Print Friendly and PDF

Atatürk’ün Hayat Felsefesi …Birkaç Söz...

Bunlarada Bakarsınız

 


Yazan: Dr. Mesud Fani…1938 – ANTAKYA…18.08.2001

SON ZAFERİ.........

Bu broşür basılırken; Atatürk’ün çocukluğundan beri planını hazırladığı Ebediyet âlemini fethettiğini işittik.

Bu, Onun son zaferi oldu!.

Kainatın radyolarda inleyen ra’şelerinden anlıyoruz ki
Hilkat Onunla on üç saat çarpışmıştır..

Hamlelerin dehşetini her kalp duydu ve beşeriyet hala dinmeyen sarsıntılar içinde..

Kim bilir?.. Onun bu yeni müebbet âleme girişi ne muhteşem olmuştur...

Dr. Mesud  Fani…1938. Antakya

 

 

 

Bu broşürün adına bakıp aldanmamalı!. İçinde yeni bir şey yok, hatta en müptezel felsefe kırıntıları bile!... Fakat bence çok şey var: Atatürk’ten ilhamlar.

Eski bir ”Yüz elliliğin” Büyük Kurtarıcı için duyduğu şeyler vatanperver geçinenlerinkinden farklı olsa gerek!.. eğer göze çarpan bir ayrılık bulamazsak yeni bir hüküm daha verebiliriz ; bu defa da ( riyakârlığa başladı!..) demek hiç güç değil; dilin kemiği yok.

Şunu unutmayalım ki biz, hepimiz bütün meddah kesilsek onun yüksekliğine yetişemeyeceğiz. Bu irtifakı görebilmek için mesafelere ihtiyaç var: Hiç olmazsa bizim kadar vatandan uzak yaşamalı.

Ben Onu ta karaların bittiği, dış denizlerin başladığı kıyılardan da seyrettim. Yalnız Türklerin değil bütün dünya uluslarının kümelendiği yerlerin ortasında öyle azametli bir yükselişi vardı ki gözlerim yorulup sulanıncaya kadar temaşadan sonra dudaklarım şu meşhur sözü bir kere daha tekrarladı: “Senin için kötülük düşünen baş utansın!”

O vakitten beri bu tek insanın içimde uyandırdığı heyecanların sonu gelmiyor....

Ömrümde hiç çizgi ile uğraşmamışken bir aralık tuhaf bir arzuya kapıldım, saatlerce çalışarak resmini bile yaptım, ille o göremediğim gözlerine hayalimde canlanan derin ma­nayı verebilmek için çektiğim sıkıntıyı ben bilirim.

Şimdi de Onun yine hayatımdaki huzuruna büyük eserinin on beşinci yılını kutlamak için tırmanıyorum.

Halk arasında doğarak büyüyen ve halkçılığı ideal yapan bu eşsiz insan benim gibi bir halk çocuğunu herkesten iyi anlayacaktır. Onun karşısında işte ne düşüncelerime, ne de kalemime üslup vermeğe çalışıyorum.

Samimiyetin kekeleyen dili, sahtekârlığın belagatın dan.bence daha iyidir. Sistem altına alınan bilgilerden de çabuk usanılıyor. Yirminci asrın kafası o kadar çetrefil şeylerle dolu ki teşrifatçılığı düşünce âlemimizden de sürüp atmaya mecburuz.

Modası hâlâ devam eden bilgi komprimesi de hiç hoşuma gitmez : dimağın hazım kabiliyetini berbat ediyor. ( Nasara : fiil mazi binai malum, müfret, müzekker, gaip, mana­sı yardım etti, ; bir er,geçmiş zamanda ) cümlesini bana yedi yaşında cebren ezberletmişlerdi. Bugün kırk yıldır hafızamda olduğu gibi durur. Bunu bir türlü eritemedim.

Atatürk için duyduklarımı bu çeşit terkiplerden esirgemeğe çalışacağım; yazılan eserle­rin, söylenen sözlerin de tesirinden mümkün olduğu kadar kurtulmak, içimden doğanı anlatmak istiyorum.

Broşürümün üzerine yalnız Onun adını yazmak da kâfi idi. Buna bilmem niçin bir hayat felsefesi tabirini ekledim. Bu felsefeyi incelemeğe hiç niyetim yok. Atatürk, bir suare gecesi musahabesi sırasında bu ebedi me­seleyi modern bakımdan izah etmiştir.

Ben bu izahı haftalık Ankara da gördüm, tekrar, tekrar okudum.

Şunu da hemen söyleyeyim ki ben felsefe yapmayı sevmekle beraber filozoflara bir türlü ısınamadım.

İşleyen kafalar, Sturat Mill'in, Baconun metotlarını bilmeden ; Descartes,in Diskoru’nu okumadan da keşiflerini yapabiliyorlar. Hâlbuki biz düşüncelerimizin çürüğünü ayıklayalım derken akşam yaklaşmakta. Clemenceau gibi sekseninden sonra ( Au soir de la pensee ) adı ile söylenmiş şeyleri tekrarlayıp bastırmanın bir zevki olabileceğini sanmıyorum.

Hazır fikirler de hazır elbiseler gibi bir türlü vücudumuza uymuyor, Uysaydı düşünce mekanizmasında göze çarpan bir fark olurdu! Bence filozoflar bile dimağlarının mihve ri etrafında dönen insanlardır. Yan çizenleri pek az!

Descartes “Benden önce adamlar yaşadığını tanımak bile istemem” diyor,

Filozof haklı ise Felsefe tarihine yaşlı ço­cukların hoşuna giden bir masal (bin bir gece masalı) diye biliriz, hem de hep o mahut hikaye: Hayat felsefesi!.. Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Bilmecesi...

“Kâinat içinde bir zerre mi, yoksa zerrede bir kâinatlı mıyız?” sorgusuyla kendini dinleyenlere akıl ve hikmet rütbelerinden payeler veriyoruz. Bu sorgunun cevabını yine içinde duyarak bütün bir sosyeteyi elinden tutup kaldıranlara daha son ad verilmedi.

Peygamberlerden bahsetmiyorum, onlar Allah’ın resulü olduklarını söylediler..

Her biri bir fikir macerası arkasında hayatın sırrını ararken ölümün sırrı içinde kayıp olan filozoflara da acımamak elden gelmez!.

Felsefenin spekülasyon fabrikasına girerek mekik atmayı öğrenen bu zatların bulabildiğimiz eserlerine göz gezdirdiğimiz zaman epeyce yorulduklarını anlıyoruz, ince eleyip sık dokuduklarını görüyoruz. Fakat bir ipucu yakaladıktan sonra aynı tezgahın aynı kumaşı karşımızda sırıtıp duruyor!.

Belli ki dimağ makinesi örümcek gibi aynı ağı işlemekte! değişen bir şey yok, yalnız bu ağın içine düşen sinekler.

Bence insanların büyüğünü, insanları kendi ülküsüne yaklaştıran pratik zekalar arasından seçmeli. Bu ölçüyü kabul edenler için bizim Atamız eşsiz bir büyük olarak yaşıyor ve yaşayacaktır. Bununla beraber O, ne bir peygamber, ne de bir filozof, tam bir insan modeli.

Hayatın esrarlı felsefesini Kolomb un yumurta hikayesi gibi bu, budur diye vurup dikliğine durduran adam.

Onun ne ilâhi bir iddiası, ne de şek ve şüphe içinde bocalayan durumları var. Realite, hakikat olmak için Atatürk’ün başı kadar uygun bir kalıba pek az mahzar oldu; olmaz, olamaz sanılan her şeyin orada vücut bulduğunu gördük.

Demek ki hayat eğer bu ( devinim ) tekevvünse, başka elemanlardan önce onu, biz kendi kudretimizde aramalıyız.

Kant, irâdenin bu işini ahlakiyata bile bir başlangıç olarak alır.

Niçin zaman, zaman küçülüp atomlaşmalı? neden esrarı tesadüfle halle kalkışmalı ?

Eski metafiziği istihfaf eden Auguste Comte boş bir adam değildi.

« İsteyen Mevlâ’sını da bulur belâsını da » sözünün suçu bir halk vecizesi olmasından mı?

Bizim bildiğimiz bir şey var : Bouddah hakîm olmak istedi, oldu; Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] âhir zaman nebisiyim dedi, oldu; Mustafa Kemal da Atatürk olacağım dedi ve oldu.

Birinci, insanlara Nirvâna yı, yani «her şeyden vazgeçmek suretiyle ebedi saadete kavuşma yolunu; İkinci, Cenneti « her dileğin yerine geldi­ği bir âlem» vaat etti. Atatürk’te, o kadar karışık işleri içinde bize hayatı gönenmek yolunu gösteriyor; maddi ve manevi bütün duygularımızın göneneceği bir hayat.

Bu, Sirenli Aristippe in ancak kaba hazlarımıza cevap veren düşüncesinden farklı bir prensip; daha ziyade Arıstote un insanlığı yükseltmek gayesini güden moralinin asrîleşmiş bir hayat felsefesi.

Anlaşılıyor ki mevzuumuz epeyce geniştir, ciltler dolduracak sermaye var. Fakat biz burada ukalâlık niyetinde değiliz. Broşürümüzü okuyacakların sabırlarını tüketmek istemiyoruz. Gevezeliğin bilgi işlerinde de adı gevezeliktir. Yaşadığımız asırda vakitler eskisi gibi geniş ölçülmüyor. Victor Hugo nün Sefillerini bugün bir roman olarak okuyacak insanı parmakla gösteriyoruz.

Düşünülecek bir nokta daha var: yaşlılarımız yeni harfleri henüz kendilerine mal edemediler, dimağları ile heceliyorlar; biraz da bu zatları yormamak için broşürcü kalmak istiyorum.

Tanrının Yürü Kulum Dediği; Yıkan Ve Yapan Adam!

Atatürk’ün askerlik kudretine inanmayan kalmadı. Onun hiç bir savaşta yenildiğini bilmiyoruz. Anafartalar kahramanı Dumlupınar'dan bir harp dâhisi olarak çıkmıştır.

Biz, Ona, Halaskar dedik; kutlu Türk ellerinden düşman sürülerini kovmakla vazifesini bitirdi sanıyorduk! Meğer O, savletlerine dayanılmaz bir ezip yıkıcı olmaktan ziyade bulunmaz bir yaratıcı ve yapıcı imiş.

Üç yüz yıldır üç yüz milyon düşmanın yıkamadığı bozuk, berbat bir İmparatorluğun çürük çatılarını üç yılda yerin dibine geçirdi. Bu harabenin üzerine, şimdi on beşinci yılını kutladığı­mız öyle bir Cumhuriyet âbidesi kurdu ki asırların hârikaları tek yıllara sıkışmış onun ayaklarına yüz sürüyor.

Tarihin bile kıskanacağı bu yaratıcı kudret önünde hangi baş eğilmez?..

Bu Türk dâhisinin hayatı ve eserleri üzerine şimdiye kadar her dilden binlerce makaleler yazıldı, kitaplar basıldı, ve yer, yer heykeller dikildi! Sağlığında bu kadar mazhariyete eren bir adam öyle sanıyorum ki hiç yoktur.

Onun asıl büyüklüğü, başladığı her işi başarmaktan ziyade insan kullanmasını en iyi bilmesinde kendini gösteriyor; belki de muvaffakiyetinin sırrı bundadır.

Yalnız Türk âleminde değil, bütün dünyada Atamız kadar sevilen, sayılan bir adam yoktur diyebiliriz. Bu muhabbet, sade bir sempatiden doğmadı : kafalarda fikirle yer tutup kök salan şuurlu bir sevgi.

Böyle bahtiyarlığa erenlere haset edilmez, gıpta gösterilmez ; fakat derin bir hayranlık içinde tazimler sunulur.

Onların yeri bu yer değil, tarih hiç değil, ancak, insan hayallerinin yaratıp yaşattığı efsâne âlemidir! Atatürk, beşeri ideallerin işte böyle canlı bir sembolü oldu.

Onu, yaptığı işlerle tanımak güçtür; yaşadığı hayat ve düşündüğü şeylerin maddi ölçülere sığmayan yüksek hendesesi ile kavramağa çalışmalıyız.

İmkansızlığa gülümseyen ve boşlukları kucaklar gibi saran bu kudret, meçhul büyük kudretle en iyi anlaşmıştır.

O, gittikçe farkına varılan derin bir Psikolog, fikirleri istediği kalıba döken bir Mantıkçı, dünyaya yol gösteren bir terbiyeci ve nihayet filozofların düşündüğü büyük insan modelidir  Biz, bu Modeli mütevazı akıl teleskopumuzun objektifine alarak yıllardan beri uzaktan uzağa temaşa etmekteyiz..

Bir kerecik olsun yüz yüze gelemediğim, yalnız fırlatıldığım enginlerde yine cazibesinden ayrılamayarak sürüklenip gittiğim bu enerji âleminin bir Camille Flamarion u olabilmek ne mutlu şey..

Çalışmakta hoş bir teselli var ; severek çalışıyorsak neşe de duyarız : Şimdi şu satırları ya­zarken yalnızlığımın farkında bile değilim.

Evimin içinde canlı mahluk olarak kedim « Doğan » dan başka kimse yok. O da, divanın köşesinde uykusuna dalmış! Zaten Antakya’da çok erken uyuyan bir şehir Saat daha dokuz olmadı; fakat işte elli bin insan karanlıklar içinde silinmiş gibi. Yalnız derinden derine Asinin suları uğulduyor. Tabiatın konuşması gibi bir şey. Ben bu uğultunun eski bir aşinasıyım.

Beş yıldır da burada, bu evde, bu odada ba­na bu satırları yazdıranın, elimle yaptığım resminin karşısında hazin bir inziva hayatı yaşamaktayım.

Şimdi O da yalnız ve hasta.

Akşam radyoları buhranın geçtiğini, duru­munun tabiileştiğini söylediler. Onun, daha uzun yıllar bizi yetim bırakmamasını o kadar candan istiyorum ki.

Yanında bulunan doktorlar arasında Nihat Reşat adını da işittim. Vatan havasından uzak yaşamanın acılarını bu değerli Doktor da iyi bilir. Yad ellerde geçirdiği tecrübelerle Atamıza daha sıkı düğümlenmiş olsa gerek.

Ne bahtiyar o hasta ki nice yıllar kendine küskün sandıkları adamlardan birisi şu anda ba­şının ucunda dakika dakika ona şifa vermeğe çalışıyor, öbürü de resminin karşısında bütün samimiyeti ile sağlıklar diliyor. Bu dilek, bilirim bu karanlık gecede her Türk kalbini aynı duygularla sarsmakta.

Atatürk bizim için Vatan kadar aziz oldu.

Onun bu kurtardığı Vatana bekçilik eden gözlerinde kudretin sönmez ateşinden alevler parlıyor diyorlar! Claude Farrere de bir konferansında bunları bir çift projektöre benzetmişti.

O gözler, uzakları belki de böyle süzerler, karanlığı delmek isterler. Fakat, kendi sükûn âle­mine döndükleri zaman, ben eminim ki onlar ne bir ateş, ne de bir projektördür. Hele bir kere Yurdun üzerine çevrildi mi, içinde sayısız sevgi ışıkları kaynaşan bir aşk gölünün durgun ve yumuşak sularında yüzüyor gibi neşeler duyarız! İsteriz ki bu, insana sokulganlık, güvenç veren mana dolu gözler üstümüzden eksik olmasın, ve biz, hep onun ışıklı durgun sularında hiç bir şey düşünmeden yaşayıp gidelim .

Bu, Atatürk’ün dost gözleridir. Yıkıcı, yapıcı ve hükmedici gözlerinin kıvılcımlı bakışlarından büsbütün farklı yumuşak ve âşık gözler.

Onun maşukası bilmem tek başına hiç tecessüt etmiş midir? Fakat, öyle sanıyorum ki bu ma­şuka, yalnız onun ülküsünde, kendi hayalinin san­atkâr elleri ile toplu olarak vücût buldu : Atatürk, taşıdığı adı, o adın kucakladığı büyük varlığı, ona ezelden mekan olan genişliği ile bir bütün yapıp sevdi.

Bu vahdetten doğan aşk mefhumu içinde hepimizin payı var. O, Türküm diyen her ferdi ayrı ,ayrı görmeden, bilmeden de sevmiştir.

Okşanan bir başın sevilmek hazzını; o başı çerçeveleyen her saç teli nasıl duyarsa, «icabında ben ona hayatımı da seve ,seve vermekten çekinmem » diye bütün dünya karşısında Milleti için açıkladığı bu büyük Adamın büyük aşkını hepimiz birer zerre halinde içimizde duymaktayız, işte bunun için biliyoruz ki her samimi âşık gibi Atatürk de cesurdur, hassastır, şefkatlidir.

O, sevdiği milletini ölüm döşeğinden kurtarıp kaldırmak için cesaretlerin en fevkalbeşerini gösterdi. O sıralarda hassasiyeti o kadar artmıştı ki, dost olarak yanına sokulan insanların bir kısmının kendini kıskanan birer haris olduklarının kimseye sormadan farkına vardı, onları, yavaş, yavaş yanından uzaklaştırdı; nihayet bir gün ta Ankara ya kadar sokulabilmiş bir Hintlinin yaman bir İngiliz casusu olduğunu ilk bakışta sezdi.

Felsefeciler bu sezmeğe, hissi kablelvuku, bilavasıta marifet, had s, keşif gibi adlar takarlar.

Maksadımız burada kelime oyunu yapmak değil, bu, içe doğuşun sebebinden mana çıkarmaktır.

Frenklerin Intuition dedikleri bu bilginin birçok dereceleri var. Biz burada anî olarak içimize doğan ve hakikat ifade eden duyguyu alıyoruz. Bu duyuş, bize kendiliğinden gelmez; her halde fikrimizi uzun zaman yoran bir düşünceden çıkmıştır; fakat nasıl çıktığını bilemiyoruz. Belli ki biz dursak ta dimağ makinesi işliyor, bir nakış makinesi ki iğnesinde istediğimiz renkten iplik yok. Bir gün sezemediğimiz bir tesadüfle bu iğneye bir fikir ipi geçmiştir; artık bütün düşüncelerimiz biri birine eklenebilir. O vakit biz bir keşif yaptık sanırız. Bu, yeni bir şey değil, o iş üstündeki dolgunluğumuzun bir görünüşüdür.

Mustafa Kemal da giriştiği büyük davada türlü ihtimalleri o kadar ince hesap etti ki bir gün  Mustafa Sağir la karşılaşınca onun casus olduğunu tanımakta hiç gecikmedi. Sonra unutmayalım ki bu casus eften püften birisi de değildi: bü­tün bir Hint Müslümanlığının Türklere karşı gösterdiği bağlılığın işareti olarak İstanbul a gelmiş, oradan da millî heyecanın can evi olan Ankara ya kadar sokulmak maharetini göstermişti.

Bana bunun hikâyesini üç yıl önce bizi görmeğe gelen şair Akif uzun uzadıya tekrarladı, ve düşünüp içini çektikten sonra, Gazi için «Büyük Adam vesselam keşke halife olmak isteseydi! Ona ilk defa ben biat eder ve şimdi böyle Vatan hasretiyle diyar, diyar sürünmezdim » dedi

Akif e Antakya’yı nasıl bulduğunu da sormuştum; Penceremin önünde açılan peyzaja dalıp düşündükten sonra şu güzel kıtayı söylemişti; unutulmaması için buraya sıkıştırıyorum:

“Viranelerin bekçisi baykuşlara döndüm.

Gördüm de hazanında şu cennet gibi yurdu.

Gül devrini görseydim onun bülbül olurdum.

Yâ Rab beni evvel getireydin ne olurdu .“

Bu vaka, Atatürk’ün yurt savaşında ne kadar uyanık bir ruh taşıdığının çok psikolojik bir mi­sali olduğu için şimdi heyecanla hatırlıyorum; çünkü o mahut Hintli ile yalnız bir casus asılmış olmadı Lloyd George un kin ve gururu da beraber Ankara da dar ağacına çekildi..

Büyük kurtarıcının uç dereceye varan has­sasiyeti aynı zamanda derin bir şefkatle o vakit ki meyus ve yaralı Vatan havasına ümit dolu bir esir halinde yayılmıştı. Yıllardan beri gamlı bir bezginlik sisi içinde baygın yatan sevgili Milletin bu esiri kudretle birdenbire doğrulup ufuklara doğru gerildiğini gördük.

Unutmamalı ki cesaret çeliği ulvîleşmek için şefkat suyu ile beslenmelidir: yavrulu kuşların çaylak hücumlarına karşı oklaşan kanatlarında bu şefkatin ilahî tesiri ne iyi sezilir.

Ümitsiz ve yaralı Türk çocuklarının ma­neviyatını yaşamak ve yaşatmak aşkının dişi aslan sütüyle emdiren Atatürk de en modern si­lahlarla mücehhez düşman taarruzlarına karşı şefkatin ürperttiği bir kahramanlık timsali oldu. Bu timsali en çok Afyondaki heykel canlandırmaya muvaffak olmuştur. Kim yaptıysa tebrik ederim.

Artık yetim değiliz: Atamız var! Bir çocuk nasıl yetiştirilirse o da bizi öyle şefkatli ihtimamlarla büyütmekte. Hukukçuların sinnirüşt dedik­leri çağa girdik. Asırları yıl yaparak ilerliyoruz, ölçümüz ziya süratidir.

Geçmişlerden kalan mirası, ta düşünce tarzlarına kadar geçmişe bağışladık. Yepyeni bir duygu sistemiyle insanlığa model olmağa çalışıyoruz.

Atatürk, işte böyle bir terbiyecidir. Bize her şeyden önce iyilik ve güzelliği Öğretti; bu iki mefhum Türk çocuklarının dimağında iki itilâ kanadıdır.

İyi olmak, iyi okuyup düşünmek, iyi yiyip içmek, iyi giyinip kuşanmak, ve nihayet iyi çalışıp tabiatı gönenmekte örneğimiz hep “O.”

Biz, güzelliği tanıyıp sevmeği de Ondan öğrendik ; cismimizi, ruhumuzu evimizi, yurdumuzu güzelleştirmek için onun bize verdiği derslerin bahası yok! Bu dersleri ilk önce kendi nefsine telkin etmiştir.

Eğer Atamızın yüzünü göremedinizse bir kere daha dikkatle resimlerine, hâttâ en son resim­lerine bakınız; orada azim ve irâde kudretini, uzviyetinin her hücresinde atmış yılın hârikalâr yaratan fırtınalarına rağmen genç olarak saklamış mükemmel bir ihsan tipi ile karşılaşacaksınız. Hemen tesiri altına düşeceğiniz bu Tipte bedii zevkler en son inkişafı ile yaşamaktadır.

Onun, Savarona da alınan son fotoğraflarını da gördüm. Karaciğerinden çektiği ıstıraba rağmen enerjisinden hiç bir şey kaybetmemiş! Gözlerde aynı uçsuz ışığın renkleri pırıldıyor, ve çehre, tabiatın mukadder çizgilerini de manalaştıran tunçtan bir iradeyi ebedileştirmekte.

Hiç bir artist Atatürk kadar jestlerini konuşturamadı..

Belki bütün dünyanın en zevkle giyinen adamı da O dur.

İngiliz ateşe mili teri Armstrong “ Mustafa Kemal “ adlı eserinde bir balo gecesi tasvir eder. Oradan sabaha karşı ayrılanlar arasında, kravatının düğümüne, elbisesinin ütüsüne kadar geldiği itina ile yalnız Gazinin çıktığını söylüyor! Zarfına bu kadar ihtimam gösteren bu mazruf aynı zamanda bir bilgi ve fikir hazinesidir.

İki yıl önce Times gazetesinin Türkiye için çıkardığı fevkalade bir nüshada İsmet İnönü, Atatürk e dair bir makale neşretti Âşağıdaki satırları o makaleden alıyorum :

«Atatürk’ün belli başlı zevk ve meşguliyeti kültür meseleleridir Her çeşit tarih, ve bilhassa Türk tarihi tetebbuu hususunda medih ve senaya lâyık cht ve ikdam göstermektedir.

En sıkı devrelerde bile günde on sâatten aşağı düşmeyen ve yıllardan beri sürüp gelen bu gayret az bir şey değil. Alim ve mütehassıslarla birlikte geçen bu mesai ve tetebbu günlerinde zaman ve saat mefhumu kayıp olur gider.

Vücudunun yapısındaki fevkalade mukave­met sayesinde, kumandanlığı zamanından kalma bir itiyatla dinlenmeden, uyumadan uzun zaman çalışır. Nice defalar onu kitapları ve yazıları arasında yirmi dört saat ve belki daha fazla durma­dan çalışırken buldum.. „

Bu satırları okuduktan sonra biraz da ken­dimizi düşünelim! On saat demeyeceğim, fakat muntazam bir surette günde beş saat okuyan kaç âlimimiz var? Buna içinizden cevap vermeden, yüz cilt kadar eser neşreden Emil Zola’nın «ben yazılarımı her gün fasılasız iki saat çalışmama borçluyum » sözünü birlikte hatırlayalım.

Atatürk, imzası altında kitap neşretmek istemedi; fakat yazdığı, söylediği ve söyleyip yazdırdığı şeyleri bastırmak icap etse muazzam ciltler doldurur.

Sonra her okuyanın yazması lâzım gelmez. Ben de birçok bilgi amatörleri gibi hep öğrenmek için okudum.

İlim insana tevazu içinde kudret verir. Muhitinizin daima üstünde yaşamak istiyorsanız okumayı bırakmayınız.

Descartes in başından geçen şu vaka çok manalıdır :

Bu meşhur Filozof, cılız, hastalıklı bir adamdı ; haline bakmadan da silâhşorluğa soyunmuş, seyahatlere çıkmış, maceralar arkasında koşmuştu!..

Bir gün Hollanda dan deniz yolu ile Fransa ya dönüyordu.Kiraladığı yelkenlinin güvertesinde do­laşırken, tayfaların bir köşede şüpheli hareketle bir şeyler konuştuklarının farkına vardı; uzaktan kulak verdi, dillerini anlıyordu, işittiği şeyler korkunçtu : gemiciler Filozofu öldürüp denize atmak, eşyasını paylaşmak istiyorlardı!

Çelimsiz Descartes, birden gerildi ve kılıcını çekerek onların dili ile.

— Herkes işbaşına! bir an tereddüt edenin göğsünü delerim, diye bağırdı. Ta Fransa sahil­lerine kadar, bu beceriksiz korsanlar, Filozofun kılıcının önünde baş eğdiler,

O, bu macerasını, yüksek ve enerji ile dolu bir ruhun basit insanlara nasıl hakim olduğunu göstermek için anlatır.

Atatürk’ü genç saklayan en büyük âmili de yüksek ruhunun her gün en taze bilgilerle beslen­mesinde aramalıdır.

İsmet İnönü nün biraz yukarda dediği gibi bünyesinin sağlamlığını da göz önünde tutuyorum ; fakat çok erkenden güvenilerek gönenilen bu sağlam yapı, eğer dimağ kudreti ile her gün manevî tamirler görmeseydi çoktan hırpalanırdı.

Birtakım haris ve kıskanç adamlar Atatürk e huşunet ve tekebbür isnat ettiler, diktatör olmak istiyor dediler, hıncını tutamayarak yüzüne karşı bağıranlar bile oldu.

Büyük Mücadelede tesadüfün bir araya top­ladığı bu adamlar Mustafa Kemalin yanında her bakımdan çok küçük kalıyorlardı. Bilgi ve görgü noksanlıklarını kapatmak için Ona, çok kibirli dediler ; O çok kudretli veya biz çok zayıfız de­seler bir fazilet göstermiş olurlardı.

Hiç bir bahis üzerinde konuşabilmek dirayet ve meziyetini kazanamayan insanların Atatürk meclisinde ağız açmalarına imkan yoksa bu, Gaziye kibir ve azamet isnat etmekle değiştirilmiş olmaz, müfterilerin hamlığını meydana çıkarır. Çünkü her çok bilen insan gibi Atatürk’ün de en büyük zevki ilim ve fikir münakaşaları yapmaktır ve, mesele tamamen psikolojiktir; güzelin güzelliğini, sanatkârın, sanat eserlerini teşhir etmesi gibi.

İsnat olunan diktatörlük hezeyanı da buna benzer. Vatanı kurtarıp yükseltmek için en ince düşüncelerle hazırladığı program ve plânları kavramaktan bile aciz, bir takım kaba saba insanlara mırıldanıp durmak fırsatı verilmemek diktatörlükse benim böyle diktatörlüğe canım kurban.

Cumhuriyet Türkiye si, en mütevazı kabiliyete bile teşkilatında yer göstermiş, az çok ilmî kıymeti olan her fert Atatürk ün iltifatından mahrum kalmamıştır.

Yaptığı işlerin Hiç birisi gelişi güzel şeylerden değildir. Hepsinin üzerinde olgun bir şuurun derin izleri var. İyi düşünen bir dimağda taazzuv eden bu yeni fikirler, günü gelince yumurtalardan fırlayan renk, renk civcivler gibi ortaya yayılmış ve seyircileri hayretler içinde bırakmıştır.

Bu sevimli ideal kuşlarının bir çoğu zamana, mevsime uyamayacak sanıldı, yaşayacaklarından şüphe edildi. Fakat işte on beş yıldır Vatan diyarı her soydan, her renkten bu yepyeni fikir eserleri ile model bir çiftlik hayatı neşesi yaşıyor.

Eski çağlarda devamlı kavgalarla harap olan Yunan sitelerini kurtarmak için insanlardaki ihtiras duygularını kökünden kazıyıp Vatanını dünya cenneti yapmak istediği halde hiç bir şey yapamayan koca Eflatunun kulakları çınlasın.

Atatürk’ün en büyük eseri,Türk yavrusuna istediği vasıf ve kabiliyeti verebilmekte tecelli etti. Sayısı on beş milyonu geçen bu gençliğin bir tek adı var:

Atatürk çocuğu..

Bu çocuk, on beş milyonun birde, ve ya birin on beş milyonda kaynaşması gibi acayip bir varlık. Görüş, anlayış ve düşünüş tarzı bu azametli sayıda öyle bir birlik yapmıştır ki bundan sonra Türk çocuğunu yalnız şekille birbirinden ayırabileceğiz. Öz, madde birdir, ve orada Atatürk enerjisinden bir kıvılcım makineyi işletmeğe kâfi geliyor.

Ne mutlu o terbiyeciye ki on beş yılda işte böyle on beş milyon genç yetiştirdi, onlara kendi ruhunun ebediyetinden hayat nefhaları verdi.

Din ve dünya hurafelerinden kurtulan Türk genci bugün içinde doğduğu asrı da aşmağa çalışıyor. Dünkü kardeşleri ile arasında fesli kafayla şapkalı başın, kağnı ile tayyarenin farkı kadar derin boşluklar var...

Atatürk, okuma sistemini, öğrenme sistemi­ni, düşünme sistemini, hulasa eskimiş bozulmuş ne varsa, ta, dilimize, kelimemize, harfimize, hat­ta adımıza varıncaya kadar her şeyi yenileştirip düzeltmiştir.

Doğrusunu söyleyeceksek bunlara reform, inkılâp denmez Koca bir âlemi avucunun içinde sıkıverip hamur yaptıktan sonra yeniden yaratmak denir.

O elin kudret ve azametini düşününüz......

Karl Marxın Moskova da doksan metrelik bir heykeli yapılacağını işitmiştim ; bilmiyorum yapıldı mı? Fakat, şu anda Türk illerini ihya eden Halaskarın elini kaba bir hendese mefhumu ile boşluklarda tasavvur ediyorum da Markxın heykeli gözümün önünde bir pire bacağı kadar çelimsiz kalıyor.

Türk gençliği bir gün bu Moskova sanat esprisinin hantallığını andıran bir tuhaflıkla Atasının heykelini büyültmek isterse ona lâyık olan yüksekliği bilmem nasıl ölçecektir?

Bence Büyük Kurtarıcının en doğru ve en güzel heykeli kendi tabiî vücuduna uygun olanıdır.

Güzellik bu hakikatin âhenginde, ve ahenk, o hakikatin güzelliğinde yaşıyor.

Atatürkün Hayat Felsefesi

Trablus gârp Mücahidi, Ana fartalar Kahramanı, Yıldırım orduları Baş kumandanı, Müdafaa milliye Reisi, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Reisi, Gazi Mustafa Kemal, Dumlupınar Kahramanı, Türkiye Cumhur Reisi, ve nihayet Atatürk hakkında yazılmış bir çok eserler gördüm.

Haftalık Fransızca Ankara gazetesinin 25 Mart 1937 tarihli nüshasında « Atatürk Roman­yalı misafirlerimize söylüyor » başlıklı sütunları okuyup, uzun, uzun düşündükten sonra anladım ki bu Büyük Adamı hâlâ tanıyamamışım.. O sözleri okumadan, Atatürk’ün felsefi kudretini kavra­madan, Onun için ciltler dolduranlar gibi !.

Bu Büyük Önderin, bu söylevle beşerî hırs­ların çok üstünde yaşadığını öğreniyoruz.

O, hayatı eski zaman filozoflarının kuruntulu düşün­celerinden büsbütün farklı bir bakımla inceliyor. Descartes gibi, Spinoza gibi, Leibniz gibi, Kant gibi ve nihayet Bergson gibi, metafizik spekülasyonlar ( Derin fikir istiğrakınla hayat ve kâinatın mahiyetini anlamağa çalışmak ) da yapmamıştır.

Hakikati realiteye yaklaştırarak hayatı oldu­ğu gibi en insanî bir surette gönenmeği tavsiye etmektedir. Bunun için « Uluslar ıstırap ve kötülük nedir bilmemelidirler. Şeflerin vazifesi halka zevk ve saadet yolunu göstermektir. » diyor.

Biliyoruz ki zevk ve neşede maddî ve ma­nevî bir gerginlik ve dinçlik duyulur.Vücudumu­zu teşkil eden hücreler daha iyi çalışırlar, uz­viyetimizin enerjisi artar: iyi yer, iyi içeriz. Çalış­mak bir lezzet ve hayat bir saadet olur.

Şunu hemen söyleyiverelim ki Atanın kastettiği zevk, itidali aşmayan neşedir, yorgunluk veren, bizi yıpratan taşkınlıklar değil !..

Neşenin ruhî hayatımızda da çok önemli tesiri var: Şen bir adamın düşüncesi de şendir. Yaşayışından memnun olanın hatırına kötülük gelmez, gelse de tabiî olmaz.

Bazıları ıstırap ve felâketin de bir mürebbî ve münebbih olduğunu söylerler. Bu hal pek az kimseler üzerinde görülebilir. Ekseriyetle elemli ve gamlı hadiseler bizi yeise düşürüyorlar. Vücut kabına çekiliyor, baş omuzlarımız üstünde bir yük oluyor; belimiz bükülüyor ve dimağ âlemini ümitsizliğin kara bulutları kaplıyor.

« Montaigne » ıstırap için, ruhu iyi pişiren bir fırındır ( La douleur est la fournaise â recuire 1'âme ) demişti.

« Musset » de, insan bir çırak, ıstırap onun ustasıdır ( L'homme est un apprenti, la douleur \ est son maître ), tarzında şiirler söyledi. Onun marazlı düşüncesinden zaten böyle mısralar bek­lenirdi. Bununla beraber Epicure, Kant, ve Schopenhauer gibi kuvvetli filozoflar da bu me­selede bedbindirler. Sayfalarımızı felsefe dissertasion ( Çocukların yazmağa mecbur oldukları vazife ) larına çevirmemek için çocukluktan vazgeçiyoruz.

Yalnız şunu işaret edelim ki Atatürk’ün halk için düşündüğü zevk « Spencer » in sos­yeteyi yükseltmeğe âmil olarak gösterdiği hazdır. Zaten bunu itidal içinde « Aristote » da tavsiye etmiyor mu?

Büyük önder, bu zevkin bizzat hayat ve saa­det kaynağı olduğunu en pratik şekli ile düşüne­rek herkesin gönenmesini istemektedir.

Bu gönenmekte ferdi, sosyetenin bir hücresi halinde yetiştirip çalıştırıyor ve sosyeteyi de bütün insan gurupları ile kaynaştırarak ideal bir aile sâadeti kuruyor. Atatürk’ün bu düşüncesi daha ziyade Latin Stoîciens ( Ravakıyun) larının moral prensiplerine uymaktadır. Bu filozoflar, insanlar bir vücudun azasıdır « Membrasumus corporis magni » demişlerdi.

« Sadi » nin,

( Beni adem azayı yekdigerent

Ki der âferineş zeyk ğevherent )

tarzında nazma çektiği bu vecizeyi Atatürk arsı ­ulusal politika felsefesinde sarahat la canlandırmıştır.

Aynı zamanda, büyük Önder « Aristote » un « Politicjue » ini de çok iyi incelemiş olacak ki içtimaî faziletten önce fertlerin imkân dahilinde inkişaflarına lüzum gösteriyor. Bu noktada « Pla­ton » dan daha pratik, daha beşerî düşünmekle beraber bize «Confucius » ün yüksek moralini de hatırlatmakta.

« Kendi şahsımız için değil bizden sonra gelecekler için çalışmak saadetin ilk şartıdır. Her fert ömrü müddetinde bu saadete erebilir. Akıllı bir insan başka türlü hareket edemez. Hayatta tam bir saadet ve sevinç ancak gelecek nesillerin şeref, bahtiyarlık ve varlığı için çalışmakla elde edilir » diyen Atatürk insanlara saadet yolunu «Bouddah»dan daha doğru olarak anlatmaktadır.

Bir gün “ Confucius “ a insanlar için en bü­yük faziletin ne olduğunu sordular:

« İnsanları sevmektir: sevgimizin bütün genîşliği ile, ve bütün kuvvetimizle insanları sevmeliyiz» cevabını verdi.

Atatürk bu muhabbeti bizden sonrakilere de fiilen teşmil sureti ile yüksek bir moral felsefesi yapmıştır.

Confucius ün talebesinden Menciüs üstadının insanlık hakkındaki düşüncelerini “ Yakınlarımızı, kendimizi sevdiğimiz gibi sevmek ve temiz bir kalp sahibi olmak ve bize nasıl mua­mele edilmesini istiyorsak başkalarına da öyle mu­amele etmekle “  hülasa ettiğine göre Atatürk’ün şu aşağıya aynen geçirdiğimiz cümlesi insanlığın moral felsefesindeki üstünlüğünü her zaman mu­hafaza edecektir.

Halbuki büyük ahlakçı tanınmış olan Nasıralı İsa nasihat larında Confucius den ileri gidemedi. Hatta İsa dan VI asır evvel yaşayan Çinli Filozofun yukarıya aldığımız moral prensiplerini İncil de ay­nen bulmak,kabildir.

Şimdi Atatürk’ün Fransızca ya çevrilmiş söy­levinden Türkçe ye tekrar çevirdiğimiz şu parçayı okuyalım: «Gelecek nesillerin şeref, bahtiyarlık ve varlığı için çalışan bir insan benden sonra gele­cekler benim böyle bir,arzu ile çalıştığımı acaba hesap edeceklerimi? diye düşünmemelidir. Hatta hizmetlerinin gelecek nesiller tarafından bilinme­mesine razı olmâğı tercih edecek karakterdeki insanlar daha ziyade bahtiyardırlar. »

Milliyet ve insaniyet perverliğin bu istikbali de çerçeveleyen mütekâmil şekli, ahlak felsefesin­de son bir merhaledir ve La Rocheîoırcadd un belli başlı moral prensiplerini hodgamlığa ircâ eden düşüncelerini kökünden sarsıyor !.

Hemcinsimize, bütün bediî güzelliklere, hatta  her şeye şamil bir muhabbet ve şefkat tavsiye eden ahlakçılar olduğunu biliyoruz. Kîtâbı mukaddesten aldığımız Pâul un Korentoslulara birinci risalesinin VIII inci babındaki şu : “Eğer insan ve melekler lisanları ile söylersem muhabbetim olma­dıkça çıngırdayan bakır yahut çınlayan zil olmuş  olurum. Ve eğer bende ilham olup ta cümle sırları ve cümle ilmi bilsem ve dağları yerinden naklet­meğe muktedir olan kâmil imanım olsa muhab­betim olmadıkça bir şey değilim. Ve eğer bütün  emvalimi sadaka versem ve eğer cesedimi yan­mağa teslim eylesem muhabbetim olmadıkça bana bir fâyda etmez “ sözleri manevi sevgiyi en geniş mefhumu ile kavradığı için klasik kalmıştır; ancak bu muhabbetin "Atatürk ün anlattığı şekilde gelecek nesilleri istihdaf eden bir gayeye mâtuf olduğu kestirilemez. Paul daha ziyade yaşadığı­mız zamana ait bir muhabbet tasvir ediyor.

Hâlbuki Atatürk, ferdi ve sosyeteyi tekâmüle götüren daha yüksek bir ahlak felsefesi yapmaktadır. İlle “hizmetlerinin gelecek nesiller tarafından bilinmemesine razı olmağı tercih edecek bir hilkatte yaratılmış insanlar daha bahtiyardırlar.” cümlesi ile asrımızın medeni zihniyetine en kestirme bir saadet yolu göstermiştir.

Kant’ın metafizikleştirdiği moral formülleri­nin yanında Atatürk’ün şu sarih cümlesi, pozitif, ve sosyal bir cereyan alan ahlâk prensiplerinin her ruhu tatmin eden yeni bir başlangıcı olabilir.

Söylevinin en önemli yerleri devlet adamla­rına ders olacak son kısımlarıdır. Burada öyle cümleler vardır ki bunları birer vecize halinde Milletler Cemiyeti Sarayının şeref salonuna yazdıramazsak sulh ve saadet Perisine borçlu kalırız...

Şu cümlenin ihtiva ettiği yüksek manayı düşününüz, sonra da sizce kıymetli sanıp ezber­lediğiniz ;herhangi bir vecizeyi hatırlayarak bununla mukayese ediniz.

Atatürk diyor ki:« İnsan kendi Milletinin refah ve saadetini düşündüğü kadar bütün ulusların da sükûn ve huzurunu düşünmek mecburiyetindedir. Her fikir sahibi bu yolda çalışmakla hiç bir şey kaybetmeyeceğini pek ala bilir ; çünkü, dünya uluslarının saadetini istemek başka bir yolla kendi saadet ve sükunumuzu istemektir. »

Bir bunu bir de o hatırımıza gelecek sosyal vecizeleri yan yana koyunuz sonra Arapların ekonomik sahada olsa bile şu “Masaibu kavmin inde kavmin fevaidu” sözünü ve  meşhur Machiavel in « Prince » adlı eserinde zamanının hükümet adamlarına tavsiye ettiği halde bugüne kadar bol, bol su istimal olunan aykırı düşüncele­rini göz önüne getiriniz.

Daha ileri giderek bütün diplomatları, inkılâpçıları, hatta belli başlı filozofları da işe karıştırmak suretiyle geçmişlerin bırakabildikleri iz­ler üzerinde yürüyelim. Eğer bunlar arasında Atatürk ayarında tek bir adam görürseniz ben onu da Büyük Önderle mukayeseye hazırım.

Bana mübalağa yapıyor demeyiniz; rica ederim misal gösteriniz. Fakat her şeyden önce Atatürk’ü tanımak şartı ile.

Bazı gazetelerimizin lüzumlu lüzumsuz Onun adını sayfalarına geçirmeleri, bir kısım yazı­cılarımızın, hattâ mevzularına hiç bir taalluku yokken yavan bir bahane bularak ondan, hem de en basit bir espri ile bahsetmeleri Atatürk gibi büyüklüğünü arsı ulusal medeniyet âlemine tasdik ettirmiş bir adama neşe vermez, bilâkis bizim büyüğümüzü hakkı ile tanıyamadığımızı gösterir ...

Böyle bir insana mazhariyet bir millet için şerefken, gururken Onun hayatını günü  gününe inceleyip müspet eserler sunacak yerde işin fantezisi ile vakit geçiriyoruz. Bereket versin Tarih Encümeni az çok çalışmaktadır. Fakat her bakımdan büyük yaratılmış, büyük yaşamış bir adamın hayatı yalnız tarih mi? Ya! psikologlar, ahlakçılar, içtimaiyatçılar, münekkitler ve nihayet felsefeciler nerede?

İhtisaslarına göre tetebbu eserleri verebil­mek için bütün kültür adamlarımızın Atatürk ten daha enteresan bir mevzu bulacaklarını sanmı­yorum.

Halkımız, izah edemeyeceği derin bir şuurla Onu sevgi yapıp kalbinde, resim yapıp evinde, heykel yapıp bahçesinde taziz etmekte. Münevverlerimiz de bu izzetin manasını alarak kütüp­haneler yapsalar...

Herriot gibi bir hükümet adamı baş vekil ol­duğu buhranlı devirlerde bile yazacak zaman bu­luyordu! V. Hugo için hazırladığı bir eseri tamamlamak üzere Jersey adasına kadar gitti. Manş denizin dalgaları arasında Fransız şairinin sürgünlük hatıralarını uyutan bu İngiliz adasında bir kaç gün de kaldı.

Diplomat Herriot Ke Dorse de bile tetebbu dan vazgeçemiyordu! Halbuki Hugo için daha ön­ce yüzlerce etüt yapılmıştı.

Garplılar büyüklerini işte böyle dev aynasında görüp, göstermeği çok severler! Aynı şairin adını taşıyan cadde ve meydan da Paris in en şık bir mahallesini süslüyor. Hele o meydandaki heykeli sanatın bir şaheseridir. Yalnız bu mu? Bu kocaman şehrin içinde Fransız büyüklerinin binlerce heykeli var. Londra da böyle, Berlin de. İlle Roma, Sanki muazzam bir müzedir.

Zamanın nisyan tozları altında örtülüp kaybolmasını istemediğimiz ne kadar aziz hatıralar varsa garplılar onlara taştan, demirden, yani san­atın işleyebildiği ebediyetten şekiller vermişler! Orada bediî duygular, bütün kutsî mefhumların üstünde yaşıyor. Öyle sanıyorum ki insanlığı yal­nız bu duygular yükseltecek.

Sorbonun büyük kapısından içeri girince iki büyük heykelin karşısında bulunursunuz; bunların ikisi de Fransız değildir. Büyüklük ve ihtişam önünde duyulan hayranlığın milliyeti olmuyor.

Bu münasebetle şunu hatırlıyorum : Atatürk için başka dillerle yazılan eserler bizimkinden da­ha çok!. Bunun manasını sormayalım cevabı acı­dır; kendi kendimize düşünüp bulalım !.

Atatürk Söylüyor

Uluslar, ıstırap ve kötülük nedir bilmemeli­dirler. Şeflerin vazifesi halka zevk ve saadet yo­lunu göstermektir.

Vaktiyle, ben de filozofların hayat hakkındaki düşüncelerini anlamak için bazı kitaplar okudum, Bir kısmı her şeyi kapkaranlık görüyorlardı : Çünkü « Hiç bir şey değiliz ve hiçliğe karışa­cağız diyorlar ve bu âlemin faniliği içinde sürur ve saadete yer bulamıyorlardı. »

Başka kitaplar da okudum. Bunlar daha ma­kûl düşünen insanlar tarafından yazılmıştı. Çünkü bu filozoflar,”Mademki biz hiçiz ve bununla beraber bir sonsuzluğa doğru gidiyoruz, hiç olmazsa bu sürüklenme esnasında şen ve neşeli olalım” diyorlardı.

Ben hayatın bu ikinci mefhumunu tercih eden tabiattayım. Fakat ona şu anlatacağım şartları eklemek suretiyle :

Bütün beşeriyetin varlığını kendi nefsinde temsil zannına düşenler bedbaht adamlardır. İn­san bir fert olarak er geç ölecektir. Kendi şahsı­mız için değil bizden sonra gelecekler için çalış­mak saadetin ilk şartıdır ki herkes buna vasıl olabilir. Akıllı bir adam başka türlü hareket edemez. Hayatta tam bir saadet ve sevinç ancak gelecek nesillerin şerefi, bahtiyarlığı ve varlığı için çalışmakla elde edilir.

Böyle hareket eden bir insan: « Benden son­ra gelecekler benim böyle bir arzu ile çalıştığımı acaba hesap edecekler mi?» dememelidir.Hatta hiz­metlerinin gelecek nesiller tarafından bilinmeme­sini istemeği tercih edecek karakterdeki adamlar daha ziyade bahtiyardırlar diyeceğim.

Herkes bir şey beğenir ; bazıları bahçeciliği ve çiçek yetiştirmeği severler; başkaları da in­sanları forme etmekten hoşlanırlar. Çiçek yetiştirenler çiçeklerden ne beklerler? Adam yetiştirenler de bu çiçek meraklıları gibi davranmalıdır.

Kendi nefsini milletinin ve vatanının saade­tinden daha önce düşünenler ancak ikinci dere­cede adamlardır. Şahıslarına büyük bir ehemmiyet vererek mensup oldukları yurdun ve ulusun var­lığını kendi zâtları ile kaim zannedenler milletle­rinin saadetine hizmet etmiş addedilmezler. Or­tadan çekildikten sonra hareket ve terakki yatın duracağını sanmak gaflettir.

Yeryüzünün bütün milletleri bugün birbirinin akrabası olmuş veya olmak üzeredirler. Bu iti­barla insan kendi milletinin refah ve saadetini düşündüğü kadar bütün ulusların da sükûn ve huzurunu düşünmek mecburiyetindedir. Her fikir sahibi bu yolda çalışmakla hiç bir şey kayıp edilmeyeceğini pek âlâ bilir. Çünkü, dünya uluslarının saadetini istemek başka bir yolla kendi sa­adet ve sükûnumuzu istemek demektir.

Eğer başka sosyeteler arasında sükûn, âhenk ve tam bir anlaşma teessüs edememişse tek bir memleket sırf kendi sükûnu için nafile çalışmış olur, ve bunu kazanmağa asla muvaffak olamaz İşte bunun içindir ki kendilerine karşı derin bir ihlâs ve samimiyet duyduklarıma şu tavsiyede bulunuyorum :

Milletleri sevk ve idare edenler tabiî olarak her şeyden evvel kendi uluslarının saadet ve varlığının bir âmili olmayı arzu ederler; fakat ayni arzuyu yeryüzünde yaşayan bütün milletler için de beslemeleri lâzımdır.

Umumî hadiseler bize şu vakayı çok açık gösteriyorlar; o da : Pek uzak sandığımız bir hadisenin bir gün bize çok yakından dokunmayacağından emin olamamak keyfiyetidir. İşte bunun için bütün beşeriyeti bir vücut ve her sosyeteyi bu vücutta bir uzuv gibi tanımak zarureti var. Bir bedenin en küçük bir parçasına isabet eden herhangi bir ıstırap o bedeni baştan ayağa kadar müteessir etmez mi?

Türkiye, Romanya ve dostları hep kuvvetlidirler. Bize herhangi bir taraftan hiç bir tehlike gelebileceğini hatıra getirmiyorum. Böyle bir tehlike tasavvuru bile faydasızdır. Biz bütün âlemi sükûn içinde temaşa edebilmek mazhariyetine malikiz. Bununla  “Dünyanın filân noktasında şayet bir huzursuzluk varsa bundan bize ne?” dememeliyiz. İnsanlar, sosyeteler, hükümetler an­cak böyle bir zihniyetle tecâvüzlerden, gururlardan esirgenebilir. İster şahsî, ister millî olsun gurur daima kötü şeydir.

Bu mütalaalardan şu neticeyi çıkarabiliriz ; doğrudan doğruya menfaatimize taalluk eden her şeyi göz önünde tutup icaplarına göre hareket edecek, bundan sonra da bütün dünya ile alâkadar olacağız.

Küçük bir misal: Ben askerim. Büyük harpte bir ordunun başında bulunuyordum; o vakit Türkiye de başka ordular ve kumandanlar da vardı. Yalnız kendi ordumla değil öteki ordularla da meşgul oluyordum. Bir gün Erzurum cephesindeki ordunun durumuna ilişiği olan bir mesele ile geç vakte kadar uğraşırken yaverim bana; size ait olmayan işlerle niçin bu kadar yoruluyorsunuz? dedi.

Cevap verdim: Eğer diğer orduların durumlarını iyice bilmezsem ben kendi ordumu nasıl idare edebilirim? Bir hükümeti ve bir milleti idare eden insanlar işte böyle daima düşünmeye mecburdurlar.

Bu vesile ile sayın misafirimize şunu da söyleyeyim ki: sevdiklerime karşı bütün düşüncelerimi daima söylerim. Ben içinde lüzumsuz sır saklamayan bir adamım;

Çünkü ben halkçıyım düşündüklerimi bu halkın önünde her vakit söylüyorum. Eğer hata işlersem halk bana bildirebilir; fakat bu güne kadar halkın, benim bu açık sözlülüğümü yüzüme vurması vaki olmadı...

Son Söz !....

Bana bu broşürü yazdıran pek değerli hi­tabeyi Atatürk, Ankara Palas otelinin bir salo­nunda Romanya Hariciye vekili Antonesco ile konuşurken söylüyor Bu, birçok hükümet adam­larının zaman, zaman okudukları ısmarlama nu­tuklardan değildir, içten gelen ve derin düşün­celerden sonra kristalize olan fikir hamleleridir. Ne yazık ki bunları Atatürk’ün ağzından çıktığı gibi işitemedik.

Ankara gazetesi Tan gazetesinden alarak, Fransızca ya çeviriyor. Ben de oradan tekrar Türkçe ye çevirdim. Bu iki bozuk tercüme ile öyle sa­nıyorum ki cümleler fesahatlerinden çok şey kaybetmişlerdir, yine de mananın ulviyeti karşısında fikirler hayret içinde kalıyor.

Konuşma sırasında böyle bir izahta bulu­nabilmek için insanın çok geniş bir felsefe kültürü olması lazım. Bu da kâfi değil, o kültürü benimseyip yeni fikirler çıkarmak kudretini kazanmalı, yani filozof olmalı.

Eflatun, Yunan sitelerini kavgadan kurtar­mak için tasavvur ettiği muhayyel hükümet rejiminin başına bir filozof getirmeği düşünmüştü. Bunun manasını, Atatürk’ün söylevini okuduktan sonra daha iyi anladım.

Orada yalnız moral dersleri değil yaşanmış bir hayat ta var. Atanın büyüklüğü asıl bu noktada tebarüz ederken bu hayata da dil uzatanlar oldu. En çok çalışan ve yorulan bir adama, bizi uyuttuktan sonra kendi hususiyetine çekilip biraz dinlenmek hakkını bile çok görenler bulundu. Bu haksızlığa karşı O, bize hürriyet, istiklâl, zevk ve saadet veriyor, yaşayınız, hayatınızı göneniniz diyordu.

Tek günlerine kadar tarih olan altmış yıllık ömrünün şu son yirmi yılını şimdi hatırlamağa çalışıyorum. Bu müddet içinde muhalifleri Ona ne­ler isnat etmediler..

Padişahlığı kuruyor dediler olmadı; halife olacak dediler, olmadı; diktatör olmak istiyor dediler, olmadı. Milyonlar tutan hediyeler aldı dediler, verdi; çiftliklere kondu dediler, verdi; hazinelere sahip oldu dediler, verdi; nesi varsa hepsini Milletine bağışladı....

Artık hiç kimsede Onun ululuğuna yaklaşabilecek tek bir tariz oku kalmamıştır. En muhteşem bir sarayda en mütevazı bir filozof hayatı geçiriyor ve rahatsızlığı zamanında bile Milletinin rahatını düşünüyor. Böyle adamlara verilecek vasıf yapılacak metih yoktur. Büyük tabiri bile adının yanında çok küçük kalıyor.

 O, sadece « Atatürk » tür ve öyle yaşayacaktır!...

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar