Print Friendly and PDF

Kendini Evliya Sananlar

 


İLHAM ve HÂTIR

Hatır, insanın içine doğan hitap, iç âlemde duyulan ses, alınan mesaj gibi anlamlara gelir ki bu hitap Allah’tan (hâtır-ı Hak), melekten (ilham), şeytandan (vesvese) ve nefsten (hevâcis/hadîsü’n-nefs) gelebilir. Hak’tan ve melekten gelen hâtır dînin zâhirî hükümlerine uygun olur; şeytandan gelen günaha, nefsten gelen ise süflî isteklere dâvet eder.[1] Necmüddîn el-Kübrâ, bunlara bir de hâtır-ı kalbi ekler ve ilhâmı, hâtır-ı Hak olarak değerlendirir. Melekten gelen hâtın ise sekînet hâli olarak kabul eder.[2] Ona göre kalpten ve melekten gelen hâtır, hâtır-ı Hakk’a; nefsten gelen de hâtır-ı şeytâna dâhil olup kendi aralarında çok az fark vardır.[3] et- Tûsî ise hâtırı; “Başlangıcı olmaksızın sırrın harekete geçirilmesi” olarak tanımlamıştır. Ona göre havâtır kalbe dolmaya başlayınca sâbit durmaz; biri gelir, biri gider. Hâtır, sırlan kaplayan bir güçtür.[4] el-Hucvirî’nin bildirdiğine göre ise sûfîler, hâtır sözü ile, başka bir hâtırla süratle yok olan bir mânânın hâtırda husûle gelmesini ve hatır sâhibinin, onu kalbinden çıkarmaya muktedir olmasını kastederler.[5]

İlham da düşünme ve aklî delil çıkarma yollarıyla elde edilmeyip, Allâhü Teâlâ’nın ilhama mazhar olabilecek nitelikteki kalbte feyz yoluyla yarattığı özel bir mânâ ve ilimdir.[6] Saf hâtır-ı Hak, ilhamla gerçekleşir ve ilham sahihtir. Yâni gelen ilhama akıl, nefs, şeytan, kalp ve melek îtiraz edemez ve onu reddedemez. Havâtır-ı Hak yoluyla ilham, ilm-i ledün, keşf ve marifet hâsıl olur. Esâsında ilham, mutlak mânâda bir hatır olmayıp, elest bezminde kendine “Ben sizin Rabb’iniz değil iniyim?[7] diye hitapta bulunulan ve “Allah Âdem’e isimleri öğretti...”™ âyetinin işâret ettiği ezelî ilinı/bilgidir.™ el-Hucvirî ise ilham ile marifeti kesin olarak birbirinden ayırarak aşın mistiklere ve ilhamcılara şiddetle karşı çıkmaktadır. Ona göre “marifet ilhamdır” demek imkânsızdır. Çünkü marifette hakkın da bâtılın da bir delili vardır; oysa hatâ-sevap/yanlış-doğru konusunda ilham ehli için bir delil yoktur. Öyleyse marifet şerîattir, nübüvvettir, hidâyettir; ilham ise değildir ve marifet konusundaki ilhamın hükmü her bakımdan bâtıldır.[8]

Marmaravî, sâlikin devamlı sûrette bâtınını temiz tutup hatırına temiz şeylerin gelmesi hususunda titizlik göstermesi gerektiğim, bunun bir ürünü olarak da ilhamın gerçekleşeceğini[9] belirtir.[10] Burada hatır ile ilham arasında doğrudan bir bağlantı ve etkileşim göze çarpmaktadır. Bu bağlantı ve etkileşimi Yiğitbaşı Velî şöyle îzah eder: Allâhü Teâlâ, her insan için birer şeytan, her kişinin sarfnnda da ins ve cinden mürekkeb birer hannâs[11] yaratmıştır, İnsanın İlleti Zât’a, cirmin illeti Celâl ismine ve şeytanın illeti de Mudili ismine mütealliktir. Buna göre hannâsm mü’min olması mümkündür; ama şeytanın mü’min olması mümtenîdir.[12]

İşte, her kişinin şeytanı o şahsın sadrında. bulunan hannâsına fısıldar. Eğer hannâs fısıldanan işi kabul ederse gönlüne ilham olunur, hâtınna gelir; eğer o kişi o işi ister ve Hâlık da yaratıverir ise işler; yaratmazsa işlemez. Şeytanın fısıldadığı o işler tabiatıyla şer’a muhâlif söz ve fiillerdir ve bunlara ilhâm-ı şeytanî, havâtır-ı şeytanî ve mekr-i İlâhî denir.[13] Zira Yaratıcı, şeytanın fısıltısını kişinin ihtiyânna ve mertebesine göre yaratır.[14]

Eğer hannâs bu gibi fısıltıları kabul etmezse, bu defa şeytan helâl kazanç biriktirmeye çalışmasını fısıldar. Şeytanın bundan murâdı, çeşitli uğraşılarla kişinin namazım kazâya bıraktırmak ve değişik düşüncelere daldırıp dilini zikirden alıkoymaktır. Bunlara da ilhâm-ı nefsânî, havâtır-ı nefsânî ve mekr-i Hak denir.[15]

Eğer hannâs helâl kazanca pek meylettiremezse, bu kez şeytan “abdesti başkalarından daha iyi al, namazı başkalarından daha iyi kıl!” diye fısıldar.[16] Şeytanın böyle yapmaktan maksadı, kişinin ya abdest suyuna veya abdestine ya da namazına bir bahane uydurup zamanla namaz kılmamaya alıştırmaktır. Buna ilhâm-ı nûrânî, havâtır-ı nûrânî ve mekr-i Hak denir.

İlhâm-ı nefsânî/havâtır-ı nefsânî, değişik görünümlerde ortaya çıkabilir: Meselâ, eğer hannâs yukarıda anlatılan tuzaklara düşmezse, bu sefer şeytan "falan yerde şu olay oldu, falanın oğlu oldu, falan kişi falan yere gidiyor veya falan kişi falan şehirdedir” diye fısıldar. Şeytanın bundan maksadı, bu gibi meşgalelerle, alıştıra alıştıra sonunda onu helâke düşürmektir.[17] Bunlar, Alîm isminin bir tezâhürüdür. Eğer hannâs bu sözlere de kanmazsa, bu kez şeytan iyi bir âlimin hannâsına gidip ona "Çeşitli bahaneler uydurup falan zâhidin kâfir olduğunu söylesen” diye fısıldar. Şeytanın bundan murâdı, o âlim ile zâhidin arasını açıp birbirlerine düşman etmektir. Bunlar da Cebbar isminin bir tezâhürüdür. Eğer ikisinin de hannâslan bu söz ve fiillere razı olup meyil göstermezlerse, bu defa şeytan âlimin hannâsına büyüklenme (tekebbür) fısıldar. Şeytanın böyle yapmaktan maksadı, âlimin gönlünü rahmete mazhar olmaktan uzak tutmaktır. Bunlar ise Mütekebbir isminin bir tezâhürüdür.

Bunun üzerine zâhidin şeytanı "tahsilinden kalsan bile mizacını bozma!” diye fısıldayarak onu zühdden alıkoyar. Şeytanın bundan maksadı, sâliki ebrârlık makamında koyup mukarrebliğe sülük ettirmemektir.[18] Bu tür bir güdü ise nûrânî havâtır/ilhamâvc ve bu da Hakk isminin bir tezâhürüdür.

İşte şeytanın bu tür yönlendirmelerine hannâs çabucak kapılıverir. Zîra hannâs mü’min ve ebrâr olur; ama mukarreb olmaz. Hannâs ıslâh olmadıkça da nefs ıslâh olmaz; ancak hannâsm ıslâhından sonra nefs de mukarreb olur ve kalp ile birlikte Cenâb-ı Hakk’m iki parmağı arasında kalır. Nitekim bu durum bir hadîs-i şerifte şöyle ifâde edilir: "Mü’minin kalbi, Rahmân’ın iki parmağı arasındadır; O nasıl isterse ona göre şekil alır.[19] Bu demektir ki; her mü’minin kalbi, hannâsınm mertebesine göre Celâl ile Cemâl taallukunun arasında kalır ve Yaratıcı nasıl dilerse ona dönüşür. Zîra şeytanın tercihine göre fısıltısını Hâlık yaratır ve ona göre fısıldatır. Şu halde herkes kendi mertebesine göre Allâhü Teâlâ’ya "Ey Rabbim! Benim hannâsımı hayırlısına dönüştürüver” diye duâ etmelidir. Bâzı kimseler de "Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme; bize katından bir rahmet ver; kuşkusuz sen çok bağış yapansın[20] şeklinde duâ etmelidir. Bâzılan da tevhid ve usûl-i esmâya çokça meşgul olmalıdır. Zîra hannâsm bir cüz’ünün illetinin mazhan da tevhiddir. Hannâsm mü’min olanı bununla mü’min; ıslâh olanı da bununla ıslâh olur.[21]

Yiğitbaşı Velî, sâlikin hannâsınm, nefsinin ve kalbinin ancak bir mürşid-i kâmil terbiyesinden geçmekle mü’min ve muslih olabileceği görüşündedir. O kâmil bir mürşide ittibâ olmaksızın gelen ilhâmdan bir hayır çıkmayacağını Ebû Ali ez- Zücâcî’nin şu sözüyle anlatır: "Lev enne ’r-racüle yülhemü ileyhi ve lem yekûn lehû şeyhun lâ yecri minhü şey‘ün. ” Mânâsı: "Bir kimseye ilhâm olunsa, ol âdemin şeyhi olmasa, ondan bir nesne gelmez" demektir. Şeytan ve nefsten kalbe ilham sûretinde nesne gelir; akıbeti şerre mevâdı’ olur.”[22]

Kaynak: Ahmet ÖGKE, Yiğitbaşı Velî…Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî…Hayâtı, Eserleri Ve Tasavvufî Görüşleri…



71' Bk.: el-Kuşeyrî, er-Risâle, ss. 83-85; el-Hucvirî, Keşfü ‘l-Mahcûb, ss. 537-538; el-Kelâbâzî, et- Taamrf, ss. 90-91, 152-153; el-Mekkî, Kütü’l-Kulûb, c. 1, s. 126 vd.; es-Sühreverdî, Avârif, ss. 573-584; İbn Arabî, Tedbîrât, s. 269; el-Kâşânî, Istılâhât, s. 158; el-Cürcânî, et-Ta’rîfât, ss. 42-43; Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 212

[2]   Bk.: Necmüddîn el-Kübrâ, Risâle ile ’l-Hâim, ss. 83-87

[3]   Necmüddîn el-Kübrâ, Fevâihu’l-Cemâl, s. 100

[4]   et-Tûsî, el-Lüma', ss. 335-336

[5]   el-Hucvirî, Keşfü ’l- - Mahcb, s. 537

[6]   Necmüddîn el-Kübrâ, Risâle ile'l-Hâim, s. 83; el-Cürcânî, et-Ta’rîfât, s. 15

723 Necmüddîn el-Kübrâ, Fevâihu’l-Cemâl, s. 100

[8]   el-Hucvirî, Keşfü ’l-Mahcb, s. 403

[9]   Yiğitbaşı Velî, Keşfü’l-Esrâr, vr. 69b

[10] Zîrâ hâtırlar birer elçidirler; elçi ise uzakta olan kimselere gönderilir. İşte bu yüzden Allâh’a yakınlık kesbetmek gerekir ki hâtırlar ilhâma dönüşebilsin. (es-Sühreverdî, Avârif s. 577)

[11] Hannâs: Geri çekilip büzülerek veya sinerek fırsat bulunca kişiye vesvese vermek için dönüp gelen. Sinsi şeytan. Besmeleyi işitince kaçan, gaflete dalınca musallat olan şeytan.

[12] Sonraki satırlardan da anlaşılacağı üzere burada müellifimiz, vesveseci şeytan ile hannâs arasında belirgin bir ayırım ortaya koymaktadır. Ona göre hannâs; insan bedeninde bulunan, insan ile cin karışımı olan cüz’î, damlacık gibi bir merkezdir ve devamlı şeytanın vesvesesine muhâtap olmaktadır. Âdeta hannâs, şeytandan sürekli vesvese güdüsü alan bir “alıcı” ve insanın gönlünü, kalbini, nefsini aldığı bu güdülere göre yönlendirmeye çalışan bir “verici” konumundadır. Esâsında burada insanın davranışlarına etki bakımından hannâsın fazlaca bir fonksiyonu yoktur; asıl yönlendirici yine şeytandır. Hannâsın buradaki rolü, yalnızca güdüleri şeytandan almak ve insanın gönlüne ulaştırmaktan ibârettir. İnsan, kendi hannâsınm şeytandan alıp gönlüne yansıttığı bu güdülerin birine uymazsa, şeytan yine hannâs aracılığıyla başka bir güdü daha gönderir ve bu durum sürekli devam eder durur. Bu arada gelen güdüler (havâtır ve ilham), karakterine göre şeytanî, nefsânî ya da nûrânî olarak adlandırılır ve bu güdülerin her biri, Cenâb-ı Hakk’ın bir isminin tezâhürü olarak zuhûr eden İlâhî sınamalar (mekr-i İlâhî) olarak karşımıza çıkar.

[13] Yiğitbaşı Velî’nin ilhanı ile hâtır konusundaki görüşlerini kaydettiğimiz bu kısımda da görüleceği üzere, müellifimiz bu iki kavramı aynı anlamda kullanmakta ve aralarında herhangi bir ayırım ve sınıflandırmaya gitmemektedir. Ona göre şeytanın hannâs vâsıtasıyla gönderdiği her türlü güdü, mutlak mânâda kötü olmasıyla hâtır veya ilham adını alabileceği gibi, iyi gibi görünmekle birlikte aslında daha üst perdeden bir iyiliğe engel olanlarına da aynı ad verilebilir. Farklılık sâdece bunların görünümlerinden ibaret olup, şeytanın çağrılarının baskın karakterine göre şeytânî, nefsânî ya da nûrânî ilham/hâtır gibi isimler alır. Müellifimiz, neticede kötü de olsa, insan gönlüne bir ilham vermesi bakımından her türlü havâtın ilham olarak değerlendirmektedir.

[14] Nefs ve şeytan, insanoğlunun kalbine zaman zaman seslenişte bulunur, buna hâtır (çoğulu: havâtır) denir. Bu sesleniş nefs tarafından gelirse, buna hevâcis-, şeytan tarafından gelirse visvâs (vesvese) adını alır. Nefsin hevâcisi ile şeytanın vesvesesini birbirinden ayırt edebilme konusunda Cüneyd-i Bağdâdî şunları söyler: “Nefs senden bir şey isterse bunda direnir, inat eder; bu hususta -çok zaman geçse bile- yine de istediğini elde edinceye kadar ısrar eder durur. Nefse karşı giriştiğin savaş ne kadar samimî biçimde sürerse sürsün, o da inadında ısrar eder, şeytan ise seni bir günah işlemeye çağırır da sen de o işi yapmayarak ona karşı koyarsan, o da hemen başka bir günah işletmek için sana vesvese vermeye başlar. Çünkü dîne aykın bütün davranışlar şeytan için aynıdır; farketmez. Onun gayesi, seni günahlardan herhangi birine çağırmaktır; özel olarak tek bir günahı işletmek onun amacı değildir.” (el-Kuşeyrî, er-Risâle, ss. 83-84)

[15] Sehl b. Abdullah et-Tüsterî: “Mâsiyetlerin en kötüsü, insanın içinde konuşan nefsin sesi ve onun vesveseleridir (hadîs-i neft)” der. O, nefsin kendisine söylediği şeyleri günah sayar ve onlardan kaçınmayı tavsiye eder. (Bk: es-Sühreverdî, Avârif, s. 575)

[16] Şeytan, insana her zaman kötü şeyleri iyi göstermeye çalışmaz; bâzen de ona iyi işleri tavsiye eder. Şeytanın insanı hayır ve ibâdete yönlendirip teşvik etmesi bile yalan olup buna kanmamak lâzımdır. Yoksa o, insanı aldatır ve kendi isteğine bağlar. Bala zehir katan kişinin yaptığı gibi, hayra şerri karıştırarak şerbet diye insana içirir; hayır gibi gösterip şerri sunar. (Eşrefoğlu Rûmî, Müzekki'n-Nüfûs, s. 67)

[17] Şeytan, özellikle kötülüğü emredici nefs (nefs-i emmâre) sâhibi kimseye musallat olarak ona birtakım vaadlerde bulunur; onun gönlünü okşar; bâtılı telkin edip allayıp pullayarak ona kötülüğü emreder ve onu tûl-i emel sâhibi yapar. Bâtılı sevip kabul edeceği bir şekilde gösterir. Birtakım asılsız güvencelerle, helâk edici şehvetlere ve bâtıl yola düşmesi için ona destek olup irâde ve hevâsmda nefse yardım eder. (İbn Kayyim, er-Rûh, s. 227)

[18] Şeytanın, her insanı, ona uygun bir hîle ve tuzakla yoldan çıkarabileceği değişik latîfe ve ince oyunları vardır. Câhilleri cehâletleriyle, âlim ve zâhidleri ise daha başka yöntemlerle yoldan çıkarır. Meselâ, âlim bir kişi ilmiyle amel etmek istediğinde ona gelerek: “Bütün ilimleri tahsil ettin mi ki kalkmış amelle meşgul oluyorsun? Peygamber’in şu sözüyle amel etsene: “Birfakih, şeytan için bir âbidden daha çetindir. ” (Tirmizî, İlim, 19; îbn Mâce, Mukaddime, 17) Sonra şu iki âyetle bir hadîsi de ona okur: "...İlim sahipleri derece derecedir..." (Mücâdele, 58/11), "...Rabbim! İlmimi arttır! de!.." (Tâhâ, 20/114), “Çin ’de de olsa ilmi arayınız. ” (el-Aclûnî, Keşfü ’l-Hafâ, c. II, s. 138). Bunun üzerine nefs ona uyar. Nefs sâhibi de kendini buna kaptırarak kendi kendine şöyle demeye başlar: önümüzde günler ve yıllar çok... Hele şimdilik ilim tahsil et! Umulur ki ömrünün sonunda -ölüm gelip çatmcaya kadar- onlarla amel edersin... (Necmüddîn el-Kübrâ, Risâle ile’l- Hâim, s. 85)

[19] Hadîsin benzer bir metni için bk.: Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. II, s. 173

[20] Âl-i İmrân, 3/8

[21] Yiğitbaşı Velî, Ravzatü ’l-Vâsılîn, vr. 88b-90a

[22] Yiğitbaşı Velî, Risâletü’l-Hüdâ, vr. 5“

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar