Print Friendly and PDF

İNGİLİZ ORDUSUNDAN ŞOK EDEN IRA İTİRAFI

Bunlarada Bakarsınız



LONDRA - DHA
23 Kasım 2013, Cumartesi
İngiliz ordusunun, 1970’li yıllarda Askeri Tepki Kuvveti (MRF) adlı gizli bir birim kurarak İrlanda’nın başkenti Belfast’ta IRA üyesi olduğundan şüphelenilen herkesi öldürdüğü ilk kez resmen kabul edildi.
BBC Televizyonu’nda yayınlanan Panorama programında İngiliz ordusunun 1970’li yıllarda IRA militanlarına karşı yürüttüğü insan avı ele alındı. ‘İngiltere’nin Gizli Terör Kuvveti’ başlıklı bölümde, söz konusu birimde görev yapan ve birçok silahsız sivilin ölümüne karışan eski MRF askerlerinin ifadelerine yer verildi. Bu askerler, 1970’li yıllarda İrlanda’nın başkenti Belfast’ın sokaklarında 365 gün boyunca 24 saat dolaşarak IRA şüphelilerini öldürdüklerini ve bunlardan birçoğunun silahsız siviller olduğunu itiraf etti. Bazı askerler, işledikleri cinayetlerden pişman olmadıklarını belirterek, öldürdükleri kişilerin “acımasız bebek katilleri” olduğunu iddia etti. BBC’ye göre MRF 1973 yılında dağıtıldı, ancak faaliyet gösterdiği süre içinde onlarca silahsız sivili IRA üyesi oldukları şüphesiyle infaz etti. Panorama programındaki itirafların, Kuzey İrlanda Başsavcılığı’nın faili meçhul cinayetlerin şüphelileri için ‘genel af’ teklif etmesinin hemen ardından yapılması dikkat çekti.

12 yıl süren soruşturma İngiliz askerlerinin öldürdüğü 14 göstericinin masumiyetini ortaya çıkardı. Şimdi sebepsiz yere ateş açan askerlerin yargılanması gündemde. Kuzey İrlanda'da barış tarafların görüşmesiyle ve uzun bir sürecin sonunda gelmişti.
Formun Altı
Formun Üstü
Formun Altı
Başbakan David Cameron, 1972'de ordunun Kuzey İrlanda'da gerçekleştirdiği "Kanlı Pazar" katliamı için Britanya devleti adına resmen özür diledi.
Yakınlarının resimleriyle olayın gerçekleştiği meydanda toplanan aileler ve onlara destek veren binlerce insan açıklamayı memnuniyetle karşıladı.
38 yıl önce Derry'de düzenlenen eylemde Britanyalı askerler göstericilerin üzerine ateş açmış, 13 kişi ölmüş, yaralılardan biri de daha sonra yaşamını yitirmişti.
Olayla ilgili Lord Saville tarafından hazırlanan rapor dün açıklandı. Ordunun başında bulunan General Sör David Richards da başbakanın özrüne tam olarak katıldığını söyledi.
Katliamın hemen ardından yürütülen soruşturmada askerler aklanmıştı. 1998'de dönemin başbakanı Tony Blair yeni bir soruşturma açılmasını istedi. 12 yıl süren ve binlerce görgü tanığının ifadesine dayanan 5 bin sayfalık raporda, askerlerin ateş açmadan önce uyarıda bulunmadığı belirtildi.
Askerlerin herhangi bir saldırı altında olmadığı, ölenlerin hiçbirinin askerler için tehdit teşkil etmediği vurgulandı. Ölenlerin bazıları kaçmaya çalışırken vurulmuştu. Birçok asker ifadelerinde yalan söyledi.
Katliamın gerçekleştiği dönemde Derry'de İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu (IRA) ve Britanya askerleri arasındaki çatışmalar yoğunlaşmıştı. Ağustos 1971'de Kuzey İrlanda hükümeti "terör şüphelilerinin yargılanmadan gözaltında tutulabilmesine karar verdi ve gösteri yürüyüşlerini yasakladı.
Ocak 1972'de hak savunucuları yasağı delmeye karar verdi. Olay günü askerler yürüyüşün liderlerini tutuklamayı düşünmüşlerdi. Fakat Albay Wilford, emirlere uymayarak barışçıl göstericilerle isyancılar ayrılmadan duruma müdahale etti. Askerler "meşru bir sebep olmaksızın ateş açtı". Olay 2002'de "Bloody Sunday" adıyla filme de çekildi.
Katliam, IRA saflarına katılımın yoğunlaşmasına ve çatışmanın yükselmesine neden oldu. Kökleri 17. yüzyılda İngiliz ve İskoçların bölgeye yerleşmelerine dayanan çatışma 1922'de İrlanda'nın bağımsızlığını kazanmasıyla yeni bir hal aldı. Kuzey İrlanda İngiltere'ye bağlı kalırken cumhuriyetçi Katoliklerin bağımsızlık ve ayrılık talepleriyle uzun sürecek bir şiddet dönemine girildi. 3 bin 600'den fazla insan öldü.
1980'lerden itibaren cumhuriyetçiler siyasi mücadeleyi silahlı mücadeleyle birlikte yürütmeye başladı. 1997'de başbakan Tony Blair, IRA'nın siyasi kanadı Sinn Fein lideri Gery Adams'la görüştü.
Nisan 1998'de, IRA'nın silah bırakması karşılığında IRA mahkumlarının serbest bırakılması, İngiliz kuvvetlerinin geri çekilmesi, Kuzey İrlanda'da kendi parlamentosuyla yerinden yönetim hakkı ve İrlanda'nın birliği için referandum hükümlerini içeren "Paskalya Antlaşması" ABD'nin arabuluculuğuyla imzalandı.
"Bağımsız Uluslararası Gözlem Komisyonu" denetiminde IRA bütünüyle silahsızlandırıldı. Eski düşmanlar, Protestan Demokratik Birlik Partisi ve Sinn Fein, 2007'de koalisyon hükümeti kurdular. Aynı yıl İngiltere Kuzey İrlanda'daki bütün askeri operasyonları bitirdiğini ilan etti. (EÜ/EÖ)
* Bu haberde BBC ve Guardian'dan yararlandık.

3 Aralık 1944'te, Yunanistan'ın Sintagma Meydanı'nda, silahsız insanların üzerine ateş açıldı. Bu ateşi Naziler değil, Yunan partizanların "müttefiki" İngiltere açmıştı.
Atina, 3 Aralık 1944.
Çeviren: Can Önen
Çarşamba, 03 Aralık 2014 13:08
soL'un notu: 20. Yüzyıl'da Yunanistan tarihi Anadolu'yu işgal, faşist darbeler, Alman işgali, anti-faşist direniş ve iç savaşla geçti. Bu tarihin en önemli dönemeci, faşist işgale karşı komünistlerin önderliğindeki silahlı direniş ve daha sonra yaşanan iç savaştır. Nazilere karşı direnişte komünistlerle istenmeyen bir ittifaka imza atan İngiltere, 1944 yılında, partizanların güçlenerek iktidar adayı olması nedeniyle, Soğuk Savaş'ı kanlı bir şekilde başlatmıştı. The Guardian'dan Ed Vulliamy ve Helena Smith'in 30 Kasım'da yayımlanan bu makalesini, kısaltarak soL okurlarıyla paylaşıyoruz. Faşizme karşı savaşta ülkesini ve halkını savunan Yunan komünistlere saygıyla...
“Halen gözlerimin önünde, unutmadım,” diyor Titos Patrikios. “Atina polisi Sintagma meydanındaki parlamento binası çatısından meydandaki kalabalığa ateş ediyor. Genç kadın ve erkekler kan gölünde yatıyorlar, herkes panik içinde merdivenlere yığılıyor.”
Ve o an geliyor. Gençlikten gelen ataklık ve adalete olan inancın tutkusuyla. “Meydanın ortasındaki fıskiyenin üzerinden atlıyorum, halen orada olan fıskiyenin üzerinden, ve sesim yükseliyor: Yoldaşlar, dağılmayın! Zafer bizim olacak! Alanı terk etmeyin. Zamanı geldi. Biz kazanacağız!”
“Kazanacağımızdan adım gibi emindim,” diyor. Ancak o gün için söz konusu olan bir zafer değildi. O gün olanlar, Adolf Hitler’in Riech’ından yalnızca altı hafta önce kurtulmuş olan bir ülkenin iç savaşa sürüklenişinin işaretiydi.
Şimdi bile, 86 yaşındaki Patrikios bu yaşa erişebildiğine şaşırıyor. Şair, 3 Aralık 1944 sabahı Yunan siyasi yaşantısının merkezi niteliğindeki meydanda olanları tüm ayrıntılarıyla hatırlıyor.
O gün, tam 70 yıl önce, İngiliz ordusu halen Almanya ile savaştayken, 3 yıldır İngilizlerle müttefik halinde olan Partizanları desteklemek için gösteri yapan sivil kalabalığın üzerine, Nazi sempatizanlarıyla ateş açtı.
Kalabalığın elinde Yunan, Amerikan, İngiliz ve Sovyet bayrakları vardı ve “Yaşasın Churchill, yaşasın Roosvelt, yaşasın Stalin” diye bağırıyorlardı.
Çoğunluğu çocuklardan oluşan 28 sivil bu olayda öldü ve yüzlercesi de yaralandı. Patrikios, “bu sefer de diğer gösterilerimiz gibi olacağını düşünüyorduk, kimse bize kan kusturulmasını beklemiyordu,” diyor.
İngiltere’nin bu olaydaki mantığı vahşi ve hainceydi. Başbakan Churchill, savaş boyunca arkasında durduğu Komünist Parti’nin (Ulusal Kurtuluş Cephesi, EAM) direnişteki etkisinin hesaplananın ötesinde arttığını düşünüyordu. Öyle ki, Yunan kralını yeniden tahtına döndürme ve komünizmi iktidardan uzak tutma planını suya düşürecek kadar. Bu nedenle eski müttefikine karşı Hitler destekçilerine arka çıkmak üzere taraf değiştirdi.
O gün 16 yaşındaki Patrikios’un dışında meydanda daha sonra solun kalıcı isimleri haline gelecek başka tanıdık simalar da vardı. Modern Yunan tarihinin sembol isimlerinden ünlü besteci Mikis Theodorakis, o gün meydanda düşenlerin kanıyla lekelenmiş Yunan bayrağını elinde tutuyordu. Tıpkı Patrikios gibi o da, direniş hareketinin parçasıydı. Olayın hemen ardından Yunancada Dekemvriana olarak anılan Atina Savaşı patlak verdi. Bu kez savaş İngiliz destekli Nazi destekçileriyle partizanlar arasında yaşanacaktı. “Yıkımın kokusunu halen alabiliyorum,” diyor Patrikios. “Uçaklardan yağan bombalar her şeyi hedef alıyordu. Bugün hala savaş filmlerinde duyduğum uçak sesinden irkilirim.”
İngiltere’nin o tarihlerdeki ihanetinin lanetli gölgesi Yunanistan’ın peşini bırakmadı. O gölgeyi, 2008’de bir öğrencinin faşist bir polis tarafından katledilmesinin ardından patlak veren olayların üzerinde görmek mümkündür örneğin.
Bu olayları en iyi inceleyen tarihçilerden André Gerolymatos, “1944 Aralığındaki ayaklanma ve 1946-49 periyodunda yaşanan iç savaş günümüzde yaşananları büyük ölçüde etkilemiştir,” diyor. “Fransa veya İtalya’da Nazilere karşı savaşanlar hangi ideolojiden olurlarsa olsunlar savaşın ardından hak ettikleri saygıyı gördüler. Yunanistan’da ise durum farklı gelişti. Nazilerle savaşta başı çekenler, bir sonraki dönemde, İngiltere’nin emriyle hareket eden Nazi işbirlikçileriyle kendilerini savaşırken veya tutsak edilip işkence görürken buldular. Bugün Yunanistan’da yaşananlarda, o gün işlenen suçlarla hesaplaşılamamış olmasının payı vardır.”
Savaştan önce Yunanistan, amblemi faşizmin sembolüyle kraliyet tacının karışımı olan kralcı bir diktatörlük olarak yönetiliyordu. Diktatör General Ioannis Metaksas, Alman İmparatorluğu’nda askeri eğitim görmüş bir subaydı. Yunan Kralı, Edinburg Dükü Prens Philip’in amcası İkinci George ise İngiltere’ye bağlıydı. Yunan solu ise o sıralarda ülkeye gelen politik mültecilerden, Küçük Asyalı liberal aydınlardan ve Atina işçi sınıfından fazlasıyla beslenerek büyüyordu.
Hem diktatör hem de kral esaslı birer anti-komünistti. Metaksas Yunanistan Komünist Partisi’ni (KKE) yasakladı, üyelerine işkence yaptı ve “nasyonal ideolojiyi” benimsemeyen herkesi kamp, hapishaneler veya sürgüne yolladı. Savaş başladığında Metaksas Mussolini’nin teslim ol ultimatomunu reddetti ve Anglo-Grek ittifakına sadakatinin devam ettiğini duyurdu. İtalyanlara başarıyla direnen Yunanlılar, aynısını Wehrmacht için tekrarlayamadılar. 1941 Nisanının sonunda Nazi güçleri ülkeyi istila etti. Buna karşın Yunanlılar önce spontane, sonra da organize gruplarla direnişe geçti.
Bir İngiliz Özel Harekat yetkilisinin tespitine göre, “sağcılar ve monarşistler, işgale karşı direnişe geçme konusunda solcular kadar atak ve kararlı değillerdi, bu nedenle ittifak için o dönem uygun değillerdi.”
Bu nedenle İngiltere’nin doğal müttefiki, o dönem KKE’nin merkezinde durduğu sol bir ittifak olan EAM ve ona bağlı partizan ordusu ELAS’tı.
İşgalin yarattığı korkunç atmosferin mübalağaya ihtiyacı yok. Prof. Mark Mazower’in Hitlerin Yunanistanı’nda adlı kitabı, kalabalık grupların maskeli muhbirlerce ELAS üyelerini Gestapo ve Güvenlik Taburları’na deşifre edebilmeleri için sokaklarda kuşatıldıkları bir ortam tarif ediyor. Kadına şiddetin “itiraf koparmak için” rutin hale geldiği, “Alman Modeline” bağlı kalınarak gerçekleştirilen toplu infazların yaşandığı, asılanların ağaçlarda bırakılarak teşhir edildiği ve Güvenlik Taburları’nın başlarında nöbet tuttuğu bir ortam. ELAS buna yanıt olarak Almanlar ve işbirlikçilerine dönük karşı saldırılar düzenliyordu. Partizan hareketi Atina’da doğdu ancak fiziki koşullar gereği köylerde mevzilendi. Yunanistan adım adım kırsaldan kurtarıldı.
1944 güzüne gelindiğinde Yunanistan işgal nedeniyle ciddi yıkıma uğramış durumdaydı. Nüfusun %7’sine tekabül eden yarım milyon insan yaşamını yitirdi. Öte yandan, ELAS birçok köyü özgürleştirmiş ve bazı yerlerde fiilen devlet haline gelmeye başlamıştı. Naziler geri çekildiklerinde, ELAS 50,000 partizanı başkent dışında konuşlandırdı. Mayıs 1944’te ise İngiliz birliklerinin gelmesine müsaade etti ve kendi birliklerinin yerini Korgeneral Ronald Scobie’ninkilerin almasına izin verdi.
12 Ekim günü Naziler Atina’dan ayrıldı. Bazı ELAS savaşçıları hâlihazırda başkentteydi ve kurtuluşla İngilizlerin gelmesi arasındaki altı günlük özgürlüğün tadını çıkardılar.
İngilizler 18 Ekim’de Atina’ya ulaştıktan hemen sonra, Georgios Papandreou yönetiminde bir geçici hükümet kurdular ve krallığı restore etmek için kolları sıvadılar. EAM’ın, partizanların feshedilmesi talebi karşısında yaşadığı hayal kırıklığıyla geçici hükümetten çekilmesi fazla sürmedi. Görüşmeler 2 Aralık günü kesintiye uğradı.
İngiltere’nin resmi görüşü dönemin Savaş Kabinesi tutanaklarına ve Kew’deki Kamu Kayıt Ofisi’nde tutulan diğer dokümanlara yansımış durumda.17 Ağustos 1944 tarihinde Churchill, ABD Başkanı Franklin Roosevelt’e “çok gizli” ibareli bir not yazdı: “Savaş Kabinesi ve Dışişleri Bakanlığı, Almanlar bozguna uğradığında Atina’da olacaklar konusunda oldukça endişeli. Eğer Alman otoriteleri kenti terk ettikten sonra yeni bir hükümet kurulması fazla sürerse, EAM ve komünist aşırılık kenti ele geçirecek gibi görünüyor.”
Kasım ayı içerisinde İngilizler yeni bir Ulusal Muhafız örgütlenmesi oluşturmak için Yunan polislerini görevlendirdi ve savaş dönemi milislerini silahsızlandırmaya girişti. Gerçekteyse, silahsızlandırma politikası yalnızca ELAS’a uygulandı. Uluslararası İç Savaş adlı kitabında yazar Gerolimatos, Nazi işbirlikçisi milislerin bu dönemde silahsızlandırılmadığını yazıyor: “Kasım ayı ortasına gelindiğinde İngilizler Güvenlik Taburu subaylarını serbest bırakmaya başladı. Bazıları üzerlerinde üniformayla Atina sokaklarını arşınlamaya başladı.”
Gerolimatos sohbet sırasında şunları aktarıyor: “ELAS’ın gözlemlediğine göre İngilizlerin gelişinin hemen ardından, Nazi işbirlikçisi Güvenlik Taburları’nın ve SS’e bağlı Özel Güvenlik Şubesi’nin üst düzey subayları yeniden sokaklarda elini kolunu sallayarak dolaşırlarken görünmeye başladı. 1944’te Atina küçük bir yerdi ve bu insanları görmemeniz mümkün değildi. İngilizler ne yaptıklarının farkındaydılar, yalnızca Güvenlik Taburu üyelerinin Yunanistan’ın süprüntüleri olduğu gerçeğini bilmiyorlar gibiydi.” Geroliatos, 12,000 civarında Güvenlik Taburu üyesinin Goudi hapishanesinden salıverilip Ulusal Muhafızlara dahil edildiğini ve 228 kadarının da orduda istihdam edildiğini tahmin ediyor.
İngilizler, sürgündeki Yunan hükümetiyle birlikte ELAS’ın yeni oluşturulacak orduda yerinin olmadığına kanaat getirdiler. Churchill krallığı restore edebilmek için KKE’yi saf dışı bırakmak istiyordu. Krallığın restore edilmesinin eski düzeni geri getireceğini düşünüyordu. Bu tabloda, devrimci bir gücü ve değişimi temsil eden EAM ve ELAS’ın yeri yoktu.
Gerolimatos şöyle devam ediyor: “Yunan komünistlerinin en azından Aralık ayına gelinceye kadar iktidarı ele geçirmek gibi bir düşüncesi yoktu. KKE bu dönemece dek, solcu bir hükümet kurulmasını ve bunun parçası olmayı zorluyordu, hepsi bu.” Eğer komünistler devrim yapmak isteselerdi, kurtuluştan sonra 50,000 partizanı başkent dışında tutmazlardı.
“İngilizler, işbirlikçileri etrafında toplayarak mevcut durumu değiştirdiler ve eski düzenin geri gelmekte olduğu sinyalini verdiler. Churchill çatışma istiyordu,” diyor Gerolimatos. “Şunu unutmayalım, Yunanistan’da o sırada savaş yoktu. Çok sayıda İngiliz birlik gelip yönetimi üstlenmişti. Aralık ayında gerginlik tırmandığında İngilizler ve geçici hükümet Goudi’den Güvenlik Taburu’nu çıkardılar. Nazilerle omuz omuza çarpıştıkları için sokak çatışmasında tecrübeli olduklarını biliyorlardı. Savaş sırasında zaten ELAS’la çarpışmışlardı.”

3 Aralık sabahı, çok sayıda Yunan cumhuriyetçi, anti-monarşist, sosyalist ve komünist için Sintagma meydanına ilerledikleri sırada güneşli bir gündü. Karşılarına polis kordonu çıktı, ancak birkaç bin kişi meydana girmeyi başardı, bu sırada askeri üniformalı biri bağırdı: “Vurun pislikleri!”
Parlamento binası üzerindeki Yunan polisi mevzilerinden ve Grande Bretagne otelinde bulunan İngiliz karargahından meydana yarım saat boyunca ölüm kusuldu. Öğle saatlerinde ikinci bir grup meydana girdi, bu kez sayıları 60,000 kadardı. Birkaç saat içerisinde İngiliz paraşütçü birliği meydanı boşalttı, ancak artık Atina Savaşı başlamış, Churchill savaşına kavuşmuştu.
5 Aralık günü, Korgeneral Scobie sıkıyönetim ilan etti. Ertesi gün işçi sınıfı mahallesi Metz’in uçaklarla bombalanması emrini verdi. Antropolog Neni Panourgia bir çalışmasında şöyle yazıyor: “Alman tanklarının yerini İngilizlerinkiler almış, SS ve Gestapo subaylarının yerineyse İngiliz subaylar geçmiş gibiydi.”
Dönemin kabine tutanakları Londra’nın tutumuna dair çarpıcı veriler sunuyor. 12 Aralık günü, Mareşal Aleksander’ın siyasi danışmanı Harold Macmillian Atina dönüşü şu bildirimde bulunuyor: “bize karşı olan tüm sivillerin isyancı sayılması, sivil giyimli ve silahlı kişilerin vurulması emri ve belli bölgelerdeki sivil popülasyonun 24 saat içerisinde tamamen tahliyesi.” İngiliz Ordusu Atina nüfusunu azaltıyor ve kenti istila ediyordu. Kısa süre sonra, İngiliz birlikler kenti tamamen ele geçirdi ve Noel arifesinde Churchill kente geldi.
25 Aralık akşamı, partizanlar Grande Bretagne otelinde bulunan Korgeneral Scobie’ye bir suikast girişiminde bulundular. Suikast için kanalizasyon tünellerini kullanarak otelin altına bir tondan fazla dinamit yerleştiren partizanlar, düğmeye basmak için gelecek olan işareti beklemeye başladı. Ancak o sinyal asla gelmedi. EAM o sırada Churchill’in de binada bulunduğunu öğrenmiş ve İngiliz komutanla birlikte Churchill’in de ölmesinin sorumluluğunu üstlenmek istememişti. Bu nedenle suikast iptal edildi.
Dekemvriana sona erdiğinde, binlerce kişi ölmüştü. 12,000 solcu Ortadoğu’daki kamplara sürgün edildi. 12 Şubat’ta ateşkes imzalandı. Anlaşmada uygulanan tek madde, ELAS’ın dağıtılması oldu. Böylece Yunan tarihinde “beyaz terör” olarak bilinen dönem başlamış oldu. Dekemvriana süresince ve hatta Nazi işgali sırasında ELAS’a yardım ettiği düşünülen herkesin işkenceden geçirilip öldürüldüğü veya pişmanlık yasasıyla hayatta kalabildiği, Metaksas liderliğinde bir diktatörlük dönemi.
Binlerce kişi genellikle halkın gözleri önünde infaz edildi, kesilen başları veya asılmış bedenleri meydanlarda rutin olarak sergileniyordu. Majestelerinin Atina’daki Büyükelçisi, kesik başların sergilenmesinin “batı Avrupa standartlarıyla yargılanamayacak, bu ülkeye özgü bir gelenek olduğunu,” söylüyordu.
Yunanistan’daki İngiliz Polis Misyonu’nun başındaki isim pek tanınmaz. Sir Charles Wickham, eski Nazi işbirlikçilerinden yeni bir polis gücü oluşturmak üzere bizzat Churchill tarafından bu göreve atandı. Antropolog Neni Panourgia Wicham’ı “imparatorluğun hayatta kalması için gerekli önlemleri almak üzere onu boydan boya geçen isimlerden biri,” olarak tarif ediyor ve ona, Yunanistan’da o dönem işkence ve cinayet konusunda en çok ünlenen Garios’taki kampın ortaya çıkmasında birincil derecede sorumluluk yüklüyor.
Wickham, 1918’de Rusya’da Bolşeviklere karşı savaşan Çarlık güçlerine yardım için bulundu. Yunanistan’dan sonra 1948’de Filistin’e taşındı. Yunanistan’dayken, 1922-1945 yılları arasında Kraliyet Polis Teşkilatı’nın (RUC) komutanı olarak hizmet verdi.
RUC, Katolik mahallelerinin ateşe verildiği Belfast katliamından sonra 1922’de kuruldu. Tarihçi Tim Pat Coogan, bu teşkilatla ilgili şöyle yazıyor: “Bu sıradan bir polis gücü değildi. Ayaklanmalarla mücadele etmek için özel olarak örgütlenmişti. Bu yeni polis gücünde, polis olmak için başvuran sıradan kişilerin yanı sıra, kurbanları üzerinde süngü kullanmaktan özel bir zevk alan kişilerce liderlik edilen katil sürüleri de yer aldı.”
Coogan, teşkilatın aynı işlevi Yunanistan’da sürdürdüğünü düşünüyor: “Konsantrasyon kampları ve katil sürülerine üniforma giydirip onlara polis denmesi…Kolonyalizm işte böyle yürüyor.”
MI5 1940 yılında kaleme aldığı bir raporunda, “Sir Charles Wicham’ın kişiliği ve deneyimi göz önünde bulundurulduğunda onun en iyi dost ve danışman olduğu açıkça görülmektedir,” diye yazıyor. İngiliz istihbaratı, Üçüncü Reich’ın Özel Polis Teşkilatı olan Yunan Güvenlik Taburları’nı yeni bir polis gücüne dönüştürmek için gereken adamlarını keşfetmiş oldu.
Yunan akademisyenleri Wickham’ın kampların kurulması ve işkencecilerle doldurulmasında ne kadar doğrudan rol oynadığı konusunda farklı düşünüyorlar. Panourgia, Roma İmparatoru Tiberius’un dahi tutsaklar için uygun görmediği Gairos’taki kampın Wickham’ın kendi inisiyatifiyle ortaya çıktığını düşünüyor. Öte yandan, Gerolimatos Yunanlıların bu tür kamplar oluşturmak için İngilizlere ihtiyacı olmadığını söylüyor. Ona göre bu kamplar çok daha önce, Metaksas’ın emriyle oluşturulmuştu. Kew belgeleriyse İngiliz polislerin Wickham’ın emri altında kamplarda çalıştıklarını ortaya koyuyor.
Gerolimatos ekliyor: “İngilizler bu insanların kim olduğunu çok iyi biliyordu. Olayı korkunç hale getiren de bu. İşgal sırasında işkence odalarında bulunan, tırnak söken kişilerdi bunlar.” Komünist Parti’nin yasaklandığı 1947 senesinin Şubat ayına gelindiğinde, 19,620 solcu Yunan kamp ve hapishanelerinde bulunuyordu. Bunların 12,000’i Makronissos’taydı. 39,948 kişiyse Yunanistan sınırları içerisinde veya Ortadoğu’daki İngiliz kamplarında sürgündeydi. Yunan konsantrasyon kamplarında korkunç sayıda işkence, cinayet ve sadizm vakası yaşandı.
Kadın tutsakların çocukları, onlar birer “Bulgar” ve “orospu” olduklarını itiraf edinceye dek ellerinden alınıyordu. Pişmanlık yasası sistemi Makronissos’un “yaşamlarının anavatana ait olduğuna” ikna olanların eğitildikleri bir “okul” veya “Nasyonal Üniversite” olarak görülmesine yol açtı. “Yaptıklarından pişmanlık duyanlar” krallar, kraliçeler ve bakanlarca ziyaret ediliyorlardı.
Nazilerden yeni kurtulan Avrupa’nın başka hiçbir yerinde Nazi sempatizanlarının ordu, kolluk güçleri, yargı gibi devlet kurumlarına bu derece sızmaları mümkün olmadı. Neo-faşizmin günümüzde Altın Şafak formunda dirilmesinde, geçmişte devletin faşistlerden arındırılmasında başarısız olunmasının büyük payı vardır. Altın Şafak üyelerinin çoğu, 1967 darbesini yapan subayların veya Nazi işbirlikçisi Taburlar’da görev alan kişilerin torunlarıdır.
Aralık 1946’da Yunan Başbakanı Konstantinos Tsaldaris, İngilizlerin geri çekilmesinin ardından Amerikan yardımı talep etmek için Washington’ı ziyaret etti. Yanıt olarak ABD Dışişleri Bakanlığı, Truman doktrini çerçevesinde 1947 Mart ayında bir askeri müdahale için plan yaptı. Truman doktrini, komünizm tehdidi olan bir yere askeri müdahale yapılmasını öngörüyordu. Böylece, İngilizler’in Yunanistan’da yarattığı “birikim” Soğuk Savaş’ın ilk salvosu haline gelmiş oluyordu.
Patrikios, Dekemvriana’nın lokal bir çatışma değil, “Yunanistan’da ‘sıcak bir savaş’ olarak başlayan ‘Soğuk Savaş’ın habercisi olduğunu” daha sonra fark ettiğini söylüyor.
25 Ocak 2009 günü öğleden sonra. Atina’yı kaplayan biber gazı dağılmış durumda. Neo-faşistlerin yüzüne asit atarak saldırdığı bir başka Bulgar göçmeni temizlikçi için yapılan destek eyleminde polisle karşı karşıya gelinmesinin üzerinden saatler geçmiş.
İsyancıların hakim olduğu Exarcheia mahallesinde, Marina adında bir genç kadınla konuşuyoruz. “Neden Yunanistan? Neden sağla sol arasındaki çatışmalar açısından Avrupa’nın geri kalanına göre daha farklı?” sorusuna şöyle yanıt veriyor: “1944’te bize yapılanlar yüzünden. Nazilerle savaşan partizanların, Fransa’da, İtalya’da, Belçika veya Hollanda’da onurlandırılırlarken, burada uğradıkları zulüm, hükümetin emriyle işkence görüp öldürülmeleri.”
Şöyle devam ediyor: “İki jenerasyonu tutuklanıp işkence gören bir aileden geliyorum. Büyük babam İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, babam da albaylar cuntası döneminde tutuklandı. Biz bu neslin torunlarıyız ve düşmanlarımız da Churchill’in Yunanlı torunları.”
“Tüm bu olanlar,” diyor Gerolimatos, “bir hiç içindi. Bunların hiçbiri yaşanmayabilirdi. İngilizlerin, Üçüncü Reich işgali sırasında işbirliği yapanlara kazandırdığı meşruiyet tarihte kara bir lekedir. Tek nedeniyse Chuchill’in Alman Kralı’nı geri getirme düşüncesi. Yunan halkının ihtiyacı olan ve istediği son şeyse Nazi işbirlikçilerince desteklenen bir monarşinin geri gelmesiydi. Ancak İngilizlerin dayattığı buydu ve Yunanistan’da açtığı yara bu gün dahi hissedilmektedir.”
İşbirlikçiler sisteme kolayca entegre oldular. İç savaş sırasında ve sonrasında devlet mekanizmasını kontrol ettiler. Torunları da askeri darbe yaparak bu geleneği sürdürdü. Yunanistan’ı kurtaran partizanlar oldu, ancak savaşı yine de İngilizler sayesinde Nazi işbirlikçileri kazandı.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar