Print Friendly and PDF

ŞEYH'İN KERAMETİ KENDİNDEN MENKUL BİR BİYOGRAFİ

 


[1]

Bölüm I: Nasıl Tarihçi Olduğumun Hikâyesi12

1935'te Balıkesir Öğretmen Okulu'ndan mezun olduğumda önümde iki se­çenek vardı: Ya bir köy ilkokulunda öğretmen olarak çalışmaya başlayacaktım ya da lise öğretmeni olmak için Ankara Yüksek Öğretmen Okulu sınavlarına girecektim. 1935 yılının yazında sürpriz bir başka seçenek ortaya çıktı. Atatürk, o zaman üzerinde çalıştığı Türk tarih tezlerine akademik bir altyapı hazırlayaca­ğı umuduyla Ankara'da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi adında yeni bir kurum oluşturmuştu. Bu yeni kurumda çalışmak üzere çoğu Nazi Almanyası'ndan kaçmış bir kısım Alman profesörleri davet etmişti. İlk aşamada Ankara ve İstan­bul'da yapılacak sınavlarla yatılı seçilecek 40 öğrencinin alınması planlanmıştı. Aslında prensipte daha düşük seviyede olan öğretmen okulu mezunlarının bu sınava girmesi mümkün değildi. Üniversite seviyesinde öğrenim ancak nizami yüksek öğretmen okulları mezunlan için bir seçenekti. Fakat Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi daha yeni teşekkül ettiğinden o yaz bu kurala bir istisna getiril­miş ve sınav bütün Türkiye'deki öğretmen okulu mezunlarına açılmıştı. Daha sonra bu uygulamanın Afet inan sayesinde gerçekleştiğini öğrenecektik.

Afet İnan da bir kız öğretmen okulu mezunuydu ve Atatürk onu okulu­na yapmış olduğu bir teftiş gezisinde tanımıştı. Daha sonra onu evlat edinmiş ve yüksek eğitim için İsviçre'ye göndermişti. Atatürk bunu yaparak onu ge­lecekte, Atatürk'ün Tarih teziyle ilgili görüşlerini temsil etmede oynayacağı role hazırlıyordu. Afet İnan, 1935 yazmda etkisini kullanarak bu yılın mezun­lan için benzersiz bir fırsat elde etmişti. Yıllar sonra Türk Tarih Kurumu üyesi olduğumda Afet'le tanıştım.

Afet, ömrünün sonuna kadar Atatürk'ün yanında bulunmuş ve bütün yönleriyle Türk tarih tezini Atatürk'le yakinen çalışmışta. Atatürk'ün 1938'de ölümünden sonra Doktor inan ile evlenerek soyadını almıştı. Afet İnan, Tür­kiye'de tarihçiliğin gelişimini derinden etkilemiştir.

1935'te Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi sınavlarına girdim ve yatılı öğ­renciliğe kabul edildim. Uluslararası öneme sahip akademisyenlerle çalışma fırsatı elde etmiştim. Fakülte, Türk tarihine Türk tarih tezi olarak bilinen belli bir yaklaşımı desteklemek ve geliştirmek amacıyla tasarlanmış ve oluşturul­muştu. Fakültenin kurucusu olan Alman profesörler arasında Sinoloji ve Tür­koloji alanından Anna Marie von Gabain, Sümerolojiden E. Landsberger, Hititolojiden Hans Güterbock, Hindolojiden W. Rubens, Sinolojiden W. Eberhard ve bir coğrafya profesörü olan Herbert Louis vardı. 1930'ların ortala­rında Hititoloji, Sümeroloji ve arkeoloji gibi alanlar, Türk tarih tezi açısından önemli oldukları varsayıldığı için özellikle popülerdi. İlk başta Çin dili, tarihi ve kültürü çalışmak istemiştim, ancak sonra Osmanlı tarihinde karar kıldım. Şimdi hatırladığım kadarıyla kararımı etkileyen ana faktör, tarihin bu dönemi kaynak açısından Türk tarihinin diğer dönemlerinden daha zengin ve daha belgelenmiş bir dönem olmasıydı. Bundan başka tarihin daha çok sosyal ve ekonomik kısımlarına ilgi duyduğum için ölü dilleri, çoktan kullanımdan kalkmış yazılan çalışmaya, bütün bir hayat vakfetmek istemiyordum. Ayrıca, imparatorluğun eski başkenti İstanbul'da büyümüş olmamın da seçtiğim alan üzerinde duygusal bir etkisi olmuş olabilir.

Afet İnan’ın, giriş sınavında öğretmen okulu mezunlanna tanıdığı şans olmasa büyük ihtimalle tarihçi olmazdım. Fakültedeki ilk öğretmenlerimden biri hem akademide hem de politikada olmak üzere ikili bir kariyer yapan, ancak politikaya daha eğilimli olan Profesör Muzaffer Göker'di. Göker, siyasi tarih derslerine giriyordu. Kadrodaki diğer bir profesör Almanya'dan dokto­rasını alıp yeni Türkiye'ye dönmüş olan Bekir Sıdkı Baykal'dı. Hepsinden çok Orta Çağ tarihi alanında ders veren Fuad Köprülü'den öğrendim. Köprülü, eserleriyle benim kökenlerimi bir tarihçi olarak en çok etkileyen Türk bilim adamıydı. Fakültedeki seminerlerinde öğrencisi olmam sebebiyle kişisel kıla­vuzluğundan da çok yararlanmıştım. O günlerde biz öğrenciler, Köprülü'ye, tarih ve edebiyat tarihi gibi geniş iki alana olan hâkimiyetiyle usta bir akade­misyen olarak büyük saygı duyardık. Köprülü de kendisini entelektüel olarak Rus oryantalisti V. V. Barthold'a borçlu hissederdi, Köprülü'nün araştırma programında ve metodolojisinde bu Rus bilim adamının etkisi çok açıktı.

Mezuniyetimden sonra fakültede asistan olarak kalmam Köprülü'nün desteğiyle oldu. Yeni fakültenin mezunlarından biri olarak, hâmimiz Ata­türk'ün önümüze koyduğu hedef olan Türk tarih tezinin bütün eğitim seviye­lerinde öğretilmesi için gerekli akademik çerçeveyi sağlama görevine katkıda bulunmaya karşı bir tür misyoner vazifeşinaslığı hissediyordum. Atatürk'ün amacı Türk ulusunu Orta Çağ'ın dine dayalı toplumu olmaktan kurtarmak ve modem Türk devleti için gerekli koşulları yaratmaktı. O, Türk tarih çalış­malarına yeni bir anlam vermek, bu çalışmaları, ulusun kökenleri hakkındaki gerçekleri ortaya çıkarma, halkın kendi ulusal kimlikleri hakkında kolektif bir bilinç elde etmesi ve Türk kökenleriyle gurur duyması yolunda bir araç olarak kullanmak istiyordu. Esasen, Atatürk, özellikle Batı'nm Osmanlılar ve selefleriyle altı yüz yıllık çatışmasına atfettiği, Batı'daki olumsuz Türk imajına karşı duyarlıydı. Türkiye'nin Batı tarafından hasım pozisyonuna yerleştiril­mesini, Türklerin XIX. yüzyılda yaşadığı ulusal trajedilerin ve XX. yüzyılda imparatorluğun çöküşünün önemli sebeplerinden biri olarak görüyordu. Batıklar kendi kafalarında ve edebiyatlarında Türk'ü Osmanlı imparatorluk emelleriyle özdeşleştirdiklerinden Türk tarihinin bir bütün olarak olumsuz görüldüğü düşüncesindeydi. Ayrıca, tarihsel yorumların genellikle hatalar, tahrifatlar, olguların kasıtb çarpıtılması ile dolu, kafası karışık yorumlar oldu­ğu görüşündeydi. Bu, Atatürk'ü sadece ülkenin lideri olarak değil, sıradan bir Türk olarak da üzüyordu. Anadolu'da kurulmasına yardım ettiği yeni ulus devletin kısa sürede modem Batı ulusları arasında hak ettiği yeri alacağına ve kabul göreceğine inanıyordu. Her halükârda Osmanlı Devleti, varlığının son yüz yılında (1822-1922), Atatürk'ün hayaline belli bir işlerlik ve inandıncıhk kazandıran yoğun bir Batılılaşma sürecinden geçmişti.

Atatürk, 1930'lar boyunca dikkatinin ve enerjisinin hatırı sayılır bir bölü­münü Türk tarih tezini geliştirmeye adadı. 1930'da aralarında Fuad Köprülü, Sadri Maksudi Arsal, Yusuf Akçura, Halil Edhem Eldem, Şemseddin Günaltay ve İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın da bulunduğu Cumhuriyetin en iyi tarihçile­rinden bir grubu Türk Tarih Kurumu'nu kurmaları için bir araya getirdi. Ayrıca, onları Türklerin en eski zamanlarından XX. yüzyılın başma kadar olan dönemi kapsayan genel bir tarihini yazmakla görevlendirdi. Kitaba verilen başlık Türk Tarihinin Genel Hatları idi. Kitabı oluşturan temel fikirler şöyle özetlenebilir:

Türk tarihi XI. yüzyıl sonlarında Selçukluların Anadolu'ya gelmesiyle başlamıyordu. Hititler ve Sümerlerden başbyordu.

İlk tarımsal teknikleri ve yazı sistemlerini bulanlar eski Yakındoğu halk­ları değil Orta Asya Türkleriydi. Orta Asya, dünyanın diğer taraflarına mede­niyetin yayıldığı merkezdi.

Türk Tarihinin Genel Hatları kitabının Osmanhlara aynlan kısmı İsmail Hakkı Uzunçarşıb tarafından kaleme alınmıştı. Uzunçarşıb'nın yaklaşımı dev­letin kurumsal yapışım vurguluyordu. Balıkesir Öğretmen Okulu'nda bir öğ­renci iken Türk Tarih Kurumu'nun resmî yayınlan vasıtasıyla Türk tarih teziy­le tanışmıştım. Türkiye'de 1930'lann ortasında bütün okullarda Türk Tarihinin Genel Hatları'na dayanan metinler müfredattaydı ve tarih çahşmanın nasıl bir

şey olduğuna dair ilk izlenimlerimi bu kitaptan edindim. Fakat öğrenciliğimin o ilk dönemlerinde bile milliyetçi tarih yazımının, her ne kadar Batı'nın kültürel tarafgirliğine ve şovenliğine karşı bir tepki olarak anlaşılabilir de olsa birçok aşırılıklara ve geçmişi bilimsel olmayan bir şekilde romantize edilmesine yol açtığım anlamaya başlamıştım. Buna rağmen, profesyonel bir tarihçi olarak ge­çirdiğim bir yaşamdan sonra, Batı tarih yazımında hâlâ hâkim olan Türkler­le ilgili çarpıtılmış görüşlerin düzeltilmesi gerektiğini düşünüyorum. Aslında birçok akademik çalışmama ilham veren, bu devam eden ihtiyacın bilincidir. O zamanlar Atatürk'ün bilgeliğinin farkında değildim. Ancak, daha sonraları Atatürk'ün entelektüel ve pedagojik alanlarda enerjisini ve zamanım bu kadar harcamaya motive eden şeyin politik olarak hayati olan bu amaca yönelik ol­duğunu anladım. Bugün Türk tarih tezinin erken prototipleri hem akademik camia hem de kamu tarafından büyük ölçüde terk edilmiş durumda. Sonuçta Türk Tarihinin Genel Hatları benzeri kitaplar Türk okulları müfredatında artık yok. Ancak, Atatürk'ün Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ni Türk kültürünün bilimsel çalışıldığı bir merkez olarak kurmasındaki öngörü, daha somaki araş­tırma alanlarındaki keşifler için gerekli çerçeveyi oluşturdu. Bu keşifler hem Türk hem de Yakındoğu tarihini ve uygarlıklarım daha iyi anlamamıza çok büyük katkılarda bulundu. Örneğin, Türk arkeolojisindeki abhmlar sadece Atatürk'ün oluşturduğu kurumsal çerçeve sayesinde olabilirdi.

Batılı tarihçilerin Türk tarihinin hatalı ve yüzeysel yorumlarının olum­suz etkileri hususunda bir örnek göstereyim. Franz Babinger, Fatih Sultan Mehmed üzerine yazdığı kitapta Osmanlı İmparatorluğu'nun gerçek kurucu­su olan bu hükümdarı işkence ve cinayetten zevk alan bir sadist olarak tarif etmişti. Babinger, kitap boyunca sultanın seferlerinin tek amacının ganimet ve köle elde etmek olduğunu vurguluyordu. Babinger, bir tarihçi olarak Fatih'i kesintisiz sefer yapmaya sevk eden koşulları incelemeye lüzum görmemişti. Temel kaynağı, Batı'da Osmanlıların düşmanlarının kütüphane ve arşivle­rinde bulunan belgelerdi ve dengeyi sağlamak için Osmanlı arşivlerindeki belgelerden faydalanmak için çok az çaba sarf etmişti. Eser, bu göze çarpan eksikliklerine rağmen hâlâ hatırı sayılır ölçüde popülerliğe sahip. Maalesef, pekişmiş popüler anlayışlarla çatışan, çelişen ve bu görüşlere meydan okuya­cak tarihler yazan tarihçiler çok ender.

Bölüm II: Entelektüel Etkiler

Tarihçilerden beni çok derinden etkileyen iki temel figür biliyorum. Bunlardan ilki daha önce belirttiğim gibi öğrenimimin ilk senelerinde ilgi alanlarımı yönlendiren Fuad Köprülü'ydü. Tanışma şansına eriştiğim diğer ta­rihçi ise Paul Wittek'tir. 1949'da Paul Wittek ile tanıştığımda Londra'daki School of Oriental and African Studies'de Türk araştırmalan profesörüydü. Londra'da kaldığım 1,5 yıl boyunca bazen 3-4 saat süren öğleden sonra seminerlerine dü­zenli olarak katıldım. Diğer düzenli katılımcılar arasmda Bemard Levvis, Victor Menage, Vemon Parry ve Elizabeth Zachariadou vardı. Bu seminerlerde Profe­sör Wittek bazen konular belirler, bazen de tartışma açar ve Osmanlı çahşmalan alanındaki son yayınlar hakkındaki düşüncelerini belirtirdi. Ara sıra seminer grubundan biri toplantıdakilere araştırmalarım sunar, eleştiriler gelir, tartışma yapılırdı. Wittek'in parlak bir eleştirel zekâsı vardı ve eleştirileri acımasız, ba­zen de yıkıcı olurdu. Özellikle, Osmanlı tarihi metinlerini eleştirel bir yaklaşım olmadan kullananlara müsamaha gösteremezdi. Wittek'in Osmanlı çalışmala­rına en büyük katkısı, Osmanlı tarihinin en eski kaynaklatma Batı'nın metin analizinde kullanılan bilimsel metotlarım uygulamasıydı. Onun 1940'larda baş­lattığı kritik metin edisyonu ve analizi işinin bugün henüz istekli ve liyakatli bir mirasçısının bulunamamış olması çok üzücüdür.

Osmanlı Devleti'nin ve ilk hükümdarlarının kökenleri hakkında litera­türe hâlâ iki görüş hâkimdir. Bunlardan birine göre, erken dönem kronikler­de bulunan Osmanlı hanedanının kökeni ile ilgili hikâyeler, tarihsel olgularla alakası olmayan salt uydurmalardır ve tarihsel kanıt olarak toptan gözden çıkarılmalıdır. İkinci yaklaşım, bu hikâyeleri kritik analize tâbi tutmadan har­fiyen doğru kabul etmektedir. Meselenin aslı ise her iki yaklaşımın bizi gö­türeceği yerden çok daha karmaşık. Osman Gâzi ile ilgili hikâyeler iki ayrı kaynaktan gelmektedir. Bir tarafta epik tarihsel yazından gelen ve XIV. yüz­yıldaki koşulları yansıtan, olgulara dayalı kronik geleneği bulunmaktadır. Ancak, diğer tarafta bu gerçek sözlü geleneğe, Osmanlı İmparatorluğu büyü­yüp serpildikten sonraki dönemlere ait tarihçiler tarafından devletin kökenle­rini idealize etmek, hanedana meşruluk ve haşmet kazandırmak için yapılan eklemeler vardır. Şimdi, ciddi modem tarihçiler için yapılar iş, anlatırım XIV. yüzyıla ait epik hikâyelerden gelen kısmım bu kısımlardan ayırmaktır. Bu işi gerçekleştirmek için izlenebilecek metotlar şunlardır:

                Anlatıdaki olguların doğruluğunu, yeni ortaya çıkan vakıf belgeleri gibi Osmanlı tarihinin ilk dönemleriyle ilgili belgelerle test etmek.

                Kaynaklarda en çok öne çıkan Kuzeybatı Anadolu bölgelerinde saha araştırmaları yapmak.

Yukarıdaki metotların uygulanması suretiyle son zamanlardaki bazı araş­tırmalarımla ilk Osmanlı sultanları Osman ve Orhan'ın saltanatlarının karma­şık kayıtlarım ayıklamada önemli mesafe kat ettim. Doğal olarak problemin en basit çözümü, bu hikâyelerin toptan güvenilmez ilan edilmesidir. Fakat bu hikâyeler dikkatli bir kritik incelemeye tâbi tutulduklarında tarihsel olarak önemli birçok şeyi ortaya çıkarmaktadırlar. Geç XV. yüzyıl tarihi derlemelerinde, Âşıkpaşazâde, Neşrî, Rûhî, İdris-i Bitlisî ve İbni Kemal tarihlerinde örnekleri bulunduğu gibi, hanedana meşruluk ve yücelik kazandırma amaa güden ide­olojik motivasyonlu birtakım eklemeler bulunduğu açıktır. Bu eklemeler, daha sonraki tarihlerde Osmanlı Devleti'nin karşılaştığı bazı sorunları ve yönetici­lerin bu sorunlara karşı bir tepki olarak geliştirdiği politik söylemleri yansıt­maktadır. Osmanlı tarihsel yazınına gömülü olan bu söylemler ve iddialar, I. Bayezid'in (hk. 1389-1402) Timur tarafından yenilgiye uğratılması ve Osmanh toprak bütünlüğünün bozulması sonrasında özellikle öne çıktı.

İngiltere'deki yeni Türkolog kuşağının, ciddi erken dönem Osmanlı ince­lemelerine onun öncü çalışmalarının kapı açtığını tamamıyla unutarak, rayın­dan çıkan bir revizyonizm ruhuyla Wittek'in akademik mirasına saldırmaya başlamasının çok talihsiz olduğunu düşünüyorum. Wittek'i, tarihsel yaklaşı­mında bilimsel metottan çok duyguların hâkim olduğu iddiasıyla suçluyorlar. Wittek'e karşı öne sürülen bu tip iddialar hem temelsiz hem de haksız. Wittek, İslam adına yapılan gazanın Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda dinamik unsur­lardan birini oluşturduğunu söylerken Osmanlıların bu İslami bağlılığı kendi amaçlan için kullandığını çok iyi biliyordu, inançların ve inanç sistemlerinin insan davranışı ve sosyal normlar üzerinde birinci dereceden etkisi olduğu­nu inkâr etmek ve tarihsel yorumlarda onlan ikinci derecede önemli görmek tarihsel değişim sürecini basit mekanik determinizme indirgemektir. Tarihin, insanın toplum içindeki anlamlı hareketlerinin incelenmesi olduğunu savunan görüş yerindedir.

Türkiye'de Osmanlı tarihinin yorumlanması son zamanlarda birçok farklı aşamadan geçti. Hilafetin kaldırılması ve modem Türkiye'nin kurulmasından sonra tarihçiler ve sosyal bilimciler, bilimsel çalışmalarım Osmanlı öncesi Türk tarihi çalışmalarına, Türk kültürünün kökenleri ve yayılışına yoğunlaştırdılar. Ulusal gelişimin bu aşamasında ana gündem Türk halkının kültürel ve siyasi kökenlerini araştırmaktı. Daha imparatorluğun 1912-13 Balkan Savaşlarındaki yenilgisinden sonraki dönemde bile milliyetçi akım kuvvetli şekilde kendini hissettiriyordu. Yüzyılın başında Osmanh İmparatorluğundaki tarih yazımı ekollerine güçlü bir milliyetçi trend hâkimdi. Bu dönemde ana entelektüel figür ilk Türk sosyologu Ziya Gökalp idi. Emile Durkheim ve Gaston Richard'ın yo­lunda ilerleyen Gökalp'ın yazılan, Türkiye'de pozitivist ve kolektivist sosyoloji ekolünün hâkimiyetini sağlamıştı. Sonuçta Gökalp'ın, ağırlığı ulusu ve ulusal kültürü vurgulayan tarihsel çalışmaları bu dönemde önem kazanmıştı. Fuad Köprülü'nün Türk kültürünün kökenleri üzerine yaptığı araştırmalan döne­min entelektüel akımlanyla yakından ilişkilidir. Köprülü, Türk edebiyatının Orta Asya'daki kökenlerini belirlemiş, İran ve Anadolu'ya gelen boylar yoluyla yayılışım izlemiş ve ortak Türk kültürünün kökenleri üzerine yaptığı keşiflerle bütünlüklü bir ekolü oluşturmuştu. Asya boyunca Türk halk kültürünün gelişi­mini inceleyen Köprülü, bu coğrafi olarak dağınık edebiyatın ortak özelliklerini bulmaya ve tanımlamaya çalışmıştı. O, Orta Asya ve Yakındoğu'da MS ikinci bin yılın İslami ortamının ana hatlarını belirlemeye aynı zamanda da bu genel çerçeve ve gelenek içerisinde Türklerin dinî ve kültürel unsurlarının kendine has karakterlerini ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Anadolu'daki popüler tasav­vuf tarikatları (özellikle Babaî, Kalenderi ve Bektaşî) üzerine yaptığı çalışmalar, Orta Çağ Türk kültürel hayatının bilimsel olarak incelenmesinde çığır açmıştır. Bu çalışmasında, kitabın 1918 yılında yayımlandığı dikkate alınırsa, İslam'ı ka­bul eden göçebe Türk topluluklarının hâlâ İslamiyet öncesi geleneksel Şamanistik inançlarının kuvvetli etkisi altında olduklarını söyleyerek oldukça cesur davranmıştı. Türk tarihi çalışmalarında bu pozitivist ve milliyetçi yaklaşım, her ne kadar aşın yanlan olsa da, Türk ve Osmanlı tarihi çalışmalarını Ortadoğu ve İslam çalışmalannın sınırlı ve kısıtlayıcı kontekstinden çıkardığı ve daha uygun global bir jeopolitik ve disiplinler arası kontekste yerleştirdiği için önemli bir ilerlemeyi temsil ediyordu.

1930'larda Türk tarih çalışmalarının aldığı yön, olumsuz etkileri Türki­ye'de de hissedilen dönemin gelişen uluslararası ekonomik kriziyle yakından ilişkiliydi. 1930'larda Atatürk, dikkatini Türkiye'nin ekonomik politikaları­na yöneltti ve kitlelerin üzerindeki yükü azaltmak için formüller ve sosyal politikalar arayışına girdi. Bu dönemde sosyalist yazın ve sosyalizme olan ilgi artmıştı. Sosyal bilimlerde yeni bir yaklaşım ortaya çıkıyor ve bu entelek­tüel iklimde tekrar Köprülü'yü önde gelen figürlerden biri olarak görüyor­duk. Kurucusu olduğu ve ilk sayısı 1931'de yayımlanan, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Dergisi adında yeni bir yayınla tarihsel araştırmalarda yeni trendlere yön veriyordu. Köprülü, hemen akabinde Sorbonne'a bir dizi ders vermeye çağrıldı ve Paris'te kaldığı süre içerisinde yeni tarih ekolünde aktif olan iki Fransız meslektaşından oldukça etkilendi: Lucien Lefebvre ve March Bloch. Bir grup Türk bilim adamı kurumlar tarihi alanında ilerleyerek Durkheim geleneğinde kalmaya devam ederken, sosyal ve ekonomik meselelere odakla­nan yeni tarih ekolü giderek daha fazla ilgi çekmeye başlıyordu.

Tam bu sıralarda (1930'ların başı) March Blockh'un aktif olduğu Strasbourg Üniversitesi'nde doktorasını yeni tamamlamış olan Ömer Lütfi Barkan Türkiye'ye dönmüştü. Türk ekonomik ve sosyal tarihinin öncülerinden biri olan Barkan, kendini arşiv çalışmalarına adadı ve XVI. yüzyıl Osmanlı vergi ve nüfus kayıtlan üzerindeki aynntıh çalışmalarıyla Türk toprak ve hukuk tarihi alanında uzmanlaştı.

1935 yılında Ankara'daki Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde çalışmala­rıma başladığımda tarih disiplininde bu sosyal ve ekonomik tarihe odaklanan yeni trendler hâkimdi. Diğer bir deyişle 1930'lann Türkiye'sindeki tarih eğitimi, kurumlar tarihine ve sosyal ve ekonomik tarihe öncelik veriyordu. 30'larda yeni tarihçi kuşaklatma bu alanlarda yön ve ilham veren Köprülü ve Barkan'ın çalışmalarıydı. Bir tarihçi olarak kişiliğim bu iki Türk bilim adamı­nın silinmez izlerini taşımakta. Etkileri, Tanzimat reformlarının sosyal sonuç­larına odaklandığım ve toprak sahipleri ile çiftçiler arasındaki çözülememiş sosyal ve ekonomik problemlerin 1841 ve 1850'deki, Vidin ve Niş ayaklanma­larında oynadığı rolü incelediğim doktora tezimde açıkça görülebilir.

Fransız ekolü, Türk tarih yazınımdaki etkisini hissettirmeye devam etti ve Femand Braudel'in eserlerinden sonra başka bir yön almaya başladı. Bra­udel'in Akdeniz'i ilk yayımlandığında Paris'teydim. 1950'de Londra'dan Pa­ris'te toplanan Uluslararası Tarih Bilimleri Kongresi'ne katılmak üzere ayrıl­dım. Kongre boyunca, yeni bir stildi ve çok farklı bir tarihsel perspektifle ya­zılmış olan Braudel'in son kitabı canlı tartışmalara yol açtı. Kitabı okuduktan sonra Avrupa akademisinde ilk defa Osmanlı İmparatorluğu'na tamamıyla farklı bir bakış açısıyla bakıldığı sonucuna vardım.

Braudel, eserinde, Osmanlı İmparatorluğu'nun Akdeniz'in doğu kıyıla­rındaki yabana bir dünyayı temsil etmekten çok uzak, sosyal, demografik ve ekonomik yapılarıyla Batı Akdeniz'e çok yakın, bir bütünleyici parça olduğu yönünde görüşler sunuyordu. Braudel, Doğu ve Batı Akdeniz kıyılarını, daha önce seleflerinin yaptığı gibi birbirinden ayrı ve uyuşmaz iki farklı dünyaya ait toprak parçası olarak görmek yerine, denizin iki yansını karşılıklı etkileşimi ve teması olan bütünleyici parçalar olarak görüyordu. Braudel, Akdeniz tarihini anlamanın tek yolunun, onu Avrupa ve "doğu" (yani Osmanlı) diye parçalara ayırmak değil de bunlan bütünleyici parçalar olarak görmekten geçtiğine ina­nıyordu. Onun Akdeniz tarihi yorumu, tarihî gerçeklere seleflerinin herhangi birinden çok daha yakındı. Braudel, bir sosyal coğrafyaa olan Vidal de Lablache'ın öğrencisiydi ve coğrafi determinizm, longue-duree boyunca Bergson-vari bir tarihsel evrim gibi kavramlarla tarih çalışmalarına devrimsel yeni metotlar getirmişti. Aslında birçok açıdan Braudel, total tarih kavramını geliştiren Lucien Lefebvre ve March Blockh'un açtığı yolu takip ediyordu. Bu yaklaşım, toplumun izole olaylar ve yapılardan oluşmadığını, verili bir kurumsal ve çevresel çerçeve­nin konteksti içindeki bir bütün olarak var olup değiştiğini vurguluyordu.

Braudel, bu maddi tarihe vurgu yapan total tarih kavramım Osmanlı da dâhil olmak üzere Akdeniz toplumlarmı incelediği çalışmasında uygulamıştır. Ancak, Osmanlılar hakkındaki bilgilerinin kısıtlı olduğunu belirtmiş ve imparatorluğu "önemli bir belirsizlik alanı" olarak tanımlamıştır. Braudel, 1940'lann sonunda Akdenizli yazarken Osmanlı kurumlan ve ekonomik koşullan hakkında ayrıntılı çok az çalışma vardı ve sık sık kusurlu ikincil kaynaklara bağımlı kalmak zorunda olması ciddi yorum hatalarma kapı açtı. Ancak, bütün hatalarma rağmen Osmanlı İmparatorluğu'nun birçok temel meselesi üzerine çok iyi yazılan olan yetenekli bir tarihçiydi ve çalışmaları gelecekteki araştırmalar için çok sayıda soru ortaya çıkardı. Braudel tarafından ortaya konan soruların her biri Osmanlı tarihçileri için yeni alanlar açtı ve Akdeniz, şüphesiz Türk tarih yazınımda çok derin bir iz bıraktı. Barkan, Braudel'in eseri hakkında bir eleştiri yazısı yazarak Türkiye'de kamuoyuna sunan ilk Türk tarihçisiydi. Aynı zamanda kendi araştırmalarını da Braudel'in sorulan yönünde geliştirmişti. Kısa süre sonra ben de Mustafa Akdağ’ın Osmanlı Türkiyesi'nin ekonomik koşullan üzerine olan bir makalesine yazdığım eleştiri yazısında Osmanlı gerçeklerinin incelenmesinde Braudel'in tarihsel kavramsallaştırmasının önemine değindim. Bu makalede, Braudel'in Akdeniz ekonomisini etkilediğini düşündüğü Amerikan gümüşü istilası ve XVI. yüzyıl Avrupa demografik patlaması gibi global fenomenleri özellikle vurguladım. Barkan'ın daveti üzerine Braudel'in Türkiye'ye gelmesiyle kendisiyle tanışma imkânı buldum. Braudel'in yaklaşımının dünya tarihi yazınımdaki yeri bugün genelde kabul görmüştür, ancak Türk tarih yazınımdaki rolü de eşit derecede önemlidir. Braudel Akdeniz'in ikinci baskısını hazırlarken, Barkan Osmanlı fiyat tarihi ile ilgili araştırmalarının sonuçlarını onunla paylaşmıştır.

Osmanlı tarihinin tahrifi bir dizi sebepten kaynaklanabilir. Kaynakların kritiğe tâbi tutulmadan kullanılmasının yol açtığı sorunlar varken, en büyük problem milliyetçi ya da diğer doktrinlere (Marksist vs) taraf olmaktan doğ­maktadır. Bunların etkileri Balkan ya da Arap tarih yazınımda görülebilir. Böl­gesel milliyetçi önyargılardan öte daha geniş kapsamda bir anti-Osmanlı ön­yargısından kaynaklanan bozulmalar da bulunmaktadır. Bu gibi genel önyar­gıların kaynağı da Avrupa merkezcilik veya sömürgecilik gibi politik akımlar­dır. Türkiye Cumhuriyeti'nin bağımsız bir politik yapı olarak ortaya çıkışma ve Batılılaşma yanlısı ideolojilerin hâkimiyetine rastlayan modem Türk tarih yazıcılığının başlangıç aşamalarında Osmanlı tarihi soğuk bir laik bakış açısıy­la yorumlanıyordu. XX. yüzyılın başmda Ortadoğu ve Balkanlar'daki politik gelişmeler bağlanımda düşünüldüğünde bu milliyetçi önyargılar anlaşılabi­lirdi. Bu bölgelerde ulusal bağımsızlık öncesi, Osmanlı rejiminin baskın ve gerici olarak kötülenmesi ulusal uyanış ve kendini gerçekleştirme için kaçı­nılmaz bir ön koşuldu. Bu teoriye göre Balkan halklarının kalkınma potansi­yeline Osmanlı hâkimiyetindeki yüzyıllarda gerici, zorba ve sömürücü Türk yönetici sınıfı tarafından ket vurulmuştur. Balkan tarihçilerinin hiçbiri vergi mükellefi reaya statüsündeki çok sayıda Müslüman çiftçinin yerli çiftçilerle yan yana yaşadığı gerçeğini görmek istemiyor. Müslüman ve gayrimüslim reaya aynı topraktaki komşular olarak aynı maddi koşullar içindeydi ve aynı hayat standardına tâbiydi. Osmanlı sömürüsü Batı Avrupa karşısındaki yüzyıllar süren gerilik için bir günah keçisi işlevi görüyordu. Ancak, II. Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda Osmanlı arşiv kayıtlan ve belgeleri kullanılmaya başlandı. Bu gelişme, tarih yazımında literatürde bulunan bazı gizli Osmanlı karşıtlı­ğının inanırlığına gölge düşürecek revizyonist trendlerin doğmasına yol açtı. Arşiv çalışmalarında öncü olan Macar tarihçileriydi. Lajos Fekete ve halefleri Osmanlı arşiv çalışmalarına önemli katkıda bulunmuşlardır. Macar tarihçileri Yugoslav, Bulgar, Rumen, Arnavut, Yunan tarihçiler takip etti ve kendi ülke­lerinin erken modem dönem tarihleri için en güvenilir kaynak olarak Osmanlı arşiv kayıtlarını kullanmaya başladılar. Bu belgeye dayalı çalışmalar genelde kurumsal tarih, demografi, sosyal ve ekonomik koşullar, şehirleşme konula­rında yoğunlaşmıştır. 1970'lerden itibaren Arap tarihçileri de Balkan meslek­taşları gibi Osmanlı arşivlerinde çalışmaya başladılar.

Osmanlı tarihini etkileyen diğer entelektüel trendler arasmda sosyolojik teori hatan sayılır bir role sahiptir. Hem Marksist hem de Weberci ekolden gelen sosyal tarihçiler ve sosyologlar, modellerini Osmanlı tarihine uygula­maya çalışmışlardır. Bu farklı metodlar, yeni bazen de ilginç araştırma gü­zergâhları ortaya çıkarmıştır. Osmanlı sosyal ve ekonomik tarihine dair hâlâ yeterince çalışılmamış ve anlaşılamamış geniş alanlar bulunduğu için sosyal bilimciler tarafından yapılan erken genellemeler spekülatif kalmış ve olgusal temele oturtulamamıştır. Ancak, sosyologların kavramları ve genellemeleri tarihî araştırmalardaki soruları formüle etmek için faydalıdır. Sınıf çatışması veya patrimonyalizmden ilham alan ve tarih yorumlarında Kari Wittfogel ve Eisenstadt gibi tarihsel sosyologlardan etkiler görünen yeni bir Osmanh ta­rihçileri kuşağı gelişti.

Son yıllarda Osmanlı tarihindeki ana problemleri tarihsel sosyolojinin sunduğu teorik perspektiften ele alan çalışmalar çoğaldı. Bu yaklaşımın teme­linde, bu metodolojilerin tarihsel araştırmalardaki karmaşık sorunları, araş­tırmacı, belgeye ve anlatıya dayalı birincil kaynakları kullanmak için gerekli bilgi ve beceriye sahip olmasa bile kendisi çözebilecek kadar güçlü yorum araçları olduğu varsayımı bulunmaktadır. Eğer tarih için uygun bir iş var­sa o da zaman ve mekândan münezzeh genellemeler formüle etmek değil, zaman ve mekânda somut olayları incelemektir. Bu yüzden son zamanlarda tarihçiler arasmda gelişen hermeneutik metin çalışmaları pozitif bir gelişme ve gerekli bir tepki olarak görülmelidir.

Çağdaş Osmanh tarih yazımındaki yerimi en eski çalışmalarıma göre tanımlamak isteyenler 1940'larda tarih yazmaya başladığımdan beri düşüncelerimin geçirdiği evrimi göremiyorlar. Tarih yazılarım birçok farklı dönemi kapsıyor. Ankara'da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ndeki öğrencilik yıllarımda Yusuf Akçura'nın ders notlarında Marksist tarih yorumuyla tanış­mıştım. Marksist tarih yorumu, Türkiye'de sol devrimci hareketlerin ağırlık kazandığı 1970'lerde en etkili dönemini yaşadı. O yıllarda ekonomik bunalım yüzünden iş bulamayan öğrenciler, Türkiye'nin sosyal ve ekonomik kalkınma problemlerini Osmanlı mirasında aradılar. Araştırmalarını Osmanlı sosyal ya­pısı üzerinde yoğunlaştıran genç yazarların çoğu, Türk kalkınma problemle­rinin Marks'ın "Asya Tipi Üretim Tarzı" teorisiyle açıklanabileceğini düşünü­yorlardı. Teorilerini desteklemek için ampirik kanıt ararken temelde Barkan, Akdağ ve benim araştırmalarımdan faydalanıyorlardı. Marksist yazarlar tara­fından ortaya konan sorunlar Braudel'in eserindekilere benziyordu. Türkiye'de Marksist tarih ekolünün önde gelen temsilcilerinden biri Sencer Divitçioğlu idi.

Divitçioğlu, teorik model olarak Asya Tipi Üretim Tarzı’ın almıştı. O gün­lerde eserleri Türk tarihçileri ve sosyal bilimcileri arasmda uzun süreli bir etki yapmıştı. Yeni kuşak tarihçilerden benimle de çalışmış Huri Islamoğlu-Inan ve sosyolog Çağlar Keyder bu yeni araştırma ekolünün en iyi temsilcilerindendir. Araştırmalarında kullandıkları temel model Marks'ın toplumsal formasyon-sosyal oluşum kavramıdır. Bu kavram, Braudel'in "Total Tarih" kavramı­na paraleldir. Huri Islamoğlu-Inan, bir tarihçi olarak, klasik "Asya Tipi Üretim Tarzı" teorisini modifiye etmiş ve eserlerinde Osmanlı sosyal sisteminin diğer Asya toplumlarmdan farklı yanlarım açığa kavuşturmaya çalışmıştı. 1980'ler boyunca ben de Asya Tipi Üretim Tarzı teorisi tartışmaları tarafından ortaya atılan sorular üzerinde eş zamanlı bir uğraş verdim. Özellikle yabancılaşma, toprak mülkiyetinin belli gruplarda yoğunlaşması ve çiftçinin sömürülmesi, Osmanlı toprak rejiminin, fiyat hareketlerinin ve kır-kent ilişkilerinin karakte­ristikleri gibi sorunların üzerine ışık tutabilecek verileri toplamak için arşiv ça­lışmalarıma ağırlık verdim. Asya Tipi Üretim Tarzı teorisinin Osmanlı örneği­nin bazı unsurları için yetersiz bir açıklama olduğu ilk anda gözüme çarpmıştı. Arşiv çalışmalarım, kuşkuya yer bırakmaksızın, klasik dönemde (1450-1600) Osmanlı toprak mülkiyet sisteminin temelinde, son derece merkezileşmiş bü­rokratik devlet yapısı çerçevesinde geniş çiftçi hanesi kitlelerinin verimlilik kapasitesini düzenleme amacıyla oluşturulmuş çift-hane adlı bir sistemin ol­duğunu ortaya çıkardı. Öyle görünüyor ki, Marks'ın Hint Yarımadası'ndaki sosyal ilişkileri inceleyerek geliştirmiş olduğu teori, genel-geçer bir fenomeni değil, özel bir tarihsel durumu yansıtıyordu. Marks tarafından öne sürülen teori, çiftçi sınıfının tarımsal artı değerinin sömürücü askerî efendiler tarafın­dan kaba kuvvetle çekilip alındığıydı. Böyle bir teori, Marks'ın kendi teorisi olan ve temeli üretim ilişkilerine dayanan toplumsal formasyon teorisiyle de çelişiyordu. Bu uygulamalar, Asya Tipi Üretim Tarzı teriminin çağrıştırdığının aksine Asya'da yaygın değildi. Asya Tipi Üretim Tarzı Teorisi, sosyal yapının ekonomik yollar ile değil, bu sınırlı kontekst içerisinde politik baskı ile çevril­diğini öne sürüyordu. Diğer taraftan Osmanlı çift-hane sistemi arşiv kayıtlan ile belgelenebilen süreçlerin gösterdiği özel bir ekonomik bağdır.

1977'de Immanuel Wallerstein, Femand Braudel Araştırma Merkezi'nin kuruluşunda Binghamton'da uluslararası bir konferans düzenledi. Bu konfe­ransta Braudelyan ekolünün Osmanh sosyal ve ekonomik tarih araştırmala­rındaki etkileri üzerine bir bildiri sundum. Bildiride, ayrıca Braudel'in yaklaşı­mının getirdiği bazı sorular üzerindeki araştırmalanmın bir özetini de verdim. Wallerstein'in ilgisi çoğunlukla bu büyük imparatorluk kara parçasının Batı odaklı kapitalist dünya ekonomisindeki yeri sorunu üzerine yönelmişti. Wallerstein'in çevreleşme teorisi çerçevesinde Osmanlı ekonomisinin ne zaman, nasıl ve ne ölçüde Avrupa dünya ekonomisine eklemlendiği (çevreleştiği) so­rulan üzerinde duruldu. Wallerstein'in görüşleri Türk tarihçilerinin oldukça ilgisini çekti ve o yılın sonunda Ankara'da Türkiye'nin ilk Sosyal ve Ekono­mik Tarihi Kongresi toplandığında Wallerstein da davet edildi. Bu konferans­ta Çağlar Keyder ve Huri İslamoğlu-İnan, diğer genç sosyolog ve tarihçilerle beraber Wallerstein'la tanışma fırsatını elde ettiler ve daha sonra Binghamton'daki yeni merkeze öğrencilerini gönderdiler. Binghamton'daki New York State Üniversitesi'nde bir çalışma grubu oluştu ve Çağlar Keyder de daha son­ra merkeze bu üniversitenin sosyoloji bölümünün bir üyesi olarak katıldı. Adı geçen araştırma grubu, çeşitli konferansların sponsorluğunu yaparak ve Osmanlı İmparatorluğu'nun Wallerstein'ın çevreleşme teorisi kontekstinde yeri sorunu üzerine yayınlar hazırlayarak aktif rol aldı. Binghamton'da başlayan bu araştırma trendi kısa sürede diğer mahfillerden de takipçiler buldu. McGoWan'ın Osmanlı sosyal ve ekonomik tarihi üzerine olan kitabı, söz konu­su yeni çalışma ekolünün en güzel örneklerindendir. İslamoğlu ve Keyder de Asya Tipi Üretim Tarzı teorisi ve çevreleşme üzerine düşündürücü bazı çalış­malar yayımladılar. Wallerstein'ın görüşüne göre Osmanlı İmparatorluğu, Çin gibi neredeyse kendi kendine yeterli bir imparatorluk ekonomisine sahipti. Wallerstein'a göre temelde Avrupa'nın kapitalist dünyasından bağımsız ka­lan bu tip imparatorluk ekonomileri, ayrı bir kategoriyi temsil ediyordu. Fakat Osmanlı İmparatorluğu onu Avrupa ile yakın ticarete çeken coğrafi konumu ve Doğu Akdeniz'deki uzun kıyılan ile Çin'den ayınyordu. Osmanlı İmpa­ratorluğu pamuk, deri, yün ve boya gibi Avrupa sanayiinin ihtiyaç duyduğu ham maddeleri temin eden, önemli bir kaynaktı. Avrupa ile Osmanlı İmpara­torluğu arasındaki yakın ticaret ilişkileri zamanla o kadar ilerledi ki Osmanh toplumunun sosyal ve ekonomik yapışıra değiştirmeye başladı. Wallerstein ekolü, Osmanlı İmparatorluğu'nun uzun süren çevreleşmesinin bu koşullar­da gerçekleştiğini savunuyordu. Binghamton'daki araştırma grubu, Osmanh İmparatorluğu'ndaki çevreleşme sürecini incelemek üzere ampirik çalışmalar yapmaya başladı. Çalışmalara göre öyle görünüyordu ki Osmanlı ekonomisi­nin çevreleşmesi XVIII. yüzyılın ikinci yansından evvel gerçekleşmemişti. Seattle'daki Washington Üniversitesi'nden Reşat Kasaba, bu alanda hâlâ çalışan genç araştırmacıların önde gelenlerindendir. Türkiye ekonomisinin marjinal­leşmesi üzerine olan tartışma yeni bir fenomen değildi ve 1930'lardaki Kadro hareketi de Türkiye'nin Avrupa'nın kapitalist ekonomileri tarafından yan sö­mürge haline getirilişini tartışmıştı. Ancak, Wallerstein'in grubu bu fenomeni çalışmak için daha keskin bir metodoloji geliştirmişti ve geç dönem Osmanlı çalışmalarında gittikçe artan bir etkileri olmuştu.

Bölüm III: Belli Başlı Çalışmalar

Doktora çalışmamı 1940-1942 yıllan arasmda tamamladım. Doktora te­zimin konusu Bulgaristan'daki Tanzimat reformlanydı. Araştırmalanm sıra­sında, İstanbul Dobnabahçe Sarayı'nda Bulgar sorununa dair II. Abdülhamid tarafından derlenmiş özel bir belge koleksiyonu bulabilme şansına eriştim. On ciltten oluşan bu belgeler Başbakanlık Arşivlerinde saklanmıştı. Özellikle 1841 ve 1850 Vidin Ayaklanmalan ile ilgili belgeleri inceledim. Eyaletin valisi ve İs­tanbul'dan gönderilen özel müfettişler tarafından gönderilen raporlar, toprak sahipleri ile Bulgar çiftçiler ve marabalar arasındaki toprak anlaşmazlıklarının bu isyanların temelinde yatan asıl neden olduğunu gösteriyordu. Bosna Hersek'te benzer reformlar gerçekleştirilmeye çalışıldığında da toprak anlaşmaz­lıkları ve marabalar arasmda memnuniyetsizlik ve ayaklanmalara yol açmıştı.

Böylece daha doktora tezi zamanında toprak mülkiyeti ve köylü prob­lemleri gibi sorunlara dikkatimi yöneltmeye başlamıştım. Aynı zamanda Ömer Lütfi Barkan da XVI. yüzyıldaki toprak meselesi üzerine çalışıyordu. Akademik kariyerim boyunca toprak ve ilgili sorunlar benim için sürekli bir ilgi merkezi oldu. 1942'yi takip eden yıllarda doktora tezimi tamamladığımda hem iç hem de dış yönleriyle Tanzimat dönemi Osmanlı tarihi üzerine çalış­malarımı sürdürdüm.

1953'te İstanbul'un fethinin 500. yıl dönümü yaklaşırken Türkiye'deki tarihçiler dikkatlerini bu olaym önemine ve genelde II. Mehmed'in saltanatına odakladılar. Ben de bu faaliyetlerde yer aldım ve arşivlerde Osmanlı tarihinin bu dönemine ait bilgi toplamaya başladım. 1953'ten bu yana XV. yüzyıl Osmanlı tarihiyle ilgili bu araştırmalarıma dayanan birçok yaym neşrettim. Başbakanlık arşivlerinden sağladığım II. Mehmed dönemi ile ilgili bilgiler dışmda Bursa Sicillâtt'nda (mahkeme kayıtlan) da önemli bilgiler olduğunu keşfettim. Bursa Kadı Sicilleri 1460'lardan başlıyordu ve II. Mehmed'in saltanatının son üç yılı (1478-81) kalın bir defterde bulunuyordu. Bursa Sicillâtt'ndakibilgiler çoğunlukla şehir hayatıyla ilgili olduğu için ilgi alanlarım Osmanlı sanayisine, şehirciliğine, ipek ticaretine ve kadının idari faaliyetlerine kaymıştı. Araştırmama başladıktan kısa bir süre sonra sicillâtm Osmanlı sosyal ve ekonomik tarihi için başlıca kaynaklardan biri olduğunun farkına varmıştım. Daha sonra İstanbul Sicillâtı’ın da kullandım. Osmanlı tarihi araştırmalarımda yıllar boyunca kullandığım belgelerin önemli bir kısmı yerel mahkeme kayıtlarından gelmiştir.

1935-1950 yıllan arasındaki dönemde bu kayıtlarda kendi çalışmalanma başlamadan önce Halkevleri çatısı altında birtakım araştırmalar yapılmıştı. Büyük ölçüde lise öğretmenleri tarafından gerçekleştirilen bu çalışmalann çoğu, zor bulunan bazı dergilerde yayımlanmıştı. İllerdeki yerleri yüzünden bu kayıtlar genellikle Ankara ve İstanbul'daki profesörlerin kullanımına uzak kalmıştı. 1935-1950 yıllan arasındaki dönemin yayın çabalan, tutarlı standart­ların sağlanamayışı ve organizasyon eksikliği gibi sorunlardan muzdaripti. Ancak, yayın hataları ne olursa olsun, sicillâttan seçilen orijinal belgeler kül­liyatı, yerel ekonomik durum, kırsal bölgedeki popüler hareketler, eşkıyalık gibi birçok önemli konuda birinci elden bilgi sağlıyordu.

Daha sonraki yıllarda Osmanlı şehirlerindeki kadı sicillerinden çıkarılan bilgilere dayalı yerel çalışmalar, imparatorluğun diğer taraflan için de popüler oldu. Sonraları Suriye, Mısır ve Balkan ülkelerinin tarihçileri, kendi tarihleri için Osmanlı sicillâtırun önemini kavradılar. Suriye'de Abdülkerim Refik, Mı­sır'da Andre Raymond ve A. A. Abdurrahim, Bulgaristan'da G. Galabov, Berov ve S. Dimitrov, Bosna'da Hamid Krashevliavic, Hamid Hadzibegic ve di­ğerleri hep bu yerel kayıtlara dayalı çalışmalar yayımladı. Türkiye'de ise daha önce müzelerde ve illerdeki bazı belediye tesislerinde bulunan kayıtların bir araya toplanarak Ankara'daki Milli Kütüphane'ye aktanlmasma karar verildi.

1953'ün sonlarına doğru, ilgi alanlarım ve araştırma sahalarım açıklığa kavuşmuştu. Araştırmalarımın genel ekseni, toprak meselesi ve Osmanlı timar sistemi, Osmanlı sosyal ve ekonomik tarihi ve XV. yüzyıldan bu yana Osmanlı'da şehirleşme idi. Başbakanlık Arşivlerinde II. Mehmed dönemine ait tahrir kayıtları üzerindeki araştırmalarımı sürdürürken, Mehmed'in ba­bası Murad dönemine ait son derece ilginç ve önemli bir belgeye rastladım. 1432'den kalma bu kayıt, Arnavutluk'taki Arvanid Sancağı'nin timar defteriy­di ve 1954'te bu kaydı bir kitap olarak bastım. Bu Osmanlı'ya ait yayımlanmış ilk tam tahrir kaydı idi. Bu alandaki tek erken eser Lajos Fekete'nin Macarca yayımladığı Estergon Tahrirleriydi. Arnavutluk timar kayıtlan 1432-1455 dö­nemiyle ilgili belgeleri içeriyor ve Osmanlı timar rejimine ışık tutacak önemli bilgiler sağlıyordu. Aynca, Osmanlı'nın Amavutluk'a yerleşmesi ve Osmanlı timar sistemine entegre olan yerel Hristiyan ailelerin kimlikleri ile ilgili bilgiler de vardı. Aynı zamanda üzerinde çalıştığım II. Mehmed dönemine ait diğer kayıtlar da Osmanlı kontrolündeki Balkanlar'ın diğer bölgelerinde Hristiyan timarlı sipahilerin varlığını ortaya çıkardı. Bu araştırma sonuçlan bana Osmanlı öncesi rejimi temsil eden feodal-askerî aristokrasinin Osmanlı toplumunda sipahi olarak statüsünü sürdürdüğünü gösterdi. Bu keşif, Osmanlı fethinin İslam hukukuna uygun şekilde otomatik olarak bütün gayrimüslim toprak sahiplerinin topraklanna el konulmasına yol açtığı iddialannm asılsız olduğunu gösteriyordu.

1956 yılında Dr. Robert Anhegger ile II. Mehmed ve II. Bayezid dönem­lerine ait bir kanunnâmeler külliyatının edisyonunu yaptım. Eşzamanlı ola­rak Nicoara Beldiceanu tarafından bu kanunnâmelerin Fransızca versiyonları hazırlanmış, Franz Babinger ise metnin bir tıpkıbasımım yayımlamıştı. Bizim edisyonumuz basıldıktan sonra hazırlanan bu tercümede birçok ciddi hata vardı. Tercüme üzerine yazdığım eleştiri, maalesef bir arkadaşımı daha kay­betmeme sebep olmuştu.

Osmanlı kanunnâmeleri ve tahrirleri üzerine yaptığım araştırmalar sonu­cunda Osmanlı toprak rejimi ile ilgili önemli bir sonuca varmıştım. Artık araş­tırmalarıma dayanarak Osmanh vergi sisteminin kökeni ve genel karakterini tanımlamaya hazır olduğumu hissediyordum. "Raiyyet Rüsûmu" adlı maka­lemde çift resmi gibi vergilerin aslmda çiftçinin sosyal ve hukuki statüsünü ta­nımlayan ve belirleyen daha genel bir sistem bağlanımda anlaşılması gerekti­ğini ilk defa ortaya koydum. Bu sistemin prensiplerine göre, bir çiftçi ailesinin ihtiyaçlarım karşılayacak büyüklükte bir arazi parçasını ekip biçen biri tam çift resmi ödüyor, bunun yansı büyüklüğünde bir araziyi ekip-biçenler, topraklı köylü sınıfının ikinci grubunu oluşturuyor ve yarım çift resmi ödüyor, yarım çiftlikten az toprağa sahip olanlar ise topraklı köylü sınıfının en alt tabakasını oluşturuyordu. Bu kategorilerin, sosyal ve ekonomik statüyü belirleyen önemli kategoriler olduğu, vergi mükelleflerini bu üç kategoriden birine atayan tahrir kayıtlan ile açıklığa kavuşuyordu. Aynca arazi ile araziyi işleyen ailenin aynı birim olarak beraber kaydedildiği de ortaya çıkıyordu. Belli bir işgücü potan­siyeli taşıyan çiftçi aileleri kayıtlara bireyler olarak değil, çift-hane gibi üretim birimleri olarak girmişti. Osmanh arşiv belgelerinden anlaşıldığı kadanyla Osmanlı'daki imparatorluk toprak rejimi bağlamında köylerin ve kasabaların sos­yal kategorilerini tanımlayan şey çift-hane idi.

Böylece Osmanh idaresi, merkezi kayıtlar vasıtası ile bütün bir kırsal eko­nominin toprağım ve işgücünü düzenliyor, kategorize ediyor ve kendi kont­rolü alfanda tutuyordu. Araştırmalarım, imparatorluk idari sisteminin özünü oluşturan bu sistemi ortaya çıkarmıştı. Tahrir sisteminin kendisi de dâhil olmak üzere diğer bütün temel Osmanh idari uygulamalarım ve biçimlerini belirleyen temel sistem bu çift-hane sistemiydi. Aynca, vergilerin ve toprağın miktarım ve karakterini de bu sistem belirliyordu. Daha sonraki araştırmalarımda, Osmanlı öncesi dönemlerde kuru tanm yapılan bölgelerde toprağı ve tarımsal işgücünü düzenlemek için benzer sistemlerin olduğunu gördüm. Geç Roma döneminden bu yana Akdeniz topraklarındaki imparatorluk yöneticileri ana gelir kaynaklan olan toprak ve çiftçi üzerinde kontrol sağlamak için bu tür sistemler geliştirmiş­lerdi. Osmanlılar, kendilerine has çok az değişiklik getirmişler, sadece var olan normlan ve uygulamalan sürdürmüşlerdi. Esas tasalan, fethedilen yerlerdeki çiftçi toprak-aile birimlerini, verimli vergi kaynağı yapılar olarak koruyabil­mekti. Osmanlılan çiftçi toplumunu etkileyecek radikal değişiklikler yapmaya teşvik edecek çok az sebep vardı ve bununla pek ilgilenmediler. Fethettikleri kırsal bölgelere ne sosyal ne de dinî bir devrim götürmediler.

Tahrir kayıtlanndaki son derece zengin Osmanlı arşiv kayıtlan sayesin­de imparatorluğun kırsal kesimindeki maddi koşullan ortaya koymak müm­kündür. Osmanlı kayıtlan ve Osmanlı rejiminin sosyal ve kurumsal muhafa­zakârlığı bilgisiyle donanmış olarak, Osmanlı öncesi Selçuklu, Bizans hatta Roma dönemlerinde Anadolu ve Balkanlar'daki çiftçi hayatı ve kırsal yaşam koşullarının oldukça iyi bir resmini yeniden çizebiliriz. Osmanlı öncesinden çok az belge kaldığı için bu dönemlere ait bilgilerimiz hâlâ muğlaktır. Fakat Osmanlı çift-hane sistemi hakkındaki ayrıntılı bilgilerimiz ışığında bu önce­ki rejimlerin bazı unsurları açığa kavuşturulabilir. Böylece Osmanlı "Raiyyet Rüsûmu" üzerine olan orijinal çalışmamız hem Osmanlı hem de mukayeseli kontekstlerde geniş bir yeni araştırma alanı ortaya çıkarmıştır.

Bir ampirik tarihçi olarak çalışmamın en hayati önemi haiz yanlarından birinin belge ve metin yayım alanındaki çabalarım olduğunu düşünüyorum. İlk dönemlerde bu alandaki enerjimi Tanzimat reformları ile ilgili belgelere yönlendirmiştim. Yukarıda bahsettiğim gibi 1954'te Arvanid Sancağı timar defterinin tam edisyonunu yayımladım. Aynı zamanda Fatih Sultan Meh­med'in saltanatına ve Bursa şehrine dair bazı belgeler yayımladım. Bursa hakkındaki belgeler serisi (500'den fazla) Belgeler dergisinde bir dizi ola­rak devam etti. Daha sonraları Kefe Limam’nın 1487-1490 yıllan arasındaki gümrük kayıtlarım yayımladım. XVI. ve XVII. yüzyılların kanunnâmelerini yayımlamak üzere topladım. Şu anda üç ana Osmanlı kanunnâmesinin bir edisyonunu ve tercümesini hazırlıyorum. Bunlardan ilki I. Süleyman'a ait. Kanun-nâme-i Cedid adındaki İkincisi ise XVII. yüzyılın başlarında derlenmiş. Üçüncüsü ise Aydın Sancağı Kanunnâmesi. Metinler, bu proje için, kritik metin edisyonu prensiplerine göre hazırlanıyor. Ayrıca, her kanunnâmeye dipnot­lar, açıklamalar ve tam metin bir İngilizce tercüme eşlik ediyor.

Şu anda Gilles Veinstein ve M. Berindei ile üzerinde çalıştığım başka bir metin de XV. yüzyıl sonu ve XVI. yüzyıl başlarına ait Kilya ve Akkerman gümrük kayıtları. Kefe defteri ile birlikte bu yaym serisi, XV. yüzyıl Karade­niz ticareti için temel kaynaklan oluşturacak.

Bölüm IV: Belli Başlı Projeler

Kariyerim boyunca Osmanlı tarihi alanında gelecekteki çalışmalar için temel teşkil edeceğini düşündüğüm bir dizi uzun soluklu proje gerçekleştir­dim. Bunlardan bazdan nihayete erdi, bazdan ise devam etmekte.

Bu projelerden biri Bursa Sicillâtı ile ilgili. Bu kayıtlar üzerine 1950'lerde çalışmaya başladığımda Bursa'da I. Mehmed medresesindeki odalardan birin­de toz toprak içinde yığınlar halinde duruyorlardı. Bursa'da yıllarca çalıştık­tan sonra bu önemli belgeler için yeni bir yer bulmak amacıyla Ankara'daki Müzeler Genel Müdürlüğü'ne bir koruma ve kataloglama programı önerdim. Bu fikir hevesle kabul edildi, fakat ilk aşama kayıtlan yeniden cdtleme için Topkapı Müzesi'ne gönderilmeyi öngördüğünden kendi önerimin başansının kurbanı oldum. Kayıtlar İstanbul'a temizleme, onarım ve yeniden ciltleme için gönderildiğinde uzun bir süre araştırmaya kapalı kaldılar. En sonunda kayıtlar Bursa'ya döndü ve Arkeoloji Müzesi'ndeki özel arşivde saklanmaya başlandı. Siciller Bursa'ya döndüğü gibi, hem Türk hem de uluslararası bilim camiasının dikkatini çekti ve bunlara dayalı yayınlar arttı.

Daha sonra 1980'lerde, imparatorluk başkentinin tarihi hakkında potan­siyel bir kaynak olabilecek İstanbul Sicillâtı'na, dikkatimi verdim. İstanbul Sicillâtı şimdi İstanbul Müftülüğü'ndeki arşivdedir ve yaklaşık 10.000 ciltten oluş­maktadır. Bu arşiv, İslami bilimlere, özellikle İslam hukukuna karşı bir ilginin uyandığı II. Abdülhamid (hk. 1876-1909) döneminde oluşturularak şeyhülisla­ma bağlanmıştı. II. Abdülhamid döneminde arşiv özenle tasnif edilmiş ve bir katalog hazırlanmıştı. Bu arşiv sadece İstanbul için değil, daha genel olarak Osmanlı şehir hayatı, sanayii, ticareti ve hukuk tarihi için birinci dereceden önemli bir kaynaktır. Uzun süre, bu önemli Osmanlı tarihi kaynağını tam anlamıyla kullanabilmek, araştırma sonuçlarını yayımlamak ve dağıtmak için bir çeşit kurumsal çerçeve geliştirmeye ihtiyaç olduğunu düşündüm. Bizans İstanbul'u üzerine değerli birçok bilimsel yaym hazırlanırken Osmanlı şehri için bu kadar büyük bir kaynağın âtıl kalması ve neredeyse tamamıyla görmezden gelinme­si utanç vericiydi. Bu önemli kaynağın Başbakanlık ve Topkapı Arşivi ile eşit derecede önemli belli başlı bir araştırma merkezi olarak tanınması konusunda kararlıydım. Kafamda bu fikirle, önce değerli İstanbul Müftüsü Selahattin Kaya ile daha sonra da onun vasıtasıyla müftülük arşivindeki yardımcısı Abdülaziz Bayındır ile görüştüm. Derhal Chicago'daki bazı doktora öğrencilerimi burada araştırma yapmaları için teşvik ettim. Ayrıca, İstanbul Sicillâtı'na dayalı yaym çalışmalarını üstlenecek ehil araştırmacılardan oluşan küçük bir ekibi kurma gibi bir düşüncem de vardı. Profesör Abdullah Kuran ve Boğaziçi Üniversitesi'nden Zafer Toprak'a danışarak bu projenin desteklenmesi için bir yapı oluş­turulması hususunda tavsiyeler aldım. Zamanın Büyükşehir Belediye Başkanı Bedreddin Dalan'a da konu hakkındaki düşüncelerini sorduk. Daha sonraları planlama komitesi Nurhan Atasoy, Cemal Kafadar ve Gülru Kafadar'ı da kap­sayacak şekilde genişledi, ancak mali kaynaklarımız yetersiz olduğu için proje­nin gerçekleşmesi gecikti. Sonunda projenin Koç Firması'nın sponsorluğunda İstanbul Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Merkezi'nde gerçekleştirilmesinde karar verildi. Şu anda kayıtlardaki içeriğin ve verilerin bilgisayarlar ve diğer teknik araçlarla elektronik ortama aktanlması çalışmaları sürmektedir. Proje­nin ilk aşamalarında üç asistandan oluşan yan zamanlı araştırma ekibi bilgiyi sistematik şekilde işlemek için çalışmaktadır. İlk sicilin kısa süre içerisinde ya­yımlanması bekleniyor. Proje organizatörleri, İstanbul Sicillâtı üzerine gelecek olan çalışmalar ve monograflar serisinin ilkini oluşturan bu yayın ortaya çıktığı zaman, projenin kamuoyuna duyurulmasının ve ilginin arttmlmasınm kolay­laşacağını ümit ediyorlar.

Dünyada kendi ulusal tarihleri üzerine Türkler kadar zengin tarihî kay­naklara sahip çok az halk var. Türkiye'deki arşiv materyali çeşitliliği eşsiz... Türk tarihi üzerine çalıştığım son elli yıl içerisinde, öncelikler oluşturmayı, arşivlerin bilimsel tasnifini yapmayı ve Türk arşivlerine erişimin kolaylaştı­rılmasının kuvvetle savundum.

1985'te İstanbul'da Eski Büyük Elçi Sayın İsmail Soysal ile arşiv soru­nu üzerine bir konferans serisi düzenledik. Başbakan Sayın Turgut Özal ve bir kısım arşiv teknisyeni ve uzmanı bu konferanslarda bulundu ve sonuçta arşivin geliştirilmesi ve modemize edilmesi için geniş devlet fonları ayrılma­sına karar verildi. Şu anda İstanbul'daki Osmanlı arşivleri, Londra ve Paris arşivleri ile denk bir uluslararası bilimsel araştırma merkezi olma yolunda ilerliyor. Yüzlerce personel, arşivlerdeki milyonlarca belgeyi tasnif etmek için çalışıyor ve Türkiye'de ilk defa eğitimli bir arşiv kadrosu iş başmda. Osmanlı İmparatorluğu'nun küllerinden 20'den fazla bağımsız devlet türediğini düşünürsek, bu ülkelerdeki tarihçilerin kendi geçmişlerini aydınlatmak için Osmanlı arşivlerini kullanma ihtiyacı hissedecekleri aşikârdır. Buna ilaveten Osmanlı İmparatorluğu, Çin ve Roma imparatorlukları gibi dünya tarihinin büyük imparatorluklarından biridir ve Osmanlı tarihçileri ve diğer tarihçiler dışmda sosyologların ve sosyal bilimcilerin de özellikle ilgisini çekmektedir. Örneğin, Kari Wittfogel ve Eisenstadt eserlerinin bir bölümünde Osmanlılar örneğini incelemişlerdir.

Yayın kurulunda hâlâ görevli olduğum Türk Tarih Kurumu'nun yayım­ladığı Belgeler dergisi 1964'ten bu yana kesintisiz yayımlanmaktadır. Bu dergi, Osmanlı tarihi ile ilgili belgelerin yayınlanmasında ana basın organlarından biri olarak görev yapmaktadır.

Osmanlı tarihi araştırmalarında en önemli arşiv kaynaklarından biri de 260 cildi aşan hacmiyle Mühimme defterleridir. Mühimme defterleri Divân-ı Hümâyun'da tartışılan meseleleri ferman biçiminde özetleyen kayıtlardır. 30 yıldan fazla bir zaman önce Türk Tarih Kurumu'na bütün Mühimme defterle­rini ciltler halinde basmayı önerdim. Önerimin aslî unsurları şunlar idi:

                Her Mühimme defterinin önce tıpkıbasımı yayımlanacak.

                Her Mühimme defteri isimler ve teknik terimleri içeren ayrıntılı bir al­fabetik endekse sahip olacak.

                Her cilt, o cildin kendine has özelliklerini belirten bir önsöze sahip olacak.

Bu plamn bilimsel topluluğun ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılayacağını düşünüyordum. Bu defterlerin içeriklerinin özetlendiği ve metinlerin modem Türkçe versiyonlarının basıldığı daha önceki çabalar ciddi bilim adamlarının ve tarihçilerin gereksindiği kaynağı sunmaktan uzaktı. Maalesef, kurumun yönetim komitesi, teklifimi çok maliyetli olacağı gerekçesiyle reddetti. Hâlâ red oyu verenler arasmda meslektaşlarımın bulunduğunu hatırlayıp hayal kı­rıklığı duyarım. Proje gerçekleşmiş olsaydı 260 ciltlik setler dünyanın büyük üniversitelerinin kütüphanelerinde bütün ciddi Osmanlı çalışmalarına kay­nak teşkil etmek üzere hazır bir şekilde bekliyor olacaktı.

Diğer bir önemli tahrir defteri serisi de Başbakanlık arşivlerindeki tapu tahrir defterleridir. Sayısı 2000'den fazla olan bu defterler bugün çoğunlukla İstanbul'daki Osmanlı arşivlerinde; ancak bir kısmı da Ankara'daki Vakıflar Genel Müdürlüğü'ndedir. Bu belgelerin önemi, ilk defa merhum Ömer Lütfi Barkan'ın çalışmaları ile ortaya çıkmıştı. 1940'lardan bu yana hem Türkiye içinde hem de uluslararası alanda aktif bir yayın konusu olmuşlardır. Ancak, yayın konusundaki heveslere rağmen bilimsel ihtiyaçlara cevap veren ideal bir yayın metodu henüz bulunamamıştır. Örneğin, Macarca yayımlanan ve Macaristan dışındaki bilim adamlarına kapalı olan defterleri ele alalım. Eğer bunlar orijinal dillerinde transkribe edilselerdi uluslararası camiaya daha fay­dalı olacaklardı. Türkiye'deki yayınlarda ise Osmanlı metinlerini sadeleştirme ve modernleştirme gibi talihsiz bir eğilim oluşmuştur. Bence, daha önce Mü­himme defterlerinde önerdiğim gibi tıpkıbasımlar, indeksler ve notları içeren sistemin bir benzerini kullanmak bilimsel kullanım için en uygun olanıdır. Bu yayınların halkın kullanımı için olmadığı, sadece uzmanların kullanımı için tasarlandığı kabul edilmelidir.

Altı yıl önce 1986'da Türk Tarih Kurumu'na bu kayıtların bilimsel ve sistemli bir biçimde yayınlanmasını sağlayacak bir proje önerdim. Bu projede ilk aşamada I. Süleyman dönemine ait bugünkü Türkiye sınırlan içerisinde kalan bütün bölgelerin defterlerinin bir seri halinde yayınlanmasını teklif et­tim. Bu yayınlan hazırlarken uyulacak esaslan yukanda belirtmiştim. Tah­rir defterleri köylerin, kasabalarm ve şehirlerin nüfusu ve tanmsal üretimin miktan ve değeri de dâhil olmak üzere ekonomik koşullan hakkında önemli veriler içerir. Bu sayımlar, devlet tarafından vergi gelirlerini tahmin etmek ve sosyal gruplan belirlemek üzere gerçekleştirilmiştir. Projeye uygun olarak I. Süleyman dönemi Türkiye'sine ait bütün tahrir defterleri yayınlandığında, Anadolu'nun bütün demografik ve iktisadi kaynaklarım 400 yıl önceki hal­leriyle aynntılandırmak mümkün olacaktır. Türk Tarih Kurumu, bu projeyi genel planlarına almayı kabul etti ve tahrir uzmanlarından oluşan bir komite oluşturuldu. Şu anda Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü ile yayın işini yürü­tebilecek kişileri belirlemek için çalışmaktayız.

Sonuçlandırma şansım elde ettiğim projelerden biri de Osmanlı sosyal ve ekonomik tarihinin araştırılması için oluşturduğum kalın organizasyon­dur. Bu projeyi başlatmak için uluslararası bir kongre düzenlemeyi tasarla­dım ve Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekam Emel Doğramacı ve Ekonomi Bölümü Başkam Osman Okyar'ın katkılarıyla Hacettepe Üniversi­tesi ilk kongre mekâm olarak seçildi. İlk kongre 1977'de Ankara'da toplandı.

Dünyada, EL Dünya Savaşı'ndan bu yana, sosyal ve ekonomik tarih, tarihçi­lerin giderek daha fazla ilgi gösterdikleri alanlar olarak ortaya çıktı. 1930'dan son­ra Türk arşivlerinin açılması ile Türkiye'de ve Balkan ülkelerinde bu alanlarda bir dizi önemli çalışma yapıldı ve Osmanlı tarihinin sosyal ve ekonomik yönleri daha derinliğine incelenmeye başlandı. Bu alanda çalışanlar bir araya getirilerek birtakım yeni araştırma alanları belirlendi ve kongre Osmanlı çalışmalarının geli­şimine pozitif bir katkı sağladı. Müteakip kongreler Strasbourg (1980), Princeton (1983), Munich (1986), İstanbul (1989) ve Aix-en-Provence'de (1992) yapıldı. Bu çabalan devamlı kılmak ve gelecek araştırmalan desteklemek için Uluslararası Türkiye Sosyal ve Ekonomik Tarihi Komisyonu'nu oluşturduk. Kurucu üyeleri Osman Okyar, Emel Doğramacı, Kemal Karpat, Bemard Lewis, irene Melikoff, William H. McNeil, Nikolai Todorov ve Immanuel Wallerstein.

Osmanlı sosyal ve ekonomik tarihi alanındaki son projem, en son araştırmalan sentezlemeye yönelik bir ders kitabı edisyonunu organize etmek. Yayma (Cambridge University Press) ile olan anlaşmaya göre imparatorlu­ğun başlangıandan çöküşüne kadar olan dönemi 750 sayfada kapsayacak bu projenin katılımdan olmalan için Osmanlı tarihinin belirli dönemleri üzerine çalışan 5 ünlü uzmana teklif götürdüm. Suraiya Faroqhi, Bnıce McGoWan, Donald Quataert, Mehmed Genç ve Halil Sahillioğlu. Sonuçta son iki araştırman projeden çekildiler. 1300-1600 dönemini ben yazdım. Faroqhi, McGoWan ve Quataert ise sırasıyla XIX. yüzyılın sonuna kadar olan yüzyılları ele aldılar. Osmanlı para tarihi kısmım Sahillioğlu'nun yerine Şevket Pamuk yazmayı kabul etti. Kitap, bir taraftan Braudel'in şimdi bir klasik haline gelmiş olan Akdeniz dünyası üzerine kitabında ortaya attığı soruların bazılarım cevapla­mak üzere diğer taraftan da Wilhelm Heyd'in Levanten ticareti üzerine olan kitabım tamamlamak için tasarlanmıştır. Bu kitapta, şu ana kadar ya eksik an­laşılmış ya da hafife alınmış olan Osmanh İmparatorluğu'nun dünya tarihinde oynadığı önemli ekonomik rolü hakkıyla gösterdiğimize inanıyorum.

İçinde olduğum bir diğer proje de UNESCO tarafından sponsorluğu ya­pılan İnsanlığın Bilimsel ve Kültürel Gelişiminin Tarihi (History of the Scientific and Cultural Development of Mankind). Şu anda 7 cilt olarak tasarlanan bu eserin 5. cildi 1500-1800 dönemini kapsıyor. Cambridge Üniversitesi'nden Peter Burke ve ben bu cildin editörlüğünü paylaşıyoruz ve genel plan üzerinde anlaşmaya vardık bile.

Bir dizi derginin yazı kurulunda bulunmanın yam sıra Osmanlı çalışma­larına adanmış iki derginin kuruluşunda ve sürdürülmesinde aktif rol aldım. Bunlardan ilki 1969'da Tibor Halasi-Kun ile kurduğum Archivum Ottomanicum, diğeri ise 1980'de Nejat Göyünç ve Heath Lowry ile kurduğum Ottoman Studies. Bu iki dergi, Türkoloji veya Türk tarihi kontekstindeki diğer dergile­rin aksine özellikle Osmanlı çalışmalarına adanmıştır. Bütün bu alanları kap­sayan genel dergiler kategorisinde şunlar sayılabilir: Şinasi Tekin ve Gönül Tekin editörlüğündeki The Journal of Turkish Studies (Cambridge, MA); Inter­national Journal of Turkish Studies (Madison, WI); Turcica (Paris); Türk Dünyası Araştırmaları (İstanbul, 1980). Bunlara ek olarak Viyana'da 1975'ten bu yana Andreas Tietze'nin yönetiminde yıllık olarak basılan Türkologischer Anzeiger bulunmaktadır. Bunlar, Türkoloji ve daha özel olarak Osmanlı ile ilgili konu­larda dünya çapındaki yayınların kapsamlı listesini oluşturmaktadır.

Şu anda Osmanh tarihi üzerinde çalışmak isteyen araştırmacılar için pra­tik değere sahip bir başka proje üzerinde çalışıyoruz. Osmanlı teknik terimleri sözlüğü olarak kullanılabilecek bir eser planlıyoruz. Araştırmalannı Osmanlı arşivleri üzerinde yoğunlaştıran öğrenciler ve uzmanlar için bu tip bir eserin olması artık bir gereklilik halini almıştır. Harvard Üniversitesi'nden Cemal Kafadar ve Konya Üniversitesi'nden Nejat Göyünç olmak üzere iki seçkin meslektaşıma bu projede beraber çahşmayı önerdim. Daha sonra Şinasi Tekin de bize katıldı. Mehmed Zeki Pakalın, Midhat Sertoğlu ve Reşat Ekrem Koçu gibi bizden önce bu alanda eser vermiş olanları incelerken, planladığımız esere kendi araştırmalarımızın ürünü olan endeks kartlarım da eklemeyi düşündük.

Bölüm V: Amerika

1943-1972 yıllan arasında Ankara'daki Dil ve Tarih-Coğrafya Fakülte­si'nde Osmanlı tarihi dersleri verdim. 1942 yılında asistan, 1943'te doçent, 1952'de ise profesör oldum. 1956'da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ndeki derslerime ek olarak Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Osmanlı İdari Ta­rihi ve İnkılap Tarihi dersleri verdim. Bu dönemde birçok sefer Amerika'daki çeşitli üniversiteler tarafından konuk profesör olarak davet edildim. 1953-54 döneminde Columbia Üniversitesi'ndeki Uluslararası İlişkiler Okulu'nda bu­lundum. 1956'da Harvard Üniversitesi'nde bir yıllık bilimsel araştırma yap­mak üzere Rockefeller Bursu'nu kazandım ve 1967'de Princeton Üniversitesi Yakındoğu Çalışmalan Bölümü'nde bir sömestr geçirdim.

1971 öncesinde, tamamen Amerika Birleşik Devletleri'ne taşınmayı hiç düşünmemiştim. Ancak, 1971'de Harvard Üniversitesi Tarih Bölümü beni iki ders vermem için davet etti ve bölümün devamlı kadrosuna girmem tartışıldı. Aynı zamanlarda Pennsylvania Üniversitesi Doğu Çalışmaları Bölümü'nden Profesör Thomas Naff beni 5 yıllık bir sözleşmeyle bölümüne katılmaya davet etti, ancak Türkiye'yi temelli bırakmak konusunda karar veremediğimden bu kadar uzun dönemli bir teklifi kabul edemedim. Bir sene sonra 1972'de, Chicago Üniversitesi'nden, Tarih Bölümü'nde Osmanlı tarihi öğretmeni ve Osmanlı araştırmalarının başında olmamı isteyen güzel bir teklif geldi. Türki­ye'de 1970'lerde öğrenci olayları baş göstermişti ve üniversite sınıflarında dü­zeni sağlamak gittikçe zorlaşıyordu. Koridorlarda silahlar ateşleniyor, öğrenci-polis çatışması günlük bir olay haline geliyordu. Olaylarda öğrencilerden birçoğu hayatım kaybediyordu. Bu öğrencilerin cenaze törenlerinde fakülte kapatılıyor ve bütün akademik işler sekteye uğruyordu. Bu tip bir atmosfer­de öğretimi ve araştırma çalışmalarım sürdürmek mümkün değildi. Böylece, Türkiye'den ayrılma fikrim eşim Şevkiye'ye açmaya karar verdim. Şevkiye ile 1945'ten beri evliydik ve o günlerde fakültedeki Arapça Bölümü'nün baş­kanı olmuştu. Chicago'dan gelen teklifi kabul etmenin onun için önemli bir fedakârlık olduğunun bilincindeydim. Bana eşlik etmeyi kabul etti, ben de Chicago'dan gelen teklifi kabul ettim. İki yıl önce doğmuş büyük oğlumuz Gökhan'ı da alarak Hyde Park'a yerleştik. 1972'den bugüne değin Chicago'da yaşadım. İstanbul gibi büyük bir şehirde büyüdüğüm için Amerika’nın bü­yük şehirlerinden birindeki hayata kolaylıkla uyum sağladım. Michigan Gölü kıyısındaki evim, üniversiteye 20 dakika yürüme mesafesindeydi.

Ben Cihcago'ya vardığım zaman Tarih Bölümü'nün ruhu Rise ofthe Wesf in yazan William McNeil idi. Bu global tarih ustasını daha önce Venedik, Wisconsin ve Madison'da olmak üzere iki defa görmüştüm. Chicago Üniversitesi'nde Tarih Bölümü'nü dünyanın bütün bölgeleri üzerine uzmanların toplandığı bir merkez hale getiren şey McNeil'in hırsıydı. Böyle bir vizyonla Osmanlı'nın bölümün programında temsil edilmemesi mümkün değildi. Bölümün diğer üyeleri arasında Avrupa uzmanları bulunmaktaydı. Bölüm başkanı olan Kari Morrison Orta Çağ Avrupa Tarihi Uzmanı, Erich Cocrane İtalyan Rönesansı uzmanı, Leonard Kriger Avrupa Entelektüel Tarihi uzmanıydı. Asya uzman­ları arasında Asia in the Making of Europe'un yazarı Donald Lach ve tarihçi Ping-ti-Ho bulunmaktaydı. Bu seçkin bilim adamları grubu Chicago Üniver­sitesi Tarih Bölümü'ne dünyanın önde gelen araştırma merkezlerinden biri olarak şöhret kazandırmışlardı. Chicago'da hemen her gün alanında uzman birinin verdiği bir derse katılmak mümkündü. Sosyal bilimlerde disiplinlerarası çalışmalar, özel seminerler ve Sosyal Düşünce Komitesi aracılığıyla özellikle destekleniyordu. Dört milyon cildin üzerinde bir koleksiyona sahip olan Chicago Kütüphanesi, ciddi tarihsel araştırmalar için önemli bir destekti. Amerika'nın kütüphanelere olan yatırımı hem eğitimin hem de modernizas­yonun teşvik edilmesinde kritik önemi haizdi. Orijinal araştırma ve yayınlara birincil derecede önem veren bir kurum olarak Chicago Üniversitesi, profe­sörlerine öğretim tercihlerini ve önceliklerini belirlemede azami özgürlük sağlıyordu. Sonuçta eğitim programım, araştırma çalışmalarımla uyumlu bir hale getirecek şekilde ayarlamayı başararak, boş zamanımı yayın faaliyetleri için en iyi biçimde kullandım. Chicago Üniversitesi bence bilim adamları için ideal çalışma ortamıydı. 1986'da emekliliğimin ardından, üniversitede aktif kaldım ve doktora öğrencilerimin çalışmalarına nezaret etmeyi sürdürdüm. Aynı zamanda meslektaşlarımla yakın ilişkiler kurdum.

Şimdi Chicago Üniversitesi'ndeki Türkiye çalışmalarına dönecek olursak, programın başlangıç tarihinin, Richard Chambers'in Yakındoğu Dilleri ve Kül­türü Bölümü'ne ilk atandığı yıl olan 1962-1963 akademik yılma dayandığım söyleyebiliriz. Chicago Üniversitesi'ne varışımdan kısa bir süre sonra Fahir Iz, Yakındoğu Dilleri ve Kültürü Bölümü'ne davet edilmişti. İz'in emekli olma­sından bir süre sonra yerini Türkoloji alanında üretken bir uzman olan Robert Dankoff almıştı. Chicago Üniversitesi'nde yüksek lisans öğrencileri temel dil eğitimini tamamladıktan sonra Osmanlı kaynaklarım kullanarak özgün araştır­malar yapabiliyorlardı.

Chicago'daki yıllarım boyunca 12 yüksek lisans öğrencisi yetiştirdim ve hepsi de araştırmalarını İstanbul'daki Osmanlı arşivlerinde yaparak, orijinal doktora tezleri yazdılar. Kariyerlerinde ilerledikçe Ortadoğu tarihinin Osmanlı yüzyılları ile ilgili önemli bilimsel yayınlar yaparak katkıda bulundular. Bu öğ­rencileri yetiştirmekteki temel amacım, onları Osmanlı arşiv araştırmalarında uzman olarak hazırlamaktı. Derslerim her zaman bu amaca yönelik tasarlan­mıştı. Doktora öğrencilerimle, öğrencilerinin Osmanlı Türkçesine hâkimiyeti zayıf olduğu halde tez savunmalarına ve kitap basmalarına izin veren bazı hocaların ve danışmanların sözde uzman öğrencileriyle aynı akıbeti paylaş­maları için çok yakın çalışmayı bir prensip haline getirdim.

Son yıllarda arşiv yönetiminin modernizasyonu ve Osmanlı arşivlerine girişin kolaylaştırılmasına yönelik çalışmalarımız Osmanh tarihi alanında ciddi araştırmaların yapılmasını sağladı. Bu arşivler, imparatorluğun yıkın­tılarından doğan yirmiden fazla ülkenin ulusal tarihleri için bir kaynak oldu­ğundan, birçok önemli üniversitenin, Osmanlı uzmanlan için kadro ayırması kaçınılmaz olacaktır.

Bazı üniversitelerde Osmanlı çalışmalan ve Türkoloji'nin mali sebepler­den dolayı programdan kaldınldığı yeni bir trendin başladığını üzüntüyle iz­liyorum. Maalesef benim kurumum olan Chicago Üniversitesi'nde de benim işgal ettiğim kadro diğer alanlara tahsis edildi ve Osmanlı çalışmaları eski seviyesinde değil. Benim dönemimde Osmanlı çalışmalan için sağlam bir te­mel atıldığı için bu özellikle talihsiz bir durumdur. Buna karşın kayda değer gelişmelerden biri de Chicago Üniversitesi'nde önemli bir Osmanh Belgeleri Koleksiyonu'nun oluşturulmuş olmasıdır. Koleksiyonun çekirdeğini, Başba­kanlık ve Topkapı Sarayı Arşivi'nden etkileyici miktarda mikrofilm getiren merhum Profesör Alexandre Benningsen oluşturmuştur. Bu koleksiyona ben de yıllar boyunca Türkiye'deki kütüphanelerden toplamış olduğum bazı el yazmalarının ve belgelerin mikrofilmlerini ekledim. Çoğaltma, ciltleme ve tasnif işlemlerinden sonra bu materyal, üniversitenin Osmanlı belgeleri ve el yazmaları koleksiyonunu önemli ölçüde genişletmiştir. Şimdi Chicago'da­ki Regenstein Kütüphanesi'nde bulunan Osmanlı belgeleri koleksiyonunun, Türkiye dışında, Osmanh tarihi araştırmaları için en zengin kaynaklardan biri olduğu söylenebilir. Bu materyali kullanarak doktora tezi yazmak mümkün­dür. Şu anda arşiv, Amerika'nın diğer taraflarından gelen öğrenciler ve profe­sörler tarafından da kullanılmaktadır.

Regenstein Kütüphanesi, arşiv materyalinden başka, Amerika'daki en iyi Osmanlıca ve Türkçe basılı kitap koleksiyonuna da ev sahipliği yapmaktadır. Chicago'da bir program oluşturmak için harcanan bunca çabadan sonra orayı terk etmek ve canlılığını yitirmesini seyretmek düşünülemezdi. Bu duyguyu paylaşan üniversitedeki bazı meslektaşlarım, Osmanlı Çalışmaları Kürsüsü kurmak üzere bir fon ayrılması için ciddi çabalar sarf ettiler. Fonların yansını Türk devletinin, yansının ise Chicago Üniversitesi'nin karşılayacağı bir anlaş­ma yapılarak, bu kürsünün kurulmasına karar verildi. Hem Üniversite Başkam Hanna Gray hem de eski Başbakan Turgut Özal, bu işe kişisel desteklerini verdiler ve hatırı sayılır bir ilerleme şimdiden kaydedildi.

Chicago Üniversitesi'nin entelektüel geleneklerinden biri de disiplinler arası araştırma ve ilişkiye verdiği önemdir. Benim üniversitedeki esas yerim tarihteydi, ancak Yakındoğu Dilleri ve Kültürü Bölümü'nün de bir üyesiydim ve çalışmalarını ilgiyle izliyordum. Bu bölümde eski Mısır ve Mezopotam­ya medeniyetlerinden günümüz dillerine kadar bütün Ortadoğu ülkelerinin dilleri ve kültürleri öğretilmekteydi. Bu bölümün öğrencileri ve öğretim kad­rosu ile işbirliği yapmak benim için büyük faydalar sağladı. Ara sıra yakın araştırma sahalarında ortak seminerler düzenledik. Benim için bu ortak semi­nerlerin en ilginçlerinden biri de modem öncesi dönemde Ortadoğu saray or­ganizasyonu üzerine yapılan karşılaştırmalı seminerdi. Bu seminerde yapılan çalışmalar, haremlik selamlık uygulaması gibi saray organizasyonunun bazı temel unsurları eski Mezopotamya'ya kadar sürekli bir gelenek olarak git­mektedir. Bence ne Osmanlı İmparatorluğu ne de Emevî ve Abbasî halifelik­leri, eski Mezopotamya ve İran medeniyetleri göz önüne alınmadan anlaşılıp açıklanamaz. Bu eski uygarlıklar, devlet ve krallık kavramı, vergilendirme ve toprak düzeni, şehirleşme geleneği, ticaret uygulamaları ve benzeri birçok alanda tarihî halefleriyle çok yakındır.

Chicago Üniversitesi'ndeki 20 yılım boyunca unutamadığım hatırala­rımdan biri de Türkiye'deki Halvetî tarikatından gelen bir grup misafir ile ilgiliydi. Başlarmda şeyhleri Muzaffer [Ozak] ile yirmiden fazla derviş üni­versitenin küçük kilisesinde sema ayini için toplanmışlardı. Kilise öğrenciler ve izleyicilerle dolmuştu. Ayin bittiğinde şeyh Muzaffer farklı bir yerde soru­lan cevapladı. Konuşma ilerledikçe Muzaffer'in İslam mistisizmi ve tasavvuf üzerine olan bilgisinin sınırlan da ortaya çıktı. Muzaffer, gerçekte İstanbul'da bir kitap satıcısında çalışıyordu ve bazı teolojik kavramları yüzeysel olarak biliyordu. Soru-cevap kısmında bir an bocaladı ve sonunda tepesi attı. Ancak, bu utanç verici an bir yana bırakılacak olursa, bir bütün olarak faaliyet başanlıydı ve üniversitedeki önemli anılanından biri olarak kaldı. Dervişlerin zi­kirleri, kilisenin tavanından yansıyarak manevi bir yoğunluk kazandırıyordu ve gerçekten etkileyiciydi. Amerika'nın kalbinde bu gibi bir etkinliğin sadece Hz. Muhammed'in mucizevi şefaatiyle gerçekleşebileceğini düşündüm.

Chicago'daki yıllarım boyunca katıldığım en hatırda kalır ve saygın iki bi­limsel toplantı, Ralph Austen, J. Coatsvvorth ve benim tarafımdan düzenlenen köleler ve kölelik üzerine olan konferans ile Muhteşem Süleyman üzerine yine ben ve Richard Cumbers tarafından düzenlenen konferanstı.

Eşim Şevkiye'yi Ankara'da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde Arapça çalışırken tanıdım. 1945'te evlendik ve 1948'de kızımız Günhan doğdu. Yirmi yıl sonra oğlumuz Gökhan dünyaya geldi. 1989'da Şevkiye vefat etti. Benim için sadece bir hayat arkadaşı değil, aynı zamanda bir meslektaş ve iş arkada­şıydı. Arap Dili ve Edebiyatı üzerine çalışmalarını tamamladıktan sonra öğre­tim üyesi ve daha sonra da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Arap Dili ve Ede­biyatı Bölümü Başkam oldu. Arap kroniklerinde Osmanlılarla ilgili bölümler üzerine basılmamış bir doktora tezi verdi. Ayrıca, Kays bin Müllevah'ın Leyla ve Mecnun hikâyelerinin bilimsel bir baskısını hazırladı.

Kendi kelimelerimle hayatımı, yaptıklarımı ve başaramadıklarımı meşhur Türk atasözüne uygun şekilde anlattım: "Şeyhin kerameti kendinden menkûl."

Kaynak: Halil İnalcık, Tarihe Düşülen Notlar…Konuşmalar…1947-2014…Cilt I



[1] Bu konuşma 2013 yılında yapılmıştır.

1           Prof. Dr. Halil İnalcık, "The Shaykh's Story Told By Himself", Paths to the Middle East, ed. Thomas Naff, Albany: State University of Nevv York, 1993, pp. 105-142'de yayımlanmıştır.

2           Çev. Dr. Gürsu Gürsakal, Uludağ Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü. Email: gursu@uludag.edu.tr.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar