ÂLEMİN HÜKÜMDARI...DİNLERDE MERKEZ SEMBOLİZMİ
1
BATI'DAKİ 'AGARTTHA' KAVRAYIŞINA DAİR
Saint-Yves
d'Alveydre'in öldükten sonra 1910'da [1]
yayınlanan Mission de
l'Inde adlı eserinde,
Agarttha adlı gizemli bir inisyatik merkezin tasviri yapılır. Hatta, bu kitabı
okuyan birçok kişi burada bahsedilen şeyin tamamen hayalî bir yer olduğunu,
gerçekle hiçbir alakası olmayan kurgu türü bir şey olduğunu düşünmüşlerdir.
Gerçekten de, şayet verileri harfiyen değerlendirecek olursak, sadece zahire bakarak
hükmedenler için burada bahsedilen şeylerde gerçek dışı şeylerin olduğu hükmü,
bu kimselerce, çıkarılabilir. Acaba, Saint-Yves'in kendisi de uzun zaman önce
yazmış olduğu bu eseri yayınlamama konusunda sağlam gerekçeleri var mı idi?
Diğer yandan, o güne kadar Avrupa'da, Agarttha'dan ve onun şefi olan
Brahmatma'dan, pek fazla ciddi bir yazar olmayan ve bu konularda otorite sahibi
olmayan Louis Jacolliot'dan başka kimse bahsetmemişti.[2]
Bize göre, bu kimse Hindistan'daki ikameti esnasında bu şeylerden bahsedildiğini
duymuştu. fakat diğer bilgilerde olduğu gibi bu bilgileri de kendi uçuk
anlayışı çerçevesinde düzenlemişti. Ancak, 1924'te çok yeni ve hiç beklenmedik
bir vakıa meydana geldi: M. Ferdinand Ossendovvski'nin 1920 ve 1921'de Orta
Asya'ya gerçekleştirmiş olduğu çok hareketli seyahatlerinde uğradığı yerleri
anlattığı Betes, Hommes
et Dieux adlı eseri,
özellikle son kısmında Saint-Yves'in bahsettikleri ile hemen hemen aynı
anlatıları içermektedir. Bu eser çerçevesinde koparılan gürültü, o güne kadar
Agarttha meselesi üzerine çökmüş olan sessizliğe nihayet bir son verecek
hayırlı bir vesilenin ortaya çıkmasına neden olmuştu. Tabiatıyla, septik
zihniyette veya kötü niyetli olanlar Bay Ossendovvski'ye doğrudan doğruya ve
açıkça Saint Yves'den intihaller yaptığı yönünde suçlamalarda bulunmada
gecikmediler; buradan hareketle de her iki eserdeki benzer metinlerin dökümünü
yaptılar. Gerçekten de, oldukça fazla sayıda pasaj, detaylarına kadar
şaşılacak derecede birbirine benzerlik arz etmektedir. Öncelikle, bizzat Saint-Yves'in
kendi kitabında dahi gerçek dışı gibi görülebilecek olan bir husus var; yani,
kolları kıtaların ve okyanusların dahi altına kadar her tarafa ulaşan bir yer
altı dünyasının varlığından söz edilmektedir; öyle ki, bununla yeryüzündeki
bütün bölgeler arasında görünmeyen iletişimler sağlanmaktadır; kaldı ki Bay
Ossendovvski bu ifadeleri kendi hesabına söylemediği gibi bunlar hakkında ne
düşeneceğini bilmediğini de ifade etmektedir; o, bu ifadeleri seyahatleri
esnasında karşılaştığı kimselere atfetmektedir. Bu benzerlikler daha detay
konulardan olan ve eskiden Agarttha'da[3]
yaşadıkları kabul edilen Bohemyalılar'ın kökenlerinin ele alındığı, 'Dünyanın
Hükümdarı'nın selefinin mezarı başında bulunduğu konusunun işlendiğine benzer
daha birçok konu vardır. Saint-Yves'in aktardığına göre, 'Kozmik misterlerin'
yer altı kutlamaları esnasında öyle anlar vardır ki, o esnada çölde seyahat
edenler durur, hayvanlar ise seslerini keserler.[4]
Bay Ossendovvski, böyle genel bir saygı duruşunun yaşandığı anlardan birine
bizzat kendisinin şahit olduğunu temin ederek aktarmaktadır. İlginç bir
tevafuk olarak özellikle bugün mevcut olmayan ve olağanüstü insanlarla hayvanların
bir arada yaşadığı bir ada hikâyesi vardır: Burada Saint-Yves, Diodore de
Sicile'den naklen Iambule'ün seyahatinin özetini aktarır; oysa Bay
Ossendovvski, Nepalli bir eski budistin seyahatinden bahseder. Öyle ki, her
ikisinin de aktardıkları tasvirler birbirinden çok az farklılıklar arz
etmektedir. Şayet, bu hikâyenin birbirinden oldukça uzaktaki kaynaklardan gelen
iki versiyonu var ise, bu durumda onları bulup birbiriyle itina ile mukayese
etmek ilginç olsa gerek.
Bu eserlerdeki bütün benzerliklere dikkat
çektik, ancak burada hiçbir şekilde gerçek bir intihalin olduğu yönünde bizde
bir kanaat oluşmamıştır. Zaten, bizim buradaki niyetimiz, temelde bizi çok uzaktan
ilgilendiren bir tartışmaya girmek değildir. Bay Ossendovvski'nin bizzat
bizlere aktardığı müşahedeler dışında, bizler çok farklı kaynaklardan bu tür
hikâyelerin Moğolistan'da ve bütün bir Orta Asya'da çok yaygın olduğunu
bilmekteyiz. Hemen şu ilâveyi yaparak belirtelim ki, buna benzer şeyler hemen
hemen bütün halkların geleneklerinde mevcuttur. Diğer yandan, şayet
Ossendovvski, Mission
de l'lnde adlı eseri
kısmen kopyalamış olsaydı, neden çok vurucu birtakım noktalara eserinde yer
vermediğini anlayamıyoruz. Aynı şekilde, neden bazı kelimelerin şekillerini
değiştirdiğini de, meselâ Agarttha yerine Agharti gibi, anlayamıyoruz. Oysa bu
olayın daha iyi açıklaması, Ossendovvski'nin rivayet kaynağı moğol iken, Saint-Yves'in
kaynağının Hindular olmasıdır (zira, bizler Saint-Yves'in en az iki Hindu ile
temasta olduğunu bilmekteyiz).[5]
Aynı şekilde, inisyatik hiyerarşidekibaşkanı tarif için neden 'Dünyanın
Hükümdarı' ifadesini kullandığını da bilmiyoruz. Zira bu isim, Saint Yves
tarafından hiç kullanılmamaktadır. Bazı alıntıların olduğunu kabul edecek
olsak bile, bazen Ossendovvski'nin aktardığı bazı şeyler var ki Mission de l’Inde' de bunun
karşılığı yoktur. Bunlar öyle şeyler ki, kendisinin bütün bu parçaları
uydurması mümkün değildir; kaldı ki, kendisi doktrinlerden çok politikayla
meşguldü ve ezoterizmle ilgili hiçbir şey bilmemektedir. Öyle ki, aktardığı
şeylerin gerçek mahiyeti hakkında hiçbir fikre sahip olmadığı apaçıktır.
Meselâ, Dünyanın Hükümdarı tarafından fî tarihinde 'siyah bir taşın' Dalai
Lama'ya gönderilmesi, oradan Moğolistan'daki Urga'ya nakledilmesi ve aşağı
yukarı yüz yıl önce kaybolması konulu bir rivayet yer almaktadır.[6]
Oysa, birçok gelenekte 'siyah taşlar' önemli bir rol oynamaktadırlar:
Kibele'nin sembolü olmaktan Mekke'deki Kabe'ye yerleştirilen siyah taşa kadar.[7]
İşte başka bir örnek daha: Urga'da ikamet eden BogdoHan ya da 'Yaşayan
Buda'da, birçok kıymetli eşyalar yanında, üzerinde svastika'nın kazınmış olduğu
CengizHan'ın yüzüğü ile 'Dünyanın Hükümdarı'nın mührünün olduğu bakır bir
plâket de yer almaktadır. Öyle anlaşılıyor ki Bay Ossendovvski, bu eşyalardan
sadece birini görmüş, diğerinin varlığını düşünmesi ise oldukça güç olurdu:
Burada tabiî olarak aklına altın bir plâketten bahsetme fikri gelemez miydi?
Bu giriş mahiyetindeki birkaç tespit,
meramımızı aktarmak için yeterlidir. Zira biz, her türlü polemik ve şahıslara
ilişkin her türlü tartışmadan uzak durmak istiyoruz. Burada Bay Ossendovvski
ile Saint-Yves'i zikrediyorsak bu, onların söylediklerinin birtakım tespitler
yapmada bir başlangıç noktası teşkil edebileceği nedeniyledir; yoksa ne biri ne
de öteki ile uzaktan yakından hiçbir alâkası yoktur. Kaldı ki, meselenin
kendisi onların şahsının olduğu gibi hesaba katılması bile gerekmeyen bizim de
şahsımızın ötesinde bir boyuta sahiptir. O şahısların eserleri ile ilgili boş
sayılabilecek herhangi bir 'metin tenkidi' faaliyetine girişmek istemiyoruz.
Aksine, bildiğimiz kadarıyla, başka hiçbir yerde olmayan bazı tespitlere
dikkat çekmek istiyoruz. Öyle ki, bu tespitler Bay Ossendovvski'nin 'sırların
sırrı' dediği şeyi bir ölçüde aydınlatmada yardımcı olabilir.[8]
2 HÜKÜMDARLIK VE BAŞRAHİPLİK (PONTİFİCAT)
Dünyanın Hükümdarı' unvanı, en yüksek, en
tam ve en kesin anlamıyla ele alındığında bu isim tam olarak ilk ve evrensel
Kanun Yapıcı Manu için kullanılır. Bu ismin çeşitli
şekillerde kullanılması birçok eski halklarda da görülmektedir. Burada hemen
bir örnek olarak Mısırlılar'daki Mina
ve Menes kelimelerini, Keklerin Menv kelimesini
ve Yunanlıların Minos kelimesini hatırlatabiliriz.[9]
Zaten bu isim, hiçbir şekilde tarihî ya da şu vaya bu şekilde efsanevî bir
kahramana işaret etmemektedir. Gerçekte onun işaret ettiği şey, bir ilkedir:
Saf manevî Nur'u düşünen ve bizim dünyevî şartlarımız ile içinde bulunduğumuz
varlık devresine uygun Kanun (Dharma)
yapan Kozmik Akıl'dır. O,
aynı zamanda hassaten düşünen varlık (Sanskritçe'de manava)
olarak kabul edilen
insanın da arketipidir.
Diğer yandan, burada özellikle belirtilmesi
gereken diğer bir şey ise, bu ilkenin yeryüzündeki bir manevî merkez ya da
kaynağı 'insan olmayan' (apauruseyd)
kutsal geleneğin ambarını
bütünüyle korumakla görevlendirilmiş bir teşkilat tarafından tezahür
ettirilebilir olmasıdır. Öyle ki, ilk hikmet (sagesse) çağlar boyunca onu kabul
edebilecek durumda olanlara bu vasıtayla iletilir. Böyle bir teşkilatın başı,
bir şekilde Manu'yu bizzat temsil ederek, onun unvanını ve sıfatlarını taşıma
hakkına sahiptir. Ayrıca, görevini ifa için gerekli olan bilgi derecesine
ulaşmakla, âdeta insanî bir tezahürü imiş gibi ilke ile gerçekten aynileşir, ve
bu durumda kendi bireyselliği kaybolur. Saint-Yves'in işaret ettiği gibi şayet
bu merkez yani Aggarttha, fî tarihinde
mevcut olan Ayodhyâ'da ikamet eden ve kökenini günümüz devresinin
Manu'su olan Vaivasvata'ya kadar götüren kadim 'güneş hanedanlığının (Sûryavanşa) varisi ise, Agarttha'da da durum aynıdır.[10]
Saint Yves, daha önce de belirttiğimiz
gibi, Agarttha'nın yüce başkanını ''Dünyanın
Hükümdarı' olarak takdim
etmemektedir; onu 'Hükümdar Başrahip' (Souverain Pontife) olarak takdim etmekte
ve ayrıca onu bir 'Brahman Kilisesi'ni başı olarak zikreder ki, böyle bir
isimlendirme biraz fazlaca batılılaştırılmış (occidentalisee) bir
kavramsallaştırmadır.[11]
Bu son tespit bir tarafa bırakılacak olursa, onun söyledikleri bir yönüyle Bay
Ossendowski'nin söylediklerini tamamlamaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, her ikisi
de kendi ağırlıklı meşguliyetleri ve eğilimlerine uygun olan yönüyle olayı
görmüşlerdir. Zira, gerçekte burada söz konusu olan çift yönlü bir güçtür, yani
aynı anda hem rahiplik hem de Hükümdarlık gücü. Kelimenin gerçek anlamıyla
'başrahiplik' (pontifical) unvanı, evleviyetle inisyatik hiyerarşinin
başkanına aittir. Bu ise birtakım açıklamaların yapılmasını gerektirmektedir:
Sözlük anlamıyla pontifex (başrahiplik) 'köprü inşa eden / kuran' kimsedir;
Romalılar'a ait bir unvan olarak köken itibarıyla bir şekilde 'Masonik' bir
unvandır. Ancak, sembolik olarak, aracılık görevini yerine getiren anlamını taşır;
bu dünya ile yüksek âlemler arasındaki iletişimi kuran kişidir.[12]
Bu anlamda, 'semavî köprü' olarak gök kuşağı, 'başrahipliğin' (pontificat)
tabiî bir sembolüdür. Öyle ki, bütün gelenekler hemen hemen tamamen aynı anlamları
yüklemektedirler: Meselâ İbraniler'de, Tanrı ile halkı arasında varılan
antlaşmanın (ahitleşme) teminatıdır; Çin'de Gök ile Yer'in birliğinin
işaretidir; Yunanlılar'da, 'tanrıların habercisi' olan Iris'i temsil
etmektedir; hemen hemen her yerde, Iskandinavlar'da olduğu gibi Persler'de ve
Araplar'da, Orta Afrika'dan Kuzey Amerika'daki bazı halklara kadar gök kuşağı,
hissedilebilir âlem (monde sensible) ile hissedilebilirüstü âlem
(suprasensible) arasını birbirine bağlayan köprüdür.
Diğer yandan, rahiplik ve hükümdarlık
güçlerinin birleşmesi Lâtinler'de Janus sembolizminin bir tezahürü ile temsil
edilmekte idi. Bu sembolizm, oldukça girift ve birden fazla anlama sahiptir.
Altın ve gümüş anahtarlar aynı ilişki çerçevesinde mütenasip olarak her iki
inisyasyona tekabül etmekte idi.[13]
Hindu terminolojisi ile söyleyecek olursak, burada söz konusu olan Brahmanlar
ile Kşatriyalar'ın takip ettikleri yol kastedilmektedir. Ancak, hiyerarşinin
tepesinde ortak prensipte buluşulmaktadır. Öyle ki burası, her türlü tefrikin
ötesinde, her ikisinin de kendilerine nispet edilen vasıfların kaynağıdır.
Zira,nerede uygulanırsa uygulansın her türlü haklı otoritenin kaynağıdır. Aynı
şekilde, Agarttha'nın inisyeleri birer ativarna'dır
yani 'kastlarötesi'dirler.[14]
Orta Çağ'da, otoritenin birbirini
tamamlayan her iki tarafının da bir arada bulunduğu bir ifade vardır ki burada
hatırlatmaya değerdir: O dönemlerde sık sık 'Rahip Yahya'nın Hükümdarlığı'[15]
diye isimlendirilen gizemli bir ülkeden bahsedilmekte idi. O zamanlar, söz
konusu merkezin 'dış örtüsünün' büyük çapta (doğru ya da yanlış bir isimlendirme
ile) Nesturi'ler ve Sabiflerce[16]
teşekkül ettiği bir dönemdir. Gerçekten de, Sabiîler kendilerine
"Yahya'nın Mandaîleri" ismini vermekte idiler; yani 'Yahya'nın
şakirtleri'. Burada başka bir noktaya daha dikkati çekmek isteriz: İlginçtir
ki, dışa kapalı karakterdeki birçok Doğulu gruplar, meselâ İsmailîler veya
'Dağın İhtiyarı'nın şakirtlerinden Lübnan'daki Dürziler'e kadar hepsi de,
batıdaki şövalye tarikatleri gibi, 'Kutsal Topraklar'ın Bekçileri' unvanını taşımaktadırlar.
Bundan sonra yapacağımız açıklamalar bunun ne anlama geldiğini daha da açık
hâle getirecektir. Görünen o ki Saint-Yves, "Agarttha'nın Tapınakçıları"ndan
bahsederken kendisinin bile tahmin edemiyeceği çok yerinde bir isim bulmuştur.
Biraz önce kullandığımız 'd.ş örtü' ifadesine şaşırmamak için burada hemen
ekleyelim ki, şövalye inisiyasyonunun özü itibarıyla bir Kşatriya inisyasyonu
olduğuna dikkat çekmek isteriz. Bu da, aşk sembolizminin neden bu kadar baskın
bir rol oynadığını açıklamaktadır.[17]
Son tespitler bir yana, bir kimsenin hem
rahip hem de hükümdar olması fikri, Batı'da çok yaygın olan bir fikir değildir.
Oysa bu, bizzat Hristiyanlığın kökeninde çok çarpıcı bir şekilde
'HükümdarMecuslar' (RoiMages) ile temsil edilmiştir. Orta Çağ'da bile (zahiren
de olsa) güç (otorite) papalık ile imparatorluk arasında taksim edilmiş
vaziyette idi.[18]
Böyle bir taksim, şayet yerinde bir ifade olarak görülecek olursa, yukarıda
tamamlanmamış bir organizasyonun işareti olarak değerlendirilebilir. Zira, her
iki gücün de kendisine bağlandığı ve onlardan önce gelen bir ilkenin
olmadığını görmekteyiz. Demek ki, gerçek yüce güç bunlardan ayrı bir yerde
olması gerekmektedir. Doğu'da, hiyerarşinin tepesinde böyle bir ayrımın vukuu,
aksine, oldukça istisnaidir. Ancak, bazı Budist anlayışlarda buna benzer
durumlarla karşılaşılmaktadır. Burada, Budalık ile Şakravartilik ya da evrensel
monarklık arasındaki uyumsuzluğa dikkati çekmek istedik. Zira rivayete göre,
ŞakyaMuni bir ara biri ile diğeri arasında seçim yapmak zorunda kalmıştı.[19]
Burada, Budist bir kavram olmayan
Şakravarti kavramının, Hindu geleneğine uygun olarak Manu'nun fonksiyonu ya da
onun temsilcileri için kullanıldığını belirtmeliyiz. Kelime anlamıyla
Şakravarti, 'tekeri döndüren' anlamına gelmektedir. Yani, her şeyin merkezinde
yer almak suretiyle, bizzat kendisi katılmadan hareketi yönlendirenya da
Aristo'nun ifadesini kullanacak olursak, 'hareket etmeyen hareket
ettiricidir'.[20]
Biz özellikle şuna dikkati çekmek
istiyoruz: Söz konusu olan merkez, bütün geleneklerin sembolik olarak 'Kutup'
diye tanımlanmasında ittifak ettikleri sabit noktadır. Zira dünyanın rotası
onun etrafında gerçekleşmektedir. Bu durum, genellikle bir teker ile temsil
edilmektedir; bu, Keltler'de olduğu gibi Kildaniler'de ve Hindular'da da bu
şekildedir.[21]
İşte, Uzak Doğu'dan Uzak Batı'ya kadar her yerde kullanılan ve gerçekte
'Kutup'un simgesi' olan svastika'nın gerçek anlamı da budur.[22]
Belki de Avrupa tarihinde ilk kez burada svastika'nın gerçek anlamı verilmiş
olmaktadır. Çağdaş bilginler, bu sembolü en fantazi teorilerle boş yere
açıklamaya çalıştılar. Onlardan birçoğu, sabit bir fikre kapılarak, bu ve başka
birçok yerde bütünüyle 'güneş'e[23]
ait bir işaret görmek istediler. Oysa, her ne kadar bazen bunu temsil etmiş
olsa da, bu sadece arızî ve çarpık bir şekilde olmuştur. Bazıları
ise,svastika'nın hareketin sembolü olduğunu söylemekle hakikate daha çok
yaklaşmışlardı. Ancak, her ne kadar yanlış olsa da bu yorum eksiktir. Zira
burada söz konusu olan sıradan bir hareket değildir. Aksine, hareket etmeyen
bir eksen ya da bir merkez etrafında gerçekleşen bir harekettir söz konusu
olan. Tekrar edecek olursak, söz konusu sembol ile doğrudan alâkalı olan asıl
unsur, sabit olan noktadır.[24]
Biraz önce açıkladığımıza göre, 'Dünyanın
Hükümdarı'nın özü itibarıyla emredici ve düzenleyici bir fonksiyonu olması
gerektiğini anlayabiliriz (nitekim cümle içerisinde kullandığımız son kelimenin
regulatrice rex ve regere kelimeleri ile aynı köke sahip olduğunu
fark edebiliriz.) Bu fonksiyon, 'denge' veya 'uyum' kelimeleri ile özetlenebilir
ki, bu Sanskritçe'deki Dharma
kelimesine tekabül
etmektedir.[25]
Bizim buradan anladığımız şey bunun, değişmeyen yüce İlke'nin zahir
âlemdeki bir yansıması olduğudur. Yine aynı tespitlerden, 'Dünyanın
Hükümdarı'nın temel vasfının neden "adalet" ve "barış"
olduğunu da anlamış oluyoruz; zira, her iki kavram da "insanın içinde
bulunduğu âlem"de {mânavaloka)
bu denge ve uyumun tezahür
ettiği iki surettir.[26]
Burada önemli bir noktaya temas etmiş bulunuyoruz. Genel açılımları bir yana,
birtakım kuruntuya kapılanlara hatırlatmak isteriz ki, Bay Ossendovvski'nin
eserinin son satırları burada belirtilenlerin âdeta birer yankısıdır.
3'ŞEKİNA' VE 'METATRON'
Anlayışları
birtakım önyargılarla sınırlanmış olan bazı çekingen zihinler, bizzat 'Dünyanın Hükümdarı[27] ifadesinden tedirginlik duydular. Bu ifade
ile İncil'de yer alan Princeps
hujus mundi ile hemen bir
alâka kurdular. Tabiî ki, böyle bir benzetme hem yanlıştır hem de temelden
yoksundur. Burada bu müşkili gidermek için hemen ifade edelim ki, bu 'Dünyanın Hükümdarı[28] ifadesi, Ibranice'de ve Arapça'da, bizzat
Tanrı için kullanılmaktadır.[29]
Bu arada, bazı ilginç tespitler olabileceği için, burada ibranî
Kabbalası'ndaki 'semavî aracılar' teorisine dikkat çekmek isteriz. Bu
teorilerin zaten ele aldığımız bu araştırma ile doğrudan alâkaları vardır.
Söz konusu 'semavî aracılar', Şekina ile
Metatron'dur. En geniş anlamıyla Şekina'nın, İlâhiliğin (Divinite) 'gerçek
huzuru' anlamına geldiğini hemen
belirtmeliyiz. Kitabı Mukaddes'de kullanıldığı yerlerde bu kelime, özellike
bir manevî merkezin tesisi ile alâkalı olarak geçtiğini unutmamak gerekir:
Toplanma Çadırı'nın yapımı, Süleyman ve Zorobabel'in Tapınaklarının inşasında
olduğu gibi. Belli şartlar çerçevesinde yapımı gerçekleşmiş olan böyle bir
merkez, elbette daima 'Aydınlık' (Nur / Lumiere) ile temsil edilen ilâhî
tezahürün tecelligâhı olmalı idi. Burada, Masonluğun hâlâ kullandığı 'çok
aydınlık ve çok düzenli' ifadesinin kadim ruhban bilimine ait bir hatıra olduğu
ve bunun sadece Yahudiler'e ait bir şey olmadığını belirtmek ilginç olacaktır.
Bu konunun üzerine ileride tekrar döneriz. Burada, 'manevî etkiler' teorisi
üzerinde durmak istemiyoruz (biz, İbranice bir kelime olan baraköf un tercümesi için
'kutsamalar' yerine bu ifadeyi uygun görüyoruz. Arapça'daki bereket kelimesi ise bu
kelimenin hâlâ gerçek anlamını taşımaktadır). Ancak, olayları sadece bu
zaviyeden ele alacak olsak dahi, Bay Vulliaud'nun La Kabbale juive adlı eserinde naklettiği
Elias Levita'nın sözünü açıklama imkânı olabilir: 'Kabbala'nın üstatları, bu
konuda çok büyük sırlara sahiptir.'
Şekina kendini çok
değişik şekillerde dışa vurur. Bunlardan iki tanesi çok dikkati çekmektedir
ki, biri içsel (batın) diğeri dışsaldır (zahir). Diğer yandan, Hristiyan
geleneğinde bir cümle vardır ki, bu her iki tezahürü açıkça ortaya koymaktadır:
'Gloria in excelsis deo,
et in terra Pax hominibus bonae voluntatis.' Burada kullanılan Gloria ve Pax kelimeleri, İlke'ye nispetle içsel tarafa işaret ederken,
görünür âleme nispetle zahir yöne işaret etmektedirler. Bu sözleri bu şekilde
anladığımızda, bunların neden Melekler (Malakim) tarafından 'bizdeki' ya da
'bizlerle birlikteki Tanrı'nın (Emmanuel) doğumunu ilân etmek için
kullandıkları hemen anlaşılabilir. Birinci özellik ile ilgili olarak,
ilâhiyatçıların 'ru'yet'in (vision beatifique) kendisi ile ve kendisinde
gerçekleştiği 'izzet nuru'nu (lumiere de gloire) da hatırlatabiliriz. İkinci
özellik ile ilgili olarak ise; biraz önce işaret edilen 'Barış'a atıfta
bulunulabilir ki, bu aynı zamanda batınî anlamı itibarıyla bu dünyada (in
terra) kurulmuş olan manevî merkezlerin temel vasıflarından biri olarak her
yerde mevcuttur. Zaten, Arapça bir kavram olan 'Sekine', ki o aynı zamanda
İbranice'deki Şekina ile aynıdır, 'Büyük
Barış' olarak tercüme edilir. Bu ise, GülHaç'lardaki Pax Profunda'mn tam karşılığıdır.
Buradan ise, onların 'Kutsal Ruh'un Mabedi' ile neyi kasdettikleri herhalde
açıklanmış olmaktadır. Aynı şekilde, İncil'in birçok yerinde geçmekte olan
'Barış'[30]
ifadelerinin de kesin olarak ne anlama geldiği tam olarak
yorumlanabilmektedir. Öyle ki, 'Şekina'ya ilişkin gizli geleneğin Mesih'in nuru
ile birtakım alâkası olduğu' da anlaşılmaktadır böylece. Bay Vulliaud, bu son
tasvirleri yaparken söylediği,[31] bu
geleneğin 'sadece Pardes'e giden yolun takipçilerine mahsus olduğunu'
söylemesinin hiç gerekçesi yok mudur? Buradaki Pardes, ileride de göreceğimiz
üzere, yüce manevî merkez anlamına gelmektedir.
Bu, yine aynı konu ile
alâkalı başka bir tespitte bulunmayı gerektirmektedir: Bay Vulliaud, daha
sonraki satırlarda 'Yubil[32] ile
alâkalı bir sır'dan bahsetmektedir ki, bu da bir anlamda 'Barış' fikri ile alâkalıdır
ve bu konu ile ilgili Zohar'daki
(III,
52b) 'Eden'den çıkan nehir, İobel adını taşımaktadır' cümlesini ve Yeremya'daki (XVII, 8): 'ırmak
kenarında köklerini salar' metnini aktarmaktadır. Buradan ise, 'Yubil'in
merkezî fikrinin, her şeyin ilk hâline tekrar getirilmesidir.' Burada söz
konusu olan şeyin, bütün geleneklerde var olan 'ilk hâle' geri dönüş olduğu
aşikârdır. Bu konu üzerinde, Dante'nin
Ezoterizmi* adlı eserimizde durma fırsatımız olmuştu. Bizim, 'her şeyin ilk hâline
geri dönmesi mesihî çağda olacaktır' derken ne kastettiğimizi, söz konusu
çalışmamızı okuyanlar, bizim 'yeryüzü cenneti' ile 'Semavî Kudüs' arasındaki
ilişkiler hakkında söylediklerimizi hatırlayacaklardır. Zaten, gerçekte bütün
bunlarda söz konusu olan şey, çevrimsel tezahürdeki çeşitli evrelerde ifade
edilen, bu dünyanın merkezi olan Pardes'tir. Bütün halkların geleneksel
sembolizmi bunu, varlığın merkezi ve 'ilâhî mesken' olan (Hindu doktrininde
Brahmapura) kalp ile mukayese eder. Aynı şekilde, onun bir sureti olan Toplanma
Çadırı bu nedenle İbranice'de mişkan,
diğer
bir ifadeyle 'Tanrı'nın meskeni' adıyla anılmaktadır ki, bu kelime ile Şekina
kelimesi aynı köktendir.
Diğer bir bakış açısına
göre Şekina, Sefiröt'un sentezidir. Sefirot ağacında 'sağdaki sütun', Rahmet
tarafını temsil ederken; 'soldaki sütun', Gazap[33] yönünü
temsil etmektedir. Bu her iki tezahürü Şekina'da da bulmaktayız. Hemen
belirtelim ki, bu ifadeleri bir şekilde daha önceki açıklamalarla
irtibatlandırmak için, Gazap'ın Adalet'le, Rahmet'in ise Barış'la bir alâkası
kurulabilir.[34] 'Şayet
insan, günah işler ve Şekina'dan uzaklaşırsa, Gazap'a bağlı güçlerin (Sârim)
hakimiyeti altına girer.'[35] İşte o
zaman Şekina, 'gazap eli' olarak isimlendirilir ki bu bize derhâl çok bilinen
bir sembol olan 'adalet eli' ifadesini hatırlatmaktır. Aksine, 'şayet insan
Şekina'ya yaklaşırsa, kendisini azat eder', ve Şekina bu durumda Tanrı'nın 'sağ
eli'dir, yani 'adalet eli' bu durumda 'kutsama eli' olur.[36] Burada
söz konusu olan, 'Adalet Evi'nin (BeytDin) sırlarıdır ki, bu da yüce manevî
merkezin diğer bir ifadesidir.[37] Burada
herhalde açıklamaya gerek kalmayacak şekilde anlaşılmaktadır ki, biraz önce
belirtilen iki taraf, Hristiyanlık'taki 'Hesap günü' tasvirlerinde, ifade
edilen 'seçilmişler' ile 'lanetlenmişler'dir. Bunu aynı zamanda Pisagorcular'ın
'Y' harfi ile tasvir ettikleri iki yön ile; ya da, zahirî olarak ifade edilen
Erdem ve Şer arasındaki Herkül mitosu ile; ya da aynı şekilde, Lâtin'lerde
Janus sembolizmi ile birlikte kullanılan semavf ve yer altı (cehennem)
kapıları şeklindeki iki kapı ile;[38] veya,
Hindular'da Ganeşa[39]
sembolizmi ile irtibatlı olan aşağı inen ve yukarı çıkan çevrimsel iki devre
ile mukayese edebiliriz. Sonuç itibarıyla, bütün bu açıklamalardan sonra,
Stoacılar'dan Kant'a kadar yapılmış olan her türlü felsefî, ahlakî ve zahirî
yorumları bir tarafa koyacak olursak; 'sağ duyulu' ya da 'iyi niyet' (lPax hominibus bonae
voluntatis\ ayrıca bizim biraz önce işaret ettiğimiz sembollere ilişkin daha başka
bilgilere sahip olanlar, Noel bayramının kış gündönümüne rastlamasının boşuna
olmadığını fark edeceklerdir) gibi ifadelerin gerçekte ne anlama geldikleri
daha kolay anlaşılacaktır.
'Kabbala, Şekina'ya
kendisi ile aynı isimleri ve bu nedenle de aynı özellikleri taşıyan bir eş
vermektedir'; tabiatıyla, Şekina'ya göre birçok farklı özelliği de vardır.[40] Onun
adı Metatron'dur. Bu ismin sayısal değeri 'Herşeye Gücü Yeten' anlamındaki
Şadday[41] ile
aynıdır (bu ismin, İbrahim'in Tanrı'sına ait olduğu söylenmektedir). Metatron
kelimesinin etimolojisi kesin olarak bilinmemektedir. Bu konuda ileri sürüen
çeşitli hipotezler arasında en ilginç olanlardan bir tanesi, bu ismi
Kildanice'deki Mitra'dan türetmektedir ki bu 'yağmur' anlamına gelmektedir,
ancak kök itibarıyla bir yönüyle 'ışık' (nur) kelimesi ile de bir ilişkisi
vardır. Şayet durum böyle olsa dahi, Hindu ve Zerdüştlük'teki Mitra'ya
benzemesi dolayısı ile Yahudiliğin yabancı doktrinlerden yaptığı bir alıntı
sonucuna varmak için yeterli bir gerekçe sunmamaktadır. Zira, farklı gelenekler
arasında var olan ilişkiler bu kadar zahirî bir şekilde ele almamak gerekir. Bunu,
hemen hemen bütün geleneklerde 'manevî etkiler'in Gök'ten Yer'e inmesinin
sembolü olarak yağmura atfedilen rolün açıklamasında da hatırlatabiliriz. Konumuzla
ilgili olarak, meselâ İbranî doktrin, 'Hayat Ağacı'ndan çıkan bir 'ışık (nur)
damlası'ndan bahsetmektedir ki, bununla ölülerin dirilişi gerçekleşecektir;
ayrıca, bütün âlemlerle iletişime geçen semavî etkiyi temsil eden 'çiğ akması'
olarak da yer almaktadır ki bu bize simyadaki ve gülhaçlılardaki sembolizmi
hatırlatmaktadır.
'Metatron kavramı,
bekçi, efendi, resul, aracı anlamlarının tamamını içermektedir'; o,
'hissedilir âlemdeki tecellilerin (theophanies) failidir' [42] ve aynı
zamanda 'Alemin Prensi'dir (Sâr haölam). Bu son ifadelerden de anlaşılacağı
üzere, konumuzdan kesinlikle uzaklaşmış sayılmayız. Daha önce açıkladığımız
geleneksel sembolizmi kullanacak olursak, şunu açıkça belirtebiliriz: Nasıl ki
inisyatik hiyerarşinin başkanı 'Yeryüzü Kutbu' ise, Metatron da 'Semavî
Kutup'tur. Bunun, diğerinde bir yansıması vardır, ve 'Alemin Mihveri' uyarınca
onunla doğrudan ilişki içerisindedir. 'Onun adı Mikail'dir ki o, Tanrı'nın
önünde yakılarak kurban edilen ve takdim edilen Baş Rahip'tir (Grand Pretre).
Yeryüzünde Israiloğulları'nın yaptığı her şey, semavî âlemde meydana gelen
olaylara uygun olarak gerçekleşmektedir. Bu dünyadaki Baş Rahip (Grand
Pontife), Merhamet'in prensi olan Mikail'i sembolize eder... Kitabı Mukaddes'te
Mikail'in tezahüründen bahsedildiği her cümlede, Şekina'nın izzeti söz konusu
edilmektedir.'[43] Burada
İsrailoğulları ile ilgili söylenen şeylerin tamamı, gerçek sünnî (orthodoxe)
bir geleneğe sahip olan bütün halklar için de geçerlidir. Hatta öyle ki, ilk
geleneğin temsilcileri buna daha çok lâyıktır, zira diğerleri ondan
ayrılmışlardır ve ona göre daha alt düzeydedirler. Bunun, daha önce
bahsettiğimiz, semavî âlemin sureti olan 'Kutsal Toprak' sembolizmi ile de
alâkası vardır. Diğer yandan, yukarıda söylediklerimize ilâveten, Metatron'da
sadece Merhabet özelliği yoktur; o, ayrıca Adalet vasfına da sahiptir. O, sadece
'Büyük (Baş) Kahin' (Kohen hagadol) değil, aynı zamanda 'Büyük Hükümdar'dır
(Sâr hagadol) ve 'semavî milislerin başı'dır. Yani, onda hem hükümdarlık
kudreti hem de ruhbanlık veya 'aracılık' fonksiyonuna tekabül eden pontiflik
ilkesi mevcuttur. Dikkat edilecek olursa, Melek yani 'hükümdar' kelimesi ile Maleak yani 'melek' veya
'gönderilmiş' kelimeleri, bir ve aynı kelimenin iki farklı şeklidir. Dahası,
Malaki yani 'benim gönderdiğim' (burada kastedilen Tanrı'nın gönderdiği, veya
'kendisinde Tanrı'nın olduğu melek' yani Maleak ha Elohim'dir) kelimesi, Mikael (Mikail) kelimesinin
anagramıdır.[44]
Burada şunu da eklemek
uygun olacaktır ki şayet Mikail, biraz önce gördüğümüz üzre Metatron ile aynı
ise, bu durumda o tek bir vasfı temsil etmektedir. Aydınlık olan vasfın
yanında, karanlık bir taraf da vardır ki, bu da Samael ile temsil edilmektedir
ve onun için Sâr haölam da denmektedir. Şimdi, en başta yaptığımız tespitlere
tekrar dönmüş oluyoruz. Gerçekten de, bu son zikrettiğimiz vasıf, yalnızca bu
özellik, aşağı seviyedeki anlamda 'bu dünyanın dehasıdır', yani İncil'de
bahsedilen Princeps hujus
mundi'dir. Metatron'un bir gölgesi olarak onunla alâkaları, çift anlama sahip
olarak aynı ismi kullanmayı meşrulaştırmaktadır. Bu, aynı zamanda neden
apokaliptik bir sayı olan 666'nın, 'Hayvan'ın
sayısı'nın, bir şemsî sayı olduğunu da açıklamaktadır.[45] Son
olarak, Hippolyte'in dediği gibi[46] 'Mesih
ve Deccal'ın, her ikisinin de amblemi aslandır' ki, bu da bir şemsî semboldür.
Aynı tespit, yılan[47] ve daha
başka birçok sembol için de kullanılabilir. Kabbalistik bakış açısına göre,
burada söz konusu olan Metatron'un biribirine zıt çift yüzüdür. Sembollerin
çift yönü şeklinde genel olarak formüle edilebilecek teoriler üzerinde fazla
duramayacağız. Sadece şunu belirtelim ki, nuranî vasıf ile zulmanî vasıfların
birbirine karıştırılması açıkça 'satanizm'dir. İşte, gerçekte bilmeden ve belki
de sadece cehaletle bu karıştırmayı yapanlar (ki sadece bir özürdür, yoksa bu
yapılanı meşrulaştırmaz), 'Âlemin Hükümdarı' isminde aşağı âleme ait
(infernale) bir anlam bulduklarını sanmaktadırlar.[48]
4ÜÇ YÜCE İŞLEV
Saint-Yves'in dediğine göre, Agarttha'nın yüce başkanı
Brahâtma ^unvanını taşımaktadır (burada Brahmâtmâ yazmak daha doğru olurdu).
Yani, 'ruhların Tanrı'nın Ruhu'ndaki desteği'. Onun iki yardımcısı, Mahâtma
yani 'Evrensel Ruh'u temsil eden' ile Mahânga yani 'Kozmos'un maddî düzeninin
tamamının sembolü'dür.[49] 'Ruh,
nefs ve beden' şeklinde Batılı doktrinlerin temsil ettiği ve burada birbirini
tamamlayıcı bir analoji ile makrokozmos ve mikrokozmos olarak uygulanan şey,
hiyerarşik ayrımdır. Burada, Sanskritçe olan bu kavramların ilkeleri temsil
ettikleri ve her ne kadar onları temsil etseler dahi kesinlikle insanlar için
kullanılamayacağı özellikle belirtilmelidir. Bu durumda dahi, bu isimler belli
bir fonksiyona işaret ederler yoksa şahıslara değil. Bay Ossendovvski'ye göre,
Mahâtma 'gelecekte vuku bulacak olayları bilmektedir', Mahânga ise 'bu
olayların sebeplerini yönetmektedir'. Brahâtma ise, 'Tanrı ile yüz yüze konuşabilir'.[50] Öyle
ki, onun (yani Brahâtma'nın) yeryüzü âlemi ile kendileri aracılığıyla yüce
İlke'ye[51]
ulaşılabilen yüksek varlık mertebeleri arasında iletişimin gerçekleştiği yerin
tam merkezinde yer aldığı hatırlanacak olursa bunun ne demek olduğu daha kolay
anlaşılacaktır. Zaten, şayet 'Alemin Hükümdarı' ifadesi dar bir çerçevede ve
sadece bu dünya ile sınırlı olarak anlaşılacak olursa, bu doğru bir anlama
olmaz. Bazı nedenler göz önünde bulundurularak, Brahâtma için 'Üç Dünyanın
Efendisi' demek daha doğru olur.[52] Zira,
her gerçek hiyerarşide, en üst dereceye sahip olan aynı zamanda ve bu nedenle
aşağı derecede olanların tamamına da sahiptir. Bu 'üç dünya' (Hindu
geleneğinde bu Tribhuvana'yı teşkil etmektedir), ileride de açıklayacağımız
üzere, biraz önce zikrettiğimiz üç fonksiyona tekabül eden alanlardır.
Bay Ossendovvskî'nin
dediğine göre, 'Tapınak'tan çıktığında Alemin Hükümdarı ilahî Nûr (Aydınlık)
ile parlar', ibranî Kutsal Kitabı da Sina Dağı'ndan inerken Musa ile ilgili
aynı şeyi söylemektedir.[53] Bu
benzerlik ile ilgili şuna da işaret etmeliyiz ki, İslâm geleneği Musa'yı kendi
zamanının 'Kutbu' olarak görmektedir. Zaten, Kabbala'nın da Musa'nın bizzat
Metatron tarafından bilgilendirildiğini belirtmesi yine aynı nedenle değil
midir? Burada, bizim dünyamızın esas manevî merkezi ile derece itibarıyla onun
altında yer alan diğer alt manevî merkezler arasında bir ayrımın yapılması
uygun olacaktır. Öyle ki, bu tali merkezler sadece belli gelenekler
çerçevesinde ve özellikle de belli halklara intibak (adapte) edilerek onu
temsil ederler. Bu nokta üzerinde fazla durmadan şunu belirtmeliyiz ki,
Musa'daki 'kanun yapıcılık' (Arapça'da bu resuV&üv) fonksiyonu, Manuisminin
ifade ettiği güce ait bir vekâletin varlığını gerekli kılmaktadır. Diğer
yandan, Manu isminin içerdiği anlamlardan bir tanesi de, İlahî Işığı (Nuru)
yansıtmadır.
Bir lama, Bay
Ossendowski'ye hitaben diyor ki: 'Âlemin Hükümdarı', insanlığın geleceğini
yönetenlerin tamamının zihinleri ile irtibat halindedir... O, onların
niyetlerini ve fikirlerini bilir. Şayet bu fikirler Tanrı'nın hoşuna giderse,
bu durumda Alemin Hükümdarı kendi görünmeyen yardımıyla onların gerçekleşmesi
için yardım eder; şayet Tanrı'ya hoş görünmezse, o zaman Hükümdar bunların
gerçekleşmemesi yönünde etkide bulunur. Bu güç Agharti'ye gizemli Om bilgisi
sayesinde verilmiştir. Bu öyle bir kelimedir ki, bütün ibadetlerimize bununla
başlarız.' Peşinden ise, az çok Om hecesine dair afakî birtakım bilgilere
sahip kişilerce şaşkınlık yaratacak şu cümleler yer almaktadır: 'Om, eski bir
azizin, Goroların ilkinin adıdır (Bay Ossendovvski, guru kelimesi karşılığında
goro yazmaktadır) ve o, üçyüzbin yıl önce yaşamıştır.' Tabiî ki bu cümle, şayet
şu tespiti hatırlamayacak olursak kesinlikle düşünülemeyecek bir durumdur: Bize
göre, çok belli belirsiz bir şekilde dile getirilmiş olan bu çağ, mevcut
Manu'dan çok daha eskilere dayanmaktadır. Diğer yandan, bizim ait olduğumuz
Kalpa'nın (yani yedinci Vaivasvata) ilk Manusu olan AdiManu, aynı zamanda
Svâyambhuva yani 'Svayambhû'dan çıkan' adını da taşımaktadır ki bu, 'kendi
zatıyla kaim' ya da ezelî Logos anlamına gelmektedir. Oysa Logos'un kendisi ya
da onun temsilcisi, Guruların ya da 'manevî üstatların' ilki olarak
isimlendirilebilir. Gerçekten de Om, Logos'un bir adıdır.[54]
Diğer yandan Om
kelimesi, daha önce bahsetmiş olduğumuz Brahâtma ile onun iki yardımcısının
fonksiyonlarının hiyerarşik dağılımına ilişkin doğrudan doğruya bir anahtar
sunmaktadır. Gerçekten de, Hindu geleneğine göre bu kutsal hecenin üç unsuru,
biraz önce Tribhuvana'nın üç kavramına ilişkin atıfta bulunduğumuz 'üç âlem'i
sembolize etmektedir: Yeryüzü (Bhû), Atmosfer (Bhuvas) ve Semâ / Gökyüzü
(Svar). Yani diğer bir ifadeyle, cismanî tezahür âlemi, psişik ya da latif
tezahür âlemi ve tezahür etmeyen esas (principiel) âlem.[55]
Aşağıdan yukarıya doğru sıralayarak ifade edecek olursak; burada söz konusu
olan, Mahânga, Mahâtma ve Brahatmâ alanlarıdır. Bunu, yukarıda bu unvanlara
ilişkin yaptığımız yorumlardan da kolayca anlayabiliriz. Bunlar, alanlar
arasında var olan altüst ilişkisine işaret etmektedir ki bu da, Brahâtmâ'nın
daha önce zikrettiğimiz 'üç âlemin efendisi' ismini almasını da
doğrulamaktadır:[56] 'Bu,
herşeyin efendisi'dir, mutlak bilgi sahibidir (olayların tamamının sebeplerini
anında fark etmektedir), içten yönetendir (dünyanın merkezindedir ve onu
içinden yönetir, dünyanın hareketini yönlendirir,ancak kendisi bu harekete
katılmaz), kaynaktır (her türlü haklı gücün kaynağıdır), bütün varlıkların
kökeni ve sonudur (Kanun'u temsilen bütün çevrimsel tezahürler anlamın'da)'.[57] Diğer
bir sembolizmden istifade ederek şunu da belirtebiliriz ki, Mahânga inisyatik
üçgenin tabanını temsil eder, Brahâtmâ ise tepesini temsil eder; ikisi
arasında Mahâtmâ, bir bakıma aracı ilkeyi (kozmik canlılık, yani hermetiklerin Anima Mundi dediği şey) temsil
etmektedir ki, onun faaliyeti 'ara âlemde' gerçekleşmektedir. Bütün bunlar, Saint-Yves'in
vattan dediği ve bay
Ossendovvski'nin vatannan
dediği
kutsal alfabeye tekabül eden işaretler tarafından açıkça tasvir edilmektedir.
Ya da, aynı anlama gelen geometrik şekillerle tasvir edilmektedirler (düz
çizgi, spiral ve nokta). Öyle ki, üç matralar da denilen Om tek hecesini
meydana getiren unsurlar da esas itibarıyla bunlara tekabül etmektedir.
Kendimizi daha açık bir
şekilde ifade edelim: Brahâtmâ, her iki gücün yani ruhbanlık ve hükümdarlık güçlerinin tamamına bölünmemiş
vaziyetteki ilk haliyle sahiptir. Bu iki kuvvet, tezahür edebilmek için ikiye
ayrılırlar: Mahâtmâ, ruhbanlık gücünü temsil ederken, Mahânga hükümdarlık
gücünü temsil eder. Bu ayrım, Brahmanlar ve Kşatriyalar ayrımına tekabül
etmektedir. Zaten, 'kastların üstünde olmaları' nedeniyle Mahâtmâ ve Mahânga
ile Brahâtmâ'nın bizzat kendilerinde hem ruhbanlık hem de hükümdarlık
vasıfları vardır. Burada ayrıca, bugüne kadar yeterli bir şekilde açıklanmamış
olan ve oldukça önemli olan bir konuyu da belirtmeliyiz: Daha önceki
satırlarda, kendilerinde her iki gücü de birleştiren İncil'deki
HükümdarMecuslara atıfta bulunulmuştu; şimdi, bu gizemli şahısların gerçekte
sadece ve sadece Agarttha'nın üç başkanını temsil ettiklerini söylüyoruz.[58] Mahânga
olan, Mesih'e altın ikram eder ve onu bir 'Hükümdar' olarak selâmlar; Mahâtmâ
olan, Mesih'e günnük takdim eder ve onu bir 'Rahip' olarak selâmlar; son olarak
Brahâtmâ olan ise, Mesih'e mürtakdim eder (bozulmayı önleyen bitki ve
Amritâ'nın sureti)[59] ve onu
bir 'Peygamber' ya da mükemmel bir Manevî Üstat olarak selâmlar. İlk geleneğin
sahih temsilcileri tarafından, doğan Mesih'e karşı her birinin kendi alanına
tekabül eden âlemde gerçekleştirdikleri bu tebrik, aynı zamanda o geleneğe
nispetle Hristiyanlığın mükemmel bir doğ.ru yol (orthodoxie) olduğunun da bir
işaretidir.
Tabiatıyla, Bay
Ossendowski'den bu seviyede bir tespitte bulunması beklenemezdi. Ancak, şayet
bazı şeyleri daha derinlemesine kavramış olsaydı, Agarttha'nın yüce üçlüsü ile
yine kendisinin bahsettiği Lamaizm'deki üçlü arasında kesin bir analojinin
olduğunu en azından fark edebilirdi: 'Buda'nın kutsiyetini (ya da saf
maneviyatını) tahakkuk ettiren' Dalay Lama; 'Buda'nın bilgisini tahakkuk
ettiren' olarak TashiLama (ki bu bilgi, sanıldığı gibi 'sihir' değil
'meleklerin sağladığı' (theurgique) bir bilgi); ve 'Buda'nın maddî ve savaş
gücünü temsil eden' BogdoHan'dır. Bu da aynen 'üç âlem' tasnifine
benzemektedir. Bu benzetmeyi o kadar kolayca yapabileceğini kendisine yapılan
şu benzetmeden de anlayabiliriz: 'Agharti'nin başkenti, mabetler ve manastırlar
ile kaplı bir dağın tepesinde yer alan Dalay Lama'nın sarayı Potala'nın olduğu
Lhassa'yı andırmaktadır.' Olayları bu şekilde aktarmak zaten yanlıştır, zira
var olan ilişkileri altüst etmektedir. Zira, gerçekte ifade edebildiğimiz
suretten yola çıkarak prototipten bahsedebiliriz, yoksa aksi bir yöntemle
değil. Öyle ki, Lamaizm'in merkezi ancak gerçek 'Alemin Merkezi'nin bir
suretinden başka bir şey olamaz. Ancak, bu tarzdaki bütün merkezler,
bulundukları mevkiye nispetle birtakım ortak topografik özellikler taşırlar.
Zira bu farklılıklar, yadsınamayacak bir sembolik anlama sahiptirler ve dahası,
bunların her biri 'manevî etkileşimler'in kendilerine nispetle etkin oldukları
kanunlarla da irtibat hâlinde olmalıdırlar. Burada tamamıyla 'kutsal coğrafya'
adını verebileceğimiz geleneksel bilim ile alâkalı konular söz konusudur.
Ayrıca, bir o kadar
ilginç olan başka bir benzerlik daha vardır: Saint-Yves, birtakım sembolik
sayılarla ilişkili olan inisyatik hiyerarşinin çeşitli derecelerini veya
halkalarını tasvir ederken, zamanın taksimine de nispet ederek, sözlerini şu
şekilde tamamlar: 'Gizemli merkeze en yakın olan ve en yüksekte yer alan halka,
yüce inisyasyonu temsil eden ve zodyak (burçlar kuşağı) alanına tekabül eden
oniki unsurdan müteşekkildir.' Bu oluşum, oniki büyük Namshamlar'dan (ya da
Nemohanlar) müteşekkil Dalay Lama'nın 'çevrimsel konseyi' olarak adlandırılanda
da aynı şekilde mevcuttur. Bunu aynı şekilde, birtakım Batılı geleneklerde dahi
bulmaktayız ki 'Yuvarlak Masanın Şövalyeleri' ile ilgili olan buna bir
örnektir. Biz buna ayrıca şunu da eklemeliyiz ki, Agarttha'nın iç halkasının
oniki üyesi, kozmik düzen göz önünde bulundurulduğunda, sadece Zodyak'ın oniki
simgesini temsil etmemektedirler. Bunlar aynı zamanda (burada 'daha çok'
ifadesini de kullanmak isteriz, mamafih her iki yorum da birbirini dışta
bırakmamaktadır), Güneş'in çeşitli suretleri olan oniki Adityalar'ı da temsil
etmektedirler ki, bunların da aynı zodyak işaretleri ile alâkası vardır.[60] Meselâ,
nasıl ki Manu Vaivasvata 'Güneş'in oğlu' diye isimlendiriliyorsa, aynı şekilde
'Dünyanın Hükümdarı'nın' amblemleri arasında Güneş de yer almaktadır.[61]
Buradan çıkarılan
sonuçlardan ilki, hemen hemen bütün ülkelerdeki gizli ya da ulaşılması güç
olan manevî merkezler ile ilgili yapılan tasvirler arasında birbirine çok yakın
ilişkilerin gerçekten mevcut olduğudur. Verilebilecek en makul açıklama, şayet
bu tasvirler farklı merkezler ile alâkalı iseler ki bunun çeşitli durumlarda
olduğu vakidir, bunlar tek ve yüce bir merkezden kaynaklanmaktadır. Zaten, bütün
farklı gelenekler sonuç itibarıyla ilk büyük geleneğin birer uyarlamasından
(adaptation) başka bir şey değildir.
5GRAAL SEMBOLİZMİ
Biraz önce,
"Yuvarlak Masa Şövalyelerine atıfta bulunmuştuk.
Burada, "Graal'ın
aranması'nın ne anlama geldiğinin üzerinde durmak pek de yararsız
sayılmayacaktır. Bu arama, Kelt kökenli efsanelerde temel unsur olarak takdim
edilmektedir. Bütün geleneklerde, bir şekilde, belli bir dönemden sonra ortadan
kaybolmuş ya da gizlenmiş olan bir şeyden bahsedilmektedir: meselâ Hindular'da
Soma, Persler'de ise Haoma'dır ki, bu 'ölümsüzlük iksiridir' ve Graal ile çok
yakın ilişkisi vardır. Zira bu da, rivayet edildiğine göre, Mesih'in kanını
içeren kutsal bir vazodur ve aynı şekilde o da 'ölümsüzlük iksiri'dir. Başka
yerlerde bu sembolizm daha farklıdır: Meselâ Yahudiler'de kaybolan şey, yüce
ilâhî ismin telaffuzudur.[62] Ancak
temel düşünce her zaman aynıdır, ve bunun tam olarak neye tekabül ettiğini
ileride açıklayacağız.
Rivayet edildiğine göre Kutsal-Graal,
son akşam yemeğinde kullanılan ve daha sonra Romalı yüzbaşı Longin'in attığı
mızrakla Mesih'in göğsünde açılan yaradan akan kanı Arimathieli Joseph'in içine
topladığı kasedir.[63] Bu
kase, efsaneye göre, bizzat Arimathieli Joseph ile Nicodeme tarafından[64] Büyük
Britanya'ya nakledilmiştir. Burada, Kelt geleneği ile Hristiyan geleneği
arasında kurulan ilişkiye işaret edildiğine dikkat etmek lâzım. Gerçekten de
kase, antik geleneklerin birçoğunda önemli bir rol oynamaktadır ki, herhalde
Keltler'de de durum aynı idi. Hatta burada hemen belirtilmelidir ki, bazen bu
bir mızrağa da nispet edilmektedir. Bu her iki sembol de bu durumda birbirini
tamamlayıcı bir özelliğe sahiptir denebilir. Ancak burada buna değinmek, bizim
üzerinde durduğumuz konumuzdan uzaklaşmamıza neden olur.[65]
Graal'in gerçek anlamını
en açık biçimde gösteren şey belki de, onun kökeni ile ilgili rivayet edilen
şeylerdir: Rivayete göre bu kase, Şeytan'ın (Lucifer) kovulması esnasında
alnından düşen bir zümrüt' ten melekler tarafından yontulmuştur.[66] Bu
zümrüt bize çok açık bir şekilde, Hindu sembolizmindeki (ki Budizm'e de buradan
geçmiştir) urna'yı hatırlatmaktadır ki, genellikle
Şiva'nın üçüncü gözü olarak yer almaktadır ve 'ezelîlik hissi' diyebileceğimiz
şeyi temsil etmektedir. Bu konuyu başka bir yerde detaylı olarak açıklamıştık.[67] Daha
sonra, Graal'in yeryüzü cennetinde Adem'e teslim edildiği; ancak kovulması
esnasında onun da onu kaybettiği, zira Eden'den kovulduğunda onu beraberinde
götüremediği nakledilir ki bu, biraz önce belirttiğimiz anlam ile çok daha
açıklığa kavuşmaktadır. Gerçekten de, merkezinden uzaklaştırılmış olan insan,
artık zamanın hüküm sürdüğü bir alana hapsedilmiştir. Artık bir daha, her şeyin
ezelî görünümüyle temaşa edildiği yegane noktaya tekrar ulaşamayacaktı. Diğer
bir ifadeyle, 'ezeliyet hissine' sahip olmak, yukarıda da belirttiğimiz üzere,
bütün geleneklerin ortaklaşa isimlendirdikleri 'ilk durum'la (etat primordial)
ilintilidir. Bunun yeniden tesisi ise, gerçek inisyasyonun ilk safhasını teşkil
eder ki bu, 'insan üstü' (suprahumains)[68]
mertebelerin gerçek fethinin öncelikli şartıdır. Yeryüzü Cenneti, zaten açıkça
'Alemin Merkezi'ni temsil etmektedir. Bundan sonraki sayfalarda cennetin
gerçek anlamı ile ilgili söyleyeceklerimiz, bunu daha da iyi anlamamızı
sağlayacaktır.
Şu açıklamalar daha da
gizemli ifadeler içermekte: Şit (Seth), yeryüzü cennetine girmeyi elde ediyor
ve böylece yeniden o kıymetli vazoyu buluyor. Oysa Şit ismi, temel ve istikrar
fikirlerini ifade etmektedir. Yani, burada bir şekilde, insanın düşüşüyle yok
edilmiş olan ilk düzenin (ordre primordial) tekrar kurulduğuna işaret
edilmektedir.[69] Böylece,
Şit ve ondan sonra Graal'a sahip olanların, ona sahip olmakla birlikte
kaybolmuş olan cennetin yerine geçecek ve bir bakıma onun bir sureti olacak bir
manevî merkez kurabilmişlerdir. Bu durumda, Graal'a sahip olmak, ilk geleneğin
bütünüyle bir manevî merkezde bulundurulmasını temsil etmektedir. Zaten
efsane, Graal’ın Mesih dönemine kadar nerede ve kim tarafından korunduğu
bilgisini aktarmamaktadır. Ancak, kendisine atfedilen Kelt kökenliliği,
Druidler'in de bundan bir paya sahip olduklarına işaret etmektedir ki, böylece
onların da ilk geleneğin düzenli koruyucuları arasında sayılacakları
gerektiğine işaret etmektedir.
Graal'ın ya da onun
muadili sembollerden bir tanesinin kaybolması, aslında bütün içerdikleri ile
birlikte geleneğin kaybolması anlamına gelmektedir. Doğrusu, gerçekte bu
gelenek, kaybolmaktan çok gizlenmiş vaziyettedir. Ya da kaybolması, ancak bazı
tali merkezler için söz konusudur ki, bu da onların yüce merkez ile olan
doğrudan irtibatlarını koparmaları sonucu meydana gelir. Bu yüce merkez ise,
daima geleneği olduğu gibi korur, ve dış âlemde meydana gelen değişmelerden
etkilenmez. Saint Augustin dahil bazı Kilise Babaları'nın da belirttikleri
gibi tufan, 'İdris'in (Henoch) ikametgâhı ve Azizlerin Toprağı' olan,[70] 'tepesi
ay küresine değen' yani değişim alanının (yani 'ayaltı âlemi' denilen yerin)
ötesinde olan ve dünya ile semavât'ın iletişim noktasında bulunan yeryüzü
cenneti'ni etkilememiştir.[71] Ancak,
nasıl ki yeryüzü cenneti ulaşılamaz oldu ise, temelde aynı şey olan yüce merkez
de belli bir dönem boyunca zahiren kendini göstermeyebilir. İşte o zaman,
geleneğin bütün insanlık için kaybolduğundan bahsedilir. Zira o, ancak çok
itina ile kapatılmış olan bazı merkezlerde korunmuştur. Bu nedenle de
insanlar, ilk durumda olanın aksine bilinçli ve etkin olarak ona katılmazlar.[72] Günümüz
çağının durumu da tam olarak budur, ve bu durumun başlangıç tarihi mevcut
'profan' ve sıradan ulaşılabilen tarihin çok ötesindedir. Demek ki, geleneğin
kaybolması, bazı durumlarda bu genel anlamıyla anlaşılabilir, veya belli bir
halk ya da medeniyetin geleceğini az çok gizli bir şekilde yönlendiren manevî
merkezin kararması şeklinde de anlaşılabilir. Buna göre, söz konusu duruma
işaret eden herhangi bir sembolizm ile karşılaşıldığında, bu iki yorumdan
hangisi ile yorumlanması gerektiği incelenmelidir.
Bu söylediklerimizden
hareketle, Graal'in birbiri ile çok sıkı bağlantılı olan iki şeyi temsil
ettiği sonucu çıkabilir: Tik geleneğe' bütünüyle sahip olan ve bu sahip
olunuşun gerekli kıldığı etkin bilgiye sahip olma mertebesine ulaşan ile,
gerçekte bu haliyle 'ilk hâlin' tamamıyla yeniden bütünleşmedir. Bizzat Graal
kelimesinin içerdiği çifte anlamın, bu iki şey ile, yani 'ilk hâl' ve 'ilk
gelenek' ile ilişkisi vardır. Zira, ilk bakışta fark edilemeyecek kadar çok
daha derin varlık sebepleri olan ve sembolizmde inkâr edilemez bir rol oynayan
bu iki kavramdan biriyle Graal, aynı anda hem bir kase (grasale) hem de bir kitap
(gradale veya graduale) olmaktadır. Bu ikinci anlam, açıkça geleneğe işaret
etmektedir, oysa ilk anlam daha çok doğrudan kendi durumu ile alâkalıdır.[73]
Her ne kadar herbirinin
sembolik bir değeri olsa da, burada ne Aziz Graal efsanesinin ne de 'Yuvarlak
Masa Şövalyeleri'nin hikâyeleri ve onların keşiflerinin alt detaylarına girme
niyetimiz var. Sadece şunu belirtmek isteriz ki, Merlen'in plânları
çerçevesinde Hükümdar Arthur tarafından kurulan 'Yuvarlak Masa'nın varlık
nedeni, Şövalyeler'den birinin Gral'i ele geçirebilmesi ve Büyük Britanya'dan
Armorique'e getirmesi hâlinde Graal'i kabul etmeye matuftur.[74] Bu
masa, hâlâ çok eski bir semboldür, ve geleneği koruyan manevî merkezler ile
daima irtibatlı olan sembollerden bir tanesidir. Masanın yuvarlakşeklinin,
etrafında daima oniki kişinin hazır bulunması nedeniyle zodyak çevrimi ile
şeklen bir bağlantısı vardır. Daha önce de bahsettiğimiz gibi bu özellik, söz
konusu bütün merkezlerin teşkilinde mevcuttur.[75]
Graal efsanesi ile
ilişkili başka bir sembol daha vardır, ve üzerinde durulmayı haketmektedir:
Bu, Montsalvat'tır (sözlük anlamıyla 'Selâmet Tepesi' anlamına gelmektedir).
Montsalvat'ın tepesi 'hiçbir ölümlünün ulaşamadığı uzak kıyılarda' yer
almaktadır, ve ayrıca, kimsenin ulaşamadığı bir bölgede, arkasından güneşin
yükseldiği ve denizin tam ortasında yer alarak temsil edilmektedir. O, aynı
zamanda hem 'kutsal ada' hem de 'kutup dağı'dır. Bu her iki sembol de birbirinin
aynıdır ve bu konuda tekrar ileriki sayfalarda açıklamalarda bulunacağız.
Burası, tabiatıyla yeryüzü cenneti ile aynı olan 'Ölümsüzlük Âlemi'dir.[76]
Tekrar Graal'in
kendisine gelecek olursak, onun ilk anlamının temelde kutsal kasenin
karşılaşıldığı her yerde genellikle sahip olduğu anlamın aynısı olduğunu; aynı
şekilde, yukarıda işaret ettiğimiz Doğu'daki Vedik Soma'yı veya Mazdeizmdeki
Haoma'yı yani gerekli şartları taşıyanlarda 'ezelîlik hissini' tekrar
kazandıran 'ölümsüzlük iksirini' içeren kurban kadehi ile aynı anlama sahip
olduğunu fark etmek çok kolaydır. Bu konudan ayrılmaksızın, kupa ve onun içerdiği
şey ile ilgili sembolizm üzerinde fazla duramayacağız. Bu konunun derli toplu
işlenebilmesi, özel bir araştırmayı gerektirmektedir. Ancak, biraz önce
yaptığımız açıklamalar, şimdi ele alacağımız konunun işlenmesinde çok önemli
birtakım tespitler yapılabilmesini sağlayacaktır.
6'MELKİSEDEK'
Doğu geleneklerindeki
rivayetlere göre belli bir dönemde Soma bilinemez olmuş, ve bu yüzden kurban
ayinlerinde onun yerine geçecek başka bir içecek kullanılması icap etmiştir ki
bu, ilk Soma'nın ancak bir sureti mesabesindedir.[77] Bu
görev, genellikle şarap tarafından yerine getirilmiştir. Grekler'deki Dionisos
efsanesinin büyük bir kısmını da bu teşkil etmektedir.[78] Oysa
şarap, çoğu kez gerçek inisyatik geleneği temsil ettiği kabul edilmiştir:
İbranice'de "yayin", 'şarap"ve "sod" yani "sır"
kelimeleri, aynı sayısal değere sahip olmaları nedeniyle birbiri yerine
kullanılmıştır.[79]
Sufilerde ise şarap, ezoterik bilgiyi, herkes için uygun olmayıp sadece seçkin
bir zümreye has olan doktrini, temsil için kullanılmaktadır. Öyle ki, şarap
içen herkese ceza uygulanır. Buradan çıkan sonuç odur ki, bir ayinde şarabın
kullanılması, bu ayine açıkça inisyatik bir özellik katmaktadır.[80]
Melkisedek ismi, ya da
daha doğru bir isimlendirmeyle Melki Tsedek, gerçekte 'Âlemin Hükümdarı'nın
bizzat işlevlerinin temsil edildiği bir Yahudi-Hristiyan geleneği kavramından
başka birşey değildir. Bu konuda açıklama yapmaktan önce çekindik. Zira bu,
ibranî Kutsal Kitabı'nın en gizemli cümlelerinden birisinin açıklamasını gerektiriyordu.
Ancak, 'Âlemin Hükümdarı' konusunu ele almaya karar verdikten sonra, artık buna
değinmeden geçmenin imkânı yoktu. Bu konuda Aziz Paulus'un sözlerini tekrar
edebiliriz: 'Bunun hakkında söyliyecek çok sözümüz vardır, ve kulaklarınız
işitmekte ağırlaştığından, tefsiri güçtür."[81]
İşte söz konusu Kutsal
Kitap'taki cümleler: "Ve Salem Hükümdarı Melki-Tsedek ekmek ve şarap
çıkardı; ve Yüce Allah'ın (El Elion) kâhini idi. Ve onu mübarek kılıp[82] dedi:
Göklerin ve yerin sahibi Yüce Allah tarafından Abram mübarek olsun; ve senin
düşmanlarını eline teslim eden Yüce Allah mübarek olsun. Ve (Abram) her şeyden
kendisine ondalık verdi."[83]
Demek ki Melki-Tsedek,
aynı anda hem hükümdar hem de bir rahip. Adı, 'Adaletin Hükümdarı' anlamına
gelmekte; ve aynı zamanda Salem'in de hükümdarıdır yani 'Barış'ın. Burada her
şeyden önce,
'Adalet' ve 'Barış' kavramlarını görüyoruz; yani tam olarak
'Âlemin Hükümdarı'nın iki vasfını. Salem kelimesinin, genel kanaatin aksine,
hiçbir zaman bir şehrin adı olmadığına dikkat etmek gerekir. Aksine, Melki-Tsedek'in
sembolik olarak ikametgâhı anlamına alacak olursak, o zaman Agarttha'nın bir eş
anlamı olarak bakılabilir. Her halükârda, buna Kudüs'ün (Jerusalem) ilk adı
olarak bakmak hatalıdır, zira onun adı Yebus idi. Aksine, şayet Kudüs (Jerusalem)
ismi bu şehre İbraniler tarafından bir manevî merkez tesis edildiğinde verildi
ise, bu isimlendirme, o şehrin gerçek Salem'in görünen bir sureti olduğuna
işaret etmek içindir. Burada hemen belirtilmelidir ki Tapınak, Süleyman tarafından
inşa edilmiştir ki, onun adı (Şlomoh) da 'Barışçı' anlamına gelmekte olup
Salem'den türemiştir.[84]
Şimdi, Aziz Paulus'un Melki-Tsedek
ile ilgili ifadeleri nasıl yorumladığına bakalım: Çünkü Salem hükümdarı, Yüce
Allah'ın kâhini, hükümdarları öldürmekten dönen İbrahim'i karşılamış ve ona
hayır dua etmiş olan, ve İbrahim'in kendisine her şeyden ondalık verdiği bu
Melkisedek (evvela, tercüme olunarak, Salah Hükümdarı, ve ondan sonra, Salem
Hükümdarı, yani, selamet hükümdarı; babasız, anasız, nesepsiz olup kendisinde
günlerin başlangıcı ve hayatın sonu olmıyarak, fakat Allah'ın Oğlu'na benzer
kılınmış olarak) devam üzre kâhin kalıyor."[85]
Burada MelktiTsedek, İbrahim'e
nispetle daha üstün bir şekilde takdim edilmektedir, çünkü İbrahim'i o mübarek
kılmıştır; 'şu açıktır ki, alt seviyede olan üstün olan tarafından mübarek
kılınır'.[86] Diğer
yandan İbrahim, bu üstünlüğü tanımaktadır, zira ona ondalık vermektedir ki bu,
bağlılığın bir işaretidir. Burada, kelimenin feodal anlamına yakın gerçek bir
unvan söz konusudur. Ancak, şu kadar var ki, buradaki unvan manevî bir
unvandır. İşte, İbranî geleneği ile büyük ilk gelenek arasındaki kesişme
noktası da burasıdır. Burada söz konusuedilen 'mübarek kılma', açıkça bir
'manevî etki'nin iletişimidir ki, İbrahim de buna katılacaktır. Kullanılan
ifade tarzı, İbrahim'i doğrudan doğruya 'Yüce Allah' ile irtibata
geçirmektedir. Aynı İbrahim, O'nu daha sonra Yehova olarak isimlendirecektir.[87] Şayet Melki-Tsedek
İbrahim'den üstün ise bu, Melki Tsedek'in Tanrısı olan Yüce Olan'nın (Elion), İbrahim'in
Tanrısı olan her şeye Gücü Yeten'den (Şadday) daha üstün olması nedeniyledir.
Diğer bir ifadeyle, bu iki isimden birincisi diğerine nispetle daha üstün bir
özelliği temsil etmektedir. Ayrıca, konunun en çok önemli olan ve her hâlde
bugüne kadar hiç açıklanmamış olan tarafı ise, El Elion kelimesi ile Emmanüel
kelimesinin sayısal değerlerinin eşit olmasıdır.[88] Bu ise,
Melki-Tsedek rivayetini Mecus Hükümdarlar'a bağlamaktadır ki, bunun anlamını
daha önce açıklamıştık. Dahası, şuna da dikkat çekilebilir: Melki-Tsedek'in rahipliği,
El Elion'un rahipliğidir; Hristiyan rahipliği ise, Emmanüel'in rahipliğidir.
Şayet El Elion, Emmanüel ise, o zaman bu her iki rahiplik bir ve aynı şeye
işaret eder ki, zaten Hristiyan rahipliği de ekmek ve şarap evharistiyasına
sahip olması hasebiyle o da gerçekten 'Melkisedek nizamına uygun' bir
rahipliktir.[89]
Yahudi-Hristiyan
geleneği iki farklı ruhbanlık kabul etmektedir: Birisi 'Harun'un nizamına
uygun' olandır, diğeri ise 'Melkisedek nizamına uygun' olandır. Bu ikincisi, birinciye
nispetle daha üstündür; nasıl ki Melkisedek'in kendisi İbrahim'den üstün ise. İbrahim'den
Levi kabilesi, ondan da Harun ailesi çıkmıştır.[90] Bu
üstünlük, Aziz Paulus tarafından açıkça ifade edilmiştir: "Ve denilebilir
ki, ondalık alan Levi dahi İbrahim /asıtası ile ondalık vermiştir.'[91] Burada,
söz konusu iki tür rahiplik üzerinde daha fazla durmayacağız. Ancak, Aziz
Paulus'un şu sözünü de nakledelim: 'Ve burada (Levili rahipliğinde) fani olan
adamlar ondalık alıyorlar, fakat orada yaşamakta olduğuna şehadet edilen bir
zat alıyor.'[92]
Melkisedek olan bu 'yaşayan adam', 'ebedî olarak var olan' (İbranice 'leolam')
Manu'dur; yani, kendi çevrimi boyunca (Manvantara) ya da özellikle yöneticisi
olduğu dünyanın ömrü boyunca var olan. Bu nedenle o 'atasızdır', zira onun kökeni
'insan dışıdır', çünkü bizzat kendisi insanın prototipidir. O, gerçekten de
'Tanrı'nın Oğlu suretinde yapılmıştır', zira o yapmış olduğu Kanun gereği bu
dünya için İlâhî Kelime'nin ifadesi ve suretidir.[93]
Daha başka dikkat
çekilecek noktalar da var. Meselâ: 'Mecus Hükümdarlar' rivayetinde, birbirinden
farklı üç şahıs görmekteyiz ki, bunlar inisyatik hiyerarşinin üç başkanıdır. Melki-Tsedek
rivayetinde ise, bir tek şahıs görmekteyiz, ancak kendisinde her üç işlevi
birleştirebilecek bir durumdadır. İşte bu yüzdendir ki, kimileri Adoni-Tsedek
yani 'Adaletin Efendisi', bu ismin bir çifti olan KohenTsedek ve Melki-Tsedek
yani 'Adalet Hükümdarı' şeklinde bir ayrım yaptadırlar. Bu üç özellik,
Brahâtmâ, Mahâtmâ ve Mahânga işlevleri ile irtibatlandırılabilir.[94] Her ne
kadar Melki-Tsedek sadece üçüncü özelliğin bir ismi olsa da, genellikle
diğerlerine de teşmil edilerek kullanılır. Diğerlerine nispetle o ismin
özellikle kullanılmış olmasıedilen 'mübarek kılma', açıkça bir 'manevî etki'nin
iletişimidir ki, İbrahim de buna katdacaktır. Kullanılan ifade tarzı, İbrahim'i
doğrudan doğruya 'Yüce Allah' ile irtibata geçirmektedir. Aynı İbrahim, O'nu
daha sonra Yehova olarak isimlendirecektir.[95] Şayet Melki-Tsedek
İbrahim'den üstün ise bu, Melki Tsedek'in Tanrısı olan Yüce Olan'nın (Elion), İbrahim'in
Tanrısı olan her şeye Gücü Yeten'den (Şadday) daha üstün olması nedeniyledir.
Diğer bir ifadeyle, bu iki isimden birincisi diğerine nispetle daha üstün bir
özelliği temsil etmektedir. Ayrıca, konunun en çok önemli olan ve her hâlde
bugüne kadar hiç açıklanmamış olan tarafı ise, El Elion kelimesi ile Emmanüel
kelimesinin sayısal değerlerinin eşit olmasıdır.[96] Bu ise,
Melki-Tsedek rivayetini MecusHükümdarlar'a bağlamaktadır ki, bunun anlamını
daha önce açıklamıştık. Dahası, şuna da dikkat çekilebilir: Melki-Tsedek'in rahipliği,
El Elion'un rahipliğidir; Hristiyan rahipliği ise, Emmanüel'in rahipliğidir.
Şayet El Elion, Emmanüel ise, o zaman bu her iki rahiplik bir ve aynı şeye
işaret eder ki, zaten Hristiyan rahipliği de ekmek ve şarap evharistiyasına
sahip olması hasebiyle o da gerçekten 'Melkisedek nizamına uygun' bir
rahipliktir.[97]
Yahudi-Hristiyan
geleneği iki farklı ruhbanlık kabul etmektedir: Birisi 'Harun'un nizamına
uygun' olandır, diğeri ise 'Melkisedek nizamına uygun' olandır. Bu ikincisi,
birinciye nispetle daha üstündür; nasıl ki Melkisedek'in kendisi İbrahim'den
üstün ise. İbrahim'den Levi kabilesi, ondan da Harun ailesi çıkmıştır.[98] Bu
üstünlük, Aziz Paulus tarafından açıkça ifade edilmiştir: "Ve denilebilir
ki, ondalık alan Levi dahi İbrahim /asıtası ile ondalık vermiştir.'[99] Burada,
söz konusu iki tür rahiplik üzerinde daha fazla durmayacağız. Ancak, Aziz
Paulus'un şu sözünü de nakledelim: 'Ve burada (Levili rahipliğinde) fani olan
adamlar ondalık alıyorlar, fakat orada yaşamakta olduğuna şehadet edilen bir
zat alıyor.'[100]
Melkisedek olan bu 'yaşayan adam', 'ebedî olarak var olan' (İbranice 'leolam')
Manu'dur; yani, kendi çevrimi boyunca (Manvantara) ya da özellikle yöneticisi
olduğu dünyanın ömrü boyunca var olan. Bu nedenle o 'atasızdır', zira onun kökeni
'insan dışıdır', çünkü bizzat kendisi insanın prototipidir. O, gerçekten de
'Tanrı'nın Oğlu suretinde yapılmıştır', zira o yapmış olduğu Kanun gereği bu
dünya için İlâhî Kelime'nin ifadesi ve suretidir.[101]
Daha başka dikkat
çekilecek noktalar da var. Meselâ: 'Mecus Hükümdarlar' rivayetinde, birbirinden
farklı üç şahıs görmekteyiz ki, bunlar inisyatik hiyerarşinin üç başkanıdır. Melki-Tsedek
rivayetinde ise, bir tek şahıs görmekteyiz, ancak kendisinde her üç işlevi
birleştirebilecek bir durumdadır. İşte bu yüzdendir ki, kimileri Adoni-Tsedek
yani 'Adaletin Efendisi', bu ismin bir çifti olan KohenTsedek ve Melki-Tsedek
yani 'Adalet Hükümdarı' şeklinde bir ayrım yaptadırlar. Bu üç özellik,
Brahâtmâ, Mahâtmâ ve Mahânga işlevleri ile irtibatlandırılabilir.[102] Her ne
kadar Melki-Tsedek sadece üçüncü özelliğin bir ismi olsa da, genellikle
diğerlerine de teşmil edilerek kullanılır. Diğerlerine nispetle o ismin
özellikle kullanılmış olmasıise, onun işlevinin daha çok dış âleme yönelik
olması, yani doğrudan tecelli eden taraf olması nedeniyledir. Diğer yandan,
'Alemin Hükümdarı' ifadesi ile 'Adaletin Hükümdarı' ifadesi, sadece hükümdarlık
iktidarına doğrudan işaret etmektedir. Diğer yandan, aynı zamanda Hindistan'da
Dharma-Râjâ ismine de Taslamaktayız ki bu ismin sözlük mukabili Melki-Tsedek'le
aynıdır.[103]
Şimdi, Melki-Tsedek
isminin tam olarak ne anlama geldiğine bakalım; 'Adalet Hükümdarı'na ait
vasıflar terazi ve kılıçtır; bunlar 'Hüküm Meleği' olarak bilinen Mikail'in de
nitelikleridir.[104] Bu her
iki amblem de sosyal düzende idarî ve askerî işlevleri temsil eder ki bunlar
Kşatriyalar'ın görevleridir ve hükümdarlık iktidarını meydana getiren iki
unsurdur. Bunlar da hiyeroglif olarak İbranice ve Arapça Hak kelimesinin kökünü
oluşturan iki özelliktir ve bu kelime aynı zamanda hem 'Adalet' hem de
'Hakikat' anlamlarına gelmektedir.[105] Öyle
ki bu kelime, çeşitli eski halklarda hükümdarlığa işaret etmek için
kullanılmıştır.[106] Hak,
Adalet'i yani terazi ile sembolize edilen dengeyi sağlayan kuvvettir. Oysa
kuvvetin kendisi, kılıç ile sembolize edilmektedir ki, hükümdarlık kuvvetinin
gerçek rolünü karakterize eden de budur.[107] Diğer
yandan, manevî düzende (ordre) ise, Hakikat'in gücüdür. Ayrıca, bu Hak kökünün
daha yumuşatılmış bir şeklide vardır ve burada manevî güç, maddî gücün yerine
geçmiştir. Bu Hak şekli, açıkça Hikmet'i temsil etmektedir (İbranice'de
Hokmah). Öyle ki bu, daha çok manevî otoriteye tekabül ederken, diğeri
hükümdarlık iktidarına tekabül etmektedir. Bu durum, söz konusu birbirine
tekabül eden formların, benzer anlamlar ile kan kelimesinin kökeninde
olması ile de doğrulanmıştır. Kan kelimesi, çeşitli dillerde 'iktidar' veya 'güç' anlamına ve
'bilgi' anlamına gelmektedir:[108] Kan, özellikle manevî veya
aklî iktidardır ve Hikmet'le aynıdır (Kohen yani ibranice'de 'rahip' kelimesi
de aynı kökten gelmektedir), ve qan maddî iktidardır (bazı kelimelerin 'sahip olma' fikri ve
özellikle de Qain kelimesi de bu köktendir).[109] Bu
kökler ve onlardan türeyenler, başka sonuçlara ulaşmaya da imkân sağlamaktadır.
Ancak biz, daha çok doğrudan kendi çalışmamızla ilgili olanlar üzerinde
durmalıyız.
Bundan önce
belirtilenleri tamamlaması bakımından, ibranî Kabbalası'nın Şekina hakkındaki
ifadelerine tekrar bakalım: Şekinah, 'aşağı âlemde' on Sefirot'un sonuncusu ile
temsil edilmektedir ve Malkut yani 'Hükümdarlık' olarak isimlendirilmektedir.
Bu isimlendirme, üzerinde durduğumuz konu itibarıyla açıklanmayı
haketmektedir. Ancak bundan da önemlisi, malkut kelimesinin eş anlamlısı olarak kullanılanlar arasında,
Tsedek yani 'Doğru Olan' da vardır.[110] Malkut
ve Tsedek kelimeleri ya da 'Hükümdarlık' (dünyanın yönetimi) ile Adalet
kelimeleri arasındaki bu benzerlik, özellikle bizzat Melki-Tsedek kelimesinde
de vardır. Burada, sefirotik ağacının 'orta sütunundaki' dağıtılan ve
dengeleyen Adalet söz konusudur. Bunu, 'solsütunda' yer alan Rahmet'in karşıtı
ve Gazab'ın özelliği olan Adalet'ten ayırmak gerekir. Zira bunlar, iki farklı
özelliktir (ve zaten Ibranice'de bunlara tekabül eden iki farklı kelime
mevcuttur: Birincisi için Tsedekah, diğeri için ise Din kelimesi). Bunlardan,
en kesin ve tam olanı birinci anlamdaki Adalet kelimesidir ki, bu kelime denge
veya uyum fikrini içerir ve sıkı sıkıya Barış ile bağlantılıdır.
Malkut, 'yukarıdaki
nehirden gelen suların toplandığı haznedir; yani, bol bol yayılan bütün
feyezanların (manevî inayet ve etkilerin) bir haznesi'.[111] Bu
'yukarıdaki nehir' ve inen sular, çok ilginç bir şekilde Hindu geleneğindeki
semavî Gangâ'ya atfedilen rolü çağrıştırmaktadır. Ayrıca Şakti'nin, ki Ganga
onun bir tezahürüdür, Şekina ile benzer özellikleri vardır ki, herhalde bu
onların ortak bir özelliği olan 'ilâhî' işleve sahip olmalarıdır. Semavî
suların haznesi, bu dünyadaki manevî merkez ile aynıdır: Pardes'in nehirleri
oradan çıkmaktadır, ve oradan dört aslî yöne doğru yol alırlar. Yahudiler'e
göre bu manevî merkez, Siyon tepesidir ve onu 'Alemin Kalbi' olarak
isimlendirirler. Zaten bütün 'Kutsal Topraklar' için bu ifade kullanılmaktadır
ve onlar için bu tepe, bir bakıma Hindular'daki Meru'nun veya Persler'deki
Alborj'un karşılığı mesabesindedir.[112]
'Yehova'nın Kutsal Toplanma Çadırı, Şekina'nın ikametgâhı, Tapınağın kalbi olan
Kutsalların Kutsah'dır. Tapınağın kendisi Siyon'nun (Kudüs'ün) merkezidir,
nasıl ki kutsal Sion İsrail Toprağı'nın merkezi ise, ve İsrail Toprağı'nın da
dünyanın merkezi olduğu gibi.'[113] Bu
durumu daha da ileri götürebiliriz: Burada sayılanları ters yönde ele alarak
bu sıralama yapılabileceği gibi, Tapınak'taki Toplanma Çadırı'ndan sonra,
Toplanma Çadırı içindeki Ahit Sandığı ve, Ahit Sandığı üzerinde Şekina'nın
tecelligâhı (iki Kerubim'in arasında) şeklinde her biri peş peşe 'Manevî Kutbun'
yakın temsili olur.
İşte, Dante de Kudüs'ü
'Manevî Merkez' olarak bu şekilde takdim etmektedirki, bunu başka bir yerde
açıklama fırsatımız olmuştu.[114] Ancak
bu, açıkça Yahudi bakış açısını terk ettiğimiz andan itibaren bir anda
sembolik bir hâl almakta ve kesinlikle belli bir yer anlamını artık
taşımamaktadır. İlk geleneğin adaptasyonu amacıyla belli şartlar çerçevesinde
teşkil edilen diğer bütün tali manevî merkezler, daha önce de gösterdiğimiz
gibi, yüce merkezin bir suretinden ibarettir. Siyon, gerçekte sadece tali bir
merkez olabilir; ancak bununla birlikte bu benzerlikten hareketle yüce merkez
ile sembolik bir ayniyet kurabilir. Kudüs de, isminin işaret ettiği gibi,
gerçek Salem'in bir suretidir. Sadece İsrail Toprağı'ndan ibaret olmayan
'Kutsal Toprak' ile ilgili daha önce söylediğimiz ve de söylemeye devam
edeceğimiz şeyler, onu zahmetsizce anlamayı sağlayacaktır.
Bu konuda, 'Kutsal
Toprak' ile aynı anlama gelen diğer bir ifade ise ‘Yaşayanların Toprağı'
ifadesidir: Açıkça 'ölümsüzlük ikametgâhı' anlamına gelmektedir. Öyle ki, tam
karşılığı dikkate alınacak olursa, yeryüzü cennetine veya onun sembolik
benzerlerine tekabül etmektedir. Ancak bu aynı isimlendirme, tali derecedeki
'Kutsal Topraklar' için de kullanılmıştır, meselâ özellikle İsrail Toprağı'nda
olduğu gibi. Rivayete göre, 'Yaşayanların
Toprağı, yedi toprak içermektedir'. Bay Vulliaud, bu konuda şunu aktarmaktadır: 'Bu toprak
Kenan'dır, zira orada yedi halk vardı'.[115]
Şüphesiz bu, sözlük anlamı itibarıyla doğrudur; ancak, sembolik anlamda bu
yedi toprak, meselâ İslâm geleneğinde de olduğu gibi, yedi dvipa'ya da tekabül
edebilir ki Hindu geleneğinde onların ortak merkezi Meru'dur. Bu konu üzerinde
ileride duracağız. Aynı şekilde, eski dünyalar veya bizden önceki yaratılışlar,
nasıl ki 'Edom'un yedi hükümdarı' şeklinde tasvir ediliyorsa (buradaki yedili
sayının Tekvin'deki yedi 'gün' ile bir ilişkisi vardır), burada tesadüf
olmaktan çok daha öte, Kalpa'nın başından günümüze kadar sayılan yedi Manu
çağları ile çok çarpıcı bir benzerlik vardır.[116]
7'LUZ' YA DA ÖLÜMSÜZLÜK İKAMETGÂHI
Yeraltı dünyası'na ilişkin rivayetler, birçok halkta
görülmektedir. Y
Burada hepsini toplamaya niyetimiz yok. Kaldı ki, bir
kısmının bizim şu anda üzerinde durduğumuz konu ile doğrudan bir ilgisi yoktur.
Bununla beraber, genel olarak bunları ele aldığımızda, bu 'mağaralar kültünün'
şu veya bu şekilde 'iç mahal' veya 'merkezî mahal' fikri ile daima bir
bağlantısı vardır; ve bu durumda mağara sembolü ve kalp sembolü, birbirine çok
yakındır.[117] Diğer
yandan, Orta Asya'da olduğu gibi Amerika'da ve belki de daha başka yerlerde,
gerçekten de inisyatik merkezlerin içerisinde asırlarca varlıklarını sürdürmüş
oldukları mağaralar ve yeraltı mağaraları var. Ancak, bunun dışında, bu konu
ile alâkalı aktarılan her şeyde, farkedilmesi pek de güç olmayan bir sembolizm
tarafı vardır. Hatta, bu inisyatik merkezlerin tesisi için yeraltı mekânlarının
seçimi, sadece basit bir korunmadan çok, birtakım sembolik düzene göre
olabileceğini düşünebiliriz. Saint-Yves, belki bu sembolizmi açıklayabilirdi;
ancak bunu yapmamıştır. İşte, eserinin bazı kısımlarını inanılmaz gösteren de
budur.[118] Bay
Ossendowski'ye gelince, kesinlikle görünen şeyin ötesine geçmeye gücü yetmez ve
kendisine söylenen şeylerin doğrudan anlamlarının ötesinde bir anlam ifade
ettiğini düşünemezdi.
Biraz önce atıfta
bulunduğumuz gelenekler arasında, bir tanesi var ki özel bir ilgi
gerektirmektedir: O, Yahudilik içerisindedir ve Luz adında çok gizemli bir
şehir ile ilgilidir.[119] Bu
yer, köken itibarıyla Yakub'un, rüya gördükten sonra oranın adını Beyt El yani
'Tanrı'nın Evi' koyduğu yerdir.[120] Bu
konu üzerine ileride tekrar döneceğiz. Rivayete göre, 'Ölüm Meleği' bu şehre
giremez ve burada hiçbir gücü yokmuş. İlginç bir benzerlik olarak, bazıları
onu Alborj'un yanında olduğunu belirtirler ki, Persler için bu yer 'ölümsüzlük
ikametgâhı'dır.
Luz'un yakın civarında,
bir badem ağacı (İbranice buna da luz denilmektedir) vardır. Bu ağacın kökünde, yeraltına
girilebilecek bir delik vardır.[121] Bu
yeraltı geçidi, tamamen gizli olan bu şehre götürür. Luz kelimesi, çeşitli
kabullere göre, gizlenmiş olan, örtülü olan, zarflanmış, sessiz ve sır
anlamlarına gelmektedir. Özellikle belirtilmelidir ki, gökyüzü anlamına gelen
kelimeler de aynı anlama gelmektedir. Genellikle coelum kelimesi ile
Yunanca'daki koilon yani 'delik' arasında bir benzerlik kurarlar (bunun mağara
ile de bir ilişkisi vardır, hatta Varon bu benzerliğe şu şekilde
yaklaşmaktadır: a cavo coelum). Ancak, en eski ve en doğru şekli caelum olabilir; bu kelime
açıkça caelare yani 'gizlemek' anlamına gelen kelimeyi hatırlatmaktadır.
Diğer yandan, Sanskritçe'de Varuna kelimesi, 'örtmek' anlamına gelen 'var* kelimesinden
türemektedir (bu aynı zamanda kal kökünün de anlamıdır ki, Lâtince'deki caelare'nm diğer bir şekli olan celare, ve onun bir eş anlamlısı
olan Yunanca'daki kaluptein de onunla irtibatlıdır).[122]
Grekçe'deki Ouranos kelimesi de, aynı kelimenin farklı bir formudur, zira var kelimesi kolayca wr'a
şeklini alır. Demek ki bu kelimeler, 'örten'[123],
'gizleyen'[124], ve
aynı zamanda 'gizlenen' anlamlarına gelir ki bu sonuncu anlamın iki manası
vardır: Hislerden gizlenmiş olan, hislerüstü olan. O aynı zamanda, gizlilik
(occultation) ve kararma (obscurcissement) çağlarındaki zahir ve görünür
olması son bulan gelenektir ki, o zaman 'semavî dünya' artık 'yeraltı dünyası'
olmuştur.
Ayrıca, başka bir
açıdan, 'Gökyüzü' ile de bir benzerlik kurulabilir. Luz, 'mavi şehir' olarak
da isimlendirilir. Safirin rengi olan bu renk, semanın (göğün) rengidir.[125]
Hindistan'da, gökyüzünün mavi renginin, Meru'nun yüzlerinden birinden,
güneydeki yüzünden ışığın yansıması sonucunda olduğunu rivayet ederler ki, onun
bu yüzü Jambudvipa'ya bakmaktadır ve bu da safirdendir. Bunun aynı sembolizmle
bağlantısı olduğu kolayca anlamşılmaktadır. Jambudvipa, genellikle inanıldığı
gibi Hindistan değildir. Aksine o, gerçekte bugün içinde bulunduğumuz haliyle
bütün yeryüzünü ifade etmektedir. Bu dünyanın da bütünüyle Meru'nun güneyinde
olduğu kabul edilebilir, zira Meru kuzey kutbu ile özdeşleştirilmektedir.[126] Yedi
Dvipalar (sözlük anlamıyla 'adalar' veya 'kıtalar'), peş peşe birtakım
çevrimsel çağlardan sonra ortaya çıkmaktadır. Öyle ki, bunlardan herbiri
tekabül ettikleri çağa nispetle yeryüzü dünyasıdır. Onlar, merkezi Meru olan
bir lotus teşkil ederler ve uzaydaki yedi bölgeye doğru yöneliktirler.[127] Demek
ki, Meru'nun herbir dvipa'ya dönük bir yüzü vardır. Şayet buyüzlerden herbiri,
gökkuşağındaki bir renge sahip iseler,[128] bu
yedi rengin sentezi beyaz renktir ki, bu renk her yerde yüce manevî otoriteye
nispet edilmektedir.[129] Bu
renk, aynı zamanda bizzat Meru'nun da rengidir (ileride onun 'beyaz dağ' olarak
da isimlendirildiğini göreceğiz). Oysa diğer renkleri, farklı dvipalara
nispetle görünen yönleridir. Öyle anlaşılıyor ki, her bir dvipanın tezahür
dönemine göre Meru'nun farklı bir pozisyonu söz konusudur. Ancak, gerçekte o
değişmezdir; çünkü o merkezdir; ve, bir çağdan diğerine göre değişen şey,
Meru'ya göre yeryüzünün yönelişidir.
Tekrar İbranice bir
kelime olan luz'a dönelim. Bu kelimenin farklı anlamlan oldukça ilginçtir:
Genellikle bu kelimenin anlamı 'badem' (aynı zamanda 'badem ağacı'dır, yani teşmil
kuralına göre hem ağaca hem de meyvesine aynı isim kullanılmaktadır) veya
'çekirdek' anlamına gelmektedir. Oysa çekirdek, en içte olan ve en çok gizli
olan şeydir, ve tamamen kapalı olandır. 'Tecavüz edilemez' olması fikri de buradan
gelmektedir (bu anlamı Agarttha'da da bulmaktayız).[130] Luz kelimesi,
bedendeki yok edilemeyen bir parça için de kullanılmıştır, ve sembolik olarak
çok sert bir kemikle temsil edilir ki, ruh öldükten sonra diriliş gününe kadar
ona bitişik kalır.[131] Nasıl
ki çekirdek tohumun özünü içeriyor ve kemik de iliği içeriyorsa, bu luz da
varlığın yeniden inşası için gerekli olan unsurları içerir. Bu inşa faaliyeti
ise, kurumuş kemikleri yeniden canlandıracak 'semavî çiğ'in etkisi ile gerçekleşecektir.
Aziz Paulus'un şu sözleri de açıkça buna işaret etmektedir: 'Çürümede ekilir,
çürümezlikte [izzette] kıyam eder.'[132] Burada
daher zaman olduğu gibi 'izzet', üst âlemdeki Şekina ile irtibatlıdır ki,
'semavî çiğ'in de onunla çok yakın bir ilişkisi vardır. Bunu biraz önce fark
etmiş olabiliriz. Luz, çürümediği için, insanda 'ölümsüzlük çekirdeği'dir[133] ve
'ölümsüzlük ikametgâhı' da yine aynı isme sahiptir: Burada, her iki hâlde de
'Ölüm Meleği'nin gücü etkisizdir. Bu bir bakıma, ölümsüz olanın yumurtası veya
embriyonudur.[134] Ayrıca
bu, kelebeğin içerisinden çıktığı krizalit kabuğuna da benzemektedir.[135] Bu
benzetme, onun gerçekte dirilişteki görevini de açıklamaktadır.
Luz'un yeri, omurganın
alt kısmı olarak tespit edilir. Bu çok ilginç gelebilir, ancak Hindu
geleneğindeki Kundalinî gücü dedikleri şey ile açıklığa kavuşmaktadır.[136]
Kundalinî, insan varlığında içkin olduğu kabul edilen Şakti'nin bir suretidir.[137] Bu
kuvvet, kendi etrafında dolanmış hâldeki bir yılan ile temsil edilir ki,
burada da omurganın en alt kısmına tekabül eden organizmanın bir bölgesi söz
konusudur. Bu, en azından normal insanda böyledir. Ancak, hathaYoga gibi
birtakım uygulamalarla o, 'üçüncü göze' yani Şiva'nın alnındaki göze tekabül
eden bölgeye ulaşmak için çeşitli plexuslara tekabül eden 'tekerler' (şakralar)
veya 'lotus'e (kamalalar) göre uyanır, açılır ve kalkar. Bu aşama, 'ilk
durumun' yeniden elde edilmesini temsil etmektedir. Buradan ise, ölümsüzlük
hâli dediğimiz şeyi elde eder. Buraya kadar, hâlâ insanlık durumundayızdır.
Daha ileriki biraşamada, Kundalinî baştaki taça ulaşır ki,[138] bu son
aşama varlığın üst mertebelerinin etkin olarak fethedilmesine işaret
etmektedir. Bu benzetmeden ortaya çıkan şey, /wz'un organizmada aşağıya tekabül
eden bir mevkide yer alması ancak 'düşmüş olan insan'ın durumunda söz konusudur.
Yeryüzündeki bütün insanlar dikkate alındığında ise, yüce manevî merkezin 'yeraltı
dünyasında' bulunması aynı nedenledir.[139]
8'KALİ YUGA' DÖNEMİNDE GİZLENEN YÜCE MERKEZ
Gerçekten de denildiğine
göre Agarttha her zaman yer altında olmamıştır ve daima bu şekilde kalmaz. Bay
Ossendovvsky'nin aktardığına göre, öyle bir zaman gelecek ki 'Agarti'deki
insanlar bulundukları mağarayı terk ederler ve yeryüzüne çıkarlar.'[140] Bu
merkez, görünür dünyadan kaybolmadan önce başka bir isme sahipti. Zira
Agarttha, 'kavranamayan' veya 'nüfuz edilemeyen' (aynı zamanda 'ihlâl
edilemeyen'dir; zira orası Salem'dir yani 'Barış'ın ikametgâhı'dır) adı ona
uygun düşmezdi. Bay Ossendovvski, 'altı bin yıl önce' onun yeraltına
çekildiğini belirtmektedir; oysa bu tarih çok yakın bir nispetle tam da,
Batılılar'ın 'demir çağ' dedikleri ve Manvanrtara'nın taksim ettiği dört çağın
sonuncusu olan Kali-Yuga'nın ya da 'siyah çağ'ın başlangıcına tekabül
etmektedir.[141] Buna
göre, onun yeniden tezahürü aynı dönemin sonu ile aynı olmalıdır.
Daha önceki satırlarda,
bütün gelenekler tarafından imada bulunulan kaybolan bir şeyin olduğuna ve
bunların farklı sembollerle temsil edildiğine işaret etmiştik. Şayet bu,
yeryüzündeki bütün insanlığı içine alacak şekilde genelleştirilerek ele
alınacak olursa, bunların tam da Kali-Yuga'nın şartları ile uyuştuğu
görülmektedir. Buna göre, içinde bulunduğumuz dönem karanlık ve kargaşa
dönemidir.[142] Bu
dönemin özelliği gereğince, söz konusu dönem boyunca inisyatik bilgi gizlenmiş
olmalıdır. 'Tarihî' diye nitelendirilen antikitedeki (oysa bu tarih söz konusu
dönemin başına kadar bile ulaşmamaktadır)[143]
'Sırlar'ın (Mysteres) ve bütün halklarda var olan gizli örgütlerin sahip
oldukları bu özellikleri bu durumdan kaynaklanmaktadır: Bu örgütler, hakiki
bir geleneksel doktrinin hâlâ mevcut olduğu her yerde etkin bir inisyasyon
sunmaktadırlar. Ancak, şayet bu doktrinin ruhu sadece zahirî temsillerden
ibaret olan sembollere hayat vermeyi keserse, bu durumda söz konusu
organizasyonlar sadece birer gölge mesabesinde etkin olabilirler. Bu ise,
birçok nedenden ötürü, dünyanın manevî merkezi ile her türlü bilinçli
ilişkinin kesilmiş olması nedeniyledir. Bu da, geleneğin kaybedilmesinin en
hususî anlamıdır. Bu durum özellikle,yüce merkezle doğrudan ve etkin bir ilişki
içerisinde olmayı kesen şu ye da bu tali merkezlerle alâkalıdır.
Demek ki biz burada,
daha önce de belirttiğimiz gibi, gerçekten kaybolan bir şeyden çok, gizlenmiş
bir şeyden bahsetmemiz gerekmektedir. Zira o, herkes için kaybolmamıştır;
çünkü ona hâlâ bütünüyle sahip olanlar mevcuttur. Durum böyle olunca,
başkalarının da bunu bulma imkânı vardır, yeter ki gereği gibi araştırmasını
bilsinler. Yani, niyetleri öyle bir şekilde yönelmeli ki, 'karşılıklı etki ve
tepkiler' kanunu gereğince[144]
uyandıracağı uyumlu titreşimler sayesinde onları yüce merkez ile etkin manevî
bir iletişime sokabilir.[145] Zaten,
geleneksel formların tamamında niyetin yönelişinin sembolik bir temsili vardır.
Burada, ayin anlamındaki bir yönelişten (orientation rituelle) bahsetmekteyiz:
Gerçekten de bu yönelişte hakikî bir manevî merkeze doğru bir yöneliş olur ki,
bu her ne olursa olsun daima 'Alemin Merkezi'nin gerçek bir suretidir.[146] Ancak,
Kali-Yuga'da ilerledikçe, git gide kapanan ve gizlenen merkezle birleşme daha
da zorlaşmakta, aynı zamanda zahirî birer temsilleri olan tali merkezler de
zaman geçtikçe daha da nadir bulunmaktadır.[147] Oysa
bu dönem bittiğinde, geleneğin tekrar yeniden bütünüyle tecelli etmesi gerekmektedir.
Zira, bir öncekinin bitimiyle başlayan her Manvantara, aynı zamanda yeryüzü
insanlığı için 'ilk hâle geri dönüşü' zorunlu kılmaktadır.[148]
Avrupa'da, düzenli
organizasyonlar vasıtasıyla merkezle kurulmuş olan bilinçli ilişkilerin tamamı
günümüz itibarıyla kopmuş vaziyettedir. Bu durum, birçok asırdan beri
böyledir. Zaten bu kopuş, bir anda gerçekleşmiş olmayıp peş peşe gelen birçok
evreden sonra olmuştur.[149] Bu
evrelerin ilki 15. yüzyılın başlarına dayanmaktadır. Başka bir yerde şövalye
tarikatlerine ilişkin belirtmiş olduğumuz şeylerden de anlaşılacağı üzere,
onların başlıca rollerinden biri de Doğu ile Batı arasında iletişim
sağlamaktır. Bu iletişimin gerçek boyutu ise, burada söz konusu edilen
merkezin en azından 'tarihsel' dediğimiz dönemlerde daima Doğu'da olarak
tasvir edilmiş olmasıdır. Bu arada; Tapınak Tarikati ya da daha sonraları
alacağı isimle Gülhaççılık, bu iletişimin devamını sağlamaya devam etmiştir;
ancak bu durum daha sonraları biraz daha belirginsizleşmiştir.[150]
Rönesans ve Reform, yeni bir kritik döneme işaret etmişlerdir. Nihayet, Saint-Yves'in
belirttiğine göre tam kopma, Otuz Yıl Savaşları'na son veren 1648'deki
Westfalya Anlaşmaları ile aynı tarihe rastlamaktadır. Oysa, çok ilginçtir ki
birçok müellif tam da Otuz Yıl Savaşları'ndan sonra gerçek Gülhaççılar'ın
Asya'ya çekilmek üzere Avrupa'yı terk ettiklerini belirtmektedirler. Bu konu
ile ilgili şunu da hatırlatmak isteriz ki, Agarttha'nın en içteki çemberde yer
alan mensupları gibi Gülhaç Müntesipleri'nin adedi de 12 idi. Nitekim bu durum,
söz konusu yüce merkezin suretinde teşkil edilmiş olan manevî merkezlerin
tamamında ortaktır.
Bu son evreden itibaren,
etkin inisyatik bilginin deposuna hiçbir Batı organizasyonu gerçekten sahip
olamamıştır. Hatta Svvedenborg, 'Kaybedilen Kelâmı'n artık Tibet ve Tataristan
bilgeleri arasında aranması gerektiğini açıklamıştır. Diğer yandan,
AnneCatherine Emmerich 'Peygamberler Dağı' diye adlandırdığı ve aynı bölgelerde
yer aldığını belirttiği gizemli bir yere dair bir müşahedeye (vision) nail olmuştur.
Buna ayrıca, Bayan Blavatsky'nin bu konu ile ilgili olarak, gerçek anlamına
hiçbir zaman vakıf olamadığı, çok dağınık birtakım bilgilere sahip olduğunu da
eklemeliyiz. Ondaki 'Büyük Beyaz Loca' fikrine de bu sebep olmuştur ki biz
bunu, Agarttha'nın değil bir sureti, olsa olsa bir karikatürü olarak
isimlendirebiliriz.[151]
9 'ONFALOS' VE BETİLLER
Bay Ossendowsky'nin naklettiğine göre, 'Âlemin Hükümdarı'
Hindistan ve Siam'da eskiden birçok defa görünmüş ve 'bir oğlağın üzerinde
oturmak suretiyle elindeki altın bir elma ile halkı takdis etmiş'. Özellikle
bu detay bilgi, Saint-Yves'in 'Oğlak ve Boğa Çevrimi' ile ilgili söyledikleri
ile mukayese edildiğinde daha da önem kazanmaktadır.[152] Çok
daha ilginç olan diğer bir yön ise, yeryüzü cennetindeki dört nehire tekabül
eden dört adet nehirin üzerinden aktığı bir dağın üstündeki Oğlak ile ilgili
Hristiyan sembolizminde sayısız temsiller vardır.[153] Oysa
biz, Kali-Yuga'nın başlamasından önce Agarttha'nın başka bir adı olduğunu
belirtmiştik. 3u isim, Paradesha'dır ve Sanskritçe'de 'Yüce Uzaklık'tır ve
bazen de 'Alemin Kalbi' diye de isimlendirilmektedir ki bu durum tam da manevî
merkeze tekabül eder. İşte, Kildaniler'in Pardes ve Batılılar'ın da Paradi
(Cennet) olarak telaffuz ettikleri kelimenin kökeni bu isimdir. Bu kelimenin
gerçek anlamı da budur. Bu ise, bizim daha önceleri, burada söz konusu edilen
şey ile şu ya da bu şekilde İbranî Kabbalası'ndaki Pardes'in aynı şey olduğunu
belirtmemizin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
Diğer yandan, 'Kutup'
sembolizmine dair daha önceki açıklamalarımıza da atıfta bulunmak suretiyle,
yeryüzü cennetindeki dağ ile hemen hemen bütün geleneklerde çeşitli suretler
altında mevcut olan 'kutup dağı'nın aynı şey olduğunu fark etmek daha da kolay
olmaktadır: Burada daha önceleri zikrettiğimiz Hindular'daki Meru'yu,
Persler'deki Alborj'u, batıdaki Graal efsanesindeki Montsalvat'ı, ayrıca
Araplar'daki Kaf Dağı'nı[154] ve her
ne kadar uzaktan da olsa Yunanlılar'daki Olimpus dağını hatırlatabiliriz.
Bunlardaki ortak özellik, yeryüzü cennetinde olduğu gibi, sıradan insanların
ulaşamıyacağı ve bazı çevrimsel evrelerin sonunda insanlığın tamamını
etkileyerek altüst eden yıkımlardan ırak bir yerde bulunmalarıdır. Bu bölge
gerçekten de 'yüce uzaklık'tadır; hatta bazı Veda ve Avesta metinlerinde bu yer
başlangıçta kutupta yer almakta idi, nitekim kavramın kelime anlamı da budur.
İnsanlığın yeryüzü tarihindeki farklı evrelerinden hangisinde bulunursa
bulunsun, o sembolik anlamda daima kutupta yer almaktadır. Zira o, esas
itibarıyla her şeyin etrafında devrimini tamamladığı sabit mihver ile temsil
edilmektedir.
Nitekim dağ, Kali-Yuga'dan
önceki 'Âlemin Merkezi'ni temsil etmektedir. Yani, bu dönemlerde bir şekilde
zahirdi ve henüz daha yeraltında değildi. Yani, yerleşik düzenin bir çeşit
altüst olmasına sebep olacak özel şartların ortaya çıktığı karanlık çağın
dışındaki normal durum diyebileceğimiz bir durumda idi. Ayrıca şunu da eklemek
gerekir ki, çevrimsel kanunlara ilişkin durumların yanında dağ ve mağara
sembollerinin her birinin bir varlık nedeni vardır; ve bunların her ikisinin
birbirini tamamlayıcı bir özellikleri vardır.[155] Dahası
mağara, bizzat söz konusu dağın içerisinde ya da hemen onun altında olarak
düşünülebilir.
Antik geleneklerde,
'Âlemin Merkezi'ni temsil eden daha başka semboller de vardır. Bunlar içerisinde
belki de en önemlilerden bir tanesi de Onfalos'tur (Omphalos) ki, bu hemen
hemen bütün halklarda bulunur.[156]
Yunanca bir kelime olan 'onfalos', 'ombilik' anlamına gelmektedir ve aynı
zamanda 'merkez olan' hatta özellikle de tekerleğin merkezi anlamına da gelir.
Sanskritçe'de nabhi kelimesi bu tür farklılıklara sahiptir; ayrıca Kelt ve
Cermen dillerinde aynı kökten türeyen nab ve nav formlarında kelimeler de mevcuttur.[157] Diğer
yandan, Galua (gallois) dilinde nav veya naf kelimeleri, 'başkan' anlamına sahiptirler ve Tanrı için
bile kullanılır. Demek ki burada, merkezf ilke fikri ifade edilmektedir.[158]
'Merkez' kelimesi zaten çok ayrı bir öneme sahiptir. Zira teker, her yerde
rotasını sabit bir nokta etrafında tamamlayan Alemin sembolüdür ve bu nedenle
de svvastika ile mukayese edilebilir bir semboldür. Ancak svvastika'da,
tezahürü temsil eden çevre çizilmemiştir; öyle ki, sanki doğrudan doğruya
merkeze dikkat çekilmektedir: Svvastika, Alemin bir sureti değildir, aksine o
Alem'e nispetle İlke'nin hareketidir.
Onfalos sembolü, sadece
belli bir bölgenin merkezine yerleştirilebilirdi. Bu bölge, coğrafî bir
merkezden çok manevî bir merkezdir; bununla beraber bazen her ikisinin bir
arada bulunduğu da olmaktadır. Ancak, şayet durum bu son belirtilen şekilde
olursa, bu noktanın söz konusu bölgede ikamet edenler için o yerin 'Alemin
Merkezi'nin görünür sureti olarak kabul edilmiş olması nedeniyledir; ve aynı zamanda,
bu halka ait geleneğin, söz konusu halkın zihniyetine ve varlık şartlarına en
uygun bir form içerisinde, ilk geleneğin bir uyarlamasıdır. Genellikle Delf
tapınağındaki Onfalos bilinmektedir. Bu mabet, gerçekten de antik Yunan'ın
manevî merkezi idi,[159] ve
bunun doğruluğunu gösterecek açıklamalar üzerinde fazla durmadan şunu
belirtmek isteriz ki, söz konusu yerde yılda iki defa Anfiktyonlar
(Amphictyons) konseyi toplanmakta idi. Bu konsey, Helenik halkların tamamının
temsilcilerinden müteşekkildi ve bu toplantı söz konusu halkların aralarındaki
yegane etkin bağ idi. Bu bağın gücü, özde geleneksel oluşundan
kaynaklanmaktaydı.
Onfalos'un maddî temsili
genelde kutsal bir taş idi ve buna çoğu zaman 'betiP adı verilmekte idi. Bu
isimlendirme ise, Ibranice'deki 'Beyt-El' yani 'Tanrı'nın Evi' kelimesinden
başkası değildir. Bu ismi Yakub [(a.s.)], rüyasında Tanrı'nın kendisine tecelli
ettiğini gördüğü yere vermiştir: 'Ve Yakub rüyasından uyanır ve der ki:
Muhakkak Tanrı bu yerde, ve ben bunu bilmiyordum. Ve Yakub korktu ve dedi: Bu
yer ne kadar da korkutucu! Bu, Tanrı'nın Evi ve göklerin kapılarıdır. Ve Yakub
sabah erkenden kalkar, ve başına yastık yaptığı taşı alır ve onu bir sütun gibi
diker, ve onun tepesine yağ döker (onu takdis etmek için). Ve bu yere Beyt-El
adını verir; ancak bu yerin ilk adı Luz idi.'[160] Biz,
bu Luz kelimesinin anlamını daha önce açıklamıştık. Diğer yandan, Beyt-El'in
yani 'Tanrı'nın Evi' isminin daha sonraları, Mesih'in doğduğu şehir olan
'Beytüllahim' (BeithLebem) yani 'ekmeğin evi' adını aldığı da nakledilmektedir.[161] Taş
ile ekmek arasındaki sembolik ilişki, üzerinde durmaya değer çok ilginç bir
noktadır.[162]
Belirtilmesi gereken diğer bir nokta ise, Beyt-El kelimesinin sadece bir yer
için değil, aynı zamanda bizzat taşın kendisi için de kullanılan bir isim olmasıdır:
'Ve bir sütun gibi diktiğim bu taş, Tanrı'nın evi olacaktır.'[163] Demek
ki, ileride Toplanma Çadırı şeklinde isimlendirilecek olan açıkça 'ilâhî
mesken' (mişkan) yani Şekina bu olsa gerektir. Tabi ki, bütün bunlar bir
şekilde 'manevî etkilemeler' (berakot) konusu ile irtibatlıdır. Birçok eski halklar arasında ortak
olan 'Taşlar Kültü'nden bahsedildiğinde, söz konusu kültün (ibadetin) taşlara
değil, aksine bu taşların kendisine ev olduğu Tanrı'ya (Divinite) karşı
yapıldığı anlaşılmalıdır.
Onfalos'u temsil eden
taş, Yakub'un diktiği gibi bir sütun şekline sahip olabilir. Nitekim, Kek
halklarında olduğu gibi bazı menhirlerin bu anlamı taşıdığı muhtemeldir. Delf
tapınağında olduğu gibi bu taşların yanında kehanetlerin yapılması,
anlaşılacağı üzere söz konusu Tanrı'nın huzurunda yapılmış gibi kabul
edilmekteydi. Zaten, 'Tanrı'nın Evi' tabii olarak 'Dünyanın Merkezi' ile
aynileşmektedir. Onfalos, bazen Kibele'nin siyah taşı gibi, koni veya ovoid
[yumurta] şeklindeki bir taş ile de temsil edilebilir. Koni, kutsal dağı
hatırlatmaktadır ki, bu da 'Kutup' veya 'Alemin Mihveri'nin sembolüdür. Ovoid
şekline gelince, o da çok önemli bir sembol olan 'Alemin Yumurtası' ile
doğrudan irtibatlıdır.[164] Şunu
da eklemek gerekir ki, şayet Onfalos genellikle bir taş ile temsil edilmekte
ise de, bazen de bir tür 'tumulus' olan tertre ile de temsil edilir ki bu kutsal dağın bir suretidir.
Meselâ Çin'de, her hükümdarlık veya feodal devletin merkezinde eskiden 'beş
bölge'den alınmış topraktan yapılmış dörtgen piramit şeklinde bir tertre
dikilirdi: Piramitin dört yüzünden her biri dört temel yöne tekabül etmekteydi;
piramitin tepesi ise, bu dört yönün bizzat merkezini temsil etmekteydi.[165] İlginç
olan, bu 'beş bölge' ile İrlanda'da da karşılaşmaktayız; öyle ki, buradaki
'başkanın dikili taşı' da aynı şekilde her bölgenin merkezine dikilmişti.[166]
Kek ülkeleri içerisinde
gerçekten de İrlanda, bizlere söz konusu Onfalos'a ait birçok bilgi
sunmaktadır. İrlanda eskiden beş bölgeye ayrılmıştı ki, bunlardan birinin adı
Mide idi (bu kelime Meath olarak
İngilizce'de hâlâ varlığını sürdürmektedir) ve bu, 'orta'
anlamına gelen eski bir Kelt kelimesi olan medion'dur ve Lâtince'deki
karşılığı medius'tur.[167] Diğer
dört bölgenin birer parçasından meydana getirilmiş olan bu Mide Hükümdarlığı,
yüce İrlanda hükümdarının bizzat mekânı idi ve diğer hükümdarlar derece olarak
onun altında yer almakta idiler.[168]
Ülkenin tam olarak merkezini temsil eden Ushnagh'da 'Alemin nombrili' diye
isimlendirilen devasa bir taş dikili idi ki, bu taşa 'parçaların taşı' (pierre
dcs portions) (ailnameeran) da denilirdi. Zira bu taş, Mide Hükümdarlığı
içerisinde kesişen diğer ilk diğer dört hükümdarlığın ayırıcı çizgilerini
belirtmekteydiler. Her yıl mayıs ayında, tıpkı Druidler'in yıllık
toplantılarına benzer bir şekilde Carnutler ülkesinin Galler'deki 'kutsanmış
merkezî yerinde' (mediolanon veya medionemeton) bir genel kurul toplanmakta
idi. Bunun ayrıca, Delfdeki Anfiktiyonlar'ın toplantısı ile de bir benzerliği
vardır.
İrlanda'nın dört bölgeye
ve merkezdeki yüce başkanın ikamet ettiği yer şeklinde ayrılması, oldukça eski
geleneklerle irtibatlıdır. Gerçekten de İrlanda, işte bu nedenle 'dört üstadın
adası' olarak adlandırılmıştır;[169] ancak
bu ve ayrıca 'yeşil ada' (Erin) şeklindeki isimlendirme, önceleri daha
kuzeydeki bir toprak için kullanılırdı ki, bu yer şimdi bilinmemektedir ve
belki de kaybolmuştur. Öyle ki, söz konusu yerin manevî merkezi veya belki de
yüce merkezi Ogygie veyahut Thule idi. Bu 'dört üstadın adası'nın hatırasına
Çin geleneğinde de rastlanmaktadır, ve öyle görünüyor ki bugüne kadar hiç fark
edilmemişti. İşte bunu dile getiren bir Taocu metin: 'İmparator Yao çok üzülüyordu,
ve ideal olarak iyi yönettiğine inanıyordu. Ancak, ('gerçek insanların'
tchennjen yani 'ilk aslî durumla' bütünleşmiş olan insanların yaşadığı)
uzaklardaki Kouchee adasındaki dört üstadı ziyaret ettikten sonradır ki, her
şeyi birbirine karıştırdığının farkına varır. İdeal olan, kozmik tekeri
kendiliğinden döndüren üstün insanın kayıtsızlığıdır[170] (yani
'hareket etmemek' şeklindeki davranış olan her türlü bağdan kurtulmadır).'[171] Diğer
yandan 'dört üstat', dört Maharaja veya 'büyük hükümdarlar' ile de ayniyet arz
etmektedir. Hint ve Tibet geleneklerine göre onlar, dört aslî yönde ikamet
etmektedirler.[172] Ayrıca
bunlar, elementlere (unsurlara) de tekabül ederler: Beşincisi olan ve kutsal
dağın tepesinde yani merkezde ikamet eden yüce üstat, bu durumda, dört ana
unsurdan hemen sonra gelen ilk unsurlardan Hermesçiler'deki beşinci aslî unsur
olan (quinta essentia) Esir'e (Ether / Akasha) tekabül eder.[173] Benzer
geleneklere Orta Amerika'da da rastlanmaktadır.
10MANEVÎ MERKEZLERİN
SEMBOLİK İSİMLERİ VE TEMSİLLERİ
Yüce Ülke' ile ilgili olarak benzer birçok gelenek daha
zikredebili\ riz. Onu tanımlamak için, Paradesha'dan muhtemelen daha eski bir
isim daha vardır ki o da Tula'dır. Grekler bunu Thule diye çevirmişlerdir.
Nitekim biraz önce de gördüğümüz gibi, söz konusu bu Thule, ilkel (primitive)
'dört üstat adası' ile herhalde aynı idi. Ayrıca belirtmemiz gerekir ki, bu
aynı Tula ismi çok farklı bölgelere isim olarak verilmiştir. Zira, bugün dahi
aynı isme hem Rusya'da hem de Orta Amerika'da rastlamaktayız. Bu söz konusu
bölgeleri, çok eski zamanlarda, ilk Tula'dan feyezan etmiş birer manevî merkez
olduklarını düşünmek uygun olacak. Meksika'daki Tula'nın kökeninin Toltekler'e
ait olduğu bilinmekte. Rivayete göre bunlar, 'suların ortasındaki toprak'
anlamındaki Aztlan'dan gelmiş ki bu aslında Atlantis'den başkası değildir, ve
söz konusu Tula ismini de asıl memleketlerinden getirmişler. Tula ismini
verdikleri merkez muhtemelen bir ölçüde kaybolan kıtanın yerine geçmişti.[174]
Ancak,diğer yandan, Atlantis Tula'sı ile Hyberboreen Tula'sını birbirinden ayırmak
gerekir. Zira, günümüzdeki Manvantara'nın tamamını kapsayacak şekilde ilk ve
yüce merkezi temsil eden gerçekte bu ikinci hiperboreenTula'dır. Hakiki 'kutsal
ada' olan bu idi. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, köken itibarıyla onun durumu
tamamıyla kutupsal (polaire) idi. Aynı anlama gefen isimlerle adlandırılmış
olan diğer 'kutsal adaların' tamamı, bunun birer suretinden başka birşey
değildir. Bu durum, Manvantara'ya nispetle tali düzeydeki ikincil bir tarihi
çevrimi yönlendiren Atlantis geleneğine ait manevî merkez için de aynen
geçerlidir.[175]
Sanskritçe'de Tula
kelimesi, 'terazi' anlamına gelmekte, ve özellikle de bu ismin tekabül ettiği
burç (zodyak) simgesine işaret etmektedir. Ancak, bir Çin geleneğine göre,
semavî terazi aslında ilk önceleri Büyük Ayı imiş.[176] Bu
tespit çok önemli. Zira, Büyük Ayı'ya nispet edilen sembolizm tabiî olarak
doğrudan doğruya Kutup ile de ilgilidir.[177] Bu
konu üzerinde burada daha fazla duramıyacağız, zira bu ayrı bir araştırmada
ele alınmayı gerekli kılmaktadır.[178]
Ayrıca, kutup terazisi ile burçlar terazisi arasındaki ilişki de ayrıca ele
alınmalı. Nitekim burçlarterazisi 'hüküm simgesi' olarak değerlendirilmektedir.
Adalet'in bir vasfı olarak terazi hakkında söylediklerimiz, Melki Sedek ile
ilgili düşünüldüğünde onun adının yüce manevî merkeze işaret ettiği anlaşılır.
Tula, aynı zamanda
'beyaz ada' olarak da bilinmektedir. Daha önce, bu rengin manevî otoriteye
tekabül ettiğini belirtmiştik. Amerika geleneklerinde Aztlan'ı temsil eden
sembol beyaz dağdır. Ancak, bu tasvir öncelikle Hiperboreen Tula ve 'kutup
dağı' için kullanılmaktaydı. Hindistan'da, genellikle Kuzey'in en ücra
bölgelerine[179]
konumlandırılan 'beyaz ada' (Shvetadvipa), 'Saadetliler İkametgâhı' olarak
kabul edilir ki bu da onu 'Yaşayanlar Ülkesi' ile açıkça aynı şey olduğunu
göstermektedir.[180] Ancak
burada bir istisna var: Kelt gelenekleri 'Azizler adası' veya 'Saadetliler
adası' olarak özellikle 'yeşil ada'dan bahsetmektedir.[181] Ancak,
bu adanın ortasında bir 'beyaz dağ' yükselmektedir ki, bu dağın hiçbir tufan
tarafından sular altında bırakılmadığı rivayet edilir.[182] Bu dağın
tepesi ise, 'lâP (erguvan kırmızısı) rengindedir.[183]
'Güneş'in dağı' diye de adlandırılan bu dağ, Meru dağının aynısıdır: Zira Meru
Dağı da 'beyaz dağ'dır ve denizin ortasında yer aldığı için de etrafı yeşil bir
kuşakla çevrilidir.[184]
Tepesinde ise üçgen ışık parlamaktadır.
'Beyaz ada' şeklinde
tanımlanan manevî merkezlere (tekrar hatırlatacak olursak, bu isimlendirme
gerçekte öncelikli olarak bu ismi kullanmaya lâyık olan yüce merkez için değil,
aynı zamanda tali seviyedeki merkezler için de kullanılmıştır), her türlü
beyaz fikrini ifade eden yerler, bölgeler veya şehirlerin isimleri de
eklenmelidir. Bunu ifade eden birçok sayıda yer vardır: Albion'dan Albanie
(Arnavutluk)'ye, oradan Roma'nın merkezî şehrini teşkil eden Albe la Longue'a
ve aynı isimleri taşıyan antik şehirleri de dahil ederek,[185] Grekler'de,
Argos şehrinin ismi aynı anlamı taşımaktadır.[186] Bu
vakıaların nedeni ise, ileride yapacağımız açıklamalarla daha iyi
anlaşılacaktır.
Manevî merkezin, 'kutsal
dağ'ı da içeren bir ada olarak temsil edilmesine dair bir tespitte daha
bulunmak gerekmektedir. Zira, böyle bir merkez gerçekten var olmuş olabileceği
gibi (her ne kadar bütün 'Kusal Topraklar' ada olmasa da), bunun bir sembolik
anlamı da olmalıdır. Tarihî vakıaların bizzat kendileri dahi ki, özellikle buna
kutsal tarihle ilgili olanlar dâhildir, gerçekte yüksek mertebelere ait
birtakım hakikatleri kendilerine göre yorulamaktadırlar. Bu da sembolizmin
bizzat temeli olan mütekabiliyet kanunu nedeniyledir ki, bu bütün âlemleri
bütüncül ve evrensel bir uyumda birleştirmektedir. Burada söz konusu olan
temsilin çağrıştırdığı fikir, 'istikrarlılıktır ki, biz bunu daha önce
Kutup'un bir özelliği olarak zikretmiştik: Ada, suların sürekli çalkantıları
arasında daima değişmezliğini korumaktadır. Buradaki çalkantı, dış dünyanın bir
tasviridir. 'Selamet Dağı'na, 'Barış Mabedi'ne ulaşmak için ise, 'hırslar
denizini' aşmak gerekmektedir.[187]
11MANEVÎ MERKEZLERİN KONUMLARININ TESPİTİ
Daha önce belirttiklerimiz arasında 'yüce bölge'nin
konumunun tespiti meselesini hemen hemen tanmamıyla hiç ele almadık. Çok
çetrefil bir konu. Zaten, bulunduğumuz konum itibarıyla de tali bir mesele
olarak yer almakta. Öyle görünüyor ki, en geniş çevrim olan Manvantara'nın
birer alt bölümleri olan farklı çevrimlere göre birbirini takip eden birçok
yerin varlığını kabul etmek gerekiyor. Şayet kendimizi zamanın dışında tutup
Manvantara'yı bir bütün olarak değerlendirecek olursak, bu mevkiler arasında
hiyerarşik bir düzenin varlığı görülebilir. Öyle ki, bunların her biri
Manvantara'nın içerdiği temel ve ilk geleneğin birer adaptasyonundan ibaret
geleneksel suretlerin oluşumuna tekabül etmektedirler. Diğer yandan, temel
merkezin haricinde, aynı zamanda ona bağlı olan ve onun birçok sureti mesabesinde
olan başka merkezler de vardır. Ancak bu tali merkezler, daha zahiri olmaları
nedeniyle yüce merkeze nispetle daha görünür durumdadırlar.[188]
Bu son nokta üzerinde,
özellikle Lamaizm'in merkezi olan Lhasa ile Agarttha arasındaki benzerliğe
dikkat çekmiştik. Buna ayrıca, Batı'da dahi topografik durumları birtakım
özellikler arz eden fakat köken itibarıyla benzer varlık gerekçeleri olan en
az iki şehir bilinmektedir. Bunlar: Roma ve Kudüs'tür. (Kudüs'ün, MelkiSedek'in
gizemli Salem'inin zahirî bir sureti olduğuna daha önce işaret etmiştik). Antik
zamanlarda, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, gerçekten de kutsal coğrafya ya
da din adamı sınıfı (sacerdotal) coğrafyası diye adlandırabileceğimiz bir şey
var idi. Öyle ki, şehirlerin ve mabetlerin mevkileri keyfî olarak tespit
edilmiyordu. Aksine, çok hassas birtakım kanunlara göre tayin edilmekte idi.[189]
Buradan, 'din adamı sınıfı sanatı' (art sacerdotal) ile 'hükümdarlık sanatı'nı
inşaatçılar sanatı ile birleştiren bağlantılar sezilebilir.[190] Ayrıca
bu durum bize, neden eski loncaların gerçek bir inisyatik geleneğe sahip
olduklarını da açıklamaktadır.[191] Zaten
bir şehrin inşası ile bir doktrinin yasalaştırılması (veya, belirli bir yer ve
zamanın şartlarına uygun olarak geliştirilen yeni geleneksel bir formun
oluşturulması) arasında öyle bir ilişki vardı ki, genellikle birincisi yani
şehrin inşası ikincinin yani doktrinin bir sembolizasyonu olarak gerçekleşmekte
idi.[192] Tabi
ki, özellikle de yeryüzünün belli bir bölümünün şehri konumunda olmaya namzet
bir yerin tayininde, şu veya bu şekilde özel birtakım tedbirlere başvurulması
gerekmekte idi. Aynı şekilde, kuruluşları ile ilgili ortamlarla ilgili olması
nedeniyle şehirlerin adları da bu bakımdan dikkatli bir şekilde ele
alınmalıdır.[193]
Konumuzla dolaylı olarak
ilişkisi bulunan bu konular üzerinde daha fazla durmadan şunu da belirtmek
isteriz ki, biraz önce bahsetmiş olduğumuz türden bir merkez Helenistik dönem
öncesi Girit'te (Crete) var idi.[194]
Ayrıca, öyle anlaşılıyor ki Mısır'da birbirini takip eden Memfisler ve Tebler
döneminde bunlardan birçok bulunmakta idi.[195] Aynı
zamanda bir Grek şehrinin de ismi olmuş olan bu en son zikredilen şehrin
(Tebler) ismi, manevî merkezlerin tespiti konusunda bizim özellikle dikkatimizi
çekmelidir; özellikle de tufandaki geminin İbranice ismi olan Tebah ile olan
açık benzerliği nedeniyle. Zira, bu söz konusu gemi de yüce merkezin bir
temsilidir; ve bu yönüyle özellikle bir bakıma bir zarf görevi görerek
geleneğin korunması şeklindedeğerlendirilmiştir.[196] Bu
durum, iki çevrim arası geçiş dönemlerinde eski durumun yok edilip yenisinin
kurulması için gerçekleşen kozmik tufana işaret etmektedir.[197] Kitabı
Mukaddes'de sözü edilen Nuh'un [a.s.] rolü,[198] hindu
geleneğindeki daha sonraları Vaivasvata adını alacak olan Satyavrata'nın ki
bugünkü Manu'dur ile benzerdir. Ancak burada hemen belirtilmesi gerekir ki, söz
konusu bu son durum günümüz Manvantara'sının başına tekabül ederken, Kitabı
Mukaddes'de bahsedilen tufan başka bir çevrimin başlangıcına tekabül etmektedir
ve yine aynı Manvantara'nın içerisinde bulunmakla beraber daha sınırlıdır[199]: Zira,
burada söz konusu edilen aynı olay değildir, sadece aralarında benzerlik olan
olaylardır.[200]
Burada yine zikre değer
olan diğer bir konu da, Nuh'un Gemisi ile gökkuşağı sembolizmi arasındaki
ilişkidir. Söz konusu ilişki Kitabı Mukaddes'te, Tanrı ile yeryüzündeki
yaratıklar arasındaki antlaşmanın bir işareti olarak tufandan sonra
gökkuşağının ortaya çıkması şeklindedir.[201] Gemi,
tufan esnasında, aşağı âleme ait suların oluşturduğu Okyanus'ta yüzüyor;
gökkuşağı ise, düzenin kurulduğu ve her şeyinyenilendiği anda 'gökyüzünde' yani
yukarı âleme ait suların olduğu bölgede zuhur ediyor. Burada söz konusu olan,
kelimenin tam anlamıyla bir analojik ilişkidir. Yani, her iki suret de
birbirinin zıddı şeklinde çevrilmiş ve biri diğerini tamamlamakta: Geminin
gövde şekli aşağıya doğru kıvrım yapmakta iken, gökkuşağının kıvrımı yukarıya
doğrudur, ikisinin birlikteliği ise birbirini tamamlayan bir çember veya bir
çevrim suretindedir ve âdeta biri diğerinin yarısıdır.[202] Gerçekte
bu söz konusu suret, çevrimin başlangıcında bir bütündü: Bu, bir kürenin dikey
kesimidir; kürenin yatay kesimi ise yeryüzü cennetinin çemberimsi iç kesimi ile
temsil edilmiştir;[203] bu
ise, 'kutup dağı'ndan çıkan dört nehrin oluşturduğu bir haç işareti ile
kesilmiştir.[204] Bunların
yeniden teşkili yine aynı çevrimin sonunda gerçekleşmelidir. Ancak bu durumda,
semavî Kudüs tasvirinde çember bir kare şekli ile değiştirilmiştir[205]; bu
ise, Hermesçiler'in sembolik olarak 'çemberin dörtgenliği (quadrature)'
şeklinde belirttikleri şeyin gerçekleşmesine işaret etmektedir: İlk ve merkezî
olan noktanın yayılması ile imkânların gelişmesini temsil edilen küre, bu söz
konusu gelişme tamamlandığında bir küp şekline dönüşmektedir ki böylece, söz
konusu çevrim nihaî dengesine ulaşmış olur.[206]
12BAZI SONUÇLAR
Bütün geleneklerle uyum arz eden tanıklıklardan hareket
edildiğinde şöyle bir sonuç çok açık olarak ortaya çıkmaktadır ki o da: Diğer
bütün 'Kutsal Topraklar'a örneklik arz eden bir 'Kutsal Toprak'ın varlığı. Öyle
bir manevî merkez ki, bütün diğer merkezler onun altında yer almaktadırlar.
'Kutsal Toprak' aynı zamanda 'Azizlerin Toprağı', 'Saadetlilerin Toprağı',
'Yaşayanların Toprağı' ve 'Ölümsüzlerin Toprağı'dır. Bu ifadelerin tamamı
birbirine denktir. Bunlara ayrıca bir de Eflâtun'un 'Saadetlilerin yurdu'
dediği 'Saf Toprağı'[207] da eklemek
gerekmektedir.[208]
Genellikle bu yurdun yeri 'gayb âlemi' olarak tespit edilir. Ancak, bunun ne
olduğunu anlamak istersek, bütün geleneklerin bahsettiği 'manevî mertebeler'in
durumunun da bu olduğunu unutmamak gerekir ki, bunlar gerçekte birer
inisyasyon mertebesini temsil etmektedir.[209]
Yeryüzü çevriminin
içinde bulunduğumuz döneminde, yani Kali Yuga'da, bazı dış ilişkilerin gerçekleşmesini
sağlamakla beraber her türlü kutsal dışı bakışlardan 'bekçiler' tarafından
korunan bu 'Kutsal Toprak', gerçekten de gaybdadır. Öyle ki, ona ulaşmak için
gerekli olan vasıflara sahip olmayanlar için ulaşılamazdır. Şimdi, belli bir
bölgede yer alması onun gerçekten harfi harfine orada olduğu anlamına mı
gelmekte, yoksa bu mevkilendirme sadece sembolik midir, ya da her ikisi birden
mi? Bu soruya sadece şu şekilde cevap veririz: Bize göre, coğrafî vakıalar ve
aynı zamanda tarihî vakıaların kendisi, her şey gibi bir sembolik değere
sahiptirler. Zaten bunların böyle olması, onların bir vakıa olmaları
gerçeğinden hiçbir şey eksiltmez. Aksine, bu doğrudan tecrübe edilen vakıa
olmaları yanında, onlara daha yüce bir anlam da katmaktadır.[210]
Bu araştırma ile ilgili
söylenebilecek olan her şeyi söylemiş olduğumuzu düşünmüyoruz ve hatta çok az
şey söylediğimizi belirtmeliyiz. Yapmış olduğumuz birtakım mukayeseler daha
başkalarının da yapılabileceğini çağrıştırmıştır. Ancak, buna rağmen, şimdiye
kadar yaptıklarımızdan oldukça fazlasını yaptığımız kesin; hatta bazıları bu
yüzden bizi eleştirebilir de. Bu arada, söylediklerimizin haddi aşar nitelikte
olduğunu zannetmiyoruz; öyle ki, pek alışkın olunmayan bazı konuların alenen
açıklanmasının birtakım faydaları olacağını düşünecek kişilerden değiliz; bu
yüzden de, söylenmesi gerekmeyecek şeyleri söylediğimizi de zannetmiyoruz. Bu
faydacılık konusunda şöyle kısa bir tespitte bulunabiliriz: Bugün içinde
bulunduğumuz ve yaşadığımız ortamlarda, olaylar o kadar hızlı gelişiyor ki,
daha henüz gerekçeleri ortaya çıkmayan birçok şeyin inanılması bir yana
beklenmedik ve öngörülemeyen uygulamaları ile karşı karşıya kalınabilmektedir.
Biz, yakından veya uzaktan 'kehanette bulunma'ya benzeyen her şeyden uzak
durmak istiyoruz. Ancak, burada sonuç olarak Joseph de Maistre'in [211] bir
asır önce söylediğinden bugün daha da geçerli olan şu cümlesini aktarmak
istiyoruz: 'İlâhî düzen içerisinde gerçekleşebilecek olan çok büyük bir olaya
hazırlıklı olmalıyız; öyle ki, bu olaya doğru o kadar hızlı adımlarla
ilerliyoruz ki seyircilerin tamamına çarpmaktayız. Bir çok korkunç kehanet,
ahir zamanın geldiğini zaten haber vermekte.'
Kaynakça
Rene GUENON trc İsmailTaşpınar
[Kitap]. Le Roi Du Monde ÂLEMİN
HÜKÜMDARI Dinlerde Merkez Sembolizmi İstanbul, Şubat 2004.
[1] İkinci baskı, 1949.
[2] Les Fils de
Dieu, ss.236, 263-267, 272; Le Spiritisme dans le Monde, ss.27-28.
[3] Bu konuda şunu belirtmeliyiz ki, içlerinde Bohemienler'in çok
çarpıcı bir örnek teşkil ettikleri 'üzüntü içerisindeki' toplulukların
varlığı, gerçekten de çok gizemli ve çok dikkatle araştırılması gereken bir
konu.
[4] Dr. Artııro Reghini, bunun eskilerin timor panicus dedikleri şey
ile bir ilişkisi olduğunu bizlere bildirdi. Bu yaklaşım bize de oldukça gerçekçi
geldi.
[5]Bay Ossendovvski'nin rakipleri, bu olayı söz konusu şahsın elinde Mission de l'lnde adlı
eserin Rusça tercümesinin var olabileceğinden hareketle açıklamak istediler.
Oysa, bu tercümenin varlığı başlı başına bir problematik. Zira, bizat Saint-Yves'in
varisleri böyle birşeyi bilmediklerini belirtiyorlar. Ayrıca, Saint-Yves'in
Aum olarak yazdıklarını neden Om şeklinde yazdı diye de Bay Ossendovvski
eleştirildi. Oysa, her ne kadar Aum, kutsal tek hecelinin teşkil edildiği
parçalarına ayrdarak temsili ise de, doğru transkripsiyonu ve gerçek
seslendirilişi Om şeklindedir. Zira, Hindistan'da olduğu gibi Tibet'te ve
Moğolistan'da da bu şekildedir. Bu açıklama, bazı eleştirilerin ne düzeyde
olduklarını gösterme bakımından yeterlidir.
[6] Bunun bir aerolit olduğunu bilmeyen Bay Ossendovvski, bazı
fenomenleri yeryüzüne çıkan bazı varlıklar olarak açıklamakta ve bunların bir
çaşit kaya-ğantaş (arduvaz) olduklarını varsaymakta.
[7] Burada, gökyüzünden düşen ve Wolfram d'Eschenbach versiyonunda
Graal olarak kabul edilenlerindeki gibi bazen üzerlerinde yazıların da olduğu
lap-sis exilis ile aralarında ilginç benzerlikler kurulabilir. Olayı daha
ilginç kılan, bu aynı versiyonda, Graal nihayet 'Rahip Jean'nın hükümdarlığı'na
nakledilmekte. Kimileri buranın Moğolistan (Mongolie) olduğunu savunmuştur.
Oysa, burada herhangi bir coğrafî mekân fikri kabul edilemez. (Bkz. L'Eso-terisme de Dante, 1957
baskısı, ss.35-36, ve daha sonraki sayfalar.)
[8]Elinizdeki bu eserin varlığı bile tarafımızdan bilinmeyen bir kişi
lehine gerçekte kaleme alındığına dair bugünlerde bazı söylentilerin
dolaştığını öğrenince çok şaşırdık. Kimlen tarafından söylenirse söylensin, bu
tür ifadelerin tamamını kesin bir dille reddediyoruz. Zira bizim için önemli
olan, geleneksel bir sembolizmin açıklanmasıdır ve herhangi bir
'şahsileştirme' ile hiçbir alâkası yoktur.
[9]Grekler'de Minos aynı anda hem yaşayanların kanun yapıcısı hem de
ölülerin yargılayıcısıdır. Hindu geleneğinde bu iki işlevden biri Manu'ya
diğeri ise Yama'ya aittir. Ancak bunlar zaten ikiz kardeşler olarak temsil
edilirler. Bu da, iki farklı görünümde ele alınan tek bir prensibin çift
yönlülüğüdür.
[10] Bu 'güneş hanedanlığı' makamını sembolik olarak ele alacak
olursak, onunla Gül-Haçlar'ın 'Güneş Hisarı' ve hatta Campanella'nın 'Güneş Şehri'
arasında bir benzerlik kurulabilir.
[11] 'Brahmanik Kilise' şeklindeki adlandırma, sadece heteredoks bir
mezhep olan ve 19. yüzyılın başlarında Avrupalılar ve özellikle de
protestanların etkisi ile kurulmuş olan modern Brahma-Samaj dışında aslında Hindistan'da
hiçbir zaman kullanılmamıştır. Söz konusu mezhep, çok kısa bir süre içerisinde
birbirine rakip birçok dallara bölünmüştür ve bugün hemen hemen hiçbir
müntesibi kalmamıştır. Bu mezheplerden birisinin kurucusunun şair Rabindranath
Tagore'nin dedesi olduğunu burada zikretmek ilginç olacaktır.
[12] Aziz Bernard diyor ki: 'Kelimenin etimolojik kökeninin de
gösterdiği üzere Pontif, tanrı ile insan arasında bir bakıma bir köprüdür' {Tractatus de Mori-bus et Officio episcoporum, 111,9). Hindistan'da sadece Jaina'lar için kullanılan bir terim
vardır ve Lâtince'deki Pontifex
kelimesinin tam karşılığıdır:
Tirthamkara. Kelime anlamı itibarıyla 'bir ırmak geçidi veya bir geçit yapan
kişi' anlamına gelmektedir. Burada söz konusu olan geçit, kurtuluş yoludur (Mokşa).
Tirtahamkaralar, aynen Yuhanna'mn
Vahyi'ndeki ihtiyarlar gibi sayıca yirmidört
adettir ki, zaten bunlar da -yani ihtiyarlar- bir pontifikal topluluk
oluşturmakta idiler.
[13] Diğer bir bakış açısına göre bu anahtarlardan biri 'büyük sırlar'
anahtarı diğeri ise 'küçük sırlar' anahtarıdır. Janus'un bazı temsillerinde bu
her iki güç ayrıca bir anahtar ve bir asa ile de temsil edilmiştir.
[14] Bu konuda hemen şunu belirtelim ki, Orta Çağ batı dünyasındaki
sosyal organizasyon ilke itibarıyla kastlar müessesesinin bir kopyasıdır:
Kilise sınıfı Brahmanlar'a, asiller Kşatriyalar'a, üçüncü sınıflar (tiers
états) Vayşiyalar'a ve serfler de Şudralar'a tekabül etmektedir.
[15] Saint Louis dönemindeki Carpin ve Rubruquis seyahatlerinde 'Rahip
Je-an'dan bahsedilmektedir. Meseleyi karmaşık kılan, kimilerine göre bu ismi
taşıyan dört ayrı kişinin mevcudiyetidir: Tibet'te (ya da Pamir'de), Moğolistan'da,
Hindistan'da ve Eryopya'da (zaten bu Etyopya kelimesinin anlamı oldukça
belirsizdir). Ancak burada, aynı gücün ayrı ayrı dört temsilcisi de söz konusu
olabilir. Bir rivayete göre Cengiz Han, Rahip Jean'ın hükümdarlığına saldırmak
istemiş; ancak Rahip Jean, Cengiz Han'ın ordularını yıldırım göndererek
püskürtmüş. Nihayet, Müslümanların fetihlerinden itibaren Rahip Jean bir daha
görünmemiş, ve zahiren Dalay-Lama olarak temsil edilmiştir.
[16] Orta Asya'da, özellikle de Türkistan bölgesinde, şövalyelerin
haçlarının şekline tamamen benzeyen Nesturi haçları bulunmuştur ki,
kimilerinin ortasında svvastika resmi yer almaktadır. Ayrıca belirtilmesi
gerekir ki, görünürde Lamaizm ile ilişkilerinin varlığı şüphe olmayan
Nesturiler'in, İslâm'ın başlangıç dönemlerinde, her ne kadar gizemli olsa da,
önemli faaliyetleri olmuştur. Diğer yandan Sabiiler ise, Bağdat halifeliği
döneminde Arap dünyası üzerinde önemli etkileri olmuştur. Hatta bir rivayete
göre, Pers ülkesindeki son yeni-Eflâtuncular onlara sığınmışlar.
[17] Bu
farklılığa L'Esoterisme de Dante adlı eserimizde daha önce değindik.
[18] Diğer yandan, eski Roma'da Imperator aynı zamanda Pontifex
Maximus idi. Müslümanların hilâfet teorileri de -en azından bir ölçüde- her iki
gücü kendisinde birleştirmektedir; aynı şey Uzak-Doğu'daki Wang kavramı için de
geçerlidir (bkz. La Grande
Triade, bölüm: XVII).
[19] Başka bir yerde Şakravarti kavramı ile Dante'deki imparatorluk
fikri arasındaki benzerliğe dikkat çekmiştik. Bu noktada, De Monarchia adlı
esere işaret etmek faydalı olacaktır.
[20] Bunla aynı anlama gelecek şekilde Çin geleneği 'değişmeyen orta'
kavramını kullanmaktadır. Burada belirtilmesi gerekir ki, Masonik sembolizmine
göre üstatlar 'Orta Oda'da toplanırlar.
[21] Tekerin Kelt sembolizmindeki yeri Orta Çağ'da aynen korunmuştur;
bununla ilgili birçok örneğe Roma dönemi kiliselerinde bulmak mümkündür;
ayrıca gotik yapılarda bulunan gül sembolizminin kendisi de bundan türemiş
görünüyor zira teker ile amblem olarak kullanılan çiçekler arasında açık bir
ilişki vardır, meselâ Batı'da gülün Doğu'da ise lotusun varlığı gibi.
[22] Bu işaret Hristiyan Hermetizmine yabancı değildir. Loudun'deki
eski Car-melar'a ait manastırlarda ilginç sembollere rastladık. Muhtemelen
bunlar 15.yüzyılın ikinci yarısına aitler. Bu semboler içerisinde svvastika,
diğer bir işaret olan XXX (şekil) ile, önemli bir yer işgal etmektedir. Bu
vesileyle burada, Doğu'dan gelmiş olan Carmelar'ın kendi tarikatlerinin
kuruluşunu II-ya'ya (Elie) ve Pitagoras'a dayandırdıklarını belirtmek yerinde
olacaktır (meselâ, diğer yandan Masonluk da kendini aynı şekilde hem [hz.]
Süleyman'a hem de Pitagoras'a dayandırmaktadır ki, bu da oldukça ilginç bir
benzerlik olduğunu göstermektedir); diğer yandan bazıları, onların Tapınaktılar
ve aynı zamanda Mercy din adamlarına çok yakın bir inisyasyona sahip
olduklarını nakletmektedir. Bu Mercy Tarikatı'nın isminin İskoç Masonluğunda
bir mertebe olarak geçtiği bilinmekte ki bu konuda L'Esoteris-me de Dante'de geniş
açıklamalarda bulunduk.
[23] Aynı tespitler teker için de geçerlidir ki, biraz önce bunun
gerçek anlamını açıklamıştık.
[24] Burada sadece bir hatırlatma yapmak için, diğerlerinden çok daha
fantezi içeren ve svvastika'yı ateş yakmak için kullanılan ilkel bir aletin
şeması olarak görenleri zikretmek isteriz. Her ne kadar bu sembolün, Agni'nin
bir amblemi olması hasebiyle, bazen ateş ile alâkası olmuş olsa da bunun çok
farklı gerekçeleri vardır.
[25] Dhri kökü, asıl itibarıyla istikrar fikrini ifade etmektedir. Aynı
anlama sahip olan dhru
şekli ise, Kutup Sanskritçesine
ait bir isim olan Dhruva'nın köküdür. Kimileri, Yunanca'da meşe anlamına gelen drus kelimesini de
buna dayandırmaktadır. Zaten Lâtince'de de bizzat robur kelimesi
hem meşe ile güç hem de kararlılık anlamına gelmektedir. Druidler'de ise (belki
bu isim dru-vid olarak okunmalıdır, yani güç ve bilgeliği birleştiren anlamında),
aynı şekilde Dodone'da, meşe 'Dünya Ağacı'nı temsil etmektedir ki, kutupları
birleştiren sabit mihveri sembolize etmektedir.
[26] Burada, Adalet ve Barış'ın bir arada bulunduğu Kitab-ı Mukaddes
metinlerini hatırlatmak gerekiyor: 'Justitia
et Pax osculatae sunf (Mezmurlar,
84/11); lPax opus Justitiae\ vb.
[27]Zaten, 'Dünya' (le Monde) ile 'bu dünya' (ce monde) ifadeleri
arasında çok büyük anlam farkı vardır. O kadar ki, bazı dillerde bunları
tanımlamak için iki farklı kavram kullanılmaktadır: Meselâ Arapça'da 'Dünya'
karşılığında el-âlem kelimesi kullanılırken, 'bu dünya' karşılığında ed-dünya kelimesi
kullanılmaktadır.
[28]Zaten, 'Dünya' (le Monde) ile 'bu dünya' (ce monde) ifadeleri
arasında çok büyük anlam farkı vardır. O kadar ki, bazı dillerde bunları
tanımlamak için iki farklı kavram kullanılmaktadır: Meselâ Arapça'da 'Dünya'
karşılığında el-âlem kelimesi kullanılırken, 'bu dünya' karşılığında ed-dünya kelimesi
kullanılmaktadır.
[29]Zaten, 'Dünya' (le Monde) ile 'bu dünya' (ce monde) ifadeleri
arasında çok büyük anlam farkı vardır. O kadar ki, bazı dillerde bunları
tanımlamak için iki farklı kavram kullanılmaktadır: Meselâ Arapça'da 'Dünya'
karşılığında el-âlem kelimesi kullanılırken, 'bu dünya' karşılığında ed-dünya kelimesi
kullanılmaktadır.
[30] Zaten bizzat İncil'in kendisinde, burada kastedilen şeyin profan
dünyanın anladığı manada bir barış olmadığı açıkça belirtilmiştir (Yuhanna,
14/27).
[31] La Kabbale
Juive, c.l, s.503.
[32] Aynı eser, c.l, ss.506-507.
[33] Bununla mukayese edilebilir bir sembolizm de Orta Çağ'da
kullanılan 'can-lılarin ve ölülerin ağaçları' figüründe görülmektedir ki, bunun
'manevî nesil' fikri ile çok açık bir ilişkisi vardır. Burada hemen belirtelim
ki, sefirotik ağaç aynı zamanda 'Hayat Ağacı' ile de aynı kabul edilmiştir.
[34] Talmud'a göre Tanrı'nın iki makamı vardır. Bunlardan biri Adalet,
diğeri ise Merhamet makamıdır. Bu iki makam, İslâm geleneğinde Arş ile Kürsü'ye
tekabül etmektedir. İslâm geleneği ayrıca, doğrudan doğruya Allah'ın sıfatlarını
yani ilâhî sıfatları 'celâl' ve 'cemal' sıfatları şeklinde ayırır ki bu da aynı
düzleme ait bir ayrımdır.
[35] La Kabbale
juive, c.l, s.507.
[36] Aziz Augustin'e ve diğer bazı Kilise Babaları'na göre, sağ el
aynı anda hem Rahmeti hem de İyiliği temsil etmektedir; oysa sol el ise,
özellikle de Tanrı ile ilgili olarak, Adalet'in sembolüdür. 'Adaletin eli',
hükümdarlığın genellikle bilinen bir vasfıdır; 'takdis eli' ifadesi ise
rahiplik otoritesinin bir işaretidir ki, bazen Mesih'in sembolü olarak da
kullanılmıştır, -'takdis eli' tasviri Golualar'ın (gauloises) bazı paralarında rastlanmaktadır
ki, bunlarda kısa dalları olan svastika figürüne rastlamak da mümkündür.
[37] Bu merkez ya da onun suretinde meydana getirilmiş olan başka
herhangi birisi, aynı anda hem bir mabet (Barış'a tekabül eden rahiplik yönü)
hem de bir saray ya da mahkeme olarak (Adalet'e tekabül eden hükümdarlık yönü)
tasvir edilebilir.
[38] Burada söz konusu olan, genellikle Orta Çağ kiliselerinin cümle
kapısında tasvir edilen ve aynı anlamı yansıtan burçlar kuşağı çevriminin iki
yarısıdır.
[39] Burada tâdad ettiğimiz sembollerin her biri uzun uzun ele
alınmayı gerekli kılmaktadır; kim bilir, belki başka bir çalışmamızda bunu
yaparız.
[40] La Kabbale
juive, c.l, ss.497-498.
[41] Bu iki isimden her birinin, meydana getirildikleri İbranî
harflerinin kıymetlerine göre, sayısal değeri 314'tür.
[42] La Kabbale
juive, c.l, ss.492 ve 499.
[43] Aynı eser, c.l, ss.500-501.
[44] Bu son uyan, akla ister istemez şu sözleri çağrıştırıyor:
'Benedictus qui ve-nit in nomine Domini'; bu sözler Mesih'e uyarlanmıştır, oysa
Hermas'ın Çoban'ı (Pasteur) bunu özellikle Mikael'e ilginç bir şekilde
uyarlamaktadır. Ancak bu son durum, Mesih ile Şekina arasındaki ilişkiyi
kavrayanları pek şaşırtmamalıdır. Mesih aynı zamanda 'Barış'ın Prensi' olarak
da adlandırılmıştır ki, o aynı zamanda 'yaşayanların ve ölülerin Yargıcıdır'
da.
[45] Bu sayı, aynı zamanda Güneş'in şeytanı olan Sorath ismi ile de
teşkil edilmiştir ki, bu yönüyle Mikail'in karşıtıdır da. İleriki satırlarda
bunun farklı bir anlamını daha göreceğiz.
[46] M. Vulliaud, La
Kabbale juive, c.2, s.373'de
nakledilmiştir.
[47] Bu karşıt durum aynı zamanda başındaki iki yılanlı asa (caducee)
ile de tasvir edilmiştir. Hristiyan ikonografisinde, biri Mesih'i diğeri ise
Şeytan'ı temsil eden çift başlı yılan olan anfisben'de (amphisbene)
birleştirilmiştir.
[48] Ayrıca hemen belirtelim ki
'Dünya Küresi', imparatorluk gücü veya evre sel Hükümdarlığı temsil etmektedir
ve genellikle Mesih'in eline yerleştiril mistir. Bu da göstermektedir ki o, hem
manevî otoritenin hem de maddî iktidarın bir amblemidir.
[49] Bay Ossendovvski Brahytma, Mahytma ve Mahynga şeklinde
yazmaktadır.
[50] Yukarıda, Metatron'un 'Vechin (Yüzün) Meleği' olduğunu görmüştük.
[51] Uzak-Doğu geleneğine göre 'Değişmeyen Orta', 'Semanın
Faaliyeti'nin tecelli ettiği noktadır.
[52] Böyle bir ifadeye şaşıracak olanlar için, acaba anahtarlar ile
birlikte papalığın belli başlı işaretlerinden olan üç taçlı bir başlık olan
triregnum üzerine hiç düşünüp düşünmediklerini sormak isteriz.
[53] Ayrıca, aydınlığına halk dayanamadığı için Musa'nın yüzünü bir
örtü ile k patmak zorunda kaldığı da nakledilmektedir (Çıkış, 24/29-35).
Semboli açıdan bu durum, kesret alemi için zahirî bir uyarlamanın gerekliliğine
işaret etmektedir. Burada, 'vahyetmek' (reveler) kelimesinin çift anlamlı
oluşunu da hatırlatmış olalım. Öyle ki, hem 'örtüyü kaldırma' anlamına gelmek
tedir, hem de 'örtü ile gizlemek' anlamına gelmektedir. Sözün, ifade etti bir
düşünceyi hem tecelli ettirmesi hem de gizlemesi işte bu yüzdendir.
[54]Bu isim, çok şaşırtıcı bir şekilde, eski Hristiyan sembolizminde
de yer almaktadır ki, burada Mesih'i temsil için kullanılan işaretler arasında
bir tanesinin daha sonraları Ave Maria'nın bir kısaltması olarak kullanıldığını
fark ediyoruz; ve bu, önceleri, Kelâm'ın (Verbe) her şeyin başı ve sonu olduğu
anlamındaki Yunan alfabesinin iki uç harfleri olan alfa ve omega'yı
birleştirene eşit bir şey idi. Gerçekte, bundan daha da mükemmeldir zira, hem
baş, hem orta, hem de son anlamına gelmektedir. Şu işaret (XXX), hakikaten AVM
şeklinde ayrıştırılabilir. Yani, tek heceli Om kelimesini teşkil eden üç unsura
tekabül eden Lâtin harflerine ayrıştırılabilir (Sanskritçe'de sesli bir harf
olan 'o' harfi, 'a' ile V harflerinin birleşiminden oluşmaktadır). Herbiri
Mesih'in işaretleri olarak ele alındığında, buradaki Aum işareti ile
svastika'nın benzer-
ligi, bulunduğumuz nokta itibarıyla bize oldukça anlamlı
gelmektedir. Diğer yandan, burada aynı zamanda söz konusu aynı işaret,
birbirinin zıddı şeklinde yerleştirilmiş üçgene de benzemektedir ki bu, bir
yönüyle, 'Süleyman'ın mührü'ne tekabül etmektedir. Zira, şayet Süleyman'ın
mührünü şu şekilde (XXX) tasvir eder ve ortadaki yatay çizgi simgenin genel
anlamını belirler-cesine yansıma hattını ya da 'suyun yüzeyi'ni temsil ederse;
bu durumda, her iki işaretin de aynı sayıda çizgi taşıdıklarını ve sadece
yerleştirilme yönüyle -birisinde yatay olan diğerinde dikey olmakta- bunların
birbirinden ayrıldıklarını görürüz.
[55] Bu 'üç âlem' kavramının daha geniş açıklaması için, daha önce
kaleme aldığımız L'Esoterisme
de Dante ile L'Homme et son devenir selon le Vedanta adlı eserlere göndermede bulunmamız icap edecek. Birinci eserde,
özellikle gerçekten varlık mertebeleri olan bu âlemlerin birbirileriyle olan
ilişkileri ve bunların inisyasyon dereceleri üzerinde durduk. İkinci kitapta
ise, Manduk-ya Vpanişfld metninin tamamen metafizik açıdan tam bir açıklamasını yaptık ki,
burada söz konusu edilen sembolizm bütünüyle bu eserde açıklanmaktadır; öyle
ki, bizim düşüncelerimizde olan şeylerin pratikte çok farklı uygulamaları
olmaktadır.
[56] Evrensel ilkeler düzeninde, Brahatma'nın işlevi İşvara'ya,
Mahatma'nınki Hiranyagarba'ya ve Mahanga'nınki de Viraj'a nispet edilmektedir.
Bunların söz konusu vasıfları, bu ilişkiden kolayca çıkarsanabilir.
[57] Mandukya
Upanişad, şruti:6.
[58] Saint-Yvcs açıkça söz konusu üç 'Hükümdar-Mecus'un Agarttha'dan
geldiklerini belirtiyor ancak, bu konuda fazla açıklamada bulunmuyor.
Kendilerine atfedilen isimler herhalde çok uydurma, sadece içlerinden Melki-Or
ismi, ki İb-ranice'de Aydınlığın Hükümdarı' anlamına gelmektedir, oldukça
anlamlıdır.
[59]Ölümsüzlük içeceği ya da gıdası olarak Hindular'daki Amrita ya da
Yunan-lılar'daki Ambruaz (her iki kelime de etimolojik olarak aynıdır), aynı
şekilde Vedalar'da Soma ve Mazdekler'de Haoma olarak temsil edilmekte idi.
Zamk ağaçları veya bozulmayan reçinelerin, sembolizmde önemli rolleri vardır.
Özellikle bunlar, bazen Mesih'in amblemleri olarak kullanılmışlardır.
[60] Rivayete göre, Adityalar (Aditi'den yani 'Görünmeyen'den
türetilmiştir) oniki olmadan önce yedi adettiler ve o zamanlan başkanları Varuna
idi. Oniki Adityalar şunlardır: Dhatri, Mitra, Aryaman, Rudra, Varuna, Surya,
Bhaga, Vivasvat, Pusan, Savitri, Tvaştri, Vişnu. Bunlar, görünmeyen ve bir tek
öze sahip olanın çeşitli tecellileridir. Ayrıca, bu oniki Güneş'in çevrim
bittiğinde aynı anda tezahür edecekleri de nakledilmektedir ki, bu durumda
aslî ve ilk ortak tabiatlarına geri dönmüş olacaklardır. Yunanlılar'da,
Olimpus'un oniki büyük tanrısı aynı zamnda Burçlar Kuşağı'nın oniki sembolü
ile irtibat halindedir.
[61] Bizim burada atıfta bulunduğumuz sembol, Mesih'e Sol Justitiae
unvanını veren katolik ayinindeki ile aynıdır. Kelâm (Verbe), gerçekten de
'manevî Güneş'tir, yani hakikaten 'Âlemin Merkezi'dir. Ayrıca, Sol Justitiae
ifadesi doğrudan doğruya Melki-Sedek'in vasıflarına atıfta bulunmaktadır.
Burada ayrıca, güneş hayvanı olan aslanın, Antik ve Orta Çağ'da aynı anda hem
adalet hem de kudret amblemi olduğuna dikkat çekmek gerekmektedir. Burçlar
Kuşağı'nda aslan, bizzat Güneş'in evidir. -Güneş'in oniki ışını, oniki
Adityalar'ı temsil ettiği kabul edilebilir. Başka bir bakış açısına göre, şa-
yet Güneş Mesih'i temsil ediyorsa, oniki ışın da oniki Havari'ye
tekabül etmektedir (apostolos kelimesi 'gönderilmiş' anlamına gelmektedir ve
ışınlar da Güneş tarafından 'gönderilmekte'dir). Zaten, Havariler'in oniki
sayısında, birçok noktanın dışında, özellikle Hristiyanlığın ilk gelenekle
olan tam bir uyumu görülebilir.
[62]Bu meyanda, Masonluğun '.kaybolan Söz'ünü de hatırlatmak isteriz
ki, aynı şekilde bu da gerçek inisyasyonun sırlarını sembolize etmektedir.
Demek ki, 'kaybolan Söz'ün aranması' teması aslında 'Graal'ın aranması'nın
başka bir formudur. Bu da, tarihçi Henri Martin'in 'Aziz Graal'ın Massenie'si
ile Masonluk arasında kurduğu bağlantıyı doğrulamaktadır (bkz. l'Esoterisme de dante, 1957,
ss.35-36); burada yapmış olduğumuz açıklamalar, Graal sem bolizmi
ile diğer bütün inisyatik kurumların 'ortak merkezi' arasında var olan yakın
ilişki hakkında belirttiklerimizi anlamayı sağlayacaktır.
[63] Bu Longin ismi, Yunanca'sı logke
(lonke diye telaffuz edilir) olan
bizzat lan-ce (mızrak) kelimesine çok yakın bir kelimedir, zaten Lâtince'deki lancea da
aynı köke sahiptir.
[64] Buradaki iki
şahıstan birisi Hükümdarlık diğeri rahiplik gücünü temsil etmektedir.
'Yuvarlak Masa'nın tesisinde Arthur ile Merlin arasında da aynı durum söz
konusudur.
[65] Burada sadece, mızrak sembolizminin genellikle 'Âlemin Mihveri'
ile irtibat hâlinde olduğunu belirtmek isteriz. Buna göre, mızraktan damlayan
kan ile 'Hayat Ağacı'ndan çıkan damlanın aynı anlamı vardır. Zaten bütün geleneklerin,
hayatın ilkesinin kana dayandığını açıklamada görüş birliği içerisinde
olduklarını bilmekteyiz.
[66] Kimileri, İblis'in (Lucifer) tacından düşen bir zümrüt
olduğunu belirtirler. Ancak burada, İblis'in düşmeden (kovulmadan) önce 'Taç
Meleği' oluşu ile bir karıştırma söz konusudur (yani, ilk Sefira olan
Keter'in); İbranice'de ha-katriel
denmektedir ki, bu ismin sayısal
değeri 666'dır.
[67] L'Homme et
son devenir selon le Vedanta, s.
150.
[68] Bu 'ilk durum' ya da 'cennet hali'ne dair bkz.: L'Esoterisme de Dante, 1957,
ss.46-48 ve 68-70; L'Homme
et son devenir selon le Vedanta, s.
182.
[69] Rivayete göre, Set tam kırk yıl yeryüzü cennetinde kalmış. Bu 40
sayısının aynı zamanda 'barışma' veya 'ilkeye dönüş' anlamı da vardır. Bu sayı
ile ölçülen zaman dilimlerine genellikle Yahudi-Hristiyan geleneğinde rastlanmaktadır:
Meselâ, kırk gün süren tufanı, Israiloğulları'nın kırk yıllık çöl hayatı,
Musa'nın [a.s.] Sina Dağı'nda geçirdiği kırk gün, Mesih'in tuttuğu kırk günlük
orucu (Karem kelimesi tabiî olarak aynı anlama gelmektedir); buna benzer başka
örnekler daha bulabiliriz.
[70] 'Ve Hanok Allah ile yürüdü; ve gözden kayboldu; çünkü onu Allah
aldı' (Tekvin, 5/24). Bu durumda, yeryüzü cennetine nakledilmiş olmalı; zaten
Tostat ve Catejan gibi ilahiyatçılar da bu şekilde düşünmektediler. 'Azizler
Toprağı' veya 'Yaşayanlar Toprağı' ile ilgili olarak ileride yapılacak olan
açıklamalara bkz.
[71] Bu, yeryüzü
cennetini Araf dağının tepesine yerleştiren Dante'nin uygulamış olduğu
sembolizmle uyuşmaktadır ki, bu durum bütün geleneklerde var olan 'kutup dağı'
ile ayniyet arz etmektedir.
[72] Hindu
geleneği, başlangıçta adı Hamsa olan sadece bir tek kastın olduğunu
nakletmektedir. Bu, bütün insanların, hâlen var olan dörtlü kast sisteminin
ötesinde, söz konusu isim ile tayin edilen manevî dereceye normal olarak ve
kendiliğinden sahip olduklarına işaret etmektedir.
[73] Aziz Graal efsanesinin bazı versiyonlarında, her iki anlam da
birlikte bulunmaktadır; zira bu durumda kitap, Mesih'in veya bir meleğin
bizzat kupanın üzerine çizdiği şey olmaktadır. Burada, 'Hayat Kitabı' ile
apokaliptiğe ait sembolizmin birtakım unsurları arasında kolay benzerlikler
kurmak mümkün olmaktadır.
[74] Arthur isminin çok ilginç anlamı vardır ki, doğrudan 'kutup'
sembolizmi ile irtibatlıdır; belki bu konuyu başka bir vesile ile açıklarız.
[75] 'Yuvarlak Masa Şövalyeleri', bazen elli kişi olmaktadır (İbraniler'de
bu sayı, Yubil'e tekabül etmektedir ki, aynı zamanda 'Kutsal ruh'un hükümranlığı'
ile de alâkası vardır). Ancak, bu durumda dahi, içlerinde önemli rol oynayan
daima oniki kişi olmuştur. Burada, Orta Çağ kahramanlık masallarından
bazılarında Charlemagne'ın oniki danışmanından bahsedildiğini hatırlatmış
olalım.
[76] Monsalvat ile Meru arasındaki benzerlik Hindular tarafından bize
bildirilmiştir; batı efsanelerinden Graal'in anlamını
yakından araştırmaya bizi iter neden de budur.
[77] Persler'in geleneğine göre, iki tür Haoma olmuştur: Sadece
'kutsal dağda' toplanabilen beyaz haoma ki buna Elborj adı verilmektedir;
diğeri ise, İran-Iılar'ın ataları ilk yerleşim yerlerinin terk ettikten sonra
birincinin yerini alan sarı haomadır ki, sonraları bu da kabul edilmiştir.
Burada söz konusu olan, manevî karanlığın peş peşe gelen safhalarıdır ki bu,
insanlığın çeşitli çevrim-sel asırları boyunca yükselerek geçekleşmektedir.
[78] Dionisos veya Bakkus'un çeşitli tezahürlere tekabül eden birçok
isimleri vardır. Bu tezahürlerden en azından birinde gelenek, onu
Hindistan'dan getirmektedir. Meselâ, Zeus'un kalçasından doğduğuna ilişkin
rivayet, ilginç bir kelime asimilasyonu arz etmektedir: Yunanca bir kelime olan
meros yani 'kalça', 'kutup dağı' anlamındaki Meru kelimesi yerine
kullanılmıştır ki, sesleri itibarıyla de hemen hemen birbirilerinin aynıdır.
[79] Bu kelimelerin her ikisinin de sayısal değeri 70'tir.
[80] Melkisedek'in kurbanı, genellikle Evharistiya'nın bir
'ön-temsili' olarak görülmektedir; bu arada, Mezmurlar'daki şu sözlerin
Mesih'e uyarlanması gibi Hristiyan rahip de ilke olarak kendisini Melkisedek
ile eşleştirmektedir: 'Tw es
sacerdos in aeternum secundum ordinem Melchisedec' ('Melkisedek tertibi üzre / Sen ebediyen kahinsin') (Mezmurlar,
110/4).
[81] İbranilere Mektup, 5/11.
[82] O zamanları Abram adı henüz Abraham (İbrahim) diye
değiştirilmemişti; eşi Saray'ın adı da Sara diye aynı zamanda değiştirilmiştir
(bkz. Tekvin, 17); öyle ki, bu isimlerin her ikisinin değeri de aynen
korunmuştur.
[83] Tekvin, 14/19-20.
[84] Burada ayrıca belirtmek gerekir ki, aynı kelime kökü İslâm ve
Müslim (Müslüman) kelimesinde de bulunmaktadır; 'İlâhî İrade'ye boyun eğme'
(İslâm kelimesinin kelime anlamı budur) 'Barış'ın gerekli şartını oluşturmaktadır;
burada dile getirilen fikir Hindu geleneğindeki Dharma ile mukayese
edilebilir.
[85] İbranilere Mektup, 7 / 1-3.
[86] İbranilere Mektup, 7/7.
[88] Bu isimlerin her birinin sayısal değeri 197'dir.
[89] Bu tamamen yukarıda açıkladığımız şeyin doğrulanmasıdır; ancak,
geleneğe katılma her zaman bilinçli olmayabilir; bu durumda dahi gerçek 'manevî
tesirleri' olduğu gibi aktarabilir, ancak bu durumda inisyatik hiyerarşide
herhangi bir sınıfa aktif dahil olmayı beraberinde getirmez.
[90] Verilen bilgiden hareketle, buradaki üstünlüğün Yeni Ahid'in Eski
Ahid'e olan üstünlüğüne tekabül ettiğini söyleyebiliriz. (İbranilere Mektup,
7/22). Burada, neden Mesih'in din adamı kabilesi olan Levi kabilesi'nden değil
de bir Hükümdarlık kabilesi olan Yuda'dan doğduğunu açıklamak gerekmektedir
(bkz. Aynı yer, 7/11-17); ancak, bu konuyu açıklamak bizleri işlemekte
olduğumuz mevzudan uzaklaştırır. -Yakub'un oniki oğlunun neslinden gelen oniki
kabilenin organizasyonu, tabiî olarak manevî merkezlerin oni-kili
teşekküllerine dayanmaktadır.
[91] İbranilere Mektup, 7/9.
[92] İbranilere Mektup, 7/8.
[93] İskenderiyeli Gnostikler'in Pistis Sophia'sında Melkisedek,
'Ebedi Işığın Büyük Alıcısı' diye tavsif edilir; bu da yine, doğrudan doğruya
İlke'den çıkan ışın ile akledilebilir ışığı alan ve onu kendi sahası olan yeryüzüne
yansıtan Manu'nun fonksiyonu ile uyuşmaktadır; işte bu yüzdendir ki, Ma-nu'ya
'Güneş'in oğlu' denmektedir.
[94] Melki-Tsedek ile ilgili daha başka gelenekler de vardır;
bunlardan birine göre, Melkisedek 52 yaşında melek Mikail tarafından yeryüzü cennetinde
takdis edilmiştir. Buradaki 52 sembolik sayısı, diğer yandan, Hind geleneğinde
önemli bir rol oynamaktadır ki, bu sayı Veda'nın toplam anlamına tekabül
ettiği kabul edilir. Hatta, bütün bu anlamlara tekabül eden Om tek hecelisinin
farklı telaffuz şekillerinin mevcut olduğu söylenmektedir.
[95] Tekvin, 14/22.
[96] Bu isimlerin herbirinin sayısal değeri 197'dir.
[97] Bu tamamen yukarıda açıkladığımız şeyin doğrulanmasıdır; ancak,
geleneğe katılma her zaman bilinçli olmayabilir; bu durumda dahi gerçek 'manevî
tesirleri' olduğu gibi aktarabilir, ancak bu durumda inisyatik hiyerarşide
herhangi bir sınıfa aktif dahil olmayı beraberinde getirmez.
[98] Verilen bilgiden hareketle, buradaki üstünlüğün Yeni Ahid'in Eski
Ahid'e olan üstünlüğüne tekabül ettiğini söyleyebiliriz. (İbranilere Mektup,
7/22). Burada, neden Mesih'in din adamı kabilesi olan Levi kabilesi'nden değil
de bir Hükümdarlık kabilesi olan Yuda'dan doğduğunu açıklamak gerekmektedir
(bkz. Aynı yer, 7/11-17); ancak, bu konuyu açıklamak bizleri işlemekte
olduğumuz mevzudan uzaklaştırır. -Yakub'un oniki oğlunun neslinden gelen oniki
kabilenin organizasyonu, tabiî olarak manevî merkezlerin oni-kili
teşekküllerine dayanmaktadır.
[99] İbranilere Mektup, 7/9.
[100] İbranilere Mektup, 7/8.
[101] İskenderiyeli Gnostikler'in Pistis Sophia'sında Melkisedek,
'Ebedi Işığın Büyük Alıcısı' diye tavsif edilir; bu da yine, doğrudan doğruya
İlke'den çıkan ışın ile akledilebilir ışığı alan ve onu kendi sahası olan
yeryüzüne yansıtan Manu'nun fonksiyonu ile uyuşmaktadır; işte bu yüzdendir ki,
Ma-nu'ya 'Güneş'in oğlu' denmektedir.
[102] Melki-Tsedek ile ilgili daha başka gelenekler de vardır;
bunlardan birine göre, Melkisedek 52 yaşında melek Mikail tarafından yeryüzü
cennetinde takdis edilmiştir. Buradaki 52 sembolik sayısı, diğer yandan, Hind
geleneğinde önemli bir rol oynamaktadır ki, bu sayı Veda'nın toplam anlamına
tekabül ettiği kabul edilir. Hatta, bütün bu anlamlara tekabül eden Om tek
hecelisinin farklı telaffuz şekillerinin mevcut olduğu söylenmektedir.
[103] Dharma-Raja adı veya daha doğru bir ifadeyle unvanı,
Mahabharata'da aynı zamanda Yudhiştira için de kullanılmaktadır. Ancak,
öncelikle 'ölülerin yargılayıcısı' olan Yama için kullanılmıştır ki, Manu ile
olan yakın irtibatına daha önce işaret edilmişti.
[104] Hristiyan ikonografisinde melek Mikail, 'hesap günü'
temsillerinde her iki vasfı ile yer almaktadır.
[105] Eski Mısır'da da aynı şekilde M veya Maat aynı zamanda hem
'Adalet' hem de 'Hakikat' idi; yargılama esnasındaki tartının bir kefesinde
onu, diğer kefesinde ise kalbin hiyeroglifi olan bir vazonun olduğunu
görüyoruz. -Ibra-nice'de hok,
'ferman' anlamına gelmektedir
(Mezmurlar, 2/7).
[106] Bu Hak kelimesinin sayısal değeri 108'dir ki, temel çevrimsel
sayılardan bir tanesidir. -Hindistan'da, Şiva teşbihi 108 tanecikten müteşekkildir;
teşbihin ilk anlamı 'âlemlerin halkası'nı sembolize etmektedir ki bu, var olan
mertebelerin veya çevrimlerin birbirileri ile olan sebep-sonuç bağı ile bağlılıkları
anlamına gelmektedir.
[107] Bu anlam, şayet modernler bunun zahirî uç anlamını fazla kötüye
kullanmamış olsalardı, şu formülde özetlenebilir: 'Hukukun hizmetindeki güç'.
[108] Bkz.: L'Esoterisme
de Dante, 1957, s.58.
[109] Orta Asya halkları tarafından başkanlara verilen bir unvan olan
Han kelimesi, belki aynı kelime köküne dayanmaktadır.
[110] Tsedek, aynı zamanda Jüpiter'in de adıdır ki, nitekim onunla
irtibatlı olan meleğin adı Tsadkiel-Melek'tir; burada, Melki-Tsedek ismi ile
olan benzerlik (zira buna sadece bir El eklenmiştir ki, bu ek bütün melek
isimlerinin tamamının sonunda yer almaktadır) üzerinde durmayacak kadar
açıktır. Hindistan'da, aynı gezegenin adı Brihaspati'dir ve o da 'semavî
başrahip'tir. -Malkut kelimesinin bir diğer eş anlamlısı Sabbat'tır ve buradaki
'dinlenme' fikri de aslında 'Barış'a tekabül etmektedir; ayrıca, yukarıda da
gördüğümüz gibi bu isim bizzat Şekina'nın kendisi ile 'aşağı âlemle' irtibat
kurduğu zahirî yönünü temsil etmektedir.
[111] R Vuilliaud, La
Kabbale juive, c.l, s.509.
[112] Samiriler'de, aynı rolü Gerizim dağı üstlenmiştir ve benzer
adlara sahiptir:, Takdis Edilmiş Dağ', 'Ebedi Tepe', 'Mirasın Dağı', Tanrı'nın
Evi' ve 'Meleklerinin Toplanma Çadırı', 'Şekina'nın İkametgâhı' olarak
adlandırılmıştır. Aynı zamanda, Eden'in bulunduğu ve tufanın suları altında
kalmayan 'İlk (Kadim) Dağ' (Har Kadim) olarak da kabul edilir.
[113] S. Vulliaud, La
Kabbale juive, c.l, s.509.
[114] L'Esoterisme
de Dante, 1957 baskısı,
s.64.
[115] La Kabbale
juive, c.l, s. 116.
[116] Bir Kalpa, tam ondört Manvantara içermektedir; Vayvasvata, mevcut
Manu, bu Kalpa'nın yedincisidir ve Şrişveta-Varaha-Kalpa veya 'Beyaz Yaban
Domuzu Çağı' diye adlandırılır. -Başka bir ilginç uyarı ise şudur: Yahudiler,
Roma'ya Edom adını verirler; oysa, gelenek Roma'nın yedi hükümda¬rından da
bahseder ki, bunların ikincisi yani şehrin kanun yapıcısı olarak kabul edilen
Numa, Manu isminin hecelerinin tam bir tersine okunuşuna sahiptir ve aynı
zamanda Yunanca bir kelime olan ve 'kanun' anlamına ge¬len nomos ile de
benzerlik arz etmektedir. Burada, Roma'nın yedi hüküm¬darının, bir yönüyle,
belli bir medeniyet için, söz konusu yedi Manu'nun farklı bir temsilinden başka
bir şey olmadığı düşünülebilir. Aynı şekilde, Yu-nan'lı yedi bilge de, benzer
şartlar dahilinde, yedi Rişi'nin temsilidir ki, biz¬den önceki çevrimin
bilgelikleri bunlarda bireşim halindeydi.-
[117] Mağara ya da in, kalbin
içini temsil etmektedir ki, bu varlığın merkezi olarak kabul edilmiştir;
ayrıca, 'Alem Yumurtası'nın içi olarak da kabul edilmektedir.
[118] Burada örnek olarak 'cehennemlere iniş'in anlatıldığı kısmı
hatırlatmak isteriz; fırsat bulanlar, daha önce L'Esoterisme de Dante'de belirttiklerimizle
mukayese edebilirler.
[119] Burada kullandığımız bilgilerin bir kısmı, Jetvish Encyclopedia'dan alınmıştır
(c.7, 219).
[120] Tekvin, 28/19.
[121] Kuzey Amerika halklarının bazı geleneklerinde, ilk zamanlarda
yeraltında yaşayan insanlardan bazılarının kendisi vesilesi ile yeryüzüne
çıktıkları ve yine aynı ırktan bazılarının ise yeraltında kaldıkları bir
ağaçtan bahsedilmektedir. Bulvver-Lytton, La Race future (The Corning Race) adlı eserini kaleme alırken bu geleneklerden esinlenmiş olabilir.
Eserin yeni yayının adı ise şöyle: La
Race qui nous exterminera (Bizi
yok edecek ırk).
[122] Aynı kal
kökünden, başka lâtince kelimeler
de türemektedir. Meselâ, caligo
ve belki de mürekkep bir kelime
olan occultus. Diğer yandan, caelare
formunun asıl itibarıyla farklı
bir kök olan ve 'kesmek' ve 'bölmek', veya 'ayırmak' ve 'gizlemek' anlamına
gelen (aynı şekilde caedere)
caed'âen gelmiş olması mümkündür. Ancak,
herhalükârda bu köklerle dile getirilen fikirler, fark edildiği gibi, birbirine
çok yakındırlar. Bu da, her ne kadar bu iki form da etimolojik açıdan
birbirinden bağımsız olsalar da, caelare
ile celare'n'm kolayca
asimde edilmesini sağlamıştır.
[123] Orta Asya geleneklerinde 'Semavî Yeryüzü' veya 'Yaşayanların
Yeri' ile aynı kabul edilebilir olan 'Alemin Çatısı'nın, Avalokiteşvara'nın
hükümdar olduğu 'Batı'daki Gökyüzü' arasında çok yakın ilişkiler söz
konusudur. -'Örmek' kelimesinin anlamı konusunda, aynı zamanda Masonik bir
ifade olan 'örtülmüş halde olmak' ifadesini hatırlamamız gerekmektedir:
Loca'nın yıldızlı tavanı gök kubbeyi temsil etmektedir.
[124] Bu, Mısırlılar'daki İsis'in veya Neit'in örtüşüdür, Uzak Doğu
geleneğinde ise Evrensel Anne'nin 'mavi örtüsü'dür (Tao-te-king, 6.
kısım); şayet bu anlamı görünen gökyüzüne uygulayacak olursak, bu durumda
yüksek hakikatleri gizleyen veya 'ifşa eden' astronomi sembolizminin rolüne
atıfta bulunulduğunu görürüz.
[125] Safir, Kitab-ı Mukaddes sembolizminde önemli bir rolü vardır;
özellikle de, peygamberlerin mükaşefelerinde sık sık görülmektedir.
[126] Kuzey'e Sanskritçe'de Uttara
denmektedir, yani en yüksek bölge
anlamında; Güney'e ise, sağdaki bölge anlamında Daksina denir,
yani yüzün Do-ğu'ya çevirilmesi ile sağda olan bölge anlamındadır. Uttarayana ise,
Güneş'in yükselerek Kuzey'e doğru kat ettiği yürüyüş anlamındadır ve bu durum
kış gündönümü ile başlar ve yaz gündönümü ile bitmektedir; Dakşina-yana ise,
Güneş'in Güney'e doğru aşağıya doğru inişi anlamındadır ve yaz gündönümünde
başlar ve kış gündönümünde biter.
[127] Hind sembolizmindeki (bizzat Budizm'in 'yedi adım' efsanesinde
koruduğu gibi) uzaydaki yedi bölge, dört asıl yön ile birlikte Zenit, Nadir ve
merkezin kendisi. Burada, bu temsilin üç boyutlu bir çarpı işareti şeklini
aldığını belirtilebilir (merkezden itibaren birbirinin zıddı altı yön). Aynı
şekilde, Kabbala sembolizmindeki 'Kutsal Saray' veya 'İç Saray' da altı yönün
merkezinde yer almaktadır ki, kendisi ile birlikte yedi olur. Bir de,
'İskenderiyeli Clement diyor ki: 'Tanımlananmamış boyutlar, 'Alem'in Kalbi'
olan Tann'dan hareketle biri yukarı, biri aşağıya, bir diğeri sağa, diğer biri
sola, bir diğeri öne ve nihayet bir başkası da arkaya doğru yönelirler. Daima
aynı olan bir sayıya bakar gibi bakışlarını bu altı boyuta yönelterek dünyayı
tamamlar; o, her şeyin başlangıcı ve sonudur (alfa ve omega), zamanın altı
safhası onda tamamlanır, ve tanımlanamayan boyutlarını yine ondan alırlar;
işte, 7 sayısının sırrı buradadır' (alıntı yapılan kaynak için bkz.: P.
Vuillaud, la Kabbale juive, c.l, ss.215-216). Bütün bunlar, başlangıçtaki noktanın mekân ve
zamandaki gelişimi ile bağlantılıdır; uzayın altı yönüne tekabül eden zamanın
altı safhası, altı çevrimsel dönemi oluşturur ki, bu da daha genel bir dönemin
alt bölümüdür ki, bazen sembolik olarak altı bin yıl şeklinde temsil edilir.
Bunlar, Tekvin'deki (Yaratılış) ilk altı gününe de tekabül etmektedir ki,
yedinci gün olan Şabbat günü yeniden İlke'ye yani merkeze dönüş evresidir.
Böylece yedi dönem vardır ki, bunların her birine yedi dvipanın tezahürü
nispet edilebilir. Şayet, bu dönemlerden her biri bir Manvantara ise, Kalpa
bütün olarak iki dizi yedili içerir. Anlaşılacağı üzere, farklı boyutlara göre
çevrimsel dönemler kullanılarak aynı sembolizm farklı mertebelere
uygulanabilir.
[128] Gökkuşağına dair daha önce zikredilen bilgilere bakılabilir.
-Gerçekte sadece altı renk vardır ve her biri ikişer ikişer birbirini
tamamlarlar ki, birbirine ikişer halinde zıt olan altı yöne tekabül ederler.
Nasıl ki yedinci bölge merkeze tekabül etmekte idiyse, yedinci renk de beyazın
kendisidir.
[129] Katolik hiyerarşisinde Papa'nın beyaz renkli giyinmesi boşuna
değildir.
[130] Badem ağacının Bakire'yi temsilen alınması bu yüzdendir.
[131] Burada, söz konusu Yahudi geleneğinin muhtemelen Leibnitz'in
daima bir beden ile varlığını sürdüren ancak öldükten sonra 'küçülen'
şeklindeki 'ani-mal'a (yani yaşayan varlığa) dair bazı teorilerine esin kaynağı
olduğunu zikretmek ilginç olacaktır.
[132] I. Korintoslulara Mektup, 15 / 42. -Buradaki sözlerde, analoji
kurallarının tam bir uygulanması vardır: 'Yukarıda olan aşağıdaki ile aynıdır,
ancak ters yöndedir'.
[133] Sanskritçe'de aksara
kelimesi, 'bozulmayan' anlamına
gelmektedir, ve buradan hareketle de 'ölmeyen' veya 'yok edilemeyen'
anlamlarına gelir; dilin ilk unsuru ve tohumu olan heceyi temsil eder, ve üçlü
Veda'yı kendi içinde barındırdığı için de evleviyetle Om tek hecelisi için
kullanılmaktadır.
[134] Farklı bir form altında bunun dengine farklı geleneklerde de
rastlanmaktadır, özellikle de önemli gelişmiş tarzları ile Taoizm'de
rastlanmaktadır. -Bu yönüyle, 'makrokozmik' düzeydeki Dünyanın Yumurtası'nın
'mikrokoz-mik' düzeydeki benzeridir; zira o, 'gelecek çevrim'in (Katolik
Amentü-sü'ndeki vita venturi saeculi'si anlamında) imkânlarını içermektedir.
[135] Burada, büyük oranda bu benzerlik üzerine kurulu olduğu için Psyche'mn yunan
sembolizmindeki yerine atıfta bulunabiliriz (bkz. Psyche, F. Pron'un
hazırladığı).
[136] Kundali kelimesi (müennes şekli kundalini'dir), halka ya da
spiral şeklinde yuvarlanmış anlamına gelmektedir; bu yuvarlanma şekli, embriyon
hâlini veya 'gelişmemişliği' sembolize etmektedir.
[137] Bu çerçevede, ve belli bir alâka çerçevesinde, onun mekânı da kalbin
içi gibi kabul edilmiştir; Hindu Şakti ile İbranî Şekina'sı arasında var olan
ilişkiye daha önce atıfta bulunmuştuk.
[138] Burada söz konusu olan Brahma-randhra veya Brahma'nın ağzıdır ki,
su-şumna veya 'ana arter'in 'güneş ışını' ile temasta bulunduğu noktadır. Söz
konusu sembolizmi bütünüyle L'Homme
et son devenir selon le Vedanta adlı eserde
açıkladık.
[139] Bütün bunların, çok bilinen şu Hermetik cümlenin anlamı ile çok
yakın bir ilişkisi vardır: "visita
inferiora terrae, rectificando invenies occultum la-pidem, veram medicinatrC\ öyle ki, bu cümledeki kelimelerin ilk harleri bir araya
getirildiğinde Vitriolum kelimesi ortaya çıkmaktadır. Başka bir bakış açısına göre 'felsefe
taşı' aynı zamanda 'hakiki hekimlik'dir, yani 'uzun yaşamın iksiri'dir. -Bazen,
inferiora yerine interiora
yazılmaktadır, ancak genel anlamı
değişmemektedir, ve 'alt dünyaya' daima açık bir ima yer almaktadır.
[140] Bu cümleler, 1890 tarihinde 'Âlemin Hükümdan'nın Narabanchi
manastırında göründüğünde yapmış olduğu kehanetin son cümleleridir.
[141] Manvantara ya da Manu'nın bir dönemi ki, Maha-Yuga olarak da
adlandırılmaktadır, dört aded Yuga'ya ya da alt döneme sahiptir: Krita-Yuga
(veya Sat-ya-Yuga), Treta-Yuga, Dvapara-Yuga ve Kali-Yuga'dır ki, bunlar Antik
Yunan-Lâtindeki sırasıyla 'altın çağ', 'gümüş çağ', 'tunç çağ' ve 'demir çağ'a
tekabül etmektedir. Bu dönemlerin peş peşe gelmelerinde, bir çeşit git gide
maddîleşme söz konusudur ki, bu da İlke'den uzaklaşmanın bir sonucudur. Bu durum,
'ilk durum'dan itibaren maddî alemde çevrimsel tezahürün gelişimine zorunlu
olarak eşlik etmektedir.
[142] Bu çağın başlangıcı, Kitab-ı Mukaddes sembolizminde Babil Kulesi
ve 'dillerin karışması' ile temsil edilmektedir. Çok mantıklı olarak cennetten
düşüş ve tufanın ilk iki çağın bitişine tekabül ettiğini düşünebiliriz. Ancak,
gerçekte, ibranî geleneğinin başlangıç noktası Manvantara'nın başlangıcına
tekabül etmez. Unutmamak gerekir ki, çevrimsel çağlar farklı düzlemlerde
uygulanabilmektedir ki, bu dönemlerin süreleri birbirinden farklı olabilir;
öyle ki, bazen birbirine çeşmiş vaziyette de bulunabilirler ki, bu ilk bakışta
içinden çıkılamaz gibi görünse de birtakım karmaşıklıklar arz edebilir. Bu
mesele ise, ancak mütekabil geleneksel merkezlerin hiyerarşik ast-üst düzeni
dikkate alınarak çözülebilme imkânına sahiptir.
[143] Hristiyanlık öncesi VI. yüzyıldan önceki dönemle ilgili olaylarla
ilgili tarihçilerin kesin bir tarihî kronoloji ortaya koymalarının hemen hemen
imkânsızlığı konusuna gerektiği gibi dikkatin çekilmediği her hâlde söylenemez.
[144] Bu ifade Taoist doktrinden ödünç alınmıştır; diğer yandan, biz
burada Arapça'da tam karşılığı 'en-niyyet' olan kelimenin tam karşılığı
anlamında 'niyet' (intention) kelimesini kullanmaktayız ki, genellikle bu
şekilde tercüme etmekteyiz. Zaten bu tercüme, kelimenin Lâtince etimolojisine
de uygunluk arz etmektedir (in-tendere'den, bir yere doğru yönelme [tendre]).
[145] Bu söylediklerimiz, İncil'deki şu ifadeleri tam olarak tercüme
etmemize imkân vermektedir: 'Arayın, bulacaksınız; isteyin, elde edersiniz;
vurun ve kapı size açılacaktır.' -Burada tabiî olarak, daha önce 'doğru niyet'
ve 'iyi niyet' ile ilgili yapmış olduğumuz açıklamalara göndermede bulunmak
gerekmektedir. Zira, buradan hareketle şu formülün açıklamasını zahmetsizce elde
edebiliriz: Pax in terra hominibus bonae
voluntatis.
[146] İslâm'da bu
yönelme (kıble), bir bakıma niyetin maddîleşmesidir. Hristiyan kiliselerinin
yönleri ise, çok farklı bir durumdur ve esas itibarıyla aynı fikre
dayanmaktadır.
[147] Burada tabi ki söz konusu olan sadece nisbî bir tezahürdür, zira
bu tali merkezlerin bizzat kendileri aşağı-yukarı Kali-Yuga'dan itibaren kesin
bir şekilde kapalıdır.
[148] Burada söz konusu olan, biten çevrimsel döneme nispetle semavî
Kudüs'ün tezahürüdür ki, başlayacak olan döneme göre ise yeryüzü cenneti ile
aynı şeydir; bunu daha önce L'Esoterisme
de Dante'de açıklamıştık.
[149] Aynı şekilde, daha geniş bir bakış açısına göre, burada ilk
merkezden uzaklaşmada insanlık için dereceler mevcuttur. İşte, faklı
Yuga'ların ayrımı da bu derecelere tekabül etmektedir.
[150] Yine aynı konuda, tekrar UEsoterisme
de Dante adlı çalışmamıza göndermede
bulunmak mecburiyetinde kalacağım; zira burada, bu iddiayı doğrulayacak bütün
tespitlerde bulunduk.
[151]Burada yaptığımız tespitleri anlayanlar, bizim neden bugün Batı'da
gün yüzüne çıkan birçok sözde-inisyatik kuruluşları dikkate almamızın imkânsız
olduğunu da anlarlar: Bunlardan hiçbirisi, sıkı bir imtihana tâbi tutulduğunda,
en ufak bir 'düzenlilik' (regularite) ispatında bulunamazlar.
[152]Burada, Vedik Agni ile Kuzu sembolü arasındaki ilişkiye dair daha
önce yapmış olduğumuz imayı burada hatırlatmak isteriz (L'Esoterisme de Dante, 1957
baskısı, ss.69-70); L'Homme
et son devenir selon le Vedanta, s.43);
Hindistan'da Koç, Agni'nin taşıma vasıtasını temsil etmektedir. -Diğer yandan,
Bay Ossendovvski birçok kez Rama kültünün hâlâ Moğolistan'da var olduğuna
işaret etmektedir. Demek ki burada, birçok oryantalistin dediğinin aksine,
Budizm'den farklı bir şey söz konusu. Diğer yandan bize aktarıldığına göre,
'Ram Çevrimi'nin hatıralarının hâlâ Kamboçya'da varmış. Bu bilgi-leT~bize o
kadar olağanüstü geldi ki, bunu burada aktarmayı düşünmedik; burada bunu sadece
bir hatırlatma babından aktarmış oluyoruz.
[153] Burada, Yuhanna'nın Vahyi kitabında bahsedilen yedi mühürle
kapatılmış olan kitabın üzerindeki Kuzu temsillerini hatırlatmış olalım; Tibet
Lamaizmi de aynı şekilde gizemli yedi mühre sahiptir, ve biz bunun çok tesadüfi
bir şey olduğuna inanmıyoruz.
[154] Kaf Dağı ile ilgili olarak, ona 'ne yerden ne de denizden
ulaşılamayacağı' aktarılmaktadır (la
bi'l-berri ve la bi'l-bahri; ayrıca
daha önce Montsalvat ile ilgili olarak söylenenlere bakınız); bunun dışında bir
de 'Evliya Dağı' (Cebel
el-Evliya) diye de bir ismi vardır ki,
Anne-Catherine Emmerich'in 'Peygamberler Dağı' ile bir yakınlık kurulabilir.
[155] Bu tamamlama, birbirinin ters iki farklı yöne bakan iki üçgendir
ki, bu da 'Süleyman'ın Mührü'dür. O, aynı zamnda mızrak ve kupaya da
benzetilebilir ki bundan ve buna denk başka birçok sembolden daha önce
bahsetmiştik.
[156] W-H. Roscher, 1913'de yayınlanmış olan Omphalos adlı
bir eserde, bu konuyla alâkalı farklı toplumları içine alan oldukça külliyatlı
bir doküman toplamıştır. Ancak, bu sembolün söz konusu toplumların yeryüzüne
ilişkin fikirleri ile alâkalı olduğu şeklinde bir fikre sahip olmakla hata
etmiştir. Zira ona göre, yeryüzünün sathında var olan bir merkezdir söz konusu
olan ki, bu düşünce meseleyi olabilecek en kaba bir anlayışla anlamaktır.
Çünkü böyle bir düşünceye sahip olma, sembolizmin derin anlamına ilişkin tam
bir cehalet sonucu olabilir. -Bundan sonraki açıklamalarımızda, M. J. Loth'un Revue des Etudes anciennes'de (Temmuz-Eylül, 1915) yayınlanan 'L'Omphalos chez les Celtes* adlı çalışmasından birtakım bilgiler kullanacağız.
[157] Almanca'da nabe
kelimesi mihver, ve nabel kelimesi
ise göbek anlamına gelmektedir; ve bu son kelime de genel olarak merkez ve
orta anlamına gelmektedir. -Yunanca'daki omphalos kelimesi
ile Lâtince'deki umbilicus kelimesi, basit farklılıklarla aynı kökten türemişlerdir.
[158] Rig-Veda'daki Agni, 'Yeryüzünün Göbeği' diye isimlendirilmiştir
ki, bu da aynı fikre dayanmaktadır. Svastika, daha önce de belirttiğimiz gibi,
sık sık Agni'nin bir sembolü olarak kullanılır.
[159] Yunanistan'da başka merkezler de vardı, ancak daha çok özellikle
Eleusis ve Samotrace gibi Sırrîler'in (Mysteres) inisyasyonuna tahsis
edilmişlerdi. Oysa Delfler, Hellenik kollektivitesinin tamamını doğrudan
ilgilendiren bir sosyal role sahipti.
[160] Tekvin, 28/16-19.
[161] Yine Tekvin kitabında yer almakta olan Beyt-Lehem ile Beyt-Elohim
şeklinin ses benzerlikleri zaten fark edilmektedir.
[162] 'Ve ayartıcı gelip ona dedi: Eğer Allah'ın Oğlu isen, söyle, bu
taşlar ekmek olsun' (Matta, 4/3; ayrıca bkz.: Luka, 4/3). Bizim burada
belirttiklerimizle birlikte bu sözlerin gizemli anlamı vardır: Mesih'in buna
benzer bir değişiklik geçirmesi gerekmekteydi, ancak bunu ayartıcının dediği
gibi maddî anlamda değil manevî olarak (spirituel) yapması gerekiyordu. Oysa
manevî düzlem, maddî düzlemin bir benzeridir (analogue), ancak ters yönde bir
benzeridir. Kelâm'ın tecellisi olarak bizzat Mesih, 'Gökten inmiş olan ekmektir'
ki, bu yüzden şöyle bir cevap verilmiştir: 'İnsan yalnız ekmekle yaşamaz,
fakat Allah'ın ağzından çıkan her sözle yaşar'. İşte Yeni Ahit'te, 'Tanrı'ın
evi' olarak taşın yerini alacak olan bu ekmektir; buna ayrıca, ilâhî haberlerin
(oracles) neden kesildiğini de ekleyebiliriz. Kendisini, tecelli etmiş
Kelâm'ın 'eti' ile aynileştiren ekmekle ilgili olarak burada, İbranice'de-ki lehem ile
aynı olan Arapça'daki lahm
kelimesinin, 'ekmek' değil 'et' anlamı
taşıdığını burada belirtmek ilginç olacaktır.
[163] Tekvin, 28/22.
[164] Bazen, özellikle de Yunanhlar'a ait birtakım omphaloi için
bu söylenebilir, taşın etrafı bir yılanla çevrilmişti; bu aynı yılana Kildani
işaret taşlarının tepesinde veya diplerinde rastlamak mümkündür ki, bunlar
gerçek 'beriller' olarak değerlendirilmelidirler. Zaten, ağaç sembolizmi gibi
(başka bir 'Âlemin Mihveri' figürüdür) taş sembolizmi de, genel olarak yılan
ile yakın bir bağlantı içerisindedir. Bu durum, Keltler'deki ve Mısırlılar'daki
yumurta figürü için de geçerlidir. -Onfalos'un tasviri babında çok güzel bir
örnek olarak kermaria 'betili' zikredilebilir ki, bunun genel olarak tasviri
tepesi yu-varlaklaştırılmış düzensiz bir koni biçimindedir; ve bunun
yüzlerinden bir tanesinde svastika işareti vardır. Bay J. Loth, daha önce
zikretmiş olduğumuz araştırmasında, bu betil ve daha başka birtakım taşlarla
ilgili birtakım fotoğraflar da sunmaktadır.
[165] Çin geleneğinde 5 rakamının çok ayrı bir sembolik anlamı vardır.
[166] J. Loth tarafından Brehon Lavvs'dan naklen.
[167] Burada, Çin'in aynı zamanda 'Orta'nın İmparatorluğu' olarak
adlandırıldığı unutulmamalı.
[168] Mide hükümdarlığının başşehri Tara idi; oysa, Sanskritçe'de tara kelimesi
'yıldız' demektir ve özellikle de kutup yıldızı için kullanılır.
[169] Genellikle Lâtin formunda bildiğimiz Aziz Patrice'in ismi,
aslında Cothra-ige'dir ve bu kelime 'dördünün hizmetçisi' anlamına gelmektedir.
[170] Merkeze yerleştirilmiş olan 'gerçek insan', eşyanın hareketine
dahil olmaz; ancak, gerçekte bu hareketi sadece varlığı ile yönetir, zira
'Göğün Faaliyeti' onda yansımaktadır.
[171] Tchoang-tseu,
I. Bölüm; P.L. Wieger'in tercümesi
ile, s.213. -Rivayete göre, imparator Yao M.Ö. 2356 yılında hükümdarlık
yapmış.
[172] Burada ayrıca, İslâm tasavvuf undaki dört Evtad doktriniyle de
bir benzerlik kurabiliriz.
[173] Svastika gibi çarpı işaretlerinde bu temel işaret aynı zamanda
bir nokta ile de temsil edilmektedir ki, bu da Kutup'tur. Dört temel yön ile
birlikte diğer dört unsur da haçın dört koluna tekabül etmektedir ki, bu da
bütün uygulamalarıyla dörtlü unsurluluğu sembolize etmektedir.
[174]Azdan veya Tula'nın ideografik işareti, beyaz balıkçıldır.
Balıkçıl ile leyleğin Batı'da oynadığı rol, Doğu'da karaleyleğin (ibis)
oynadığı rolün aynısıdır ki, bu kuşların üçü de Mesih'in tasvirleri arasında
yer almaktadır. Karaleylek, Mısırlılar'da Tot'un sembollerinden biri idi, yani
Hikmet'in sembolü.
[175] Atlante geleneği ile Hiperboreen geleneğinin tam kavuşma
noktalarının tam olarak tespiti çok zordur ve bu durum, birçok karışıklığa
meydan verecek şekilde bazı isimlerin birbirilerinin yerine kullanılmış
olmasıdır. Buna rağmen, söz konusu sorun tam olarak çözülemez değildir.
[176] Büyük Ayı, aynı zamanda 'Yeşimtaşı Terazisi' diye da
adlandırılmıştır ki, ye-şimtaşı mükemmellik sembolüdür. Başka halklarda Büyük
Ayı ile Küçük Ayı, terazinin iki küfesi olarak kabul edilmiştir. -Bu sembolik
terazinin, Sifra di-Tseniuta'daki (Zohar'ın 'Sırlar Kitabı') ile bir irtibatının
olmadığı söylenemez. Buradaki terazi, 'olmayan bir yerde asılı vaziyette
durmaktadır', yani 'tecelli-etmemişte' ki, bu bizim dünyamız için kutup noktası
ne ise odur. Bu dünyanın dengesinin gerçekten de Kutup'ta olduğunu
söyleyebiliriz.
[177] Hindistan'da Büyük Ayı, sapta-rikşa'dır, yani yedi rişi'nin
sembolik evidir. Bu durum tabi ki Hiperboreen gelenekle uyuşmaktadır; oysa
atlante geleneğinde Büyük Ayı'nın bu rolünü, yine aynı şekilde yedi yıldızdan
müteşekkil olan Yedi Kandilli Süreyya (Ülker) yıldızları üstlenmiştir.
Yunanlılar'a göre Yedi Kandilli Süreyya takım yıldızlarının Atlas'ın kızları
olduğu ve bu yüzden Atlantideler olarak da adlandırıldıkları zaten
bilinmektedir.
[178] Burada, Meru kelimesi ile meros kelimesinin fonetik benzerliğine
dair daha önce söylediklerimizle bağlantılı olarak, Mısırlılar'da Büyük Ayı'ya
Kalça Takım Yıldızı dendiğini zikretmek ilginç olacaktır.
[179] Şveta-dvipa, Jambu-dvipa'nın onsekiz alt bölmelerinden birine
verilen isimdir.
[180] Bu, aynı zamanda bize, Batı antikitesindeki 'Talihliler Adalarını
(Iles Fortune-es) hatırlatmaktadır; ancak bu adalar Batı'da yer almakta idi
('Hesperides bahçeleri': Yunanca'da hesper, Lâtince'de vesper kelimeleri
karanlık, yani Batı demektir) ki, bu da Atlante kökenli bir geleneğin olduğuna
işaret etmektedir; diğer yandan bu, Tibet geleneğindeki 'Batı Seması'nı da
hatırlatmaktadır.
[181] 'Azizler Adası' ismi, 'Yeşil Ada' ismi gibi daha sonraları
İrlanda için kullanılmıştır, hatta bazen İngiltere için bile kullanılmıştır,
-burada aynı anlamı taşıyan Heligoland Adası ismine de işaret etmiş olalım.
[182] Yeryüzü Cenneti ile ilgili benzer diğer geleneklere daha önce
atıfta bulunmuştuk. -Dışta pek konuşulmasa da, İslam tasavvufunda 'yeşil ada'
(el-ceziretü'l-hadra) ve 'beyaz dağ' (el-cebelü'l-ebyaz) sembolleri çok iyi
bilinmektedir.
[183] Burada, daha önce LEsoterisme
de Dantelde bahsettiğimiz üç Hermetik renk ile
karşılaşmaktayız: yeşil, beyaz, kırmızı.
[184] Diğer yandan, bazen gökkuşağı renklerine sahip kayış söz konusu
olabilir ki, bu da İris'in başörtüsü ile benzerlik arz edebilir; Saint-Yves, Mission de l'lnde adlı
eserinde atıfta bulunmaktadır; aynı şey Anne-Catherine Emmerich'in keşflerinde
(visions) de mevcuttur. -Gökkuşağı sembolizmi ve dvipa'lar ile ilgili olarak
daha önce söylediklerimize bakılabilir.
[185] 'Beyaz' anlamına gelen Lâtince'deki albus kelimesi,
aynı anlama sahip olan İbranice'deki laban
kelimesi ile bir yakınlık arz
etmektedir ki, kelimenin müennes hali olan hebana ise
Ay için kullanılmaktadır. Lâtince'de Luna,
aynı zamanda hem 'beyaz' hem de
'parlak' anlamlarına gelebilir ki, birbirine yakın fikirleri ifade
etmektedirler.
[186] Bir sıfat olan argos
(beyaz) kelimesi ile şehrin ismi
olan kelime arasında sadece bir telaffuz farkı vardır; şehrin ismi ne müzekker
ne de müennestir (neutre), ancak aynı kelimenin müzekker hali Argustur. Burada
ayrıca Argo gemisi hatırlanabilir (zaten bunun da Argus tarafından inşa
edildiği kabul edilir ki, direği Dodone ormanındaki meşeden yapılmıştır); bu
son durumdaki kullanımda kelime aynı zamanda 'hızlı' anlamına da gelebilir;
hız, ışığın bir vasfı olarak görülmektedir (özellikle de şimşeğin), ancak ilk
anlamı 'beyazlık'tır, tali anlamı ise 'parlaklık' manasına gelmektedir. -Aynı
kelimeden gümüş kelimesi de türemektedir ki, rengi beyazdır ve sembolik olarak
Ay'a tekabül etmektedir; Lâtince'deki argentum
ile Yunanca'daki ar-guros kelimesi
görünürde aynı kök sahip kelimelerdir.
[187]'Hırslar (passions) denizini geçen Yogi, Huzur ile birleşmiştir ve
'Ben'liğine (Soi) bütünüyle sahip olmuştur' demektedir Şankaraçarya
(Atma-Bodha). Burada zikredilen 'hırslar' kelimesi, 'suretler akımını'
oluşturan her türlü geçici ve arızî değişiklikleri belirtmek için
kullanılmıştır: Burada söz konusu olan, bütün geleneklerin ortak sembolizmi
ile söylenecek olursa 'aşağı âlemdeki sular' alanıdır. Bu yüzdendir ki, 'Büyük
Barış'ın fethi sık sık denizde geminin yüzmesi ile temsil edilmiştir (Katolik
sembolizminde teknenin kiliseyi temsil etmesinin nedenlerinden birisi de
budur); bazen savaş ile de temsil edilir ki, Bagavat-Gita bu anlamda
yorumlanabilir ki, İslâm dokt-rinindeki 'kutsal savaş' (cihad) teorisini de bu
bakış açısına göre anlayabiliriz. -Buna ek olarak; 'sularda yürümek', suret ve
değişim (tahavvül) âlemine hakimiyeti sembolize etmektedir: Vişnu, Narayana
olarak yani 'suların üstünde yürüyen' diye de çağırılmaktadır. Burada, İncil
ile bir benzerlik ortaya çıkmaktadır ki, Mesih'in de suların üstünde
yürüdüğünü görmekteyiz.
[188]Saint-Yves'in, Tarot sembolizminden ödünç aldığı ifadeyi
kullanarak, yüce merkezin diğer merkezlere göre durumunu 'yirmi iki sır ile
örtülü sıfır' olarak tanımlayabiliriz.
[189] Eflâtun'un Timaos'u, kapalı bir şekilde de olsa, buradaki söz
konusu bilime birtakım atıflar içermektedir.
[190] Burada, Pontifex (Başrahiplik) unvanı ile ilgili söylediklerimiz
hatırlanabilir; diğer yandan, 'hükümdarlık sanatı' ifadesi modern Masonlar
tarafından muhafaza edilmiştir.
[191] Romalılar'da Janus, aynı zamanda hem Sırlar'a inisyasyon hem de
sanatkârlar loncalarının tanrısı idi (Collegia fabrorum), bu çift yönlü
tavsifte çok anlamlı bir durum söz konusudur.
[192] Burada örnek olarak, lir'inden (lyr) çıkan seslerle Tebes
duvarlarını inşa eden Anfion (Amphion) sembolünü zikredebiliriz. Birazdan, bu
Tebes şehrinin isminin neye işaret ettiğini göreceğiz. Orfizm ve Pitagorizm'de
lir müzik aletinin ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Burada hemen belirtelim
ki, Çin geleneğinde benzer bir rolü üstlenmiş olan çalgı aletleri mevcuttur.
Tabi ki, onlarla ilgili olarak söylenenlerin de sembolik olduğu unutulmamalıdır.
[193] İsimlerle ilgili, özellikle de beyaz düşüncesi ile ilgili olarak
daha önceki satırlarda birtakım örnekler bulmak mümkündür. Bu konuda biraz
daha duracağız. Ayrıca, bazı durumlarda, şehrin gücü ve korunması ile doğrudan
alâkası olması kutsal eşyalarla ilgili olarak da birçok şey söylenebilir:
Troya ile ilgili Palladium efsanesi bu meyandadır; Roma'daki Saliyenler'e
(Saliens) ait kalkanlar da bu şekildedir (bunların, Numa döneminde bir
göktaşında kes-kinleştirildiği rivayet edilir; Saliyenler Kurulu oniki üyeden
müteşekkildi). Bu eşyalar, İbraniler'deki Ahit Sandığı gibi 'manevî etkiler'
içeren dayanaklar idi.
[194] Mısır için Menes ne ise, bizzat Minos isminin kendisi bu konuda
yeterli bir işarettir. Roma ile ilgili olarak Numa konusunda söylediklerimize,
ayrıca Kudüs ile ilgili olarak da Şlomo'nun anlamı ile ilgili olarak
söylediklerimize göndermede bulunmak isteriz. -Bu arada, Girit ile ilgili
olarak Orta Çağ mimarları tarafından karakteristik bir sembol olan Labirent'in
kullanımına atıfta bulunalım. Daha da ilginç olanı, bazı kiliselerin
döşemelerine çizilmiş olan Labirent güzergahı, Kutsal Toprağa hac ziyaretine
gitme imkânı bulamayanlar için, bu yolculuğun yerini almakta idi.
[195] Daha önce, Delf'in Yunanistan (Grek) için aynı rolü oynadığını
görmüştük; adı, yunus balığını (dauphin) çağrıştırmaktadır ki, bunun sembolizmi
de çok önemlidir. -Diğer bir ilginç isim ise Babilon'dur: Bab-İlu, 'Göğün
kapısı' anlamına gelmektedir ki, bu anlam Yakup tarafından Luz için
kullanılmıştır. Zaten, Beyt-El'de olduğu gibi 'Tanrı'nın Evi' anlamına da
gelebilir. Ancak, gelenek kaybolduğunda meydana gelen 'karışıklık' (Babel)
anlamına da gelmektedir: İşte o zaman, sembolün tersine dönüşü vaki olur ki,
Janua Infer-ni bu durumda Janua Coeli'nin yerini alır.
[196] Bu durum, çevrim boyunca gelişecek olan imkânların tamamını tohum
olarak içeren bir çevrimin başlangıcı için 'Alem Yumurtası' ne ifade ediyorsa.
Aynı şekilde, Gemi de dünyayı yeniden inşa etmede kullanılacak olan tüm unsurları
içerir ki, bu da onun gelecekteki durumunun tohumlarıdır.
[197] Bir çevrimden (devreden) diğerine geleneksel geçişi veya intikali
sağlamak da 'Başrahipliğin' (Pontificat) görevleri arasındadır. Burada,
Gemi'nin inşasının sembolik köprünün inşası ile aynı anlamı vardır; zira, her
ikisi de 'suları geçmeyi' sağlamak amacıyla yapılmıştır ki, bunun da sayısız
anlamı vardır.
[198] Nuh'un, aynı zamanda, üzüm bağını diken ilk kişi olması da
dikkati çekmektedir (Tekvin, 9/20); bu durum yukarıda, Melkisedek'in kurbanı konusunu
işlerken, şarap ve onun inisyatik ritüellerde oynadığı rol ile ilgili söylediklerimizle
birlikte düşünülebilir.
[199] Kitab-ı Mukaddes'teki Tufan'ın tarihi anlamlarından bir tanesi
de, Atlanti-de'in kaybolduğu büyük afettir.
[200] Burada yapılmış olan uyarılar tabiî olarak, birçok halklarda
rastlanan tufan olayı içeren geleneklerin tamamı için geçerlidir. Bunlar
içerisinde çok farklı devreler içerenler de vardır ki, meselâ Yunanlılar'daki
Deucalion ve Ogy-ges tufanları gibi.
[201] Tekvin, 9/12-17.
[202] Bu iki yarım, 'Dünyanın Yumurtası'nınkine tekabül etmektedir;
aynen bizzat 'yukarı sular' ve 'aşağı sular'da olduğu gibi. Karışıklık
dönemlerinde, üstteki yarım görünmez olur, ve Fabre d'Olivet'nin 'türlerin
yığılması' olayı diye isimlendirdiği olay işte bu alttaki yarımda meydana
gelir. -Bir bakış açısına göre, burada söz konusu edilen birbirini tamamlayıcı
iki suret, birbirinin zıddı yöne doğru çevrilmiş iki hilâle benzetilebilir ki
(suları birbirinden ayıran çizgiye nispetle biri diğerinin yansıması ve simetriğidir),
bunda Janus sembolizmine atıf vardır ve gemi onun amblemlerinden birini teşkil
eder. Burada hilâl, kupa ve gemi arasında bir bakıma sembolik bir eşitliğin söz
konusu olduğuna dikkat çekmek isteriz. Ayrıca, 'vaisseau' kelimesi aynı
zamanda hem 'kupa' hem de 'gemi' için kullanılmaktadır ('Saint VaisseF ismi,
Orta Çağ'da Graal'in en çok kullanılan isimlerinden birisidir).
[203] Buradaki küre de 'Dünyanın Yumurtası'dır; yeryüzü cenneti üst ve
alt yarımın birbirinden ayrıldığı düzlemde, yani gök ve yer'in sınırında
bulunmaktadır.
[204] Kabbalistler bu dört nehir ile, Pardes (Cennet) kelimesini
oluşturan dört harf arasında bağlantı kurarlar; başka bir yerde bunların
cehennemdeki dört nehirle ilgili analojik ilişkilerine değinmiştik (L'Esoterisme de dante, 1957
baskısı, s.63).
[205] Bu yer değiştirme, başka bir yerde anlamına değindiğimiz, bitki
sembolizminin mineral sembolizmi ile değiştirilmesi şeklindedir (L'Esoterisme
de dante, 1957 baskısı, s.67). -Semavî Kudüs'ün oniki kapısı, tabiî olarak
Burçlar Kuşağı'nın oniki işaretine ve İsrail'in oniki kabilesine tekabül etmektedir;
burada söz konusu olan burçlar çevriminin değişimi söz konusu-
dur ki, bu da dünyanın rotasyonunun durdurulması ve ilk hâlin
yeniden tahakkuku olan nihaî bir durumda tespitidir ki, bu da ancak yine bu
söz konusu ilk hâlde mündemiç olan mümkünatın peş peş tezahürünün tamamlanması
ile olur. -Yeryüzü cenneti'nin merkezinde olan 'Hayat Ağacı', aynı zamanda
Gökyüzü Kudüsü'nün de merkezindedir ki, burada oniki meyvesi vardır. Tabi ki
bunların oniki Aditya ile irtibatları olduğu kesindir; nasıl ki, bizzat 'Hayat
Ağacı'nın kendisinin, Adityalar'ın kendisinden çıktıkları yegane öz ve
bölünemez olan Aditi ile bir alâkası varsa.
[206]Burada, küre ile küp şekilleri, her iki dinamik ve statik bakış açısına
tekabül etmektedir. Küpün altı yüzü, uzaydaki üç boyuta göre yönlendirilmişlerdir;
kürenin merkezinden hareketle çizilmiş olan haçın altı dalı gibi. -Küp ile
ilgili olarak ise, aynı şekilde tamamlanma ve mükemmeliyet fikirleri içeren
Masonik bir sembol olan 'kübik taş' • î
kolayca bir benzerlik kurulabilir,
yani, belli bir durumda mevcut olan imkânların tam olarak tahakkukudur burada
söz konusu olan.
[207]Japonya'da var olan Budist ekollerinden bir tanesi de Gio-do'dur
('Saf Toprak' anlamına gelmektedir). Diğer yandan bu isim, İslâm'daki
İhvanü's-Safa (Safiyetin -Temizliğin- Kardeşleri) ismini ve 'saflar' anlamına
gelen Orta Çağ Batı'daki Catharelar'ı hatırlatmaktadır. Muhtemelen, Müslüman
inisyeleri için kullanılan (veya daha doğru bir tanımlama ile, Hindu
geleneğindeki Yogi gibi, inisyasyonun nihayetine ulaşmış olanlar anlamında)
Sufi ismi de, tam olarak aynı anlama gelmektedir. Gerçekten de, avam
etimolojisinin onu yün kelimesi olan suf'dan
türetmesi (sufilerin giymiş olduğu
elbise nedeniyle), pek ikne edici görünmüyor. Ayrıca, Yunanca 'hakim' anlamına
gelen sofos (sophos) kelimesinden türetilmesi, her ne kadar kabul edilebilir
bir açıklama gibi görünse de, Arapça'ya yabancı bir kelime olması nedeniyle
uygun düşe-mektedir. Bizim düşüncemize göre, Sufi kelimesini safa'dan yani
'saflık'tan (temizlik, safiyet ç.n.) türeten görüş daha makbul görünmektedir.
[208] Bu 'Saf Toprağın' sembolik tavsifi, Fedon (Phedon) kitabının
sonunda bulunmaktadır (Mario Meunier tercümesi ile, ss.285-289); Daha önce,
buradakiler ile Dante'nin yeryüzü cenneti arasında ortak tavsifler
kurulabileceğini belirtilmiştir (John Stewart, The Myths of Plato, ss.101-113).
[209] Zaten, diğer âlemlerin tamamı birer varlık mertebesinden
ibarettir, yoksa, her ne kadar sembolik olarak öyle tasvir edilseler de, birer
mekân değildirler. Bunları tanımlamak için kullanılan ve Lâtince'deki locus ile
aynı anlama gelen Sanskritçe'deki loka
kelimesi, kendi içerisinde bu uzay
sembolizmini taşımaktadır. Zamanla ilgili de bir sembolizm vardır; öyle ki, bu
aynı varlık mertebeleri peş peşe gelen çevrimler formunda tavsif edilirler. Her
ne kadar zaman, tabi ki mekân da, onlardan sadece bir tanesine ait bir durum
olsa da, peş peşe gelmeleri burada sadece birbirine bağlı sebepler zincirinin
bir tasvirinden ibarettir.
[210] Bu durum, kutsal metinlerin yorumunda söz konusu olan çok
anlamlılık ile mukayese edilebilir; öyle ki, birbirine zıt veya birbirini yok
edici değil, aksine, bütüncül sentetik bilgide birbirini tamamlayıcı ve
birbiri ile uyumlu bir
durum arz ederler. -Burada ortaya koyduğumuz bakış açısına göre,
tarihî vakıalar zamana ait sembolizme tekabül etmektedirler; coğrafî olaylar
ise, uzayla ilgili sembolizme takabül ederler. Bunların herbirinin arasında, zaman
ve mekânın kendi aralarında olduğu gibi, zorunlu bir ilişki veya bağlantı
(correlation) vardır. İşte bu nedenledir ki, manevî merkezin belli bir yerde
bulunması, içinde bulunulan döneme göre farklılık arz edebilir.
[211]Soirees de Saint-Petersbourg, 11. entretien. -Yukarıda belirttiğimiz kehanetlerin kesilmesi ile
ilgili her türlü zahirî kargaşayı bertaraf etmek için -öyle ki, buna daha
önceleri Plutark (Plutarque) dikkat çekmişti-, 'kehanetler' kelimesine,
eskiden (antikitede) olduğu gibi kesin ve tarif edildiği şekliyle değil de,
genelde yaygın olarak kullanıldığı gibi Joseph de Maistre tarafından da çok
geniş bir anlam yüklenmiş olduğunu her hâlde belirtmeye gerek yoktur.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar