ALİ USTA'NIN HATIRALARINDA...ŞEYH ŞERAFEDDİN DAĞISTANÎ (K.S.)
1. Eseri Yayınlatan Hasan Burkay
(Rh.A.)'ın Önsözü
Sizlere bu küçük eserle, insan başından geçmiş, bizzat
yaşanmış, pek çok harikulade olaylarla dolu canlı bir kitap sunacağız.
Tahminen 1955 yıllarında dükkanıma daha evvel ismini
ve methini duyduğum fakat tanışmak fırsatım bulamadığım bir zat geldi: Ali
Usta. Mahkeme Camii yanında kunduracı dükkanı bulunduğunu, bu nedenle
"Eskici Ali Usta" diye tanındığını söyledi ve ilave etti:
- Ziyaretimin sebebi, bu Cuma gecesi görmüş olduğum
bir rüyadır. Riiyamda, Üstaz Şerafeddin Hz., sizin toplantılarınıza katılmamı
emrettiler. Kabul ederseniz bundan sonra sizin toplantılarınıza iştirak
edeceğim.
Kendisine çok yaşlı olduğu için gereken hürmet ve
ikramı gösterdikten sonra,
-Hay hay. Bu olayı kendimize bir tebşirat olarak kabul
ederiz. Bu hafta filanca yerdeyiz; buyurabilirsiniz, dedik.
Ali Usta'nın kim olduğunu, aşağıdaki hal tercümesinden
ve hemşehrisi ye üstazı Şeyh Şerafeddin Hz. ile birlikte yaşadığı hadiselerden
daha güzel anlayacaksınız. Şu kadarını arzetmek isterim. Ali Usta, 90 küsur
yasma kadar ömür sürmüş ve diyebiliriz ki, ömrünün tamamım mücahede ile
geçirmiş, çok gayretli ve azimli bir kimse idi. Kendisini tanımakla bahtiyar
olduk. Kaybından dolayı da o derece üzüldük.
Azmine ve gayretine bir örnek vermek icabederse,
toplantılarımıza katılma müsaadesi istediği ilk günden vefat ettiği güne kadar
25 seneden fazla bir süre bu toplantılara hiç aksatmaksızın ve Bursa'nın
neresinde olursa olsun bir genç gibi yaya olarak gidip katılmasını
gösterebiliriz.
Dağıtıcı değil toplayıcı, parçalayıcı değil
birleştirici, soğutucu değil ısıtıcı, yerdirici değil sevindirici, her müride
nasip olmayacak bir şekilde manevi yolların hepsini şey-i vahid gören, itikat
ve amel noksanı olmayan, her saliki kendinden bilen bir zat idi.
Zaten, Cenab-ı Hakk (c.c.), "İnnemel mü'minune
ihve... [Şüphesiz mü'minler birbiri ile kardeştirler..." (49/10)],
Cenab-ı Peygamber (s.a.v.) de "İman etmedikçe cennete giremezsiniz;
birbirinizi sevmedikçe gerçek mü'min olamazsınız. Size birbirinizi sevdirecek
bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız", buyurmamışlar mı? O büyük
peygamberin varisleri de "Ettarikatü vahidün (Bütün manevi yollar
birdir.), diyerek O'nun izinden gitmemişler mi?
Biraz insaf ile düşünecek olursak yol, onların yolu;
Hak olan söz, onların sözüdür.
Cenab-ı Allah'ın, başta bu kitabı kaleme alan naçiz
kardeşinize, saniyen sizlere bu güzel, değişmez ana kaidelere uymamızı nasip
etmesini niyaz ederiz. Tevfik Allah'tandır.
Hasan Burkay (Rh.A.)
2. Ali Usta Kimdir?
Ali Usta 1304 Rumi yılında Kafkasya'nın Hocamakili
köyünde dünyaya gelmiştir. Onbeş yaşında yani 1319 Rumi yılı Kafkasya'dan
üstazına tabiiyet kasdi ile önce annesi Ayşe Hanım daha sonra kendisi
Türkiye'ye hicret etmişlerdir.
Kafkasya iklimine uygun dağlık bir arazi olan
İstanbul'un Yalova ilçesi Güney (Reşadiye) köyüne yerleşmişlerdir. Daha sonra
mesleği icabı Bursa'ya yerleşip uzun seneler san'atını icra etmişlerdir.
Miladi 1980 yılı
Bursa'nın Hıdırlık semtindeki hanesinde vefat etmiş vasiyeti üzerine üstazının
medfun bulunduğu Yalova'nın Güney köyü Cebel-i Hafakan kabristanlığına
defnedilmiştir. Rahmetullahi aleyh.
Ali Usta. şeriat
ve tarikatın birleştirilmesiyle hakikate erileceğini, şeriatsız tarikatın
olmayacağını, tarikatsız şeriatın da noksan olacağını çok genç yaşlarında
anlamış, elinizdeki eserde de belirttiğimiz gibi pek çok badireler atlatmış
henüz onbeş yaşında çocuk denecek çağda bu büyük ve kutsal yola girmiştir.
Ali
Usta'nın tekrarladığı şu sözleri kızı Halime Hanım anlatıyor: "Babam, '-Tarikata
girmekle Allah'ı seven kulların içine karıştım, Allah ve Resulü'ne daha çok
yaklaştım, imanım arttı' buyururdu."
Ne güzel bir darb-ı mesel vardır: Eskici Baba'ya
sormuşlar. "Baba erenler bu ne hal? İşsiz kaldığın zaman kendi pabucunu
söküp dikiyorsun. Babanın cevabı kısa ve net: "Kesreti dışarıda tutmak
için"
Ali Usta
ömrünün sonuna kadar aşk ile yaptığı bu güzel hizmetini sürdürmüş, halka
hizmetin Hakk'a hizmet olduğunu içerisine sindirmiş, dünya ve ahiret gidişâtını
gayet güzel götürmüş, bahtiyar kimselerdendir.
Bir gün iade-i ziyaret kasdi ile Ali Usta'nın
dükkanına gittim. Sohbete gelip oturanların yanısıra günler önce vermiş olduğu
ayakkabılarını almak için kuyruk olmuş pek çok müşteriye de şahid oldum. Selam
verip içeriye girdim; hal hatır sorduktan sonra müşterilere verdiği cevabı
duyup mahzun oldum; genelde hemen hemen hepsine "yarın gelin, yarın
gelin" diyordu.
Ali Usta yaptığı işi gayet güzel yapmakla beraber, yok
bahasına denecek kadar da ucuz yapıyordu. Bu nedenle olacak müşterisi pek çok,
tatlı dilli oluşundan da ziyaretçileri fazla idi.
Müşterilere
"bugün git yarın gel" dediğini hazmedemeyerek kendisine: "-Ali
usta bu insanlar tamir olacak ayakkabıyı bize şu gün vereceksin, demiyorlar.
Bunlara günü sen veriyorsun hazırlayabileceğin bir gün versen de bunlara
gel-git demesen olmaz mı?" demeden kendimi alamadım.
Cevaben
dedi ki: "Sorma hazret; bu sözü bana üstazım Şerafeddin Hazretleri de
bundan kaç yıl önce söyledi ama ben bu huyumdan bir türlü vazgeçemedim.
(vazgeçilmesi lazım olan bir huy)"
Ali Ustamız
Hayriye, Hatice, Ayşe, Leman hanımlarla hayatını idame ettirmiş. Hafız
Muhiddin, Şerafeddin adında oğulları, Halime, Muine, Neşe adlarında kızları
olmuştur. Bunlardan onüç torunu olmuş bazılarının isimleri şöyledir: Fatih,
Neriman, Tayyar, Sabriye, Zakir, Necati, Melih, Hayriye hanımlardır.
Türkiye'de
olan bir kardeşi Emine Hanımdır. Diğer kardeşleri Kafkasya'da kalmışlar.
Bunların da hepsi tasavvuf neş'esi tatmış; aynımürşide bağlanmışlardır.
Yol
arkadaşları pek çok olmakla bunlardan üstazın katibi Ahmed Efendi, Şerafeddin
Hz.nin "Sen çizmelerinle Cennet'e gireceksin müjdesini
verdiği Musa Dede; Kerim Usta, Nuri ustaları sayabiliriz. Bu güzel insanlarla
biz de görüşme saadetine nail olduk.
Üstaz
Şerafeddîn Hz. Ali Usta'nın kendisine şu müjdeyi vermiş: "Benden sonra
çok yaşayacaksın. Maneviyat yolunda başından geçmiş olan canlı olayları anlatacaksın",
buyurmuşlar.
Sahabe-i Kiram Cenabı Peygamber s.a.v. Efendimize
"Ya Resulallah söylediklerinizi bir zaman sonra unutuyoruz." demeleri
üzerine Cenabı Peygamber s.a.v. öyleyse sağ elinizi çalıştırınız."
buyurmaları. Bize bu kadar ibretâmiz olayları gelecek kuşaklara aktarabilmemiz
için bu kitapçığı meydana getirmiş olduk.
Bu eser yirmi sene yapılmış olan sohbetlerin
hülasasıdır. Ali Usta'nın bu sohbetlerini kasetlere kaydettirip büyük bir emek
ile bu hale getirebildik.
Şerafeddin Hz. her zaman Ali Usta'nın mütevazi
dükkanına gider yer-içer sohbette bulunurlarmış. Bu saadetle yine bir kunduracı
ustası olan Murtaza Efendi'ye de gider onunla da sohbet eder; Ricalü'l-gayb
hazerâtına; Ricalullah'a ayakkabı yaptırırlarmış.
Cenabı Hak
cümlesinden razı ve hoşnut olsun. Amin.
ALİ USTA'NIN HATIRATINDAN - I. KISIM
ALİ USTA'NIN HATIRATINDAN - II. KISIM
( Linke Tıklayınız)
3. Ali Usta'nın Kendi İfadesi ile Tasavvufa İntisabı
" Ben kolay ikna olmayan, iman ile imansızlık
arasında bocalayan bir insandım. Aynı memleketli, yani Dağıstanlı olduğumuz;
aynı köyde oturduğumuz halde Şeyh Şerafeddin'e de öyle kolayca intisab
edemedim. Pek çok hocayı sınadım, beğenmedim. En sonra vaktiyle ders aldığım,
çok bilgili, Hacı Abdülkadir isminde bir alime gidip O'nun sohbetinde bulunmaya
karar verdim. O alim de benim gibi tarikat ve Şeyh Efendi'nin aleyhinde idi.
Yol üstü Şeyh Şerafeddin'in kapısının önünden geçerken
Şeyh Efendi önüme çıktı ve nereye gittiğimi sordu. Hacı Abdülkadir'e gitmekte
olduğumu söyleyince beni vazgeçirmek için çok uğraştı; ben de direndim:
-Sen de benim gibi bir insansın. Bir marifetin varsa
göster! dedim.
-Oğlum Ali, bizim bilgimiz, Allah'ın bir emanetidir.
Yersiz yere kullandık mı bizim elimizden alır. O marifet benim malım değil ki
sana göstereyim. Sen bize bağlanmadıkça benim sana bir şey göstermem mümkün
değil, dedi.
Ben tekrar direnince,
-Evladım, kırk gün için de mi bağlanamazsın bana?
dedi.
-Sırf seni sınamak için bağlanırım. Amma ağır bir ders
verme! dedim.
-Olsun, tecrübe için bağlanman da yeterli. Senden çok
bir şey yapmam da istemiyorum. Bu kırk gün içinde abdestsiz durma. Boş söz
konuşma. Günde elli defa "Kul euzü birabbil felak", ellibir
defa "Kul euzü birabbinnas" oku. Başka bir şey istemez.
Ben tekrar, - Tecrübe olması şartı ile kabul! dedim.
Şeyh Şerafeddin Hz.:
-Şimdi beni dinle. Sen dinleri incelemeye kalktın,
İncil, Tevrat okudun. Kur'an'da Cenabı Hakk'ın kendisinden bahsederken
"nahnu" yani "biz" demesine takıldın. (Hakikaten böyle
olmuştu. Allah bir olduğuna göre niçin "ben" demiyor da
"biz" diyor. Bu Kur'an Allah kelamı değil o halde, diye düşünmüş
fakat bu düşüncemi kimseye açma-mıştım.) Senin manevi hastalığın buradan ileri
geliyor. Bir defa "biz" sözünün içinde "ben" mahfuzdur.
Yine "ben" demektir. Ayrıca, o devirde Arabistan'da şiir çok önem
kazanmış, bir çok meşhur şairler yetişmişti. Cenab-ı Hakk da, onlara aykırı
gelmesin diye "nahnu - biz" sözcüğünü kullanmıştır, dedi.
Ben Şeyh Efendi'nin emirlerini yerine getirmeye
başladım. Hem öyle yapıyordum ki, o "abdest al" dedi; ben gusül
abdesti alıyorum, ibadete oturuyorum. Oda güzel bir kokuyla doluyor. Benim odam
üst katta. "Herhalde bizim Şeyh Efendi buraya bir adam gönderiyor. Bu adam
merdiven dayayıp odanın penceresinden içeri koku döküyor" diye
düşünüyorum. Ailemi kaldırdım bir gece, odama çağırdım. Bakalım ben yanlış
duymuş olmayayım, o da aynı kokuyu hissedecek mi?
-Aman, dedi, ne güzel koku bu. Nasıl da kokuyor. Sanki
bir çok meyve dolu hoş bir koku. Odanın kapısı açıldığı vakit koku yayılıyor
eve...
-Bu kokuyu sen getirmiş olmayasın, Hatice, dedim.
-Nereden getireceğim ben böyle kokuyu? dedii. Bu güzel
koku Muharrem'in ondördüncü gecesi (o gece Şah-ı Nakşbend Hz'nin doğum
gecesidir.) başladı ve her akşam devam etti. Kırkıncı günüm dolmak üzere iken
Şeyh Efendi'nin evine gidiyordum. Şeyh Efendi mektepde imam, müezzin, muallim
ve birkaç kişi ile otururken beni görüyor ve:
-Ali Usta beni aramaya gidiyor. Çağırın buraya, demiş.
(Bu da kerameti.) Geriye dönüp mektebe geldim.
-Ali Usta tebrik ederim. Dünyada sıkıntı
görmeyeceksin, ahirette de mesut olacaksın, dedi. (Hakikaten ondan sonra
sıkıntı görmedim.)
-Neden böyle söyledin. Şeyh Efendi? dedim.
-Bir insana büyüklerin ruhları ziyarete başşladı mı o
bir daha asi olmaz. Sana da büyüklerin ruhu geliyor, dedi.
-Evet, Şeyh Efendi, ayın onikisinde başladıı, dedim.
Muharremin ondördünde olduğunu bildiğim halde yanlışlıkla dilimden onikisi
çıktı.
-Yok, dedi, Şah-ı Nakşbendi'nin doğduğu gece başladı.
(Bu da keramet.) Şeyh Efendi'nin büyüklüğünü anladım ve daha sonra çok şeyler
gördüm. Elhamdülillah.
Bununla beraber her şeyin hakikatini öğrenmekten
vazgeçmedim. Şeyh Efendi, zaman zaman, bana:
-Yahu, Ali Usta, sen ne biçim adamsın böyle? derdi.
Uzun bir iple bir çardağa bağlı ata benziyorsun; boyuna dönüyor, tavaf
ediyorsun. illa ipini çekmeliyim ki bağlı olduğunu anlıyasın.
İhvanlar, Şeyh Efendi'ye demişler ki:
-Bu Ali Usta her zaman seni imtihan ediyor. Sana ağır
sualler soruyor. Defet bunu başından. Şeyf Efendi de:
-Ali Usta ruhlar aleminde bana böyle emanet
edilmiştir. O'nu böyle teslim aldım; yerine kadar böyle götüreceğim, cevabını
vermiş.
4. Ali Usta'nın Karşılaştığı Bir İmtihan:
Bir gün Şeyh Efendi beni karşısına aldı ve şöyle dedi:
-Oğlum Ali, biz imtihan edeceğimizi söylemeedik
şimdiye kadar kimseye. Seni imtihan edeceğimizi söylüyoruz. Üç imtihan
yapacağız sana. İlk imtihanın insan ile olacaktır. Bu insan ile olan imtihanı
geçirirsen ikinci, üçüncü imtihanı kolayca geçirirsin. Bu, insan ile olacak
imtihana dikkat et. Git şimdi, dedi.
Ertesi gün hiç bir şey yok iken Hasan Ali kardeşi
Süleyman'ı da almış yanma tabancaları ellerinde, en adi küfürlerle bana hücum
ettiler. Bir süre sabrettim. Ailem de karşımda, bir tane de erkek yok. Kadınlar
toplandı. Bunlar da tabancaları bana dayadılar, sebepsiz yere sövüyorlar. Ben
bunun imtihan olduğunu unuttum.
-Bak sizin de burda kızkardeşiniz var, sövmeyin. Beni
öldürün fakat sövmeyin, dedim.
Aileme işaret ettim; tabancamı getir diye, anlamadı.
-Bana bak, tabancamı getir, dedim.
O sırada Ahmed Efendi, Necmeddin, Abdüllatif; üçü
geldiler. Onları tuttular, eve götürdüler. Ben de eve gittim ve tabancanın
fişeklerini iyice tetkik ettim. Güzelce çıkardım sapladım tabancaya.
Süleyman'ın kapısına gittim. Süleyman benim rengimi görünce kapının arkasına
bir şeyler dayadı.
-Süleyman, dedim, aç kapıyı. Ben barışmaya geldim.
Halbuki açarsa kapıyı, vuracağım adamı. Hiç laf yok içerden. Birden imtihan
hatırıma geldi.
-Eyvah, dedim. Ne yaptım ben? Adamı vuracaktım. Koştum
Şeyh Efendi'nin evine gittim. Şeyh Efendi:
-Dün sen değil miydin büyük söyleyen? "Ben
erkeğim, her türlü imtihana dayanırım" diyen, hani ne oldu? dedi.
Fişekleri çıkardım. Bir tarafa attım. Ben de ağlamaya başladım.
-Aman Şeyhim, yüzüme karşı ilk insan ile imtihan
olacağımı söyledin. Ben unuttum ve sabır gösteremedim, dedim.
-Haydi, dedi, şimdi sen uzlete git bakalım. Oradan
uzlete gönderdi, Elhamdülillah.
-Uzlette gördüğümü söylemeye müsaade eder misin
Şeyhim, yoksa söylemeyeyim mi?
-Tasdik edecek kimselere söyle Ali Usta. Tasdik etmeyecek
kimselere ailenle olan muameleden daha fazla sakla, söyleme, dedi.
Şimdi uzlette gördüğüm bir şeyi anlatacağım size. Bir
akşam bana manen "kalk" dediler. Kalktım. Dört saat uyku hakkımız var
uzlette. Daha iki saat uyumuşum. Uykum tamam değil diye tekrar yattım. Yarım
saat sonra yine kaldırdılar beni. Kalktım gittim abdest aldım. İki rekat sünnet
kıldım. Otururken yüksekten, bir genç delikanlı sesi gibi bir ses geldi bana:
-Allah, dünya semasına nazil olmuş, nida ediyor:
"Tevbe eden yok mu?; tevbesini kabul edeyim. İstiğfar eden yok mu?; onu
mağfiret edeyim" diye Allah nida ederken, siz yatağınızda nasıl
uyuyorsunuz?
Şeyh Efendi'den de emir var: "Fevkalade bir şey
gördüğünüzde bana gelin." O sabah Şeyh Efendi'nin evine gittim, anlatmak
için. Şeyh Efendi beni görür görmez dedi ki:
-Ali Usta, uzlet tamam.
-Şeyhim, "Uzlet tamam dedin" ama ben altı
aydır o uzlette bir kere bile Allah'a layık ibadet edemedim, dedim.
-İşte, dedi, uzletten maksat bu idi. Resuluullah
Efendimiz de her ibadetin sonunda "Yarabbi, sana hakkıyla ibadet edemedim,
seni hakkıyla tanıyamadım." derdi. Uzletten maksat insanın hiçliğini
anlamasıdır, dedi ve devam etti:
-Ali Usta, şimdiden sonra vücuduna iyi bak. Zira Ebu
Ahmet Suguri önceleri çok az yiyip içerek ibadet ederken, bir gün olmuş,
sofrasında her şey bol, bol bulunur olmuş. Demişler ki O'na:
-Ya Ebu Ahmed! Sen riyazat-ı şakka ile uğraşırdın.
Bugün nedir bu hal? Karşına bütün nimetleri almışsın, fevkalade yaşıyorsun. O
da cevap vermiş:
-Siz bir düveyi harmana sokmak için eziyet eder
misiniz?
-Ederiz.
-Harmanı dövmeye başladıktan sonra da eziyeet eder
misiniz?
-Etmeyiz.
-Bizim öküz harmanı dövmeye başladı artık. Artık bunun
yemi kesilmez, demiş. Ali Usta, sen de bundan sonra vücuduna iyi bak.
5. “Ali Usta Bir Daha Öyle Yapma”
Yunan mezaliminden kaçarak Geyve'ye gidiyorduk. Bir su
kenarında dinlenmek için oturduk. Şeyh Şerafeddin Hz., "Esteizübîllah,
Elem tere keyfe dareballahu meselen kelimeten tayyibeten keşeceretin
tayyibetin... [Allah'ın, hoş bir sözü, kökü sağlam, dalları göğe doğru olan
hoş bir ağaca benzeterek nasıl misal verdiğim' görmüyor musun?" (14/24)]
ayet-i kerimesini okudu ve şöyle devam etti:
- "Meselen kelimeten tayyibe" denn maksat,
"Lailahe İllallah" kelimesidir. Bu, kökleri yeri, dalları semayı
dolduran bir ağaca benzer. Bu kelime bir mü'minin ağzından çıkınca, bir melaike
halk olur ve Allah (cc.)'a giderek evvela o mü'minin giinahlarının affını
ister. Allah (cc.) bunu kabul eder. İkinci olarak da, "Ya Rabbi, madem ki
o kulunu affettin, bu saadetini O'nun üzerinde devamlı kıl; onu
değiştirme" der. Bu da kabul olunur.
Kötü kelam, malayani söz ise, kötü ağaca benzer. Hiç
bir yer bunu kabul etmez. Kötü söz ancak, müşrik ve münafıkın kalbine konar,
orada yer eder, dedi ve ilave etti:
-Bu Yunan'ın buraya gelmesine sebep biziz.
"Hazretin yukarda bahsettiği konu ile ilgili
olarak şöyle bir olay oldu" diyen Ali Usta anlatıyor:
-Biz o gün Geyve'ye geldik. Bana da bir ev verdiler.
Bu ev Ermeni evi olduğu için onu iyice yıkadık, temizledik ve içine girdik.
Şeyh Efendi'yi Ankara'dan çağırmışlar. Doğru oraya gitti. Geceleyin Şeyh
Efendi'nin yolda söylediği "Yunan'ın buraya gelmesine sebep bizleriz"
sözleri aklıma geldi; sabaha kadar uyuyamadım. "Burada benim günahım ne
idi? Bana düşen suç, cürüm ne idi acaba?" diye ağladım ve bütün Ricalullah
Hazerâtı'na seslendim. "Ey Ricâlu'l-Gayb Hazeratı! Sizin Allah katında
sözünüz ve nazınız kabul olur. Benim bu işte günahım ne ise beni affettirin;
affıma sebep ve yardımcı olun..." dedim. Böyle dua ettim. Sonra da bunu
unuttum gitti.
İşittim ki Şeyh Efendi Ankara'dan teşrif etmişler ve
merhum Arab Hasan Efendi'nin evine inmişler. Doğru yanına gittim. Şeyh
Efendi'yi orada tek başına buldum, selam verdim ve:
-Hazret, seni ve ihvanlarını evime davet ediyorum,
misafirimsiniz, dedim. Şeyh Efendi:
-Ali Usta, Hasan Efendi senin yapacağın işi yaptı.
Mü'minlerden iki kişi kefensiz kalmış. Sen bize sarfedeceğin para ile iki kefen
al ve getir, dediler.
Ben onun dediklerini yaptım. Dönüşümde Şeyh Efendi'yi
Geyve'li Kudsi Efendi'nin evinde, etrafında oturacak yer kalmamış, kendisin!
ziyarete gelenler ve İhvanlarla dolu büyük bir odada buldum.
Şeyh Efendi bana: "-Ali Usta! gel
yanıma", dedi. Yanında bir yer açıldı ve ben oraya oturdum. Ev sahibi
çayları önümüze getirdi.
Şeyh Efendi bana Dağıstanca, "-Ali Usta, o akşam
yaptığın gibi bir işi bir daha yapma", buyurdu. Ben düşündüm, düşündüm.
Acaba ne gibi kötü bir iş yaptım? Ailemi mi incittim? Komşumu mu kırdım?... Bir
türlü bulamadım ve sonra rica ettim: "Hazretim! Ben suçumu bilemedim,
dedim. Şeyh Efendi: "-Bütün evliyaları bana neden koşturdun? Hepsi bana
geldiler, affını istediler. Bu işe biraz üzülmüşler. Şimdi fetret zamanı.
Hepsinin bir sürü vazifeleri var. "Bu kadarcık az bir iş için birimize
söyleseydi kafiydi" dediler. Bir daha böyle şey yapma. Bir müşkülün olursa
Şemşeddin Mağribi'ye söyle. O senin işini yapar. O zamanın Kutbudur; senin de
ağabeyindir", buyurdular.
Bu konuşma esnasında çaylarımız soğumuştu. Cemaattan
Hacı Rıfat isminde biri:
-Hazret! Ali Usta'ya neler söylediniz ki. Ali Usta çok
düşündü? Sonra neler anlattınız ki çok iyi dinledi? Hatta çayı da soğudu. Biz
de sohbetinizden yararlanmak isteriz, dedi. Ben de Şeyh Efendiye:
-Hazret! Bana anlattıklarınızı herkese söyleyebilir
miyim? dedim: Şeyh Efendi bana dönerek, Dağıstanca:
-Ali Usta! Şu anlattığım sözlerden burada
bbulunanların zerre kadar nasibi yoktur. Bu ve bunun gibi sözleri ehline
anlatırsın. Ehli olmayanlardan ise kendi ailenle olan gizli muameleni
gizlediğin gibi saklarsın, buyurdu. Sonra cemaate dönerek, Türkçe:
-Ben şimdi Ali Usta'ya bir bahis anlatacağım. O da
size tercüme etsin, dedi ve şu ayeti okuyarak anlatmaya başladı: " -
Esteizübillah, "Ve marnın dabbetin ffil ardi illa imemin emsalüküm"
Dabbe, vahşi hayvan demektir. Yeryüzünde ve kuşlar arasında böylesine vahşi
hayvan yoktur. Muhakkak, yaratılan şeylerin insanlar içinde de emsali vardır.
İçimizde yılan gibi adam var; kurt gibi adam var; kara sinek gibi adam var.
Hayvanların içinde en kötü hayvan, Afrika'da yaşayan bir çeşit yılandır ki bunun
vücudu da zehirlidir. Bir yere değdi mi orayı hasta eder. Bu küçük bir
yılandır. Buna insanlar içinde benzeyen o kimsedir ki, imanı zayıf olan
kimsenin yanında konuşsa onun imanını zedeler. İkinci kötü hayvan kurttur.
Doyması için bir kuzu lazımdır. O bir tane ile kalmaz. Bir sürü içine girince
hepsini parçalar ve helak eder. Bu da şu kimseye benzer: İnsanın bir kusurunu
görmesin veya işitmesin. Bu bir kusuru bin yapar ve o kimseyi insanlar içinde
en kötü duruma düşürür. Bir de kara sinek vardır. Bu da kötü bir hayvandır.
Tatlı-tuzlu her türlü yiyeceğe konar. Belli bir yiyeceği yoktur. Pisliğe de
konar. Çıkar gelir, temiz yiyeceğe konar. Bu da şu kimseye benzer: İyilerle
oturur, onlardan görünür. Kötülerle de oturur, meclisinden çıkınca başlar
onların aleyhinde konuşmaya..." İşte o meclistekilere bunları
anlattı, ben de tercüme ettim.
6. “Altı Günü Unutma”
Seferberlik (I. Dünya Harbi) esnasında İstanbul'da
askerim. Bir gün, bizim köyden olup İstanbul'da oturan ve Şeyh Efendi'nin
muarızlarından Abdullah isminde bir zatın bana bir işi düştü. Önce yardımcı
olmak istemedim. Fakat sonra, birlikte olduğumuz sürede konuşur, belki onu
ıslah ederim diye kabul ettim. Ancak Abdullah, Şeyh Efendi'nin aleyhinde o
kadar şiddetli konuştu ki, ben etkilendim ve içim bozuldu. Dersimi yapmaktan ve
Şeyh Efendi'den vazgeçtim ve tesbihi duvardaki çiviye astım.
Bir kaç gün sonra askerlerle Sirkeci anbarına erzak
almaya gitmiştim. Reşadiye Oteline uğrayıp "köyden gelen kimse var
mı?" diye bakmak için o tarafa yönelmişken yolun öbür ucundan gelen Şeyh
Efendi' yi gördüm. Gerisin geri dönüp Divanyolu'na saptım. Kendisini bıraktığım
için karşılaşmak istemedim. Kaçıp giderken mübarek adam nasıl koştu, ne yaptı
ise omuzumdan tuttu beni.
-Nereye kaçıyorsun böyle? Gel bakalım arkam sıra,
dedi. Divanyolu'ndan Eminönü'ne kadar geldik. Eminönü'ne yaklaştığımız vakit;
-Ali Usta, bak Allah'ın sanatına. Bu kadar mahlukat,
bu kadar insan var. Hiç biri birine benzeyen var mı? Bunda Allah'ın büyük
hikmeti var dedi.
O bunları söylerken benim içimde bir şeyler dönüyor;
Abdullah'ın söyledikleri hatırıma geliyor. İçimden "Sen beni artık geri
çeviremezsin" diyorum. Epeyce sonra Bab-ı Ali Caddesi'ne döndü. Bab-ı Ali
Caddesi'nden Cağaloğlu'na doğru gittik ve bir kahveye girdik. Küçük bir kahve.
Bir masa ve bir kahve ocağı var, kahveci yok içinde. Küçük Hüseyin Efendi
(Mareşal Fevzi Çakmak'ın üstazı) orada oturuyor. Biz de selam verip oturduk.
Şeyh Efendi bana dönüp dedi ki:
-İnsanda binbir tane kötü ahlak vardır. Sen bu
tarikata girmeden evvel bunların hepsi sende mevcuttu. Bu Nakşbendi yolunda
yapılan ibadetle sende bu kötü huylardan iki tane kaldı. Birisi gazap, diğeri
şehvet. Onları da bu hafta içinde icra ettin ya, dedi.
Ben ağlamaya başladım. Onlar da başbaşa verip
konuşmaya başladılar. Hakikaten o hafta içinde şehvetime ve gazabıma yenilerek
iki büyük günah işlemiştim. Bir süre sonra Şeyh Efendi döndü bana:
-Yeter artık Ali Usta, affettik seni, dedi. O vakit
ben dedim ki:
-Şeyhim, sen benim yaptığım bu işleri gördükten sonra.
Resul-ü Ekrem muhakkak gördü. Allah bizzat her şeyi görür. Sen affettin ama
onlar da affeder mi?
-Biz onların kapıcısıyız. Bizim yaptığımızı onlar
reddetmez, Ali Usta.
-Peki Şeyhim bu Allah'ın lütfuna karşı, bu ihsanına
karşı şükren ne yapayım ben?
-Ali Usta, sen bu altı günü unutma, bu sana yeter. Bir
hesap ettim Abdullah ile benim konuştuğum tam altı gün olmuş.
7. Daimî Abdestli Olmak
Bir gün Şeyh Şerafeddin Hz. ile geziyorduk. O abdest
bahsini açmıştı ve buyurdu ki:
-Süleha abdestsiz gezmez. Bütün Sahabe-i Kiram böyle
yaparlardı. Süleha abdestsiz yatmaz, buyurdular.
8. "Hatif Üçtür"
Birgün Şeyh Şerafeddin Hz. "İnnallahe yenzilü ila
sema..." diye başlayan ayeti tefsir ediyordu:
-Allah (cc.) bir çok alemler yaratmıştır: Alem-i
melekût, alem-î ceberrût, alem-i gayb... gibi. Bu alemlerin hiçbirisinin
birinden haberi yoktur. Her alemin melekleri bizim semaya nazil olurlar ve
"Tevbe eden yok mu; tövbeleri kabul olunsun" diye seslenirler. Bu
sesi mukarrebin melekler işitir. Onlar da gezer ve şöyle seslenirler: "Ve
keyfe zenun İnnallahe kad nazara ila semaeddünya vahyi yuha. Hel min terzin
etubba aleyhi ve hel müstağfirin etebu ileyk fe keyfe tenan fihim
"Yatağında nasıl uyuyorsun..."
Bu melaikelerin sesini ben de işitmiştim. Şeyh
Efendi'ye sormaya niyet etmiş, lakin onu gördükten sonra sormayı unutmuştum.
Şeyh Efendi sohbette bu ayeti ve melaikelerin seslenişlerini anlatırken:
-Bu sesi işiten çoktur, buyurdular. Neden sonra ben
müsaade istedim; ayrılıp gidiyordum. Şeyh Efendi bana:
- Ali Usta! Sorunun cevabını tamam almadan gitme, buyurdular.
O zaman ayıldım ve işittiğim sesin mahiyetini
soracağımı hatırladım. Şeyh Efendi buyurdu ki:
- Oğul, hatif üçtür. Biri, Allah'ın; bbiri
melaikenin; öbürü şeytanındır. Cihetsiz gelen hatif Rabbani'dir. Ta tepeden
gelen de melaikenindir. Sağdan ve soldan gelirse o zaman düşün, buyurdular. Ben
de:
-Ah Hazret ah! Ben soracağımı unuttum gidiyordum. Siz
böyle her şeyden haberdar mısınız? dedim. Şerafeddin Hz.:
-Kutbül Aktab, Büyük Okyanus'un içindeki haayvanatın
rızıklarında yanlışlık olursa, mes'uldür, buyurdular.
9. Peygamber Görmemiş Kimseler
Bir gün sohbet esnasında mecliste birisi Şeyh
Efendi'ye:
-Şeyh Efendi, dünyanın uzak yerlerinde paygamber
görmemiş kimselere Allah (cc.) ne yapar? diye bir sual sordu. Şerafeddin Hz.
buyurdu ki:
-Allah (cc.) herkese akıl, fikir, acıma ve şefkat
hissi vermiştir. O kimsenin, kendini Yaradan'ı araması ve istikameti bulması
için araştırma yapması ve tefekkür etmesi lazımdır. O kimse bir mürşide
rastlamadıysa, kendi nefsine layık görmediğini, başkasına da layık görmeyecek
şekilde hareket ederse sonunda Allah (cc.) ona doğru yolu buldurur. Kendine iyi
bir yol bulup seçmeyen kimse mes'uldür.
10. Ustazım Şeyh Şerafeddin'den Bir Kıssa
Şeyh Şerafeddİn Hz. ile aramızda olan bir çocuk
meselesinden bahsedeceğim. Biz Yunan geldiğinde, buradan Geyve'ye intikal
ettik. Geyve'de ben ayakkabıcılık yaparken, bir binbaşıya çizme yaptım. Çizmeyi
verdikten sonra dedi ki:
-Çizmeler güzel olmuş, eline sağlık. Benim bir derdim
var. Bu yaşa geldim (adam 55-60 yaşında var); Allah bize çocuk vermedi. Ailem
de çok çocuk istiyor. "Şeyh Şerafeddin muska yazarsa çocuk olur" diye
işittim. Ailem benim başımın etini yiyor. Buradan kalkıp gitmeden bir muska
yazdır bana.
İstemeyerek bu işi üzerime aldım. Böyle bir şeyi
Şeyhime söylemeye her ne kadar edeb duydumsa da utanarak gittim Şeyhime.
-Şeyhim! Bir binbaşı böyle, böyle rica etti. Çocuk
için muska istiyor, dedim. Bunun üzerine Şeyh Şerafeddin şunları anlattı:
"-Muska île çocuk olmaz. Bir gün İmam-ı Ali'ye (R.A.) cemaatle otururken
bir adam gelmiş:
-Ya İmam! Benim çocuğum olmuyor, ben çok istiyorum,
demiş. Hz. Ali:
-Sen Cenab-ı Hakk'a istiğfar et.
O adam gitmiş, arkasından bir kişi daha gelmiş:
-Ya İmam! Benim çoluk-çocuğum kalabalık, geçimlerini
idareye yetişemiyorum. Ne yapayım? demiş. Ona da:
-Sen Cenab-ı Hakk'a istiğfar et, cevabını vermiş,
Arkasından bir kaç bahçıvan gelmiş:
-Ya İmam! Biz bahçıvanlıkla idare ediyoruz. Kuyulardan
su çekiliyor, rahmet yok ne yapalım? demişler.
- Siz Cenab-ı Hakk'a istiğfar edin, cevabınnı
almışlar. Orada oturanlardan birisi Hz. İmam-ı Ali'ye diyor ki:
-Bir doktora üç hasta gelirse, bu üç hastanın da
hastalıkları ayrı ayrı olursa, hepsine bir ilaç mı söyler? Sen bunların hepsine
istiğfar tavsiye ettin. Çocuğu olmayana da, olana da, rahmet isteyene de.
Hz. Ali:
-Biz konuşurken Allah'ın dilinden konuşuruz.
Nesteizübillah, "Dedim ki: Rabbinizden bağışlanma dileyin ki , doğrusu
O çok bağışlayandır." (71/10). Allah mağfiret ederse, semadan size
bölük, bölük rahmet yağdırır; size nehirler akıttırır. O rahmet ile Allah size
cennet bahçeleri yapar. Sizi genişlendirir; mal ve çocuk ihsan eder. İşte
bunlar istiğfara bağlıdır. Çoluk çocuk da, mal da, rahmet de. Ben söylemiyorum
bunları; Allah (cc.) söylüyor, dedi, İmam-ı Ali.
Şeyh Efendi:
- Sen de ona söyle. Hem karısı hem de kendisi
günde yüz adet "estağfurullah" çeksin. Evlad-ı Resul'den de iki
yetimi sevindirsin.
Binbaşıya bunu nakledince:
-Bu Şeyh Efendi muskacı değilmiş. Beni O'na götür. Ay
sonu olduğu için 2,5 lira param var. Bundan başka param yok. Evlad-ı Resulü O
sevindirsin. Beni götür oraya, dedi.
Götürdüm Şeyh Efendi'ye. Orada bana anlattığı gibi
istiğfarı çekmesini söyledi ve:
-İnşaallah Allah'ın izniyle evliyanın berekatı ile
yakında hayru'l-halef bir oğlan çocuk sahibi olursun, dedi.
Aradan 2-3 ay geçti. Antalyalı Ali Efendi isminde bir
bakkala gittim. Bakkalda binbaşıyı gördüm. Beni görünce ayağa kalktı hürmetle.
İskemleyi bana verdi, önümde dikildi. Ben de benimle eğleniyor zannettim. Çünkü
benden yaş ve rütbede büyük. Bozuldum ben. Galiba eğleniyor benimle.
"Yaptığımız işi beğenmemiş ondan yapıyor herhalde", diye düşündüm ve:
-Estağfirullah efendim, siz yaşça, rütbece benden
büyüksünüz. Bu kirli önlükle beni buraya oturttunuz. Ben bundan bir şey
anlamadım, dedim. O vakit dedi ki:
-Ali Usta! Biz büyük ve küçüğün kim olduğunu anlamaya
başladık artık. Sana geleceğim ama işim çok.
O günden sonra hergün iki asker geliyor. "Bizi
binbaşı gönderdi, bir emrin var mı?" diye soruyorlar. Ben geri
gönderiyorum. Bir gün baktım ki evimin etrafındaki sokaklar, evin avlusu
süpürülmüş, odunlar parçalanmış, sular doldurulmuş. Bir gün dükkanımda
otururken binbaşı deli gibi dükkana girdi:
-Ali Usta, dün bir oğlum oldu. Ne büyük adam imiş
senin Şeyh Efendi'n. Bana nasıl müjde etti ise oldu, dedi.
Beş altı ay sonra Bursa'ya geldim. Şeyh Efendi
Muradiye'de otururdu. Yatsıdan sonra, Şeyh Efendi'ye gittim. Şeyh Efendi
ailesine;
- Bizim Ali Usta'ya o çaydan çay yap, dedi. Bir de baktım
ki yalnız benim önüme çay geldi.
-Şeyhim senin çayın nerede?
-Biz biraz önce içtik Ali Usta.
-Şeyhim benim için çay yapılır mı? Ben zateen senin
bulunduğun yerde, senin yüzünü görmek, senin sözünü dinlemekten başka bir şey
düşünmem. Yemekten, içmekten ben zevk alamam ki. Edep duyarım sizin karşınızda
bunu içmeye. Velakin emriniz gereği içmeye mecburum Şeyhim, dedim ve bir yudum
aldım.
-Hazret, bu çay nasıl çay? Başka bir çay bu.
-Ali Usta! O binbaşının çocuğu dünyaya gelmmiş. İçinde
senin de hizmetin var. Onun tesiridir bu. Bir sandık şeker ile bir paket çay
göndermiş. Ali Usta bu çay işte o çaydır. Çocuğun ismini istemiş benden.
O vakit Şeyh Efendi elimizde. İstediğimiz gibi
konuşuyoruz. O binbaşının ismini, memleketini, o çocuğa ne isim verdiğini sormadım.
Buna yanıyorum şimdi. Her vakit o Şeyh elimizde kalır gibi geliyordu bize.
11. Ahireti Tarif
Bir gün Şeyh Şerafeddin Hz. ne:
-Ahiretten bahseder misin. Şeyhim, dedim. <
-Sen anlamazsın, Ali Usta, dedi.
-Anlamam amma, beş yaşındaki bir çocuğa birr şey
anlatmak isteyince onun seviyesine iniyoruz. Bana bu kadar da mı hisse yok
Şeyhim? dedim.
-Pekala dinle Ali Usta. Allah'ın yarattığı tüm
mahlukatın dilinde, damağında olan tat alma kuvveti, bir araya toplanıp bu
zevk, bir kişiye verilse; bütün nimetlerin içindeki tat ve lezzet toplanıp bir
elmanın içine konsa; bu kişi iştahla bu elmayı yese; bunun lezzeti, cennet
nimetine eşit olamaz. Mü'min kadınların ve hurilerin örtülerinden bir tanesi bu
dünyaya çıkarılsa, onu gören bir daha bu dünyaya bakamayacak kadar zevke gelir;
deli gibi olur. Onun güzelliğine tahammül edemez. Ali Usta şimdi sen beni
görüyorsun değil mi? dedi.
-Görüyorum, Şeyh Efendi.
-Neyi görüyorsun?
- Seni görüyorum.
- Görüyorsun amma beni yaşatan, bendeki ruhhu görüyor
musun?
- Görmüyorum şeyhim.
- Bu ruh çıkarsa, bu vücut 24 saat dayanamaaz, kokar.
Bütün azaların marifeti, gözün görmesi, kulağın işitmesi, hepsi yok olur. Demek
ki insanın vücudunun bütün kıymeti ruhdadır. Bu ruhu görmüyorsun değil mi, Ali
Usta?
- Evet görmüyorum. Şeyhim.
- İşte Ali Usta, ahiret alemi öyle birr alemdir
ki; nasıl dünyada vücudun içinde ruh kayıp ise, ahirette de ruhun içinde vücud
kayıptır. Ahirette, ruh da beden de mevcuttur.
ALİ USTA'NIN HATIRATINDAN - II. KISIM
( Linke Tıklayınız)
12. Uzay Hakkında
13. Mukarrebîn
14. Şeyh Şerafeddin Hz.nin Üç Vasfı
15. 63 Yaşın Sırrı
16. Abdül Mecid Efendinin Vefatını Bilmesi
17. Sakal-ı Şerif
18. Hazretin Hocaları İkazı
19. Bursa Valisi Abbas Halim Paşaya Gelen
Ecnebinin Sorduğu Sualler
20. Nakşbendi Seccadesi
21. Bazı Müridlerin Yanlış ve Kötü Düşünceleri
22. İmtihan
23. Ali Usta'nın Rusya'ya Gidişi
24. Mustafa Kemal Paşa ile Mülakat
25. “Din Türkler Elinde Kalacak”
26. Cemaleddin Kumuki K.S.
27. Eşlerin Kıymetinin Büyüklüğü
28. Ateş - Süt Kıssası
29. Ehlullah'da Tasarruf
Şeyh Servet Kimdir?
30. Üstaz İle Şeyh Servet
31. Ahmed Suguri K.S.
32. Küçük Hüseyin Efendi K.S.
33. Hacı Ahmed Efendi ve Müridleri
34. Şeyh Muhammed Necati Hazretleri Anlatıyor
35. Muhammed Necati Hazretleri ve Müridleri
36. “Nefsle Mücadele Son Nefese Kadardır”
37. Gadab-ı Nefsani (Şerafeddin K.S.)
ALİ USTA'NIN
HATIRALARINDA
ŞEYH
ŞERAFEDDİN DAĞISTANÎ (K.S.)
ALİ USTA'NIN HATIRATINDAN - I. KISIM ( Linke Tıklayınız)
ALİ USTA'NIN
HATIRATINDAN - II. KISIM
12. Uzay
Hakkında
Şeyh Efendi'ye bir
gün sordum:
- Şeyhim,
Merih'te hayat var mı?
-Yoktur, dedi.
- İtalyanlar
rasathaneden teleskopla ttarassut etmişler; karlı dağlar, çizgiler, nehirler ve
çukurlar görmüşler. Orada hayat olduğunu söylüyorlar. Bir de kitap
neşretmişler. Ben bu kitabı okudum, dedim. Şeyhim:
- Merih, daha
soğumamış bir alemdir. MMerih'te hayat yoktur. Ali Usta! Bu dünya güneşin
yanında çok küçük kalır. O güneşi de yok hükmünde bırakabilecek büyüklükte
yıldızlar vardır. En büyük yıldız Ilha isminde bir yıldızdır. Allah (cc.) bu
yıldızdan öteye evliyalara da keşif vermedi. Şimdi seni Ilha yıldızına
götürsek, sana onu göstersek, diyeceksin ki; bu İlha yıldızı güneşin dünyaya
olan oranı ile mukayese edilemeyecek derecede güneşten büyüktür. Bu yıldızdan
öteye keşif yok. Keşif yok amma boşluk ta olmaz ya; boşluğa varlık hücum eder.
Sen ne dersin buna acaba Ali Usta?
(Not: Bu sohbetin
Şerafeddin Hazretleri'nin vefat tarihi 1936'dan önce cereyan ettiğini ve o
yıllarda Merih hakkındaki bilgilerin bugünkü seviyede olmadığını düşününüz.
H.B.)
- Ne bileyim Şeyhim, dedim.
- Öyleyse senin
ömrün, aklın, bunları keşfetmeye kafi değildir. Sen Allah'ın (c.c.) gösterdiği
vazifeyi, zikrini güzel yapmayı düşün Ali Usta, bunları düşünme. O'nun sahibi
düşünsün bunları, dedi.
13.
Mukarrebîn
(Aşağıdaki olayı,
Şeyh Şerafeddin Hazretleri'nin Mukarrebinden olduğunu belirtmek için
anlatıyorum.)
Yunan Bursa'dan
çıkınca Bursa'ya döndük. Ben bir kunduracı dükkanı açtım. Bir gün, dükkanımda
yeni gelen bir müşteri ile meşgul iken Şeyh Şerafeddin Hz. geldi; selam verdi;
O müşteri gittikten sonra Şeyh Efendi:
- Bu zatı tanıyor
musun. Ali Usta? dedi.
- Tanımıyorum
Şeyhim, ismini de bilmiyorum..
- Kendisi biliyor
mu acaba Evlad-ı Resul'deen, yani seyyid olduğunu? dedi. İkimiz de o kimseyi
ilk defa görüyorduk.
- Şeyhim Evlad-ı
Resul olduğunu nereden bildin? dediğimde Şeyh Şerafeddin Hz.:
- Karşıdan bir
sürü koyun gelirken içinden bir tek deveyi siz nasıl ayırırsanız, avâm içinde
Evlad-ı Resul'den olanları da biz öyle ayırırız. (İşte bu görüş, Mukarrebine
has bir haldi.) Hatta onlar yanılarak sarhoş olup yerlere düşmüş olsa, yine
avâmdan bir deve gibi yüksek makamdadırlar, cevabını verdiler.
- O sarhoş olanlar
cehennemde yanmaz mı, Şeyhim?
- Değil onlar,
onları yerden kaldırmak içinn yardım edenler de yanmaz.
Şeyh Şerafeddin
Hz. bu sözleri ile Resulullah Efendimizin ve dolayısıyla Evlad-ı Resul'ün
Allah'ın indindeki kıymetine işaret etmek istemiştir. Aslında Evlad-ı Resul,
Cenabı Hakk'ın rızasına aykırı davranmazlar.
O müşteri, ertesi
gün ayakkabılarım almaya geldi.
- Efendi senin
ismin nedir? dedim.
- Ali, dedi.
- Benim de ismim
Ali. Adaş imişiz, kardeş olalım mı?
- Nasıl kardeş
olunur?
- Yarın mahşerden
sonra sen cennetin kapısıına geldiğin vakit "Benim dünyada bir kardeşliğim
var idi. O girmeden ben de cennete girmeyeceğim" diyeceksin dedim.
- Aynı şeyi sen de
yapar mısın? dedi.
- Yaparım, dedim.
Tabii ben Ehli Beyt'ten olduğunu bildiğim için, şehadetine güveniyorum.
- Ben de yaparım,
dedi. Kalktık, sarıldık birbirimize. Ayrıldığımız vakit sordum:
- Ali Efendi! Siz
Evlad-ı Resul'den misiniz? Bir silkindi ve;
- Neden sordun
bunu? dedi.
- Dün burada
gördüğün zat, Şeyh Şerafeddin Hz. idi. Senin Ehli Beyt'ten olduğunu söyledi.
Bu sözü işiten
Seyyid Ali Efendi koştu gitti, evinden şeceresini aldı, geldi.
- Babam hu
şecereye inanmıyordu. Biz de inanmıyorduk. "Biz nereden Evlad-ı Resul'den
olacağız diyorduk." dedi.
İşte bu olayı ben
yaşadım. Göz ile görülen şeyler kitapta yazılanlardan daha kıymetlidir.
14. Şeyh
Şerafeddin Hz.nin Üç Vasfı
Abdullah Dehlevi
Hazretleri, Nakşbendi tarikatı ricalinden Şeyh Halid-i Bağdadi'nin şeyhidir. Bu
zat, kendisine irşad seccadesi teslim edilirken bir şart koşmuş.
"Nakşbendi yolu, iyi bir yol diye hatırına gelmiş; bu yola girmek istemiş;
lakin girmemiş; sonra da bu yolu inkar etmiş, kimseleri, ölürken Sıddıkiyyet
mertebesine eriştirmeye bana salahiyet verilmedikçe, sıddıklarla bunları
cennete sokmaya bana müsaade edilmedikçe, bu irşad seccadesine oturmam",
demiş.
Şeyh Efendi'ye
- Senin de böyle
bir hassan yok mu Şeyhim? dedim.
-Var, dedi.
Nakşbendi meclislerine, bizi anarak diz çökmüş herkese şefaat etmek; ikincisi
çocuklara Levh-i Mahfuz'da kayıtlı olan isimlerini vermek; üçüncüsü bana ait
olan müridanın ömrünü eksik veya ziyade etmek yetkileri, bana verilmiştir.
15. 63 Yaşın
Sırrı
Abdülmecid Efendi
Ali Usta'ya naklediyor: "Şerafeddin Hz. bir gün bana şöyle dedi:
- Abdülmecid
Efendi! Hazret-i İbrahim, Musa, İsa aleyhisselamların makamında olan "El
ulema veresetül enbiya" "Peygamberlerin varisi" dedikleri
evliyalar fazla yaşayabilir. Amma Hazret-i Resulullah (s.a.v.) Efendimiz'in
makamında olan evliya 63 yaşını geçmez. O'nun yaşında o da vefat eder.
Abdülmecid Efendi! Sen şimdi 63 yaşındasın, senin de benim de doğumumuz aynı
gecede olmuştur, dediler.
Bu sözü,
Şerafeddin Hz. biraz muğlak söylediğinden ne demek istediğini anlayamamıştım.
Fakat o sene Şeyh Şerafeddin Hz. vefat edince intikal ettim. Şeyh Efendi'nin
Resulullah (s.a.v.) Efendimizin makamında olduğunu anladım."
16.
Abdülmecid Efendi'nin Vefatını Bilmesi
Şeyh Şerafeddin
Hz. vefat ettikten sonra Abdülmecid Efendi köyü bırakıp Bursa'ya geliyor ve
Şeyh Hamid Camii'nde (Somuncu Baba Camii) bir müddet imamlık yapıyor. Mübarek
az konuşurdu. Bir gün bana gelip dedi ki:
-Ali Efendi!
Resulullah (s.a.v.) Efendimizi, Hazretim Şeyh Şerafeddin ile birlikte rüyamda
gördüm. Bana "Dünyadan el çek. Rebiü'l-evvel ayında bize geleceksin"
dediler. Buradaki vazifem resmidir. Buradan vaktinde çekileyim de gidip Armutlu
köyüne imam olayım, diye düşündüm.
Ve Armutlu köyüne
imam oluyor. Orada yine bu misil bir rüya görüyor. Armutlu köyü muhtarına (*
Armutlu Muhtarı bu hadiseyi babasına anlatmış. O da Ali Usta'ya anlatmış. Ali
Usta da şimdi bize naklediyor.) :
- Rebiü'l-evvel
ayı yaklaşıyor. Beni de çağırıyorlar. Burada vazifeyi bırakıp hazretime yakın
olmak için Reşadiye'ye gideceğim, diyor. Muhtar anlatıyor:
- Abdülmecid
Efendi bizim köyden ayrıldıktan sonra işittim ki Karakilise diye adlanan kendi
köyüne gitmiş orada imamlık yapıyor. Abdülmecid Efendi'ye dedim ki:
- Madem burada
imamlık yapacaktın, bizim köyü neden bıraktın? Sana daha âla bakmıyor muyduk?
Abdülmecid Efendi:
- Oğlum, ne
yapayım? Her gün Resulullah (s.a.v.) Efendimiz'i rüyamda görüyorum.
"Hazırlan" diyor. Ben de hazırlanmak için buraya geldim, demiş.
Hacı Akif
(yorgancı), Aşçı Kamil Efendi ve İstanbul'da (halen hayatta) Terzi Akif
efendilerin de bu görüşmelerden haberleri var. Bu üç kişi Rebiü'l-evvel ayında,
Abdülmecid Efendi'yi ziyaret ediyorlar. Hatırını soruyorlar. Abdülmecid Efendi:
- Bana bu gece
Resulullah (s.a.v.) Efendimiz teşrif etti. "Hazırlan" dedi. Ben de
nasıl hazırlanacağımı bilmiyorum. Artık dünya taamından da yemiyorum. Şimdi
sizler geldiniz. Sizlerle birlikte bir bardak çay içeceğim, demiş. Ve
Rebiü'l-evvel'in dokuzuncu günü de Hakk'ın rahmetine ve Resulullah (s.a.v.)
Efendimiz'e kavuşmuştur.
17. Sakal-ı
Şerif
Şeyh Şerafeddin
Efendi, Sultan Reşad'a çok giderdi. Sultan Reşad bir çok sualler sorar; Şeyh
Şerafeddin Efendi de cevaplandırırdı. Mesela "Hızır As. hayatta
mıdır?" diye sormuş. 'Evet" cevabını almış.
Bir gün Sultan
Reşad, Şeyh Şerafeddin Efendi'den bir isteği olup olmadığını sormuş. Şeyh
Efendi de "Hırka-i Şerif'deki, Resulullah Efendimiz'in Sakal-ı Şerifinden
bir tane isterim", demiş. Emir vermiş Sultan Reşad. Bir sakal teli
getirmişler. Şeyh Şerafeddin Efendi, "Bu sahte" demiş. Bir ikincisini
getirmişler "Bu da hakiki değil" demiş Şeyh Şerafeddin Efendi. Üçüncü
gelince, "Esselatü vesselamu aleyke ya Resulallah" dediği vakit saç titremiş.
Bu Sakal-ı Şerif, halen Reşadiye'de (bugünkü adıyla Güney köyünde) Şeyh
Şerafeddin Hz.'nin hanesinde mevcuttur.
18.
Hazretin Hocaları İkazı
Bir gün
Reşadiye'de Şeyh Şerafeddin Efendi tarikatı anlatıyor; dışarıda hocalar hep
onun aleyhinde. Benim de intisabım yok daha. Gencim, evli değilim. Şeyh
Şerafeddin Efendi:
- Caminin
kapılarını kapayın. Kimse dışarı çıkmasın. Bana bakın hocalar, orada-burada
benim için "Bu, şeriatın hilafındadır. Yaptıkları işin hepsi
yanlıştır." diye konuşuyorsunuz. Hazret-i İmam-ı Ali "Bana bir harf
öğretene köle olurum" demiştir. Beni yanlış yoldan çevirecek adam içinizde
varsa, ben onun kölesiyim. Şimdi benim yanlış yaptığım şeyi söyleyin..."
dedi. Kimsede ses yok. İkinci sefer:
- Bana bakın! Ya
bu sarıkları çözün atın; "Biz hoca değiliz" deyin ya beni ikaz edin;
bana cevap verin.
Yine ses
çıkmayınca. Ben ayağa kalktım, dedim ki:
- " Bana
bakın. Bu konuda kadınlar gibi orada burada söyleninceye kadar çıkın karşısına.
Biz de öğrenelim hak nerede, batıl nerede?" dedim. Fakat kimse ortaya
çıkmadı.
19. Bursa
Valisi Abbas Halim Paşaya Gelen Ecnebinin Sorduğu Sualler
Bir gün yatsı
namazından sonra evime Hasan isminde birisi geldi.
- Ali Usta, Şeyh
Efendi seni çağırdı, dedi. Şeyh Şerafeddin Efendi'nin evine gittim. Tek başına
odasında oturuyordu ve yazı ile meşgul idi. Selam verip girdim.
- Şeyh Efendi!
Beni çağırmışsınız, dedim.
- "Ali Usta!
Otur orada..." diye işaret etti. Kendisi yazısına devam etti. Yatsıdan
sonra saat onikiye kadar oturdum. Bu süre içinde bana bir şey söylemedi. Benim
de hatırıma "Acaba Hasan beni kendiliğinden mi çağırdı?" diye geldi.
Ben böyle düşünürken kapıya bir otomobil geldi. Evden koştular. Bursa'dan Şeyh
Servet gelmiş dediler. Şeyh Servet yukarı çıktı, Şeyh Şerafeddin Efendi, Şeyh
Servet'e dedi ki:
- Servet! Bu geç
vakitte gelişinin sebebi nnedir? (O sıralarda Şeyh Servet, Bursa'da Şeyhlik
ve Ulu Cami'de vaizlik yapıyordu. Bursa mebusluğu da yaptı. O vakit seferberlik
vardı. Abbas Halim Paşa Bursa'da Vali idi.)
Şeyh Servet:
- Abbas Halim
Paşa'ya bir ecnebi gelmiş; bir takım dini sualler sormuş. Cevap veremeyince
Paşa beni çağırdı. Ben de bir yere kadar cevap verdim. Ondan sonra ben de cevap
veremedim. O vakit Abbas Halim Paşa kızdı:
- Camii Kebir'de
taş kürsüye çıkarsınız; halkın karşısında bülbül gibi ötersiniz. Ver bunun
cevabını, dedi. O vakit ben dedim ki:
- "Paşam,
bana üç gün müsaade ver." İşte Şeyh Efendi, bunun cevabını almaya sana
geldim.
Şeyh Şerafeddin
Hz.:
- Ne sordu sana?
Sorduğu sualleri söyle bakalım. Şeyh Servet:
- İlk olarak,
Nesteizübillah "Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları ancak O
bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan
taneyi, yaşı-kuruyu -ki apaçık Kitab'dadır-, ancak O bilir." (6/59)
ayetini okudu ve bu ayette, "dünyada yaş-kuru ne varsa Kur'an'da
mevcuttur", deniyor. Halbuki gemileri aradım, bulamadım, dedi. Ben cevaben
şu ayeti okudum:
- Nesteizübillah .
İşte, Allah (cc.) diyor ki: "Ben size demiri indirdim, onda korkunç bir
şiddet var. İnsanlar için menfaatli bir çok şeyler de var." (57/25) İşte
zırhlı gemiler bunun içindedir, dedim.
- Pekala,
elektrikten hangi ayette baahsedilmektedir? diye sordu.
- Estaizübillah
: "Allah göklerin ve yerin Nur'udur. O'nun nuru, içinde ışık bulunan bir
kandil yuvasına benzer. O ışık bir cam içindedir, cam ise, sanki inci gibi
parlayan bir yıldızdır, bu, ne yalnız doğuda ve ne de yalnız batıda bulunan
bereketli zeytin ağacından yakılır. Ateş değmese bile, neredeyse yağın kendisi
aydınlatacak! Nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur. Allah
insanlara misaller verir. O, herşeyi bilir." (24/35) ayeti elektriğe
işaret etmektedir, dedim.
- Pekala, tayyare
hangi ayette geçmektedir? Ben de dedim ki:
- Nesteizübillah :
"Sizin için atları, katırları ve merkebleri binek ve süs hayvanı olarak
yaratmıştır. Bilmediğiniz daha nice şeyleri de yaratır." (16/8)
- Pekala! Siz bu
kadar güzel bunları biliyorsunuz da niçin bir tanesini siz yapmadınız da biz
yaptık? dedi.
- O vakit,
ilim ve siyaset birbirine uygun değildi de onun için, dedim.
- Sizin
Peygamberiniz Hz. Muhammed'in (s.a..v.) siyasi meslek de ilmi meslek de elinde
idi. Bu Kur'an'da ona geldi. O niçin yapmadı?
- Burada cevapsız
kaldım, Şeyh Efendi. Cevap veremedim. O vakit Şeyh Efendi dedi ki:
- Peki bunun
cevabını ben sana versem; o addam daha büyüğünü sorarsa ne yaparsın?
- Aman Şeyh
Efendi, sen bilirsin. O vakit Şeyh Efendi dedi ki:
- Sen git. Yarın
bana bir araba gönder. O ecnebi de beklesin. Ben onu cevaplandıracağım.
Şeyh Efendi ertesi
sabah gitti. Ben her gün gidip "Şeyh Efendi geldi mi?" diye
yokluyorum. Şeyh Efendi'nin niçin gittiğini benden başka bilen yok. Şeyh Efendi
geldiği vakit bana haber verdiler. "Şeyh Efendi çağırıyor seni"
dediler. Gittim.
- Şeyh Efendi!
Neden bu kadar geç kaldın? dedim.
- O ecnebiyi
cevaplandırdığım vakit, Abbas Halim Paşa çok sevindi ve bana "Ne maksadın
varsa benden iste" dedi. Ben de "Köyümüz 70 haneye verilmiş bir
köydü. Şimdi çoğaldık. Arazi dar olduğu için hükümet arazisinden arazi
isterim" dedim. İstanbul'a bir kaç defa telgraf çekildi. Oradan şöyle
cevap geldi:
"Bu civarda
müsait arazi yoktur. Anadolu dahilinde başka yerlerden yerelim." Biz de
razı olmadık. Ondan sonra Abbas Halim Paşa bana dedi ki:
- Sen bir iki tane
çiftlik bul. Ben kendi paramla alacağım. (Daha sonra Karakilıse denilen
yerden iki tane çiftlik aldı köy namına.)
- Cevabın nasıl
oldu Şeyh Efendi? dedim. Şeeyh Efendi şöyle anlattı:
- Eğer Resulullah
tayyare yahut zırhlı gemii yapmış olsaydı halkı İslam dinine zorla sokmuş
oturdu. "Korkuttu da halkı müslüman etti" denirdi. Ve din çabucak
kaybolurdu. Halbukiyse mecbur etmedi ve korkutmadı. Güzel ahlak ile dine davet
etti. Peygamber Efendimiz, "Allah beni güzel ahlakı tamamlamak üzere
gönderdi" dedi. İnsanları öldürmek için değil. Ayrıca, Resulullah
(s.a.v.), kendisine inanmayanların neslinden İslam dinine hizmet edecek bir
kimse gelecek ise, O'nun hatırına o kimseleri öldürmezdi, dedim. O zaman o
yabancı:
- Hz. Muhammed,
düşmanlarının neslinden gelecek kimseleri nasıl bilebilir ki? dedi. Cevaben:
- Değil
Resulullah, O'nun varisi durumunda olan evliya bile bilir. Senin baban filan,
deden şu, dedenin babasının ismi şu, deyip adamın şeceresini saydım. Biz
bunları görüyoruz. Onları gördükten sonra senden kıyamete kadar gelecek nesili
de görürüz. Onlardan bir kişi iyi ise, O'na hürmeten seni de öldürmeyiz. Biz
insan öldürmeye gelmedik dünyaya, amma siz öldürürsünüz. Siz insan öldürmeyi
düşündüğünüzden yaptınız bu silahları, dedim.
İnşaallah bu
konuşma üzerine o yabancı müslüman olmuştur.
20.
Nakşbendi Seccadesi
Ali Usta
anlatıyor:
- Dersini terk
etme, ona iyi yapış. Farz namaz gibi yapacaksın dersini. Çünkü onların verdiği
ders aynen doktorun verdiği reçete gibidir. Seni sıhhate kavuşturur. Kalbine
hayat verir. Seni uyandırır. Onun için dersine dikkat et ve huzur içinde yap.
Nakşbendi seccadesini az bir şey zannetme. Nitekim Peygamberimizin neslinden
gelen Emir Sultan Hazretleri'nin türbesine ziyarete giden keşf-i kubûr sahibi
(kabirlerin sırrım keşfedebilen) bir salik:
- Ne mutlu Evlad-ı
Resul olan bu Zat'a diye, içinden geçirdiğinde kabirden bir ses geliyor:
- Ne
mutludur, Nakşbendi seccadesine her sabah oturana...
21. Bazı
Müridlerin Yanlış ve Kötü Düşünceleri
Bir gün Hafız Kani
Efendi'nin babası, Ahmed Efendi isimli biri ile bana geldiler ve:
- Biz sana ne için
geldik biliyor musun? Biiz bu Şeyh Şerafeddin Efendi'yi beğenmedik. Onda
Şeyhlik yok. Bu zat, para tuzağıdır. Bana "Seni evlendireceğim" dedi,
evlendirmedi.
Ahmet Efendi
de:
- Ben her gün, şu
şu ibadetleri yapardım. KKendisine bağlandıktan sonra bu ibadetlerim kayboldu.
Mürşidlik böyle midir? dediler. Ben de onlara:
- Sizin yaptığınız
iş yanlıştır. Bir kimse mürşide bağlanınca, böyle tereddütleri ve müşkülleri
varsa gider O'ndan sorar. Bende böyle bir hal olsa, ben gider kendisine
söylerim. Sizin yaptığınız bu iş iki yüzlülüktür, tarikat haline sığmaz, dedim.
Bunlar Şerafeddin
Hazretleri hakkında daha da çok konuştular ve beni de soğutmaya çalıştılar. Bu
arada Ahmed Efendi:
- Ben her gün
Selçuk Camisine gider ve kelime-i şehadet getirirdim. Bu da kayboldu benden,
deyince benim de içime şeyhim hakkında şüphe girdi.
Sabahleyin erken
Ulu Cami'ye gittim. Namazdan evvel yeniden müslüman oluyormuşum gibi bir abdest
aldım. Mahfele girdim. İki rekat namaz kıldım. "Acaba bu benden sadır olan
kerametler, benden midir? Yoksa şeyhimden midir?" diye tefekküre
geçiyordum ki, omuzuma bir el dokundu. Baktım ki: Şeyh Şerafeddin
Hazretleri. Buyurdu ki:
- Beni bu akşam
uyutmadın. Halid-i Bağdadî senin için "Ali elden gidiyor, yetiş" diye
yedi defa geldi.
Ben de dedim ki:
- Şeyh Efendi! Ben
Allah'ı anarken seni gördüm. Şimdi benden elini çek. Benim bu ricamı kabul et.
Şeyh Efendi:
- Sana üç ay
müsaade. Şimdiye kadar sende olan bu füyûzatı bulabilecek misin bakalım? Kendi
başına üç ay ibadet et. Ondan sonra gel. Arada vasıta olmadan, Allah'tan sen
doğrudan doğruya bir füyûzat alabiliyorsan söyle. Sana şimdiye kadar gelen
füyûzat, Nakşbendi yolundan geliyordu. Halbuki bunu sen kendinden sanıyorsun.
Biz bunların kapıcısıyız. Onların kapıdan attığını biz yalvarır kabul
ettiririz. Amma bizim kapıdan çevirdiğimizi Allah (c.c.) aramaz, dedi. Sonra
beni kaldırdı, bir köşeye oturttu. Orda bana şu kıssayı anlattı:
- Abdülkadir
Sakati Hazretleri'nin bir müridi varmış. Bu mürid, şeyhini ziyarete giderken
yolda bir hoca ile karşılaşmış. Hoca onunla sohbet ederken Abdülkadir Sakati
Hz.'ne atmış ve müridin yüzünde görünen nurun şeyhinden değil, kendinden
olduğunu söylemiş ve buna müridi inandırmış. Mürid, kalbine şüphe gelince
gitmiş taze bir abdest almış. Abdest alırken bir yılan elini sokmuş. Hemen
fırlamış, etraftan yardım ararken, kendisine Abdülkadir Sakati'ye gitmesini, bu
derde onun deva bulabileceğini söylemişler. Mürid, çaresiz, kalben kendisinden ayrıldığı
Abdülkadir Sakati'nin yanına varmış; selam vermiş ve kendisini tanıtmış. Fakat
Abdülkadir Sakati O'na:
- Sen kimsin? Ben
müritlerimin arasında, senin gibi birini tanımıyorum. Ne istiyorsun? demiş. O
da:
- Efendim yılan
soktu, kolum şişti, deyincee Abdülkadir Sakati Hz.:
- Hem
"Nakşbendiyim" diyorsun, hem de "Yılan ısırdı" diyorsun. Bu
sözün yalandır. Nakşbendiyi yılan sokmaz. Yılan ısırsa yılan ölür. Nakşbendiye
bir hal olmaz, demiş. Müridi:
- Efendim gözümle
gördüm: Abdest alırken elimi ısırdı ve kaçtı, demiş. Abdülkadir Sakati Hz.:
- İyi ama seni
daha evvel zehirli bir hayvanın ısırmadığından emin misin? İnsanlar içinde
yılandan daha zehirli olanları var. Seni onlar zehirlemiş olmasın? deyince,
mürid hemen hatasını anlamış. Şeyhine:
- Aman Efendin,
diyerek gönlünü düzeltmiş.
Şeyh Şerafeddin
Hz. bunu anlattıktan sonra bana dedi ki:
- Şimdi sana
kendinden olanla, bizden sana olan kerameti açıklayacağım. Bana, ölen karımı
boşamaya niyet ettiğim zamanı, hatırlattı. Hakikaten o zaman ben karımı boşayacaktım.
Şeyh Efendi devamla:
- Ben Sîmav'a
gittiğim zaman aileni boşamaya niyet etmiştin. Ailen de sana "Şeyh Efendi
gelinceye kadar müsaade et. Geldikten sonra ne yaparsan yap" diyordu. Sen
de kalktın çardağa çıktın. Orada bir seccade vardı. Üzerinde sana hitaben
yazılmış bir mektup duruyordu. Benden sana yazılmış olduğunu gördüğün mektubu
aldın ve hemen okudun. Mektupta ne deniliyordu? Birinci satır sana aitti:
"Tecdidi nikah et, aileni al" ikinci satır ailene aitti: "Sen de
bir daha namazını terk etme". Bu mektuptan sonra ailen sana bağlandı. Bunu
ailene sor. Ben ikinizin gönlünü tekrar bağladım. Mektuptan evvelki halinizle
mektuptan sonraki haliniz nasıldı? Ali Usta, bunlar da mı sana ait kerametti ?
buyurdular. Benim de gönlüm düzeldi.
22. İmtihan
Çok eskiden Şeyh
Efendi söylemiş biz dinlemiştik. Nakşbendi tarikatı büyüklerinden birisine
(hangisi olduğunu şimdi unuttum) üç alim geliyor. Maksatları o Zat'ı
sınamak. Kafalarında şöyle bir düşünce var: "Bu zat, batini bir kuvvet
sahibi olduğunu ileri sürerek bir çok kimseyi arkasına bağlamış bir kimse.
Bakalım öyle bir kuvveti var mı?"
Uzaktan gelen bu
alimleri, o Nakşbendi büyüğü misafir ediyor. Yatsı namazında onlara imam
olduktan sonra istirahata çekiliyorlar. Alimler aralarında konuşuyorlar:
- Yahu hiç ses de
yokmuş bu adamda. Kıraatii, okuması da düzgün değil. Kıraati, sesi olmadığı
gibi, öyle büyük adam olacak kıyafet de yok bunda. Tadil-i erkân da bilmiyor.
Velhasıl bu büyük
evliyaullahı küçük görmüşler. Birisi gece yarısı uyanmış. Bakmış ki ihtilam
olmuş. Diğerleri de uyanmışlar; onlar da aynı şekilde ihtilam olmuşlar.
- Ne yapalım
şimdi? Üçümüz de ihtilam olduk. Nasıl söyliyelim bunu ev sahibine? Gidelim
şuradaki derede yıkanalım. Başka çare yok, demişler.
O derede yıkanmak
için elbiselerini çıkarıp sahile bırakmışlar. Derken bir arslan gelmiş
elbiselerinin üstüne oturmuş. Bunlar arslan korkusundan sudan çıkamamışlar.
Biraz sonra o mübarek zat, sabah namazı için kalkmış. Abdest almak için dereye
doğru gelirken, arslan kalkmış o Zat'a doğru koşmuş. Adamlar "Eyvah, şimdi
onu parçalayacak" diye düşünürlerken bir de bakmışlar ki, arslan
ayaklarının dibine yatmış yuvarlanıp duruyor. O da arslanın sırtını okşamış ve
"Haydi git" demiş. Arslan alıp başını gitmiş. Bunlar da giyinip
gelmişler. O ricalin hayvanatın üzerindeki tasarrufunu görünce önceki akşam
söylediklerinden vazgeçerek üçü de mürid olmuşlar.
İşte ehlullahın
Cenabı Hakk'ın lütfu ile böyle kuvveti var. Hayvanlar üzerinde de insanlar
üzerinde de tasarrufu var. Hatta ağır gelir bazısına, güneşin üzerinde,
kainatın üzerinde de tasarrufu var onların.
23. Ali
Usta'nın Rusya'ya Gidişi
Ben 24 yaşında
iken Rusya'ya, Dağıstan'a gittim. Hareket etmeden önce vedalaşmak için köye
uğradığımda Şeyh Efendi bana haber göndermiş: "Bir mektup yazacağım.
Bizzat gelsin, alsın" demiş. O akşam gittim. Büyük Şeyh Efendi (Muhammed
Medeni Hz.), Şeyh Şerafeddin ile yanyana oturdular. Büyük Şeyh Efendi söylüyor;
Şeyh Şerafeddin yazıyor. Uzunca bir mektup yazdılar. Bana "Bu mektup
Rusların eline geçmesin" dediler. Kunduracı olduğum için kendime yaptığım
ayakkabımın altını kaldırıp dolgu yerine o mektubu koydum kapadım. Memlekete
vardım. Mektubu sahiplerine götürdüm, kapılarına dayandım:
- Hacı Nasuh'un
evi burası mı?
Kapıya dört kişi
çıktı. Babaları 90 yaşında var. Dağıstan'ın en büyük alimi imiş. Bir de
damatları var, Murtaza isminde, muhterem bir zat.
- Ben size
Türkiye'den Şeyh Şerafeddin'den mektup getirdim, dedim. Mektubu aldılar ama
bana soğuk davrandılar, buyur etmediler. Fakat "Kış günü ben nereye
giderim şimdi?" diye utanarak zorla eve girdim. "Buyurun"
demedikleri için sanki cenazem girdi. "Yemek yiyelim mektubu öyle
okuruz" dediler. Yemek yedik. Oğulları benden Türkiye'yi soruyor; baba da
mektup okuyor. Derken adam:
- Bakın çocuklar,
dedi, ne yazıyor: "Rusya topraklarından Peygamber (s.a.v.) Efendimizin
nazarı kalkmıştır. Şimdiden sonra orada mal sahibi kalmayacaktır. Ailenize
tahakküm edemeyeceksiniz. Kapınıza bir şapka asıldığı vakit korkup evinize
giremeyeceksiniz. Ruslar sizi tahakkümüne alacak." Bu olamaz. Burada diyor
ki: "Resulullah (s.a.v.) Efendimizin nazarı buralardan kalkmıştır."
Resulullah (s.a.v.) Efendimiz Rahmeten lil-alemin değil midir? Burası da
âlemden bir kıta değil midir? Buradan da nazarının kalkmaması lazım,
dedi.
Bu itiraz
karşısında ben daha da üzüldüm. Ancak mektubu okumaya devam eden baba, birden
durdu ve:
- Çocuklar iş
bildiğiniz gibi değil, dedi. Burada keramet var. Ben bu mektubu halka dağıtmaya
mecburum. Rus'lardan zarar gelmesin diye kendi ismimi siler, öyle dağıtırım.
Bak ne yazıyor: "Gözden şehrin de sen müderris iken ikindi namazından
sonra kabristanı ziyarete çıktın. Bir mezar başında oturup okurken meçhul bir
kişi geldi sana; iki şey vasiyet etti. Bu vasiyetin birisini unutmadın,
biliyorsun, ama ikincisini unuttun. Unuttuğun şey bu mektup idi.
"Türkiye'den sana böyle bir mektup gelecek, unutma" demişti sana o
kişi. Ama sen bunu unuttun. Bu şahıs, Hızır A.S. idi." Çocuklar, bu olay
aynen olmuştur. Ben bunu o zaman bir kişiye söylemiştim. Bu vakanın o kişinin
ağzından Şeyh Muhammed Medeni'ye ulaştığını farz edebiliriz. Ancak bu
günlerde mezarlıkda rasladığım adamın bana iki şey vasiyet ettiğini ve
ikinciyi unuttuğumu düşünüyordum. Unuttuğumu da kimseye söylemedim. Bu büyük
bir keramet.
Ondan sonra bana
karşı davranışları değişti. O gece beni bırakmadılar. Ertesi gün Rus'lar gelip
beni hapse attılar. Tanıdığım bir mektep müdürü, kefil olup beni hapisten
çıkardı ve evine götürdü.
- İki gece bende
misafirsin. Şeyh Şerafeddin'i çok methediyorlar. Sen de O'nun yanından
gelmişsin. Onun için sana kefil oldum, dedi.
24. Mustafa
Kemal Paşa ile Mülakat
Yunan Bursa'ya
geldiğinde, bizimkiler de dağlarda çete harbi yapıyorlardı. Bir taraftan da
Anadolu'ya asker sevk ediliyordu. İşte bu sırada Mustafa Kemal Paşa tarafından
Hasan Bey isminde kalpaklı bir adam geldi ve bana:
- Mustafa Kemal,
sizden yardım istiyor. Beni gönderdi; Şeyh Efendi'ye söyle, dedi. Ben de bunu
Şeyh Şerafeddin Hz.'ne naklettim. Şeyh Efendi bana:
- Ali Usta! Sen
O'na söyle. İstanbul'dan düşmanı atıncaya kadar elimizden gelen gayreti
göstereceğiz ve düşmanı atacağız. Mustafa Kemal biraz kan döküp düşmanı
İstanbul'dan atacaktır. Biz de yardım edeceğiz, buyurdular. Ben de bunu Hasan
Bey'e söyledim.
Düşman her tarafa
yayılınca bizler de Geyve'ye geçmiş, oraya yerleşmiştik. Büyük Taarruz daha
başlamamıştı. O vakit Şeyh Efendi'yi Ankara'dan çağırdılar. Şeyh Efendi iki üç
gün sonra Ankara'dan döndüğünde O'na:
- Hazret ne için
çağırdılar, haberler nasıl? diye sordum. Şeyh Efendi bana:
- Ali Usta,
Mustafa Kemal bana "Nasıl muvaffak olacak mıyız?" diye sordu. Ben de,
"Evet, muvaffak olunacaktır. Az bir kan dökülüp İstanbul'u alacağız"
dedim. Sonra dedi ki: "Benim ömrüm ne kadardır, çok yaşayacak mıyım?"
Ben de "Padişahlara dokunmazsan, ömrünce yaşarsın. Onları atarsan seninki
de o kadardır," dedim." buyurdular.
25. “Din
Türkler Elinde Kalacak”
Yunan Harbi
sırasında, memleketin harb hali ve harbin sonu, İslamiyet'in durumu sohbet
konusuydu. Şeyh Efendi'ye:
-
Müslümanların ve memleketin sonu nee olacak, hazret? diye sordum. Şeyh
Şerafeddin Hz. bana, Hz. Ali R.A.'dan bir kıssa anlattı ve buyurdu ki:
- Bir gün,
Hz. Ali Kerremallahü Vecheeh Hazretleri'ne kendisi ile birlikte muharebe
edenlerden biri bu muharebe esnasında, "Böyle fitne içinde bu işin sonu ne
olacak?" diye sormuş. O da: "Din kıyamete kadar bakidir."
dedikten sonra bir müddet başını önüne eğmiş, öylece kalmış. Etrafındakiler
uyudu zannetmişler. Neden sonra Hz. Ali (R.A.) başını kaldırıp
"Niğme'l-Etrak, Niğme'l-Etrak" yani "Din Türkler elinde kalacak,
Türkler ile yücelecek ve kıyamete kadar baki kalacak", demiş.
Bununla Şeyh
Şerafeddin Hz.; harbin sonunun galibiyetimizle sona ereceğini müjdelemiş
oluyordu.
26.
Cemaleddin Gazikumuki K.S.
Şeyh Cemaleddin
Kumuki Hz., Dağıstan'daki Gazi Kumuk şehrindendir. Hz. Osman zamanında ashâb-ı
kiram buraya gelerek harbettikleri için bu şehre "Gazi" denilmiştir.
Orada bir çok ashâb-ı kiram'ın kabirleri vardır. Cemaleddin Kumuki Hz.'nin
ataları da o vakitler Medine-i Münevvere'den gelerek Kumuk'a yerleşen ve
Peygamber Efendimizin neslinden gelen kimselerdir. O zamanda Dağıstan'da
Hanlıklar vardı. Kumuk Hanı da zalim bir kimse idi. Cemaleddin Kumuki'yi
kendisine katip ve müftü yapmak istedi. O da "Zalim kimseye ne katip
olurum, ne de müftü" dedi. Bunun üzerine hapse attılar ve çok işkence
yaptılar. Cemaleddin Kumuki yine de vazifeyi kabul etmeyince. Han idam
edilmesini emretti. Sarayının balkonundan idam sahnesini seyrederken, gözüne ne
göründü ise, Han "Serbest bırakın O'nu" diye bağırarak düşüp bayıldı.
Cemaleddin Kumuki'yi serbest bıraktılar.
27. Eşlerin
Kıymetinin Büyüklüğü
Cemaleddin Kumuki
Hz.nin hanımı, eşinin kıymetini bilmez, O'na eziyet eder; O da sabredermiş.
Öleceği gün, eşine halini bildirmek için:
- Hanım, şu anda
filan yerde bir vapur batıyordu. Onun kurtulmasını Allah'ın izni ile sağladım.
Ben bu gün öleceğim. Sen yarın bir gazete al. Söylediklerimin doğruluğunu
anlarsın, demiş.
Cemaleddin
Kumuki'nin kızı ertesi gün gazeteyi alıyor. Hakikaten, batmakta olan bir
vapurun mucize kabilinden kurtulduğunu yazıyormuş. Bunu o kız ile görüşenler
anlattı. Bu Zat'ın kabri Karacaahmed mezarlığındadır.
Ruhu şad olsun.
28. Ateş -
Süt Kıssası
Bizim köyümüzün
ismi Arslantürk'tür. Biz, Sütakar kabilesiyiz. Hayvan ve süt bol olduğu için bu
ismi almış kabilemiz. Bir gün Cemaleddin Kumuki Hz., bizim köye geliyor. Komşu
köyden ziyaretine gelenler:
- Bizim köyde Ayşe
isminde bir kadın var. Çok salihadır. Senden ders istedi, demişler. Cemaleddin
Kumuki Hz. mangaldan almış bir ateş kağıda sarmış:
- Bunu verin ona.
O'nun dersi budur, demiş. Ayşe kadına ateşi götürdüklerinde:
- Anladım,
anladım. Siz de bu sütü O'na götürün, demiş. Cemaleddin Kumuki sütü içmiş:
- Elhamdülillah,
Han'ın yaptığı eziyetleri, verdiği kederleri giderdi bu süt. Bu geyik sütüdür.
Ben ona ateş gönderdim: "Şimdi tarikatı elde tutmak, bu ateşi elde tutmak
gibidir; güçtür", demek istedim. O da bana geyik sütü göndermiş: "Ben
onu tutamaz olsaydım bana bu geyikler gelip kendilerini sağdırır mıydı?"
demek istiyor.
Daha sonra
İstanbul'a gelen Cemaleddin-i Kumuki Hz.nin İstanbul' da bir çok müridânı
olmuş. Meşhur Üsküdar yangınında pencereden bakıyormuş. Demişler ki:
- Çık Efendi, eşya
kurtaralım.
- Benim evimde bir
metelik dahi haram para yok. Haram para olmayan ev yanmaz, demiş ve sipsivri
onun evi kalmış ortada.
29.
Ehlullah'da Tasarruf
Abdülkadir-i
Geylani zamanında Bağdat'ta şöyle bir olay cereyan etmiştir:
Bir mürid, şeyhine
giderek:
- Şeyhim, ben
Basra'ya ticarete gitmek istiyorum. Bir murakabe eder misiniz? Bu işte bir hayr
var mı? demiş. Şeyhi murakabeden sonra:
- Mukadderatında
Basra'ya ticarete gitmende bir çok mahsurlar gördük. Basra'ya ticarete gidersen
elindeki parayı kaybedeceksin, mali durumun bozulacak; ailen kötü yola düşecek.
Basra'ya gitme, demiş. Aynı mürid daha sonra Abdülkadir-i Geylani Hazretlerine
giderek diyor ki:
- Ya Üstaz!
Ticaret için Basra'ya gitme müssaadesi istedim. Şeyhim Basra'ya gitmemi
sakıncalı buldu. Siz ne dersiniz?
Abdülkadir-i
Geylani Hz.:
- Sen git,
ticaretini yap, demiş.
Bu söz üzerine
Basra'ya giden mürid orada bir gün umumi bir helada içinde para dolu olan
kemerini unutmuş. Çarşıda işlerini görürken kemerinin yokluğunu farketmiş.
Dönüp helaya gittiğinde kemerini bıraktığı yerde bulmuş. Böyle umumi bir yerde
kemerini kimsenin almamış olmasına şaşmış. Aynı adam bir akşam rüyasında eşini
yabancı bir erkekle zina halinde görmüş. Bu rüyanın çok tesiri altında kalmış.
Günlerce ibadetinin ve yediğinin, içtiğinin tadını kaybetmiş. İşini tamamlayıp
kârlı bir şekilde memleketine döndüğünde Şeyh'ine giderek:
- Dedikleriniz
çıkmadı. Ticaretimi güzelce yaptım, geldim. Ailemde de bir kötülük yok, demiş.
Bunun üzerine Şeyh'i:
- Sen benimle
konuştuktan sonra kime gittinn? diye sormuş. Mürid:
- Abdülkadir-i
Geylani'ye gittim. Şeyhi:
- Biz
mukadderatı görürüz; fakat onu ddeğiştirenleyiz. Biz tasarruf ehli değiliz.
Abdülkadir-i Geylani ise tasarruf ehlidir. Mukadderatı değiştirir. Paranı kısa
bir süre için kaybetmen, o elim hadiseyi rüyada atlatman, Abdülkadir-i
Geylani'nin tasarrufu ile mukadderatının değiştirilmesi sayesinde olmuştur.
Şeyh
Servet Kimdir?
Değerli
alimlerimizden Büyük Millet Meclisi Birinci Devre Bursa Mebusu rahmetli Servet
Akdağ gençliğinde Mevlana Celaleddin-i Rumi'ye intisab ederek O'nun
ruhaniyetinden feyz almaya çalışmış ise de, rüyasında kendisinin O'nun mürşidi
olmadığı, Bursa 'da Dağıstan muhacirlerinin kurdukları köydeki Şeyh Şerafeddin
Dağıstanlı tarafından irşad olunacağı bildirilmiştir. Ne bu köyü, ne de orada
böyle bir kimsenin bulunduğunu bilmediği halde, yaptığı arama neticesinde
riiyasının doğru olduğunu görmüş ve bu Zat'a intisab etmiştir. Ancak şeyh
intisabını kabul etmeden evvel mürşidine tam itimatla bağlanabilmesini temin
için hakkında gerekli incelemeleri yapması ve bu hususta vaki olacak görüntüleri
ve hasıl olacak kanaati kendisine bildirmesi için bir zaman vermiştir. Bu
sırada Servet Akdağ rüyasında Hazret-i Muhammedi (s.a.v.) ve O'nun arkasında
Şeyh Şerafeddin Dağıstani'yi görmüş ve Peygamberimiz Şeyh'e işaretle mürşidinin
bu Zat olduğunu ve kendisine intisab eylemesi gerektiğini bildirmiştir.
Ertesi gün, bu
haberi vermek üzere Şeyh'i ziyarete giden Servet Akdağ'ı Şeyh, gülerek
karşılamış "Anlat bakalım gördüğün rüyayı" deyince arkadaşınız,
mürşidinin rüyadan tamamiyle haberdar olduğunu anlamış ve riiyam sizce de malum
bulunduğuna göre buyurun siz anlatınız" diyerek rüyayı mürşidinin ağzından
dinlemiş ve her ikisinin de bu rüyayı ayni zamanda birlikte gördüklerini
hayretle öğrenmiştir.
Not: Bu yazı Sinan
Onbulak "Ruhi Olaylar ve Ölümden Sonrası" 1975 yılı basılan eserinden
alınmıştır.
30. Üstaz
İle Şeyh Servet
Ben Bursa'da iken
Şeyh Servet Bursa'dan Arabistan'a gitti. Şeyh Efendi'ye gittim.
- Şeyhim, Servet
Efendi Arabistan'a gitmiş diye işittim, dedim.
- Evet, giderken
bana geldi. "Şeyhim ben seni anlayamadım, tanıyamadım" dedi.
"Sen beni anlayamazsın. Nasıl beş yaşındaki çocuk seni anlayamazsa, sen de
beni anlayamazsın", dedim, ona. "Ama ben seni biliyorum. Beş
yaşındaki bir çocuğun makamında bir adamsın", dedim. Böyle, benden
vazgeçerek gitti Arabistan'a, dedi.
Şeyh Servet, Şeyh
Efendi'nin vefatından (1936) sonra Arabistan' dan döndü ve Bursa'ya bana
misafir geldi.
- Ne gördün
Arabistan'da, anlatır mısın? dedim.
- Ben Şeyh
Efendi'den vazgeçip gittim. Şu kalbimin esrarını önüme döküp açacak bir adam
aradım. Mekke-i Mükerreme'de aradım, bulamadım. Medine-i Münevvere'de aradım,
bulamadım. Hind ile Yemen arasında aradım, bulamadım. Nihayet Mısır'a geldim.
Mısır'da meczublar var. O meczublardan bir şey alabilir miyim diye çalışırken
bir şey alamadım. Kaldığım otele gelirken "Ya Rabbi, Mekke'yi, Medine'yi
gezdim; Hindistan'ı, Yemen'i gezdim. Hiç bir yerde şu kalbimin esrarını döküp
de anlatacak bir adam bulamadım", diye ağladım. O sırada arabada yatan bir
fakir adam arabaya dayadı ellerini, kalktı: "Bana bak, bütün evliyaların
nuru ve Zeynü'l-evliya, bütün evliyaların güzeli Zeynel Abidin'i Bursa'da
bıraktın. Şimdi burada adam mı arıyorsun?" dedi, bana. Adamı daha fazla
konuşturmak istedim; "Bana emir bu kadar", deyip konuşmadı.
Şeyh Servet, Şeyh
Şerafeddin Hz.nin nüfustaki isminin Zeynel Abidin olduğunu bilmiyormuş. Ancak
Şeyh Efendi'nin oğlu Selahaddin Bey biliyordu. Şeyh Servet de gidip Zeynel
Abidin isminin Şeyh Efendi'nin esas adı olduğunu öğrenince kaçırdığı fırsat
için çok üzüldü.
31. Ahmed
Suguri K.S.
Ebu Ahmed Suguri
Hazretleri, Şeyh Şamil ile birlikte Rus'lara karşı savaştığı için Rus'lar O'nu
vatanından ayırıp sürgün ettiler. Sürgüne gönderilirken kalabalık halk
arasında atlar birden duruyor. Arabacı atları dövüyor. Fakat atlar kımıldamıyor.
Ahmed Suguri Hz., arabacıya:
- Bana bak
arabacı, dövme atları. Onları ben durdurdum. Ne yapsan gitmez onlar. Ben birisi
ile görüşeceğim. Ondan sonra gidersin, diyor.
Halk arabanın
etrafına toplaşıyor. Ahmed Suguri Hz., halkın arasından çok süslü, renkli Rus
jandarması üniforması giymiş bir genci yanını çağırıyor ve kimin oğlu olduğunu
soruyor. Aslında müslüman olan genç, babasının ismini söyleyince:
- Ah benim iyi
arkadaşımın kötü oğlu! Bulamadın mı Allah yolunda gidenlerin yanında bir
kısmet? Bir dilim ekmek için, gidip bu dini batıl kimselere hizmet ediyorsun,
diyor.
- Efendim, bu
sırmalara, elbiselere heveslendim.
- Bırak o hevesi.
Şimdi ben sana nasihat etsem dinler misin?
- Dinlerim
efendim.
>
- Elbette
dinleyeceksin. Vahşi hayvanlar daahi bizim nasihatımızı tutar.
Az evvel atları
nasıl durdurduğunu gören genç ve etrafındakiler bu Zat'ın hayvanlar üzerinde de
tasarrufu olduğunu teslim ediyor ve nasihatini dinlemek için kulaklarını
açıyorlar.
- Oğlum, zahirde
halktan ayrılma. Kendinde bir büyüklük görüp gurur duyma. Batında da Hakk'tan
ayrılma. (Kabristanı işaret ederek) Şu kabristanı görüyor musun? Orada
yatacağını da hatırından çıkarma. Zira onu unutanlar büyük hatalar işler.
Bu nasihat, hepimize
yeter; eğer yapabilirsek. Allah cümlemizi zahirde halkla, batında Hakk'la olan
salih kullarından etsin.
32. Küçük
Hüseyin Efendi K.S.
Bazı hocalar Küçük
Hüseyin Efendi'yi padişaha şikayet etmişler. Demişler ki:
- Bir takım
cahilleri arkasına takmış. Bu Küçük Hüseyin bir emrederse o cahillere, seni de
tahtından indirirler. Bunun terbiyesinin verilmesi lazım.
Padişah (ya Sultan
Hamid ya da Reşad pek kesin bilmiyorum) demiş ki:
- Madem ki hem
"Ben batın, maneviyat eehliyim" diyor hem de böyle yanlış yolda
gidiyor; sizleri bir araya getirelim. Manevi ve batıni bir adam olmadığını
isbat edin. Ben de o vakit onu cezalandırırım.
Çağırmışlar Küçük
Hüseyin'i. O da Hasan isminde bir mürid almış yanına gitmiş. Müridine "Sen
burada, kapıda bekle ben çıkıncaya kadar" demiş ve toplantıya katılmış.
Hocalar:
- Biz, Lailahe
İllallah'ın zahiri manasını biliyoruz: "Allah'dan başka Allah
yoktur." Bunun batınî manasını da sen ver. Ehl-i Batın'dan olduğunu
isbatla.
Küçük Hüseyin
Efendi:
- Bu çok küçük şey
demiş. Bizim arkamıza takılan cahillerden bir Hasan var. Dışarıda bekliyor. O
Hasan'ı çağırın. O da verir bunun batınî manasını, demiş.
Hasan'ı
çağırmışlar. Küçük Hüseyin Efendi;
- Hasan! Bunlar
"Lailahe İllallah "in zahiri manasını biliyorlar; batınî manasını da
bizden istiyorlar. Sen ver bunun manasını.
Hasan:
- Şeyhim, bunlar
korkmazlar mı acaba? İçlerinde korkacak varsa dışarı çıksın, demiş.
- Korkmayız,
korkacak ne var ki? demişler. Bunun üzerine Hasan bir "Lailahe",
demiş, durmuş: Bütün kainat yok olmuş. Kendileri de bir tehlikeli mevkide
sallanıyormuş. Çok fena korkmuşlar. "İllallah" demiş, her şey yerli
yerine gelmiş. "Zaten Allah'tan başka bir şey yok. Herşey yoktan var
olmuştur." demiş. "İkinci mana daha korkunçtur. Korkan varsa dışarı
çıksın" diye ilave etmiş. Hocalarda "Bu kadarı bize yetti"
demişler.
33. Hacı
Ahmed Efendi ve Müridleri
Bir gün Hacı Ahmed
Efendi'nin(*) müridlerinden Hacı Akif, Hacı Kamil, Hacı Mecîd ve sair ihvanları
bir arada sohbet ederlerken gördüm. Yanlarına gittim. Sohbet arasında dil afâtı
yapıyorlardı. Hallerini beğenmeyerek bir müddet onlardan uzak kaldım. Bir gün
rüyamda gayet berrak akan bir nehir gördüm. Kendi kendime bu nehrin kaynağını
görmeye azmettim ve nehrin ters istikametinde yürümeye başladım. Birden karşıma
Şeyhim Şerafeddin Hz. çıktı. Bana:
- Nereye
gidiyorsun Ali Efendi? dedi. Ben de:
- Bu nehrin
kaynağını bulmaya gidiyorum, deedim. Bana:
- Sen bu gidişle
bulamazsın. Karşıya bak, dedi. Baktım; karşı taraftan Hacı Ahmed Efendi'nin
müridleri geliyorlar.
Şeyh Şerafeddin
Hz. bana:
- Bunlara takıl,
beraber gidersen, bulursun. Tek başına bulamazsın, buyurdular. Ben de bundan
sonra Hacı Ahmet Efendi'nin müridânını hoş gördüm.
(Hacı Ahmed
Sevsevil Efendi, Camii Kebir'de (Ulu Cami) uzun süre imamlık yapmış. Şeyh Şerafeddin
Hz.nin yetiştirdiği mürşidlerdendir. Kabri, Karacaahmed Kabristanı'nda
Cemaleddin Kumuki Hz.nin yanındadır.)
34. Şeyh
Muhammed Necati Hazretleri Anlatıyor
Şeyh Şerafeddin
Hz.nin Reşadiye (Güney) Köyü'nden Bursa'ya geldiğini işittim. Ben de Yenişehir'de
idim. Şeyhimi görürüm diye Bursa'ya geldim. Karşılaştığımızda Şeyh Efendi bana:
- Muhammed
Zahidil-Anadolu'nun selamı var, dedi. Ben:
- Ve aleyküm
selam, dedim. Ertesi günü Şeyhh Hazretleri yine
bana:
- Muhammed
Zahidil-Anadolu'nun selamı var, buyurdular. Ben de
- Ve
aleykümüsselam, dedim. Ama içime bir ssual geldi. Kendi kendime: "Muhammed
Zahidil-Anadolu dün selam gönderdi; ben burada idim. Bugün yine selam gönderdi;
ben yine buradayım, o halde niçin kendisi gelip selam vermiyor? diye düşündüm.
Üçüncü gün Şeyh Efendi yine bana;
- Muhammed
Zahidil-Anadolu'nun sana selamı var, deyince dayanamadım ve:
- Şeyhim! Sen
buradasın, ben de buradayım. O'nun da burada olması lazım. Doğrudan doğruya
niye kendisi bana selam vermiyor da sizinle selam gönderiyor? dedim. Şeyh
Efendi:
- O sana geldi.
Sen onu tanımadın, deyince ben:
- Ne zaman, nerede
geldi? dedim, Şeyh Efendi:
- Sen İstanbul'dan
vapurla geliyordun. O senin yanına geldi. Sen vapurda denize bakarak tütün
içiyordun. O tütünü elinden alıp denize attı ve "Sana bu tütün yakışmaz,
sana bu yakışır" diye küçük bir koku verdi. İşte o, Muhammed
Zahidil-Anadolu idi. İkinci defa O sana yine geldi. Senden ihvanlardan
filancayı sordu. O'nun hakkında sana "O kimse ölümden korkar mı?"
dedi. Sen de "Korkmaz" dedin. Bu O'nun sırrı idi ve sana o adam
için "O'na söyle O'nun seksen gün ömrü kaldı" dedi. Sen bunu O
kimseye tebliğ ettin. O da seksen gün saydı, sekseninci gün vefat etti,
buyurdular.
Ben o günden sonra
tütünü terk ettim. Böylece de Muhammed Zahidil-Anadolu'nun kim olduğunu anlamış
oldum.
35.
Muhammed Necati Hazretleri ve Müridleri
Bir gün Hacı
Muhammed Simavi Hazretlerinin(*) müridlerinin sohbetinde bulundum ve onlara bir
sebepten kırıldım. Bir süre onlardan uzaklaştım. Bir gün rüyamda görüyorum ki
Şeyhim Şerafeddin Hz. önümde hızlı hızlı giderek bir tepeyi çıkıyor. Ben de
arkasından koşuyorum. Şeyh Efendi tepeye çıktı ve oturdu. Ben de karşısına
gelmiştim ki bana:
- Arkamdan ne
koşuyorsun, geriye bak bakalım, dedi. Arkama baktım: Bütün insanlar kimisi
boğazına, kimisi beline, kimisi bacaklarına kadar suda boğuluyorlar. Kurtulmaya
çalışıyorlar, kurtulamıyorlar, çabalayıp duruyorlar. Bir taraftan da yeşil bir
nur görünüyor. Şerafeddin Hz. bana o nuru.göstererek (Muhammed Necati Hazretlerine
o havalide Yeşil Hoca derlerdi):
- Bak bakalım şu tarafa, dedi. Baktım. Mehmed Necati Efendi
Hazretlerinin müridlerinin hepsi o yeşil nur altında muhafaza olunuyorlar.
İnsanların içinde boğuldukları deniz de "Gaflet denizi" imiş. Şeyhim
bana bu denizi göstererek:
- Şunlara da bak,
dedi. Ben de hem baktım ve hem de:
- Şeyhim! Böyle
şeylere, nura ve denizdekilere kıymet vermem ki, dedim. Oda:
- Vermediğin için
mahrumsun ya, dedi. Bu rüyadan sonra artık Şeyh Muhammed Necati Hz.nin
müridlerini de beğenmemezlik etmedim.
(Mehmed Necati
Hazretleri, Şeyh Şerafeddin Hz.nin vazife verdiği mürşidlerdendir. Kabr-i
şerifleri Bursa, Yenişehir, Terziler Köyündedir.)
36. “Nefsle
Mücadele Son Nefese Kadardır”
Müridlerden bir
kaçı Şeyh Şerafeddin Hz.ne;
- Bu gece nasıl
sabahladınız, efendim? demişler. Şeyh Efendi:
- Zalim elinde
sabah ettim, diye cevap vermiş.
Müridler, Şeyh
Efendinin zalim bir şahsın elinde sabahladığını sanmışlar ve tereddüde
düşmüşler. Şeyh Şerafeddin Hz. buyurmuş:
- Yanlış
anlamayın. Zalim nefsimin elinde sabahladım. Müridler:
- Şeyhim, sizde de
hala nefs var mı? deyince Şeyh Şerafeddin Hz. buyurmuş:
- Bir kimse
mücahede ile Cenabı Hakk (c.c.)'a ne kadar yaklaşsa, onun düşmanı da öyle
ve o derece kuvvetli karşısına çıkar. Bu düşman son imtihanı bitmedikçe ve
ölüme yedi nefes kalıncaya kadar, onu bırakmaz. Nefs, dünya, şeytan, heva onun
karşısındadır. İşte ben de böyle bir zalimin karşısında sabahladım
37. Gadab-ı Nefsani
Bilcümle
tarikatların meşayih ve mürşid-i kirâmı ittifak buyurmuşlardır ki,
tarikata talip olan ve hidayet yoluna girmek isteyen bir kimsenin, tarikatın
hakikati ve halaveti îie esrarını bilmesi ve mürşid-i kamilin yüce sözlerini
anlaması için kalbinde ahlak-ı zemimenin (kötü ahlakın) asârından bir nokta
kadar dahi kalmamış olması gerekir. Ahlâkını güzelleştirmeden tarikatın esrar
ve hakikatından haberdar olamaz ve mürşidin kelamını anlayamaz. Bunu
başaramamış bir kimsenin üzerine gelen haller ise evham ve hayalden ibaret olup
hakikat ile alakası yoktur.
Asrımızın Ekâbir
Ricalullahı'ndan Mevlana Eşşeyh Emanullahil-Haydari K.S., Receb-i Şerif'in
yirmi yedinci gecesinde bilcümle mürşid-i kiramı, erbainde olan yediyüz kadar
ittiba ve müridanı ile birlikte davet buyurdu. Şeyh Emanullah Hz.dedi ki:
- Ya ihvan, ya
cemaatil-mürşidin! Hidayet ve mücahedeye talip olan bir kimse için hangi kötü
ahlak, en büyük bela ve engeldir?
Bütün mürşidi
kiram hazerâtı, bunun "gadab-ı nefsani" olduğunu beyan buyurdular.
Gadab-ı nefsani
demek, nefsin izzetine dokunan söz ve yahut bir iş karşısında hiddetlenmek
demektir. Bir de "gadab-ı ilahi" vardır. Bu da, Allah-ü Azimüşşan'ın
emir buyurduğu bir hüküme, yahut mürselin-i kirama ve mukaddesat-ı ilahiyeye
karşı tecavüz eden, kötü söz söyleyen bir kimseye karşı duyulan gadabdır. Bu iki gadab arasında büyük bir fark
vardır. Gadab-ı ilahi, mahzurlu ve yasak değildir. Fakat farkına varmadan Allah
için hiddetleniyorum derken nefsin hilesi karışırsa o zaman mahzurlu olur.
Bir misal olmak
üzere İmam-ı Ali Kerramallahü Veche'nin bir macerasını hatırlatmak istiyoruz.
İmam-ı Ali (R.A..), bir gün küffar ve müşrikten meşhur bir pehlivan ile cenk
ederken Hz. Ali onu yere düşürdü. Bir hamle ile işini bitirmek üzere iken
kafir, Hz. Ali'nin yüzüne tükürdü. Bu hal, Hz. Ali'nin izzet-i nefsine dokundu
ve derhal onu bıraktı. Sonra sahabe-i kiramdan birisi:
- Ya İmam!
Hasmınız kafirlerin en kahraman pehlivanı idi. Fırsat bulduğun halde neden onu
katletmedin? diye sordu.
Hz. Ali cevaben:
- Kafir bana hile
yaptı. Yere düşürdüğüm zaman yüzüme tükürdü. O zaman izzet-i nefsime dokundu.
Eğer öldürmüş olsaydım gadab-ı nefsaninin eseri karışacak idi. Nefsanî gadap
için bir canın katli caiz değildir. Şimdiye kadar ne kadar kafir öldürdü isem
hepsini müslümanlığı yükseltmek, yaymak ve gadab-ı ilahi için tepeledim, diye
buyurdu.
Gadab-ı nefsaninin
ne kadar muzır bir ahlak olduğu buradan anlaşılıyor. Gadab-ı nefsani, şehvetten
başka her türlü kötü ahlakın temelinde yatar. Gadab-ı nefsaninin zararlarından
biri de iman nurunu söndürüp mahvetmesidir. Rüzgarlı bir gecede lambanın söndüğü
gibi iman nurunu söndürür ve mahveder. Gadab-ı nefsani, bütün kötü ahlakların
başıdır.
Resul-ü Ekrem
(s.a.v.) bütün insanların en halim, rahim ve müşfiği olduğu halde. Cenab-ı Hakk
ona Al-i İmran suresi ayet 159'da; "Allah'ın rahmetinden dolayı, ey Muhammed,
sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalbli olsaydın, şüphesiz
etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onlara mağfiret dile, iş hakkında
onlara danış, fakat karar verdin mi Allah'a güven, doğrusu Allah güvenenleri
sever", buyurmuştur. Bundan anlaşılıyor ki, insanın şeref, fazilet ve
keramâtı, gadab-ı nefsani yüzünden noksan olur. Gadab-ı nefsani, insanın İslam
dininin eserlerinden dahi mahrum kalmasına sebep olur. Bu nedenle, bu kötü
ahlaktan kurtulabilmek için her türlü sebebe başvurmak ve mücahede etmek
lazımdır.
Yukarıda
bahsettiğimiz olayda. Şeyh Emanullah Hz.nin maksadı da kendisine tabi olanlara
gadab-ı nefsaninin şer ve zararlarını; baştan onu mahvetmedikçe selamet
bulamayacaklarını anlatmak idi. Gadab-ı nefsaniyi bırakıp diğer kötü
huylarından kurtulmak için çalışan bir kimse, silahsız harb edene benzer.
Evvela onu yok etmedikçe gayretleri faide vermez. Bu kötü ahlaktan ve diğer
bütün kötü huylardan kurtulmanın tek çaresi, tarikatın usul ve metodlarına göre
mücahede etmektir. Halvet, uzlet, riyazât ve erbaini şerif gibi bir müridin
terbiyesine ve ihyasına medar olan ne kadar sebep ve yol var ise, mürşid-i
kamilin emir ve tedbiri üzerinde o yollarda, zulmani perdeler kaybolup kalp
gözü açılıncaya kadar çalışmak lazımdır.
Mürşidin yed-i
emanetinde olan müridin nasibi tekmil olunca, sütten kesilmiş bir yavru nasıl
ki her çeşit yiyecekten gıda almaya başlarsa, mürid de ruhani gıda olan füyûzat
ve rahmetleri anlamaya ve celbe başlar. Arzu ettiği ruhlar ve berzah ehli ile
dahi içtima hasıl olur, konuşur. "Hakikat nedir?", "evham
nedir?", "hayal nedir?" anlar. Hakk tarafından gelen iyilikler,
manevi gelirler ve ihsanların kaynaklarını idrak eder. Hiç bir meselede önünde
perde kalmaz. Eşyanın hakâyıkını hakkıyla anlar. Bütün azaları ve kalbi ile
beraber beş duygusu da zakir olur. Enbiya Suresindeki "Ey
Muhammed, Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz adamlar gönderdik.
Bilmiyorsanız öğüt veren kitabı tanıyanlara sorunuz." (21/7) ayet-i
kerimesinin sırrına da mazhar olur ve insan-ı kamil olur. İşte tarikatın sırrı
ve tarikatın beşer için temin edeceği saadet budur.
Eğer kalb, kötü
ahlâkın yuvası iken, bir şahıs, yüzyirmidört bin enbiya ve mürselin-i kiramın
ameline muvaffak olsa, o amelden o kimseye bir faide yoktur. Zira o amel,
yirmidört saat zarfında nefs ve şeytanın emrine uyduğu takdirde, dost ve
düşmanın malı olur; kendisine bir şey kalmaz.
Cenab-ı Hakk,
cümlemize vusûl-i hakiki nasip buyursun.
Amin.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar