Zikir Ve Usûl-i Esmâ
Anmak ve hatırlamak anlamlarına gelen zikir,
tasavvufta Allâh’ı anmak ve hatırlamak, onu unutmamak, gaflete dalmamak ve
Allâh’m çeşitli isimleri ile “lâ ilâhe illallâh” cümlesini söylemek,
tekrarlamak[1]
mânâsım ifâde etmektedir. Zikirde esas unsur, diğer varlıkları unutup, hattâ
yok sayıp yalnızca Allâhü Teâlâ’yı anmaktır. Sûfîlere göre tasavvuf! mânâda
zikir telkinini yapan ilk kişi Hz. Muhammed’dir. O, dört halîfesine de değişik
usullerde zikir telkin etmiş, tarîkat kurumunun teşekkülünden sonra da her
tarîkat bu dört usûle göre zikirlerine yön ve şekil vermişlerdir. Bu dört çeşit
zikir telkini şunlardır:
1)
Sıddîkıye: Hz. Peygamber Mekke’den
Medine’ye hicret ederken mağara arkadaşı Hz. Ebû Bekir’in kulağına
üç kez zikir telkininde bulunmuştur. Bu sırada Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) uylukları üzerinde,
Hz. Ebû Bekir de ayaklarım önde kavuşturarak oturmuş vaziyetteydiler.
Hafi (gizli) zikir bu hâdiseye dayanır.
2)
Kübreviye: Hz. Ömer müslüman
olduğu sırada Hz. Peygamber ile kucaklaşmış, bu esnâda lâ ilâhe illallâh
kelime-i tevhidini sesli (cehrî) olarak telkin etmiştir. Fakat Hz. Ömer ayakta
duramayıp yere çöktüğü için Kübrevîler ayaklarını önde
kavuşturmuş vaziyette oturarak zikrederler.
3)
Nurbahşiye: Hz. Muhammed’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) , Hz. Osman’a telkin ettiği harfsiz ve sessiz, kalbî
zikir çeşididir.
4)
Cehriye: Hz. Peygamber, Hz.
Ali’yi diz üstü çöktürüp gözlerim kapattırmış ve üç defa lâ ilâhe
illallâh demiştir. Daha soma aynı cümleyi üç kere de ona
tekrarlatmıştır. Zikri, cehrî olarak yapan tarîkatler. genellikle
silsileleriyle Hz. Ali’ye bağlıdırlar.[2]
Daha önce de belirttiğimiz gibi Halvetiyye
tarîkatinde darb-ı esma veya usûl-i esma adı
verilen “Allâh’m yedi ismini zikretmek” esastır. Bu isimler: Lâ ilâhe
illallâh / Allâh / Hû / Hak / Hayy / Kayyûm ve Kahhâr ’dır. Halvetiyye’nin
Ahmediyye kolunun müessisi Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî
ise bu 7 isme 5 isim daha eklemiştir. Bunlar Vehhâb / Fettâh / Vâhid /
Ahad ve Samed ’dir. Bu on iki isimle zikreden Rûşeniyye,
Gülşeniyye, Demirtâşiyye gibi başka Halvetiyye kollan da
mevcuttur. Allâhü Teâlâ’run bu isimleri halka hâlinde oturarak ve hafif
sallanarak icrâ edilir. Vücûdun bu şekilde hafifçe hareket etmesi, mâsivâdan
sıyrılmak için bir vesîle olarak kabul edilir. Zikir için toplanıldığında diz
çöküp, kıbleye karşı oturulur. Güçlü bir kararlılık ve çok saf ve samimî bir
niyetle kalp mâsivâdan temizlendikten; zikir, fikir ve düşünce dünyâsından
Allâh’ı düşünmenin dışında herşey silindikten sonra, yalnız Allâh’ı ve onun
büyüklüğünü düşünerek (başı sağ omuza çevirip) “Lâ ilâhe”, ardından (başı sol
tarafa, memenin altındaki kalp üzerine doğru eğip kuvvetlice vurarak)
“illallâh” demek süreriyle darb-ı esmâ zikri icrâ edilir. Kelime-i
tevhidi 33 veya 165 kez tekrarlayarak bir süre bu şekilde zikrettikten sonra
“Allâh” lafzını, daha sonra da yukarıda belirtilen yedi isimi sırasıyla
zikretmek gerekmektedir. Bu yedi isimden ikisiyle veya daha fazlasıyla aynı
anda meşgul olmak kesinlikle uygun görülmez. Mürid, bu isimleri sırayla tahsil
ettikten sonra ve ancak şeyhinin izniyle öbürüne geçmelidir.[3]
Gizli bir hazîne iken bilinip tanınmayı istemiş olan
Yüce Allâh’ın, bu tanınma sevgisi neticesinde ilk Önce rûh-i Muhammedi'yi
yaratarak onu mürid menzilesinde tutup halvet ettirdiğini ve kendini de şeyh
yerine koyup tevhidi telkin ettiğini “İrşâd, Mürşid-i Kâmil/Şeyh” başlığı
altında (s. 148 vd.) kısaca belirtmiştik. Sonra Cenâb-ı Hak, usûl-i esmada
yer alan diğer isimleri sırayla ve teker teker telkin eylemiştir.[4]
Demek ki Yiğitbaşı Velî’ye göre tasavvuf eğitimindeki zikir telkini, ilk
kaynağını buradan almaktadır.
Mürîdin kalbine iyi ve kötü ne telkin edilirse onun
neticesinin elde edileceğini söyleyen Marmaravî, kalbe telkin edilen zikrin bir
meyvesi olarak kötü huyların giderilip güzel hasletlerin kazanılacağını
vurgulamaktadır.[5]
Ancak bu telkin sırasında tâlibin kalbinde muhabbet ateşinin doğması ve
tarîkate tam inanması gerekmektedir.[6] Zira muhabbet
ile yapılan zikir hiç sona ermez; zikir ile hâsıl olan muhabbet de hiç bitmez.[7]
Zikirdeki üns ve muhabbetin tadına varabilmek için de gafletin ve zikirden uzak
kalmanın sıkıntısını derinden hissetmek gerekmektedir.[8] Esâsında
zikir, gafletten uzak kalmaktan ibârettir. Gafleti ortadan kaldıran kimse sükût
da etse zikir hâlindedir.[9]
Yiğitbaşı Velî’nin bildirdiğine göre gündelik hayatta
en çok kullanılan zikir çeşidi “Bismillâh”dır. Her işine besmele
zikriyle başlayan kişinin en büyük yardımcısı Allah’tır.[10] Nitekim Mücâhid
şunları söylemiştir: “Evinden çıkan bir kimse, “Bismillâh” dediği
zaman, bir melek “Hidâyete ulaştın” der. "Tevekkeltü alellâh (Allâh’a
tevekkül ettim)” dediği zaman, Allâhü Teâlâ “Ben sana yeterim” buyurur. “Lâ
havle ve lâ kuvvete illâ billâh ” dediği zaman, melek “Her tehlikeden
kurtulmuş oldun” der. Bunun üzerine şeytanlar, “Hidâyete ulaşan, Allah
kendisine kâfi olan ve Allâh’m himâyesine girenden daha ne beklersin” diyerek o
kişinin yanından uzaklaşırlar.”[11]
Zikrin en üstünü “Lâ ilâhe illallah” zikridir.[12]
Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Allah’tan başka ilâh olmadığını bil ve
günahın için istiğfarda bulun!”[13] “Siz
beni zikredin; ben sizi zikredeyim ”[14] [15]
[16]
Nebî (salla'llâhü aleyhi ve sellem) de: “Zikrin en faziletlisi Lâ ilâhe
illallâh’ttr."'*9 demektedir. Meşâyih, “Ve Allâh’m ipine
sımsıkı sarılın!"'90 âyetindeki “habl (ip)”den murâdm
tevhid zikri ve usûl-i esmâ olduğunu söylemişlerdir. Yine, “Ve
ihsanda bulunun! Kuşkusuz Allah ihsânda bulunanları sever”™ âyetindeki
“ihsan”, tevhîd ve usûl-i esma olarak
yorumlanmıştır.[17]
[18]
Meşâyih, tarîkate yeni girmiş mübtedî durumundaki
müridlerine darb-ı esma zikrini telkin ederler. Yiğitbaşı Velî’ye
göre bunun başlıca sebebi şudur: insanın kalbi taşa benzer; o taşın içinde ilim
pınarları, mârifet çeşmeleri ve hikmet ırmakları gizlidir. Darb-ı esma
sâyesinde o katı taş çatlayıp kınlır ve böylece içindeki ilim pınarları,
mârifet çeşmeleri ve hikmet ırmakları dışarı taşıp akmaya başlar.[19]
Bu, az bir zikirle gerçekleşmez; zikr-i kesir lâzımdır.[20] Şu durumda
Hak Teâlâ darb-ı tevhîd ve usûl-i esmayı insanlara
ihsân etmek sûretiyle onlarda bulunan türlü hazînelerin ortaya çıkmasına;
bedeni onlara âlet kılmak suretiyle de bu ortaya çıkan hazîneleri bünyelerinde
toplamalarına imkân vermiş olmaktadır.[21]
Zikir kalbe iyice yerleşirse tıpkı şeytana yaklaşan
insanın çarpılması gibi, o kalbe yaklaşan şeytanın çarpılıp hastalığa
tutulacağını bildiren sûfîler vardır.[22] [23] “Allâh ’ı anmaktan
uzak yaşayana, yanından hiç ayrılmayacak bir şeytanı arkadaş olarak veririz”™ âyeti buna işâret
etmektedir, kalp lekelendiği zaman şeytan onu arzu ederek ona doğru yaklaşır.
Çünkü kalbin duruluğu, zikir ve murakabe ile muhafaza altına alınmıştır ve
zikrin kendine has bir nûru vardır. İnsanların ateşten korkup kaçtığı gibi,
şeytan da o nurdan kaçar.[24]
Zikir ateşi (nûru) ile şeytan ateşi arasında fark vardır. Bu iki ateş
arasındaki fark, ancak hal ile bilinir. Zikir ateşi, saf, süratli ve yukarılara
doğru yükselen bir ateştir. Şeytan ateşi ise bulanık, puslu, karanlık ve ağır
hareketlidir.[25]
Zikir ateşi, Allah ile kul arasındaki bütün engelleri, perdeleri yakar ve
kişiyi ona yükseltir.[26]
Bâzı mutasavvıflar, zikir yaptırmayı nâfîle namaza
tercih etmişler ve halvetteyken çokça zikir yaptırıp az namaz kıldırmışlardır.
Çünkü zikrullâhı nâfîle namazdan daha faziletli ve daha yüce gören bu
mutasavvıflar şu görüştedirler: Namaz kişiyi görünen kötülüklerden (fahşâ-i
zâhire/münker-i zâhir) alıkoyar; ama görünmeyen kötülüklerden (fahşâ-i bâtme)
alıkoyamaz. Zira öyle zaman olur ki kişi namaz kılmaktadır; ama gönlü gizli
kötü düşüncelerle doludur. îşte zikretmek kişinin içini bu tür kötü
düşüncelerden temizleyerek onu nazargâh-ı İlâhî hâline getirir. Tâlibin gönül
aynası silinip parlatılmalıdır ki her iki dünyânın hakikatleri de onda
görünsün. Nitekim Allâhü Teâlâ “Kuşkusuz namaz, fahşâ ’ ve münkerden (her
türlü kötülükten) alıkoyar. Ve muhakkak ki Allah’ın zikri daha büyüktür”[27]
buyurmuyor mu? Öyleyse dervişe düşen, farz ve sünnet namazları kıldıktan sonra
kalbini tezkiye etmek maksadıyla hemen zikrullâha koyulmaktır.[28]
Bâtın ilmi, ancak tevhid telkini ve devamlı zikir ile elde edilebilir.[29]
Tarîkatin en önemli beş esâsından biri, devamlı zikirdir.[30]
Eğer mürid, tevhid zikriyle meşgül olur ve
bunun neticesinde bâzı mânevi tad ve hâller (veled-i kalb) hâsıl olursa
Allah’ın diğer isimlerini zikretmek süreriyle sülûke devam edebilir. Sürekli
esmâ zikriyle meşgül olmaya devam ederse, bu kez zikr-i dâim denilen
sürekli zikir hâline kavuşur. Bu durumu müellifimiz şu misalle izah etmektedir:
“Çünki kabildir kâğıt ism-i Hüdâ
’nın resmine
Nîçün kabil olmaya kalbi veled her ismine ”[31]
Hikmet sâhibi âlimlerden biri meşâyihten birine,
“kişiler farklı farklı mizâca sâhipken, herkese aynı şekilde yapılan bir zikir
telkini nasıl olur da hepsinin birden kötü ahlâkım giderebilir?” suâlini
yöneltmiş, o da bunu şöyle cevaplamıştır: Bu telkin, Hakk’a mazhariyeti sürekli
olan ve herkese ulaşabilen rûhânî bir nûrdur ki kötü ahlâkın her birini Cenâb-ı
Hakk’m gayretiyle kahredip kendi tabîatine döndürerek veled-i kalb205
[32]
hâsıl olup kişiyi devamlı zikre, erdirir.[33]
Çokça zikretmeye dâir müellifimizin ortaya koyduğu
deliller şunlardır: Allâhü Teâlâ şöyle buyurur: “Ve Allâh ’ı çokça zikredin!
Umulur ki kurtulursunuz. ”[34] Bu
âyette işaret edilen mânâ şudur: Telkinden sonra çok sâlih amel ve çokça zikir
kalbe tesir eder. Kalbin temizlenmesinin yöntemlerini bâzen kal ehli kimseler
de bildirebilirler; ancak veled-i kalp tohumunu ekemezler. Bâtın
âleminde Hak ile âşinâlık, yalnızca hal ehli şeyhler vâsıtasıyla
gerçekleştirilebilir.[35]
Zikr-i kesir de denilen zikr-i
dâimi meşâyihten bâzılan günde yirmi dört saat, bâzıları da alınıp
verilen nefeslerin tamâmında zikretmek, şeklinde anlamışlardır.[36]
Ne var ki insandaki zâhir kalp fânidir; yorulmak, uyumak ve ölürken uyuşup
söyleyememek gibi özellikleri vardır. Yine de bu hâliyle bile insan için bir
sermâyedir. İşte bu sermâye henüz eldeyken hiç yorulmayan, uyumayan ve ölmeyen
başka bir gönle daha sâhin olmak gerekir ki bu, gönülde kalbî zikir de demek
olan devamlı zikre kavuşulabilsin, Bu zikir, beden öldükten sonra kesilmez.
Zîra mü’mînlerin ölmeyeceği, bilakis fâni dünyâdan bakî dünyâya naklolunacağı
bildirilmiştir. Meşâyih ıstılahında bu ölmeyen mü’min, devamlı zikre kavuşmuş
mü’min batinıdir ki buna veled-i kalp veya hal cismi
denir.[37]
Nitekim zikrin devamlılığı kalbi temizler ve îman, amel, telkîn ve Kur’an nûru
o pak kalbi kaplayarak onu diriltir ve kuvvetlendirir.[38]
Hattâ sürekli zikir sâyesinde zâkirin bütün organları
da zikr-İ dâime erer. Nitekim, devamlı “Allah, Allah...” diye zikretmekte olan
bir kimsenin başına bir odun düşüp kafasını yarmış ve kan akmaya başlamış
olduğu bir esnâda, akan kanların bile yerde “Allah, Allah...” kelimelerini
yazdığı görülmüştür.[39]
Demek ki dâimî ve samimî zikir, kişinin etine, kemiğine ve kanına bile nüfuz ve
tesir edebilmektedir.
Hak Teâlâ, cümle esmasıyla sürekli kendini zikreder.
Her insanın rûh-i ulvîsi de sürekli Cenâb-ı Hakk’ın bu zikrinin bâzen birine,
bâzen öbürüne mazhar olmaktadır. Bu durum hiçbir kesintiye mâruz kalmaksızın
sürüp gider.[40]
İnsan Allâhü Teâlâ’nın hangi ismine mazhar olmuşsa o ismin nurunun feyzi, rûh-i
ulvîden bedene ve kalbe sürekli akar durur. Eğer mazhar olunan bu isim
Ce/nd/’den ise kişiden güzel davranışlar, Celâl ’den ise hatâlı
fiiller sâdır olur. Ancak insanın iyi veya kötü cüz’î irâdesiyle yaptığı
tercihleri, bedenin iyi veya kötü fiilleri ve dilin iyi veya kötü konuşmaları,
hep kalbin bu yöndeki talebinden doğmaktadır.[41]
Usûl-i tevhîd kalbî zikir olup bu,
veledin (yeled-i kalb) zikridir. Hafi zikir budur. En şerefli
ilim bu tevhîd ilmidir. Kişiye tevhid ilminin verilmesinin
vesilesi, tevhid zikridir. Cenâb-ı Hak, bu ilimden her insana
liyâkati miktânnca verir.[42]
Melekler, gizli ('hafi') zikri, bu tür zikre vâkıf olamadıklarından, alıp
Allah’a götüremezler. Bu, kul İle Allah arasında bir sır olarak kalır.[43]
Zikri sâdece lisânen söyleyip onu kalbe nakşetmedikten
sonra yapılan zikrin hiçbir anlamı ve faydası olmaz. Kalbî zikir dervişi Yüce
Allâh’m kapısına ulaştırır. Bu kapının anahtan ise tevhid
zikridir. Tevhid zikri sayesinde gönlünde ism-i zât[44] ile
ünsiyet doğan mürid, keşf ve keramet gücünü de elde
eder.[45]
İnsan bünyesinde bulunan birtakım sıfat ve hasletlerin
iyi mi yoksa kötü mü olduğu, darb-ı esmâ zikriyle anlaşılır.
Burada darb-ı esma, mümeyyiz konumundadır. Şöyle ki: Darb-ı
esmâ, evvelâ nefsin etkinliğini kırar ve böylece dervişin kötü ahlâk
sayılabilecek her türlü özelliği ortadan kalkarak güzel ahlâk sâhibi biri olur
ve nefsânî özellikler azalıp, rûhânî hasletler çoğalmaya başlar. Bu süreç;
kesretin vahdet, vahdetin de kesret şeklinde görünmesine kadar devam eder.
İşte bu mertebeye varan mürid, Allah ile bir olduğunu
anlar; ârif-i billâh ve ehlullâh olup Cenâb-ı Hakk’ın dîdânna mazhar olur ve Cemâl
ile Celâl sıfatlarının bir olduğunu tüm gerçekliğiyle kavrar.[46]
Nefs-i emmâreden başlayıp nefs-i kâmileye kadar uzanan
nefsin eğitim yolculuğunda tevhid zikrinin apayrı bir yeri ve
önemi vardır. Nefsin yedi mertebesi, hep bu yedi ismin[47] darb-ı
esmâ zikriyle meşgül olmak süretiyle bir bir aşılıp zirveye ulaşılır.[48]
Kaynak: Ahmet
ÖGKE, Yiğitbaşı Velî…Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî…Hayâtı, Eserleri Ve Tasavvufî
Görüşleri…
[1] Uludağ, Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü, s. 539. Nitekim et-Tûsî, zikrin iki yönüne dikkat çeker:
Birincisi tehlîl, tesbîh ve Kur’an okumak gibi şeyler; İkincisi de Allâh’ın
birliğini, isimlerini ve sıfatlarını hatırlatma (tezkîr), şartlarına göre
kalbleri uyarmadır. (et-Tûsî, el-Lüma', s. 223) îbn Sâlûn adındaki sûfî
ise bunun bir üst derecesinden daha söz eder. Ona göre zikir üç türlüdür:
Birincisi dille zikir olup bunun on sevâbı vardır. İkincisi de kalble zikir
olup yediyüz sevâbı vardır. Üçüncüsü ise sevâbı ölçülüp tanılamayan bir zikir
türüdür ki o da Hakk’a yakınlık sebebiyle muhabbet ve hayâ ile dolmaktır, (a.
e., s. 222)
[2] el-Hulvî, Lemezât,
ss. 33-50; Kenan er-Rifâî, Ahmed er-Rifâî, Matbaa-i Âmire, İstanbul,
1340, s. 155; Aynî, Tasavvuf Târihi, ss. 241-243; Kara, Tasavvuf ve
Tarikatlar, ss. 201-202
[3] Ayrıntılı bilgi için bk.:
Vicdânî, Tomar, ss. 181-186; Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 204
[4] Yiğitbaşı Velî, Risâle-i
Tevhîd, vr. 43a-43b
[5] Mutasavvıflar, Allâh’ı
kalp ile akretmeyi, müridlerin kılıcı olarak değerlendirmişlerdir. Müridler, maddî
ve mânevî düşmanlarına karşı bu zikir kılıcıyla savaşıp kendilerine gelen her
türlü âfet ve musibetleri onunla defederler. Belâ ve musîbet yaklaştığı zaman
kul kalbi ile Allâhü Teâlâ’ya sığınırsa, hoşlanmadığı her şeyi derhal kendinden
uzaklaştırmış olur ve böylece kendine yönelen âfet, yolunu değiştirir.
(el-Kuşeyri, er-Risâle, s. 222)
[6] Yiğitbaşı Velî, Risâle-i
Tevhîd, vr. 45b
[7] Yiğitbaşı Velî, Risâle-i
Tevhîd, vr. 47b
[8] el-Kuşeyrî, er-Risâle,
s. 225
[9] el-Kelâbâzî, et-Taarruf,
s. 104
[10] Yiğitbaşı Velî, Câmiu’l-Esrâr,
vr. 2"
[11] el-Gazzâlî, İhyâ, c.
1, s. 357
[12] Çünkü nefs, kalbi istilâ
etmiş; bağımsızlık ve ilâhlık iddiasında bulunmuştur. Hevâ. şehvet ve şeytan
ise nefsin ordusunu oluştururlar. Kul, “lâ ilâhe illallâh” dediği zaman -ki bu
ifâde nefy ve isbattan, red ve kabulden ibârettir- rablik iddiâ eden nefs, hevâ
ve şehvetten ilâhlık izhâr eden ilâhları red ve inkârı kasteder. Zikreden kul,
“lâ ilâhe” ifâdesindeki nefy bölümü ile kendisine düşman olan nefs, hevâ ve
şeytanın isteklerinin hükümranlığına son verir. İsbat bölümünü ifâde eden
“illallâh” kısmı ise Cenâb-ı Hakk’m ve onun askerleri (Tevbe, 9/40) durumunda
olan kalb, ilim, Kuran. sünnet ve ilhâmın hâkimiyetlerini ortaya koyar. Hakk’m
askerlerinin hâkimiyeti hâsıl olunca da kalb, tabiat kuyusundan Allâhü
Teâlâ’nın yakınlık fezâsma yükselir. (Necmüddîn el- Kübrâ, Risâle ile
’l-Hâim, s. 78) Kelime-i tevhid zikrinde aslolan nefy değil, isbattır;
fakat sonradan meydana gelen şeyler için nefy de gerekli olmaktadır. Aslında
tek bir varlıktan başka bir şey olmadığı halde kâfirlerin vehimlerini ortadan
kaldırmak için kelime-i tevhîde nefy bölümü ilâve edilmiştir. (Necmüddîn
el-Kübrâ, Usûlü Aşere, s. 60) Krş.; Yiğitbaşı Velî, Risâle-i
Makalât-ı Şeyh Muhyiddîn-i Arabî, vr. 220b
[13] Muhammed, 47/19
[14] Bakara, 2/152
[15] îbn Mâce, Edeb, 55
[16] Âl-i İmrân, 3/103
[17] Bakara, 2/195
[18] Yiğitbaşı Velî, Risâle-i
Tevhîd, vr. 488; Aynca bk.: Mukaddimetü's-Sâliha, vr. 27b
vd.
[19] Burada “...Kalbleri
Allâh’m zikrinden bomboş ve kaskatı kesilmiş olanların vay hâline... ”
(Zümer, 39/22) ve “...Sonra kalblerinizyine katılaştı, taş kesildi; hattâ
ondan daha katı. Çünkü taşın öylesi vardır ki ondan ırmaklar kaynar. Öylesi de
vardır ki yarılır ve ondan su fışkırır. Öylesi de vardır ki Allah korkusundan
dolayı yukarıdan aşağıya doğru düşer, yuvarlanır... ” (Bakara 2/74)
âyetlerine işâret vardır, buradan da anlıyoruz ki; nasıl ki taş katılaşınca
ancak kuvvetli bir balyoz darbesiyle kırılabilirse, katılaşıp taşlaşan bir kalp
de ancak sürekli darb-t esmâ zikriyle yumuşatılabilir.
[20] Yiğitbaşı Velî, îrfânü‘l-Maârif,
vr. 30a
[21] Yiğitbaşı Velî, Ravzatü’l-Vâsılîn,
vr. 79°
[22] el-Kuşeyrî, er-Risâle,
s. 225
[23] Zuhruf, 43/36
[24] es-Sühreverdî, Avârif,
s. 574
[25] Necmüddîn el-Kübrâ, Fevâihu ’l-Cemâl, s.
95
[26] Necmüddîn el-Kübrâ, Risâle ile ’l-Hâim,
s. 80
[27] Ankebût, 29/45
[28] Yiğitbaşı Velî, bfânû’l-Maârif, vr. 30B-30b,
32b
[29] Yiğitbaşı Velî, İrfânü’l-Maârif, vr. 33b
[30] Yiğitbaşı Velî, Risâletü'l-Hüdâ, vr. 2’
[31] Yiğitbaşı Velî, Câmiu’l-Esrâr,
vr. 2“
[32] Veled-i Kalb: Devamlı zikir neticesinde mti’minin sâhip olduğu, Allâh’ı sürekli
zikreden ve hiç
ölmeyen bâtındır (kalb). Bu tür kalpte hâsıl olan zikr-i dâim
sonucu oluşan mânevi halâvete de veled-i kalp (kalbin çocuğu) denir.
(Bk.: Yiğitbaşı Velî, Risâle-i Tevhîd, vr. 47a; İrfânü’l-Maârif,
vr. 27b-28a) ' '
[33] Yiğitbaşı Velî, Risâle-i
Tevhîd, vr. 72“
[34] Cum’a, 62/10
[35] Yiğitbaşı Velî, Mukaddimetü’s-Sâliha,
vr. 28“
[36] Necmüddîn el-Kübrâ ise devamlı zikri, “Allah’tan başka her şeyi unutarak sâdece onu
zikretmek, hatırda tutmak” şeklinde tanımlamaktadır. (Necmüddîn el-Kübrâ, Usûlü
Aşere, s. 58)
[37] Yiğitbaşı Velî, Risâle-i
Tevhîd, vr. 47a; İrfânü ’l-Maârif vr. 27b-28a
[38] Yiğitbaşı Velî, Risâle-i
Tevhîd, vr. 43“
[39] el-Kuşeyrî, er-Risâle,
s. 226
[40] Nitekim şu hadis, bu duruma
işâret etmektedir: "Kulum beni kendi nefsinde zikrederse, ben de onu
kendi zâtımda zikrederim. Cemâatte andığı zaman ben de onun bulunduğu cemâatten
daha iyi bir cemâatte onu anarım..." (Buhârî, Tevhîd, 15; Müslim,
Zikir, 19,21)
[41] Yiğitbaşı Velî, Mukaddimetü’s-Sâliha,
vr. 30“, 32b-33“
[42] Yiğitbaşı Velî, Risâle-i
Tevhîd, vr. 48b
[43] el-Kuşeyrî, er-Risâle,
s. 225
[44] Ahmed Şemseddîn-i
Mannaravî’ye göre ism-i zât, biri “hû ” ve biri de “lafzatullâh
(Allah) ” olmak üzere ikidir. (Bk.: Risâle-i Tevhîd, vr. 41B)
[45] Yiğitbaşı Velî, Câmiu’l-Esrâr,
vr. 2“-2b
[46] Yiğitbaşı Velî, Câmiu’l-Esrâr,
vr. 16a-17“
[47] Bahsi geçen ve yedi dâireye
benzetilen bu yedi isim ile nefsin yedi mertebesi arasında yakın
bir bağ vardır. Usûlüne uygun olarak bu yedi zikir çeşidini tamamlayarak
hilâfet mevldine hak kazanmak, bu yedi dâireyi sırasıyla aşmakla mümkündür, bu
mertebeye yükselen sâlikte bâzı gizli sırlara ve dünyâlara âşinâ olmak
sûretiyle mükâşefe başlar. Bu mükâşefenin başlangıcı da yedi tavır (atvâr-ı
seb’a) şeklinde ifâde edilen makamlarda kendini gösterir ki kul ile Allah
arasında nur ve zulmetten oluşan yetmiş bin perdenin aralanıp kalkmasıyla
başlar. Bu perdeler, duyularla algılanabilen türden değildir. İşte, zikirlerin
aslının yedi olduğu gibi, o yedi zikir ve yedi makama (atvâr-ı seb’a) on bin
perdenin varlığı düşünülerek yetmiş bin perde denilmiştir. Yedi isimden her
birini tamamlayan müride, her bir makamda bulunan on bin perde aralanarak
neticede yetmiş bini de ortadan kalkmış ve Hakk’a vuslat gerçekleşmiş olur.
(Vicdânî, Tomar, ss. 183-184)
[48] Bk.: Yiğitbaşı Velî, Câmiu’l-Esrâr,
vr. 19“ vd.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar