Print Friendly and PDF

Dinsel İnanç Sistemlerinde Tanrı Algılayışı

Bunlarada Bakarsınız

 


 Yazan: Halit YILDIRIM…21.03.2002

“Bütün öğretiler pencere camını andırır. Arkasındaki gerçeği görürsün de, cam, seninle gerçeği ayırır.” Halil Cibran

 

TANRI’NIN VARLIĞI KAVRAMI

Her inançlı birey, kendi aklı ve ruhsal zenginliği sınırları içinde, Tanrı kavramı ve tasarımını kendisi yapar. Bu bağlamda, her insanın düşündeki Tanrı imajının tek doğru, ya da tek gerçek olduğunu söylemek olası değildir.

Tanrı’nın varlığına inanç konusu (varlığa inanma, inanmama) bireyin varoluşuyla birlikte insanlık tarihinin en eski, tartışmalı ve öncelikli sorunlarından biri olmuştur. Bu sorunun günümüzde de bütün çekiciliği ile karşımızda durmakta olduğu yadsınmaz.

Tanrı’nın varlığını kabul eden inanç sistemleri, Tanrı'nın var olduğunu bazı kanıtlarla desteklemeye çalışmışlardır. Bu kanıtlar:

Ontolojik Kanıt : Tanrı kavramından Tanrı'nın varlığını çıkartmaktır. Bu görüş Orta Çağda St. Anselmus ve Yeni Çağda Descartes tarafından geliştirilmiştir.

Hudus Kanıtı (Varlığın ortaya çıkması) : Meydana gelen her şey, mantıken onu meydana getiren bir varlığa muhtaçtır. Evren de zaman içinde sonradan meydana geldiğine göre, onu meydana getiren varlık Tanrı'dır. Bu kanıt ilk olarak İslâm felsefesinde kelamcılar [1] tarafından kullanılmıştır.

Erdem kanıtı : Bu kanıtı St. Thomas kullanmıştır. Bu kanıtlamaya göre, evrende var olanların bir mükemmellik sıralaması vardır. Bu sıralamanın en üst katında bulunan, her şeyin en mükemmeli olan Tanrı'dır.

Ahlâki Kanıt : İnsanoğlu iyilik yapmaya, kötülüklerden kaçınmaya eğilimlidir. Bu bir ahlâk yasası olup, bu yasa öğrenilmemiş ve vicdanımızda hazır olarak bulunur. Bunu da insana kazandıran Tanrı’dır.

Yukarıdaki kanıtlar çerçevesinde Teist düşünce sistemini benimseyenler, Tanrı'nın varlığını nedensel olarak kanıtlamak isterler. Her şeyin bir nedeni vardır ve her bir neden başka bir nedenin sonucudur. Bu nedensellik zincirini, sonsuza kadar götürmek insan aklı için mümkün olmadığından, kendisi sonuç olmayan nedende durulur. Teizme göre, Tanrı bu ilk nedendir.

Paul Tillich, 20. yüzyılın ilâhiyat dalında en değerli eserlerinden biri olarak kabul edilen kitabında, Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışmanın, Tanrı’nın yokluğunu savunmakla, yani ateizmle eş anlamlı olduğunu savunurken şöyle der: “Tanrı’nın varlığını kabul etmek de, reddetmek kadar ateistçe bir tutumdur. Tanrı, var olmanın ta kendisidir, ayrı bir varlık değildir.

DİN KAVRAMI

Din olgusunun, insanoğlunun varoluşuyla yaşıt olduğunu, bireyin dinsel varlığı ve din hayatıyla olan ilişkilerinin de, insanın varoldukça devam edeceği hususu, en azından çağımız açısından göz önüne alınması gereken bir gerçektir.

Dünyayı ve evreni tanıma, varlık hakkında bilgi edinme gereksinimi ile önce din ve daha sonra, içerik ve niteliği gereği dinin yanıtlayamadığı sorulara yanıt bulma çabası ile felsefî sistemler ortaya çıkmıştır. Sırayla; tanrısal İlham ve ilahi vahiyden din, filozofların düşünce ve sentezinden felsefe, ilim adamlarının deney ve gözlemlerinden de ilim ortaya çıkmış, bu üç temel sistemin insanlığa verdiği dinsel, felsefî ve bilimsel bilgi, değişim ve gelişime kaynak oluşturmuştur.

Tanrı inancı ile din inancı arasında kesin ve belirgin bir çizgi ve ilişkinin varlığı hakkında somut veriler yaygın değildir. Zira tanrısız dinler olduğu gibi gerçek dinle ilgisi olmayan tanrılar da vardır. Buda ve Konfüçyüs gibi, giderek din halini almış öğretilerde, açıkça Tanrı yoktur. Bir vahye dayanmayan dinlerin ise türlü türlü tanrıları vardır. Peygamberlerin getirmiş oldukları dinlerdeki Tanrı farklı özellikler taşımaktadır

İnsanoğlu, kadim dönemlerden bu yana içinde yaşadığı evrenin sırlarını araştırırken, temel düşünce sistemi (tefekkür) olarak Şamanizm, Hermetizm, Kabbala ve Epifani olmak üzere dört temel evre geçirmiştir. Budizm, Konfiçyüs Din’i ile Semavi Din’ler olan Musevilik, Hiristiyanlık ve Müslümanlık, bu dört tefekkürden etkilenerek ayrı ayrı yollardan insanlığı aydınlatmışlardır. Buna karşın bu dört tefekkür, bütün dinlerin dışında kalarak, insanlığı akıl ve hikmet, vicdan ve güzellik duygularıyla etkilemeye devam etmiştir.

Büyük Dinler, Doğu ve Batı Dinleri olarak ikiye ayrılırlar:

· Hinduizm ve Brahmanizm, Doğu Dinleri’dir.( Panteist inanca dayalıdırlar)

· Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet ise, Batı Dinleridir.(Teistik karakterdedirler).

Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’i içine alan kitaplı dinlere Semavi veya Göksel Dinler denilmektedir. Bu tanımın, Semavi Dinlerin mensuplarının, dua ederken ellerini göğe açarak bir göksel varlığa yakarmalarından kaynaklandığı değerlendirilmektedir.

Tarih boyunca, nerede bir toplum varsa, orada mutlaka din olgusu da gündeme gelmiştir. Din; insanla beraber varolmuş, varolmakta ve öyle görünüyor ki en azından yakın gelecekte de bu bağlamda işlevini sürdürecek bir kurumdur. İnsanlık tarihinde ne kadar gerilere gidilirse gidilsin, dinî inançlardan yoksun bir topluma rastlanmamaktadır. Tarihi devrelerde olduğu kadar tarih öncesinde de insanoğlunun bazı inançlara sahip olarak yaşadığı, yapılan bilimsel araştırmalardan anlaşılmaktadır. Bütün bunlar, toplumu ayakta tutan temel sosyal yapının başında dinin geldiğini ortaya koymaktadır.

İnsanlık, "din"i dışlayarak toplumsal, sosyal ve spritüel yapının sağlıklı bir şekilde oluşturulamayacağını ve bir yere varılamayacağını anlamış görünmektedir. Ancak, Brzezinski'nin şu saptamaları da düşünce yelpazesinde farklı algılayışlar olarak dikkati çekmektedir: “Her ne olursa olsun, gelişmiş dünyada, bilimin sınırları sonuna kadar zorlanacak ve  insanoğlunun iç ve dış boyutları  öyle değişecektir ki, bu, insan varlığının temel karakterinde bile etkili olacaktır. Umuyoruz ki daha uzak bir gelecekte, modern bolluk döneminin ve bilimdeki son gelişmelerin yarattığı ruhsal boşluğun farkına varılır ve modern toplum artık dikkatini yeniden hayatın felsefî ve ruhsal yönüne çevirir. Böylece, insanların şu anda sahip olduğu ve hatalı bir biçimde kontrol ettiğini sandığı gücün yerine, toplumsal olarak insanları daha birbirine bağlayıcı yeni ahlâki kriterler ortaya çıkabilir. Artık, merkezi olarak örgütlenmiş resmi dinin, insanların sosyal hayatında yeniden etkili olabileceğini düşünmek doğru bir inanış değildir. Bu nedenle, tarihi gelişimin dinamiğinden etkilenen insanoğlunun ruhsal sağlığı için yeni bir başlangıç noktası bulmak gerekir”.

TANRI’NIN VARLIĞINA İLİŞKİN TEMEL YAKLAŞIMLAR

Tanrı’nın varlığı konusunda genelde üç temel yaklaşım oluşmuştur. Bunlar sırasıyla:

a.   Tanrı’nın varlığını kabul eden görüşler : Teizm, Deizm, Panteizm, Pan-enteizm,

b.   Tanrı’nın varlığını reddeden Ateizm,

c.  Tanrı’nın varlığının ya da yokluğunun bilinemeyeceğini öne süren Agnostisizmdir.

Bu görüşleri, kavramlar boyutuyla incelemeye başlayalım:

Tanrı’nın Varlığını Kabul Eden Görüşler:

TEİZM

Teizm, sözcük olarak, Fransızca: “Théisme”, Türkçe:”Tanrıcılık”, Arapça ise: “İlâhiyye” anlamındadır. Kavram olarak ise Teizm, evreni yaratan, sürekli olarak yöneten, kaza ve kadere egemen olan, insanüstü güçleri bulunan, kişilikli bir Tanrı’nın varlığını savunan dinlerin ve dinsel öğretilerin genel adıdır.

Teizm, diğer bir deyişle, varolan her şeyin yaratıcısı olan bir Tanrı’nın varlığına, mutlak ve sınırsız bir bilgiye ve güce sahip olduğuna, sarsılmaz bir inanç beslemedir. Doğanın üstünde ve ötesinde olan, yani evrene aşkın (transandantal) [2] olan bir Tanrı’ya duyulan inancı ifade eden Teizmde Tanrı; yarattığı varlıktan ayrı olan, fakat kendisini yarattıkları aracılığıyla gösteren, özünde kişisel olup, insanın ibadet ve itaatine en yüksek ölçüde layık olan varlık olarak görülür. Tanrı, bu anlayışa göre, yaratıcıdır, varoluşun kaynağı ve tanrısal değerin koruyucusudur. Tanrı’nın gücü her şeye yeter, O her şeyi bilir, O güç, gerçeklik ve değer bakımından yüksek bir varlıktır. Ve insan onu bilebilir ve ona erişebilir.

Teizmde:

*  Vahiy yolu ile insanlara buyruklarını gönderen,

*  Kutsal Kitaplar gönderen,

*  Peygamberler gönderen,

*  Evreni yaratan ve yöneten,

*  Aklı ve iradesi olan,

*  Sonsuz bilgi, kudret ve iradesiyle evreninin varlığını devam ettiren,

*  Aşkın, doğa üstü ve sonsuz yetkinlikte yüce bir varlık olarak, her an evrenin canlı-cansız her zerresinde etkin ve yetki sahibi, bir Tanrı anlayışı vardır.

Teizm öğretisi; inancı ve imanı, aklın ve düşüncenin, bilimin desteğinde ve evrendeki varlıklara ve onların yaradılışlarına bakarak pekiştirir.

Özet olarak söylenebilir ki, bütün Semavî Dinler, Teizmin genel prensip ve esasları üzerine kurulmuşlardır.

DEİZM

Deizm sözcük olarak Fransızca’da: “Déisme”, Türkçe’de: “Yaradancılık” veya “Nedentanrıcılık” olarak ifade edilir.

Kavram olarak Deizm, ilk olarak XVI. yüzyılda İngiltere’de ortaya atıldı. Lâtince’de Tanrı anlamındaki "Deus" sözcüğünden türetilmiş ve özgür düşüncecilerin (kiliseye bağlı olmayanların) Tanrı inancını betimlemek için ortaya konmuştu. Önceleri “Tanrıtanımazlık” (ateizm) karşısında, “Tanrıcılık” ya da “Tanrının varlığına inanmak” anlamında kullanıldı. Daha sonra “Yaratıcı-Tanrı” anlamına gelen "Teizm" sözcüğü benimsenince "Deizm", varlığı akılla bilinebilen ve evrene karışmayan bir Tanrı anlayışı olarak kendine özgü felsefi bir nitelik kazandı.

Deizmi, Ortaçağ Avrupa’sında Hıristiyan din adamlarının, Kilisenin ve papaların menfaat ve hükümranlıklarını sürdürebilmeleri için ortaya attıkları dışkutsal dogmalara ve “Tanrı adına” diyerek halkın inançlarına, bilim dünyasına ve devlet yönetimlerine yaptıkları müdahale ve baskılara bir karşı tepki olarak oluşan, felsefi bir düşünce ve inanç sistemi olarak ifade etmek olasıdır.

XVI. yüzyılda Rönesans hareketi hızla Kıta Avrupa’sını etkisi altına almaya başlamıştı. Bu akım giderek aydınlanma hareketine dönüştü ve Kilise erki büyük ölçüde kırıldı. Kilisenin savunduğu Tanrı tasarımı vahye dayalı ve teistik bir tasarımdı. Başka bir deyişle, Kişi-Tanrı tasarımıydı. Aydınlar, Kilise otoritesi kırarlarken, doğrudan Tanrı’yı yadsımak yerine, Tanrı tasarımını değiştirmeyi daha uygun buldular.

Deizmi savunanların, kişileştirilmiş, yöneticiliği ve deneticiliği kabul edilmiş Tanrı algılayışına karşı, kişilik dışı ve yalnızca ilk neden ya da ilk devindirici olmakla yetinen bir Tanrı anlayışı ortaya koyması, Hıristiyanlığın Tanrı’sına açık bir savaş ilanı olmuştu. Çünkü böyle bir Tanrı’nın evren ve insan ilişkisi yalnızca bir ilk nedene bağlı tutulmuştu, o kadar. (Aristo’nun Tanrı’sı gibi). Buna karşın, vahiy, ilham, elçi (peygamber), kutsal kitap, yazgı (kader), kilise, papaz, ruhun ölümsüzlüğü gibi, kişi, kavram ve kurumların tümü yadsınmıştı. Deist anlayış içersinde, Kilisenin bilimsel çalışmalara “Tanrı” ve “Din” adına karışmaması, bilim adamlarına özgür bir ortam sağladı. Zaten, devindirdikten sonra Tanrı bile evrene karışmıyorsa, ne kişiler ne de kurumların Tanrı adına yaptırımı olamazdı. Ve yine Tanrı, evreni, dünyayı ve insanı yönetmiyorsa tarihte hiçbir şey kutsal olamazdı. Kilise, Tanrı’nın bedeni değil düpedüz insan eseriydi. Kimse onun arkasına sığınıp başkalarını suçlayamazdı. Bunun yanında Batılı bilginler doğa ile ilgili yeni bilgiler elde ettikçe, dinsel inançlara başvurmadan evreni açıklamanın olanaklı olduğunu anladılar. Ayrıca akıl, doğası gereği Tanrı’nın varolduğunu bilir, iyiyi, kötüyü ayırabilirdi. Bu nedenle otonom ve mekanik evren görüşü yandaşları "vahyi" de bir karışma olarak gördüler ve yadsıdılar.

Deizme göre ;

*  Tanrı, ilk neden olarak evreni yaratmıştır, ancak evreni yaratmakla işini bitirmiştir. Evren artık kendi yasaları ile işlemektedir. Deizm, sadece yaradan ve ilk neden olan Tanrı’nın başka nitelik ve güçleri üzerinde durmaz. Tanrı’nın daha sonra evrene müdahale etmesi akla aykırı olup, tıpkı bir saatçinin, saatini imal edip, saati kurduktan sonra, onunla bir ilişkisinin kalmaması gibi, evrene aşkındır.

* İnsan için en önemli ödev, evren ve yasalarını akıl yoluyla bilmek ve anlamaktır.

*  Dinlerdeki duygusal ve akla aykırı Tanrı kanıtlamaları gereksizdir.

*  Akıl, vahiyle uyum içindedir. Ya da vahiy akla uygun olmalıdır. Dinin kutsal kitabı, aklın ışığında analiz edilmeli ve mistik öğelere ve mucizelere yer verilmemelidir. Buradan da anlaşılacağı gibi, söz konusu anlayış, peygamberlere ve dinlere gerek olmadığı ve bir tür ‘’doğal din’’ [3] düşüncesini benimseyip savunmaktadır. Cherburi (1581-1648 ), J. Locke, J.J. Rousseau, Voltaire tarafından temsil edilen ve savunulan bu Tanrı anlayışı, hoşgörü ve laisizmin gelişmesinde etkili olmuştur.

*  Deizm anlayışındaki Tanrı, Vahiy, Kutsal Kitaplar ve Peygamberler göndermeyen bir Tanrı olup, bu anlayış Vahyi, Kutsal Kitapları ve Peygamberleri kabul etmez.

Deizmin güçlü yanı da, zayıf yanı da katı bir akılcılığa dayanmasından ileri gelir. Aklî yaklaşımın dinî konularda yetersizliği ortaya çıktıkça, deizm, çözmekte güçlük çektiği birtakım sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Şüphesiz, deizmin en zayıf yanı, dini hayatın içerik ve fonksiyonuna ters düşen bazı anlayışlara içinde yer vermiş olmasındadır. Ötelerin ötesinde olan ya da başkalarının şaka yolu ile kullandığı bir deyimle “emekliye ayrılmış” bir Tanrı anlayışı, dini duygu ve düşünceyi tatmin etmez. İnanç olgusunda, dayanma, bağlanma, teslim olma, dua ve tövbe etme merkezî bir yer işgal eder. “İnsan, bırakınız kendisiyle, topyekûn âlemle dahi ilgilenmeyen bir Tanrı’ya nasıl ve niçin dua etsin, ibadet etsin? Böyle bir Tanrı’ya inanmak ne işe yarar?” sorusuna yanıt bulma sorumluluğu inanç sahibine aittir. Buna ilişkin olarak J.B. Broussuet, “... Hıristiyanlar Deistleri daima temelde basit Ateistler olarak görmüşlerdir ve Deizm, kılık değiştirmiş Ateizmdir.” demektedir.

Deizmi, Tanrı’yı yalnızca ilk neden olarak benimseyen ve onun başlıca nitelik ve güçleri üzerinde fikir yürütmeyen, ya da kesin tanımlamalarda bulunmayan, Tanrı kavramını kişileştirmeyen, öncelikle akıl yöntemini rehber edinen dinsel öğretilerin genel adı” şeklinde özetleyebiliriz. Deizm hiç kuşkusuz bir Tanrı inancıdır, ancak o Tanrı’nın belli hiçbir dini yoktur. Ünlü bir deyişle, “Deistlerce Tanrı evrenin dışına sürülmüştür”.

 

PANTEİZM (Kamutanrıcılık - Tümtanrıcılık)     

Tanrı ile evreni bir, aynı ve özdeş kabul eden görüştür. Panteizm, anlam olarak tümtanrıcılık demektir.

Panteizme göre Tanrı'nın evrenden ayrı ve bağımsız bir varlığı yoktur. Tanrı doğada, nesnelerde, insan dünyasında vardır. Her şey Tanrı'dır.

Bu algılamada Tanrı’nın, evrenin kendisi olduğunu savunulur. Panteistler evrende varolan her şeyin (atom, hareket, insan, doğa, fizik kanunları, yıldızlar... ) aslında bir bütün olarak Tanrı’yı oluşturduğunu söylerler. Bu bakımdan evrende vuku bulan her olay, her hareket aslında doğrudan Tanrı’nın hareketidir. Bu görüşün ilginç ve çarpıcı bir sonucu, insanın da Tanrı’nın bir parçası olduğudur.

Panteizme göre; Tanrı her şeydir ve her şey Tanrıdır. Tanrı – Evren - İnsan ayırımı yoktur. Böyle bir ayrım aklın yanılsamasıdır. Aşkın bir Tanrı var olmadığı gibi, her hangi bir yaratmadan da söz edilemez.

Evreni algılayış biçimi olarak Panteizm, Hindu, Buda dinlerinde hayal gücü geleneğine uygun bir anlayıştır. Felsefî bir tasarım olarak Panteizm ise, eski Yunan felsefesinde Plotinos (205-270), Rönesans'tan sonra Giordano Bruno (1548-1600) ve Spinoza (1632-1677) tarafından temsil edilmiştir. Düşünsel kökü Antik Çağ Yunan Stoacılığına dayanan Panteizmin ileri sürdüğü “Evrenin Ruhu Anlayışı”, Hegelciliği ve Spinozacılığı doğurmuştur.

Tek Tanrı’lı Dinlerdeki Tanrı-Alem ayrılığı, Yaratan-Yaratılan diye bir ikilem, Panteizmde yoktur. Doğayla Tanrı bir ve aynı şeydir. Tanrı yaradan değil, varolandır ve evrenin tümüdür. Evrende görülen şeylerden gayri bir Tanrı yoktur. Tanrı, evrendeki bütün varlıkların toplamıdır. Evrenin başlangıcı ve sonu yoktur. Evrendeki mevcut canlı cansız her şeyin bütünlüğü Tanrı’dır. Önsüz ve sonsuz olan Tanrı, hem makro kozmosta (evrende), hem de mikro kozmosta (insanda) bulunur.

Antikçağ Grek Stoacıları, Yeni Platoncular ve Doğunun Vahdet-i vücut anlayışı, Yahudilerin Kabalası gibi çeşitli felsefî biçimlere bürünen bu inanç, çağımıza kadar süregelmiştir. Panteist olarak adlandırılan bazı Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman düşünürler vardır. Ancak, Panteizmi üç semavi din genelde reddetmektedir.

Panteizm, Arapça’da karşılığı “Vücudiyye” sözcüğüdür. Tanrı anlayışı olarak “her şeyi Tanrı tanımak, varlığı, ancak ona vermek” olarak özetlenebilir. Bunu, “sonsuzluk, sonsuz olan varlık; Tanrı, tabiat” olarak tarif edenler de olmuştur. Bu, Vahdet-i Vücut, yani varlığın değil, Vahdet-i Mevcut, yani fiziki evrenin, tabiatın birliği inancına varır ve tabiatın Tanrı oluşuna, tabiattan başka bir varlık, bir Tanrı, bir gerçek bulunmayışına inanmaktır. Özetle, Vahdet-i Mevcut, son tahlilde Ateizmden, Tanrı tanımamaktan başka bir şey değildir. Vahdet-i Vücut yaklaşımında, Tanrı yaratılmışların hiçbirine benzemez ve bu inanç eşyanın hakikatini Tanrı’da görür oysa,  Panteizmde fiziki evrenin kendisi Tanrı’dır.

Panteizme göre evrenin toplamı Tanrı’dır ve evrenin dışında gizemcilerin savundukları gibi bir Tanrı yoktur. Açıkçası her zerre onun kendisidir. Gizemciliğe göre de, her zerre İlahi güzelliği yansıtan bir ayna ve araçtır. Evrenin yaratılış nedeni, Tanrı’nın güzelliğini yansıtmak ve göstermek içindir.

Panteizm üç Türdür;

1.      Tabiatçı Panteizm: Tek realite tabiattır. Tanrı da tabiatın içinde var olandır. (Dideron, Boron d’Holbach)

2.      İdealist Panteizm: Tek realite ruhtur. Tanrı da ruhun özünde var olandır. (Hegel, Fichte, Brunschvicg)

3.      Teolojik Panteizm: Felsefî anlamda asıl Panteizm budur. Evrende tek realite Tanrı’dır. Diğer bütün varlıklar, evren, dünya, tabiat, insan, ruhlar vs. her şey Tanrı’nın varlığında oluşmuştur. Hiçbir şey onun dışında değildir, her şey odur.

Bruno, Boehme, Spinoza gibi filozofların ileri sürdüğü Tek-ilkeci (monist) Panteist görüş, giderek Tasavvuf içinde de benimsenmiştir. Tasavvuf düşüncesi de özünde bir panteist anlam taşımaktadır. Anadolu mutasavvıflarından Hallac-ı Mansur ve Mevlâna bu düşüncededir.

PAN-ENTEİZM (Çift kutuplu Kamu-Tanrıcılık ya da Diyalektik Tanrıcılık )

Spinoza ağırlıklı Panteizm algılayışına göre, Tanrı her şeydir ve her şey Tanrı’dır. Tanrı-Evren-İnsan ayırımı yoktur, böyle bir ayrım aklın yanılsamasıdır. tanrıbilimsel olarak Tanrı, Evren, İnsan bir ve aynıdır. Aşkın bir Tanrı var olmadığı gibi, her hangi bir yaratmadan da söz edilemez. Spinoza’nın bu görüşü, ailesinin göç ederek ayrıldığı Endülüs İspanya’sındaki ünlü mutasavvıf Muhiddin-i Arabî’nin etkisiyle oluşmuştur. Bilindiği gibi Arabî’nin görüşü "Vahdet-i Vücut" olarak ileri sürülmüştü. Ancak bir çoklarının sandığının aksine, Spinoza’nın Panteizmi ile Arabî’nin Vahdet-i Vücut anlayışı birbirinin aynı değildir. Spinoza’da Tanrı evrendedir ve evren kadardır. Arabî’de ise Evren Tanrı’dadır ve bu durum Tanrı’yı sınırlamamaktadır.

İngiliz düşünürü White Head’e göre, Tanrı’nın her türlü değişmenin ötesinde değişmez bir niteliği ve bunun yanında bir de değişen ve oluşan bir niteliği vardır. Tanrı değişmeyen yanıyla devinimi başlatmıştır ve Evrenin bilincindedir. Ancak Tanrı bu konumda kalmış olsaydı, ilk devindirici, özgür, öncesiz ve yetkin olarak kalacak ama varoluşa katılmamış olacaktı. Diğer niteliği ile ise Tanrı, değişme ve oluşma sürecinin içinde ve bilincindedir. Bu nedenle Tanrı’nın evrende içkin (evrenin maddesine karışmış-içinde bulunan) olduğunu söylemek de doğrudur. Evrenin Tanrı’da içkin olduğunu söylemek, Tanrı-Evren ilişkisinin karşılıklı olduğunun farkına varışın göstergesidir.

Süreç felsefesi olarak da ifade edilen ve White Head’le başlayan bu akıma Pan-enteizm ya da Diyalektik teizm denir. Pan-enteizme göre Tanrı, hem değişmeyen (mutlak), hem de değişen (göreli) dir. Hem zamanın içinde, hem dışında, hem sonlu, hem de sonsuzdur. Aynı zamanda hem tikel hem tümel, hem neden hem sonuçtur.

Hartshorne Tanrı’nın bir soyut bir de somut iki yüzü olduğunu söyler. Soyut niteliğiyle Tanrı, mutlak, etkilenmez, erişilmez ve değişmezdir. Somut yanıyla ise etkilenir ve değişir. Tanrı bu iki niteliğinde de yetkindir. Ancak bu yetkinlik klâsik Teizmdeki gibi değildir. Oradaki yetkinlik değişmeyen donmuş bir yetkinliktir. Buradaki yetkinlik değişir, ancak bu değişme tanrısal bir değişmedir. Yani yetkinliğe doğru değil, yetkinlik içinde bir değişmedir. Bu tanımla Pan-enteizm, hem Deizmden hem de Panteizmden ayrılır.

Özet olarak; Panteizm ile Pan-enteizm arasında önemli bir fark vardır. Panteizmde her şey tanrıdır. Pan-enteizimde ise, her şey Tanrı’dan sudur etmiştir (oluşmuştur). Ruhun tek amacı, oluştuğu Tanrı’ya dönmektir. Bunun da yolu tek evrensel yasa olan evrim/tekamül den geçmektir.

Tanrı'nın Varlığını Reddeden Görüş

ATEİZM

Ateizm, Tanrı'nın varlığını kabul etmeme olduğu gibi, aynı zamanda dini inançsızlığı ve tüm dinlere karşı olmayı da içerir.

Ateizm kelimesi Yunanca’da Tanrı anlamına gelen “Theos”tan türemiştir. Bu kelimeden de Tanrı inancına sahip olmak ya da Tanrı'ya inanmak anlamına gelen Theism anlayışı ortaya çıkmıştır. Ateizm kelimesi de İngilizce Theism kelimesinin başına "a" ön takısının eklenmiş hali olup, Türkçe’de tanrıtanımazlık anlamına gelmektedir.

Ateizm terimi öncelikle felsefî bir kavram olup, Tanrı inancı karşısında tepkisel bir düşünceyi dile getiren dünya görüşünün ismidir. Çok yaygın olmasa da, tarih öncesi dönemlerden akıp gelen ve Karl Marx, Feuerbach, Nietzsche, Jan Paul Sartre gibi bazı saygın filozoflarca da savunulan, önemli bir marjinal görüştür. Yirminci yüzyılın ilk yarısında, tarihte hiçbir zaman olmadığı kadar yaygınlaşmış kendine taraftar bulmuştur. Günümüzde ise eski gücünden uzaklaşmakta ve fikrî dayanaklarını giderek yitirmekte olduğu söylenmektedir.

Teistlere göre, Tanrı bütün var olanların nedenidir, ama, kendisinin nedeni yoktur. Ateistler,  “her neden başka bir nedenin eseridir” savı ile bu görüşü reddeder. Bu sava göre, nedeni olmayan neden olarak Tanrı var olamaz.

Nietzsche'ye göre, Tanrı ölmüştür. Tanrı ile beraber tüm eski değerler de yıkılmıştır. Tanrının yerini ise, Tanrısal özelliklerinin farkına varan “üstün” insan almıştır. Yıkılan eski değerlerin yerini de bu üstün insanın değerleri alacaktır. Bu değerlere sahip olan insan, netice itibariyle özgürleşecektir.

J. Paul Sartre'a göre, insanın özgür olmasının yolu Tanrı'nın yokluğundan geçer, çünkü, Tanrı'nın varlığı, insanın özgür olarak kendi değerlerini yaratmasını engeller.

Ateistlerin düşünceye başlangıç noktası, Üç Semavi Dinin Tanrı anlayışının reddidir. Yorum farklarını bir tarafa bırakırsak, bu dinlere göre Tanrı, özünde ezelî ve ebedî olan, irade ve kişilik sahibi, aşkın bir varlıktır. Böyle bir Tanrı kavramına inanmayan kişiye ise ateist denmektedir.

Ateizmin Çeşitleri

Tanrı inancını kabul etmeyen ateistler de Tanrı’nın varlığına inananlar gibi kendi aralarında farklı gruplara ayrılmışlar, ya da en azından aynı sonuca varsalar da Ateizmi farklı yorumlamışlardır. Dolayısıyla tek bir ateizm tanımından söz etmek de doğru olmayacaktır. Ana hatlarıyla, Ateistleri kendi görüşlerinden hareketle şöylece sınıflandırabiliriz:

a. Mutlak Ateizm :

Bazı Ateistlere göre Ateizm, Tanrı’yı reddetmekten de öte, zihinde Tanrı fikrine sahip olmamak demektir. Bu anlayışa göre İnsan doğuştan Tanrı kavramına sahip olmadığı için reddedecek bir şeyi de bulunmamaktadır.

b. Teorik Ateizm

Teorik Ateizm, Mutlak Ateizm yaklaşımdan biraz farklı olarak, Tanrı’nın varlığını reddetmek şeklinde de tanımlanabilir. Aslında Ateizm denilince akla bu tanım gelmektedir. Felsefede önemli olan ve Tanrı inancına ağır eleştiriler yönelten Ateizm biçimi de budur. Bu görüşte, düşünerek, tartışarak, zihnî bir çabayla Tanrı’nın varlığı reddedilir ve ilgili iddialar çürütülmeye çalışılır.

Teorik Ateizmde Tanrı'nın varlığı inkâr edilmekle kalınmamış, bu kavramla ilgili olarak gündeme gelen mûcize, vahiy, peygamberlik, kutsal kitap, ölümsüzlük ve âhiret hayatı gibi inançlar da eleştirilmiş ve reddedilmiştir. Ayrıca bu tür bir Ateizmde sadece Teistik Tanrı kavramını hedef almamış, bunun yanı sıra mistik, mitolojik, transandantal (aşkın) veya antropomorfik (İnsan Tanrı) anlayışlarla, panteizm ve deizm gibi, bir şekilde Tanrı inancına yer veren diğer inanç sistemleri de reddedilmiştir.

c. Pratik Ateizm

Pratik Ateizm, diğer iki yaklaşımdan farklı olarak, sanki Tanrı yokmuş gibi yaşamak veya Tanrı’yı günlük yaşama sokmamak biçiminde tanımlanmıştır. Bu tür bir ateizmde kişi daha ziyade günlük yaşamındaki tavır ve davranışlarıyla, hayat tarzı, ilke ve alışkanlıklarıyla, tanrısız bir dünya ve tanrısız bir yaşam kurmayı düşlemektedir.

Bu tür ateistler, Tanrı’nın varlığını kabul edenlerle her zaman mücadele etmeyi ve onları dinsizleştirmeyi kendilerine amaç edinmişlerdir. Bu yüzden bu kişilere bazen militan ya da eylemci Ateistler de denmektedir. Felsefedeki temsilcileri arasında L. A. Feuerbach (1804-1872), Frederich Nietzsche (1844-1900), Sigmund Freud (1856-1940) ve Karl Marx (1818-1883) gibi ünlü düşünürler de bulunmaktadır. Söz konusu filozoflar teorik açıdan Tanrı inancını çürütmeye çalışmakla kalmamış ayrıca pratik olarak inançsız bir toplumun hayalini de kurmuşlardır.

d. İlgisizlerin Ateizmi

Bir kısım düşünürler Tanrı'nın varlığını veya yokluğunu tartışma konusu yapmadan, bu konulara uzak durmayı tercih etmiştir. Her iki hususun da eşit derecede anlamsız bir iş olduğunu öne sürerek konuya ilgisiz kalmayı yeğlemişlerdir. Bu tür Ateistlere göre insan, sadece var olanla yetinmeli görünen âlemin ötesine ilgi duymamalıdır. Dolayısıyla bunlara göre, dünyanın ötesindeki herhangi bir varlık hakkında olumlu ya da olumsuz bir yargıda bulunmaya ya da konuşmaya çalışmak anlamsız bir iş yapmak olacaktır.

Ateizm bir din midir? Kesinlikle hayır. Ateizm bir din değil, dinsizliktir, dinden kurtuluştur, dinden çıkıştır. Dinle ateizm en uzak iki noktadadır. Bu konuda söylenmiş şu ünlü söz, kısaca her şeyi açıklıyor: "Dinsizlik bir dinse, sağlıklı olmak bir hastalıktır" Eğer ateizmi (yani dine en uzak olanı) din olarak nitelendirecek olursak "din" kelimesi, anlamını, özelliğini yitirecek, içi boşalacaktır. Ateizm bir din ise, dünyada dinsiz insan yoktur. Bu durumda din kelimesi herkes için farklı anlamlara gelir ve ortada tartışılacak bir şey kalmaz. Oysa Ateizm bir din değil, dinden sıyrılıştır.

Dinler tarihi incelendiğinde görülür ki, Ateizm zaman zaman, dönemsel olarak popülarite kazanmış veya kaybetmiştir. Kitleler, dinsel taassubun karanlığından bunaldıkları ve bir aydınlık ihtiyacı hissettikleri dönemlerde, reaksiyon halinde antiteze kayarak, Ateizmin kucağına düşmüşlerdir. Bireyin, böyle marjinal rüzgarların etkisi altında, inanç yelpazesinin bir ucundan diğer ucuna savrulmaması için, ilk önce, Tanrı’nın varlığı veya yokluğu sorusuna yanıt aramak yerine, “Tanrı’ya inanmak yararlı mıdır, zararlı mıdır?” sorusuna kendi vereceği cevabın ayırdına varması yeterlidir. Günümüzün bir çok Ateisti, önce bunu yapmadan, salt, içinde yaşadığı ortamda meydana gelen, ve kaynağında din bulunan tersliklerden şikayet ettiği için Ateisttir.

 Tanrı'nın Varlığı Ya da Yokluğunun Bilinemeyeceğini Öne Süren Görüş AGNOSTİSİZM

Bu anlayış Tanrı'nın varlığı karşısında şüpheci bir tavır almaktır. Bu görüş İlkçağda Sofist filozof Protagoras tarafından öne sürülmüştür. Protagoras'a göre, Tanrı’nın duyularla algılanamaması, insanın ömrünün kısa oluşu Tanrı hakkında bilgi edinmeyi engeller.

Agnostisizm resmi olarak ilk defa 1800'lü yılların sonunda ünlü biyolog T. H. Huxley tarafından ortaya atılmıştır. "Bilinmezcilik" olarak da tanımlanır. Agnostisizm, Tanrı’nın varlığının "bilinemez" olduğunu savunur. Dinlerin Tanrı’dan gelmediğini söyler ve dinlerin tanrısını da reddeder ve ancak başka bir Tanrı’nın, bir yaratıcının varolup olmadığının hiçbir zaman bilinemeyeceğini söyler. Bu bakımdan agnostisizm, kendini, Tanrı kesinlikle vardır diyen Teizmden de, Tanrı kesinlikle yoktur diyen Ateizmden de ayrı tutar.

Agnostisizm, doğrudan Tanrı’yı reddetmemekte, ancak onu bilmenin mümkün olmadığını öne sürmektedir. Tanrı’nın varlığı ya da yokluğu hakkında hiçbir şeyin bilinemeyeceğini, bu sebeple “Tanrı vardır diyemeyiz ve keza Tanrı yoktur da diyemeyiz, zira bilemeyiz.” der.

İNANÇ SİSTEMLERİ ARASI İLİŞKİLER

Düşünce tarihinde, Teizm ve sadece belirli çevrelerde etkili olan Ateizm, birbirlerine karşıtlıklarıyla dikkat çeken iki yaklaşımdır.

Bu yaklaşımlardan Teizm, kaynak itibariyle ilâhî olan ve evrenin Tanrı tarafından yaratıldığına inanan üç Semavi dinin, Tanrı kavramını felsefî bir üslûpla dile getirir ve savunur. Ateizm ise, başta ilâhî olmak üzere bütün Tanrı kavramlarını reddeder.

Bu arada, Deizm ve Teizmin, gerekirciliğin [4] varlığını kabul ettiklerini belirtmek gerekir. Ancak aralarındaki temel fark şöyle özetlenebilir :

Deizm; “Tanrı sadece yaratandır. Evreni yarattıktan sonra evrenle ve insanla hiçbir ilişkisi kalmaz. Evren kendi yasalarıyla kendini yönetir ve varlığını devam ettirir” der.

Öte yandan Teizm ise, “Tanrı evreni yasaları ile beraber yaratmakla birlikte, evren varolduğu sürece onu yönetendir de. Yaradılış ve oluş devam ettiğine göre, Tanrı’nın âlemle ilişkisi ve yönetme fiili de devam etmektedir. Gerekircilik yasası ve düzeni, Tanrı’nın kudretinin ve fiillerinin bu âlemdeki yansımasından ibarettir ve bu yansıma da süreklidir.” Demektedir. Görüldüğü gibi, Teizmin Deizmden farkı, Teist görüşün Tanrı’nın zat ve sıfatlarını içermesidir.

Tarihsel süreç içinde, Deizm önce en basit tarifiyle, Tanrı tanımazlık olan Ateizme karşı Tanrıcılığın savunusu olarak kullanılmıştır. Daha sonra asıl hedefleri Tanrıcılığı hakim kılmak olan Kilise teologları, kendi amaçları doğrultusunda Teizmi, özgür düşünce yandaşlarınca benimsenen Deizmden ayırmışlardır.

Metafizik ile ilgilenen çevrelerde önceleri geniş anlamda Teizmle anlamdaş olarak kullanılan Deizm, giderek Ateist bir anlam kazanmış ve ardından da doğal din  ile anlamdaş kılınmıştır. Osmanlı çevirilerinde bu fark kavranamamış her iki terim içinde “İlahiyye” sözcüğü kullanılmıştır.

Teizm; Tek Tanrı’nın varlığını kabul ettiği için Politeizmin (Çoktanrıcılık) zıddıdır. Tanrı’nın varlığını kabul etmesi bakımından Ateizme de karşıttır. Tanrı, âlemin üstünde ve onu yarattığı için Panteizmden ayrılır, âlemi hâlâ ve sürekli yönettiği için de Deizmden ayrılır.

Deizm, bir bakıma utangaç bir Ateizmdir. Ünlü bir özdeyişte; "Panteistler tanrıyı işten attı, Deistler tanrıyı emekli etti, Ateistlerde onu öldürdüler." denmiştir.

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Din unutuldu, unutulacak, bitti, bitecek denilirken, günümüzde hiç beklenmedik bir anda, insanlığın gündeminde en baş sıralara oturuvermiştir. Bundan sonra insanlığın geleceğinde etkin olacak temel faktörlerin en önemlileri, doğru bilgi ve din olacaktır.

Toplumsal boyutta birleştirici çok önemli bir unsur olarak din, insanlık tarihi boyunca, insanlığın doğal akışında daima etkin olmuş; hatta bu akışa ciddi olarak damgasını vurmuştur. Yapılan araştırmalar, tarihte tümüyle dinden uzak bir toplumun mevcut olmadığını; toplumun olduğu her yerde, mutlaka din olgusunun da kendiliğinden varolduğunu ortaya koymuştur. Bugün gelinen noktada, dînin yeniden ön plana çıkmış olması, en azından yakın gelecekte de din olgusunu dışlayarak, ya da görmezlikten gelerek herhangi bir toplumsal yapılanmanın pek mümkün olmayacağını göstermektedir.

İnsan,”oluş” halinde bir varlıktır. İlk hücrelerin oluşumuyla birlikte başlayan bu sürecin ilk aşaması, insanın son nefesini vermesiyle birlikte tamamlanmış olur. İnsanın yaratılış amacı, ömür denilen kısa zaman diliminde, toplum içinde, kendini gerçekleştirmedir. Bu bağlamda din, insan için, insanın kendini gerçekleştirebilmesi için, bir “araç” niteliği taşımaktadır.

Tıpkı akıp giden nehirler gibi, toplumlar da sürekli değişmektedirler. Buna bağlı olarak, insanî olan her şey de, bu değişimden hissesine düşeni almaktadır. İnsanın ürettiği kültür, uygarlık, siyasal yapı ve sonuçta da değerler alanı bile değişmektedir. Dinamik bireylerden meydana gelen toplum da, doğal olarak sürekli değişim içinde evrimleşecektir. Bu değişimin fark edilmesi, sürecin çok yavaş, ya da çok hızlı işlediği dönemlerde, bir hayli güçleşebilmektedir.

Din, çift yönlü kesen bir kılıç gibidir. Doğru anlaşılmadığı zaman, insanları olumsuz yönde etkileyebilir. Doğru din anlayışı ise, ilerleme, gelişme, hatta uygarlık yaratma yolunda motor görevi görür. Bu bağlamda din olgusu, çift yönlü olarak bu değişim sürecinin içindedir. Zaman zaman değişim sürecinin istikametini belirlemekte, hem onu etkilemekte, hem de, değişimden kendisi etkilenmektedir.

Din insanlara temel iletişim kodlarını verir. Bireylerin inanıp inanmaması, dindar olup olmaması bir yana, insanların birbirlerini doğru anlayabilmeleri, büyük ölçüde din hakkındaki doğru bilgiye bağlıdır. Din hakkında doğru bilgi sahibi olmak, mutlaka dindar olmayı gerektirmez. Fiziksel boyutta yaşlanmakta olan dünyamız, bilişim teknolojisindeki süratli gelişim nedeniyle gittikçe küçülmektedir. Eğer, barış içinde yaşamak gibi toplumsal bir amacımız varsa, görüşümüz, ideolojimiz, din anlayışımız ve din konusundaki yorumumuz ne olursa olsun, öncelikle birbirimizi hoş görmeyi ve tolerans göstermeyi öğrenmek zorundayız. Bu ise, insanların birbirlerini doğru anlamalarına bağlıdır. Din, bu konuda bize yardımcı olacaksa, kişisel hesapları bir kenara bırakıp, din konusunda birey ve toplum olarak doğru bilgi sahibi olmanın yollarını aramak durumundayız.

İslam dininin en kutsal mekânı olan Kâbe etrafındaki insanlar, eğer sadece Kâbe’nin taşına toprağına secde etmiyorlarsa ve eğer o insanlar, 1400 yıl önce Muhammed’in Kâbe’nin içindeki putları kırdığı gibi, binanın taşını toprağını aradan kaldırabilseler, karşılarında görecekleri kendilerine secde eden İnsan – Tanrıları fark etmeleri pek kolay olacaktır. O halde, acaba dinler, “Çıplak kralın giysileri midir?” Umarım, hepimiz hayatımızda hiç olmazsa bir kez, bu soruyu kendi kendimize sorumuşuzdur ve ötesinde umarım ki, hepimizin o soruya  verdiği, vicdanımızda saklı bir yanıt vardır...

Theo’nun Kutsal Yolculuğu adlı bir eserde yer alan; “Dinler bir ağacın dalları gibidir. Tek büyük bir ağaç, kökleri tüm yeryüzünün altına dağılmış, dalları gökyüzüne doğru büyümekte ve kabuğuna da yazı yazılabilmektedir.” şeklindeki görüş, din olgusuna, doğru yaklaşımın ifadesidir. Hangi ulus ve toplumdan olursak olalım, bu ağacın dalları altında yaşamımızı sürdürmekteyiz. Ağacın dalları ve yaprakları arasından süzülen ışık ve nur’dan yararlanma oranı ve yoğunluğu, bireyin Tanrı’ya bakış açısı, inanç algılaması ve ağacın kabuğuna yazabileceği yazının içeriğine göre değişecektir. Kabuğa oyulacak bu yazılar, sevgiyi, hoşgörüyü, insanlar ve insanlık için ortak amaca yönelik düşünsel boyutta bir birlikteliği içermeli, ağacın içindeki öze ulaşmamızda da bizlere yardımcı olmalıdır.

Düşünsel yönden birbirlerine çok benzeyen ve birbirlerini her boyutta etkilediklerinden şüphe edilmeyen dinler, temel algılayışlar bazında birbirleriyle büyük ölçüde örtüşmelerine rağmen, yetersiz toplum liderleri ve yöneticileri tarafından, ortaya çıkma nedenleri olan ahlâki ve içsel olgunlaşma amaçlarından saptırılarak, kolayca istismar edilen popülist politika malzemeleri ve birer siyasal araç haline dönüşmüşlerdir. Rönesans ve Reformdan sonra dinlerin böyle amaç dışı kullanımından büyük ölçüde kurtulan Avrupa’da ise, din olgusu sadece ahlâki ve içsel gelişim ve dayanışmayı destekleyen temel bir unsur olarak ele alınabilmektedir. 21. yüzyılın başında, yönetimle, dinin ayrılması ve laisizm denen evrensel düşünce tarzının, başta ulusumuz olmak üzere diğer İslam ülkeleri ve hatta tüm insanlıkça benimsenmesinin zamanının geldiğini düşünmemek elde değildir.

KAYNAKÇA

1.      AĞAOĞLU, Murat - Tanrı Kavramının Geçmişten Günümüze Evrimi

2.      AKİN, Asım (Prof.Dr.) - Pozitif Düşüncenin Soyağacı, Dinler

3.      ECEVİT, Özgür - Teizm ve Deizm

4.      GÜRKAN, M. Bülent - Din Felsefesi

5.      KÖKDAMAR, Yusuf - Felsefesel ve İnançsal Bazı Terimlerin Anlamları ve Açıklamaları

6.      ONAT, Hasan (Prof. Dr.) - Türkiye’de Din Anlayışı, Din Alanında Yeniden Yapılanma

7.      SAYGIN, Hasan - Kader ve İrade

8.      TOPALOĞLU, Aydın (Dr.) - Ateizm

9.      TÖZÜN, Attila - Özgür Düşünce ve İnanç

 

 [1] Kelam: İslâm felsefesinde Tanrı'nın varlığını ve birliğini akıl ve mantık yoluyla kanıtlamak isteyen görüştür.

[2] Transandantal: Transcendence veya transcendency (transandans) kelimesinin “transandantal olma”, transcendental (transandantal) kelimesinin ise “üstün, faik”, felsefî kullanımda “deneyüstü, tecrübeden üstün olan, fizikötesi, tabiatüstü, doğrudan tecrübeyi aşan ama rasyonel bilgiye karşı olmayan” şeklinde tanımlanır. Transcendent (transandan) kelimesi ise “üstün, faik, insan aklından üstün, sıradan yaşantının sınırlarının ötesine taşan veya onu zorlayan”, Immanuel Kant’ın felsefesindeki kullanımıyla “mümkün olan bütün tecrübe ve bilgilerin ötesinde olan” gibi anlamlarla karşılanmaktadır.

[3] Doğal Din: Aydınlanma felsefesi içinde sayılan düşünürlerden bir kısmı ateist iken, bir kısmı da Tanrı’ya inanmaktadırlar. Ancak ilginç olan, inançlı olan düşünürler de dinin kaynağını “vahiy”de değil “akıl”da ararlar. 18.Yüzyıl Aydınlanma Felsefesinin din görüşünde “akıl dini” yada “doğal din” kavramı öne çıkar ve dini insanin aklında ve doğasında yerleşik inançlar olarak alır. Dolayısıyla bu dinin her insanda her zaman var olduğu iddia edilmektedir

[4] Gerekircilik (Determinizm): Her olayın bir nedeninin olduğu ve aynı nedenlerin, aynı şartlar altında her zaman aynı sonuçları doğurduğunu, dolayısıyla olayların zorunlu ve evrensel kanunlara uyarak ortaya çıktığını kabul eder. Bu görüşe göre, insan, doğa ve sosyal yasaları bilmek, tanımak ve onlara hakim olmakla, zorunluluk alanından özgürlük alanına geçer ki bu da zorunlu-özgürlük diye adlandırılır. Bu durumda, insan doğa ve sosyal yasaları yaratamaz, yok edemez ve değiştiremez, ama onları tanıyıp bilmekle onlardan korunur, zararlı sonuçlarını yararlıya çevirebilir.

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar