Print Friendly and PDF

Hayat Ve Sevgi

 


Yazan: Halit Yıldırım…11.01.2002

“İnsan her yaşta çocuk gibidir. Başı daima sevgiden bir yastık arar.”   La Rochfoucauld

Gerçek Sevgi, yayılan ışığa benzer. Güneş gibi, iyiyi ve kötüyü, haklıyı ve haksızı ayırt etmeksizin aydınlatır.

İnsanlar tarih boyunca devamlı bir düzen arayışı içinde olmuşlardır. Ancak, bir kısmının düzen dediği husus diğerleri için kargaşa olmuştur. Bu, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Bu bakımdan birey olarak görevimiz, insanlara bir sistem dayatmayıp, karşıt görüşlü insanlar arasında parelellikleri yakalamak, ayrılıkçılğı arka plana atarak sevgi bağlarını güçlendirmektir. Dünyanın değişen değerleri arasındaki değişmeyecek tek şey Sevgidir.

Yaşamı, doğumla başlayan süreçte, önümüze bir varış  noktası olarak konulan ölüme karşı bir direnme olayı gibi algıladığımızda; yaşam, bir eylemden çok bir düşünce akışı olayıdır. Bu şekildeki bir düşünceye başlangıç noktasında  yaşam, bir zaferler, başarılar, üstünlük gösterme dizisi değil, bir mücadeleler, çatışmalar, iletişimsizlikler,  anlaşmazlıklar ortamıdır. Oysa sevginin ne başarı ile ne de çatışma ile ilgisi vardır? Çünkü o, kesintisiz mutluluk aracıdır.

Sevgi Kavramına İlişkin Açıklamalar

Tarih boyunca sevgi kavramın sayısız tanımı yapılmış, ancak hiçbiri bu kavramı tam olarak anlatamamıştır. Gönülden bağlanmayı sağlayan bu üstün bireysel duyguyu kısaca tanımlamak onu sınırlamak demek olacaktı. Başlangıçta, sevgi sözcüğüne ilişkin tarifleri çoğaltarak çalışmama başlamak istedim. Ancak, sonra bu tanımları herkesin kendine bırakmanın daha uygun olacağını değerlendirdim.

İnsan yaratıcı bir varlıktır. Yaratma duygusu her zaman beraberinde bir tatmin ve haz duygusunu da getirir. İnsanı obje, yaratıcılık ve yaratmayı da amaç kabul edersek; insanı bu amaca ulaştıran araç da sevgidir. İnsan sevgi ile yükselir ve ancak sevgi ile yaratır. Sevgi yaratıcı ve yapıcıdır. Sevginin dünyamızda yeşerip gelişebilmesi için üç aşamanın varlığı söz konusudur.

1.  Kendini Sevme: İnsan ilk yaratılıcığı kendi üzerinde sergilemeli, kendi kişiliğini şekillendirmeli ve kendini tanımalıdır. Böylece insanoğlu, önce en birinci obje olan kendisine sevgi ile yaklaşmayı becerebilmelidir. Kendini seven, kendisine sevgiyle yaklaşan insan kendini daha iyi tanıyıp, eksikliklerini gidermeye, daha iyi olmaya çalışacaktır. Ayrıca kendine karşı acımasız olmayıp, hoş görülü ve bağışlayıcı da olacaktır.

2.  Başkalarını Sevme: Kendisi sevgi ile güçlenen insan, çevresindeki diğer insanlara birşeyler verebilmek, onların yaradılışlarına katkıda bulunmak, onlara sevgi vermek ister. Böylece, Başkalarını Tanıma aşamasına gelinir. Çünkü başkalarını sevmek, onları tanımaya başlamakla ilk hızını alır. Tanımadan sevemeyiz, tanıdıkça severiz, tanımak için ise, ilgi göstermek, anlamaya çalışmak ilk koşuldur. Unutulmamalıdır ki, Sevgi, bilgi gibidir. Vermekle, paylaşılmakla tükenmez. Nasıl bilgi bizde varsa ve başkalarına öğretmekle yok olmayacaksa, sevgi de bizde olduğu sürece, başkalarına vermekle tükenmez. Bununla birlikte, yaşamımızda vereni mağrur, alanı mahcup etmeyen tek olgu Sevgidir. Kendinden emin olmayan insan, sevgiyi kendisinde değil, karşısındakinden bekler.

3.  Paylaşılan Sevgiye Erişmek: Sevgiyle dolu, güçlü, yaratıcı ve yapıcı nitelikteki insanlar, başkalarına da aynı sevecenlikle ve vericilike  yaklaşıp ellerini uzattıkça, uzanan ellerin yolları kesişecek, insanlar sevgilerine karşılık beklemedikleri halde kendilerine de aynı duygularla bakan insanların varlığı ve çokluğu nedeniyle ihtiyaçları olan sevgiyi fazlasıyla alabileceklerdir. Bu sevgiye, insanları birbirlerine çeken kuvvet de diyebiliriz. Böylece sevgi veren, verdiğinden de fazlasını alabilen insanların yaşadığı sevgi dolu bir dünyanın oluştuğunu bütün varlığımızla hissedebiliriz.

Çoğumuz sanki sevgiyi öğrenmemiş gibi davranmayı sürdürürüz. Oysa sevgi, çoğu kez her insanın içinde hareketsiz yatar ve tüm güzellikleriyle çiçek açmak üzere esrarlı bir dönemi bekler. Bazıları bunu ömürlerinin sonuna dek beklerler. Çoğumuz yaşamımızı sevgiyi aramakla, sevginin içinde yaşamaya ve onu bulmadan ölmemeye çabalamakla geçirdiğimiz gerçeği ile yüz yüze kalmayı reddeder gibi görünürüz.

Sevgi, Prof. Leo Buscaglia'ya göre, bir garanti olmadan kendimize yüklenimde bulunmak, karşı kişide bizim sevgimizle sevgisinin oluşacağı umuduyla kendimizi tümüyle vermek, bir şeyler beklememek, paylaşmaktır. Sevgi bir ayna gibidir. Bir kişiyi sevdiğinizde o kişi sizin aynanız, siz de onun aynası olursunuz... Bu aynalar bir diğerinizin sevgisini yansıtırken sizler de sonsuzluğu görürsünüz. (Buscaglia’nın, üniversitede verdiği sevgi dersinde, sınıfındaki bir öğrencisinin onu etkileyen bir tanımlaması)

Sevginin üç temel unsuru mevcuttur.

1.  Sevginin etken yapısında almaktan önce vermek vardır. Ancak kişi sahip olmadığı şeyi veremez. Sevgiyi verebilmek ve paylaşımda bulunabilmek için sevgiye sahip olmak gerekmektedir.

2.  İkinci unsur ise İlgidir. (Seven kişinin sevdiğine duyduğu ilgi). Bunu sevmenin eylemi olarak da algılayabiliriz. İlginin varlığı, sevginin de varlığına delildir. Kişiler uğruna emek harcadığı şeyleri sever, sevdikleri için emek harcarlar.

3.  Sorumluluk, Saygı ve Bilgi, beraberce sevginin diğer bir unsurudur. (Bir insandan sorumlu olduğunu hissetmek, onu olduğu gibi görebilmek ve o insanı bilmeye, tanımaya çalışmak diye tanımlanabilir.)

Sevme isteği, sevmek değildir. Sevgi, yaptıklarıyla belli olur. Sevgi bir irade olayıdır, yani sevgide hem niyet vardır hem de eylem. Çocukluğumuzdan beri herhangi bir çaba hacayışımızda bir ödün beklememiz bize öğretilmiştir. Eğer bir yerde çalışırsak uygun bir ücret bekler, bunu alamazsak işten ayrılırız. Bir yere bitki veya ağaç dikersek ondan çiçek veya meyve vermesini bekleriz. Vermezlerse söker atarız. Bir işe zamanımızı ayırırsak bir sevinç ya da övgü bekler, bu olmazsa o işi yeniden yapmaya karşı çıkarız. Gerçekte ortaya konan ödünler çoğu kez öğrenmenin itici gücü olur. Oysa sevgi böyle değildir. Yalnızca sevgiyi bir beklentimiz olmadan veririz. Örneğin, sevdiğimiz kişinin de karşılık olarak sizi sevmesine ısrar edemezsiniz. Bu düşünce yapısı anlamsız olur ve mizah sayfalarını süsler. Bununla birlikte bilinçsiz olarak çoğu kişinin yaptığı budur. Eğer gerçekten seversek bu durumda sevgimizin karşılık göreceğine inanmak, güvenmek, umut vermek ve bu fikri benimsemekten başka seçeneğimiz kalmaz.

Sevgi, dostluğun bağı ve toplumsal birliğin temelidir. Kötülükleri, çekişmeleri, çatışmaları, kini, kıskançlığı, bencilliği, umursamazlığı giderir. Ancak insan, yaratılışında sevgi dolu oluşuna karşın, yaşamı boyunca karşılaştığı çeşitli olay, etmen ve olguların etkisi altında kalarak, başkalarından almayı beklediği sevgiyi, onlardan esirgemeye yönelebilir. Bu durum, insanların genelde vermekten çok alma eğiliminde bulunmalarından kaynaklanır. Sevginin önemini ve değerini anlayamayan bir insan bunu kötüye kullanınca, bir diğeri sevgisini esirgemeye başlar. Sevgi hakkında bütün yanlış kavramların en güçlü ve yaygın olanı, "aşık olma" nın sevgiye eşit olduğu ya da en azından sevginin temel taşlarından biri olduğu inancıdır. Bir insan aşık olduğunda, hissettikleri "onu seviyorum" şeklinde olabilir. Ancak burada iki sorun kendini gösterir.

Birincisi, aşık olma deneyiminin özellikle cinsellikle ilgili erotik bir deneyim olmasıdır. Çocuklarımızı derin bir sevgiyle sevdiğimiz halde onlara aşık olamayız. Onları çok beğensek ve ilgilensek de aynı cinsten arkadaşlarımıza (istisnalar hariç!) da aşık olmayız.

İkinci sorun, aşık olma durumunun eninde sonunda geçici bir durum olmasıdır. Kime aşık olursak olalım, bu ilişki yeterince devam ederse, genelde er ya da geç ilişki sona erer. Bunun sonucunda, aşık olduğumuz kişiyi sevmekten vaz geçebiliriz. Romantizm'in açan çiçeği bir gün mutlaka solabilir.

Aşık olunca, hissetiğimiz subjektif sevgi aslında bir illizyondur. Bir çiftin arasındaki aşk bittikten sonra, ancak gerçekten sevmeye başlayabileceklerini söylemekle, gerçek sevginin köklerinin aşkta yatmadığı belirtilir. Tam tersine, gerçek sevgi çoğu kez, aşk duygusunun olmadığı bir ortamda, yani aşık olmadığımız halde sevgiyle davrandığımız zaman doğar.

Aşık olmak, insanın sınırlarını genişletmesi değil, geçici olarak sınırlarını kaldırması, onları çökertmesidir. İnsanın sınırlarını genişletmesi çaba ister; aşık olmak ise çaba gerektirmez. Tembel ve disiplinsiz kişiler de enerjik ve amaçlı kişiler kadar aşık olabilirler. Aşık olmayı, aslında başka konularda çok daha algılayıcı ve yönlendirici olan aklımızı karıştırıp, gözümüzü boyayarak bizi evlenme tuzağına düşürmek için genlerimizin bize oynadığı bir oyun olarak değerlendirmek olasıdır.

Aşık olmak, nisbeten çabasız gerçekleştiği için gerçek sevgi değildir ve bütünüyle iradi ya da tercihsel bir eylem de değildir; insan neslinin devamına yardımcı olur ama onun gelişimine ya da ruhsal gelişimine yönelik değildir; sevgiye oldukça yakın bir duygudur.

Şişman olan çocuklarına daha çok yemek yedirmeye uğraşan anneler, oğullarına odalar dolusu oyuncak ve kızlarına dolaplar dolusu giysiler alan babalar; bir sınır koymayan ve çocukların hiç bir arzusunu reddetmeyen  ana babalar… Sevgi yalnızca vermek değildir; akıllıca, sağduyulu ve mantıklı bir biçimde vermek ve bazen de vermemektir. Sevgi, mantıklı övgü, mantıklı eleştiri demektir.

Özel yaşamımızda Sevgi ölçüsünde bereketli başka bir duygu yoktur. Çünkü, kişi sevgisinden; arzu, düşünce, irade, eylem gibi pek çok şey doğar, ancak sevgiden doğduğunu değerlendirdiğimiz bu olguların hepsini sevgi olarak betimleyemeyiz. Sevdiğimiz şeyi şu veya bu şekilde arzu ederiz ama, sevmediğimiz pek çok şeyi, bizi duygusal bakımdan ilgilendirmeyen şeyleri de arzu ederiz. İyi bir şarabı arzu etmek onu sevmek anlamına gelmez. Bir esrar tutkunu, zararlı etkileri yönünden ondan nefret eder ama, gene de arzular. Bir şeyi arzu etmek, onu sevmek anlamına gelmez. Ancak, arzular doyurulur doyurulmaz söner. Oysa, sevgi sonsuza dek doyumsuz kalır. Arzunun edilgen bir özelliği olup, bir şey arzu edildiğinde, arzu edilen şey ve nesne bize doğru gelir. Sevgi ise arzunun tersidir. Çünkü, sevgi baştan sona etkinliktir. Arzunun tersine biz, sevdiğimiz nesneye doğru gideriz , o bize doğru gelmez. Bu, belki de doğanın, insana, kendisinin dışına çıkıp başka bir nesneye yönelme olanağını tanıdığı en yüce etkinliktir Sevgi.

Özetle, Sevgi merkezkaçtır, sevilene doğru gerçek bir ilerleyiştir, süreklidir ve akışkandır.

Eğer kendimizi sevemiyorsak, başkalarını da sevemez ve onların birbirlerini sevmelerine dayanamayız. Kendi benliğimize sevecenlikle yaklaşamıyorsak, bir başkasında böyle bir davranış biçimi gördüğünüzde içerlememiz olasıdır.

Ancak kendimize karşı şevkatle davranabildiğimiz zaman, kendini sevebilmenin ne olduğunu anlayabilir, bu ritmi yakalayabiliriz. Sonra sevgi ve şevkate umutsuzca ihtiyaç duyan başka insanlara bakabilir ve onlara sevgi ve şevkat göstermekten mutluluk duyabiliriz; büyüklük taslamazsak, gerçekten mutluluk duyabiliriz. Bu ruhun enerjisidir. Bu, ruhun algılayış biçimidir.

“Mutlak Gücün Yolu” adlı eserinde “Gary ZUKAV” bu algılayış için:” Her kişilik, frekansı ya da güçsüz yönleri kendisininkine benzeyen bilinçlere sahip kişilikleri kendisine çeker. Öfke frekansı öfke frekansını, açgözlülük açgözlülüğü çeker ve bu böylece sürüp gider. Bu çekim yasasıdır. Sevginin sevgiyi çektiği gibi, olumsuzluk da olumsuzluğu çeker. Onun için, kızgın bir insanın dünyası kızgın insanlarla, açgözlü bir insanın dünyası da açgözlü insanlarla doludur ve sevgi dolu bir insan, sevgi dolu insanların dünyasında yaşar” demektedir.

Bu bağlamda; bireysel gelişim ögesinin bir kesitini çıkarmak gerekirse; iç içe iki daireyi kapsayan bir şekilden bahsedebiliriz.

İç Daire: Daha küçük olup, koşulsuz sevgi çemberi olarak betimleyebileceğimiz bu alanda, kalp kırmamak, hak yememek, hoşgörülü, onurlu, alçak gönüllü ve merhametli olmak gibi pozitif unsurlar yer alır.

Dış çemberde ise, nefret, inat, hırs, bağımlılık, kin ve kızgınlık gibi negatif unsurlar bulunur.

İçteki çember, dış çembere doğru sürekli yayılma eğiliminde olup, bir başka deyişle, iç çember dış çembere yaklaştığı oranda gelişim düzeyimiz yükselecektir. Bu çemberlerin birbiri üzerine tam örtüşmesi, çakışması durumunda ise, negatif unsurlar ortadan kalkacağından, “mükemmellik”kavramına ulaşabiliriz.

Aslında Dünya ve Evrenimiz mükemmellikten yoksun değildir. İsa’nın vurguladığı şekliyle;”Tüm günahlar bağışlanmayı, tüm çocuklar gelişme ve olgunlaşmayı, tüm olgunlar ölümü, tüm ölenler de “sonsuz yaşamı” kendi içinde taşır...”

O halde koşusuz sevgi her şeyin öz’üdür. Richard BACH’ın vurguladığı sözcüklerin anlamını da göz önünde bulunduralım; “Gereksinme duyduğum şey, başkalarının beni daha çok sevmesi değil, benim onları daha çok sevmemdir.” diyebilmektedir.

Gerçek, koşulsuz sevgi, duyarak, düşünerek, anlayarak verilen ve aynı şekilde alınan bir sevgidir. Sevginin hiçbir karşılığı beklenmez. Özden öze ve içten içe uzanan böylesine bir sevgi, güzellikleri oluşturur.

Koşulsuz sevgi, beyazın renklerle ilişkisidir. Çoğumuz, beyazı, renk yokluğu olarak algılarız. Beyaz, varolan tüm renklerin bileşimidir. Sevgi de öyle. Sevgi, duyguların (nefret, kızgınlık, şevhet, kıskançlık, şüphe) yokluğu değil, tüm duyguların bileşimidir. Ruhun koşulsuz sevgiyi deneyimlemesi için, her insani duyguyu deneyimlemesi gerekir.

Gerçek, koşulsuz sevgi, yalnızca öz eleştirisini yapabilen bilgili ve olgun kişilere özgü bir yetenek de değildir. Bilgisizlik ve bağnazlık içinde yaşayanlar, batıl inançlara ve dogmalara saplanmış olanlar da sevgi oluşturabilirler. Fakat onların sevgisi ya içtepisel (bilinçdışı) ya da fanatiktir. Böylesine bir sevgi, kişilere, insanlar arasında ayırım yapma ve ayrıcalık gütme eğilimi getirir. Bu da sevginin sınırlı kalması, ön yargılara ve koşullara bağlanması demektir. İnsan sevgisinin, hele ''insanlık sevgisi''nin yüceliği, ön yargılardan arınmış ve koşulsuz olmasındadır.

Sevgi, bireysel ve toplumsal ilişkilerde dostluk ve kardeşliğin harcı (birleştirici katkı maddesi) olup, nasıl ki doğa, kendi yasalarıyla uyumlu bir mükemmellik düzeni içinde işlevini yürütürse, insan yaşamındaki mutluluk kaynağı ve göstergesinin şaşmaz düzen de insan sevgisidir.

İnsanlarda hücreler - organların çalışması sonucu hücre ve vücut düzeyinde biyo-elektrik akım ve yükü ortaya çıkar. Bu biyo-elektrik akım yükünü elektro aletleri ile saptayabiliriz. İndükleme yoluyla ortaya çıkan bu akımı dokunmatik TV. ve diger ev aletlerini açar-kapatırken kullanır, hisseder, gece yün giysilerimizi çıkarırıken kıvılcımlar halinde görebiliriz. Madeni bir cisme dokununca vücuttan madene geçen, hissedilen elektirik yükünün insanda yaptığı fizyolojik değişiklikler vardır. Örneğin: Romatizma ağrılarından kurtulmak için  ele ve ayağa takılan bakır ve manyetik bilezikler, bazı hastalıklarda uygulanan akupuntur, sinirliliği ve stresi atma için zaman zaman insanların kendini topraklaması, yalınayak gezme veya toprak hatlı ayakkabı kullanma  gibi.

İnsanların birbirlerini sevmesinin ancak bu biyo-enerji yükünün dengelenmesiyle oluşacağına dair düşünceler ağırlık kazanmaktadır. Çoğu kez, aynı biyo-elektrik yükü taşıyan kişiler hemen birbirlerini sever ve birbirlerine çabuk ısınırlar. Biyo-elektrik yükü farklı  kişiler de bunu el sıkışarak veya kucaklaşarak dengeleyebilirler.

Sevgi - Korku - Nefret İlişkisi

Tüm bilinç ve bilinçaltında oluşan ve depolanan düşüncelerimiz ve duygularımız, sevgi ya da korku kaynaklı olup, bu iki temel unsurla beslenir. Başka bir deyişle, her şey eninde sonunda bu iki duygudan birinin çevresinde oluşur. En sonunda sadece tek bir duygu vardır o da ”Sevgidir.” Korku bile sevginin ürünüdür. Etkin bir şekilde kullanıldığında sevgiyi ifade eder.

Günlük yaşamda sınırlı sayıdaki iç yaşantı “duygu”  olarak betimlenir. Duygular ve düşünceler, aslında ayrılmaz bir bütün olmasına karşın sözel ifadelerimizde, bu iki faktörden biri ön plana çıkar. Örneğin, bir toplantıda “uzun süre oturmak insanı sıkar” denildiğinde, daha çok düşünce ifade edilmiş olur. Eğer “ben oturmaktan sıkıldım” denirse, duygu ifade edilmiş olur.

Duygular katmanlar halindedir. Genellikle bu katmanlarda sıra:

Nefretin altında öfke, öfkenin altında hayal kırıklığı, hayal kırıklığının altında incinme, incinmenin altında ise korku vardır. Duygular ifade edilirken genelde bu sıra izlenir. “Senden nefret ediyorum” diye başlanan cümle, “Korkuyorum. Seni kaybetmek istemiyorum ve ne yapacağımı bilmiyorum” ile biter. Sevgi gerçekten öldüğünde, istenildiği zaman tekrar canlanamaz. Ama sadece bir nefret bulutuyla kaplanmışsa, nefret dağıldığında, sevgi tekrar ışıldayabilir. Bu konuda Indra GANDI’nin bir özdeyişi bu kavramla da örtüşmektedir: “Sıkılmış bir yumrukla, kimseyle tokalaşamazsınız.”

Yaşamımızda, duygularımızı fark etmek ve ifade edebilmek önemli olması  gerekirken, bunu gerçekleştirmede genelde zorlanırız. Özellikle erkekler ve otorite konumundaki bireyler ve yöneticiler. Ör: Babalar ve otorite konumundaki bireyler, duygularını ifade ederler ama olumsuz duygularını ve öfkelerini... Olumlu duygularını ve sevgi sözcükleriyle ifade edebileği duygularını, takdirlerini sıklıkla ifade etmekten kaçınırlar.

Sosyal ortamlarda sevgiyi ve korkuyu ifade etmek statüsü düşük, öfke ifade etmek ise statüsü yüksek bir davranış şekli olarak algılanır. Eğer erkekseniz, sevginizi ve korkunuzu açıkça ifade ederseniz ayıp olur, statünüz düşer; ama öfkenizi açıkça ifade ederseniz ayıp olmaz, tam tersine otoriteniz güçlenir. Muhtemelen de bu nedenle aile ortamında, öfkeyi ifade etmek babalara, sevgiyi ve korkuyu ifade etmek annelere özgü davranış şekli sayılır. Doğrusu bu mudur acaba? Hayır. Babalar ve iş hayatında da amirler ve yöneticiler, olumlu duygularını ve sevgilerini saklamaları konusunda genlerinin kendilerine yönelik taleplerini, aynen yerine getirmek zorunda değildir. Kendilerini eğiterek, öfke dışındaki duygularını da rahatça ifade etmeyi ve bunu bir statü koruma aracı olmaktan çıkarmalarını öğrendiklerinde, toplum olarak ilerlememiz hızlanacaktır.

“Mantıklı düşünceler geminin dümeni, duygular ise geminin yakıtıdır.” Bu dünyada, kısa veya uzun bir yolculuğa çıkabilmek ve yolculuğu sürdürebilmek için yakıta (duygulara) gereksinimimiz vardır; duygularımız motivasyonumuzun kaynağıdır. Belirli hedeflere ulaşabilmek için de dümene (düşünceye) gerek duyarız. Ve şüphesiz, yakıt ile dümen (duygu ile düşünce) arasında da uyumlu bir koordinasyon gereklidir.

Sevgi, doğal bir duygudur. Sınırsız ve koşulsuz; açıkça ve utanmadan; normal ve doğal olarak sevginin ifade edildiği bir ortamda büyüyen her çocuk sevmenin ve sevilmenin hazzını yaşar. Ama koşullara bağlanan kurallarla, yasaklarla sınırlanan çarpıltılmış sevgi, kontrol ve manipülasyon aracına dönüşür, doğallığını yitirir.

Doğal sevginin ifade edilmesinin yanlış, ayıp, günah, kötü olduğu öğretilen çocukların, yetişkin olduklarında sevme ve sevilme konusunda cimri davranıp, sosyal çevreye uyumda güçlük çekecekleri yadsınmaz bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yönüyle sürekli bastırılan sevgi, sahip olma duygusuna dönüşür. Sahip olama duygusu ise doğal olmayan bir duygudur.

Çoğumuz, anne–baba sevgisininin ne olduğu hakkında gereken bilgeliği, anlayışı ve sabrı ancak anne-baba olma yıllarını geride bıraktıktan sonra kazanabilmekteyiz.

Neden iki kar tanesi birbirine benzemez, biliyor muyuz? Çünkü aynı olması olası değildir. “Yaratılan” şey “kopya”  değildir ve sadece Yaratıcı yaratabilir. Bu yüzden iki kar tanesi benzemez, iki ilişki birbirine benzemez, hiç bir şeyin ikisi(insanoğlundaki ikiz çocuklar bile) tıpatıp aynı olamaz. Evren ve içinde olan her şey tektir. Bu bağlamda, bir kişiye gösterdiğimiz sevgiyi aynen bir başkasına gösteremeyiz. Düşüncelerimizi, söz ve davranışlarımızı, tepkilerimizi asla kopyalayamayız. Tıpkı, bu duyguları hissettiğimiz kişinin de sevgisini de kopyalayamayacağı gibi...

Sevgi sözcüğünün karşıtı olan nefret ise, yiyeceklerden aldığımız tadı bile kaçırır. İncil şöyle seslenir:”Sevginin olduğu yerdeki bir ot yemeği, nefretin olduğu yerdeki bir et yemeğinden daha iyidir.”  Bu sözcük hakkında daha içerikli bir açıklamaya gerek var mı?

Erich Fromm ve diğer yazarların da üzerinde durdukları gibi bizi toplumumuzda sevmeyi öğretmekten alıkoyan unsurlardan en belirgini bizim “pazar eğilimimizdir”. Biz sevgiyi satın almak ve satmak için kullanırız. Bunun bir kanıtı birçok anne-babanın çocuklarına bakmalarına karşılık ondan sevgi beklemeleridir. Doğal olarak eğer anne-babası israr ederse, çocuk da yalandan bazı sevgi gösterilerinde bulunmayı öğrenecektir, ama eninde sonunda bir bedel olarak istenen sevginin aslında sevgi olmadığı ortaya çıkacaktır. Bu tür bir sevgi sadece “kumdan yapılmış bir kaledir” ve genellikle de çocuklar genç yetişkinliğe geçtikleri zaman büyük bir gürültüyle çöker.

Sevgi, bütün kapalı kilitleri ve kapıları açan bir anahtardır. Açılmadı mı? Bir kez daha, bir daha çevirmeye çabalayalım anahtarı, sonuçta hem kilidin hem de sevgiye yönelen kapının açıldığını görebiliriz.

Dünyaya geldikten sonra, ölüme kadar insanın yaşamasını sağlayan sevgi değilmidir  ?  İnsan önce anne-babasını, kardeşlerini, arkadaşlarını, öğretmenini, karşı cinsini, eşini, çocuklarını, komşularını, akrabalarını sever. İnsana yaşama sevinci veren bu sevgidir. Bu öyle bir sevgidir ki, hiç bitmez, tükenmez, son nefese dek sürer. Öldükten sonra da dağıttığı sevgi oranınıda insan anılır ve ölümsüzleşir. Çünkü, hiç bir şey ölmez, her şey yaşar. Sevgi gibi.

Dünya, bizlerin doğumuyla birlikte, bizden kurtulmak için adeta özel bir çaba harcar. Takvimden her eksilen yaprak, onun bu ısrarının  en büyük kanıtıdır. Ama  bizler nedense bir sevgi açlığı içinde, hep dünyayı kurtarma çabası içinde olmayı yeğleriz. Hem de onun bizi tükettiğini bile bile... Amaçlarımız, beklentilerimiz, eylemlerimiz bu dünyanın üç boyutu içinde sıkıştıkça, sevginin itici gücünü kullanmadan kendimizi aşmamız olanaklı olmaz.

“...ve bizler bir süre sevilip sonra unutulacağız... Yaşayanlar ve ölüler için bir alan ve aralarında tek kurtuluş olan ve tek anlam taşıyan sevgi köprüsü bulunmaktadır.” Thornton WILDER

Sevgi dolu bir yaşam dileğiyle

 

KAYNAKÇA

 1. LEO, Buscaglia                              : Sevgi

2. MAY, Rollo                                      : Kendini Arayan İnsan

3. WALSCH, Neale Donald              :Tanrı ile Sohbet

4. ZUKAN, Gary                                 : Mutlak Gücün Yolu

5. PECK, M.Scott                              : Az Seçilen Yol

6. CARNEGIE, Dale                          : Üzüntüyü Bırak, Yaşamaya Bak

7. Prof.DÖKMEN, Üstün                   : Varolmak, Gelişmek, Uzlaşmak

8. GOULSTON, Mark-                      

    GOLDBERG, Philip                      : Kendi Yolunuzdan Çekilin

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar