Print Friendly and PDF

İran İle İsrail’in Mücadelesi

Bunlarada Bakarsınız


Bereketli Hilal ya da Münbit Hilâl (İngilizce: Fertile Crescent), Ortadoğu'da, Batı ve Ortadoğu uygarlıklarının doğduğu bölge. Terimi ilk kez ABD'li doğubilimci ve arkeolog James Henry Breasted kullanmıştır.
Bereketli Hilal, kışları yağmurlu, yazları kurak geçen Akdeniz ikliminin egemen olduğu, hilal biçiminde, oldukça bitek bir alandan oluşur. Güneyde Arabistan Çölü ile kuzeyde Doğu Anadolu dağlık bölgesi arasında yer alır. Eski Babil toprakları ile hemen yakınındaki Elam'dan (bugün İran'ın güneybatısı) Dicle ve Fırat ırmakları ile Asur topraklarına kadar uzanır. Zağros Dağlarından, batıda Suriye üzerinden Akdeniz'e, güney yönünde de Filistin'in güneyine kadar olan toprakları içine alır. Mısır'ın Nil Vadisini de bu bölge içine sokanlar vardır; çünkü buradaki Sina Çölü, Mezopotamya ve Suriye'de sürekliliği bozan öteki çöllerden daha büyük değildir.Bölgede iyi ürün alabilmek, hatta tarım yapabilmek için sulama zorunludur.
Daha geniş kapsamıyla Bereketli Hilal, Eski Ahit'in Tekvin bölümünde ağırlıklı yeri olan bölgeyle örtüşür; Eski Yunan ve Roma uygarlıklarına kaynaklık eden Babil, Asur, Fenike gibi ülkeleri de içine alır. Bilinen en eski kültürün Bereketli Hilal'de doğduğu yolundaki bu eski inanç, 1948'den bu yana radyokarbon araştırmalarıyla da doğrulanmıştır. Bugün, en geç MÖ. 9 bin dolaylarında bölgenin yerleşik tarıma ve köy yaşamına geçtiği, hemen ardından da sulu (cıvık) tarımın başladığı bilinmektedir.
Orta Asya'daki Aral Gölü'nün kuruması tarih boyunca insan eliyle meydana gelen en büyük doğal afetlerden birisi.
Pamuk rekoltesini artırabilmek için Sovyetler Birliği döneminde yapılan plansız sulama projeleri, dünyanın en büyük dördüncü gölü olan Aral'ın yüzde 90'ını kurutup çöle çevirdi.
Aral'ın kuruyup çöle dönmesi sadece 40 yıl aldı. Bir zamanlar teknelerin yüzdüğü yerde şimdi çorak toprağın ortasında paslanmış gemi kalıntıları var.
Eskiden 60 bin kilometre karelik bir alanı kaplayan Aral yer yer 40 metre derinliğe ulaşıyordu.
Şimdiyse bu heybetli doğa harikasının sadece yüzde 10'u geriye kalmış durumda.


İRAN’IN BORCU: Netanyahu, İran İle İsrail’in Mücadelesini Nasıl Kaybediyor?

Hzl. ALUF BENN

İsrail'in İran Şah Rejimiyle eski ortaklığı tamamen de ortadan kalkmış değil. EAPC halen mevcut ve petrol boru hattını, limanları ve depolama konteynırlarını çalıştırmaya devam ediyor. Hükümet ise, şirketin faaliyetini ve finansal raporlarını gizliyor - görünen o ki, İran’daki faal durumda olmayan ortaklarının ortaklıktaki rollerinden dolayı daha fazla para talep etmesinden korkuyorlar.

THE IRANİAN DEBT: How Netanyahu is losing Israel's real battle with the Islamic Republic

With billions of dollars hanging in the balance, Israel and Iran have been waging legal war in Swiss courtrooms since 1981 – while conducting behind-the-scenes contacts over an ever-growing debt to the National Iranian Oil Company. http://www.haaretz.com/news/diplomacy-defense/.premium-1.637468

23 Ocak 2014, Perşembe günü, İranlı-İsviçreli avukat Homayoon Arfazadeh için son derece mutlu bir gündü. Merkezi Cenevre’de bulunan ve üyesi olduğu hukuk şirketi Python and Peter, kendisini “tam partnerliğe” terfi etti ve uluslararası hakemlik alanında bir uzman olarak başarılarını da bu şekilde takdir ettiğini göstermiş oldu. Keza başarılı bir haftaydı. Terfiinin açıklanmasından iki gün önce, kendisi ve firmanın kıdemli ortağı Wolfgang Peter, en önemli müşterisi İran Ulusal Petrol Şirketi NIOC lehine İsviçre’nin Federal Yüksek Mahkemesi’ndeki bir davayı kazandı. Mahkeme, İsrailli paravan şirketlerin İranlılara Şah döneminden beri kalan eski bir borcu ödemeleri gerektiğine karar verdi ve İsrail’in bu konuda hazırladığı temyiz başvurusunu reddetti. On iki yıl kadar önce, Arfazadeh, “İsrail’in En İyi Bahsi: Gerçek Adalet mi Uluslararası Hukuk mu?” başlıklı, çok kapsamlı bir yasal metin yayımladı. Şimdiyse, ortağıyla birlikte, yasal platformda İsrail karşısında küçük bir zafer kazandı.
Lozan federal mahkemesinde hâkimler kuruluna başkanlık etmiş olan Hakim Katherine Klett, İsraillilerin parayla satın aldıkları İsviçreli bir avukat olan Daniel Guggenheim’ın öne sürdüğü argümanları şiddetle reddetti. Klett, borçların ödenmesi gerektiğinde ısrarcı oldu ve İsrail ile İran arasındaki siyasi meselelerin mahkemeyi zerre kadar ilgilendirmediğini söyledi.
Uğranan zarar, pahalı olduğu kadar iğneleyiciydi de. İsraillilere, İranlıların mahkeme maliyetleri olan 90.000 frangı (104.000 dolar) ödemeleri, ayrıca federal mahkemeye de ilave 80.000 frank daha ödemelerini emretti. Tek teselli ise, tam borcun toplanmasının şu an için ötelenmesiydi - ta ki ödemenin, İran’a karşı İsviçre’nin yaptırımlarını ihlal edip etmeyeceği netlik kazanana dek. İsrail’in mahkemede uğradığı yenilgiden bir gün sonra Başbakan Benjamin Netanyahu, Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’na katılmak üzere İsviçre’ye geldi. Katılımcıların dikkati, grubun yeni üyesi olan Iran cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’ye odaklanmıştı. Ruhani, geçtiğimiz yaz döneminde seçimlerden zaferle çıktığından beri ülkesinin yeni ılımlı yüzünü tanıtmak üzere burada boy gösteriyordu. Beklendiği gibi, -rakibinin gördüğü destekten ve genel itibariyle yarattığı iyimser algıdan hayal kırıklığına uğrayan- Netanyahu, uluslararası topluluğu “Ruhani’nin İran’ın aldatma şovunu sürdürdüğü” konusunda uyaran bir açıklamada bulundu ve ekledi: “İran’daki Ayetullah rejiminin hedefi, nükleer silah üretme programlarından geri adım atmaksızın üzerlerindeki yaptırımları hafifletmektir ve Ruhani’nin gülücüklerinin arkasına saklanmaktadırlar.”
Açıklamada, İran rejiminin yaptığı yanlış şeyler bir bir sıralanıyordu: “nükleer proje” yürütmekten İnternet’e erişimin engellenmesine dek. Bununla birlikte, Ayetullahların temsilcilerinin ellerinde yeni yeni güçlendirdiği yargısal mağlubiyetinden hiç söz etmedi.
İsrailli üç enerji şirketi - Paz, Delek ve Sonol- petrolü kullandılar; ancak İranlılar bunun karşılığındaki bedeli almadılar. Bu mesele, halihazırda “küçük tahkimin” ana kalbini oluşturuyor.
İsrail ve İran, yıllardır “petrol alanında tahkim” süre- cindeler ve bu süreç, tahminen milyarlarca dolar üzerinde yaşanan bir anlaşmazlığa dönüşüyor. Kudüs, söz konusu tahkimi büyük bir hassasiyetle ele alıyor - sanki tüm bunlar bir derin devlet sırrıymış gibi. Bu zamana dek hükümet, İranlılara karşı yürütülen yasal mücadeleye resmi olarak atıfta bulunmaktan imtina etti. Bu konudaki her bir gelişmenin, üst düzey güvenlik sağlamada yetkili bir grup kişi, yasal uzman ve güvenlik yetkilileri tarafından en üst şekilde ele alındığını düşünebiliriz. Benzer bir gizlilik İran’da da hüküm sürüyor - Tahran’daki yetkililer, İsviçre mahkemesinde kazandıkları zaferi davulla zurnayla kutlamadılar. Her iki taraf da, karşılıklı tehdit ve kınamaları savurmayı; iki ülkenin resmi temsilcileri arasında temasın sürdürüldüğü -şimdiye dek bilinen- tek kanal konusunda ise sessizliklerini korumayı tercih ediyorlar. Haziran 2013’te, İsrail Hukuk Merkezi Shurat Hadin’in başkanı olan avukat Nitsana Darshan-Leitner, Kudüs Eyalet Mahkemesi’nde dış işleri ve adalet bakanlıkları aleyhine dava açtı ve İran ile tahkim meseleleri konusunda bilgi talep etti. Bakanlıklar, söz konusu talebi kısa ve öz bir şekilde reddettiler ve söz konusu dava şimdilerde, gizlilik kararı eşliğinde Yargıtay’da görülüyor.
Ancak Tahran ve Kudüs’teki resmi sessizlik, toprakları üzerinde bir tahkimin gerçekleştiği İsviçrelileri bağlamıyor. Lozan’daki Yüksek Mahkeme’nin geçtiğimiz yıl ve bir önceki yıl sonuca bağladığı iki karar, yargısal ihtiyatın ufak ayrıntılarını ortaya çıkarıyor.
İsviçre’nin yasal geleneğine göre, tarafların isimleri yargı kararlarında yer almıyor ve davalardan birinde de İsrail, bu isimlerin tamamen gizli kalmasını açık bir şekilde talep etti. Yargıç Klett bunu duyunca nahoş bir kahkaha attı ve İran ile İsrail arasındaki yasal meselenin meşhur bir uluslararası dava olduğunu ve uluslararası tahkim konusunda yayınlar yapan hukuk dergilerinde bundan sık sık söz edildiğini söyledi. Ayrıntılı kararlar, kimin ve neyin müdahil olduğunu açık bir şekilde gösteriyor. Belgeler dikkatle incelendiğinde, İsrail’in yasal stratejisinin son birkaç yılda, Netanyahu göreve geri döndüğünden beri, değiştiği görülüyor. Ondan önce İsrail, teknik ve prosedüre ilişkin argümanları öne sürerek ayak direyen bir tutum benimsemişti.
Aslında, altı yıl önce İsrail davalardan birinde ödeyeceği borca dair bir avans vermişti. Ancak, Netanyahu döneminde İsrail militan bir yaklaşım sergilemiş ve İran’ın nükleer projesine karşı küresel mücadelenin parçası olarak bir ödeme yapmayı reddettiğini açıklamaya çalışmıştı. İsrail’in hukukçuları ise, İsviçre mahkemesinde kamu diplomasisine dair argümanlar öne sürdüler ve İranlı liderlerin “İsrail’i dünya haritasından silme” yönündeki çağrıları hakkında borcu iptal etmenin yeterli gerekçesi olarak söz ettiler.
İsviçreli hakimler, ne bundan ne de İsrail’in İranlı davacıları, Zaire’nin devrik diktatörü Mobutu Sese Sekoya veya sanat hırsızlarına benzetme girişiminden etkilenmediler. Son dört yılda, İran’a yönelik dayatılan uluslararası yaptırımlar temelinde, iki taraf da yasal mücadelelerini bir üst düzeye çıkardılar. Tahran’daki karar alma süreçleri saydam olmadığı için, bunun İran’daki lider kadro tarafından alınan ve yaptırımların sertliğini test edip İsrail’i küçük düşürmeye yönelik kasti bir politika mı, para koparmaya dönük umutsuzca bir çaba mı, yoksa yasal mücadeleye çok alışıp bunu durdurmak istemeyen yetkililer ve hukukçuların alışkanlığı olup olmadığı net değil.
Net olan şu ki, İranlılar, karşılarında bir dava olduğuna, tahkimin kendi lehlerine sonuçlanacağına ve İsrail’den devasa paralar elde edeceklerine inanıyorlar. Aynı şekilde, İsrail tarafının kaybetmek konusunda çok endişeli olduğu, dolayısıyla zaman kazanmak için her türlü çabayı ortaya koyduğu ve fınansal uygunluğa dair kapsamlı bir tartışmayı engellediği de net bir şekilde ortada. Son birkaç yıldır Kudüs’teki yargısal hazırlıklar, İran’a karşı boykotun kurallarının resmi olarak sertleşmesiyle paralel bir şekilde gerçekleşti. Bu sürecin öncüleri ise Netanyahu ve Maliye eski Bakanı Yuval Steinitz idi. Bu yeni mevzuat, İsrail’in İran’a yönelik uluslararası yaptırımlara bir katkısı olarak sunuldu. Amaç, nükleer projeyi durdurmaktı. Ancak, İsrailli karar alıcıların, petrol tahkimine ilişkin finansal tehditten haberdar oldukları ve bu tehdidi ortadan kaldırmak üzere yaptırımları kullanmaya çalıştıkları da gün gibi ortada.
Tartışma, İsrail ile ortak anlaşmalardan kaynaklanan parayı alması için İran Ulusal Petrol Şirketi NlOC’un öne sürdüğü iki iddia etrafında dolaşıyor. Keza iki ülke arasındaki ilişkiler 1979 yılındaki İslam Devrimi’nden sonra kopunca, bu paralar da dondurulmuştu. İddialardan biri -hatta “büyük tahkim” de denebilir- İran’ın İsrail’de bir petrol boruhattı inşa etmeye ve petrol tankerlerinden oluşan bir filoyu kullanmaya dönük ortak projedeki ekonomik kardan payını almasıyla ilgilidir. Bu tahkim, halihazırda Küresel Tahkim Gözden Geçirme Raporu’na göre 7 milyar dolar civarında. Muhtemelen, İran Ulusal Petrol Şirketi NIOC hukukçuları da bu konuda bir hesaplamaya gitmişlerdir. İkinci iddia ise, ki buna “küçük tahkim” de denebilir, çok daha basit. Devrimin arifesinde İranlılar, İsrailli üç enerji şirketine ham petrol sattılar: Paz, Delek ve Sonol.
İran ve İsrail, Şah döneminde yakın bağlarını korudular. Bu kapsamda; askeri ve istihbarat işbirliği, İran petrolünün İsrail’e ve İsrail’in silahlarının İran’a satışı, her düzeyde görüşme, Sovyetler Birliği’ne karşı Soğuk Savaş’ta ABD’ye yardım etme ve Orta Doğu’daki radikallere karşı -Cemal Abdel Nasır’dan Yaser Arafat’a dek- ortak bir tavır benimseme yer alıyordu. Bununla birlikte, her ne kadar El Al sürekli olarak Tahrana uçsa da ve binlerce İsrailli İran’ı ziyaret edip orada çalışsa da, iki ülke arasındaki ilişkiler her zaman için gizli şekilde yürütüldü. Tahran ve Ramat Gan’daki iki büyükelçilik, resmi statü olmaksızın ve herhangi bir bayrak asmadan çalıştılar. İranlılar her zaman için İsrailli muhataplarına, Arap devletlerinden İsrail ile işbirliği yapmamaları konusunda baskı gördüklerini, dolayısıyla düşük profil benimsemeleri gerektiğini söylediler. İsrail, bu taleplerini kabul etti; keza kendisi de bugün Arap devletleriyle olan bağlarını gizlilik içerisinde yürütüyor.

Şah, İsrail-Mısır barış sürecini teşvik etmede rol oynamış; İsrail ile birçok önemli güvenlik anlaşması imzalamıştı. Başbakan Menachem Begin ise, kendisini Şubat I978’de gizlice ziyaret etmişti.

20 yıldan uzun süredir, 1950’lerin ortasından Şah’ın devrilmesine dek olan sürede İran, İsrail’in başlıca petrol tedarikçisiydi. Tedarik hattı, 1957 yılında İsrail Tiran Boğazları üzerinden Kızıldeniz’de seyrüsefer özgürlüğü kazandığında konsolide edildi. İran petrolünü taşıyan tankerler, Eilat limanında yüklerini boşalttılar; Hayfa’daki rafinerilere giden bir boruhattı üzerinden de petrol akışı sağlandı. İranlıların Eilat-Hayfa boru- hattı projesinde kısmi bir ortaklıkları vardı. Bu projenin başında Avrupa’da yaşayan iki Yahudi işadamı bulunuyordu: Fransa’dan Baron Edmond de Rothschild ve Cenevre’den banker Yehuda Assia.
İran’ın gizliliği sürdürmedeki ısrarı, İsrail’i yabancı şirketler üzerinden çalışmaya ve İran Ulusal Petrol Şirketi NIOC ile (veya o dönemde İran’da çalışan herhangi bir yabancı petrol şirketiyle) doğrudan sözleşme imzalamamaya zorladı. Üç İsrailli enerji şirketi, merkezi Cenevre’de bulunan bir paravan şirket üzerinden ham petrol satın aldı. Şirketin ismi SPTM (Societe des Petroles et des Transports Maritimes) idi ve genellikle ondan Sopetrol diye söz edilir. Cenevre’deki Registrar of Companies belgelerine göre, Sopetrol 1955 yılında kuruldu ve artık faal değil. 1999 yılında şirketler sicilinden silindi. Bununla birlikte, resmi adresine göre, şu anda dava edilen şirket, paravan bir şirket: “c/o Daniel Guggenheim, avukat,” adresinde geçiyor ve bu kişi, İsrail’i “küçük tahkim”de temsil ediyor. Guggenheim aynı zamanda, tasfiye süreçlerinin başladığı 1996 yılına kadar şirketin tek müdürü.
Her ne kadar artık faal olmasa da, söz konusu şirket tahkimde ve mahkeme belgelerinde varlığını sürdürüyor ve devlet adamları ile hukukçuları halen meşgul ediyor. 1967 yılındaki Altı Gün Savaşları, İsrail ve İran’ı birbirine daha da yakınlaştırdı; hatta tarihçi Ami Gluska’nın söylediğine göre bu savaşların başlamasını Şah tetikledi. İran’ın petrol ihracatının önemli bir kısmının geçtiği Süveyş Kanalı, seyrüsefere kapatıldı. İsrailliler, Şah’ı, iddialı bir projede onlara katılmasının gerekli olduğu konusunda ikna ettiler. Proje; Eilat’tan Ashkelon’a dek geniş bir boruhattı oluşturmaktı ve bu proje, “karayolu köprüsü” işlevi görecek; Süveyş Kanalı’nın kapalı güzergahının yerini alacaktı. Bu yol üzerinden İran petrolü Avrupa’daki müşterilere ulaşacaktı. İsrail boruhattını ve ona eşlik eden tesisleri inşa edecekti; İran da petrolü sağlayacaktı. Her iki taraf da yatırımın faydalarından nasiplenecekti.
29 Şubat 1968 tarihinde, birkaç ay süren yoğun müzakereler ve bir Alman bankasından fon bulunduktan sonra, Tahran’da İsrail’in finans bakanı Pinhas Sapir ile İran Ulusal Petrol Şirketi NlOC’un genel müdürü Manuchar Akbal arasında bir “katılım anlaşması” imzalandı. Anlaşmanın şartlarına göre -ki anlaşmanın tam içeriği halen açıklanmadı- İsrail hükümeti 49 yıllık bir imtiyaz, vergi muafiyeti ve gecikmeyi telafi etmeye dönük planlama ve inşaat desteği vermeye razı geldi. Boruhattına, finansmanına ve petrol kaynaklarına ilişkin olarak basına yansıyan raporlara sansür uygulandı.
Proje, rekor denebilecek bir zamanda uygulandı: 1969 yılı sonunda, petrol boruhattından akmaya başlamıştı. İsrail, Ashdod’da ikinci bir rafineri inşa etti ve hattın her iki ucuna da depolama tankları yerleştirdi.
Arap boykotu ve İran’ın endişeleri bir kez daha tarafları, Kanada ve Panama’ya kayıtlı şirketler üzerinden faaliyette bulunmaya zorladı. İki şirket de aktifti: Eilat-Ashkelon Boruhattı Şirketi (EAPC), İsrail içerisinde petrol taşıma ve depolamadan sorumluydu; Trans-Asiatic Oil, Ltd. adlı şirket de petrolün taşınması ve pazarlanmasından. İranlılar, şirketlerin yönetim kurullarına kendilerinden yetkili atamadılar ve İsrailli ve Yahudi-Avrupalı personelden, onları temsil etmelerini talep ettiler. Uluslararası deniz taşımacılığı şirketleri projede Arap boykotundan dolayı yer almayı reddedince, Trans-Asiatic adlı şirket, tanker filosunun önemli bir kısmını (23 tanesini) kiraya verdi ve ortaklık çöktü. 1973 yılındaki Yom Kippur Savaşı’nın arifesinde zirve noktasına ulaştıktan sonra proje, Süveyş Kanalı’nın yeniden açılmasıyla birlikte ivme kaybetti. Trans-Asiatic şirketi, Avrupa’da, İran petrolü için müşteri bulmakta hayli zorlandı. Boruhattından geçen petrolün büyük kısmı, İsrail’e gidiyordu veya İsrail’in Sina yarımadasındaki yönetimi sırasında çalıştırdığı Mısırlı petrol kuyularından gelmişti.
Daha sonra yapılan çalışmalar -örneğin Kudüs’teki Hebrevv Üniversitesi’nden Prof. Uri Bialer’in çalışmaları ve gazeteciler Yuval Elitzur ve Eliahu Salpeter’in “Oil Plots” (Petrol Komploları) adlı kitabında ortaya koydukları- şu sonuca vardı: boruhattı-ve-tankerler projesi ekonomik bir başarısızlıktı; ancak İran petrolünün İsrail’e tedarik edilmesini güvence altına aldı.
Son varılan petrol tedariği anlaşması, 18 Ekim I977’de NIOC ile Cenevre’deki bir İsrailli şirket arasında imzalandı. Taraflar arasındaki ilişkiler o dönemde üst bir düzeydeydi: Şah, İsrail-Mısır barış sürecini teşvik etmede rol oynamış; İsrail ile birçok önemli güvenlik anlaşması imzalamıştı. Başbakan Menachem Begin ise, kendisini Şubat 1978’de gizlice ziyaret etmişti ve bu ziyaret, iki ülkenin liderleri arasındaki son toplantı olmuştu. İran’daki İslami protestolar dalgası hemen sonra başladı; Şah, ülkesi üzerindeki denetimini yitirdi ve Ocak 1979’da da devrildi.
Bir ay sonra, Ayetullah Humeyni’nin İslam Cumhuriyeti iktidara geldi; İsrail ile bağlar koparıldı ve İran, Yahudi devletinin azılı bir düşmanı haline geldi, İsrail’i “küçük Şeytan” ve “Siyonist rejim” olarak yaftalamaya başladı. Şah’ın devrilmesi, petrol ortaklığından sorumlu yetkililere sürpriz oldu. Aralık 1978’de, Tahrandaki gerilim zirve noktasındayken, Trans-Asiatic, Sea Rover isimli bir tankeri 10 yıllığına kiraya verdi. Görünen o ki, Trans-Asiatic’in yöneticileri Şah’ın rejiminin devam edeceğini ve ticaretin normal şekilde süreceğini düşünmüşlerdi. İran tarafı da kısmen görevini son dakikaya dek devam ettirdi: İran’dan beş petrol sevkiyatı, 1978 yılı sonunda Eilat’a ulaştı. Samuel Segev’in “The Iranian Connection” (İran Bağlantısı) adlı kitabına göre, İran petrol şirketi İsrailli müşterilerine 120 günlük kredi vermişti. Ancak ödemenin zamanı geldiği sırada Tahran rejimi değişmişti.
İsrailli üç enerji şirketi - Paz, Delek ve Sonol- petrolü kullandılar; ancak İranlılar bunun karşılığındaki bedeli almadılar. Bu mesele, halihazırda “küçük tahkimin” ana kalbini oluşturuyor. Haaretz’in daha önce aktardığı gibi, söz konusu dava, Maliye Bakanlığı’nın muhasebe uzmanına bırakılmış durumda. Boruhattındaki ve tanker filolarındaki ortaklık, İran devriminin ardından sona erdi. İran petrolü artık İsrail’e akmıyordu; alternatif enerji kaynakları bulmuştu. Trans-Asiatic, büyük bir zarar ederek kiraya verdiği gemileri sattı ve boruhattı o zamandan beri kapasitesinin çok küçük bir kısmıyla çalışıyor. Son on yılda EAPC, ters yönde akış projesini tamamladı - petrol artık güneye doğru, yani Ashkelon petrol limanından Eilat’a pompalanabiliyordu. Böylelikle Azerbaycan petrolü, Asya’daki müşterilere satılabilecekti. Ancak bu proje de fiyaskoyla sonuçlandı.
Geçtiğimiz ay, bakım çalışması sırasında boruhattından milyonlarca litre petrol sızıntısı yaşandı ve bu durum, Eiİat’ın kuzeyindeki Evrona’nın doğal kaynaklarına ciddi bir şekilde zarar verdi. Bu olay, EAPC ve operasyonları üzerindeki gizlilik perdesinin kaldırılması yönünde halkın çağrılarını tetikledi. Bu çağrılar,  TheMarker’dan Avi Bar-Eli’nin makaleleriyle, çevreye verilen zararın ardından zararın telafisi için açılan davalarla ve İsrail Çevre Koruma Birliği isimli bir STK’nın, şirketin gizliliğinin kaldırılması yönünde Yüksek Adalet Divam’na yaptığı başvuruyla desteklendi.
Sızıntının zamanlaması özellikle EAPC açısından oldukça kötüydü; çünkü imtiyaz sözleşmesini 40 yıl daha uzatmayı isteyip istemediğini hükümete 25 Mart gününe kadar haber vermesi gerekiyordu. Keza iki yıl içerisinde mevcut sözleşme sona erecekti. Sözleşmenin koşullarına yönelik halkın getirdiği eleştiriler, şirketin faaliyetlerine dair saydamlık ve daha sıkı denetim talepleriyle birleştiğinde, mevcut düzenlemeyi yenilemek çok daha zorlaştı. Hükümetin, şirketi millileştirmek ile NIOC ile dostane olmayan ortaklığını devam ettirmek arasında bir tercihte bulunması gerekiyordu.

14 Ekim 1994 tarihinde, İranlılar İsrail'e karşı “yüce tahkimi” başlattılar. Bir hakem belirlediler ve İsrailden de bir tane atamasını istediler. Bu dönem, Oslo Anlaşmaları sürecinin zirve noktasıydı.

Humeyni İran’ı ilk yıllarını, rejimi konsolide etmeye ayırdı: ilk olarak Şah rejiminden kalan artıklar şiddetli bir şekilde tasfiye edildi; daha sonra da Irak’ın işgal girişimi geri püskürtüldü. 1980 yılında, İran, petrol üretimini millileştirdi; keza o zamana dek NIOC ile yabancı şirketlerden oluşan bir konsorsiyum arasında bölünmüş durumdaydı. Alenen yapılan nefret açıklamalarına rağmen, İran’ın yöneticileri, ABD ile üçlü bir işbirliği düzeneği içerisinde İsrail’den silah ve yedek parça satın aldı ve tüm bunlar bir tür “İrangate” skandalına dönüştü. Sonuçta, İranlılar aynı zamanda Saddam Hüseyin’in kimyasal silahlarından korunmak için gaz maskesi de satın aldılar. Ancak Irak’la savaşın en hararetli olduğu zamanlarda bile Tahran’daki bazı yetkililer, İsrailli enerji şirketlerinin sahip olduğu borcu anımsadılar. 1981 yılı Ekim ayında, Haaretz, İran’ın İsrail’e I milyar dolarlık dava açacağına dair ilk haberi yayımladı. İranlıların herhangi bir acelesi yoktu. 1977 yılındaki tedarik anlaşmasına göre, taraflar İran yasalarıyla bağlıydılar ve ortaya çıkacak herhangi bir anlaşmazlık, Tahran’da üç tahkim görevlisinden oluşan bir mahkeme önünde görüşülecekti. 27 Temmuz 1985 tarihinde, NIOC, merkezi Cenevre’de bulunan Sopetrol isimli bir şirkete karşı tahkim davası başlattı.
1991 yılında, davacılar, İsrailli enerji şirketleri Paz, Delek ve Sonol’ün isimlerini de davalarına eklediler. Görünen o ki, söz konusu şirketin faaliyetlerini durdurduğunu ve artık onlara bir kuruş bile ödeyemeyecek hale geldiğini görmüşlerdi. Büyük, karlı şirketlerin ceplerine elini daldırmaktan daha iyisi mi vardı!
Belgelere göre, İranlı hakemler işlerini son derece yavaş bir şekilde görüyorlardı. Ancak 3 Mart 1999 tarihinde İsrailli enerji şirketlerinin dava dosyasına eklendiğini açıkladılar ve borç meselesine karar vermeleri de iki yıl daha aldı. 8 Haziran 200l’de ise, yani davanın açılmasından neredeyse 16 yıl sonra, hakemler, Sopetrol ve üç İsrailli şirketin NlOC’a 97 milyon dolar (30 milyon dolar esas para, 66 milyon dolar faiz ve yaklaşık I milyon dolar da dava giderleri) ödemesi gerektiğine hükmetti. İsviçreli şirket kararı temyize götürmedi ve İran’daki mahkeme ile temas kurmaya çalışmadı - her ne kadar, İsrailli şirketlerin aksine, kimse onun İslam Cumhuriyeti’ndeki mahkemelere başvurmasını engellemese de. Bu gelişmeler ise, İsrail’de sır gibi tutuldu. Enerji şirketlerinin çıkardıkları mali raporlarda, toprağı kirlettikleri için onlara açılan on binlerce şekellik her dava veya doğalgaz istasyonu sahipleriyle yaşanan ticari anlaşmazlıklar bıkıp usanmadan listeleniyor; ancak İranlılara olan eski borçtan veya Tahran’la halihazırda yürütülmekte olan tahkim sürecinden hiçbir şekilde söz edilmiyordu. Öte yandan, İranlılar, yasal mücadeleleri için çok daha iddialı bir hedef buldular. İsrailli enerji şirketlerine yönelik tahkimin sonuçlarını beklerken, NIOC şirketi direktörleri aynı zamanda kayıp boruhattı ve İsrail’le tanker filosu ortaklığından olan hisselerini de talep ettiler.
Burada da, “küçük bir tahkim”in çok ötesine giden, daha karmaşık sorunlarla karşı karşıya kaldılar. Bu davadaki sanık, İsrail hükümetinin ta kendisiydi - tarafsız bir ülkedeki bir şirket değil. İran’ın Kudüs’teki Maliye Bakanlığı’na belgeleri gönderecek bir büyükelçisi de yoktu. İkinci sorun ise, prosedürel nitelikteydi. 1968 yılındaki katılım anlaşmasında, anlaşmanın bağlayıcı niteliğinden söz edilmemiş ve ortaklar arasındaki anlaşmazlıkların çözümü için karmaşık bir usul ortaya konmuştu. Eğer bir anlaşmazlık yaşanırsa ve taraflar bunu dostane bir şekilde çözemezlerse, her bir taraf, kendisini temsilen bir hakem atayacaktı.
İki hakemin bir karara varmasının mümkün olmadığı veya üçüncü bir hakem atanmasında hemfikir olmadıkları durumda ise, taraflar, merkezi Paris’te bulunan Uluslararası Ticaret Odası’nın başkanından ilave bir hakem atamasını talep edeceklerdi. Söz konusu usul, İran ile İsrail arasındaki yasal anlaşmazlığın tam kalbinde yer alıyor şimdilerde... İsrail, söz konusu durumu, boş prosedürlerle zaman kazanmak için kullanıyor.

 “Yüce Tahkim”, “Küçük Şeytan”a karşı

14 Ekim 1994 tarihinde, İranlılar İsrail’e karşı “yüce tahkimi” başlattılar. Bir hakem belirlediler ve İsrail’den de bir tane atamasını istediler. Bu dönem, Oslo Anlaşmaları sürecinin zirve noktasıydı. Filistin Yönetimi, İsrail’in Gazze Şeridi’nde boşalttığı toprakları ve Jericho’yu yönetiyordu; İsrail ve Ürdün bir barış anlaşması imzalamak üzereydi; Körfez devletleri ve Kuzey Afrika ülkeleri, bölgesel ekonomik konferanslarda yer alıyorlardı ve topraklarında İsrail’e temsil ofisleri açmışlardı; Amerikan başkanı Bili Clinton ise İran’ın müttefiki olan Suriye’ye, tarihi bir ziyaret yapmak ve İsrail’in barış karşılığında Golan Tepeleri’ni iade edeceği süreci iİerletmek üzereydi.
O anda sanki İran ABD’nin ve onun bölgedeki vasilerinin elinde stratejik bir bozgun yaşayacakmış gibi göründü; ve İsrail-Arap barış süreci geri dönülmez bir noktaya vardı. İsrail’in o dönemki liderleri, Yitzhak Rabin ve Shimon Peres idi. Her ikisi de Şah’ın eski dert ortakları ve İrangate sırasında Humeyni İran’ıyla gizli temaslar kurulmasını tahrik eden kişilerdi. Onlara göre, İran, barış süreci ve bölgesel güvenliğin önündeki en büyük tehditti ve, beklenildiği gibi, İran’ın tahkim talebini net bir şekilde reddettiler. İsrail, resmi düzeyde, davacının taraflar arasındaki anlaşmazlığın özünü net bir şekilde tanımlamadığını ve bu tahkime öncül oluşturacak herhangi bir diyalog kurulmasını iddia etti.
İsrail’in reddetmesinden etkilenmeyen İranlılar ise, işlerini kararlılıkla sürdürdüler. Bundan sonraki adım, 22 Ağustos 1995 tarihinde Paris’teki Uluslararası Ticaret Odası’nın (ICC) başkanından İsrail’i bir hakem atamaya ikna etmesini talep etmekti. Prosedürel anlamdaki bir dizi gecikmenin ardından, ICC başkanı, İran’ın talebini kabul etti. İsrail, kararı temyize götürdü ama başarısız oldu; ye 29 Mart 2001 tarihinde Paris Temyiz Mahkemesi, İsrail’e, bir hakem ataması yönünde talimat verdi. İsrail buna karşı çıktı ve bu karşı çıkışını desteklemek üzere iki yasal görüş sundu: bir tanesinde Fransız mahkemesinin bu davadaki yetkisini reddediyor; diğerinde de İran ile İsrail arasındaki kavga devam ettiği sürece bir hakemin atanmasının imkansız olduğunu iddia ediyordu.

Sızıntının zamanlaması özellikle EAPC açısından oldukça kötüydü; çünkü imtiyaz sözleşmesini 40 yıl daha uzatmayı isteyip istemediğini hükümete 25 Mart gününe kadar haber vermesi gerekiyordu, sözleşme sona erecekti.

Hâkim buna karşı çıktı ve Kasım 200l’de İsrail adına bir hakem atadı. İsrail, Fransa Yüksek Mahkemesi’ne temyiz başvurusunda bulundu; ancak bu başvuru süreci durdurmaya yetmedi. Aralık 2003’e, İsrail, tahkimin Cenevre’de gerçekleşmesini önerdi. İranlılar kabul ettiler. Daha önce haber verildiği gibi, İsrail’in birinci hakemi, Adalet eski Bakanı Haim Zadok oldu. Onun 2002 yılında ölümünden sonra yerine avukat Avigdor “Dori” Klagsbald kendi. Kendisi, halen bu görevdedir. Firmasının vvebsitesinde ise şöyle yazar: “Dr. Klagsbald, İsviçre’de gerçekleşen uluslararası bir tahkimde İsrail Devleti adına hakemdir.”
TheMaker’da Avi Bar-Eli’nin yaptığı bir söyleşide ise, Klagsbald’ın yılda 500.000 dolar civarında bir ücret aldığı öğrenilmiştir. Yossi Melman’ın Haaretz’de 2006 yılında yayımlanan bir raporunda, EAPC’ın Kudüslü avukat Elhanan Landau’yu görevlendirdiği belirtilmiştir. Kendisi, geçmişte Maliye Bakanlığı’nın İran davasında dışarıdan yasal danışmanlığını yapmıştı. Landau öldüğünde yerine ortağı Zvi Nixon geldi. Onun şirketi de, İsrail ile ilgili yasal işlemlerde EAPC’yi temsil ediyordu. Nixon, websitesinde gururla, “uİuslararası tahkim, petrol ve doğalgaz projelerinde geniş bir deneyimi olduğunu” açıklamaktadır.
24       Aralık 2003 tarihinde ise, NIOC, hakemlere resmi başvurusunu sundu. İranlılar; İsrail’den 800 milyon dolar ödemesini talep ediyorlardı. Bu meblağın içinde, yaptıkları hesaplamalara göre, 1968 katılım anlaşmasıyla bağlantılı varlıkların değerinin yarısı -petrol boruhattı ve yardımcı tesisler, ayrıca satılmış olan tanker filosu- ve beklemedeki “bir başka tahkimle” bağlantılı tazminat vardı, söz konusu meblağın o zamandan beri milyarlarca dolara tırmandığı düşünülüyor. İsrail’in 23 Nisan 2004 tarihinde sunduğu, savunma mahiyetindeki belgede ise, hakemlerden, bu talebi üç sebeple reddetmeleri talep ediliyordu: İsrail’in hakeminin atandığı sürece muhalefet; İranlı hakemin iyi niyetli olmayışı ve bu davaya prensipte yapılan itiraz.
İsrail, NlOC’un tazminat talebine, devrimden sonra anlaşmanın tek taraflı olarak ihlal edildiği gerekçesiyle bir karşı-iddia gönderdi. Talep edilen tazminat miktarı, İsviçre mahkemesinin belgelerinde telaffuz edilmedi. 1 Şubat 2005’te ise, İsrail, Fransa’daki yasal mağlubiyetten zarar gördü. Yüksek Mahkeme, hakem atanmasına ilişkin temyiz başvurusunu reddetti ve kararını yayımladı. Karar, ticari basına geniş bir şekilde yansıdı. Versay Üniversitesi’nden uluslararası tahkim alanında tanınmış uzman Prof. Thomas Clay’a göre; verilen karar, “büyük tahkim kararlarının tapınağına ait”.
Fransız hakimlerin iddiasına göre; İranlı şirketin hakları ihlal edildi; çünkü iki ülke arasındaki düşmanlıktan dolayı ne İran ne de İsrail’deki mahkemelere başvurulması mümkün değil. Hakimlerin kararına göre; bir hakime -bir hakeme de- erişim hakkı, uluslararası düzenin bir parçası ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde de yer alıyor. Hakimlerin görüşlerine göre; anlaşma yetkiyi merkezi Paris’te bulunan ICC’ye verdiği için Fransız mahkemeleri, bu davada karar alma yetkisine sahip. Kararın alınmasından hemen önce Fransa’daki ilgili yasa, bu ilkeyi içerecek şekilde değiştirildi. O dönemde Netanyahu, Ariel Sharon’un hükümetinde maliye bakanıydı ve bu yüzden de EAPC ve İran ile tahkim meselelerinden sorumluydu. Ancak, kamusal faaliyeti, Gazze’de savaşa son verilmesi ve (Bachar komitesi üzerinden) bankalardan tasarruf fonlarını almaya odaklanmıştı. İran davası veya İsrail’in Fransız mahkemesinde yaşadığı mağlubiyet hakkında herhangi bir kamusal açıklama yapmamıştı.
Her ne kadar dava muameleleri açıkça gerçekleşse de ve alınan karar, ilgili basın organlarında yaygın bir şekilde yer bulsa da Benzeri bir sessizlik Tahran’da söz konusuydu. Yossi Melman’ın 2006 yılında kaleme aldığı ve tahkim işlemlerinin kısmi açıklamasını içeren bir makaleye yanıt olarak, İran, dava muamelelerinin varlığını inkâr eden ve ilgili raporun “temelsiz ve tamamen uydurma ürünü olduğunu” iddia eden resmi bir açıklamada bulundu. 18 Aralık 2006 tarihinde ise, yani İran’ın inkârından yaklaşık 10 gün sonra, hakemler, yıllar boyunca aralarında belge değişimi yaptıktan sonra, ilk sözlü toplantıda bir araya geldiler. Klagsbald, İranlı muadiliyle birlikte oturup, gündemin ilk maddesini tartışmaya açtı: İsrail’in, mahkemenin yetkisini sürekli inkar etmesi. Parasal iddialara dair kapsamlı tartışma, usul meselesinin çözüleceği zamana dek ertelendi. 10 Şubat 2012 tarihinde hakemler İsrail’in Klagsbald’ın zoraki atanmasına karşı çıkmasını reddeden ilk kararlarını verene kadar işler yavaş ilerledi. Mahkeme, İranlı hakemin iyiniyetli hareket etmediği yönünde İsrail’in iddiasına herhangi bir atıfta bulunmadı; bu meselenin gelecekte ele alınacağını belirtti.
“Büyük tahkimde” hakemlerinin uygunluğuna dair kararı beklerken İranlılar bir kez daha “küçük tahkimi” gündeme getirdiler. İsviçre’nin hazırladığı belge, Ehud Olmert’in başbakan, Roni Bar-On’un ise maliye bakanı olduğu dönemde gerçekleştirilen temasları ele almıyor. Bununla birlikte, net olan bir şey var ki o da Mart 2009’da, yani görevlerinin bitimine yakın İranlılar, merkezi Cenevre’de bulunan İsrailli bir paravan şirketten ilk ödemeyi almalarıdır. İki yıl sonra İranlılar, borcu toplamayı tamamlamaya kalkıştılar.
Zamanlamaları ise ilginçti. 19 Ocak 201 I tarihinde İsviçre Federal Konseyi, İran’a yönelik uluslararası yaptırımlara katıldı. Bu yaptırımlar dahilinde, para transferlerine dair kısıtlamalar vardı, iki ay sonra, 11 Mart günü NIOC Cenevre’deki Borç Toplama Ofisi’nden, İranlı hakemlerin 2001 yılındaki kararı temelinde, yıllık yüzde 5 oranında bir faiz eşliğinde 94 milyon İsviçre frangı değerinde Sopetrol’e bir ödeme talimatı yapmasını talep etti. Paravan şirket, bu ödemeye karşı çıktı. Sopetrol ve İsrailli enerji şirketleri, yukarıda ismi geçen Daniel Guggenhein tarafından temsil ediliyorlardı. Kendisi, uzmanlığı bankacılık yasaları ve ticaret yasası olan Cenevre’deki küçük bir hukuk şirketinin sahibiydi. Ancak, İsrail ile olan bağlantısı, paravan şirketin temsilinden de öteye uzanıyor. Kendisi, Bona Terra isimli bir yardım vakfının başında bulunuyor ve bu vakıf, tarım alanında çalışmak isteyen genç Yahudilere hibeler veriyor. Vakıf, bir aile dostu tarafından kuruldu ve Guggenheim, yönetimini babası Prof. Paul Guggenheim’den miras aldı. Babası, uluslararası hukuk alanında dünya çapında tanınmış bir otoriteydi.
Vakıf, Negev ve Arava’daki tarım projelerine -örneğin “atıklardan yola çıkarak koyun ıslahı” ve “hurma atığından arak denen içkinin üretimi” gibi- her yıl yüz binlerce şekel bağışta bulunuyor. 8 Haziran 2011 ’de ise, NIOC, Cenevre’deki Birinci Derece Mahkemesi’ne bir dilekçe sundu ve ödemenin yapılmasını talep etti. Guggenheim, paravan şirket adına buna karşı çıktı; İranlı hakemlerin petrol borcuna dair kararlarının İsviçre’de uygulanamayacağını iddia etti.
25 Eylül 2012 tarihinde ise, mahkeme, NlOC’un dilekçesini kabul etti; vorcun İsviçre’de toplanabileceğini ileri sürdü. Her iki taraf da, bir sonraki merci olan Cenevre’deki Adalet Mahkemesi’ne temyiz başvurusunda bulunmak için harekete geçtiler: İsrailliler borcu ödemeye yeniden karşı çıktılar; İranlılar ise onlarca milyon frank değerindeki faiziyle birlikte ödemeyi talep ettiler. Aynı zamanda, İsrail’de yasal anlamda gerçekleşen düzenlemeler, İsviçre’deki mahkeme işlemleri üzerinde etkiler doğurdu.
31 Temmuz 201 I tarihinde, uluslararası yaptırımların ardından Maliye Bakanı Yuval Steinitz “düşman ile ticaret” talimatnamesi imzaladı ve İran’ı “düşman bir devlet” olarak sınıflandırıp, ülkenin nükleer ve füze projelerine müdahil olmuş İranlı kurumlar ve bireyleri içeren uzunca bir liste yayımladı. NlOC’un ismi listede açıkça zikredilmemişti; ancak talimatname, düşman devletlerle her türlü ekonomik faaliyeti yasaklamaktadır. Knesset bir yıl sonra İran’ın nükleer projesine karşı mücadeleyle bağlantılı özel bir yasa geçirdi ve kısıtlamalar ile yasaklamaları daha da genişletti.
Her iki tahkimde -“küçük” ve “büyük”- görev alan İsrailli avukatlar, Stenitz’in talimatnamesinin anlamının “İsrail’in İranlılara tek kuruş para ödeyemeyeceği” anlamına geldiğini iddia etmede zaman kaybetmediler. Avukatlar, Cenevre’deki mahkemeye, eğer Paz, Delek ve Sonol’un NlOC’a borç ödeyeceklerse, bunun düşman devletlere ödeme yapmayı yasaklayan İsrail yasalarına aykırı olacağını açıkladılar. Yaptırımlar rejimi, enerji şirketlerinin sahipleri olan Zadik Bino, Yitzhak Tshuva ve David Azrieli’yi on milyonlarca İsviçre frangı para ödemekten korudu. Ancak, Steinitz bir adım daha ileri gitti. 14 Aralık 2011 tarihinde, Maliye Bakanlığı’nın muhasebe uzmanı Michal Abadi- Boiangiu - ki kendisi aynı zamanda “düşmanların mülklerinin sorumlusu” unvanını taşıyor- avukat Guggenheim’a resmi bir mektup gönderdi ve mektupta, Cenevre’deki paravan şirketin de İranlılara borç ödemesinin yasaklandığını, çünkü şirketin “İsrail’in çıkarları tarafından denetlendiğini” belirtti. Şimdilerde yasal mücadele zirve noktasına ulaştı: Lozan’da bulunan İsviçre Federal Yüksek Mahkeme. Söz konusu kurum, İsrailli muadilinden farklı: ceza hukuku, medeni hukuk gibi alanlardaki uzman birimlerden oluşuyor ve yargıçlar, son derece açık ve kanuna aykırı olmayacak bir şekilde siyasi temelde atanıyor.
Hukuk Dairesi’nden Judge Klett, sol eğilimli ve anti-kapitalist Sosyal Demokratik Parti’yi temsil ediyor. Parti, İsviçre’nin Avrupa Birliği’ne katılımını savunuyor. Yüksek Mahkeme’deki görüşmelerin öncesinde İsrailli yasama heyeti, “oldukça kapsamlı” bir dosya hazırladılar. Judge Klett’in ileri sürdüğü gibi, söz konusu dosya, İran İslam Cumhuriyeti’ne yapılan herhangi bir ödemenin uluslararası yaptırımlar rejimi normuna ters düşeceği argümanını desteklemeye yönelikti. Dosyada, Birleşmiş Milletler ve AB’nin İran’a yönelik yaptırımlarına atıfta bulunan birçok belge yer alıyor; İran ile İsrail arasında geçmişteki işlemlere dair ayrıntılı çizelgeler, ortak sözleşmeler ve paravan şirketlerin bilgileri ye ismi verilmeyen ancak çok bilgili bir İsrailli profesörün fikri bulunuyor.
İlk dava Lozan’a 14 Mart 2012 tarihinde, İsrail’in petrol boru hattı mülkiyeti ve tankerlere ilişkin "büyük tahkim”deki hâkimlerin yetkisi aleyhine yaptığı başvuru şeklinde geldi. Temyiz başvurusunun kabulü; süreci durduracak ve İsrail’i düşman bir devlete milyarlarca dolar para ödemek gibi bir kâbustan kurtaracaktı. İsrail hükümetinin avukatları olan Dominique Brown-Berset ve Dominique Ritter (Cenevre’deki Brown & Page’den) İsrailli yasama uzmanının fikrini sundular. Uzmanın ismi, ilgili kararda açıklanmadı. Buna göre; Fransız yargıçlar, NlOC’un Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesinde korunduğunu iddia ederek hatalı bir karar vermişlerdi. Prosedüre ilişkin argümanlarla -zaten bunlar da Fransa’da reddedilmişti- yetinmeyen avukatlar, “yeni kanıt” olarak ise, Steinitz’in açıkladığı talimatlar ve işlemlerin çizelgesini sunmuşlardı. NIOC, temyiz başvurusuna 7 Mayıs 2012 tarihinde yanıt verdi; bir kez daha bunu reddettiğini açıklayıp mahkemeden, hakemlerin yetkisini tanımasını talep etti. İsviçre’deki hâkimler hızlı çalışıyorlar. 10 Ocak 2013 tarihinde, yani temyiz başvurusu hazırlandıktan sonra dokuz ay bile geçmeden, Hakim Klett ve kurulun diğer dört üyesi, İsrail’in itirazlarını reddeden bir kararı imzaladılar ve hakem atanma usulüne ilişkin herhangi bir kusur olmadığına hükmettiler. Hakim Klett, İranlılarla 1968 yılında imzalanan orijinal anlaşmanın İsrail tarafından yorumlanış biçiminin yanlış olduğunu ileri sürdü. Buna göre; tahkim devam edecekti ve İsrail, sadece usulleri değil meselelerin özüne ilişkin de bir açıklama yapmak zorunda kalacaktı.
Kararın en sonunda ise, “fiyat etiketi” konmuştu: İsrail hükümetinin İsviçre yasaları çerçevesindeki en yüksek mahkeme maliyetlerini ödemesi gerekiyordu; keza “tartışmadaki mevzu bahis miktarın önemi, maksimum mahkeme ücretini almayı gerekçelendiriyordu.” İsrail’e, İranlı petrol şirketine yaklaşık 285.000 dolara karşılık gelen 250.000 İsviçre frangı, mahkemeye ise 200.000 frank ödemesi talimatı verildi. İran tarafının avukatları Wolfgang Peter ve onun meslektaşları ise, İsraillilerin yasa ekibini yönlendirmişti. İsviçre mahkemesinin kararı, İsrail’deki 2013 genel seçimleri öncesinde verildi; ancak seçmenlerin, giderek kabarma tehlikesi olan borç ve Lozan’da hükümetin İranlılar karşısında yaşadığı hukuki fiyasko konusunda herhangi bir malumatları yoktu. Üç gün sonra, haftalık Bakanlar Kurulu toplantısı sırasında Netanyahu, “İran’ın nükleer güce kavuşmasını önlemek, başbakan olarak benim ana hedefimdi ve halen de öyle” şeklindeki vaadini tekrarladı. Netanyahu, İran karşısında “hem uluslararası düzeyde, hem de İsrail’in harekete geçme yeteneği düzeyinde” eyleme geçmenin gerekli olduğunu söylemiş ve “eğer kazanırsak, ki seçmenlerin güvenine inanıyorum” bu yolda ilerlemeye devam edecekleri vaadinde bulunmuştu.
İsviçre’de birkaç hafta sonra açıklanan yargı kararının tamamı bile İsrail’de çok fazla yankılanmadı. 18 Mart 2013 tarihinde Netanyahu, yeni hükümetini Knesset’te tanıttı. Steinitz, Stratejik ve İstihbarat Meseleleri Bakanlığı’na kaydırılmıştı; ve EAPC dosyası, petrol konusundaki tahkimlerle birlikte, yeni finans bakanı Yair Lapid’in sorumluluğuna geçmişti. “Büyük tahkim” bir kez daha unutulmaya bırakılmış; tarafların ve avukatların gizliliği sürdürme taahhüdü yüzünden susturulmuştu. Ancak, aynı zamanda, “küçük tahkim” davasına ilişkin açık davalar, enerji şirketlerinin borçları da dahil olmak üzere, hız kazanmıştı. 22 Mart 2013 tarihinde, Cenevre’deki Adalet Mahkemesi, her iki tarafın başvurularını reddetti ve İsraillilerin, İranlıların talep ettiği faiz bedelini ödemelerine gerek olmadığı, sadece 94 milyon franklık asıl borcu ödemelerinin yeterli olduğu yönünde bir karar verdi. Bununla birlikte, bu karara müdahil olan herkes açısından şurası oldukça açıktı: bu karar, Lozan’daki Yüksek Mahkeme’ye doğru bir geçiş aşamasıydı sadece...
İsrail Yüksek Mahkeme’ye başvurusunu 7 Mayıs 2013 tarihinde yaptı. İsviçreli paravan şirket ve onun İsrailli yöneticileri, borcun ödemesinin iptal edilmesini ve aynı zamanda bir karar verilene veya gözden geçirilmek üzere bir alt mahkemeye geri gönderilene kadar ertelenmesini talep ettiler. Bir sonraki gün, avukat Guggenheim, İsrail’i ziyaret etti ve Be’er Sheva’daki Negev Ben-Gurion Üniversitesi’nin yıllık yönetim kurulu toplantısına katıldı; Bona Terra Vakfı’nın başkanı olarak yardımsever şapkasını taktı. Üniversitenin başkanı Prof. Rivka Carmi, kendisine Kibbutz Sde Boker’deki tören sırasında bir takdirname sundu ve İsviçre Çevre ve Enerji Araştırmaları Enstitüsü’ne bir ithaf yapıldı.
Arava’daki çiftçilerin Siyonist bağışçısı, Lozan’daki mahkemede İranlı-İsviçreli avukatla karşı karşıyaydı. Sunduğu argümanlar, Başbakan Netanyahu’nun BM’deki konuşmalarının hukuki bir versiyonu gibiydi: Yaptırımlar rejimine uygun olarak İran’a mali kaynakların gitmesinin engellenmesi, “uluslararası hukukun önemli bir ilkesidir,” demişti. İranlı liderlerin beyan ettiği gibi, İsrail, İran’a “İsrail’i dünya haritasından silmeye yönelik” nükleer bir saldırı gücü geliştirmede yardımcı olacak olan fonları durdurmak için çalışıyordu. İsrail’in tavrı, yaptırımlara ilişkin BM ve AB’nin ilke kararlarıyla da destekleniyordu. Bu yoruma göre; borcun NlOC’a ödenmesi, uluslararası hukuka ve İsviçre hükümetinin tavrına aykırı düşecekti. İsviçreli hâkimler ise, bundan etkilenmişe benzemiyorlardı. Diplomatik argümanlar kabul edilemez, diye yazmışlardı kararlarında, çünkü İsrail, bu argümanları bir alt mahkemede dillendirmemişti ve argümanları da mantıklı değildi. “Uluslararası politikaya ve özellikle de İsrail Devleti ile İran İslam Cumhuriyeti arasındaki mevcut anlaşmazlığa ilişkin bazı soyut endişeleri temel alıyordu,” diye yazmıştı yargıçlar...
Yargıçlara göre, mahkeme, İsviçreli bir şirketin 34 yıl önceki petrol sevkiyatının ödenmemiş faturalarından kaynaklı bir durumda İranlı bir şirkete borcunun İsviçre’nin bugünkü dış politikasıyla alakalı olduğunu anlamıyordu. Başvuru reddedildi ve İsrail’den mahkeme masraflarını ödenmesi talep edildi. Ancak yargıçlar yine de İsraillilere, tarihi borcu ödemekten kaçınmak için küçük bir “açılım noktası” da bıraktı. Bu paranın İranlılara transfer edilmesinin, İsviçre hükümetinin de taraf olduğu uluslararası yaptırımlar rejimine ters düşebileceğini yazdılar ve buna göre Bern’deki Ekonomik İşler Devlet Sekretaryası’na incelemesi için kararın bir nüshasını gönderdiler. Bu bağlamda, mahkeme, dolaylı olarak İsrail’in davasının bir kısmını kabul etti ve küçümsercesine bir red kararı verdi. Bir yıl önce alınan karar, anlaşmazlığı sonlandırmadı. İsrail ve İran, boruhattı ve petrol tankerlerine ilişkin olarak “büyük tahkimi” sürdürüyorlar. Cenevre’deki Borç Toplama Ofisi’nin İsrail’in yaptırımlar hukukuna tabi enerji şirketlerinden “küçük tahkime” ilişkin tüm borcu nasıl toplayacağı da henüz netlik kazanmadı. İranlılar, her halükarda, şu an için parayı elde edemeseler de, yargı kararlarını kendi lehlerine kazanacaklar.
İsrail’in İran Şah Rejimiyle eski ortaklığı tamamen de ortadan kalkmış değil. EAPC halen mevcut ve petrol boruhattını, limanları ve depolama konteynırlarını çalıştırmaya devam ediyor. Hükümet ise, şirketin faaliyetini ve finansal raporlarını gizliyor - görünen o ki, İran’daki faal durumda olmayan ortaklarının ortaklıktaki rollerinden dolayı daha fazla para talep etmesinden korkuyorlar. Son yıllarda İsrail, NIOC karşısındaki yasal mücadele konusunda çok fazla çaba harcadı ve Fransız ve İsviçre mahkemelerindeki mağlubiyetler onun hevesini kırmadı. İranlılar da, yasal zaferlerini ekonomik başarılara dönüştürmedeki başarısızlığa karşın- benzeri bir kararlılık sergiliyorlar. Her iki taraf da, işleri sessiz sedasız tutmayı ve mahkeme işlemlerini propaganda amaçları doğrultusunda kullanmamayı tercih ediyorlar. Onlar için en elverişli olan şey ise; halka yönelik tehditleri kullanmak, korku politikası uygulamak, efendice ve avukatlar yoluyla da konuşabileceklerini ortaya çıkarmamaktır.
Kaynak: Kaynak: http://www.haaretz.com/news/diplomacy-defense/.premium-1.637468
10 Şubat 2015 / TURQUİE Dıplomatıgue



ALMANYA’DA ALEVİLİK ANABİLİM DALI AÇILDI
“Almanya’nın Sesi Radyosu”
Dünyada ilk kez Alevilik anabilim dalı Hamburg Üniversitesi'nde açıldı. Üniversitede Dersler 2015 Yılı Ekim Ayında Başlayacak. Hamburg Üniversitesi Dünya Dinleri Akade­misinde Alevilik Anabilim Dalı açıldı. Açılış 2012 yılında kentte­ki İslam cemaatleri temsilcileri ve Almanya Alevi Birlikleri Fede­rasyonu (AABF) ile imzalanan “hak eşitliği anlaşması” kapsamında oldu. Üniversitede dersler 2015 Ekim ayında başlayacak. Ham­burg Üniversitesi Dünya Dinleri Akademisi Alevilik Anabilim Dalı Başkanlığı’na etnolog Dr. Handan Aksünger atandı. Münster Üniversitesi’nde Etnoloji ve Sosyoloji alanında eğitim gören Aksünger uzun yıllardan beri dinlerarası diyalog kapsamında Alevilik üzerine araştırmalar yapıyor. Hamburg Üniversitesi Eği­tim Fakültesi salonunda resmi tören düzenlendi. Aksünger tö­ren öncesi açılan Alevilik kürsüsünün dünyada ilk olmasına dik­kat çekerek, gerek teolojik eğitim gerekse Aleviliğin bilim olarak araştırılması bakımından önemli olduğunu söyledi.
Aksünger, "Alevilik hem sözlü tarihiyle hem de yazılı tarihiyle birlikte araştırılacak. Bu yapılırken de teolojik olarak öğretmen adaylarına din dersi verilecek. Aleviler kendilerini nasıl görüyor­sa, bilim olarak bu şekilde yola çıkacağız. Aleviliğin çıkış noktası insan merkezli. 4 Kapı 40 makam insanın kamilleşmesi esasına dayanır. Aleviliği aynı zamanda İslam dininin çatısı altında sıkıştır­madan, kendine özgü yaşam biçimi ve inançlarıyla antropolojik olarak araştıracağız. Aleviliğin dinamik olması bir avantaj. Üniver­sitedeki eğitimimiz sırasında Kur'an da dâhil olmak üzere farklı kaynaklardan yararlanacağız. Aleviliğe tek yönlü bakmak istemi­yoruz. Aleviliğin sistematik olarak kendine özgü yapısından hare­ketle disiplinlerarası araştırmaya çalışacağız" dedi. Dünya Dinleri Akademisi Dierktörü Prof. Dr. Wolfram Weise, farklı dinleri bir üniversitede okuma imkânının bilimsel açıdan gerekli, toplumsal açıdan da kaçınılmaz olduğunu ifade etti. Hristiyanlık konusunda bilimsel analizlerin din bilimlerinde olduğunu; Yahudilik, İslam, Budizm, Alevilik ve diğer dinler için de varolmasının bir eşitlik sorunu olduğunu ifade eden Weise, çoğulcu toplumlarda dini ço­ğulculuğun da gözardı edilmemesi gerektiğini söyledi.
Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF) Başkanı Hüseyin Mat, Aleviliğin üniversitelerde bilimsel açıdan araştırılmasının önemli olduğunu ifade ederken, "Bu gelişim dünyanın çeşitli böl­gelerinde yaşayan Aleviler için de bir örnek teşkil etmektedir. Al­manya’daki Aleviler bütün taleplerini elde etmiştir. Aleviliğin söz­lü tarihinin yazılı tarihe dönüştürülmesi bakımından da bugün bir köprü oluşturuluyor. Köprünün temeli bugün burada atılmış ol­du. Umarım bu gelişme Türkiye’ye de örnek olur" diye konuş­tu. Hamburg Üniversitesi Dünya Dinleri Akademisi Direktör Yar­dımcısı Prof. Dr. Ursula Neumann, çoğulcu toplumlarda dinler ve disiplinlerarası bilimsel eğitimin önemini vurgulayarak, Aleviliğin İslam’ın bir parçası olup olmadığı şeklindeki tartışmalardan ziya­de Aleviliğin "çok yönlülük ve çeşitlilik inanç pratiğiyle" değerlen­dirilmesi gerektiğini vurguladı.
Üniversitede Alevilik kürsüsünün resmi açılışında bulunan İslam Şurası Başkanı Dr. Mustafa Yoldaş, Aleviliğin ilim olarak ele alınma­sı açısından bugünkü gelişmeyi pozitif bulduğunu söylerken, ide­olojik yaklaşımlardan kaçınılması gerektiğini söyledi. Yoldaş, "Alevi­lik üzerindeki sisin kalkması gerekiyor. Aleviler kendilerini nasıl görmek istiyorsa, o pencereden bakmalı. Alevilik ile İslam arasında inançsal farklılıklar yok. Alevilik Türkiye’de de tarihsel olarak araştırılmalı" dedi. Süryani ve Yahudi cemaati temsilcileri de, uzun za­mandan beri verilen mücadele sonucunda Hamburg’da imzalanan devlet anlaşmasının bütün dinler açısından büyük bir kazanım ol­duğunu belirtti. Almanya’da yaklaşık 800 bin Alevi kökenli vatandaş yaşıyor. Alevilerin Türkiye’de ise 15 milyon ile 20 milyon arasında olduğu belirtilirken, Alevilik resmi olarak tanınmıyor. (31.01.2015)
Kaynak: 10 Şubat 2015 / TURQUİE Dıplomatıgue

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar