Print Friendly and PDF

Hızır Aleyhisselam

 



Hızır Aleyhisselam’ın hangi tarihte nerede doğduğu; hangi peygamberlerle görüştüğü halen hayatta olup olmadığı...

Kaynak eserler iyi incelendiğinde Hızır Aleyhisselâm'ın Urfa topraklarında yaşadığı hakikati ortaya çıkar... Birçok kaynaklar da: Hızır Aleyhisselâm; "Hazret-i İbrahim Halilullah'a iman ve onunla birlikte hicret eden bir mü'minin zürriyetindendir."

Hızır Aleyhisselâm; Hazret-i İbrahim'in dedesinin amcası oğludur."

Hızır Aleyhisselâm; "Hazret-i İbrahim'in zamanında yaşayıp ve Ona ilk iman edenlerdendir." ibareleri bulunur. Ceddü'l-Enbiyâ, (peygamberlerin atası), ihlâs, tevhid ve tevekkül peygamberi İbrahim Aleyhisselâm'ın Urfa'da yaşayıp, ateşe atıldığı tevatür derecesinde kuvvetli olduğuna göre, Hızır Aleyhisselâm'ın da Urfa topraklarında doğup yaşadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Peygamberler Şehri Urfa topraklarında yaşayan, peygamberler halkasına, Hızır Aleyhisselâmda eklenmelidir.

Âdem Aleyhisselâm,

İbrahim Aleyhisselâm,

Lût Aleyhisselâm,

Eyyûb Aleyhisselâm,

Elyesa' Aleyhisselâm,

Şuayb Aleyhisselâm

Musa Aleyhisselâm,

Cercis Aleyhisselâm ve mübarek isimlerini sayamadığım, diğer peygamberler ile beraber Hızır Aleyhisselâm'ı da Urfa topraklarında doğup yaşayan peygamberlerin o kutlu halkasına ilâve etmeliyiz.

Türkiye ’de ve dünya ’da Ibrâhim Aleyhisselâm ’ın doğup, büyüdüğü ve ateşe atıldığı yeri kime sorarsanız, size Peygamberler şehri Urfa ’yı gösterecektir.

Hüzün Yağmurları

Memleketi keder bulutları kaplamıştı.

Gökyüzü ağlıyordu.

Bulutlar ağlıyordu.

Gökten elem yağıyordu.

Hüzün yağıyordu.

Ve hem de şarıl şarıl...

Nemrud'un bir emri ile körpe dimağlar boğazlanıyordu.

Çocuklar birer kurbanlık hayvanlar gibi kesiliyordu. Kesik başlar Nemrud'a gönderiliyordu. Nemrud kesik başları gördükçe rahat nefes alıyordu. Avaz avaz bağırıyordu:

-"Gezin, dolaşın, yeni doğan bütün çocukları öldürüp; kellelerini bana getirin. Benden daha büyük bir adam istemiyorum...."

Evlerde, feryat vardı, figan vardı.

Kadınlar çıldırmak üzereydi. Çünkü onlara: "Ağlamayın, bu çocuk Nemrud'un düşmanıdır. Nemrud'un düşmanı öldürüldüğü için sizin sevinmeniz gerekir," deniyordu.

Evlerinin en ücra köşesinde oturup sessizce ağlıyorlardı.

Sessizce ağlamak...

Ağlanılacak bir hâl...

Sadece bir kadın seviniyordu; Elhâ... Melkâ’nın eşi Elhâ o günlerde hamile olduğunu anlamıştı.

Sevinçten deliye dönmüştü.

Yirmi yıllık evliydi, daha yeni bir çocuğu olacaktı...

Ya bir de erkek olsa diye düşündü.

işte o kötü!

-"Hayır! Hayır, çocuğum erkek olmamalıdır," diye düşündü. Güldü.

Neden sonra kendini çimdikledi.

-"Elhâ! Kendine gel. Deli mi oldun? Daha önce erkek çocuğunun olması için, kâhinlere ve puthâne'ye ne kadar kurban bağışladın! Şimdi de hamile olduğuna sevinmiyor musun?"

Düşündü...

Kâhinin önünde nasıl diz çöktüğünü ve ona nasıl yalvardığını düşündü. Sanki çocuğunun olması kâhinin elindeymiş? Daha sonra ablasından kâhinin de çocuksuz olduğunu öğrenmişti. O zaman ne kadar mahcup olmuştu. Kendi kendine "Kelin dermanı olsa önce kendi başına sürer," demişti.

Bu gün bütün kâhin ve putlardan ümidini kestiği bir dönemde hamile kalmıştı. "Bu işte bir tuhaflık var," demişti. Sanki bir kuvvet, onun hamileliğini tâ bu güne kadar geciktirmişti. Onu ve kocasını imtihan etmek için zor günlerde onlara çocuk veriyordu. Sevinmesi gerektiği bir vakitti.

Yüksek sesle mırıldandı:

-"Hayır! Hayır! Sevinemiyorum!"

Kendi kendine sordu:

-"Niye?"

-"Ya kocam çocuğumu da boğazlarsa?" -

"Ondan her şey beklenir."

Elhâ hanım, kendi yüzüne bir tokat indirdi ve bağırdı:

- "Elhâ! Elhâ! Kendine gel.

Deliler gibi kendi kendinle konuşma.

Şimdi delirmek zamanı değil. Aklı kullanma ve mantıklı davranma vaktidir. Çocuğunu sağ ve selim olarak nasıl doğurabileceğini düşün!

Planlar kur!

Çocuğunu kurtar

Ama nasıl?

Korkma Senin Çocuğunu Boğazlamam

Elhâ günlerce deli gibi gezdi.

Sanki sarhoştu.

Tatlı bir sarhoşluk.

Elhâ, günlerce büyük bir düşünce ile gezdi.

Hamile olduğunu, en güvendiği arkadaş ve hizmetçilerine bile açamıyordu.

Herkesten korkuyordu. "Ya bunlar Nemrud'un casusları ise?" diye düşünüyordu.

Herkese kuşku ile bakıyordu.

Sarayda bile emniyette değildi.

Hizmetçiler, dostlar ve en güvendiği insanlar bile onun gözünde Nemrud'un birer casusuydu.

Kocası Melkan'a bile durumu anlatamadı. Anlatmaktan korkuyordu. Eskiden olsaydı, onun hamileliği büyük sevinçlerin kaynağı olurdu. Belki de memlekette günlerce bayram yapılırdı.

Eşinin çok üzüntülü olduğunu gören Melkan bir akşam sordu:

-"Neden bu kadar üzüntülüsün?"

-"Sana öyle geliyordur!"

-"Hayır, bana öyle gelmiyor; gerçekten seni dalgın görüyorum.

Bir derdin varsa söyle, derdine çâre bulayım."

Elhâ hanım! Aklına koyduğu planları tatbikata koydu:

-"Derdimin çâresini bulur musun?"

-"Yemin et."

-"Yemin........... "

-"Şimdi derdimin çâresini bulacak mısın?"

-"Tabiî ki..."

-"Neye mal olursa olsun, derdinin çâresini bulacağım; fakat beni çok meraklandırdın. Lütfen derdini söyle!"

-"Derdim şu: Eğer ben bir erkek çocuk doğurursam onu öldürmenden korkuyorum!"

Melkan katıla katıla kahkaha ile güldü ve sordu:

-"Ne? Ne?"

Elhân hanım, sakin sakin konuştu:

-"Bir erkek çocuk doğurduğum zaman onu öldürmenden korkuyorum. Bu korkumdan dolayı geceleri gözlerime uyku girmiyor, korkudan yatamıyorum."

Melkan yine güldü:

-"Kadınların akıllarının biraz kıt olduğu söyleniyordu; ama kabul etmiyordum. Gerçekten öyleymişsiniz!"

Elhâ üzüntülü bir şekilde sordu:

-"Niye hakkımda kötü düşünüyorsun?"

-"Yirmi senedir evliyiz. Bu güne kadar çocuğun olmadı da bu sene mi olacak?"

-"Niye olmasın?"

-"Sen hiç korkma, üzülme, söz veriyorum, eğer bir erkek çocuk doğurursan onu öldürmem. Zaten bende saltanatıma vâris olacak bir evlâd bekliyorum. Senin çocuğunu boğazlamak değil; seni altınlara boğmam lazım."

-"Söz mü?

-"Söz."

Elhâ hanım derin bir nefes aldı. Rahatladı. Sevgi ile kocasının boynuna sarıldı ve büyük bir çığlık ile:

-"Ben hamileyim!" dedi. Melkan şaşkına döndü. Kekeleyerek sordu:

-"Neee?"

-"Ben hamileyim!"

Melkan eşinin ağzını elleriyle kapattı.

-"Sus hanım! Sus! Duyan, işiten olur."

-"Duyacak olan kim?"

-"Ajanlarım duyar."

-"Duysunlar!"

-"Hayır asla! Kimse senin hamile olduğunu duymamalı, işitmemelidir. Doğum zamanına kadar hamileliğini en sâdık hizmetçi ve arkadaşlarından bile gizle. Bu sır ikimizin arasında kalmalıdır. Senin hamile olduğun duyulursa bütün halkın ve hatta Nemrud’un gözü bizim üzerimizde olur. Eğer kız doğurursan bir sorun yok. Fakat çocuğun erkek olursa o zaman onu kendi ellerimle boğazlamak mecburiyetinde kalırım."

-"Niçin?"

-"Milletin çocuklarını öldürüp kendi çocuğumu sağ bırakmam; halkı isyana götürür. Aleyhimde kamuoyu oluşur. Toplum bir fert gibi düşünmeye başlar. Bütün halk bir kişi gibi düşündüğü zaman, Nemrud bile onlara karşı koyamaz. Benim en büyük korkum kamuoyunun haklı baskısıdır. Kamuoyu Nemrud’lardan daha güçlüdür. Ben kamuoyundan korktuğum kadar Nemrud'dan bile korkmam..." Elhâ söz aldı:

-"Milletin hükümdarlardan daha kuvvetli olduklarını bilmiyordum."

-"Millet kendi işinde ve gücünde olduğu zaman çok zayıftır. Ama bir mefkûre etrafında birleştiği zaman, onları hiç bir kuvvet yenemez. Halatı oluşturan iplikler tek başına güçsüzdür, zayıftır; ama onlar, halat olmak için bir araya geldiği zaman, kuvvet bulur, güç kazanır. Kolay kolay birbirinden kopmaz. Halkın yavruları boğazlanırken, senin erkek bir çocuk doğurman saltanatımıza mal olabilir. Senin hamileliğin büyük bir sır olarak kalmalıdır."

-"Ya doğum işim?"

-"Zamanı gelince düşünürüz"

Elhâ hanım rahatladı.

O günden itibaren kocası onu kimse ile görüştürmemeye dikkat etti. Hiçbir toplantı ve merasime çıkarmadı. Soranlara hastadır, dedi.

Elhâ hanım hamileliğini gizlemek için beline çaput bağladı. Her nedense diğer hamile kadınlar gibi hamileliği pek belli olmuyordu. Hamileliğin zamanı yaklaşıp sancıları arttığı zaman kocasına koştu....

Doğumu

Elhâ koşa koşa Melkân ’ın huzuruna çıktı. Doğum sancılarının başladığını haber verdi. Melkân'ı büyük bir üzüntü aldı. Çıkmaza girdi. Sıkıntıdan terledi. Biraz düşündü:

-"Doğumun yaklaştığı zaman, kimseye sezdirmeden şehrin dışına çık."

-"Orada ne edeyim?"

Melkan acı acı tebessüm etti:

-"Ne edersen et! Ne edeceğini bana mı soruyorsun? Git ormanlıkta kuytu bir yer veya ıssız bir mağara bul çocuğunu orada doğur. Kız ise, al eve getir. Bayram ilan ederiz. Erkek olursa orada bırak. Durumun akışına göre hareket ederiz."

Elhâ'nın sancıları arttı.

-"Ben gidiyorum!"

-"Giderken tebdili kıyafet et. Kimse seni tanımasın. Tabiî davran. Heyecanlanma kimse senden şüphelenmesin."

Elhâ hanım dilenci kıyafetine büründü. Kapıya doğru yürüdü. Sarayın kapılarını bekleyen askerler kendisine baktılar. Elhâ heyecanlandı. Kendisine inandığı o Yüce Allah, aklına geldi ve büyük bir tevekkül ile:

-"Ey beni ve karnımdaki çocuğumu yaratan Yüce Rabbim! Sana sığındım. Beni ve çocuğumu koru. Bizleri düşmanlarımızın gözlerinden sakla," deyip saraydan çıktı. Kimse onu fark etmedi. Şehrin sokaklarını hızlı adımlarla yürüdü. Yürümekten yoruldu. Bir evin kapısının önünde durdu. Dilencinin, kapılarının önünde durduğunu gören yaşlı bir kadın, ona:

-"Dur! Kızım sana biraz yiyecek vereyim, " deyip içeriye girdi. Bir dağarcık dolusu yiyecek getirip eline verdi. Elhâ utancından terledi. Dilenci olmadığını da söyleyemedi kekemeli bir sesle yaşlı kadına "sağ ol", deyip yoluna devam etti.

Şehrin çıkış kapısına geldi. Kapı kilitliydi. Kapıda bekleyen askerlere "kapıyı açınca dışarıya çıkacağım," demeye

korktu. Kapıya doğru yürüdü. Nereye gidiyorum ki, kapı kilitli diye düşündü. Kapının gıcırtı sesiyle kendine geldi. Kapı açılmaktaydı.

Açılan kapıdan kendini şehrin dışına attı.

Ormanlığa doğru yürümeye başladı.

Şehirden çok uzaklaştı.

Çocuğunu doğurmak için bir yer aradı. Gördüğü mağara ve kuytu yerleri beğenmedi. Yürümekten yoruldu. Oturdu. Etrafına bakındı. In cin yoktu. Her taraf yabanî hayvanların sesleri ile uğulduyordu.

Korktu.

"Acabageri şehre mi gitsem" diye düşündü.

Önünden bir kurt sürüsü geçti. Korkusu daha da arttı. Şehre geri gelmeye niyetlendi. Ardına baktı. Şehir görünmüyordu.

Düşünceye daldı.

Şehirde küçücük çocukların başlarına gelen felâketleri düşündü. Onları acımasızca boğazlayan cellâtları gözleri önüne getirdi. Bir tuhaf oldu. Rengi değişti. Kendini kaybetti.

-"Hayır! Hayır!" diye bağırdı.

Karşı dağlardan sesi yankılandı. Karşısında ki, ağaca yumruk vurdu. Ağladı.

"Şehir de zulüm var. Çocuğumu şehirde doğuramam. Burada doğurur ve Allah'a teslim ederim. O korur", diye mırıldandı.

Doğum sancıları tuttu. Çaresizce bir daha etrafına baktı. Gözü bir mağaraya ilişti. Mağaraya girdi. Mağaranın girişi dar; ama içi çok genişti.

Elhâ hanım, mağarada çocuğunu doğurdu. Hızır Aleyhisselâm'ın annesi onu mağarada doğurdu.

Tevekkül

Tevekkül yaşama sevincidir. Elhâ, büyük bir tevekkül ile çocuğunu emzirdi. Mağaranın en kuytu yerinde o'na ağaç yapraklarından bir yatak yaptı. Kendisi'de doğumun verdiği yorgunluk ile çocuğunun yanında uzandı. Kurtların ulumaları ile uyandı.

Her taraf kapkaranlıktı. Göz gözü görmüyordu. Çocuğunu kucağına aldı. Öptü. Öptü. Mağaranın ortalarına doğru yürümeye başladı. Mağaranın ağzı göründü. Mağaranın ağzı aydındı. Mağaranın ağzına geldiğinde bir kurt sürüsüne gözleri ilişti. Bir ana kurt yedi- sekiz tane yavrusunu emzirmekteydi. Onlara imrenerek baktı. Uzun süre öylece kaldı.

Neden sonra içine bir korku düştü. Benim gördüğüm bu hayvanlar, benim burada olduğumu bilseler, beni ve yavrumu parçalarlar, diye içinden geçirdi. O anda oğlu ağlamaya başladı! Büyük bir telaş ile oğlunun ağzını kapattı. Ağlama sesi duyan kurt, yavrularını alıp oradan uzaklaştı. Derin bir nefes aldı.

Yerlerine döndü. Korku ve heyecandan gözlerine uyku girmedi... Sabah'ın ilk ışıkları mağarayı aydınlattı. Çocuğunu alıp dışarıya çıktı. Etrafına baktı. Kuşların cıvıltıları, hayvanların hışırtı ve ulumaları, ormanlığa bir güzellik veriyordu. içeriye girdi. Oğlunu yine emzirdi. Öptü. "Ah bende bir hayvan olsaydım da çocuğum ile beraber bu ormanlıkta kalabilseydim," diye düşündü.

Karnı acıkmıştı. Yaşlı kadının kendisine verdiği azık dolu dağarcığı açtı. içinde taze ekmek vardı. Ekmeğin buharı hâlâ üzerindeydi. Bir kap dolusu bal, tereyağı ve lohusalı kadının yiyeceği yemekler vardı. Elhâ şaşırdı. içine bir korku girdi.

-"Acaba o kadın benim çocuk doğuracağımı biliyor muydu?" diye düşündü. Heyecanlandı. Neden sonra:

-"Hayır! Hayır! Olamaz. Ben boşuna korkuyorum. Bütün bunlar inandığım Allah'ın bana bir lütfü ve oğlumun mübarek bir insan olduğunu göstermektedir," diye düşündü. Yemeğini yedi. Çocuğunun ağzına biraz bal sürdü. Çocuğu mağarada bırakıp; ağlayarak şehre doğru yol aldı. Kimse kendisini fark etmedi. Şehrin giriş ve çıkışlarını kontrol eden askerler, onu hiç görmediler sanki... Sessizce evine geldi. Kimseye sezdirmeden odasına girdi. Kocası ile karşılaştı. Odamda ne arıyorsun? derce sine kocasına baktı. Melkan Heyecan ile sordu:

-"Ne oldu?"

-"Bir erkek çocuk doğurdum."

-"Sen bir doğurdun, ama ben bu gece dokuz doğurdum. Bu gece hiç yatamadım. Bir ara gizli yoldan şehrin dışına çıktım. Seni aradım. Bakmadığım mağara kalmadı. Nereye gitmiştin?"

-"Çok uzaklara..."

-"Nasıl oğlum bana benziyor mu?"

-"Onu görmeliydin! Nur topu gibi bir çocuk. Yeni doğmasına rağmen güçlü ve kuvvetliydi. Babasına benziyordu. Sağlamdı. Yalnız şehâdet parmağı ile orta parmağı birbirine bitişikti."

-"Çocuğu ne ettin?"

-"Teslim ettim!"

-"Kime?"

-"inandığım Ilâh'a..."Melkân sinirlendi:

-"Nemrud'dan başka ilâh mı var?"

-"Evet! Var!"

-"Kimdir O?"

-"Nemrud'un istemediği çocuğu dünyaya gönderen... Eğer Nemrud ve putları ilâh olsalardı, kendi istek ve arzularına göre çocuk yaratırlardı. insanlara zulüm etmezlerdi. Yeni doğan bir sabi’den korkmazlardı. ilâh hiç korkar mı?" Melkân, Elhâ'nın bu konuşmaları karşısında sustu. Kabul edip etmediğini söylemedi. Sadece sordu:

-"Çocuğu mağarada mı bıraktın?"

-"Evet!"

-"Hayvanlar ona zarar vermez mi?"

-"Hayır!"

-"Şehrin dışına çıkarken ve şehre girerken seni hiç kimse gördü mü?"

-"Hayır görmedi,"

-"iyi! Bundan hiç kimseye söz etme! Her yer casuslar ile kaynamaktadır. Nemrud ile savaşa girmek istemem. Bekleyelim görelim." Elhâ'da büyük bir tevekkül ile mırıldandı:

-"Bekleyelim; görelim...”

Çoban Ebleyâ ile eşi Elma

Şehrin dışında ormanların içinde Küçük ama şirin bir köy vardı. Köyde Ebleyâ adında orta yaşlarında bir kişi vardı. Köylü tarafından sevilen ve sayılan bir kişiliğe sahipti.

Cesurdu.

Cömerd, iyi niyetli ve merhametliydi.

Herkesin yardımına koşardı. Hiç kimsenin kötülüğünü istemezdi.

Fedakâr'dı,

Sevdikleri için her şeye katlanırdı.

Bütün işi av ve çobanlıktı. Koyun ve keçilerini güderdi.

Köylü çıkmaza girdiği zaman gelip ona danışırlardı. Onun fikir ve kararları isabetliydi. Onun düşüncesine göre hareket edenler hep kazançlı çıkarlardı. Ebleyâ'nın yedi çocuğu vardı. Eşi Elma, sekizinci çocuğu doğurdu. Sekizinci çocukları erkekti. Erkek çocuğu doğduğu zaman Melik Melkan'ın casuslarının korkusundan eşi Elma çocuğunu alıp ormanlıklara doğru kaçtı...

Köyü, MelikMelkan'ın askerleri bastı.

Çoban Ebleyâ'dan oğlunu istediler.

-"Eğer çocuğu getirmezsen seni ve bütün köylüleri öldüreceğiz," diye tehdit ettiler...

Köylüler, Ebleyâ yalvarmaya başladılar:

-"Yedi çocuğun var. Bunların beş tanesi oğlan... Getir oğlunu devlete teslim et. Bizi öldürtme. Daha gençsiziniz başka çocuklarınız olur. Hepimizin hayatı senin elinde... Geçen hafta komşu köyümüzü ateşe verdiler. Köyde yaşayan tam yüzelli kişiyi cayır cayır ateşte yaktılar. Lütfen bizleriyakma!"

Ebleyâ köylülerin ağlama ve sızlanmalarına dayanamadı.

Ağlayarak:

-"Gidin Elma şu anda karanlık mağaradadır. O uyurken çocuğunu alın getirin. Lütfen eşimi incitmeyin."

Köylüler, askerlere adam başına birer koyun kestiler. Köyde hırsızlıkta meşhur olan iki genci Elmâ'dan oğlunu çalmaya gönderdiler. Diğer köylüler de askerlere yemek hazırladılar. Koyunları güzelce kızartıp önlerine koydular. Askerler kızartılmış koyunu yerlerken Ebleyâ'nın daha bir günlük olan oğlunu getirdiler. Ebleyâ küçük oğlunu görünce bayıldı. Melkan'ın cellâtları küçük çocuğu kesip başını alarak gittiler. Köylüler, küçük yavrunun başsız

cesedini gömdüler. Daha annesinin haberi yoktu. Köylünün biri hayretle hırsız gençlere sordu:

-"Çocuğu Elmâ'dan nasıl çalabildiniz?"

Hırsız gençler ağladılar:

-"Bu hayatta yaptığımız en kötü hırsızlıktı. Bundan böyle asla hırsızlık yapmayacağız. Bu işte mahir olduğumuz için bizi gönderdiniz. Küçücük bir yavruyu annesinin kucağından çaldık. Hem de uyuyan bir annenin sevgi dolu kucağından. Çektiğimiz, acıyı unutmuş utanmadan çocuğu nasıl çaldığımızı soruyorsunuz?"

-"Nasılmı çaldık?"

Elma çocuğunu kucağına almış mışıl mışıl uyuyordu. Derin bir uykudaydı. Çok yorulmuştu. Doğum ve yorgunluktan sonra gelen tatlı uyku ile kendisinden geçmişti. Biz de meslekî bütün mâharetimizi kullanarak ve vicdanımız titreyerek çocuğu sizin hayatınız için çaldık."

Köylüler, konuşurlarken, Elma koşa koşa geldi.

-"Çocuğum! Çocuğum!" diye bağırıyordu.

Elmâ'nın çocuğum, çocuğum deyişine köylülerin yürekleri dayanamadı.

içleri yandı.

Bütün köylüler ağlamaya başladılar.

Elma kendi derdini unuttu. Köylülere sordu:

-"Ben bugün doğurduğum çocuğumu kaybettim. Çocuğum için ağlıyorum ya sizler?"

Yaşlı bir köylü kadın, Elmâ'nın boynuna sarıldı. Gözlerinden öptü. Ağlamaklı bir sesle:

-"Kızım Elma! Bilirsin ki, bütün köylü seni çok severiz. Biliriz ki, sen de bizi çok seversin. Gerektiği zaman bizim için canını bile verirsin. Bizim hayatımız senin elindeydi. Eğer sen küçük çocuğunu bizim için kurban etmeseydin ve bizi Melik Melkân ’ın cellâtlarının elinden kurtarmasaydın şimdi hepimiz ölmüş olacaktık. Bizi öldürdükleri gibi seni ve oğlunu da elbet bulur ve öldürürlerdi."

Elma sordu:

-"Çocuğumu öldürdüler mi?"

-"Evet kızım. ''

Elma büyük bir soğukkanlılık ile:

-"Köylüm sağ olsun. Bu çocuğu veren ve sonra onu acıklı bir şekilde benden alan elbette ondan daha hayırlısını bana verecektir."

Bütün köylüler hep bir ağızdan bağırdılar:

-"Inşâallâh...."

Koyunun emzirdiği bebek

Elmâ'nın en büyük işi koyunlarını sağmaktı.

Bir gün koyunlarından birinin sütünün sağıldığını gördü. Olabilir belki kocam içmek için sağmıştır diye düşündü. Neden sonra kocası Ebleyâ'nın pek sütü sevmediğini düşündü. Olabilir belki bugün sağıp içmiş veya orada geçen bir yolcuya içirmiştir, dedi.

Ertesi gün yine o koyunun sütünün sağılmış olduğunu gördü. O koyunu gözetim altına aldı. Tam bir hafta boyunca hep o koyunun sağılmış olarak eve geldiğini gördü. Dayanamadı. Kocasına sordu:

-"Ebleyâ Efendi! Neden her gün aynı koyunu sağıyorsun?"

Ebleyâ hayretle cevap verdi:

-"Ne koyunu? Ne sağması? Bilmiyor musun ki, ben pek sütü sevmem!"

-"Mor koyundan söz ediyorum! Bir haftadır onu sağmıyor musun?"

-"Hayır!"

-"Ama sütü yok"

-"Belki sütten kesilmiştir."

-"Hayır, sütten kesilmiş değil. Çünkü sabahları kontrol ediyorum memeleri süt ile dolu; ama akşamları sütü sağılmış olarak eve dönüyor..."

Ebleyâ hayret etti. Şaşkın şaşkın Elmâ'nın yüzüne baktı. Neden sonra eşinin elini ellerinin içine aldı:

-"Bir koyunun sütü için canını sıkma. Yarın araştırırım."

-"iyi olur."

Sabah güneşi ile koyunlarını ormanlığa doğru yaymaya götüren Ebleyâ Efendi gözlerini mor koyundan ayırmadı. Sürekli onu takip etti. Hatta bazen memelerini kontrol etti. ikindiye doğru koyunun memeleri süt ile doluydu. Ebleyâ koyunlarını çağlayan pınarında suladı. Bir kenara çekilip istirahata başladı. Mor koyunun sürüden ayrıldığını gördü....

Ebleyâ sessizce yerinden kalktı. Mor koyunu takip etti. Koyun meleyerek uzaklara doğru koşmaya başladı. Uzaktan bir aslan göründü. Ebleyâ korktu.

Mor koyunu parçalar diye. Mor koyun aslandan korkmadı. Aslanın yanına gitti. Aslan büyük bir sevgi ile kuyruğunu salladı. Koyunun önüne düştü. Mor koyun aslanı takip ederek yürümeye başladı. Koyun ile aslanın dostluğuna Ebleyâ akıl erdirmedi.

Delirecekmiş gibi oldu.

Onların ardından yürümeye başladı.

Aslan, koyunu "Aslanlı Mağara"ya götürdü. Mağaranın ağzında birçok aslan onları bekliyordu. Koyun, mağaranın içine girdi. Koyun mağaranın içine girince aslanlar oradan uzaklaştılar. "Aslanlı Mağara" o civarın en tehlikeli mağaralarından biri idi. Orası kurtların, ayıların, sırtlanların, aslanların ve bütün yırtıcı hayvanların kol gezdiği bir yerdi. Oraya kimse gelmeye cesaret edemezdi.

Ebleyâ mağaranın içine girmeye korktu. Mağaranın dışında bekleyeme başladı. Mağaraya kulak verdi. içeride bir çocuğun ağlama sesi geliyordu.

irkildi.

Kendisini bir titreme aldı. Korktu.

-"Acaba hayâl mı görüyorum?" dedi. "Yoksa kâhinlerin haber verdiği cinler mi burayı bastı," diye düşündü.

Bir çocuğun buraya gelmesi ve burada canlı kalması mümkün değildi.

Ama çocuk sesiydi... Çocuk sesinden ve mor koyundan cesaret alan Ebleyâ yavaş yavaş mağaraya doğru ilerledi. Eline baltasını aldı. Sessizce mağaranın içine girdi. Mağaranın içinden çıkan yılanın hışırtısı ile irkildi. Hemen oradan uzaklaştı.

Cesaret kazanmak için bağırdı:

-"içeriye gireceğim! içeriye gireceğim. Bana Ebleyâ diyorlar. Ne oldu o dillere destan olan cesaretine? Korkmak sana yakışmaz."

Ebleyâ cesur bir şekilde mağaraya girdi. Mor koyun mağaranın en ücra köşesinde öylece ayakta duruyordu. Etrafına bakarak koyuna doğru ilerledi. Koyun bir çocuğu emziriyordu.

Hayret etti.

Olduğu yerde dona kaldı.

Uzun süre şaşkın bakışlarla koyuna ve çocuğa baktı.

-"Bu ne iştir?" diye mırıldandı.

Çocuk, koyunun memelerini bırakınca koyun çocuğun başını yaladı. Çocuk uyumaya başlayınca koyun geri döndü. Mağaranın ağzına doğru ilerlemeye başladı. Ebleyâ'nın kalbine birden korku girdi. Büyük bir heyecan ile çocuğu sarılı olduğu bezlerle birlikte kucaklayıp koyunu takip etti.

Sürünün yanına nasıl geldiğini fark etmedi. Sürünün içine karışan mor koyunun gözlerini öptü: "Sen, dedi, insanlardan daha merhametliymişin. Nemrud ve onun emrinde olan meliki Melkan sabileri öldürürken sen onlara süt verip onları besliyorsun."

Birden bağırdı:

-"Hayır! Sen bir koyunsun. Bir hayvansın. Senin aklın bu işlere ermez. Mutlaka sana bu işleri yaptıran bir güç var, bir kuvvet var. Mutlaka... Tapılacak ve kendisine ibâdet edilecek olan O'dur. Nemrudlar ve onların put ve heykelleri değildir... insanlardan korkan ve küçük çocukları öldüren Nemrudlar, ilâh olamaz. insanı, hayvanı, güneşi, ayı, yıldızları ve ağaçları yaratan, bir koyuna aslanlı mağarada bulunan bir çocuğa süt vermesini ilham eden büyük bir ilâh vardır..."

Ebleyâ'nın sesiyle kucağındaki çocuk korkup ağladı. Koyunlar ürküp kaçtılar. Ebleyâ koyunlarını hiç kimsenin olmadığı yerlere götürdü. Diğer çobanlardan uzaklaştı. Kimsenin çocuğu görmesini istemiyordu. Akşam gün batıp karanlık basınca büyük bir korku ile sessizce köye doğru ilerledi. Köylünün çocuğu görmesinden veya çocuğun, ağlayıp varlığından köylüyü haberdâr etmesinden çekiniyordu... Çocuğu keçenin içine sakladı. Diğer çobanların ve köylülerin önünden geçip evine gitti. Kimse kendisinden şüphelenmedi. Çocukta ağlamadı, ses çıkarmadı.

Elma hanım sordu:

-"Neden bu kadar geç geldin? Bu vakitten sonra karanlıkta nasıl süt sağacağım?"

Ebleyâ. Kekeleyerek, hanıma:

-'"Sütü bırak buraya gel" deyip eve doğru ilerlemeye başladı. Elma hanım arkasından ilerledi.

-"Ne var?"diye sordu.

Ebleyâ eliyle susmasını işaret edip eve girdi. Evin içinde herhangi bir tehlike anında saklanmak için yaptıkları kuytu dehlize girdi. Elhâ heyecanlandı. Kocasına:

-"'Heyecandan beni öldürmek mi istiyorsun? Neden buraya geldik. Dışarıda koyunlar, sağılmayı bekliyorlar!"

Ebleyâ kucağında mışıl mışıl uyuyan bebeği Elmâ ’ya gösterdi. Elma nur yüzlü bebeğe baktı. Şaşa kaldı. Sordu:

-"Kimin bu?"

-"Bizim mor koyunun!"

-"Delirtme beni koyunun çocuğu mu olur?"

-"Koyunun insan doğurmayacağını bende biliyorum. Bu çocuk bizim mor koyunun beslediği çocuktur. Bir hafta'dan beri mor koyun tâ Aslanlı Mağaraya gidip bu bebeği emzirmekteymiş!"

Elma hayretle sordu:

-"Böyle bir şey nasıl olur? Koyuna orada bir çocuğun olduğunu öğreten kim? Her gün onu oraya götüren kim?" Ebleyâ cevap verdi:

-"Benim gördüğüm: Mor koyunun bir aslanın peşine takılıp mağaraya gitmesiydi."

-"Koyunu mağaraya bir aslan mı götürdü?"

-"Aslan koyuna zarar vermedi mi?"

-"Hayır!"

-"Ya sen! Çocuğu nasıl buldun?"

-"Koyunu ve aslanı takip ederek..."

-"Aslan sana da mı saldırmadı?"

-"Aslan beni gördüğü halde bana saldırmadı. Kuyruğunu sallayarak yanımdan geçip gitti. Hem de bir değil mağaranın ağzında bekleyen dört-beş aslan vardı. Koyunun çocuğu emzirmekte olduğunu gördüğümde bu çocuğun rastgele bir insan olmadığını anladım. Evimize bereket getirmesi için sana getirdim."

Elma yere kapandı. Neden sonra secdeden başını kaldırdı:

-"Ben, dedi: Hûd ve Salih'in haber verdiği Ilâh'a iman ettim. Çocuklarımızı öldüren Nemrud ve onun taştan oyma heykel ve putları ilâh olamaz. Bu çocuğu mağarada aslanlara muhafaza ettiren ve onun bir koyunun sütü ile besleyen bir Yüce Allah vardır..."

Ebleyâ büyük bir sevgi ile hanımına baktı:

-"Ben de senin gibi düşünüyorum," dedi.

Ebleyâ sordu:

-"Çocuk kimindir acaba?"

Elma çocuğa ve sarılı olduğu bezlere baktı:

-"Sarılı olduğu bezlerden onun varlıklı bir aileye mensup olduğunu göstermektedir. Yüzündeki, nurdan ve cazibeden ise bunun Allah'ın sevgili bir kulu olduğunu anlamaktayım."

-"Nemrud’un korktuğu çocuk belki budur?"

-"Belki de...."

O bebeğe Belyâ adını verdiler.

Onu evin dehlizinden bütün konu komşu ve hatta en yakın akrabalarından saklayarak büyük ihtimam ile besleyip büyüttüler.

Takdiri İlâhî; Hızır Aleyhisselâm'ı, annesi mağarada doğurdu, onu bir koyun emzirdi, onu mağarada bulan çoban evine götürüp besledi.

Ana yüreği

Ana yüreği, engin bir deniz gibidir. Ana yüreği deli bir şelâle gibi hep coşar. Elhâ hanım, oğlunu mağarada bıraktığı günden bu yana hep ağlıyordu. Sızlıyordu.

Yaralı bir ceylan gibi inliyordu.

Hızır Aleyhisselâm'ın annesi Elhâ bir hafta sonra kocasından izin aldı. Elhâ, kimseye sezdirmeden sessizce dışarıya çıktı. Doğruca mağaraya doğru koştu. Mağara'ya geldi. içeriye girdiğinde yıkıldı. Çocuğu yerinde yoktu. Mağaranın etrafını araştırdı. Oğlunu bulamadı. Mağaranın dışına çıktı. Sağa sola koştu. Kendisinden bir eser yoktu.

-"Oğluuum!" diye bağırdı. Sesinin karşı dağlardan yankılamasından başka bir ses yoktu. Yine mağaranın içine girdi. Çocuğunu doğurduğu yere gitti.

Oturdu. Ağladı.

Uzun süre olduğu yerde kaldı. Neden sonra ağlayarak mağaradan çıktı. Yine kimseye sezdirmeden saraya geldi. Kendisini kocası Melkân karşıladı. Ve heyecan ile sordu:

-"Nasıl! Oğlumun durumu iyi mi?"

Elhâ, ağlayarak kendisini kocasının kucağına attı. Kocası daha da heyecanlandı ve sordu:

-"Oğlumu sordum!"

Elhâ:

-"Oğlumuz yerinde yoktu," deyip yere yıkıldı. Melkân eşinin yüzüne su serpti. Elhâ kendisine geldi. Sordu:

-"Onu hayvan mı parçalamış?"

-"Sanmıyorum"

-"Ya?"

-"Oğluma ne olduğunu bilmiyorum; ama onu yırtıcı hayvanların ve özellikle aslanların parçalamadığı muhakkak..."

-"Nereden biliyorsun?"

-"Eğer onu yırtıcı hayvanlar parçalasaydı; mutlaka orada kan olurdu. Hiç kan izi görmedim. Hayvanlar oğlumu yeseydi; bezi ve kundağı orada olurdu. Onu alan bezi ve kundağı ile beraber alıp hiç incitmeden götürmüş..."

-"Hayvanlarınyemediğinden emin misin?"

-"Adım gibi eminim. Eğer yırtıcı hayvanlar, oğlumu yiyecek olsalardı; onu doğurduğum gece yerlerdi. Sadece onu değil, beni de onunla birlikte parçalayabilirlerdi. Aslan ve kurtlar isteseydi ikimizi beraber parçalar ve yerlerlerdi. O gece hayvanlar, bize dokunmadılar. Hatta hayvanlar, bana yol gösterdiler. Benim doğurduğum çocuğun çok mübarek ve kutsal bir insan olacağına inanıyorum."

Melkân üzüntülü bir şekilde sordu:

-"Yırtıcı hayvanlar tarafından yenildikten sonra mı?

-"Oğlum yenilmedi. O ölmedi. inanıyorum bir gün ona kavuşacağım. Rabbim bana ve ona yardım edecektir                                                "

-"Acaba?"

-"Bekleyelim; görelim..."

Sevilen Çocuk Belyâ

On'a Belyâ adını verdiler. (Hızır Aleyhisselâm’ın asıl adı Belya'dır.)" Belyâ sevilen bir çocuktu. Nasıl sevilmesin ki, o kendi çağında yeryüzünün en mübarek insanıydı. Onun yeryüzüne gelişini engellemek için Nemrud yüz binlerce erkek çocuk kurban etti. O Hızır Aleyhisselâm'dı.

O geleceğin, gizemli ve karizmatik insanı olacaktı. Allah tarafından ona ilim ve rahmet verildi. Onun çocukluğu da büyüklüğü gibi nurânî ve rahmaniydi. Hızır Aleyhisselâm, sevimli bir bebekti. Elmâ'nın sütünü emerek büyüdü. Hızlı gelişti.

Küçük iken hiç ağlamadı. O ağlamadığı için kimse evlerinde küçük bir çocuğun olduğunu fark etmedi.

Hızır Aleyhisselâm daha bir aylık bebek iken, bir yaşındaki çocuk gibiydi. Bir yaşına geldiği zaman, ise üç yaşındaki çocuk gibiydi. iki yaşına geldiği zaman, beş-altı yaşındaki bir çocuğu andırıyordu.

Elma, Belyâ’yı dışarıya çıkardı.

Belyâ gün yüzünü gördü.

Onun kim olduğunu soran komşularına kendi oğlu olduğunu söyledi. "Daha önce hiç görmedik," diyenlere, "şimdiye kadar annemin yanındaydı, daha yeni eve getirdim," diye cevap verdi. Herkes ona inandı. Onun yalan söylediği işitilmemişti.

Belyâ, köyde sevilen bir çocuktu.

Zeki ve akıllı bir çocuktu.

insanlar, tarafından sevildiği gibi, hayvanlar tarafından da sayılıyordu. Belyâ tek başına korkulu yerlere gidebiliyordu. Hiç bir yırtıcı hayvan ona ilişmiyordu. Onun bu hâlinin farkına varan köylüler, aslanlı mağara gibi korkulu yerlere onu gönderiyorlardı.

Günün birinde kuzunun biri, kuyu'ya düşmüştü. Kör bir kuyuydu. Susuz ve derindi. Annesi kuyunun başında durmadan acı acı meliyordu. Bütün insanlar, toplandılar, o hayvanı kuyudan çıkarmaya çalıştılar. Çıkaramadılar, Hızır Aleyhisselâm. Kuyunun başına geldi. Koyuna baktı. Gözlerinden öptü. Henüz bir çocuk olmasına rağmen, kuyunun dibine indi. Elinde kuzu ile kuyunun derinliklerinden çıktı.

Köylüler sevinç çığlıkları attılar. Köylüler, Belyâ'nın gözlerini öptüler. Onu el üstünde gezdirdiler. Kuzunun sahibi o kuzuyu annesiyle beraber ona hediye etti.

O günden sonra bütün insanlar, Belyâ'ya değişik bir gözle baktılar. Bütün köylü onu konuşuyordu. iki köylü bir araya geldikleri zaman Belyâ hakkındaki konuşmaları şuydu:

-"Bu çocuk gelecekte büyük bir insan olacaktır."

Diğeri:

-"Kâhin mi?"

-"Hayır! Kâhin değil, daha başka?"

-"Ya nasıl bir insan?"

-"Bu çocuk peygamber olacaktır."

-"Dedelerimizin anlattığı, Nûh, Hûd ve Salih peygamberler gibi mi?

-"Evet! Hayat hikâyelerini dedelerimizden işittiğimiz ve insanlığı, hakka ve doğruluğa çağıran yüce peygamberlerden biri olacaktır."

-"Ebleyâ, oğlunu okuma ve yazmaya vermelidir," diyorlar. Ebleyâ öyle etti. Belyâ'nın geleceğini düşünerek onu okumaya verdi. Hızır Aleyhisselâm daha çocukluğunda okuma ve yazmayı öğrendi...

Hızır Aleyhisselâm İmtihanda

İmtihan, büyük buluşmaya ilk adım.

Melik Melkân devlet idaresinde çalıştırmak, geleceğin idarecileri olarak yetiştirmek üzere eleman alacaktı. İleride vali ve diğer idari personel olarak görevlendirmek ve askeri komutan olarak yetiştirmek için elemana ihtiyaç vardı... Bunun için de akıllı, zeki, çalışkan, dinamik ve yakışıklı çocuklar lazımdı.

Bütün memlekete duyuru yapıldı:

-"Akıllı, zeki, çalışkan ve dinamik çocuklarınızı getirin melikimiz, ileride devlet idaresinde çalıştırmak üzere imtihan ile eleman alacaktır."

Devlet dâiresinde çocuklarını çalıştırmak isteyen bütün aileler, çocuklarının ellerinden tutup sarayın yoluna düştüler.

Köylüler, Ebleyâ,

-"Belyâ, akıllı, zeki, çalışkan, dinamik ve yakışıklı bir çocuktur. O'da imtihana girsin. Belki gelecekte bir yerin valisi olur," dediler.

Ebleyâ:

-"Bizim çocuğumuz kazanamaz, " diye cevap veriyordu. Ebleyâ, Elmâ'ya;

-"Belyâ'yı Melkân'ın açtığı imtihana götürsem nasıl olur?" diye sordu. Elmâ;

-"İyi olur. Gerçekten Belyâ'dan olağan üstü haller görmekteyim. Onun aklı, zekâsı ve güzel ahlakı yeryüzünde başka bir insanda olduğunu sanmıyorum. O bambaşka bir çocuktur. İmtihana girse mutlaka kazanır. O geleceğin en büyük valilerinden biridir. Ama korkuyorum!" Ebleyâ sordu:

-"Neden korkuyorsun?"

-"Onu kaybetmekten..."

-"Neden kaybedecek mişiz? Elmâ başını salladı:

-"Bilmiyorum!" Ebleyâ sinirlendi:

-"Bilmiyorsan neden kendi kendine kuruntular kurup; yersiz endişelere kapılıyorsun?"

-"Bilmiyorum!"

Ebleyâ sinir küpü oldu. Yumruğunu sıktı. Eşine bağırdı: -"Bilmiyorum’dan başka bir şey bilmiyor musun be kadın?" Elmâ, yıldızlara baktı. Göğün mavi denizinde yüzen yıldızları seyretti. Neden sonra hafifçe:

-"Onu da bilmiyorum! Fakat her şeye rağmen biz, Belyâ'nın geleceği ile oynayamayız.

Sen onu imtihana götür. Oğlum okusun," dedi.

Ebleyâ sordu:

-"Götüreyim değil mi?"

-"Götür! Hatta ben'de sizinle geleyim."

Ayrılık ve Büyük Bulaşma

Ebleyâ, Elmâ ve Belyâ şehrin yoluna düştüler. Elmâ sanki artık bir daha görmeyecekmiş gibi Belyâ'nın boynuna sarılıyor, onu öpüyor ve okşuyordu. Elmâ heyecanlıydı. Belyâ'yı kaybetmekten korkuyordu. Yolu yarılamışlardı kocasına seslendi:

-"Ebleyâ!’

-"Söyle! Elmâ"

-"Gelgeri dönelim?"

-"Niye?"

-"Korkuyorum."

-"Belyâ'yı kaybetmekten"Ebleyâgüldü:

-"Yine geldiler mi?"

Elma ses çıkarmadı. Yoluna devam etti. Belyâ sordu:

-"Anne!"

-"Söyle oğlum"

-"Niye kaybolacakmışım?"

Elmâ ağlamaklı bir sesle:

-"Hiç oğlum! Orası şehirdir. Bizim köye benzemez, orada kayıp olursun diye endişelendim."

-"Korkma anne! Korkma! Ben kayıp olmam."

Şehre girdiler. Saraya gittiler. Onlar gibi belki binlerce aile gelmişti, ilk gün büyük bir hey'etin imtihanından geçtiler. Yüz kişi imtihanı kazanmıştı. Belyâ o yüz çocuğun içinde birinciydi... Çocukları kazanan aileler seviniyordu. Gülüyordu. Keyiflerine diyecek yoktu. Elmâ bir türlü sevinemiyordu. Hatta bir ara bir çocuğun annesi ona yaklaştı:

-"Ne mutlu sana!" dedi.

Elmâ:

-"Niye?"diye sordu:

Kadıncağız alaya alındığını sandı. Kızdı:

-"Niye olacak? Senin selvi boyun, karakaş siyah gözlerin ve güzel endamın için ne mutlu sana demiyorum herhalde! Oğlun birinci olduğu ve böyle bir çocuğun annesi olduğun için "Ne mutlu sana" dedim. Meğer yanılmışım?" deyip hızlıca onun yanından ayrıldı.

Elmâ, kendisini yanlış anlayan kadının arkasından baktı ve mırıldandı:

-"Ah! Sen içimdekileri bir bilsen?"

O yüz akıllı ve zeki çocuğu aileleri ile birlikte misafirhaneye aldılar. Onları güzel bir şekilde ağırladılar. O gece istirahat ettiler. Sabah ışıkları ile uyandılar. Çocukları büyük imtihana hazırladılar. Büyük imtihan için çocukları başarı durumlarına göre sıraladılar. Birinci sıra Belyâ'nındı. Onu Melik Melkân imtihan edecekti. Çağırdılar:

"Belyâaa..."

Belyâ, anne ve babasının ellerini öperek içeriye girdi. Sanki içeriye bir nur girdi. Melik Melkân’ın gözleri kamaştı. Hayretle Belyâ'ya baktı, baktı baktı. Uzun süre öylece kaldı. Belyâ’nın cazibesine tutuldu. Sanki bir şey onu Belyâ'ya doğru çekti. Yerinden kalktı Belyâ'nın yanına gitti. Onun saçlarını okşadı. Saçlarını okşarken sanki kendisine bir titreme geldi. içine büyük bir sevinç girdi. Neden sonra sordu:

-"Adın ne?"

-"Belyâ Efendim"

Melkan mırıldandı:

-"Belyâ! Belyâ! Belyâ ne güzel isim."

Melkân, Belyâ'nın o bilinmeyen cazibe ve sevgisinin karşısında kendinden geçmişti. Ne soracağını unutmuştu. Gitti yerine oturdu. Başını ellerinin arasına aldı. Kendi kendine mırıldandı: "Benim bu hâlime, kan kaynaması derler,"... Sordu:

-"Yazıyazmasını bilir misin?"

-"Evet Efendim!"

-"Adını, anne ve babanın adını ve oturduğun yerin ismini yaz!"

Belyâ, istenileni yazdı ve deriyi uzattı:

-"Buyur! Efendim!"

Melkân, Belyâ'nın yazısını gördüğünde şaşkınlığı biraz daha arttı. Kendi kendine; "Bu yazıyı bir köylü çocuk yazamaz. Bu çocukta bilinmedik büyük bir sır ve hikmet bulunmaktadır," diye düşündü.

Belyâ içeride Melik Melkân’a imtihan verirken Elmâ ile Ebleyâ'da sohbet ediyorlardı. Ebleyâ Elmâ'ya:

-"Gördün mü başımıza hiç bir şey gelmedi. Senin bu kadar endişelenmen yersizdi."

Elmâ:

-"Ben ilişlerimden yanılmam. Bir şey eğer içime doğarsa o mutlaka gerçekleşiyor... Şimdiye kadar hep bu böyle oldu. Bu günlerde de Belyâ'yı kaybedeceğimiz içime doğmaktadır. Ben de onu kaybetmekten korkuyorum."

-"Belki bu kez hislerin yanılır!"

-"Keşke.."

Tam o sırada bir ses geldi:

-"Belyâ'nın anne ve babası içeriye gelsin."

Elmâ ile Ebleyâ oldukları yerde dona kaldılar. Heyecandan yüzleri sarardı. Teşrifatçının: "Haydi acele olun! Melik sizi bekliyor," sesiyle ayağa kalktılar. Büyük bir korku ile MelikMelkân'ın huzuruna girdiler. Melik Melkan'ın karşısında tazimde bulundular. Ona secde ettiler. Melik Melkân onlara sevgi ile oturmalarını söyledi. Onlar, Melik Melkân'ın kendilerine sevgi gösterdiklerini görünce rahatladılar. Derin bir nefes aldılar. Melik Melkân bir onlara baktı birde Belyâ'ya... Uzun süre onları süzdü:

-"Bu çocuk sizin mi?" diye sordu.

Ebleyâ

-"Evet Efendim!"

Melik Melkan, yine onlara baktı. Yüz hatları, gözlerinin rengi ve saçları birbirine hiç benzemiyordu. MelikMelkan kızgın bir sesle:

-"Bana doğruyu söyleyin! Bu çocuk sizin mi?"

Elmâ heyecan ile Belyâ'nın boynuna sarıldı:

-"Bu benim çocuğum,"deyip ağlamaya başladı.

MelikMelkân'ın şüpheleri biraz daha arttı;

-"Bana doğruyu söyleyin; yoksa sizi cellâtlarımın eline teslim ederim."

Ebleyâ kekeleyerek:

-"Onu, çocukları öldürdüğünüz sene bir mağarada bulmuştum, besledim, eşim ona süt verdi, bu hâle getirdik."

-"Hangi mağarada?"

-"Aslanlı Mağara’da Efendim." Melik Melkân:

-"Eğer bu benim çocuğum ise sizi altına boğarım," dedi. Ve kapıda beklemekte olan hizmetçilerine eşi Elhâ'yı çağırmalarını söyledi.

Elhâ içeriye girip, Belyâ'yı gördüğü zaman, uzun süre ondan gözlerini ayıramadı. Ona büyük bir sevgi ile baktı. Bir kuvvet kendisini Belyâ'ya doğru çekti. Çocuğun saçını okşadı.

-"Ne şirin çocuk!"dedi.

Melkân eşine sordu:

-"Sen bebeğini tanır mısın?"

-"Ne bebeği?"

-"Hani mağarada bıraktığın ve orada kaybettiğin çocuğunu."

Elhâ ümitsizce başını salladı;

-"Eğer yaşıyorsa onu şimdi tanımam mümkün değil; yalnız şehâdet parmağı ile orta parmağı birbirine bitişikti. Belki oradan tanırım."

Melkân hemen Belyâ'nın eline sarıldı. Gerçektende sağ elinin şehâdet parmağı ile orta parmağı bitişikti. Bütün avazı ile bağırdı:

-"Bu senin oğlun..."

Elhâ, Belyâ'nın parmaklarına baktı. Gerçektende bebekliğinde olduğu gibiydi. Elmâ'ya döndü:

-"Bu çocuğu nereden buldunuz?"

-"Kocam Aslanlı Mağara’dan getirdi. Bizim mor koyun bir hafta ona süt vermişti. Kocam çocuğu mağarada sahipsiz görünce alıp eve getirdi, bizde çocuğumuz gibi ona baktık. O tehlikeli günlerde onu besledik. Büyütüp bu günlere getirdik."

-"Üzerinde yeşil atlas bir kundak var mıydı?"

-"Evet vardı"

Elhâ, yıllardır hasretini çektiği ve kendisi için gözyaşları döktüğü oğlunun boynuna sarıldı. Onu öptü... Sonra Elmâ'ya döndü:

-"Oğlumun adı nedir?"

-"Belyâ"

-"Belyâ'nın ağırlığı kadar size altın vereceğim. Belyâ’dan başka çocuklarınız var mı?"

-"Var."

-"Onları getirin hepsini imtihansız işe alacağız."

Melkân, olur mânasında başını salladı.

Hızır Aleyhisselâm, olup bitenlere bakıyordu. Vefa duyguları kabardı. Büyük bir sevgi ile Elmâ annesinin boynuna sarıldı. Kulağına fısıldadı:

-"Üzülme anne! Bütün bunlar senin inandığın O Yüce Allah'ın takdîri'dir."

Ebleyâ ile Elmâ gözyaşları içerisinde büyük bir altın yükü ile köylerinin yoluna düştüler.

Takdiri İlâhî, Hızır Aleyhisselâm, babasının açtığı bir imtihanda, güzel yazısı, iyi ahlakı, temiz aklı ve yüksek zekâsı ile onu baba ve annesine kavuşturdu."

Bir Yüce Yaratıcı Vardır

O devir insanları, Nemrudlara, putlara, heykellere ve yıldızlara taptıkları bir zaman olmasına rağmen; Hızır Aleyhisselâm, daha küçük bir çocuk iken bile insanların putlarına ve heykellerine aldırış etmedi. Köyde Elmâ annesi Allah'a inanan bir kadındı. Çocuklarına, Nemrudların, putların ve heykellerin ilâh olamayacağını defalarca anlatmıştı.

Hızır Aleyhisselâm, kâinattaki, nizam ve intizam ve bunlardaki ahenge bakarak bütün bunların kendiliğinden oluşamayacaklarına kani oldu. Ve bir olan Cenab-ı Allah'ın varlığına inandı.

Putların ve heykellerin, kendilerine bile faydaları yoktu. Üzerlerine konan bir sineği bile defedemiyorlardı. Üzerlerini pisleten kuşları bile savamıyorlardı. Nerede kaldı ki insanlara faydaları veya zararları olsun. Put ve heykellerin insanı yaratması mümkün değildi çünkü put ve heykeller, insanların eseriydi. insanlar, taşları yontarak, put ve heykel yapıyor ve sonrada onlara tapıyordu...

Ben insanım, beni insanların ürünü olan bir put veya heykel yaratamaz. Gökteki, ay, güneş ve yıldızlar da beni yaratamazlar. Beni olsa olsa bütün bu âlemi yaratan ve bunlara nizam ve intizam veren bir Halik, yüce yaratıcı olan Cenab-ı Allah yaratmıştır.

Hızır Aleyhisselâm'ın, çocukluğunda, yaşadığı devir için lazım olan ilmi öğrenmesi ve devlet idaresi hakkında iyi bilgilere sahip olması gerekiyordu....

Eğitim ve Öğretimi

Hızır Aleyhisselam evin tek oğluydu. Saltanatın da varisiydi. Babası onun üzerine çok eğiliyor ve eğitimine önem veriyordu. Çünkü o, geleceğin meliki olacaktı. Bir melikte bulunması gereken, bütün bilgi, beceri ve kültüre Belyâ'nın sahip olması lazımdı. Babası Melkan, onun yetişmesi için zamanın en büyük âlim ve bilginlerini tutmuştu. Bilginlerin yanı sıra sihirbazlar ve kâhinlere de gönderiyordu.

Hızır Aleyhisselam, öğretmenine giderken yolda âbid bir insan ile karşılaştı. Âbid'in ahlakı, konuşması, davranışları ve anlattıkları kâhin ve sihirbazların anlattıklarına ve bilgilerine benzemiyordu.

Farklı bir insandı. Ona yaşama sevinci veriyor ve onun bütün sorularını cevaplandırıyor ve tereddütlerini gideriyordu. Âbid bambaşkaydı... Hızır Aleyhisselam zamanın çoğunu Âbid'in yanında geçiriyordu. Abid'in çardağını babasının sarayına tercih ediyordu. Öğretmenlerinin bilgilerinden çok Abidin irfanına önem veriyordu. Babası, onu öğretmenin yanında sanıyordu, öğretmeni onu evde....

O ise hep Abidin önünde diz çöküp saygıyla oturuyor ve can kulağıyla onu dinliyordu. Âbid konuştukça ve güzellikleri tatlı tatlı ifade ettikçe Hızır Aleyhisselâm'ın âbid'e olan saygı ve sevgisi daha da artıyordu. Hızır Aleyhisselam, ders almakla görevli hocalarından çok zamanını âbîd'in yanında geçiriyordu. O'nun ilim ve irfan denizinde yüzmeye başlıyordu. Kâhinler ve resmî hocaları ona; Nemrudların, putların ve heykellerin ilâh olduğunu söylüyordu. insanları kendi elleri ile yaptıkları taş parçalarına tapmaya çağırıyordu. O âbid ise, köyde yaşadığı dönemde Elmâ annesinin inandığı gibi bir Ilâh'a inanıyordu.

Cenab-ı Allah'ın bütün varlığın Rabbi ve Yaratıcısı olduğunu ve Cenab-ı Allah'ın her an insanları gözettiğini söylüyordu.

Haktan-hukuktan bahsediyordu. Ona adaleti öğretiyordu. Sevgi ve hoşgörüden söz ediyordu. Bir gün Hızır Aleyhisselam, dersine gelirken bütün insanların bir sokaktan kaçtığını gördü. insanların kaçtığı o sokağa girdi. Kaçanlara sordu:

-"Neden kaçıyorsunuz?"

-"Orada kuduz bir köpek var."

-"köpek mi?"

-"Evet, köpek."

-"Ama köpek kuduzdur. Bir kişiyi azıcık ısırması yeterlidir. Ölümüne sebep olur."

Hızır Aleyhisselam, o sokakta ilerlemeye çalıştı. O'nu tanımayan iyi niyetli bir yaşlı:

-"Oğlum gitme orada kuduz bir köpek var seni parçalar, " diye seslendi. O ilerledi.

Kuduz köpek, yolun ortasında durmuştu. Ağzından salyalar akıyordu. Hızır Aleyhisselam, işte bugün her şeyin doğrusunu anlayacağım gündür, dedi ve eline bir taş aldı. Sapanın içine koydu. içinden şöyle dua etti:

-"Ya Rabbi! Âbid'in bana anlattıkları doğru ise, benim attığım bu taş ile o kuduz köpek ölsün. Halka zarar vermesin...." Ve "Yâ Allah", deyip bütün gücü ile taşı fırlattı. Bir taş ile o kuduz köpeği öldürdü. Mahalle sakinleri ve oradan geçmekte olan bütün insanlar onu alkışladılar. Onu tanıyanlar:

-"Çok yaşa Belyâ! Geleceğin Meliki olduğunu isbat ettin. Aferin sana," diye bağırdılar. O halkın sevinç gösterilerine aldırış etmeden yoluna devam etti. Hızlı adımlarla Âbid'in yanına geldi. Âbid onu tebessüm ile karşıladı.

-"Bu gün beni imtihan ettin değil mi?" diye seslendi. Hızır Aleyhisselam ses çıkarmadı. Âbid devam etti:

-"Çok iyi ettin. Şimdiye kadar "ilme'l-yakîn" inanıyordun. Şimdi ise "ayne'l-yakîn" inandın. Şimdi imanın pekişti, kuvvetlendi. Bütün dünya bir araya gelse bile artık seni yolundan alıkoyamaz. Bütün dualarının kabulü için sana "Ism-i A'zam"ı öğreteyim. O mübarek isim ile edilen duaları Cenab-ı Allah mutlaka kabul eder. Ism-i A 'zam duasından sonra senin benden alacağın bir ilim kalmadı. Benden alacağın ilim kalmadı diye beni tamamen terk etme, ara sıra gel, beni sohbetinden mahrum etme. Bundan böyle ben, senden irfan alacağım. Elbette bu böyle gitmez. Cenab-ı Allah, insanları doğru yola da ’vet etmek için Peygamberler gönderecektir. O peygamberlere koş. Onlara iman et. Onların bilgilerini al," dedi ve Hızır Aleyhisselam'aIsm-i A'zam duasını öğretti

Hızır Aleyhisselâm'ı eğitmekle görevli olan kâhin, sihirbaz ve bilginler, onun sahip olmuş olduğu bilgi ve irfan karşısında hayret ediyorlardı. Belyâ'nın büyük bir gelişme ile günden güne tekâmül etmesine bir türlü akıl erdiremiyorlardı. Kâhin, sihirbaz ve bilginler bir gün toplandılar. Hızır Aleyhisselam'ın sahip olmuş olduğu bilgiyi ve kaynağını öğrenmek için toplanmışlardı. Müzâkere hâlinde iken Melik, onları çağırdı. Hızır Aleyhisselam'ın resmi hocalarına sordu:

-"NasılBelyâ 'nın durumu iyi mi?"

Hocası'nın rengi attı, sarardı. Melkan hoca'nın konuşmamasına ve renginin atmasına kızdı:

-"Oğlumu sordum! Duymadınız mı?"

Hoca kekeleyerek konuştu:

-"Efendim! Belyâ 'nın durumu çok iyi. O yüksek bir zekâ ve bilgiye sahiptir. Onun halini bizden değil bizim halimizi ondan sorunuz. Onun bilgisine sahip bir insan bu çağda bulunmaz. Bütün insanlar bir araya gelseler onun düşündüklerini düşünemezler. Ondaki akıl öyle sanıyorum şu anda yaşayan insanların hiç birinde yoktur. Biz ona ders veremiyoruz. O, bize ders veriyor."

Melik daha da kızdı:

-"Bundaki tuhaflığı anlayamadım? Mesele nedir?" Hocalar boyunlarını büktüler:

-"Ondaki ilim beşeri bilgiler değildir." Melkan atıldı:

-"Ne? Ne?"

-"Kızmayın efendimiz! Onun ilmi bizim ve herhangi bir insan tarafından ona öğretilmiş bilgiler değildir."

-"Nedir ya?"

Hepsi boyunlarını büktüler.

Melik heyecan ile yine sordu:

-"Belyâ'nın bilgisi nedir?"

Bilginler, birbirlerinin yüzlerine baktılar yaşlıları ileriye atıldı:

-"Oğlunuzda bizim bilmediğimiz ve bu güne kadar işitmediğimiz bilgiler ve marifetler bulunmaktadır."

- "O bilgiler insanlık için tehlikeli midir?"

-"Hayır efendimiz... O bilgiler insanlık için faydalıdır. insanlığı aydınlığa ve kurtuluşa götüren ve insanlığa huzur veren saadet veren, güzel ve gerçek bilgilerdir."

-"Bundan korkulacak bir şey yok ise; mesele nedir?"

-"Efendimiz! Oğlunuz şu anda yeryüzünün en bilgin insanıdır. Ondan daha büyük bir âlimi bulamazsınız. Onun bir derya gibi olan ilmi bizi korkutmaktadır. Bizim, korkumuzun asıl kaynağı; Belyâ'nın ilime düşkün olması ve ilimde ilerlemesidir."

-"Bunlar güzel şeyler değil mi?"

-"ilimde ilerlemek ve ilimi sevmek ve kendini ilme vermek herhangi bir insan için çok iyidir... Fakat Belyâ geleceğin Meliki olacak. Sizin mülkünüzün vârisidir. Onun bütün zaman, akıl, fikir ve zekâsını ilme vermesi tehlikelidir. O ilim adamı değil; bir devlet adamı olarakyetişmelidir..."

-"Neyapmamı istersiniz?"

-"Hiç kendisine fark ettirmeden onu ilim tahsilinden alıp askeri ve idari tahsile verin."

Gençliği

Kendisine geleceğin meliki gözüyle bakılıyordu. Geleceğin meliki olacak olan Belyâ, bir melik'te bulunması gereken bütün beceri ve yetenekleri elde etmesi için disiplinli bir eğitim ve öğretime tâbi tutuldu.

Melkan, kâhinlerin sözlerine uyarak oğlu Belyâ'yı askeri ve idâri eğitime verdi... Hızır Aleyhisselam'ın gençliği hep eğitim ve öğretim ile geçti.

Melkân, Hızır Aleyhisselam için memleketin en iyi silahşör ve idarecilerinden hocalar tuttu. Hızır Aleyhisselam ata binmeyi, silah kullanmayı, yüzmeyi, savaş tekniklerini, insan idare etmesini, orduların sevk ve idaresini memleketinin kanun ve adetlerini zamanında bir kralın ve idarecinin bilmesi gerekli olan bütün bilgileri ve becerileri aldı...

Hızır Aleyhisselam silâh kullanmada mahir ve ata binmede büyük bir usta oldu. O devirde onun kadar güzel ata binen ve onun kadar iyi savaş tekniklerini bilen ve onun bileğini bükecek hiç kimse yoktu.

Ona ders vermekle görevlendirilen hocalar bile ona yetişemiyorlardı. Bütün hocaları onun bu gücü ve bilgileri karşısında saygı ile eğiliyorlardı.

Devrin ve çevrenin en büyük yiğit, silahşör ve kendisine güvenen bütün kahramanlarını mağlup etti.

Bütün askeri, idari erkân ve halk artık ona kral gözü ile bakıyor ve onun bir an önce başlarına geçmesini istiyorlardı.

Hızır Aleyhisselam bütün yakınlarından uzak olarak kendini ibadete verip, sürekli Cenab-ı Allah'a ibadet ediyordu.

Yâ Rabbi! İnsanlığa Hidâyet Ver

İnsanlar, Nemrud’ların zulmü altında inim inim inliyordu. Tüm kâinatı cehalet ve zulmet kaplamıştı. İnsanlar, yollarını şaşırmışlardı. İnsanlar Ma'bud'u unutmuş, beylere, heykellere, putlara, yıldızlara, aya, güneşe ve sihirbazlara ve Nemrud’lara tapıyordu.

Hızır Aleyhisselam hep dua ediyordu: "Yâ Rabbî! İnsanlara doğru yolu gösterecek, onlara Sana nasıl ibâdet edileceğini öğretecek bir peygamber gönder," diye Cenab-ı Allah'a yalvarıyordu.

İbrahim Aleyhisselam dünyaya şeref verdi. Hızır Aleyhisselâm'ın amcasının oğlunun bir torunu doğdu... Başka bir ifade ile Hızır Aleyhisselam, Hazret-i İbrahim'in dedesinin amcası oğludur. O'nun kaderi de Hızır Aleyhisselâm'a benziyordu. O'nu da annesi bir mağarada doğurmuştu. Adı İbrahim idi. Hazret-i İbrahim... Hazret-i İbrahim yeryüzüne bir nur oldu. Yeryüzünü aydınlattı. Dışarıya çıktığı ilk zaman, yıldızların, ayın ve güneşin İlâh olamayacaklarını, bunları ve bütün kâinatı yaratan Cenab-ı Allah'ın varlığını ve birliğini ilan etti...

Put ve heykelleri İlâh olarak kabul etmedi. Halkın bayram ve seyrana çıktıkları bir günde Hazret-i İbrahim Puthane'ye girdi. Putları seyretti. Heykellere baktı.

İnsanlar, kendi elleriyle İlâhlarını yapmış ve İlâhlarının gözlerini de kıymetli mücevherat ile süslemişlerdi.

İnsanların hâline acı acı tebessüm etti. Sonra: "Yâ Allah," deyip eline baltayı aldı. Putların arasına daldı. Bütün put ve heykelleri kırdı. Büyük puta dokunmadı. Tüm put ve heykelleri yerle bir ettikten sonra baltayı da büyük putun boynuna astı.

Akşamüstü insanların, büyük bir zevk ve neşe ile şehre girmesiyle şehrin üzerinden küfür dumanları kalkmaya başladı. Bütün insanlar adeta çıldırmak üzereydi. Sığındıkları, ilah dedikleri heykelleri kırılmıştı. "Kim bunu yapabilir diye araştırdılar." Şeytan, bir insan şekline girip onlara yol gösterdi: -"Bunları İbrahim bu hâle getirdi. Kendisine İbrahim denilen genç var. Onu arayın bulun. Cezasını verin."

Hazret-i İbrahim'i yakalayıp Nemrud’un huzuruna çıkardılar efendimiz put ve heykellerimizi kıran genç budur.

Daha Ne Zamana Kadar?

Daha ne zamana kadar insanlık, insana kul ve köle olacaktı? insanlığın özgürlüğünü kazanma zamanı gelmedi mi?

O dönemde dünyanın değişik yerlerinde güçlü krallar vardı. Bu krallar halka her türlü zulmü reva görüyorlardı. Krallar, insanları birer köle gibi görüyorlardı. Kendileri gibi, düşünmeyen, inanmayan ve kendilerinin taptıkları put, heykel, güneş veya herhangi bir nesneye tapmayan mü'minleri en kötü işkencelerle öldürüyorlardı. Baştakilerin insanların inanç ve fikirlerine saygı ve tahammülü yoktu.

-"Herkes bizim gibi düşünecek; bizim gibi ibâdet edecek ve bizim gibi olacaktır," diyorlardı. Aklını kullanan, aklı ile Allah'ı bulan, putların, heykellerin, ay'ın, güneşin, yıldızların, ateşin ve diğer nesnelerin ilâh olamayacağını akıl ve zekâları ile bilen akıllı insanlara bin bir türlü zulüm ve işkence yapılıyordu. Bunlara "dur" demek lazımdı.

Hızır Aleyhisselam, yeryüzünde Allah için savaşacak, mazlum ve güçsüzlere yardım edecek bir ordu arıyordu. Daha önce Âbid'den öğrendiği Ism-i A'zam duası ile Cenab-ı Allah'a dua etti:

-"Yâ Rabbi! Yeryüzünde i'lâ-i kelimet'üllâh için savaşacak, mazlum ve mağdurlara yardım edecek, zayıfların elinden tutacak, kimsesizleri koruyacak, yeryüzüne adalet, sevgi, hoşgörü ve barışı getirecek güçlü bir mü'min gönder." Cenab-ı Allah, Hızır Aleyhisselâm'ın duasını kabul etti. 'O dönemde yeryüzünde zâlim kâfirlerle savaşma ve insanlığa hak duyurma görevini Zülkarneyn Aleyhisselâm'a verdi. Zülkarneyn Aleyhisselam dua etti:

-"Yâ Rabbi! Bana dinini yaymayı ve insanlara şeriatını tebliğ etme vazifesini verdin. Bu büyük vazifeyi eda edebilmem için bana kuvvet ver, güç ver ve insanların arasında hangi ilim ve adaletle hükmedeceğimi bana bildir...."

Allâhü Teâlâ şöyle buyurdu:

-"Sana verdiğim vazifeyi yapabilmen için kuvvet ihsan ederim. Göğsünü açarım. Her şeye gücün yeter hale gelirsin. Anlayışını açar konuşmanı genişletirim. Kulağını açarım tâ uzaktakileri işitirsin. Basiretini genişletirim, çok uzakları görür her şeye nüfuz edersin. Her şeyi sağlam yaparsın. istediğin her şeyi ihsan edeceğim. Sana heybet veririm, hiç kimse sana kötü gözle bakamaz. Ben sana yardım ederim. Hiçbir şey sana zarar vermez. Seni kuvvetlendiririm. Hiçbir şeye yenilmezsin. Kalbine kuvvet veririm hiçbir şeyden korkmazsın. Nur ve zulmeti (aydınlık ve karanlığı) emrine verir ve onları sana asker yaparım. Aydınlık senin önünde yol gösterir, karanlık arkandan seni muhafaza eder...."

Cenab-ı Allah, Hazret-i Zülkarneyn'in emrine bulutları ve başka vasıtaları verdi. Ona ilim ve kudret, insanlar üzerine tasarruf hâkimiyeti verdi. Ayrıca beyaz ve siyah olmak üzere iki sancak ihsan etti. Zifiri karanlık olan gecede beyaz sancağını açınca sanki güneş doğmuş gibi ortalık aydınlanır... Gündüz savaşırken düşman askerinin karanlıkta kalmasını arzu ederse siyah sancağını açar. Düşman tarafı zifiri karanlık, kendi tarafı aydınlık olur. Böylece düşmana kısa zamanda gâlib olurdu.

Zülkarneyn Aleyhisselam, kendisine lazım olacak olan asker ve silâhı toparlamadan önce Hızır Aleyhisselâm'agitti. Ona:

-"Teyze oğlu! Senin rüyan gerçek oluyor?"

-"Hangi rüyam?"

-"Küfür ile savaşma rüyan..."

-"Nasıl?"

-"Cenab-ı Allah, bana kâfirlerle savaşma emri verdi. Eğer münâsip görürsen, seni de ordularımın başına komutan ve kendime baş vezir tayin etmek istiyorum."

Hızır Aleyhisselam, büyük bir sevinç ile:

-"Kabul ediyorum. Teyze oğlu benim en büyük rüyam Cenab-ı Allah'ın emri ile kâfirler ve zâlimlerle savaşmaktı. Çok şükür Allah'a bu rüyam gerçek oluyor..."

Hızır Aleyhisselam ise teyzesinin oğlu Zülkarneyn Aleyhisselâm'a vezir oldu. işte Hızır Aleyhisselâm ’ınyeni görevi böyle değerli, Salih, âlim ve Cenab-ı Allah'ın kendisine vahiy gönderdiği büyük bir zatın; Vezirliği, Komutanlığı, Hocalığı idi....

Vezir Oluyor

Hızır Aleyhisselam inancı için, melik olmayı terk etti. Onun bu güzel davranışına karşılık Cenab-ı Allah, ona vezirlik rütbesini verdi.... Artık Hızır Aleyhisselâm'ın önünde yeni bir çığır açılmıştır.

Bundan böyle insanlardan kaçıp gizlenmesine gerek yok.... Büyük bir Ordunun Komutanı ve yıldızı parlayan büyük bir devlet adamının veziri ve top yekün bütün insanlığın terbiye edicisi ve hocasıdır.

Hızır Aleyhisselam'ın bundan böyle bütün hayatı cihad ile geçecektir. Nemrudlara karşı cihad. Dinsizlere karşı cihad. Zulme karşı cihad. Cehalete karşı cihad....

Teyzesinin oğlu olan Zülkarneyn Aleyhisselâm'a, Cenab-ı Allah yeryüzüne hak dini yayması ve insanların dimağlarına Tevhid inancını yerleştirmesi için birçok nimetler ve üstünlükler ihsan etmişti.

Öyle bir dönemde Hızır Aleyhisselam gibi ilmi ledünni sahibi bir peygamberi kendisine vezir ve ordularına komutan tayin etmesi en büyük nimettir. ilahi bir ihsandır.

Hazret-i Zülkarneyn de Hızır Aleyhisselam ile birlikte kıt'adan kıt'aya koştu.

O zaman yeryüzünde yaşayan bütün insanlara Allah'ın varlığını ve birliğini anlattı. Nemrudları, saltanatları ile birlikte yerle bir etti. Beşyüz sene sürecek bir dünya'nın fethine çıktılar.

Hac Yolculuğu

İbrahim Aleyhisselam oğlu Hazret-i İsmail ile birlikte Beytullah'ı inşa ettiler... Ka'be'nin tamamlanmasından sonra Hazret-i İbrahim, bütün insanları Hacca davet etti. ilk hacca giden Hızır Aleyhisselam ile Hazret-i Zülkarneyn'dir.

Çok uzak mesafeden Hazret-i İbrahim'in davetini işitir işitmez orduları ile beraber Ka'be'ye koştular. Hazret-i İbrahim'in bulunduğu o mübarek topraklara geldiklerinde "Hazret-i İbrahim'in mübarek ayaklarının altını öptüler, bu kutsal topraklarda atla gezmek edebe uymaz" düşüncesiyle atlarından indiler. Onlarla birlikte bütün ordu indi.

İbrahim Aleyhisselam onları karşıladı. Onların bu iyi niyet ve güzel davranışlarından dolayı Hazret-i İbrahim onlara dua etti. Misafir etti.

Bütün orduyu yedirdi içirdi. Hazret-i İbrahim'e olan bu tevazu' ve saygıdan dolayı Cenab-ı Allah, Zülkarneyn Aleyhisselâm'a bulutları musahhar kıldı. istediği zaman istediği yere bulutlar onu ve bütün askerlerini, hayvanlarını ve harp aletlerini taşımaktaydı. Çünkü Tevazu' edeni Cenab-ı Allah yükseltir.

Cenab-ı Allah ona nur ve zulmeti verdi. istediği zaman Nur Sancağını açar etrafı aydınlatır ve istediği zaman Zulmet Sancağını açar düşmanlarının tarafını zifiri karanlığa boğardı. Dilediği zaman ordusu ile havada uçar, dilediği zaman bütün ordusu ile suyun üzerinde yürürdü.

İbrahim Aleyhisselâm'dan Hikmetler

Cenab-ı Allah, Hazret-i İbrahim ’e On Suhuf göndermişti. Hikmet ve hidayet kaynağı olan o mübarek Suhuflardan Hazret-i İbrahim, Hızır Aleyhisselam, Hazret-i Zülkarneyn ve bütün insanlara tebliğ ettiği bazı ayet mealleri:

-Yavaş, yavaş! İnsanoğluna rızk taksim edilmiştir. Haris mahrumdur. Bahil (cimri) mezmûmdur. Hasûd (hasedçi) mağmumdur (her zaman üzüntülüdür). Dünya devamlı değildir. Rızkı veren Hayy ve Kayyûm olan Allâh'dır.

-Ey insanoğlu! Haydi, yola; yol azığını da al! Çünkü yolculuk uzundur. Hafif ol zira geçit dardır. Amelini ihlâsla yap, çünkü Deyyân olan Cenab-ı Allah, Basîrdir, görücüdür.

-Ey mübtelâ ve mağrur, mal- mülk sahibi, seni dünyaya, dünyalıkları toplamak için göndermedim. Seni mazlumun isteğini karşılaman için gönderdim. Çünkü kâfir de olsa, ben onu red etmem.

-Akıllı kimseye aklına mağlub olmadıkça vakitler ta'yini lazımdır. Bir vakitte Rabbine münâcât etmeli ve Allâh'ü Teâlâ'nın yarattıklarını düşünmeli, bir vakit nefsini hesaba çekmeli, bir vakti olmalı, onda yemek-içmek, helâl, haram gibi ihtiyâçları karşılamalıdır.

-Akıllı kimse zamanın gözü ile görmeli, kusurunu kabul etmeli, dilini korumalıdır. Sözünün amelinden olduğunu bilenin boş sözü az olur.

Dünya'nın Fethine Batı 'dan Başladılar

Hazret-i İbrahim'in duaları ile Mekke-i Mükerrem'den ayrıldılar. Ne hikmettir bilinmez. Anlaşılması çok zor. Hazret-i Zülkarneyn ile Hızır Aleyhisselam doğudan önce batıya yöneldiler... Güneşin tersine gittiler... Güneş ışınlarından önce onlar batıya ilim, nur, irfan ve adalet götürdüler.

Vardıkları yerde kâfirleri hak dine davet ettiler. Hak dini kabul edenlere ilişmediler. Onlara dini bilgiler öğretecek bilginler ve orada adaleti temin edecek hukuk âlimlerini bırakıp yollarına devam ettiler.

Hızır Aleyhisselam bir taraftan savaş tekniklerini geliştiriyor diğer taraftanda talebe okutuyor, bilginler ve hukukçular yetiştiriyordu.

Batının en ücra köşesine vardıklarında bir kavim gördüler.

Vahşî bir kavim...

Hayvan derisinden elbise giyen ve denizin dışarıya attığı balık cinsinden şeyleri yiyerek geçinen bir millet. Bu vahşî kavme güzel muamele ettiler, onlara iyi davrandılar. Onlara Cenab-ı Allah'ın varlığı birliği ve dinini anlattılar. Bir kısmı iman ile şereflendi.

Diğer bir kısım ise:

-Biz atalarımızı bu hal üzere gördük, onların yolundan çıkmayız diyerek vahşî hayata devam etmek istediler. Hazret-i Zülkarneyn, Hızır Aleyhisselâm 'a sordu:

-Bu iman etmeyen, bilgi, medeniyet ve insanlığı kabul etmeyen batının bu vahşî insanlarına nasıl bir muamele edelim? Hızır Aleyhisselam:

-Biz tebliğ görevimizi yerine getirdik... Birçoğu dini kabul etti. Biz bunları bu halde bırakıp gidecek olursak diğerlerini bozarlar. Savaşmalıyız.

inanmayanların üzerine yürüdüler. Zülkarneyn Aleyhisselam Siyah Sancağı'nı çekti... Onları karanlıkta bıraktı. Etraf zifiri karanlık oldu. Düşman ne edeceğini bilemedi. Yaşlıları onları topladı:

-Bunların dinini kabul etmekten başka çıkar yolumuz yok? Gençler karşı çıktılar:

-Korktunuz mu?

-Hayır

-Ya?

-Bu Padişah herhangi bir padişaha benzemiyor, bu ordu herhangi bir orduya benzemiyor, hele hele ordunun komutanı sadece bir komutan değil... Görmüyor musunuz bunlar dinlerini güzellikle anlattılar. Zor kullanmadılar, isteseler buraya gelir gelmez hepimizi kılıçtan geçirirlerdi... Ama merhametle muamele ettiler, şefkat ile bize yanaştılar... Hem de bunların çağırdığı şey güzelliktir, iyiliktir... Onların dinlerini kabul eden kardeşlerimiz şimdi çok mutlular. Gelin bu gönül erlerine sevgi ve saygı gösterelim. Onlara teslim olalım öyle sanıyorum ki kerem ve iyiliksever insanlar bizi affedeceklerdir. Başka çıkar yolumuz yok. Bunlara karşı gelirsek sonumuz ölümdür. Gençler boyun büktüler.

-Siz bilirsiniz diye mırıldandılar. ihtiyarlar heyeti Hızır Aleyhisselâm'ın huzuruna çıktılar:

-Pişmanız! Hak dinini kabul ediyoruz... Bize dini arz edin efendimiz...

Kudüs

Mübarek şehir. Uzun yıllar süren batının fethinden sonra geri döndüler. Batıya gerekli olan ilim, adalet, sevgi, saygı, hoşgörü ve insanlığı yerleştirdiler. Batıya onları güzel idare edecek olan adalet, hak ve hukuk sahibi ve içi insan sevgisi ile dolu idareciler ve yargıçlar yerleştirdiler. Batı'daki vahşi insanlar, Zülkarneyn Aleyhisselam ve onun vezir ve komutanı olan Hızır Aleyhisselâm'ın sayesinde sevgi, hoşgörü ve adalet ile tanıştılar.

Hak ve hukuk öğrendiler. insanın kıymetini kavradılar. Sevgi ve hoşgörü kültürünü edindiler. Batı'nın fethi üzerine Kudüs-ü Şerife geldiler. Kudüs'te kendilerini ibâdete verdiler. Mübarek bir şehir olan Kudüs'te daha sonra Süleyman Aleyhisselam tarafından inşâ edilen Beyt-i Makdis, Ka'be ve Mescid-i Nebevî'den sonra yeryüzünün en kutsal mescididir. Zülkarneyn Aleyhisselam bütün askerlerini Hızır Aleyhisselâm'a teslim etti. Hızır Aleyhisselam onları motive etmeye ve ruhen yeni fetihlere hazırlamaya çalıştı. Onları eğitti.

Kudüs-ü Şerifte uzun süre kaldılar. Sonra büyük doğu seferine başladılar.

Keşfi açılıyor

Hızır Aleyhisselâm'ın keşfi açılmıştı. Dünya'ya ayrı bir pencereden bakıyordu. insanların görmediklerini görüyor ve onların duymadıklarını işitiyor ve onların bilmediklerini öğreniyordu. Seyre dalıyordu. Gökleri seyrediyordu.

Bazen başını bir kaldırdı mı göklere saatlerce baktığı oluyordu.

Eşraf ve diğer komutanlar 'bu neye bakıyor diye kendi aralarında mırıldanıyorlardı. Kimse cesaret edip ona neye baktığını soramıyordu. O ise bakmakta olduğu güzel manzaralara baktıkça aşk'a geliyor, vecde kapılıyordu.

Arş-ı A'lâ'daki esrara baktıkça kendinden geçiyor ve Cenab-ı Allah'ın büyüklüğü karşısında secdelere kapanıyordu.

Hele bir gün, Arş-ı âlâ’da nurdan yazılmış bir yazı gördü. Okudu;

FATİHA SURESİ…

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla... Hamd. Âlemlerin Rabbi Allah 'a mahsustur. O, Rahman ve Rahimdir. Ceza günün mâlikidir. (Ey Rabbimiz!) Ancak sana ibâdet (kulluk) ederiz ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola hidâyet et. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna; gazaba uğrayanların ve sapmışların yoluna değil, Âmin.

Şevk ile bir daha okudu. Bir daha okudu. Bu mübarek Fatiha-i

Şerife’nin aşkı ile kendinden geçti. Cenab-ı Allah'a dua etti.

-Ya Rabbi bu mübarek Fatiha süresini bana indir. Cenab-ı

Allâh'dan hitab-ı izzet geldi:

-O sureyi ahir zamanda gelecek olan Habibim Muhammed! Mustafa'ya inzal edeceğim.

Hızır Aleyhisselam ağladı. Günlerce Cenab-ı Allah'a yalvardı:

-"Ya Rabbi beni Habibin Hazret-i Muhammed Mustafa (salla'llâhü aleyhi ve sellem)'e ümmet kıl. O yüce zat'a ümmet olma şerefini bana ver. Kendilerine ümmetlerinin en hayırlısı dediğin. Ümmet-i Merhume ’den olmak istiyorum.

Ya Rabbi Hazret-i Muhammet! Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in hürmetine duamı kabul et. Cenab-ı Allah kendisine candan ve gönülden yalvaran kullarının elbette dualarını kabul edecektir.

Cenab-ı Allah duasını kabul etti.

Her şeyi bir sebebe bağlayan Cenab-ı Allah. Hızır Aleyhisselâm'ın Kâinatın Efendisi Hazret-i Muhammed Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem)e yetişmesi ve ona ümmet olma şerefine nail olması için ona "Ab-ı Hayat" denilen hayat suyunu içmesini vesile kıldı...

Zülkarneyn Aleyhisselâm'ın etrafında âlimler, eşraf, vezirler, komutanlar oturmuşlar sohbet ediyorlardı. Zülkarneyn Aleyhisselam:

-"Kitaplarda okuduğuma göre Yafes'in evladından biri "Ab-ı Hayat'ı içecek ve kıyamete yakın bir zamana kadar dünyada kalacaktır. Keşke bu mutlu kişi, ben olsam!"Hızır Aleyhisselam

-"inşallah, dedi." Vezirlerinden biri:

-Efendim Ab-ı hayatı bulup ne edeceksin?

-içip kıyamete yakın bir zamana kadar Cenab-ı Allah'a ibadet edecek ve onun yolunda savaşacağım.

-Ama sizin bütün tanıdıklarınız, dostlarınız ölecekler ve siz hep onların üzüntülerini çekeceksiniz

-Hayır... Neden üzüleyim! "Inna lillahi ve innâ ileyhi raciûn" derim. Ben her şeyin Cenab-ı Allah’dan geldiğine ve yine Cenab-ı Allah'a döneceğimize inanmaktayım. Her şey kaderdir. Ab-ı Hayat'ı Hızır Aleyhisselam buldu. içti. Hızır Aleyhisselam "Ab-ı Hayat" ile gusül abdesti aldı. iki rek'at namaz kıldı. Kendisine hayırlı uzun ömür vermesi için Cenab-ı Allah'a dua etti

Üçüncü Yol

Kuzey'in fethine giriştiler. Hazret-i Zülkarneyn Mağrib ile maşrık’ı (doğu ile batı'yı) fethettikten sonra, güneyden kuzeye doğru üçüncü bir yol takip ettiler. Köy, köy, şehir, şehir dolaştılar. Her kabileye uğradılar. Dünyanın her tarafına

Lâ ilahe illallah (Tevhid) inancını yaydılar. insanları putlara ve heykellere tapmaktan kurtardılar. insanı insanın kulu ve kölesi olmaktan kurtardılar. Zâlimlerin zulmü altında inim inim inleyen zayıf insanların yardımına koştular. Yeryüzünde zulme ve haksızlığa son verdiler. Yeryüzüne adaleti ve insanlığı getirdiler... insanlığa şan, şeref ve haysiyet verdiler. insanın saygı değer bir varlık olduğunu bütün insanlığa öğrettiler...

Onların sayesinde insan insan oldu. insan insan olduğunu hatırladı. Aklını kullanmayı öğrendi. Zekâsını geliştirdi.

Hızır Aleyhisselam, Zülkarneyn Aleyhisselam ile el ele verip insanlığın gelişmesine yol açtılar. Medeniyet ve uygarlığın yolunu temizlediler.

Bütün ülkeler, fethedildikten sonra Zülkarneyn Aleyhisselam, Hızır Aleyhisselam ve askerlerine izin verdi. Hızır Aleyhisselam beş yüz sene gibi uzun süren bir savaşlar zincirinden sonra bir kenara çekilip kendini ibâdete verdi....

Hızır Aleyhisselâm'ın Peygamberliği

Peygamberlik, Hızır Aleyhisselama verilen en büyük mertebe... insanlara yol göstermek görevlerin en büyüğüdür. Hidâyetin kaynağı olan peygamberler de insanların en şereflisidirler.

Yûsuf Aleyhisselam ile kardeşlerinden sonra yeryüzünü yine küfür bulutları sarmıştı. Kapkara bulutlar... Yeryüzü zifiri karanlık olmuştu. Göz gözü görmüyordu. insanın değeri kalmamıştı. Hazret-i İbrahim'in getirdiği Hanif dini insanların arasında unutulmuştu. Hazret-i İsmail, Ishak, Yakub, Yusuf ve diğer peygamberler birer birer insanların zihninden silinmişti. Allah inancı kalmamıştı. insanlar putlara, heykellere ve efendilerine tapmaktaydı. Kimi de Ay'a, Güneşe ve Yıldızlara ibadet etmekteydi. Peygamberlerin Yüce Allah'dan getirmiş oldukları ilahi ahkâm, hidayet, nur ve ilimin yerini küfür, zulüm, haksızlık ve cehalet almıştı.

Yûsuf Aleyhisselam ile kardeşlerinden sonra Hızır Aleyhisselâm'a nübüvvet (peygamberlik) verildi. Hızır Aleyhisselam yıllarca İsrail oğullarını hak dine çağırdı. Kendisi İsrail oğullarından olmamasına rağmen İlâhî takdîr onu İsrail oğullarına Peygamber olarak göndermişti...

Hızır Aleyhisselam yıllarca İsrail oğullarını Allah'ın davetine çağırdı. Yahudiler ona iman etmediler.

Hak ve adaleti kabul etmediler.

Zulme ve haksızlığa devam ettiler.

Yahudiler, birbirlerine zulüm ve haksızlık ettikleri için, Cenab­ı Allah, onların başına onlardan daha zâlim olan Firavn'u musallat etti... Yahudiler büyük bir zillet ve meskenete düştüler.


 

HAZRET-İMÛSÂ-HIZIR ALEYHİ'S-SELÂMKISSASI (Hikayesi)

Ubey b. Kâ'b radiyallahu anh'den:

Şöyle demiştir: Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Mûsâ Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem bir kere) Benî Isrâîl içinde hutbeye kalkmıştı. Kendisine: "En çok âlim olan kimdir?" diye soruldu. "En âlim benim." diye cevab verdi. (Bu hususdaki) ilmi (Allâh’u a'lem diyerek) Allah'a havale etmediğinden dolayı Allah (u Azîmü'ş-Şân) ona ıtâb etti. Allah (u Teâlâ): "İki denizin bitiştiği yerde kullarımdan biri var. O senden daha âlimdir. " diye ona vahyetti. "Yâ Rab, ona nasıl yol bulayım?" dedi. Ona: "Bir Zenbil içinde bir balık taşı. Onu nerede kaybedersen (o kulum) oradadır." denildi. (Mûsâ aleyhi's-selâm) gitti. Hadimi Yûşa' b. Nûn (aleyhi's-selâm) ı da (birlikte) götürdü. Bir zenbil içine de bir balık koyup yüklendiler, (iki denizin bitiştiği yerdeki) kayanın yanına varınca başlarını (yere) koyup uyudular, (derken tuzlanmış ölü) balık zenbilden sıyrı(lıp kurtu)ldı. Ve deniz içinde kendine su küngü gibi (bir boşluk bırakarak) yol açtı. (Deniz içinde böyle bir yolun açılması) Mûsâ ile hâdimince (aleyhime's-selâm) şayân-ı taaccüb bir şey olmuştu. Uyandıkdan sonra o gecenin bakiyesi ile bütün gün gittiler. Sabah olunca Mûsâ (aleyhi's-selâm) Hadimine: "Kuşluk yemeğimizi ver. Bu seferimizden yorgunluk duy(mağa başla)duk." dedi. (Hâlbuki) Mûsâ (aleyhi's-selâm) emrolunduğu o yerin ötesine geçmedikçe yorgunluk duymamıştı. Hadimi: "Bak hele, taşın dibinde barındığımız zaman balı(ğın gittiğini haber verme) ğı unutmuşum." dedi Mûsâ (aleyhi's-selâm): "Zâten istediğimiz de bu idi. " dedi. Bunun üzerine kendi izlerine baka baka geriye döndüler. Taşın yanına varınca bir de baktılar ki esvabına bürünmüş bir zât (duruyor) Mûsâ (aleyhi's-selâm) selâm verdi. Hızır (aleyhi's-selâm): "Acâyib! Bu (senin bulunduğun yerde) selâm ne gezer?" dedi. "Ben Musa'yım. " dedi. O: "Benî Îsrâîl Musa'sı mı?" diye sordu. "Evet." dedi. Mûsâ (aleyhi's-selâm sonra yine söze başlayıp): "Sana tâ'lîm olunan rüşd’den bana tâ'lîm etmek üzere sana tebaiyyet edeyim mi?" (sana verilen ilimden bana öğretesin diye sana tabi olayım mı?) dedi. Hızır (aleyhi's-selâm): "Sen, benimle hiç mi hiç edemezsin yâ Mûsâ! Bende Allah'ın kendi ilminden bana verdiği öyle bir ilim vardır ki sen onu bilemezsin. Sende de Allah'ın verdiği öyle bir ilim vardır ki onu da ben bilemem." cevâbını verdi. (Mûsâ aleyhi's-, selâm): "Beni inşâAllah sabırlı bulursun. Sana hiçbir işinde de karşı gelmeyeceğim." dedi. Gemileri olmadığı için deniz kıyısında yürüyerek gittiler. Bir gemi geçti. Alsınlar diye (gemicilerle) söyleştiler. Hızır (aleyhi's-selâm)! (gemiciler) tanıdılar. Ve onları navulsuz (gemiye) aldılar. (O sırada) bir serçe, geminin kenarına konup denizden bir iki yudum (su) aldı. Hızır (aleyhi's-selâm): "Yâ Mûsâ, benim ilmimle senin ilmin, İlmu'llâhı bu serçenin denizden aldığı bir yudum kadar bile eksiltmez" dedi. Ve (ondan sonra) gemi tahtalarından birine el atıp söktü. Mûsâ (aleyhi's-selâm). "Adamcağızlar bizi (gemilerine) navnulsuz almışlarken sen, gemilerine kasdedip içindekileri batırmak için mi deliyorsun." dedi. Hızır aleyhi's-selâm: "Sen, benimle hiç edemezsin demedim mi?" dedi. (Mûsâ aleyhi's-selâm): "(Şu) dalgınlığımdan dolayı beni muaheze edip de bana güçlük gösterme. " cevâbını verdi, (vâkıâ da) Mûsâ (aleyhi's-selâm'm) bu ilk muhalefeti dalgınlık (eseri) idi. Yine gittiler. Bir de baktılar ki bir çocuk (diğer) çocuklarla oynuyor. Hızır (aleyhi's-selâm) çocuğun başını eliyle kopardı. Mûsâ (aleyhi's-selâm): "Aman, hiç bir nefse bedel olmaksızın (günahsız) pâk bir canı telef mi ediyorsun?" dedi. (Hızır aleyhi's-selâmyine): "Ben, sana benimle edemezsin demedim mi?" cevâbını verdi. Yine gittiler. Nihâyet bir karyeye gelince ahâlîsinden yemek istediler. Ahâlî onları misafir etmekten imtina ettiler. Orada yıkılmağa yüz tutmuş bir duvar buldular. Hızır (aleyhi's-selâm) eliyle (işaret ederek) doğrulttu. Mûsâ (aleyhi's- selâm): "İsteseydin (hiç olmazsa) bunun için bir ücret alabilirdin. " deyince Hızır (aleyhi's-selâm): "Bu (andan i'tibâren) artık ayrılalım." dedi. Nebiyy-i Mükerrem sallallahu aleyhi ve sellem (kıssayı buraya kadar hikâye buyurduktan sonra): "Allâhu Teâlâ Musa'ya rahmet etsin. Ne olurdu sabredeydi de aralarında geçen maceralar (taraf-ı Haktan) bize hikâye olunaydı." buyurdu. (“Bu hadis, bu bölüme tarafımızdan ilave edilmiştir. ”) (Kütüb-ü Sitte C.4 Shf. 72­78)

Bu Güzel Hatıradan Çıkarılan fıkhî hükümler

Yolculukta hizmetçi ve arkadaş bulundurmak caizdir ve hatta iyidir.

ilim öğrenmek için uzaklara gitmek müstehabdır. Alimin ilmini ziyadeleştirmek için sefere çıkması güzeldir Yolculukta yiyecek bulundurmak caizdir ve tevekküle mani değildir.

Unutmak gibi sevilmeyen şeyler mecazen şeytana nisbet edilebilir.

Talebe, hocasına tevazu' ve saygı göstermeli. Velev ki öğretmeni rütbe i'tibari ile talebesinden aşağı olsun.

Talebe tabiatının taşıyamıyacağı bir şey sorarsa, muallim onu öğretemiyeceği için özür diler.

Bir kimse, yapacağı bir işi söylerken evvelâ "inşallah" demelidir.

Bir insan kendisine tabi olacak kişiye şart koşabilir. Şart edilen şey yapılmalıdır. Kişi unuttuğu bir şeyden dolayı muaheze edilmez. Tekrar, üç defa yapılır.

Yabancı bir kimsenin yiyecek istemesinde beis yoktur. Yapılan iş için ücret almak caizdir.

Fakir, geçimine yetmeyen araba gibi bir şey veya aletle fakir olmaktan çıkmaz. Gasb haramdır.

Emanet veya yetim malı gibi başkasına aid bir malın bütününü kurtarmak için bir kısımını yaralayıp telef etmek caizdir.

iki zarar karşı karşıya gelince, büyüğünü defetmek için küçüğünü irtikab vacibtir.

Binaların ta'miri vacib, yıkılıncaya kadar ihmali haramdır.

Yere define gömmek caizdir.

Hızır Aleyhisselâm'ın "Ben, bunu kendimden yapmadım" demesi, Peygamber olduğuna delildir.

Evliyâullah'ın kerametinin hak ve sabit olduğuna bu hadise delâlet etmektedir.

Bu hadise tasavvuf’un varlığına en büyük delildir.

Hızır Aleyhisselam, onu (duvarı) hemen doğrulttu.

Bir kaç işçinin bir ayda çalışmakla ancak yapabilecekleri bir işi, Hızır Aleyhisselam, Hazret-i Musa ve Yuşâ Aleyhisselam ile birlikte bir gecede yaptılar. Önce duvarı yıktılar. O harabe evin duvarlarının altında levha'lar ortaya çıktı. Çocuklarının dünya hayatını düşünecek ve onlara dünyada geçimlerini sağlamaları için altın ve gümüş bırakacak kadar duyarlı olan anne-baba; evladının ahiretini de düşünerek altın ve gümüşlerden daha değerli nasihatlarda bulunmuşlardı...

Madde ve mânayı bir arada miras bırakmışlardı.

Ne ince fikir

Ne büyük düşünce...

Musa Aleyhisselam okudu:

Taaccub ederim o kimselere ki:

1-                           Kazâ ve kadere imanı olup gâm çeke...

2-                           Rızkın Allâh'ü Teâlâ'dan olduğunu bilip zahmet çeke,

3-                           Ölümü tasdik ederken, ferah ve sürürda ola,

4-                           Kıyamet günün hesabına imanı varken, vaktini gafletle geçire,

5-                           Dünyanın inkılabını bilirken ona gönül bağlayana...

Lâ ilahe illallah, Muhammedürrasûlullah

Öbür tarafı çevirdi:

Beş belâ'dan biri başına gelip de şu beş dua'dan ğafıl olan insana şaşarım.

1-               Her hangi maddî ve manevî bir zarara mübtelâ olan kişinin:

رَبِّ أَنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَأَنتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ

"Rabbim! Benim başıma dert geldi, Sen merhametlililerin merhametlisisin. " dua'sını nasıl vird edinmez? Çünkü Cenab-ı Allah, devamında

فَاسْتَجَبْنَا لَهُ فَكَشَفْنَا مَا بِهِ مِن ضُرٍّ

"Biz de duasını kabul buyurarak, başındaki o zararı hemen gidermiştik.” buyurmaktadır.

2-               Her hangi bir sıkıntı ve üzüntüye uğrayan kişinin:

لَۤا اِلٰهَ اِلَّۤا اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنّ۪ى كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَ

"Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben, gerçekten haksızlık edenlerden oldum. ” duasını nasıl vird edinmez? Çünkü devamında Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır:

فَاسْتَجَبْنَا لَهُ وَنَجَّيْنَاهُ مِنَ الْغَمِّ ۚ وَكَذَٰلِكَ نُنْجِي الْمُؤْمِنِينَ

"Biz de duasını kabul ile kendisini kederden kurtardık. Böylece mü'minleri de kurtarırız.”

3-               Her şey'den korkan kişi;

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

"Allah bize yeter; hem O ne güzel vekîl'dir.” duasını nasıl vird edinmez? Çünkü Cenab-ı Allah, devamında şöyle  buyurmaktadır:

فَانقَلَبُواْ بِنِعْمَةٍ مِّنَ اللّهِ وَفَضْلٍ لَّمْ يَمْسَسْهُمْ سُوءٌ

"Sonra kendilerine hiçbir keder (ve kötülük) dokunmaksızın, Allâh'dan bir nimet ve fazl (u ihsan) ile döndüler."

4-               Başkalarının kendisine hile kurmasından korkan kişinin:

وَأُفَوِّضُ أَمْرِي إِلَى اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ

"Ben işimi Allah'a ısmarlıyorum. Muhakkak ki Allah, kullarının bütün yaptıklarını görendir. ” Ayetini nasıl vird edinmez? Çünkü Cenab-ı Allah,

فَوَقَاهُ اللَّهُ سَيِّئَاتِ مَا مَكَرُوا

"Nihayet Allah, onların kurdukları hilelerden onu korudu. ” buyurmaktadır.

5-               Cenab-ı Allah, kendisine bir nimet verdiği kişi, nimetin elinden çıkmasından korkar da:

مَا شَاء اللَّهُ لَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ

"Maşa Allah, kuvvet ancak Allah'a mahsustur.” Duasını kendisine vird edinmez?

Çünkü içinde nehirler akan, güzel güzel meyveleri olan güzel bahçesine şımarık bir şekilde giren ve arkadaşının tavsiyesine uyup duasını okumayan nankör kişinin bahçesindeki su çekildi. Ağaçları kurudu. Bahçesi tamamen bozuldu. Kısa bir zaman içerisinde iflas etti.

Musa Aleyhiselâm, bu güzel nasihatleri tekrar tekrar" okudu.

Beğendi.

-"Gerçekten akıllı insanmış! Altının üzerine altından daha kıymetli hikmetler saçmış. Ne mutlu ona!" dedi. Hızır Aleyhisselam:

-"Ne mutlu bu güzel öğütler ile amel edene..." buyurdu.

Musa Aleyhisselam elinde hikmet dolu altın levhayı Yuşâ Aleyhisselâm'a uzattı. Yuşâ Aleyhisselam sesizce okudu.

Hızır Aleyhisselam o altın levha'yı alıp duvarın altına eski yerine koydu. Üzerine duvarı ördü. Duvar bittikten sonra karşısına geçti. Duvarı büyük bir keyif ile seyretti. Musa Aleyhisselâm'a sordu:

-"Nasıl iyi oldu mu?"

Musa Aleyhisselam, evet anlamında başını salladı

Ayrılış

Hızır Aleyhisselâm'ın Hasûr'u öldürmesinden sonra Cenab-ı Allah onlara bir kız çocuğu verdi. O kız çocuğunun neslinden on iki (ikinci bir rivayete göre yetmiş) peygamber gelmiştir.

Duvara gelince: Bu duvar şehirde iki yetim oğlanın idi. Duvarın altında onlara ait bir define (hazine) vardı. Babaları da sâlih bir zat idi. Onun için Rabbin diledi ki, oğlanlar rüşdlerine ersinler de definelerini çıkarsınlar. Bu Rabbinden bir rahmet idi. Ben, bunların hiç birini kendiliğimden yapmadım. işte senin sabredemediğin şeylerin içyüzü bu idi. " dedi.

Musa Aleyhisselam, sordu:

-"Bütün bunlar, Allah'ın emrimiydi?" Hızır Aleyhisselam:

-"Evet! Bunların hepsi Allah'ın emriydi. Ben kendi isteğimle hiç bir şey yapmadım. Her şey, İlâhî bir takdirdi...."

Musa Aleyhisselam, Hızır Aleyhisselam'dan ayrılırken:

-"Bana nasihat et" dedi. Hızır Aleyhisselam:

Bilgiyi insanlara anlatmak için değil onunla amel etmek için öğren, Hızır Aleyhisselam devam etti: Faydalı ol; zararlı olma! Güler yüzlü ol, asık suratlı olma! inatçı olmaktan sakın! Boş yere dolaşma! Bir tuhaflık olmadan gülme! Günah işleyenleri, pişmanlık duydukları zamandan sonra ayıplama!

Sağ kaldığın müddetçe, kendi hataların için ağla! Bu günün işini yarına bırakma! Gayretini hedefine yönelt! Seni ilgilendirmeyen şeye karışma! Yapacağın şeyi açıktan açığa yap! Gücün olduğu müddetçe de iyilik yapmaya bak!

Hızır Aleyhisselam bu nasihatleri etti. Musa Aleyhisselam ile kucaklaşıp ayrılacağı zaman, MusaAleyhisselâm'a

-"Bana dua eder misin?"Hazret-iMusa şöyle buyurdu:

-Çok güzel öğütler verdin, Allah, sana bol nimetler ihsan etsin, seni rahmetine gark etsin ve seni düşmanlarının şerrinden kurusun. Musa Aleyhisselam sordu:

-"Gayb ilmine nasıl nail oldunuz?"

-"Allah için, günahları terkederek gayb ilmine kavuştum,” diye cevap verdi.

Musa Aleyhisselam yine sordu:

-"Sana uzun ömür verilmesinin sebebi nedir?"

-"Levh-i Mahfûz'da İlâhî hikmet ve takdirî okurken orada son Peygamber MuhammedMustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem)e inecek olan Fatiha Süresini gördüm. Ona âşık oldum. Hazret-i Muhammed Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem)e ümmet olmak için dua ettim. Dua'm kabul edildi. O Yüce Resul (salla’llâhü aleyhi ve sellem)in hürmetine Cenab-ı Allah. "Ab-ı Hayat"tan içmeyi nasîp etti," diye cevap verdi.

Musa Aleyhisselam, Hızır Aleyhisselâm'ın makamına özendi. O'da Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)e ümmet olmak için Cenab-ı Allah'a dua etti:

-"Ya Rabbi, bana verdiğin levhlerde, (Tevrat'ın sahifelerinde) şefaat eden ve şefaatleri makbul bir ümmet görüyorum. Onları benim ümmetim eyle.

Cenab-ı Allah:

-Onlar Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ümmetidir. Musa Aleyhisselam:

-Ya Rabbi, levhlerde kıldıkları beş vakit namaz, günahlarına keffaret olacak olan bir ümmet görüyorum. Onları benim ümmetim eyle... Cenab-ı Allah:

-Onlar Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ümmetidir. Musa Aleyhisselam:

-Ya Rabbi, levhlerde, dalâlet ehlini, hatta kör deccalı bile katleden bir ümmet görüyorum. Onları benim ümmetim eyle. Cenab-ı Allah:

-Onlar Muhmammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in    ümmetidir. Musa Aleyhisselam:

-Ya Rabbi levhlerde, hem su ile hem de toprakla taharet yapan bir ümmet görüyorum. Onları benim ümmetim eyle... Cenab-ı Allah:

-Onlar Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) in ümmetidir. Musa Aleyhisselam:

-Ya Rabbi levhlerde sadakaları hem alan hem yiyebilen bir ümmet görüyorum.(Halbuki daha önceki ümmetler sadakaları alıp yiyemezlerdi. Sadakaları yakarlardı.) Onları benim ümmetim eyle... Cenab-ı Allah:

-Onlar Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ümmetidir. Musa Aleyhisselam:

-"Ya Rabbi, levhlerde öyle bir ümmet görüyorum ki, onlardan biri bir iyilik işlemeğe niyetlenseler fakat herhangi bir sebeple yapamamış olsa bile, ona bir ecir veriliyor. Eğer niyetlendiği bu iyiliği bizzat ve fiilen işleyebilirse karşılığında (en az) on mislinden başlamak üzere (yetmiş ve ) yedi yüz misline kadar, hatta bundan da fazla (yedi bin veya yetmişbin) ecir alabilir. Buna karşılık eğer birisi bir kötülük işlemeyi kasdeder ve sonra işlemezse günahı terkettiği için kendisine sevap yazılır. Kasdettiği o kötülüğü bizzat işlediği takdirde ise ancak bir günah yazılıyor. Yani misli misline. Ya Rabbi, sen onları benim ümmetim eyle..." Cenab-ı Allah:

-OnlarMuhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)in ümmetidir. Musa Aleyhisselam:

-"Ya Rabbi, levhlerde öyle bir ümmet görüyorum ki, onlardan yetmiş bin ferd ( den daha çoğu) sorgusuz-sualsız cennete giriyor. Onları benim ümmetim eyle..." Cenab-ıAllah:

-"Onlar Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) in ümmetidir." Musa Aleyhisselam:

-"Ya Rabbi, levhlerde iyiliği emredip kötülüğü meneden bir ümmet, ümmetlerin en hayırlısı olan bir ümmet görüyorum. Onları benim ümmetim eyle..." Cenab-ı Allah:

-"Onlar Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) in ümmetidir." Musa Aleyhisselam:

-"Ya Rabbi, levhlerde, yeryüzüne geliş îtibariyle sonuncu oldukları halde, kıyamet günü ümmetlerin en hayırlısı olarak en başta giden bir ümmet görüyorum. Onları benim ümmetim eyle.. "Cenab-ı Allâh:

-Onlar Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) in ümmetidir. Musa

Aleyhisselam:

-Ya Rabbi, levhlerde, öyle bir ümmet görüyorum ki, kendilerine inmiş olan İlâhî kelamî hem ezberliyorlar, ezbere okuyorlar. Hem de yazısına bakarak (yüzden) okuyorlar ve ahkâmı ile de amel ediyorlar. Onları benim ümmetim eyle...

Cenab-ı Allah:

-"Onlar Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)in ümmetidir." Bütün bunlardan Musa Aleyhisselam (ümmet-i merhume'nin büyüklüğü karşısında) şu temenni de bulundu:

Ya Rabbi, beni Ümmet-i Muhammed'den eyle! Cenab-ı Allah:

-"Ey Musa! dedi, ben seni risâletimle (sana peygamberlik vermemle) ve sözlerimle (tur dağında seninle konuşmam ve sana kitap vermemle) seni insanların başına seçtim. Sana verdiğim (nimetler)i al ve (haline) şükredenlerden ol." diye vahiy etti." (Araf:144)

Hızır Aleyhisselâm'ın gizemli hayatı

Hızır Aleyhisselâm'ın gizemli hayatı dünya malı ve mülkünden uzak geçmektedir. O dünya malına önem vermedi.

Hızır Aleyhisselâm'ın bu kadar dünyada kalması ve Cenab-ı Allah'ın kendisine "Âb-ı Hayat’ı nasip etmesi ve Hızır Aleyhisselâm'ın kıyamete yakın bir zamana kadar yaşayacak olması onu hiçbir zaman mal sahibi olmaya sevketmemiş ve asla Hızır Aleyhisselâm'ın içine dünya ve mal sevgisi girmemiştir.

Onun bütün arzusu Cenab-ı Allah'a ibadet etmek... insanlığın hidayeti için Cenab-ı Allah'a yalvarmak, dua etmek ve Cenab-ı Allah'ın Ilm-i ledünnî ile kendisine vermiş olduğu vazifeleri yerine getirmektir.

Bir ara yapmış olduğu bir kulübe ile sahrada dikmiş olduğu bir ağaçtan dolayı başına neler geldi neler?

Hızır Aleyhisselam Deniz kenarında gölgelenmek ve içinde ibadet etmek için kendisine kulübe yapmıştı.

Bu kulübede ibadet ediyordu. Sahraya çıktığı zaman güneşten korunmak ve gölgesinde ibadet etmek için bir ağaç dikmişti.

Asırlarca yaşayan o büyük insan, deniz kenarında bir kulübe ile sahrada bir ağaca sahibti. Bir kulübesi ile beraber dikili bir ağacı vardı. Bunlara sahib olmanın bedelini hürriyeti ile ödedi. Bunlara sahib olduğu için göz yaşları döktü, ağladı, tevbe ve istiğfar etti. Derme çatma bir kulübe ile sahrada ekip gölgesinde güneşten korunduğu bir ağaçtan dolayı bu felâketler başına geldi. Esaret hayatı yaşadı.

Hızır Aleyhisselâm'ın Allah sevgisi

Allah adı anıldığı zaman Hızır Aleyhisselâm'ı büyük bir heyecan alır, o bütün işlerini Allah rızasını kazanmak için yapardı. Hızır Aleyhisselam Beni israilin sokaklarında yürüyordu. Mükatib bir köle ona yaklaştı:

-"Cenab-ı Allah sana malını mübarek kılsın. Bana bir sadaka ver."

Hızır Aleyhisselâm'ın verecek herhangi bir malı olmadığından:

-"Âmentü billah! Mâa-şallâh! Sana verecek bir şeyim yok. Adam ısrar etti

-Allah için istiyorum! Senin yüzünde cömertlik görüyorum, senden bereket umuyorum. Hızır Aleyhisselam:

-"Âmentü billah! Sana verecek bir şeyim yok... Ancak canım var. Beni al götür köle pazarında sat." Adam:

-"Bu doğru olur mu?"Hızır Aleyhisselam

-"Olur! Sen benden Allah rızası için sadaka istedin. Bu büyük bir isimdir. Benim canımdan başka sana verecek bir şeyim yok..." Gözlerini para hırsı büyülemiş, kendi yumurtasını pişirmek için komuşusunun damını ateşe verecek kötü bir tıynette olan yahudi köle kendi hürriyeti için Hızır Aleyhisselâmı Köle pazarına götürdü. Dört yüz dirheme sattı. Hızır Aleyhisselam kendisini alanın yanında uzun bir süre kaldı. Adam merhametli olduğundan ona hiçbir iş vermedi. Bir gün Hızır Aleyhisselam ona:

-Bana bir iş ver, dedi. Adam;

-Sen yaşlısın, zayıfsın, çalışamazsın, dedi.

Hızır Aleyhisselam ısrar etti:

-İş beni yormaz. Çalışmak bana zorluk vermez.

Adam:

-Peki! Sen bilirsin diyerek ona altı kişinin bir günde taşıyabilecekleri bir taş yığınını göstererek bahçenin dışına taşımasını söyledi.

Adamın işi çıktı. Bir saat sonra eve döndüğünde taşların taşındığını gördü.

Hayret etti.

Dudaklarını ısırdı.

Ne diyeceğini bilemedi ancak:

-İyi ettin, diyebildi.

Birkaç gün sonra adamın yolculuğa çıkması gerekti. Adam, Hızır Aleyhisselâm'a:

-Sen emin, güvenilir bir insansın, sana eşimi ve çocuklarımı emanet ediyorum! Onlara iyi bak olur mu? Dedi.

Hızır Aleyhisselam bu işi kabul ettikten sonra:

-Bana bir iş vermiyor musun?

Adam yine:

-Sen yaşlı ve zayıf bir insansın işin seni yormasından korkuyorum, dedi.

Hızır Aleyhisselam: -İş beni yormaz, dedi. Adam:

-Öyle ise boş zamanlarında kendini yormamak şartı ile kerpiç dök evimizin duvarlarını tamir edelim, dedi.

Adam seferinden döndüğünde binanın bütün tamiratının yapıldığını gördü ve hayretler içerisinde kaldı.

Kendi kendine "Bu işte mutlaka bir sır var..." diyerek Hızır Aleyhisselâm'a şaşkınlıkla sordu:

-"Kimsin sen? Allah rızası için bana doğruyu söyle! Neredeyse kafamı oynatacak ve aklımı kaybedeceğim."

Hızır Aleyhisselam:

"Allah rızası için" beni bu hale getirip köle yaptı. Madem ki sen "Allah rızası için" dedin sana açıklayayım:

-Ben Hızırım! Miskinin biri benden "Allah rızası için" sadaka istedi. Bu büyük bir isimdir. "Allah rızası için akan sular durur." Ona verecek bir mal ve mülküm olmadığı için hürriyetimi verdim. Beni götürüp köle pazarında sattı. Adam Hızır Aleyhisselâm'ın eline sarıldı:

-"Özür dilerim! Bilemedim, tanıyamadım."

Hızır Aleyhisselam

-"Bir şey değil!"

Adam bütün samimiyetiyle:

-"Malımdan ve ehlimden dilediğini seç, al... Bundan böyle serbestsin."

Hızır Aleyhisselam:

Malını ve ehlini Cenab-ı Allah sana mübarek etsin. Sen beni serbest bırak Rabbıma ibadet edeyim yeter...Benim mal, mülk ve ehle ihtiyacım yok.

Adam sorar:

-Bir dilenci için bu hale düşmeye değer miydi? Hızır Aleyhisselam:

-Kimden bir şey "Allah rızası için " istenir de o da gücü yettiği halde vermezse kıyamet günü yüzünde et ve deri olmadığı halde gelir.

Adam:

Amentü billah ! Çok çile çektiniz ey yüce peygamber, deyip Hızır Aleyhisselâm'ı âzâd etti. Hızır Aleyhisselam şükür secdesine kapandı. Ve dua etti:

Yâ Rabbi, senin hakkın için kul, yine senin hakkın için azâd oldum. Bu kuluna ihsan ve yardım edip, ebedî Cehennem ateşinde yakmaktan azâd et, diye dua etti.

Sâcim Bin Erkâm, Hızır Aleyhisselâm'ın bu duyarlığı karşısında göz yaşları tutamadı.

Ağladı.

Hızır Aleyhisselâm'ın ellerine sarıldı:

-Efendim içinize rahmet ve şefkat duygularını yerleştiren, bir kölenin âzâd olması için köle olmayı göze alacak kadar size acıma duygusu veren Cenab-ı Allah'a inandım. Bana dinini arzet, Müslüman oluyorum, dedi.

Hızır Aleyhisselam ona dini arzetti. Sâcim Bin Erkam candan ve gönülden müslüman olduğu gibi bütün ailesine hak dini arzetti. Hepsi müslüman oldular.

Hızır Aleyhisselam kendini tutamadı, yine secdeye kapandı:

-"Köle oldum bir insanın hürriyetine sebep oldum, kölelikten kurtuldum, benimle birlikte bir ailenin cehennem azabından azad olmalarına sebep oldum... Şükürler olsun Yâ Rabbi        "

Cenab-ı Allah vahiy etti:

-"Seni kölelikten kurtardım. Vesilenle bir kafir (aile) Müslüman oldu. Sana her dirhemin karşılığında bir dinar (ın- sevabını) verdim. insanlar benimle yapılan muamelede kârlı çıkacaklarını bilsinler diye..."

Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile görüşmesi

Fatiha-i Şerife Mekke'de peygamberliğinin ilk yıllarında nazil oldu. Hızır Aleyhisselâm, Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)e geldi. Kâinatın Efendisine ümmet olma şerefine nail oldu. O Yüce Peygamberden çok sevdiği Fatiha-i Şerifenin zahirî ve bâtınî manasını, tefsir ve esrarını öğrendi. Fatiha süresini öğrenmenin sevinci ile:

-"Artık ebedî hayatı dilemeliyiz,"dedi.

Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ona:

-"Senden ümmetime yardımcı olmanı istiyorum."

-"Nasıl?"

-"Ümmetime denizlerde ve karalarda her hangi bir tehlike ile karşılaştıkları zaman onlara yardımcı olmanı istiyorum.”

Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in bu dileğini emir olarak bilen Hızır Aleyhisselâm için yeni hayat başladı.

Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) 'in sağlığında Hızır Aleyhisselâm defalarca gelip O'nunla görüştü. O'ndan bilgi ve marifet aldı. Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in vefatından sonra ashab-ı kiram, ehl-i beyt, evliya, âlim ve gönül erleriyle görüştü. Dara düşenlerin yardımına koştu....

Her şeyin doğrusunu Allah bilir.

Kimliği

Asıl adı Belyâ b. Melkanolan Hızır Aleyhisselâm'ın doğumu ve kimliği hakkında tarihçi ve tefsir âlimleri değişik rivayetler de bulunmaktadırlar.

Hazret-i Âdem'in oğludur. Kabil'in oğludur. Hazret-i Nuh'un evladındandır. Elyesa'a veya Ilyâs Aleyhisselâmdır. Benî israil Peygamberler indendir. Pars Meliklerindendi. Hızır Aleyhisselâm, Hazret-i İbrahim Halilullah'a iman edip ve onunla birlikte hicret eden bir mü'minin oğludur.

Hızır Aleyhisselâm, Hazret-i İbrahim'in dedesinin amcaoğludur. Hızır Aleyhisselâm, Hazret-i İbrahim'in zamanında yaşayıp ve Ona ilk iman edenlerin zürriyetindendir. Hazret-i Ermiyâ'dır.

Hızır Aleyhisselâm'ın ne zaman ve nerede doğduğu hakkında tarihçiler ihtilaf ededursunlar... Cumhurun kabul ettği rivayete göre Hazret-i İbrahim'in zamanında yaşayan ve bir Melikin oğlu olan Hızır Aleyhisselâm aynı zamanda Hazret-i İbrahim'e ilk iman edenlerdendir. İbrahim Aleyhisselâm ile beraber hicret etmiştir.

Hızır Aleyhisselâm var mıdır?

Hızır Aleyhisselâm, hakkında bize ulaşan kaynaklara ve rivayetlere girmeden önce onun varlığı ve yokluğu ve cinsiyeti hakkındaki rivayetleri tahlil edelim.

Bazı tasavvuf ehli; Hızır, bast'dan, Ilyâs kabz'dan kinâye'dir. derler. Kimine göre ise; Hızır, insanların şekline girebilen bir melektir.

Kimi de: Hızır diye muayyen bir şahıs yoktur. Her asrın ayrı ayrı bir Hızır'ı vardır. Buyurmaktadır. Bütün bunlar, delili olmayan kuru bir iddia'dır. Hızır Aleyhisselâm'ın varlığı bir realitedir. Gün gibi ortadır. Onun inkârı asla mümkün değildir. Onun Musa Aleyhisselâm ile olan sohbet ve seyahati Kur'ân-ı Kerim'de anlatılmaktadır. Bir çok hadisi şerif onun varlığından sözetmiştir. Alimlerin ekserisi onun muayyen bir sahış olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir.

Kendisine Hızır Denmesinin Sebebi

Hızır, sözlükte yeşillik demektir.

O yüce zât'ın "Hızır", künyesini almasını Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hadisi şeriflerinde şöyle beyan etmektedirler:

1. (4345)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Hızır'ın Hızır diye isimlenmesi şuradan gelir. O, kupkuru beyazlamış ot destesinin üzerine oturmuştu. Deste, altında derhal yeşerdi." [Buhârî, Enbiya 27; Tirmizî, Tefsir, Kehf (3150).] (Kütüb-ü Sitte C12 Shf.367)

İmam-ı Rabbani Hazretleri

Imam-ı Rabbani Müceddid-i Elf-i Sâni Ahmed Farûki Serhendi hazretleri, Hızır Aleyhisselâm ile görüşüp kendisi ile sohbet etmişlerdir. O büyük imamın Hızır Aleyhisselâm ve Hazret-i Ilyâs ile ilgili olarak zamanın alimlerinden Molla Bediiiddin'e yazmış olduğu mektup bunu isbat etmektedir:

Allah'a hamd olsun; selam seçkin kullarına... Arkadaşların; Hızır Aleyhisselâm'ın hallerini sormaları üzerinden bir müddet geçti. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimize ve ona salât ve selam olsun. Fakirin lâyıkı veçhiyle onun hallerine muttali' olmadığımdan, cevap vermekten durakladım. Bir gün, sabah halkasında Hızır ve Ilyâs'ı ruhaniler suretinde hazır gördüm. Onlara selam olsun. Ilka-i ruhani Hızır Aleyhisselâm şöyle dedi:

-Biz, ruhlar alemindeyiz, Sııbhan-ı Hak bizim ruhlarımıza kudret-i kamile ihsan eyledi. Öyle ki: istediğimiz şekle girebilir; cisimlerin suretlerini alabiliriz. Bundan sonra, o suret ve şekillerden, cismâni hareket, sekenat, cesede bağlı ibadet ve taat olarak ne sudur ederse bulardan da sudur eder. Bu esnada şöyle dedim:

-Siz imamı Şafii mezhebine göre mi namaz kılıyorsunuz? Bunun üzerine şöyle dedi:

-Biz şeriatlerle mükellef değiliz. Kutb-u medarın önemli işleri bize bırakılmıştır. Kutb-u medar dahi Imami Şafii mezhebine tabidir. Bunun için onun arakasında Imam-ı Şafii mezhebine göre namaz kılarız. Allah ondan razı olsun.

işte o zaman anlaşıldı ki: Onların taatlarına mükafat terettüb etmez. Onların taat ve ibadetleri taat ehline muvafakat ve ibadetin suretine riayet için olmaktadır. Yine bundan anlaşıldı ki: Velayet kemâlât Şafii fıkhına muvafıktır; nübüvvet kemâlâtı ise Hanefi fıkhına muvafıktır. iş bu vakitte, Hace Muhammed Parisanın dahi kelamının hakikati anlaşılmış oldu. Kendisinden naklen "Fusul - ü Sitte " kitabında şöyle anlatıldı:

-Isa Aleyhisselâm semadan indikten sonra Ebu Hanifenin mezhebine göre amel edecektir. Yine bu sırada hatırıma geldi ki: Onlardan imdad isteyip dua taleb edeyim. Akabinde şöyle dedi:

-Bir şahsın haline Hakkın inayeti şamil olursa, ona bizim dahlimiz olmaz. Onlar kendilerini aradan çıkarmış gibi idiler. Ilyâs Aleyhisselâm ise bu arada hiç kelam etmedi. Vesselam.

Hızır Aleyhisselâm Yaşıyor mu?

îbni Salah fetevâsında " Cumhur-u ulemâ ve salihine göre Hızır Aleyhisselâm yaşamaktadır. Avamda bu görüştedir. Bazı ehli hadisin Hızır Aleyhisselâm'ın vefat ettiğini söylemeleri ise şazz kabilindendir." diye fetva vermektedirler. Alimlerin ekseriyeti ve sâlihler Hızır Aleyhisselâm'ın hâlâ hayatta olduğu görüşündedirler.

Hızır Öldü Diyenler

Âlimlerin içerisinde Hızır Aleyhisselâm'ın vefat ettiğini savunanlar da vardır. Hızır Aleyhisselâm'ın vefat ettiğini savunan bazı alimler;

"Biz senden önce de hiçbir insana ebedilik vermedik. Şimdi sen vefat edersen, onlar ebedî mi kalacaklar?"

"Herkes ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak kötülükle ve iyilikle deneyeceğiz. Hepiniz de sonunda bize döndürüleceksiniz. Mealindeki ayeti kerimelerini ve şu hadis-i şerifi delil getirirler: Resûlullâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatının sonlarına doğru bir kere bize yatsıyı kıldırdı. Selam verince ayağa kalktı ve: "Bu geceyi görüyorsunuz ya, işte bu geceden i'tibâren yüz sene başında (bu gün) yeryüzünde olanlardan hiçbir kimse kalmıyacaktır" buyurdu. Hadisi Şeriflerini delil getirerek; Hızır Aleyhisselâm'ın hicretin birinci asrının sonlarına doğru mutlaka vefat etmiştir, buyurmaktadırlar.

Hızır Aleyhisselâm Yaşıyor

Hızır Aleyhisselâm'ın yaşadığını söyleyen ilim ehli öldüğünü savunan âlimlere şöyle cevap vermektedirler:

Âyet-i Kerime bir hakikati dile getirmektedir. Bütün canlıların öleceği bir realitedir. Onu kimse inkar edemez. Zaten hiç kimse tarafından Hızır Aleyhisselâm'ın ebediyen yaşayacağı dile getirilmemektedir. O'da elbette bir gün ölecektir.

Cumhûr'a göre Isa ve Hızır aleyhimü's-salatu ve's-selam ile Melâike-i kiram ve iblise bu hadisi şerifin şümulü yoktur.”

Ve hem de Peygamber efendimiz bu hadisi Şeriflerini buyurdukları zaman Hızır Aleyhisselâm arz (dünya'n)ın dışında başka bir alemde olması mümkündür. Bazı muhaddislerin Hızır Aleyhisselâm'ın vefat ettiği görüşünde olmaları şâzz kabilindendir. Cumhur ve muhakkıkıyn Hızır Aleyhisselâm'ın yaşamakta olduğuna inanmaktadırlar.

Hızır Aleyhisselâm'ın Vefatına İkinci Delil

"Bîatü'r-Rıdvân" da Peygamber efendimiz yer yüzünün en kutlu ve mutlu insanları ve hatta meleklerin bile kendilerine imrendiği ashabına şöyle seslenmişti:

-"Bu gün siz yeryüzünün en hayırlı insanlarısınız” işte bu hadis-i şerif, Hızır Aleyhisselâm'ın vefat ettiğine delildir... (Çünkü Hızır Aleyhisselâm bir peygamberdir. Ashab-ı kiram bir peygamberden üstün olamaz) şöyle cevap verilmiştir:

Hızır Aleyhisselâm'ın peygamberliği, Hazret-i İsâ peygamberliği gibi münkaziydir. Peygamber Efendimizin döneminde ona tabi olurlar. Peygamber efendimiz "Kardeşim Musa şu anda hayatta olmuş olsaydı elbette bana tabi olurdu" buyurmaları gibi... Yine âhir zamanda Hazret-i Isa indiği zaman Peygamber Efendimizin ümmetinden olacaktır. Hızır Aleyhisselâm, "Bîatü'r- Rıdvan" anında ashabın arasında da bulunabilir! Neden olmasın? Belki o Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)inyanında idi ama; hiç kimse onu tanımamıştır.

Veya o anda Hızır Aleyhisselâm yer yüzünde değilde başka bir âlemde olabilir. Zira kâinat sadece bizim dünyamız değildir. Dünyamız kâinatın yanında mercekle aranacak kadar küçüktür.

Risâle-i Nur'da Hızır Aleyhisselâm'ın Hayatı

Kelâm ve Akâid konularında yüzü aşkın Risale yazan büyük mütefekkir SaidNursî hazretleri, Hızır Aleyhisselâm ile Hazret-i Ilyâs' ın hayatları hakkında şöyle buyurmaktadır:

SUAL: Hazret-i Hızır Aleyhisselâm hayatta mıdır? Hayatta ise niçin bazı mühim ulema hayatını kabul etmiyorlar?

Elcevap : Hayattadır, fakat merâtib-i hayat beş'tir. O, ikinci mertebededir. Bu sebepten bâzı ulema hayatından şüphe etmişler.

Birinci Tabaka-i Hayat: Bizim hayatımızdır ki, çok kayıdlarla mukayyeddir.

ikinci Tabaka-i hayat: Hazret-i Hızır ve Ilyâs Aleyhimesselâmın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yâni bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyyet levâzımatiyle daîmî değillerdir. Bâzan istekdikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde ehl-i şuhûd ve keşif olan evliyanın Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder. Hattâ makamat-ı velayette bir makam vardır ki, "Makam-ı Hızır" tâbir edilir. O makama gelen bir veli, Hızırdan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bâzan o makam sahibi yanlış olarak ayn-ı Hızır telâkki olunur.

Uzun Ömre Sahip Olmasının Sebebi

Hızır Aleyhisselâmın bu dünyada kalmasına Fatiha Suresi sebep oldu. Hızır Aleyhisselâm bir fethi kübra ile Fatiha-i Şerife’nin Arş-ı Alaa"da nurdan bir daire şeklinde kitabesini gördü. Fatiha-i Şerifeye hayran kaldı. Fatiha-i Şerifeye aşık oldu.

Fatiha-i Şerifenin envar ve esrarını kendisine ihsan edilmesi için Cenab-ı Allâha iltica edip yalvardı. Cenab-ı Allah Fatiha-i Şerifenin Hazret-i Muhammed Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e ve onun hayırlı ümmetine indirileceğini vahyetti. Hızır Aleyhisselâm Ümmeti Merhumeden olmayı diledi. Cenab-ı Allâh da duasını kabul ederek onu Ümmeti Muhammed'e dahil eyledi. O, şimdi aramızda yaşıyor ve daha çokta yaşayacaktır.

O'nu Yaşatan Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)e olan Aşkıdır

Hızır Aleyhisselâm'ı yaşatan, ona yaşama sevinci veren onu hayata bağlayan ve onu dünyanın çilesine katlanmaya razî eden duygu Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)in aşkı ve ümmetinin faziletidir. Kâinatın Efendisi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in erişilmez büyüklüğü ve engin cazibesinden dolayı bir çok peygamber O'na ümmet olmak için can atmıştır. Çünkü O peygamberlerin yücesi olduğu gibi onun ümmeti de ümmetlerin en hayırlısıdır... Hızır Aleyhisselâm'ın Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)e olan sevgisinden dolayı bu güne kadar yaşadığını Muhammed Bîcân Hazretleri "Muhammediyye" isimli kitabında şöyle dile getirmektedir:

Içüpdir Havzının bir katresinden

Anin içün zindedir Hızır 'la İsâ

"Hazret-i Muhammed Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem)in aşk havzundan bir damla içtiği için Hızır ile İsâ hayâttadır.”

Ab-ı Hayat

Âb-ı Hayat; Hayat suyu, dirlik suyu, demektir.

Yeryüzünde "âb-ı hayat" vardır. O sudan içen kimse kıyamete kadar hayatta kalır. Hızır Aleyhisselâm ondan içtiği için hayattadır. Zülkarneyn Aleyhisselâm, hayat suyunu aradı. Takdiri İlâhi'nin gereği bulamadı. Onun komutanı ve veziri olan Hızır Aleyhisselâm buldu, içti, o sudan yıkandı, abdest alarak iki rek'at namaz kıldı... Ilyâs Aleyhisselâm'ın da bu sudan içtiği rivayet edilmektedir.

Süleyman Aleyhisselâm ve Ab-ı Hayat

Cenab-ı Allah, Süleyman Aleyhisselâm'a "Ab-ı Hayat"ı içip, tâ kıyamete kadar yaşamak ile içmemek arasında serbest bıraktı.

Süleyman Aleyhisselâm, kendisine bu güzel haberi getiren melekten biraz müsâde istedi. Süleyman Aleyhisselâm bu meseleyi danışmak için bütün canlıları topladı. Onlara danıştı. Canlılar:

-"Âb-ı Hayattan içmeniz sizin için hayırlı olur." Sordu:

-"Neden?"

-"Hayat suyundan içerek, tâ kıyamete kadar yaşar ve sürekli Cenab-ı Allah'a ibâdet edersiniz. Bu ele geçmez bir nimettir," dediler.

Süleyman Aleyhisselâm Hüdhüd kuşunun toplantıda bulunmadığını farketti. Emir verdi:

-"Hüdhüd kuşlarından bir heyet gelsin."

Birazdan Hüdhüd kuşları geldiler. Süleyman Aleyhisselâm onların fikirlerini sordu. Hüdhüd kuşu:

-"Âb-ı Hayatı içmeyip, zamanı geldiği zaman ölmeniz sizin için daha hayırlıdır." Süleyman Aleyhisselâm sordu:

-"Neden?"

-"Eğer hayat suyunu içip, tâ kıyamete kadar yaşayacak olursanız, bütün sevdiklerinizin, çocuklarınızın, torunlarınızın hep öldüklerini görecek, üzülecek ve hatta onların ölüm acısını içinizde hissedeceksiniz. Evlât acısı yürekleri yakar. Ayrılık acısı çok zordur. Allah'ın sizin için âhirette hazırladığı nimete kısa bir zamanda kavuşmak daha iyidir," dediler. Süleyman Aleyhisselâm, bu fikri beğendi. Âb-ı Hayattan içmekten vazgeçti.

Hızır Aleyhisselâmın yaşı

Hızır Aleyhisselâm hep yaşlanıp gidiyor mu? Hayır.... Böyle bir şey olsa şu anda Hızır Aleyhisselâm'ın çok yaşlanmış ve yaşlılığından dolayı hareket edemeyecek halde olması gerekir. Hızır Aleyhisselâm her yüz senede 18 yaşına iner. Ve on sekiz yaşındaki delikanlı gibi dinç ve kuvvetli olur. Başka bir rivayete göre her yüz yirmi yaşından sonra gençleşir.

Hızır Aleyhisselâm'ınyemesi ve içmesi

Hızır Aleyhisselâm'ın hayatı diğer insanlardan farklı olduğu gibi yemeği de ayrıdır... Hızır Aleyhisselâm ile Hazret-i Ilyâs'ın yemekleri mantar ile kereviz'dir. içeceği de Zemzem suyudur.

Hızır Aleyhisselâm'ın Evlenmesi

Hızır Aleyhisselâm bir insandır. Bir beşer olarak evlenmiştir. Zâten evlilik peygamberlerin sünnetidir. Peygamberlerin içinde sadece Hazret-i İsa ve Yahya Aleyhisselâm kısa ömürlerinde evlenmeye zamanlarının olmadığı rivâyet edilmektedir. İlk evliliğini babasının sarayında yapmıştır. Ama o zaman eşine elini sürememişti. Daha sonra yeni evlilikler yaptı. İlk oğlunun adı Abbas olduğu için künyesi "Ebü'l-Abbas": Abbas'ın babası'dır. Künyesinin Ebü'l-Abbas olmasından çocuk doğuran ilk eşinin Arab olduğu anlaşılmaktadır. İhtimâl ki, Hazret-i İbrahim'i ziyaret etmek ve Ka'beyi tavaf etmek için Mekke'ye geldiği sırada evlenmiştir...

Hızır Aleyhisselâm, her yüz veya yüzyirmi senede bir gençleştiğine göre; her yüz sene veya yüzyirmi senede bir evleniyor demektir.

Evlenip nikâhının kıyılması için kadıya gittiği zaman, kendisine kim ve nereli olduğunu soranlara: "Ben mağribli bir kişiyim", diye cevap verir.

Eşi ve çocukları onun gerçek kimliğini bilmezler. Hicrî yediyüzler'den itibaren evliliği bırakmıştır. O tarih'den itibaren evlenmiyor. En son oğlu da yine o Hicrî yediyüzlerde vefat etti. Şu anda yeryüzünde kimsesi kalmamıştır.

Hızır Aleyhisselâm Her Dili Bilir

Hızır Aleyhisselâm her dili bilir. Yeryüzünde bulunan Müslümanların konuştukları bütün dilleri Hızır Aleyhisselâm bilir. Hızır Aleyhisselâm ile görüşen ve ondan bilgi alan evliya ve âlimlerin dilleri farklı olduğu hâlde her evliya ve âlim kendi diliyle Hızır Aleyhisselâm ile görüşüp; sohbet ettiğine göre Hızır Aleyhisselâm yeryüzünde konuşulan bütün dilleri biliyor demektir.

Hangi Şeriat ile Amel etmektedir?

Beşerî ilişkilerinde, muamelât, alış, veriş ve ibâdetlerinde Hızır Aleyhisselâm hangi şeriat'e göre amel etmektedir? Hızır Aleyhisselâm, Efendimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'e ümmet olabilmek için Cenab-ı Allâh'dan uzun ömür istedi. O büyük nimete kavuştu. Onun bütün işleri Hazret-i Muhammed Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in Cenab-ı Allah tarafından getirmiş olduğu dinine göredir. Hızır Aleyhisselâm ile Hazret-i Ilyâs, Kur'ân-ı Kerim ve Resûlüllah'ın sünnetiyle amel ettikleri İsâ Aleyhisselâm yeryüzüne geldiğinde yine bu yüce dinin hükümlerine göre amel edecektir.

Hızır Aleyhisselâm, Hazret-i Ilyâs ve Isa Aleyhisselâm, Hazret-i MuhammedMustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in Ümmetidirler.

Hızır Aleyhisselâm'ın Alâmeti Farikası

Gördüğümüz kişinin Hızır Aleyhisselâm olup olmadığını nasıl bilebiliriz? Hızır Aleyhisselâm'ın orta parmağı ile şehâdet parmağı bitişiktir. Kamus tercemesinde, Hazret-i Hızır'ın şehadet parmağı ile orta parmağının bitişik olması; Hazret-i Hızır'ın alâmet-i farikası olarak zikredilmiştir.

Hızır Aleyhisselâm'ın şehâdet parmağı ile baş parmağı birbirine bitişiktir. Onu ancak bu şekilde tanırız.

Hızır Aleyhisselâm'ın Ruhayetinden Istimdât

Hızır Aleyhisselâm ’ın ruhundan istimdat etmek ve onu yardımına çağırmak için bu dua okunmalıdır. Gerçekten sıkışmış ve kendisine bütün kapılar kapanmış olan bir kişi dua’nın şart ve edeblerine riâyet ederek, Hızır Aleyhisselâm ’ı yardımına çağırdığı zaman o gelir ona yetişir.

Edrik Ebel Abbas Ennî münhasır Seyyidî Belyâ Ebni Melkani Hızır.

Ey efendim! Ebel-Abbas, Melkan oğlu Belyâ Hızır Aleyhisselâm, Allah'ın izniyle yetiş sıkıntıdayım.

Maddî ve Manevî Hastalıklar İçin Okunacak Dua

Her hangi maddî ve manevî bir zarara mübtelâ olan kişi, dertlerinden afiyet bulmak için şu mübarek âyet-i vird hâline getirmelidir.

Rabbî ennî messeniyi'd-durru ve ente erhamür-râhmiyn. "Rabbim! Benim başıma dert geldi, Sen, merhametlilerin en merhametlisisin." Bu şekilde dua edenlere Allah şifa ihsan eder.

Sıkıntıdan kurtulmak için

Her hangi maddî ve manevî bir sıkıntıya uğrayan ve üzüntü çeken kişi, Yunus Aleyhisselâm 'm şu duasını okumalıdır:

Lâ Ilâhe illâ ente sübhâneke inni küntü minez-zâlimiyn. "Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben, gerçekten haksızlık edenlerden oldum." Cenab-ı Allah, bu âyet-i kerimenin devamında;

"Biz de duasını kabul ile kendisini kederden kurtardık. Böylece mü'minleri de kurtarırız." buyurmaktadır.

Korkudan emin olmak için

Düşmanların kötülüklerinden, maddî ve manevî her türlü ' korkulardan emin olmak için şu mübarek âyet-i kerime sürekli okunmalıdır. Hazret-i İbrahim ateşe atılırken bu şekilde dua etti:

Hasbün Allâhü ve ni'mel-vekîl. " Allah bize yeter; hem O ne güzel vekîldir." Cenab-ı Allah, bu duayı okuyan kişilerin korkularından emin olacaklarını beyan etmektedir.

Hile ve Desiselerden Emin Olmak İçin

Hile, desise ve düşmanların kötü planlarından korkan bir kişi şu mübarek âyet-i vird hâline getirip sürekli okumalıdır.

Ve ufevvizu emri ilAllâhi innellâhe basîrun-bil ıbâd

“Ben işimi Allâh ’a ısmarlıyorum. Muhakkak ki Allâh, kullarının bütün yaptıklarını görendir. ” işlerini bu şekilde Allâh ’a ısmarlayan mü’minleri Cenab-ı Allâh, koruyacaktır.

Nimetin Zevale Ermemesi İçin

Sahip olmuş olduğu maddî ve manevî nimetlerin elden çıkmaması için şu dua sürekli okunmalıdır:

Mâa şâaaellahü Lâa kuvvete illâa billâh. "MaşaAllah, kuvvet ancak Allah'a mahsustur." Bu duayı okuyan kişilerin mâl, mülk, servet, makam ve mevki, maddî ve manevî bütün değerleri Cenab-ı Allah'ın koruması altında olur.

On Kelimelik Güzel Bir Dua

Hızır Aleyhisselâm'ın bazı gönül erlerine öğretmiş olduğu on kelimelik güzel dua'ya dilimizi alıştırmalıyız. Allah'a dönmek, onun emir ve yasaklarını iyi anlamak, ibâdette daimî olmak, Allah'a teslim olup; bütün işlerini Yüce Allah'a ısmarlamak isteyenler sürekli bu duayı okumalıdır:

Allâhümme innî eselüke'l-ikbâle aleyke ve'l-ısğâe ileyke ve'l- fehme anke ve'l-basîrete fî emrike ve'n-nefaze fî tâatike ve'l- müvâzabete alâ irâdetike ve'l-mübâderate ilâ hidmetike ve hüsne'1- edebe fîmuâıneletike ve't-teslîme ve't-tefvîza ileyke.

Allâhım senden sana dönmeyi, Seni(n emir ve yasaklarına kulak verip;) dinlemeyi, Seni(n emir ve yasaklarını) anlamayı, emirlerinde basiretli olmayı, taatini yerine getirmeyi, irâden üzere yaşamayı, hizmetine devam etmeyi, Sana olan muamelelerimde güzel bir edep üzere olmayı, (maddî ve manevî işlerimde sana) teslim olmayı ve (bütün işlerimi) sana havâle etmeyi, dilerim.

Hızır Aleyhisselâm'ı Görmek İçin

Kırk gün beş vakit namazlardan sonra kırk'ar kere:

"Hüve'l-Evvelü ve'l-Ahiru ve'z-Zâhiru ve'l-Bâtınu ve Hüve bikülli şey'in Alîm," (Hadîd:57/3) birahmetike Ya Erhamerrâhîmin âyet-i kerimesini okumaya devam eden kişi Inşaallah Hızır Aleyhisselâm ile görüşür.

Hızır Aleyhisselâm'ın Vefatı

Hızır Aleyhisselâm elbette vefat edecektir.

Hızır Aleyhisselâm, ebedî bir hayata sahip değildir. O da bir gün vefat edecektir. Cenab-ı Allah hiç kimseye ebediyen yaşamayı nasip etmemiştir. Çünkü Cenab-ı Hakk, Kitabı Kadîminde;

"Her can (mutlaka) ölümü tadıcıdır" Buyurmaktadır.

(Ankebut: 57)

Kanuni İlahi'de budur. Her canlı elbet bir gün ölecektir. Bakî olan sadece O.... Ondan başka her şey fani. Cenab-ı Allah Şeytan aleyh il la'neye kıyamet sabahına kadar yaşamasına müsaade ettiği gibi bazı kullarına da uzun ömürler vermiştir... Peygamberlerden dört tanesine Cenab-ı Allah uzun ömür vermiştir. Bu yüce Peygamberlerden Idris Aleyhisselâm ile Hazret-i Isa gökte; Hızır Aleyhisselâm ile Hazret-i Ilyâs dünya da yaşamaktadırlar.

Ne zaman Vefat edecek?

Hızır Aleyhisselâm da Ashab-ı Kehf gibi Hazret-i İsa'nın nüzulü ve Hazret-i Mehdi'nin zuhuru zamanında zuhur edecek...

Deccal'a karşı savaşacaktır. Bu savaşta Deccal ve avaneleri tarafından şehid edilecektir. Ve Mehdi Aleyhi'r- Ridvân'ın askerlerinin en faziletli şehidlerinden olarak vefat edecektir. Başka bir rivayette ise; Kur'ân-ı Kerim dünyadan kalktıktan sonra Hızır Aleyhisselâm vefat edecektir. Bütün bu rivayetler, Hızır Aleyhisselâm'ın ebedî bir hayata sahip olmadığını ve her canlı gibi onun da bir gün ölüm şerbetini, içeceğini göstermektedir. Allah, bizleri Hızır Aleyhisselâm'ın şefaat ve himmetinden mahrum etmesin”.

(Kaynak: Ömer Faruk HİLMİ, Hızır Aleyhisselam,2000)

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar