Print Friendly and PDF

ARAMAKLA BULUNMAZ -İsmail Kara



Babanzâde Ahmet Naim Bey’in secdeden Hakk’a yürüdüğünü öğreneli çok olmuştu; dostlarından Elmalılı Hamdi Efendi’nin vefatına yazdığı meşhur tarih beytini de:
Verdi ser Hamdi bu tarihe cihan
Secdeden gitti Hûda’ya Naim
Fakat bu vefatın arkasında rüyalarla, sayılarla örülü çok katmanlı bir “müslüman tarihi”nin olduğunu yakın zamanlarda öğrendim. İşte bu “tarih”in tabakalarını kendi kronolojisine göre değil de benim öğrenme seyrime göre tahkiye edeceğim.
1.1933 Üniversite reformuyla tasfiye edilenler arasında 1911 ’den beri Darülfünun felsefe grubu hocası olan Ahmet Naim Bey de vardı. Fakat Buharî muhtasarı Tecridi Sarih tercümesi ve şerhi gibi büyük ve muhalled [Ebedî. Dâimî. Bâki. Sürekli olarak kalan] bir işle iştigal ediyor oluşu bu tasfiyeyi muhtemelen gözünde küçültmüştü. Çok az insana nasip olacak bir işin, bir mazhariyetin dünyasında yaşıyordu.
Tercüme “Hasta namazı” bölümüne gelmişti. Kendisi de hasta idi, kalp rahatsızlıkları gittikçe daha fazla kendini hissettiriyordu. Hadisin “[Efendimiz] sonra ikinci rekâtta da evvelkisi gibi yapardı” kısmını tercüme etti, muhtemelen öğle namazının geçmekte olduğunu farketti, metnin tercümesini tamamlamadan kalktı ve namaza durdu, ikinci rekâtın secdesinde de teslimi ruh etti (14 Ağustos 1934, Pazartesi). Hadisin devamını tercüme ederek tamamlayan merhum Kâmil Miras düştüğü dipnotta şunları söylüyor:
“Mütercim merhumun müsveddesi burada hitam buluyor. Bu hadisin tercemesi tarafımızdan ikmâl ve izah edilmiştir. Bir seneden fazla bir zamandan beri hasta bulunan merhum, 1934 senesi Ağustosunun 14üncü Pazartesi günü öğle namazı kılarken ikinci rekâtte secdede teslimi ruh etmişti. Salatı marîza (hasta namazına) dair olan yukarı ki hadisin tercemesi ikmâl edilmeyip de ikinci rekâtte bırakılmasiyle hâdise-i vefatın bu suretle vukuu arasında âşikâr bir alaka vardır. Cenabı Hak ilâhı rahmetine müstağrak buyursun. Âmin” .
[Sahih-i Buharı Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi,8. bs. Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., 1983, III, 402 / dn.]
2. Cinuçen Tanrıkorur ağabeyin cenazesinde (29 Haziran 2000) duyduğum bir rüyayı ve tabirini daha yakın bir kaynaktan tahkik etmek ve detay bilgiler almak için Sadettin Ökten ağabeye açtım; onun verdiği bilgilerle daire genişledi. Şöyle ki: Merhum Naim Bey, Tecrid tercümesinin daha başlarında iken hastalıkları yüz gösterince tercümeyi bitirip bitiremiyeceğine dair tereddütlere düşmüş ve işaretler almak üzere istihareye yatmış. Âlemi mânada Peygamber Efendimiz’i görmüş. Fatih Camii’nde Efendimiz namaz kıldırıyor, Naim Bey de ilk safta cemaatı arasında. Efendimiz birinci rekâtı kıldırıp ikinci rekâta kalktıktan sonra geri dönmüş ve Naim Bey’e enfiye ikram etmiş... Rüya bu kadar. Fakat bütün unsurlarıyla ne görkemli ve nezih bir rüya değil mi?
Naim Bey rüyayı, Galatasaray Lisesi’nde birlikte Arapça hocalığı yaptıkları meslektaşı ve dostu Celal Hoca’ya anlatmış ve tabir için Cerrahî Âsitanesi şeyhi Fahrettin Efendi’ye sorması ricasında bulunmuş. Fahrettin Efendi rüya naklini duyar duymaz “ömrü tercümeyi tamamlamaya vefa etmeyecek, erken göçecek, fakat bunu bu şekilde kendisine söylemeyiniz” demiş. Celal Hoca yumuşak bir üslupla tabiri kendisine iletmiş (Ne yazık ki bu tabiri nasıl karşıladığına dair bilgimiz yok). Efendimiz’i rüyada namaz kılarken görmesi de namazda göçeceğinin işareti imiş.
Sadettin ağabeye sordum: Rüyada enfiye görmek menfi bir şey mi? “Öyledir” dedi. “Az da olsa işin içinde biraz kerahiyet var ya! Bunlar inkıtaa işarettir. Süt ve sütten mamul şeyler görmek ise devamlılığa ve iyiye işarettir”8 Bu rüyanın, rahmetli Mahmut Bayram hocadan naklen eksik ve kısmen farklı bir başka anlatımı için bk. Mustafa Özdamar,  Celal Hoca Kuşağı.İstanbul, Marifet Yay., 1993, s. 196.]
O yaz Celal Hoca Ada’da bir yazlık kiralamış. Kızkardeşi de yanında. Kızkardeşi her sabah kahvesini içer, fincanı ters çevirir, sonra da kaldırıp fala bakarmış. O sabah fincanı kaldırınca, “Ağabey, bugün çok sevdiğin bir zatın vefat haberini alacaksın” deyivermiş. Rüyanın bir tür hakikat olduğunu bilenler için ne kadar ürpertici değil mi? Celal Hoca o gün içindeki kanayacak bölgeleri yoklaya yoklaya ilk vapurla İstanbul’a gelmiş ve “sahabeden biri” dediği Naim Bey’in Hakk’a yürüdüğü haberini almış...
3.         Bilginin de merdivenleri, basamakları ve tabakaları vardır şüphesiz. Bilmek var, bilmek var... Benim “Secde” şiiriyle alakalı malumatımın basamakları tükenecek gibi değil. Hasbelkader bir basamak daha tırmandıkça başdöndürücü unsurlar ziyadeleşiyor.
“Şiirlerini, Akif bazı kimselere ithaf etti. (...) Bunlar, Akif’in ölünceye kadar seveceği insanlardır; bu sevgiler de senelerin neticeleri. (...) Fakat bu ithaflarda Naim’in adı yok. Niçin mi? Çünkü Naim o kadar çok yüksek yerde oturuyordu ki onun eşiğine uzatacağı şiiri Akif bir türlü yazamıyordu. Nihayet ihtiyarlığında Mısır’da yazdı: ‘Secde’. Bunu Fuat Şemsi’ye gönderdi; Naim’e gösterilecek, beğenirse ona ithaf edilecekti. Naim ‘Secde’yi o kadar beğeniyor ki, Akif’in yazısıyla olanı alıkoyuyor, suretini çıkarıp Fuat Şemsi’ye veriyor. Amma Akif, her zamanki bedbinliğiyle meseleyi anlıyor: Naim’in geç kalan cevabı ‘manzumeyi beğenmedi’ demekti; ve şiirini Naim’e ithaf etmekten çekinerek kitabında bastırıyor” .[ Mithat Cemal [Kuntay],  Mehmet Akif-İstanbul, Semih Lütfi Kitabevi, 1939, s. 127-28.]
Bu satırları okuyunca “lâhavle” çekip kalktım, ne kalkması fırladım ve Safahat'a sarıldım. (Çok etkilendiğim ve ‘Hicran’ ve ‘Gece’ gibi her seferinde ancak giryan olarak bitirebildiğim bu şiir şimdi bambaşka bir mâna ve mahiyet kazanmıştı). “Şuhûdundan cüdâdır çok zamanlar var ki, imanım” mısraıyla akmaya başlayan kanlı gözyaşı nehri sarp kayalıklardan haykırarak, düzlüklerden inleyerek nihayete varıyor:
İlâhî! Serseri bir damlanım, yetmez mi hüsranım?
Bırak, taşsın da coştursun şu vahdetzârı imanım
Bırak, hilkatte hiç ses yok, bırak, meczubunun feryad...
Bırak, tehlîlim artık dalgalansın, herçi bâd âbâd!
Kıyılmaz lâkin, Allahım, bu gaşyolmuş yatan vecde...
Bırak, “hilkat”le olsun varlığım yekpare bir secde!
Akif, diyarı gurbette en yakın dostu Babanzâde’nin vefatı haberini aldıktan sonra Şerif Muhiddin’e yazdığı mektupta, “Naim’in vefatı beni çok sarstı; hanümânım yıkılmış da ben altında kalmışım sandım” demiş . [Vefatından kısa bir müddet önce kendisini Alemdağında ziyaret eden Mahir İz’e ise “Naim’in vefat haberi üzerime dağ gibi yıkıldı” demiş; bk. Mahir İz, Yılların izi, 2. bs. İstanbul, Kitabevi Yay., 1990, s. 145.] Bunu biliyoruz ve fakat yıllar önce ona ithaf ettiği şiirin secde ile başlayıp secde ile bitmiş olması “kehanet’ine ne dediğini bilmiyoruz.
Yok yok ben biliyorum: Ecdat garip insanlardır, “Hacıbaba! Sen cevap vermedin ama görüyorsun ya, abdala malum oluyor, bizden habersiz Secde’den gidiyorsun!” demiş, yere bakarak ve dahi Eşref Edip’in İstanbul’dan gönderdiği adi bastona kuvvet verip tebessümle ağlamak arası bir eda ile geçip gitmiştir!
Zeyl
Söz oraya nasıl intikal etti hatırlamıyorum; bu hususi tarihi Cuma dönüşü (Temmuz 2000) karşılaştığımız büyük şair ve fikir adamına ayaküstü anlattım. Ziyadesiyle etkilendi ve şunları söyledi:
“Bunlar müslüman adamlar kardeşim! Bir defa gerçek ‘rüya’lar görüyorlar, görebiliyorlar. Bugünün İslamcıları İslâmın daha düne kadar hayatın içinde ne kadar ciddi ve derin olarak yer aldığının farkında değiller, İslâmî yaşanmamış bir şey zannediyorlar. Bunu bir anlasalar?!”.
Sh:11-15
**********
Küçük yaşlarda bir çocuk Kadir gecesi ile nasıl bağ kurabilir? Heyecanlı bir hikâyeye dönüşmüş “hakikat”leri anlatmak en iyi yol olmalı. Bize de anlatılan bir “hikâye” vardı; çok erken yaşlardan itibaren duymaya başladığımız ve zaman içerisinde keşfetmeye koyulduğumuz bir hikâye... Çok yakınımız olan genç hanım aynı büyük hadiseyi yeniden yaşarcasına heyecanla anlatıyor:
Yaz aylarına rastgelen bir Ramazandı. Sıcak ve uzun... Yayla yaptırmakta olan komşumuz, mahallenin kadınlarını ve kızlarını tahta taşımaya çağırdı. Yayla tahtası hem kalın hem de uzun olduğu için her kadın taşıyamaz. Yaylanın keresteleri de öyledir; güçlü kuvvetli ve dayanıklı erkek ister... Ramazan olduğu için sahuru biraz erken yapıp güneşe yakalanmadan gideceğimiz yere varmalıydık. Yaklaşık iki saatlik bir mesafe.
Sahuru yaptık ve yola çıktık. Önde erkekler, arkada otuz civarında kadın. Gürgenler, çamlar, kızılağaçlar, kestaneler ve fundalıklarla çevrili orman yoluna girdik. Bildiğin patika yol... Ay ışığının aydınlığında yokuş yukarı gidiyorduk. Taşların arasından dökülen soğuk ve tatlı sulardan birine yaklaştığımızda beraber gittiğimiz yaşlı hala benimle bir arkadaşımı geriye çekerek “onlar gitsin, biz burada namazımızı kılalım” dedi. Yavaşladık ve suyun başına geldiğimizde oturduk.
Hala abdestini aldı. Biz almaya başlamıştık ki ortalık birden kıpkırmızı kesildi... Aman Allahım!... Ateşin içine düşmüştük. Orman, dağlar taşlar yanıyor gibiydi... Şaşkınlık içinde halanın sesini duyduk: Kızlar! Gök kapısı açıldı, hemen duanızı yapın! Onun baktığı tarafa doğru baktık. Göğün bir noktasında narın ikiye ayrılması gibi kor halinde bir yer gördük. Şaşkın ve heyecanlı idik, kapı da kapanmaya başlamış gibiydi...
Hala içten gelen bir iniltiyle duasını tekrarlıyordu: Ya rabbi! Günahlarımı affet, Cennetine ko beni!... Yanımdaki gelinin yıllardır erkek çocuğu olmuyordu, o da bir erkek evlat istedi. Ben bekârdım, helal süt emmiş ve “okunmuş” * birinin kısmetime düşmesi için sessizce yalvardım.
* Mahalli dilde okunmuş, hafızlık yapmış, dinî ilimler tahsil etmiş kişi için, bir de okunup üflenmiş su, tuz vb. için kullanılır. Okullaşma oranı arttıkça normal (laik!) tahsil almış kişiler için de "okunmuş” kelimesi kullanılacaktır.
Bunları yapana kadar gök kapısı da kapandı. Kendimizi toparladık, abdestlerimizi aldık, namazlarımızı kıldık. Yola koyulurken hala bizi uyardı: Gök kapısını görmek bir kısmettir kızım, herkese nasip olmaz, herkese de anlatılmaz. Onun için yetişeceğimiz kadınlar bahis açmazsa siz de bir şey söylemeyin, belki de onlar görmemiştir... Gerçekten de yüz, ikiyüz metre ilerimizdeki bu kalabalık herhangi bir şey görmemişti.
Halanın duası öteki dünyaya ait idi. Çocuk isteyen gelinin bir sene sonra oğlu oldu. Adını Zelkif koydular. Ben de helal süt emmiş ve okunmuş birine düştüm. Beni gelin olarak isteyen Kutuz’un evi bir ay kadar önce yanmış, kül olmuştu. Komşularının evine gelin gidecek, yeni bir ev yapmak için yırtınacaktım. Arkadaşlarımdan bazıları da bana bu durumu hatırlatmışlardı. Ben duymazlıktan geldim, çünkü gök kapısı açıkken “okunmuş” birini istemiştim ve taliplim okunmuştu. Zaten gök kapısını görüp de dua edenlerin duası aynen kabul olur...
*
Bu hadisenin ve anlatımın etkisi ve cazibesi yüzünden olmalı ki okumakla ünsiyet peyda ettikten sonra gök / rahmet kapısı ile ilgili bilgiler, anekdotlar dikkatimi çekiyordu. Belki de bir dayanak, sağlam bir kaynak arıyordum. Rastladıklarım daha çok folklor, edebiyat ve türkü malzemesi idi. Fakat Elmalılı Hamdi Efendi’nin Kadir suresi tefsirinde verdiği kısa bilgilere kavuşunca çok heyecanlanmıştım. Merhumun yazdıklarını biraz sadeleştirerek aktarıyorum:
“İbn Haceri Heytemî (r.a.) Tuhfetu'l Muhtac'da der ki: “Kadir gecesini görenin bunu gizlemesi sünnettir. Çünkü onun kemali ve faziletine ancak Allah Teâlâ’nın muttali kıldığı kimseler nâil olur.
“Kadir gecesini görmenin ne demek olduğu konusunda da ulema hayli görüşler ileri sürmüştür. Alusî’nin beyanından açıkça anlaşılan şudur: Onu görmek demek ona mahsus olan nurları ve meleklerin yeryüzüne inmesi gibi hususi şeyleri bilmeyi ifade eden alametleri görmek demektir. Veya böyle bir ilmi ifade eden ve hakikati ancak ehline malum olan bir keşfe ermektir”.
Elmalı Hamdi merhumun, sırrîliği sürdürmek için ifadesini bilerek muğlaklaştırdığını sanıyorum.
*
O muğlaklaştıran ben sırrı faş edeyim: Çok yakınımız olan anlatıcı genç hanım anamdır.
Sh:16-18

Kaynak: İsmail Kara, ARAMAKLA BULUNMAZ, I. Baskı Aralık 2006, İstanbul

***************
“Aramakla bulunmaz ve fakat bulanlar ancak arayanlardır”
Sadece insanların değil kitapların, hatta yazıların da bir kaderi var. Mustafa Kutlu üstadımız şahittir; yıllardır “tesadüf ve tevafuk” üzerine bir yazı, hiç değilse mütevazı bir derkenar karalamayı hep arzu etmişimdir ama sadece benim arzu etmem yetmiyor. Demek ki bugünü, selefin tabiriyle “vakti merhûnu”nu bekliyor muş. Benim henüz tanışmadığım Osman Toprak arkadaşımızın Dergâh'ın Nisan 2006 sayısındaki “İnsan âleminin yıldızları” başlıklı derkenarını, Şubatın ortalarında, üstadın işaretleriyle okumaya başlayınca dilimden gayrı ihtiyari “efendimiz, tesadüf ve tevafuk yazısını da bir türlü yazamadık!” sözü dökülüvermesin mi? Birçok defa konuştuğumuz için “ne yazısı?” demeden, hatta başını okuduğu kitaptan bile kaldırmadan yüzüne yayılan hafif tebessümle cevap verdi: “Ya, ne güzel olur, yaz şunu artık!”
Ben de emir telakki edip yazmaya başladım. Bakalım düşündüğüm kıvamda yazmaya muvaffak olabilecek miyim ve yazdıklarım onun ve sizin nezdinizde kabule mazhar olacak mı? Dahası Tesadüf ve Tevafuk cenapları beğenecek mi? Bunlar da kadere dahil tabii...
Gayret bizden tevfik Allah’tan deyip başlayalım...
I
Arzu ederseniz önce XVI. asırdan seslenen Ahterî'den başlayarak lügatler yani aynı vezinde olmaları hasebiyle “namus”la aralarında münasebet kurulan “kamus”lar biraz konuşsun (“Arzu ederseniz” dediğime bakmayın, bizim neyi, nasıl, ne kadar konuşacağımıza karar verebilmemiz için önce lügatlerin yolumuzu açması lazım):
“tesadüf: (Ahterî'de ve Mütercim Asım’ın Kamus Tercümesi’nde yok; ne tesadüf!); “rast gelmek ve bilâ-tedbir vuku bulmak” (Redhouse, Müntahabâtı Lügâtı Osmaniye); “rast gelmek, aramaksızın bulmak; cem‘î: tesadüfât; tesadüfen, bi't tesadüf. tesadüf suretiyle, tesadüf ile, aramaksızın; tesadüfi. rastgelen, tesadüfe mensup” (Salahî, Kamusı Osmanî) “rast gelme ve aramaksızın bulma mânasıyla kullanılırsa da Arabîde bu madde tefâ‘ül babından gelmeyip ‘sadefe’ ve ‘musadefe’ kullanılıyor; bi’t-tesadüf ve ale'l-tesadüf tabirleri de Arabi nokta-i nazarından bittabi galattır; tesadüfen’, rast gelme, sadefeten; tesadüfi: rastgele vaki olan, sadefeye mebni ve müteallik olan” (Şemseddin Sâmi, Kamusı Türkî) “rast gelmek (Bana koklatıp gül-ruh orucum o mâh bozdu / Bu sene zehî tesadüf Ramazan bahara düşdü. Ziya); cem‘i: tesadüfât; tesadüfen, bi’t-tesadüf tesadüf suretiyle, tesadüf ile; tesadüfi'. rastgele” (Muallim Naci, Lügatı Naci).
“tevafuk: biri birine uymak” (Ahterî-i Kebir); “ittifak eylemek, yardımlaşmak” (Mütercim Asım, Kamus Tercümesi), “biri birine uymak” (Redhouse, Müntahabâtı Lügâtı Osmaniye); “uymak, uygun gelmek (tevafuk-ı efkâr, tevafukı makâsıd, onun re’yi benim fikrime tevafuk ediyor). Terazü-yı tekabül vaz edip bâzar-ı imkâna ; Nakîzeyne tevafukla tehâlüf eylemiş ilkâ. Nâbî” (Salahî, Kamusı Osmanî)\ “birbirine uyma, uygun gelme, muvafık olma (ef’âli akvâline tevafuk etmiyor; bu teklifiniz benim arzuma tevafuk ediyor)” (Şemseddin Sâmi, Kamusı Türkî); “uymak, uygun gelmek (bir sözün diğer söze tevafuku; re’yiniz re’yime tevafuk etmiyor); cem‘i: tevafukat; muvafakat başka yolda kullanılır” (Muallim Naci, Lügatı Naci).
Sözü uzatmamak için buraya almadım ama Osmanlıca- Fransızca veya Fransızca-Arapça hazırlanan sözlüklere de şöyle bir nazar atfettim; aşağı yukarı aynı şeyler. Görüldüğü üzere tevafuk’ta rast gelme, tesadüf etme mânası olmadığı gibi bugün kullanıldığı mâna da yok; Arapçasında olduğu üzere iki şey birbirine uygun (muvafık) düşmek mânasına geliyor tevafuk. (Arapça bilmeyenler için söyleyelim; tevafuk’la “muvafık, muvafakat, muvaffak, muvaffakiyet, ittifak, müttefik...” kelimeleri hep aynı kökten geliyor. Bir de eski dünyada kalmış, gizli ilimlerden ince bir bahis olarak “vefk” ilmi var, o da akraba, ilmin mütehassısı kalmayınca akrabalıklar da unutuluyor; isimleri unutulmuş, nesilleri kesilmiş, duaya muhtaç nice ilimler var...).
Efendim, dil dediğin değişmez ve katı bir şey değil (“dil”in kemiği yok çünkü), ne diye bu kadar “eski malumat”ı bize hatırlatıyorsun diyeceksiniz ama bana sorarsanız yine de önce bu tarihî ve lisanî bilgileri karine, delil, işaret ve kılavuz kabilinden bir tarafa kaydedelim.
Dedik ya kamus namustur. 
 



Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 1937 yılı için bastığı 4 sayfalık broşürde “tevafuk” kelimesi hicrî tarihlerin hangi milâdî tarihe karşılık geldiği mânasında ne kadar rahat kullanılıyor.

II
Benim talebelik yıllarımda demek ki 30-35 sene öncesinden bahsediyorum birileri tesadüf yerine tevafuku kullandığında, bu lisanı tasarruf onun Risâle-i Nur cemaatından olduğuna, en azından Bediuzzaman merhumun eserleriyle, fikriyatıyla bir şekilde hukuku bulunduğuna işaret ederdi. Kesin olarak mı? Evet kesin olarak... İstanbul İmam Hatip Okulu’ndaki talebe arkadaşlarım arasında da bu kullanımı duyardım ve adresini, menşeini ben bile bilirdim. Benim dilim o gün bugün tevafukla ünsiyet kesbetmedi; iltibaslarını bilerek tesadüfü kullandım, kullanıyorum. Çünkü benim re’y ü ictihadımca bu mânada “tevafuk” Türkçe değildi, en azından Türkçe açısından ciddi zaaflar taşımaktaydı (görüyorsunuz değil mi; ictihad kapısı kapalı olmasına ve “müctehit taslakları” yaygaraları ayyuka çıkmasına rağmen ne kadar erken içtihada başlamışım!).
Sonraları İslâmcılık çalışmaları sırasında mesleki olarak Be diuzzaman’ın eserleriyle birkaç mercek kullanarak daha yakından ilgilenmeye başladığım zaman tesadüf-tevafuk meselesiyle tekrar fakat bu sefer tetkik ve tahkik konusu kabilinden karşılaştım ve bunun Saidi Nursi’nin yer yer problemli hale gelen Türkçesinden / üslubundan ötede aynı zamanda bütün dönemi kuşatan felsefî hatta itikadî bir problem olduğunu da ayne’l-yakîn gördüm.
“Dönemi kuşatan” dedik ama medrese (iskolastik) usulüne göre buna bir delil, bir de misâl serdetmemiz lazım. Çünkü delilsiz hüküm olmaz ve dahi hükümle delil arasında bir de irtibat ve nisbet olmak gerektir. Tam da burada “istitrat” deyip hükümle delil arasında usulen var olması vacip olan fakat yeni yetme “ulema” makulesinin hiç riayet etmediği irtibat ve nisbet meselelerine  malumunuz, ince ve mühim meselelerdir girmemiz lazım ama yer de yok vakit de...
Öyleyse hemen delil serdedelim: Fransızcaya göre alfebetik ve açıklamalı bir felsefe terimleri sözlüğü hazırlayan İsmail Fenni Ertuğrul merhumun tavrı ve tarzı telifi bu vadide bizim için hayli yol gösterici ve aslında şayanı ibrettir. Muhasebeci bir bürokrat olmasına rağmen Cağaloğlu, Himaye-i Etfal Sokak, numara 3’te “mücerred” tükenen uzun ömrünün nerede ise bütün zamanlarını ince vahdeti vücut bahislerine, materyalist felsefelerin (ırıad diyyûn mezhebinin) reddine tahsis eden bu mübarek zat, “tesadüf’ mevzuuna gelip dayandığı zaman kayaya “tesadüf’ ettiğinin tamamen farkında olarak önce teknik bir açıklama yapar: “hasard: tesadüf, evvelden keşf edilemeyen bir netice”. Bu kadarla kalması mümkün mü? Elbette değil çünkü “hasard: tesadüf’ fikri, artık felsefî bir problem olarak kâinatın, eşrefi mahlukat olan insanın yaratılışı dahil olmak üzere yaşlı dünyada olup biten şeylerin önemli bir kısmının, bir yaratıcının mutlak iradesinin neticesinde değil de “raslantı”lar sonucu, aniden, sebepsiz olarak ortaya çıkıp devam ettiği iddiasındadır. Bu bidat “tesadüf’ itikadî açıdan ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Kaleme sarılır ve kendisi için olduğu kadar ruhu şad olsun bizim bu yazımızı da düşünerek devam eder:
“Tesadüf hür olan mahlukata taalluk ettiği ve onların saadet veya sefaletlerini mûcib olduğu vakit tâli1, baht, kısmet (fortune) namını alır. Hadisat ve mevcudatın tesadüfi olarak husule gelmesi tasavvuru intizam ve kavânîni akliye tasavvuruna münafıdir. Tesadüfi olarak vukua geldi denilen şey sebepsiz değildir. Lâkin bu sebepler bizden gizlidir. Ve tesadüf bizim onunla cehlimizi setr ettiğimiz bir kelimedir. Hakikati halde tesadüf esbâbın birbiriyle karışmasından ibarettir. Meselâ bir taş kopup düşer ve geçen yolcuyu öldürür. Bunu isteyen tesadüf değildir. Çünkü tesadüf hiçbir şeyi izah etmez. Burada iki sebep yekdiğerine müsadif olmuştur. Bunun biri kuvvetli bir surette mültesık olmayan bir taş ve diğeri onu yerinden koparan şiddetli bir rüzgârdır. Vukua gelen hadisei mevt bunların neticesidir. Hakikati halde illeti müessire kanunu gibi illeti gâiye kanunu dahi her yerde ve her şeyde câridir. Tesadüf hakayıkı ahvale vakıf olmayan insahlar için mûcibi hayret olabilirse de her şeyin hâlıkı olan Cenabı Hakîmi mutlak hazretlerine hiçbir şey mûcibi hayret olamaz. Her şey bir sebep ve hikmete mübtenîdir” (Lügatçei Felsefe, İstanbul Matbaai Âmire, 1341, s. 30001).
İsmail Fenni merhum, gördüğünüz gibi “tehlikeli” ve tehditkâr bir kavram olup çıkmış olan tesadüfü rahatlıkla kullanmaktan çekinmiyor, başka bir kelime teklifinde de bulunmuyor fakat onu eski ve yeni mânalarıyla, bir başka şekilde söylersek İslâm kültürüyle problemli olan ve olmayan yanlarıyla ele alıyor ve nisbeten felsefeci gibi fakat daha ziyade sûfıyâne bir tavır takınarak son noktayı koyuyor: Sebep ve hikmeti olmayan “tesadüfi” bir şey yoktur.
Sırası gelmişken II. Meşrutiyet yıllarında Istılahatı İlmiye Encümeni’nin “hasard” terimini İkincisi parantez içinde olmak üzere “tesadüf ve sudfe” ile karşıladığını, terim bahsinde daha titiz ve hassas davranan Babanzâde Ahmet Naim Bey’in ise tevafukla aynı kökten gelen “ittifakıyat”ı kullanıp teklif ettiğini hatırlatalım.
III
Unutmayınız, delil serdetmiş olduk ve hükümle delil arasındaki nisbeti de gözettik. Medrese usulüne göre delil serdeden de, muhakkik okuyucu da delilin “delil olmak haysiyetiyle” yerinde ve tatminkâr olup olmadığını münakaşa etmek hakkına ve imtiyazına sahiptir. İsteyen bu hak ve imtiyazını kullansın, biz bir basamak daha yukarı çıkıp devam ediyoruz (Bir basamak çıktığımızı farzettiğimize göre inşaallâh vâkıaya mutabıktır dilimiz ve üslubumuz da irtifa kaydetmeli değil mi? Ona da dikkat edelim. Ne buyurulmuştu: Li külli makamın mekal: Her makamın kendine münasip bir kelâmı olmalı).
Bediuzzaman merhumun eserlerindeki tesadüf - tevafuk problemi ve kullanımı, içiçe geçmiş birkaç halkadan oluşmaktadır ve meseleyi anlamak için birbirleriyle tam ve zaruri bir ilişki içinde olmayan bu halkalara süratli de olsa bakmak gerekmektedir.
Bunlardan ilki ve herhalde en önemlisi, İsmail Fenni’de de görüldüğü üzere bir felsefî terim olarak tesadüfün (hasard: raslan tı) “yaratıcı” bir güç olarak Tanrı’nın, iradei ilâhiyenin yerini alması ve bu düşüncenin tabii bir uzantısı olarak kâinatın, varlıkların “kör tesadüf’ler neticesinde vücut bulduğu tezinin dinî-itikadî açıdan ortaya çıkardığı ciddi gerilimdir. İman meselesini çok önemseyen ve kâinatı mekanik bir unsur olarak değil “canlı  ruhlu” bir sistem ve Allah’ın varlığının apaçık bir delili (kevnî âyet) olarak ele alan, bir ileri merhalede müstakil Tabiat Risalesi yazan Bediuzzaman için yeni mânasıyla tesadüf, olabildiğince gerilere doğru itilmesi ve mâna değerinin zayıflatılması gereken tehditkâr bir kelime  kavramdır. Eserlerinde çokça geçen “kör kuvvet, sersem tesadüf, aciz [ve] câmid esbab [hareket kabiliyeti olmayan sebepler], kör ittifak [denk düşme], kanunsuz tesadüf, sağır tabiat, şuursuz esbab” gibi ifadeler, sel gibi gelen tesadüf dalgasını, seyli hurûşânı geri püskürtme hatta mahkum etme siyasetinin beklenebilir tasvirleri ve neticeleridir.
Üstad’ın Sözler kitabında geçen aşağıdaki ifadeleri ise tesadüf ve evrim problemi etrafında modern felsefeye yöneltilen tenkitler olarak da okunmaya müsaittir. Felsefe sebeplere, tesadüfe ve tabiata yaratıcılık vasfı vermekle hata etmekte, haddini aşmaktadır:
“Felsefe esbaba tesir verip tabiat eline icad verir. Her şeyde Hâlıkı külli şeye has parlak sikkeyi giymeyip aciz, câmid, şuursuz, iki eli tesadüf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdariyet verip binler[ce] hikmeti âliyeyi ifade eden ve herbiri birer mektubâtı Samadaniye hükmünde olan mevcudatın bir kısmını ona mal eder”.
Problemin buraya kadarki kısmı rastlantı mânasındaki tesadüf karşıtlığı ve tesadüf  tevafuk zıtlığı etrafında cereyan ederken Risâlei Nur külliyatında rastlayacağımız diğer tevafuk alanları aslında bu zıtlık ilişkisi ile büyük ölçüde irtibatsız olarak gelişir ve daha ziyade tevafukun kelime mânasına sadık kalacak şekilde iki veya daha fazla şey arasındaki uyum ve muvafakatla alakalı bir hal alır. Nitekim Bediuzzaman’ın eserlerinde “tevafuk”un sıkça kullanıldığı alanlardan İkincisi Kur’anı Kerim’in i'câzı / tenasübü etrafında teşekkül etmişe benzemektedir. Kur’an bağlamında tevafuktan kastedilen şey Kur’an’ın yapısı, unsurları, surelerinin  âyetlerinin  kelimelerinin dizilişi, muhtevası, mânası vb. arasındaki uyum, irtibat, sıkı münasebet ve âhenktir. Bediuzzaman’ın Kur’an merkezli bu tevafuk arayışlarının alanı içerisine zaman zaman, ziyadesiyle meraklı olduğu ince cifır, vefk ve ebced hesapları girdiği gibi mushaf metinlerinde “Allah” lafzı başta olmak üzere bazı hususi kelimelerin ve isim  zamirlerin alt-alta, aynı hizada gelmesi / görünmesi de dahil edilmektedir. Risâle-i Nur cemaatı içinde “tevafuklu” denen ve hat sanatının imkânları zorlanarak aynı hizaya ge(tiri)len “Allah” lafızlarının kırmızı renkle (selef buna surh derdi) yazılıp basıldığı Kur’an’ların hususi bir yere sahip olması da bu arayışlardan kaynaklanmaktadır.
Risâlei Ay’lardaki üçüncü “tevafuk” alanı Bediuzzaman’ın bizzat kendi eserleriyle, eserlerindeki konu ve fikirlerle, kendisinin ve talebelerinin başına gelenlerle deprem gibi o günlerde olup biten bazı olaylar veya 163. madde gibi bir kısım sayılar rakamlar arasında kurduğu irtibatlarla (daha doğrusu tevafuklarla) alakalıdır. Bunlar bazan keşf u keramet, bazan ilham u vâridat, bazan da kuvvetli ima ve işaret olarak karşımıza çıkarlar. Size bu vadide Üstad’ın eserlerinden, tesadüf ve tevafuk kelimelerini vurgulu hale getirerek iki örnek paragraf aktarmak istiyorum. (Temsil gücü yüksek bu metinlerin değerlendirme ve hüküm cümleleri de artık size ait olsun):
“Risâle-i Nur şakirtlerini itham ettikleri ve cezalarını istedikleri 163’üncü maddesine, Risâlei Nur müellifinin medresesine 150 bin lira verilmesine dair lâyihanın, 200 mebustan 163 mebusun adedine tevafuk edip, mânen o tevafuk diyor ki: Hükümeti Cumhuriye’nin 163 mebusun takdirkârâne imzaları, 163’üncü madde-i kanuniyenin hükmünü, onun hakkında iptal ediyor. Hem yine mânidar tevafukâtı lâtifedendir ki, Risâle-i Nur'un 128 parçası, 115 parça kitap ediyor. Risâle-i Nur'un şakirtlerinin ve müellifinin mebde-i tevkifi olan 27 Nisan 1935 tarihi ile, mahkemenin karar ve hüküm tarihi olan 19 Ağustos 1935 tarihi olmasına nazaran, 115 gün olup, Risâle-i Nur kitapları adedine tevafuk etmekle beraber, istintak edilen, 115 suçlu gösterilen eşhasın da adedine tam tamına tevafuk ettiği gibi, gösteriyor ki, Risâle-i Nur müellifinin ve şakirtlerinin başına gelen musibet, bir desti inâyetle tanzim ediliyor” {Lemalar'dan).
“Çünkü Risâlei Nur ve şakirtlerine dört defa şiddetli taarruzların aynı zamanında dört defa dehşetli zelzelenin hücumu tam tamına tevafukları tesadüfi olmadığı gibi, Risâle-i Nurun iki merkezi intişarı olan İsparta ve Kastamonu’nun sair yerlere nisbeten âfâttan mahfuz kalmaları ve Sûre-i Ve’l-Asr işaretiyle, âhirzamanın en büyük bir hasâreti insaniyesi olan bu İkinci Harbi Umumî’den, çarei necat ise iman ve ameli sa lih olmasından, Risâlei Nur'un Anadolu’nun her tarafında imanı tahkikîyi neşri zamanına Anadolu’nun fevkalâde olarak bu hasâret-i azîme-i harbiyeden kurtulması tam tamına tevafuku dahi tesadüfi olamaz. Hem Risâle-i Nur’un hizmetine zarar veren veya hizmette kusur edenlere aynı zamanında gelen şefkat veya hiddet tokatlarının yüz[l]er[ce] vukuatları tam tamına tevafukları tesadüfi olmadığı gibi, Risâle-i Nur'a hüsni hizmet edenlerin hemen hemen bilâistisna maişetinde vüs‘at ve bereket, kalbinde meserret ve rahat görmelerinin binler[ce] hadiseleri dahi tesadüfi olamaz” (Şualar'dan).
Mühim iki haşiye: 1. “Risâle-i Nur Enstitüsü”nün web sitesindeki Risâle-i Nur külliyatı üzerinden bir tarama yaptım. Çıkan netice benim internet ve bidat makinalarla ilgili şüphelerimi ham dolsun takviye ve tahkim etti. Üstad’ın eserlerinde tesadüf kelimesi 246 defa, tevafuk ise 369 defa geçiyormuş! Sizi bilmem ama ben buna inanır mıyım? Tesadüf kelimelerinin önemli bir kısmının menfi mânasıyla geçtiğini kabul ederek durumu kurtarmaya teşebbüs etsek bile tevafukun bu kadar az geçmesini hangi “tesadüf’le açıklayacağız? Teknolojiye itimat etmeyerek tabii!!! Yüksünmedim, Risâle-i Nur külliyatının yer aldığı bir iki siteye daha baktım, onlar daha da can sıkıcıydı; tesadüf 128, tevafuk 96 mı ne...
2.         Süratli bir gözden geçirme ile edindiğim intibaya göre Eski Said döneminin eserlerinde tesadüf kelimesi daha makul ve yer yer nötr bir kelime-kavram olarak kullanılmaktadır. Bu da Üstad’ın devri Cumhuriyette tesadüfe karşı daha tavizsiz, her mânasıyla tevafuka daha açık tavırlar geliştirdiğinin işareti kabul edilebilir (mi?).
IV
Efendim, nevri dönen, dünyası değişen sadece tesadüf değil, “rastlantı”ya kaynaklık eden ve “doğru, müstakim” mânalarına gelen Farsça asıllı “rast” kelimesinin “anlam dairesi” de ne yapacağını şaşırdı. Meselâ balıkçılar limandan deryaya doğru süzülürken dillerinden dökülen “Rastgele!”, acaba balıkların “tesadüfen” tutulduğuna mı işaret ediyor artık? Yola çıkana, yeni bir işe başlayana “Allah rast-getire!”, “İşiniz rast gide!” diye dua ederken artık mütereddit mi davranacağız?
V
Söz döndü dolaştı, artık nesline kesat gelen gayur ilk-mektep muallimlerinin talebelerine lâtife yollu fakat dilbilgisi dersi kabilinden ezberletip öğrettiği o meşhur tekerlemeye gelip dayandı: “Bâbı âli yüksek kapısından vürûd edip geçerken bir atlı süvariye tesadüfen rast geldim”.
Nerede o gayur hocalar, o “atlı” süvariler nerelere savuşup gittiler?
Yerlerini bilen varsa onlara haber versin ki bu tekerlemeyi artık üniversite talebeleri bile kavrayıp anlayamıyor.
Evet onlar haber versin; ben de fırsattan istifade lisan sahasındaki tahavvülatta hassas, bir o kadar da mütebahhir ve müdekkik okuyucularımıza sorayım: Bir çeyrek yüzyıl içinde tevafuk vadisinde insanlar nasıl oldu da bu kadar sühületle Risâle-i Nur şakirdi haline geliverdiler?
Fetva meselelerinin sonuna yazıldığı gibi “Cevap buyurulup müsâb oluna”.
Sh:19-30
Kaynak: İsmail Kara, ARAMAKLA BULUNMAZ, I. Baskı Aralık 2006, İstanbul


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar