HACC- Ali Şeriatî
"...Hâlis
tevbe suyuyla günahlarından arın; sıdk, safa, hudu' ve huşu elbisesini giyin. Seni
Allah'ı zikretmekten alıkoyacak ve O'na itaatten uzaklaştıracak her şeyden
kaçın. Allah Teâlâ'ya davetinde, Urvetu'l-vuskâ'ya sımsıkı sarılıp Allah'a doğru,
saf, halis ve temiz bir icabette sebat et. Müslümanlarla birlikte Beyt'in
etrafında kendi vücudunla yaptığın tavaf gibi, arşın etrafında meleklerle
birlikte kalbinle tavafda bulun. Hevâ'ndan tamamen uzaklaş, güç ve kuvvetinden
beri ol, Mina'ya çıkışınla birlikte gaflet ve hatalarından çık, sana helal
olmayan ve hak etmediğin şeyi isteme, Arafat'ta yanlışı itiraf et, Allah Teâlâ
katında ahdini Allah'ı birleyerek yenile; O'na yaklaş, Ve Müzdelife'de
Allah'dan ittika et..." 1
Giriş
Ters Dönmüş Post Elbise
Bir
"din bilimci", özellikle de "dinler tarihçisi" olarak,
Francis Bacon'un ifadesiyle "dinî duygu ve fırka taassubu karışmış bir
bakışaçısı'yla, tarihin dinî "misyonlarını, her dinin 2 "tarihî
değişim süreci" ni incelediğim, "önceden özde var olan" la
"sonradan var olmuş olan" ve ondan sonra "fasılaları, yani
dinlerin "hakikati ile "realite'si arasındaki mesafeleri
karşılaştırdığım zaman şu sonuca ulaştım:3
"Her
dini, insanın kurtuluşunu uhdesine alan misyon açısından değerlendirdiğimizde,
sosyal gelişimde, -bilinç, hareket, sorumluluk, insanî idealizm, sosyal
bakışaçısı, adaletçilik ruhu, onurunu muhafaza etme ruhu ve nihayet
gerçekçilik, tabiatçılık, maddi güçle uyum, bilimsel ilerleme, yaratıcılık,
medeniyet, fikrî mücadele ruhu ve halkçılıkta... – Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu
aleyhi ve sellemin risâletinin, yani İslam Dininin İbrahimî Tevhid mektebinden
daha ileri, daha vâkıf ve daha güçlü bir risâlet tanıyamıyorum."
"Fakat
aynı zamanda İslam kadar çökme doğrultusunda ilerlemiş olan ve "önceden
özde var olanla "sonradan olmuş olan" arasında tenakuz derecesinde
bir mesafe açmış olan bir risâlet de tanımıyorum."!
"Eğer
siz, günümüz İslâm'ını çökmüş olan diğer dünya dinleriyle mukayese ederseniz,
benim bu yargımı, doğru bulmayabilirsiniz. Fakat böyle bir mukayese doğru
değildir. Her hakikatin sapma derecesini, o hakikatin kendi serüveni içinde
değerlendirmek, ilk seyir çizgisi ve ilk hareket noktasıyla ölçmek gerek."
"Ve
yine biz, aynı yöntemle, İslâm mezhepleri arasında bir mukayese yapsak, İslâm dahilinde
bulunan Şia'yı, dinler arasında İslâm'ı nasıl görüyorsak öyle görürüz."
Hayret!
Diğer
dinlerin "hakikat'i ile "realite"si arasında karşılaştırma
yapıldığında "ihtilaf" kelimesi kullanılabilir. Halbuki İslâm ve
Şia'nın tarihî yazgısıyla İslâm ve Şia'nın "tabiat"ı mukayese
edildiğinde, böyle bir kelime, tam olarak uygun düşmez. Onun yerine
"tezat" veya "tenakuz" sözcüğünü kullanmak, daha uygun
olur.4
Daha
da şaşılacak olan şu ki!:
Bütün
maddî, manevî, açık, gizli amil ve imkanlardan oluşmuş bir güç, en güçlü ve en
seçkin tarih felsefecileri, sosyologlar, antropologlar, filozoflar, beşerî bilim
uzmanları, din bilimciler, sosyal psikologlar, siyasetçiler, doğubilimcileri,
İslâmbilimcileri, Kur'an bilimcileri, fakihler, hikmet, irfan ve İslâmî
edebiyat uzmanları ve Ortadoğu halklarının sosyal geleneklerini, ruhî ve fikrî
özelliklerim, Ortadoğu toplumları ve düzeylerindeki zaaf noktalarını,
duyarlılıkları, sosyal ve sınıfsal davranışa özgü eğilimleri iyi bilen
kimselerden ibaret bir heyet görevlendirilmiş sanki. Hangi amaçla? Elbette
halkın ve çevrenin tam ve.bilimsel bir incelemesini yapıp İslâm'ı derin bir
şekilde tanıyarak, İslâm'ı kelimenin tam anlamıyla "ters döndürmek"
amacıyla... Zira apaçık ortadadır ki söz konusu olan, bir dinin tabiî değişimi
ve yıkılışı değildir. Bilakis İslâm'da ortaya çıkan şey "ters
dönmüşlük"tür. Bu öyle tam bir ters dönmüşlük ki tesadüfle izah edilemez.
Bu, tarihteki tabiî bilinçsiz faktörlerden, yabancı kültürlerle karşılaşmadan
doğmuş veya İslâm'a girmiş olan milletlere özgü kavmî, sınıfsal ve geleneksel
görüşlerin tesiri altında ortaya çıkmış ya da genellikle fikrî bir ekole veya
dinî bir imana etkide bulunan, onu değiştirip saptıran başka bir tarihî, sosyal
ve kültürel zorunluluk, şart ve sebeplerin tesiriyle kendini göstermiş de
değildir, aksine öyle görülüyor ki İslâm'da bu ters dönmüşlük, çok bilinçli ve
gelişmiş olarak ortaya çıkmıştır; öyle ki İslâm'ın en ileri itikadî ve amelî
boyutları, en yıkık anti sosyal etkenler haline gelmiştir.
İlginç
olan şu ki burada da özellikle Şia, böyle bir yazgıya sahiptir. Birbirine
benzeyen iki tabiatın, benzer iki yazgıya sahip olması, anlaşılır bir durumdur.
Daha doğru, bir ifadeyle Şia'nın, İslâm misyonunun en ileri tecellisi olduğu
gibi, bu ters döndürmede İslâm misyonunun fiilen çökmüş görüntüleri haline
gelmesi de tabiîdir.
Anladığım
kadarıyla İslâm'ın, takipçilerinin bilgi, bilinç, özgürlük, hareket ve
onurlarını garanti altına alan, hepsinden de öte, sosyal güç ve sorumluluk
oluşturan en ileri itikadî ve amelî boyutları, şu üçünden ibarettir:
Tevhid, Cihad ve Hacc.
Tevhid
öğretiminin, okullarda son bulduğunu görüyoruz. Sonra gündeme gelse bile sadece
ilahî bilgelerin ve Rabbani ariflerin toplantılarında gündeme geliyor. O da
kelamî ve felsefî tartışmalar, hayattan kopuk ve halka yabancı zihniyetler ve
daha çok da Allah'ın varlığının isbatı biçiminde sözkonusu ediliyor. Yani
tevhid değil gündeme getirilen. Pratikte tevhid hiç demek! Yani hallolmuş bir
mesele!
Ve bu
daha ziyade düşmanın formasıyla oluyor, en azından düşmanın çıkarına uygun
olarak yapılıyor!
Ve
cihad! Tarihte bırakılmış, unutulmuş bir sözcük; cihadın felsefesi olan emr
bilmaruf nehy ani'il-münker ise tekfir topuzu: düşmanın başına değil, dostun
başına inen topuz!
Ve
Hacc: Müslümanlar arasında her yıl tekrar edilen en çirkin, en mantıksız eylem!
Ve
işte insanî kılavuzluğu, özgürlükçü ruhu ve devrimci sorumluluğu, Ali'yi seven
müslümanlara ilham eden, Şia'nın kendine özgü en ileri itikadî ve amelî
boyutları:
İmamet, Aşûra ve intizâr.
Bunlardan
birincisinin, teklif karşısında tevessül aracı olduğunu, ikincisinin
"musibet" mektebi, üçüncüsünün ise teslimiyet, zulmü ve fesat
zorbalığını tevil felsefesi, ıslah yolunda atılan her adımın ve adalet yolunda
yapılan her kıyamın peşinen mahkumiyeti
felsefesi olduğunu görüyoruz!
Bütün
bunları bir siyasetle elde ettiler: "Dua kitabı'nı kabristandan alıp şehre
getirirken Kuranı hayat şehrinin içinden kabristana götüren ve ölülerin
ruhlarına gönderen bir siyasetle.
Bu
siyaset, dinî ders havzalarında "usul"ü, İslâmî ilimler öğrencilerinin
önüne koymuş ve Kuranı ellerinden alarak öğrencinin odasının rafına koymuştur.
Açıktır ki Kuran hem müslüman toplumun hayatını, hem de İslam'ı terketmiştir!
Onun yokluğunda her iş yapılabilir; nitekim her işi de yapmışlardır!
Bir
aydın, kendi halkına karşı; bir müslüman, imanına karşı sorumluluk duygusu
taşır. Bir müslüman aydın ise iki yönlü bir sorumluluğa sahiptir. O, hem
imanının, aşkın değerlerinin başkalaşımından, hem de halkının çöküşünden
ıstırap duyar. Onun gördüğü en büyük ıstırap ise toplumunun, ölü bedene hayat
veren, kör gözü görür yapan Mesihî ruhlarla birlikte olduğu halde ölüp, gitmesi
ve görmez olmasıdır! Bu müslüman aydın İslâm ve Şia'ya - müslüman topluma ve
Şiî halka -karşı, özellikle İslâm ve Şia'nın bu en yapıcı üç boyutuna karşı
nasıl bir duyguya ve ne gibi bir sorumluluğa sahip?
Acaba
sessiz kalabilir mi? Acaba Batılı bir ideolojiye tutunmak, derde derman, halk
için kurtuluş yolu mudur? İslâm ve Şia'nın yazgısına karşı bu ruhanî ulemanın
sorumluluğu bulunduğunu bahane ederek kendi sorumluluğundan soyulabilir,
sonuçsuz beklemelerle asırlarca oturabilir ve "entelce laflar ederek"
varlık gösterebilir mi? Eğer İslâm -özellikle İslâm'ın Şiî telakkisi-, bilim ya
da felsefede bir uzmanlık dalı değil de bir "misyon" ise, o halde
"insanlık" onun direkt muhatabıdır, bilinçli aydın da ona karşı
doğrudan sorumludur.
Ve sen
benim dert ortağım aydın! benim arkadaşım aydın, sen ister kendini halk
(insanlar) karşısında sorumlu bil, istersen Allah karşısında sorumlu bil,
Pratikte
seninle bizim işimiz bir, sorumluluğumuz aynı!
Zillete
düşmemiz için düşmanın seçtiği yol, izzetimiz için seçebileceğimiz en iyi
kılavuzdur da.
Tam da
düşmanın bizi "gönderdiği" yoldan tekrar "dönmek".
Kur'an'ı
kabristandan şehre getirmek ve sonra dirilere okumak, "raflar" m
üzerinden indirmek ve derste açıp okumak.
Kur'an'ı
yok edememiş, fakat kapatmışlardır. "Kitab"ı "teberrük edici
şey" haline getirmişlerdir. O'nu tekrar "kitab" yapalım,
"çok okunan Kitap"! Nitekim Kur'an, "çok okunan kitap"
demektir.
Acaba
dinî okullarımızdaki İslâmî derslerin
müfredatında Kur'an'ın da bir ders kitabı olarak kabul edildiğini
görebileceğimiz bir gün gelecek mi?
Acaba
ictihad derecesine kavuşmak için Kur'an'ın da dinî bir kitap olarak zorunlu bir
biçimde öğretileceği bir gün gelir de biz de görür müyüz?
Eğer
Kur'an'ı dinimize, hayatımıza ve mezhebimize yeniden döndürürsek, O, Tevhidi,
"dünya görüşü" olarak bize yeniden kazandıracak. Hacc, cihad, imamet,
şehadet ve intizar ise Tevhide hayat veren ruhlarına kavuşacaklardır. Biz de
kendi hayat veren ruhumuza! Ve işte şimdi tevhide kendi hayat veren ruhunu
yeniden bulan Hacc'a geçebiliriz:
Tevhidi
dünya görüşünde yer alan ve Tevhidin dünya görüşü olan Hacc'a! '
YİRMİ ÜÇ GÜNDE, YİRMİ ÜÇ YIL
Uç
Hacc ve bir Umre'de edindiğim tecrübelerle sahip olduğum düşüncelerin özü ve Hacc konusunda
söyleyeceklerimin
tamamı, üç kitapta toplanmıştır:
Birinci
Kitap: Bîst u Se Sal
der Bîst u Se Rûz [Yirmiüç Günde Yirmiüç Yıl] başlığını
taşımaktadır.
Düşündüm
ki her İranlı, Hacc için Arap yarımadasında yirmiüç gün kalmaktadır. Nice
yıllardır enine boyuna Peygamberi düşünmekte, hayatını tahayyül etmekteyim.
Maalesef toplumumuzda Peygamber, bütün mezhebi şahsiyetlerimizden daha meçhul
kalmıştır. 5
Arada
bir onun hayatından söz açılsa bile, bu da fırkasal problemleri, kelamı ve
tarihî kavgaları, Şiî ve Sünnî ihtilaflarını ortaya getirmek için bir araç
olsun diye yapılmaktadır. Sonuçta daima Peygamberin öğretici ve hayret verici
hal tercümesinden özel ve sınırlı birkaç husus tekrar edilmektedir; üstelik bu
da sorgulayıcı, araştırmacı bir gözle, müstakil araştırıcı bir ruhla değil,
aksine sabit ön yargılarla; tek yanlı, önceden belirlenmiş, taklitçi ve
genellikle bağnazca mevzî almalarla yapılmaktadır!
Netice
itibariyle birkaç yıldır, Peygamberin hayran bırakan şahsiyeti, yüce ruhu ve
cezbedici hayatına tamamen garkoldum. Yirmiüç yıllık elçilik hayatını -Mekke'de
yıl yıl, Medine'de ay ay- derledim. "Tarih'te, bu "büyük ümmî
Peygamberin hayatıyla ilgili okuduğum şeyleri, Peygamber ülkesine ardarda
yaptığım dört seyahat sonucunda "coğrafya'da buldum. "Peygamberin
hayatını, Peygamber ülkesine yerleştirdim. Bu temel üzere, Peygamber dönemi
Arap yarımadasının bir haritasını çıkardım ve o zamanın bütün kabilelerini Arab
yarımadasının mevcut coğrafî haritasına yerleştirdim. Peygamber çağındaki Mekke
ve Medine şehirlerinin haritasını yaptım. Mekke'de, Medine'de, Taif de ve bu
şehirlerin çevrelerinde, gerek Peygamberin gerekse Peygamberle, akrabalık,
dostluk veya düşmanlık yoluyla ilişkisi olmuş olanların ayak bastığı her yeri
bu haritada gösterdim. Seferlerinde takip ettiği bütün güzergahları, bütün
savaş sahnelerini, hayatının bütün izlerini, -her nerede yaşamış ve her nereden
geçmişse- izledim. Her halükarda Onunla hatırası olan bu şehir, dağ ve
sahralarda her yeri buldum.
Bedir,
Uhud, Hendek, Benî Kurayza, Hayber, Fetih, Huneyn, Taif ve....cephelerinin
ayrıntılı haritasını, Mekke ve Medine'deki evlerin haritasını, hatta Benî Haşim
Mahallesinin müstakilen ayrıntılı krokisini, Mescid-i Nebevî'yi, eşlerinin
evlerini, Fatımanın Medine'deki evini, Hatice, Ebû Talib ve Fatıma evladının
evlerini, İmamların, Ashabın tam adreslerini ve de büyük düşmanlarının Mekke'de
oturduğu mahali gösterdim.
Bugün
Mekke, Medine, Taif vb. şehirlerin başkalaşmış vaziyeti içerisinde bulunulabilirsin,
Peygamberin yaşadığı şehir ortamının, sosyal ve ailevî yaşamının tam tasviri
zihinde canlandırılabilsin, tarih canlı bir şekilde görülebilsin ve bizim
canımızla bağlı olan ve o zaman, mekan ve durumlarda hissedilebilsin diye....
Ve
böylece sen "ey İranlı Hacı kardeşim"! Bu yirmiüç günde her yerde
Peygamberle birlikte olabilirsin. Peygamberin onüç yıl Mekke'de kalışının bir
sembolü olarak sen de Mekke'de onüç yıl kalabilir; O'nun izini sürerek Taife
sefer yapabilirsin; O'nun gittiği her yere gidebilir, davet için, savaş için
sefere çıkabilirsin...
Ve bu
onüç yıllık Mekke hayatının ardından Muhacirlerle birlikte Mekke'den Medine'ye
hicret edebilirsin; Rebeze ve Bedir yolundan geçerek Küba'ya ve ardından
Medine'ye girebilir; Medine'nin Peygamber'den ve ailesiyle dostlarından bir iz
taşıyan her sokağını, her noktasını dolaşabilir, yüreğinde hissedebilirsin.
Akabinde Hayber'e, bu ıssız, suskun, el değmemi sanki ondört asır önceki
haliyle kalmış olan vadiye sefer yapabilirsin. Rutubetli hurmalıklarının derin
esrarengiz sessizliğinde, çevreni kuşatan dağların zirvesindeki 'Yahudi'
kalelerini görebilir, birer birer tanıyabilirsin. Orada, hâlâ bu vadinin
hatıralarla dolu sessizliğinde çınlamakta olan "Ali'nin gökgürültüsü
gibi feryadı"nı duyabilir, onun eser ve izlerim dünya gözüyle
görebilirsin: ferah kalenin keskin inişindeki Ali mescidini -ki burası, onun
askerî üssü olmuştur-, Ali pınarını, hâlâ görünmekte olan kaleleri, metruk
evleri ve ıssız Hayber hurmalıklarını temaşa edebilir, seyre dalabilirsin...
Ve o
serüvenlerde, o topraklar üzerinde, Bedir, Uhud, Hayber, Hunenyn ve Mekke'de...
sergilenen savaşların, sahne ve cephelerin ayrıntılı bir haritasını da
görebilirsin...
Evet,
Medine'de Peygamberle birlikte on gün yaşayabilirsin, O'nun burada on yıl
kalmasının anısına! O'nun gittiği her yere gidebilir, oralarda Ali'yi de
görebilirsin. Birer birer Ashabı ve Ashabın evlerini de tabiî. Bugünün
Medinesinde Medine'nin geçmişim bulabilirsin.
Ve
böylece heyecan, aşk, coşku, hareket ve cihad dolu İslâm tarihinde yerini alabilir,
insanlık tarihinin bereket dolu yirmi üç yılı içerisinde, kendini Muhacirim ve
Ensar arasında bulabilirsin. Hacc'la birlikte İslâm tarihini ve Peygamberin
sıretini bu şekilde görebilirsin. Genellikle beyhude beklemeler, boş sözler,
alış-veriş, alışveriş temaşası, alışveriş hakkında sohbet içerisinde heder olan
ömrün en özgür zamanlarında, en amade hallerde, en aziz zemin ve zamanda, sen
ey müslüman kardeşim! İslâm'ın beşiğinde Hacc'la birlikte, İslâm'ın değişim
getiren mükemmel, dakik, zinde bir devresini öğrenip tecrübe edebilir,
yaşabilirsin.
İbrahim'le Sözleşme
Hacc
konusunda tedvin ettiğim ikinci kitap, Mîad bâ İbrahim [İbrahim'le Sözleşme]
adını taşımaktadır. Bu kitap, Adem, İbrahim ve Tevhidi, İslâm'ın insanı misyonu
ve tarih felsefesini, "Tevhid" ve 'şirk'in fikrî, tarihî, sosyal,
ahlakî veya antropolojik rolünü, Hacc'ın simasının ana hatlarını ve Hacc
felsefesini konu edinmektedir.
Menâsik
Üç
kitaptan üçüncü kitap ise elinizdeki kitaptır ve Menâsik adını taşımaktadır.
Menâsik, "ne-se-ke" [nüsk] kökünden gelen "mensek"7 kelimesinin çoğuludur. Kelimenin içinde ne
gibi anlamlar bulunmaktadır? Prestij, zahidlik, riyazet, Allah karşısında huşu,
insan, Allah'a yaklaştıran şey, elbiseyi yıkayıp temizlemek, eve varmak, doğru
ve güzel yolda yürümek ve yürümeye devam etmek, Allah'tan gelen her hak,
Allah'a sunulan şey, kan ve kan tazminatı...
Bu
anlamlara göre; nâsik insan: âbid, zahid insan.
Nâsik
yer: üzerine yeni yağmur yağmış yemyeşil güzel yer,
Mensek:
tanıdık, dost memleket. Gönlün ülfet ve bağ kurduğu diyar, Allah'ın her ümmetin
ayakları altına serdiği dosdoğru yol.
Ve
Menâsik ne Hacc'ın adabı ve amelleri hakkında tam bir fıkhî risale, ne de bu
âdabın felsefesi, bu amellerin yorum ve analizi hakkında fikrî bir risaledir;
aksine Hacc'daki adâb ve amellerin özel adıdır "Menâsik". Bu,
İslam'ın bizzat ona verdiği isimdir. Bu da benim, "topluluk" halinde
"zaman"a bağlı olarak yapılan "düzenli hareketler" bütünü
şeklinde yaptığım Hacc tarifimin, bu isimlendirmeyle uygunluk oluşturduğunu
göstermektedir.
Bu kitap,
Allah'ın bu aciz kulunun sözkonusu âdab ve ahkam konusundaki yorum ve
çözümlemelerini ihtiva etmektedir. Hiçbir müslüman, Hacc merasimini bu kitaba
göre algılamakla görevli değildir: Menâsik, fıkhî bir risale değil, fikrî bir
risaledir. Benim tek yaptığım, "Hacc Menâsik"ini yorumlamaya
çalışmaktan ibarettir; üstelik de bir ruhanî veya bir İslâmî mercii olarak
değil, "müslüman bir hacı" olarak yaptım bunu. Elbette müslüman bir
Hacının Hacc dönüşünde Hacc'dan ve Hacc makamında gördüklerinden
söz etme hakkı vardır, nitekim söz etmektedir de. Diğerlerinin de onun sözüne
kulak verme hakları vardır ve kulak da vermektedirler. Bu, sadece bir
"hak" değil, ayrıca bir ananedir de; Hacc ziyaretçisi, Hacc dönüşünde
-halkın yolcuyu görmeye gittiği seyahat adeti gibi değil- akrabalarını,
tanıdıklarını, dostlarını ve komşularını davet eder. Bu gelenek dolayısıyla,
her yıl Hacc meselesi düşünce ve zihinlerde şekillenir, bahis konusu edilir,
her kes, Yaratan ve yaratılanlarla olan miadında "elde ettiklerim", kendi
memleketine getirir, kendi toplumuna armağan eder. Bu, her yıl gücü yeten
azınlığın pratik olarak ve gücü yetmeyen çoğunluğun teorik olarak Hacc'a
katıldığı "büyük Hacc öğretimi"dir. Eğer bütün bir dünyadan, en uzak
köy ve en geri kalmış kabilelerden Hacc'a gelen bir milyondan fazla müslümanın
eğitim ve öğretiminden sorumlu olanlar, Hacc karşıtı lüks gösterimlerinde,
çirkin aristokratizmlerde, yemede, içmede, uykuda, sağlıkta ve sefer
hediyesinde gösterilen dikkati ortaya koysalardı, amellerin yapılış şeklinde, yani
dış görünüşünde sergilenen bağnazlık, titizlik, kılı kırk yarma ve vesvesenin
binde biri, Hacc'ın içeriği ve manasını idrak etmede sergilenseydi, evet böyle
olsaydı, o takdirde Hacc, her yıl, yüzbinlerce gönüllü, iştiyaklı ve hür
temsilciyi, bir aylık teorik ve pratik İslâm-bilimi boyunca Hacc ruhuyla, İslâm
misyonuyla, Tevhid mektebiyle ve müslüman milletlerin yazgısıyla tanıştıracak
bir ders dönemi olabilirdi. O zaman Hacılar ülkelerine, şehir ve köylerine, iş,
hayat ve iman çevrelerine dopdolu elleri ve yürekleriyle dönebilir, kendi
öğrendiklerini halklarına öğretebilirlerdi. Böylece Hacc, her yıl, berrak
düşünce ve imanıyla müslüman ümmeti sulayabilen coşkun bir zemzem olacaktır;
"Hacı", öptüğü taş (Hacer-i Esved) yemininden başka ömrünün sonuna
kadar karanlık çevresini aydınlatabilen bir nur taşıyıcısı olacaktır.
Her
Hacı, kendisinin ve çevresindeki insanların idraki düzeyinde, en azından evde
oturduğu günlerde, dost akraba ve meslekdaşlarından dörtyüz kişiyi tekrar
edilip duran, basit, mide bulandırıcı hatıra ve olayların dışında Hacc okuluyla tanıştırsa, her yıl, bütün
dünya müslümanları, bir milyon beşyüz bin Hacc öğretmeni vasıtasıyla öğretim
görmüş olurlar. İslâmî gelenekte bir müslüman, insanları, kendisini görmeye iki
konuda davet etmelidir: biri, Hac; diğeri, ölüm!
Yılda
bir kez, belirli bir zamanda Hacc'ı düşünmek için!
Ve
ölümü düşünmek için!
Ölüm!...Onun
belirli bir zamanı yoktur. Ölüm, kurbanına haber vermeden gelir. Ancak ölümün
seçtiği kurban, seni haberdar eder:
Aklını
başına al!
Ölüm
vakti sana da gelip çatar.!
Vakit! Ölüm vakti!
Hacc,
diğer dinî veya dinî olmayan hüküm ve ameller arasında müstesna bir yere
sahiptir.
Namaz,
"ruhun, evrenin manevî merkezine, varlığın büyük mabûd ve maşukuna doğru
yaptığı gezinti"; Victor Hugo'nun ifadesiyle "küçük bir sonsuz'un,
"büyük bir sonsuz" karşısında duruşudur.
Bu
"somut, sabit bir kavram'dır. Tabii ki farklı derecelerde.
Cihad,
bir "akîde savaşı'dır. Elbette onu anlama dercesi, mücahidin düşüncesinin
derinliğine bağlıdır. Oruç da böyledir, Zekat da...
Fakat
Hacc böyle mi?
Haccı
somut bir kavram ve ifade ile tarih etmek mümkün mü?
Hacc
nedir?
Bu
soruya, düşünen Hacıların sayısı kadar değişik cevaplar verilebilir. Hacc,
hangi manasıyla anlaşılırsa anlaşılsın, "kendi'nden "Allah'a doğru 'halk'/yarıtılmışlar/la birlikte yapılan bir
harekettir.
Hacc,
"Müteşabih bir hüküm'dür..., Müteşabih âyet gibi...! Kurandaki ayetler iki
kısımdır: Muhkem ve Müteşabih.
Muhkemler,
tek boyutlu ayetlerdir. Açık, sabit manası olan sözlerdir.
Müteşâbihler
ise çok boyutlu ayetlerdir. Zihni değişik yollara sevkeden, bir kaç mânânın
anlaşıldığı sözlerdir.
En
zengin, en esaslı mânâlar, 'müteşâbihât'' kapsamında gizlidir. Her çağda ve her
keşifle, bu âyetlerin sayısız batınlarından bir batın açılır; düşünce ve
duyguların değişim ve gelişiminde, beyanın sırlarla dolu karmaşık dokusu
içerisinde bu ayetler daha bir açılır, daha bir aydınlanır.
Şifreli
sedef içindeki bu Müteşabih ayetler, gelecek yüzyılların dalgıç düşüncelerinin
avlayıp sökmeleri gereken şeyi, bugünün ve dünün kem gözleri ve kaypak
düşüncelerinden saklamışlardır.
'Kuranın
sözü'nü sade bir mesaj yapan, bu Müteşabih ayetlerin çok renkli, yüzlerce
kenarlı prizmasıdır. Mesajındaki sadelikten dolayı, onları, bir çöl bedevisi
kolayca anlayacağı, kendisini ona muhatab göreceği gibi, medenî bir filozof da
onun sanatsal mucizesi, manevî zenginliği ve fikrî kurgu derinliğinden hayrete
düşer, bu filozofun araştırmacı düşüncesi ve anlam bulucu gönlü, onun sonuna
erişemez, onu aşamaz!
Bu
Müteşabih ayetlerdir ki bu kitabın ebedîliğini, etkinliğini, öğreticiliğini,
sürekli tazeliğim; her şeyi çürüten, köhne yapan ve öldüren zaman sürecine ve
de 'kevn ve fesad', 'ölüm ve hayat' yeri
olan zemine karşı korumuş, teminat altına almıştır.
Benim
gözümde, hükümler de ayetler gibi muhkem ve müteşâbih diye ikiye ayrılır.
Cihad, bir 'muhkem hüküm'dür. Hacc ise bir 'müteşâbih hüküm'! Bu 'müteşâbih
hükm'ün anlaşılmasını zorlaştıran, onu beyan etmek için seçilen dilin,
"remizli bir dil", bugünkü ıstılahıyla sembolik dil oluşudur.
Bunun
anlaşılmasını daha da zorlaştıran şey ise, bu "sembolik dil"in
"lafız" değil", "hareket" oluşudur.!
Ve
sessiz bir hareket!
"Remzi
hareketlerle açıklanmış olan "müteşabih bir hüküm"!
Ve
Haccı müteşabih kılan sadece "dil" değildir. Onun müteşabih içeriği
vardır!
Niçin
böyle?
Zira
Hacc, içindekileri, bir çağda, bir neslin gözü önüne çıkarıp koyacak ve
batınını, bir "kavrayış" ihtiyacı ve bir "duygu" gücü için
sofraya getirecek kadar basit birşey değildir. O takdirde gelecek asırlar için
tekrarlanan bir gelenek haline gelir ve gelecek nesiller için kalıpsal
seronomilerden, taabbüdı bir hükümden, abes ruhsuz, bomboş, kelamsız, rolsüz,
nakışsız, köhne, bitmiş ve tarihte kalmış bir şeyden ibaret olurdu!
Bu
durumda Hacc, bir akideyi, bir prensibi ve bir "değer i ortaya koymayacaktır.
Halbuki gerçek bir Hacc, İslâm'ın ta kendisidir. İslâm, "kelimelerle
Kuran; "insanlarla imamdır.
Ve
"hareketlerle de Hacc!
Öyle
anlaşılmaktadır ki Allah, insana anlatmak istediği her şeyi, Hacc'da ortaya
dökmüştür!
Varlık
felsefesi ve dünya görüşünden tutun insanın yaratılış felsefesi, tarihin seyri
ve insanı tekâmülün aşamalarına -İnsanın toprak üzerine ilk ortaya çıkışından,
nihaî kemalinin en son kalesine kadar her şey... Ve yine insanın öğrenmesi
gereken şeyler ve İlahı miracına yükselebilmek için kullukta katetmesi gereken
aşamalar... Ve nihayet, "beşer türü" nün tekvini projesi ve
"örnek beşerî ümmetin teşkili planı, "beşerî ferd'in tekâmülü ve
"ebedi değişim'in esası, "sabit düzen", "zamanla tam bir uyum",
"sosyal asalet" ve genel olarak "bir topluluğun, Mutlak
Ebediyete, sonsuz Kemâl'e doğru bilinçli, seçkin hareketi"
'Allah'a
doğru hareketi...!
Evet:
Hidayet
meselesi, ahlakî değerler, imamet, ümmet, mekteb, tarihî "ittisal",
beşerî "toplumsallaşma" kültürel "kollektivite", siyasî
"ittihad", sınıfsal vahdet, kavmî vahdet, itikadî vahdet, yol,
hareket, yön, rehberlik, hedef, sorumluluk, ideoloji, fedakarlık, takva, bilgi,
bilinç, vukûfiyet, seferberlik, hazırlık, silah, strateji, cihad, şehadet, aşk,
kan, zafer, özgürlük...
Tevhidi
dünya görüşü ve varlık felsefesinden tutun savaş, ayrımcılık, ve açlıkla
mücadeleye kadar her şey!
Hem
Allah, hem ekmek!
Hem
kulluk, hem kurtuluş!
Hem
"kendini yetiştirme", hem "ferd'in "ümmette erimesi.
Kendini
"halk"a feda etme; ama kendin için değil.
Halk
için de değil; sadece Allah için!
Acaba
benim Hacc'dan anladığım nedir?
Esasen
öncelikle şu soruyu cevaplandırmak gerek : Temel olarak Hacc'dan ne
anlaşılabilir?
Hacc,
genel bir bakışla insanın Allah'a doğru varlık seferidir; Ademoğullarının yaratılış
felsefesinin sembolik gösterisi; bu felsefede ortaya konan şeyin nesnel
tecessümüdür. Tek kelimeyle Hacc, "yaratılış tiyatrosudur. Aynı zamanda
"tarih tiyatrosu", aynı zamanda "Tevhid tiyatrosu dur. Yine Hacc
"mekteb tiyatrosu", "ümmet tiyatrosu", (İslam'ın insanlar
arasında kurmak istediği örnek itikadî toplumun tiyatrosudur.... Ve nihayet
Hacc,. "insanın yaratılışı" nın ve "İslâm mektebi" nin
sembolik bir gösterimidir. Bu gösterimin yönetmeni Allah, dili ise harekettir.
Asıl karakterler: Adem, İbrahim, Hacer ve İblis;
Sahneler:
Harem ve Mescid-i Haram bölgesi, Say, Arafat, Meş'ar, Mina.
Semboller:
Kâbe, Safa, Merve, gündüz ve gece, gün batımı ve gün doğumu, put, kurban.
Elbise
ve süs: İhram, tıraş ve taksir...
Bu
tiyatroda oyuncular kim?
- Bu
daha da şaşırtıcıdır-
HACC
Hacc:
ahenk, niyet ve yönelme, yani hareket ve aynı zamanda cihet-i hareket. Her şey;
kendini, kendinden, hayatından, bütün bağlarından koparmakla başlıyor. Yoksa
sen, kendi şehrinde sakin değil misin? Sükûnet mi? Sükûn mu? Hacc, nefy-i
sükûn; hayat, hedefi bizzat kendisi olan şey, yani ölüm; bir tür soluk alıp
veren, can taşıyan ölüm, murdar yaşama, bir nevî bataklıklı var oluş.
Hacc:
akıcı ol!
Hayat,
döngüsel bir hareket, kısır döngü, boş, anlamsız, tekdüze git-geller... Peki
işin aslı? Yaşlanmak, gerçek sonuç mu? Çürümek. Tek düze ve aptalca bir
sallantı. Acımasız bir işkence. Gündüz, geceye bir giriş, gece de gündüze. Ve:
Ölünceye değin ömür ipini kemirerek kısaltan bu iki siyah ve beyaz farenin
soğuk mükerrer oyunuyla oyalanmak.
Hayat
mı? Temaşa; sonuçsuz, anlamsız sabah ve akşamların seyri. Tatsız, sonu gelmez
bir oyun... Zamanın yoktur... Her ıstırap, telaş, intizar... Vakit bulduğunda
elde ettiğin şey, bir hiç, boş, abes felsefesi, nihilizm...
Ve
Hacc: Senin bu aptalca cebre, bu anlamsız lanetli yazgıya karşı isyanın.
Kararsız, sallantılı, tereddütlü ve döngüsel hayattan, tüketim için üretim,
üretim için tüketimden kurtuluşun.
Hacc,
ucu kaçmış bir yumak gibi, varlığını açar. Bu kapalı daire, "devrimci
niyet" ile açılır, yola koyulur, ufukları işaret eder. Dosdoğru bir seyir
çizgisinde ebediyete, başka bir yöne, "O"na hicret eder!
"Kendi
evinden "Allah'ın Evi"ne, "halkın evi"ne hicret! Ve sen her
kim olursan ol, insan idin, Adem'in evladı idin; fakat tarih, hayat, insanlık
dışı sosyal düzen seni çirkinleştirmiş, kendine yabancılaştırmış, âline kılmış,
seni kendinden, o fıtrî özünden uzaklaştırmıştır. Zerreler Aleminde insan idin,
Allah'ın halifesi idin. Allah'ın sohbetdaşı idin, Allah'ın özel emanetçisi
idin. Tabiatın sahibi, Allah'ın yakını idin, Allah'ın ruhu sana üflenmişti.
Allah'ın özel öğrencisiydin. Allah sana bütün isimleri öğretmiştir. 8 Allah
sana kalemi öğretmiştir. Allah seni kendine benzeterek yaratmıştır.9 Seni
yaratmış ve kendi yaratığı olan sana büyük bir makam vermiştir. Seni yaratıp
kaldırmış, uzak ve yakınındaki bütün melekleri ayağına kapandırtmıştır. Bütün
melekleri sana boyun eğdirtmiştir. Yer, gök ve onlarda var olan her şeyi senin
güçlü ellerine bırakmıştır. Senin yanına gelerek kendi öze emanetini omuzlarına
yüklemiştir. Seninle anlaşma yapmış, seni toprağına getirmiştir. Senin
fıtratına yerleşmiş, seninle yuvadaş olmuştur.10 Ne yaptığını görmek için seni
gözetlemede kalmıştır.11
Sense
tarih caddesini önüne katıp yola düştün, Allah'ın "emanet" yükü
omuzunda, Allah'ın sözleşmesi elinde, Allah'ın sana öğrettiği isimler
yüreğinde, Allah'ın ruhu, "varlığının" bedeninde ve...
Bütün
sermayen "Asır". İşin ne? Bütün yaptığın sermayeden yemek! Hayatının
hüneri ne? Zarar etmek; kardan zarar değil, sermayeden zarar: "Hüsran".
"Ve asra andolsun ki insan daima ziyandadır". Bunun adı da yaşamak
oluyor! Sen şu ana kadar ne yaptın? Güya yaşadın!
- Şimdi elinde ne var?
- "Kaybettiğim yıllar"!
Ne
hale gelmişsin? Ey Allah'ın siması üzere olan! Ey Allah'ın emanetinden sorumlu
olan! Ey Allah'ın meleklerinin secde ettiği! Ey Allah'ın yeryüzendeki halifesi!
Evrendeki halifesi!
Para
oldun; şevhet oldun, işkembe oldun, yalan oldun, vahşileştin, yırtıcı oldun,
kof, içiboş oldun, bomboş! Yoksa dopdolu mu! Olsa olsa çamurla dolu, başka
birşey değil, bir hiç! Başlangıçta çamurdan, murdar bir kalıp idin. "Hamein
mesnûn": pis, kötü kokan çamur! Allah, bu çamur olan "sana"
kendi ruhundan üfledi! Hani nerede o ruh! Ahuraı ruh, Allah'ın ruhu! Ey çamur
yiyen karga! Varlığını bu bataklıktan, yaşamını bu çamur deryasından kurtar!
Kendini hemen sahile at, ey çürümüş beden, ey çamur ceseti! Bu "utanç
verici" şehir, bağ ve bayındırlıktan, yarımadanın güneş çölüne baş koy;
kuru, kızgın, kum deryası çölünde, Vahyin yağdığı göğün altında Allah'a yönel.
Ey kurumuş, sararmış, boşalmış ney! gurbet, sürgün ve yabancılıktan inle dur!
Ey yabancıların, düşmanların eğlence aracı! Ey başkalarının dudaklarına tatlı
melodiler konduran! Kendi sazlığına yönel.
Buluşma Zamanı
Şimdi,
kapı çalma zamanı gelmiştir; vakit, kapı çalma vaktidir. Zilhiccedir, Hacc ayı:
Hürmet ayı. Bu ayda kılıçlar dinlenmeye çekilmiş, savaş atlarının kişnemesi,
savaşçıların ve kılıç kuşanmış olanların naraları çölde sessizliğe gömülmüştür.
Savaş,
kin ve korku, yerini barış, perestiş ve güvenliğe bırakmıştır. Halkın, Allah'la
görüşme zamanıdır;
Mevsiminde
gitmek gerek oraya. Allah'ın yatıma, insanlarla birlikte gitmek gerek.
İbrahim'in yeryüzündeki çağrısını duymuyor musun?:
"İnsanların
içinde Hacc'ı duyur; gerek yaya gerekse uzak yollardan gelen yorgun düşmüş
develer üstünde sana gelsinler." 12 (Hacc, 27)
Ve sen
ey çamur! Allah'ın ruhunu ara. Geri dön ve Ondan bir haber al. Kendi evinden
Onun Evine yönel. O, Evinde seni beklemektedir. Seni çağırıyor: Davetine lebbeyk
de!
Sen ey
hiç bir şey olmayan! Sen, sadece 'O'na doğru yol almadasın, başka bir şey
değil. 13
Zaman,
buluşma zamanıdır. Pis, zelil, utanç verici ve hakir hayatının sıkıcılığından,
yani dünyadan, boğucu ve kapalı ferdiyet kafesinden, yani nefsinden kendini
kurtar: Ona yönel, insanı ebedî hicret adresine, Allah'a doğru sonsuz insan
olmaya: Hacca yönel!
Borçlan
ödemek, keder ve sıkıntılardan kurtulmak, kahır ve kırgınlıkları atarak barış
yapmak, hesapları kapatmak, diğerlerinden helallik dilemek, yaşamını, ilişkilerini,
suretini, birikim ve kazanım-larını aklamak, evet bütün bunları, hemen burada
ölecekmişsin, sanki bir daha dönmemecesine gidiyormuşsun gibi yapmak, son veda
anının bir sembolü, insanı yazgının bir işareti, ebediyyete kavuşmak için bütün
her şeyi kesip atmanın bir göstergesi ve dolayısıyla: vasiyetin bir ifadesidir,
yani ölümün işareti, ölüm için bir provadır. Ölüm ki bir gün seni zorla
seçer...
Sen
şimdi Haccet, sonsuzluğa yönel, Allah'la görüşmeye, Hesab Gününe, artık
"amel edemeyeceğin" yere: mahkemeye; kulak, göz ve kalbini
yargılayacakları, tek tek hesaba çekip sorgulayacakları mahkemeye.
"...
Şüphesiz kulak, göz ve kalbin hepsi bundan sorumludur". (İsra, 36)
Sen
sorumlu olduğun gibi bütün organların da sorumlu. Ve sen orada amellerinin imansız
ve acımasız saldırısı karşısında âciz bir kurbandan başkası değilsin.
O
halde şimdi "dâr-i amel'de [amel yurdu] iken, kendini "dâri hesâb'a
[hesap yurduna] yolculuk için hazırla. Ölüm için idman yap. Bir bakıma ölümü
prova et. "Ölmeden önce öl."!
Ölümü,
şimdi ölüm göstergesiyle seç, ölüme niyetlen ve yönel.
Haccet!
Hacc
mı?... Hacc, Ona dönüşün bir göstergesidir; O, mutlak ebediyettir, O,
sonsuzdur. Onun sınırı, ucu-bucağı yoktur.
"Ona"
dönüş, mutlak kemâl, mutlak iyilik, mutlak güzellik, mutlak güç, ilim, değer ve
hakikate doğru hareket etmek; yani Mutlaka doğru hareket, mutlak kemâle doğru
mutlak hareket, ebedî hareket demektir. Yani sen, bir "ebedî oluş sun, bir
"sonsuzluk hareketisin. Allah senin "durak yer"in değil,
"maksad'ındır. Allah, senin seyri sefer çizginin en son noktası değildir.
Seçim seferin, ebedî hicretin, öyle bir cadde, öyle bir yol üzerindedir ki onun
son noktası yoktur. Senin üzerinde gittiğin yol, asla bitmeyecek bir yoldur.
Mutlak gidiştir yani. Allah, senin kainattaki ve kendi varlığındaki bu hareketinde, ebedî değişim,
hareket ve hicretinde, "yön" göstericidir, bir durak, bir son nokta
değil.
Tasavvuftaki
gibi "Allah'da" ölmek, "Allah'da kalmak değil.
İslam:
"Allah'a doğru" gidiştir.
"Şüphesiz
biz, Allah içiniz ve O'na dönücüleriz." (Bakara,156)
"Bilin
ki işler Allah'a döner" (Şuara, 53)
"Fena"
değil, "hareket",
"Fîh"
(O'nda, içinde) değil, "ileyhi" (O'na).
Zira
Allah senden uzak değildir ki ona kavuşasın.
Allah
senden daha yakındır:
Kime?:
Sana.
Ve
Allah, ulaşılabilmekten, ulaşılabilecek olandan uzaktır, münezzehtir.
Kimin
ulaşabileceğinden? : Herkesin, her şeyin!
Zaman
"buluşma zamanı'dır. Vakit gelip çatmıştır. Görüşme zamanı yakındır.
Mikat'a git buluşmak için! Ey Allah'ın davetlisi! An, görüşme anıdır! Buluşma
zamanıdır, mikattır, miaddır.
Ey
çamur! Allah'la görüş! Sen ey Allah'ın yakını, meleklerin secde ettiği! İnsan,
Allah'ın dostu (enıs), Allah'ın tek büyük dostu (celıs)14 tarih seni başkalaştırmış,
yabancılaştırmıştır, hayat, seni bir hayvana dönüştürmüştür. Ve ey sadece O'na
kulluk edeceğine ve Onun dışındaki bütün ilahlara baş kaldıracağına dair
Allah'la sözleşme yapmış olan sen! Bu sözleşmeye rağmen şimdi tağuta
kulluktasın; puta, "kendi yonttuğun şeye" kul oluyorsun!
Evrenin
İlahına, insanların İlahına, kendi İlahına değil, yeryüzü tanrılarına kul
olmuşsun ey "zalûm"! Ey "cehûl"! Ey hayat alışverişinde
"zarar eden"! Ey, zulüm, cehalet, ziyan, zillet ve ihtiyaç kurbanı;
korku, hırs ve tamahkarlıkların oyuncağı!
Ey ki
hayat, toplum, tarih seni "kurt" yapmıştır, veya "tilki",
"fare" ya da "koyun"!
Zaman
"buluşma zamanı'dır: Haccet! Mıkât'a git, İnsanın büyük Dostuyla, yani
seni insan yaratan Dostla randevun var.
İktidar
saraylarından, servet hazînelerinden, dırar ve zillet mabedlerinden ve çobanı
kurt olan koyun sürüsünden kaçıp kurtul, kaçmaya niyet et ve Allah'ın Evini,
insanların evini Haccet.
Mîkât'ta İhram
Mıkât 15,
gösterinin başladığı an, gösterinin sahne arkası. Ve sen ki Allah'a yöneldin ve
şimdi Mıkât'a geldin! Öyleyse elbiselerini değiştirmelisin. Elbise: Seni, senin
insanlığının içini üzerine alarak giyinen şey. Elbise, insanı giyer gerçekten.
Bir de insan elbiseyi giyer derler: Ne büyük bir yalan! Elbiseyle insan
insanlığım gizler; kurt, tilki, fare veya koyun elbisesi içinde kendini
gösterir. Elbise bir hiledir, bir "küf r" dür. Elbise (libâs)
kelimesinin manidar bir anlamı da vardır. Bunu "iftiâl" babında
"iltibas" kelimesiyle anlamak mümkündür. İltibas, iştibah, yani
yanılmak demektir!
Elbise,
göstergedir, işarettir, hicabdır, simgedir, derecedir, rütbedir, unvandır,
imtiyazdır. Elbisenin rengi, modeli ve cinsiyle bütün her şeyi; "ben"
demektir.
"Ben"
demek, "sen" demek değil, "siz" demek değil ve
"biz" demek de değildir. Yani büyüklük taslama ve dolayısıyla
"ayrımcılık", yani "sınır" ve dolayısıyla "tefrika"
demektir. Bu "ben", soydur, kavimdir, tabakadır, sınıftır, gruptur,
ailedir. Rütbe ve makamdır, mevki düşkünlüğüdür, değerdir. Ferddir ve fakat
"insan" değildir. Sınırlar insan ülkesinde sayısız denecek kadar
çoktur. Tarihin Kabiloğullarından üç celladının kılıcı, Adem oğullarının
arasına düşerek beşerî tevhidi parçalamıştır: patron-uşak, hakim-mahkum,
tok-aç, zengin-fakir, efendi-köle, zalim- mazlum, sömüren-sömürülen,
istirmarcı-istirmara uğrayan, eşşekleştiren-eşşekleştirilen, zorba-zayıf, âmir-memur,
aldatan-aldatılan, şerefli-şerefsiz, ruhâm-cismâm, havâs- avâm, malık-memlûk,
işveren-işçi, mutlu-mutsuz, beyaz- siyah, Doğulu-Batılı, uygar-gerikalmış,
Arab-Acem... Evet, bu şekilde insanı birlik, parçalanmıştır.
İnsanlık,
ırklara; ırklar, milletlere; milletler, sınıflara; sınıflar kabile, grup ve
ailelere bölünmüş. Bunların her biri de kendi içinde ayrıca unvanlara,
şereflere, onurlara, derecelere, lakaplara ve küçük küçük bir "ferd",
bir "ben"e varıncaya kadar parçalara ayrılmıştır. Bunların hepsi de elbisede
kendini açığa vurmaktadır: Öyleyse Mikat'ta dökül.
Kefen
giy.
Renklerden
tamamen arın.
Beyaz
giy, beyazlaştır, herkesin rengiyle renklen, herkes ol, kabuğunu atan yılan
gibi, kendinin "beni olmak'tan kurtul, halk ol, insanlar ol. Bir zerre ol,
zerrelere karış; katre ol, deryada kaybol;
"Miâd'a
gelmiş herhangi bir kimse olma"
"Mikat'a
gelmiş bir çöp ol." 16
"Yokluğunu
hissettiren bir varlık ol veya varlığını hissettiren yokluk."17
"Ölmeden önce öl"18 Hayat elbisenden
kurtul,
Ölüm
elbiseni giy.
Burası
Mikat'tır.
Kim
olursan ol, hayat elinin vücuduna bağladığı süs, işaret, renk ve modelleri ve
seni: kurt, tilki, fare veya
koyun
gösteren bu gibi şeylerin hepsini "Mikat'ta at, insan ol.
Başlangıçta
olduğun gibi, yek vücût:
Adem!
Sonunda
olacağın gibi, yek vücût:
Ölüm!
İki
parçalı bir tek elbise giy: Bir parçası omuza, diğeri bele, tek renk, beyaz,
dikişsiz, modelsiz renksiz, hiç bir sembol taşımayan, "sen" olduğunu
ve "başkası" olmadığını gösteren hiç bir işareti bulunmayan bir
elbiseyi giy.
Herkesin
giydiği bir elbiseyi, Mikat'ta hemahenk olduğun, sade bir şekilde içlerine
karıştığın herkesin elbisesini.
Allah'a
doğru yolculuğunun başında giydiğin elbiseyi Allah'ın Evine doğru seyahatinin
başında giy.
Burası
Mîkat'tır.
Yeryüzünün
çeşitli yönlerinden hareket eden kervanların yolları üzerinde belirli noktalar
bulunur. Bunların isimleri Mıkât'tır.
Hayret!
İsm-i
zaman, mekan üzerinde!
Ne
demek? Mekanda da "hareket" mi var demek? Bu, mekanda hareket olduğu
anlamına mı gelir?
Yani
her şey zaman demek mi?
Bu,
mekanın da zaman olduğu anlamına mı gelir?
Yani
aslında durmak yok mu?
Evet
zaten insan da bir "var bulunuş" olmayıp bir "oluş",
Allah'a doğru bir oluş değil mi?
Ve
ilallahi'l-masîr: Bütün dönüş Allah'a dır. (Nur, 42) Hayret! Her şey hareket,
kemal, ölüm ve hayat, hayat ve ölüm, tezat, değişim, yön!
"O'nun
vechinden başka bir şey yok olucudur" (Kasas 88)
Yani
Ona yönü olan şeyden başka herşey yok olucudur. Allah, vücud-ı mutlak, kemal-i
mutlak, hulûd-i mutlak ve mutlak-ı mutlak!
"O,
her gün bir iştedir." (Rahman, 29)
Ve
Hacc : hareket, bir hedefe yönelmek, insanın "Allah'a" ricatinin
göstergesi.
Zuıhuleyfe'de
bütün benlerin için bir mezar kaz, kendini, kendi cenaze merasiminde kendi
ölümüne şahit tut. Kendi mezarının ziyaretçisi ol, kendi hayatının takdirini
kendi ellerinle kendin oluştur, Mîkât'ta öl. Mîkât'la Miad arasındaki alanda
yeniden diril. Burası
Kıyamet
alanıdır. Kefen giyenlerin ufkuna kadar ufuk, "beyazların gürleyen seli,
insanlar!
Hepsi
tek renk, tek model, hiç kimse, hiç kimseyi tanımıyor, dolayısıyla hiç kimse
kendini yeniden bulmuyor. "Ben" Mıkât'ta kalmıştır. Şimdi harekete
geçip coşan ruhlardır. O ruhlar ki ırksız, nasipsiz, sınıfsız, şan ve namsız
olarak mücessem hale gelmişlerdir. Bu ruhlar topluluğu içice geçmiş, birlik olmuş
bir mahşer, ilahı tevhidden insanı bir abide, kurtuluş, hareket, korku, şevk,
heyacan, vecd, hayret ve cezbe!
Herkes,
bu çekici manyetik alanda bir zerre. Kıblede Allah. Hiç bir şey yok, sadece
insan meydanda. Bütün yönler bir hiç, sadece Onun yönü var. Bütün milletler ve
gruplar, insanlık; çölde bir "kabile" olmuş, varlıkta ve hayatta tek
"kıble'leri var.
Elbiseni
at. Seni gösteren bütün göstergeleri, bütün işaretleri bir kenara bırak ve halk
mahşerinde kaybol. Hayatın sana bağlı kıldığı veya seni hatırlatan, senin
düzenim anlatan her şeyi, halkın kıyamet kalabalığında unut, hepsini kendine
haram kıl.
İhram
giy!
Nedir
İhram? Haram kılmak! Demek ki masdardır. Fakat burada isimdir, üstelik de bir
tür elbise ismi.
"Ben'ler
Mıkât'ta ölüyor ve hepsi "biz" oluyor.
Herkes
kabuk değiştiriyor ve insana dönüşüyor.
Sen de
ferdiyet ve şahsiyetini, gurur ve benini defneder ve "halk" olursun,
"ümmet" olursun: Mina'dan çıktığında kendini yok eder, bize hulul
edersin. Herkes bir toplum olur. Ferd, "ümmet" olur; tıpkı İbrahim'in
tek ümmet olduğu gibi,19 Sen de şimdi İbrahim olmaya gidiyorsun!
Herkes
birbiri oluyor, birisi hepsi, hepsi birisi. Şirk toplumu, Tevhid toplumuna
erer, ümmet olur. Ve ümmet, yoldaki toplumun adıdır. Ümm, yani ahenk, uyum, bir
hedefe doğru hareket, bir kıbleye doğru azimet, bir toplum, ama olduğu gibi
kalmak için değil, saadet için, saadet için değil, kemal için, rahat ve sükûnet
için değil hareket ve coşku için bir toplum. Ve sonuçta "idare" değil
rehberlik", hükümet değil "imamet"!
Ve
şimdi sen ve diğer sayısız senlerle benler, ne diyeyim ben? Diğer hiçler,
dünyanın dört bir yanından gelmiş, kendilerine sırtlarını dönüp ilahlarına
yönelmişler. Bataklığa sırt dönüp Allah'ın ruhuna yönelmişler. Sırtlan,
dünyanın sürgün yerlerine dönük, yüzleri Ahirete. Sırtları izafîlik ve
maslahatlara, yüzleri mutlak ve hakikatlere dönük. Sırtlarını cehalet ve zulme
dönerek, bilgi ve adelete yönelmişler. Ve bilahere şirke sırt çevirip Tevhide
yönelmiş, Mıkât'a erişmişsiniz, İhram elbisesini giyip, birbirinize
karışıyorsunuz! Bir mahşerî olay. Sanki bir Kıyamet! Herkes bir yabancıyı dost
ediniyor, bir garibi kendi kavminin yerine koyuyor. Herkes bir başkasının
ayakkabısını giyebilir ve her İhram, senin İhramın olabilir.
Bunların
hepsi yıllardır, kendi insanlık durumlarını unutmuş. Zor ve baskının, altın
veya makamın, nam, toprak ya da kanın cinzedesi olmuşlardı.
"mevcutluk'larını 'vücud'ları olarak görüyor, derece, rütbe, unvan ve
lakaplarını "kendi'leri sanıyorlardı. Evet kendilerini yıllardır böyle
gören bunların hepsi, şimdi kendileri olmuş, kendi öz-insanlıklarına
dönmüşlerdir. Herkes tek nefer olmuş. İnsan olmuş sadece, başka hiçbir şey
değil. Hepsi tek sıfat! Hacı!
-Niyetlenen
ve hedef edinen-
Özeti
bu!
Niyet
Eşiğe
varınca başlamak mı istiyorsun, herşeyden önce niyet etmelisin. Niyet nedir
peki? Bu kökten ne gibi anlamlar çıkar acaba?
"Bir
şeye yönelmek, kastetmek, bir yere azmetmek; "nevâke'llâh": Allah yol
arkadaşın olsun ve seni korusun. Yer değiştirmek, bir halden başka bir hale
geçmek. Yolcu: uzaklara gitmek. Dişi deve: Semiz olmak! Niyaz: elleri açmak!
Hurma: meyveye durmak (düşünülebilir!); konak: ikamet etmek, uzaklık, yolcunun
ilerlediği istikamet; niyyet: kasd, azm-i kalb, yüreğin, kensiyle hemahengini
bulduğu şeye doğru hareketi; niyaz, emr: er: kendim dönüşüme hazırlamak, bir
kavmin inancını, bir toplumun yazgısını elinde tutmak..."!
Mîkât'ta
büyük bir değişimin, devrimci bir değişim ve dönüşümün, bir "intikal"
in sınırındasın : kendi evinden insanların evine;
dünyalık
işlerden aşka; kendinden Allah'a; esaretten özgürlüğe; nifak, ikiyüzlülük,
rütbe, nişan, sınıf, soy sop ve makamlardan doğruluk ve samimiyete; gizlilikten
açıklığa; geçici gündelik elbiseden ebediyet elbisesine, kayıtsızlık,
laubalilik ve "herşeyi mubah görmekten özveri, sorumluluk ve "İhram"
libasına bir intikal ve dönüşüm sınırında!
Niyet
et! Meyveye duran hurma gibi. Ey kabuk, ey kof! O "bilinç" tohumunu
kendi içine ek, boş içini onunla doldur. Büsbütün beden olma, meyve ver!
Varlığını kabuk yap, imanının çekirdeğini oluştursun; varlık ol, var ol, hep
abajur olma, karanlık gönlünde ışığı yak, ışılda. Müsade et de dolu ol, parla
ve aydınlat, bırak da bu öz ışığın parlaklığı, seni kendinden geçirsin, kendin
yapsın. Ey hep "cehalet", hep gaflet olan! Allah'ı bilen ol,
yaratılmışları bilen ol, bilinçli ol.
Sen ki
her zaman iş aleti oldun. Sen ki her yerde çaresiz oldun, işini seçiyor,
çalışıyorsun, fakat adet olarak, gelenek olarak, cebren... Şimdi niyet et,
bilinçli, özgür ve bildik bir tercihle seç:
Yeni
yolu
Yeni
yönü
Yeni
işi
Yeni
olmaklığı
Ve yeni
kendini
Mîkât'ta Namaz
Mîkât'tasın,
niyet ediyor, Hacca başlıyorsun. Yani başladığın şeyi hissediyorsun; ne
yaptığını, niçin yaptığını anlıyorsun. Elbiseni de üzerinden çıkarıyorsun,
kendini harekete geçiriyorsun. Üryan oluyor, ihram giyiyorsun. Ve sonra namaza
duruyorsun. İhram namazı, yeni elbisenin içinde kendini Allah'a sunmandır.
İhramla birlikte şunu demek istiyorsun: "Allah'ım! Ben artık Nemrud'un
kulu, tağutun kölesi olmayacağım. İbrahim suretinde olacağım. Zor ve güç
kürtünün, hilekar tilkinin, paracı koyunun, zillet ve teslimiyet koyununun
elbisesine bürünmeyecek, kılığında görünmeyeceğim. insan suretine gireceğim.
Yarın topraktan kalkarak görmem gereken elbisenin içinde olacağım.
Yani
ben, kendi tabiatımın, kendi özelliklerimin farkındayım, bir hiç olduğumun
bilincindeyim. Ama aynı zamanda her şeyim de: Sana itaat ederek kulun olmuşum.
Senden başka herşey ve herkesten azade olmuşum. Senden başka herkese isyan
etmişim. Hayatımın buraya kadarki nihâî yazgısını biliyorum; takdîr-i İlâhînin
insana yazdığı şeyi şimdi bizzat kendim seçiyor, provasını kendim yapıyorum.
Mîkât'ta
ak İhram kefeni içinde, Miadın eşiğinde namazın başka bir anlamı vardır! Sanki
yeni kelimeler duyuyor gibiyiz. Bu, bir farzın tekrarı değildir. "O'nunla konuşmaktayız. Onun varlığının
ağırlığını kendi üzerimizde hissetmekteyiz:
Ey
dostun gönlünü okşayan Rahman! Ey Rahîm: Senin rahmet güneşin, küfürle iman,
liyakatla liyakatsizlik, temizlikle pislik ve hatta dostlukla düşmanlığımızın
sınırından geçer.
Evet,
artık senden başka hiç kimseye övgüde bulunmayacağım; zira hamd sadece sana
aittir. Senden başka kimseyi Rabb edinmeyeceğim; zira herkesin Rabbi bir tek
sensin. Din gününün Meliki ve Mâliki sensin. Putlarımın hepsini kırıyorum.
Senden başka hiç kimseye tapmıyorum. Senden başka hiçbir güçten yardım
almıyorum.
Ey
benim bir tek mabudum, ey benim bir tek yardım edicim!
Biz
cehaletin bozuk yollarına düşmüşüz. Bizi zulüm sapkınlıklarına düşürmüşler.
Zaaflarımızın oyuncağı olmuşusuz, senin dışındaki ve kendi dışımızdaki güçlerin oyuncağı durumuna düşmüşüz.
Evet ya
Rabbi! Bu kötü durumda olan bizleri, dostdoğru yola, o gerçek pak yola, bilinç,
vukûfiyet, hakikat, kemal, aşk, güzellik ve hayır yoluna ilet. Bizi dost edindiğin, nimetlerinle nimetlendirdiğin kim
selerin yoluna ilet, öfkelendiğin kimselerin ve sapıkların yoluna değil.
Mîkât'taki
her rükû, Kıyametin ak elbisesi İhramın içinde yapılır, bir korkulunun, bir
meta verenin veya bir kutsalın huzurunda eğdiğimiz her bir başın ihramı içinde.
Her
secde, bir gücün, bir iktidarın huzurunda toprağa koyduğumuz alınların inkarı
demektir.
Mîkât
namazı! Her kıyamı, her kuûdu (oturuşu), bir mesajdır onun. Bir anlaşma, bir
sözveriştir, Ey Tevhid Rabbi, Ey bir olan Allah'ım! Senden başkasına, senin
vechinden başkasına hiçbir kıyam, hiçbir kuûd (oturuş)
asla olmayacaktır diye.
Selam
sana ya Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem. Onun kulu ve elçisi!
Allah'ın rahmet ve bereketi senin üzerine olsun. Sen ki bu hayatın içinde, bu
yeryüzünde, böyle bir rahmet ve bereketi insanı bir bağışla bağışladın.
Selam
olsun bize ve Allah'ın pak olan ve pak kılan kullarına
Selam
size...
Bu
kelimeler, oradan canlanır, bu zamirlerin hepsi, kendi yerlerine döner.
Bütün
işaretler yakındır.
Herkes
orada hazır bulunur.
Mîkât'ta
hiç kimse gâib değildir: Allah Teâlâ, İbrahim aleyhisselâm, Muhammed
salla’llâhu aleyhi ve sellem,
Halk,
Ruh, Kıyamet, Cennet, Kurtuluş, Özgürlük, Aşk
Ve
işte sen! Adem'in elbisesi, halkın elbisesi, vahdet elbisesi, renksiz, modelsiz
elbise, beyaz takva elbisesi, ölüm elbisesi, başka bir doğum elbisesi ve nihayet
yemden diriliş elbisesi:
İhram
içindesin.
Ve sen
ey insanoğlu Allah'ın kovduğu, İblisin oyuncağı, yeryüzü sürgünü, gurbet,
yalnızlık ve toprak ızdırabı mahkûmu! Şimdi pişman, özür dileyen olarak kendi
isteğinle Ona dönmüşsün.
Şimdi
artık kayıtsızlık, başı boşluk yok. Çünkü bir "kayıt" içindesin,
özgürlüğün, bilginin ve bilincin zirvesinde bizzat senin seçtiğin kayıt: bir
cebir içindesin, bizzat senin seçtiğin bir
cebir: artık mukayyedsin, İhramdasın,
Harim'desin,
harem bir yoldasın, haram bir mekana niyetlisin, haram bir zamanda İhram
elbisesi içindesin! Yasaklarla dolu bir harîmdesin...
İhram
ne demek peki? Haram kılmak! Menetmek.
İhram
senden neleri men eder? Hangi şeyleri sana haram kılar?
Yasaklar
Seni
hatırlatan her şey, başkalarını senden ayıran her şey, senin kimin hayatında
olduğunu, ne iş yaptığını gösteren her şey. Ve nihayet senden işaret taşıyan,
hayat düzenini gösteren, toplum düzenini işaretleyen her şey, "dünya"
yadigarı her şey. Hayatta terkedilmeyeceğini sandığın her şey, insanı olmayan
her şey, insandan başkasını hatıra getiren her şey, sende gündelikleri
çağrıştıran her şey, Mıkât'tan önceki hayattan bir koku taşıyan her şey, seni
defnedilmekten önceki durumuna geri döndüren her şey....
1- Aynaya bakma ki gözün kendine
ilişmesin, kendini unutasın, kendi "var bulunuş"unu zihninden atasın.
2- Koku sürme, güzel koku koklama ki gönlün
hayatın hatırlamasın, "arzu ve hevesler" içinde yeşermesin, heves
kokusu başını döndürmesin ve zevkleri çağrıştırmasın. Çünkü burada atmosfer
başka bir kokuyla doludur, Allah'ın kokusunu burnuna çek, bırak da aşk
kokusu seni mest etsin.
3- Hiç kimseye destur verme, kardeşliği
dirilt, birlikteliğin alıştırmasını yap.
4- Hiçbir canlıya, hiçbir hayvana eziyet
etme, hatta hakir bir böceği dahi öldürme, incitme, zorla da itip kakma. Bu
Kayser düzeninde birkaç günü Mesih gibi yaşa.
5- Harem toprağından bitki koparma, kırma,
tabiatla ilişkide barışçıl olmaya çalış. Tecavüz ve tahrip huyunu içinden söküp
at.
6- Avlanma. Katılığı üzerinden at.
7- Yakınlık yasaktır. Arzunun peşine
düşme ki aşk bütün varlığın üzerinde çadır kursun.
8- Evlenme ve başka evlilik törenlerine
katılma.
9- Süslenme ki kendini olduğun gibi
göresin.
10- Kötü söz, cidal, yalan ve böbürlenmek gibi
olumsuz davranışlardan uzak dur.
11- Dikişli veya dikişliymiş gibi elbise giyme.
İhramının üzerinde iplik olmasın ki kibir, bencillik ve gösterişe giden yollar
kapansın.
12- Silah taşıma. Eğer taşımak gibi bir
zorunluluk varsa gösterme.
13- Başını güneşten koruma, gölgeye sokma.
Şemsiye altında, çardak altında ve otomobilde başı örtmek.... yasaktır!
14- Ayaklarının üzerini çorap veya ayakkabıyla
örtme.
15- Zinet takma, süs bağlama.
16- Başını örtme.
17- Saçını kesme.
18- Gölgelerin altına gitme.
19- Tırnak kesme.
20- Krem sürme.
21- Kendinin veya başkasının vücudundan kan
alma.
22- Diş çekme.
23- Yemin etme.
24- Ve sen ey kadın! Yüzünü örtme!
Hacc
başlamıştır. İhram elbisesi içinde, yasaklarla dolu harîmde Kâbe'ye hareket...
Lebbeyk Nidalarıyla Allah'a yöneliş.
Lebbeyk,
yani Allah seni davet etmiş, sana gel diye seslenmiş. Sen de şimdi gelerek Ona
cevap veriyor, Onun davetine icabet ediyorsun: Lebbeyk!
Lebbeyk
Allahümme lebbeyk, inne'l hamde ve'n-ni'mete leke ve'1 -mülk, La şerike leke
lebbeyk!
Evet
Ya Rabbi evet, "övgü" ve "nimet" sana özgüdür,
"saltanat" da tabiî! Senin hiçbir ortağın yok elbette. Bunu canı
gönülden kabul ediyorum.
Hamd,
nimet ve mülk! Şu üç egemen gücün reddedilişi: istihmar, istismar ve istibdat,
tarihe egemen olan üçlü! Hepsi de koyun olan, Allah'ın koyunları olan halkın
başına üşüşmüş, tilki, fare ve kurt...
Allah'ın
sesi sahrada duyuluyor, her bir zerreden bu ses yankılanıyor, yerle gök
arasındaki bütün boşluğu dolduruyor, herkes onu duyuyor, herkes onu kendine
hitab alarak kabul ediyor ve dinliyor.
Dinliyor;
çünkü Allah onu çağırıyor, ona sesleniyor. O ise can-ı gönülden, gönlünün
derinliklerinden feryâd ediyor: Lebbeyk Allahümme Lebbeyk!
Sen,
adeta güçlü bir mıknatısın çektiği adi demir talaşı zerreciği gibisin: seni
taşıyanın, seni götürenin bu ayakların değilmiş gibi hissedersin, seni
taşıyorlar ve ayakların senin peşinden sürükleniyor. Sanki iki elin çok büyük
iki kanata dönüşmüş, bir grup beyaz kuşla uzayda uçuyor, Miraca çıkıyor,
Simurg'a gidiyorsun...
Kâbe yaklaştıkça
yaklaşıyor, heyacan fışkırdıkça fışkırıyor, kalbinin sesini tam olarak
duyuyorsun, sanki içerden, başını senin varlık duvarına çarpıp vuran ve seni
kırıp kaçmak isteyen yaralı vahşî bir hayvan gibi! Kendinden daha büyük
olduğunu hissediyorsun; coştuğunu, kabına sığmadığını görüyor, artık kendi
kendine dar geliyorsun, varlığın ayağında dar ayakkabı, varlığın bedeninde dar
gömlek, gözyaşı aman vermiyor. Adeta yavaş yavaş Allah'ın doldurduğu bir
atmosfere giriyorsun. Allah'ın varlığını derinin üzerinde; kalbinde, aklının
üzerinde, fıtratının derinliklerinde, bir zerrenin parıltısında, her taşın
parıltısında, her çölün yüzünde, her dağın sırtında, her ufkun uzak
gizliliklerinde, çölünün derinliklerinde hissediyorsun, sadece ve sadece Onu
buluyorsun. Sadece O "var". Onun dışındaki herşey dalga, köpük ve
yalan.
Malik
Dinar'ın dediği gibi:
"Aşk
yağmış çöle, yer ıslanmış
İnsan
ayağının gülzara dalması gibi
Aşka
dalıyorsun sen de"
Gidiyor
ve yok olduğunu hissediyorsun, kendinden uzaklaşıyor, Ona yaklaşıyorsun. Her
şey O oluyor, tamamen O oluyorsun sen de.
Sen
artık bir hiçsin, unutulmuş, mazide kalmış bir anısın; Mikat'ta atmışsın yükü
omuzundan; hafiflemiş olarak Miada gidiyorsun.
Artık
yok olduğunu, bir şevk parçası olduğunu, evet artık bundan başka bir şey
olmadığını hissediyorsun.
Sadece
bir "hareketsin. Bir "yön'sun yalnızca : İlerliyorsun. Geri adam atma
hakkına sahip değilsin, Ona yönelmişsin ve Onda yok oluyorsun, tıpkı güneşin
emdiği bulut parçası gibi.
Varlığın
kalbi çarpıyor. Feza Allah'la dolmuş. Sen de Allah'la dolmuşsun.
"Aşk
yağmış çöle, yer ıslanmış insan ayağının gülzaran dalması gibi aşka dalıyorsun
sen de".
Mekke'nin
banliyosuna varıyorsun. Şehir yakındır. Burada bir alâmete, "Harem
bölgesi" nin sınırını gösteren bir işarete vâsıl oluyorsun. Mekke, Harem
bölgesidir. Bu bölgede savaş ve haddi tecâvüz haramdır. Düşmandan kaçıp
'Harem'e sığınan herkes, takipten azadedir. Bu bölgede avlanmak, hayvan
öldürmek, hatta yerden ot koparmak haramdır. Peygamber Ka'beyi putperestlikten
kurtarmak için Mekke'yi fethettikten sonra, kendi eliyle bölgenin sınırlarını
yeniden çizdi ve Haremin korunması, bölgede savaş ve öldürmenin yasak olması
noktasında eski geleneği teyid etti.
Bu
sınırı geçince Harem'e girdin demektir. Ansızın doruklara ulaşan coşturucu
lebbeyk feryâdları kesiliverir :
sessizlik!
Demek
ki: "ulaştın"!
Vardın
varacağın yere!
Seni
çağıran burasıdır! Onun evine vardın, sus!
Huzurda,
Haremde, Allah'ın Hareminde sessizlik!
Gidiyorsun,
Kâbe'nin şevki seni coşturur.
İşte
şehir!
Büyük
bir çanak
Ve
çevre duvarları hep dağ, her caddesi, sokağı, arka sokağı, bir vadi, bir dağ
yolu, bir geçit.
Her
taraftan bu büyük dağlık aşiyanın avucuna doluyorlar. İşte burası
Mescidül-Haram'dır. Ortası ise Kâbe!
Şehrin
dolambaçlı ve kıvrık dağlıklarından geçiyor, adım adım Kâbe'ye yaklaşıyor, iniyorsun.
Namsız, şansız ve işaretsiz tek renk topluluk, tıpkı bir nehir yatağından akan
sel gibi, caddede vadinin derinliklerine doğru, Mescid-i Harama akıyor. Sen ise
bu sel içinde bir damlasın!
Adım
adım inersin ve ihtişam, azamet adım adım daha da yaklaşır. Hislerimi çok iyi
ifade eden bir deyişle : daima, yüksekte, harekette, yukarıya, yüksekliğe,
ululuğa ve ihtişama ulaşmaya alıştık, özellikle de ululuk ilahı ise; söz ilahı
melekûttan ise. Ancak burada tersine ne kadar aşağıya iner, ne kadar yüksekten inersen,
Allah'a daha da yakınlaşırsın!
Demek
ki görkem ve celâle, huşu ve alçakgönüllükle ulaşırsın. Kölelikten ulvîliğe
tevazu ile erişirsin. Demek ki Allah'ı göklerde, maverada aramalısın; Onu işte
bu toprakta, bu adi yerde, şu sert, taş maddiyyatın deriliklerinde bulabilir,
görebilirsin. Yolun doğrusunu bulmalı, doğru bakmayı, doğru görmeyi
öğrenmelisin... Belki de bu, insanı yazgıyı, toprağa gömülmeyi ve Allah'ın
karşısında durmayı sembolize eder!
Kâbe
yakındır.
Sükût,
endişe, tefekkür ve aşk
Her
adımda daha bir meftunsun; her nefeste daha bir korkmaktasın; Onun varlığının
ağırlığı anbean daha ağır hale gelir. Gözlerini açıp kapamaya cüret edemezsin,
göğsünde nefes yukarı çıkmaz. Bineğinde, otomobilinin koltuğunda çakılıp
kalırsın. Tam bir sükût, hayret ve şevk halindesin, birazcık öne, ileriye
mütemayilsin; bütün vücudun göz olmuş ve sen bakışlarını sadece önüne, karşına,
Kıbleye yöneltmişsin. Onu görmeye tahammül etmek ne kadar zor! Bütün bu azameti
görmek ne çetin bir iş! Hassas nazik omuzların, kalbinin dayanıksız perdeleri
buna nasıl tahammül edebilir?
Vadinin
dolambaçlı ve kıvrımlı yollarından yukarıdan aşağıya inersin. Her kıvrım veya
dolambaç geçişinde "işte Kâbe" diye yüreğin çarpar.
Kâbe,
varlığımızın, aşkımızın, imanımızın gece ve gündüz namazlarımızın, ömrümüzün
kıblesi... Her sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinde ona yönelerek
namaz kılarız. Ona doğru yönelerek ölür, ona doğru defnediliriz, ölümümüz ve
yaşamımız ona doğrudur. Evimiz ve mezarımız Ona doğrudur. Ve şimdi ona birkaç adımlık
yakın mesafedeyiz, bir an artık Onun karşısındayız! Kâbe gözlerimin önünde,
bakışlarımın altındadır artık!
Ka'be
Mescid-i
Haramın eşiğindesin. İşte Ka'be, karşında durmakta! Geniş bir alan ve ortada
boş bir küpten başka hiçbir şey yok! Ansızın vücudunu bir titremedir kaplıyor!
Hayret ve şaşkınlık içinde kala kalıyorsun! Şurada hiç kimse yok, burada...
hiçbir şey yok... hatta seyredecek bir şey bile yok!
Boş
bir oda! o kadar!
Duyguların,
kıldan ince kılıçtan keskin bir köprü üzerinde karar kılıyor! İmanımızın ,
aşkımızın, namazımızın, hayatımızın, ölümümüzün kıblesi gerçekten bu muydu?
Birbiri üzerine dizilip yığılmış sert koyu siyah taşlardan ve kireçle
derzedilmiş eğir büğrü duvarlardan başka bir şey yok!
Birdenbire
sükût-i hayale uğruyorsun! Burası da neresi? Nereye geldik acaba? Sarayı
bilirim: saray, sanatkârâne bir mimari güzelliktir! Tapınağı bilirim: yüksek ve
celalli tavanlar altında kutsal görkem ve ruhanî sükût, baştan başa güzellik ve
sanat! Anıtı bilirim: büyük bir şahsın, dahî bir kahramanın, Peygamberin,
İmam'in defnedildiği yer...!
Bütün
bunları bilirim ama peki burası ne...? Üstü açık bir meydanın ortasında boş bir
oda! Ne mimarî, ne sanat, ne güzellik, ne hat, ne çini ve ne de alçıyla sıvama
var burada!...
Ziyaret
edeceğim, yad edeceğim, eşiğine varacağım bir Peygamber kabrinde, bir İmamın
mezarında, bir pakın türbesinde, bir büyük insanın kabrinde dahi dikkatlerimi
çekecek, hislerimi kendine bağlayacak bir nokta, bir çehre, bir gerçeklik, bir
nesnellik ve nihayet bir kimse, bir şey veya bir yer bulunur.
Oysa
burada hiçbir şey yok, hiç kimse yok.
Tabii
birdenbire anlıyorsun ki bu ne güzel bir şey! Gerçekten çok geçmeden bunun ne
kadar güzel bir şey olduğunu anlıyorsun. İyi ki hiç kimse yok, hiçbir şey yok,
duygularımı kendine çeken hiçbir işaret yok. Aniden Kâbe'nin bir dam olduğunu,
bir uçuş çatısı olduğunu hissediyorsun. İhsasın hemen Kâbe'yi bırakıp fezada
uçuyor. İşte o anda 'mutlak'ı hissediyorsun!
"Ebediyyet'i
hissediyorsun.
O
ebediyeti ki parçalanmış hayatında, nisbı evreninde asla bulamaz ve
hissedemezsin; sadece felsefe yapabilirsin.
Buradadır
ki mutlak'ı, ebediyeti, yönsüzlüğü görebilirsin.
Görebilirsin
burada
"O"nu!
Ne iyi
burada hiç kimsenin olmaması. Kâbe'nin boş olması ne kadar güzel bir şey!
Ve sen
artık yavaş yavaş anlıyorsun, "ziyaret'e gelmediğini. Anlıyorsun ki sen
Hacca gelmişsin, burası, senin konak başın değildir. Kâbe, "yolun
kaybedilmemesi için bir işaret taşıdır". Bu sadece bir alâmet idi. Sadece
sana yön gösteren bir "ok işareti"ydi. Sen haccetmişsin,
yöneltmişsin; ebediyyet'e mutlak yöneliş, hareket, Ona doğru ebedî hareket.
Elbette Kâbe'ye kadar değil; zira Kâbe yolun sonu değil, tersine başlangıcıdır.
Burada
"sonluluk" sadece senin güç yetirememen, ölümün ve duraklamandır.
Burada olan şey, harekettir, yöndür, başka bir şey değil!
Burası mıadgahtır, Allah'ın
mîadgahı, İbrahim aleyhisselâm, Muhammed
salla’llâhu aleyhi ve sellemve halkın mîadgahı!
Ya
sen?
Sen "sen olduğun" müddetçe
kayıpsın. Öyleyse halk/insanlar olmalısın! Sen insanlar (nâs-halk)
olduğun zaman, topluluk olduğun, halkın elbisesini giydiğin zaman, burası senin
de mıadgahın olur, "halk/topluluk/insanlar, Allah'ın namusudur,
Allah'ın ailesidir ve Allah, ailesine karşı herkesten daha kıskançtır"!
Burası
Onun Haremidir. Harîm'nin içidir, O'un Evidir. Burası "halkın/insanların
evidir.
"Gerçek
su ki insanlar için ilk kurulan ev Mekke de o kutlu ve bütün insanlar için
hidayet olan (Ka'be)dir" (3/Al-i İmran, 96)
Sen -"sen" oldukça- Haremde
sana yer yoktur.
Kâbe,
"Beyt-i Atıktir, Atık köle azad etmek, manasına gelen "akt"
kelimesinden olup hür demektir. Özel mülkiyetten, zorba, despot dikta
rejimlerinin saltanatından âzâd/hür olan ev. Onun üzerinde hiç kimsenin eli
yoktur. Ev sahibi Allah, Ev halkı ise halk, yani insanlardır!
Şehrinden,
köyünden, evinden dört fersah (24 km) uzaklaştığın an seferi olur, namazını
kısaltırsın. Bu yolcu namazıdır. Ancak buraya dünyanın neresinden gelirsen gel,
namazı tam kılarsın. Çünkü kendi evine geldin, dolayısıyla seferi değilsin.
Ülkene, memleketine güvenlik harîmine, evine "tekrar döndün". Kendi
ülkende garib idin, gurbette idin, seferi idin. Ey kovulmuş kesik ney, ey
yeryüzünün gurbet sürgünü: insan! Kendi neyistanına döndün; yeniden geldin buraya.
Kendi gerçek doğum yerine, vatanına dönüş yaptın!
Allah
ve ailesi: İnsanlar, halk! Dünyanın bu aziz ailesi şimdi evinde. Sen ise
"sen" olarak kalmaya devam ettikçe yabancısın, kimsesizsin, yakını
olmayan, kesik ve sığınaksız birisin. Üssüz, barınaksız bir âvâresin, evsiz
barksız bir varlıksın! "Senlikten çık, "senlik'i dışına at, Evin
içine gir ve bu aileye katıl. Eğer Mikat'ta kendini gömmüş olsaydın,
"halk/insanlar" olmuş olur, tanıdık, dost, yakın akraba, Allah'ın
ailesinden biri gibi Evin içine girerdin.
İbrahim'i
dergahta görürdün, yeryüzünün tüm tanrılarının kafiri olan, tarihteki bu âsî
piri, bu büyük aşığı, Tevhid Allah'ının bu naçiz kulunu!
O bu
Evi kendi elleriyle inşa etmiştir.
Kâbe
yeryüzünde bir simge, Allah'ın evrendeki bir sembolü.
Yapı
malzemeleri, zineti ve süsü mü ne?
Mekke
yakınındaki "Acun" dağından kopartılıp getirilmiş siyah taş
parçalarını, sade; sanatsız, tekniksiz ve süssüz bir biçimde üst üste
koymuşlar, hepsi o kadar!
Ya
adı, vasıfları ve lakapları ne?
"Kâbe"!
Bir
"küp"!
Hepsi
bu işte!
Peki
niçin "küp"? Niçin böyle sade, gösterişsiz ve süslememiz? Ne için
böyle?
Allah, "şekil"sizdir, "renk" sizdir, "benzer" sizdir.
İnsanoğlunun
tercih ettiği, gördüğü ve tasavvur ettiği her türlü model ve tarz, Allah
değildir. Allah'a özgü de olamaz.
Allah
"mutlak'tır, "yönsüzdür.
O'nun
karşısında yön tutan "sen'sin.
Gerçekten
sen Kâbe yönündesin, ancak Kâbe'nin yönü yoktur.
İnsanoğlunun
düşüncesi ise "yönsüzlüğü" kavrayamaz. Her neyi "mutlak
yönsüzlük" olan Onun varlığının bir simgesi olarak alırsan, çaresiz o bir
yön alır.
Remz,
Allah değildir.
"Yönsüzlük"
yeryüzünde nasıl gösterilebir?
Sadece
"bütün birbirine zıt yönleri" bir araya getirmek suretiyle. Ta ki her
yön, kendi zıt yönünü ortadan kaldırsın ve böylece zihin, ondan
"yönsüzlüğü" anlasın, ona yönelebilsin.
Bütün
yönler, toplam kaç tane?
Altı!
Bütün
bu altı yönün hepsini kendinde toplayan tek şekil nedir?
Küp!
Küp,
yani bütün yönler.
Ve tüm
yönler, yani yönsüzlük!
Onun
tıpkı simgesi!
Kâbe!
"Hangi
yöne yönetirsen, orası Allah'ın yüzü, O'nun yönü." (2/Bakara, 115)
Bilindiği
gibi Kâbe'de hangi yöne dönerek namaz kılarsan, Allah'a doğru namaz kılmış
olursun. Ve Kâbe'nin dışında da her ne yöne yönelirsen, Ona yönelmiş olursun.
Ka'benin
dışında her şekil, ya kuzeye dönüktür, ya güneye. Ya doğuya doğru uzanmıştır.
Ya da batıya. Ya yere yöneliktir ya da göğe.
Kâbe
ise birine değil hepsine, bir yere değil her yere yönelik.
"Bütün
yönlülük" veya "yönsüzlük",
Allah!
O'nun sembolü! Kâbe! Fakat...
Hayretâmiz
bir durum var! Kâbe'nin batı kısmında bir ilavesi mevcut. Bu ilave Kâbe'nin
şeklini değiştirmiş, ona "yön" vermiştir.
Bu nedir?
Kâbe'ye dönük, hilal biçiminde kısa bir
duvar.
Peki ismi ne bunun?
"Hicr-i İsmail"!
"Hicr" ne anlama gelir?
Etek!
Gerçekten de bir "etek"
biçimindedir, bir kadın gömleğinin eteği!
Evet [bu kadın], bir Habeşli kadın, bir
cariye! siyah bir cariye! bir cariye kadın!
Bu övünçsüz cariyeyi bir kadın,
kocasının eşi olması için seçmiştir.
Yani bu cariye, o kadının kuması olarak
telakki edilme değerine bile sahip olmayacak.
Ve kocası, sadece bir çocuk edinmek
için onunla evlenmiştir.
Beşerî sistemlerde her iftihar ve
övünçten ari olmuş bir kadın.
Şimdi Allah, onun elbisesinin etek
kısmını, kendi varlığının sembolüyle birleştirmiştir.
Bu, Hacer'in gömleğinin eteğidir.
İsmail'i büyüten etek.
Burası, "Hacer'in Evi".
Hacer, işte burada, Kâbe'nin üçüncü
ayağının yanında gömülü.
Şaşılacak bir şey! Halbuki hiç kimseyi
-Peygamberleri bile- Camiye gömmemek gerek.
Şimdi burada Allah'ın Evi, bir cariyenin
evinin duvarına bitişik ve Allah'ın Evi bir annenin kabri mi?
Ben ne diyorum?
Allah'ın yönsüzlüğü, sadece Hacer'in
eteğinde bir yön tutmuş! Kâbe Ona doğru etek uzatmış!
Bu hilalle Ev arasında bugün küçük bir
aralık bulunmakta.
Evin etrafını dolaşırken bu aralıktan
geçilebilir.
Fakat Hacer'in eteği olmadan Tevhid
sembolü Kâbe'nin etrafını dönmek, tavaf olarak kabul edilmez.
Hacer değil bu!
Fermandır bu, Allah'ın fermam:
Bu Fermana göre bütün insanlık, bütün
zamanlar 'Tevhid'e iman eden bütün herkes, Allah'ın davetine lebbeyk diyen
bütün insanlar. Allah'ın evi Ka'benin etrafını aşk tavafı yaparken Hacer'in
gömleğinin eteğini de tavaf etmelidirler! Bu Allah'ın bir buyruğudur.
Onun Evi, onun kabri, onun eteği de
tavaf edilen yere dahildir,
Kâbe'ye bağlı bir parçadır o.
Kâbe, bu "mutlak yönsüzlük",
yalnızca bu eteğin yönünde yön tutmuştur.
Afrikalı bir cariyenin, iyi bir annenin
gömleğinin, beşeriyetin ebedî tavaf yeri Kâbe'nin eteğinin yönüde!
Tevhid Rabbi, kendi kibriyaı arş-ı celalinin
üzerinde tek başına oturmuştur. Bütün bir kâinatı, kendi 'mâsivâ'sına
sürmüştür. O, herşeyin ötesindedir, tektir, kendi ilahi melekûtunda yegânedir.
Ancak... sanki bütün yaratıkları
arasından, bu sonsuz yaratılış âleminden birini seçmiş, en şerefli yaratığı,
insanı seçmiş. İnsanlar arasından da: kadını. Ve kadınlar arasından: siyah bir
kadını Ve onlar arasından da:
siyah câriye bir
kadını, ve siyah câriye kadınlar
arasından da:
Bir kadının siyah cariyesini! -en hor
yaratığını!-Onu kendi yanına oturtmuş. Ona kendi Evinde yer vermiş. Veya Allah,
bizzat, onun evine gelmiş; onun komşusu olmuş, onunla aynı evi paylaşmış.
Ve şimdi
Bu "Ev"in tavanının altında
iki kişi!
Biri: Allah,
öteki: Hacer!
Tevhid milletinde isimsiz kahramanı
böyle seçmişlerdir:
Bütün Hacc, Hacerin hatırasına
bağlanmış.
Hicret, en büyük amel, en büyük hüküm;
Hacer isminden türeme.
Muhacir, en büyük ilahı insan,
Hacervâri insan.
"Muhacir, Hacer gibi
olandır"!
Peki Hicret nedir?
Hacervâri bir iş! İslam'da vahşîlikten
medeniyete gitmek. Bu seyir, küfürden İslam'a gelmek demektir.
"Bedevîleşme, Hicret'ten sonradır". Bu beşer dilinde medeniyetten
sonra vahşîlik demektir. İslam'ın dilinde ise imandan sonra küfre dönüş
demektir. Öyleyse küfür vahşîlik demek, din ise medeniyet!
Hacer'in dili Habeşce bir kelime olan
"hicr", "şehir" ve "medîne" anlamındadır. Habeşli
siyah bir köle, Afrikalı bir kadın vahşî insanın mazharı olan Hacer, burda
medeniyetin temeli demektir.
Hacervâri insan, medenî insan demektir.
Hacervâri hareket, insanın medeniyete doğru hareketi demektir.
Ve işte insanın Allah'ın Evi
etrafındaki hareketinde yine Hacer! Ey Allah'a yönelmiş muhacir! Senin tavaf
yerin, "Allah'ın Ka'be'si'dir ve 'Hacer'in eteği"!
Ne görüyoruz?
"Aklımız" almıyor! ,
Özgürlük ve hümanizm çağı insanının duygusu,
bu mânâya tahammül edecek nitelikte değildir!
Allah, Afrikalı siyah bir cariyenin
evinde.
Tavaf
İşte Kâbe!
Bir
girdabın ortasında. Haykırıp gürleyerek Kâbe'yi tavaf eden bir girdabın. Ortada
sabit bir nokta. Ondan başka herşey çevresinde hareket halinde, daire çiziyor.
Sonsuz
sabitlik ve sonsuz hareket!
Ortada
bir güneş ve çevresinde her biri bir yıldız, kendi yörüngesinde, daire çizerek
güneşin etrafında dönüyor.
Sebat,
hareket ve düzen! = Tavaf!
Bu,
bir zerrenin sembolü demek midir?
Bir
manzumenin canlanışı mıdır veya Tevhidi dünya görüşünde bütün bir dünyanın
simgesi midir?
Allah,
dünyanın kalbi, varlığın mihveridir. Alemin çevresini tavaf ettiği merkezdir.
Sen bu manzumede -ister Kâbe'de isterse alemde- bir zerresin. Hareket içinde
bir zerre; her dem, bir yerdesin, ebedî bir devinimsin. Yalnızca bir 'tarz'sın
ve her an "bir" tarz içindesin. Daima değişim halinde, oluş halindesin, değişmekde, olmadasın.
Tavaftasın.
Fakat her zaman ve her mekanda 'O'nunla, Kâbe ile arandaki mesafe sabittir!
Uzaklığın ve yakınlığın, bu dönen dairede hangi ışını seçeceğine bağlıdır. Uzak
veya yakın, fakat Kâbe'ye asla yapışmıyorsun, asla Kâbe'nin yanıbaşında
durmuyorsun. Çünkü durmak yok; senin için sabitlik yok, durağanlık yok.
Vahdet-i vücûd yok. Tevhid var. İnsanların oluşturduğu girdab, Kâbe'nin
çevresinde dönüyor. Açık olan, görünen sadece insandır.
Burada
'insanları görebilirsin, 'küllı'yi görebilirsin; onu bunu, beni, onu, seni,
onları göremezsin, külliyi görebilirsin,
cüzîyi göremezsin. Fert 'insan'ın küllisinde çözelmiştir. Burada, ferdin
fenası, ama Allah'da değil, 'biz'de,'insan'da ve 'insanlarda daha doğrusu
'ümmet'te fenasıdır! Ancak Allah yönünde, Allah'ı tavafta Allah için bir fena!
Yani
ferdin toplulukta, halkta fenası, ferdin insanlarda bekası: Allah ve insanlar/topluluk bir cihette, bir saftadırlar.
Yani burada Allah'a giden yol, insanlardan geçiyor. Ferdiyetten yalnızlığa
varan yol, Allah'a giden yol değildir. Tabir caizse senin ruhbanlığın
'manastırda, değil, 'toplum'dadır, "meydandadır:
fedakarlık, ihlas ve özveridedir;
esaretlere, mahrumiyetlere, işkencelere, dertlere tahammül etmede, tehlikeleri
karşılamada ve mücâdeleler sahnesindedir.
Halkın
hatırına Allah'a varıyorsun. Hz. Peygamber ne güzel buyurmuş: "Her dinin
bir ruhbanlığı vardır. Benim dinimin ruhbanlığı ise cihaddır."
Şu
halde Tavaf esnasında Kâbe'nin
içine girmemelisin, Kâbe'de oturmamalı, durmalısın. Topluma katılmalı, Tâifîn
topluluğunda yok olmalısın. Bu insan girdabında boğulmalısın. "Kendini
Tavaf eden halka teslim ederek", kendinden geçerek ve topluluğa bağlanarak
ancak hacceder, Hacı olursun, Allah'ın davetine lebbeyk der, Allah'ın Haremine
yol bulursun.
Ne
görüyorsun? Kâbe duruyor: çevresinde ne var? Beyaz bir sel, tek vücut, tek
renk, tek tarz, gösterişsiz, kibirsiz, ferdîliği seçkin ve ayrıcalıklı kılan
hiçbir işaret ve alâmet-i farikası yok. Hiç kimse tanınamaz burada. Burada
sadece "külli" olanı görebilirsin. Kâbe'nin dışında ferdin gerçekliği
vardır, cüzî, objektif bir gerçekliği, "külli" zihinsel bir
kavramdır. "İnsan", bir mânâ, bir ide, aklı, zihnî ve mantıkî bir
kavramdır. Dış âlemde sadece "insanlar" vardır.
Hasan
ya da Hüseyin, kadın ya da erkek, doğulu ya da batılı her kim olursa olsun
burada gerçekliklerin hepsi yok olmuştur. Küllî kavramı, aklî veya zihnî
hakikat, dışsal nesnel bir gerçeklik elde etmiştir. Şimdi Kâbe'nin etrafında,
sadece insandır tavaf eden halktır! Gerisi hiç!
Sen,
"sen" olduğun sürece tavaf çemberinin dışında bir seyircisin ancak,
bu "insan" girdabının 'sahil'inde durmuşsun, "durmuş
dikilmişsin"! Demek ki sen yoksun, demek ki sen bir yabancısın, bir
'ferd'sin, demek ki sen bir yabancısın, bir 'ferd'sin. Demek ki sen bir hiçsin,
sistemden boşluğa fırlatılmış bir zerresin. Öyle ise var olmalısın, burada
sana, 'kendi'ni olumsuzlamakla ancak olumluluğa erişebileceğini, kendini
reddetmek ve yok saymakla ancak ispata varabileceğini öğretirler.
"Kendini" zerre zerre, az az, yavaş yavaş, başkalarına feda etmek,
ümmete feda etmekle ancak zerre zerre, az az, yavaş yavaş, "kendi" ne
erişirsin, kendim keşfeder, asli benliğim bulursun.
Burada
"kendini ani ve devrimci bir biçimde ölüme bırakmak, kızıl ölümde yok
etmekledir ki ancak "şehadet'e erer, şehid olursun. Şehadet, var oluş
demektir, hayat demektir. Yani daima göz önünde olmak, hissedilir olmaktır.
Şehid ise daima diri, hâzır ve nazır, açık, görünür, objektif numune, ölümsüz
canlı varlık demektir!
"Allah
yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın. Hayır! onlar, Rableri katında
diridirler, rızıklanmaktadırlar." (3/Al-i İmran, 169)
Sebîlullah
(Allah'ın yolu), sebîlu'n-nâs, yani insanların yoludur. İkisi aynı şeydir.
Ferdiyetten Allah'a doğru bir yol (sebîl) yoktur. "Peki öyleyse ferdî
olarak yapılan ibadetler niye?" dersen, şu cevabı veririz: kendini yetiştirip oluşturmanı eğitmen
için. Kendini eğitmendeki amaç, fedakarlık mertebesine erişebilmen, toplum için
özveride bulunma liyakati kazanabilmen, insan olabilmendir. Gerçekte fert fâni,
insan bakîdir. İnsan, tabiatta Allah'ın halifesidir, Allah, Allah olduğu için
Onun halifesi, gölgesi ve ayetidir, yani insandır. Sen "kendini bu
ebediyyette öldürmek" le dirilir, ebedî kalırsın. Denizden, nehirden ayrı
bir damla, şebnemdir, o yalnızca geceleyin vardır; ömrü bir gecedir, sakindir,
güneşin ilk aydınlık parıltılarıyla birlikte yok olur.
O
halde ebedîleşmek, akmak, denize kavuşmak için ırmağa bağlan.
Niçin
duruyorsun öyle, ey şebnem? Kendi düzeniyle yaratılış düzenini ifade eden bu
boş sedalı dalgalı girdabın kenarında niçin beklersin? Gel, bu girdaba katıl,
adım atarak ilerle!
Şimdi
halka/insanlara bağlanmak/katlanmak
istiyorsan, "niyet" etmelisin. Niyet etmelisin ki bilinçli olasın, ne
yaptığını, niçin yaptığını bilesin, bilinçli bir şekilde, kendin için değil,
Allah için, siyaset için değil, hakikat için yaptığını bilesin.
Burada
her iş, bir hesap üzeredir; bu sürekli harekette, mükemmel-dakik bir düzen
egemendir; zira evren böyledir.
Haceru'l-Esved ve Biat
"Hacerü'l-Esved
rüknünden başlamalısın tavafa.
Buradan
girersin dünyanın sistemine; halkın girdabında insanların arasına. Bir damla
gibi yok olur, kalırsın. Kendi yörüngeni bulur, kendi hareketini başlatırsın.
"Merkeze" yerleşir, yörüngeye oturursun, Allah'ın yörüngesine, ama
halkın arasında!
Öncelikle
Hacer'ül-Esved'e "dokunmalı "sın. Sağ elinle Hacer ül-Esved'i
sıvazlamalı ve hiç vakit kaybetmeden kendini girdaba atmalısın.
Bu
taş, "el"in sembolüdür, sağ elin. Kimin eli bu el? Allah'ın sağ eli.
"Hacer-i
Esved, Allah'ın yeryüzündeki sağ elidir"!
Yalnız
bir insan, yaşayabilmek için; yalnız bir kabile, çölde barınabilmek için,
kabile reisiyle, kabilelerle andlaşma yapar, kabile reisi veya kabilelere
müttefik olurdu. Dostluk anlaşması, himaye anlaşması. Fertler, bir iş bir ülkü
adına bir rehberle anlaşma yaparlardı. Bu anlaşmanın adı, biat idi. Biat nasıl
mı yapılırdı? Şöyle :
Bir
kabile reisi veya bir liderle biatleşmek istediğin zaman sağ elini uzatırdın.
Reis veya rehber, sağ elini, senin sağ elinin üzerine koyardı. Böylece sen ona
biat etmiş, onunla müttefik olmuş olurdun.
Geleneğe
göre, sen elini biat için bir kimsenin eline koyduğunda, önceki biatlardan
kurtulurdun. İşte şimdi büyük seçim anındasın; kendi yolunu, yazgı ve hedefini
seçme zamanın gelmiştir artık. Hareketin başlangıcında, kendini terkedip
diğerlerinde gark olmanın eşiğinde, halka bağlanma, toplumla bütünleşme anında,
Allah'la biatleşmelisin. Allah, sağ elini sana uzatmış; sen de sağ elini uzat,
Ona biat et. Onunla müttefik ol. Önceki bütün ittifak, anlaşma ve bağları at,
iptal et. Elini, zer u zor ve hile ile biat için uzatmaktan, yeryüzü ilahları,
kabile reisleri, Kureyş eşrafı, patronlar ve köşk sahipleriyle anlaşmaktan,
evet bunların hepsinden uzak dur; bırak onları, özgür ol.
"Allah'ın
eli, onların eli üzerindedir"! (Feth, 10)
Allah'ın
elini, kendi elinin üzerine koy. Bu el, onların elinin üstündedir, senin
elinle, kendilerine biat alanların elinin.
Diğerlerinin
biat bağından kurtulup özgürleştin. Allah'a el verdin. "Fıtrat mısakı'nı
yeniledin. "Sorumlu" hale geldin. Allah'la müttefik oldun. Harekete
geç, halka katıl, yörüngeni bul, "seçimini yap. Kendini topluma ver. Tavaf
zamanıdır, gir öyleyse tavafa!
Büyük
ve güçlü bir nehre dökülen ufak bir dere gibi, ayrı kalmış olan beninden
uzaklaşıyor, topluma katılıyorsun; uzaklaşıyor ve kendi tavaf dairenin ışınının
"Ev"e daha bir yakınlaşması için çaba harcıyorsun. "Yalnız
gitmediğini" Toplumla gittiğini hissediyorsun. Yavaş yavaş "kendin
gitmediğini", "toplumun seni götürdüğünü", seni her zaman
taşımış olan ayaklarının kurtulduğunu hissetmeye
başlıyorsun. Topluluğun gücü, topluluğun
hareketi, topluluğun ahengi ve cazibesi, dünyanın namusu, seni sımsıkı kucaklamış.
Artık kendi ayaklarının üstünde değilsin. Başkasının elinde değilsin. Evet
değilsin, yoksun. Sadece topluluktur var olan.
Ne
kadar derine inersen, toplumun baskısı da o kadar artar. Seni kendi içinde
sıkar. Topluluk, hâlâ ben olan "sana" tahammül edemez, seni yok eder,
içine alır, sindirir. Topluluğun diri, ebedî ve hareketli bedeninde: halk,
insan, kan damlası, canlı, ebedî.
Akıcı,
ama 'kendi'ne değil, "topluluğa".
Ve
topluma dökülür bağlanırsın.
Fakat
siyasetle değil, "aşk"la!
İbrahim
aleyhisselâm'ın Rabb'ine bak! O kulun kendine bağlılığını, ferdin topluma
bağlılığına bağlamıştır. Ne kadar hoş, güzel ve incelikli! Seni kendi aşk
cazibesine, topluluğa çekiyor. Allah'ı görmeye gelmişsin, kendini halkın
ortasında buluyorsun. Seni Evine davet etmiş. Sen tek başına onu görmek için
bunca yol katetmişsin. Sana diyor ki topluluğa katıl. Toplulukla yürü, Evin
içine girme. Evin yanında durma. Eve yönelme. Eve yönelerek, tavaf etme.
Toplumda omuz omuza yürü. Önüne bak. Kâbe kıbledir. Fakat eğer tavafta kendi yönünü
bırakıp Kıbleye dönersen, tavafım helak edersin! Durma: sağa veya sola gitme,
geri dönme, başını arkaya çevirme. "Kâbe'nin yanı'ndasın: onu ziyaret
etme! "Kıblenin yanı'ndasın. Ona bakma. Kıble senin önündür.
Şimdi
artık yaratılış düzeninin bir parçası oldun. Bu sistemin yörüngesine oturdun.
Dünya güneşinin çekim alanına girdin. Soldan sağa dönen bir yıldız gibi tavaf
yapıyorsun. Allah'ın çevresinde tavaf yapıyorsun. Dönüyor, dönüyor ve nihayet
bir hiç olduğunu hissetmeye başlıyorsun. Artık kendim hatırlamıyorsun. Var
olan, yalnızca aşktır: aşkın cazibesi. Sen ise bir 'meczûb'!
Dönüyor,
dönüyor, "hiç" diye bir şey olmadığını, ancak 'O'nun var olduğunu,
kendinin yokluk olduğunu, "kendi varlığım hisseden bir yokluk" veya
Kendi
yokluğunu hisseden bir varlık" olduğunu hissediyorsun..
Dönüyor...
dönüyor., bir "nokta" olduğunu hissediyorsun: bir nokta idin. Bu
"tavafta, bağlanmış bir çizgi, bir medar, bir haraket, bir tavaf ve bir
haccsın. Onun tavafı, onun haccı ve sen bir "teslimiyet"! Bir
tevekkül, işleri Allah'a havele etmek!
Özgürlükten
daha üstün, daha öte bir şey: bizzat kendi kendine seçtiğin cebir!
Aşk
zirvesine ermiştir. Aşk mutlaka ermiştir. Ve sen kendini kendinden tecrit
ettin. Soyutladın, soyut oldun. Anlıyorsun ki zerre zerre onda eriyor, zerre
zerre onda yok oluyorsun; baştan başa aşk oluyor, kendini feda ediyorsun!
Aşkı,
hareketle izah etmek isteseler, nasıl izah ederler? Acaba bu hareket, nasıl bir
şey?
Kelebek,
öteden beri bize öğretmedi mi!
Kâbe
aşk merkezidir. Sen ise bir pergel merkezisin ve bu dairede sersem olmuşsun!
Hacer bize
öğretmedi mi? Öğretti elbette.
Büyük
maşuk, insanın büyük müttefiği -Allah- insana ferman vermektedir.
Memedeki
çocuğunu al, şehir, memleket ve bayındır yerden hicret et, otların, hatta çöl
dikenlerinin bile yeşermeye korktukları, bu korkunç vadiye gel.
O,
bütünüyle teslim olup, emre boyun eğiyordu. Sadece aşkın kabul edebileceği,
yalnızca aşkın anlayabileceği bir emir!
Bu
uzak vadinin ortasında, bu kuru, yanık ve ürkünç dağların arasında tek başına
bir kadın ve tek başına bir çocuk! Taşlar önce erimiş sonra katılaşmış ateş
kütleleri gibi.
Nasıl
olur? Susuz? Bayındırsız, imarsız? Kimsesiz? Ipıssız?
Fakat...
O söylemiş, o istemiştir. Tevekkül, tevekkül-i mutlak... akıl, mantık ve
hesabın anlayamadığı şey. Hayat su ister, çocuk süt. İnsan ,dost ister, kadın,
murakıp; anne himayeci; dost yalnız; yardımcı güçsüz...
Evet
doğru... fakat aşk, bütün yokluk ve olumsuzlukların yerini doldurmaktadır. Eğer
ruh, aşkı tanışa, aşkla yaşanabilir. Mücahid, aşk silahını kuşansa, boş elle
savaşılabilir.
Ey
yalnız insan, ey yalnız câriye, güçsüz kadın. Ey çocuk, ey anne Ona dayan, aşka
sarıl, tevekkül et!
Yedinci
turun sonunda tavaftan çıkarsın.
Yedi
mi dedin?
Evet!
Burada
yedi, altı+bir değildir. Yedi Allah'ın evini tavaf etmem, kendimi halka adamam
demektir. Burada yedi sonsuzdur; daima halkın geçiş yerinde Onun evinin
çevresinde dönüyorum. Bu haccdır, ziyaret değil.
Yedi,
"kainatın yaratılışı "nı hatırlatır.
Ve sen
tavafta kendini âlemin bir zerresi sanmıyor muydun? Yoksa bir merkezin
çevresinde tavaf etmek, varlığın bir nümayişi değil midir?
Tevhidi
dünya görüşünün pratik yorumudur bu?
Şimdi
sıra Makam-ı İbrahim'de iki rekat namaz kılmaya geldi.
Burası
neresi? Makam-ı İbrahim: üzerinde İbarihim'in ayak izlerinin bulunduğu bir kaya
parçası. İbrahim, bu taşın üzerine çıkarak Hacer ül-Esved'i -Kabenin yapıtaşı-
yerine koymuştur.
Evet,
İbrahim, bu taşın üzerinde durmuş, ve Kâbe'yi inşa etmiştir.
Ne
kadar sarsıcı değil mi? Ne kadar etkileyici olduğunu anlıyor musun?
Yani
ayak, İbrahim'in ayağını koyduğu yerde durmaktadır. Kimin ayağı senin ayağın!
Vay
be! Bu Tevhid insanın başını neler getiriyor, insana neler yapıyor! Ne kadar
zor ve çetin! Bazen seni bir hiç yapıyor, bazen her şey. Bazen senin "sen
olmaklığına" tahammül edemiyor, seni çamura batırıyor, bazen melekûtun
zirvesine çıkartıyor ve Allah'la diz dize oturtuyor, Allah'ın özel Haremine
götürüyor, Allah'ın çok yakını yapıyor, Allah'ın benzeri olarak görüyor.
Sana
vuruyor, çarpıyor, eziyor, yok ediyor, eritiyor, tahkir ediyor, boynuna kölelik
buyunduruğu geçiriyor, alnını toprağa secde ettiriyor ve sonra da seni
çağırıyor:
Ey
dost! Ey arkadaş! Benim yalnızlık dostum, haremimin mahremi, sırdaşım,
emanetçim, muhatabım, yaratış gayem, özel dostum...!
Bir
saat önce, tavaf girdabının kenarında durmuş, azar yağmuruna tutulmuştun.
"Senlik" içinde durmuş, kendi ferdiyetinin ayağı üzerinde karar
kılmış, halkın dışında, halkı seyretmiş olan seni değersiz bir zerre olarak
görüyor, "pis kokulu bir çamur", "kuru kil", "çanak
çömlek yapımında kullanılmanın dışında bir işe yaramayan toprak parçası"
ve "sel artığı çamur" olarak...
Hareket
eden, haccetmek gibi bir hedefi olan, dolayısıyla geri kalmayan, korkmayan ve
koku salmayan akıcı sel gider, saf, ihtişamlı, coşkulu, ezici bir biçimde yol
arayarak, çöllere galip gelerek ve setleri yıkarak... Ve sonuç çölde bağ,
bahçe, bayındırlık, cennet bitirmek... İşte sen böyle bir selden geri kalırsan,
çökelir, yere yapışır, kuru bir çamur tabakası olursun. Katı, sert ve delik
deşik bir tabaka: "Ateşte pişmiş gibi kuru bir çamur." (Rahman, 14)
Sonra
ne olur?
Yerin,
bağ ve bahçelerin, toprak, filiz ve bitkilerin üzerini örtersin (küfr). Senin
bu örtün aşk ve şevkle filizlenmeye hazır binlerce tohumu kararsızlaştırır.
Bitab düşürür, açmaya, yerden baş vermeye, fezaya doğru dal budak salmaya,
dallanıp budaklanıp göklere çıkmaya, güneşe erişmeye mecalleri kalmaz hale
getirir. Toprağın derinliklerine gömersin onları, çürütür öldürürsün.
"Onu
örten de kesinlikle yıkıma uğramıştır."20 (Şems, 10)
Sel,
mest olmuş, saf ve parlak bir biçimde hayat bahşederek, tıpkı Mesihı bir ruhla
akıp gidiyor!
Sen
ise eğer bir çukurda, bir ruhbanlık ve ferdiyet köşesinde, "kendinin kendi
olmaklığı" kuyusunda kalır, inzivaya çekilir, kendi ferdiyet kalende
mahpus olur, kendi zevklerinin veya riyazetinin esiri durumuna düşersen, o takdirde,
köpürür, pis bir su göleti olursun; vücudunda yüzlerce hastalığa sebep olan
böcekler yuva kurar, ruhunda ürer ve ölürler. Rengin bozulur, yüzün değişir,
tadın ve kokun, asliyetini kaybeder, murdar bir mezarlık olursun. Kokar,
bataklık haline gelirsin:
"Kuru
bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan" (Hicr, 26)
Ne
güzeldir taştan çıkıp başını taşa vurmak
Çöl
olsa, bölünürdü ortadan, ikiye Dere olsa, inerdi yukardan aşağıya!
Ya
senin yüreğin?
Bir
bataklık gibi adeta!
"Durgun,
sakin, yavaş ve sessiz"!....
Ak,
sel ol, Ez, sil süpür...
...
çık da gel! Haccet! Tavaf eden halk girdabına katılarak
Tavaf
et!
Ve
şimdi bir saat sonra, yani Tavaftan sonra: bu "fena fî halk-i âşık"
[aşık halkta fena olma] denizine daldın, "Tavaf eden insanlık"
girdabında boğuldun. Kendinde sahip olduğun "kendi fâni varlığını",
Allah'a yönelen "halkın bakî varlığına bıraktın, yokluk dalgalarının
arasında yüzdün, "halkın geçtiği yol"da, "Allah'ın
yörüngesinde" dolaştın; "sonsuzluk ekseni'ne ve "sonsuz felek
çarkı'na yerleştin... Şimdi bir İbrahim oldun!
Mâkâm-ı İbrahim
Tavaf
girdabından çık, başladığın noktadan! Tıpkı ölümden hayatın, yokluktan varlığın
çıkması gibi, battığın yerden, bizzat kendinin var oluş ufkunda şimdi
doğuyorsun, "kendinin kendi oluşu" ufkundan...!
Şimdi
senin "İlahı öz"ün, içinde, senin çamursal seninde bulunan
"Allah'ın ruhu" girdabtan doğup başını kaldırıyor. Nereden?
Başladığın, içine girdiğin köşeden; Allah'ın Elinin, Sağ Elinin altından. Artık
kendin oldun. Bütün sahte "ben'lerinin ölümüyle o gerçek "ben"e
kavuştun...
Pak ve
ak İhram elbisesi içinde Allah'ın hareminde, İbrahim'in işlediği yerde!..:
Mâkâm-ı
İbrahim'de duruyorsun. İbrahim'in ayak bastığı yere ayağını koyuyor, karşısına
geçiyor, Ona kulluk ediyorsun.
Tarihin
büyük put kırıcısı, yeryüzünde Tevhidin bânısi, toplumun hidayet elçiliğini
omuzlayan, çok sabırlı isyankar, yol gösteren başkaldırıcı bir İbrahim'sin...
İbrahim ki yüreğinde dert, gönlünde aşk, yüzünde nur ve elinde balta...!
Küfrün
kalbinden imanın yükselişi, şirk bataklığından Tevhidin fışkırması... İbrahim,
beşeriyet taifesinin putkıran insanı, kabilesinin put imalatçısı Azer'in
evinden çıkmadı mı?
Putkıran,
Nemrutları mağlub eden, cehaleti ezen, zulmü yıkan, uykunun düşmanı, zillet
suskunluğuna isyan eden, zulme karşı güvenliği getiren, toplumun önderi ve
komutanı, hareketin öncüsü, hayat, hareket ve yönün, ülkü ve ümidin, iman ve
tevhidin önderi...
Evet
sen bir İbrahim'sin şimdi! Ateşin üzerine -içine- yürü zulüm ve cehalet
ateşini; ta ki halkı ateşten kurtarasın, zulüm ve cehalet ateşinden.
Her
sorumlu insanın, nur ve necat sorumlusu her insanın yazgısında var olan ateş.
Ancak...
Tevhid Rabbi, İbrahimîler üzerindeki Nemrudılerin
ateşim kırmızı güle dönüştürüyor!
Yanmaz,
kül olmazsın. Maksat cihad yolunda, "ateş"e kadar yürümendir; halkın
ateşten kurtuluşu yolunda kendini ateşe bırakman, en ıstırap verici şehadete
erişmendir.
Sen
İbrahimsin artık! İsmail'ini kurban et, kendi ellerinle hem de. Boğazına bıçağı
daya.
Daya
ki bıçağı halkın boğazından çekip alabilesin; durmadan iktidar saraylarının
temelleri altında, talan hazînelerinin başında, dırar [zarar] ve zillet
tapınaklarının eşiğinde boğazlanan halkın boğazından bıçağı al ve İsmail'inin
boğazına daya. Daya ki bıçağı celladın elinden alabilesin!
Fakat..
İsmaillerin fidyesini O Allah, o İbrahim'in İlahı bizzat ödüyor:
Öldürmezsin,
korkma! İsmail'ini kaybetmezsin. Amaç, iman yolunda "İsmailini, kendi
ellerinle kesme noktasına kadar ilerlemendir.
Taki
"en dert verici şahadet" e eresin...!
Ve
şimdi sen ey aşk tavafından gelen, "Mâkâm-ı İbrahim'de durmuş, İbrahim'in
mevkiine erişmişsin!
İbrahim,
bu mevkie, bu makama gelinceye kadar, feleğin yedi çemberinden geçmişti: put
kırma, Nemrud'u yenme, mancınıkla azap ateşine atılma, İblisle savaş, İsmail'i
boğazlama ve ... hicretler, ıstıraplar, yalnızlıklar, işkenceler ve nihayet
nübüvvetten imamemete/"ferdiyetten 'toplum'a, "put imalatçısı Azer'in
evinin üyesi" olmaktan "Tevhid binasının inşa edicisi" olmaya
kadar bir çok aşamalardan geçmiştir.
Sonra
burada durmuş, saçlarına ak düşmüş, bir tarih olan ömrün sonunda Evi inşa etmek
ve Hacerü'l-Esved'i yerine koymakla memur. Allah'ın Evi, Allah'ın Eli ve dostu
İsmail!
İsmail
taş çekiyor ve babasına veriyor. Baba taşın üzerine çıkarak evin temellerini
inşa ediyor, evi yapıyor!
Ne
hayret verici bir durum! İsmail ve İbrahim, Kâbe binasının ustaları ve
yapımcıları. İsmail ve İbrahim! İbrahim, ateşten kurtulmuş, İsmail'se kurban
olmaktan! Bu aşamalardan geçmiş her ikisi de. Sonunda ikisi birlikte, Allah'ın
memuru olmuşlar, halkın sorumlusu, yeryüzünde en eski Tevhid Mabedinin mimarı,
tarihte ilk "halk evi'nin, "özgür ev'in, özgürlük evinin, aşk
Ka'besi'nin ibadet ve haram Kâbe'sinin, melekût'un iffet örtüsünün sembolü olan
Beytullah'ın mimarı olmuşlar.
Ve
sen, şimdi işte "Makam-ı İbrahim'desin. İbrahim'in ayaklarını koyduğu yere
basıyorsun. İbrahim'in yükseliş merdiveninin en son basamağındasın. İbrahim'in
Mirac'a çıkışının en yüksek noktasındasın, Takarrübde İbrahim'e en yakın
mesafedesin:
"Makam-ı
İbrahim"de!
Ve sen
Kâbe'nin banisi, özgürlük evinin mimarısın; Tevhidin kurucusu, sorumlu, âşık,
duyarlı, bilgin, putkıran, toplumun önderi, Nemrud'un zulmüyle kavgalı, şirk
cehaletiyle savaşan, İblisin vesvesesiyle "halkın içine vesvese tohumları
atan Hannas'la cihad halinde bir insansın.
Istırap
ve perişanlıklara tahümmül, tehlike, ateş gibi şeylere sabır... İsmail'ini
kesme!
Şimdi
artık kendin için bir ev, İsmail'in için bir karargah sözkonusu değil.
Sözkonusu olan, halk için bir ev, sığınmasızlar için bir çatı, yeryüzünde
korkarak ve kanlar içinde kaçan, sığınacak bir yer bulamayan kaçaklar, takip
edilenler, her yerde Nemrud'un takibi altında olan yaralı ve sığınmasız avlar
için bir sığınak;
bu karanlık Şeb-i yeldâ'da bir meşale,
bu zulüm gecesinde bir feryâd!....
İnsan
için, Allah'ın ailesi -halk- için emin, pak, özgür bir harîm ve harem. Tersine
başka her yer utanç verici, emniyetsiz! Yeryüzünü sayısız ve kocaman bir
saygınlığı olmayan kocaman bir kerhaneye dönüştürmüş; tecavüz, hile, adam
tutmanın dışında her şeyin yasak addedildiği bir mezbahaya çevirmişler. Sen ey
İbrahim rolünde ortaya çıkan Hacı! Makam-ı İbrahim'de durmuş, İbrahim'in
bastığı yere basmış ve İbrahim'in Allah'ının Eline biat elini vermişsin.
Öyleyse
İbrahim gibi yaşa, kendi çağının iman Kâbe'sinin mimarı ol. Toplumunu durgun ve
ölü hayatın pisliklerinden, uyku rahatlığından, zulüm zilleti ve cehalet
karanlığından çıkar, harekete geçir, onlara yön kazandır, Hacca çağır, tavafa
getir...
Ve sen
ey Allah'la "müttefik" olan, ey İbrahim'le adımdaş olan! Ey tavaftan
gelen, tavaf eden halkta fâni olmaktan gelen, İbrahim suretinde ortaya
çıkmışsın, Kâbe'nin mimarının, Harem şehrin kurucusunun yerinde Mescidü'l-
Haram'da kendi müttefikin -Allah'ın-karşısında durmuşsun.
Kendi
toprağını, harem bölge yap!
Zira
harem bölgedesin.
Kendi
çağını haram zamanı yap; zira haram zamandasın.
Yeryüzünü
de Mescid-i Haram kıl; zira Mescid-i Haramdasın, zira "yeryüzü Allah'ın
Mescidi'dir".
Oysa
görüyorsun ki şimdi öyle değil!
Sa'y
Mâkâm-ı
İbrahim'de tavaf namazını ifa ettikten sonra "Sa'y yeri" ne gidersin;
Safa ile Merve tepeleri arasında, üçyüz metre kadar bir mesafe. İki tepenin
arasım yedi kez "say" edersin. Safa tepesinden aşağıya inersin. Yolda
Kâbe'nin hizasına varır ve ondan sonra yolun bir kısmını "hervele"
yaparsın. Daha sonra normal yürüyüşüne geçersin.
Yolun geri kalanını, Merve tepesinin eteğine kadar say edersin.
Say,
hedefi olan arayış dolu bir harekettir, koşmak ve atılmaktır.
Tavafta
Hacer rolündeydin
Makamda
hem İbrahim hem İsmail rolünde
Şimdi
saye başlıyor, tekrar Hacer rolüne geri dönüyorsun!
Herkes
birdir burada. Bütün şekiller, kalıplar, görünüşler,
unvanlar, benlikler, rütbeler, ayrıcalıklar, sınırlar, mesafeler, alâmetler,
renkler ve modeller silinmiş, yok olmuştur. Burada doğal haliyle insan ve doğal
haliyle insanlık sözkonusudur.
İman
ve aşk, akide ve ameldir burada geçerli olan. Gerisi bir hiç...!
Burada
şahsın, falanın, filanın sözü edilmez, İbrahim, Hacer ve İsmail de sözkonusu
değildir burada . Bunlar, burada artık fertler ve şahıslar değil, sadece kelime
ve anlamlardan ibarettirler.
Var
olan her şey, hareket ve sebat, insanlık ve ulûhiyyettir ve burada sadece düzen
vardır.
İşte
Hacc budur: Yönelmek, niyet etmek, sabit bir yönde mütemadiyen, hareket
etmek... Bütün bir evren de budur esasen.
Ve
şimdi
Sa'y.
Burada
Hacer'sin!
Hacer:
bir kadın, övünçsüz, tahkir olmuş Afrikalı bir kadın, bir câriye, siyah bir
câriye, Habeşli... bir kadının: Saranın cariyesi!
Bütün
bunlar, beşerî düzende şirk düzeninde geçerlidir. Fakat Tevhid düzeninde: bu
câriye Allah'ın muhatabı, Allah'ın büyük Peygamberlerinin annesi, Allah'ın
rasülü, Allah'ın yarattığı en güzel ve en aziz değerlerin tecelligahı.
Hacc
tiyatrosunda baş kahraman, en seçkin sima,
Ve Allah'ın
özel hareminde bir tek kadın, anne!
Aşk
buyruğuyla süt emen çocuğunu tutup mamur şehirden, kendi hayat ve toplumundan,
akrabalarından, bu taş ve asık suratlı tepelerin arasına geldi, tek başına,
hiçbir azığı ve hiç bir kimsesi yok, sadece aşkı var!
Geldi,
çocuğunu -Allah'ın fermanıyla- bu vadinin ortasına bıraktı, kuru, yanık, susuz,
erimiş, kurak, bitkisiz bir vadi, bir hiç yani.
Korku,
dehşet, ürperti, yalnızlık ve ölüm vadisi...
Mutlak
tevekkül!
Ne
kadar şaşırtıcı bir şey! Allah böyle yap demiştir: Ben sana, çocuğuna,
yaşamına, geçimine ve geleceğine kefilim! Sen ey Hacer! teslimiyet ve tevekkül
timsali, aşka inancın ve tevekkülün büyük muzafferi! sen benim himayem
altındasın.
Ve
Hacer, teslimiyet ve itaatle çocuğu vadinin ortasına bırakmıştır. Zira Allah
böyle demişti.
Aşk,
böyle istemişti!
Fakat
Hacer, teslimiyet ve rıza kahramanı bu kadın, hiç durmaksızın ayağa kalktı, tek
başına, Mekke çevresindeki kuru, kurak, yamk-yakıcı dağlarda su aramaya, su
bulmak için koşuşturmaya, bütün gücüyle aramaya, hareket, gayret, himmet,
kararlılık ve kendine güvenle, kendi ayakları üzerinde durarak, kendi
iradesiyle, kendi düşüncesiyle su bulmaya çabaladı. Bir kadın, bir anne, tek
başına, âvâre, perişan, muztarip, mesul, telaşh, arayış içinde, âşık, mümin,
aşüfte, dertli, korumasız, sığınmasız, evsiz, toplumsuz, sınıfsız, ırksız,
kimsesiz umutsuz... ama umutlu, bir esir, bir garib, bir câriye, kimi kimsesi
olmayan, nefret sürgünü, aristokrat düzeninden kovulmuş, milletin, soyun,
sınıfın nefretini kazanmış, hatta ailenin kovduğu siyah bir cariye ve kucağında
bir çocuk, evinden şehrinden uzaklaştırılmış, üstün ırk ülkesinden atılmış,
çölün gurbet ellerinde âvâre, uzak dağlıkların tutsağı.. Ve şimdi tek başına,
çalışkan, yorulmak bilmez, umutsuzluk tanımaz, kararlı gayretli, dağlar
arasında âvâre, yalnız başına,
Yüksek
tepelerin başında feryad etmeden koşuşturuyor.
Su
arayışı içinde!
İbrahim
kültürünün prometesi,
Bir
Tanrı değil, bir câriye
"Ateş"
değil "su" bahşeden bir câriye.
Su mu?
Evet su! Gayb değil, metafizik değil, aşk değil, tevekkül değil, teslimiyet ve
itaat değil, âb-ı hayat değil, âb-ı ruh değil, âb-ı mânâ değil? Peki ya nedir?
Aydınlanma suyu mu? Gökyüzü mü? Hayır, hayır...
Arştan
yağan değil, yerden kaynayan. Maddinin maddîsi. Yeryüzünde akan sıvı bir madde.
Maddî hayatın teşne olduğu, bedenin muhtaç olduğu, vücudunda kan halini alan,
annenin memesinde süte dönüşen ve çocuğun ağzında su olan şey!
Su
aramak için Sa'y, maddî hayatın olmazı olmasık, baştacı, yeryüzü hayatının
âbidesi, nesnel bir ihtiyaç, insanla toprak ve dünyayı birbirine bağlayan bağ,
bu dünyaya ait cennet, yeryüzü sofrası...
Ve Sa'y:
maddî bir iş, Maddi bir çaba; su için, ekmek için, susuzluğunu gidermek için,
çocuğunun açlığını gidermen için, iyi yaşaman için çabalamak ve koşuşturmak...
Susamış bir kimse, bu yanmış ve yakıcı çölde bir pınar bulup kendisine su
armağan etmeni beklemekte. Zira sen sorumlusun.
Sa'y:
ihtiyacını doğanın kalbinden temin edinceye, taştan su çıkarıncaya kadar
yeryüzünde, toprakta didinmek.
Sa'y:
mutlak maddiyat, maddî ihtiyaç, maddî eylem, maddî hedef!
İktisat,
tabiat, gayret!
Yani:
ihtiyaç, maddiyat ve insan!
Mutlak
aklediş!
Hayret!
Sa'y ile tavaf arası, bir kaç adım, bir kaç saniye ve fakat bunca yol, bunca
mesafe sözkonusu!
İki
zıddın, iki karşıtın fasılası!
Tavaf,
mutlak aşk,
Sa'y
ise mutlak akıl!
Tavaf,
büsbütün "O"!
Sa'y
ise büsbütün "sen"
Tavaf
cebr-i İlahî!
Sa'y
ise ihtiyâr-i insanî!
Tavaf,
mumun çevresinde döne döne yanıp kül olan, hiç olan, aşkta yok olan, ışıkta
ölen bir kelebek...
Sa'y
ise sarp ve kara dağların tepelerinde kendi büyük gayretiyle uçup rızık arayan
ve rızkını taştan çıkaran bir kartal...
Gök ve
yer onun emrinde; rüzgarlar, onun uçuşuna ram. Uzak ufukları, onun uçuş
menzilinde, bütün bir uzay boşluğu onun himmet ve gayretinin cilvegâhı, bütün
bir yeryüzü onun kanatlarının altında, Yeryüzünün sarp kayalıklı dağları, onun
keskin ve mağrur bakışlarına ezilmiş ve teslim olmuş!
Tavaf,
kendini "hakikat'te kaybetmiş insandır.
Sa'y
ise kendini "gerçeklik'te kaybetmiş beşerdir.
Tavaf,
insan-ı meteâl!
Sa'y
ise insan-ı muktedir.
Tavaf,
aşk, perestiş, ruh, estetik, fedakarlık, şehadet, ahlak, hayır, değer,
maneviyat, zihniyet, hakikat, iman, takva, riayzet, huşu, kulluk, irfan, işrak,
kalp, teslimiyet, tevekkül, meşiyyet, mavera, gökyüzü, ğayb , cebr, itaat,
başkaları, halk, din, ahiret, mead ve Allah.
Doğu
ruhunu meraklandıran şey!
Sa'y
ise : akıl, mantık, ihtiyaç, hayat, realite, ayniyet, nesnellik, yeryüzü,
madde, tabiat, fayda, endişe, ilim, sanat, maslahat, lezzet, medeniyet,
iktisat, içgüdü, cisim, tercih, irade, tasallut, dünya, kudret, geçim yolu ve
kendin
Batıyı
gayrete getiren şey!
Tavaf,
yalnızca Allah'la ilgili;
Sa'y
ise sadece beşerle.
Tavaf,
ruhtan başka bir şey değil,
Sa'y
ise cisimden başka bir şey değil.
Tavaf,
"var olma" ıstırabı, "gökyüzünün dağdağası",
Sa'y
ise "yaşam zevki", "toprağın sükûnet".
Tavaf
"susuzluğu" arayış,
Sa'y
ise "su"yu arayış.
Tavaf,
kelebek,
Sa'y,
kartal.
Ve
Hacc : iki zıddın birleşmesi, cem'-i zıddeyn! Tarih boyunca insanlığı meşgul
eden, "materyalizm mi idealizm mi? Akıl mı işrak mı? Dünya mı Ahiret mi?
Metâlanma mı zühd mü? Yeryüzü sofraları mı gökyüzü sofraları mı? Maddiyat mı
maneviyat mı? İrade mi meşiyet mi? Ve nihayet Allah'a mı dayanmak, kendine
mi?" gibi ikilemli sorulara insanoğlunu maruz bırakan tezadın halli.
İbrahim'in
Rabbi, sana öğretiyor : "Her ikisi de"! Bu öğrenim, felsefe, irfan,
ilim, kelimelerle değil, bir örnekle, bir "insanla yapılır.
Bu
"insan", dünya filozoflarının, dünya ariflerinin, bütün iman
arayışçılarının ve hakikat sevdalılarının, Allah'ın büyük dersini almaları
gereken bir simadır. Bu sima bir kadındır, siyah bir kadın, Habeşli bir kadın,
bir cariye.
Hacer!
Bir anne!
O,
"aşk" fermanıyla kendini "Ona" mutlak olarak teslim eder,
çocuğunu şehir, memleket ve hayattan alıp bu yanık, yakıcı, suzu, harab,
kimsesiz vadiye getirir ve vadinin eline teslim eder.
Tam
bir tevekkül, bütün hesap-kitapların yerini iman gücüne bırakmak, aşka,
"O"na dayanmak...!
Tavaf!
Fakat
o, âbidler ve zâhidler gibi, çocuğunun yanıbaşında oturarak mucize beklemez,
ğaybdan bir el uzansın da bir çözüm bulsun, gökten bir sofra insin, cennetten
bir nehir gelsin, tevekkül ihtiyacı gidersin diye bekleyip durmaz.
Çocuğu
"aşk" a emanet eder ve kendisi hemen "Sa'y"e başlar,
koşuşturur, "iradesini" sembolize eden ayakları ve gücünü simgeleyen
elleriyle...
Şimdi
Mekke'nin etrafındaki ıssız, kurak dağlarda "yalnız",
"susamış", "sorumlu", "garib", "âvâre"
bir insan, "su" temin etmek için çaresizce didinip duruyor!
Hayret
edilecek bir durum!
Acaba
Hacer'den mi söz ediyorlar, yoksa "insandan mı?
"Hacer'in
sa'yi" başarısızlıkla sonuçlanır, umutsuzca çocuğuna döner ve bir de ne
görsün: Ne garib! aşka emanet ettiği bu çocuk, susuzluğunun bıkkınlığıyla
kıvranıp dururken, ayaklarıyla yere vurmuş, umutsuzluğun zirvesinde, sonuçsuz
çabaların sonunun geldiği yerde, evet tam o anda, tahmin edilemeyecek bir anda,
beklemediği bir yerden, ansızın, birden bire, evet mucizevi bir şekilde :
-Allah'ın
niyaz ve rahmet gücüyle-
Zemzem...!
"Suyun
ayak sesi"
Zemzem!
Taşın
kalbinden çıkan, hayak bahşedici tatlı su kaynağı,
İşte...
ders!
"Su"yu
bulmak, "Sa'y'le değil, aşkla bulmak, fakat "Sa'y'den sonra"!
"Her
ne kadar, çalışarak ona ulaştı rmasalar da
ey
gönül, sen yine de gücünün yettiği kadar çalış"!
Çaba
göster, ey aşka dayanmış kişi, Sa'y et! Tam bir iman, tam bir tevekkül!
Yedi
kez, tam tavaf sayısı kadar!
Fakat
çember çizerek değil, Çembersel çaba, değirmen eşeğinin sa'yi gibidir, kısır
döngüdür, sonuçta başa dönersin. Böyle bir şey "abes",
"anlamsız", içi boş daire, içeriksiz, hedefsiz: tıpkı sıfır gibi.
Yemek
için çalışmak, çalışmak için yemek. Peki sonuçta ne var? Ölüm!
Yaşamak
için yaşamak değil? Allah için yaşamak.
Sa'y
için Sa'y değil, halk için Sa'y.
Ve
hareket, eğlence yerinde değil, dosdoğru bir çizgi üzerinde, bir yol, hicret
üzerinde hareket, başından sonuna, başlangıçtan hedefe bidayetten nihayete,
Safa'dan
Merve'ye.
Gidip
gelmek, yedi kez gidip gelmek. Fakat çift değil tek, Sa'yin, Safa'da değil,
hareket ettiğin yerde bitmesi için.
Yedi
defa, yani her zaman yorulmak bilmeden, bütün bir ömür boyu "Merve'ye
ulaşıncaya kadar...!
Acaba
:
"Safa'dan
başlamak, "başkalarını pak olarak sevmek" demek mi?
Merve'de
bitirmek, "nihaî insanlık=mürüvvet",
başkalarının uygunsuzluk, yanlışlık ve eksikliklerini
görmeme
büyüklüğü demek midir?
O
başkaları kimler? Hangi başkaları? Sa'yde seninle birlikte olanlar mı?
Ne
bileyim ki?
Fakat
bildiğim bir şey var, o da şu:
Aşkta
"kendini yok sayma" girdabında kendini göster, İbrahim'in ayaklarını
koyduğu yere ayak bas. Bunları yaptığın zaman ey insan, işte o zaman Hacer gibi
"yalnız", "âvâre", "su arayan", yeryüzü çölünde
"sürgün", "sorumlu", "susamış", hayat serabında
"su peşinde" sin demektir.
Safa
tepesinde, âvâre, didinen beyaz insan seline bak. Bak ki ne kadar arayış içinde
olan, bitkin ve susamış olarak Safa'dan inen insanları göresin. insanlar, bu
çölün yanık- yakıcı kayalıklarından su bulmak için koşuşturup duruyorlar.
Merve'ye doğru akıyor, Merve tepesine çıkıyor, su bulamıyor, boş eller, meraklı
bakışlar ve susuzluktan çatlamış dudaklarla geri dönüyorlar. Sonra yine
Safa'nın kuru ve kurak çölüne varıyor ve görüyorlar ki yolun sonunda, daha önce
var olan şeyin aynısı var. Geri dönüyor ve aceleyle geliyorlar. Yine Merve'ye
varıyorlar. Değişen bir şey yok. Tekrar dönüyorlar. Değişen bir şey yok. Tekrar
dönüyorlar, aceleyle gidip geliyorlar, yedi defa oluncaya kadar! Daima!
Sonuçta
su bulamaz, ama Merve'ye ulaşır, o insan seli!
Sen ey
katre! Kendini Safa tepesinden, bu beyaz avarelik, telaş ve susuzluk nehrine
at!
Cemiyet
selinde boğul, yukarıdan aşağıya bırak kendini, Sa'y et herkesle birlikte.
Yolun
ortasında Kâbe'nin hizasına varırsın, o zaman "hervele" yap, herkesle
uyumlu bir şekilde...
[Sa'y konusunun bu kısmında Celâl-i Âl-i Ahmed'den söz etmek
istiyorum]
Onunla
birlikte Sa'y etmem gerekiyordu. Bir kez daha Hacca gitmeyi ahdetmiştik, ama bu
kez birlikte gidecektik. Ölüm meleği o yıl onu aramızdan aldı. Ve ben tek
başıma gitmek zorunda kaldım. Ama gittiğim her yerde onu yanıbaşımda
görüyordum. Bütün ibâdetleri yapmaya, adım adım birlikte gidiyor, Haccı birlikte
ifa ediyorduk sanki. Fakat bilmiyorum, bu beraberliğimiz, niçin Sa'yde daha
fazla "idi". Aydınlık bir zuhuru, zinde ve sıcak bir huzuru vardı.
Koşarken ayak seslerini işitiyordum, aşüfte, hızlı hızlı nefes alışları,
yaşlılık nefesleri gibi, o kadar ateşli, o kadar teşne ve aşıktı ki. Kendimi
yalnız başına sersemce o tarafa bu tarafa koşuşturan halkın coşkulu susamışlık
ve şaşkınlık seline attım, ama hangi yöne baksam onu görüyordum. Bazen hem onu
sürüklerken, bazen de o beni sürüklüyordu. Bazen görüyordum: tıpkı Safa
tepesinden düşmüş bir kaya gibi sele karışıyor ve ilerliyordu. Bazen de onu
ensemde hissediyordum, hevvele yapıyordu, Sa'y alanı adeta titriyordu o esnada.
Onu anlıyor, duyuyor ve görüyordum : Başım, beton direğe vuruyor ve
patlayıncaya kadar bunu yapıyordu; tıpkı Hallaç gibi bu ağır yükü taşımaktan
bıkmıştı. Sa'y de onca çatlağı kapatamıyordu. Başını ellerinin arasına alıyor
ve halkın arasına gelerek fer- yadu figan eyliyor, vurun vurun diye
yalvarıyordu. Bana karşı çok isyan etmişti! Acaba bütün bunlar niçin daha
ziyade Sa'y'de "oluyordu". Belki kendi Hacc'ında da böyle olması
nedeniyledir. Hep "rapor" olan ve her yerde keskin bakışların
çalıştığı bu "seyahatname" de, sadece, Sa'y alanında alevlenir ve
kalbini verir, Hac ruhu fıtratına girer ve ğaybın görkemi onu bitkin düşürür,
kendini kaybettirir! Belki de bu, Sa'y yerinin onun ömrüne, Sa'yin de onun
hayatına benzemesindendir. Bu çölde susamış olan İsmaillere "su"
bulma telaşıyla susamış, âvâre ve meraklı... Belki onun yürüyüşü Saye benzediğinden,
ne kadar çabalasan ona ulaşmak için durmadan koşman gerekirdi. Bir an dalgınlık
etsen de arkaya, sağa ve sola bir an bakıversen, geri kalırdın. O acele ederek
kendi ömrünü geçiyordu. Asla yürümezdi, adım atmaz, hervele yapardı. Yani
koşarcasına yürürdü. Adeta arayış coşkusuna susamış, araştırmaya aç gibi, daima
üzerinde İhram, Safa ile Merve arasında heyecanlı bir şekilde çaba harcardı
gider ve çölde su arardı. Bu onun yaşamıydı aslında: Hacc'da tek başına Sa'y
alanına adım atar atmaz, yanıp tutuşur, "Mîkât'ta bir çöp" iken Saye
ulaşır ulaşmaz "Miad'da bir kimse" olur ve "kalp gözü açılır,
ondan sonra görülmeyeni görür ve şunları anlatırdı:
"Safa
ile Merve arasındaki bu Sa'y, şaşkına çeviriyor insanı. Yönünü birden bin
dörtyüz sene öncesine, on bin yıl öncesine dönderiyor. "Hervele"
siyle, (sekmek değil, bilakis sadece hızlı gitmek) ve yüksek ve gayr-i ihtiyarî
terennümüyle, ayaklar altında kalmalarıyla, ezilmeleriyle, insanların
"kendi'nde olmamalarıyla, terkedilmiş terliklerle, grup grup birbirine zincirlenmiş
olan cemaatin buğulu gözleriyle ve meczubluktan arı olmayan bir koşmaca içinde,
yaşlıları götüren çarkları, iki kişinin önden ve arkadan omuzlarına aldığı mahfelerle
ve ferdin toplumda kaybolmasıyla Hacc... Bu topluluğun en son hedefi nedir? Ve
bu seferin en son hedefi nedir? Belki onbin belki de yirmibin kişi yek vücut
bir ameli yapıyorlardı. Öylesine büyük bir kendinden geçmişlik arasında sen
kendin olabilir, tek başına amel edebilir misin?
Topluluğun
basınç ve tazyikinin seni sürüklediği bir yerde, bir cemaatın arasında korkman
ve bir şeyden kaçarken engele rastlaman mümkün olabilir mi? Öyleyse korku ve
vahşetin yerine "kendinden geçme'yi koy, kaçmanın yerine de
"avareliği" ve sığınak aramayı. Öyle seçme hakkı olmayan bir topluluğun
için de seninde ihtiyarın yok. Böyle bir toplulukta acaba "kişi"
hangisidir? İkibinle on binin farkı nedir?
Yemenliler,
saçları perişan ve pis, gözleri çökmüş, bellerine ip takmışlar, her biri
mezardan çıkmış tıpkı bir hortlak gibi. Ve siyahlar; iri, uzun boylu ve kazık
gibi, dudaklarını köpük bürümüş, bedenin bütün azalarıyla hareket ederler. Bir
kadın ayakkabıları koltuğunun altına almıştı ve tıpkı sokakta kaybolmuş biri
gibi inleyerek koşuyordu. Sanırsın ki bunlar insan değiller ve ellerinden bir
yardım gelmiyor. Atik ve heyacanlı gençlik itip kakarak gidiyordu. Sanki
karışık, kalabalık bir pazarda bir aptal. Yaşlı bir adam zorlanarak yavaş yavaş
çıkıyor, itilip kakılarak öne sürülüyordu: Naşının halkın ayakları altına
düşmesine tahammül edemeyeceğimi anlayınca, elini tuttum ve "Sa'y"
yolunun ortasında gelenleri gidenlerden ayıran sınırda bir yere oturttum.
On-onbeş kişilik bir kadın grubu, ihram elbisesinin beyazlıklarından
enselerini, -renkli bir resmi, işleme yapılmış bir nakısı- göstermişlerdi. Her
biri başka birinin ihramının belinden tutarak, birbiri peşi sıra bir tavafçının
peşinden gidiyorlardı.
Bu
beyhûdeliğin sonunu, son iki Sa'y'de görüyorsun: Biraz yokuş var, dönüş yapıp
gelmelisin. Yemenliler vardıkları her seferinde çevik bir hareketle atlama
yapıyor, dönüyor, Eve selam veriyor ve bunu her defasında yeniden
yapıyorlar.... Gördüklerime tahammül edemiyorum, ağlamam tuttu ve kaçtım... Ve
buralara gelmeyen ve dolayısıyla kendini böyle bir cemaatın ayakları altına
atmayan o Meyhane? ve Bestami zındığının ne hata yaptığını gördüm. Az bir
benlik gururunun orada yeri yoktur. Tavaf da böyle bir hali kaldırmadığı ve
teşvik etmediği gibi önler. Tavafa başkalarıyla omuz omuza gidersin, bir şeyin
çevresini dolaşırsın, dolaşırsınız. Yani bir hedef ve bir düzen var. Sen
merkezî dönmeye göre bir ışık zerresisin. Sonra bitişiksin, bağlısın, serbest
değilsin yani. Daha da önemlisi, orada işin içinde bir yüzyüze geliş sözkonusu
değildir. Diğerleriyle omuz omuzasın, yüzyüze değil yani. Beyhûdeliği, sadece
hızlı insan gövdelerinin geçişinde görürsün. Veya onların dilinden çıkan şeyi
duyarsın. Fakat Sa'y'de gider ve geri dönersin. "Ayrılan" âvâre olur.
İşin içinde bir hedef yoktur. Bu gidip gelmede sana gerçekten rahatsızlık veren
şey, sürekli olarak gözlerle yüzyüze gelmektir. Bir Hacı, "Sa'y"
halinde, koşan veya hızlı giden bir çift ayakkabıdır ve kendi olmayan veya
"kendin'nden geçmiş ya da "kendinden çıkmış bir çift göz. Ve gözler
asla göz değil. Belki çıplak vicdanlar. Veya göz çukurlarının eşiğinde oturmuş,
kaçmak için ferman bekleyen vicdanlar. Acaba bu gözlerle bir andan daha fazla
bakabilir misin? Bugüne kadar sanırdım ki sadece güneşe bakılamaz. Fakat bugün
anladım ki bu göz deryasıyla da bakılamıyor...
Kaçtım.
Sadece iki kez gidip geldikten sonra o topluluk içinde hangi sıfırdan nice
sonsuzlukları yaptığını rahat bir şekilde görebilirsin. İşte o an güzel görme,
hoş görme vaktidir. Ve yeni başlamışsın. Yoksa böyle bir sonsuzluk karşısında
sıfırdan daha azını bile göremezsin. Aynen deryada bir çöpsün. Tabi ki insan deryasında
değil! Belki bir çöp zerresisin ve o da havada. Açıkça söyleyeyim: Deli olmakta
olduğumu gördüm; başımı ilk beton direğe vurup patlamayı o kadar arzuladım
ki... Meğer kör olmuşsun ve "Sa'y" ediyorsun.
"Sa'y"
den çıkınca pazarla karşılaşırsın, dar, her şeyin birbirine yapıştığı pazar.
Bir köşeye oturdum. Sırtımı "Sa'y" yolunun duvarına dayadım. Bu
"su birikintileri'nden biriyle susuzluğumu gidermekteydim.
Batılı bir yazardan okuduğum kadarıyla "ferd"
ve "cemaat" hükmüyle düşünüyordum. Buna göre cemaat, he ne kadar
"kendi" kapsamı içinde daha büyükse de "kendisi" sıfıra
daha da yakındır. Kendimin böyle bir eşitlik içerisinde Ğayb âleminin
karşısında kendini, acılarını unutan bir doğulunun "ben"i olduğunu
anlıyordum. Cemaatle böyle. Ferdileşme halinde ise itikafta ulaştığın temayüz
derecesinde ulûhiyyet iddiasında bulunan bir "ben". Tıpkı zındık!
Meyheneı, Bestamı ve diğerleri gibi veya Hind fakirleri
gibi.
Görüyor ve anlıyordum ki bu "ben" toplum içinde, cemaat halinde
kendini "feda ettiği" oranda, ferdiyet halinde "feda
olmaktadır". Yoga, son riyazet sınırında bundan başka neye erişiyor?
Riyazet, riyazetkeş'e bir emniyet, bir rahatlık verir. Ki eğer amel dünyasında,
bu bedenin dışındakini keşfetme dünyasında ona bir el yoksa, kendi iradesinin
nakşını kendi vücuduna vurabilir. Peki öyleyse ferdin asaletiyle topluluğun
asaleti arasında ne fark var? "Sa'y'de kendi bağımızdan kaçar, kurtuluruz
ve hedefi "kendi'ni yok etmek olan bir eylem (amel) yaparız, gerek zihinde
ve gerekse vücutta.
"Yoga"
ile "kendi" bağımızda kalırız; yani kendi beden alanımızın dışında
amel gücümüz yok. Küçük bir alanla ve kendi bedenimiz üzerinde hakir bir
iktidarla iktifa ederiz. "Sa'y'da topluluk otoritesini kabul ederiz; fakat
sadece ğayb alemi karşısında. "Yoga'da ise topluluk otoritesini sıfır
noktasına vardırırız, fakat yine ğayb alemi karşısında. Eğer gelip bu bütünden
"ğayb alemi"ni alsaydın, o zaman geriye ne kalırdı? İçinde
bulunduğumuz bu sistemde, "fert" ve "toplum'un hiç bir asaleti
yok. Asalet Ğayb Âlemi'ndedir. Ki pazara yapışmış. Şimdi ise kumpanyanın
ayakları altına düşmüş.
Fert
ve toplum, ebedî anlamlandırın karşısında geçici iki surettir. Böyle bir
çerçevede ancak, "âyetullah" ve " zıllullah" ifadeleri
anlam kazanır. Biz gerek fert gerekse toplum olarak keşf ve amel dünyasının
kapısını üzerimize kapatmışız. Halbuki gerek fert, gerekse topluluk; fertten
topluluğa, keşfî ve amelî bir niyetle yürünülür veya topluluktan ferde aynı
niyetle geçilirse anlam kazanırlar... Yoksa biz bin dörtyüz senedir "Sa'y"
yapıyoruz. Binlerce yıldır da itikaf, inziva ve çile çekmelerimiz olmaktadır;
fakat keşf kasdıyla olmamış bütün bunlar. Diğer tarafın kendine yeterli olması,
kendini feda etmekle gerçekleşmektedir. Halbuki bu kendi, cemaati cemaat yapan
bir zerre olarak bile "kendi" değildir; kesinlikle bir hiçtir, bir
çöptür, ama (bin kerre ama) bir iman veya bir korku havzasında anlamı olan bir
çöp. Bu yapıcı ve inşa edicidir. "Piramitler den "Çin Seddi'ne kadar.
Çin'in kendisi... bu, boydan boya Doğu demektir. Adem'in düşüşünden bugüne
kadar yapıcıdır."21
Umre/Küçük Hacc'ın Tamamlanışı
Yedinci
Sa'y'in sonunda, Merve tepesinde İhramdan çık, tıraş ol, gündelik elbiselerini
giy. Serbest ol. Merve'den ayrılarak Sa'y alanını terk et, tek başına, susamış
vaziyette, ve boş ellerle, İsmail'inin yanma koş...!
Kulak
ver! Uzaktan, kaynayan suyun sesini duymuyor musun?
Bak!
Susamış kuşlar, uçarak, bu kurak kayalığın tepesinden geldiler!
Zemzem,
İsmail'in susuzluğunu gidermiş. Yaban ellerden gelen bir kabile, bu hoş vadinin
yalnızlığına son vermiş.
Yeryüzünün
susamışları çölün uzak ufuklarından zemzemin çevresinde çadır kurdular. Bu
"susuz ve umutsuz vadi" de bir şehir yükseldi taşlardan. Vahiy
yağmuru yağdı ve "özgürlük" ve 'aşk'tan bir "ev" kuruldu
orada.
Ve
sen, ey Sa'y'den dönen insan, öylesine susamış, öylesine yalnız kalmışsın
ki.... Ama yalnızlığın bitmek üzere...
Zemzem,
İsmail'inin ayaklarından fışkırarak çıkıyor.
Halk
etrafında halka yapmış.
Sen ne
görüyorsun?
Bak,
Allah,
evinin duvarına bitişik ev yapmış! Senin evinin önü, Allah'ın Eyi'nin önü olmuş.
Ey
"Sa'y'den yorgun düşmüş insan, ey Hacı!
'aşk'a
dayan!
Ey "sorumlu insan"!
çabala!
Zira İsmail'in susamış.
Ve ey "âşık insan"!
dile.
Zira aşk, mucize gösterir!
Sen ey Sa'yden dönen Hacı!
"varlığının" susuz çölünden, 'fıtrat'ının taşlaşmış
derinliklerinden
bir pınar fışkırmış.
Kalbine
kulak ver, yumuşak bir şekilde bastır, o zaman sesini duyacaksın.
Merve'nin
kayalığından çıkıp zemzemin yanına git!
Ondan
iç, onunla yıkan ve temizlen;
Ondan
al, kendi memleketine götür ve halkına armağan et!
Büyük Hacc
Hacc,
toplam iki aşamadan oluşur. Önceki bölümde ele aldığımız Umre, yani Küçük Hacc
(Hacc-ı Asğar), birinci aşamadır. Küçük Hacc'ı tamamladıktan sonra İhramdan
çıkılır ve İhramın yasakladığı şeylerden yararlanılır. Bu serbestiyet, ikinci
aşamanın başladığı dokuzuncu güne kadar sürer. Dokuzuncu gün, ikinci aşama,
yani Büyük Hacc 22 (Hacc- ı Ekber) başlar.
Büyük Hacc
Zilhiccenin
dokuzuncu günü. Şimdi Hacc başlamıştır, Hacc-ı Ekber : Büyük Hacc! Nerdesin?
Nerede olursan ol. Mescid-i Haramda Ka'benin yanında, sokakta, çarşıda,
caddede, hotelde
Hiç
önemi yok; maksat, bırakmak, terketmektir; büyük bir yolculuğa başlamaktır.
İhramı giy ve "Mekke'den çık"!
Hayret
doğrusu! Şimdi Kâbe'yi bırakacak Mekke'yi arkamıza atacağız yani. Olacak iş mi?
Gerçekten
söyler misiniz, kıble neresiydi?
Hacc,
Ka'beyi terkle başlar!
Peki o
zaman Kâbe'ye yönelmek, bulunduğum yerden ayrılıp Ka'beye yönelmek niyeydi?
içinde Kâbe'nin bulunduğu seyahat, ne idi? :
Küçük
Hacc, yani Umre!
Öyleyse
şimdi başlayan seyahat, Kâbe'den sefere çıkmak, Mekke'yi terketmek nedir?:
Büyük
Hacc!
Kâbe'ye
yönelmek, Hacc değildir.
Haccın
kıblesi, Hacc değildir. Başlangıçta öyle sanıyordun. Halbuki bu yanlış. O halde
şimdi, Haccın "Kâbe'ye gitmek" değil, "Kâbe'den gitmek"
olduğunu iyi öğren.
Şimdi ruhunla
tecrübe et, İbrahim'in Tevhidinden, başından itibaren maksadın Kâbe olmadığını
öğren!
Her
şey, Kâbe'den o yöne doğru başlar. Kâbe'ye "kendi sınırının sonuna"
kadar vardın. Ey maksadı "O" olan muhacir! Kâbe'den çıkıp başka bir
ülkeye ayak basıyor, başka bir yol izliyorsun. Bu arada kendini terketmek, evi
terketmek sözkonusu değildir. Allah'ın evini terketmektir, sözkonusu olan.
Şimdi
sen ey Hacı, kulluğun doruk noktasında, "özgürlüğe kavuşan" Hacı! Sen
"kendinden geçme'nin zirvesinde, 'kendi'nde, "Kâbe'yi bırak
artık" diyebilme liyakatini bulabiliyorsun.
Sen, Kâbe'den
daha yakınsın şimdi!
Kâbe'yi
ziyaret sona ermiştir. Kâbe seni 'senlik'ten 'kendi'ne getirdi.
Sen,
"Allah'a doğru yürü!
Artık
"Evi" değil "Evin Rabbi'ni haccet.
Burada
sözkonusu olan "durak" değil, "yön" dür, "Kâbe"
değil "Kâbe'ye doğru" hareket etmektir.
Sabit
olarak bir yerde kalırsan, ölürsün! Ey Hacı, ey yönelen, ey azmeden!
Daima
Ona doğru gitmek!
Mütemadiyen
Ona doğru "olmak"! 23
Ey
insan, "Allah'ın ruhu"!
Ey
"amel", "amel-i salih"!24
Mekke'ye
mi geldin?
Kâbe'de
durma! Haremde de kalma. "Kâbe'ye varıncaya dek" yönünü şaşırmaman
için, başka kıblelerin seni aldatmaması için Kâbe kıble idi, "Kâbe'de
kıble başka bir yerdir". Oraya yönel, büyük sefere yönel, Kâbe seferinden
daha büyük bir yolculuğa, Haccı Ekber'e!
Bugün,
azimet günüdür. Her nerede olursan ol, İhram elbiseni giy ve "Mekke'nin
dışına çık"!
Zira
Büyük Hacc, Kıbleyi aşmak, geride bırakmaktır.
Kâbe'den
daha şerefli neresi var?
Görünceye
kadar yürürsün!
Arafat
İhram
giyiyor ve Mekke'den çıkıp 'Doğu'ya yöneliyorsun. Arafat'tan Kâbe'ye dönüşte,
önce 'Meş'ar'da, sonra da Mina'da durmalısın.
Niçin?
Görünceye
dek gideriz.
Kâbe'den
nereye kadar gideceksin?
En
uzak noktaya, yolun sonuna kadar. "Ara durak" larda durma!
"Aşama aşama", "derece derece", "yürüyenlerin
yürüdükleri yoldan yürü". Birinci olarak, birinci durak, ikinci olarak
ikinci durak, üçüncü olarak üçüncü durak, makul ve mantıklı". Bunlar
meslekten öğretmen, mürşid ve vaizlerin soğuk dersleridir. Bunlar, inşa ve
düzen konuları, geleneksel tertipler, maslahatçı kitaplardır. Hepsini, Mekke
İhramında at ve kaç.
Ka
be'ye doğru hareket eden, susamış, arayış içinde olan ey âşık, sonuna kadar
"bir nefes" çek; seni yarı yolda bırakmayacak bir nefes!
Dokuzuncu
gün, Arafat'ta vakfe,
Onuncu
gece, Meş'ar'da Vakfe.
Onuncu
günün sabahından onikinci -istersen onüçüncü güne-kadar Mina'da Vakfe
Arafat,
Meş'ar ve Mina topraklarında, girişi ve duruşu gösteren hiçbir işaret mevcut
değil. Arafat'tan Mina'ya kadar olan mesafede, Mekke vadileriyle birleşen
yirmibeş kilometrelik bir geçit mevcut.
Bu
bitişik seyir hattının, ne doğal açıdan; ne tarihî açıdan ve ne de dinî açıdan
hiç bir özelliği yoktur. Bu güzergahı üç merhaleye bölen şey bir antlaşmadır.
Hacc merhalelerini düzenlemek için yapılmış farazi bir kontrat.
Meseleyi
hassas kılan şey şudur: Burada "Vakfe"ye dayanmak sözkonusuydu. Yani
Arafat'ta asıl işin vakfe idi. Meş'ar'da asıl işin vakfe idi! Arafat'ta esasen
vakfeden başka hiçbir işin yoktu. Meş'ar'da sadece yerden yetmiş tane küçük taş
alırdın o kadar. Meş'ar'da vakfe nedeni bu olamaz. Geceyi, güneşin doğuşuna
kadar vakfe yaparak geçirmen gerekiyordu.
Mina'da
da "vakfe"ydi esas olan. Onuncu gün (Kurban Bayramı) başlıca iki
işin, şeytan taşlama ve kurban kesme bitmiştir. Bunlar, öğleye kadar biten
işlerdir. Fakat tam üç gün boyunca burada Vakfe yapman gerekir! Vakfe nedir?
Vakfe, duraklama demektir. Bu ne "kalmak" ne "sükûn" ve ne
"ikamet"...; bu "duraklayış'tır!
Yani
yoldasın, hareket halindesin, gece ve gündüz, bir "ara durak'ta duruyor,
mola veriyorsun. Bu üç durakta konaklıyorsun, "Hacı" bir yolcusun,
yönelen bir yolcusun. Bir yöne doğru yol almaktasın. Bir ara kervanla birlikte
mola verir, konaklarsın. Ondan sonra hareket davuluyla birlikte kalkar,
kervanla beraber yola düşersin ve başka bir durağa yönelerek bir durağı
terkedersin.
Giriş,
duruş ve göç! Günü Arafat'ta, geceyi Meş'ar'da: Ve Bayram güneşiyle birlikte
Mina'da duruş.
Mina'da
Vakfe! üç gün.
Tabiî
Mina da son duruş değildir.
Mina
hedef değildir.
Peki
öyleyse bu yolculuk ne zaman sonra erecek?
Bu
kervanının son durağı neresi veya nerede?
Hiç
bir zaman!
Hiç
bir yer...!
Peki
hangi yöne gidiyor kervan?
Allah'a
doğru...
Ne
zamana dek? Nereye Kadar?
Nihaî
karargah, son üs neresi?
Mutlak
Güzelliğe doğru hareket, Mutlak İlme, Mutlak Güç'e, Mutlak ebediliğe, Mutlak
Kemal'e hareket!
Ebedî
hareket, sabit olmayan ve "nihayetsiz" bir hareket, Ve
ilallâhı'l-masîr:
[Dönüş
Allah'adır]
Bu
yolculukta Allah, bir durak yeri değil, yöndür! Bizde her şey, geçiş halinde,
değişim halinde ve ölüm halindedir. Sabit olan, değişmeyen sadece yöndür,
sadece sonsuz harekettir!
"O'nun
vechinden başka her şey yok olucudur" (Kasas, 88) "Kâbe'den harekete
geçtik ve hemen Arafat'a geldik. Şimdi Arafat'tan merhale merhale Kâbe'ye doğru
dönüyoruz!
"İnnâ
lillâhi ve innâ ileyhi râcıûn"
[Kuşkusuz
Allah içiniz ve kuşkusuz O'na dönücüleriz] (Bakara,156)
Her
yerde, harekettir sözkonusu edilen. Hareket-i zatî: dolaşmak; hareket-i
intikâli: geri dönmek! Her yerde sözü edilen 'İleyh'dir. Hiçbir zaman
"Fîhi" denmiyor!
Hacc da
nitekim mutlak yöneliştir. Burada yolculuk yok; yolculuğun bir sonu vardır.
Haccı ziyaret de değildir; ziyaretçinin bir maksadı vardır. Hacc'dır burada
varolan, geçerli olan. Hacc mutlak yöneliş, mutlak niyet ve kasıttır, maksat
değil, maksûd!
Nitekim
Mina'da seni bırakır; Arafat'tan dönüşte, Kâbe'ye ulaşamazsın! Mekke'nin arka
duvarına kadar gelirsin, fakat "kurb" [yaklaşmak] var,
"neyi" [erişmek] yoktur.
O
halde Hacc, "Kâbe'den "Arafat" a gitmek ve Arafat'tan Kâbe'ye
doğru Mina'ya geri dönmektir.
Kâbe'ye
doğru, Allah'a doğru dönüşte üç merhale vardır. Öyleyse burada üç
"bölge" den söz edilmiyor, Arafat, Meş'ar ve Mina diye üç mekandan
bahsedilmiyor. Sözü edilen, üç aşamanın bir simgesidir. Bunu bana keşfettiren,
şunu görmemdi: bu üç durağın, konağın yerinde hiçbir şey yok. Her ne varsa,
Vakfede, bu üç durakta var.
Burada
"amele niyet" etmiyoruz, "vakfeye niyet" ediyoruz!
Şu
halde aslolan üç mekan değil, üç duruş, yani Vakfedir!
Bu
"üç duruş'un anlamının ne olduğunu nereden bilebiliriz?
Bu üç
aşamayı, bizzat Allah isimlendirmiştir.
Bunlar,
gökten inen isimlerdir!
Arafat,
"bilgi", tanıyış, biliş ve ilmi ifade eder.
Meşar,
'şuur'u, anlayışı, kavramayı ifade eder.
Ve
Mina "aşk"ı, imanı ifade eder.
Kâbe'den
kalkıp hemen Arafat'ta vakfe : İnnâ lillâh: [Şüphesiz Allah içiniz]!
Ve
Arafat'tan Kâbe'ye doğru, duraklayarak, konaklayarak dönüşte vakfe: İnnâ ileyhi
râciûn [Şüphesiz Ona dönüleriz]!
Öyleyse
Arafat başlangıçtır, bizim bu dünyada yaratılışımızın başlangıcı.
"Adem"
kıssasında (insanın yaratılışının başlangıcı, beşer türünün yeryüzünde ortaya
çıkışı) anlatıldığına göre, inişten (hubût) sonra (toprakta insanı yaşamın
başlangıcı) Adem ve Havva bir- birlerini ilk kez burada
"tanımışlardır."!
Arefe,
Arafat!
"Hubût"!
Adem'in "Cennet bahçesi'nden çıkışı!
Bu
"Cennet" "va'd edilen Cennet" değil, yeryüzü cennetidir.
Cennettir, yani cennet. Adem doğduğu zaman, yer yeşillik ve ağaçlarla kaplıydı.
O zaman Adem'in hiç bir işi yoktu, sorumluluk verilmemişti" ona yiyor,
içiyor, eğleniyor, tok yaşıyordu.
Bu
durum, Allah'ın dünyadaki tek Meleği olan ve Adem'e secde etmekten kaçınan
İblisin, Allah'ın ruhuna "fücur" ve "takva" ilham ettiği
Adem'e vesvese vermeye başlamasına kadar sürdü.
İblis
Adem'i 'had'di aşmaya teşvik etti, "yasağa başkaldırma'ya, "yasak
meyve" 25den yemeye tahrik etti.
Yani İblis Adem'e iki İlahî sıfat va'd etmişti: "görme ve ebedîlik"
Adem
reddetti. Adem/insanda iş gören sadece akıl değil ki. İblis Havva'nın 'aşk'ının
peşine düştü. Bu kez Adem "yasak meyve" yi yedi. "Akü" ve
"aşk" birlikte 'melek'in canına okudu ve onu "Adem"
yaptılar. Adem: günah işleyebilen, dolayısıyla tevbe ve isyan edebilen ve
binaenaleyh itaat edebilen tek melek.
İsyan,
Allah'ın 'irade'sine karşı bir "irade", yani "tabiatın cebri'ne
kasrı "özgürlük", "seçim", "sorumluluk",
"bilinç" ve sonuçta "tokluk ve dertsizlik bahçesi'nin
"ihtiyaç, açlık, susuzluk, ıstırap ve dert dünyası "na dönüşmesi
demektir. Yani hubût (iniş) demektir.
Bilinçli,
sorumlu, isyankar bir varlığın hayatı başlangıçta, dert, İstırap ve susuzluğa
mahkum, sürgün olmaya, tabiatta gurbet, yalnızlık ve esaret hissetmeye,
göklerin uçan kuşunun toprak kafesine konmaya mahkûm... Ve ondan sonra, bitmez
tükenmez, dinmek bilmez ayrılık acısı; "neyistan" dan ayrı düşmenin
verdiği dertten, sorumluluğun sağladığı ağır ve dayanılmaz baskıdan, isyanın
varlığının korkusundan, "günahın verdiği derin ıztırap'tan ve
"fıtrattan gelen geri dönüş heyacan'ından dolayı, neyin; din, hikmet,
irfan, sanat, edebiyat., ve hayatın yüreklerinde sızlaması...
İşte
Hacc, yaratılışın tecessümü! 26Tevbe
"Bilinç",
uzak kalma, sürgün ve gurbet duygusu, sonuçta "geri dönüşe yönelmek!
Cennet
Adem'inin "yeryüzü Adem'ine dönüşmesi, bugünkü anlamıyla insanın
tahakkuku, âsî insan, sınırı aşan, İblisin felaketine maruz kalan, Havva'nın
tesirinde kalan, Cennetten sürülen, yeryüzü sürgünü, tabiat tutsağı... evet,
bütün bunlar, yasak meyveyi yemekle oldu. Yasak meyve, ona isyankar bir akıl
kazandırdı. Bilinç, Allah'tan gelme görme yeteneği verdi, gözlerini açtı.
Çıplak olarak kendini bildi, kendi arifi oldu, kendini tanıdı....
"Ka'be"den,
"Arafat" a iniş!
Adem'in
zeminde, yeryüzünde ortaya çıkışının başlangıcı.
İnsanın
zamanda ortaya çıkışının başlangıcı! "Tanıma" nın 'bilme'nin ortaya
çıkışıyla birlikte!
"Bilme
ve tanıma'nın, "birbirini takip etmek'le, "ilk aşk kıvılcımı"
ile başlaması...
"Adem
ile Havva'nın karşılaşması!
Adem
eşini, kendini ve kendi nevini yeniden tanıdı, kendi tabiatından olan karşıt
cinsiyle karşılaştı. Orada insan felsefî bir bakış açısıyla bir
"zat", bir "mahiyet" olarak 'bilgi'nin varlığıyla
başlamaktadır.
Burada
insan bilimsel bir bakış açısıyla nesnel bir varlık olarak sözkonusu, İnsanın
tarihteki başlangıcı "bilgi'nin ortaya çıkışıyladır.
Hacc'da
ilk hareket "Arafat'tan başlar.
Nitekim
"Arafat'ta vakfe", "gündüz" olur, Dokuzuncu gün öğle vakti,
güneşin en tepede olduğu bir zamanda başlar.
"Bilgi",
"görme", "tabiat zincirinden kurtulma" "tanıma",
"sevgi bağı", "tabiat ve insanı tanıma", parlat güneşin
aydınlığında ortaya çıkar ilk olarak.
Güneş
batınca Arafat son bulur; karanlıkta görüşme olmaz, tanıma, bilme olmaz. Görme
yok ki!
Güneş
'Arafat'ın bulunduğu ovada battı ve insan da güneşle birlikte batıya doğru göç
etti.
Geceleyin
hareket, "şuur" ülkesi Meş'ar'de vakfe : bilinç 'tamıma'dan sonraki
aşama : bilgi
Ne
kadar şaşırtıcı!
Önce
tanıma, ardından şuur mu yani?
Herkes
sanır ki 'tanıma'nın gerçekleşebilmesi için önce "şuur" olmalıdır.
Oysa
tanıma ve şuurun yaratıcısı, aksini söylemektedir: "Karşılaşma", iki
karşıt cinsin karşılaşması ve iki düşüncenin çarpışma-sıyla, "bağ kurmak'la, ilk çarpışmanın
gerçekleşmesi
ve anlaşmayla ferdî hayat son bulur ve ilk "topluluk" hayatı,
"aile" başlar, "ilk bilinçli aşk" ortaya çıkar. Her
halükarda iki insanın bir olmasıyla tanıma meydana gelmiştir. Onunla insan
yeryüzünde insan ve ondan sonra tanımanın tekamülü seyri, şuurla birleşti. İlim
anlama gücünü arttırdı. "Bilgi" (science) ise 'bilinç'i (conscience)
doğurdu.
Nesnellik
(objektivite), öznelliğin (subjectivite) özü ve temelidir. Zihnin (idee) dış
dünya ile ilişki kurma ve gerçeklik (realite) ile ittisal etme sürecinde, akıl
gelişip olgunlaşır, algılama düzeyi yükselir, idrak güçlenir, insanı manevî
güçler artar :
Önce:
Meş'ar ve sonra Arafat, hayalî bir idealizmdir, ilahi hikmet! Metafizik.
Önce
Mina, tasavvuf: bilgisiz ve bilinçsiz din!
Meş'ar'sız
ve Minasız Arafat, Materyalizm, tanrıtanımaz siyantizm, bilinçsizlik, olayların
zahirinde kalmış ilim, abes hayat, ruhsuz medeniyet, ülküsüz ilerleme!
Arafat'sız
Meş'ar ve Mina: herkesin anladığı gibi bir din!
Ama bu
dinde, insan, en adi maddeden, topraktan bir olgu! Ancak o İlahı emanetsel
güçle, hareket: tanıma, dünya gerçekliğini bilme ve maddi bakışla başladı. Bu
mertebeden insanı bilince, bilgiden doğan ve aşkı doğuran -Arafat ile Mina
arasındaki menzil- bir bilince ulaştı. Sonra bu, karargahtan da en yüksek
noktaya, en son kemâl merhalesine, Miraç'a, tâ Sidretü'l-Müntehâ ve "ka'be
kavseyni ev ednâ'ya kadar! tâ.. "Allah'a ! Mina'ya sıçradı.
Realizme
evet, ama amaç ve hedef olmaması şartıyla, ideala, mâverâ'ya uçuş üssü, hareket
noktası olması şartıyla!
Alt
yapısı madde olan bir idealizm! Maretyalizm.!
İnsan,
bu mektepte, çelişkili iki zıddın birleştiği, diyalektik bir olgudur! Yarısı
topraktan, kötü kokan siyah çamurdan dibe çökmüş çamur, selden arta kalan katı
madde!
Evet
yarısı böyle çamur olan varlığa, Allah'ın ruhu üfleniyor! Peki sen nesin?
"Siyah balçıktan" Allah'ın ruhu'na yükselen bir "muhacir",
bir "eylem", bir "özgürlük", bir "seçim"! Bu
seyahatta üç aşamadan geçer, üç vakfe yaparsın : Arafat, Meşar ve Mina.
Şimdi
her şeyin ne kadar doğru ve ayrıntılı bir şekilde ortaya çıktığını
görebiliyoruz. Ne kadar sade ve güzel! Din mi? "Yol". Hikmet mi?:
"bilgi-vukûfiyet". Risalet mi?: Hidayet! Ümmet mi?: azmeden grup.
İmamet mi?: kılavuzluk, rehberlik! İmam mı ? Yol işaretleri, rehberlik
alâmetleri, "şehıd", "şâhid", "numune"
"önder"....
Ya
ibadet? "Yolu dövüp düzlemek". Zühd ve nefsin riyazeti ne peki?
Kendim bir sorumlu devrimci yetiştirmek; seni kendine davet eden, geride
bırakan, ağırlaştıran her şeyi terketmek için kendini devrimci yetiştirmek.
"Sebîlullah"?:
kendini terketmek ve Allah için dünyanı halka feda etmekle başlayan yol. Peki
"dua"? İstemek, dilemek, Ona çağrıda bulunmak, niyazlarını,
isteklerini, aşklarını, nefretlerini kendine, halka ve Allah'a arzetmek, açmak,
telkin etmek....
"Zikr"
mi? Hatırlamak, anmak, unutmamak!
"Hacc"
nedir? "Yönelmek"! Kastetmek, niyet etmek.!
Hatta
aklımıza gelen bütün çelişkilerin çözümü.
"Mal"
mı? Hem "iyi" "ma'ruf", "hayır", "Allah'ın
lütfü", hem de "danya, fitne...."
Yani
her şeyi bu "yol"da ölçmeli. Eğer "namaz", gitmekten
alıkoyuyorsa, öyleyse "vay namaz kılanların haline!" Allah böyle
buyuruyor : Veylün li'1 -musallin (Maun, 4)
Eğer
bu yolda para kullanılıyor, para işe yarıyorsa, Peygamber dahi bu mânâda para
sevgisini kabul eder!
Şimdi
Arafat'a varmışız, bu yolculukta Kâbe'den en uzak mesafeye sahip olan noktaya.
Kuru/kurak ova, yumuşak sahil kumlarının oluşturduğu dalgalar, ortada küçük
kayalık bir tepe: Cebelü'rRahme. (Rahmet Dağı). Hz. Peygamber, Veda Hacc'ında
bu dağı, son mesajını halka tebliğ etmek için minber yapmı ştı.
Bir
günde kumlardan bitip yükselmiş hayret şehri, akşam namazı gelip çatmış! Milletleri toplayan şehir, teşkilatsız,
bir toplantı, örgütsüz milletlerin toplantısı, beşer kavimlerinin camiası; renksiz, dünya ülkeleri topluluğu,
sınırsız, bütün bir yeryüzü ülkelerini toplayan merkez, evet bütün bir dünya
ülkeleri bir arada, her yerini beyaz çadırların saf bağlanarak kapladığı alan.
Burada farklılıklar, büyüklenmeler ne kadar az! Aristokrasiler, soyluluklar ne
kadar rezil, ne kadar zelil! Güzellikler ne kadar çirkin!
Ve sen, sorarsın kendi kendine: burada ziyaret edebileceğim bir eser, bir
işaret var mı? Yapabileceğim bir amel var mı? Hiç! Özgürlük, serbestiyet...
Bu uçsuz
bucaksız insan deryasında günü istediğin
şekilde geçirebilirsin, istersen uyuya da bilirsin!
Fakat
sanki Arafat'ta imişsin gibi "istediğin" şekilde!
Burada
"görülecek" hiçbir şey yok. Fakat Gidenin ifadesiyle "azametin,
baktığın şeyde değil, bakışında olması için uğraş".
Burada
hiçbir sorumluluk, hiç bir teklif yok. Burada yapman gereken,
"görev-mükellefiyet" kapsamına giren şeylerden daha da yüce:
Teemmül:
derinliğine düşünmek
Fıtrat
goncanı, Arafat'ın pak güneşi altında tut ta açsın.
Tarihin
bizi içinde yetiştirdiği âdet üzere aydınlıktan, özgürlükten, topluluktan,
nurdan, güneşlenmekten,
güneşin
altında durmaktan kaçınma...
Ey
zulmün gölgesinde yetiştirdiği! Cehaletin uzlette tuttuğu! Güvenlik ve huzur
göletlerinin yosunu, ey .... "ben"! Çadırından çık, bu derin halklar
okyanusunun derinliklerinde kaybol, bırak da Arafat'ın kavurucu güneşi seni
yaksın.
Bırak,
birgün böyle, ey bal mumu!
Topluluğun
kalbinde parlayan bir mum!
Sakın düşmanın elinde eriyen; oyuncunun parmaklarının
arasında oynattığı itaatkar bir oyuncak olma!
Her
halükarda özgürsün. Günü istediğin gibi geçirebilirsin, uyuyarak bile: her
zamanki gibi! Burada senden istenen "Vakfedir, durmaktır!
Meş'ar
Arafat'ın
güneşi gitti. Sen de Arafat'tan git. Arafat dahi gidecek. Arafat, geceye
tahammül edemez. Gece Arafat'ı yutar, öldürüp mahveder! Geceyi Arafat'ta
geçirme, Güneş gidince sen de git.
Halk
da göç etmiştir. Gece, karanlığını gösterince, hiç bir müslümanı yolunun
üzerinde göremez. "Güneş şehri", gün batımında ansızın yok oldu ve
ovadan hızla kaçıp gitti.
Nereye?
"Meş'ar"a!27
Dinlenmene
müsade etmezler, her menzilde, kısa bir duraklama ve hemen hareket!
Durmak
mı? Asla! İkamet mi? Hiçbir yerde?
Vakfe!
Yarım gün bir gece, günün üçte ikisi, hepsi o kadar!
Dün
kurulan çadırlar, bugün sökülür!
Seninle
konuşurlar!
Seninle,
ey ... "ben"!
Ey ki bu
yeryüzünde bir duraktan başka bir şeyolmayan!
Ey ki
zamanın sonsuzluğunda bir lahzadan başka hiçbir şey olmayan!
Ey...
hiç!
Ey
dalga! senin rahatlığın, yokluğun demektir.
Ey
sadece "hareket" içinde "var olan"!
Ey
Mutlak'a yönelmeyle her şey olan!
Ey. ....
[hiç]!
Ey
"katre"!
Gürleyen
"halk" ırmağına katıl,
Katıl
da sen de ak!
"...Arafat'tan
hep birlikte akın ettiğinizde Meşar-i Haram'da Allah'ı zikredin. O sizi nasıl
doğru yola ilettiyse siz de O'nıı zikredin. Siz daha önce sapık
olanlardandınız. Sonra insanların topluca akın ettiği yerden siz de topluca
akın edin..."28 (Bakara, 198-199)
Geceyi
Meşar'da geçirmek gerek.
Arafat'tan
Mina ve Mekke'ye açılan geçit, gittikçe daha bir daralır ve insanlar geçitte
daha bir sıkışırlar.
Ansızın
batı tufanı Arafat'ı alt üst edip karıştırır ve bir günlük şehri birbirine
katar. Tek renk, tek sima olarak gürleyen "insan" seli,
Cebelü'r-Rahme'nin etrafında bir girdab gibi döner, gecenin dehşetinden dolayı
perişan; yukarıdan aşağı geçitten akıp dökülür ve tıpkı geceleyin gürleyen bir
ırmak gibi, beyaz insan seli, geceleyin geceden kaçar; çünkü gece, Arafat
ovasını işgal etmiştir.
Ve sen
bu "yol hattı"nda bir noktasın.
Diğer
katreler gibi bir katresin.
Ey
akan! Ey sel!
Ey
telaş, ey gece heyacanı!
Ey
zulmette iman ve umut!
Hayret!
"Güneş şehri", sanki Arafat ateşi altında erimiş. Ve işte
"uyku/rüya şehri", akan ateş gibi bu vadinin yatağında akmakta.
Herkes,
birbirinden fena olmuş!
Herkes
gece ve topluluğa gark olmuş.
Ama
korkulacak ne var? Zira yol sağlam ve güvenli!
Kendim
bulup yolu kaybetmek, faciadır!
Kendini
yolda kaybetmek ise kurtuluştur.
Bundan
daha yücesi ise kendini ibadete yol yapmandır.
"İbadet",
yani: ey "sert kayalık", ey "kokmuş bataklık", ey
"büyük gurur" ve ey zillet alçaklığı! kendini ez; ez ki yol, Allah'ın
iradesiyle düzgün olsun, senin için yumuşak ve güzel bir yol olsun, hayat
cevheri ve cihan fıtratında geçtiği gibi sende geçsin bu yol. 29
Ey
Hacı, yolun sonunda Allah, seni beklemekte...
Şimdi
Meşar'a ulaştık. Mefal, ism-i mekan, şuur yeri!
Zekâya
bak, akıllılığa bak,
Arafat
ta "bilgi-tanıma" , "çoğul" idi, Meşar'da ise şuur, tekil!
Yani gerçeklikler, çeşit çeşittir, çoktur, fakat hakikat tektir ve yol da tek!
Halkın yolu, Allah'a doğru giden halk yolu tektir!
Hz.
Peygamber, arkadaşlarıyla birlikte yerde otururken, elindeki çöple yerin
üzerine bir çok çizgiler çizdi, herhangi bir kayıt koymamıştı. Zira,
bilgi/tanıma, "gerçekliği" "ilm"i, "var olan şeye
vukufiyef'i, yakalamaktır. Arafat, modelleri, renkleri, çizgileri, üslup ve biçimleri
olduğu gibi yansıtan bir aynadır. İlim, adı "fıkıh" veya
"fizik" olsun, dinin ve dünyanın karşısında duran bir aynadır!
Evet
hepsi bu!
İlmin
iyisi kötüsü yoktur. İlimde hizmet ve hiyanet yoktur. İlimde temizlik ve pislik
anlamsızdır. Her zaman ve her yerde ilim ilimdir. İlim, kafir ya da müslüman,
halk veya halk düşmanı, hain veya hadim kısaca herkes için birdir!
Bu
kayıt veya şartlar, "şuur" da sözkonusudur. İlme, onu kullanan güç
yön verir; onu kullanan onunla fücur oluşturur ya da takva, barış ya da savaş,
adalet ya da zulüm...
Kapitalist
bir sistemde bilgi, tam karşıt bir düzendeki bilginin aynısıdır. Nazi
fizikçilerin tabiat hakkında sahip oldukları bilgi, Nazi kurbanı olan
fizikçilerin bilgisiyle aynıdır. Halifeye bağlı bir alimin din hakkında sahip
olduğu bilgi ile, Halifenin zincire vurduğu alimin din hakkındaki bilgisi
aynıdır.
Birini
cellâd, diğerim şehıd; birini özgürlükçü, diğerini zorba; birini temiz,
diğerini pis yapan, "bilgi" değil, "şuur" dur.
"Hangi
ilim?" sorusunun bir anlamı yoktur. Zira ilim, birdir. "Nasıl bir
bilgi?" sorusu yersizdir. Zira bilginin birden fazla türü yoktur.
Fakat
"hangi şuur?" sorusu cevaplanması gereken bir soru. Hacc gerekli
cevabı vermektedir.
"Haram
şuuru"!
Harîm'de
iffet, takva, hürmet ve taharet gibi şeyler, koruma altına alınmıştır.
İlk
aşama tek başına "Arafat" idi. Fakat burada olan ise tek başına,
"Meş'ar" değil, (tamlama şeklinde) "Meş'aru'l- Haram'dır.
Ne
ilginç! Meş'aru'l-Haram Vakfesi; "gece'leyindir!
Halbuki
Arafat vakfesi "gündüzündür.
Niçin?
Arafat
"bilgi" (science) aşamasıdır. Bilgi, objektif bir ilişkidir, zihnin
dış gerçeklik ("zatın dışında" olan dünya) ile ilişkisi, göz ve
aydınlık gerektirir. Fakat şuur, "bilinç" (conscience) aşamasıdır,
"kavrama" gücüdür. Bu, öznel (subjectif) bir meseledir, "zâtın
içi'yle ilgilidir.
Öbür
tarafta "his" aşaması, objektif gözlem "nazar" (bakış)
aşaması, varken bu tarafta "fikir" aşaması, sübjektif bir gözlemleme
"basiret" aşaması sözkonusudur.30
Fakat
bu, "sorumsuzluk düşüncesi", "patolojik bir kavrayış",
"laubali bir bilinç" değildir. Tersine sorumluluk şuurudur; ihlas ve
takva harîminde, imanın temizlik ve güvenlik hareminde sorumlu bir bilinçtir;
Mescid-i Haram, Haram Ay ve Şehr-i Haram gibi "Meş'aru'l-Harem"
şuurudur...! Onda günah ve fesat haramdır, cidal haramdır, haddi aşmak
haramdır, bir canlıyı incitmek, bir bitkiyi koparmak haramdır. Orası, hürmet,
emniyet, hürriyet ve ismet yeri ve zamanıdır!
Orada
"takva", barış ve esenlik kalesindesin: öyle bir kale ki ruh kadar
temiz, fıtrat kadar aydınlık!
Ne
hayretamiz bir durum! "Bilgi'den doğan ve "aşk"ı doğuran,
Arafat'la Mina arasında, Arafat'tan ve Mina'dan sonra ilim' ve imana komşu olan
bir bilinç.
Şuurun
bizzat kendisi aydınlıktır, gönül fanusunda, düşünce yağına parlak bir ışık
saçar.
Hikmet,
Peygamberlerin getirdiği, insansanlara bahşettikleri "bilinç" budur,
ne felsefe ne de ilim değil. İslam'ın sözünü ettiği "ilim", bilgi, bu
ilimdir, aydının ve bilinçlinin beslendiği, ortaya koyduğu ilimdir bu ilim! Bu
ilim, olay, olgu ve kurallar hakkında zihinsel, sübjektif tasvir değildir,
aydınlıktır, nurdur. Dışta değil, içte bir nur. Ümmî Peygamberinde ifadesiyle
nur olan ilim, Allah'ın dilediği kimsenin kalbine attığı nur olan ilim budur:
"Yol ilmi", "hidayet ilmi". Arafat ilmini herkes
öğrenebilir. Meş'ar ilmi, Allah'ın, dilediğinin gönlüne ilham ettiği ışıktır,
nurdur. Allah kimi diler? kendi nefisleri yolunda değil, Allah yolunda çalışıp
didinen, mücadele eden kimseyi. "Bizim için cihad edenlere gelince,
kuşkusuz biz onlara yollarımızı gösteririz." (Ankebut, 69) "Yol ve hidayet
ilmi", bir "ümmî'yi, bir "bedevi"yi, toplumun önderi ve yol
kılavuzu-meşâlecisi yapan kurtuluş bilinci, kurtuluş nuru, özel şuur budur. Bu
ilim okuma yazma bilmeye ihtiyaç göstermez. Defter, kitap ve sınıfla bir işi
yoktur bu ilmin. Havzada ve üniversitede bu bilgiyi öğretmezler. Bu bilginin
öğretim yeri cihad sahnesidir. Onun öğrencileri, toplumun mücahidleri, Allah
yolunun erleridir. Bu ilmin, ışığa, lambaya, lambanın isine, dumanına ihtiyacı
yoktur. Kendisi bizzat aydınlığın ta kendisidir, nurun ta kendisidir.
Bu
bilgiyle, bu ilimle, Meş'ar gecesinde Meş'aru'l-Haram gecesinde dahi açıkça
görebilirsin.
Geceleyin
ve karanlık ortamda korkmak da neyin nesi? Yolda değilmisin? Toplulukla
birlikte değil misin? Kervanın içinde değil misin? Kendi yolunda akan beyaz
halk ırmağında bir damla değil misin? Nitekim ferman şöyle demektedir:
"İnsanların akın akın döndüğü yerden siz de akın edin... "(Bakara,
199)
Halkın
coşup aktığı yerden siz de coşup akın! Halk seline gark olup halkla birlikte
akın!
Ne
coşkulu, ne heyacan verici!
Geceleyin
silah aramak! O da bilinç topraklarında!
Gece
olmasaydı, silah toplamak niyeydi?
Sabahı
beklemek niyeydi?
Ve
yarının cihadı niye?
Meş'ar,
Savaş
meydanıyla sınır olan bir ülkede seferberlik, silah toplamak, ruhî hazırlık,
plan ve derinmesine düşünmek için vakfe...
Bütün
bunların hepsi de gece örtüsünde, gizli bir tuzakta, pusuda, Mina'nın
sınırında, zulüm yönetiminde....!
Karanlık
gecede
silah
toplamak, silahı kuşanmak;
Fakat
şuur aydınlığıyla, haram şuuruyla bilgi birikimi yaparak ve Arafat'ın
aydınlığında!
Gece
beklemek, sabahı beklemek!
Aydınlık
sabahı; Mina'da zafer ve aşk sabahını...!
Ordu,
coşarak ve kükreyerek Meş'ar'a ulaşır. Yoldan, dağların kayalıklı yerlerinden
geçerek "taş" toplamaya çalışır ve sonra...
Sessizlik,
sükûnet!
Derin
düşünme!
Bu
"mahşer" meydanında... Hayır Rabbim! "Meş'ar"! Hayır artık
ne bir çadır, bir alâmet, bir kervan, bir duvar, bir kapı, bir çatı, bir cadde,
bir ışık, bir adres, bir burç ve bir kale.... hiçbirini arama. Tanıdık bir
kimse çıkar, kervanımı bulurum diye boşuna uğraşıp durma!
Meş'ar'da
herkes, kendisiyle başbaşadır. Sadece iki kişisiniz, gece ve sen, herkes
geceyle beraberdir.
İnsan,
binit ve sürücülerle dolu mahşerî kalabalık!
Mahşer!
"O gün kişi kardeşi, ana ve babasından.... kaçar" (Abese, 34-36)
"Kendi'nden
çıkmıştın, şimdi "kendi'ne eriştin, kendin oldun, kendini nefiyde ispata
ulaştın.
İhramda
kendini soyutladın, Mikat'ta kendini topluluğa attın, Tavafta kendini girdaba
bıraktın, Sa'y'de kendini buldun, Arafat'ta kendini Dicle'ye verdin. Şimdi ise
Meş'ar'da onu tekrar al, kendin ol da,
"Allah
da senin çölünde, seni sana versin"!
Bu
kalabalıkta herkes yalnızdır.
Ey
"kendi'ne eren! "kendi" olan! Ey "kendisi"!: Şimdi
doğru olan "kendisi"! Ey yalansız "ben!"
Elbisesiz,
işaretsiz, gösterişsiz, süssüz, renksiz, maskesiz, haşiyesiz ben! Ey serapa
"metin", ey maskesiz insan! Ey "senin seni"!
Bu
gece dostla başbaşa kal!
Gizlediğin
"ben"i itiraf et. Kendini özgürleştirmenin, kendinin kendisini açıkça
itiraf etmenin ne kadar heyacan verici olduğunu biliyor musun?
Şimdi
beklenen an gelip çattı: duvarları yık, örtüyü kaldırıp at. Bütün bir ömür
boyu, gizli siyah çukurunda tutsak olanı bırak, burada sensin ve yalnızca sen
varsın!
Tek
başına yalnızlık içinde topluma katıldın ve şimdi kalabalıkta yalnızlığa
eriyorsun!
Ne
kıymetli, ne paha biçilmez bir şey!
Toplulukta
bulduğun ferdiyet, dalgıcın okyanusun derinliklerine dalarak çıkardığı inci
gibi halkla omuz omuza ve yalnız-tek başına! Ne muhteşem bir şey!
"İnsanlarla
beraber ol, birlikte olma"!
Burası
"Müzdelife'dir : sıkılaştırıcı ve yaklaştırın"!
Kucağını
daha bir daraltan ve bu orduyu kucağında iyice sıkan geçit.
Milyonlarca
insan uçsuz bucaksız çölde dağılmış, herkes bir yerde, birbirinde uzak değil,
herkesin duvarlarla kapandığı, oda kafeslere kapattığı, evden kalelere
hapsettiği, başkaları olmayan bir dünya kurduğu kendi içine kapalı bir şehirde
değil!
Bir
geçitte herkes sıkılaşmış, yanyana sımsıkı dizilmiş, herkesin birbirine
yapışırcasına sıkıştığı bir ortam!
Buna
rağmen herkes) kendisi, tek başına, yalnız! bu gökyüzüyle, bu evrenle başbaşa!
Adeta
topluluğun mutlak hakimiyeti altında daha da yalmzlaşıyorsun!
Kimse
kimsenin umurunda değil. Fakat sen yine de korkma! Gece seni, kendi iffet
harîmine almıştır.
Hiç
bir "bakış" seni olduğun gibi olmamaya çağırmaz. Kendini geceye
bırak.
Ne
söylüyorum ben? Meş'ar'da sadece yer gece ile kaplıdır. Gök ise Allah'ın
melekûtunun perdesidir. Bu sessiz ve mehtaplı hurmalıkta kanlı ve bitab kalp
yumruğunu, gaybî sükût yağmurlarının altına tutuyor ve tutsak bakışlarını aşk
kelebekleri gibi bu yeşil mezraya bırakıyorsun; bu dertsiz çölün verdiği gurbet acısını, -ki orada yaşamaya
mahkumsun- fıtratının derinliklerinde
hissediyorsun.
Gizemli
sükût içinde Allah'ın sesini işitiyorsun, "büyük toprak tutsağı" nın
ıstırap verici iniltilerini, insanın "kirli hayat şehri'nde, bu feryadsız
yeryüzü çölünün kalbinde başını kuyuya eğip ağlayan "gerçek imam'ının
sesini işitiyorsun.
Meş'ar
gecesi, sembolik ve metafizik bir ihtişam ve azametle gelirken buna karşılık
varlık, ağzını kapatarak sükûta dalar.
Birdenbire
akın eden bir sel, kendini Meş'ar vadisine atar, fışkırarak ve büyük bir
gürültü çıkararak vadi yatağına akın eder. Giderek Meş'ar'ın dar kucağına ve
çevre tepe ve dağların eteklerine yerleşir. Ondan sonra Meş'ar, kendi fizik
ötesi aleminde tekrar sükûnete erer.
Meş'ar
gecesi başlamıştır. Meş'ar'de bir ışık, bir lamba yoktur. Gece, mehtabla,
yıldız yağmurunun büyük, parlak katreleriyle, gökyüzü lambalarıyla
aydınlanır...!
Meş'ar
gecesi, bu "güzel ve göksel varlık"... ömrünü hep başını yere
sokarak, bakmayı yerde arayarak geçiren şehirzede ve hayatzede insanlar, o
geceyi tanımazlar. Onların tanıdığı, başka bir gecedir. Meş'ar gecesi
vasıflanamaz!
Meş'ar
gecesi, Cennetin hayalperver ve dil-engız gecelerinden bir gölgedir. Meş'ar'ın
gecesinin mehtabı, serin, şefkatli ve
sevimlidir, Allah'ın gönül alıcı
gülücüğüdür...
Ve onun çehresindedir ki kalbin, "Allah'ın aya ve mehtaba yemini'ne
tanıklık eder.
Dumanlı
şehirlerin, toprakla tozlanmış ve nefeslerle buharlanmış memleketlerin mehtabı,
nemli, pis, kasvetli ve keder vericidir. Yıldızları ise sararıp solmuştur.
Zilhiccenin
onuncu günü: Büyük Tevhid ordusu "abid mücâhidler", "silahlı
arifler" bu dağlık karargahta sessizliğe bürünmüş, "âşıkane
düşüncelerinin câzibesi'ne kapılmış, Meş'ar göğünü seyre dalmışlardır.
Kendilerinden
geçerek gökte asılı o mavi denize dalmışlar; asılı mavi denizde ise yıldızlar
kadar elmas kuşlar tek tek ortaya çıkarak yeryüzü gecesinin siyah çatısında
başka bir dünyaya açılan pencereler yapmışlardır.
Ay da,
tabiatın, yeryüzünün hor görülmüşlerinin çehresine yansıttığı, tek gönül alıcı
öpücük olan görkemli parıldayışıyla, tepenin zirvesinden Meş'ar vadisine selam
verir, elmas güller açar. Bir meleğin görünmez eli, gökyüzünün bir köşesinden
güzel "Ülker" kandilini tutup getirir ve Meş'ar'in tavanına asar. O
zaman sanki direkt sonsuzluğa açılan aydınlık ve "gizemli cadde",
"Ali'nin anayolu", Samanyolu! "Mekke yolu"!
Bu da
ne demek? Ali'nin Mekke'ye giderken kullandığı yol mu?!
Ulemanın
-Arafat'ta kalmış olan alimlerin- güldüğü bu halk tabirlerinde ne anlamlar
saklıdır! "Tarih'ten daha derin ve daha zengin olan bu efsanelerde ne
"hakikatler" mevcuttur! onların tek cürmü "gerçeklik"
kazanmamış olmalarıdır! Sadece gerçekleri anlayan tarihçiler ise ne hakikatler kaçırdıklarının,
ne boş hurafeler, çirkin pislikler, iğrenç yalanlarla uğraştıklarının farkında
değillerdir; ömrü ve ilmi heba ettiklerinin ayırdında değillerdir! onların tek
faziletleri kendilerini ortaya koymuş olmaları veya "fiziklerinin mevcudiyeti
dir!
"Promete"
yalandır derler, -Sultan Mahmud'un bıyık ve sakalının ma'şûku "Ayaz"
ise doğrudur, gerçektir!
Bak
Meş'ar göğüne,
arasıra
gecenin kara kalbine saplanan nur oklarına.
Pak
gök hareminde-Allah'ın melekûtunun bekçisi meleklerin okları...
Kirli
işlerle uğraşanlar, hileyle karanlığa sığınarak, gecenin bir köşesinden bir
yarık açmaya çalıştıkları; "Onun aşkın -yüce kutsallığı-" na hiçbir
kirlinin adımını atmaması gerektiği, onun güzellik ve görkem halvetinin
haremine, hiçbir namahremin girememesi gerektiği yere girmeye gayret ettikleri
zaman, "melekûtunun iffet örten haremi'nin perdedarları, onları bu ateşli,
yakıcı alev ve yıldızlarla vurur, toprak çöle sürerler; Onun büyük ismetini, bu
pis-kirli anlayışlar çanağına dalıp hırsızca dinlemeye durmasın ve anlamasınlar
diye!
Ve
sen! Ey "halkla yanyana" duran, halkın içinde ve yanında bulunan,
"toplulukta kaybolmuş" ve bununla birlikte "kendi yalnızlığında
Allah ile birlikte" olan!
Ey
"silahlı arif" Meş'ar gecesinin -bu gece- zahidi, Mina gündüzünün
-yarının- aslanı! bu geceyi, sabah cihadını bekleyen, bilinç durağında
konaklanmış olan bu orduda, senin olan ne var?
Üzerinde
ölüm elbisesi ve elinde savaş silahı. Başka hiç birşey yok! Bu gece silahını
kendine yastık yap, başının altına koy ve Allah'la başbaşa kal. Bu pak u âzâd
yalnızlıkta sadece sen ve O; silahın ve imanın. Bu sayılı saatlerde, Meş'ar
yıldızlarının açtığı pencerelerden yaratılış çatısına çık, melekût boşluğunda
uç, o daracık "varlık" hücrenden ve bayağı "yaşam"
dünyandan kurtul. Ey Muhammed'in takipçisi! Bir "İsra" yap ve
"Mirac"a çık. Aşkı fıtrat buhurdanında tutuştur, hayatın sana tahmil
ettiği zaaf, korku, çıkar ilişkisi ve ukdeleri yak. Bu gece kendini yarına
hazırla! Ey "özgür kul"!
Ey
"mücâhid aşık"! Ey "adalet savaşçısı muvahhid"! Mina
cephesinde Hannas seni beklemekte! İblisler, iman ülkesini basmışlar... Yarın
için bu gece kendini yetiştir, oluştur, hazırla... Seher vakti korkunç bir
savaş patlak verecek. Bu gece "bilinç ve silah" menzilinde ellerini
mermiyle doldur, bilinçle doldur, kalbini de "aşk" la,
"dua" ile!
Aklına
"burada ziyarete değer hangi eser var?" veya "yapılacak ne iş
var?" gibi bir soru gelebilir.
Hiç!
özgürlük var... Bu derin insan deryasına dalmakta özgürsün!
Geceyi
istediğin gibi geçirmekte serbestsin. İstersen uyuyarak dahi geçirebilirsin.
Fakat
Meş'ar'da olduğunu unutmamak kayd u şartıyla dilediğini yapabilirsin!
Burada
da görmek için hiç bir şey yok. Bakışlarına azamet için uğraş.
Burada
da hiçbir teklif ve görev yok; var olan, mükellefiyet şablonunda sorumluluk
sınırlarından daha öte, daha büyüktür. :
Derin düşünme,
irdeleme,
teemmül!
Adsız,
namsız yüzbinlerce insan yerin üzerine yayılmış... Ve gece, herkesin üzerine
çadır kurmuş, herkes yıldızların aktığı göğü temaşaya dalmış.
Bütün
susuzluğunu, Meş'ar göğünün altında tut ki ğaybî vahiy yağmurları seni
doyursun, sana su versin. Seni suya kandırsın. Meş'ar'in sükûtu, bu kıyamet
gürültüsünde Mahşer yapar! Sükûtun sesini pekala duyabilirsin.
Bu
ortamda idrakinde Allah'ı sınırlayacak hiç bir şey yoktur; zira bütün bir
atmosfer, Allah'la doludur, Allah'a bir mekan ve zaman izafe edemezsin...
Onun
kokusunu bir gülünki kadar açık, net ve kolay bir şekilde hissedebilir,
alabilirsin, Onun varlığını gözlerinle, kulaklarınla görür ve duyarsın, bütün
varlığınla hissedersin Allah'ın varlığını. Ruhunun derinliklerinde duyarsın
Onu. İliklerinde hissedersin... Daha ne diyeyim, nasıl anlatayım ki?! Bir
sevgi, bir okşayış ve bir aşk misali bedeninde hissedersin...!
Meş'ar
kendini İslam'ın siması olarak aksettirmektedir. Zira Meş'ar İslamı bir çehreye
sahiptir, tıpkı Ali gibidir o: yüreği "aşk"la çarpar, eli kılıçla.
Meş'ar'de müslümanlığın antremanını yaparlar :
"Gece
zahid, gündüz aslan"!
(Zühhâdü'1
-leyl ve üsdü'n-nehâr) 31
Meşar
gecesini kendi başına ve kendin hakkında derince düşünerek geçirmek, kendini
arayarak seherlemek...
Meşar
semâsında, ruh Miracıyla, Allah'ı arayarak uçmak...
Meş'ar
toprağında cihad için seferber olmak, silah aramaya koyulmak.
Harikulade
manzara!
Arafat'tan
gelen coşkulu muhacir seli, ansızın bir ordu misâli, cepheye koşar, dağların
eteklerine dağılır, yollardan akın eder, aceleyle bineklerinden iner ve
aceleyle silah aramak için dağlara tırmanırlar.
Tevhid
ordusu... Bu orduda hiyerarşi yoktur. Aslında vardır, ama fertler bağlamında
değil, Allah bağlamında.
Derece,
makam vs. yoktur. Esasen vardır, ama ad, nam, san ve üne göre değil, fıtrat,
"öz-benlik", "kendin" bağlamında; "bugünün
benliği" ve "yarının benliği", "her anının
benlikleri-özleri" bağlamında.
Evet
Tevhid ordusudur bu.
İbrahim
ferman verir!
Geceleyin
silahlanmak için uğraş var, dağda, ama hep birlikte, aynı anda, herkes de kendi
sorumluluğunun bilincinde olarak tabii ki!
Sonraki
menzil Mina'dır. Savaş mekanı daha sonraki gün Kurban günüdür, savaş zamanı.
Savaş
başlıyor yarın!
O
halde bu gece silahlanmak gerek.
Fakat
gecenin karanlığında silahlanmaya çalışmak lazım!
Harikulade
bir görüntü!
Büyük
bir gece! Büyükten daha büyük...
Zaman,
böyle bir geceyi idrak edemez.
Fakat
hayır, iyi de anlar aslında!
Bir
halk okyanusu, içinde tufan kopmuş, savaşı düşünmede, silah toplama çabasında,
yüzbinlerce
gizemli karaltı, hepsi kardeş, bacı, hemfikir, savaş arkadaşı, herkes birbirini
iyi tanıyor, iyi anlıyor, hiç kimse, ne bacı ne kardeş, ne kadın ne koca, ne
anne ne baba, ne dost ne düşman hiç kimseyi, ayırdedemez, görmez; herkes kendi
işinin derdinde, Meş'ar karanlığında, toprağa eğilmiş, taş ve kayalarla dolu
toprağa el sürüyor, küçük taşlar toplamakta. Mina alanında taş atmak,
"remy" yapmak için "comre" (çakıltaş) toplamanın peşinde.
"Comre"!
Küçük taş, ama her küçük taş değil, dikkat et, hava karanlık, bulması çok zor,
fakat aramak gerek, doğru dürüst aramak gerek; bakmak, tam anlamıyla bakmak,
iyi görmek gerek. Aramak, ölçüp biçmek gerek. Bunun da bir yolu, bir kuralı
var. Herkes kuralları harfiyyen yerine getirmelidir: disiplin, birlik, düzen,
uyum, emre itaat, sorumluluk...
Mesele
gerçekten de çok ciddi.
Topladığın,
bulduğun çakıltaşı, senin silahındır düşmanla savaş silahın;
Emretmiş;
taşları
nasıl toplamak gerektiğini söylemişlerdir :
temiz,
düzgün, sıykal, parlak, cevizden daha küçük, fıstıktan daha büyük...
Yani?
Yani:
mermi!
Her
şey, en ince ayrıntısına kadar hesap edilmiş, öngörülmüştür: Yarın, İbrahim
cephesinin her eri, Mina'da düşman cephesine yetmiş kurşun atacaktır; düşmanın
baş ve göğsüne, kalp ve beynine! Boş gürültü çıkaran, yanlış yere giden, isabet
ettiremeyen, ayak ve karna isabet eden, düşmanın "ölümcül yer inden
vurmayan kurşun, geçerli değildir. İyi hesap etmeli, iyi kestirmelisin. Eğer
keskin nişancı değilsen, iyi nişan alma yeteneğin yoksa, daha çok silah topla,
daha fazla kurşun at ki maharetinin, zaafını, mühimmat ve güç fazlalığıyla
telafi edesin. Her halükârda cepheye az güçle, az mermiyle çıkma. Tek kurşun
dahi eksik atsan, er değilsin demektir, savaşa katılmamış, Hacca katılmamışsın
demektir.
Burada
mevzubahis olan askerî disiplin.
Şunu
da unutma sakın : Mina'da üç gün "vakfe" yapman gerek: Onuncu,
onbirinci ve on'ikinci günler... İlk gün son puta, heykele, tasvire yedi
kurşunla "hamle" yapma günüdür.
Vurduğun,
hesap edilmez, hedefe tam isabet ettirdiğin sayılır. Bu eylemler askerî
eylemlerdir. Pratiktir burada esas olan. Eylemin dış tesiri, gözle görülür,
nesnel sonucu olmalıdır.
Burası
eylem toprağıdır, bir manastır veya bir itikaf yeri değil, bir sahnedir. Emir
ve kurallar, dakik, kesin, kaçınılmaz, iki kere iki dört eder türündendir.
Sûfice, filozofça ve zâhidâne izah ve yorumlara tahümmül edilemez burada. Dua,
tevessül, şefaat, inleyiş, nezir, niyaz, dinî rüşvet, şer'i kılıf, hile-i
şer'iyye, velayet oyunları, filozofça hayaller kurma, sûfice laubalilik türünde
işler yoktur. İtaat tamdır. Tam bir teslimiyet, eylem ve eser sözkonusudur.
Harfi harfine emirleri ifa etmelisin, niçinsiz ve çünküsüz bir itaat. Hiç bir
kaçış yolu yok. İtaatin yerini hiçbir şey tutmaz.
Hatanı,
günahını kimse bağışlamaz, bağışlayamaz... Unutma bu dağlarda hiç kimsenin bir
işi yok... İbrahim ve Muhammed bile eğer tek kurşunu isabet ettirememiş, bir
tane eksik atmış olsalardı sorumlu olurlardı?!
Eğer
yanlış yaparsan, cezasın çekmelisin, bunun başka bir yolu yok. İnsanların
başlarına şerî külah geçirenler, burada külahsız kalırlar.
Evet:
İlk
gün, yedi kurşunlu bir saldırı...
İkinci
ve üçüncün günler, her hamle yedi kurşundan ibaret olmak üzere her gün üç hamle
yapacaksın. Dolayısıyla şimdiye kadar toplam kırk dokuz kurşun ediyor.
Dördüncü
gün serbestsin, Mina'dan gidebilir veya kalabilirsin, sana kalmış bir şey. Eğer
kalmayı tercih edersen önceki iki gün gibi üç cephede birden savaş malısın.
Mina'da
günü sükûnet ve rahatlık içinde geçiremez, savaşta dinlenemezsin. Böylece
toplam yetmiş kurşun oluyor.
Silah
tedarik ettikten ve cihad görevini yerine getirdikten sonra, askerî düzen,
disiplin ve ruh, bir tarafa bırakılır; savaş, çelik, mermi, kurşun, disiplin,
sertlik, askerî sert bakış, sorgusuz sualsiz tam bir itaat gibi hususlar yerini
hemen irfanı ruha bırakır. Barış huzuru, yürek safası, aşıkane düşünceler,
ruhsal miraç kendini gösterir.
Aslan
kükreyişi, birdenbire acı bir iniltiye dönüşüverir ve havadan uçuşan mermilerin
yerini, gecenin kalbinde, gökyüzünün meczûb gözlerinden kıvılcımlar saçan, Allah'la
konuşan sessiz kelimeler alır.!
Olağanüstü
bir manzara!
Bu
toplum, mekanik bir toplum değil, "inkılapçı bir ümmet'tir. Ehl-i ilim,
ehl-i amel, ehl-i siyaset, ehl-i ibadet, ehl-i dünya, ehl-i din vs... yapay,
nakıs insanlar için yapay sınırlandırmalardır. Ümmet, parçalı, sosyal bir
toplumdur. Ümmet, parçalı, sosyal bir toplumdur, sınıfsal, soya dayalı vb. bir
hiyerarşiye yer vermez kendi içinde. Ümmet, yolda yürüyen sosyal bir birlik,
bir Allah'ı, bir yolu, bir kıblesi olan, hepsi bir kabileden, bir atanın
çocukları, bir Allah'ın kulları olan azimli, hedefine kilitlenmiş bir
kervandır. Bu kervanın aydını savaşır, savaşçısı ibadet eder, âbidi ise
düşünür.
Şimdi
bu ümmeti sergileyen bir sahnede silahlı mücahidler, âbid ariflerin halvetine girmişler,
bundan önce -Arafat'ta- bilgin aydınların simasını taşıdıkları gibi.
Meş'ar
gecesi tanıktır : Meş'ar ansızın, müthiş bir ordunun haşmet ve gürültüsünün
idrakine vardı. Bu ordu, yarının cephe sınırında, esrarengiz bir gece
sığınağında büyük bir tuzak kurma telaşı içinde. Sonra mehtabın aydınlığı ve
yıldız sağanağı altında geceyle sakinleşen rahat, parlak, ve berrak bir deniz
olmuş, Allah'ın rahmetinin ve güzel meleklerinin iniş menzili olmuştur. Herkes
başına bir kuş konmuşcasma ağır bir şaşkınlık ve sessizliğe gark olmuştur. Öyle
bir sessizlik ki sevgilinin "gözyaşlarının sesi" dahi duyulabilir.
Her
birinin bir hikayesi olan aşık gönüllerin çarpışından başka hiçbir şey, hiçbir
çarpış, Meş'ar'ın güzel huzurunu bozamaz!
Meş'ar,
dünyanın tek ordusunun dağ karargahı. Bu orduda her asker komutandır. Yarının
zaferini şimdiden bayram gecesine dönüştüren ve bayram olarak ilan eden savaş
gecesinde, gaflet ziyafetleri ve aldanış eğlencelerinin yerine, aşk mırıltısı,
huşu mütevaziliği, yazgı karşısında şaşırtıcı sessizlik, kararsız cezbeler,
ebediyet huzurunda şevk, vahiy yağmurlarının altında yürek susuzluğunun
yangını, kendinden geçmek için zühdle
"kendini"
arındırmak,
dua ile ruha güç ve gıda sağlamak, böylece yarının cephesinde tıpkı "Yûsuf
un ayrılığında Yakub gibi" ölüm için sabırsızlanır ve büyük
komutanın-elinden savaşta liyakat ödülünü, yüksek "şehadet" rütbesini
alır...!
Hayret!
Meş'ar! Elde silah, dudaklarda dua, beklemede kavga sabahını!
Sabah
yaklaşıyor.
Seher
esintisi, ordugahta gizemli bir hareket ve coşku uyandırmıştır.
Birdenbire
Ezan'ın insicam dolu feryatları her köşeden uçuşmaya başlar; özgür ve her
tarafa yayılarak yolu açar: adeta her yönden varlık sahiline çarpar ve Meş'ara
geri dönerler.
Yüzbinlerce
"kamet", büyüleyici bir bir biçimde, rükû ve secdeye gider!
Ezan
esintisi, Tevhid'in bu ak tarlasında -ki hiçbir çatı ve gölgelik, hiçbir
iktidar, onun muşteşem birliğini bozamıyor- esiyor ve o tevhid tarlasına
yumuşacık, insicamlı bir şekilde dalgalar gönderiyor.
Şimdi
Sabah Namazı, her zamanki namaz; fakat burada kılınan bu namaz, başka yerdekine
benzemez!
Bu
namaz başkadır velhasıl!
Ezanlar
susar ve Meş'ar bir saatliğine uykuya dalar. Gece Arafat'tan gider, yüksek
dağlardan aşağı iner, Meş'ar'da geceleyenlerin üzerinden geçerek Mina geçidine
dalar ve çekip gider.
Ve
aydınlık sabahtır, peşinden gelen!
Mina
En
uzun vakfe, en son duruş, en son menzil! Yani arzu, ideal, hedef ve... Mina,
minye, emanetle ilgili, temenni, aşk! Bilgi ve bilinç aşamasından sonra, son
aşama!
Dante'nin,
bilginin en yüksek noktası olan Doğu irfanını, İşrak felsefesini taklit ederek
iki aşama şeklinde tasavvur ettiği şey, evet
"İlahî Komedya" da
akıl (Virgil) ve aşk (Beatrice)
olarak
iki merhale şeklinde düşündüğü şey,
Hacc'da
Bu
"Büyük İlahî Dram" da üç aşamadır:
Bilgi,
haram bilinci ve aşk!
Şimdi
büyük olayın başlangıcıdır. Hacc, zirvesine yaklaşıyor.
Bugün
Zilhiccenin onuncu günü. Bayram günü, Kurban Bayramı!
Sabahın
ilk ışıkları, Meş'ar geçidine süzülür ve müslümanları nur çağrısıyla ayağa
kaldırır.
Dağ kemerlerinden,
dağ bellerinden, yarıklardan, yollardan patikalardan, küçüklü büyüklü mücahid
ırmaklar, akarak birleşir ve büyük nehir oluştururlar. Geçit yerleri daha da
daralır ve nehirse gittikçe sıkışır ve sıkıştıkça güçlenerek akar.
Meş'ar'de
vakfe son bulur. Tekrar göç vakti gelmiştir. Gönül, bir menzilden ayrılır,
diğer menzile yönelir.
Ak
Tevhid ordusu, yola düşmüştür. Geceyi silah temin ederek geçirmiş ve Allah'la
konuşarak kavga sabahını beklemiştir!
Meş'ar'ın
"zahidler'i, şimdi Mina'nın "aslanları'dır.
Başlar
coşkulu, yürekler ateşli, öfkeli, aşkla dolu, "eşiddâ, ale'lküffâr"
[Kafirlere karşı şiddetli], "ruhamâ' beynehüm" [birbirlerine kasrı
merhametlidirler. Mina'nın ahengi geçerlidir yüreklerde .
Allah'ın
ve İblisin ülkesi!
Meş'ar
harekete geçmiş, Batıya doğru ilerliyor. En görkemli menzil ilerdedir. Sabahın,
bayram sabahının gülümseyişi, herkesin harekete geçmesine yetmiştir.
Ordu,
cephenin üstünde çok dar ve çok çetin bir vadiye, "Muhasser" geçidine
ulaşıyor. "Hücum!" emri gelir. "Koş!, kısa ve hızlı adımlarla,
uygun adım marş!" Sel daha da sıkışıp tazyikleniyor. Cephe yakın. Kayalık
ve çetin vadi, dar yatak ve "acele ol" emri! Hâlâ gecenin
sakinliğini, derin düşünceleri üzerinde taşıyan ordu, süratle çevik ve atak bir
duruşa geçiyor, coşku ve heyacanla Mina'ya koşuyo!
Birdenbire
o taşkın ve hücuma geçmiş nehir, büyük ve geçit vermez bir setle karşılaşır!
Çarpar
ve sonra durur, bir adım dahi atılamaz, sadece ordunun son kısmında cılız bir
hareket göze çarpar.
Ne
oldu?
Bu
dünyada böylesine gürleyen, böylesine hışımlı bir nehri, apansız bir şekilde,
beklenmedik bir yerde durdurmaya hangi engelin gücü yeter?
Böylesine
kesin ve etkili "dur" emrini hangi ferman
verebilir?
"Dur"
emrini kim vermiştir?
Tulu':
güneşin doğuşu
"Saldır"
emrini veren de odur.
Ordu,
Mina sınırına ulaşmıştır.
Milyonlarca
özgür asker ve gönüllü savaşçının sıkı izdihamından oluşmuş bu düzensiz ve
şekilsiz uzun saf cephesi...Dünyada hiç bir güçten emir almazlar askerler
"keskin bir kılıçla koparıp atmışlardır hepsi. Faazı bir çizgi üzerinde,
bir "düzen/ordu çizgisi": hatt-ı nizâma durmuşlardır.
Bu
yerinde duramayan ve gürleyen takımdan hiç kimse, bir adım ileri geçme başarısı
göstermez. Görünmez bir duvar Meş'ar'ı Mina'dan ayırtmaktadır. Bu çelik duvarı
dünyada yıkabilecek hiç bir güç yoktur. İbrahim ve Muhammed dahi yıkamaz. Bu
bir "karar" veya bir "kanun" değil, bir "sünnet"
bir "gelenek" tir. Tabiatta var olduğu biçimiyle bir gelenek. Onu,
ilmi yerleştiren kimse yerleştirmiştir. Tabiatın kaidelerini koymuş olan da
O'dur. Bütün bir kainata hakim olan düzeni yerleştiren yine O'dur. Ve
"Sen,
Onun sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın" (Fatır, 43)
Tıpkı
"çekim" gücü, hayat ve ölüm hükmü, güneş fermanı gibi...
Burada
hüküm süren, ferman veren, sadece "sabah" tır. Onun yumuşak parmak uçları,
bu yıkılmaz seti, birdenbire bu hücuma geçen selin önünden kaldırıp atmaya güç
yetirir. Bırak öyleyse sabah çıksın! Tıpkı ışığın göz kırpmasıyla eriyen gölge
gibi, o güçlü selin hücumununu durdurmayı başaran bu yıkılmaz duvar, sabahla
birlikte yok olur gider!
Görünmez
duvarın ardında askerî disiplin hattıyla silahlı hücumcular, yerlerinde
duramamakta, güneşin ferman vermesini beklemekteler.
Güneşin
ilk doğuş ışıkları, geceyi her yerden sürüp atmıştır; fakat kendisinin, doğunun
yüksekliklerinde belirmesine çok kısa bir zaman kalmıştır.
Yeryüzünün
hiçbir noktasında, hiçbir zaman diliminde, hiçbir ümmetinde, sabahın böyle bir
iktidarı yoktur.
Cenk
ve aşk için yerinde duramayan kara sevdalılar, Mina kapısının ardında, yek
vücut, doğmak üzere olan güneşin yolunu beklemekteler.
Milyonlarca
göz ve gönül, ateşli bir sessizlik içinde, nurun fermanına kulak kabartmışlar.
Bazıları yorgunluk ve ihtiyaçtan, onu ilanından önce duyarlar!
Niçin?
Destur
böyle zira. Bu ordu yeryüzündeki Tevhid gücünün tamamıdır. Dünya tarihinde
güneşten, ferman alan tek ordu budur.
Sabahın
iktidarını tanımış tek ümmettir bu ordu.
Sadece
sabahın yönetimim kabul etmiş tek ümmet...
Sabah
Arafat'tan yükselir ve dağın ardında "soluklanır", "ğasikun
vâkıb" (Kararan gecenin) siyah çadırının kızıl şafağını kökünden kurutmuş,
zulüm şehidleri ve şirk kurbanlarının kanım "Kurban Bayramının"
çehresine sürmüştür. Tevhid ordusunu ise tarihin üç tağutunun karargahlarına
saldırmak üzereyken kan talep etmeye çağırmaktadır.
Anlar,
muhteşem, heyacanlı anlardır. Güneş ve aydınlığı, şafak ve yarıp söken kızıl
kılıcı, sabah ve nefes nefese kalışı... herkesi yerinde duramaz etmiştir. Bugün
"Allah'ın mukaddes ayetleri", kucak dolusu muştu ve şefkat, ümit ve
iman, savaş fermanı ve fetih müjdesiyle geliyor; geliyor ki put kıranlar hamle
emrini ulaştırsın. Bugün İblisin yeryüzündeki en büyük üssü yerle bir ediliyor.
Bugün şirk yok oluyor. Bugün tevhid, aşk, özveri ve fedakarlık en muhteşem
çehresiyle tecelli ediyor.
Birdenbire
aydınlık seli vadiye akın eder. Güneş, dağın üstünde belirir ve geçiş emrini
verir!
Mutluluk
nidası, güneş nehri ve insan seli birbirine meczolur ve Mina geçidinden aşağı
akın ederler.
Bu
topluluk şimdi sadece beyaz barış güvercinlerinden değil, ondanda öte silahlı savaş mücahidlerinden oluşmaktadır.
Düzen,
disiplin ve emrin sözkonusu edilmesi işte bundandır :
"Geceyi
Meş'ar'da vakfe yaparak geçirin"!
"Onuncu
gün Mina'ya girin!
Sabah
sının, Mina sınırıdır. Sabah çizgisi, geceyi gündüzden ayırır.
Ve
işte sınırdan geçiş emri, Mina'ya saldırıya başlama emri, Zilhiccenin onuncu
günü sabah güneşinin elindedir.
Mina
batıdadır, Arafat ise doğuda. Ordu, Mina'ya yönelmiştir. Güneş arkadan
doğmakta, Arafat'ın üstünden dar Mina vadisine dökülmekte. Güneş de haccetmekte
: Arafat'ta doğmakta, Meş'ar'dan geçmekte ve Mina'ya girmektedir.
Arafat'tan
gelerek geceyi Meş'ar'da geçiren, iman ve silah kuşanan mücahidler, cihad ve
aşk ordusu, Mina sınırında durmak, hem şehadet hem de savaş merkezi olan şehir
kapısında kalıp güneşin doğuş fermanını beklemek, fermana kulak verip amade
olmak mecburiyetindedir;
Güneşin
ayak sesine!
Niçin?
Gecenin
hükümranlığında kendinizi yetiştirin!
Gece
sığınağında silah kuşanın!
Doğuştan
önce Mina'ya girmeyin!
-çünkü
gece, Meş'ar vakfesine özgüdür- Doğuştan sonra Meş'ar'da kalmayın;
-çünkü
gündüz Mina'da vakfeye özgüdür-
Doğuş
anında başlayın;
bu
güneş, Zilhiccenin onuncu güneşidir.
Mina'ya
saldırı zamanı gelmiştir.
Güneşin
buyruğu "zamanın buyruğudur.
Zamanın
cebrine boyun eğin!
Sadece
güneşin fermanına kulak verin, sadece güneşin doğuşunu gözleyin, sadece onuncu
güneşi, sadece bayram doğuşunu!
Ne
hayretâmiz bir durum!
Mina
sınırından İblislerin karargahına kadar belli bir mesafe var,
Mina'ya
girişten cepheye ulaşıncaya kadar belli bir mesafe mevcut.
Bayramı
cepheden çıkışta eda etmek, kutlamak gerek.
-İblisleri,
şeytanları yendikten sonra, zaferden sonra, şeytanlara taş atma eylemini
yaptıktan sonra!
Ve sen
kardeşim. Tevhid milletine bak, bu kavmin geleneğini gör!
Bayramı,
ne düşmanın yenilgisinde, ne de dostun zaferinde değil, savaş başlamadan önce
meydana varmadan önce kutluyor,
yani
zaferi, "karar" verdiğin anda elde etmiş oluyorsun!
Yani
"Mina sınırı'na daha henüz varmadan fatih
oluyorsun!
Ve...
nasıl ifade edebilirim ki?
Bu
kolay milleti anlamak ne de zor!
Bu
sade ümmet, ne kadar karmaşık!
Yani
zamanı gelince muzaffersin demektir. Ne.... ! zafer zamanı geliyor mu?
"Eğer"
"Arafat"
tan gelmişsen,
"Eğer"
geceyi
"Meş'ar'da düşünüp hazırlık yaparak geçirir, tedarikte bulunarak
"bayram sabahı'nı getirirsen...
Hayır,
hayır!
Henüz
en temel "eğerler i söylemedim. Bu Hacc, tıpkı tabiat gibidir, İslam'ın
bizzat kendisidir, özüdür, "kelime'yle değil, "harekef'le beyan
olunan, İslam'ın özüdür.
"Müteşâbih
bir olgu'dur, Hacc!
Ne
kadar dalarsan dal, dibine varamazsın. Sonsuzdur o, "anlayabildiğin"
kadar bir anlamı vardır. Ancak bir kişi, hiçbir yönünü anlamayan kişi, onu
bütünüyle anladığını iddia edebilir!
Temel
"eğerleri, ana şartları atlamıştım:
Eğer
"mevsim'de gelmişsen!
Eğer
"Mikat'ta bulunmuşsan!
Eğer
"İhram'a bürünmüşsen!
... Ne
desem ki? "Sen" kimsin? "Ben" kimim?
'Ferd'in
pek bir anlamı yok.
Kuran
"fert" ten değil, "toplum" dan "insanlar" dan söz
eder.
Ne
güzel bir kelime kullanır : "en-Nas"! (insanlar).
Tekili
yoktur bu kelimenin!
"Allah'ın
eli, Cemaatın üzerindedir"
Hareket,
kemâl, Allah'ın tabiattaki hilafeti... ve zafer "topluluğun takdiri'nde
yazılıdır. Toplum hayatında Allah'ın değişmez sünneti,
insanın
yaradılışında, Allah'ın planının gerçekleşmesi yönünde, tarihin
cebrî/determinist gidişatı.
"Ben"
ve "sen" mi?! Yapabileceğimiz iş, bu sünneti keşfetmek; bu mukadder
gidişatı tam ve doğru olarak seçmek; tarihin cebrini, takdîr-i İlahîyi, zamanın
İlahi takdirim, insan hayatının kesin yazgısını, evrenin adalet dağıtan
devriminin kesin serüvenim doğru bir biçimde bulmaktır. İbrahim'in İlahı ve
insanın yaratıcısıdır, bize şu gerçeği haber veren:
"Şüphesiz
yeryüzüne salih kullarım varis olacaktır." (Enbiya, 105)
Evet,
yeryüzünün mirasçıları Allah'ın layık, şayeste kullarıdır.
Bize
şunu müjdeleyen de O'dur :
"Biz
istiyoruz ki, yeryüzünde zayıf bırakılmışlara lütfedelim, onları imamlar
kılalım ve onları varisler kılalım." (Kasas, 5) —Demek istiyor ki:
yeryüzünde istizafa kurban edilen kimselere iyilik etmek, onları zamanın
öncüleri ve yeryüzünün mirasçıları kılmak istedik!
İstizaf!
insanı mesh eden, değiştiren, aslını bozan, yabancılaştıran, çirkinleştiren,
mağlup edip ezen, bütün insanı imkanları, bütün insanı maddî ve manevî güçleri
yok eden şey! İstizaf; insan ve insanlık karşıtı bütün düzenleri, insan
hayatını felç eden bütün amilleri kapsamına alan bir kelime: istibdat, isti'mar, emparyalizm, sömürü,
köleleşme,
istismar, istihmar, eşekleşme.... ve bundan sonra halk düşmanlarının ortaya
çıkaracağı her şey!
Bırak
ortaya çıkarsınlar, fakat Allah yeryüzünün mahkum insanlarının kurtuluşunu
irade ettiğini, yeryüzünün horlanmışlarının özgürlüğünü istediğini ilan
etmektedir. Tarihin İlahı takdiri, beşer toplumunun liderlik ve imamlık
dizginini bu sınıfa bırakacağını, bütün bir yeryüzünün, gelmiş, geçmiş,
gelecek, tüm mahrum bırakılmışlarını, bütün iktidar saraylarının, bütün servet
hazînelerinin, bütün kültür ve rûhaniyet birikimlerinin varisi kılacağım
vadediyor.
"Yeryüzünün
mustazafları"! Ne büyük bir benzerlik bu! Fanon'un eserinin adı da Les
Damnes de la Tene — "yeryüzü" gadaplıları". [Türkçe'ye
"Yeryüzü Lanetlileri" olarak çevrilmiştir.]
Kıyamette,
Allah'ın yazgı tayin edici memurlarının değerlendirdiği, ölçüp tarttığı
insanlar iki gruba ayrılır. Cennetlik olan kurtuluş grubu ve cehennemlik olan
mahkum, mağdub (condamnes) grup. Yeryüzünde de İblisin memuru olan yazgı tayin
ediciler, insanları cennetlik ve cehennemlik diye iki gruba ayırmışlardır.
Sözkonusu kitabın girişinde Sartre'in ifade ettiği gibi "yeryüzünün iki
milyar nüfusundan, sömürü diliyle beşyüz milyonu "insan", bir buçuk
milyarı ise "yerli" dir. Hor görülen yeryüzü mahkumları, Üçüncü Dünya
cehenneminin sakinidirler!"
Fakat
"tarihin ilmi determinizmi" veya "tarihin İlahı takdiri"
-ne fark eder?- "yeryüzü gadablıları" veya "dünya
mustazaflan'nın -ne fark eder?- zaferine kefil olmuştur. "Beşerî
ümmet" kervanının -Şehid Habil'in çocukları- güzergahım, hangi yollan
izleyceğini İlahı meşiyyet tayin etmiştir.
Tarihin
cebri,32 tarihin determinasyonu, Allah'ın değişmez Sünnetidir.
"Allah'ın
sünnetinde asla tebdîl bulamazsın" 33
Allah
"olay ve olgulara hem "vücut" verir, hem de
"cihet".
"Yaratmak
(halk) da Onun, "Emr"de Onun34
Ve sen
bir "ayet" sin. Senin yazgın, "Sünnet" in cebrini
keşfetmene, "seçme" ne bağlıdır. Tabiatın kendi cebrî hareketi
bulunduğu gibi insan da kendi cebrî güzergahını takip eder.
Peki
sen? Dört "determinizm'in, dört cebrin dört zindanı; dört büyük zindan;
"tabiat", "tarih", "toplum" ve "ben"!
Tabiatın
cebrini keşfetmeli sin, ilmi yani. Bilinçli bir şekilde o süreçte karar
kılmalı, yürümelisin. Tabiatın cebir zindanından tabiatın cebrine
uyum göstererek
kurtulursun.35
Tarihi
keşf etmeli sin, tarih ilminin felsefesini yani. Bilinçlice o yolda karar
kılmalısın. Tarihin cebrî seyrini tarihin cebriyle uyumlu olarak
değiştirebilirsin.
Ve
sosyal çevre cebrini keşfetmelisin, sosyolojiyi yani. Toplum kanunlarını
tanımalı, hizmetine almasın. Bilinçli, bilgili bir devrimle, topluma egemen
olan zindandan kurtulabilirsin.
Her üç
zindandan kurtuluş 'ilim'ledir.
Peki
dördüncü zindandan nasıl kurtulunur, "kendi" zindanından? içgüdüler
zindanı, kendi zatında, özünde taşıdığın zindandan kurtuluş nasıl mümkün olur?
İlim,
bu dördüncü zindanı açmaktan acizdir. Üç zindan senin dışındaydı. Bu döndüncü
zindan, içinde, senin kendi "varlık evreni "ndedir!
Seni
sana tanıtacak, seni keşfedecek bir ilim gerek. Sana başkaldıracak, sana galib
gelecek, seni sana tahrik edecek bir güç gerek. Seni senden uzaklaştıracak, seni başkalaştıracak güçlü
bir el gerek. Ancak bundan sonra artık ilim işe yaramıyor. İlmin alim insanın
büyük muhafızı olduğunu görüyoruz. Bilakis "hikmet", fıtrat ilmi,
bilinç, Peygamberlerin yeryüzü şebistanında yaktığı nur, din! İçindeki zindanı
sana tanıtan, varlığının derinliklerinde saklı olan zindancıları, senin için
keşfeden bilgi. Seni kendi zindanından kurtaracak güç mü? Bu artık "ilim
mesleği" değil, "aşk sanatı'dır! Eğer ruhun da senin zindanın olmuşsa,
aşk hüneri şehadetle onu kırar, eğer İsmail'in sana ayak bağı olmuşsa, onu da
senin elinle, şehadetten daha yüce olanla öldürür!
Dördüncü
zindandan kurtuluş, aşkladır.!
İlim
ki sana, kendini -tabiatın yaptığı gibi- yıkman, Allah'ın istediği gibi kılman
için bilinç ve ilahı yaratıcılık bahşeder.
Ki
sen, tek bir "varlık" sın: kendi "mahiyetini kendin
yaratmalısın. İnsan bu çöle iniş (hubût) yapmış ve kendin, oraya yerleştirmiş
bir varlıktır.36 Sen mi? "Niteliksiz bir varlık", her şey olabilecek
bir "hiçsin". "Adem" olabilecek, "Adem'i
"seçebilecek", fıtratını (dini) keşfedebilecek, bilinçli bir şekilde
mecrasında karar kılabilecek bir "boş kabuk", bir "imkan",
bir "titreyiş", bir 'tereddüt'sun. Adem'in yazgısıyla uyumlu hale gelerek
"kendi cebr inden azade olur, 'seçim'i yapabilir, tarihin cebri serüvenini
tanıyabilirsin. Tarih zaman yatağında akan 'insandır, cebrî bir akıntı, Allah'a
doğru bir "oluştur. Ve sen ey "hiç varlık"! "oluş,
olmak" ol, insanı tanı ve insan olmayı seç; çünkü bu cebrî "nehir"
akmaktadır. Bu nehrin akıntısı ebedî bir akıntıdır. Meş'ar'da gecenin
egemenliği ve Mina'da üç "zulüm" yönetimi, bu 'cebr'in muzaffer
gidişatını durduramadığı gibi saptıramaz da. Zira bu Allah'ın "Sünnetidir.
"Allah'ın Sünnetinde asla değişiklik (tebdil) bulamazsın."
"Allah'ın
Sünnetinde asla bir dönüşüm (tahvîl) bulamazsın."
Senin
yazgın, öyle bir metindir ki eğer o metni "bilemezsen", yazarların
elleri yazar, yok eğer "bilirsen", bizzat kendin yazabilirsin.
Sen
-ey "hiç"-! Ey bilgili ve özgür hiç! eğer "mevsim" de
'mikat'a gelir, kendi fıtrat yolunu, -Ademin/insanın cebri seyir çizgisini-
tanır ve seçim yaparsan, Allah'ın iradesi altında dümdüz bir yol olabilirsin,
evden Kâbe'ye giden, 'çamurdan Allah'a götüren bir yol!
Burada
yönetim "Allah'ın takdir in" dedir. Hakimiyyet "ilmin
cebri'ndedir ve bu "akan nehr'in "muzaffer cebr'in kıyısında,
bu
özgür ve muhtar "sen", seçim yapabilirsin; kıyıda kalıp ölmeyi veya
hareketin cebrî gidişat çizgisi ve yaratılışın ebediyetini akıntıyı
(seçebilirsin)
Ve
görüyorsan ki -imamın ifadesiyle- bu ne cebirdir, ne de, ihtiyar, tersine bu
ikisi arasında bir durumdur! ,'
Bu
nedir? "Cebrin ihtiyarı" cebri seçmek!
Tevfizin
tevfizi" taat ve teslimiyet!
İslam!
Bu
büyük "ümmet" nehri, bu ebedi "halk" akıntısı Mina
sınırından geçer, İblis cephesinde muzaffer olur. Halk ordusu ilk adımını Mina
sınırından içeri atınca Zilhiccenin onuncu güneşi sabah burcundan, fetih
sancağını kaldırıyor, ilk gülücükle birlikte hem geçiş ve yola başlama izni
verir, hem hücum ve savaşa başlama emri verir, hem de fethi ve görevi tamamlama
şenliğini ilan eder!
Bu
tarihin cebridir, topluluğun "mukadder" serencamı!
Fakat
insanın ihtiyarında, insanın seçiminde, ferdin, senin "tevfiz"inin
akıbeti nedir?
Bu
noktada eğerlerin eğeri, en önemli şart nedir?
Şudur:
zafer
kazanırsın,
"eğer,
bu akan topluluğa katılırsan"
-Allah'a
yönelmiş olan halka-
"Ümmet'e!
bu
akan topluma!
"halk"a,
bu akan ırmağa: takdirin meşiyyeti, tarihin determinizmi, o akan halk ırmağının
önüne çıkan her kaya ve engeli un ufak eder ve.... "denize" döker!
Evet,
eğer Meş'ar'dan geçip Mina'ya ulaşmak için yolda kalmaz, bozuk yola girmez,
topluluktan ayrı kendi başına , kendi yolunda yürümezsen, Mina'ya varır, İblisi
taşlar, İsmail'i boğazlar ve en yüksek iman ve ülkü kalene çıkarsın. Eğer
halkın yoluna adım atar, halkın aktığı yerden akarsan, ve eğer kendi cûş u
hurûşunu denize bağlamak için Meş'ar'da geceyi yarının cihadı için silah
toplayıp aşkı mırıldanarak geçiren halkın cûşuhuruşuyla karıştırırsan, mezkur
durum gerçekleşir! Zaten bu karışımı yapmak bir emirdir, Allah'ın açık emri,
Hacca niyet edenlere hitabıdır :
"İnsanların
akın ettiği yerden siz de akın edin" (Bakara, 199)
Silahlı
ve kararlı Tevhid ordusu, Mina'ya, savaş alanı Mina vadisine iner!
Şeytan Taşlama
Her
biri, düz bir çizgi üzerinde -bugün "kral caddesi"- bir kaç yüz metre
arayla birbiri ardına kurulmuş üç karargah. Her biri bir "hatıra
sütunu", bir "heykel", bir "anıt", sembolik bir bim
bir "put"!
Her
yıl, yüzlerini ağartırlar!!
Allahu
Ekber! Ne kadar anlamlı!
Akın
eden, saldıran ordu, geçite, boğaza varır. Elde küçük taşlar, amade bir biçimde
durmakta!
"Birinci
pufa varırsın (ilk taş atma eylemi):
vurma,
geç!
"ikinci
pufa varırsın (ortanca taşlama):
vurma,
geç!
"Üçüncü
pufa varırsın (son atış)37:
bırakıp
geçme, vur!
Niçin?
Yoksa
akıllı, deneyimli öğütçüler, insana kılavuzluk eden öğretmenler, mantıklı insanlar, "yavaş, aheste,
düzenlice...."
demezler mi?
Fakat
burada İbrahim'in hükmü geçer :
"İlk
hamlede sonuncuyu vur"!
-Vurdun
mu?
-Evet!
-Kaç
atış?
-Yedi
atış.
-Gerçekten
isabet etti mi?
-Gerçekten...
-Ayak
ve karından mı vurdun?
-Hayır!
-Sırtından
mı vurdun?
-Hayır!
-Tam
başından mı? Yüzünden mi? Yuzyüze mi?
-Evet!
-Tamam
öyleyse?
Savaş
bitmiştir. Sonuncusu düşürülünce, birinci ve ikincisinin ayaklan üstünde
duracak güçleri kalmaz. Birinci ve ikinciyi ayakta tutan bu sonuncusudur.
Sonuncu
cepheden dönüyor musun? O halde Kurbandan başka işin yok. Fethi ilan et!
Son üs
düştüğünde, sefer şenindir.
Zafer
şenliği düzenle, İhramdan çık; gündelik hayat elbiseni giy, koku sürün,
süslen,38 eşini kucakla. Özgürsün, insansın. Minada galip geldin, İblisi
fethettin, yendin.
Daha
ne diyeyim?
İbrahim'sin!
Şimdi
o noktaya ulaştın ki artık 'O'nun yolunda İsmail'ini kurban edebilirsin!
Kurban
Son
putu taşladıktan sonra, hemen Kurban kes! Bu üç put, "teslis anıtı
"dır. Üç "İblisi" aşamanın simgesini unutma! "Niyet bu
demek"! Daima niyet halinde ol, "kendini bil", bilinçli ol.
Ne ve
niçin yaptığını bil. 'Amellerinin zahirinde boğulma, anlamlardan gafil olma.
Bunların "hepsi işaret'tir. Bir an dahi gözünü işaret edilen yerden
ayırma. Formalizm, seni karmaşık teknik şeylerle meşgul etmesin.
Anlamların
Haccını yap; menâsik haccı değil, anlamlı bir Hacc yap.
Burada
herşey "niyef'e39 bağlıdır.
Hacc
tamamen 'niyet'tir.
Diğer
ameller, niyetsiz dahi başlı başına bir şey ifade ederler. Oruç tutarken
niyetli olmasan da her halikarda orucun tesir ve eserlerini elde edersin. Cihad
ederken niyetli olmasan da her halükarda bir askersin. Fakat Hacc'da eğer
"niyet" olmazsa, bir hiç olur, Haccederken niyetli olmazsan sende bir
hiç olursun.
Niyetsiz
hacc, hiçbir faydası olmayan hareketler
bütünüdür.
Çünkü
bu menâsik, bütünüyle işarettir, nişanedir, semboldür. 'Secde'nin ne olduğunu
bilmeyen kişi, sadece alnını yere koymuş olur.
Bu
menasikde ne yaptığını anlamayan kimse, Mekke'den sadece hediyelik eşya
getirmiş demektir.
Valizi
dolu, kendisi boş!
Hacc'da
tavaf etmekle, Tevhid' i pratize edersin.
Sa'y
etmekle, Hacer'in uğraşı ve didinişlerini beyan
edersin.
Kâbe'den
Arafat'a Adem'in inişini,
Arafat'tan
Mina'ya: tarihi40, insanın yaratılış felsefesini, Düşüncenin ilimden aşka
seyrini ruhun topraktan Allah'a miracını,
Mina'da
son kemal merhalesini, ideali, mutlak özgürlüğü, mutlak kulluğu,
İbrahim'i.
Ve
şimdi Mina'dasın, İbrahimsin, İsmaili'ni Kurban yerine getirdin.
Senin
İsmail'in kimdir?
Veya
nedir?
Makamın
mı ? Onurun mu? Mevkiin mi? Statünmü? Mesleğin mi? Paran mı? Evin mi? Bağın mı?
Otomobilin mi? Ma'sükun mu? Ailen mi? İlmin mi? Rütben mi? Sanat ve maharetin
mi? Ruhaniyetin mi? Alimliğin mi? Elbisen mi? Adın mı? Nâmın mı? Şöhretin mi?
Carim mı? Ruhun mu? Gençliğin mi? Güzelliğin mi...?
Ben
nereden bileyim? Bunu sen kendin bilirsin.
Her ne
ve kim ise onu sen kendin Manaya getirmeli ve Kurban için seçmelisin.
Ben
sadece onun alâmetlerini sana söyleyebilirim.
Seni
iman yolunda zayıflatan, "gitmek'te olan seni "kalma'ya çağıran, seni
"sorumluluk" yolunda şüpheye düşüren, seni kendine bağlayan ve
alıkoyan, gönül bağlılığı, mesaj, işitmene, hakikati, itiraf etmene izin
vermeyen, seni firara çağıran, seni maslahatçı izah ve yorumlara sürükleyen ve
aşkı, seni kör eden herşey... İbrahim'sin ve İsmail'i zaafın seni İblisin
oyuncağı haline getirebilir. Hayatında, şeref, saygınlık, iftihar ve faziletin
doruklarında birtek şey vardır ki onu elde etmek için zirveden inebilir onu
kaybetmemek için bütün İbrahimı kazanımlarını yitirebilirsin:
O,
İsmail'indir. İsmail'inin, bir şahıs veya bir şey olması mümkündür; bir durum,
bir konum, bir zaaf noktası, olması imkan dahilindedir!
Fakat
İbrahim'in İsmail'i, İbrahim'in oğlu idi!
Omurunun
sonunda hareket, uğraş, mücadele, savaş, cihad, toplumun cehaletiyle kavga,
Nemrud'un zulmü, putperest önderlerin bağnazlığı, yıldıza tapmacı hurafe ve
hayati işkencelerle mücadele dolu bir asırdan sonra ömrünün sonuna gelmiş yaşlı
bir adam.... fanatik, bağnaz, putperest ve daha da ötesi put yontan bir
babanın41 evinde özgür,aydın ve isyancı bir genç...! ve kendi evinde kısır,
mutaassıp, soylu bir kadın: Sara
Artık
o, Tevhid elçiliğinin ağır yükü altında, zalim ve cahil şirk düzeninde aydınlık
ve özgürlüğün sorumluluğunun getirdiği bir yüzyıllık işkenceye göğüs germek
gibi bir durum içinde, zulme alışmış bir kavim içinde ve karanlık çağda
yaşlanmıştır ve tektir; nübüvvetinin zirve noktasına, yine beşer olarak
kalmıştır. Büyük İlahı risaletinin sonunda bir "Allah kulu"42 olarak
bir oğlunun olmasını çok arzulamıştır.
Fakat
hanımı kısır, kendisi ise yüzünü aşmış bir ihtiyar. Onunki umutsuz bir arzudur
aslında. Hasret ve ye's ruhunu yiyip bitiriyordu. Allah, bütün bir ömrünü kendi
yolunda geçiren bu emin Rasûlü ve vefalı kulunun yaşlılık, umutsuzluk,
yalnızlık ve ıstırabına merhamet ediyor, "iftihar" ve "aselet'i olmadığından kumasının bile kıskançlığını üzerine çekmeyen siyah bir kadından
Saranın cariyesinden bir evlat bahşediyordu, O da bir oğlan çocuğu! İsmail!
İsmail,
İbrahim için, sadece bir baba için oğlun ifade ettiği şey değildi,
Bir
ömür beklentinin sonu idi.
Bir
asırlık acı ve ıstırarın mükafatı Macera dolu bir hayatın meyvesi Yaşlı bir
babanın tek genç oğlu Acı bir umutsuzluktan sonra tatlı bur umut İbrahim'in
İsmail'i vardı. Senin İsmail'in ise "kendin" olabilir,
"ailen" olabilir veya mesleğin, servetin, haysiyetin, ne bileyim
herhangi bir şeyin olabilir. İbrahim için oğlu var idi, üstelik de öyle bir
baba için öyle bir oğul!
Artık
İsmail, İbrahim'in ağarmış kaşlarının altında mutluluktan parlayan gözleri
önünde yetişmekte, canını oğlunun bedenine bağlayan bir babanın şefkat
yağmurları ve aşk güneşi altında kanatlanmaktadır. Baba hayatını geniş ve yanık
çölünde sadece sevinçli, taze fidanına gözlerini dikmiş bir bahçıvan gibi adeta
oğlunun yetişmesini görmekte, aşk okşayışını ve umudun sıcaklığını ruhunun
derinliklerinde hissetmektedir.
Sıkıntı
ve tehlikeler içinde geçinen uzun ömründe İbrahim, -Gide'in deyimiyle her anını
zevkle geçirmesi gerektiği- hayatının son günlerini "İsmail" e sahip
olma zevkiyle geçirmektedir.
Bir
oğul düşünün ki baba gelişini yüz yıl beklemiş,
O ise
babanın hiç beklemediği bir anda gelmiş olsun!
İsmail,
artık verimli bir nihai olmuştur. İbrahim'in ruhunun genci, İbrahim'in
hayatının biricik semeresi, İbrahim'in bütün bir aşkı, umudu ve zevk aşısı!
"İbrahim!
kendi ellerinle bıçağı İsmail in boğazına daya ve kes!
o
mesajın şokuna geren babanın korkusunu kelimelerle vasıflayabilmek mümkün mü?
Vasıflayabilseydik
veya olayı görseydik bile hissedemezdik; derdin ölçüsü, hayele sığmaz.
İbrahim,
Allah'ın mütevazı kulu, beşer tarihinin âsî insanı, koca bir ömründe ilk kez
korkudan titremekte, çelik yapılı risalet kahramanı erimekte, tarihin o büyük
putkıranı yıkılmakta, mesajı tasavvur ettikçe korkmakta; fakat, ferman Allah'ın
buyruğudur.
Savaş!
en büyük savaş, kendi içinde savaş: Cihad-ı Ekber!
Tarihin
en büyük savaş fatihi artık mağlub, zayıf, korkak, perişan ve biçare!
Savaş
İbrahim'in içinde Allahla İsmail arasında savaş.
Zor
bir "seçim"!
Hangisini
seçmek istersin İbrahim?!
"Allah'ı
mı, 'kendi'ni mi? 'Fayda'yı mı, "değeri" mi, "bağımlılığı"
mı yoksa 'kurtuluş'u mu? "mashalaf'ı mı? 'hakikat'i mi? "Kalmayı mı,
gitmeyi" mi? "Mutluluğu" mu "kemali" mi? "Zevki"
mi, "sorumluluğu" mu? "Hayat için hayat" ı mı, "ilgi
ve sükûneti" mi, "akide ve cihad'ı mı? "İçgüdüyü mü bilinc i mi?
'Duygu'yu mu, "imanı" mı, "babalığı" mı,
"Peygamberliği" mi? "Aşı ve bağlı" mı, 'mesaj'ı mı?....
Sonuç
olarak "İsmail'ini mi yoksa "Allah'ını mı ?
Hangisini
seçiyorsan seç İbrahim!
Toplum
içinde bir asırlık İlahı risaletin; bir ömür Tevhid nübüvveti, halk önderliği,
şirke karşı cihad, Tevhid binasını kurma, cehaleti yok etme, gururu mahvetme,
zulmü ezme, bütün cephelerden zaferle çıkma ve bütün sorumluluklardan başarıyla
çıkmanın sonunda kendi hevesini gütmeksizin, kendi nefsine uyarak yoldan bir
adım dahi sapmaksızın, her insandan daha Rabbani olup Tevhid ümmetini inşa
ederek ve insan imametini ilerleterek, her yer ve zamanda iyi bir imtihan
vererek koca bir ömür geçirdikten sonra... Evet bütün bunlara rağmen sakın ha
gururlanmayasın, oturtup dinlenmeyesin; kahraman
olduğunu,
yenilmez ve kusursuz olduğunu sanmayasın. Yüzyıllık cihad zaferleri seni
aldatmasın. Sakın ola kendini masum görmeyesin. Düşüş tehlikesinden kendini
korunmuş bilmeyesin. Cinlerle şeytanların vesvesesinden uzak olduğunu
zannetmeyesin.
Daima
"insan olma" yi hedef alan görünmez eller karşısında kendini
"çelik beden" olarak hissetmeyesin. Bilmelisin ki gözlerinin
çukurları korkunç okların nüfuz yollarıdır. Cihangir Rüstem'i kocattığını sanmayasın.
Efsanevî
Simurg seni senden daha iyi tanır ve bilir ki sen hâlâ felakete maruz
kalabilir, nüfuz edilebilir bir insansın; tepeden tırnağa çelikten yapılmış elbiseler içine
büründüğünden
çelik vücutlu olduğunu sanırsın. Sen bilmezsin; ama o hâlâ seni okla vuracak,
yaralayacak, zehirleyecek bir delik veya kapı olduğunu bilir. Bilir ki dünyaya
baktığın yerden seni vurur, kör eder. Ey çelik, kurşun işlemez vücutlu adam!
Dünyayla bağ kurduğun yerden, dünyaya bağlandığın kökten, dünyaya baktığın pencereden
dünyayı gözünde karartır. Ey kahraman! Durup dikilmiş, savaş türküleri söyleyen
kahraman! Seni alt üst eder, süründürür, kanını emer.
Simurg,
Rüstem'le dosttur.
Senin
düşüşün de ortaktırlar Rüstem'le Simurg.
Ey
İbrahim! Tarihin en görkemli muzaffer kahramanı! Ey kurşun işlemez vücutlu! Ey
çelik ruhlu! Ey Uli'1-azm Peygamberi! Sanma ki bir asırlık İlahı risaletin
nihâyetinde sona varmışsın! İnsanla Allah arasında fasıla yoktur. "Allah
insana şah damarından daha yakındır". Fakat insanın Allah'a giden yolunda
ebediyet fasılası vardır, sonsuzluk vardır!
Sen ne
sandın?!
Sen
risalette kemalin zirvesine eriştin; fakat "kulluk'ta henüz tam değil,
eksiksin. Ey "Allah'ın Halili"! Ey Tevhidin yeryüzündeki kurucusu! Ey
Musa, İsa ve Muhammed'in yolunun açıcısı! Ey insanı görkem, ululuk, izzet ve
kemâlin mazharı! İbrahim olmuşsun, ama "kul olmak" daha zordur!
"Mutlak özgür", mutlak özgürlük olmalısın!
Hiç
kahramanlık türküsü okuma; zira insan "zirve'de dahi daima düşüş
tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Doruklara
çıkıp düşmek daha tehlikeli, daha fecîdir.
"İsmail'ini öldür"!
"Kendi ellerinle kurban et"!
Candan
sevdiğin evladını, gönlünün meyvesini, ciğer pareni, gözünün nurunu, ömrünün
semeresini, bütün bir bağını, zevkini, varlık bahaneni, seni hayata bağlayan bu
dünyada tutan her şeyi, senin var olma, yaşama ve kalmanın anlamını, oğlunu,
hayır, İsmail'ini kurbanlık koyun gibi kendin bizzat tut, yere yatır,
kıpırdamaması için el ve ayağını, kendi el ve ayağının altına alarak bastır,
saçlarını kavra, başını sağlamca tut, yere bastır ve geriye doğru bük ki şah
damarı ortaya çıksın, bıçağın keskin ağzını yiyince oynamasın,
boyun derisi toplanmasın ve kurbana zahmet vermesin! Şah damarını kes.
Tepinmediğini hissedinceye kadar ayağının altında tut. Sonra kurbanlığının
soğuk bedeninden kalk ve öylece dur.
Ey
"Hakka teslim olan", "Allah'ın kulu"!
"Hakikat'in
senden istediği şey, işte budur. Budur "imanın daveti",
"risaletin mesajı".
Bu
senin sorumluluğundur, ey "sorumlu insan"!
Ey
"İsmail'in babası"
Uzun
risâlet yolunun sonunda "yol ayrımı'na gelmiştir artık İbrahim!
Bütün
vücudu feryâd etmekte : İsmail!
"Hak"
ise başına vurmakta: "boğazla"!
Seçim
yapması gerek!
İçinde
"hakikat'le "menfaat" savaşmaktadır.
Canıyla
bağlandığı menfaat... İmanıyla bağlandığı
hakikat...!
Hakikat,
onun kendi ölümünü istemiş olsaydı kolaydı. İbrahim yıllardır hak yolunda
"canını feda etmiş, ruhunu ortaya koymuştur. İşte bu, İbrahim'i
"Hakkın özgür kulu" olduğu konusunda emin kılmıştır. Bu ise İbrahim
için bir "bencillik", bir "zaaftır!
Güzel
ruhlar, iyi insanlar için iyi/güzel olan, İlahı- Rabbânı ruh, ulu insan İbrahim
için çirkin ve kötüdür.43
İbrahim'in
mektebinde "ahlakın izafîliği'nin nasıl ve nereye kadar olduğuna bir bak!
Ey
"canını feda eden", İsmail'i de feda et!
'Tereddüt",
ne
kadar can yakıcı, ne kadar tehlikeli bir şey!
Ve
sonuçta "tevil"!
Öyle
bir an ki insanın imanı davet ediyor, gönlü ise istemiyor.
"Sorumluluk",
onu kolayca gönülden sökülemeyecek bir şeyi "gönül'e kökletme'ye
çağırıyor, o ise "kaçış yolu" arıyor.
"Yanlış
yorumlar" dan daha kötüsü de "doğru yorumlar" olsa gerektirir.
Yani bir "hakikat'i ayaklar altına almak için başka bir
"hakikat" e dayanmak!
Ne
büyük bir faciadır ki batıl, bir eline kılıç olarak aklı, bir eline ise kalkan
olarak "Şeriat'ı almaktadır.
İşte
burada Kuran şirk sancağının destekçisi olurken Ali de silahsızlandırmaktadır.
"Hüseyin
Ümmeti", "Yezid akıbeti"yle karşılaşıyor!
Yorum!
Bunun
en kötü türü : Aklı yorum!
En
fecîsi: Şer'î yorum!
"Sorumluluk'tan
kaçış!
— "İsmail'ini
kurban et"!
— Bu ifadenin bizim anladığımız mânâda
kullanıldığı nereden
malum
ki?
— "Zebh" kelimesinden maksadın,
lügat manası olduğu ve mecazi manada kullanılmadığı nereden belli? Nitekim
örneğin şöyle denilmektedir: "Nefsini öldür". Bundan murad da
"nefsin vesvesesinden uzak dur" veya, "nefsin kölesi olma"
gibi anlamlardır. Ya da
"mutu
kable en temûtû" (Ölmeden önce ölünüz) masum ölüm ikinci ölüm (Arapçada:
temûtû), hakîkî manasında ölüm; birinci ölüm (mutu) ise mecazı manasında
ölümdür.
Burada
iradî bir ölüm sözkonusu: "Kendinizi öldürün". Açıktır ki burada
ölümden maksat şudur: bencilliği, egoizmi kendinizden uzaklaştırın, üzerinizden
atın". Böylece sabit olmuştur ki bu beyanda "mevt" (ölüm),
bildiğimiz gerçek "mevt" (ölüm) manasında değildir. Dolayısıyla
"öl" emri gerçek manada öl demek değildir.
— "İsmail'in" tamlamasındaki
"sen" zamirinin, özellikle bana râcı olduğunu ve bu hitapta muhatabın
ben olduğunu nereden bilebiliriz? Burada hitabın, hitab-ı âm (genel hitâb)
olmadığını nereden bilebiliriz? Mecazen hitâb-i hâs (özel hitâb) şeklinde eda
olduğu nereden bilinebilir? Nitekim meanı ve beyân ilminde bu konu ele
alınmıştır ve ayetlerde, rivayetlerde, şiirlerde bir kaç madde bu noktada delil
olarak getirilebilir.
— "İsmail" lafzından muradın, bu
İsmail, benim oğlum İsmailolduğu nereden belli ki? Muhtemeldir ki diğer
manalardan kinayedir. Başka bir mânâya delalet edebilir. İsmail kelimesinin bir
manâveya sıfatın ismi ya da müştak (türemiş) bir lafız olma ihtimali devardır.
Sözlük manasında kullanılmış olma ihtimali de çok uzak görünmemektedir. Bu
ifadede aleniyyet de olmamış olabilir.
-"Zibh-i İsmail" terkibinde,
İsmail kelimesinin muzafun iley (tamlayan) olmadığı, muzaf in (tamlayan) yerine
kullanıldığı, muzaf in aklı karineyle hazfedildiği nereden belli ki? Bu kaide
Arap dilinde yaygındır. İlahı kelâmda da şu kabil gelmiştir:
"Seele'l-karye". Bu, "seele ehle'l-karye" demektir. Burada
da "Zebh-i İsmail'den maksat "Zebhu alâka-i İsmail" (İsmail
sevgisini boğazlama) olabilir.
—Varsayalım
ki sayılan bu ihtimallerin tamamı merduddur. Yani bu muhtemel
mânâların hepsinin muhal olduğunu farzedelim. Buna göre Allah'ın sözünü
lafızların zahirinden zihne ilk çağrışım yapan mânâyla telakki edelim ve o
lafızlardan hiç biri için o mümkün mânâlardan hiç birine kail olmayalım. Şimdi
bu durumda dahi Bârî Teâlâ'nın emrini inşâ, hükmünü icra zamanının o saat
olduğunu nereden bilebiliriz ki?
Bu
hükmün nassında onunla amel zamanı o hükümle muayyen ve mukayyed olmamıştır. Bu
aklı ilke açıktır : Şeriatın tayin etmediği, vahiyle nas kılınmayan şeyi, aklın
tayinine havale edip mükellefin de mevcut gereklere, şartlara, maslahatlara,
zaman ve mekana, imkanlara, sebep ve gereçlere göre seçmesi gerek! Nitekim
Kitab'da cihad hükmü gelmiştir; ama cihadın şeklini fertler, vaziyete, ahval ve
şeraite, aklın gereklerine göre belirlerler veya Sünnette "ilim talep
etmek" emredilmiştir. Her mümine ilim talep etmek farzdır, görevdir.
Herkes ilim aramaya memurdur, ancak hiç kimse, bu teklife uymak farz olduktan
hemen sonra fasılasız ilim aramaya girişmekle mukayyad değildir. Eğer insan
ölüm döşeğinde, yarı canlı hale düştüğü ömrünün son dakikalarında dahi bu farzı
yerine getirirse, emre itaat etmiş olur. Tıpkı Hacıyı, hayatın içinde mukeyyed
kılan "Hacc" hükmü gibi. insanlar, Hacc ibadetlerini, hayatlarını serbestleşti rdikleri zamana
bırakırlar.
Bunun şer'ân bir mahzuru da yoktur. Zira bu, boynundan atman gereken bir
borçtur, boynunun borcu; ne zaman atarsan at! Çünkü bu müminin, Hacc konusunda
dünyada değil, kıyamette sorumlu olduğunu, Şeriatın hükümlerinin ölümden önceki
hayatta kemâli, eğitim ve öğretimi, fikrî eğitimi duygu eğitimini tahsil etmek
için değil. Ölümden sonra sevap ve mükafat için olduğunu sanmaktadır.
Esasen
"İsmail'i boğazla" emir fiilinin usûl ilmi açısından emri inşâı
olduğu nereden bilinebilir? Bilakis güçlü, hatta en güçlü bir ihtimal ve yakîne
yakın bir zanla bir "emr-i irşadı" olması uygundur. Şu anlamda ki
"zekat verin" ayeti gibi de değildir. Halk, hiç ara vermeden hemen
zekâtı ehline vermekle görevlidir. Çünkü emir Mevlevîdir, İlahîdir; yani
Mevla'nın kuluna emridir. Dolayısıyla onun "inşa'sı, yani icad ve encamı,
kölesine farzdır. Hemencecik de emre itaat etmesi gerek. Bu belki şu ayetteki
durum gibidir : "... o malları hakimlere aktarmayın" (Bakara, 188)
Bârı Teâla bizi bu emirle irşad etmek istemiştir: Yetimlerin mallarını hakimler
vesilesiyle yemek Hz. Hakkın nazarında çirkin bir fiildir. Bunun için bu ayette
emir, irşâdîdir. Emr-i İrşâdî Eğer Sâri, bu emri vermeseydi bile aklın hükmüyle
onu yapmak gerekli olan emirdir. Başka bir ifadeyle emr-i irşâdî, Sârinin o
emir vesilesiyle insanı aklın hükmüne yönelten emirdir.
Bundan
dolayı eğer diğer ihtimal, tefsir ve tevilleri atarsak, yakın ölçüsünde şunu
söyleleyebiliriz; Hz. Bârî Teâlâ'nın bu hükümden muradı şu noktayı beyan
etmektir: esasen kulluk ve ilahı itaat makamında evlâda alaka/sevgi bir hiçtir
ve bunun hasıl ettiği mânâ, şu külli hakikattir: Hak karşısında mutlak
mütevekkil olmak, tam bir teslimiyyet içerisine girmek ve bütün her şeyden
vazgeçmek, hayatımızın en aziz sevgi ve bağlarının Hakka ittisale ve Hakk'la
iştigale engel teşkil etmemesi gerek. Evlâda karşı aşırı ilgi/sevgi, kulu
kendisiyle meşgul eder, Allah'ı zikretmekten alıkoyar, İsmail İbrahim'in aşırı
iliği/sevgi odağı olmuş ve Vahiy dilinde İbrahim "kes" sözüyle bundan
nehyedilmiştir. Bu nehiyden murad da nehy-i irşâdîdir, yani İbrahim'in
dikkatini şu hususa çekmektir: Senin İsmail'e karşı aşırı sevgin, ruhunu ve
kalbim tamamen Hakkın aşkına vermene, Allah'tan başkasına muhabbet beslemekten
uzak durmana engel teşkil eder. Yeri geldiğinde ispat edildiği üzere
"İsmail'i boğazlamak'tan murad İsmail sevgisini boğazlamak olmaktadır. Bu,
haberi olarak "Mallarınız ve çocuklarınız bir fitnedir" ayetinde
kastedilen mânâ ile aynı mânâyı ifade eder.
—Bütün
bu aklı ve şer'i vecihleri, ayet ve rivayetlere istinad etmeyi, kelam ve usul
ilminin ölçütleriyle istidlalde bulunmayı, aklı ve nakli delillerle
delillendirmeyi bir kenara bırakırsak elimizdeki ölçütlerle esasen bu amel,
şer- ı mübîne aykırıdır!
Şu
halde ma'siyeti ve haram fiili emretmek asla Bârı Teâlâ'ya isnad edilemez.
Evet
"yorum"! Sorumluluk ağırlaştığı, insanın canının istediği şeye
uymadığı vakit "kaçış yolu" bulmak. Fakat hakikat, "hayatın
kenan'nda bulunduğu zaman, bir çokları hakprest kesilir. Kazanç esnasında,
pazarda, dertsiz, tasasız, iyi ve güzel yaşamda "hayırlı işler"!
yaparken insanlar hakka razı edilir. "Hakikat", "yaşamın mecrası
"na yerleştiğinde iş, su ve ekmek getiren bir sermaye olduğunda ve sonuçta
meslek resmî bir meslek, alış veriş tezkeresi, su verdiğinde, ekmek, nâm ve
unvan verdiğinde, herkes hem hakperest ve mutaassıb mümin kesilir, hem de bu
yolda hizmetler inşa etmeyi ve eserler sahibi olmayı arzular.
Fakat
hak, "hayatın karşısı'nda yer aldığında ve hakperestlik zahmet vesilesi
olduğunda, başağrısı, zarar ve tehlikeye yol açacak olduğunda... omuzlara çok
ağır bir sorumluluk yüklediğinde, yol yokuş, taşlık olduğunda, uçurumlardan
düşme tehlikesi bulunduğunda, pek çok harami tuzakları yollarda pusu
kurduğunda, hava tufanlı/dumanlı,
gece karanlık ve korkunç olduğunda, yoldaşlar az olup her adımda da gittikçe
azaldığı ve sonuçta tek başına kaldığında! Seni vadide kalmaya çağıran her
şeyden gönlü arındırdığında, geceye alışmış, vadiye yerleşmiş ve hepsi yanyana
durmuş bir topluluk ve kabileyle uyumlu ve hemhal olduğunda, evet bütün bunlar
sözkonusu olduğunda, Hakkın mesajı sana gönlünü nâm, ekmek, can ve aşk
İsmail'inden arındırman ve öyle yürümen gerektiğini söylüyor. Kalbin vesvesesi
ise "kal, şu anki durumunu muhafaza et ve öyle yap" der. Burada hem
bilgin, vukûfiyetli, hem de sorumlu olan insanın son hilesi 'yorum'dur. Mevcut
durumu muhafaza edebilme ve öylece kalabilmenin yolunu bulmak. Fakat vicdanım
da öyle uyuşturabilme, içindeki serzeniş sesini boğabilme yolunu bulabilmek;
dini dünyayla uyumlu hale gelerek bozulacak şekilde tahrif edebilmenin yolunu
bulmak, diğerleri gibi İsmail'ini de koruma, fakat diğerleri gibi Hakkı inkar
(küfür), Allah'a isyan ve halka hıyanetle suçlanmama yolu. Şarab içme, fakat
şerbet niyetiyle, deva niyetiyle içmenin yolu. Yorum, yani hak olmayana hak
verme şekli. Sen adını ne koyarsan koy. Fıkhı izah, şer'i yorum, aklı, örfî,
ahlakî, ilmî, psikolojik, sosyolojik, diyalektik, aydınca vb. tevil.... Ne
dersen de.
Fakat
Hacc'da, üstelik de büyük İbrahim'in hayat serüveninde, tüm denemelerden mutlak
sadakat, takva, ilim, amel, ıstırap, acı, cihad ve hakperestlikle başarıyla
çıkmış o ihtiyar İbrahim'in macerasının geçtiği yerde Allah onun adını
"İblisin tevili" koymuştur.
Bu
malûm "nereden bilinebilir ki'lerden biri İbrahim'in güçlü aklına, saf ve
sarsılmaz sadâkatine de musallat olur: "Bu mesajı ben rüyamda işittim;
nereden bilebilirim ki..."!
İblis
kalbine "evlat sevgisi'ni atar ve aklına "mantıklı delil" üfler.
Bu,
birinci aşamadır:
"İlk
taşlama'yı yap!
Emri
yerine getirmekten kaçınır ve İsmail'ini korur.
—
"İbrahim, İsmail'ini kes"!
Bu kez
daha açık, daha keskin bir mesaj...!
İbrahim'in
içinde savaş kızışır. Tarihin büyük kahramanı, perişanlık, tereddüt, korku ve
zaafa tutulmuş bir biçaredir artık!
Tevhidin
büyük risâlet sancaktan, İblisin oyuncağı mı ne?
Allah'la
İblis arasındaki çekişmede iyice ufalanmış, iliklerine kadar dert ve ateş
basmıştır.
Beşerî
vücut, insanı varlığın derinliklerinde çelişki, akıl ve aşk, şuur ve vicdan,
hayat ve iman! Kendin ve Allah!
Beşer,
hayvan ile insan, tabiatla Allah, içgüdüyle bilinç, yerle gök, dünya ile
Ahiret, bencillikle Allah'a bağlılık, gerçeklikle hakikat, lezzetle fazilet,
kalmakla gitmek, şühud ile ğaybet, imek (bûden) ile olmak (şoden), esaret ile
necat, kayıtsızlık ile sorumluluk, kendine düşkünlük ile Allah'a düşkünlük,
şirk ile Tevhid,
"benim
için" ile "bizim için"
ve
nihayet "olan" ile "olması gereken" arasında aracı halka.
İkinci
gün., "sorumluluğun" "arzu ve isteğin" cazibesi üzerindeki ağırlığı, önceki günden daha fazla hissedilmekte...
İsmail
tehlikeye düşmüş, onu korumak daha da zorlaşmıştır.
İblisin
İbrahim'i kandırmak için daha çok zeka, mantık ve maharet kullanması
gerekmektedir.
'Adem'e
verdiği o "yasak meyve'den İbrahim'in de yemesini istiyor, İblis.
İbrahim:
insan, bu zıtların bileşkesi varlık, aydınlıkla karanlığın, Ahura ile
Ehrimen'in savaş cephesi, "çamur" ile 'ruh'un; "kötü kokan
balçık" ile "Allah'ın ruhu'nün bileşimi, bu "nefs"!
"Ona
fücurunu ve takvasını ilham etti" (Şems, 8)
Ve
"sen" bir tereddüt, bir "titreyiş", bir "seçim"
ve işte busun!
İlgi,
bağ ve sevgiyi mi, mesajı mı?
—Ey
Allah'ın Rasûlü! Ey sorumlu! Ey halkın mesajcısı! Sen İsmail'inin babası olarak
kalmak mı istiyorsun?
—Ama...
nasıl olur? İsmail'imi mi boğazlayacağım? Hemde kendi ellerimle mi?
—evet!
Evet, halk
karşısında İsmail'i feda etmelidir; akide sorumluluğu, şefkat/duygu
sorumluluğundan daha üstündür.
— "Mesaj"ın daveti mi yoksa
"baba" zevki mi?
İblis,
kalbine "evlat sevgisi'ni atıyor, aklına ise "mantıkî" delil
üflüyor.
— "Fakat.... ben bu çağrıyı, bu
mesajı rüyamda duydum. Nereden bilinebilir ki..."?
Bu
ikinci aşamadır.
"Orta
taşlama'yı yap
Emri
ifa etmekten kaçınıyor ve İsmail'i koruyor.
"İbrahim!
İsmail'ini kes"!
Daha
açık ve daha kafi...
"Tevil"
işi daha da zorlaştı. Hakikatin açıklığı ve sorumluluğun baskısı daha açık,
kaçış imkanı bırakmayacak denli daha ağır.
İbrahim,
öylesine darlığa, öylesine sıkıntıya düşmüştür ki mesajdan şüphe etmenin artık
izah edilebilir bir yanı olmadığını, mesajdan kaçmak için teviller
yapılamayacağım, bir takım tevillere girişmenin, şüphe duymanın ihanet
olacağını hissetmeye başlıyor. "Rüşd" ile "ğayy" arasındaki
sınır, karşısında öyle kesin ve açık bir şekilde belirmiştir ki İblisin gücü ve
dehasının, etkilenip boş izahlara girişmesine yol açacak sahte bir iş olmadığını
anlamıştır.
İbrahim,
bu mesajı inkar etmede İblisin rolünün olduğunu, İblise itirafta bulunduğunu
hissediyor...
Uçurumun
kenarında!
İbrahim'in
düşüşü!
Putkıran
İbrahim'in, Ulil-azm Peygamber, İslam'ın banisi, halkın önderi... İbrahim'in, 'Tevhid'in
doruk noktasından "şirk"in en alçak bataklığına!
düşüşü...
Daha
ne diyeyim?
Şirk
mi? Hayır! olamaz! Şirk çok tanrılılık; Allah'la birlikte başkasına veya
başkalarına tapmaktır.
Ve
İbrahim, Kuranın ibadet, tevhid ve şirk hakkında kullandığı dille, Allah yerine
İblise tapma uçurumunun kenarındadır. İşte İblis, Mina cephesinde açıkça
Allah'ın karşısında durmuştur.
Hiçbir
hileyle her ikisiyle birlikte yanyana gelinemez.
Ve her
ikisinden birden uzaklaşılamaz da.
Ne
"birlikte yaşama", ne de "tarafsızlık"!
Ah! Bu
ne çetin, ne korkunç bir öykü!
İnsan,
evrenin bu Allah -benzeri (hüdâgûne) varlığı, kainatı emri altına alabilecek bu
insan, ne kadar da güçsüz!
İçinde
Allah'ın ruhunu taşımakta, ama "zaaf "la yoğrulmuş!44 Hiçbir makamda
düşüşten korunmuş değildir! Uçurumun üzerinde tıpkı yeni yürümeye başlalayan
çocuk gibi, daima kendini kontrol etmelidir! Bilinç Masum Tehvid
Peygamberlerinin sonuncusu Hatemü'l-Enbiya dahi kendini korumasaydı
sarsılabilir düşebilir, yaptıklarını heba edebilirdi. O bile şirkten masum
değildir!
İbrahim,
Sahib-i azm Peygamberlerin babası, insanlık tarihinde putkıran ve şirk katili! Ömrünün son
merhalesinde,
insanı gücünün zirvesinde, İlahı izzet ve onurunun tepe noktasında, bir tek
"evlat sevgisi" onu İblis uçurumunun kenarına sürüklemiştir!
Tevhidin
en güçlü kahramanı, Allah'ın Peygamberlerinin babası, yüz yıl İbrahim olarak
yaşadıktan sonra, tepeden tırnağa İlahı alâmet, iftihar ve yakın elde ettikten
sonra, artık İblisin perişan oyuncağı!
Senin
için artık hiçbir yol kalmamıştır. Allah ve şeytan iki yanında durmuşlar.
Hangisini seçersin. İbrahim!?
İbrahim'in
üzerinde hüccet tamamlanmıştır. Şüphe yok ki mesaj, hak mesajdır. Kuşkusuz
mesajdan şüpheye düşmek şeytanîdir. Mesajdan şüphe İblisi bir şüphedir.
Yine
de "mantıkî delil" getirebilir. Mantıkî delili de öyledir. Fakat
vicdanı onu kuşatmış, emri altına almıştır.
Hakikatin
aydınlığı, açıklığı ve sıcaklığını tutuşmuş ateş parçası gibi fıtratının
derinliklerinde bütün bir varlığıyla hissetmekte, idrak etmektedir.
"Hakikat",
aklî delillere muhtaç olmayacak kadar sarih, güçlü ve yakîndir. Hakikat adamı,
hakikati tıpkı güneşin parlaklığı gibi hisseder, kendi var oluşunu bulup idrak
ettiği gibi, Hakkın varlığını da vicdanında hisseder.
Hakperest
insan hak bulucu bir koku alma duyusuna sahiptir. Asla yanılmaz güçlü bir
duyudur bu. Tıpkı bal ansının, yüzlerce fersah mesafeden, binlerce dağ, tepe,
ova, karanlık tufan gibi engeller arasından, sayısız yollan, bozuk dağ
yollarını, görünmez kara ve deniz yollarını o yön bulucu gizemli gücüyle aşarak
kendi kovanını bulduğu gibi hakşinas insan da aynı şekilde hakkın peşine düşer,
geceler, tufanlar, tuzaklar, komplolar, binlerce vesvese, başdöndürücü
hokkabazlık
arasında hakkın yönünü teşhis eder. Tarihin hak perestlerinin önderi olan
İbrahim de o uzun ömrünü hakperestlik içinde geçirmiş, hakk içinde hakkla
büyümüş olgunlaşıp pişmiş, meyve vermiştir. Böyle bir insan olan İbrahim, peki
nasıl olur da Hakk'ın hakk mesajını tanıyamaz ve İblis'in vesvesesini teşhis
edemez?
Her ne
kadar dost onun için bir ateş yakmışsa da düşmanın tutuşturduğu yangın ve
alevden daha korkunç ve daha yakıcı !
Her ne
kadar şimdi düşman, üzerindeki bu yangını soğutmaya, kırmızı güle dönüştürmeye
çalışıyorsa da...
Dostla
düşmanın Hakla batılın ölçütü, seninle yaptıkları şeye göre değildir. Bu ikisinin
başka bir ölçütü vardır, benim ve senin kar ve zararından daha öte bir şey .
İbrahim,
artık ne yapması gerektiğini biliyor. Mesajın anlamını yakînen kavramıştır.
Bilmektedir ki ta başından beri, o şüpheler şeytanın işiydi. Umutsuzluk içinde
bir ömür boyu bekleyişten sonra bir evlada kavuşmuş olan bir babanın tarif
edilemez aşkı, onu bilinçsizce, bu tür yorum ve tereddütlere sürüklüyordu. Bu
yorum ve tereddütlerle kaçış yolu bulmak emelindeydi. Allah'ın karşısında
durmaksızın ve haktan yüz çevirmeksiz, İsmail'i kendisi için koruyabilmenin
yolu.... Fakat artık her şey açık ve aydın, dert verici, ıstırap verici!
Vah
vah, ne korkunç bir facia!
İbrahim,
mesuldür, evet, bunu artık iyice anlamış vaziyettedir. Fakat bu sorumluluk bir
baban tasavvur edemeyeceği kadar acı ve çetindir.
Üstelik
de İbrahim gibi yalnız, yaşlı bir babanın tasavvur edemeyeceği kadar....!
Hem de
İsmail gibi biricik oğlunu kesme konusunda!
Keşke
İsmail tarafından İbrahim boğazlansa, kurban edilseydi, ne kadar da kolay!
Ne
kadar da zevk verici!
Fakat
hayır, genç İsmail ölmeli ve yaşlı İbrahim hayatla kalmalı, tek başına üzgün ve
yüreği dağlı...
Kanlı
yaşlı ellerle!
İbrahim
ne zaman mesajı düşünse, teslimiyetten başka bir bir şey aklına gelmez. Artık
en küçük bir tereddütü yoktur. Mesaj, Allah'ın mesajı; çağrı, Allah'ın
çağrısıdır. İbrahim, evet tarihin bu büyük âsîsi, Allah karşısında tam bir
teslimiyet içine girmiştir.
Ama ne
zaman emrin ifasını, İsmail'inin kesilmesini düşünse, çaresizlik ve acz, onu
öyle bir baskı altına almaktadır ki fanus gibi kendi üzerine katlanmaktadır.
Keder, temizlik ve peklik aynası olan açık benzini deri parçası gibi yakmakta,
morartmakta ve soldurmaktadır. Dağ gibi dert yükü altında kemiklerinin
kırıldığını duyar gibidir.
Zaaf,
çaresizlik ve korku sultasının, İbrahim'in bütün bir vücudunu sardığını, derdin
İbrahim'de neler yaptığını gören İblis, onun içine hırs ve tama, atmaya
çalışır. İblisin işidir bu: Adem'in yeryüzüne inişinden beri Ademin çocuklarına
tuzak kurmakla meşgul olan kinci düşman İblis, nerede bir insan kokusu alsa
hemen orada bitiverir. Her kimde korku, zaaf, tereddüd, ye's, haset, bencillik,
şuursuzluk, hatta bir şeye aşırı sevgi ve bağlılıktan bir eser görse he-
men
harekete geçip işe koyulur. İblis için iyi şeyler bile kötülük kaynağı
olabilir, senin yolunun üzerine oturma fırsatı bulup seni kendine çağırabilir.
Sorumluluktan uzaklaştırabilir, gönlündeki hak mesajın aydınlık ve açıklığını
karartıp bozabilir. İblis, evlat
sevgisini bile kötüye kullanabilir. "Şüphesiz, mallarınız ve çocuklarınız
birer fitnedir" (Enfal, 28) Nedir fitne? "Deneme/deney ocağı"!
"Akîde yolunun şeddi"!
İsmail şimdi İbrahim'in tek aşkı,
İblis karşısında tek zaaf noktası...
Artık
İsmail'e sahip olduğu için İbrahim'in yüreği hoplamaktadır. Mesaj, hak
mesajdır.
Fakat
onun yüreğim "İsmail'e sahip olma" zevkinin yerini "onu
kaybetme" derdi doldurmuştur. Gam, öfkeli bir sırtlan gibi İbrahim'in
canına çöreklenmiş, onu içten içe kemirmektedir. Gam kokusu İblis'i mest
etmekte, sevinçten uçurmaktadır. Keder, insanoğlunu, İblis'in yağlı pençesi ve
keskin dişlerine lokma yapmaktadır.
İblis
tekrar umutlandı, kederli İbrahim'in içine hırs ve tama' atmanın gayretine
düşürdü, İbrahim'in peşine düşerek "şuurunun bilinçsiz"
derinliklerinde gizlice aktı ve ikinci kez söylediği şeyi tekrarladı.
İblis'in
mantığı her zaman birdir, aynı şeyin tekrarıdır. Yüzlerce renk ve düzen olsa
da:
—
"Bu mesajı, rüyamda...."!
Fakat
hayır yeter, yeter artık İbrahim!
İbrahim
kararını verdi,
seçimini
yaptı
İbrahim'in
seçiminin hangisi olduğu belli.
Peki
hangisi?
"Allah'a
kulluğun mutlak özgürlüğünü"!
"İsmail'i
kesmek"
İbrahim'i
kendisine kulluğa çağıran son bağı!
Önce
olayı çocuğa açmaya karar verdi.
Oğlunu
çağırdı,
oğlu
geldi.
Baba,
"kurbanlığım" tepeden tırnağa süzdü!
İsmail, büyük kurban!
Şimdi
Mina'da kayalık bir köşede, baba ve oğul başbaşa konuşmakta!...
Saçı-sakalına ak düşmüş, bir asırdan
uzun bir ömrü acılarla geçirmiş bir baba ve nazik, yeni açmış bir çocuk!
Yarımadanın
göğü, ne desem, dünyanın göğü, bu manzarayı görmeye dayanamaz. Tarihin işitip de
kaydetmeye gücü yoktur. Yeryüzünde baba ile oğul arasında böyle bir konuşma
asla hayal bile edilemez.
Böyle
samimi ve böylesine müthiş bir konuşma!
Baba,
sanki hikayeyi anlatacak, ruhunun muzdarib ve acılı dalgalanmalarını oğluna
açacak gücü kendinde bulamıyor.
Hatta
ben seni kendi ellerimle kesmeye memur edildim diyerek konuyu dile getirmeye
kadir değildir. Nihayet kalbini Allah'a açar, dişlerini sıkar ve şöyle der:
"İsmail, ben rüyada seni kestiğimi
gördüm "!
Bu
kelimeleri ağzından öyle hızlı çıkarır ki konuşması çabucak biter, kendisi bile
duymaz, anlamaz. Konuşmasını bitirdi. Ve öylece sesiz kaldı, İsmail'e bakmaktan
ürkmüş korkulu bakışlar ve müthiş çehreyle!
İsmail
meseleyi anladı, babasının acıklı yüzüne yüreği yandı ve onu teselli etti:
— "Baba! Hakkın emrini yerine
getirmede tereddüt etme, teslim ol. Beni de bu işte teslim olmuş bulacak ve
İnşallah sabredenlerden olacağımı göreceksin."!
İbrahim
bu sözler üzerine, hayret verici bir güç bulmuştu kendinde. Artık sadece
hakperestlik gücüyle harekete geçen bir iradeye ve sadece mutlak özgürlüğe
sahipti. Kesin kararlıkla ayağa kalktı. Bu kalkış öyle eritici, öyle çevik bir
kalkıştı ki İblisi hemen umutsuzluğa gark etti. Mutlak özgürlükten başka bir
şey olmayan ve hakperestlik gücünün dışında başka hiç bir şeyin kımıldatamadığı
bir iradeye sahip olan Tevhid delikanlısı İsmail de Hakka teslimiyette öyle
yumuşak, öyle ram olmuştu ki adeta "sessiz ve çok sabırlı bir
kurban"!
Baba
bıçağı tuttu, keskinleştirmek için tarif edilemez bir güç ve hışımla taşa sürtüyordu.
Hayatta en kıymetli gönül bağına karşı babalık şefkatini böyle ortaya
koyuyordu. Çocuğuna gösterebildiği tek muhabbet buydu o anda.
Aşkın
ruha bahşettiği güçle, önce kendini içte öldürdü, kendi can damarını kesti ve
içi kendinden boşalarak Allah'a aşkla doldu.
Sadece
Allah diye nefes alan bir canlı!
Sonra
Allah'ın verdiği güçle ayağa kalktı. Rahat, sessiz ve itaatkar duran genç
kurbanını kurban yerine götürdü. Toprağa yatırdı ve çabucak altına aldı.
Yanağını taşa koydu, başından tutarak saçından bir tutam kadarını avucunun
içine aldı. Biraz geriye doğru çekti. Şah damarı dışarı çıktı. Kendini Allah'a
havale etti. Bıçağı kurbanının boğazına dayadı ve bastırdı,
öfkeli
bir bastırış, korkunç bir çabuklukla.
Yaşlı
adamın bütün çabası henüz kendine gelmeden, göz açmadan, görmeden "Onun
her şeyi'nin bir anında işin bitmesi ve kendisinin kurtulması içindi.
Fakat...
Ah! Bu
bıçak!
Bu
bıçak... kesmiyor!
İncitiyor...
Bu ne
acımasız bir işkence böyle!
Bıçağı
hışımla taşa vuruyor!
Yaralı
bir aslan gibi kükrer, dertle, ıstırapla, hışımla kendi üzerine kıvrılır adeta,
korkar, babalığından dehşete düşer. Şimşek gibi atılır, bıçağı kaptığıyla
öylece itaatkar, ram ve sakin bir şekilde duran hiç kımıldamayan kurbanının
üzerine ikinci kez hücuma geçer.
Bir de
ne görsün:
bir
koyun!
Ve bir
mesaj
"Ey
İbrahim! Allah İsmail'in boğazlanmasından vazgeçmiş; onun yerine kesmen için bu
koyunu göndermiştir. Zira sen buyruğu yerine getirdin"!
Allahü
Ekber!
Demek
Allah için insan kurban etmek yasak oluyordu. Oysa geçmişte bu, yaygın bir dinî
gelenek ve ibadetti.
İbrahim'in
milletinde, insan yerine koyun kurban etmek vardır!
Bundan
daha da anlamlısı:
İbrahim'in
İlahının diğer tanrılar gibi kana susamamış olmasıdır. Aç olanlar, ete aç
olanlar, Allah'ın kullarıdır!
Bundan
daha manidar olanı;
Allah'ın
başından itibaren İsmail'in kesilip kurban edilmesini istememesiydi.
O
istiyordu ki İbrahim, İsmail'in kurban edicisi olsun.
Öyle
de oldu; ne yürekli bir insan
Artık
İsmail'i katletmek boşunadır, saçmadır !
Allah
başından beri İsmail'in Allah'ın kurbanı olmasını istiyordu.
Öyle
de oldu nitekim: ne kadar sabırlı bir insanmış.
Artık
İsmail'in öldürülmesi beyhudedir!
Burada
sözkonusu olan "Allah'ın ihtiyacı" değildir.
Her
yerde sözkonusu olan "insanın ihtiyacı'dır.
Budur,
hakim, şefkatli, merhametli, insanı seven Allah'ın "hikmeti".
O,
İbrahim'i İsmail'ini kurban etmek gibi yüce bir makama çıkarıyor,
İsmail'i
kurban etmeksizin!
İsmail'i de "Allah'ın büyük
kurbanı" olmak gibi üstün- zirve bir dereceye yükseltiyor,
ona hiçbir zarar vermeden!
Çünkü
bu dinin öyküsü, işkence, insanın kendine eziyet etmesi, kan ve tanrıların kana
susamışlığının öyküsü değil, "insanın kemâli" nin öyküsüdür. İçgüdü
zincirinden, dar egoizm zindanından kurtuluşun öyküsüdür. Ruhun yükselişi,
aşkın miracı ve beşeriyet iradesinin mucizevî iktidarının; her bağ ve kayıttan,
seni "hakikat karşısında sorumlu bir insan" olarak esir ve aciz kılan
tüm zincirlerden kurtuluşun öyküsüdür.
Ve
nihayet, "şehadet'in yüce doruk noktasına erişmek, tıpkı İsmail gibi.
Ve
şehâdetten daha da öte, daha da yüce...
—Bu,
beşeriyet sözlüğünde henüz adı olmayan bir şey— İbrahim gibi!
Bu
öykünün sonu nedir? Koyun kurban etmek.
Bu en
büyük insanlık trajedisinde Allah'ın kendisi için istediği şey nedir?
Bir
kaç aç için koyun kesmek!
Ve
şimdi sen, ey İbrahim gibi Mina'ya ulaşmış insan! Kurbanlığını getirmiş olmalı,
ta başından İsmail'ini Mina'da kurban etmek için seçmiş olmalısın.
Senin İsmail'in kimdir? Nedir?
Kimsenin bilmesine gerek yok. Sen kendin
bilmelisin ve tabiî ki Allah Senin İsmail'inin, çocuğun olması mümkündür. Bu,
tek evladın olmaya da bilir. Çocuğun olabileceği gibi karın, kocan, işin,
şöhretin, şehvetin, gücün, iktidarın, mevkiin, makamın da olabilir. Senin
gözünde, İbrahim'in gözünde İsmail'in sahip olduğu yere sahip olan kimsenin
veya şeyin ne olduğunu ben bilmem tabiî ki!
Sorumluluğun
gereğini yerine getirmene, hakikat için çalışmana engel olan, özgürlüğünü
kısıtlayan, seni kendinle başbaşa kalmaya,
nefsinle, hevânla birlikte olmaya çağıran zevk bağı olan, tıpkı toplum zincirinin, senin sağlam
yerini bağlaması gibi yürümene izin vermeyen, İsmail'ini koruman için İblisle
işbirliği yapan, hak mesaja karşı kulağını sağırlaştıran, anlayışını, aklını
bozan, kalbini çirkinleştiren, seni iman fermanı karşısında isyana, ağır ve zor sorumluluk yükü altından kaçmaya
yönelten.... seni koruyan ve kurbanını koruyan her şey ve herkes !
Bunlar İsmail'in özellikleridir. Sen kendin onu, kendi
yaşamında bul ve al, Allah'a yöneldiğin şu an Mina'da kurban et.
Koyunu,
hemen ilk baştan seçme, bırak onu Allah seçsin ve İsmail'ini kesmek yerine sana
takdir etsin, bağışlasın.
Böylelikledir
ki Allah kestiğin koyunu kurban olarak kabul eder.
İsmail
yerine koyunu kesmek, "kurban kesmek" iken koyun olarak koyun kesmek,
olsa olsa 'kasaplıktır!
Teslis Putları
Şimdi
şunu sormak gerek Mina'daki üç putu tanıdın mı artık? İbrahim'e vesvese vermeye
çalışan bu üç İblis sembolünü!
Acaba
insan "kendi benliğinden sıyrılarak" mutlak özgürlük miracına kadar
yükselebilir, İnsanı esaret altına alan kayıt, bağ ve zincirlerden
kurtulabilir, ilahı varlık olabilir, "kendisi için" ve fakat
"kendi asliyetinin dışında başka bir şekilde" (existence pour soi)
-itibarî- "Allah için" ve faat "kendi öz biçimiyle"
(existence en soi-authentique) - aslı-zatî- var olan İbrahimî varlık aşamasına
yükselebilir, üç aşamayı da geçebilir mi?
Acaba
bu üç put, Hacc-ı Ekber'de, Arafat, Meş'ar ve Mina'da sözkonusu olan üç müsbet
seyir merhalesinin üç menfî seyir merahalesi değil midir?
İlk
taşlama Arafat'ın, orta taşlama Meş'ar'ın, son taşlama Mina'nın karşıtı değil
mi?
Artık
düşünecek mecalim kalmadı. Burdan öteye aklım ermiyor.
Fakat
bu çerçevede ortaya çıkan şu soruya cevap vermem gerekmektedir: İbrahim olma
yolunun üzerinde insana pusu kuran, onu İlahî risaletini yerine getirmekten
alıkoymaya çalışan üç aslı etken ve İblisi güç, üç temel put, tam olarak ne
yapar?
Hakkın
mesajını mesh eder, değiştirir, bozar ve tahrif ederler.
İnsanı,
en büyük zaaf noktası ve düşü yeri olan en güçlü sevgi bağını kötüye kullanarak
kemale doğru yürümek ve Hakkın sorumluluğuna yerine getirmekten alıkoyar, felç
eder.
Bu üç
putun sahip olduğu ve bizim onlara işaret eden objektif mısdakları bulmamıza
yardım eden diğer bir özellik şudur: Bu üç put üç müstakil puttur. Her birinin
bir adı, unvanı ve karargahı bulunmaktadır. Fakat birbiriyle dayanışma
içindedirler. Üçü de bir çizgide seyretmektedirler. Üçü de sorumlu insanın ve
yoldaki insanın yolu başında pusuda beklemektedir.
Bunların
hepsinden daha da önemlisi şudur: bu üç put üç bağımsız varlığa sahip olmakla
birlikte, bir tek varlığı sembolize ederler : İblisi
Bir "varlık", bir
"vücutturlar, ama aynı zamanda "üç tane'dirler; "üç vücutturlar;
ama aynı zamanda "birdirler!
Ne ilginç değil mi?! "Teslisin
bilimsel ve yaygın tanımı da budur! (Trinite): üç ilahlık!
Yahudilikte: Phylion (filun) denilen üç
Uknum.
Hristiyanlık'ta: Baba, Oğul, ve
Ruhu'1-kuds!
Yunanda: bir başta üç yüz.
Hint'de: Vişnu, yine bir başta üç sima.
Hinduizmde: üç zatta menû: baş el,
göğüs
Eski İran'da: üç âzer (ateş)de
(Goşnesb, Estakhr ve Berzin mehr) Ahrumazda.
Ve başka bir yerde : Allah'ın vasıtası,
Allah'ın gölgesi, Allah'ın ayeti.
Şirk
nedir? Dünyevî bir din: bilimsel tarih felsefesinde doğru bir şekilde ifade
edilmiştir ki şirk, toplumun alt yapısından doğan, mevcut düzeni izah edip
meşrulaştıran, toplumun maddî temelleriyle uyumlu çatıyı teşkil eden ve nihayet
halkın bilincini uyuşturan şey!
Bütün
bunlar doğrudur, bunları söyleyenlerin
anladıklarından daha doğru, ama şirk dini bağlamında... Tevhid dini şirkin
karşıtıdır ve şirkle aynı kaynak, öz ve fonksiyona sahip olması düşünelemez.
Tarihin
savaşı, dine karşı dinin, şirke karşı Tevhidin savaşıdır.
Fakat
şu da var ki Tevhid dinini dahi sosyal gerçekliğinde şirk dini haline
getirmişlerdir. Tevhid örtüsü altına gizlenmiş şirk! Daha korkunç ve daha
sürekli.
Hristiyanlığın
teslisi, tevhid idi! Vişnu, Ahura vb. aynı ilah değil mi?
Ben
inanıyorum ki bütün dinler tevhid üzereydiler. Sosyal düzen tarihte şirke; tek
toplum, tek ruhlu ve sınıfsız toplum, sınıflı ve gruplu toplumlara; tevhid
şirke dönüşmüştür.
Adem'den
geriye iki oğul kaldı, iki ademoğlu. Hayvancılık yapan Habil'i, bol ekin ve
arazisi olan kardeşi Kabil öldürdü. Kabil'in ölümünü kimse haber vermemiştir.
Kabil ölmemiştir. Adem'in varisi olan Kabil, bir ğasıb idi, bir katil idi,
kardeşinin katili, şehvetperest, mülk sahibi, Allah'a karşı ası ve Adem'in
halefsiz halefi idi!
Tarihe
egemen olan Ademoğulları, Kabiloğullarıdır.
Toplum
gelişti; kurumlar, sistemler karmaşıklaştı, işbölümü, uzmanlık ve sınıflar
ortaya çıktı. Kabil, evet egemen güç, belirleyici güç, hakkın ğasıbi, maddî
herşeyin sahibi olan Kabil de üç ayrı yüzle ortaya çıktı. İlerleyen toplumda
siyaset, ekonomi ve din üç boyutta belirdi ve Kabil, bu üç ayrı üsten her
birine dayandı. Zor, zer ve zühd gibi üç kudreti ortaya çıkardı. İstibdad,
istismar ve istihmar, kendilerini göstermekte gecikmediler. Tevhid, bu üç
sembolü Firavn, Karun ve Bel'am-ı Bâura olarak isimlendirmektedir. Fakat şirk,
üç boyutlu egemen düzendeki bu üç yeryüzü tanrısını dinle izah etmekte ve
gökteki üç tanrı ile tevil etmektedir.
Bu
üçü, seni Allah'a kulluktan kendine kulluğa çağırır.
Ey
İbrahim elbisesine bürünmüş insan!
Bunlar
sana galip gelebilmek, başını bağlayabilmek, cebini boşaltabilmek, aklını iğdiş
edip karartabilmek için seni "İsmailperestliğe" sürükler!
Vur ey
Mina'ya gelmiş Hacı!
Sen ki
İsmail'ini de kurban yerine getirmişsin.
Tıpkı
İbrahim gibi üç çehre içindeki İblisi taşla.
Ey
büyük put kırıcının takipçisi, tevhid eri, üç putu da kır.
Zilhiccenin
onuncu güneşinin doğusuyla birlikte zaman, hücum anını ilan eder. Ümmetle aynı
adımlarla yürüyerek Meş'ar'dan hareket etmiş İhramlı toplulukla Mina sınırından
geç, taşlama geçidine hamle yap, ilk hamlede sonuncusunu vur!
Gerçekten
bu sonuncusu kimdir? Önce ona mı atmak gerek?
Firavun mu?
Karun mu?
Bel'am-ı Bâura mı?
Bu üç
put, bu üç Kabili gücün âbidesi, bu üç İblis sembolü, tevhid karşıtı şirk
teslisidir.
Firavunu
vur; zira: "Hüküm ancak Allah'ındır".
Karun'u
vur, zira: "Mal, Allah'ındır".
Bel'am-ı
Bâura'yı vur, zira: "Din, büsbütün Allah'ındır".
Allah'ın
tabiattaki temsilcisi, insanlardır, Allah'ın
yeryüzündeki ailesi insanlardır. Yeryüzünün varisleri ise layık, salih
kullarıdır.
Demek
ki Allah'ın hükümeti, insanların elindedir. Öz kaynakların hepsi de
insanların...
Allah'ın
dininden bütünüyle sorumlu olanlar da insanlardır.
Bu
üçünden hangisi Firavun ve despotizmdir, zûrperestliktir? Hangisi Karun ve mala
tapıcılıktır, zerperestliktir ve hangisi Bel'âm-ı Bâura ve mollacılıktır?
Her
İbrahimı aydın, sahip olduğu fikrî bakışaçısı ve sosyal mücadele yöntemiyle ve
de sorumlu olduğu sosyal düzen temelinde, asıl dayanağı birinin üzerine koyar.
Siyası bir savaşçı ise sonuncuyu Firavun olarak kabul eder, daha çok da
baskıcı, militarist ve faşist düzende...
Ekonomi
faktörünün belirleyiciliğine inanan bir iktisatçı mütefekkir, sonuncunun Karun
olduğunu düşünür. Cehaleti, fikrî donukluğu, bilinç ve gelişmeyi boğucu etkeni,
şirk dini veya bozulmuş şirk dini olarak gören; beyinler, zihinler
sarsılmadıkça hiç bir şeyin sarsılmayacağına inanan mücahid fikirli aydın ise
sonuncusunun Bel'am-ı Bâura olduğunu var sayar.
Ben
ilk Hacc'ımda, sonuncuyu Belam olarak kabul ettim ve Belam niyetine taşladım.
Kendi seçimimin Kurana uygun düştüğünü de gördüğümü belirtmeliyim. Kuranın
saldırısı daha ziyade nifak, şirk ve cehalete; itirazı ise mollacılığadır:
"Onlar
Allah'ı bırakıp da hahamlarını ve rahiplerini rabler edindiler..." (Tevbe,
31)
Ruhanilere,
din adamlarına yönelik öfkeli acı ses :
"Onların
durumu, koca koca kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir." (Cuma, 5)
"Artık
onun durumu üzerine varsan da dilini sarkıtıp soluyan , terketsen de dilini
sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir" (A'raf, 176)
Allah'ın
dışında mollaları, din adamlarını rabler
edinmişlerdir.
Bu işe yaramaz mollalar, tıpkı kitap yüklü eşek gibidirler. Münafık molla,
üzerine varsan da havlayan, terketsen de havlayan köpek gibidir...
Bana
göre Kuranın son sûresinde de bu, beyanın icazıyla, sözün İlahı güç ve
güzelliğiyle ilginç bir şekilde vurgulanmaktadır. Sûre Peygamberin şahsına
hitab etmektedir. Kuranın sana verdiği bu sûre, böyle bir şahsiyete, en büyük
İlahı risalet, beşerin en büyük kurtuluş, bilgi ve liderlik sorumluluğuna sahip
olan Peygamber" e seslenerek şöyle diyor: Sen 'şer'den emin değilsin. O
halde Allah'a sığın!
Sûre,
Allah'ı üç sıfatla tarif etmektedir :
"De
ki sığınırım "insanların Rabbi'ne, "insanların Meliki'ne,
"insanları İlahına!
Sözkonusu
üç putun kendilerine tahsis ettikleri üç gücün, olumsuzlanması ve Allah'ın
zatına ait olduklarının olumlulanması (Tevhid!).
Burada
da görmekteyiz ki ilahi ve ruhanî güç sonda zikredilmiştir.
Peki
Peygamber gibi bir şahıs, kimin şerrinden insanların Rabbi'ne, insanların
Meliki'ne ve insanların İlahına (Mâlikiyet, Mülûkiyet, Rûhaniyet) sığınmalıdır?
Hannâs'ın şerrinden. Hannâs kimdir? Kuran, onu açık bir biçimde ortaya
koymaktadır :
"İnsanların
göğüslerine vesvese veren el-vesvâsi'1 - hannâs'ın şerrinden"!
Burada
insanların sinelerine vesvese (düşünce, duygu ve inanç) veren bir güçten söz
edildiğini görebilmekteyiz.
Mina'da
da sözkonusu olan, İbrahim'in sinesine vesvese veren İblistir.
Demek
ki sonuncusu, bu vesveseci hannâstır... Din ticareti yapan alim kılıklı, ilim
ticareti yapan bilgin ve hain aydın! Kur'an, insanlık tarihinin ilk çatışmasız
ve sınıfsız toplumunu ihtilaf ve ayrılığa sürükleyen ilk zulüm, dalalet ve
tefrika faktörünün, kendilerini dinin ve din bilimlerinin sorumlu yetkilisi,
şeri ahkamın uygulayıcı yetkilisi olarak gören, ihtilafları gidermek için
geldiklerini, Hak yönetim ve hukukun istikrarı için var olduklarını düşünenler
olduğunu kabul eder. Bunlar, evet dini ellerinde tutan din adamları; ihtilaf,
tefrika ve tezatları icad etmişlerdir; üstelik de dinî fanatizm, dinî taassup
ve fikrî ihtilaflar adına ve de bilinçsizce değil, tersine bilinçli bir şekilde
ve de tecavüz, zulüm ve haset (bağy) kastıyla icat etmişlerdir!
"İnsanlar
tek bir ümmetti" (Bakara, 213; Yunus, 19)
İnsanlar,
tek gruptu - hepbirlikte, birlik içinde, sınıfsız, çatışmasız, tefrikasız bir
toplum.
"Sonra
Allah, müjdeleyici ve uyarıcılar olarak Peygamberler gönderdi ve ihtilafa
düştükleri konularda insanlar arasında hükmetmek için onlarla birlikte Kitabı
hak ile gönderdi. Kendilerine kitap verilenler, (kendilerine hak ile batılı
ayırdedici) apaçık belgeler geldikten sonra aralarındaki bağy yüzünden ihtilafa
düştüler." (Bakara, 213)
Fakat
bu "Hacc" benim gibi birinin anlama kapsamıyla sınırlandırılmayacak
kadar derin ve zengin bir olgudur. Başka bir ifadeyle ben, "Hacc"in
tamamını, bütün yönlerini kavrayacak kapasite de birisi değilim.
Her
gidişimde Hacc'ı bütün yönleriyle anladığımı, sonraki ziyaretimde artık bir
tekrardan öteye geçmeyeceğini sanırdım. Fakat bir sonraki ziyaretimde şaşırıp
kalır, "önceki ziyaretimde Hacc'dan ne anlamışım ki" diye sormadan
edemezdim.
Ve sen
ey benim okurum! Sen de sanıyorsun ki benim Hacc hakkında söylediklerim,
Hacc'ın bütün anlamını kapsamaktadır veya Hacc'ın manası, burada söylediğim
şeylerden ibarettir. Oysa durum böyle değildir. Bu noktada benim iddiam şudur:
burada söylediklerim, benim Hacc'dan anladıklarımdır. Sen de başka bir şekilde
anlamaya çalış. Zira bu pratik "menâsik" risalesi veya bir ilmihal
kitabı değil, fikrî bir risaledir. Bütünüyle normal bir zihnin imkan ve
kabiliyet sınırları içerisinde gösterilmiş bir çabadır. Bu, rejisörü evrenin
rejisörü olan bu simgesel mucizevârî gösteriyi kendi çapında tahlil etme ve
denizi, bir testiye doldurma çabasıdır!
Bu
nedenle Hacc'a her gidişimde önceki bilgi ve anlayışımı tashih ettim, önceki
yorumumu tekmil ettim ve yeni sırlar keşfettim. Öncekine nispetle her şey olan
ve fakat sonrakine nispetle hiçbir şey olan Hacc bilgi ve anlayışıma yeni
noktalar, keşif ve gözlemler kattım!
Son
Hacc yolculuğumda kendi kendime düşündüm: Niçin Hacc rejisörünün kendisinin
belirlemediği şeyi ben belirleyeyim? Eğer tayin edilseydi, tayin edilmiş
olurdu. Acaba bu üçünün tayin edilmesi bizzat, bir tür tayin değil midir?
Zaten
bu her üçü biri, biri de her üçü değil mi?
O
halde bu üç putu birbirinden ayırmak, birbirinden ayrılmaz bir bütün olan o üç
"boyut" u ayırmayı zihne getirmektedir. Bu üç putun hangisinin kimi
sembolize ettiğinin belirtilmesi, şunun için olabilir. Her putta diğer iki put
gizil olarak mevcuttur. Öyleyse sen de her taşlamada diğer iki putu taşlamaya
da "niyet" et!
Belirleme
ve ayırma, insanların kalıpsal zihninin, sabit kalıplar, monoton kurallar
çıkaran ve adını sosyoloji, psikoloji, tarih felsefesi vb. koyan filozofların,
bilginlerin zihninin bir sonucu olsa gerektir...
Hacc'ın
yaratıcısı bilmektedir ki her kültürel dönemde, her medenî devirde, her tarihî
aşamada, her sosyal düzende, her üretim alt-yapısı, sınıfsal doku, fikrî
üst-yapı ve toplumsal ilişkilerde bu üç güçten biri, belirleyici güçtür ve diğer ikisinin de koruyucusudur. Sonuçta
onu reddetmek, kurtuluş amili zafer ve Kurban Bayramı'nın kaynağıdır. O halde
durma, hemen harekete geçerek Mina'da ukbâ (son) taşlama yerine git ve ilk saldırıda
o gücü taş yağmuruna tut.
Kuşkusuz
ileri kapitalist bir ülkeden gelen taş atıcı ile geri kalmış ortaçağ din
toplumundan veya faşist bir sistem ve ferdî diktatörlük düzeninden gelen taş
atıcının taşlamadaki niyetleri farklı olur. Gerçi üçü de birdir sonuçta;
sonuncusu, birinci ve ikincisini de barındırmaktadır kendi içinde. Firavun,
Karun için soymayı, talan etmeyi yasallaştırır, Bel'am şenleştirir. Karun,
Bel'am düzenini altınla çalıştırır, Firavun ise zorla, güçle korur. Bel'am,
Firavunun iktidarının temellerini gökyüzü tanrılarının omuzlarına koyar, Karun ise yeryüzü tanrılarının
omuzlarına. Görüyoruz ki her biri kendi öz zatının doğurduğu diğer ikisini,
diğer iki kardeşini, hemcinsini iki yanına alarak iki koluyla sıkıca tutmuştur.
Sen ey
Hacı! Yeryüzünün neresinden, zamanın hangi çağından gelmişsen gel, toplumun
arasındaki İbrahimı sorumluluğunun gerektirdiği hangi niyeti seçersen seç,
sonuncuyu, her üçü niyetine vur. Çünkü İblisi son aldatışında tard edince,
önceki aldatışlarında doğal olarak alt etmiş olursun.
Zira
insanoğlu daima son aldatmanın kurbanı olmaktadır.
Sonuncusunu
vurdun mu? Yüzünden mi? Başından mı? İsabet etti mi? Yedi vuruş mu yaptın?
Dünyanın yaratılış günleri sayısınca mı? Yedi gezegen sayısınca mı? Yedi gök
sayısınca mı? Haftanın bütün günleri sayısınca mı? Zamanın şartlarına uygun
cihadlar sayısınca mı? Dünya yaratılalı beri mi? Yani yaratışla başlayan savaş
mı? Tabiatla, tabiatın yaratılışıyla uyumlu bir savaş mı yaptın?
Ne
diyebilirim ki başka? Demek ki sayısız vuruş! Yani mütemadiyen, durmaksızın,
kesintisiz, sulhsuz, tavizsiz, uzlaşmasız, "ateşkes"siz. Putla
barışık, birlikte yaşamaya asla yanaşmadan! Yani ömrünün tamamını sürekli
Mina'da geçiriyorsun ve daima şeytan taşlamadasın.
Zira
yedi, çokluk sayısıdır.
Sonuncusu
düştü, Ey İbrahim! İblis, kararlı ve sebatkar taş yağmurunun altında dize
geldi, felç oldu.
Ve sen
ey insan ! Ey Allah'ın yeryüzündeki halifesi, sen de Allah gibi, İblisi recm
ettin, kovdun.
Sana
secde etmekten kaçınan bu tek meleği, İbrahim gibi bir güçle ayaklarının dibine
yere serdin, özgürleştin, İbrahim oldun! Ey İblisin oyuncağı, puta tapan şimdi
bütün meleklerin secde ettiği varlık.
Şimdi
artık İbrahim'in makamına erişmiş bulunmaktasın; mesajı, çağrıyı işitmeksizin,
buyruğu ayırdetmekte, son savaş cephesinden zaferle dönmektesin. Son putu
kırınca "aşk yolunda kendi İsmail'ini kesme" makamına eriştin. Artık
hakperestlikte İsmail'ini de kurban edebilirsin.
"Ukbâ
Taşlamacından fatih olarak dönersin; aşka gönül koyup Hakkın özgür kulu olarak
kurbana yönelirsin, kararlı adımlarla İbrahim'in ayak izlerini takip edersin,
bir elinde hayatının İsmail'i, diğer elinde iman bıçağın. Kurban kesme yerine
varır, İsmail'i yere yatırırsın.
Kararlı
ayaklarının önüne Hakkı gören gözlerinin önünde Dişini sıkar, Allah'a gönül
bağlarsın.
Ey
büsbütün "hak' olmuş, ey Mina'ya gelmiş insan! Bıçağı İsmail'inin
gırtlağına daya!
Ve..
...
Bir koyunu kurban et.
Zira
İbrahim'in Rabbi, kana susamış değildir. Senin İsmail'ine muhtaç da değildir.
Allah
bizzat, senin İsmail'inin fidyesini öder.
Bütün
bunlar seni çekebilmek içindi buraya, evinin kara sıkıntısından! Ey İblisin üç
gölgesinin kurbanı!
Mina'nın
kızıl kurban yerine, Ey Tevhid put kıranı!
Şimdi
sen ki Allah yolunda İsmail'in boğazına bıçak dayadın.
İsmail'i
öldürmek için Mina'ya geldin. Fakat ellerin, İblisin kanına bulandı. İsmail'in
de iftihar dolu olarak yanında durmakta.
"İsmail'i
kesme'de "İblisi taşlama'ya erişiyorsun. İnsan, ancak İsmail'inin bağından
kurtulmakla İblisi dize getirebilir, aksi taktirde olay tersine döner.
"İsmail heyacanı" içinde olduğu müddetçe, İblis 'akabe'de iş başında,
dimdik ayaktadır.
Ne
ilginç bir şey! Bu dağlarda insana ne dersler öğretiyorlar!
Şimdi
İbrahim olmuşsun artık, İblisi yere yatı rmışmı sın. İsmail'ini kurban yerinden
götür. Kesip kurban etmen gereken, İsmail değil, İsmail bağı idi, İblisin
oyuncağı İsmail bağı. İsmail'in kendisi, Allah'ın mahbubu, atiyyesidir.
İsmail'i sana Allah bağışladı. Şimdi onun fidyesini ödeyen de Allah'dır.
İsmail'ini
kurban yerinden alıp götür, Mina cephesinden birlikte dönün. "Haram
ülke", "haram zaman" ve "haram toplum'u inşa etmek,
Allah'ın pak ve emin harîmini insanlara "Özgür Ev'in binasını, emniyet,
özgürlük, eşitlik, birliktelik ve aşk sığınağını kurmak için İbrahimı tevhid
misyonunu omuzlanarak Allah'ın miadgahından halkın içine gelin!
Bayram
Şimdi
her şey sona erdi. Hacc bitti. Nerede? Mina'da! İlginç! Mekke'nin arkasında!
Mina, Mekke ile sınırdır, Mekke'nin banliyosudur, Kâbe'ye bir kaç adımlık
yerde!
Hacc
niçin Kâbe'ye varmadan son buldu?
Niçin
Mekke'de, Mescid-i Haramda, Kâbe'de değil?
Niçin
Mina'da?
Bu
sırrı anlaman gerek. Bütün Hacc sırlarını idrak etmeli, yaptığını düşünmelisin.
Uzlete
çekilerek, yalnızlığa gark olarak değil, toplum içinde, toplulukla birlikte
düşünmelisin. Hacc'ın dayanağı, topluluktadır. Burası Allah, İbrahim, Muhammed
ve insanların miâdgâhıdır.
Yeryüzünün
bütün noktalarından buraya gelmiş olan insanlar, farklı renklere sahip
insanlar, farklı milletler, farklı diller, farklı ülke ve düzenler...
Ama
hepsi aynı kültür, aynı iman, aynı tarih, aynı ülkü ve aynı aşka sahip!
Her
grup, bir milletin resmî değil, özgür ve doğal temsilcisi...
Samimi
halk arasından çıkmış insanlar, sokak, pazar, mezraa ve okul insanları .Sınıf,
meslek, soy sop, ilim, servet, nam ve şan gibi bağlayıcı hiç bir kayıt yok...
Güçlü
olmak Hacca gitmeye gücü yetmek, zengin olmak, servet sahibi olmak demek
değildir. Hacc, servete zenginliğe düşen bir vergi değil, bir vazifedir, namaz
gibi bir görev. Her görevi ifa etmeye güç yetirmek gibi, Hacc'ı yerine
getirmeye güç getirmek de aklı bir şarttır!
Burada
bütün milletlerin gerçek temsilcileri kendilerine özgü ve ortak dertlerle bir
araya gelip toplanırlar.
Bayramdan
Sonra İki Gün Vakfe
İdeoloji
için oturdun,
ve
amel için oturdun.
Bugün
Zilhiccenin onu. Kurban Bayramı, Hacc sona erdi. Fakat yarın, Zilhiccenin
onbirinci günü ve öbür gün, yani Zilhiccenin on ikinci günü de çaresiz Mina'da
kalırsın.
Onüçünü
de Mina'da geçirebilirsin, tercih senin. Bu üç günde Mina bölgesinden çıkmak
yasak! Kâbe'yi tavaf için bile geceleyin dışarı çıkmaya hakkın yok. Niçin?
Çünkü şeytan taşlama bitmiş, Kurban ifa edilmiş, ihramdan çıkılmış, Bayram
töreni yapılmış, bütün İhram yasaklan kaldırılmıştır.
Peki
öyleyse niçin bir milyondan fazla insanın, şehrin dışında, bu kuru vadide üç
gün kalması gerek?
Oturalım
da Hacc'ı düşünelim diye mi?
Yaptıklarımızı
ortaya koymalı, düşünüp idrak etmeliyiz.
Oturalım
da dünyanın dört bir yanından gelerek burada toplanmış, aynı aşk ve aynı imanla
yoğrulmuş olan fikirdaşlarımızla, dert ortaklarımızla, yoldaşlarımızla, dert,
acı, ihtiyaç, sıkıntı, güçlük ve ülkülerimizi orta yere serip konuşalım.
Müslüman ülkelerin bilginleri, dünyanın bütün kıtalarından gelmiş sorumlu
aydınlar, ülkelerinde sömürü, zulüm, fakirlik, cehalet, hurafe, nifak ve
fesatla mücadele halinde olan müslüman mücahidler birbirleriyle tanışmalı,
söyleşmeli, birbirlerinden yardım istemelidirler. Dünya müslümanları kendi
çağlarındaki İslam dünyasını ve İslam'ı incelemeli, süper güçlerin ve onların
yerli işbirlikçilerinin tehlike, tuzak, komplo ve düşmanlıklarım ortaya
koymalı, çözüm yolu aramalıdırlar. "Ümmet"! tehdid eden, bölücü,
tefrika çıkarıcı çabalarla, kör taassuplarla, kara yoğun propaganda
dalgalarıyla, cehaletperver hurafeciliklerle, kinci tohumlamalarla, fırkacı
ruhla, bidatçilikle, sapma eğilimleriyle, mezhepçilikle,
kültür-zedelikle, kısaca
yüzlerce
hastalıkla, ortak bir evrensel mücadele planı ortaya koymalıdırlar İslamı
hedefleri ve insanı idealleri, gerek müslüman ülkelerde, gerekse faşist veya
diğer bağnaz, siyası ve dinî rejimlerde esaret ve işkence altında bulunan
azınlıkların kurtuluşunu gerçekleştirme yolunda, birliktelik ruhu oluşturmalı,
anlayış, fikir ve duygu birliği ruhu icad edilmeli, ortak düşmana karşı saflar
birleştirilip sağlamlaştırılmalı ve de İslam mezheplerinin ihtilaf ettikleri
ilmî, fikrî ve fıkhî meseleleri ortaya koyarak sözkonusu ihtilafları azaltma
yolunda çalışmalı, mezhepler arasındaki mesafeler azaltılmalı, mezheplerin
birbirlerini doğru ve tam tanımaları için çaba harcanmalı, farklı teori ve
bakışların serbestçe tartışılması, konuşulması ve incelenmesi yoluyla, inanç ve
görüşlerin buluşma aydınlığında hakikati aramalı ve İslam'ın ilk kaynağına
giden yolu bulmaya çalışmalıdır.
Mekke'nin
dışında, Mina'da, dünyanın yaklaşık bir milyon müslüman temsilcisinin üç gün
zorunlu duruşu...
Evet
bu dağlık vadide üç günlük bekleyiş. Bu vadide ne görmeye değer bir yer, ne
yapacak bir iş, ne alışveriş yapacak bir pazar veya çarşı, ne ferahlamak için
bir gezi yeri, ne yaşam için bayındır bir yer var! Hiçbir şey yok yani!
Nitekim
Peygamberin buyruğuyla burada ev yapmak da yasak.46
Bu
süre Hacc, zarfında herkesi ferdî hayatın bağ ve zincirlerinden kurtarmış,
İbrahim'in güçlü ruhunun, onun rolünü ifa eden kimselerin şahsiyetine hululü
ise korku, heves ve zaafları ruhlardan silip atarak düşünce ve duygulara
itikadı sorumluluk ve fedakarlık gücünü katmıştır.
Bu
esnada Haccın bitişi, gönülleri tevfik ve inayetle doldurmuş, İhram, Mikatı,
Tavaf, Sa'y, Arafat, Meş'ar, Mina, şeytan taşlama, Kurban ve Bayram, canları
iman ve aşk ateşiyle tutuşturmuş; hayatta dağılmış, yıkılmış, yüzlerce ihtiyaç,
dağdağa ve iştigalin pençesi altında ezilip parçalanmış olan herkesi ihlas ve
imanla bütünleştirmiştir.
Böyle
bir zeminde,
böyle
bir zamanda,
dünyanın
her köşesinden gelmiş olan bir milyonu aşkın müslüman insan, birbirini ve
birlikte düşünmeden Haccı bitirmemeli, yeryüzüne dağılmamalı, ferdî ve
toplumsal hayatının kailesi içinde boğulup kalmamalıdırlar.
Çünkü
Hacc, birlikte Mikat'tan Mina'ya gelmektir. Arafat, Meş'ar ve Mina durağı daima
vardır; fakat her zaman Hacc yoktur.
Bu
günlerin dışında yılın diğer günlerinde gelirsen, boşuna gelmişsin demektir.
Bugün burada Allah'la dopdolu bir havayı solursun. Yarın halk gittiğinde,
burası da yeryüzünün diğer yerleri gibi bir yer, tek özelliği susuzluk ve
bayındırsızlık olan bir yer olur.
Seni
buraya şunu öğretmek için getirdiler: Halktan uzak, cennet aramak ruhbanca
çirkin bir bencilliktir, veresiye bir maddiyattır, "peşin maddiyat"
tan daha da kötü bir şeye değer vermektir! Arzusuna düşkünlüğü ve işkembesini
doldurmayı ölümden sonrasına bırakan tamahkar bir tüccarın ruhu! Peşini bırakıp
veresiyeyi kabul eden ahmakça bir burjuvazi!
Zahid
de maddeci gibi egoisttir. Maddeci tekniği araç olarak kabul eder, zâhid ise
dini. Maddece ilmi kendi zevk aracı kılar, zahid ise Allah'ı. İkisi de aynı tür
cenneti isterler. Maddeci bu dünyada, zahid ise öteki dünyada bir cennet!
Fakat
İbrahim aleyhisselâm ve Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem İslam'ı
bize öğretmiştir ki "Allah" böyle "egoist-kendine tapan
mukaddes" ten nefret eder. Bir gününü, halkın işinden gafil olarak
geçiren, toplumun yazgısı için sadece "düşünüp" kafa yormayan değil,
aynı zamanda "çaba harcamayan" kişi yalnızca günahkar değil, müslüman
da değildir!47
Hacc'ı
tamamlayıp İbrahimı zirveye, "İsmail'ini kurban etme" derecesine
çıktın.
Evet
öyle; Fakat bu işin bittiği anlamına gelmez, henüz baştasın. Bütün bunlar,
"kendine hizmet" ten "halka hizmet" e erişmen içindi.
Ancak
bu noktada aslolan "nan" (ekmek)dan "nam" için değil
"Allah" için vazgeçmektir.
Bu
yüzden şöyle demişlerdir: O "mevsim'de gel ki "toplumla,
"cemaatla birlikte gelmiş olasın. Hareme tek başına gidebileceğin bir yola
sahip değilsin.
Şimdi
Hacc'ın sonunda, bütün İbrahimler son İblisi karargahı yerle bir ettikten, en
değerli egoizm bağını kestikten, toplu zafer kutlamasını yaptıktan sonra... Ey
kendilerini Mina'ya ulaştırmayı "başarabilmiş" bütün insanlar!
Dağılmadan,
hatta "Allah'ın Evi"ne gitmeden önce, iki büyük İbrahimı risaletinizi
bu iki günde ifa edin:
1- Herkesi kuşatıcı fikrî, ilmi serbest bir
seminer.
2- Büyük uluslararası sosyal bir kongre
Bu iki
gün, Hacc'ın "sonuçlarını alma'ya özgüdür. Kongre yapılmalıdır bu
günlerde. Kapalı kapılar ardında bir salonda değil, açık dağlık bir alanda
yapılan bir kongre. Alçak çatılar altında değil, yüksek gökyüzü altında,
kapısız, duvarsız, kayıtsız, şartsız, teşrif atsız, protokolsüz bir kongre....
Başbakanların,
devlet başkanlarının, resmî temsilcilerin, politikacıların, diplomatların,
siyası liderlerin, parti genel başkanlarının, parti
genel sekreterlerinin, kabine
üyelerinin,
üniversite profesörlerinin, ruhanî ulemanın, seçkin aydınların, ekonomik makamların, sosyal şahsiyetlerin, itibarlı seçkin
insanların vb., oluşturduğu bir kongre değil...
"Bizzat
halkın, insanların" oluşturduğu bir kongre!
"İnsanlar
içinde Hacc'ı ilan et, gerek yaya, gerek uzak yollardan gelen yorgun develer
üzerinde sana gelsinler" (Hac, 27), evet "bizzat insanlar"!
Aime
Cesaire'nin ifadesiyle : "Hiç kimse halkın kayyimi olma ve halk adına
konuşma hakkına sahip değildir"!
Schandel'in
deyişiyle: "Halkın bizzat bulunmadığı yerde halktan söz etmek, halk adına
konuşmak, ancak hayasızlığın getirebileceği koskoca bir yalandır. Zira halk
adına konuşmaya, halkın yerine karar vermeye sadece ve sadece Allah'ın hakkı
vardır. Yeryüzünde Allah'ın halifesi olmaya da sadece halkın hakkı
vardır."!
Bu
yüzdendir ki, Allah'ın düzenlediği "Mina Kongresi'ne halk, aracısız,
referanssız katılır.
Allah,
her yıl mevsiminde tüm dünya halklarını bu kongreye davet ederek, İsmail'in
kurban yeri Akabe cephesinden dönüşte iştirak etmelerini, Allah'ın huzurunda,
İbrahim'le ahidlerini yenilemelerini, Allah'ın huzurunda, İbrahim'le ahidlerini
yenilemelerini, imanın ve "Tevhid" düzenini yeryüzünde yerleştirme,
zamanın putlarını yerle bir etme ve dünyada "Haram Şehri" kurma
yolunda birbirleriyle sözleşme yapmalarını, insanlık tarihindeki İbrahimî
risaletin sonuncusu olan ve Peygamberlerin
risaletini devam ettirme görevini toplumun sorumlu, bilgili aydınlarının
omuzlarına yüklemiş bulunan Muhammed'in takipçileri olarak "Şehid
Ümmet" i Tevhid çatısı altında inşa etme misyonunu, "hikmet",
"imamet" ve "adaleti insan hayatına, buraya, Allah'la
insanların/halkın buluşma yeri olan bu aşk, cihad ve şehadet ülkesine hakim
kılma sorumluluğunu üstlenmelerini, bir "ümmet" olarak, insanların
yaşamında, "güzelliklere davet ve "çirkinlerle mücadele sorumluluğunu
taahhüd etmelerini, "Kitab ve silah" Peygamberinin çağrısına uyarak,
"düşmana karşı acımasız, birbirlerine karşı merhametli" cephesini tüm
dünyada iyice belirginleştirmelerini istemektedir.
Tüm
dünya müslümanları her yıl, kan, toprak, coğrafya ve siyasi düzenlerinin kapalı
sınırlarının dışına çıkar; bu açık dağlık alanda, gök kubbe altında, hep
birlikte özgürce düşünmek, konuşmak, meseleleri, gündeme getirmek, çözüm
aramak, dünyadaki bütün fikirdaşlarından yardım istemek için özgür Mina
Kongresine katılırlar!
Bu,
fikrî, ilmi bir oturum... ama akademik ortam ve anfilerde, bilimsel üniversite
mahfillerinde, bilginlerle uzmanlara özgü kapalı yerlerde yapılan bir oturum
değil, bu oturum. Bir kaç günlük bir seminer, fikrî bir seminer, ideolojik bir
seminer. Bu seminer herkese açıktır. Evet herkes, üniversite hocası, fabrika işçisi,
büyük din adamı, meşhur kişi, isimsiz köylü , övünçsüz çiftçi... kısaca buraya
gelen herkes Mina Kongresine iştirak etme, Kongrede konuşma ve görüş belirtme
hakkına sahiptir.
Burada
tüm işaret, alâmet, derece, rütbe, mevki, makam, renk ve mesafeler Mika t'ta
atılmıştır.
Burada
herkes yek vücuttur, yani herkes insandır! Herkes aynı sıfata sahiptir, yani
herkes Hacıdır!
Sözün
özü budur!
İnsan
için İbrahimleşmekten daha üstün bir makam yoktur.
Ve
burada herkes İbrahim rolüne bürünmüştür.
Şimdi
Hacc'ın sonunda hemen dağılıp ülke, şehir ve evinize dönmeyin. Kurban
Bayramından sonra iki gün daha kalın; düşünün ve birlikte oturun, birlikte
düşünerek her zaman ve her yerde şu soruya cevap arayın:
Toplumda
ne yapmak gerek?’
Bundan
daha çok da birlikte oturup şu soruyu düşünün
Hacc'da ne yaptınız?"
Genel Bir Bakış
Gelin,
"sonuca ulaşma'ya çalışalım; zira yaptıklarımızın ne olduğunu, bütün
bunların ne gibi anlamlar ifade ettiğini, bu sırların ne olduğunu anlamamız
gerek.
Tasavvuf, -Arafat ve Meş'ar'a
uğramadan- Mina'dan başlar ve Mina'da kalır. Felsefe Meş'ar'a kadar gelir, ama
Mina'ya ulaşmaz. Medeniyet, Meş'ar ve Mina'sız, Arafat'ta sakindir. İslam
Arafat'tan başlar, Meş'ar'a uğrar, oradan sorumlu, hamleci bir geçiş yaptıktan
sonra Mina'ya, ideal ve aşk aşamasına varır!
Hayret ki aşk ülkesi Mina'da hem Allah,
hem de İblis var!
Burada
senden, senin hayat serüveninden söz ediyorlar, dünyadan değil. Evrende sadece
var olan Allah vardır. Evrene Tevhid egemendir! Evet orada, içinde Allah ve
İblisin yuva kurduğu insandır konuşulup gündeme getirilen; düalizm tabiatta
değil, insandadır. Mina, senin iman ve aşk ülkendir, kaderindir. Orada içindeki
İsmail'inin başında Allah'la İblis savaşmaktadır! Mina, senin arzularının ülkesidir!
Ne
kadar şaşırtıcı: "Zafer" günü, "kan bayramı", "çocuğun
doğuş şenliği" yerine "çocuğun şehadet" töreni!
"Kurban
Bayramı"!
Bu
millete; bu milletin gelenek, tarih ve övünç kaynaklarına bir bak!
Kan,
soy-sop ve toprak milleti değil.
Akide
ve cihad milletidir o!
Tevhid
ümmeti!
Kullar
ki insanın özgürlük misyonunu -Adem'den Âhir zamana kadar- omuzlarına almış,
özgürlük savaşının sınırlarını fıtratlarının derinliklerine kadar
genişletmişlerdir. Kullar ki "cihad meydanı" nı "Bedir den
"Mina'ya kadar uzatmışlardır.
Kullar...
"özgürlüğün", "hürriyetin manasını böyle zirve noktasında
anlayan kullar", özgürlüğü, sadece Firavundan kurtulmak değil, İsmail'den
de kurtulmak, sadece düşmandan değil, kendinden de kurtulmak olarak anlayan
kullar!
Bayram
Sonrası Taşlama
İlk
gün, birinci hamlede son puta saldırdın ve sonra İsmail'inin kurban yerine
yöneldin,
İhramdan
çıktın; fatih olarak çıktın, sevinçle bayram yaptın!
Şimdi
ikinci gündeyiz: şeytan taşlamaksın, yalnız her üçü putu da!
Bu kez
sırayla : ilk önce birinci putu, ikinci olarak ortadaki putu ve üçüncü olarak
son putu...
Üçüncü
gün dahi her üç putu da sırayla taşlamalısın.
Dördüncü
gün Mina'da kalabilirsin de gidebilirsin de.
Eğer
kalmayı tercih edersen önceki iki gün gibi üç putu taşlaman ve eğer gidersen,
geride kalan silahı, Mina cephesinde, toprağın altında bir yere gizlemen
gerekecek!
Emirdir!
Bayram
sonrası "teşrik günleri" ni48, şeytan taşlayarak geçirmek için
Mina'da durmalısın.
Bu ne
demek?
Zilhiccenin
onunda İbrahimı kurb makamına eriştim, İsmail'in fedakarlık ve özveri gücünü
elde ettim. İlk günün ilk hamlesinde İblisin son üssünü yerle bir ettim, kurban
kestim, İhramdan çıktım. Savaş, zaferle sonuçlandı. Bunu kutladım. Mina
fethinden sonra hâlâ niçin savaş? Düşmanın son kalesi düştükten sonra hâlâ niçin
taşlamaya devam?
Derstir
bu!
Cansız
yere serilmiş olan şeytanın, tekrar canlanıp ayağa kalkabileceğini asla unutma!
Nitekim
devrim, zaferden sonra da daima yok olma tehlikesiyle, "karşı-
devrim" (zıdd-ı inkilâb) tehlikesiyle karşı karşıya kalır.
Başı ezilmiş
yılanlar, fethin sıcak günlerinde, şenlik gafleti ve iktidar gururuna
kapılındığı günlerde tekrar renk değiştirip ortaya çıkarlar.
Dost
kisvesine bürünür, içerden hançerlerler. Devrimin bütün getirilerini gasbeder,
mücahidlerin mirasını yer ve şehitlerin taziye ağıtlarını okurlar!
Zafer,
seni rehavete, rahatlığa sürüklemesin. Elinde tuttuğun Mina dizginini sıkı tut,
silahını elinden bırakma. Zira İblisi kapıdan kovsan, pencereden girer,
dışarıda ezsen, içerde meydana çıkar, savaşta güçsüz bıraksan, barışta güç
kazanır. Sen onu Mina'da yok etsen, o seni "ben"de yok eder... Ne
desem, nasıl anlatsam ki? İzah edebiliyor muyum acaba? "Vesvâs'ın binlerce
örtüsü, binlerce görüntüsü vardır. Kara "küfür" elbisesini üzerinden
çıkarıp atsan, yeşil "din" hırkasını giyer, "şirk"
çehresini ortaya çıkarıp rezil rüsvâ etsen, "tevhid" örtüsüne
bürünür. Puthaneyi başına yıksan, Mihrab'ta yuva kurar, Bedirde kanını döksen,
Kerbalâ'da intikam alır; Hendek'te kılıç yese, Küfe Mescidinde cevap verir; Uhud'da
Hübel putunu elinden alsan, Sıffîn'de Allah'ın Kitabı Kuranı el üstünde tutar,
karşına çıkar!
Sen ey
saf dil savaşçı, düşüncesiz ve aydın adam!
Sen
sanıyor musun ki Zilhiccenin onuncu günü "akabe" meydanında düşman
karargahını yerle bir edip zafer kazanmakla, iş bitmiş, görev tamamlanmış olur,
savaş elbisesini çıkarıp, barış elbisesini giyinebilir, koku sürünüp
süslenebilir, zafer kutlamaları yapabilirsin; artık cihad tamamlanmış, artık
tehlikenin kökü kazınmıştır; gerçekten Mina sahnesini terkedebilir ve serbestçe
"Allah'ın Evi" ne girebilir, umutla, gönülden ziyaret ve ibadetinle
meşgul olabilir veya fatih olarak "kendi evi"ne dönebilir, kendi iş
ve aşınla "meşgul olabilirsin". Gerçekten böyle bir zanna kapılabilir
misin?....!
Ey
İbrahimı mücahid! Unutma ki Zilhiccenin onuncu günü, "Fetih Bayramı"
değil "Kurban Bayramı'dır! İsmail'i kesip öldürmek, Hacc'ın sonu değil,
başlangıcıdır. Tevhid ordusu aşk ülkesine varmıştır. Tevhid ordusu, idealini
gerçekleştirme yolunda İblisin direniş üssünü yerle bir etmiş, Mina'da galip
gelmiştir. Fakat ey Tevhid mücâhidleri! İbrahimı devrim zaferinden sonra silahı
yere koymayın, şımarıp muzafferce yiyip içmelerle oyalanmayın. Yenilmiş olan
düşmanın dirilme tehlikesi hâlâ mevcuttur. İblisin üç karargahı düşmüş, fakat
ayakları üzerinde dikilmekte, Mina toprağında kökleri bulunmaktadır. Fetih ve
Kurban Bayramından sonra hamasî ruhu, her an hazır olma durumunu ve cihad
halini korumalı, tam bir uyanıklık, zeka ve bilince sahip olmalı, Meş'ar'dan
saldırıp Mina'da zafer kazanmış olan, belirlelenmiş düzenli bir program
çerçevesinde disiplinli bir şekilde hareket eden bütün askerlerle işbirliği
yaparak İblisin üs ve kalelerini düzlemeli, yerle bir etmeli, kurşun yağmuruna
tutup ayaklarınızın altına almalı, kökünü kazımalısınız. Devrim hâlâ tehlike
içindedir. Muzaffer bir devrim dahi tehlikededir.!
En
büyük fetih ve zaferinle bile gurura kapılma!
Çünkü
İbrahim'leştikten sonra da tehlike içindesin!
İsmail'ini
kestikten sonra dahi tehlikedesin!
Zira
İblis yedi renkli, yetmiş tuzaklı bir düşmandır!
Dün
seni aldatmak için İsmail'in hayatını bahane ederken bugün İsmail'i
boğazlamanı, senin gurur kaynağın yapabilir!
Öyleyse
mütemadiyen "şeytan taşlama" halinde ol.
Mina
ülkesinde olduğun sürece her üç putu da ez!
Çünkü
Mina, senin "iman" ülkendir, "aşk" toprağındır; bütün
arzularının, bütün temennilerinin
merkezidir;
iftiharlarının,
zaferlerinin cephesi, son hicret durağındır.
Haccın;
en yüksek kemal kalen; "hayatının ideali, ideal hayatın"...
Tevhidin
baş menzili ve ne ilginçtir ki düşmanlarının, üç şirk tağutunun en korkunç
tuzak yeri!
Sen
Mina'ya vardın. O halde hep Mina'dasın artık. Anlatabiliyor muyum? Mina da hep
sendedir tabi ki.
Ve
Mina, her zaman tehike içindedir.
Tağut,
hep azgındır; öyleyse Kurban Bayramından sonra da taşlamaya devam et. Mina'da
olduğun sürece her gün üç putu da ez.
Bu
demektir ki hayatını hep "cihad" içinde tutmalısın.
Yani
cihad sadece seni hükümete, egemenliğe eriştirmenin kestirme yolu değildir.
Yani
cihad sadece iktidar elde etme aracı değildir.
Yani
hasmına gelip gelmekle cihadın sona ermez.
Yani
"Kurban Bayramını yap, ama "Fetih/Zafer Bayramı"nı yapma.
Yani
İhramını çıkar, ama şeytan taşlamayı bırakma.
Yani
Zafer "bir günde" kazanılabilir, ancak kendini muzaffer addedersen,
birden bire onu kaybedersin.
Yani
hasım yenmek için sadece "bir atış", yok etmek için ise "yedi
atış"!
Düşman
kalesinin düşüşü, "yedi darbe"yle, düşmanın kökünün kuruması
"yetmiş darbe'yle
Yani
Meş'ar'da topladığın silahı taksim et. Kaç kurşun var? Yetmiş kurşun! Hayret!
Yine yedi ve yetmiş.
İlk
günün bir hamlesi son puta, sonraki üç gün, her gün sırayla üç puta üçer hamle,
her hamle yedi atış ve toplam yetmiş atış. "On hamle'de yeter sayı tamam.
Fakat üç son hamle son güne, Zilhiccenin on üçüncü gününe, "Vakfe'nin dördüncü
gününe mahsustur. İlk gün, yani Zilhiccenin onuncu günü elde ettiğin zaferden
sonra da mecburen iki gün daha kalmalı ve savaşmaksın; fetihten sonra savaşı
devam ettirip üçlü karargahları, sırayla tek tek ezmelisin.
Dördüncü
gün, seçimini kendin yapmalısın. Eğer Mina'da işin bitmemişse, eğer hâlâ
tehlike hissediyorsan, kalabilirsin. Eğer kalırsan savaşmalı; tıpkı iki gün
önceki gibi her üç üsse sırayla üç hamle yapmalısın. Dolayısıyla savaş için
Meş'ar'dan beraberinde "yetmiş kurşun" getirmeli ve emrolunduğun şeyi
yaparak savaşta mecburen üç üsse "yedi kez" hamle yapmalısın. Bu
yüzdendir ki topladığın silahı taksim edip l/7'sini zafer kazanmak, galip
gelmek için kullanmalı, 6/7'sini ise savaşa devam etmek, zafer sonrası
mücadeleyi sürdürmek için kullanmalısın! Böyle yapmalısın ki bütün hareketlerin
yazgısı, bütün devrimlerin meşum sonu tekrarlanmasın, İslam'ın tarihteki
yazgısı tekrar gelmesin ve Mekke Fethinden sonra "Ebû Süfyan'ın
teslimiyeti "ni "Ebû Süfyan'm İslam'ı sanmayasın. Şu halde
"yirmiüç yıllık cihad" risâleti'nin zaferinden, dış cephede şirkin
düşüşünden, put yüzlü aristokrasinin belinin kırılmasından, Kureyş'in
bünyesindeki cahiliyete galip gelindikten sonra, Bedir, Uhud ve Mekke Fethinde
dize gelen servet, güç ve hile adlı üç üssün, iki yüz küsur yıllık "imamet
" dönemi kat edilip cihada ve Akabe üssünün düşüşünden sonra taşlamaya
devam ederek kökü kazınmalıdır. Kökü kazınmalıdır ki şirk, tevhid elbisesine
bürünmesin. Kökü kazınmalıdır ki 'Hendek'in o tarafında yenik düşen Hannâs,
sürünerek bu tarafına geçmesin ve cahiliyet, İslam'ın varisi olmasın. Eğer
'sakife'de zafer kutlamaları yaparsan, Rasûl'ün hilâfet örtüsüne bürünen
Cellad, Arafat, Meş'ar ve Mina'da elde ettiğin herşeyi Kerbala'da kana bular ve
Fırat'ın suyuna boşaltır.
Taşla,
ey İbrahimî mücâhidi Ey ki 'Meş'ar'dan gelmiş İslam eri! İman ve cihad ülkesi
"Mina'da "İblis", her üç karargahında pusuda beklemektedir.
Sakın
unutma, sen oldukça o da olacaktır.!
Vahyin Son Mesajı
Hacc,
Kur'an'in kelimelerle ifade ettiği mesajı, hareketlerle ifade eder. Hac boyunca
Kuranı da bitirmemiz öğütlenmiştir. Öyleyse müsade edin de Hacc'in sonunda
Kitabımızın son mesajından bir ders almaya çalışalım.
Kuranın
son kelimeleri, "bir tehlike'den söz eder, Hacc'ın son hareketleri ise
'atış'tan, 'taşlama'dan!
Hacc'ın
son aşamasında "üç putun taşlanması"ndan bahsedilir. Kuranın son
sûresinde ise üç gücün reddedilmesinden! Hacc'ın sonunda hâlâ bir
"tehlike'den söz edilerek "İbrahim'in takipçisi'ne bu tehlikeden
kork" diye hitab edilir. Kuranın sonunda da hâlâ bir şerrin varlığından
bahsedilerek, "İbrahimî Peygamber e hitaben "serden kork!"
uyarısı yapılır!
Hayrette
kalmamak mümkün mü? Kurban bitiyor, ama tehlike bitmiyor! Risalet zaferle
tamamlanıyor, ama tehlike sona ermiyor! Nübüvvet sona eriyor, ama tehlike hâlâ
bitmiyor.
Ne
şaşırtıcı bir durum! Kuran iki sûreyle son bulmaktadır: Her iki sûre de
"serden sığınmak'tan söz etmektedir! Her iki sûrede de korkutan,
Allah'tır; Allah'ın korkuttuğu kimse ise tarihte Tevhid risaletinin, İbrahim'in
risaletinin tamamlayıcısı olan Muhammed'dir.
Aynı
şekilde Hacc da iki günlük vakfe ile son bulmaktadır. Her ikisinde de
'taşlama'dır söz konusu olan. Her ikisinde de korkutan Allah'tır. Korkutulan
kimse ise tarihte Tevhid elçiliğinin başlatıcısıdır.
Ve sen
ey Muhammedi'n izinde yürüyen! ey İbrahim'in geleneğini -'amel'le değil,
'sembol'le- tamamlamış insan, Mina'dan böyle asude bir şekilde nereye gidersin?
Hacc'ın
sonunda ey Hacı! bırak da Kuranın sonunu okuyalım ve muzaffer Peygamberimizin
risaletinin nasıl bir bir tehlike içinde olduğunu görelim. Mina meydanını
terketmeden ve taşlayarak dağıttımız üç karargahı geride bırakmadan önce
Allah'ın son mesajını duyalım ve dinleyelim de dostuna, halka gönderilen insana
nasıl bir korku verdiğini nasıl bir uyarıda bulunduğunu49 görelim.
Kul:
'eûzü biRabbi'l-felak''
De ki
(ey Muhammed): 'Sığınırım sabahın Rabbine'
'min
şerr-i mâ h'alak''
yarattığı
şeylerin şerrinden 've min şerr-i ğâsikın izâ vekab'
ve her
şeyi kuşattığı zaman karanlığın şerrinden 've min şerri'n-neffâsâti fi'1-ukad''
ve
düğümlere üfleyen, sözleşmeler, akitler, bağlar ve azimetler dizisini
koparanların şerrinden
(ve
nihayet): 've min şerr-i hâsidin izâ hased'!
ve
haset ettiği zaman, hasetçinin şerrinden! Burada 'dış düşmandan söz edilmekte, 'dış
düşmanlar dan, milletimin, ülkemin ve kendim dışındaki düşmanlardan
bahsedilmektedir.
Açık
ve nesnel olan, bizimle yüzyüze savaşan düşmanlar...
Gece
olunca ortalığı kaplayan karanlıklar, fesatlar, pislikler... Mina geçidine koyu
bir karaltı çöker, sel gibi akar ve Mina vadisini
doldurur,
her yeri kaplar her şeyi kirletir, Arafat'ın aydınlığını, Meş'ar'ın aydın
görüşlülüğünü, Mina'nın iman ve idealini tamamen köreltir, mahveder, boğar.
Öyle ki "Mina'dasın ama
göremezsin, "Mina'dasın ve
fakat anlamazsın. Âşıksın ama maşukunu tanımazsın. İsmail'ini kesersin, ama
tevhidin kurbangahında değil, tağutun yerinde.
"Zulmet"
(karanlık) zulmeder!
Taşlarsın,
ama İblisleri değil, Melekleri. Boğazlayıp kurban edersin, ama koyunu değil,
insanı kendini; Sa'y edersin, ama kendi ayaklarınla değil, hasmın dizginiyle.
Tavaf edersin, ama Allah'ın yörüngesi üzre değil, Nemrud'un verdiği yön üzre...
"Zulüm"
zulmeder!
"Gâsikun"
izâ "vekab"!
Gizli
ve açık komplolar... Siyaset büyücüleri, düşünce efsuncuları, sihir
üfleyiciler, hilekar vird okuyucular, tefrika çıkarır, düşmanlık yayar, şayia
çıkarır, kin tohumları atar, kenetlenmiş elleri hasım yumruklar yapar, dizeleri
parçalar, şirazeleri koparır, kardeşleri düşman, düşmanları kardeş yaparlar,
düğümlere cadı kanı üflerler, bağlara ayrılık hançeri dayarlar, iradeleri felç
eder, imanları mahv eder, kararları sulandırır ve anlaşmaları bozarlar. Bir
dinin bünyesini böler, bir ümmetin bütünlüğünü bozar, her fırkayı, her parçayı 'ğasık'ın
pençe ve dişinde bir lokma yaparlar! Çünkü 'neffâse'ler (neffâsât) 'ğasik'ın
yetkili acentalarıdırlar. Büyücüler gece sığınağında iş yapar, gece için
çalışırlar!
Nihayet
hasetçinin şerrinden sığınmalı, ama hasedi gizlediğinde değil -çünkü hasetçi bir
hastadır, kendi kendine zarar veren bir hasta- tersine haset beslediği zaman!
Bu, ne
"ğasık": açık, zorba, zalim bir yabancı, ne de "neffâse",
ğâsık'in gizli çalışan, art niyetli, ücretli acentasıdır.
Çünkü
o, bir "yakın", "dost", dert ortağı, dava arkadaşı! Ne
düşman ne de düşmanın kiralık adamı; ne despot ne despotun oyuncağı, ne
"zâlim", ne de zâlimin oyuncağı: avamdan bir fanatik ve "doğru
yoldan sapan" in kutsal eşeğidir, belki "nâkis" [sözünden
dönen], "arkadan hançerleyen dir, hıyanet eder, ama hain değildir. Dostu
vurur, ama düşman değildir. Neffâselerin aleti, oyuncağı "vâkıb olan
ğâsik'ın çadırının ücretsiz ve minnetsiz direğidir.
Öldürür,
ama eli kana bulanmaz. Kötü şeyler yapar, ama kimse ona kötü gözle bakmaz. Dost
yoluna çukur kazar, ama "garaz'dan değil, "maraz'dan!
En
meşum ve en tedavi edilemez hastalık: haset! Muzaffer devrimleri yıkan bir
düğüm, ukde,
"yiğit
mücahidler'i en yüksek övünç noktasından aşağıya düşüren bir ukde.
Dostu,
dost eliyle şerî olarak kurban eder.
Zahıd
dindarı, küfür ve fışkın kukla katili yapar;
-Kendisi
istemeden ve halk bilmeden-!
Belirtelim
ki "ğâsik'ın kara çadırı, Mina yokuşunu yok edebilir.
'Neffâse'lerin
yuvaları bulunup Mina'dan atılabilir.
Fakat
hasetçiyi ne yapayım ben? Ona ne yapabilirim ki? O, bizzat kendin olan bir
ızdıraba sahiptir, bizim bir iç acımızdır kendimizdendir, yakınımızdadır, fakat
ğâsik'in aleti, ğâsik'ın neffâselerinin oyuncağıdır.
Ancak
o da bizim gibi, ğâsikın düşmanıdır ve belki ğasik, neffaselerinin bizden daha
çok düşmanıdır!
Bu
yüzdendir ki üç "şer" safında son sıra hasetçi'ye aittir.
Ve ilk
gün son "taşlama" hasetçiye yapılmalıdır! içerden iman ve idealin son
afeti hasetçidir.
Burada
da yine teslis var! Üç tağut var!
İlk
taşlamanın hedefi: Gâsik; gece, karanlık ve zulmün sultası
İkinci
ve orta taşlama yeri; Nâfis, nafisin ajanları: ayrılıkçı büyücüler, düşünceyi,
ahlakı, bilgiyi mahvedenler, ğâsik için fikrî ve kültürel alt yapıyı
hazırlayanlar, vâkıb gecenin kucağında halkı uyutanlar.
Üçüncü
ve son taşlama yeri: Hâsid, ğâsik'ın beşinci direği, nafisin bilinçsiz
oyuncağı, düşmana hizmet eden bir dost.
Bütün
bunlara rağmen Mina'nın bu üç tağuttan kurtuluşu çok kolaydır.
Bırak,
"felak" baş kaldırsın. Sabahın yarıcısı, ak nur nehrini Mina boğazına
akıtsın.
Güneş
kılıcı ğasikin çadırını parçalasın, zulüm ve zulmetin Mina üzerindeki
hegomanyasını kaldırıp atsın. Bunları yapcak olan güneş kılıcı, ğâsik'ın
sığınağında gizlenen neffâseleri, Mina'nın kayalık ve inlerinden çıkarıp
mahveder. Sonuçta bir de bakarsın ki gecenin iktidarı ve büyücüleri yok olup
gitmiştir. Hased düğümleri tutulup boğazlanır ve incitmeden, dost hastaların derinliklerine
defnedilir.
Bütün
bunlar gecenin işidir tabii. Bu üç şer, gecenin karanlık işlerinden
çıkmaktadır. Bırak gece ölsün...
Müsaade
et, sabahın ağartısı çıksın ortaya! ey şafağın Rabbi!
Rabb'ul-felak!
Ancak
son sûrede daha ciddî, daha korkunç bir tehlikeden söz edilir. Açıktır ki
Mina'yı özgürlüğe kavuşturmak, daha da zorlaşmıştır. Fahreddin Razi'nin
ifadesiyle önceki sûrede (Felak sûresi) sadece Allah'ın bir "sıfatına
vurgu yapılmıştı, bu sûrede (Nâs sûresi) ise üç "sıfat"
vurgulanmıştır.
Sözün
siyak ve sibakından anlaşılmaktadır ki öykü çok ciddi, karmaşık ve uzun
boyludur.
Felak
sûresinde Allah, "Felak'in Rabbi" olarak tabir edilmiştir. Orada
felakın düşmanı olan bir takım güçlerden söz edilir. Karanlıkta yaşayan bu
güçlerin "felak'la ölmeleri için gecenin kara perdesinin, aydınlık
kılıcıyla yarılması kâfidir.
Nâs
sûresinde ise Allah, insanların "Rabbi", "Meliki" ve
"İlahı" olarak tabir edilmiştir. Yani bu sûrede, ilahlık iddiasında
bulunan, insanlar arasında üç ilahı unvana sahip olduklarını iddia eden
insanların düşmanı güçlerden söz edilir. Sözkonusu üç unvan şunlardır.
Kul:
"Eûzü
bi"
De ki:
Sığınırım :
"Rabbi'n-nâs"
insanların Rabbine "Meliki'n-nâs" insanların Melikine
"İlahi'n-nâs"
insanların Mabuduna.
Felak
sûresinde; dünya ve toplumdan, hükmeden kara iktidardan, düşüncelere garazla
büyü üfleyen gizli iş çevirenlerden, -marazla- hıyanet eden bencillerden söz
edilmişti. Aynı şekilde insanlık karşıtı üç afetten, toplum karşıtı üç güçten,
zulüm ve zulmet, fesad ve dalalet, bencillik ve hıyanet diye üç yokedici güçten
ve bunların kurbanları insan, insanlık toplumu ve devrimci hareketten
sözedilmişti.
Nâs
sûresinde ise sosyal düzenden, sınıfsal altyapıdan, "insanlardan, halka
egemen güçlerden; halkın, toplumun, insanların yazgısına müdahele eden
güçlerden, Allah'la ve ilahlık iddiası taşıyanlarla ilişki içerisindeki
insanlardan, aslı şer'den, "insanların ebedî düşmanından ve kurbandan söz
edilir, insan türünden değil, insan toplumundan söz edilir!
Sadece
insanlarla ilişki bakımındadır ki put üretilmekte, tağuta tapılmakta, Allah'ın
sıfatına ve Allah'a ait olan isme kendilerinin sahip olduğunu iddia edenler
ortaya çıkmaktadır. Yine sadece Allah'ın halkla -dünya veya tabiatla değil- ilişkisi bağlanımdadır ki
engeller konulmakta, aracılar çıkmakta, Allah'ın kullarım kulluğa
çağırmaktadırlar. Hakikatleri gerçeklikler içinde değil, kitapların içinde
arayan soyut düşünen bilginlerin düşüncesinin aksine Tevhid ve şirk iki felsefî
kuram değildir, medrese ve mabedlerin dört duvarı arasına sıkışmış kelamı bir
çekişme de değildir. İnsan fıtratının derinliklerinde, kitlelerin hayatının
içinde, tarihin çekişme, çatışma ve hareketinin kalbinde, tüm zamanlar
itibariyle halkla halk düşmanları arasındaki sınıfsal savaşın merkezinde doğan
canlı bir gerçekliktir.
Soyut
düşünenlerin zannettiklerinin tersine şirk, bir dindir, tarihe egemen bir din;
evet halkın afyonu bir din! Tevhid ise tarihin mahkûm dini; halkın, insanların
kanı, insanların fıtratı, risaleti ve silahı; en büyük, en derin, en gizli
"insanlık faciası" -ki hâlâ aydınlar bu hususa parmak
basmamışlardır-, "insanların, tek özgürlük faktörüyle kul
edilişleri", "insanların yaşam ve izzet sermayeleriyle ölmeleri ve
zillete düşmeleri"! Peki nasıl? Din vesilesiyle dini değiştirerek, Tarihin
büyük nifakı: "İblis Allah'ın
mukaddeslik elbisesi içinde" "Tevhid, şirkin hizmetinde"! Ya
şirk? "Yeryüzü rabblerinin elinde bir din", "Ehrimen'in
ayetleri", Hannâs'ın ayetleri! Hannâs nedir? En büyük şer, insanların
düşmanı!
Bu
nedenledir ki Nâs sûresinde "nâs" (insanlar) hep tekrar edilmiştir.
"İnsanlar"
arasında kendi ilahı güçleri için imal ettikleri bu yeryüzü tanrıları
kimlerdir? Allah'a ve halka isyan etmiş, Hakka tuğyan etmiş bu tağutlar hangileridir?
Yine
üç tağut! Teslis!
Bu
sûrede Allah için zikr olunan Allah'a özgü üç ismin ğâsıbı üç tağut!
Tevhid,
sıfatların tevhidi!
Onun
zıddı olan şirk, teslis şirki, "Cellad Kabil'in şirki, üç yüzle ortaya
çıkar ve insanlara "Şehid Habil'in çocuklarına hükmeder.
Kabil
birdir; Firavun, Karun ve Bel'am-ı Bâûrâ bu birin üç görüntüsüdür; üç
"vücut" değil, üç "çehre"!50
İlginçtir
ki tarihin bütün teslisleri böyledir. Bütün üç ilahlı dinlerde tanrı, üç
"yüz" ve görüntülü tek 'baş'a sahiptir!
Başlangıçta
insanlık kardeşçe yaşıyordu. Orman ve nehir, ortak mülktü. Herkes, sahibi Allah
olan özgür tabiat sofrasının başında otururdu. Bütün kullar eşitti. Avcılık
çağ!... Herkes vahşî hayvan yakalar, hayvancılık yapardı. Hayat tarzı, Habilî
idi. Ahlak da Habili idi! Kabil çiftçi oldu ve "bu arazi benim
mülkümdür" dedi. Yani "senin mülkün değildir" demek istedi.
"Bir
tanedir, ama aynı zamanda üç tanedir. Üç tanedir ama aynı zamanda bir
tanedir"!
Teklik
ikiliğe, bire tapıcılık, monoteizm, iki ilaha tapıcılığa dönüştü. Kabil
Allah'ın yerini aldı ve üç çehreye büründü. Böylece üçe tapıcılık, teslis
ortaya çıkmış oldu!
Teslis,
uğursuz bir üçgen: insanlığın bütün Peygamber, adalet savaşçısı ve şehidleri bu
teslis mezarında gömülü!
"Meşum
tılsım!" Esaret boyunduruğu gibi insanların boynuna geçmiş, "kainatın
Rabbi'ni "toplumun tanrılarının kulluk zincirine bağlamış üç tarafı olan
bir tılsım!51 Üç ortaklı bir "şirket"!
Birincisi
halkın başını bağlar, ikincisi cebini boşaltır ve üçüncüsü ise diğer ikisinin
ortağı olup ruhanî bir yüz ve göksel bir dille halkın kulağına şunları fısıldar
:
"Sabret
din kardeşim. Dünyayı ehline bırak. Açlığını günahlarının bağışlanması için bir
kaynak olarak kabul et. Bu dünya hayatının cehennemine öbür dünya cennetinin
bedeli gözüyle bakıp tahammül et. Eğer bunlar, bu dünyada zulüm ve fakirliğe
sabredenlerin, Âhiretteki mükafatlarının ne olduğunu bilselerdi, bugünün
bedbahtı olan senin yarınki mutluluğuna gıbta ederlerdi."
"Kardeşim!
İçinde marifet ışığını görebilmen için onu boş tut, yemekle doldurma"!
"Bir
çaresi var mı bunun? Başımıza gelen her şey önceden kader kalemiyle alnımıza
yazılmış." Saıd (mutlu), ana karnında da saıddir. Şâkî (mutsuz) ise ana
karnında da şakidir. Her itaraz, İlahı meşiyete yapılmış bir itirazdır.
Verdiğine de vermediğine de şükret. Bu zalimlerle hesabını hesab gününe bırak.
Zulme sabret. Fakirliğe şükret ve yakınma, yoksa öte dünyada sabredenlerin
alacağı mükafattan yoksun kalırsın. Her şeyi oluruna bırak ki pirince giderken
evdeki bulgurdan olmayasın.Unutma ki yaratılmışa itiraz, yaratana itirazdır.
"Hak" ve "adaletin hesabı Allah'a aittir; yaratılmışların değil,
Allah'ın işidir. Ne ölümde ne de hayatta sen hükümde bulunma; zira hakimlerin
en hakimi Ahkemü'l-hâkimin olan Allah'tır. Zinhar, dünyada bağışlamadığın zâlimi
(Kıyamet Gününde) Erhame'r-Râhimın olan Allah'ın bağışladığını görünce, mahcub
olmayasın! Herkes kendi amelinden sorumludur. Emr bi'1-ma'rûf nehy ani'l-münker
nedir peki diye soracak olursan şunu derim : Evet bu var, ama bir takım şartlar
çerçevesinde: birinci şartı, ilim ve takva sahibi olmaktır. İkincisi etkide
bulunabilecek ve sonuç alabilecek yakîne sahip olmak, üçüncüsü ise zarar gelme
ihtimalinin olmamasıdır; eğer bu görevi yaptığında sana zarar gelme ihtimali
varsa, sorumluluk ve mükellefiyet kalkar..."52
Evet.,
bu üç işbirlikçi, hemfikir, birbirinin destekçisi, ortağı... Kabil, üç maskeli,
üç ebedî teslis tanrısı, küfür ya da İslam elbisesi içinde, şirk ya da Tevhid
kisvesinde... halkın tabiatına ve yazgısına egemen, he zaman, her yerde, -din
adına- yeryüzünde tüm zamanlar boyunca insanlara hâkim güç : Kabil!
Bu üç
tağut, Kabil'in üç çehresidir. Mülk sahibi Kabil, kardeşi, çoban Habil'i
öldürünce, Habil'in babasız kalan çocukları, kendi katili amcalarının
velayetine girdiler.
Ve
cellat kendisinin şehid ettiği insanın vârisi!
İlginç:
hayvancılık ve eşitlik çağı insanı Habil'in varisleri olan Tevhid ve adalet davacıları yani İbrahimı Peygamberlerin hepsi birer çoban!53
Bu
gönderilen çobanlar zincirinin son Peygamberi, kendisi de "Kararit'te
Mekke halkının koyunlarını güden "Ümmı Rasül'ün ifadesiyle:
"Koyun gütmemiş hiç bir peygamber
yoktur".
Bu,
Kabil'in geleneğidir de. Kabil'in üç evladı, Kurt, tilki ve koyundur. Tarih boyunca
onların sonsuz gayreti, Habil'in evlatlarını -insanları- istibdat (baskı),
istihmâr (eşekleştirme) veya istismar (sömürü) yoluyla "koyun'laştırmak
olmuştur!
Nitekim
her çağda gördüğümüz şudur: medeniyet şehrinde, kültür merkezlerinde, ilim
havzalarında, dinî mabedlerde, filozof, alim, hikmet sahibi insan ve önder
yerine ümmî bir çoban çölün yanık bağrından ansızın şaşırtıcı bir ateşle ortaya
çıkıp ve koyunları bırakıp kabili güçlerin kurbanı olmuş ümmetin önderliği ve
kurtuluşu için çobanlık asasıyla yeryüzü tanrılarının başına son hızla atılır!
Tam bu noktada Kuranın sahibi Allah'ın celîl sözünün derinlik ve güzelliğim
anlamak mümkün olmaktadır:
"İnsanların
kendi içinden Peygamber gönderdik ve bu Peygamberi halkının diliyle
gönderdik".
Şu
ayet bunu izah etmektedir:
"Andolsun
biz elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve onlarla beraber Kitab'ı, ölçüyü
indirdik ki insanlar adaleti yerine getirsinler. Ve kendisinde çok büyük bir
kuvvet ve insanlara bir çok faydaları bulunan demiri indirdik..." (Hadid,
25)
Belirtmek
gerekir ki, tarih boyunca her nerede ve ne zaman halkın kendi içinden bir
Peygamber risaletle görevlendirilip gönderildi veya halktan, insanların içinden
bir "adaletçi" sorumluluğu üstlenerek ortaya çıkıp Kabil'in
çocuklarını -insanları- Tevhid, adalet ve bilgiye çağırdıysa bunlar hemen
olanca güçleriyle ona saldırmış onu öldürmüşlerdir53
Sonra
daha bir kuşak bile geçmeden öldürdükleri Peygamber veya davetçi için ağıtlar
düzer, yas tutar, davetçinin imanına varis, ümmetine veli olurlar.
Ama
peygamber onlara galip gelmişse hepsi ona teslim olmuş, elbiselerini ters çevirip
kılık değiştirmişlerdir. Yine bir kuşak ya geçer ya geçmez, onun halifesi ve
naibi olmuş; sancağına, Kitabına, mührüne, kılıcına sahip çıkmışlardır!
Bir Kabil var,
ama üç yüzlü! Veya yedi renkli, yetmiş maskeli, yedi bin unvanlı ve yetmiş bin
tuzaklı!
Bir Kabil var:
katildir, kardeşi ise onun maktulü
Bir Kabil var:
mâliktir, mülk sahibidir, halk ise onun memlûku (kölesi)
Bir Kabil var:
hâkimdir, halk ise onun mahkûmu
Bir Kabil var:
sâhirdir (büyücü), halk ise onun meşhuru (büyü - ledi ği)
İki kardeşi iki
düşman yapan, iki eşiti iki eşitsiz hale getiren, mülkiyettir.
Mülkiyettir,
insanı iki soy, toplumu iki sınıf; tarihi iki kutup, bir İlahı iki ilah,
tekliği seneviyyet yapan.
Kuranın
tabiriyle istikbar ve istid'af!
İstid'af
ne demek? Ne büyük ve kapsamlı bir kelime! İnsanları zayıflatan, zaafa
sürükleyen bir şey!
Bir
Kabil var, bir de onun üç çocuğunun eliyle, üç üsden, üç boyutlu yapılan
istid'af, mustazaflık:
Ya zor
kullanarak zincire vurur: istibdat, siyaset,
Firavun.
Ya zer
(altın, servet, para) kullanarak kanını emer: istismar, iktisat, Karun
Ya da
hile ile onu aldatır: istihmâr, iman, Bel'am-ı
Bâurâ!
Bir
"egemen sınıf" var, üç yüzlü: Üç egemen güç var bir sınıf içinde. Üç
biçimde kendini gösteren bir Kabil var, bir İlah'ı üç ilah yapıyor: Teslis!
Bir
tanedir, ama aynı zamanda üç tanedir. "Üç tane, ama aynı zamanda
tektir"
Fakat
yedi renkli, yetmiş yüzlü, yediyüz isimle ve yetmiş bin tuzakla!
Maskeli
ve maskesiz, küfür veya din, şirk veya Tevhid, anarşi veya kanun, diktatörlük
veya demokrasi, kölelik veya özgürlük. Feodalizm veya burjuvazi, din veya ilim,
ruhaniyet/din adamlığı veya aydınlık, felsefe veya tasavvuf, zevk veya riyazet, vahşilik/ilkellik veya medeniyet, çöküş veya
ilerleme, maddiyat veya maneviyat, Hıristiyanlık veya İslam, Ehl-i Sünnet veya
Şia..
Gider,
ama geri döner; kapıdan kovarsın, bacadan girer!
Köleliği
ezersin, ama efendi derebeyi olur, köleyi çiftçi yapar. Feodalizmi Büyük
Devrim'le yıkarsın, ama derebeyi kapitalist olur ve çiftçiyi işçi yapar.
Musa,
Tevhid "Yed-i Beyzâ"sıyla Firavun'u Nil nehrinde boğuyor, Karun'u
toprağa gömüyor ve büyü dinini risalet ejderhasıyla yok ediyor.
Hemen
Nil'e düşmüş olan Firavun Ürdün nehrinden çıkıp geliyor, ama bu kez Şimon
adıyla. Musa'nın varisi oluyor, kırbaç yerine Musa'nın asasını eline alıyor.
Firavunun sihirbazları ise Harun'un çocukları ve Musa'nın ahbârı oluyor, büyücü
ipleri yerine Tevrat'ı ellerine alıyorlar. Bel'am-ı Bâurâ Allah'ın ayeti
oluyor; Karun ise Tevhid milletinin emini (haznedar) oluyor. Her üçü de
"Arz-ı Mev'ûd" adına Filistin'i yutuyor ve "Kadîm
Sebataylar"ı "Yeni Kıbtîler" yapıyor!
Beklenen
Mesih gelir, Yahudiliği nesheder, Roma İmparatorluğunu devirir.
Kayser
Papa oluyor. Yahudi ahbarı, Hıristiyan Rahipleri; Hahamlar keşiş; Roma
Senatörleri, Vatikan Kardinalleri; saray kilise, Kayzer Papa ve Jüpiter Mesih
oluyor.
Muhammed
doğar, Kayzer ve Hüsrev devrilir, Keşiş ve Mûbed (Zerdüşt din adamı) tard
edilir, Araf ve Acem aristokrasisi kaldırılır.
Kayzer
ve Hüsrev: Halife olurlar; Keşiş ve Mûbed imam ve kadı; köylüler, süvariler,
çiftçiler aristokrat, feodal ve soyluların hanedanları: ashab, seyyidler,
zevat-i kerim, ev sahipleri, şürefâ, ehl-i haseb ve neseb, Sasanı Krallığı ve
Roma İmparatorluğunun adı: Rasûlullah'ın risâleti; kilise ve ateşgah: Mescid;
katliamlar: cihad; yağmalar: zekat ve insanların zilleti: Allah'ın meşiyyeti
olarak değiştiriliyor...
Hz.
Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin ailesi öldürüldü, hapsedildi, ğasb,
zulüm, katliam ve esaret kurbanı edildi, Ebû Süfyan ve Abbas Hanedanı, O'nun
varisi oldu.
Buna
karşılık Ali, Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin Sünnetini devam
ettirmek için direniyor; gerçek önderler, iki yüz elli yıl hilafetle savaşıyor
ve şehid düşüyorlar, onların hakperest izleyicileri, velayet sancağını zulüm
yönetimi boyunca omuzlayarak, kızıl Şia yolu, cahili geleneğin egemenliği ve
soyluların hilafeti altında göndere çekiyor, zulüm düzenini yok etmek için
imamet ve adaleti dinlerinin sloganı haline getiriyorlar.
İmamet
ve adalet yolunda bin yıllık cihad ve şehadetten sonra, ansızın Halife Şii
olur; Safevî saltanatı, Alevî velayetin vârisi olur. Daru'l-Hilafet ise Ali
kapısı... ve helümme cerrâ [ve şâire]!
Avrupa
da Rönesans Kiliseye galip geliyor; bilim dinin yerini alıyor; modern
üniversiteler karşısında eski skolastik okullar terkediliyor ve bilim adamları
din adamlarını mabetlerin köşelerine sürüyorlar:
Bel'am-ı
Bâurâ, Kiliseden üniversiteye geçiyor!
Fransız
Devrimi feodalizmi yıkıyor, köydeki arazi ağası Karun atılıyor, ama aniden
şehre dönüp banker ve banka sahibi oluyor!
Firavunun
başı Devrim giyotiniyle gidiyor, Versay'da "saray" dan atılıyor;
ama
Karun'un hazinesi ve Belamın büyüsüyle demokrasi sandığından çıkı veriyor...!
Ve bir
"Gol" (Gaulle) "İki Gol" (De Gaulle) oluyor!55
Amcaoğullarımız
yakamızdan ellerini çekmezler, Kabil'in çocuklarını kastediyorum; üç
işbirlikçi, her zaman ve her yerde hep
birlikte
hareket eden üç hemfikir! Kürtün elinden zorbalık kılıcını alsan fare servetle
seni satın alır; satılmazsan tilki din ile seni aldatır, bu olmazsa ilimle, bu
da olmazsa, sanatla, o da olmazsa felsefeyle, ideolojiyle...., olmazsa oyunla,
o da olmazsa dolambaçlı yollarla, para ve altıncılık savaşlarıyla, olmazsa
ağlayıp sızlamalar, yalvarıp yakarmalar, başa göğse vurmalar, ah vah etmeler,
zihnî ve ruhî meşguliyetlerle, olmazsa kinler hep tarihe, aşklar da ölüm
sonrasına aittir diyerek "hal" den gaflet eden her şeyle, bu da
geçmezse tüketim, zevk, eğlence, gösteriş, lüks, rütbe, makam, varlıklılık,
borç, kredi, taksit ve köpek dolaştırma çılgınlıklarından dem vurup adını
"yaşam" koymakla, iş ve fazla mesaiden dem vurup adına
"refah" diyerek korku, endişe, dalkavukluk, zevkle, ömrü gece gündüz
koşuşturarak geçirmekle kendini birkaç yıl geri alma duygusuyla bütün özgürlük,
değer ve fırsatları "lüks" e kurban etmekle, geçmişte yediğin şeyler
için geleceğini modern patronlara, modern rablere adamakla, "rahat
vasıtalarını "satın almak için "hayatın rahatı" nısatmakla;
ölünceye kadar koşturup ömründe bir an olsun
düşünmemekle,
anlamak için bir fırsat yakalamamakla..., Bunlar da yetmezse caz, eğlence ve
seks şamatasıyla; bu da mı olmadı, o takdirde tasavvuf cezbesiyle, uyuşturucu,
eroin, esrar, LSD ve daha başka binlerce ayak oyunlarıyla, binlerce
"hak" ve "batıl"la, seni kendinle meşgul edip oyalayacak,
haktan gafil kılıcak her şeyle!
Adı
küfür de olsa iman da olsa, seni yolundan alıkoyan her şeyle!
Biz
"insanlar" tüm zamanların "yetim küçükleriyiz; bütün yeryüzünün
muztasaflarıyız; Şehıd Kabil'in çocuklarıyız, Allah'ın doğru kulu,
"Adem" ailesinin evladı, kardeşliğin muhafızı, eşitliğin dostu, ilk
saf fıtratın, gerçek Tevhidin, vahdetin, sulhun temsilciyiz... İnsanlığın,-tabiatın Rabbi'nin genel
sofrasının başında- "tek bir ümmet" olduğu çağın yadigarıyız.
Bunların hepsi, onun şehadetiyle yere defnedildi, mülkiyetin masum maktulü babamızın
kanıyla, hile ve hiyanetle toprağa karıştı. Bir arzu, bir iman gibi onun içinde
kaldı.
Yüreğimizde,
onun öcünü alma, onun kan davasını gütme arzusuyla bir umut ışığı gibi bir
riseletin beklentisi içindeyiz!
Tevhid
bayrağı bu umudun meşalesidir. Bu risalet bayrağı Arafat'tan Mina'ya kadar
elçilikle görevlendirilen çobanlar vasıtasıyla elden ele dolaşır. Nesilden
nesile miras olarak aktarılır. Kabil'den İbrahim'e, İbrahim'den Muhammed'e,
Muhammed'den Hüseyin'e ve Hüseyin'den de bütün her zaman ve her yerde...
Âhir
zamana kadar!
Evrensel
adalet devrimi, tarihin mahkûmlarının önderliği, yeryüzü mustazaflarının
veraseti!
Elden
ele dolaşan, tarih yatağında toprağın sinesine kırmızı bir hat çeken sancak...!
Tevhid Sancağı!
Ve
şirk sancağı: zulüm, açlık, cehalet sancağı, üç tağutun elinde...
Küfür
ve din, taassup ve tefrika değildir; dertsiz hayalcilikler, filozof ve sûfî
dertsizlerinin çekişmesi değildir. Küfür ve din, insanın ''ğayy'' ve 'rüşd'ü
demektir.
Küfür
ve dinin niteliği, açık, her birinin özellikleri ortada. Sözkonusu olan
"rüşd" (doğruluk) ve "ğayy" (sapıklık)tır; adaletle zulmün
savaşıdır.
Bunun
dışında her ne varsa yalan, aldatmaca ve nifaktır.
Hiç
bir söze kulak verme: Tarihte, evet baştan sona 'nifak'la dolu olan bu tarihte
sadece Kabil'in çocukları konuşma hakkına sahip olmuşlardır. Hak'tan, dinden
söz etme hakkına bile onlar sahip olmuşlardır.
Nasıl
anlatsam bilmiyorum ki; "Şehid Habil'den, "Habil'in çocuklarının
yazgısından söz etme hakkına dahi!
Sadece
Kuranın sözüne kulak ver, onun adına konuşanların sözlerine değil. Maalesef
Kabilıler müfessir dahi olmuşlardır. Kuranın kendi ifadesiyle, bunların hırsız
ellerinden korunmuş olak tek belge Kurandır.
Onu
dinle ki sana insanın serüvenini anlatsın, senin için 'risalet' in anlamım
tefsir etsin.
"İnsanlar
tek bir ümmetti. Allah müjdeciler ve uyarıcılar olarak Peygamberler
gönderdi.." (Bakara, 213)
İnsanlar
eşit bir toplumdu. Allah korkutucu ve müjdeleyici Peygamberler gönderdi. Bu
ihtilafa düşmeler, taassup yüzünden değil, akide ve iman ayrılığından,
bilinçsizce değil bilinçlice, hak yemek, zulmetmek için, garez, kin ve haset
yüzünden!
Allah'ın
sözüne kulak ver ki sana Peygamberleri ne amaçla görevlendirdiğini, bize niçin
gönderdiğini söylesin.
"Biz
elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve onlarla beraber Kitabı ve mizanı
indirdik ki insanlar adaleti (eşitliği) yerine getirsinler" (Hadîd, 25),
"herkese kendi payı, kendi hakkı ölçüsünde" ilkesini tahakkuk
ettirsinler!
"Rüşd"
(doğruluk), "ğayy" (sapıklık)tan ayrılmış, her birinin sınırı belli
olmuştur.56
Küfr
ve din aşikar; her birinin rolü bellidir. Tevhid ve şirk, birbirinin
karşısındadır, özellikleri, nitelikleri bile muayyen!
Sen
yine Kuranı takip et ki felsefe yapmadan, tasavvufbazlık etmeden, başdöndürücü
kelamı ve skolastik bilmecelere başvurmadan, bir ümmınin bile güzelce
anlayabileceği, hatta daha iyi anlayabileceği kadar saf ve sade, açık ve kesin
olarak sana şunu göstersin :
"İman
edenler Allah yolunda savaşırlar.
Küfredenler
ise tağut yolunda savaşırlar"
Hiç
ara vermeden âyet, şu emirle devam etmektedir :
"O
halde şeytanın dostlarıyla savaşın, çünkü şeytanın hilesi zayıftır"57
(Nisa, 76)
Şeytanın
dostları kim?
Evet,
teslis tağutları!
Ve siz
ey Allah'ın dostları!
İblisin
amansız hamlesi karşısında "kendi İlahı özü'nü, "Hikmetin yüksek
kalesi üzerinde koruyan sizler!
Büyücünün
kara yellerinin zehirleri içinde "takva" "can yeleği" ni
giyenler!58
Halkı
zor, zer ve hile ile aldatan örümcek, Allah'ın her yolunun başında zulüm ağı
örmüştür.
"Ölümden
korkmayın! Savaş için mühlet istemeyin! Takva sahibi olun! Hurma çekirdeğinin
yangındaki beyaz renkli bir iplik, yani saçmızdaki bir
kıl kadar dahi zulüm
görmeyeceksiniz"!
58
Sen ey
Tevhidi insan, ey Habil'in kan diyetini boynuna borç bilen ve bütün
"Kitab","mizan" ve "demir"
Peygamberlerinin
risâle-tini omuzlayan insan!
Ey
"Âdem'in vârisi"! Ey insanlar!
Ey
"güçlülük", "özgürlük" ve "bilgi" timsali!
Mustazaflaştırıcı üç "şirk" tağutunun tehlikesinden Allah'a sığın!
Tevhid
İlahına.
Çünkü
insanların Maliki O'dur.
Çünkü
insanların Meliki O'dur.
Çünkü insanların
Mabudu O'dur.
Ey
Arafat, Meş'ar ve Mina'dan kızıl şehadet hattına geçmiş insan!
"Akabe
tağutu'nun viranesine ayak çıkmış,
Tevhidin
en yüksek özgürlük kalesine çıkmış, kendi Mina ülkesini fethetmiş insan!
Ey
"İbrahim Milleti" üzere , "Muhammedin Sünneti" üzere olan
kimse!
Uyanık
ol, kork,
Tehlike
içindesin!
Kabil
tehlikesinde, üç Kabili tağutun geri dönüş tehlikesinde!
Peygamber
tehlikededir.
Zira
Peygamberin mesajı/çağrı sı tehlikededir. Peygamberin takipçisi ümmet
tehlikededir.
Yani
sen tehlikedesin, senin özgürlüğün, hayatın ve imanın,
Tevhid
tehlikede!
Kork;
üç
tağutun şerrinden kork
İnsanların
"Malik, Melik ve mabud" olan Allah'ına sığın.
Üç
tağut, bir İblis, bir Kebil var : Kork!
"Min
şerri'l-vesvâsi'l-hannâs"
"Gizli
işler çeviren aldatıcının geri dönüşü" olan "aklın felaket
getirici"
şerrinden,
"ellezı
yüvesvisu fî sudûri'n-nâs"
ki
bilinçsiz insanların içlerine vesvese verir. "mine'l-cinneti
ve'n-nâs"
"Cinden
ve "insandan.
Vesvâs
kimdir? Nedir?
Sözlükler
şöyle anlam vermektedirler:
"Vesvese
üreten" ve de "aşırı sevdadan doğan ve zihni mahveden
"hastalık", "kara sevda", kötü düşünme veya insanın içinde
sağlamca yerleşen, insanların bilinç altına üflenen boşunalık ve boşluk".
....
"Sana ilka edilen, bilinç altına üflenen, senin peşinden gelen, kulağın
işitmeksizin ve gözün görmeksizin seninle konuşan şey"
Bu
"vesvâs", bu "melankoli", bu "akıl ve bilinci
mahvedici vesveseci"
nasıl
bir şeydir?
"Hannâs'tır
o.
"Hannâs"
nedir?
Sözlükler
şöyle manalandırmaktadırlar :
"Seni
yoldan saptıran, seni kendine tutsak eden, seni kendinde kaybeden, kendi içinde
örten, gizleyen, kendin seni tutan, zindana atan, serçenin peşine düşen kartal
gibi seni takip eden, gizli olup gizli iş çeviren, hilekar aldatıcı hile ile
senin peşine düşen, aldatmacayla seninle uğraşan, hileyle daima sana yakınlık
kurmaya çalışan, yakanı bırakmayan, gidip geri gelen, kovduğunda geri dönen her
faktör"
Bu
"vesvâs-i hannâs" ne yapar?
Vesvese
vermekle meşgul olur.
"Vesvese"
nedir?
Kamuslar
bu konuda şunları yazmaktadırlar:
"Seni
şerre mübtela eden her etken, sana hiç yararı, değeri, hayrı olmayan boş
çekirdek, boşluk, boşunalık, insan aklını felakete götüren, heyacana
sürükleyen, perişanlığa sevkeden, şaşkınlaştıran, değiştirip bozan ve kendi
insanı özüne yabancılaştıran âmil".
"Hannâs"
olan ve "vesvese veren" bu "vesvâs", ne tür bir şeydir?
Hem
"cin", hem de "insan" türünden!
Peki
"cin" nedir? Görünmez bir varlık; gizli, örtülü bir güç; insanla
uğraşan, ama insan olmayan bir güç...
Vah
vah! Ne kadar da doğru ve açık! Bugün her zamankinden daha açık, daha haşin ve
daha fecî!
O üç
tağut gizli, ama aşikardırlar. Gider, renk değiştirip geri dönerler. Yenik
düşerler, ama tekrar ayağa kalkarlar.
Bugün
kapitalist ve makina sisteminde "yeni" sömürgeciliğin gizli sömürü
sultası, kültürel sömürünün değiştirip bozucu komplosu, sömürge hastalığı,
ileri, beyin yıkama teknikleriyle, her zamankinden daha felaket getirici olan
üç tağut, insanı değiştirip çirkinleştirmekle uğraşır.
Chandel'in
ifadesiyle:
"Günümüz insanı için büyük tehlike atom bombasının patlaması
değil, insan mahiyetinin başkalaşması, beşer türünün "insansızlaştırılması"; süratle artık insan demlemeyecek yeni bir tür meydana
getirilmesidir. Bu yeni tür, ne Allah'ın ne de tabiatın yarattığı insan
suretinde makina; efendisini tanımayan, görmeyen bir köledir. Hürdür, ama
sadece köle olmak için didinen bir hür. Parayla satın alınıyor, fakat fiyatı
neyse kendisi ödüyor. Hırsızın evinin yanıbaşında uzun bir kuyrukta soyulma
sırasının kendisine gelmesini bekliyor. Halbuki bu kuyrukta yer edinebilmek
için çok karmaşık uğraşlar içerisine girmişti; o artık gelişmiyor, tersine
küçük bir kalıba giriyor. Şimdi her şeyi elde edebilir; ama her şeyini, her
şeyi kaybeder.
O sadece "tüccar dini'ne iman eder ve bu ticarette her zaman ve
yer yerde, ödediği, karşılığında aldığından daha pahalıdır. Onun her şeyi doğumundan
önce tayin edilmiştir. Yaşamıyor, belki dikiliyor, nasbediliyor.
Dünyanın öbür ucuna gitme şansı yakalamıştır, ancak artık ebediyyen
insan ve Allah'ı kaybediyor... " (Les Cahiers, S. 64)
Facia,
tasavvur bile edilemeyecek kadar korkunç!
"Fıtrat"
türünü değiştirmekte...
O üç
tağut ise bugün artık sadece "kılıç" zoruyla, "altın"
(para) gücüyle "teşbih" hilesiyle vesvese vermiyor, buna ilave
olarak, zor, zer ve iktidar (vesveselerini üretirken), ilmin olağanüstü
derecede hilekarlığı, karanlık üreticiliği ve fesatçılığından,
"sanat" ın hayretlere düşüren büyü ve cazibesinden ve de
"tekniğin" dev gibi korkunç gücünden yararlanmışlardır!
Bugün
başlar, zincir ve iplerin boyunduruğundan kurtulmakta; fakat dünya insanları içten zincire vurulmaktadır. Kendi
oyunu, istediğinin yararına "sandığa" atmakta; fakat cin ve ins
hannâsı oyunu kendinden önce onun "sine'sine atmaktadır.
Modern
dünyanın faciası, alinasyon (alienation) faciasıdır. Aline yapmak mı yani?
Evet. Yani cin-zede yapmak, "cin çarpmış hale sokmak". Mecnun, içinde
cinin yuvalandığı, insanı mahiyetini, hakikî şahsiyetini, bilincini
"örtüp" "kendi özü" nün yerine yerleştirdiği, aklını
bozduğu kişidir.
Siyasi
baskı, sosyal ayrıcalık, Batının eski vahşî pragmatizmi kovulup atılmıştır;
ancak her zamankinden daha haşin bir şekilde kapitalist sistem olarak geri
dönmüş, liberalizm ve demokrasi peçesinin altına gizlenmiştir.
Kölelik,
Tatar yağmalarının getirdiği servaj, Cengiz Yasası, Timur ve Hülagu'nun eski
vahşî rejimlerindeki milletlerin esareti Doğudan sürülmekte ve fakat bunların
hepsi, her zamankinden daha bozguncu, daha bozup yabancı laştırıcı bir şekilde
sömürü olarak geri dönmüş, modernizm ve medeniyet örtüsünün altına
gizlenmiştir. Eski emperyalizmin askerî cellatları ve profesyonel adam öldürme
memurları (insanların içinden), Üçüncü Dünyadan gitmişlerdir ve fakat ekonomik
sistem, siyasî rejim, sosyal ilişkiler, eğitim-öğretim felsefesi, kültür,
sanat, ahlak, cinsel özgürlük, boşluk ve saçmalık ideolojisi, hiççilik,
propaganda büyüsünü üflemek, medya neffâselerinin efsunu, edebiyat vesvâsı,
sanat ve moda vesvâsı.... olarak; sorumluluk sözleşmeleri, gelenek bağları,
iman bağlılıkları, nihilizm melakkolisi, kültürzedelik çılgınlığı,
tüketimcilik, sekse düşkünlük ve batıcılık tağutu olarak, modern sömürünün
görünmez elbisesi içinde yeniden gelmiştir. Askerî üslerde, bürokratların
masalarının arkasında, sokak ve caddede, pazar ve çarşıda, Ademoğlu
(insanlar-nâs) olarak değil, gizli bir şekilde, belli olmayan ellerle, görünmez
güç ve ilişkilerle, ekonomi ve sosyal düzenin alt yapısına; düşünce, inanç,
kurumlar, semboller, yöntemler, toplumsal ilişkiler, ruh, duygu, ahlak,
"değer", "rey", "fikir" ve insanı
"akl"ın içine tıpkı cin gibi girmiştir.
Ondört
yüzyıl içinde, bu sûreyi, zamanımız gibi tefsir edebilecek hiç bir zaman
olmamıştır.
İnsanın
beşyüz asırlık tarihi boyunca yeryüzünde hiçbir zaman, bizim asrımız kadar
insanı, açık veya gizli, bilinçli ya da bilinçsiz vesveselerinin kurbanı
yapmamıştır, hiçbir zaman, asrımız kadar "vesvâs'm şerri" böyle
"sudûri'n-nâs", felakete sürüklememiştir.
Evet,
Vahyin bu son beliğ ve mucizevî ayetleri, yeryüzünde hiçbir zaman böylesine açık ve net yorumlanmamıştır.
Modern
çağı tanıyan günümüz aydım, modern kapitalizm ve sömürüyü tanıyan günümüzün
bilgi sahibi sosyologu, onların bir tek mendil için Bizansı ateşe verdiklerini,
bilim mucizesi adı altında ne uydurmalar ürettiklerini, medeniyet adına nasıl
cahiliyet meydana getirdiklerini vesveseci hannâslarla büyücü neffâselerin
halkları kendi öz kültür, iman, bilgi ve iradelerinden nasıl uzaklaştırdıklarını, içten -sudur- nasıl boşalttıklarını, insanları
kendilerinden boşaltıp kendilerine yabancı kıldıklarını, bütün bunları da
insanlığın yalnızca taklit aleti olması, milletlerin de sadece tüketim boğazı
haline gelmesi, bunun dışında hiçbir şey olmaması için yaptıklarını gayet açık
ve net bir biçimde görebilir!
Dar
görüşlü mezhebi ve geleneksel kalıplar içinde sıkışıp kalmayan, yerel-bölgesel
meşelere, tarihsel asabiyetlere, soyculuk ve ırkçılıklara, sınıfsal, eğitsel ve
kalıtsal güçlük ve darlıkların pençesine düşmeyen, bakışını kaypak siyasal
olayların yüzeyinde yoğunlaştı rmayıp geçici olaylarla meşgul olmamak ve
gündelik rutin olayların hızlı ve basit bir değerlendirmesine girmemek ve
safdilce çözüm yollarıyla mutlu olmamakla kalmayıp buna ilaveten bu çağın dış
yüzünde geçen bütün her şeyin altında insanı gören ve insan için nelerin olup
bittiğini bilen günümüzün vukûfiyetli insanbilimcisi, şunu anlayabilmektedir:
milletlerin
sömürgeleşmesi, kapitalizm, sınıfsal sömürü, savaş alevlerinin tutuşması ve
milyonların evet milyonların, katliama maruz kalması, ekonomik sömürü, fakir
dünyanın maddî ve tabiî kaynaklarının yağmalanması, götürmeler...
götürmeler..., halkların yazgısı üzerinde cellat unsurların hegomanya kurması,
insan haklarının yok edilmesi..., evet bütün bunları insan bilimci görebilir.
Fakat bunların hepsi dış felaketlerdir, siyası askerî, ekonomik, millî, hukukî,
vb. facialardır. Ancak asıl korkunç facialar, insanların içlerinde,
"sudûri'n-nâs"da bulunan insanî facialardır. Öteki facialar önceki
sûrede zikredilenlerdir: egemen ğâsik'ın şerri, neffâselerin şerri, düğüm
atanların, hasetçilerin, ruh hastalarının, hain unsurların serleri bu türdendir
ve basit telakki edilir. Ancak daha korkunç olanı, insan türünü, dünya
insanlarının tabiî yaratılışım bozup çirkin hale sokmakla tehdid eden faciadır;
insanî zatın âlîne olması, yabancılaşması faciasıdır. İnsanın insan-dışılığa
dönüşmesi faciasıdır. " Vesvâs"ın faciasıdır. Vesvâs, o üç şer gibi,
insanların vücuduna felaket getirmez, insanın mahiyetine zarar verir. Günümüzün
gerçek aydınının yaralı ve bilgin vicdanının titrediği, feryad u figan eylediği
facia budur!
Evet,
bu "nâs hannâslar"ın kim olduğunu gören o aydındır; bu "cin
hannâslar"ın kim olduğunu anlayan da odur.
Çünkü
"vesvâs'ın mana" sini bilen, insanın "vesvâs-zede oluş"
faciasının genişlik ve derinliğini hisseden bir tek odur. O, insanın
"hakkının yendiği" yerde "insan hakikati'nin katledildiğini
görür.
Tüm
zaman ve yerlerin putçusu Hannâs'ın her zaman ve her yerde, insanî bir etken
olmadığını, bazen bir cin, bazen bir dev, bazen de esrarengiz bir güç olduğunu,
bazen gizli olduğunu, he zaman başlara esaret boyunduruğu atmadığını; içlerde,
sudûrda vesvese yaptığını; yavaş, gizli, örtülü bir biçimde insanî derûna adım
attığını, ayak bastığını; senin
mahiyetine, şahsiyetine, insan oluşuna, "sen" oluşuna hulul ettiğini,
çöreklendiğini, "kendi özün'ün yerine oturduğunu, seni mecnunlaştırıp
yabancılaştırdığını, aklına felaket getirdiğim, cinzede yaptığını, âlîne
yaptığını bilen de odur.
Evet,
her zamankinden daha korkunç olan tehlikedir sana pusu kuran; sadece dağların
pusu yerlerinde kaya artlarında değil, aynı zamanda gönlünün, kalbinin tuzak
yerlerinde, sinenin derûnunda zihninin perdelerinin arkasında pusu kurar bu
tehlike sana. Yine sadece senin can ve malına pusu kurmamış, bunun yanısıra
senin "insan oluşuna, imanına, ümmetine, bilgine, şuuruna, aşkına,
zaferine, cihad kazanmalarına, nesil cihadına, tarih mirasına, Ibrahimleşme
yoluna, Rabbanileşme hicretine de kurmuştur.
Düşmanın
hep silah değil, ordu değildir; her zaman dışardan değil, hep aşikar değildir.
Bazen düzendir, bazen duygudur, bazen düşüncedir, bazen mülkiyettir, bazen
yaşam biçimidir, bazen çalışma biçimi/yöntemi, bazen düşünce tarzıdır. Bazen iş
aletî, bazen üretim biçimi, bazen de tüketim türüdür. Bazen kültürzedelik,
bazen kültürel sömürü, bazen dinî eşekleşme (istihmar), bazen de sınıfsal sömürüdür. Bazen toplumsal ilişki
mekanizmaları,
bazen görünmez örümcekvârî propaganda şebekesidir. Bazen modern dünyevîcilik,
bazen bürokrasi, teknokrasi ve maşinizmdir. Bazen şovenizm, nasyonalizm ve ırkçılık,
bazen nazizm şahsiyetperestliği, burjuvazi para tapıcılığı ve militarizm güce
tapıcılığıdır. Bazen epikürizmin zevke tapıcılığı, idealizmin zihniyetperestliği,
materyalizmin
ayniyetçiliği, romantizmin sanatsal estetikçiliği ve duyuculuğu, egzistansiyalizmin
hiççiliği ve abesle iştigalidir. Bazen sûfice ruhçuluk, ruhbanca zühdçülük,
rasizmin toprak ve kancılığı,
faşizmin kahramancılığı ve devletçiliği, individüalizmin ferdiyetçiliği, sosyalizmin toplumculuğu, komünizmin
ekonomiperestliği, felsefenin akılcılığı, irfanın duyguculuğu, maneviyatçılığın
semavîciliği, maddeciliğin dünyacılığı, idealizmin mevhumculuğu, realizmin
mevcutçuluk ve gerçekçiliği, tarihî determinizmin
kanunculuğu, kaderciliğin iradeceliği; bazen freudizmin şehvetprestliği'dir.
Bazen ekonomizmin mideciliği, bazen biyolojizmin içgüdücülüğüdür. Bazen küfrün
dünyaperestliği, bazen dinin ahiretçiliği ve hatta bazen siyantizmin laubali
bilimciliğidir!
İşte
bunlardır şirk putları! Modern Kureyş'in Lât, Uzza, Asaf ve Naile'si! Modern
medeniyet Ka'be'sisin üç yüz altmış putu!
Tam bu
noktada anlayabiliyorsun tevhidin, bir Allah'a tapma inancının ne olduğunu, ne
anlama geldiğini!
Tevhid
risâleti ve misyonunun yücelik ve anlamının derinliğinin hangi boyutlara
ulaştığını!
Ve
görüyorsun ki "tapıcılık'tan akılcılığa geçip bilim gücü ve insanı
özgürlükle din bağından kurtulduğunu söyleyen günümüz insanı, sadece bir
Allah'a tapmıyor. Yani kulluk ve tapınmayı değil, sadece Tevhidi yok etmiştir.
"Medeniyetin getirdiği "modern şirk'in hem cahiliye dönemindeki eski
şirkten daha fazla tanrısı vardır, hem de bu tanrılar daha da adi tanrılardır.
Cahiliye de bedevi Arap, altın ya da kırmızı yakuttan güzel mücevherlerle
süslenmiş sanat eseri heykellere tapardı, güzellik, güç, kemal, bereket, hayır
abideleri, sanat rabbu'n-nev'lerine, tabiat güçlerine, meleklere, mevhum, ama
mâverâı ve mukaddes şahsiyet ve tanrılara tapardı.
Günümüzde ise modern şirk dininin mabudu, "cinsel organ",
"esâfil-i aza" seviyesine kadar düşmüştür.
Mezkur
"her zaman ve her yer"in üç tağutu her zamankinden ve her yerinkinden
daha çok zulmetmektedirler. Bugünün Firavunu, bir "düzen", bir
"sistem'dir. Günümüzün Karun'u, bir sınıftır. Günün Bel'am-ı Bâûrâsı, din
kisvesini üzerinden çıkararak bilim, ideoloji ve sanat elbisesini giymiştir.
Ne
ilginç, önceki sûrede Kuran üç serden söz ediyor, fakat Allah'ın bir sıfatına
dayanıyor. "Felak"!
İkinci
sûrede ise bir "şer'den söz ediliyor, ama üç sıfata dayanılıyor:
"Rabb", "Melik" ve "İlâh"!
Üç
şer, insanın hakkını öldüren en insan karşıtı güçlerin getirdiği dış facia iken
bir "şer" insanın hakikatini öldüren iç faciadır. Ğâsik'ın
hegomanyası, neffâselerin düşünceyi katletmesi, hiyanet edenlerin zararı...
vurur, öldürürler, yağmalarlar, insan hak ve özgürlüklerim çiğnerler, insanı
fakir, esir ve cahil yaparlar. Fakat her halükarda bütün bu faciaların
yıkıntısı altında, insan hayatta kalmaktadır. Halbuki asıl facia şudur: bu
insanlık dışı/karşıtı güçler, insana hükmetmek, insanın varlığını yağmalamak,
ondan yararlanmak için, bugün her zamankinden daha çok insanı içten boşaltmakta, insanın insanî değerlerini felç etmektedir. Zira tarihî
tecrübe bu üç güce öğretmiştir ki bir sınıf, millet veya halkın ekonomik,
siyasî vb. esareti için öncelikle onu insanî esarete sürüklemek, içten
düşürmek, fethetmek, fitrî özelliklerini bozmak, aslını değiştirmek gerek. Bu,
öbür üç serden daha korkunç bir serdir. Gerçi şer serdir ve şerli güç her yerde
aynıdır; fakat teslisin yönetim sisteminde insanın insanî fıtratının gördüğü
felaket, günümüz insanının bilgin vicdanını korkutup dehşete düşüren facia,
insanların düşmanı Hannâs'ın şerridir. Bu şer, gider, geri gelir; her yerde
bulunur, üç çehreye sahiptir ve her zaman bir maske, bir kisveyle çıkar ortaya.
Vesvâs,
insanları katleden bir facia ve "üç başlı, yüz suratlı
yılan"ın insanın ruhuna akıttığı zehirdir. Yılan suretinde
insanı aldatıp Allah'ın Cennetinden kovduran da İblis değil mi?
"Vesvâs"ın
şerri, üç serden doğmuştur. Hannâs, tağutun meş'um temsilcisidir; ama o üç
serden daha fecî bir serdir. Kur'an'ın son mesajında bize öğrettiği gibi Hannâs
Vesvâs bizzat o üç şirk tağutunun faciasıdır; ama bu üç şirk tağutundan daha şerli,
daha ölümcüldür. İnsanı esarete, yağmaya ve dalâlete sürükleyen bu üçlü güçleri
yok etmek için, bir tek "İlahi bilinç" yeterlidir. Geceyi felak
kılıcıyla yarmak gerek. Fakat insanların özüne giren, insanı
"vesvâs"a dönüştüren Hannâs'ın İblisî gücünü alt edebilmek için
Tevhid'e sığınmak, bir ve tek olan Allah'ın zatındaki malikiyyet, mülûkiyyet ve
ulûhiyyet adlı üç gücün birliğiyle teslisin alt yapısı insan tabiatından ve de
toplumdan kazınmalı, sökülüp atılmalı, "sosyal tevhid" ve
"insanî tevhid'e dayalı - tevhidî bir ruh ve dünya görüşüyle- Habilî bir
toplum binası inşa etmeli ve bir örnek ümmet kurmalıdır. Öyle bir ümmet ki
İbrahim'in risâleti bu ümmete davet ediyor, Hâtemiyyet, bu ümmeti bina etme
sorumluluğunu insanların omuzlarına yüklemiştir. İnsanlar, bugün faciayı
hissetmişlerdir. Yeryüzünde İbrahim'in sünnetinin varisi olan bizler, kesin bir
yok oluş tehlikesi içerisinde bulunan dünya insanlarının kurtuluş risâletini
günümüzün bilgili, savaşçı ve adaletçi nesline öğretmeliyiz. Kur'an, Ali Ailesi
ve Hacc, sorumluluğumuzu çok ağırlaştırmıştır.
Günümüzün
Gasik'ı yeryüzünün gelmiş geçmiş en nüfuz edici, en ihata edici;60 büyü
"neffâse'leri ise 61 her zaman ve heryerdekinden daha güçlü ve daha gizli
iken İnsanın kendine hakimiyeti her zamankinden daha zayıftır.
Gerçekten
Cin ve insden olan hannas vesvası, bugün daha güçlü ve daha felaket
getiricidir.
Ey
Makam-ı İbrahim'de durmuş insan! Sen ki "Vahiy hatemiyyeti" ağır,
"Risâlet" yükünü senin omuzlarına yüklemiştir!
Ey
bilgin insan! Ey bilinçli insan! Ey Allah'ın halifesi, Peygamberlerin vârisi!
Sen ki "halkının seni örnek edinmesi için "Rasûl'ü örnek edinmesi
gereken bir kişisin!
Ey
"ümmet" binasını inşa etmekle sorumlu insan! Ey "kitab",
"mizan" ve "demir" dininin takipçisi!
Ey
yeryüzünde "adaleti tesis eden"! Ey zalimin düşmanı, mazlumun dostu!
Ey Müslüman mücahid!
Yarının
tarihinde "zamanın önderleri", dünyanın varisleri olacak olan
"yeryüzü mustazafları'nın çağrısına cevap ver! Zira yeryüzünü
"Süfyânî" zorbaların zorbalığı, "Karûnî" hazine
sahiplerinin zulmü, "Deccalı" bir gözün gözleri bağlayıcı komploları
doldurmuş ve buna karşılık Âhir zamanın vadedilen kurtuluş, intikam, hak,
adalet ve barış kıyamı, dertli kitlelerin vicdanlarının ve sorumlu aydınların
bilinçlerinin derinliklerinde "zuhur alâmetleri" ni ortaya koymaya
başlamıştır.
Ey
"kendini Allah'ın ahlak ve huyu üzere yetiştirmiş kişi"! Ey Nebilerin
varisi! "Ey İsrail Peygamberlerinden daha üstün" olan insan! Ey
Muhammedvârî insan! Zamanın hakkının şahidi, dünya insanlarının şehidi
olmalısın"! ey "Allah'ın Salih kulu! Bu tabiatta "Rabbani
olmalısın", Ey "Hanıf soylu insan"! Aşk tavafı, âb-ı Sayın bilgi
ve bilinç menzili, şirk teslisini taşlama Mina'sı ve İsmail'in şehadet yerinden
dönüyorsun. İbrahim Tevhidi, Kur"an mesajı ve Zülfikar Ali'nin kurtuluş
bahşeden sancağını yanında taşıyorsun. Bir testi zemzem suyunu da hediye
getirmişsin! Evet, bütün bunları yapan ey Hanif soylu insan! "İnziva ve
uzlet postu'nu bürünüp karanlık in evine koşmadan, senden bir ay uzak kalmış aç
gözlü hayat timsahı kuduz ağzını açıp -Yunus gibi- seni de yutmadan ve gündelik
hayatın içinde seni boğmadan önce bir an kendine gel, düşün: iman ve sözleşmeni
düşün. Kendinde, kendi çağında, kendi neslinde, yerin ve insanın çehresinde
neler olduğuna bir bak. Dünyamızın bilgin vicdanlarının feryadını bir duy da
"vesvâs-i hannâs'ın şerrinden nasıl inlediklerini bir gör :
Toynbee,
beşerî uygarlığın, "iç düşmanlar ın tehdidi altında olduğu görüşünde.
Delice ve sersemleştirici tüketim hücumu. Evet, tüketim, tüketim, tüketim!
Marcuse, insanın bir alet gibi "tek boyutlu" hale getirildiği
tehlikesini bildirmiştir.!
Erich
Fromm, Diyojen gibi, ama "sönmüş lamba" ile şehri gezip
umutsuzca "kendinde olan, kendi olan insan" arıyor.
Camus feryat
ediyor:
Bu çağın
uygarlık kenti Oranda "veba" baş göstermiş; şehrin "tapınağında
masum çocuklar, sebebini bilmedikleri gizemli ve korkunç bir hastalıktan
ölüyorlar. John Isolet, silah ve altının içinde boğulan ve fakat derman
bulamayan can yakıcı bilinmez bir dertten acılarla kıvranan "silahlı bir
prens'ten söz ediyor!
Hollanda'nın bilgili heykeltraşları, modern şehir Rotterdam
meydanında, kaya gibi sağlam bir insan heykeli yapmış, ama mafsalları daha
şimdiden adeta parçalanıp düşecekmiş gibi birbirinden ayrılmış!
Eliot ve Joyce,
mitolojiden ne erkek ne de kadın olan Yunanlı tanrıça Trezi'yi alıp günümüz
insanının rabbu'n- nevi yaptılar!
Eugene lonesce,
bir insanı faciaya işaret ediyor: Hannâs, insanın içine girmiş ve insan
"gergadan" haline gelmiştir.
Kafka, tabiatta Allah'ın halifesi
olması gereken, Allah'ın kendi suretinde yarattığı insanın korkunç ve acıklı
çehresini tasvir etmiş ve nasıl değişip aslının bozulduğunu göstermiştir.
Evet,
"Dorian, Gray'in portresi, Oscar Wilde'ın portresi değil, günümüzün cin
çarpmış insanının portresidir!
Felakta
kaç, ey facianın bilinçli kurbanı!
Zira
"kara gece, her yeri kaplamıştır";
zira
"maharetli büyücüler; düğümlere üflüyorlar"; zira "hasetçiler,
gece büyücülerinin oyuncağı, dostlar ise düşman taraftarı olmuşlardır"!
"Felakın
Rabbi'ne sığın ki gecenin örtüsünü yırtsın, sabahın beyaz ırmağını
"Mina"ya akıtsın.
Ve
kork!
Zira o
üç tağut geri döndü. Maskeli, kurnaz,maharetli; sayısız ordu ve gizli
silahlarla!
Ey
"babası katledilmiş kan davacısı"! "Habil"in vârisi"
Kabil ölmemiştir.
Ey
"Adem'in vârisi"! Ey karşısında "Meleklerin secdeye kapandığı
varlık"!
İblis
intikam alıyor
"İnsanların
içlerine vesvese veren",
Bu
"üç suratlı yedi renkli yediyüz adlı yetmişbin tuzaklı vesveseciden, geri
dönüp gizli iş çeviren büyücü'den! sakın!
Allah'a
sığın!
-Muhammed
gibi- 'Felak'ın Rabbi'ne "İnsanların Mâliki"
"İnsanların
Meliki"
"İnsanların
Mabuduna"
Ve sen
ey Hacı!
"Kurban
Bayram'ından sonra da aynı şekilde Mina'da kal! ve her gün
her üç
tağutu, birbiri ardınca taşla,
yedi
kez
ve her
defasında yedi mermi!
Ki her
gün Teşriktir, her ay Zilhicce, ve her yer Mina.
İnsan,
tarih ve...
....
hayat, Hacc'dır.
. Sonuç
Artık
Mina'da duruş sona ermiştir. Hacc, Mekke duvarının arkasında nihayet bulmuştur.
Bir Tavaf ve bir Sa'y'in daha var. Onu Zilhiccenin sonuna kadar istediğin zaman
yapabileceğini söylerler. Hatta bir zaruret sözkonusu ise, Arafat'tan önce de
yapabilirsin.
Demek
ki Hacc sona erdi.
Bütün
Hacc, bu idi.
Şimdi
"Mina'yı terkeden ey Hacı! Hacc'ın son menzilim kat ettin;
İbrahim'in
davetiyle ferdî hayatının anlamsız kısır döngüsünden çıkıp, "Mevsim'inde
Mîkât'a geldin.
"Vahyedici'nin
fermanıyla ferdî hayat elbiseni atıp beyaz ölüm elbisesini giydin. Kendi
kiliminden ayağını kaldırarak iman ülkesine, -cihada- ve Allah'ın halısına
-misafirliğe- adım attın, ayak bastın. Allah'ın Sağ Eliyle biatlaştın, aşk
girdabına daldın ve kendini, Tavaf eden halkta yok ettin. Hayatın tozlarından
temizlenip kendi paslarından arınarak "kendi'ne, "öz"e eriştin.
Girdaptan çıkıp hayret ve susuzluk dağlarında su aramaya koyuldun. Sonra
Mekke'den kalkıp Arafat'a indin. Oradan da konak be konak Allah'a döndün.
Arafat güneşinin aydınlığında, karanlığın hegomanyası ve gecenin koruması
altında "haram şuuru'nün pak aydınlığına kavuşma "bilinci"yle
silah toplamaya giriştin. Zamana uyup toplulukla birlikte haraket ederek Mina
sınırından geçtin ve savaş meydanına daldın: ilk hamlede en son karargahı yerle
bir ettin. İşte o zaman özgürlüğüne kavuştun. Aşk ve iman ülkesini İblisin
hegomanyasından kurtardın. İbrahimı makama ulaştın; "şehadetten daha
üstün" olan yüksek zirveye çıktın ve işin sonunda bir koyun kestin. En
büyük ruhanî seferin ve en yüksek insanî miracın sonunda, daha da ötesi en
tehlikeli yerlerden, yaratılış, tevhid, fedakarlık, cihad, şehadet, İblisle
savaş ve aşkın baş menzili fethediş alanlarının en tehlikelilerinden geçtikten
sonra nereye varıyor, ne yapıyorsun?
Boğazlamak,
bir "koyun" boğazlamak!
Niçin?
Bu ne felsefesidir? Ne sırdır? İmanın ifadesi olan Hacc'ın sonunda koyun
boğazlamaktan maksat nedir?
Bunu
söylemeye cesaret edemiyorum: bizim için, dinî ruhumuz için inanılır gibi
değil.
Bırak
ta "niçin" sorusunun cevabını bizzat Allah versin.
"...
Onlardan yiyin, kanaatkara ve isteyene de yedirin..." (Hac, 36)
Ondan
hem kendiniz yiyin, hem de muhtaç mücahide, sessiz yoksula, adalet davacısı ve
protestocu mazluma yedirin.
Ve
yine:
"...
Artık onlardan yiyin ve zorluk çeken yoksulu da doyurun" (Hac, 28) ’
Ondan
yiyin ve zamanın muhtaçlarına da yedirin!
Yani
fakirlikle savaşmak.
Yolun
sonunda bir lokmayla -kendi yediğin şeyden- bir aç insanı kurtarmak, bir
mazluma yardım etmek.
İşte...
hepsi bu kadar!
Dönüş
Ey
Hacı! Şimdi nereye gidiyorsun? Eve mi? Hayata mı? Dünyaya mı?
Hacc'dan
aynen geldiğin gibi mi gidiyorsun?
Asla!
Ey
Hacı! Sen ki bu sahnede "İbrahim rolü"nü oynamış,
İbrahim'i
sembolize etmişsin!
İyi
sanatçı, rolünü oynadığı karakterde erir. Eğer rolünü iyi oynarsa, sahne işi
biter, ama kendisinin işi bitmez. Öyle sanatçılar gelmişlerdir ki ifa ettikleri
rolden uzaklaşmamış, rollerini içselleştirerek ölmüşlerdir!
Ve sen
İbrahim rolünü oyunla değil, ibadetle, aşkla üstlenmiş müslüman! Allah'ın
Evinden kendi evine gitme, İbrahim rolünden çıkıp kendi rolüne dönme!
Halkın/insanların
evini terketme, kendi toprağına tekrar ayak basma, kendi kilimine oturma
tekrar. İhramı çıkarıp da bedenini kendi kılığına bürüme!
Mina'dan
Mekke'ye İsmail'inle birlikte dön!
Sen
İbrahim'sin: tarihin büyük put kırıcısı, dünyada Tevhidin kurucusu, topluluğun hidayet misyonunu üstlenmiş
elçi, sabrı ölçülemez isyankar, yol gösterici ihtilalci, ruhunda ıstırap,
gönlünde aşk, yüzünde nur ve.... elinde balta!
Küfrün
kalbinden imanın fışkırışı, şirk bataklığından Tevhidin feveranı!
İbrahim: beşeriyet
taifesinin put kırıcısı, kendi kabilesinin put yontucusu Âzer'in evinden çıktı!
Put
kıran, Nemrud'u mağlub eden, cehalet ve zulmü ezen, uyumaya düşman, zilletin erdiği huzura başkaldıran, zulmün
sağladığı güvenliğe isyan eden, kabilenin önderi, hareketin yöneticisi; hayat
ve hareketin, yönün, ülkü ve umudun, iman ve Tevhidin örnek şahsiyeti,
Evet
İbrahim'sin sen! Öyleyse ateşin ortasına git; zulüm ve cehalet ateşinin içine
dal ki halkı ateşten kurtarasın: zulüm ve cehalet ateşinden!
Sorumlu
her insanın yazgısında var olan ateş; aydınlık ve kurtuluş sorumlusu her
insanın.
Fakat...
Tevhid Rabbi, Nemrut ve Nemrutçuların İbrahimılerin üzerine saldığı ateşi
kırmızı güle dönüştürür!
Yanmazsın,
dolayısıyla kül de olmazsın. Maksat, cihad yolunda ateşe kadar gidebilmen;
İnsanları
ateşten kurtarmak için kendini ateşe atman;
"en
ıstırap verici şehadet'e ermendir!
Ey
İbrahimİ Hacı! İsmail'ini kurban et; kendi ellerinle bıçağı boğazına daya...
Ki
halkın boğazındaki bıçağı kaldırıp atasın; iktidar saraylarının temellerinde,
yağma hazînelerinin başında, dırar ve zillet mabetlerinin eşiğinde, boğazlanan
insanların boğazlarındaki hançeri alıp İsmail'inin boğazına daya ki hançeri
celladın elinden alma gücünü elde edebilesin! Ama... İsmaillerin fidyesini,
bizzat İbrahim'in İlahı öder.
Öldürmezsin,
İsmail'ini kaybetmezsin. Amaç, iman yolunda İsmail'ini kendi ellerinle
boğazlama noktasına kadar ilerleyebilmen.
Ta.,
"şehâdetten daha acı verici mertebe'ye kadar!
Ve
şimdi ey Hacı! aşk tarafından geliyorsun, "İbrahim'in Makamı'nda
durmuşsun, İbrahim'in Makamına erişmişsin!
İbrahim
buraya geldiğinde, feleğin çemberinden
geçmiş,.
hayatın
zor tecrübelerini yaşamıştı. Put kırıcılık, Nemrud'u mağlub etme, mancınıkla
ateş azabına atılma, İblisle mücadele, İsmail'i kurban etme... hicretler,
ıstıraplar, yalnızlıklar, işkenceler, mahrumiyetler ve Nübüvvetten İmamete
kadar;
"ferdiyef'ten
"cemiyet'e, put yontan Âzer'in evinin çocuğu oluştan Tevhid Evini bina
etmeye kadar!
Şimdi
burada durmakta. Saçlarına ak düşmüş...
Bir
tarih sığdırdığı ömrünün sonunda... Evi bina etmekle görevlendirilmiş, Hacer-i
Esved'i yerleştirmek, Allah'ın Evini, Allah'ın Elini dikmek... Yardımcısı
İsmail! Taş çekiyor, babasına uzatıyor. Babası da bu taşların üzerinde durup
temelleri üzerinde Evi inşa ediyor!
Ne
hayretamiz bir durum! İsmail ve İbrahim Kâbe binasının ustaları. İsmail ve
İbrahim!
Biri
ateşten geçip gelmiş, diğeri kurbanlıktan. Ve işte her ikisi de şimdi Allah'ın
memuru, halkın sorumlusu, yeryüzünde en eski Tevhid tapınağının, Tarihte
"insanların ilk evi'nin, "özgürlük evi'nin, özgürlük mabedinin, aşka,
perestiş ve harem Kâbe'sinin, iffet, mahremiyet ve melekût perdesinin sembolü
olan Kâbe'nin mimarı.
Ve sen
şimdi "İbrahim'in Makamı'nda, İbrahim'in bastığı yerlere ayak basmakta;
İbrahim'in yükseliş merdivenin en son basamağında, İbrahim'in Miraca
yükselişinin en yüksek noktasında, Takamıb'da, İbrahim'e en yakın mesafedesin:
"Makam-ı
İbrahim"
Şu
halde sen, Kâbe'nin banisi, Özgürlük Evi'nin mimarı, Tevhidin kurucusu,
sorumlu, âşık, bilinçli, put kıran, kabile önderi, Nemrud'un zulmüne karşı
mücadeleye giren, şirk cehaletiyle savaşan, İblisin vesvesesiyle cihad eden,
insanların içine vesvese atan Hannas'a karşı savaşım veren bir kimsesin.
Yersiz
yurtsuzluğa, eziyet ve ıstıraba, tehlikeye, ateşe... İsmail'ini boğazlamaya
tahammül et...!
Şimdi
ne kendin için bir ev, ne de İsmail'in için bir sığınak yap. İnsanlar için bir
ev, sığınmasızlar için bir çatı, takibe uğrayanlar, kaçaklar, bütün bir
yeryüzünde korkarak kaçan ve bir sığınak bulamayan, her yerde Nemrud'un takip
ettiği yaralı, sığınmasız avlar için bir yuva kur.
Zulmetin
bu şeb-i yeldâsında bir meşale yak!
Bu
zulüm gecesinde bir feryâd ol.
Her
yerin utanç dolu ve emniyetsiz olduğu, yeryüzünü büyük ve hürmetsiz bir
fuhuşhâneye çevirdikleri, dünyayı tecavüz, haksızlık ve özel muamelenin dışında
herşeyin yasak olduğu bir katil merkezi haline getirdikleri bir zamanda harîm,
harem, güvenlik, insan için temiz ve hür, Allah'ın Evi -insanlar/ halk- için
güvenlikli, temiz ve hür bir harım, bir harem...
Sen ey
İbrahim rolüne soyunmuş, Makâm-i İbrahim'de durmuş, İbrahim'in ayak izlerinde
yürümüş ve İbrahim'in Rabbi'nin Eline biat elini vermiş kimse!
İbrahim
gibi yaşa, kendi çağında iman Kâbe'sinin mimarı ol. Kavmini, uyuşuk hayat
bataklığından, ölü hayat, uyku rahatlığı, zulüm zilleti ve cehaletin
zulmetinden çıkararak harekete geçir, yön ver, Hacca davet et, Tavafa getir.
Ve sen
ey Allah'ın "müttefik'i, ey İbrahim'le "aynı yolu takib eden"!
Sen ki Tavaftan geliyorsun, Hacc işini kadınların Tavafıyla birlikte
bitirmişsin, kendini Tavaf eden halkta fena etmek İbrahim suretinde çıkıp
geldin. Kâbe mimarının, Harem şehri inşa edenin, Mescid-i Haramı bina edenin
makamında durmuş, Müttefikin -Allah- ile
karşılaşma
imkanı elde etmişsin.
Kendi
toprağını harem bölge yap! Zira harem bölgedesin.
Kendi
çağını haram zaman yap Zira haram zamandasın.
Yeryüzünü
Mescid-i Haram yap.
Zira
Mescid-i Haramdasın. Zira "Yeryüzü Allah'ın Mescidi'dir" Ama
görüyorsun ki "öyle değil"!
III. BOLUM: SEHÂDET:
HACC'DAN DAHA BÜYÜK İBÂDET
Hz. Hüseyin
aleyhisselâm, bize şehâdetinden daha büyük bir ders vermiştir: Hacc'ı yarıda
kesmek ve şehadete yürümek! O, bütün geçmişleriyle ecdadının atası ve
babasının, ihyası uğruna cihad ettikleri Hacc'ı yarıda keserek şehâdeti
seçiyor. Evet, Hüseyin Hacc merasimini bitirmiyor. Hüseyin böyle yapmakla,
tarihin tüm Hacılarına, tarihin tüm namaz kılanlarına ve İbrahim'in Sünnetine
inanan herkese şunu öğretmek istiyor: eğer imamet olmazsa, rehberlik olmazsa;
eğer hedef olmazsa, eğer Hüseyin olmaz da Yezid olursa, Allah'ın Evini tavaf
etmek, puthaneyi tavaf etmekle eşit olur. Hüseyin Hacc'ı yanda bırakıp
Kerbala'ya yöneldiği anda Tavafa onsuz devam edenler, Muaviye'nin yeşil
sarayında Tavafa duran kimselerle müsavilerdirler".
"Hacc"!
Put kıran İbrahim'in Sünneti. "İnsanların evi'nde ya da Allah'ın Evi'nde -
ne fark eder?-Bir halk girdabı, tazyikli ve hararetli, tavaf etmede... Yüzler
şevkten parlamış, yürekler aşktan erimiş, "Allah'ın davetine Lebbeyk diyor
ve iman coşkusu, İslam heyecanı, Allah kor-
kusu,
Âhiret azabının ürküntüsü, cehennem cezasının korkusu ve ibadet aşkı, ümmetin
seçkinlerini mukaddes bir halkanın içinde döndürüyor.
Ve
simalar arasında kimler yok ki:
Peygamberin
Ashabı, İslam'ın öncüleri [Mütekaddimin], cihad kahramanları, küfür
topraklarının fâtihleri, yeryüzü puthanelerini viraneye çevirenler, Tevhidin
hamileri, Kuran Hafızları, Sünnete bağlı olanlar, Hanif Dinin ruhanîleri...
bunların hepsi dönüyor ve İbrahim'le ahidlerini yeniliyorlar. Bu aşağı-adi
dünyadan, bu toprak dünyasından ve bu bayağı yeryüzünde olup biten her şeyden
fariğ olup kalblerini Allah'a bağlayarak dönüyorlar. Cennet, gözlerinin önünde
dansa çıkmış. Huriler, mahcup yüzlerine göz kırpıyor. Melekler arş kongresinden
onlara güzel sesler gönderiyor. Cibril, kanatlarını sevgiyle onların tavaf eden
ayaklarının altına seriyor!
Peki
atmosfer bu iken, böyle öfkeli, kararlı, müslümanların sıkı Tavaf girdabını
yarıp çıkan, "hürmet, güvenlik ve dokunulmazlık" şehrini terkedip
giden insan da kim?
Bütün
müslümanların Kâbe'ye yöneldiği bu esnada, o nereye yönelmiştir? Niçin bir an
olsun bu dönen daireyi görmek için dönüp, bakmıyor?
O
dairede insanları, Nemrud müziğiyle İbrahim'in Evinin etrafında döndürüyorlar.
Safa
ve Merve arasında boş Sa'ylerinin uğruna koşturuyorlar: Tarihin başlangıcı olan
ve Adem ile Havva'nın yeryüzünde ilk buluşma yerleri olan Arafat'tan
"Meş'aruî-Haramîarına gece karanlığında getiriyorlar. Bu haram beldede -ki
bu gece cehalet kullarının oraya girişi yasaktır- onların şuurlarını
öldürüyorlar, seher vakti gelir gelmez Allah'ın koyu sürüsünü harekete
geçiriyor ve İbrahim'le dalga geçer ve Allah'ı aldatırcasına, Adem'den
Âhirü'zzamana kadar gelen üç daimî mabudu oyun olsun diye taşlamaları için, -üç
uğursuz teslis putunun toprağı olan- "Mina'ya doğru sürüyorlar.
Evet,
rengarenk yedi güzel ve zarif çakıl taşıra, narin baş parmaklarıyla, mekan ve
zamanlarının üç tanrısının ağarmış çehresine, cilve ve aşk oyunu turları
yaparcasına atmaları için...! ve zillet yüklü yazgılarının bir işareti olarak
koyunları boğazlasınlar diye: onlar, "Allah'ın koyunlarıdır".
Tanrının üç daimî temsilcisi, bu koyunların yün, süt, deri ve etinden daima
yararlanmıştır.
Onların
daimî kurbanlıkları, bunlardır. Onlar her yerde, "dilsiz" olan bu
kurbanları, kendi canları uğruna keserler; onların al kanlan ise "yeşil
saray", "Mescid-i Dırar" ve "Karun'un hazinesinin
damarlarında dolaşmaktadır.
Sonunda
bu "üç taşlanan" putun kulluğuna baş koymalarının göstergesi olarak
başlarını tıraş ettirirler; bu traş aynı zamanda zul mün eylem aletinin cehalet olduğunu, elleri hakikat
kanına bulan mış olanların, pragmatistlerin ta kendileri olduğunu da göstermek tedir.
Bu "pragmatistler, her çağda ve her nesilde ", "kendi yokluk ları'yla
"insanın şehadeti'ne zemin hazırlarlar. Bu takva ve kut siyet perdelerinin
ardında cellatlık gizlenmiştir. Bu Hacılardır ki her zaman ve her mekanda, tüm
zamanların ve tüm mekanların o üç putunun
vesvesiyle İsmail'i, bizzat kendi elleriyle Nemrud'un ayakları altında
kesmişlerdir. Bunlar, "insanın kurban" gününü ve zamanın İsmail'inin boğazlanma gününü bayram olarak kutlar; Kâbe'ye
sırtlarını dönerek, zillet kıblesine yüz sürer, "Ahiret Cenneti'ni "dünya cehennemi" pahasına
satarak ilah ve rablerinin mutfağının sıcak külleri üzerinde afiyetle
kendilerinden geçmiş vaziyette uyur ve yağma sofralarının artıklarında büyük
bir zevkle otlanırlar!
"şâkiren
ez rahmet-i Hodâ-yi Rahîm zede lebbeyk-i Umre ez ta'zîm reste ez dûzeh u azâb-i
elîm bâz geşte besû-yi hâne selîm pay kerdem berûn zi haddi gilîm dûstî muhlis
u azîz u kerîm zi'n sefer kerden be rene u bebîm fikretem râ nedâmetest nedîm
çûn tu kes nîst enderin iklîm hurmet-i ân bozorgvâr-i Harîm çe niyyet kerdî
enderân tahrîm her çi mâ dûn-i Kirdigâr-i Azîm?
ez
ser-i ilm ve'z ser-i ta'zîm?
bâz
dâdî çunan ki dad kelîm?
îstadî
ve yâftî takdim be tu ez ma'rifet resîd nesîm?
der
harem hemçû Ehli Kehf u Rakîm der gam-ı horket u azâb-i cehîm?
hemî
endâhtî be dîv-i racîm heme adat u fi'lha-yi zemîm?
gûspend
ez pey-i esîr u yetîm kati u kurbân-i nefs dûn-i leîm?
muttali
ber Makâm-i İbrahim hîşî-i his be Hakk teslim?
ki
devîdî be hervele çû zalîm yâd kerdî be gird-i arş-i azîm?
ez Safa
sû-yi Merve ber taksim şod dilet fariğ ez cehîm naîm?
mânde
ez hicr-i Ka'be dil bedunîm hemçunânî kunûn ki geşte remîm?
men
nedânisteem sahîh u sekîm şodî der makâm-ı mahv mukîm mihnet-i bâdiye haride
besîm inçunîn kon ki kerdemet ta'lim
Nâsır-ı
Hüsrev
Hacılar,
Rahim olan Allah'ın rahmetine şükrederek ve O'nu yücelterek geldiler.
Arafat'tan
Mekke'ye gelip ta'zîmle Umre lebbeykini haykırdılar.
Hicaz
sıkıntısı ve belasıyla yorulup Cehennem ve elim azaptan kurtuldular.
Hacc'ı
idrâk edip Umre'yi tamamlayarak, eve selâmette döndüler.
Ben
bir an istikbâle gittim, haddimi aştım.
Kafile
arasında mermer gibi, muhlis, aziz ve kerîm bir dost vardı.
Ona
dedim ki söyle bu acı ve korku ite yolculuk yapmaktan kurtulup da,
Senden
ebedî olarak geride kaldığım zaman düşüncemi sıkı bir pişmanlık kaplar.
Hacettiğin
için mutlu oldum, bu iklimde senin gibisi yoktur.
Yine
söyle, o yüce harîmin hürmetine nasıl sahip oldun?
Tam
ihrama girmek istediğinde, o tahrîm hususunda neye niyet ettin?
Bütün
kötülükleri ve yüce Yaratıcının dışındaki herşeyi kendine haram ettin mi?
Dedi
ki hayır, ona dedim ki ilim ve ta'zîmle lebbeyk haykırdın mı?
Hakk'ın
nidasını duyduğunda Kelîm'in verdiği gibi cevap (karşılık) verdin mi?
Dedi
ki hayır, ona dedim ki Arafat'ta durup takdimde bulunduğun zaman Hakk'ın arifi
ve nefsinin münkiri olduğunda, sana marifetten bir esinti geldi mi?
Dedi
ki hayır, ona dedim ki Harem'e gittiğin zaman Ehl-i Kehf ve Rakım gibi,
Cehennem
alevi ve azabının kederiyle nefsinin şerrinden emin oldun mu?
Dedi
ki hayır, ona dedim ki (Minâ'da) kovulmuş Seytan'a cemre taşını attığın zaman,
Kendi
nefsinden de bütün kötü adet ve fiilleri attın mı?
Dedi
ki hayır, ona dedim ki esir ve yetimin uğruna koyun (kurban) kestiğin zaman
Öncelikle Hakk'a yakınlaştığını gördün ve alçak ve aşağılık nefsi öldürüp
kurban ettin mi?
Dedi
ki hayır, ona dedim ki sen İbrahim'in Makamına (makam-ı İbrahim) muttali
olduğun zaman, Sıdk, itikâd ve yakîn ile kendi nefsini Hakk'a teslim ettin mi?
Dedi
ki hayır, ona dedim ki tavaf vaktinde var gücünle koştuğun zaman,
Bütün
Meleklerin koskoca arş etrafındaki tavaflarını hatırlayıp andın mı?
Dedi
ki hayır, ona dedim ki Safâ'dan Merve'ye doğru taksim üzere sa'y ettiğin zaman,
Kendi
Safâ'nda iki kevn'i gördün mü ve kalbin cennet ve cehennem düşüncesin den
kurtuldu mu? Dedi ki hayır, ona dedim ki ikiye bölünmüş kalple Ka'benin
ayrılığıyla geride kaldığın zaman, Şu anda çürüdüğün gibi, acını orada mezara
gömdün mü?
Dedi
ki bu konuda söylediğin şeylerin, doğru mu yanlış mı olduğunu ben anlamadım
(bilmiyorum). Dedim ki ey dost, öyle ise sen hacc etmedin, mahv makamında mukîm
olmadın.
Gittin,
Mekke'yi gördün ve çölün sıkıntısını gümüş ile satın alıp geri geldin,
Bundan
böyle eğer haccetmek istersen sana öğrettiğim gibi yap.
NOTLAR
1. İmam Sadık'ın sözü. Bkz.
Misbâhuş-Şeria. Ayrıca Feyz Kâşânî, bu sözü Mehaccetu'l-Beyzâ'da nakletmiştir.
2. Bu noktada şu izahı yapmakta yarar
görmekteyim: burada "dinler" terimini tarihî ve sosyal bir tabir
olarak ve "dinler bilimi"nin diliyle kullanıyorum.
Bu
kullanımda, felsefi, bilimsel, edebî, sanatsal vb. ekol ve çağrılara mukabil
dinî yönü olan her ekol ve çağrı, metafiziksel kökeni olsun veya olmasın din
olarak isimlendirilir.
Zira
dinlerin hak olup olmadığı konusu, her dinde, İlahî hikmet ve kelam ilminin işidir.
Ben ise böyle bir konumda değilim.
3. Lütfen her kelime üzerinde dikkatle
düşünün.
4. İslam'ı her İslambilimciden daha iyi
bilen, İslam'ın tarihî yazgısını her sos yologdan daha büyük bir vukûfiyetle
öngören, her edipten daha iyi yorum gücü ve marifeti olan tarihî bir
şahsiyetin, yani Ali'nin ifadesi bundan da uygundur. Ali ki, İslam bilim ve sosyoloji uzmanlarının
bilimsel İslam tarihi tahliliyle, kitaplarla ve yaygın konferanslarla söylemek
istediklerini, İslam'ın ilk hakikati ile şimdiki gerçekliğini mukayese ederken
ifade etmek istediklerini, İslam'ın yapıcı misyonu ile yıkıcı rolünü izah
ederken vurgulamak istediklerini, hatta geçmişte ve şimdi vukufiyet sahibi
halkla sorumlu aydınların duygu ve düşüncelerini İslam'a mal edip İslam'la özdeş
gururken söylediklerini, İslam'ın ilk hakikatinin güzelliğini ve cazibesini,
İslam'ın bugünkü gerçekliğini açıklarken söylediklerini, önce İslam'ın, onunla
aynı çerçevede görülen bütün dinlerden
farklı, istisnaî bir din ve sonraları çöküşte de, çökmüş veya çöküşle yüzyüze gelmiş olan diğer
bütün dinlerden ayrı olarak istisnaî bir
din olduğunu, ilk İslam'ın, mektep ve çağrıların en güzeli, en cazibi iken
değişim ve çöküş sürecinde en çirkin ve
en nefretliği olduğunu ifade ederken söylediklerini ve benim en yüce düşünce okulu, en ileri
insanî misyonun, dünyanın en çökmüş mekteb
ve en menfi misyonu haline geldiğini ifade ederken söyle istediğimi... evet, bütün bunları Ali, halk kitlesinin hayatından
üç kelimelik tabiî basit bir istiareyle dakîk, güzel ve eksiksiz bir şekilde
beyan etmiştir:
"İslam,
ters dönmüş post elbise gibi giyildi" (Nehcü'l-Belağa, 107. Hutbenin son cümlesi)
Post
elbise, hem cins, hem şekil, hem de masraf yönünden diğer elbiselerden
farklıdır. Deri (post) elbise, yüzü en güzel, en sanatkarâne, en çekici, ama
arkası en çirkin, en kara ve en nefret verici olan bir elbisedir. Güzel
işlemeli ve en gösterişli
deri
elbise, ters giyildiğinde "öcü" olur. Çocukları onunla korkuturlar.
(Yoksa çocuklar şimdi bu İslam'dan korkmuyorlar mı? Şimdi insan, deri elbiseyi
(postu) o yüzünden (tersinden) giyiyor, koyun ise bu yüzünden (doğru yüzünden)!
5. Meselâ 28 Safer, hem Peygamberin vefat
günüdür, hem de İmam Hasan'ın. Fakat ben, İmam için yapılan yas tutma (azâdâri)
merasiminde hiç kimsenin Peygamberi de yâd ettiğini görmedim! Kur'an'sız ve
Peygambersiz bir İslam... Gerçekten ne kadar da kolay bir lokma!
6. Hacc'la birlikte Medine'nin de ziyaret
edilmesi vurgulanmıştır. Peygamber, bir
rivayette şöyle buyurmaktadır : "Hacc'a gelip de beni ziyaret etmeyen
kişi, bana zulmetmiş olur". Bana göre bu yüzdendir ki Hacc'da Tevhidi
öğrenir, tecrübe eder, İbrahim'i
tanırsın; Medine'de ise İslam'ı öğrenip yaşar, İbrahim tarihinin devam et tiricisi ve Tevhid risaletinin tamamlayıcısı
olan İslam Peygamberini tanırsın. Ve sen
ey kardeşim! yine Medine'de Hacc dersinin peşine düşer, Hacc mektebini
tamamlarsın. Yoksa Peygamber'seninle benim ziyaretime muhtaç değildir. Onun
İslam'ı "semeresiz yaşamda ve
esersiz zihinlerde var olan şeye Ahiret'te ödül vermekten ve de ne halk için bir hizmeti, ne de kendisi
için bir yararı olmayan bir amele sevap ver
mekten daha mantıklı ve daha ciddidir.
7. Kitapta "ne-se-ke"nin çoğulu
olduğu ifade edilmektedir.
Muhtemelen
burada bir baskı hatası olmuştur. (Çev.)
8. Bu konuda Allâme Tabatabaî şu
görüştedir: Hilâfet ve isimlerin öğretimi, Adem'e özgü değildir. Adem'in
çocuklarının da payı vardır, hilâfet ve isimlerin öğretiminde. (el-Mîzân, c. 1)
9. "Şüphesiz Allah, Adem'i kendi
suretinde yaratmıştır." (Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellem):
Esrârül-Hikem, s. 225 veya "Adem'i Rahman suretinde yaratmıştır."
buyurulmuştur. Ayrıca "İki Atîk 'de
de bu anlamda bir ayet mevcuttur. Hakîm-i Esrar suret kelimesi ni sıfat olarak tefsir ermiştir. 10. Mü'minin
kalbi, Allah'ın arşı veya Rahman'in arşıdır. (Esrarül-Hikem, s.226)
H.
"Elbette Allah, sadık olanları da bilir, yalancıları da bilir"
(Ankebût, 3)
"...
Allah, kendisine ve Peygamberlerine gayb ile kimlerin yardım edeceğini
bilsin..." (Hadîd, 25)
"Şüphesiz
biz, yeryüzü üzerindeki şeyleri ona bir süs kıldık; onların hangisinin daha
güzel davranışta bulunduğunu deneyelim diye." (Kehf, 7) "O, amel
bakımından hanginizin daha iyi olacağını denemek için ölümü ve hayan
yarattı." (Mülk, 2)
12. Haccın çehresi', bugün göründüğünün
aksine, aristokrat değil, halkçı-insancı bir simadır. Bu çağrıya cevap
verenler, birinci derecede yayalar, ikinci derecede süvarilerdir. Fakat bu
süvariler, "hızlı korkunç savaş develerine" ve "dizginleri
altından, hızlı koşan aristokratik atlar"a binenler değildir. Zira
binitlerinin zayıflığı o binitlere binenler tabakasını, "dâmir"
üzerindeki ziyaretçileri anlatmaktadır. Acaba bu, bugün anladığımızın tersine,
Hacc'ın kapitalistlerin çehresine sahip olmadığım, zenginlerin dinî vergisi
olmadığını ve güç/imkan sahibi olmanın, sınıfsal ve ekonomik değil, mantıkî ve
genel bir mesele olduğunu göstermiyor mu? Bu aristokrat çehreyi sadece İran'da
Hacc için betimlemişlerdir. Yoksa Kur'an, her zaman Hacc'dan, Haccedenlerden ve
Kâbe Evinden ahenkle söz eder. Kur'an'ın bu şekilde söz etmesi, onun sadece
sınıfsal olmadığını aksine tamamen insanî olup tüm insanları kuşattığını, hatta
sınıf karşıtı olduğunu, aristokrat karşıtı bir özelliğe sahip olduğunu
göstermektedir.
"İnsanlar
içinde Hacc'ı duyur..." Bu çağrıya cevap olarak Hacc'a gelmek isteyenlerin
tasviri onların tabakalarını göstermektedir. O zaman diğer İslam ülkeleri
hacılarının çehresinden, onların Hacca gelmeyi sıradan bir dinî görev olarak
algıladıkları, Hacca güç yetirmeyi, "maddî imkanlar elde etmek için Hacc'a
gelmek değil, Hacca gelmek için maddi imkan elde etmek" olarak telakki
ettikleri anlaşılmaktadır.
Bizim
eski edebiyatımızda da Hacı bugünkü gibi geçerli dünyevî çehreyi değil aşîkâne
bir dinî çehreyi çağrıştırırdı. "Zengin" ve "hacı" gibi iki
sıfatın müteradif olarak kullanılışının, sözüm ona yabancılaşmış Safevî
Şiası'nın mahareti olduğunu düşünüyorum. Çünkü Safevî Şiası'nda
"Meşhedî" ve "Kerbelâî" lakaplarını, hacı mukabilinde va'z
etmişler ve İmam'ın sandukasını tavaf etmeyi, Kabeyi binlerce yüzbinlerce kez
tavaf etmekten daha üstün görmüşlerdir :
"Sultan
Ali Musa er-Rıza'nın türbesini bir kez tavaf etmek yedi bin yediyüz yetmiş
Hacc-ı Ekber'e denktir.
Tavaf
kavramım, kabir için de kullanmanın çok ilginç anlamı vardır. Bu, tevhid
görüşü, ruhu, pratiği, kültür ve dilini, İmamet adına nasıl bozarak, siyasal ve
sınıfsal şirke yol açtıklarının göstergelerinden biridir. Belki bu iki tavafın
sınıfsal oluşunu da telkin etmişlerdir:
Zenginler
Mekke'ye gitsin, fakirler senin huzuruna gelsin.
Canım
sana feda olsun ey ağa ki Hacc, fakirlere aittir.
13. "Dönüş, Allah'adır" (Fatır, 18).
Sayrûret: olmak, başkalaşmak, değişim. Zat
ta cevherde ve mahiyette hareket. Bu anlamda -filozof ve mantıkçıların
tersine- in san sabit bir zat değildir. O'nun mantıkî tarifi mantıksızdır. O
bir "bulunmak" (bûden) değil,
olmaktır (Şoden). Yani daima "yaratılma" içerisinde olan ve
yaratıcısı Allah olan ebedî hareket ve
değişim...! 14. "Güçlü bir hükümdarın katında, doğrulara has oturma
yerinde..."(Kamer,55)
15. Medine -ki Peygamber, oradan haccetmiştir
- halkının Mîkât'ı Zulhuleyfe'dir. Zulhuleyfe, Medine'nin 12 kilometre
güneyinde, büyük Ali'nin bizzat kendisinin kazdığı su kuyuları "âbâr-ı
Ali"nin yakınında bir yerdedir.
16. Celal: Mîkât'ta bir çöp.
17. Çöl: Yaratılış şarkısı.
18. "Ölmeden ölünüz." (Hadis-i
Şerif)
19. "Kuşkusuz İbrahim, Allah'a boyun
eğmiş hanif bir ümmetti. O, müşriklerden değildi. (Nahl, 120)
20. Harikulade "Şems" sûresinde,
Allah'ı güneşe, aya..., yere..., göğe., ve "nefs"e (bizzat kendisine)
yemin eder ve ondan sonra şu şiarı ilan eder: "nefs" (LE MOI)
-insanın öz, gerçek ve fıtrî benliği- bir tohum bir insan ve bir çiftçi
gibidir.
"Kad
eflahamen zekkâha" [Onu arındıran gerçekten felah bulmuştur!. Kim onu
yetiştirirse, mahsul alır. "Ve kad hâbe men dessâhâ"[Ve onu örten
yıkıma uğramıştır.]- Ve herkim onu toprağa gömerse bahtsız kalır!
21. Hassî der Mîkât, 1. bs., s.'94-98.
22. Sâfî'nin Tefsirinde Tevbe sûresinin üçüncü
ayeti yorumlanırken Kâfi ve
Ayâşî'den
nakledildiğine göre Hazret-i Sâdık şöyle demiştir: "Büyük Hacc (Hacc-ı
Ekber),
Arafat'ta Vakfe yapmak ve şeytan taşlamaktır. Küçük Hacc (Hacc-ı
Asğar)
ise
Umre'dir."
23. Ve ilallahi'l-mâsir: "Dönüş
Allah'adır".
24. "İnsan" hakkında Kuran'ın
ifadesidir. Nuh'un çocuğu bahis konusu edilirken, çocuğu için şefaat eden ve
bağışlama dileyen Nuh'a hitaben Kur'an şöyle demektedir : "O senin
ailenden değildir, o amel-i salih değildir."
25. Yasak meyve'ye çeşitli anlamlar
verilmiştir. Meselâ Tevrat'la bizim rivayet
ve tefsirlerimizden bir çoğu, ona "ilim" mânâsı vermişlerdir.
Benim -özel bir mânâ da- diğer farazî
anlamları arasından seçtiğim mana. Şimdi de aynı kanaatteyim. Fakat aslî bir mânâsı ve doğrudan anlamı
olarak değil tabiî ki: İltizamı manâsıyla böyle kabul ediyorum. İslamî tefsirler, yasak
meyveyi veya yasak ağacı, "hased, buğz ve heva" gibi en süflî mânâdan
"Ehli Beyt ilmi ve velayet makamı" gibi en yüksek mânâya kadar
çeşitli biçimlerde yorumlamış, hatta -buğday mı, elma mı yoksa başka bir şey mi
diye- botanik açısından belirlemeye çalışmışlardır. Ben çok basit, sade ve
doğal bir kelimeyle yasak meyvenin, yasak ağacın, men ağacı olduğu
kanaatindeyim! Yasak meyveyi yemek veya Kur'an'ın ifadesiyle yasak ağaca
yaklaşmak, haddi aşmak, her varlığa kapalı olan bir dünyaya girmek, yani tek
kelimeyle "isyan" demektir. Burada iki unsur söz konusudur:
"bilgi ve serbestlik"!
26. Tevbe'nin sözlük anlamı, geri dönme'dir.
27. "Meş'ar: Ma'lem, işaret.... Çoğulu
meşâir, Allah'ın seçip kendisine çağırdığı, (nedebe'1-lâhü ileyhâ), üzerinde
kıyamı emrettiği işaretler demektir. Meşa'r-i Haram Sa'yi Meş'ar'dandır; çünkü
Meş'ar ibadet için işarettir, bir mevzidir" (Lisânül- Arab)
28. "Arafat'tan aktığınız zaman, (halk
ırmağa benzetiliyor), Meş'ari'l- Haram'da Allah'ın hatırasını, bilgi, bilinç ve
nişlerinizde canlandırın. Allah'ı zikredin, o sizi doğru yola iletti. Oysa siz
daha önce dalalette idiniz. Sonra halkın aktığı yerden akın." Burada bir
şeye gönderme vardır: cahiliye döneminde halkın ileri gelenleri, halk
kitlesinin Meş'ar'a doğru aktığı nehir yatağının kenarından giderlerdi! Bunun yanlışlığı
da anlatılmış olmaktadır. 29. "Abdu't-tarîk;
Mehde"!
30. "Nazar" ve "Basiret"
kelimelerini Kur'an'ın kullandığı mânâda kul lanıyorum. Kuran,
"nazar" kelimesini, tabiatın maddî olaylarım müşahede etmeyi ifade
etmek için kullanırken, "basiret" kelimesini hakikatleri görmeyi
ifade etmek için kullanmaktadır: "Bakmazlar mı "nazar etmezler mi)
deveye, nasıl yaratıldı?" "Allah'a bir basiret üzere davet
edin." 31. "Gece zâhid,
gündüz aslandırlar." (Hz. Peygamber)
32. "Cebr"den maksat ilmî takdir
veya determinizmdir. Yani her şey, - evren, in san ve zaman- belirli bir takım
ilmî kanunlara tabiîdir. Her olayın belli bir ölçüsü var dır. Bana göre
Kur'an'da geçen takdir, kader-i ma'lûm veya ecel-i müsemmâ ifadeleri de bu
anlamdadır. Terme=kader'den türemiş olan determinisme terimi, ona denktir.
33. "Sünnet", evren, toplum ve
tarihe egemen olan bilimsel kanundur. Ben sün net kavramını "fait"
(vakıa) olarak tercüme ediyorum. Âyet ise bir "vakiiyyet", bir
gerçekliktir, Tevhidî bakışaçısında bir belirti ve bir "alâmet"tir:
Çağdaş ilmî bakışaçısında ise bir "olgu", bir "görüngü"dür.
Ben bunu da "phenomene" olarak tercüme ediyorum. Her
"sünnet", bizatihi bir ayettir, yani "ilmî bir kaide", bir
ilke, bir "olgu", görüngü veya fenomen"!
34. "Halk", bir "şey" veya
"görüngü", icat etmek demektir: Yıldız ve insanı. "Emr" ise
bir roldür: uhdesine alır ve bir durumdur: üzerinde karar kılar. Halk
"varlığı": creati on'u ifade eder. Emr ise "yön" ve
"hidayet'i: orientation'u.
35. Yerçekimini mağlup eden bir fizikçi veya
çevre ve bitkinin determinas yonuna kendi iradesini tahmil eden ziraat
mühendisi gibi.
36. Tevfiz", "insancılığın",
hümanizmin temeli, Egzistansiyalizm felsefesinde, Sartre'ın deyişiyle
Delaissement'dir! Bu kelimenin tam karşılığı tevfizdir. Yani insan, tabiatın
cebrinde veya takdirde, determinizmde, bütün varlıklara hakim olan ilahî takdirde,
kendisine dayatma yapılan tek özgür varlıktır. Ben de Adem'in cennetten yeryüzüne
"hubüt'unu (iniş) bu mânâda anlıyorum.
37. Son şeytan taşlama yeri,
"akabe"ye yakındır. Akabe Hz. Peygamberin, Hac- :a gelen bir grup
Yesrib (daha sonra Medine olmuştur) halkıyla biatlaştığı yerdir. Son taşlama
yeri buraya yakın olduğu için ona Akebe taşlaması da denmektedir.
38. Ben bu konuda şöyle düşünüyorum: Tıraş
olmak veya kısaltmak (baştaki kılları kesmek veya kısaltmak), bir emir değil,
nehyin kalkmasıdır. Zira tıraş ol mamak veya kısaltmamak, İhramın yasaklarına
ait bir hükümdü, İhramdan çıktığın an, İhramın, tıraş olmamak, saçı kısaltmamak,
koku sürünmemek, süslenmemek gibi pasakları kalkar. Geçmişte insanlar süslenmek
amacıyla başı tıraş eder, Kurban Bay ramı' nda mâni, yasak kalktıktan sonra
Hacılar saçlarını düzeltirlerdi. Bu bizzat, Kur ban Bayramı'nın bir göstergesi,
Hacc merasiminin sona eriş şenliğinin bir alâmetiy di. Bu, "Hacc'ın
menâsiki"nden biri olarak telakki edilmiştir. Tıraş olmanın Haccın
amellerinden biri olduğuna dayanak gösterilen ikinci surenin (Bakara) 196 nolu
ayeti, bana göre traş olmayı Hacc amellerinde başarının bir işareti
saymaktadır. Bu ayetin, kanaatimce bundan başka bir anlamı da yok. Tabii ki
benim ki bir görüş. Bunu ispat etmek için herhangi bir bağnazlık taşımıyorum.
Büyük
çağdaş Şiî taklid merciilerinden bir kısmı tıraş meselesinde taassup
göstermemektedir. Mesleğin gereklerini, sosyal şartlan, hatta şahsın hayatının
şahsî ortamında, kendini teşhis etmeye binaen ondan hoşlanmamayı, tıraş
olmamada yeterli görmektedirler. Bazıları da sadece ilk Hacc'da farz saymış,
bazıları ise "ihtiyarî vacib" olduğuna hükmetmiş, yani kendi
mukallidinin Bu konuda başka bir merciinin fetvasıyla amel etmesine cevaz
vermişlerdir... bu sebebledir ki böyle zannetmişlerdir. Bu telakkide, bir hüküm
olarak, Haccın aslî menâsikinden biri olarak kesin bir yargı da
bulunmamışlardır.
Çok
hassas olan şu temel noktayı da hatırlatmakta yarar görüyorum:
Bu
meselelerde ben ve benim gibilerin kendi aklî çıkarımlarına dayanma hakları
yoktur.
Çünkü
aksi takdirde kontrol edilemeyecek karışıklıklar çıkacaktır. Bu gibi hususlarda
kanaatimce, beğenmediğimiz, hatta doğru bulmadığımız bir meseleyi dahi taklit
etmeliyiz. Zira Ebû Zerrin deyişiyle -özellikle Hacc konusunda- "ihtilaf
çok kötüdür".
39. "Niyet"i de anlamından
uzaklaştırarak bir "teknik" haline dönüştürmüşler dir. Bir
"kontrat ifadesi"nin telaffuzu biçiminde telaffuz etmeye
başlamışlardır. "Hacc teknikleri" uzmanlarından biri, kendisine bağlı
Hacılara şöyle diyordu : "Gelin, niyetlerinizin okunuşunu
düzelteyim"! Celle'l-Halik! Neleri ne hâle getirdik lerine bir bak!
40. Toynbee'nin tabiriyle "tarih,
Allah'ın, insanın yaratılışıyla ilgili planıdır". Buna benzer bir ifade
Sartre'den gelmektedir: "Tabiat veya Tanrı, varlığı insana ver miştir.
Varlığın mahiyetini yaratan ise tarihtir." Bilimsel tarifle tarih, insanın
"oluş" ilmidir.
41. Âzer hakkında Kur'an "onun
babası" (Kale İbrâhîmu liebîhi Azer) demek tedir. Tefsirlerimiz de amcası
(veya annesinin kocası) olarak anlam vermektedirler. Ben burada aynen Kur'an
lafzını alarak Kur'an'ın aldığı mânâda anlamaktayım. Babam ve üstadım Muhammed Takiy
Şeriatı, "eb" kelimesinin burada bilinen baba manasına gelmediği
kanaatindedir; şu sebeple : Şiî müfessirler, üç sebeple Âzer'in İbrahim'in
amcası veya annesinin kocası olduğunu söylemişlerdir: a.
Bu
konuda Ehl-i Beyt İmamlarından muteber rivayetler gelmiştir. b. Şiî ve Sünnî tarikiyle Hz. Peygamberden
pek çok rivayet nakledilmiştir. Bu rivayetlere göre Peygamberin ataları
arasında hiç müşrik olmamıştır. Peygamber İb rahim'in neslinden olduğu için
babasının putperest olması mümkün değildir. Neh cü'l-Belağa'mn birkaç
hutbesinde bu konu tasrih edilmiştir. c. Bizzat Kur'an da açıkça bu iddiayı
doğrulamakta, ispat etmektedir. Çünkü Kur'an Âzer"i daima "eb"
lafzıyla ifade eder: "Eb" lafzı, ailenin büyüğü, öğretmen, kayınpeder,
ülkenin lideri, üvey baba gibi bir çok anlama gelir. Kur'an'da "eb",
ced ve amca için; "vâlid", ise münhasıran gerçek baba için
kullanılır. İbrahim Âzer'den bizar olduktan, onun için dua ve istiğfar etmesi
yasaklandıktan sonra hakiki babası manasında vâlid'i için dua eder. İbrahim
sûresinin
41.
âyetinde şöyle buyurulmak tadır: "Rabbimiz, beni ve anamı babamı
bağışla..." Bkz. Vahiy ve Nübüvvet,
42. Bu, Hint, Çin ve özellikle de Yunan
kültürleri karşısında İbrahimî kültürün bir özelliğidir. Mezkur kültürlerde
kişi avam sathından uzaklaştıkça tanrılaşır. Bu nedenle onların göğü küçük tanrılar ile
dolmuş, yerleri ise "büyük adamlar" dan boşalmıştır. Onlarda
pehlivanlar, padişahlar, seçkinler hep Tanrıların bir parçasıdırlar. İbrahimî
kültürde ise tarihin en görkemli ilahî siması, kültürün en eski başlatıcısı,
Tevhidin kurucusu, büyük Peygamberler silsilesinin başı, Musa aleyhisselâm, İsa
aleyhisselâm ve Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemin dünyanın en büyük
dinlerini, onun yolunun devamı olarak bildikleri Nebiler babası İbrahim aleyhisselâm,
sözkonusu özelliklerine rağmen yine de bir insan olarak kalıyor! O,
filozofların, şairlerin, ariflerin imal ettiği zihinsel, entelektüel, hayal
ürünü değil, bütün beşerî tabiî duygu ve özellikleriyle objektif, gerçek bir
insan, Allah-yapısı bir insandır! 43."İyi insanların iyilikleri, mukarreb
insanların kötülükleridir." (Hasenetü'l ebrâr, seyyiâtü'l-mukarrabîn)
44. "İnsan, zayıf yaratılmıştır".
(Nisa, 28)
45. "Allah'a şirk koşsaydm, amelin boşa
giderdi".
46. "Mina'da bina yoktur".
47. "Müslümanların işlerine önem vermeden
sabahlayan, müslüman değildir." (Hz. Peygamber)
48. Istilahî mânâda Kurban Bayramı'ndan
sonraki üç güne "Teşrik Günleri" denir.
49. Ben bu noktada şöyle düşünüyorum:
"Allah'a sığın" diye Peygamberin şah sına tehlike bildiriminin
yapılması, ona pusu kuran serlerin gösterilmesi ve özellik le Bîsetin ilk
yıllarında nazil olan bu iki sûrenin Kuran'ın sonuna yerleştirilmesi Hz. Peygamberden
sonra ümmeti arasında meydana gelen şeylere aristokrasi, seçkin cilik, şirk ve
cahili geleneklerin İslam suretinde tekrar canlandığına bir işarettir.
50. Meybedî, Keşfü'l-Esrâr tefsirinde, burada
"mâlikiyyet, mulûkiyyet ve ruhâniyyet" olmak üzere üç güçten söz
edildiğini ihsas etmiştir. Fakat onların "nâs"la ilişkisi bağlamında
yaptığı izahı mahvetmiştir. O şöyle demektedir : Sûrede "nâs" beş kez
tekrarlanmıştır. Birinci nâs'dan maksat, nezârete ve sahibe ihtiyacı olan
çocuklar; ikinci nâs, güç ve mulûkiyyete ihtiyacı olan gençler; üçüncüsü nâs,
tâat ve ibadet ehli olan yaşlı erkek ve yaşlı kadınlar (sözkonusu üç güç, üç
ilahî güç, şirk düzeninde insanların üç ilahı, mezkur ilahî özellikleri
kendilerine tahsis etmiş, ilahlık iddiasında bulunmuşlardır), dördüncüsü
şeytanın saptırmayı çok istediği veliler ve salihler; beşincisi ise kötü işler
yapanlar ve müfsitlerdir!
51. "...Üzerlerindeki ağırlıkları,
sırtlanndaki zincirleri..." (A'raf, 157) 52. Bunun en güzel örneği İmam Hüseyin'in davranışıdır. İmam
Hüseyin, yazıp kardeşi Muhammed Hanefiyye'ye bıraktığı vasiyetinde resmen emri
bi'1- maruf nehy ani'l-münker için kıyam ettiğim ilan etmişti. Gördük ki bunun
zararı, hatta tehlikeli boyutları vardı. Bir sonuç ve etkisi de yoktu.
("Dine Karşı din", "İslam'a karşı İslam" ve "Şiaya
karşı Şia"yı görüyor musun?)
53. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur : "Ben Kararif'te halkın koyunlarını
güderdim... Koyun gütmemiş hiçbir Peygamber yoktur" (İbn Hişam, c.l,
s.117)
54. "Allah'ın ayetlerini inkar edenler,
(açık hakikatleri değiştirip bozan ve gizleyenler), haksızca Peygamberleri
öldürenler, insanlar arasında adaleti emredenleri (eşitlik yolunda mücâdele
edenleri) öldürenler (var ya), onlan acı bir azapla müj dele." (Âl-i
İmran, 21)
55. Fransızca
da "Gol"ün (Gaulle) anlamı çomaktır! Gördüğün gibi bu De Gaulle (do
gol) iki çomak, Devrim'den sonra demokrasi ve libaralizm örtüsüne bürünmüş; ne
de güzel ya! Üçüncü Dünya insanları için istibdat zamanlarının değil, devrim
sonrası Fransa'sının yoğun sömürüsünün kurbanı olan Müslümanlar için dahi böyle
maalesef. De Gaulle'lerin çomağım, sopasını yiyor ve onlara alkış tutuyoruz.!
Hannâs'a ve Vesvâs'a bak. Bak da gör onların neler yaptıklarını.
56. Şurası dikkat çekicidir: "Kitab"
(ideoloji) ve "terazi" den (eşitlik- adâlet) son ra hemen
"demir"den söz edilmektedir. Demirin (maddî gücün) her iki veçhesi, "Cihad"da
ve "hayat"ta, askerî gücü ve ekonomik gücü zikredilmektedir. "...
Ve demiri indirdik. Onda savaşın şiddetli sertliği ve insanlar için faydalar
var." (Hadîd, 25) Demek ki insanların adaleti ayakta tutmaları için hem
kitab hem de demir gerekli.
57. Bu âyetin ardından şu âyet gelmektedir:
"Kendilerine, 'ellerinizi çekin ve namazı kılın, zekatı verin' denilenleri
görmedin mi? Kendilerine savaş yazılınca hem içlerinden bir grup, insanlardan
Allah'tan korkar gibi, hatta daha fazla korkmaya başladılar: 'Rabbimiz niçin
bize savaş yazdın? Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen olmaz mıydı?' dediler.
De ki Dünya meta'ı azdır, korunan için ahiret daha iyidir. Size kıl kadar
haksızlık edilmez." (Nisa, 77) Nisa 76 ve 77 no.lu ayetlerde; şeytan,
evliyâu'ş-şeytan, sebîlullâh, tâğût, dünya ve ahiret, özellikle takva gibi dinî
terimlerin ne mânâya geldiklerini Kur'an'ın dilinden duyalım.
58. Takva, kaçınmak mânâsına değil, korumak
mânâsına gelen "v-k-y" kökün den türemiştir. Olumlu bir mânâsı
vardır; ama olumsuz anlayıp olumsuz amel etmek için olumsuz tercüme
etmişlerdir. Kaçınma takvası değil, mücadele takvası olur. Bu nedenle "can
yeleği" (cân-câme) mânâsı verdim. Kur'an da bunu özellikle "libâsü't-
takvâ" olarak tabir etmiştir.
59. Kur'an'ın ifade biçimine bir bak! Her yerde
şeytanı korkunç, tehlikeli, mari fetli ve işini bilen düşman addeden Kur'an,
burada şeytanın hilesini zayıf olarak nitelemektedir. Niçin? Çünkü burada
kıtalden bahsedilmektedir. Hitab da mücahid leredir. Bu yüzden ben zalim düzen
için ayetin mefhumuna uygun olarak, "çelik halat" değil,
"örümcek ağı" ifadesini kullandım. İlginçtir, Kur'an'ın bir sûresinin
adı da Ankebût, yani Örümcektir. Bu sûrede tek başlarına zalim egemen süper
güçlerle ve hükmedilen halkın cehaletiyle cihada başlayan ve boş ellerle bütün
zulüm saray larını, büyü mabetlerini devirip yerle bir eden Peygamberlerin
öyküsü anlatılır. Bu güçlerin hepsi şirk üzere kurulmuştu. Kendi topraklarında
istikbara yellenip halkı mustazaflığa kurban eden iktidar sahipleri Allah'ın
dışındaki herkes ve her şeye dayanmışlardı. Kur'an bu iktidar sahiplerini
Ankebût (Örümcek) olarak adlandır maktadır, onların düzenlerim ise örümcek ağı,
örümcek yuvası olarak. Karmaşıktır onların düzenleri; halkı tuzağa düşürür,
esir eder, halkın kanlarını emerler (teslis). Fakat bütün bunlara, bunca
karmaşıklığa rağmen talaştan yapılmış gibi çürük, kof, gevşek ve zayıftır.
Müstekbir güçlünün başarısı, ne onun kendisi güçlü olduğundan ve ne de halk
zayıf olduğundandır. Tersine tamamen cehaletin eseridir. Ancak insan lar bilmelidir
bunu: Peygamberlerin kendi toplumlarına kazandırdıkları şey, silah değil mesaj
idi; güç değil hikmet, bilinç ve nur idi! "Allah'tan başkasını dost ve rab
edinenlerin misâli, bir ev (sığınak, üs) edinen örümceğe benzer. Evlerin en kof
ve zayıfı örümcek evidir. Keşke bilselerdi."!! (Ankebût, 41) "Biz bu
misâlleri insanlara getiriyoruz; ama onları bilgin insanlardan başkası
anlamaz." (Ankebût, 43)
60. Vâkıb, gece gibi, sel gibi, her yeri ve
her şeyi kuşatıp kaplayan, örten demek tir. şekli çok üfleyen demektir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar