İNGİLİZ ORDUSUNDAN ŞOK EDEN IRA İTİRAFI
LONDRA - DHA
23 Kasım 2013, Cumartesi
İngiliz ordusunun, 1970’li yıllarda
Askeri Tepki Kuvveti (MRF) adlı gizli bir birim kurarak İrlanda’nın başkenti
Belfast’ta IRA üyesi olduğundan şüphelenilen herkesi öldürdüğü ilk kez resmen
kabul edildi.
BBC Televizyonu’nda yayınlanan
Panorama programında İngiliz ordusunun 1970’li yıllarda IRA militanlarına karşı
yürüttüğü insan avı ele alındı. ‘İngiltere’nin Gizli Terör Kuvveti’ başlıklı bölümde, söz
konusu birimde görev yapan ve birçok silahsız sivilin ölümüne karışan eski MRF
askerlerinin ifadelerine yer verildi. Bu askerler, 1970’li
yıllarda İrlanda’nın başkenti Belfast’ın sokaklarında 365 gün boyunca 24 saat
dolaşarak IRA şüphelilerini öldürdüklerini ve bunlardan birçoğunun silahsız
siviller olduğunu itiraf etti. Bazı askerler,
işledikleri cinayetlerden pişman olmadıklarını belirterek, öldürdükleri
kişilerin “acımasız bebek katilleri” olduğunu iddia etti. BBC’ye
göre MRF 1973 yılında dağıtıldı, ancak faaliyet gösterdiği süre içinde onlarca
silahsız sivili IRA üyesi oldukları şüphesiyle infaz etti. Panorama
programındaki itirafların, Kuzey İrlanda Başsavcılığı’nın faili meçhul
cinayetlerin şüphelileri için ‘genel af’ teklif etmesinin hemen ardından
yapılması dikkat çekti.
12 yıl süren soruşturma İngiliz
askerlerinin öldürdüğü 14 göstericinin masumiyetini ortaya çıkardı. Şimdi
sebepsiz yere ateş açan askerlerin yargılanması gündemde. Kuzey İrlanda'da
barış tarafların görüşmesiyle ve uzun bir sürecin sonunda gelmişti.
Başbakan David Cameron,
1972'de ordunun Kuzey İrlanda'da gerçekleştirdiği "Kanlı Pazar"
katliamı için Britanya devleti adına resmen özür diledi.
Yakınlarının resimleriyle olayın
gerçekleştiği meydanda toplanan aileler ve onlara destek veren binlerce insan
açıklamayı memnuniyetle karşıladı.
38 yıl önce Derry'de düzenlenen
eylemde Britanyalı askerler göstericilerin üzerine ateş açmış, 13 kişi ölmüş,
yaralılardan biri de daha sonra yaşamını yitirmişti.
Olayla ilgili Lord Saville
tarafından hazırlanan rapor dün açıklandı. Ordunun başında bulunan General Sör
David Richards da başbakanın özrüne tam olarak katıldığını söyledi.
Katliamın hemen ardından yürütülen
soruşturmada askerler aklanmıştı. 1998'de dönemin başbakanı Tony Blair yeni bir
soruşturma açılmasını istedi. 12 yıl süren ve binlerce görgü tanığının
ifadesine dayanan 5 bin sayfalık raporda, askerlerin ateş açmadan önce uyarıda
bulunmadığı belirtildi.
Askerlerin herhangi bir saldırı
altında olmadığı, ölenlerin hiçbirinin askerler için tehdit teşkil etmediği
vurgulandı. Ölenlerin bazıları kaçmaya çalışırken vurulmuştu. Birçok asker
ifadelerinde yalan söyledi.
Katliamın gerçekleştiği dönemde
Derry'de İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu (IRA) ve Britanya askerleri
arasındaki çatışmalar yoğunlaşmıştı. Ağustos 1971'de Kuzey İrlanda hükümeti
"terör şüphelilerinin yargılanmadan gözaltında tutulabilmesine karar verdi
ve gösteri yürüyüşlerini yasakladı.
Ocak 1972'de hak savunucuları yasağı
delmeye karar verdi. Olay günü askerler yürüyüşün liderlerini tutuklamayı
düşünmüşlerdi. Fakat Albay Wilford, emirlere uymayarak barışçıl göstericilerle
isyancılar ayrılmadan duruma müdahale etti. Askerler "meşru bir sebep
olmaksızın ateş açtı". Olay 2002'de "Bloody Sunday" adıyla filme de çekildi.
Katliam, IRA saflarına katılımın
yoğunlaşmasına ve çatışmanın yükselmesine neden oldu. Kökleri 17. yüzyılda
İngiliz ve İskoçların bölgeye yerleşmelerine dayanan çatışma 1922'de
İrlanda'nın bağımsızlığını kazanmasıyla yeni bir hal aldı. Kuzey İrlanda
İngiltere'ye bağlı kalırken cumhuriyetçi Katoliklerin bağımsızlık ve ayrılık
talepleriyle uzun sürecek bir şiddet dönemine girildi. 3 bin 600'den fazla
insan öldü.
1980'lerden itibaren
cumhuriyetçiler siyasi mücadeleyi silahlı mücadeleyle birlikte yürütmeye
başladı. 1997'de başbakan Tony Blair, IRA'nın siyasi kanadı Sinn Fein lideri Gery
Adams'la görüştü.
Nisan 1998'de, IRA'nın silah
bırakması karşılığında IRA mahkumlarının serbest bırakılması, İngiliz
kuvvetlerinin geri çekilmesi, Kuzey İrlanda'da kendi parlamentosuyla yerinden
yönetim hakkı ve İrlanda'nın birliği için referandum hükümlerini içeren
"Paskalya Antlaşması" ABD'nin arabuluculuğuyla imzalandı.
"Bağımsız Uluslararası Gözlem
Komisyonu" denetiminde IRA bütünüyle silahsızlandırıldı. Eski düşmanlar,
Protestan Demokratik Birlik Partisi ve Sinn Fein, 2007'de koalisyon hükümeti
kurdular. Aynı yıl İngiltere Kuzey İrlanda'daki bütün askeri operasyonları
bitirdiğini ilan etti. (EÜ/EÖ)
* Bu haberde BBC ve Guardian'dan
yararlandık.
3 Aralık 1944'te, Yunanistan'ın
Sintagma Meydanı'nda, silahsız insanların üzerine ateş açıldı. Bu ateşi Naziler
değil, Yunan partizanların "müttefiki" İngiltere açmıştı.
Atina, 3 Aralık 1944.
Çeviren: Can Önen
Çarşamba, 03 Aralık 2014 13:08
soL'un notu:
20. Yüzyıl'da Yunanistan tarihi Anadolu'yu işgal, faşist darbeler,
Alman işgali, anti-faşist direniş ve iç savaşla geçti. Bu tarihin en önemli
dönemeci, faşist işgale karşı komünistlerin önderliğindeki silahlı direniş ve
daha sonra yaşanan iç savaştır. Nazilere karşı direnişte komünistlerle
istenmeyen bir ittifaka imza atan İngiltere, 1944 yılında, partizanların
güçlenerek iktidar adayı olması nedeniyle, Soğuk Savaş'ı kanlı bir şekilde
başlatmıştı. The Guardian'dan Ed Vulliamy ve Helena Smith'in 30
Kasım'da yayımlanan bu makalesini, kısaltarak soL okurlarıyla paylaşıyoruz.
Faşizme karşı savaşta ülkesini ve halkını savunan Yunan komünistlere
saygıyla...
“Halen gözlerimin önünde,
unutmadım,” diyor Titos Patrikios. “Atina polisi Sintagma meydanındaki
parlamento binası çatısından meydandaki kalabalığa ateş ediyor. Genç kadın ve
erkekler kan gölünde yatıyorlar, herkes panik içinde merdivenlere yığılıyor.”
Ve o an geliyor. Gençlikten gelen
ataklık ve adalete olan inancın tutkusuyla. “Meydanın ortasındaki fıskiyenin
üzerinden atlıyorum, halen orada olan fıskiyenin üzerinden, ve sesim
yükseliyor: Yoldaşlar, dağılmayın! Zafer bizim olacak! Alanı terk etmeyin.
Zamanı geldi. Biz kazanacağız!”
“Kazanacağımızdan adım gibi
emindim,” diyor. Ancak o gün için söz konusu olan bir zafer değildi. O gün
olanlar, Adolf Hitler’in Riech’ından yalnızca altı hafta önce kurtulmuş olan
bir ülkenin iç savaşa sürüklenişinin işaretiydi.
Şimdi bile, 86 yaşındaki Patrikios
bu yaşa erişebildiğine şaşırıyor. Şair, 3 Aralık 1944 sabahı Yunan siyasi
yaşantısının merkezi niteliğindeki meydanda olanları tüm ayrıntılarıyla
hatırlıyor.
O gün, tam 70 yıl önce, İngiliz
ordusu halen Almanya ile savaştayken, 3 yıldır İngilizlerle müttefik halinde
olan Partizanları desteklemek için gösteri yapan sivil kalabalığın üzerine,
Nazi sempatizanlarıyla ateş açtı.
Kalabalığın elinde Yunan, Amerikan,
İngiliz ve Sovyet bayrakları vardı ve “Yaşasın Churchill, yaşasın Roosvelt,
yaşasın Stalin” diye bağırıyorlardı.
Çoğunluğu çocuklardan oluşan 28
sivil bu olayda öldü ve yüzlercesi de yaralandı. Patrikios, “bu sefer de diğer gösterilerimiz
gibi olacağını düşünüyorduk, kimse bize kan kusturulmasını beklemiyordu,”
diyor.
İngiltere’nin bu olaydaki mantığı
vahşi ve hainceydi. Başbakan Churchill, savaş boyunca arkasında durduğu
Komünist Parti’nin (Ulusal Kurtuluş Cephesi, EAM) direnişteki etkisinin
hesaplananın ötesinde arttığını düşünüyordu. Öyle ki, Yunan kralını yeniden
tahtına döndürme ve komünizmi iktidardan uzak tutma planını suya düşürecek
kadar. Bu nedenle eski müttefikine karşı Hitler destekçilerine arka çıkmak
üzere taraf değiştirdi.
O gün 16 yaşındaki Patrikios’un
dışında meydanda daha sonra solun kalıcı isimleri haline gelecek başka tanıdık
simalar da vardı. Modern Yunan tarihinin sembol isimlerinden ünlü besteci Mikis
Theodorakis, o gün meydanda düşenlerin kanıyla lekelenmiş Yunan bayrağını
elinde tutuyordu. Tıpkı Patrikios gibi o da, direniş hareketinin parçasıydı.
Olayın hemen ardından Yunancada Dekemvriana olarak anılan Atina Savaşı patlak
verdi. Bu kez savaş İngiliz destekli Nazi destekçileriyle partizanlar arasında
yaşanacaktı. “Yıkımın kokusunu halen alabiliyorum,” diyor Patrikios.
“Uçaklardan yağan bombalar her şeyi hedef alıyordu. Bugün hala savaş
filmlerinde duyduğum uçak sesinden irkilirim.”
İngiltere’nin o tarihlerdeki
ihanetinin lanetli gölgesi Yunanistan’ın peşini bırakmadı. O gölgeyi, 2008’de
bir öğrencinin faşist bir polis tarafından katledilmesinin ardından patlak
veren olayların üzerinde görmek mümkündür örneğin.
Bu olayları en iyi inceleyen
tarihçilerden André Gerolymatos, “1944 Aralığındaki ayaklanma ve 1946-49
periyodunda yaşanan iç savaş günümüzde yaşananları büyük ölçüde etkilemiştir,”
diyor. “Fransa veya İtalya’da Nazilere karşı savaşanlar hangi ideolojiden
olurlarsa olsunlar savaşın ardından hak ettikleri saygıyı gördüler.
Yunanistan’da ise durum farklı gelişti. Nazilerle savaşta başı çekenler, bir
sonraki dönemde, İngiltere’nin emriyle hareket eden Nazi işbirlikçileriyle
kendilerini savaşırken veya tutsak edilip işkence görürken buldular. Bugün Yunanistan’da
yaşananlarda, o gün işlenen suçlarla hesaplaşılamamış olmasının payı vardır.”
Savaştan önce Yunanistan, amblemi
faşizmin sembolüyle kraliyet tacının karışımı olan kralcı bir diktatörlük olarak
yönetiliyordu. Diktatör General Ioannis Metaksas, Alman İmparatorluğu’nda
askeri eğitim görmüş bir subaydı. Yunan Kralı, Edinburg Dükü Prens Philip’in
amcası İkinci George ise İngiltere’ye bağlıydı. Yunan solu ise o sıralarda
ülkeye gelen politik mültecilerden, Küçük Asyalı liberal aydınlardan ve Atina
işçi sınıfından fazlasıyla beslenerek büyüyordu.
Hem diktatör hem de kral esaslı
birer anti-komünistti. Metaksas Yunanistan Komünist Partisi’ni (KKE) yasakladı,
üyelerine işkence yaptı ve “nasyonal ideolojiyi” benimsemeyen herkesi kamp,
hapishaneler veya sürgüne yolladı. Savaş başladığında Metaksas Mussolini’nin
teslim ol ultimatomunu reddetti ve Anglo-Grek ittifakına sadakatinin devam
ettiğini duyurdu. İtalyanlara başarıyla direnen Yunanlılar, aynısını Wehrmacht
için tekrarlayamadılar. 1941 Nisanının sonunda Nazi güçleri ülkeyi istila etti.
Buna karşın Yunanlılar önce spontane, sonra da organize gruplarla direnişe
geçti.
Bir İngiliz Özel Harekat
yetkilisinin tespitine göre, “sağcılar ve monarşistler, işgale karşı direnişe
geçme konusunda solcular kadar atak ve kararlı değillerdi, bu nedenle ittifak
için o dönem uygun değillerdi.”
Bu nedenle İngiltere’nin doğal
müttefiki, o dönem KKE’nin merkezinde durduğu sol bir ittifak olan EAM ve ona
bağlı partizan ordusu ELAS’tı.
İşgalin yarattığı korkunç atmosferin
mübalağaya ihtiyacı yok. Prof. Mark Mazower’in Hitlerin Yunanistanı’nda adlı
kitabı, kalabalık grupların maskeli muhbirlerce ELAS üyelerini Gestapo ve
Güvenlik Taburları’na deşifre edebilmeleri için sokaklarda kuşatıldıkları bir
ortam tarif ediyor. Kadına şiddetin “itiraf koparmak için” rutin hale geldiği,
“Alman Modeline” bağlı kalınarak gerçekleştirilen toplu infazların yaşandığı,
asılanların ağaçlarda bırakılarak teşhir edildiği ve Güvenlik Taburları’nın
başlarında nöbet tuttuğu bir ortam. ELAS buna yanıt olarak Almanlar ve
işbirlikçilerine dönük karşı saldırılar düzenliyordu. Partizan hareketi
Atina’da doğdu ancak fiziki koşullar gereği köylerde mevzilendi. Yunanistan
adım adım kırsaldan kurtarıldı.
1944 güzüne gelindiğinde Yunanistan
işgal nedeniyle ciddi yıkıma uğramış durumdaydı. Nüfusun %7’sine tekabül eden
yarım milyon insan yaşamını yitirdi. Öte yandan, ELAS birçok köyü
özgürleştirmiş ve bazı yerlerde fiilen devlet haline gelmeye başlamıştı.
Naziler geri çekildiklerinde, ELAS 50,000 partizanı başkent dışında
konuşlandırdı. Mayıs 1944’te ise İngiliz birliklerinin gelmesine müsaade etti
ve kendi birliklerinin yerini Korgeneral Ronald Scobie’ninkilerin almasına izin
verdi.
12 Ekim günü Naziler Atina’dan
ayrıldı. Bazı ELAS savaşçıları hâlihazırda başkentteydi ve kurtuluşla
İngilizlerin gelmesi arasındaki altı günlük özgürlüğün tadını çıkardılar.
İngilizler 18 Ekim’de Atina’ya
ulaştıktan hemen sonra, Georgios Papandreou yönetiminde bir geçici hükümet
kurdular ve krallığı restore etmek için kolları sıvadılar. EAM’ın,
partizanların feshedilmesi talebi karşısında yaşadığı hayal kırıklığıyla geçici
hükümetten çekilmesi fazla sürmedi. Görüşmeler 2 Aralık günü kesintiye uğradı.
İngiltere’nin resmi görüşü dönemin
Savaş Kabinesi tutanaklarına ve Kew’deki Kamu Kayıt Ofisi’nde tutulan diğer
dokümanlara yansımış durumda.17 Ağustos 1944 tarihinde Churchill, ABD Başkanı
Franklin Roosevelt’e “çok gizli” ibareli bir not yazdı: “Savaş Kabinesi ve
Dışişleri Bakanlığı, Almanlar bozguna uğradığında Atina’da olacaklar konusunda
oldukça endişeli. Eğer Alman otoriteleri kenti terk ettikten sonra yeni bir
hükümet kurulması fazla sürerse, EAM ve komünist aşırılık kenti ele geçirecek
gibi görünüyor.”
Kasım ayı içerisinde İngilizler yeni
bir Ulusal Muhafız örgütlenmesi oluşturmak için Yunan polislerini görevlendirdi
ve savaş dönemi milislerini silahsızlandırmaya girişti. Gerçekteyse,
silahsızlandırma politikası yalnızca ELAS’a uygulandı. Uluslararası İç Savaş
adlı kitabında yazar Gerolimatos, Nazi işbirlikçisi milislerin bu dönemde
silahsızlandırılmadığını yazıyor: “Kasım ayı ortasına gelindiğinde İngilizler
Güvenlik Taburu subaylarını serbest bırakmaya başladı. Bazıları üzerlerinde
üniformayla Atina sokaklarını arşınlamaya başladı.”
Gerolimatos sohbet sırasında şunları
aktarıyor: “ELAS’ın gözlemlediğine göre İngilizlerin gelişinin hemen ardından,
Nazi işbirlikçisi Güvenlik Taburları’nın ve SS’e bağlı Özel Güvenlik Şubesi’nin
üst düzey subayları yeniden sokaklarda elini kolunu sallayarak dolaşırlarken
görünmeye başladı. 1944’te Atina küçük bir yerdi ve bu insanları görmemeniz
mümkün değildi. İngilizler ne yaptıklarının farkındaydılar, yalnızca Güvenlik
Taburu üyelerinin Yunanistan’ın süprüntüleri olduğu gerçeğini bilmiyorlar
gibiydi.” Geroliatos, 12,000 civarında Güvenlik Taburu üyesinin Goudi
hapishanesinden salıverilip Ulusal Muhafızlara dahil edildiğini ve 228
kadarının da orduda istihdam edildiğini tahmin ediyor.
İngilizler, sürgündeki Yunan
hükümetiyle birlikte ELAS’ın yeni oluşturulacak orduda yerinin olmadığına
kanaat getirdiler. Churchill krallığı restore edebilmek için KKE’yi saf dışı
bırakmak istiyordu. Krallığın restore edilmesinin eski düzeni geri getireceğini
düşünüyordu. Bu tabloda, devrimci bir gücü ve değişimi temsil eden EAM ve
ELAS’ın yeri yoktu.
Gerolimatos şöyle devam ediyor:
“Yunan komünistlerinin en azından Aralık ayına gelinceye kadar iktidarı ele
geçirmek gibi bir düşüncesi yoktu. KKE bu dönemece dek, solcu bir hükümet
kurulmasını ve bunun parçası olmayı zorluyordu, hepsi bu.” Eğer komünistler
devrim yapmak isteselerdi, kurtuluştan sonra 50,000 partizanı başkent dışında
tutmazlardı.
“İngilizler, işbirlikçileri
etrafında toplayarak mevcut durumu değiştirdiler ve eski düzenin geri gelmekte
olduğu sinyalini verdiler. Churchill çatışma istiyordu,” diyor Gerolimatos.
“Şunu unutmayalım, Yunanistan’da o sırada savaş yoktu. Çok sayıda İngiliz
birlik gelip yönetimi üstlenmişti. Aralık ayında gerginlik tırmandığında
İngilizler ve geçici hükümet Goudi’den Güvenlik Taburu’nu çıkardılar. Nazilerle
omuz omuza çarpıştıkları için sokak çatışmasında tecrübeli olduklarını
biliyorlardı. Savaş sırasında zaten ELAS’la çarpışmışlardı.”
3 Aralık sabahı, çok sayıda Yunan cumhuriyetçi, anti-monarşist, sosyalist ve komünist için Sintagma meydanına ilerledikleri sırada güneşli bir gündü. Karşılarına polis kordonu çıktı, ancak birkaç bin kişi meydana girmeyi başardı, bu sırada askeri üniformalı biri bağırdı: “Vurun pislikleri!”
Parlamento binası
üzerindeki Yunan polisi mevzilerinden ve Grande Bretagne otelinde bulunan
İngiliz karargahından meydana yarım saat boyunca ölüm kusuldu. Öğle saatlerinde
ikinci bir grup meydana girdi, bu kez sayıları 60,000 kadardı. Birkaç saat
içerisinde İngiliz paraşütçü birliği meydanı boşalttı, ancak artık Atina Savaşı
başlamış, Churchill savaşına kavuşmuştu.
5 Aralık günü,
Korgeneral Scobie sıkıyönetim ilan etti. Ertesi gün işçi sınıfı mahallesi
Metz’in uçaklarla bombalanması emrini verdi. Antropolog Neni Panourgia bir
çalışmasında şöyle yazıyor: “Alman tanklarının yerini İngilizlerinkiler almış,
SS ve Gestapo subaylarının yerineyse İngiliz subaylar geçmiş gibiydi.”
Dönemin kabine tutanakları
Londra’nın tutumuna dair çarpıcı veriler sunuyor. 12 Aralık günü, Mareşal
Aleksander’ın siyasi danışmanı Harold Macmillian Atina dönüşü şu bildirimde
bulunuyor: “bize karşı olan tüm sivillerin isyancı sayılması, sivil giyimli ve
silahlı kişilerin vurulması emri ve belli bölgelerdeki sivil popülasyonun 24
saat içerisinde tamamen tahliyesi.” İngiliz Ordusu Atina nüfusunu azaltıyor ve
kenti istila ediyordu. Kısa süre sonra, İngiliz birlikler kenti tamamen ele
geçirdi ve Noel arifesinde Churchill kente geldi.
25 Aralık akşamı, partizanlar Grande
Bretagne otelinde bulunan Korgeneral Scobie’ye bir suikast girişiminde
bulundular. Suikast için kanalizasyon tünellerini kullanarak otelin altına bir
tondan fazla dinamit yerleştiren partizanlar, düğmeye basmak için gelecek olan
işareti beklemeye başladı. Ancak o sinyal asla gelmedi. EAM o sırada
Churchill’in de binada bulunduğunu öğrenmiş ve İngiliz komutanla birlikte
Churchill’in de ölmesinin sorumluluğunu üstlenmek istememişti. Bu nedenle
suikast iptal edildi.
Dekemvriana sona erdiğinde, binlerce
kişi ölmüştü. 12,000 solcu Ortadoğu’daki kamplara sürgün edildi. 12 Şubat’ta
ateşkes imzalandı. Anlaşmada uygulanan tek madde, ELAS’ın dağıtılması oldu.
Böylece Yunan tarihinde “beyaz terör” olarak bilinen dönem başlamış oldu.
Dekemvriana süresince ve hatta Nazi işgali sırasında ELAS’a yardım ettiği
düşünülen herkesin işkenceden geçirilip öldürüldüğü veya pişmanlık yasasıyla
hayatta kalabildiği, Metaksas liderliğinde bir diktatörlük dönemi.
Binlerce kişi genellikle halkın
gözleri önünde infaz edildi, kesilen başları veya asılmış bedenleri meydanlarda
rutin olarak sergileniyordu. Majestelerinin Atina’daki Büyükelçisi, kesik
başların sergilenmesinin “batı Avrupa standartlarıyla yargılanamayacak, bu
ülkeye özgü bir gelenek olduğunu,” söylüyordu.
Yunanistan’daki İngiliz Polis
Misyonu’nun başındaki isim pek tanınmaz. Sir Charles Wickham, eski Nazi
işbirlikçilerinden yeni bir polis gücü oluşturmak üzere bizzat Churchill
tarafından bu göreve atandı. Antropolog Neni Panourgia Wicham’ı “imparatorluğun
hayatta kalması için gerekli önlemleri almak üzere onu boydan boya geçen
isimlerden biri,” olarak tarif ediyor ve ona, Yunanistan’da o dönem işkence ve
cinayet konusunda en çok ünlenen Garios’taki kampın ortaya çıkmasında birincil
derecede sorumluluk yüklüyor.
Wickham, 1918’de Rusya’da
Bolşeviklere karşı savaşan Çarlık güçlerine yardım için bulundu. Yunanistan’dan
sonra 1948’de Filistin’e taşındı. Yunanistan’dayken, 1922-1945 yılları arasında
Kraliyet Polis Teşkilatı’nın (RUC) komutanı olarak hizmet verdi.
RUC, Katolik mahallelerinin ateşe
verildiği Belfast katliamından sonra 1922’de kuruldu. Tarihçi Tim Pat Coogan,
bu teşkilatla ilgili şöyle yazıyor: “Bu sıradan bir polis gücü değildi.
Ayaklanmalarla mücadele etmek için özel olarak örgütlenmişti. Bu yeni polis
gücünde, polis olmak için başvuran sıradan kişilerin yanı sıra, kurbanları
üzerinde süngü kullanmaktan özel bir zevk alan kişilerce liderlik edilen katil
sürüleri de yer aldı.”
Coogan, teşkilatın aynı işlevi
Yunanistan’da sürdürdüğünü düşünüyor: “Konsantrasyon kampları ve katil
sürülerine üniforma giydirip onlara polis denmesi…Kolonyalizm işte böyle
yürüyor.”
MI5 1940 yılında kaleme aldığı bir
raporunda, “Sir Charles Wicham’ın kişiliği ve deneyimi göz önünde
bulundurulduğunda onun en iyi dost ve danışman olduğu açıkça görülmektedir,”
diye yazıyor. İngiliz istihbaratı, Üçüncü Reich’ın Özel Polis Teşkilatı olan
Yunan Güvenlik Taburları’nı yeni bir polis gücüne dönüştürmek için gereken
adamlarını keşfetmiş oldu.
Yunan akademisyenleri Wickham’ın
kampların kurulması ve işkencecilerle doldurulmasında ne kadar doğrudan rol
oynadığı konusunda farklı düşünüyorlar. Panourgia, Roma İmparatoru Tiberius’un
dahi tutsaklar için uygun görmediği Gairos’taki kampın Wickham’ın kendi
inisiyatifiyle ortaya çıktığını düşünüyor. Öte yandan, Gerolimatos Yunanlıların
bu tür kamplar oluşturmak için İngilizlere ihtiyacı olmadığını söylüyor. Ona
göre bu kamplar çok daha önce, Metaksas’ın emriyle oluşturulmuştu. Kew
belgeleriyse İngiliz polislerin Wickham’ın emri altında kamplarda
çalıştıklarını ortaya koyuyor.
Gerolimatos ekliyor: “İngilizler bu
insanların kim olduğunu çok iyi biliyordu. Olayı korkunç hale getiren de bu.
İşgal sırasında işkence odalarında bulunan, tırnak söken kişilerdi bunlar.”
Komünist Parti’nin yasaklandığı 1947 senesinin Şubat ayına gelindiğinde, 19,620
solcu Yunan kamp ve hapishanelerinde bulunuyordu. Bunların 12,000’i
Makronissos’taydı. 39,948 kişiyse Yunanistan sınırları içerisinde veya
Ortadoğu’daki İngiliz kamplarında sürgündeydi. Yunan konsantrasyon kamplarında
korkunç sayıda işkence, cinayet ve sadizm vakası yaşandı.
Kadın tutsakların çocukları, onlar
birer “Bulgar” ve “orospu” olduklarını itiraf edinceye dek ellerinden
alınıyordu. Pişmanlık yasası sistemi Makronissos’un “yaşamlarının anavatana ait
olduğuna” ikna olanların eğitildikleri bir “okul” veya “Nasyonal Üniversite”
olarak görülmesine yol açtı. “Yaptıklarından pişmanlık duyanlar” krallar,
kraliçeler ve bakanlarca ziyaret ediliyorlardı.
Nazilerden yeni kurtulan Avrupa’nın
başka hiçbir yerinde Nazi sempatizanlarının ordu, kolluk güçleri, yargı gibi
devlet kurumlarına bu derece sızmaları mümkün olmadı. Neo-faşizmin günümüzde
Altın Şafak formunda dirilmesinde, geçmişte devletin faşistlerden
arındırılmasında başarısız olunmasının büyük payı vardır. Altın Şafak
üyelerinin çoğu, 1967 darbesini yapan subayların veya Nazi işbirlikçisi Taburlar’da
görev alan kişilerin torunlarıdır.
Aralık 1946’da Yunan Başbakanı
Konstantinos Tsaldaris, İngilizlerin geri çekilmesinin ardından Amerikan
yardımı talep etmek için Washington’ı ziyaret etti. Yanıt olarak ABD Dışişleri Bakanlığı,
Truman doktrini çerçevesinde 1947 Mart ayında bir askeri müdahale için plan
yaptı. Truman doktrini, komünizm tehdidi olan bir yere askeri müdahale
yapılmasını öngörüyordu. Böylece, İngilizler’in Yunanistan’da yarattığı
“birikim” Soğuk Savaş’ın ilk salvosu haline gelmiş oluyordu.
Patrikios, Dekemvriana’nın lokal bir
çatışma değil, “Yunanistan’da ‘sıcak bir savaş’ olarak başlayan ‘Soğuk Savaş’ın
habercisi olduğunu” daha sonra fark ettiğini söylüyor.
25 Ocak 2009 günü öğleden sonra.
Atina’yı kaplayan biber gazı dağılmış durumda. Neo-faşistlerin yüzüne asit
atarak saldırdığı bir başka Bulgar göçmeni temizlikçi için yapılan destek
eyleminde polisle karşı karşıya gelinmesinin üzerinden saatler geçmiş.
İsyancıların hakim olduğu Exarcheia
mahallesinde, Marina adında bir genç kadınla konuşuyoruz. “Neden Yunanistan?
Neden sağla sol arasındaki çatışmalar açısından Avrupa’nın geri kalanına göre
daha farklı?” sorusuna şöyle yanıt veriyor: “1944’te bize yapılanlar yüzünden.
Nazilerle savaşan partizanların, Fransa’da, İtalya’da, Belçika veya Hollanda’da
onurlandırılırlarken, burada uğradıkları zulüm, hükümetin emriyle işkence görüp
öldürülmeleri.”
Şöyle devam ediyor: “İki jenerasyonu
tutuklanıp işkence gören bir aileden geliyorum. Büyük babam İkinci Dünya
Savaşı’nın ardından, babam da albaylar cuntası döneminde tutuklandı. Biz bu
neslin torunlarıyız ve düşmanlarımız da Churchill’in Yunanlı torunları.”
“Tüm bu olanlar,” diyor Gerolimatos,
“bir hiç içindi. Bunların hiçbiri yaşanmayabilirdi.
İngilizlerin, Üçüncü Reich işgali sırasında işbirliği yapanlara kazandırdığı
meşruiyet tarihte kara bir lekedir. Tek nedeniyse Chuchill’in Alman Kralı’nı
geri getirme düşüncesi. Yunan halkının ihtiyacı olan ve istediği son şeyse Nazi
işbirlikçilerince desteklenen bir monarşinin geri gelmesiydi. Ancak
İngilizlerin dayattığı buydu ve Yunanistan’da açtığı yara bu gün dahi
hissedilmektedir.”
İşbirlikçiler sisteme kolayca
entegre oldular. İç savaş sırasında ve sonrasında devlet mekanizmasını kontrol
ettiler. Torunları da askeri darbe yaparak bu geleneği sürdürdü. Yunanistan’ı
kurtaran partizanlar oldu, ancak savaşı yine de İngilizler sayesinde Nazi
işbirlikçileri kazandı.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar