Dinsel İnanç Sistemlerinde Tanrı Algılayışı
Yazan: Halit YILDIRIM…21.03.2002
“Bütün öğretiler pencere
camını andırır. Arkasındaki gerçeği görürsün de, cam, seninle gerçeği ayırır.” Halil
Cibran
TANRI’NIN VARLIĞI KAVRAMI
Her inançlı birey, kendi aklı ve
ruhsal zenginliği sınırları içinde, Tanrı kavramı ve tasarımını kendisi yapar.
Bu bağlamda, her insanın düşündeki Tanrı imajının tek doğru, ya da tek gerçek
olduğunu söylemek olası değildir.
Tanrı’nın varlığına inanç konusu
(varlığa inanma, inanmama) bireyin varoluşuyla birlikte insanlık tarihinin en
eski, tartışmalı ve öncelikli sorunlarından biri olmuştur. Bu sorunun günümüzde
de bütün çekiciliği ile karşımızda durmakta olduğu yadsınmaz.
Tanrı’nın varlığını kabul eden
inanç sistemleri, Tanrı'nın var olduğunu bazı kanıtlarla desteklemeye
çalışmışlardır. Bu kanıtlar:
Ontolojik Kanıt : Tanrı
kavramından Tanrı'nın varlığını çıkartmaktır. Bu görüş Orta Çağda St. Anselmus
ve Yeni Çağda Descartes tarafından geliştirilmiştir.
Hudus Kanıtı (Varlığın ortaya
çıkması) : Meydana gelen her şey, mantıken onu meydana getiren bir varlığa
muhtaçtır. Evren de zaman içinde sonradan meydana geldiğine göre, onu meydana
getiren varlık Tanrı'dır. Bu kanıt ilk olarak İslâm felsefesinde kelamcılar [1]
tarafından kullanılmıştır.
Erdem kanıtı : Bu kanıtı St.
Thomas kullanmıştır. Bu kanıtlamaya göre, evrende var olanların bir mükemmellik
sıralaması vardır. Bu sıralamanın en üst katında bulunan, her şeyin en
mükemmeli olan Tanrı'dır.
Ahlâki Kanıt : İnsanoğlu iyilik
yapmaya, kötülüklerden kaçınmaya eğilimlidir. Bu bir ahlâk yasası olup, bu yasa
öğrenilmemiş ve vicdanımızda hazır olarak bulunur. Bunu da insana kazandıran
Tanrı’dır.
Yukarıdaki kanıtlar çerçevesinde
Teist düşünce sistemini benimseyenler, Tanrı'nın varlığını nedensel olarak
kanıtlamak isterler. Her şeyin bir nedeni vardır ve her bir neden başka bir
nedenin sonucudur. Bu nedensellik zincirini, sonsuza kadar götürmek insan aklı
için mümkün olmadığından, kendisi sonuç olmayan nedende durulur. Teizme göre,
Tanrı bu ilk nedendir.
Paul Tillich, 20. yüzyılın
ilâhiyat dalında en değerli eserlerinden biri olarak kabul edilen kitabında,
Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışmanın, Tanrı’nın yokluğunu savunmakla,
yani ateizmle eş anlamlı olduğunu savunurken şöyle der: “Tanrı’nın varlığını
kabul etmek de, reddetmek kadar ateistçe bir tutumdur. Tanrı, var olmanın ta
kendisidir, ayrı bir varlık değildir.
DİN KAVRAMI
Din olgusunun, insanoğlunun
varoluşuyla yaşıt olduğunu, bireyin dinsel varlığı ve din hayatıyla olan
ilişkilerinin de, insanın varoldukça devam edeceği hususu, en azından çağımız
açısından göz önüne alınması gereken bir gerçektir.
Dünyayı ve evreni tanıma, varlık
hakkında bilgi edinme gereksinimi ile önce din ve daha sonra, içerik ve
niteliği gereği dinin yanıtlayamadığı sorulara yanıt bulma çabası ile felsefî
sistemler ortaya çıkmıştır. Sırayla; tanrısal İlham ve ilahi vahiyden din,
filozofların düşünce ve sentezinden felsefe, ilim adamlarının deney ve gözlemlerinden
de ilim ortaya çıkmış, bu üç temel sistemin insanlığa verdiği dinsel, felsefî
ve bilimsel bilgi, değişim ve gelişime kaynak oluşturmuştur.
Tanrı inancı ile din inancı
arasında kesin ve belirgin bir çizgi ve ilişkinin varlığı hakkında somut
veriler yaygın değildir. Zira tanrısız dinler olduğu gibi gerçek dinle ilgisi
olmayan tanrılar da vardır. Buda ve Konfüçyüs gibi, giderek din halini almış
öğretilerde, açıkça Tanrı yoktur. Bir vahye dayanmayan dinlerin ise türlü
türlü tanrıları vardır. Peygamberlerin getirmiş oldukları dinlerdeki Tanrı
farklı özellikler taşımaktadır
İnsanoğlu, kadim dönemlerden bu
yana içinde yaşadığı evrenin sırlarını araştırırken, temel düşünce sistemi
(tefekkür) olarak Şamanizm, Hermetizm, Kabbala ve Epifani olmak üzere dört temel
evre geçirmiştir. Budizm, Konfiçyüs Din’i ile Semavi Din’ler olan Musevilik,
Hiristiyanlık ve Müslümanlık, bu dört tefekkürden etkilenerek ayrı ayrı
yollardan insanlığı aydınlatmışlardır. Buna karşın bu dört tefekkür, bütün
dinlerin dışında kalarak, insanlığı akıl ve hikmet, vicdan ve güzellik
duygularıyla etkilemeye devam etmiştir.
Büyük Dinler, Doğu ve Batı
Dinleri olarak ikiye ayrılırlar:
· Hinduizm ve Brahmanizm, Doğu
Dinleri’dir.( Panteist inanca dayalıdırlar)
· Yahudilik, Hıristiyanlık ve
İslamiyet ise, Batı Dinleridir.(Teistik karakterdedirler).
Yahudilik, Hıristiyanlık ve
İslamiyet’i içine alan kitaplı dinlere Semavi veya Göksel Dinler denilmektedir.
Bu tanımın, Semavi Dinlerin mensuplarının, dua ederken ellerini göğe açarak bir
göksel varlığa yakarmalarından kaynaklandığı değerlendirilmektedir.
Tarih boyunca, nerede bir toplum
varsa, orada mutlaka din olgusu da gündeme gelmiştir. Din; insanla beraber
varolmuş, varolmakta ve öyle görünüyor ki en azından yakın gelecekte de bu
bağlamda işlevini sürdürecek bir kurumdur. İnsanlık tarihinde ne kadar gerilere
gidilirse gidilsin, dinî inançlardan yoksun bir topluma rastlanmamaktadır.
Tarihi devrelerde olduğu kadar tarih öncesinde de insanoğlunun bazı inançlara
sahip olarak yaşadığı, yapılan bilimsel araştırmalardan anlaşılmaktadır. Bütün
bunlar, toplumu ayakta tutan temel sosyal yapının başında dinin geldiğini
ortaya koymaktadır.
İnsanlık, "din"i
dışlayarak toplumsal, sosyal ve spritüel yapının sağlıklı bir şekilde
oluşturulamayacağını ve bir yere varılamayacağını anlamış görünmektedir. Ancak,
Brzezinski'nin şu saptamaları da düşünce yelpazesinde farklı algılayışlar
olarak dikkati çekmektedir: “Her ne olursa olsun, gelişmiş dünyada, bilimin
sınırları sonuna kadar zorlanacak ve
insanoğlunun iç ve dış boyutları
öyle değişecektir ki, bu, insan varlığının temel karakterinde bile
etkili olacaktır. Umuyoruz ki daha uzak bir gelecekte, modern bolluk döneminin
ve bilimdeki son gelişmelerin yarattığı ruhsal boşluğun farkına varılır ve
modern toplum artık dikkatini yeniden hayatın felsefî ve ruhsal yönüne çevirir.
Böylece, insanların şu anda sahip olduğu ve hatalı bir biçimde kontrol ettiğini
sandığı gücün yerine, toplumsal olarak insanları daha birbirine bağlayıcı yeni
ahlâki kriterler ortaya çıkabilir. Artık, merkezi olarak örgütlenmiş resmi
dinin, insanların sosyal hayatında yeniden etkili olabileceğini düşünmek doğru
bir inanış değildir. Bu nedenle, tarihi gelişimin dinamiğinden etkilenen
insanoğlunun ruhsal sağlığı için yeni bir başlangıç noktası bulmak gerekir”.
TANRI’NIN VARLIĞINA İLİŞKİN TEMEL YAKLAŞIMLAR
Tanrı’nın varlığı konusunda
genelde üç temel yaklaşım oluşmuştur. Bunlar sırasıyla:
a. Tanrı’nın varlığını kabul eden görüşler :
Teizm, Deizm, Panteizm, Pan-enteizm,
b. Tanrı’nın
varlığını reddeden Ateizm,
c. Tanrı’nın varlığının ya da yokluğunun
bilinemeyeceğini öne süren Agnostisizmdir.
Bu görüşleri, kavramlar boyutuyla
incelemeye başlayalım:
Tanrı’nın Varlığını Kabul Eden
Görüşler:
TEİZM
Teizm, sözcük olarak, Fransızca:
“Théisme”, Türkçe:”Tanrıcılık”, Arapça ise: “İlâhiyye” anlamındadır. Kavram
olarak ise Teizm, evreni yaratan, sürekli olarak yöneten, kaza ve kadere egemen
olan, insanüstü güçleri bulunan, kişilikli bir Tanrı’nın varlığını savunan
dinlerin ve dinsel öğretilerin genel adıdır.
Teizm, diğer bir deyişle, varolan
her şeyin yaratıcısı olan bir Tanrı’nın varlığına, mutlak ve sınırsız bir
bilgiye ve güce sahip olduğuna, sarsılmaz bir inanç beslemedir. Doğanın üstünde
ve ötesinde olan, yani evrene aşkın (transandantal) [2] olan bir Tanrı’ya
duyulan inancı ifade eden Teizmde Tanrı; yarattığı varlıktan ayrı olan, fakat
kendisini yarattıkları aracılığıyla gösteren, özünde kişisel olup, insanın
ibadet ve itaatine en yüksek ölçüde layık olan varlık olarak görülür. Tanrı, bu
anlayışa göre, yaratıcıdır, varoluşun kaynağı ve tanrısal değerin
koruyucusudur. Tanrı’nın gücü her şeye yeter, O her şeyi bilir, O güç,
gerçeklik ve değer bakımından yüksek bir varlıktır. Ve insan onu bilebilir ve ona
erişebilir.
Teizmde:
*
Vahiy yolu ile insanlara buyruklarını gönderen,
*
Kutsal Kitaplar gönderen,
*
Peygamberler gönderen,
*
Evreni yaratan ve yöneten,
*
Aklı ve iradesi olan,
*
Sonsuz bilgi, kudret ve iradesiyle evreninin varlığını devam ettiren,
*
Aşkın, doğa üstü ve sonsuz yetkinlikte yüce bir varlık olarak, her an
evrenin canlı-cansız her zerresinde etkin ve yetki sahibi, bir Tanrı anlayışı
vardır.
Teizm öğretisi; inancı ve imanı,
aklın ve düşüncenin, bilimin desteğinde ve evrendeki varlıklara ve onların
yaradılışlarına bakarak pekiştirir.
Özet olarak söylenebilir ki,
bütün Semavî Dinler, Teizmin genel prensip ve esasları üzerine kurulmuşlardır.
DEİZM
Deizm sözcük olarak Fransızca’da:
“Déisme”, Türkçe’de: “Yaradancılık” veya “Nedentanrıcılık” olarak ifade edilir.
Kavram olarak Deizm, ilk olarak
XVI. yüzyılda İngiltere’de ortaya atıldı. Lâtince’de Tanrı anlamındaki
"Deus" sözcüğünden türetilmiş ve özgür düşüncecilerin (kiliseye bağlı
olmayanların) Tanrı inancını betimlemek için ortaya konmuştu. Önceleri
“Tanrıtanımazlık” (ateizm) karşısında, “Tanrıcılık” ya da “Tanrının varlığına
inanmak” anlamında kullanıldı. Daha sonra “Yaratıcı-Tanrı” anlamına gelen
"Teizm" sözcüğü benimsenince "Deizm", varlığı akılla
bilinebilen ve evrene karışmayan bir Tanrı anlayışı olarak kendine özgü felsefi
bir nitelik kazandı.
Deizmi, Ortaçağ Avrupa’sında
Hıristiyan din adamlarının, Kilisenin ve papaların menfaat ve hükümranlıklarını
sürdürebilmeleri için ortaya attıkları dışkutsal dogmalara ve “Tanrı adına”
diyerek halkın inançlarına, bilim dünyasına ve devlet yönetimlerine yaptıkları
müdahale ve baskılara bir karşı tepki olarak oluşan, felsefi bir düşünce ve
inanç sistemi olarak ifade etmek olasıdır.
XVI. yüzyılda Rönesans hareketi
hızla Kıta Avrupa’sını etkisi altına almaya başlamıştı. Bu akım giderek
aydınlanma hareketine dönüştü ve Kilise erki büyük ölçüde kırıldı. Kilisenin
savunduğu Tanrı tasarımı vahye dayalı ve teistik bir tasarımdı. Başka bir deyişle,
Kişi-Tanrı tasarımıydı. Aydınlar, Kilise otoritesi kırarlarken, doğrudan
Tanrı’yı yadsımak yerine, Tanrı tasarımını değiştirmeyi daha uygun buldular.
Deizmi savunanların,
kişileştirilmiş, yöneticiliği ve deneticiliği kabul edilmiş Tanrı algılayışına
karşı, kişilik dışı ve yalnızca ilk neden ya da ilk devindirici olmakla yetinen
bir Tanrı anlayışı ortaya koyması, Hıristiyanlığın Tanrı’sına açık bir savaş
ilanı olmuştu. Çünkü böyle bir Tanrı’nın evren ve insan ilişkisi yalnızca bir
ilk nedene bağlı tutulmuştu, o kadar. (Aristo’nun Tanrı’sı gibi). Buna karşın,
vahiy, ilham, elçi (peygamber), kutsal kitap, yazgı (kader), kilise, papaz,
ruhun ölümsüzlüğü gibi, kişi, kavram ve kurumların tümü yadsınmıştı. Deist
anlayış içersinde, Kilisenin bilimsel çalışmalara “Tanrı” ve “Din” adına
karışmaması, bilim adamlarına özgür bir ortam sağladı. Zaten, devindirdikten
sonra Tanrı bile evrene karışmıyorsa, ne kişiler ne de kurumların Tanrı adına
yaptırımı olamazdı. Ve yine Tanrı, evreni, dünyayı ve insanı yönetmiyorsa
tarihte hiçbir şey kutsal olamazdı. Kilise, Tanrı’nın bedeni değil düpedüz
insan eseriydi. Kimse onun arkasına sığınıp başkalarını suçlayamazdı. Bunun
yanında Batılı bilginler doğa ile ilgili yeni bilgiler elde ettikçe, dinsel
inançlara başvurmadan evreni açıklamanın olanaklı olduğunu anladılar. Ayrıca
akıl, doğası gereği Tanrı’nın varolduğunu bilir, iyiyi, kötüyü ayırabilirdi. Bu
nedenle otonom ve mekanik evren görüşü yandaşları "vahyi" de bir
karışma olarak gördüler ve yadsıdılar.
Deizme göre ;
* Tanrı, ilk neden olarak evreni yaratmıştır,
ancak evreni yaratmakla işini bitirmiştir. Evren artık kendi yasaları ile
işlemektedir. Deizm, sadece yaradan ve ilk neden olan Tanrı’nın başka nitelik
ve güçleri üzerinde durmaz. Tanrı’nın daha sonra evrene müdahale etmesi akla
aykırı olup, tıpkı bir saatçinin, saatini imal edip, saati kurduktan sonra,
onunla bir ilişkisinin kalmaması gibi, evrene aşkındır.
* İnsan için en önemli ödev,
evren ve yasalarını akıl yoluyla bilmek ve anlamaktır.
* Dinlerdeki duygusal ve akla aykırı Tanrı
kanıtlamaları gereksizdir.
* Akıl, vahiyle uyum içindedir. Ya da vahiy akla
uygun olmalıdır. Dinin kutsal kitabı, aklın ışığında analiz edilmeli ve mistik
öğelere ve mucizelere yer verilmemelidir. Buradan da anlaşılacağı gibi, söz
konusu anlayış, peygamberlere ve dinlere gerek olmadığı ve bir tür ‘’doğal
din’’ [3] düşüncesini benimseyip savunmaktadır. Cherburi (1581-1648 ), J.
Locke, J.J. Rousseau, Voltaire tarafından temsil edilen ve savunulan bu Tanrı
anlayışı, hoşgörü ve laisizmin gelişmesinde etkili olmuştur.
* Deizm anlayışındaki Tanrı, Vahiy, Kutsal
Kitaplar ve Peygamberler göndermeyen bir Tanrı olup, bu anlayış Vahyi, Kutsal
Kitapları ve Peygamberleri kabul etmez.
Deizmin güçlü yanı da, zayıf yanı
da katı bir akılcılığa dayanmasından ileri gelir. Aklî yaklaşımın dinî
konularda yetersizliği ortaya çıktıkça, deizm, çözmekte güçlük çektiği birtakım
sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Şüphesiz, deizmin en zayıf yanı, dini
hayatın içerik ve fonksiyonuna ters düşen bazı anlayışlara içinde yer vermiş
olmasındadır. Ötelerin ötesinde olan ya da başkalarının şaka yolu ile
kullandığı bir deyimle “emekliye ayrılmış” bir Tanrı anlayışı, dini duygu ve
düşünceyi tatmin etmez. İnanç olgusunda, dayanma, bağlanma, teslim olma, dua ve
tövbe etme merkezî bir yer işgal eder. “İnsan, bırakınız kendisiyle, topyekûn
âlemle dahi ilgilenmeyen bir Tanrı’ya nasıl ve niçin dua etsin, ibadet etsin?
Böyle bir Tanrı’ya inanmak ne işe yarar?” sorusuna yanıt bulma sorumluluğu inanç
sahibine aittir. Buna ilişkin olarak J.B. Broussuet, “... Hıristiyanlar
Deistleri daima temelde basit Ateistler olarak görmüşlerdir ve Deizm, kılık
değiştirmiş Ateizmdir.” demektedir.
Deizmi, Tanrı’yı yalnızca ilk
neden olarak benimseyen ve onun başlıca nitelik ve güçleri üzerinde fikir
yürütmeyen, ya da kesin tanımlamalarda bulunmayan, Tanrı kavramını
kişileştirmeyen, öncelikle akıl yöntemini rehber edinen dinsel öğretilerin
genel adı” şeklinde özetleyebiliriz. Deizm hiç kuşkusuz bir Tanrı inancıdır, ancak
o Tanrı’nın belli hiçbir dini yoktur. Ünlü bir deyişle, “Deistlerce Tanrı
evrenin dışına sürülmüştür”.
PANTEİZM (Kamutanrıcılık - Tümtanrıcılık)
Tanrı ile evreni bir, aynı ve
özdeş kabul eden görüştür. Panteizm, anlam olarak tümtanrıcılık demektir.
Panteizme göre Tanrı'nın evrenden
ayrı ve bağımsız bir varlığı yoktur. Tanrı doğada, nesnelerde, insan dünyasında
vardır. Her şey Tanrı'dır.
Bu algılamada Tanrı’nın, evrenin
kendisi olduğunu savunulur. Panteistler evrende varolan her şeyin (atom,
hareket, insan, doğa, fizik kanunları, yıldızlar... ) aslında bir bütün olarak
Tanrı’yı oluşturduğunu söylerler. Bu bakımdan evrende vuku bulan her olay, her
hareket aslında doğrudan Tanrı’nın hareketidir. Bu görüşün ilginç ve çarpıcı
bir sonucu, insanın da Tanrı’nın bir parçası olduğudur.
Panteizme göre; Tanrı her şeydir
ve her şey Tanrıdır. Tanrı – Evren - İnsan ayırımı yoktur. Böyle bir ayrım
aklın yanılsamasıdır. Aşkın bir Tanrı var olmadığı gibi, her hangi bir
yaratmadan da söz edilemez.
Evreni algılayış biçimi olarak
Panteizm, Hindu, Buda dinlerinde hayal gücü geleneğine uygun bir anlayıştır.
Felsefî bir tasarım olarak Panteizm ise, eski Yunan felsefesinde Plotinos
(205-270), Rönesans'tan sonra Giordano Bruno (1548-1600) ve Spinoza (1632-1677)
tarafından temsil edilmiştir. Düşünsel kökü Antik Çağ Yunan Stoacılığına
dayanan Panteizmin ileri sürdüğü “Evrenin Ruhu Anlayışı”, Hegelciliği ve
Spinozacılığı doğurmuştur.
Tek Tanrı’lı Dinlerdeki
Tanrı-Alem ayrılığı, Yaratan-Yaratılan diye bir ikilem, Panteizmde yoktur.
Doğayla Tanrı bir ve aynı şeydir. Tanrı yaradan değil, varolandır ve evrenin
tümüdür. Evrende görülen şeylerden gayri bir Tanrı yoktur. Tanrı, evrendeki
bütün varlıkların toplamıdır. Evrenin başlangıcı ve sonu yoktur. Evrendeki
mevcut canlı cansız her şeyin bütünlüğü Tanrı’dır. Önsüz ve sonsuz olan Tanrı,
hem makro kozmosta (evrende), hem de mikro kozmosta (insanda) bulunur.
Antikçağ Grek Stoacıları, Yeni
Platoncular ve Doğunun Vahdet-i vücut anlayışı, Yahudilerin Kabalası gibi
çeşitli felsefî biçimlere bürünen bu inanç, çağımıza kadar süregelmiştir.
Panteist olarak adlandırılan bazı Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman düşünürler
vardır. Ancak, Panteizmi üç semavi din genelde reddetmektedir.
Panteizm, Arapça’da karşılığı
“Vücudiyye” sözcüğüdür. Tanrı anlayışı olarak “her şeyi Tanrı tanımak, varlığı,
ancak ona vermek” olarak özetlenebilir. Bunu, “sonsuzluk, sonsuz olan varlık;
Tanrı, tabiat” olarak tarif edenler de olmuştur. Bu, Vahdet-i Vücut, yani
varlığın değil, Vahdet-i Mevcut, yani fiziki evrenin, tabiatın birliği inancına
varır ve tabiatın Tanrı oluşuna, tabiattan başka bir varlık, bir Tanrı, bir
gerçek bulunmayışına inanmaktır. Özetle, Vahdet-i Mevcut, son tahlilde
Ateizmden, Tanrı tanımamaktan başka bir şey değildir. Vahdet-i Vücut
yaklaşımında, Tanrı yaratılmışların hiçbirine benzemez ve bu inanç eşyanın
hakikatini Tanrı’da görür oysa,
Panteizmde fiziki evrenin kendisi Tanrı’dır.
Panteizme göre evrenin toplamı
Tanrı’dır ve evrenin dışında gizemcilerin savundukları gibi bir Tanrı yoktur.
Açıkçası her zerre onun kendisidir. Gizemciliğe göre de, her zerre İlahi
güzelliği yansıtan bir ayna ve araçtır. Evrenin yaratılış nedeni, Tanrı’nın
güzelliğini yansıtmak ve göstermek içindir.
Panteizm üç Türdür;
1. Tabiatçı Panteizm: Tek realite tabiattır.
Tanrı da tabiatın içinde var olandır. (Dideron, Boron d’Holbach)
2. İdealist Panteizm: Tek realite ruhtur.
Tanrı da ruhun özünde var olandır. (Hegel, Fichte, Brunschvicg)
3. Teolojik Panteizm: Felsefî anlamda asıl
Panteizm budur. Evrende tek realite Tanrı’dır. Diğer bütün varlıklar, evren,
dünya, tabiat, insan, ruhlar vs. her şey Tanrı’nın varlığında oluşmuştur.
Hiçbir şey onun dışında değildir, her şey odur.
Bruno, Boehme, Spinoza gibi
filozofların ileri sürdüğü Tek-ilkeci (monist) Panteist görüş, giderek Tasavvuf
içinde de benimsenmiştir. Tasavvuf düşüncesi de özünde bir panteist anlam
taşımaktadır. Anadolu mutasavvıflarından Hallac-ı Mansur ve Mevlâna bu
düşüncededir.
PAN-ENTEİZM (Çift kutuplu Kamu-Tanrıcılık ya da Diyalektik Tanrıcılık )
Spinoza ağırlıklı Panteizm
algılayışına göre, Tanrı her şeydir ve her şey Tanrı’dır. Tanrı-Evren-İnsan
ayırımı yoktur, böyle bir ayrım aklın yanılsamasıdır. tanrıbilimsel olarak
Tanrı, Evren, İnsan bir ve aynıdır. Aşkın bir Tanrı var olmadığı gibi, her
hangi bir yaratmadan da söz edilemez. Spinoza’nın bu görüşü, ailesinin göç
ederek ayrıldığı Endülüs İspanya’sındaki ünlü mutasavvıf Muhiddin-i Arabî’nin
etkisiyle oluşmuştur. Bilindiği gibi Arabî’nin görüşü "Vahdet-i
Vücut" olarak ileri sürülmüştü. Ancak bir çoklarının sandığının aksine,
Spinoza’nın Panteizmi ile Arabî’nin Vahdet-i Vücut anlayışı birbirinin aynı
değildir. Spinoza’da Tanrı evrendedir ve evren kadardır. Arabî’de ise Evren
Tanrı’dadır ve bu durum Tanrı’yı sınırlamamaktadır.
İngiliz düşünürü White Head’e
göre, Tanrı’nın her türlü değişmenin ötesinde değişmez bir niteliği ve bunun
yanında bir de değişen ve oluşan bir niteliği vardır. Tanrı değişmeyen yanıyla
devinimi başlatmıştır ve Evrenin bilincindedir. Ancak Tanrı bu konumda kalmış
olsaydı, ilk devindirici, özgür, öncesiz ve yetkin olarak kalacak ama varoluşa
katılmamış olacaktı. Diğer niteliği ile ise Tanrı, değişme ve oluşma sürecinin
içinde ve bilincindedir. Bu nedenle Tanrı’nın evrende içkin (evrenin maddesine
karışmış-içinde bulunan) olduğunu söylemek de doğrudur. Evrenin Tanrı’da içkin
olduğunu söylemek, Tanrı-Evren ilişkisinin karşılıklı olduğunun farkına varışın
göstergesidir.
Süreç felsefesi olarak da ifade
edilen ve White Head’le başlayan bu akıma Pan-enteizm ya da Diyalektik teizm
denir. Pan-enteizme göre Tanrı, hem değişmeyen (mutlak), hem de değişen
(göreli) dir. Hem zamanın içinde, hem dışında, hem sonlu, hem de sonsuzdur.
Aynı zamanda hem tikel hem tümel, hem neden hem sonuçtur.
Hartshorne Tanrı’nın bir soyut
bir de somut iki yüzü olduğunu söyler. Soyut niteliğiyle Tanrı, mutlak,
etkilenmez, erişilmez ve değişmezdir. Somut yanıyla ise etkilenir ve değişir.
Tanrı bu iki niteliğinde de yetkindir. Ancak bu yetkinlik klâsik Teizmdeki gibi
değildir. Oradaki yetkinlik değişmeyen donmuş bir yetkinliktir. Buradaki
yetkinlik değişir, ancak bu değişme tanrısal bir değişmedir. Yani yetkinliğe
doğru değil, yetkinlik içinde bir değişmedir. Bu tanımla Pan-enteizm, hem
Deizmden hem de Panteizmden ayrılır.
Özet olarak; Panteizm ile
Pan-enteizm arasında önemli bir fark vardır. Panteizmde her şey tanrıdır.
Pan-enteizimde ise, her şey Tanrı’dan sudur etmiştir (oluşmuştur). Ruhun tek
amacı, oluştuğu Tanrı’ya dönmektir. Bunun da yolu tek evrensel yasa olan
evrim/tekamül den geçmektir.
Tanrı'nın Varlığını Reddeden
Görüş
ATEİZM
Ateizm, Tanrı'nın varlığını kabul
etmeme olduğu gibi, aynı zamanda dini inançsızlığı ve tüm dinlere karşı olmayı
da içerir.
Ateizm kelimesi Yunanca’da Tanrı
anlamına gelen “Theos”tan türemiştir. Bu kelimeden de Tanrı inancına sahip
olmak ya da Tanrı'ya inanmak anlamına gelen Theism anlayışı ortaya çıkmıştır.
Ateizm kelimesi de İngilizce Theism kelimesinin başına "a" ön
takısının eklenmiş hali olup, Türkçe’de tanrıtanımazlık anlamına gelmektedir.
Ateizm terimi öncelikle felsefî
bir kavram olup, Tanrı inancı karşısında tepkisel bir düşünceyi dile getiren
dünya görüşünün ismidir. Çok yaygın olmasa da, tarih öncesi dönemlerden akıp
gelen ve Karl Marx, Feuerbach, Nietzsche, Jan Paul Sartre gibi bazı saygın
filozoflarca da savunulan, önemli bir marjinal görüştür. Yirminci yüzyılın ilk
yarısında, tarihte hiçbir zaman olmadığı kadar yaygınlaşmış kendine taraftar
bulmuştur. Günümüzde ise eski gücünden uzaklaşmakta ve fikrî dayanaklarını
giderek yitirmekte olduğu söylenmektedir.
Teistlere göre, Tanrı bütün var
olanların nedenidir, ama, kendisinin nedeni yoktur. Ateistler, “her neden başka bir nedenin eseridir” savı
ile bu görüşü reddeder. Bu sava göre, nedeni olmayan neden olarak Tanrı var olamaz.
Nietzsche'ye göre, Tanrı ölmüştür.
Tanrı ile beraber tüm eski değerler de yıkılmıştır. Tanrının yerini ise,
Tanrısal özelliklerinin farkına varan “üstün” insan almıştır. Yıkılan eski
değerlerin yerini de bu üstün insanın değerleri alacaktır. Bu değerlere sahip
olan insan, netice itibariyle özgürleşecektir.
J. Paul Sartre'a göre, insanın
özgür olmasının yolu Tanrı'nın yokluğundan geçer, çünkü, Tanrı'nın varlığı,
insanın özgür olarak kendi değerlerini yaratmasını engeller.
Ateistlerin düşünceye başlangıç
noktası, Üç Semavi Dinin Tanrı anlayışının reddidir. Yorum farklarını bir
tarafa bırakırsak, bu dinlere göre Tanrı, özünde ezelî ve ebedî olan, irade ve
kişilik sahibi, aşkın bir varlıktır. Böyle bir Tanrı kavramına inanmayan kişiye
ise ateist denmektedir.
Ateizmin Çeşitleri
Tanrı inancını kabul etmeyen
ateistler de Tanrı’nın varlığına inananlar gibi kendi aralarında farklı
gruplara ayrılmışlar, ya da en azından aynı sonuca varsalar da Ateizmi farklı
yorumlamışlardır. Dolayısıyla tek bir ateizm tanımından söz etmek de doğru
olmayacaktır. Ana hatlarıyla, Ateistleri kendi görüşlerinden hareketle şöylece
sınıflandırabiliriz:
a. Mutlak Ateizm :
Bazı Ateistlere göre Ateizm,
Tanrı’yı reddetmekten de öte, zihinde Tanrı fikrine sahip olmamak demektir. Bu
anlayışa göre İnsan doğuştan Tanrı kavramına sahip olmadığı için reddedecek bir
şeyi de bulunmamaktadır.
b. Teorik Ateizm
Teorik Ateizm, Mutlak Ateizm
yaklaşımdan biraz farklı olarak, Tanrı’nın varlığını reddetmek şeklinde de
tanımlanabilir. Aslında Ateizm denilince akla bu tanım gelmektedir. Felsefede
önemli olan ve Tanrı inancına ağır eleştiriler yönelten Ateizm biçimi de budur.
Bu görüşte, düşünerek, tartışarak, zihnî bir çabayla Tanrı’nın varlığı
reddedilir ve ilgili iddialar çürütülmeye çalışılır.
Teorik Ateizmde Tanrı'nın varlığı
inkâr edilmekle kalınmamış, bu kavramla ilgili olarak gündeme gelen mûcize,
vahiy, peygamberlik, kutsal kitap, ölümsüzlük ve âhiret hayatı gibi inançlar da
eleştirilmiş ve reddedilmiştir. Ayrıca bu tür bir Ateizmde sadece Teistik Tanrı
kavramını hedef almamış, bunun yanı sıra mistik, mitolojik, transandantal
(aşkın) veya antropomorfik (İnsan Tanrı) anlayışlarla, panteizm ve deizm gibi,
bir şekilde Tanrı inancına yer veren diğer inanç sistemleri de reddedilmiştir.
c. Pratik Ateizm
Pratik Ateizm, diğer iki yaklaşımdan
farklı olarak, sanki Tanrı yokmuş gibi yaşamak veya Tanrı’yı günlük yaşama
sokmamak biçiminde tanımlanmıştır. Bu tür bir ateizmde kişi daha ziyade günlük
yaşamındaki tavır ve davranışlarıyla, hayat tarzı, ilke ve alışkanlıklarıyla,
tanrısız bir dünya ve tanrısız bir yaşam kurmayı düşlemektedir.
Bu tür ateistler, Tanrı’nın
varlığını kabul edenlerle her zaman mücadele etmeyi ve onları dinsizleştirmeyi
kendilerine amaç edinmişlerdir. Bu yüzden bu kişilere bazen militan ya da
eylemci Ateistler de denmektedir. Felsefedeki temsilcileri arasında L. A.
Feuerbach (1804-1872), Frederich Nietzsche (1844-1900), Sigmund Freud
(1856-1940) ve Karl Marx (1818-1883) gibi ünlü düşünürler de bulunmaktadır. Söz
konusu filozoflar teorik açıdan Tanrı inancını çürütmeye çalışmakla kalmamış
ayrıca pratik olarak inançsız bir toplumun hayalini de kurmuşlardır.
d. İlgisizlerin Ateizmi
Bir kısım düşünürler Tanrı'nın
varlığını veya yokluğunu tartışma konusu yapmadan, bu konulara uzak durmayı
tercih etmiştir. Her iki hususun da eşit derecede anlamsız bir iş olduğunu öne
sürerek konuya ilgisiz kalmayı yeğlemişlerdir. Bu tür Ateistlere göre insan,
sadece var olanla yetinmeli görünen âlemin ötesine ilgi duymamalıdır.
Dolayısıyla bunlara göre, dünyanın ötesindeki herhangi bir varlık hakkında
olumlu ya da olumsuz bir yargıda bulunmaya ya da konuşmaya çalışmak anlamsız
bir iş yapmak olacaktır.
Ateizm bir din midir? Kesinlikle
hayır. Ateizm bir din değil, dinsizliktir, dinden kurtuluştur, dinden çıkıştır.
Dinle ateizm en uzak iki noktadadır. Bu konuda söylenmiş şu ünlü söz, kısaca
her şeyi açıklıyor: "Dinsizlik bir dinse, sağlıklı olmak bir hastalıktır"
Eğer ateizmi (yani dine en uzak olanı) din olarak nitelendirecek olursak
"din" kelimesi, anlamını, özelliğini yitirecek, içi boşalacaktır.
Ateizm bir din ise, dünyada dinsiz insan yoktur. Bu durumda din kelimesi herkes
için farklı anlamlara gelir ve ortada tartışılacak bir şey kalmaz. Oysa Ateizm
bir din değil, dinden sıyrılıştır.
Dinler tarihi incelendiğinde
görülür ki, Ateizm zaman zaman, dönemsel olarak popülarite kazanmış veya
kaybetmiştir. Kitleler, dinsel taassubun karanlığından bunaldıkları ve bir
aydınlık ihtiyacı hissettikleri dönemlerde, reaksiyon halinde antiteze kayarak,
Ateizmin kucağına düşmüşlerdir. Bireyin, böyle marjinal rüzgarların etkisi
altında, inanç yelpazesinin bir ucundan diğer ucuna savrulmaması için, ilk
önce, Tanrı’nın varlığı veya yokluğu sorusuna yanıt aramak yerine, “Tanrı’ya
inanmak yararlı mıdır, zararlı mıdır?” sorusuna kendi vereceği cevabın ayırdına
varması yeterlidir. Günümüzün bir çok Ateisti, önce bunu yapmadan, salt, içinde
yaşadığı ortamda meydana gelen, ve kaynağında din bulunan tersliklerden şikayet
ettiği için Ateisttir.
Tanrı'nın Varlığı Ya da Yokluğunun
Bilinemeyeceğini Öne Süren Görüş AGNOSTİSİZM
Bu anlayış Tanrı'nın varlığı
karşısında şüpheci bir tavır almaktır. Bu görüş İlkçağda Sofist filozof Protagoras
tarafından öne sürülmüştür. Protagoras'a göre, Tanrı’nın duyularla
algılanamaması, insanın ömrünün kısa oluşu Tanrı hakkında bilgi edinmeyi
engeller.
Agnostisizm resmi olarak ilk defa
1800'lü yılların sonunda ünlü biyolog T. H. Huxley tarafından ortaya
atılmıştır. "Bilinmezcilik" olarak da tanımlanır. Agnostisizm,
Tanrı’nın varlığının "bilinemez" olduğunu savunur. Dinlerin Tanrı’dan
gelmediğini söyler ve dinlerin tanrısını da reddeder ve ancak başka bir
Tanrı’nın, bir yaratıcının varolup olmadığının hiçbir zaman bilinemeyeceğini
söyler. Bu bakımdan agnostisizm, kendini, Tanrı kesinlikle vardır diyen
Teizmden de, Tanrı kesinlikle yoktur diyen Ateizmden de ayrı tutar.
Agnostisizm, doğrudan Tanrı’yı
reddetmemekte, ancak onu bilmenin mümkün olmadığını öne sürmektedir. Tanrı’nın
varlığı ya da yokluğu hakkında hiçbir şeyin bilinemeyeceğini, bu sebeple “Tanrı
vardır diyemeyiz ve keza Tanrı yoktur da diyemeyiz, zira bilemeyiz.” der.
İNANÇ SİSTEMLERİ ARASI İLİŞKİLER
Düşünce tarihinde, Teizm ve
sadece belirli çevrelerde etkili olan Ateizm, birbirlerine karşıtlıklarıyla
dikkat çeken iki yaklaşımdır.
Bu yaklaşımlardan Teizm, kaynak
itibariyle ilâhî olan ve evrenin Tanrı tarafından yaratıldığına inanan üç
Semavi dinin, Tanrı kavramını felsefî bir üslûpla dile getirir ve savunur.
Ateizm ise, başta ilâhî olmak üzere bütün Tanrı kavramlarını reddeder.
Bu arada, Deizm ve Teizmin,
gerekirciliğin [4] varlığını kabul ettiklerini belirtmek gerekir. Ancak
aralarındaki temel fark şöyle özetlenebilir :
Deizm; “Tanrı sadece yaratandır.
Evreni yarattıktan sonra evrenle ve insanla hiçbir ilişkisi kalmaz. Evren kendi
yasalarıyla kendini yönetir ve varlığını devam ettirir” der.
Öte yandan Teizm ise, “Tanrı
evreni yasaları ile beraber yaratmakla birlikte, evren varolduğu sürece onu
yönetendir de. Yaradılış ve oluş devam ettiğine göre, Tanrı’nın âlemle ilişkisi
ve yönetme fiili de devam etmektedir. Gerekircilik yasası ve düzeni, Tanrı’nın
kudretinin ve fiillerinin bu âlemdeki yansımasından ibarettir ve bu yansıma da
süreklidir.” Demektedir. Görüldüğü gibi, Teizmin Deizmden farkı, Teist görüşün
Tanrı’nın zat ve sıfatlarını içermesidir.
Tarihsel süreç içinde, Deizm önce
en basit tarifiyle, Tanrı tanımazlık olan Ateizme karşı Tanrıcılığın savunusu
olarak kullanılmıştır. Daha sonra asıl hedefleri Tanrıcılığı hakim kılmak olan
Kilise teologları, kendi amaçları doğrultusunda Teizmi, özgür düşünce
yandaşlarınca benimsenen Deizmden ayırmışlardır.
Metafizik ile ilgilenen
çevrelerde önceleri geniş anlamda Teizmle anlamdaş olarak kullanılan Deizm,
giderek Ateist bir anlam kazanmış ve ardından da doğal din ile anlamdaş kılınmıştır. Osmanlı çevirilerinde
bu fark kavranamamış her iki terim içinde “İlahiyye” sözcüğü kullanılmıştır.
Teizm; Tek Tanrı’nın varlığını
kabul ettiği için Politeizmin (Çoktanrıcılık) zıddıdır. Tanrı’nın varlığını
kabul etmesi bakımından Ateizme de karşıttır. Tanrı, âlemin üstünde ve onu
yarattığı için Panteizmden ayrılır, âlemi hâlâ ve sürekli yönettiği için de
Deizmden ayrılır.
Deizm, bir bakıma utangaç bir
Ateizmdir. Ünlü bir özdeyişte; "Panteistler tanrıyı işten attı, Deistler
tanrıyı emekli etti, Ateistlerde onu öldürdüler." denmiştir.
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Din unutuldu, unutulacak, bitti,
bitecek denilirken, günümüzde hiç beklenmedik bir anda, insanlığın gündeminde
en baş sıralara oturuvermiştir. Bundan sonra insanlığın geleceğinde etkin
olacak temel faktörlerin en önemlileri, doğru bilgi ve din olacaktır.
Toplumsal boyutta birleştirici
çok önemli bir unsur olarak din, insanlık tarihi boyunca, insanlığın doğal
akışında daima etkin olmuş; hatta bu akışa ciddi olarak damgasını vurmuştur.
Yapılan araştırmalar, tarihte tümüyle dinden uzak bir toplumun mevcut
olmadığını; toplumun olduğu her yerde, mutlaka din olgusunun da kendiliğinden
varolduğunu ortaya koymuştur. Bugün gelinen noktada, dînin yeniden ön plana
çıkmış olması, en azından yakın gelecekte de din olgusunu dışlayarak, ya da
görmezlikten gelerek herhangi bir toplumsal yapılanmanın pek mümkün
olmayacağını göstermektedir.
İnsan,”oluş” halinde bir
varlıktır. İlk hücrelerin oluşumuyla birlikte başlayan bu sürecin ilk aşaması,
insanın son nefesini vermesiyle birlikte tamamlanmış olur. İnsanın yaratılış
amacı, ömür denilen kısa zaman diliminde, toplum içinde, kendini
gerçekleştirmedir. Bu bağlamda din, insan için, insanın kendini
gerçekleştirebilmesi için, bir “araç” niteliği taşımaktadır.
Tıpkı akıp giden nehirler gibi, toplumlar
da sürekli değişmektedirler. Buna bağlı olarak, insanî olan her şey de, bu
değişimden hissesine düşeni almaktadır. İnsanın ürettiği kültür, uygarlık,
siyasal yapı ve sonuçta da değerler alanı bile değişmektedir. Dinamik
bireylerden meydana gelen toplum da, doğal olarak sürekli değişim içinde
evrimleşecektir. Bu değişimin fark edilmesi, sürecin çok yavaş, ya da çok hızlı
işlediği dönemlerde, bir hayli güçleşebilmektedir.
Din, çift yönlü kesen bir kılıç
gibidir. Doğru anlaşılmadığı zaman, insanları olumsuz yönde etkileyebilir.
Doğru din anlayışı ise, ilerleme, gelişme, hatta uygarlık yaratma yolunda motor
görevi görür. Bu bağlamda din olgusu, çift yönlü olarak bu değişim sürecinin
içindedir. Zaman zaman değişim sürecinin istikametini belirlemekte, hem onu
etkilemekte, hem de, değişimden kendisi etkilenmektedir.
Din insanlara temel iletişim
kodlarını verir. Bireylerin inanıp inanmaması, dindar olup olmaması bir yana,
insanların birbirlerini doğru anlayabilmeleri, büyük ölçüde din hakkındaki
doğru bilgiye bağlıdır. Din hakkında doğru bilgi sahibi olmak, mutlaka dindar
olmayı gerektirmez. Fiziksel boyutta yaşlanmakta olan dünyamız, bilişim
teknolojisindeki süratli gelişim nedeniyle gittikçe küçülmektedir. Eğer, barış
içinde yaşamak gibi toplumsal bir amacımız varsa, görüşümüz, ideolojimiz, din
anlayışımız ve din konusundaki yorumumuz ne olursa olsun, öncelikle birbirimizi
hoş görmeyi ve tolerans göstermeyi öğrenmek zorundayız. Bu ise, insanların
birbirlerini doğru anlamalarına bağlıdır. Din, bu konuda bize yardımcı
olacaksa, kişisel hesapları bir kenara bırakıp, din konusunda birey ve toplum
olarak doğru bilgi sahibi olmanın yollarını aramak durumundayız.
İslam dininin en kutsal mekânı
olan Kâbe etrafındaki insanlar, eğer sadece Kâbe’nin taşına toprağına secde
etmiyorlarsa ve eğer o insanlar, 1400 yıl önce Muhammed’in Kâbe’nin içindeki
putları kırdığı gibi, binanın taşını toprağını aradan kaldırabilseler,
karşılarında görecekleri kendilerine secde eden İnsan – Tanrıları fark etmeleri
pek kolay olacaktır. O halde, acaba dinler, “Çıplak kralın giysileri midir?”
Umarım, hepimiz hayatımızda hiç olmazsa bir kez, bu soruyu kendi kendimize
sorumuşuzdur ve ötesinde umarım ki, hepimizin o soruya verdiği, vicdanımızda saklı bir yanıt
vardır...
Theo’nun Kutsal Yolculuğu adlı
bir eserde yer alan; “Dinler bir ağacın dalları gibidir. Tek büyük bir ağaç,
kökleri tüm yeryüzünün altına dağılmış, dalları gökyüzüne doğru büyümekte ve
kabuğuna da yazı yazılabilmektedir.” şeklindeki görüş, din olgusuna, doğru
yaklaşımın ifadesidir. Hangi ulus ve toplumdan olursak olalım, bu ağacın
dalları altında yaşamımızı sürdürmekteyiz. Ağacın dalları ve yaprakları
arasından süzülen ışık ve nur’dan yararlanma oranı ve yoğunluğu, bireyin
Tanrı’ya bakış açısı, inanç algılaması ve ağacın kabuğuna yazabileceği yazının
içeriğine göre değişecektir. Kabuğa oyulacak bu yazılar, sevgiyi, hoşgörüyü,
insanlar ve insanlık için ortak amaca yönelik düşünsel boyutta bir birlikteliği
içermeli, ağacın içindeki öze ulaşmamızda da bizlere yardımcı olmalıdır.
Düşünsel yönden birbirlerine çok
benzeyen ve birbirlerini her boyutta etkilediklerinden şüphe edilmeyen dinler,
temel algılayışlar bazında birbirleriyle büyük ölçüde örtüşmelerine rağmen,
yetersiz toplum liderleri ve yöneticileri tarafından, ortaya çıkma nedenleri
olan ahlâki ve içsel olgunlaşma amaçlarından saptırılarak, kolayca istismar
edilen popülist politika malzemeleri ve birer siyasal araç haline
dönüşmüşlerdir. Rönesans ve Reformdan sonra dinlerin böyle amaç dışı
kullanımından büyük ölçüde kurtulan Avrupa’da ise, din olgusu sadece ahlâki ve
içsel gelişim ve dayanışmayı destekleyen temel bir unsur olarak ele
alınabilmektedir. 21. yüzyılın başında, yönetimle, dinin ayrılması ve laisizm
denen evrensel düşünce tarzının, başta ulusumuz olmak üzere diğer İslam
ülkeleri ve hatta tüm insanlıkça benimsenmesinin zamanının geldiğini düşünmemek
elde değildir.
KAYNAKÇA
1. AĞAOĞLU, Murat - Tanrı Kavramının
Geçmişten Günümüze Evrimi
2. AKİN, Asım (Prof.Dr.) - Pozitif
Düşüncenin Soyağacı, Dinler
3. ECEVİT, Özgür - Teizm ve Deizm
4. GÜRKAN, M. Bülent - Din Felsefesi
5. KÖKDAMAR, Yusuf - Felsefesel ve İnançsal
Bazı Terimlerin Anlamları ve Açıklamaları
6. ONAT, Hasan (Prof. Dr.) - Türkiye’de Din
Anlayışı, Din Alanında Yeniden Yapılanma
7. SAYGIN, Hasan - Kader ve İrade
8. TOPALOĞLU, Aydın (Dr.) - Ateizm
9. TÖZÜN, Attila - Özgür Düşünce ve İnanç
[1] Kelam: İslâm
felsefesinde Tanrı'nın varlığını ve birliğini akıl ve mantık yoluyla kanıtlamak
isteyen görüştür.
[2] Transandantal: Transcendence veya transcendency
(transandans) kelimesinin “transandantal olma”, transcendental (transandantal)
kelimesinin ise “üstün, faik”, felsefî kullanımda “deneyüstü, tecrübeden üstün
olan, fizikötesi, tabiatüstü, doğrudan tecrübeyi aşan ama rasyonel bilgiye
karşı olmayan” şeklinde tanımlanır. Transcendent (transandan) kelimesi ise “üstün,
faik, insan aklından üstün, sıradan yaşantının sınırlarının ötesine taşan veya
onu zorlayan”, Immanuel Kant’ın felsefesindeki kullanımıyla “mümkün olan bütün
tecrübe ve bilgilerin ötesinde olan” gibi anlamlarla karşılanmaktadır.
[3] Doğal Din: Aydınlanma
felsefesi içinde sayılan düşünürlerden bir kısmı ateist iken, bir kısmı da
Tanrı’ya inanmaktadırlar. Ancak ilginç olan, inançlı olan düşünürler de dinin
kaynağını “vahiy”de değil “akıl”da ararlar. 18.Yüzyıl Aydınlanma Felsefesinin
din görüşünde “akıl dini” yada “doğal din” kavramı öne çıkar ve dini insanin
aklında ve doğasında yerleşik inançlar olarak alır. Dolayısıyla bu dinin her
insanda her zaman var olduğu iddia edilmektedir
[4] Gerekircilik (Determinizm):
Her olayın bir nedeninin olduğu ve aynı nedenlerin, aynı şartlar altında her
zaman aynı sonuçları doğurduğunu, dolayısıyla olayların zorunlu ve evrensel
kanunlara uyarak ortaya çıktığını kabul eder. Bu görüşe göre, insan, doğa ve
sosyal yasaları bilmek, tanımak ve onlara hakim olmakla, zorunluluk alanından
özgürlük alanına geçer ki bu da zorunlu-özgürlük diye adlandırılır. Bu durumda,
insan doğa ve sosyal yasaları yaratamaz, yok edemez ve değiştiremez, ama onları
tanıyıp bilmekle onlardan korunur, zararlı sonuçlarını yararlıya çevirebilir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar