Halûk Akçam / BATI İNANÇLARINDA CİNLER VE CİNCİLİK
Halûk Akçam
22 Haziran 1996
İçindekiler
Batı
uygarlığının temellerini Antik Çağ'ın kültür mirasında arama eğiliminin
getirdiği alışkanlıkla, batının cinlerinden söz ederken elbette ki işe önce
Eski Yunan mitolojisinden başlamak gerekecek. Ancak, vaktiyle Roma
İmparatorluğu'nu yıkarak Avrupa toplumlarının çekirdeğini oluşturmuş barbar
kavimlerin kendilerine has bir inanç dünyası olduğunu da unutmamalıyız.
Bugünkü Avrupa ve onun da batısında kalan ABD'nin cinleri, Yunan ve Roma
kültürü potasında rafine edilmiş Germen paganizmi ile Aziz Paulus
doktrinine göre kurulmuş Kilise arasındaki asırlar süren
mücadelenin ürünü olarak çıkıyor karşımıza.
Geri
kalmışlık ile
cinlere perilere inanma saplantısının ne denli paralel gittiğini göstermesi
bakımından, özellikle Ortaçağ Avrupasını felaketlere sürüklemiş din
yobazlığının körüklediği cadı avında, cinlerle ilişki kurdukları iddiasıyla
binlerce insana işkence yapıp, diri diri yakan Engizisyon çılgınlığını
unutmamalıyız. Günümüzün batı toplumunda ise, cinler iyiden iyiye kabuğuna
çekilmiş haldeler. Artık onlardan kimse korkmuyor. Çünkü, güneşin battığı yerde
yaşayan insanlar, araştırmayı ve bilgi edinmeyi safsata ile vakit
geçirmekten daha çok önemsiyorlar. Darısı bizim insanlarımızın başına!
─☼─
Folklorik
anlamda "cin" teriminin karşılığını, Eski Yunan mitolojisinde "daimon"
olarak buluyoruz. İşler ve Günler adlı eserinin Soylar
Efsanesi bölümünde (106-201), ölümsüz tanrıların peşpeşe beş insan
soyunu yarattığını söyler Hesiodos. Titanların en ulusu olan tanrı Kronos,
ilk insan soyunu topraktan değil de altın madeninden yaratmış. Bu ilk soy,
tanrılar gibi dertsiz belasız, büyük bir mutluluk içinde uzun bir dönem
yaşamışlar. Vakitleri tamam olunca da tatlı uykulara dalarak huzur içinde
ölmüşler. İkinci soy ise altından daha az değerli olan gümüş madeninden
yaratılmış. Fakat, ilk soy gibi değilmiş bunlar. Ergin çağa geldiklerinde
taşkınlıklar yapmaya başlamışlar. Bu sırada babası Kronos'u tahtından devirip
yerine geçen Olympos'daki tanrı Zeus, gümüş soylu insanların kendisine
gereken saygıyı göstermemesine çok öfkelenmiş ve hepsini yerin dibine gömmüş.
Zeus da babası
gibi yeni bir soy yaratmak istemiş ve böylece üçüncü olarak tunçtan mamul
insanlar çıkmış ortaya. Fakat, Zeus bu arada baş tanrı oluşundan önce yaratılan
soyları da unutmamış. Altın çağın uykuya dalarak göçüp gitmiş insanlarının iyi
birer cin (daimon) olmasını dilemiş Zeus. Ama, kendisine taşkınlık
ettikleri için toprağa gömdüğü gümüş çağ soyundan olanları da yeraltı
cinlerine dönüştürmüş.
Zeus'un
yarattığı üçüncü soy ise, bir öncekinden de azılı çıkmış. Aralarında savaşarak
kendi kendilerini yok etmişler. Ama, Zeus bununla yetinmeyip dördüncü bir soy
yaratmış. Yarı tanrı kahramanlar işte bu soydan meydana gelmişler. Dördüncü
soyun devri tamamlandığında, tanrı Zeus, dünyanın sınırlarındaki adalarda
ölümsüz bir hayat vermiş bu gözüpek kahramanlara. Ardından da beşinci soyu
demirden yaratmış.
Hesiodos
eserinde, kendisinin demir soyundan biri olmasından dert yanar ve şöyle der: "Keşke
bu soydakilerden biri olmasaydım ben. Keşke daha önce ölseydim veya daha
doğmasaydım! Çünkü bu beşinci soy demir soyudur. Onlar, tanrıların yolladığı
türlü dertlerle gündüzleri didinir, ezilirler. Geceleri de kıvranır dururlar.
Bulabildikleri tek şey ise, belalarla karışık bir nebze sevinçtir."
Hesiodos'a
göre, demir çağı insanlarının da sonu gelecektir. Fakat, Zeus'un yaratacağı
altıncı aksaçlı insanlar soyunun manzarası, karamsar yazarımıza göre
hiç de içaçıcı değildir. Azra Erhat ve Sabahattin Eyuboğlu'nun dilimize büyük
bir ustalıkla kazandırdığı "Hesiodos, Eseri ve Kaynakları" adlı
değerli çalışmayı (TTK yayınları XX:5), erken dönem Yunan mitolojisindeki
tanrıları ve cinleri merak edenlere tavsiye ederim. Konumuzun dışına taşmamak
için, tarihçi Herodotos'dan muhtemelen dört asır önce yaşamış bu eski Anadolu
ozanından, onun memleketlisi sayılan bir diğerine, Homeros'a geçiyoruz şimdi.
Hesiodos'tan
bir-iki asır öncesinde, Homeros tarafından yazıldığı kabul edilen İliada
ve Odysseia adlı destanlarda ise cin tanımı biraz
farklıdır. Bu eserlerde "daimon" terimi, herhangi bir doğaüstü gücü
tanımlamak için kullanılmıştır. Tanrının kişiliğinden söz ederken "theos",
tanrının faaliyeti vurgulanırken de "daimon" teriminin
seçilmesi ilginçtir. Zeus'tan, Athena'dan bahsederken onları "theos"
(tanrı) diye anan Homeros, insanlar üzerindeki tanrısal etkiyi ise başka türlü
dile getirir: İliada 11:792 "tanrının (daimon) yardımıyla etkile
onun yüreğini." 17:98 "insan tanrı yazgısına (daimon) karşı
çıkarsa, büyük bela gelir başına." Odysseia 5:396 "kötülük
dolu bir tanrının (daimon) hışmına uğramış." 16:64 "bir
tanrı (daimon) vermiş ona bu kaderi, sürünmüş durmuş." 21:201 "keşke
geri gelse o, getirse bir tanrı (daimon) onu."
Ünlü Yunan
filozofu Platon (Eflatun) da "daimon" terimini, "theos"
olarak bilinen ulu tanrılar ile "heros" denilen yarı tanrı
kahramanlar arasında tasavvur ettiği alt seviyedeki tanrılar için kullanmıştır
(Rep. 3:392a). Diğer bir eserinde ise, insanın öldükten sonraki yaşamında, ruhuna
öte alemde yol gösteren varlıkları "daimon" olarak tanımlamaktadır
(Phaedon 107). Platon'un hocası Sokrates, vaktiyle Atina tanrılarını
hiçe saymakla ve talebelerine başka kutsal varlıklardan söz ederek gençliği
baştan çıkarmakla suçlanmış ve sonunda ölüme mahkum olmuştu. Kendisini daima
bir daimon'un yönlendirdiğini ve ilham verdiğini söylemekten çekinmeyen
Sokrates, ünlü savunmasında Platon'a göre şöyle der: Apol. 27d "Peki, daimonlara
tanrı ya da tanrı oğulları gözüyle bakmıyor muyuz?" Diğer yandan,
M.Ö. 5 yüzyılda doğan Platon ile çağdaş sayılan Protagoras ise "görmediğim,
hissetmediğim tanrılardan bana ne!" diyerek tam bir tanrı tanımaz
olmasına rağmen, kendi bulduğu "insan her şeyin ölçüsüdür" kuralınca,
daimon'ları da insanla olan ilişkilerine dayanarak gerçekten var sayıyordu.
Platon'un
tanımlamalarına bakılırsa, Sokrates'in daimon'unu bugünkü anlamıyla bir cin
olarak damgalamak mümkün değildir. Nitekim, batı literatüründe önemli bir yeri
olan Platon sayesinde, Ortadoğu'nun cin tasavvurundan farklı ve belirli bir
sistematik içindeki anlamı ile çok boyutlu bir cin kavramı oluşmuştur Avrupa
toplumlarında. Cinler hakkında veya diğer konularda ufkunu genişletmek
isteyenlere, Platon'un (Eflatun) bütün eserlerinin M.E.B. Batı Klasikleri dizisinde
ve ayrıca bir kısmının da Remzi Kitabevi'nce yayınlandığını
hatırlatırım.
Eski Yunan'da
cinler kapsamına alınacak en önemli doğaüstü grup Keres'tir. M.Ö.
5. yüzyılda yapılmış vazo süslemelerinde, cüce yapılı ve kanatlı çirkin
varlıklar olarak resmedilen bu yaratıklar, kötülüğün kaynağı olmaktan ziyade
insanlara bela getirenler olarak tanımlanmaktadır. Mesela bunlardan Hepialos,
geceleri insanların kabus görmelerine sebep olan bir cindi. Şimdi Berlin
müzesinde duran iki kulplu bir vazoda, yarı tanrı kahraman Herakles'in
boynundan yakaladığı resmedilen bir Ker de çirkin suratlı, ince iki
kanatlı ve bir metre boyunda gösterilmiştir.
Porphyry'ye göre, insan temiz olmayan
gıdalar yerse, ağzını açtığında içine hemen bir Ker girer ve
hastalanmasına yol açarmış. Üstelik, bu cinler özellikle et gibi kanlı
gıdalarda yuvalanırlarmış. O devirlerde mikropların başka türlü tanımlanmasına
imkan olmadığını düşünürsek, bu açıklama hiç de mantıksız sayılmaz. Hesiodos
bile Pandora Efsanesi'nde (Erg. 90) "Eskiden yeryüzündeki
ölümlü insanlar dertsiz ve kaygısız yaşarlardı, Ker'lerin getirdiği
hastalıklara bulaşmadan." der. İhtiyarlığın da bir tür doğaüstü gücün
etkisiyle meydana geldiğini düşünüyordu Eski Yunanlılar. Louvre müzesindeki
M.Ö. 5. yüzyıldan kalma kırmızı bir amforun üzerinde, Herakles'in, kamburu
çıkmış bitkin ve yaşlı bir adamı balyozu ile öldürürken resmedildiğini
görüyoruz. İhtiyar figürünün yanında ise "Keras"
yazısı vardır ve bu figür, Homeros'un Odysseia ll:398'de sözünü
ettiği “Ölüm Ker’i” ile aynı anlamı taşır.
Ancak, Eski Yunan'daki
"Ker" kavramını kapsamlı bir animizm içinde değerlendirmek
gerektiğini unutmamalıyız. Hastalığın, belanın, kabusun, ölümün birer Ker
olması, animist realite normlarına göre, henüz açıklanamamış doğa kanunlarının
insanlar üzerinde nasıl çalıştığını göstermesi ve antropomorfist bir ifade ile
hangi aracın bu işlemde rol aldığını tanımlaması açısından hiç de saçma
sayılmaz. Fakat bu tür bir tanımlamanın, doğayı sadece belirli bir açıdan
yorumlama ihtiyacından doğduğunu da unutmamak gerekir.
Bu kanatlı cinlerden bir
kısmı dişi olup "Harpia" adıyla tanınırlardı. Şiddetli fırtına
ile birlikte saldırdıklarında, Harpia'lar önlerine gelen her şeyi savurup
mahveder, ölenlerin ruhlarını öte aleme taşırlardı. Aynı zamanda, doğumla
birlikte gelen bebeğin ruhunu kapıp kaçıranlar da sivri pençeli, kanatlı dişi
Harpia cinleriydi. Ruhun bir nefes gibi olduğu düşüncesi, ölen veya doğan bir
insanın ruhunun da nefese benzer esinti ile taşınacağı inancına yol açmış ve
sonunda bu taşıyıcı varlıkların fırtına veya rüzgarlarda bulundukları yorumunu
yaratmıştı. Yani, insanlar önce bu tür bir cinin faaliyetini görüp daha
sonra açıklamasını yapmak yerine, nasıl olduğunu kavrayamadıkları bir doğa
olayını önce kendilerine göre yorumlamış, daha sonra da bu yorumda
yer alan doğaüstü güçleri kişileştirme yolunu seçmişlerdir. Fakat, 25 asır
öncesine göre normal sayılan bu empirik olmayan akıl yürütme, günümüzün bilgi
ve tecrübe birikiminde yaşayan bir insana göre hiç de mantıklı sayılmaz. Buna
rağmen, halk arasında hala aynı ilkel düşünce kalıplarının bulunması, cinlerin
gerçek olmasından çok ilkel seviyede düşünmekten öte bir faaliyette
bulunamayan insanların ne kadar yaygın olduğunu göstermektedir.
Yüz ifadeleri ile meşhur
cinler ise "Gorgon" sınıfına girerler. Bunların içinde en
tanınmışı, Perseus'un kafasını kopardığı Medusa adındaki dişi
cindir. İnsanın kanını donduran bakışları, dışarı sarkık dilleri ve buz gibi
bir ifade ile sırıtan korkunç yüzleri ile Gorgon'lar canavar ruhlu yaratıklar
olarak düşünülmüşlerdir. Gorgon eğer kalbi temiz olmayan bir insana görünürse,
onu anında taşa çevirerek öldürürmüş. Bu arada Siren türü cinleri de
unutmamalıyız. Dilimizde "deniz kızı" denilen sirenler,
belden aşağısı balık gibi olan ve güzelliği ile denizcilerin aklını başından
alan yaratıklardır. Odysseia destanında (12. bölüm),
büyücü Kirke tarafından önceden uyarılan kahraman Odysseus, Sirenlerin
bulunduğu adaya geldiğinde, denizcileri tatlı sesleriyle büyüleyip gemilerin
kayalıklara çarpmasına sebep olan bu cinlerin şerrinden, arkadaşlarının
kulaklarını balmumu ile tıkamak suretiyle kurtulabilmiştir.
Erinys türü cinler ise daha çok
öldürülmüş insanların intikamını alan dişi yaratıklardır. Erinys'leri diline
dolamayı pek seven Aeschylos, Agamemnon - Khoephoroi - Eumenides trilogiasında,
ana katili Orestes'in bu öç alan cinlerden neler çektiğini uzun uzadıya
anlatmıştır. Çok sonraları ise, Erinys'ler cehennem zebanileri olarak
düşünülmüş ve Tartaros'da (ölüler ülkesinin dibi) kamçılar ve yılanlarla
ruhlara eziyet eden Erinys'ler, Latin şairi Virgilius'un Aeneis destanındaki
ürkütücü manzaranın baş kahramanları olmuşlardır.
M.Ö. 6. yüzyıldan
itibaren Trakya'dan Yunanistan'a ve Güney İtalya'ya kadar uzanan bir alana
yayılan Orpheus tarikatında da tanrılardan ziyade daimonların önemli
bir yer aldığı görülür. Aslında, bu tarikatta mistik anlamda çok yönlü bir
tektanrıcılık inancı hakimdi. Olympos'un tanrıları ismen geçerli olsalar bile,
bunlar doğrudan ilişki kurulması mümkün olmayan tek bir tanrıyı tanımlamaya
yarıyorlardı. İşte bu tek tanrı, Orpheus kültünde karşımıza bir daimon olarak
çıkmaktadır. Bacchus ve Eros gibi, Orpheus inancının temel
taşını oluşturan Dionysos da bir daimon'du. Bitki, hayvan veya insan
biçiminde görünebilirdi. Zamanla Phanes adını alan Dionysos, böylece
tamamen tanrısal gücün simgesi haline geldi. Eski Yunan'a dışardan giren bu
mistik akımın özündeki dişilik faktörü ve tanrısal birleşmedeki rolünün
etkisi, daha sonra Avrupa kavimlerinde Hıristiyanlık anlayışını farklı
temellere dayandıran ana unsurlardan biri olmuştur.
Halk
olarak Eski Yunanlılar daha çok yeraltı dünyasının varlıklarına yönelik bir
ibadet biçimine önem vermişlerdir. Olympos tanrıları adına düzenlenen
şenliklere rağmen, halkın kthonian (yeraltına ait) tanrıların (daimones)
getireceği belalara karşı önlemler almak üzere, bu güçlere şirin gözükmek
amacıyla, kendilerini sürekli ayinler yapmaya mecbur hissettikleri
anlaşılmaktadır. Hiç beklenmedik yerde ortaya çıktığı varsayılan bu cinlerin
şerrinden korunmak için, herbirine uygun tütsüler ve dualarla, belirli
vakitlerde kurbanlar vermişler. Ancak, bu işlemin yeterli olmadığını
gördüklerinde, tanrısal güce sahip olabilmek ve böylece yeraltı cinlerinin
getirdiği belaları defedebilmek için, özel inisiyasyon ayinlerinin temelini
atmışlardır.
─☼─
M.Ö. 3. yüzyıldan
itibaren Akdeniz'i egemenliği altına almaya başlayan Roma İmparatorluğu, aynı
zamanda farklı toplumlardan da etkilenerek, asırlar boyunca ağırlığını
koruyacak bir Romen kültürünün temelini atmış oldu. Bugünkü batı medeniyetinin
oluşmasında ve dolayısıyla batının değer yargılarında en etkili faktör sayılan
antik Roma dünyasının cinlere bakış açısı da imparatorluğun sınırları gibi çok
geniş bir alana yayılmıştı. Dini inançların yanı sıra; Divinatio (kehanet,
geleceği bilme) ve Magia (sihir, büyü) gibi Arcana Mundi (kainatın
sırları) kapsamında ele alınan Ars Occultum (gizli sanat), batı
dünyasında ilk sistematik yapısına Romalılar döneminde kavuşmuştur. Bu kısa
incelemede elbette ki böylesine devasa bir konuyu etraflıca ele almak mümkün
değildir. Ancak, önemli eserlerden aktardığım bazı orijinal pasajlar ile size
bir fikir vermeye çalışacağım.
Romen düşünce aleminin
en çok Eski Yunan'dan etkilendiğini belirtmeye gerek yok. Platon'un talebesi Xenokrates,
Latin edebiyatında "cinler biliminin babası" olarak bilinirdi.
Nitekim, Plutarkos da bu cinci hocanın yolundan giderek ilk sistematik Demonoloji'yi
(cinler bilimi) kurmuştur. M.S. 1.-2. yüzyılda yaşamış Yunanlı bir yazar
olmasına rağmen, Plutarkos Latin edebiyatına maledilmiş ve 16.-19. yüzyıl
Avrupa'sını en çok etkileyen klasik yazarlardan sayılmıştır. Sokrates'in
Cini Hakkında (D.Gen.Soc. 589b) adlı eserinde şöyle der: "Cin (daimon),
çok yoğun bir biçimde düşünebilen ruhsal bir varlıktır. Bunların düşünceleri
havada öylesine güçlü bir titreşim yaratır ki, diğer cinler gibi bazı duyarlı
insanlar da bu titreşimden etkilenerek cinin düşüncelerini alabilirler." Böylece,
duru-işiti (clairaudience) ve telepati hakkındaki ilk bilimsel(!) açıklamayı da
yapmış oluyordu Plutarkos.
Kahinlerin Çöküşü adlı eserinde (419b),
klasik çağın sembolü olan doğa tanrısı (daimon) Pan'ın ölümünü
dile getirirken de Plutarkos şöyle demiştir: "Thamus adındaki Mısırlı
bir gemici, Korfu adasının güneyinde seyrederken, Paksos adasından gelen bir
ses duydu. Bu gizemli ses, gemi dümencisi Thamus'a, Yüce Pan'ın öldüğü haberini
etrafa yaymasını söyledi. Thamus söyleneni yapınca, karadan korkunç bir inilti
ile karışık feryatlar yayılmaya başladı."
Bu hadisenin imparator
Tiberius zamanında olduğu, yani Peygamber İsa'nın yeni bir dini vazetmesiyle
birlikte meydana geldiği düşünülürse, verilmek istenen mesaj daha iyi
anlaşılacaktır: Adı "bütün her şey" anlamına gelen Pan, doğayı
temsil eden en yüce daimon'dur. Eski düzenin koruyucusu olan Pan ile birlikte
diğer bütün daimon'lar, dünyayı saracak yeni bir din adına yapılacak
zorbalıklar altında yokolup gideceklerdir. Bu yüzden, doğanın her bir köşesinde
yuvalanmış olan bu küçük tanrılar, haberi aldıklarında kendi vakitlerinin de
dolduğunu anlayarak, feryat figan içinde acılarını dile getirmişlerdir. Burada
yokolup giden unsur, klasik çağın yobazlığa yer vermeyen ve insanın doğa ile
birlikte uyum içinde yaşamasını öğütleyen ilkelerdir. Nitekim, bir kehanet
sayılan bu haykırış zamanla gerçekleşmiş ve Ortaçağ'da İsa adına yapılan
işkencelerde, yobazlığa kurban giden insanların yıllarca tükenmeyen
feryatlarında defalarca tekrarlanmıştır. Elbette ki doğanın bu haykırışı
sadece Avrupa'da yankılanmadı. Ortadoğu'da günümüzde bile aynı sesleri duymak
mümkün.
Kahinlerin Çöküşü'nden (414-415),
Plutarkos'un cinler hakkındaki açıklamalarına devam edelim: Suyun
topraktan, havanın sudan ve ateşin de havadan çıkması gibi; insanlar
arasındaki üstün ruhlar bir değişime uğrayarak kahramanlara, kahramanlar da
aynı biçimde değişerek daimon'lara dönüşürler. Ama, bu daimon'lar arasında
saflaşarak üst seviyeye erişebilenlerin sayısı azdır ve bu ancak uzun bir süre
içinde meydana gelebilir. Diğer yandan, kendisini kontrol edemeyip zamanla
aşağılaşmaya başlayan daimon'lar da vardır. Bunlar ise tekrardan ölümlüler gibi
bedene bürünüp dünyada sefil bir hayat yaşamaya mahkum olurlar."
Aynı eserden bir başka
bölümle devam ediyoruz (418): "Tanrılar insanlarla doğrudan bağlantı
kurmazlar. Bu işi üslenenler daimon'lardır ve tanrılar onların aracılığıyla
mesajları iletirler. Mesela, adakları kontrol edenler, ayinleri gözetenler,
kötülerin cezasını verenler, kahinleri yönlendirenler hep daimon'lardır.
Kehanetle görevli daimon ortadan kaybolursa, kahinin yeteneği yokolur.
Daimon'lar sürgüne uğrarlarsa veya başka bir yere göçerlerse, kahinin gücü de
biter. Ama, daimon'lar tekrardan geri gelirlerse kahin yine eskisi gibi
konuşmaya başlar. Daimon'lar çok uzun bir aradan sonra dönseler bile bu
mümkündür. Çünkü, kahin bir müzik aleti gibidir, onu çalmasını bilenin elinde
her zaman ses verecektir." İkibin sene öncesinden yansıyan bu
açıklamalar, günümüzdeki medyumların bedensiz varlıklarla nasıl irtibat
kurduklarına yönelik değişik bir yorum sayılabilir. Elbette ki
"medyum" derken, cinleri olduğunu iddia eden şarlatan dolandırıcıları
kastetmiyorum.
Plutarkos, İsis ve
Osiris adlı bir başka eserinde, geç Hellenistik ve erken İmparatorluk
dönemlerinde dikkati çeken bir biçimde yayılan İsis Kültü ile gelen Eski
Mısır tanrılarını da üst düzeyde daimon'lar olarak tanımlamıştır. Aynı yöntemi
daha sonra Kilise de kullanacak ve Roma'dan miras kalan doğaüstü bütün güçleri
etkili birer cin olarak niteleyecektir. Ancak, Kilise'nin tutumu Plutarkos'unki
kadar liberal olmamış, geçmişin bütün mirasını bir çırpıda “şeytani güçler”
diye lanetleyip, doğa ile halkın arasına bir umacı gibi girerek insanlara kan kusturmuştur.
Cin çıkarma (exorcism)
konusunda da Philostratus'un Tyana'lı Apollonius'un Hayatı adlı
eserinde (4:20) ilginç bir bölüm vardır: Ünlü bir filozof ve mucizeler adamı
olan Apollonius, günün birinde ayinle ilgili vaaz verirken, dinleyiciler
arasından genç bir adam filozofun her dediğine yüksek sesle ve kaba bir biçimde
gülerek karşılık veriyormuş. Sonunda Apollonius'un tepesi atmış ve genç adama "Böyle
saldırgan biçimde karşılık veren aslında sen değilsin. İçindeki cin seni böyle
davranmaya zorluyor. Ama sen bunun farkına varamıyorsun!", demiş. Genç
adam ise bir süre daha kahkahalar attıktan sonra birden bire ağlama krizine
girmiş. Ağlamanın ardından da kendi kendine konuşup şarkı söylemeye başlamış.
Halk bu taşkınlığını adamın gençliğine vermiş. Ama, aslında bir cinin etkisi
altındaymış ve içki içmediği halde bile çoğu kez sarhoş gibi davranırmış.
Apollonius bu sırada genç adama sert bir biçimde bakınca, adamın içindeki cin
sanki yanıyormuş gibi öfke ve korkuyla dolu çığlıklar atmaya başlamış. Cin, genci
rahat bırakacağına ve başka kimseye de musallat olmayacağına dair filozofa
yalvarırcasına söz vermiş. Apollonius ise sanki bir köleye hitap edercesine,
cine derhal genç adamı bırakmasını ve bunu bir işaretle belli etmesini
emretmiş. Cin, "Evet, şimdi onu bırakacağım ve işaret olarak da şu
ilerdeki heykeli devireceğim", demiş. Ardından, bütün kalabalığın
gözleri önünde koca heykel önce hafifçe yerinde sallanmış ve sonra büyük bir
gürültü ile devrilip parçalanmış.
Roma kültürüne has
olarak bir de "Genius" denilen cinler vardır ki bunların her
insana doğumundan ölümüne kadar eşlik ettiğine inanılırdı. Evrende çeşitli
cinler olmasına karşın, Roma inancına göre, bunlardan sadece biri tanrılar
tarafından yeni doğan bebek için seçilir ve ölümüne kadar ona ait kılınırdı.
Arapçadaki "cinni, cin" kelimesinin buradan geldiği söylenir. M.S. 3.
yüzyılda yaşamış filozof Plotinus'un kendisine yoldaşlık eden
cinin kim olduğunu nasıl öğrendiğini, talebesi Porphyry, Plotinus'un
Hayatı adlı eserinde (56-60) şöyle anlatır: "Roma'ya Mısırlı
bir rahip geldi ve Plotinus ile tanıştı. Rahip gizli güçlerini kanıtlamak
amacıyla, Plotinus'a kendi Genius'unu göstermek istiyordu. Plotinus da bu
teklifi içtenlikle kabul etti. Mısırlı rahibin söylediğine göre, bu cin
çağırma işlemi ancak İsis Mabedi'nde yapılabilirdi. Zira, rahibe göre
Roma'da tek 'temiz yer' orasıydı."
Porphyry cinin nasıl
davet edildiğini anlatmaya devam ediyor: "Görünecek cinin ne yapacayı
bilinmediğinden, bu gizli ayine yardımcı olarak katılan kişi elinde iki canlı
tavuk tutmak zorundaydı. Eğer cin kendisini çağıranları tehdit etmeye başlarsa,
yardımcı elindeki kutsanmış tavukları hemen keserek cinin saldırmadan
kaybolmasını sağlayacaktı. Rahip dualar okuyarak Plotinus'un cinini görünmeye
davet ettiğinde, karşısına çıkan varlığın rastgele bir cin değil de üstün bir
varlık olduğunu farkedince: Ey kutsanmış Plotinus, senin Genius'un aşağı
seviyeden bir cin değil, bir tanrı bu gördüğüm!, diyerek haykırdı. Ama, zuhur
eden varlığa soru sormaya fırsat kalmadan, yardımcı korkudan elindeki tavukları
boğazlayınca, varlık derhal kayboldu. Ancak, bu sırada Plotinus kendi cinine
yeterince bakıp inceleme imkanını bulabilmişti. Daha sonra kişisel cinlerle
ilgili monografını da bu olaya dayanarak yazdı."
Porphyry'nin talebesi
olan Iamblikus da Mısır Sırları Hakkında adlı eserinde,
daimon'ların tanrılardan, kahramanlardan ve ölmüşlerin ruhlarından nasıl ayırt
edileceğini anlatmıştır. Neoplatonist bir zihniyetle yazılmış olan bu eser,
içeriğinin son derece anlaşılmaz olmasına rağmen, daha sonra Avrupa'da cinler
hakkında uydurulan saçma sapan sınıflandırmalarda önemli bir kaynak sayıldı.
Avrupa'da ileride
Kilise'nin baskısına kaynak olacak eserlerden biri de İncil'in
Hazırlanışı adı altında Eusebius'un M.S. 4. yüzyılda
yazdığı propaganda kitabıdır. Eusebius'a göre, Tanrı'nın dünyayı kurtarma
girişiminde bu eski çoktanrılı inançların önemli bir rolü vardır. Zavallı eski
insanlar şeref uğruna, sevgi adına bu tanrılara ve cinlere tapınmaya
zorlanmışlar. Ama aslında bu tapınmanın ardında yatan temel faktör korku imiş.
Güçlü tanrılar ve başedilemeyen cinlerden korkan eski insanları kurtarmak için,
gerçek sevgi mesajı ile gelen tek ve yenilmez Tanrı sonunda kendini göstermiş.
Eusebius'un dört sınıfa ayırdığı pagan (hıristiyan olmayan) güçler arasında
cinler önemli bir yer tutar. Tanrılar gökleri paylaşmışlardır. İyi huylu cinler
de Ay'da ve Ay ile yer atmosferi arasındaki alanda hakimiyet kurmuşlardır.
Yerde kahramanların sözü geçmektedir. Ölümlülerin ruhları ise yeraltındadır.
Kötü cinler de yerin dibinde yuvalanmışlardır. Bu sınıflandırmadan sonra,
Eusebius bütün bu varlıklara tapmanın aslında büyük bir günah olduğunu söyler
ve aslında hepsinin ne kadar kötü güçler olduklarını anlatmaya koyulur.
Roma
İmparatorluğu M.S. 3. yüzyıldan itibaren kuzeyden gelen barbar kavimlerinin
saldırılarına uğradı. M.S. 4. yüzyılın sonunda, Germenler bütün Avrupa'ya
yayılmış durumdaydılar. Romalıların "barbar" dediği Germenler,
savaşmayı seven, çalışkan, vahşi ama hayat dolu ve doğaya son derece bağlı
insanlardı. Roma ise artık eski yaratıcılığını kaybetmiş, çözülmeye ve
kokuşmaya yüztutmuştu. Böylece, 5. yüzyılın sonuna doğru Avrupa'da Roma'nın
güneşi batarken yeni krallıklar kuruluyordu.
─☼─
Kuzeyden gelenlerin
tanrıları da kendileri gibiydi. Savaşa susamış Odin veya Wodan, aynı
zamanda ilham tanrısıydı. Yıldırımlar yağdıran öfkeli Thor, yeri
geldiğinde toplumun koruyucusuydu. Freyr ile Freyja bereketin
sembolü olarak ne kadar sekse düşkünlerse, bir o kadar da ailede çocukların ve
tarlada ürünün iyi yetişmesi için yardımcı olurlardı.
Germen ve Kelt
efsanelerinde Elf olarak anılan cinler, doğaüstü güçleri olan son derece
güzel yaratıklardır. İnsanlar gibi ölümlü olmalarına rağmen yaşamları daha
uzundur. Sadece özel yetenekleri olan insanlar Elfleri görebilirler. Bu
yaratıklar zor durumda kalan insanlara yardım etmeyi severler. Ama kötü huylu
kişileri cezalandırdıkları da görülmüştür. Evlerde insanlarla birlikte yaşadığı
kabul edilen Elflere un ve tuz ayırmak, bazen de süt vermek adettendir. Tarla
ve bahçelerdeki Elflerin yemesi için, ürün sonuna kadar toplanmaz ve az bir
kısmı onlara bırakılır. Eski Alman inancına göre, Heinzelmaennchen denilen
küçük yaratıklar, geceleri köylülerin yarım kalmış işlerini tamamlarlar.
Elflerin müzikten çok hoşlandığı söylenir. Özellikle ayın parlak olduğu berrak
gecelerde şarkılar söyleyip dans eden Elfler görülür. Saçı sakalı kırmızı ev
cinleri ise pek şirindir. Akşamın alacakaranlığında kuyuların etrafında dans
eden kırmızı ceketli Elfler, bazen küçük çocukları aralarına alırlar. İrlanda
Elflerinden Leprechaun da hazinesinde altın biriktirmesiyle ünlü muzır
bir cücedir. Dikkatsiz insanların paralarını çalıp mağarasında istifler.
Su perileri
diyebileceğimiz bir başka Elf grubunun ise erkekleri Neck, Mummel ve
dişileri de Nixe, Mühmchen gibi adlarla bilinir. Bunların yanı sıra,
yerin altında yaşayan cüce boylu kara Elfler vardır. Kara Elfler gün
ışığına dayanamazlar, taşların altına saklanırlar. Elfler doğa güçlerini
sembolize ettikleri için genellikle ormanlarda, dağlarda, göllerde, ırmak
kenarlarında yaşarlar. Slavların Rusalkas dedikleri cinler ise Elflere
benzemekle birlikte, Slav cinleri, insanları gibi daha vahşi ve kaba
yaratıklardır.
Bu iyi huylu cinlerin
yanı sıra, bir de insanlara musallat olan kötü varlıklardan bahsedilir. Ancak,
Germenlerin cinlerle ilgili efsanelerinde, cinlerden çok ölmüşlerin ruhlarıdır
kötülük yapanlar. Adları Incubus ve Succubus olarak geçen hortlak
tipi yaratıklar, aslında birer cin olmaktan ziyade geceleri rüzgârla birlikte
gelen ölülerin ruhlarıdır. Bu yaratıklar hayvanların üstlerine binerler,
dallara asılırlar, ineklerin veya emziren kadınların sütlerini çalarlar ve
uyuyan insanların göğsüne çıkıp onları boğmaya çalışırlar. İngilizce'de bugün
karabasan anlamına gelen "nightmare", 13. yüzyılda, geceleri
dişi bir at (mare) biçiminde veya ata binerek gelen kara Elflerin kraliçesinin
adıydı ve insanlara kabus gördürdüğüne inanılırdı. Bu kelime Fransızca'ya "cauchemar"
(sıkıştıran hayalet) olarak geçmiştir. Keza, Almanca'daki "Alptraum"
(karabasan) kelimesi, uyuyan insanın göğsüne çıkarak nefesini kesen Alp adındaki
kara Elfin gördürdüğü rüya (Traum) anlamına gelir.
Dil üzerindeki etkisi
bakımından, burada son olarak bir de İngilizlerin Goblin, Almanların da Kobolt
dedikleri, insanlardan hiç hoşlanmayan yer cinlerinden bahsedeyim. Bu cinin
yaramazlığına inanç özellikle madenciler arasında o kadar yaygındı ki, gümüş
ocaklarında sık rastlanan kobalt madeninin isim babası yapmışlardı onu.
Madenciler, kendilerine göre işe yaramayan bu beyazımsı metali, gümüş
yataklarına sırf onlara inat olsun diye zorluk çıkarmak için Kobolt cininin
yerleştirdiğini zannederlermiş.
Barbar
kavimlerin Hıristiyanlaştırılması ile bu inançlar elbette ki bir anda halkın
zihninden sökülüp atılmadı. Ama, kilisenin sürekli korku çığırtkanlığı yapması
sonucunda, Elfler de gitgide halkın gözünde kötü birer cin oldular.
─☼─
M.S. 476'da Batı Roma
İmparatorluğu çökünce, meydan Papalık kurumuna kalmıştı ve Roma
Katolik Kilisesi hiç vakit kaybetmeden bu fırsatı kullandı. Aslında,
Avrupa'daki Kilise'nin öne sürdüğü doktrinler ile 5 asır önce yaşamış Peygamber
İsa'nın öğretileri arasında pek bir benzerlik olduğu söylenemezdi. Ama,
Kutsal Kitap (İncil) adına konuşan örümcek kafalı papazların yobazlık kokan
vaazlarından başka eğitim kaynağı olmayan halk, eninde sonunda bulduğu ile
yetinmek zorundaydı.
Aslında ritüel ve
hiyerarşi kurallarına bakacak olursanız, son dönem Mısır rahiplerinin Roma
üzerindeki etkisinden Kilisenin ne denli etkilendiğini kolaylıkla
görebilirsiniz. Papalık, bir bakıma, eski İsis - Osiris - Horus
geleneğini Kutsal Ruh - Baba - Oğul şeklinde taklit etmekten başka bir
şey yapmamaktadır. Bunların ise İsa'nın öğretisiyle hiçbir ilgisi yoktur.
Kutsal Kitap’ın yanlış
tercümeleri ve Yahudi geleneğinin etkisi ile, Antik dönemden kalan daimon terimi,
Kilisenin elinde bir çırpıda "kötü varlık, şeytan, put" olarak
yorumlandı. Bu yorumlarda elbette ki aslında koyu bir Yahudi gelenekçisi olan
ve sonradan İsa'nın öğretisini benimsemiş gibi görünerek onun bütün sözlerini
çarpıtan havarisi Aziz Pavlus'un mektuplarının büyük rolü
olmuştur. Korintoslulara 1. Mektup'ta (10:20) şöyle der: "Putperestler
kurbanlarını aslında Tanrı olmayan daimonlara sunuyorlar, işte ben sizin
bu daimonlarla ortak olmanızı istemiyorum... Biz istediğimizi yapmakta
serbestiz, diyorsunuz. Ama, her istediğiniz sizin için faydalı mıdır?” Paulus'a
göre insanlar kendi iradelerini öyle istedikleri gibi kullanamazlardı. İnsanlar
için neyin iyi olduğunu ancak Tanrı bilir ve emrederdi. Pavlus'un öğretisine
göre kurulmuş Kilise de Tanrı'nın yeryüzündeki aracısı olduğuna göre, Kilisenin
başı olan Papa ne derse o olacaktı.
Daha önceki devirlerde,
tanrıların insanlarla ilişki kurmasında etkili rolü üslendiği söylenen
daimonlar, doğaüstü güçlerin kişileştirilmiş sembolleri olarak zihinlerde yer
almışken, bu kez bütün daimonların yetkisini Kilise kendi üzerinde toplamış ve
eski daimonları da kötülüğün kaynağı olarak damgalayarak konuyu kapatmıştı.
Aslında kimin daha belalı bir cin olduğunu insanlar zamanla gayet iyi
anlayacaklardı. Fakat, adına Kilise denilen bu yeni cin ile o dönemlerde iyi
geçinmek zorundaydılar.
Yahudi geleneğinden
kalma efsanelere dayanarak Eski Yunan filozoflarının açıklamalarını yorumlayan
Kilise, daimonlar için yeni bir tanımlama yapmakta hiç güçlük çekmedi. Adına Satan
(Şeytan) denilen ve Tanrı'ya başkaldırdığı için göklerden kovulan
isyankar başmeleğin ordularıydı bu kötü yaratıklar. Nitekim aynı
doğrultudaki bir yorum ile, yine Ortadoğu'da Yahudi efsanelerinden çok sonra
filizlenen başka bir dinde karşılaşacaktı insanlar. Ama, bu dinin Avrupa'ya
uzanmasına kadar daha çok vakit vardı.
Kanonik addedilen dört
İncil'de, dört ayrı yazar tarafından Peygamber İsa'nın hayatı anlatılmıştır.
Bunların naklettiklerine bakılırsa, İsa'nın yaşadığı dönemde ortalık cinlerle
kaynamaktadır ve her gittiği yerde başına üşüşen cin çarpmış insanları bu kötü
varlıkların saldırısından Peygamberin nasıl kurtardığı anlatılır. Bu cinler
hiç kuşkusuz Antik Çağ'ın daimonları ile aynı kefeye koyulmuştur Kilise
tarafından. Burada iki örnekle görelim Peygamber İsa'nın cinleri nasıl
çıkardığını: Matta İncili 8:28-32 "(İsa) Karşı yakaya
ulaştığında, Gadarinilerin diyarında, mezarlardan çıkan cinlere tutulmuş iki
adamla karşılaştı. Bunlar o kadar azgınlardı ki kimse o yoldan geçemezdi. Ey
Tanrı'nın oğlu, bizden ne istiyorsun? Vaktimiz tamamlanmadan önce bize eziyet
etmeye mi geldin? diye bağırdılar. Biraz ilerde otlayan büyük bir domuz sürüsü
vardı. Cinler ona (İsa'ya) yalvardılar: Eğer bizi çıkarırsan, şu domuz
sürüsüne gönder! İsa da onlara gidin dedi ve (cinler) çıkıp domuzların içine
girdiler. Sonra bütün domuz sürüsü hızla yardan aşağıya atlayıp gölün
sularında boğuldu."
Markos İncili 9:14-29 "... Kalabalıktan
biri dedi ki: Sahip, sana oğlumu getirdim. Musallat olan bir ruh yüzünden
konuşamaz hale geldi. (Kötü ruh) ne zaman saldıracak olsa, onu yerden yere çarpıyor.
Oğlum da ağzından köpükler saçarak dişlerini gıcırdatıyor ve kaskatı kesiliyor.
Havarilerine bu kötü ruhu çıkarmalarını söyledim ama beceremediler. İsa da
cevap verdi: Ne inançsız ve sapık bir nesil bu! Ne vakte kadar sizinle
birlikte olacağım? Getirin onu bana. Sonra çocuğu ona getirdiler. Ruh onu görür
görmez çocuğu sarstı ve çocuk yere düşerek ağzından köpükler saçmaya ve
debelenmeye başladı. İsa babasına sordu: Ne zamandan beri bu böyle? Babası
cevap verdi: Küçüklüğünden beri. (Ruh) onu çok kere ateşe ve suya atarak yok
etmek istedi. Ama, eğer sen bir şey yapabilirsen, bize acı da yardım et! İsa
ona karşılık olarak şöyle dedi: Eğer yapabilirsen ha! İmanı olan için her şey
mümkündür. Çocuğun babası haykırdı: Benim imanım var. İmanımın yetmediği yerde
bana yardım et! Bu sırada İsa kalabalığın onlara yaklaştığını gördü ve kötü
ruhu azarlayarak şöyle dedi: Dilsiz ve sağır ruh! Sana emrediyorum. Çocuktan
çık ve bir daha da ona girme! Ruh da haykırıp çocuğu şiddetle sarstıktan sonra
çıktı. Çocuk ceset gibi hareketsiz kalınca, etraftakiler öldüğünü söylediler.
Ama, İsa onun elinden tuttu ve ayağa kaldırdı. İsa eve girdikten sonra,
havarileri ona gizlice sordular: Bunu niye biz çıkaramadık? O da dedi ki: Bu
tür olanı duadan başka bir şeyle çıkarmanın imkanı yoktur."
İncillerdeki
bu hikayeler, daha sonra Kilisenin exorcism (cin çıkarma) operasyonları
için önemli bir malzeme sayıldı. Fakat, epilepsi vakasına benzeyen hikayedeki
beceriksiz havariler gibi başarılı olamadıkları zamanlarda - ki genellikle
böyle oluyordu - egzorsist papazlar daha da etkili yöntemler keşfederek,
cinleri çıkarıyoruz derken binlerce insanı ya sakat ettiler ya da toptan
öldürdüler. Bu arada bazı zeki papazlar ruhsal hastalıkların sebeplerini yavaş
yavaş anlamaya başlamışlardı, ama bu deneylerin faturası halka çok pahalıya
maloluyordu.
─☼─
Sapkınları, dine
küfredenleri, büyücüleri, şeytani işlerle uğraşanları meydana çıkarıp halkı bu
kötü insanların şerrinden korumak için, Kutsal Roma Kilisesi 12. yüzyılda
bütün Avrupa'da etkili bir soruşturma komitesi kurulmasına karar verdi. Aslında
daha önce de böyle yerel komiteler kuruluyor ve zararlı sapkınların cezası
veriliyordu. Ama, cezalandırmalarda ipin ucunu kaçıranlar artınca, Papalık bu
işi ele almak zorunda kaldı. Adını "soruşturma" anlamındaki Latince "inquisitio"
kelimesinden alan bu kuruluşun yetkileri, ancak 1908 yılında Papa Pius X
tarafından Kilisenin modernizasyonu sırasında kısıtlanabilmiştir.
Umberto Eco, sinemaya da uyarlanan Gülün
Adı adlı romanında, yedinci bölümde rahip Jorge'nin ağzından Kilisenin
felsefesini çok anlamlı bir biçimde dile getirir: Kilise kanununun adı Tanrı
korkusudur. Halk devamlı korkmalıdır ki Tanrı'nın gölgesi olan Kilise ayakta
kalabilsin. Engizisyon işte bu amaçla kurulmuştu ve uzun yıllar boyunca
görevini hiç acımadan yerine getirdi.
Engizisyon'un en çok
hışmına uğrayanlar, hiç şüphesiz cadılardı. Aslında cadılığın kökünde,
Avrupa'ya kuzeyden gelen barbar kavimlerin doğaya ve bilinmeyene olan tutkusunu
bastırıp halkı batıl inançlarla korkutmaya çalışan Kilise'ye karşı bir
protesto vardır. Bu protesto en çok İngiltere adasında kendisi göstermiş ve
halkın yoğun tepkisi sayesinde buraya Engizisyon girememiştir. Günümüzde Margaret
Murray tarafından gayet iyi bir yorumla sunulan bu Witch kültü, Batı
Avrupa'da Hıristiyanlığa karşı pagan dinlerin yeniden ayaklanışı anlamını
taşır.
Murray'in 1921de
yayınlanan The Witch-Cult in Western Europe adlı araştırmasında,
cadılarla cinler arasındaki bağlantı şöyle tanımlanır: (App.I) "Bir
zamanlar Avrupa'da yaşayan cüce ırktan çok az elle tutulur bakiye kalmıştır
günümüze. Ama bu ırk cinler ve perilerle ilgili birçok hikayede varlığını
koruyabildi. Her yedi senede bir kendi tanrılarına bir insanı kurban etmelerinden
başka bunların dini inançları ve gelenekleriyle ilgili bir bilgimiz yok...
Cadıların, bu periler olarak bilinen ırk ile güçlü bir bağlantısı olduğu
kesindir. Tahminimce, üçyüz yıl öncesine kadar, peri ırkına bağlı gelenekler
devam etmiştir ve bu gelenekleri sürdürenlere de cadı (Witcb) denmiştir."
Fakat, Engizisyon
papazları Murray gibi düşünmüyorlardı. Cadılıkla suçlanan kişinin içine girdiği
varsayılan cinleri çıkarmak için önce ellerini ayaklarını mengenelerle
sıkıştırarak işe başlıyorlar, kollarından ve bacaklarından gererek devam
ediyorlar ve sonunda cadının iyice kurtulabilmesi için onu bir direğe
bağlayarak diri diri yakıyorlardı. Cadılıkla suçlanmak için de öyle olağanüstü
bir şey yapmaya gerek yoktu. Mesela, bir kimsenin yüzünde, kolunda veya kaba
etinde belirgin bir beni veya ten lekesi varsa, bu işaret o kişinin Şeytan’la
işbirliği yaptığına kesin bir kanıt sayılırdı. Ormanda biraz fazla dolaşıp
yabani bitkileri toplayarak sebze çorbası yapan kadınlar da emrindeki cinlere
ziyafet vermekle suçlanıp apar topar Engizisyon heyeti karşısına çıkarılabiliyordu.
Eğer bir kadın kilisedeki ayin sırasında esnerse, kutsal sözleri duyan içindeki
cinin kaçmak için ağzından çıkmaya çalıştığına hükmedilirdi.
Cinlere karışan genç
kızlarla ilgili ilginç bir olay da 1692 yılında, ABD'nin Massachusetts
eyaletinin Salem kasabasında meydana geldi. Ann Putnam, Marry Wadden ve diğer
kızların abuk sabuk iddialarla ortalığı ayağa kaldırmaları sonucunda, bir tür
Engizisyon mahkemesi kuruldu ve yobazlar kısa zamanda kasabada dehşetengiz bir
cadı avına giriştiler. Yıllar sonra her şeyin düzmece olduğu anlaşıldığında ise
çoktan iş işten geçmişti.
Burada son olarak,
cadıların nasıl meydana çıkarılacaklarını ve cinlerle ilişki kurduklarını
itiraf etmeleri için hangi işkencelerin yapılacağını etraflıca anlatan bir
kitaptan, 1487 yılında Jakob Sprenger ve Heinrich Institoris tarafından
yazılan Malleus Maleficarum'dan (Cadıların Balyozu) bir yorum
aktaracağım. Üç ciltlik bu eserin "Acaba cinler kendi başlarına
kötülük yapabilirler mi, yoksa illaki bir cadının yardımına mı gerek
duyarlar" adlı bölümünde yazarlar şu kanıya varmışlar: "Tanrı'nın
kulları olmaksızın da cinlerin etkisi vardır. Ama, bir yerde cinler faaliyet
gösterecekse, orada mutlaka kendilerine yardım etsin diye birisini bulup
kandırırlar ve onun vasıtasıyla kötülüklerini daha etkili bir biçimde
yayarlar. Bu yüzden, cinlerle ilgili bir olaya tanık olan iyi bir Katolik,
çevresindekileri dikkatle incelemeli ve kimin cadı olduğunu tahmin edip
yetkililere hemen bildirmelidir."
Sprenger,
nedense aklını kadınlara fena takmıştı. Cadıların kesinlikle kadınlar
arasından çıktığına inanıyordu. 1631 yılında Friedrich von Spee tarafından
kaleme alınan Cautio Criminalis adlı eserde ise bütün bu
kepazeliklerin din adına yapılmasının utanç verici olduğunu belirten yazar, bir
dedikodu uğruna cadı diye damgalanan kadınları çırılçıplak soyup en mahrem
yerlerine kadar inceledikten sonra öldüresiye işkence etmenin ilahi adaletle
bir ilgisi olmadığını savunur. Ancak, unutmayalım ki bu tarihte Almanya'da dini
reformlar yerleşmiş ve insanlar yobazların baskısından kısmen de olsa
kurtulmuşlardı.
─☼─
Ortaçağ'ın karanlık
Avrupa'sında, kendilerini gizliden gizliye cinlerin özelliklerini incelemeye
adamış insanlar da vardı. Bunların çoğu, toplum içinde bir hekim veya filozof
unvanı ile yobazların saldırılarından korunarak araştırmalarını sürdürdüler. 15.-17.
yüzyıllarda, Pico della Mirandola, Cornelius Agrippa, Giordano Bruno,
Paracelsus von Nettesheim, Athanasius Kircher gibi düşünürler, Kilise'nin bağnazlığından
uzak bir Hıristiyan imanı ile geçmişin kültür mirasını yeniden keşfediyorlardı.
Eski Yunan'daki daimon anlayışına yakın bir yorumla, doğaüstü güçleri sistemli
bir bütün içinde ele almaya çalıştılar. Corpus Hermeticum denilen ve
geçmişten bu yana gizli bilimler adı altında yazılmış eserleri incelediler.
Eski Yahudi geleneğinin (Qabbalah) safsata kısımlarını
ayıklayarak, ortaya sistematik bir Yahudi-Hıristiyan Mistisizmi koydular.
Böylece cin kavramı da en azından araştıran insanın zihninde belirli bir yere
oturmuş oldu.
Genellikle sezgi
kanalının ağırlık kazandığı bu dönemin araştırmalarında, cinlerle ilgili
pratikler pek fazla bir yer tutmaz. Fakat, varılan sonuçlar şaşırtıcı ölçüde
doğruya yakındır. Modern okült teorilerin temelini oluşturan bu yorumlarda,
cinler farklı gruplarda ele alınmıştır. Doğa güçlerinin dört sembolik ana
unsurda odaklaştığı düşünülerek; Ateş, Toprak, Hava ve Su
Elementalleri adı altında toplanan varlıklar, sırasıyla Salamander,
Gnome, Sylph ve Undine olarak tanımlanırlar. Bunlar bir bakıma tek
boyutlu düşünce yapısına sahip varlıklardır ve fizik alem ile astral alem arasında
bir köprü oluştururlar. Doğanın içinde değişik yaşam gruplarını temsil edenler
ise, ormanlarda ve ağaçlarda Dryad, göllerde Naiad, dağlarda ve
mağaralarda Kthonian adındaki varlıklardır. Bunların dışında bir de Famuli
denilen grup vardır ki şuurlu varlıkların insan bedeni ile göründükleri
anlarda aldıkları biçime göre hangi gücü aktive ettiklerini belirlerler. Pratik
yapan kişi tarafından bazı tekniklerin uygulanmasıyla, bu gruptaki enerji
formlarının kontrol altına alınabileceği düşünülmüştür.
Halk arasında cinlerle
aynı kategoriye sokulmasına rağmen, aslında yapısı itibarıyla farklı olan bir
de koruyucu varlık (guardian spirit) kavramı vardır. Abramelin
adındaki bir Yahudinin 1458 yılında yazdığı Büyücü Abramelin'in Kutsal Maji
Kitabı adındaki eserde, aslında Arap dünyasında çok iyi bilinen vefk'lerle
(wafq) ilgili kısmen doğru açıklamaların yanı sıra, bu alanda başarılı
olabilmek için günlerce nasıl inzivaya çekilineceği ve sonunda kişinin kendi
koruyucu varlığı ile nasıl irtibat kuracağı anlatılır. Yazarın iddiasına göre
bu varlık, sırasında bir melek veya bir cin olabilmektedir.
16. yüzyılda ilginç
deneyleriyle ün kazanmış cincilerden biri de İngiliz Dr. John Dee'dir.
Dee ile birlikte çalışan şarlatan huylu durugörü medyumu Edward Kelley,
sürekli olarak cinlerle irtibat kurmaya uğraşırken, günün birinde kristal
kürenin içinde küçük bir kız çocuğunun hayali ile karşılaşır. Elflerden biri
zannedilen bu 8-9 yaşındaki çocuk görünümündeki varlığın adı Madimi'dir. Yedi
yıl boyunca medyum Kelley vasıtasıyla Dee'ye bir sürü şey anlatan Madimi, bu
zaman zarfında normal bir insan gibi büyür serpilir ve genç bir kadın olur.
Madimi ile arasında geçen konuşmaları bir kitapta toplayan Dee, daha sonra
garip bir dilde yazılmış tabletlerden söz eder. Adına Enochian denilen
bu dil, günümüzde linguistlerce incelenmiş ve daha önce hiç görülmemiş yepyeni
bir dil olduğu sonucuna varılmıştır. Bu şifreli tabletlerde, çok güçlü cinleri
çağırmak için gerekli dualar ve formüller yer almaktaymış.
Diğer
bir iddiaya göre, Kelley adındaki düzenbaz ruhlu adam, çalışmalar sırasında
yaşlı Dee'nin genç eşine göz koymuş. Amacına ulaşmak için de cinlerle ilgili
bir hikaye uydurmuş. Üstelik bir keresinde Dee'ye "cinlerin emri
gereğince eşlerimizi değiştirmemiz gerekiyor" demiş. Ama, yaşlı doktor
bunu kabul etmeyince, bu sefer de anlaşılmaz yazılarla dolu tabletler
karalayarak, "Bak, cinler bu akşam neler yazdılar. Otur da incele
bakalım" diye Dee'nin önüne sürüp, soluğu genç kadının odasında almaya
başlamış. Bu iddianın doğruluğu pek kesin olmasa bile, Dee'nin sonunda
Kelley'i, parasını çaldığı ve karısına sarkıntılık ettiği gerekçesiyle evinden
kovduğu biliniyor.
─☼─
Eliphas Levi takma adıyla ünlü, Dogme
et Rituel de la Haute Magie kitabının yazarı Alphonse Louis
Constant, 19. yüzyılda modern cinciliğin de temelini atmış oldu. Maji ile
ilgili ilginç fikirler üretmesine rağmen, Eliphas Levi hayatında yalnız bir
kere bu sanatın pratiğine yeltenmiş, o olayda da her şeyi berbat edip deneyi
yarıda bırakmıştır: Levi bir gün okuduğu kitapların etkisinde kalarak, Tyana'lı
Apollonius'un ruhunu çağırıp cinlerle ilgili sorular sormak istemiş.
Gecenin uygun saati gelince, evinde bu iş için hazırladığı odaya mangalı
yerleştirmiş, asasını eline alıp cüppesini giymiş ve heyecan içinde dört bir
yana işaretler çizerek tılsımlı sözleri okumaya başlamış. Ama, ne bir cin
gelmiş ne de Apollonius'un ruhu. Bu sefer yeni baştan işe koyulmuş, heyecandan
da elleri titriyormuş. Tam asasını ileriye doğru uzatarak "görün, ey yüce
Apollonius!" diye bağırırken, koluna sanki birisi dokunuyormuş gibi bir
hisse kapılınca, korkudan şak diye oraya yığılıp kalmış. Levi bu ödlekliğini
kamufle etmek için, "mangaldaki odun kömüründen çıkan gazlar beni fena
etkiledi", der. Ama, aslında Levi'nin ne denli marifetli bir cinci
olduğunu göstermeye yetiyor bu olay.
Eliphas Levi'nin Fransız
okültistleri arasında olduğu kadar bütün Avrupa'da da ünü yaygındı. Ancak, bu
alanda asıl hamleyi İngiltere'de 1887 yılının sonunda kurulan The Hermetic
Order of the Golden Dawn adlı gizli cemiyetin üyeleri yaptı. Kurucularından
egzantrik ruhlu İskoçyalı Samuel Liddell MacGregor Mathers (son iki adı
kendi uydurmuştur), aslında hiçbir baltaya sap olamamış ama zeki ve bilgili bir
adamdı. Rosenroth'un Kabbalah Denudata adlı eserini
tercüme ederken yazdığı uzun giriş bölümünde, Yahudi Mistisizmini gayet iyi
anladığı görülmektedir.
Kabalistik sisteme göre
on Sephiroth'dan oluşan kainatın cinlerle ilgili bölümünde,
Mathers her bir gezegene uygun gelen cin isimlerini şöyle sıralar: Yer'de Nahemoth,
Ay'da Gamaliel, Merkür'de Samael, Venüs'te Harab-Serapel, Güneş'te
Tagaririm, Mars'ta Galab, Jüpiter'de Gamchicoth, Satürn'de
Satariel, Burçlar Kuşağı'nda Chaigidel, Esas Devingen'de Thamiel.
Golden Dawn cemiyetinde üstadlar çok
bilgili ve deneyimli olduklarını iddia etmelerine rağmen, kısa sürede
birbirlerini çekemez hale gelirler ve sonunda büyük bir cinler savaşı patlak
verir. Mathers gibi dikkafalı bir adamın otoritesine karşı çıkan diğer büyücü
ise Aleister Crowley adındaki bir başka kendini beğenmiş İngilizdir. Her
iki büyücü, karşılıklı olarak cinlerini harekete geçirirler ve sonunda Crowley,
Mathers'a ağız dolusu küfürler yağdırarak cemiyeti terk eder.
Modern cincilerin babası
olarak büyük rağbet gören Crowley, simyadan astrolojiye kadar her konuda bir
sürü kitap yazmıştır. Kendisini Edward Kelley'in reenkarnasyonu olarak ilan
etmiş, aynı zamanda da Kutsal Kitap'ta adı geçen Deccal olduğunu
söylemiştir. Enochian Majisi’ni en iyi kendisinin bildiğini iddia eden Crowley,
Aiwass adındaki bir cinin etkisiyle yazdığını söylediği The Book
of tbe Law adlı eserinde, insanın yalnızca kendi iradesine tabi olarak
yaşaması gerektiğini savunur.
Crowley'in aşırı içki ve
uyuşturucu kullanma alışkanlığının yanısıra, okul yıllarından kalma
vazgeçemediği homoseksüel ilişkileri, cinlerle irtibat kurma yöntemlerinde
tuhaf usuller icat etmesine yol açmıştı. 1914 senesinde Paris'teki
çalışmalarında, tanrı Jüpiter ve Hermes'e bağlı cinleri ele geçirmek
bahanesiyle gözüne kestirdiği bir erkekle günlerce odasına kapanmış, ama
sonunda sarhoş ve bitkin bir halde cinleri elinden kaçırdığını söylemişti.
Birlikte cinlerin güçlerine sahip olacağız diyerek kandırdığı kadınlar ve
erkeklerle düzenlediği toplu seks alemlerinde bol miktarda içki ve uyuşturucu
kullanması bir yana, Crowley'in bu alanda yaşamış en renkli kişilerden biri
olduğu muhakkaktır. Günümüzde bazı cemiyetlerde Crowley'in gelmiş geçmiş en
büyük üstad olduğu kabul edilmekte ve dolayısıyla onun icat ettiği cinsel
sapıklıklarla dolu cin çağırma ayinlerine de devam edilmektedir.
Magick in Theory and
Practice adlı
kitabında, Crowley satırlar arasında bu işin aslında yazılıp çizilenlerden çok
farklı bir biçimde gerçekleştiğini hissettirir okuyucuya. Ama, Anglo-Sakson
geleneği olarak, Britanya adasından çıkan cinciler "drama"nın
etkisinden kurtulamamışlar ve saatler süren saçma sapan ritüellerle, gizli
güçleri çağırma veya davet etme operasyonlarını adeta bir panayır tiyatrosu
sahnesine benzetmişlerdir. Oysa bütün bu işlemlerin özündeki başarı faktörü,
insanın kendi benliğindeki gerekli değişimi ne ölçüde yapabildiğine bağlıdır.
Cinlerle olan ilişkisi
bakımından, çağımızda yaşamış farklı bir İngilizden, Austin Osman Spare'den
de bahsetmek gerek. Bu sanatçı, çocuk denecek yaşta iken, kendisinden hayli
yaşlı ve cadı olduğunu söyleyen tuhaf bir kadınla karşılaşmış. Spare'in “cadı
annem” dediği bu kadın, ona cinleri nasıl çağıracağını ve
elementalleri nasıl görebileceğini öğretmiş. Zengin bir imajinasyon yeteneği
olan Spare, aynı zamanda başarılı bir sanatçıydı. “Cadı anne”sinden öğrendiği
tekniklerle gördüğü vizyonları çok canlı bir biçimde resmetmiştir. 1913'te
yayınlanan The Book of Pleasure - Psychology of Ecstasy adlı
kitabında da, uyku ile uyanıklık arasında yaşadığı ilginç deneyimlerini
anlatmıştır. Spare'e göre, insanüstü güçler, şuuraltının en derin bölgelerinde
sıkışıp kalmıştı. “Atavistic Resurgence” dediği bir yöntem
geliştiren Spare, bu tekniği uygularken iki tanık ile birlikte çalışıyordu.
Deneylerin yoğun etkisine dayanamayan tanıklardan biri daha sonra intihar
etmiş, diğeri ise aklını yitirmiştir.
Osman Spare'in Atavizmi,
insanın
en eski çağlardan bu yana beraberinde getirdiği şuur birikimleri kavramına
dayanır. Bu teoriye göre, günümüzün insanı, tarih öncesi çağlarda yarı insan
yarı hayvan biçiminde bir yaratık olarak yaşamını sürdürürken, şimdikinden çok
farklı güçlere ve arzulara sahipti. Aynı zamanda, cinler ve diğer doğaüstü
yaratıklar ile çok yakın bir ilişki içindeydi. Çağlar boyunca devam eden
insanlaşma süreci içinde bu özellikler kaybolmadı, ama hep şuurun alt
bölgelerine itildi. Bu kabuklaşmış şuuraltına girildiği takdirde, uyuyan bir
canavar gibi bekleyen güçleri açığa çıkarmak da mümkün olacaktı. Bulduğu yöntem
ile Spare, bu güçlere ulaşabildiğini iddia etmiştir.
Cadı
annesi, Spare'i cadıların geleneksel Sabbath ayinine de sokmuştur. Bu ayinlere
defalarca katıldığını iddia eden Spare, toplantıların bildiğimiz fizik alemde
değil de farklı bir şuurluluk halinde girilen fizik ötesi bir ortamda
gerçekleştiğini söyler. Sık sık “bilinen mekanın dışındaki bir mekan”dan
söz eden Spare, bu ortama belirli bir şuur transformasyonundan sonra aniden
girildiğini anlatmaktadır. Sanatı ile yaygın bir üne kavuşan Spare, kendisine
duyulan hayranlıktan ve gösterilen ilgiden hep kaçmıştır. 1956'daki ölümüne
kadar, Londra'nın güneyindeki sefil bir mahallede çok sevdiği kedileri ile
birlikte insanlardan uzak bir yaşam sürdürmüştür.
───☼☼☼───
Briggs, K.: A Dictionary of Fairies,
Penguin, 1977
Cavendish, R.: The Black Arts, Routledge,
1967
Cumont, F.: Les Religions Orientales dans
le Paganisme Romain, Leroux, 1929 (4eme ed.)
Harrison, J.E.: Epilegomena to the Study
of Greek Religion, Cambridge Uni., 1921
Harrison, J.E.: Prolegomena to the Study
of Greek Religion, Cambridge Uni., 1921 (3rd ed.)
Howe, E.: The Magicians of the Golden
Dawn, Routledge, 1972
Kupisch, K.: Kirchengeschichte (5 Bde),
Kohlhammer, 1983 (2. Aufl.)
Langton, E.: Essentials of Demonology,
Epworth, 1949
Luck, G.: Arcana Mundi, Johns Hopkins
Uni., 1985
Murray, M.A.: The Witch-Cult in Westem
Europe, Oxford Uni., 1921
Petersdorff, E.v.: Daemonologie (2 Bde),
Wörner, 1955-61 (2. Aufl.)
Robbins, R.H.: The Encyclopedia of
Witchcraft and Demonology, Crown, 1959
Seznec, J.: La Survivance des Dieux
Antiques, St. of Warburg Inst. vol. XI, 1940
Sprenger, J. u. Institoris, H.: Der
Hexenhammer, dtv, 1985 (Nachdr., 3. Aufl.)
Thomas, K.: Religion and the Decline of
Magic, Penguin, 1972
Yates, F.A.: Giordano Bruno and the
Hermetic Tradition, Routledge, 1964
─────────────────────────────────────────────────────
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar