Reşahât ayn-ül Hayât 4
BİRİNCİ MAKSAD
İKİNCİ FASIL
Bu
fasıl Hâce Hazretlerinin dünyâya gelişlerini
çocuklarını ve şemâilini
bildirir:
Hâce
hazretleri 806 (m.1404) Ramazan-ı şerîf ayında dünyâya geldi. Hâce
hazretlerinin amca oğullarından bazı azîzler anlatır: Hâce hazretleri doğduktan
sonra, anneleri nifâstan temizlenip gusl etmeyince meme emmemişlerdir. Hâce
hazretleri buyurdular: Bir yaşıma girdiğimde başımı traş etmek istemişlerdi.
Bunun için bir ziyâfet tertîb edip yemekler hazırlamışlardı. İşte tam bu
cem‘iyyet esnâsında Emîr Timur’un ölüm haberi duyuldu. Halka bir ızdırap düştü
ki, hâzır pişmiş yemeğe mecalleri olmayıp, kazanları boşalttılar ve dağlara
firâr ettiler.
Reşahât
sâhibi der ki: O zamanda Hâce hazretlerinin azîz babaları Bâğıstân’da
bulunuyorlardı. İşte tâ o zamandan rüşd ve seâdet-i Yezdanî’nin eserleri temiz
alınlarında vâzih ve peydâ, kabûl ve inâyet-i Sübhânî’nin nûrları parlak
sîmâlarında zâhir ve hüveyda idi. Kalblerin o kadar sevgilisi idiler ki,
mubârek yüzlerine kimin gözü alsa, gayr-i ihtiyâri ona dua ve senâ ederlerdi.
Beyt:
Yıldız,
gamzeni görmüş hüsnüne senâ eyler, Melek, yüzünü görmüş sana hep dua eyler.
Yine Reşahât
sahibi der ki: Hâce hazretlerine, daha üç dört yaşlarında iken fıtrî olarak
Cenâb-ı Hakka huzûr ve âgâhîlik nisbeti hâsıl olmuş idi. Kendileri buyururlardı:
Çocukluk zamanında mektebe gider gelirdim. Ama benim gönlüm Hak sübhânehü ile
hâzır ve âgâh idi. Ve o zaman ben bütün insanları hep böyledir sanırdım. O
sıralarda bir kış mevsiminde sahrada ayağım çamura battı. Başmağım [pabucum,
ayakkabılarım] ayağımdan çıkıp çamurda kaldı. Hava gayet soğuk idi. Ayakkabımı
çamurdan çıkarmakla uğraştım. Ayakkabımı çıkarıp ayağıma giyince, bana bir
gaflet ârız oldu ve ben âgâhîlik nisbetinden kaldım. Hemen uyanıp kendime levm
ettim [ayıbladım]. O kadar müteessir oldum ki, beni bir ağlamaktır aldı. O
sırada bir çiftçi oğlan çift sürerdi. Kendime levm edip dedim ki, bu çiftçi
çift sürmek gibi zahmetli bir işle meşgul iken yine de Cenâb-ı Hak’dan gafil
olmuyor da, sen bu kadarcık bir meşgale ile Hak’dan gâfil oldun. Ben zannederdim
ki, herkes, herhalde bu nisbette bulunmaktadır.
Buyurdular:
Ben şer‘an bülûğ mertebesine erişmeyince, halkın gafleti var olduğunu
bilmezdim. Hâce hazretlerinin eshabının büyüklerinden olan ve zikri üçüncü
maksadda gelecek olan Mevlânâ Cafer (kuddise sırruh) derdi ki, Hâce hazretleri
buyurdular: Ben on iki yaşında idim ve Benî Âdem’den, Hak sübhânehü ve teâlâdan
gafil kimse var olduğunu bilmezdim. Sanırdım ki, Hak sübhânehü ve teâlâ, halkı
kendinden âgâh olmak üzere halk eylemiştir. Ondan sonra anladım ki, âgâhlık Hak
teâlâ tarafından, bazı kullarına mahsûs bir inâyettir ve bu keyfiyet bazılarına
sayısız riyâzet ve mücâhedelerle müyesser olur, hatta bazılarına, bununla
beraber de nasîb olmaz.
Hâce
hazretlerinin amcazâdesi Hâce İshak anlatır: Çocukluk hâli gereğince, küçük
yaşta iken, ben ve diğer çocuklar, Hâce hazretlerini her ne kadar oyun ve
eğlence ile meşgul etmek istesek, yapamazdık. O yaşta kendini öyle gösterirdi
ki, bizim gibi o da oynayacak sanırdık. Biz oyuna başladığımız gibi, o imtina
eder, kendi hâlinde olurdu. Onlardan hep ismet [hatasızlık] ma‘nâsı görünürdü.
Hâce
hazretleri buyurdular: Çocuk idim. Rüyâdâ gördüm ki, Şeyh Ebû Bekir Kaffâl Şâşî
hazretlerinin mezarı eşiğinde Îsâ aleyhisselâm dururlardı. Ben varıp mubârek
ayaklarına kapandım. Başımı yerden kaldırıp buyurdular: Gam yeme! Ben seni
terbiye edeceğim. Bu cevâbın ta‘bîri, benim hâtırıma bir şekilde gelmiş idi.
Sonra rüyâmı bazı dostlarıma anlattım. Onlar tıb ile ta‘bîr eylediler. Ya‘nî
sana bâtınî ilimden bir nasîb olacaktır dediler. Bense böyle bir ta‘bîre râzı
değil idim. Onlara dedim ki: Sizin ta‘bîriniz benim muradım üzere değildir. Ben
bir başka şekilde ta‘bîr eylemişim. O da şöyledir: Hazreti Îsâ aleyhisselâm
ölüleri diriltmeğe mazhar olmuşlardır. Evliyâullahdan ihyâ [ölüyü diriltme]
sıfatıyla kim sıfatlanırsa, filân velî, bu zamanda Îsâ meşreblidir derler.
Mâdem ki o Hazret bu fakîrin
terbiyesini
üslendiler, ölü kalblerin ihyâsı [diriltilmesi] sıfatı bize verilse gerektir.
Buyurdular:
Az bir zaman sonra, arz edilen rüyanın ta‘bîri gereğince, Hak sübhânehü ve
teâlâ bana öyle bir kuvvet ve hâlet ihsân etti ki, o ma‘nâ ortaya çıktı ve
bizim vâsıta olmaklığımızla gaflet darlığı ve karanlığından huzûr ve şuhûd
fezâsına erişti.
Yine Hâce
hazretleri buyurdular: Mebâdi-i hâlde vâkı‘ada [rüyâda] gördüm ki, Risâletpenâh
(sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) eshabından ve diğerlerinden büyük bir
toplulukla gayet yüksek bir dağın dibinde dururlar. Birden fakîre işâret edip:
“Gel, beni götür, bu dağın başına çıkar” buyurdular. Ben de o hazreti omuzuma
alıp dağın tepesine çıkardım. O hazret (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) çok
memnun oldular ve buyurdular: “Ben, sende bu kuvvet var iken, bu işin senin
elinden geleceğini biliyordum. Lâkin başkalarının da bilmesi için bu işi sana
teklîf eyledim.”
Yine
buyurdular: Mebâdi-i hâlde Hâce Behâeddin Nakşibend (kaddesallahü teâlâ sırreh)
hazretlerini vâkı‘amda gördüm. Gelip kalbimi tasarruf eylediler. Öyle ki,
ayaklarımda mecâl kalmadı da yıkılır gibi oldum. Sonra yola girip yürüdüler.
Ben de gücüm yettiği kadar gayret edip Hâce’nin ardından yetiştim. Hâce
hazretleri yüzünü geri döndürüp: “Mubârek olsun!” dediler.
Yine
buyurdular: Bu rüyadan sonra Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerini vâkı‘amda
gördüm. Onlar da beni tasarruf etmek istediler, lâkin muvaffak olamadılar.
Buyurdular:
Uluğ Bey Mirzâ’nın kapısında bir çavuş vardı ki, bazan halkın siyâseti
[öldürülmesi] gerekirse siyâseti, döğülmesi lâzım gelirse dövülme işi ona
verilirdi. Birgün o çavuş Taşkend’e haber göndermiş ki, şeyhzâdelerimiz
Erden’de toplansınlar, onları görmeğe geleceğim. Herkes toplandı, hepsi on yedi
kişi idi. Hâce hazretleri der ki, ben hepsinden küçük idim. Bir zaman sonra o
adam geldi. Kiminle musafaha ve muânaka ettiyse, onda bir hâl hasıl oldu, yere
düşüp yuvarlanmağa başladı. Musafaha [el tutuşma] sırası bize gelince, bende de
bir keyfiyet hâsıl oldu. Ama çabucak sıçradım, ona yapıştım, düşmedim. Benim
sıçramam ve bu çocukluğum onun hoşuna gitti, hayret etti. Ve ben yaş bakımından
hepsinden küçük iken, beni hepsinin üst yanına geçirip, sohbette hep bana
müteveccih oldu. Bu esnada hatırımdan geçti ki, bu kimse bu derece tasarruf
sâhibi ve kalblere hükmedebilirken, yaptığı işle, bunun hâli nasıl bağdaşır. O
anda içimden geçeni anladı ve buyurdu ki, ben Hâce Attâr hazretlerinin müridi idim.
Uzun zaman onların sohbetine devâm ettim. Kalb derslerime riâyet ettim. Ama
hiçbir şekilde feth [kalb açılması] ele geçmedi. Sonunda kalbimin derdini Hâce
hazretlerine arz eyledim. Buyurdu ki, sultanlar kapısında bir vazîfe almalısın.
O yolla senin mazlumlara yardımın ulaşır. Ondan sonra bana bu işi işâret
buyurdular. Ve Mirzâ Uluğ Bey âmirlerinden Saîd’e bir pusula ile beni
gönderdiler ve bana vasiyet eylediler ki, dâima Müslümanların işlerini görmeğe
ve miskin ve fakîrlere yardımcı olmağa çok çalışasın. Bir müslümanın bir önemli
işi olur da, onu yapıp bitirmek senin elinden gelemezse, hiç olmazsa onun için
üzülüp, onun ızdırap ve derdi ile yat uyu. Umulur ki, bu iş, senin kalbinin
fethine sebeb olur. Ondan sonra Hâce hazretlerinin emriyle buyurdukları işle
meşgul oldum. O esnada bana öyle büyük bir fetih elverdi ki, bütün bağlı,
düğümlü işlerim açıldı.
Ve yine Hâce
hazretleri buyurdular: Evâil-i hâlde [ilk zamanlarımda] içimde bir niyâzmendî
[ihtiyâc, muhtaclık, eziklik] kopmuştu ki, köle ve hür, beyaz ve siyah, küçük
ve büyük, hizmetçi ve efendi demez, her kime rastlasam, ayağına yüz sürüp
tazarru ve niyâz [yalvarma ve yakarma] ile ondan gönül yardımı isterdim.
Buyurdular:
İlk zamanlar babamın Keles’de tarlası var idi. Bir kere bir taşralı Türk ile
bana ürün gönderdi. Bunu anbarda saklamamı söyledi. Türk ürünü getirdiği gibi,
ben ürünün zabtıyla meşgul oldum. O Türk çuvallarını aldı, döndü kendi işine
gitti. Aklıma gelince, baktım o Türk çoktan gitmişti. Hangi tarafa gittiğinden
de, iz, eser yok idi. İçimde bir sıkıntı peyda oldu ki, sen ne için ondan niyâz
ve tazarru edip himmet istemedin, bu adamı elden kaçırdın. Bu hatamdan öyle bir
üzüntü hâsıl oldu ki, ürünü tamam anbara koymadan bırakıp adamın ardına düştüm.
Şehrin yarı yolunda ona yetiştim. Tam bir niyâz ve tazarru ile önünü alıp
yalvardım ki, beni hâtırınızın köşesinden çıkarmayın ve benim hâlime bir inâyet
nazarı buyururuz. Umulur ki, sizin himmetiniz bereketiyle Hak sübhânehû ve
teâlâ beni esirgeyip bağlanmış işlerim açılır. O taşralı Türk benim hâlime
mütehayyır ve müteaccib olup dedi ki, galiba siz Türk meşâyıhının sözüyle iş
yaparsınız. Türk meşayıhı: “Her gördüğünü Hızır bil, her geceyi kadir bil”
buyurmuşlardır. Yoksa ben çölden gelmiş zavallı, hâsılatsız bir Türk’üm. Elimi
yüzümü dahi zorla silerim. Senin istediğin ma‘nâdan benim ne haberim olur ki!
Sonunda çok yalvarmamdan o Türkte bir keyfiyet peyda oldu da gayr-i ihtiyâri
iki ellerini duaya kaldırıp bana hayır dua eyledi ve ben onun duasından
kalbimde çok açılmalar müşâhede eyledim.
Buyurdular:
Çocukluk zamanımda vahime kuvvetim [hayal gücüm, korkum] gâlib idi. Yalnız
başına evden dışarı çıkamazdım. Bir gece bana bir hâl oldu. Bu hâl içimde öyle
kuvvetlendi ki, sabrım ve kararım kalmayıp gayr-i ihtiyari evden dışarı çıktım.
Şeyh Ebû Bekir Kaffâl hazretlerinin kabrine gitmek istedim. Mezara gelip, bir
saat Şeyh hazretlerinin kabrine karşı oturdum. Hâtırıma hiç korku gelmedi.
Oradan Şeyh Havend Tahûr hazretlerinin kabrini ziyâret etmek arzusuyla oraya
geldim. Hiç korkmadım. Oradan Şeyh İbrâhim Kimyâger mezarına gittim. Oradan
Şeyh Zeyneddin Küy-i Ârifân mezarına vardım. Bu yerlerin hiç birinde korku ve
dehşete kapılmadım. Sonra ismi geçen azîzlerin rûhaniyyeti yardımı ile o küçük
yaşta, ne kadar heybetli mezar ve garîb yerler var ise, giderdim ve korkmazdım.
Buyurdular:
İlk zamanlarımda hâllerin galib geldiği günlerde, geceleri Taşkend’in
kabirlerini dolaşırdım ve mezarlar birbirinden gayet uzak idi. Bazen bir gecede
hepsini ziyâret ederdim. O zaman ancak bülûğ çağına erişmiş idim. Yakınlarım
benim gece dolaştığımdan endişe etmişler ki, Allah korusun, başına istenmeyen
bir olay gelmesin, yahud bu çocuk akılsızca bir iş yapmasın düşünmüşler. Bir
süt kardeşim vardı. Onu benim peşime takmışlar ve benim ne işlerle meşgul
olduğumu araştırmasını söylemişler. Bir gece Şeyh Havend Tahûr mezârında kabri
şerîfleri karşısında oturmuştum. O kardeşliğim çıka geldi. Ve yanıma gelir
gelmez, elini benim omuzuma koyup titremeğe başladı. Sana ne oldu, dedim.
Gözüme garîb şeyler göründü, az kalsın helâk olacaktım, dedi. Onu getirip eve
ulaştırdım. Yakın akrabalarıma: “Ona sakın su-i zan etmeyin, onun tarafından
gönlünüzü hoş tutun ki o bir başka hâle düşmüş. Böyle karanlık bir gecede on
kişi bir arada o heybetli mezara [türbeye] giremezken, o yalnız başına gitmiş,
Şeyh Havend Tahûr hazretlerinin kabri karşısında oturur hâlde buldum”. Bu
hikâyeyi dinledikten sonra akrabam bildiler ki, benim bir başka tutkunluğum
vardır. Artık benim hakkımda bir başka ihtimâl düşünmez oldular.
Buyurdu: İlk
zamanlarımda bir sabah erken vakitte Şeyh Ebû Bekîr Kaffâl mezarına varıp
oturmuştum. Bu türbe öyle heybetli ve korkulu idi ki, gündüz onun içine girip
oturmağa korkarlardı. Ve Taşkend’de bir hasedci, bahîl bir adam vardı. Bizi
tamamen inkâr eder ve bize karşı hep inadcı idi. Dâima bize bir sıkıntı vermek
için fırsat gözetirdi. O sabah bizi gözetmekte imiş. Ben gidip türbede oturunca
ve başımı eğip bir zaman murakabe ile meşgul olunca, birden saklandığı yerden,
beni korkutmak için fırladı ve bağırarak, acâib sesler çıkararak koşup üzerime
geldi. Bende onun na‘ra ve saldırmasından korkacak bir hâl yoktu. Veya onun
heybeti ve hareketi benim içimi ürkütücek durumda değildi. Hâlimi hiç bozmadım.
Murakabeme devâm ettim. O herif benim bu hâlimi görünce çok bozuldu.
Yaptıklarından mahcûb oldu, çok utandı. Ağlayarak önüme gelip, yüzü koyun yere
kapandı ve özür dilemeğe başladı. Ondan sonra bizim dostlarımızdan ve
sevdiklerimizden oldu.
Yine
buyurdular: Bir gece de Şeyh Zeyneddin Küy-i Ârifân mezarında oturdum. O türbe
şehrin kenârında bulunuyordu. Tenha bir yerde idi. Çok az insanın gelip geçtiği
bir mevkı‘ idi. Taşkend’de uzun boylu sağlam yapılı ve heybetli görünen bir
divâne var idi. Gündüz çarşı ve pazarda görünse, insanlar ondan korkardı. O
sıralarda bir adam da öldürülmüştü. İşte kabristanda, o gece vakti görünüverdi.
Ve benim üzerime yürüyüp, yüksek sesle bağırmaya başlayıp: “Çabuk buradan git.
Git, gözüm görmesin seni” gibi laflar etti. Ben ise ona hiç aldırmadım ve kendi
nisbet ve teveccühümden ayrılmadım. O ise, devamlı ısrar eder, oradan çıkmağa
beni zorlardı. Birden koştu. Mezarın baş tarafında birkaç ağaç bitmişti. O
ağaçların dallarını kırıp bir büyük demet yaptı ve bağladı. Mescid içinde mezar
üstünde bir kandil yanardı. Girip o kandili dışarı getirdi. Maksadı, onunla
elindeki demeti yakıp benim başımın üstüne bırakmak idi. O divâne [akılsız] bu
işlerle uğraşırken, her nasılsa bir rüzgâr esti ve kandil sönüverdi. Divâne
bundan daha da kızdı. Bağırmaya, her şeyi alt üst etmeye başladı. Deliliği
coşup gök gürültüsü gibi gürlemeğe, homurdanmaya başladı. Benim etrafımı
dolaşır, behane arardı. Hiç onun tarafına bakmadım ve kalbime herhangi bir
şübhe ve tereddüde yol vermedim. Sabaha kadar benimle böyle uğraştı durdu.
Sabah olunca Taşkend pazarına gitti. Orada o gün bir adam daha öldürdü. Bunun
üzerine pazar halkı üzerine hucum edip onu da öldürdüler.
Buyurdular:
Halk derler ki, kabristanda bize bir şeyler görünür, ama bize hiç öyle bir şey
olmadı. Ancak bir gece Şeyh Havend Tahûr hazretlerinin mezâr-ı şerîfleri önünde
oturmuştum. Birden eyvân üzerinden siyâh bir şey yere düştü, yuvarlanmağa
başladı. İçim biraz bulandı ve kalktım oradan gittim. Bir gece de yine orada
oturuyordum. Eyvan önünde olan servîlerin dibinden bir öksürük sesi geldi.
Oradan kalkıp biraz daha ileri gidip oturdum. Bu kadar mezarlıklar dolaştım,
bunlardan başka bir şeyle karşılaşmadım.
Buyurdular:
Hâce Abdülhâlık (kuddise sırruh) hazretlerinin müntesibleri pazarda ve
kalabalıkta dolaşırlar da bütün sesler kulaklarına zikir gelir ve zikirden
başka hiçbir şey işitmezlerdi. İlk zamanlar zikir bana öyle galib olmuştu ki,
kulağıma gelen her sesi zikir duyardım. Birgün Taşkend halkından Muhammed
Cihangir adında mal ve makam sâhibi birisi düğün yaptı. Bir kimse gönderip
Semerkand’dan, çalgıcılar, çengîler ve şarkıcılar getirtti. Bir gece onların
büyük kalabalıkları, bağrışmaları ve şamataları var idi. Bir arkadaşın
ricasıyla oraya yakın bir yere varmıştım. Bütün o insanların sesleri, o ud ve
çenk nâmeleri bana zikir gelirdi ve zikirden başka bir şey işitmezdim. O zaman
ben henüz on sekiz yaşında idim.
HAZRETİ HÂCE’NİN İLK
ZAMANLARINDAKİ FAKR
VE TECERRÜDÜ
Buyurdular:
Mirzâ Şâhruh zamanında Herat’ta bulunuyordum. Bir damla gücüm yok idi. Bir
tülbendim var idi, parça parça yırtılmıştı. Bir parçasını birine bağlamak
istesem, bir nice parçası sarkardı. Bir gün Mülk Pazarı’ndan geçiyordum. Bir
dilenci benden dilendi. Verecek hiçbir şeyim yok idi. Tülbendimi başımdan
çıkardım ve bir aşçının önüne attım ve dedim ki: Bu tülbent eskidir, ama
temizdir. Kab kacak yıkayınca silmeğe yarar. Bunu al ve karşılığında, şu
dilencinin karnını doyur. Aşçı o fakîre yemek verdikten sonra tülbendimi tam
bir edeb ile önüme koydu. Ben kabûl eylemeyip bırakıp gittim.
Buyurdular:
Çok kimselere hizmet ederdim. Ne atım, ne de merkebim var idi. Senede bir
kaftan giyerdim ki, pamukları dışarı çıkardı. Her üç yılda bir kürk ve bir çift
çizme ile geçinirdim.
Buyurdular:
Sefere çıktığım ilk zamanlarda bir kış, Mevlânâ Müsâfir ile Şâhruhiyye’de bir
hücrede bulunurdum ki, o hücre bir sokağın kenarında idi. Ve hücremizin zemini
o sokaktan çok alçak idi. Yağmur yağınca sokaktan akan sular ve çamurlar
hücremizin içine girerdi. Seherlerde mescide gelir, namazı mescide kılardık.
Öyle soğuk kış günlerinde elbiselerim de o kadar sıkı ve kısa idi ki, bedenimin
yarıdan aşağısı hiç ısınmazdı.
Buyurdular:
Şimdi yeme, içme, giyme ve barınma derdim yoktur. Ama insan iş becerir
olmalıdır. Böyle cemiyet sebeblerinin [dünyalık için luzumlu şeylerin]
kıymetini bilmeyip tefrîka ve dağınıklığa düşmek ne büyük mahrumluk, ne kötü
aldanma ve hüsrândır. Benim bu iş için katlandığım yolculuk ve gurbet
hayatlarımda, hiçbir zaman, taharet için zahmetsiz iki ibrik sıcak su elime
geçmemiştir. Bazen Şeyh Behâeddin Ömer sohbetinden, taharet ve abdest için tâ
şehre giderdim. Ve hâtırımdan geçerdi ki, ne olurdu Şeyh hazretleri fukara ile
o kadar alâkalansalardı ki, kışın şiddetli zamanında buz tutunca, fukaranın
burada sıcak su ile abdest alması mümkün olsaydı. Ama mümkün değildi. Halbuki
biz şimdi hücre, mum, taharet suyu, taharet yeri, hamam, yiyecek ve giyecek
imkânlarını bütün talebe için hazırlamışız. Meşguliyetler bastırmadan önce
fırsatı ganîmet bilmelidir.
Buyurdular:
Beş yıl Herî’de bulundum. Bazen haftada iki veyâ üç kere Şeyh Behâeddin Ömer’in
evine giderdim. Bu kadar zaman zarfında Şeyh Ömer’in evinde iki kere yemek
yemek vâkı‘ oldu. Bu da şöyle olmuştu. Bir kere Mîr Fîruz Şâh’ın kardeşi Mîr
Mahmud Şâh, Şeyh hazretlerinin evine gelmişti. Ziyâfet için bir koyun
pişirmişlerdi. Ben Mevlânâ Sadeddin ile dışarıda oturmuştum. Bizim de önümüze
yemek getirdiler. Bir kere de Şeyh hazretleri elma yiyorlardı. Dişleri sağlam
olduğundan diledikleri gibi yediler. Halbuki o günlerde benim dişim ağrırdı.
Zarûrî olarak onlara uymak için azıcık yedim.
Buyurdular:
Bir gün Mevlânâ Sadeddin ile Şeyh hazretlerinin hizmetine gitmiştik. O gün hava
gayet saf idi. Şeyh hazretleri bizim ile ahbabca konuşmak ve şakalaşmak
istediler. Bize: “Mevlânâ Celâleddin’in yanına gidin, sizin için yemek
hazırlasın” dediler. Bu Mevlânâ Celâleddin dedikleri kimse, Şeyh hazretlerinin
tarîkat kardeşi idi ve Hâce Ser mezarının şeyhi ve mütevellisi idi. Ben hiç
mütevelli yemeği yemiş değildim. Şeyh hazretlerinin emr-i şerîflerine binâen
oraya vardık. Mevlânâ Celâleddin’in mütevellisi bulunduğu türbenin önünden akan
bir büyük dere vardı. O dereden bir balık tutmuştu. Ağırlığı tahmînen yirmi
miskal [100 gram] ancak vardı. O balığı kızartıp, önümüze getirdi. Sonra uzun
zaman murakabe ile meşgul oldu. Ben Mevlânâ Sadeddin’e dışarı çıkmak için
işâret ettim. İkimiz de kalktık dışarı gittik.
Ve
buyurdular: Üstad Ferec Tebrîzî isminde bir kimse var idi. Mirzâ Şâhruh
zamanında Herî şehrinin sarraflarının başı idi ve Hâcegân hânedânına sahîh
irâdeti var idi. Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin ta‘lîmi ve husûsî iltifatı
ile şereflenmişti. Ben Herî’de kimsenin yemeğini yemezdim. Bunu mezkûr Ferec de
bilirdi. Ramazan-ı şerîfin başında and içti ki, bu Ramazanda her akşam benim
evimde oruç açmazsan hanımım üç talak boş olsun! Zarûrî olarak Ramazan geceleri
onda olmak lâzım geldi. Ondan çok hizmetler ve şefkatler gördüm. Ve benim o
zaman ona karşılık verecek maddî hâlim yok idi. Sonra benim durumum düzeldi,
ama o kimse o zaman vefât etmiş idi. Oğluna on bin dinâr kadar yardım ettim ve
başka hizmetlerini de gördüm.
Reşahât
sâhibi (aleyhirrahme) der ki: Hâce hazretleri ömrünün başından sonuna kadar,
hiçbir zaman hiçbir kimseden hediye kabûl eylemezlerdi. Mevlânâ Ahmed Karîzî,
Mevlânâ Sadeddin (kuddise sırruh) hazretlerinin ta‘lîm ve telkîni ile müşerref
olup, meşguliyeti çok bir azîz kimse idi. Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin
vefâtından sonra Hâce hazretlerine beyaz kuzu yününden bir kaftanlık, ince
ipliği kendi eliyle eğirip, o ipliği yine kendi eliyle dokuyup bir üst kaftanı
yaptı. Ve her bir işinde şübhe olmasın diye, tam bir ihtiyatla Kâriz’den
Semerkand’a Hâce’ye hediye olarak gönderdi ve: “Hâce hazretleri kendileri
giysinler” diye ricâ etti. O elbiseyi huzûruna getirdiklerinde, Hâce hazretleri
buyurdular ki, bu elbiseyi giymek mümkündür. Zira bundan sıdk kokusu gelir.
Lâkin bütün ömrümde kimseden bir şey kabûl eylememişim. Mevlevî hazretlerine
özrümüzü iletin buyurup, o kaftanı bir hediye gibi birkaç kat kağıda sardılar
ve tâ Kâriz’e, Mevlânâ Ahmed’e gönderdiler.
Yine bir gün
Hâce hazretleri şehirden bir nice fersah uzak bir sahradan geçerlerdi.
Eshabından ve hizmet edenlerden, yaya ve hayvan üstünde mahfeleri önünce çok
kimseler var idi. Hava gayet sıcak idi. Birden ıraktan birkaç oba [çadır]
göründü. O oba halkından birkaç kişi, ellerinde bir şeylerle Hâce hazretlerine
doğru yönelip acele ile geldiler. Hâce hazretlerinin yolunu aldılar. Gelen o
kara evlilerin ulusu imiş. Bir semiz oğlağı birine getirtmiş ve bir büyük tahta
tası da yoğurtla doldurup birinin eline vermiş; yolda Hâce hazretlerinin
mahveleri önünde yalvararak yüzünü yere sürerek: “Hâcem, bu oğlakçık halaldir
ve sizinle beraber onlar için adak edilmiştir. Bu kâse yoğurt da temizdir,
hizmetkârlarınız, yesinler diye getirdim” dedi. Hâce hazretleri buyurdular ki,
ben kimsenin adağını ve hediyesini almam. Oğlağı yine sürüne ilet, ama
yoğurdunun behasını verip alalım. O kimse dedi ki, yoğurdun sahrada kıymeti
olmaz ve burada kimse parayla yoğurt almaz. Buyurdular ki, ben bedava bir şey
almam. Sonra hizmetkârlardan birine o yoğurda bedel olsun diye bir Şâhruhî
altın verdi. Sonra yoğurdu önlerine getirip, evvelâ kendileri tatdılar. Sonra,
yaya ve binekli kim varsa, ondan yeyip yola revân oldular.
HAZRETİ HÂCE’NİN ÇOK
ZENGİN
OLUŞU
Hâce
hazretleri buyurdular: İlk zamanlar Herî’de idim. Seyyid Kasım Tebrîzî (kuddise
sırruh) hazretlerinin huzurlarına vardım. Seyyid hazretleri kendilerinin artığı
olan bir kâse âşı [çorbayı] bana verip buyurdular ki: “Ey Türkistan’lı
Şeyhzâde! Bu nâ hoşlar bize nasıl örtü olmuşlarsa, en kısa zamanda dünya da
senin örtün olur”. Hâce hazretleri buyurdular ki, Seyyid hazretleri bu sözü
söyledikleri zaman, ben dünyalık olarak hiçbir şeye mâlik değildim. Ve son
derece fakr ü tecerrüdde idim.
Reşahât
sâhibi der ki: Hâce hazretleri yirmi iki yaşında iken, dayıları Hâce İbrâhim,
onları vatanları olan Taşkend’den ilim tahsîli niyetiyle Semerkand’a götürmüştür.
Hâce hazretlerinin bâtınî meşguliyetlerinin galebesi, zâhirî ilimleri tahsîline
mâni‘ olduğundan silsile-i hacegân azîzleri sohbetine meyl edip, iki yıl kadar
Mâverâünnehir’de bu hânedan ulularının meclislerini dolaşmışlar. Bu maksadın
üçüncü faslında daha geniş anlatılacaktır.
Yirmi dört
yaşında Herat’a gelip, burada da beş sene o asrın meşâyıhı ile sohbet edip,
yirmi dokuz yaşında asıl vatanlarına dönmüşlerdir. Ondan sonra halâl rızık
kazanmak için orada ziraat ve çiftçiliğe başlayıp, bir kimse ile ortak olmuş ve
onun refakatiyle bir çift yürütmeğe başlamışlardır. Az zamanda Hak sübhânehü ve
teâlâ, ziraatlerine, öyle bereket verdi ki, zabtından âciz olup, bu iş için bir
vekil tayin ettiler.
Şunu da
bildirelim ki, Hâce hazretlerinin malı, mülkü, tarla ve akarı, koyunu, keçisi,
hayvan sürüleri ve bu kabilden olan vâridâtı had ve ölçünün dışında, hesab
dâiresinin hâricinde idi.
Reşahât
sâhibi der ki: Bu fakîr Hâce hazretlerinin yüksek kapılarına ikinci defa yüz
sürdüğümde, vekillerinin bazısından işittim ki, Hâce hazretlerinin tarlaları
bin üç yüzden ziyâde idi. Ve o esnada bir nice tarla dahî satın aldıkları
görülmüştür.
Hazreti
Mahdûmî Mevlânâ Abdurrahman Câmî (kuddise sırruh), Yûsuf ve Zelîha adlı
kitabında Hâce hazretlerinin menkıbesini anlatırken bu konuya işaret edip şöyle
buyurur:
Beyt:
Nice
bin tarladan oluyor hâsıl, Her ürün onunçûn cennete vâsıl.
Yine Reşahât
sâhibi der ki: Bu fakîr Hâce hazretlerinin yüksek kapılarının eşiğine yüz
sürmeğe giderken Karşî’ye eriştim. Orada Hâce hazretlerinin bir adamları vardı.
Karşî deresi mahsûlunûn zâbıtı idi. Ve bu dere Hâce hazretlerinin tasarrufu
[kullanması] altında olan bin üç yüz tarladan biri idi. Fakîr onlara, bu derede
kaç çift iş görür, diye sordum. Her yıl arkları düzeltmek için her çift başına bir
irgat tutarız. Üç bin ırgat toplanır.
Hâce
hazretleri bir gün bir sebeble buyurdular: Ben her yıl, Semerkand civârında
tarlalarımdan Sultan Ahmed Mîrzâ divânına [mâliyesine] Semerkand taşı [ağırlık
birimi] ile sekiz yüz kere yüz bin [seksen milyon] batman mahsûl uşur veririm.
Yine
buyurdular: Hak teâlâ benim malıma öyle bir bereket verdi ki, anbarcıların bir
batman koydukları her anbardan ürünü çıkardıklarında bin dört yüz, bin beş yüz
batman gelir.
Hâce
hazretlerinin anbar muhâfızlarından biri anlatır: Çoğu zaman anbardan çıkarılan
mahsûl girenden fazla olur. Sonra bakarız, yine anbardaki ürün bitmemiş, daha
çok mahsûl vardır. Bu hâli görünce Hâce hazretlerine yakînimiz artar. Bir kere
bu hâdiseyi Hâce hazretlerinden suâl ettim. Buyurdular ki: Bizim malımız fukara
içindir. Bu kadar malın özelliği budur.
REŞHA-168: Bir gün
hazreti Hâce: “İnnâ e‘tayna kel-kevser” âyet-i kerîmesinin
ma‘nâsında buyurdular: Hakîkat sâhibi âlimler, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde
buyurmuşlardır: Sana Kevser verdik, ya‘nî sana kesrette ehadiyyet müşâhedesini
verdik. O hâlde bir kimse bu müşâhede makamına erişmişse, elbette kâinâtın
zerrelerinden her zerre ona bir ayna olur. Onda cemâl-i vechi bâkı’yi müşâhede
eyler. Böyle bir kimseye mâsiva ismi verilen şeyler, şuhudun artmasına sebeb ve
vucûdun tecellisine neden olursa, dünyevî mal-mülk niçin onun için maksudun
cemâline bir engel teşkil etsin. Ve ne sebeble perdelensin. Hazreti Mahdûmî
(kuddise sırruh) Tuhfet-ül Ahrâr adlı kitabında Hâce hazretlerini
anlatırken bu ma‘nâya işâretle buyurur:
Cihânda
şehinşâh davulu çaldı, Fakirlik yıldızı Ubeydullah’dı.
O
ki, fukara hürriyetinden âgâhdır, Onun ismi Hâce Ubeydullah’dır.
Yer
yüzü ne ağaç, ne de tarladır, Nazarında tırnak yüzü kadardır.
Bir
elde tutulan küçük bir tırnak, Fakr yolunda olmaz bir eli kırmak.
Kalbindeki
vahdet derin denizdir, Sahildeki sadef kesret şeklidir.
O
dibsiz deryanın her habbesinde, Olanlar yok dokuz gök kubbesinde.
HÂCE HAZRETLERİNİN
BÜTÜN İNSANLARA
HİZMETLERİ,
HAVAS VE AVAMA OLAN ŞEFKAT
VE MERHAMETLERİ
Herkes bilsin
ki, Hâce hazretleri baştan sona kadar tanıdık olanlara ve olmayanlara şefkatli
ve merhametli idiler. Dosta, düşmana hep yardımcı ve açık elli olmak güzel
ahlâkı icabı idi. İnsanlara yardımda gayretli, meclis ve mahfillerde herkese
yardımda herkesten önde idiler.
Buyurdular:
Semerkand’da Mevlânâ Kutbuddin Sadr Medresesi’nde bulunduğum zaman hasbe
hastalığına [yiyecek ve içeceklerden geçen mikrobik bir hastalık olup,
hararetle birlikte, vücûdda çeşitli renkte lekeler peyda olur. Tehlikelidir]
mübtelâ [tutulmuş] iki üç hastanın hizmetini üstlenmiştim. Hastalıkları
şiddetli olduğundan, yerlerinden kalkamazlardı. Giyeceklerini ve döşeklerini
kirletirlerdi. Ben onların hepsini temizler, elbise ve yataklarını da pâk
ederdim. Bu hâlleri sık sık tekrarlandığından her an hizmetlerinde olduğumdan
bu hastalık bana da sirâyet eyledi. Hastalığımın çok şiddetli olduğu bir gecede
dahi, o dermansız hâlimle üç dört desti su getirip onların giyeceklerini ve
yataklarını yıkadım.
Buyurdular:
Herî’de olduğun zamanda sabahları Pîr-i Herî hamamına giderdim ve hamamda
bulunanlara hizmet ederdim. Hizmet esnasında şakî ve saîd [kötü ve iyi], siyâh
ve beyaz, alçak ve yüksek, zengin ve fakîr, sağlam ve sakat, ihtiyâr ve genç
demez, herkese aynı şekilde hizmet ederdim. Bazen öyle olurdu ki, hamamın en
sıcak yerinde beş altı kimsenin hizmetini birden ederdim. Hizmeti tamam ettiğim
gibi, kimsede ücret vermek düşüncesi ve endişesi olmasın diye kaçardım.
İsteseler dahî beni bulamazlardı. Ömürlerinin sonlarında buyurdular ki, hamamda
bu tür hizmetleri çok ettiğimden, hamamın hararetinden tabîatim zedelendi.
Bunun için şimdi hamama gitmeği hiç sevmem. Ve gerçekten Hâce hazretleri hamama
çok az girerlerdi. Ve az girmelerine de böyle bir özür beyân ederlerdi.
Yine Hâce
hazretleri buyurdular: Hâcegân tarîkasında vaktin iktizâsı [gerektirdiği] ne
ise, himmet ve hâtır ona sarf olunur. Zikir ve murâkabe, bir müslümanı rahata
kavuşturacak bir hizmet olmadığı zaman yapılır. Gönül kabûlüne sebeb olan, bir
hizmet, zikir ve murakabeden önce gelir. Bazıları zanneder ki, nâfile ibadetle
meşgul olmak, hizmetten evlâdır. Gönüllerde temkîn [yer etmek] ve muhabbet
hizmet semeresidir. Kalbin cibilliyetinde kendine iyilik edene muhabbet vardır,
sözü buna işârettir. Nâfile ibâdetlerin sevabı, asla müminin muhabbetiyle bir
olamaz.
Buyurdular:
Hâce Behâeddin Nakşibend ve ona tâbi‘ olanlar (kaddesallahü teâlâ ervahahüm)
kolay kolay kimsenin hizmetini kabûl etmezler. Bunun hikmeti odur ki, hizmet ve
tevazu‘ ihsân cümlesinden biridir ve muhsini [ihsân edeni] sevmek zarûrîdir.
Sevgi mikdarı alâka da tâbiidir. Halbuki Nakşibendîler tam bir himmet ve gayret
ile halkın [Allahu teâlâdan başkasının] nefyine [giderilmesine, kalbde
bulunmamasına] meşgullerdir. İsterler ki, kendilerinin hiçbir şekilde alâkaları
olmasın. Bunun için ihtimam ve gayret ederler ki, kendileri halka hizmet
etsinler, fakat kimseden hizmet kabûl etmesinler. Hizmeti ancak, gün be gün
onların tavr ve tarîkasından nasîbdar olmak istidadını gördüklerinden kabûl
ederler. Onların kabûlü ve kalblerin iltifatı [onlara yüz çevirmesi] sebebiyle
o kimsenin dünyadan alâkası eksilsin ve âlem-i halkı onun bâtınî cem‘iyyetinden
ma‘mur ve pür nûr olsun.
Buyurdular.
Ben bu tarîkı, sofiyye kitablarından almadım. Belki halka hizmetle buldum.
Hizmet ettiğim kimseler bana bu tarîkı öğretsinler diye de hizmet etmedim. Ama
hizmetin husûsiyyeti budur.
Buyurdular:
Herkesi bir yoldan yürüttüler. Bizi hizmet yolundan ilerlettiler. Bunun için
hizmet benim beğendiğim, seçtiğim ve sevdiğimdir. Hayır umduğum kimseye, hizmet
et derim ve şu beyti okudular.
Himmet
seni büyükler zirvesine götürür, O çatıyı bu merdivenden a‘lâ kim görür?
Sonra
buyurdular ki, bunu şöyle okurum.
Mısra‘:
Hizmet seni büyükler
zirvesine götürür.
HÂCE HAZRETLERİNİN
AVAM HALKLA HÜSN-İ MUAMELESİ
VE EDEBİ GÖZETMELERİ VE HİZMETLERİ
Hâce
hazretleri tenhada ve kalabalıkta, zâhirî ve bâtınî edeblere kâmilen riâyet
eder, sohbette ve halvette bu hususa dikkat için elinden gelen dikkat ve
gayreti gösterirdi.
Reşahât
sâhibi der ki: Bu fakîrin, onların seâdet yuvası olan kapılarında hizmet ve
onlarla sohbette bulunduğu zamanlar, ya‘nî gece gündüz onlarla olup, hakîkatin
kokusunu duyurduklarında birinci defada dört ay ve ikinci defada sekiz ay,
şerefli sohbetleri ile müşerref oldum. Bu zaman zarfında Hazreti Hâce’nin
esnedikleri görmedim. Öksürerek veya bir başka yolla mubârek ağızlarından
balgam ve tükürük çıkardıklarına ve burunlarını sümkürdüklerine şâhid olmadım.
İnsanların yanında ve tenhada, gece ve gündüzde, velhâsıl hiçbir yerde ve
hiçbir zamanda bağdaş kurup oturduklarını görmedim.
Hâce
hazretlerinin devamlılarından otuz sene Hâce hazretlerinin yüksek kapılarında
hizmetkârlık yapan Mevlânâ Ebû Saîd Evbehî (aleyhirrahme) anlatırdı. Bu kadar
müddet kendilerinin hizmetinde bulundum. Yalnızken veya insanların yanında,
Hâce hazretlerinin üzümün, elmanın, armudun, ayvanın kabuğunu mubârek
ağızlarından çıkardıklarını görmedim. Yine bu zaman içerisinde sümkürdüklerini
ve ağızlarından balgam çıkardıklarını görmedim. Halbuki zaman zaman zükâm ve
nezleye de yakalanırlardı. Bu gibi hâl ve zamanlarda da onlardan, insanların
tabiatine nefret ve kerahat veren hiçbir şey görünmezdi. Hiçbir uzuvlarından
beğenilmeyen bir şey sâdır olmazdı. Dâimâ, yalnızken veya kalabalıkta iken,
edeb ve hüsn-i muâmele ile mutehakkık [hâllenmiş] ve mütehallık [ahlâklanmış]
idiler.
Cenâb-ı
nikabetmeâb Seyyid Abdülkadir Meşhedî hazretleri Sultan Ebû Saîd Mirzâ
zamanında Semerkand’a gelip, orada Hâce hazretlerinin sohbetlerinde
bulunmuştur. O anlattı: Bir gece Mîr Mezîd Ergun, Kefşîr mahallesinde Hâce
hazretlerinin mülâzemet-i şeriflerine gelip, o geceyi Hâce hazretlerinin
sohbetinde ihyâ etmek istemiş. Bu fakir de o mecliste hâzır idim. Yatsı
namazını kıldıkları gibi, Hâce hazretleri buyurdular: Mir Mezîd bizim
müsâfirimizdir. İsterler ki, bu geceyi onlarla birlikte ihya edelim. Müsâfir
hâtırına riayet lâzımdır. Biz bazı yârânla [dostlarla] oturmak isteriz. Siz
gençsiniz. Varın istirahat eyleyin. İsterseniz seher vakti gelin. Ben dedim ki,
izin verirseniz, bu fakir de sizinle beraber olayım. Buyurdular ki: Oturabilirsen
otur, bizim için bir mahzuru yoktur. Fakir de eshabdan üç kişi ile o mecliste
hâzır olduk. Ben gecenin ibtidasından sabaha kadar Hâce hazretlerinin hâllerini
gözetlerdim. Yatsıdan sonra edeble iki dizi üzerine nasıl oturdularsa, asla ve
kat‘a dizlerini değiştirmediler ve hiçbir uzuvlarından hoşa gitmeyen hiçbir
hareket sâdır olmadı. Nihâyet teheccüd namazına kalktılar ve namazı bitirdikten
sonra aynı şekilde önceki uslûb üzere temkin ve vakar ile, bir karar üzere
güneş doğuncaya kadar oturdular. Ne bir yorgunluk, ne bir uykusuzluk neticesi
gevşeklik eseri hiç görülmedi.
Fakir, genç
olduğum hâlde, her saatte bir dizlerimi değiştirirdim. Çeşit çeşit yollar ve
zorlamalar ile uykumu gidermeğe çalışırdım. Mir Mezid de Hâce hazretlerinin
şerefli iltifatları bereketiyle az hareket eyledi. Uyuklama gibi hâller onda da
görülmedi. Halbuki rutubeti gâlib kimse idi. Hâce hazretleri sabaha kadar
murâkıb oturdu. Sonra sabahın sünnetine kalktı. Sabah namazını yatsının abdesti
ile kıldılar. Fakir, bu durumu Hâce hazretlerinden görünce, kendilerine
hayranlığım arttığı gibi, ihlâs ve itikadım da kuvvetlendi.
HÂCE HAZRETLERİNİN
ESHABINA, AHBABINA VE DİĞER
DERVİŞLERE
ÎSÂR VE MERHAMETLERİ
Hâce
hazretlerinin kerem ve lutfûna [ikrâm ve ihsânına] had ve nihâyet yok idi.
Kendileri daima mihnet [sıkıntı] ve meşakkatı ihtiyâr eder, eshab ve hizmet
ehlinin rahat ve huzurunu kendi nefislerinden önde ve önce tutardı.
Mir
Abdülevvel (aleyhirrahme) hazretleri Kendi Mesmuât’ında yazmışlardır:
Bir kere Hâce hazretleri bahar başlarında bir takım hizmetkâr ve mülâzımânı ile
Keş vilâyetine gittiler. O gün vakitsiz kalktı. Gece zarûri olarak dağın
eteğinde konmak icâbetti. Hizmetçiler çadır kurdular. Akşam namazından sonra
yağmur yağmaya başladı. Hâce hazretleri buyurdular: “Benim bu çadırın, temizliğinde
şübhem vardır. Ben bunda duramam. Arkadaşlarımız gelsin bunda kalsınlar”. Tamam
derece lütf gösterip, ısrarla eshab çadıra girsinler diye emrettiler. Başka
çadır getirmemişlerdir. Emr-i şerîfleri ile fukara ve ahbab çadıra girdiler. O
gece sabaha kadar yağmur yağdı, seller aktı. Sabah namazını kılınca, yârâna
[dostlara] şefkatle buyurdular: Lâyık görmedim, ben çadırda olayım da, dostlar
dışarıda yağmurda dursun. Bundan anlaşıldı ki, geceleyin: “Çadırın temizliğinde
şübhem vardır; ben burada olamam” buyurmaları ahbab ve eshabını çadırın içine
sokmak içinmiş.
Eshabından
biri anlattı: Bir defa yaz mevsimi idi ve hava çok sıcak idi. Hâce hazretleri
Teraverd denilen mezra‘larına gittiler. Beraberlerinde fukara ve eshabından bir
bölük kimseler de vardı, mezradakilerin çadırımsı bir evleri vardı. Onu Hâce
hazretleri için kurdular. Eshab Hâce hazretleri ile bir yerde bulunmaktan haya
ederlerdi. O çadır evinden başka gölge de yoktu. Hava ısımağa başlayınca, Hâce
hazretleri: “Ben ziraat için sürülen yerleri görmek istiyorum” deyip atına
binip sahraya gittiler. Güneş ısısında devamlı dolaştılar. Hava çok sıcak
olunca, derelerde, yar diplerinde, mubârek bedeni güneşte kalıp, sadece mubarek
başları gölgede olabilecek kadar gölge buldukları yerde, hava normalleşinceye
kadar oyalanıp, sonra o deriden yapılan çadır gibi eve geldiler. Bir nice gün
orada kaldılar. Hergün bu mihvâl üzere zaman geçirdiler. Neden sonra eshab
bildiler ki, Hâce hazretlerinin hava ısınınca ata binip etrafı dolaşmaktan
maksadları, eshab ve ahbabının, utanmadan, rahat olarak o evceğizde kalmaları
ve rahat etmeleri içinmiş.
BİRİNCİ MAKSAD
ÜÇÜNCÜ FASIL
HÂCE HAZRETLERİNİN İLK
SEFERLERİ VE
ZAMANININ
MEŞÂYIHINDAN
GÖRDÜKLERİ
Hâce
hazretleri buyurdular: Dayım Hâce İbrâhim (aleyhirrahme) benim ilim tahsîl
etmemi çok istedi ve bunun için çok gayret gösterdiler. Tahsîl etmek için beni
Taşkend’den Semerkand’a götürdüler ve ilim öğrenmem için çok ihtimâm ettiler.
Lâkin bu ilim işini ne zaman ciddiye alıp, tahakkuku için teşebbüs ve gayret
etseler, bende bir hastalık zuhura gelir, tahsîle mâni‘ olurdu. Nihâyet
kuvvetli hasbe hastalığına tutuldum. Dayıma, “benim öyle bir hâlim vardır ki,
ben ilim tahsîl edemeyeceğim. Ama siz beni kendi hâlime bırakmıyorsunuz. Eğer
bundan sora hâlâ ısrar eder ve zorlarsanız, ölebilirim” dedim. Dayım bu sözden
çok etkilendi ve buyurdu ki: Ben senin hâlini tam bilmiyorum. Bundan sonra seni
kendi hâline bıraktım. Hangi yola, hangi işe istersen, ona meşgul ol.
Bir defa
daha tahsîle niyet ettim. Gözüm ağrıdı ve kırk beş gün uzadı. Sonunda tahsîli
bıraktım, kurtuldum.
Buyurdular:
Bizim tahsîlimiz Misbah’dan iki yaprak kadardır, fazla değildir.
Semerkand
âlimlerinin ulularından Hâce Fadlullah Ebülleysî buyurdular: Biz Hâce
hazretlerinin bâtınlarındaki kemâlâtı anlayamayız. O kadar biliriz ki, zâhirî
ilimleri az okumuşlardır. Buna rağmen az olur ki, her gün Kadı Beydavî
tefsîrinden, cevabını veremediğimiz bir şübhe bize irad etmemiş olsun.
Mevlânâ Alî
Tûsî hazretlerine Mevlâ Alî Arrân derlerdi. Asrının âlimlerinin ulusu idi. Hâce
hazretlerine itikadı ziyâde idi. O hazretin meclis-i şerîflerine gelirdi, ama
gayet az konuşurdu. Bir gün Hâce hazretleri kendisine buyurdular ki: “Sizin
yanınızda bizim konuşmamız son derece utanmazlıktır. Siz konuşun, biz
dinleyelim”. Mevlânâ Arrân hazretleri buyurdu ki: “Bir yerde ki, mebde-i
feyyazdan vâsıtasız söz edilir, bizim konuşmamız edebsizlik olur”.
Yine Hâce
hazretleri buyurdular: Ben Taşkend’den, Mevlânâ Nizâmeddin Hâmuş (kuddise
sırruh) hazretlerini ziyâret için Semerkand’a gelmiştim. Babam, Mevlânâ hazretlerini
da‘vet için bir kimse ile haber göndermişler idi ki, ben kardeşimin kızını
onlara namzed edip, onlar için alıkoydurmuşum. Eğer şimdi gelip almazlar ise,
kardeşim bize huzursuzluk verir, diye bu hususta çok ısrar etmişlerdi. Mevlânâ
Nizâmeddin hazretleri de, babanın sözünden çıkma diye bu fakîre çok nasîhat
ettikten sonra, nihâyet buyurdular ki: Ben bilmem. Eğer ızdırab ve aczin ve Hak
yoluna meşguliyetin, kendine bir yerde karar vermiyecek, durdurmayacak derecede
ise, ve hiçbir şey ile ve hiçbir iş ile rahat ve huzurun yok ise, ma‘zursun.
Reşahât
sâhibi der ki: Hâce hazretleri bu hikâyeyi mevâlinin [ilim sâhiblerinin]
tahsîli terk nedeniyle birkaç defa anlatmışlardır.
Hâce
hazretleri ilk zamanlarında Taşkend’den Semerkand, Buhârâ ve daha başka yerlere
yolculuk ettiklerinde, Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin eshabından ve
eshabının eshabından çok ululara yetiştiler. Hâcegân’ın sâir tabakât eşrafından
da çok azîzler gördüler ve her biriyle sohbet eylediler. Nitekim bundan evvel,
hâcegân tabakatı silsilelerini anlatırken bunları bildirmiştik.
Ve yine
Horasan’a gelmeden önce, Semerkand’da Seyyid Kasım Tebrîzî hazretlerinin
mülâzemet ve sohbetleriyle müşerref oldular. Horasan’a teşrîf ettikten sonra
Seyyid Kasım hazretleri ile bir defa daha görüştüler. Bundan başka Herat’ın
büyük meşâyıhıdan diğer ulularla da görüşüp sohbetlerine devâm eylediler.
Nitekim daha sonra bu hususta temas edilecektir.
Hâce
hazretleri takrîben yirmi iki yaşlarında iken, Taşkend’den Semerkand’a gelip,
orada ikamet buyurdular. O zaman Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretleri ile
görüştüler, onun sohbetlerinde çok bulundular.
Hâce
hazretlerinin büyük eshabından bir azîz buyurdu: Bir uludan işittim. Dedi ki:
Birgün Semerkand’da Mevlânâ Nizâmeddin hazretlerinin hizmetine varıp huzurlarında
oturmuş idim. Bir ara gördüm ki, kapıdan büyük bir heybetle bir nûrlu genç
içeri girdi. Edeb ve vakarla bir müddet oturdu, sonra dışarı çıkıp gitti.
Mevlânâ hazretlerinden bu gencin kim olduğunu sordum. “Bu Hâce Ubeydullah’dır.
Çok geçmez, cihânın sultanları buna mübtelâ olur [tututulur]” buyurdular.
Hâce
hazretlerinin en evvelki eshabından Semerkand’da Serpül [Köprübaşı] diye
bilinen mahallenin sâkinlerinden Mevlânâ Derviş Muhammed Serpülî, Mevlânâ
Abdullah Serpülî hazretlerinden şöyle nakletti: Ben küçük idim. Babam Mevlânâ
Nizâmeddin hazretlerinin muhlis ve mutekıdlerinden idi. Mevlânâ hazretleri
ekseriyâ bizim evde olurlardı. Babam da mülâzemet ve hizmetlerinde bulunurdu.
Mevlânâ hazretleri çoğu zaman murakıb idiler. Birgün yine başlarını önlerine eğip
murakabe etmişler idi. Babam da yanlarında bir işle meşgul idiler. Mevlânâ bir
ara başını murakabeden kaldırıp kuvvetli bir feryâd ettiler. Babam işini
bırakıp feryadlarının sebebini sordular. Buyurdular ki: Doğu tarafında bir
şahıs zuhûr eyledi. İsmi Hâce Ubeydullah’dır. Tamam yeryüzünü tuttu. Şaşılacak
bir şey, şaşılacak bir ulu olacaktır.
Mezkûr
Abdullah Serpülî anlatır: Bir gün ben Hâce hazretlerinin ismini Mevlânâ
Nizâmeddin Hâmuş hazretlerinden işitip hâtırımda tutmuştum. Hep onun gelmesini
gözlerdim. Onların hakkında aşk şiirleri okurdum. Sultan Ebû Saîd Mirzâ’nın
devleti [hükümeti] zamanı gelince, Hâce hazretlerini Taşkend’den hicretle
Semerkand’a getirdiler. Semerkand halkından Hâce hazretlerinin mülâzemet
şerefiyle ilk müşerref olan ben oldum.
Hâce
hazretleri evâil-i hâlde Semerkand’da biraz kaldıktan sonra Buhârâ tarafına
geçip, yolda Şeyh Siraceddin Pîrmesî’nin köyüne uğramışlar. Bir hafta orada
şeyh hazretleri ile sohbet ettikten sonra Buhârâ’ya varıp Mevlânâ Hüsameddin
bin Mevlânâ Hamîdeddin Şâşî’yi görmüşler ve Hâce Alâeddin Gucdevânî (kuddise
sırruh) hazretleri ile büyük sohbetler eylemişler. Nitekim daha önce bu konu
geçmiş idi. Ondan sonra Horasan’a azîmet edip Merv yolundan Herat’a
gelmişlerdir. Ve dört yıl devamlı Herat’ta kalmışlardır. Bu zamanda Seyyid
Kasım Tebrîzî ve Şeyh Behâeddin Ömer’in (kuddise sırruhuma) sohbetlerine çok
mülâzemet [devam] eylemişler, arada sırada Şeyh Zeyneddin Hâfî’nin sohbetine de
giderlermiş.
Mezkûr
müddetten sonra Herat’tan Mevlânâ Ya‘kub-i Çerhî hazretlerine mülâzemet niyeti
ile Belh ve Şîrgan yoluyla Hisâr vilâyetine doğru yola çıkıp, Belh’de Mevlânâ
Hüsâmeddin Pârisâ sohbetine kavuşmuştur. Nitekim Mevlânâ Hüsâmeddin bahsinde
geçmiş idi. Oradan Hâce Alâeddin Attâr (kuddise sırruh) hazretlerinin kabr-i
şeriflerini ziyâret niyeti ile Çağanyân’a varıp, sonra Hülfütü’ye geldiler.
Mevlânâ Ya‘kub-i Çerhî hazretlerini orada bulup, kendilerinden biat edip tarîka
aldılar. Biraz sonra geniş olarak anlatılacaktır.
O seferde üç
ay eğlenip, yine Herat’a döndüler ve tahminen bir yıl daha Herat’ta kalıp
vaktin meşâyıhı sohbetlerine müdâvemet buyurdular. Tamam beş yıl Herat’ta
kaldıktan sonra aslî vatanlarına azimet eyleyip, Taşkend’de kaldılar. Burada
ziraatle uğraşmağa koyulup, çiftçilik ve köy işlerinde iştigal ve ihtimam
gösterdiler.
Buyurdular:
Yirmi dokuz yaşıma kadar diyâr-ı gurbette idim. Vebâ senesinden beş yıl önce
Herî’den Taşkend’e geldim. Bu veba vak‘ası 840 (m.1436) senesinde vâkı‘
olmuştur. Ondan sonra Taşkend’e vardıklarında Mevlânâ Nizâmeddin hazretleri
orada bulunuyordu. Yine eskisi gibi çok ve büyük sohbetler, tatlı hâller, güzel
zamanlar geçirdiler, aralarında garîb ve acîb hadiseler vuku‘a geldi. Nitekim
bunlardan bir parçası Mevlâna Nizâmeddin hazretleri bahsinde geçtiydi.
HÂCE HAZRETLERİNİN
SEMERKAND VE HORASAN’DA
SEYYİD
KASIM TEBRÎZÎ HAZRETLERİ İLE
SOHBETLERİ
Buyurdular:
Bütün ömrümde Seyyid Kasım Tebrîzî (kuddise sırruh) hazretlerinden ulu kimse
görmedim. Zamanın meşayıhından hangisinin sohbetine varsam, bir nisbet zâhir
olup bir keyfiyet hâsıl olurdu ki, nihâyet o keyfiyetten geçmek lâzım olurdu.
Ama Seyyid Kasım hazretlerinin sohbetinde bir keyfiyet hasıl olurdu ki, sonra o
keyfiyet elden çıkarılacak bir hâl değildi.
Buyurdular:
Ne zaman Seyyid Kasım Tebrîzî hazretlerinin şerefli huzurlarına varsam, şöyle
müşâhede ederdim ki, bütün kâinât onlar merkezmiş gibi, onların etrafında
dolaşır ve onlarda yok olup görünmez olurdu.
Buyurdular:
Seyyid Kasım hazretleri ibtidâ-i hâlde Bâver havâlisinde Hâce Behâeddin
Nakşibend (kuddise sırruh) hazretleri ile karşılaşıp sohbet eylemişlerdir.
Sonra kendilerini onların nisbet ve talikalarında tutarlardı. Bazen sohbet
esnasında şöyle anlaşılırdı ki, Seyyid hazretleri Hâcegân tarikatında olsalar
gerektir.
Buyurdular:
Seyyid hazretlerinin bir kapıcısı vardı. Ondan izinsiz hiç kimse Seyyid
hazretlerinin huzûr-i şeriflerine giremezdi. Seyyid hazretleri o kapıcıya:
“Türkistanlı bir genç gelince, ona mâni‘ olma, bırak, dilediği zaman benim
yanıma gelsin” diye tenbîh etmişti.
Buyurdu: Her
gün Seyyid hazretlerinin kapısına varırdım. Bize bu derece destûr ve izin
verilmiş iken, yine de iki üç günde bir meclislerinde bulunurdum. Seyyid
hazretlerinin eshabı taaccub ederlerdi: “Size izin verilmişken niçin hergün
sohbette bulunmazsınız? Başkalara müsâde yoktur, yoksa huzûr-i şeriflerinden
bir an ayrılmazlardı” derlerdi.
Seyyid
hazretlerinin meclis-i şerifleri o derece lezzet bahş edici idi ki, meclisine
girenin, o meclisden gidesi gelmezdi. Lakin kendileri halkı çok tutmazlar, tez
izin verip, meclis-i şeriflerinden kaldırırlardı. Hâce hazretleri buyurur: “Ama
beni hiçbir zaman meclislerinden kaldırmadılar”.
Buyurdular:
İbtidâ-i mülâzemetimde bir defa benden: Bâbu, adın nedir? Sordular. Âdetleri
idi; herkese Bâbu diye seslenirlerdi. “Ubeydullah” dedim. İsminle müsemmâ
olasın, ya‘nî isminin ma‘nâsına sâhib çıkasın inşallah, dedi. Bitti. Mevlânâ
Kadı (aleyhirrahme) Seyyid hazretlerinin sözünün şerhinde şöyle yazmışlardır:
Ya‘nî çok çalışasın ki, Hâk teâlânın kulluğunu en iyi şekilde yerine getiresin!
Reşâhat
sâhibi der ki: Bu sözün ma‘nâsında fakirin hâtırına gelen şudur: Ya‘ni senin
mürebbin ve feyiz mebdein olan isim, hakîkatta senin hakikatin o ismin
mazharıdır ve sonunda dönüşün kendisine olacak olan rabbin [terbiye edicin] o
isimdir. O isim ile isimlenmek, odur ki, sâlikin hakikati ayna olup, o ismin
bütün gerekleriyle tamamen onda tecelli etmesidir ve onun mazharından
[aynasından] mükemmel sûrette zâhir olmasıdır. Kendisi de o ismin tecellisinin
eserlerinde müstağrak [görünmez] ve müstehlek [yok] olmasıdır. Bitti.
KÂŞİFE-25: Seyyid
hazretlerinin bu sözünden maksadın ne olduğunun bilinmesi, bu tâife arasında,
Abdullah [Allahın kulu] kime derler ve evliyâullahdan Abdullah ismi ile müsemmâ
[isimlenmiş] olmağa müstehak ve lâyık olanın kimler olduğunun bilinmesine
bağlıdır: İmâm, âlim, ârif, muhakkik, Şeyh Kemâleddin Abdürrezzak Kaşanî Istılahât-üs
Sofiyye kitabında der ki: Abdullah, Hakkın kendisine bütün isimleri ile
tecelli eylediği kuldur. İsm-i a‘zam ile tahakkuk ve Hak teâlânın bütün
sıfatları ile sıfatlanmış olması itibârı ile, kullar için ondan yüksek makam ve
yüce şân olmaz. Bunun için Peygamber efendimiz (sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem) Allahu teâlânın kitâb-ı kerîminde bu isimle hassaten isimlendirildi ve
Cin sûresi on dokuzuncu âyetinde: “Allah’ın kulu, Ona yalvarmağa
(namaza) kalkınca” buyuruldu. Hakîkatta bu isim, yalnız onun için
kullanıldı. Böyle olunca, onun (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) vâris ve
tâbi‘leri olan kutublar için uygun olur, her ne kadar bütün isimleri kendinde
topladığı için mecâzen başkaları için de kullanıyorsa da, gerçeği dediğimizdir.
Büyük âriflerden biri buyurdu: Kalb, ya‘nî ârif-i billah olan kalb demektir.
Çünkü böyle olmayan kalbe, onların dilinde kalb denmez. Denirse, mecâzendir.
Nitekim denmiştir:
Tecelligâhdır
Hakkın kalb, Şeytan yuvasına hiç denir mi kalb, Sizin mecâzen kalb dediğiniz,
Değmez, köpeğin önüne verseniz.
Zirâ zâtın
ismi, ihâta bakımından bütün sıfatları kendinde toplayıcıdır. Zâtın ismine ârif
olan, bütün isimlere ârif olur. Ama tersi böyle değildir. Bunun için her ârife,
ârif-i billah denmez.
İmdi
Abdullah ismi ile müsemmâ olmak [isimlendirilmek] şu kâmil ve mükemmil velînin
hakkıdır ki, ebedî zâtın tecellisinin müşâhedesi ile tahakkuk etmiş ola. Ya‘nî
kendisine bir daha yok olmayacak zâtın tecellisi hâsıl olur. İşte bu makam
asâleten Seyyid-ül enbiyâ Muhammed Mustafa (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem)
hazretlerinindir. Niyâbeten ise, her asırda bir ferd-i kâmilin makamıdır ki,
ona ‘kutb-ül aktab’ derler. Seyyid hazretlerinin, “ismin ile müsemmâ olasın”
demesinden muradı, sûretâ Abdullah ismiyle isimlenmişsin. Bolayki [inşaallah]
hakikatta dahî o isme mazhar olur ve asrında kutb-i a‘zam ve en büyük halîfe
olursun demektir. Hâce hazretlerinin isminin küçültme takısıyla Ubeydullah
olması bu ma‘nâyı kasd etmeğe mâni‘ değildir. Bitti.
Yine Hâce
hazretleri buyurdu: Seyyidim Kasım hazretlerinin nazarı, dâima işlerin sonuna
idi. Şeyh Behâeddin Ömer hazretlerinde bu bakış ve görüş yok idi. Bir kere Şeyh
Ömer hazretlerinin huzuruna geldim. Bir bölük fakîrler zâlimlerden şikâyet
ediyorlardı. Huzurlarında çok söz geliciler oldu. Şeyh benim tarafıma bakıp:
“Gece nerede idin?” buyurdular. Maksadlarını anladım. Ya‘nî münâsebet
edinmişsin ki, böyle bir yere çıkageldin, demek istediler.
Hâce
hazretleri buyurdular: “Eğer Şeyh hazretlerinin bakışları istidada ve âkıbete
olaydı, böyle demezlerdi”.
Mevlânâ
Fethullah Tebrîzî anlatır: Ben Seyyid Kasım hazretlerine çok mülâzemet
eylerdim. Tasavvuf konularına öyle meylim ve muhabbetim vardı ki, geceleri
tasavvuf erbâbının ince mes’elelerinden birine takılır, sabaha kadar uyumazdım.
Bir kere Seyyid Kasım hazretlerinin sohbetinde otururken, Hâce Ubeydullah
hazretleri kapıdan içeri girdiler. Seyyid hazretleri tam bir ikbâl [karşılama]
ile hurmetle kendisini karşıladılar ve garîb ma‘rifetler ve şaşılacak ince
mes’elelerden konuşmağa başladılar. Ne zaman Seyyid hazretlerine gelselerdi,
Seyyid gayr-i ihtiyâri derin sırlardan bahsetmeğe başlardı. Başka zamanda vâkı‘
olmayan garîb hakikatlerden ve latîfelerden konuşulurdu.
Birgün Hâce
hazretleri meclisten kalkıp gittikten sonra Seyyid hazretleri fakîre hitab edip
buyurdular ki: Mevlânâ Fethullah! Bu tâife-i aliyyenin sözleri çok lezzetli ise
de, sadece duymakla, işitmekle iş bitmez. Eğer himmet sâhiblerinin emeli olan
seâdete kavuşmak istersen, bu Türkistanlı gencin eteğini elden bırakma! Çünkü o
zamanın acubesi ve devrânın nâdiresidir. Ondan çok işler, büyük eserler zuhûr
edecektir. Çok yakında bütün dünya onun velâyeti nûruyla aydınlanıp, eşi
bulunmaz sohbetlerinin bereketiyle ölü kalblere ebedî hayat, buz tutmuş gönüllere
aşk ve muhabbet neşesi [canlılığı] erişir.
Gene o
anlatır: Seyyid hazretleri böyle buyurdukları için, dâima Hâce hazretlerine
kavuşmak arzusunda idim. Sultan Ebû Saîd Mirzâ zamanı olup Hâce hazretleri
Taşkend’den Semerkand’a geldiklerinde, ben çoğu zaman hizmet ve
mülâzemetlerinde bulundum. Ve doğrusu, Seyyid hazretlerinin buyurduklarından
kat kat yüksek hâllerini müşâhede eyledim.
Reşahât
sâhibi der ki: Hâce hazretlerinin Seyyid hakkında: “Nazarları halkın istidadına
ve işlerin sonuna idi” buyurdukları bu nakilden de zâhir oldu. Yine bu ma‘nâyı
teyid eder sözlerinden biri de, bundan önce Hâce hazretlerinin zenginliği ve
mal sâhibi olması hakkında buyurduklarıdır. Ona şöyle buyurmuşlardı: “Bu hoş
olmayanlar nasıl benim örtülerim ise, en kısa zamanda, dünya da senin örtün
olur”.
Hâce
hazretleri yine buyurdular: Seyyid Kasım hazretlerinin sohbetinde, birkaç
müridden başka tenkîdi mûcib bir şey yok idi. Halkın Seyyid hazretlerine dil
uzatmaları da, o birkaç haddini bilmeyen zavallının yüzündendi. Hazreti Seyyidin
bu duruma ses çıkarmamalarının iki sebebi vardı: Biri şudur ki, Seyyid
hazretleri kaza ve kader sırrına muttali‘ olup, onların bu şekilde sâbit
olduklarını ve kendi yanlarından ayrılmağa mecâllerinin olmadığını
biliyorlardı. Diğeri ise şöyledir: Meyve bahçesini, hırsızlar ve hayvanlar
girmesin diye, duvarı üzerine dikenlerler. Bunlar da kendilerinde bulunan
hâlleri korumak ve mazhar oldukları esrarı ve kerâmâtı ağyarın nazarından
saklamak ve korumak için, bu gibi kimseleri etrafında bulundurup perde edinmiş
olsalar gerektir.
Buyurdular:
Bir gün Seyyid hazretlerinin huzurunda oturuyordum. Müridlerinden Pîr Keyl
dedikleri bir şahıs vardı. Tasavvuf erbabının yüksek ma‘rifetlerini ve ince
hakikatlerini avam insanların yanında pervâsızca anlatır, sırları ifşada ileri
giderdi. Birden kapıdan içeri girdi. Gözü Seyyid hazretlerine alır almaz rengi
değişti. Türlü türlü şekillere girmeğe başladı. Seyyid hazretlerinin ta‘zîm,
tevkîr ve muhabbeti kalbinde çok kuvvetli olduğundan, her adımda başını bir
kere yere koyardı. Seyyid Kasım hazretleri buyururlardı ki, dervişler hangi
tarik ile meşgul iseler, onun üzerine olun. Gayret edin ki, ortada
kalmayasınız. Pir Keyl nasıl adım adım ilerlediyse, yine geri aynı vaziyette
çıkıp gittikten sonra, Seyyid hazretleri buyurdular ki: “Ne yapayım! Onun
istidadına, bu yaptığımdan başka şey sığmaz. Ben ona yapabileceğimin kemâlini
gösterdim. Zirâ her şeyin kemâli noksanından iyidir.”
Buyurdular:
Bir gün Seyyid Kasım hazretleri bu fakire hitaben buyurdular: Bâbu! Meârif ve
hakaikin bu zamanda ne için az zâhir olduğunun sebebini bilir misin? Şunun için
az zâhir olur ki, asıl iş bâtının [kalbin] tasfiyesindedir
[parlatılmasındadır]. Tasfiye de halâl lokmasız olmaz. Bu zamanda halâl lokma
az olduğundan, saf bâtın da kalmamıştır ki, ondan ilâhî sırlar zâhir olsun.
Yine bu
takrîble buyurdular: Elim iş tuttuğu müddetçe, başlık dikerdim ve onunla
geçinirdim. Felç olup, elim iş görmez olunca, baba ve dedelerimden miras kalmış
bir kitabhânem vardı; onu sattım. Ticâret için sermaye ettim. Şimdi onunla
geçiniyorum.
Seyyid
hazretlerinin yemek husûsunda ihtiyatları bu derece iken, insanlar onu başka
tanımışlardı.
Buyurdular:
Seyyid hazretleri gayet yüksek himmetli idiler. Kendinin adamları ve
mülâzimleri çalışıp kazanan kimselerdi. Çalışıp her ne kazansalar ve elde
etseler, kerem ve mürüvvetleri icabı hepsi harcanırdı. Şefkat ve merhametleri
çok ziyâde idi. Bir yerde bir ilim talebesinin veya herhangi bir kimsenin hasta
olduğunu işitseler, çok üzülür ve onu yoklamağa mülâzimlerinden birini gönderir
ve bir mikdar harçlık ile hâlini sorup öğrenmek isterlerdi.
Yine Hâce
hazretleri buyurdular: Semerkand’da Hasbe hastalığına tutuldum. Biraz iyileşip,
sıhhat alâmetleri görülmüştü. Mevlânâ Kutbuddin Sadr Medresesi’nde
bulunuyordum. Baktım, Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretleri gelip: “Müjde
vereyim; Seyyid Kasım hazretleri sizi iyâdete [geçmiş olsun] geliyor” dediler.
O zaman, kalkıp onları karşılayacak gücüm, kuvvetim yoktu. Mevlânâ Sadeddin’e
dedim ki: Seyyid hazretlerini siz karşılayınız. Çünkü şu anda onların huzuruna
gidip istikbâl edecek gücüm yoktur. Birkaç gün sonra kendimde biraz daha kuvvet
buldum. Seyyid hazretleri Ebûlleys hânekâhı kapısında bulunan hamama
gelmişlerdi. Ben de oraya gittim. Bir saat sonra hazreti Seyyid hamamdan dışarı
çıktılar ve taht-ı revâna girdiler. O taht-ı revânı dört kişi taşıyordu. Her
nasılsa bu dört kişiden biri ortaklıkta yoktu. Bir ayağı ben yüklendim. Öyle
ağır geldi ki, iki büklüm oldum. Az kaldı, burnum yere değip taht elimden
düşecek. O anda gönlüme güzel bir düşünce getirdim. O düşünce, cem‘iyyet ve
huzuruma sebeb olduğu gibi, kuvvetimin de yerine gelmesini sağladı. Kendimde
tamam kudret buldum. Öyle ki, taht-ı revânı Emîr Şâh Melik Medresesi’ne kadar
ilettim. Ondan sonra Seyyidin müridleri bana dediler ki, İşte şimdi insan
sürüsüne girdin. Çünkü emânet yükünün taşıyısıcısı oldun. Sözü bitti.
Reşahât
sâhibi (aleyhirrahme) der ki: Kendini güzel düşüncelerle mesrûr etmelidir,
buyurduklarının ma‘nâsında hâtırıma şöyle geliyor: Düşünmekte olan kişi bilsin
ki, nefs-ül emirde [hakîkatta] kendisi iyi ve tam bir cisimdir. Hak sübhânehü
ve teâlânın isim ve sıfatlarına mazhar ve nihâyetsiz fiil ve eserlerine masdar
olmuştur. Ve kendisinden zâhir olan her sıfat ve fiil, aslında başka yerdendir.
İşte böylece kula lâzımdır ki, dâima kendisini bu düşüncelerle neş’eli eylesin.
Beyt:
Yâr
düşüncesiyle kalbi sen de neş’eli eyle, Sığmayıp kendine gül gibi, yakanı çak
eyle.
Buyurdular:
Seyyid Kasım hazretleri derlerdi ki, mevâli kısmından sofiyye meşrebinde iki
kişi gördüm: Biri Mevlânâ Cânî Rûmî, diğeri de Mevlânâ Nâsıreddin Buhârî idi.
Seyyid
hazretleri ilk zamanlarında meczûb ve mecnûnlara çok mülâzemet ederdi.
Buyurdular ki: Rum’da [Anadolu’da] idim. İnsanlardan bu memlekete mezcûb ve
mecnûnlardan kim vardır, diye sordum. Filân yerde kuvvetli hâl sâhibi bir
meczûb var dediler. Görür görmez Mevlânâ Cânî olduğunu bildim. Çünkü Tebriz’de
bizimle beraberdi, ilim tahsîl ederdi. Ona Türk dili ile dedim ki: Mevlânâ Cânî
mini tanır mısın? Tanırım, Mevlânâ Seyyid’sin, dedi. Sana ne hâl oldu, dedim. “Ben
de senin gibi avere idim. Her şey beni dâima bir tarafa çekerdi. Sonra bir gün
bir şey göründü ve beni benden çaldı” dedi ve sonra Anadolu Türkçesi ile:
“Dinlendim, dinlendim” buyurdu.
Hâce
hazretleri buyurdu: Ne zaman Seyyid hazretleri bu hikâyeyi anlatsalar,
gözlerinden yaşlar akardı. Buradan anlaşılmış oldu ki, o meczubun sözleri
kalbine çok tesir eylemişti.
Buyurdular:
Seyyid hazretleri anlattılar: Sebzevâr şehrinde bir meczûb var idi. Onu görmeğe
gittim. Hâtırımdan geçti ki, Bâbâ Mahmûd Tûsî mi, yoksa bu mu, daha ziyâde hâl
sâhibidir. Hemen bana dönüp dedi ki: “O kadar su döktüm, o kadar su döktüm ki,
Bâbâ Mahmûd’u sel aldı”.
Reşahât
sâhibi der ki: Babam bazı azîzlerden anlatırdı: Seyyid Kasım (kuddise sırruh)
hazretleri, Mîr Divâne diye tanınmış olan ve mezarı o diyarda bilinen bu
Sebzevâr’lı meczûbla görüştüklerinde hatırlarından, bu meczub mu, yoksa Bâbâ
Mahmud mu kuvvetli hâl sâhibidir, diye geçmiş. O anda meczûb, Hâce
hazretlerinin Seyyid hazretlerinden nakl ettiği sözü söyledikten sonra tekrâr
buyurmuşlar ki: Bâbâ Mahmud benim okluğumdaki oklardan biridir. Bir zaman sonra
Seyyid hazretleri Tûs’â varıp Bâbâ Mahmûd Tûsî’yi ziyaret etmişler. Mîr
Divâne’nin Bâbâ Mahmûd benim okluğumdaki oklardan biridir sözünü hâtırlamışlar
ve o anda Baba Mahmûd başını yün örtüsünden çıkardı ve: “Kanatsız ve demirsiz”
dedi.
Yine Hâce
hazretleri buyurdular: Bir gece, büyük bir ana caddede durduğumu ve bu caddeden
her tarafa incecik yollar ayrıldığını gördüm. Ve yine gördüm ki, Şeyh Zeyneddin
Hâfi bir yolun başında durmuşlar. Beni tuttular ve dediler ki: Resûlullah
(sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem): “Sema‘ ehlullahın ehlidir” buyurdu. Sonra
işâret edip: “Gel seni bu yoldan kendi köyüme götüreyim” dedi. Benim gönlüm, o
ana caddeyi bırakıp, bir başka yolda gitmeği çekmedi. Birden gördüm ki, Seyyid
Kasım (kuddise sırruh) hazretleri bir beyaz ata binmiş oldukları hâlde o ana
caddeden yanıma geldiler ve bana: “Bu cadde şehre gider. Gel seni alayım ve
şehre götüreyim” dediler ve beni atının terkisine alıp o ana caddeden devâm
ettiler.
Bazı
büyüklerden duydum: Seyyid hazretleri bazı ma‘rifet şiarlı şiirlerinde bu
husûsa işâret etmişlerdir.
Beyt:
Ben büyük şehirdenim,
senin köyünden değil,
Bütün cihân halkıyla dostum, bunu böyle bil.
HAZRETİ HÂCE’NİN ŞEYH
BEHÂEDDİN
ÖMER’LE
SOHBETLERİ
Hâce
hazretleri buyurdular: Horasan meşâyıhından bana Şeyh Behâeddin Ömer’in
(kuddise sırruh) tavrı hoş gelirdi. Çoğu zamanlar oturur, kendine gelenlerle
hâle, zamana uygun muâmele ederlerdi. Hiçbir şekilde kendilerini halktan üstün
tutmazlardı. Ama şu kadar var idi ki, bazen tarîkatlerine riâyetle çile ihtiyâr
ederlerdi.
Buyurdular:
Herî’de kaldığım beş yıl içinde, bazen haftada iki üç defa şeyh hazretlerinin
sohbetine varırdım. Onların sohbetinden pek fâidem olmazdı. Ancak kendi
nisbetimi Şeyh hazretlerinin sohbetinde daha aydınlık bulurdum.
Mîr
Abdülevvel hazretleri kendi Mesmuât’ında yazmışlardır: Hâce hazretleri
buyurdular ki: Herî’de iken bir defâ rüyâda gördüm ki, Şeyh Zeyneddîn Hafî’ye
âid bir evden geçiyordum. Onların eshabı ve müridleri: “Gel, burada ol” deyip
beni o evde olmağa çağırdılar. İçim orada olmak istemedi. Geçip gittim. Sonra
temiz ve aydınlık bir yere geldim. Bana ma‘lûm oldu ki, burası Şeyh Behâeddin
Ömer hazretlerinindir. Gördüm ki, su ile dolu gayet temiz ve berrak bir havuz, ayrıca
gayet geniş bir meydan var, ve Şeyh Ömer hazretleri havuzun kenarında
oturmuşlar ve cum‘a namazı kılmak isterler. Orası bana pek güzel geldi. Sonra
uyandım. Şeyh Behâeddin Ömer hazretlerine meylim arttı. Hizmet-i şerîflerine
daha çok mülâzemet [devam] eder oldum.
Buyurdular:
Hâce Behâeddin Nakşibend silsilesinden çok ulular görmüş idim. Şeyh Zeyneddîn
Hâfî tarîkası bana o kadar görünmedi, ama Şeyh Behâeddin Ömer tarîkası gayet
güzel göründü. Sabahdan akşama kadar otururlardı. Kim gelse, ona münâsib sohbet
ederlerdi. Bazen çileye dahî girerlerdi. Bitti.
Hâce
hazretleri buyurdular: Bir kere Şeyh Behâeddin Ömer’in menziline [evine]
gidiyordum. Yolum evvelâ Şeyh Zeyneddîn’in menziline giden yol başına geldi.
Kendimi bütün nisbetlerden boşalttım ve yularımı salıverdim. Şeyh Zeyneddîn
menziline gitmeğe içimden bir meyil kopmadı, kalbim Şeyh Behâeddin Ömer evinin
tarafına çekildi.
Yine
buyurdular: Bir gün Şeyh Zeyneddîn’in evine gitmiştim. Şeyh hazretlerinin
istiğrakları [kendinden geçmiş hâlleri] var idi. Şeyh hazretlerinin halîfesi
olduğunu söyleyen Mevlânâ Mahmûd Hısarî, Şeyh’in eshabından bir takım
kimselerle hâzır oldular. Şöyle anladım ki, Şeyh’in kitablarından birini
Şeyh’den okumak isterlerdi. Şeyh’i murâkabeden kaldırmak için, ayaklarını yere
vurdular, olmadı, öksürdüler. Velhâsıl ders vakti geçecek diye çok uygunsuz
hareketler yaptılar. Şeyh kendine gelmedi. Sonunda, bu böyle olmaz, en iyisi
Şeyh’in bâtınına meşgul olalım da kendine gelsin dediler ve hepsi oturup
kalbden şeyhe müteveccih oldular. Şeyh kendine gelip buyurdular ki: Ders
okumağa mı geldiniz? Geliniz. Sonra Şeyh’le eshabı oturup ifâde ve istifâde ile
meşgul oldular. Hâce hazretleri bu hikâyeyi anlattıktan sonra buyurdular ki:
Mevlânâ Mahmûd’un ve sâir eshabının bu edebsizliği benim hiç hoşuma gitmedi.
Zirâ bir azîzi istiğrak âleminden ders okumak için alıkoymağa çalıştılar.
Buyurdular:
Bir takım kimseler hâtırını bir kimseye havale etmekle o kimseyi dövmenin bir
farkı yoktur. Bu bakımdan Şeyh Zeyneddîn’in evine az giderdim.
Buyurdular:
Bir gün Şeyh Zeyneddîn hazretleri, Mevlânâ Mahmûd Hisârî’ye ve Derviş
Abdurrahîm Rûmî’ye irşâda icâzet verip her birini kendi vilâyetlerine
gönderdiler. Ben o mecliste hâzır idim.
Reşahât
sâhibi der ki: Bazı ileri gelenler Hâce hazretlerinden nakl ettiler: Bir gün
Şeyh Behâeddin Ömer hazretlerine vardım. Âdetleri üzere: “Şehirde ne haberler
var?” dediler. İki türlü haber var, dedim. Bu iki türlü haberler nedir,
dediler. Dedim ki, Şeyh Zeyneddin ve eshabı “Heme ez ûst” ya‘nî her şey
Ondandır ve Seyyid Kasım ve etba‘ı “Heme ust”, her şey Odur derler, siz
ne dersiniz? Buyurdular ki: Şeyh Zeyneddîn tarafındakiler doğru derler. Sonra
Şeyh Zeyneddîn kavlini takviyede delil getirmeğe başladılar. Dinledim. Gördüm
ki, getirdiği bütün deliller, Seyyid Kasım ve etba‘ının sözünü
kuvvetlendiriyorlardı. Dedim ki, sizin Zeyneddînleri takviye için getirdiğiniz
delillerin hepsi Seyyid Kasım kavlini kuvvetlendirmektedir. Şeyh yine kuvvetli
delil getirmeğe başladı. Gördüm ki, yine Seyyid Kasım kavlini ve etba‘ı kavlini
takviye eder. O zaman anladım ki, muradları şudur ki, her ne kadar bâtın
bakımından Seyyid Kasım ve etba‘ı kavline mutekıd olmak icâbetse de, zâhir
bakımından kendini Şeyh Zeyneddînîler itikadında göstermek gerektir.
Yine Hâce
hazretleri buyurdular: Şeyh Behâeddin Ömer hazretlerini çok oğardım. Yeter
demezlerdi. Ben de vaz geçmezdim. Şeyh hazretlerinin bir adam uykuya varıp
pineklemesi gibi bir çeşît istiğrakları vardı. Zaman zaman kendine geldikçe:
“Demek ki sizin vilâyetin âdeti budur” derdi. Ben de evet, derdim. Şeyh
hazretleri de: “Güzel yerdir, oraya gitmeli” derdi.
Yine
buyurdular, Şeyh Behâeddin Ömer hazretlerine çok mülâzemet ederdim. “Şeyhzâde,
gel arkamı oğ” derlerdi. Ben de mubârek arkalarını oğardım.
Bazen
ayaklarından ediklerini çekerdim. Onların ayakları sargısı kokusundan güzel bir
koku hiçbir yerde bulmazdım.
HÂCE HAZRETLERİNİN
MEVLÂNÂ YA‘KUB-İ ÇERHÎ
HAZRETLERİ İLE
GÖRÜŞMELERİ
Hâce
hazretleri buyurdular: Herî’ye ilk hareketimde Kırk Kızlar’a geldiğimde,
yakışıklı güzel kıyafetli bir tüccâr gördüm. Kervansarayın kapısında
oturuyordu. Öyle sezdim ki, Hâcegân (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) tarîkatiyle
meşguldür. Bu tarîkı hangi azîzden gördünüz, diye sordum. Pazarcılar usûlü
üzere hemen dedi ki: Hülfûtü’de Hâce Behâeddin Nakşibend hulefasından Mevlânâ
Ya‘kub-i Çerhî isminde bir azîz vardır. Bu nisbet bize onlardan erişmiştir. Ve
Mevlânâ Ya‘kub-i Çerhî hazretlerinin fedail ve şemâilini beyân edip, çok çok
medh eyledi. O kimseden Ya‘kub-i Çerhî hakkında bu kadar sitayişli sözler, medh
edici ve gönül çekici ifâdeler dinleyince, hemen oradan dönüp, Mevlânâ Ya‘kub-i
Çerhî hazretlerinin hizmet ve huzuruna varmak istedim. Sonra Herî’ye gittim.
Orada dört sene kalmak mukadder imiş. Şeyh Behâeddin Ömer hazretleri bizi orada
eğlemekte ihtimâm üzere idiler.
Dört sene
sonra Hülfütü’ye doğru yola çıktım. Çağanyân vilâyetine vâsıl olduğumda, daha
önce hastalık çektiğim için ve yirmi gün ateşli bir hastalığın etkisiyle zaif
ve dermansız düştüğümden, oradan hemen çıkıp gidemedim. Orada bir zaman kaldım.
O civârda bazı kimseler, Mevlânâ Ya‘kub hazretlerini çok gıybet ederlerdi.
Hastalığım esnasında, bu sevmediğim lüzûmsuz, hattâ zararlı sözleri
işittiğimden, Mevlânâ ile görüşmek arzusunda büyük bir gevşeme oldu. Nihâyet
kendime dedim ki, Bu kadar uzun mesafe kat‘ edip geldiğine göre, onlarla
görüşmemen ma‘kul değildir.
Kalkıp
Mevlânâ hazretlerini görmeğe gittim. Çok iltifat ettiler. Benimle her hususta
sohbet ettiler. Bir başka gün yine huzur-ı şerîflerine vardım. Aşırı derecede
kızıp, büyük huşunet ve sertlik gösterdiler. Hâtırıma, Mevlânâ’nın böyle
kızmalarının sebebi, ona karşı isteğimi gevşeten, o gıybet ve dedikodu sözleri
dinlemem oldu, diye geldi. Gerçi bunu onlar izhâr etmediler, lâkin dediler ki:
“Bir kimsenin geldiğini iki aydan önce görmemek kolay mıdır?” [Ya‘nî iki aydır
neredesiniz? Gözümüz yolda kaldı].
Hâce
hazretleri buyurdu: Bende yakîn hâsıl oldu ki, Mevlânâ hazretlerinin
kızmalarının sebebi gıybet sözleri işitmekle, onlarla sohbette vâkı‘ olan
gevşeklik ve önemsememezlik idi. Bir saat sonra lutûf yollu davranmağa başladılar,
nihâyetsiz iltifât ve inâyet gösterdiler. Ve kendilerinin Hâce Behâeddin
Nakşibend (kuddise sırruh) hazretleriyle nasıl buluştuklarını anlattılar. Sonra
ellerini uzatıp: “Gel beri, bîat eyle!” dediler. Mevlânâ hazretlerinin
alınlarında baras hastalığına benzer, tabîatın nefretini mûcib bir beyazlık
gördüğümden, onlara bîate gönlüm yanaşmadı. Mevlânâ hazretleri, içimden geçen
bu olumsuzluğu sezip, hemen ellerini geri çektiler ve hal‘ ve lebs [sıyrılma ve
bürünme] yoluyla kendi sûretlerini değiştirip, öyle bir güzel ve çekici sûrete
büründüler ki, ihtiyârım elimden gitti. Nerede ise gayr-i ihtiyâri Mevlânâ
hazretlerine sarılasım geldi.
Mevlânâ
hazretleri yine mubârek ellerini uzatıp buyurdular: Hâce Behâeddin Nakşibend
(kaddesallahü teâlâ sırreh) hazretleri benim elimi eline alıp buyurmuşlardı ki:
“Senin elin benim elimdir. Senin elini tutan, benim elimi tutmuştur. Bu el,
Hâce Behâeddin’in elidir, tutun!” Hemen Mevlânâ Ya‘kub hazretlerinin mubârek
ellerini tuttum. Mevlânâ hazretleri Hâcegân (kaddesallahü teâlâ ervahahüm)
tarîkındeki ûsûl üzere, bana Nefy ü isbâtı [Lâ ilâhe illallah zikrini] ta‘lîm
eylediler. Ona bu tâife-i aliyye dilinde vukuf-i adedî derler.
Ondan sonra
buyurdular ki, Hâce Büzürk [Büyük Üstâd] Hâce Behâeddin Nakşibend
hazretlerinden bana ulaşan budur. Eğer siz tâlibleri cezbe yoluyla terbiye
eylerseniz, bu sizin bileceğiniz iştir.
Şöyle
anlatırlar: Mevlânâ Ya‘kub-i Çerhî hazretlerinin bazı eshabı kendilerine
sormuşlar ki, bir tâlibe daha şimdi tarikat ta‘lîm ettiniz, arkasından onu muhayyer
kılıp [serbest bırakıp], eğer siz cezbe ile terbiye ederseniz, siz bilirsiniz
dediniz, bu doğru mudur? Mevlânâ hazretleri cevabında buyurmuş ki: Tâlib böyle
olmalı. Bütün işlerini hazır edip mürşid huzuruna gelmeli. İstediği her kudret
kendisinde bulunup sâdece bir icâzet, izin için gelmeli.
Mevlânâ
Nûreddin Abdurrahman Câmî (kuddise sırruh) Nefehat-ül Üns kitabında
yazar: İşittiğimize göre, Mevlânâ Ya‘kub (kuddise sırruh) hazretleri
buyurmuşlar ki: Bir tâlib bir azîzin sohbetine gelince, Hâce Ubeydullah gibi
gelmelidir ki, kandilini hazırlamış, yağını koymuş, fitilini düzeltmiş olup,
sadece bir ateşe değdirip yanması kalmış olmalıdır.
Hâce
hazretleri buyurdular: Mevlânâ Ya‘kub (kuddise sırruh) insafı gözetip
buyurdular ki: Hâce Behâeddin Nakşibend (kuddise sırruh) hazretlerinden bize
erişen tarîk [yol] zikirdir [nefy ü isbât zikridir]. Eğer bir kimse cezbe
yoluyla terbiye edebiliyorsa, güzeldir, terbiye etmek gerektir.
Yine Hâce
hazretleri buyurdular ki: Mevlânâ Ya‘kub-ı Çerhî hazretlerinden (kuddise
sırruh) icâzet istediğim zaman, Hâcegân (kaddesallahü teâlâ ervahahüm)
tarîkalarının hepsini beyân eylediler. Râbıta tarîkını izaha başladıklarında,
buyurdular ki, bu tarîkayı [râbıta etme usûlunu] ta‘lîmden çekinmeyesin,
istidadlı taliblere eriştiresin.
İKİNCİ MAKSAD
Bazı
hakaik, mearif, dekaik, letâif, hikâye, mesel, rivâyât ve ahval beyânındadır.
Meclislerinde Hâce hazretlerinden bizzât işitilmiştir. Bu maksadda üç fasıl
vardır:
Birinci
fasıl: Âyetler, hadisler ve evliyânın sözlerinde olan izâh ve beyânları.
İkinci
fasıl: Mütekaddimîn ve muteahhirîn meşayıhından naklettikleri hikâyat,
hakaik ve dekaik.
Üçüncü
fasıl: Sohbetleri esnâsında çeşitli mevzularda
söyledikleri
emsâli nâdir olan sözleri.
BİRİNCİ FASIL
Âyet-i
kerîme, hadîs-i şerîf
ve evliyânın sözleri hakkındaki beyânlarındadır:
1- Âyet-i
kerîmeler hakkında: On
altı reşha olarak bildirilecektir
REŞHA-169: Elhamdü
lillahi rabb-il-‘âlemîn ma‘nâsında buyurdular: Hamd için başlangıç
ve son vardır. Hamdin başlangıcı, kulun kendisine verilen ni‘met mukabelesinde
hamd etmesidir. Zirâ kul, bilir ki, hamd ni‘meti artırır. Hamdin sonu
odur ki, Hak sübhânehü ve teâlâ meselâ kula bir kuvvet vermiştir ki, o kuvvet
ile kulluk hakkını yerine getirir. Namaz, oruç, hac, zekât ve benzerlerini
yapmak gibi. Kul da, Hak sübhânehü ve teâlânın rızasına sebeb olan bunlar ve
benzeri kulluk vazîfelerini ni‘met mukabilinde hamd ile ifâ eder. Hattâ
deriz ki; hamdin nihâyeti odur ki, kulun kendi mazharında Hak sübhânehü ve
teâlânın hâmid [hamd edici] olduğunu, başkası olmadığını bilmesidir. Kulluğun
kemâli burada odur ki, kendinin yokluğunu anlasın ve zât, sıfât ve eüalden asla
kendinin bir şeyi olmadığını bilsin ve kendini Hak sübhânehü ve teâlânın
sıfatlarının mazharı kıldığını düşünüp, bu düşünce ile mesrûr etmesidir.
REŞHA-170: “Kullarımdan
şükr edenler azdır!” Âyet-i kerîmesinin ma‘nâsında
buyurdular: Hakîkatta şükür, ni‘mette mün‘imi [ni‘met
sâhibini] müşâhede etmektir. Buyurdular ki: İmâm-ı Gazalî (rahmetullahi aleyh)
buyuruyor ki, ni‘met ile lezzetlenmek şükre ters düşmez; Onda lezzet
almak vusûle sebebdir, niyyeti ile olursa!
REŞHA-171: “Bizi
zikretmekten [anmaktan] yüz çeviren ve dünyâ hayatından başka bir şey
isteyen kimselere yüz verme!” Âyetinin ma‘nâsında buyurdular: Bu
âyette iki ma‘nâ vardır: Biri âyetin zâhirinden anlaşılan ma‘nâdır.
Ya‘nî: Bizim zikrimizden yüz çevirinden sen de yüzünü çevir. Onlar inkâr
ehli, gaflet ehlidirler. Diğer ma‘nâsı ise şudur: Bir tâife vardır ki,
mezkûru müşâhedede kemâl mertebe [tamamen] müstağrak ve müstehlek
olduklarından, zikr ile nitelenmek onlardan kalkmıştır. Faraza eğer onlara zikr
teklîf olunsa, zikir onları mezkürü şuhuddan alıkoyar. Risâletpenâh (sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem) mezkurü şühudda müstağrak olup zikirden yüz çevirmiş
olan bir tâifeye zikir teklîf etmemekle memur oldu.
REŞHA-172: Âyet-i
kerîmede “Sâdıklarla beraber olun” [9-19] buyuruldu. Sâdıklar ile
olmanın iki ma‘nâsı vardır: Biri zâhiren sâdıklar ile olmaktır. Bu, o zaman
olur ki, sıdk ehli ile mücâleset ve musahabeti kendine lâzım görür ve bu
sebeble onlarla devamlı sohbet ve mücâlesetle kalbi onların ahlâkları ile nurlu
sıfatları ile münevver olur. Biri de ma‘nen sâdıklarla beraber olmaktır. Bu o
zaman el verir ki, kalb yoluyla bir tâifeye rabt kalb edesin. Onlar vasıta
olmağa müstehak olup, hilâfet davası ettiklerinde sâdık olurlar. Sohbeti de,
dâimâ sûrî meclisinde bulunma ve açık göz ile onları görme ma‘nâsında
almayasın. Belki şöyle alasın ki, onunla sana dâimi sohbet hâsıl olup suretten
ma‘nâya geçesin. Böylece vâsıtaya dâima kalb gözüyle nâzır ve sırrın ile
meclisinde hazır olasın. Bu bildirilenlere devamlı riâyet ve ihtimam edersen,
onun sırrının senin sırrın ile bir münâsebeti ve birliği olur. İşte böylece
onda hâsıl olan maksûd-i aslî, senin hakîkatinde de hâsıl olmuş olur.
REŞHA-173: Yine bu
âyet-i kerîmenin ma‘nâsında buyurdular: İmtisâli [uyulması] vâcib olan bu
emirden anlaşılan odur ki, kalbi, sâdıklardan birine bağlamak vâcibdir.
Sâdıklar ise, mâsiva diye adlandırılan şeyler onların basîreti [kalb] gözünden
örtülmüş olanlardır. İnsanın hakîkatinin kendisiyle süslenmesiyle hakîkate
eriştiği şey, Cenâb-ı Hakka devam üzere doğru teveccühden başka bir şey
değildir.
REŞHA-174: Yine bu
âyet-i kerîmenin ma‘nâsında buyurdular:
Beyt:
Âşıklar ile yâr olup, et aşkı ihtiyâr,
Her kim ki, âşık olmaya, olma anınla yâr.
Nazm:
Olsa üstâdı adamın nahvi,
Eyler ol fende adamı mâhir,
Üstâdın fenni olsa mahv ü fenâ, Sende de
mahv ü fenâ olur zâhir.
İnsan oğluna
beraber oturduğundan tamam mertebe müteessir olmak [etkilenmek] istidadı
bulunduğundan, bu emr ile memur olmuşlardır. Ve gerçekten başka hangi amel
vardır ki, Hak teâlâ tarafından hâsıl olan cezbeden kuvvetli olsun, hatta
onunla eşit olsun! “Hakkın cezbelerinden bir cezbe insanların ve cinlerin
ameli ağırlığındadır” bunun şerefini teyid etmektedir. Ve bu
da ancak bu tâife-i aliyyenin sohbet-i şerîfelerinin bereketiyle elverir.
REŞHA-175: Lâ ilâhe
illallah sözünün ma‘nâsında buyurdular: Bazı ulular, Lâ ilâhe illallah zikrine,
umûmî, zikir demişlerdir ve lafzatullah [Allah kelimesinin] zikrine
husûsî zikir demişlerdir. Hû zikrine ise husûsînin husûsisi zikri
demişlerdir. Halbuki Lâ ilâhe ilallah zikrine hâs-ül- hâs [husûsînin
husûsîsi] demek mümkündür. Zirâ Hak sübhânehü ve teâlânın tecellilerine nihâyet
yoktur ve surette asla tekrar tasavvur olunmaz. O hâlde her anda bir sıfatı
nefy edip, diğer bir sıfatı isbât eyler. Buradan da lazım gelir ki, sonsuza dek
nefy ü isbattan kurtulmak yoktur.
REŞHA-176: Lâ ilâhe
illallah hakkında buyurdular: ALLAH, zâtın ismidir. İLÂHE zât
ile sıfât için kullanılan ulûhiyetten ibârettir. Buna göre bazılarınca Lâ
ilâhe ilallah’ın ma‘nâsı şöyle olur: Lâ ilâhe: sıfatları câmi‘
[toplayıcı] ilâh yoktur. İLLALLAH, ancak cümleden muarra [münezzeh] olan
zât-ı baht vardır.
Hâce
hazretleri buyurdular ki: Bu ma‘nâyı kendiliği [nefsi] ile dolu olan kimselerin
[biraz dikkat edip] uzak görmemesi gerektir. Çünkü kalbin ağyardan, boşalması
zamanında, insanın sırrının şuhûdu Hakdan başkası değildir ve bu keyfiyet Hâce
Abdülhâlık silsilesinin mübtedilerine bile müyesserdir. Anlayan anladı.
Mısra‘:
İki kere seslendim,
köyde olan duymuştur.
Ve yine bu
hususta buyurdular ki, Hâce Behâeddin tarîkının mübtedilerine daha ilk adımda
Gayb-i Hüviyyet mertebesinden bir şey tattırılır.
REŞHA-177: “Sen
Allah de, onları bırak” [7-91] âyetinin ma‘nâsında buyurdular: Sıfatları
bırak, zât-ı teâlâya müteveccih ol, demektir.
REŞHA-178: “Ey
îman edenler...” ma‘nâsında buyurdular: Ukudun [akıdlerin, verilen
sözlerin] tekrârına işarettir. Ya‘nî bu tâifeye göre îman, Hak teâlâya akd-i
kalb etmekten ibârettir. Bu akdin tekrarını emr eylemiştir. O kadar çalışın ki,
bu vasfın sizin olmadığını bilesiniz demektir.
REŞHA-179: “İnsanlardan
kimi kendine zulm eder, kimi ortadadır, kimi de, Allahın izniyle hayırlarda öne
geçmek için yarışır. İşte büyük fazîlet budur” [35-32]
âyetinin ma‘nâsında buyurdular: Mümkündür “İnsanlardan kimi kendine
zulmeder” kelâmı, kendi nefislerine zulmetmiş bir tâifeye işârettir. Ya’nî
nefislerinin istediği lezzet ve şehvetleri vermeyip, herhâlde nefse muhalif
olup, mevhibeyi kabûle müsteid ve müsaid hâle gelirler. Buna göre bu grup ehli,
ortada olanlardan önce olurlar ve ortada olanlar, hayırda yarışır olandan önce
olurlar.
_______ “ _ _ _ _____________________
REŞHA-180: Gerçek şudur
ki, kafir olanları -azab ile- korkutsan da, korkutmasan da, onlar için birdir,
îmân etmezler”[2-6] âyet-i kerîmesi hakkında buyurdular: Belki bu âyet
insanoğlundan, müheymûn melâikesi kalbi üzere olanlara işârettir. Müheymûn,
meleklerden bir tâife olup zâtın şuhudunda gayet müstağrak olduklarından, Hak
teâlânın zâtından başka şeyin var olduğundan haberleri yoktur. Bu taifedeki
insanların da hiçbir şeyden haberleri olmayınca, hiçbir şeye îman ve tasdikleri
de yoktur. O hâlde ‘îman etmezler’ kelâmı, o uluları anlatmış olur.
REŞHA-181: “Bugün
hükümrânlık kimindir? Kahhâr olan tek Allah’ındır” [40-16] âyet-i kerîmesinin
ma‘nâsında buyurdular: Mülk [meliklikten, hükümrânlıktan] murad, belki de
sâlikin gönlünün melikliğidir. Ya‘nî Hak sübhânehü ve teâlâ bir kalbe ehadiyyet
kahrı ile tecelli ederse, o gönülde kendinden başkasının nişanını bırakmaz.
Ondan sonra (hükümrânlık kimindir) sadasını o kalbe bırakır. O
memlekette kendinden başkasını görmeyince, yine kendisi cevabını verip der ki: Kahhâr
olan tek Allah’ındır. Sübhânî, mâ a‘zame şânî, enel-hak ve iki dünyada
benden başkası var mı? Ve benzeri sözler hep bu makamdan nişân verirler.
REŞHA-182: “Ey
insanlar! Allaha muhtâc olan sizsiniz” [35-15] âyet-i kerîmesinin
ma‘nâsında buyurdular: Âdem oğlu Hak teâlâya muhtâcdır. Çünkü Allahu teâlâ
kadîm olan ezelî ilmi ile bildi ki, Âdem oğlu beşer olduğu için su, ekmek ve
diğer dünyevî sebeblere muhtac olacaktır. Bu sebebden kendinin kayyumluk
cemâlini eşya mezâhirinden zâhir kıldı ki, Âdem oğlu her neye muhtac olursa,
hakîkatta Hak teâlâya muhtac olmuş ola, kayyumluğu bakımından teâlâ şanühü.
REŞHA-183: Birgün
mecliste bulunanlara çok sitemli ve dokunaklı konuştular. O esnada dediler ki:
Boş yere sokaklarda dolaşırsınız. Bir iş işleyin ki, halk sizden fâidelensin.
Nasıl yapabilirseniz yapın, kendinizi fânî edin ve çalışın ki, kesrette şuhud-i
ehadiyyeti ele geçirirsiniz.
İnnâ a‘taynâ
kel-kevser [Biz sana Kevser’i verdik] âyet-i kerîmesini şöyle tefsîr
ettiler: Ya‘nî sana kesrette ehadiyyet müşâhedesini verdik.
REŞHA-184: “O her an
yaratma hâlindedir” [55-29] ma‘nâsında çok sözler söylediler. Meselâ
dediler ki, fenâdan sonra bekanın iki ma‘nâsı vardır. Biri sâlikin şuhûd-i zâtî
ile mütehakkık olup ve o müşahedede tamam kuvvet bulup, istiğrak ve gaybetten
şuur ve huzura geldikten sonra fiilî isimlerin tecellilerine mazhar olması ve
kevnî isimlerin eserlerini kendinde mevcûd bulması ve o isimlerden her birinin
arasını temyîz etmesi ve her isimden husûsî haz almasıdır. Bir diğer ma‘nâsı da
şudur ki, her anda ve zamanın her cüzünde, bölünmeyen cüzde kendinde zâtın
isimleri eserlerinden bir eser bula ki, onun hâricte mezâhiri [zuhûr yeri]
olmaya ve an be an bu çeşitli ve ayrı renklerdeki eserleri kendi kalbinde
müşâhede eyleye ve eserlerin farklılığı sebebiyle zamanlardan daha kısa bir
zamanda her birinin arasını temyîz edip ayıra. Bu gayet nâdir ve yüksektir.
Velâyet-i hassa erbabından insanların ekmel efradına, nâdiren hâsıl olur.
Beyt:
Her
dem bu bağdan bir meyve yetişir, Tazeden de daha taze yetişir.
HADİS-İ ŞERİFLER:
Sekiz reşha hâlinde bildirilirler:
REŞHA-185: “Kanaat
tükenmeyen bir hazînedir” hadîs-i şerifinin ma‘nâsında buyurdular: Kanaat,
bize göre, bir kimse çiy arpa ekmeği bulunca, pismiş arpa ekmeği arzu
etmeyendir. Ondan da, namaz kılarken, elini ayağını hareket ettirecek kadar
yemelidir.
Buyurdular:
Bir kişi her zaman yaşadığı [yediği, içtiği, giydiği] gibi yaşamalıdır. Yemekte,
giymekte bir şeye kanâat etmelidir ki, ondan aşağısı olmaya. Çok kere mubârek
avuçlarını açıp buyururlardı ki: Bir adama, aç olduğu zaman, bir avuç pirinç
veya bir avuç un yeter. Böyle yapan dinlenir.
Buyurdular:
Bir kimse su ve şenlikten eser olmayan bir çöle düşse ve hiçbir yerden yemek
gelmek ümidi bulunmasa ve o kimsenin yemekten yana hiç telâş ve gailesi olmasa,
içinden de hiç yalvarma kopmasa, o kimseye kanaatin hakîkatı hâsıl olmuştur
denebilir.
REŞHA-186: “Kibirliye
kibirli olmak sadakadır” hadîs-i şerifinde buyurdular: Tekebbür
[kibirlenmek] iki türlüdür. Biri mezmum [kötü], diğeri mahmuddur [iyidir].
Zemmedilen [kötülenen] tekebbür, Allahu teâlânın kullarına büyüklenmek,
böbürlenmek olup, onlara hakaret nazarıyla [aşağılayıcı gözle] bakmak ve
kendini onlardardan yüksek ve iyi görmektir. Beğenilen tekebbür ise, Hak
teâlâdan başkasına iltifât etmemek, büyük bilmemektir. Şöyle ki, Hakdan gayri
her şey senin nazarında hakir ve kıymetsiz olmaktır. Böylece alâka ve iltifât
[yüzünü onlara çevirme] onlardan kesilmektir. Bu tekebbür asıldır ve fenâ
mertebesine kavuşturur.
REŞHA-187: Buyurdular:
Hadîs-i şerifde: “Beni Hûd sûresi kocalttı” geldi. Böyle buyurmalarının
sebebi, Hûd sûresinde, istikametle emr olunmak bildirildiği içindir. Nitekim
Hak teâlâ: “O hâlde emr olunduğun gibi istikamet üzere ol!” buyurdu.
İstikamet ise gayet zor bir iştir. Çünkü istikamet, bütün işlerinde, her
hâlinde, her ahlâkında ve her sözünde hep orta hâl üzere bulunmaktır. Öyle ki,
her bir işinde zarûret derecesini taşmamalıdır. İfrat ve tefrît taraflarından
masun ve mahfuz bulunmaktır. Bu esas mühim olduğundan; “İş istikamettir.
Kerâmet ve hârik- ul âdelerin zuhuruna itibâr olunmaz” demişlerdir.
REŞHA-188: “Bugün
Ebû Bekr’in kapısı hâric bütün kapılar kapansın” hadîs-i şerifi hakkında
buyurdular. Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerinin namaz
kıldıkları mescidlerinde birçok kapılar vardı. Peygamber Efendimiz (sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem) son hastalıklarında o kapıların kapanmasını, sadece Ebû
Bekr-i Sıddîk’ın (radıyallahü anh) kapısının açık kalmasını emir buyurdular. O
günden sonra kendi evinden doğruca mescide açılan Sıddîk-ı Ekber’in evinin
kapısından başka kapı kalmadı. Ve Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem): “Bugün Ebû Bekr’in kapısı hâric bütün kapılar kapanır”
buyurdular. Bu hususta çok sözler söylenmiştir. Esası şudur ki, Sıddîk-i Ekber
hazretlerinin Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerine kemâl
mertebede muhabbet nisbetleri [sevgi bağları] sâbit idi. O hazret (aleyhissalatü
vesselâm) bu hadîste o ma‘nâya işâret buyurdular ki, bütün yollar ve nisbetler,
muhabbet nisbeti yanında kapalıdır. Ve maksada kavuşturucu olan nisbet
hubbîdir, başka değildir. Hak sübhânehü ve teâlâ ile kul arasında vâsıta olmağa
lâyık olan bir devlet [seâdet, yüce makam] sâhibine râbıta, bu hubbî nisbetten
ibârettir. Sıddîk-i Ekber hazretlerine mensûb olan Hâcegân (kaddesallahü teâlâ
ervahahüm) tarîkatı, işte bu hubbî nisbet yerindedir.
Mezkûr
azîzlerin hakîkatta tarîkaları bu hubbî nisbeti gözetip zâyi‘ etmemektir. Bir
başka zaman yine bu nisbet-i hubbînin elde edilmesinin luzûmu münâsebeti ile şu
beyitleri okudular:
Cânib-i ma‘şuka, gel, gönül evinden kapı
aç, Tâ o kapıdan cemâli yârı seyrân edesin, Vuslat odur kim gönülden dilbere
bir yol bulup, Cânı, her dem gül yüzünü seyr ile handan edesin.
REŞHA-189: Buyurdular:
Tarîka ulularından bazısı: “Allahu teâlâ ile öyle vakitlerim oluyor ki...”
hadîs-i şerîfinin ma‘nâsında buyurmuş ki: Onun vakti bu vakitleri içine alır.
Ya’nî vakti, devamlı vakit ile tefsîr etmişlerdir. O zaman ma‘nâ şöyle olur:
Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerinin sırrının Hak
sübhânehü ve teâlâ ile devamlı ittisal ve irtibatı var idi ki, o oraya hiçbir
şey giremezdi. Amma kalb diye isimlendirdikleri müdrike kuvvetlerine her şey
sığmazdı. Bunlar ister dünya, ister düşmanlarla harb, ister hanımları ile
muaşeret veya başka şeyler olsun hepsi aynıdır. Bazılar vakti, azîz, nâdir
vakit ma‘nâsında almışlardır. Buyurdular ki: Hâce Alâeddin Gucdevânî hazretleri
ikinci kavle yakın idiler. Derlerdi ki: Kâmillere dahi bu hâl nadir olarak
vâkı‘ olur.
REŞHA-190: Buyurdular:
Mi‘rac gecesi hadisinde geldi ki, Cebrâil aleyhisselâm Resûlullah (sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerine arkadaşlık etmekten geri kalınca “Bir parmak
boyu kadar daha yaklaşırsam, yanarım” dedi. Hakîkat sâhibi âlimler
bu hadisin ma‘nâsında demişlerdir ki: Cebrâil aleyhisselâmın buyurduklarının
ma‘nâsı budur ki, zât ile birlikte sıfatlarda olan kendi makamımdan bir parmak
ucu kadar daha yaklaşırsam, elbette yanardım. Ya‘nî ben kalmazdım; bir başka
hakîkatla kaim olurdum.
REŞHA-191: “Rabbim beni
en güzel edeble edeblendirdi” hadîs-i şerifinin ma‘nâsında buyurdular:
Ya‘nî, bana hazreti mahbuba münâsib hâle sebeb olan en güzel sıfat ve ahlâk-ı
hamîdenin hepsini muhtevî bir keyfiyet vermekle edeblenmem de ihsân eyledi.
Tevhîd dâiresinin merkezi olan muhabbet saltanatının satvetinde mahbubun râzı
olmadığı şeylerden ondan kaldırılmayan bir şey kalmamıştır. Hazreti mahbubun
muradlarının bütün inceliklerine muttali‘ olmuştur.
Beyt:
Kurb
makamında üstâd aşktır elbet ey yâr, Her ne kim mühim ola, eyler anı sana
iş‘âr.
REŞHA-192: Buyurdular:
Emîr-ül müminin Alî (kerremallahü vecheh) hazretleri buyurdular ki: “Önümden
perde açılsa, yakînim daha artmaz”. Lev:eğer kelimesinin ma‘nâsı, hazreti
Alî’nin (radıyallahü teâlâ anh) kasd ettiği şekilde hiç kimsenin hâtırına
gelmemiştir. O ma‘nâ budur ki: Yakîn her zaman artmaktadır. Zira perdenin
kalkması hiçbir zaman mümkün değildir. Hakîkata kavuşmuş âlimlere göre zât-ı ilâhî,
olduğu gibi hiçbir zaman zâhir olmaz. Ancak sıfatların perdeleri arkasından
görünür. Mâdem ki, o hakîkat dâima perde arkasındadır ve gizlidir, perdenin
açılması hiçbir zaman mümkün olmaz. Böylece yakîn de dâima artmakta olur.
Evliyâ
sözlerinde buyurdukları: Bunda
sekiz reşha vardır:
REŞHA-193: “Allahu
teâlâ ile sohbet edin [beraber olun], bunu yapamazsanız, Allahu teâlâ ile
sohbet edenle sohbet edin” sözü hakkında buyurdular ki, buradaki sohbetten
murad, sohbetin gereklerinden olan huzûr ve âgâhîdir. Çünkü sohbet edenlerin
biribirinden haberdâr olması lâzımdır. İnsan hakkında olan îcad teveccühünde: “Onu
iki elimle yarattım” vârid olmuştur. Ya‘nî birbirine mukabil evsaf ile
demektir. Burada iki elden murad, birbirine mütekabil olan celâl ve cemâl
sıfatlarıdır. Bütün sıfatlardan onda hisse var demektir. Sıfatlarından biri de
zâtî huzûrdur. Zirâ Hak sübhânehü ve teâlâ ezelî ve ebedî olarak kendi zâtıyla
hâzırdır. İşte insanda zâhir olan huzûr ve âgâhi de, o denizden damla ve o
güneşten zerredir. Belki mezâhir duvarına düşüp, nûruyla münevver eden zatî
huzûr güneşinin şuasıdır. Âdem oğlunun kemâli ancak şudur ki, kendi hâlini
inceleyip, anlamalı ki, kendisinde hâsıl olan huzûr veya başkası kendinin
değildir; Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerinindir, kendinin onda hiç hakkı
yoktur. Ve Herî Pîri Şeyh-ul İslâm Abdullah Ensârî (kuddise sırruh)
hazretlerinin buyurduğu: “Tahkîk [inceleme, araştırma] refîkını [arkadaşını,
sohbet ettiğini] bilmektir”, bu ma‘nâya işârettir.
Bazı
âlimlerin buyurdukları: “Bir sıddîk Allahu teâlâya milyon sene ikbâlden sonra,
bir an i‘raz etse [ondan yüz çevirse] kaybettiği kazandığından çoktur” sözünün
ma‘nâsında buyurdular ki: Bu tâife-i aliyye bir makama erişirler ki, her
nefeste bütün geçmişteki kazandıkları kadar kemâlât kazanırlar.
Hikâye: Meşhûr bir hikâyedir.
Anlatırlar: Bir zaman bu tâifeden bazısını, zındıklardır, halkı doğru yoldan
saptırırlar, eğer onları öldürürseniz, o bozuk mezheb âlemde kalmaz, sizde çok
büyük sevablara nâil olursunuz diye pâdişaha gammazlamışlar. O tâifeyi pâdişahın
divânına getirdiklerinde, pâdişah hepsinin öldürülmesini emr etti. Cellâd
birisini ileri çekip, katl etmek isteyince, bir başkası acele ile koşup siyâset
[ölüm] meydanına geldi ve beni öldür, diye rica etti. Cellâd onu öldürmek
istediği gibi, bir başkası ileri atılıp, o da, onu bırak, önce beni öldür,
dedi. Cellâd bu adamların bu hâline şaşıp: “Siz ne biçim adamlarsınız, kendi
ölümünüze susamışsız ve ölmek için birbirinizle yarış edersiniz” demiş.
Cevâbında demişler ki: Biz îsâr ehliyiz. Bir makama erişmişiz ki, her nefeste
bütün ömrümüzde kazandığımız kemâlât kadar kemâlât kazanırız. Onun için her
birimiz, kendi hayatımızı, yoldaşımıza îsâr ederiz ki, birkaç nefes alıp
verinceye kadar arkadaşlarımız kemâlât kazansınlar. Bu söz halîfenin [pâdişahın]
kulağına erişince, uyanmış ve buyurmuş ki: Şerîatin hâkimi bunların hâllerini
incelesin. hâlleri incelenip araştırıldıkça, bunların kemâlâtı ortaya çıkmış.
Bunun üzerine demişler ki: Eğer bu tâife zındîk olacak olursa, dünyada sıddîk
yok demektir. Sonra halîfe onlardan özür dilemiş ve izzet ü ikrâm ile
salıvermiş.
Hâce
hazretleri buyurdular ki: Bu hikâyenin temsîli şudur: Bir kimsenin yüz altın
sermayesi olur. Onunla ticârete başlar ve bu adam öyle çalışsa ve gayret etse
ki, sermayesi yüz bin altın olsa, sermâye bu rakama vardıktan sonra, kârı,
kazancı da, elbette sermâyesine göre olur. İşte o zaman böyle büyük bir
meblağın faydası, nice yüz evvelki sermâyesi kadar olur. Ama eğer ticâretten
feragat ederse, kaçırdığı fâide ve kazanç, kavuştuğundan ziyâde olur. Buna
göre, kaybettiği kazandığından çok olmuş olur, sözü tam yerini bulmuş olur.
REŞHA-194: Ulular
demişler: “Hak teâlâdan bir göz yumup açıncaya kadar gafil olan, ömrü boyunca
onu telâfi edemez”. Buyurdular ki, bunun ma‘nâsı kaçırılan zamanın tedâriki
olmaz demektir.
REŞHA-195: Bazı
ârifler buyurmuşlar ki: “Hâl sâhibleri ahvâlden berîdirler”. Bunun ma‘nâsında
buyurdular ki, istiğrak ve istihlâk terakkîye sebeb olmaz. Zirâ muhakkaktır ki,
terakkî amellerle olur. İstiğrak ve istihlâk ise, aslında amelden kalmaktır.
Belki istiğrak ve istihlâk âhıret ahkâmındandır. Fakat bir yolla bu dünyada
zâhir olmuştur. Eğer dünyâda zâhir olmasaydı, âhırette kemâl üzere zâhir
olurdu. İşte bu sebebdendir ki, hâl sâhibleri ahvâlden teberri etmişlerdir.
REŞHA-196: Buyurdular:
Hâce Muhammed Pârisâ (kuddise sırruh) yazmışlardır ki, “Zikrin hakîkati zâtıyla
zâtına tecellisinden ibârettir, kulun gözünde söyleyenin isim olması
bakımından”. Buyurdular: Bu makamda çok zaman zikre devâm edip tâlibin kalbinde
devamlı uyanıklık hâsıl olmayınca, bu ma‘nâ ele geçmez. Eğer bu mertebeyi elde
ettikten sonra bir hamle daha eder de, bu nisbeti kendinden selb edebilirse
[giderebilirse] bu Hak teâlâ hazretlerinin husûsî bir inâyetidir. Ondan sonra
şu beyti okudular:
Merdâne
mestâne bir hamle ettim,
İlimden
geçtim ben ma‘lûma erdim.
REŞHA-197: Bazı
ulular demişler ki: (Kullara, kendini tanıyamamazlıktan başka bir yol
bırakmayan Allahu teâlâ her ayıbdan, her noksandan münezzehdir). Buyurdular:
Tanıyamamak. (Allah’dan başka hiç kimse Allah’ı tanıyamaz) sözünün ma‘nâsının
sâlikçe bilinmesidir. Ya‘nî tanımak, insan denen terkibî varlığın iktizasından
değildir. Belki insan bir aynadır ki, Hak sübhânehü ve teâlânın ilmî sûreti ona
aks etmiştir. Bazıları zannetmişler ki, tanıyamamak cehildir, bilmemektir.
Hayır, bu söz bâtıldır. [Bilmekle tanımayı ayıramayanların sözüdür].
REŞHA-198: Buyurdular:
Şeyh Ebû Bekr-i Vâsıtî (kuddise sırruh) demiştir ki, (Eğer başkasıyla kaim
isen, cem‘ ve tefrikasız fânisin). Cem‘ burada amelde tevfîk [kolaylık]
müşâhedesinden kinâyedir. Tefrîka ise, kendi vasfıyla ubudiyyetini [kulluğunu]
edâ etmekten ibârettir. Bu sözü duyup zevk alan kurtuldu ve ağyar tefrikasından
kurtuldu.
REŞHA-199: Buyurdular:
Ulular (cem‘ ve cem‘-ül cem‘) ma‘nâsında demişlerdir ki: Cem‘, onunki onun, seninki
senin olmaktır. Cem‘ül cem‘ ise onunki de senin olmaktır. Buyurdular ki,
Mevlânâ Celâleddin Rûmî hazretlerinin Mesnevî’sindeki şu beyt cem‘-ül cem‘
mertebesini bildirmektedir:
Eğer dersen ki biz neyiz
cihanda,
Bir elif gibiyiz, bir şey yok onda.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar