Üçbin Yıllık Geçmişinin Hesabını Yapamayan İnsan Günübirlik Yaşayan İnsandır… GOETHE
FELSEFEDE TANRI KAVRAMI
Yazan: Oğuz ÇİLİNGİR…14.07.2002
Biyolojik açıdan diğer canlılardan farklı olmayan
insanoğlunun temel niteliklerinden birisi dünya-içeriliğidir. Bu yetisi ile,
nesneleri simgesel olarak dönüştürür ve dış dünyayı bir bilinç varlığı haline
getirerek, bir evren tasarımına yönelir. Bu durumda ise iki gerçekliğin içinde
yaşar. Birisi fiziksel gerçeklik diğeri de kültürel gerçekliktir. Bu nedenle
insan, organik yaşamın sınırlarını aşan bir canlı olarak, farklı bir varlık
alanına açılır. İşte bu noktada da varoluşunun özünü, yarattığı bu kültürel
evrenin içerisinde kurar ve tanrı kavramını orada bulur. Sonuç olarak
oluşturduğu bu “simgeler evreni” içerisinde zihinsel edinimlerde bulunan insan,
inandığını bilir, bildiğine de inanır. Bu durum ilk bakışta bir paradoks olarak
gözükebilir ancak unutulmamalıdır ki inanç “anlamak için inanıyorum” diyebilen
Agustinus gibi birçok düşünüre göre bilmenin başlangıcını oluşturan ilk
basamaktır. Öyleyse inançla bilgiyi arayan insan hem nesnel hem de simgesel
evrenindeki yolculuğunda bilgiyi anlamaya çalışmış, ona ulaşmak istemiştir.
İşte bu bilgi arayışı da felsefi düşüncenin ortaya çıkmasına uygun zemini
hazırlamıştır.
Bilgelik sevgisi anlamına gelen “philosophie” Yunanca bir
kelimedir ve insanın hakikate ulaşmak için çaba göstermesi anlamına
gelmektedir. Felsefenin bu metafizik disiplinin yanında, öteden beri, bir de
“ahlak” disiplini bulunur. Metafizik varolanı bilmek ister. Ahlak ise olanı
değil olması gerekeni araştırır. Kısaca şöyle de denilebilir: Evrenin kaynağını
bilmek isteyen teorik felsefenin yanında, bir de insanın yürüyeceği yolu
gösteren pratik felsefe yani ahlak vardır. Ancak felsefenin iki ana prensibi
olan metafizik ve ahlakın yanında bir üçüncü disiplini daha bulunmaktadır: bu
da “Mantık” tır. Mantık doğru olan bilginin bilimidir. Metafizik ve ahlakta dâhil
her bilgi mutlaka hakikate ulaşmak ister ve her bilim sürekli olarak doğru
bilginin peşindedir. Burada ise kaçınılmaz bir şekilde “hakikat nedir ve nasıl
elde ederiz” problemi ortaya çıkmaktadır. İşte felsefede, sözü edilen bu ana
problemlerden oluşan bir dokumaya benzemektedir.
İlk felsefi yaklaşımlar Brahma dininin Rigveda denilen en
eski bölümlerinde bile karşımıza çıkmaktadır. Rigveda da “Tanrılar ve insanlar yokken bu
evrende acaba ne vardı” sorusu
sorulmaktadır. Bu türden düşünceler ilk felsefi açıklamalar olarak kabul
edilebilir. Fakat felsefe nerede ve ne zaman başlamıştır sorusunun cevabı
esasında felsefenin kurallarından dolayı belki de şöyle verilebilir: “İnsan
nerede kendi düşüncesiyle dogmalara karşı bir reaksiyon göstermiş ve inancın
dışına çıkmak gereksinimini duymuşsa, o anda orada felsefi düşünce, saf ve gerçek
anlamda başlamış olur” İşte bu
yüzden insanlığın bilinen kültür tarihinin başlangıcını oluşturan Sümer, Mısır
ve Hint felsefeleri kendini hiçbir zaman dogmalardan soyutlayamamış ve bir tür
rahip felsefeleri olarak kalmıştır. Kendisini bu anlamda soyutlayarak tamamen
bilimsel bir biçimde gelişebilen ilk felsefe ise, Mısırdan geometriyi,
babilden astronomiyi almış olduğu gibi
ussal düşünce tarihinin öncesinden etkilenmiş olmasına rağmen, yine de eski
“Yunan” felsefesidir denilebilir.
İşte bu Çağlarda yaşayan ve bir din yenilikçisi olarak
tanınan Ksenofanes (M.Ö.575-490), daha 100 yıl geçmeden kökleri Homer ve
Hesiod’a kadar inen antik Ege Mitolojisinin tanrı kavramı ile savaşır ve
Tanrıların insanlaştırıldığını söyler. Bir yazısında Homer’den şikayet bile
eder. Çünkü Homer tanrılara insanların çirkin ve kötü davranışlarını
yüklemiştir. Ksenofanes Tanrı kavramına ahlaki bir temel kazandırmak ister.
Ayrıca o tanrıların insan biçiminde tasarlanmasına da karşıdır. Ona göre Tanrı
birdir, her şeyi görür, her şeyi işitir, değişmez, ölümsüzdür ve soyut gücü ile
evrendeki tüm davranışları ve değişimleri düzenler. Ksenofanes bu düşünceleri
ile daha sonraları Eflatun ve Aristo’daki tanrı kavramının da hazırlayıcısı
olmuştur. Görüldüğü gibi Ksenofanes monoteisttir. Ancak ondaki monoteizm
Hıristiyanlık ve Müslümanlıktan farklıdır. Çünkü onun tanrı kavramı aynı
zamanda panteisttir. Yani tanrı bir yaratıcı olmayıp evren ile özdeştir, evrene
eşittir.
Eserlerini özellikle güç anlaşılacak biçimde yazan Efesli
Heraklit ise ilk kez rastlanan önemli bir düşünüşe ulaşır. Heraklit, “görünüş evreni” ile “gerçek
evren”in birbirinden ayırma gerekliliğinden bahseder. Görünüş evreni
duyularımızla algıladığımız evrendir. Bu evrenin gerisinde gizlenen gerçek
evren ise ancak akıl ile kavranılabilecek bir olgudur. Bu yüzden de ona göre
her zaman akla uymalı ve duyumlarımızın bizi aldatmasına kendimizi
kaptırmamamız gerekmektedir. Bu evrendeki sonsuz değişimler içinde tek sabit
kalan şey, bu değişimleri yöneten yasadır. Heraklitde de panteist yaklaşım
vardır ancak o Ksenofanes’in aksine, Tanrının değişmeyen sabit bir varlık
değil, evrendeki tüm değişmelerin düzenleyici yasası olduğunu savunur.
Ksenofanes’in kurduğu Elea okulunun ünlü temsilcilerinden
olan Parmenides ise Heraklit ile ciddi görüş ayrılıklarına düşmüştür. Bu durum
felsefedeki ilk ve bilinçli görüş çatışması olarak kabul edilmektedir.
Parmenides, evren konusundaki düşüncelerini yalnızca akıl yolu ile elde etmeyi
deneyen ilk düşünürdür. O felsefe tarihinin ilk rasyonalist filozofudur.
Parmenides felsefesinin temeline “Varlık varlıktır, yokluk yokluktur”
kuramını yerleştirmiştir. Ona göre varolmayan bir şeye var demeye kalkışmak
çelişkilidir ve bu konuda Herakliti de açıktan suçlamıştır. Aslında her iki
düşünür gerçek evreni akıl yolu ile kavradığımız evren olarak görmüşlerdir.
Ancak iki evrenden hangisinin gerçek olduğu konusunda birbirlerinden kesinlikle
farklıdırlar. Parmenides’e
göre aldatıcı olan değişme halinde bulunan evrendir. Değişmeyen, sabit duran ve
bir olan evren gerçek evrendir. İşte bu “BİR” tanrıdır yada tanrı ile özdeştir.
İkinci dönemin önemli filozoflarından olan Anaksogoras ise
“bir kaostan nasıl oldu da bir kozmos oluştu” sorusunu sormuş ve Evrendeki
düzeni oluşturan sebepleri araştırmıştır. Ona göre nasıl bir taş yığınından ev,
bir çamur yığınından heykel oluşamazsa, kaosta kozmosa kendiliğinden dönüşemez.
Bunun için bir plana göre çalışan yaratıcı zekaya gereksinim vardır.
Anaksagoras evrenin bir tür mimarı olarak değerlendirdiği bu güce “Nus” adını
vermiştir. Ona göre Nus bir tanrıdır. Yalnız, onun Tanrısı, sadece Evrenin bir
mimarı ve yapıcısı olup, yaratıcısı değildir. Nus bir vuruş ile evreni
oluşturmuş ve sonra sahneden çekilerek evrenin oluşunu kendi haline bırakmıştır
(Deizm). Anaksagoras, felsefede evreni dinsel bir görüşle veya teolojik
yaklaşımla açıklayanların ilki sayılır. Bu durum ise, evrenin başlangıcından
günümüze kadar belli bir amaç doğrultusunda hareket ettiğini kabul etmek
demektir.
Demokrit ise teolojik görüşün zıddı bir evren açıklamasının
tipik temsilcisidir. Çok ünlü bir sözü vardır: “Bu evrenden iki şeyi
kaldırmak gerekir, onlarda amaç ve rastlantı’dır” Demokrit kendisine kadar olan filozofların en
maddecisi(materyalisti)dir. Çünkü ona göre gerçek, madde olan atomlardan
oluşur.
Sofistlerde (M.Ö. 500) özellikle insan konusuyla
ilgilenmişlerdir. Onlara göre şimdiye kadar ki felsefe, evren konusunda tutarlı
bir anlayış elde edememiştir. Sofistlere göre: “Ne kadar filozof varsa, evrenin yapısı hakkında o kadar
görüş vardır” Sofistlerin en ünlülerinden olan Protagoras daha da ileri
gitmiş ve “Tanrılar var mı yok mu bilemeyiz” demiştir. Onun çok ünlü bir
kuralının olduğu söylenir. “İnsan her şeyin ölçüsüdür” . Protagoras için tümel
bir gerçek yoktur. Olsa olsa her insanın kendisine ait inançları vardır. O
halde her görüşün karşıtı olabilir ve hangisinin doğru olduğunu göstermek için
tek yol vardır. Bu da karşıdakini inandırabilme gücüdür. İşte hitabet bu
noktada asıl olandır. Nitekim sofistler gramer bilimini ilk kez ortaya
koyanlardır.
Sokrat ile de Yunan felsefesi en önemli aşamasına
ulaşmıştır. Bundan sonraki felsefe akımlarının en önemli konusu erdem ve
erdemin nitelikleri olmuştur. Sokrat temelde dindar bir insandır. O yaşamın
yüksek bir gücün kontrolünde olduğuna sağlam bir inanç ve bilinçle inanır.
İçinden gelen sese “benim diamon’um” diyerek o kutsal gücün dışında değil
içinde olduğunu belirtmiştir. Onun mutluluğa verdiği cevap kendisiyle
gösterebildiği uyumu, erdeme verdiği cevap ise bilgidir. Peki öyleyse “bilgi”
nedir. Ona göre bu noktada önemli olan dışarıyı yani evreni bilmek değil
insanın kendi kendini bilmesidir. Belki de bu yüzden Sokratın eğitim metodolojisinde ve
oluşturduğu diyaloglarda nihai bir son yoktur. Sorular sonu oluşturur ve sentez
kişinin kendisine bırakılır. Sokrat’ın yolunu takip eden sonraki düşün akımları
da “kendini bil” varsayımını rehber edinmişlerdir.
Kendisini Sokratın mantıksal devamı sayan Eflatun (Platon
M.Ö 427-347) içinse iki evren vardır. Bu iki evren gerçek evrendir. Biri;
sürekli var olan ve yok olan, algılanabilen, nesnelerin sürekli değişmek
zorunda olduğu evren; ötekisi başlangıcı ve sonu olamayan idelerin ya da
ideallerin evreni. Eflatun’a göre bilmek, ideler evrenini ve bu evrende hüküm
süren yasaları tanımaktır. Duyular evrenini de ancak ideler evrenine katıldığı
ölçüde bilmek mümkündür. Eflatundan sonra Yunan felsefesinin klasik dönemindeki
ikinci büyük düşünürü olan Aristo (M.Ö 384-322) iki bin yıl boyunca batı
uygarlığına hakim olmuş ve dönemin temel görüşlerini oluşturmuştur. Ona göre
bilmek, objeleri tek tek tanımak olmayıp, bu objeleri bir de “genel bir kavram
altında toplamak” demektir. Eflatunun tersine, Aristo’ya göre genel kavramlar
tek objelerin kendisinde gizlidir. Aristo’nun deyimiyle doğa yada canlı güç
“bir mimardır” çünkü doğa yaratabilendir. Bu benzetmenin aslında özel bir
anlamı da vardır; ki o da mimarın belli bir plan ve amaca göre çalışmasından
dolayıdır.
Romalı Philon (M.Ö 25-M.S.50?) ise Platonun idelerini “Tanrının
ruhunda gizli olan” şeklinde yorumlamıştır. Philon, Platocu felsefeyle
Tanrının elçisi olan Musa’nın hermetik kökenli öğretisini birleştirmiş ve böyle
bir denemeyle din ile felsefeyi aynı potada eritmek istemiştir (yeni
Eflatunculuk). Bu girişim daha sonraları üç semitik din içinde benimsenip irfan
yada gnosis öğretisi olarak yer almıştır. Hermetik öğretinin Philon sonrası
döneminde İbrani kabalası yazıya dökülmüştür. Ayrıca bu dönem, Museviliği
olduğu kadar İslam Tasavvufunu da derinden etkilemiş, özellikle İbn-Arabi,
varlık birliği yada vahdet-i vücut kuramı ve yöntemiyle hem felsefe, hem de
tasavvuf da önemli bir etki oluşturmuştur.
Antik Ege uygarlığının ardından felsefe, genelde yeni dünya
dini Hıristiyanlığın etkisi altına girmiştir. Bu dönemde felsefenin işlevi,
dinin dogmalarını temellendirmek ve savunmak olmuştur. Antik çağın iki düşünürü
Platon ve Aristotelesin düşünceleri bir yandan resmi ideolojiye dönüşürken,
diğer yandan da ilginç bir şekilde yasaklanmıştır. Orta çağdaki bu Skolastik
felsefe anlayışı, tek ve asıl gerçeğin Tanrı olduğunu, Dünyanın ise gerçek
olmayan bir gölge olduğu savını egemen kılmıştır. Dolayısıyla dogmalar,
tanrısal düşüncenin mantıksal sonuçlarıdır. Bir başka deyişle inanç akılla
doğrulanmalıdır. Dönemin düşünürlerinden Scottus Eriugena’ya (833-880) göre
tanrı real töz yani asıl gerçekliktir. Olgusal ve evrenseldir. St. Anselmus
(1033-1109)’un “Monologion” adlı yapıtında Tanrı, adalet, iyilik, bilgelik
ve mutluluğun kendisidir. Gerçek üstüne (De Veritate) adlı yapıtında ise
Tanrının varlığında yoğunlaştığını ve birliğe ulaştığını ileri sürmüş, çoklukta
tekliğin bulunduğunu ortaya atmıştır. Aquino’lu Thomas’a göre ise Tanrının düşünceleri
en son olgusal nesnelerin kendileridir ve bu durumda Tanrı kendinde
gerçekliktir. Fakat Thomas’a cevap çok geçmeden İskoçyalı Duns Scotus
(1224-1274)’dan gelmiştir; “Felsefenin aracı olan us, vahiyle gelen Tanrı
bilgisini doğrulayamaz”. İşte bu tutum Tanrıbilimi’ni yada Teolojiyi bir “bilim” olmaktan çıkarmış
ve skolastik dönemin kapanışını hazırlamıştır. Bu durum ise Tanrıbilimin ussal
verilerle temellendirilme çabalarının başarısız kalışının kabulü anlamına
gelmiş ve Yeniçağ yada Rönesans’ın ussal ve bilimsel düşünceyi öne çıkardığı
dönemin başlamasına neden olmuştur.
Bu dönemde Descartes “Kuşkulandığım hiç bir şey gerçek
değildir, ancak kuşkulanıyor olmamdan kuşkulanamam, bunun için kuşku düşüncemin
kaynağıdır” diyerek, ilk gerçek düşüncenin
“kuşku edimi” olduğu sonucuna varmıştır (Septizm). Ona göre kuşku
üzerine kuşkulanmak bilinçlenmektir. Bilinçlenmiş kuşku ise özünde bir
eleştiridir ve giderek yargıları oluşturur. Kant ise kuramsal usun eleştirisinde,
gerçeğin yalnızca fenomenler düzeyinde bilinebileceği sonucuna varmış ve ancak
böyle bir bilginin güvenilir olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre bundan ötesi
metafiziktir ve inancın konusu olur.
Hegel’de eleştirinin eleştirisini yapar ve eleştiriyi aşmak
için senteze gitmek gerektiğini söyler. Ona göre bir nesneyi bilmek, onun oluş
süreçlerini, bir kavramı bilmek ise onun kültür süreçlerini bilmektir. Akıl ile
doğa, ya da bilen ile bilinen özdeştir, çünkü her ikisi de akıldır ve aynı
yasalarla devinirler. İşte bu nedenle, aklın dış dünyayı kavraması aslında
kendini kavraması, kendini bilmesidir. O halde gerçek ussal olandır ve ussal
olan da gerçektir. Bu söylem ise şu sonucu doğurur; “Algılarımız,
tasarımlarımız ve kuramlarımız nesnel gerçeğe uygun oldukları oranda hakikat
olurlar”
Rönesans’la başlayan teolojiden arınma uğraşısı, Aydınlanma
sürecinde felsefenin yeniden kendi bağımsızlığını kazanmasıyla sonuçlanmıştır.
Deistlerle birlikte ortaya çıkan sekülerizm ise 16.yy’da Romantik deistlerin
elinde dinsel yaşamın eleştirisine dönüşmüştür. Onlar tanrının yalnız akıl
yoluyla bilinebileceğini söylemişlerdir. Aydınlanmanın içeriğinde “insan nedir”
sorusuna verilen yanıtlar ise Hümanizm, akılcılık ve evrenselcilik evrelerini
ortaya çıkartmıştır.
Felsefe ile teoloji arasındaki problem, aslında farklı
tasarımların sonucunda oluşan tanrı kavramlarının çatışması değildir. Kuralcı
inanan ile filozofun din üzerine farklı şeyler söylemeleri; tanrı kavramına
farklı bakmalarından değil, insanın tanrı ile ilişkisini nasıl
yapılandıracağına dairdir. Felsefe tanrıya aklın yetileri içinde bakmaya
çalışır. Kimi zaman bilgiyi anlamak için inancı sorgular, kimi zaman ise
bilgiyi sorgulayarak bilinçli bir inancı arzular. Kısacası özünde felsefe
tanrıyı istemektedir.
Görüleceği gibi Antik Ege (Grek) felsefesinin temel
problemleri bugünde felsefenin temel problemlerini oluşturmaktadır. İnsan hala
bir yandan evren karşısındaki konumunu belirlemeye çalışırken; bir yandan da,
kamusal yaşam içinde birey olarak varlığını tanımlayıp, varoluşunu
anlamlandırmaya çalışmaktadır. Referansları nereden alırsa alsın, kavramları
kuran gene insan zihnidir. İşte bu zihin soruları sorabilmiş olmasına rağmen
tüm çağlarda süregelen o arayışına devam etmekte ve yanıtları hala aramaktadır.
KAYNAKLAR
1. Greisch, J. Wittgenstein’da Din Felsefesi. Asa
yay, 1999.
2. Aster, E.V. İlk
Çağ ve Orta Çağ Felsefe Tarihi. İm yay, 1999.
3. Taylan, N.
Düşünce tarihinde Tanrı Sorunu. Şehir Yay. 1998.
4. Yıldırım, H.
Dinsel İnanç Sistemlerinde Tanrı Algılayışı, İnternet Taraması.
5. Hançerlioğlu,
Orhan. Düşünce tarihi, Remzi kitapevi, 1999
6. Adıvar, A.A.
Tarih Boyunca İlim ve Din, Remzi Kitabevi, 2000.
7. Işıklar, E.
Tanrıbilim ve Felsefe Konuşmaları, Gündoğan Yay, 1994.
8. Russel, B.
Sorgulayan Denemeler, Tübitak, 2000.
9. Maublanc, R.
Felsefe, Bilim ve Din, Evrensel Basım Yay, 1997.
10. Plitzer, G.
Felsefenin Temel İlkeleri, Sol Yay, 1998.
11. Timuçin, A.
Descartes’çi Bilgi Kuramının Temellendirilişi, Bulut Yay. 2000.
12. Gürkan, M.B. Din
Felsefesi. İnternet Taraması.
13. Akar, M. Çevre
içerilikten Dünya içeriliğe doğru. İnternet Taraması.
14. Selsam, H. Din,
Bilim ve Felsefe, Sarmal Yayınevi,1995.
15. Akin, A. Evrende
İnsan, Hacettepe-Taş, 1998.
16. Bobaroğlu, M.
Ekinsel Biçem ve Aydınlanma Sorunu, İnternet Taraması.
17. Gürkan, B.
“Gerçek” Kavramı Üzerine, İnternet Taraması.
18. Dinçkal, F.
Anadolu’nun Grek Anakarasına Etkileri, İnternet Taraması.
19. Ülkü, N. Felsefe
Bağlamında Tanrı Kavramı, İnternet Taraması.
20. Gaarder, J.
Sofi’nin Dünyası, Pan Yay. 1995.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar