Transandan’ın (Mistik Ve Artistik Yaşantıların) Ve Yaratıcılığın Psikolojisi, Psikobiyolojisi & Psikiyatrisi
Yazan: Prof. Dr. Mehmet Kerem
Doksat…06.02.2002
Picasso’ya ortada bir masa,
üzerinde bir sahne maketi, bir tarafta bir çekiç ve kırılmış bir kol bulunan
ünlü Office tablosunun psikanalitik yorumunu yaparlar:
“Bu bir ödipal sıkıntının
tezahürüdür. Sahne hayatı, hayat oyununda sıranın sizden oğlunuza geldiğini
simgeliyor; Kral Oedipus gibi, o sizi öldürmeden, siz onu çekiçle öldürmek
istiyorsunuz fakat yapamıyorsunuz, kolunuz kırık kalıyor”.
Ünlü san’atçı muzipçe gülümser ve
cevap verir:
“San’at tabiattan önce gelir.
Bunlar sizin fantezileriniz, ben sâdece yaratmak için yaratıyorum”.
GİRİŞ ve TEMEL KAVRAMLAR
Sözlüklere ve ansiklopedilere
bakıldığında, transcendence veya transcendency (transandans) kelimesinin
“transandantal olma”, transcendental (transandantal) kelimesinin ise “üstün,
faik”, felsefî kullanımda “deneyüstü, tecrübeden üstün olan, fizikötesi,
tabiatüstü, doğrudan tecrübeyi aşan ama rasyonel bilgiye karşı olmayan”
şeklinde tanımlandığı görülmektedir. Transcendent (transandan) kelimesi ise
“üstün, faik, insan aklından üstün, sıradan yaşantının sınırlarının ötesine
taşan veya onu zorlayan”, Immanuel Kant’ın felsefesindeki kullanımıyla “mümkün
olan bütün tecrübe ve bilgilerin ötesinde olan” gibi anlamlarla
karşılanmaktadır.
Çağdaş psikoloji kavramının
oluşmasında da büyük katkıları olduğunu bildiğimiz Kant, transandantal ve
transandan kavramlarının farkını önemle vurgulayarak, felsefenin transandan
değil transandantal olması gerektiğini savunmuş, fakat eserlerinde bu iki
kavramı zaman zaman kendisi karıştırmıştır.
Türkçe yeni yayınlarda, aşmak
kökünden türetilerek, transandans karşılığında aşkınlık, transandan
karşılığında aşkın kullanılmakta, transandantal karşılığında da aynı kelimenin
istimali ise kavram karmaşasına yol açmaktadır. Ben, bu sebeple, bu makalede
söz konusu yabancı kelimelerin Türkçe okunuşlarıyla tefekkür etmeyi tercih
ettim.
Creation (yaratılış) kelimesi
aynı sözlüklerde ve ansiklopedik kaynaklarda öncelikle dinî anlamda, sonra
beşerî plânda izah edilmektedir.
Creativity (yaratıcılık) ise hem
bu bağlamda, hem de artistik ve bilimsel anlamlarıyla anlatılmaktadır. Gerek
Tevrat’ta, gerekse Kur’an’da Allah’ın insanı kendi ruhundan üfleyerek yarattığı
söylenmekte, İncil’de de “Tanrı Ruh’tur” ifadesi yer almaktadır.
Kur’an’da, İnsanoğlunun ruhun ne
demek olduğunu kavrayamayacağı açıkça ifade edilmekte, üç büyük dinde de Ruh ve
Tanrı mefhumları (notions) son derecede iç içe anılmaktadır. Hakikî ve tek
yaratıcının Tanrı, İslâmî ifadeyle Allah olduğu, yaratma “becerisinin” sâdece
onun için düşünülebileceğini öne süren bâzı kişiler, insanoğlu için bu
terimlerin kullanılmaması gerektiğini vurgulamakta, bâzısı bunun “günah”
olacağını dahi iddia etmektedir.
Halbuki, adını ne koyarsak
koyalım, eğer bir ulu yönetici varsa ve zâten her şeyi o yaratıyorsa, gene onun
bir mahlûku (yaratığı) ve, üstelik de, en şereflisi (malûm, insandan “eşref-i
mahlûkat” diye bahsedilir) olan insan için yaratmak fiilini kullanmanın hatâlı
olması fikri kendi içerisinde çelişiktir.
Yerine kullanılacak başka bir
kelime olmadığına göre, insan için “yaratıcı” ve “yaratma” terimlerini
kullanmanın ne dinî ne de mantıkî bir mahzurunun olmadığı kanaâtindeyim. Ben,
bu sebeple, bu makalede söz konusu yabancı terimlerin karşılığı olan Türkçe
kelimelerle tefekkür etmeyi tercih ettim.
Andreasen, yaratıcılık sürecini
dört ana başlık altında inceler:
1) Gerçeklikten kopma ve farklı
bir ruh hâline girme;
2) Kendisini bir ilham perisinin
tesiri altındaymış gibi hissederek, yaratıcılık esnâsında âdeta bir kendinden
geçme, bir nev’î transa girme;
3) Çoğu san’atçının “yürürken
bile kafam hep meşgûldür” gibi cümlelerle ifade ettikleri bir zihin yapısına
sahip olmaları;
4) Gene çoğu san’atçının “Sanki
ben görünmez olup her şeye tepeden, dışarıdan bakabiliyorum” gibi cümlelerle
ifade ettikleri yaşantılarının olması.
Yazarlar, ressamlar, şâirler,
besteciler ve diğer san’atçılar, yaratma sürecine girerken, gerçeklikten
uzaklaştıklarını hissettikleri bir ruh hâline girmektedirler.
Bu üstün konsantrasyon, kendinden
geçme hâliyle mistiklerin vecd yaşantıları, fenomenolojik açıdan büyük
benzerlik göstermektedir. Psikiyatrik bir perspektifle konuya bakılacak olursa,
bunlar tamamen dissosiyatif yaşantılardır. Patolojik dissosiyasyondan en önemli
farkları da, “bu dissosiyasyonların assosiyasyonla sonuçlanmasıdır”.
Başka bir ifâdeyle, yaratıcı
dissosiyasyon bir finaliteye, hattâ teleolojiye sâhiptir ve bir eserin ortaya
çıkmasıyla nihayet bulur. Yaratıcılık akılcı-mantıksal bir süreç değildir.
Her ne kadar bir eserin ortaya
çıkarılmasında çeşitli kognitif süreçlerin rol oynadığı âşikârsa da, yaratılan
ürünün özünde şuurlu bir plân yatmamaktadır.
İlham gelmesi basit ve somut bir
kavramdan (concept) veya metafordan öte bir mefhumdur (notion).
Pek çok san’atçı eserlerini “onun
nereden geldiğini bilmiyorum, bir anda buluverdim, sanki kendiliğinden ortaya
çıktı” gibi ifâdelerle tasvir eder. Tabiî, bu da, tamamen şuur dışı
düşüncelerin ve intrapsişik süreçlerin sonunda oluşmaktadır.
Yaratıcı kişilerin zihinleri
kolayca çeşitli fikirlerin ve düşüncelerin baskınına uğrar ve sansürleri de pek
kuvvetli değildir. Muhtemeldir ki yaratıcı insanların retiküler aktive edici
sistem, talamus ve singülat girus gibi orta hat yapılarınca düzenlenen dikkatle
ilgili (attentional) süreçleri kalitatif ve/veya kantitatif açılardan diğer
insanlardan farklılıklar arz etmektedir.
Klâsik kognitif psikoloji
terimleriyle ifade edecek olursak, “filtre edici mekanizmaları” defektif veya
farklıdır. Şekillenmemiş ve fragmante durumdaki fikirlere fazla açıktırlar,
daldan dala atlarmış izlenimi bırakırlar; duyusal ve duygusal yaşantıları diğer
insanlardan daha şiddetli ve fırtınalıdır. Yaratıcı insanlar kolay ve sık
olarak gerçeklik duygularında değişme ve farklılaşma, olup bitenlere tepeden
bakma hissine kapılırlar. Bu yabancılaşma (alienation), uzaklaşma hâli onların
sıra dışı çağrışımlar, gözlemler ve sentezler yapmalarına, dolayısıyla da
yaratıcılıklarını kullanmalarına imkân tanır.
Yaratıcı İnsanların Kişilik Özellikleri
Yaratıcı insanların ortak kişilik
özelliklerinin başında maceraperestlik, isyankârlık, bireyselcilik, oyunculuk,
sâdelik ve inatçılık sayılabilir.
Toplumsal kurallarla, kendilerine
bir şeyler empoze edilmesiyle araları pek hoş değildir ve gelenekleri zorlayıcı
araştırmalara, davranışlara eğilimlidirler. Bütün bunlara karşılık, gerek kendi
iç dünyalarında yaşadıklarına gerekse dış âlemden gelen uyaranlara karşı
hassasiyetleri de fazladır.
Hem sınırları zorlama, hem de
aşırı hassas olmak onları acı çekmeye, üzülmeye yatkın kılar. Kafalarına
koydukları şey için son derecede inatçı davranabilirler. Mâceraperest ve
isyankâr yönleri oyuncu taraflarıyla birleşerek, kendilerine has bir eğlenme
anlayışı, “dalga geçme” eğilimi ortaya çıkarır. İnatçılıkları tipik ve
şiddetlidir; bu sebeple sık sık engellenir veya reddedilirler, gene de ısrarla
konunun üstüne giderler; bâzen hayatlarının tek amacı san’atları hâline
gelebilir -ki, bu tarafları onları sâde (yalın) kılar.
Kognitif açıdan ego sınırlarının
çok net olmaması, entellektüel açıklık, büyük bir meraklılık ve konsantrasyon
yeteneği, obsesiflik, mükemmeliyetçilik, ürünleri istedikleri gibi oluncaya
kadar bıkıp usanmadan kılı kırk yarmak, yorulmak ve durmak bilmemek tipik özellikleri
arasındadır. Bunlar da yaratıcı insanları duygu durumu oynamalarına yatkın
kılar. Genel olarak dünyaya peşin hükümsüz yaklaşırlar. Sıradan insanlara ters
gelen bu tavırları yabancılaşma ve yalnızlık duygularını körükler. İdrak ve
enformasyon konularında kesin ve belirgin standartlarının olmaması kimlik
sınırlarında flûlaşmaya, yâni ego sınırlarında silinmeye yatkınlık yaratır.
Aşırı meraklı, mütecessis tavırları yüzünden kolaylıkla tabuları, yasakları ve
günahları sorgulayıp diğer insanların tepkilerini üzerlerine çekebilirler.
Bütün bu özellikler, klinik-deskriptif psikiyatri bağlamında, DSM-IV’de B
Kümesi Kişilik Yapıları arasında ele alınan Borderline ve Narsisist
Kişilikler’in tanı kriterleri yanısıra, Duygudurumu Bozuklukları ile, özellikle
de Siklotimi ve Bipolar-2 Bozukluk’la yakınlık göstermektedir. Depresyon veya
melânkoliyle artistik yaratıcılık arasındaki ilişki çok uzun zamandır dikkat
çekmekte, özellikle bipolarite üzerinde durulmaktadır. Yaratıcı deha ile
“delilik” arasındaki sınırın inceliği, hattâ flûluğu pek çok bilimsel veya
edebî tartışmaya konu olmuştur. Eski Yunanistan’da delilik ve yaratıcılık
arasında bağlantı kuruluyordu;
Rönesans’ın “nev-i şahsına
münhasır” yaratıcı kişileri, Romantik Çağ’ın entrospektif ve duygusal şâirleri,
ressamları ve bestecileri, Modern Çağ’ın “deli dâhileri” ve melânkolik
san’atçıları meşhurdur. Bâzı yazarlar bu bağlantıyı izah etmek için
psikanalitik teoriyi kullanmışlardır. Mistik, spiritüel ve artistik
yaşantıların iç içeliği çok eskiden beri bilinmekte ve çağdaş çalışmalarda da
üzerlerinde çok durulmaktadır.
Resim tarihinin belki de en ünlü melânkoli
tablosu Albert Dürer’in 1514’de çizdiği Melencolia I’dir: Sembollerle ve
allegorilerle dolu bu resimde kanatlı Melencolia hareketsiz bir şekilde ve keder
içerisinde oturmakta, başı sıkılmış yumruğunun üzerinde, gözlerini sâbit bir
yere dikmiş, saçları darmadağınık, kaftanı buruş buruş olmuş, öylece
durmaktadır. Etrâfı yaratıcılıkla ilgili sembollerle doludur ama Tanrı’yla
arasındaki yarışmanın mukadder mağlûbiyetinin idrakında olarak, insan
yaratıcılığının trajik kaybından muzdariptir. Panofsky buna “bir ressamın
melânkolisi” adını vererek, deha ile keder ve ümitsizliğin paradoksal
beraberliğini vurgulamıştır. Mistik ve artistik unsurların iç içeliği hemen
dikkati çekmektedir.
Yaratıcılık kavramının hem ilâhî,
hem de artistik cepheleri İncil’deki şu cümlelerde ifade bulur: “Başlangıçta
söz (kelâm) vardı, Ve söz Tanrı ile beraberdi, Ve söz Tanrı idi” (John i.1, 2).
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar