İSLAM VE MODERNLEŞME
Sayın Gönül Pultar'a iltifat dolu sözleri
için çok teşekkür ederim. İzleyici konuklara ayrıca saygı ve teşekkürler.
"Modemite" güncel bir konudur;
özellikle tarihte Batı'yla komşu, bitişik bir ülke olarak Türkiye için eski
zamanlardan beri bir kültürleşme, Avrupa ile karşılıklı kültür etkileşimi
gündemdedir. Türkiye'nin başlıca sorunlarından biri budur; AB'ye girmeye hazırlandığımız
bu dönemde belli başlı problemlerin başındadır.
Bu konuşmada Türkiye'de modernleşme
sürecinin ortaya çıkardığı problemleri, siyasi polemiğin dışında kalarak,
sosyolojik bir yaklaşımla tespite çalışacağız. Sayın Gönül Pultar'ın bana
gönderdiği bir kitaptan öğrendim ki, Türkiye Kültür Araştırmaları Grubu diye
bir araştırma grubu kurulmuştur; yakınlarda bir "Kültür ve Modernite"
sempozyumu örgütlemiş bu sempozyumda, okunan bildiriler güzel bir cilt halinde
yayınlanmıştır. Grubu oluşturanlar başta Gönül Putlar, Emine İncirlioğlu ve
Bahattin Akşit. Hepsi kıymetli sosyal bilimcilerdir. Kendilerini bu eserden
dolayı tebrik etmek isterim.
Sözlerime, modemite ve modernizasyon kavramları
üzerinde sosyolog v siyaset bilimcilerin görüşleriyle kısa bir girişle başlamak
istiyorum. Bu konuda özellikle Samuel Eisenstadt, ve Wolfgang Schluhter'ın
Amerikan akademi dergisi Daedalus'ta 1998 yaz sayısında
yayımladıkları önemli bir makale vardır. Makale "Early Modemities A
Comparative View" başlığını taşır. Eisenstadt, İsrailli siyaset bilimci
olup, aynı zamanda Atatürk Türkiye'sinin modernleşme sürecini ayrı bir makalede
analiz etmeye çalışmıştır. Kendisi modernleşme problemi üzerinde en son
teorileri inceleyen değerli bir sosyologdur. Türkiye'nin modernleşmesi konusuyla
özellikle ilgilenmiştir.
1950 ve 1960'larda formüle edilen
teorilere göre modemity, ilkin Avrupa'da ortaya çıkmış ve
bütün diğer medeniyetlere örnek olmuş, daha doğrusu Batı modernitesinin etkisi
altında diğer kültürler onun prensiplerini ve sosyal kuramlarını taklit ederek
bu modemiteye erişmeye çalışmışlardır. Bu eski teoriye göre en gelişmiş
modemite Avrupa'da başarılmıştır. Bütün öteki medeniyetler, Çin, Hint, tipik
"modem toplum" Türk, hepsi bu nihaî örneğe yetişmeye, ona intibak
etmeye çalışmışlar ve bütün beşeriyet en sonunda Batı'nın bu örneğine göre
bir acculturation, bir kültürleşme sürecine girmiştir. Yani en
ileri, modem bir tek medeniyet vardır, o da Batı medeniyetidir. Mustafa Kemal
daha 1920'lerden başlayarak, Türkiye'nin modernleşmesi, yani
"batılılaşması" problemini böyle tespit ediyor. Atatürk'ün
beyanlarını size okumak isterim:
1920'de kendisi şöyle diyor, "Ahvâl-i
dâhiliyemizi ıslah ve milel-i mütemmedine yanında faal bir uzuv olmak için
siyasi mesaiden ziyade içtimai mesaiye ihtiyaç vardır." Burada not etmemiz
gereken şey: Bir, medeni milletler, "mütemeddin milletler" tanınıyor
ve o kulübe katılmak için içtimai çalışmalar öneriliyor.
1922'de, "Hiçbir delil-i mantıkiye
istinad etmeyen birtakım ananelerin, akidelerin muhafazasında ısrar eden
milletlerin terakkisi çok güç olur, belki de hiç olmaz. Hayat felsefesi vâsi'
olan milletlerin taht-ı hâkimiyet ve esaretine girmeye mahkûmdur." Burada
ilginç fikir, anane ve akideleri muhafaza etmekte ısrar etmemeli, çünkü o
takdirde diğer ilerlemiş milletlerin seviyesine erişilemez; bunun bedeli de bu
milletlerin egemenliği altına düşmek tehlikesidir. Burada ilginç olan nokta,
Avrupa medeniyetine intibak etmezsek mahvoluruz, düşüncesidir. Medenileşme, bir
müdafaa gereği gibi düşünülmektedir.
1923'de, "Biz daha çok hatveler
(adımlar) atmak mecburiyetindeyiz. Bu hatveler hem çok seri hem de çok uzun
olmalıdır," demiştir. Burada, gelecekteki reform atılımlannı ilk defa
gündeme getirmekte ve şöyle demektedir, "Avrupa ile Türkiye yekdiğerine
karşı vaziyettedir. Bizi mağdur olmaya mahkûm bir kavim olarak tanımakla iktifa
etmemiş olan Garp, harabîmiz için ne yapmak lazımsa yapmıştır." Yine
burada da Batılılaşma, kültür değişimi, bir zaruret olarak öne sürülmekte ve bu
da bir nefs-i müdafaa, var olma sorunu olarak öne atılmaktadır.
"Dinimizin tavsiye ettiği tesettür,
hem hayata hem fazilete uygundur. Tesettür-i şer'î kadınlar için mucib-i
müşkilat olmayacak, kadınların hayat-ı içtimaiyede, hayat-ı iktisadiyede,
hayat-ı maişette, hayat-ı ilimde erkeklerle teşvîk-i faaliyet etmesine bir mani
bulunmayacak şekl-i basittir." Fakat sonra şu beyanı ilginçtir,
"Millete karşı bu garip şekilde tesettür, medeni bir millet olmak
niyetinde olan bir millet bu tesettür vaziyetine girer mi?" 1925'te,
"Kurun-ı vustâ yani ortaçağ düşünceleriyle, iptidai hurafelerle yürümeye
çalışan milletler mahvolmaya ve hiç olmazsa esir ve rezil olmaya mahkûmdurlar.
Fikrimiz, zihniyetimiz medeni olmaktır. Bütün Türk-İslam âlemine bakınız; ne
büyük felaketler ve ne ıztıraplar içindedirler. Beş-altı sene içinde kendimizi
kurtarmazsak ileriye hiç gidemeyiz." Burada ilginç olan noktalar
İslam-Türk âleminin felâketlerini, sosyal değişmede, zihniyet (mentalite) itibarıyla
değişmekte görüyor ve bunu beş-alü sene içinde başarmak zaruretinde olduğumuzu
belirtiyor.
1937'de, yani yıllar sonra, Ata şöyle bir
beyanda bulunmuştur, "Büyük davamız en medeni, müreffeh millet olarak
varlığımızı yükseltmektir. Bu, Türk milletinin dinamik idealidir. Bu en kısa
zamanda bir planla ve en rasyonel tarzda çalışmakla mümkündür. Bunun için de
ilkin üç bölgede bir üniversite açmalıyız." Burada özellikle büyük
liderin üzerinde durduğu şey, medeniyet mefhumunu iktisadi refahla ve modem
bilimle birleştirmesidir. 1937'de Türkiye için gerçekten ekonomik gelişme en
önemli, en önde gelen problemlerden birisiydi; bunun için de bir plan ve
rasyonel bir çalışma dönemi öngörülmektedir. Kültür değişiminde, sosyal
değişmede planlı hareket etmek fikri çok mühimdir. Bütün sosyologların
birleştiği nokta, o dönemde Batı'yı örnek alarak modernleşme sürecine giren
milletler öncelikle, bir plan yapma ve bu planı gerçekleştirmekle hedefe varma
düşüncesinde idiler. Cumhuriyet tarihimizde, beş senelik planlar, Türkiye'nin
modernleşme tarihinde çok önemli belgelerdir. Bu planların incelenmesi
Türkiye'nin modernleşme felsefesi hakkında bize çok şey öğretecektir.
Atatürk büyük bir taktik, strateji
adamıdır. 1924'te Cumhuriyet Halk Partisi'ni kurarken, memlekette dolaştı ve
partinin prensiplerini izah etmek için çeşitli şehirlerde söylevler verdi. Bu
söylevlerde, halka hitaplarında başka, "münevverân" dediği aydınlara
yaptığı hitabelerde başka şekilde konuşmuştur. 1920'de beş-altı yıl içinde
Türkiye'yi modernleştirme kararında olduğunu beyan ediyor. Daha sonra şöyle
bir beyanı vardır, "Medeniyet yolunda muvaffakiyet teceddüde vâbestedir.
Hayat ve maişete hâkim olan ahkâmın zamanla tagayyür, tekâmül ve tecellisi
zaruridir. Asırlık köhne zihniyetlerle, muhafaza-yı mevcudiyet mümkün
değildir." Burada söylemek istediği şey açıktır. Birtakım dinî hükümler
zamanla değişir, bu Mecelle'nin prensiplerinden biridir.
Dinin özellikle muamelâta, sosyal meşelere ait ahkâmı zamanla değişmek
zaruretindedir. Onun için, bizim yenileşme, modernleşme hedefimiz dinî
prensiplerle teyit edilmiştir, demektedir.
"Asr-ı hâzırın ihtiyacâbna muvâfık
kanun yapmak ve onu hüsn-i tatbik eylemek ümran ve terakki edebilmenin en
mühim esaslarından biridir. Medeniyet yolunda yürümek ve müreffeh olmak şart-ı
hayattır." Atatürk'ün refah, yani ekonomik gelişme üzerinde açık bir fikre
sahip olduğunu görüyoruz. Modernleşme, modernizasyon teorilerinde, toplumlann
iktisadi refahı, ilerlemeleri esas alınmıştır. Atatürk'ün bütün siyasi
hayatında memleketi refaha kavuşturmak, bu hedefe yönelik planlar üzerinde
ısrar etmekte olduğunu biliyoruz. Bu ilginçtir; modem sosyoloji teorilerinde
bir toplumun modernleşme kıstasında en önemli nokta olarak, kişi başma düşen
gelir miktarı ele alınmaktadır. Sosyologlar, siyaset bilimcileri bugün, bir
memleketin modernleşmede eriştiği aşamayı fert başma düşen gelir miktarıyla
tayin etmekte, bunu bir ölçüt olarak kullanmaktadırlar. Atatürk'ün ekonomik
refah üzerinde durması ilginçtir."
Atatürk'ün modernleşme fikri XIX.
yüzyıldan beri gündemde olan inanca uygundur. Yani, en medeni toplum, Batı
toplumudur. Öyleyse, Türkiye Batı toplum düzeyine erişmek için, özellikle onun
ekonomi ve sosyal değerlerini örnek alacaktır. Batılılaşma esastır.
Halbuki bugün sosyolog ve siyaset
bilimcilerin ortaya koydukları gerçek şudur: Modernleşme, Batılılaşma demek
değildir. Batı, belki tarihte en ileri modemite örneği ortaya koymuştur. Bu
modemite örneğinin ortaya çıkmasından tarihî-sosyal değişimler sonucu dünya
görüşünde radikal bir değişim söz konusudur. Hümanizma, Kartezyen felsefe yani
Descartes’ın agnostik felsefesi, akıl ve mantığın kabul edemeyeceği bir şeyi
kabul etmeme, her hükmü şüpheyle inceleme, dinî dogmalar karşısında dahi aklî
incelemeyi önceleyen dünya görüşüdür.
Hümanizm, Batı'da dinin, dinî inan cm bir
vicdan işi olduğunu ileri sürmüştür. Martin Luther İmparator V. Karl'ın önünde
sorgulanırken, bir aralık yenik düşmüş, başını eğmiş, fakat sonra başını
kaldırarak, "Ben vicdanınım emrettiği şeye karşı gelemem," beyanında
bulunmuştur. Yani, Protestanlık kilisede ruhbanın Tanrı ile aran olma iddiasına
karşı vicdan hürriyetini savunan bir görüş olarak, hümanizm ile ortaya
çıkmıştır.
Yine Batı'yı yapan, Batı modemitesini
belirleyen husus, insanın hür olarak doğduğu fikridir. Her insan doğarken
birtakım haklarla topluma katılmaktadır. Bu fikir ilkin XVI. yüzyılda Fransız
siyaset bilimcisi Jean Bodin tarafından öne atılmış ve bu fikir Fransız Büyük
Devrimi'nde meyvesini vermiştir. İnsan haklan, her insanın terk edilemeyecek
mutlak haklan, özgürlük, yine hümanizmin getirdiği radikal bir fikirdir.
Başka önemli bir nokta Batı medeniyetinde,
korporasyon fikridir. Ekonomik gelişmeyi, refahı getiren bir kurum olarak
korporasyon XVI. yüzyıldan itibaren büyük anonim kumpanyalara vücut vermiştir.
Şahısların verdiği paylarla kurulan ve kendi başma var olan şahıslara bağlı
olmayan bir kurum olarak, XVI. asırdan itibaren Avrupa'nın dünyada yaptığı
büyük koloniyal gelişimlerin temel kurumudur. Avrupa'da XVI. yüzyılda
kapitalizmin doğuşunda temel müessese olarak görünmektedir.
Avrupa modernitesi kültür
değişimleri sonucu tarihî bir gelişme olarak ortaya çıkmıştır.
Burada ilginç bir teoriye değinmek
isterim. Bir Amerikalı oryantalist korporasyon fikrinin Bafa'ya İslam'dan
geçtiğini iddia etmiştir. Şöyle diyor, "Anonim bir sermayenin oluşumu,
İslam'da vakıf kuramımda görülür. Vakıf yapılan para yahut toprak Tanrı'ya
vakfedilmiştir. Tanrı için hapsedilmiştir. Vakıf ebedidir, hiçbir şahıs,
hükümdar bile müdahele edemez." Vakıftaki bu prensibini yani yatırımın
anonimliği ve devamlılığı prensibini XII. yüzyılda Fransisken rahipleri
almışlar. Haçlı seferlerinden sonra, Suriye'de kurulan Haçlı devletleri, İslam
âlemiyle sıkı medeni münasebetlere girişmişlerdi. O zaman modernite İslam
ülkelerinde idi; dünyada en ileri medeniyet, en müreffeh toplum, İslam
âlemindeydi. Baü, İslam âlemini taklit ederek, onun kuramlarını benimseyerek,
teknolojisini, fikirlerini alarak hamle yaptı; Avrupa skolastiği İspanya
medreselerinde okuyan Hristiyan filozoflarınca modernizasyona, İslam'la temas
yoluyla erişmiştir. Bu bilim âlemince kabul edilen bir gerçektir. Demek ki,
modemiteyi o asırlarda İslam toplumu temsil etmekteydi.
İslam dünyasının, Asya'nın kervan
ticaretini bertaraf eden büyük Avrupa ticaret kumpanyaları, korporasyon
yoluyla kurulmuştur. Böylece, bireysel sermayeler bir araya geliyor ve büyük
teşebbüsler ortaya çıkıyor.
Sonuç olarak diyebiliriz,
"modernite" bir değildir. Avrupa bilinen tek modemiteyi temsil
edemez. Eisenstadt ve Schluchter'in üzerinde durdukları nokta şudur: Baü
medeniyeti yegâne modernite değildir. Birçok modemiteler vardır. Burada tabii
bu teoride Atatürk'ün görüşüyle çelişki ortaya çıkıyor. Eisenstadt ve
başkalarının birleştiği nokta; Baü kuram ve kuruluşlarım, zihniyetini,
teknolojisini alan başka medeniyetler tam Batılılaşmış bir toplum örneği
ortaya koyamıyorlar. Tam ve mutlak bir sosyal değişme mümkün değildir.
Devrimler ne kadar kapsamlı, hızlı ve otoriter olursa olsun bir toplumu tam
anlamıyla Batı örneğine çeviremez, (Eisenstadt). Alıntılar, o toplumun gelenekleri,
dinamikleri içinde ancak yeni şekillere vücut verir. Bu sosyologlara göre
özetle, Batı medeniyetini taklitle yahut ondan iktibas edilen kuramlarla, bir
toplumu topyekûn başka bir şekle, Batı örneğine döndüremezsiniz.
Türkiye'nin deneyimi, modernleşme için çok
ilginç bir misaldir. Evet Atatürk, "Batı'nın tüm müesseselerini, mutlak
bir şekilde şapkasmdan fabrikasına kadar alacağız ve hızla bir Batılı toplum
meydana getireceğiz," demişti. Felsefesi, hareket noktası, hedefi buydu.
Fakat bugün gerçekte ne görüyoruz, seksen sene sonra Türkiye'de öyle bir
toplum ortaya çıkmamıştır. Sosyal parçalanma, tezatlar, çatışmalar, darbeler
topluma bambaşka bir manzara vermiştir. Bu, sosyolojinin bugün Türk toplumunda
tespit ettiği inkâr edilemez bir gerçektir. Bunu sosyolog Ziya Gökalp daha XX.
yüzyıl başmda II. Meşrutiyet'te ifade etmişti. Yani Gökalp'e göre, "Bir
toplum, bir organizma gibi kendisini, kendi kültürünü bozulmadan, dışarıdan bir
müdahele olmadan devam ettiren bir bütündür. Kültürü, örf ve âdât, o topluma
özgü tüm öğelerin organik bütünlüğü oluşturur," diyordu. O, Mustafa
Kemal'le gelişimci bir değişim planı sunmak istiyordu. Mustafa Kemal
Cumhuriyet'i ilan ettikten sonra, Ziya Gökalp'e faal bir mevki vermedi. Mustafa
Kemal hızlı ve radikal değişime inanıyordu.
Evet, şimdi bir nebze de İslam'a dönelim.
Eisenstadt, gelişme teorisindeki yeni yaklaşımların ışığı altında,
"Kemalist inkılabın" özelliklerini bir yazısında tartışma konusu
yapmıştır. Klasik evolüsyonist sosyoloji, çağdaşlaşma, aklilik (rationality),
özgürlük ve ilerleme (progress) gibi birtakım değişmez temel kavramlarla
hareket ederken, geleneksel ve modem toplumlann karşılaştırmalı sosyolojik
incelenmesi, her toplumun sosyal, kültürel, teknolojik, ekonomik çevrede mevcut
tarihî verileri önemle göz önünde tutmak gereğine parmak basmakta; büyüme ve
değişmeyi hazmetme kapasitesi bakımından, geleneksel toplumlann çok daha
sınırlı ve dışlayın bir karakter sergilediği gözlemlenmektedir. Eski
modernleşme teorisi, klasik çizgide evrim teorisini izleyerek geleneksel
toplumlann, ekonomik, siyasal ve toplumsal kurumlarda belli bir gelişme
çizgisini izlemesi sonunda, toplumlar arasmda bir fark kalmayacağı ve bir tek
medeniyetin, yani Batı medeniyetinin, bütün medeniyetlerde egemen duruma
geleceğini iddia ediyordu. Fabrikalar, demiryollan yapılması, eğitimin
rasyonalist esaslara göre örgütlenmesi halinde, tam anlamıyla batılı
"Modem Türkiye" doğacaktır, inancı vardı.
1950'lere doğru, gelişmekte olan toplumlar
üzerine yapılan araştırmalar gösterdi ki, yukarıda söylenen algılamalar gerek
modem, gerekse modernleşme yolundaki toplumlarda, farklı özgün değişimleri
açıklamaktan uzaktır. Modernleşmede çeşitli sosyo-demografik yapısal
göstergeler, geleneksel toplumun sadece ne dereceye kadar çözülme yolunda
olduğunu göstermiştir. Bunları belirtmek gerek, çünkü bugün Türkiye'nin eriştiği
toplum manzarası, kaygı vericidir. Yani, objektif bir gözle bakılırsa, Türk
halkı bugün kültür bakımından, zihniyeti, dili, davranışı bakımından, birbirini
dışlayan, âdeta iki ayrı topluma bölünmüştür. Geçenlerde gelenekçi
arkadaşların, bulunduğu bir toplantıya gitmiştim, içeri girdiğim zaman,
benimsemediler. Çünkü, "Oraya girerken, 'Selamün Aleyküm'
diyecektin", diye beni uyardı. Bu durum "çok kültürlülük"
değil, bir kültür çatışmasıdır. Sosyolog Eisenstadt'ın müşahedesi ilginçtir,
okuyorum:
"Geleneksel yaşam biçimlerinin sadece
ortadan kaldırılmış olması bir modem toplum gelişimini garanti edememekte;
geleneksel ailenin, cemaat hayatının hatta siyasi yapıların tahribi çoğu zaman
kargaşanın, sosyal çöküntünün, suçluluğun artması ve anarşiyle sonuçlanmaktadır.
Oysa bazı memleketlerde modernleşme, geleneksel semboller altında
başanlabilmiştir. Böylece geleneksel toplumun ne olduğu, modernleşme
araştırmalarında, ön planda bir araştırma konusu haline gelmiştir. Sonuçta
görüldü ki, gelişme durmasa bile farklı toplum modelleri ortaya
çıkmaktadır."
Eisenstadt'a göre, Türkiye'de demokratik
rejimdeki istikrarsızlığı, askerî darbe ve baskılan, göç, hızlı şehirleşme ve
gecekondulan, kamu ve özel sektörde yaygın suistimalleri, kamu medyasının ölçü
dışı etkinliğini, sağlıklı bir gelişimle açıklamaya imkân yoktur. Türkiye'nin
kendine özgü tarihî koşullarından kaynaklanan bu durum objektif bir yaklaşımla
analiz etmek gerek. Eisenstadt'a göre, Batılılaşma felsefesini ve uygulamalan
getiren grup, bürokratik bir aydınlar grubudur. CHP tek parti sisteminde bu
grup, halk üzerinde vesayetçi otorite oluşturmuştur. Oysa Türkiye'de objektif
kurallar ve yasalar üzerine dayalı bir siyasi sistem yerleşmelidir.
Değerli siyaset bilimcisi Metin Heper
meslektaşımız şöyle diyor, "Atatürk döneminde karizmanın sübjektif bir
modele dönüştüğü ileri sürülmektedir. Başka bir deyimle Atatürk, kaynağı
Fransız İhtilâli'ne giden millî irade, popülizm, devletçilik biçiminde
ifadesini bulan değerleri devlet kontrolünde bir eğitim programıyla
yetiştirdiği aydın-bürokrat grubuna emanet etmiş ve onların eliyle
gerçekleştirmeye çalışmıştır."
İslam yanlış anlaşılmaktadır. İslam gerek
müesseselerinde, gerek toplum hayatında, hatta hukukunda çok cepheli bir
dindir. Bir medrese İslam'ı vardır. Bu teolojiye dayanan; akli münakaşaya
kapalı bir İslam'dır. İslam'a katı akideler içinde hüviyet kazandırmıştır.
Fakat bunun yanında özellikle XI. asırdan sonra, İslam tasavvufla yumuşamış,
tasavvufla katı sınırlan aşmış bir dinî görüşe sahip olmuştur. Bu, medrese
ilahiyatına karşı bir İslam'dır. Kur'ân'ın tefsirinde dahi, tasavvufi tahlili
ve uyumu bulmaktayız. Anadolu'da Türk toplumu İslam’ın bu tasavvufla kaynaşmış
şeklini benimsemiştir. Daha ilk zamanda, Osmanlı Devleti'nin ilk zamanlarında,
İznik'te ilk medrese kurulduğu zaman müderris olarak Orhan Gâzi, Davud-ı
Kayserili tayin etmiştir. Davud-ı Kayseri medrese ulemasının "zındık"
diye dışladığı, İbnü'l-Arabi'nin Fusûs adlı kitabını şerheden
bir âlimdir. Halk seviyesine inerseniz, bizim İslamiyetimiz Yunus Emre'nin,
Kaygusuz Abdal'ın, Pir Sultan Abdal'ın İslam'ıdır. Demek istiyorum ki, bir tek
İslam yoktur. Bugün Türk İslamiyeti, Türkiye'deki inandığımız İslamiyet,
İran'daki İslamiyet'ten yahut Mısır'daki, Kahire'deki el-Ezher Medresesi
İslamiyet'inden farklıdır. Pakistan'a bakınız, Mevdûdî'nin medrese ilahiyatı
yanında Kemalist görüşleri, Türkiye'yi taklit etmeyi tavsiye eden aydınlar
vardır.
Sözlerime son vermeden şunu belirtmek isterim. Bugün
toplumu, siyaseti heyecanlandıran, birbirine düşüren, çatışma haline getiren
görüşleri, bilim ve sosyoloji yoluyla aydınlatmak ve lüzumsuz bir bağnazlıkla
birbirimize düşmek yerine sosyolojik tahliller yoluyla uzlaşmaya gitmek
zorundayız. Birtakım katı politikalara körü körüne bağlanacak yerde, anlayış
ve tahlil sonunda bütün bu bağnazlıkların anlamsız olduğunu göreceğiz. Ben
inanıyorum, sayın Pultar’ın girişimi, bu yolda ilktir ve çok hayırlı bir çığır
açmıştır. Ve ben bu faaliyete bir nebze olsuna katkıda bulunabildiysem
mutluyum. Hepinize teşekkür ederim.
Kaynak:
Halil İnalcık, Tarihe Düşülen Notlar…Konuşmalar…1947-2014…Cilt I
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar