HALLAÇ…“Kurtarın Beni Tanrı’dan”
Hazırlayan:Annemarie Schimmel…Çev. G. Ahmetcan Asena
Al-Halladsch
“O
Leute, rettet mich vor Gott”
Texte
islamischer Mystik edited by Annemarie Schimmel
Annemarie
Schimmel, (1922-2003) Almanya’da, Erfurt’ta doğdu. Babası kendisini mistisizm
ve felsefe alanlarında yetiştirmiş bir posta görevlisiydi. Annesi ise
denizcilik yapan bir aileye mensuptu.
15
yaşındayken Hans Ellenberg’den Arapça öğrenmeye ve aynı zamanda Fredrich
Sebiller Üniversitesi’ndeki eğitimine başladı.
1941
yılında Berlin Üniversitesi’nde İslam medeniyeti ve dilleri üzerine doktora
yaptı. 1946-54 yılları arasında Marburg Üniversitesi’nde, 1954-59 yılları
arasında da Ankara İlahiyat Fakültesi’nde Dinler Tarihi dersleri verdi. Bu arada
(1954) dinler tarihi konusunda ikinci doktorasını tamamladı. Bonn ve Har- vard
Üniversitelerinde çalıştı.
Schimmel,
Bonn Üniversitesi’nden onursal profesörlük unvanı; Pakistan hükümetinden İslam,
Tasavvuf ve Muhammed İkbal’e ilişkin çalışmalarından ötürü Hilal-i İmtiyaz
olarak bilinen en yüksek dereceli sivil ödülü almıştır. İslam edebiyatı ve
kültürü, tasavvuf alanlarında yazdığı pek çok kitap ve Farsça, Urduca, Arapça,
Türkçe dillerinden İngilizce ve Almancaya yaptığı çevirileri bulunmaktadır.
Batı’da
İslam tasavvufunu en iyi bilen ve hisseden çok saygın bir bilim adamı olan
Annemarie Schimmel’in Türkçede yayımlanmış kitaplarından bazıları şöyledir:
Ben
Rüzgârım Sen Ateş / Mevlânâ Celâleddin Rumî / Büyük Mutasavvıfın Hayatı ve
Eseri, Ruhum Bir Kadındır, Yunus Emre İle Yollarda, Dinler Tarihine Giriş,
Tasavvufun Boyutları, Sayıların Gizemi, Çağın Mevlânâ’sı Muhammed İkbal, İslamın Mistik Boyutları, Aşk Mevlânâ ve Mistisizm, Tanrı’nm Yeryüzündeki İşaretleri,
Halifenin Rüyaları - İslamda Rüya ve Rüya Tabiri, Şark Kedisi, Muhammed İkbal,
Hazreti Muhammed, Dinler Tarihi.
Her şeyde Tanrı’yı Görmek!
Hallaç
konusunda bilinçsiz bir gönül bağını saymazsak, bir bütünlük arzetmeyen sınırlı
bilgiye sahiptim. Schimmel’in “Hallaç” derlemesini büyük bir heyecanla okudum.
Bir daha okudum; sonra Türkçeye çevirdim ve kendime sakladım. Elinizdeki
kitapçık bu heyecanın bir yan sonucudur.[1]
Hallac’m
büyüsüne kapılmamak elde değil. Onun son nefesine kadar sergilediği asil
duruş, ademin yaratılış fikrinin arkasındaki Tanrısal gayenin boyutuna dair
bir işaret olmalıdır. Ölüm anında şöyle diyor: Tanrım, “Şimdi Sen’in bu
kulların toplandılar, dinlerine bağlılıklarından dolayı beni öldürmek ve
böylece Sana daha yakın olmak istiyorlar. Onları affet!...” Bu sözleri bütün
hukuk ve ahlak kurallarına aykırı bir şekilde hunharca şehit edilen bir “insan”
darağacında söylüyor! Hallaç, adem için erişilmesi olanaksız bir ölçüdür -
asalet, hoşgörü, fedakârlık, sadakat, sabır ve İlâhî aşk konusunda:
“Musibetlerle beni pare pare etsen de, Sen’i her zaman daha fazla seveceğim!”
O bir dini
değil, bütün yaratılmışları kapsayan müşterek bir gayeyi, ruhun nihai hedefi
İlâhî aşkı telkin ediyor; daha doğrusu onu bir sembol olarak yaşıyor. Aynı
zamanda bir aile babası olan, yani aile sorumluluğu taşıyan bir “insan” olarak
Hallac’ın, hiçbir şahsi hesap yapmadan canı pahasına haksızlığa karşı baş
kaldırması, İslam dinini ilkel ırkçı siyasî emellerine alet eden bir yönetimin
zulmü altında ezilen mazlumun yanında yer alması, ideal insan için güncelliğini
hiçbir zaman kaybetmeyen bir motivasyon unsurudur.
Hallaç,
inançta dürüstlüğün, fedakârlığın ve her şeyden önce cesaretin sembolüdür:
“Elleri bağlı bir insanın ellerini kesmek kolaydır. Er odur ki, sıfat elini
arşın üzerinden çeke ve kese.” Onun telkin ettiği inanç tarzı olağanüstü
hümanisttir. Ona göre ana gaye insandır, insanın Tanrı aşkında yanıp “yok”
olması, daha doğrusu cüzi nurun Mutlak Nur’da ebedîleşmesi veya onun ifadesiyle
“fanilikten kurtulup ezelîde fena bulması”dır. Bu anlamda insan herhangi bir
din için yaratılmamıştır, bilakis ortaya çıkış sebebi insan olan her bir din,
vasat insanı Tanrı’ya yaklaştıran bir yardımcı unsurdur, bir yoldur, bir
öğretidir; daha fazlası değildir. Zira, onun bin yıl önce dediği gibi, “İlâhî
Hakikati din ışığı ile arayan kimse, güneşi yıldızların ışığı ile arayan insana
benzer.”
Hallac’m
telkin ettiği inanç korkuya değil, akla ve gönüle bağlıdır. Duygu-akıl-hakikat
onda iç içe, bir bütündür. Bazen, “Tanrım, ya beni benden al, ya beni bana geri
ver ki, ben huzura kavuşayım.” şeklinde feryad-ı figan ederek insanın
duygularını altüst ederken, bazen kısa ve öz, “O’ndan O’nunla kurtul!” diyor.
“Elleri
bağlı denize attı ve seslendi: Dikkat et, su ıslatmasın seni!” Altayhlar da
hayatı bir akar suya benzetiyorlar. Bedenleşen ruhun hayat denizinden
ıslanmadan çıkması mümkün mü? Bu sembolik ikilem nasıl aşılacak?
Hallac’ı
okuduğu zaman insanın aklına şu soru geliyor: Kim, Kim’dir? Hallaç cevap
veriyor: “Ben, O’yum, benim sevdiğim O, ve O, benim sevdiğim O, Ben’im.” Hazmı
zor bir söylem! İnsanın şaşkmlığı geçmeden o devam ediyor: “O’nu tanımak
iddiası, cehalettir. O’na daima hizmet ettiğini düşünmek, saygı eksikliğine
işarettir. O’nunla mücadeleden sakınmak iddiası, deliliktir. O’nun huzuruna
kanmak, ahmaklıktır. O’nun sıfatlarını tartışmak, şaşkınlıktır. O’nu tanıdığını
söylememek (bu konuda susmak) korkaklıktır. O’na yaklaşmaya çalışmak,
cesarettir. O’nun uzaklığına şükredip memnun kalmak, basit (aşağı) bir
zihniyettir.”
Hallac’ın
diğer bir ilginç yönü de onun Türklere duyduğu yakınlıktır. Onun Horasan
Türkleri ve o devirde Halife’nin ordusunda paralı askerler olarak çalışan Türk
kökenli askerler arasında çok sayıda dostlarının olduğunu biliyoruz; örneğin
Bağdatlı ünlü sufilerden Türkistan kökenli Şibh de bunlardan biridir.
Hallaç, Türk
boylarının İslamın duygusal-mistik yüzüyle tanışma ve bu yüzü sevme sürecinin
öncüsüdür. Yesevîlik ve Bektaşîlik gibi Türk kökenli akımların ilham
kaynağıdır. İpek Yolu Ti yazarken,[2] Doğu Türkistan’ın en
ücra köşelerinde Hallac’ın izlerine rastladığımda kendime şu soruyu sordum:
Acaba Hallaç gibi büyük bir İslam sufisinin Türklerle bu denli ilgilenmesinin
sebebi neydi? Şeriat İslamı’na ve hilafete muhalif görüş ve aykırı davranışlarıyla
çevresini ürküten, iktidar kaygısı taşıyan halifeliği korkutan ve sonunda
Halife’nin ve ulemanın müşterek kararıyla hunharca katledilen bu dervişin
Türkistan’ın “kâfir Türkleri”yle ne alâkası olabilirdi? Çünkü Tanrı âşığı bu
dervişin bizim anladığımız mânâda dinlerle, inanmak veya inanmamakla bir işi
yoktu. Ve nitekim diyor ki: “Ben dinlerin ne olduğu konusunu çok düşündüm.
Neticede gördüm ki, dinler, bir kökün çeşitli dallarıdır." Bir insandan,
onu alışkanlıklarından alıkoyan ve bağlarından koparan bir din seçmesini talep
etme. O zaten varlığın sebebini ve yüce gayelerin mânâsını kendisinin en iyi
anladığı şekilde arayacaktır!
İran’ın
Horasan bölgesinde yoğunlaşan eski bir Türk boyunun adının halen Halac (Kalac)
olması üzerinde durmaya değmeyecek bir tesadüf müdür? Hallac’m birtakım
fikirleri ile eski Türk Tengriciliği arasında ana hatlar itibarıyla ilginç
paralellikler dikkati çekiyor. Tesadüf mü yoksa müşterek hafıza mı?
Araştırmaya değer bir konu!
Hallac’m
daha çok yanlış yorumlanan “Ene’l-Hak” sözüyle özdeşleştirilmesi, onun daha
geniş kitleler tarafından anlaşılmasına engel oluyor; oysa bana göre Hallaç
olgusunun anahtarı “İçinde Tanrı’yı görmediğim hiçbirşey görmüyorum.” sözüdür.
Halk dilinde de “Hak’tan geldik, Hakk’a gideceğiz” denilmiyor mu? Hallaç ne
güzel söylemiş: “Ah Tanrım, Sana şükretmekten aciz olduğumu biliyorsun; o hâlde
benim yerime Sen kendine şükret; zira gerçek şükür sadece budur.”
G. Ahmetcan Asena
“Eğer
İslam tasavvufunu gerçekten anlamak istiyorsanız, Hal- lac’ı ve eserlerini
tetkik ediniz" demişti hocam Prof.
Heinrich Schaeder. Ben o zaman genç bir öğrenciydim. Profesör Schaeder de
yıllar önce Hallaç üzerine çalışmış ve onun hakkında şunları yazmıştı:
“Hallac’ın
İslam dininin derinhklerinde ifadesini bulan kabullenme ve saklamanın en son
ve en saf sonucu olan Tanrı’nm birliğine mükemmel bir aşk ile teslim olmaktaki
maksadı, gizliden ve sadece kendi için ermişlik mertebesine ulaşmak değil, bilakis
onu anlatmak, onda yaşamak ve onun için ölmekti.”
O günden
beri Hallac’a duyduğum hayranlık hiç bitmedi. Ölümünün üzerinden geçen bin yıl
içinde sayısız sufi, şair, münekkid ve ilim adamım büyüleyen Hallaç, beni de
büyülemişti. 922 yılında vahşice şehit edilen sufi her an her yerde varlığını
sürdürmüş, onun “Ene’l-Hak” (Ben Yaratıcı Hakikatim) feryadı, İslam dünyasında
ve bilhassa Türk ve İran kültürlerinde, Hindistan’ın mahallî lehçelerinde,
yüzlerce ve binlerce esrik dizede aksiseda bulmuştur. Mehtaplı akşamlarda Sind
vadisinin en ücra köşelerinde,
Âşıklara
sorun, aşk ne bekler Şayet bana inanmazsanız, Mansur misali olanlar söyler!
dizeleriyle
karşımıza çıkabilen Hallaç bazen de Keşmir’de benzeri şarkılarda veya Pencap
ve Dekkan’m hayranlık uyandıran müziğinde, çoğunlukla babasının adıyla, yani
“Mansur” olarak tekrar tekrar dile gelmektedir. İslam ile imansızlık
arasındaki smırm ötesine geçebilen ve cezbe halinde sadece Hakikat’i söyleyen
aykırı sufilere her zaman bir örnek olan Hallaç, bu sufilerin eserlerinde bir
panteist olarak gösterilmiştir. Asıl anlamı “Ben Yaratıcı Hakikatim” olan
“Ene’l-Hak” sözü de, “Ben Tanrı’yım” şeklinde yorumlanmış ve Islamın ilk devirlerinden
beri tasavvuf çevrelerinde Allah’ın en güzel 99 isminden biri olan Hak
sözcüğü, Hallac’a istinaden, Allah yerine kullanılmıştır.
Hallaç
sadece sufilerin arasında değil halk arasında da tanınıp bilinmektedir. Bir
defasında, İstanbul’da yataklarımızın keçeleşen pamuklarını, yay ve tokmağının
ritmik vuruşlarıyla çözüp ayıran bir hallaçtan, Hallaçlar Loncası’nın piri
sayılan Büyük Mansur’un yaşadığı ızdırabı ve acıklı ölümünü bütün teferruatı
ile dinlemiştik. Çileyi ve zulmü bilerek ve isteyerek sineye çeken Hallaç,
modern Şark şairlerine göre, yerleşik âdetlerin dışında kalan ve kişisel
dindarlığı yaşarken belli sosyal reformları da gerçekleştirmek isteyen ilerici
dindarlar için bir örnektir. Kelimesi kelimesine doğru olmasa da, Hallac’ın
yaptıklarının bu modern yorumu, onun çağdaş entelektüeller arasında bu kadar
yaygın bir etkisi olmasına bir nedendir. Muhalif görüşleri yüzünden Hint
yarımadasında yargılanan veya hapse atılan ilerici yazarlar ise, “darağacı
ve yağlı ip”in gerçek âşıkların (veya daha iyi bir geleceğin kavgasını
veren insanların) bir kaderi olduğu ve olacağı düşüncesiyle kendilerini
teselli etmişlerdir. Zaten, Hallaç da, varolan düzenin kavramadığı veya
kavramak istemediği şeyleri söylememiş miydi?
Kalpte
saklı olan sırrı
İfşa
etmeyeceksin
Darağacında
söyleyebilirsin,
Fakat
minberde asla!
19.
yüzyılda, Mirza E. Galib[3] Delhi’de yazdığı bu
dörtlükle, eski bir motifi işlemiştir: Hallaç İlâhî aşka dayalı tevhid sırrım
açıkladığı için yargılanmıştır. Zira Tanrı ile insan arasındaki aşk sırrının bu
şekilde ifşası yasaktır. Vuslat üzerine alenen konuşmak edebe aykırıdır.
Tasavvuf! yoruma göre “Ene’l-Hak” cesur bir sözdür. Ve Hallaç, bunun bedeli
olarak ölümü tatmak zorundadır. Sel gibi taşan aşk, saliki coştursa bile,
şeriat onun susmasını gerektirir.
Aynı
nedenle, “mutedil” sayılan tarikatlara mensup sufiler de dahil olmak üzere, çok
sayıda münekkid, Hallac’m “Ene’l-Hak” diye haykırmasını onun hamlığının bir
işareti olarak yorumlamışlardır. Onlara göre Hallaç, şayet gerçek vahdete
(Tanrı’yla birlik) ermiş olsaydı, susardı. Zira “Kazan, içindeki su tam kaynamadığı
sürece gürültü çıkarır.” ve “Kervan, hedefe vardıktan sonra çan sesleri
susar.” Öyleyse Hallaç aslında Allah’ın cezbesine kapılmamıştır. O, İlâhî
vahyin ağırlığını kaldırmaya muktedir olmayan sığ bir kaptır, bu yüzden de
çabuk taşmıştır!
Daha sonraki
yüzyıllarda yaşayan birçok sufi, Hallac’ı panteist olarak kabul etti ve onun
meşhur sözünü de “bütün varlıkların birliği”nin bir ifadesi şeklinde
yorumladılar. Bu nedenle de, Hallac’m 17. yüzyıldan itibaren tanınmaya
başlamasıyla birlikte ilk Avrupalı araştırmacılar da, onu “katıksız bir
panteist" olarak gördüler. Yapılan bu ilk yorumların kaynağı olan
protestan din adamı F.A.D. Tholuck’un 1821’de yayımlanan Ssııfisnıııs şive
the- osophia persarum pantheistica adlı eserinin başlığında bile İslam
tasavvufunun “panteist karakterinden” yola çıkılmaktadır. Ve bu eserde Hallac’m
“inanılmaz bir cesaretle alenen panteizmin peçesini yırttığı” ileri
sürülmektedir. Bu düşünceler, Tholuck’un faydalandığı kaynaklarla ilgilidir.
Onun elinde, Bağdatlı şehidin panteist olduğunu iddia eden, geç devirlerde
yazılmış Farsça eserler vardı.
Vaktiyle
Almanya’nın ilk büyük Arap filologu Johann Jacob Reiske (ö. 1774), Hallac’m
Tanrı’ya şirk koştuğunu iddia ederken, Fransız Bartholome d’Herbelot, Bibliotheque
Orientale adlı eserinde Hallac’ı “gizli bir Hıristiyan” olarak
göstermiştir. Bu görüş daha sonra August Müller ve Adalbert Merx gibi
bilimcilerce de benimsenmiştir. Bu görüş Hallac’m İnsanî ve ilâhı fıtrat hakkında
söylediklerine dayanır. Bir süre önce Teoloji bölümünde bu doğrultuda sayfa
sayısı epey kabarık bir doktora tezi de yayımlanmıştır. Tezin sahibi N. M.
Dahdal, Hallac’ı, Hıristiyanvari düşünceleri yüzünden katledilen gizli bir Hıristiyan
olarak göstermeye çalışmıştır. Hallac’ı akıl hastası olarak gören bilim insanları
da vardır. (Vaktiyle Hz. Muhammed’i de bir psikopat olarak görenlerin çıktığı
gibi!) Başka bir grup bilimci de, Hallac’m elde kalan az sayıdaki sözlerinde,
katıksız bir monizm[4] olduğunu iddia
etmişlerdir. A. von Kremer ve daha çok Max Horten, Hallac’m “Ene’l-Hak” sözü
ile Upanişadların “Aham Brahmasmi" (ben Brahma’yım) arasında bir
paralellik kurmuşlardır. Bu eğilime zaman zaman bugün de rastlanmaktadır,
özellikle de bazı Müslüman Hint bilimciler arasında...
Hallac’ı
doğru bir şekilde anlamak, Louis Massignon’un bir ömür boyu süren çalışmaları
neticesinde mümkün olmuştur. Massignon, Hallac’m bütün risalelerini
-bulabildiği kadarıyla- yayımlayarak, büyük sufinin İslam tasavvufu içindeki
rolü konusunda yeni bir anlayışın oluşmasını sağlamıştır. Ancak, Massignon’un,
eserinde, Hallaç gerçeğinin tarihî boyutu ile daha ilk devirlerde ortaya çıkan
ve gelişen efsanevî boyutunu her zaman birbirinden ayırmamış olması, N. M.
Dahdal tarafından eleştirilmiştir. Ancak ilk devir Arap kaynaklarındaki
sayısız tarihî bilgiye rağmen şehit Hallac’ın gerçeğe uygun bir biyografisini
hazırlamak hemen hemen imkânsızdır.
Elimizde,
Hallac’ın oğlu Hamd’dan kalma bir hayat hikâyesi var. Bu belge, tarihî gerçeğe
en yakın olanıdır, ancak bu da rivayetlerle takviye edilmiştir. Diğer bir
kaynak da Massignon’un yıllarını vererek topladığı şiirlerdir. Bunlar Hallac’m
mistik deneyimlerini anlamak açısından çok önemhdir. Bu şiirlerde, Hallac’m,
Tanrı’ya yakınlık ve uzaklık arasında nasıl ızdırap çektiği; bu ızdırabı nasıl
can-ı gönülden arzuladığı ve nadir vuslat anlarını nasıl dile getirdiği, güzel
ve İlâhî bir dille anlatılmaktadır. Elinizdeki kitapta yer alan bilgiler
Hamd’ın kısa biyografik notlarının yanı sıra Massignon ve Paul Kraus’un Ekber
el-Hallac adlı eserde topladıkları bilgilerden kaynaklanmıştır.
Hallac’m
hayatıyla ilgili sathî bilgileri şöyle sıralamak mümkündür: Hallaç, yaklaşık
858 yılında İran’ın güneyindeki Fars eyaletinde, Beyza’da doğdu. Pamukçuluk
bakımından zengin olan Tustar veya Vazit’te büyüdü. Hallaç mahlası, baba
mesleğinden kaynaklanmış olabileceği gibi, gençliğinde gösterdiği bir keramete
de bağh olabilir. Oğlu Hamd’a göre, Hallaç, kalpleri tamamen “altüst” ettiği
için sevenleri arasında Hallaç el-esrar şeklinde isimlendirilmiştir.
Takriben iki yıl Şeyh Sehl bin Abdullah et-Tüste- rî’ye (ö. 896) şakirdlik
yaptı. Şeyh Tüsterî’nin İslam tasavvufuna en önemli katkısı, ezelî nur
teorisini geliştirmiş olmasıdır. Bu teoriye göre, Hz. Muhammed’in nuru, ezelî
nur olarak kabul edilir ve bütün yaratılışın sebebi olarak görülür. Hallaç, bu
düşünceyi daha sonra Kitab et-Tavasin adlı risalesinde şiirsel bir dille
ele almıştır. Bir süre sonra, aşağı yukarı on sekiz yaşlarındayken Bağdat’a
giden Hallaç, burada zamanın iki önemli sufisine şakirdlik yaptı. Abbasi
Halifeliğinin başkenti olan Bağdat aynı zamanda İslam dini içindeki tasavvuf
akımının da merkeziydi.
Bu akım,
hızla büyüyen ve zenginleşen İslam İmparatorluğunda, dünyaperestliğin
yaygınlaşmasına şüphe ile bakan ilk devir Müslümanlarının katı çileciliğinden
doğup gelişmişti. Kendilerini Kur’an’m derinliklerine bırakan ve dinî
vecibeleri içselleştirip derinlemesine yaşayan bu zahitler, muhtemelen Suriye,
İrak ve Lübnan’ın Hıristiyan rahipleri ile İslam topraklarının doğu sınırında
yer alan Kuzey Afganistan’ın Baktirya bölgesinde yaşayan Budist rahiplerden ve
diğer dinlerde göze çarpan çileci akımlardan da etkilenmişlerdi. Müslüman
zahitlerin bir kısmı Hıristiyan münzeviler gibi yünden yapılmış elbiseler
giyerlerdi; hattâ buna istinaden onlara sufi (suf yani yün) adı verildiği
tahmin ediliyor. Fakat onlar safiyet kökünden türettikleri safa
kavramını kullanmayı tercih etmişlerdir.
Karanlık
çilecilik dünyasına saf Tanrı aşkı düşüncesi, bilebildiğimiz kadarıyla, Rabia
adlı bir kadın sufi (ö. 801) tarafından sokulmuştur. Rabia, cehennem korkusunu
veya cennet ümidini aklına getirmeden Tanrı’ya yönelmiş ve ilk defa mutlak
Tanrı sevgisini dile getirmişir. Rabia’mn düşünceleri kendinden sonra gelen
sufileri derinden etkilemiş ve 9. yüzyılda Kuzey İran’dan Mısır’a kadar İslam
dünyasının her tarafında tasavvuf akımları yayılmaya başlamıştır. Mürşitler
müritlerine nefse hiçbir kolaylık tanımayan en sert özdenetimi telkin
ediyorlardı. İnsan ile Allah arasındaki aşkı her zaman incelikli kelimelerle
tanımladılar. Oysa gayet iyi biliyorlardı ki “Aşktan daha latif hiçbir şey
yoktur ve kavramlar sadece kavramın kendisinden daha latif birşeyle ifade
edilebilir. Bu yüzden de aşk ifade edilemez.” (Sümmün el-Muhib, ö. 900). İlâhî
Birliğin gittikçe daha derinlerine inen sufiler, İslam ile (bilhassa tasavvuf!
İslam), özellikle Pers etkisiyle Irak’ta yaygınlaşan dualist Zerdüşt öğretisi
ve Hıristiyan teslis öğretisi arasına net sınırlar çektiler. Fiilin tek Fail’i
O’dur, evet, O’nun Bir’liği o kadar saftır ki, O tek Mevcuddur.
Tevhidin bu
tür sırları Bağdat’ta küçük ezoterik çevrelerde konuşuluyordu. Ancak sufiler bu
sırları, uzun ve çileli bir hazırlık sürecinden geçmemiş, onların dili ile,
tarikatın hâl ve mertebelerini yaşamamış; tövbe edip tevekkül, sabır, korku ve
ümide sığınmamış; mutlak “huzur”un basamaklarını takdir-i İlâhîyle çıkmamış;
ister rahmet, ister ceza şeklinde olsun, O’nun tarifi mümkün olmayan
rahmetinden başka bir şeye ümit bağlamamış ham kimselere açmanın ne kadar
tehlikeli olduğunun idraki içindeydiler.
Bu arada
tarikat yolunda ilerlemenin ruhsal mertebeleri aşağı yukarı sistematize
edilmişti. Sonunda genelde Tanrı aşkı veya Tanrı idraki vardı. Sufinin nihai
hedefi “Fena fillah”, yani “Tan- rı’da fanı olmak” idi. Bu hâl Ortaçağ Alman
mistiklerinin isabetli bir şekilde Tanrı’da yok olmak (Entwerden)
olarak isimlendirdikleri hâldir. Onların hedefleri var olmadan önceki
hâllerine, yani “sadece Tanrı’mn var olduğu”, yani özne ile nesne arasındaki
ayrılığın olmadığı, Tanrısal birliğe (tevhid); Tanrı’mn yaratılmamış ruhlara
hitap ettiği âna geri dönmekti. Tanrı o zaman ruhlara şöyle sormuştu: “Ben
sizin Rabbiniz değil miyim?” ve onların cevabı, “...Evet Rabbimizsin,
şahidiz...” (Sure 7/172)[5] olmuştu. Bu elest
bezminde ruhların tek Tanrı’ya hizmet etmeleri, O’nun birliğine inanmayı ve hem
hayatta, hem de kıyamet gününde O’nun Birliğine şahadet etmeyi taahhüt
ettikleri bu “ezelî akit”, sufilerin dünya görüşünün esasını
oluşturmaktadır.
Zamanın
yönetimi sufilere şüpheyle baktığı için, Bağdatlı mürşitler İlâhî sırların
alenen konuşulmasının ne kadar tehlikeli olduğunu biliyorlardı. “Ben demek
hakkı, sadece Tanrı’ya mahsustur." diyen Harrâz ve özellikle onun
daha genç çağdaşı Bağdatlı Cüneyd gibi mürşitler müritlerine, konuşmalarında
telmih ve tevcih yolunu tutmalarını telkin ediyorlardı. Önceki sufilerin
eserlerinde görülen paradokslar da gerçeği alenen söylemek yerine gizlemek
çabası olarak görülebilir. Üç harfli köklerden üretilen ve istenen istikamette
türetilebilen, ancak buna rağmen kökündeki farklı mânâları tamamen kaybetmeyen
Arap dili, üstü kapah ifade tarzı için ideal bir araçtı. Zaten eski tasavvufî
metinleri tercüme etmenin zorluğu da burada yatmaktadır. Kaldı ki, bu tür
metinlerin edebî dil güzelliğini çevirilerde aynen vermek de mümkün değildir.
Genç Hüseyin
ibn Mansur el-Hallac, işte böyle bir ortamda Bağdatlı mürşitlerin arasına
girdi. Onlardan ders aldı ve içlerinden birinin kızıyla evlendi. Ancak çok
geçmeden kayınpederi kızını “çok kurnaz bir sihirbaz ve sefil bir kâfir”le
evlendirdiğini anladı! Diğer mürşitlerle de geçinmekte zorluk çeken Hallaç, hac
niyetiyle Mekke’nin yolunu tuttu. Orada sürdürdüğü riyazet hayatı çok geçmeden
çağdaşlarını dehşete düşürdü. Rivayetlere göre, Bağdat’a döndükten sonra bir
gün tasavvufî bir meseleyi danışmak üzere Cüneyd’in kapısını çalan Hallaç, onun
“Kim o?" sorusuna, “Ene’l-Hak" cevabını verir. Bunun
üzerine Cüneyd onu, “Bakalım kamnla hangi darağacım lekeleyeceksin"
şeklinde lanetler.[6] Bu olayın 896
yılında, yani Hallaç otuz sekiz yaşlarındayken vukû bulduğu tahmin ediliyor.
Öyle anlaşılıyor ki, halkın Hallac’a teveccühü çağdaşlan ve bilhassa Bağdatlı
sufiler arasında kıskançlıklara yol açmıştı. Bağdat’ı ve ailesini terkeden
Hallaç, bir kaç sene İslam İmparatorluğunun kuzeydoğusunu gezer; Doğu İran,
Türkistan ve Sistan’ı dolaştıktan sonra Güney İran üzerinden geri döner. Ah-
vaz üzerinden Basra’ya geçer. Gittiği yerlerde sürekli vaaz eder ve halkı Allah
yoluna çağırır. Rivayete göre, Basra’dan dört yüz müridi ile birlikte ikinci
hac yolculuğuna çıkar.
Bir süre
sonra Bağdat’a geri döner. Ahvaz’daki ailesini yanma getirtir ve kendi
ifadesiyle, “kâfirler diyarına giderek halkı Hak yoluna çağırmaya"
karar verir. Hallac’m düşmanları onun Hindistan’a ünlü ip oyunu gibi Hint
büyülerini öğrenmek için gittiğini ileri sürerler. Gemiyle Basra’dan Gucerat’a
geçen Hallaç, Sind vadisini dolaşarak Pencap’a ve muhtemelen Keşmir üzerinden
Türkistan’a[7] geçer. Seyahatleri
esnasında ne kadar insanın İslam dinine geçmesini sağladığını bilmiyoruz.
Fakat Sind, Pencap ve Keşmir gibi bölgelerin mistik halk şiirinde Hallaç adına
diğer bölgelere nispeten daha çok rastladığımızı söyleyebiliriz. Her ne kadar
bu yörelerin edebiyat eserleri daha sonraki devirlerde yaratılmışsa da, biz
onun ektiği tohumların insanları İlâhî aşk ve birlik fikirlerine hazırlamış
olduğunu kabul edebiliriz. Hallac’m faaliyetlerini şüpheyle takip eden merkezi
idare, onun Sind vadisini gezerken o devirlerde İslam dünyasının her tarafında
ortaya çıkan ve tehlikeli bir huzursuzluk kaynağı olarak görülen aşırı Şii
grubu Karmatlar ile irtibat kurmuş olabileceğinden endişeleniyordu. Zira
Karmatların ezote- rik öğretisi siyasî bir darbeyi hedefliyordu.
Oğlu Hamd’m
bildirdiğine göre, Bağdat’a dönen Hallaç, dünyanın dört bir yanından
mektuplar almaya başlar. Hallac’a esrarengiz ad ve unvanlarla hitap edilen bu
mektupların arasında Orta Asya’daki Maniheistlerin* zengin desenli el
yazmalarında olduğu gibi çok kıymetli kağıtlara yazılmış olanlar da vardı.
Tabii bu arada muhalif sufilerin çekememezliği iyice artmıştı; yönetim de onun
faaliyetlerini yakın takibe almıştı. Hallac’ın böyle bir ortamda yeniden hacca
gittiğini görüyoruz. Orada iki sene kaldıktan sonra tekrar Bağdat’a döner.
Burada bir arsa alır ve meşhur vaazlarına başlar. Bağdat pazarlarını gezerken
anlaşılması güç ifadelerle halkı kendini öldürtmeye çağırması, mutaassıp
Müslümanları şaşırtan sözleri, haykırışları, yüksek sesle ağlamaları ve uluorta
gülmeleriyle halkı dehşete düşürmesi Hallac’m farklı veçheleri olarak rivayet
olunur.
Düzen
yanlılarının Hallaç aleyhinde olmalarını anlamak mümkündür. Bu sırada
“platonik” aşk üzerine bir kitap yazan en katı mezhebin temsilcileri de
Hallac’a düşman oldular ve bir iftira ile onu saraya ihbar ettiler. Zira
Hallac’m mutlak Tanrı aşkı ve insanın, vecdin nadir anlarında yaşadığı
yaratılmış İnsanî ruh ile yaratılmamış (yani ezelden var olan) İlâhî Ruh
arasındaki aşk ve vuslat öğretisi, ilâhiyatçılara ve ulemaya göre caiz ve
mümkün değildi. Bir yandan da siyasî durum, Hallaç gibi şüpheli kişilerin üzerindeki
denetimin yoğunlaştırılmasını gerektiriyordu. Sürekli değişen ve birbirine
düşman hükümet üyelerine bağımlı genç Halife, ülkedeki Sünnî ve Şii grupları
kontrol altında tutmanın gayreti içindeydi. Fakat malî durumun da kötü olması,
ülkede yönetimi zorlaştırıyordu. Hallaç tasavvuf çevrelerinden yeni muhalifler
edinince, beklenen oldu ve yönetim Hallac’m tutuklanmasına karar verdi. Bunu
önceden haber alan Hallaç kaçtı, fakat kısa sürede yakalandı. Ayaklarına zincir
vurularak zindana atıldı. İlk yargılanmasından sonra nispeten yumuşak muamele
gördü ve bir zindandan ötekine nakledildi. Hallac’m, bir hastalığım tedavi
ettiği tah-
*
Bugünkü Doğu Türkistan bölgesinde meskûn başta Uygurlar olmak üzere biı lakını
I ürk boyları, I lırisliyan-Mazdeist karışımı Mani dinine inanmaktaydılar,
(ç.n.) min edilen Halifenin annesinin araya girmesi neticesinde, mahkûmiyet
hayatı kolaylaştırıldı ve mabeyinci Nasr el-Kuşûrî, Hallac’m sadık bir dostu
olarak kalmaya devam etti. 919 yılından sonra, belki de yaşanan büyük malî kriz
neticesinde siyasî şartlar da iyice ağırlaşmıştı. Bu sırada Hallaç altı ya da
yedi yıldır hapisteydi.
Hallac’m,
mabeyinci Kuşûrî’nin adamlarının yanı sıra bir çok gardiyan ve cezaevi
hizmetlisine, “ölüleri diriltmeye muktedir olduğunu ve ruhların ona hizmet
ettikleri”ni anlatması, vezir Ha- mid’in de kulağına gitti. Hallac’m evi
arandı. Verilen bilgilere göre, “aramalar esnasında bazıları altın
mürekkeple Çin kağıdına yazılıp brokar ve ipekle ciltlendikten sonra kaliteli
deriyle kaplanmış çok sayıda risale ele geçirildi. Bunların arasında içlerinde
garip örneklerin yer aldığı yazışmalar vardı. Mektuplarda Hallaç arkadaşlarının
dünyanın dört bir yanma dağılmalarını istiyordu. İnsanları onun yoluna
çağırmalarını; kendisinin onlara öğrettiği gibi, nihaî hedefe varıncaya kadar
ilmi hâlden hâle, mertebeden mertebeye adım adım aktarmalarını ve bunu yaparken
de herkese kendi akıl ve anlayış, algılama ve itaat ölçülerine göre hitap
edilmesini öğütlüyor- du. Ayrıca kendisine sorulan sorulara verilen cevaplar da
bu risalelerde yer alıyordu. Bunların pek çoğunda sadece yazan ve yazılan
kişilerin anlayabileceği sembolik ifadeler kullanılmıştı. Tomar hâlindeki
kağıtların bazılarında resimler, resimlerin içine bir çember şeklinde Allah’ın
(cc) adı ve bunun içine de “Ali’ye rahmet” cümlesi öyle itina ile işlenmişti
ki, bunu ancak dikkatle inceleyen ve düşünen kimse çözebilirdi.”
Nihayet
vezir başkadıyı Hallac’m ölüm kararını imzalaması için ikna etmeyi başardı.
Karar ayrıca seksen dört şahide imzalatıldı ve 23 Zilkâde 309’da (26 Mart 922)
infaz edildi.
Elde kalan
raporların çoğunda Hallac’m darağacı ve çarmıhtaki ölümü üzerinde
durulmaktadır. Tam onun arzuladığı bir ölüm olmuştu; halkı sürekli olarak
-dinin müdafaası için- kendini öldürtmeye teşvik eden o değil miydi! Zira
halk, Hallac’ı öldürmekle, işlediği hayrm mükafatını alacak; Hallaç da
hasretiyle yanıp tutuştuğu Tanrısma kavuşacak, O’nda fena bulacaktı. Acaba burada
Massignon’un dediği gibi, “kendini başkaları için kurban etme
ülküsü”nden söz edilebilir mi, bilmiyorum. Fakat Hallaç, çağdaşlarından
birinin ifade ettiği gibi, ölümü sevgiliye götüren bir köprü gibi gören, uzun
şehit sufiler zincirinin ilk halkasıdır. O günden itibaren Hallac’m adı, aşk
yolunda kendini mutlak aşka kurban eden ve âşıkm mâşuktan gelen her cefaya
severek katlandığım ve hattâ bu cefayı hararetle arzuladığını örnek alan ve bu
yüzden duygusuz din adamları ve zalim yönetimler tarafından öldürülen herkes
için bir sembol olmuştur.
İşte Hallaç
menkıbede karşımıza bu şekilde çıkmaktadır ve bu şekildeki bir Hallaç
efsanesini yıkmak pek de kolay bir iş değildir -onun aleyhinde ve hattâ ona
düşman yeni ve eski devre ait bu kadar kaynağa rağmen!- Tutucu Sünnî çevreler
daima onun sözlerine karşı olmuşlardır. Bir kısım çağdaşları gibi daha sonraki
devirlerde yaşayan bazı yorumcular da onun Tanrı’nın ikili tabiatını anlatan
gizli bir Hıristiyan olduğunu zannetmiş olabilirler. Fakat Hallac’m Hıristiyanlığa
özgü terimleri kullanmış olması, kesinlikle bu inancın bir ispatı olarak
gösterilemez. Unutulmamalıdır ki, Hıristiyan düşünüş tarzı o çağda Yakın
Doğu’da çok yaygındı ve o çevrelerde geliştirilen terminolojinin bir bölümü
bütün din âlimleri ve sufiler arasında kullanılmaktaydı. Massignon, Hallac’m
Kur’an-ı Kerim’deki Hz. İsa menkıbesini kendine örnek aldığını göstermektedir;
fakat Hallaç, “Allah’ın Peygamberinden söz ettiği zaman, N. M. Dahdal’in iddia
ettiği gibi Hz. İsa’yı değil, daima derin saygı duyduğu Hz. Muhammed’i
kastetmektedir. Her sufi gibi Hallaç da kesin bir biçimde Kur’an’ın emirlerine
göre yaşamaktaydı; hattâ küçük bir kısmı günümüze kadar ulaşan bir de Kur’an
tefsiri yazmıştı. Kur’an’la yaşamak onun için “kıyamet gününü yaşamak”tı. Çünkü
Allah’m kelâmı olan Kur’an, olmuş ve olacak her şeyi ihtiva etmektedir. Sufinin
gayesi, onun mânâsının derinliklerine inmek ve daima yeni mânâlar keşfetmektir.
Peder Nwyia haklı olarak, tam ve kesin mânâsıyla Kur’an’a göre ve Kur’an’da
yaşayan ilk devir sufile- ri için “hafızanın Kur’an’laştırılması"ndan
söz etmiştir. Aynı şey, “Tanrı’mn en sevgili kulu” Hz. Muhammed’e duyulan sevgi
ve saygı için de geçerlidir. Hallaç, mürşidi Tüsterî’nin Hz. Muhammed
hakkındaki “ezelî nur" teorisini ele alarak şiirsel bir üslupla
yeniden işlemiştir. Ve sıradan bir din âlimi, Peygamber’in hadis ve
sünnetlerini rivayet yoluyla gittikçe uzayan bir zincir hâlinde birbirinden
öğrenirken, Hallac’m Rivayet adlı risalesinde bildirdiğine göre, o
bütün bu bilgileri kaynağından ve hattâ Kur’an’da olmayan Tanrı kelâmını İlâhî
güçlerden öğreniyordu.
Hallac’ta en
çok dikkati çeken yön, onun Tanrı iradesine bu derece canlı iştirakidir. Tanrı,
hiç şüphe yoktur ki, ulaşılması mümkün olmayandır. Yaratılanın her boyutunun
üstündedir. Yücedir. Her şeyden münezzehtir. Lahuttur, bütün zamanlardan ve her
yaratılmıştan önce vardı ve dolayısıyla ulaşılması mümkün değildir. Fam insanı
O’ndan ayıran, ezeliyet öncesidir. Fakat Hallac’m telkin ve tecrübesine göre,
lahut olan Tanrı’nın bir de nasut (insanlık) tarafı vardır ki, bu Âdem’in
yaratılmasında tecelli etmiştir. Bu yüzden Âdem karşımıza, Tanrı’da saklı
nasutunun aynası olarak, “hüve hüve” (o, o) şeklinde çıkmaktadır. Hallaç, sık
sık zikredilen bir beytinde şöyle demektedir:
Ben,
O’yum, benim sevdiğim
O, ve O,
benim sevdiğim O, Ben’im.
Bunun mânâsı
da şudur: “Tanrı ezelî nazarı ile ezelî suretini temaşa etmektedir."
Massignon’un
söylediği gibi, başta Bağdatlı Cüneyd olmak üzere, Hallac’ın çağdaşı büyük
sufilerin nazarında Tanrı ile birlik hâli ancak “ulaşılması mümkün olmayan
İlâhî birlik güneşi ile kavrulup yok olunduktan sonra” mümkündür. Hallac’a göre
kutsallık Tanrı’dan gelen her şeye bile isteye katılmaktır. Hallaç, kendi
iradesinin Tanrı iradesi içinde şekil değiştirmesi için gayret etmiştir. İnsan
iradesinin Tanrısal iradeyle tam olarak birleşmesinin yolunu da “çileyi
özlemek ve ona tahammül etmekte” bulmuştur. Tanrı iradesine bu derece canh
katılım sayesinde sufi, “İlâhî rahmet hâllerim yaşamış, Tanrı’ya dokunmuş”
ve böylece “Hz. Muhammed’in vahiy esnasındaki ruh hâlini o da
tatmıştır.” Muhaliflerinin Kur’an’ın kötü bir taklidi olarak gördükleri
Rivayet risalesi ve muhtelif dinî vecibelerin yerine o anda daha faydalı
ameller işlenebileceği yolundaki öğretisi, bu yaklaşımla açıklanabilir.
Hallaç, hac ziyareti yerine yetim çocukların doyurulması gibi başka hayırlı bir
işin de yapılabileceği görüşündedir! Söylentiye göre, Hallac’m bu ve benzeri
iddiaları onun mahkûmiyet kararı konusunda bardağı taşıran son damla olmuş.
Hallaç,
yaratıcı İlâhî Hakikat ile doğrudan irtibat hâlinde olduğundan emin olduğu
için “Ene’l-Hak” (Ben Yaratıcı Hakikatim) demiştir. Bu “teopatik
ifade”, yani şath veya Hıristiyan mistiklerinin diliyle söylemek gerekirse, bu
“paradoks”, Hallac’m inanç sisteminin özünü teşkil etmektedir. Ona göre,
vuslatın nadir anlarında yaratılmamış İlâhî Ruh, yaratılmış İnsanî ruha o kadar
yaklaşmaktadır ki, onu (İnsanî ruhu) kaplamakta ve bu sohbet esnasında bir
özne değişimi vukû bulmaktadır -O anda Tanrı kendine duyduğu sevgiyi yani,
“kendisinin insan tabiatının suretine duyduğu yaratılmamış sevgiyi izhar
eder.- Ancak bu arada kendindeki ezelî sultanlığın aşkmhğı ne ortadan kalkar ne
de azalır. Bu hâl Massignon’a göre, “apokaliptik adaletin[8]
bir ferya- di”, diğer bir ifadeyle, “Tanrı’nın, beni dahil her şeyini...
elinden aldığı” bir insanın feryadıdır. Burada söz edilen, İnsanî ve ilâhı
Zat’ın birlikte davranmasıdır; yoksa daha sonraki çağların mistik akım ve
edebiyatlarında tekrar tekrar yorumlanan insan ve Tanrı’nm neticede bir özün
iki yüzü olduğu bir tevhid görüşü değildir. Bu görüş nedeniyle Hak kelimesinin
Tanrı olarak tercüme edilmesi âdet olmuştur; fakat unutmamak gerekir ki, Hallaç
hiçbir zaman “Ene Allah” (Ben Tanrı’yım) dememiştir. Çünkü böyle bir ifade gerçek
bir şirk olurdu.
Hallaç
eserlerinde ayrıntılı bir şekilde şeytanla da meşgul olmuştur. İslamiyet’e
göre, iblis veya şeytan, Allah’ın bütün melek ve ruhlara Hz. Âdem’e secde
etmeleri yolundaki emrine itaat etmediği için lanetlenmiştir. Vaktiyle “meleklere
öğretmen’Tik yapan ve üstelik ateşten yaratılmış olduğu için gurur duyan
şeytan, bu emre itaat etmez ve lanetlenir. Hallaç ve ondan sonraki bir çok
sufi, şeytanı, birliği tanıyan yegâne yaratık olarak övmüşlerdir. Şeytan,
Tanrı’dan başkasına nasıl secde edebilirdi? Burada oldukça girift bir mesele
ile karşı karşıyayız. Tanrı, şeytanın Âdem’e secde etmesini emretmişti; fakat,
kendisinden başka kimseye secde edilmemesini emreden de O değil miydi! Şeytan
bu ikilemden nasıl sıyrılabilirdi? Özünde şeytanın itaatsizlik etmesini isteyen
Tanrı idi; yoksa o kendi iradesiyle emre itaatsizlik edemezdi. Gerçek âşık,
sevgiliye itaatkârdır ve sevgiliden yüz çevirmek yerine, onun lanetini bir
şeref nişanesi olarak kabul eder. Hallac’m bazen kendine de atfettiği şu
mısralar, şeytanın çıkmazını tasvir etmek açısından dikkate şayandır:
Elleri
bağlı denize attı ve seslendi:
Dikkat
et, su ıslatmasın seni!
Kitab
et-Tavasin
adlı eserinde bu konuyu geniş bir biçimde işlemesi, onun, İlâhî irade ve İlâhî
emir ikilemi karşısında ne kadar büyük ızdırap çektiğini göstermektedir. O
burada kendini şeytanın ve Firavun’un yanma koymaktadır; çünkü burada adı geçen
herkes “Ben” demiştir. Şeytan: “Ben ondan (Âdem’den) daha üstünüm.” dedi.
Firavun ise “Benim en büyük Rabbiniz.” (Sure 79/24).[9]
Hallaç: “Ben Yaratıcı Hakikatim.” dedi. Bu “Ben” sözünün arkasındaki sır,
Hallac’tan sonraki sufilerin daima zihinlerini karıştırmıştır. İslam’ın en
büyük mistik şairi Mevlânâ Celâ- leddin Rumî’nin de Mesnevi’de, Hallac’m “Ben”i
ile Firavun’un “Ben”ini karşılaştırdığı meşhur bir şiiri vardır.[10]
Rumî’nin
Mesnevisi’ndeki karşılaştırmaya istinaden bir şiir yazan Friedrich Rückert,
şiirinin son bölümünde şöyle seslenmektedir:
Cezbe
hâlinde Bir’liğe kavuştuğunu
Sanarak
övünen kimse,
Bir
gün kendinden geçtiğinde
Tanrı’ya
sordu “Niçin Firavun’u
‘Ben
Tanrı’yım’ dedi diye Yaktın azap ateşinde?
Halbuki
Hallac’ı, Göklere yükselttin.
Oysa
o da aynısını söylemişti.
‘Ben
Tanrı’yım’ demişti!”
O
an bir ses duydu:
“Firavun
o sözü söylediğinde
Ben’i
unutmuştu,
Sadece
kendini düşünmekteydi,
Hallaç
feryat ettiğinde ise,
Sadece
Ben’i düşünüyordu
Kendini tamamen unutmuştu.
Ve
bu nedenle
Firavun’un
ağzındaki “Ben"e
Lanet
ettim
Hallac’m
ağzındaki “Ben”e ise
Rahmet!”
Hallaç,
cezbe anında kolaylıkla yanlış anlaşılabilecek sözler ve mısralar söylerdi.
Kullandığı dil güzel olduğu kadar da zordu; onun ifadelerindeki ince farkları
kolaylıkla kabalaştırmak mümkündü. Bunlar sahibinin kâfirliği konusunda
kolayca delil olarak kullanıldı veya daha sonraki çağlarda onun panteist veya
mono- istliğinin ispatı şeklinde yorumlandı. Massignon, büyük emek harcayarak
onu bu tür panteist yorumlardan kurtarmış ve onun klasik İslama has kişisel
mistisizmi, varması gereken mantıklı sonuca götürdüğünü göstermiştir.
Hallaç ve
onun acıklı sonu, onunla ilgilenen herkesi huzursuz etmiş ve çok üzmüştür.
Onun, her yerde var olan ve hiçbir yerde olmayan, istediğine görünen ve
istemediğine görünmeyen ezelî Yaratıcı ve Tanrı’ya seslenişleri, sevgi ve
hasret doludur. İlâhî birliğe duyduğu hasreti ve cezbe anında zaman zaman
gerçekleştiği anlaşılan vuslat anlarını dile getirdiği çoğunlukla sade
motiflerle süslü mısralarının sedası insanı kendisine hayran bırakır. Hallac’m
ölümünden sonra derlenmiş olsalar da Kitab et-Tavasin’in kafiyeli
bölümleri büyüleyicidir ve Hallac’m çok önemh bazı görüşlerini içerir: Hz.
Muhammed için yazılmış büyük methiye, şeytanı savunması ve ilk defa burada
karşımıza çıkan, sonradan İran lirizminde en çok işlenen konu olan pervane ve
mum motifi gibi. Çeşitli eserlerin Batı dillerine tercüme edilmesinden sonra
Goethe, Rahmet Hasreti adlı şiirinde bu motifi kullanmıştır.
Öte yandan
aynı eserden Hallac’m Bağdatlıları nasıl hayretler içinde bıraktığını, ibadet
esnasında halkın alışık olmadığı davranışlarda bulunduğunu, örneğin amuda
kalkarak ibadet ettiğini de (muhtemelen burada yoga etkisi söz konusudur)
öğreniyoruz. Hallac’m zaman zaman bilerek yaptığı aykırı hareketler insanları
rahatsız ediyordu. İnsanın aklına şöyle bir soru geliyor: Acaba bugün, Hallaç
gibi, mutlak İlâhî birliği arayan ve dinin radikal bir biçimde
içselleştirilmesini talep eden ve bunları hasret dolu haykırışlarla gösteren
garip bir insan çıkıp gelse, ona nasıl davranı- hrdı? O inananları imtihana
çağırırken, onun çağında Bağdat’ta bir ilâhiyatçı veya sade bir vatandaş
olsaydık, tepkimiz ne olurdu? Ne derdik? Onun vaazlarını inanılmaz bir
küstahlık olarak mı görürdük, yoksa mecnunluk mu sayardık?
Hallaç
efsanesini bu kadar canlı tutan, belki de onun bu tahrik edici karakteridir.
Hint İslammın ıslahatçısı ve Pakistan’ın manevî mimarı Muhammed İkbal (ö.
1938), başlangıçtaki tered- dütünden sonra, Hallac’m heyecanlı şahsiyetini
idrak etmiş ve onu adeta, kendi ideali olan, “Manevî Ölülerin Dirilişi”nin bir
modeli olarak benimsemiştir. Massignon’un Hallaç biyografisini İngilizceye
tercüme eden Amerikalı yazar Herbert Mason, şehit sufiye karşı beslediği
duyguları sadece küçük bir dramada dile getirmekle kalmamış, 1966 yılında
yazdığı bir şiirle Hallac’ı çağdaş insan için belki de biraz daha anlaşılır
bir hâle getirmiştir:
Sahne
hazırlanmıştı; belki bir cilvesiydi Önce tutuklanmana ve sonra ölümüne Sebep
olan mazinin: “Dedesi mecusi”, Belki, “isyanda görülmüştün kölelerle”, Belki,
“fazla beraber olmuştun simyacılarla”, Belki, Hindistan gezisi - veya başka şeyler...
Hiçbir
yarar sağlamadı, nüfuzlu kişilerin Davan için mücadelesi, veya âlimlerin
İstişareleri veya müritlerinin gösterileri - Sadece sonu daha aşikâr kıldı...
Maksadın
şöhret değildi. Islahattan konuşuyordun Lâkin hususi - Önce kendini ıslah
ederek...
Mamaafih
“hususi” ne demek bilen yoktu.
Dikkatleri
çekmiştin sen, vergilerin istismarına- Onların gidip kayboldukları hususi
ceplere - İşaret etmiştin sen ahlâksızlığa
Bir
mutabakatmış gibi kamu adına işlenen günahlara...
Sorun
bu değildi. Alışılmıştı vaazlara, Etkileri kalmamıştı dünya işlerindeki
sarsıntılar gibi Bir defa başladıktan sonra, unutulanlar Senin içindeki ahlâk
ve adalet değildi;
Hakikatperestliğin
değildi, hikmet sahiplerini Kıskandıran, hükümdarları öfkelendiren -
Hayır,
şendeki o Aşk’tı - O’nun sana gelişi, Senin esaret yoldaşın ve Dostun,
Sana,
eşinden ve çocuklarından daha yakın, Düşünceden daha şahsi
Asla
terketmedi seni O - teslim oldun O sevdi,
Yasanın
dediği gibi; lâkin O idi,
Seni
seven; bir emir, bir düstur değil.
Duruşmada
kıskanç bir sufi,
Mecnun
ilan etti seni.
O
“ermiş’tir” dedi bir muhafazakâr.
Resmî
makamların gözünde ikisi de suçtu
Zindanda
dokuz yıl. Asla terketmedi O seni,
Darağacına
götürdüklerinde,
Sen O’na
Ben diye seslendin
Seni
hiçbir zaman terk etmeyen hiçbir zaman ölmeyen.
İranlı büyük
İslam sufisi Feridüddin Attar (ö. 1220), takriben sekiz yüz yıl önce manevî
mürşidi Hallac’m hayatı ve ölümüyle ilgili, daha sonraki yüzyıllarda kanun
hükmü kazanan bir şerh yazmıştır. Attar, Tezkiretü’l Evliya adlı
eserinde çileyi bile isteye çeken şehit sufinin Tanrı aşkının belki de en kısa
özetini yapmıştır:
Bir derviş
zindanda Hallac’a “Aşk nedir?” diye sordu.
Hallaç, “Aşkın
ne olduğunu bugün, yarın ve öbür gün göreceksin” dedi. O gün onu
katlettiler. Ertesi gün ateşte yaktılar. Üçüncü gün külünü göğe savurdular.
Dualar - Şiirler - Rivayetler
İşte
buradayım, benim sırrım, sırdaşım!
Buradayım,
emrine amade, gayem, arzum.
Sana
sesleniyorum; aslında seslenen Sen’sin bana
Sen
benimle konuşmasan bir şey söyleyebilir miyim ben
Sana?
Özümün
Öz’ü, çabalarımın hedefi
Benim
sözüm, dilim ve dilsizliğim!
Bütünlüğümün
bütünü, gözüm ve kulağım
Elim
kolum ve suretim ve her şeyim
Kendinden
geçen ruhumun sarıldığı
Sen,
Vecd içinde -oradaydın benim yanımda
Sana
boyun eğdim, vatandan uzak ağlıyorum
Kendi
çileme -düşmanım yardım ediyor bana bu yolda.
Yaklaşıyorum,
lâkin korku uzaklaştırıyor
Titretiyor içimde derin kök salan hasretin.
Gönülden
bağlıyım bir dosta ne yapayım?
Usandı
doktor, bulamadı derdime çare.
Diyorlar
ki: “O’ndan O’nunla kurtul!" - lâkin
Dertten
dertle kurtulur mu insan
Beni
aciz ve hasta eden aşkıdır
O’nun
- Nasıl şikâyetçi olayım ben O’na O’ndan?
Kalbim
tanıyor O’nu, hazzını duyuyorum
Lâkin
sadece gözlerim söz edebilir O’ndan
Vay
benim ruhumun hâline, ruhumun elinden!
Vay
hâlime! Çektiğim azabın sebebi benim!
Boğulan
biri gibi - görünen sadece yardım çağıran
Elidir
-ve batar denizin derinliklerine.
Kimse
bilmiyor başıma musallat olan derdi,
Bâtınımı
kaplayan O sevgiliden gayri;
Sadece
O biliyor çektiğim çileyi benim:
O’nun
iradesindedir ölümüm ve hayatım.
Ey
en büyük arzum, misafirim, hasretim,
Hayatın
ruhu, dünyam, inancım!
“Seni
azat ettim!” de, kulağım, gözüm!
Neden
tereddüt ediyorsun,
Sana uzağım diye mi?
Sana uzaktakilerin gözlerine perde çeksen de
Kalbim
Sen’i uzaktan da görüyor çok uzaktan
Bir dost
anlatıyor:
Bayda
sokaklarında arkasından gidiyordum. Bir damın üzerinden birinin gölgesi
üzerine düşünce, Hallaç gölgenin sahibini görmek için başını yukarı kaldırdı.
Gölgenin sahibi güzel bir kadındı. Sonra Hallaç bana döndü ve “Bu kısacık an
yüzünden başıma gelecek belaları göreceksin.” dedi. Aradan yıllar geçti. Hal-
lac’ı çarmıha gerdiklerinde, ben de toplanan kalabalığın içindeydim ve
ağlıyordum. Bir ara göz göze geldik. Bana şöyle seslendi: “Musa, senin de şahit
olduğun gibi kim başını göğe kaldırır da caiz olmayan bir şeye bakarsa, o da
böyle benim gibi halkın bakışlarına maruz kalır.”
Ebu Yakup
en-Nehracûri anlatıyor:
Hallaç, ilk
defa Mekke’ye geldiğinde, tam bir yıl caminin avlusunda oturdu. Abdest almanın
ve Kâbe’yi tavaf etmenin dışında, hiç yerinden kıpırdamadı. Otururken ne
güneşten korundu, ne de yağmurdan. Her akşam ona bir ibrik su ve bir Mekke pidesi[11]
getirildi. Sabah olduğunda, pideyi ibriğin üzerine konmuş bir şekilde
bulurlardı; pideden sadece üç dört lokma yenmiş olurdu. Her sabah ibrik ve pide
öylece geri götürülürdü.
İbrahim
ibn Seybani anlatıyor:
Ebu Abdullah
el Mağribi ile Mekke’ye geldik. Bize Hallac’ın Ebu Kubeys dağında olduğunu
söylediler. Oraya gitmek üzere yola koyulduk. Öğle saatlerinde Hallac’ın
bulunduğu yere vardık. Hallaç bir kayanın üzerinde oturuyordu. O kadar
terlemişti ki, üzerinde oturduğu kaya tamamen ıslanmıştı. Bu hâli gören Ebu
Abdullah, geri döndü; bize de geri dönmemizi işaret etti, biz de geri döndük.
Sonra Ebu Abdullah, “İbrahim, eğer ömrün kifayet ederse, o yukarıda gördüğün
adamın başına neler geleceğini göreceksin. Hallaç, Tanrı ile sabır yarışına
girmiş. Tanrı, hiçbir mahlukatın dayanamayacağı bir bela verecek ona.”
Dostlarından
biri anlatıyor:
Yedi sene
Hallaç ile beraber kaldım. Katık olarak tuzdan ve sirkeden başka bir şey
yediğine şahit olmadım. Sırtında yamalı bir giysi, başında bir takkesi vardı.
Beklenmedik bir anda bir giysi hediye edilse, alır ve hemen başka birine
verirdi. Geceleri uyumak âdeti değildi, sadece gündüzleri biraz kestirirdi.
Hallaç
bir gün bir davette birkaç muamma okudu. Orada hazır bulunanlar Hallac’m
sözlerini tasvip etmediklerini hissettirdiler.
Ev sahibi
İbn Harun’un ölümcül hastalığı olan bir oğlu vardı. Hallac’a, “Oğlum için dua
et.” diye ricada bulundu. Hallaç, “Korkmana gerek yok. Oğlun artık
iyileşmiştir.” cevabını verdi. O anda çocuk sanki hayatında hiç hasta olmamış
gibi içeri girdi. Herkes hayretler içinde kaldı. İbn Harun, ağzı mühürlü bir
kese getirdi ve Hallac’a uzatarak, “Şeyhim, bu kesenin içinde üç bin dinar var.
İstediğin gibi dağıt.” dedi. O anda misafirler nehrin kenarındaki bir odada
toplanmışlardı. Hallaç, keseyi aldı ve Dicle’ye attı! Sonra şeyhlere dönerek,
“Siz benimle tartışmak istiyorsunuz, ama ne hakkında? Çünkü ben, sizin haklı
olduğunuzu, benim haksız olduğumu biliyorum.” dedi ve çekip gitti.
Ertesi gün
İbn Harun akşamki konuklarının hepsini yeniden çağırdı. Keseyi onların önüne
koydu ve şunları anlattı: “Dün Hallac’a ne verdiğimi düşündüm ve pişman oldum.”
Aradan bir saat bile geçmemişti ki, Hallac’m dervişlerinden biri çıktı geldi ve
dedi ki: ‘Şeyhin sana selamı var. Sana şunları iletmemi istedi: Pişmanlık
duyma, kesen işte burada! Çünkü Tanrı’ya itaat edene, karalar ve denizler itaat
eder!”
Hallaç,
Ramazan’ın ilk günü oruca niyet eder ve orucunu bayram günü bozardı. Kur’an’ı,
geceleri iki rekât, gündüzleri ise yüz rekât namaz içinde tam olarak
hatmederdi. Bayram günü kara bir hırka giyer ve şöyle derdi: “Bu hırka, ameli
geri çevrilen birinin hırkasıdır.”
Bir dost
anlatıyor:
Zerdüşt
Behraın ibn Marzuban, bir gece yarısı bana geldi; çok varlıklı bir kişiydi.
İçinde iki bin dinar bulunan bir keseyi bana uzatarak, “Beni Hallac’a götürür
müsün? Belki sana olan saygısının hatırına, bu keseyi senin elinden kabul
eder.” dedi. Kalktık, beraber Hallac’m evine gittik. Seccadenin üzerinde
oturmuş, yüksek sesle Kur’an okuyordu. Buyur etti, oturduk. “Bu saatte neye
ihtiyacınız var?” diye sordu. Olanları anlattım. Parayı almayı reddetti; fakat
ben çok ısrar ettim. Beni çok sevdiği için, kıramadı. Keseyi aldı ve bana
dönerek, “Sen burada kal, gitme.” dedi. Ben kaldım, Zerdüşt Behram gitti.
Sonra Hallaç
ayağa kalktı ve beraberce Mansur Camii’ne gittik. Dervişler içeride
uyuyorlardı. Onları uyandırdı. Kesesinin içindeki bütün parayı onlara dağıttı.
Ben, “Şeyhim, niçin sabaha kadar sabretmedin?” diye sordum. “Gerçek fakirler
için geceyi Nisibin[12]
akrepleriyle geçirmek, bu kadar parayla geçirmekten daha iyidir.” diye cevap
verdi.
Ebu Yakup
en-Nehracüri anlatıyor:
Hüseyin ibn
Mansur, Mekke’ye ikinci gelişinde yanında dört yüz kişi vardı. Şehre girdikten
sonra etrafa dağıldılar; sadece küçük bir grup onun yanında kaldı. Akşam
olduğunda ona, “Müritlerin iftara ne yiyecekler?” diye sordum. Bana, onları
Ebu Kubeys dağına götürmemi, söyledi. Götürdüm. Yanımızda iftarımızı açacak
bir şeyler vardı. Orucumuzu bozduktan sonra, Hallaç, “Biraz tatlı yesek nasıl
olur?” dedi. “Fakat biz hurma yedik” cevabını verdik. O da, “Ben ateşte pişmiş
bir şey yemek istiyorum.” dedi.
Sonra bir an
kayboldu. Geri geldiğinde, elinde çeşitli tatlılarla dolu bir tepsi vardı.
Şüphelendim. Bir parça tatlı aldım sakladım, sonra pazara götürdüm; bütün
tatlıcılara gösterdim, kimse bu tatlıyı tanımadı. “Mekke’de bu tür tatlı
yapılmaz!” dediler. Sonra tatlıyı gösterdiğim bir kadın aşçı, “Bu tatlıyı
sadece Za- bid’de[13] yaparlar.
Fakat bunun taşınması mümkün değildir. Buraya kadar nasıl getirildi,
anlamıyorum.” dedi. Şüphem iyice arttı. Kadın da Zabid’e gideceğini söyleyince,
ona, Zabid’e vardığında, bütün tatlıcıları gezmesini ve tatlı dolu bir tepsinin
kaybolup kaybolmadığını öğrenmesini tembihledim. Kadından bir kaç gün sonra bir
mektup aldım. Gerçekten de bir tatlıcının tatlı dolu bir tepsisi yok olmuş. O
andan itibaren Hallac’m kanun dışı fiillerden de çekinmeyen bir sihirbaz
olduğuna inanmaya başladım; ta ki kadından ikinci bir mektup alıncaya kadar.
İkinci mektupta, Hallac’ın tatlıcıya tepsinin ve tatlıların parasını fazlasıyla
ödediği yazılıydı. Bunun üzerine Hallaç hakkındaki kötü düşünceler kalbimden
silindi ve bunun onun kerametlerinden biri olduğunu anladım.
Ebu İshak
el-Hulvanî anlatıyor:
Hallac’a on
yıl süreyle hizmet ettim. Ona en yakm insanlardan biriydim. Hakkmda sürekli
dedikodular duyuyordum; suçlanıyordu, kâfir olduğu söyleniyordu. Etki altında
kalarak ben de şüpheye düştüm. Bir gün bu dedikodulardan ona bahsettim ve dedim
ki, “Şeyhim, bâtını ilimler konusunda biraz bilgi sahibi olmak istiyorum.”
“Sahte bâtmî mi, gerçek bâtını mi?” diye sordu. Ben düşünürken o devam etti:
“Gerçek bâtını:
Bunun zahiri şeriattır. Her kim hakikati şeriatın zahirinde dikkatlice arar ve
bulursa, ona bunun bâtını da açılır. İşte bu bâtın Tanrı’yı bilmektir. Ama
sahte bâtmîliğin içi dışından daha çirkindir ve dışı içinden daha iğrençtir.
Bununla meşgul olma!... Şimdi sevgili oğlum, ben sana, şeriatın zahirini nasıl
yaşadığımı anlatmak istiyorum: Ben hiçbir mezhebin hiçbir koluna tâbi olmadım;[14] bilakis
onların hepsinin en zor ve en ağır taraflarını aldım ve bunlara uydum. Hiçbir
zaman gusletmeden ve abdest almadan namaz kılmadım. Ve şu anda karşında duruyorum.
Yetmiş yaşında ve ömrümün son elli yılında bin yılın ibadetini yapmış bir
hâlde... Ve her ibadetim, bir önceki hatalı ibadetimin yerine geçmek üzere.”[15]
Tevhid Üzerine
Tevhid,
Tanrı’mn Birliğini bilmektir. “Tanrı’dan başka ilâh yoktur” inancının özüdür.
Öğrencilerinden
biri anlatıyor:
Bir gün
Hallac’m yanına gittim ve “Bana tevhid hakkında bir öğüt ver.” dedim. “Tevhid,
kelimelerin ötesindedir; bu yüzden tevhidi kelimelerle ifade edemezsin.” dedi.
“O hâlde ‘Lâ ilâhe il- lallah’ın mânâsı nedir?” diye sordum.
“Bu O’nun,
gerçek tevhid ehliyle karışmasın diye, avamı meşgul ettiği bir ifadedir.
Tevhid inancının şeriatın ötesindeki izahı budur.” diye cevap verdi.
Sonra
yanakları kızardı ve dedi ki: “Söylediklerimi kısaca özetlememi ister misin?”
Evet, dedim. “Her kim Tanrı’nm Bir’li- ğine şahadet ettiğini iddia ederse, o
bununla Tanrı’ya şirk koşmuş olur. ”
[“Ben” demek
hakkına sadece Tanrı sahiptir. Hallac’tan yaşça büyük çağdaşı Harraz’m da ifade
ettiği gibi, prensip olarak insanın kendisi, “Şahadet ediyorum ki, Allah’tan
başka Tanrı yoktur.” (Lâ ilâhe illallah) inancını dile getiremez. Çünkü böyle
bir inancı dile getiren insan, o anda kendi varlığını da teyit etmiş ve bununla
Tanrı ya şirk koşmuş olur.]
Faninin
(zamana bağlı olarak yaratılmışın) ezelîden ayrılması ve sonra, fanîden yüz
çevirip ezelîye dönmesi - işte tevhid inancının zahiri budur. Fakat bunun
esası, fanîhkten çıkıp bakîde fena bulmaktan ibarettir. Gerçek tevhid inancına
gehnce: Bu sadece Allah’ın Resulü Muhammed’e (s.a.v.) mahsustur!
Tanrı’nm
kendisinden başka kimse Tanrı’nm Bir’liğine şahadet getiremez. O’nun
Resulü’nden başka kimse tevhid inancının gerçek mahiyetini bilemez.
Nahrevan
Camii’nde Hallac’ı gördüm. Bir köşede, iki rekât namazda Kur’an’ı hatmediyordu.
Ertesi gün selam verdim ve bana tevhid hakkmda birşeyler öğretmesini rica
ettim. “Bilesin ki, insan Tanrı’nm Bir’liğine şahadet ettiği zaman, kendi
varhğmı da teyit etmiş olur ve kendi varliğmı teyit eden kimse, gizli putperestlik
yapmış olur. Her şeyden münezzeh-ulu Tanrı, yarattıkları arasından seçtiği
birinin dili ile kendi birliğine şahadet eder. Eğer O benim dilimden kendi
Bir’liğine şahadet ederse, O, O’dur ve bu O’nun işidir. Yoksa, O’nun Bir’liğine
şahadet etmek benim ne haddime?”
Kim O’na
götüren rehber olarak aklı bilirse
Tanrı,
onu şaşkın şaşkın gezdirir dağda bayırda İçi aldatmacalarla dolup taşar
Şaşırıp
“Ah, O var mı?” diye sorana kadar
Kim,
Tanrısallığın beşeriyete karıştığını veya beşeriyetin Tanrısallığa karıştığını
söylerse, kâfirdir. Zira, her şeyden yüce Tanrı, kendi zat ve sıfatlarını,
yarattıklarının zat ve sıfatlarından tecrit etmiştir. O, onlara hiçbir şekilde
benzememektedir. Onlar da Tanrı’ya asla benzemezler. Ezelî ile fani arasında
benzerlik olduğu nasıl düşünülebilir?
Ve kim
Yaratıcı’nm bir mekânın içinde veya üstünde veya bir mekâna bağlı olduğunu veya
bâtın olarak kendini göstereceğini veya hayal edilebileceğini veya tasavvur
edilebileceğini ileri sürerse, Tanrı’ya şirk koşmuş olur.
Kim,
ezeliyet (bütün zamanlardan önce) ile sonu olmayan ebediyeti (bütün zamanlardan
sonra) müşahade eder ve bunların arasındaki her şeye gözlerini kaparsa; o,
tevhidi teyit etmiş olur. Ve kim gözlerini ezeliyet ve sonu olmayan ebediyete
karşı kapatır ve bunların ikisi arasında olup biteni müşahade ederse; o, ibadet
etmiş olur. Ve kim onların arasından ve iki ucundan uzak durursa; o, hakikatin
kulpundan yakalamış olur.
O’nu tanımak
iddiası, cehalettir. O’na daima hizmet ettiğini düşünmek, saygı eksikliğine
işarettir. O’nunla mücadeleden sakınmak iddiası, deliliktir. O’nun huzuruna
kanmak, ahmaklıktır. O’nun sıfatlarını tartışmak, şaşkınlıktır. O’nu tanıdığını
söylememek (bu konuda susmak) korkaklıktır. O’na yaklaşmaya çalışmak,
cesarettir. O’nun uzaklığına şükredip memnun kalmak, basit (aşağı) bir
zihniyettir.
O’nu tanımış
olmanın işareti, dünya ve ahiretten el çekmektir.
O’nu
tanıyan, O’nu tasvire kalkışmaz; O’nu tasvire kalkışan, O’nu tanımıyor
demektir.
And olsun
ki, kalpler O’nu kavrayamaz. Bakışlar O’na ulaşamaz. Mekânlar O’na değemez.
İstikametler O’nu gösteremez. O, tasavvur ve tahayyül edilemez. Ve O, bir
Nasıl’a gelemez. Ve O, tasvir yoluyla vasıflandırılamaz ve anlatılamaz. Ancak O
seninle olmadığı sürece, sen kıpırdayamaz, dinlenemez, nefes alamazsın. Nasıl
yaşadığına bir bak! İşte avamın konuşma tarzı budur. Halbuki, havassın dilinde
kelimeler yoktur. Ve İlâhî hakikat haktır ve insan bâtıldır. Hakikat ve bâtıl
bir araya geldiğinde, şöyle söylenmelidir: “Hayır, Biz hakkı bâtılın tepesine
fırlatırız da beynini parçalar, bir de görürsün ki, (bâtıl) o anda yok olup
gitmiştir! Allah’a isnat ettiğiniz o sıfatlar yüzünden vay sîzlere!”(Sure
21/18)*
insanlığın
vasıfları, ebediyetin vasıflarının bâkîliğinin ispatının delilidir ve
bâkîliğin vasıfları, insanlığın vasıflarının geçiciliğini gösteren delildir.
Her ikisi de, gerçek tevhidin temeli olan ezelî sebebin idrakine götüren
yollardır.
Tırmandım
bir zirveye ayaklarım olmadan, Başkaları için çıkılması zor bir noktaydı bu
Daldım bir denize, ayaklarım batmadan suya, Ruhumun dalmasıydı bu, oysa
kalbimin umudu Derinliklerde dinleniyor bir inci ellerden uzak - Kavrayabilir
onu tefekkürün elleri ancak Ağzım olmadan içmiştim onun suyundan - Ezelde
içmemiş miydi ağzımız o kaynaktan? Onun susuzluğuyla yanmıştı ruhum ezelden,
Bedenim onu hissetmişti henüz şekillenmeden. Ben öksüzüm, lâkin babam da var
benim; Uzakta olduğu için daima gamlı gönlüm Hem kör, hem görenim; hem akıllı,
hem deli İstesem de dönüşü yoktur sözümün Sadece ehl-i hâller bilirler, benim
bildiğimi Evet, onlar benim iyilikten zengin dostlarımdır Yaratılıştan önce de
tanırlardı birbirlerini Onların güneşleri parlar; zaman kararır.
Hallaç,
bir öğrencisine yazdırıyor:
And olsun
ki, Rahman ve Rahim olan Tanrı -Hamd O’na mahsustur- mutlak hâkim olarak kendi
kendine var olmuş bir özdür, ezeliyetiyle kendi olmayan her şeyden tamamen
ayrılmış ve kendi dışındaki her şeyden tecrit olmuştur. Hiçbir şey O’nunla
karışmaz ve hiçbir şey O’nunla karıştırılamaz. Hiçbir mekân O’nu içine alamaz
ve hiçbir zaman O’nu kavrayamaz, hiçbir düşünce O’nu tahmin edemez, hiçbir şey
O’nu tasavvur edemez, hiçbir bakış O’na ulaşamaz, hiçbir yorgunluk ona
yaklaşamaz.
Sonra
cezbeye kapılarak şöyle dedi:
Deliliğimdir
Sen’i kutlu yapan,
Hakkında
ne düşünüyorsam şaşkınlıktan.
Ah,
en sevdiğim aklımı başımdan aldı
Ve
yay gibi bir kaş, Ve aşk zaten
Yakınlığın
bir yanılgı olduğuna İşaret ediyordu
Sonra
konuştu:
Oğlum,
kalbini O’nu düşünmekten ve dilini O’nu zikretmekten sakın; ama bunların her
ikisini de daima O’na şükretmek için kullan: Zira O’nun varlığı hakkında
düşünmek ve O’nun sıfatlarını hayal etmek ve O’nu kelimelerle tasdik etmek, en
ağır günahlardan ve en büyük kibirlerdendir.
Bir tanık
anlatıyor:
Hallac’m
Bağdat pazarında şöyle bağırdığını duydum:
Ey
Müslümanlar, yardım edin bana! O, ne ruhumla yakın bir ilişki kurmama izin
veriyor, ne de ruhumu alıyor ki, kurtulup huzura kavuşayım. Bu benim
katlanamayacağını bir cilve.
Sonra okudu:
Ulu
Tanrım! Varlığımın bütünüyle
Sen’in
aşkına sarıldım.
Sen
perdeleri kaldırdın ta ki
Sen’i
ruhumda sandım
Kalbimi
Sen’den gayrı her şeyden çekip aldım
Her
şey bana yabancı, hiçbir şey göremiyorum
Sen’in
bana gösterdiklerinin dışında
Burada,
hayat zindanında
Sen’den
uzak, tutsağım
Çek al
beni bu zindandan Tanrım, Sana kavuşayım
Sükun
ve sonra sessizlik ve sonra dilsizlik,
Ve
bilmek ve sonra bulmak ve sonra gömmek
Ve
toprak, üzerinde ateş ve sonra bir pırıltı,
Ve
soğukluk, sonra bir gölge ve sonra güneş.
Ve
kayalık ve sonra düzlük ve sonra çöl,
Ve
ırmak ve sonra deniz ve sonra kurumak,
Ve
sarhoşluk ve sonra ayılma ve sonra hasret,
Ve
yakınlık ve sonra buluşma ve sonra aşinalık
Sıkıntı,
sonra kurtuluş, sonra yokoluş
Ve
ayrılık, sonra vuslat, sonra tükeniş
Yakalama,
sonra bir itme, sonra cezbe,
Tasvir,
sonra perdenin kalkması, sonra örtü.
Boş
sözler bunlar; bu dünyayı değeri olmayan bir bakır akçeyle bir tutanlara.
Kapı
ardındaki sesler bunlar; zira insana ait kelimeler yakınlaştıkça dönüşür
fısıltıya. Ve insanın menzile ulaştıktan sonra hatırladığı En son şey,
“Ben”dir, “Benim kısmetim”;
Tanrı’ya Yakınlık - Tanrı’ya Uzaklık
Zira
mahlukat arzuların kuludur, Ve Tanrı’mn hakikati “Ulu’dur”.[16]
Hallaç,
bir defasında yatsı namazının selamından sonra şöyle dua etti:
Ya Rabbim!
Bütün iyilikler Sen’dendir; bütün iyiliklerin ümit kaynağı Sen’sin. Sen, her
önemli konuda müracaat edilensin; her ihtiyacın giderilmesi için eller Sana
açılır; Sen’in her şeyi kaplayan lütfuna, affına, ve merhametine sığınılır.
Sen tanırsın, fakat tanınmazsın. Sen görürsün, fakat görünmezsin. Yarattıklarının
kalplerinin en ücra köşelerindeki en küçük duyguları bilirsin ve Sen her şeye
kadirsin. Ben ise, Sen’in aşkının nesiminden bir esinti ve Sen’in yakınlığından
bir nebze koku bulduğum için, yüce dağları alçak, gökleri ve yerleri küçük
görüyorum. And olsun ki, bir anlık cezbe hâli veya ateşli nefesimin bir lahzası
karşılığında bana cenneti satmak istesen, almam. Önüme Sen’in bütün cezalarını
ihtiva eden cehennemi koysan, onun ateşine tahammül etmek Sen’in bana kendini
gösterdiğin anlara tahammül etmekten daha kolaydır. Yarattıklarının hepsini
affet, beni affetme; onlara merhametli ol, bana merhamet etme! Sen’den kendim
için bir şey istemiyorum ve Sana kendi haklarım için yalvarmıyorum - ben
kendimi Sana teslim ettim, bana istediğini yap!
Nokta, her
çizginin başlangıcıdır; çizgi ise, bir araya gelmiş noktalardan oluşur.
Dolayısıyla, ne çizgi noktadan vazgeçebilir, ne de nokta çizgiden. Ve her
çizgi, ister düz, ister eğri olsun, bir noktayla başlar. Ve insanın gözü nereye
ilişirse ilişsin, orası iki noktanın arasında bir noktadır.
Ve bu hâl,
gözle müşahade edilebilen her şeyden ilâhı Haki- kat’in zuhur ettiğinin ve
gözle görülebilen her şeyden parladığının işaretidir. Bunun için “İçinde
Tanrı’yı görmediğim hiçbir şey görmüyorum.” diyorum.
Güneş ne
doğar ne batar Sen’i gönlümde hissetmeden.
İnsanlarla
konuşmaya başlamam,
Sözümü
Sen’in adınla bitirmeden.
Yansam
bile bir yudum su içmem,
Bardakta
Sen’in suretini görmeden.
Ne
kederli, ne mutlu bir soluk almam,
Sen’in
adını anmadan.
Sen’in
olmadığın bir yer var mı ki
Sen’i
aramak için göğe çıkıyorlar
Açıkça
Sana baktıklarını görüyorsun
Lâkin, onlar kör, Sen’i göremiyorlar
Sevgilimden
bir güneş ışığı yükseldi
Gecenin
içine ve batmak bilmeden ışıl ışılda
Gece
de görülebilir gündüzün Güneşi –
Gönüllerdeki
Güneş batmayı bilmez.
Bâtının
bâtını örtülüdür
Ufukta
ışıklarını gösterir sadece.
Nasıl?
Sadece zahiriyle bilinir o “Nasıl”.
Bâtını
ise özün özüyle.
Kör
karanlıkta şaşırır mahlukat,
Onu
ararken izlerden başka birşey göremez,
Tanrı’ya, hedefe yönelir zan ve hayalle
Havaya
dönüp yüzünü, semayla konuşur
Halbuki
Tanrı daima onların arasındadır
Ve
her an onların hallerini değiştirir
Ah,
O’ndan uzak olmadıklarını bir bilseler
Ve
O’nun onları asla terketmeyeceğini
Sen
kalp ile zarı arasında usulca akarsın,
Yaşın
göz kapaklarından aktığı gibi.
Ruhun
mekânı nasıl bedense
Sen’in
mekânın da kalbin derinliklerindeki şuurdur,
Kımıldayamaz
hiçbir şey- hiçbir cansız
İçlerine gizlenip onları kımıldatmasan.
İman ve İmansızlık
İbrahim
ibn Fatik anlatıyor:
Bir gece
Hallac’m yanma gittim. Namaz kılıyordu; Bakara suresini okumaya başlamıştı.
Sonra kaç rekât namaz kıldı bilmiyorum, beklerken uykuya dalmışım.
Uyandığımda, Fussilet suresini (41. Sure) okuyordu. O zaman anladım ki,
Kur’an’ı hatmetmek istiyor.[17] Kur’an’ın
bütününü bir rekâtta okudu. İkinci rekâtta daha fazlasını. Namazını
bitirdikten sonra bana döndü ve gülümseyerek dedi ki: “O’nun rızasını kazanmak
için mi namaz kıldığımı zannediyorsun? O’nun rızasını ibadetleriyle
kazanacağını sanan kimse O’nun hoşnutluğu için bir fiyat biçmiş olur.”
Sonra
gülerek devam etti:
Sâlik
kemalat duygusuna erişince
Kendinden
geçer, artık düşünmez vahdeti
Şahadet
eder
Hakikate; aşkın ona öğrettiği
Namaz,
âşıklar için bir küfürdür sadece[18]
Bir dost
anlatıyor:
Bir gece
çölde dolaşmaya çıktım. Baktım ki, Hallaç bana doğru geliyor. Yaklaşınca,
selam verdim. Bana, “Burada bir aç köpek var. Bana kızartılmış bir kuzu ve iki
pide al getir; burada bekliyorum.” dedi. Gittim, bir şeyler aldım getirdim. O,
köpeği, kendi ayağına bağladı ve kuzu ile pideleri önüne koydu. Et ve pideyi yedikten
sonra, köpeği serbest bıraktı. Köpek gittikten sonra bana döndü ve şöyle
konuştu: “Günlerdir nefsimin benden istediği buydu. Ben hep direndim; ancak bu
gece nefsimin istediklerini bulmak üzere dışarı çıktım. Ancak ulu Tanrı beni
onun üzerinde muzaffer kıldı.”[19] Sonra
cezbe hâlinde okumaya başladı:
Ben
şimdi Tanrı’nın dini için kâfir oldum Kâfirlik bana farz, lâkin müminlere haram
Sonra bana,
“Geri dön ve git, arkamdan gelme; yoksa zarar görürsün.” dedi.
Öğrencilerinden
biri anlatıyor:
Mehtaplı bir
gecede, Ahmet bin Hanbel’in mezarını ziyarete gitmiştim. Uzaktan bir adam
gördüm; yüzü kıbleye dönük, duruyordu. O farkına varmadan yanına yaklaştım.
Hüseyin ibn Mansur olduğunu gördüm. Ağlayarak şöyle diyordu: “Ah, beni aşkıyla
sarhoş eden ve yakınlığıyla şaşkına çeviren Sen! Ezeliye- tinle her şeyden
münezzehsin ve tek başına hakikat tahtına oturmuşsun. Sen’in o tahtta oturman,
yerin orası olduğu için değil, adil olanın o olduğu içindir. Sen’in uzaklığının
sebebi farklı ol- mandandır, yoksa kendini uzaklaştırmandan değil. Sen’in huzurunda
olmak, Sen’i tanımakla mümkündür, mekân değiştirmekle değil. Sen’in gaybm,
kendini perdelediğin içindir, uzaklara gittiğin için değil. Üstünde Sana gölge
düşürecek, altında Sen’i kaldıracak hiçbir şey yoktur. Önünde Sen’i
sınırlayacak, arkanda Sana yetişecek hiçbir şey yoktur.
Sana
yalvarıyorum. Sen’in kabul buyurduğun bu mezarların ve benim aradığım
makamların yüzü suyu hürmetine: Beni benden koparıp aldıktan sonra, beni bana
geri verme. Beni benden gizledikten sonra, beni bana bir daha gösterme. Beni
öldürmeye kalkacak kullarının ve düşmanlarımın sayısını artır!”
Beni
farkedince, dönüp baktı ve gülümsedi; sonra başını geri çevirdi ve dedi ki:
“İçinde bulunduğum hâl, müridin ilk mertebesidir!” Ben hayretler içinde
sordum: “Şeyhim, sen diyorsun? Eğer bu müridin ilk mertebesi ise, onun
mürşidinin mertebesi nedir?”
“Yalan
söyledim. Bu, Müslümamn olmanın ilk mertebesidir. Hayır, yine yalan söyledim.
Bu daha çok kâfirin ilk mertebesidir.” cevabını verdi.
Sonra üç
defa haykırdı ve yere düştü. Ağzından kan gelmeye başladı. Eliyle bana
uzaklaşıp gitmemi işaret etti. Onu o hâlde bıraktım ve gittim. Ertesi sabah
onu Mansur Camii’nde gördüm. Elimden tuttu. Beni bir köşeye çekti ve dedi ki:
“Sana Tanrı adına and veriyorum. Dün gece gördüklerini kimseye anlatma!”
Öğrencilerinden
biri anlatıyor:
Bağdat
pazarında bir Yahudi ile tartışıyordum. Nasıl oldu bilmiyorum. Bir an farkında
olmadan Yahudi’ye, “Seni köpek!” dedim. O anda Hallaç yanımızdan geçiyordu.
Kızgın bakışlarla bana bakarak, “Köpeğine sahip ol, havlamasın.” dedi ve hızla
bizden uzaklaştı. Kavga bitince Hallac’m yanma gittim. İçeri girdim. Beni
görünce yüzünü öte tarafa çevirdi. Beni bağışlamasını rica ettim. Bunun üzerine
yeniden sakinleşti ve şöyle konuştu:
“Sevgili
oğlum. Bütün dinler, ulu Tann’mn dinleridir. Tann, her bir dini ile ayn bir
insan topluluğunu meşgul etmektedir, insanlar inandıklan dinleri kendileri
seçmediler; bilakis Rahman ve Rahim olan Tann, insanlan inandıklan dinler için
seçmiştir. Eğer bir kimse başka bir kimseyi inandığı dinin doğru olmadığı
iddiasıyla kınarsa, bu hareketiyle o insanın kendi iradesiyle bir tercih yapmış
olduğu yolunda bir hüküm vermiş olur. Bu da aslında, Kadercilerin tarzıdır ve
Zerdüştler böyle bir dinî topluluktur (yani bunlar düalisttir).[20]
Bilesin ki,
Yahudilik, Hıristiyanlık ve diğer dinler, sadece çeşitli sanlar ve farkh
isimlerdir; fakat hepsinde maksat aynıdır, farklı değildir.
Ben dinlerin
ne olduğu konusunu çok düşündüm. Neticede gördüm ki, dinler, bir kökün çeşitli
dallarıdır. Bir insandan, onu alışkanlıklarından alıkoyan ve bağlarından
koparan bir din seçmesini talep etme. O zaten varlığın sebebini ve yüce
gayelerin mânâsını kendisinin en iyi anladığı şekilde arayacaktır!
Zahirde
inanç ve inançsızlık arasında sadece bir isim farkı vardır. Hakikatte ise,
bunların ikisi arasında hiçbir fark yoktur.”
Hallac’m
yeğeni anlatıyor:
Dayımın el
yazısıyla yazılmış şu sözleri görmüştüm: “İmansızlık ile iman arasında fark
gözeten imansızdır ve her kim imansız (kâfir) ile imanlı (mümin) arasında fark
gözetmezse, o kişi de imansızdır.”
Yeryüzünde
hiçbir imansızlık yoktur ki, altında iman saklı olmasın; itaat yoktur ki,
altında kendinden büyük isyan sakh olmasın ve kendini tamamen ibadete adama
hâli yoktur ki, altında saygıdan feragat hâli olmasın; sevmek iddiası yoktur
ki, altında edepsizlik sakh olmasın. Fakat ulu Tanrı, kullarına istidatlarına
göre muamele eder.
Hallac’m
bir mektubundan:
Rahman ve
Rahim olan Tanrı’mn adıyla.
O istediğine
her şeyde tecelli eder. Tanrı’mn selamı üzerine olsun, oğlum.
Tanrı sana,
şeriatın zahirini kapatsın ve imansızlığın gerçek mahiyetini açsın; zira
şeriatın zahiri gizli imansızlıktır, imansızlığın gerçek mahiyeti ise açık
idraktir.
Ayrıca,
Tanrı’ya şükürler olsun ki, O, dilediğine bir iğnenin ucunda zuhur eder. Biri
ne kadar “Lâ ilâhe” veya bir diğeri “Lâ ilâhe illâllah” diyerek şahadet ederse
etsin, eğer O görünmek istemezse, kendini yerlerde ve göklerde gizler. Lâkin,
ne birinin “O değil” demesi reddedilebilir, ne de diğerinin “O’dur” yolundaki
şahitliği övgüye layıktır.
Bu
mektuptaki maksadım, sana şunları tavsiye etmektir: Tanrı’dan dolayı hayal
kırıklığına uğrama; O’ndan şüpheye düşme. O’nun aşkının peşine düşmüyorsan ve
O’na âşık olmadığın için mutsuzluk duymuyorsan, asla O’nun varhğma şahadet ettiğini
söyleme ve O’nu yadsımaya meyletme. Ve O’nun Bir’liğini tanımaktan sakın!
Tanrı’ya emanet ol!
Tanrı Sevgisi
Kendine
kalbimi mekân seçtin
O, Sen’in sırlarınla dolu şimdi
Evine
hoşgeldin, umarım
Komşu
olmak hoşuna gider
Şimdi
orada Sen’den başka
Bir
sır yok benim bildiğim
Kendi
gözlerinle bak,
Davetsiz
bir misafir var mı orada?
Sen’in benden ayrıldığın gece,
İster
uzun olsun, ister kısa
Sevgili
yoldaşlarım kalır burada.
Hatıralar
ve umut
Eğer
hoşuna gidiyorsa felaketim
Ben de memnunum hâlimden
Ah
beni öldüren!
Sen
benim için
Ne
istersen ben de onu isterim
Sabırlı
olmak istiyordum - lâkin Kalp uzak yaşayamaz kalpten Sen’in ruhun benim ruhuma
karıştı - Bir yaklaştı, sonra süzülüp uzaklaştı... Ben Sen’im, aynen Sen’in Ben
Olduğun gibi; hedefim ve gayem.
Bir
tanıdık anlatıyor:
Hallac’m
bulunduğu bir camiye girdim; bir grup insan onun etrafmda toplanmıştı. Onlara
hitaben konuşuyordu. Şunları söylediğini duydum:
“Eğer
kalbimde olanın bir zerresi yeryüzündeki dağların üzerine atılsa, dağlar buna
dayanamaz, erirdi ve şayet kıyamet günü cehennem ateşine atılacak olsam,
cehennem ateşini yakarım; cennete girecek olsam, cennetin temelini çökertirim.”
Hallaç
efsanesi aşağıdaki hikâyeden ortaya çıkmıştır:
Hallaç
çarmıha gerildiği zaman, Hızır[21] yanından
geçer. Hallaç, Hızır’a şöyle seslenir: “Tanrı dostlarının mükâfatı budur!”
Hızır cevap verir: “Biz onu (sırrı) sakladık ve salim kaldık. Sen onu ifşa
ettin ve ölüyorsun. Ah Hallaç, bu sabah nasılsın?”
Hallaç,
“Öyle bir hâldeyim ki, benden bir kıvılcım uçup gitse, bununla cehennem
bekçisini ateşiyle birlikte yakabilir.” dedi.
Vaazlarından
birinde:
“Bütün
övgüler Tanrı’yadır. O, ahadiyetiyle her şeyden münezzehtir; eşi ve benzeri
yoktur. Kendine ortak edinmemiştir. Ruh güvercinleri, O’nun mutlak kudretiyle
beden gölgelerine iner, beklerler; O’nun rahmet rüzgârı hasret çekenlerin
üzerine öyle bir eser ki, onlar, O’na olan muhabbetlerinden cennet sevincini
kıyamet gününden önce yaşarlar. O herkesin farkedebileceği kadar aşikârdır.
Öfke kasırgasıyla kendisine kayıtsız kalanların kalbine öyle bir üfler ki onlar
yok olup giderler. Ve âşıklar vecd halindeyken O, teveccühünün nesiminden öyle
bir eser ki onlar vecdden yayılan kokuyla yok olup giderler! Ve biz şahadet
ediyoruz ki, Tanrı’dan başka İlâh yoktur, O’nun eşi benzeri, ortağı yoktur,
Rahman ve Rahimdir ve şahadet ediyoruz ki, Muhammed O’nun kulu ve elçisidir;
Tanrı’mn rahmeti dinlerin ve halkların öğütçüsü Muhammed’in üzerine olsun!”
Öğrencilerinden
biri anlatıyor:
Bir gün
Hallac’m huzuruna çıktım ve dedim ki: “Tanrı’yı aramak istiyorum! O’nu nerede
arayabilirim?”
Birden
yanakları kızardı ve şöyle dedi: “İlâhî Hakikat yer ve mekândan münezzehtir,
zamandan bağımsızdır; kalpten ve ruhtan uzak durur, ortaya çıkmaz ve kendini
yorumlardan saklı tutar ve gözle görülemeyecek ve tasavvur edilemeyecek kadar
kutsaldır. Ezeliyetiyle kendini mahlukattan tecrit etmiştir; yaratıklar da
fanilikleri neticesinde O’ndan tecrit olmuşlardır. Düşünsene, bu tür sıfatlara
sahip olan birine giden yol nasıl aranabilir?”
Sonra ağladı
ve şöyle dedi:
Ey
dostlarım - İşte güneş, demiştim.
Işığı
yakın -ama ulaşmak için çok uzak,
Hallaç,
namazdan sonra selam verdi ve şöyle dedi:
Ey Tanrım,
Sen o Bir’sin ki, Sen’in sayende mükemmel olmayan hiçbir sayı mükemmel
olamaz.* Sen o Tek’sin ki, hangi derinliğe inerse insin hiç kimse basiretiyle
Sana ulaşamaz. “O gökte de ilâh, yerde de ilâhtır. Hâkim O’dur, her şeyi bilen
O’dur.” (Sure 43/84)** Yüzünün, Sen’i tanıyanların kalplerini nurlandı- ran ve
asilerin ruhlarını karartan ışığı hürmetine Sana yalvarıyorum; Sen’i Sen’in
dışındaki her şeyden mükemmel kılan ve Sen’i Sen’in dışındaki her şeyden tecrit
eden kudsiyetin hürmetine Sana yalvarıyorum; beni şaşkınlığın sonsuzluğunda
şaşkın şaşkın gezdirme. Beni zan uçurumundan kurtar. Beni bu fanı dünyaya
yabancılaştır. Beni içten sohbetlerinle kendine aşina et; ey Rahimlerin
Rahimi!”
Bir süre
sustuktan sonra, kendi kendine terennüm etti; sesini yükseltti ve konuşmaya
başladı:
“Ey
âşıkların fena bulduğu ve nimetleriyle zalimleri kandıran Sen!.. İnsanın
tasavvuru, Sen’in varlığının derinliklerine inemez ve ülkenin sakinleri Sen’in
bilginin nihayetine ulaşamazlar. Sen’inle benim aramda, Sen’in Tanrılığın ve
mutlak hâkim olarak iktidarından başka hiçbir fark yoktur!”
Konuşurken
gözlerinden kan damlıyordu.
Sen’in
ruhun benimkiyle karıştı,
Rayihalı
miskin amberle karıştığı gibi:
Sana
dokunan, bana da dokunur,
O
halde Sen bensin - ayrılmaz Bir’lik!
Benim
ruhum Sen’inkiyle karıştı,
Şarabın
saf suyla karıştığı gibi.
Sana
dokunan şey, bana da dokunur,
Çünkü
Sen daima ve her yerde bensin.
Ben
sevdiğimim; sevdiğim O
O benim -bir bedende iki ruh,
Ve
beni görürsen, O’nu görürsün,
Ve
O’nu görürsen, ikimizi görürsün
Ey
beni O’na âşığım diye kınayan, daha ne kadar sürecek bu kınama?
Kastımı
bilseydin eğer kınayabilir miydin beni hâlâ Avam hacca gider -ben Sevgili’ye
gidiyorum!
Kurbanı
koyundur onların - ben canımı sunuyorum!
Kimileri
bedenleri olmadan tavaf eder
Kâbe’nin binasını Tanrı’yı tavaf etmektedir
onlar,
Kâbe’ye
yoktur ihtiyaçları
Kalbimde
bazı heves ve arzular vardı.
Bir
oldular Sen’den sonra, bakışım seçkin
Sen
benim sultanım olalı varlıkların sultanıyım ben, Vaktiyle kıskandıklarım, şimdi
beni kıskanıyor İşte bu yüzden dostum da düşmanım da beni kınıyor Zira kimse
bilemez ne büyük bir çile çektiğimi İnsanları kendi dünyalarına ve inançlarına
bırakıyorum Ben Sen’in aşkın içindeyim-Sen dünyanın ve inancın özüsün
Bir dost
anlatıyor:
Hallac’ı,
Bağdat’ın el-Hatice semtinin pazarında gördüm. Ağlıyor ve halka yalvarıyordu:
“Ey insanlar, beni Tanrı’dan kurtarın! Ey insanlar, beni Tanrı’dan kurtarın!
Ey insanlar, beni Tanrı’dan kurtarın! Çünkü, O, beni benden aldı ve beni bana
geri vermiyor ve gücüm bu hâli kaldırmaya yetmiyor ve ben ayrılıktan, O’nun
huzurunda olmamaktan ve O’ndan mahrum kalmaktan korkuyorum. Vay o kimsenin
hâline ki, huzurda bulunduktan sonra kısmeti ayrılık olsun ve Bir olduktan
sonra ayrı düşsün!”
Hallac’m etrafına toplanan halk da ağlıyordu, Hallaç da. Bu hâl Attab Camii’nin [22] önüne kadar devam etti. Hallaç, caminin kapısının önüne gelince durdu ve konuşmaya başladı. Söylediklerinin bir kısmı anlaşılıyor, bir kısmının mahiyeti pek anlaşılmıyordu. Anlaşılabilenlerin bazıları şunlardır:
“Ey insanlar!
Doğrusu O’nun yarattıklarıyla konuşması lüt- fundandır. O, onları terbiye etmek
için, onlara görünmekte ve tekrar saklanmaktadır. O, kendini zaman zaman aşikâr
kılmasa herkes inançsız olurdu ve O, kendini perdelemese, herkes yoldan
çıkardı. Bunun için O, bu hâllerin hiçbirini devamlı kılmıyor. Benim hâlim
ise, başkadır! O, hiçbir an kendini benden saklamıyor. Öyle ki, benim
insanlığım O’nun Tanrılığında kaybolana kadar ve benim bedenim O’nun varlığının
nurunda eriyip yokolana kadar, ben hiçbir an huzur bulamıyorum. Şimdi benim ne
cevherim ne de izim, ne suretim ne de bilgim var!”
Sultanımı
gönül gözüyle gördüm
“Sen
kimsin?” diye sordum: “Sen.” dedi
Nerede
sorusu ne nereyi ne bir mekânı ifade edebilir
Söz
konusu Sen’sen nerede diye sorulamaz
Sen’in
nerde olduğunu bildirecek
Resimler
hayalimizde bile beliremez
Yokluğa
kadar bütün neredeleri
Kucaklayan
Sen’sin. Peki Sen neredesin?
Ey
en büyük arzum! Bak nasıl hayret ediyorum sana ve bana
Kaşla
göz arası kadar kendine yaklaştırdın beni, öyle ki
Sen’i, gerçekten kendim sandım
Ve
vecd hâlinde kaybettiğimde kendimi
Sen’inle
Sen’de yok olmama izin verdin
Hayatımdaki
en yüce kurtuluş
Sen’sin
ölümümden sonra ebedî huzurumsan,
Ve
Sen’den başka kimseye güvenemem,
Sen’den
başka bir korku,
Sen’den başka bir ümit yok bana.
Sen’in
izlerinin bahçesi çiçekler içinde saklıyor bütün marifet ve hikmetleri.
Ve
eğer birşey isteyecek olsam ey ben olan
Sevgili
Sen’sin her arzum ve hayalim
Sen’de
bir mânâ var, ruhları cezbeden,
Bir işaret, Sen’den Sana doğru
Benim
gönül gözüm çok açık
Ve
bütün bunların hepsi elinde Sen’in.
Kalbimin
her köşesi Sen’indir
Hiçbir
yaratılmış dokunamaz Sen’in yerine
Ruhum
deriyle kemik arasında tutuyor
Sen’i
Ya Sen’i kaybersem -söyle ne olur benim hâlim?
Bir dost
anlatıyor:
Akşam ve
yatsı namazları arasında Hallac’ı ziyaret ettim; dua ediyordu... Namazını
bitirip selam verdikten sonra, secdeye kapandı ve o güne kadar böylesini duymadığım
şeyler söyledi. Dua esnasında kendinden geçti; sanki vecd halindeydi. Sesini
yükselterek konuşmaya başladı: “Ey tanrıların Tanrısı, ey padişahların
Padişahı; Sen, O’sun ki, ‘...O’nu ne gaflet basar, ne de uyur...’ (Sure
2/255)* Beni bana geri ver. Ver ki, Sen’in kulların benim yüzümden şeytana
uymasınlar. Ey, O olan ben ve ben olan O! Benim benliğim ile Sen’in zatın
arasında, bakilik ve fanilikten başka bir fark yoktur!”
Sonra
başını kaldırdı, bana baktı ve bir kaç defa yüzüme gülümsedikten sonra, şöyle
dedi:
“Görmüyor
musun, Rabbim, kendi ezeliyetini nasıl benim faniliğimin üzerine vuruyor?
Böylece benim faniliğim O’nun ezeli- yetinde yok oluyor ve bende ezeliyetin
sıfatlarından başka hiçbir sıfat kalmıyor ve ben bu sıfatla konuşuyorum! Lâkin insanoğlu
yaratılıştan fanidir ve fanilikten konuşur. Ve ben ezeliyetten hareketle
konuştuğumda, beni reddediyor, beni kâfirlikle suçluyor ve hattâ beni öldürmeye
yelteniyorlar. Lâkin onları bu gayretlerinden dolayı mazur görmek gerekir;
kaldı ki, bana yaptıklarının mükâfatını göreceklerdir.”
Sen’i
düşündüğümde hasretin beni titretir
Sen’i
unutursam, azap ve keder
Ben
sadece incinmeyi arzulayan
Bir kalbe
dönüştüm- beni titreten acıya koşan
Sen’i
istiyorum, beni mükâfatlandırman için değil
Sen’i
sadece beni cezalandırman için istiyorum.
Zira
ben dilediğim her şeyi elde ettim
Azabıyla
beni kendine hayran bırakan Sevgili dışında.
Hamdolsun
insanlığını (nasut) aşikâr etti
Tanrısallığın
(lahut) göz kamaştıran sırrını
O,
mahlukatında aşikâr olmuştu
“Yiyen
ve içenin” suretinde
Mahlukat
O’nu gözleriyle görene kadar
Kirpik
kirpiğe bir bakış misali.[23]
Bir
dost anlatıyor:
Hallaç dedi
ki: “Tanrı, vahdaniyetine şahadet edilmesini buyurmuştur ve zatının
derinliğinin tasvir edilmesini yasaklamıştır ve kalplerin O’nun nasılhğma
dalmalarına izin vermemiştir ve O’nun Tanrılığını kavrayacak fikir
kıvılcımlarını aciz kılmıştır. Mahlukata O’ndan bir haber dışında hiçbir şey
zuhur etmez. Bu haber doğru da olabilir, yanlış da. Hamd ü senalar olsun O’na;
O, uludur. İstediğine hiçbir sebep olmadan görünür, istemediğinden nedensiz
saklanır.
Bütün
halkın gözlerinin önünde Huzuruna çıktım beşeriyetimle Sen benim Tanrısallığım
olmasaydın Burası yalanlar mekânı olurdu İlmin dili sana götüren söze muhtaçtır,
Oysa sözden yücedir gaybın dili Kimine göründün, kiminden saklandın Yolunu
şaşırmışlardan kendini ayırdın Lâkin bazen kalpler için, Garp’ta yükselirsin Ve
bazen Şark’ta kalplerden ayrılıp gidersin
Öğrencilerinden
biri anlatıyor:
Hallac’ın
Bağdat Pazarı’nda şöyle dediğini duydum:
Haydi
dostlarıma haber verin Denize açılmıştım, parçalandı gemim. Benim ölümüm
çarmıhın dininde Gitmem artık ne Mekke’ye ne Medine’ye
Sonra onun
arkasından gittim. Evine girdi. “Allah-u Ekber!” diyerek namaza başladı. Önce
Fatiha suresini, arkasından Şu’ara suresinden (26. Sure) Rum (30. Sure)
suresine kadar okudu. “Kendilerine ilim ve iman verilenler de derler ki...”
(Rum suresi 30/56) Burada durdu ve tekrarladı. Sonra ağlamaya başladı. Selam
verdikten sonra, sordum: “Şeyhim, pazarda bir kâfir gibi konuştun. Şimdi
burada bu şekilde namaza duruyorsun! Sen ne istiyorsun, maksadın nedir?” O,
eliyle kendisini göstererek, “Bu lanetlenmişin katledilmesini istiyorum.”
dedi.
“İnsanları
böyle bir bâtıl işe teşvik etmek caiz midir?” diye sordum. O da, “Hayır; hattâ
ben onları Hakikat’e teşvik ediyorum. Zira bana göre, (eliyle kendisini
göstererek), bu şahsın katli şeriata göre vaciptir ve onlar bu işten dolayı
mükâfatlandırıla- caklardır; çünkü gayretleri dinleri içindir.” diye cevap verdi.
Başka bir
öğrencisi anlatıyor:
Hallac’ı,
Mansur Camii’ne girerken gördüm. İçerideki kalabalığa hitaben: “Ey cemaat,
beni dinleyin, size bir sözüm var.” dedi. Çok sayıda insan etrafına toplandı.
Bunların arasında onu sevenler de vardı, onu reddedenler de. Ve o konuşmaya
başladı: “Bilin ki, ulu Tanrı benim kanımı size helâl kılmıştır; artık beni
öldürün!”
Bazıları
ağlamaya başladı. Ben kalabalığın içinden seslendim: “Şeyhim, namaz kılan, oruç
tutan ve Kur’an okuyan bir Tanrı kulunu nasıl öldürebiliriz?”
“Dostum, kan
akıtılma sebebinin derin mânâsı, namaz kılmanın, oruç tutmanın ve Kur’an
okumanın ötesindedir. Artık beni öldürün ki, siz hakettiğiniz ödüle, ben de
huzura kavuşayım. Siz din mücahidi olacaksınız, ben de şehit olacağım.” diye
cevap verdi:
Etrafta
toplananlar ağlarken, o gitti. Evine kadar arkasından gittim ve “Şeyhim, bu
söylediklerinin mânâsı nedir?” diye sordum. O, “Dünyada Müslümanlar için beni
katletmekten daha önemli bir şey yoktur.” diye cevap verdi. Ben tekrar sordum:
“Allah’a giden yol nasıldır?” “Yol ikiliğin arasındadır ve hiçbir şey Ben’imle
Bir değildir.” dedi. Bunu bana açıkla dedim. “Telmihlerimizi anlamayana bizim
açıklamalarımız da yol gösteremez” dedi ve devam etti:
Ah ben
miyim, yoksa SEN mi? İki Tanrı mı var yoksa!
Ah uzak,
ah çok uzak benden, ikiliği kabul etmek
Benim
hiçliğime karşı ebedîdir Sen’in Zatın,
İki katlı
bir örtü gibi süregeldi varlığım.
Peki
Sen’in varlığın nerde? Görebileceğim uzaklıkta mı?
Mekânın
bittiği yere kadar benim varlığım aşikâr
İştiyakla
arzuladığım Cemal’in nerede?
Kalbin nadirinde mi, gözün
nadirinde mi?[24]
Ah
Sen’inle benim aramda, bir ben duruyor bana azap veren. Sen’in “Ben”inle
benimkini kaldır aradan!
Okuduğu
mısraları açıklayıp açıklamak istemediğini sordum. Şöyle cevap verdi: “Bunun
mânâsı, Tanrı’mn hakikatini bilen Peygamberine ve o silsileden benim dışımda
kimseye emanet edilmedi.”
Musibetlerle
beni pare pare etsen de, Sen’i her zaman daha fazla seveceğim!
Bir dost
anlatıyor:
Hallac’ı,
el-Katiya pazarında caminin önünde dururken gördüm. Etraftaki insanlara
sesleniyordu: “Ey cemaat, şayet Tanrı bir kalbe hakikati bildirmek isterse, o
kalbi, O’nun dışındaki her şeyden temizler. Ve eğer O daima biriyle beraberse,
onda, Kendi dışındaki her şeyi yok eder. Ve O kullarından birini severse, diğer
kullarını sevdiği kula karşı düşmanlığa zorlar ki o, O’na daha çok meyletsin ve
O’na daha çok yaklaşsın. Ve ben ne hâldeyim? Ben, ne Tanrı’nm bir nebze olsun
kokusunu duyabildim, ne de O’na bir lahza dahi olsa yakınlık bulabildim. Fakat
buna rağmen, halk devamlı bana düşmanlık ediyor.”
Sonra
ağladı, pazar halkı da ağlamaya başladı. Onlar ağlarken Hallaç gülmeye başladı;
ardından yürekleri parçalayan feryatlar etti ve bir kaç beyit söyledi.
Sürekli yeni
topraklar peşinde koşan bir hükümdar gibi, biz de bütün yıl boyunca musibetler
aradık.
“Menzile
varmak isteyen, dünyayı arkasında bıraksın.” dedi Hallaç ve sonra aşağıdaki
dizeleri okudu:
Ah
ruh, kendini sen teselli edeceksin
Şeref,
halvettedir, çilededir!
Nuru
düşünmelisin, ki onun mihrabı
Bâtın’ın
keşfidir, aydınlanma.
Parçamın
bir parçası parçalarımı düşünür;
Bütünümün
bütününe hasret benim bütünüm.
Arifin
işareti, dünyadan ve ahiretten kopmasıdır.
Mürit,
başından beri Tanrı’yı hedefleyen ve hedefe varıncaya kadar yolundan sapmayan
bir okçudur.
Kendini
Tanrı’dan başka her şeyden mahrum bırakan ve sadece Tanrı’mn gözüyle bakan
insana fakir denir.
İlâhî
Hakikati din ışığı ile arayan kimse, güneşi yıldızların ışığı ile arayana
benzer.
Ah
Tanrım, Sana şükretmekten aciz olduğumu biliyorsun; o hâlde benim yerime Sen
kendine şükret; zira gerçek şükür sadece budur.
Esaret ve Ölüm
İbrahim
ibn Fatik anlatıyor:
Bir gün
habersiz Hallac’m tutuklu bulunduğu hücreye gittim; baktım ki, başmı secdeye
koymuş konuşuyor:
“Yakın
olduğu zaman daima benim ruhumda bulunan, uzak olduğu zaman, ezelî ile faninin
birbirine uzak olduğu kadar benden uzak duran Sen! Sen’in her şey olduğunu
düşünene kadar, gözümün önünde parıldıyorsun ve Sen’in olmadığına şahadet
edinceye kadar kendini benden saklıyorsun. Ne Sen’in uzaklığın beni canlı
tutuyor, ne yakınlığın bana bir hayır sağlıyor; Sen’inle savaş bana bir yarar
sağlamıyor ve Sen’inle barış bana güven vermiyor.”
Beni
farkedince, kalktı oturdu ve bana dönerek, “Yakma gel, çekinme.” dedi. Yakınına
gittim, karşısına oturdum. Gözlerinden sanki alev fışkırıyordu. Konuşmaya
başladı:
“Sevgili
oğlum, bazıları benim kâfirliğime, bazıları ermişliğime tanıklık ediyorlar.
Lâkin, benim kâfirliğime tanıklık edenler, hem Tanrı nezdinde hem de benim
nezdimde, benim ermişliğime tanıklık edenlerden daha makbuldürler.”
Bunun
sebebini sordum.
“Çünkü benim
ermişliğime tanıklık edenler, bunu, benim hakkımda iyi düşündüklerinden dolayı
yapıyorlar; oysa beni kâfirlikle itham edenlerin hareket noktası, dinlerine
olan bağlılıklarıdır. Ve Tanrı’nın yanında, dinine önem veren bir kimse,
birisi hakkmda iyi niyet besleyen bir kimseden daha evlâdır.”
Sonra şöyle
devam etti:
“Söyle
bakalım, benim çarmıha gerildiğimi, öldürüldüğümü ve yakılarak külümün göğe
savrulduğunu gördüğünde hâlin nice olacak? - Ve bu benim hayatımın en mutlu
günü olacak!”
Bir süre
sustu, sonra “Daha fazla oturma, kalk git; Tanrı’ya emanet ol.” dedi.
Bir
ziyaretçi anlatıyor:
Bağdat
cezaevinde tutuklu bulunan kardeşimi ziyarete gittiğim gecelerin birinde,
güzel bir dua duydum. Kulak verdim; duacı, uykusuz bir kalp ve gören bir dille
konuşuyordu:
“Ey benim
Dostum, istediğinde beni korursun ve bu Sen’in elindedir. En büyük musibetlerle
bana eziyet etmelerini, Sen’in en güzel rahmetlerinin bir ifadesi olarak
görüyorum; zira kalbin derinindeki nur şuaları, zahiri hâlleri çoktan yakıp yok
etti.”
Onun şunları
söylediğini de duydum:
“Ey Tanrım,
günahkâr olduğum için Sen’den korkuyorum, ama mümin olduğum için umutluyum;
affına sığındığım için Sen’in inayetine güveniyorum ve Sen’in hakkında güzel
şeyler düşündüğüm için uzun uzun dua ediyorum.”
Bunun
üzerine dua eden kişinin kim olduğunu sordum. Hüseyin ibn Mansur el-Hallac
olduğunu söylediler.
Bir tanık
anlatıyor:
Hallac’m
katledileceği sabahtan bir önceki geceydi. O, tutuklu bulunduğu hücrede ayağa
kalktı, hırkasını sırtına aldı yüzünü kıbleye döndü. Ellerini göğe açtı ve
konuşmaya başladı. Söylediklerinin hepsi hatırımda kalmadı; hatırladıklarımın
bir kısmı şöy- ledir:
“Biz Sen’in
tanıklarınız. Sen’in kudretinin nuruna sığınıyoruz ve biz de Sen kendinden
göstermek istediğin kadarım gösterebilsin diye bu nurla nurlanıyoruz. Tahtı
gökte olan Sen’sin ve “O gökte de ilâh, yerde de ilâhtır...” (Sure 43/84)*
Sen -iraden
doğrultusunda- istediğin gibi ‘en güzel biçimde’.[25]
[26] tecelli
edersin. Ruh da bu biçim içinde bilgi, yorum, kudret ve ispat yoluyla işler.
Sonra Ben-olan tanığına O-olan varlığını sunarsın.
Yaratıcı
sözümle ezeliyetimin tahtına doğru arşa yükselirken, Sen mertebelerimin sonunda
bana benzerken ve bana benim vasıtamla hitap ederken ve ilmimin ve mucizemin
hakikatini aşikâr ederken Sen’de neler oluyordu?
Beni
yakaladılar ve tutsak ettiler ve buraya getirdiler ve çarmıha gerdiler ve
öldürdüler ve yaktılar ve göğe savrulan parçalarımı döne döne esen rüzgar alıp
götürdü. Ve and olsun ki, tecellilerimin** mabedinin sütunu olan Yecüc’ün
üzlüğünün[27]
bir atomu bile mıhlanmış dağlardan daha kudretlidir!”
Sonra
devam etti:
Ezeliyetin
şahitlerine ulaşmak gayesiyle tanığı
Nerede’nin
arkasına gidenler için dert yanıyorum Sana.
Çoktan
beri hikmet denizlerini kuşatan vahiy bulutlarından
Kopan kalpler için dert yanıyorum Sana.
Kaybolan
ve çoktandır sanki anılarda bile kalmamış
Tanrı
lisanından ötürü dert yanıyorum Sana
Güçlü
belagat sahiplerinin bile söz ve idraklerinin aciz kaldığı
Sarih
deliller adına dert yanıyorum Sana
O
ihtişamından harabeden başka bir şey kalmayan
Ruhun imalarından ötürü dert yanıyorum Sana.
Senin
aşkın adına binek hayvanlarını daima itaat gemiyle
Dizginleyenlerin
erdemlerinden ötürü dert yanıyorum
Sana Bak, hepsi yok olup gittiler; izleri de
yok, kaynakları da
-
Ad kavmi gibi yok oldular, İrem bağlan gibi maziye kanştılar.[28]
Sonra
karanlıkta el yordamıyla yol arayan
İnsanlar
takip etti onları, hayvanlardan daha kör,
Sadece
kör arzularının esiri hayvan sürüleri gibi.
Hallac’ı,
elleri ve ayakları zincire vurulmuş bir hâlde şehrin meydanına getirdiler. Bu
hâliyle sema eder gibi dönmeye başladı. Hem gülüyor, hem de şiir okuyordu:
İşret
arkadaşım benim, zulümden aridir daima Cömertçe bade sundu, “gel konuğum ol”
dedi bana; Ve başlayınca kadeh devrana, o saldı bir celladı meydana - Böyle
olur işte, ejderhayla bade içilirse yaz ortasında!
İbrahim
ibn Fatik anlatıyor:
Hallac’ı
çarmıhın önüne getirdiklerinde, bir çarmıha baktı, bir çivilere baktı ve sonra
gözlerinden yaşlar gelinceye kadar gülmeye başladı. Sonra etrafta toplanan
kalabalığa döndü. Kalabalığın içinde duran Şibli’ye şöyle dedi: “Ebubekir,
seccaden yanında mı?” Şibli: “Elbette, Şeyhim” dedi. Hallaç, rica etti:
“Öyleyse onu benim için yere ser.” Hallaç, Şibli’nin yere serdiği seccade
üzerinde iki rekât namaz kıldı. Ben yakınındaydım. İlk rekâtta Fatiha
suresini, arkasından Bakara suresinin 155. ayetini okudu: “Çaresiz sizleri
biraz korku, biraz açlık, biraz maldan, candan ve ürünlerden eksiklik ile
imtihan edeceğiz. Müjdele o sabırlılara.”
İkinci
rekâtta ise, yine önce Fatiha suresini, arkasından Âl-i İmran suresinin 185.
ayetini okudu: “Her nefis ölümü tadacaktır...” Ve selam verdikten sonra bir
dua etti, çoğunu hatırımda tutamadım; hatırladıklarımın bir kısmı şunlardır:
“Ey Tanrım,
and olsun ki, Sen her yönden tecelli edensin ve her yönden münezzehsin. Sen’in
benim hakkımı korumaya söz vermenin karşısında, benim Sen’in hakkını korumaya
söz vermem... Aslında benim Sen’in hakkını korumaya söz vermemle, Sen’in benim
hakkımı korumaya söz vermen birbiriyle çelişiyor. Zira Sen’in hakkını korumak
için benim vereceğim söz benim insan tabiatımdan, halbuki benim hakkım için
Sen’in vereceğin söz Sen’in İlâhî tabiatından kaynaklanmaktadır. Ve nasıl benim
insanlığım Sen’in Tanrısallığına karışmadan yükseliyorsa, Sen’in Tanrısallığın
da benim insanlığıma hiç dokunmadan onu ezip geçiyor.
Sen’in
ezeliyetinin karşısında benim faniliğim... Faniliğim, Sen’in ezeliyet örtünün
altında. Bunun için Sana sonsuz şükürler olsun ki başkalarından gizlerken,
Cemalinin tecellilerini bana cömertçe bahşettin ve başkalarına yasakladığın en
derin sırlarını görmeme izin verdin. Bu kulların Sen’in dinine olan
bağlıhklarm- dan dolayı beni öldürmek için toplandılar. Böylece Sana daha yakın
olmak istiyorlar. Onları affet! Çünkü, bana gösterdiklerini onlara göstermiş
olsaydın, onlar bu işe niyetlenmezlerdi. Ve eğer Sen, onlardan gizli
tuttuklarını benden gizli tutmuş olsaydın, benim de başıma böyle bir musibet
gelmezdi. Sen yaptığın her şey için övgüye layıksın; Sen, arzuladığın her şey
için övgüye layıksın.”
Sonra
sustu ve bir süre içinden duaya devam etti...
Sonra
söyle konuştu:
“Ah
dostlarım öldürün beni!
Çünkü
benim hayatım sadece ölümdedir.
Evet,
sadece hayatta bana ölüm vardır, Ve ölmektedir hayatım benim!
And
olsun, en büyük rahmet,
Nefsi
söndürürek süzülmek göğe,
En
kötüsü ise
Yapışıp
kalmak bu bedene.
Bıkkınlık
içindedir ruh,
Hâlâ
bu harabede yaşamaktan: Öldürün beni, evet ve yakın beni, Uzuvları sefilce
titreyen bedenimi! Sonra geçip gidin yanından Cansız mezarların
Benim
Dostumun sırrını
Bâtınımın
mirasından alın
Görmüyor
musunuz, en yüksek makamlara Ulaşmak gayretindeki yaşlılardan biriyken Şimdi
bir çocuk gibiyim,
Sadece
ana memesine düşkün,
İstirahat
ediyorum tuzlu toprakta, Ve karanlık mezarda yatarak! Hayret, benim annem Hayat
vermiş kendi babasına, Ve benim küçük kızlarım Kardeşlerim gibi etrafımda Bunun
sebebi Ne aldatma, ne de devir değişimi, Toplayın bir araya bütün parçalarımı
Işıklı bez parçaları arasından, Havadan ve ateşten, Yanıbaşınızdaki canlı
pınardan! Ekin onları ihtimamla, Tozlu ve dümdüz toprağa, Ve sulayın onu, ah
dostlarım: Bırakın dönsün süzülerek kadehler! Bırakın doldursun hizmetkârlar,
Fışkırsın çeşmelerden sular! Bakın, yedi gün sonra burada Yükselecek asil bir
funda!
Cellat
Ebül-Hasan tam bu esnada Hallac’a yaklaşarak ona öyle bir tokat attı ki, burnu
kanadı ve kan damla damla ak sakalından aşağıya akmaya başladı. Bundan çok
etkilenen Şibli, feryat ederek hırkasını yırttı. Ebül-Hüseyin el-Vâsıti ve daha
bir çok sufi bayıldılar ve halk az daha ayaklanıyordu. Fakat askerler yapacaklarını
yaptılar...
Şibli
anlatıyor:
Hallac’ın
yanma yaklaştım. Elleri ve ayakları kesilmiş, gövdesi bir direğe bağlanmıştı.
“Tasavvuf nedir?” diye sordum.
Dedi ki:
“Burada gördüğün, onun en alt makamıdır.” “Öyleyse en yüksek makam
hangisidir?” diye sorunca, şu cevabı verdi:
“Senin için
oraya yol yoktur. Fakat onu yarın göreceksin. Benim gördüğüm gayb âlemindedir
ve bu yüzden senden saklıdır.” Ve akşam namazı vakti geldiğinde, halifeden,
boynunun vurulması için izin çıktı. Bunun üzerine bekçi “Artık bugün akşam oldu.
Bu işi yarma bırakalım!” dedi.
Sabah
olunca, bağlı bulunduğu direkten onu çözdüler ve boynunu vurmak üzere, ön
tarafa getirdiler. Hallaç o anda yüksek sesle şöyle söyledi: “Vecde kapılanın
nasibi, Bir’in onu Bir’li- ğe geri götürmesidir.”[29]
Sonra
Kur’an-ı Kerim’in Şûra suresinin (42) 18. ayetini okudu: “Ona (Kıyamete)
inanmayan imansızlar onun çabuk gelmesini isterler, inananlar ise gerçek
olduğunu bilirler de ondan korkar ve sakınırlar. İyi bil ki kıyamet hakkında
tartışanlar, uzak (derin) bir sapıklık içindedirler.”
Bunların
Hallac’m duyulan son sözleri olduğu söyleniyor. Sonra boynu vuruldu; bedeni bir
hasıra sarılarak, üzerine katran yağı döküldü ve yakıldı. Külleri bir minarenin
üzerine çıkarılıp rüzgâr alıp götürsün diye bırakıldı.
Attar
anlatıyor:
Halk
Hallac’ı taşlamaya başladı. Şibli de onlara uymak için bir gül attı. Hallaç,
“ah” ederek inledi. “Halk bu kadar taş attı. Taşlar sana değerken inlemedin de,
niçin Şibli gül atınca inledin?” diye sordular.
Hallaç, “Ne
yaptıklarını bilmeden yapanlar mazurdurlar. Fakat onun gül atması zoruma
gitti. Çünkü atmaması gerektiğini biliyordu.” dedi.
Onu
darağacına getirdiklerinde, evvel merdiveni öptü, sonra ayağını bastı.
“Nasılsın?” diye sordular “Gerçek erenlerin miracı, darağacınm tepesidir.”
dedi.
Ellerini
kestiler. Hallaç güldü. Niçin güldüğünü sorduklarında, “Elleri bağlı bir
insanın ellerini kesmek kolaydır. Er odur ki, sıfat elini arşın üzerinden çeke
ve kese.”
Sonra
ayaklarını kestiler. Tebessüm etti ve dedi ki: “Bu ayaklarla dünyayı gezerdim.
Benim başka ayaklarım da var onlarla iki dünyada da seyahat edebilirim.
Elinizden geliyorsa, onları kesin!”
Sonra kesik
bileklerinden akan kanı, kolları ve yüzü kan içinde kalana kadar yüzüne sürdü.
“Niçin böyle yapıyorsun?” diye sordular:
Cevap verdi:
“Çok kan kaybettim. Biliyorum ki, şimdi benzim sararmıştır. Korkudan rengimin
sarardığını zannedeceksiniz. Kanı yüzüme sürdüm ki, gözünüze yüzüm kırmızı
(şerefli) görünsün. Yiğitlerin gül rengi kanlarıdır.” “Yüzünü niçin
kızarttığını anladık peki neden kanını dirseklerine kadar sürdün?” diye
sorulunca: “Aşk abdesti alıyorum.” dedi. “Nasıl bir abdest?” dediler. “Kanla
alınmayan abdestle kılınan iki rekât namaz tam değildir.” dedi.
Şibli,
Hallac’m öldürüldüğü günün gecesi Tanrı’ya yalvararak dedi ki: “Ya Rabbim, daha
ne zamana kadar âşıkları öldürmek istiyorsun?” Cevap geldi: “Onlar benim
diyetimi bulana kadar.” “Senin diyetin nedir?” sorusuna, “Âşıkların diyeti,
Benimle ve Benim güzelliğimle karşılaşmaktır.” cevabını aldı.
Şibli,
Hallaç öldürüldükten sonra onu rüyasında gördü: “Tanrı sana ne yaptı böyle?”
diye sordu. Hallaç dedi ki: “O beni hem aşağıladı, hem şereflendirdi!” Şibli
sordu: “Hangi mertebede seni aşağıladı?” Hallaç cevap verdi: “Kudretine nihayet
olmayan padişahlar padişahının yüce huzurunda doğrulara has mecliste!.” (Sure
54/55)* Şibli, tekrar sordu: “Sana bunca eziyet çektiren halka ne yaptı?”
Hallaç, “Hem bana iyi davrananları hem bana düşman olanları affetti. Zira bana
iyi davrananlar beni tanıyorlardı ve Allah rızası için bana iyi
davranıyorlardı. Bana düşman olanlarsa beni tanımıyorlardı ve Allah rızası için
düşman oldular. İşte bu yüzden iki tarafı da fazilet sahibi olarak kabul edip
onları affetti.” dedi.
Kitab et-Tavasin’den
İdrak
Üzerine
Mahlukatın
idrakinin Hakikat’le ilgisi yoktur, Ve Hakikat’in de mahlukatla ilgisi yoktur.
Düşünceler rabıtalardır ve mahlukatın Rabıtaları hakikatlere erişemez.
Hakikat
bilgisini idrak etmek zordur - Hakikatin Hakikati’nin idraki ise - daha zor!
Hak
Hakikat’in arkasındadır
Ve
Hakikat Hakk’ın bu yüzüdür.
Pervane
sabaha dek mum ışığının etrafında döner,
Sonra
arkadaşlarının yanına gider
Aşk
sarhoşu kelimelerle;
Yaşadığı
mutluluğu onlara anlatır
Sonra
kemale ermek için,
Cilveli
Güzel ile bir olur.
Mum
ışığı Hakikat bilgisidir.
Sıcaklığı
Hakikatin Hakikatidir,
Ona
erişmek Hakikatin Hakk’ıdır.
O
ne ışıkla yetiniyordu,
Ne
de onun sıcaklığı ile,
Kendisini
alevin içine atıverdi,
Arkadaşları
onun dönüşünü beklediler,
Gördüklerini onlara anlatsın diye.
O
bilgi ile yetinmediği için.
Yanmış
kül olmuş, dağılmıştı.
Ondan
geriye ne bir işaret ne bir beden
Ne
bir isim ne de bir iz kaldı.
Neden
tekrar bir biçime girsin ki
O
hâli kazandıktan sonra
Görmeyi
başaran artık bilginin peşine koşmaz
Görülene
erişen ise görmenin derdine düşmez-
“Rivayet”ten
(Aktarımlar)
Hallac’m
Rivcıyetleri’nin yirmi yedi tanesi günümüze kadar ulaşmıştır. Hallaç burada,
kozmik boyuttan ve mistik kavramlardan başlayıp İlâhî Hikmet’in kaynağına
kadar uzanan çok özel bir aktarım zincirinden faydalanmıştır. Buna karşılık Hz.
Muham- med’in hadisleri, tanınmış ve kendilerine güvenilen kişilerden oluşan
normal bir aktarım zinciri üzerinden nesilden nesile intikal etmiştir.
Hallac’m
zikrettiği rivayetlerin çoğu kudsi hadistir. Bunlar Kur’an’da yer almayan Tanrı
sözleridir ve Hz. Muhammed’e veya Tanrı’nm sevgili kullarına doğrudan doğruya
gelen vahiylerdir. Hallac’m söylediği rivayetlerin çoğuna başka kaynaklarda da
rast- lanmaktadır; fakat o bir tek cezbe hâlinde kendisinin sahih olarak idrak
ettiklerini zikretmektedir. Muhtemelen bu yüzden olacak ki, tutucu Sünnî
çevreler onu, Kur’an’ı taklit etmekle suçlamıştır. Bu da olabilecek en ağır
küfürdür.
Hayatın
ruhuna ve insanın kulağının ve gözünün nuruna dair; bunların ikisi ezelden,
ulu Tanrı’nm bâtın ve zahir isimlerin- dendir.
Âdemoğlunun,
Tanrı rızası için yaptığı ibadetlerin hiçbiri, gecenin nihayetinde secdeye
kapanarak yapılan duadan daha makbul değildir.
Göğe ve yere
dair:
Bunların
ikisinin fıtratı, kudretten, yakınlığın azametinden ve ulu Tanrı’dandır.
Ben’den
başkasını düşünmeyen ve Ben’im büyüklüğümü, kudretimi, rahmetimi ve lütfumu
düşünen kulumla beraber olurum. Bir kulum dardayken Ben’i çağırırsa, yanma
giderim; eğer müminse onu duyarım. Ve Ben, ana ve babasını elinden aldıy- sam,
büyüyünceye kadar o yetimin yanında kalırım. Ben şanımı, kudretimi, kuvvetimi
ve büyüklüğümü düşünen meleklerin yanındayım. Ben’i sevenlerin kalplerine
yakınım. Bana bakanlara ben de bakarım. Benim sözlerime kulak verirlerse ilmimi
ve yakınlığımı, onlara döndürürüm.
Sahih
rüyaya, bilge Melek’e, ulu Kerubi’ye, Levhi Mahfuz’a, Hikmet’e dair:
Tanrı için,
onu sevmekten daha hoş bir ibadet yoktur.
Sarih
İdrak’e, şanı yüce Kur’an’a, Tanrı’nın elçisi Muham- med’e, Cebrail’e, Tanrı’ya
dair - hamdüsena Ona’dır ve O yücedir!:
Fani dünyayı
bilen, Ben’i bilmez. Mahlukata güvenen, Ben’i sevmez. Ben’i seven, bu âlemin ne
rahatını bilir, ne ızdırabım. Ben bir sadık kulumu seyrettiğim zaman, onu,
meleklerimden birisi gibi, nuranî bir mahluk olarak görürüm.
Azat edilen
bilgeye, sabit bakışlı meleğe, tedbirli hareket eden padişaha, yaşayanlara,
duyanlara, görenlere dair:
Tanrı -
hamdüsena Ona’dır ve O yücedir!-diyor ki: Vermediğim bir şeyden dolayı Benimle
çekişenin elinden, o pişmanlık duyana kadar, verdiklerimi de alırım. Pişmanlık
duyduğu zaman ona Ben, o güne kadar giymediği bir gömlek giydiririm. Pişmanlık
duymadığı takdirde, rahmetimi onun üzerinden çekerim ve onu cehennemin bir
köşesine, hiçbir zaman nazar etmeyeceğim bir yere koyarım. Verdiğim nimetlerden
Bana bir hediye vereni -hele bunu Bana olan sevgisinden dolayı vermişse-
faninin hiçbir zaman yol bulamayacağı bir imparatorluğa hükümdar yaparım.
Vakitlerin
vaktine, güzelliğe, iyiliğe, iradeye, Tann’ya dair -ham- düsena Ona’dır ve O
yücedir-:
Dostlarımın
sevgisi, Benim sevgime işaret eder. Sevgili kullarımın iradesi, Benim irademe
işaret eder. Erenlerimin arzusu, Benim arzuma işaret eder. Var olan her şey,
Benim bilgimle, Benim kudretimle ve Benim irademle var olur.
Tanrı’mn
renkli pırıltılı gökkuşağına, güneşin doğuş noktasına, burçların evlerine,
kutuba, işaret parmağı (Levhi Mahfuz’a) ışık ile yazı yazana, düşünen yaratığa,
ezelî bilgeliğe, en kutsal yemine dair:
Tanrı, her
şeyin önündedir. Bunu idrak eden, Ona yakındır. Tanrı, her şeyin üzerindedir.
Tanrı, her şeyin içindedir. Bunu bilen, Tanrı’mn huzuruyla kuşatılmıştır.
Güneşe eş olan, Tanrı’mn şanını terennüm etmektedir.
Kur’an
Tefsiri’nden
“Allah
göklerin ve yerin nurudur...” (Sure 24/35)[30]
Tanrı, göğün
ve yerin nurudur. O, nurun nurudur. Tanrı nuruyla istediği kimseyi kudretine
ve kudretiyle bâtınına ve bâtınıyla evveline ve evveliyle ezeliyetine ve ebediyetine
ve ezeliyeti ve ebediyetiyle Tek’liğine yönlendirir: O’ndan başka varlığına ve
kudretine şahadet edilen bir ilâh yoktur. O uludur. O istediği kişinin, tevhid
bilgisini artırır ve O’nu her şeyden münezzeh bilmesini sağlar; O’nun
ululuğuna, Bir’liğine mutlak hâkimiyetinin yüceliğine dair ilmi artırır.
Tek’tir ve ve mutlak hâkimiyetiyle bütün övgüler O’na aittir.
Ve ayrıca:
Başta vahyin
nuru, gözler arasındaki gizli sohbetin nuru, kulakta mutlak bilginin nuru,
dilde tefsirin nuru, kalpte imanın nuru, fıtratında daimî hamd ü senanın, meth
ü senanın ve kelime-i şahadetin nuru. Ve şayet bu nurlardan bir şey alevlenip
diğer nur üzerinde hâkimiyet kurarsa, onu kendi kudretine kabul eder ve o
huzur bulduğu zaman, söz konusu nurun kudreti büyür ve eskisinden daha
mükemmel olur ve bütün nurlar alevlendiklerinde, artık “nurun âla nur” olur;
“Tanrı istediğini kendi nuruna yönlendirir.”
“Allah O’dur
ki sizi yarattı, sonra da size rızık verdi; sonra sizi öldürür; sonra sizi
diriltir...” (Sure 30/40)[31]
O sizi kudretiyle
yarattı ve ilmiyle doyurdu ve sizde O’nun dışındaki her şeyin yok olmasını
sağladı ve siz onunla tekrar hayat buldunuz.
rüzgârları
müjdeleyiciler olarak göndermesi de O’nun ayederindendir.” (Sure 30/46)
Âşıklarının
kalplerine lütfundan esintiler göndermek, O’nun mutlak hâkimiyetinin
alâmetlerinden biridir ve âşıkları çekinmeden muhabbet halısının üzerine
gelsinler diye onlara çekingenlik perdelerini yırtmanın sevinçli müjdesini
verir. O, bu halının üzerinde onlara aşinalık şarabı içiriyor ve onların
üzerinde kerem rüzgârları estiriyor ve O, onları bütün sıfatlarından
arındırdıktan sonra, kendi sıfatları ve vasıflarıyla yaşatıyor. Ayrılık
sınırında kalan kimse, bütün yaratılanların bir olduğunu anlayana kadar ve
olmayanın niçin olmadığını; sonu gelmeyenin niçin sonunun gelmediğini anlayana
kadar, Tanrı’nın hakikat halısına oturamaz.
“Şüphesiz ki
bu apaçık ve kesin bir imtihandı, dedik.” (Sure 37/106)
Musibetler
de Tanrı’dan gelmektedir; esenlikler de. Emir, O’nun şanı yüce azametidir ve
yasak, O’nun zilletidir.
Kalbimdeki bütün düşünceler
Sen’in etrafında dönüyor,
Dil, Sen’in aşkından başka
Hiçbir şey söylemiyor
Yüzümü doğuya çevirsem doğudan nur saçıyorsun
Yüzümü batıya çevirsem gözümün önünde duruyorsun
Yüzümü göğe çevirsem görüyorum ki
Sen ondan yücesin;
Yüzümü yere çevirsem
Burada her yer Sen’sin.
Her şeye mekân veren Sen’sin fakat
Sen onun mekânı değilsin;
Her şeydeki küll Sen’sin,
Ama bizim gibi geçici değilsin.
Benim kalbim, vicdanımsın
Düşüncem, ruhumsun
Nefesin ritmi Sen’sin
Kalbimdeki düğüm Sen’sin.
Avrupa Dillerinde Yayımlanan Eserlerden Seçmeler:
Louis
Massignon, La Passion d’al Hosayn ibn Mansour Al-Hallaj, martyr mystique de
l’Islam, 2 cilt halinde, Paris, 1922; daha sonra genişletilerek 4 cilt
halinde Paris, 1976. 4 cilt halinde İngilizce çevirisi: Her- bert Mason, Al-Hallaj,
mystic and martyr of İslam, Princeton, 1981.
------ , Ruzbihan Baqli’nin Farsça
tefsiriyle Kitab at-Tavasin'in Arapça metnini yayımlamıştır, Paris,
1913.
------ , “Le Divân d’al-Hallâj, Essai de
reconstitution” (edition et tra- duction), Journal Asiatique, 1931,
sayfa 1-158.
------ , “Divân” (traduit et presente), Cahiers
du Sud, Paris, 1955 (Divan).
------ , Akhbar al-Hallâj, reconstruite
et completee
par L.M. et
Paul Kraus,
Paris 1936, 3. baskı 1957 (Akhbar).
------ , Receuil des textes inedits
concernants l’histoire de la mystique en pay s d’Islam, Paris 1929 (Receuil).
------ , Essai sur les origines du
lexique technique de la mystique mu- sulmane, Paris, ikinci baskı 1954
(Essai).
------ , “La survie d’Hallâj”, Bulletin
des Etudes Orientales, Şam, XI, 1945-46.
------ , “La leğende de Hallaçe Mansur en
pays turcs”, Revue des etudes islamiques, 1941-46, s. 67-115.
------ , “L’ceuvre Hallagienne d’Attâr”, agy,
s. 117-144.
------ , Interferences philosophiques et
percees metaphysiques dans la mystique Hallagienne, Melanges Marechal,
Brüksel, 1950, c. II, s. 263 ve devamı.
------ , “La vie et les ceuvres de
Rûzbihân Baqli”, Festschrift Johan- nes Pedersen'in içinde, Kopenhag,
1953.
------ , “Qissat Husayn al-Hallâj”, Donum
natalicum H. S. Nyberg, Stockholm 1954.
Roger
Arnaldez, Hallaj ou la religion de la Croix, Paris, 1964.
Nader Musa
Dahdal, Al-Husayn İbn Mansûr Al-Hallâg, Vom Miftgeschick des “Einfachen
Sufi” zum Mythos vom Martyrer Al-Hallâg, Erlangen 1983.
H. H.
Schaeder, Besprechung von Massignons “Passion”, Der İslam XV, 1926.
A. Schimmel,
Al-Halladsch, Martyrer der Gottesliebe, Köln, 1968.
------ , “Das Hallaj-Motiv in der
indo-persischen Literatür”, Festschrift Henry Corbin’in içinde, Tahran,
1977.
------ , “The Martyr-Mystic Hallaj in
Sindhi Folk Poetry”, Numen IX, 3, Leiden, 1962.
------ , Ghalib and Hallaj - a dance in
chains,
“A dance of Sparks”ın bir bölümü olarak, Delhi, 1978.
------ , Iqbal and Hallaj, önce Muhammad Iqbal
(Karaçi, 1959), daha sonra genişletilmiş haliyle Gabriel’s Wing (Leiden,
1969) adlı eserlerin bir bölümü olarak. Hafeez Malik, Muhammed Iqbal, Poet-
Philosopher of Pakistan, New York, 1972 (maalesef kötü bir edisyondur).
------ , “Halladsch-Motiv in der modernen
islamischen Literatür”, Die Welt des Islams XXIII-XXIV, 1984.
F. A. D.
Tholuck, Sufismus şive philosophia persarum pantheistica, Berlin 1821.
Ayrıca bkz:
A. Schimmel, Mystical Dimensions of İslam, Chapel Hill 1975 veya Mystische
Dimensionen des İslam, Köln, Diederichs, 1985. (Türkçesi: İslam’ın
Mistik Boyutları, çev. E. Kocabıyık, İstanbul, 2004)
Feridüddin
Attar’ın Tezkiret ül-Evliya’sı, İngilizcesi R.A. Nicholson tarafından
yayımlanmıştır. Leiden, 1905-07.
Cari W.
Ernst, Words of Ecstasy in Sufism (Albany, NY, 1985) adh eserinde
sufilerin “paradoksu” ve İslam zındıkları yargılama problemini incelemiştir.
İslam
dünyasında Iraklı bilim adamı M. Kâmil aş-Şaybi’nin konuyla ilgili eserinin
altını çizmek gerekiyor. Yazar, Bir Konu Olarak Arap ve Şark Edebiyat ve
Sanatında Hallaç adlı eserinde Hallac’m İslam kültürü üzerindeki
etkilerini irdelemekte ve Hallac’m “Divan”ına yeni bir yorum getirmektedir.
Mısırlı şair
Salah aş-Şabur’un Ma’sat al-Halladsch adlı eseri İngilizce olarak Brill
Yayınevi’nce (1972) yayımlanmıştır. Hallac’m idealini ve hayatını dramatize
eden Herbert Mason’un eseri The Death of al- Hallaj, University of Nötre
Dame Press yayınları arasında yayımlanmıştır (Nötre Dame, ABD). Adonis’in ve
Abdelvahab al Bayati’nin, Hallaç üzerine yazdığı modern Arap şiiri örneklerinin
Almancaları için bkz. A. Schimmel, Zeitgenössische Arabische Lyrik,
Tübingen, 1975.
[1] Bu kitap yayıma hazırlanırken, “Aman bir
yerde bir yanlışlık yapıp Büyük Hallac’a karşı bir kusur etmeyelim.” diyerek
çırpınan Işık ve Ferruh Gençer’e katkılarından dolayı teşekkür ediyorum. Bu
çalışmada onların emeği daha fazladır. Daha doğrusu ve güzelini bulabilmek için
hemen hemen her cümleyi, bazen kelimeleri tartıştık. Çünkü burada sözkonusu
olan metin, zat-ı şahsına münhasır bir üslup sahibi Annemarie Schimnıcl’in
diliyle “Hallaç el-esrar” ile ilgiliydi!
[2] Bkz. G.Ahmetcan Asena, İpek Yolu 1:
Çin-Doğu Türkistan, İstanbul, 2009 Altay inancında da, “dinler sağlıklı bir
bedenin gerekli uzuvlarıdır” deniliyor.
[3] Mirza E. Galib (1797-1869), Hindistan’da
Türk Bahür İmparatorluğunun siyasî ve ekonomik bakımdan çökmeye başladığı bir
dönemde yaşadı. 9. yüzyıl da Gazneli Mahmut ile başlayan, sonra Babür ve
oğullarıyla yaygınlaşıp sağlam laşan Türk asıllı yönetimin 19. yüzyılın
ortalarında (1858) yıkılmasıyla, 1 lindıs tan’daki bin yıllık Türk ve Müslüman
hâkimiyeti de son buldu. Türk asıllı bir subayın oğlu olarak dünyaya gelen
Mirza Galib, şiirlerini Urdu dilinde (Türkçe, Farsça, Sanskritçe, Arapça vs.
karışımı bir dil; bugün Pakistan’ın resmî dilidir.) yazmıştır. Çoğunlukla
tasavvuf içerikli olan şiirleri, bugün hâlâ Pakistan ve Hindistan’da okunmakta
ve yaşamaktadır, (ç.n.)
[4] Var olan her şeyin bir olduğu öğretisi,
(ç.n.)
[5] Araf suresi, 172. ayet. Kadim and’m
içildiği an; Tanrı’nm ruhlara; “Eles- tü bi-rabbiküm?” (Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?) diye sorduğu gün. (Kur’an- ı Kerim’den yapılan tüm alıntılar,
Elmahlı Hamdi Yazır mealinden alınmıştır.) (ç.n.)
[6] Attar’m Tezkiret ül-Evliya’da
naklettiği rivayete göre, iki sufi arasındaki konuşma şöyle devam ediyor:
Bunun üzerine Mansur cevap verdi: “Beni ağaca astıkları gün, sen de suretini
değiştiresin, başka elbise giyesin ve benim katlime fetva veresin.” Hallac’m
ölüm fetvası ayrıca 84 şahide imzalatıldı. Attar, bunlann arasında Bağdatlı
Cüneyd’in de bulunduğunu rivayet ediyor: Cüneyd’e de yaz dediler. Cüneyd,
derviş hırkasını çıkardı, ulema hırkasını giydi ve dedi ki: “Biz onun zahirine
hüküm veriyoruz ki, katledilmelidir. Bâtınını Tanrı bilir.” (ç.n.)
[7] Hallac’m Türkistan (Kaşgar üzerinden
Uygurların bugünkü Turfan yakınlarındaki başkenti Koço, daha sonra oluşacak
olan Karahanlılar devletinin ilk başkenti Balasagun ve benzeri önemli yerleşim
merkezlerini) bölgesini gezdiği ve Türkler üzerinde halen canlılığını koruyan
derin bir etki bıraktığı bilinmektedir. Yesevîlik ve Bektaşîlik gibi büyük I
ürk tarikatlarında Hallac’m özel bir yeri vardır, (ç.n.)
[8] Kıyamet günü tecellisi beklenen adalet,
(ç.n.)
[9] Naziat suresi, 24. ayet, (ç.n.)
[10] “Firavun, ben Hakk’ım dedi, alçaldı;
Mansur, ben Hakk’ım dedi, kurtuldu. Firavun’un “ben” demesinin arkasında
Tanrının laneti vardı; Hallac’ın “Ben” demesinin arkasında Tanrı’nın rahmeti
var.”
Molla
Cami de Nefhat’ül Üns adlı eserinde aynı konuyu şöyle işlemiştir:
“Firavun, sadece kendisini görmüş ve Ben’i (yani Tanrı’yı) kaybetmişti; oysa
Mansur, sadece Ben’i görmüş ve kendisini kaybetmişti.” (ç.n.)
[11] Bu, sadece Ramazan ayında oruç tutmak farz
olmasma rağmen, Hallac’m Mekke’de sürekli oruç tuttuğu şeklinde yorumlanabilir.
[12] Nisibin akrepleri çok zehirli olurlar.
Cebinde parayla bir gece geçirmek eski bir sufi geleneğine göre yasaktır.
[13] Zabid, Yemen’in Tihama sahillerinde yer
alan, din âlimleriyle meşhur eski bir yerleşim merkezidir. Mekke’den Zabid’e
günlerce süren yolculuktan sonra varılabilir.
[14] Genel olarak Müslümanlar dört büyük mezhepten birinin takipçisi
olur. Bu mezhepler arasında ayrıntılarda küçük farklar vardır. Ve bu farklar
genellikle hukukî ve ibadete yönelik sorulara verilen cevaplardan kaynaklanır.
Hallaç, bu dört mezhebin uyulması en zor kaidelerini kabul etmiş böylelikle
şeriatı en mükemmel şekilde yerine getirmiştir.
[15] Beş vakit namaz sırasında önemli bir hata yapılır veya dikkat
dağılırsa kural, namazın tekrarlanmasıdır. Hallaç, namazlarında gerçek bir
sufinin varabileceği en son noktayı yani kalbin her şeyden arındırılarak
Tanrı’ya odaklanmasını ve cezbe içinde Bir’liğe ulaşmayı hedeflerdi. Buna
ulaşamadığını düşünüp namazlarının hep eksik olduğunu düşünürdü.
[16]
Hallaç, bu şiiri ile seyr-i sülûkta yaşanan farklı tecrübelere işaret etmektedir.
[17] Rekât, namazın kıyam, rükû ve secdelerden
oluşan bölümleridir. Her rekâtta Fatiha suresi ve namaz sureleri okunur. İki,
üç veya dört rekâttan oluşan vakit namazlarına istenirse fazladan rekâtlar
ilave edilebilir. Vasat Müslümanlar belli sureleri okurken, dindar olanlar,
özellikle de tasavvuf ehli, uzun sureleri okumayı seçerle; hattâ,
Peygamberimizin kılmakla yükümlü olduğu ancak ümmetine tavsiye ettiği (sünnet)
gece namazlarında (teheccüd) bütün bir Kur’an-ı Kerim’i hatmederler.
[18] Hallac’m sık sık zikredilen bu beyti,
bilhassa katı dindar çevrelerce sürekli tenkit edilmiştir. Beytin farklı
varyantları vardır. Burada Hallaç, cezbe halindeyken namazın insanı bu hâlden
çekip alarak, dindarların şeriat çerçevesindeki dünyasına geri getirmekte
olduğunu; diğer bir deyişle, Tanrı dan kopmak, ayrılmak mânâsına geldiğini
anlatmak isliyor.
[19] Rivayetlerde nefs, sık sık mücadele edilmesi
gereken ve daha iyi şeyler yapabilmesi için terbiye edilmesi gereken bir kara
köpek şeklinde tasvir edilmektedir. (Bazen de nefs, binilerek terbiye edilmesi
gereken inatçı bir ata benzetilmektedir.) Sufilere göre, “en büyük cihat”,
nefse karşı sürdürülen cihattır.
[20] Cebriyyecilerin aksine Kaderiyyeciler, insanın
her fiilinden kendisinin sorumlu olduğu görüşündedirler. Onlara göre en küçük
hareketlerin bile önceden belirlendiği inancı doğru değildir. İnsanı kendinden
sorumlu olarak gördükleri için, radikal görüşteki insanlar onları iyi ve
kötüyü aynı ağırlıkta kabul eden düalist Zerdüştlerle kıyaslamışlardır.
Kaderiyyeciler de insanı Tanrı’nın yanında bağımsız bir varlık olarak kabul
ederler.
[21] Hızır, sır dolu bir nebî ve ermiştir. Hiç
durmadan yeryüzünde gezer, insanlara yardım eder ve onlara ilham verir. İslam
kaynaklarında ölümsüz olduğu ve herkese yardım elini uzattığı rivayet olunan
Hızır, Rückert’in Chidher isimli şiiri sayesinde Alman edebiyatında yakından
tanınmaktadır.
[22] Attab, Bağdat’ta çok sayıda dokumacının
bulunduğu bir semtin adıdır.
[23] Anlaşılabileceği gibi Hallac’m
bu şiiri çok tepki almıştır. Çünkü burada hem “nasut” (Tanrı’nm İnsanî tarafı)
ve “lahut” (Tanrı’nın İlâhî tarafı) gibi Hıristiyan terminolojisinden
kavramlar kullanılmış, hem de Kur’an-ı Kerim’de (Sure 5/75) “yiyen ve içen”
sözleriyle anlatılan Hz. İsa’nın tasvirine gönderme yapılmıştır.
[24] Zenitin zıddı olan nadir, bir
yıldızın yörüngesinin en alçak noktasıdır.
[26] Bu ifade 95. surenin 4. ayetine işaret ediyor. “Biz insanı en
güzel biçimde yarattık.”
Transfigürasyon: Dinî terminolojide Hz. İsa’nın nurlanması
ve cismanî varlığından çıkarak semavî varlıklar arasında yer alması hususunda
kullanılan bir tabirdir. Herbert Mason’un tercümesinde (1. cilt, s. 300)
“transfigüras- yon”un Arapça karşılığı olarak “tecelli” kelimesi verilmiştir, (ç.n.)
[27] Hallaç, gizemli “Yecüc’ün üzlüğü” tabiri ile,
muhtemelen yakılacak olan bedenini kastetmektedir.
[28] Ad ve İrem: Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde
(Sure 7/67, 41/14 vs.) adı geçen Ad kavmi eski bir ulustur; fazla gururlanıp
kibirlendikleri için, yerleri ve yurtları bir tufanla yok edilmiştir. Tanrı’nın
gazabına uğrayan en büyük yapıların ve halkların yok olacağına örnek olarak,
İrem “sütunları” da Ad kavmi ile aynı surede yer alır (89/6-7).
[29] Şehit sufinin bu son sözleri
farklı şekillerde rivayet olunmuş, dolayısıyla da farklı şekillerde tercüme
edilmiştir. İlk kez Hallac’tan bahseden protestan ilâhiyatçı Tholuck (1821) bu
sözleri yanlış aktarmış ve Hallac’m öğretisine bütünüyle ters sonuçlar
çıkarmıştır. Bu rivayetlerin içinde en isabetli olanın burada alıntıladığımız
ifade olduğunu düşünüyoruz. Bu da H.H. Schaeder’e aittir. Bir başka versiyon da
Arapçadaki son sözleridir ve “Bir’i tecrit etmek” anlamına gelir. Bir başka
deyişle “Cezbe hâlinde olan, sadece Bir’i, Yegâne olanı görür.” demektir.
[30] Nur suresi, 35. ayet, (ç.n.)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar