Print Friendly and PDF

Reşahât ayn-ül Hayât 4

Bunlarada Bakarsınız

 

BİRİNCİ MAKSAD

İKİNCİ FASIL

Bu fasıl Hâce Hazretlerinin dünyâya gelişlerini çocuklarını ve şemâilini bildirir:

Hâce hazretleri 806 (m.1404) Ramazan-ı şerîf ayında dünyâya geldi. Hâce hazretlerinin amca oğullarından bazı azîzler anlatır: Hâce hazretleri doğduktan sonra, anneleri nifâstan temizlenip gusl etmeyince meme emmemişlerdir. Hâce hazretleri buyurdular: Bir yaşıma girdiğimde başımı traş etmek istemişlerdi. Bunun için bir ziyâfet tertîb edip yemekler hazırlamışlardı. İşte tam bu cem‘iyyet esnâsında Emîr Timur’un ölüm haberi duyuldu. Halka bir ızdırap düştü ki, hâzır pişmiş yemeğe mecalleri olmayıp, kazanları boşalttılar ve dağlara firâr ettiler.

Reşahât sâhibi der ki: O zamanda Hâce hazretlerinin azîz babaları Bâğıstân’da bulunuyorlardı. İşte tâ o zamandan rüşd ve seâdet-i Yezdanî’nin eserleri temiz alınlarında vâzih ve peydâ, kabûl ve inâyet-i Sübhânî’nin nûrları parlak sîmâlarında zâhir ve hüveyda idi. Kalblerin o kadar sevgilisi idiler ki, mubârek yüzlerine kimin gözü alsa, gayr-i ihtiyâri ona dua ve senâ ederlerdi.

Beyt:

Yıldız, gamzeni görmüş hüsnüne senâ eyler, Melek, yüzünü görmüş sana hep dua eyler.

Yine Reşahât sahibi der ki: Hâce hazretlerine, daha üç dört yaşlarında iken fıtrî olarak Cenâb-ı Hakka huzûr ve âgâhîlik nisbeti hâsıl olmuş idi. Kendileri buyururlardı: Çocukluk zamanında mektebe gider gelirdim. Ama benim gönlüm Hak sübhânehü ile hâzır ve âgâh idi. Ve o zaman ben bütün insanları hep böyledir sanırdım. O sıralarda bir kış mevsiminde sahrada ayağım çamura battı. Başmağım [pabucum, ayakkabılarım] ayağımdan çıkıp çamurda kaldı. Hava gayet soğuk idi. Ayakkabımı çamurdan çıkarmakla uğraştım. Ayakkabımı çıkarıp ayağıma giyince, bana bir gaflet ârız oldu ve ben âgâhîlik nisbetinden kaldım. Hemen uyanıp kendime levm ettim [ayıbladım]. O kadar müteessir oldum ki, beni bir ağlamaktır aldı. O sırada bir çiftçi oğlan çift sürerdi. Kendime levm edip dedim ki, bu çiftçi çift sürmek gibi zahmetli bir işle meşgul iken yine de Cenâb-ı Hak’dan gafil olmuyor da, sen bu kadarcık bir meşgale ile Hak’dan gâfil oldun. Ben zannederdim ki, herkes, herhalde bu nisbette bulunmaktadır.

Buyurdular: Ben şer‘an bülûğ mertebesine erişmeyince, halkın gafleti var olduğunu bilmezdim. Hâce hazretlerinin eshabının büyüklerinden olan ve zikri üçüncü maksadda gelecek olan Mevlânâ Cafer (kuddise sırruh) derdi ki, Hâce hazretleri buyurdular: Ben on iki yaşında idim ve Benî Âdem’den, Hak sübhânehü ve teâlâdan gafil kimse var olduğunu bilmezdim. Sanırdım ki, Hak sübhânehü ve teâlâ, halkı kendinden âgâh olmak üzere halk eylemiştir. Ondan sonra anladım ki, âgâhlık Hak teâlâ tarafından, bazı kullarına mahsûs bir inâyettir ve bu keyfiyet bazılarına sayısız riyâzet ve mücâhedelerle müyesser olur, hatta bazılarına, bununla beraber de nasîb olmaz.

Hâce hazretlerinin amcazâdesi Hâce İshak anlatır: Çocukluk hâli gereğince, küçük yaşta iken, ben ve diğer çocuklar, Hâce hazretlerini her ne kadar oyun ve eğlence ile meşgul etmek istesek, yapamazdık. O yaşta kendini öyle gösterirdi ki, bizim gibi o da oynayacak sanırdık. Biz oyuna başladığımız gibi, o imtina eder, kendi hâlinde olurdu. Onlardan hep ismet [hatasızlık] ma‘nâsı görünürdü.

Hâce hazretleri buyurdular: Çocuk idim. Rüyâdâ gördüm ki, Şeyh Ebû Bekir Kaffâl Şâşî hazretlerinin mezarı eşiğinde Îsâ aleyhisselâm dururlardı. Ben varıp mubârek ayaklarına kapandım. Başımı yerden kaldırıp buyurdular: Gam yeme! Ben seni terbiye edeceğim. Bu cevâbın ta‘bîri, benim hâtırıma bir şekilde gelmiş idi. Sonra rüyâmı bazı dostlarıma anlattım. Onlar tıb ile ta‘bîr eylediler. Ya‘nî sana bâtınî ilimden bir nasîb olacaktır dediler. Bense böyle bir ta‘bîre râzı değil idim. Onlara dedim ki: Sizin ta‘bîriniz benim muradım üzere değildir. Ben bir başka şekilde ta‘bîr eylemişim. O da şöyledir: Hazreti Îsâ aleyhisselâm ölüleri diriltmeğe mazhar olmuşlardır. Evliyâullahdan ihyâ [ölüyü diriltme] sıfatıyla kim sıfatlanırsa, filân velî, bu zamanda Îsâ meşreblidir derler. Mâdem ki o Hazret bu fakîrin

terbiyesini üslendiler, ölü kalblerin ihyâsı [diriltilmesi] sıfatı bize verilse gerektir.

Buyurdular: Az bir zaman sonra, arz edilen rüyanın ta‘bîri gereğince, Hak sübhânehü ve teâlâ bana öyle bir kuvvet ve hâlet ihsân etti ki, o ma‘nâ ortaya çıktı ve bizim vâsıta olmaklığımızla gaflet darlığı ve karanlığından huzûr ve şuhûd fezâsına erişti.

Yine Hâce hazretleri buyurdular: Mebâdi-i hâlde vâkı‘ada [rüyâda] gördüm ki, Risâletpenâh (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) eshabından ve diğerlerinden büyük bir toplulukla gayet yüksek bir dağın dibinde dururlar. Birden fakîre işâret edip: “Gel, beni götür, bu dağın başına çıkar” buyurdular. Ben de o hazreti omuzuma alıp dağın tepesine çıkardım. O hazret (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) çok memnun oldular ve buyurdular: “Ben, sende bu kuvvet var iken, bu işin senin elinden geleceğini biliyordum. Lâkin başkalarının da bilmesi için bu işi sana teklîf eyledim.”

Yine buyurdular: Mebâdi-i hâlde Hâce Behâeddin Nakşibend (kaddesallahü teâlâ sırreh) hazretlerini vâkı‘amda gördüm. Gelip kalbimi tasarruf eylediler. Öyle ki, ayaklarımda mecâl kalmadı da yıkılır gibi oldum. Sonra yola girip yürüdüler. Ben de gücüm yettiği kadar gayret edip Hâce’nin ardından yetiştim. Hâce hazretleri yüzünü geri döndürüp: “Mubârek olsun!” dediler.

Yine buyurdular: Bu rüyadan sonra Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerini vâkı‘amda gördüm. Onlar da beni tasarruf etmek istediler, lâkin muvaffak olamadılar.

Buyurdular: Uluğ Bey Mirzâ’nın kapısında bir çavuş vardı ki, bazan halkın siyâseti [öldürülmesi] gerekirse siyâseti, döğülmesi lâzım gelirse dövülme işi ona verilirdi. Birgün o çavuş Taşkend’e haber göndermiş ki, şeyhzâdelerimiz Erden’de toplansınlar, onları görmeğe geleceğim. Herkes toplandı, hepsi on yedi kişi idi. Hâce hazretleri der ki, ben hepsinden küçük idim. Bir zaman sonra o adam geldi. Kiminle musafaha ve muânaka ettiyse, onda bir hâl hasıl oldu, yere düşüp yuvarlanmağa başladı. Musafaha [el tutuşma] sırası bize gelince, bende de bir keyfiyet hâsıl oldu. Ama çabucak sıçradım, ona yapıştım, düşmedim. Benim sıçramam ve bu çocukluğum onun hoşuna gitti, hayret etti. Ve ben yaş bakımından hepsinden küçük iken, beni hepsinin üst yanına geçirip, sohbette hep bana müteveccih oldu. Bu esnada hatırımdan geçti ki, bu kimse bu derece tasarruf sâhibi ve kalblere hükmedebilirken, yaptığı işle, bunun hâli nasıl bağdaşır. O anda içimden geçeni anladı ve buyurdu ki, ben Hâce Attâr hazretlerinin müridi idim. Uzun zaman onların sohbetine devâm ettim. Kalb derslerime riâyet ettim. Ama hiçbir şekilde feth [kalb açılması] ele geçmedi. Sonunda kalbimin derdini Hâce hazretlerine arz eyledim. Buyurdu ki, sultanlar kapısında bir vazîfe almalısın. O yolla senin mazlumlara yardımın ulaşır. Ondan sonra bana bu işi işâret buyurdular. Ve Mirzâ Uluğ Bey âmirlerinden Saîd’e bir pusula ile beni gönderdiler ve bana vasiyet eylediler ki, dâima Müslümanların işlerini görmeğe ve miskin ve fakîrlere yardımcı olmağa çok çalışasın. Bir müslümanın bir önemli işi olur da, onu yapıp bitirmek senin elinden gelemezse, hiç olmazsa onun için üzülüp, onun ızdırap ve derdi ile yat uyu. Umulur ki, bu iş, senin kalbinin fethine sebeb olur. Ondan sonra Hâce hazretlerinin emriyle buyurdukları işle meşgul oldum. O esnada bana öyle büyük bir fetih elverdi ki, bütün bağlı, düğümlü işlerim açıldı.

Ve yine Hâce hazretleri buyurdular: Evâil-i hâlde [ilk zamanlarımda] içimde bir niyâzmendî [ihtiyâc, muhtaclık, eziklik] kopmuştu ki, köle ve hür, beyaz ve siyah, küçük ve büyük, hizmetçi ve efendi demez, her kime rastlasam, ayağına yüz sürüp tazarru ve niyâz [yalvarma ve yakarma] ile ondan gönül yardımı isterdim.

Buyurdular: İlk zamanlar babamın Keles’de tarlası var idi. Bir kere bir taşralı Türk ile bana ürün gönderdi. Bunu anbarda saklamamı söyledi. Türk ürünü getirdiği gibi, ben ürünün zabtıyla meşgul oldum. O Türk çuvallarını aldı, döndü kendi işine gitti. Aklıma gelince, baktım o Türk çoktan gitmişti. Hangi tarafa gittiğinden de, iz, eser yok idi. İçimde bir sıkıntı peyda oldu ki, sen ne için ondan niyâz ve tazarru edip himmet istemedin, bu adamı elden kaçırdın. Bu hatamdan öyle bir üzüntü hâsıl oldu ki, ürünü tamam anbara koymadan bırakıp adamın ardına düştüm. Şehrin yarı yolunda ona yetiştim. Tam bir niyâz ve tazarru ile önünü alıp yalvardım ki, beni hâtırınızın köşesinden çıkarmayın ve benim hâlime bir inâyet nazarı buyururuz. Umulur ki, sizin himmetiniz bereketiyle Hak sübhânehû ve teâlâ beni esirgeyip bağlanmış işlerim açılır. O taşralı Türk benim hâlime mütehayyır ve müteaccib olup dedi ki, galiba siz Türk meşâyıhının sözüyle iş yaparsınız. Türk meşayıhı: “Her gördüğünü Hızır bil, her geceyi kadir bil” buyurmuşlardır. Yoksa ben çölden gelmiş zavallı, hâsılatsız bir Türk’üm. Elimi yüzümü dahi zorla silerim. Senin istediğin ma‘nâdan benim ne haberim olur ki! Sonunda çok yalvarmamdan o Türkte bir keyfiyet peyda oldu da gayr-i ihtiyâri iki ellerini duaya kaldırıp bana hayır dua eyledi ve ben onun duasından kalbimde çok açılmalar müşâhede eyledim.

Buyurdular: Çocukluk zamanımda vahime kuvvetim [hayal gücüm, korkum] gâlib idi. Yalnız başına evden dışarı çıkamazdım. Bir gece bana bir hâl oldu. Bu hâl içimde öyle kuvvetlendi ki, sabrım ve kararım kalmayıp gayr-i ihtiyari evden dışarı çıktım. Şeyh Ebû Bekir Kaffâl hazretlerinin kabrine gitmek istedim. Mezara gelip, bir saat Şeyh hazretlerinin kabrine karşı oturdum. Hâtırıma hiç korku gelmedi. Oradan Şeyh Havend Tahûr hazretlerinin kabrini ziyâret etmek arzusuyla oraya geldim. Hiç korkmadım. Oradan Şeyh İbrâhim Kimyâger mezarına gittim. Oradan Şeyh Zeyneddin Küy-i Ârifân mezarına vardım. Bu yerlerin hiç birinde korku ve dehşete kapılmadım. Sonra ismi geçen azîzlerin rûhaniyyeti yardımı ile o küçük yaşta, ne kadar heybetli mezar ve garîb yerler var ise, giderdim ve korkmazdım.

Buyurdular: İlk zamanlarımda hâllerin galib geldiği günlerde, geceleri Taşkend’in kabirlerini dolaşırdım ve mezarlar birbirinden gayet uzak idi. Bazen bir gecede hepsini ziyâret ederdim. O zaman ancak bülûğ çağına erişmiş idim. Yakınlarım benim gece dolaştığımdan endişe etmişler ki, Allah korusun, başına istenmeyen bir olay gelmesin, yahud bu çocuk akılsızca bir iş yapmasın düşünmüşler. Bir süt kardeşim vardı. Onu benim peşime takmışlar ve benim ne işlerle meşgul olduğumu araştırmasını söylemişler. Bir gece Şeyh Havend Tahûr mezârında kabri şerîfleri karşısında oturmuştum. O kardeşliğim çıka geldi. Ve yanıma gelir gelmez, elini benim omuzuma koyup titremeğe başladı. Sana ne oldu, dedim. Gözüme garîb şeyler göründü, az kalsın helâk olacaktım, dedi. Onu getirip eve ulaştırdım. Yakın akrabalarıma: “Ona sakın su-i zan etmeyin, onun tarafından gönlünüzü hoş tutun ki o bir başka hâle düşmüş. Böyle karanlık bir gecede on kişi bir arada o heybetli mezara [türbeye] giremezken, o yalnız başına gitmiş, Şeyh Havend Tahûr hazretlerinin kabri karşısında oturur hâlde buldum”. Bu hikâyeyi dinledikten sonra akrabam bildiler ki, benim bir başka tutkunluğum vardır. Artık benim hakkımda bir başka ihtimâl düşünmez oldular.

Buyurdu: İlk zamanlarımda bir sabah erken vakitte Şeyh Ebû Bekîr Kaffâl mezarına varıp oturmuştum. Bu türbe öyle heybetli ve korkulu idi ki, gündüz onun içine girip oturmağa korkarlardı. Ve Taşkend’de bir hasedci, bahîl bir adam vardı. Bizi tamamen inkâr eder ve bize karşı hep inadcı idi. Dâima bize bir sıkıntı vermek için fırsat gözetirdi. O sabah bizi gözetmekte imiş. Ben gidip türbede oturunca ve başımı eğip bir zaman murakabe ile meşgul olunca, birden saklandığı yerden, beni korkutmak için fırladı ve bağırarak, acâib sesler çıkararak koşup üzerime geldi. Bende onun na‘ra ve saldırmasından korkacak bir hâl yoktu. Veya onun heybeti ve hareketi benim içimi ürkütücek durumda değildi. Hâlimi hiç bozmadım. Murakabeme devâm ettim. O herif benim bu hâlimi görünce çok bozuldu. Yaptıklarından mahcûb oldu, çok utandı. Ağlayarak önüme gelip, yüzü koyun yere kapandı ve özür dilemeğe başladı. Ondan sonra bizim dostlarımızdan ve sevdiklerimizden oldu.

Yine buyurdular: Bir gece de Şeyh Zeyneddin Küy-i Ârifân mezarında oturdum. O türbe şehrin kenârında bulunuyordu. Tenha bir yerde idi. Çok az insanın gelip geçtiği bir mevkı‘ idi. Taşkend’de uzun boylu sağlam yapılı ve heybetli görünen bir divâne var idi. Gündüz çarşı ve pazarda görünse, insanlar ondan korkardı. O sıralarda bir adam da öldürülmüştü. İşte kabristanda, o gece vakti görünüverdi. Ve benim üzerime yürüyüp, yüksek sesle bağırmaya başlayıp: “Çabuk buradan git. Git, gözüm görmesin seni” gibi laflar etti. Ben ise ona hiç aldırmadım ve kendi nisbet ve teveccühümden ayrılmadım. O ise, devamlı ısrar eder, oradan çıkmağa beni zorlardı. Birden koştu. Mezarın baş tarafında birkaç ağaç bitmişti. O ağaçların dallarını kırıp bir büyük demet yaptı ve bağladı. Mescid içinde mezar üstünde bir kandil yanardı. Girip o kandili dışarı getirdi. Maksadı, onunla elindeki demeti yakıp benim başımın üstüne bırakmak idi. O divâne [akılsız] bu işlerle uğraşırken, her nasılsa bir rüzgâr esti ve kandil sönüverdi. Divâne bundan daha da kızdı. Bağırmaya, her şeyi alt üst etmeye başladı. Deliliği coşup gök gürültüsü gibi gürlemeğe, homurdanmaya başladı. Benim etrafımı dolaşır, behane arardı. Hiç onun tarafına bakmadım ve kalbime herhangi bir şübhe ve tereddüde yol vermedim. Sabaha kadar benimle böyle uğraştı durdu. Sabah olunca Taşkend pazarına gitti. Orada o gün bir adam daha öldürdü. Bunun üzerine pazar halkı üzerine hucum edip onu da öldürdüler.

Buyurdular: Halk derler ki, kabristanda bize bir şeyler görünür, ama bize hiç öyle bir şey olmadı. Ancak bir gece Şeyh Havend Tahûr hazretlerinin mezâr-ı şerîfleri önünde oturmuştum. Birden eyvân üzerinden siyâh bir şey yere düştü, yuvarlanmağa başladı. İçim biraz bulandı ve kalktım oradan gittim. Bir gece de yine orada oturuyordum. Eyvan önünde olan servîlerin dibinden bir öksürük sesi geldi. Oradan kalkıp biraz daha ileri gidip oturdum. Bu kadar mezarlıklar dolaştım, bunlardan başka bir şeyle karşılaşmadım.

Buyurdular: Hâce Abdülhâlık (kuddise sırruh) hazretlerinin müntesibleri pazarda ve kalabalıkta dolaşırlar da bütün sesler kulaklarına zikir gelir ve zikirden başka hiçbir şey işitmezlerdi. İlk zamanlar zikir bana öyle galib olmuştu ki, kulağıma gelen her sesi zikir duyardım. Birgün Taşkend halkından Muhammed Cihangir adında mal ve makam sâhibi birisi düğün yaptı. Bir kimse gönderip Semerkand’dan, çalgıcılar, çengîler ve şarkıcılar getirtti. Bir gece onların büyük kalabalıkları, bağrışmaları ve şamataları var idi. Bir arkadaşın ricasıyla oraya yakın bir yere varmıştım. Bütün o insanların sesleri, o ud ve çenk nâmeleri bana zikir gelirdi ve zikirden başka bir şey işitmezdim. O zaman ben henüz on sekiz yaşında idim.

HAZRETİ HÂCE’NİN İLK ZAMANLARINDAKİ FAKR VE TECERRÜDÜ

Buyurdular: Mirzâ Şâhruh zamanında Herat’ta bulunuyordum. Bir damla gücüm yok idi. Bir tülbendim var idi, parça parça yırtılmıştı. Bir parçasını birine bağlamak istesem, bir nice parçası sarkardı. Bir gün Mülk Pazarı’ndan geçiyordum. Bir dilenci benden dilendi. Verecek hiçbir şeyim yok idi. Tülbendimi başımdan çıkardım ve bir aşçının önüne attım ve dedim ki: Bu tülbent eskidir, ama temizdir. Kab kacak yıkayınca silmeğe yarar. Bunu al ve karşılığında, şu dilencinin karnını doyur. Aşçı o fakîre yemek verdikten sonra tülbendimi tam bir edeb ile önüme koydu. Ben kabûl eylemeyip bırakıp gittim.

Buyurdular: Çok kimselere hizmet ederdim. Ne atım, ne de merkebim var idi. Senede bir kaftan giyerdim ki, pamukları dışarı çıkardı. Her üç yılda bir kürk ve bir çift çizme ile geçinirdim.

Buyurdular: Sefere çıktığım ilk zamanlarda bir kış, Mevlânâ Müsâfir ile Şâhruhiyye’de bir hücrede bulunurdum ki, o hücre bir sokağın kenarında idi. Ve hücremizin zemini o sokaktan çok alçak idi. Yağmur yağınca sokaktan akan sular ve çamurlar hücremizin içine girerdi. Seherlerde mescide gelir, namazı mescide kılardık. Öyle soğuk kış günlerinde elbiselerim de o kadar sıkı ve kısa idi ki, bedenimin yarıdan aşağısı hiç ısınmazdı.

Buyurdular: Şimdi yeme, içme, giyme ve barınma derdim yoktur. Ama insan iş becerir olmalıdır. Böyle cemiyet sebeblerinin [dünyalık için luzumlu şeylerin] kıymetini bilmeyip tefrîka ve dağınıklığa düşmek ne büyük mahrumluk, ne kötü aldanma ve hüsrândır. Benim bu iş için katlandığım yolculuk ve gurbet hayatlarımda, hiçbir zaman, taharet için zahmetsiz iki ibrik sıcak su elime geçmemiştir. Bazen Şeyh Behâeddin Ömer sohbetinden, taharet ve abdest için tâ şehre giderdim. Ve hâtırımdan geçerdi ki, ne olurdu Şeyh hazretleri fukara ile o kadar alâkalansalardı ki, kışın şiddetli zamanında buz tutunca, fukaranın burada sıcak su ile abdest alması mümkün olsaydı. Ama mümkün değildi. Halbuki biz şimdi hücre, mum, taharet suyu, taharet yeri, hamam, yiyecek ve giyecek imkânlarını bütün talebe için hazırlamışız. Meşguliyetler bastırmadan önce fırsatı ganîmet bilmelidir.

Buyurdular: Beş yıl Herî’de bulundum. Bazen haftada iki veyâ üç kere Şeyh Behâeddin Ömer’in evine giderdim. Bu kadar zaman zarfında Şeyh Ömer’in evinde iki kere yemek yemek vâkı‘ oldu. Bu da şöyle olmuştu. Bir kere Mîr Fîruz Şâh’ın kardeşi Mîr Mahmud Şâh, Şeyh hazretlerinin evine gelmişti. Ziyâfet için bir koyun pişirmişlerdi. Ben Mevlânâ Sadeddin ile dışarıda oturmuştum. Bizim de önümüze yemek getirdiler. Bir kere de Şeyh hazretleri elma yiyorlardı. Dişleri sağlam olduğundan diledikleri gibi yediler. Halbuki o günlerde benim dişim ağrırdı. Zarûrî olarak onlara uymak için azıcık yedim.

Buyurdular: Bir gün Mevlânâ Sadeddin ile Şeyh hazretlerinin hizmetine gitmiştik. O gün hava gayet saf idi. Şeyh hazretleri bizim ile ahbabca konuşmak ve şakalaşmak istediler. Bize: “Mevlânâ Celâleddin’in yanına gidin, sizin için yemek hazırlasın” dediler. Bu Mevlânâ Celâleddin dedikleri kimse, Şeyh hazretlerinin tarîkat kardeşi idi ve Hâce Ser mezarının şeyhi ve mütevellisi idi. Ben hiç mütevelli yemeği yemiş değildim. Şeyh hazretlerinin emr-i şerîflerine binâen oraya vardık. Mevlânâ Celâleddin’in mütevellisi bulunduğu türbenin önünden akan bir büyük dere vardı. O dereden bir balık tutmuştu. Ağırlığı tahmînen yirmi miskal [100 gram] ancak vardı. O balığı kızartıp, önümüze getirdi. Sonra uzun zaman murakabe ile meşgul oldu. Ben Mevlânâ Sadeddin’e dışarı çıkmak için işâret ettim. İkimiz de kalktık dışarı gittik.

Ve buyurdular: Üstad Ferec Tebrîzî isminde bir kimse var idi. Mirzâ Şâhruh zamanında Herî şehrinin sarraflarının başı idi ve Hâcegân hânedânına sahîh irâdeti var idi. Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin ta‘lîmi ve husûsî iltifatı ile şereflenmişti. Ben Herî’de kimsenin yemeğini yemezdim. Bunu mezkûr Ferec de bilirdi. Ramazan-ı şerîfin başında and içti ki, bu Ramazanda her akşam benim evimde oruç açmazsan hanımım üç talak boş olsun! Zarûrî olarak Ramazan geceleri onda olmak lâzım geldi. Ondan çok hizmetler ve şefkatler gördüm. Ve benim o zaman ona karşılık verecek maddî hâlim yok idi. Sonra benim durumum düzeldi, ama o kimse o zaman vefât etmiş idi. Oğluna on bin dinâr kadar yardım ettim ve başka hizmetlerini de gördüm.

Reşahât sâhibi (aleyhirrahme) der ki: Hâce hazretleri ömrünün başından sonuna kadar, hiçbir zaman hiçbir kimseden hediye kabûl eylemezlerdi. Mevlânâ Ahmed Karîzî, Mevlânâ Sadeddin (kuddise sırruh) hazretlerinin ta‘lîm ve telkîni ile müşerref olup, meşguliyeti çok bir azîz kimse idi. Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin vefâtından sonra Hâce hazretlerine beyaz kuzu yününden bir kaftanlık, ince ipliği kendi eliyle eğirip, o ipliği yine kendi eliyle dokuyup bir üst kaftanı yaptı. Ve her bir işinde şübhe olmasın diye, tam bir ihtiyatla Kâriz’den Semerkand’a Hâce’ye hediye olarak gönderdi ve: “Hâce hazretleri kendileri giysinler” diye ricâ etti. O elbiseyi huzûruna getirdiklerinde, Hâce hazretleri buyurdular ki, bu elbiseyi giymek mümkündür. Zira bundan sıdk kokusu gelir. Lâkin bütün ömrümde kimseden bir şey kabûl eylememişim. Mevlevî hazretlerine özrümüzü iletin buyurup, o kaftanı bir hediye gibi birkaç kat kağıda sardılar ve tâ Kâriz’e, Mevlânâ Ahmed’e gönderdiler.

Yine bir gün Hâce hazretleri şehirden bir nice fersah uzak bir sahradan geçerlerdi. Eshabından ve hizmet edenlerden, yaya ve hayvan üstünde mahfeleri önünce çok kimseler var idi. Hava gayet sıcak idi. Birden ıraktan birkaç oba [çadır] göründü. O oba halkından birkaç kişi, ellerinde bir şeylerle Hâce hazretlerine doğru yönelip acele ile geldiler. Hâce hazretlerinin yolunu aldılar. Gelen o kara evlilerin ulusu imiş. Bir semiz oğlağı birine getirtmiş ve bir büyük tahta tası da yoğurtla doldurup birinin eline vermiş; yolda Hâce hazretlerinin mahveleri önünde yalvararak yüzünü yere sürerek: “Hâcem, bu oğlakçık halaldir ve sizinle beraber onlar için adak edilmiştir. Bu kâse yoğurt da temizdir, hizmetkârlarınız, yesinler diye getirdim” dedi. Hâce hazretleri buyurdular ki, ben kimsenin adağını ve hediyesini almam. Oğlağı yine sürüne ilet, ama yoğurdunun behasını verip alalım. O kimse dedi ki, yoğurdun sahrada kıymeti olmaz ve burada kimse parayla yoğurt almaz. Buyurdular ki, ben bedava bir şey almam. Sonra hizmetkârlardan birine o yoğurda bedel olsun diye bir Şâhruhî altın verdi. Sonra yoğurdu önlerine getirip, evvelâ kendileri tatdılar. Sonra, yaya ve binekli kim varsa, ondan yeyip yola revân oldular.

HAZRETİ HÂCE’NİN ÇOK ZENGİN OLUŞU

Hâce hazretleri buyurdular: İlk zamanlar Herî’de idim. Seyyid Kasım Tebrîzî (kuddise sırruh) hazretlerinin huzurlarına vardım. Seyyid hazretleri kendilerinin artığı olan bir kâse âşı [çorbayı] bana verip buyurdular ki: “Ey Türkistan’lı Şeyhzâde! Bu nâ hoşlar bize nasıl örtü olmuşlarsa, en kısa zamanda dünya da senin örtün olur”. Hâce hazretleri buyurdular ki, Seyyid hazretleri bu sözü söyledikleri zaman, ben dünyalık olarak hiçbir şeye mâlik değildim. Ve son derece fakr ü tecerrüdde idim.

Reşahât sâhibi der ki: Hâce hazretleri yirmi iki yaşında iken, dayıları Hâce İbrâhim, onları vatanları olan Taşkend’den ilim tahsîli niyetiyle Semerkand’a götürmüştür. Hâce hazretlerinin bâtınî meşguliyetlerinin galebesi, zâhirî ilimleri tahsîline mâni‘ olduğundan silsile-i hacegân azîzleri sohbetine meyl edip, iki yıl kadar Mâverâünnehir’de bu hânedan ulularının meclislerini dolaşmışlar. Bu maksadın üçüncü faslında daha geniş anlatılacaktır.

Yirmi dört yaşında Herat’a gelip, burada da beş sene o asrın meşâyıhı ile sohbet edip, yirmi dokuz yaşında asıl vatanlarına dönmüşlerdir. Ondan sonra halâl rızık kazanmak için orada ziraat ve çiftçiliğe başlayıp, bir kimse ile ortak olmuş ve onun refakatiyle bir çift yürütmeğe başlamışlardır. Az zamanda Hak sübhânehü ve teâlâ, ziraatlerine, öyle bereket verdi ki, zabtından âciz olup, bu iş için bir vekil tayin ettiler.

Şunu da bildirelim ki, Hâce hazretlerinin malı, mülkü, tarla ve akarı, koyunu, keçisi, hayvan sürüleri ve bu kabilden olan vâridâtı had ve ölçünün dışında, hesab dâiresinin hâricinde idi.

Reşahât sâhibi der ki: Bu fakîr Hâce hazretlerinin yüksek kapılarına ikinci defa yüz sürdüğümde, vekillerinin bazısından işittim ki, Hâce hazretlerinin tarlaları bin üç yüzden ziyâde idi. Ve o esnada bir nice tarla dahî satın aldıkları görülmüştür.

Hazreti Mahdûmî Mevlânâ Abdurrahman Câmî (kuddise sırruh), Yûsuf ve Zelîha adlı kitabında Hâce hazretlerinin menkıbesini anlatırken bu konuya işaret edip şöyle buyurur:

Beyt:

Nice bin tarladan oluyor hâsıl, Her ürün onunçûn cennete vâsıl.

Yine Reşahât sâhibi der ki: Bu fakîr Hâce hazretlerinin yüksek kapılarının eşiğine yüz sürmeğe giderken Karşî’ye eriştim. Orada Hâce hazretlerinin bir adamları vardı. Karşî deresi mahsûlunûn zâbıtı idi. Ve bu dere Hâce hazretlerinin tasarrufu [kullanması] altında olan bin üç yüz tarladan biri idi. Fakîr onlara, bu derede kaç çift iş görür, diye sordum. Her yıl arkları düzeltmek için her çift başına bir irgat tutarız. Üç bin ırgat toplanır.

Hâce hazretleri bir gün bir sebeble buyurdular: Ben her yıl, Semerkand civârında tarlalarımdan Sultan Ahmed Mîrzâ divânına [mâliyesine] Semerkand taşı [ağırlık birimi] ile sekiz yüz kere yüz bin [seksen milyon] batman mahsûl uşur veririm.

Yine buyurdular: Hak teâlâ benim malıma öyle bir bereket verdi ki, anbarcıların bir batman koydukları her anbardan ürünü çıkardıklarında bin dört yüz, bin beş yüz batman gelir.

Hâce hazretlerinin anbar muhâfızlarından biri anlatır: Çoğu zaman anbardan çıkarılan mahsûl girenden fazla olur. Sonra bakarız, yine anbardaki ürün bitmemiş, daha çok mahsûl vardır. Bu hâli görünce Hâce hazretlerine yakînimiz artar. Bir kere bu hâdiseyi Hâce hazretlerinden suâl ettim. Buyurdular ki: Bizim malımız fukara içindir. Bu kadar malın özelliği budur.

REŞHA-168: Bir gün hazreti Hâce: İnnâ e‘tayna kel-kevser” âyet-i kerîmesinin ma‘nâsında buyurdular: Hakîkat sâhibi âlimler, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyurmuşlardır: Sana Kevser verdik, ya‘nî sana kesrette ehadiyyet müşâhedesini verdik. O hâlde bir kimse bu müşâhede makamına erişmişse, elbette kâinâtın zerrelerinden her zerre ona bir ayna olur. Onda cemâl-i vechi bâkı’yi müşâhede eyler. Böyle bir kimseye mâsiva ismi verilen şeyler, şuhudun artmasına sebeb ve vucûdun tecellisine neden olursa, dünyevî mal-mülk niçin onun için maksudun cemâline bir engel teşkil etsin. Ve ne sebeble perdelensin. Hazreti Mahdûmî (kuddise sırruh) Tuhfet-ül Ahrâr adlı kitabında Hâce hazretlerini anlatırken bu ma‘nâya işâretle buyurur:

Cihânda şehinşâh davulu çaldı, Fakirlik yıldızı Ubeydullah’dı.

O ki, fukara hürriyetinden âgâhdır, Onun ismi Hâce Ubeydullah’dır.

Yer yüzü ne ağaç, ne de tarladır, Nazarında tırnak yüzü kadardır.

Bir elde tutulan küçük bir tırnak, Fakr yolunda olmaz bir eli kırmak.

Kalbindeki vahdet derin denizdir, Sahildeki sadef kesret şeklidir.

O dibsiz deryanın her habbesinde, Olanlar yok dokuz gök kubbesinde.

HÂCE HAZRETLERİNİN BÜTÜN İNSANLARA HİZMETLERİ,
HAVAS VE AVAMA OLAN
ŞEFKAT VE MERHAMETLERİ

Herkes bilsin ki, Hâce hazretleri baştan sona kadar tanıdık olanlara ve olmayanlara şefkatli ve merhametli idiler. Dosta, düşmana hep yardımcı ve açık elli olmak güzel ahlâkı icabı idi. İnsanlara yardımda gayretli, meclis ve mahfillerde herkese yardımda herkesten önde idiler.

Buyurdular: Semerkand’da Mevlânâ Kutbuddin Sadr Medresesi’nde bulunduğum zaman hasbe hastalığına [yiyecek ve içeceklerden geçen mikrobik bir hastalık olup, hararetle birlikte, vücûdda çeşitli renkte lekeler peyda olur. Tehlikelidir] mübtelâ [tutulmuş] iki üç hastanın hizmetini üstlenmiştim. Hastalıkları şiddetli olduğundan, yerlerinden kalkamazlardı. Giyeceklerini ve döşeklerini kirletirlerdi. Ben onların hepsini temizler, elbise ve yataklarını da pâk ederdim. Bu hâlleri sık sık tekrarlandığından her an hizmetlerinde olduğumdan bu hastalık bana da sirâyet eyledi. Hastalığımın çok şiddetli olduğu bir gecede dahi, o dermansız hâlimle üç dört desti su getirip onların giyeceklerini ve yataklarını yıkadım.

Buyurdular: Herî’de olduğun zamanda sabahları Pîr-i Herî hamamına giderdim ve hamamda bulunanlara hizmet ederdim. Hizmet esnasında şakî ve saîd [kötü ve iyi], siyâh ve beyaz, alçak ve yüksek, zengin ve fakîr, sağlam ve sakat, ihtiyâr ve genç demez, herkese aynı şekilde hizmet ederdim. Bazen öyle olurdu ki, hamamın en sıcak yerinde beş altı kimsenin hizmetini birden ederdim. Hizmeti tamam ettiğim gibi, kimsede ücret vermek düşüncesi ve endişesi olmasın diye kaçardım. İsteseler dahî beni bulamazlardı. Ömürlerinin sonlarında buyurdular ki, hamamda bu tür hizmetleri çok ettiğimden, hamamın hararetinden tabîatim zedelendi. Bunun için şimdi hamama gitmeği hiç sevmem. Ve gerçekten Hâce hazretleri hamama çok az girerlerdi. Ve az girmelerine de böyle bir özür beyân ederlerdi.

Yine Hâce hazretleri buyurdular: Hâcegân tarîkasında vaktin iktizâsı [gerektirdiği] ne ise, himmet ve hâtır ona sarf olunur. Zikir ve murâkabe, bir müslümanı rahata kavuşturacak bir hizmet olmadığı zaman yapılır. Gönül kabûlüne sebeb olan, bir hizmet, zikir ve murakabeden önce gelir. Bazıları zanneder ki, nâfile ibadetle meşgul olmak, hizmetten evlâdır. Gönüllerde temkîn [yer etmek] ve muhabbet hizmet semeresidir. Kalbin cibilliyetinde kendine iyilik edene muhabbet vardır, sözü buna işârettir. Nâfile ibâdetlerin sevabı, asla müminin muhabbetiyle bir olamaz.

Buyurdular: Hâce Behâeddin Nakşibend ve ona tâbi‘ olanlar (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) kolay kolay kimsenin hizmetini kabûl etmezler. Bunun hikmeti odur ki, hizmet ve tevazu‘ ihsân cümlesinden biridir ve muhsini [ihsân edeni] sevmek zarûrîdir. Sevgi mikdarı alâka da tâbiidir. Halbuki Nakşibendîler tam bir himmet ve gayret ile halkın [Allahu teâlâdan başkasının] nefyine [giderilmesine, kalbde bulunmamasına] meşgullerdir. İsterler ki, kendilerinin hiçbir şekilde alâkaları olmasın. Bunun için ihtimam ve gayret ederler ki, kendileri halka hizmet etsinler, fakat kimseden hizmet kabûl etmesinler. Hizmeti ancak, gün be gün onların tavr ve tarîkasından nasîbdar olmak istidadını gördüklerinden kabûl ederler. Onların kabûlü ve kalblerin iltifatı [onlara yüz çevirmesi] sebebiyle o kimsenin dünyadan alâkası eksilsin ve âlem-i halkı onun bâtınî cem‘iyyetinden ma‘mur ve pür nûr olsun.

Buyurdular. Ben bu tarîkı, sofiyye kitablarından almadım. Belki halka hizmetle buldum. Hizmet ettiğim kimseler bana bu tarîkı öğretsinler diye de hizmet etmedim. Ama hizmetin husûsiyyeti budur.

Buyurdular: Herkesi bir yoldan yürüttüler. Bizi hizmet yolundan ilerlettiler. Bunun için hizmet benim beğendiğim, seçtiğim ve sevdiğimdir. Hayır umduğum kimseye, hizmet et derim ve şu beyti okudular.

Himmet seni büyükler zirvesine götürür, O çatıyı bu merdivenden a‘lâ kim görür?

Sonra buyurdular ki, bunu şöyle okurum.

Mısra‘:

Hizmet seni büyükler zirvesine götürür.

HÂCE HAZRETLERİNİN AVAM HALKLA HÜSN-İ MUAMELESİ
VE EDEBİ GÖZETMELERİ VE HİZMETLERİ

Hâce hazretleri tenhada ve kalabalıkta, zâhirî ve bâtınî edeblere kâmilen riâyet eder, sohbette ve halvette bu hususa dikkat için elinden gelen dikkat ve gayreti gösterirdi.

Reşahât sâhibi der ki: Bu fakîrin, onların seâdet yuvası olan kapılarında hizmet ve onlarla sohbette bulunduğu zamanlar, ya‘nî gece gündüz onlarla olup, hakîkatin kokusunu duyurduklarında birinci defada dört ay ve ikinci defada sekiz ay, şerefli sohbetleri ile müşerref oldum. Bu zaman zarfında Hazreti Hâce’nin esnedikleri görmedim. Öksürerek veya bir başka yolla mubârek ağızlarından balgam ve tükürük çıkardıklarına ve burunlarını sümkürdüklerine şâhid olmadım. İnsanların yanında ve tenhada, gece ve gündüzde, velhâsıl hiçbir yerde ve hiçbir zamanda bağdaş kurup oturduklarını görmedim.

Hâce hazretlerinin devamlılarından otuz sene Hâce hazretlerinin yüksek kapılarında hizmetkârlık yapan Mevlânâ Ebû Saîd Evbehî (aleyhirrahme) anlatırdı. Bu kadar müddet kendilerinin hizmetinde bulundum. Yalnızken veya insanların yanında, Hâce hazretlerinin üzümün, elmanın, armudun, ayvanın kabuğunu mubârek ağızlarından çıkardıklarını görmedim. Yine bu zaman içerisinde sümkürdüklerini ve ağızlarından balgam çıkardıklarını görmedim. Halbuki zaman zaman zükâm ve nezleye de yakalanırlardı. Bu gibi hâl ve zamanlarda da onlardan, insanların tabiatine nefret ve kerahat veren hiçbir şey görünmezdi. Hiçbir uzuvlarından beğenilmeyen bir şey sâdır olmazdı. Dâimâ, yalnızken veya kalabalıkta iken, edeb ve hüsn-i muâmele ile mutehakkık [hâllenmiş] ve mütehallık [ahlâklanmış] idiler.

Cenâb-ı nikabetmeâb Seyyid Abdülkadir Meşhedî hazretleri Sultan Ebû Saîd Mirzâ zamanında Semerkand’a gelip, orada Hâce hazretlerinin sohbetlerinde bulunmuştur. O anlattı: Bir gece Mîr Mezîd Ergun, Kefşîr mahallesinde Hâce hazretlerinin mülâzemet-i şeriflerine gelip, o geceyi Hâce hazretlerinin sohbetinde ihyâ etmek istemiş. Bu fakir de o mecliste hâzır idim. Yatsı namazını kıldıkları gibi, Hâce hazretleri buyurdular: Mir Mezîd bizim müsâfirimizdir. İsterler ki, bu geceyi onlarla birlikte ihya edelim. Müsâfir hâtırına riayet lâzımdır. Biz bazı yârânla [dostlarla] oturmak isteriz. Siz gençsiniz. Varın istirahat eyleyin. İsterseniz seher vakti gelin. Ben dedim ki, izin verirseniz, bu fakir de sizinle beraber olayım. Buyurdular ki: Oturabilirsen otur, bizim için bir mahzuru yoktur. Fakir de eshabdan üç kişi ile o mecliste hâzır olduk. Ben gecenin ibtidasından sabaha kadar Hâce hazretlerinin hâllerini gözetlerdim. Yatsıdan sonra edeble iki dizi üzerine nasıl oturdularsa, asla ve kat‘a dizlerini değiştirmediler ve hiçbir uzuvlarından hoşa gitmeyen hiçbir hareket sâdır olmadı. Nihâyet teheccüd namazına kalktılar ve namazı bitirdikten sonra aynı şekilde önceki uslûb üzere temkin ve vakar ile, bir karar üzere güneş doğuncaya kadar oturdular. Ne bir yorgunluk, ne bir uykusuzluk neticesi gevşeklik eseri hiç görülmedi.

Fakir, genç olduğum hâlde, her saatte bir dizlerimi değiştirirdim. Çeşit çeşit yollar ve zorlamalar ile uykumu gidermeğe çalışırdım. Mir Mezid de Hâce hazretlerinin şerefli iltifatları bereketiyle az hareket eyledi. Uyuklama gibi hâller onda da görülmedi. Halbuki rutubeti gâlib kimse idi. Hâce hazretleri sabaha kadar murâkıb oturdu. Sonra sabahın sünnetine kalktı. Sabah namazını yatsının abdesti ile kıldılar. Fakir, bu durumu Hâce hazretlerinden görünce, kendilerine hayranlığım arttığı gibi, ihlâs ve itikadım da kuvvetlendi.

HÂCE HAZRETLERİNİN ESHABINA, AHBABINA VE DİĞER
DERV
İŞLERE ÎSÂR VE MERHAMETLERİ

Hâce hazretlerinin kerem ve lutfûna [ikrâm ve ihsânına] had ve nihâyet yok idi. Kendileri daima mihnet [sıkıntı] ve meşakkatı ihtiyâr eder, eshab ve hizmet ehlinin rahat ve huzurunu kendi nefislerinden önde ve önce tutardı.

Mir Abdülevvel (aleyhirrahme) hazretleri Kendi Mesmuât’ında yazmışlardır: Bir kere Hâce hazretleri bahar başlarında bir takım hizmetkâr ve mülâzımânı ile Keş vilâyetine gittiler. O gün vakitsiz kalktı. Gece zarûri olarak dağın eteğinde konmak icâbetti. Hizmetçiler çadır kurdular. Akşam namazından sonra yağmur yağmaya başladı. Hâce hazretleri buyurdular: “Benim bu çadırın, temizliğinde şübhem vardır. Ben bunda duramam. Arkadaşlarımız gelsin bunda kalsınlar”. Tamam derece lütf gösterip, ısrarla eshab çadıra girsinler diye emrettiler. Başka çadır getirmemişlerdir. Emr-i şerîfleri ile fukara ve ahbab çadıra girdiler. O gece sabaha kadar yağmur yağdı, seller aktı. Sabah namazını kılınca, yârâna [dostlara] şefkatle buyurdular: Lâyık görmedim, ben çadırda olayım da, dostlar dışarıda yağmurda dursun. Bundan anlaşıldı ki, geceleyin: “Çadırın temizliğinde şübhem vardır; ben burada olamam” buyurmaları ahbab ve eshabını çadırın içine sokmak içinmiş.

Eshabından biri anlattı: Bir defa yaz mevsimi idi ve hava çok sıcak idi. Hâce hazretleri Teraverd denilen mezra‘larına gittiler. Beraberlerinde fukara ve eshabından bir bölük kimseler de vardı, mezradakilerin çadırımsı bir evleri vardı. Onu Hâce hazretleri için kurdular. Eshab Hâce hazretleri ile bir yerde bulunmaktan haya ederlerdi. O çadır evinden başka gölge de yoktu. Hava ısımağa başlayınca, Hâce hazretleri: “Ben ziraat için sürülen yerleri görmek istiyorum” deyip atına binip sahraya gittiler. Güneş ısısında devamlı dolaştılar. Hava çok sıcak olunca, derelerde, yar diplerinde, mubârek bedeni güneşte kalıp, sadece mubarek başları gölgede olabilecek kadar gölge buldukları yerde, hava normalleşinceye kadar oyalanıp, sonra o deriden yapılan çadır gibi eve geldiler. Bir nice gün orada kaldılar. Hergün bu mihvâl üzere zaman geçirdiler. Neden sonra eshab bildiler ki, Hâce hazretlerinin hava ısınınca ata binip etrafı dolaşmaktan maksadları, eshab ve ahbabının, utanmadan, rahat olarak o evceğizde kalmaları ve rahat etmeleri içinmiş.


BİRİNCİ MAKSAD
ÜÇÜNCÜ FASIL

HÂCE HAZRETLERİNİN İLK SEFERLERİ VE ZAMANININ
ME
ŞÂYIHINDAN GÖRDÜKLERİ

Hâce hazretleri buyurdular: Dayım Hâce İbrâhim (aleyhirrahme) benim ilim tahsîl etmemi çok istedi ve bunun için çok gayret gösterdiler. Tahsîl etmek için beni Taşkend’den Semerkand’a götürdüler ve ilim öğrenmem için çok ihtimâm ettiler. Lâkin bu ilim işini ne zaman ciddiye alıp, tahakkuku için teşebbüs ve gayret etseler, bende bir hastalık zuhura gelir, tahsîle mâni‘ olurdu. Nihâyet kuvvetli hasbe hastalığına tutuldum. Dayıma, “benim öyle bir hâlim vardır ki, ben ilim tahsîl edemeyeceğim. Ama siz beni kendi hâlime bırakmıyorsunuz. Eğer bundan sora hâlâ ısrar eder ve zorlarsanız, ölebilirim” dedim. Dayım bu sözden çok etkilendi ve buyurdu ki: Ben senin hâlini tam bilmiyorum. Bundan sonra seni kendi hâline bıraktım. Hangi yola, hangi işe istersen, ona meşgul ol.

Bir defa daha tahsîle niyet ettim. Gözüm ağrıdı ve kırk beş gün uzadı. Sonunda tahsîli bıraktım, kurtuldum.

Buyurdular: Bizim tahsîlimiz Misbah’dan iki yaprak kadardır, fazla değildir.

Semerkand âlimlerinin ulularından Hâce Fadlullah Ebülleysî buyurdular: Biz Hâce hazretlerinin bâtınlarındaki kemâlâtı anlayamayız. O kadar biliriz ki, zâhirî ilimleri az okumuşlardır. Buna rağmen az olur ki, her gün Kadı Beydavî tefsîrinden, cevabını veremediğimiz bir şübhe bize irad etmemiş olsun.

Mevlânâ Alî Tûsî hazretlerine Mevlâ Alî Arrân derlerdi. Asrının âlimlerinin ulusu idi. Hâce hazretlerine itikadı ziyâde idi. O hazretin meclis-i şerîflerine gelirdi, ama gayet az konuşurdu. Bir gün Hâce hazretleri kendisine buyurdular ki: “Sizin yanınızda bizim konuşmamız son derece utanmazlıktır. Siz konuşun, biz dinleyelim”. Mevlânâ Arrân hazretleri buyurdu ki: “Bir yerde ki, mebde-i feyyazdan vâsıtasız söz edilir, bizim konuşmamız edebsizlik olur”.

Yine Hâce hazretleri buyurdular: Ben Taşkend’den, Mevlânâ Nizâmeddin Hâmuş (kuddise sırruh) hazretlerini ziyâret için Semerkand’a gelmiştim. Babam, Mevlânâ hazretlerini da‘vet için bir kimse ile haber göndermişler idi ki, ben kardeşimin kızını onlara namzed edip, onlar için alıkoydurmuşum. Eğer şimdi gelip almazlar ise, kardeşim bize huzursuzluk verir, diye bu hususta çok ısrar etmişlerdi. Mevlânâ Nizâmeddin hazretleri de, babanın sözünden çıkma diye bu fakîre çok nasîhat ettikten sonra, nihâyet buyurdular ki: Ben bilmem. Eğer ızdırab ve aczin ve Hak yoluna meşguliyetin, kendine bir yerde karar vermiyecek, durdurmayacak derecede ise, ve hiçbir şey ile ve hiçbir iş ile rahat ve huzurun yok ise, ma‘zursun.

Reşahât sâhibi der ki: Hâce hazretleri bu hikâyeyi mevâlinin [ilim sâhiblerinin] tahsîli terk nedeniyle birkaç defa anlatmışlardır.

Hâce hazretleri ilk zamanlarında Taşkend’den Semerkand, Buhârâ ve daha başka yerlere yolculuk ettiklerinde, Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin eshabından ve eshabının eshabından çok ululara yetiştiler. Hâcegân’ın sâir tabakât eşrafından da çok azîzler gördüler ve her biriyle sohbet eylediler. Nitekim bundan evvel, hâcegân tabakatı silsilelerini anlatırken bunları bildirmiştik.

Ve yine Horasan’a gelmeden önce, Semerkand’da Seyyid Kasım Tebrîzî hazretlerinin mülâzemet ve sohbetleriyle müşerref oldular. Horasan’a teşrîf ettikten sonra Seyyid Kasım hazretleri ile bir defa daha görüştüler. Bundan başka Herat’ın büyük meşâyıhıdan diğer ulularla da görüşüp sohbetlerine devâm eylediler. Nitekim daha sonra bu hususta temas edilecektir.

Hâce hazretleri takrîben yirmi iki yaşlarında iken, Taşkend’den Semerkand’a gelip, orada ikamet buyurdular. O zaman Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretleri ile görüştüler, onun sohbetlerinde çok bulundular.

Hâce hazretlerinin büyük eshabından bir azîz buyurdu: Bir uludan işittim. Dedi ki: Birgün Semerkand’da Mevlânâ Nizâmeddin hazretlerinin hizmetine varıp huzurlarında oturmuş idim. Bir ara gördüm ki, kapıdan büyük bir heybetle bir nûrlu genç içeri girdi. Edeb ve vakarla bir müddet oturdu, sonra dışarı çıkıp gitti. Mevlânâ hazretlerinden bu gencin kim olduğunu sordum. “Bu Hâce Ubeydullah’dır. Çok geçmez, cihânın sultanları buna mübtelâ olur [tututulur]” buyurdular.

Hâce hazretlerinin en evvelki eshabından Semerkand’da Serpül [Köprübaşı] diye bilinen mahallenin sâkinlerinden Mevlânâ Derviş Muhammed Serpülî, Mevlânâ Abdullah Serpülî hazretlerinden şöyle nakletti: Ben küçük idim. Babam Mevlânâ Nizâmeddin hazretlerinin muhlis ve mutekıdlerinden idi. Mevlânâ hazretleri ekseriyâ bizim evde olurlardı. Babam da mülâzemet ve hizmetlerinde bulunurdu. Mevlânâ hazretleri çoğu zaman murakıb idiler. Birgün yine başlarını önlerine eğip murakabe etmişler idi. Babam da yanlarında bir işle meşgul idiler. Mevlânâ bir ara başını murakabeden kaldırıp kuvvetli bir feryâd ettiler. Babam işini bırakıp feryadlarının sebebini sordular. Buyurdular ki: Doğu tarafında bir şahıs zuhûr eyledi. İsmi Hâce Ubeydullah’dır. Tamam yeryüzünü tuttu. Şaşılacak bir şey, şaşılacak bir ulu olacaktır.

Mezkûr Abdullah Serpülî anlatır: Bir gün ben Hâce hazretlerinin ismini Mevlânâ Nizâmeddin Hâmuş hazretlerinden işitip hâtırımda tutmuştum. Hep onun gelmesini gözlerdim. Onların hakkında aşk şiirleri okurdum. Sultan Ebû Saîd Mirzâ’nın devleti [hükümeti] zamanı gelince, Hâce hazretlerini Taşkend’den hicretle Semerkand’a getirdiler. Semerkand halkından Hâce hazretlerinin mülâzemet şerefiyle ilk müşerref olan ben oldum.

Hâce hazretleri evâil-i hâlde Semerkand’da biraz kaldıktan sonra Buhârâ tarafına geçip, yolda Şeyh Siraceddin Pîrmesî’nin köyüne uğramışlar. Bir hafta orada şeyh hazretleri ile sohbet ettikten sonra Buhârâ’ya varıp Mevlânâ Hüsameddin bin Mevlânâ Hamîdeddin Şâşî’yi görmüşler ve Hâce Alâeddin Gucdevânî (kuddise sırruh) hazretleri ile büyük sohbetler eylemişler. Nitekim daha önce bu konu geçmiş idi. Ondan sonra Horasan’a azîmet edip Merv yolundan Herat’a gelmişlerdir. Ve dört yıl devamlı Herat’ta kalmışlardır. Bu zamanda Seyyid Kasım Tebrîzî ve Şeyh Behâeddin Ömer’in (kuddise sırruhuma) sohbetlerine çok mülâzemet [devam] eylemişler, arada sırada Şeyh Zeyneddin Hâfî’nin sohbetine de giderlermiş.

Mezkûr müddetten sonra Herat’tan Mevlânâ Ya‘kub-i Çerhî hazretlerine mülâzemet niyeti ile Belh ve Şîrgan yoluyla Hisâr vilâyetine doğru yola çıkıp, Belh’de Mevlânâ Hüsâmeddin Pârisâ sohbetine kavuşmuştur. Nitekim Mevlânâ Hüsâmeddin bahsinde geçmiş idi. Oradan Hâce Alâeddin Attâr (kuddise sırruh) hazretlerinin kabr-i şeriflerini ziyâret niyeti ile Çağanyân’a varıp, sonra Hülfütü’ye geldiler. Mevlânâ Ya‘kub-i Çerhî hazretlerini orada bulup, kendilerinden biat edip tarîka aldılar. Biraz sonra geniş olarak anlatılacaktır.

O seferde üç ay eğlenip, yine Herat’a döndüler ve tahminen bir yıl daha Herat’ta kalıp vaktin meşâyıhı sohbetlerine müdâvemet buyurdular. Tamam beş yıl Herat’ta kaldıktan sonra aslî vatanlarına azimet eyleyip, Taşkend’de kaldılar. Burada ziraatle uğraşmağa koyulup, çiftçilik ve köy işlerinde iştigal ve ihtimam gösterdiler.

Buyurdular: Yirmi dokuz yaşıma kadar diyâr-ı gurbette idim. Vebâ senesinden beş yıl önce Herî’den Taşkend’e geldim. Bu veba vak‘ası 840 (m.1436) senesinde vâkı‘ olmuştur. Ondan sonra Taşkend’e vardıklarında Mevlânâ Nizâmeddin hazretleri orada bulunuyordu. Yine eskisi gibi çok ve büyük sohbetler, tatlı hâller, güzel zamanlar geçirdiler, aralarında garîb ve acîb hadiseler vuku‘a geldi. Nitekim bunlardan bir parçası Mevlâna Nizâmeddin hazretleri bahsinde geçtiydi.

HÂCE HAZRETLERİNİN SEMERKAND VE HORASAN’DA
SEYY
İD KASIM TEBRÎZÎ HAZRETLERİ İLE SOHBETLERİ

Buyurdular: Bütün ömrümde Seyyid Kasım Tebrîzî (kuddise sırruh) hazretlerinden ulu kimse görmedim. Zamanın meşayıhından hangisinin sohbetine varsam, bir nisbet zâhir olup bir keyfiyet hâsıl olurdu ki, nihâyet o keyfiyetten geçmek lâzım olurdu. Ama Seyyid Kasım hazretlerinin sohbetinde bir keyfiyet hasıl olurdu ki, sonra o keyfiyet elden çıkarılacak bir hâl değildi.

Buyurdular: Ne zaman Seyyid Kasım Tebrîzî hazretlerinin şerefli huzurlarına varsam, şöyle müşâhede ederdim ki, bütün kâinât onlar merkezmiş gibi, onların etrafında dolaşır ve onlarda yok olup görünmez olurdu.

Buyurdular: Seyyid Kasım hazretleri ibtidâ-i hâlde Bâver havâlisinde Hâce Behâeddin Nakşibend (kuddise sırruh) hazretleri ile karşılaşıp sohbet eylemişlerdir. Sonra kendilerini onların nisbet ve talikalarında tutarlardı. Bazen sohbet esnasında şöyle anlaşılırdı ki, Seyyid hazretleri Hâcegân tarikatında olsalar gerektir.

Buyurdular: Seyyid hazretlerinin bir kapıcısı vardı. Ondan izinsiz hiç kimse Seyyid hazretlerinin huzûr-i şeriflerine giremezdi. Seyyid hazretleri o kapıcıya: “Türkistanlı bir genç gelince, ona mâni‘ olma, bırak, dilediği zaman benim yanıma gelsin” diye tenbîh etmişti.

Buyurdu: Her gün Seyyid hazretlerinin kapısına varırdım. Bize bu derece destûr ve izin verilmiş iken, yine de iki üç günde bir meclislerinde bulunurdum. Seyyid hazretlerinin eshabı taaccub ederlerdi: “Size izin verilmişken niçin hergün sohbette bulunmazsınız? Başkalara müsâde yoktur, yoksa huzûr-i şeriflerinden bir an ayrılmazlardı” derlerdi.

Seyyid hazretlerinin meclis-i şerifleri o derece lezzet bahş edici idi ki, meclisine girenin, o meclisden gidesi gelmezdi. Lakin kendileri halkı çok tutmazlar, tez izin verip, meclis-i şeriflerinden kaldırırlardı. Hâce hazretleri buyurur: “Ama beni hiçbir zaman meclislerinden kaldırmadılar”.

Buyurdular: İbtidâ-i mülâzemetimde bir defa benden: Bâbu, adın nedir? Sordular. Âdetleri idi; herkese Bâbu diye seslenirlerdi. “Ubeydullah” dedim. İsminle müsemmâ olasın, ya‘nî isminin ma‘nâsına sâhib çıkasın inşallah, dedi. Bitti. Mevlânâ Kadı (aleyhirrahme) Seyyid hazretlerinin sözünün şerhinde şöyle yazmışlardır: Ya‘nî çok çalışasın ki, Hâk teâlânın kulluğunu en iyi şekilde yerine getiresin!

Reşâhat sâhibi der ki: Bu sözün ma‘nâsında fakirin hâtırına gelen şudur: Ya‘ni senin mürebbin ve feyiz mebdein olan isim, hakîkatta senin hakikatin o ismin mazharıdır ve sonunda dönüşün kendisine olacak olan rabbin [terbiye edicin] o isimdir. O isim ile isimlenmek, odur ki, sâlikin hakikati ayna olup, o ismin bütün gerekleriyle tamamen onda tecelli etmesidir ve onun mazharından [aynasından] mükemmel sûrette zâhir olmasıdır. Kendisi de o ismin tecellisinin eserlerinde müstağrak [görünmez] ve müstehlek [yok] olmasıdır. Bitti.

ŞİFE-25: Seyyid hazretlerinin bu sözünden maksadın ne olduğunun bilinmesi, bu tâife arasında, Abdullah [Allahın kulu] kime derler ve evliyâullahdan Abdullah ismi ile müsemmâ [isimlenmiş] olmağa müstehak ve lâyık olanın kimler olduğunun bilinmesine bağlıdır: İmâm, âlim, ârif, muhakkik, Şeyh Kemâleddin Abdürrezzak Kaşanî Istılahât-üs Sofiyye kitabında der ki: Abdullah, Hakkın kendisine bütün isimleri ile tecelli eylediği kuldur. İsm-i a‘zam ile tahakkuk ve Hak teâlânın bütün sıfatları ile sıfatlanmış olması itibârı ile, kullar için ondan yüksek makam ve yüce şân olmaz. Bunun için Peygamber efendimiz (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Allahu teâlânın kitâb-ı kerîminde bu isimle hassaten isimlendirildi ve Cin sûresi on dokuzuncu âyetinde: “Allah’ın kulu, Ona yalvarmağa (namaza) kalkınca” buyuruldu. Hakîkatta bu isim, yalnız onun için kullanıldı. Böyle olunca, onun (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) vâris ve tâbi‘leri olan kutublar için uygun olur, her ne kadar bütün isimleri kendinde topladığı için mecâzen başkaları için de kullanıyorsa da, gerçeği dediğimizdir. Büyük âriflerden biri buyurdu: Kalb, ya‘nî ârif-i billah olan kalb demektir. Çünkü böyle olmayan kalbe, onların dilinde kalb denmez. Denirse, mecâzendir. Nitekim denmiştir:

Tecelligâhdır Hakkın kalb, Şeytan yuvasına hiç denir mi kalb, Sizin mecâzen kalb dediğiniz, Değmez, köpeğin önüne verseniz.

Zirâ zâtın ismi, ihâta bakımından bütün sıfatları kendinde toplayıcıdır. Zâtın ismine ârif olan, bütün isimlere ârif olur. Ama tersi böyle değildir. Bunun için her ârife, ârif-i billah denmez.

İmdi Abdullah ismi ile müsemmâ olmak [isimlendirilmek] şu kâmil ve mükemmil velînin hakkıdır ki, ebedî zâtın tecellisinin müşâhedesi ile tahakkuk etmiş ola. Ya‘nî kendisine bir daha yok olmayacak zâtın tecellisi hâsıl olur. İşte bu makam asâleten Seyyid-ül enbiyâ Muhammed Mustafa (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerinindir. Niyâbeten ise, her asırda bir ferd-i kâmilin makamıdır ki, ona ‘kutb-ül aktab’ derler. Seyyid hazretlerinin, “ismin ile müsemmâ olasın” demesinden muradı, sûretâ Abdullah ismiyle isimlenmişsin. Bolayki [inşaallah] hakikatta dahî o isme mazhar olur ve asrında kutb-i a‘zam ve en büyük halîfe olursun demektir. Hâce hazretlerinin isminin küçültme takısıyla Ubeydullah olması bu ma‘nâyı kasd etmeğe mâni‘ değildir. Bitti.

Yine Hâce hazretleri buyurdu: Seyyidim Kasım hazretlerinin nazarı, dâima işlerin sonuna idi. Şeyh Behâeddin Ömer hazretlerinde bu bakış ve görüş yok idi. Bir kere Şeyh Ömer hazretlerinin huzuruna geldim. Bir bölük fakîrler zâlimlerden şikâyet ediyorlardı. Huzurlarında çok söz geliciler oldu. Şeyh benim tarafıma bakıp: “Gece nerede idin?” buyurdular. Maksadlarını anladım. Ya‘nî münâsebet edinmişsin ki, böyle bir yere çıkageldin, demek istediler.

Hâce hazretleri buyurdular: “Eğer Şeyh hazretlerinin bakışları istidada ve âkıbete olaydı, böyle demezlerdi”.

Mevlânâ Fethullah Tebrîzî anlatır: Ben Seyyid Kasım hazretlerine çok mülâzemet eylerdim. Tasavvuf konularına öyle meylim ve muhabbetim vardı ki, geceleri tasavvuf erbâbının ince mes’elelerinden birine takılır, sabaha kadar uyumazdım. Bir kere Seyyid Kasım hazretlerinin sohbetinde otururken, Hâce Ubeydullah hazretleri kapıdan içeri girdiler. Seyyid hazretleri tam bir ikbâl [karşılama] ile hurmetle kendisini karşıladılar ve garîb ma‘rifetler ve şaşılacak ince mes’elelerden konuşmağa başladılar. Ne zaman Seyyid hazretlerine gelselerdi, Seyyid gayr-i ihtiyâri derin sırlardan bahsetmeğe başlardı. Başka zamanda vâkı‘ olmayan garîb hakikatlerden ve latîfelerden konuşulurdu.

Birgün Hâce hazretleri meclisten kalkıp gittikten sonra Seyyid hazretleri fakîre hitab edip buyurdular ki: Mevlânâ Fethullah! Bu tâife-i aliyyenin sözleri çok lezzetli ise de, sadece duymakla, işitmekle iş bitmez. Eğer himmet sâhiblerinin emeli olan seâdete kavuşmak istersen, bu Türkistanlı gencin eteğini elden bırakma! Çünkü o zamanın acubesi ve devrânın nâdiresidir. Ondan çok işler, büyük eserler zuhûr edecektir. Çok yakında bütün dünya onun velâyeti nûruyla aydınlanıp, eşi bulunmaz sohbetlerinin bereketiyle ölü kalblere ebedî hayat, buz tutmuş gönüllere aşk ve muhabbet neşesi [canlılığı] erişir.

Gene o anlatır: Seyyid hazretleri böyle buyurdukları için, dâima Hâce hazretlerine kavuşmak arzusunda idim. Sultan Ebû Saîd Mirzâ zamanı olup Hâce hazretleri Taşkend’den Semerkand’a geldiklerinde, ben çoğu zaman hizmet ve mülâzemetlerinde bulundum. Ve doğrusu, Seyyid hazretlerinin buyurduklarından kat kat yüksek hâllerini müşâhede eyledim.

Reşahât sâhibi der ki: Hâce hazretlerinin Seyyid hakkında: “Nazarları halkın istidadına ve işlerin sonuna idi” buyurdukları bu nakilden de zâhir oldu. Yine bu ma‘nâyı teyid eder sözlerinden biri de, bundan önce Hâce hazretlerinin zenginliği ve mal sâhibi olması hakkında buyurduklarıdır. Ona şöyle buyurmuşlardı: “Bu hoş olmayanlar nasıl benim örtülerim ise, en kısa zamanda, dünya da senin örtün olur”.

Hâce hazretleri yine buyurdular: Seyyid Kasım hazretlerinin sohbetinde, birkaç müridden başka tenkîdi mûcib bir şey yok idi. Halkın Seyyid hazretlerine dil uzatmaları da, o birkaç haddini bilmeyen zavallının yüzündendi. Hazreti Seyyidin bu duruma ses çıkarmamalarının iki sebebi vardı: Biri şudur ki, Seyyid hazretleri kaza ve kader sırrına muttali‘ olup, onların bu şekilde sâbit olduklarını ve kendi yanlarından ayrılmağa mecâllerinin olmadığını biliyorlardı. Diğeri ise şöyledir: Meyve bahçesini, hırsızlar ve hayvanlar girmesin diye, duvarı üzerine dikenlerler. Bunlar da kendilerinde bulunan hâlleri korumak ve mazhar oldukları esrarı ve kerâmâtı ağyarın nazarından saklamak ve korumak için, bu gibi kimseleri etrafında bulundurup perde edinmiş olsalar gerektir.

Buyurdular: Bir gün Seyyid hazretlerinin huzurunda oturuyordum. Müridlerinden Pîr Keyl dedikleri bir şahıs vardı. Tasavvuf erbabının yüksek ma‘rifetlerini ve ince hakikatlerini avam insanların yanında pervâsızca anlatır, sırları ifşada ileri giderdi. Birden kapıdan içeri girdi. Gözü Seyyid hazretlerine alır almaz rengi değişti. Türlü türlü şekillere girmeğe başladı. Seyyid hazretlerinin ta‘zîm, tevkîr ve muhabbeti kalbinde çok kuvvetli olduğundan, her adımda başını bir kere yere koyardı. Seyyid Kasım hazretleri buyururlardı ki, dervişler hangi tarik ile meşgul iseler, onun üzerine olun. Gayret edin ki, ortada kalmayasınız. Pir Keyl nasıl adım adım ilerlediyse, yine geri aynı vaziyette çıkıp gittikten sonra, Seyyid hazretleri buyurdular ki: “Ne yapayım! Onun istidadına, bu yaptığımdan başka şey sığmaz. Ben ona yapabileceğimin kemâlini gösterdim. Zirâ her şeyin kemâli noksanından iyidir.”

Buyurdular: Bir gün Seyyid Kasım hazretleri bu fakire hitaben buyurdular: Bâbu! Meârif ve hakaikin bu zamanda ne için az zâhir olduğunun sebebini bilir misin? Şunun için az zâhir olur ki, asıl iş bâtının [kalbin] tasfiyesindedir [parlatılmasındadır]. Tasfiye de halâl lokmasız olmaz. Bu zamanda halâl lokma az olduğundan, saf bâtın da kalmamıştır ki, ondan ilâhî sırlar zâhir olsun.

Yine bu takrîble buyurdular: Elim iş tuttuğu müddetçe, başlık dikerdim ve onunla geçinirdim. Felç olup, elim iş görmez olunca, baba ve dedelerimden miras kalmış bir kitabhânem vardı; onu sattım. Ticâret için sermaye ettim. Şimdi onunla geçiniyorum.

Seyyid hazretlerinin yemek husûsunda ihtiyatları bu derece iken, insanlar onu başka tanımışlardı.

Buyurdular: Seyyid hazretleri gayet yüksek himmetli idiler. Kendinin adamları ve mülâzimleri çalışıp kazanan kimselerdi. Çalışıp her ne kazansalar ve elde etseler, kerem ve mürüvvetleri icabı hepsi harcanırdı. Şefkat ve merhametleri çok ziyâde idi. Bir yerde bir ilim talebesinin veya herhangi bir kimsenin hasta olduğunu işitseler, çok üzülür ve onu yoklamağa mülâzimlerinden birini gönderir ve bir mikdar harçlık ile hâlini sorup öğrenmek isterlerdi.

Yine Hâce hazretleri buyurdular: Semerkand’da Hasbe hastalığına tutuldum. Biraz iyileşip, sıhhat alâmetleri görülmüştü. Mevlânâ Kutbuddin Sadr Medresesi’nde bulunuyordum. Baktım, Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretleri gelip: “Müjde vereyim; Seyyid Kasım hazretleri sizi iyâdete [geçmiş olsun] geliyor” dediler. O zaman, kalkıp onları karşılayacak gücüm, kuvvetim yoktu. Mevlânâ Sadeddin’e dedim ki: Seyyid hazretlerini siz karşılayınız. Çünkü şu anda onların huzuruna gidip istikbâl edecek gücüm yoktur. Birkaç gün sonra kendimde biraz daha kuvvet buldum. Seyyid hazretleri Ebûlleys hânekâhı kapısında bulunan hamama gelmişlerdi. Ben de oraya gittim. Bir saat sonra hazreti Seyyid hamamdan dışarı çıktılar ve taht-ı revâna girdiler. O taht-ı revânı dört kişi taşıyordu. Her nasılsa bu dört kişiden biri ortaklıkta yoktu. Bir ayağı ben yüklendim. Öyle ağır geldi ki, iki büklüm oldum. Az kaldı, burnum yere değip taht elimden düşecek. O anda gönlüme güzel bir düşünce getirdim. O düşünce, cem‘iyyet ve huzuruma sebeb olduğu gibi, kuvvetimin de yerine gelmesini sağladı. Kendimde tamam kudret buldum. Öyle ki, taht-ı revânı Emîr Şâh Melik Medresesi’ne kadar ilettim. Ondan sonra Seyyidin müridleri bana dediler ki, İşte şimdi insan sürüsüne girdin. Çünkü emânet yükünün taşıyısıcısı oldun. Sözü bitti.

Reşahât sâhibi (aleyhirrahme) der ki: Kendini güzel düşüncelerle mesrûr etmelidir, buyurduklarının ma‘nâsında hâtırıma şöyle geliyor: Düşünmekte olan kişi bilsin ki, nefs-ül emirde [hakîkatta] kendisi iyi ve tam bir cisimdir. Hak sübhânehü ve teâlânın isim ve sıfatlarına mazhar ve nihâyetsiz fiil ve eserlerine masdar olmuştur. Ve kendisinden zâhir olan her sıfat ve fiil, aslında başka yerdendir. İşte böylece kula lâzımdır ki, dâima kendisini bu düşüncelerle neş’eli eylesin.

Beyt:

Yâr düşüncesiyle kalbi sen de neş’eli eyle, Sığmayıp kendine gül gibi, yakanı çak eyle.

Buyurdular: Seyyid Kasım hazretleri derlerdi ki, mevâli kısmından sofiyye meşrebinde iki kişi gördüm: Biri Mevlânâ Cânî Rûmî, diğeri de Mevlânâ Nâsıreddin Buhârî idi.

Seyyid hazretleri ilk zamanlarında meczûb ve mecnûnlara çok mülâzemet ederdi. Buyurdular ki: Rum’da [Anadolu’da] idim. İnsanlardan bu memlekete mezcûb ve mecnûnlardan kim vardır, diye sordum. Filân yerde kuvvetli hâl sâhibi bir meczûb var dediler. Görür görmez Mevlânâ Cânî olduğunu bildim. Çünkü Tebriz’de bizimle beraberdi, ilim tahsîl ederdi. Ona Türk dili ile dedim ki: Mevlânâ Cânî mini tanır mısın? Tanırım, Mevlânâ Seyyid’sin, dedi. Sana ne hâl oldu, dedim. “Ben de senin gibi avere idim. Her şey beni dâima bir tarafa çekerdi. Sonra bir gün bir şey göründü ve beni benden çaldı” dedi ve sonra Anadolu Türkçesi ile: “Dinlendim, dinlendim” buyurdu.

Hâce hazretleri buyurdu: Ne zaman Seyyid hazretleri bu hikâyeyi anlatsalar, gözlerinden yaşlar akardı. Buradan anlaşılmış oldu ki, o meczubun sözleri kalbine çok tesir eylemişti.

Buyurdular: Seyyid hazretleri anlattılar: Sebzevâr şehrinde bir meczûb var idi. Onu görmeğe gittim. Hâtırımdan geçti ki, Bâbâ Mahmûd Tûsî mi, yoksa bu mu, daha ziyâde hâl sâhibidir. Hemen bana dönüp dedi ki: “O kadar su döktüm, o kadar su döktüm ki, Bâbâ Mahmûd’u sel aldı”.

Reşahât sâhibi der ki: Babam bazı azîzlerden anlatırdı: Seyyid Kasım (kuddise sırruh) hazretleri, Mîr Divâne diye tanınmış olan ve mezarı o diyarda bilinen bu Sebzevâr’lı meczûbla görüştüklerinde hatırlarından, bu meczub mu, yoksa Bâbâ Mahmud mu kuvvetli hâl sâhibidir, diye geçmiş. O anda meczûb, Hâce hazretlerinin Seyyid hazretlerinden nakl ettiği sözü söyledikten sonra tekrâr buyurmuşlar ki: Bâbâ Mahmud benim okluğumdaki oklardan biridir. Bir zaman sonra Seyyid hazretleri Tûs’â varıp Bâbâ Mahmûd Tûsî’yi ziyaret etmişler. Mîr Divâne’nin Bâbâ Mahmûd benim okluğumdaki oklardan biridir sözünü hâtırlamışlar ve o anda Baba Mahmûd başını yün örtüsünden çıkardı ve: “Kanatsız ve demirsiz” dedi.

Yine Hâce hazretleri buyurdular: Bir gece, büyük bir ana caddede durduğumu ve bu caddeden her tarafa incecik yollar ayrıldığını gördüm. Ve yine gördüm ki, Şeyh Zeyneddin Hâfi bir yolun başında durmuşlar. Beni tuttular ve dediler ki: Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem): “Sema‘ ehlullahın ehlidir” buyurdu. Sonra işâret edip: “Gel seni bu yoldan kendi köyüme götüreyim” dedi. Benim gönlüm, o ana caddeyi bırakıp, bir başka yolda gitmeği çekmedi. Birden gördüm ki, Seyyid Kasım (kuddise sırruh) hazretleri bir beyaz ata binmiş oldukları hâlde o ana caddeden yanıma geldiler ve bana: “Bu cadde şehre gider. Gel seni alayım ve şehre götüreyim” dediler ve beni atının terkisine alıp o ana caddeden devâm ettiler.

Bazı büyüklerden duydum: Seyyid hazretleri bazı ma‘rifet şiarlı şiirlerinde bu husûsa işâret etmişlerdir.

Beyt:

Ben büyük şehirdenim, senin köyünden değil,
Bütün cihân halkıyla dostum, bunu böyle bil.

HAZRETİ HÂCE’NİN ŞEYH BEHÂEDDİN ÖMER’LE
SOHBETLER
İ

Hâce hazretleri buyurdular: Horasan meşâyıhından bana Şeyh Behâeddin Ömer’in (kuddise sırruh) tavrı hoş gelirdi. Çoğu zamanlar oturur, kendine gelenlerle hâle, zamana uygun muâmele ederlerdi. Hiçbir şekilde kendilerini halktan üstün tutmazlardı. Ama şu kadar var idi ki, bazen tarîkatlerine riâyetle çile ihtiyâr ederlerdi.

Buyurdular: Herî’de kaldığım beş yıl içinde, bazen haftada iki üç defa şeyh hazretlerinin sohbetine varırdım. Onların sohbetinden pek fâidem olmazdı. Ancak kendi nisbetimi Şeyh hazretlerinin sohbetinde daha aydınlık bulurdum.

Mîr Abdülevvel hazretleri kendi Mesmuât’ında yazmışlardır: Hâce hazretleri buyurdular ki: Herî’de iken bir defâ rüyâda gördüm ki, Şeyh Zeyneddîn Hafî’ye âid bir evden geçiyordum. Onların eshabı ve müridleri: “Gel, burada ol” deyip beni o evde olmağa çağırdılar. İçim orada olmak istemedi. Geçip gittim. Sonra temiz ve aydınlık bir yere geldim. Bana ma‘lûm oldu ki, burası Şeyh Behâeddin Ömer hazretlerinindir. Gördüm ki, su ile dolu gayet temiz ve berrak bir havuz, ayrıca gayet geniş bir meydan var, ve Şeyh Ömer hazretleri havuzun kenarında oturmuşlar ve cum‘a namazı kılmak isterler. Orası bana pek güzel geldi. Sonra uyandım. Şeyh Behâeddin Ömer hazretlerine meylim arttı. Hizmet-i şerîflerine daha çok mülâzemet [devam] eder oldum.

Buyurdular: Hâce Behâeddin Nakşibend silsilesinden çok ulular görmüş idim. Şeyh Zeyneddîn Hâfî tarîkası bana o kadar görünmedi, ama Şeyh Behâeddin Ömer tarîkası gayet güzel göründü. Sabahdan akşama kadar otururlardı. Kim gelse, ona münâsib sohbet ederlerdi. Bazen çileye dahî girerlerdi. Bitti.

Hâce hazretleri buyurdular: Bir kere Şeyh Behâeddin Ömer’in menziline [evine] gidiyordum. Yolum evvelâ Şeyh Zeyneddîn’in menziline giden yol başına geldi. Kendimi bütün nisbetlerden boşalttım ve yularımı salıverdim. Şeyh Zeyneddîn menziline gitmeğe içimden bir meyil kopmadı, kalbim Şeyh Behâeddin Ömer evinin tarafına çekildi.

Yine buyurdular: Bir gün Şeyh Zeyneddîn’in evine gitmiştim. Şeyh hazretlerinin istiğrakları [kendinden geçmiş hâlleri] var idi. Şeyh hazretlerinin halîfesi olduğunu söyleyen Mevlânâ Mahmûd Hısarî, Şeyh’in eshabından bir takım kimselerle hâzır oldular. Şöyle anladım ki, Şeyh’in kitablarından birini Şeyh’den okumak isterlerdi. Şeyh’i murâkabeden kaldırmak için, ayaklarını yere vurdular, olmadı, öksürdüler. Velhâsıl ders vakti geçecek diye çok uygunsuz hareketler yaptılar. Şeyh kendine gelmedi. Sonunda, bu böyle olmaz, en iyisi Şeyh’in bâtınına meşgul olalım da kendine gelsin dediler ve hepsi oturup kalbden şeyhe müteveccih oldular. Şeyh kendine gelip buyurdular ki: Ders okumağa mı geldiniz? Geliniz. Sonra Şeyh’le eshabı oturup ifâde ve istifâde ile meşgul oldular. Hâce hazretleri bu hikâyeyi anlattıktan sonra buyurdular ki: Mevlânâ Mahmûd’un ve sâir eshabının bu edebsizliği benim hiç hoşuma gitmedi. Zirâ bir azîzi istiğrak âleminden ders okumak için alıkoymağa çalıştılar.

Buyurdular: Bir takım kimseler hâtırını bir kimseye havale etmekle o kimseyi dövmenin bir farkı yoktur. Bu bakımdan Şeyh Zeyneddîn’in evine az giderdim.

Buyurdular: Bir gün Şeyh Zeyneddîn hazretleri, Mevlânâ Mahmûd Hisârî’ye ve Derviş Abdurrahîm Rûmî’ye irşâda icâzet verip her birini kendi vilâyetlerine gönderdiler. Ben o mecliste hâzır idim.

Reşahât sâhibi der ki: Bazı ileri gelenler Hâce hazretlerinden nakl ettiler: Bir gün Şeyh Behâeddin Ömer hazretlerine vardım. Âdetleri üzere: “Şehirde ne haberler var?” dediler. İki türlü haber var, dedim. Bu iki türlü haberler nedir, dediler. Dedim ki, Şeyh Zeyneddin ve eshabı “Heme ez ûst” ya‘nî her şey Ondandır ve Seyyid Kasım ve etba‘ı “Heme ust”, her şey Odur derler, siz ne dersiniz? Buyurdular ki: Şeyh Zeyneddîn tarafındakiler doğru derler. Sonra Şeyh Zeyneddîn kavlini takviyede delil getirmeğe başladılar. Dinledim. Gördüm ki, getirdiği bütün deliller, Seyyid Kasım ve etba‘ının sözünü kuvvetlendiriyorlardı. Dedim ki, sizin Zeyneddînleri takviye için getirdiğiniz delillerin hepsi Seyyid Kasım kavlini kuvvetlendirmektedir. Şeyh yine kuvvetli delil getirmeğe başladı. Gördüm ki, yine Seyyid Kasım kavlini ve etba‘ı kavlini takviye eder. O zaman anladım ki, muradları şudur ki, her ne kadar bâtın bakımından Seyyid Kasım ve etba‘ı kavline mutekıd olmak icâbetse de, zâhir bakımından kendini Şeyh Zeyneddînîler itikadında göstermek gerektir.

Yine Hâce hazretleri buyurdular: Şeyh Behâeddin Ömer hazretlerini çok oğardım. Yeter demezlerdi. Ben de vaz geçmezdim. Şeyh hazretlerinin bir adam uykuya varıp pineklemesi gibi bir çeşît istiğrakları vardı. Zaman zaman kendine geldikçe: “Demek ki sizin vilâyetin âdeti budur” derdi. Ben de evet, derdim. Şeyh hazretleri de: “Güzel yerdir, oraya gitmeli” derdi.

Yine buyurdular, Şeyh Behâeddin Ömer hazretlerine çok mülâzemet ederdim. “Şeyhzâde, gel arkamı oğ” derlerdi. Ben de mubârek arkalarını oğardım.

Bazen ayaklarından ediklerini çekerdim. Onların ayakları sargısı kokusundan güzel bir koku hiçbir yerde bulmazdım.

HÂCE HAZRETLERİNİN MEVLÂNÂ YAKUB-İ ÇERHÎ
HAZRETLER
İ İLE GÖRÜŞMELERİ

Hâce hazretleri buyurdular: Herî’ye ilk hareketimde Kırk Kızlar’a geldiğimde, yakışıklı güzel kıyafetli bir tüccâr gördüm. Kervansarayın kapısında oturuyordu. Öyle sezdim ki, Hâcegân (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) tarîkatiyle meşguldür. Bu tarîkı hangi azîzden gördünüz, diye sordum. Pazarcılar usûlü üzere hemen dedi ki: Hülfûtü’de Hâce Behâeddin Nakşibend hulefasından Mevlânâ Ya‘kub-i Çerhî isminde bir azîz vardır. Bu nisbet bize onlardan erişmiştir. Ve Mevlânâ Ya‘kub-i Çerhî hazretlerinin fedail ve şemâilini beyân edip, çok çok medh eyledi. O kimseden Ya‘kub-i Çerhî hakkında bu kadar sitayişli sözler, medh edici ve gönül çekici ifâdeler dinleyince, hemen oradan dönüp, Mevlânâ Ya‘kub-i Çerhî hazretlerinin hizmet ve huzuruna varmak istedim. Sonra Herî’ye gittim. Orada dört sene kalmak mukadder imiş. Şeyh Behâeddin Ömer hazretleri bizi orada eğlemekte ihtimâm üzere idiler.

Dört sene sonra Hülfütü’ye doğru yola çıktım. Çağanyân vilâyetine vâsıl olduğumda, daha önce hastalık çektiğim için ve yirmi gün ateşli bir hastalığın etkisiyle zaif ve dermansız düştüğümden, oradan hemen çıkıp gidemedim. Orada bir zaman kaldım. O civârda bazı kimseler, Mevlânâ Ya‘kub hazretlerini çok gıybet ederlerdi. Hastalığım esnasında, bu sevmediğim lüzûmsuz, hattâ zararlı sözleri işittiğimden, Mevlânâ ile görüşmek arzusunda büyük bir gevşeme oldu. Nihâyet kendime dedim ki, Bu kadar uzun mesafe kat‘ edip geldiğine göre, onlarla görüşmemen ma‘kul değildir.

Kalkıp Mevlânâ hazretlerini görmeğe gittim. Çok iltifat ettiler. Benimle her hususta sohbet ettiler. Bir başka gün yine huzur-ı şerîflerine vardım. Aşırı derecede kızıp, büyük huşunet ve sertlik gösterdiler. Hâtırıma, Mevlânâ’nın böyle kızmalarının sebebi, ona karşı isteğimi gevşeten, o gıybet ve dedikodu sözleri dinlemem oldu, diye geldi. Gerçi bunu onlar izhâr etmediler, lâkin dediler ki: “Bir kimsenin geldiğini iki aydan önce görmemek kolay mıdır?” [Ya‘nî iki aydır neredesiniz? Gözümüz yolda kaldı].

Hâce hazretleri buyurdu: Bende yakîn hâsıl oldu ki, Mevlânâ hazretlerinin kızmalarının sebebi gıybet sözleri işitmekle, onlarla sohbette vâkı‘ olan gevşeklik ve önemsememezlik idi. Bir saat sonra lutûf yollu davranmağa başladılar, nihâyetsiz iltifât ve inâyet gösterdiler. Ve kendilerinin Hâce Behâeddin Nakşibend (kuddise sırruh) hazretleriyle nasıl buluştuklarını anlattılar. Sonra ellerini uzatıp: “Gel beri, bîat eyle!” dediler. Mevlânâ hazretlerinin alınlarında baras hastalığına benzer, tabîatın nefretini mûcib bir beyazlık gördüğümden, onlara bîate gönlüm yanaşmadı. Mevlânâ hazretleri, içimden geçen bu olumsuzluğu sezip, hemen ellerini geri çektiler ve hal‘ ve lebs [sıyrılma ve bürünme] yoluyla kendi sûretlerini değiştirip, öyle bir güzel ve çekici sûrete büründüler ki, ihtiyârım elimden gitti. Nerede ise gayr-i ihtiyâri Mevlânâ hazretlerine sarılasım geldi.

Mevlânâ hazretleri yine mubârek ellerini uzatıp buyurdular: Hâce Behâeddin Nakşibend (kaddesallahü teâlâ sırreh) hazretleri benim elimi eline alıp buyurmuşlardı ki: “Senin elin benim elimdir. Senin elini tutan, benim elimi tutmuştur. Bu el, Hâce Behâeddin’in elidir, tutun!” Hemen Mevlânâ Ya‘kub hazretlerinin mubârek ellerini tuttum. Mevlânâ hazretleri Hâcegân (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) tarîkındeki ûsûl üzere, bana Nefy ü isbâtı [Lâ ilâhe illallah zikrini] ta‘lîm eylediler. Ona bu tâife-i aliyye dilinde vukuf-i adedî derler.

Ondan sonra buyurdular ki, Hâce Büzürk [Büyük Üstâd] Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinden bana ulaşan budur. Eğer siz tâlibleri cezbe yoluyla terbiye eylerseniz, bu sizin bileceğiniz iştir.

Şöyle anlatırlar: Mevlânâ Ya‘kub-i Çerhî hazretlerinin bazı eshabı kendilerine sormuşlar ki, bir tâlibe daha şimdi tarikat ta‘lîm ettiniz, arkasından onu muhayyer kılıp [serbest bırakıp], eğer siz cezbe ile terbiye ederseniz, siz bilirsiniz dediniz, bu doğru mudur? Mevlânâ hazretleri cevabında buyurmuş ki: Tâlib böyle olmalı. Bütün işlerini hazır edip mürşid huzuruna gelmeli. İstediği her kudret kendisinde bulunup sâdece bir icâzet, izin için gelmeli.

Mevlânâ Nûreddin Abdurrahman Câmî (kuddise sırruh) Nefehat-ül Üns kitabında yazar: İşittiğimize göre, Mevlânâ Ya‘kub (kuddise sırruh) hazretleri buyurmuşlar ki: Bir tâlib bir azîzin sohbetine gelince, Hâce Ubeydullah gibi gelmelidir ki, kandilini hazırlamış, yağını koymuş, fitilini düzeltmiş olup, sadece bir ateşe değdirip yanması kalmış olmalıdır.

Hâce hazretleri buyurdular: Mevlânâ Ya‘kub (kuddise sırruh) insafı gözetip buyurdular ki: Hâce Behâeddin Nakşibend (kuddise sırruh) hazretlerinden bize erişen tarîk [yol] zikirdir [nefy ü isbât zikridir]. Eğer bir kimse cezbe yoluyla terbiye edebiliyorsa, güzeldir, terbiye etmek gerektir.

Yine Hâce hazretleri buyurdular ki: Mevlânâ Ya‘kub-ı Çerhî hazretlerinden (kuddise sırruh) icâzet istediğim zaman, Hâcegân (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) tarîkalarının hepsini beyân eylediler. Râbıta tarîkını izaha başladıklarında, buyurdular ki, bu tarîkayı [râbıta etme usûlunu] ta‘lîmden çekinmeyesin, istidadlı taliblere eriştiresin.


İKİNCİ MAKSAD

Bazı hakaik, mearif, dekaik, letâif, hikâye, mesel, rivâyât ve ahval beyânındadır. Meclislerinde Hâce hazretlerinden bizzât işitilmiştir. Bu maksadda üç fasıl vardır:

Birinci fasıl: Âyetler, hadisler ve evliyânın sözlerinde olan izâh ve beyânları.

İkinci fasıl: Mütekaddimîn ve muteahhirîn meşayıhından naklettikleri hikâyat, hakaik ve dekaik.

Üçüncü fasıl: Sohbetleri esnâsında  çeşitli mevzularda

söyledikleri emsâli nâdir olan sözleri.

BİRİNCİ FASIL

Âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf ve evliyânın sözleri hakkındaki beyânlarındadır:

1- Âyet-i kerîmeler hakkında: On altı reşha olarak bildirilecektir

REŞHA-169: Elhamdü lillahi rabb-il-‘âlemîn manâsında buyurdular: Hamd için başlangıç ve son vardır. Hamdin başlangıcı, kulun kendisine verilen nimet mukabelesinde hamd etmesidir. Zirâ kul, bilir ki, hamd nimeti artırır. Hamdin sonu odur ki, Hak sübhânehü ve teâlâ meselâ kula bir kuvvet vermiştir ki, o kuvvet ile kulluk hakkını yerine getirir. Namaz, oruç, hac, zekât ve benzerlerini yapmak gibi. Kul da, Hak sübhânehü ve teâlânın rızasına sebeb olan bunlar ve benzeri kulluk vazîfelerini nimet mukabilinde hamd ile ifâ eder. Hattâ deriz ki; hamdin nihâyeti odur ki, kulun kendi mazharında Hak sübhânehü ve teâlânın hâmid [hamd edici] olduğunu, başkası olmadığını bilmesidir. Kulluğun kemâli burada odur ki, kendinin yokluğunu anlasın ve zât, sıfât ve eüalden asla kendinin bir şeyi olmadığını bilsin ve kendini Hak sübhânehü ve teâlânın sıfatlarının mazharı kıldığını düşünüp, bu düşünce ile mesrûr etmesidir.


REŞHA-170: Kullarımdan şükr edenler azdır!” Âyet-i kerîmesinin manâsında buyurdular: Hakîkatta şükür, nimette münimi [nimet sâhibini] müşâhede etmektir. Buyurdular ki: İmâm-ı Gazalî (rahmetullahi aleyh) buyuruyor ki, nimet ile lezzetlenmek şükre ters düşmez; Onda lezzet almak vusûle sebebdir, niyyeti ile olursa!

REŞHA-171: Bizi zikretmekten [anmaktan] yüz çeviren ve dünyâ hayatından başka bir şey isteyen kimselere yüz verme!” Âyetinin manâsında buyurdular: Bu âyette iki manâ vardır: Biri âyetin zâhirinden anlaşılan manâdır. Yanî: Bizim zikrimizden yüz çevirinden sen de yüzünü çevir. Onlar inkâr ehli, gaflet ehlidirler. Diğer manâsı ise şudur: Bir tâife vardır ki, mezkûru müşâhedede kemâl mertebe [tamamen] müstağrak ve müstehlek olduklarından, zikr ile nitelenmek onlardan kalkmıştır. Faraza eğer onlara zikr teklîf olunsa, zikir onları mezkürü şuhuddan alıkoyar. Risâletpenâh (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) mezkurü şühudda müstağrak olup zikirden yüz çevirmiş olan bir tâifeye zikir teklîf etmemekle memur oldu.

REŞHA-172: Âyet-i kerîmede “Sâdıklarla beraber olun” [9-19] buyuruldu. Sâdıklar ile olmanın iki ma‘nâsı vardır: Biri zâhiren sâdıklar ile olmaktır. Bu, o zaman olur ki, sıdk ehli ile mücâleset ve musahabeti kendine lâzım görür ve bu sebeble onlarla devamlı sohbet ve mücâlesetle kalbi onların ahlâkları ile nurlu sıfatları ile münevver olur. Biri de ma‘nen sâdıklarla beraber olmaktır. Bu o zaman el verir ki, kalb yoluyla bir tâifeye rabt kalb edesin. Onlar vasıta olmağa müstehak olup, hilâfet davası ettiklerinde sâdık olurlar. Sohbeti de, dâimâ sûrî meclisinde bulunma ve açık göz ile onları görme ma‘nâsında almayasın. Belki şöyle alasın ki, onunla sana dâimi sohbet hâsıl olup suretten ma‘nâya geçesin. Böylece vâsıtaya dâima kalb gözüyle nâzır ve sırrın ile meclisinde hazır olasın. Bu bildirilenlere devamlı riâyet ve ihtimam edersen, onun sırrının senin sırrın ile bir münâsebeti ve birliği olur. İşte böylece onda hâsıl olan maksûd-i aslî, senin hakîkatinde de hâsıl olmuş olur.


REŞHA-173: Yine bu âyet-i kerîmenin ma‘nâsında buyurdular: İmtisâli [uyulması] vâcib olan bu emirden anlaşılan odur ki, kalbi, sâdıklardan birine bağlamak vâcibdir. Sâdıklar ise, mâsiva diye adlandırılan şeyler onların basîreti [kalb] gözünden örtülmüş olanlardır. İnsanın hakîkatinin kendisiyle süslenmesiyle hakîkate eriştiği şey, Cenâb-ı Hakka devam üzere doğru teveccühden başka bir şey değildir.

REŞHA-174: Yine bu âyet-i kerîmenin ma‘nâsında buyurdular:

Beyt:

Âşıklar ile yâr olup, et aşkı ihtiyâr,

Her kim ki, âşık olmaya, olma anınla yâr.

Nazm:

Olsa üstâdı adamın nahvi,

Eyler ol fende adamı mâhir,

Üstâdın fenni olsa mahv ü fenâ, Sende de mahv ü fenâ olur zâhir.

İnsan oğluna beraber oturduğundan tamam mertebe müteessir olmak [etkilenmek] istidadı bulunduğundan, bu emr ile memur olmuşlardır. Ve gerçekten başka hangi amel vardır ki, Hak teâlâ tarafından hâsıl olan cezbeden kuvvetli olsun, hatta onunla eşit olsun! “Hakkın cezbelerinden bir cezbe insanların ve cinlerin ameli ağırlığındadır” bunun şerefini teyid etmektedir. Ve bu da ancak bu tâife-i aliyyenin sohbet-i şerîfelerinin bereketiyle elverir.

REŞHA-175: Lâ ilâhe illallah sözünün ma‘nâsında buyurdular: Bazı ulular, Lâ ilâhe illallah zikrine, umûmî, zikir demişlerdir ve lafzatullah [Allah kelimesinin] zikrine husûsî zikir demişlerdir. zikrine ise husûsînin husûsisi zikri demişlerdir. Halbuki Lâ ilâhe ilallah zikrine hâs-ül- hâs [husûsînin husûsîsi] demek mümkündür. Zirâ Hak sübhânehü ve teâlânın tecellilerine nihâyet yoktur ve surette asla tekrar tasavvur olunmaz. O hâlde her anda bir sıfatı nefy edip, diğer bir sıfatı isbât eyler. Buradan da lazım gelir ki, sonsuza dek nefy ü isbattan kurtulmak yoktur.

REŞHA-176: Lâ ilâhe illallah hakkında buyurdular: ALLAH, zâtın ismidir. İLÂHE zât ile sıfât için kullanılan ulûhiyetten ibârettir. Buna göre bazılarınca Lâ ilâhe ilallah’ın ma‘nâsı şöyle olur: Lâ ilâhe: sıfatları câmi‘ [toplayıcı] ilâh yoktur. İLLALLAH, ancak cümleden muarra [münezzeh] olan zât-ı baht vardır.

Hâce hazretleri buyurdular ki: Bu ma‘nâyı kendiliği [nefsi] ile dolu olan kimselerin [biraz dikkat edip] uzak görmemesi gerektir. Çünkü kalbin ağyardan, boşalması zamanında, insanın sırrının şuhûdu Hakdan başkası değildir ve bu keyfiyet Hâce Abdülhâlık silsilesinin mübtedilerine bile müyesserdir. Anlayan anladı.

Mısra‘:

İki kere seslendim, köyde olan duymuştur.

Ve yine bu hususta buyurdular ki, Hâce Behâeddin tarîkının mübtedilerine daha ilk adımda Gayb-i Hüviyyet mertebesinden bir şey tattırılır.

REŞHA-177: Sen Allah de, onları bırak” [7-91] âyetinin ma‘nâsında buyurdular: Sıfatları bırak, zât-ı teâlâya müteveccih ol, demektir.

REŞHA-178: Ey îman edenler...” ma‘nâsında buyurdular: Ukudun [akıdlerin, verilen sözlerin] tekrârına işarettir. Ya‘nî bu tâifeye göre îman, Hak teâlâya akd-i kalb etmekten ibârettir. Bu akdin tekrarını emr eylemiştir. O kadar çalışın ki, bu vasfın sizin olmadığını bilesiniz demektir.

REŞHA-179: “İnsanlardan kimi kendine zulm eder, kimi ortadadır, kimi de, Allahın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte büyük fazîlet budur” [35-32] âyetinin ma‘nâsında buyurdular: Mümkündür “İnsanlardan kimi kendine zulmeder” kelâmı, kendi nefislerine zulmetmiş bir tâifeye işârettir. Ya’nî nefislerinin istediği lezzet ve şehvetleri vermeyip, herhâlde nefse muhalif olup, mevhibeyi kabûle müsteid ve müsaid hâle gelirler. Buna göre bu grup ehli, ortada olanlardan önce olurlar ve ortada olanlar, hayırda yarışır olandan önce olurlar.

_______  “ _ _ _ _____________________

REŞHA-180: Gerçek şudur ki, kafir olanları -azab ile- korkutsan da, korkutmasan da, onlar için birdir, îmân etmezler”[2-6] âyet-i kerîmesi hakkında buyurdular: Belki bu âyet insanoğlundan, müheymûn melâikesi kalbi üzere olanlara işârettir. Müheymûn, meleklerden bir tâife olup zâtın şuhudunda gayet müstağrak olduklarından, Hak teâlânın zâtından başka şeyin var olduğundan haberleri yoktur. Bu taifedeki insanların da hiçbir şeyden haberleri olmayınca, hiçbir şeye îman ve tasdikleri de yoktur. O hâlde ‘îman etmezler’ kelâmı, o uluları anlatmış olur.

REŞHA-181: Bugün hükümrânlık kimindir? Kahhâr olan tek Allah’ındır” [40-16] âyet-i kerîmesinin ma‘nâsında buyurdular: Mülk [meliklikten, hükümrânlıktan] murad, belki de sâlikin gönlünün melikliğidir. Ya‘nî Hak sübhânehü ve teâlâ bir kalbe ehadiyyet kahrı ile tecelli ederse, o gönülde kendinden başkasının nişanını bırakmaz. Ondan sonra (hükümrânlık kimindir) sadasını o kalbe bırakır. O memlekette kendinden başkasını görmeyince, yine kendisi cevabını verip der ki: Kahhâr olan tek Allah’ındır. Sübhânî, mâ a‘zame şânî, enel-hak ve iki dünyada benden başkası var mı? Ve benzeri sözler hep bu makamdan nişân verirler.

REŞHA-182: Ey insanlar! Allaha muhtâc olan sizsiniz” [35-15] âyet-i kerîmesinin ma‘nâsında buyurdular: Âdem oğlu Hak teâlâya muhtâcdır. Çünkü Allahu teâlâ kadîm olan ezelî ilmi ile bildi ki, Âdem oğlu beşer olduğu için su, ekmek ve diğer dünyevî sebeblere muhtac olacaktır. Bu sebebden kendinin kayyumluk cemâlini eşya mezâhirinden zâhir kıldı ki, Âdem oğlu her neye muhtac olursa, hakîkatta Hak teâlâya muhtac olmuş ola, kayyumluğu bakımından teâlâ şanühü.

REŞHA-183: Birgün mecliste bulunanlara çok sitemli ve dokunaklı konuştular. O esnada dediler ki: Boş yere sokaklarda dolaşırsınız. Bir iş işleyin ki, halk sizden fâidelensin. Nasıl yapabilirseniz yapın, kendinizi fânî edin ve çalışın ki, kesrette şuhud-i ehadiyyeti ele geçirirsiniz.

İnnâ a‘taynâ kel-kevser [Biz sana Kevser’i verdik] âyet-i kerîmesini şöyle tefsîr ettiler: Ya‘nî sana kesrette ehadiyyet müşâhedesini verdik.

REŞHA-184: “O her an yaratma hâlindedir” [55-29] ma‘nâsında çok sözler söylediler. Meselâ dediler ki, fenâdan sonra bekanın iki ma‘nâsı vardır. Biri sâlikin şuhûd-i zâtî ile mütehakkık olup ve o müşahedede tamam kuvvet bulup, istiğrak ve gaybetten şuur ve huzura geldikten sonra fiilî isimlerin tecellilerine mazhar olması ve kevnî isimlerin eserlerini kendinde mevcûd bulması ve o isimlerden her birinin arasını temyîz etmesi ve her isimden husûsî haz almasıdır. Bir diğer ma‘nâsı da şudur ki, her anda ve zamanın her cüzünde, bölünmeyen cüzde kendinde zâtın isimleri eserlerinden bir eser bula ki, onun hâricte mezâhiri [zuhûr yeri] olmaya ve an be an bu çeşitli ve ayrı renklerdeki eserleri kendi kalbinde müşâhede eyleye ve eserlerin farklılığı sebebiyle zamanlardan daha kısa bir zamanda her birinin arasını temyîz edip ayıra. Bu gayet nâdir ve yüksektir. Velâyet-i hassa erbabından insanların ekmel efradına, nâdiren hâsıl olur.

Beyt:

Her dem bu bağdan bir meyve yetişir, Tazeden de daha taze yetişir.

HADİS-İ ŞERİFLER: Sekiz reşha hâlinde bildirilirler:

REŞHA-185: “Kanaat tükenmeyen bir hazînedir” hadîs-i şerifinin ma‘nâsında buyurdular: Kanaat, bize göre, bir kimse çiy arpa ekmeği bulunca, pismiş arpa ekmeği arzu etmeyendir. Ondan da, namaz kılarken, elini ayağını hareket ettirecek kadar yemelidir.

Buyurdular: Bir kişi her zaman yaşadığı [yediği, içtiği, giydiği] gibi yaşamalıdır. Yemekte, giymekte bir şeye kanâat etmelidir ki, ondan aşağısı olmaya. Çok kere mubârek avuçlarını açıp buyururlardı ki: Bir adama, aç olduğu zaman, bir avuç pirinç veya bir avuç un yeter. Böyle yapan dinlenir.

Buyurdular: Bir kimse su ve şenlikten eser olmayan bir çöle düşse ve hiçbir yerden yemek gelmek ümidi bulunmasa ve o kimsenin yemekten yana hiç telâş ve gailesi olmasa, içinden de hiç yalvarma kopmasa, o kimseye kanaatin hakîkatı hâsıl olmuştur denebilir.

REŞHA-186: “Kibirliye kibirli olmak sadakadır” hadîs-i şerifinde buyurdular: Tekebbür [kibirlenmek] iki türlüdür. Biri mezmum [kötü], diğeri mahmuddur [iyidir]. Zemmedilen [kötülenen] tekebbür, Allahu teâlânın kullarına büyüklenmek, böbürlenmek olup, onlara hakaret nazarıyla [aşağılayıcı gözle] bakmak ve kendini onlardardan yüksek ve iyi görmektir. Beğenilen tekebbür ise, Hak teâlâdan başkasına iltifât etmemek, büyük bilmemektir. Şöyle ki, Hakdan gayri her şey senin nazarında hakir ve kıymetsiz olmaktır. Böylece alâka ve iltifât [yüzünü onlara çevirme] onlardan kesilmektir. Bu tekebbür asıldır ve fenâ mertebesine kavuşturur.

REŞHA-187: Buyurdular: Hadîs-i şerifde: “Beni Hûd sûresi kocalttı” geldi. Böyle buyurmalarının sebebi, Hûd sûresinde, istikametle emr olunmak bildirildiği içindir. Nitekim Hak teâlâ: “O hâlde emr olunduğun gibi istikamet üzere ol!” buyurdu. İstikamet ise gayet zor bir iştir. Çünkü istikamet, bütün işlerinde, her hâlinde, her ahlâkında ve her sözünde hep orta hâl üzere bulunmaktır. Öyle ki, her bir işinde zarûret derecesini taşmamalıdır. İfrat ve tefrît taraflarından masun ve mahfuz bulunmaktır. Bu esas mühim olduğundan; “İş istikamettir. Kerâmet ve hârik- ul âdelerin zuhuruna itibâr olunmaz” demişlerdir.

REŞHA-188: Bugün Ebû Bekr’in kapısı hâric bütün kapılar kapansın” hadîs-i şerifi hakkında buyurdular. Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerinin namaz kıldıkları mescidlerinde birçok kapılar vardı. Peygamber Efendimiz (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) son hastalıklarında o kapıların kapanmasını, sadece Ebû Bekr-i Sıddîk’ın (radıyallahü anh) kapısının açık kalmasını emir buyurdular. O günden sonra kendi evinden doğruca mescide açılan Sıddîk-ı Ekber’in evinin kapısından başka kapı kalmadı. Ve Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem): “Bugün Ebû Bekr’in kapısı hâric bütün kapılar kapanır” buyurdular. Bu hususta çok sözler söylenmiştir. Esası şudur ki, Sıddîk-i Ekber hazretlerinin Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerine kemâl mertebede muhabbet nisbetleri [sevgi bağları] sâbit idi. O hazret (aleyhissalatü vesselâm) bu hadîste o ma‘nâya işâret buyurdular ki, bütün yollar ve nisbetler, muhabbet nisbeti yanında kapalıdır. Ve maksada kavuşturucu olan nisbet hubbîdir, başka değildir. Hak sübhânehü ve teâlâ ile kul arasında vâsıta olmağa lâyık olan bir devlet [seâdet, yüce makam] sâhibine râbıta, bu hubbî nisbetten ibârettir. Sıddîk-i Ekber hazretlerine mensûb olan Hâcegân (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) tarîkatı, işte bu hubbî nisbet yerindedir.

Mezkûr azîzlerin hakîkatta tarîkaları bu hubbî nisbeti gözetip zâyi‘ etmemektir. Bir başka zaman yine bu nisbet-i hubbînin elde edilmesinin luzûmu münâsebeti ile şu beyitleri okudular:

Cânib-i ma‘şuka, gel, gönül evinden kapı aç, Tâ o kapıdan cemâli yârı seyrân edesin, Vuslat odur kim gönülden dilbere bir yol bulup, Cânı, her dem gül yüzünü seyr ile handan edesin.

REŞHA-189: Buyurdular: Tarîka ulularından bazısı: “Allahu teâlâ ile öyle vakitlerim oluyor ki...” hadîs-i şerîfinin ma‘nâsında buyurmuş ki: Onun vakti bu vakitleri içine alır. Ya’nî vakti, devamlı vakit ile tefsîr etmişlerdir. O zaman ma‘nâ şöyle olur: Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerinin sırrının Hak sübhânehü ve teâlâ ile devamlı ittisal ve irtibatı var idi ki, o oraya hiçbir şey giremezdi. Amma kalb diye isimlendirdikleri müdrike kuvvetlerine her şey sığmazdı. Bunlar ister dünya, ister düşmanlarla harb, ister hanımları ile muaşeret veya başka şeyler olsun hepsi aynıdır. Bazılar vakti, azîz, nâdir vakit ma‘nâsında almışlardır. Buyurdular ki: Hâce Alâeddin Gucdevânî hazretleri ikinci kavle yakın idiler. Derlerdi ki: Kâmillere dahi bu hâl nadir olarak vâkı‘ olur.

REŞHA-190: Buyurdular: Mi‘rac gecesi hadisinde geldi ki, Cebrâil aleyhisselâm Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerine arkadaşlık etmekten geri kalınca “Bir parmak boyu kadar daha yaklaşırsam, yanarım” dedi. Hakîkat sâhibi âlimler bu hadisin ma‘nâsında demişlerdir ki: Cebrâil aleyhisselâmın buyurduklarının ma‘nâsı budur ki, zât ile birlikte sıfatlarda olan kendi makamımdan bir parmak ucu kadar daha yaklaşırsam, elbette yanardım. Ya‘nî ben kalmazdım; bir başka hakîkatla kaim olurdum.

REŞHA-191: “Rabbim beni en güzel edeble edeblendirdi” hadîs-i şerifinin ma‘nâsında buyurdular: Ya‘nî, bana hazreti mahbuba münâsib hâle sebeb olan en güzel sıfat ve ahlâk-ı hamîdenin hepsini muhtevî bir keyfiyet vermekle edeblenmem de ihsân eyledi. Tevhîd dâiresinin merkezi olan muhabbet saltanatının satvetinde mahbubun râzı olmadığı şeylerden ondan kaldırılmayan bir şey kalmamıştır. Hazreti mahbubun muradlarının bütün inceliklerine muttali‘ olmuştur.

Beyt:

Kurb makamında üstâd aşktır elbet ey yâr, Her ne kim mühim ola, eyler anı sana iş‘âr.

REŞHA-192: Buyurdular: Emîr-ül müminin Alî (kerremallahü vecheh) hazretleri buyurdular ki: “Önümden perde açılsa, yakînim daha artmaz”. Lev:eğer kelimesinin ma‘nâsı, hazreti Alî’nin (radıyallahü teâlâ anh) kasd ettiği şekilde hiç kimsenin hâtırına gelmemiştir. O ma‘nâ budur ki: Yakîn her zaman artmaktadır. Zira perdenin kalkması hiçbir zaman mümkün değildir. Hakîkata kavuşmuş âlimlere göre zât-ı ilâhî, olduğu gibi hiçbir zaman zâhir olmaz. Ancak sıfatların perdeleri arkasından görünür. Mâdem ki, o hakîkat dâima perde arkasındadır ve gizlidir, perdenin açılması hiçbir zaman mümkün olmaz. Böylece yakîn de dâima artmakta olur.

Evliyâ sözlerinde buyurdukları: Bunda sekiz reşha vardır:

REŞHA-193: Allahu teâlâ ile sohbet edin [beraber olun], bunu yapamazsanız, Allahu teâlâ ile sohbet edenle sohbet edin” sözü hakkında buyurdular ki, buradaki sohbetten murad, sohbetin gereklerinden olan huzûr ve âgâhîdir. Çünkü sohbet edenlerin biribirinden haberdâr olması lâzımdır. İnsan hakkında olan îcad teveccühünde: “Onu iki elimle yarattım” vârid olmuştur. Ya‘nî birbirine mukabil evsaf ile demektir. Burada iki elden murad, birbirine mütekabil olan celâl ve cemâl sıfatlarıdır. Bütün sıfatlardan onda hisse var demektir. Sıfatlarından biri de zâtî huzûrdur. Zirâ Hak sübhânehü ve teâlâ ezelî ve ebedî olarak kendi zâtıyla hâzırdır. İşte insanda zâhir olan huzûr ve âgâhi de, o denizden damla ve o güneşten zerredir. Belki mezâhir duvarına düşüp, nûruyla münevver eden zatî huzûr güneşinin şuasıdır. Âdem oğlunun kemâli ancak şudur ki, kendi hâlini inceleyip, anlamalı ki, kendisinde hâsıl olan huzûr veya başkası kendinin değildir; Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerinindir, kendinin onda hiç hakkı yoktur. Ve Herî Pîri Şeyh-ul İslâm Abdullah Ensârî (kuddise sırruh) hazretlerinin buyurduğu: “Tahkîk [inceleme, araştırma] refîkını [arkadaşını, sohbet ettiğini] bilmektir”, bu ma‘nâya işârettir.

Bazı âlimlerin buyurdukları: “Bir sıddîk Allahu teâlâya milyon sene ikbâlden sonra, bir an i‘raz etse [ondan yüz çevirse] kaybettiği kazandığından çoktur” sözünün ma‘nâsında buyurdular ki: Bu tâife-i aliyye bir makama erişirler ki, her nefeste bütün geçmişteki kazandıkları kadar kemâlât kazanırlar.

Hikâye: Meşhûr bir hikâyedir. Anlatırlar: Bir zaman bu tâifeden bazısını, zındıklardır, halkı doğru yoldan saptırırlar, eğer onları öldürürseniz, o bozuk mezheb âlemde kalmaz, sizde çok büyük sevablara nâil olursunuz diye pâdişaha gammazlamışlar. O tâifeyi pâdişahın divânına getirdiklerinde, pâdişah hepsinin öldürülmesini emr etti. Cellâd birisini ileri çekip, katl etmek isteyince, bir başkası acele ile koşup siyâset [ölüm] meydanına geldi ve beni öldür, diye rica etti. Cellâd onu öldürmek istediği gibi, bir başkası ileri atılıp, o da, onu bırak, önce beni öldür, dedi. Cellâd bu adamların bu hâline şaşıp: “Siz ne biçim adamlarsınız, kendi ölümünüze susamışsız ve ölmek için birbirinizle yarış edersiniz” demiş. Cevâbında demişler ki: Biz îsâr ehliyiz. Bir makama erişmişiz ki, her nefeste bütün ömrümüzde kazandığımız kemâlât kadar kemâlât kazanırız. Onun için her birimiz, kendi hayatımızı, yoldaşımıza îsâr ederiz ki, birkaç nefes alıp verinceye kadar arkadaşlarımız kemâlât kazansınlar. Bu söz halîfenin [pâdişahın] kulağına erişince, uyanmış ve buyurmuş ki: Şerîatin hâkimi bunların hâllerini incelesin. hâlleri incelenip araştırıldıkça, bunların kemâlâtı ortaya çıkmış. Bunun üzerine demişler ki: Eğer bu tâife zındîk olacak olursa, dünyada sıddîk yok demektir. Sonra halîfe onlardan özür dilemiş ve izzet ü ikrâm ile salıvermiş.

Hâce hazretleri buyurdular ki: Bu hikâyenin temsîli şudur: Bir kimsenin yüz altın sermayesi olur. Onunla ticârete başlar ve bu adam öyle çalışsa ve gayret etse ki, sermayesi yüz bin altın olsa, sermâye bu rakama vardıktan sonra, kârı, kazancı da, elbette sermâyesine göre olur. İşte o zaman böyle büyük bir meblağın faydası, nice yüz evvelki sermâyesi kadar olur. Ama eğer ticâretten feragat ederse, kaçırdığı fâide ve kazanç, kavuştuğundan ziyâde olur. Buna göre, kaybettiği kazandığından çok olmuş olur, sözü tam yerini bulmuş olur.

REŞHA-194: Ulular demişler: “Hak teâlâdan bir göz yumup açıncaya kadar gafil olan, ömrü boyunca onu telâfi edemez”. Buyurdular ki, bunun ma‘nâsı kaçırılan zamanın tedâriki olmaz demektir.

REŞHA-195: Bazı ârifler buyurmuşlar ki: “Hâl sâhibleri ahvâlden berîdirler”. Bunun ma‘nâsında buyurdular ki, istiğrak ve istihlâk terakkîye sebeb olmaz. Zirâ muhakkaktır ki, terakkî amellerle olur. İstiğrak ve istihlâk ise, aslında amelden kalmaktır. Belki istiğrak ve istihlâk âhıret ahkâmındandır. Fakat bir yolla bu dünyada zâhir olmuştur. Eğer dünyâda zâhir olmasaydı, âhırette kemâl üzere zâhir olurdu. İşte bu sebebdendir ki, hâl sâhibleri ahvâlden teberri etmişlerdir.

REŞHA-196: Buyurdular: Hâce Muhammed Pârisâ (kuddise sırruh) yazmışlardır ki, “Zikrin hakîkati zâtıyla zâtına tecellisinden ibârettir, kulun gözünde söyleyenin isim olması bakımından”. Buyurdular: Bu makamda çok zaman zikre devâm edip tâlibin kalbinde devamlı uyanıklık hâsıl olmayınca, bu ma‘nâ ele geçmez. Eğer bu mertebeyi elde ettikten sonra bir hamle daha eder de, bu nisbeti kendinden selb edebilirse [giderebilirse] bu Hak teâlâ hazretlerinin husûsî bir inâyetidir. Ondan sonra şu beyti okudular:

Merdâne mestâne bir hamle ettim,

İlimden geçtim ben ma‘lûma erdim.

REŞHA-197: Bazı ulular demişler ki: (Kullara, kendini tanıyamamazlıktan başka bir yol bırakmayan Allahu teâlâ her ayıbdan, her noksandan münezzehdir). Buyurdular: Tanıyamamak. (Allah’dan başka hiç kimse Allah’ı tanıyamaz) sözünün ma‘nâsının sâlikçe bilinmesidir. Ya‘nî tanımak, insan denen terkibî varlığın iktizasından değildir. Belki insan bir aynadır ki, Hak sübhânehü ve teâlânın ilmî sûreti ona aks etmiştir. Bazıları zannetmişler ki, tanıyamamak cehildir, bilmemektir. Hayır, bu söz bâtıldır. [Bilmekle tanımayı ayıramayanların sözüdür].

REŞHA-198: Buyurdular: Şeyh Ebû Bekr-i Vâsıtî (kuddise sırruh) demiştir ki, (Eğer başkasıyla kaim isen, cem‘ ve tefrikasız fânisin). Cem‘ burada amelde tevfîk [kolaylık] müşâhedesinden kinâyedir. Tefrîka ise, kendi vasfıyla ubudiyyetini [kulluğunu] edâ etmekten ibârettir. Bu sözü duyup zevk alan kurtuldu ve ağyar tefrikasından kurtuldu.

REŞHA-199: Buyurdular: Ulular (cem‘ ve cem‘-ül cem‘) ma‘nâsında demişlerdir ki: Cem‘, onunki onun, seninki senin olmaktır. Cem‘ül cem‘ ise onunki de senin olmaktır. Buyurdular ki, Mevlânâ Celâleddin Rûmî hazretlerinin Mesnevî’sindeki şu beyt cem‘-ül cem‘ mertebesini bildirmektedir:

Eğer dersen ki biz neyiz cihanda,
Bir elif gibiyiz, bir şey yok onda.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar