Print Friendly and PDF

Hep aranan, galiba hiç bulunmayan Sevgili’ye

 

Yaşamın İki Dinamiği: Aşk Ve Cinsellik

Yazan: Güngör KAVADARLI…17.01.2002

Yaşam çizgimizin yönünü belirleyen önemli dinamikler var: varlığını sürdürmek gibi, dinsel inançlar gibi, hırs, amaçlar, hayaller gibi, görev duygusu ve rekabet gibi. Ben bu yazımda, yine önemli dinamiklerden aşk ve cinsellik üzerine düşüncelerimi derlemek ve paylaşmak istiyorum. Önce bir tanımlama yapmak gerekiyor yanlış anlamayı önlemek için. Aşk ve sevgi kelimelerini eşanlamlı olarak kullanmıyorum. Aşk, heyecan ve tutku yönlerinin ağır bastığı, çok etkili fakat geçici bir çekim. Sevgiyi ise huzur veren, manevî yönü ağır basan, kalıcı bir ruhsal beraberlik şeklinde tanımlıyorum.  Yani, aşkta fırtına ve çalkantılar var. Kişi, o çekimin etkisiyle kendisini koyveriyor. İnsan kendini kontrol edemediğinden veya etmek istemediğinden, mantık dümenden çekiliyor ve bu riskli bir durum yaratıyor. Etrafta koruyucu duvarlar yok. O nedenle her yönden gelen rüzgâra açık. Sevgi ise güvenli, sakin bir liman. Fazla iniş-çıkışları olmadığından belki biraz tekdüze ama, korunaklı bir ilişki.

Anlamak ve anlaşılmak ile başlamak belki en doğrusu olacak. İşin aynı anda komik ve trajik, hatta şaşılacak yanı, binyıllarca beraber yaşamalarına rağmen kadın ve erkeğin birbirlerini anlayamamaları. Bunun zaman içindeliği bir yana, bugün bile taraflar birbirini anlayabilmiş değiller. Gençlik yıllarımda, olasıdır ki çoğu erkeğin yaptığı klâsik hataya düştüm. Kadınla erkeği aynı yaratıklarmış gibi düşündüm. Öyle ya, iki cins de insan, aynı temel ihtiyaçları var, aynı şeyleri yer içerler, benzer sinir sistemine ve beyne sahip. Niçin farklı olsunlar ki? Ama, farklı olduklarını, evlendikten yıllar sonra, olgun yaşlarımda anlayabildim. Bu farkına varışın sonrası kadınları daha iyi anlayabildim diyemiyorum. Nedenini, her ne kadar kadını benzettiği yaratığı yadırgasam da , bir hanım köşe yazarımızdan dinleyelim: “Hamamböceğini takip edeceksin! Hamamböceği hızla bir yöne yolalırken, hiçbir engelle karşılaşmamasına rağmen aniden durur ve bambaşka bir yöne doğru koşmaya başlar. Bunun nedenini çözdün mü, kadınları da anladın demektir.” Bu benzetmeden görüldüğü üzere, kadınların, erkeklerin onları anlamadığından şikayet etmeleri büyük haksızlık. Böyle bir varlığı anlamak mümkün mü? Zira, sadece anlaşılabilir şeyler anlanabilir. Hem anlaşılır olmamaktan adeta özel bir haz al, hem de “Zaten sen beni hiç bir zaman anlayamadın,” diye yakın. Ayrıca, kadınla erkeği farklı güdülenmelerin harekete geçirdiğini söyle, fakat benzer durumda senden farklı davrandığı için, diğer cinsi kına. Bunda bir mantık bulabilir misiniz?

Bazı yanlış formatlar aynen bir bilgisayar yazılımında olduğu gibi beynimizi koşullandırır. Dolayısıyla da bizi o doğrultuda yönlendirir. Bunun sonucu olarak duygularımız bizi gerekli açıklığa kavuşturmada çıkmazlara giriyor. Duygularımızın tam olarak sahibi olamıyoruz. Hayatımızı çıkmazlara sokan bu yanlış kalıpların en önemlilerinden birisi, oldukça yaygın kullanıldığını gördüğümüz, “Ben önce insanım, sonra kadınım / Ben önce insanım, sonra erkeğim,” kalıbıdır. Örneğin bu kalıp yaşamımızdaki hükmünü yüzlerce yıl sürdürmüş ve hepimizi çıkmazlarda tutmuş. Oysa evrensel gizem, “Önce insan, sonra kadın / Önce insan, sonra erkek,” değil de, “Ben kadın-insanım / Ben erkek-insanım,” hükmünde işliyor. Bunun ne ifade ettiği de sanırım çok açık. Bizi kaçınılmaz olarak çıkmaza sokan yanlış formatta, bu iki varlık, sanki cinsel işlev yönüyle farklı olan, ama diğer açılardan benzer varlıklarmışçasına, yani aynı türün birbirine çok yakın iki çeşidi imiş gibi algılanır. Halbuki, bu iki varlığı, biri kadın-insan, diğeri erkek-insan olan iki ayrı canlı türü olarak görmek, daha gerçekçi, yanılgılara, yanlış varsayımlara daha az düşürücü olacaktır. Olaya bu çok değişik açıdan bakılırsa, ayrı güdülenmelerin, farklı beklentilerin ve anlayışların sebep olduğu hayal kırıklıkları, öfke, üzüntü ve şaşkınlıkların sayısı ve yoğunluğu azalır gibime geliyor. Çünkü, ancak böyle bir yaklaşımla, kadın ve erkeğin çok farklı olduğunu, bu nedenle olan biteni, birbirlerinden beklentilerini, aynı olay karşısında bile farklı hisler yaşayıp,  değişik yorumlar içinde olacaklarını, anlamış ve kabullenmiş oluruz.

Az önceki satırlar bana bir başka formatın daha yanlış olup olmadığını düşündürdü. Kadın veya erkek, “karşı” cins olarak da adlandırılıyor. Karşı terimi, zihnimde örneğin, çift yönlü trafiğe açık bir yolu canlandırıyor. Orada yanyana iki ayrı seçenek var. Ya bir yönde gidersiniz ya karşı yönde.  Kadın ve erkek cinsleri söz konusu ise, artık iki seçenek yok. Kadın ve erkeğin her biri birer tek yönlü yol. Dolayısıyla burada karşı yönden bahsedemeyiz. Diğer yön terimi daha uygun olur bence. Görüldüğü gibi, kadın-erkek de, karşı cins olarak değil, “ diğer” cins olarak adlandırılmalı. Çünkü gerçekte, bir karşıtlık veya karşı cins olma durumu yok, daha temelinden farklı olmaktan kaynaklanan bir diğer cins olma var. Yaklaşımın “karşı” kalıbından “diğer” kalıbına aktarılması, bu iki tür arasındaki ilişkiye değişik bir perspektif kazandırabilir.

Yine farktan sürdürelim düşünmeyi. Seneler boyu içten dost sohbetlerinde kadınların çoğu, eşlerinin onları önce saymasını, sonra sevmesini istediklerini söylemişlerdir. Erkeklerin çoğunun tercihi ise  tersidir. Bir erkek olarak kadınların önceliğini anlamam mümkün değil. Çünkü, tanıdığım, hatta çok saygı duyduğum epey kadın var, fakat onları sevmeyi, daha doğrusu, onlara aşık olmayı aklıma getiremiyorum. Saygısız sevmenin de değeri yok; kabul, zira böylesi ilişki bir süre sonra mutlaka yozlaşır. Erkek, eşine veya hayatını paylaştığı kadına her şeyden önce sevgisini vermek ister. Bir kadın daha ne isteyebilir?  Kadınların da aslında erkekler gibi en çok sevgiyi önemsediklerini sanıyorum. Öyleyse neden saygıyı vurguluyorlar? Denir ki insanlar en çok kendilerinde olmayanı arzu ederlermiş. Herhalde kadınlar asırlarca erkekler tarafından sayılmadıklarını düşündükleri, hatta gerçekten de anne rolü dışında pek sayılmadıkları için, bu ruhsal açlığı gidermek ihtiyacıyla tercihleri böyle oluyor.

Aşkın dönemleri olduğunu düşünüyorum. İlk aşkın özel yerini kim yadsıyabilir? Aşık olmanın nasıl bir şey olduğunu onu yaşamamış kişiye nasıl anlatırsınız? Siz anlatabilseniz bile, o anlamaz. Hayatımızda o zamana kadar hissetmediğimiz bir duygudur o. Bu niteliğiyle, sanki bu dünyaya ait olmayan, dünya dışı bir duyguymuş etkisi yapar. Mekân, zaman ve diğer kişiler flûlaşır, varlığımızın odağına o duygu ve onun yöneldiği kişi yerleşir. Etraf adeta silinirken, o netleşir. Sonraki beraberliklerimizde çok daha derin aşklar da yaşasak, ilk aşk bir duygu zemini olarak varlığını sürdürür. Çünkü aşk kapımızı ilk açan odur. Sonraki bütün aşklar onun üzerinde büyüyecektir artık. Cahit Sıtkı o güzel hatırayı sonraları özlediği bir anda yazmış olsa gerek “Abbas” şiirini:

HAYDİ ABBAS

Haydi Abbas, vakit tamam;

Akşam diyordun işte oldu akşam.

Kur bakalım çilingir soframızı;

Dinsin artık bu kalb ağrısı.

Şu ağacın gölgesinde olsun;

Tam kenarında havuzun.

Aya haber sal çıksın bu gece;

Görünsün şöyle gönlümce.

Bas kırbacı sihirli seccadeye,

Göster hükmettiğini mesafeye

Ve zamana.

Katıp tozu dumana,

Var git,

Böyle ferman etti Cahit,

Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş’tan;

Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.

 

İlk sevgiliyi hatırlamak, gençliğini düşüncede yaşamak, insanın içini şöyle bir ısıtsa da, ben gençliğimi yeni baştan yaşamak istemezdim. Zira her şeyin bir sonu olmalı. Evren onda egemen olan düzenle güzel. Doğru olan, evrenin düzenine uyandır. O düzende kural, değişim olduğuna göre, “Her yaşın ayrı tadı var,” sözü bir klişe değil, gerçek. Zaten Cahit Sıtkı’nın burada söylediği de bir an olsa gerektir. Gençliği tekrar yaşamayı istemek, değişime ayak uyduramamak, geçmişte tutuklu kalmaktır.

“Kimler geldi, hayatımdan kimler geçti,” misali, insanların yaşamına , ama plâtonik, ama değil, üçüncü, beşinci sevgililer de girebiliyor. Kimine göre, hayat yolumuzun çeşitli aşamalarını ne kadar fazla diğer cinsten kişiyle paylaşırsak, o denli renkli ve yoğun olur yürüyüşümüz. “Ben sende bütün aşklarımı temize çektim,” diyenler, veya sonunda bunu söyleyebilecekleri sevgiliyi bulmayı ümit edenler, işte bu kişiler arasından çıkıyor. Murathan Mungan “Yalnız Bir Opera” şiirinin en başında böylelerini şu satırlarla dile getiriyor:

“ ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda

yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim

oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim

ben sende bütün aşklarımı temize çektim”

Hayatına girenlerin sayısı fazla olan bir kişinin “Ben bütün aşklarımı sende temize çektim,”  dediği sevgili olmak, iki tarafı keskin bıçak. Bugün sevdiğini önceleri başkalarının paylaştığını bilmek - son beraberliğin niteliğine bağlı olarak – rahatsız edebilir veya etmeyebilir insanı. Aslına bakılırsa, derinine inildiğinde anlamsızlaşan, bir ego veya sahiplenme duygusu, veya öncekilerle karşılaştırıldığında daha yetersiz ya da onlar kadar iyi bulunmama endişesinden gelir bu rahatsızlık. Nedense, özellikle erkeklerde, kendini Pamuk Prenses’in beklediği Beyaz Atlı Prens gibi görme eğilimi var. Biz daha etrafta yokken, şimdi sevdiğimizin, bir başkasını sevmiş olması bize karşı bir şey değil ki. Bizi daha tanımamışken yaşanmış olanın bizi tedirgin etmesinin mantığı var mı? Hatta gocunma sebebi olmamanın yanında, bizi tanıdıktan sonra tercihin biz oluşunu, bir anlamda bize yapılmış bir kompliman olarak görmek gerekmez mi? “ Ne yazık ki karşıma sonradan çıktın. Daha önce karşılaşsaydık, hayatımda diğerlerine yer olmazdı,” türü bir komplimandan bahsediyorum. Haaa, bizi tanıyıp, bizimle beraber olmaya karar verdikten sonra meselenin rengi tamamen değişir.

İlk aşk hoş bir duygu zemini oluşturur demiştim aşkın dönemleri sohbetime başlarken. Bu bahsi bitirirken şöyle derim. Bu doğru da, son sevgilinin yeri de bambaşkadır. Şunu duymuştum: Kadın ya da erkek olsun, en yoğun duygularla sevgililerini, ama en çok ve en uzun süreyle eşlerini severlermiş. Ben katılıyorum; ya siz?

Öte yandan, bazılarına göre ise, diğer cinsten yol arkadaşlarının sayısı az ve öz olacak o susuzluğu gidermek için. Hani insanın serinlemek için meşrubat içmesi, fakat alınan yüksek orandaki şekerin kişiyi tekrar susatıp, bir daha içme arzusu uyandırması gibi bir şey. Bana göre gerçekte, hayatımıza girenlerin sayısı az veya çok olsun, o susuzluk, hormonal yapımız değişinceye kadar hiç bitmiyor. Ne güzel, veya yerine göre maalesef, ki hepimiz yapımızın eseri ve esiriyiz.Ulu Yaradan, soyun sürmesini, başka deyişle, hayatın devamını sağlamak için evrenin bu cephesindeki kuralı böyle koymuş. Yahya Kemal bu gerçeği, alıntılar yaptığım “Vuslat” şiirinin ilk yarısında güçlü bir erotizmle dile getirmiş:

Bir uykuyu cânanla berâber uyuyanlar,

Ömrün bütün ikbâlini vuslatta duyanlar,

Bir hazzı tükenmez gece sanmakla zamânı,

Görmezler ufuklarda şafak söktüğü anı.

Bir rûh o derin bahçede bir def’a yaşarsa,

Boynunda onun kolları, koynunda o varsa,

Dalmışsa, onun saçlarının râyihasıyle,

Sevmekteki efsûnu duyar her nefesiyle;

Kanmaz en uzun bûseye, öptükçe susuzdur,

Zirâ susatan zevk o dudaklardaki tuzdur;

İnsan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan,

Bir sır gibidir, az çok ilâh olduğumuzdan.

Arkadaşlarım bazen bana konuşma ve yazılarımda şiiri sıkça  kullanmamın sebebini sorarlar.       Şiir, kristalleşmiş düşüncedir. Hepimiz biliriz ki, bazen tek bir mısra, sayfalar dolusu duygu veya düşünceyi çağırır. Başka anlatımla şiir, az kelime ile, çok şeyi yoğun söyleme sanatıdır. Böyle güçlü bir olanaktan yararlanmamak yazık. Örneğin, yine Yahya Kemal’in “Bahçelerden Uzak” şiirini hatırlayalım:

İstemem artık ışık, râyiha, renk âlemini,

Koklamam yosma karanfille, güzel yâsemini.

Beni bir lâhza müsâit bulamaz idlâle,

Ne beyaz bâkire zambak, ne ateşten lâle.

Beklemem fecrini leylâklar açan nîsânın,

Özlemem vaktini dağ dağ kızaran erguvanın.

Her sabah başka bahâr olsa da ben uslandım,

Uğramam bahçelerin semtine gülden yandım.

Sanırım üstad, şiirinin adını “Diğer Cinsten Uzak” koyacakmış ama kalemi sürçmüş. Hayat yolunu farklı kişilerle yürüyenlerin, “Gülden yandım,” dediğine bakmayın siz. Onlar, kadın veya erkek olsun, ağızları defalarca yandığı için   bahçeye uğramayacaklarını söylüyorlar. Ama ben de biliyorum, siz de biliyorsunuz ki, o bahçeye yine girecekler; ya “Bu bahçedeki çiçekler farklı,”  diye kendini aldatarak , ya da “Valla bahçe kapısının önünden geçiyordum, birisi beni içeri itti,” falan diyerek.

Belli bir yaşa geldikten ve başkasının önünde bir kez soyunduktan sonra, bedensel soyunma artık zor gelmez bir erişkine. Ancak başkasının yanında, hatta sevdiğimizin yanında bile ruhsal olarak soyunamıyor büyük çoğunluğumuz. Bedensel çıplaklıkta insanın hissedebileceği sadece bir utanma duygusu; ki zamanla o da geçiyor. Ama ruhsal soyunma öyle mi? Bundan hep kaçınıyoruz. En yakınımıza bile ruhumuzu tüm çıplaklığıyla göstermiyoruz. Bunu yapmamamız, duruma veya karşıdaki kişiye bağlı olarak, böyle yaparsak belki kendimizi savunmasız hissedeceğimizden, belki bunun kötüye kullanılarak manipüle edilebileceğimiz endişesinden, belki yanlış anlaşılacağımızdan, belki alay edileceğimizden, belki zayıf görüneceğimizi sandığımızdan ileri geliyor zannederim. Halbuki kendimize ve karşımızdakine güvensek, spotların   parlak ışığına çıkmaktan çekinmez, ruhumuzu loş ışıkların alacakaranlığında saklamayız. Bedenen yüzlerce, binlerce defa soyunmuş, ama duygusal olarak birbirinin önünde bir defa bile soyunmamış bir dolu çift vardır. Böyle çiftlerin birbirlerini anlamalarını ve bütünleşmelerini nasıl bekleyebiliriz? Ruhsal soyunduğunda kişi kendisini karşı tarafa göstermek istediği gibi gösteremez artık. Olduğunca göstermiş olur. Bu da çoğumuzun işine gelmiyor tabii. Halbuki Mevlâna’nın nasihatı var: “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!” Böyle yapmadığımız için, aldatıcı duruş ve davranışlara, yalanlara çok sık rastlanıyor kişiler arasında. Hepimiz sonsuz bir piyesin sahnedeki oyuncularıymışçasına rollerimizi ciddiyetle sürdürüyoruz. Ne yazık ki rol yapmadaki başarıyla yaşamdaki mutluluk ters orantılı. Ne ölçüde kendimiz olmayıp roldeki kişiyi oynarsak, o ölçüde gerçekten ve özbenliğimizden uzaklaşıp kendimize bile yabancılaşıyoruz.

Kendini olduğu gibi ifade etmemek, temelde bir korkunun sonucudur, ancak, korkunun olduğu yerde ruh beraberliği ve gerçek sevgi olamaz çünkü bu onların doğasına aykırıdır. Özgürlük ve gerçeklik içindeki sevgi ve beraberliğin değeri vardır. Zorakiliğin getirdiği şeyler çoğunlukla sahtedir. Bir Amerikan özdeyişi şöyle der: “ Birşeyi seviyorsan, onu serbest bırak. Geri dönerse, o senindir. Eğer dönmezse, zaten hiçbir zaman senin olmamış demektir.” Zaten “mutabakat üzerine sevda kurulmaz.” Sevda olmadığı zaman da kadın-erkek birlikteliğinde sevginin motoru durur.   Mutabakatla örneğin siyasal ve ekonomik anlaşmalar yapılır, çıkarlar ve gücün nasıl paylaşılacağı ve kullanılacağı üzerine. Acaba yanılıyor muyum, yoksa aşk ve cinsellik de birer güç oyunu mu? Gerçi bu herkesin kendi kararı ama onları böyleymiş gibi görenler, varolmanın bu iki saf ve katıksız hazzını mutlaka ziyan ediyorlar, ıskalıyorlar. Sevmiyorlar, seviyormuş gibi yapıyorlar. Yine de böylelerinin günahını almış olmayayım, onlar da belki bu güç oyununda severmiş gibi yaptıkları kişiyi manipüle etmekten, çaresiz bırakıp ezmekten, bir güçlü olma duygusu ve zevk alıyorlardır. Fakat bu sağlıksız, sapıkça bir zevktir. Mutabakat üzerine sevda kurulacağına inananlar, hayatı paylaşma ve bir bütün olmada, “Sen şöyle yaparsan seni severim,”; “Ben senin için çok fedakârlık yaptığıma göre beni sevmen gerekir,” ; “Ben ancak bana şu imkânları sağlarsan seni severim,” gibi düşüncelere yer olduğuna inananlardır. Bunlar sevginin yozlaşmasına kapı açar. Kadın ve erkek arasındaki o çok özel ve içten beraberliği ticaret veya alışverişe dönüştürür. Halbuki sevmek için kriterlere uygunluk gerekmez. Saf sevginin güzel ve eşsiz yanı, onun kendiliğinden oluşudur.

Kaldı ki, mutabakat ancak bildiklerimiz üzerine sağlayabileceğimiz bir olgudur... Sevda ise doğası gereği o zamana kadar bilmediklerimizden, karşılaşmadıklarımızdan, derinliğine farkına varamadıklarımızdan ürer. Böylece bize dünya içinde yeni bir dünya, kendimizin içinde yeni bir ben vaat eder. Birdenbire aklımızın başımızdan uçup gidivermesi, aniden müthiş keyifli çocuklaşmalar ve birdenbire daha yaşanılası bir dünya sevincini yakalamamız, özünde, bir başkasının aleminde kendimizi, dünyayı ve hayatı yeniden varedeceğimizin dayanılmaz cazibesini hissetmeye başlamamızdan değil midir? Hiç farkında olmadan, duruşumuz, bakışımız, hatta ses tonlarımız, vurgularımız değişir. Bu halin en kutsal yanı da, yıllardır canımızı paylaştığımız insana bir başka kanalda tekrar sevdalanmamızdır. Tıpkı Cahit Sıtkı’nın

Gecesi benden, mehtabı senden

Bir bahçesi var ki aşkımızın,

Mevsimlerdir dolaşırız, bitmez.

dizelerinde seslendirdiği gibi.

Aşk ve cinsellik konusu irdelenirken aldatmaları, boşanmaları ele almadan olmaz. Macar kökenli Amerikalı artist Zsa Zsa Gabor, o zamana kadar kaç kocaya sahip olduğu sorusunu, “ Buna kendi kocalarım dahil mi? ” diye cevaplamış. Gabor’un sayısız erkek arkadaşları ve dokuz kez evlenip boşandığı gözönüne alındığında, eşlerin hayal kırıklığı sonucu mutlu olmadıklarını düşünüp, o beraberliği sona erdirerek mutluluğu başkasında bulacaklarını sanmalarının doğru olup olmadığını düşünüyor insan. Öyle ya, beklenen mutluluk yaşanmayınca eş değiştirmekle bu sağlanabilseydi, aynı kişinin birkaç defa evlenip boşanmasına gerek kalmazdı. Demek ki olaya farklı yaklaşmak lâzım. Bazı gerçekten tatsız durumlar ve problemli kişiler dışında, boşanan eşlere, beraberliklerini sürdüremedikleri için başarısız veya kötü insanlar olarak bakmadım hiçbir zaman. Zira biliyorum ki, bu kişiler birbirleri yerine başkalarıyla evlenmiş olsalardı, büyük olasılıkla, mutlu olabilirlerdi. O zaman esas konu, kişilerin iyiliği, kötülüğünden çok, farklı kişilikler veya, ten uyuşmazlığı ve libido farklarının sebep olduğu anlaşmazlıktır. Beş yıl arkadaşlıktan sonra evlendiğim ve halen otuz beş yıldır süren evliliğimde boşanma yaşamadığımdan, bunu birinci elden bilmiyorum ama, boşanma sürecindeki kadın veya erkek arkadaşlarıma hep şu fikrimi söyledim. “ Eşinde hoşuna gitmeyen, seni sinirlendiren şeyler, ileride tanıyacağın veya evleneceğin kişide olmayabilir. Fakat kendini kandırma, o sonraki kişide de,  şimdiki eşinde olan bazı güzellikler olmayacak, ve bu kez yeni olanın başka yönleri sana batacak, veya seni kızdıracaktır. O zaman bir daha mı boşanacaksın? Bu radikal çözüme gideceğine, daha gerçekçi ol, yenisine göstereceğin hoşgörü ve anlayışı şimdikine göster, mesele çözülsün.”

Bir genel kanı vardır, ikinci eşlerin daha şanslı olduğu yolunda. Buna şans mı demek gerekir bilemiyorum ama Aziz Nesin bunun sebebini ilginç bir görüşle açıklamıştı. Ona göre, insan her evliliğinde kendisinden birşeyler yitirir. Çünkü, geçim uğruna, bir tatsızlık daha yaşamama adına, belki de kendi doğrularından şüpheye düşüp, kendini sorguladığı için, daha önceki katılığından, ya da kişiliğinden tavizler verir. Buna anlayışlılık veya esneklik diyemiyorum; bu ısrarından ve dediğim dedikçilikten vazgeçme, Nesin’in işaret ettiği kendini yitirme demektir. İkinci eşin daha şanslı olduğunu düşündürten de, bu tavır değişikliğinin getirdiği rahatlama ve anlayış olsa gerektir.

Ama evli, ama sadece hayatı paylaşan bir çiftte, kişilerden birinin öbür kişiye sadık kalmadığı durumu düşünelim. Önce şunu belirteyim. “Kem söz sahibine aittir,” deyişinde olduğu gibi, güven ve sevgi üzerine kurulmuş bir beraberlikteki aldatmada da ayıp, aldatılana değil, aldatana aittir. Ama çoğu aldatılan kişi bunu gurur sorunu yaptığından, adeta ezilir ve aldatıldığını saklar.  Halbuki bunu kendisinin değil de, aldatanın bir zayıflığı ve eksikliği olarak görür de gizleyeceğine, aldatanı teşhir ederse, herkesin gerçek karakteri ve çapı belli olur.

İşin başka bir yönü daha var. Aldatan kişi aslında eşini aldatmıyor, kendisini aldatıyor. Tabii bunu gizli kapaklı ilişkiler yaşayan, bunları örtmek için yalanlara başvuranlar için söylüyorum. Eğer kendisi ve eşi ile yüzleşebiliyor, yaptığının hesabını yine hem kendine, hem eşine verebiliyorsa, o kişi için kendisini aldatıyor diyemiyorum. Zaten biliyor musunuz, insanın böyle bir şey yapmaya cesareti varsa, yaptığını kabul etmeye de yüreği olmalıdır. Yaptığıyla yüzleşemiyorsa ve onu savunmaya cesareti yoksa, öyle bir şeye kalkışmamalıdır. Asıl cesaret bir şeyi yapmak değil, yaptığına da mertçe, yalansız, dolansız  sahip çıkmaktır. Ayrıca, insanın asıl sinirini bozan, yıpratan, soğutan da, yapılandan ziyade, dürüst olmama, saptırmalar ve samimiyetsizlikler olsa gerektir.

Kendine saygısı olan insan eşine yalan söylemez. Ancak kendine saygısı olmayan ona yalan söyler. Çünkü, tüm zamanlarda bu bedenle bu dünyaya bir defa geliyoruz, ve bu hayatı yalnızca bir kez yaşıyoruz. Eş, bu bir defa yaşanan hayatı, bizimle geçirmek, bizimle paylaşmak kararı vermiş kişi demektir. Yani yaşamaya tek bir fırsatı olduğu hayatını, bize bağlayarak, bize armağan etmiştir. Ona karşı olsa olsa teşekkür, minnet ve belki de bir borçluluk, yükümlülük duygusu taşımalı insan.

Bugün çoğunlukla aldatma dediğimiz, sadık kalmama olgusuna, eskiden ihanet denirdi. Hangisi daha doğru sizce?... Benim ihanet terimini yeğleyeceğimi tahmin edersiniz herhalde. Çünkü bir kere aldatma ile ilgili ne düşündüğümü söylemiş bulunuyorum. Ayrıca, ihanet kelimesinin etimolojisinden de görüldüğü gibi, ihanette, bir hainlik unsuru bulunmalı. Bakın bundan ne kastediyorum....İki insan birbirlerini çekici bulup sevince, bu iki kişi arasında adeta bir manyetik alan oluşur. Bu alan sadece o iki kişiye aittir, ve adeta sihirli, büyülü gibidir. Zaten bu nedenledir ki, insan birisine aşıksa, bu güçlü etkileşim nedeniyle, gözü başkasını görmez. Varsa, yoksa o kişi. Sevdiğini de abartılı ölçüde idealize eder. Halbuki o alanın etkisinde olmayan etraftakiler, tanık olduklarına anlamaz gözlerle bakıp, “Yahu onda ne buluyor bu kadar? Hayret doğrusu,” diyebilirler. Onlar için böyle düşünmek kolay, büyü onlara işlemiyor çünkü.

Eşlerden birinin, bir başkasının manyetik alanına girmesi ve o kişiyle yeni bir etkileşim alanı kurması, eşiyle kurmuş olduğu alanı mutlaka bir yerlerinden zedeler. Bu kişi artık, o bütünlüğü bozulmuş manyetik alan nedeniyle, eşini farklı görmeye, hatalarını büyütmeye ve kusurlar yaratmaya hazırdır. Böylece ilk kişiyi gereksiz ölçüde batırırken, yeni kişiyi abartılı olarak yüceltir. Çünkü böyle yapmaya psikolojik gereksinim duyar. Kendisine heyecan veren yeni büyüye kapılması için, önceki büyüden sıyrılmalıdır. Aksi halde gönlünü bu işe yatıramaz. Vicdanı ve suçluluk duygusu onu rahatsız eder. Halbuki zedelenen ilk alanı parçalar atarsa, kendini aldatması çok kolay olur, zira yaptığını haklı görmeye başlar. Bu durum için, “kendini gerçekleştiren saptırma” terimini kullanmak geliyor içimden. İlginç olan, ihanette, kazandığını zannedenin de kaybediyor olması aslında. O manyetik alanın zedelenmemesi, kendi kişisel bütünlüğü için de önemli. Manyetik alanın yara alması, sadece ihanet edilenin değil, edenin de bir şeyler yitirmesi demek.

Neyse şimdi yine ihanet ve hainliğe dönelim.... Sadık kalmayan kişi, mazeretlerle vicdanını rahatlatırken, onunla birlikte manyetik alan kurmuş olan ve evren içinde bu alanla korunan eş, bu değişimden habersiz olduğundan, kızgınlık duyma, nefret etme, tepki verme, önlem alma haklarından yoksun bırakıldığı için, evrenin kendi bölümünde yalnız ve korunaksız kalmıştır. Çeşitli maddî ve manevî tehditlere karşı savunmasızdır. İşte, ihanetin içerdiği hainlik kavramı buradadır. Birlikte alınan kararla kurulan, karşılıklı güvene dayanan beraberliği, tek taraflı ve sinsice bozmak. Hainlik yalnızca eşi habersizce korunmasız bırakmakla kalmıyor. Sevdanın, kadın-erkek beraberliğinde sevginin motoru olduğuna değinmiştim. Başkasıyla ilişkiye girmek,  eşinden sevdasını çekmek demektir. Kendisine verilen sevdanın çekildiğini hissetmemesi de mümkün değildir insanın. Durumu bilmeyen eşin bunu farkedinceye kadar gönderdiği sevda mesajları yerini bulmamaya başlar. Ya, duyargalarını (antenlerini) üçüncü kişinin manyetik alanına yönlendirmiş, ilişkiye giren eş mesajları almaz, ya da, alır ama karşılıksız bırakır. Uzanan sevda eli havada boş kalır. Bu da, eşleri birarada tutan sevda harcını çürütür. Aradaki elektrik söner, sözsüz paylaşımlar biter ve bir geçmiş inkâr edilir, tükenir.

Bildiğim, gördüğüm, duyduğum, eşe ihanet sayısı epey olduğundan, nikâh töreninde, çiftlerin “iyi günde, kötü günde; hastalıkta ve sağlıkta bir ömür boyu birbirlerini sevip, bağlı kalacakları”nı söylemeleri dudaklarıma hep belli belirsiz bir gülümseme getirir. Çünkü, gördüklerim bana, beraberliklerin mezara kadar değil pazara kadar olduğunu sık sık hatırlatır. Hem de “pazar” kelimesinin her iki manasıyla. Birinci anlamıyla, ömrün sonuna değin uzun bir süre için değil, Pazar gününe kadar sürebileceğini belirtir. İkinci anlamıyla ise, “pazarlama” fikrinin ağırlık taşıdığı günümüzde, ister istemez, kaliteden fazla imaj pompalanıyor. Bu açıdan bakılırsa, kurulan beraberliklerin ömrü, eşlerden birinin kendini toplum pazarında daha iyi birisine pazarlayıncaya kadar, veya tersine, pazardan kendisine beraber olduğu kişiden daha güzel veya yakışıklı, daha zengin ya da ünlüsünü, daha kültürlü ya da kendisine daha uygununu buluncaya kadar sürebilir. Bunlara bir de, başlangıçta onunla mutlu olacağını düşündüğü, ama sonra mutlu olmayabileceği birisine rastlayıncaya kadarı da ekleyebiliriz.

Bu son sözlerimi biraz fazla kinik, şüpheci bulan olmuştur mutlaka. Ama aynı çizgide bir düşüncemi daha ifade etmeliyim. Evliliğinde sorun yaşamış olan bazı erkek veya kadın tanıdıklarım, bir başkasıyla ilişki kurmalarını hep şöyle açıklar, “ Ama o eşimden çok farklı, o kadar nazik, anlayışlı ve yumuşak ki.” Ben de bu kendini aldatmaya hep şunu derim, “Sen kendini kandırmak istiyorsun besbelli. Onun kibar, hoş, eğlenceli , anlayışlı olmaya eli mahkûm. Senden ne istediğini sen de biliyorsun. Eğer hakaret etse, dövse, sinirlendirecek şeyler yapıp kızdırsa, senden beklediğine ulaşabilir mi? Efendi ve tatlı olmaktan başka seçeneği yok zaten.  Çünkü gerçekte olduğu gibi değil, gözükmesi gerektiği gibi olarak kendisini sana pazarlamak zorunda. Sen eşinin her türlü halini biliyorsun, oysa ötekinin yalnızca iyi, heyecan verici hallerini yaşıyorsun. Bu, haksız rekabet denilen olgunun daniskasıdır. Böylesi karşılaştırmayı hiç de adil bir bazda yapmış olmuyorsun.”

Peki, sonrasında bunca rahatsızlığa, üzüntüye, karmaşaya yolaçan sadık kalmama olgusundan insan neden kendisini alıkoyamıyor veya alıkoymak istemiyor? Eğer cinselliğin yaşanması, feminist şair olarak bilinen Süheyla Taşkıner’in

Düğmelerimi çözüyorsun.

Sonra okşuyorsun,

Ağız dolusu öpüyorsun sonra.

Göğüslerim avuçlarında uç veriyor.

Sen soluk soluğa,

Ben çığlık çığlığa.

şiirinde, altı satırda kısa fırça darbeleriyle çizdiği gibi yalın ve fiziksel olsaydı, gerçekten istendiği takdirde, sadık kalmak çok daha kolay olurdu. Oysa iş bu kadar basit değil, çünkü cinselliğin salt tensel yönü yanında, duygusal, ruhsal, zihinsel, hatta varoluşa ait boyutları da var. Özünde yaratıcı bir eylem olduğundan, Tanrı’nın bize lütfettiği bu yetenekle, adeta O’nun büyük yaratıcılığının ufak çapta kopyacısı olmanın keyfini duyarız. Ayrıca yine aynı açıdan, cinsellik, insanın kendisini “ifade enerjisi”dir. Cinsel eylemde, yanıltıcı tavırlardan uzak, kendimizi dolaysız, yalın, çıplak ifade ederiz. Zihinsel yönden ise cinsellik, karşımızdaki ile bir başka platformdaki “iletişim gücü”dür.

Ben evrendeki devinimin temel bir ritmi veya temel ritimleri olduğuna inanıyorum. Doğayı gözlemledikçe olası bir ritmin sürekli-kesikli-sürekli-kesikli bir kalıp izlediğini, bir başkasının nabız gibi darbeli, bir diğerinin ise döngüsel bir ritme sahip olduğunu farkediyoruz. Bence ruh, evrenin özünü taşıdığından, evrenin ritmini bilen yönümüzdür; beden bu ritmi hayata geçiren, uygulayandır; zihin ise bilenle yapan arasındaki halka, yani fanteziler, hayaller yoluyla cinsel eyleme sevkeden, onu isteten ve yaptırandır. Zaten bana göre, sahip olduğumuz  en erotik organımız, cinsel işlevleri yerine getirenler değil, beynimizdir. Müzik, evrendeki ritimleri taşıdığı ya da yansıttığı için, ruhu ve bedeni evrenin ritmiyle rezonans (seselim) haline getirir. Yani evrenin titreşimiyle, ruhun ve bedenin titreşimi uyum içine girer. Müziğin cinselliği çağrıştırması ve harekete geçirmesi de, varoluşun ritmini cinsel eylemde yakalamamıza olanak sağlamasıdır belki de; çünkü bu yolla beden, ruhun dansına eşlik eder.

Günlük yaşamımız genellikle aynı şeyleri tekrarlayıp durduğumuzdan monoton, hatta biraz da sıkıcıdır. Bu, varlığımızın dünya ayağını oluşturur. Ama bizler yalnızca dünyanın çocukları olmadığımızdan, içimizde göklere ait şeyler de var. Aşkın ve cinselliğin heyecanı ile hazzı, dünyada tutuklu olan bizlerin ayaklarını yerden kesen, benliğimizde bir anlamda yerle göğü birleştiren olgulardır. Bu nedenle, iki insan arasındaki aşk, ruhsal yücelmenin en etkili yollarından biridir. Aşk, macera unsuru da içerir, zira macera bilinmeze gidiştir. Ve tanınmayan, bilinmeyen, insana daima çekici, merak uyandırıcı gelmiştir. Aşkı cazip kılan da budur. Kişi ne denli yaratıcı ve değişiklik düşünücü olursa olsun, eşle yaşanan cinsellik bir süre sonra macera unsurunu yitirir. Beden çok aşina, cinsel eylem de epey rutinleşmiştir artık. Eşten başkasıyla olan cinsellik ise farklıdır. Değişik bir partnerin sadece yeniliği bile cinselliği kamçılayıcı etki yapar. Bu iki tür cinsellik arasında bir ayırım yapmak gerekirse, bence genel hatlarıyla, eşle yapılan cinsel eylem doyurucu fakat heyecanı az, değişik partnerle yapılan ise heyecanlı fakat doyuruculuğu azdır.

Bilinmeyeni de içerdiğinden, maceranın doğasında az veya çok tehlike vardır. Ama bu insanı dizginlemez zira biz maceralardan ve onlardaki yenilikten öğrenir, kendimizi geliştirir ve daha bir bütün olmaya çalışırız. Yakından, derinden veya mahrem tanıdığımız her kişi, yaşam romanımızda anlamlı bir bölüm olma potansiyeli taşır. Tercihimiz yeni kişilerden uzak durmaksa, romana bazı yeni  ve değişik bölümlerin girme şansını ortadan kaldırırız. Yeni kişilere hayatımızda yer verirsek romanımıza iyi veya kötü, mutlu ya da mutsuz bölümler ekleriz. Böylece bir hayata birkaç kısa hayat daha sığdırırız.

Arayış, aşkın ve cinselliğin ortak bir yanıdır. Ancak fethediş için aynı şeyi söyleyemiyorum, çünkü salt cinsel güdülenmede, fetheden ben, fethedilen o, ve çetelede yeni bir çentik daha vardır. Aşkta ise, paylaşma, bütünleşme ve biz olma vardır. Fakat aşk ve cinselliğin ortak paydasında olan arayışın, her zaman farkında olmadığımız çok mühim bir özelliği ise, onun peşinde olduğu nesneden bile önemli olanın, arayışın bizatıhi  kendisi olmasıdır. Farklı anlatımla, insanı ayakta tutan, heyecan veren şey varmak değil, yolda olmaktır. Arayış bizi hep yolda tuttuğundan hiç bitmiyor. Bu yazıyı daha ilk paragrafını yazmamışken,  sevdiğim somut bir kişiye adamak yerine, “Hep aranan, galiba hiç bulunmayan Sevgili’ye” dediğim soyut bir kişiye adamam, aklımın bu denemenin sonunda ancak farkettiği gerçeği, bilinçaltımın veya ruhumun başından beri bilmesinin sonucuymuş meğerse. Arayış bitmez ve bitmemeli, çünkü biterse, hayat bitmese de, renginden, heyecanından ve dinamizminden çok şey kaybeder.

Güngör KAVADARLI

17.01.2002

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar