Hızır Aleyhisselam
Hızır Aleyhisselam’ın hangi
tarihte nerede doğduğu; hangi peygamberlerle görüştüğü halen hayatta olup
olmadığı...
Kaynak eserler iyi incelendiğinde Hızır Aleyhisselâm'ın Urfa topraklarında yaşadığı hakikati ortaya çıkar... Birçok kaynaklar da: Hızır Aleyhisselâm; "Hazret-i İbrahim Halilullah'a iman ve onunla birlikte hicret eden bir mü'minin zürriyetindendir."
Hızır Aleyhisselâm; Hazret-i
İbrahim'in dedesinin amcası oğludur."
Hızır Aleyhisselâm;
"Hazret-i İbrahim'in zamanında yaşayıp ve Ona ilk iman
edenlerdendir." ibareleri bulunur. Ceddü'l-Enbiyâ, (peygamberlerin atası),
ihlâs, tevhid ve tevekkül peygamberi İbrahim Aleyhisselâm'ın Urfa'da yaşayıp,
ateşe atıldığı tevatür derecesinde kuvvetli olduğuna göre, Hızır
Aleyhisselâm'ın da Urfa topraklarında doğup yaşadığını rahatlıkla
söyleyebiliriz. Peygamberler Şehri Urfa topraklarında yaşayan, peygamberler
halkasına, Hızır Aleyhisselâmda eklenmelidir.
Âdem Aleyhisselâm,
İbrahim Aleyhisselâm,
Lût Aleyhisselâm,
Eyyûb Aleyhisselâm,
Elyesa' Aleyhisselâm,
Şuayb Aleyhisselâm
Musa Aleyhisselâm,
Cercis Aleyhisselâm ve mübarek
isimlerini sayamadığım, diğer peygamberler ile beraber Hızır Aleyhisselâm'ı da
Urfa topraklarında doğup yaşayan peygamberlerin o kutlu halkasına ilâve
etmeliyiz.
Türkiye ’de ve dünya ’da Ibrâhim
Aleyhisselâm ’ın doğup, büyüdüğü ve ateşe atıldığı yeri kime sorarsanız, size
Peygamberler şehri Urfa ’yı gösterecektir.
Hüzün Yağmurları
Memleketi keder bulutları
kaplamıştı.
Gökyüzü ağlıyordu.
Bulutlar ağlıyordu.
Gökten elem yağıyordu.
Hüzün yağıyordu.
Ve hem de şarıl şarıl...
Nemrud'un bir emri ile körpe
dimağlar boğazlanıyordu.
Çocuklar birer kurbanlık
hayvanlar gibi kesiliyordu. Kesik başlar Nemrud'a gönderiliyordu. Nemrud kesik
başları gördükçe rahat nefes alıyordu. Avaz avaz bağırıyordu:
-"Gezin, dolaşın, yeni doğan
bütün çocukları öldürüp; kellelerini bana getirin. Benden daha büyük bir adam
istemiyorum...."
Evlerde, feryat vardı, figan
vardı.
Kadınlar çıldırmak üzereydi.
Çünkü onlara: "Ağlamayın, bu çocuk Nemrud'un düşmanıdır. Nemrud'un düşmanı
öldürüldüğü için sizin sevinmeniz gerekir," deniyordu.
Evlerinin en ücra köşesinde
oturup sessizce ağlıyorlardı.
Sessizce ağlamak...
Ağlanılacak bir hâl...
Sadece bir kadın seviniyordu;
Elhâ... Melkâ’nın eşi Elhâ o günlerde hamile olduğunu anlamıştı.
Sevinçten deliye dönmüştü.
Yirmi yıllık evliydi, daha yeni
bir çocuğu olacaktı...
Ya bir de erkek olsa diye
düşündü.
işte o kötü!
-"Hayır! Hayır, çocuğum
erkek olmamalıdır," diye düşündü. Güldü.
Neden sonra kendini çimdikledi.
-"Elhâ! Kendine gel. Deli mi
oldun? Daha önce erkek çocuğunun olması için, kâhinlere ve puthâne'ye ne kadar
kurban bağışladın! Şimdi de hamile olduğuna sevinmiyor musun?"
Düşündü...
Kâhinin önünde nasıl diz
çöktüğünü ve ona nasıl yalvardığını düşündü. Sanki çocuğunun olması kâhinin
elindeymiş? Daha sonra ablasından kâhinin de çocuksuz olduğunu öğrenmişti. O
zaman ne kadar mahcup olmuştu. Kendi kendine "Kelin dermanı olsa önce
kendi başına sürer," demişti.
Bu gün bütün kâhin ve putlardan
ümidini kestiği bir dönemde hamile kalmıştı. "Bu işte bir tuhaflık
var," demişti. Sanki bir kuvvet, onun hamileliğini tâ bu güne kadar
geciktirmişti. Onu ve kocasını imtihan etmek için zor günlerde onlara çocuk
veriyordu. Sevinmesi gerektiği bir vakitti.
Yüksek sesle mırıldandı:
-"Hayır! Hayır!
Sevinemiyorum!"
Kendi kendine sordu:
-"Niye?"
-"Ya kocam çocuğumu da
boğazlarsa?" -
"Ondan her şey
beklenir."
Elhâ hanım, kendi yüzüne bir
tokat indirdi ve bağırdı:
- "Elhâ! Elhâ! Kendine gel.
Deliler gibi kendi kendinle
konuşma.
Şimdi delirmek zamanı değil. Aklı
kullanma ve mantıklı davranma vaktidir. Çocuğunu sağ ve selim olarak nasıl
doğurabileceğini düşün!
Planlar kur!
Çocuğunu kurtar
Ama nasıl?
Korkma Senin Çocuğunu Boğazlamam
Elhâ günlerce deli gibi gezdi.
Sanki sarhoştu.
Tatlı bir sarhoşluk.
Elhâ, günlerce büyük bir düşünce
ile gezdi.
Hamile olduğunu, en güvendiği
arkadaş ve hizmetçilerine bile açamıyordu.
Herkesten korkuyordu. "Ya
bunlar Nemrud'un casusları ise?" diye düşünüyordu.
Herkese kuşku ile bakıyordu.
Sarayda bile emniyette değildi.
Hizmetçiler, dostlar ve en
güvendiği insanlar bile onun gözünde Nemrud'un birer casusuydu.
Kocası Melkan'a bile durumu
anlatamadı. Anlatmaktan korkuyordu. Eskiden olsaydı, onun hamileliği büyük
sevinçlerin kaynağı olurdu. Belki de memlekette günlerce bayram yapılırdı.
Eşinin çok üzüntülü olduğunu
gören Melkan bir akşam sordu:
-"Neden bu kadar
üzüntülüsün?"
-"Sana öyle
geliyordur!"
-"Hayır, bana öyle gelmiyor;
gerçekten seni dalgın görüyorum.
Bir derdin varsa söyle, derdine
çâre bulayım."
Elhâ hanım! Aklına koyduğu
planları tatbikata koydu:
-"Derdimin çâresini bulur
musun?"
-"Yemin et."
-"Yemin........... "
-"Şimdi derdimin çâresini
bulacak mısın?"
-"Tabiî ki..."
-"Neye mal olursa olsun,
derdinin çâresini bulacağım; fakat beni çok meraklandırdın. Lütfen derdini
söyle!"
-"Derdim şu: Eğer ben bir
erkek çocuk doğurursam onu öldürmenden korkuyorum!"
Melkan katıla katıla kahkaha ile
güldü ve sordu:
-"Ne? Ne?"
Elhân hanım, sakin sakin konuştu:
-"Bir erkek çocuk doğurduğum
zaman onu öldürmenden korkuyorum. Bu korkumdan dolayı geceleri gözlerime uyku
girmiyor, korkudan yatamıyorum."
Melkan yine güldü:
-"Kadınların akıllarının
biraz kıt olduğu söyleniyordu; ama kabul etmiyordum. Gerçekten
öyleymişsiniz!"
Elhâ üzüntülü bir şekilde sordu:
-"Niye hakkımda kötü
düşünüyorsun?"
-"Yirmi senedir evliyiz. Bu
güne kadar çocuğun olmadı da bu sene mi olacak?"
-"Niye olmasın?"
-"Sen hiç korkma, üzülme,
söz veriyorum, eğer bir erkek çocuk doğurursan onu öldürmem. Zaten bende
saltanatıma vâris olacak bir evlâd bekliyorum. Senin çocuğunu boğazlamak değil;
seni altınlara boğmam lazım."
-"Söz mü?
-"Söz."
Elhâ hanım derin bir nefes aldı.
Rahatladı. Sevgi ile kocasının boynuna sarıldı ve büyük bir çığlık ile:
-"Ben hamileyim!" dedi.
Melkan şaşkına döndü. Kekeleyerek sordu:
-"Neee?"
-"Ben hamileyim!"
Melkan eşinin ağzını elleriyle
kapattı.
-"Sus hanım! Sus! Duyan,
işiten olur."
-"Duyacak olan kim?"
-"Ajanlarım duyar."
-"Duysunlar!"
-"Hayır asla! Kimse senin
hamile olduğunu duymamalı, işitmemelidir. Doğum zamanına kadar hamileliğini en
sâdık hizmetçi ve arkadaşlarından bile gizle. Bu sır ikimizin arasında
kalmalıdır. Senin hamile olduğun duyulursa bütün halkın ve hatta Nemrud’un gözü
bizim üzerimizde olur. Eğer kız doğurursan bir sorun yok. Fakat çocuğun erkek
olursa o zaman onu kendi ellerimle boğazlamak mecburiyetinde kalırım."
-"Niçin?"
-"Milletin çocuklarını
öldürüp kendi çocuğumu sağ bırakmam; halkı isyana götürür. Aleyhimde kamuoyu
oluşur. Toplum bir fert gibi düşünmeye başlar. Bütün halk bir kişi gibi
düşündüğü zaman, Nemrud bile onlara karşı koyamaz. Benim en büyük korkum
kamuoyunun haklı baskısıdır. Kamuoyu Nemrud’lardan daha güçlüdür. Ben
kamuoyundan korktuğum kadar Nemrud'dan bile korkmam..." Elhâ söz aldı:
-"Milletin hükümdarlardan
daha kuvvetli olduklarını bilmiyordum."
-"Millet kendi işinde ve
gücünde olduğu zaman çok zayıftır. Ama bir mefkûre etrafında birleştiği zaman,
onları hiç bir kuvvet yenemez. Halatı oluşturan iplikler tek başına güçsüzdür,
zayıftır; ama onlar, halat olmak için bir araya geldiği zaman, kuvvet bulur,
güç kazanır. Kolay kolay birbirinden kopmaz. Halkın yavruları boğazlanırken,
senin erkek bir çocuk doğurman saltanatımıza mal olabilir. Senin hamileliğin
büyük bir sır olarak kalmalıdır."
-"Ya doğum işim?"
-"Zamanı gelince
düşünürüz"
Elhâ hanım rahatladı.
O günden itibaren kocası onu
kimse ile görüştürmemeye dikkat etti. Hiçbir toplantı ve merasime çıkarmadı.
Soranlara hastadır, dedi.
Elhâ hanım hamileliğini gizlemek
için beline çaput bağladı. Her nedense diğer hamile kadınlar gibi hamileliği
pek belli olmuyordu. Hamileliğin zamanı yaklaşıp sancıları arttığı zaman
kocasına koştu....
Doğumu
Elhâ koşa koşa Melkân ’ın
huzuruna çıktı. Doğum sancılarının başladığını haber verdi. Melkân'ı büyük bir
üzüntü aldı. Çıkmaza girdi. Sıkıntıdan terledi. Biraz düşündü:
-"Doğumun yaklaştığı zaman,
kimseye sezdirmeden şehrin dışına çık."
-"Orada ne edeyim?"
Melkan acı acı tebessüm etti:
-"Ne edersen et! Ne
edeceğini bana mı soruyorsun? Git ormanlıkta kuytu bir yer veya ıssız bir
mağara bul çocuğunu orada doğur. Kız ise, al eve getir. Bayram ilan ederiz.
Erkek olursa orada bırak. Durumun akışına göre hareket ederiz."
Elhâ'nın sancıları arttı.
-"Ben gidiyorum!"
-"Giderken tebdili kıyafet
et. Kimse seni tanımasın. Tabiî davran. Heyecanlanma kimse senden
şüphelenmesin."
Elhâ hanım dilenci kıyafetine
büründü. Kapıya doğru yürüdü. Sarayın kapılarını bekleyen askerler kendisine
baktılar. Elhâ heyecanlandı. Kendisine inandığı o Yüce Allah, aklına geldi ve
büyük bir tevekkül ile:
-"Ey beni ve karnımdaki
çocuğumu yaratan Yüce Rabbim! Sana sığındım. Beni ve çocuğumu koru. Bizleri
düşmanlarımızın gözlerinden sakla," deyip saraydan çıktı. Kimse onu fark
etmedi. Şehrin sokaklarını hızlı adımlarla yürüdü. Yürümekten yoruldu. Bir evin
kapısının önünde durdu. Dilencinin, kapılarının önünde durduğunu gören yaşlı
bir kadın, ona:
-"Dur! Kızım sana biraz
yiyecek vereyim, " deyip içeriye girdi. Bir dağarcık dolusu yiyecek
getirip eline verdi. Elhâ utancından terledi. Dilenci olmadığını da söyleyemedi
kekemeli bir sesle yaşlı kadına "sağ ol", deyip yoluna devam etti.
Şehrin çıkış kapısına geldi. Kapı
kilitliydi. Kapıda bekleyen askerlere "kapıyı açınca dışarıya
çıkacağım," demeye
korktu. Kapıya doğru yürüdü.
Nereye gidiyorum ki, kapı kilitli diye düşündü. Kapının gıcırtı sesiyle kendine
geldi. Kapı açılmaktaydı.
Açılan kapıdan kendini şehrin
dışına attı.
Ormanlığa doğru yürümeye başladı.
Şehirden çok uzaklaştı.
Çocuğunu doğurmak için bir yer
aradı. Gördüğü mağara ve kuytu yerleri beğenmedi. Yürümekten yoruldu. Oturdu.
Etrafına bakındı. In cin yoktu. Her taraf yabanî hayvanların sesleri ile
uğulduyordu.
Korktu.
"Acabageri şehre mi
gitsem" diye düşündü.
Önünden bir kurt sürüsü geçti.
Korkusu daha da arttı. Şehre geri gelmeye niyetlendi. Ardına baktı. Şehir
görünmüyordu.
Düşünceye daldı.
Şehirde küçücük çocukların
başlarına gelen felâketleri düşündü. Onları acımasızca boğazlayan cellâtları
gözleri önüne getirdi. Bir tuhaf oldu. Rengi değişti. Kendini kaybetti.
-"Hayır! Hayır!" diye
bağırdı.
Karşı dağlardan sesi yankılandı.
Karşısında ki, ağaca yumruk vurdu. Ağladı.
"Şehir de zulüm var.
Çocuğumu şehirde doğuramam. Burada doğurur ve Allah'a teslim ederim. O
korur", diye mırıldandı.
Doğum sancıları tuttu. Çaresizce
bir daha etrafına baktı. Gözü bir mağaraya ilişti. Mağaraya girdi. Mağaranın
girişi dar; ama içi çok genişti.
Elhâ hanım, mağarada çocuğunu
doğurdu. Hızır Aleyhisselâm'ın annesi onu mağarada doğurdu.
Tevekkül
Tevekkül yaşama sevincidir. Elhâ,
büyük bir tevekkül ile çocuğunu emzirdi. Mağaranın en kuytu yerinde o'na ağaç
yapraklarından bir yatak yaptı. Kendisi'de doğumun verdiği yorgunluk ile
çocuğunun yanında uzandı. Kurtların ulumaları ile uyandı.
Her taraf kapkaranlıktı. Göz gözü
görmüyordu. Çocuğunu kucağına aldı. Öptü. Öptü. Mağaranın ortalarına doğru
yürümeye başladı. Mağaranın ağzı göründü. Mağaranın ağzı aydındı. Mağaranın
ağzına geldiğinde bir kurt sürüsüne gözleri ilişti. Bir ana kurt yedi- sekiz
tane yavrusunu emzirmekteydi. Onlara imrenerek baktı. Uzun süre öylece kaldı.
Neden sonra içine bir korku
düştü. Benim gördüğüm bu hayvanlar, benim burada olduğumu bilseler, beni ve
yavrumu parçalarlar, diye içinden geçirdi. O anda oğlu ağlamaya başladı! Büyük
bir telaş ile oğlunun ağzını kapattı. Ağlama sesi duyan kurt, yavrularını alıp
oradan uzaklaştı. Derin bir nefes aldı.
Yerlerine döndü. Korku ve
heyecandan gözlerine uyku girmedi... Sabah'ın ilk ışıkları mağarayı aydınlattı.
Çocuğunu alıp dışarıya çıktı. Etrafına baktı. Kuşların cıvıltıları, hayvanların
hışırtı ve ulumaları, ormanlığa bir güzellik veriyordu. içeriye girdi. Oğlunu
yine emzirdi. Öptü. "Ah bende bir hayvan olsaydım da çocuğum ile beraber
bu ormanlıkta kalabilseydim," diye düşündü.
Karnı acıkmıştı. Yaşlı kadının
kendisine verdiği azık dolu dağarcığı açtı. içinde taze ekmek vardı. Ekmeğin
buharı hâlâ üzerindeydi. Bir kap dolusu bal, tereyağı ve lohusalı kadının
yiyeceği yemekler vardı. Elhâ şaşırdı. içine bir korku girdi.
-"Acaba o kadın benim çocuk
doğuracağımı biliyor muydu?" diye düşündü. Heyecanlandı. Neden sonra:
-"Hayır! Hayır! Olamaz. Ben
boşuna korkuyorum. Bütün bunlar inandığım Allah'ın bana bir lütfü ve oğlumun
mübarek bir insan olduğunu göstermektedir," diye düşündü. Yemeğini yedi.
Çocuğunun ağzına biraz bal sürdü. Çocuğu mağarada bırakıp; ağlayarak şehre doğru
yol aldı. Kimse kendisini fark etmedi. Şehrin giriş ve çıkışlarını kontrol eden
askerler, onu hiç görmediler sanki... Sessizce evine geldi. Kimseye sezdirmeden
odasına girdi. Kocası ile karşılaştı. Odamda ne arıyorsun? derce sine kocasına
baktı. Melkan Heyecan ile sordu:
-"Ne oldu?"
-"Bir erkek çocuk
doğurdum."
-"Sen bir doğurdun, ama ben
bu gece dokuz doğurdum. Bu gece hiç yatamadım. Bir ara gizli yoldan şehrin
dışına çıktım. Seni aradım. Bakmadığım mağara kalmadı. Nereye gitmiştin?"
-"Çok uzaklara..."
-"Nasıl oğlum bana benziyor
mu?"
-"Onu görmeliydin! Nur topu
gibi bir çocuk. Yeni doğmasına rağmen güçlü ve kuvvetliydi. Babasına
benziyordu. Sağlamdı. Yalnız şehâdet parmağı ile orta parmağı birbirine
bitişikti."
-"Çocuğu ne ettin?"
-"Teslim ettim!"
-"Kime?"
-"inandığım
Ilâh'a..."Melkân sinirlendi:
-"Nemrud'dan başka ilâh mı
var?"
-"Evet! Var!"
-"Kimdir O?"
-"Nemrud'un istemediği
çocuğu dünyaya gönderen... Eğer Nemrud ve putları ilâh olsalardı, kendi istek
ve arzularına göre çocuk yaratırlardı. insanlara zulüm etmezlerdi. Yeni doğan
bir sabi’den korkmazlardı. ilâh hiç korkar mı?" Melkân, Elhâ'nın bu
konuşmaları karşısında sustu. Kabul edip etmediğini söylemedi. Sadece sordu:
-"Çocuğu mağarada mı
bıraktın?"
-"Evet!"
-"Hayvanlar ona zarar vermez
mi?"
-"Hayır!"
-"Şehrin dışına çıkarken ve
şehre girerken seni hiç kimse gördü mü?"
-"Hayır görmedi,"
-"iyi! Bundan hiç kimseye
söz etme! Her yer casuslar ile kaynamaktadır. Nemrud ile savaşa girmek istemem.
Bekleyelim görelim." Elhâ'da büyük bir tevekkül ile mırıldandı:
-"Bekleyelim; görelim...”
Çoban Ebleyâ ile eşi Elma
Şehrin dışında ormanların içinde
Küçük ama şirin bir köy vardı. Köyde Ebleyâ adında orta yaşlarında bir kişi
vardı. Köylü tarafından sevilen ve sayılan bir kişiliğe sahipti.
Cesurdu.
Cömerd, iyi niyetli ve
merhametliydi.
Herkesin yardımına koşardı. Hiç
kimsenin kötülüğünü istemezdi.
Fedakâr'dı,
Sevdikleri için her şeye
katlanırdı.
Bütün işi av ve çobanlıktı. Koyun
ve keçilerini güderdi.
Köylü çıkmaza girdiği zaman gelip
ona danışırlardı. Onun fikir ve kararları isabetliydi. Onun düşüncesine göre
hareket edenler hep kazançlı çıkarlardı. Ebleyâ'nın yedi çocuğu vardı. Eşi
Elma, sekizinci çocuğu doğurdu. Sekizinci çocukları erkekti. Erkek çocuğu
doğduğu zaman Melik Melkan'ın casuslarının korkusundan eşi Elma çocuğunu alıp
ormanlıklara doğru kaçtı...
Köyü, MelikMelkan'ın askerleri
bastı.
Çoban Ebleyâ'dan oğlunu
istediler.
-"Eğer çocuğu getirmezsen
seni ve bütün köylüleri öldüreceğiz," diye tehdit ettiler...
Köylüler, Ebleyâ yalvarmaya
başladılar:
-"Yedi çocuğun var. Bunların
beş tanesi oğlan... Getir oğlunu devlete teslim et. Bizi öldürtme. Daha
gençsiziniz başka çocuklarınız olur. Hepimizin hayatı senin elinde... Geçen
hafta komşu köyümüzü ateşe verdiler. Köyde yaşayan tam yüzelli kişiyi cayır
cayır ateşte yaktılar. Lütfen bizleriyakma!"
Ebleyâ köylülerin ağlama ve
sızlanmalarına dayanamadı.
Ağlayarak:
-"Gidin Elma şu anda
karanlık mağaradadır. O uyurken çocuğunu alın getirin. Lütfen eşimi
incitmeyin."
Köylüler, askerlere adam başına
birer koyun kestiler. Köyde hırsızlıkta meşhur olan iki genci Elmâ'dan oğlunu
çalmaya gönderdiler. Diğer köylüler de askerlere yemek hazırladılar. Koyunları
güzelce kızartıp önlerine koydular. Askerler kızartılmış koyunu yerlerken
Ebleyâ'nın daha bir günlük olan oğlunu getirdiler. Ebleyâ küçük oğlunu görünce
bayıldı. Melkan'ın cellâtları küçük çocuğu kesip başını alarak gittiler.
Köylüler, küçük yavrunun başsız
cesedini gömdüler. Daha annesinin
haberi yoktu. Köylünün biri hayretle hırsız gençlere sordu:
-"Çocuğu Elmâ'dan nasıl
çalabildiniz?"
Hırsız gençler ağladılar:
-"Bu hayatta yaptığımız en
kötü hırsızlıktı. Bundan böyle asla hırsızlık yapmayacağız. Bu işte mahir
olduğumuz için bizi gönderdiniz. Küçücük bir yavruyu annesinin kucağından
çaldık. Hem de uyuyan bir annenin sevgi dolu kucağından. Çektiğimiz, acıyı
unutmuş utanmadan çocuğu nasıl çaldığımızı soruyorsunuz?"
-"Nasılmı çaldık?"
Elma çocuğunu kucağına almış
mışıl mışıl uyuyordu. Derin bir uykudaydı. Çok yorulmuştu. Doğum ve
yorgunluktan sonra gelen tatlı uyku ile kendisinden geçmişti. Biz de meslekî
bütün mâharetimizi kullanarak ve vicdanımız titreyerek çocuğu sizin hayatınız
için çaldık."
Köylüler, konuşurlarken, Elma
koşa koşa geldi.
-"Çocuğum! Çocuğum!"
diye bağırıyordu.
Elmâ'nın çocuğum, çocuğum
deyişine köylülerin yürekleri dayanamadı.
içleri yandı.
Bütün köylüler ağlamaya
başladılar.
Elma kendi derdini unuttu.
Köylülere sordu:
-"Ben bugün doğurduğum
çocuğumu kaybettim. Çocuğum için ağlıyorum ya sizler?"
Yaşlı bir köylü kadın, Elmâ'nın
boynuna sarıldı. Gözlerinden öptü. Ağlamaklı bir sesle:
-"Kızım Elma! Bilirsin ki,
bütün köylü seni çok severiz. Biliriz ki, sen de bizi çok seversin. Gerektiği
zaman bizim için canını bile verirsin. Bizim hayatımız senin elindeydi. Eğer
sen küçük çocuğunu bizim için kurban etmeseydin ve bizi Melik Melkân ’ın
cellâtlarının elinden kurtarmasaydın şimdi hepimiz ölmüş olacaktık. Bizi
öldürdükleri gibi seni ve oğlunu da elbet bulur ve öldürürlerdi."
Elma sordu:
-"Çocuğumu öldürdüler
mi?"
-"Evet kızım. ''
Elma büyük bir soğukkanlılık ile:
-"Köylüm sağ olsun. Bu
çocuğu veren ve sonra onu acıklı bir şekilde benden alan elbette ondan daha
hayırlısını bana verecektir."
Bütün köylüler hep bir ağızdan
bağırdılar:
-"Inşâallâh...."
Koyunun emzirdiği bebek
Elmâ'nın en büyük işi koyunlarını
sağmaktı.
Bir gün koyunlarından birinin
sütünün sağıldığını gördü. Olabilir belki kocam içmek için sağmıştır diye
düşündü. Neden sonra kocası Ebleyâ'nın pek sütü sevmediğini düşündü. Olabilir
belki bugün sağıp içmiş veya orada geçen bir yolcuya içirmiştir, dedi.
Ertesi gün yine o koyunun sütünün
sağılmış olduğunu gördü. O koyunu gözetim altına aldı. Tam bir hafta boyunca
hep o koyunun sağılmış olarak eve geldiğini gördü. Dayanamadı. Kocasına sordu:
-"Ebleyâ Efendi! Neden her
gün aynı koyunu sağıyorsun?"
Ebleyâ hayretle cevap verdi:
-"Ne koyunu? Ne sağması?
Bilmiyor musun ki, ben pek sütü sevmem!"
-"Mor koyundan söz ediyorum!
Bir haftadır onu sağmıyor musun?"
-"Hayır!"
-"Ama sütü yok"
-"Belki sütten
kesilmiştir."
-"Hayır, sütten kesilmiş
değil. Çünkü sabahları kontrol ediyorum memeleri süt ile dolu; ama akşamları
sütü sağılmış olarak eve dönüyor..."
Ebleyâ hayret etti. Şaşkın şaşkın
Elmâ'nın yüzüne baktı. Neden sonra eşinin elini ellerinin içine aldı:
-"Bir koyunun sütü için
canını sıkma. Yarın araştırırım."
-"iyi olur."
Sabah güneşi ile koyunlarını
ormanlığa doğru yaymaya götüren Ebleyâ Efendi gözlerini mor koyundan ayırmadı.
Sürekli onu takip etti. Hatta bazen memelerini kontrol etti. ikindiye doğru
koyunun memeleri süt ile doluydu. Ebleyâ koyunlarını çağlayan pınarında suladı.
Bir kenara çekilip istirahata başladı. Mor koyunun sürüden ayrıldığını
gördü....
Ebleyâ sessizce yerinden kalktı.
Mor koyunu takip etti. Koyun meleyerek uzaklara doğru koşmaya başladı. Uzaktan
bir aslan göründü. Ebleyâ korktu.
Mor koyunu parçalar diye. Mor
koyun aslandan korkmadı. Aslanın yanına gitti. Aslan büyük bir sevgi ile
kuyruğunu salladı. Koyunun önüne düştü. Mor koyun aslanı takip ederek yürümeye
başladı. Koyun ile aslanın dostluğuna Ebleyâ akıl erdirmedi.
Delirecekmiş gibi oldu.
Onların ardından yürümeye
başladı.
Aslan, koyunu "Aslanlı
Mağara"ya götürdü. Mağaranın ağzında birçok aslan onları bekliyordu.
Koyun, mağaranın içine girdi. Koyun mağaranın içine girince aslanlar oradan
uzaklaştılar. "Aslanlı Mağara" o civarın en tehlikeli mağaralarından
biri idi. Orası kurtların, ayıların, sırtlanların, aslanların ve bütün yırtıcı
hayvanların kol gezdiği bir yerdi. Oraya kimse gelmeye cesaret edemezdi.
Ebleyâ mağaranın içine girmeye
korktu. Mağaranın dışında bekleyeme başladı. Mağaraya kulak verdi. içeride bir
çocuğun ağlama sesi geliyordu.
irkildi.
Kendisini bir titreme aldı.
Korktu.
-"Acaba hayâl mı
görüyorum?" dedi. "Yoksa kâhinlerin haber verdiği cinler mi burayı
bastı," diye düşündü.
Bir çocuğun buraya gelmesi ve
burada canlı kalması mümkün değildi.
Ama çocuk sesiydi... Çocuk
sesinden ve mor koyundan cesaret alan Ebleyâ yavaş yavaş mağaraya doğru
ilerledi. Eline baltasını aldı. Sessizce mağaranın içine girdi. Mağaranın
içinden çıkan yılanın hışırtısı ile irkildi. Hemen oradan uzaklaştı.
Cesaret kazanmak için bağırdı:
-"içeriye gireceğim! içeriye
gireceğim. Bana Ebleyâ diyorlar. Ne oldu o dillere destan olan cesaretine?
Korkmak sana yakışmaz."
Ebleyâ cesur bir şekilde mağaraya
girdi. Mor koyun mağaranın en ücra köşesinde öylece ayakta duruyordu. Etrafına bakarak
koyuna doğru ilerledi. Koyun bir çocuğu emziriyordu.
Hayret etti.
Olduğu yerde dona kaldı.
Uzun süre şaşkın bakışlarla
koyuna ve çocuğa baktı.
-"Bu ne iştir?" diye
mırıldandı.
Çocuk, koyunun memelerini
bırakınca koyun çocuğun başını yaladı. Çocuk uyumaya başlayınca koyun geri
döndü. Mağaranın ağzına doğru ilerlemeye başladı. Ebleyâ'nın kalbine birden
korku girdi. Büyük bir heyecan ile çocuğu sarılı olduğu bezlerle birlikte
kucaklayıp koyunu takip etti.
Sürünün yanına nasıl geldiğini
fark etmedi. Sürünün içine karışan mor koyunun gözlerini öptü: "Sen, dedi,
insanlardan daha merhametliymişin. Nemrud ve onun emrinde olan meliki Melkan
sabileri öldürürken sen onlara süt verip onları besliyorsun."
Birden bağırdı:
-"Hayır! Sen bir koyunsun.
Bir hayvansın. Senin aklın bu işlere ermez. Mutlaka sana bu işleri yaptıran bir
güç var, bir kuvvet var. Mutlaka... Tapılacak ve kendisine ibâdet edilecek olan
O'dur. Nemrudlar ve onların put ve heykelleri değildir... insanlardan korkan ve
küçük çocukları öldüren Nemrudlar, ilâh olamaz. insanı, hayvanı, güneşi, ayı,
yıldızları ve ağaçları yaratan, bir koyuna aslanlı mağarada bulunan bir çocuğa
süt vermesini ilham eden büyük bir ilâh vardır..."
Ebleyâ'nın sesiyle kucağındaki
çocuk korkup ağladı. Koyunlar ürküp kaçtılar. Ebleyâ koyunlarını hiç kimsenin
olmadığı yerlere götürdü. Diğer çobanlardan uzaklaştı. Kimsenin çocuğu
görmesini istemiyordu. Akşam gün batıp karanlık basınca büyük bir korku ile
sessizce köye doğru ilerledi. Köylünün çocuğu görmesinden veya çocuğun, ağlayıp
varlığından köylüyü haberdâr etmesinden çekiniyordu... Çocuğu keçenin içine
sakladı. Diğer çobanların ve köylülerin önünden geçip evine gitti. Kimse
kendisinden şüphelenmedi. Çocukta ağlamadı, ses çıkarmadı.
Elma hanım sordu:
-"Neden bu kadar geç geldin?
Bu vakitten sonra karanlıkta nasıl süt sağacağım?"
Ebleyâ. Kekeleyerek, hanıma:
-'"Sütü bırak buraya
gel" deyip eve doğru ilerlemeye başladı. Elma hanım arkasından ilerledi.
-"Ne var?"diye sordu.
Ebleyâ eliyle susmasını işaret
edip eve girdi. Evin içinde herhangi bir tehlike anında saklanmak için
yaptıkları kuytu dehlize girdi. Elhâ heyecanlandı. Kocasına:
-"'Heyecandan beni öldürmek
mi istiyorsun? Neden buraya geldik. Dışarıda koyunlar, sağılmayı
bekliyorlar!"
Ebleyâ kucağında mışıl mışıl
uyuyan bebeği Elmâ ’ya gösterdi. Elma nur yüzlü bebeğe baktı. Şaşa kaldı.
Sordu:
-"Kimin bu?"
-"Bizim mor koyunun!"
-"Delirtme beni koyunun
çocuğu mu olur?"
-"Koyunun insan
doğurmayacağını bende biliyorum. Bu çocuk bizim mor koyunun beslediği çocuktur.
Bir hafta'dan beri mor koyun tâ Aslanlı Mağaraya gidip bu bebeği
emzirmekteymiş!"
Elma hayretle sordu:
-"Böyle bir şey nasıl olur?
Koyuna orada bir çocuğun olduğunu öğreten kim? Her gün onu oraya götüren
kim?" Ebleyâ cevap verdi:
-"Benim gördüğüm: Mor
koyunun bir aslanın peşine takılıp mağaraya gitmesiydi."
-"Koyunu mağaraya bir aslan
mı götürdü?"
-"Aslan koyuna zarar vermedi
mi?"
-"Hayır!"
-"Ya sen! Çocuğu nasıl
buldun?"
-"Koyunu ve aslanı takip
ederek..."
-"Aslan sana da mı
saldırmadı?"
-"Aslan beni gördüğü halde
bana saldırmadı. Kuyruğunu sallayarak yanımdan geçip gitti. Hem de bir değil
mağaranın ağzında bekleyen dört-beş aslan vardı. Koyunun çocuğu emzirmekte
olduğunu gördüğümde bu çocuğun rastgele bir insan olmadığını anladım. Evimize
bereket getirmesi için sana getirdim."
Elma yere kapandı. Neden sonra
secdeden başını kaldırdı:
-"Ben, dedi: Hûd ve Salih'in
haber verdiği Ilâh'a iman ettim. Çocuklarımızı öldüren Nemrud ve onun taştan
oyma heykel ve putları ilâh olamaz. Bu çocuğu mağarada aslanlara muhafaza
ettiren ve onun bir koyunun sütü ile besleyen bir Yüce Allah vardır..."
Ebleyâ büyük bir sevgi ile
hanımına baktı:
-"Ben de senin gibi
düşünüyorum," dedi.
Ebleyâ sordu:
-"Çocuk kimindir
acaba?"
Elma çocuğa ve sarılı olduğu
bezlere baktı:
-"Sarılı olduğu bezlerden
onun varlıklı bir aileye mensup olduğunu göstermektedir. Yüzündeki, nurdan ve
cazibeden ise bunun Allah'ın sevgili bir kulu olduğunu anlamaktayım."
-"Nemrud’un korktuğu çocuk
belki budur?"
-"Belki de...."
O bebeğe Belyâ adını verdiler.
Onu evin dehlizinden bütün konu
komşu ve hatta en yakın akrabalarından saklayarak büyük ihtimam ile besleyip
büyüttüler.
Takdiri İlâhî; Hızır
Aleyhisselâm'ı, annesi mağarada doğurdu, onu bir koyun emzirdi, onu mağarada
bulan çoban evine götürüp besledi.
Ana yüreği
Ana yüreği, engin bir deniz
gibidir. Ana yüreği deli bir şelâle gibi hep coşar. Elhâ hanım, oğlunu mağarada
bıraktığı günden bu yana hep ağlıyordu. Sızlıyordu.
Yaralı bir ceylan gibi inliyordu.
Hızır Aleyhisselâm'ın annesi Elhâ
bir hafta sonra kocasından izin aldı. Elhâ, kimseye sezdirmeden sessizce
dışarıya çıktı. Doğruca mağaraya doğru koştu. Mağara'ya geldi. içeriye
girdiğinde yıkıldı. Çocuğu yerinde yoktu. Mağaranın etrafını araştırdı. Oğlunu
bulamadı. Mağaranın dışına çıktı. Sağa sola koştu. Kendisinden bir eser yoktu.
-"Oğluuum!" diye
bağırdı. Sesinin karşı dağlardan yankılamasından başka bir ses yoktu. Yine
mağaranın içine girdi. Çocuğunu doğurduğu yere gitti.
Oturdu. Ağladı.
Uzun süre olduğu yerde kaldı.
Neden sonra ağlayarak mağaradan çıktı. Yine kimseye sezdirmeden saraya geldi.
Kendisini kocası Melkân karşıladı. Ve heyecan ile sordu:
-"Nasıl! Oğlumun durumu iyi
mi?"
Elhâ, ağlayarak kendisini
kocasının kucağına attı. Kocası daha da heyecanlandı ve sordu:
-"Oğlumu sordum!"
Elhâ:
-"Oğlumuz yerinde
yoktu," deyip yere yıkıldı. Melkân eşinin yüzüne su serpti. Elhâ kendisine
geldi. Sordu:
-"Onu hayvan mı
parçalamış?"
-"Sanmıyorum"
-"Ya?"
-"Oğluma ne olduğunu
bilmiyorum; ama onu yırtıcı hayvanların ve özellikle aslanların parçalamadığı
muhakkak..."
-"Nereden biliyorsun?"
-"Eğer onu yırtıcı hayvanlar
parçalasaydı; mutlaka orada kan olurdu. Hiç kan izi görmedim. Hayvanlar oğlumu
yeseydi; bezi ve kundağı orada olurdu. Onu alan bezi ve kundağı ile beraber
alıp hiç incitmeden götürmüş..."
-"Hayvanlarınyemediğinden
emin misin?"
-"Adım gibi eminim. Eğer
yırtıcı hayvanlar, oğlumu yiyecek olsalardı; onu doğurduğum gece yerlerdi.
Sadece onu değil, beni de onunla birlikte parçalayabilirlerdi. Aslan ve kurtlar
isteseydi ikimizi beraber parçalar ve yerlerlerdi. O gece hayvanlar, bize dokunmadılar.
Hatta hayvanlar, bana yol gösterdiler. Benim doğurduğum çocuğun çok mübarek ve
kutsal bir insan olacağına inanıyorum."
Melkân üzüntülü bir şekilde
sordu:
-"Yırtıcı hayvanlar
tarafından yenildikten sonra mı?
-"Oğlum
yenilmedi. O ölmedi. inanıyorum bir gün ona kavuşacağım. Rabbim bana ve ona
yardım edecektir "
-"Acaba?"
-"Bekleyelim;
görelim..."
Sevilen Çocuk Belyâ
On'a Belyâ adını verdiler. (Hızır
Aleyhisselâm’ın asıl adı Belya'dır.)" Belyâ sevilen bir çocuktu. Nasıl
sevilmesin ki, o kendi çağında yeryüzünün en mübarek insanıydı. Onun yeryüzüne
gelişini engellemek için Nemrud yüz binlerce erkek çocuk kurban etti. O Hızır
Aleyhisselâm'dı.
O geleceğin, gizemli ve
karizmatik insanı olacaktı. Allah tarafından ona ilim ve rahmet verildi. Onun
çocukluğu da büyüklüğü gibi nurânî ve rahmaniydi. Hızır Aleyhisselâm, sevimli
bir bebekti. Elmâ'nın sütünü emerek büyüdü. Hızlı gelişti.
Küçük iken hiç ağlamadı. O
ağlamadığı için kimse evlerinde küçük bir çocuğun olduğunu fark etmedi.
Hızır Aleyhisselâm daha bir aylık
bebek iken, bir yaşındaki çocuk gibiydi. Bir yaşına geldiği zaman, ise üç
yaşındaki çocuk gibiydi. iki yaşına geldiği zaman, beş-altı yaşındaki bir
çocuğu andırıyordu.
Elma, Belyâ’yı dışarıya çıkardı.
Belyâ gün yüzünü gördü.
Onun kim olduğunu soran komşularına
kendi oğlu olduğunu söyledi. "Daha önce hiç görmedik," diyenlere,
"şimdiye kadar annemin yanındaydı, daha yeni eve getirdim," diye
cevap verdi. Herkes ona inandı. Onun yalan söylediği işitilmemişti.
Belyâ, köyde sevilen bir çocuktu.
Zeki ve akıllı bir çocuktu.
insanlar, tarafından sevildiği
gibi, hayvanlar tarafından da sayılıyordu. Belyâ tek başına korkulu yerlere
gidebiliyordu. Hiç bir yırtıcı hayvan ona ilişmiyordu. Onun bu hâlinin farkına
varan köylüler, aslanlı mağara gibi korkulu yerlere onu gönderiyorlardı.
Günün birinde kuzunun biri,
kuyu'ya düşmüştü. Kör bir kuyuydu. Susuz ve derindi. Annesi kuyunun başında
durmadan acı acı meliyordu. Bütün insanlar, toplandılar, o hayvanı kuyudan
çıkarmaya çalıştılar. Çıkaramadılar, Hızır Aleyhisselâm. Kuyunun başına geldi.
Koyuna baktı. Gözlerinden öptü. Henüz bir çocuk olmasına rağmen, kuyunun dibine
indi. Elinde kuzu ile kuyunun derinliklerinden çıktı.
Köylüler sevinç çığlıkları
attılar. Köylüler, Belyâ'nın gözlerini öptüler. Onu el üstünde gezdirdiler.
Kuzunun sahibi o kuzuyu annesiyle beraber ona hediye etti.
O günden sonra bütün insanlar,
Belyâ'ya değişik bir gözle baktılar. Bütün köylü onu konuşuyordu. iki köylü bir
araya geldikleri zaman Belyâ hakkındaki konuşmaları şuydu:
-"Bu çocuk gelecekte büyük
bir insan olacaktır."
Diğeri:
-"Kâhin mi?"
-"Hayır! Kâhin değil, daha
başka?"
-"Ya nasıl bir insan?"
-"Bu çocuk peygamber
olacaktır."
-"Dedelerimizin anlattığı,
Nûh, Hûd ve Salih peygamberler gibi mi?
-"Evet! Hayat hikâyelerini
dedelerimizden işittiğimiz ve insanlığı, hakka ve doğruluğa çağıran yüce
peygamberlerden biri olacaktır."
-"Ebleyâ, oğlunu okuma ve
yazmaya vermelidir," diyorlar. Ebleyâ öyle etti. Belyâ'nın geleceğini
düşünerek onu okumaya verdi. Hızır Aleyhisselâm daha çocukluğunda okuma ve
yazmayı öğrendi...
Hızır Aleyhisselâm İmtihanda
İmtihan, büyük buluşmaya ilk
adım.
Melik Melkân devlet idaresinde
çalıştırmak, geleceğin idarecileri olarak yetiştirmek üzere eleman alacaktı.
İleride vali ve diğer idari personel olarak görevlendirmek ve askeri komutan
olarak yetiştirmek için elemana ihtiyaç vardı... Bunun için de akıllı, zeki,
çalışkan, dinamik ve yakışıklı çocuklar lazımdı.
Bütün memlekete duyuru yapıldı:
-"Akıllı, zeki, çalışkan ve
dinamik çocuklarınızı getirin melikimiz, ileride devlet idaresinde çalıştırmak
üzere imtihan ile eleman alacaktır."
Devlet dâiresinde çocuklarını
çalıştırmak isteyen bütün aileler, çocuklarının ellerinden tutup sarayın yoluna
düştüler.
Köylüler, Ebleyâ,
-"Belyâ, akıllı, zeki,
çalışkan, dinamik ve yakışıklı bir çocuktur. O'da imtihana girsin. Belki
gelecekte bir yerin valisi olur," dediler.
Ebleyâ:
-"Bizim çocuğumuz kazanamaz,
" diye cevap veriyordu. Ebleyâ, Elmâ'ya;
-"Belyâ'yı Melkân'ın açtığı
imtihana götürsem nasıl olur?" diye sordu. Elmâ;
-"İyi olur. Gerçekten
Belyâ'dan olağan üstü haller görmekteyim. Onun aklı, zekâsı ve güzel ahlakı
yeryüzünde başka bir insanda olduğunu sanmıyorum. O bambaşka bir çocuktur.
İmtihana girse mutlaka kazanır. O geleceğin en büyük valilerinden biridir. Ama
korkuyorum!" Ebleyâ sordu:
-"Neden korkuyorsun?"
-"Onu kaybetmekten..."
-"Neden kaybedecek mişiz?
Elmâ başını salladı:
-"Bilmiyorum!" Ebleyâ
sinirlendi:
-"Bilmiyorsan neden kendi
kendine kuruntular kurup; yersiz endişelere kapılıyorsun?"
-"Bilmiyorum!"
Ebleyâ sinir küpü oldu. Yumruğunu
sıktı. Eşine bağırdı: -"Bilmiyorum’dan başka bir şey bilmiyor musun be
kadın?" Elmâ, yıldızlara baktı. Göğün mavi denizinde yüzen yıldızları
seyretti. Neden sonra hafifçe:
-"Onu da bilmiyorum! Fakat
her şeye rağmen biz, Belyâ'nın geleceği ile oynayamayız.
Sen onu imtihana götür. Oğlum
okusun," dedi.
Ebleyâ sordu:
-"Götüreyim değil mi?"
-"Götür! Hatta ben'de
sizinle geleyim."
Ayrılık ve Büyük Bulaşma
Ebleyâ, Elmâ ve Belyâ şehrin
yoluna düştüler. Elmâ sanki artık bir daha görmeyecekmiş gibi Belyâ'nın boynuna
sarılıyor, onu öpüyor ve okşuyordu. Elmâ heyecanlıydı. Belyâ'yı kaybetmekten
korkuyordu. Yolu yarılamışlardı kocasına seslendi:
-"Ebleyâ!’
-"Söyle! Elmâ"
-"Gelgeri dönelim?"
-"Niye?"
-"Korkuyorum."
-"Belyâ'yı
kaybetmekten"Ebleyâgüldü:
-"Yine geldiler mi?"
Elma ses çıkarmadı. Yoluna devam
etti. Belyâ sordu:
-"Anne!"
-"Söyle oğlum"
-"Niye
kaybolacakmışım?"
Elmâ ağlamaklı bir sesle:
-"Hiç oğlum! Orası şehirdir.
Bizim köye benzemez, orada kayıp olursun diye endişelendim."
-"Korkma anne! Korkma! Ben
kayıp olmam."
Şehre girdiler. Saraya gittiler.
Onlar gibi belki binlerce aile gelmişti, ilk gün büyük bir hey'etin
imtihanından geçtiler. Yüz kişi imtihanı kazanmıştı. Belyâ o yüz çocuğun içinde
birinciydi... Çocukları kazanan aileler seviniyordu. Gülüyordu. Keyiflerine diyecek
yoktu. Elmâ bir türlü sevinemiyordu. Hatta bir ara bir çocuğun annesi ona
yaklaştı:
-"Ne mutlu sana!" dedi.
Elmâ:
-"Niye?"diye sordu:
Kadıncağız alaya alındığını
sandı. Kızdı:
-"Niye olacak? Senin selvi
boyun, karakaş siyah gözlerin ve güzel endamın için ne mutlu sana demiyorum
herhalde! Oğlun birinci olduğu ve böyle bir çocuğun annesi olduğun için
"Ne mutlu sana" dedim. Meğer yanılmışım?" deyip hızlıca onun
yanından ayrıldı.
Elmâ, kendisini yanlış anlayan
kadının arkasından baktı ve mırıldandı:
-"Ah! Sen içimdekileri bir
bilsen?"
O yüz akıllı ve zeki çocuğu
aileleri ile birlikte misafirhaneye aldılar. Onları güzel bir şekilde
ağırladılar. O gece istirahat ettiler. Sabah ışıkları ile uyandılar. Çocukları
büyük imtihana hazırladılar. Büyük imtihan için çocukları başarı durumlarına
göre sıraladılar. Birinci sıra Belyâ'nındı. Onu Melik Melkân imtihan edecekti.
Çağırdılar:
"Belyâaa..."
Belyâ, anne ve babasının ellerini
öperek içeriye girdi. Sanki içeriye bir nur girdi. Melik Melkân’ın gözleri
kamaştı. Hayretle Belyâ'ya baktı, baktı baktı. Uzun süre öylece kaldı.
Belyâ’nın cazibesine tutuldu. Sanki bir şey onu Belyâ'ya doğru çekti. Yerinden
kalktı Belyâ'nın yanına gitti. Onun saçlarını okşadı. Saçlarını okşarken sanki
kendisine bir titreme geldi. içine büyük bir sevinç girdi. Neden sonra sordu:
-"Adın ne?"
-"Belyâ Efendim"
Melkan mırıldandı:
-"Belyâ! Belyâ! Belyâ ne
güzel isim."
Melkân, Belyâ'nın o bilinmeyen
cazibe ve sevgisinin karşısında kendinden geçmişti. Ne soracağını unutmuştu.
Gitti yerine oturdu. Başını ellerinin arasına aldı. Kendi kendine mırıldandı:
"Benim bu hâlime, kan kaynaması derler,"... Sordu:
-"Yazıyazmasını bilir
misin?"
-"Evet Efendim!"
-"Adını, anne ve babanın
adını ve oturduğun yerin ismini yaz!"
Belyâ, istenileni yazdı ve deriyi
uzattı:
-"Buyur! Efendim!"
Melkân, Belyâ'nın yazısını
gördüğünde şaşkınlığı biraz daha arttı. Kendi kendine; "Bu yazıyı bir
köylü çocuk yazamaz. Bu çocukta bilinmedik büyük bir sır ve hikmet
bulunmaktadır," diye düşündü.
Belyâ içeride Melik Melkân’a
imtihan verirken Elmâ ile Ebleyâ'da sohbet ediyorlardı. Ebleyâ Elmâ'ya:
-"Gördün mü başımıza hiç bir
şey gelmedi. Senin bu kadar endişelenmen yersizdi."
Elmâ:
-"Ben ilişlerimden yanılmam.
Bir şey eğer içime doğarsa o mutlaka gerçekleşiyor... Şimdiye kadar hep bu
böyle oldu. Bu günlerde de Belyâ'yı kaybedeceğimiz içime doğmaktadır. Ben de
onu kaybetmekten korkuyorum."
-"Belki bu kez hislerin
yanılır!"
-"Keşke.."
Tam o sırada bir ses geldi:
-"Belyâ'nın anne ve babası
içeriye gelsin."
Elmâ ile Ebleyâ oldukları yerde
dona kaldılar. Heyecandan yüzleri sarardı. Teşrifatçının: "Haydi acele
olun! Melik sizi bekliyor," sesiyle ayağa kalktılar. Büyük bir korku ile
MelikMelkân'ın huzuruna girdiler. Melik Melkan'ın karşısında tazimde
bulundular. Ona secde ettiler. Melik Melkân onlara sevgi ile oturmalarını
söyledi. Onlar, Melik Melkân'ın kendilerine sevgi gösterdiklerini görünce
rahatladılar. Derin bir nefes aldılar. Melik Melkân bir onlara baktı birde
Belyâ'ya... Uzun süre onları süzdü:
-"Bu çocuk sizin mi?"
diye sordu.
Ebleyâ
-"Evet Efendim!"
Melik Melkan, yine onlara baktı.
Yüz hatları, gözlerinin rengi ve saçları birbirine hiç benzemiyordu.
MelikMelkan kızgın bir sesle:
-"Bana doğruyu söyleyin! Bu
çocuk sizin mi?"
Elmâ heyecan ile Belyâ'nın
boynuna sarıldı:
-"Bu benim
çocuğum,"deyip ağlamaya başladı.
MelikMelkân'ın şüpheleri biraz
daha arttı;
-"Bana doğruyu söyleyin;
yoksa sizi cellâtlarımın eline teslim ederim."
Ebleyâ kekeleyerek:
-"Onu, çocukları
öldürdüğünüz sene bir mağarada bulmuştum, besledim, eşim ona süt verdi, bu hâle
getirdik."
-"Hangi mağarada?"
-"Aslanlı Mağara’da
Efendim." Melik Melkân:
-"Eğer bu benim çocuğum ise
sizi altına boğarım," dedi. Ve kapıda beklemekte olan hizmetçilerine eşi
Elhâ'yı çağırmalarını söyledi.
Elhâ içeriye girip, Belyâ'yı
gördüğü zaman, uzun süre ondan gözlerini ayıramadı. Ona büyük bir sevgi ile
baktı. Bir kuvvet kendisini Belyâ'ya doğru çekti. Çocuğun saçını okşadı.
-"Ne şirin çocuk!"dedi.
Melkân eşine sordu:
-"Sen bebeğini tanır
mısın?"
-"Ne bebeği?"
-"Hani mağarada bıraktığın
ve orada kaybettiğin çocuğunu."
Elhâ ümitsizce başını salladı;
-"Eğer yaşıyorsa onu şimdi
tanımam mümkün değil; yalnız şehâdet parmağı ile orta parmağı birbirine
bitişikti. Belki oradan tanırım."
Melkân hemen Belyâ'nın eline
sarıldı. Gerçektende sağ elinin şehâdet parmağı ile orta parmağı bitişikti.
Bütün avazı ile bağırdı:
-"Bu senin oğlun..."
Elhâ, Belyâ'nın parmaklarına
baktı. Gerçektende bebekliğinde olduğu gibiydi. Elmâ'ya döndü:
-"Bu çocuğu nereden
buldunuz?"
-"Kocam Aslanlı Mağara’dan
getirdi. Bizim mor koyun bir hafta ona süt vermişti. Kocam çocuğu mağarada
sahipsiz görünce alıp eve getirdi, bizde çocuğumuz gibi ona baktık. O tehlikeli
günlerde onu besledik. Büyütüp bu günlere getirdik."
-"Üzerinde yeşil atlas bir
kundak var mıydı?"
-"Evet vardı"
Elhâ, yıllardır hasretini çektiği
ve kendisi için gözyaşları döktüğü oğlunun boynuna sarıldı. Onu öptü... Sonra
Elmâ'ya döndü:
-"Oğlumun adı nedir?"
-"Belyâ"
-"Belyâ'nın ağırlığı kadar
size altın vereceğim. Belyâ’dan başka çocuklarınız var mı?"
-"Var."
-"Onları getirin hepsini imtihansız
işe alacağız."
Melkân, olur mânasında başını
salladı.
Hızır Aleyhisselâm, olup
bitenlere bakıyordu. Vefa duyguları kabardı. Büyük bir sevgi ile Elmâ annesinin
boynuna sarıldı. Kulağına fısıldadı:
-"Üzülme anne! Bütün bunlar
senin inandığın O Yüce Allah'ın takdîri'dir."
Ebleyâ ile Elmâ gözyaşları
içerisinde büyük bir altın yükü ile köylerinin yoluna düştüler.
Takdiri İlâhî, Hızır
Aleyhisselâm, babasının açtığı bir imtihanda, güzel yazısı, iyi ahlakı, temiz
aklı ve yüksek zekâsı ile onu baba ve annesine kavuşturdu."
Bir Yüce Yaratıcı Vardır
O devir insanları, Nemrudlara,
putlara, heykellere ve yıldızlara taptıkları bir zaman olmasına rağmen; Hızır
Aleyhisselâm, daha küçük bir çocuk iken bile insanların putlarına ve
heykellerine aldırış etmedi. Köyde Elmâ annesi Allah'a inanan bir kadındı.
Çocuklarına, Nemrudların, putların ve heykellerin ilâh olamayacağını defalarca
anlatmıştı.
Hızır Aleyhisselâm, kâinattaki,
nizam ve intizam ve bunlardaki ahenge bakarak bütün bunların kendiliğinden
oluşamayacaklarına kani oldu. Ve bir olan Cenab-ı Allah'ın varlığına inandı.
Putların ve heykellerin,
kendilerine bile faydaları yoktu. Üzerlerine konan bir sineği bile
defedemiyorlardı. Üzerlerini pisleten kuşları bile savamıyorlardı. Nerede kaldı
ki insanlara faydaları veya zararları olsun. Put ve heykellerin insanı
yaratması mümkün değildi çünkü put ve heykeller, insanların eseriydi. insanlar,
taşları yontarak, put ve heykel yapıyor ve sonrada onlara tapıyordu...
Ben insanım, beni insanların
ürünü olan bir put veya heykel yaratamaz. Gökteki, ay, güneş ve yıldızlar da
beni yaratamazlar. Beni olsa olsa bütün bu âlemi yaratan ve bunlara nizam ve
intizam veren bir Halik, yüce yaratıcı olan Cenab-ı Allah yaratmıştır.
Hızır Aleyhisselâm'ın,
çocukluğunda, yaşadığı devir için lazım olan ilmi öğrenmesi ve devlet idaresi
hakkında iyi bilgilere sahip olması gerekiyordu....
Eğitim ve Öğretimi
Hızır Aleyhisselam evin tek
oğluydu. Saltanatın da varisiydi. Babası onun üzerine çok eğiliyor ve eğitimine
önem veriyordu. Çünkü o, geleceğin meliki olacaktı. Bir melikte bulunması
gereken, bütün bilgi, beceri ve kültüre Belyâ'nın sahip olması lazımdı. Babası
Melkan, onun yetişmesi için zamanın en büyük âlim ve bilginlerini tutmuştu.
Bilginlerin yanı sıra sihirbazlar ve kâhinlere de gönderiyordu.
Hızır Aleyhisselam, öğretmenine
giderken yolda âbid bir insan ile karşılaştı. Âbid'in ahlakı, konuşması,
davranışları ve anlattıkları kâhin ve sihirbazların anlattıklarına ve
bilgilerine benzemiyordu.
Farklı bir insandı. Ona yaşama
sevinci veriyor ve onun bütün sorularını cevaplandırıyor ve tereddütlerini
gideriyordu. Âbid bambaşkaydı... Hızır Aleyhisselam zamanın çoğunu Âbid'in
yanında geçiriyordu. Abid'in çardağını babasının sarayına tercih ediyordu.
Öğretmenlerinin bilgilerinden çok Abidin irfanına önem veriyordu. Babası, onu
öğretmenin yanında sanıyordu, öğretmeni onu evde....
O ise hep Abidin önünde diz çöküp
saygıyla oturuyor ve can kulağıyla onu dinliyordu. Âbid konuştukça ve
güzellikleri tatlı tatlı ifade ettikçe Hızır Aleyhisselâm'ın âbid'e olan saygı
ve sevgisi daha da artıyordu. Hızır Aleyhisselam, ders almakla görevli
hocalarından çok zamanını âbîd'in yanında geçiriyordu. O'nun ilim ve irfan
denizinde yüzmeye başlıyordu. Kâhinler ve resmî hocaları ona; Nemrudların,
putların ve heykellerin ilâh olduğunu söylüyordu. insanları kendi elleri ile
yaptıkları taş parçalarına tapmaya çağırıyordu. O âbid ise, köyde yaşadığı
dönemde Elmâ annesinin inandığı gibi bir Ilâh'a inanıyordu.
Cenab-ı Allah'ın bütün varlığın
Rabbi ve Yaratıcısı olduğunu ve Cenab-ı Allah'ın her an insanları gözettiğini
söylüyordu.
Haktan-hukuktan bahsediyordu. Ona
adaleti öğretiyordu. Sevgi ve hoşgörüden söz ediyordu. Bir gün Hızır
Aleyhisselam, dersine gelirken bütün insanların bir sokaktan kaçtığını gördü.
insanların kaçtığı o sokağa girdi. Kaçanlara sordu:
-"Neden kaçıyorsunuz?"
-"Orada kuduz bir köpek
var."
-"köpek mi?"
-"Evet, köpek."
-"Ama köpek kuduzdur. Bir
kişiyi azıcık ısırması yeterlidir. Ölümüne sebep olur."
Hızır Aleyhisselam, o sokakta
ilerlemeye çalıştı. O'nu tanımayan iyi niyetli bir yaşlı:
-"Oğlum gitme orada kuduz
bir köpek var seni parçalar, " diye seslendi. O ilerledi.
Kuduz köpek, yolun ortasında
durmuştu. Ağzından salyalar akıyordu. Hızır Aleyhisselam, işte bugün her şeyin
doğrusunu anlayacağım gündür, dedi ve eline bir taş aldı. Sapanın içine koydu.
içinden şöyle dua etti:
-"Ya Rabbi! Âbid'in bana
anlattıkları doğru ise, benim attığım bu taş ile o kuduz köpek ölsün. Halka
zarar vermesin...." Ve "Yâ Allah", deyip bütün gücü ile taşı
fırlattı. Bir taş ile o kuduz köpeği öldürdü. Mahalle sakinleri ve oradan
geçmekte olan bütün insanlar onu alkışladılar. Onu tanıyanlar:
-"Çok yaşa Belyâ! Geleceğin
Meliki olduğunu isbat ettin. Aferin sana," diye bağırdılar. O halkın
sevinç gösterilerine aldırış etmeden yoluna devam etti. Hızlı adımlarla Âbid'in
yanına geldi. Âbid onu tebessüm ile karşıladı.
-"Bu gün beni imtihan ettin
değil mi?" diye seslendi. Hızır Aleyhisselam ses çıkarmadı. Âbid devam
etti:
-"Çok iyi ettin. Şimdiye
kadar "ilme'l-yakîn" inanıyordun. Şimdi ise "ayne'l-yakîn"
inandın. Şimdi imanın pekişti, kuvvetlendi. Bütün dünya bir araya gelse bile
artık seni yolundan alıkoyamaz. Bütün dualarının kabulü için sana "Ism-i
A'zam"ı öğreteyim. O mübarek isim ile edilen duaları Cenab-ı Allah mutlaka
kabul eder. Ism-i A 'zam duasından sonra senin benden alacağın bir ilim
kalmadı. Benden alacağın ilim kalmadı diye beni tamamen terk etme, ara sıra
gel, beni sohbetinden mahrum etme. Bundan böyle ben, senden irfan alacağım.
Elbette bu böyle gitmez. Cenab-ı Allah, insanları doğru yola da ’vet etmek için
Peygamberler gönderecektir. O peygamberlere koş. Onlara iman et. Onların
bilgilerini al," dedi ve Hızır Aleyhisselam'aIsm-i A'zam duasını öğretti
Hızır Aleyhisselâm'ı eğitmekle
görevli olan kâhin, sihirbaz ve bilginler, onun sahip olmuş olduğu bilgi ve
irfan karşısında hayret ediyorlardı. Belyâ'nın büyük bir gelişme ile günden
güne tekâmül etmesine bir türlü akıl erdiremiyorlardı. Kâhin, sihirbaz ve
bilginler bir gün toplandılar. Hızır Aleyhisselam'ın sahip olmuş olduğu bilgiyi
ve kaynağını öğrenmek için toplanmışlardı. Müzâkere hâlinde iken Melik, onları
çağırdı. Hızır Aleyhisselam'ın resmi hocalarına sordu:
-"NasılBelyâ 'nın durumu iyi
mi?"
Hocası'nın rengi attı, sarardı.
Melkan hoca'nın konuşmamasına ve renginin atmasına kızdı:
-"Oğlumu sordum! Duymadınız
mı?"
Hoca kekeleyerek konuştu:
-"Efendim! Belyâ 'nın durumu
çok iyi. O yüksek bir zekâ ve bilgiye sahiptir. Onun halini bizden değil bizim
halimizi ondan sorunuz. Onun bilgisine sahip bir insan bu çağda bulunmaz. Bütün
insanlar bir araya gelseler onun düşündüklerini düşünemezler. Ondaki akıl öyle
sanıyorum şu anda yaşayan insanların hiç birinde yoktur. Biz ona ders
veremiyoruz. O, bize ders veriyor."
Melik daha da kızdı:
-"Bundaki tuhaflığı
anlayamadım? Mesele nedir?" Hocalar boyunlarını büktüler:
-"Ondaki ilim beşeri
bilgiler değildir." Melkan atıldı:
-"Ne? Ne?"
-"Kızmayın efendimiz! Onun
ilmi bizim ve herhangi bir insan tarafından ona öğretilmiş bilgiler
değildir."
-"Nedir ya?"
Hepsi boyunlarını büktüler.
Melik heyecan ile yine sordu:
-"Belyâ'nın bilgisi
nedir?"
Bilginler, birbirlerinin
yüzlerine baktılar yaşlıları ileriye atıldı:
-"Oğlunuzda
bizim bilmediğimiz ve bu güne kadar işitmediğimiz bilgiler ve marifetler
bulunmaktadır."
- "O bilgiler insanlık için
tehlikeli midir?"
-"Hayır efendimiz... O
bilgiler insanlık için faydalıdır. insanlığı aydınlığa ve kurtuluşa götüren ve
insanlığa huzur veren saadet veren, güzel ve gerçek bilgilerdir."
-"Bundan korkulacak bir şey
yok ise; mesele nedir?"
-"Efendimiz! Oğlunuz şu anda
yeryüzünün en bilgin insanıdır. Ondan daha büyük bir âlimi bulamazsınız. Onun
bir derya gibi olan ilmi bizi korkutmaktadır. Bizim, korkumuzun asıl kaynağı;
Belyâ'nın ilime düşkün olması ve ilimde ilerlemesidir."
-"Bunlar güzel şeyler değil
mi?"
-"ilimde ilerlemek ve ilimi
sevmek ve kendini ilme vermek herhangi bir insan için çok iyidir... Fakat Belyâ
geleceğin Meliki olacak. Sizin mülkünüzün vârisidir. Onun bütün zaman, akıl,
fikir ve zekâsını ilme vermesi tehlikelidir. O ilim adamı değil; bir devlet
adamı olarakyetişmelidir..."
-"Neyapmamı
istersiniz?"
-"Hiç kendisine fark
ettirmeden onu ilim tahsilinden alıp askeri ve idari tahsile verin."
Gençliği
Kendisine geleceğin meliki
gözüyle bakılıyordu. Geleceğin meliki olacak olan Belyâ, bir melik'te bulunması
gereken bütün beceri ve yetenekleri elde etmesi için disiplinli bir eğitim ve
öğretime tâbi tutuldu.
Melkan, kâhinlerin sözlerine
uyarak oğlu Belyâ'yı askeri ve idâri eğitime verdi... Hızır Aleyhisselam'ın
gençliği hep eğitim ve öğretim ile geçti.
Melkân, Hızır Aleyhisselam için
memleketin en iyi silahşör ve idarecilerinden hocalar tuttu. Hızır Aleyhisselam
ata binmeyi, silah kullanmayı, yüzmeyi, savaş tekniklerini, insan idare
etmesini, orduların sevk ve idaresini memleketinin kanun ve adetlerini
zamanında bir kralın ve idarecinin bilmesi gerekli olan bütün bilgileri ve
becerileri aldı...
Hızır Aleyhisselam silâh
kullanmada mahir ve ata binmede büyük bir usta oldu. O devirde onun kadar güzel
ata binen ve onun kadar iyi savaş tekniklerini bilen ve onun bileğini bükecek
hiç kimse yoktu.
Ona ders vermekle görevlendirilen
hocalar bile ona yetişemiyorlardı. Bütün hocaları onun bu gücü ve bilgileri
karşısında saygı ile eğiliyorlardı.
Devrin ve çevrenin en büyük
yiğit, silahşör ve kendisine güvenen bütün kahramanlarını mağlup etti.
Bütün askeri, idari erkân ve halk
artık ona kral gözü ile bakıyor ve onun bir an önce başlarına geçmesini
istiyorlardı.
Hızır Aleyhisselam bütün
yakınlarından uzak olarak kendini ibadete verip, sürekli Cenab-ı Allah'a ibadet
ediyordu.
Yâ Rabbi! İnsanlığa Hidâyet Ver
İnsanlar, Nemrud’ların zulmü
altında inim inim inliyordu. Tüm kâinatı cehalet ve zulmet kaplamıştı.
İnsanlar, yollarını şaşırmışlardı. İnsanlar Ma'bud'u unutmuş, beylere,
heykellere, putlara, yıldızlara, aya, güneşe ve sihirbazlara ve Nemrud’lara
tapıyordu.
Hızır Aleyhisselam hep dua
ediyordu: "Yâ Rabbî! İnsanlara doğru yolu gösterecek, onlara Sana nasıl
ibâdet edileceğini öğretecek bir peygamber gönder," diye Cenab-ı Allah'a
yalvarıyordu.
İbrahim Aleyhisselam dünyaya
şeref verdi. Hızır Aleyhisselâm'ın amcasının oğlunun bir torunu doğdu... Başka
bir ifade ile Hızır Aleyhisselam, Hazret-i İbrahim'in dedesinin amcası oğludur.
O'nun kaderi de Hızır Aleyhisselâm'a benziyordu. O'nu da annesi bir mağarada
doğurmuştu. Adı İbrahim idi. Hazret-i İbrahim... Hazret-i İbrahim yeryüzüne bir
nur oldu. Yeryüzünü aydınlattı. Dışarıya çıktığı ilk zaman, yıldızların, ayın
ve güneşin İlâh olamayacaklarını, bunları ve bütün kâinatı yaratan Cenab-ı
Allah'ın varlığını ve birliğini ilan etti...
Put ve heykelleri İlâh olarak
kabul etmedi. Halkın bayram ve seyrana çıktıkları bir günde Hazret-i İbrahim
Puthane'ye girdi. Putları seyretti. Heykellere baktı.
İnsanlar, kendi elleriyle
İlâhlarını yapmış ve İlâhlarının gözlerini de kıymetli mücevherat ile
süslemişlerdi.
İnsanların hâline acı acı
tebessüm etti. Sonra: "Yâ Allah," deyip eline baltayı aldı. Putların
arasına daldı. Bütün put ve heykelleri kırdı. Büyük puta dokunmadı. Tüm put ve
heykelleri yerle bir ettikten sonra baltayı da büyük putun boynuna astı.
Akşamüstü insanların, büyük bir
zevk ve neşe ile şehre girmesiyle şehrin üzerinden küfür dumanları kalkmaya
başladı. Bütün insanlar adeta çıldırmak üzereydi. Sığındıkları, ilah dedikleri
heykelleri kırılmıştı. "Kim bunu yapabilir diye araştırdılar."
Şeytan, bir insan şekline girip onlara yol gösterdi: -"Bunları İbrahim bu
hâle getirdi. Kendisine İbrahim denilen genç var. Onu arayın bulun. Cezasını
verin."
Hazret-i İbrahim'i yakalayıp
Nemrud’un huzuruna çıkardılar efendimiz put ve heykellerimizi kıran genç budur.
Daha Ne Zamana Kadar?
Daha ne zamana kadar insanlık,
insana kul ve köle olacaktı? insanlığın özgürlüğünü kazanma zamanı gelmedi mi?
O dönemde dünyanın değişik
yerlerinde güçlü krallar vardı. Bu krallar halka her türlü zulmü reva
görüyorlardı. Krallar, insanları birer köle gibi görüyorlardı. Kendileri gibi,
düşünmeyen, inanmayan ve kendilerinin taptıkları put, heykel, güneş veya
herhangi bir nesneye tapmayan mü'minleri en kötü işkencelerle öldürüyorlardı.
Baştakilerin insanların inanç ve fikirlerine saygı ve tahammülü yoktu.
-"Herkes bizim gibi
düşünecek; bizim gibi ibâdet edecek ve bizim gibi olacaktır," diyorlardı.
Aklını kullanan, aklı ile Allah'ı bulan, putların, heykellerin, ay'ın, güneşin,
yıldızların, ateşin ve diğer nesnelerin ilâh olamayacağını akıl ve zekâları ile
bilen akıllı insanlara bin bir türlü zulüm ve işkence yapılıyordu. Bunlara
"dur" demek lazımdı.
Hızır Aleyhisselam, yeryüzünde
Allah için savaşacak, mazlum ve güçsüzlere yardım edecek bir ordu arıyordu.
Daha önce Âbid'den öğrendiği Ism-i A'zam duası ile Cenab-ı Allah'a dua etti:
-"Yâ Rabbi! Yeryüzünde
i'lâ-i kelimet'üllâh için savaşacak, mazlum ve mağdurlara yardım edecek,
zayıfların elinden tutacak, kimsesizleri koruyacak, yeryüzüne adalet, sevgi,
hoşgörü ve barışı getirecek güçlü bir mü'min gönder." Cenab-ı Allah, Hızır
Aleyhisselâm'ın duasını kabul etti. 'O dönemde yeryüzünde zâlim kâfirlerle
savaşma ve insanlığa hak duyurma görevini Zülkarneyn Aleyhisselâm'a verdi.
Zülkarneyn Aleyhisselam dua etti:
-"Yâ Rabbi! Bana dinini
yaymayı ve insanlara şeriatını tebliğ etme vazifesini verdin. Bu büyük vazifeyi
eda edebilmem için bana kuvvet ver, güç ver ve insanların arasında hangi ilim
ve adaletle hükmedeceğimi bana bildir...."
Allâhü Teâlâ şöyle buyurdu:
-"Sana verdiğim vazifeyi
yapabilmen için kuvvet ihsan ederim. Göğsünü açarım. Her şeye gücün yeter hale
gelirsin. Anlayışını açar konuşmanı genişletirim. Kulağını açarım tâ
uzaktakileri işitirsin. Basiretini genişletirim, çok uzakları görür her şeye
nüfuz edersin. Her şeyi sağlam yaparsın. istediğin her şeyi ihsan edeceğim.
Sana heybet veririm, hiç kimse sana kötü gözle bakamaz. Ben sana yardım ederim.
Hiçbir şey sana zarar vermez. Seni kuvvetlendiririm. Hiçbir şeye yenilmezsin.
Kalbine kuvvet veririm hiçbir şeyden korkmazsın. Nur ve zulmeti (aydınlık ve
karanlığı) emrine verir ve onları sana asker yaparım. Aydınlık senin önünde yol
gösterir, karanlık arkandan seni muhafaza eder...."
Cenab-ı Allah, Hazret-i
Zülkarneyn'in emrine bulutları ve başka vasıtaları verdi. Ona ilim ve kudret,
insanlar üzerine tasarruf hâkimiyeti verdi. Ayrıca beyaz ve siyah olmak üzere
iki sancak ihsan etti. Zifiri karanlık olan gecede beyaz sancağını açınca sanki
güneş doğmuş gibi ortalık aydınlanır... Gündüz savaşırken düşman askerinin
karanlıkta kalmasını arzu ederse siyah sancağını açar. Düşman tarafı zifiri
karanlık, kendi tarafı aydınlık olur. Böylece düşmana kısa zamanda gâlib
olurdu.
Zülkarneyn Aleyhisselam,
kendisine lazım olacak olan asker ve silâhı toparlamadan önce Hızır
Aleyhisselâm'agitti. Ona:
-"Teyze oğlu! Senin rüyan
gerçek oluyor?"
-"Hangi rüyam?"
-"Küfür ile savaşma
rüyan..."
-"Nasıl?"
-"Cenab-ı Allah, bana
kâfirlerle savaşma emri verdi. Eğer münâsip görürsen, seni de ordularımın
başına komutan ve kendime baş vezir tayin etmek istiyorum."
Hızır Aleyhisselam, büyük bir
sevinç ile:
-"Kabul ediyorum. Teyze oğlu
benim en büyük rüyam Cenab-ı Allah'ın emri ile kâfirler ve zâlimlerle
savaşmaktı. Çok şükür Allah'a bu rüyam gerçek oluyor..."
Hızır Aleyhisselam ise teyzesinin
oğlu Zülkarneyn Aleyhisselâm'a vezir oldu. işte Hızır Aleyhisselâm ’ınyeni
görevi böyle değerli, Salih, âlim ve Cenab-ı Allah'ın kendisine vahiy
gönderdiği büyük bir zatın; Vezirliği, Komutanlığı, Hocalığı idi....
Vezir Oluyor
Hızır Aleyhisselam inancı için,
melik olmayı terk etti. Onun bu güzel davranışına karşılık Cenab-ı Allah, ona
vezirlik rütbesini verdi.... Artık Hızır Aleyhisselâm'ın önünde yeni bir çığır
açılmıştır.
Bundan böyle insanlardan kaçıp
gizlenmesine gerek yok.... Büyük bir Ordunun Komutanı ve yıldızı parlayan büyük
bir devlet adamının veziri ve top yekün bütün insanlığın terbiye edicisi ve
hocasıdır.
Hızır Aleyhisselam'ın bundan
böyle bütün hayatı cihad ile geçecektir. Nemrudlara karşı cihad. Dinsizlere
karşı cihad. Zulme karşı cihad. Cehalete karşı cihad....
Teyzesinin oğlu olan Zülkarneyn
Aleyhisselâm'a, Cenab-ı Allah yeryüzüne hak dini yayması ve insanların
dimağlarına Tevhid inancını yerleştirmesi için birçok nimetler ve üstünlükler
ihsan etmişti.
Öyle bir dönemde Hızır
Aleyhisselam gibi ilmi ledünni sahibi bir peygamberi kendisine vezir ve ordularına
komutan tayin etmesi en büyük nimettir. ilahi bir ihsandır.
Hazret-i Zülkarneyn de Hızır
Aleyhisselam ile birlikte kıt'adan kıt'aya koştu.
O zaman yeryüzünde yaşayan bütün
insanlara Allah'ın varlığını ve birliğini anlattı. Nemrudları, saltanatları ile
birlikte yerle bir etti. Beşyüz sene sürecek bir dünya'nın fethine çıktılar.
Hac Yolculuğu
İbrahim Aleyhisselam oğlu
Hazret-i İsmail ile birlikte Beytullah'ı inşa ettiler... Ka'be'nin
tamamlanmasından sonra Hazret-i İbrahim, bütün insanları Hacca davet etti. ilk
hacca giden Hızır Aleyhisselam ile Hazret-i Zülkarneyn'dir.
Çok uzak mesafeden Hazret-i
İbrahim'in davetini işitir işitmez orduları ile beraber Ka'be'ye koştular.
Hazret-i İbrahim'in bulunduğu o mübarek topraklara geldiklerinde "Hazret-i
İbrahim'in mübarek ayaklarının altını öptüler, bu kutsal topraklarda atla
gezmek edebe uymaz" düşüncesiyle atlarından indiler. Onlarla birlikte
bütün ordu indi.
İbrahim Aleyhisselam onları
karşıladı. Onların bu iyi niyet ve güzel davranışlarından dolayı Hazret-i İbrahim
onlara dua etti. Misafir etti.
Bütün orduyu yedirdi içirdi.
Hazret-i İbrahim'e olan bu tevazu' ve saygıdan dolayı Cenab-ı Allah, Zülkarneyn
Aleyhisselâm'a bulutları musahhar kıldı. istediği zaman istediği yere bulutlar
onu ve bütün askerlerini, hayvanlarını ve harp aletlerini taşımaktaydı. Çünkü
Tevazu' edeni Cenab-ı Allah yükseltir.
Cenab-ı Allah ona nur ve zulmeti
verdi. istediği zaman Nur Sancağını açar etrafı aydınlatır ve istediği zaman
Zulmet Sancağını açar düşmanlarının tarafını zifiri karanlığa boğardı. Dilediği
zaman ordusu ile havada uçar, dilediği zaman bütün ordusu ile suyun üzerinde
yürürdü.
İbrahim Aleyhisselâm'dan
Hikmetler
Cenab-ı Allah, Hazret-i İbrahim
’e On Suhuf göndermişti. Hikmet ve hidayet kaynağı olan o mübarek Suhuflardan
Hazret-i İbrahim, Hızır Aleyhisselam, Hazret-i Zülkarneyn ve bütün insanlara
tebliğ ettiği bazı ayet mealleri:
-Yavaş, yavaş! İnsanoğluna rızk
taksim edilmiştir. Haris mahrumdur. Bahil (cimri) mezmûmdur. Hasûd (hasedçi)
mağmumdur (her zaman üzüntülüdür). Dünya devamlı değildir. Rızkı veren Hayy ve
Kayyûm olan Allâh'dır.
-Ey insanoğlu! Haydi, yola; yol
azığını da al! Çünkü yolculuk uzundur. Hafif ol zira geçit dardır. Amelini
ihlâsla yap, çünkü Deyyân olan Cenab-ı Allah, Basîrdir, görücüdür.
-Ey mübtelâ ve mağrur, mal- mülk
sahibi, seni dünyaya, dünyalıkları toplamak için göndermedim. Seni mazlumun
isteğini karşılaman için gönderdim. Çünkü kâfir de olsa, ben onu red etmem.
-Akıllı kimseye aklına mağlub
olmadıkça vakitler ta'yini lazımdır. Bir vakitte Rabbine münâcât etmeli ve
Allâh'ü Teâlâ'nın yarattıklarını düşünmeli, bir vakit nefsini hesaba çekmeli,
bir vakti olmalı, onda yemek-içmek, helâl, haram gibi ihtiyâçları
karşılamalıdır.
-Akıllı kimse zamanın gözü ile
görmeli, kusurunu kabul etmeli, dilini korumalıdır. Sözünün amelinden olduğunu
bilenin boş sözü az olur.
Dünya'nın Fethine Batı 'dan
Başladılar
Hazret-i İbrahim'in duaları ile
Mekke-i Mükerrem'den ayrıldılar. Ne hikmettir bilinmez. Anlaşılması çok zor.
Hazret-i Zülkarneyn ile Hızır Aleyhisselam doğudan önce batıya yöneldiler...
Güneşin tersine gittiler... Güneş ışınlarından önce onlar batıya ilim, nur,
irfan ve adalet götürdüler.
Vardıkları yerde kâfirleri hak
dine davet ettiler. Hak dini kabul edenlere ilişmediler. Onlara dini bilgiler
öğretecek bilginler ve orada adaleti temin edecek hukuk âlimlerini bırakıp
yollarına devam ettiler.
Hızır Aleyhisselam bir taraftan
savaş tekniklerini geliştiriyor diğer taraftanda talebe okutuyor, bilginler ve
hukukçular yetiştiriyordu.
Batının en ücra köşesine
vardıklarında bir kavim gördüler.
Vahşî bir kavim...
Hayvan derisinden elbise giyen ve
denizin dışarıya attığı balık cinsinden şeyleri yiyerek geçinen bir millet. Bu
vahşî kavme güzel muamele ettiler, onlara iyi davrandılar. Onlara Cenab-ı
Allah'ın varlığı birliği ve dinini anlattılar. Bir kısmı iman ile şereflendi.
Diğer bir kısım ise:
-Biz atalarımızı bu hal üzere
gördük, onların yolundan çıkmayız diyerek vahşî hayata devam etmek istediler.
Hazret-i Zülkarneyn, Hızır Aleyhisselâm 'a sordu:
-Bu iman etmeyen, bilgi, medeniyet
ve insanlığı kabul etmeyen batının bu vahşî insanlarına nasıl bir muamele
edelim? Hızır Aleyhisselam:
-Biz tebliğ görevimizi yerine
getirdik... Birçoğu dini kabul etti. Biz bunları bu halde bırakıp gidecek
olursak diğerlerini bozarlar. Savaşmalıyız.
inanmayanların üzerine yürüdüler.
Zülkarneyn Aleyhisselam Siyah Sancağı'nı çekti... Onları karanlıkta bıraktı.
Etraf zifiri karanlık oldu. Düşman ne edeceğini bilemedi. Yaşlıları onları
topladı:
-Bunların dinini kabul etmekten
başka çıkar yolumuz yok? Gençler karşı çıktılar:
-Korktunuz mu?
-Hayır
-Ya?
-Bu Padişah herhangi bir padişaha
benzemiyor, bu ordu herhangi bir orduya benzemiyor, hele hele ordunun komutanı
sadece bir komutan değil... Görmüyor musunuz bunlar dinlerini güzellikle
anlattılar. Zor kullanmadılar, isteseler buraya gelir gelmez hepimizi kılıçtan
geçirirlerdi... Ama merhametle muamele ettiler, şefkat ile bize yanaştılar...
Hem de bunların çağırdığı şey güzelliktir, iyiliktir... Onların dinlerini kabul
eden kardeşlerimiz şimdi çok mutlular. Gelin bu gönül erlerine sevgi ve saygı
gösterelim. Onlara teslim olalım öyle sanıyorum ki kerem ve iyiliksever
insanlar bizi affedeceklerdir. Başka çıkar yolumuz yok. Bunlara karşı gelirsek
sonumuz ölümdür. Gençler boyun büktüler.
-Siz bilirsiniz diye mırıldandılar.
ihtiyarlar heyeti Hızır Aleyhisselâm'ın huzuruna çıktılar:
-Pişmanız! Hak dinini kabul
ediyoruz... Bize dini arz edin efendimiz...
Kudüs
Mübarek şehir. Uzun yıllar süren
batının fethinden sonra geri döndüler. Batıya gerekli olan ilim, adalet, sevgi,
saygı, hoşgörü ve insanlığı yerleştirdiler. Batıya onları güzel idare edecek
olan adalet, hak ve hukuk sahibi ve içi insan sevgisi ile dolu idareciler ve
yargıçlar yerleştirdiler. Batı'daki vahşi insanlar, Zülkarneyn Aleyhisselam ve
onun vezir ve komutanı olan Hızır Aleyhisselâm'ın sayesinde sevgi, hoşgörü ve
adalet ile tanıştılar.
Hak ve hukuk öğrendiler. insanın
kıymetini kavradılar. Sevgi ve hoşgörü kültürünü edindiler. Batı'nın fethi
üzerine Kudüs-ü Şerife geldiler. Kudüs'te kendilerini ibâdete verdiler. Mübarek
bir şehir olan Kudüs'te daha sonra Süleyman Aleyhisselam tarafından inşâ edilen
Beyt-i Makdis, Ka'be ve Mescid-i Nebevî'den sonra yeryüzünün en kutsal
mescididir. Zülkarneyn Aleyhisselam bütün askerlerini Hızır Aleyhisselâm'a
teslim etti. Hızır Aleyhisselam onları motive etmeye ve ruhen yeni fetihlere
hazırlamaya çalıştı. Onları eğitti.
Kudüs-ü Şerifte uzun süre
kaldılar. Sonra büyük doğu seferine başladılar.
Keşfi açılıyor
Hızır Aleyhisselâm'ın keşfi
açılmıştı. Dünya'ya ayrı bir pencereden bakıyordu. insanların görmediklerini
görüyor ve onların duymadıklarını işitiyor ve onların bilmediklerini
öğreniyordu. Seyre dalıyordu. Gökleri seyrediyordu.
Bazen başını bir kaldırdı mı
göklere saatlerce baktığı oluyordu.
Eşraf ve diğer komutanlar 'bu
neye bakıyor diye kendi aralarında mırıldanıyorlardı. Kimse cesaret edip ona
neye baktığını soramıyordu. O ise bakmakta olduğu güzel manzaralara baktıkça
aşk'a geliyor, vecde kapılıyordu.
Arş-ı A'lâ'daki esrara baktıkça
kendinden geçiyor ve Cenab-ı Allah'ın büyüklüğü karşısında secdelere
kapanıyordu.
Hele bir gün, Arş-ı âlâ’da nurdan
yazılmış bir yazı gördü. Okudu;
FATİHA SURESİ…
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla...
Hamd. Âlemlerin Rabbi Allah 'a mahsustur. O, Rahman ve Rahimdir. Ceza
günün mâlikidir. (Ey Rabbimiz!) Ancak sana ibâdet (kulluk) ederiz ve yalnız
senden yardım dileriz. Bizi doğru yola hidâyet et. Kendilerine nimet verdiğin
kimselerin yoluna; gazaba uğrayanların ve sapmışların yoluna değil, Âmin.
Şevk ile bir daha okudu. Bir daha
okudu. Bu mübarek Fatiha-i
Şerife’nin aşkı ile kendinden
geçti. Cenab-ı Allah'a dua etti.
-Ya Rabbi bu mübarek Fatiha
süresini bana indir. Cenab-ı
Allâh'dan hitab-ı izzet geldi:
-O sureyi ahir zamanda gelecek
olan Habibim Muhammed! Mustafa'ya inzal edeceğim.
Hızır Aleyhisselam ağladı.
Günlerce Cenab-ı Allah'a yalvardı:
-"Ya Rabbi beni Habibin
Hazret-i Muhammed Mustafa (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'e ümmet kıl. O yüce
zat'a ümmet olma şerefini bana ver. Kendilerine ümmetlerinin en hayırlısı
dediğin. Ümmet-i Merhume ’den olmak istiyorum.
Ya Rabbi Hazret-i Muhammet!
Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in hürmetine duamı kabul et. Cenab-ı
Allah kendisine candan ve gönülden yalvaran kullarının elbette dualarını kabul
edecektir.
Cenab-ı Allah duasını kabul etti.
Her şeyi bir sebebe bağlayan
Cenab-ı Allah. Hızır Aleyhisselâm'ın Kâinatın Efendisi Hazret-i Muhammed
Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem)e yetişmesi ve ona ümmet olma şerefine
nail olması için ona "Ab-ı Hayat" denilen hayat suyunu içmesini
vesile kıldı...
Zülkarneyn Aleyhisselâm'ın
etrafında âlimler, eşraf, vezirler, komutanlar oturmuşlar sohbet ediyorlardı.
Zülkarneyn Aleyhisselam:
-"Kitaplarda okuduğuma göre
Yafes'in evladından biri "Ab-ı Hayat'ı içecek ve kıyamete yakın bir zamana
kadar dünyada kalacaktır. Keşke bu mutlu kişi, ben olsam!"Hızır
Aleyhisselam
-"inşallah, dedi."
Vezirlerinden biri:
-Efendim Ab-ı hayatı bulup ne
edeceksin?
-içip kıyamete yakın bir zamana
kadar Cenab-ı Allah'a ibadet edecek ve onun yolunda savaşacağım.
-Ama sizin bütün tanıdıklarınız,
dostlarınız ölecekler ve siz hep onların üzüntülerini çekeceksiniz
-Hayır... Neden üzüleyim!
"Inna lillahi ve innâ ileyhi raciûn" derim. Ben her şeyin Cenab-ı
Allah’dan geldiğine ve yine Cenab-ı Allah'a döneceğimize inanmaktayım. Her şey
kaderdir. Ab-ı Hayat'ı Hızır Aleyhisselam buldu. içti. Hızır Aleyhisselam
"Ab-ı Hayat" ile gusül abdesti aldı. iki rek'at namaz kıldı.
Kendisine hayırlı uzun ömür vermesi için Cenab-ı Allah'a dua etti
Üçüncü Yol
Kuzey'in fethine giriştiler.
Hazret-i Zülkarneyn Mağrib ile maşrık’ı (doğu ile batı'yı) fethettikten sonra,
güneyden kuzeye doğru üçüncü bir yol takip ettiler. Köy, köy, şehir, şehir
dolaştılar. Her kabileye uğradılar. Dünyanın her tarafına
Lâ ilahe illallah
(Tevhid) inancını yaydılar. insanları putlara ve heykellere tapmaktan
kurtardılar. insanı insanın kulu ve kölesi olmaktan kurtardılar. Zâlimlerin
zulmü altında inim inim inleyen zayıf insanların yardımına koştular. Yeryüzünde
zulme ve haksızlığa son verdiler. Yeryüzüne adaleti ve insanlığı getirdiler...
insanlığa şan, şeref ve haysiyet verdiler. insanın saygı değer bir varlık
olduğunu bütün insanlığa öğrettiler...
Onların sayesinde insan insan
oldu. insan insan olduğunu hatırladı. Aklını kullanmayı öğrendi. Zekâsını
geliştirdi.
Hızır Aleyhisselam, Zülkarneyn
Aleyhisselam ile el ele verip insanlığın gelişmesine yol açtılar. Medeniyet ve
uygarlığın yolunu temizlediler.
Bütün ülkeler, fethedildikten
sonra Zülkarneyn Aleyhisselam, Hızır Aleyhisselam ve askerlerine izin verdi.
Hızır Aleyhisselam beş yüz sene gibi uzun süren bir savaşlar zincirinden sonra
bir kenara çekilip kendini ibâdete verdi....
Hızır Aleyhisselâm'ın
Peygamberliği
Peygamberlik, Hızır Aleyhisselama
verilen en büyük mertebe... insanlara yol göstermek görevlerin en büyüğüdür.
Hidâyetin kaynağı olan peygamberler de insanların en şereflisidirler.
Yûsuf Aleyhisselam ile
kardeşlerinden sonra yeryüzünü yine küfür bulutları sarmıştı. Kapkara
bulutlar... Yeryüzü zifiri karanlık olmuştu. Göz gözü görmüyordu. insanın
değeri kalmamıştı. Hazret-i İbrahim'in getirdiği Hanif dini insanların arasında
unutulmuştu. Hazret-i İsmail, Ishak, Yakub, Yusuf ve diğer peygamberler birer
birer insanların zihninden silinmişti. Allah inancı kalmamıştı. insanlar
putlara, heykellere ve efendilerine tapmaktaydı. Kimi de Ay'a, Güneşe ve
Yıldızlara ibadet etmekteydi. Peygamberlerin Yüce Allah'dan getirmiş oldukları
ilahi ahkâm, hidayet, nur ve ilimin yerini küfür, zulüm, haksızlık ve cehalet
almıştı.
Yûsuf Aleyhisselam ile
kardeşlerinden sonra Hızır Aleyhisselâm'a nübüvvet (peygamberlik) verildi.
Hızır Aleyhisselam yıllarca İsrail oğullarını hak dine çağırdı. Kendisi İsrail
oğullarından olmamasına rağmen İlâhî takdîr onu İsrail oğullarına Peygamber
olarak göndermişti...
Hızır Aleyhisselam yıllarca
İsrail oğullarını Allah'ın davetine çağırdı. Yahudiler ona iman etmediler.
Hak ve adaleti kabul etmediler.
Zulme ve haksızlığa devam
ettiler.
Yahudiler, birbirlerine zulüm ve
haksızlık ettikleri için, Cenabı Allah, onların başına onlardan daha zâlim
olan Firavn'u musallat etti... Yahudiler büyük bir zillet ve meskenete düştüler.
HAZRET-İMÛSÂ-HIZIR
ALEYHİ'S-SELÂMKISSASI (Hikayesi)
Ubey b. Kâ'b radiyallahu anh'den:
Şöyle demiştir: Resûl-i Ekrem
sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Mûsâ Peygamber (sallallahu aleyhi
vesellem bir kere) Benî Isrâîl içinde hutbeye kalkmıştı. Kendisine: "En
çok âlim olan kimdir?" diye soruldu. "En âlim benim." diye cevab
verdi. (Bu hususdaki) ilmi (Allâh’u a'lem diyerek) Allah'a havale etmediğinden
dolayı Allah (u Azîmü'ş-Şân) ona ıtâb etti. Allah (u Teâlâ): "İki denizin
bitiştiği yerde kullarımdan biri var. O senden daha âlimdir. " diye ona
vahyetti. "Yâ Rab, ona nasıl yol bulayım?" dedi. Ona: "Bir
Zenbil içinde bir balık taşı. Onu nerede kaybedersen (o kulum) oradadır."
denildi. (Mûsâ aleyhi's-selâm) gitti. Hadimi Yûşa' b. Nûn (aleyhi's-selâm) ı da
(birlikte) götürdü. Bir zenbil içine de bir balık koyup yüklendiler, (iki
denizin bitiştiği yerdeki) kayanın yanına varınca başlarını (yere) koyup
uyudular, (derken tuzlanmış ölü) balık zenbilden sıyrı(lıp kurtu)ldı. Ve deniz
içinde kendine su küngü gibi (bir boşluk bırakarak) yol açtı. (Deniz içinde
böyle bir yolun açılması) Mûsâ ile hâdimince (aleyhime's-selâm) şayân-ı taaccüb
bir şey olmuştu. Uyandıkdan sonra o gecenin bakiyesi ile bütün gün gittiler.
Sabah olunca Mûsâ (aleyhi's-selâm) Hadimine: "Kuşluk yemeğimizi ver. Bu
seferimizden yorgunluk duy(mağa başla)duk." dedi. (Hâlbuki) Mûsâ
(aleyhi's-selâm) emrolunduğu o yerin ötesine geçmedikçe yorgunluk duymamıştı.
Hadimi: "Bak hele, taşın dibinde barındığımız zaman balı(ğın gittiğini
haber verme) ğı unutmuşum." dedi Mûsâ (aleyhi's-selâm): "Zâten
istediğimiz de bu idi. " dedi. Bunun üzerine kendi izlerine baka baka
geriye döndüler. Taşın yanına varınca bir de baktılar ki esvabına bürünmüş bir
zât (duruyor) Mûsâ (aleyhi's-selâm) selâm verdi. Hızır (aleyhi's-selâm):
"Acâyib! Bu (senin bulunduğun yerde) selâm ne gezer?" dedi. "Ben
Musa'yım. " dedi. O: "Benî Îsrâîl Musa'sı mı?" diye sordu.
"Evet." dedi. Mûsâ (aleyhi's-selâm sonra yine söze başlayıp):
"Sana tâ'lîm olunan rüşd’den bana tâ'lîm etmek üzere sana tebaiyyet edeyim
mi?" (sana verilen ilimden bana öğretesin diye sana tabi olayım mı?) dedi.
Hızır (aleyhi's-selâm): "Sen, benimle hiç mi hiç edemezsin yâ Mûsâ! Bende
Allah'ın kendi ilminden bana verdiği öyle bir ilim vardır ki sen onu
bilemezsin. Sende de Allah'ın verdiği öyle bir ilim vardır ki onu da ben
bilemem." cevâbını verdi. (Mûsâ aleyhi's-, selâm): "Beni inşâAllah
sabırlı bulursun. Sana hiçbir işinde de karşı gelmeyeceğim." dedi.
Gemileri olmadığı için deniz kıyısında yürüyerek gittiler. Bir gemi geçti.
Alsınlar diye (gemicilerle) söyleştiler. Hızır (aleyhi's-selâm)! (gemiciler)
tanıdılar. Ve onları navulsuz (gemiye) aldılar. (O sırada) bir serçe, geminin
kenarına konup denizden bir iki yudum (su) aldı. Hızır (aleyhi's-selâm):
"Yâ Mûsâ, benim ilmimle senin ilmin, İlmu'llâhı bu serçenin denizden
aldığı bir yudum kadar bile eksiltmez" dedi. Ve (ondan sonra) gemi
tahtalarından birine el atıp söktü. Mûsâ (aleyhi's-selâm). "Adamcağızlar
bizi (gemilerine) navnulsuz almışlarken sen, gemilerine kasdedip içindekileri
batırmak için mi deliyorsun." dedi. Hızır aleyhi's-selâm: "Sen,
benimle hiç edemezsin demedim mi?" dedi. (Mûsâ aleyhi's-selâm): "(Şu)
dalgınlığımdan dolayı beni muaheze edip de bana güçlük gösterme. "
cevâbını verdi, (vâkıâ da) Mûsâ (aleyhi's-selâm'm) bu ilk muhalefeti dalgınlık
(eseri) idi. Yine gittiler. Bir de baktılar ki bir çocuk (diğer) çocuklarla
oynuyor. Hızır (aleyhi's-selâm) çocuğun başını eliyle kopardı. Mûsâ
(aleyhi's-selâm): "Aman, hiç bir nefse bedel olmaksızın (günahsız) pâk bir
canı telef mi ediyorsun?" dedi. (Hızır aleyhi's-selâmyine): "Ben,
sana benimle edemezsin demedim mi?" cevâbını verdi. Yine gittiler. Nihâyet
bir karyeye gelince ahâlîsinden yemek istediler. Ahâlî onları misafir etmekten
imtina ettiler. Orada yıkılmağa yüz tutmuş bir duvar buldular. Hızır
(aleyhi's-selâm) eliyle (işaret ederek) doğrulttu. Mûsâ (aleyhi's- selâm):
"İsteseydin (hiç olmazsa) bunun için bir ücret alabilirdin. " deyince
Hızır (aleyhi's-selâm): "Bu (andan i'tibâren) artık ayrılalım." dedi.
Nebiyy-i Mükerrem sallallahu aleyhi ve sellem (kıssayı buraya kadar hikâye
buyurduktan sonra): "Allâhu Teâlâ Musa'ya rahmet etsin. Ne olurdu
sabredeydi de aralarında geçen maceralar (taraf-ı Haktan) bize hikâye
olunaydı." buyurdu. (“Bu hadis, bu bölüme tarafımızdan ilave edilmiştir.
”) (Kütüb-ü Sitte C.4 Shf. 7278)
Bu Güzel Hatıradan Çıkarılan fıkhî
hükümler
Yolculukta hizmetçi ve arkadaş
bulundurmak caizdir ve hatta iyidir.
ilim öğrenmek için uzaklara
gitmek müstehabdır. Alimin ilmini ziyadeleştirmek için sefere çıkması güzeldir
Yolculukta yiyecek bulundurmak caizdir ve tevekküle mani değildir.
Unutmak gibi sevilmeyen şeyler
mecazen şeytana nisbet edilebilir.
Talebe, hocasına tevazu' ve saygı
göstermeli. Velev ki öğretmeni rütbe i'tibari ile talebesinden aşağı olsun.
Talebe tabiatının taşıyamıyacağı
bir şey sorarsa, muallim onu öğretemiyeceği için özür diler.
Bir kimse, yapacağı bir işi
söylerken evvelâ "inşallah" demelidir.
Bir insan kendisine tabi olacak
kişiye şart koşabilir. Şart edilen şey yapılmalıdır. Kişi unuttuğu bir şeyden
dolayı muaheze edilmez. Tekrar, üç defa yapılır.
Yabancı bir kimsenin yiyecek
istemesinde beis yoktur. Yapılan iş için ücret almak caizdir.
Fakir, geçimine yetmeyen araba
gibi bir şey veya aletle fakir olmaktan çıkmaz. Gasb haramdır.
Emanet veya yetim malı gibi
başkasına aid bir malın bütününü kurtarmak için bir kısımını yaralayıp telef
etmek caizdir.
iki zarar karşı karşıya gelince,
büyüğünü defetmek için küçüğünü irtikab vacibtir.
Binaların ta'miri vacib,
yıkılıncaya kadar ihmali haramdır.
Yere define gömmek caizdir.
Hızır Aleyhisselâm'ın "Ben,
bunu kendimden yapmadım" demesi, Peygamber olduğuna delildir.
Evliyâullah'ın kerametinin hak ve
sabit olduğuna bu hadise delâlet etmektedir.
Bu hadise tasavvuf’un varlığına
en büyük delildir.
Hızır Aleyhisselam, onu (duvarı)
hemen doğrulttu.
Bir kaç işçinin bir ayda
çalışmakla ancak yapabilecekleri bir işi, Hızır Aleyhisselam, Hazret-i Musa ve
Yuşâ Aleyhisselam ile birlikte bir gecede yaptılar. Önce duvarı yıktılar. O
harabe evin duvarlarının altında levha'lar ortaya çıktı. Çocuklarının dünya
hayatını düşünecek ve onlara dünyada geçimlerini sağlamaları için altın ve
gümüş bırakacak kadar duyarlı olan anne-baba; evladının ahiretini de düşünerek
altın ve gümüşlerden daha değerli nasihatlarda bulunmuşlardı...
Madde ve mânayı bir arada miras
bırakmışlardı.
Ne ince fikir
Ne büyük düşünce...
Musa Aleyhisselam okudu:
Taaccub ederim o kimselere ki:
1-
Kazâ ve kadere imanı olup gâm
çeke...
2-
Rızkın Allâh'ü Teâlâ'dan olduğunu
bilip zahmet çeke,
3-
Ölümü tasdik ederken, ferah ve
sürürda ola,
4-
Kıyamet günün hesabına imanı
varken, vaktini gafletle geçire,
5-
Dünyanın inkılabını bilirken ona
gönül bağlayana...
Lâ ilahe illallah,
Muhammedürrasûlullah
Öbür tarafı çevirdi:
Beş belâ'dan biri başına gelip de
şu beş dua'dan ğafıl olan insana şaşarım.
1-
Her hangi maddî ve manevî bir
zarara mübtelâ olan kişinin:
رَبِّ أَنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَأَنتَ أَرْحَمُ
الرَّاحِمِينَ
"Rabbim! Benim başıma dert
geldi, Sen merhametlililerin merhametlisisin. " dua'sını nasıl vird
edinmez? Çünkü Cenab-ı Allah, devamında
فَاسْتَجَبْنَا لَهُ فَكَشَفْنَا مَا بِهِ مِن
ضُرٍّ
"Biz de duasını kabul
buyurarak, başındaki o zararı hemen gidermiştik.” buyurmaktadır.
2-
Her hangi bir sıkıntı ve üzüntüye
uğrayan kişinin:
لَۤا اِلٰهَ اِلَّۤا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّ۪ى
كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَ
"Senden başka hiçbir ilâh
yoktur. Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben, gerçekten haksızlık
edenlerden oldum. ” duasını nasıl vird edinmez? Çünkü devamında Cenab-ı Allah
şöyle buyurmaktadır:
فَاسْتَجَبْنَا لَهُ وَنَجَّيْنَاهُ مِنَ الْغَمِّ
ۚ وَكَذَٰلِكَ نُنْجِي الْمُؤْمِنِينَ
"Biz de duasını kabul ile kendisini kederden
kurtardık. Böylece mü'minleri de kurtarırız.”
حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
"Allah bize yeter; hem O ne
güzel vekîl'dir.” duasını nasıl vird edinmez? Çünkü Cenab-ı Allah,
devamında şöyle buyurmaktadır:
فَانقَلَبُواْ بِنِعْمَةٍ مِّنَ اللّهِ وَفَضْلٍ لَّمْ يَمْسَسْهُمْ سُوءٌ
"Sonra kendilerine hiçbir
keder (ve kötülük) dokunmaksızın, Allâh'dan bir nimet ve fazl (u ihsan) ile
döndüler."
4-
Başkalarının kendisine hile
kurmasından korkan kişinin:
وَأُفَوِّضُ أَمْرِي إِلَى اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ
بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ
"Ben işimi Allah'a ısmarlıyorum.
Muhakkak ki Allah, kullarının bütün yaptıklarını görendir. ” Ayetini nasıl vird
edinmez? Çünkü Cenab-ı Allah,
فَوَقَاهُ اللَّهُ سَيِّئَاتِ مَا مَكَرُوا
"Nihayet Allah, onların
kurdukları hilelerden onu korudu. ” buyurmaktadır.
5-
Cenab-ı Allah, kendisine bir
nimet verdiği kişi, nimetin elinden çıkmasından korkar da:
مَا شَاء اللَّهُ لَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ
"Maşa Allah, kuvvet ancak
Allah'a mahsustur.” Duasını kendisine vird edinmez?
Çünkü içinde nehirler akan, güzel
güzel meyveleri olan güzel bahçesine şımarık bir şekilde giren ve arkadaşının
tavsiyesine uyup duasını okumayan nankör kişinin bahçesindeki su çekildi.
Ağaçları kurudu. Bahçesi tamamen bozuldu. Kısa bir zaman içerisinde iflas etti.
Musa Aleyhiselâm, bu güzel
nasihatleri tekrar tekrar" okudu.
Beğendi.
-"Gerçekten akıllı insanmış!
Altının üzerine altından daha kıymetli hikmetler saçmış. Ne mutlu ona!"
dedi. Hızır Aleyhisselam:
-"Ne mutlu bu güzel öğütler
ile amel edene..." buyurdu.
Musa Aleyhisselam elinde hikmet
dolu altın levhayı Yuşâ Aleyhisselâm'a uzattı. Yuşâ Aleyhisselam sesizce okudu.
Hızır Aleyhisselam o altın levha'yı
alıp duvarın altına eski yerine koydu. Üzerine duvarı ördü. Duvar bittikten
sonra karşısına geçti. Duvarı büyük bir keyif ile seyretti. Musa Aleyhisselâm'a
sordu:
-"Nasıl iyi oldu mu?"
Musa Aleyhisselam, evet anlamında
başını salladı
Ayrılış
Hızır Aleyhisselâm'ın Hasûr'u
öldürmesinden sonra Cenab-ı Allah onlara bir kız çocuğu verdi. O kız çocuğunun
neslinden on iki (ikinci bir rivayete göre yetmiş) peygamber gelmiştir.
Duvara gelince: Bu duvar şehirde
iki yetim oğlanın idi. Duvarın altında onlara ait bir define (hazine) vardı.
Babaları da sâlih bir zat idi. Onun için Rabbin diledi ki, oğlanlar rüşdlerine
ersinler de definelerini çıkarsınlar. Bu Rabbinden bir rahmet idi. Ben,
bunların hiç birini kendiliğimden yapmadım. işte senin sabredemediğin şeylerin
içyüzü bu idi. " dedi.
Musa Aleyhisselam, sordu:
-"Bütün bunlar, Allah'ın
emrimiydi?" Hızır Aleyhisselam:
-"Evet! Bunların hepsi
Allah'ın emriydi. Ben kendi isteğimle hiç bir şey yapmadım. Her şey, İlâhî bir
takdirdi...."
Musa Aleyhisselam, Hızır Aleyhisselam'dan
ayrılırken:
-"Bana nasihat et"
dedi. Hızır Aleyhisselam:
Bilgiyi insanlara anlatmak için
değil onunla amel etmek için öğren, Hızır Aleyhisselam devam etti: Faydalı ol;
zararlı olma! Güler yüzlü ol, asık suratlı olma! inatçı olmaktan sakın! Boş yere
dolaşma! Bir tuhaflık olmadan gülme! Günah işleyenleri, pişmanlık duydukları
zamandan sonra ayıplama!
Sağ kaldığın müddetçe, kendi
hataların için ağla! Bu günün işini yarına bırakma! Gayretini hedefine yönelt!
Seni ilgilendirmeyen şeye karışma! Yapacağın şeyi açıktan açığa yap! Gücün
olduğu müddetçe de iyilik yapmaya bak!
Hızır Aleyhisselam bu nasihatleri
etti. Musa Aleyhisselam ile kucaklaşıp ayrılacağı zaman, MusaAleyhisselâm'a
-"Bana dua eder
misin?"Hazret-iMusa şöyle buyurdu:
-Çok güzel öğütler verdin, Allah,
sana bol nimetler ihsan etsin, seni rahmetine gark etsin ve seni
düşmanlarının şerrinden kurusun. Musa Aleyhisselam sordu:
-"Gayb ilmine nasıl nail
oldunuz?"
-"Allah için, günahları
terkederek gayb ilmine kavuştum,” diye cevap verdi.
Musa Aleyhisselam yine sordu:
-"Sana uzun ömür
verilmesinin sebebi nedir?"
-"Levh-i Mahfûz'da İlâhî
hikmet ve takdirî okurken orada son Peygamber MuhammedMustafa (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)e inecek olan Fatiha Süresini gördüm. Ona âşık oldum. Hazret-i
Muhammed Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem)e ümmet olmak için dua ettim.
Dua'm kabul edildi. O Yüce Resul (salla’llâhü aleyhi ve sellem)in hürmetine
Cenab-ı Allah. "Ab-ı Hayat"tan içmeyi nasîp etti," diye cevap
verdi.
Musa Aleyhisselam, Hızır
Aleyhisselâm'ın makamına özendi. O'da Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)e
ümmet olmak için Cenab-ı Allah'a dua etti:
-"Ya Rabbi, bana verdiğin
levhlerde, (Tevrat'ın sahifelerinde) şefaat eden ve şefaatleri makbul bir ümmet
görüyorum. Onları benim ümmetim eyle.
Cenab-ı Allah:
-Onlar Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ümmetidir. Musa Aleyhisselam:
-Ya Rabbi, levhlerde kıldıkları
beş vakit namaz, günahlarına keffaret olacak olan bir ümmet görüyorum. Onları
benim ümmetim eyle... Cenab-ı Allah:
-Onlar Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ümmetidir. Musa Aleyhisselam:
-Ya Rabbi, levhlerde, dalâlet
ehlini, hatta kör deccalı bile katleden bir ümmet görüyorum. Onları benim
ümmetim eyle. Cenab-ı Allah:
-Onlar Muhmammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in ümmetidir. Musa Aleyhisselam:
-Ya Rabbi levhlerde, hem su ile
hem de toprakla taharet yapan bir ümmet görüyorum. Onları benim ümmetim eyle...
Cenab-ı Allah:
-Onlar Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) in ümmetidir. Musa Aleyhisselam:
-Ya Rabbi levhlerde sadakaları
hem alan hem yiyebilen bir ümmet görüyorum.(Halbuki daha önceki ümmetler
sadakaları alıp yiyemezlerdi. Sadakaları yakarlardı.) Onları benim ümmetim
eyle... Cenab-ı Allah:
-Onlar Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ümmetidir. Musa Aleyhisselam:
-"Ya Rabbi, levhlerde öyle
bir ümmet görüyorum ki, onlardan biri bir iyilik işlemeğe niyetlenseler fakat
herhangi bir sebeple yapamamış olsa bile, ona bir ecir veriliyor. Eğer
niyetlendiği bu iyiliği bizzat ve fiilen işleyebilirse karşılığında (en az) on
mislinden başlamak üzere (yetmiş ve ) yedi yüz misline kadar, hatta bundan da
fazla (yedi bin veya yetmişbin) ecir alabilir. Buna karşılık eğer birisi bir
kötülük işlemeyi kasdeder ve sonra işlemezse günahı terkettiği için kendisine
sevap yazılır. Kasdettiği o kötülüğü bizzat işlediği takdirde ise ancak bir
günah yazılıyor. Yani misli misline. Ya Rabbi, sen onları benim ümmetim
eyle..." Cenab-ı Allah:
-OnlarMuhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)in ümmetidir. Musa Aleyhisselam:
-"Ya Rabbi, levhlerde öyle
bir ümmet görüyorum ki, onlardan yetmiş bin ferd ( den daha çoğu)
sorgusuz-sualsız cennete giriyor. Onları benim ümmetim eyle..."
Cenab-ıAllah:
-"Onlar Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) in ümmetidir." Musa Aleyhisselam:
-"Ya Rabbi, levhlerde
iyiliği emredip kötülüğü meneden bir ümmet, ümmetlerin en hayırlısı olan bir
ümmet görüyorum. Onları benim ümmetim eyle..." Cenab-ı Allah:
-"Onlar Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) in ümmetidir." Musa Aleyhisselam:
-"Ya Rabbi, levhlerde,
yeryüzüne geliş îtibariyle sonuncu oldukları halde, kıyamet günü ümmetlerin en
hayırlısı olarak en başta giden bir ümmet görüyorum. Onları benim ümmetim
eyle.. "Cenab-ı Allâh:
-Onlar Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) in ümmetidir. Musa
Aleyhisselam:
-Ya Rabbi, levhlerde, öyle bir
ümmet görüyorum ki, kendilerine inmiş olan İlâhî kelamî hem ezberliyorlar,
ezbere okuyorlar. Hem de yazısına bakarak (yüzden) okuyorlar ve ahkâmı ile de
amel ediyorlar. Onları benim ümmetim eyle...
Cenab-ı Allah:
-"Onlar Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)in ümmetidir." Bütün bunlardan Musa Aleyhisselam (ümmet-i
merhume'nin büyüklüğü karşısında) şu temenni de bulundu:
Ya Rabbi, beni Ümmet-i
Muhammed'den eyle! Cenab-ı Allah:
-"Ey Musa! dedi, ben seni
risâletimle (sana peygamberlik vermemle) ve sözlerimle (tur dağında seninle
konuşmam ve sana kitap vermemle) seni insanların başına seçtim. Sana verdiğim
(nimetler)i al ve (haline) şükredenlerden ol." diye vahiy etti."
(Araf:144)
Hızır Aleyhisselâm'ın gizemli
hayatı
Hızır Aleyhisselâm'ın gizemli
hayatı dünya malı ve mülkünden uzak geçmektedir. O dünya malına önem vermedi.
Hızır Aleyhisselâm'ın bu kadar
dünyada kalması ve Cenab-ı Allah'ın kendisine "Âb-ı Hayat’ı nasip etmesi
ve Hızır Aleyhisselâm'ın kıyamete yakın bir zamana kadar yaşayacak olması onu
hiçbir zaman mal sahibi olmaya sevketmemiş ve asla Hızır Aleyhisselâm'ın içine
dünya ve mal sevgisi girmemiştir.
Onun bütün arzusu Cenab-ı Allah'a
ibadet etmek... insanlığın hidayeti için Cenab-ı Allah'a yalvarmak, dua etmek
ve Cenab-ı Allah'ın Ilm-i ledünnî ile kendisine vermiş olduğu vazifeleri yerine
getirmektir.
Bir ara yapmış olduğu bir kulübe
ile sahrada dikmiş olduğu bir ağaçtan dolayı başına neler geldi neler?
Hızır Aleyhisselam Deniz
kenarında gölgelenmek ve içinde ibadet etmek için kendisine kulübe yapmıştı.
Bu kulübede ibadet ediyordu.
Sahraya çıktığı zaman güneşten korunmak ve gölgesinde ibadet etmek için bir
ağaç dikmişti.
Asırlarca yaşayan o büyük insan,
deniz kenarında bir kulübe ile sahrada bir ağaca sahibti. Bir kulübesi ile
beraber dikili bir ağacı vardı. Bunlara sahib olmanın bedelini hürriyeti ile
ödedi. Bunlara sahib olduğu için göz yaşları döktü, ağladı, tevbe ve istiğfar
etti. Derme çatma bir kulübe ile sahrada ekip gölgesinde güneşten korunduğu bir
ağaçtan dolayı bu felâketler başına geldi. Esaret hayatı yaşadı.
Hızır Aleyhisselâm'ın Allah
sevgisi
Allah adı anıldığı zaman Hızır
Aleyhisselâm'ı büyük bir heyecan alır, o bütün işlerini Allah rızasını kazanmak
için yapardı. Hızır Aleyhisselam Beni israilin sokaklarında yürüyordu. Mükatib
bir köle ona yaklaştı:
-"Cenab-ı Allah sana malını
mübarek kılsın. Bana bir sadaka ver."
Hızır Aleyhisselâm'ın verecek
herhangi bir malı olmadığından:
-"Âmentü billah! Mâa-şallâh!
Sana verecek bir şeyim yok. Adam ısrar etti
-Allah için istiyorum! Senin
yüzünde cömertlik görüyorum, senden bereket umuyorum. Hızır Aleyhisselam:
-"Âmentü billah! Sana
verecek bir şeyim yok... Ancak canım var. Beni al götür köle pazarında
sat." Adam:
-"Bu doğru olur
mu?"Hızır Aleyhisselam
-"Olur! Sen benden Allah
rızası için sadaka istedin. Bu büyük bir isimdir. Benim canımdan başka sana
verecek bir şeyim yok..." Gözlerini para hırsı büyülemiş, kendi
yumurtasını pişirmek için komuşusunun damını ateşe verecek kötü bir tıynette
olan yahudi köle kendi hürriyeti için Hızır Aleyhisselâmı Köle pazarına götürdü.
Dört yüz dirheme sattı. Hızır Aleyhisselam kendisini alanın yanında uzun bir
süre kaldı. Adam merhametli olduğundan ona hiçbir iş vermedi. Bir gün Hızır
Aleyhisselam ona:
-Bana bir iş ver, dedi. Adam;
-Sen yaşlısın, zayıfsın,
çalışamazsın, dedi.
Hızır Aleyhisselam ısrar etti:
-İş beni yormaz. Çalışmak bana
zorluk vermez.
Adam:
-Peki! Sen bilirsin diyerek ona
altı kişinin bir günde taşıyabilecekleri bir taş yığınını göstererek bahçenin
dışına taşımasını söyledi.
Adamın işi çıktı. Bir saat sonra
eve döndüğünde taşların taşındığını gördü.
Hayret etti.
Dudaklarını ısırdı.
Ne diyeceğini bilemedi ancak:
-İyi ettin, diyebildi.
Birkaç gün sonra adamın yolculuğa
çıkması gerekti. Adam, Hızır Aleyhisselâm'a:
-Sen emin, güvenilir bir
insansın, sana eşimi ve çocuklarımı emanet ediyorum! Onlara iyi bak olur mu?
Dedi.
Hızır Aleyhisselam bu işi kabul
ettikten sonra:
-Bana bir iş vermiyor musun?
Adam yine:
-Sen yaşlı ve zayıf bir insansın
işin seni yormasından korkuyorum, dedi.
Hızır Aleyhisselam: -İş beni
yormaz, dedi. Adam:
-Öyle ise boş zamanlarında
kendini yormamak şartı ile kerpiç dök evimizin duvarlarını tamir edelim, dedi.
Adam seferinden döndüğünde
binanın bütün tamiratının yapıldığını gördü ve hayretler içerisinde kaldı.
Kendi kendine "Bu işte
mutlaka bir sır var..." diyerek Hızır Aleyhisselâm'a şaşkınlıkla sordu:
-"Kimsin sen? Allah rızası
için bana doğruyu söyle! Neredeyse kafamı oynatacak ve aklımı
kaybedeceğim."
Hızır Aleyhisselam:
"Allah rızası için"
beni bu hale getirip köle yaptı. Madem ki sen "Allah rızası için"
dedin sana açıklayayım:
-Ben Hızırım! Miskinin biri
benden "Allah rızası için" sadaka istedi. Bu büyük bir isimdir.
"Allah rızası için akan sular durur." Ona verecek bir mal ve mülküm
olmadığı için hürriyetimi verdim. Beni götürüp köle pazarında sattı. Adam Hızır
Aleyhisselâm'ın eline sarıldı:
-"Özür dilerim! Bilemedim,
tanıyamadım."
Hızır Aleyhisselam
-"Bir şey değil!"
Adam bütün samimiyetiyle:
-"Malımdan ve ehlimden
dilediğini seç, al... Bundan böyle serbestsin."
Hızır Aleyhisselam:
Malını ve ehlini Cenab-ı Allah
sana mübarek etsin. Sen beni serbest bırak Rabbıma ibadet edeyim yeter...Benim
mal, mülk ve ehle ihtiyacım yok.
Adam sorar:
-Bir dilenci için bu hale düşmeye
değer miydi? Hızır Aleyhisselam:
-Kimden bir şey "Allah
rızası için " istenir de o da gücü yettiği halde vermezse kıyamet günü
yüzünde et ve deri olmadığı halde gelir.
Adam:
Amentü billah ! Çok çile çektiniz
ey yüce peygamber, deyip Hızır Aleyhisselâm'ı âzâd etti. Hızır Aleyhisselam
şükür secdesine kapandı. Ve dua etti:
Yâ Rabbi, senin hakkın için kul,
yine senin hakkın için azâd oldum. Bu kuluna ihsan ve yardım edip, ebedî
Cehennem ateşinde yakmaktan azâd et, diye dua etti.
Sâcim Bin Erkâm, Hızır
Aleyhisselâm'ın bu duyarlığı karşısında göz yaşları tutamadı.
Ağladı.
Hızır Aleyhisselâm'ın ellerine
sarıldı:
-Efendim içinize rahmet ve şefkat
duygularını yerleştiren, bir kölenin âzâd olması için köle olmayı göze alacak
kadar size acıma duygusu veren Cenab-ı Allah'a inandım. Bana dinini arzet,
Müslüman oluyorum, dedi.
Hızır Aleyhisselam ona dini
arzetti. Sâcim Bin Erkam candan ve gönülden müslüman olduğu gibi bütün ailesine
hak dini arzetti. Hepsi müslüman oldular.
Hızır Aleyhisselam kendini
tutamadı, yine secdeye kapandı:
-"Köle oldum bir
insanın hürriyetine sebep oldum, kölelikten kurtuldum, benimle birlikte bir
ailenin cehennem azabından azad olmalarına sebep oldum... Şükürler olsun Yâ
Rabbi "
Cenab-ı Allah vahiy etti:
-"Seni kölelikten kurtardım.
Vesilenle bir kafir (aile) Müslüman oldu. Sana her dirhemin karşılığında bir
dinar (ın- sevabını) verdim. insanlar benimle yapılan muamelede kârlı
çıkacaklarını bilsinler diye..."
Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) ile görüşmesi
Fatiha-i Şerife Mekke'de
peygamberliğinin ilk yıllarında nazil oldu. Hızır Aleyhisselâm, Efendimiz (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)e geldi. Kâinatın Efendisine ümmet olma şerefine nail oldu. O
Yüce Peygamberden çok sevdiği Fatiha-i Şerifenin zahirî ve bâtınî manasını,
tefsir ve esrarını öğrendi. Fatiha süresini öğrenmenin sevinci ile:
-"Artık ebedî hayatı
dilemeliyiz,"dedi.
Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) ona:
-"Senden ümmetime yardımcı
olmanı istiyorum."
-"Nasıl?"
-"Ümmetime denizlerde ve
karalarda her hangi bir tehlike ile karşılaştıkları zaman onlara yardımcı
olmanı istiyorum.”
Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'in bu dileğini emir olarak bilen Hızır Aleyhisselâm için yeni hayat
başladı.
Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) 'in sağlığında Hızır Aleyhisselâm defalarca gelip O'nunla görüştü.
O'ndan bilgi ve marifet aldı. Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in
vefatından sonra ashab-ı kiram, ehl-i beyt, evliya, âlim ve gönül erleriyle
görüştü. Dara düşenlerin yardımına koştu....
Her şeyin doğrusunu Allah bilir.
Kimliği
Asıl adı Belyâ b. Melkanolan
Hızır Aleyhisselâm'ın doğumu ve kimliği hakkında tarihçi ve tefsir âlimleri
değişik rivayetler de bulunmaktadırlar.
Hazret-i Âdem'in oğludur.
Kabil'in oğludur. Hazret-i Nuh'un evladındandır. Elyesa'a veya Ilyâs
Aleyhisselâmdır. Benî israil Peygamberler indendir. Pars Meliklerindendi. Hızır
Aleyhisselâm, Hazret-i İbrahim Halilullah'a iman edip ve onunla birlikte hicret
eden bir mü'minin oğludur.
Hızır Aleyhisselâm, Hazret-i
İbrahim'in dedesinin amcaoğludur. Hızır Aleyhisselâm, Hazret-i İbrahim'in
zamanında yaşayıp ve Ona ilk iman edenlerin zürriyetindendir. Hazret-i
Ermiyâ'dır.
Hızır Aleyhisselâm'ın ne zaman ve
nerede doğduğu hakkında tarihçiler ihtilaf ededursunlar... Cumhurun kabul ettği
rivayete göre Hazret-i İbrahim'in zamanında yaşayan ve bir Melikin oğlu olan
Hızır Aleyhisselâm aynı zamanda Hazret-i İbrahim'e ilk iman edenlerdendir.
İbrahim Aleyhisselâm ile beraber hicret etmiştir.
Hızır Aleyhisselâm var mıdır?
Hızır Aleyhisselâm, hakkında bize
ulaşan kaynaklara ve rivayetlere girmeden önce onun varlığı ve yokluğu ve
cinsiyeti hakkındaki rivayetleri tahlil edelim.
Bazı tasavvuf ehli; Hızır,
bast'dan, Ilyâs kabz'dan kinâye'dir. derler. Kimine göre ise; Hızır, insanların
şekline girebilen bir melektir.
Kimi de: Hızır diye muayyen bir
şahıs yoktur. Her asrın ayrı ayrı bir Hızır'ı vardır. Buyurmaktadır. Bütün
bunlar, delili olmayan kuru bir iddia'dır. Hızır Aleyhisselâm'ın varlığı bir
realitedir. Gün gibi ortadır. Onun inkârı asla mümkün değildir. Onun Musa
Aleyhisselâm ile olan sohbet ve seyahati Kur'ân-ı Kerim'de anlatılmaktadır. Bir
çok hadisi şerif onun varlığından sözetmiştir. Alimlerin ekserisi onun muayyen
bir sahış olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir.
Kendisine Hızır Denmesinin Sebebi
Hızır, sözlükte yeşillik
demektir.
O yüce zât'ın "Hızır",
künyesini almasını Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hadisi şeriflerinde
şöyle beyan etmektedirler:
1. (4345)- Hz. Ebu Hureyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Hızır'ın Hızır diye
isimlenmesi şuradan gelir. O, kupkuru beyazlamış ot destesinin üzerine
oturmuştu. Deste, altında derhal yeşerdi." [Buhârî, Enbiya 27;
Tirmizî, Tefsir, Kehf (3150).] (Kütüb-ü Sitte C12 Shf.367)
İmam-ı Rabbani Hazretleri
Imam-ı Rabbani Müceddid-i Elf-i
Sâni Ahmed Farûki Serhendi hazretleri, Hızır Aleyhisselâm ile görüşüp kendisi
ile sohbet etmişlerdir. O büyük imamın Hızır Aleyhisselâm ve Hazret-i Ilyâs ile
ilgili olarak zamanın alimlerinden Molla Bediiiddin'e yazmış olduğu mektup bunu
isbat etmektedir:
Allah'a hamd olsun; selam seçkin
kullarına... Arkadaşların; Hızır Aleyhisselâm'ın hallerini sormaları üzerinden
bir müddet geçti. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimize ve ona
salât ve selam olsun. Fakirin lâyıkı veçhiyle onun hallerine muttali'
olmadığımdan, cevap vermekten durakladım. Bir gün, sabah halkasında Hızır ve
Ilyâs'ı ruhaniler suretinde hazır gördüm. Onlara selam olsun. Ilka-i ruhani
Hızır Aleyhisselâm şöyle dedi:
-Biz, ruhlar alemindeyiz,
Sııbhan-ı Hak bizim ruhlarımıza kudret-i kamile ihsan eyledi. Öyle ki:
istediğimiz şekle girebilir; cisimlerin suretlerini alabiliriz. Bundan sonra, o
suret ve şekillerden, cismâni hareket, sekenat, cesede bağlı ibadet ve taat
olarak ne sudur ederse bulardan da sudur eder. Bu esnada şöyle dedim:
-Siz imamı Şafii mezhebine göre
mi namaz kılıyorsunuz? Bunun üzerine şöyle dedi:
-Biz şeriatlerle mükellef
değiliz. Kutb-u medarın önemli işleri bize bırakılmıştır. Kutb-u medar dahi
Imami Şafii mezhebine tabidir. Bunun için onun arakasında Imam-ı Şafii
mezhebine göre namaz kılarız. Allah ondan razı olsun.
işte o zaman anlaşıldı ki:
Onların taatlarına mükafat terettüb etmez. Onların taat ve ibadetleri taat
ehline muvafakat ve ibadetin suretine riayet için olmaktadır. Yine bundan
anlaşıldı ki: Velayet kemâlât Şafii fıkhına muvafıktır; nübüvvet kemâlâtı ise
Hanefi fıkhına muvafıktır. iş bu vakitte, Hace Muhammed Parisanın dahi
kelamının hakikati anlaşılmış oldu. Kendisinden naklen "Fusul - ü Sitte
" kitabında şöyle anlatıldı:
-Isa Aleyhisselâm semadan
indikten sonra Ebu Hanifenin mezhebine göre amel edecektir. Yine bu sırada
hatırıma geldi ki: Onlardan imdad isteyip dua taleb edeyim. Akabinde şöyle
dedi:
-Bir şahsın haline Hakkın inayeti
şamil olursa, ona bizim dahlimiz olmaz. Onlar kendilerini aradan çıkarmış gibi
idiler. Ilyâs Aleyhisselâm ise bu arada hiç kelam etmedi. Vesselam.
Hızır Aleyhisselâm Yaşıyor mu?
îbni Salah fetevâsında "
Cumhur-u ulemâ ve salihine göre Hızır Aleyhisselâm yaşamaktadır. Avamda bu
görüştedir. Bazı ehli hadisin Hızır Aleyhisselâm'ın vefat ettiğini söylemeleri
ise şazz kabilindendir." diye fetva vermektedirler. Alimlerin ekseriyeti
ve sâlihler Hızır Aleyhisselâm'ın hâlâ hayatta olduğu görüşündedirler.
Hızır Öldü Diyenler
Âlimlerin içerisinde Hızır
Aleyhisselâm'ın vefat ettiğini savunanlar da vardır. Hızır Aleyhisselâm'ın
vefat ettiğini savunan bazı alimler;
"Biz senden önce de hiçbir
insana ebedilik vermedik. Şimdi sen vefat edersen, onlar ebedî mi
kalacaklar?"
"Herkes ölümü tadacaktır.
Sizi bir imtihan olarak kötülükle ve iyilikle deneyeceğiz. Hepiniz de sonunda
bize döndürüleceksiniz. Mealindeki ayeti kerimelerini ve şu hadis-i şerifi
delil getirirler: Resûlullâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatının sonlarına
doğru bir kere bize yatsıyı kıldırdı. Selam verince ayağa kalktı ve: "Bu
geceyi görüyorsunuz ya, işte bu geceden i'tibâren yüz sene başında (bu gün)
yeryüzünde olanlardan hiçbir kimse kalmıyacaktır" buyurdu. Hadisi
Şeriflerini delil getirerek; Hızır Aleyhisselâm'ın hicretin birinci asrının
sonlarına doğru mutlaka vefat etmiştir, buyurmaktadırlar.
Hızır Aleyhisselâm Yaşıyor
Hızır Aleyhisselâm'ın yaşadığını
söyleyen ilim ehli öldüğünü savunan âlimlere şöyle cevap vermektedirler:
Âyet-i Kerime bir hakikati dile
getirmektedir. Bütün canlıların öleceği bir realitedir. Onu kimse inkar edemez.
Zaten hiç kimse tarafından Hızır Aleyhisselâm'ın ebediyen yaşayacağı dile
getirilmemektedir. O'da elbette bir gün ölecektir.
Cumhûr'a göre Isa ve Hızır
aleyhimü's-salatu ve's-selam ile Melâike-i kiram ve iblise bu hadisi
şerifin şümulü yoktur.”
Ve hem de Peygamber efendimiz bu
hadisi Şeriflerini buyurdukları zaman Hızır Aleyhisselâm arz (dünya'n)ın
dışında başka bir alemde olması mümkündür. Bazı muhaddislerin Hızır
Aleyhisselâm'ın vefat ettiği görüşünde olmaları şâzz kabilindendir. Cumhur ve
muhakkıkıyn Hızır Aleyhisselâm'ın yaşamakta olduğuna inanmaktadırlar.
Hızır Aleyhisselâm'ın Vefatına
İkinci Delil
"Bîatü'r-Rıdvân" da
Peygamber efendimiz yer yüzünün en kutlu ve mutlu insanları ve hatta meleklerin
bile kendilerine imrendiği ashabına şöyle seslenmişti:
-"Bu gün siz yeryüzünün en
hayırlı insanlarısınız” işte bu hadis-i şerif, Hızır Aleyhisselâm'ın vefat
ettiğine delildir... (Çünkü Hızır Aleyhisselâm bir peygamberdir. Ashab-ı kiram
bir peygamberden üstün olamaz) şöyle cevap verilmiştir:
Hızır Aleyhisselâm'ın
peygamberliği, Hazret-i İsâ peygamberliği gibi münkaziydir. Peygamber
Efendimizin döneminde ona tabi olurlar. Peygamber efendimiz "Kardeşim Musa
şu anda hayatta olmuş olsaydı elbette bana tabi olurdu" buyurmaları
gibi... Yine âhir zamanda Hazret-i Isa indiği zaman Peygamber Efendimizin
ümmetinden olacaktır. Hızır Aleyhisselâm, "Bîatü'r- Rıdvan" anında
ashabın arasında da bulunabilir! Neden olmasın? Belki o Efendimiz (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)inyanında idi ama; hiç kimse onu tanımamıştır.
Veya o anda Hızır Aleyhisselâm
yer yüzünde değilde başka bir âlemde olabilir. Zira kâinat sadece bizim
dünyamız değildir. Dünyamız kâinatın yanında mercekle aranacak kadar küçüktür.
Risâle-i Nur'da Hızır
Aleyhisselâm'ın Hayatı
Kelâm ve Akâid konularında yüzü
aşkın Risale yazan büyük mütefekkir SaidNursî hazretleri, Hızır Aleyhisselâm
ile Hazret-i Ilyâs' ın hayatları hakkında şöyle buyurmaktadır:
SUAL: Hazret-i Hızır Aleyhisselâm
hayatta mıdır? Hayatta ise niçin bazı mühim ulema hayatını kabul etmiyorlar?
Elcevap : Hayattadır, fakat
merâtib-i hayat beş'tir. O, ikinci mertebededir. Bu sebepten bâzı ulema
hayatından şüphe etmişler.
Birinci Tabaka-i Hayat: Bizim
hayatımızdır ki, çok kayıdlarla mukayyeddir.
ikinci Tabaka-i hayat: Hazret-i
Hızır ve Ilyâs Aleyhimesselâmın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yâni
bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyyet
levâzımatiyle daîmî değillerdir. Bâzan istekdikleri vakit bizim gibi yerler,
içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde ehl-i şuhûd
ve keşif olan evliyanın Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı
tenvir ve isbat eder. Hattâ makamat-ı velayette bir makam vardır ki,
"Makam-ı Hızır" tâbir edilir. O makama gelen bir veli, Hızırdan ders
alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bâzan o makam sahibi yanlış olarak ayn-ı Hızır
telâkki olunur.
Uzun Ömre Sahip Olmasının Sebebi
Hızır Aleyhisselâmın bu dünyada
kalmasına Fatiha Suresi sebep oldu. Hızır Aleyhisselâm bir fethi kübra ile
Fatiha-i Şerife’nin Arş-ı Alaa"da nurdan bir daire şeklinde kitabesini
gördü. Fatiha-i Şerifeye
hayran kaldı. Fatiha-i Şerifeye aşık oldu.
Fatiha-i Şerifenin envar ve
esrarını kendisine ihsan edilmesi için Cenab-ı Allâha iltica edip yalvardı.
Cenab-ı Allah Fatiha-i Şerifenin Hazret-i Muhammed Mustafa (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'e ve onun hayırlı ümmetine indirileceğini vahyetti. Hızır
Aleyhisselâm Ümmeti Merhumeden olmayı diledi. Cenab-ı Allâh da duasını kabul
ederek onu Ümmeti Muhammed'e dahil eyledi. O, şimdi aramızda yaşıyor ve daha
çokta yaşayacaktır.
O'nu Yaşatan Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)e olan Aşkıdır
Hızır Aleyhisselâm'ı yaşatan, ona
yaşama sevinci veren onu hayata bağlayan ve onu dünyanın çilesine katlanmaya
razî eden duygu Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)in aşkı ve ümmetinin
faziletidir. Kâinatın Efendisi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in erişilmez
büyüklüğü ve engin cazibesinden dolayı bir çok peygamber O'na ümmet olmak için
can atmıştır. Çünkü O peygamberlerin yücesi olduğu gibi onun ümmeti de
ümmetlerin en hayırlısıdır... Hızır Aleyhisselâm'ın Efendimiz (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)e olan sevgisinden dolayı bu güne kadar yaşadığını Muhammed
Bîcân Hazretleri "Muhammediyye" isimli kitabında şöyle dile
getirmektedir:
Içüpdir Havzının bir katresinden
Anin içün zindedir Hızır 'la İsâ
"Hazret-i Muhammed Mustafa (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)in aşk havzundan bir damla içtiği için Hızır ile İsâ
hayâttadır.”
Ab-ı Hayat
Âb-ı Hayat; Hayat suyu, dirlik
suyu, demektir.
Yeryüzünde "âb-ı hayat"
vardır. O sudan içen kimse kıyamete kadar hayatta kalır. Hızır Aleyhisselâm
ondan içtiği için hayattadır. Zülkarneyn Aleyhisselâm, hayat suyunu aradı.
Takdiri İlâhi'nin gereği bulamadı. Onun komutanı ve veziri olan Hızır
Aleyhisselâm buldu, içti, o sudan yıkandı, abdest alarak iki rek'at namaz
kıldı... Ilyâs Aleyhisselâm'ın da bu sudan içtiği rivayet edilmektedir.
Süleyman Aleyhisselâm ve Ab-ı
Hayat
Cenab-ı Allah, Süleyman Aleyhisselâm'a
"Ab-ı Hayat"ı içip, tâ kıyamete kadar yaşamak ile içmemek arasında
serbest bıraktı.
Süleyman Aleyhisselâm, kendisine
bu güzel haberi getiren melekten biraz müsâde istedi. Süleyman Aleyhisselâm bu
meseleyi danışmak için bütün canlıları topladı. Onlara danıştı. Canlılar:
-"Âb-ı Hayattan içmeniz
sizin için hayırlı olur." Sordu:
-"Neden?"
-"Hayat suyundan içerek, tâ
kıyamete kadar yaşar ve sürekli Cenab-ı Allah'a ibâdet edersiniz. Bu ele geçmez
bir nimettir," dediler.
Süleyman Aleyhisselâm
Hüdhüd kuşunun toplantıda bulunmadığını farketti. Emir verdi:
-"Hüdhüd kuşlarından bir
heyet gelsin."
Birazdan Hüdhüd kuşları geldiler.
Süleyman Aleyhisselâm onların fikirlerini sordu. Hüdhüd kuşu:
-"Âb-ı Hayatı içmeyip,
zamanı geldiği zaman ölmeniz sizin için daha hayırlıdır." Süleyman
Aleyhisselâm sordu:
-"Neden?"
-"Eğer hayat suyunu içip, tâ
kıyamete kadar yaşayacak olursanız, bütün sevdiklerinizin, çocuklarınızın,
torunlarınızın hep öldüklerini görecek, üzülecek ve hatta onların ölüm acısını
içinizde hissedeceksiniz. Evlât acısı yürekleri yakar. Ayrılık acısı çok
zordur. Allah'ın sizin için âhirette hazırladığı nimete kısa bir zamanda
kavuşmak daha iyidir," dediler. Süleyman Aleyhisselâm, bu fikri beğendi.
Âb-ı Hayattan içmekten vazgeçti.
Hızır Aleyhisselâmın yaşı
Hızır Aleyhisselâm hep yaşlanıp
gidiyor mu? Hayır.... Böyle bir şey olsa şu anda Hızır Aleyhisselâm'ın çok
yaşlanmış ve yaşlılığından dolayı hareket edemeyecek halde olması gerekir.
Hızır Aleyhisselâm her yüz senede 18 yaşına iner. Ve on sekiz yaşındaki delikanlı
gibi dinç ve kuvvetli olur. Başka bir rivayete göre her yüz yirmi yaşından
sonra gençleşir.
Hızır Aleyhisselâm'ınyemesi ve
içmesi
Hızır Aleyhisselâm'ın hayatı
diğer insanlardan farklı olduğu gibi yemeği de ayrıdır... Hızır Aleyhisselâm
ile Hazret-i Ilyâs'ın yemekleri mantar ile kereviz'dir. içeceği de Zemzem
suyudur.
Hızır Aleyhisselâm'ın Evlenmesi
Hızır Aleyhisselâm bir insandır.
Bir beşer olarak evlenmiştir. Zâten evlilik peygamberlerin sünnetidir.
Peygamberlerin içinde sadece Hazret-i İsa ve Yahya Aleyhisselâm kısa
ömürlerinde evlenmeye zamanlarının olmadığı rivâyet edilmektedir. İlk
evliliğini babasının sarayında yapmıştır. Ama o zaman eşine elini sürememişti.
Daha sonra yeni evlilikler yaptı. İlk oğlunun adı Abbas olduğu için künyesi
"Ebü'l-Abbas": Abbas'ın babası'dır. Künyesinin Ebü'l-Abbas olmasından
çocuk doğuran ilk eşinin Arab olduğu anlaşılmaktadır. İhtimâl ki, Hazret-i
İbrahim'i ziyaret etmek ve Ka'beyi tavaf etmek için Mekke'ye geldiği sırada
evlenmiştir...
Hızır Aleyhisselâm, her yüz veya
yüzyirmi senede bir gençleştiğine göre; her yüz sene veya yüzyirmi senede bir
evleniyor demektir.
Evlenip nikâhının kıyılması için
kadıya gittiği zaman, kendisine kim ve nereli olduğunu soranlara: "Ben
mağribli bir kişiyim", diye cevap verir.
Eşi ve çocukları onun gerçek
kimliğini bilmezler. Hicrî yediyüzler'den itibaren evliliği bırakmıştır. O
tarih'den itibaren evlenmiyor. En son oğlu da yine o Hicrî yediyüzlerde vefat
etti. Şu anda yeryüzünde kimsesi kalmamıştır.
Hızır Aleyhisselâm Her Dili Bilir
Hızır Aleyhisselâm her dili
bilir. Yeryüzünde bulunan Müslümanların konuştukları bütün dilleri Hızır
Aleyhisselâm bilir. Hızır Aleyhisselâm ile görüşen ve ondan bilgi alan evliya
ve âlimlerin dilleri farklı olduğu hâlde her evliya ve âlim kendi diliyle Hızır
Aleyhisselâm ile görüşüp; sohbet ettiğine göre Hızır Aleyhisselâm yeryüzünde
konuşulan bütün dilleri biliyor demektir.
Hangi Şeriat ile Amel etmektedir?
Beşerî ilişkilerinde, muamelât,
alış, veriş ve ibâdetlerinde Hızır Aleyhisselâm hangi şeriat'e göre amel
etmektedir? Hızır Aleyhisselâm, Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e
ümmet olabilmek için Cenab-ı Allâh'dan uzun ömür istedi. O büyük nimete
kavuştu. Onun bütün işleri Hazret-i Muhammed Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'in Cenab-ı Allah tarafından getirmiş olduğu dinine göredir. Hızır Aleyhisselâm
ile Hazret-i Ilyâs, Kur'ân-ı Kerim ve Resûlüllah'ın sünnetiyle amel ettikleri
İsâ Aleyhisselâm yeryüzüne geldiğinde yine bu yüce dinin hükümlerine göre amel
edecektir.
Hızır Aleyhisselâm, Hazret-i
Ilyâs ve Isa Aleyhisselâm, Hazret-i MuhammedMustafa (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'in Ümmetidirler.
Hızır Aleyhisselâm'ın Alâmeti
Farikası
Gördüğümüz kişinin Hızır
Aleyhisselâm olup olmadığını nasıl bilebiliriz? Hızır Aleyhisselâm'ın orta
parmağı ile şehâdet parmağı bitişiktir. Kamus tercemesinde, Hazret-i Hızır'ın
şehadet parmağı ile orta parmağının bitişik olması; Hazret-i Hızır'ın alâmet-i
farikası olarak zikredilmiştir.
Hızır Aleyhisselâm'ın şehâdet
parmağı ile baş parmağı birbirine bitişiktir. Onu ancak bu şekilde tanırız.
Hızır Aleyhisselâm'ın
Ruhayetinden Istimdât
Hızır Aleyhisselâm ’ın ruhundan
istimdat etmek ve onu yardımına çağırmak için bu dua okunmalıdır. Gerçekten
sıkışmış ve kendisine bütün kapılar kapanmış olan bir kişi dua’nın şart ve
edeblerine riâyet ederek, Hızır Aleyhisselâm ’ı yardımına çağırdığı zaman o gelir
ona yetişir.
Edrik Ebel Abbas Ennî münhasır Seyyidî Belyâ Ebni
Melkani Hızır.
Ey efendim! Ebel-Abbas, Melkan oğlu Belyâ Hızır Aleyhisselâm,
Allah'ın izniyle yetiş sıkıntıdayım.
Maddî ve Manevî Hastalıklar İçin
Okunacak Dua
Her hangi maddî ve manevî bir
zarara mübtelâ olan kişi, dertlerinden afiyet bulmak için şu mübarek âyet-i
vird hâline getirmelidir.
Rabbî ennî messeniyi'd-durru ve
ente erhamür-râhmiyn. "Rabbim! Benim başıma dert geldi, Sen,
merhametlilerin en merhametlisisin." Bu şekilde dua edenlere Allah şifa
ihsan eder.
Sıkıntıdan kurtulmak için
Her hangi maddî ve manevî bir
sıkıntıya uğrayan ve üzüntü çeken kişi, Yunus Aleyhisselâm 'm şu duasını
okumalıdır:
Lâ Ilâhe illâ ente sübhâneke inni
küntü minez-zâlimiyn. "Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni noksan
sıfatlardan tenzih ederim. Ben, gerçekten haksızlık edenlerden oldum."
Cenab-ı Allah, bu âyet-i kerimenin devamında;
"Biz de duasını kabul ile
kendisini kederden kurtardık. Böylece mü'minleri de kurtarırız." buyurmaktadır.
Korkudan emin olmak için
Düşmanların kötülüklerinden,
maddî ve manevî her türlü ' korkulardan emin olmak için şu mübarek âyet-i
kerime sürekli okunmalıdır. Hazret-i İbrahim ateşe atılırken bu şekilde dua
etti:
Hasbün Allâhü ve ni'mel-vekîl.
" Allah bize yeter; hem O ne güzel vekîldir." Cenab-ı Allah, bu duayı
okuyan kişilerin korkularından emin olacaklarını beyan etmektedir.
Hile ve Desiselerden Emin Olmak
İçin
Hile, desise ve düşmanların kötü
planlarından korkan bir kişi şu mübarek âyet-i vird hâline getirip sürekli
okumalıdır.
Ve ufevvizu emri ilAllâhi
innellâhe basîrun-bil ıbâd
“Ben işimi Allâh ’a ısmarlıyorum.
Muhakkak ki Allâh, kullarının bütün yaptıklarını görendir. ” işlerini bu
şekilde Allâh ’a ısmarlayan mü’minleri Cenab-ı Allâh, koruyacaktır.
Nimetin Zevale Ermemesi İçin
Sahip olmuş olduğu maddî ve
manevî nimetlerin elden çıkmaması için şu dua sürekli okunmalıdır:
Mâa şâaaellahü Lâa kuvvete illâa
billâh. "MaşaAllah, kuvvet ancak Allah'a mahsustur."
Bu duayı okuyan kişilerin mâl, mülk, servet, makam ve mevki, maddî ve manevî
bütün değerleri Cenab-ı Allah'ın koruması altında olur.
On Kelimelik Güzel Bir Dua
Hızır Aleyhisselâm'ın bazı gönül
erlerine öğretmiş olduğu on kelimelik güzel dua'ya dilimizi alıştırmalıyız.
Allah'a dönmek, onun emir ve yasaklarını iyi anlamak, ibâdette daimî olmak,
Allah'a teslim olup; bütün işlerini Yüce Allah'a ısmarlamak isteyenler sürekli
bu duayı okumalıdır:
Allâhümme innî eselüke'l-ikbâle
aleyke ve'l-ısğâe ileyke ve'l- fehme anke ve'l-basîrete fî emrike ve'n-nefaze
fî tâatike ve'l- müvâzabete alâ irâdetike ve'l-mübâderate ilâ hidmetike ve
hüsne'1- edebe fîmuâıneletike ve't-teslîme ve't-tefvîza ileyke.
Allâhım senden sana dönmeyi,
Seni(n emir ve yasaklarına kulak verip;) dinlemeyi, Seni(n emir ve yasaklarını)
anlamayı, emirlerinde basiretli olmayı, taatini yerine getirmeyi, irâden üzere
yaşamayı, hizmetine devam etmeyi, Sana olan muamelelerimde güzel bir edep üzere
olmayı, (maddî ve manevî işlerimde sana) teslim olmayı ve (bütün işlerimi) sana
havâle etmeyi, dilerim.
Hızır Aleyhisselâm'ı Görmek İçin
Kırk gün beş vakit namazlardan
sonra kırk'ar kere:
"Hüve'l-Evvelü ve'l-Ahiru ve'z-Zâhiru ve'l-Bâtınu ve Hüve bikülli şey'in Alîm," (Hadîd:57/3) birahmetike Ya Erhamerrâhîmin âyet-i kerimesini okumaya devam eden kişi Inşaallah Hızır Aleyhisselâm ile görüşür.
Hızır Aleyhisselâm'ın Vefatı
Hızır Aleyhisselâm elbette vefat
edecektir.
Hızır Aleyhisselâm, ebedî bir
hayata sahip değildir. O da bir gün vefat edecektir. Cenab-ı Allah hiç kimseye
ebediyen yaşamayı nasip etmemiştir. Çünkü Cenab-ı Hakk, Kitabı Kadîminde;
"Her can (mutlaka) ölümü
tadıcıdır" Buyurmaktadır.
(Ankebut: 57)
Kanuni İlahi'de budur. Her canlı
elbet bir gün ölecektir. Bakî olan sadece O.... Ondan başka her şey fani.
Cenab-ı Allah Şeytan aleyh il la'neye kıyamet sabahına kadar yaşamasına müsaade
ettiği gibi bazı kullarına da uzun ömürler vermiştir... Peygamberlerden dört
tanesine Cenab-ı Allah uzun ömür vermiştir. Bu yüce Peygamberlerden Idris
Aleyhisselâm ile Hazret-i Isa gökte; Hızır Aleyhisselâm ile Hazret-i Ilyâs
dünya da yaşamaktadırlar.
Ne zaman Vefat edecek?
Hızır Aleyhisselâm da Ashab-ı
Kehf gibi Hazret-i İsa'nın nüzulü ve Hazret-i Mehdi'nin zuhuru zamanında zuhur
edecek...
Deccal'a karşı savaşacaktır. Bu
savaşta Deccal ve avaneleri tarafından şehid edilecektir. Ve Mehdi Aleyhi'r-
Ridvân'ın askerlerinin en faziletli şehidlerinden olarak vefat edecektir. Başka
bir rivayette ise; Kur'ân-ı Kerim dünyadan kalktıktan sonra Hızır Aleyhisselâm
vefat edecektir. Bütün bu rivayetler, Hızır Aleyhisselâm'ın ebedî bir hayata
sahip olmadığını ve her canlı gibi onun da bir gün ölüm şerbetini, içeceğini
göstermektedir. Allah, bizleri Hızır Aleyhisselâm'ın şefaat ve himmetinden
mahrum etmesin”.
(Kaynak: Ömer Faruk HİLMİ, Hızır
Aleyhisselam,2000)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar