Zakkum Gerçeği…Op. Dr. H. Ziya Özel
Ne yapmak
istedim?
Ne
yaptım? Ne oldu?
U |
zun yıllar beni tanıyan tanımayan
insanların bir çok kanaldan hakkımda doğru ya da yanlış bilgiler vermelerine,
suçlamalarına seyirci kaldım. Mesleğimi ve haysiyetimi savunmak zorunda
bırakıldım.
Bir doktor olarak, araştırma imkanı
olan çevrelerin konuyla ilgileneceklerini umut ederek 20 Eylül 1973 tarihinde
4. Balkan Tıp Günleri toplantısında aldığım neticeleri tebliğ ettim.
Benim çalışmalarım ve aldığım
neticeler, memleketimizde yanlış değerlendirildi.
Basında ve TV kanallarında benim
adım, otlarla uğraşan, tıpla alakası olmayanlarla beraber gündeme getirildi.
Bu kitabı yazmaktaki amacım,
bilinmeyen gerçeklerin açıklanmasıdır.
Bugün geçmişe baktığımda, hayatımın
mücadele içinde geçtiğini görüyorum. 10 Mayıs 1927 tarihinde Mut’un Kürkçü
köyünde doğmam, hayatımın zorluklarla dolu olacağının ilk belirtisi idi. O
zamanlar köyde doğan birisinin okuması beklenmez, hele üniversite tahsili
yapması hayal bile edilemezdi.
Mücadelemi iki kısımda toplamak
mümkün. İlki; bir köylü çocuğunun okumasındaki zorluklar. Köyümüz; ilkokulu
olan, üçüncü sınıfa kadar okuma imkanı veren, şanslı köylerdendi. Ortaokul her
ilçede yoktu. Lise bazı vilayetlerde vardı.
Mücadelemin ikinci kısmı, meslek
hayatımla ve zakkum bitkisini insanlığın hizmetine sokmakla ilgili olanıdır. Bu
bölümde iftira, hakaret, her türlü saldırı var. Bu hakaret ve saldırıların
belgesi olarak basında çıkanlardan örnekler vereceğim. Bu örnekleri görünce,
nasıl ve niçin tahammül ettiğimi düşüneceksiniz. Bunun cevabını hemen vereyim.
Neticelerini gördüğüm, insanlığın hayrına olacak buluşumu, konuyu bilmeyen,
öğrenmek de istemeyen, kendilerini bilimci olarak gören bazı kesimler karşı
çıkıyor diye bırakamazdım.
Bu kitapta, yaşadığım iyi ve kötü
birçok olayı anlatıyorum. Çoğu yerde, bilhassa negatif yönde olanlarda isim vermedim,
bazı yerlerde ise sadece isimlerin baş harflerini vermekle yetindim. Bunu böyle
yapmaktaki amacım, insanları teşhir etmek değil, memleketimizde insan sağlığına
verilen kıymeti göstermek, esas olarak olayları sergilemek, bilim adına
bazılarının nasıl, niçin konuştuğunu ve davranabildiğini ortaya koymaktır.
Kitapta; “NO”yıı zakkumun latince
ismi olan Nerium Oleander’in kısaltması olarak kullanıyorum. “NOİ” enjektable
NO ekstresi, “NOO” ağızdan kullanılan ekstre anlamında kullanılmıştır
Bruce Barton diyor ki; “Harikulade
şeyler, ancak, içlerindeki bir şeyin, koşulların üzerinde olduğuna inanma
cesaretini gösterenler tarafından yapılmıştır.”
Haziran
2010
Dr. Ziya
Özel
BİRİNCİ
BÖLÜM
Hâfize Öğretmen Sayesinde İlkokulu
Bitirdim
■ Tek dershaneli köy
ilkokulunda 3’üncü sınıfa kadar okudum. Ailenin en büyük erkek çocuğu idim.
Çalışan nüfusa katılmam gerekiyordu ama, babam beni okutmaya karar verdi. 4
ve 5’inci sınıfı okumak için Silfike’ye gönderdiler.
Orada, yanlarında
kalabileceğim bir aile buldular. Okulda; öğretmenim beni , önce tembeller
sırasına oturttu, daha sonra çalışkanlar sınıfına geçtim.
K |
öyümüz 90 haneli, aynı
zamanda nahiye merkezi olan dağlık bir bölgede bulunuyordu. Yakın çevresindeki
köylerin hiçbirisinde ilkokul yoktu. Bizim köyün tek dershaneli bir ilkokulu
vardı. Birinci, ikinci, üçüncü sınıflar aynı dershanede okurduk.
O yıllarda köyde çocuklar oyun oynayacak zaman pek
bulamazlardı. Her yaştaki çocuk evde günlük işlere yardım edecek, akşam ocakta
yanacak odunları hazırlayacak, hayvanları ahıra sokacak, yemlerini verecek, bu
arada fırsat bulursa ders çalışacaktı. Evlerde aydınlanma, ocakta yanan odunla
sağlandığından ve de bütün ev halkı aynı odada oturduğundan gece ders çalışma
imkanı olmazdı.
Evin büyük çocuğu erkek ise, babanın en büyük
yardımcısı olurdu. Onun için oğlunu üç sınıflı köy ilkokuluna bile göndermemek
için sebepler aranırdı. Ben de ailemin altı çocuğunun en büyüğü idim. Babam
bedenen çalışmayı pek sevmezdi. Ayrıca yardımcıya ihtiyacı vardı, bu da benden
başkası olamazdı. Ama o, beni okutmaya karar vermişti.
1937
senesinde üç sınıflı köy ilkokulunu
bitirdim. Dördüncü ve beşinci sınıfları okumam için Mut’a veya Silifke’ye
gitmem gerekiyordu. Tanıdık bir aile bulunacak ve ben o ailenin yanında
kalacaktım. 1937 yılı sonbaharında babam Silifke’de yanlarında kalıp
okuyabileceğim bir aile bulamadı. 1937-38 ders yılında okula gidemedim. Köyde
babamın günlük işlerine yardım ederek o ders yılını boş geçirdim, ilkokulda
öğrendiklerimi de unuttum.
Köyden Şehire Geldim,
Hayalkırıklığına Uğradım
1938 senesi
sonbaharında Silifke’de yanlarında kalabileceğim bir aile bulundu. 55
yaşlarında bir hanım, 20 yaşında evlenme çağında kızı ve ilkokul dördüncü
sınıfta benim yaşımda oğlu olan bir ailenin yanında kalacaktım. Kaldığım eve
yakın olan Cumhuriyet îlkokulu’na kaydım yapıldı, 4-A sınıfına verildim.
Yanında kaldığım ailenin genç kızı ders çalışmamda
bana çok yardımcı oluyordu. Ben de boş geçen senemdeki kayıplarımı telafi için
çok çalışıyordum. Ailenin oğlunun dördüncü sınıfta ikinci senesi idi. Okuldan
gelince hemen sokağa çıkar, arkadaşları ile geç saatlere kadar oynardı. Benim
oyuna ayıracak zamanım olmazdı.
Okula yeni başladığım günlerde sınıf öğretmenim
tanımak için benimle biraz ilgilendi. Köy ilkokulundan gelmiş, üstelik bir
senesini de boş geçirmiş birisi olarak benden ümidini kesmişti. Benim
hakkımdaki düşüncelerini de açıkça söyledi: “Bir seneni burada boş geçireceğine
köyüne git, ailene yardımcı ol!” dedi ve beni tembeller bölümü diye ayırdığı
sıranın en arkasına oturttu.
Ben çalışarak arkadaşlarımın seviyesine geldim.
Sınıfta sorduğu suallere cevap vermek için parmak kaldırsam da, hiç bir zaman
bana cevap hakkı vermezdi.
O sene sınıfta
kalacaktım. Bunu babama nasıl söyleyecektim?
Yanlarında kaldığım ailenin evi, uzun bir odadan
ibaretti. Odanın bir ucunda oturulur, öbür ucunda ben ve ailenin oğlu ders
çalışırdık. Bazı akşamlar, ev sahibi hanımın mahalledeki arkadaşları gelir,
sohbet ederlerdi. Bir akşam gelen hanımlardan birisi sohbeti bıraktı, benimle
ilgilendi. Bana devamlı sualler sordu, ben de cevaplarım verdim.
Okuldaki durumumu sordu,
ben de tembeller sırasındaki yerimi ve öğretmenimin tutumunu anlattım.
Bir gün sonra okuluma gittim. Tembeller sırasındaki
yerime oturdum. Öğretmen derse başlamak üzere iken kapı çalındı, okulda çalışan
bir görevli geldi. Öğretmene bir şeyler söyledi ve gitti. Öğretmenim beni
çağırdı, “Çantanı al ve başöğretmenin odasına git!” dedi. “Galiba okuldan
kovuluyorum” diye düşündüm ve o korku ile başöğretmenin odasına gittim. Orada,
akşam ders çalışırken benimle ilgilenen hanımı öğretmen gömleği ile görünce çok
şaşırdım. Başöğretmen bana sınıfımın değiştiğini söyledi ve yeni öğretmenimi
tanıttı. Yeni öğretmenim Hafize özal’dı. Beni sınıfına götürdü, en ön
sıralardan birisine oturttu. Ben de öğrencilik yaşamım boyunca o yerde kalmak
için gayret sarf ettim.
Tahsil hayatımda yaşantıma yön veren öğretmenlerim
olmuştur. Onların ilki rahmetli Hafize Özal’dı. Eğer, her zaman minnetle
andığım Hafize Özal beni kendi sınıfına almamış olsaydı, tahsil hayatım
dördüncü sınıfta bitmiş olacaktı. İlkokulu çalışkan bir öğrenci olarak
bitirdim.
Silifke Ortaokulu’na 1940 yılında başladım. O sene bir
akrabamın yanında kalıyordum. Kaldığım ev kalabalık olduğundan ders çalışmakta
biraz zorlanıyordum. Vasat bir öğrenci olarak ikmalsiz sınıfımı geçtim.
“Parasız Yatılı” Sınavını Kazandım, Kayseri’ye
Gidiyorum
Ortaokul ikinci sınıfta hiç çocukları olmayan başka
bir akrabanın yanında kaldım. Ders çalışmak için ortam çok müsaitti. Derslerim
de iyi idi. Yeni bir matematik öğretmeni gelmişti. İyi bir öğretmendi, dayımın
da arkadaşı idi. Dayım durumumu sormuş, “İyi, ama daha iyi olabilir” demiş.
Karnemdeki notlarım 4 ve 6 idi, üçüncü dönemde 3 verdi
ve ikmale kaldım. Bu ikmalin, sonraki tahsil hayatımda çok faydası oldu. O sene
yaz tatilinde matematik çalışmasını öğrendim. Başka vilayette görevli bir
ortaokul matematik öğretmeninden bir ay ders aldım. Ortaokul 3’te sınıfın en
iyilerinden birisi oldum. O matematik temeli ile parasız yatılı imtihanı
kazandım, lisede başarılı oldum.
Ortaokuldaki tarih öğretmenim Lütfi Peksöz, aynı
zamanda okul müdürümüzdü. Sevdiği bir öğrenicisiydim. Ortaokulu bitirdikten
sonra köyüme gittim. Babam Adana Lisesi’ne kaydımı yaptırmam için gönderdi.
Silifke’de konuştuğum arkadaşlarım Adana Lisesi’nin kontenjanının dolduğunu ve
kayıt yapmadığını söyleyince gitmeme gerek kalmadı.
Köye dönüp Konya’da şansımı denemeyi düşünüyordum. Bir
gün sonra devlet parasız yatılı imtihanı olduğunu öğrendim. Ortaokula gittim.
Kayıt zamanı geçmişti. Kayıt için de köyden temin edebileceğim belgeler
gerekiyordu. Müdürümüz Lütfi Peksöz’ü gördüm. Durumu anlattım, imtihana
girmemi, imtihan çıkışı hemen köyüme gidip, 24 saat içinde belgeleri getirmemi
istedi, istenilen belgeleri köyümüzün muhtarı olan babam hazırlayacaktı.
Tahsilime devam etmem için bana en büyük iyiliği yapmıştı.
imtihandan sonra gerekli belgeleri 24 saat içinde
yetiştirdim. Köye dönüp imtihan neticesini beklemeye başladım.
Eylül ayında okullar açıldı. Köyde iki erkek
kardeşimle beraber babamın besleyip satmak üzere aldığı 150 kadar erkeç’in (bir
yaşında erkek oğlak) bakımı ile uğraşıyorduk, yani çobanlık yapıyorduk. Eylül
ayı bitti, imtihan neticeleri gelmedi. Okula gitmekten ümidimi kesmiştim ki
beklediğim sevindirici haberi Ekim ayında o sırada İstanbul’da bulunan dayımdan
aldığım telgraftan öğrendim; “Parasız yatılı imtihanı kazandın. Kayseri
Lisesi’ne verildin. Acele hareket et!” diyordu.
Okullar açılalı birbuçuk ayı geçmişti. Tahsilime devam
için tek şansımı çok iyi kullanmam gerekiyordu. Akrabamız olan marangoza hemen
tahta bir bavul yaptırdık. Kayseri’ye gitmek üzere yola koyuldum.
Kayseri Lisesi’nde Çok
Deneyimli Öğretmenler Vardı
Köyden Silifke’ye kadar atla gittim. O yıllarda
şehirlerarası ulaşım, kamyonlarla sağlanıyordu. Mersin’e gidebileceğim kamyon
aradım. Ertesi gün öğleden sonra gidecek kamyonda yer aldım. Yolcular kamyonun
kasasındaki yüklerin üzerinde gitmek zorundaydı. Akşam güneş batmadan saat 17
sıralarında hareket edildi. Yolda 3-4 defa lastik patladı. Her lastik tamiri,
ortalama bir saat sürüyordu. Yol güzergahı bataklık olduğundan her lastik
patlayışında sivrisineklerin hücumuna uğruyorduk. Yaklaşık 80 kilometrelik
yolculuğumuz, sabah saat 9 sıralarında bitti.
Mersin’de istasyona gidip tren saatini öğrenmem
gerekiyordu. Otobüs terminalinde bulunan otele bavulumu bıraktım ve istasyona
gittim. Tren bir gün sonra saat 14’te vardı. O gece Mersin’de kaldım.
Öğlen saat 12’de tahta bavulumu alıp istasyona gittim.
Otel ile istasyon arası oldukça uzaktı. Bavulu taşımakta bir hayli zorlandım.
Biletimi aldım. Vagonda yer ararken parasız yatılı imtihanı kazanmış,
Kayseri’ye giden iki kişiyle karşılaştım. Beraberce aynı kompartımana
yerleştik. Sabaha karşı saat 4 sularında Kayseri’ye vardık. O saatte okula
gidemezdik, istasyonun yolcu salonunda sabahı bekledik. Saat 7 olunca bir
fayton kiralayıp okulumuza gittik.
Okullar açılalı 1,5 ay olmuş ve birinci dönem karne
için yazılı ve sözlü imtihanlar başlamıştı. Parasız yatılı imtihanı kazanan
diğer öğrenciler başka liselerden nakil olarak geldikleri için problemleri
yoktu. Benim zamana ihtiyacım vardı, öğretmenlerimden bana biraz zaman
vermelerini istedimse de fayda etmedi. Babacan hareketleri ile öğrencilerin
sevgisini kazanan Fransızca öğretmenimiz tek sayfalık bir şiir verdi, “Bunu
ezberle, sana 5 vereceğim” dedi (tam not 10). Şiiri ezberledim ve Fransızca’dan
5 aldım. Edebiyat öğretmenimiz de iyi kalpli birisi idi. Beni tahtaya kaldırdı,
“Sen yeni geldin. Sana borç olarak 5 vereceğim. İkinci dönemde borcunu ödersin”
dedi ve o da 5 verdi.
Okulumuzun matematik öğretmeni “Dökmeci Mahmut” lakabı
ile ün yapmış Mahmut Togay’dı. Her talebeyi yakından tanıyan kıymetli bir hoca
idi. Yazılıdan ve sözlüden zayıf not alan bir öğrenciye “Çalışmıyorsun” diye
ikazda bulununca, arkadaş, “Çok çalışıyorum” diye karşılık verdi. Hocanın
cevabı çok ilginçti: “Önündeki müsvedde defteri bir aydır aynı, hiç değişmedi!”
Sıralar arasında dolaşırken nelere dikkat ettiğini de böylece öğrenmiş olduk.
Notlarını çok tartarak verirdi. Lisenin cebir, geometri ve astronomi
öğretmeniydi. O yıllarda Kayseri Lisesi’nin iyi isim yapmasında büyük payı
vardı.
Bir buçuk ay geç başladığım lise birinci sınıfta da
cebir ve geometri öğretmenimiz o idi. Ortaokuldaki matematik bilgimle birinci
karne cebirden 5, geometriden de 3 aldım.
Pantalonum Yırtık Olduğu için, Derslere Paltoyla
Girdim
Okula başladıktan bir ay sonra verilecek karnemde;
cebir, Fransızca, edebiyat ve beden eğitimi hariç bütün derslerim zayıf olarak
gelecekti. Bu durum benim moralimi bozdu. “Bu kadar zayıf notlarla nasıl olsa
sınıfta kalacağım” diye düşündüm ve okulu bırakmaya karar verdim. Bu kararımı
bizim sınıfla ilgilenen müdür muavinine, yardımcı olur umudu ile anlattım,
okulu bırakacağımı söyledim. “Gidebilirsin, seni burada zorla tutan mı var?”
dedi. Ben de yatakhaneye gittim, bavulumu aldım. İstasyona gitmek için okuldan
ayrılırken kapıda görevli Veysel efendi, “Gidemezsin, baş muavinin izni olmadan
bırakmam” dedi. Bavulumu elimden aldı, kapıdaki odasına bıraktı ve beni baş
muavine götürdü.
Baş muavinimiz Ali Tekol konuyu öğrenince beni
karşısına oturttu. “Sen parasız yatılı imtihan kazanan bir talebesin. Birinci
karnenin hepsi zayıf olsa da ikinci dönemde hepsini düzelteceğine eminim. Ben
öğretmenlerinle konuşacağım, sana yardımcı olmalarını isteyeceğim. Sen şimdi
başka şey düşünme, derslerinin başına dön!” dedi ve beni okuldan ayrılmaktan
vazgeçirdi. Kapıda bıraktığım bavulumu alıp yatakhaneye bıraktım ve dershaneye
döndüm. Karnem, 4 ders hariç, hepsi 3-4, yani zayıf olarak geldi.
Babam bana her ay 10 lira harçlık gönderirdi. Okulda
verilen yiyeceklerin kalitesi ve miktarı yetersizdi. Akşam yemeklerinden sonra
okulun karşısında bulunan Şafak Tatlıcısı’na gidip tahin-pekmez yemek, en büyük
zevkimizdi. En kaliteli öğün cumartesi günü öğleyin verilen pirinç pilavı, kuru
fasulye ve üzüm hoşafından oluşurdu. Haliyle cumartesi öğle yemeğine lise
müdürü ve öğretmenler de gelirdi.
Parasız yatılı öğrencilere her sene bir takım elbise
ve ayakkabı verilirdi. Ben de nasıl olsa yenisi verilecek diye ortaokul üçüncü
sınıftaki elbise ve paltomla okula başlamıştım. Bir süre sonra oturduğum
sıradaki çiviye takılan pantolonum arkadan fena şekilde yırtıldı. Yenisini
alacak param olmadığından okuldan elbise verilinceye kadar derslere palto ile
girmek zorunda kaldım.
Matematik hocası Mahmut Togay’ın en iyi talebelerinden
biri olmuştum. Diğer dersleri de çok çalıştım, 2. dönem sonunda karnemi
zayıfsız almayı başardım ve sınıfımı ikmalsiz geçtim.
Yaz tatilimi geçirmek için köyüme gittim. Köyde evin
her ferdi çalışmaya mecburdu. Ben de günlük işlere yardım ettim. Tatil sonunda
da Kayseri’ye döndüm.
Cumhurbaşkanı İnönü, Bize Yabancı Dilin Önemini
Anlattı
Lise ikide Cumhurbaşkanı ismet İnönü Kayseri’yi
ziyareti sırasında okulumuza ve sınıfımıza geldi. Dersimiz Fransızca
idi. Hocamız çalışkan öğrencileri ön, zayıfları da arka sıralara oturtmuştu.
İnönü sınıfta en arkada oturan bir talebeyi tahtaya çağırdı. Arkadaşımız sorduğu
soruları bilemedi. Bunun üzerine hocamız “Daha iyi bilenler var” deyince İnönü
“Benim kaldırdığım da bilmeliydi!” dedi. Bize de lisan bilmenin önemine ait bir
konuşma yaptı ve “Ben 65 yaşındayım, yeni bir lisan öğrenmek için çalışıyorum”
dedi.
Matematik öğretmenimiz Mahmut Togay müdür yardımcısı
olduğundan, bizim sınıfın geometri dersini lisenin ortaokul kısmının
öğretmenine bırakmıştı. Cebir ve geometri, benim en kuvvetli olduğum
derslerimdi. Geometri hocamız yazılı imtihan yaptı. Bütün suallerin cevaplarını
tam olarak verdim. Birkaç gün sonra yazılı neticeleri okudu. Ben 3 almıştım.
Şaşırmıştım, itiraz ettim, yazılı kağıdımın sınıfta okunmasını istedim. Hoca
çok sinirlendi, “Tabii kağıdını burada herkese göstereceğim!” dedi. Bu arada
notlar idareye verildi. Bir sonraki derste yazılı kağıtlarımı getirdi.
“Yazılını 2 kağıda yazmışsın, ikinci kağıdın ayrılmış, onu görmemişim.
Haklısın, hakkın 10 almakmış, ama notları idareye verdim. 2. dönem bunu telafi
edeceğim” dedi. Yapacak bir şey kalmamıştı. Hoca hatasını kabul etmişti.
Mahmut Togay müdür yardımcısı olduktan sonra yazı
işlerinde yardımcı oluyordum. Notları karnelere ben geçirirdim. Akşamları
odasının anahtarını verirdi, derslerimi de orada çalışırdım. Geometriden nasıl
3 aldığımı da kendisine anlattım.
ikinci dönemde geometri yazılı imtihanında cevapları
gene doğru olarak verdim. Neticelerin ilanını bekliyordum. Hoca derste notları
değil, 4-5 kişinin numarasını okudu. Aralarında ben de vardım. Diğer numaraları
okunanlar durumları iyi olmayan talebelerdi. Hocaya numaralarımızı niye
okuduğunu sordum. “Sen kopya yapmışsın!” dedi, itiraz ettim. “Birinci dönem 3
alan birisi 10 alacak bir yazılı kağıdı veremez, sen mutlaka kopya
yapmışsındır” deyince sinirlendim ve sınıftan hızla çıktım, doğru muavin
odasına gittim. Durumu Mahmut Togay’a anlattım. Kendisi daha önceki 3’ü nasıl
aldığımı biliyordu. “Ben hocanla konuşurum, sen şimdi sınıfına dön” dedi ve
beni sınıfa geri gönderdi. Konuşmuş olmalı ki yazılı neticeleri açıklandığında
benim notum 10 olarak okundu.
Soğuk bir kış günü hastalandım, ateşim yükseldi. Okul,
hemen karşısında muayenehanesi olan bir dahiliye mütehassısı ile anlaşmıştı.
Hasta olan öğrenciler viziteye yazılır, kapıda görevli olan Veysel efendi
onları topluca anlaşmalı doktora götürürdü. Ben de diğer hasta arkadaşlarla
beraber muayene için gittim. Doktor benim dersten kaçmak için viziteye
çıktığımı düşünmüş olacak ki doğru dürüst muayene etmeden, “Aspirin al, bir
şeyin kalmaz” diyerek beni odasından çıkardı. Muayenehane ikinci katta
idi. Ben kapının önünde beklerken bayılıp düşmüşüm. Gözümü açtığım zaman
merdiven başındaki boşlukta yatıyordum. Veysel efendi beni oradan aldı, okul
revirine yatırdı. Kendisi ilaçlar vererek beni tedavi etti. Revirde üç gün
yattım. Daha sonra mensubu olacağım tıp mesleğinin baştan savma uygulanışı ile
de ilk defa tanışmış oldum.
Mûzip Arkadaşım Korkut
Özal’la Aynı Sırada Otururduk
Lise son sınıf 2 bölüme ayrılırdı: Fen ve edebiyat.
Genellikle talebelerin 2/3’ü edebiyat, 1/3’ü fen bölümünü tercih ederlerdi,
haliyle iki edebiyat, bir de fen sınıfı olurdu. Okul açıldı, ilk derse girdik.
Fen şubesine ayrılan sınıf ve sıralar kâfi gelmedi. Son sınıfa geçen
öğrencilerin yarısı fen şubesini tercih etmişlerdi. Sınıf 30 kişilik olarak
hazırlanmıştı. Daha evvelki senelerde fen şubesinin mevcudu 25 kişi civarında
olurdu. Gene de gelenek bozulmadı. Dersler başladıktan 3 gün sonra sınıf
mevcudu otuzun altına düştü.
Sınıfın en popüler öğrenicisi Korkut Özal’dı. Çalışkan
bir öğrenci idi. Mûziplikleri ve şakaları ile de meşhurdu, öğretmen kürsüsünün
önündeki sırada beraber otururduk.
Daha önce bahsettiğim gibi Mahmut Togay ile
hoca-talebe olarak ilişkilerimiz çok olağanüstüydü. En iyi öğrencilerindendim.
Bana itimadı sonsuzdu, ben de bu güvene layık olacak şekilde hareket ediyordum.
Not defterini bana verir, notları karnelere ben yazardım, ikinci dönem
karneleri yazarken not defterinde benim cebir, geometri, astronomi notlarım
yazılmamıştı. Karneleri yazıp götürdüm. “Tamam mı?” diye sordu. “Bir kişi hariç
tamam” dedim. “Onu da sen yaz!” deyince, “Hocam, o takdir sizindir” dedim. O da
not defterini aldı, her 3 derse de 10-10-10 yazdı, “Şimdi tamamla!” dedi.
Mahmut hocadan 10 numara alan ilk öğrenci rahmetli Turgut Özal’dı. Böylece
benim karnem, Turgut Özal’dan sonra 10 alan ikinci karne oldu.
Çevre illerden lise bitirme imtihanı için gelen ve
imtihana hazırlanmak gayesi ile Mahmut Togay’dan kendilerine ders vermesini
isteyenlere onun beni tavsiye ettiğini, bana ders vermem için müracaat eden
öğrencilerden öğrendim. Şaşırmıştım, hoca ile konuştum. Bu talebelere ders
vermemin benim için çok faydalı olacağını söyledi. Bu şekilde ders vermek
kendime güvenimi arttırdı ve de kısıtlı bütçeme katkı sağladı.
Liseyi, pekiyi derece ile 1946 senesi Haziran ayında
bitirdim
Hürriyet gazetesinin 29 Nisan 2007 tarihli Pazar
ilavesinde Kayseri lisesini anlatan bir yazı vardı. Orada “Okulun Şeref
Listesi” başlığı altında yazılan eski mezunların arasında kendi ismimi de
görmek beni fazlası ile mutlu etti.
Bundan sonra ne yapacaktım? Babamın maddi imkanı
üniversite tahsilimi karşılayacak durumda değildi. Kayseri’den köye döndüm.
Durumları değerlendirip bir karar vermem lazımdı, iki ay kadar orada kaldım.
Üniversiteye girebilmek için Ankara veya İstanbul’da bulunmam gerekiyordu.
Babamın verebildiği 150 lira ile İstanbul’a hareket ettim. İstanbul hakkında
hiç bir bilgim yoktu.
İKİNCİ BÖLÜM
Askerî
Tıbbiye’ye İstanbul’da Başladım, Ankara’da Bitirdim
' 1946 Ağustos’unda cebimde lise diploması, elimde tahta
bavulla Haydarpaşa İstasyonu’nda trenden indim. İlk defa İstanbul’la
tanışıyordum. Sora sora Sirkeci’yi buldum. İlk gece kaldığım otelde beni
tahtakuruları karşıladı. Bu defa fakülte aramaya başladım. Maddi , sorunları
aşmak için Askerî Tıbbiye’ye kaydımı yaptırdım ve rahatladım.
1 |
946
senesi Ağustos ayı sonlarında, elimde, liseye giderken yaptırdığım tahta
bavulla Haydarpaşa Istasyonu'nda trenden indim. Ucuz otellerin Sirkeci’de
olduğunu duymuştum. Trenden inen kalabalığı takip ederek vapura bindim ve
Karaköy’e geçtim. Vapurda rastladığım bir görevliden Sirkeci’ye nasıl
gidileceğini öğrendim. Sirkeci’de, benim gibi Anadolu’dan gelen ve ucuz yerleri
tercih eden talebelerin kaldığı bir otel buldum. Yanımda getirdiğim para ile
idare edebilmem için her şeyin en ucuzunu tercih etmem gerekiyordu.
Yorgun olduğum için akşam erkenden yattım. Gece yarısı
kaşıntı ile uyandım. Bütün vücudumu kırmızı renkte böcekler kaplamıştı, onları
öldürmeye başladım. Böcek ezilince emdiği kan çıkıyor ve etrafa pis bir koku
yayılıyordu. Tahtakurusu ile ilk defa böylece tanışmış oldum.
Bazı fakülteler lise bitirme derecelerine göre,
bazıları da imtihanla talebe alacaklarını açıklamışlardı. Veteriner Fakültesi
imtihanla alıyordu. Onun imtihanına girdim. Tıp Fakültesi ve Teknik Üniversite
lise bitirme derecelerine göre öğrenci alacaklardı, oralara aday kaydımı
yaptırdım.
Ancak; benim için mühim
olanı tahsil masraflarımı karşılayacak imkanı sağlamaktı, bu konuda araştırma
yapmam gerekiyordu.
Kayseri Lisesi’nden bir arkadaşım Çemberlitaş’ta bir
akrabasının otelinde kalıyormuş, Sirkeci’deki tahtakurulu otelden onun
sayesinde kurtuldum.
Daha sonra Silifke’den ortaokul arkadaşlarımla
karşılaşmam, otelden ayrılıp bir talebe yurduna yerleşmeme vesile oldu. Yurdun
fiyatı otele göre çok ucuzdu. Yemek durumunu da peynir ekmekle idare ediyordum.
Fakültelere müracaatlarımın neticeleri belli olmaya
başladı. Veteriner Fakültesi’nin imtihanını kazanmıştım. Teknik Üniversite
Makina Mühendisliği Fakültesi’ne de kabul edildim ve oraya kaydımı yaptırdım.
Üç ay staj için Istinye Taşkızak Tersanesi’ne verildiğim bildirildi.
Ancak, parasız yatılı imtihanı kazanıp Kayseri’ye
gelirken Mersin tren istasyonunda tanıştığım arkadaşlardan biriyle karşılaşmam,
kararımı değiştirmeme sebep oldu. O, Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni
kazanmıştı ve oraya gidecekti. İkimizin de maddi durumu zayıftı. Beraberce
gidebileceğimiz, okurken masrafımızı da karşılama imkanı sağlayabilecek bir
fakülte aramaya karar verdik.
Askerî Tıbbiye tam aradığımız gibiydi. Tahsil
süresince yaşam için ihtiyaçları veriyor, buna karşılık doktor olduktan sonra belli
bir süre orduda hizmet edilmesi gerekiyordu. Oraya müracaat ettik. Kabul
edilirsek, o Siyasal Bilgiler’i, ben de Teknik Üniversite’yi bırakacaktım.
İsteğimiz oldu, ikimiz de Askeri Tıbbiye’ye kabul edildik. Yüksek tahsil
yapmaktaki maddi problemler de halledilmiş oldu.
Askerî Tıbbiye;
Kaydolduğum Yıl Ankara’ya Taşındı
1946 senesinde Askerî Tıbbiye Okulu İstanbul’da idi.
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi yeni açılmıştı. Askerî Tıbbiye’nin 1. ve 6.
sınıflarının Ankara’ya nakledilmesi kararlaştırılmıştı. Üniversiteler
açıldıktan 4-5 gün sonra durum bize bildirildi. Ankara Üniversitesi Tıp
Fakültesi’nin 6’ıncı sınıfının tamamını askeri öğreniciler oluşturuyordu.
İkinci sınıfta yalnız sivil talebeler vardı. Birinci sınıfta ise 150 kadar
öğrencinin yarısı askerdi.
Fakülte, Cebeci’de askeri bir hastane olarak hizmet
veren Gülhane Hastanesi’nin bünyesinde kurulmuştu. Askerî tıp talebeleri için
hastanenin arka bölümünde iki katlı bir bina ayrılmıştı. Binanın üst katındaki
dört oda yatakhane olarak kullanılıyordu. Alt katta iki büyük salon vardı.
Salonlardan birisi yemekhane idi. Diğeri, içine sıralar yerleştirilmiş, büyük
bir salondu. Adı da “Büyük Dershane” idi. Gündüzleri tıp fakültesince dershane
olarak kullanılır, saat 17’den sonra da bizim ders çalışma yerimiz olurdu.
Okuldan iki takım elbise verilirdi. Birisi
cumartesi-pazar ve resmî tatil günleri giyilen “harici elbise” dediğimiz haki
kumaştan yapılan giysi idi. Diğeri, o yıllarda bütün erlerin giydiği kaba
kumaştan yapılmış olan “dahili elbise” idi. Derslere bu elbise ile gitmek
mecburi idi. Saçlarımız da üç numara makine ile kesilirdi. Bu durumda askerî
tıbbiye öğrencisinin görünüş olarak erden farkı yoktu. Altıncı sınıf
öğrencileri bu kıyafetleri ile kliniklerde staj yapıyorlardı. Hastalar tıp
talebesini servislerde çalışan er zannediyorlardı.
Tıp fakültesinin birinci sınıfında okutulan bazı
dersler Fen Fakültesi kapsamına girdiğinden, o dersler için Fen Fakültesi’nin
bulunduğu Bahçelievler’deki Gazi Terbiye Enstitüsü’nün binasına giderdik.
Okulun servisi olmadığından gidiş-gelişler bizim için oldukça zor olurdu. Okul
dönüşü Beşevler durağına gelir, orada otobüs beklerdik.
Zamanın Genelkurmay Başkanı, babacanlığı ile tanınan
Salih Omurtak idi. Evinden makamına giderken durakta otobüs bekleyen askerî
talebe görürse arabasına alır, okula kadar getirir, yolculuk sırasında sohbet
eder, bilgi alırdı. Bir gün arabasına aldığı arkadaşımıza okula gelirken niçin
harici elbise giyilmediğini sorar, yasak olduğunu öğrenir. Okul müdürlüğüne
hemen bir yazı gönderir. Yazı özetle şöyle
“Askerî Tıbbiye talebelerinin diğer yüksek okullar
arasında mümtaz bir yeri vardır. Bu durum göz önüne alınarak dahili elbise ile
okul ihata duvarlarının dışına çıkarılmamaları..”
Genelkurmay Başkanlığı’ndan gelen bu yazıdan sonra
derslere harici elbiselerle gidildi.
Saç kesiminin düzelmesi ise, altıncı sınıfların
gayreti ile gerçekleşti.
Kliniklere staj için
devam eden son sınıf talebeleri aşırıya kaçmayacak şekilde saçlarını
uzatmışlardı. Sınıf subayı yüzbaşı saçların üç numara makine ile kesilmesi için
iki gün süre verdi. Kimse kestirmedi.
Bir cumartesi günü talebeleri Büyük Dershane’de
topladı, berberi getirdi, talebeleri tek tek kürsüye çağırdı. Üç numara makine
ile saçlarının bir kısmını, mesela kulak üstünden tepeye kadar veya alından tepeye
kadar kestirdi. “Kendiniz kalan kısımlarını tamamlatırsınız, isteyen de böyle
gezer” diye de alay etti. Kimse kalan saçlarını kestirmedi, tam tersine hepsi
servislere de, sinemaya da böyle acayip kesilmiş saçlarla gittiler. “Bu görünüş
bizim değil, sizin ayıbınız!” dediler. Sonuçta kazandılar. Askerî tıp
öğrencilerinin aşırıya kaçmayacak şekilde saç uzatmalarına izin çıktı.
Üzerinde Çalışmak İçin,
İnsan Kemikleri Aradık
Lisan dersleri akşamları Hıfzısıhha’da veriliyordu.
Hıfzısıhha’nın kütüphanesi ders çalışmak için çok müsaitti. Akşamları saat
19-20’ye kadar aynı zamanda fakültenin idare binası olan Hıfzısıhha’da
kalırdık.
Ankara Üniversitesinde tıp fakültesi yeni açıldığı
için hoca-talebe ilişkileri çok yakındı. Laboratuvarlarda talebeye her şeyi kendileri
gösterir, öğretirlerdi.
Histoloji hocamız Kâmile Mutlu da mikroskop başında
her öğrenci ile kendisi ilgilenir, en ince detayına kadar izah ederdi. Vize
için imtihana girildiğinde kahve getirtir, 15 dakika sohbet eder, heyecan
tamamen kalktıktan sonra imtihan başlardı.
En zor dersimiz anatomi idi. Üç sömestr, yani 1,5 sene
okutulurdu. İkinci sınıfta başlardı. Kadavra salonuna ilk defa girmenin sizde
yarattığı etkiden uzun zaman kurtulamazdınız. Üzerinde çalışmak için, insan
vücudundaki kemiklerden temin etmek mecburiyetindeydiniz.
İnsan vücudunu tam olarak öğreten bu mühim dersin
imtihanına 3. sınıfta şubat ayında girilirdi. Anatomi imtihanından evvelki iki
ay ben dahil bazı arkadaşlar ekseri geceler yatakhaneye hiç çıkmaz, dershanede
yatardık. O sene şubat ayında anatomi imtihanını başarı ile verdim. Haziran
ayında diğer derslerin imtihanını da verdikten sonra dördüncü sınıfa geçtim.
Yaz tatilini memleketimde geçirmek için hazırlık
yapıyordum. Okulun yakınında bulunan harita subaylarının gazinosunda bir
arkadaşımın akrabasının düğünü vardı. Benimle beraber iki arkadaşımı da davet
etti. Saat 20 sıralarında gazinoda buluştuk. Kenarda bir masaya oturduk.
Üzerimizde askerî tıp talebelerinin giydiği resmî elbiselerimiz vardı.
Memleketime gideceğim için ben elbisemi yeni yaptırmıştım.
Saat 21’de düğün ve eğlence başladı, içki olarak açık
büfe BOL (meyvalı bir kokteyl) veriliyordu, içki kültürümüz zayıf olduğundan
BOL’u alkol derecesi düşük zannedip biraz fazla kaçırdık. Bir süre sonra BOL
tesirini gösterdi. Biz oraya dans edip eğlenmek için gitmiştik, ama değil dans
etmek, ayakta duramaz hale gelmiştik. Oradan ayrıldık, Cebeci’ye doğru yürümeye
başladık.
Askerî Tıbbiye’de talebelerin disiplini ile ilgilenen
piyade sınıfından yüzbaşı rütbesinde bir sınıf subayı ile derslerle ilgilenen
askerî bir doktor bulunurdu. Bunun görevine “müzakereci” denilirdi. O sene
müzakerecilik görevini yapan binbaşı rütbesinde bir dahiliye mütehassısı idi.
Arkadaşlar ona bir isim takmışlardı: “Santonin Binbaşı” (Santonin; o zamanlar
kullanılan bir solucan ilacıydı).
Gece saat 23 sularında her halimizden sarhoş olduğumuz
anlaşılır şekilde caddelerde dolaşırken, konservatuar civarında müzakereci
binbaşı ile karşılaştık. Bizi yakalamak için yanımıza gelirken kaçtık, kaçarken
de “Santo... Santo...” diye tempo tuttuk. Bizi yakalayamadı, ama yakalamaya
kararlı olarak okula döndü. Okulun etrafı tel örgü ile çevrili idi. Tek giriş
kapısı vardı. Müzakereci, bizim oradan okula gireceğimizi düşünerek sokak
kapısının önüne sandalyesini koydurur, bizi orada beklemeye başlar. Biz okula
dönünce onun kapıda beklediğini gördük. Okulun arka tarafındaki tel örgüden
atlayarak okula girmeye karar verdik. Gece saat 1 sırasında alkolün etkisi hala
devam ediyordu. Biribirimize yardım ederek tel örgüden geçecektik. Ben geçerken
ceketimin önü tel örgüye takıldı ve yırtıldı. Yakalanmadan okula girdik,
içkinin de tesiri ile hiç bir şey düşünmeden uyuduk.
Sabahleyin uyanınca ceketimin tele takıldığını
hatırladım. Ceketimdeki yırtığı görünce çok üzüldüm. Ön kısmı yukarıdan aşağı
20 cm kadar yırtılmıştı. Bir arkadaşım Ulus meydanında bu tür yırtıkları hiç iz
bırakmadan onaran bir örücü olduğunu söyleyince çok sevindim.
Hemen ceketimi alıp
Ulus’taki örücüye götürdüm. Yırtık yarım saatte hiç iz bırakmayacak şekilde tamir
edildi.
Ceketimi aldım, okula gitmek üzere otobüse bindim.
Yanımda resmî elbiseli, bahriyeli bir yüzbaşı oturuyordu. Otobüsün biletçisi
yanımıza geldiğinde benim bilet paramı da o verdi. Kendisine teşekkür edince
“Kardeşlerimize karşı vazifemiz!” diye karşılık verdi.
15-20 dakika süren yolculuk süresince konuştuk.
Kaçıncı sınıfta olduğumu, yaz tatilini nerede ve nasıl geçireceğimi sordu.
Dördüncü sınıfa geçtiğimi, yaz tatilini memleketimde, köyde geçireceğimi
söyledim. Tatilimi köyde boş geçireceğimi öğrenince, “Doktorluk, usta-çırak
işidir. Okulunuzun karşısında bir hastane var. Boş zamanlarınızda servislere
devam edip pratiğinizi artırmanız yetişmeniz bakımından çok faydalı olur.”
dedi. Ben hastanede kimseyi tanımadığımı söyledim. “Şu andan itibaren beni
tanıyorsun. Adım Aziz Sarsılmaz. 2. hâriciyede asistanım. Her serviste
arkadaşım var. Hangi serviste çalışmak istersen gel, ben seni o servisteki
arkadaşlarımla tanıştırırım. Yaz tatilini boş geçirme!” dedi.
Bir gece evvelki düğünde aldığım alkolün ve elbisemin
yırtılmasının, daha sonraki yaşantımda cerrah olmama sebep olacağını nereden
bilebilirdim?
“Başınıza gelen her şeyde bir hayır vardır” diye bir
fıkra okumuştum. Eski zamanlarda bir şahıs kaza neticesi gözünün birisini
kaybetmiş. Çok üzülmüş. Arkadaşları “Üzülme, her şeyde bir hayır vardır”
diyerek teselli etmeye çalışırlar, ama o kızar, “Gözüm kör oldu, hayır bunun
neresinde?” diye itiraz eder. Bir süre sonra başka bir ülkeye gitmesi gerekir.
Oraya girerken yolu askerler tarafından kesilir. Hükümdarlarının emri ile o gün
ülkelerine ilk giren kişi kurban edilecektir. Adamı yakalarlar, kurban
edileceği yere götürürler. Bakarlar ki kurban edilecek şahsın bir gözü yok.
Kurallara göre sakat olan birisi kurban olamaz. Adam; gözünün birisi olmadığı
için ölümden kurtulur.
Doktor Oldum Ama, “Kan
Tutması” ile Karşılaştım
Otobüsten indikten sonra okula gittim, beyaz gömleğimi
giydim. Hastanede 2. hariciye servisinde Dr.Yüzbaşı Aziz Sarsılmaz’ı buldum.
“Ben geldim, müsaade ederseniz sizin yanınızda çalışmak istiyorum” dedim.
“Tamam” dedi. O sırada pansuman yapıyordu, bana ilk dersi verdi: Pansuman
malzemelerini tanıttı.
Aynı gün tank kazasında yaralanan bir teğmen geldi.
Bir eli parçalanmış ve ezilmişti. Pansumanına ben de yardım ediyordum. Bir ara
fenalaştığımı hissettim, bütün vücudum terledi, başım döndü, bayılacak hale
geldim. Dr. Aziz bey o halimi görünce “Dışarı çık, yüzünü yıka ve tekrar gel”
dedi. Halk arasında “kan tutması” denilen durumla karşılaşmıştım. Yüzümü
yıkadım, durumum düzeldi, tekrar pansuman odasına döndüm, yardıma devam ettim.
O günden sonra bütün boş zamanlarımı hastanede
geçirmeye başladım. Geceleri geç saatlere kadar hastalarla beraber oluyordum.
Sabahları da pansumanlara yetişmek için saat 7-7:30’da hastanede olmam
gerekiyordu, ikinci hariciye servisinin mesai saatleri başka servislere
benzemezdi. Asistanlar 7:30’da, hoca Prof. Recai Ergüder 8:30’da gelir, 9’da
ameliyata girilirdi. Bu, servisin geleneği idi. iğne yapmasını öğrendim, her
türlü pansumanı yapıyordum. Açık bir yaraya dikiş koyabiliyordum. Servisin
devamlı çalışan bir elemanı haline gelmiştim. Asistanların izinli olduğu yaz
aylarında ameliyatlara da girerdim.
Dördüncü sınıfta nisan ayında bir gece karın ağrısı
ile uyandım. Hemen hariciye servisine gittim. Muayenede apandisit teşhisi
konuldu, imtihan zamanı olduğu için antibiyotik ve buz tedavisi ile
geçiştirdim, imtihanlar bitti, sınıfımı geçtim. Arkadaşlarla beraber eğlenmek
için o yıllarda Ankara’nın kaliteli müzikli eğlence yerlerinden olan Bomonti
Gazinosu’na gittik. Henüz masamıza oturmuştuk ki benim karnım ağrımaya başladı.
Gazinoda kalmama imkan yoktu. Hastaneye döndüm. Nöbetçi asistan muayene etti.
Apandisit olduğunu söyledi. Buz tatbikine başlandı, ağrım azaldı.
Sabah saat 9’da hocamız Prof. Ergüder geldi, muayene
etti, ameliyata hazırlanmamı istedi. Biraz sonra bir haber geldi. Hastanede
sular akmadığından ameliyatlar yapılamayacak deniliyordu. Bir süre sonra
ameliyathanede görevli bir personel geldi, hocanın ameliyathanede beni
beklediğini söyledi. Koşarak ameliyathaneye gittiğimde hocayı ameliyat yapmaya
hazırlanmış bulunca şaşırdım. “Yat masaya!” dedi. Ameliyat masasına yattım.
“Bayılmak ister misin?” diye sordu, istemediğimi söyledim. Lokal anestezi ile
5-6 dakikada ameliyatım bitti. Hoca “Masadan in ve yatağına kendin git” dedi.
Dediğini yaptım. Üç gün sonra da normal yaşantıma döndüm. Recai hoca, apandisit
ameliyatını 1 cm açarak yapar ve tek dikiş koyardı.
Yaz tatilinde memleketime gitmedim, hastanede
çalıştım. Ameliyatlara katılıp, ameliyat sonu hastaların bakımı ile
uğraşıyordum, poliklinikte de görev yapıyordum. Yaz sonunda fıtık, apandisit
gibi ameliyatlara ikinci asistan olarak girmeye başladım. Asistanlar beni
servisin bir elemanı olarak görüyorlardı. Hoca ile ilişkilerim de çok iyi idi.
Alman Hoca Plevka
Sinirlenince, Bizi Sınıfta Bıraktı
Beşinci sınıf, mühim derslerin okutulduğu bir sınıftı.
Senenin sonunda en mühim üç dersin imtihanına girilirdi. Benim kanaatime göre
başarılı bir hekim olabilmenin sırrı, bu üç dersin iyi öğrenilmesinden geçer:
Patalojik anatomi, fizyopatoloji ve farmakoloji. Patolojik anatomi ve
fizyopatoloji imtihanlarına girdim, çok iyi geçtiler.
Farmakoloji dersinin iki ayrı bölümü vardı.
Farmakoloji bölümünün hocası Plevka (Alman kökenli), farmakotekni bölümünün
hocası Mustafa Sunay idi. Hocaların derslerini takip edebileceğimiz kitapları
yoktu. Her derse muntazam devam etmek ve not tutmak gerekiyordu. Sınıfta bu işi
en iyi yapanlardan birisi de bendim.
Farmakotekni imtihanı yazılı olacak, o bittikten sonra
farmakoloji imtihanı sözlü yapılacaktı. Saat 9’da yazılı imtihanın yapılacağı
salona alındık. Hoca salona baktı, “İçinizde derslere muntazam devam eden,
yakinen tanıdığım, boş kağıt da verse geçireceğim arkadaşlar var. Mesela sen”
diye beni tahtaya çağırdı. Sualleri tahtaya bana yazdırdı. Ben yerime geçtim,
hemen cevapları yazdım ve kağıdımı verdim. O sırada sözlü imtihanı yapacak olan
Plevka da salondaydı. Bana imtihana hemen girmek isteyip istemediğimi sordu.
Girmek istediğimi söyleyince odasının önünde beklememi söyledi, biraz sonra
kendisi de odasına girdi.
Ben kapının önünde beklerken o gün imtihanı olmayan
başka arkadaşlar geldi. Hocanın odasının kapısının yanında içerdeki lambayı
yakmayı sağlayan bir elektrik anahtarı vardı. Arkadaşlardan birisi bu düğmeyi
devamlı olarak çevirir. Odadaki lamba devamlı olarak yanar- söner. Bu duruma
sinirlenen hoca birden dışarı çıktı, Almanca bağırarak bir şeyler söyledi ve
bizi oradan kovdu.
On dakika sonra kapıyı açtı, beni içeri aldı. Sorduğu
suallere normal cevaplar verdiğimi düşünerek odadan çıktım. Son imtihandı.
Sınıfımı geçtiğimi tahmin ediyordum. İmtihan devam ediyordu. 5-6 kişi girdikten
sonra imtihan odasında bulunan doçent dışarı çıktı. “Hepiniz kaldınız” dedi,
bizlerin itirazı üzerine “Ben de anlamadım” dedi.
O gün 25 kişi imtihana girmişti. İmtihana girenlerin
büyük çoğunluğu kalmıştı. Ben de hocanın o günkü sinirinden nasibimi aldım,
ikmale kaldım. İkmal imtihanına daha da iyi hazırlandım. Bu dersin hekimlikteki
önemi göz önüne alınırsa ikmale kalmam bir yerde benim için iyi de oldu diye
kendi kendimi teselli ettim.
Tıbbiye’de 6’ıncı Sınıf,
Staj Sınıfı İdi
Adli Tıp dersini hoca kendisi anlatır, sene sonunda
imtihanına girilirdi. Hocamız, babacan tavırları ile herkes tarafından sevilen
birisi idi. Derse gelirken bir şişe maden suyu getirir, masanın üstüne koyar,
ders sırasında o su ile Trinitrin hapı alırdı.
Bizim grubun hepsi askerî tıp öğrencisi idi. Erkenden
gidip imtihanın yapılacağı salonu hazırladık. Hocanın masası çiçeklerle
süslendi. Masaya maden suyu şişeleri ve Trinitrin kutusu konuldu. Hoca salona
gelince bu manzara çok hoşuna gitti, “Bu salonda talebe sınıfta bırakılmaz,
hepiniz geçtiniz. İmtihanı not tefriki için yapacağım” dedi.
İmtihan başladı. Hepimiz dershanede sıralarda
oturuyorduk. Sırası gelen, ön tarafa, hocanın karşısına gidiyordu. Sınıfımızda
“Gafur” lakaplı bir arkadaşımız vardı. Sıra ona geldi. Sınıfımızdaki çalışkan
bir arkadaşımızı ayarlamış, hoca sual sorunca o işaretle kendisine yardımcı
olacaktı.
Hoca ilk soruyu sordu: “Ölümün belirtileri nedir?”
Gafur hiç düşünmeden kopya verecek arkadaşına baktı. Ama onun tariflerini
anlaması için konuyu gene de biraz olsun bilmesi gerekiyordu. Arkadaşı işaretle
bazı tarifler yaptı, Gafur: “İnsan vücudunun yer çekimine tabi olarak yere
düşmesine ölüm denir!” Hoca bu cevap üzerine, “Sabah söz verdim, sözümde
duracağım, geçer not vereceğim, ama sen hemen çık ve git!” dedi.
İntaniye stajında sabah vizitesinde hoca hastaları
ziyareti sırasında talebelere sualler sorardı. Gafur’un bulunduğu gruba hocamız
Abdulkadir Noyan, “Yılancığa sebep olan mikrop nedir?” diye sordu. Gafur
bildiğinden emin olduğu, ancak muzipliği ile tanınan bir arkadaşa danışır. O da
kulağına, “Kobra yılanı” diye fısıldar. Gafur hocanın gözüne girmek için hemen
bağırdı, “Kobra yılanı hocam!” Hoca, Gafur’un yüzüne baktı, “Senin ne güzel
gözlerin var, tıpkı eşek gözü gibi” diyerek tepkisini gösterdi.
Dahiliye, hariciye gibi derslerin stajı sene içinde
yapılır, imtihanlarına sene sonunda girilirdi. Diğer küçük branşların
imtihanlarına ise hemen staj bitiminde girilirdi. Bu dersler için vize karnesi
diye bir karnemiz vardı. Vizeler tamamlanmadan mezun olamazdık. Herhangi bir
vize imtihanında başarılı olunmazsa 10-15 gün sonra tekrar girilirdi.
En zor vize “göz” vizesi idi. Bir defada geçer not
alınması çok zordu. Bir kaç defa giren bir çok talebe vardı. Stajları 15’er
kişilik gruplar halinde yapıyorduk. Stajı bitiren grup bir hafta on gün
çalışıp, sonra vize için müracaat ediyordu, ilk girişte de ekserisi refüze
olurdu.
Biz grup olarak stajın son günü vize imtihanına girmek
istediğimizi bildirdik. Böylece ilk refüze hakkımızı kullanmış olacaktık.
Günlerden cumartesi idi. Hoca saat 12’de hepimizi odasına çağırdı. O sırada
kapının önünde daha evvel refüze olan ve imtihana girmek için gelen bazı
arkadaşlarımız duruyorlardı. Onlara beklememelerini, o gün imtihana
alamayacağını bildirdi. “Burada, stajlarının son günü imtihana girmek isteyen
çalışkan arkadaşlarım var, sizler onları görün de utanın!” diyerek hepsini
gönderdi.
Hocamız Prof. Süreyya Gördüren, intizamı seven, çok
titiz birisiydi. Serviste koridordaki halının üzerinde bir iplik parçası
görmesi, o gününün sinirli geçmesine yeterdi. Kütüphanede o yerine, biz de uzun
masanın etrafına oturduk, bir sohbet havasında imtihan başladı. Bir
arkadaşımıza “Keratoplastiden sonra görme ne kadar düzelir?” diye sordu.
“Servisimizde yapılan ameliyatlarda görme %90’a kadar düzelmiştir” cevabı çok
hoşuna gitti. Bizlere de birer sual sordu. Aldığı cevaplardan memnun oldu.
Hepimize en yüksek notu verdi, kendi yazdığı kitaptan da birer adet imzalayıp
hediye etti.
Abdülkadir Hoca Bize,
Deniz Kızı Eftalya’yı Anlatırdı
En zevkli geçen derslerden birisi intaniye hocamız
Ord. Prof. Abdülkadir Noyan’ın dersleri idi. Hoca, öğretmek istediği konuyu bir
hikaye ile anlatırdı. Her derste bir hikaye dinlerdik, işte hocamızın
hikayelerinden birisi:
“Ben yüzbaşı iken İstanbul’da Deniz Kızı Eftalya
isminde çok güzel bir şarkıcı vardı. Kendisine hayrandım. Evinin karşısında bir
eczane vardı. Her gün akşam üzeri onu görebilmek için eczanenin önüne bir sandalye
koyar, onun balkona çıkmasını beklerdim. Onu balkonda birkaç dakika da olsa
görebilmek için saatlerce beklediğim olurdu.
Bir gün geç saatlere kadar beklememe rağmen balkona
çıkmadı, ikinci, üçüncü günler de çıkmayınca, eczacıya Eftalya’yı sordum. Eczacı,
Eftalya’nın bir haftadır hasta olduğunu, doktorların her gün muayene için
geldiğini, ama iyileşmediğini söyledi.
Bir gün sonra yine eczaneye geldim, eczacıya nasıl
olduğunu sordum. Hastalığının devam ettiğini, hala bir teşhis konulmadığını
söyledi, ‘istersen bir de sen gör’ dedi. Teklifi hemen kabul ettim. Eczacı
haber verdi, muayene için odasına gittim. Hasta yatağında o kadar güzel
görünüyordu ki hayran oldum. Yanaklarının pembeleşmesi ona ayrı bir güzellik
vermişti. Muayene ettim. O güzellik karşısında ne söyleyeceğimi şaşırdım. ‘Kan
muayenesi yapılsın!’ dedim. ‘Bir hafta evvel kan alındı, bütün tetkikler
yapıldı, bir şey çıkmadı’ dediler. Başka bir şey söylemek aklıma gelmedi,
‘Tekrar yapılsın!’ dedim.
iki gün sonra eczaneye gittiğimde eczacı bana, ‘Seni
kutlarım! Kan tahlillerinin neticesi geldi, hastada tifo için yapılan testler
pozitif çıktı.’ dedi.”
Hocanın bize vermek istediği mesaj, “Tifo hastalığında
kan testleri bir haftadan sonra müspet çıkar!” idi.
Baraj’da Mezuniyeti
Kutlarken, Bayar’la Karşılaştık
1952 senesi Haziran ve Temmuz aylarında son
imtihanlara girip mezun olacaktık.
Kadın hastalıkları konusunda imtihana girerken
yararlanacak bir kitabımız yoktu. Arkadaşım Mehmet Hatipoğlu ile “Doğum Bilgisi
ve Kadın Hastalıkları” başlığıyla notlarımızı kitapçık haline getirip
arkadaşlarımıza dağıtarak bir ihtiyacı karşılamış olduk.
12 Temmuz 1952 tarihinde imtihanları başarı ile
vererek Tıp Fakültesi’nden mezun oldum.
Mezuniyetimizi, Çubuk Barajı mevkiindeki bir gazinoda
Askerî Tıbbiye’deki müdür ve sınıf subayları ile beraber gidip kutlayacaktık.
Yemek saatini beklerken kalabalık bir grup geldi. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar ve
yakınları gelmişti. Onlar da bizim okul müdürümüzün masasına oturdular.
Biz o geceyi kendi aramızda eğlenerek kutlamayı planlamıştık.
Yemek başladıktan bir süre sonra Ankara Radyosu sanatçıları sahneye çıkmaya
başladılar. Gece geç saatlere kadar birçok sanatçı birbiri ardına sahnede yer
aldı. Bu arada Cumhurbaşkanı da mezuniyetimizi bizimle beraber kutladı. Çok
güzel vakit geçirdik. Bu organizasyonun tesadüfen mi, yoksa önceden planlama
sonucunda mı gerçekleştiğini öğrenemedik.
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM
Muayenehaneme İlk Gelen Hasta,
“Hasta Değilim” Diyordu
' Tıp
Fakültesinden mezun olduktan sonra, yaz tatilinde memleketim Mut’ta muayenehane
açtım. Bir tahta üzerine “Doktor” diye yazdırdım. 0 tabelayı asıp, hasta
beklemeye başladım. İlk gelen hasta, kendisinin hasta olmadığını söyledi.
Muayene ettim, sağlıklıydı. Bana, 2,5 lira muayene . ücreti
verdi, iade ettim, ama zorla parayı bırakarak gitti....
O |
kul bitti. Doktor teğmen
olmuştum. Mücadele ile geçecek meslek hayatıma ilk adımı atmış oluyordum.
Yeni mezun askerî doktorlar, aynı tıbbiye altıncı
sınıfta olduğu gibi, bir sene daha “Gülhane stajı” adı ile bütün servislerde
çalışırlardı. Ancak bu staj, ihtisas için seçilen branş ağırlıklı olarak
yapılırdı. O senenin sonunda da ihtisas için seçilen servise girme hakkını
kazanabilmek için imtihana girilirdi. Her serviste adaylar aldıkları notlara
göre sıralanırdı. Üç sene (1956’dan sonra 4 sene) kıt’a hizmetinden sonra
ihtiyaca göre ihtisas yapmak üzere Gülhane Askerî Tıp Akademisi’ne (GATA)
tayinleri yapılırdı. Sıralama imtihanında 1. ve 2. sırada kazananların ihtisas
yapmaları garanti, daha sonrakilerin şansı ise açılacak kadroya bağlı olurdu.
GATA stajı, 1 Ekim’de başlardı. îki buçuk aylık boş
zamanım vardı. O tatili memleketim olan Mut’ta geçirecektim.
Yaz aylarında Mut çok sıcak olduğundan herkes
yaylalara taşınırdı. Esnaflık yapan erkekler Mut’ta kalırdı. O senelerde Mut’u
tarif ederken “3 çınar, 1 pınar” denilirdi. Şehrin ortasında 3 çınar ağacı
vardı. Bu çınarların altından da kalitesi çok güzel olan bir su çıkardı. Bütün
Mutlular içme sularını buradan alırlardı. Üç çınarın altı 3 kademeli çay
bahçesi haline getirilmişti. En alt kademeye bir de havuz yapılmıştı. Yaz
aylarında Mut’un en serin yeri bu çınarların altı olduğundan günün sıcak
saatlerinde bütün iş sahipleri burada toplanırdı.
Mut’a geldim, ilk olarak kalacak bir ev ve muayenehane
olabilecek bir yer bulmam gerekiyordu. Babam, arkadaşlarına benim geleceğimi
haber vermişti. Arkadaşlarından birisi çınarların bitişiğindeki evini bana
hazırlamış, bir başkası da çarşı içindeki dükkanını benim için boş bırakmıştı.
Mut’taki birinci günümde ev ve muayenehane konusu halloldu.
Mut’ta Muayenehaneyi Açtım, Hasta Beklemeye Başladım
ilk defa muayenehane açmanın heyecanı ile sabah erken
dükkana gittim, içerisi temizletilmişti. Etrafı düzenledim. Tahta bir plak
üzerine yazdırdığım tabelayı kapının üzerine astım ve saat 9’da hasta beklemek
üzere kapıyı açtım.
Sabahtan itibaren o civarda dolaşan emekli öğretmen
Neşri bey, hemen yanıma geldi, muayene olmak istediğini söyledi. Hiçbir
şikayeti yoktu. Muayenesini yaptım, sağlam olduğunu söyledim. Neşri bey,
babamın dostu, aynı zamanda dayımın kayınbiraderi idi. Yakınen tanıdığım
birisiydi. Muayene ücreti de 2,5 lira idi, ancak ondan ücret almam
düşünülemezdi. Kendisinden ücret kabul etmeyince, bir baba tavrı ile bana
kızdı, “Ben senin ilk hastan olup, ilk muayene ücretini vermek için sabahtan
beri bekliyorum, beni bundan mahrum edemezsin!” diyerek kırmızı renkli 2,5
lirayı masamın üzerine bıraktı ve gitti.
Saat 12 sıralarında 35 yaşlarında bir karı-koca
kucaklarında 6 aylık çocukları ile geldiler. Çocukta ishal ve yüksek ateş
vardı. Muayene ettim, reçetesini yazdım. Onlar da 2,5 liralarını verdiler ve
gittiler. Yarım saat sonra geri geldiler. Reçetedeki ilaçları almak için
eczaneye gitmişler, ilaçların bedeli 19 lira tutmuş, yanlarında 5 lira varmış,
ilaçları alamamışlar. Kendileri Gülnar ilçesinin bir köyünden çalışmak için Mut
civarındaki köylere gelmişler. Mut’ta borç alabilecekleri tanıdıkları kimse
yokmuş. Reçeteyi 5 liraya göre değiştirmemi istediler. Buna imkan yoktu. O
yıllarda Kemisetin piyasaya yeni çıkmıştı. Çocuk için olan şurubun fiyatı 16
lira civarında idi. Bu ilacın hasta çocuk için hayati önemi vardı. Tarladan
geldiklerini, yanlarında az nakit olduğunu, bir kaç gün içinde parayı
getirebileceklerini söylediler. Eczacıya bir not yazdım. Notta, hastanın
ilaçlarının verilmesini, kalan 14 lira borç için kefil olacağımı bildirdim.
On beş dakika sonra geri geldiler, eczacı da bana bir
not yazmıştı. “Tanımadığınız bu insanlara kefil olursanız, kazanacağınız para
ile kefil borçlarını karşılayamazsınız” diye ikaz etmiş ve beni korumak için de
ilaçları vermemişti. 2,5 lira muayene ücreti aldığım babaya 14 lira verip
gönderdim.
Dört hafta kadar sonra muayenehaneye temiz giyinmiş
bir adam, heybe dolusu köy hediyesi ile geldi. Bir ay evvel tarladan getirilen
hasta çocuğun o zaman üstü başı perişan olan babasını tanımamıştım. Kendini
tanıttı. Çocuğu iyileşmiş, borcunu vermek için gelmişti. Ondört lira olan borcu
bıraktı ve gitti.
Talebeliğimin son üç senesinde boş zamanlarımı
GATA’nın 2. hariciye servisinde geçirmem benim pratik olarak daha iyi yetişmemi
sağlamıştı. Tıbbiyeyi yeni bitiren bir doktor acemiliği hissetmiyor, kendime
güveniyordum.
Mut’ta maddi durumu iyi olarak bilinen birisi, dağlık
bölgedeki köyünden kamyonuna odun yükleyip Mut’a doğru yola çıkar. Kamyonu
şoför kullanmaktadır. Yolda şoför mahallindeki yerini bir müşteriye verir,
kendisi odunların üstüne çıkar. Mut’ta kamyondan inerken dengesini kaybeder,
düşer, ayak sırtında 6-7 cm’lik bir yara açılır. Yaradaki kanamayı
durduramazlar. En yakın operatör Silifke’de var, yegâne ulaşım aracı kamyonla 6
saatte gidilebiliyor. Hükümet tabibi hemen gitmelerini önerir. Kamyonu
hazırlamışlar, ancak gitmeden bir de benim görmemi istemişler. Böyle acil
durumlar için hazırlıklı idim. Kanamayı durdurdum, cildi diktim. Her gün
pansumanını da yaptım. Bir hafta sonra dikişleri aldım. Hasta, cerraha
gitmesine gerek kalmadan iyileşti. Bu olay, Mut gibi küçük bir yerde
kısa zamanda duyuldu ve benim iyi bir isim yapmamı sağladı.
Mut’ta çalışmadığım zamanlarımı her Mutlu gibi çınar
altındaki çay bahçesinde arkadaşlarla beraber geçirirdim. Sıcak bir Ağustos
akşamı çınarların altında, havuz kenarında oturuyorduk. Grubumuzda muzipliği
ile tanınan bir öğretmen, gece çay bahçesi kapandıktan sonra havuza girmeyi
teklif etti. Bu öneri olumlu karşılandı. Çay bahçesi kapandıktan sonra buluşmak
üzere ayrıldık.
Hükümet tabibi arkadaşımız evine gitti, geri kalanlar
çay bahçesinin bitişiğindeki benim evde toplandık. Saat 1 sıralarında hükümet
tabibi havuz başına geldi, etrafına baktı, kimseyi göremeyince elbiselerini
çıkardı, bir sandalyenin üzerine bıraktı, havuza girdi. Bizler bitişik bahçeden
onu izliyorduk. Öğretmen sandalyelerin arasından gizlice havuz kenarına gitti,
elbiseleri aldı ve geldi.
Biraz sonra doktor havuzdan çıktı, elbiselerini aradı,
bulamayınca “Böyle şaka olmaz, elbiseleri verin, yoksa küfür edeceğim” diye
birkaç defa etrafa bağırdı. Cevap alamayınca çarşının yukarısındaki evine doğru
yürüyerek gitmeye karar verdi. Öğretmen, çarşı bekçisini “Ermenek’ten bir deli
gelmiş, çıplak dolaşıyormuş, haberin olsun” diye ikaz etmiş. Bekçi çarşıda
çıplak vaziyette evine giden doktoru görünce yakalamak için peşine düşer,
kovalar, ama yakalayamaz.
Bir gün sonra akşam havuz başında her günkü gibi
toplandık, doktor da geldi. Havuz şakası günün sohbeti olacaktı. Öğretmen
“Doktor, akşam su nasıldı, çok soğuk muydu?” diye konuşmaya başlamıştı ki,
doktor ayağa fırladı, tabancasını çekti “Bu eşek şakasını hangi hayvan yaptı?”
diye bağırdı. Hiç kimse sesini çıkaramadı ve konu da konuşulmadan kapandı.
Yılan Sokan Bir Kadını,
Hayata Döndürdüm
O yaz, ilk defa
muayenehane açmanın zevkini tattım, sorumluluğunu yaşadım. Reçete yazmakla her
şey bitmiyordu. Yılan sokmasından zehirlenmiş bir kadını kurtarmak için iki gün
iki gece uğraştım. Ama kadın da kurtuldu. Bu konuda fakültede mühim bir şey
öğretmemişlerdi. Tıbbiyede verilmiş olan tüm bilgi “yılan sokmalarına karşı
intramüsküler (adale içi) serumlar uygulanır. Serumlar da polivalan ve sokan
yılanın cinsi belli ise, özel serumlar olarak iki gruba ayrılır”dan ibaretti.
Orada uzun zamandan beri doktorluk yapan arkadaşlara
sordumsa da daha fazla bilgi almam mümkün olmadı. Kendilerine gelen yılan
sokmuş hastalardan kurtulan olmadığını da ayrıca belirttiler. Bulabildiğim
kitaplardan ve prospektüslerden yararlanmaya çalıştım. Hukuk Fakültesi’nde
okuyan akrabam en büyük yardımcımdı. Ben hasta ile uğraşırken o bilgi
topluyordu, prospektüsleri tercüme ediyordu. Hastanın devamlı başında
bekliyordum.
ikinci günün sonunda hastada iyilik belirtileri
görüldü ve ben de rahat bir uyku uyumaya hak kazandım. Onu bir hafta kontrolda
tuttuktan sonra köyüne sağlıklı olarak gönderme mutluluğuna eriştim. Bu
hastanın kurtulması, benim bölgedeki itibarımı daha da arttırdı.
Mut’a ilk gittiğim gün yakın arkadaşlarım bir
lokantada, “Hoşgeldin” ziyafeti vermişlerdi. Belediye başkanı olan doktor,
lokanta sahibini çağırdı, “Etem, Vita diye yeni bir yağ çıkmış. Ben o yağı
yediğim zaman bütün vücudum şişiyor. Sakın bana Vita ile yapılmış yemek verme!”
dedi. Etem, hemen bir tencere tereyağ getirip gösterdi, “Ben yemeklerde bu yağı
kullanıyorum” dedi. Mut’tan ayrılırken de yine aynı lokantada veda yemeği
verildi. Etem, belediye başkanı doktora sordu: “Doktor bey, bir aydır
vücudunuzda şişme oldu mu?” Doktor, “Hayır” dedi. Bunun üzerine Etem’in “Doktor
bey, siz Vita denilen o yağı yiyebilirsiniz, ben size bir aydır Vita
yediriyorum” demesi doktoru ve hepimizi çok şaşırttı.
Tatil sonunda iyi intiba ve hatıralarla Mut’tan
ayrıldım. Bilahare 1960 senesine kadar yıllık izinlerimi hep orada çalışarak
geçirdim.
1 Ekim’de
GATA’daki senelik stajıma başlamak üzere Ankara’ya döndüm. Cerrahiyi seçmeye
çok evvelden karar verdiğimden son üç senedir boş zamanlarımda çalıştığım 2.
Hariciye servisinde göreve başladım.
Branş olarak cerrahiye talep oldukça fazla idi. Bazı
arkadaşlar hatırlı yakınlarına güveniyorlardı. Ancak daha evvel söylediğim gibi
senenin sonunda imtihanla alman notlara göre sıralama yapılırdı. Sene sonundaki
imtihanda ben birinci sırayı aldım. Kıt’a hizmetinden sonra açılacak kadroya
göre ihtisas için GATA’ya tayinim yapılacaktı.
GATA’daki stajın sonunda tayin yerleri kura ile
belirleniyordu. Ben o kurada bulunamadım. Benim yerime baştabip yardımcısı
albay kura çekmiş, Hadımköy ile Çatalca arasında Bahşayış köyünde korugan
taburu doktorluğuna tayin olmuştum.
îlk Kıt’a Hizmetine
Bahşayış’ta Çıktım
Bahşayış’ın İstanbul’a yakınlığından başka bir
özelliği yoktu. Tabur, mahrumiyet bölgesi olarak kabul ediliyordu, disiplinsiz
erlerin sürgün yeriydi. Yerleşim olarak Büyükçekmece ile Yassıviran arasına
dağılmıştı. Trakya sınırından gelecek bir düşman saldırısını durdurmak için
bölgeye savunma amaçlı koruganlar yapılmıştı. Kalın betondan yapılmış, büyük
bölümü toprak altında olan koruganlarda her türlü silah, cephane, dayanıklı
yiyecek maddeleri bulunurdu.
Tabur merkezinde subay aileleri için yapılmış dört
adet ev ve bekarlar için gazinonun olduğu binada beş küçük oda vardı. Ben de o
odalardan birisine yerleştim. Taburda yedek subaylığını yapan iki doktor daha
vardı. İyi bir arkadaş grubumuz olmuştu.
Hadımköy Askerî Hastanesi, bulunduğum Bahşayış köyüne
10 kilometre uzaklıktaydı. Hastane operatörü ile tanıştım. Cerrahi ile ilgimi
öğrenince boş zamanlarımda hastaneye devam etmemin benim için faydalı,
kendisine de yardımcı olacağımı söyledi. Tabur kumandanı ile de anlaştık, her
gün birlikte sabah vizitesini yaptıktan sonra hastaneye gidiyordum.
Poliklinikte yardım ediyor, ameliyata giriyordum. Küçük cerrahi operasyonları
bana bırakıyordu. Altı ay kadar sonra fıtık ameliyatı dahi yaptım.
Korugan Taburu’nun, sabıkalı askerlerin sürgün yeri
olduğundan bahsetmiştim. Böyle sürgün gelen erlerden iki örnek vereceğim.
Mesleği profesyonel hırsızlık olan bir er, bölük
kumandanına korugana verilmemesini rica etmişti: “Koruganda çok malzeme var,
hırsızlık olursa ben suçlanırım, onun için benim öyle yerlerde bulunmam doğru
olmaz” demişti. Bölük kumandanı da mazeretini kabul eder, ona bölük merkezinde
görev verir.
Bir süre sonra bölükte hırsızlıklar olur. Bölükteki
erlerin paraları çalınır. Bölük komutanı bölükte sabıkalı hırsız olduğunu
bildiğinden hemen onu odasına çağırtıp sorgular. Sabıkalı er suçlamayı kabul
etmez, “Ben 5-10 liraya tenezzül edecek kadar adi bir hırsız değilim. Bölükte
memleketinden parası gelmeyen garibanlara sizin çalındı dediğiniz paradan çok
daha fazlasını her ay ben dağıtıyorum. Memleketinden para gelmeyenlerin listesi
sizde var. Soruşturun ve görün!” diye cevap verir. Sonuçta hırsızın o olmadığı
anlaşılmıştı.
Köfte Nusret, haksızlığa tahammül edemediği için
devamlı suç işleyen, her seferinde askerliği yanan, çoğu günlerini
cezaevlerinde geçiren, haliyle 10 senedir askerliğini bitiremeyen gariban
birisiydi. Terbiyeli, efendi görünüşlü bir er idi. Bölük komutanı Nusret’i
himayesine aldı. Gündüzleri yatakhanede bekçi olacak, ayakkabı boyacılığı
yaparak da harçlığını temin edecekti. Suç işlememesi için İstanbul’a izinli
gitmesini de yasaklamıştı.
Askerliğinin bitmesine bir hafta kala terhis
hazırlıkları için izin alır, ihtiyaçlarını alabilmek için İstanbul’a gider.
Perşembe günü gidip pazar akşamı dönecekti. Pazar günü gazetelerde çıkan bir
haberden Nusret’in Sirkeci’de bir kişiyi bıçakla ağır yaraladığını öğrendik.
Askerliği yine yanmıştı...
Daha önce bahsettiğim gibi ihtisas imtihanını
kazanmıştım. Kıt’a hizmet süremin bitmesini bekliyordum. Mazbut bir aile
yaşantısına sahip olmak, en büyük emelimdi. Bunu gerçekleştirmek için mutlu bir
yuva kurmanın zamanının geldiğini düşünüyordum.
Evlilikte eş seçiminin zor, yanlış bir kararın
bedelinin çok ağır olacağının farkındaydım. Evlenme konusunda titiz davranan
birisi evleneceği eşinde aradığı üç önemli vasfı şöyle sıralar: Mutfakta
hizmetçi, salonda hanımefendi, yatakta fahişe olsun. Sonunda evlenir. Bir süre
sonra eski bir arkadaşı ile karşılaşır. Arkadaşı, “Evlendiğin eşinde aradığın
vasıfları bulabildin mi?” diye sorar. Adam bir ah çeker ve, “Aradığım tüm
vasıflar var! Var ama yerleri biraz değişik” der. Evlilikte sonunda pişman
olmamak için başında doğru seçim yapmak çok önemliydi.
İki senedir beraber çalıştığım tabur komutanının
baldızını her bakımdan uygun buluyordum. Bazı hafta sonları ablası ile beraber
taburun bulunduğu Bahşayış köyüne gelirlerdi. 1955 senesi yılbaşı gecesi
taburun gazinosunda bir eğlence düzenlenmişti. Ancak benim yılbaşından evvel
acil bir iş için Mut’a gitmem gerekti. O yılbaşı eğlencesine yetişebilmek için
Mut-lstanbul arasında kötü hava şartlarında tehlikeli bir yolculuk yaptım.
O gece müstakbel eşim Zerrin’i daha yakın tanıma
fırsatı buldum.
Düşüncemi kendisine
açtım. 27 Ocak’ta nişanımız, 19 Şubat’ta nikahımız ve 20 Mart’ta
da düğünümüz oldu. Eşim, bütün yaşantım boyunca en büyük yardımcım ve destekçim
olmuştur.
Bir kimsenin mesleğinde başarılı olması için huzurlu
bir aile yaşantısı olması çok önemlidir. Kasabanın birinde mesleğinde çok
başarılı bir marangoz varmış. Kendisine o kadar güveniyormuş ki mermer tezgah
üzerinde çalışırmış. Onun bu halini yadırgayan arkadaşları tahta tezgahta
çalışması için ikaz etmişlerse de kendisine olan inancından dolayı bu tutumunu
değiştirtememişler.
Muzip bir arkadaşı marangozun evine bir tepsi baklava
göndermiş. Akşam yemekte usta marangoz baklava tepsisini görünce eşine baklava
tepsisinin nereden geldiğini sorar. Eşi “Sen göndermedin mi?” deyince şaşırır,
şüphelenmeye başlar. “Acaba baklavayı kim, neden gönderdi?” diye kafasına
takılır.
Ertesi gün mermer tezgahta çalışırken elindeki keseri
yanlış vurur ve mermer kırılır. Onu uzaktan gizlice seyreden muzip arkadaşı
gülümseyerek yanına gelir. “Mermer tezgahta çalışabilmen senin ustalığından
değil, evdeki huzurundandı!” der. Benim yaşantımda da hep bu huzur vardı.
Sınıf arkadaşlarımın yaşları gereği emekli hayatı
yaşadığı yıllarda ben hala mesleğimi zevkle yapabiliyorum. Bunu ailevi huzuruma
ve mesleğimi sevmeme borçluyum. Şu anda bana gençlik yıllarında verdiğim iki
önemli karardan, “Evlenme ve meslek seçimi”nden memnun olup olmadığımı sorsalar,
tereddütsüz cevabım “Aynı evliliği yapar, aynı mesleği seçerdim” olurdu.
1956 senesi
şubat ayında oğlumuz Tamer doğdu. O sene şubat ayı kar altında geçti. Yollar
kapanmıştı. Doğumun sezaryenle olması ihtimali vardı. O yüzden hastaneye erken
yatıp doğumu orada beklemek mecburiyetinde kaldık. Bir hafta bekledikten sonra
doğum bir gece sezaryen ile gerçekleşti.
Eylül ayında tayinimiz çıkacaktı. Temmuz’da Ankara’da
ev aramaya başladık. Biz tayin beklerken tayinlerin her sene haziran ayında
yapılacağını bildiren bir emir geldi. Kıt’a hizmeti dört seneye, daha önce üç
sene olan cerrahi ihtisas süresi de dört seneye çıkartılmıştı. Buna göre
Bahşayış köyünde bir sene daha oturmak mecburiyetinde kaldık.
1957 senesi
haziran ayında beklediğimiz tayin emri geldi. Ankara Yenimahalle’de bir harita
yüzbaşısının evinin iki odasını aylığını 150 liraya kiraladım. Bir senelik
kirasını da peşin ödedim. Bir odaya yerleştik. Ev sahibi tadilat yaptıktan
sonra bir oda daha verecekti. Daha eve yeni yerleşmiştik ki askerlik şube
muayenelerinde görev alacağım bildirildi.
Benim görev yerim Tarsus ve Pozantı askerlik
şubelerinde idi. Görev süresi 35 gündü. Görev yerim Mut’a yakındı. Görevin
bitiminde kullanmak üzere bir hafta izin aldım. İznimi Mut’ta hasta bakarak
değerlendirdim. O hafta bir senelik ev kiramı kazandım. Üsteğmen maaşının 250
lira olduğunu düşünürsek, bu ek kazancın kıymeti daha iyi anlaşılır.
Gülhane’de mesai, saat 9’da başlar, 17’de biterdi.
Evlere gidiş-gelişler için bu saatlere uygun servis arabaları konulmuştu. Prof.
Ergüder’in başında bulunduğu 2. hariciye servisinde ise mesai 7:30’da başlardı,
bitiş saati ise servisteki işlerin bitiş saatine bağlı olurdu. Haliyle 2.
Hariciye’de çalışan asistanların servisten yararlanmalarına imkan yoktu.
Ev sahibi yüzbaşının, söz verdiği tadilatı
yapamayacağını, ilave odayı veremeyeceğini, ödediğim senelik kiranın kalan
kısmını evden çıkarken iade edeceğini bildirmesi üzerine Gülhane’ye yakın ev
aramaya başladım. Bahçelievler semtinde iki katlı bir evin birinci katındaki
iki odalı bölümünü kiraladım. Bu ev, hastaneye yürüyerek gidilecek kadar
yakındı.
Harita yüzbaşısının evinde iki ay oturmuştuk. 1500
lira iade edecekti. “Kontratı getir, parayı vereyim” dedi. Kontratı getirdim,
verdim. O, parayı verecek yerde kontratı yırttı ve yanan sobaya attı. “Durumum
müsait oluca taksit taksit öderim” dedi. Gerçek, üç kağıtçı yüzünü o an
göstermişti. Şaşırdım ama yapacak bir şeyim yoktu.
Kıt’a hizmetinde ve ihtisas süresindeki birer senelik
artış, ihtisasa başladığımız zaman ilk yıl önümüzde sadece son sene
asistanlarının olmasını gerektiriyordu. Buna ilaveten bizim devre, diğer üç yıl
arka arkaya son sene asistanı olarak çalışacaktı. Bu daha da iyi yetişmemize
sebep olacaktı.
Nöbetler bir ay süreli olarak tutulurdu. Her ay iki
asistan nöbetçi kalırdı. Bunlardan birisi birinci, diğeri son sene asistanı
olurdu. Nöbetçi
asistanlar her türlü
acil vakaya müdahale ederlerdi. Lüzum gördükleri zaman baş asistanı
çağırırlardı.
Aldığımız asistan maaşının yarısı ev kirasına
gidiyordu. Kalan yarısı ile geçinmeye çalışıyorduk. Son sene asistanı nöbet
arkadaşımla bu konuları konuşurken muayenehane açmayı düşündük. Yasal bir engel
olup olmadığını araştırdık. Asistan muayenehane açamaz diye biliniyordu. Ama
kanunda böyle bir madde bulamadık, sadece “Asistan bütün mesaisini hastaneye
harcar” diye bir cümle vardı. Buna göre mesai haricinde çalışmak mümkün diye
düşündük. Hocamız Prof. Ergüder’e danıştık, makul karşıladı.
Arkadaşımla beraber müsait semt araştırdık. Balgat
semti her bakımdan uygundu. Hastaneye de, oturduğumuz Bahçelievler’e de
yakındı. Orada bir evin birinci katını kiraladık. Gerekli olan malzemeleri
aldık. Sağlık Müdürlüğü’ne ve Vergi Dairesi’ne müracaatımızı yaptık. Haftanın
üç günü ben, üç günü arkadaşım gidecek, her gün kazancımızı taksim edecektik.
Balgat’ta başka doktor yoktu. Saat 17’den sonra gidiyorduk. Son hastaya
bakıncaya kadar kalıyorduk. İyi bir muhitimiz oldu. Arkadaşlarımızın kahvelerde
geçirdikleri saatleri biz muayenehanemizde çalışarak değerlendiriyorduk. Bu
çalışmamız sayesinde maddi sıkıntıdan kurtulmuş olduk.
Birinci senenin sonunda arkadaşımın ihtisası bitti,
Ankara’dan ayrıldı. Ben yalnız kaldım, muayenehanenin yerini değiştirdim. Her
gün saat 17’den sonra gidiyordum. Hastalar benden evvel gelir, beni
beklerlerdi. Son hasta bitinceye kadar kalırdım. Saat 21-22’ye kadar çalıştığım
olurdu.
Balgat halkı ile kaynaşmıştık. Muayeneye gelirler,
para vermeden giderlerdi. İşçi aileleri çoğunlukta idi. Ay başında maaşlarını
alınca hepsi gelir ay içerisindeki borçlarını öderlerdi.
Mesleki Kıskançlıkla tik
Kez Balgat’ta Muayenehane Açınca Tanıştım
Tıbbiyeden sınıf arkadaşım olan bir göğüs hastalıkları
mütehassısı da Balgat’ta muayenehane açtı. Sivil arkadaşım ben kıt’a hizmetini
yaparken ihtisasını tamamlamıştı. Kendisini muayenehanesinde ziyaret ettim.
Benim çalışma saatlerim kısıtlı olduğundan kendisinin Balgat halkına daha
faydalı olacağını söyledim.
Gülhane komutanı aynı zamanda çene cerrahisi hocamız
Prof. C. Borçbakan bir gün beni odasına çağırdı. “Ben gereken cevabı verdim,
ama neler olduğunu öğrenesin diye sen yine de şunları oku!” diye bana bazı
yazılar verdi. Balgat’ta muayenehane açan doktor muhit edinemeyince kabahati
bende bulmuş, Ankara Valiliği’ne dilekçe vermiş. Balgat’ta tabela asmadan kaçak
muayenehane çalıştırdığımdan vergi kaçakçılığı bakımından Vergi Dairesi’nce,
izinsiz muayenehane açtığım için Sağlık Müdürlüğü’nce, halen Gülhane’de asistan
olduğumdan, asistanların muayenehane açamayacağından Gülhane Komutanlığı’nca
hakkımda soruşturma açılmasını istiyordu.
Rüzgar tabelayı düşürmüştü, ben de tekrar yerine
takmayı ihmal etmiştim. Doktor, tabelayı yerinde görmeyince kaçak çalıştığımı
sanmış olmalı. Valilik dilekçeyi Vergi Dairesi’ne ve Sağlık Müdürlüğü’ne
göndermiş. Sağlık Müdürlüğü kaydımın olduğunu, Vergi Dairesi de vergilerimi
muntazam ödediğimi bildirmiş. Son olarak da yasak olmasına rağmen muayenehane
açtığım için dilekçe Gülhane Komutanlığı’na gönderilmişti. Kanunda böyle bir
yasak olmadığından gerekli cevap verilmişti.
Şikayetinden beklediği neticeyi alamayan eski sınıf
arkadaşım doktor, bir hafta sonra bir gece muayenehanesini boşaltıp Balgat’tan
kaçarcasına ayrıldı. Bu hadise, meslek hayatımda karşılaştığım kıskançlık
hezeyanlarından birisi idi.
Asistanlık yıllarım, mesleki gelişmem yönünden iyi
geçti. O yıllarda cerrah olarak memleketimizde büyük isim yapan İstanbul’da
Hazım Bumin, Ankara’da Recai Ergüder vardı. Haliyle hocamın Gülhane’de ve özel
hastanelerde yaptığı ameliyatlarda üç sene asistanlığını yapmam iyi bir
operatör olmamda etkili oldu. Hocam, Mim Kemal öke’nin yanında yetişmişti.
Ergüder’e göre dünyanın en büyük cerrahı Mim Kemal idi. Bunu da şöyle izah
ederdi: “Her cerrahın mesleğini öğrendiği bir hocası vardır. Mim Kemal’in
hocası yoktur. O, kendisini yetiştirmiştir. Bir çok ameliyatın memleketimizde
ilk uygulayıcısı olmuştur.”
Asistanlığımın üçüncü senesinde yaşantımızın ikinci
mutlu olayı gerçekleşti, kızım Sumran dünyaya geldi.
ihtisasımın üçüncü senesinde Ankara Hastanesi yeni
açılıyordu. Recai hoca orada görev yapacaktı. 27 Mayıs 1960 ihtilali oldu.
Hoca, 1950 yılından beri Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’ın özel doktorluğunu
yapıyordu. Politika ile ilgisi yoktu ama Bayar’ın yakın çevresinden olduğu için
emekliye sevk edildi. Yerine Mevki Hastanesi’nin operatörü doçent tayin edildi.
Bir Meslektaşım,
Ameliyatta Apandisiti Bulamamıştı
ihtilalden sonra asistanlara tazminat verilmesi için
bir kanun çıktı. Başka geliri olmayan asistanlar bu haktan yararlanacaktı.
Bunun için “Başka ek gelirim yok” diye bir beyanname verilmesi gerekiyordu. Bu
beyannameler Profesörler Kurulu’nda değerlendirilecekti. Ben beyannamede
muayenehanem olduğundan bu tazminatı alamayacağımı yazmıştım. Asistanlığımın
son senesi idi.
Profesörler Kurulu’nda benim beyanname görüşülürken,
yeni hocamız hemen kurulu terk etmiş, muavinine benim muayenehanemi derhal
kapatmamı ve beyannamemi buna göre değiştirmemi söylemiş. Muavini, hocanın
direktifi doğrultusunda muayenehanemi kapatmamı istedi. Muayenehane açmamın
kanunsuz bir tarafı olmadığını, kapatmayacağımı bildirdim.
Yeni hocamız, konuyu Genelkurmay’dan araştırır,
muayenehane açmamın kanunsuz olmadığını öğrenir. O sırada Ankara Mevki
Hastanesi’nde tek operatör vardı. Ona yardımcı olmak için Gülhane son sene
asistanlarından ikisinin geçici olarak orada görev yapmasına karar verilmişti.
Yeni hoca 2. hariciye servisinden bu göreve benim gitmemi istedi.
Bu geçici görevi hoca sürgün diye yaptı ama, benim
için mükafat oldu, zira Mevki Hastanesi’ndeki operatör, hem iyi bir cerrah, hem
de iyi bir ağabey idi. Ameliyatlara beraber girerdik. Mide ameliyatlarında
ameliyatın sonuna gelindiği anlamına gelen, duedenumun kesilip gömülmesinden
sonra güzel sesi ile bir gazel okur (uzun hava şarkı), herkesi neşelendirirdi.
Fıtık, apandisit gibi küçük ameliyatları tamamen bize bırakırdı.
Bir gün işim olduğu için Mevki Hastanesi’ne geç
geldim. Birinci Hariciye’den gelen arkadaş ameliyata girmişti. Saat 12’de
ameliyathaneye girdiğimde arkadaşım bir saattir apandisitli bir hasta ile
uğraşıyordu. Apandisiti bulamamış, arıyordu. Benden yardım istedi. Hemen
ameliyata girdim. Apandisiti kısa zamanda buldum ve çıkardım. Ameliyathane
hemşiresinin akrabası olan hasta ameliyattan çıktı.
Bu arada hocam Ergüder’in özel hastanedeki
ameliyatlarına da gidiyordum. Özel hastaneden muayenehaneye yetişmekte zorlanır
oldum. Araba almaya karar verdim. Bir Amerikalı’dan 1956 model Opel Rekord
marka bir araba aldım. O tarihte memleketimiz şartlarında araba lüks sayılırdı.
Arabayı Amerikalı’dan 12.000 liraya almıştım. Gümrük
vergisini ben ödeyecektim. Muameleyi hazırlayacak bir gümrük komisyoncusu
buldum. Ücret karşılığı beyannameyi hazırladı. Gümrük vergisi 17.000 lira
tutuyordu. Parayı nakit olarak yanımda götürerek gümrük teşkilatının veznesine
yatırmam gerekiyordu.
Yanıma nakit 17.000 lirayı alarak Gümrük ödenecek
binaya gittim. Aynı gün radyolar Hukuk Fakültesi’nde çatışma olduğunu
söylüyordu. Saat ll:30’da beyannameyi parayı ödeyeceğim vezneye verdim. Bir an
evvel işimin bitmesini istiyordum. Veznedeki memur dosyayı tetkik etti, bana
“Yarın sabah gelin!” dedi. Şaşırmıştım. “Eksik bir şey mi var?” diye sordum.
“Hayır, yarın gelince öğrenirsiniz” dedi. O kadar parayı geri götürüp, ertesi
günü tekrar yanımda taşıyacaktım. Doğrusu çok bozulmuştum.
Bir gün sonra, vergimi yatırmak için vezneye geldim.
Veznedar kendisini tanıttı. “Ben, apandisit ameliyatında sizin gelip masadan
kaldırdığınız, ameliyathane hemşiresinin yakını olan hastayım” deyince
kendisini tanıdım. Ödemem gereken gümrük vergisini 17.000’den bir hayli
azaltmıştı. “Kanunun satırları arasındaki boşluklardan yararlandım. Kanunsuz
bir iş yapmadım” dedi.
1961 senesi Haziran ayında ihtisas imtihanını
verdikten sonra Ankara’daki yaşantımız bitmiş oldu. Tayin beklemeye başladık.
Tayinim Erzurum Mareşal Çakmak Hastanesi’ne çıktı.
Erzurum’da Cerrah Olarak
Mecburi Hizmetim
Erzurum’da dört odalı bir ev kiraladım, bir odayı
muayenehane olarak ayırdım. Her gün 3-4 hasta gelmeye başladı. Bu durum bir
hafta devam etti. Bir gün mesai bitimi eve geldiğimde muayene odamda bekleyen
birisi vardı. Hasta olduğunu zannettim. Odama geçtim. Ben daha konuşmadan o
“Beni tanımadın mı?” diye sordu. “Hayır” dedim. “Arkadaşların benden
bahsetmişlerdir. Ben sağlık memuru M...t. Sağ gözümle baktığım doktoru zengin
ederim, sol gözümle baktığımı da yiyecek ekmeğe muhtaç ederim” deyince kim
olduğunu anladım. “Bir haftadır gelen hastaları sana ben gönderdim. Ben
istemezsem buraya tek hasta gelmez” demeyi de ihmal etmedi.
O tarihlerde Erzurum’da özel hasta trafiğini simsarlar
idare ediyormuş, o da canlı bir örnekti. Kendisini kovdum. Bir daha yakın
çevreme gelmemesini söyledim. Dediğimi yaptı ama o günden sonra muayenehaneme
tek bir hasta da gelmedi. Muayenehanemi kapattım.
M...t bana gelmedi ama onu hastane içinde her gün
görüyordum. Doktorlardan, aldıkları ücretin yüzde kırk ile altmışı arasında bir
komisyon alırmış. Hastanın doktora vereceği ücreti de o belirlermiş.
Sağ dizinin bükülmemesi şikayeti ile sakat olduğunu
iddia eden bir er (üç aylık asker) hakkında işlem yapılmak üzere hastaneye
gönderilmişti. Her türlü tetkiki yaptım. Dizinde bükülmeye engel bir arızası
yoktu. Er sağlamdı. Sağlam olduğunu bildiren rapor verdim.
Onbeş gün sonra birliğinin kumandanı tarafından
gerekli tetkikin yapılarak rapor verilmesi isteği ile tekrar hastaneye
gönderildi. Ben durumunu biliyordum. Daha önceki gelişinde tetkiklerini
yaptırmıştım. Polikliniğe narkozitörü çağırdım. Hafif bir narkozdan sonra diz
büküldü. O durumda ayağı beline bağlandı. Uyanınca “Vatana, millete sağlam bir
vatandaş kazandırdınız” diye sevinç içinde bağırdı. Tekrar sağlam raporuyla
birliğine gönderildi.
Hastanede nöbetçi olduğum bir gün, gece saat 22
sıralarında birliğinde bayılan bir er getirdiler. Nabız, tansiyon normaldi.
Ancak, koluna yanan sigarayı dokundursan tepki vermiyordu. Ben ne yapacağımı
düşünürken o sırada yanımda bulunan nörolog albay imdadıma yetişti. Hastanın
yüzüne yaklaştı, gözlerine üfledi. Hasta gözlerini kırptı. Albay “Bu tipik bir
histeri krizi” diye teşhisi koydu. Benden bir adet soğan istedi. Soğanı
yumrukla ezdi, avucuna aldı hastanın burnuna dayadı, iki dakika sonra ağlayarak
uyanacağını söyledi. Hasta dediği sürede ağlayarak uyandı. Böylece tıp
kitaplarının yazmadığı bir tedavi şeklini öğrenmiş oldum.
Mecburi hizmet bitiminde istifa edip askeri görevden
ayrılmaya karar vermiştim. 12 Temmuz 1962 tarihinde mecburi hizmetim bitiyordu.
30 Ağustos’u beklersem binbaşı olacaktım. İstifamı Ağustos’u beklemeden verip
Ankara’ya taşındım.
Ankara’da bir sene evvel boşalttığım muayenehanemi
tekrar açtım. Bahçelievler semtinde bir ev kiraladım. Eski muhitim olduğu için
hasta beklemek mecburiyetinde kalmadım.
Sağlık Bakanlığı’nda branşımla ilgili boş olan yerleri
araştırmaya başladım. Bilecik Devlet Hastanesi’nde operatör kadrosu boştu.
Tayin için müracaatımı yaptım. Neticeler açıklandı, tayinim çıkmamıştı. Tekrar
boş yer aramak için bakanlıkta müsteşar yardımcılarından birisi ile görüştüm.
Ondan bakanlığa müracaatla tayinin olamayacağı gerçeğini öğrendim. Ben de tayin
için öğrendiğim kurala uyacaktım. Ortaokuldan sınıf arkadaşım, önceki yıllarda
milletvekilliği yapan, o sırada Milli Piyango Genel Müdürü olan dostum
aracılığı ile sağlık bakanının bir yakınını bularak beraberce bakana gittik. Bu
ziyaret sonucu aynı gün Muğla Devlet Hastanesi’ne tayinim yapıldı.
16 Kasım 1962 tarihinde Muğla’ya gitmek üzere Opel
marka arabama, eşimi, oğlumu, kızımı ve kayınvalidemi alarak yola çıktım. O gün
Afyon’a kadar gelebildik. İkinci gün Afyon’dan hareket ettik, saat 16
sıralarında Aydın’a geldik. Oradan Muğla’ya gitmek için Çine-Yatağan arasında
çok virajlı bir yoldan geçilmesi gerekiyordu. Arabaya benzin almak için
uğradığım benzinciye Muğla yolu hakkında bilgi sorduğumda bu saatten sonra
gitmememi önerdi. Gece, meşhur Gökbel virajlarında zorlanacağımı söyledi. Ben
yola devam ettim. Çine’den sonra virajlar başladı. Geceyi Aydın’da
geçirmediğimize pişman oldum ama yola devamdan başka seçeneğim kalmamıştı.
Saat 20’de Muğla’ya gelebildik. Açık bulduğum bir
eczaneye kalabileceğimiz otel sorduğum sırada hastanede çalışan bir personel
tesadüfen orada bulunuyordu. Kim olduğumu öğrenince “Sizin için hastanede özel
odayı hazırladık, rahat edebileceğiniz bir otel de yok” dedi. Bizi hastaneye
götürdü. Saat 21 sıralarında bize ayrılan özel odaya yerleştik. 12 saat
yolculuk hayli yorucu olmuştu.
O sırada gelen acil bir hastayı görmem istendi. Acil
odasında masada yatan hastayı muayene ettim. Avda; mazgaldaki tüfeği namludan
çekip çıkarırken tüfek ateş almış. Namlunun ucu göbeğin hemen altına geldiği
için göbek altında bağırsakları parçalayan geniş bir yara açılmıştı. Tansiyonu
alınmıyordu, bir hayli kan kaybetmişti. Hastanede kan verme imkanı olup
olmadığını sordum, “Hasta yakınlarından alır, veririz” dediler. Hastayı
ameliyathaneye almalarını ve kan hazırlanmasını istedim.
O sırada nöbetçi olan dahiliye mütehassısı geldi.
Hastayı Aydın Devlet Hastanesi’ne sevk etmek için ambulans görevi yapan jipi
hazırlattıklarını söyledi. Kendisine bu haliyle hastanın Aydın’a sağ gitme
ihtimalinin olmadığını belirttim. Ona göre, hastanın yaşaması mümkün değildi ve
ilk ameliyat ettiğim hastanın ölmesi, benim için kötü reklam olurdu. Ben, bu
hastanın yolda öleceğini, ama ameliyat edersem az da olsa kurtulma şansının
olduğunu vurguladım ve hastayı ameliyata alacağımı bildirdim. Nöbetçi doktoru
“Bu memleket daha evvel mezarlığa operatörün ismini vermiştir. İlk yapacağın
ameliyat başarılı olmazsa senin için kötü olur!” diyerek tekrar uyardı.
Ameliyat ekibini sordum. Serviste hastalara bakan
Aysel hemşire aynı zamanda ameliyat hemşireliği görevini de yapıyordu.
Pansumancı olan hastabakıcı Hüseyin efendi de ameliyata yardımcı olarak
giriyordu. 55 yaşında olan Mehmet efendinin görevi narkoz vermekti. İlkokul tahsili
dahi olmayan Ali Çavuş ameliyathane sorumlusuydu: Ameliyathanenin temizliği,
aletlerin sterilizasyonu ve her an ameliyathaneyi ameliyata hazır tutmakla
yükümlüydü. Ayrıca hastalara bakmakla görevli bir erkek bir de kadın
hastabakıcı vardı. Otuz yataklı hariciye servisinin elemanları bunlardı.
Ali Çavuş ameliyathanenin hazır olduğunu bildirdi.
Aysel hemşire ve Hüseyin efendi ile ameliyata girdim. Ameliyathane
hazırlanırken hasta için uygun kan da hazırlanmıştı. Hastanın durumu çok
ağırdı. Kan takıldı, Mehmet efendi kendi bildiği şekilde açık damla eter ile
hastayı uyuttu. Hastanın ince bağırsağından 30 cm’lik bir bölümü parçalanmış,
mesanesi de bir kaç yerden delinmişti. Yaklaşık bir saat süren ameliyat
başarılı geçti, hasta yatağına alındı.
Sabah erkenden hastayı görmek için odasına gittiğimde
akşam ameliyata giren hemşireyi hastanın başında buldum, bütün gece hiç
uyumadan hastanın başında beklemişti. Hastanın durumu da çok iyi idi.
Böyle bir ameliyatın bir
saatte bitmesi, hemşirenin geceyi hastanın başında geçirmesi, personel hakkında
iyi fikirler veriyordu.
Hastanenin doktorları saat 9’da geldiler. Hepsi bana
acıyarak bakıyorlardı. Bir operatör için ilk yaptığı ameliyat çok önemli imiş.
İlk ameliyatımı böyle ümitsiz bir hastaya yapmamı büyük talihsizlik olarak
niteliyorlardı. Hasta on gün sonra şifa ile taburcu oldu.
ikinci gün bir trafik kazası yaralısı geldi. Onun da
durumu ağırdı. Kazazede eşeği ile kamyon altında kalmıştı. 4-5 kaburgası
kırılmış, kafası parçalanmış, beyninin bir kısmı açıktaydı. Kafa kemiklerinin
bazıları kaza yerinde kalmıştı. Beyin toz toprak içindeydi. Beyindeki
pislikleri temizlemek için beyni serumla yıkamam gerekti. Bunun için aspiratöre
ihtiyaç vardı. Ameliyathanede aspiratör yoktu. Beyni serumla yıkadıktan sonra
kalan küçük parçacıkları nelaton sondasının (ince lastik boru) bir ucunu ağzıma
alıp, emerek temizledim. Netice başarılı oldu. Hasta kurtuldu.
Bu iki ağır hastanın iyi olmaları çevrede kısa zamanda
duyuldu. Uyguladığım yöntem kahvelerde “Yeni operatör, hastanın beynindeki
pislikleri dili ile temizlemiş” şeklinde anlatılmış. Daha önceki yıllarda şehir
mezarlığına operatörün adını veren Muğla’da, iyi bir isim yapmaya başladım.
Hasta kapasitem her geçen gün artıyordu.
üs üt *
Muğla’da mesleğimda başarılı olmamda cerrahi servisindeki
ekibin büyük etkisi oldu. Ameliyathanede görevli Ali Çavuş, Muğla’da çalıştığım
12 yıl süresince bir gün dahi izin kullanmadı. Haftada üç gün ameliyat günümdü.
Günde 12-15 ameliyat yapardım. Saat 14’ten sonra acil ameliyatlar olurdu,
ameliyatlara aynı ekiple girilirdi.
Normal ameliyatlardan sonra günün birinde üç defa acil
ameliyata girdim. Üçüncü acil ameliyat, gece saat 24’ten sonra idi. Çok
yorulduğunu düşündüğüm Aysel hemşireyi çağırmamalarını istedim. Sabah vizitede
hemşireyi üzgün gördüm. Sebebini öğrenince şaşırdım. Kendisini gece ameliyata
çağırmadığımıza üzülmüş. Onu üzdüğüm için ben de üzüldüm...
Muğla’ya konser vermek için topluluklar gelirdi.
Hariciye servisinde çalışanlar için yer ayırtır, gitmelerini isterdim. Böyle
bir konser gününde hepsinin konsere gitmelerini istedim. O gün de ağır
ameliyatlar yapılmıştı. Saat 23’te hastaları ziyaret için hastaneye gittiğimde
Aysel hemşireyi hastaların başında buldum. Niçin konsere gitmediğini sorunca
cevabı “Burada bu kadar ağır hastaları nasıl bırakır giderim” oldu. Kendisini
mesleğine adamış, eşi az bulunur bir hemşire idi. Cerrahi servisindeki diğer
görevliler de özveri ile çalışıyorlardı...
Hasta Randevularımı
Satan Şebeke Türedi
1970 senesinden sonra hastane baş tabibi olarak görev
yaptım. Hastane personeli ile mesai saatinde baş tabip olarak, mesai saatleri
dışında arkadaş gibi ilişkimiz vardı. Hastanede mesai saati dışında kullanılan
bir bölüm yapıldı. Çay, kahve servisi yapılan, iskambil ve tavla oynanan,
televizyonu (o tarihlerde daha evlerde televizyon yoktu) olan bu bölüm,
personelin boş zamanlarını geçirdikleri yer oldu. Böylece, acil durumlarda
kahvehanelerde personel aranması önlendi.
Saat 8-14 arası hastanede çalışıyordum, 14’ten 24’e
kadar muayenehanemde hasta bakıyordum. Yeni gelen bir hastaya birkaç gün
sonraya randevu verebiliyordum. Bu durum, bazı açıkgözleri harekete geçirdi.
Randevu alıyorlar, muayene ücreti 25 lira iken, onlar aldıkları randevuyu 200
liraya satıyorlardı. Bunu önlemek için vali ile konuştum, bir müddet
muayenehanede sivil polis bekletilerek hastaların istismar edilmesine mani
olundu.
Hastanede nisaiye mütehassısı yoktu. Nisaiye
servisinin sorumlusu da bendim. Serbest çalışan, aynı zamanda bir partinin il
başkanı olan nisaiye mütehassısı acil hastalara davet ediliyordu. O da
muayenehanesindeki özel hastalarını hastaneye gönderip yatırtıyordu. Acil
durumlarda geldiği için hastaneyi özel hastane gibi kullanmasına izin
veriliyordu.
Nisaiye servisinin 20 yatağı vardı. 1962 yılı Aralık
ayı sonlarında doğumda çalışan ebe, doğum yapmaya gelen bir hasta için boş
yatak olmadığını söyledi. Sebebini sordum, serviste kürtaj bekleyen 13 hasta
var dedi. Asistanlık dönemimde özel Argun Kliniği’nde jinekolog (nisaiye
mütehassısı) M. Argun’a asiste ederdim. Kürtaj, sezaryen gibi müdahaleleri iyi
biliyordum. Ebeye hastaları kürtaj odasına getirmesini söyledim. Onüç hastanın
da kürtajını yaptım. Bu durum nisaiye mütehassısının hoşuna gitmedi.
Üç-dört gün sonraki yılbaşı gecesinde nöbetçi doktor
dahiliye mütehassısıydı. Acil sezaryen yapılması gereken bir doğum hastası için
saat 22’de nisaiye mütehassısını davet eder, ama o bulunamaz. Nöbetçi doktor
beni davet etti. Nisaiye mütehassısının bulunamadığına dair belge hazırlattım,
ambulans şoförüne, nöbetçi doktora, nöbetçi hemşireye imza ettirdim ve
ameliyata girdim. Hastanın kocası, doktor aramaktan yorgun, umutsuz durumda
hastaneye döner. Eşinin sezaryen ameliyatının yapıldığını ve bir oğlunun
olduğunu öğrenince çok sevinir.
Aynı gece saat 4’te Ula veteriner sağlık memurunun eşi
doğum için getirilir. Ebe, doğumun normal olmadığını, sezaryen gerektiğini
bildirir. Gene nisaiye mütehassısı davet edilir, ama yine bulunamaz. Beni
çağırdılar, hemen ameliyathaneye aldım ve sezaryen ameliyatını yaptım.
Böylelikle kısa sürede sadece kendi branşım değil,
nisaiye alanında da ismim halk arasında yayılmaya başladı. Her türlü kadın
hastalıkları ile ilgili hastalar da nisaiyeciye gitmeyip bana gelmeye
başladılar. Bu durum acil hastalara gelmek istemeyen nisaiye mütehassısını
rahatsız etmiş ki, hastanede yapılan bir toplantıya katıldı. Bundan sonra acil
her vakaya geleceğini, buna karşılık da kendi hastalarını hastaneye kabul
etmemizi istedi. Geçici de olsa anlaşma sağlandı.
Sağlık, Mutluluk; Ölüm
ise, Sorumluluk Getiriyor
Muğla’da çalıştığım yıllarda iki defa soruşturma
geçirdim. Her iki soruşturmaya sebep olan olaylarla alakam yoktu, ama ifade
vermek bana düştü.
1963 yılında bir cumartesi günü saat 9’da hastaneye
evinde ölü doğum yapmış, kanaması olan bir hasta getirdiler. Kanama için
yapılması gerekli ilk tedaviler yapıldı. Serbest çalışan nisaiye mütehassısının
davet edilmesi için baş tabipliğe saat 9:30’da yazı yazıldı. Nisaiye
mütehassısı saat 10’da geldi, hastaya yapılan tedaviyi uygun buldu. Kanama
devam etti.
Saat 12’de nisaiye
mütehassısı tekrar davet edildi. Bu sefer ameliyat etmeye karar verdi. Hasta
kan kaybettiği için kan vermeden bu ameliyat yapılamazdı. Hasta yakınlarından
kan temin etmek için laboratuvar elamanları çalışmaya başladı. Saat 13’te uygun
kan hazırlandı ama nisaiye mütehassısı ameliyata çoktan başlamıştı. Kan
ameliyathaneye götürüldüğü sırada kanayan uterusu çıkarmıştı. Üstelik kan
kaybetmiş hastaya açık damla eter ile narkoz veriliyordu. Hasta ameliyathanede
vefat etti. Kan geldikten sonra ameliyata alınmış olsaydı masadan sağ
kalkabilirdi.
Hastanın eşi, ameliyatı yapan nisaiye mütehassısına
hastasının ölüm sebebini sorunca, “Ameliyat başarılı oldu ama hastaya bakılmadı
ondan öldü” der. Hasta sahipleri de beni şikayet eder. Hiçbir ilgim olmayan bu
ölüm vakasından dolayı mahkemeye gittim, ölüm olayı ile ilgim olmadığı
kanıtlandı ve suçsuz bulundum.
İkinci olay, 1967 senesinde oldu. Hastaneye sol
omuzundan tornavida ile yaralanmış birisi geldi. Olay bir hafta evvel Ortaca’da
(o tarihte Muğla’nın nahiyesi) olmuş. İki kişi kavga etmiş, biri diğerini
omuzundan tornavida ile yaralamış, orada görevli doktor da yaraya agraf (bir
nevi metal dikiş) koymuş. Bir hafta sonra agrafı alınca yaradan fışkırır tarzda
kan gelir. Tekrar agraf koyar, sıkı bandaj yaparak hastaneye gönderir. Yarayı
kontrol ettim, tornavida göğüs içinde bir damarı yaralamıştı. Konu, damar ve
göğüs cerrahisini ilgilendiriyordu. Göğüs açılmadan müdahele edilemezdi,
hastanemizde de bunun için gerekli ekipman yoktu. Hastayı acil olarak
ambulansla İzmir’e sevk ettim. Orada yaralı damarı tamir edememişler, hastanın
sol kolunu kesmişler.
Hasta kendisini hastaneye geç gönderdi diye Ortaca’da
ilk müdahaleyi yapan doktoru şikayet eder. Konunun soruşturması daha evvel
Muğla’da sıtma mücadele doktorluğu yapan bir müfettişe verilir. Bu konuda benim
de görüşümü sordu. îlk müdahaleyi yapan doktorun bir kusuru olmadığını,
omuzdaki bir tornavida yarasının göğüs içinde bir damarı yaralamasına sebep
olmasının haricen kolay anlaşılmayacağını söyledim.
Bu arada müfettiş bana sürpriz bir teklifte bulundu:
“4 senedir burada çalışmışsınız, iyi de bir isim yapmışsınız. Yakında
hakkınızda şikayetler başlar, o zaman buradan sürgün olarak gidersiniz.
İsterseniz dilediğiniz bir yere tayininiz için size yardımcı olabilirim.” Çok
şaşırdım. Belli ki, benim çalışmalarımdan rahatsız olan arkadaşlarının
isteklerini yerine getirme sözü vermişti. Kendisine sürgün gidinceye kadar
çalışacağımı bildirdim.
Ayrılırken bana soruşturma yaptığı kol kesme olayı ile
ilgili, “İleride bu konuda savunmanı yapman için bir yazı alırsan şaşma!” diye
tehditvari bir cümle söyledi. O zaman bunun manasını anlamamıştım. Üç ay sonra
müfettişten bu konuda savunmamı isteyen bir yazı aldım. İstanbul Numune
Hastanesi’nden bir operatör, hastanın göğüs içinde yaralanan arterinin göğüs
açılmadan benim tarafımdan tamir edilebileceğini belirttiğinden, bu konudaki
savunmamı 15 gün içinde yazılı olarak bildirmemi istiyordu.
Kendisine, “Siz mütehassıs bir müfettiş değilsiniz, bu
konuda size savunma göndermeyeceğim. Yazınızı Sağlık Bakanlığı’na iletip
mütehassıs bir müfettiş gönderilmesini ya da dosyanın Yüksek Sağlık Şurası’nda
tetkik edilmesini isteyeceğim” diye cevap verdim. Dosya, Yüksek Sağlık
Şurası’na gönderildi. Konu ile ilgim olmadığına dair Yüksek Sağlık Şurası kararı,
aynı müfettiş tarafından bir yazı ile bana bildirildi.
Akrabasına Kan Vermeyen
Bir Vatandaşı Tokatlamışım
Muğla’daki yaşantım, diğer doktorlarınkinden biraz
farklı idi. Muğla’da doktorların bulundukları ikinci adres Şehir Kulübü’ydü.
Saat 14’ten sonra hepsi orada toplanırlardı. Evlerine hasta gelirse, evinden
kulübe telefon edilir, gider, hastalarına bakar, tekrar dönerlerdi.
Ben Muğla’da kaldığım yaklaşık on iki sene içinde bir
defa olsun Şehir Kulübü’ne gitmedim. Diğer doktorların kulüpte geçirdiği saatleri
ben ya muayenehanemde hasta bakarak, ya da spor faaliyetleri ile geçiriyordum.
Hastanenin arkasında kullanılmayan bir bölgeyi voleybol sahası yaptırdım. Mesai
saatlerinden sonra hastane personelinin boş zamanlarını değerlendirebilecekleri
bir yer haline getirdim. Bende boş zamanım olursa onlara katılıp voleybol
oynardım. Ayrıca amatör kümede oynayan üç futbol kulübünden birisinin de
başkanı idim.
Çalışmaktan tatil yapmaya fırsat bulamadığımı bilen
Vali Ş.T. bir cumartesi günü beraber Bodrum’a gitmemizi teklif etti. Gittik.
Merkezde kaymakamlık binasında saat 16 sırasında buluştuk. Çaylarımızı içerken
Muğla’dan telefon geldi. Trafik kazası olmuş, ağır yaralılar olduğu bildirildi.
Hemen Muğla’ya dönmek mecburiyetinde kaldım.
Bir süre sonra yine bir cumartesi günü beraber gittik.
Saat 15’ten sonra araba ile bazı yerlerini gezdik. Saat 20’de akşam yemeği için
toplandık. Toplantıda hükümet tabibi doktor da vardı. Yemekte hükümet tabibini
acil hastaya çağırdılar. Doktor acil hastadan dönünce baktığı hastayı sordum.
Folidol (tütün bitkisi için kullanılan bir kimya) zehirlenmesi olduğunu
söyledi. Yaptığı tedaviyi sordum. O tedavi ile hasta bir kaç saat içinde
ölecekti. Muğla Devlet Hastanesi’nde uyguladığımız bir tedavi şekli ile hasta
kurtulabilirdi. Hemen beraberce hastaya gittik. Saat 22’den ertesi günü saat
9’a kadar o hastanın tedavisi ile uğraştık. Hasta kurtuldu. Ben de o günün
kalan saatlerinde uyudum ve de akşam olmadan Muğla’ya döndük. 11 sene 4 ay
çalıştığım Muğla’nın herkesin severek gittiği Bodrum ilçesine bu şekilde sadece
iki defa gidebildim.
Meslek hayatımda hastalarımla maddi problem yaşamadım.
Muayenehaneme gelen, muayene ücreti ödemeden giden hastalara bile ücret
vermediklerini hatırlatmazdım. Bunlardan, sonradan hatırlayıp geri dönenler
olmuştur.
Bir gün berberde traş olurken köylü bir vatandaş
geldi. Berber, gelen vatandaşa, “Doktor beyi tanıyor musun?” diye sordu.
Vatandaş, “Tanımaz olur muyum, tokadını bile yedim” deyince, ben de kendisine
“Ya yakınına kan vermemişsindir, ya da hasta başında kalıp, hastana
bakmamışsındır” dedim. “Birincisi efendim” dedi.
Muğla’nın yakın köylerinden bir şahıs av tüfeği ile
karısını vurmuş. Gece saat 24 sıralarında hastaneye yaralı kadını getirdiler.
Hemen ameliyata almam lazımdı. Yanında gelen yakınlarına “Kan verir misiniz?”
diye sordum. “Tabii veririz” dediler. Ameliyata girdim. Beklediğim kan gelmedi.
Yakınlarının kan vermediği haberini verdiler. Kan grubu uygun olan bir kişiyi
ameliyathaneye getirttim. Gelen, köyün muhtarı imiş. Adama, “Hastayı buraya
ölsün diye mi getirdiniz? Sen nasıl muhtarsın?” diye bağırdım. Neticede kan
geldi, hasta da kurtuldu. Ben bu hareketleri kötülük için yapmazdım, kendi
yakınlarına iyilik için yapardım. Haliyle benim böyle davranışlarımı kimse
kötüye almazdı.
Hocamın Dediği Gibi,
Para Hazretlerinin Peşinde Koşmadım
Muayenehaneme, Yaraş köyünden hasta bir kadın geldi.
Muayene ettim, reçetesini verdim. Hastanın eşi muayene parasını masama bıraktı.
O kapıdan çıkarken parayı gördüm, fazla görünüyordu. Adamı çağırdım, “Bu para
fazla” dedim. “Fazla değil eksik bile. Ben iki senedir bu kapıya geliyorum,
oğlumu, kızımı ameliyat ettiniz, param yoktu. Şimdi bal sattım, geçmiş
borçlarıma sayın” dedi ve gitti.
Talebelik yıllarında dahiliye hocamız Prof. îrfan
Titiz, “Para hazretlerinin peşinden koşmayın, o sizi bulur” derdi. Ben de
meslek yaşantımda bu kaideye uydum.
Muğla’da muayenehaneme serbest çalışan nisaiye
mütehassısı bir arkadaşın tavsiye ettiği hasta bir hanım eşi ile geldi. Hastaya
“akut batın sendromu” teşhisi koydum. Hemen ameliyat edilmesi gerekiyordu. Bir
hafta evvel karın ağrısı, bulantı, kusma başlamış. Bir kaç doktor görmüş,
ilaçlar vermişler. Şikayeti geçmemiş. Son olarak gittiği nisaiyeci bana
göndermişti. Mide delinmesi veya apandisit patlaması ihtimali vardı. Eşine
durumu anlattım, hayati tehlike olabileceğini de söyledim. “Benim maddi
problemim yok, ne gerekirse yapın, İzmir’e götürebilirim ama orada daha iyisini
mi yapacaklar?” dedi. Muayene ücreti bile vermeden hastayı hastaneye götürdü.
Hemen ameliyata aldım. Apandisit patlamıştı. Karın
cerahat dolu idi. Apandisitini aldım, karındaki cerahati temizledim. Bir ay
kadar hastanede yattı. İyi oldu. Karındaki yaygın cerahatin sebep olduğu
iltihabın bağırsakta yapışıklıklar yapma ihtimaline karşı bazı tavsiyelerim
olacaktı. Bir sabah hastaneye geldiğimde eşinin hastayı, bana haber vermeden
evine götürdüğünü öğrendim.
iki ay kadar sonra tekrar muayenehaneme hasta karısı
ile geldiler. Bu defa “ileus” (bağırsak tıkanması) tablosu vardı. Daha evvel
geçirdiği peritonit neticesi bağırsaklarda yapışıklık ve tıkanma olmuştu. Yine
başka doktorlarla 3-4 gün zaman kaybetmişlerdi. Hemen ameliyat olması
gerektiğini söyleyip hastaneye gönderdim.
Ameliyathanenin hazırlıkları yapılırken hastanın eşi
odama geldi. “Hasta çok ağrı çekiyor, niye ameliyata girmiyorsunuz?” dedi.
“Ameliyathane hazırlanıyor” dedim. Oradan servise gider, “Hemen hastamı verin,
başka hastaneye götüreceğim” der, hastayı alır Sosyal Sigorta Hastanesi’ne
götürür. Orada muayene ederler, böbrek koliği teşhisi koyarlar, iki gün böbrek
koliği tedavisi yaparlar, durumu daha da kötüleşince ambulansla Aydın’a
gönderirler, hasta yolda vefat eder. Çünkü hastanın teşhisi, peritonit neticesi
oluşan yapışıklara bağlı ileus idi.
Seneler sonra Marmaris pazarında ölen kadının kız
kardeşleri ile karşılaştım. Durumu konuştuk. Kardeşlerine, ilk defasında,
hastanın eşinin bana muayene parası vermemek için karısını hastaneden
kaçırdığını, ikinci defa da bana geç getirdiğini, ameliyathane hazırlanırken de
hastayı götürdüğünü söylediğim zaman şaşırdılar. İlk ameliyattan sonra
eniştelerinin bana para vermek için kendilerinin bileziklerini dahi ellerinden
aldığını söylediler.
Muğla yöresi insanlarının sevgi ve itimatlarını
kazanmıştım. Muğla’dan ayrılırken beni sevenler konvoylarla Aydın’a kadar yolcu
ettiler. Ayrılmama sevinen doktorların dışında bu şahıstan başka kimse var
mıydı bilemem.
Zakkumdan Ürettiğim Ekstre Ortalığı Karıştırdı
' Yurtiçinden ve yurtdışından pek çok hastayı bu ekstre ile tedavi etmeye
çalıştım. İyi sonuçlar alındı. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Patent
Ofisleri, zakkumdan elde ettiğim ekstrenin patentlerini tescil ettiler. Bu
arada, ilaç şirketleriyle de görüşmelerim oldu. Türkiye'de başta TTB . olmak
üzere bazı çevreler, maalesef bu başarıdan rahatsızlık duydu.
K |
arşılaştığım zorluklar
karşısında hiçbir zaman “pes” etmedim. Tam tersine “Ne yapabilirim?” diye
alternatifler aradım. Bu yaklaşımın neticesi, yeni tedavi usulleri geliştirdim.
Hastalarıma uyguladığım birçok tedavi şekli tamamen kendime aittir. Bunlara ait
bazı örnekler vereceğim.
1973 senesi 20 Eylül tarihinde Ankara’da Balkan
Ülkeleri Tıp Günleri toplantısında, “Kansere iyi geldiğini tesbit ettiğim bitki
ekstresinin tesiri bugüne kadar kullanılan kanser ilaçlarına benzemiyor. Saç
dökmüyor, lökositleri düşürmüyor, enjeksiyondan sonra aşılarda görülen
reaksiyona benzer belirtiler görülüyor. Muhtemeldir ki aşı gibi tesir ediyor.
(1970’li yıllarda immün sistem konusunda böyle bir bilgi yoktu, daha sonraki
yıllarda immün sistem araştırmaları yaygınlaştı, gelişti.) Araştırma imkanı
olan kuruluşların bu konuya dikkatlerini çekmek için bu tebliği yapıyorum”
dedim. Tebliğim, ilgi değil, tepki gördü.
1975 senesinde muayenehanemde bir toplantıda bana,
“Kanserin sebebi nedir?” diye bir sual sorulmuştu. “Üzüntü ve stres” dedim,
buna ait bilgi verdim. Bir gün sonra çıkan Tercüman gazetesinin birinci
sayfasında bu verdiğim bilgi, verdiğim bir hasta örneği ile yayınlandı. 2007
yılının son günlerinde TV’de kanser konusunda konuşma yapan bir uzman, üzüntü
ve stresin kanser üzerindeki etkilerini anlatıyordu.
Muğla Devlet Hastanesi’nde bağırsaklardaki
yapışıklıkların sebep olduğu tıkanmadan dolayı bir hastayı yedi defa ameliyat
etmiştim. Son ameliyattan iki ay sonra aynı hasta ileus (bağırsak tıkanması)
şikayeti ile tekrar geldi. Gece saat 3’te sekizinci defa ameliyata aldım. înce
bağırsaklardaki yapışıklıklar iki ay evvelkinden çok daha fazla idi.
Yapışıklıkları ayırdım. Ama tekrar yapışacağı kesindi. Hastayı ameliyat masasında
bırakıp çıktım.
“Ne yapsam da tekrar yapışmasa” diye düşünüyordum.
Yapışıklıkların, erken dönemde, ameliyattan hemen sonra, hatta uzun süren
ameliyatlarda ameliyat sırasında başladığını biliyordum. Buna nasıl mani
olabilirdim? Bağırsak cidarına erken yapışmayı önleyecek bazı ilaçları
karıştırıp (A ve D vitaminlerinin yağlı solüsyonunu) ayırdığım yapışık yerlere
tatbik ettim ve karnı kapattım. Yağlı solüsyonların bağırsak cidarını kaygan
hale getirip, bağırsağın serbest hareket etmesini sağlayacağını düşündüm. Buna
ilaveten sabah erkenden hastayı kaldırıp yürütmelerini önerdim. Hasta, bir daha
ameliyat olmadı, normal yaşamını sürdürdü. Bu metodu, 1976 senesinde Dirim tıp
dergisinin 4. sayısında “Cerrahide Yapışıklıkların Önlenmesi” başlığı ile
yayınladım.
1956-1960 yıllarında ihtisasım sırasında kırıkların
ameliyatla tedavisinde plak uygulanan bazı hastalarda kırığın iyi olmadığı,
plak altında kalan kırığın iyileşmediği görülürdü. Daha sonra kırık olan
bölgeye konulan plakla, plağı tesbit etmekte kullanılan vidaların aynı metalden
olmamasının buna sebep olduğu anlaşıldı.
İki ayrı cins metal arasında elektrik akımı meydana
geliyor, bu akım kireçlenmeye mani oluyor ve iki metal arasında kalan bölgede
kemikte erime oluyordu. Değişik firmalardan alınan plak ve vidalar beraber
saklandığından, A firmasından alınan plağa В firmasının vidaları
kullanılabiliyordu. Bu bulguyu değerlendirerek mafsallardaki kireçlenmeye mani
olunabilir mi diye düşündüm. Kireçlenen mafsal etrafına, haricen, karşılıklı
olarak çinko ve bakır plaklar uyguladım ve beklediğim neticeyi aldım. Bu
şekilde mafsal kireçlenmelerinde yepyeni bir tedavi oluştu. “Metal tedavisi”
adını verdiğim bu yöntemle mafsallardaki kireçlenmelerde ve migren tedavisinde
çok iyi netice aldım.
1993 yılında Antalya’dan 52 yaşında bir hasta (M.Ö.)
koltuk değnekleriyle zor yürüyerek muayenehaneme geldi. Sağ kalça mafsalı
tamamen kireçlenmiş, mafsal oynamaz hale gelmişti. Tedavi için protez ameliyatı
önerilmiş, ancak ameliyat için on beş sene garanti verilmişti. On beş senenin
sonunda sakat kalabileceği bildirilmişti. Hasta, ameliyatı kabul etmeyip
muaynehaneme gelmişti. Ne yapabileceğimi düşündüm, însan vücuduna elektrik
ürettirerek kireçlenmeyi önleyen, demin bahsettiğim metal tedavisini uygulamaya
karar verdim.
Fıtıklarda kullanılan kasıkbağı şeklinde bir kemer
yaptırdım. 25 cm. uzunluğunda, 1,5 cm genişliğinde 0,5 mm kalınlığında çinko ve
bakır plaklar hazırladım. Sağ kalça mafsalını içine alacak şekilde öne ve
arkaya plakları kasık bağına karşılıklı olarak tesbit ederek uyguladım. İki
metal arasında 800 milivolt akım meydana geliyordu. Altı ay sonra şahıs tek
bastonla kontrola geldi. Bir sene sonra o bastonu da bıraktı. Hastanın yaşadığı
bölgede hastayı tanıyan ve bu tür şikayeti olan birçok hasta bana gelmeye
başladı.
Bir Polisi İntihardan
Kurtardığımı, Sonradan Öğrendim
1963 senesinde, bir gün saat 14’te hastanedeki görevim
bittikten sonra muayenehaneme geldim. Bekleme odası hastalarla dolu idi. Odamda
muayeneye başladım. Ancak, bekleyenler arasında birisi etrafı rahatsız edecek
şekilde inliyordu. İniltisini odamdan duyabiliyordum. Gerçekten böyle ızdırap
çekiyorsa, sıra dışı olarak hemen odama almak için bekleme salonuna, inleyen
hastanın yanma gittim. Sakalları birkaç günlük uzamış, uykusuz, yorgun
görünüşlü, pejmürde kıyafetli bir adamdı. Yanındakiler, “Bu şahıs, Aydın’da
otobüse bindiğinden beri böyle inliyor” deyince odama aldım.
Hasta, Nazilli’de polis memuruymuş. Sol bacağında 6
aydır devam eden ağrı varmış. Ankara Üniversitesi’nde, İstanbul’da muhtelif
hastanelerde tetkik ve tedavi görmüş, ancak fayda etmemiş, ağrısı her geçen gün
artmış. Sol bacakta sağa göre incelme olmuş. Muayenede, sol ayak sırtındaki
(arteria dorsalis pedis) ve topuk altındaki (arteria tibialis posterior) nabız
çok zayıf olarak hissediliyordu. Damarlarında tıkanma yoktu. Düşüncem, bacağı
besleyen damarlarda yetersizlik, dolayısıyla da bacak adalelerinde beslenme
eksikliği olduğu yönündeydi.
Bürger hastalığında (bacaklarda atar damar
tıkanıklığı) “lomber sempatektomi” ameliyatı yapılırdı. Damarlar üzerinde
sinirlerin etkisini kaldırmak için lomber bölgede omurganın iki tarafında
bulunan sempatik ganglionlardan hastalık olan taraftaki 2 adet ganglion
çıkartılırdı. Bu şekilde damarlar üzerindeki sinirlerin etkisi önlenerek
damarların genişleyeceği düşünülür, hastalık olan tarafta adalelerin daha iyi
beslenmesi beklenirdi.
Burger hastalığında uygulanan lomber sempatektominin
yerini tutacak bir tedavi düşündüm. Atar damara yapılacak lokal anestezi ilacı,
damara etki yapan sinir uçlarını uyuşturarak tesirsiz hale getirebilir, haliyle
damarlar açılabilirdi. Hastaya eczaneden bir kutu Impletol aldırdım. Lokal
anestezide kullanılırdı ve o zaman fiyatı 160 kuruştu. Sol kasıktan arteria
femoralise (sol bacağı besleyen atar damara) verdim, ertesi gün tekrar gelmesini
söyleyip gönderdim.
Sonraki gün saat 14’te geldi. Traş olmuş, saçları
taranmış, bir gün evvelki perişan hali kalmamıştı. Ağrısı, ben iğneyi yaptıktan
15 dakika içinde azalmaya başlamış. Geceyi uzun zamandan beri ilk defa deliksiz
uyuyarak geçirmiş. “Tabancama bir adet mermi koymuştum. Eğer bir şey yapamam
deseydiniz intihar edecektim” diyerek ruh halini özetledi. Tedaviye beş gün
devam edildi. Ağrıları tama yakın geçmişti. Senelerce kendisinden her bayramda
tebrik aldım. Her tebrikte iyi olduğunu belirtirdi.
“Sempatik blokaj” diye adlandırdığım bu tedavi yöntemi
sayesinde, koltuk değneği veya bastonla gelen birçok hasta, değnek ve
bastonlarını muayenehanemde bırakarak gitmişlerdir.
9 Temmuz
2007 tarihinde Sclerodermi teşhisli kırk üç yaşında kadın bir hasta geldi.
Dokuz senedir bu hastalığı çekiyormuş. Dudakları sertlikten büzülmüş, ağız
açılması güçleşmişti. Bütün vücutta yaygın cilt sertleşmesi vardı. Göz
etrafındaki cilt sertleşmesinden göz kapakları da etkilendiğinden gözlerini
kapatamaz olmuştu. El ve ayak parmaklarında
şekil bozukluğu olmuştu.
Sağ elinin işaret parmağı kangren olmuş ve ampute edilmişti (kesilmişti). Sağ
ayak küçük parmakta da kapanmayan bir yara başlamıştı. Onun da alınması
gerektiği bildirilmiş. Sclerodermı tedavisine N01 ile başlandı.
20 Eylül 2007 tarihinde kontrole geldi. Dudakları ve
göz etrafı bariz şekilde düzelmişti. Gözlerini kapatabiliyordu. Dudak
hareketleri normaldi. Ancak ayak parmağındaki yara aynen devam ediyordu.
Sempatik blokaj uygulamasının faydalı olacağını düşündüm. Arteria femoralise
günde 2cc lokal anestezi ilacı olan Citanest yapılması uygundu. Hastanın
kardeşi ve eniştesi de doktordu. Tedavinin nasıl yapılacağını yazıp verdim.
Bir hafta sonra hasta; doktor ablası ve eniştesinin bu
iğneyi yapmasını bilmediklerini telefonla bildirdi. Alışılmış bir iğne yapma
şekli olmadığı için tarifini verdiğim iğneyi yapamamışlar. Hastayı tekrar
çağırdım. Beş gün iğneyi uyguladım. Beş günün sonunda parmaktaki yara bariz
şekilde azaldı. îki ay sonra kontrola geldiğinde parmakta yara yoktu.
Dertlilere Derman
Bulmaya Çalışıyordum
Derdine derman arayan her türlü hasta geliyordu.
Bunların arasında terminal dönemde siroz teşhisli olanlar da vardı. 10-15 gün
ara ile karınlarından her seferinde 10 litre su almak gerekiyordu. Böyle
hastalar için bir ameliyat şekli tasarlıyordum. Yapacağım ameliyat başarılı
olmazsa hastanın durumu daha kötü olmayacak, ancak başarılı olursa hastanın iyi
olacağını düşünüyordum. Cerrahi müdahale iki ameliyattan oluşacaktı: Birinci
ameliyatta karnın su toplamasına mani olacaktım, başarılı olursa ikinci
ameliyatta dalağı çıkartacaktım.
Ameliyat teklifimi üç hasta kabul etti: 35 yaşında hiç
evlenmemiş bayan M.K., 45 yaşında evli bayan E.Y., 52 yaşında dul bayan A.D. Bu
hastalardan E.Y.’nin kocası D.Y. ilk defa eşini ameliyat etmem için ısrar
ediyordu. Bu isteğe uyup karında toplanan suya mani olacak ameliyatı ilk defa
E.Y.’ye uyguladım (sene 1963). Ameliyattan sonra her gün hastayı kontrol
ediyordum. Daha evvel on gün ara ile karnından su boşalttığım hastanın karnında
su toplanmadı. Bu
başarıdan son derece
mutlu olduk, ama mutlu olmayan birisi varmış: Eşini ilk sıraya almamı isteyen
kocası!
ikinci ameliyat için hazırlık yaptığımız sırada
muayenehaneme geldi, “Doktor bey bir şey söyleyeceğim. Bu hastalıktan kurtulsa
Atatürk kurtulurdu. E. nasıl olsa ölecek, sen bana E. ölecek diye bir rapor
ver, köyde birisi var ona göstereyim de başkasına gitmesin” dedi. Meğer koca,
eşinin bir an evvel ameliyat olmasını isterken niyeti başka imiş. Kötü niyetli
kocayı kendisine tekrar evlenmesine gerek kalmayacağını söyleyip gönderdim. E.
ikinci ameliyatını da oldu, sağlığına kavuştu. Ben Nisan 1974’te Muğla’dan ayrılmadan
bir gece evvel E.Y. hasta kocasını getirdi. Koca komada idi. E. onun iyileşmesi
için çalışıyordu.
Metot kısaca şöyleydi: Siroz hastalığında karaciğer
hücrelerinin ciddi bir kısmı fibrozis dokusu (ölü hücre) halini alır. Fibrozis
dokusu miktarı çoğaldıkça, karaciğer normal işlevi olan bağırsak ve dalak
kanını süzmeyi yapamaz olur, karında su toplanır. Amacım, karındaki su
toplanmasına mani olmak, bu başarılı olduğu takdirde, dalağı çıkartarak
karaciğerin filtrasyon yükünü azaltmak idi.
1950’den evvelki yıllarda serumlar doğrudan damara
verilmezdi, vücudun kolay emebileceği bir bölgeden cilt altına verilirdi. Bu
bölge bacakta fahiz üst iç bölgesiydi (diz ile kasık arasının üst iç bölümü). O
bölgede iğnenin ucu deri altına yerleştirilir, serum damla damla akıtılırdı.
Diğer taraftan çocukluk yıllarımda gaz lambasının ışığında ders çalışırdık.
Lambada gaza batırılmış fitilin ucu ateşlenir, fitilin ucu yandıkça lambadaki
gaz biterdi.
ilk ameliyat, bu iki gözlemi birleştirerek siroz
hastalarının karınlarındaki su toplamasına mani olmayı amaçlıyordu. Pratik
olarak, önce sağ fossa iliakada (karın sağ alt bölgesinde) bir santimlik bir
ensizyonla karın boşluğuna girilip karındaki su boşaltılır. Sonra, hazırlanan
steril pamuk iplik demetinin bir ucu karın boşluğuna dağıtılır, diğer ucu cilt
altından fahiz üst iç bölümüne taşınır, orada dağıtılarak bırakılır. Bu şekilde
karında oluşan su, gaz lambası fitili gibi vazife gören pamuk ipliği tarafından
fahiz bölgesine iletilerek orada hastanın kendi vücudu tarafından emilir.
Onbeş-yirmi gün bekledikten sonra artık karın su toplamıyorsa, ikinci ameliyat
ile dalak çıkartılır.
Bu ameliyat tekniğini, 1963-1970 yılları arasında
siroz teşhisli 12 hastaya uyguladım. Hepsi sağlıklarına kavuştu. Ancak bu
hastalarımı ve operasyon metodunu herhangi bir tıp dergisinde yayınlama fırsatı
bulamadım. Bu hastaların teşhisleri değişik hastanelerde konulmuştu. Bu
hastanelerden teşhislerine ait belgeleri toplamak benim için imkansızdı.
“Zor İşlerin Adamı”
Olduğumu Söylerler
Milli Eğitim Bakanlığı’nda müsteşar yardımcısı M.A.
“pemfigus vulgaris” teşhisi ile 9 sene memleketimizdeki üniversite
kliniklerinde ve Avrupa’da derdine çare arar. Dudaklarından boğazına kadar
bütün ağzında yaygın yara vardır. Yüksek doz kortizon tedavisi ile ancak sulu gıdalar
alabilir. Aldığı kortizonlu ilaçlardan bütün vücudu şişer. Son çare 1976’da
İngiltere’ye gider. Gittiği hastanede muayene için sıra beklerken orada
karşılaştığı, Türkiye’den oraya tedaviye gelen bir hasta kendisi ile ilgilenir.
M.A. durumunu ve başından geçenleri anlatır. Tanımadığı vatandaşı kendisine,
“Türkiye’de Dr. Ziya özel’i gördün mü?” diye sorar. “Hayır, görmedim. Branşı
ne?” deyince vatandaşı, “Branşına bakma, o, zor işlerin adamıdır” der.
Türkiye’ye dönünce bana geldi. Muayene ettim. Bir gün
sonra gelmesini söyledim. Böyle bir vaka ile ilk defa karşılaşıyordum. Düşünüp,
ne yapacağımı planlayacaktım. Evvela ağızdaki yaraya yönelik bir tedavi
uygulamalıydım. Bunun için bazı ilaçları karıştırarak ağzına pülverizatörle
(püskürtme cihazı) vermeliydim. Bağışıklık sistemini güçlendirmek için ise NOÎ
enjeksiyonlarına başlayacaktım.
Ağzına vereceğim ilaçların reçetesini hazırladım.
İlaçları resmi kanaldan almak için daha evvelden hastalığı nedeni ile tanıdığı
Çapa Tıp Fakültesi’nin ilgili servisine gider. İlaçları yazdırır. Tedaviye
başlandı. Pülverize cihazı ile verdiğim ilaçları beş gün yetecek kadar
vermişlerdi. İlaç bitiminde fakülteye tekrar gider. Bu defa asistan, “Ben
yazamam, hoca görsün” der ve hocasına gönderir. Hoca, ilaçları niçin istediğini
sorar. M.A. durumu izah edince hoca kendisine esaslı bir konferans çeker. “Seni
biz tedavi edemedik, Hacettepe edemedi. Avrupa’da bir çok hastaneye gittin,
onlar da edemedi de Gayrettepe’de bir şarlatan mı tedavi edecek? Böyle
saçmalıklarla bizi rahatsız etme!” der ve kovarcasına oradan gönderir.
Tedaviye devam edildi, kortizon azaltılarak kesildi.
Ağzındaki yaralar tamamen iyileşti. Vücudundaki kortizona bağlı şişmeler
(yaygın ödem) geçti. Altı ay sonra kontrol için aynı fakülteye gönderdim.
Muayene etmişler. İyi olduğunu söylemişler ama, “Nasıl bir tedavi ile iyi
olduğunu” sormamışlar. Diğer bir deyişle “bilimsel merak” söz konusu dahi
olmamıştı.
Muğla’nın bir köyünde inşaatta çalışan bir işçi kireç
çukuruna düşmüş, vücudunun %91’i yanmış durumda hastaneye getirildi. Boynuna
kadar yanmıştı. Tıbbi kurallara göre yaşama şansı yoktu. Yakınlarının isteği
üzerine imzalarını alıp taburcu ettim. Altı ay sonra hastayı sağlam olarak
görünce şaşırdım. Nasıl tedavi ettiklerini sordum. Köyceğiz’in Ağva yaylasında
bir çobanın tedavi ettiğini söylediler. Nasıl bir tedavi uyguladığını
öğrenebilmek için bir jip kiralayıp Ağva yaylasına gittim ama kendisini bulup
konuşamadım. O çobanı 15 sene sonra buldum, tıbbın yapamadığını nasıl
başardığını öğrendim ama bu tedavi şekli hastane şartlarında uygulanacak bir
tedavi şekli değildi, uygulama imkanım olmadı.
Yukarıda anlattığım tedavi şekillerini “zakkum”
konusuna nasıl başladığımı izah edebilmek için yazdım.
Muğla’da Azgın Yaraları
Zakkumla Tedavi Ediyorlardı
Zakkum bitkisi ile ilgilenmem de merakım ve
gözlemlerim ile başladı.
Muğla’da çevreyi tanımak için hafta sonlarında köylere
giderdim. Gittiğim köylerin birisinde yüzünde cilt kanseri olan bir hasta
gördüm. Yaranın üzerine zakkum yaprakları koymuşlardı. Zakkum yapraklarının
azgın yaralara iyi geldiğini söylediler.
Ankara’da Hıfzısıhha Enstitüsü’nün kütüphanesinde
Fransızca bir kitapta şöyle bir yazı okudum. “Oleander bitkisinin terkibi tam
araştırılsa bir ilaç hâzinesi olduğu görülür.”
Bu arada biyopsi ile kanser teşhisi koyduğum
hastaların coğrafi dağılışı dikkatimi çekti. Zakkumun çok yetiştiği sahildeki
köylerden gelen hasta sayısı, zakkum yetişmeyen dağlık bölgelerden gelenlere
göre çok azdı.
Hastanın yarasına konulan zakkum yaprakları,
hastaların yaşadıkları bölgeler ve kitapta okuduğum bilgiler, benim konuyla
ilgilenmeme sebep oldu.
Zakkum, halk arasında ve literatürde zehirli bir bitki
olarak biliniyordu. Memleketimizdeki diğer bir adı da “ağı” (zehir) idi. îşe
nereden ve nasıl başlamalıydım?
ilk olarak hastane bünyesinde kobay yetiştirecek bir
yer hazırladım. Sağlık Meslek Lisesi’nde öğretmendim. Talebelerden yardımcı
olacak bir ekip kurdum. Ekibin başına da hastanenin laborantını getirdim.
Zakkum’un taze yapraklı dallarından sulu ekstre hazırlandı. Bu ekstreyi
kobaylara ağızdan vermekle işe başladım. Adele içi enjeksiyonlarla nekroz
yapmayacak konsantrasyonu tespit edildi. Altı ay ekstre verdiğimiz kobayların
iç organlarının tetkikini İzmir’de patolog Dr. Ayhan Kara yaptı. Herhangi bir
toksik belirti tesbit etmediğini bildirdi.
1965 senesinde
muayenehaneme Ağca Kadın isminde yaşlı bir köylü kadın geldi. Sol yanağında
halk arasında “azgın yara” denilen cilt kanseri vardı. Kendisine tedavi için
İzmir’e gitmesini tasviye ettim. Bana gitmeyeceğini, rüyasında benim kendisine
dokunduğumu ve bu dokunuşla iyileştiğini gördüğünü söyledi. Ne yaparsam yapayım
onu İzmir’e gitmeye ikna edemedim. Bunun üzerine NO ekstresinden hazırladığım
bir pomadı lokal olarak kullanmak üzere kendisine verdim. Her hafta kontrole
geldi. Her seferinde yara küçülüp kapanıyordu. Takriben iki ay sonra yara
tümden kayboldu. Bu oleander ekstresini kullandığım ilk vaka idi.
1966 senesinde
mide kanseri teşhisi ile ameliyata aldığım bir hastaya herhangi bir müdahale
yapamadım. Kanser mide ve etrafını sarmıştı. Hastanın iki oğluna durumu izah
ettim. Çok üzüldüler. Bana “Yapılacak hiçbir şey yok mu?” diye sorunca, NO
çalışmalarım konusunda bilgi verdim. Babalarına bu tedaviyi uygulamak
istediklerini bildirdiler.
Tedaviye hastanede yatarken başladık, evinde altı ay
kadar devam etti. Daha sonra gelmediler. Son durumunu bilmiyordum. Bir buçuk
sene sonra başka şikayetleri için muayeneye geldi. Ben kendisini tanıyamayınca,
“Mide kanserinden ameliyat ettiğiniz hastanızım” dedi, o zaman hastayı
hatırladım. Şaşırmıştım ve tabii ki çok sevinmiştim. Yakınlarından haber
almayınca hastanın vefat etmiş olduğunu düşünmüştüm. Bu hastanın da iyi olması,
gittiğim yolun doğru olduğunun delili idi. Hastanın karnının içini, inopere
(ameliyat edilemez) kanserini görmüştüm ve o hasta karşımda sapasağlam
duruyordu. İnanılmaz bir olayla karşı karşıya idim. Bundan sonra bu konuyu
bırakamazdım. Muhitimde ölüme terk edilen başka hastaları da tedaviye aldım,
bunlardan bir kısmı iyi oldu. İyi olanların sayısı arttıkça bana gelen kanserli
hastaların geldiği çevre de genişliyordu.
Kapıma, Kendisini Ölüme
Hazırlayan Bir Hasta Geldi
Marmaris’te yazlık evim vardı. Yaz aylarında
cumartesi-pazar günlerini orada geçiriyordum. 1973 senesi Haziran ayında bir
pazartesi sabahı Marmaris’ten Muğla’daki evimize dönmüştük.
Evimin kapısında İzmir’den gelen bir hasta bekliyordu.
Hemen kapıda durumunu anlattı: “Kendisini ölüme hazırlamış, devlet memuru,
kanserli bir hastayım. Kabul ederseniz tedavinize geldim” dedi. İzmir’de
adliyede başkâtip olarak çalışıyormuş. Ona, “Kendini ölüme nasıl hazırladın?”
diye sorunca, “Borçlarımı ödedim, çocuklarımı yerleştirdim” cevabını verdi.
Boynunda, koltuk altında, kasıklarında lenf bezlerinde
büyüme olmuş. Biyopsi yapılmış, Hodgkin lenfoma teşhisi konulmuş. İzmir Devlet
Hastanesi’nden 4 ay istirahat ve Ankara Onkoloji Hastanesi’ne tedavisi için
müracaat etmesini bildiren rapor verilmiş. Elindeki biyopsi raporunu bir
asistan doktora, arkadaşının raporu imiş gibi gösterip bilgi almış, gerçeği
öğrenmiş. Önerilen tedavi şekli kendisini tatmin etmemiş. Yeni duyduğu
alternatif tedaviyi tercih etmiş. Muğla’da bir otele yerleşmiş.
Kendisine tedavi hakkında gerekli bilgiyi verdim.
Tedaviye başladık. On beş gün sonra raporundaki bir eksikliği düzeltmek için
İzmir Devlet Hastanesi’nden arandığı haberi geldi. Vücudundaki büyümüş lenf
bezleri % nisbetinde küçülmüştü. Davet üzerine İzmir’e döndü. Raporu veren
sağlık kurulunda Ankara’ya gitmediğini öğrenen doktorlardan kendisine kızanlar
olmuş. Onu tekrar muayene eden doktor ise, hastadaki iyiliği görünce gördüğü
tedaviye devam etmesini önermiş. Hasta tedaviye devam etti. Üç ay normal
tedaviden sonra 6 ay da idame tedavisi gördü ve sonunda tam olarak sağlığına
kavuştu.
1988 senesinde TV’de benimle ve hastalarımla yapılan
biraz sonra anlatacağım röportaj yayınlandıktan sonra, bazı tıp çevrelerinin
“Bu yayın erken yapıldı” diye kıyametleri kopardıkları dönemde, İzmir’de
sokakta karşılaştığım bir doktor kendisini tanıttı ve sordu: “Bu konuyu
açıklamakta niçin bu kadar geç kaldınız?” Şaşırdım, “Herkesin erken diye beni
suçladığı bir dönemde siz niçin geç kaldınız diyorsunuz?” dedim. “15 sene evvel
FA.’yı (yukarıda anlatılan kendisini ölüme hazırlayan hasta) size gönderen
benim. F.A.’yı iyi eden bir ilaç niçin 15 sene bekledi, bunu anlayamadım” diye
karşılık verdi.
Basında ilk defa İzmir’de yayınlanan Yeni Asır
gazetesinde 24.1.1974 tarihinde benimle yapılan bir röportajla beraber FA.’nın
resmi de çıktı. Bu yayın, Ege bölgesinde büyük etki yaptı.
1973 yılında İzmir’den В .A. eşi H.A’yı getirdi.
Rahim kanseri varmış, kalın bağırsağa atlamış, bağırsağı tıkamıştı. Bağırsak
tıkanmasına karşı kolostomi (büyük apdestini karma verme) ameliyatı teklif
etmişler. Kocası “Hasta bu ameliyatla kurtulacak mı?” diye sormuş, “Hayır,
geçici olarak rahat edecek” cevabını alınca ameliyatı kabul etmemiş.
Bu arada büyük abdesti vajinadan gelmeye başlamış,
bağırsaktaki tıkanma da böylece kendi kendine düzelmiş. Fakat hasta büyük
abdestini vajinadan yaptığı için büyük abdesti iradesi dışında sızıntı halinde
devamlı geliyor, bu da hastanın bakım ve temizliğini güçleştiriyordu. Genel
durumu da çok düşkündü. Kalın bağırsakla rahim arasında 2,5 cm’lik delik vardı.
Bu durumda otelde kalamazdı. Böyle bir hastayı uzun zaman serviste yatırma
imkanım da yoktu.
Hastaneye yatış muamelesi yaptım. Boş yatağı olan
servislerde kalması için hastane personeli yardımcı oldu. NOÎ ve NOO ile zakkum
tedavisine başlandı. Durumu yavaş yavaş düzeliyordu. Dört ay sonra tedaviye
evinde devam edebilecek hale geldi. Eşi BA.’ya telefon edip hastayı eve
alabileceğini bildirdim. Hasta zamanla tamamen iyi oldu. Vajenle kalın bağırsak
arasındaki delik kapandı.
Her bayramda tebrik kartı gönderirler, iyi olduğunu
öğrenirdim. 1985 yılından sonra tebrik gelmez oldu. 1988 senesi Mart ayında
İzmir’e gitmiştim. Eski hastamı aramaya karar verdim. Eşinin bakkal dükkanı
vardı, dükkan kapanmıştı. Komşularına sordum. B. efendinin 1985’te öldüğünü
söylediler. Evlerine gittim, kapıyı 15 yaşlarında bir kız açtı.
H.A. beni karşısında
görünce şaşırdı. Sağlığı yerinde idi. Kapıyı açan kızın kim olduğunu sordum.
H.A. 1973 yılında Muğla’da hastanede yatarken eşi ve yakınları H.A.’nın sağ
olarak dönmeyeceğini düşünmüşler. H.A. öldükten sonra nikah yapmak üzere köyden
bir kadın bulmuşlar, B.A. onunla yaşamaya başlamış. H.A. ölmeyince üçü bir
arada yaşamışlar. Gördüğüm kız öbür kadından dünyaya gelmiş, beraberce
büyütmüşler. B.A. ölünce kadın köyüne gitmiş, beraber büyüttükleri kız da
ikinci, annesinin yanında kalmış. 1999 yılında H.A.’nın hayatta olduğunu hasta
olarak gelen yakınlarından öğrendim.
Ulus Gazetesindeki Bir
Haber, Hastalara Ümit Olmuş
1973 senesi
Şubat ayında, yakın çevremden birisi, 4 yaşındaki oğlunu sağ kasığındaki şişlik
için getirdi. Onlar fıtık olabileceğini düşünmüşler. Ancak fıtık değil, lenf
bezi büyümesiydi. Vücudunun başka bölgelerinde de büyümüş lenf bezleri vardı.
Sağ kasığındaki büyümüş lenf bezini aldım, tahlil için İstanbul Üniversitesi
Kanser Enstitüsü’ne gönderdim. On gün sonra cevap geldi. Teşhis “Lenfosarkom”
idi.
Tedavi için çocuğu Hacettepe Üniversitesi’ne
götürdüler. Orada sol koltuk altındaki büyümüş lenf bezi tahlil için çıkartılmış,
aynı teşhis konulmuş. Akciğer tetkikinde hilüslerde de büyümüş lenf bezleri
tespit edilmiş. Yarım doz Oncovin yapılmış. Aileye mukadder akıbete
hazırlanmaları söylenilmiş. Çocuklarından umutlarını kesmiş olarak Muğla’ya
döndüler.
Baba, kanser konusundaki çalışmalarımı biliyordu.
Durumu beraberce değerlendirdik. Hasta çocuğu tedaviye almaya karar verdik.
Hemen uygulamaya başladık. Yirmi gün sonra ele gelen bezeler kayboldu, yalnız
sol koltuk altında 4 mm’lik bir tane kaldı. Ankara’da tedavisi ile ilgilenen ve
yarım doz Oncovin yapan klinik şefi bir toplantı için İzmir’e gelmişti. Son
durumu görmesi için çocuğu İzmir’e gönderdim. Muayene etmiş, durumun çok iyi
olduğunu söylemiş.
Tedaviye devam edildi, sol koltuk altındaki 4 mm’lik
nodül geçmedi. Akciğer filmi normaldi. O nodülü aldım, eski raporu ile beraber
ilk teşhisi koyan İstanbul Kanser Enstitüsü’ne gönderdim. İlk raporda imzası
olan Güzin hanıma da konuyu izah eden bir mektup yazdım.
Neticeyi çok merak
ettiğimi, cumartesi günü saat 12’de telefonla arayacağımı bildirdim. Telefonla
Güzin hanımla konuştum. Gönderdiğim parçada habis bir bulgu olmadığını
söyleyince, ne kadar sevindiğimi anlatmaya gerek yok.
Durumu açıklayan rapor geldi. Hemen raporu ve çocuğu
alıp Ankara’ya Hacettepe’ye gittim. Raporu görüp çocuğu muayene ettiler.
Durumun çok iyi olduğunu söylediler. “Ama keşke yarım doz Oncovin’i yapmamış
olsaydık” diyerek görüşlerini açıkladılar. “Yarım doz Oncovin’le böyle bir
netice aldınız mı?” diye sordum. “Hayır” dediler. Ben böyle bir netice dikkat
çekecek ve bana yardımcı olunacak diye düşünmüştüm. Bu ve buna benzer daha
sonraki yıllarda karşılaştığım olaylar, benim ne kadar saf düşündüğümü
gösteriyordu.
Tedavisinin devam etmesi gerekirdi. Ama aleyhimdeki
çevrelerin etkisi ile idame tedavisi yapılamadı. Daha sonra hastalığın
tekrarladığını başkalarından öğrendim.
1973 yılında
Mart ayında Ankara’dan bir doktor, kolon (kalın bağırsak) kanseri ve
karaciğerinde metastazı olan 72 yaşındaki babasını getirdi. “Babamın bir aylık
ömrü var. Ölümü sizin moralinizi bozacaksa tedaviye almayın. Babamı getirdim.
Tedaviye almazsanız geri götürebilirim” dedi. Doktoru başlangıçta tanımamıştım,
biraz konuşunca tıbbiyeden sınıf arkadaşı olduğumuz anlaşıldı. Babasını hemen
hastaneye yatırdım, tedaviye başlandı.
Babasının sağ hipokondr (karnın sağ üst bölgesi)
bölgesinde yumurta büyüklüğünde 2 adet tümör ele geliyordu. 20 gün sonra bir
akşam hastanın oğlu doktor evime geldi. “Hemen gel, babamı muayene et!”
deyince, babasına kötü bir şey mi oldu diye endişelendim. Hastaneye gittik.
Karaciğer üzerinde ele gelen iki tümör ele gelmiyordu.
Babası, 45 gün kadar hastanede yattı. Refakatçi olarak
üç erkek ve bir kız kardeş birer hafta süre ile kalıyorlardı. Birisi avukattı
ve aynı zamanda Ankara’da yayınlanan Ulus gazetesi yazarlarındandı. Kaldığı bir
hafta içinde bir çok hastamla konuşmuş. İzlenimlerini 5-6 gün süre ile her gün
gazetede yayınlamış. Benim Ulus gazetesindeki haberden bilgim yoktu. Ankara
çevresinden her gün artan sayıda hasta gelmeye başladı. Bir gün adresime gönderilen
Ulus gazetelerini görünce Ankara çevresinden niçin hasta geldiğini de anladım.
Pijama ile gelen babaları, 45 gün sonra takım
elbiselerini giyerek Muğla’dan ayrıldı. Sınıf arkadaşım olan doktor, “Bu
konunun tanıtılması için çalışalım” diye bana baskı yapmaya başladı. Ankara’dan
telefonla aradı. “Eylül ayında 4. Balkan Ülkeleri Tıp Günleri toplantısı var.
Tebliğ için müracaat edeyim mi?” diye sordu. “Evet” dedim. Gayem, araştırma
imkanı olan çevrelere konuyu duyurmak ve ilgilerini çekmekti.
IV. Balkan Tıp Günleri’ndeki Tebliğim, Kıyameti
Kopardı
Kongrede tebliğ etmek için tedavi ettiğim sekiz
hastaya ait belgeleri hazırladım. Arkadaşımın benim adıma yaptığı müracaat
kabul edilmişti. Kongrenin son gününde, 23 Eylül 1973 tarihinde son 15 dakika
bana verilmişti.
Kongrenin yapılacağı tarihte Ankara’ya gittim. Elimde,
tedavi gören hastalara ait tedavi öncesi ve tedaviden sonra alınmış preparatlar
mevcuttu. Bunların kongre salonunda gösterilmesi için mikroskoba ihtiyaç vardı.
Aynı binada Tıp Fakültesi’nin Patoloji Enstitüsü de bulunuyordu. Orada
talebelikten hocam olan Prof. Necati Eranıl’ı buldum, konuyu anlattım. Bana
yardımcı olabilecek bir asistan ve mikroskop istedim. Elimdeki preparatları
tetkik etti, “Müsaade edersen
o asistan ben olayım” dedi. Bu, hayatımda unutamadığım bir anı oldu.
Bana ayrılan ll:45’te konuşmam başladı. Salon dolmuş,
kapı açık tutulup koridora fazladan sandalye konularak ayakta kalanlara yer
sağlanmıştı. Tedavi ettiğim hastalara ait belgeler büyük ilgi gördü: “Kansere
iyi geldiğini tesbit ettiğim zakkum bitkisinden olan ekstresinin tesiri, bugüne
kadar kullanılan kanser ilaçlarına benzemiyor. Saç dökmüyor, lökositleri
düşürmüyor, enjeksiyondan sonra aşılarda görülen reaksiyona benzer belirtiler
görülüyor. Muhtemeldir ki, aşı gibi tesir ediyor. Araştırma imkanı olan
kuruluşların bu konuya dikkatlerini çekmek için bu tebliği yapıyorum” dedim.
Prof. Eranıl, salona getirdiği mikroskopta
preparatları gösteriyor, gerekli izahatı da veriyordu. Konuşmam devam ederken
kongreyi tertip eden kurulun başkanı profesör salona geldi, “Kongre bitmiştir,
aşağıda salonda kokteyl başlamıştır!” dedi. Dinleyiciler bu isteğe uymadılar.
“Böyle mühim bir konu kesilemez” diye itiraz ettiler. Ben konuşmaya ve
belgeleri göstermeye devam ettim. Aynı profesör tekrar geldi. Bu defa elinde
civarda görevli bir polisten aldığını tahmin ettiğim düdük vardı. Salonun
ortasında devamlı düdük çalarak konuşmamı engelledi, salonu boşalttırdı.
Kongrede yaptığım bu tebliğ, aynı gün gündüz radyo
haberlerinde akşam da televizyon haberlerinde yayınlandı.
Dinleyenler arasında büyük ilgi gören kongre tebliğim,
ilgilerini çekeceğini umduğum çevreler üzerinde ters etki yaptı. Ertesi günü,
bilimle uğraştıklarını zannettiğim bazı üniversite mensuplarının korkunç
tepkileri ve Sağlık Bakanlığı ile yıllarca sürecek mücadelem başladı. Bakanlık,
hakkımda soruşturma yapacak müfettişi benden evvel Muğla’ya göndermişti.
Müfettiş, Muğla’da beni beklerken, köylere gidip benim
eski hastalarımla temas kurmuş. Kendisiyle konuşurken bana ilk sözü şu oldu:
“Bakanlık sizi harcamaya kararlı. Bu tahkikata ben onun için geldim. Siz
gelmeden köylerde akıbetini bilmediğiniz eski hastalarınızı gördüm.
Zannettiğinizden daha başarılısınız. Ama bakanlık size karşı ve önyargılı. Ben
gördüklerimi yazacağım. Siz Tıbbi Deontoloji Tüzüğü’nün 11. maddesine göre
hareket ediyorsunuz” dedi. Bu müfettişin vermiş olduğu soruşturma raporuna göre
aleyhimde bir karar çıkmadı.
1992 senesinde aynı müfettiş prostat kanserinden
hastam oldu.
Kongreden sonra umut verici gibi gözüken iki görüşme
teklifi aldım. Birincisi Hürriyet gazetesinden, İkincisi de TÜBİTAK’tan.
Bazı Meslektaşlarım,
Başarımdan Rahatsız Oldu
Bir sene evvel Ankara’da Hürriyet Gazetesi’nde bir
yetkili ile görüşmüştüm. Gazetede çıkacak bir haberin yardımcı olacağını düşünüyordum.
Konuyu neşretmeye değer bulmamış olacaklar ki, ilgilenmemişlerdi. Kongreden bir
ay kadar sonra Hürriyet gazetesi Ankara Bürosu’ndan aradılar. Kongrede tebliğ
ettiğim hastalarımı Ankara Onkoloji Hastanesi’nde tetkik ettirecekler,
hastaların Ankara’ya gidiş-geliş ve otel masraflarını karşılayacaklardı. Eğer
yapılan tetkikler sonucunda iddialarımın doğru olduğu kanıtlanırsa, gazete
olarak bana her türlü desteği sağlayacaklardı. Teklifi hemen kabul ettim. Tarih
belirlendi. Hastaların Ankara’da Stad Otel’de yerleri ayrıldı.
Hastalarımla beraber belirlenen günde Ankara Onkoloji
Hastanesi’ne gittik. Hürriyet gazetesinden bir ekip ve Kanser Savaş Genel
Müdürlüğü’nden bir yetkili de oradaydı. Onkoloji Hastanesi’nin doktorları,
hastaları muayene edip, değişik hastanelerden verilen eski raporları tetkik
ettiler. Gazete görevlileri resimler çektiler, hastalarla konuştular. Sonunda
vakaların tartışıldığı bir toplantı yapıldı. Bu hastaların daha evvel kanser
olduğu, şu anda ise kanser olmadıklarına karar verildi.
Gazete yetkilisi, hastalarla yapılan röportajları
yayınlayacaklarını söyledi. Hastane baştabibi de eğer kabul edersem yatan
hastalara ilacımı uygulayacaklarını, günlük tetkiklerini yapıp belgeleyerek
bana yardımcı olacaklarını bildirdi. Bu önerilerine çok memnun oldum.
Tekliflerini kabul ettim, Muğla’ya döner dönmez kendilerine 50 hastaya bir ay
yetecek ilacı hemen göndereceğimi bildirdim.
Hürriyet gazetesi herhangi bir yayın yapmadı. Daha
sonra Onkoloji Hastanesi baştabibinin yayma mani olduğunu öğrendim.
Muğla’ya döndükten sonra hastane şoförü ile kâfi
miktarda ilacı hemen Ankara Onkoloji Hastanesi’ne gönderdim. Bir ay sonra da
ilacın devamını kendim götürdüm. Tedavideki hastaları görmek istedim. Baştabip
asistan N. hanımı görmemi istedi. Dr. N.’yi buldum, ilacı değişik bölgelerden
gelen beş hastaya verdiğini, henüz kontrola gelen olmadığını söylemesi beni
şaşırttı. Anlaşmamıza göre, ilaçlar yatan hastalara uygulanacak, muayene ve
tetkikleri dosyalarına günlük işlenecekti. Bu durum, konuya hiç önem vermediklerini
gösteriyordu. Getirdiğim ilaçları bırakmama gerek yoktu. Buzdolabında kalan
kullanmadıkları ilaçları da aldım ve Muğla’ya geri döndüm.
TÜBİTAK’tan Görüşme
Daveti Alıyorum
Kongreden sonra ikinci bir teklif de TÜBİTAK’tan
geldi. Üzerinde çalıştığım ilaç konusunda görüşmek için Ankara’ya çağırıldım.
Ankara’da TÜBİTAK’ın o zamanki sağlık bölümü başkanı ile görüştüm. Konuyla
ilgili bir rapor hazırlayıp göndermemi istedi. Rapor, TÜBİTAK
bilimsel kurulunda
görüşülecek, eğer kabul edilirse projeyi destekleyeceklerdi.
Muğla’ya döndüm, istenilen raporu hazırlayıp
gönderdim. Bir ay sonra raporun kabul edildiğini, anlaşma yapmak için gelmemi
bildiren bir yazı aldım. Hemen Ankara’ya gittim. İlaç, eczane vitrinine
çıkıncaya kadar desteklenecek, hatta bu konuyla ilgili benim şahsi masraflarım
dahi karşılanacaktı. Sonunda elde edilecek gelirin yüzde 25’i TÜBİTAK’a ait
olacaktı.
Anlaşmaya ait protokol imzalandı. Benim içinde
bulunacağım bir araştırma grubu oluşturulacaktı. Bu konudaki çalışmaları
TÜBİTAK organize edecekti. İdeallerimin gerçekleşmesi için bundan daha güzel
bir gelişme olamazdı. Bir süre sonra Hacettepe Üniversitesi ile anlaşma
yaptıklarını öğrendim.
1 Nisan
1974 tarihinde emekliliğimi isteyip İstanbul’a taşındım. Buluşumun gelişmesini
sağlamak için orada da imkanlar aramaya devam ettim. Bu arada Cerrahpaşa Tıp
Fakültesi’nde farmakoloji bölümünden Prof. A.A. ve onkoloji bölümünden Prof.
B.B. ile beraber çalışmak için noter tasdikli protokol imzaladık. Laboratuvar
çalışmaları farmakoloji bölümünde, klinik çalışmalar da onkoloji bölümünde
yapılacak, haftada bir toplanıp çalışmalar değerlendirilecekti. Cerrahpaşa’da
çalışmalar başladı, alman ilk neticeler de II. Ulusal Kanser Kongresi’nde
tebliğ edildi.
Bir süre sonra Prof. B.B., başka idari görevler aldığı
için çalışmalarla ilgilenemedi ve haftalık toplantılara da gelemedi.
Çalışmaları yardımcılarına bıraktı. Ancak yardımcılar konuya hiç kıymet
vermeyince çalışmalar devam etmedi.
Bizim konumuzu bilen ve aynı zamanda TÜBİTAK bilim
kurulu üyesi olan aynı bölümün başkanı Prof. R.G.; Hacettepe Üniversitesi Tıp
Fakültesi’nden Prof. D.F. tarafından hazırlanan ve kendisine onay için gelen
projeyi görmemizi istedi. Proje, TÜBİTAK ile benim aramdaki daha evvel
bahsettiğim anlaşmaya istinaden hazırlanmıştı. Herşey parasal olarak
değerlendirilmiş, her türlü gider yazılmıştı. Ancak projede benden bahseden tek
bir cümle yoktu. Ben konunun dışında bırakılmıştım. Proje karşılığı onayı
istenen miktar da o zamanın parasıyla 1,5 milyon lira idi.
Konuyu Prof. A.A. ve Prof. B.B. ile beraberce
değerlendirdik. Bu bilgiler, durumu ve kötü niyeti açık olarak gösteriyordu.
Beklemeyi uygun bulduk.
Prof.D.F.'nin TÜBİTAK îçin Yaptığı
Çarpıtma Araştırma
10 Ocak
1975 tarihinde Prof. D.F. imzalı, 6 Ocak 1975 tarihli şu yazıyı aldım:
“Sayın Dr. Ziya Özel,
Türk Bilimsel ve
Teknolojik Araştırma Kurumu’nun müracaatı üzerine, nerium oleander (zakkum)
bitkisi yaprağından çıkartılan ekstrenin anti-neoplastik etkilerinin bulunup
bulunmadığının tesbiti için gerekli hayvan deneylerini yapmayı kabul etmiş
bulunuyoruz. Bitki ekstresinin öncelikle iki fare lösemisi türünde denenmesi ve
müsbet netice alındığı taktirde diğer fare tümörlerinde de tecrübesi ve
toksikyan tesirlerinin araştırılması gerekmektedir. Bu çalışmalar için gerekli
bütün hazırlıklar tamamlanmıştır. Siz de elde etmiş olduğunuz zakkum
ekstresinin klinik öncesi araştırmasının yapılmasını arzu ediyorsanız, en kısa
zamanda benimle temasa geçmenizi rica ederim.
Prof. Dr. D.F. Onkoloji Ünitesi Şefi”
Yazıda açıkça görülüyordu ki, çalıştığı proje ile
benim ilgim yoktu. Benden doğrudan bir şey istemiyordu. Kendisi oleander
bitkisinin yaprağından elde edilen ekstrenin anti-neoplastik etkisini
araştırmak için hazırlık yapmış. Eğer ben de kullandığım ekstrenin
anti-neoplastik etkisinin araştırılmasını arzu ediyorsam kendisi ile temas
etmemi istiyordu, yani bana iyilik yapacaktı. Bu yazıya cevap vermem
düşünülemezdi.
Daha sonra TÜBİTAK’tan 28.2.1975 tarih ve 22/3502 sayılı şu yazıyı aldım.
“Sayın Dr. Ziya özel,
Oleander (zakkum)
bitkisi ile ilgili olarak yapılmakta bulunan araştırmada adı geçen bitkinin
ekstresini Hacettepe Tıp Fak. Onk. Ünitesi şefi Prof.Dr.D.F.’ye
göndermediğiniz, adı geçen Prof.la yapılan görüşme sonucu anlaşılmıştır.
Deneylerin bir an evvel yapılıp sonuçların elde edilebilmesi için Zakkum
ekstresini Prof.Dr.D.F. ’ye acele olarak göndermenizi rica ederim.
Tıp Araştırma Grubu Yürütme Komitesi Sekreter V.
İmza”
Bu yazıdan anladım ki, TÜBİTAK’a yanlış bilgi
verilmişti. Prof. D.F. benden numune istemedi, sadece bana iyilik yapmak için
kendisi ile temas etmemi istedi. Benim dışlandığım bir proje hazırlayan şahısla
işbirliği yapamazdım.
Hemen Ankara’ya gittim, TÜBİTAK yetkililerine bana
gelen yazıyı gösterdim. Kendileri ile imzaladığım anlaşmada, projede benim de
bulunmam gerektiğini, oysa projede ismimden bile bahsedilmediğini de gösterdim.
Onlar da benden bir şey istenmediğini gördüler. Bana yazılan yazı, kötü niyetin
göstergesi idi. Böyle bir projeye yardımcı olamayacağımı bildirdim. TÜBİTAK’tan
bana Prof. D.F. ile görüşmem önerildi.
Oradan Hacettepe’ye gittim. D.F.’yi buldum. Kendisini
ilk ve son görüşüm de o zaman oldu. Bana yazdığı yazı elimdeydi. Ben konuşmaya
başlamadan, “Sekreter yanlış yazmış” dedi. Hazırlıkları yaptığını, ekstre
temininde zorlandıklarını, nasıl hazırlandığını farmakolojiden bir görevliye
öğretirsem bu konunun hallolacağını söyledi. Farmakolojiden Prof. Şevket beye
telefon etti, saat 14 için randevu aldı. Bana da o saatte orada bulunmamı
söyledi. Hacettepe’yi terk ettim. Bir saat sonra telefonla gelemeyeceğimi
bildirdim ve Ankara’dan ayrıldım.
Daha sonra özetle, “Zakkum ekstresinde sitostatik ve
sitotoksik etki yoktur” diyen bir raporu TÜBİTAK’a verdi. Diğer bir deyişle,
zakkum ekstresi kemoterapide kullanılan kimyasal ilaçlar gibi hücreleri
öldürmüyor, çoğalmalarına mani olmuyordu. Zakkum ekstresinin etkisi bağışıklık
sistemi üzerine olduğundan kemoterapi ilaçlarına uygulanan testlerde etkisiz
çıkması çok normaldi. Kaldı ki, kullandığı ekstrenin benim kullandığım ekstre
ile uzaktan yakından ilgisi yok idi.
Prof. B.B., Bildiği
Halde TV Programında Sessiz Kaldı
2003 yılında tesadüfen izlediğim televizyondaki Ceviz
Kabuğu programında Prof. D.F. Prof. B.B. ve rahmetli llhami G. vardı. Bu
programda Prof. D.F. “Türkiye’de araştırmalara kıymet verilmiyor” deyince,
programı hazırlayan H.C. “Siz araştırma yaptınız mı?” diye sordu, “Yaptım”
dedi. “Ne üzerine?” sorusunu, “Zakkum yaprakları üzerine” diye cevapladı. “Ne
netice aldınız?” deyince, hiçbir netice alamadığını, sitostatik / sitotoksik etki bulmadığını övünerek söyledi.
Bunun üzerine programa telefonla katıldım. D.F. önce,
benim numuneyi TÜBİTAK’a verdiğimi, o numune üzerinde çalıştıklarını söyledi.
Ben, TÜBİTAK’ın numune göndermediğime dair bana olan yazısından bahsedince de,
sözü değiştirerek numuneyi benden “elden” almış olduğunu iddia etti. Program
görevlisi, “Böyle önemli bir konuda herhalde teslim belgesi vardır” dedi.
Yazılı teslim belgesi olmadığını, ancak hâlâ test ettiği ekstrenin benden
aldığı ekstre olduğunu, sitostatik/sitotoksik etki bulamadıklarını söylemeye
devam etti.
Bağışıklık sistemini etkileyen bir ilaçta
sitostatik/sitotoksik etki zaten olmazdı ve bu konuda araştırma yapmak vakit
kaybı idi. Ama benden istemediği ve alamadığı ekstre konusunda gerçek dışı
konuşması, herhalde, “Ben bilimciyim, benim sözüm gerçeklerden / belgeden üstündür” yanlış anlayışından
kaynaklanıyordu.
Bu konuşmada beni asıl üzen ise, o programda yanında
oturan, konuyu bilen Prof. B.B.’nin susması idi. O tarihlerda Cerrahpaşa Tıp
Fakültesi’nde beraber çalışma yapmak için noterden onaylı anlaşma yaptığımız
Onkolog Prof. B.B. konuyu biliyordu. Prof.D.F.’nin mektubunu beraber
değerlendirip cevap vermediğimi biliyordu. Ama susmayı tercih etti. Ben de emin
olduğum konuda başkalarından destek almaya ihtiyaç duymadım.
D.F.’nin 1970’li yıllara ait olan bu raporu, daha
sonraki yıllarda konuyu çarpıtanların, zakkum ekstresinin etkisizliğini iddia
edenlerin hep kullandıkları gerekçe oldu.
Meslektaşlarım, 1963’ten
Beri Benimle Uğraşıyor
Memleketimizin değişik bölgelerinden bana gelip de iyi
olan hastaların sayısının artması, hekimler arasındaki bana karşı duyulan
kıskançlık ve düşmanca saldırıların çoğalmasına sebep oldu. Mâruz kaldığım
zorluk ve hakaretlerle dolu mücadele, üç bölümde toplanabilir:
1) Tıp
mensupları ile mücadelem: 1963’te Muğla’da,
2) Sağlık
Bakanlığı ile mücadelem: 1973 yılında Dördüncü Balkan Tıp Günleri Kongresi ile,
3) Türk
Tabipler Birliği ile mücadelem: 1988’de konunun TV aracılığı ile kamuoyuna
duyurulması ile başladı.
Uzun yıllar devam edecek olan mücadele yılları,
Muğla’ya geldikten hemen sonra 1963 yılında başladı. Yöre halkı ile iyi
ilişkilerim, çevredeki hekimlerin hoşuna gitmedi. Aynı mesleği yapanlar
arasında kıskançlık her zaman olabilir. Hemen her zaman başarılı olan
kıskanılır. Başlangıçta kıskançlıkları, aleyhimde dedikodu yapmak şeklindeydi.
Başka bir yere tayin edilmem için uğraştılar, netice alamadılar. Hakkımda
valilik makamına yapılan ilk şikayeti anlatırsam nelerle uğraştığım daha iyi
anlaşılır.
Muğla’nın bir köyünden çok fakir birisi, her iki
bacağındaki yaygın varis sebebi ile çürük raporu almış ve askerlik yapmamış.
Yaşı 35 civarında. Her iki bacakta yaygın varise bağlı yaraları var. Bacağın
birisine bir ameliyat yapacağımı, 6 ay sonra fayda etmişse diğer bacağa da
yapacağımı anlattım. Teklifimi kabul etti.
Bacaklardaki varis yaralarına devamlı pansuman ve
bakım gerekiyordu. Ameliyattan 15 gün sonra valiliğe verdiği dilekçe ile
hastaneye geldi. Ameliyat olmuş, iyi olmadan hastaneden çıkarıldığı için beni
şikayet ediyordu. Ameliyat olan bacağın yarasında 6 ayda netice beklediğimi
biliyordu. Hastaya “Bu ne?” diye sorduğumda, “Dr.xxx bu dilekçeyi yazdırdı ve
valiliğe vermemi söyledi” dedi. Bu dilekçeye gerekli tıbbi bilgileri içeren
cevap verildi. Altı ay sonra ameliyatlı bacakta yaralar kapandı. Diğer bacağı
da ameliyat ettim, o da iyi oldu. Senelerce sargılı bacaklarla gezen gariban
iyi olmuştu, ama hakkımda şikayet dilekçesi verdi. Bunun gibi basit olaylarla
uğraşmak mecburiyetinde bırakıldım.
Muayenehaneme, Bahçeyakası köyünden Folidol’dan (tütün
bitkisi için kullanılan çok zehirli bir ilaç) zehirlenme şüphesi ile bir hanım
getirdiler. Zehirlenme belirtisi yoktu. Hastanede dahiliye mütehassısı nöbetçi
idi. Dahiliye mütehassısının da görmesi için hastaneye gönderdim. O da
zehirlenme belirtisi bulamamış. Hastayı evine göndermiş. Hastanın oğlu tatmin
olmamış, serbest çalışan bir pratisyen doktora götürmüş. Doktor, “Folidol
zehirlenmesine nasıl bakmazlar, baştan savmışlar” der, bazı iğneler yapar ve
evine gönderir. Folidol zehirlenmesi, iğne ile tedavi edilemez, kısa zamanda
öldürür. Hastanın oğlu dahiliye mütehassısını şikayet eder.
Hastanede nöbetçi olduğum bir akşam, İzmir’de bulunan
Sağlık Bakanlığı Baş Müfettişi geldi. Geliş sebebini gece geç saatte öğrendim.
Hemen dahiliye mütehassısını hastaneye çağırdım. Hastane kayıtlarını tetkik
ettik. Her şey normaldi. Hasta yaşıyordu. Neticede hakkında yapılan
soruşturmada suç unsuru tesbit edilemedi. Ancak, dahiliye mütehassısı,
aleyhimdeki doktor arkadaşlarının etkisi ile hastanın oğlunu ben şikayet
ettirdim diye beni suçladı. Devlet Hastenesi’ndeki görevinden ayrıldı, Sigorta
Hastenesi’nde çalışmaya başladı. Orada aleyhimdekilerle işbirliği yaptı.
Ankara’da Dördüncü Balkan Tıp Kongresi’ndeki tebliğ,
bardağı taşıran son damla oldu.
23 Ocak 1974 tarihinde Sigorta Hastanesi baştabibi,
eğer kabul edersem hastanelerinde Muğla’daki bütün doktorların iştirak edeceği
bir toplantı düzenleyeceğini, NO tedavi şeklim hakkında bilgi sahibi olmak
istediklerini bildirdi. Kabul ettiğimi, bu tutumlarından memnun olduğumu
bildirdim.
Tıbbi konuların konuşulacağı bir toplantı olacak diye
dosyalarımı hazırladım. Toplantı saat 17’de idi. Saat 16 sıralarında çocuk
servisinde çalışan hastabakıcı geldi. “Bu toplantıya gitmeyin, size kötülük
yapacaklar” diye ikaz etti. Çalıştığı servisin doktoru, sigorta hastanesi
baştabibi hanımın kocası idi. Tesadüfen dinlediği bir telefon konuşmasından
öğrenmiş. Yine de saat 17’de Sigorta Hastanesi’ne gittim. Her zaman her yerde
aleyhimde konuşan 6-7 doktor gelmişti. Baştabip olan hanım, doğrudan beni
suçlayan bir konuşma yapmaya başladı. Daha o konuşmasını bitirmemişti ki
diğerleri saldırıya geçti. Kin kusuyorlardı. Nerede ise üzerime saldıracaklardı
ki toplantının yapıldığı odayı terk ettim.
25 Ocak 1974 tarihinde sigorta hastanesinde çalışan
altı, serbest çalışan beş doktor, altı da diş tabibi bir basın toplantısı
yaparlar. Bir gün sonra, 26 Ocak 1974 tarihli Muğla’da yayınlanan ilk Adım
gazetesinin sürmanşet verdiği haber aynen şöyle idi:
“Onyedi Doktorun Kanserli Hastalara Uygulanan İlaca
İsyanı
Dr. Ziya ОгеГіп kanser ilacı şifa değil, ölüm saçıyor. Bir
süreden beri Muğla Devlet Hastanesi başhekimi Dr. Ziya ÖzeVin kanserli
hastalara tatbik etmekte olduğu ilaca Muğla ’da görev yapan 17 hekim isyan
etmişlerdir. Önceki gün Dr. Ziya ÖzeVin de katıldığı iki ayn toplantı yapan
doktorlar, ÖzeVin ilacı ve ilacı tatbik ettiği hastalan hakkında bilgi aldıktan
sonra bir basın toplantısı yaparak, ÖzeVin
tatbik ettiği ilacın tıbbi bir izahının olmadığını ve
şifa yerine ölüm
saçtığını iddia etmişlerdir. ”
Açıklamanın altında imzası bulunanlardan birkaçı,
resmi makamların bu işe el koymasını ve üzerinde titizlikle durulması gerektiğini
de ayrıca belirtmişlerdi.
Konu hakkındaki tıbbi gerçekleri öğrenmeye tenezzül
etmeyen onbir doktor, altı da diş tabibi beni Muğla’da istenmeyen adam ilan
etmişlerdi, iki toplantı ve dosya tetkikleri uydurma haber idi. Bunlardan
bazılarının kapımda yabancı plakalı araba gördükleri zaman Muğla valisine
telefon ettiklerini, valinin de kendilerine “Ben Dr. Ziya Özel’in kapısına
gelen arabaların kontrol memuru değilim” dediğini başka kaynaklardan öğrendim.
Ankara’daki Bir
Profesörün, Beni Şaşırtan Tavırları
Kendisini onkoloji konusunda otorite olarak gören bir
hekimle olan anımı ve onun iki mektubunu, memleketimizdeki tıp camiasının
başlangıçtan beri bana karşı tutumunu yansıttığı için aktarmak istiyorum.
1962 senesinde Muğla’ya gittiğim zamanki vali Ş.T. çalışmalarımı
yakından takip ederdi. Mühim ameliyatları seyretmekten hoşlanırdı. 1973’te
Ankara valisiydi. Kanser konusunda isminden çok bahsedilen bir profesör ve
zamanın sağlık bakanı ile tanıştırmak için beni Ankara’ya çağırdı. Söz konusu
profesör, emekli olmasına rağmen Ankara Numune Hastanesi’nde fahri olarak
çalışıyordu.
Verdiği randevuya uyarak belirlediği saatte
hastanedeki odasında kendisini ziyaret ettim. Beni farelerinin bulunduğu bölüme
götürdü. Yetiştirdiği fareleri gösterdi. Ben de kendisine çalışmalarımı ve
aldığım neticeleri anlattım, ilacın geliştirilmesi için yapılacak deneylere
yardımcı olmasını istedim. O da neler yapabileceğini anlattı. Muğla Devlet
Hastanesi’nde bu çalışmaları yapabileceğini söyledi. Bunun için üç isteği
vardı. Kendisinin ve bir kısım farelerinin Muğla’ya naklinin sağlanması,
fareleri için bir oda, kendisinin rahatça kalabileceği bir yer. Fareleri ve
kendisi için yerleri hemen temin edeceğimi, hazırlık bitince kendisine haber
vereceğimi bildirdim.
Hazırlıkları tamamladım, kendisine ne zaman gelmek
isterse arabamı göndereceğimi bildiren bir mektup yazdım. Bu mektubuma beni
şaşırtan bir cevap geldi. Sanki bu mektubu yazan benimle Numune Hastanesi’nde
konuşan şahıs değildi. 29.7.1973 tarihli mektup şuydu:
“Sayın Meslektaşım,
Vali Ş. T. ’rıirı arzusu
üzerine bana gelmenizden ve bana kanser ilacı dediğiniz nesne için verdiğiniz
izahat için teşekkür ederim. Ancak size randevu verdiğim ve meslektaşlığımıza
güvenerek fareliğimde ilacın mahiyetini açıklamadığınız halde preliminer bazı
deneyler yapmayı kabul ettiğim halde, randevunuza mazeret bildirmeden
gelmediğiniz için üzüldüm. Sonra mektubunuzu aldım.
Yazdıklarınız, tutarsız
umutlardan başka bir şey değildir. Deneysel Onkolojinin kuralları vardır. Doğal
olarak bunları bilmiyorsunuz. Benim ameliyat yapmaya kalkışmam gibi bir hevesle
mektup yazıyorsunuz. Siz Onkolog, deneysel Onkolog değilsiniz. Bu işi de gidip
öğrenmek gerekir.
Ben 20 yaşımdan beri bu
işle ve kanserle uğraşıyorum. Eğer kullandığınız Arsenik trioksitli bir bileşim
değilse, yine de ilaç dediğiniz şeyi T.C. yasalarına göre inceletmeniz ve
onkologlar, farmakologlar tarafından denetmeniz gerekir. Kendi kendinize bunu
başaramazsınız. Bu işin bilimsel kurallarını ve metotlarını halen bilmediğiniz
için. Bu durumda sizinle hiçbir surette işbirliği yapmam.
Deneysel Onkoloji, çok
zor ve büyük bilgiler ve tecrübeler isteyen bir iştir. Kapılmışsınız.
Kapılmakla kanserin çaresi bulunmaz. Bunu öğrenmek gerek.
Yakında bu konuda ikazlarımı yayınlayacağım. Saygılar.
Profesör Dr....”
Mektubun hemen arkasından Ankara’da yayınlanan bir
gazetede bu işi bırakmama yönelik aleyhimde yazılar yazmaya başladı. O yazılar
devam ederken 18.8.1973 tarihli bir mektup daha aldım. Onda da şunlar
yazıyordu:
“Sayın Meslektaşım,
Size ilişik olarak
Barış’ta çıkan bazı kanser ilaçlan ve de sizin çabanız hakkında iki yazımı
yolluyorum. Bunların size birer ibret örneği olmasını dilerim. Çünkü
çalışmalarınız bilimsel olmadığından ve benimle, Prof. К ve Prof. В ile işbirliği yapmak istemediğinizden,
yaptıklarınızı tutarsız görüyorum.
Bunun için size başarı
dilemiyorum. Çünkü ampirik bir yolda yürüyorsunuz. Ve bilim sesini dinlemek
istemiyorsunuz. Saygılar.
Profesör Dr. ...”
Bu iki mektubu yazan kimse, önce beraber çalışma
teklifimi kabul etmiş, sonra ilgisiz mazeretler öne sürerek, “Hiçbir surette
sizinle işbirliği yapmam” diyor. Kendisine gitmediğim bir randevum yoktu. Çünkü
böyle bir randevulaşmamız olmamıştı.
Bu mektuplar birkaç gerçeği gösteriyordu. İlk olarak
bana karşı çıkanlar, ne yaptığımı, ne de aldığım neticeleri araştırıp öğrenme
ihtiyacı duymuyorlardı. Ancak hiçbir şey bilmedikleri halde benim bu
çalışmaları bırakmamı istiyorlardı.
Sağlık Bakanlığı ile
Mücadelem Devam Ediyordu
Şubat 1974 başında bakanlıktan görüşmek için Ankara’ya
gelmem istendi. Bu görüşmeyi işçi sendikası Türk-lş’in genel başkanı
sağlamıştı. Ankara’da bakanlıkta müsteşarı gördüm. Beni o güne kadar boş yere
üzdüklerini, gerçekleri öğrendiklerini, Bakan S. C.’nin benimle görüşmek
istediğini, görüşmenin saatle sınırlanmaması için cumartesi saat 14’te olmasını
istediğini söyledi. Günlerden sah idi. Cumartesiyi bekledim.
Belirtilen saatte bakanlığa, babasını tedavi ettiğim
dahiliye mütehassısı doktor ve avukat kardeşi ile beraber gittik. Bakan, doktor
değil hukukçu idi. Toplantıda bakanlıktan; bakan, müsteşar ve iki müsteşar
yardımcısı bulunuyordu. Ayrıca Onkoloji Hastanesi’nin başhekimi, dahiliye
mütehassısı ve operatörü de çağrılmıştı.
Bakan, konuyu özetleyen bir konuşmayla toplantıyı
açtı. Daha sonra Onkoloji Hastanesi baştabibi benim aleyhimde uzun bir konuşma
yaptı. Bu konunun benim işim olmadığını söyledi, bu saçma heves ve
uygulamalardan vazgeçmemi istedi.
Bakan, “Beyler, ben doktor değilim, anlayacağım
şekilde soracağım.
Dr.Özel, kongrede 8
hasta tebliğ etti. Bu hastaları gördünüz mü?” Cevap verdiler: “Gördük
beyefendi.” Bakan tekrar sordu: “Bu hastalarda tedaviden evvel kanser var
mıydı?” Cevap : “Vardı beyefendi.” Bakan yine sordu: “Ya tedaviden sonra?”
Cevapları: “Yok beyefendi.” Bu hastaları Hürriyet gazetesi aracılığı ile tetkik
etmişlerdi. Bakan “Konu bitmiş, ne konuşuyoruz?” deyince baştabibin cevabı şu
oldu:
“Tıp tarihi tetkik edilirse kendi kendine iyi olmuş
kanser hastaları olduğu görülecektir. Arkadaşımızın Tedavi ettim’ dediği
hastalar, bu gruptan, kendi kendine iyi olan hastalardır.”
Bakan, cevap vermem için bana baktı. Ben, “Arkadaşım
haklı. Ancak bir ricam olacak. Tedavi edemedikleri kanserli hastaları bana
göndersinler. Bana gelen hastaların kendi kendilerine iyi olma şansları
olduğundan bazı hastalara yaşama şansı vermiş olurlar!” dedim.
Onkoloji Hastanesi doktorları bakanın danışmanı olarak
toplantıya katılmışlardı. Bakanı ne yönde etkileyecekleri belliydi. Böyle bir
toplantıdan müspet bir karar çıkması beklenemezdi. Bakan, beni neticeyi daha
sonra bildireceğini söyleyerek gönderdi.
Birkaç gün sonra bakanlıktan Muğla Valiliği’ne “Çok
Acele” kaydı ile
21.2.1974 tarihli
beklediğim yazı geldi:
“Muğla Valiliği
Devlet Hastanesi Baş
Hekimi Dr.Ziya özel’irı kanserli hastalara uygulamakta olduğu öğrenilen tertip,
ruhsatlı ve tababette kullanılan bir ilaç olmadığı cihetle mahiyeti bilinmeyen
bir tertibin hastalara uygulanması mevcut yasalarımıza ve insan sağlığına uygun
bulunmamaktadır. Bu itibarla kendisine bu uygulamaya derhal son vermesi
hususunun tebliği ve ayrıca içindeki müessir maddelerin ve hayvanlar üzerinde
toksik tesirlerin saptanabilmesi için meskür tertipten 8 adet numunenin acele
bakanlığa gönderilmesini rica ederim.
Dr. M.Ö.
Sağlık ve Sosyal Bakanı yerine Müşavir Müfettiş”
Gelen yazıda şaşılacak bir şey yoktu. Numuneleri,
ilacı kullanmamı engellemeye bilimsel bir kılıf hazırlamak için istiyorlardı.
Sekiz şişe numuneyi bakanlığa kendim götürdüm.
Bakanlıktan, getirdiğim numuneleri hemen Hıfzısıhha’ya götürüp teslim etmemi
istediler.
Hıfzısıhha’ya gittiğimde bir suçlu gibi karşılandım.
Elimdeki numuneleri benden kaçırırcasına almaya kalktılar. Kendilerine
numuneleri böyle elden veremeyeceğimi, mühürlü bir torba içinde bir yetkiliye
imza karşılığı verebileceğimi, buzdolabında 4-8 derecede saklanacağını
bildirdim. Testleri yapacak ilgiliye de bir heyet huzurunda teslim edilmesine
dair bir yazı hazırlandı, müştereken imzalandı. Kendilerine güvenmediğimi de
açıkça söyledim.
Hıfzısıhha, ilk kuruluş yıllarındaki saygınlığını
kaybetmişti. Haliyle, benim bıraktığım numuneler için bakanlığın isteği
doğrultusunda rapor vereceklerine emindim.
Bakanlık, Valilere
Genelge Gönderdi
1986’da Danimarka’da, daha sonra İsviçre’de iki ilaç
firmasına numuneler gönderdim. Her türlü teknik imkana ve deneyimli elemana
sahip iki firma da en erken altı ay sonra cevap verebileceklerini bildirdiler.
Ama bizim Hıfzısıhha ve de üniversitelerimiz 2-3 haftada netice almış ve
beklenen raporu Bakanlığa vermiş ki, Bakanlık bütün valiliklere 10.4.1974
tarihli bir genelge gönderdi. Genelge şöyle idi:
“Muğla Valiliği,
Hekimlerinizin biri
tarafından zakkum bitkisinden elde edilen bir sıvının kanser tedavisinde
kullanıldığının haber alınması üzerine bahis konusu sıvı, Refik Saydam Merkez
Hıfzısıhha Enstitüsü ile Üniversiteler Tıp ve Eczacılık Fakültelerince
incelenmeye tabi tutulmuştur. Bu incelemelerin sonucunda, ilgili kurumlar
farmasötik kaidelere uygun olmadan hazırlanan ve kimyasal terkibi bilinmeyen
bir sıvının gelişigüzel insan tedavisinde kullanılmasının uygun olmadığını,
ayrıca zakkum yaprağında glikozitlerin kanseri tedavi ettiğine dair bir
literatür mevcut olmadığını bildirmişlerdir.
Kanser gibi toplumun çok
hassas olduğu bir hastalıkta bu kabil uygulamalar vatandaşların istismarına ve
aldatılmasına yol açabileceği gibi, ruhsatı alınmamış bir ilacın kullanılması
veya mahiyeti bilinmeyen bir maddenin ilaç yerine uygulanması kanunlarımızın
yasakladığı bir husus olmakla, iliniz sınırları içinde böyle bir faaliyette
bulunduğu öğrenildiği takdirde ilgililere hakkında C. Savcılığına ihbarda
bulunulmasını ve ayrıca durumun dikkatle izlenilmesini rica ederim.
Dr. O.Y.
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı A.
Müsteşar”
Sağlık Bakanlığı’nın hakkımda verdiği son karar bu
idi. Beni rahat bırakmayacaklardı. Muğla’da aleyhimde çalışanlar, Bakanlığı da
arkalarına alınca, saldırının dozunu daha da artıracaklardı. Bunlarla mücadele
etmekten mesleğimle ilgili çalışmaya zamanım kalmayacaktı. Diğer tarafta
insanların korkulu rüyası olan bir hastalığa çare olduğunu düşündüğüm,
neticelerini gördüğüm bir ilaç ve emeklerim vardı. Bunu terk etmem gerekecekti.
Mevcut şartlarda benim için iki seçenek vardı:
1- Muğla’da
kalıp, severek yaptığım mesleğime devam etmek için bu konuyu tamamen bırakmak,
2- Emekli
olma hakkım vardı. Neticelerini gördüğüm buluşumu, konuyu bilmeyen, bilmek de
istemeyenler karşı çıktı diye bırakamazdım. Emekliliğimi istemeye
karar verdim.
Tedavi ettiğim hastalarla ilgili Dirim aylık tıp
mecmuasına yazılar göndermiştim, neşredildiler. Dirim’in sahibi Ferudun Frik’i
İstanbul’da ziyaret ettim. Babacan tavırlı, iyi bir insandı. Konuyu, o güne
kadar gerçekleştirdiklerimi, yapılması gerekenleri etraflıca konuştuk.
Eczacılık fakültesi ile işbirliği yapmanın faydalı olacağını söyledi, oradan
Prof. Ş. Tekman’la telefonla konuştu, randevu aldı.
Prof. Tekman’a gittim, beni dinledi. “Konu çok güzel,
ama sen benim gibi 60 yaşın üstündekilerle değil, 40-45
yaşlarındakilerle çalış” diye tavsiyede bulundu ve sebebini de şöyle izah etti:
“Benim gibi altmış yaşın üzerindekiler laboratuvara gidip araştırma yapmaz,
görevi yardımcılarına verir. Onlar da, ‘Şu adama bak, bu yaşından sonra bizim
üzerimizden isim yapacak’ der, doğru dürüst çalışmazlar.”
Beni bitkisel ilaçlarla ilgilendiğini söylediği bir
profesörle tanıştırdı. Kendisine Muğla’dan oğlum (16 yaşında lise talebesi)
numune götürdü.
îki ay sonra tekrar
numune istedi, yine oğlum numune götürdü. Oğluma, “Baban yaptıklarını doğru
söylemiyor, terkibinde tanen çıktı” demiş. Oğlum da, “Benim babam yalan
söylemez. Babama inanmayan birisine numuneleri veremem” der, götürdüğü
numuneleri vermez. Bu prefösörün kendisinin bir araştırma yapmayıp, verdiğim
numuneleri gelişigüzel başka laboratuvarlara gönderdiğini sonraki yıllarda
öğrendim.
Emekliye Ayrıldım ve
İstanbul’a Göç Ettim
Bu gelişmelerden sonra kararımı verdim, emekliliğimi
istedim.
1.4.1974 tarihinde
11 sene 5 ay severek çalıştığım Muğla’dan ayrılıp İstanbul’a taşındım.
Hastalarla ilişkimi kesmemek için hemen bir muayenehane açmam gerekiyordu.
Evimin yakınında yeni yapılan 12 katlı bir binanın 2’inci katında bir daire
aldım. 7.4.1974 tarihinde muayenehanemi açtım. Muğla’da çalışmama rağmen
İstanbul’da da bir çevrem vardı.
14 Nisan 1974 günü, biri trafik polisi, üç kişi geldi.
Gelenlerden birisi Marmaris’li bir öğretmendi, çalışmalarımı biliyordu.
Çalıştığı okulun müdürü, bir ay evvel Çapa Tıp Fakültesi’nde mide kanserinden
ameliyat olmuş. Hiçbir müdahale yapılmadan karnı kapatılmış, 20 gün istirahatle
evine gönderilmiş.
On beş gün sonra, gece saat 24 sıralarında kanama
geçirmesi üzerine, evine yakın olan Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne kaldırılmış.
Ailesi gerçek durumu bilmedikleri için mide ameliyatı geçirdiğini söylerler.
Kanamayı durdurucu ilaçlarla beraber kan verilir. Kanama durdurulamaz. Çapa Tıp
Fakültesi’nden hastanın durumu ve gerçek teşhisi öğrenilince, kardeşlerine,
yapılacak bir şey olmadığı bildirilir ve tedavi kesilir. Hastanın, cenazesinin
memleketi Maraş’ta defnedilmesi için vasiyeti vardır. Cenaze nakli için
hazırlıklar yapılır, çinko kaplı tabut hazırlanır, öleceği an beklenmeye
başlanır.
Bu durumda Marmaris’li öğretmen, hastanın kardeşlerine
benim çalışmalarımı anlatır. Muğla’dan beni ararlar, İstanbul’da olduğumu
öğrenince adresimi bulmuşlar. Muayenehaneme gelenler Marmaris’li öğretmen ve
hastanın iki kardeşiydi. Durumu anlattılar. Hastayı görmem için ısrar ettiler.
Beraberce Numune Hastanesi’ne gittik. Hasta baygın yatıyordu, nabız, tansiyon
alınmıyordu. Hastanın odasına gelen asistan doktora durumunu sordum. Her türlü
tedaviyi kestiklerini, yapılacak bir şey olmadığını söyledi. Kendisine üzerinde
çalıştığım bir ilacı uygulamak istediğimi söyledim. “Biz bir şey yapmıyoruz,
hasta yakınları izin verirlerse ne isterseniz yapabilirsiniz” dedi.
ilk iğnesini yaptım, ikinci gün kardeşleri geldi,
durumunun aynı olduğunu söylediler. Yardımcımı gönderdim, iğnesini yaptırdım.
Üçüncü gün kardeşlerden biri telefon etti, hastanın durumunun daha iyi
olduğunu, hastaneden çıkmak istediğini söyledi. “Sakın hastaneden çıkarmayın,
yaşaması için gerekli tedaviler ancak hastanede yapılabilir!” dedim.
iki saat sonra iki kardeş, hastayı sedye ile
muayenehaneye getirdiler, ilk gün hasta komada diye yanında her şey
konuşulmuştu. Meğer hasta konuşulanları anlıyormuş. Konuşacak duruma gelince
ilk söylediği “Beni çıkarın, burada benim ölmemi bekliyorlar, iki gün evvel
buraya gelen doktora götürün, götürmezseniz kendimi pencereden atarım” demek
olmuş. Israr edince sedye ile hastaneden çıkarılmış. Muayenehaneme o halde
getirildi. Kendisi rahat konuşabiliyordu, isteği, her gün araba ile gelmesi,
yardımcımın arabada iğnesini yapmasıydı. Teklifini kabul etmekten başka seçeneğim
yoktu.
On gün sonra kendisi yardımsız yürüyerek muayenehaneye
gelmeye başladı. Tedaviye muntazam olarak devam edildi. 3 Eylül 1974 tarihinde
ameliyatının yapıldığı üniversite hastanesine kontrole gönderdim. Kendisini
görünce şaşırmışlar, ne yaptığını sormuşlar. O da yaz tatilini memleketi olan
Kahramanmaraş’ın Andıran yaylasında geçirdiğini, bol miktarda çam balı yediğini
ve bu şekilde iyi olduğunu söyler. Yeni filmleri çekilir, bir gün sonra gelmesi
önerilir. Oradan bana geldi. “Çam balı hikayesine inanmadılar, yarın tekrar ne
yaptığımı soracaklar ne söyleyeyim?” diye sordu. Ben de “Gerçeği söyle!” dedim.
Bir gün sonra filmleri tetkik edilir, eski dosyası
çıkartılır, ve “Siz tamamen iyi olmuşsunuz, bu çam balı ile olacak şey değil,
ne yaptınız?” diye tekrar sorarlar. O da gördüğü tedaviyi anlatır. Servisin
şefi olan profesör baş asistanına beni bulmalarını söyler, iki gün sonra o
serviste çalışan iki baş asistan muayenehaneme geldiler, hocalarının beni
görmek istediğini söylediler. O görüşme yapıldı. O servisle iyi
münasebetlerimiz uzun zaman devam etti.
Çapa Tıp Fakültesi’nde verilen 20 günlük istirahat
raporu bitiminde Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde “inopere mide kanseri” teşhisi
ile dört ay istirahat raporu verilir. Dört ay istirahat raporu sonunda Haydarpaşa
Numune Hastanesi’nden tekrar “mide kanseri” teşhisi ile 4 ay daha istirahat
raporu verilir. Bu arada yapılan bütün tetkikler de normal çıkıyor.
Elindeki raporları tetkik eden sıhhi kurulda görevli
bir hekim, “mide kanseri” teşhisini görünce “Hocam, rapor almak için daha uygun
bir teşhis bulamadınız mı? Bu ne?” diye sorar. O da, “Bu teşhisi ben
uydurmadım, siz hekimler koydunuz!” diye cevap verir.
2.4.1975 tarih
ve 888 sayılı aynı hastanenin Sağlık Kurulu raporunda, daha önce verilen
raporlarda hata yapıldığı, midesinde tümör olmadığı, iyileşmiş ülser olduğu,
görevine devamda mani bir hastalığı olmadığı bildirilir. Hastam Y.T. 10 Şubat
1988’de TV’de yayınlanan hastalardan “Ben 13 yaşındayım” diyen eski hastam idi.
Kanserden sonraki yıllarını saymaya sıfırdan başlamıştı.
(Y.T.’nin vaka hikayesine drozel.org sitesinden erişebilirsiniz:
2010 yılında halen normal yaşantısına devam
etmektedir. Web adresimiz şöyle: http://www.drozel.org/tr/teshis_antrum_YT.htm)
Yurtdışına Seyahat
Sınırlaması, Çalışmalarımı Engelledi
Yaptıklarım hakkında hiç bilgisi olmayan, bilgi sahibi
olmak da istemeyen bazı hekim gruplarının devamlı saldırdığı 1974 Temmuz ayında
bir doktor telefon etti. Kendisinin onkoloji konusunda Amerika’da 12 sene
çalıştığını, araştırmalarım ve çalışmalarım hakkında bilgi almak istediğini,
benim için uygun olan zaman ve yerde buluşup konuşmak istediğini söyledi.
Kendisini pazar günü saat 10’da evimde bekleyeceğimi bildirdim.
Bir kuruluşa ait hastanenin baştabibi idi. Dört saat
konuştuk. Bendeki bilgi ve belgeleri tetkik etti. “Aleyhinde konuşanlar bunları
bilmiyorlar mı?” diye sordu. “Kimse sormuyor ki” dedim. Ayrılırken hiç
unutmadığım şu sözleri söyledi: “Sen bizden öndesin!” Dr.M.G. ile dostluğumuz
uzun zaman devam etti.
İstanbul’a geldikten sonra araştırma yaptıklarını
zannettiğim çevrelerle irtibat kurup çalışmalara başladım. Cerrahpaşa Tıp
Fakültesi Farmakoloji bölüm başkanma konuyu her yönü ile anlattım. Zakkumun
hangi türlerininin, hangi kısımlarının kullanıldığını yerinde göstereceğimi
söylediğim zaman “Yeni bir şey buldum diyen birçok insanla karşılaştım, ama
sizin gibi her şeyi açıklayanı ilk defa görüyorum” dedi. Benim saklayacak bir
şeyim yoktu.
ilacımın gelişmesini sağlayacak araştırma imkanı olan
yer aramaya devam ediyordum. 1976 senesinde, başında saçlı deride “Zona”
teşhisli yaraları olan 75 yaşlarında, uzun zaman Almanya’da çalışmış, emekli
bir mühendis tedavi için geldi. Yaptığım tedavi ile iyileşti. Bu arada
çalışmalarımla ilgilendi, Almanya’ya gideceğini, orada bu araştırmaları yapacak
yer arayacağını söyledi. Ben bu sözleri pek önemsemedim.
Onbeş gün sonra Münih’ten telefon etti. Farmakoloji
profesörü H.W. ile görüştüğünü, konuyla ilgilendiğini, benimle görüşmek
istediğini söyleyince şaşırdım. Yanıma 500 cc bir şişe ekstre alıp hemen
Münih’e gittim. H.W. ile konuyu konuştuk, hasta dosyalarım tetkik edildi,
araştırmaları yapmayı kabul etti. Bıraktığım numune ile çalışma başladı. Üç ay
sonra aldığı ilk neticeleri bildirdi, tekrar numune istedi. Tanışmamızı
sağlayan eski hastam 500 cc’lik bir ekstreyi götürdü. Araştırmalar devam
ediyordu. Yurtdışına çıkışları üç senede bir defa olarak sınırlayan kanun
çıkınca Prof. H. W. ile olan çalışmalarımıza ara vermek mecburiyetinde kaldık.
(Anadolu Üniversitesi mensuplarının 1990 senesinde
Nokta dergisine verdikleri beyanatta uydurdukları gibi Prof.H.W. ile beni onlar
tanıştırmadı. Bu konuya daha sonra döneceğim.)
20 Günlük Ömrü Kalan
Gelin, Şimdi Torun Sahibi
1975 senesi Temmuz ayında kucakta taşman, 60 yaşında,
ileri derecede sarılığı olan jeoloji mühendisi bir hastayı, eşi ve üç kızı
muayenehaneme getirdi. Sarılığı vardı. Bütün vücudu kaşınıyordu, iki ay evvel
karın ağrısı ile sarılık başlar, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi ilgili servisine
yatırılır, tetkikleri yapılır. Pankreas kanseri olduğu, kanserin karaciğere ve
karın organlarına yayıldığı, yapılacak bir tedavi olmadığı söylenerek taburcu
edilir.
Sarılığa bağlı kaşıntı dayanılmaz hale gelince, aynı
fakültede çalışan başka bir cerrah profesöre muayene ettirirler. O da teşhisi
doğrular. Safrayı bağırsağa akıtacak bir yol değiştirme ameliyatı ile sarılığın
ve kaşıntının geçeceğini, ama bunun hayat kurtarıcı olmadığını söyler. Ameliyat
teklifini kabul ederler ve hastayı Amerikan Hastanesi’ne yatırırlar. Hasta
ameliyat olur. Ameliyatı yapan profesör, ameliyat notuna, “Bağırsaklarda safra
yolunu bağlayacak sağlam bölge yoktu” diye yazar, durumu aileye anlatır.
“Hastanın büyük kızının 20 gün sonra nikahı olacak, o güne kadar yaşar mı?”
diye sorarlar. Doktorun cevabı “Hayır, bu hastanın 20 gün yaşama şansı yok!”
olur. Ameliyatın üçüncü günü hastaneden çıkarırlar. Tarabya’daki evlerine
giderken bana getirdiler. Tedaviye başladık.
Bir ay sonra sarılık azaldı, kaşıntı geçti. Dört ay
sonra sarılık tam olarak geçti. Altı ay sonra, daha evvel hastayı tanıyan
doktorların hastayı görmelerinin hem hasta, hem de benim için faydalı
olabileceğini düşündüm. Hastaya teşhisi ilk defa koyan profesöre götürdüm.
Hasta dışarıda bekledi. Ben, profesörün odasına girdim. Konuyu anlattım.
Hastanın iyi olduğunu, dışarıda beklediğini söyledim. “Demek ki hastada kanser
yokmuş” dedi. Hastanın ameliyat edildiğini, ameliyat bulgusunun da kanser
olduğunu doğruladığını söyleyince, meşhur profesörün cevabı, “Ben ameliyat
tavsiye etmedim” oldu. Ne hastayı görmek istedi, ne de yapılan tedavi ile
ilgilendi.
Oradan çıktık, ameliyatı yapan profesöre gittik.
Konuyu kısaca anlattım. “Yirmi gün sonraki nikahta bulunamaz dediğiniz hastayı
görmek ister misiniz?” deyince hastayı hatırladı ve şaşırdı. Hemen hastayı
odasına aldı, muayene etti. Bana, “Siz kimsiniz? Bu hastaya ne yaptınız?” dedi.
Ben kendimi tanıttım, ne yaptığımı anlattım. “Ben bu hastanın içini gördüm.
Hastanın 20 gün yaşama şansı yok dedim. Ama bilmediğim, hastanın karşısına
elinde ‘Zakkum’ diye mucize olan bir doktorun çıkacağı idi” diye konuştu.
Yirmi gün sonra nikahlanan kızı bir sene sonra erkek
çocuk dünyaya getirdi. Torunu yedi yaşma geldiğinde sünnet düğününde eski
hastamla beraberdik.
Kapına Gelen Her Hasta
îyi Olsa Beni İlgilendirmez!
Gayrettepe’deki muayenehaneme Taksim İlk Yardım
Hastanesi dahiliye servisinde çalışan asistan Dr. T.Z. geldi, kendisini
tanıttı. Servislerinde yatan iki mide kanserli hastaya benim ilacı kullanmaya
karar vermişler. Eğer yardımcı olursam her türlü tetkiklerini de günlük
yapacakları bu hastaların dosyalarını bana vereceklermiş. Bu şekilde bana da
yardımcı olacaklarmış. Teklifini kabul ettim, iki hastaya bir ay yetecek ilacı
verdim.
Bir ay sonra aynı doktor tekrar geldi, hastaların
durumlarının iyiye gittiğini, tedaviye devam edeceklerini, ilaç almak için
geldiğini söyledi. Tekrar bir ay yetecek miktarda ilaç verdim. İlaç bitiminde
yaptıkları tetkikleri getirmesini istedim.
Yirmi gün sonra Tercüman gazetesinde birinci sayfada
bir haber çıktı. Bana gelen doktorun elinde benden aldığı ilaç şişesi ile
çekilmiş resmi vardı. Haberde, Dr. T.Z. Gayrettepe’de bir laboratuvarda kendi
yaptığı ilaçla iki mide kanserli hastayı tedavi ettiğini anlatıyor, ilacı
hakkında bilgiler veriyordu. Bu haber üzerine Sağlık Bakanlığı hemen soruşturma
başlatır.
Yayından bir hafta sonra muayenehanemde hasta
bakıyordum. Odamda yanımda bulunan da eski sağlık bakanı E.S. idi. Yanımda
çalışan hemşire odama geldi, iki Sağlık Bakanlığı müfettişinin görüşmek için
geldiklerini bildirdi. İçeri almasını söyledim.
Gelen iki müfettiş, odamda eski bakanlarını görünce
şaşırdılar. Eski bakan, kendilerine benim için güzel bir konuşma yaptı ve
sözlerini şu cümle ile bitirdi: “Takdir edilmesi gereken bir hekimi,
soruşturmalarla rahatsız ediyorsunuz!” Onlar da, “Gazetede çıkan haber üzerine
bakan beyin emri ile bu soruşturmayı yapıyoruz. Takdir, bakan beye ait”
dediler.
Müfettişler, Tercüman gazetesindeki haber üzerine,
elinde benden aldığı ilaç şişesi ile resim çektiren doktoru bulurlar. Gazetede
çıkan sözlerini inkar eder, “Bu ilacı ben yapmadım, Gayrettepe’de Dr. Ziya
Özel’den aldım” der ve müfettişleri bana gönderir. Ben ilacı kendimin
yaptığını, Tıbbi Deontoloji Tüzüğü’nün 11. maddesinin bana verdiği hakla
hastalarıma uyguladığımı bildirdim.
O tarihlerde Cerrahpaşa’da protokol imzalayıp beraber
çalışma yaptığım onkoloji profesörünün ve tıp doktoru olan Sağlık Bakanı K.D.’nin
beraber bulunduğu bir toplantıda bakan K.D., “Tek başlarına çalışacaklarına
bize müracaat etseler, kendilerine yardımcı oluruz” şeklinde sözler sarfeder. O
günlerde Japonya’da bir çalışma başlatmıştık, liyofilize edilmiş ilaç
göndermemiz gerekiyordu. Üniversitenin böyle imkanı yoktu. Desteğe ihtiyacımız
vardı. Konuşmayı duyan profesör, bakanın söylediklerini aramızda yaptığımız
toplantıda gündeme getirdi. Bana, “Senin bakanla konuşman faydalı olabilir”
dedi.
Yaptığımız çalışmaları da içeren bir dosya hazırladım,
bakanla görüşmek üzere karlı bir Şubat günü Ankara’ya gittim. Bir vatandaş
olarak bakana ulaşmanın zor olduğunu biliyordum. Uzun süre meclis başkan
vekilliği yapan, Kayseri Lisesi’nden sınıf arkadaşım vardı. Onu buldum. O
sırada milletvekili değildi. Bakan KD.’nin yakın arkadaşı olduğunu, beni
görüştürebileceğini söyledi. Telefonla aradı, makamında yoktu. “Her öğle saat
12-13 arasında Anadolu Kulübü’ne gelir. Orada bekler, görürüz” dedi.
Saat 13’te gittik, bakan bey oradaydı. Arkadaşım beni
tanıttı, konuyu kısaca anlattı. Bakan bana konuşma fırsatı vermedi. “Demek
İstanbul’da kanser tedavi ettim diyen sensin! Seninle uğraşacağım, yasaları
çiğniyorsun! Bir arkadaşımla beraber geldiğin için daha fena konuşmayacağım,
ama seninle sonuna kadar uğraşacağımı bilesin!” dedi. Elimdeki çantayı
göstererek, “Bana göstermek için dosyalar getirdin, ben hekim değil,
idareciyim. Senin kapma gelen her hasta iyi olsa beni ilgilendirmez, seni
mahkemeye vereceğim!” dedi.
N.O.’nun 1976’daki Yargı
Süreci
Tercüman gazetesinde çıkan haber üzerine müfettişlerin
yaptığı soruşturma sonucu Sağlık Bakanlığı 1976 senesinde İstanbul 11. Asliye
Ceza Mahkemesi’nde aleyhime dava açtı. Bakan sözünü yerine getirmişti.
Askerî hakimlikten emekli, talebelik yıllarından
arkadaşım, avukatım olarak davayı takip ediyordu. İlacı kullanan hastalar,
hasta yakınları, Cerrahpaşa’da araştırma yapan profesörler tanık olarak
dinlendi. Bu soruşturma dönemi iki sene sürdü. Sonunda savcı iddianamesini
okudu, cezalandırılmamı istiyordu. Karar için duruşma günü olarak 28.12.1977
tarihi belirlendi.
Avukatım, “Biz bu davayı kaybedeceğiz. İki senede dava
dosyası 100 sayfayı geçti. Karşılığı para cezası olan bu kadar kabarık bir
dosyayı hiçbir hakim okumaz, cezayı verir, onu da tecil eder ve dosyayı kapatır”
diyerek son kanaatini söyledi. Benim için mühim olan ise, cezanın
alınmamasıydı. 10 lira para cezası da alsam bu ilacı bir daha kullanmam mümkün
olmayacaktı.
1974 senesinde
İstanbul’a taşındıktan sonra başarılarını hayranlıkla takip ettiğim, Avukat
Burhan Apaydın’la tanışma mutluluğuna ermiştim. Kendisi her zaman, “Tıp da,
hukuk da insanlık için olan mesleklerdir” der. Boş zamanlarında muayenehaneme
gelir hastalarla ilgilenir, onların dertlerini dinlerdi. Birçok hastamı ismen
tanırdı. Bu arada 11. Asliye Ceza’daki davayla da ilgileniyordu. Avukat
arkadaşım son fikrini söyleyince, “Hemen vekaletname çıkar, davaya ben
gireceğim” dedi. Duruşma gününden evvel avukat arkadaşıma telefon etmiş, davaya
o gün yalnız kendisinin girmesi konusunda anlaşmışlar. Benden, kendisinin de
tanıdığı üç hastanın o gün adliyede olmalarını istedi. Teşhislerini,
durumlarını bilen, iyi olmuş, birisinin teşhisi İngiltere’de konulmuş üç
hastamı hazır bulundurdum.
Duruşma başladı. Hakim, Apaydın’ı görünce, “Burhan
bey, dosyayı tetkik için mehil isteyeceksiniz herhalde” diye sordu. “Hayır
dosyayı tetkik ettim, savunmaya hazırım” dedi. Söze şöyle başladı:
“Ben buraya Dr. Özel’i
savunmak için gelmedim. Dr. Özel’e vereceğiniz ceza, ne benim, ne de onun
umurunda. Ben buraya (elindeki ilaç şişesini göstererek) şu ilacı savunmak için
geldim. Vereceğiniz kararla tarihe geçebilirsiniz. İleride fakir milletimiz bu
ilacı yurtdışından ithal etmek mecburiyetinde kalmasın diye buradayım. Karar
safhasındaki bir duruşmada tanık dinlenemeyeceğinin bilincindeyim. Ancak rica
ediyorum; bu ilaçla sağlığına kavuşan memleketimizin üç güzide evladı dışarıda
bekliyor, kararınızı vermeden lütfen onları dinleyiniz!”
Mahkeme üç hastayı dinlemeye karar verdi.
Bekleyenlerin ilki 22 yaşında öğrenci, İkincisi 49
yaşında kurmay albay ve üçüncüsü 43 yaşında ortaokul müdürü idi. Ortaokul
müdürü, hikayesini biraz evvel anlattığım tabutu hazırlanmış, ölümü beklenen
mide kanserli hasta idi. Diğer ikisinin hikayeleri de şöyle idi.
A.O. 1975 yılında 22 yaşında genç delikanlı iken
vücudunda ağrılar başlar. Değişik üniversite hastanelerinde 13 defa biyopsi,
birçok kan ve diğer tetkikler yapılır, filimler çekilir, ancak teşhis
konulamaz. Ağrıları şiddetlenerek devam edince babası yegane geçim kaynakları
olan dükkanını satıp A.O.’yu İngiltere’ye gönderir. Orada tekrar tetkikler ve
biyopsiler yapılır, “lipid histiocytosis” teşhisi konulur. Kemoterapi denenir,
ancak fayda etmez. Kendisine kullandıkları kemoterapi ilaçlarının testis
hücrelerine zarar vermiş olabileceği, artık iktidarsız olabileceği de söylenir.
Sonunda eline rapor ve ilgili hekime başlıklı bir mektup verilerek taburcu
edilir.
Raporda, yapılan tetkikler, konulan teşhis, denenen
tedaviler detayları ile anlatılır. Mektup ise, hasta ile ilgilenecek olan
doktora hitaben yazılmıştır. Yazıda özetle; A.O.’nun hastalığının tıpta az
görülen bir hastalık olduğundan, veri bankalarına çok faydalı olacağı ifade
edilerek hasta öldükten sonra kemik iliğinden alman numunenin kendilerine
gönderilmesi istenilir. Türkiye’ye döndükten sonra verilen rapor ve mektuba
istinaden askerlik şubesince çürüğe ayrılır.
Ingiltere’den ağrı kesici ilaçlar verilerek
gönderilmişti. Ağrıları devam ediyordu. 1976 senesi Haziran ayında bir gün saat
18 sıralarında bir hanım telefonda hasta oğlunu getireceğini söyledi. Çalışma
saatlerimin 9:30-18 arası olduğunu, ertesi günü saat 9:30’dan sonra getirmesini
istedim. O sırada telefonda A.O.’nun annesine bağırmasını duydum: “Söyle o
adama, bu ağrıyı yarma kadar nasıl çekeceğim?” Bunun üzerine annesine “O adama
söyle şimdi gelsin, kendisini bekliyorum” dedim.
Evleri, Beşiktaş’ın Ihlamur bölgesinde yani
muayenehaneme yakın bir yerdeydi. Yarım saatte geldiler. Elindeki belgeleri
tetkik ettim. Böyle bir teşhisle ilk defa karşılaşıyordum. Muayene için
dokununca ağrıdan etrafı rahatsız edecek şekilde bağırıyordu. Aldığı ağrı
kesiciler fayda etmiyordu. Hastalık, kemik iliğini tamamen infiltre ettiğinden
sık sık kan takviyesi yapılmak mecburiyetinde kalınıyordu. N01 ile tedaviye
başladım.
ilaç, beklediğim pozitif etkiyi gösterdi. 45 gün sonra
ağrıları azaldı. Günde iki adet Novaljin ile gününü rahat geçiriyordu. NOI
tedavisine başladıktan sonra kan takviyesine de ihtiyaç duyulmadı. Altı ay
sonra hastanın bütün şikayetleri geçti. Kan tetkikleri normaldi.
Bir sene sonra hastanın bütün tetkikleri yapıldı.
Alman neticeleri gösteren raporları, hastanın son resmini, kendilerinin hasta
için verdikleri raporu ve de öldükten sonra kemik iliği istedikleri mektubun
fotokopilerini, daha evvel hastayı tetkik eden İngiltere’deki hastaneye
gönderdim. Yaptığım tedaviden de kısaca bahsettim. Bu yepyeni tedavi şeklinin
ilgilerini çekeceğini ümit ediyordum.
Bir ay sonra kendilerinden bir mektup aldım. A.O.’nun
hayatta ve iyi olmasına çok sevindiklerini, hemen gelirse bütün tetkiklerini
tekrar yapacaklarını bildirdiler. A.O.’nun ailesinin maddi imkanının,
İngiltere’deki tedavi sırasında çok zayıfladığını, ancak kendilerinin yardımcı
olması halinde gelebileceğini bildirdim. Bu mektubuma cevap gelmedi.
(A.O. 1985’te evlendi, bir erkek çocuğu oldu. 2010
senesinde
İstanbul’da ticaretle hayatını kazanmaktadır.)
Yeni Evli Albaya,
“Teselli” Reçetesi Vermişler
1974 senesi
Mayıs ayında cumartesi günü bir kurmay yüzbaşı evime geldi. Birliklerinin
kumandanı Kurmay Albay A.ö.’nün raporlarını getirdi. İstanbul Deniz
Hastanesi’nden verilen rapora göre, albaya laparatomi yapılır (karnı açılır),
kanserin mideyi sarmış, karaciğere atlamış olduğu görülür, durum inoperabl
(ameliyat edilemez) olarak değerlendirilir. Mide kanseri, karaciğer metastazı
teşhisi konur, sonunda muayene kaydı ile 6 ay hava değişimi verilir. Kurmay
yüzbaşı komutanlarını bana getirmek istediklerini söyledi. Gelirse yardımcı
olmaya çalışacağımı bildirdim.
Bir gün sonra pazar günü saat 10’da hasta albayı evime
getirdiler. İstanbul Deniz Hastanesi’nden tedavi için Çapa Tıp Fakültesi’ne
gönderilmiş. Albay yeni evlendiği eşi ile beraber muayene için Çapa Onkoloji’ye
gider. Orada muayenesi yapılır, reçetesi verilir. Karısını, durumunu öğrenmesi
için muayene eden doktora geri gönderir.
Eşi kendisini tanıtır, kocasının durumunu öğrenmek
istediğini, yeni evli olduklarını, eşinin çocuk istediğini söyler. Muayeneyi
yapan doktor, albaya yapabilecekleri bir tedavi olmadığını, reçeteyi teselli
için verdiklerini, dul olarak büyütmek isterse çocuk yapabileceğini söyler. Eşi
dışarı çıkınca durumu anlatır. “Sana yapabilecekleri bir tedavi yokmuş, reçeteyi
de teselli için vermişler” deyince albay, “Benim teselliye ihtiyacım yok!” der,
reçeteyi oracıkta yırtar, atar. Birliğinin bulunduğu Mersin’e giderler. Orada
ümitsiz bekleyiş başlar. Kurmay yüzbaşının benimle irtibat kurmasının ertesi
günü hastayı İstanbul’a getirdiler. Tedaviye hemen başlandı.
Tedaviye Mersin’de devam etmek üzere ayrıldılar. Bu
arada kumandanı olduğu birlik Kıbrıs çıkartmasında görev alınca, raporlu olduğu
halde çıkartma harekatına katıldı. O sene amiral olmayı bekliyordu. Mesleğinde
başarılı, sicili temiz bir subaydı. Ancak tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa
yakalandığı için terfi ettirilmedi. Amirallik kadrosunu boşa harcamak
istemediler.
Kurmay albayın tedavisi yaklaşık bir yıl sürdü.
Kontrollerini Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde yaptırıyordu. Aralıklarla yapılan
tetkiklerde hastalığın gerilediği, bir yıl sonraki tetkiklerinde artık
kanserden iz kalmadığı görüldü.
Beden Kabiliyeti Talimatı’na (BKT) göre; “Tedavisi
mümkün olmayan hastalığa yakalananlar kanuni süre istirahat hakkını kullanır,
sonunda haklarında kati işlem yapılır.” Yani emekliye ayrılır. Askeri sıhhi
kurul, kendisine üç kere altı aylık rapor verir. Son raporun bitiminde kurula
girer. Kurulda kendisine BKT uyarınca emekliye sevkedileceği söylenir. Albay
buna itiraz eder, Cerrahpaşa’dan aldığı, kendisinde hastalık olmadığına dair
raporları verir. Askeri kurul ne yapacağını şaşırır, Ankara’daki Deniz
Kuvvetleri Komutanlığı’na danışır. Neticede albaya sağlam raporu verildi ve
görevine iade edildi. Yaş haddinden emekli oluncaya kadar orduda hizmet verdi.
Bu üç hasta başlarından geçenleri, teşhislerini,
kendilerine yapılanları, son durumlarını anlatırken hakimin gözleri yaşarmıştı.
Duruşma salonu dinlemek için gelen avukatlarla dolmuştu. Hastalar dinlendikten
sonra hakim kararı açıklayacaktı ki Avukat Apaydın söz aldı, “savcı
iddianamesini geri alsın!” dedi. Savcı söz aldı, “yeni deliller karşısında
dosyanın tekrar değerlendirilmesi için savcılığa iadesini istiyorum” dedi.
Duruşma ertelendi.
Ertelenen duruşmada savcı yeni mütalaasını okudu,
suçsuz olduğumu belirtti ve beraat kararı verilmesini istedi. Mahkeme 20-4-1978
tarihinde 1978/167.sayılı “Beraat” kararını verdi. NO’nun iki sene süren ceza
tehditli günleri böylece bitti.
Hastalara ilaç uygulamamda yasal engelin kalkması,
bana gelen hasta miktarını arttırdı.
Muayenehanenin bulunduğu binanın yöneticileri, bana
gelen hastalardan rahatsız oluyorlardı. Hastalar koridorları, asansörü
kirletiyor diye devamlı şikayet ediyorlardı. Kat Mülkiyeti Kanunu’na göre
apartman katında muayenehane olmasının bir sakıncası yoktu. Yöneticiler birkaç
defa muayenehaneme gelip bu binada çalışmamı istemediklerini, kendi isteğimle
çıkmadığım takdirde mahkemeye vereceklerini söylediler. Ben çıkmayınca da
dediklerini yaptılar. Muayenehanemi boşaltmam için mahkemeye başvurdular.
Duruşmaya avukatları geldi. Benim avukatım Apaydın ilk
sözü aldı. Hakime, “Ben burada savunma yapmayacağım, avukat arkadaşımın
mahkemenize verdiği dilekçeyi okumakla yetineceğim” dedi, dava dilekçesini
okumaya başladı. “Memleketimizin ve şehrimizin geri kalmış bölgelerinden gelen
halk apartman koridorlarını ve asansörleri kirletmektedir” cümlesinden sonra
savunmaya geçti:
“Bu ne demek sayın hakim? Bu dilekçeye göre, şehrimizin
ve memleketimizin geri kalmış bölgesinde yaşayan vatandaşlarımızın Şişli’de,
Kadıköy’de muayenehanesi olan bir doktora gidememesi gerek. Bütün dünyaya geri
kalmış bir ülke olarak tanıtılan Türkiye’de yaşayan insanların hasta
olduklarında, ileri ülke olarak bilinen Amerika’da, İngiltere’de, Almanya’da
bir doktor muayenehanesine gidememesi gerekir. Bu nasıl bir görüş? Mussolini
döneminde İtalyan yazar Ignazio Silone faşist düzeni eleştirmek için yazdığı
bir kitabında İtalyan halkını sınıflara ayırır: en üstte prensler, altına
prensin uşakları, sonra prensin köpekleri, sonra iki satır boş bıraktıktan
sonra İtalyan halkı yazar.”
Avukat Apaydın muayenehaneme gelişlerinde 12. katta
oturan birisinin evinde beslediği iri yapılı köpeğiyle aynı asansörü kullandığını
görmüş, köpek asansörden çıkarken resmini çektirmiş. Çantasından çıkardığı
resmi hakime verdi. “Bu resim, bu binanın asansörünün kapısında çekildi.
Köpeğin kullandığı asansörü vatandaşa çok görüyorlar. Bu nasıl bir zihniyet?”
derken, hakim, Apaydın’ın sözünü kesti ve davacı avukata, “Böyle saçma bir
gerekçe ile mahkemeye gelinir mi? Şansına bir de memleketimizin en zeki ve en
güzel konuşan avukatı karşına çıkarsa perişan olursun, senin adına üzüldüm”
deyince, avukat çantasını aldı ve duruşma salonunu terk etti. Mahkeme de tek
celsede bitti. Neticeyi söylemeye gerek yok.
Ancak koridorların hastalar tarafından kirletildiği
suçlaması devam ediyordu. Hastaların koridorlara işediğini dahi iddia
ediyorlardı. Bu durum, bir akşam saat 19’da muayenehaneden ayrılırken üst
katlarda oturan birisinin köpeğini aşağıya indirirken köpeğin koridora
işemesini görüp yöneticiye göstermeme kadar devam etti. Ondan sonra o konu da
kapanmış oldu.
Bana her gelen hasta, iyi olmuş bir hastayı görüp öyle
geliyordu, iyi olan hasta sayısının artması benim moralimi yükseltmekten başka
fayda sağlamıyordu. Dünyanın önüne çıkmak için, yerine getirilmesi gereken
şartlar vardı. Bu şartları yerine getirmek için eczacılık fakültesi ve
Cerrahpaşa ile olan temaslarımdan memleketimizde bu tür çalışmaların netice
vermeyeceği gerçeğini öğrenmiştim. Buluşumun insanlığın hizmetine girebilmesi
için bu araştırmaları yurt dışında yapabilecek yer aramaya başladım.
Oğlum Tamer, ABD’de yüksek lisans çalışmaları yaptığı dönemde
patent konusunu araştırmıştı. Patent koruması olmadan sanayileşmiş ülkelerde
kimsenin konu ile ilgilenmeyeceğini söylüyordu. Bir plan yaptık. Buna göre önce
ABD’de, oranın kurallarına uygun olarak patent başvurusu yapacaktık. Hemen
arkasından yabancı bir tıp dergisinde konuyla ilgili olarak bir makale
yayınlayacaktık. Bu yayının ilaç firmalarının dikkatini çekeceğini, patentin
lisansını alarak ilacı geliştirip tüm insanlığın hizmetine sunacağını
umuyorduk.
ilk olarak ABD Patent Ofisi için başvuru dosyasını ve
yayın için vaka raporlarını içeren makaleyi hazırladık. Tamer, dosyayı 13 Mayıs
1986 tarihinde Washington D.C.’deki Patent Ofis’e elden teslim etti. Makaleyi
de yayın merkezi aynı kentte olan kanser ile ilgili tıp dergisine gönderdi.
Derginin editörü kendisi ile görüşmek istemiş.
Editörün kendisine söyledikleri şu olmuş: “Bu makalede anlatılan vakalar doğru
olamaz. Doğru olsaydı, önce Türkiye’de, sonra dünyada herkes duyar, bütün
kanserli hastalar tedavi için akın akın Türkiye’ye gidiyor olurdu”.
Haklıydılar! Ancak onlara Türkiye’deki ortamı izah edebilmenin de imkanı yoktu.
ABD’de Patent Ofis ile irtibatı sağlayacak bir
avukatlık firmasına ihtiyaç vardı. Bu, benim ödeme gücümün çok üstündeydi. Biz
daha evvel planı yaparken söz konusu avukatlık hizmetlerini, lisansı
vereceğimiz ilaç firmasının hukukçularının yapacağını öngörmüştük. Makale
yayınlanmayınca, doğrudan ilaç firmalarıyla temas kurmayı kararlaştırdık.
Sanayileşmiş ülkelerdeki büyük ilaç firmalarından on
iki tane seçtik. Vakalardan numuneler içeren ve patent başvurusunun ABD’de
yapıldığını belirten bir dosya hazırladık. Seçtiğimiz firmalara gönderdik.
Bu firmalardan ikisi, biri Danimarka’dan (bu kitapta
ismi kapalı tutularak kısaca Danimarka Firması (DF) diye anılacaktır), diğeri
İsviçre’den Sandoz konuyla ilgilendiklerini bildirdiler. Ancak her ikisi de,
lisansını alacakları ilacı önce denemek istediklerini, bunun da takriben altı
ay süreceğini belirttiler. Kabul ettim. Gizlilik anlaşmaları imzalandı.
Kendilerine numuneler gönderildi.
istemiş oldukları altı ay test süresi, yaptığımız
programa uymuyordu. ABD Patent Ofisi’nden cevap verilecek ilk yazı gelmişti.
Buna, beni temsilen cevap verecek avukatlık firmasını hemen bulmamız
gerekiyordu. İlkokuldan hocam Hafize Özal İstanbul’da oturuyordu. Kendisi ile
sık sık görüşürdük. Bu konuları onunla konuşurken, Devlet Planlama Teşkilatı
müşteşarı olan oğlu Yusuf Özal’la temasın faydalı olabileceğini söylemiş ve
evinin telefonunu vermişti.
Bir cumartesi günü Tamer’le durumu değerlendirirken
Yusuf Özal’a telefon etmeye karar verdik. Kendisini aradım. Konuyu ve
problemimizi izah ettim. Ertesi günü beni ve Tamer’i Ankara’ya görüşmek için
davet etti.
Ankara’da evinde buluştuk. Konuyu her yönüyle
tartıştık. Konunun büyüklüğünü ve içinde bulunduğumuz şartları çok iyi
anlamıştı. Böyle bir projenin gerçekleşmesi halinde memleketimize sağlayacağı
avantajları düşünerek mutlaka destek bulunması gerektiğini söyledi.
Temaslarının neticesini görüşmek üzere çarşamba günü Tamer’in Ankara’da
olmasını istedi.
Ağabeyi Başbakan Turgut Özal ve yeni buluşlara
ilgisiyle tanıdığı Devlet Bakanı Tınaz Titiz ile konuyu görüşüp incelemişler.
Devlet Bakanlığı’na bağlı Teşebbüs Destekleme Ajansı’nın (TDA) bu projeyi
desteklemesi için hemen çalışmalara başlanmasına karar verilmiş. Gerekli olan
para Başbakanlıksan TDA’ya verilecek, benim onayımla projenin ilerlemesi için
harcanacaktı. Proje gerçekleştikten sonra TDA sağlanacak maddi menfaatlere %25
nisbetinde ortak olacaktı. Ayrılan paranın miktarı 500.000 ABD doları idi. İyi
niyetli bir yönetici olan Tınaz Titiz Devlet Bakanlığı’ndan ayrıldıktan sonra
TDA’nın yönetimi değişti. Ayrılan bu paranın büyük kısmı gayesi dışında
harcandı.
Hemen ABD’de bir patent hukuk firması ile anlaşılarak
ABD Patent Ofisi ile yazışmalar başlatıldı.
Numune gönderdiğimiz ilaç firmalarından, önce DF’den
etkisinin immünomodülatör olduğunu bildiren cevap geldi. İstanbul’a gelip
benimle karşılıklı görüşmek istiyorlardı. Gizlilik anlaşmasının kapsamını yüz
yüze görüşmeleri de içine alacak şekilde değiştirmek gerekti.
DF tarafından bana imzalamam için gönderilen anlaşma
metnini görünce çok şaşırdım. Bu metine göre, kendileri mucitti, ben onlardan
bilgi alacaktım. Aldığım bilgiyi ben gizli tutacaktım, onların bu türlü bir
mecburiyetleri olmayacaktı. Anlaşma taslağını ABD’deki patent avukatlarına
gönderdim. Onlar da şaşırdılar. “Bu kötü niyetli insanlarla daha fazla
görüşmeyin” tavsiyesinde bulundular. DF ile ilişkimiz bu şekilde son buldu.
Sandoz
İlaç Firması: Maddeniz İmmünomodülatör
Sandoz numuneleri aldıktan birkaç ay sonra ön bilgiler
vermeye başladı. 3 Haziran 1987 tarihinde gelen Dr. Römer imzalı teleks
mesajında “Şu ana kadar in vitro araştırmaların neticeleri var. Madde aktiftir,
toksik değildir. Öyle gözüküyor ki doğru yoldayız” diyordu.
10 Temmuz 1987 tarihli Sandoz mektubunda da aynen
şunlar yazıyordu:
“Sayın Dr. Özel,
Deney programımızla
ilgili sizi güncel tutabilmek için size, maddenizin ‘in vitro’ immünomodülatör
aktivite gösterdiğini ama sitostatik aktivite göstermediğini bildirmekten
memnunluk duyarım. İmmünomodülatör aktiviteyi ortaya çıkarmak için birçok ‘in
vivo’ araştırmalar devam etmekte. Daha evvel söylediğimiz gibi ‘in vivo’
deneylerin neticelerini Ağustos ortasına kadar alacağız.
Neticeler enteresansa
-ki bunu ümit ediyoruz- Ağustos’un ikinci yansında ilende yapılacakları
tartışmak ve ‘ilacımıile bize bir ders vermeniz için
bizi ziyaret etmenizi isteyeceğiz.
Samimi dileklerle.
Saygılanmla.
İmza Dr. D. Römer”
Diğer bir deyişle ilaç, kemoterapide kullanılan
ilaçlar gibi hücre öldürücü değildi. İmmünsistemi, yani vücudun bağışıklık
sistemini düzenleyerek etki sağlıyordu.
10 Ağustos 1987’de ise şu faks mesajı geldi.
“Sayın Dr. Özel,
Şu ana kadar 10 Temmuz
tarihli mektubuma bir cevap alamadık. Size söyleyebilirim ki ‘in
vivo’modellerde alman neticeler çok heyecan verici. Ve Ağustos’un ikinci
yansında veya Eylül’ün başında sizinle buluşmayı teklif ediyoruz. Sizi nazik
bir şekilde Bazel’deki toplantıya davet ediyoruz. Lütfen hangi tarihlerin sizin
için uygun olduğunu bildiriniz. Bir haftanın ikinci yansı bizim için hep en
uygun oluyor. Sizin cevabınızı alır almaz otel rezervasyonunuzu yapacağız,
şayet siz de isterseniz uçak yerlerinizi ayırtacağız.
Nazik dileklerle.
İmza Dr. D. Römer”
(Bu ve diğer bazı Sandoz
belgelerine www.drozel.org sitesinde http://www.drozel.org/eng/27.htm adresinden erişilebilir.)
Bazel’deki toplantılar 3-4 Eylül 1987’de gerçekleşti.
Toplantıya eşim Zerrin, oğlum Tamer ve Amerikalı patent avukatımla katıldım.
Sandoz’un bilimcileri “in vitro” ve “in vivo” deneylerde aldıkları neticeleri
prezante ettiler. Ben de kendilerine klinik uygulama detaylarını değişik
vakalarda alman neticeleri belgeleri ile anlattım.
Bilimciler, kendilerine gönderdiğim numunelerin
kompozisyonunu merak ediyorlardı. Numuneleri NOÎ kodu ile göndermiştim.
Toplantıların sonunda Sandoz’un kıdemli bilimcisinin “Ben veya yakınlarımdan
birisi kanser olursak, dünyanın neresinde olursanız olunuz mutlaka size
geleceğiz” sözlerini hiç unutamam.
Toplantıda prensip olarak anlaştık. Sandoz NOI’yi
dünya piyasalarında tek başına satabilmek için lisans istiyordu. Buna karşılık
NOÎ’nin tüm geliştirme çalışmalarını yapacaktı. Onların avukatları ile benim
avukatım detayları bir-iki ay içinde halledeceklerdi ve sonra anlaşmayı
imzalayacaktık. Memnuniyet verici gelişmelerle Türkiye’ye döndük.
Patent için Avrupa Patent Ofisi’ne de (APO)
başvurulmuştu. APO‘ya yapılan başvuruların inceleme usulü ABD’dekinden farklı
idi. Patent için ilk başvurulan tarihten 18 ay sonra APO kendisine yapılan
başvuruları yayınlayarak sanayi kuruluşlarına duyuruyordu. Benim başvurum da
Kasım 1987’de APO tarafından yayınlandı. Yayından birkaç gün sonra Sandoz’dan
anlaşmadan caydıkları yönünde bir yazı aldım.
Yazıya göre; APO yayınından NOI’nin Nerium Oleander
ekstresi olduğunu öğrenmişlerdi. Onlar, daha önce bunun kompozisyonu belli
kimyasal bir ilaç olduğunu sanıyorlarmış. Bir ilaç firması aktif maddeleri
izole eder de bu maddeleri sentetik veya başka türlü yaparsa benim patentim
bunlara mani olamazmış. Bu yüzden anlaşmaktan vazgeçmişler.
Sandoz’un yazısının özü; “Biz kendimiz tek başımıza
sizden lisans almadan bunun aktif maddelerini ayırabiliriz ve siz de bize bir
şey yapamazsınız” idi.
TRT’deki
Özel Yayın, Bütün Planları Altüst Etti
Sandoz ile olan gelişmeleri Tınaz Titiz, Yusuf Özal ve
onlar aracılığı ile Turgut Özal da yakinen izliyorlardı. Konunun ticari ve
şerefi olmak üzere iki yönü vardı. Sandoz, son yazısında ima ettiği üzere aktif
maddeleri ayırıp kendi başına piyasaya çıkardığı takdirde Türkiye şerefini de
kaybedecekti. En azından şerefinin Türkiye’de kalabilmesi için konunun acilen
sıra dışı biçimde TRT vasıtasıyla kamuya duyurulmasına karar verildi.
Böyle bir yayın, benim hiç istememiş olduğum bir
yaklaşımdı. Planladığımız gibi gitmiş olsa, Sandoz veya bir başka firma lisans
altında geliştirmeyi gerçekleştirseydi, Türkiye’de insanlar konuyu her şey
bittikten sonra öğreneceklerdi. Halbuki şimdi tasarlanan yayın Balkan
Kongresi’nden sonra aleyhimde olanları çok daha korkunç azdıracaktı. Bunun
alternatifi, şerefi Sandoz’a kaptırmaktı, böyle bir riske girilemezdi. Haliyle
yayın fikrini ve teklifini kabul etmek zorundaydım.
Diğer taraftan ABD Patent Ofisi (ABDPO) ile yazışmalar
devam ediyordu. ABDPO, NO ekstresinin kardiyak glikozitler içerdiğini, bunların
da (1974’te Hacettepe’de Prof D.F. tarafından verilen raporun tersine)
sitostatik, sitotoksik etkisi olduğunun zaten bilindiğini öne sürerek patenti
tescil etmemekte diretiyordu. Etki mekanizmasının doğrudan hücre öldürücü yolla
değil, bağışıklık sistemi yoluyla olduğunu gösteren, hatta aktif maddeleri
ayırmaya yönelik araştırmaları TDA aracılığı ile kendimiz yapmalı,
yaptırmalıydık.
Bu araştırmaları ABDPO’yu iknada da kullanacaktık.
TDA’nın desteklediği ilk araştırmalar İstanbul Üniversitesi’nin Deneysel Tıp
Araştırma Merkezi’nde (Detam) başladı. Daha sonra Münih Üniversitesi
Farmakoloji Enstitüsü’nde devam etti. Araştırma konularına daha sonra döneceğiz
.
TRT’den üç kişilik bir ekip geldi. İstanbul’da bulunan
hastalarımla ve benimle geniş kapsamlı röportajlar yaptılar.
Bu yayından sonra aşırı bir talep olacağı tahmin
ediliyordu. Konu zamanın Sağlık Bakanı Bülent Akarcalı’ya açıldı. “Gizli”
kaydıyla kendisine Sandoz dosyasının bir kopyası verildi. Yayından sonra olacak
talebi karşılamak için tedbirler düşünüldü
Yayın, TRT’nin ana kanalında 10 Şubat 1988 günü saat
20 haber bülteninde 27 dakika olarak gerçekleşti. Etkisi ve tepkisi
zannedilenin çok ötesinde ve farklı oldu. Üstüme saldırı o kadar fazla oldu ki,
hastalara yardım söz konusu dahi olamadı.
Yayının ikinci günü İstanbul’da Atatürk Kültür
Merkezi’nde basın toplantısı yapıldı. Yanımda avukat Burhan Apaydın, Detam
Başkanı Prof. S.B., Detam’daki araştırmaları yapan biyolog T.A. vardı. Salon
hınca hınç dolmuştu. Gelen basın mensuplarının bir bölümü konuyu ilk ağızdan
dinleyip öğrenmek için sorular soruyorlardı. Tıbbi konuları S.B., T.A. ve ben
cevaplıyorduk. Hukuksal yönünü de avukat Apaydın her zamanki ikna edici üslubu
ile herkesin anlayacağı şekilde izah ediyordu.
Aleyhteki tıp mensupları tarafından görevlendirilen,
ellerine yazılı metinler verilen, o metinlere bakarak konuşan, kötü niyetle
geldikleri her hallerinden belli olan bazı basın temsilcileri de vardı.
Bunlardan en göze batanı da bir gün evvel konuyu sürmanşet “Zakkum Rezaleti”
başlığı ile veren gazetenin temsilcisi idi. Zakkumun zehirli olmasından,
TÜBİTAK’ın bunun sitotoksik ve sitostatik olmadığını gösteren araştırmasını
Hacettepe’ye yaptırdığına kadar konuyu yalanlamaya, aşağılamaya yönelik, malum
kimseler tarafından dikte ettirilmiş her türlü çarpıtmayı dile getirdi.
Bir başka gazete temsilcisi de, yayının, o günlerde
gündemde olan milli savunma bakanına ait yolsuzluk iddialarını ikinci plana
düşürmek için hükümetin organize ettiği bir oyun olduğunu iddia ediyordu.
Gazetecilerden fırsat bulurlarsa dinleyenlerden de sual soran oluyordu.
TRT, pazar günü konunun tartışılması için bir açık
oturum hazırlamaya karar verdi. Davet ettiler, kabul ettim. Avukat Apaydın ve
Detam’dan Prof. S.B. de davet edilmişti. S.B. gelemeyeceğine dair mazeret
bildirdi.
O sırada
basın, bu yayını erken yaptı diye TRT’yi hedef tahtası yapmıştı. Aynı
tarihlerde başbakanın Mısır seyahati vardı. TRT genel müdürü de başbakanla
beraberdi. Başbakana refakat eden basın mensupları devamlı olarak bu yayın
erken yapıldı diye TRT genel müdürüne saldırırlar. O sırada başbakanla bu
seyahate katılan genç bir işadamı basın mensuplarına, “Siz bu hastalığa
yakalananların ve yakınlarının ne çektiğini biliyor musunuz? Bunu yaşayan
bilir. TV’de gördüğünüz o hastalardan birisi benim akrabam. İki sene evvel altı
ay yaşam süresi verilmişti. Böyle bir hastayı iyi eden tedavi şekline tepkinizi
anlamıyorum” der. Bu konuşmadan sonra basın TRT Genel Müdürüne saldırıdan
vazgeçer.
Türk
Tabipler Birliği’nin Saldırısına Uğradım
Pazar günü sabah avukat Apaydın’la beraber saat 7’de
uçakla Ankara’ya gittik. Toplantıya katılacakların isimlerini öğrendik. Bunlar;
Sağlık Bakanı Bülent Akarcalı, Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı
A.
K., Türk Tabipler Birliği (TTB) Genel
Başkanı Prof.N.F., TTB İkinci Başkanı Prof.KT., TÜBİTAK Başkanı, Av. Apaydın,
1973’te Muğla’da babasını kolon kanseri ve karaciğer metastazından tedavi
ettiğim dahiliye mütehassısı Dr. T.A. ve benden oluşuyordu.
Sabah saat 10’da Av. Apaydın ve Dr.T.A. ile bir
toplantı yaptık. Konunun tıbbi yönü tartışılacak diye dosyalar hazırlamıştım.
Toplantıya katılacakların isimlerini görünce tıbbi bir tartışma
olmayabileceğini düşündük. Hazırlığımızı ona göre de yaptık. Tıbbi konulara ben
cevap verecektim, saldırıya geçerlerse Av. Apaydın gereken cevabı verecekti.
Saat 14’te TRT binasına gittik ve beklemek üzere bir
salona alındık. Biraz sonra Türk Tabipler Birliği Genel Başkanı ve yardımcısı
geldiler. Bize karşı tutum ve tavırlarının ne olacağını açıkça belli
ediyorlardı. Yüzümüze bile bakmadılar. Daha sonra Sağlık Bakanı Bülent Akarcalı
geldi. Bunların hallerini görünce, “Beyler, peşin hükümle bir yere varılmaz.
Konu hakkında hiçbir araştırma yapmadan karşı çıkmanızı anlamıyorum” dedi. Daha
sonra programın yapılacağı salona geçildi.
Program başladı. TRT sunucusu kısa bir konuşmayla konuya
giriş yaptıktan sonra ilk sözü bana verdi. Ben özet olarak bu projeye nasıl
başladığımı, niye bırakamadığımı anlattım. İlk aldığım neticeleri 1973 yılında
4. Balkan Tıp Günleri toplantısında açıkladığımı söylerken TTB Genel Başkanı
sözlerimi bitirmemi beklemeden saldırıya geçti. Benim insanlık suçu işlediğimi
söyleyip, ne idüğü belli olmayan, ilaç olarak nitelenmeyen bir maddeyi nasıl
olur da insanlara kullanabileceğimi azarlar tarzda sorarak sözümü kesmesi
üzerine ben de, “Eğer çaresiz hastalara yardım etmek ‘insanlık suçu’ ise, ben
bu suçu işledim, benim hekimlik anlayışım budur!” dedim.
Konu tıbbi bir tartışma olmaktan çıkmış sadece bana
hakaret ve saldırı şekline dönmüştü. TTB Genel Başkanı, “Daha evvel zakkum
üzerinde araştırma yapan Hacettepe Üniversitesi’nden Prof. D.F.’nin zakkum
ekstresinin sitostatik ve sitotoksik bir etkisinin olmadığına ait TÜBİTAK’a
verdiği bir rapor var” deyince itiraz ettim: “Prof. D.F.’ye ben numune
vermedim, benim kullandığım ekstre ile D.F.’nin ilgisi yok!” deyince TTB Genel
Başkanı, “Bilim adamı yalan söylemez!” dedi. (Yani yalan söyleyen bendim.)
“D.F.’nin raporunda sitotoksik (hücre öldürücü) ve
stostatik (çoğalmayı önleyici) etki yoktur” diyor, ben de var demiyorum,
ekstrenin etkisi immünomodülatör” deyince, bu sefer de TTB İkinci Başkanı
sözümü kesti: “îmmünomodülatör etkili demek, çok büyük bir etkiyi gösterir.
Kimbilir, böyle bir rapor, hangi uydurma laboratuvardan alındı. Sandoz gibi,
Roche gibi bir laboratuvardan alınmış olsa, öper başıma koyardım” deyince, yanımda
oturan Sağlık Bakanı Akarcalı yüzüme baktı. Ekstrenin immünomodülatör etkili
olduğunu bildiren Sandoz’un raporu, yanında getirdiği çantasında mevcuttu.
Ancak Sandoz’la aramızdaki gizlilik anlaşması gereği açıklama yapamıyorduk.
Bir süre sonra Sandoz’la aramızdaki gizlilik anlaşması
kalktı. Sandoz’un raporu Cumhuriyet gazetesinde yayınlandı. Gazeteciler TTB
İkinci Başkam’na konu hakkında fikrini tekrar sorduklarındaki cevabı ise,
“Biberi Sandoz’a göndersem içinde bağışıklık sistemine etkili en az iki madde
çıkartırlar!” oldu.
TTB Genel Başkam’mn “Bilim adamı yalan söylemez!” sözü
üzerine Av. Apaydın çantasından hemen 27 Mayıs 1960 İhtilalini yapanlardan biri
tarafından yazılan kitabı çıkardı. “Sizin bilim adamı dediğiniz profesörlerin
nasıl yalan söylediklerini göstereceğim!” dedi ve kitaptan bir bölüm okudu. TTB
Genel Başkanı, “İstisna, kaideyi bozmaz” deyince, avukat Apaydın daha başka
misaller verdi.
TÜBİTAK Başkanı, bir yakınının benim tedavim sonucunda
iyileştiğini de söylediği üç saatlik oturumun sonunda, TTB’nin temsilcileri ile
olan mücadelenin ne olduğu herkes tarafından öğrenilmiş oldu.
İstanbul
Onkoloji Grubu, Kapı Kapı Hasta Sorguladı
Uzun zaman hâfızalarda kalan ve konuşulan bu
programdan sonra İstanbul’da bulunan onkologlar Prof. N.B.’nin başkanlığında
“İstanbul Onkoloji Grubu”nu kurdular. Görevleri, bana karşı yapılacak
saldırıları organize etmekti. Hemen çalışmalara başladılar.
Basın toplantısında dağıtılmak üzere 12 örnek hastanın
belgelerinin toplandığı bir bülten hazırlamıştım. İstanbul Onkoloji Grubu ilk
olarak bültendeki 12 hastayı araştırmaya karar verir. Hastaların adreslerine
muayene için doktorlar gönderirler.
Giden doktorlarla hasta ve yakınları arasında ilginç
konuşmalar olur. Bültende yazılı hasta V.K’nın sorgusu için gelen doktorla
hastanın oğlu M.K. arasında şu konuşma geçer:
- Dr.:
Eski hasta V.K.’yı görmek istiyorum.
- M.K: Niçin görmek istiyorsunuz? Annem iyi, herhangi
bir şikayeti yok.
- Dr.:
Anneniz kanser hastasıymış, T.T.B tarafından muayene için gönderildim.
- M.K: Neyini muayene edeceksiniz, şu anda hayatta
olması yetmez mi? On sene evvel biz doktor ararken neredeydiniz? der ve gelen
şahsı kovar.
Gittikleri her yerde
buna benzer durumlarla karşılaşırlar.
Onkoloji Grubu, tanıtıcı kitapçıkta dokümanlarını
verdiğim 494 hastayı da kendilerine göre değerlendirdi. Sağlık kuruluşlarına
gönderdiğim 494 hastanın tedavi neticelerine ait bilgiler olan bir kitapçık
vardı. 494 hastadan sadece basın bülteninde verdiğim 12 örnek hastanın iyi
olduğunu kabul ederek başarı oranını %2,4 olarak hesaplamışlar. 494 hasta
hiçbir tedavi görmese de %2,4’ü kendi kendine iyi olabilirdi diye çarpıtarak
beyanat verdiler. Basın bültenindeki 12 hastanın 6’sı, daha evvel gördükleri
tedavinin sonradan etkisiyle iyileşmiş, diğer 6’sında ise kanser yoktu dediler.
Bu hastaların teşhislerini ben koymamıştım. Bir
kısmının teşhisi yurtdışındaki hastanelerde, diğerleri de Türkiye’deki
üniversite kliniklerinde ve devlet hastanelerinde konmuştu. Konulan tüm
teşhisleri inkar ediyorlardı. “Kanser yok, sadece ince bağırsağında solucan
varmış” dedikleri hastamın hikayesini, IOG mensuplarının çarpıtmalarına örnek
olması bakımından buraya koyuyorum.
1932 doğumlu bayan V.O. Almanya’da çalışırken 1974
yılında karın ağrıları çekmeye başlar. Kusmalar, iştah kaybı ile aşırı kilo
kaybeder. Hastaneye yatırılır, tetkikleri yapılır. Mide kanseri teşhisi ile
ameliyat edilmesine karar verilir. Karnı açıldığı zaman, mide kanserinin
pankreas ve duodenuma atladığı görülür. Hastaneden kendisine verilen rapora
teşhis olarak; “Pankreas ve duodenuma kök salmış inoperabl (ameliyatı mümkün
olmayan) mide kanseri” yazılır.
Ameliyat notunda, karın kontrol edilirken ince
barsakta bir adet barsak solucanı olduğu görülür ve o da rapora yazılır. Bu
ameliyat ve kanser teşhisinin arkasından Türkiye’deki Sosyal Sigortalar
Kurumu’nun (SSK) o zamanlar Almanya’daki eşdeğeri olan
“Landesversicherungsanstalt Oberfranken und Mittelfranken” (LVA) V.O.’yu
malulen emekliye ayırır. Hastaya birkaç aylık ömrünün kaldığı bildirilir.
Kendisine 6 ay yetecek miktarda uyuşturucu ilaç verilerek Türkiye’ye
gönderilir.
Türkiye’de ağrıları çok artınca SSK İstanbul
Hastanesi’ne götürülür. Aynı hastanenin sıhhi kurulu Almanya’daki teşhisi
tekrar eden bir rapor ve morfin reçetesi verir.
Hastayı 15 Eylül 1974 tarihinde bana getirdiler.
Devamlı morfin kullanmaktan sarhoş gibi davranıyordu. Çok zayıf ve düşkün bir
haldeydi. NOl ve NOO tedavisine başlandı. Hastanın ağrıları zamanla azalarak
tamamen geçti. Toplam yaklaşık beş aylık tedaviden sonra sağlığına kavuştu.
V.O. malulen emekliye ayrıldığından her ay Almanya’dan
462 DM (Alman Markı) emekli maaşı gelmeye devam eder. Bir süre sonra Alman
sigortası LVA durumu fark eder. Akıllarına ilk gelen; “V.O.’nun ölmüş olması
lazım, herhalde aylıkları kendini V.O. gibi gösteren birisi alıyor” olmalı ki,
Türkiye’de ödemeleri yapan yerden, V.O.’ya maaşı ödenirken resminin çekilip
kendilerine gönderilmesini isterler. Birkaç ay boyunca her ödemede V.O.’nun
resimleri çekilir, LVA’ya gönderilir. Nihayet 1982 yılında LVA, V.O.’dan sağlık
durumunu bildirir rapor ister.
SSK İstanbul Hastanesi’nde V.O.’nun sağlık kontrolü
yapılır ve 3 Kasım 1982’de sağlam olduğuna dair rapor verilir, raporun bir
kopyası LVA’ya gönderilir. Bu rapor üzerine LVA emekli maaşını kestiğini
bildirir, Almanya’ya dönüp tekrar çalışmaya başlamasını ister. V.O. İstanbul’da
hayatını kurmuştur. Almanya’ya dönmez, emekli maaşı da kesilir.
(V.O.’nun vak’a raporuna; www.drozel.org ve http://www. drozel. org/tr/teshis_mide_VO.
Htm adreslerinden
erişilebilir.)
V.O. 10 Şubat 1988’deki TRT yayınında hikayesini
anlatan eski hastalardan biriydi. IOG’nin sözüm ona araştırmalarında; “Kanseri
yok, sadece bağırsağında solucan varmış” diye vakaları nasıl çarpıttığına da
tipik bir örnekti.
TTB’nin,
Hakkımdaki Soruşturmaları
TV’deki açık oturumda Türk Tabipler Birliği’nin (TTB)
amacının ne olduğu açıkça görülmüştü. Zaman geçirmeden aleyhimdeki kampanyayı
başlattılar. Benim çalışmalarıma mani olmak için hemen Ankara’da Sağlık
Bakanlığı’nda ekseriyeti üniversite mensubu onkologlardan oluşan bir “Etik
Kurul” oluşturuldu. İstanbul Tabip Odası aracılığı ile de hemen soruşturma
başlatıldı.
İstanbul Tabip Odası’ndan 23-2-1988 tarihli ve 988/3619 sayılı yazıyı aldım.Yazı şu idi:
“Sayın Özel,
İstanbul Tabip Odası
yönetim kurulu 357 sayı 8 no ve 16.2.1988 tarihli karan ile hakkınızda
soruşturma açmış ve beni soruşturmacı olarak atamış bulunmaktadır. Kamu sağlığı
ile ilgili olarak;
1. Henüz izin ve ruhsatı alınmamış ve ilaç olarak tescili
yapılmamış zakkumdan elde edilen bir bileşimi insanlar üzerinde kullanmak.
2. Televizyon ve basın yolu ile bunu ilan etmek.
3. Bu bileşimin daha henüz ilaç haline gelebilmesi için 2
senelik bir çalışmaya gerek olduğu tarafınızdan da ifade edildiği halde
zamansız açıklama yapmak gibi.
Yukarıda bildirilen
iddialarla ilgili olarak 6022 sayılı TTB yasasının 30. maddesine göre
savunmanızı tebligat tarihinden 15 gün içerisinde yazılı olarak odamıza
göndermenizi önemle rica ederim.
Saygılanmla.
Dr. F. К
Soruşturmacı”
Görülüyordu ki genel başkan ve yardımcısı, TRT’deki
bana yönelik yaptıkları suçlamaları aleyhimde soruşturma açılmasını sağlayacak
şekle getirmeye çalışıyorlardı. Bu soruşturma yazısına avukatım Apaydın ile 8
Mart 1988 tarihinde şu cevabı verdik: “Sayın F.К (soruşturmacı)
1- Zakkum bitkisinden elde edilen usarenin
kullanılmasının bir suç oluşturmadığı ‘İstanbul 11. Asliye Ceza Mahkemesinin
2-4-1978 tarih ve 1978 /167 numaralı kararıyla’
sabittir. Suç teşkil etmeyen bir eylem nedeni ile Tabip Odası’nm soruşturma
açması ve savunma istemesi, yargı yetkisine sahip mahkemelerin görev ve yetki
alanına tecavüz teşkil edeceği tabiidir.
2- Televizyon ve basında -ilan vermek- yolu ile bir eylem
yoktur. TV ve basındaki yayınlar, her iki organın Anayasa ’daki -haber verme ve
haberleşme hürriyeti- alanına girer. TRT’nin bunları kontrol eden ve düzenleyen
bir Genel Müdürlüğü, her gazetenin de basın kanununa göre bir Sorumlu Müdürü
vardır.
Tabip Odası’nın 6023
sayılı kanuna aykırı olarak TV ve basın organlarının bir yayınlan var ise, ve
Tabip Odası bunlara sual sormak hakkına sahip ise, bu kuruluşların yetkili ve
sorumlu kişilerine sual tevcih etmesi ve savunmalarım istemesi gerekir. Aynca
İtalyan 5’inci kanalı televizyonda 5-6 Mart 1988günü zakkum konusunda bir yayın
yapmış ve görüşlerimi sormuştur. Bunda da 6023 sayılı kanuna aykırı bir yön var
ise, Tabip Odası’nın yetkili adli idari mercilere başvurarak İtalyan yayınını
kesmesi ve Türkiye'de yaptıkları araştırmaların yayınlanmasını önlemeye yönelik
bir karar istemesi, zannederim benden savunma istemekten daha isabetli olurdu.
3- Kanserin zakkum bitkisinden elde edilen ekstre ile
tedavisinin mümkün olduğu yolunda, tıbbi araştırma ve tespitlerime dayalı
olarak ve vaki sorular üzerine yaptığım açıklamalar fikir ve düşünce
özgürlüğünün tabii bir sonucudur.
Anayasa’nm 20’nci
maddesi, ‘Herkes bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma
ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir:’ demekte ve bu temel hak
ve hürriyetlere ilişkin Anayasa kuralları ile bağlı olduğu her kişi ve
kuruluşun bağlı olduğu Anayasa’nın 1 l’inci maddesinde yer almış bulunmaktadır.
Bundan başka Anayasa’nm 26’ncı maddesi, ‘Herkes düşünce ve kanaatlerini söz,
yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma
hakkına sahiptir.’ demektedir. Tabip Odası’nm Anayasa’nın bu emredici
kurallarına riayet mecburiyetinde olduğunu hatırlatırım.
Zakkum Ekstresinin ilaç
haline gelebilmesi için 2 yıl gerekli demem, benim şahsi kanaatimdır, evvel de
olabilir senelerce uzayabilir de. Bir buluşun ‘keşfin’ sınırlı bir zaman
kavramına sokulmasının doğru olmayacağını düşünüyorum. İstanbul Tabip Odası’nın
bir hekimin ölümcül kanser hastalığına çare bulmak için verdiği uğraşıyı suç
telakki etmesini anlamak mümkün değildir.
Avukat Burhan Apaydın Dr. Ziya Özel vekili”
Bu cevap, Tabip Odası’nı tatmin etmemiş olacak ki, 17
gün sonrasının tarihini taşıyan ikinci yazıyı aldım.
“Sayı:988/3617 Tarih
25-3-1988
Dr. Ziya Özel,
Bildiğiniz gibi İstanbul
Tabip Odası 17- 2-1988 tarih, 92 sayılı karan ile hakkınızda soruşturma açmış
ve olayı kovuşturmak üzere soruşturmacı olarak beni görevlendirmiş bulunmaktadır.
İfadenizi verip sözlü savunmanızı yapmak üzere 5-4-1988 tarihinde saat 19'da
İstanbul Tabip Odası’nda hazır bulunmanızı rica ederim.
Saygılarımla.
Soruşturmacı
Dr.F.K”
Burada bir husus
dikkatimizi çekti. Soruşturmacı Dr. F.K.’nm 23-2-
1988 tarihli
yazısında İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu’nun 357 sayı 8 numaralı ve
16-2-1988 kararı ile hakkımda soruşturma açtığı ifade edilmişti. Aynı F.K.
İstanbul Tabip Odası’nın 17-2-1988 tarih, 92 sayılı kararı ile tekrar
soruşturmacı olarak görevlendirildiğini yazmaktadır. Bir soruşturmanın
neticesini beklemeden ikinci defa soruşturma kararı alınmasının manasını
anlayamadık. Avukatım Apaydın, ifade vermek için İstanbul Tabip Odası’na
gitmememi, gereken cevabı kendisinin vereceğini bildirdi. Cevabı şu idi:
“Sayın F.K
(soruşturmacı)
1. Sayın Dr. Ziya ÖzeVe soruşturmacı sıfatı ile göndermiş
olduğunuz 23-2-1988 tarih ve 988/3619
sayılı yazınıza 8-3-1988 tarihli yazı ile müvekkilim
cevabını bildirmiştir. 6023 sayılı Türk Tabipler Kanunu’nun 30. maddesine göre
müvekkilimden savunması
ancak yazılı olarak
istenir. Yapılan tebligattan itibaren 15 gün içinde cevap vermeyenlerin evrakı
doğrudan doğruya, cevap verenlerinki savunmaları ile birlikte haysiyet divanına
tevdi olunur. Müvekkilim cevap olarak yazılı savunmasını vermiş bulunmakla
kanun hükmü yerine getirilmiştir. Bunun dışında <sözlü savunma> yapmak
üzere müvekkilimi davet etmeye kesin olarak yetkiniz bulunmamaktadır.
2. Zakkum bitkisinden elde edilen usarenin müvekkilim
tarafından kullanılması nedeni ile aleyhine açılan dava İstanbul 1 Vinci Asliye
Ceza Mahkemesi’nde 1977/410 esas sayısı ile bakılmış
ve mahkemece 1978/167 karar sayısı ile
20-4-1978 tarihinde müvekkilimin beraatına karar verilmiştir. Beraat kararında
aynen ‘sanık tarafından zakkum bitkisinden imal edilip kanserli hastalara uygulandığı
iddia olunan maddenin müstahzar mahiyetinde olmadığı, zehirli ve zararlı bir
maddeyi ihtiva etmediği Cerrahpaşa Tıp Fak. Farmakoloji kürsüsü başkanlığının
dosyada mevcut 17-1-1978 tarih 21/78
sayılı yazılarından anlaşıldığı cihetle’ denilmekte ve
bu gerekçe tahtında müvekkilimin beratına karar verilmiş bulunulmaktadır. Karar
28-4-1978 tarihinde kesinleşmiştir.
Anayasanın 138 son
maddesinde, Yasama ve yürütme organları, idare mahkeme kararlarına uymak
zorundadır. Bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir surette
değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.’ denilmektedir.
Anayasa’nın 11. maddesi ise Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı
organlarını, idare makamlarım ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk
kurallarıdır. ’ kuralını getirmiştir.
Bu durumda Sayın Ziya
Özel hakkında Zakkum bitkisinden elde edilen ekstrenin kullanılmasından dolayı
İstanbul Tabip Odası’nın soruşturma açmaya dahi yetkisi yoktur. Aksi hal,
mahkeme kararını hiçe saymak ve Anayasa hükümlerini dikkate almamak şeklinde
bir sorunun ortaya çıkmasına yol açacaktır. İstanbul Tabip Odası 6023 sayılı kanuna
göre kurulmuş bir kamu kuruluşudur. Bu kamu kuruluşunda görev alanlar kanun
hükümlerine riayet etmek mecburiyetindedirler. Aykırı hareket halinde, görevi
kötüye kullanmak suçu oluşur.
Mahkeme karan daha önce,
müvekkilimin yazılı cevabının ekinde sunulmuştur. Bu karar karşısında 23-2-1988
tarihli yazınızın birinci maddesinde yer verilen, ‘Henüz izin ve ruhsatı
alınmamış ve ilaç olarak tescili yapılmamış zakkumdan elde edilen bir bileşimin
insanlar üzerinde kullanmak’ şeklinde bir eylemle ilgili olarak soruşturma
açmak, İstanbul Tabip Odası’nın görev ve yetkisi dışında kalmaktadır. Mahkeme
bu hususu incelemiş, delilleri toplamış, Tıbbi Deontoloji Tüzüğü’nün 11.
maddesine dayanmak sureti ile müvekkilimin kanser hastalığının tedavi usulünün
suç teşkil etmediğine karar vermiştir. İstanbul Tabip Odası’nın mahkeme
kararının yerinde oluşunu araştırmak anlamına gelecek şekilde soruşturma yoluna
gitmesi, sözü geçen tüzük hükümlerine de aykırı düşmektedir.
Dr. Ziya Özel'in kanser
hastalığına çare bulmak yolundaki tıbbi çalışmaları 20 yıllık bir süreyi içine
almış bulunmaktadır. İnsanlığı yıllardan beri tehdit eden öldürücü bir
hastalığa karşı tıbbi çalışmalar yapan ve şifasız hasta olarak nitelendirilen
kanser hastalarını hayata ve sıhhata kavuşturmak ideali ile hareket eden bir
Türk doktorunu en azından kutlamak gerekirken İstanbul Tabip Odası’nın sanki
bir suçlu imiş gibi hakkında soruşturma yoluna gitmesi, teessür duyulacak bir
manzara oluşturmaktadır.
Türk Tabipler Birliği
Kanunu’nun Vinci maddesi, tabipliğin kamu ve kişi yararına uygulanıp
geliştirilmesini sağlamak görevini Tabipler BirliğVne bir görev olarak
vermiştir. İstanbul Tabip Odası’na mensup Dr. Ziya Özel’in bu amacın
gerçekleşmesi doğrultusundaki hareketine düpedüz karşı çıkmak Tabipler
BirliğVnin kuruluş amacını inkar etmek anlamına gelebileceğinden, mahkeme karan
ve ileri sürdüğüm sebepler göz önünde tutularak açılmış olan soruşturmaya
derhal son vermek gerekmektedir.
Saygılanmla.
Op.Dr. Ziya Özel vekili Avukat Burhan Apaydın ”
Bu cevaba, İstanbul Tabip Odası’ndan herhangi bir
karşılık verilmedi. Benim çalışmalarıma engel olmak için bütün ümitlerini Etik
Kurul’a bağladılar.
Güdümlü
Yayınlar Birbirini Kovalıyor
Adından bahsettirmek isteyen birçok kişinin hiçbir şey
bilmedikleri NO konusundaki uydurma haberler, bazı basın mensupları tarafından
abartılarak, şişirilerek negatif kamuoyu yaratılmaya çalışılıyordu.
Uydurulanların gerçek intibaını uyandırması için
uyduranların şu grupların birinden olması tercih sebebi idi:
Grup 1) Beni bir-iki kere görmüş olması: Bırakın
beni tanımayı, beni tanımayanlar dahi sanki beni zaten tanırlarmış gibi yalan
beyanat verebiliyorlardı. Hele beni gerçekten bir-iki kere görmüşse çok rahat
şekilde konuşabiliyorlardı.
Grup 2) Akademik ünvanlı olması: Hiçbir araştırma
yapmadan söyledikleri, her türlü çarpıtma haber, yalan, hakaret basında
yayınlanıyordu. Örneğin bir doktorun Muğla’da oturuyor olması yalan haberlerle
basında yer bulmasına yetiyordu.
Şimdi bu yollarla gazetelerde kendilerinden
bahsettirmeyi başaranlardan ve söylediklerinden birkaç örnek vereceğim.
Şubat 1988’de Muğla’da dahiliye mütehassası olan,
benim Muğla’da bulunduğum 1970’li yıllarda Yatağan’da hükümet tabipliği yapan
şahsın
13 Şubat
1988 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan benim hakkımdaki görüşleri:
Muğla’ya geldiğimde,
Ziya beyin tedavi ettiği hastalarda normal tedavi edici ilaçların kullanıldığı
hastalarda olduğu gibi saç dökülmelerine rastladım. Ziya bey, bu araştırmaları
yaparken elde ettiği sıvıyı doğrudan damara zerk ediyordu. Bunun sonunda pek
çok hastasını kaybetti. Bu nedenle de kendisine büyük bir tepki vardı. Sonunda
mahkemelik oldu. Ruhsatsız ilaç kullandığı için hapis cezası aldı. Af çıkınca
kurtuldu. İstanbul’a gittiğinde daha baştan yapması gereken hayvanlar üzerindeki
deneyleri orada başlattı sanıyorum. Bunun sonunda da o maddeyi bulmuş olmalı.
Ancak kansere karşı etkisi olduğunu sanmıyorum.
1- Benim
tedavi ettiğim hastaların saçları dökülmez.
2-
Benim ilacım
damardan kullanılmaz; adale içine enjekte edilir ve/veya ağız yolu ile
kullanılır.
3-
Muğla’da bu
konuda mahkemeye verilmedim, hapis cezası almadım, aftan yararlanmadım.
Biraz evvel bahsettiğim, Grup l’e ve çarpıtmalara
tipik bir örnekti.
18 Mart
1988 tarihli Milliyet gazetesinden iki haber (!):
TTB Genel Sekreteri Prof. U.C.:
“Tıpta ‘icat paranoyası’ denen
bir hastalık vardır. Ziya Özel de bu tür hastalardan biridir. ”
TTB İkinci Başkanı Prof. K.T.:
“Zakkum olayı ile ilgili
gelişmeleri son derece ilginç bir komedi olarak değerlendiriyorum. Bir maddenin
vücuttaki bağışıklık sistemini harekete geçirmesinin kanser tedavisi ile
uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bir kanser ilacı, ancak sitotoksik ve
sitostatik etkisi varsa gerçek kanser ilacıdır. Biberi Sandoz’a göndersem,
içinde bağışıklık sistemine etkili en az iki madde çıkartırlar. Zakkumla ilgili
gelişmeleri ve tartışmaları son derece ilginç bir komedi olarak
değerlendiriyorum.
Ve diyorum ki bilim canlı olsaydı yaşadığına
kahrederdi. ”
Her ikisi de yukarıdaki Grup 2’ye tipik örnekler:
U.C., “Hakaret
edeyim de ismim gazetelere çıksın” diye uğraşanlardandı. Diğeri ise, dünya
kanseri immünoterapi ile tedavi yolları geliştirmeye uğraşırken (örneğin
interferon tedavisi, Taksol, vb.) sırf zakkum aleyhinde lâf edebilmiş olmak
için immünoterapinin kanser tedavisinde yeri olmadığını iddia ediyordu. Ancak
şu söylediğine ben de katılıyordum: “...bilim canlı olsaydı yaşadığına
kahrederdi. ”
14 Şubat
1988 tarihli Milliyet gazetesinde “Kanserci Doktora Veryansın” başlığı ile
çıkan haberde İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Farmakoloji Anabilim Dalı
Başkanı Prof. Dr. H.K., ismi gazetede çıksın diye bakın neler diyordu:
“TRT’nin başındaki
profesörün bilimsel, bedensel ve zihinsel bir kontrolden geçirilmesinde yarar
var. Dr. Ziya özel tarafından üretilen ilacı destekleyen tek bilimsel kuruluş
olan DETÂM’ın bilgi birikimi, teknik olanak ve deneyim olarak yetersiz olduğunu
belirten uzmanlar, ‘DETAM yeniden gözden geçirilmeli’ diyorlar. Bize her gün bu
tür isteklerle birçok kişi başvurur. Biz bunları genellikle ikna ederek
vazgeçirmeye çalışırız.
Dr.özel’i bu konuda
uzman olan Prof. Dr. B.B’ye gönderdim. Sayın B.B, bir çok deney yapmış ama
sonuç alamamış. Dr. özel, henüz kullandığı ilacın kimyasal bileşimini dahi
bilmemektedir. Bir ilacın kullanılabilmesi için klinik deneylerin mutlaka
yapılması gerekir. Hiçbir istatistiki bilgi ise yok. Ön patent alınmış
diyorlar. Patent alınması ise son derece kolaydır. Patent bürosu elindeki
belgeleri alıp para karşılığı patent verir. ”
Prof. Dr. H.K. Grup 2’ye ve çarpıtmaya tipik bir örnek
daha oluşturmaktadır: B. Ben, bu şahsı hiç görmedim, kendisi ile görüşmedim.
Beni, Prof. B. B’ye de göndermedi.
1- Patent
konusunu az biliyor, ama sanki çok biliyormuş gibi konuşuyor: Doğrudan ABD
Patent Ofisi’ne başvurarak ABD’de patent alınabilmesi için icadın yeni,
faydalı, faydalı olabilmesi için de çalışabilmesi lazımdır.
(1996’da ABD’nin, 1992’de imzaladığı Uruguay Patent
Anlaşması’na katılımından sonra, önce T.C.’de tescil ettirilen bir patente
ABD’de patent nisbeten kolaylıkla alınabilir olmuştur, ancak böyle bir patentin
lisansını ABD’de kimse satın almak istemez, zira koruması yoktur.) Para ile
patent alınması ise, geri kalmış ülkelerde olan bir uygulamadır...
Yalan ve çarpıtmalarla basın yoluyla yaptıkları bu
negatif kampanyanın arasında bazen sağduyulu kişilerin yazıları da çıkıyordu.
Bunlardan biri 1988 Şubat ayında Zaman gazetesinde yayınlanan Yerli İlaç
Sanayicileri Derneği Başkanı M.ö. ile yapılan söyleşiydi:
“Doktoru herkes itham
ediyor ‘Sen toksitesini tayin ettin mi? Dozajını buldun mu? Yüzde ne kadar
tedavi neticesi aldın?’ gibi sualler soruyorlar. Ve bunu soranlar da, esef
etmek lazım gelir ki, kendisine bilim adamıyım diyenlerdir. Aslında bu ilim
adamlarının konuya değişik ve gerçekçi yaklaşarak, ‘Getir bu ilacı, tetkik
edelim’ demeleri lazımdır. Bilhassa televizyondaki açık oturumda bazı ilim
adamlarımız, ‘Niçin bu mevzunun üzerinde durdun?’ diyerek hal ve hareketleri
ile ilacı ortaya atan doktoru bir dövmedikleri kaldı. Halbuki tebrik etmeleri
lazımdı. ‘Bu bizim de mevzumuzdur. Biz ihmal ettik, ancak sen çok kıymetli bir
çalışmanın içine girdin, seni tebrik ederiz, sana yardımcı olacağız’ demeleri
lazımdı. Bu ilim adamlığı hüviyetini orada gösteremediler. Ortada bir vaka,
tedavi ettiği hastalar var. ”
Söyleşiye katılan gazeteci soruyor:
“Bunlardan birisi de sizin yakından tanıdığınız birisi
değil mi?”
Söyleşi devam ediyor:
“Deniz Albayı A.Ö. benim
ilk ve orta mektepten sınıf arkadaşımdır. 1974 senesinde askerlikten ara verip
ayrıldığı bir dönemde Konya’da karşılaştım. Kendisinin kanser olduğunu, son
günlerini burada geçirmek için geldiğini anlattı. Ben de teşhiste hata
olabileceğini belirtmiştim. Daha sonra kendisini göremedim. Vefat etmiş
olacağını düşünüyordum.
Kendisini TV’de görünce
oldukça şaşırdım. Yalnız o zaman bana bu doktorun ismini vermemişti, ama
zakkumla tedavi olayına temas etmişti ve bir eczacı olarak bana fikrimi
sormuştu. Ümidi kırılmasın diye de ben olabilir cevabını vermiştim. Ancak
seneler sonra sağlam olarak karşıma çıktı. Aynı şekilde TV’de başka misaller de
gördük. Şimdi bunlar birer gerçek. Burada ‘Bu ilaçtır, değildir’münakaşasının
yapılmaması gerekir. Bu evvela bir ‘deva’dır, hastalığa iyi geliyor. İlaç
olması ayn bir merhale gerektirir. Bizde ilim adamı sıfatına sahip olup da
kendisine ait tetkikleri olmayan kişilerin mevcudiyeti maalesef fazladır. Bunun
sebebini araştırmak gerekir. ”
Tarafsız ve dürüst bir eczacının görüşleri özetle
buydu. Bahsettiği denizci albay, 1977’de NO’nun mahkemesinin son celsesinde
dinlenen üç şahitten birisiydi.
Namuslu insanların konuşmaya korktuğu bir ortamda çalışmalarımı
takdir eden gerçek bilimcilerin seslerini çıkarması, çıkarsalar bile bana
hakareti görev bilen, adımı “zakkumcu” koyan bazı çevreler vasıtası ile
duyurmaları düşünülemezdi.
10 Şubat 1988 tarihindeki TV yayınından sonra halkımızın
her kesiminden yaptıklarımı takdir eden, beni destekleyen bir çok mektup aldım.
Tıp mensuplarından ise sadece bir tane geldi, o da Prof.Tevfik User imzasını
taşıyordu. Mektup şu idi:
“Op.Dr. Hüseyin Ziya Özel,
Çok muhterem efendim.
Sayın Meslektaşım ve yol arkadaşım.
İki gündür Türkiye
televizyonları ve gazetelerinde gerçek tıp nuru ile gözlerimizi kamaştırdığınız
için, sizlere çok teşekkürler ederim. Sizin de, hepimizin bayramını da içten
kutlarım. Ulu Tanrıdan başanlanmzm devamını dilerim. Yolunuz dikensiz, sonunuz
da gerçeğin parıltısı ile müstesna ışıklı olsun, Amin.
Tıbba tecrübe ve
araştırma felsefesini katan İsviçreli Dr. Paracelsus, sırası geldikçe ‘Tabiat,
tabiatın bağrında öğrenilir’ derdi. Siz de aynı yol ve basirettesiniz. Lütfen
muhaliflerinize, dijitalin, yani en çok hayat kurtaran kalp ilacının da
bitkiden, yüksük otundan çıkarıldığım hatırlatınız.
Benim size verecek
şiltim, meslek yaşantımın öyküsünü içeren son kitabimdir. Çok yorulduğunuzda
sizi dinlendirirse ne mutlu bana. Sakın yılma, çalıştıkça daha bileli ol. En
iyi dileklerimle.
Dr. Tevfik User”
Mektubun ekinde, “Maskeli Ülserler ve Şekerli Ülser
Pratiği” isimli kitabı vardı.
Aleyhtekiler, etkileri altındaki Etik Kurul’dan, 4’e
karşı 5 çoğunluk ile bu tedavi şeklinin Türkiye’de uygulanmasına mani olmaya
yönelik karar çıkarttırmaya muvaffak oldular. Yapacak bir şeyim kalmamıştı.
Bundan sonraki mücadele, 1977’den beri konunun hukuksal sahibi olan avukat
Apaydın’a kalıyordu.
Avukat Apaydın, sonsuz hukuk bilgisi, cesareti, parlak
zekası,
bitmeyen enerjisi ve
tecrübeleri ile tanınan bir hukuk dehasıdır. Bu konuyu da başarı ile
savunacağına ve sonunda kazananın biz olacağımıza emindim. Ama işinin ne kadar
zor olacağını da biliyordum. Karşımızdakilerin güçleri belli idi. Avukat
Apaydın, Etik Kurul kararma itiraz etti. Ancak hasta bakmam, geçici bir süre
için de olsa, engellenmişti. Türkiye’de kaldığım takdirde benden yardım
bekleyen çaresiz insanları geri çeviremeyeceğimi biliyordum.
KKTC
Cumhurbaşkanı Sayın Denktaş’tan Davet
Kuzey Kıbrıs Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın yakın
çevresinden bir hastayı görmem için bir davet aldım. 1988 senesi Mayıs ayı
başında eşimle beraber Kuzey Kıbrıs’a gittik.
Hasta meme kanseri teşhisi ile ameliyat olmuş.
Ameliyat sonrası tedavi için İngiltere’ye gitmiş. Kemoterapiler yapılmış. Bir
süre sonra metastazlar başlamış, tedaviler netice vermeyince de ağrı kesici
ilaçlar kullanması önerilerek gönderilmiş.
Hastayı evinde muayene ettim. Ameliyat olduğu bölgede
yaygın yara şeklinde, hastalığın tekrar nüksettiğini gösteren bulgular vardı.
Akciğerlerinde metastazlar oluşmuştu, plöreziden (su toplaması) nefes almakta
zorlanıyordu. Ağrılardan ve nefes darlığından yatamıyor, bir koltukta oturarak
günlerini geçiriyordu. Hastaya yapılacak bir tedavi kalmamıştı.
NOİ tedavisine başlandı. Yaraya her gün pansumanlar
ayarlandı. 10 gün sonra hasta rahatladı. Günün bir bölümünü yatağında rahat
yatarak geçirmeye başladı. Hastanın tedavisi ve kontrollerini muntazam olarak
bir ay takip edebildim. Genel durumu oldukça düzelmişti. Yaşamından ümit
kesilen hastanın günlük yaşantısı normale döndü. Akciğer filimlerinde bariz
düzelme görülüyordu. Hastanın yakın çevresinden bir doktor hasta ile yakinen
ilgileneceğine söz verdi. Bir ay sonra tekrar film çekilmesini önerdim
ve K. Kıbrıs’tan ayrıldım.
Cumhurbaşkanı Denktaş iyi niyetli, ileri görüşlü bir
idareci idi. Benim Kıbrıs’ta kalmamı, orada hasta kabul etmemi istiyordu. Bunun
gerçekleşmesi için 11.5.1988 tarihinde Kuzey Kıbrıs Başbakanı D.E.’ye şu
mektubu gönderir:
“Sayın D. E.
Başbakan
Lefkoşa
Sayın Dr. Ziya Özel’in
durumunu ben Pastör’ün mikroplarla ilgili ilk buluş günlerine benzetiyorum.
Past ör’e karşı çıkanlar ve onu destekleyenler vardı Destekleyenler sonunda
haklı çıktılar ve insanlık yararlanmış oldu. Karşı çıkanlar haklı çıkmış olsalardı
Pastör’ün mikroplara karşı mücadelesi kimseyi incitmiş olmayacaktı.
Sayın özel’in
tedavisinden yarar gören kişilerden mektuplar almaktayım. Destekleyiniz
diyorlar. Birçok hasta da ümitle bize başvurarak Sayın Özel’in tedavisine
başlamak yönünde kendisini ikna etmemi istiyorlar. Tabiatıyla bu konuda ben
Sayın özel’i etkileyecek durumda değilim. Ortada bir iddia ve bu iddiayı
kanıtlayıcı raporlar vardır. Tedaviden yarar görmüş olan kişilerin beyanları,
mektupları vardır. İlgili kurulda aleyhte alınan karar bir oy farkladır. Bütün
bunları göz önünde tutarak Sayın Özel’e KKTC’de hastalarına tedavi olanağı
sağlamamızda ben her açıdan yarar görüyorum.
İlginizi ve gereğini rica ederim.
RaufDenktaş
Cumhurbaşkanı
Dağıtım:
Sayın M.E. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı”
* * *
Başbakan D.E.’nin odasında Sağlık Bakanı M.E. ile bir
toplantı yapıldı. “Türkiye’de uygulanmasına izin verilmeyen bir tedavi şekline
müsaade edemeyeceklerini” bildirdiler.
1998’in
Eylül Ayında Tekrar Yurda Döndük
Eylül 1988’e kadar eşimle beraber yurtdışında kaldık.
Bu arada memleketimizde Türk Tabipler Birliği’nin saldırılarından haberim dahi
olmadı, saldırıları Avukat Apaydın karşıladı.
1 Eylül
1988 tarihinde eşimle beraber Marmaris’teki yazlık evimize geldik. Geldiğimi
kimse bilmediği için hasta da gelmiyordu. Bir gün saat 17 sıralarında 55
yaşlarında bir şahıs, 23 yaşındaki oğlunu sırtında taşıyarak evime getirdi.
Kendisi Marmaris’in Söğüt köyünden idi. Hasta oğlunu İzmir’e götürmüş,
tetkikler sonunda kan kanseri teşhisi konulmuştu. Babasından tedavi için 7
milyon lira istenir. Baba o miktar parayı temin etmek için köyündeki evini
satması gerektiğini söyleyince, bir doktor, tedavinin sonunda çocuğunun iyi
olma şansının çok az olduğunu söyler. Bunun üzerine oğlunu hastaneden çıkartır.
Köyüne götürmek için otobüsle Marmaris’e gelirken hastanın durumu fenalaşır.
Muğla’da otobüsten inerler. Devlet Hastanesi’nde bir
şişe kan verilir. Sonra saat 15 sıralarında Marmaris’e gelirler. Benim
Marmaris’te olduğumu öğrenir. Son bir ümitle bana muayene ettirmek için oğlunu
sırtında taşıyarak getirdi.
Muayene ettim, ileri derecede kansızdı, dalağı bütün
karnı dolduracak kadar büyümüştü. Genel durumu çok düşkündü. Nabız dakikada
140, tansiyon arteriel maksimum 95 minimum 65 mmHg idi. îlk iğnesini yaptım,
ikinci günü sabahı tekrar gelmelerini söyleyip gönderdim. Orada kaldığım bir
hafta süre içinde her gün geldiler. Son gelişlerinde babasının sırtından inmiş,
kendisi yürüyerek gelmişti. Üç aylık ilacını verdim.
Daha sonra tedavisine devam etti ve sağlığına kavuştu.
Evlenirken düğününe gideceğime söz vermiştim. İki sene sonra düğün davetiyesini
getirdi. Düğün tarihinde avukat Apaydın da Marmaris’teydi, düğüne beraber
gittik.
***
1992 Mayıs ayı başında Tempo dergisinden konuşmak için
geldiler. O sırada orada bulunan hastalarımla konuştular. Marmaris çevresinde
tedavi görmüş eski hastam olup olmadığını sordular. Yukarıda bahsettiğim
hastamın ismini ve köyünü kendilerine bildirdim.
Köyünde eski hastam Ş.’yi bulmuşlar. Balıkçılık
yapıyormuş. Benim adımı verdiği teknesinde resmini çekmişler. Bu röportaj,
Tempo dergisinin 1992/18’inci sayısında yayınlandı.
Bu yayından sonra zamanın Sağlık Bakanı hemen
soruşturma başlattı. Gelen müfettiş, Ş.’yi köyünden Marmaris’e getirtip
ifadesini aldı. Bana da yazılı olarak “Ş’nin tedavisinde kullanılan ilacı siz
mi yaptınız?” diye sordu. Ben de “Ben yaptım” diye cevap verdim. O günlerde
emekli bir Sağlık Bakanlığı başmüfettişi de hastam olarak Marmaris’te
bulunuyordu. Gelen müfettişle konuşmuş. Müfettiş de suçumu anlayamadığını
söylemiş. “Bakan beyin emri ile geldik” demiş.
Üç ay sonra bakanlıktan “izinsiz ilaç kullanmaktan”
mahkemeye verilmem için Marmaris Savcılığına yazı gelir. Savcı, “Mahkemede bu
suç kanıtlanırsa verilecek ceza 240.000 TL para cezası, bu paranın 2/3’ü olan
160.000 TL peşin yatırılırsa konunun mahkemeye intikaline gerek kalmaz”
şeklinde kanaatini söyleyince 160.000 TL’yi (yaklaşık 25 ABD doları) yatırdım
ve konu kapandı. Ancak bir hastayı iyi ettiğim için ceza ödemek mecburiyetinde
kalmıştım.
Fakir olan bu aileden hiçbir ücret almadım. Bazı
günler sabahları kalktığımızda evimizin önündeki bahçenin ve etrafının
temizlenmiş olduğunu görür, şaşırır, kimin yaptığını merak ederdim. Bir gün
sabah çok erken kalkınca kimin yaptığını öğrendim: Temizliği yapan Ş.’nin
annesiydi.
7.9.1988 tarihinde İstanbul Tabip Odası 10/6 sayılı kararı ile beni Onur Kurulu’na verdiklerini
9.9.1988 tarihli yazıları ile bildirdiler. Bana ceza vermeyi kafalarına
koymuşlardı. Yazışmalar, formalitelerin tamamlanması için yapılıyordu. Onur
Kurulu’nun bana verdiği 6 aylık meslekten men cezası, 17 Ekim 1988 günü akşamı
TV ve radyo kanalları ile açıklandı. O tarihte Marmaris’te bulunuyordum. Bu
haber üzerine 18 Ekim 1988 günü Marmaris’ten ayrıldım ve İstanbul’daki evime
yerleştim.
Emniyetimi sağlamak için bir bekçi görevlendirilmişti.
Apartman girişinde bekliyordu. Beni arayan hiç kimseyi içeri almaması için
talimat verdim. 19 Ekim günü saat 10 sıralarında kapım çalındı. Kapıda 50
yaşlarında elinde hasta dosyası olan bir kişi bekliyordu. “Oğlum ağır hasta,
ancak dosyasını getirebildim, sizden yardım istemeye geldim” dedi. Kapıdaki
bekçi yanında idi. “Niçin aldın?” diye sordum. “Dayanamadım efendim” dedi.
Babaya, “Bana Türk Tabipler Birliği’nce meslekten men cezası verildiğini, hastalarıma
yardım etme hakkımın engellendiğini bilmiyor musun?” deyince, “Biliyorum,
biliyorum ama ben oğlu ölümle pençeleşen bir babayım. Sizin aranızdaki sürtüşme
beni ilgilendirmez. Lütfen oğluma yardım edin” dedi ve kapıda ağlamaya başladı.
Üzgün ve perişan babayı içeri aldım. Elindeki dosyayı
tetkik ettim. Oğlu 22 yaşında bir astsubaydı. Beyninin talamus bölgesinde tümör
vardı. Tümörün yerleşme yeri ameliyatla temizlenecek bir yer değildi. GATA’da
(Gülhane Askeri Tıp Akademisi) radyoterapi yapılmasına karar verilir, 4-5 gün
yapıldıktan sonra durumu daha da kötüleşince tedavi kesilir. Bacakları felç
olduğundan sokağa çıkamaz, evinde pencere önüne yatacağı bir sedir yapılır,
oradan sokağı seyrederek günlerini geçirir. Bunun gibi bağışıklık sistemi darbe
görmemiş hastalardan iyi netice alabiliyordum.
Bana meslekten men cezası verdiler diye cezadan korkup
bu babayı eli boş geri göndermek benim doktorluk anlayışıma ters
düşerdi.Yatalak durumdaki oğlunu evinde gördüm. Cezadan korkan bir insan olsam
bu çalışmayı çoktan bırakmam gerekirdi. Bir ay yetecek ilacını verdim, nasıl
kullanılacağını öğrettim. Eğer faydasını görürse ilaç bitiminde tekrar
gelmelerini söyledim.
Bir ay sonra baba geldi. Bacaklarda hareket
başladığını, genel durumunun daha iyi olduğunu, ancak yürüyemediği için
getiremediğini söyledi. Kendisine iki ay yetecek miktarda ilacını verdim.
Aralık ayı sonunda baba tekrar geldi. Oğlunun yürüyebildiğini, havalar soğuk
olduğundan getirmediğini söyledi. Üç ay yetecek ilacını verdim, gönderdim.
Mart 1989’da oğlu ile beraber Marmaris’e geldi. Oğlu
her hali ile normal görünüyordu. GATA’da bulunan dosyasının kopyasını da
beraber getirmişlerdi. Dosyasında NO tedavisine başladığı tarih, iki ay ara ile
yapılan bilgisayarlı beyin tomografisi bulguları vardı. Raporlarda beyindeki
tümörün gerilediği yazıyordu. Haziran 1989’da tedavisi tamamlandı. Normal
yaşantısına döndü. 15 sene sonra 2004 yılında babasını telefonla aradım.
Oğlunun iyi olduğunu, Ankara’da yaşadığını söyledi.
Gerçek manada bilimcinin cesur ve de koyduğu teşhisin
arkasında durması gerekir. Mensubu olmaktan gurur duyduğum GATA’da çok şeylerin
değiştiğini geç öğrendim. Bu hasta için görüş istediğim yetkililerden bir cevap
alamadım. Üstelik yaptığım tedavi hakkında hiçbir bilgileri olmadığı halde
aleyhimde beyanat dahi verebildiler.
“Meslekten
Men”in Mahkemece İptali
Meslekten men cezası bana tebliğ edildikten sonra
avukatım Apaydın yürütmenin durdurulması için İdare Mahkemesi’nde dava
açtı.1988/1487 dosya numarası ile açılan davada Ankara 5 numaralı idare mahkemesi
90 gün süre ile yürütmenin durdurulmasına karar verdi.
İdare Mahkemesi’nin yürütmeyi durdurma kararma rağmen
bir süre sonra Beşiktaş Hükümet Tabipliği’nde görevli üç kişilik bir ekip
muayenehanemi mühürlemek için geldiler. Hemen avukatım Apaydın’a haber verdim.
Her zaman olduğu gibi onun konusuydu. Hemen geldi. Gelen ekibe gerekli
belgeleri gösterdi, muayenehaneyi mühürlemeleri halinde suç işlemiş duruma düşeceklerini
bildirdi. Gösterilen belgeler karşısında mühürlemekten vazgeçtiler.
Bu dava sırasında avukat Apaydın tarafından mahkemeye
verilen cevap dilekçesine Türk Tabipler Birliği avukatının 30.11.1988 tarihli
cevabından bir bölümünü buraya ibret için alıyorum. Ben ne ile suçlanıyorum,
çalışmalarımı kimler değerlendiriyor, bu saçma değerlendirme ile nasıl suç
yaratılmaya çalışılıyor?
TTB avukatının mahkemeye verdiği 30.11.1988 tarihli
dilekçeden:
“1- Zakkum ekstresi ile ilgili toksikolojik
araştırmalar Cerrahpaşa Tıp
Fakültesi Farmakoloji bölümü ve DETAM’da yapılmıştır.
a) 1974-1976 yıllan arasında Prof. A. A. tarafından
yapılmış ve toksik olmadığı İstanbul ll’inci Asliye Ceza Mahkemesi’ne
bildirilmiştir. Amerikan Ulusal Kanser Enstitüsü toksikolojik araştırma
protokollerine göre yapılmamıştır. Farelerle beraber sıçan ve köpeklerde de
yapılması gerekirdi. Bu durumda Prof. AA. ’ya ait raporun bilimsel geçerliliği
yoktur.
b) Bu ilk toksikolojik çalışmalar yeterli görülmemiş
olacak ki 1987-1988yıllannda DETAM’da da yapılmıştır. Bu çalışmaları da
Hacettepe Üniversitesi’nden Prof.D.F. bilimsel bulmamıştır.
2- Zakkum ekstresi ile ilgili anti-tümör etki çalışmaları
DETAM’da, Sandoz İlaç Firması’nda ve Prof. M.T.’nin gönderdiği NCl’de
yapılmıştır.
a) DETAM’da yapılan anti-tümör etki çalışmalarında uygun
hayvan tümör modellerinin kullanılmadığı ve konuyla ilgili araştırma
tekniklerine uyulmadığı Prof.Dr.D.F. ’ce belirtilmiştir. Bu araştırmalarda
kullanılan Ehrlich Asit tümörü modeli Amerikan Ulusal Kanser Enstitüsü standartlarına
uygun olmayan bir tümör modelidir. Bu durumda DETAM’da yapılan araştırma
sonuçlarına güvenmek mümkün değildir (Bu bilgiler, Prof.D.F. tarafından, Etik
Kurul’a verilen, rapordan alınmıştır.)
b) Sandoz İlaç firmasında yapılan araştırmalarda Zakkum
Ekstresinin Sitotoksik ve Sitostatik etkisinin bulunmadığı gösterilmiştir.
c) 1988 yılı içerisinde Ankara Üniversitesi Eczacılık
Fakültesi öğretim üyesi Prof. M.T. tarafından yurtdışında yaptırılan araştırma
sonuçlan da anti tümöral etki olmadığını göstermiştir. ”
Prof.D.F., 1975’te TÜBİTAK’a “zakkum ekstresi
sitostatik, sitotoksik değildir” diyen, zakkum aleyhtarlarının hep gerekçe
olarak öne sürdükleri o meşhur raporu veren, bu kitabın değişik yerlerinde
bahsedilen Hacettepe Üniversitesi Onkoloji bölümü öğretim görevlisidir. TTB
için adeta “en çok bilen” bilirkişi rolünü üstlenmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Ona göre, Nerium Oleander ile ilgili yapılan hiçbir şey bilimsel değildir.
Sandoz araştırmalarında NO ekstresinin övünme unsuru
olan “sitostatik, sitotoksik olmama, tersine ‘immünomodülatör’ olma” özelliğini
“Sandoz ilaç firmasında yapılan araştırmalarda Zakkum Ekstresinin Sitotoksik ve
Sitostatik etkisinin bulunmadığı gösterilmiştir” diye nasıl kökten çarpıtmış olduğu
görülmektedir. Diğer taraftan bu Prof, unvanlı kişi, immünomodülatör ilaçların
modern kanser tedavisindeki önemini kabul etmiyorsa, bu da, bilim konusundaki
durumunu gösterir.
2-
C maddesinde adı geçen Prof.M.T.’nin benim
ile ilgisi olmayan saçma bir sıvıyı NCI’ye nasıl gönderdiğini, bu kitabın Bonn
Sempozyumu’ndan bahsettiğim biraz sonraki bölümünde anlatacağım.
Hastalarım,
Duruşma Salonunda Beni Bekliyordu
Aralık ayında meslekten men cezasının iptali ile
ilgili duruşmada bulunmak üzere avukatımla beraber Ankara’ya gittik. Duruşmanın
yapılacağı binaya vardığımızda, Ankara’da bulunan, iyi olmuş, bir çok eski
hastamı orada bekler görünce şaşırdım. Bu ilgi ve alakadan çok duygulandım.
Duruşma için Ankara’ya geleceğimi hiç kimseye bildirmemiştim.
Onlardan biri, 1986 senesinde omur iliğindeki tümör
nedeni ile göğüsten aşağısı felçli, yaşamasından ümit kesilen hastam U.Ş. idi.
Oğlunun tedavisi için uğraşan annesine son gittikleri üniversitede, “Boş yere
uğraşıyorsun! Senin Allah’a inancın yok mu? Oğlunun kurtulma şansı yok!”
denmişti. NO tedavisi ile felçten kurtulmuş, şifaya ermişti. Annesi ile beraber
gelmişti. Duruşma sırasında annesi, “Ben, hali vakti yerinde bir vatandaşım.
Dünyada omurilik kanserinden iyi olan bir tek hasta göstersinler, bütün
servetimi onlara bağışlarım” dedi. U.Ş., duruşmadan sonra kendi kullandığı
arabası ile bizi havaalanından yolcu edinceye kadar yanımızdan ayrılmadı.
Daha sonra U.Ş.’den yanındaki raporları istemiştim.
Raporlarla beraber durumunu anlatan bir mektup yazmış. İmzanın üzerine “Oğlunuz
U.Ş.” yazması beni çok mutlu etmişti.
* * *
Duruşma, büyük bir salonda saat 10’da başladı. Salon
tamamen dolmuştu. Salonu dolduran kalabalığın çoğunluğu Ankara’da bulunan eski
hastalarım ve yakınlarıydı. Türk Tabipler Birliği’ni (TTB), ikinci başkanı
ve iki avukatları temsil ediyordu. Mahkeme başkanı ilk sözü bana verdi. Ben
konuyu kısaca izah ettikten sonra, “Bu projenin başarıya ulaşması için iki
yönden desteğe ihtiyacı vardı: Tıbbi ve Hukuki. Tıbbi destek benim işimdi.
Hukuki desteği ise projenin başladığı günden beri savunucusu olan avukat Burhan
Apaydın üstlenmişti. Burada konu bana verilen meslekten men cezası olduğundan
kendileri gerekli açıklamaları yapacaklardır” dedim ve sözü avukat Apaydın’a
bıraktım.
Avukat Apaydın, TTB avukatlarının suçlayıcı
iddialarına belgelerle cevap verdi. Suçlamaların saçmalıklarına açıklık
getirecek belgeleri izah ederken dinleyiciler tarafından uzun süre
alkışlanması, başarısının delili idi. Daha sonra her zamanki gibi aleyhimde bir
konuşma yapan TTB ikinci başkanı, konuşmasının bir yerinde işaret parmağı ile
beni göstererek, “Bu adam Türk tıbbının yüz karası!” demesi üzerine sözü
salondaki dinleyenlerin “Yuh” sesleri ile kesildi. Konuşmasına devam edemedi.
Beraberinde getirdiği çantasını dahi almadan salonu terk etti. Mahkeme, 6 ay
meslekten men cezamın kaldırıldığını bildiren kararını açıkladı.
Ancak TTB beni rahat bırakmamaya kararlı idi. 1990
senesi Haziran ayında Marmaris Savcılığı’ndan sanık olarak ifade vermek üzere
çağrıldım. “Bir meslektaşın mektubu” TTB genel başkanlığı tarafından suç
duyurusu olarak savcılığa gönderilmişti. Mektup, Giresun’da göğüs hastalıkları
uzmanı bir doktor tarafından yazılıp TTB genel başkanlığına verilmiş, TTB de,
aynı mektubu Marmaris Savcılığı’na suç duyurusu olarak göndermişti. Mektupta
yazılanlar özetle şöyleydi:
Eylül 1989 tarihinde şikayetçi doktora A.B. hasta
olarak müracaat eder ve tedavisine girer. Ancak durumu her geçen gün kötüleşir.
Hasta 26 Aralık 1989 tarihinde Marmaris’e bana getirilir. Hasta yakınları
tarafından sırtta taşınıyordu. Tarafımdan tedaviye alındı. Bir ay yetecek
ilacını verip, gönderdim.
Bir ay sonra kardeşleri ilaç almak için geldi,
hastanın durumunun iyi olduğunu söylediler. İki ay yetecek ilaç verdim.
Tedavisine devam edildi. Bir müddet sonra şikayetçi doktor çarşıda hastanın
kardeşlerini görür, hastanın durumunu sorar, “Hastayı Marmaris’e götürdük,
hasta iyi oldu” cevabını alır. Bunun üzerine şikayetçi doktor, TTB genel
başkanlığına bir mektup yazar ve şikayetlerini dile getirir. Hastanın Marmaris’teki
tedaviden iyi olduğu gerçeğini de yazarak, “Bir göğüs hastası göğüs
hastalıkları uzmanını bırakıp Marmaris’e gitmiştir. Buna mani olunmasını”
ister. Savcı da bu saçma mektuba ve kendisine gönderilmesine şaşırmıştı.
Şikayetçi doktor hastanın iyi olduğunu söylüyor,
tedavi eden doktoru şikayet ediyor. Savcı bir hastayı iyi eden doktor hakkında
ne yapabilirdi? Takipsizlik kararı verdi. Ama TTB beni savcı karşısına sanık
olarak çıkarmayı başarmıştı. İyi olmuş bir hastam için ikinci defa ifade
vermeye çağrılıyordum.
19 Mayıs
1990 tarihli, Günaydın gazetesinde birinci sayfada bir haber çıktı: “Zakkumcu
Doktor Ceza Aldı” Aldığım bir ceza yoktu. Haberi okuyunca aldığım cezayı
öğrendim. 1988 senesi sonunda İstanbul’dan ayrılıp Marmaris’e yerleşmeye karar
vermiştim. İstanbul’daki muayenehanemi kapatmak için gerekli müracaatlarımı
yaptım. 1989 Mart ayında da Marmaris’teki muayenehanemi açtım. Hükümet
Tabipliği’ne kaydım yapıldı, Vergi Dairesi’ne de bildirildi.
Bir süre sonra savcılıktan bir yazı aldım: İki yerde
(İstanbul ve Marmaris’te) muayenehane çalıştırdığım konusunda Muğla Tabip
Odası’nca şikayette bulunulduğundan ifade vermem isteniyordu. Konuyu savcıya
anlattım. Savcı bu konuların belgelenmesi için İstanbul Tabip Odası’na,
Mecidiyeköy Vergi Dairesi’ne yazılar yazılması gerektiğini, konu hakkında
mahkemenin karar vereceğini, suçlama gerçek ise verilecek cezanın 7.500 TL
olacağını, eğer bu paranın 2/3’si olan 5.000 TL’yi yatırırsam mahkemeye
gidilmesine gerek kalmayacağını bildirdi. İş uzamasın diye 5.000 TL’yi (yaklaşık
2 ABD doları) yatırdım ve konu kapandı. Bu durum, şikayetçilerin hoşuna
gitmemişti. Ama yine de bir gazeteye benim ceza aldığım şeklinde beyanat
vererek egolarını tatmin etmişlerdi.
Esrarengiz
Bir Hasta Yakınının Talebi...
1989 senesi 9 Mart günü muayenehaneme 23 yaşında B.G.
isimli bir hasta geldi. Askerliğini yaparken akciğerinde kist hidatik teşhisi
ile ameliyat olmuştu. Ameliyatta hastalığın kist hidatik değil, testiste
bulunan bir tümörün metastazı olduğu anlaşılmıştı. Daha sonra yapılan tetkiklerde
testisteki tümörün karın içinde de metastazları olduğu tespit edilir. Bu sırada
askerliği bittiğinden tedavisine bir onkoloji hastanesinde devam etmesi
önerilir. Birkaç hastaneye müracaat eder, tedavi için yapılan teklifleri kabul
etmez.
Bana geldiğinde karındaki metastazlar muayenede ele
geliyordu. Ameliyat olması gerekiyordu. Devamlı olarak 37,5 derecenin üzerinde
ateşi vardı. Bu durumda benim kendisini tedaviye almamın mümkün olmadığını,
karındaki tümörün büyümekte olduğunu, acilen hastalığı ile ilgili bir hastaneye
müracaat etmeleri gerektiğini, kendisine ve yanında bulunan kız kardeşine
anlattım. O sırada Almanya’da bir toplantıya katılmak için Marmaris’ten
ayrıldım.
20 gün
sonra döndüğümde tekrar geldi, bu defa yalnızdı. Hastalığı ile ilgili bir hastaneye
gitmesi tavsiyelerimi tekrarladım. “Ben başka hastaneye gitmem” diye ısrar
edince tedavisi ile ilgilenen bir yakını ile beraber gelmesini istedim. 1989
Mayıs ayı başında annesi ile beraber geldi. Annesine durumu anlattım. En kısa
zamanda hastalığı ile ilgili bir hastaneye gitmelerini önerdim ve ayrıldılar.
Ondan sonra bir daha haber almadım. 12 Aralık 1989 tarihinde
35 yaşlarında şişmanca bir şahıs muayenehaneme geldi. Eski hastam B.G. için
ilaç almaya geldiğini söyledi. Kaydını ararken hastanın nasıl olduğunu sordum.
Çok iyi olduğunu söyledi. Dosyasını tetkik edince şaşırdım. Tedavimdeki bir
hasta değildi. Gelen şahsa durumu söyleyince “Bilmiyorum, beni ilaç al diye
gönderdiler” dedi. Odadan hemen çıktı ve uzaklaştı. Bir daha görünmedi.
Aleyhimde bir komplo hazırlanmıştı. 16 Aralık 1989
tarihli Hürriyet gazetesinde manşet şöyle idi:
Marmara Üniversitesi
profesörleri, “Zakkumla kanser tedavisine dur” çağrısı yaptı: “B., Zakkum
Kurbanı Oldu”
Başlığın altında da bir deri bir kemik kalmış tabirine
uyan, kaşektik bir hastanın resmi. Eğer gönderdikleri şahsa ilaç verseydim
ellerinde tedavi ettiğime dair bir delil elde etmiş olacaklardı. Ancak hastanın
mazisinde bana geldiğini öğrendikleri için, bu hale düşmesini bana güvendiği
için kendilerine geç gitmesine bağlayarak beni suçlama yoluna gideceklerdi.
Gerçekte ise hasta mayıs ayından sonra birçok yere başvurmuş, sonunda gazete
ile işbirliği yapan üniversite kliniğine müracaat etmişti. Orada tümörlü
testisi almak için bir de ameliyat yapmışlardı. (Terminal dönemdeki hastaya
böyle bir ameliyatın niçin yapıldığı da anlaşılmaz.)
Gazetede çıkan bu haber, bana saldırmak için bahane
arayan TTB yetkilileri için kaçınılmaz bir fırsattı. Zaman kaybetmeden
savcılığa suç duyurusunda bulundular. Savcılık konuyu her yönüyle araştırır.
Beni suçlayacak bir bulgu bulamaz. Dosyayı Yüksek Sağlık Şurası’na (YSŞ)
gönderir. YSŞ’dan TTB yetkililerinin işine yarayacak bir karar çıkar.
Normalde hastanın kötüleşmesine benim sebep olup
olmadığım konusunda karar vermeleri lazımdı. YSŞ de kararlarında B.G.’yi benim
tedavi ettiğim ve bundan dolayı kötüleştiğine dair dosyada herhangi bir belge
olmadığını açıkça belirtirler. Cevaplamaları gereken sual de buydu. Ancak buna
bir cümle daha eklemişlerdi: “İlaç mahiyetinde olmayan bir maddeyi kullandığı
için suçludur.” Bu cümle yüzünden savcılık beni mahkemeye verdi.
Konunun benimle ilgisi olmadığını bilen annesi vardı.
Anneye gerçeği anlatması için haber gönderdim. Oğlunun hastalığı sırasında
15-20 günde bir Ulusoy otobüsü ile Marmaris’e gittiğini, (eski Türk lirası ile)
milyonlarca lira masraf ettiğini söylemiş. Ulusoy otobüs yazıhanesinde
çalışanlar kendisine yardım ederlermiş. O tarihlerde Ulusoy otobüslerinin
Marmaris’e çalışmadığının farkında değildi. Yalan söylemesi için kimbilir
kendisine ne menfaat sağlamışlardı...
Komplo üzerine kurulu bu davada da suçsuz olduğum
kanıtlandı.
1976 yılında bu ilacı kullandığım için mahkemeye
verildiğimden beri yüce Türk adaletine güvendim. Dürüst, saygıdeğer
hakimlerimiz sayesinde bu proje ayakta kalabildi. Istırap çeken insanlara
yardımdan başka bir gayesi olmayan bu çabalarıma, memleketimizde hukukçular da
doktorların gözüyle baksalardı 1976’lı yıllarda bu çalışmalarımı bırakmak
mecburiyetinde kalırdım. Aleyhimdeki her saldırıyı avukatım Apaydın bana
hissettirmeden karşıladı.
TTB’nin saldırılan devam ederken, diğer tarafta
araştırmaları daha ileriye götürmek için TDA’nın da desteği ile 1988 yılında
Almanya’da Türk Alman Araştırma Grubu (TGRG) adında bir ekip oluşturuldu. Bu
grubun dört üyesi vardı: Prof. H.W. (Münih Üniversitesi Farmakoloji Enstitüsü
Başkanı), Prof. H.C.B. (Anadolu Üniversitesi), Dr. I.Ç. (Anadolu Üniversitesi,
biyolog) ve ben.
Bu kitabın evvelki bir bölümünde anlattığım gibi, Prof.
H.W. ile 1976 yılında bir müddet beraber çalışmamız olmuş, Türkiye’de
yurtdışına çıkışlar üç yılda bir ile sınırlandırılınca o çalışmalar durmuştu.
Araştırmalar, Almanya’da Prof. H.W.’nin başında bulunduğu enstitünün
laboratuvarlarında yapılacaktı. Grup üyeleri üç ayda bir Münih’te toplanacak,
çalışmalar ve alman neticeler değerlendirilecekti. Yapılacak yayınlar, dört
TGRG üyesinin ismi ile yapılacaktı.
Araştırmacı biyolog I.Ç.’nin maaşı, Prof. H.C.B.’nin
toplantıya gidiş- geliş masrafları, benim onayım ile TDA tarafından ödeniyordu.
(Benim de yolluk ve otel masraflarımı alma hakkım olduğu halde kendim için
hiçbir para talebinde bulunmadım ve almadım.) Çalışmalar çok iyi gitti. Alman
neticeler yayınlanacak hale geldi.
17-22 Temmuz 1990 tarihinde Almanya’nın Bonn kentinde
toplanacak olan Uluslararası Aktif Doğal Maddelerin Biyoloji ve Kimyası
Sempozyumu’nda (International Symposium-Biology and Chemistry of Active Natural
Substances) o güne kadar alman neticelerin tebliğ edilmesine karar verildi.
Tebliğ metni hazırlandı, Bonn’a gönderildi.
Daha sonra tebliğ için gönderilen metni görmek
istedim. Gönderilen metinde dört isim vardı, ama benim ismim yoktu. Dördüncü
isim olarak Anadolu Üniversitesi’nden l.Ç.’ye yardım için gönderilen, ücreti
benim imzamla TDA tarafından ödenen yardımcı asistanın ismi vardı. Sebebini
sorduğumda “Unutulmuş” dediler. Anadolu Üniversitesi’nden olan iki üye, Prof.
H.W.’nin hatası olduğunu iddia ettiler. Hata düzeltildi, ama kongenin
yayınladığı “Özel Bülten”de benim adım yoktu, “Planta Medica” dergisinin 1990
senesinde yayınlanan 56’ncı sayısının 668 sayfasındaki özet yayında vardı.
H.C.B. ve Anadolu Üniversitesi’nin o zamanki rektörü Y.B.’nin üç hafta sonra
Nokta Dergisi’nde ilginç bir beyanatları yayınlandı.
Kongre’de zakkum ekstresinden ayrılan immünolojik
olarak aktif polisakkaritlerin tanıtıldığı poster tebliğimiz çok ilgi gördü.
Panoya asılan tebliğ metninin önünde kuyruklar oluştu.
Bu manzarayı gören Hacettepe Üniversitesi’nden bir
profesör yanıma geldi. “Gördüklerimden çok mutlu oldum. Sizi hem tebrik
edeceğim, hem de sizden özür dileyeceğim. Ben sizin aleyhinizdeki kampanyaya
istemeyerek katılanlardan birisiyim” dedi. Aleyhimdeki kampanyaya nasıl
katıldığını anlattı.
TV’de hastalarımla ilgili yayın yapıldığı tarihte
doçentmiş. Hocası Prof. M.T. kendisini odasına çağırır, hemen zakkum
yapraklarından bir ekstre hazırlamasını ister. İtiraz eder. Ekstre hazırlamanın
çeşitli metotları olduğunu, Dr. Ziya Özel’in hangi metodu kullandığını
bilmediğini hatırlatır. Profesör M.T. hangi metot olursa olsun hazırla deyince
de, “Ama hocam, Dr. özel bitkilere su yürüdükten sonra ekstre hazırladığım
söylüyor. Şu anda Şubat ayındayız, bu mümkün değil” deyince, odasında bulunan
saksıdaki zakkumdan birkaç yaprak koparıp verir. “Bunlardan yarma kadar hazırla
ve getir!” diye emreder. Emirle hazırlanan bu ekstre Belçika’ya gönderilir.
Tesirsiz olduğunu ispat için gönderilen uydurma
ekstrenin cevabı istediği gibi gelir ve “tesirsiz” olduğunu belirten raporu bir
şov ile basma takdim eder. Aynı raporu biraz yukarıda bahsettiğim gibi TTB
avukatı mahekemeye verdiği 30.11.1988 tarihli dilekçede Oleander ektresinin
etkisizliğine gerekçe olarak göstermişti.
Kongredeki tebliğden sonra Güneş gazetesinde Andrew
Finkel, Bonn’daki zakkum tebliği ile ilgili görüşlerini 27 Temmuz 1990
tarihinde, şöyle yazdı, “Sovyetler Birliği, Fransa, Almanya ve Amerika Birleşik
Devletleri gibi ülkelerdeki üniversitelerden gelen bir avuç bilim adamı
afişteki bilimsel verileri okuyup çok ilginç bulduklarını belirttiler ve
gittiler. Oysa Alexander Flemmings’in bir rastlantı sonucu penisilin denilen
küfü buluşuna denk bir devrim yaratabilecek bir ilacın gizli gücü
sergileniyordu.”
Prof H.W. bir ilaç firmasıyla görüştüğünü, iki ay
içinde o firma ile anlaşma imzalamak üzere bizi davet edeceğini söyledi.
Kongre’ye TDA’dan da bir görevli gelmişti. TGRG
araştırmaları ile ilgili patenti takip eden avukatlık firmasına 10.000 DM
(Alman Markı) ödenmesi lazımdı. TDA temsilcisi, paralarının bittiğini, bundan
sonra ne hukuksal, ne de araştırmalarla ilgili hiçbir ödeme yapamayacaklarını
bildirdi. Aramızdaki anlaşmaya göre, ilaç eczane vitrinine çıkıncaya kadar her
türlü masrafı karşılamaları gerekiyordu ve bu proje için yeterince kaynak
ayrılmıştı. Ancak bu para, TDA idarecileri tarafından sorumsuzca harcanarak
bitirilmişti.
Ödemeleri yapamadıkları için TDA ile aramızdaki
anlaşma kendiliğinden geçersiz hale geldi. Bu durumu bir yazı ile TDA’ya
bildirdim. 22 Temmuz 1992 tarihli Milliyet gazetesinde TDA’nın beni mahkemeye
verdiğine ait bir haber yayınlandı. TDA ile yazışmalarımız Marmaris adresinden
yapılıyordu. Mahkeme için İstanbul adresini kullanmışlar. Tebliğ zarfı muhtara
bırakılmış. Bu yolla gıyabımda karar çıkarmayı tezgahlamışlardı. Milliyet
gazetesinde çıkan haber sayesinde konuyu öğrenmiş oldum. Aleyhimde tezgahlamak
istenilen oyun da bozuldu.
TDA’nın bu durumu, Prof H.W.’nin tutumunu da
değiştirdi. TDA’yı bir devlet kuruluşu olarak görüyordu. TDA’nın parasının
bitmesini, arkamdaki devlet desteğinin çekilmesi olarak yorumladı. TGRG’deki üç
üyeyi uzaklaştırıp, bütün haklara tek başına sahip olmak için harekete geçti.
Avukata ödenecek 10.000 DM’yi hemen ödememi, aksi halde her türlü haklardan
vazgeçtiğimi bildiren -örneğini gönderdiği- belgeyi imzalayıp kendisine
iletmemi istedi. 10.000 DM’yi ödeyeceğimi, ancak daha önce hazırlanan yayının
yapılmasının şart olduğunu bildirdim. Bir gün sonra Prof. H.W.’nin istediği
miktarın 15.000 DM’ye çıktığını bildiren ikinci faks mesajı geldi. Yine bir gün
sonraki faks mesajında avukata 5.000 DM hemen ödenmez ise, patent haklarının
yanacağını, ödememiz gereken miktarın da 25.000 DM olması gerektiğini
bildiriyordu. Her gün miktarı artırarak vazgeçirmek istiyordu.
Bir holdingin sahibi E.Ö. ile görüştük. Konuyu
kendisine oğlum Tamer belgelerle anlattı. E.Ö. 25.000 DM’yi ödeyeceğini ve
bundan sonra da destek olacağını bildirdi. Buna karşılık kendisinin hiçbir
maddi talebi yoktu. Patent haklarının yanmaması için de hemen 5.000 DM
gönderdi.
Prof. H.W.’ye bundan sonra ödemeleri bir holding
sahibinin yapacağını, ancak TDA döneminde olduğu gibi, yönetimde söz sahibi
olabilmeleri için kendilerine elde edilecek kazançtan %2 nisbetinde menfaat
sağlayacak bir anlaşma yapmamız gerektiğini bildirdim. E.Ö.’nün böyle bir
talebi yoktu. Prof. H.W’nin kötü niyetine karşı bir kontrol unsuru olacağını
düşünüyordum. İki gün sonra gelen faks mesajında, istediği 25.000 DM’nin
avukatlık ücreti ve bazı ekstralar için olduğunu, ayrıca 60.000 DM de, başında
bulunduğu enstitünün masrafları için ödememiz gerektiğini bildiriyordu.
Prof. H.W. TDA’dan sonra belli ki, “Ya herşeye tek
başıma sahip olurum, ya da kimsenin olmaması için projeyi batırırım” diye karar
vermişti. Bu yönde önce her türlü patent haklarından vazgeçtiğimizi bildiren
yazıyı bizlere imzalamamız için göndermişti. İstediği belgeyi imzalayacak kadar
saf değildim. Kendisi tek başına sahip olamayınca, projeyi batırmayı seçmişti.
Mantıksız ve uzlaşılmaz tutumunun sebebi de bu olabilirdi...
İnsanlığın hizmetine sunulacak hale gelmiş olan bir
çalışma ve yapılan masraflar, küçük menfaat hesapları uğruna boşa gitmişti.
Kişisel menfaat hesabı yapan sadece H.W. değildi. TGRG’nin diğer üyesi H.C.B.
ve o zamanki Anadolu Üniversitesi rektörü de kendi çaplarına göre hesaplar
yapıyorlarmış. Bu da 5 Ağustos 1990 tarihli Nokta dergisinde ortaya çıktı.
Bilim Adma Pişkinlik
Yapanlar
O zamanki Anadolu Üniversitesi rektörünü iki defa
görmüştüm, ilki TGRG oluşmadan evvel Devlet Bakanı Tınaz Titiz ile yapılan bir
toplantıdaydı, ikinci defa ise, bir TGRG toplantısı için gittiğim Almanya’da
karşılaştım, iktisatçı olan rektör, Bonn’daki kongrenin neticesini ve Prof.
H.W.’nin bir ilaç firmasıyla anlaşmak üzere çalıştığını öğrenmişti. Bu
gelişmeler üzerine zakkum konusunu sahiplenmeye karar vermişti. Rektör ve
H.C.B. zaman geçirmeden Nokta dergisini ararlar.
Konu hakkındaki gerçekleri (!) açıklayan, Nokta’da
çıkan beyanlarını aynen buraya aktaracağım:
Zakkum Etrafındaki Fırtına
Dr. Ziya özel’in
başlattığı kansere karşı zakkumla mücadelede önemli adımlar atıldı. Zakkumdan
elde edilen bir maddeden ilaç yapılabileceği anlaşıldı. Ancak bu maddeyi kimin
elde ettiği Türk bilim adamları arsında ciddi bir çatışmaya ve karşılıklı
suçlamalara yol açtı. Zakkum’un ilaç olma yoluna girmesinin ve doktorlar
arasındaki çatışmanın tüm öyküsü.
“Zakkumdan elde ettiğim
NO ekstresi üzerinde yapılan laboratuvar çalışmaları sonucunda insan
vücudundaki bağışıklık sistemini büyük ölçüde artıran bir madde üretildi. Bu
maddenin etkisi, halen bu alanda kullanılan Japon ilacına nazaran üç kat daha
yüksek. Bize maddeyi ilaç haline getirebilmek için başvuran ilaç firması ile
görüşmeler ise, sanıyorum bir ay içinde neticeye bağlanacak. ” Dr. Ziya Özel bu
sözlerle zakkum bitkisinden kanseri iyileştirecek bir ilaç elde edebilmek amacı
ile yıllardır sürdürülen çalışmaların çok önemli bir aşamasına gelindiğini
müjdeliyor.
Ancak tam bu noktada bir
başka doktor, Zakkumla ilgili laboratuvar çalışmalarını yürütenlerden Prof.
H.C.B., çok farklı şeyler söylüyor: “Dr. Ziya Özel’in ektresi bir çaydı.
Tamamen karışıktı. Bizim maddemiz saf ve temiz. Biz bunun içinden sağlıklı
maddeyi bulup çıkardık. Enteresan tarafı, bunu yapmamız Ziya özel ile
tanışmamızdan önce oldu. ”
Zakkum konusundaki en şaşırtıcı açıklama ise Eskişehir
Anadolu Üniversitesi Rektörü Prof.Y.B.’e ait. Prof. B., zakkum ekstresi ile
ilgili laboratuvar çalışmaları sonuçlarının kamuoyunca öğrenilmesinin ardından
Nokta’yı arayarak şu açıklamayı yaptı: “Dr. Ziya Özel, bir bilim adamı,
bir araştırmacı değil, bir operatör. Bu bulgularla, araştırmayla, doğrudan
ilgisi yok. En büyük dezavantajımız, bu adamın ne yapacağının belli olmaması.
Şimdi Ziya Özel, gizli gizli bu ilacı verir diye korkuyoruz.”
“Prof H.C.B., Dr. Ziya
Özel, yine Anadolu Üniversitesinden Doç.Dr.l.Ç. ve Münih Üniversitesinden
Prof.H.W. ortak bir araştırma grubu halinde iki yıl boyunca işbirliği yapmışlar
ve aralarında bu denli ağır ithamlara yol açan bir sorun çıkmamıştı. Ancak
şimdi zakkum ekstresinden elde edilen maddelerin laboratuvar sonuçlarının
açıklanması, bilim adamlarının arasında bugüne değin su yüzüne çıkmayan bir
huzursuzluk olduğunu da ortaya koyuyor. Dr. Özel ise kendisine yöneltilen bu
suçlamaları iki cümle ile yanıtlıyor: “Baştan beri benim hazırlayıp gönderdiğim
zakkum ekstreleri araştırmaya konu oldu. Bu ithamlardan dolayı avukatıma
başvuracağım. Ancak şunu söyleyeyim, bu olayın başarısı kanıtlanmaya devam
ettikçe, bir süre sonra pek çok kişi benim önüme geçmeye çalışacak, ben geride
kalacağım. ”
“Yıllardır birlikte çalışan hekimleri bu kadar karşı
karşıya getiren, nerede ise mahkemelere başvuracakları noktaya sürükleyen
gelişmeler nelerdi? Bu çelişkiler niçin zakkumla ilgili çalışmaların sonucunun
büyük bir başarı şeklinde sunulduğu bugünlerde ortaya çıktı? Nokta, bu noktayı
araştırır, tarafların görüşlerini alır. “Hangisi Doğru” başlığı ile
tesbitlerini yazar:
Dr Özel’in tedavi ettiği
hastalar bir TV kanalında haber bülteninde kamuoyuna duyurulduktan sonra
herkesin ilgisini çeken bir soru ortaya çıktı: Dr Özel, bir mucit mi, yoksa
şarlatan mı? Kamuoyu bir anda ikiye bölündü. Ziya’cılar-Anti Ziya’cılar. Her
iki grupta da toplumun her kesiminden meslek erbabı vardı: İşportacılar,
gazeteciler, manavlar, işçiler, kapıcılar, tabii doktorlar ve bilim adamları.
Aralarındaki sürtüşmenin asıl nedeni ise, zakkum
konusunun
başarıya ulaşıyor
olmasından ileri geliyordu. Ortada birbirine taban tabana zıt iki öykü var.
Birinci öyküye göre başarı ağırlıklı olarak Dr. Ziya Özel’e İkinciye göre ise
Anadolu Üniversitesi’ne ait.
Anti Ziya’cıların
temsilcisi Prof.Y.B.’nin Nokta’ya söyledikleri:
“TV’de Ziya Özel’e ait
ilk haberi seyrederken, tıbbi bitkilerden ilaç hammaddesi için daha önce
üniversitemizde çalışma yürüten Prof.H.C.B. ’yi aradım. Sabah olur olmaz
Muğla’ya hareket etmesi ve zakkum toplayarak hemen laboratuvarda incelemeye
başlaması talimatını verdim.
İki gün sonra bir jip
dolusu zakkumla dönerek laboratuvara kapandı.
Bir hafta sonra elinde
küçük bir şişeyle geldi. Şişedeki maddeden ağzına attı ve yuttu. “Ölmediğimi
göreceksin” dedi. Peki Özel’in ilacından ölenlere ne dersin diye sorunca da “O
kaynatıp enjekte ediyor, hastalara çok kuvvetli zehirler de giriyor. Onun
ekstre dediği çay, çok zehirlidir, hastalara verilmez” dedi. İlacı kullanıp iyi
olanlar için de “Onu araştırmanın ileriki safhalarına göre açıklayabiliriz”
yanıtını verdi. Y.B.’ye göre durum hemen Sağlık Bakanı Bülent Akarcalı’ya
bildirildi ve asıl araştırma bundan sonra başladı. ”
“Ziya Özel’le
işbirliğine nasıl başladıklarını ise şöyle anlatıyor. “Ankara’da bir başka
proje dolayısı ile görüştüğümüz Devlet Bakanı Tınaz Titiz’e çalışmalarımızdan
söz ettik. Bunun üzerine Eskişehir’deki merkezimizi ziyaret etti. Münih’e
giderek oradaki çalışmalar hakkında bilgi aldı ve bize müjdeyi verdi. Kurduğu
bir vakıfa ait Teşebbüsü Destekleme Ajansı bize yardımcı olacaktı. Ama bir
şartla Dr. Ziya Özel de ortak edilecekti. ””
Y.B.’nin “Ziya Özel’in
doğrudan ilgisi yok” başlığı altında verilen hakaret dolu beyanatı aynen
şöyleydi:
“Prof. H.C.B.’nin kendi
elde ettiği zakkum ekstresini inceleyen Prof.W.’nin daveti üzerine ortak
çalışmalar başlatıldı. İlk beş ay elimizdeki bütün imkanları kullandık. Sonra
maddi desteğe ihtiyaç duyunca Sayın Titiz’le konuştuk ve onun şart koşması
üzerine Dr. özel de ortak edildi. Ancak bir sorun vardı, araştırmanın yapıldığı
madde, Ziya Özel’in zehirli zakkum çayından değil, üniversitede üretilen
zehirsiz bir maddeden ayrıştırılacak, deneylerden geçirilecekti.
Ama Ziya Özel, ağzını
tutamayan, kendini bilim adamı ve mucit gibi gören bir ruh yapısına sahipti.
Ekipte ne yapacağı, hastalara o ilkel ve tehlikeli uygulamaların devam edip
etmeyeceği, araştırmayı tehlikeye sokup sokmayacağı belli değildi. Ciddiyeti
ile tanınan genç bilim adamlarımız bundan endişeliydi. Bu endişeyi giderebilmek
için aralarında bir gizlilik anlaşması öngördüler.
Arada sırada Dr. Özel’e,
ancak onun anlayabileceği basitlikte bazı raporlar verildi. Ancak Ziya Özel,
gizlilik anlaşmasına da uymadı, bu raporları basına açıkladı. Bonn’da araştırma
sonuçlarının açıklandığı sempozyumda patentin yalnız kendisine ait olduğunu
sermaye piyasasından para toplayarak ilacı üreteceğini söyledi. Bu durum, diğer
üç araştırmacının tepkisine yol açtı ve üçü de finansman uğruna Zakkum Çaycısı
Ziya Özel’i anlaşmalarına dahil etmenin bu konuda yaptıkları tek hata olduğunu
düşünmeye başladılar.
En büyük dezavantajımız,
bu adamın ne yapacağının belli olmaması. Kendisi bir bilim adamı, bir
araştırmacı değil, bir operatör, genel cerrah. Adam basını yanıltıyor. O zaman
da bütün millet, hastası olan da koşuyor, uluslararası başarı elde etti diye.
Halbuki bu bulgularla, araştırmayla kendisinin doğrudan ilgisi yok. ”
“Y.B’nin sözlerinin tek
bir anlamı var. Ziya Özel’le Anadolu Üniversitesi araştırmacılarının yollan
baştan beri ayrıydı ve ancak Tınaz Titiz’in isteği üzerine geçici olarak
çakışmıştı. Bu yol arkadaşlığında Tınaz Titiz’in önemli bir rol oynadığına
ilişkin başka tanıklar da var. İşte Anadolu Üniversitesi’nden Prof. H.C.B.’nin
Nokta’ya söyledikleri:
“Türkiye’deki
çalışmalanmdan sonra önceden tanıdığım Prof. W.’ye numuneleri gönderdim. İlk
yanıt çok önemliydi ve çalışmaya devam etmemizin zorunlu olduğunu gösteriyordu.
Titiz 4e konuşmamız ve onun isteğiyle Özel’in bize katılması sonra oldu. ”
“Ziya Özel’i Anadolu
Üniversitesi’nin araştırmacılan arasına sokan Tınaz Titiz ne diyor.
“İnanamıyorum. Böyle şey olur mu?” sözleri ile şaşkınlığını belirttikten sonra
şöyle yanıtladı:
“1986’da Yusuf Özal
vasıtası ile tanıdığım Dr. Özel’in çalışmalanna ajansla maddi destek
veriyorduk. Kısa bir süre sonra Prof. W. ’nin bu konuya eskiden beri ilgi
duyduğunu öğrendik, onunla temas ettik,
inceleyebileceğini ancak
yeterli elemanı olmadığını söyledi ve ‘Bana bir eleman gönderebilir misiniz?’
dedi. Anadolu Üniversitesi’ne işte o sırada başvuruldu.
Üniversite, bir yandan
zakkumdan kendi yöntemiyle ekstre buldu ve bağışıklık güçlendirici etkiler
olduğunu saptadılar. Bunun üzerine onlar da işin içine girdiler ve Alman
enstitüsüne Dr. I.Ç.’yi verdiler. Oradan iyi sonuçlar elde edildi, ama bunlar
hep Dr. Özel’in ekstresi ile oldu. ÖzeVin ekstresi daima Marmaris’ten
Eskişehir’e gönderildi. Orada suyu alınarak, Almanya’ya yollandı. Son ana kadar
da böyle oldu. ”
“Peki nasıl oluyor
da,Y.B. ve H.C.B. konuştuklarım söyledikleri Tınaz Titiz ile taban tabana zıt
bir açıklama yapıyorlar. Nokta ’ya Tınaz Titiz’in yanıtı şöyle “Her
başarısızlıkta bir suçlu aranır, her başarıdan sonra da insanlar başarının
tamamen kendisine ait olduğunu iddia ederler. Bir bakımdan çok sevindirici,
çünkü zakkum meselesinin bir başarı olduğu böylece kanıtlanmış oluyor. ” Titiz,
sözlerini Anadolu Üniversitesi’nin maddi açıdan taraf olduğunu belirterek
bağlıyor: “Türk-Alman Araştırma Grubu’nun %50 hissesi Anadolu Üniversitesi’ne
ait, onlar bu işte taraf, o bakımdan söyledikleri benim kadar inandırıcı
olamaz. Ben ne tarafım, ne de olaydan bir şeref payım var. ””
“Doçent l.Ç. ise bu
konuda şunları söylüyor. “Önce Dr.ÖzeVin ekstresini elimize aldık, bunu analize
tabi tuttuk ve çeşitli maddeler çıkardık. Ana maddeyi Ziya beyden aldık ve
buradaki aktif maddeleri ondan çıkardık ””
Nokta’daki yazı şu cümle ile bitiyordu: “Görünen o ki
Zakkumdan kanser ilacı üretilmesi çalışmaları, bir zamanların “Şarlatanlık” ve
“Halkın Ümidini Sömürme” suçlamalarından uzak bir biçimde ele alınabilecek bir
noktaya gelmiş durumda.”
Bonn’a gönderilen tebliğden adımı kimlerin ve niye
çıkartmaya çalıştığı da ortaya çıkmıştı; şayet başarabilmiş olsalardı Nokta’ya
“Bakın tebliğde adı bile yok” diyerek yalanlarına gerekçe yaratmış olacaklardı.
Anadolu Üniversitesi’nin o zamanki rektörünün ve Prof.
H.C.B.’nin davranış ve beyanları bir konuya açıklık getirmesi bakımından çok
önemliydi:
O zamana kadar aleyhte olan bazı profesör ünvanlılar
ve diğerleri yalanlar, çarpıtmalar, komplolar ve bana hakaretle konuyu
aşağılamaya ve yok etmeye çalışmışlardı. Son beyan sahipleri ise, konuyu
sahiplenmeye çalışıyorlardı. Bu, alman neticelerin ne kadar pozitif olduğunun
göstergesiydi.
Hekim
Olan Sağlık Bakanı, Rahatlık Vermedi
1976 yılında “Senin kapma gelen her hasta iyi olsa
beni ilgilendirmez” diyene benzer şekilde NO konusunu yok etmeyi kendisine
adeta asli görev kabul eden doktor ünvanlı ikinci bir bakan da 1990’lı yıllarda
vardı. TTB’den aldığı talimat doğrultusunda davrandığı anlaşılan doktor ünvanlı
bu bakan, İstanbul 11. Asliye Ceza Mahkemesi’nin 1978 yılında verdiği karara
rağmen beni hedefleyen bir yönetmelik çıkarttı.
Söz konusu bakan, yönetmeliği çıkarttıktan sonra
bakanlıktan ayrıldı, ancak bir süre sonra tekrar sağlık bakanı oldu. Beni rahat
bırakmayacağını biliyordum. Üç kişiden oluşan bir heyet, baskın yaparcasına
muayenehaneme geldi. Heyette Muğla Sağlık Müdürü, Marmaris Devlet Hastanesi
baştabibi ve Sağlık Ocağı’nda görevli bir doktor bulunuyordu. Geliş sebeplerini
izah ettiler. Bakanın Muğla Valiliği’ne gönderdiği yazıyı gösterdiler. Sağlık
müdürünün başkanlığında bir heyetin hemen muayenehaneme gitmesini, hasta bakıp
bakmadığımın, muayenehanemde hasta tedavisinde kullanılan ilaç ve malzeme
bulunup bulunmadığının tespit edilmesini istiyordu. Mecbur kalmadıkça hasta
bakmadığım için muayenehanede kimse yoktu. Durumu belgeleyen zaptı tanzim edip
ayrıldılar.
Bir süre sonra doktor ünvanlı şahıs, bakanlıktan ve
partisinden istifa etti. Ondan sonra bakanlığın rahatsız etmesi de son buldu.
Patentin
Lisansını Amerikalılara verdim
1986’da ilk başvurusu yapılan patentim, 1992 yılında
ABD, Avrupa, Kanada, Japonya ve Avustralya’da tescil oldu.
1995 senesi Ekim ayında eşimle beraber bir hafta
kalmak üzere İstanbul’a gelmiştik. Bir gün saat 10 sırasında kapı çalındı.
Gelen şahıs
benimle görüşmek
istiyordu. İçeriye aldık. Anlattığına göre; Ürdün Kralı Hüseyin’in sarayından
beni ararlar, bulamazlar. Bunun üzerine, Ürdün Sarayı’nda görevli akrabası
doktor aracılığı ile gelen şahısa; bana ulaşılabilecek telefon ve faks
numaralarını bulması görevi verilmiş. Niçin aradıklarını bilmiyordu. Bir hasta
için olabileceğini düşündük. Benimle irtibat kurabilecekleri Marmaris
numaralarını verdim. Aynı günün akşamı Marmaris’i aramışlar. Kendileri ile
oğlum Tamer konuşmuş. Oğlum, konunun hastalık olmadığını anlamış. Daha fazla
bilgi vermemişler. Sadece ABD’den bizimle temas kurulacağını söylemişler.
Onbeş gün sonra ABD’den bir faks mesajı geldi. Benim
5.135.745 numaralı ABD patentimin lisans hakları üzerinde görüşmek
istiyorlardı. Kabul edersem görüşmek için gelmek istiyorlardı. Tekliflerini
kabul ettiğimi bildirdim. Benim için mühim olan ilacımın bir an evvel
insanlığın hizmetine girmesinin sağlanması idi. 26 Kasım 1995 tarihinde
İstanbul’da buluşmak üzere randevulaştık.
Benimle görüşmek için İstanbul’a gelen yetkili,
çalışmalarımla ilgili bir valiz dolusu dosya getirmişti. Bana, “Hiçbir doküman
göstermenize gerek yok, sizin hakkınızda her türlü bilgi bende var. Ben sizinle
anlaşmak için geldim. Onları konuşacağız” dedi. Şartları konuştuk. İlacın
geliştirilmesi için gerekli anlaşma imzalandı.
Bu anlaşmadan herhangi bir ücret almadım. Tek şartım,
ilacımın geliştirilmesinin sağlanması, şerefinin bana ait olması idi.
Amerikalı işadamı konuya ilgilerinin nasıl başladığını
anlattı:
1989 senesinde
Irak’ta yeni bulduğu bir ilaçla kanser, AIDS gibi tedavisi imkansız birçok
hastalığı tedavi eden bir doktor ortaya çıkar. Tedavi ettiği hastaların
görüntülerini video kasetlere kaydeder. Aldığı neticeler gerçekten gören
herkesi hayrete düşürecek niteliktedir. Ünü Irak’a ve komşu Arap ülkelerine
yayılır. Saddam Hüseyin bu doktoru himayesine alır. Kendisine güzel bir villa,
lüks arabalar ve korunması için muhafızlar verir. Rahat çalışması için her
türlü imkan sağlanır. Ama bir problem vardır. Hastalardan alman paraları
yönetim alır. Kendisinin rahat yaşamaktan başka bir menfaati yoktur. Bu durumda
Irak’tan kaçmaya karar verir.
Kaçmayı gerçekleştirir ve Ürdün’e sığınır. Orada da
kral himayesine alır. Lüks bir villa, arabalar, muhafızlar verilir. Her isteği
karşılanır.
Hastalar her taraftan
gelmektedir. Kazancı yerindedir. Benimle anlaşmak için Amerika’dan gelen
işadamı, Kral Hüseyin’in tanıdığıdır. Kral, kendisine bu doktoru ve
başarılarını anlatır. Bu adama yardımcı olunması için tanıştırır. Kendisine
nasıl yardımcı olunabileceği tartışılır. Doktor yardım teklifini kabul eder ama
şartları vardır:
a) ABD’ye
kabul edilmesi,
b) Kendisine
araba, şoför ve rahatça yaşayabileceği bir ev verilmesi,
c) Korunması
için muhafızlar sağlanması.
Şartlarını kabul ederler ama onların da bir şartı
vardır: “Buluşunun patentini alması!” Patenti alınmayan bir konuya yatırım
yapamayacaklarının söylerler.
Bunun üzerine doktor, başvusunu hazırlar ve
İngiltere’de patent müracaatını yapar. Yatırımcılar başvuruyu kendi patent
avukatlarına inceletirler. Avukatlar yaptıkları incelemeden sonra söz konusu başvuruya
patent verilmesinin mümkün olmadığını, zira konunun patentinin zaten
Türkiye’den doktor Ziya Özel’e ait olduğunu bildirirler. Bunun üzerine o
doktorla anlaşmaktan vazgeçerler, beni aramaya karar verirler.
Beni bulmaları için Ürdün kralından yardım isterler. O
da yakın çevresini görevlendirir. Neticede biraz evvel anlattığım gibi beni
bulurlar.
Anlaşmayı takiben, Amerikalı işadamı ve etrafındaki
yatırımcılar ABD’de şirket kurdular. Bu firma N.O.’nun eczane vitrinlerine
çıkıncaya kadar gerekli olan tüm araştırma ve geliştirme çalışmalarını yapacak
ve/ya yaptıracaktı. Bahsi geçen şirketle yapılan gizlilik anlaşması gereği
şirketin çalışmaları hakkında bilgi vermem bu aşamada mümkün değil.
Gizlilik anlaşması sona erdiğinde, ABD ve diğer
ülkelerde olan gelişmeler bu kitabın devamı olarak başka bir kitapta
anlatılacaklardır.
BAZI
KELİME VE TÂBİRLERİN İZAHATLARI
Agraf: Kesilmiş deriyi kapatmak
için kullanılan tel dikiş malzemesi. Anestezi: İlaçla bayıltma.
Anti-neoplastik: Kontrolsüz, aşırı hücre
çoğalmasına karşı.
Arsenik trioksit: Kuvvetli bir zehir.
Arteria femoralis: Femur kemiğinin önünden
giden, bacağı besleyen ana damar.
Ascariasis: Solucan.
Aspiratör: Emme aleti.
Bürger hastalığı: Bacaklarda atar damar
tıkanması.
Cerrah: Operatör.
DETAM: İstanbul Üniversitesi
Deneyesel Tıp Araştırma Merkezi Duedenum: Oniki parmak bağırsağı.
Enjeksiyon: ilacı iğne batırarak
vermek.
Ensizyon: Deriyi kesmek.
Fahiz: Diz ile kasık arasında
üst iç bölge.
Farmakolog: Farmakoloji ile iştigal
eden, eczacı.
Farmakoloji: Konusu ilaç olan bilim
dalı. Fossa iliaka: Karın alt bölgesi.
Ganglion: Sinir düğümü
Gastroenterolog: Mide, bağırsak
mütehassısı.
Glikozit: Örneğin bir şeker ile
alkolün birleşmesi ile oluşan yeni kimyasal madde.
Hilus: Bir organda sinir ve damarların
giriş, çıkış yaptığı bölge. Hipokondr: Karında kaburga altı bölgesi.
Hodgkin, Hodgkin
Lenfoma: Lenf
bezlerinde görülen bir kanser türü.
lleus: Bağırsak tıkanması, tmmün
sistem: Bağışıklık sistemi
İmmünomodülatör: Bağışıklık sistemini
ayarlayan (yani fazla değerleri alçaltarak, az olanları yükselterek normal
değerlere çekmek)
İnfiltre etmek: Kök salarak istila
etmek.
İnoperabl: Ameliyat edilemeyen.
İnopere: Ameliyat edilemeyen.
Jinekolog: Doğum ve kadın
hastalıkları mütehassısı.
Kadavra: Tıp öğretiminde,
üzerinde çalışma yapılan ölü insan vücudu. Kaşetik: Bir deri bir kemik
kalmış derecede zayıf.
Kist hidatik: Köpeklerden insanlara
geçen bir kist hastalığı.
Klinisyen: Doğrudan hasta tedavisi
ile uğraşan doktorlar.
Kolon kanseri: Kalın bağırsak kanseri.
Kolostomi: Büyük abdestin karma
yönlendirilmesi.
Kortizon: Kullanıldığı zaman
vücudu şişirme gibi yan etkisi olan bir ilaç.
Laparatomi: Cerrahi olarak karını
açıp içine bakmak.
Lenf bezi: Lenf yolları üzerinde
büyüklükleri 1-25 mm arasında değişen kitleler.
Lenfoma: Habis lenf hücrelerinin
çoğalması dolayısıyla lenf dokularının büyümesiyle oluşan kanser türü.
Lenfosarkom: Difüz (etrafına
yayılmış) lenfoma.
Lokal anestezi: Yerel uyuşturma.
Lomber sempatektomi
ameliyatı: Omurganın sağ ve solunda bulunan pirinç tanesi
büyüklüğündeki bezlerin çıkarılması.
Lökosit: Akyuvar.
Mesane: İdrar kesesi.
Metastaz: Kanser hücrelerinin ilk
başladıkları organdan başka yere atlamışlarına verilen isim.
NCI: Milli Kanser
Enstitüsü.
Nekroz: Ölü hücre.
Nelaton sondası: İnce lastikten yapılan
idrar boşaltmaya yarayan sonda. Nisaiye: Doğum ve kadın hastalıklarıyla
iştigal eden tıp dalı.
Oncovin: Kanser tedavisinde
kullanılan kimyasal zehirlerden biri. Onkolog: Onkoloji ile iştigal eden
doktor.
Onkoloji: Kanser ve tedavisi ile
iştigal eden tıp dalı.
Op.: Operatör kelimesinin
kısaltılmış hali.
Operatör: Ameliyat yapan,
uzmanlığı ameliyat yapmak olan hekim, cerrah. Özefagus: Yemek borusu.
Pemphigus vulgaris: Ağızda veya vücutta
yaralar halinde kendini gösteren hastalık.
Peritonit: Karınzarı iltihabı.
Preparat: Küçük örnek.
Pulverizatör: Püskürtme aleti.
Sempatik ganglion: Omurganın sağ ve solunda
bulunan pirinç tanesi büyüklüğündeki bezler.
Serum: Damardan verilen,
besleyici sıvılar.
Sezerian: Normal doğum mümkün
olmadığı zaman karının ameliyatla açılarak bebeğin anne karnından çıkarılması.
Sitostatik: Hücre çoğalmasını
durdurucu.
Sitotoksik: Hücreleri öldürücü.
Steril: Her türlü mikroptan,
bakteriden arındırılmış.
Talamus: Beyinde bir bölge.
Tanen: Birçok bitkisel maddede
bulunan, deri tabaklamada, hekimlikte kullanılan, tadı buruk bir madde.
Tansiyon arteriel: Kan basıncı.
Topik: Yüzeysel, derinin
üzerinden. Tümör: Hücre yumağı, kitle. Tümör: Hücre yumağı,
kitle.
Uterus: Rahim, döl yatağı.
Kaynak: Op. Dr. H. Ziya ÖZEL, Zakkum Gerçeği, Basım Tarihi Eylül 2010, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar