İran İle İsrail’in Mücadelesi
Bereketli Hilal ya da Münbit Hilâl (İngilizce: Fertile Crescent), Ortadoğu'da, Batı ve Ortadoğu uygarlıklarının doğduğu bölge.
Terimi ilk kez ABD'li doğubilimci ve arkeolog James
Henry Breasted
kullanmıştır.
Bereketli Hilal, kışları yağmurlu, yazları kurak geçen
Akdeniz ikliminin egemen
olduğu, hilal biçiminde, oldukça bitek bir alandan oluşur. Güneyde Arabistan Çölü ile kuzeyde
Doğu Anadolu dağlık bölgesi arasında yer alır.
Eski Babil toprakları
ile hemen yakınındaki Elam'dan (bugün İran'ın güneybatısı) Dicle ve Fırat ırmakları ile Asur topraklarına kadar uzanır. Zağros Dağlarından, batıda Suriye üzerinden Akdeniz'e, güney yönünde de Filistin'in güneyine kadar olan toprakları içine alır. Mısır'ın Nil Vadisini de bu bölge içine sokanlar vardır;
çünkü buradaki Sina
Çölü, Mezopotamya ve Suriye'de sürekliliği bozan
öteki çöllerden daha büyük değildir.Bölgede iyi ürün alabilmek, hatta tarım
yapabilmek için sulama zorunludur.
Daha geniş kapsamıyla Bereketli Hilal, Eski Ahit'in Tekvin bölümünde ağırlıklı yeri
olan bölgeyle örtüşür; Eski Yunan ve Roma uygarlıklarına kaynaklık eden Babil, Asur, Fenike gibi
ülkeleri de içine alır. Bilinen en eski kültürün Bereketli Hilal'de doğduğu
yolundaki bu eski inanç, 1948'den bu yana
radyokarbon araştırmalarıyla da doğrulanmıştır.
Bugün, en geç MÖ. 9 bin dolaylarında bölgenin yerleşik tarıma ve köy yaşamına
geçtiği, hemen ardından da sulu (cıvık) tarımın başladığı bilinmektedir.
Orta Asya'daki Aral Gölü'nün kuruması
tarih boyunca insan eliyle meydana gelen en büyük doğal afetlerden birisi.
Pamuk rekoltesini artırabilmek için
Sovyetler Birliği döneminde yapılan plansız sulama projeleri, dünyanın en büyük
dördüncü gölü olan Aral'ın yüzde 90'ını kurutup çöle çevirdi.
Aral'ın kuruyup çöle dönmesi sadece
40 yıl aldı. Bir zamanlar teknelerin yüzdüğü yerde şimdi çorak toprağın
ortasında paslanmış gemi kalıntıları var.
Eskiden 60 bin kilometre karelik bir
alanı kaplayan Aral yer yer 40 metre derinliğe ulaşıyordu.
Şimdiyse bu heybetli doğa harikasının
sadece yüzde 10'u geriye kalmış durumda.
İRAN’IN BORCU: Netanyahu, İran İle İsrail’in Mücadelesini Nasıl Kaybediyor?
Hzl. ALUF BENN
İsrail'in İran Şah Rejimiyle
eski ortaklığı tamamen de ortadan kalkmış değil. EAPC halen mevcut ve petrol
boru hattını, limanları ve depolama konteynırlarını çalıştırmaya devam ediyor.
Hükümet ise, şirketin faaliyetini ve finansal raporlarını gizliyor - görünen o
ki, İran’daki faal durumda olmayan ortaklarının ortaklıktaki rollerinden dolayı
daha fazla para talep etmesinden korkuyorlar.
THE IRANİAN DEBT: How Netanyahu is losing
Israel's real battle with the Islamic Republic
With billions of dollars hanging in the
balance, Israel and Iran have been waging legal war in Swiss courtrooms since
1981 – while conducting behind-the-scenes contacts over an ever-growing debt to
the National Iranian Oil Company.
http://www.haaretz.com/news/diplomacy-defense/.premium-1.637468
23 Ocak
2014,
Perşembe günü, İranlı-İsviçreli avukat Homayoon Arfazadeh için son derece mutlu
bir gündü. Merkezi Cenevre’de bulunan ve üyesi olduğu hukuk şirketi Python and
Peter, kendisini “tam partnerliğe” terfi etti ve uluslararası hakemlik alanında
bir uzman olarak başarılarını da bu şekilde takdir ettiğini göstermiş oldu.
Keza başarılı bir haftaydı. Terfiinin açıklanmasından iki gün önce, kendisi ve
firmanın kıdemli ortağı Wolfgang Peter, en önemli müşterisi İran Ulusal Petrol
Şirketi NIOC lehine İsviçre’nin Federal Yüksek Mahkemesi’ndeki bir davayı
kazandı. Mahkeme, İsrailli paravan şirketlerin İranlılara Şah döneminden beri
kalan eski bir borcu ödemeleri gerektiğine karar verdi ve İsrail’in bu konuda
hazırladığı temyiz başvurusunu reddetti. On iki yıl kadar önce, Arfazadeh, “İsrail’in
En İyi Bahsi: Gerçek Adalet mi Uluslararası Hukuk mu?” başlıklı, çok
kapsamlı bir yasal metin yayımladı. Şimdiyse, ortağıyla birlikte, yasal
platformda İsrail karşısında küçük bir zafer kazandı.
Lozan federal
mahkemesinde hâkimler kuruluna başkanlık etmiş olan Hakim Katherine Klett,
İsraillilerin parayla satın aldıkları İsviçreli bir avukat olan Daniel
Guggenheim’ın öne sürdüğü argümanları şiddetle reddetti. Klett, borçların
ödenmesi gerektiğinde ısrarcı oldu ve İsrail ile İran arasındaki siyasi
meselelerin mahkemeyi zerre kadar ilgilendirmediğini söyledi.
Uğranan
zarar, pahalı olduğu kadar iğneleyiciydi de. İsraillilere, İranlıların mahkeme
maliyetleri olan 90.000 frangı (104.000 dolar) ödemeleri, ayrıca federal
mahkemeye de ilave 80.000 frank daha ödemelerini emretti. Tek
teselli ise, tam borcun toplanmasının şu an için ötelenmesiydi - ta ki
ödemenin, İran’a karşı İsviçre’nin yaptırımlarını ihlal edip etmeyeceği netlik
kazanana dek. İsrail’in mahkemede uğradığı yenilgiden bir gün sonra Başbakan
Benjamin Netanyahu, Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’na katılmak üzere
İsviçre’ye geldi. Katılımcıların dikkati, grubun yeni üyesi olan Iran
cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’ye odaklanmıştı. Ruhani, geçtiğimiz yaz döneminde
seçimlerden zaferle çıktığından beri ülkesinin yeni ılımlı yüzünü tanıtmak
üzere burada boy gösteriyordu. Beklendiği gibi, -rakibinin gördüğü destekten ve
genel itibariyle yarattığı iyimser algıdan hayal kırıklığına uğrayan-
Netanyahu, uluslararası topluluğu “Ruhani’nin İran’ın aldatma şovunu
sürdürdüğü” konusunda uyaran bir açıklamada bulundu ve ekledi: “İran’daki
Ayetullah rejiminin hedefi, nükleer silah üretme programlarından geri adım
atmaksızın üzerlerindeki yaptırımları hafifletmektir ve Ruhani’nin
gülücüklerinin arkasına saklanmaktadırlar.”
Açıklamada, İran
rejiminin yaptığı yanlış şeyler bir bir sıralanıyordu: “nükleer proje”
yürütmekten İnternet’e erişimin engellenmesine dek. Bununla
birlikte, Ayetullahların temsilcilerinin ellerinde yeni yeni güçlendirdiği
yargısal mağlubiyetinden hiç söz etmedi.
İsrailli üç enerji şirketi - Paz, Delek ve Sonol- petrolü
kullandılar; ancak İranlılar bunun karşılığındaki bedeli almadılar. Bu mesele,
halihazırda “küçük tahkimin” ana kalbini oluşturuyor.
İsrail ve İran,
yıllardır “petrol alanında tahkim” süre- cindeler ve bu süreç, tahminen
milyarlarca dolar üzerinde yaşanan bir anlaşmazlığa dönüşüyor. Kudüs, söz
konusu tahkimi büyük bir hassasiyetle ele alıyor - sanki tüm bunlar bir derin
devlet sırrıymış gibi. Bu zamana dek hükümet, İranlılara karşı yürütülen yasal
mücadeleye resmi olarak atıfta bulunmaktan imtina etti. Bu konudaki her bir
gelişmenin, üst düzey güvenlik sağlamada yetkili bir grup kişi, yasal uzman ve
güvenlik yetkilileri tarafından en üst şekilde ele alındığını düşünebiliriz.
Benzer bir gizlilik İran’da da hüküm sürüyor - Tahran’daki yetkililer, İsviçre
mahkemesinde kazandıkları zaferi davulla zurnayla kutlamadılar. Her iki taraf
da, karşılıklı tehdit ve kınamaları savurmayı; iki ülkenin resmi temsilcileri
arasında temasın sürdürüldüğü -şimdiye dek bilinen- tek kanal konusunda ise
sessizliklerini korumayı tercih ediyorlar. Haziran 2013’te, İsrail Hukuk
Merkezi Shurat Hadin’in başkanı olan avukat Nitsana Darshan-Leitner, Kudüs
Eyalet Mahkemesi’nde dış işleri ve adalet bakanlıkları aleyhine dava açtı ve
İran ile tahkim meseleleri konusunda bilgi talep etti. Bakanlıklar, söz konusu
talebi kısa ve öz bir şekilde reddettiler ve söz konusu dava şimdilerde,
gizlilik kararı eşliğinde Yargıtay’da görülüyor.
Ancak Tahran ve
Kudüs’teki resmi sessizlik, toprakları üzerinde bir tahkimin gerçekleştiği
İsviçrelileri bağlamıyor. Lozan’daki Yüksek Mahkeme’nin geçtiğimiz yıl ve bir
önceki yıl sonuca bağladığı iki karar, yargısal ihtiyatın ufak ayrıntılarını
ortaya çıkarıyor.
İsviçre’nin yasal
geleneğine göre, tarafların isimleri yargı kararlarında yer almıyor ve
davalardan birinde de İsrail, bu isimlerin tamamen gizli kalmasını açık bir
şekilde talep etti. Yargıç Klett bunu duyunca nahoş bir kahkaha attı ve İran
ile İsrail arasındaki yasal meselenin meşhur bir uluslararası dava olduğunu ve
uluslararası tahkim konusunda yayınlar yapan hukuk dergilerinde bundan sık sık
söz edildiğini söyledi. Ayrıntılı kararlar, kimin ve neyin müdahil olduğunu
açık bir şekilde gösteriyor. Belgeler dikkatle incelendiğinde, İsrail’in yasal
stratejisinin son birkaç yılda, Netanyahu göreve geri döndüğünden beri,
değiştiği görülüyor. Ondan önce İsrail, teknik ve prosedüre ilişkin argümanları
öne sürerek ayak direyen bir tutum benimsemişti.
Aslında,
altı yıl önce İsrail davalardan birinde ödeyeceği borca dair bir avans
vermişti. Ancak, Netanyahu döneminde İsrail militan bir yaklaşım sergilemiş ve
İran’ın nükleer projesine karşı küresel mücadelenin parçası olarak bir ödeme
yapmayı reddettiğini açıklamaya çalışmıştı. İsrail’in hukukçuları ise, İsviçre mahkemesinde kamu
diplomasisine dair argümanlar öne sürdüler ve İranlı liderlerin “İsrail’i dünya haritasından
silme” yönündeki çağrıları hakkında borcu iptal
etmenin yeterli gerekçesi olarak söz ettiler.
İsviçreli hakimler, ne
bundan ne de İsrail’in İranlı davacıları, Zaire’nin devrik diktatörü Mobutu
Sese Sekoya veya sanat hırsızlarına benzetme girişiminden etkilenmediler. Son
dört yılda, İran’a yönelik dayatılan uluslararası yaptırımlar temelinde, iki
taraf da yasal mücadelelerini bir üst düzeye çıkardılar. Tahran’daki karar alma
süreçleri saydam olmadığı için, bunun İran’daki lider kadro tarafından alınan
ve yaptırımların sertliğini test edip İsrail’i küçük düşürmeye yönelik kasti
bir politika mı, para koparmaya dönük umutsuzca bir çaba mı, yoksa yasal
mücadeleye çok alışıp bunu durdurmak istemeyen yetkililer ve hukukçuların
alışkanlığı olup olmadığı net değil.
Net olan şu ki, İranlılar,
karşılarında bir dava olduğuna, tahkimin kendi lehlerine sonuçlanacağına ve
İsrail’den devasa paralar elde edeceklerine inanıyorlar. Aynı şekilde, İsrail
tarafının kaybetmek konusunda çok endişeli olduğu, dolayısıyla zaman kazanmak
için her türlü çabayı ortaya koyduğu ve fınansal uygunluğa dair kapsamlı bir
tartışmayı engellediği de net bir şekilde ortada. Son birkaç yıldır Kudüs’teki
yargısal hazırlıklar, İran’a karşı boykotun kurallarının resmi olarak
sertleşmesiyle paralel bir şekilde gerçekleşti. Bu sürecin öncüleri ise
Netanyahu ve Maliye eski Bakanı Yuval Steinitz idi. Bu yeni mevzuat, İsrail’in
İran’a yönelik uluslararası yaptırımlara bir katkısı olarak sunuldu. Amaç,
nükleer projeyi durdurmaktı. Ancak, İsrailli karar alıcıların, petrol tahkimine
ilişkin finansal tehditten haberdar oldukları ve bu tehdidi ortadan kaldırmak
üzere yaptırımları kullanmaya çalıştıkları da gün gibi ortada.
Tartışma, İsrail ile ortak anlaşmalardan kaynaklanan parayı
alması için İran Ulusal Petrol Şirketi NlOC’un öne sürdüğü iki iddia etrafında
dolaşıyor.
Keza iki ülke arasındaki ilişkiler 1979 yılındaki İslam Devrimi’nden sonra
kopunca, bu paralar da dondurulmuştu. İddialardan biri -hatta “büyük tahkim” de
denebilir- İran’ın İsrail’de bir petrol boruhattı inşa etmeye ve petrol
tankerlerinden oluşan bir filoyu kullanmaya dönük ortak projedeki ekonomik
kardan payını almasıyla ilgilidir. Bu tahkim, halihazırda Küresel Tahkim Gözden
Geçirme Raporu’na göre 7 milyar dolar civarında. Muhtemelen, İran Ulusal Petrol
Şirketi NIOC hukukçuları da bu konuda bir hesaplamaya gitmişlerdir. İkinci
iddia ise, ki buna “küçük tahkim” de denebilir, çok daha basit. Devrimin
arifesinde İranlılar, İsrailli üç enerji şirketine ham petrol sattılar: Paz,
Delek ve Sonol.
İran ve
İsrail, Şah döneminde yakın bağlarını korudular. Bu kapsamda; askeri ve
istihbarat işbirliği, İran petrolünün İsrail’e ve İsrail’in silahlarının İran’a
satışı, her düzeyde görüşme, Sovyetler Birliği’ne karşı Soğuk Savaş’ta ABD’ye
yardım etme ve Orta Doğu’daki radikallere karşı -Cemal Abdel Nasır’dan Yaser
Arafat’a dek- ortak bir tavır benimseme yer alıyordu. Bununla birlikte, her ne kadar El Al
sürekli olarak Tahrana uçsa da ve binlerce İsrailli İran’ı ziyaret edip orada
çalışsa da, iki ülke arasındaki ilişkiler her zaman için gizli şekilde
yürütüldü. Tahran ve Ramat Gan’daki iki büyükelçilik, resmi statü olmaksızın ve
herhangi bir bayrak asmadan çalıştılar. İranlılar her zaman için
İsrailli muhataplarına, Arap devletlerinden İsrail ile işbirliği yapmamaları
konusunda baskı gördüklerini, dolayısıyla düşük profil benimsemeleri
gerektiğini söylediler. İsrail, bu taleplerini kabul etti; keza kendisi de
bugün Arap devletleriyle olan bağlarını gizlilik içerisinde yürütüyor.
Şah, İsrail-Mısır barış sürecini teşvik etmede rol oynamış;
İsrail ile birçok önemli güvenlik anlaşması imzalamıştı. Başbakan Menachem
Begin ise, kendisini Şubat I978’de gizlice ziyaret etmişti.
20 yıldan uzun süredir, 1950’lerin ortasından Şah’ın
devrilmesine dek olan sürede İran, İsrail’in başlıca petrol tedarikçisiydi.
Tedarik hattı, 1957 yılında İsrail Tiran Boğazları üzerinden Kızıldeniz’de
seyrüsefer özgürlüğü kazandığında konsolide edildi. İran petrolünü taşıyan
tankerler, Eilat limanında yüklerini boşalttılar; Hayfa’daki rafinerilere giden
bir boruhattı üzerinden de petrol akışı sağlandı. İranlıların Eilat-Hayfa boru-
hattı projesinde kısmi bir ortaklıkları vardı. Bu projenin başında Avrupa’da
yaşayan iki Yahudi işadamı bulunuyordu: Fransa’dan Baron Edmond de Rothschild
ve Cenevre’den banker Yehuda Assia.
İran’ın
gizliliği sürdürmedeki ısrarı, İsrail’i yabancı şirketler üzerinden çalışmaya
ve İran Ulusal Petrol Şirketi NIOC ile (veya o dönemde İran’da çalışan herhangi
bir yabancı petrol şirketiyle) doğrudan sözleşme imzalamamaya zorladı. Üç
İsrailli enerji şirketi, merkezi Cenevre’de bulunan bir paravan şirket
üzerinden ham petrol satın aldı. Şirketin ismi SPTM (Societe des Petroles et
des Transports Maritimes) idi ve genellikle ondan Sopetrol diye söz edilir.
Cenevre’deki Registrar of Companies belgelerine göre, Sopetrol 1955 yılında
kuruldu ve artık faal değil. 1999 yılında şirketler sicilinden silindi. Bununla
birlikte, resmi adresine göre, şu anda dava edilen şirket, paravan bir şirket:
“c/o Daniel Guggenheim, avukat,” adresinde geçiyor ve bu kişi, İsrail’i “küçük
tahkim”de temsil ediyor. Guggenheim aynı zamanda, tasfiye süreçlerinin
başladığı 1996 yılına kadar şirketin tek müdürü.
Her ne kadar artık faal
olmasa da, söz konusu şirket tahkimde ve mahkeme belgelerinde varlığını
sürdürüyor ve devlet adamları ile hukukçuları halen meşgul ediyor. 1967
yılındaki Altı Gün Savaşları, İsrail ve İran’ı birbirine daha da yakınlaştırdı;
hatta tarihçi Ami Gluska’nın söylediğine göre bu savaşların başlamasını Şah
tetikledi. İran’ın petrol ihracatının önemli bir kısmının geçtiği Süveyş
Kanalı, seyrüsefere kapatıldı. İsrailliler, Şah’ı, iddialı bir projede onlara
katılmasının gerekli olduğu konusunda ikna ettiler. Proje; Eilat’tan Ashkelon’a
dek geniş bir boruhattı oluşturmaktı ve bu proje, “karayolu köprüsü” işlevi
görecek; Süveyş Kanalı’nın kapalı güzergahının yerini alacaktı. Bu yol
üzerinden İran petrolü Avrupa’daki müşterilere ulaşacaktı. İsrail
boruhattını ve ona eşlik eden tesisleri inşa edecekti; İran da petrolü
sağlayacaktı. Her iki taraf da yatırımın faydalarından nasiplenecekti.
29 Şubat 1968 tarihinde,
birkaç ay süren yoğun müzakereler ve bir Alman bankasından fon bulunduktan
sonra, Tahran’da İsrail’in finans bakanı Pinhas Sapir ile İran Ulusal Petrol
Şirketi NlOC’un genel müdürü Manuchar Akbal arasında bir “katılım anlaşması”
imzalandı. Anlaşmanın şartlarına göre -ki anlaşmanın tam içeriği halen
açıklanmadı- İsrail hükümeti 49 yıllık bir imtiyaz, vergi muafiyeti ve
gecikmeyi telafi etmeye dönük planlama ve inşaat desteği vermeye razı geldi.
Boruhattına, finansmanına ve petrol kaynaklarına ilişkin olarak basına yansıyan
raporlara sansür uygulandı.
Proje, rekor denebilecek
bir zamanda uygulandı: 1969 yılı sonunda, petrol boruhattından akmaya
başlamıştı. İsrail, Ashdod’da ikinci bir rafineri inşa etti ve hattın her iki ucuna
da depolama tankları yerleştirdi.
Arap boykotu ve İran’ın
endişeleri bir kez daha tarafları, Kanada ve Panama’ya kayıtlı şirketler
üzerinden faaliyette bulunmaya zorladı. İki şirket de aktifti: Eilat-Ashkelon
Boruhattı Şirketi (EAPC), İsrail içerisinde petrol taşıma ve depolamadan
sorumluydu; Trans-Asiatic Oil, Ltd. adlı şirket de petrolün taşınması ve
pazarlanmasından. İranlılar, şirketlerin yönetim kurullarına kendilerinden
yetkili atamadılar ve İsrailli ve Yahudi-Avrupalı personelden, onları temsil
etmelerini talep ettiler. Uluslararası deniz
taşımacılığı şirketleri projede Arap boykotundan dolayı yer almayı reddedince,
Trans-Asiatic adlı şirket, tanker filosunun önemli bir kısmını (23 tanesini)
kiraya verdi ve ortaklık çöktü. 1973
yılındaki Yom Kippur Savaşı’nın arifesinde zirve noktasına ulaştıktan sonra
proje, Süveyş Kanalı’nın yeniden açılmasıyla birlikte ivme kaybetti.
Trans-Asiatic şirketi, Avrupa’da, İran petrolü için müşteri bulmakta hayli
zorlandı. Boruhattından geçen petrolün büyük kısmı, İsrail’e gidiyordu veya
İsrail’in Sina yarımadasındaki yönetimi sırasında çalıştırdığı Mısırlı petrol
kuyularından gelmişti.
Daha sonra yapılan
çalışmalar -örneğin Kudüs’teki Hebrevv Üniversitesi’nden Prof. Uri Bialer’in
çalışmaları ve gazeteciler Yuval Elitzur ve Eliahu Salpeter’in “Oil Plots”
(Petrol Komploları) adlı kitabında ortaya koydukları- şu sonuca vardı:
boruhattı-ve-tankerler projesi ekonomik bir başarısızlıktı; ancak İran
petrolünün İsrail’e tedarik edilmesini güvence altına aldı.
Son varılan petrol tedariği anlaşması, 18 Ekim I977’de NIOC
ile Cenevre’deki bir İsrailli şirket arasında imzalandı. Taraflar arasındaki
ilişkiler o dönemde üst bir düzeydeydi: Şah, İsrail-Mısır barış sürecini
teşvik etmede rol oynamış; İsrail ile birçok önemli güvenlik anlaşması
imzalamıştı. Başbakan Menachem Begin ise, kendisini
Şubat 1978’de gizlice ziyaret etmişti ve bu ziyaret, iki ülkenin liderleri
arasındaki son toplantı olmuştu. İran’daki
İslami protestolar dalgası hemen sonra başladı; Şah, ülkesi üzerindeki denetimini
yitirdi ve Ocak 1979’da da devrildi.
Bir ay
sonra, Ayetullah Humeyni’nin İslam Cumhuriyeti iktidara geldi; İsrail ile
bağlar koparıldı ve İran, Yahudi devletinin azılı bir düşmanı haline geldi,
İsrail’i “küçük Şeytan” ve “Siyonist rejim” olarak yaftalamaya başladı. Şah’ın
devrilmesi, petrol ortaklığından sorumlu yetkililere sürpriz oldu. Aralık
1978’de, Tahrandaki gerilim zirve noktasındayken, Trans-Asiatic, Sea Rover
isimli bir tankeri 10 yıllığına kiraya verdi. Görünen o ki, Trans-Asiatic’in
yöneticileri Şah’ın rejiminin devam edeceğini ve ticaretin normal şekilde
süreceğini düşünmüşlerdi. İran tarafı da kısmen görevini son dakikaya dek devam
ettirdi: İran’dan beş petrol sevkiyatı, 1978 yılı sonunda Eilat’a ulaştı.
Samuel Segev’in “The Iranian Connection” (İran Bağlantısı) adlı kitabına göre,
İran petrol şirketi İsrailli müşterilerine 120 günlük kredi vermişti. Ancak
ödemenin zamanı geldiği sırada Tahran rejimi değişmişti.
İsrailli üç enerji şirketi - Paz, Delek ve Sonol- petrolü
kullandılar; ancak İranlılar bunun karşılığındaki bedeli almadılar. Bu
mesele, halihazırda “küçük tahkimin” ana kalbini oluşturuyor. Haaretz’in daha
önce aktardığı gibi, söz konusu dava, Maliye Bakanlığı’nın muhasebe uzmanına
bırakılmış durumda. Boruhattındaki ve tanker filolarındaki ortaklık, İran
devriminin ardından sona erdi. İran petrolü artık İsrail’e akmıyordu;
alternatif enerji kaynakları bulmuştu. Trans-Asiatic, büyük bir zarar ederek
kiraya verdiği gemileri sattı ve boruhattı o zamandan beri kapasitesinin çok
küçük bir kısmıyla çalışıyor. Son on yılda EAPC, ters yönde akış projesini
tamamladı - petrol artık güneye doğru, yani Ashkelon petrol limanından Eilat’a
pompalanabiliyordu. Böylelikle Azerbaycan petrolü, Asya’daki müşterilere
satılabilecekti. Ancak bu proje de fiyaskoyla sonuçlandı.
Geçtiğimiz ay, bakım
çalışması sırasında boruhattından milyonlarca litre petrol sızıntısı yaşandı ve
bu durum, Eiİat’ın kuzeyindeki Evrona’nın doğal kaynaklarına ciddi bir şekilde
zarar verdi. Bu olay, EAPC ve operasyonları üzerindeki gizlilik perdesinin
kaldırılması yönünde halkın çağrılarını tetikledi. Bu çağrılar, TheMarker’dan Avi Bar-Eli’nin makaleleriyle,
çevreye verilen zararın ardından zararın telafisi için açılan davalarla ve
İsrail Çevre Koruma Birliği isimli bir STK’nın, şirketin gizliliğinin
kaldırılması yönünde Yüksek Adalet Divam’na yaptığı başvuruyla desteklendi.
Sızıntının zamanlaması
özellikle EAPC açısından oldukça kötüydü; çünkü imtiyaz sözleşmesini 40 yıl
daha uzatmayı isteyip istemediğini hükümete 25 Mart gününe kadar haber vermesi
gerekiyordu. Keza iki yıl içerisinde mevcut sözleşme sona erecekti. Sözleşmenin
koşullarına yönelik halkın getirdiği eleştiriler, şirketin faaliyetlerine dair
saydamlık ve daha sıkı denetim talepleriyle birleştiğinde, mevcut düzenlemeyi yenilemek
çok daha zorlaştı. Hükümetin, şirketi millileştirmek ile NIOC ile dostane
olmayan ortaklığını devam ettirmek arasında bir tercihte bulunması gerekiyordu.
14 Ekim 1994 tarihinde, İranlılar İsrail'e karşı “yüce tahkimi”
başlattılar. Bir hakem belirlediler ve İsrailden de bir tane atamasını
istediler. Bu dönem, Oslo Anlaşmaları sürecinin zirve noktasıydı.
Humeyni İran’ı ilk
yıllarını, rejimi konsolide etmeye ayırdı: ilk olarak Şah rejiminden kalan
artıklar şiddetli bir şekilde tasfiye edildi; daha sonra da Irak’ın işgal
girişimi geri püskürtüldü. 1980 yılında, İran, petrol üretimini millileştirdi;
keza o zamana dek NIOC ile yabancı şirketlerden oluşan bir konsorsiyum arasında
bölünmüş durumdaydı. Alenen yapılan nefret açıklamalarına rağmen, İran’ın yöneticileri,
ABD ile üçlü bir işbirliği düzeneği içerisinde İsrail’den silah ve yedek
parça satın aldı ve tüm bunlar bir tür “İrangate” skandalına dönüştü. Sonuçta,
İranlılar aynı zamanda Saddam Hüseyin’in kimyasal silahlarından korunmak için
gaz maskesi de satın aldılar. Ancak Irak’la savaşın en hararetli olduğu
zamanlarda bile Tahran’daki bazı yetkililer, İsrailli enerji şirketlerinin
sahip olduğu borcu anımsadılar. 1981 yılı Ekim ayında, Haaretz, İran’ın
İsrail’e I milyar dolarlık dava açacağına dair ilk haberi yayımladı.
İranlıların herhangi bir acelesi yoktu. 1977 yılındaki tedarik anlaşmasına
göre, taraflar İran yasalarıyla bağlıydılar ve ortaya çıkacak herhangi bir
anlaşmazlık, Tahran’da üç tahkim görevlisinden oluşan bir mahkeme önünde
görüşülecekti. 27 Temmuz 1985 tarihinde, NIOC, merkezi Cenevre’de bulunan
Sopetrol isimli bir şirkete karşı tahkim davası başlattı.
1991 yılında, davacılar,
İsrailli enerji şirketleri Paz, Delek ve Sonol’ün isimlerini de davalarına
eklediler. Görünen o ki, söz konusu şirketin faaliyetlerini durdurduğunu ve
artık onlara bir kuruş bile ödeyemeyecek hale geldiğini görmüşlerdi. Büyük,
karlı şirketlerin ceplerine elini daldırmaktan daha iyisi mi vardı!
Belgelere
göre, İranlı hakemler işlerini son derece yavaş bir şekilde görüyorlardı. Ancak
3 Mart 1999 tarihinde İsrailli enerji şirketlerinin dava dosyasına eklendiğini
açıkladılar ve borç meselesine karar vermeleri de iki yıl daha aldı. 8 Haziran
200l’de ise, yani davanın açılmasından neredeyse 16 yıl sonra, hakemler,
Sopetrol ve üç İsrailli şirketin NlOC’a 97 milyon dolar (30 milyon dolar esas
para, 66 milyon dolar faiz ve yaklaşık I milyon dolar da dava giderleri)
ödemesi gerektiğine hükmetti. İsviçreli şirket kararı temyize götürmedi ve
İran’daki mahkeme ile temas kurmaya çalışmadı - her ne kadar, İsrailli
şirketlerin aksine, kimse onun İslam Cumhuriyeti’ndeki mahkemelere başvurmasını
engellemese de. Bu gelişmeler ise, İsrail’de sır gibi tutuldu. Enerji şirketlerinin çıkardıkları mali raporlarda,
toprağı kirlettikleri için onlara açılan on binlerce şekellik her dava veya
doğalgaz istasyonu sahipleriyle yaşanan ticari anlaşmazlıklar bıkıp usanmadan
listeleniyor; ancak İranlılara olan eski borçtan veya Tahran’la halihazırda
yürütülmekte olan tahkim sürecinden hiçbir şekilde söz edilmiyordu. Öte yandan,
İranlılar, yasal mücadeleleri için çok daha iddialı bir hedef buldular.
İsrailli enerji şirketlerine yönelik tahkimin sonuçlarını beklerken, NIOC
şirketi direktörleri aynı zamanda kayıp boruhattı ve İsrail’le tanker filosu
ortaklığından olan hisselerini de talep ettiler.
Burada da, “küçük bir
tahkim”in çok ötesine giden, daha karmaşık sorunlarla karşı karşıya kaldılar.
Bu davadaki sanık, İsrail hükümetinin ta kendisiydi - tarafsız bir ülkedeki bir
şirket değil. İran’ın Kudüs’teki Maliye Bakanlığı’na belgeleri gönderecek bir
büyükelçisi de yoktu. İkinci sorun ise, prosedürel nitelikteydi. 1968
yılındaki katılım anlaşmasında, anlaşmanın bağlayıcı niteliğinden söz edilmemiş
ve ortaklar arasındaki anlaşmazlıkların çözümü için karmaşık bir usul ortaya
konmuştu. Eğer bir anlaşmazlık yaşanırsa ve taraflar bunu dostane bir
şekilde çözemezlerse, her bir taraf, kendisini temsilen bir hakem atayacaktı.
İki hakemin bir karara
varmasının mümkün olmadığı veya üçüncü bir hakem atanmasında hemfikir olmadıkları
durumda ise, taraflar, merkezi Paris’te bulunan Uluslararası Ticaret Odası’nın
başkanından ilave bir hakem atamasını talep edeceklerdi. Söz konusu usul, İran
ile İsrail arasındaki yasal anlaşmazlığın tam kalbinde yer alıyor şimdilerde...
İsrail, söz konusu durumu, boş prosedürlerle zaman kazanmak için kullanıyor.
“Yüce Tahkim”, “Küçük Şeytan”a karşı
14 Ekim 1994 tarihinde,
İranlılar İsrail’e karşı “yüce tahkimi” başlattılar. Bir hakem belirlediler ve
İsrail’den de bir tane atamasını istediler. Bu dönem, Oslo Anlaşmaları
sürecinin zirve noktasıydı. Filistin Yönetimi, İsrail’in Gazze Şeridi’nde
boşalttığı toprakları ve Jericho’yu yönetiyordu; İsrail ve Ürdün bir barış
anlaşması imzalamak üzereydi; Körfez devletleri ve Kuzey Afrika ülkeleri,
bölgesel ekonomik konferanslarda yer alıyorlardı ve topraklarında İsrail’e
temsil ofisleri açmışlardı; Amerikan başkanı Bili Clinton ise İran’ın müttefiki
olan Suriye’ye, tarihi bir ziyaret yapmak ve İsrail’in barış karşılığında Golan
Tepeleri’ni iade edeceği süreci iİerletmek üzereydi.
O anda sanki İran
ABD’nin ve onun bölgedeki vasilerinin elinde stratejik bir bozgun yaşayacakmış
gibi göründü; ve İsrail-Arap barış süreci geri dönülmez bir noktaya vardı. İsrail’in
o dönemki liderleri, Yitzhak Rabin ve Shimon Peres idi. Her ikisi de Şah’ın
eski dert ortakları ve İrangate sırasında Humeyni İran’ıyla gizli temaslar
kurulmasını tahrik eden kişilerdi. Onlara göre, İran, barış süreci ve
bölgesel güvenliğin önündeki en büyük tehditti ve, beklenildiği gibi, İran’ın
tahkim talebini net bir şekilde reddettiler. İsrail, resmi düzeyde, davacının
taraflar arasındaki anlaşmazlığın özünü net bir şekilde tanımlamadığını ve bu
tahkime öncül oluşturacak herhangi bir diyalog kurulmasını iddia etti.
İsrail’in reddetmesinden etkilenmeyen İranlılar ise, işlerini
kararlılıkla sürdürdüler. Bundan
sonraki adım, 22 Ağustos 1995 tarihinde Paris’teki Uluslararası Ticaret
Odası’nın (ICC) başkanından İsrail’i bir hakem atamaya ikna etmesini talep
etmekti. Prosedürel anlamdaki bir dizi gecikmenin ardından, ICC başkanı,
İran’ın talebini kabul etti. İsrail, kararı temyize götürdü ama başarısız oldu;
ye 29 Mart 2001 tarihinde Paris Temyiz Mahkemesi, İsrail’e, bir hakem ataması
yönünde talimat verdi. İsrail buna karşı çıktı ve bu karşı çıkışını desteklemek
üzere iki yasal görüş sundu: bir tanesinde Fransız mahkemesinin bu davadaki
yetkisini reddediyor; diğerinde de İran ile İsrail arasındaki kavga devam
ettiği sürece bir hakemin atanmasının imkansız olduğunu iddia ediyordu.
Sızıntının zamanlaması özellikle EAPC açısından oldukça kötüydü;
çünkü imtiyaz sözleşmesini 40 yıl daha uzatmayı isteyip istemediğini hükümete
25 Mart gününe kadar haber vermesi gerekiyordu, sözleşme sona erecekti.
Hâkim buna karşı çıktı
ve Kasım 200l’de İsrail adına bir hakem atadı. İsrail, Fransa Yüksek
Mahkemesi’ne temyiz başvurusunda bulundu; ancak bu başvuru süreci durdurmaya
yetmedi. Aralık 2003’e, İsrail, tahkimin Cenevre’de gerçekleşmesini önerdi.
İranlılar kabul ettiler. Daha önce haber verildiği gibi, İsrail’in birinci
hakemi, Adalet eski Bakanı Haim Zadok oldu. Onun 2002 yılında ölümünden sonra
yerine avukat Avigdor “Dori” Klagsbald kendi. Kendisi, halen bu görevdedir.
Firmasının vvebsitesinde ise şöyle yazar: “Dr. Klagsbald, İsviçre’de gerçekleşen uluslararası bir
tahkimde İsrail Devleti adına hakemdir.”
TheMaker’da Avi
Bar-Eli’nin yaptığı bir söyleşide ise, Klagsbald’ın yılda 500.000 dolar
civarında bir ücret aldığı öğrenilmiştir. Yossi Melman’ın Haaretz’de 2006
yılında yayımlanan bir raporunda, EAPC’ın Kudüslü avukat Elhanan Landau’yu
görevlendirdiği belirtilmiştir. Kendisi, geçmişte Maliye Bakanlığı’nın İran
davasında dışarıdan yasal danışmanlığını yapmıştı. Landau öldüğünde yerine
ortağı Zvi Nixon geldi. Onun şirketi de, İsrail ile ilgili yasal işlemlerde
EAPC’yi temsil ediyordu. Nixon, websitesinde gururla, “uİuslararası tahkim,
petrol ve doğalgaz projelerinde geniş bir deneyimi olduğunu” açıklamaktadır.
24 Aralık 2003 tarihinde ise, NIOC,
hakemlere resmi başvurusunu sundu. İranlılar; İsrail’den 800 milyon dolar
ödemesini talep ediyorlardı. Bu meblağın içinde, yaptıkları hesaplamalara göre,
1968 katılım anlaşmasıyla bağlantılı varlıkların değerinin yarısı -petrol
boruhattı ve yardımcı tesisler, ayrıca satılmış olan tanker filosu- ve
beklemedeki “bir başka tahkimle” bağlantılı tazminat vardı, söz konusu meblağın
o zamandan beri milyarlarca dolara tırmandığı düşünülüyor. İsrail’in 23 Nisan
2004 tarihinde sunduğu, savunma mahiyetindeki belgede ise, hakemlerden, bu
talebi üç sebeple reddetmeleri talep ediliyordu: İsrail’in hakeminin atandığı
sürece muhalefet; İranlı hakemin iyi niyetli olmayışı ve bu davaya prensipte
yapılan itiraz.
İsrail, NlOC’un tazminat
talebine, devrimden sonra anlaşmanın tek taraflı olarak ihlal edildiği
gerekçesiyle bir karşı-iddia gönderdi. Talep edilen tazminat miktarı, İsviçre
mahkemesinin belgelerinde telaffuz edilmedi. 1 Şubat 2005’te ise, İsrail,
Fransa’daki yasal mağlubiyetten zarar gördü. Yüksek Mahkeme, hakem
atanmasına ilişkin temyiz başvurusunu reddetti ve kararını yayımladı. Karar,
ticari basına geniş bir şekilde yansıdı. Versay Üniversitesi’nden uluslararası
tahkim alanında tanınmış uzman Prof. Thomas Clay’a göre; verilen karar, “büyük
tahkim kararlarının tapınağına ait”.
Fransız hakimlerin
iddiasına göre; İranlı şirketin hakları ihlal edildi; çünkü iki ülke arasındaki
düşmanlıktan dolayı ne İran ne de İsrail’deki mahkemelere başvurulması mümkün
değil. Hakimlerin kararına göre; bir hakime -bir hakeme de- erişim hakkı,
uluslararası düzenin bir parçası ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde de yer alıyor.
Hakimlerin görüşlerine göre; anlaşma yetkiyi merkezi Paris’te bulunan ICC’ye
verdiği için Fransız mahkemeleri, bu davada karar alma yetkisine sahip. Kararın
alınmasından hemen önce Fransa’daki ilgili yasa, bu ilkeyi içerecek şekilde
değiştirildi. O dönemde Netanyahu, Ariel Sharon’un hükümetinde maliye bakanıydı
ve bu yüzden de EAPC ve İran ile tahkim meselelerinden sorumluydu. Ancak,
kamusal faaliyeti, Gazze’de savaşa son verilmesi ve (Bachar komitesi üzerinden)
bankalardan tasarruf fonlarını almaya odaklanmıştı. İran davası veya İsrail’in
Fransız mahkemesinde yaşadığı mağlubiyet hakkında herhangi bir kamusal açıklama
yapmamıştı.
Her ne kadar dava
muameleleri açıkça gerçekleşse de ve alınan karar, ilgili basın organlarında
yaygın bir şekilde yer bulsa da Benzeri bir sessizlik Tahran’da söz konusuydu.
Yossi Melman’ın 2006 yılında kaleme aldığı ve tahkim işlemlerinin kısmi
açıklamasını içeren bir makaleye yanıt olarak, İran, dava muamelelerinin
varlığını inkâr eden ve ilgili raporun “temelsiz ve tamamen uydurma ürünü
olduğunu” iddia eden resmi bir açıklamada bulundu. 18 Aralık 2006 tarihinde
ise, yani İran’ın inkârından yaklaşık 10 gün sonra, hakemler, yıllar boyunca
aralarında belge değişimi yaptıktan sonra, ilk sözlü toplantıda bir araya
geldiler. Klagsbald, İranlı muadiliyle birlikte oturup, gündemin ilk maddesini
tartışmaya açtı: İsrail’in, mahkemenin yetkisini sürekli inkar etmesi. Parasal
iddialara dair kapsamlı tartışma, usul meselesinin çözüleceği zamana dek
ertelendi. 10 Şubat 2012 tarihinde hakemler İsrail’in Klagsbald’ın zoraki
atanmasına karşı çıkmasını reddeden ilk kararlarını verene kadar işler yavaş
ilerledi. Mahkeme, İranlı hakemin iyiniyetli hareket etmediği yönünde İsrail’in
iddiasına herhangi bir atıfta bulunmadı; bu meselenin gelecekte ele alınacağını
belirtti.
“Büyük tahkimde”
hakemlerinin uygunluğuna dair kararı beklerken İranlılar bir kez daha “küçük
tahkimi” gündeme getirdiler. İsviçre’nin hazırladığı belge, Ehud Olmert’in
başbakan, Roni Bar-On’un ise maliye bakanı olduğu dönemde gerçekleştirilen
temasları ele almıyor. Bununla birlikte, net olan bir şey var ki o da Mart
2009’da, yani görevlerinin bitimine yakın İranlılar, merkezi Cenevre’de bulunan
İsrailli bir paravan şirketten ilk ödemeyi almalarıdır. İki yıl sonra
İranlılar, borcu toplamayı tamamlamaya kalkıştılar.
Zamanlamaları ise
ilginçti. 19 Ocak 201 I tarihinde İsviçre Federal Konseyi, İran’a yönelik
uluslararası yaptırımlara katıldı. Bu yaptırımlar dahilinde, para
transferlerine dair kısıtlamalar vardı, iki ay sonra, 11 Mart günü NIOC
Cenevre’deki Borç Toplama Ofisi’nden, İranlı hakemlerin 2001 yılındaki kararı
temelinde, yıllık yüzde 5 oranında bir faiz eşliğinde 94 milyon İsviçre frangı
değerinde Sopetrol’e bir ödeme talimatı yapmasını talep etti. Paravan şirket,
bu ödemeye karşı çıktı. Sopetrol ve İsrailli enerji şirketleri, yukarıda ismi
geçen Daniel Guggenhein tarafından temsil ediliyorlardı. Kendisi, uzmanlığı
bankacılık yasaları ve ticaret yasası olan Cenevre’deki küçük bir hukuk
şirketinin sahibiydi. Ancak, İsrail ile olan bağlantısı, paravan şirketin
temsilinden de öteye uzanıyor. Kendisi, Bona Terra isimli bir yardım vakfının
başında bulunuyor ve bu vakıf, tarım alanında çalışmak isteyen genç Yahudilere
hibeler veriyor. Vakıf, bir aile dostu tarafından kuruldu ve Guggenheim,
yönetimini babası Prof. Paul Guggenheim’den miras aldı. Babası, uluslararası
hukuk alanında dünya çapında tanınmış bir otoriteydi.
Vakıf, Negev ve
Arava’daki tarım projelerine -örneğin “atıklardan
yola çıkarak koyun ıslahı” ve “hurma atığından arak denen içkinin üretimi” gibi-
her yıl yüz binlerce şekel bağışta bulunuyor. 8 Haziran 2011 ’de ise, NIOC,
Cenevre’deki Birinci Derece Mahkemesi’ne bir dilekçe sundu ve ödemenin
yapılmasını talep etti. Guggenheim, paravan şirket adına buna karşı çıktı;
İranlı hakemlerin petrol borcuna dair kararlarının İsviçre’de
uygulanamayacağını iddia etti.
25 Eylül 2012 tarihinde
ise, mahkeme, NlOC’un dilekçesini kabul etti; vorcun İsviçre’de
toplanabileceğini ileri sürdü. Her iki taraf da, bir sonraki merci olan
Cenevre’deki Adalet Mahkemesi’ne temyiz başvurusunda bulunmak için harekete
geçtiler: İsrailliler borcu ödemeye yeniden karşı çıktılar; İranlılar ise
onlarca milyon frank değerindeki faiziyle birlikte ödemeyi talep ettiler. Aynı
zamanda, İsrail’de yasal anlamda gerçekleşen düzenlemeler, İsviçre’deki mahkeme
işlemleri üzerinde etkiler doğurdu.
31 Temmuz 201 I
tarihinde, uluslararası yaptırımların ardından Maliye Bakanı Yuval Steinitz “düşman
ile ticaret” talimatnamesi imzaladı ve İran’ı “düşman bir devlet” olarak
sınıflandırıp, ülkenin nükleer ve füze projelerine müdahil olmuş İranlı
kurumlar ve bireyleri içeren uzunca bir liste yayımladı. NlOC’un ismi listede
açıkça zikredilmemişti; ancak talimatname, düşman devletlerle her türlü
ekonomik faaliyeti yasaklamaktadır. Knesset bir yıl sonra İran’ın nükleer
projesine karşı mücadeleyle bağlantılı özel bir yasa geçirdi ve kısıtlamalar
ile yasaklamaları daha da genişletti.
Her iki tahkimde
-“küçük” ve “büyük”- görev alan İsrailli avukatlar, Stenitz’in talimatnamesinin
anlamının “İsrail’in İranlılara tek kuruş para ödeyemeyeceği” anlamına
geldiğini iddia etmede zaman kaybetmediler. Avukatlar, Cenevre’deki mahkemeye,
eğer Paz, Delek ve Sonol’un NlOC’a borç ödeyeceklerse, bunun düşman devletlere
ödeme yapmayı yasaklayan İsrail yasalarına aykırı olacağını açıkladılar.
Yaptırımlar rejimi, enerji şirketlerinin sahipleri olan Zadik Bino, Yitzhak
Tshuva ve David Azrieli’yi on milyonlarca İsviçre frangı para ödemekten korudu.
Ancak, Steinitz bir adım daha ileri gitti. 14 Aralık 2011 tarihinde, Maliye
Bakanlığı’nın muhasebe uzmanı Michal Abadi- Boiangiu - ki kendisi aynı zamanda “düşmanların
mülklerinin sorumlusu” unvanını taşıyor- avukat Guggenheim’a resmi bir
mektup gönderdi ve mektupta, Cenevre’deki paravan şirketin de İranlılara borç
ödemesinin yasaklandığını, çünkü şirketin “İsrail’in çıkarları tarafından
denetlendiğini” belirtti. Şimdilerde yasal mücadele zirve noktasına ulaştı:
Lozan’da bulunan İsviçre Federal Yüksek Mahkeme. Söz konusu kurum, İsrailli
muadilinden farklı: ceza hukuku, medeni hukuk gibi alanlardaki uzman
birimlerden oluşuyor ve yargıçlar, son derece açık ve kanuna aykırı olmayacak
bir şekilde siyasi temelde atanıyor.
Hukuk Dairesi’nden Judge
Klett, sol eğilimli ve anti-kapitalist Sosyal Demokratik Parti’yi temsil ediyor.
Parti, İsviçre’nin Avrupa Birliği’ne katılımını savunuyor. Yüksek Mahkeme’deki
görüşmelerin öncesinde İsrailli yasama heyeti, “oldukça kapsamlı” bir
dosya hazırladılar. Judge Klett’in ileri sürdüğü gibi, söz konusu dosya, İran
İslam Cumhuriyeti’ne yapılan herhangi bir ödemenin uluslararası yaptırımlar
rejimi normuna ters düşeceği argümanını desteklemeye yönelikti. Dosyada,
Birleşmiş Milletler ve AB’nin İran’a yönelik yaptırımlarına atıfta bulunan
birçok belge yer alıyor; İran ile İsrail arasında geçmişteki işlemlere dair
ayrıntılı çizelgeler, ortak sözleşmeler ve paravan şirketlerin bilgileri ye
ismi verilmeyen ancak çok bilgili bir İsrailli profesörün fikri bulunuyor.
İlk dava Lozan’a 14 Mart
2012 tarihinde, İsrail’in petrol boru hattı mülkiyeti ve tankerlere ilişkin "büyük
tahkim”deki hâkimlerin yetkisi aleyhine yaptığı başvuru şeklinde geldi.
Temyiz başvurusunun kabulü; süreci durduracak ve İsrail’i düşman bir devlete
milyarlarca dolar para ödemek gibi bir kâbustan kurtaracaktı. İsrail
hükümetinin avukatları olan Dominique Brown-Berset ve Dominique Ritter
(Cenevre’deki Brown & Page’den) İsrailli yasama uzmanının fikrini sundular.
Uzmanın ismi, ilgili kararda açıklanmadı. Buna göre; Fransız yargıçlar, NlOC’un
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesinde korunduğunu iddia ederek hatalı
bir karar vermişlerdi. Prosedüre ilişkin argümanlarla -zaten bunlar da
Fransa’da reddedilmişti- yetinmeyen avukatlar, “yeni kanıt” olarak ise,
Steinitz’in açıkladığı talimatlar ve işlemlerin çizelgesini sunmuşlardı. NIOC,
temyiz başvurusuna 7 Mayıs 2012 tarihinde yanıt verdi; bir kez daha bunu
reddettiğini açıklayıp mahkemeden, hakemlerin yetkisini tanımasını talep etti.
İsviçre’deki hâkimler hızlı çalışıyorlar. 10 Ocak 2013 tarihinde, yani temyiz
başvurusu hazırlandıktan sonra dokuz ay bile geçmeden, Hakim Klett ve kurulun
diğer dört üyesi, İsrail’in itirazlarını reddeden bir kararı imzaladılar ve
hakem atanma usulüne ilişkin herhangi bir kusur olmadığına hükmettiler. Hakim
Klett, İranlılarla 1968 yılında imzalanan orijinal anlaşmanın İsrail tarafından
yorumlanış biçiminin yanlış olduğunu ileri sürdü. Buna göre; tahkim devam
edecekti ve İsrail, sadece usulleri değil meselelerin özüne ilişkin de bir
açıklama yapmak zorunda kalacaktı.
Kararın en sonunda ise,
“fiyat etiketi” konmuştu: İsrail hükümetinin İsviçre yasaları çerçevesindeki en
yüksek mahkeme maliyetlerini ödemesi gerekiyordu; keza “tartışmadaki mevzu
bahis miktarın önemi, maksimum mahkeme ücretini almayı gerekçelendiriyordu.”
İsrail’e, İranlı petrol şirketine yaklaşık 285.000 dolara karşılık gelen
250.000 İsviçre frangı, mahkemeye ise 200.000 frank ödemesi talimatı verildi.
İran tarafının avukatları Wolfgang Peter ve onun meslektaşları ise,
İsraillilerin yasa ekibini yönlendirmişti. İsviçre mahkemesinin kararı,
İsrail’deki 2013 genel seçimleri öncesinde verildi; ancak seçmenlerin, giderek
kabarma tehlikesi olan borç ve Lozan’da hükümetin İranlılar karşısında yaşadığı
hukuki fiyasko konusunda herhangi bir malumatları yoktu. Üç gün sonra, haftalık
Bakanlar Kurulu toplantısı sırasında Netanyahu, “İran’ın nükleer güce kavuşmasını önlemek, başbakan
olarak benim ana hedefimdi ve halen de öyle” şeklindeki vaadini
tekrarladı. Netanyahu, İran karşısında “hem
uluslararası düzeyde, hem de İsrail’in harekete geçme yeteneği düzeyinde” eyleme geçmenin gerekli olduğunu söylemiş ve
“eğer kazanırsak, ki seçmenlerin güvenine inanıyorum” bu yolda ilerlemeye devam
edecekleri vaadinde bulunmuştu.
İsviçre’de birkaç hafta
sonra açıklanan yargı kararının tamamı bile İsrail’de çok fazla yankılanmadı.
18 Mart 2013 tarihinde Netanyahu, yeni hükümetini Knesset’te tanıttı. Steinitz,
Stratejik ve İstihbarat Meseleleri Bakanlığı’na kaydırılmıştı; ve EAPC dosyası,
petrol konusundaki tahkimlerle birlikte, yeni finans bakanı Yair Lapid’in
sorumluluğuna geçmişti. “Büyük tahkim” bir kez daha unutulmaya bırakılmış;
tarafların ve avukatların gizliliği sürdürme taahhüdü yüzünden susturulmuştu.
Ancak, aynı zamanda, “küçük tahkim” davasına ilişkin açık davalar, enerji
şirketlerinin borçları da dahil olmak üzere, hız kazanmıştı. 22 Mart 2013
tarihinde, Cenevre’deki Adalet Mahkemesi, her iki tarafın başvurularını
reddetti ve İsraillilerin, İranlıların talep ettiği faiz bedelini ödemelerine
gerek olmadığı, sadece 94 milyon franklık asıl borcu ödemelerinin yeterli
olduğu yönünde bir karar verdi. Bununla birlikte, bu karara müdahil olan
herkes açısından şurası oldukça açıktı: bu karar, Lozan’daki Yüksek Mahkeme’ye
doğru bir geçiş aşamasıydı sadece...
İsrail Yüksek Mahkeme’ye
başvurusunu 7 Mayıs 2013 tarihinde yaptı. İsviçreli paravan şirket ve onun
İsrailli yöneticileri, borcun ödemesinin iptal edilmesini ve aynı zamanda bir
karar verilene veya gözden geçirilmek üzere bir alt mahkemeye geri gönderilene
kadar ertelenmesini talep ettiler. Bir sonraki gün, avukat Guggenheim, İsrail’i
ziyaret etti ve Be’er Sheva’daki Negev Ben-Gurion Üniversitesi’nin yıllık
yönetim kurulu toplantısına katıldı; Bona Terra Vakfı’nın başkanı olarak
yardımsever şapkasını taktı. Üniversitenin başkanı Prof. Rivka Carmi, kendisine
Kibbutz Sde Boker’deki tören sırasında bir takdirname sundu ve İsviçre Çevre ve
Enerji Araştırmaları Enstitüsü’ne bir ithaf yapıldı.
Arava’daki çiftçilerin
Siyonist bağışçısı, Lozan’daki mahkemede İranlı-İsviçreli avukatla karşı
karşıyaydı. Sunduğu argümanlar, Başbakan Netanyahu’nun BM’deki konuşmalarının
hukuki bir versiyonu gibiydi: Yaptırımlar rejimine uygun olarak İran’a mali
kaynakların gitmesinin engellenmesi, “uluslararası hukukun önemli bir
ilkesidir,” demişti. İranlı liderlerin beyan ettiği gibi, İsrail, İran’a “İsrail’i
dünya haritasından silmeye yönelik” nükleer bir saldırı gücü geliştirmede
yardımcı olacak olan fonları durdurmak için çalışıyordu. İsrail’in tavrı,
yaptırımlara ilişkin BM ve AB’nin ilke kararlarıyla da destekleniyordu. Bu
yoruma göre; borcun NlOC’a ödenmesi, uluslararası hukuka ve İsviçre hükümetinin
tavrına aykırı düşecekti. İsviçreli hâkimler ise, bundan etkilenmişe
benzemiyorlardı. Diplomatik argümanlar kabul edilemez, diye yazmışlardı
kararlarında, çünkü İsrail, bu argümanları bir alt mahkemede dillendirmemişti
ve argümanları da mantıklı değildi. “Uluslararası politikaya ve özellikle de
İsrail Devleti ile İran İslam Cumhuriyeti arasındaki mevcut anlaşmazlığa
ilişkin bazı soyut endişeleri temel alıyordu,” diye yazmıştı yargıçlar...
Yargıçlara göre, mahkeme,
İsviçreli bir şirketin 34 yıl önceki petrol sevkiyatının ödenmemiş
faturalarından kaynaklı bir durumda İranlı bir şirkete borcunun İsviçre’nin
bugünkü dış politikasıyla alakalı olduğunu anlamıyordu. Başvuru reddedildi ve
İsrail’den mahkeme masraflarını ödenmesi talep edildi. Ancak yargıçlar yine de
İsraillilere, tarihi borcu ödemekten kaçınmak için küçük bir “açılım noktası”
da bıraktı. Bu paranın İranlılara transfer edilmesinin, İsviçre hükümetinin de
taraf olduğu uluslararası yaptırımlar rejimine ters düşebileceğini yazdılar ve
buna göre Bern’deki Ekonomik İşler Devlet Sekretaryası’na incelemesi için
kararın bir nüshasını gönderdiler. Bu bağlamda, mahkeme, dolaylı olarak
İsrail’in davasının bir kısmını kabul etti ve küçümsercesine bir red kararı verdi.
Bir yıl önce alınan karar, anlaşmazlığı sonlandırmadı. İsrail ve İran,
boruhattı ve petrol tankerlerine ilişkin olarak “büyük tahkimi” sürdürüyorlar.
Cenevre’deki Borç Toplama Ofisi’nin İsrail’in yaptırımlar hukukuna tabi enerji
şirketlerinden “küçük tahkime” ilişkin tüm borcu nasıl toplayacağı da
henüz netlik kazanmadı. İranlılar, her halükarda, şu an için parayı elde
edemeseler de, yargı kararlarını kendi lehlerine kazanacaklar.
İsrail’in İran Şah Rejimiyle
eski ortaklığı tamamen de ortadan kalkmış değil. EAPC halen mevcut ve petrol
boruhattını, limanları ve depolama konteynırlarını çalıştırmaya devam ediyor.
Hükümet ise, şirketin faaliyetini ve finansal raporlarını gizliyor - görünen o
ki, İran’daki faal durumda olmayan ortaklarının ortaklıktaki rollerinden dolayı
daha fazla para talep etmesinden korkuyorlar. Son yıllarda
İsrail, NIOC karşısındaki yasal mücadele konusunda çok fazla çaba harcadı ve
Fransız ve İsviçre mahkemelerindeki mağlubiyetler onun hevesini kırmadı.
İranlılar da, yasal zaferlerini ekonomik başarılara dönüştürmedeki
başarısızlığa karşın- benzeri bir kararlılık sergiliyorlar. Her iki taraf da,
işleri sessiz sedasız tutmayı ve mahkeme işlemlerini propaganda amaçları
doğrultusunda kullanmamayı tercih ediyorlar. Onlar için en elverişli olan şey
ise; halka yönelik tehditleri kullanmak, korku politikası uygulamak, efendice
ve avukatlar yoluyla da konuşabileceklerini ortaya çıkarmamaktır.
Kaynak: Kaynak:
http://www.haaretz.com/news/diplomacy-defense/.premium-1.637468
10
Şubat 2015 / TURQUİE Dıplomatıgue
“Almanya’nın Sesi Radyosu”
Dünyada
ilk kez Alevilik anabilim dalı Hamburg Üniversitesi'nde açıldı. Üniversitede Dersler 2015 Yılı Ekim Ayında Başlayacak. Hamburg
Üniversitesi Dünya Dinleri Akademisinde Alevilik Anabilim Dalı açıldı. Açılış
2012 yılında kentteki İslam cemaatleri temsilcileri ve Almanya Alevi
Birlikleri Federasyonu (AABF) ile imzalanan “hak eşitliği anlaşması”
kapsamında oldu. Üniversitede dersler 2015 Ekim ayında başlayacak. Hamburg Üniversitesi
Dünya Dinleri Akademisi Alevilik Anabilim Dalı Başkanlığı’na etnolog Dr. Handan Aksünger atandı.
Münster Üniversitesi’nde Etnoloji ve Sosyoloji
alanında eğitim gören Aksünger uzun yıllardan beri dinlerarası diyalog
kapsamında Alevilik üzerine araştırmalar yapıyor. Hamburg Üniversitesi
Eğitim Fakültesi salonunda resmi tören düzenlendi. Aksünger tören öncesi
açılan Alevilik kürsüsünün dünyada ilk olmasına dikkat çekerek, gerek teolojik
eğitim gerekse Aleviliğin bilim olarak araştırılması bakımından önemli olduğunu
söyledi.
Aksünger,
"Alevilik hem sözlü tarihiyle hem
de yazılı tarihiyle birlikte araştırılacak. Bu yapılırken de teolojik olarak
öğretmen adaylarına din dersi verilecek. Aleviler kendilerini nasıl görüyorsa,
bilim olarak bu şekilde yola çıkacağız. Aleviliğin çıkış noktası insan
merkezli. 4 Kapı 40 makam insanın kamilleşmesi esasına dayanır. Aleviliği aynı
zamanda İslam dininin çatısı altında sıkıştırmadan, kendine özgü yaşam biçimi
ve inançlarıyla antropolojik olarak araştıracağız. Aleviliğin dinamik olması
bir avantaj. Üniversitedeki eğitimimiz sırasında Kur'an da dâhil olmak üzere
farklı kaynaklardan yararlanacağız. Aleviliğe tek yönlü bakmak istemiyoruz.
Aleviliğin sistematik olarak kendine özgü yapısından hareketle
disiplinlerarası araştırmaya çalışacağız" dedi. Dünya Dinleri Akademisi Dierktörü Prof. Dr. Wolfram
Weise, farklı
dinleri bir üniversitede okuma imkânının bilimsel açıdan gerekli, toplumsal
açıdan da kaçınılmaz olduğunu ifade etti. Hristiyanlık konusunda bilimsel
analizlerin din bilimlerinde olduğunu; Yahudilik, İslam, Budizm, Alevilik ve
diğer dinler için de varolmasının bir eşitlik sorunu olduğunu ifade eden Weise,
çoğulcu toplumlarda dini çoğulculuğun da gözardı edilmemesi gerektiğini
söyledi.
Almanya
Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF) Başkanı Hüseyin Mat, Aleviliğin
üniversitelerde bilimsel açıdan araştırılmasının önemli olduğunu ifade ederken, "Bu gelişim dünyanın çeşitli bölgelerinde
yaşayan Aleviler için de bir örnek teşkil etmektedir. Almanya’daki Aleviler
bütün taleplerini elde etmiştir. Aleviliğin sözlü tarihinin yazılı tarihe
dönüştürülmesi bakımından da bugün bir köprü oluşturuluyor. Köprünün temeli
bugün burada atılmış oldu. Umarım bu gelişme Türkiye’ye de örnek olur"
diye konuştu. Hamburg Üniversitesi Dünya Dinleri Akademisi Direktör Yardımcısı
Prof. Dr. Ursula Neumann, çoğulcu toplumlarda dinler ve disiplinlerarası
bilimsel eğitimin önemini vurgulayarak, Aleviliğin İslam’ın bir parçası olup
olmadığı şeklindeki tartışmalardan ziyade Aleviliğin "çok yönlülük ve
çeşitlilik inanç pratiğiyle" değerlendirilmesi gerektiğini vurguladı.
Üniversitede
Alevilik kürsüsünün resmi açılışında bulunan İslam Şurası Başkanı Dr. Mustafa
Yoldaş, Aleviliğin ilim olarak ele alınması açısından bugünkü gelişmeyi
pozitif bulduğunu söylerken, ideolojik yaklaşımlardan kaçınılması gerektiğini
söyledi. Yoldaş, "Alevilik üzerindeki sisin kalkması gerekiyor.
Aleviler kendilerini nasıl görmek istiyorsa, o pencereden bakmalı. Alevilik ile
İslam arasında inançsal farklılıklar yok. Alevilik Türkiye’de de tarihsel
olarak araştırılmalı" dedi. Süryani ve
Yahudi cemaati temsilcileri de, uzun zamandan beri verilen mücadele sonucunda
Hamburg’da imzalanan devlet anlaşmasının bütün dinler açısından büyük bir
kazanım olduğunu belirtti. Almanya’da yaklaşık 800 bin Alevi
kökenli vatandaş yaşıyor. Alevilerin
Türkiye’de ise 15 milyon ile 20 milyon arasında olduğu belirtilirken, Alevilik
resmi olarak tanınmıyor. (31.01.2015)
Kaynak: 10 Şubat 2015 / TURQUİE
Dıplomatıgue
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar