Print Friendly and PDF

BÜYÜK KAYBIMIZ TALÂT SAİT HALMAN

*

 

Büyük insanlar vardır; kültürde, devlet hayatında çağına yön verir. O zamana kadar yapılan ve düşünülen şeyler onun büyük, farklı kişiliğiyle yeni bir yön kazanır. Talât Halman, o kişilerden biridir. Ben, Talât Halman'ı 1953'den beri tanırım. Yarım asrı aşan zaman içinde çeşitli vesilelerle onunla beraber bulunduk. Onun çok hareketli, zengin yaşamında tanık olduğum za­manlar vardır.

Talât Halman'ı ilk kez New York'da Colombia Üniversitesi'nde tanıdım. 1953-1954 yılında Colombia Üniversitesi'nde bir yıl misafir profesör olarak çağırılmıştım. Talât, o zaman bir öğrenci idi. Hem çalışıyor hem de tahsilini tamamlamaya uğraşıyordu. Colombia'dan sonra uzun zaman birbirimizden uzak kaldık. Talât, Amerika'da üniversitelerde Türk Dili ve Edebiyatı üzerinde dersler veriyordu. 1953'ten sonra çeşitli üniversitelerde ders vermek için 8-10 kez Amerika'ya seyahat ettim. Onun Amerika'daki üniversitelerde değerli fa­aliyetini işitiyordum. Talât'ın İngiliz Dili ve Edebiyatı'nın ölmez dehası Shakespeare üzerinde yoğunlaştığım biliyordum. Shakespeare, ölümünden sonra tüm Avrupa edebiyat ve sanatında bir şahika gibi yükselmiştir. Onun şaheser­leri Türk sahnesinde de gösteriliyordu. Fakat Shakespeare'nin edebî kişiliğini ve özellikle şiirini memleketimizde tanıtma kabiliyetine biz Talât Halman ile eriştik. Bu müstesna bir dil bilgisi ve sanat anlayışım gerektirmekteydi. Sha­kespeare'den çevirileri Talât Halman'ın kalemine borçluyuz. Talât, bana ken­disinin her şeyden önce şâir olduğunu ifade etmiştir.

Türkiye'de devrimler eksik olmuyordu. Kendisi 1971 yılında Batı kültü­rünün eşsiz bir temsilcisi sıfatıyla yeni kurulan Kültür Bakanlığı’nın ilk baka­nı olarak atandı. Talât ile yakın arkadaşlığımız ve işbirliğimiz kendisinin 1998 yılında Bilkent Üniversitesi Edebiyat Bölümü Başkanlığı (2005 yılında da de­kanlığı) dönemine rastlar. Sn. Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanlığı sırasında


kültür adamlarıyla tanışma yemeğine Talât'ı ve beni çağırmasını burada anmalıyım. Eski Cumhurbaşkanı Sn. Abdullah Gül, bize yakınlık göstermek lütfunda bulunarak birtakım kültür meselelerini ortaya attı. Bir yerde Talât Bey ile aykırı düştük. Talât Bey, kıyılarımızda Yunanca isimleriyle otel ve lokan­taların kurulmuş olmasım övdü. Ben söze karışarak, "Böylelikle Yunanlıların Megolo İdea'sına hizmet etmiyor muyuz?" diye itirazda bulundum. Köşkten ayrıldığımızda giderken Talât, Atatürk'ün kültür adamlarıyla yemeklerini ve bu yemeklerdeki farklı havayı hatırlattı.

Başka bir vesileyle şu kararımızı önemli buluyorum: Kültür Bakanlığı’nın bir sergisinden dönüşte takside Talât Halman, Hilmi Yavuz ve Mehmet Kalpaklı ile beraberdik. Aklıma ilginç bir düşünce geldi. Dedim ki, "Biz ede­biyat sohbetleri yapmak üzere belli zamanlarda toplanacağımız bir mahfel (demek) hayata geçirsek ne güzel olur." Bu proje beni o kadar heyecanlandır­dı ki o zaman şu kıtayı yazmıştım:

Mîr-i meclis şüphe yok Kalpaklı'dır Hilmi Yavuz sohbeti revnaklıdır Hâli mânâ kânıdır hem Talât'ın Derse Halil kutlu olsun haklıdır

Dostlar da, bu dileği heyecanla karşıladılar ve ilk toplantımız Prof. Dr. Hilmi Yavuz'un Yahya Kemal üzerindeki sunumuyla başladı. Fakat edebiyat bölümündeki yeni gelişmeler ve toplantı güçlükleri nedeniyle bu mahfel uzun ömürlü olmadı. Mahfelin gelecek toplantılarında kendi payıma Fuzûlî üzerin­de konuşacaktım. (Fuzûlî hakkında bazı araştırmalarım için bkz. Şair ve Patron). Allah rahmet eylesin, Talât Halman, Shakespeare'in şiirleri üzerinde konuşma­yı tasarlıyordu. Ne yazık ki bu demek fikri gerçekleşmedi.

Talât ile yakın dostluğumuz benim gençlik yıllarımda şiir yazmaya me­rakım, yazılmış şiirlerimi okumak ve İngilizce olarak çıkardığı dergide bunla­rı yayınlamak yoluyla pekinleşti. Benim aruz vezni ve serbest nazım ile yazdı­ğım şiirler hakkında ayrıca bir dergide yazı yazmak lütfunda bulundu. Ölüm ve kavak ağacım için yazdığım İngilizce şiiri de beğendi. Genç şair Halil İnalcık'ın şiirlerine duyduğu bu anlayışlı yakınlık beni çok duygulandırdı. 1938 yılında Fransızca ve Türkçe beğendiğim şiirleri kopya ettiğim ve bazı duygu­larımı döktüğüm özel defterimi kendisine hediye ettim. Bu defter şimdi onun terekesindedir. Şiirlerimin yanında şair ve şiir hakkında yazdığım bir dene­meyi de İngilizceye çevirip yayınladı. Kanunî Sultan Süleyman'ın Hürrem'e yazdığı lirik gazele yazdığım nazireyi de çok beğendi ve daha sonra neşretti. "Hayat" ve "Gönül" macerasını yansıtan bu gençlik şiirleri Talât ile aramızda çok samimi bir yakınlık kurulmasına vesile oldu. Bazı toplantılarda Talât, bu şiirleri anarak dostluğunu gösterdi.

Talât duygu ve şiir insanıydı. Hayatın bayağılıklarından kendini kurtar­mış; Tanrı'nın dünyasını bir şiir sahnesi olarak gördü. Öyle inanıyorum ki, dostluğumuzun hamuru dünyaya bu şairâne bakış idi. Talât'ın dünyaya ve insanlara alaycı bir gözle baktığım bilir misiniz? O, kendisini her şeyden önce şâir sayardı. Allah gani gani rahmet eylesin.


HALİL İNALCIKTN TALÂT SAİT HALMAN TARAFINDAN TOPLANAN BAZI ŞİİRLERİ*

KEMER’DE SABAH

Ne güzel bu sabah, ne güzel Penceremden dolan

Deniz kokan bu meltem,

Semaya arka vermiş devler gibi Toroslar,

Bir seylâbe gibi sahile akan,

Ve safran renkli top portakallar Asılı durur hıyabanlarda...

Bu sabah ne kadar güzel, ne kadar Ağlatacak kadar.

Uykudasm derin nefeslerle

Kımıldar göğsün hafif hafif,

Kıvrımları çarşafın

Sarılmış vücuduna, yayılmış kumral saçların

Beyaz omzuna.

Güvercinler gibi sokulmuş birbirine

Minik ayakların.

Tanrım bu sabah ne kadar güzel, ne kadar Ağlatacak kadar.

Talât Sait Halman, Bilkent Üniversitesi.

BİR HİKÂYE

ABDÜLHAK HÂMİD’İN HATIRASINA

Cam göbeği bir akşam semasmda

Lüksemburg Bahçesi'nde

Bir âfet oturmuş havuzun kenarında

Sıvamış mavi pantolonunu

Salmış ayaklarım suya,

Titreşir serinliğin şehveti

Beyaz bileklerini öpen dalgacıklarda,

Sardı bakışlarım öylesine sardı onu

Birleşti gözlerimiz bir an

Cam göbeği akşam semasmda

Değişiverdi birden dünya...

Ağaçlar nefti safran koyusu çiçekler

Çocuklar pes-pembe yanaklı

Tatlı mı tatlı...

Renoir aksetti o dem

Cam göbeği Lüksemburg semasına...

Açılır beyaz bileklerinden halkalar suda

Semada uçuşur deli deli kırlangıçlar...

Süzüldü biri havuza

Daldı şimşek gibi birden

Değdi göğsünü suya, ve sevinçle fırladı semaya tekrar

Uçtu, uçtu genişleyen halkalarla

Bir nokta oluncaya

Lüksemburg semasına...

KANUNÎ SÜLEYMAN’IN HÜRREM’E HİTABEN YAZDIĞI, “MÂH-I TÂBÂNIM” GAZELİNE

"Âb-ı rûyum anberüm varum habîbüm mâh-ı tâbânum

Enîsüm mahremüm varum güzeller içre Sultanum"

"Kapunda çünki meddahum seni medhiderüm daim

Yürek pür-gam, gözüm pür-nem Muhibbi7yem hoş-elhânum"

***

HALİL İNALCIK’IN NAZİRESİ

Gecem hem gündüzüm mehtâb-i leyl-i târ-i giryânım

Bahânın ebr-i nisanım açılmış gonca-pistâmm

Güzel yüzlüm fidan boylum sözü talu gözü âhum

Bulunmaz vaslına fırsat benim pür-işve ceylânım

Geceyle işaretim gündüz safâ-yı hatmin canım

Benim şi'rim benim şarkım benim feryâd-ı süzanım

Kalem kaşlım, gümüş tenlim, gözüm nûru güzel yavrum

Kitâbım tâ ezelden hakkedilmiş levh-i tâbânım

Şikago'da şeb-i hasrette nâlân olduğum demler

İniltim gözyaşım hem ağlıyan şem'-i şebistânım

Nice sevmiş nice öğmüş Süleyman Hurrem'i candan

Meded hey Hurrem-i devran ne şair ne Süleymânım

Chicago, 1990

ORTAKÖY, 1993

Rusühi Bey, Mordahay, Sergis Efendi'nin

Selvi-endamlar dolaşan,

Nihavend gazeller taşan

Kat kat konaklarından,

Yükselir bu akşam çılgın tam-tamlar

Sallanır, yuvarlanır kızlar oğlanlar... ***

Teknelerin dibinde deniz anaları,

Denizi emen billur yuvarlaklar;

Uzaklarda boğazm karanlığında

Donanmış geçiyor başka bir dünya... ***

Habersiz Ortaköy'ün çılgın rüyasından

Bu gençler deryasında bazen,

Köşeyi dönenlerden bir bey geçer

Tombul hanımıyla beraber...

***

Tanrım, ne güzel bu akşam,

Bu hâyuhûy, bu kızlar...

Elmas taneleri köprüde

Avizeler, yıldızlar...

Lâhutî bir mücevher

Lacivert sular ortasmda

Ortaköy Camii ser-be-ser...

Köşelerde nûrânî sütunlar

Bu dünyaya yabancılar...

Şahane çeşmesi Ortaköy'ün pür-satvet

Padişahlar asrından,

Ağlar gibidir, giden çağlara hasret...

Birden hoparlörden

Yankılar Allahüekber

Bastırır hâyuhûyunu gafillerin...

Demir parmaklığın mâverâsmda

Avluda lâhavler çeken

Ezanla salâta giden Emekliler, emeksizler...

***

Kenarda kalın zincir

Demir babalar

Üzre oturmuş

Blucinli kızlar,

Bir elinde pepsi,

Bir elinde kumpir...

Ötede yağma ekonomisine

Şimşekler çakar Eski solcular...

Arkada köşecikte kitap sergileri,

Rengârenk kapaklar,

Marx'tan Pasquaglia'ya kadar,

Yan yana, üst üste Gözümün nuru kitaplar.

***

Bir yağmur çiseler aniden,

Mavicinli kızlar, delikanlılar

Kaçar tenteli kahvelere

Tavla şakırdayan...

***

Sıyrıldım bir an

Uğultudan, ezandan,

Kahkahalardan, taş sütunlar gibi

Kaldım boşluğunda zamanın;

Mahşerin sessizliği,

Birbirine sarılmış eller, vücutlar.

Sessiz kahkahalar.

Neden, neden Tanrım mutluyum ancak

Elimde sıcak eli onun

Olduğu zaman;

Kalbimiz avucumuzda atan,

Bakışıp deriz

Durmasın bu an...

Şimdi solmuş resimler gibi

Geçmiş zaman.

Kaynak: Kültür ve Sanat Dergisi, Türkiye İş Bankası, Sayı: 36, Aralık 1997, s. 4-9.

Şair ve Patron kitabım Sayın İskender Pala tarafından eleştirildi. Bunun üzerine bu beyti yazdım:

Ben bekler iken bir nice takrîz balalardan

Gelmiş bize bir darbe-i ta'riz Palalardan

ŞAİR KİMDİR?

Kendi başıma kalıp düşlere daldığım zaman sormuşumdur. İnsan ne zaman şairdir? Gerçek şair kimdir? Her insan yaşamının bazı anlarında şairleşir. İnsan, yaşamının bazı müstesna anlarında o bencil egosundan sıyrılıp, doğaya, kâinata, Tanrı gibi yukarıdan bakabilir. O anlar, insanın öteki canlı­lar gibi sırf yaşamım sürdürme içgüdüsüyle koşuştuğu zamandan ayrıdır. O anlar, öteki insanların doğaya sırf bencil duygularla koşup, didindiği zaman değildir. O anlar, insanın bir çiçeğin hayranlık veren güzelliğine, kopup gelen ve kıyıda bembeyaz dağılan dalgalara sakin bir gecenin derinliğinde pırıldayan yıldızlara, ya da bir çocuğun o içten gülümsemesine, bir gecenin sonunda ufku aydınlatan ışıklara, ya da sevgilinin güzel hatlarına bakıp da maveraya uçtuğu anlardır. O anlar, şiir anlarıdır. O anlan, sanırım, yalnız şairler yaşar. Yunus yaşar, Karacaoğlan yaşar. Acaba hayvanların da böyle anlan olur mu, diye düşündüğüm olur. Dişisini inanılmaz melodilerle çağıran kuşcağızdaki yaşam sevinci, yaşam coşkusu şairâne değil midir? Sıradan insanın günlük hayatın hay u huyunda, acaba hiç böyle anlan olur mu, diye düşünürüm. Bebeğin dudaklarına göğsünü veren annenin o muhteşem anı, o derin şef­kati, gerçekten bir şiirdir. O, bunun hazzını yaşar ama onu ifade etmez. Şair, insanlar arasmda doğada olmayanı yaratan gerçek yaratıcıdır. Tanrı herhalde bir şair olmalı. Tanrı yarattığı güzelliklere yukandan bakıp sürekli haz içinde­ki varlık olmalı. O, en güzeli, en mükemmeli yaratmaya özenmiyor mu şair gibi? 

Bütün canlılar dar bir varolma kaygısı içinde esirdir. Ama öyle bir insan var ki, ya da insanda öyle anlar var ki Tanrı gibi hürdür, duyar ve yaratmak ister. Tanrıyla yarışır, Tanrı'nın yarattığı doğanın üzerinde hiç bilinmeyen, hiç görünmeyen şeyi duyar, onunla coşar, tanrılaşır. İşte o şairdir. 

 

Kaynak: Halil İnalcık, Tarihe Düşülen Notlar…Konuşmalar…1947-2014…Cilt I


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar