığını
sürdürmektedir.
Tarihimizin bir parçası olan Osmanlı tarihini, yeniden
yazmak, çağdaş dünyaya bıraktığı mirası ve derin etkinliği bilimsel bir metotla
herkesin kabul edebileceği bir düzeyde tanıtmak, bu bağlamda gerçek ödevimiz
olmalıdır. Düzenlenmesi düşünülen kongre ve sempozyumlar bu amaca hizmet edecek
biçimde örgütlenmeli, Osmanlı'yı idealize eden abartmalardan kaçınmalı;
festival ve törenler, Osmanlı rejiminin ve tercihlerinin propagandası niteliği
kazanmasına meydan verilmemelidir.
Kaynak:
Halil İnalcık, Tarihe Düşülen Notlar…Konuşmalar…1947-2014…Cilt I
* Bu
konuşma Ocak 2005'te, "Osmanlı Tarihi Üzerine Türk Kamuoyunu İlgilendiren
Bazı Konular Hakkında" adıyla yapılmıştır.
[2] Doğu Batı Yayınlan, Ocak 2005.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar