Reşahât ayn-ül Hayât 1
Hazırlayan:
SÜLEYMAN KUKU
İnsanları
küfürden ve günâhdan, dolayısıyla Cehennemden korumak için, onları kitab,
peygamber, âlim ve velî kulları vesîleleri ile şereflendiren Allahu teâlâya,
kendini senâ ettiği şekilde sayısız hamd ü senâ olsun. Bi’seti ile insanlık
değerlerinin çoğunu gizliden aleniye, aleniden gaye ve nihâyeye eriştirme
menba‘ı Muhammed Mustafa’ya, âline, eshâbına ve kıyâmete kadar onlara tâbi‘
olanlara salât ü selâm olsun!
Herkesin
ma‘lûmudur, veyâ herkesin ma‘lûmu olsun ki, Âdem oğlunun mahlûkatın en
şereflisi olması, kudsî emaneti taşımaya sâhib çıkmasındandır. Kudsî emânet,
kendini ve Allahu teâlânın kullarını, Allahu teâlânın emrine uygun idâre etmek
irâdesidir. Bu irâdenin tahakkuku için insana, maddî olarak en güzel bir sûret
ve şekil, ma‘nevî olarak ise: “Biz ona ruhumuzdan üfledik” âyet-i
kerîmesi ile, hususî kabîliyyete sâhib, Rabbi ile münâsebet kurabilecek
hılkatte bulunan, mâhiyyettini, taşıdığı insanın dahi bilmediği bir ruh
verildi. İşte insan bu ma‘nevî tarafının tezâhürü olarak kalb ve akıl, maddî
tarafında kalb yerine nefs, akıl yerine bedeni ile bu kâinata hâkim kudsî
emanete vâris kılındı. Kendini tanıyan Rabbini tanır emr-i şerîfi ile
içine, özüne bakmak, hılkati ve fıtratı düşünmek kulluk vecîbelerinden oldu.
Kendini ulûhiyyet ve rubûbiyyet hâleleri içerisinde, irâde ve ihtiyâr sâhibi
bir kul bulan insan, Hak teâlâyı ilâh ve rab olarak tanır ve ulûhiyyet
karşısında ubûdiyyet tavrını takınır ve bununla: “İnsanları ve cinleri
yalnız beni tanımaları, bana kulluk etmeleri için yarattım” âyet-i
kerimesinin sırrına mazhar olur ve kurtulur. Böyle kurtulan kişi, herkesin
kurtulmasını ister ve bütün gücüyle dünya ve din konularında, kendisi ve
başkaları için hudûd-i ilâhîyi muhafazaya çalışır. Bu çalışma esnasında her nefeste
ve vucûdûnun her hücresinin düzenli çalışmasında ihtiyac duyması tâbiî olan
rabbinden gafil olmayıp, hep Onunla hâzır olmağı meleke hâline getirirse, kudsî
emânetin sâhibi olur. O zaman insan kendini aşar. Aştığı kadar büyür. Büyür
büyür de yere ve göklere sığmaz. Buradan da zıll-ı ilâhî olduğu anlaşılır.
Çünkü o zaman “Allahu teâlânın ahlâkı ile ahlâklanınız” hadis-i
şerifinin ma‘nâsı ile şereflenir. İşte zâhiren küçücük bir insan ve işte
bâtınen büyük bir insan!
İş bu Reşahât
ayn-ül Hayât kitabında böyle büyük insan numûnelerinin menakıbı yazılıdır.
Büyüklerimizin: “İlim sadırlardan - kalblerden- satırlara geçerken çoğunu
kaybetti” sözü mûcibince, kalblere âid olanlar yazı ile, dil ile ifâde
edilemez. Sadırlarda bulunanlar muhabbet, zikir, niyyet, güzel ahlâk ve
murakabe gibi, zevkle alâkalı ma‘nevî güzellikler ve tatlar olduğundan ,
bunları tadacak ma’nevî damak da, ancak insanın kalbi ve ruhûdur. Veya kısaca
insanın gönlüdür. Şimdi o insanların yetiştiği sohbet ve meclisler dünyada
kalmadı. Onların mektebleri kalmadı. Bu zamanın sırtı ise, o ma‘nevî yükü
taşıyacak güçte değildir. Buna rağmen ümidsiz olmamalıdır. Bu zulmetli
zamanlarda yaşayanlar için de, hadîs-i şerîflerde müjdeler vardır. Selîm
tabiatlerden ve istikamet üzere bulunan kalblerden sızan hakîkî îman ve irşâd
damlalarına, bütün samimiyetimizle gönüllerimizi açık tutalım! Belki: “Yemen
tarafından Rahmanın nefesini duyuyorum” hadîs-i şerîfinde olduğu gibi, bir
Rahmanî nefes içimize üflenir de dünya ve âhıret seâdetine kavuşuruz. Haberde :
“Rahmanın cezbelerinden bir cezbe insanların ve cinlerin ameli
mesâbesindendir” buyuruldu.
Ve yine bu
kitabda, muhabbet ve zikr-i ilâhî ile doymuş tecelli ve müşâhedeler ile ihsân
mertebesine erişmiş, nefsinin esaretinden kurtulmakla, Allahu teâlâya kul olma
zevkini hakîkî hürriyet olarak anlamış ve tatmış mürşidlerden ve evliyâdan çok
şeyler okuyacaksınız.
Kitabın
müellifi Alî bin Hüseyin’dir. Hüseyin Vâiz-i Kâşifî hazretlerinin oğludur.
Fahreddin ve Sâfî isimleri ile meşhûrdur. 867 (m.1462) senesinde dünyaya
gelmiş, 939 (m.1533) de Herat’ta vefât etmiştir. Kendi ifadesi ile, iki defa
Hâce Ubeydullah Ahrâr hazretlerinin sohbeti ile şereflenmiş, toplam bir sene
onların Cennet misâli sohbetlerinde bulunarak, kesb-i kemâlât ve fuyuzât
eylemiştir. Bu kitabı hicrî 909 (m.1503) senesinde yazmış ve 909 rakamına ebced
hesabı ile eş düşen ‘Reşahât’ ismini vermiştir.
Kitabın
tertibi içinde anlatılacaktır. Kısaca iki kısımdır: Yusuf-i Hemedânî
hazretlerinden itibaren Hâce Ubeydullah hazretlerine kadar olan târihî seyir ve
her cebhesi ile Hâce Ubeydullah Ahrâr hazretlerinden bahs eder.
Reşahât çok
kıymetli bir kitabdır. Son asırların en büyük âlim ve velîlerinden Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî (kuddise sırruh), hazîne değerindeki Reşahât kitabını
okumanın büyük bir seâdet, okuyanın çok ta’lili kullardan olduğunu bildirerek:
“Reşahât okumak insanın ihlâsını artırır” buyurmuştur. Bir defa H. Hilmi Işık
hocamızın evinde idim. Yemekten sonra kendilerine “Hocam! Her işi ihlâsla
yapmanın ilâcı nedir?” Diye suâl ettim. Buyurdular ki: “Büyüklerin sohbetidir.
Ama şimdi dünyada öyle büyük ve öyle sohbet yoktur. Buna rağmen Abdülhakîm
efendi hazretleri bu suâli cevâbsız bırakmadı ve buyurdular ki: “İhlâsını
arttırmak isteyen, Reşahât okusun, Mektûbat ve Reşahât gibi kitablar ihlâsı
artırırlar”. Sözümüze gelelim:
Şeyh Ahmed
Allan Mekkî ve sonra Muhammed Murad Kazam tarafından Arabîye tercüme
edilmiştir. Üçüncü Murad Hân zamanında 993 (m.1584) de İbni Muhammed Şerif
Abbâsî tarafından Farsça’dan Türkçe’ye [Osmanlıca’ya] tercüme edilmiş ve bu tercüme
çeşitli târihlerde basılmıştır. 1291’de İstanbul’da yapılan taş basması,
harekeli olup, sonunda Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin Arabi İrâde-i
Cüz’iyye risâlesi, kenârında mezkûr Mevlânâ’nın Râbıta risâlesinin
Arabîsi ve Türkçesi, yine onların Âdâb-ı Tarikât risâlesinin Türkçesi ve
Farsça Silsile-i Aliyye’si ve daha birçok risâleler vardır. Reşahât’ı
Türkçe’ye çeviren İbni Muhammed Şerîf Abbâsî 1002 (m.1593) senesinde vefât
etmiştir.
Reşahât kitabı,
mevzu‘ûnda, ya‘nî evliyâ tercüme-i hâli ve menâkıbında, Keşf-ül
Mahcûb, Tezkiret-ül Evliyâ ve Nefehat-ül Üns’ten sonra
yazılmış dördüncü kitabdır. Yalnız Nakşî büyüklerini anlatır. Bu silsilenin
evvelinden Hâce Ubeydullah Ahrâr hazretlerine kadar, serhalkalar ve
yanlarındakilerden yüzotuz beşinin menakıbı, ayrıca Hâce hazretlerinin
eshabından, oğullarından ve kitabın baş tarafında Hâce Ahmed Yesevî hazretleri
silsilesi mensublarından bahs eder. Bu arada Nakşî yolu ile alâkalı üç yüz
seksen Reşha ve yirmi beş Kâşife ile, çok güzel
ma‘nâlara işâret eden pek nâdir kitablardandır. Allahu teâlâ bir kulunu
severse, onu evliyâsına yakın eder, demişlerdir.
Bugünkü
[2009] Türkçeye aktarırken bazı kelime ve cümlelere kıyamadım. Beş asır önceki
dilimizi merak edenler için bazı ifâdelere dokunmadım. Dilimizin târih içindeki
değişimine güzel bir örnek teşkîl etmektedir.
Azîz
okuyucular! Bu kaçıncı kitabımdır, yakînen bilmiyorum. Ama belki sonuncudur.
Zira yaşım yetmişi aştı. Allahu teâlâ ömrümüzü bereketli, hayırlı ve emrine
uygun geçirmemizi nasîb etsin. Kalplerimizi gafletten kurtarıp zikri ile diri
eylesin. Allahu teâlâ yârınız ve yâveriniz olsun! Selâm Allah yolunda olanlara!
Süleyman Kuku Ahmedoğlu
KİTABIN
MÜELLİFİ HAKKINDA
BİR
KAÇ SÖZ
Reşahât
ayn-ül Hayât’ın müellifi Alî bin Hüseyin Vâiz Kâşifî olup ‘Sâfî’ ismi ile
meşhûrdur. Lakabı Fahreddin’dir. Habîb-üs Siyer târihinde, Mevlânâ Fahreddin
Alî olarak zikredilmektedir.
Mevlânâ
Fahreddin Alî, dindarlığı kuvvetli, ilim ve edeb dolu bir âilede gözlerini
açtı. Çünkü babası ve dedesi dîn âlimi idiler. Babası Kemâleddin Hüseyin Vâiz-i
Kâşifî Sebzevârî, Molla Hüseyin Kâşifî Sebzevârî olarak bilinir. Büyük
âlimlerden ve müderrislerden ve dokuzuncu asrın meşhûrlarındandır. Din
ilimlerinde ma‘rifet-i ilâhîde derin idi. Ayrıca astronomi, matematik ve
herkesin bilmediği bilgilerde söz sâhibi idi. Bilhassa tefsîrde, hadîste,
hitabette ve inşa‘da zamanında eşi pek az bulunabilen âlimlerden idi. Kâşifî
senelerce Sebzevâr, Nişapûr ve Meşhed’de, bilhassa Herat’ta va‘z , din
ma‘rifetlerini teblîğ ve güzel ahlâkı anlatmakla meşgul oldu. İnsanları
etkileyen, sanki büyüleyen sözlerle irşâd eyledi. Ravdat-üs Safâ sahibinin
ifâdesiyle güzel bir ses ve çekici bir ifade ile vaz ü nasîhat ederdi. Uygun
ibâre ve işâretlerle Kur’ân-ı kerîmin âyetlerindeki ma‘nâları, hadîs-i
şerîflerdeki gizli beyânları ortaya çıkarırdı. Bu esnâda kitab tasnîfinden,
ilmî ve edebî risâleler yazmaktan da geri kalmazdı. Denebilir ki, Molla Hüseyin
Kâşifî telîf ve tasnîf, ya‘nî kitab yazma bakımından zamanın en velûd
âlimlerindendir. Çeşitli ilimlerde bıraktığı eserler otuz beşten çoktur.
Eserlerinin
en mühimi ve tanınmışı Mevâhib-i Aliyye, yahûd Tefsîr-i Hüseynî diye
bilinen Kur’ân-ı kerîm tefsîridir. Ayrıca Ravdat-üş Şühedâ kitabı
Fârisî ilk kitabı olup Ehl-i Beytin musîbetleri hakkındadır. Bunlardan başka Envâr-ı
Süheylî, Ahlâk-ı Muhsinî ve Mahzen-ül İnşâ ve
diğer eserleri vardır.
İşâret
edildiği gibi Vâiz-i Kâşifî’nin babası da, zamanının fakîhlerinden ve hadîs
âlimlerinden idi. Hattâ hadîs rivâyeti icâzeti de verirdi. Vâiz-i Kâşifî de
babasından hadîs rivâyeti icâzeti almış idi. İşte Reşahât kitabının müellifi
böyle dindâr bir âilede dünyaya gözlerini açmıştır.
Mevlânâ
Fahreddin Alî Safî, Reşahât’ta açıkça bildirdiği gibi, 867 (m.1462) Cemâzil
evvelinin yirmi birinde Cuma gecesi Sebzevâr’da dünyaya geldi. Herat’ta büyüdü
ve tahsîl gördü. Dışarıdaki hocalardan tahsîl gördüğü gibi, babasının rahle-i
tedrisinde de iyi yetişti. Ayrıca asrının en büyükleri olan Mevlânâ Abdurrahman
Câmî’den ve onun meşhur talebesi Mevlânâ Radiyyuddin Abdulgafûr Lârî’den ilim
tahsil etti. 889 yılında Semerkand’a gelip Hâce Ubeydullah Ahrâr hazretlerini
ziyâret edip feyiz saçan sohbetlerinde bulununcaya kadar Herat’ta ilim ve irfân
tahsîliyle meşgul oldu.
Mevlânâ
Kemâleddin Hüseyin Vâiz Kâşifî, Abdurrahman Câmî hazretleri ile akraba idiler.
Mevlânâ
Fahreddin Alî hazretlerinin Ubeydullah-ı Ahrâr (kuddise sırruh) ile olan
görüşmeleri ve onlardan istifadeleri kitabda anlatılmaktadır.
Mevlânâ
Fahreddin Alî’nin bu Reşahât ayn-ül Hayât kitabını dikkatle
okuyan ve onun hayatını inceleyen, kimlerle oturup kalktığını, kimlerden
istifâde ve istifâze ettiğini, kimlerin huzur ve sohbetlerinde bulunduğunu, bu
arada Hâce Ubeydullah, Mevlânâ Câmî ve Sadeddin Kaşgarî âilesi ile olan
yakınlığını bilen kimse, onun nakşibendî yolunda, ehli sünnet mezhebinde bir
mürşid olduğunu kabullenir. Hele Reşahât kitabını okuduktan sonra onun hakkında
hiçbir hususta kimse olumsuz düşünemez ve konuşamaz. O, Ebû Bekr-i Sıddîk
(radıyallahü anh) hazretlerine ulaşan ve Sıddîkıyye yolunun ve feyzinin, kendi
asrında Nakşibendî, Alâî ve Ahrârî temsilcilerinin izinde giden, sünnet-i
seniyyeye ittiba, şeyh-i muktedaya muhabbet, takva ve azîmetle âmil, bid‘at ve
ruhsatlardan mûctenib ictiba yolunun bir ferd-i kâmili idiğinde tereddüt etmez.
Bunun dışında söylenenler şianın uydurmalarıdır.
Muhammed
Hâşim Kişmî hazretlerinin Nesîmât-ül Kuds kitabında şöyle yazılıdır:
O, bu
silsilenin öncekilerini yazıp, bu tarîkayı sevenlere onların menâkıbından
ma‘nevî ni‘met ve haz sofraları açmakla, onları kendilerinden çalıp o devirlere
götürüyor. Bu kitabını okuyanların ona bu iyiliklerine karşı dua etmeleri bir
vazîfedir.
Doğduğu
gecenin sabahı, babası onu, hacca gitmek niyeti ile yola çıkıp evlerinde birkaç
gün misafir kalan hazreti Hâce Muhammed Pârisâ’nın (kuddise sırruh) kucağına
verir. Hazreti Hâce kulağına ezân ve ikamet okur. Alnından öper ve: “Bu bebek
bizdendir” buyurur. Yine o günlerde hastalanır ve babası yine Hazreti Hâce’ye
getirir. Hâce hazretleri, baştan ayağa çocuğu sıvazlar ve: “Korkmayın! Bizim
bununla çok işimiz vardır. Endişenize lüzum yok” buyurdular. Hikâyenin devamı,
Mevlânâ Nizâmeddin Hâmuş anlatılırken, kitabın içinde vardır.
Bu fakîr
derim ki, O büyük: “Onunla çok işimiz vardır” buyurdular. O işlerden biri Reşahât
ayn-ül Hayât kitabını yazmasıdır ki, bu şerefli yolun büyüklerini son
derece metanet ve letafetle yazdılar. Allahu teâlâ ona bizim tarafımızdan
hayırlı karşılıklar versin.
Demek ki,
yirmi iki yaşında iken, bu büyükler yolunun sevgisi gönlünün yakasını tutmuş ve
onu Horasan’dan Hâce Nâsireddin Ubeydullah Ahrâr hazretlerinin kapısına
götürmüş, bulduklarını orada bulmuş, kavuştuklarına orada kavuşmuştur.
ESERLERİ:
3-
Hurz-ül emân min Fiten-iz Zaman
13 Zilhicce 1429
Kurban bayramı 4. günü
Perşembe 11 Aralık 2008
REŞAHÂT
AYN-ÜL HAYÂT’A BAŞLARKEN
Selefin
eserlerini nakleden, eşrâfın haberlerini ayıklayan, iyi insanların menâkıbını
toplayan ve seçilmişlerin makam ve hâllerini, söz ve ahlâkını herkese duyuran,
ya‘nî Reşahât ayn-ül Hayât müellifi Mevlânâ Alî bin Hüseyin,
“Safî” diye meşhurdur. “Allahu teâlâ onu âşikâr ve gizlide ihsan ve
lütufları ile şereflendirsin” der ki:
Allahu
teâlânın sonsuz, ihsan, lütuf ve bereketleri ile 889 (m.1484) senesi Zilkadesi
sonralarında velâyet, menzilet, hidâyet, menkabet, hakîkat sâhibi; büyüklerin
kutbu; îman ve islâm ordusu kumandanlarının gavsı [yardımcısı]; hak, hakîkat,
dünya ve ahirette muîn HÂCE UBEYDULLAH (radıyallahü teâlâ anh) hazretlerinin
atebe-i aliyyeleri [yüksek kapılarının eşiğini] öpmekle şereflendim. Ve yine
bir kere daha 893 Rebi‘ül-âhiri başlarında kapısında hizmet edenlerin
paybûsiyle [ayağını öpmekle] şereflenmek ele geçti. O zaman-ı seâdet unvânda [o
mutlu zamanda] Hâce hazretlerinin yüksek meclislerinde dâimâ Nakşibendî
silsilesi ulularının husûsi hâlleri, menkabe ve fazîletleri ve kemâlleri zikr
olunur, bu hakîr bu sözleri dinlemekle şereflenirdim. Ve aynı zamanda o
hazretin zeban-ı mu‘ciz beyânlarından [hârika ma‘rifetler söyleyen dillerinden]
akıp gelen ve ortaya dökülen ma‘rîfet, yüksek hakîkatler ve ince ve yüce
ma‘nâlardan bazısını idrak ederdim. Ve o kıymetli incileri ve nefis cevherleri
müdrike [anlayış] latîfesinin yardımı ile hafıza kuvvetinde saklı inciler gibi
muhafaza eder, her sohbet ve meclislerinden sonra, zihnimde sakladıklarımı
tebdîl ve değiştirme şâibe ve lekelerinden korunmuş olarak deftere yazardım.
Dünyanın
çeşitli hâdiseleri ve mânileri sebebiyle o izzet ve ikbâl ka‘besine komşu ve
yakın olmak seâdetinden uzak ve o emniyet ve yüce emellere kavuşma hizmet ve
devletinden mahrum olunca hâtırımdan geçti ki, o mes‘ûd günlerde ve bereketli
vakitlerde, hatırımda, aklımda ve hafızamda kalan inci dizilerini, beha
biçilmez cevherleri [sözleri], eşi bir daha işitilmeyecek kıymetli kelâmları
bir yere toplayayım. Böylece uzaklık ve ayrılık acısıyla yanan bu garîb
âşıklarına arkadaş ve yâr olsun ve ümidsizlik zaviyesinin ayağı kırık bu
mahrumuna enis ve derdini paylaşan dost bulunsun. Belki üzüntülü kalb de
bunları mutalaadan bir parça şifa, ayrılık derdiyle kanlı yaş akıtan gözlerim,
o yazılara bakmakla bir nevî tesellî bulur. Nazm:
Gül geçti ve gülistan
oldu harâb,
Gül kokusunu ancak verir gülâb.
Dideden
gaib olunca vasl-ı yâr, Nâibi kalmak gerektir yâdigâr.
Lâkin
zamanın tegayyuru ve gece ve gündüzün değişmesi sebebiyle her zaman bu ma‘nâdan
gecikme düğümleri çözülmez, telif ve telfîk [birleştirme ve tertîb etme]
dizileri tehir düğümlerinden kurtulmazdı. Bu hâl üzere on altı yıl geçti ve 909
[m.1503] târihine gelindi. Bu sene içinde o eski arzu yenilendi ve hâtırım o
toplama ve uyarlama işinde acele edip, tatbîk sahasına konmasına giriştim. Bu
şerefli silsile ulularının hulefa ve eshabının tabaka tabaka hâllerinden bunlar
hakkındaki kitablarda gördüğüm, ya da Hâce hazretlerinden ve sâir azîzlerden
vâsıtalı veya vâsıtasız işittiğim menakıbı, münâsib bir tertîb ve muvafık bir
terkîb ile bu mecmu‘aya [kitaba] derc eyledim ve onu Hâce hazretlerinin şemâil
ve menakıbını zikr ile -ki bu telifden [eserden] asıl maksad ve bu tasniften
esas gaye o idi- tamamladım. O hazretin hâl ve makamlarını, menkabe ve
kerâmetlerini uzun ve açık beyân ile misk saçılan bir cevher kutusu oldu. Bu
kitabda nerede Hazret-i âlişân denilirse, ondan murad Hâce UBEYDULLAH
(kaddeseallahü teâlâ sırrehül-azîz) hazretleridir. Ve nerede bu tâife-i aliyye
hazeratının ma‘rifet ve latifelerinden bir nükte bildirilirse, ayırmak için
onun önünde Reşha kelimesi yazılmıştır.
Bu taze
reşha [sızıntı, terleme] bir Reşâhat-ı cânfezadır [ruhu yücelten bir su
serpintisi, sızıntısıdır] ki, ilim ve irfan erbabının, zevk ve vicdan eshabının
kalblerinden sızan âb-ı hayât pınarı ve sızıntıları olup ihlâslı sâdık
tâliblerin ve husûsî olgun muhiblerin göğüs bostanlarına [gönül bahçelerine]
mükemmel bir tazelik ve nûrânîlik ve parlaklık verdi. Bunun için ismi REŞAHÂT
AYN-ÜL HAYÂT oldu. Ne garib bir tesadüftür ki, REŞAHÂT sözü ebced hesabınca
909’dur. Bu ise kitabın tamamlandığı zamana târih oldu.
Bu yola
talib ve hakîkat râhına sâlik olanlardan isterim ki, zikr olunan azizlerin
ahval, etvar, ma‘rifet ve sırlarının mütalâasından hoş vakit olduklarında, bu
kitabı derleyen ve düzenleyeni hâtırlarından uzak durmayıp hayırlı dua ile
analar. Şuur ile okuyanların güzel ahlâklarından beklerim ki, fazilet ve
hakîkat ehli o büyüklerden, latife ve ma‘rifetlerini bildirmekten başka nasibim
yok bilsinler. O hâlde gerektir ki, bu azizlerin ibâre ve işâretlerini ta’n
[dil uzatma, ayıblama] ve inkâr oklarına hedef edip, kendileri helâket ve
felâket uçurumlarına sapmayalar. Hidâyet üzere olanlara selâm olsun. Bu mecmua
[kitab] bir makale üç maksad ve bir hâtime üzeredir.
MAKALE, MAKSAD VE HATİME FİHRİSTİ
MAKALE: Nakşibendî silsilesi
Hâcegânı tabakatının (kaddesallahü teâlâ esrârehümül-aliyye) evvelinden sonuna
kadar beyânı.
BİRİNCİ MAKSAD:
Hâce Ubeydullah hazretlerinin baba, dede ve akrabaları. Doğum târihleri.
Çocukluk hâlinde vâkı‘ olan ahvali, şemâli, ahlâkı, etvarı. Hicret ve
seferlerinin ibtidâsı ve zamanın meşayıhı ile mülâkatları [görüşmeleri].
İKİNCİ
MAKSAD: Bazı hakaik, meârif, dekaik, letâif, hikâyât ve emsâl ve rivâyat
ve ahvâli beyânındadır ki, meclislerinde vasıtasız olarak işitilmiştir.
ÜÇÜNCÜ
MAKSAD: Hâce
hazretlerinden sâdır olan bazı acîb tasarruflar ve garîb hârik-ul âdeler
beyânındadır ki, her biri sağlam ve sözüne güvenilir kimselerden menkul olup,
sağlamlık, doğruluk derecelerinde şübhe yoktur.
Bu üç
maksaddan her biri de üçer faslı ihtivâ etmektedir.
HATİME: Hâce
hazretlerinin âhırete intikali ve irtihali beyânındadır.
REŞAHÂT
AYN-ÜL HAYÂT
Biliniz ki,
Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretleri zikir ta‘limini ve Hâcegân tarîkati
nisbetini (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) Mevlânâ Ya‘kub-i Çerhî hazretlerinden
almışlardır. O Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinden, o Seyyid Emîr
Külâl’den, o Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî’den, o Hâce Alî Râmîtînî’den, o Hâce
Mahmûd İncîr Fegnevî’den, o Hâce Ârif Rivgervî’den, o Hâcegân silsilesi
serhalkası olan Abdülhâlık Gucdevânî’den, o Hâce Yûsuf Hemedânî’den, o Hâce Ebû
Alî Farmedî’den o Şeyh Ebûl-Kasım Kürgânî’den. Ve Şeyh Ebûl-Kasım’ın bâtın
ilminde intisabı iki tarafadır. Bir nisbetleri Ebûl Hasan Harkanî’yedir ve onun
Şeyh Ebû Yezîd Bestâmî’yedir. Şeyh Ebûl-Hasan Harkanî hazretlerinin doğumu,
Şeyh Ebû Yezîd Bestâmî’nin vefatından bir müddet sonra vâkı‘ olup Şeyh Ebû
Yezîd hazretlerinin onu terbiyesi zâhir ve sûrî olmayıp rûhânîdir. Şeyh Ebû
Yezîd’in nisbet ve irâdeti [müridliği] imam Cefer-i Sâdık (radıyallahü teâlâ
anh) hazretlerinedir ve sahîh nakl ile Şeyh Ebû Yezîd’in dahî doğumu hazreti
İmam Cafer-i Sâdık’ın vefâtından sonra olduğu sâbit olmuştur. İmam Cafer-i
Sâdık’ın onu terbiyesi de, aynı şekilde, sûrî değildir, ma’nevîdir. İmam
Cafer-i Sâdık hazretlerinin, Şeyh Ebû Tâlib Mekkî’nin (kaddesallahü sırreh) Kût-ül
Kulûb [kalblerin azıkı] adlı kitabında zikr ettiği üzere iki tarafa
nisbetleri sâbit olmuştur. Bir nisbetleri kendi yüksek babaları İmam Muhammed
Bakır (radıyallahü anh) hazretlerinedir. Onun da babası İmam Alî Zeynelâbidin
(radıyallahü teâlâ anh) hazretlerine, onun da babası şerefi yüce şehîd seyyid
İmam Hüseyin (radıyallahü teâlâ anh) hazretlerine, onun da yüksek babası
Emîr-ül müminîn Alî (kerremallahü teâlâ vecheh) hazretlerinedir. Onun da
cenâb-ı Risâletpenâh (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerinedir.
Tarîkat meşâyıhı (kaddesallahü teâlâ ervahahüm). Ehl-i Beyt imamlarına ulaşan
silsileye, nefaset, şeref ve izzetinden ötürü SİLSİLE-İ ZEHEB [Altın zincir]
ismini vermişlerdir.
Şeyh Ebû
Tâlib Mekkî’nin (kaddesallahü sırreh) beyânı üzre, İmam Cafer-i Sâdık
hazretlerinin bir nisbeti de, kerîme annelerinin babası Kasım bin Muhammed bin
Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü teâlâ anhüm) hazretlerinedir ki, mezkûr [adı
geçen] Kasım hazretleri Fukaha-i seb‘adandır. [Medîne-i münevverede Tâbiîn-i
kirâmdan olan yedi büyük âlimden biridir]. Ve zâhir ve bâtın ilimlerinde kendi
zamanında eşsizdir. Onun da nisbet ve irâdeti Selmân-ı Fârisî (radıyallahü
teâlâ anh) hazretlerinedir. Hazreti Selmân ise, Resûlullah’ın (sallallahü teâlâ
aleyhi ve âlihi ve sellem) hazretlerinin şerefli sohbeti ile müşerref olmuştur.
O hazretin bâtınî ve ma‘nevî intisabı da Emîr-ül-müminîn Ebû Bekr-i Sıddîk
(radıyallahü teâlâ anh) hazretlerinedir, hazreti Risâletpenâha intisabdan
sonra.
Mezkûr
Ebûl-Kasım Kürgânî’nin bir nisbetleri de Şeyh Ebû Osman Mağribî’yedir. Onun ise
nisbeti Ebû Alî Kâtib’e, onun Ebû Alî Rudbârî’ye, onun da Cüneyd-i Bağdadî’ye,
onun Sırrî Sekatî’ye, onun Ma‘rûf-i Kerhî’yedir. Şeyh Ma‘rûf-i Kerhî’nin de iki
tarafa nisbeti vardır: Biri Dâvûd- i Tâî’ye, onun Habîb-i Acemî’ye, onun
Hasan-ı Basrî’ye, onun da Emîrül- müminin Alî (radıyallahü teâlâ anh)
hazretlerine, onun da hazreti Risâletpenâh’a (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem).
Şeyh Ma‘rûf un bir nisbeti de İmam Alî Rızâ hazretlerinedir (radıyallahü teâlâ
anh), onun babası Mûsâ Kâzım’a, onun babası İmam Cafer-i Sâdık’a olup, imam
Cafer-i Sâdık hazretlerinin nisbeti hazreti Risâletpenâh’a (sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem) varıncaya kadar yukarıda zikr olunduğu gibidir.
HÂCE
YÛSUF-İ
HEMEDÂNÎ (kaddesallahü sırreh): Evliyânın kutbu Hâce Muhammed Pârisâ
hazretleri Fasl-ül Hitab adlı kitabında buyurmuşlardır ki, Mevlânâ
Şerefeddin Ukaylî (rahmetullahi aleyh) -ki, büyük âlimlerden ve Hâcegân
hânedanın ileri gelenlerindendir- kendi şerefli el yazıları ile yazmışdır ki,
Şeyh Yûsuf-i Hemedânî onsekiz yaşında iken Bağdad’a varıp Ebû İshak Fakîh’den
fıkıh ilmi öğrendiler ve nazarî ilimlerde kemâl derecesine eriştiler. İmam Ebû
Hanîfe hazretlerinin mezhebinde idiler. İsfahan ve Buhârâ’da tahsil-i ilim
eylediler. Irak, Horasan, Harezm ve Maverâünnehir’de kabûl sâhibi oldular. Bir
müddet de Kûh-i Zer’de [Altın dağında] kaldılar. Hırkayı, Şeyh Abdullah
Cevbînî’den giydiler. Tasavvufda intisabları Şeyh Abdullah Cevbînî ve Şeyh
Hasan Sem‘anî ve Şeyh Ebû Alî Fârmedî hazretlerine idi. Doğumları dörtyüz kırk
[440-m.1048] târihinde, vefâtları beşyüzbeşde [535-m.1141] vâkı‘ olmuştur. Buna
göre ömürleri [hicrî] doksan beş yıl olur.
İmam Yâfiî
târihinde der ki: Hâce Yûsuf-i Hemedânî hâller ve kerâmetler sâhibi idi.
Bağdâd, İsfahân, Irak, Horasan, Semerkand ve Buhârâ’da ifâde ve istifâde ile
meşgul ve hadîs-i şerîfde sened-i âlî tahsîl edip, müslümanlara va‘z ve nasîhat
etti. Halk bereketli nefes ve ilminden çok fâidelendi. Kâh Merv’de, Kâh
Herat’ta otururdu. Bir defa yine Merv’e gitmeğe azîmetle Herat’tan çıktı. Yolda
vefât etti ve vefât ettikleri yerde defn olundular. Rivâyet ederler ki, bir
zaman sonra Hazreti Hâce’nin müridlerinden İbni Neccâr mubârek cesedini Merv’e
nakl eyledi. Kabr-i mubârekeleri Merv’dedir. Ziyâretçiler ziyâret edip onunla
teberrük ederler.
Hâce Yûsuf
(kuddise sırruh) hazretlerinin vefâtı yakın olunca, eshab ve fukarasından
[evliyâsından] da‘vet mertebesine ve irşâd makamına vâsıl olmuş dört kimse
bulundu. Onları kendi yerine halife nasb [ta‘yîn] eyledi ve kendilerinden sonra
bunların her biri halkı Hakka da‘vet ve tâlibleri hidâyet yoluna irşâd
eylediler ve Hazreti Hâce’nin sâir hulefa ve eshabı bunlara edeb yolu üzere
mülâzemet [sohbetine devâm] ve mütabaat üzere oldular. Bu halîfelerinden her
birinin tertîb üzere zikri Hâcegân silsilesi nihâyetine varınca tabaka tabaka
bildirilecektir inşaallahü teâlâ.
HÂCE
UBEYDULLAH BEREKÎ (kaddesallahü
teâlâ sırreh): Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin dört halifesinden
birincisidir. Aslında Harezm’dendir. Âlim, ârif, kerâmetler ve makamlar sâhibi
idi. Şeyh Abdülkerîm Sem‘ânî hazretlerinin Ensab kitabında yazar: Hâce
Ubeydullah’ın nisbetleri Berek kelimesinedir. Berek, bere kelimesinin arabcasıdır.
Bere, kuzu demektir. Zirâ Hâce’nin baba ve dedelerinin çoğu bere [kuzu]
satıcısı idiler. Mubârek kabri Şuristan Tepesi’nde Şeyh Ebû Bekr-i İshak
Gülâbâdî hazretlerinin mezarı yanındadır. Allahu teâlâ hepsine rahmet etsin.
HÂCE
HASAN ENDÂKÎ (kaddesallahü
teâlâ sırreh): Hâce Yûsuf hazretlerinin ikinci halîfeleridir. Künyesi Ebû
Muhammed ve şerefli isimleri Hasan bin Hüseyin Endakî’dir. Endak, Buhârâ’dan üç
fersah [18 km] uzaklıkta bir köydür. Merv’de bir başka köy daha vardır ki, ona
da Endak derler. Endak, endek [az, küçük] sözünün arabçalaştırılmış şeklidir.
Hâce Hasan, Buhârâ civârındaki Endak’tandır. Merv’dekinden değildir.
Buyurmuştur ki, Hâce Hasan kendi zamanında vaktinin şeyhi idi. Halkı Hak teâlâ
hazretlerine da‘vet ve müridleri terbiyede gökçek [yüksek] tarîkaları var idi.
Gönül safasına mâlik ve ibâdet ve riyâzette Hazreti Risâlet’in (sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem) sünneti üzere yaşamağa sâlik idi.
Hâce Yûsuf-i
Hemedânî’nin sohbetine erişip nice yıllar hizmet ve huzurlarında bulunmakla
şereflenmiş idi. Hâce Yûsuf hazretlerinin şeçkin eshabından olmuş ve onunla
Harezm’e ve Bağdad’a birlikte sefer etmiş idi. Şeyh Sem‘ânî der ki: Benim
kendisiyle ilk karşılaşmam Merv’de Hâce Yûsuf-i Hemedânî hânekâhında vâkı‘
oldu. Yalnız onu anlamadım. Ondan sonra Buhârâ’da mülâkat edip hizmetlerine
mülâzemet [sohbetlerine ve huzurlarına devâm] eyledim. Şerefli sohbetlerini
ganîmet bildim. Onlar da bana son derece ikrâm ederlerdi. Kendisinden teyemmün
ve teberrük yoluyla üstadımız ve şeyhimiz Hâce Yûsuf rivâyetinden birkaç hadîs
dinledim. Doğumu 462 [m.1070] de, vefâtları 552 [m.1157] Ramazan-ı şerifinin
yirmialtısında vâkı‘ oldu. Buna göre doksan sene yaşamış olurlar.
Hâce Hasan
hazretlerinin ceddi [dedesi] imam, âlim ve âmil Abdülkerîm Endakî’dir ki,
Şemsül-eimme Halvanî onun en büyük talebesidir.
Rivâyet
olunur ki, Hâce Hasan Endâkî hazretleri Hâce Yûsuf-i Hemedanî hazretlerinin
huzurlarına erişip, kendisinden nisbet ve tarîkat aldığı zaman kemâl-i teveccüh
ve devamlı şugullerinden [tarîkat vazîfelerini yapmakla meşgul olduğundan] az
zamanda kendinde büyük ve kıymetli hâller galip oldu ki, zarûrî görülecek
işlerini bile tedârikten gafil ve çoluk çocuğunun maişetini teminden dahi zâil
ve âciz oldu. Birgün Hâce Yûsuf hazretleri kendisine nasîhat edip dedi ki: Siz
fakîrsiniz ve çoluk çocuk sâhibisiniz. Zarûrî işlerinize bizzat çalışmanız
vâcib olup, bu hususta ihmâl etmemek şer‘an ve aklen üzerinize muhakkak
lâzımdır. Hâce Hasan cevâbında: “Ben öyle bir hâldeyim ki, gayri işe takadım
yoktur” dedi. Bu sözden Hâce Yûsuf hazretlerine gayret gelip Hâce Hasan’ı
azarladılar. O gece Hâce Yûsuf, Hak sübhânehu ve teâlâ hazretlerini rüyada
gördü. Kendisine hitab edip: “Ey Yûsuf, biz sana akıl gözü görmekliğini verdik.
Hasan’a ise, hem akıl gözü ve hem gönül gözü görmekliğini verdik” buyurdu. Hâce
Yûsuf bu vâkı‘adan sonra onu gayet azîz ve muhterem tutar oldu ve dünya
işlerinin hiç birinde ona herhangi bir yük yüklemedi. Mubârek kabri Buhârâ’da
Gülâbâd kapısı dışında şeyh Ebû İshak Gülâbâdî mezârının doğu tarafında
bulunmaktadır.
HÂCE
AHMED YESEVÎ (kaddesallahü
teâlâ sırreh): Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin üçüncü halîfesidir. Yesî
şehrinde dünyaya gelmiştir. Türkistan’da meşhûr bir şehirdir. Bunun için Hâce
Ahmed Yesevî denir. Mubârek kabirleri de bu şehirdedir. Türkistan halkı Hâce
Ata Yesevî derler. Ata sözü, her ne kadar Nevâî dilinde Baba demek ise de,
Türkler meşâyıhın uluları için kullanırlar.
Hâce Ahmed
Yesevî hazretleri kerâmât-i celîle ve makamât-ı aliyye sâhibi idiler. Daha
çocuk yaşlarında Baba Arslan hazretlerinin kimyâ tesiri yapan nazarlarına
kavuşmuştu. Rivâyet ederler ki, Baba Arslan beşâretlerle [müjdelerle] dolu
Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) işâretiyle Hâce Ahmed Yesevî’nin
terbiyesine meşgul olmuşlar ve Hâce’ye onların hizmet ve huzûrlarında büyük
terakkîler müyesser olmuş ve Baba Arslan hayatta olduğu müddetçe Hâce Ahmed
Yesevî hazretleri onun şerefli hizmet ve huzûrlarından ayrılmamış,
vefâtlarından sonra da, yine onun işâreti ile Buhârâ’ya gelip sülûkünü Hâce
Yûsuf-i Hemedânî’nin huzurunda tamamlayıp, kemâl ve irşâd mertebesini ihraz
etmiştir. Sonrakî meşayıhdan birinin risâlesinde diyor ki: Hâce Ubeydullah
Berekî ve Hâce Hasan Endâkî vefatlarından sonra hilâfet sırası Hâce Ahmed
Yesevî’ye erişince, Buhârâ’da halkı Hakka da‘vet ile meşgul oldular ve bir
zaman sonra gaybî bir işâretle Türkistan’a gitmek lâzım geldikte, bütün
eshabına Hâce Abdülhâlık Gucdevânî’ye mütabeat etmeği vasiyet eylediler. Ondan
sonra Yesî tarafına müteveccih oldular.
Şurası
unutulmasın ki, Hâce Ahmed Yesevî (kuddise sırruh) hazretleri, Türk meşâyıhının
baş halkasıdır. Türkistan ulularının çoğunun tarîkatte intisabları onadır.
Sağlam hânedanından çok azîzler zuhûr etmiştir. Hepsini anlatmağa kalkışsak
başlı başına büyük bir kitab olur. Bunun için şerefli silsilelerini, kısaca HÂCE
UBEYDULLAH TAŞKENDÎ (kuddise sırruh) zamanına kadar anlatmakla
yetineceğiz. Ondan sonra Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin dört halîfesinden
dördüncü halîfesi -ki Hâcegânın ser halkasıdır- Hâce Abdülhâlık Gucdevânî
hazretlerini anlatmağa geçeriz.
Hâce Ahmed
Yesevî’nin dört halîfesi vardır, çok kısa olarak arz edelim:
MANSUR
ATA (kuddise
sırruh): Hâce Ahmed Yesevî hazretlerinin evvelki halîfesidir ve Baba Arslan’ın
sulbî [öz] oğludur. Zâhir ve bâtın ilmlerinde âlim idi. İlk zamanlarında yüksek
babaları Baba Arslan’ın terbiyesiyle yetişti. Babası vefât edince yine onun
emriyle Hâce Ahmed Yesevî hazretlerinin hizmet ve terbiyesinde bulunup, onun
himâye gölgesi ve güzel terbiyesiyle velâyet sâhiblerinin yüksek derecelerine
erişti.
ABDÜLMELİK ATA (kuddise
sırruh): Mansûr Ata hazretlerinin sulbî [öz] oğludur. Babasının vefâtından
sonra nâib-i menâbları [vekilleri] olup tâlibleri terbiye ve sâlikleri Hak
yoluna delâletle meşgul olmuştur.
TÂC HÂCE (kuddise sırruh):
Abdülmelik Ata’nın büyük oğlu ve Zengi Ata hazretlerinin mes‘ûd babalarıdır.
Tâc Hâce, tarikat ve hakîkat ilmini tahsîlden sonra babasının terbiyesiyle
yetişti. Kemâl derecesine geldi ve ömrünü tâliblerin irşâdına adadı.
SAÎD ATA (kuddise sırruh): Hâce
Ahmed Yesevî hazretlerinin ikinci halifesidir. Onun işâretiyle tâliblerin
terbiyesi ile meşgul olmuştur.
SÜLEYMAN
ATA (kuddise
sırruh): Hâce Ahmed Yesevî hazretlerinin üçüncü halîfesidir ve Türk meşayıhın
ulularındandır ve dervişler ahvâlinden Türk dilinde hikmetli sözleri ve ibretli
latîfeleri Türkistanlılarca ma‘ruf ve meşhûrdur. Güzel sözlerindendir, halka
hüsn-i zan ile hürmet ve her vakti ganîmet bilmek hakkında buyurduğu:
Her
kimi görsen Hızır bil,
Her
geceyi Kadir bil.
Ve yine
nefsi kırmak husûsunda buyurmuştur:
Barçe
yahşi biz yaman,
Barçe
buğday biz saman.
Ya‘nî cümle
yahşi biz yaman, cümle buğday biz saman.
HAKÎM ATA
(Kuddise
sırruh): Hâce Ahmed Yesevî hazretlerinin dördüncü halifesidir. Üç halîfeden
sonra nice yıllar irşâd mesnedinde oturup halkı Hakka da‘vet eylemiştir.
Oturduğu ve defn edildiği yer Harezm vilâyetinde Akkorgan’dır. Kabr-i mubâreki
de meşhûrdur. Hâcet sâhipleri ziyâret ederler ve faidelerini görürler.
ZENGÎ ATA
(Kuddise
sırruh): Kendisine Zengî Baba da derler. Hakîm Ata’nın hulefasının en büyüğü ve
en önde geleni ve tarîkat erbabı içinde en iyisidir. Mevled ve meskenleri
[doğup oturduğu yer] Şaş vilayetidir. Mubârek kabirleri de oradadır. İhtiyâc
sâhibleri ziyâret edip, muradlarına kavuşurlar.
Mevlânâ Kadı
Muhammed (aleyhirrahme) Hâce Ubeydullah (kuddise sırruh) hazretlerinden
naklederdi ki: “Hâce hazretleri buyurmuşlardır ki, ne zaman Zengî Ata’nın
kabrini ziyaret etsem, kabrinden ALLAH ALLAH sesini işitirdim”.
Zengî Ata,
Baba Arslan hazretlerinin torununun oğlu ve Tâc Hâce hazretlerinin oğludur.
Nice yıllar babasının terbiyesinde olup, babalarının vefatından sonra gaybî
işâretle Hakîm Ata’nın sohbet ve hizmetinde bulunmuştur. Ve Hakîm Ata’nın
vefâtından sonra zevcesi Burak kızı Anber Ana’yı kendi nikâhlarına
getirmişlerdir. Zengî Ata hazretlerinin Anber Ana’dan çocukları ve onlardan
torunları dünyaya gelmiş olup, hepsi de âlim ve âmil ve her biri kendi asrında
mukteda-i salikân ve rehnümâ-ı tâliban [rehber, mürşid] idiler.
Rivâyet
ederler ki, Hakîm Ata hazretleri esmer [buğday tenli] imiş. Bir gün Anber
Ana’nın hâtırından geçmiş ki, nolaydı Hakîm Ata esmer olmayaydı. Hakîm Ata
kerâmet nûru ile, hâtırından geçeni bilip buyurmuşlar ki; “Tez ola ki, benden
siyaha sâhib olasın”. Öyle oldu ki, Hakîm Ata’dan sonra Zengî Ata’ya nasîb
oldu. Derler ki, Zengî Ata zâhirde Hakîm Ata’ya yetişmemişti. Hakîm Ata’nın onu
terbiyesi rûhânî ve ma‘nevî idi. Sûrî değil idi. Lâkin birinci söz doğrudur.
Rivâyet
ederler: Hakîm Ata Harezm vilâyetinde vefât ettikleri vakit Zengî Ata
Taşkend’de idi. Hemen Harezm’e gitmek için yola koyuldu. Hakîm Ata hazretlerinin
kabrini ziyâret ve akrabasını ta‘ziyet etmeyince hiçbir yerde eğlenmedi. Anber
Ana’nın iddet müddeti tamam olunca, mahremlerinden birini ona gönderip nikâha
rızasını istedi. Anber Ana yüzünü döndürüp, ben Hakîm Ata’dan sonra kimseye
varmam, hele bu esmer zengiye hiç varmam deyip red eyledi. O anda, yüzünü nasıl
döndürdü de, cevab verdiyse, Anber Ana’nın boynu o şekilde eğri kaldı, Anber
Ana bu hâlinden son derece muztarıp oldu. O mahrem [akraba] gelip, olanları
Zengî Ata’ya anlattı. Zengî Ata, tekrâr Anber Ana’ya haber gönderip dedi ki, o
zamanı hatırlıyor musun ki, bir gün onun hâtırından geçmiş idi ki, nolaydı
Hakîm Ata esmer olmayaydı ve Hakîm Ata kerâmet nûruyla bu düşüncesine vâkıf
olup, en kısa zamanda benden esmerine yakın olursun buyurmuştu. Mahrem bu
sözleri Anber Ana’ya söyleyince, Hakîm Ata’nın sözü hâtırına geldi. Ağladı ve
nikâha rıza verdi. Anber Ana nikâha rıza verince, hemen boynunun eğriliği geçti
ve düzeldi.
Zengî Ata
hazretlerinin dört halîfesi var idi. Uzun Hasan Ata, Seyyid Ata, Sadr Ata ve
Bedr Ata. Bunların dördü de birlikte ilk zamanlarında Buhârâ medreselerinden
birinde ilim tahsîli ile meşgul idiler. Beraberce ilmî müzâkere ve mütâlaa
ederlerdi. Takdîr işte. Bir gece kalblerine sülûk arzusu düştü ve hemen
sabahleyin evlerinde ne varsa, hepsini dağıtıp, medreseden çıktılar. Türkistan
tarafına gidip Zengî Ata hizmetine eriştiler. Kısaca hâllerinden bahs edelim:
UZUN
HASAN ATA (kuddise
sırruh): Zengî Ata hazretlerinin birinci halîfesidir. Rivâyettir ki, zikr
olunan azîzler mürşid-i kâmil bulmak arzusuyla Taşkend vilâyeti hudûduna girip
Taşkend sahrasından geçerken gördüler ki, bir dudağı kalın siyahımsı bir çoban
sığır sürüsünü otlatır. İşte o Zengî Ata hazretlerinin kendisi idi. Anlatırlar.
Zengî Ata hazretleri ilk zamanlarında hâlini gizlemek ve ehlü ayalinin
maişetini temin için Taşkend halkının sığırlarını güderdi. Evlâd ve ayali
buradan aldığı parayla geçinirdi. Ata hazretlerinin âdet-i kerîmeleri bu idi
ki, her zaman sahrada namaz kıldıktan sonra cehrî zikirle meşgul olurdu. Zikre
başlar başlamaz sığırların hepsi otlamağı bırakır, etrafında halka olup
dururlardı. Ata hazretleri cehrî [sesli] zikri bırakmayınca hiçbiri otlamağa
başlamazdı.
Bu dört
arkadaş Ata hazretlerinin yanına geldiler. Gördüler ki, çıplak ayağıyla bir
büyük dikeni biçip ip ile bağlar ve alıp evine götürmek ister de, diken asla
ayağına batmaz ve mubârek ayaklarına diken, taş ve benzeri şeyler hiç zarar
vermez. Bunlar bu hâle şaşakaldılar. Atanın önüne varıp selâm verdiler.
Selâmlarını aldı ve onlara sordu ki, siz garîbe benzersiniz. Nereden gelir,
nereye gidersiniz ve nasıl kimselersiniz? Cevab verip dediler ki: Biz ilim
talebesi idik. Buhârâ’da ilim tahsîline çalışıyorduk. Birden gönlümüze mutâlaa
ve mubâhaseyi bırakıp, Hak yoluna sülûk arzusu düştü. Bu niyetle o diyârı
bırakıp, mürşid-i kâmil bulmak ümidiyle etraf-ı âlemi dolaşır, arar dururuz.
Bir mürşid bulup, onun sohbeti ve vesîlesi ile uzaklık ve dalaletten kurtulup,
kurb ve kemâl derecelerine kavuşmak isteriz. Ata hazretleri buyurdular ki:
“Durun, dünyanın dört bir tarafını koklayıp göreyim. Eğer insanların bulunduğu
herhangi bir yerden mürşid-i kâmil kokusunu alırsam, size haber vereyim” dedi
ve yüzünü doğu, batı, kuzey ve güneye çevirdi. Her taraftan burnuna hava çekip
kokladı ve sonra: “Bütün âlemi yokladım. Sizi kemâle erdirecek kendimden başka
bir kimse bulamadım” buyurdu. Onlar bu sözü Ata’dan işitince, Seyyid Ata ile
Bedr Ata inkâra düşüp, Seyyid Ata, içinden dedi ki, ben seyyid, âlim ve âgâh
[basîretli, uyanık] iken bir esmer çobana nasıl teslîm ve tâbi‘ olurum. Bedr
Ata’nın gönlünden geçti ki bu deve dudaklı zenciyi gör ki, ne büyük da‘va
eyler. Ama Uzun Hasan Ata ile Sadr Ata, Zengî Ata’nın da‘vasını inkâr
eylemediler ve gönüllerinden geçti ki, mümkündür ki, Hak sübhânehü ve teâlâ bu
esmer vucûd içine bir nûr emanet koymuş ola. Onlar bu halette iken, Zengî Ata
kalbiyle onların kalblerine tasarruf edip her birinin gönlünü kendine çekti.
Bunlardan Zengî Ata’ya ilk irâdet getirip biât eden Uzun Hasan Ata oldu. Kemâl
ve irşâd mertebesine ilk kavuşan da o oldu.
SEYYİD ATA (kuddise
sırruh): Zengî Ata hazretlerinin ikinci halîfesidir. İsmi Seyyid Ahmed’dir.
Seyyid Ata demekle meşhûrdur. Rivâyet olunur ki, Seyyid Ata Zengî Ata
hazretlerinin hizmetinde her ne kadar riyâzet çekip çalıştıysa da maksuda
erişmesi mümkün olmadı, her ne kadar mücâhede ettiyse de kalb gözü açılmadı.
Nihâyet durumunu Anber Ana’ya arz edip dedi ki, sizin sözünüz Ata hazretleri
katında makbûl, inâyet ve şefkatiniz fukara hakkında mebzûldur [çoktur]. Umarım
ki, benim hakkımda da birkaç kelime yardımı esirgemez, kimyâ eserli nazarına
kavuşmamıza sebeb olursunuz. Anber Ana, Seyyid Ata’nın sözünü kabûl edip dedi
ki: Sen bu gece kendini bir siyah keçeye sarıp, Ata’nın yolu üzerine bırak; tâ
ki seher vaktinde abdeste çıktıklarında, seni o hâlde görüp merhamet eyleye.
Seyyid Ata da Anber Ana’nın dediği gibi yaptı. Anber Ana da gece yatakta iken:
“Ahmed fakîr bir kimse olup seyyid ve âlimdir. Bu kadar zamandan beri hizmet ve
huzurunuzdadır. İnâyet nazarınıza hiç mazhar olamadı”, diye niyâzda bulundu.
Ata hazretleri tebessüm edip buyurdu ki: Seyyidliği ve ilmi onun yoluna engel
oldu. Beni gördüğü gün ona kendimi izhar ettim. İhsan saymadı. Hatta gönlünden
geçirdi ki, ben seyyid ve âlim iken bir sığır güdücü siyah çobana nasıl tâbi‘
olayım. Amma madem ki sen şefaat ettin, onun günâhından geçtim, dedi. Seher
vaktinde dışarı çıktığında; yolunun üstünde siyah bir şeyin yattığını gördü.
Ayaklarını kaldırıp Seyyid Ata’nın göğsüne bastığı gibi, Seyyid Ata, Zengî Ata
hazretlerinin ayaklarını öpüp, yüzünü ayağına sürüp tazarru‘ etti. Kimsin,
buyurdu. Ahmed diye cevâb verince, Ata hazretleri: “Kalk! Bu tevazu ve kırıklık
senin hâlini düzeltti” buyurdu ve oracıkta seyyide bir husûsî nazar ile
teveccüh eyledi de, doğrulunca maksadına kavuştu ve kalbinde açılmalar
hissetti. Az zamanda kendisinde irşâd mertebesi hâsıl olup, nice nâkısları
kemâl derecelerine vâsıl eyledi.
Seyyid Ata,
‘Azîzân’ lakabı ile bilinen Hâce Alî Ramîtenî hazretleri ile -ki Hâcegân
ulularındandır ve ileride anlatılacaktır- muasır idiler ve aralarında bir takım
hadiseler geçmiştir ki, bir tanesi Hâce Azîzân bahsinde anlatılacaktır.
Hâce
Behâeddin Nakşibend (kuddise sırruh) Makamât’ında yazar. Hâce hazretleri
nakletmişler ki: Bir gün bir çiftçi bir yere çavdar ekerken Seyyid Ata oradan
geçip çiftçiye sormuş ki, ne işlersin ve ne ekersin. Çiftçi, çavdar ekerim.
Lâkin bu toprakta iyi mahsûl olmaz demiş. Ata hazretleri, toprağa seslenip
buyurmuşlar ki: Ey toprak! İyi çavdar ver! Rivâyet ederler ki, nice yıllar o
tarlada tohum ekilmeden çavdar biter ve iyi mahsûl vermiş.
İSMÂİL
ATA (kuddise sırruh): Seyyid Ata hazretlerinin büyük halifelerinden idi.
Hâce Ubeydullah (kuddise sırruh) buyurmuşlar ki: İlk zamanlarda halk İsmâil
Ata’ya saldırırlarmış. Ata dermiş ki: Ben bunları bilmezem. Aşını veririm, davulunu
çalarım. Canım fedâ olsun bu sözü hakkıyla anlayana.
Ata
hazretleri Huzyan’da bulunurdu. Seyrâm ile Taşkend ortasında bir kasabadır. O
diyarın mollaları [ilim ehli] Ata hazretlerine dil uzatırlar, gıybetini
yaparlar, onu ayıblarlarmış. Ama, Ata hazretleri: “Bu mollalar bizim
sabunumuzdur” dermiş. Hâce Ubeydullah hazretleri Ata hazretlerinin bu sözünü
gayet beğenir, “ne güzel söylemiş” derdi.
Ata
hazretlerinin enfâs-ı nefîsesindendir [güzel sözlerindendir] ki, mahlûkata
şefkat husûsunda buyurmuşlardır: “Güneşte gölge ol, soğukta kaftan ol, açlıkta
ekmek ol!” Hâce Ubeydullah hazretleri buyururlar imiş ki: Atanın bu sözü çok
mâ‘nâlıdır. Ve yine Hâce hazretleri buyurmuşlar ki: İsmâil Ata bir müride
telkîn ettikten sonra buyururlar imiş ki: “Ey derviş! Seninle tarîkat kardeşi
olduk. Bizden bir nasîhat kabûl eyle ve bu dünyayı yeşil-mâvi bir kubbe bilip,
seninle Hakdan gayrı yok düşün. O kadar zikr eyle ki, tevhîdin galebesi [ağır
basması] ile sen dahi aradan gidip, sadece Hak sübhânehü ve teâlâ kala!”. Hâce
hazretleri buyururlar imiş ki, Atanın bu sözünden hayli ma‘rifet kokusu gelir.
Ve yine Hâce hazretleri kendi hâllerini Hâce İbrâhîm’den nakl ederlerdi: Seyyid
Şerif Cürcânî bana derdi ki: “Ey şeyhzâde, İsmâil Ata’nın müridlerinin
secdelerinden bir tatlı koku gelir.”
İSHAK
HÂCE (kuddise sırruh): İsmâil Ata’nın oğludur. Safa-i vakt ve ahval-i
celîle [güzel ve parlak] hâller sâhibi idi. İsbîcâb nâhiyesinde kalırdı. Orası
Taşkend ile Seyrâm arasında bir kasabadır. Behâeddin (kuddise sırruh)
eshabından Şeyh Abdullah Hacendî (kuddise sırruh) buyurur imiş ki: Hâce
Behâeddin hazretlerinin şerefli sohbetlerine kavuşmadan birkaç sene evvel bana
kuvvetli cezbe hâsıl olmuştu. O meslekte [yolda] Hâce Muhammed Alî Hakîm
Tirmizî’nin mezârına vardım. Ondan bana bir müjde erişti ki: Geri dön! Senin
maksudun on iki yıl sonra Buhârâ’da elverse gerektir. Hâce Behâeddin
Nakşibend’in zuhuruna, bu beşâretten [müjdeli haberden] sonra hâtırım bir parça
rahatladı. Hacend tarafına döndüm. Birgün pazardan geçerken bir mescidin kapısında
iki Türk gördüm. Oturuyorlar ve birbirleriyle sohbet edip, derd ile
ağlaşıyorlardı. Sözlerine kulak verdim. Anladım ki, Hak yolundan konuşurlar.
Sohbetlerine meyl edip, dervişâne önlerine biraz meyve ve yiyecek getirip,
meclislerine dâhil oldum. Birbirleri ile konuşup, bu derviş tâlib görünür.
Lâyık oldur ki, bunu sultan zâdemiz İshak Hâce’nin huzûruna götürelim. Onlardan
bu sözü işitince, bende taleb arzusu kuvvetlendi. İshak Hâce [hoca] nerededir,
diye araştırmağa koyuldum. İsbîcâb’da olduğunu öğrendim. Sohbetine gittim ve
arzumu, talebimi izhâr eyledim. Ama Tirmiz hadisesinden hiç bahsetmedim. Birkaç
gün hizmet ve ve sohbetlerinde bulundum. Çok lütf gösterdiler. Hâce
hazretlerinin bir genç oğulları var idi ki, rüşd nişânesi [olgunluk alemetleri]
simâsında peyda [yüzünde zâhir] ve seâdet eserleri mubârek alınlarında hüveyda
[açık, zâhir] idi. Birgün babalarına benim hakkımda şefâat edip: “Bu zavallı
bir derviştir. Lâyık olan budur ki, şerefli hizmet ve huzûrunuzda bulunup,
şerefli kabûlûnüz ile şereflensin” dedi. İshak Hâce cevabında buyurdular ki:
“Ey oğlum! Bu derviş Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin müridi olsa
gerektir. Bizim buna tasarrufa mecâlimiz yoktur”. Onlardan bu sözü işitince
Hazreti Hâce’ye yakînim daha ziyâde oldu. İshak Hâce’den izin istedim. Tekrar
Hacend’e döndüm. Hazreti Hâcenin zuhurunu beklemeğe ve gözetmeğe başladım. Bu
bekleyiş, Buhârâ’da zuhûr edip şerefli sohbet ve hizmetleri ile müşerref
oluncaya kadar devâm etti.
SADR ATA ve BEDR ATA (kaddesallahü
teâlâ esrârehümâ): Zengî Ata hazretlerinin üçüncü ve dördüncü halîfeleridir.
İsimleri, Sadreddin Muhammed ve Bedreddin Muhammed’dir. Sadr Ata ve Bedr Ata da
derler. Bunlar Buhârâ’da bir hücrede [odada] kalır ve ilim tahsîli ile meşgul
olurlardı. Birlik ve beraberlikleri o derece idi ki, sadece yedikleri ve
içtikleri ayrı giderdi. Zengî Ata sohbetine eriştiklerinde, Sadreddin’in
hâlleri günden güne yükselmede oldu. Mevlânâ Bedreddin’inki ise alçalmağa yüz
tuttu. Nihâyet hâtırına geldi ki, Seyyid Ata, Anber Ana’yı vesîle etmekle Zengî
Ata hazretlerinin inâyetine mazhar oldu. Ben de Anber Ana hazretlerine gideyim
ve herkes için yardıma açık olan gönüllerinden, kalbimin bu derdine şefâat ve
yardım isteyeyim, dedim ve uygun bir zaman bulup ağlayarak Anber Ana’nın yanına
geldim. Hâlimi arz ettim ve hakkımda yardımlarını yalvardım ve dedim ki: Ata
hazretlerinin rahat ve neş’eli bir zamanında benim dilimden arz edip diyesiniz
ki, Bedreddin der ki: “Ben ve Mevlânâ Sâdreddin yüksek kapınızın eşiğinin
bendeleri [hizmetçileriyiz. Hikmet nedir ki, inâyetleri onun hakkında
ziyâdedir. Eğer benden bir kusur zâhir olmuş ise, tenbîh [ikaz] buyursunlar ve
tedârikine çalışayım.” Ata hazretleri o gün sahradan döndüğünde hâli inbisatta
idi [neş’eli ve rahat hâlde idi]. Anber Ana, Mevlâna Bedreddin’in söylediklerini
Ata’ya söyleyip yardım nazarlarını ve kalbî merhametlerini ricâ etti. Ata
hazretleri buyurdular ki: Bedreddin’in maksad kapısının açılmamasının hikmeti
odur ki, benimle ilk karşılaşma ve konuşmasında hâtırından geçirdi ki, bu deve
dudaklı zenciyi görün ki, boyundan büyük davalarda bulunur. Madem ki sen rica
ettin onun günâhından geçtim deyip, Bedreddin’i şerefli huzurlarına çağırdı ve
öyle bir iltifatta ve ifâdede bulundu ki, bir anda iksîr nazarlarının tesiriyle
bakır mesâbesinde olan hâli hâlis altına döndü ve hemen Sadreddin’in derecesine
vâsıl oldu. Ondan sonra devamlı tarîkat menzillerini aşmada kartal kanatları
ile hep yükseğe, daha yükseğe çıktı. Makamları aşmada kalb kuvveti hakîkat
mertebelerine götürdü de, artık ondan sonra Mevlânâ Sadreddin hiçbir hâlde ona
galib olmadı ve sülûk ve seyr-i tarîkatta ondan ileriye gitmek ona elvermedi.
EYMEN
BABA (kuddise
sırruh): Sadr Ata’nın halîfesidir ve ondan sonra onun işareti ile tâlibleri
Hakka da‘vet ve irşâd ile meşgul olmuştur.
ŞEYH ALÎ (kuddise
sırruh): Eymen Baba hazretlerinin halifesidir. Ondan sonra onun kaimmakamı olup
irşâd postuna oturmuştur.
MEVDÛD ŞEYH (kuddise
sırruh): Şeyh Alî hazretlerinin halîfesidir. Ondan sonra Hak yolu tâliblerinin
terbiyesi ile ömrünü tamamlamıştır.
KEMÂL ŞEYH (kuddise
sırruh): Mevdûd Şeyh eshabının ulularından idi. Şaş vilâyetinde otururdu. Hâce
Ubeydullah hazretleri buyururlar idi ki: Kemâl Şeyh, Mevdûd Şeyh’in müridi ve
Hadîm Şeyh’in tarikat kardeşi idi. Biz Horasan’dan dönüp Taşkend’de ikamet
ettiğimiz zaman, Kemâl Şeyh bize çok gelirdi. Hâce Ubeydullah hazretlerinin
husûsî eshabından olup, bu Reşahât kitabını telif eden Şeyh Sâfî
(aleyhirrahme) nakleder ki:
Eshabın
azizlerinden bazıları dediler ki: Bir gün Kemâl Şeyh, Hâce [Ubeydullah-ı Ahrâr]
hazretlerine gelmişti. Hâce hazretleri Kemâl Şeyh’e dediler ki, bizim için erre
zikri yapın. Erre zikri Türk meşâyıhınca bilinen bir nev‘î zikirdir ki, meşgul
oldukları zamanda zikr edenin boğazından erre sesi gibi bir ses duyulur. Kemâl
Şeyh, müridleriyle yedi veya sekiz kere tamam kuvvetle zikr ettiler. Hâce
hazretleri buyurdular ki: “Yeter, gönlümüze derd sirâyet eyledi”. Ve bazı Eshab
rivâyet ederler ki, Buyurdular ki: “Yeter, Arş’dan ferşe [yeryüzüne] dek
yandı.” Ondan sonra bir an düşünüp buyurdular ki: O fikirdeyim ki, eğer bir
münkir, bu ne biçim bir zikirdir dese, ne şekilde bir cevab verilir. Ve sonra
bu beyti okudular:
Bahçedeki kuşlar, akşam ve sabah, Kendi
dillerince hep derler ALLAH.
HADİM ŞEYH (kuddise
sırruh): Şeyh Mevdûd hazretlerinin eshabındandır. Hâce Ubeydullah hazretlerinin
zuhûrunun ibtidalarında Mâverâünnehir’de ve Şaş vilâyetinde mürşid idi ve çok
kimseye mukteda [rehber, önder] olmuş idi. Hâce hazretleri ile mülâkat
[görüşme] etmiş idi.
ŞEYH
CEMÂLEDDİN BUHÂRÎ (kuddise sırruh): Hadim Şeyh’in halîfesi ve
kaimmakamı idi. Herat’a geldiği zaman çok sayıda mürid ile Mevlânâ Sadeddin
Kaşgarî mezârında mücâvir oldu ve yine burada vefât eyledi. Kabri Mevlânâ’nın
kabri yanındadır. Reşahât müellifi Şeyh Safî (aleyhirrahme) der
ki: Bu fakîr üstâdım ve mahdûmum [efendim] Mevlânâ Radıyyuddin Abdülgafur
(aleyhirrahme) ile zaman zaman onun sohbetine varırdık ve o kendi şeyhinden çok
fâideler naklederdi. O fâidelerden bazısı şudur ki, beş reşhada zikr olunur:
REŞHA-1: Şeyh
Cemâleddin der idi ki, şeyhimiz Hâdim Şeyh “Allahu teâlânın zikrinde
kalbleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun” [Zümer-22]
âyet-i kerîmesinin tefsirinde buyururdu ki: Bir taife [bazı kimseler] vardır
ki, zikr etmekten kalbleri katılaşır. Çünkü zikri edebine riayet etmeden
yaparlar. Gafil olduklarından tabîatleri ve nefsleri gereği yaparlar da ondan.
Burada bildirilmiş olan zikir herhalde ona işarettir.
Bununla
beraber bu âyet-i kerîmeyi müfessirler “Allahu teâlânın zikrinden gafil
olmaklıkla” diye tefsîr etmişlerdir.
REŞHA-2 : Yine Şeyh
Cemâleddin rivâyet eder: Şeyhimiz buyurdu ki: sâlikler zikrin bütün
mertebelerini geçtikten sonra, zikrin nihâyetinde hâsıl olan huzûr, mümkündür
ki, zikr olunan mertebeleri geçmeden önce de ele geçer. Lâkin kalbde hasıl olan
huzûrun bekası [devamlılığı] olmaz. Tabiî bir sevinç ve ferah ile tez zâil
olur. Sebat bulmaz. Amma bazı nûr ve keşiflerin müşâhedesinden ibâret olan
zikrin mertebelerini geçmekle sâlikte hâsıl olan huzûrda, o mertebeler ince,
hafîf, latîf cisimler gibi tabîat [meleke, alışkanlık] olur ve sâlik tabîat
iktizasından ve hâtıralar dağınıklığından tamamen halas bulur [kurtulur].
REŞHA-3 : Yine aynı
zât nakl eder: Bizim şeyhimiz der idi ki, vârid olan [gelen] hâlin doğruluğunun
alâmeti, o hâlin gelişi zamanında sâlikin nihâdında [tıynetinde, içinde] bir
fena ve yokluk hâsıl olmasıdır ki, amellerin güçlüğü, zorluğu kalkar ve şer’-i
şerîfe taze bir meyil ve muhabbet peyda olup, şerîatin emir ve yasaklarını
külfetsiz ve zahmetsiz olarak seve seve yerine getirir.
REŞHA-4: Yine bu
Şeyh Cemâleddin der idi ki, bir gün zâhir âlimlerinden biri şeyhimizin yanına
geldi. Hazreti Şeyh’den suâl edip dedi ki, sema ve raks edenler sema hâlinde ya
şuurludur yahut şuursuzdur. Şuurlu iseler, şuuru var iken raks etmesi ve
izhâr-ı bîhodî [kendinde olmadığını göstermek] çok çirkindir. Şuurları yoksa,
şuursuzluk, abdesti bozma sebeblerinden iken, abdest almadan namaz kılmak ondan
daha çirkin bir hâldir. Şeyh, bu ilim ehline cevaben buyurdu: Abdestin
bozulması sebeblerinden biri, aklın gitmiş olmasıdır. Nitekim mecnûnlarda
[delilerde] böyledir. Biri de aklın örtülmesidir. Baygın ve kendinden geçmiş
olan kimse gibi. Ama bu tâifenin raksları hâlinde şuursuzlukları bu iki
sebepten değildir. Belki şuursuzluğun nedeni, sema zamanında âlem-i ilâhîden
küllî akıl bu cüz‘î akla akar da, sâlik vucûd memleketinde hâkim ve galib olur.
Küllî aklın bütün âlemi birden zabt ve tedbîrde kudreti var iken, insan
nev‘inden bir şahsın bedeninin himâyesi o büyük tasarruf yanında küçücük bir
şey kalır. İşte sâlikin bedeni o hâlde akl-i küllînin öyle bir şekilde
himâyesinde olur ki, abdestin bozulması ona yol bulmaz ve o sâdık tâlib o
zamanda tabiî gereklerden bir mertebe masûn ve mahfuz olur ki, levazım-ı
beşeriyyet [insanlık ihtiyac ve hâlleri] onda meydana gelmez. Bu yüzden
abdestini yenilemeğe asla ihtiyac kalmaz.
REŞHA-5 : Yine aynı
zat nakl eder: Bizim şeyhimiz buyurdu ki, hâcegân silsilesindekilerden bazıları
(kaddesallahü ervâhehüm) demişlerdir: Vucud-i adem vucud-i beşeriyyete avdet
eyler, ama vucud-i fenâ asla vucud- i beşeriyyete avdet eylemez. Bu sözün
zâhirdeki ma‘nâsı odur ki, vucûd-i ademden murad, tâlibin adem [yokluk] sıfatı
ile mutehakkık [sıfatlanmış] olmasıdır. Bu da şu bîhodluktan [kendinde
olmamaktan] ibârettir ki, Hâcegân tarîkının mübtedilerine iştigal [zikir,
rabıta, murakabe] esnasında hâsıl olur. Ama hakîkat ma‘nâsı odur ki, ademin
vucûdu şu hakîki varlıktan ibârettir ki, sâlikin bâtın şüğlü ve gönlünün
dünyevî [maddî] nakışlardan boşalması sebebiyle müdrikesine pertev [ışık]
salar. Bu hakîkî varlık pertevi -ki bîhodluktan sonra peyda olur- o ademin
vucududur ve bu vucud, vucud-i beşeriyete avdet eyler. Ya‘nî bu pertev geldiği
gibi gider ve görünmez olur. Beşerî vucudun gerek ve ihtiyacları buna galib
gelir. Ama hakkânî olan mevhub vucud bunun hilâfıdır. Ona fenâdan sonra beka
derler. O, fenâ makamıyla tahakkuk ettikten sonra olur. Nasıl ki, fenâ bâkî
vucudun mukaddimesi [hazırlayıcısı, başlangıcı] ise, zikr olunan adem de
vucudun mukaddimesidir. Ve her ne kadar bu vucud o bâkı vucudun pertevî ise de,
lâkin sâlik fenâ makamı ile hâllenmediğinden bu ma‘nâ zaman zaman ondan gider,
sâbit ve mülkü oluncaya kadar böyle devam eder.
KÂŞİFE-1 : Sâdık
bir tâlib gönül aynasını mahlûk nakışlarından saf ve mücellâ [temiz ve parlak]
ve kalb halvethânesini gayrilik çerçöplerinden pâk ve âri eyleyince, hemen
sâlike bir kendinden geçme hâli hâsıl olmağa başlar ki, kendi vucûdunu ve
mâsivanın vucûdunu [varlığını] bitirir. Çünkü bu tasfîye bîhodluk [kendinden
kurtulmak] mukaddimesidir. Bu yokluk aynı varlık, yahud bu yitirme, aynı
bulmadır. Bu nisyânı [unutmayı] medh hususunda demişlerdir:
Bilmemek ilminin şerhi sığmaz nice
cildlere, Bir ömür yetmez onu yazmaz isteyenlere, Dâreynde Hakkın şuhûdu
mazmunundan bir nükte, İki âlemde yüz karalığı nişanından bir nokta.
Bu tâife-i
aliyye bu nisyâna [unutmağa] adem ve gaybet derler. Bu hâl seâdet
[mutluluk] sabahının müjdecisi, vuslat [kavuşma] sebeblerinin mukaddimesidir.
Kendini bu şekilde bitiren sâlik, bir hakîkî varlığı mevcûd olmuş bulur.
Nitekim Mevlânâ Celâleddin (kuddise sırruh) hazretleri bu ma‘nâda buyurmuşlardır.
Nazım:
Varlığımızı çalan o adem çok yaşasın,
Bu ademin zevkinden
cihan ve can var oldu.
Ademin olduğu yerde vucûd duramaz gider,
Geldi bu güzel adem, âlem vucûda dar oldu.
Lâkin bu hâl
sâlikte kuvvet bulmadıkça ve herhalde kendinin mahkumu olmadıkça bazı arıza ve
vâkı‘alar sebebiyle zâil olabilir. Ama sâlik kendini bu kendinde olmama hâline
verip ve pervâne misâli varlığını aşk ateşine vurup, fenâ ve bîhodinin
kendisinden ibâret olduğu bu yoklukta gerektiği gibi kuvvet bulup hâllenince, o
zaman hakkanî bir mevhûb vucûd ile mevcûd olur ki, kendinin ve bütün mâsivânın
vucûdunu hesâba katmaktan kurtulur. Bu mertebeye Fenâdan sonra Beka derler.
Bu vucûd ile mevcûd olduktan sonra ayrık [bir daha] beşeri vucûda avdete
[dönmeye] mecâl kalmaz. Âyet: “Bu Allahu teâlânın büyük ihsanıdır. O büyük
fazîlet ve ihsân sâhibidir”. Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden:
Hakdan gayriyi öldür lâ kılıcı
çekerek, Sonra bak ki lâ’dan sonra ne kaldı, Yalnız illallah kaldı,
başka ne varsa gitti, Sevin ey aşk, çok sevin, bütün ortaklar bitti.
HÂCE
ABDÜLHÂLIK GUCDEVÂNÎ (kuddise
sırruh): Hâce Yûsuf Hemedânî hazretlerinin dört halîfesinden dördüncü
halifeleridir. Ve Hâcegân tabakatı hazretleri kitabının başı ve bu hânedân
silsilesinin ilk halkasıdır. Doğduğu ve vefât ettiği yer, Buhârâ’da Gucdevân
beldesidir. Gucdevân Buhârâ’dan altı fersah [takrîben 35 km.] uzaklıkta şehir
gibi büyük bir köydür. Kıymetli babalarının adı Abdülcemîl’dir. Abdülcemîl
kendi asrında İmam olarak tanınmış idi. İmam Mâlik (radıyallahü anh)
evlâdından idi. Zamanının müktedâsı [önderi] ve vaktinin müşküllerinin açıcısı
idi. Zâhir ve bâtın ilimlerine mâlik, Kitab ve Sünnetin muktezasıyla tarîk-ı
Hüdâya sâlik idi. Anadolu’da bulunan Malatya şehrinde otururdu. Anneleri de
Anadolu’daki hükümdarların evlâdından idi. Derler ki, Abdülcemîl İmam, Hızır
aleyhisselâmla sohbet edenlerdendi. Hızır aleyhisselâm kendisine Hâce
hazretlerinin dünyaya geliş müjdesini vermiş ve adı Abdülhâlık olsun diye
işâret etmiş idi. Sonra Abdülcemîl İmam birtakım hâdiseler üzerine Anadolu’dan
Maverâünnehr’e hicret edip Buhârâ köylerinden Gucdevân’a yerleşti ve hazreti
Hâce orada dünyaya gelip, orada büyüdü.
İlk
zamanlarında Buhârâ’da ilim tahsîline koyuldu. Bir gün zamanın âlimlerinden
kendi üstadı olan İmam Sadreddin isimli bir uludan tefsîr okurken, “Rabbinize
yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilesiniz ki, O haddi aşanları
sevmez” [A’raf-55] âyet-i kerîmesinin tefsirine eriştiklerinde, üstadından
sormuşlar ki, bu gizlinin hakîkati ve zikr-i hafînin [gizli zikrin] yolu nedir.
Eğer zikr eden sesle zikr eylese veya zikr esnâsında uzuvları hareket eylese,
diğerleri buna muttali‘ olur; ve eğer kalbiyle zikr eylese, “Şeytan insanın
damarında kan gibi dolaşır” hadîs-i şerifince, şeytan vâkıf olur.
Üstâdı cevab olarak: “Bu ledünnî ilimdir. Hak sübhânehü ve teâlâ dilerse, seni
ehlullahdan [evliyadan] bir kimseye eriştirir ve o sana gizli zikri ta‘lîm
eder” dedi. Hâce Abdülhalık hazretleri bu sözün zuhûruna muntazır idiler ve bu
hâl Hızır aleyhisselâmın kendisine gelip vukuf-i adedîyi onlara telkîn etmesine
kadar sürdü.
Fasl-ül
Hıtâb kitabında
yazar: Hâce Abdülhâlık hazretlerinin tarîkatta revişi [yolu, usûlü] huccettir
ve her fırkanın makbûlüdür. Dâima sıdk ve safâ üzre pûyan [koşan] ve şerîat ve
sünnete mütabaatta serdâr-ı sâlikân-i cihân [cihân sâliklerinin baş kumandanı],
nefs ve hevâya muhâlefette dizginlerini sağlam tutan ve hep hedefini vurandır.
Kendisinin temiz yol ve usûlünü ağyarın gözünden gizlemiştir. Gençlik çağında
gönül zikri dersini hazreti Hızır aleyhisselâmdan aldı ve dersine çalışmağa hep
devâm etti. Hazreti Hızır kendisini oğulluğa kabûl edip, zikri ta‘lîm zamanında
buyurmuşlar ki, havuzun suyuna dal ve Lâ ilâhe illallah Muhammedün
Resûlullah’ı kalb ile söyle! Hâce hazretleri de öyle yaptılar ve bu dersi
alıp, hakkıyla yapmakla meşgul oldular. Böylece nice futûhât ve terakkilere
kavuştular. Hâce hazretlerinin ömrünün evvelinden sonuna kadar her hareketi
bütün insanlar katında makbûl ve mergub idi.
Bir zamandan
sonra Hâce Yûsuf-i Hemedânî (kuddise sırruh) Buhârâ’ya gelmiş ve Hâce
Abdülhâlık Gucdevânî hazretleri onun sohbetine erişip, bilmişler ki, o da kalb
zikrine meşguldür. Hâce Yûsuf hazretleri Buhârâ’da kaldıkları müddetçe, Hâce
Abdülhâlık hazretleri onun sohbetinden ayrılmamışlardır.
Rivâyettir
ki, Hâce hazretlerinin ders ta‘lîmi pîri hazreti Hızır aleyhisselâm, sohbet
pîri de Hâce Yûsuf hazretleri idi. Her ne kadar Hâce Yûsuf hazretlerinin ve
meşâyıhın (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) tarîkatleri aleni zikr ise de, Hâce
Abdülhâlık hazretleri (kuddise sırruh) hocası Hızır aleyhisselâmdan gizli zikir
ile memur olmuştu. Hâce Yûsuf onu tefsîr eylemedi ve: “Hâceniz Hızır
aleyhisselâmdan memur olduğunuz üzere zikre meşgul olunuz” buyurdu.
Hâce
Abdülhâlık hazretlerinin (kuddise sırruh) bazı yazılarında bildirilir.
Buyurmuşlardır ki: Yirmi iki yaşımda idim ki, diri gönüllerin hocası Hızır
aleyhisselâm beni büyük şeyh, Rabbânî ilimler imamı Hâce Yûsuf-i Hemedânî
hazretlerine ısmarladı ve beni terbiye etmesini vasiyyet etti. Onlar
Mâverâünnehir’de bulundukça, ben onların hizmet ve sohbetlerinde bulundum ve
onlardan istifâde ve istifaza eyledim [feyz aldım]. Hâce, Horasan’a geldikten
sonra Hâce Abdülhalık hazretleriyle riyazetle meşgul oldular ve kendi hâllerini
gizli tuttular.
Velâyet ve
kerâmetleri o mertebede idi ki, bir vakıt namazda Kâbe’ye varıp gelirdi. Şâm
diyarında çok müridleri zâhir oldu. Onların ismine hanekâh [tekke, dergâh] ve
makam yapıldı.
Bir zaman
halkı irşâd ve da‘vet edip, tâliblere Hak yolunu göstermek makamında, bütün
hakkını vererek, salahiyetle bulundular.
Âdâb-ı
tarikatta bir vasiyetnâmeleri vardır. Kendisinin ma‘nevî oğlu bulunan Hâce
Evliyâ-i kebîr için yazmışlardır. Bu vasiyetnâme tarikat erbabı için çok
fâideli bilgileri, hayat tecrübesi olan nasihatleri bildirmektedir. Her
cümlesi, kıymetli ve eşsiz inci dizilerini andırmakta olup sâliklerin
sermayesidir. Her kelimesi yüksek ve kıymetli nasihatleri taşımakta gönül
kulaklarına küpe olmaktadır. Şu birkaç cümle o vasiyetnâmedendir:
REŞHA-6:
Buyurmuşlardır: Vasiyet eylerim sana, ey oğul ki, her hâlde ilim, edeb ve takvâ
üzere olasın ve selefin eserlerini araştırasın. Sünnet ve cemaata mülâzım
olasın [devam edesin]. Fıkıh ve hadîs öğrenesin. Câhil sofulardan sakınasın.
Dâima namazı cemâatle kılasın; O şartla ki, imam ve müezzin olmayasın. Katiyen
şöhret talebinde olma ki, şöhrette âfet vardır. Bir mansıb [makam] ile bağlı
olma. Dâim gümnâm [ismi edilmeyen] ol. Senedlerde ismini yazdırma. Mahkemelerde
bulunma. Kimseye kefil olma. Halkın vasiyetlerine karışma. Pâdişah ve
paşazâdelerle ahbablık etme. Dergâh, tekke yapma ve hânekâhda oturma. Çok sema‘
etme ki, ziyâde sema‘ anında nifak peyda eder ve sema‘ın çokluğu gönül öldürür.
Sema‘ı inkâr eyleme ki, semâ‘ın eshabı çoktur. Az konuş. Az ye. Az uyu. Halktan
aslandan kaçar gibi kaç. Dâima halvetinde [kendine mahsûs odanda] ol. Genç
oğlanlarla, kadınlarla, bid‘at ehli ile, zenginlerle ve avamla [düşük
kişilerle] sohbet, arkadaşlık etme. Helal ye. Şüphelilerden sakın. Mümkün
oldukça kadın alma ki, dünyayı isteyenlerden olursun ve dünyayı elde etmek
uğruna dînini verirsin. Çok gülme. Kahkaha ile gülmekten sakın ki, [çünkü] çok
gülmek gönlü öldürür. Herkese şefkat gözüyle bakasın. Hiçbir ferdi hakir
[aşağı] görmeyesin. Zâhirini [dış görünüşünü] çok süsleme ki, zâhiri bezemek
bâtın harablığındandır. Halk ile mücâdele [münâkaşa] eyleme. Kimseden bir şey
isteme. Kimseye hizmet buyurma. Şeyhlere mal ile, beden ile ve can ile hizmet
eyle. Onların hâllerini, işlerini inkâr eyleme ki, onları inkâr eden, asla
felâh bulmaz. Dünyaya ve dünya ehline mağrûr olma [aldanma]. Gönlün dâima
hüzünle dolu olsun. Bedenin hasta [kırık], gözün giryân [ağlamaklı] ola. Amelin
hâlis ola. Duan tazarru‘la [içten yalvarmaklı] ola. Elbisen eski, yoldaşın
derviş ola. Mâyen [ölçün] fıkıh, evin mescid ve mûnisin Hak teâlâ ola!
REŞHA-7 : Hâce
hazretlerinin kudsî kelimelerindendir şu sekiz ifâde ki, Hâcegân (kaddesallahü
teâlâ ervahahüm) tarîkatinin binası bunlar üzerine kurulmuştur: Hûş der
dem, Nazar ber kadem, Sefer der vatan, Halvet der encümen,
Yâd kerd, Baz geşt, Nigâh dâşt, Yâd daşt.
Esas bunlardır. Gayrisi önemli değildir.
Bilmek
gerektir ki, bu tâife-i aliyyenin ıstılahlarından üç kelime daha vardır. Biri vukuf-i
zamanî, biri vukuf-i adedî, biri de vukuf-i kalbîdir. Böylece
hepsi on bir kelime olur.
Hâce
hazretleri, Hâcegân silsilesinin baş halkası olduğundan, onları anlatırken
kendi ıstılahları olan bu sözleri burada kendi ifâde ve ibâreleri ile açıkça
yazmamız ve bir Reşha hâlinde bildirmemiz gerekli oldu. Çünkü
onlardan sonra gelen azîzlerin yol ve usûllerini bilmek bunlara bağlıdır:
REŞHA-8. HÛŞ DER
DEM: Bunun ma‘nâsı odur ki, içeriden dışarı çıkarılan her nefeste, nefes
sâhibi hâzır ve âgâh [Rabbi ile] ola ve demde [o zaman diliminde] gaflet ona
yol bulmaya. Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî (kaddesallahü teâlâ sırreh) buyurmuştur
ki, huş der dem, ya‘nî bir nefesten bir nefese intikal [geçiş] gaflet ile
olmaya. Huzûr ile ola. Ve her bir nefeste böyle olup, Hak sübhânehü ve teâlâdan
gafil olmaya. Hâce Ubeydullah hazretleri buyurmuşlardır: Bu yolda nefesi hıfz
[koruma] ve riâyet etmeyi [hakkını vermeyi] mühim tutmuşlardır. Ya‘nî gerektir
ki, her nefes huzur ve âgâhlıkla alınıp verile. Bir kimse nefesi muhâfaza
eylemese: “Filân kimse nefesini yitirmiş” derler. Ya‘nî yolunu yordamını zâyi‘
etmiştir.
Hâce
Behâeddin Nakşibend (kuddise sırruh) hazretleri buyurdu. Bu yolda işin temelini
nefes üzere kurmak gerektir. Ya‘nî himmetini [gayretini] nefesi korumağa
tahsisle, her nefesi huzurlu olmak gerektir. Şöyle ki, şimdiki zamanda, ya‘nî
içinde bulunduğun andaki meşguliyetin, seni geçmiş ve geleceği düşünmekten
meşgul edip, nefesi zâyi‘ etmeğe imkân vermeye. Nefesin giriş ve çıkışında ve
iki nefes arasını korumada öyle gayret göstermeli ki, gafletle aşağı gidip
yukarı gelmeye! Ruba‘î [Kıt‘a=Dörtlük]:
Hakikat
denizi sâhilinde kalan susuzlar!
Haz ve rahatlık yeri,
denizdir, sâhil değil,
İki
dünya dalgasına bakmaz hakîkat arayanlar, Her nefeste deryâya âgâh olmayan
vâsıl değil.
Hazreti
Mahdûmî Mevlânâ Nûreddin Abdurrahman Câmî (kaddesallahü sırrehüs-sâmî) Rubaiyyât
Şerhi’nin sonunda getirmiştir ki, Şeyh Ebûl-Cinân Necmeddin Kübrâ
(kaddesallahü teâlâ sırreh) Fevâtih-ül Cemâl isimli risâlesinde buyurur:
Canlıların nefeslerinde câri olan zikir, onların zarûrî [gayr-i ihtiyarî]
nefesleridir. Zirâ nefes girip çıkarken Hak sübhânehü ve teâlânın gayb-i
hüviyyetine işâret olan h harfini söylemiş olur, isteyerek olsun,
istemeyerek olsun. Ya‘nî bu ma‘nâyı bilsinler veya bilmesinler. ALLAH isminde
olan h de bu harfdir. Elif-lâm, ta‘rîf [belgili yapmak] içindir. Lâm’ın
[l harfinin] müşedded [teşdîdli=iki defa] olması ta‘rîfde mubalağa [daha çok
tanıtmak] içindir. Yoksa zâtın ismi, hakikatta o (H) dir ki he nefeste
zarurî olarak câridir ve o ism-i şerîfin cereyânı olmadan hiçbir şey hayata
[yaşamağa] müstehak olmaz.
O hâlde
gerektir ki, akıllı bir tâlib, Hak sübhânehü ve teâlâya âgâhlık husûsunda öyle
olmalıdır ki, bu şerefli harfleri telaffuzda Hak sübhânehû ve teâlânın
hüviyyeti onun melhuzu [içinde hazır] ola ve nefesin girmesi ve çıkmasında
şöyle vukuf üzere ola ki, Allahu teâlâya olan huzurunda bir eksiklik ve gecikme
veya gevşeme bulunmaya. Ve bu hususun korunmasına o derece gayret ve çaba
göstere ki, bu nisbet zahmetsiz onun gönlünün hazırı ola. Belki tekellüf
[zorlayarak] ve zahmetle bu nisbeti kalbinden çıkarmaya. Ruba‘î:
Ey
harfden anlayan, H gayb-i hüviyettir, Bütün nefeslerine bu harf esas olmuştur,
İş bu harfden her an âgâh olunuz,
Büyük bir harf söyledim, zikre mikyâs
olmuştur.
Biliniz ki,
Hazreti Mahdûmî’nin bu kıt‘ada söylediği Gayb-i Hüviyyet, tarîkat ehli
ıstılahında [dilinde] lâ teayyün itibari ile [teayyün etmezliği bakımından] Hak
sübhânehü ve teâlânın zâtından ibârettir. Ya‘nî ıtlak [mutlak olma,
isimlendirme] ile dahî mukayyed olmayan ve bu mertebede hiçbir ilim ve idrâkin
kendisine taalluku bulunmayan o hakîki mutlak, bu haysiyetten mechûl-i
mutlaktır.
REŞHA-9. NAZAR BER
KADEM: Sâlikin gidip gelirken, şehirde veya taşrada, sahrada, velhâsıl her
yerde yürürken nazarı kademine [bakışı adımına] olmaktır. Böylece bir yere
bakıp, değişik yerlere ve şeylere bakmaya. İkinci bir ma‘nâsı daha vardır ki,
nazar ber kadem, sâlikin varlık mesâfelerini aşmada ve kendine tapınmak
geçitlerini, geçmede sür‘atle seyr etmesi; Ya‘nî sâlikin nazarı nereye
ulaşıyorsa, o anda adımını gördüğü yerin [makamın] nihayetine basmasıdır. Ebû
Muhammed Rüveym hazretlerinin: “Müsâfirin [yolcunun] edebi, adımından ileri
bakmamaktır” buyurdukları bu ma‘nâya da işârettir. Hazreti Mahdûmî Mevlânâ
Abdurrahman Câmî (kuddise sırruh) Tuhfet-ül Ahrâr kitabında Hazreti Hâce
Behâeddin Nakşibend (kuddise sırruh) menkıbesinde bu ma‘nâyı şu şekilde şiire
dökmüştür. Nazm:
Bir
nefes gaflet ile olmaz idi, Nazarından kademi kalmaz idi, Kendinden seyr-ü
sefer kıldığı dem, Gözü erdiği yere kondu kadem.
REŞHA-10. SEFER DER
VATAN: Sâlikin, ahlâk-ı zemîmeden ve insanlık tabîati sıfatlarından sefer
etmesidir. Ya‘nî beşerî sıfatlardan melekî sıfatlara ve kötü sıfatlardan iyi
sıfatlara intikalidir. Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretleri (kuddise sırruh)
buyurmuşlar ki, habîs kişi nereye gitse, habîslik ondan gitmez, tâ habîs
sıfatlardan kurtulmadıkça.
Şunu da arz
edelim ki, tarîkat meşâyıhının hâlleri, seferi veya ikameti ihtiyâr etmede
[seçmede] ayrı ayrı olmuştur. Bazı meşâyıh bidâyette seferi, nihâyette ise
hazeri revâ görmüş; kimi de bidâyette ikameti, nihâyette sefer ve seyahati
beğenmişlerdir. Kimi bidâyet ve nihâyette ikameti, kimisi de her ikisinde sefer
ve hareketi uygun ve lâyık görmüşlerdir. Bu dört fırkanın her birinin sefer ve
ikametinde sahîh niyetleri vardır. Avârif’in tercümesinde bunlar
bildirilmektedir.
Ama sefer ve
ikamet ihtiyârında Hâcegân hazretlerinin yolu şudur ki, ilk zamanlar o kadar
sefer ederler ki, kendilerini bir azîzin hizmet ve huzuruna eriştirirler. Ondan
sonra sefer etmeyip, o azîzin huzur ve hizmetinde mukîm olurlar. Eğer kendi
memleketlerinde bu tâifeden birini bulurlarsa, sefer etmeyip, onun hizmetinde
âgâhîlik melekesini tahsîl ve ilâhî ma‘rîfetleri tekmîle çalışır ve bu hususta
çok gayret ve ihtimam gösterirler. Bu melekenin husûlünden sonra ikamet ve
sefer arasında fark yoktur. Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretleri buyurdular:
Mübtediye seferde perîşanlıktan [fikren dağınıklıktan] başka bir şey hâsıl
olmaz. Bir tâlib bir azîzin sohbetine eriştikte orada oturmak ve temkîn
sıfatını hasıl eylemek ve Hâcegân nisbetini ele geçirmek gerektir. Ondan sonra
her nereye giderse hiç mâni‘ yoktur. Ruba‘î:
Ne güzel bir hâldir, ağızsız gülmek, Göz
araya girmeden bu cihanı seyretmek, Ne hoştur, bir yerde oturup, sefer etmek,
Âlemi dolaşmak ve ayağa minnet etmemek.
Hazreti
Mahdûmî Mevlânâ Câmî (kuddise sırruh) Eşiat-ül Lemeat kitabında
şu beytin şerhinde. Beyt:
Sûretin âyinesi sefer kabûl eylemez, Ona
sûret kabûlü veren safâ ve nûrdur.
Şöyle
buyurur: Sûret aynası ki cilâlı maden [veya cam] dan ibarettir. Ona bakanın
sûretinin onda görünmesi için, onun göstereceği şeye sefer ve hareket etmeğe
ihtiyâcı yoktur. Çünkü aynanın sûret kabûl etmesi kendi yüzünün parlaklığı ve
nurânîliğindendir. Karşısına gelen her şey onda görünür, kendi ona doğru
hareket etmeden. Bunun gibi ma‘nevî aynası da maddî sûretlerin kin ve
uygunsuzluklarından kurtulur, nûrânîlik ve safâ [parlaklık] galib olursa, tabiî
isteklerin, zulmeti [karartısı] ondan zâil olur. Zât-i ilâhînin ve sıfatlarının
tecellilerini kabûlde seyr ü sülûke ihtiyâcı olmaz. Tabîatin iktizası olan
kirlerle hakîkatinin engin denizinde herhangi bir değişiklik yol bulmaz. Çünkü
onun seyr ve sülûkü, kalb yüzünün incilâ ve tasfiyesinden [parlatılmasından]
ibârettir. O cilâ ve parlaklığa kavuşunca, sâlikin sefere, seyre ve sülûke
ihtiyacı kalmaz.
REŞHA-11. HALVET DER
ENCÜMEN: [Halk içinde Hakla olmak]. Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinden
(kuddise sırruh), sizin tarîkinizin binası neyin üzerinedir? Diye sormuşlar.
Buyurmuşlar ki: Halvet der encümen. Ya‘nî zâhirde halk ile, bâtında Hak
sübhânehü ve teâlâ ile olasın. Beyt:
İçerden
âşına ol, dışardan yabancı görün, Bu ne güzel ahlâktır, âkıl ol, divâne görün.
Hak sübhânehü
ve teâlânın “Öyle adamlar vardır ki, ticâret ve alış verişleri
onları Allahu teâlânın zikrinden alıkoymaz” buyurduğu bu makama işârettir.
Yine buyurmuştur ki: Bâtın nisbeti bu tarîkte şöyle vâkı‘ olmuştur ki, gönül
cemiyyeti halk ile sohbette halvetten ziyâde olur. Yine buyurmuşlardır ki:
Bizim tarîkımız [yolumuz] sohbettir. Halvette şöhret, şöhrette âfet vardır.
Hayriyyet cemiyyettedir ve cemiyyet sohbettedir, biri birinde fânî olmak
şartıyla.
Hâce
Evliyâ-i Kebîr (kuddise sırruh) buyurmuşlardır ki: Halvet der encümen odur ki,
zikirle meşguliyet ve zikre dalmak bir dereceye erişe ki, pazara gitse, hiç söz
ve ses duymaya, kalbin hakîkatine zikrin galebesi sebebiyle.
Hâce
Ubeydullah hazretleri buyururlardı ki: Gayret ve ihtimamla zikre iştigal
olunsa, beş altı günde bir dereceye erişir ki, çeşit çeşit sesler ve insanların
birbiri ile olan konuşmaları hep zikir görünür. Kendi söylediği sözleri dahi
zikir olarak duyar. Ama gayret ve ihtimamsız olmaz.
REŞHA-12. YÂD KERD: Dilin
kalble birlikte zikrinden ibârettir. Mevlânâ Sadeddin Kaşgârî hazretleri
(kuddise sırruh) buyurmuşlardır ki: Zikir şöyle ta‘lîm edilir. Şeyh evvelâ kalb
ile LÂ İLÂHE İLLALLAH MUHAMMEDUN RESÛLULLAH der. Mürid de kendi kalbini hâzır
eyler ve şeyhin kalbi karşısında tutar. Gözünü kapar. Ağzını muhkem edip
[açmayıp] dilini damağına yapıştırır. Dişlerini birbiri üzerine getirir.
Nefesini tutar, ta‘zîm ve tam bir kuvvetle şeyhin muvâfakatı üzere zikre
başlayıp, kalbi bu tevhîd kelimesini söyler. Dili ile söylemez. Nefesini habs
etmede sabr eder ve bir nefeste üç kere söyler. Öyle ki, zikrin tatlılığının
eseri kalbe erişe.
Hâce
Ubeydullah (kuddise sırruh) hazretleri, kendilerinin bazı kelimât-i
kudsiyelerinde yazmışlardır: Zikirden maksad, kalbin dâima Hak sübhânehü ve
teâlâdan âgâh olmasıdır, muhabbet ve ta‘zîm bakımından. Eğer cemiyyet erbabı
[evliyâ] sohbetinde bu âgâhlık [rabbi ile hâzır olmaklık] ele geçtiyse, zikrin
hulâsası [özü, esası] hâsıl oldu demektir. Zikrin özü ve rûhu [esası] kalbin
Hak sübhânehü ve teâlâdan âgâh olmasıdır. Eğer gönül ehli sohbetinde bu âgâhlık
hâsıl olmazsa, çâre zikirle meşgul olmaktır.
Zikirle
iştigalin en kolay yolu, nefesi göbeğinin altında habs eyleyip [hareketsiz
tutup] dudağını dudağına ve dilini damağına öyle bir yapıştıra ki, nefesi,
içinde çok dar olmasın. Kalbin hakîkati şu müdrike-i derrâktan [idrâk edici
kuvveden] ibârettir ki, her tarafa gider, dünyayı ve dünyanın işlerini hep o
fikr eder ve bir anda yerleri, gökleri ve bütün âlemi seyr etmek ona
müyesserdir. Onu bütün fikirlerden ayırıp, kozalak sûretinde olan yürek
dedikleri et parçasına müteveccih eyleye ve onu zikr etmeğe meşgul ede. Şu
yolla ki, Lâ kelimesini, yukarı çekip, ilâhe kelimesini sağ omuzu
tarafına uzatır. İllallah kelimesi de kuvvetlice kalb-i sanevberiye
[yürek üzerine] yükleye. Şöyle ki onun harareti bütün uzuvlara erişe. Nefy
tarafında [Lâ derken] bütün varlıkların vucûdunu fânî edip, onları görmeği
terkle mütala‘a edip, isbât tarafında [illâ..derken] Hak sübhânehü ve teâlânın
vucûdunu beka ve maksûd olmaklık nazarıyla mülahaza eyleye ve bütün vakitlerini
bu zikr ile geçirmek ve hiçbir meşgale kendini bu zikirden alıkoymamak
gerektir. Tâ ki, bu kelimeyi tekrârla tevhîd kalbde karar kıla ve kalb zikrinin
sıfat-ı lâzımesi ola!
KÂŞİFE-2: Kalb
dedikleri, çam kozalağı şeklinde bir parça et olup sol memenin altında bulunur.
Bu et parçası, insanın hakîkat-ı câmi‘asıdır. Sanki bu et parçası bir kelimedir
ki, hakîkat-i câmi‘a onun ma‘nâsıdır. İnsana mahsûs olan bu hakîkat-i cami‘a
öyle bir mücmeldir [öz, nüvedir] ki, ulvî ve suflî kâinât onun tafsîlidir. Her
meyvenin çekirdeğinde kendi ağacı, icmâlen mevcûd olduğu gibi, bu hakîkatta
dahî cümle mükevvenât icmâlen mevcûddur. Nitekim Allahu teâlâ: “İnsanlara
kendi hâriçlerinde ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki,
onun [Kur’anın] gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun”
[Fussilet-53] buyurdu. Velhâsıl, ilâhi tam nüsha ve nihâyetsiz sırların elde
edildiği yer kalbdir. Kalbe yol bulan, maksadına erer. Kalbe yol bulmak, gönül
ehli hizmetine erişmekle olur. Tâlib ehl-i dil [gönül ehli] hizmetine erişip
kabûl şerefi ile müşerref olursa, o sohbetin husûsiyetindendir ki, tâlibe bir
keyfiyet [hâl] el verir ve bununla su ve çamur [beden] zahmetinden kurtulup can
ve gönül sohbetine vâsıl olur ve Hak tarafına bir incizâb [çekilme] ve âgâhî
[uyanıklık ve unutmama hâli] peyda olur ve gayr-i ihtiyâri, bir zorlamağa
girmeden ve meşakkat çekmeden Hakdan gayri her şeyden yüz çevirir. Terkin,
zikrin hakîkatinin ve hürriyetin aslının ne olduğunu sâlik o zaman bilir.
REŞHA-13. BÂZ GEŞT:
Zâkirin [zikr edenin] kalb ile kelime-i tevhîdi söyleyince, akabinde [veya
nefes alırken]:Yine kalb dili ile “İlâhî maksudum sensin ve matlubum senin
rızandır” demesidir.
Zirâ bu baz
geşt kelimesi, yarayan ve yaramayandan her hâtıra geleni nefy eder ve nihâyet
zâkirin zikri hâlis kalır ve sırrı mâsivadan fâriğ [boşalmış] olur. Eğer
mübtedi ilk zamanlarında baz geşt kelimesi ile zikirde kendini sâdık [ehil]
bulmazsa, ya‘nî gönlünde Hakdan gayrisine muhabbet olup, İlâhî maksudum sensin,
matlubum senin rızandır demekte kendini yalancı görürse, yine zikri
bırakmamalıdır. Zirâ tedricen sıdk eserleri zuhûra gelir ve yapa yapa, baz
geştte sâdık olduğu hâlde meşgul olmağa kadir olur.
Hazreti
Mevlânâ Alâeddin (kuddise sırruh), Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî’nin eshabından
idiler. Buyururlar ki: Hazreti Mahdûm’dan zikir ta‘limi aldığım ilk zamanlarda
idim. Bâz geşt ile emr eylediler. İlâhî maksûdum sensin ve matlûbum senin
rızandır dediğimde, böyle demekten utanır, sıkılırdım. Çünkü bu sözde sâdık
değil idim ve açıkça yalan söylediğimi bilirdim. Bir gün bu düşünceyle Hazreti
Mevlânâ’nın huzûruna geldim. Buyurdular ki, Şeyh Behâeddin Ömer’in yanına
gidelim. Behâeddin Ömer hazretlerinin yanına geldik. Oturur oturmaz buyurdular
ki, Şeyh Rükneddin Alâüddevle (kuddise sırruh) buyurmuşlardır: Sâlik talebinde
sâdık değilse de, ilâhî benim maksûdum sensin ve matlûbum senin rızandır,
demelidir. Sıdkın hakîkati zâhir oluncaya kadar devam etmelidir. Şeyh Ömer
hazretlerinin meclisinden dışarı çıktığımız zaman, Mevlânâ Sadeddin hazretleri
buyurdular ki: Şeyh cezbe ehlidir. İstılah [husûsî deyimleri] bilmez. Bu sözün
ne demek olduğunu ben anlamamıştım. Nice zaman sonra anladım ki, o sözden
maksadları, Şeyh Ömer cezbe yoluyla terbiye olunmuştur, sülûk ve irşâd yolunu
bilmez. Çünkü henüz onun zamanı değil idi ki, şeyh onu fakîre izhâr eyleye.
Fakîr bu sözü Şeyh Ömer hazretlerinden duyana kadar, o baz geşt kelimesini söz
ve niyâz ile derdim ve derken de sıkılır, utanırdım. Şeyhden bu sözü işittikten
sonra o söz, niyâz, sıkılmaklık ve utanmaklık bende kalmadı.
REŞHA-14. NİGÂH
DAŞT: Hâtıraları [kalbe gelenleri] murakabeden ibârettir. Şöyle ki,
bir nefeste nice kere kelime-i Tayyibe söyleyip hâtırı başka yere gitmeye.
Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî (kuddise sırruh) bu kelimenin, ya‘nî nigâh dâştın
ma‘nâsında buyurmuşlardır. Bir saat veya iki saat veya daha çok, ne kadar
yapabiliyorsa, hâtırını hıfz eyleye ki, hâtırına başka bir şey yol bulmaya.
Hâce Ubeydullah hazretlerinin eshabının büyüklerinden ve en seçkinlerinden
bulunan Mevlâna Kasım (kuddise sırruh) birgün bir takrîble [sebeble, yeri
gelmişken] buyurdu ki: Nigâhdâşta meleke o dereceye erişmiştir ki, imsâk
vaktinden kaba kuşluğa kadar kalbi ağyardan korumak mümkündür. O şekilde ki, bu
kadar müddette hayal gücü kendi işinden kalmış olur. Şunu bilmek gerekir ki,
hayâl gücünü, düşünme kuvvetini yarım saat bile olsa, azl etmek, hakîkat
sâhiblerine göre çok büyük iştir ve nâdirler cümlesindendir. Evliyânın
büyüklerinden bazısına, arada bir bu ma‘nâ el verir. Nitekim Şeyh Muhyiddin
Arabî (kuddise sırruh). Futuhât-ı Mekkiyye’ de, Hâce Muhammed Alî
Tirmizî’nin suâl ve cevablarında kalb secdesini anlattığı yerde, bu bahsi
tahkîk etmiştir. Lâkin onun geniş açıklaması buraya uygun olmadığı için
yazmadık.
REŞHA-15. YÂD DÂŞT:
Buraya kadar bildirilenlerden maksad hep budur. Bu kelime, Hak sübhânehü ve
teâlâdan dâima âgâh [unutmamak, haberdar] olmaktan ibârettir, zevk ve vicdan
yoluyla. Kimi de, ardında gaybet [yokluk, gitme] olmayan huzûrla ta‘rif
etmişlerdir. Hakîkat sâhiblerince, Hakkın şuhûdunun istilası olan bir müşâhede,
kalbe zâtın muhabbeti vâsıtasıyla bu yâd daştın hâsıl olmasındandır.
Hâce
Ubeydullah (kuddise sırruh) bildirilen bu dört kelime için buyurmuşlardır: Yâd
kerd, zikirde tekellüften ibârettir. Baz geşt, Hak sübhânehü
ve teâlâya rucû‘dan ibârettir. Şöyle ki, her kelime-i tayyibeyi dediğinde,
ardından “İlâhî maksudum sensin, matlubum senin rızandır” demelidir. Nigâh
daşt, dil ile söylemeden, bu rucu‘u muhafaza etmekten ibârettir. Yâd
daşt, nigâhdaşta rusuhdan [kalbine Allahu teâlâdan gayrisini
getirmemenin kuvvet bulup, bunun meleke hâlini almasından] ibârettir.
REŞHA-16. VUKUF-İ ZAMANÎ:
Hâce Behâeddin Nakşibend (kuddise sırruh) buyurmuşlar ki, sâlikin işini
kemâle eriştiren vukuf-i zamanî, kulun kendi ahvâline vakıf olmasıdır. Şöyle
ki, her nefeste hâli nedir, şükrü mü, özrü mü gerektirmektedir, bilmektir.
Mevlânâ Ya‘kub-i Çerhî (kuddise sırruh) buyurmuşlardır ki, Hâce-i Büzürk
[büyük], ya‘nî Hâce Behâeddin Nakşibend (kuddise sırruh) bize, kabz hâlinde
istiğfâr ile ve bast hâlinde şükr ile emr etmiştir. Ve buyurdular ki, bu iki
hâle riâyet, vukuf-i zamanîdir. Yine Hâce Büzürk [Şâh-ı Nakşibend hazretleri]
buyurmuşlardır ki, sâlikin işinin temeli vukuf-i zamanîde sâat üzere
konulmuştur. Ya‘nî sâlikin hâlinin düzeni vakıtleri hıfz etmeğe mavkuftur. Tâ
bile ki, her nefesi huzur ile mi geçer, yoksa gafletle mi? Eğer nefese mâlik ve
vâkıf olmaz ise, bu iki sıfata da vâkıf olmaz.
Vukuf-i
zamanî sofiye katında muhâsebeden ibârettir. Hazreti Hâce-i Büzürk
buyurmuşlardır ki, muhâsebe, her geçen sâatimizden kendimizi hesaba
çekmemizdir. Zamanımızın gafletle mi, yoksa huzûr ile mi geçtiğini bilmemizdir.
Eğer tamamen noksanla geçtiyse, baz geşt [rucu‘] edip, işe baştan başlarız.
REŞHA-17. VUKUF-İ ADEDÎ:
Bu, zikirde adede riâyetten ibârettir. Hâce Behâeddin Nakşibend (kuddise
sırruh) buyurmuşlardır ki, kalb zikrinde aded riayeti, dağınık havatırı
toplamak içindir ve Hâcegân (kaddesallahü ervahahüm) sözlerinde vâkı‘ olmuştur
ki, filân kimse fülâna vukuf-i adedî ile emr eyledi. Bundan maksad adede
riâyetle kalb zikridir. Mücerred aded riâyeti değildir, kalb zikrinde. Ya‘nî
asıl maksad kalb ile zikirdir. Aded riâyeti bir artı fâidedendir. Zâkir
gerektir ki, bir nefeste üç, beş, yedi.. ve yirmibir kere söyleye ve adedi
[sayıyı] tek yapmaya riâyet ve dikkat ede.
Hâce
Alâeddin Attâr (kuddise sırruh) buyurmuşlardır ki, çok demek şart değildir. Her
ne kadar derse, huzûr ve vukuf ile demek gerektir. Ancak böylece fâideye
kavuşur. Kalb zikrinde aded yirmibirden çok olursa ve eseri zâhir olmazsa, bu
yapılan işin hâsılatsız olduğunu gösterir. Zikrin eseri odur ki, nefy zamanında
[lâ derken] beşerî vucûd fânî ola ve isbât zamanında [illallah derken]
ulûhiyyet cezbelerinden tasarruf eserlerinden bir esere vâkıf ola. Hâce
Behâeddin Nakşibend (kuddise sırruh) hazretlerinin: “Vukuf-i adedî ilm-i
ledünnînin evvel mertebesidir” buyurduklarından muradları mümkündür ki, bidâyet
ehlinde bulunan ulûhiyyet cezbelerinin tasarruflarının eserlerinin mütalaası
ola. Nitekim Hâce Alâeddin Attâr (kuddise sırruh) buyurmuşlardır ki, o öyle bir
hâl ve keyfiyettir ki, kurb vuslatı ve ledünnî ilim o mertebede mekşûf olur.
Vukuf-i adedînin ilm-i ledünnînin ilk mertebesi olduğu, başlangıçta olanlara
nisbeti, zâkirin hakîkî birin kevnî adedler mertebelerinde sereyânı sırrına
vakıf olmasındandır. Bir sayısının sayıların dereceleri hesabında sereyanına
[her sayıda birin bulunmasına] vâkıf olduğu gibi. Şiir:
Zâhirde sûretin kesreti bir görüntüdür,
Onlar şuunat-ı Hakdır, tecelli eyleyen
birdir.
Hakîkat
ehli büyüklerden biri bu ma‘nâyı şöyle terennüm eder:
İyi bakarsan kesret, aynı vahdet görünür.
Bizim şübhemiz yoktur, şübhe varsa
sendedir.
Hangi sayıya baksan sen ibret gözü ile,
Sayı iki de olsa, bilesin aslı birdir.
Rubaiyyât
şerhinde buyurmuşlardır. Ruba‘î:
Keşf ehli, akıl ehli şu noktada birleşti,
Bir sayısı bilesin her sayıya işledi. Her ne kadar sayılar hadsiz, hesabsız
ise, Sûreti de, aslı da, birden meydana geldi.
Ledünnî
ilminin ilk mertebesi bu vukufla [anlayışla] tahakkuk etmektir. Allahu teâlâ en
iyisini bilir.
İlm-i
ledünnî öyle bir ilimdir ki, kurb ehline [Hak teâlâya yakın kullara]
sübhânî ta‘lîm ve rabbânî tefhîm [Allahu teâlânın bildirmesi] ile ma‘lûm olur.
Aklî deliller ve naklî şâhidler ile olmaz. Nitekim Kur’ân-ı kerîmde Hızır
aleyhisselâm için: “Biz ona tarafımızdan bir ilim öğrettik”
buyuruldu. İlm-i yakîn ile ilm-i ledünnî arasındaki farka gelince, ilm-i yakîn,
Allahu teâlânın zâtının ve sıfatlarının nûrunu idrâkten ibârettir. İlm-i
ledünnî, Hak sübhânehü ve teâlâdan ilhâm yoluyla ma‘nâların idrâki ve
kelimelerin fehminden [anlaşılmasından] kinâyedir.
REŞHA-18. VUKUF-İ KALBÎ:
İki ma‘nâya yorumlanır: Biri odur ki, zâkir [zikir eden] Hak sübhânehü ve
teâlâdan âgâh ola. Bu, yâd-dâşt cinsindendir. Hâce Ubeydullah hazretleri kendi
kelimât-ı kudsiyesinden birinde yazmışlardır ki, vukuf-i kalbî, kalbin Hak
sübhânehü ve teâlâdan âgâh olmasından ibârettir. Öyle ki, kalbde Hak teâlâdan
gayri hiçbir şey olmaya. Bir yerde de buyurmuşlardır ki, zikir zamanında
mezkûrdan [Allahu teâlâdan] âgâh olup, gönlü mezkûra bağlamak şarttır. Bu
âgâhlığa şuhûd ve vusûl ve vucûd ve vukuf-i kalbî derler.
İkinci
ma‘nâsına gelince: Zâkir kalbe vâkıf ola. Ya‘nî zikir esnasında mecâzen kalb
dedikleri yüreğe müteveccih ola ve onu zikre meşgul ve zikir söyler hâle
getire. Ve zikirden ve zikrin mefhumundan gafil ve zâhil [unutur] olmağa
bırakmaya.
Hâce Behâeddin
hazretleri (kuddise sırruh) zikirde habs-i nefesi ve [21 gibi] son sayıyı
gerekli görmemişlerdir. Ama vukuf-i kalbîde, söylenen iki ma‘nâyı lâzım ve
mühim tutmuşlardır. Zirâ zikirden maksadın özeti vukuf-i kalbidir. Beyt:
Her zaman ol
kuş gibi, temiz kalbine bekçi,
Ki ondan
zuhur etsin, zevk, kahkaha ve mesti.
KÂŞİFE-3 : Ey
birader: “Nereye dönerseniz, orada Allahu teâlâyı bulursunuz” âyet-i
kerîmesince, Hak teâlâ her yerde hazır iken, Kâbe-i
mükerremeye
teveccüh etmeksizin [yönelmeksizin] namazın kabûl olmamasının hikmeti budur ki,
su, çamur, taş ve kerpiçten olan Kâbe’ye yüz dönmeyince, kalb ve ruh da, ruh ve
gönül Kâbesine teveccüh etmiş [dönmüş] olmaz. Zirâ insan muayyen sûreti ve
hayvânî rûhu bakımından cihetlerin [yönlerin] mahbusudur, ama hakîkati
bakımından dünya cihetlerinin hâricindedir. İşte cihete mübtelâ olan [beden]
cihete [bir yöne] teveccüh etmedikçe [yüzünü döndürmedikçe], cihetsiz olan da
cihetsiz olana teveccüh etmiş olmaz. İşte mecâzen kalb dedikleri bir et
parçasından ibâret olan yürek de hakîki kalbin nişânesi ve o nihâyetsiz
hazînenin yuvasıdır. Bu mecâza teveccüh eyle ki, hakîkata yol bulasın ve bu
harîften [meslektaştan] ders al ki, ledünnî ilmine âlim olasın. Mısra‘:
İki kere seslendim,
insan varsa duymuştur.
Hazreti Hâce
Abdülhâlık hazretlerinin vefâtı yaklaştığında, eshabından dört kişiyi -ki
anlatılacaklardır- da‘vet ve irşâd makamına isti‘datlı ve ehliyetli bulmuşlar
ve Hazreti Hâce’nin vefâtlarından sonra bu dört ulunun her biri irşâd
vazîfesini yapmağa koyulmuşlar ve halkı Hak sübhânehü ve teâlâya da‘vete
ihtimam buyurmuşlardır.
HÂCE
AHMED SIDDÎK (kuddise
sırruh): Hâce Abdülhâlık hazretlerinin (kuddise sırruh) dört halîfelerinden
birincisidir. Aslen Buhârâ’lıdır. Hazreti Hâce’nin vefatından sonra
kaimmakamları olup, diğer ahıbba kendisine bîat edip hizmetinde olmuşlardır.
Vefâtı yaklaşınca, cümle yârânı [bütün dostları] Hâce Evliyâ-i Kebîr’e ve Hâce
Ârif Rîvgervî’ye ısmarlamıştır. Vefâtından sonra bu iki ulu Buhârâ’da tâlibleri
Hak teâlâya da‘vet ve bu yolda istidadı olanları irşâd ve hidâyetle meşgul
olmuşlardır. Hâce Ahmed’in mubârek kabirleri Megyan köyündedir. Buhârâ’dan üç
fersah [20 km kadar] uzaklıktadır.
HÂCE EVLİYÂ-İ KEBÎR (kuddise
sırruh): Hâce Abdülhâlık hazretlerinin ikinci halifeleridir. Aslen
Buhârâ’lıdır. İlk zamanlarında Buhârâ’daki âlimlerden birinin hizmetinde ilim
tahsîli ile meşgul olmuştur. Birgün Hâzreti Hâce Abdülhâlık Buhârâ’da çarşıdan
et almıştı. Hâce Evliya, efendim, onu bana verin, evinize kadar götüreyim diye
rica etmiş ve Hazreti Hâce bu samimi ricalarını kabûl buyurup, bu vesîle ile
eti yüksek kapılarına kadar getirmişti. Bunun üzerine Hazreti Hâce onu,
gönülden kabûl eyleyip: “Bir saat sonra gelin de, yemeği beraber yiyelim”
buyurdular. Hâce Evliyâ, Hazreti Hâce’nin hizmetinden döndüğünde, kendinde ilim
tahsîline karşı bir soğukluk ve isteksizlik müşâhede edip, kalbini Hazreti
Hâce’nin sohbetine müncezib ve meyilli bulmuş ve bir saat sonra gayr-i ihtiyârî
Hazreti Hâce’nin huzuruna acele etmiş ve hemen o sohbette Hâce Hazretleri
kendisini oğulluğa kabûl edip, nisbet ve tarikat ta‘lîmi ile
şereflendirmişlerdir. Bir daha ilim hocasına gitmemiştir.
Hâce
Evliyâ’nın ilimde üstadı olan o kişi, Hâce Evliyâ’yı bu yoldan geri döndürmeğe
ne kadar uğraştıysa da bir netice alamamış ve ondan sonra onu nerede görse ona
hakaretle ağzını açar, çirkin sözler söyler, Hâce Evliyâ ise cevab vermez,
hatta cevab vermeği aklından bile geçirmezdi. Nihâyet bir gece bu eski
hocasının bir çirkin fi‘line, keşf ile vâkıf olup, onu büyük bir günah işlerken
görmüş. O gecenin sabahı birbirleri ile karşılaştıklarında, yine Hâce Evliyâ’ya
söğüp saymaya başladığında, Hâce Evliyâ da ona: “Ey üstâd, utanmaz mısın ki,
gece sabaha şöyle şöyle fâhiş işlerle çıkarsın ve gündüzün bizi Hak yolundan
men‘ etmeğe uğraşırsın”. Bu sözden mahcûb olup, yakînen bilmiş ki, Hâce
Evliyâ’ya Hâce Abdülhâlık hizmetinde bir fetih [gönül gözü açıklığı] hâsıl
olmuştur. Kendisi de derhal uyanıp, Hazreti Hâce’nin yüksek hizmetine yönelmiş.
Mubârek elinde tevbe ve inâbe ile şereflenmiş ve bu yolda canla başla ve severek
çalışıp Hazreti Hâce’nin makbullerinden olmuştur.
Meşhur
nakildir ki, Hâce Evliyâ-i Kebîr, Buhârâ çarşısında Sarraflar mescidi kapısında
bir havatır çilesi çıkarmıştır. Bu kırk gün kırk gecede kendisini hiçbir hâtıra
[düşünce] zorlamamı ştır. Hâce Ubeydullah hazretleri Hâce Evliyâ hazretlerinin
bu çilesini çok garîb tutar ve çok beğenirlerdi ve hayret edip parmaklarını
ısırırlardı ve buyururlardı ki: Hâcegân (kaddesallahü teâlâ ervahahüm)
tarîkatiyle uğraşan az zamanda bir mertebeye erişir ki, duyduğu sesler kulağına
zikir gelir ve duyduğu bütün sesleri zikir olarak işitir.
Yine Hâce
Ubeydullah Taşkendî hazretleri, buyurdular: Hâce Evliyâ’dan bildirilen çilenin
[erbaînin] ma‘nâsı, mutlak olarak hâtırına bir şey gelmedi demek değildir.
Belki şu kasd ediliyor ki, hiçbir hâtıra ve düşünce onların bâtın nisbetlerini
zorlamamış ve bozmamıştır. Bir nehrin yüzündeki çer çöp, nehrin suyunun
akmasına ma‘nî olmadığı gibidir. Buyururlardı ki: Hâce Behâeddin Nakşibend
hazretlerinin eshabının ileri gelenlerinden olan Hâce Alâeddin Gucdevânî’den
sordular ki, sizin kalbinizden Allahu teâlâdan gayrisi geçmez mi? Buyurdular
ki: Hayır, zaman zaman öyle de olur ve bu beyti okudular. Beyt:
Çok
sür‘atli akdığından bu dere,
Âşıkın
kalbinde gam durmaz devamlı.
Buyurdular
ki, gam durmaz demişler, gam gelmez dememişler. Bu sözü teyid mahiyetinde
Alâeddin Attâr (kuddise siruuh) buyurmuşlardır ki: Hatarat mâni‘ olmaz ve
bundan sakınmak müşküldür. Yirmi yıl nefyine çalıştığım tabi‘î arzularda âniden
bir hatara geçti, ama karar bulmadı. Hataratı men‘ etmek [gelmesine mâni‘
olmak] çok kuvvet isteyen bir iştir. Bazıları demişlerdir ki, hatarata kıymet
vermemeli, ama yerleşecek kadar da ona kayıdsız kalmamalıdır. Çünkü yerleşmeğe
başlarsa feyz mecrâlarında [kanallarında] tıkanma olur.
Hâce
Evliyâ’nın mubârek kabri Buhârâ’da, Yıkık Kale’de, Ayar burcu yanındadır. Hâce
hazretlerinin vefâtı yaklaşınca, kendi eshabından isimleri hemen geçecek olan
şu dört veliyi halîfe edinmişler ve irşâd ve davetlerine icâzet vermişlerdir:
HÂCE DİHKAN KULETÎ (kuddise
sırruh): Hâce Evliyâ’nın dört halîfesinden ilkidir. Hâce’nin vefatından sonra
irşâd mesnedine oturmuşdur. Diğer hulefa ve eshab ona tâbi‘ olmuşlardır. Kabri
Kulet köyündedir. Bu köy Buhârâ’nın kuzeyinde bulunmaktadır ve şehirden iki
fersah [10-12 km] mesafededir.
HÂCE ZEKÎ
HUDÂBÂDÎ (kuddise
sırruh): Hâce Evliyâ’nın ikinci halîfesi olup, Hâce Dihkan’dan sonra irşâd
makamında bulunmuştur ve diğer halîfe ve eshab ona tâbi‘ olup huzûr ve
sohbetinde olmuşlardır. Kabri Hudâbâd’dadır. Bu köy Buhârâ’nın büyük
köylerinden olup, şehirden beş fersah [30 km] mesafedir.
HÂCE
SÜKMANÎ (kuddise
sırruh): Hâce Evliyânın üçüncü halîfesi olup Hâce Zekî hazretlerinden sonra
halkı davetle meşgul olmuş ve diğer eshab ona tâbi‘ olmuş ve sohbetini ni‘met
bilmişlerdir. Kabri, Hâce Evliya’nın kabri yanındadır.
HÂCE
GARÎB (kuddise
sırruh): Hâce Evliyâ’nın oğlu ve dördüncü halifesidir. Hâce Sükmân’dan sonra
irşâd emrine koyulup, halkı Hakka da‘vetle şereflenmiştir. Şeyh Seyfeddin
Bâharzî (kuddise sırruh) ile Şeyh Necmeddin Kübrâ’nın (kuddise sırruh)
eshabının büyüklerinden olan Şeyhul âlem ile muasır idi. Buhârâ’nın
Fetihâbâd’ında medfeni bulunan Şeyh Seyfeddin ile çok sohbet etmişlerdir.
Şeyh-i meczûb, mahbûb-ül kulûb Şeyh Hasan Bulgari (aleyhirrahme) Eres ve Bulgar
tarafından Buhârâ’ya geldiğinde, Hâce Garîb hazretlerini doksan yaşında pîr
bulup, ona son derece itikad üzere oldu. Şeyh Hasan, Şeyh Seyfeddin’le
görüştüğünde, Şeyh Seyfeddin ona: “Hâce Garib’i nasıl buldunuz?” Diye sordu.
Cevabında: “Tamam [kâmil] erdir ve sülûku cezbe ile süslüdür” buyurdu.
Şeyh Hasan
Bulgari üç sene Buhârâ’da kalmış olup devamlı Şeyh Hâce Garib ile sohbet
ederlerdi. O zamanın ulularından Hudâvend Taceddin Şitahî’den bildirilir: Şeyh
Hasan Bulgari hazretleri buyurdu ki: “Hayatım müddetince çok evliyâ ve gönül
sâhibleriyle görüştüm. Hâce Garib mertebesinde bir kimse görmedim”. Şeyh
Hasan’ın Makamât’ında bildirilir: Müddet-i ömrümde yirmisekiz evliyâ ile
beraber oldum. Bunların birincisi Şeyh Sadeddin Hamûlî, sonuncusu Hâce Garîb
(kuddise sırruh) idi. Şeyh hazretlerinin ahvâlinden bir nebze birinci maksadın
birinci faslında Hâce Ubeydullah hazretlerinin yüksek dedesi olan Şeyh Ömer
Bağıstanî anlatılırken zikr olunsa gerektir. İnşaallahü teâlâ.
Hâce
Garib’in de dört halîfesi vardır. Hepsi de irşâd ve da‘vet ehli idiler.
Şunlardır:
HÂCE EVLİYÂ-İ PÂRİSÂ
(kuddise sırruh): Hâce Garîb’in dört halîfesinden ilkidir. Harmantehî [Boş
Harman] köyündendir. Buhârâ’ya bağlıdır. Şimdi harab hâldedir. Hâcenin mubârek
kabri oradadır.
HÂCE
HASAN SÂVERÎ (kuddise
sırruh): Hâce Garîb’in ikinci halîfeleri olup, Buhârâ’nın Sâver köyünde
doğmuştur. Şimdi burası da harab hâldedir. Mubârek kabri bu köydedir.
HÂCE
ÖKETMÂN (kuddise
sırruh): Hâce Garîb’in üçüncü halîfesidir. Kabri Buhârâ’dadır.
HÂCE EVLİYÂ-İ GARÎB (kuddise
sırruh): Hâce Garîb’in dördüncü halîfesidir.
HÂCE
SÜLEYMAN KERMÎNÎ (kuddise
sırruh): Hâce Abdülhalık Gucdevânî hazretlerinin üçüncü halîfeleridir. Bazıları
Hâce Evliyâ’nın halîfelerinden olduğu kanaatindedir. Ama evvelâ Abdülhalık
Gucdevânî hazretlerinin hizmet ve sohbetinde bulunup, onların huzurunda
nihâyete erişmemiş ve Hâce Evliyâ huzurunda işini tamamlamış olabilir.
REŞHA-19: Kendisine,
hadîs-i şerîfte: “Muhlisler büyük hatar üzeredir” buyuruldu, bu hatar-ı
azîm [büyük tehlike] nedir demişler. Buyurdu ki; İçinde değil, üzeredirler
buyuruldu. Böyle olunca bu, muhlislere âid yüce bir makamdır ve bu makam üzere
olanlara havf [korku] lâzımdır. Bunlara havfın galib olması makamlarının
yüksekliğinden ötürüdür. Kim güneşe daha yakın ise, güneşin harareti ona daha
ziyâde olur.
KÂŞİFE-4: Lugat
âlimleri Hatar kelimesinin ma‘nâsında demişlerdir ki: Helâke yakın
demektir. Bir de kadr ü menzilet: Değer ve kıymet ma‘nâsı vardır. Şuna da
işaret etmemiz gerekir ki, hatar menzilet, değer ve mertebe ma‘nâsına da
gelince, burada, büyük hatar üzere demek, büyük mertebe üzeredir
demektir. Lâkin büyük makam üzeredir buyurulmayıp, hatar sözünün tercihi, o
makamda tehlûke ve korku da bulunduğuna işârettir. Muhlisler için böyle
buyurulmasının sebebi ise, bulundukları makamın devamsızlığından, bura ehlinin
azli ve reddi mümkün olmasından değildir. “Sur‘atle azl etmek, adaletten değildir”
demişlerdir. İhsân-ı ilâhîde kemâlin sebâti ve kararlılığın var olduğu ehli
katında sâbit ve zâhirdir. Belki o makamın gerekli husûsiyetindendir ki, âşık
maşukla âşinalığa hırs ve şefkatinin kemâlinden her mertebede vehme yer verir
ve yakınlığı ne kadar ziyâde olsa, havfı [korkusu] onun lâzım sıfatı olur.
Hatar kelimesi içinde edadı ile değil de, üzerinde edadı ile
kullanıldığından, makam ma‘nâsına işaret vardır. İçinde edadı ile olsaydı, zarf
ma‘nâsı muteber olup korku ve tehlike muhlisleri içine alır, ağırlık korku
tarafında olurdu. Üzerinde edadı ise, onun hılâfının murad olduğunu bildirmek
olur ki, muhlislerin rutbeleri âlî [yüksek] ve Allahu teâlânın inâyet feyizleri
bunlara devamlı olduğundan âyet-i kerîmede: “Bilesiniz ki, Allah’ın
evliyasına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de” [Yunus-62]
buyurulmasından, başkalarına göre onların korkularının az olması lâzım iken,
yine de havfı [korkuyu] elden bırakmazlar ve dâima kendilerini korku ve
tehlûkeye maruz kalacak görürler. Nitekim Mevlânâ Câmî hazretleri Sübhet-ül
Ebrâr kitabında, kurb sâhiblerinin kurbu ziyâde oldukça, korkularının
çoğaldığını şu şekilde beyân eder:
Mısır’ın
vâlisi Zinnûn lakablı,
Hakîkat
sırları ile lebâ leb, Der ki ben Mekke’de mücâvir idim, Haremde hazır ve hem
nâzir idim. Gözüm bir an bir âşığa takıldı, O yanmış âşığa takıldı kaldı, Zaif,
sararmış, yaya benzerdi, Muhabbet sırrın bilse bu bilirdi. Dedim âşık mısın, ne
senin işin, Zâifsin, sarardı bedin ve benzin. Evet dedi, serimde sevdası var
bir kesin, Hâli işte böyledir, sevda çeken herkesin. Sevdiğin kendine yakın mı
dedim, Yoksa gece, gündüzün zindan mı senin. Dedi ömür boyunca hep onun
evindeyim.
Bir
ömür sarayının hâk-i mezelletiyim.
Dedim,
yüzü ve gönlü sana karşı bir midir?
Yoksa
sana karşı cefalı, sitemli midir?
Cevabında dedi ki, her akşam ve sabah biz,
Süt ile şeker gibi birbirine girmişiz.
Kendisine dedim ki, ey mes‘ûd ne istersin,
Yârla kucak kucağa daîma berabersin.
Sen başka ne istersin, ber murad iken
böyle, Zaif, dermansız, solgun hâldesin, niçin, söyle. Baştan aşağı derdli
görünürsün sebeb ne? Dedi, sen işine git, aklın ermez derdime.
Sözü keselim, kurbun mihneti bu‘ddan
çoktur,
Kurb heybetinde kalbim, ciğerim kan dolmuştur,
Kurbdda dâima zevâl korkusu devam eder, Vasl ümidi var bu‘dda, gayri yok gam ve
keder.
Hâce
Süleyman hazretlerinin kabri Kermîne’dedir. Kermîne birçok köyleri içine alan
bir beldedir. Bu kasaba ile Buhârâ arası şer’î fersah ile on iki fersahdır
[takriben 70 km].
Hâce
Behâeddin Nakşibend hazretlerinin menâkıb ve makamâtını anlatan Risâle-i
Behaiyye’de -ki müellifi Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin eshabının ileri
gelenlerinden fâdıl ve kâmil Ebûl Kasım Muhammed bin Mes‘ûd Buhârî
hazretleridir- şöyle yazılıdır: Hâce Süleyman hazretlerinin iki halîfesi vardı.
Her biri kendi zamanında irşâd sâhibi olup, halkı Hakka da‘vet etmişlerdir. Meslek-ül
Ârifin risâlesinde rivâyet edilmiştir ki, Hâce Süleyman’ın halîfesi bir
tanedir. Bunların hepsi gelecektir inşaallahü teâlâ.
HÂCE
MUHAMMED ŞÂH
BUHÂRÎ (kuddise sırruh): Hâce Süleyman’ın ilk halîfesi ve kendilerinden
sonra irşâdda kaimmakamıdır.
ŞEYH
SA‘DEDDİN GUCDEVÂNÎ (kuddise sırruh): Hâce Süleyman’ın ikinci
halîfesidir ve Hâce Muhammed Şâh’dan sonra halkın da‘vet ve terbiyesiyle meşgul
olmuştur.
HÂCE EBÛ
SAÎD (kuddise
sırruh): Hâce Süleyman eshabının ulularındandır ve makbûl halîfelerindendir. Meslek-ül
Ârifîn kitabının müellifi olan Şeyh Muhammed Buhârî’nin pîri ve mürşididir.
Adı geçen şeyh Muhammed bu kitabı Hâcegân tarîkati hakkında telif eylemiştir.
Bu kitabda yazar ki, Hâce Süleyman hazretlerinin vefâtı yaklaşınca, kendi
eshabı arasından hilâfet ve niyabete Ebû Saîd’i lâyık görmüştür ve şeyh ondan
sonra nice yıllar tâliblerin rehberi ve sâdıkların müktedası olmuştur.
REŞHA-20: Şeyh Ebû
Saîd’den sordular ki, bir hâtıra gelince, biz bâz geşt ile onu nefy ederiz ve
gider. O hâtırın nefsânî mi, şeytânî mi olduğunu nasıl anlarız? Buyurmuşlar ki,
hâzır olunuz [dikkat ediniz], eğer o hâtır [düşünce] aynen eski şekliyle geri
gelirse, o hâtır nefsânîdir. Zira ısrar ve ibrâm nefsin sıfatıdır. O bir
isteği, tekrâr tekrâr taleb eder. Muradına erinceye kadar ısrara devâm eder.
Ondan sonra bir başka arzusunu elde etmeğe koyulur. Ama eğer evvelki şekilde
değil de bir başka sûrette gelirse, şeytânîdir. Zirâ şeytânın muradı ıdlâl
[saptırmak] ve iğva [baştan çıkartmak, şaşırtmaktır] dır. Bir şekilde sâlikin
yolunu kesemezse, bir başka şekilde zâhir olur. Eğer bir kapıdan giremezse, bir
başka şekille diğer bir kapıdan girer.
REŞHA-21: Yine ona
sordular ki, tarîkatta söz söylemek kimin hakkıdır? Buyurdular ki: O kimsenin
hakkıdır ki, eğer onun zâhirini yeryüzü halkına arz eyleseler, onun zâhirinde
şer‘î bir hatâ bulamazlar. Eğer bâtınını âsuman [gökler] halkına arz etseler,
onun bâtınında hiç noksan bulamazlar.
HÂCE ÂRİF RİVGİRVÎ
(kuddise sırruh): Hâce Abdülhâlık hazretlerinin (kuddise sırruh) dördüncü
halîfeleridir. Doğduğu ve vefât ettiği yer Rivgirvî’dir. Buhârâ köylerinden bir
köydür. Buhârâ’dan altı fersah mesâfededir. Gucdevân’la arası bir fersahdır.
Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin (kuddise sırruh) nisbet ve irâdet
silsilesi hazreti Hâce Abdülhâlık Gucdevânî hulefasından Hâce Ârif hazretlerine
ulaşır.
HÂCE
MAHMUD ENCÎR FAGNEVÎ (kuddise
sırruh): Hâce Ârif hazretlerinin eshabının ekmeli ve tarikatta cümlesinin
efdalidir. Hazreti Hâce’nin eshabı arasında hilâfetle mümtâz ve halkı Hakka
irşâd ile icâzetlenmiştir. Encîr Fagna’da dünyaya gelmiştir. Fagna, Buhârâ
vilâyetinde bir köydür. Eykenî kasabasına bağlıdır. Eykenî bir çok köy ve
mezranın bağlı bulunduğu bir nahiyedir [beldedir] ve şehîrden üç fersah
mesafededir. Hâce Mahmûd hazretleri Eykenî’de ikamet etmiştir. Mubârek
kabirleri de oradadır. Dülgerlik [marangozluk] ile meşgul olup geçimlerini bu
zanaatla sağlardı.
Hâce Ârif hazretlerinden
irşâda icâzet alıp ve halkı Hakka davetle vazîfelendirilince, vaktin icabına ve
tâliblerin hâllerinin iktizasına göre alenî zikre başlamıştır. Cehri zikre ilk
başlamaları, mürşidi Hâce Ârif hazretlerinin ölümü hastalığında olmuştur.
Ruhunu teslîm edeceği sırada Rivgir tepesinin başında. Hâce Ârif o zamanda
buyurmuştur ki, bu vakit, bize işâret edilen vakittir. Onun vefatından sonra
Hâce Mahmûd hazretleri, Eykenî’nin giriş kapısında bulunan mescidde alenî
zikirle meşgul olurdu.
Kendi
asrının âlimlerinin önderi ve Hâce Mahmûd Pârisâ hazretlerinin yüksek dedeleri
bulunan Mevlânâ Hâfızeddin âlimlerin üstadı şemsül-eimme Hulvânî’nin işareti
ile Buhârâ’da vaktin âlim ve imamlarından büyük bir kalabalık huzûrunda Hâce
Mahmud’dan, zât-ı âliniz alenî zikri ne niyetle edersiniz, sormuş ve cevabında
Hâce hazretleri buyurmuş ki: Uyuyanlar uyansın, gafiller âgâh olup, Hak yoluna
yönelsin ve istikamet ile şerîat ve tarikata girip, bütün iyiliklerin anahtarı
ve cümle seâdetin kilidi olan tevbe ve inâbete rağbet göstermeleri içindir.
Mevlânâ Hâfızeddin bu cevabı beğenip: “Niyetiniz sahîh niyettir ve bu iş size
halâldir” dedi. Ondan sonra Hâce Mahmud’dan, bu alenî zikre bir hudud koymasını
ve hudud ile hakîkat mecâzdan [gerçek ile yapmacık birbirinden] ayrılsın diye
rica etti. Hâce buyurdu ki, alenî zikri yapmağa ehil olan kişinin, dili yalan
ve gıybetten, boğazı haram ve şübheliden, gönlü riyâ ve sum‘adan ve sırrı
hazreti Hak’dan gayriye teveccühden pâk ve temiz olmalıdır.
Hâce Mahmûd
hazretlerinin eshabından olan Hâce Alî Râmîtenî buyurmuştur ki: Bir derviş Hâce
Mahmûd hazretlerinin [ma‘nevî] devleti zamanında Hızır aleyhisselâmı gördü ve
ondan: “Bu zamanda meşâyıhından istikamet caddesi üzere bulunan kim vardır?
Söyleyin bileyim ve irâdet elimle onun mütabeat eteğine yapışayım” sordu. Hızır
aleyhisselâm buyurdular ki, Hâce Mahmûd Encir Fagnevî’dir. Hâce Alî Râmîtenî
eshabından bazıları dediler ki, Hızır aleyhisselâmı gören derviş, Hâce Alî
hazretlerinin kendisi idi. Amma Hızır’ı gördüm demekten kaçındığından, kendi
hâlini bir başkasından hikâye ile ortaya koydular.
Şöyle
anlatırlar: Birgün Hâce Alî Râmîtenî hazretleri Hâce Mahmûd’un sâir eshabı ile
Râmîten köyünde zikr ediyorlardı. Birden gördüler ki, bir büyük akkuş uçarak
başları üstünden geçerken tam başlarının hizasına geldiğinde, açık bir dille
“Alî merdâne ol!”dedi. Eshab o kuşu görüp, ondan böyle bir söz işitince,
kendilerinde bir keyfiyet [iyi hâl] hâsıl olup, kendilerinden geçtiler.
Akılları başlarına geldikten sonra, bu nasıl bir hâl idi, diye sordular. Hâce
Alî hazretleri buyurdu ki: Hâce Mahmûd hazretleridir ve Hak teâlâ ona öyle bir
keramet vermiştir ki, dâima, Hak sübhânehü ve teâlânın Mûsa aleyhisselâmla
binlerce kelime söyleştiği makamda uçar ve şimdi kendisi Hâce Evliyâ-i Kebîr’in
ilk halifesi olan Hâce Dihkan Kuletî’nin vefatı yakın olduğundan hastalığında
onu görüp, hâtırını sormağa gitti. Zirâ Hâce Dihkan, Hak teâlâdan: “Yâ Rabbi,
son demlerimde [nefesimde] dostlarından birini bana gönder de, rıhletim
[âhirette göç etmeden] zamanında bana meded eyleye” diye dua etmişti. Hâce
Mahmûd bu yüzden onları iyâdete [yoklamağa] gitmiştir, dediler.
Hâce Mahmûd
hazretlerinin iki halîfeleri vardır. Kendisinden sonra irşâd makamında bulunup
halkı Hakka da‘vet ve irşâd eylemişlerdir.
MÎR HİRED VABKENÎ (kuddise
sırruh): Adı Emîr Hüseyin’dir. Hâce Mahmûd hazretlerinin ilk halîfesidir. Kendi
zamanlarında a‘yan [ileri gelenler] arasında tâliblerin merce‘i ve sâliklerin
melce‘i idi. Bir de ağabeyi vardı. İsmi Emîr Hasan idi. Emîr Kelân [büyük
seyyid] demekle tanınır. O da Hâce Mahmûd hazretlerinin eshabından idi. Lâkin
Hâce hazretlerinin hilâfet ve niyâbeti emri Mîr Hired’e verilmişti. Kabri,
Vabken köyündedir. Hâcet sâhibleri ziyâret ederler ve fâidesini görürler.
HÂCE ALÎ
ERGANDÂNÎ (kuddise
sırruh): Emîr Hired’in halîfesidir. Kabri, Zendenî kasabasına bağlı
Ergandan’dadır. Buhârâ’dan beş fersah mesafededir.
HÂCE ALÎ
RÂMİTİNÎ
(kaddesallahü teâlâ sırreh): Hâce Mahmûd hazretlerinin ikinci
halîfeleridir. Hâcegân (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) silsilesinde lakabları Azîzân
olarak meşhûrdur. Derler ki, Hâce Mahmûd hazretlerinin vefâtı
yaklaştığında, halîfelik vazîfesini Hâce Azîzân’a havâle etmiş, sâir eshabını
onlara ısmarlamıştır. Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin nisbet silsilesi
Hâce Muhammed hulefasından iki vâsıta ile Azîzân hazretlerine ulaşır.
Hâce Azîzân
hazretlerinin makamları yüksek ve çok acîb kerâmetleri vardır. Nessâc
[dokumacılıkla] iştigâl ederdi. Hazreti Mahdûmî, ya‘nî Mevlânâ Abdurrahman Câmî
hazretleri Nefehât-ül Üns kitabında yazmıştır: Bu fakîr bazı büyüklerden
işittim ki, Mevlânâ Celâleddin Rûmî hazretleri gazellerinde:
Eğer hâl
ilmi yüksek olmasa dil ilminden,
Nessâc’ın
sözü olmazdı, Buhârâ’da tercîhden.
Buyurduğu
Ona işârettir. Hâce Nessac’dan murad Azîzân hazretleridir.
Râmîtin’de
dünyaya geldiler. Ramîtîn büyük bir kasabadır. Buhârâ’ya bağlıdır. Bir çok
küçük köyü vardır ve şehirden iki fersah mesâfededir. Kabr-i mubârekleri
Harezm’dedir. Hâcet erbabı ziyâret edip bereketlenirler. Temîz, güzel
sözlerinden bir kaçını onaltı reşha hâlinde bildirelim:
REŞHA-22: Şeyh
Rükneddin Alâüddevle Semnânî, Azîzân hazretlerinin muasırı idi. Aralarında
yazışma ve mektublaşma olmuştur. Derler ki, Şeyh Rükneddin, Azîzân hazretlerine
bir derviş gönderip üç mes’ele sormuş, onlar da her soruya yeterli cevap
vermişler:
Birinci
suâl:
Siz ve biz, gelip gidene hizmet ederiz. Siz yemek ikrâmında tekellüf
eylemezsiniz ve biz tekellüfler [bol bol yemekler] ederiz. Sebebi nedir ki,
yine de halk sizden râzı, bizdense şikâyetçidir? Azîzân hazretleri cevabında
buyurdu ki, mînnet ile hizmet eden çoktur, ama hizmeti canına minnet bilenler
azdır. Gayret edin ki, hizmeti kendinize minnet bilesiniz. O zaman hiç kimse
sizden şikâyet etmez.
İkinci
suâl: İşittiğimize göre sizi Hızır aleyhisselâm terbiye etmiş. Bu doğru
mudur? Cevâb: Hak sübhânehü ve teâlânın kullarından âşıklar vardır ki,
Hızır onlara âşıktır.
Üçüncü
suâl:
İşitiriz ki, siz cehrî zikr edersiniz. Bu doğru mudur? Cevâb: Biz de
işitiriz ki, siz gizli zikir edersiniz. O hâlde sizin zikriniz de âlenî olur.
Ya‘nî gizli zikirden murad, halkın onu bilmemesidir. Zikr etmekle tanındıktan
sonra cehr ile tanınmakla, gizli ile tanınmak arasında fark yoktur. Belki gizli
ile tanınmak riyâya daha yakındır.
REŞHA-23: O asrın
büyük âlimlerinden olan Mevlânâ Seyfeddin, Azîzân hazretlerinden suâl edip, siz
cehrî zikri ne niyetle edersiniz demiş. Onlar da buyurmuşlar ki, bütün âlimlere
göre: “Ölmek üzere olanlarınıza, Eşhedü en lâ ilâhe illallah
Muhammedün Resûlullah şehâdet kelimesini telkîn ediniz” hadîs-i
şerifi mucibince, son nefeste zikri sesle yapmak ve telkîn etmek câizdir.
Dervişlerinse her nefesi, elbette son nefestir.
REŞHA-24: Şeyh
Hasan Bulgarî’nin eshabının büyüklerinden Şeyh Bedreddin Meydânî hazreti
Azîzân’ın huzuruyla şereflenenlerdendir. Onlardan, Hak sübhânehü ve teâlâ
tarafından “Allah’ı çok zikredin” emri ile memur olduğumuz zikr-i kesîr
[çok zikir] dil zikri midir, yoksa kalb zikri midir? Diye suâl etmiş, Hazreti
Azîzân buyurmuşlar ki: Mübtediye [başlangıçta olana] dil zikridir ve müntehiye
[sonda olana] kalb zikridir. Mübtedi dâimâ tekellüf ve zahmeti seçip can bezl
eder, ama müntehinin kalbine zikrin eseri erişince, bütün uzuvları [organları],
eklemleri ve damarları zikir söyler. İşte o zaman sâlik çok zikrin hakîkatine
erer. O hâlde onun bir günlük kârı [işi], başkalarının bir yıllık kârı gibi
olur.
REŞHA-25: Buyurdular
ki, Hak teâlâ bir gün ve bir gecede mümin kulunun kalbine üçyüz altmış kere
nazar eyler, dedikleri sözün ma‘nâsı odur ki, kalbin a‘zaya üçyüzaltmış
penceresi vardır ki, bedende atar ve toplar damarlardan kalbe birleşen
üçyüzaltmış damar vardır. Kalb, zikirden müteessir olunca, o mertebeye erişir
ki, Hak teâlânın husûsî nazarının manzûru [muhatabı] olur ve o nazarın eserleri
kalbden bütün uzuvlara dallanır, yayılır. Böylece her uzuv kendi hâline uygun
olan tâati yapmağa koyulur. Ve o tâatin nûrundan her uzuvdan kalbe bir feyiz
erişir ki, rahmet nazarı o feyizden ibârettir.
REŞHA-26: Hazreti
Azîzân’dan, îmân nedir? Diye sormuşlar. Buyurmuşlar ki, ayrılmak ve
birleşmektir. Kendileri dokumacı olduğundan san‘atına uygun cevâb verdiler.
REŞHA-27: Kendilerinden
sormuşlar ki, sabah namazına kalkmayan kimse, ne zaman kalkıp kılar.
Buyurmuşlardır ki: Vaktinde kalkmalı ki, namazı kazaya kalmasın.
REŞHA-28: Buyurdular
ki “Allahu teâlâya tevbe ediniz” âyet-i kerîmesinde, hem işâret, hem
beşâret vardır. Tevbe eylemeğe işâret vardır. Tevbenin kabûlüne beşaret [müjde]
vardır. Kabûl etmeseydi, emr etmezdi. Emr etmek, kabûl buyurmağa delildir.
REŞHA-29: Buyurdular:
Amel etmek gerek ve etmedi sanmak gerek ve kendini kusurlu bilmek gerek ve
amele başından başlamak gerek.
REŞHA-30: Buyurdu:
İki hâlde kendinize çok dikkat edin. Konuşurken ve yerken!
REŞHA-31: Buyurdular
ki, birgün Hızır aleyhisselâm Hâce Abdülhâlık hazretlerinin huzuruna gelmişti.
Hâce seadethânelerinden [evinden] iki arpa ekmeği çıkardılar. Hızır
aleyhisselâm yemediler. Hâce, yeyin, helâl lokmadır buyurdular. Hızır
aleyhisselâm, gerçekten helâldir, lâkin hamurunu yoğuran abdestsiz yoğurmuştur.
Bizim bunu yememiz reva değildir, dediler.
REŞHA-32: Buyurdular:
Bir kimse bir yere oturup halkı Hakka da‘vet ederse, yabanî hayvan terbiyecisi
gibi olmalıdır. O terbiye yollarını bilir. Her hayvan ve yabanî kuşun zaaf ve
alışkanlıklarını bilerek onu eğitir. Mürşidin de tâlibleri terbiyede, her
sâliki kabiliyet ve istidadına göre eğitmesi lâzımdır.
REŞHA-33: Buyurdular:
Eğer yeryüzünde Hâce Abdülhâlık hazretlerinin ma‘nevî evlâdından bir kişi
bulunsaydı, Hüseyin Mansûr hazretleri asılmazdı. Ya‘nî eğer Hâce’nin ma‘nevî
oğullarından biri bulunsaydı, Hüseyin Mansûr’u terbiye eder, bulunduğu makamdan
geçirir ve dâr ağacına gitmesine luzûm kalmazdı.
REŞHA-34: Buyurdular:
Sâliklerin çok riyâzet ve mücâhede çekmesi lâzımdır ki, bir mertebeye
erişsinler. Amma hepsinden yakın bir yol vardır ki, o yoldan maksuda tez
kavuşulur. O da, sâdık bir tâlibin iyi bir ahlâk veya hizmetle, gönül ehli olan
birinin kalbine girmeğe çalışmasıdır. Bu tâifenin kalbi nazargâh-i ilâhî
olduğundan, onda bulunanlara da elbette o nazardan nasîb erişir.
REŞHA-35: Buyurdular:
Bir dil ile dua edin ki, onunla günâh işlememiş olasınız. Ancak kabûl olur.
Ya‘nî Allah dostlarının huzurunda tevâzu’ ve ihtiyâc hâlinde olunuz ki, onlar
sizin için dua etsinler.
REŞHA-36: Bir gün
bir kimse Azîzân hazretlerinin huzurunda şu mısra‘ı okumuş. Mısra‘:
Âşıklar bir nefeste iki
bayram ederler.
Onlar
buyurdular ki, üç bayram ederler. O kimse hazreti Azizân’dan bu sözün ma‘nâsını
rica edince, buyurdular ki, kulun bir yâd kerdi Hak teâlânın iki yad kerdi
arasındadır. Ya‘nî Hak teâlâ o kula kendini yâd [zikir] etmeğe tevfîk verir,
ondan sonra kul yâd kerd’e [zikir etmeğe] muvaffak olur. Sonra kulu kabûl
şerefi ile şereflendirir. O hâlde tevfîk, yâd kerd ve kabûl üç bayram olur.
REŞHA-37: O zamanın
ulularından Şeyh Rükneddin Nûrî, Azîzân hazretlerine sormuş ki, rûz-i ezelde
[ilk günde]: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” suâli
sorulduğunda, bir bölük ervah [ruhlar] evet diye cevab verdiler, ama rûz-i
ebedde [ilerideki günde], “Bugün mülk kimindir?” dediğinde kimsenin
cevab vermemesinin sebebi nedir? Hazreti Azîzân cevâbında buyurdu ki: Ezel günü
şer‘î tekliflerin vaz‘ olunduğu gündür. Şer’iatta söz olur, ama Ebed günü şer‘î
tekliflerin kalktığı gündür ve hakikat âleminin başlangıcıdır. Hakîkatta ise
söz bulunmaz. Onun için o gün Hak teâlâ, sorduğu suâle yine kendi cevab verir
ve der ki: “Bir ve kahhar [her şeye hâkim ve galib] Allah’ındır mülk”.
Şu
kıt‘a ve ruba‘îler hazreti Azîzân’ın şiirlerindendir:
Kıt‘a:
Bedende tutulan kuştur bu nefs, Dikkat et
ki seni odur yaşatan. Ayak bağını çözme, uçurursun, Tutulmaz zira bir kere
uçan.
Ruba‘î:
Kiminle oturursan ve kalbin cem‘ olmazsa,
Ve sohbeti gidermez senden dünya derdini, Sen onun sohbetinden teberri
eylemezsen, Azîzlerin ruhları elbet bırakır seni.
Ruba‘î:
Şu biçâre gönlüm ki yüzüne âşık oldu, Her
gece sabaha dek yeri senin köyündür. Zülfünün oku onu hep hâlden hâle soktu,
Onu böyle âsi eden senin bir sözündür.
Rüba‘î:
Zikr kalbe ulaşınca, kalbini derdli kılar,
Zikir ona derler ki, kalbde merdi ferd kılar, Her ne kadar ki ateş özelliği
olsa da, İki cihânı sana soğuk eyler, serd kılar.
Yine
onlarındır:
Eğer istersen rahat ve
huzura kavuşmak,
Hak yolunu yol edin, sen rahat bulursun.
Azizlerin
ruhların mededini istersen, Serapâ yerin Ramîten eyle, bulursun.
HÂRİK-I
ÂDELERİNDEN
[kerâmetlerinden] biraz bahsedelim:
Kerâmetlerinden
biri şudur: Hâce Ahmed Yesevî (kuddise sırruh) silsilesi anlatılırken bahsi
geçmiş olan Seyyid Ata hazretleri Azîzân hazretleri ile hem asır [aynı zamanda
yaşamış] idiler. Zaman zaman görüşürlerdi. İlk zamanlar Seyyid Ata
hazretlerinin Hâce Azîzân hazretleri ile hayli mubâhese ve münâzaraları
olmuştu. Birgün Seyyid Ata’dan, Azîzân hazretlerine karşı edeb hududunu aşan
bir hâl sâdır olmuş. İşte tam o günlerde çöl tarafından bir kısım Türkler
vilâyeti talan edip, bu arada Seyyid Ata’nın da bir oğlunu esir edip alıp
götürmüşler. Seyyid Ata kendine gelip, bu hadisenin o edebsizliği sebebiyle
olduğunu anlamış da, özür dilemek için bir ziyâfet hazırladı. Azîzân
hazretlerini de ziyâfete davet etti ve ona çok hurmet ve tevazu gösterdi.
Azîzân hazretleri, Seyit Ata’nın maksadını anlayıp da‘vetine icâbet etti.
Ziyafetinde hazır oldu. O mecliste büyüklerden, âlimlerden, velîlerden çok
kimseler bulundu. O gün Azîzân hazretlerinin üzerinde büyük keyfiyetler, cezbe
ve tasarruf bakımından kuvvetli hâller var idi. Hizmetçi sofrayı yere serip
tuzluğu getirdiğinde Azîzân hazretleri: “Alî parmağını tuzluğa sokmaz ve elini
yemeğe uzatmaz, Seyyid Ata’nın esir edilen oğlu bu sofrada hazır olmayınca”
dedi. Bunu söyleyip, bir an sustular ve hâzır olanların hepsi de sus kesilip,
onların ağızlarından çıkacak söze kilitlendiler. Âniden Seyyid Ata’nın oğlu
kapıdan içeri girdi. Orada bulunanlar bu büyük kerâmeti görüp şaşa kaldılar.
Seyyid
Ata’nın oğlundan, nasıl geldiğini sordular. Cevabında şundan fazla bir şey
bilmiyorum ki, şu anda bir kısım Türklerin elinde esir idim. Beni bağlayıp
kendi memleketlerine götürmüşlerdi. Şimdi ise kendimi sizin yanınızda hazır
görüyorum. Mecliste olanlar bunun şüphesiz Hâce Azîzân hazretlerinin kerâmeti
olduğunu bilip, hepsi ayaklarına yüz sürüp ihlâs ile iradetlerini yenilediler.
Nakledilir
ki, birgün Azîzân hazretlerine riâyet ve hâtırı sayılır bir konuk geldi.
Seâdethânelerinde [evlerinde] hâzır yemek yok idi. Bu yüzden biraz huzursuz
olup, kapıya çıktılar. Âniden Hâce hazretlerinin divânhânesinden paça satıcısı
bir oğlan, bir çömlek ballı paça getirip, bu yemeği size gelen ahbab ve
dostlara niyetle hazırladım. Umarım ki, kabûlü ile şerefleniriz deyip bir takım
tazarru ve niyâzla önlerine koydu. Böyle hassas bir zamanda bu gencin yemek
getirmesi Azîzân hazretlerini çok memnûn etti. Çok teşekkür ettiler ve müsâfire
onu ikrâm eylediler. Sonra o genci çağırıp: “Senin bu hizmetin tam zamanında ve
yerinde oldu. Sen de benden ne istersen iste ki, bende seni memnun edip,
maksûdun hâsıl olsun” buyurdu. Genç, anlayışlı ve akıllı olduğundan: “Sizin
gibi olmak isterim” dedi. Azîzân hazretleri: “Bu gayet güçtür. Bu yükü sen
taşıyamazsın” buyurdu. Genç tazarru ve niyâz edip: “Benim muradım budur. Bundan
başka arzum yoktur” dedi. Azîzân hazretleri: “Mâdem ki öyle, peki öyle olsun”
buyurup, elini tutup husûsî odalarına götürdüler ve güzel bir teveccühle gencin
hâline müteveccih olup, bir anda Hâce’nin şahısları, ya‘nî şekil ve sûretleri o
gence düşüp, zâhiren ve bâtınen Hâce hazretlerinin sûretinde görünüp, aynen
onların misli oldu. Bu iltifattan sonra o genç ancak kırk gün daha yaşayıp
âhırete intikal eyledi. Rahmetullahi teâlâ aleyh rahmeten vâsiaten.
Yine
anlatırlar: Hâce Azizân hazretleri, gaybî işâretle, Buhârâ’dan Harezm’e azîmet
edip, Harezm şehri kapısına geldiklerinde, kendileri durup Harezm şâhı huzûruna
iki derviş gönderip, ona: “Bir fakîr dokumacı sizin şehriniz kapısına geldi.
Şehrinizde ikamet etmek ister. İzin verilirse şehre girer, verilmezse geri
döner” dersiniz ve eğer kalmamıza izin çıkarsa, bu hususta pâdişahın mührü ile
bir izin belgesi alın buyurdular. Dervişler varıp durumu arz edince, Harezm
şâhı, devletin a‘yanı [ileri gelenleri] ile görüşüp: Bunlar saf ve cahil
adamlardır. Alaylı bir hâlde muradları üzere bir belge yazıp, pâdişahın mührü
ile mühürleyip dervişlere verdiler. Dervişler alıp Hâce hazretlerine geldiler.
Böylece seâdetle şehre girip bir köşeye yerleşip, Hâcegân (kaddesallahü teâlâ
ervahahüm) tarîkatine meşgul oldular. Her sabah ırgad pazarına varıp bir iki
ırgad tutup eve getirir ve buyururlardı ki, abdest alın ve bugün ikindi
namazına kadar tam bir taharetle sohbetimizde zikr edin, ondan sonra ücretinizi
alın, kendi işinize gidin. O ırgadlar böyle hafîf ve latif bir işi canlarına
minnet bilip, ikindiye kadar Hâce hazretlerinin gösterdiği şekilde hizmette
olurlardı. Bu şekilde birgün onların huzûr ve sohbetinde bulununca, Azîzân
hazretlerinin (kuddise sırruh) şerefli sohbetleri ve iksir misâli nazarlarının
tesir ve bereketi ile onların kalblerinde bir sıfat hâsıl olur da, artık
onların yüksek kapılarından ayrılıp bir yere gidemezlerdi.
Bir zaman
sonra o diyârdakilerin çoğu onların irâdet halkasına dâhil olup, kapılarındaki
izdihâm ve ictima‘ hadden aştı. Sonunda vaziyeti Harezm Şâhı’na bildirip: “Bu
şehirde bir şeyh peyda oldu ki, halkın büyük bir kısımı onun iradet silkine girip
hizmet ve mülâzemetlerine [oraya devâma] can ü dilden rağbet ederler. Belki de
bu şeyhin etbaının çokluğundan mülk ve saltanatınıza halel ve zarar gelir de
bir fitne ve fesad ateşi alevlenir. O zaman onu bastıracak ve söndürecek bir
çâre, bir yol bulunmaz” dediler. Pâdişah işkillenip hazreti Hâce’yi o diyârdan
çıkarmak istedi. Hazreti Azîzân, pâdişaha gönderip, şehirde kalmak için ondan
yazılı belge almış olan iki dervişi, izin belgesini ellerine verip, tekrâr
pâdişaha gönderdiler ve pâdişaha deyin ki, biz sizin şehrinize sizin izninizle
girmiş ve bu hususta sizin rızanızı gösteren imzanızı taşıyan bir belge almış
idik. Eğer kendi hükmünüzü [emrinizi] değiştirip bize gidin derseniz, gideriz.
Hazreti Hâcenin bu haberi pâdişaha ulaşınca, pâdişah ve devlet erkânı bu
beyândan mahcûb ve münfail olup, Hazreti Azîzân’ın huzûruna geldiler ve bu
bahâne ile hepsi Onların muhib ve muhlisleri zümresine girmek devlet ve
seâdetine kavuştular.
Rivâyet
olunur ki, Azîzân hazretlerinin yaşı yüz otuza erişmişti. İki oğulları vardı.
İkisi de âlim, âmil, fâdıl ve âriflerden olup velâyet erbâbının yüksek
mertebelerinden nasîb almışlardır.
HÂCE HORD
(kuddise
sırruh): Hazreti Azîzân’ın büyük oğullarıdır. İsmi Hâce Muhammed idi. Babasının
sağlığında yaşı seksene ermiş idi. Hâce Azîzân hazretlerinin ahbabı, Hazreti
Azîzân’a Hâce Büzürk [Büyük Hoca] dediklerinden Hâce Muhammed hazretlerine Hâce
Hord [Küçük Hoca] derlerdi. Onun için bu lakabla meşhûr oldu.
HÂCE İBRÂHİM (kuddise
sırruh): Hazreti Azîzân’ın küçük oğullarıdır. Şöyle anlatırlar: Hazreti
Azîzân’ın vefâtı yaklaştıkta, bu oğullarına irşâd için icâzet verip, insanları
terbiye etmesini emrettiler. Eshabından bazısının hâtırına, büyük oğlu Hâce
Hord zâhir ve bâtın ilimlerinde o kadar yüksek iken, irşâd mesnedine Hâce
İbrâhîm’i tercihlerinin hikmeti acaba nedir, diye geldi. Azîzân hazretleri
bunların düşündüklerine vâkıf olup buyurdular ki: Hâce Hord bizden sonra çok
eğlenmez, en kısa zamanda bize ulaşır.
Hâce Azîzân
hazretlerinin vefatları hicretin 715 (m.1315) senesi Zilkadesinin
yirmisekizinci Pazartesi iki namaz arasında vâkı‘ olmuştur. Bazı nüshalarda
vefâtları senesi 721’dir, denilmiştir. Allahu teâlâ en iyisini bilir. Hâce Hord
hazretlerinin vefâtı 715 senesi zilhiccesinin onyedisi Pazartesi kuşluk
vaktinde olup, hazreti Azîzân’ın vefâtlarından ondokuz gün sonra vâkı‘
olmuştur. Hâce İbrâhim’in vefâtı ise, 793 (m.1391) senesinde vâkı‘ olmuştur.
Hazreti Azîzân’ın vefâtı târihinde demişlerdir:
Heftsad ü panzde zi hicret bud, Bist ü
heştüm zi mâhi zil-ka‘de, Ki ân Cüneyd-i zaman ü Şiblî-i vakt, Zin sera reft
der pes-i perde.
Tercüme:
Yediyüz on beşinde hicrî târih hesabı, Ve
zilkade ayının yirmi sekizi idi, Zamanının Cüneyd’i ve vaktinin Şiblî’si, İş bu
fânî dünyadan bâkı âleme gitti.
Hâce Azîzân
hazretlerinin Hâce İbrâhim’den sonra dört halîfesi daha kaldı. Hepsinin de ismi
Muhammed olup, her biri kemâl sâhibi ve zevk ve hâl ehli idi. Onlardan sonra
tâlibleri Hak yoluna da‘vet ve irşâd tarîkine, irşâd ve hidayet kılmışlardır.
HÂCE
MUHAMMED KÜLÂHDÛZ [Külâh
yapan] (kuddise sırruh): Hazreti Azîzân’ın büyük eshâbından ve halîfeleri
cümlesinden idiler. Kabr-i şerifleri Harezm’dedir.
HÂCE
MUHAMMED HALLÂC BELHÎ (kuddise
sırruh): Azîzân hazretlerinin ekmel eshâbından ve halîfelerinden olup, kabri
Belh şehrindedir.
HÂCE
MUHAMMED BÂVERDÎ (kuddise
sırruh): Bu da Hâce Azîzân hazretlerinin hulefasındandır. Kabri Harezm’dedir.
HÂCE
MUHAMMED BÂBÂ SEMMÂSÎ (kuddise
sırruh): Hazreti Azîzân eshâbının efdali ve tarîkatta cümlesinin ekmelidir.
Râmiten’e bağlı Semmâs köyünde dünyaya geldi. Ramiten’den bir fersah,
Buhârâ’dan ise üç fersah mesâfededir. Mubârek kabirleri de bu köydedir.
Nakl
olunmuştur ki, Hazreti Azîzân’ın vefâtı yaklaşınca, kendine nâib-i menâb
[halîfe] olmağa dostları arasında Hâce Muhammed Bâbâ’yı seçmişler ve emr-i
hilâfeti onlara teslîm ve ısmarlamış ve bütün eshabına, onlara ittiba‘ ve
mülâzemet edesiniz deyip ısmarlamışlardır.
Hâce
Behâeddin Nakşibend hazretlerini oğulluğa kabûl eden bunlardır. Şöyle
anlatırlar: Hâce Behâeddin (kaddesallahü sırrehül azîz) dünyaya gelmeden önce,
Hâce Muhammed Bâbâ hazretleri, Hâce Behâeddin hazretlerinin doğum yerleri olan Hindular
köşkünün yanından her geçişlerinde: “Bu topraktan bir er kokusu geliyor.
Yakın zamanda Hinduvan köşkü, Kasr-ı Ârifân [Ârifler köşkü] olur. Bir zaman
sonra yine eshabı ile bu köyün yanına uğradıkta: “O koku çoğaldı. Şüphe yok ki
o er dünyaya gelmiştir ve bu fânî dünyayı mubârek gelişleri ile
şereflendirmiştir” buyurdular.
Hazreti
Bâbâ’dan bu müjde vâkı‘ oldukta, gerçekten Hazreti Hâce Behâeddin Nakşibend
dünyaya geleli üç gün olmuş idi. Hâce hazretlerinin dedeleri, Hâce’nin göğsü
üzerine bir hediye koyup Hâce Muhammed’e, Buhârâ’ya göstermeğe ve teveccühünü
almağa götürdü. Hâce hazretleri: “Bu benim oğlumdur. Biz bunu kabûl ettik”
buyurdu. Sonra eshabına: “Bu o merddir ki, biz bunun kokusunu almıştık. Çok
geçmez, bu çocuk zamanın muktedâsı [imamı, kendine uyulanı] ve aşk ehlinin
müşkül küşâsı [müşküllerinin açıcısı] olur” buyurdular. Sonra halîfeleri Seyyid
Emîr Külâl hazretlerine teveccüh eyleyip [dönüp]: “Oğlum Behâeddin hakkında
şefkat ve terbiyede kusur etmeyesin. Kusur edersen, halal etmem” buyurdu. Emîr
hazretleri de, ayağa kalkıp ve ellerini göğsünü koyup, tam bir niyâz ile:
“Kusur edersem merd [adam] değilim” diye arz etti. Bu hikâyenin tafsîli ve
Emîr’in Hazreti Hâce’yi terbiyeleri Hazreti Hâce’nin Makamât’ında geniş
olarak anlatılmaktadır.
Hâce
Ubeydullah hazretleri buyururlardı ki, Baba hazretlerinin Semmâs’ta küçük bir
bağları vardı. Zaman zaman onu kendi elleri ile budarlardı ve onu budarken çok
eğlenirlerdi. Hikmeti şu idi ki, her dalı kestiklerinde hâl ve keyfiyet
galebesinden kendinden geçer, bıçağı elinden yere düşer ve o gaybet [kendinden
geçme] hâlinde biraz eğlenirdi.
Hâce
Muhammed Bâbâ hazretlerinin dört halifesi vardır. Hepsi de fâzıl, ârif ve kâmil
kimseler olup, onlardan sonra halkı da‘vete ve tâlibleri hidâyet ve irşâd
yolunda ilerletmekle meşgul olmuşlardır.
HÂCE SOFÎ
SUHÂRÎ (kuddise
sırruh): Hâce Muhammed Bâbâ hazretlerinin halîfelerindendir. Suharî köyündedir.
Suharî, Buhârâ köylerinden olup şehre iki fersah mesâfededir.
HÂCE
MUHAMMED SEMMÂSÎ (kuddise
sırruh): Hâce Muhammed Baba hazretlerinin oğludur ve hulefasındandır.
MEVLÂNÂ
DANİŞMEND
ALÎ (kuddise sırruh): Hâce Muhammed Baba’nın eshabının ulularından ve
halîfelerindendir.
SEYYİD EMÎR KÜLÂL (kuddise
sırruh): Hâce Muhammed Baba hulefasının ekmeli ve cümle eshab ve ahibbanın
efdali idi. Ayrıca Seyyidlik şerefi de var idi. Doğduğu ve öldüğü yer Suhârî
köyüdür. Külâl idi, ya‘nî çömlekçilik yapardı. Buhârâ’da külâl, çömlekçiye
derler. Hazreti Emîr’in Makamât’ında yazar: Seyyide anneleri, “Emîr karnımda
oldukça, şübheli bir şey yeseydim, karnım ağrırdı. Bu hâl birkaç defa tekerrür
edince, bildim ki, karnımda olan cenin sebebiyledir. Bu kerâmeti ondan görüp
bildikten sonra, yiyeceklerimde ihtiyât eyleyip ondan ümidvâr oldum” derdi.
Derler ki,
Seyyid Emîr Külâl küçükken güreş tutardı ve güreşini seyr etmeğe çok kimseler
giderdi. Birgün güreş meydanında bir kimsenin hâtırından, ne ma‘nâsı vardır,
bir seyyid çocuğunun güreş tutup kuvvet gösterisi gibi bir bid‘atle, uğraşır,
diye geçti. O esnada ona bir uyku bastırdı ve rüyâsında gördü ki, kıyâmet
kopmuş ve kendisi göğsüne kadar bir çamura batmış, acz içinde, bir şey
yapamadan dururken, Emîr Külâl hazretleri görünür. İki pazusundan onu tutup, o
çamurdan suhûletle çıkarır. Bu ma‘nâyı görüp uyanınca, Emîr hazretleri güreş
meydanından ona dönüp buyururlar ki, biz zorpazuluğu böyle gün için yaparız.
Yine
anlatırlar: Bir gün Hâce Muhammed Bâbâ, Emîr’in güreş tuttuğu meydanın
kenârından geçerken, onları seyretmek için biraz eğlendi. Yanında bulunan
eshabından birinin hâtırından geçmiş ki, acaba hikmet nedir ki, Hâce bu bid‘at
işleyenlere durur bakar. Hâce, öyle düşünenin hâtırından geçene vâkıf olur ve
buyururlar ki: Bu meydanda bir er vardır, çok merdler onun sohbetinde kemâl derecesine
erişse gerektir. Bizim nazarımız onadır. İsteriz ki, onu avlayalım. Bu esnâda
Emîr’in nazarı [gözü] Hâce Muhammed Bâbâ’ya takıldı ve Hâcenin câzibesi Emîr’i
kendinden çaldı. Hâce hazretleri oradan gider gitmez, Emîr gayr-i ihtiyâri
meydanı bırakıp onların ardına düştü. Hâce hazretleri evine gelince, Emîr’i
halvethanelerine koyup ta‘lîm-i tarîkatle birlikte oğulluğa kabûl ettiler.
Ondan sonra Emîr’i hiç kimse meydanda ve çarşıda görmedi.
Hâce
hazretleri yirmi yıl kadar devamlı Hâce Muhammed Bâbâ’nın hizmet ve huzûrunda
kalıp, haftada iki kere, pazartesi ve perşembe günleri Hâce’nin hizmet ve
sohbeti için Suhârî’den Semmâs’a gidip gelirdi. Halbuki Semmâs ile Suhârî arası
beş fersahlık [30 km kadar] bir mesâfedir.
Emîr
hazretleri, Bâbâ hazretlerinin terbiyesi ile tekmîl ve irşâd mertebesine
erişinceye kadar, Hâcegân (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) tarîkatiyle o derece
meşgul idiler ki, hâllerine bir ferd muttalî‘ değildi. Hâce Behâeddin Nakşibend
hazretlerinin nisbeti, sohbeti ve tarîkatte sülûk adabının ta‘lîmi Emîr
hazretlerindendir.
Emîr Külâl
hazretlerinin dört oğlu ve dört halîfesi vardı. Hepsi kemâle erişmiş olup, hâl
ve vecd sâhibi idiler. Oğullarından her birinin terbiyesini, halîfelerinden
birine havâle etmişlerdi. Onların ve Emîr’in bazı eshabından ve eshabının
eshabından burada bahs edilecektir. Bazıları derler ki, Emîr’in eshabı
ondörttür. Bazılarının isimleri Emîr’in Makamât’ında bildirilmektedir.
EMÎR
BURHÂN (kuddise
sırruh): Emîr Külâl hazretlerinin ilk oğludur. Hazreti Emîr kaç defa buyurmuşlardır
ki, bu çocuk bizim burhânımızdır. Ya‘nî tarikatta hüccetimizdir. Emîr Burhân,
Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin eshabının ulularındandır. Ve Emîr Külâl,
Emîr Burhân’ın terbiyesini Hâce hazretlerine havâle eylemişlerdir. Bir gün,
Emîr Külâl hazretleri, Hâce Behâeddin hazretlerine buyurdular ki, bir üstâd
terbiyesi ile şâkirdi [talebesini] kemâl mertebesine eriştirse, ister ki,
kendinin terbiyesinin eserini şâkirdde görsün, böylece kendinin terbiyesi eseri
şâkirdde sebât ve karar kıldığına itimad hâsıl olsun. Ve eğer şâkirde bir halel
görürse, onu düzeltsin. Ondan sonra buyurdular ki, oğlum Emîr Burhân şu anda
hâzırdır ve kimsenin tasarrufunda olmamış, ona kimse ma‘nevî terbiye
etmemiştir. Benim gözümün önünde onun terbiyesi ile meşgul olun. Böylece onun
eserini mütâlaa eyleyip [görüp], sizin bu işi yapabileceğinize bende itimad
hâsıl olsun. Hâce hazretleri murâkıb oturup, Emîr Külâl hazretleri müteveccih
hâlde idi. Kemâl derecede edebe riâyet etmeleri sebebiyle, bu emri yerine
getirmekte biraz durakladı. Emîr hazretleri buyurdular ki, duraklamayın.
Hazreti Hâce onların emirlerine uyarak Emîr Burhân’ın bâtınına [kalbine]
müteveccih olup, tasarrufla meşgul oldu. O an tasarrufun eserleri Emîr
Burhân’ın zâhir ve bâtınında peyda ve onda büyük bir hâl hüveyda olup, hakîkî
sekr [kendinden geçme sarhoşluğu] eserleri görüldü.
Emîr Burhân
kuvvetli cezbe ve sekr ehli idi. Yolu insanlardan kesilme ve uzlet idi. Asla
kimse ile bir ahbablığı ve ünsiyeti olmazdı. Onun hâllerine kimse muttali‘
olmazdı. Bâtın kuvvetinde bir mertebede idi ki, bâtın hâlleri Hazreti Hâce
eshabından çok kimseyi yağmalayıp ma‘nevî elbiseden soymuş idi. Şeyh Nîkrûz
[iyigün] Buhârî, Hazreti Hâce Behâeddin (kuddise sırruh) eshabından olup der
ki: Her ne zaman herhangi bir yerde Emîr Buhârî ile karşılaşsak, bâtın
hâllerimizi kapar, bizi bomboş ve perîşan hâtır eylerdi. Bu ma‘nâ birkaç defa
tekerrür ettiğinden, kalbimin derdini Hazreti Hâce’ye arz etmek istedim. Bu
niyetle huzûr-i şerîflerine vardım. Buyurdular ki, Emîr Burhân’dan şikâyete mi geldin?
Evet, dedim. Buyurdular ki, sana müteveccih olduğu zaman, sen de bana
müteveccih ol ve gönülden de ki, ben değilim, onlardır. Bu vasiyetten sonra
Emîr Burhan’la buluştum. İstedi ki, eski âdeti üzere benim meşgul ola. Ben de
Hazreti Hâce’ye müteveccih oldum [ya‘nî hazreti Hâce’ye râbıta eyledim] ve
onların sûretini hayâle getirdim. Dedim ki, ben değilim, Hâce hazretleridir.
Gördüm ki, o
anda Emîr Burhan’ın hâli değişti, aklı başından gidip düştü. Ondan sonra bir
daha bana tasarrufla müteveccih olmadı.
Emîr
Burhan’dan nakl edilir. Buyurdu ki. Kurban bayramı idi. Halk namazgâhdan
çıkmışlardı. Hazreti Hâce’nin huzûruna çok kimseler gelirdi. Ben de
arkalarından takib ederdim. Halkın Hazreti Hâce’ye ikbâl ve rağbetini görünce,
gönlümden, Hâce hazretlerinin ilk zamanları ne mes‘ûd ve huzurlu idi. Şimdi bu
kadar kalabalığın ikbâl ve izdihamı onları rahatsız edecek hâle geldi, dedim.
Bu ma‘nâyı hâtırımdan geçirir geçirmez, Hâce hazretleri durdular. Ben yürüyerek
yanlarına vardığım gibi, mubârek elleri ile yakama yapışıp, azıcık
çektiklerinde, kalbimde bir büyük sıfat ve hâl zâhir oldu ki, büyüklüğünden
sersemleştim, ayakta durmağa tâkatım kalmadı. Hâce hazretleri bizi muhafaza
ettiler. Bir zaman sonra o sıfat ve hâlden kendi hâlime geldiğimde bana dediler
ki: Sen ne dersin, o hâl ve muâmele bu mudur, yoksa değil midir? Fakir
ayaklarına kapanıp dedim ki, hâller ve muâmeleler ziyâdeden ziyâdedir.
EMÎR
HAMZA (kuddise
sırruh): Emîr Külâl hazretlerinin ikinci oğullarıdır. Emîr bu oğluna kendi
babasının ismi olan Seyyid Hamza adını verip, hiçbir zaman adıyla çağırmayıp,
hep peder [baba] diye çağırırlardı. Çok kerâmet hârikul-âdeleri görülmüştür.
Bir kısmı Emîr Külâl hazretlerinin Makamât’ında vardır. Emîr Hamza’nın
torunu telîf etmiştir.
Emîr Hamza
avcılıkla iştigal ederdi. Bununla geçinirdi. Emir Külâl hazretleri bu oğlunun
terbiyesini Mevlânâ Ârif Dikkirânî’ye havâle eylemişler idi. Emîr Hamza
buyurur: Mevlânâ Ârif hazretleri bize dediler ki, eğer yükünüzü çekecek bir
dost isterseniz, bu gayet az bulunur. Eğer yükünü sizin çekeceğiniz bir dost
isterseniz, bütün dünya size dosttur.
Emîr Hamza,
babalarının vefâtından sonra kaimmakamları olup, nice yıllar halkı irşâd
eylemiştir. Vefâtları 880 (m.1475) senesinin şevvali başlarındadır. Kendisinin
de dört halîfesi vardır. Her biri kendilerinden sonra mesned-i irşâdda oturup
talibleri Hakka da‘vet eylemişlerdir.
MEVLÂNÂ
HÜSÂMEDDÎN BUHÂRÎ (kuddise
sırruh): Emîr Hamza hazretlerinin birinci halîfesidir. Buhârâ’nın büyük
âlimlerinden Mevlânâ Hamîduddin Şâşî’nin oğludur. Mezkûr [adı geçen] Hamîduddin
Hâce Behâeddin Nakşibend hazretleri ile muasır idi. Hazreti Hâce’ye tamam
mertebe ihlâs ve iradetleri var idi. Mevlânâ Hüsâmeddin hazretlerinin ilk
irâdetleri o asır meşayıhından Şeyh Mahmûd Sevîci’ye idi. Sonra Emîr Hamza
hazretlerine erişip onun kimyâ eseri sohbetleri ile tam olgunlaşmıştır.
Hâce
Ubeydullah hazretleri buyurdular: İlk hâllerim zamanında Buhârâ’ya geldiğimde
Mubârek Şâh Medresesi’ne vardım. Mevlânâ Hamîduddin Şaşî oğlu Hüsâmeddin, bizim
kim olduğumuzu öğrendikten sonra, ziyâde iltifatlar edip, mütâlaa ile meşgul
olun buyurdular. Ve: “Ceddiniz [dedeniz] Şeyh Havend Tahur bizim babamıza çok
inâyet ve iltifat eylemiştir” dediler. Sanki onların iyiliklerini ödemek
istediler ve o medresede bana iyi bir hücre ta‘yîn eylediler.
Yine
Ubeydullah hazretleri anlattılar: Mevlânâ Hüsâmeddin’le ilk buluştuğumuz zaman,
üzerimde menekşe rengi bir kaftan vardı. Üstümde bunu görünce beğenmediler ve:
Derviş böyle kaftan giyer mi? Dediler. Hemen dışarı çıktım. Bir kimsenin
sırtında hayvan postundan yapılmış bir elbise gördüm ve onunla değiştim. Sonra
içeri girdim. Bu iyidir, buyurdular.
Yine Hâce
hazretleri buyurur idi ki: Mevlânâ Hüsâmeddin hazretlerinin cem‘iyyeti kavî,
istiğraki tamdı. Bir kimse ne kadar zevk ehli olsa da, yine onun tutkunu
olurdu.
Mevlânâ
cem‘iyyetinin hararetinin çokluğundan, cezbe ve hâllerin galebesinden kış
günlerinde buzu kırar, ayaklarını soğuk su içine sokardı. Göğsünün düğmelerini
çözüp, göğsüne soğuk su serperdi. Mirzâ Uluğ Bey kendisine Buhârâ kadılığını
teklîf edip zorla Buhârâ’ya kadı yaptı. Mahkemede oturup husûmet fasl ettiği
[duruşma yaptığı] zaman, bir bölük tâlib de uzakta oturur, Mevlânâ’ya teveccüh
[râbıta] edip, ondan cem‘iyyet ve feyiz alırlardı. Ben onların mahkemesinde
hâzır olurdum. Onların karşısında bir pencere var idi ve onlar beni görmezdi,
ama ben onları görürdüm. O pencereden onları gözetirdim. Bu kadar zor ve
karışık işler içinde onların Hâcegân nisbetine bir eksiklik geldiğini görmedim.
Kendi yollarını ve bâtın cem‘iyyetlerini saklamada ve gizlemede çok gayretli
idiler. Nisbet ve hâllerini türlü libâs ve örtülerle gizler, kolay kolay
kendilerinden bir hâl zâhir olmazdı. Bir çok kere demişlerdir ki, bu işe, ya‘nî
kalb hâllerinin gizlenmesine, ilim ehli sûretinde olup ilim öğrenmek ve
öğretmekten iyi perde olmaz.
Hazreti
Mahdûmî, ya‘nî Mevlânâ Abdurrahman Câmî (kuddise sırruh) Nefahât-ül Üns kitabında
buyuruyor ki: Bu fakîr o zamanda Buhârâ’ya vardım ki, hazreti Mevlânâ
Hüsâmeddin bin Mevlânâ Hamîdüddin Şâşî’nin sohbetiyle müşerref oldum. Bu fakîrde
bir ızdırab ve ıztırar var idi. Buyurdular ki: Hakîkatta murâkabe intizârdır ve
murakebenin hakîkati bu intizârdan [beklemeden, yolunu gözetmeden] ibârettir ve
seyrin nihâyeti bu intizârın husûlüdür [ele geçmesidir]. Muhabbet galebesinden
meydana gelen bu intizârla sâlik tahakkuk edince, ona bu intizardan başka
rehber ve kılavuz yoktur. Ya‘nî bu intizâr ona kılavuz olup, onu menzil-i
maksûda eriştirir.
Hâce
Ubeydullah hazretleri buyurdular: Mevlânâ Hüsâmeddin, babası Hamiduddin’in
ölümü hastalığında hazır olup, babalarını gayet telâşlı gördü ve: “Baba, size
ne oldu?” Dedi. Babası, “benden selîm kalb isterler. O ise bende yoktur ve elde
edilme yolunu da bilmem” buyurdu. Mevlânâ Hûsameddin: Bir an benimle olun,
ya‘nî müteveccih olun, öğrenirsiniz dedi. Böyle söyleyip, babalarına müteveccih
oldular. Bir sâat sonra Mevlânâ Hamîduddin kalbinde huzûr ve rahatlık bulup
gözünü açtı ve: “Ey oğul, Allahu teâlâ sana en iyi karşılıklar versin. Keşke
biz de ömrümüzü bu yola verseydik. Ama ne yazık ki, ömrümüzü zây eylemişiz”
dedi. Böylece sâlih evlâdın bereketiyle, tam bir cem‘iyyet ve huzûr içinde
dünyadan irtihâl eyledi.
MEVLÂNÂ
KEMAL MEYDÂNÎ (kuddise
sırruh): Emîr Hamza’nın ikinci halîfesidir. Semerkand’ın Kûfîn kasabasının
Meydan köyündendir.
EMÎR-İ BÜZÜRK VE EMÎR-İ
HORD [Büyük ve Küçük Emirler] (Kuddise sırruh): Emîr Hamza’nın üçüncü ve
dördüncü halîfeleri olup, ağabeyisi Emîr Burhan hazretlerinin oğullarıdır.
BABA ŞEYH MUBÂREK BUHÂRÎ (kuddise
sırruh): Emîr Hamza’nın ileri gelen eshabındadır. Bazıları Emîr Külâl eshâbından
idi derler. Emîr Külâl hazretlerinin Makamât’ında, onların bazı
eshabının isimlerinin bildirildiği yerde bir Şeyh Mubârek zikr olunmuştur. Ve
Emîr Hamza’nın eshabı anlatılırken bir Şeyh Mubârek daha zikr edilmektedir.
Lâkin o Şeyh Mubârek ki, Emîr Külâl eshabındandır, Kermînîlidir. Bu Şeyh
Mubârek ise, Emîr Hamza eshabından olup Buhârâ’lıdır. Ve asrının
ulularındandır.
Hazreti Hâce
Muhammed Pârisâ (kuddise sırruh) Hâce Behâeddin (kuddise sırruh) hazretlerinin
sohbetine eriştiği zaman, onların da sohbetine varmıştı.
Hâce
Ubeydullah hazretleri buyurdular: Hazreti Hâce Alâeddin Gucdevânî derdi ki,
Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri Baba Şeyh Mubârek’i görmeğe çok giderdi. Bir
gün içime onlarla gitmek arzusu peyda oldu. Hâce buyurdular ki: Siz gelmeyin.
Zira siz Baba Şeyh Mubârek sohbetinden Hâce Behâeddin hazretlerinin meclisinde
hâsıl olan cem‘iyyeti istersiniz. O nerede, onu artık hiçbir yerde
bulamazsınız. Böylece Baba Şeyh’den itikadınız gider. Bunun için sizin gelmeniz
münâsib olmaz.
Rivâyet
ederler ki, bir gün Şeyh Mubârek, Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin evine
geldi. Hazreti Hâce o sohbette Baba’dan, oğulları Hâce Ebû Nasr hakkında dua
istedi. Baba, Fâtiha okumaya başladı ve Fâtiha okuyarak evden dışarı çıktı ve
evin dışarısında Fâtiha’yı tamamladı. Sonra ona, Fâtiha-i şerîfeyi içeride
okumak münâsib iken, okuyarak dışarı çıkmanın hikmeti ne idi diye sordular.
Buyurdu ki: Hâce Ebû Nasr’a Fâtiha okumağa başladığım zaman gökten melekler
inip, evin içi o kadar kalabalık oldu ki, Mubârek’e yer kalmadı, onun için
mecbûren dışarı çıkmak lâzım geldi.
Emîr Hamza
hazretlerinin, ismi geçen azîzlerden başka daha çok eshabı vardır. Şeyh Ömer
Sûzenker Buhârî, Şeyh Ahmed Harezmî, Mevlânâ Ataullah, Hâce Mahmûd Hamevî,
Mevlânâ Hamîduddin Kermînî, Mevlânâ Nûreddin Kermînî, Mevlânâ Seyyid Ahmed
Kermînî, Şeyh Hasan Nesefî, Şeyh Tâceddin Nesefî, Şeyh Alî Hâce Nesefî ve
gayrileri gibi cümlesi fâdıl ve kâmil erlerdi. Bunların hâlleri yazılmış
olmadığından her birini ayrı ayrı anlatamıyoruz.
EMÎR ŞÂH (kuddise
sırruh): Emîr Külâl hazretlerinin üçüncü oğullarıdır. Geçimini sahradan tuz
taşıyıp satmakla temîn ederdi. Onunla geçinip dünyâdan kifâf miktarı ile
yetinirdi. Buyururdu ki: Tasarrufu sana âid her şeyin, sonunda cevabını vermen
lâzımdır. Dâima Hak teâlânın kullarına hizmette idiler. Mümkün olduğu kadar
insanların işlerine ve ihtiyaclarını görmeğe gayret ederdi. Kalblere riâyette
dakîka kaçırmazdı. Emîr Külâl hazretleri bu oğlunun terbiyesini, kendi
halîfelerinden Şeyh Yâdigâr hazretlerine havâle etmişti.
EMÎR ÖMER
(kuddise
sırruh): Emîr Külâl hazretlerinin dördüncü oğullarıdır. Meşhûr kerâmetler ve
yüksek makamlar sâhibi idi. Vaktinin çoğunu ihtisabla, ya‘nî emr-i ma‘ruf ve
nehy-i münkerle geçirirdi. Çok gayretli idi. Buyururlardı ki, Ulular demişler
ki, öküzün başının kesilme zamanı gelince, bu tâifenin harmanına salıverin.
Merdivenin yanma vakti geldiğinde bu tâifenin duvarına dayayın! Kimi perîşan ve
viran etmek istersiniz, bu taifeye husûmet ettirin! Ya‘nî bu sözlerin ma‘nâsı
şudur: Öküzün boğazlanmasının alâmeti, bunların harmanına girmesi, merdivenin
ateşte yanmasının alâmeti, bunların duvarına dayanmış olmasıdır, ve bir
kimsenin yıkılmasının alâmeti, bunlara husûmetidir, demektir.
Emîr Külâl
hazretleri bu oğlunun terbiyesini kendi halîfelerinden Şeyh Cemâl Dihistânî’ye
havâle etmiştir. Emîr Ömer’in vefâtı 803’de vâkı‘ olmuştur.
Herkesin
ma‘lûmu olsun ki, Emîr Külâl hazretlerinin en kâmil hâlifesi Hâce Behâeddin
Nakşibend hazretleridir. Lâkin Hâce hazretlerinin ve eshabının tabaka tabaka
anlatılması uzun süreceğinden, Emîr Külâl hazretlerinin diğer halifeleri ve
eshabından sonra bildirilmesi münâsib görüldü. Doğru yolda hidayet
eden Allahu teâlâdır.
MEVLÂNÂ
ÂRİF
DÎKKİRÂNÎ (kuddise sırruh): Emîr Külâl hazretlerinin dört
halîfesinden ikincisidir. Doğduğu ve vefât ettiği yer Dikkirân’dır. Âb Kûhik
[Tepecik Suyu] adlı akarsuyun kenarında bulunan Hezâre kasabasının
köylerindendir. Buhârâ ile arası dokuz fersahdır. Mevlânâ Ârif in mubârek kabri
bu köyün dışında, Hezâre kasabası yolu üstündedir.
Hazreti Emîr
Külâl buyurmuşlar ki: Benim eshabım içinde bu iki kimse gibi, ya‘nî Hâce
Behâeddin Nakşibend ve Mevlânâ Ârif gibi başka kimse yoktur. Bunlar müsabaka
topunu akranından kapmışlar [ileri gitmişlerdir].
Hâce
Behâeddin hazretlerine pîrleri Emîr Külâl hazretlerinden, “Şimdiden sonra
nereden burnuna bir koku gelir, Türk ve Tacik, ya‘nî atlı ve şehirli deme, her
kimden olursa tâlib ol ve taleb etmede, himmetinin gereği, kusûr eyleme!” emri
ile izin sâdır olunca, Hâce Hazretleri de, mürşidlerinin bu nefeslerine uyarak,
yedi yıl Mevlânâ Ârif in musahabetinde [arkadaşlığında, sohbet ve
beraberliğinde] vakıt geçirdiler ve bu müddet zarfında Mevlânâ Ârif e karşı o
kadar ta‘zîm ve takdîm üzere muamele ederlerdi ki, su kenarında abdest alsalar,
onların üst yanında abdest almazdı ve beraberce bir yere gitseler adımlarını
onun adımlarından ileri atmazdı. Onunla tam bir mutabeat üzere musahabet
ederlerdi. Zirâ Mevlânâ Ârif, Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin sohbet ve
hizmetine Hazreti Hâce’den önce gelmiş ve Hazreti Emîr onu, Hazreti Hâce’den evvel
nice yıllar terbiye etmişler idi.
Hazreti Hâce
Behâeddin (kuddise sırruh) buyurdular: Gizli [kalp] zikrine meşgul olduğumuzda
bir âgâhlık hâsıl oldu. O sırrın tâlibi olduk. Otuz yıl Mevlânâ Ârif ile hep
arayışta idik. İki kere Hicâz seferine gidildi. Nerede nişan verdilerse, ya‘nî
nerede bir Hak ehli nişanı verdilerse, köşe, zâviye bırakmadık, dolaştık. Eğer
Mevlânâ Ârif gibi, yahud onun mazhar olduğu esrardan bir zerresine kavuşmuş bir
kimse bulsaydım, bu tarafa gelmezdim. Öyle bir kimse düşünebilir misiniz ki,
sizinle diz dize otursun ve sırrı göklerden yüce olsun ve zâhiri ve bâtını ile
orada meşgul hâlde otursun.
REŞHA-38: Mevlânâ
Arif buyurdular: Kim kendi tedbîrinin kaydında olur [hep kendini, nefsini
düşünür], bil-fiil Cehennem’dedir, kim ki Hak teâlânın takdîrini esas alır,
bil-fiil Cennet’tedir.
REŞHA-39: Buyurdular:
İnsan yemek yediğinde her uzvu bir işle meşguldur. Gönül neyle meşguldur?
Eshabı cevap verip, Allahu teâlânın zikriyle meşguldür, dediler. Buyurdular ki:
Burada zikir, Allah veya Lâ ilâhe illallah demek değildir. Belki
sebebden müsebbibe gitmek ve ni‘meti mün‘imden [ni‘met sâhibinden] görmektir.
Mevlânâ Ârif
hazretlerinin en seçkin eshabından olan Mevlânâ Emîr Eşrefî naklettiler: Bir
kimse Mevlânâ Ârif hazretlerine hediye getirdi. Kabûl etmediler ve dediler ki:
Hediye almak şu kimseye revâdır ki, onun bereketli himmetiyle hediye sâhibinin
gönlündeki murâdı hâsıl ola. Bizde o himmet yoktur.
Derler ki,
Mevlânâ Ârif in Vabken’li Mîr Hord eshabından Mevlânâ Derviş İdriskenî isminde
bir hasmı var idi. Cehrî zikr ederdi. Mevlânâ Ârif, onun yanına gidip, “cehrî
zikr etme” dedi. Kabûl etmedi. Mevlânâ Ârif ona: Sözümü tutmazsan, senin çift
sürecek öküzün telef olur, dedi. Bu sözünü de önemsemedi. Hemen o gün çift
öküzünden biri öldü. Mevlânâ Dervîş, bu hadiseden sonra da, kabûllenip cehrî
zikri bırakıp, kalb zikrini esas almadı. Evliyânın ruhlarından yardım isteyip,
Vabkenî azîzleri âsitanesine [girişine] gitti. Geri döndüğünde, o bir gün,
diğer öküzü de telef oldu. Bu iki alâmeti gördükten sonra, kabûllenip Mevlânâ
Ârif in yanına geldi. Mevlânâ Ârif kendisine, şu beyti unutmayın dedi:
Şübhesiz câhil ve ebleh kârıdır,
Zikirde beyhûde feryâd eylemek. Biz çok
yakınız sırrını anlamayıp, Hâzırı gaib gibi yâd eylemek.
Nakl edilir
ki, bir gün Dîkkirân köyünde Âb Kûhik’ten büyük bir sel gelir. Köy halkı
köyleri sel ve su bastığından korkup feryad ve figana başlar. Mevlânâ Ârif
hânekâhından dışarı çıkar ve kendisini, selin en sert ve coşkun akan yerine
bırakır ve “Eğer beni alıp gidebilirsen, al git” der. Der demez, sel sâkin
olur.
Nakl edilir:
Hâce Behâeddin (kuddise sırruh) hazretleri ilk haccında Hicâz’a gidip sonra
dönerken bir müddet Merv’de kalır. Eshab ve ahbabı da Mâveraünnehir’den Merv’e
gelip, Hâce hazretleri ile birleşir. Güzel sohbetler olur. O esnâda Mevlânâ
Ârif tarafından Hazreti Hâce’ye bir haberci gelir ve: “Alel acele gelip
yetişin. Bizim ahirete göçmemiz yaklaştı. Vasiyetlerim vardır” haberini
getirir. Hazreti Hâce de eshabını Merv’de bırakıp olanca acele ile Buhârâ’ya
yönelip, Dîkkirân köyünde Mevlânâ Ârif hazretlerine yetişir. Mevlânâ Ârif
huzurunda bulunanlara der ki, benim bu zâtla bir sırrım [gizli işim] vardır. O
sırrı yalnız konuşmamız için kalkıp başka odaya mı gidelim, yoksa siz mi
gidersiniz. Hazır olanlar, siz hastasınız, biz başka bir odaya gidelim derler.
Oda boşalınca Mevlânâ Ârif, Hazreti Hâce’ye der ki: “Bilirsiniz ki, tam bir
birlik ve beraberlik geçmiştir. Şimdi de hâlâ onun üzerindeyiz. Ve aramızda çok
aşk oyunları olmuştur. Şimdi vakit sona yaklaştı. Kendi eshabıma ve sizin
eshabınıza dikkat ettim. Bu tarîkat kabiliyetini ve yokluk sıfatını Muhammed
Pârisâ hazretlerinde diğerlerinden ziyâde gördüm. Bu tarîkte bulduğum her
mevhibet nazarı ve çalışarak edindiğim her ma‘nâyı şu anda saçıp onda topladım.
Kendi eshabıma, ona tâbi‘ olmalarını emr ederim. Siz de bu ma‘nâda ve hususta
onun hakkında bir eksiklik etmeyeceksiniz. Ayrıca Muhammed Pârisâ zâten sizin
eshabınızdandır”. Ondan sonra buyurdular ki, “benim iki üç günüm kalmamıştır.
Kendi elinizle su kaplarını yıkayın ve iki diz üzerinde oturup bizzât kendiniz
ateş akıp suyumu ısıtın ve benim için yapılması gerekenleri yapın. Vefâtımdan
sonraki üçüncü gün yerinize gidin”. Hazreti Hâce tam bir gayret ve ihtimamla
Mevlânâ Ârif in vasiyetlerini harfi harfine yerine getirdi. Onların defninden
üç gün sonra tekrâr Merv’e müteveccih oldu.
Mevlânâ Ârif
hazretlerinin iki halîfesi vardır. İkisi de, Mevlânâ Ârif hazretlerinin ahırete
intikalinden sonra Hak sübhânehü ve teâlânın kullarını Hak yoluna irşâd ve
hidâyete çalışarak hayatlarını geçirmişlerdir.
MEVLÂNÂ
EMÎR EŞREF
(kuddise sırruh): Buhârâ’lıdır. Mevlânâ Ârif hazretlerinin ilk halîfesidir.
Mevlânâ Ârif den sonra kaimmakamı olup, Hak ve hakîkat yoluna tâlib olanlarla
sohbet edip kalblerini cem‘iyyet ve huzûr tarafına çekmiştir.
MEVLÂNA İHTİYÂRUDDİN
(kuddise sırruh): Mevlânâ Ârifin ikinci halîfesidir ve şeyhinden sonra
müridleri irşâd ile memûr olmuş idi.
ŞEYH YÂDİGÂR
KENSERVENÎ (kuddise sırruh): Emîr Külâl hazretlerinin üçüncü halîfesidir.
Kenserven köyündendir. Buhârâ’dan iki fersah mesafededir. Emîr hazretlerinin
üçüncü oğulları Emîr Şâh’ın terbiyesini buna havâle ettiler. Emîr Şâh bunların
terbiyesi ile yüksek derecelere ve ulvî mertebelere erişmiş, büyük evliyâdan
olmuştur.
HÂCE
CEMÂLEDDİN
DİHİSTÂNÎ (kuddise sırruh): Emîr Külâl hazretlerinin dördüncü
halîfesidir. Emîr’in dördüncü oğulları Emîr Ömer’i bu terbiye edip, Ehlullahın
yüksek makamlarına ve keşf ve uyanıklık erbabının yüksek derecelerine
eriştirmiştir.
ŞEYH
MUHAMMED HALÎFE (kuddise sırruh): Emîr Külâl hazretlerinin eshabının büyüklerindendir.
Emîr hazretlerinin Makamât’ının sonlarında şöyle yazılıdır. Emîr Külâl
hazretleri dünyadan intikal edince, bütün eshabı şeyh Muhammed Halîfe’nin
kapısına gelip, bugün Emîr’in kaimmakamı sizsiniz ve bu ma‘nâ sizdedir.
Lâyıktır ki talebeye siz kılavuz olasınız, demişler. Şeyh Muhammed Halîfe
buyurmuş ki: Sizin benden istediğiniz ma‘nâ, Emîr’in oğlu Emîr Hamza’dadır.
Ondan sonra Şeyh Muhammed Halîfe, diğer eshabı ile Emîr Hamza hazretlerinin
kapı eşiğine yüz sürüp, hizmet ve sohbetlerini ihtiyâr etmişlerdir.
EMÎR
KELÂN VÂŞÎ
(kuddise sırruh): Emîr Külâl hazretlerinin en ileri gelen eshabındandır.
Buhârâ’nın Vâş köyündendir. Şehirden üç fersah mesâfededir. Emîr Külâl’den
sonra müridleri terbiye ve tâlibleri hakîkat yoluna delâlete çalışmıştır. Hâce
Alaeddin Gucdevânî, hazreti Hâce Behâeddin (kuddise sırruhumâ) huzuruna
erişmeden önce, bundan zikir ta‘lîmi almıştır.
Hâce
Ubeydullah hazretleri buyurdu: Hâce Alâeddin dediler ki, ben on altı yaşında
iken Emîr Kelân Vâşî’nin sohbetine eriştim. Beni kalb zikri yoluna meşgul
eyledi. Ve: “Bu yolu öyle gizli tut ki, diz dize ve çok yakınında oturanlar
bile haberdar olmasın” deyu sıkı tenbîhde bulundu. “Halk bunu fark ediyor diye
düşünürsen, bir yastık bul, ona dayan da meşgul ol dediler”. Nice zaman bu şekilde
meşgul oldum. Ve çetin riyâzetler ederdim. O riyâzetin zaifliğinin eserleri
çehremden belli olurdu. Birgün annem bana: “Sen hastasın, zaifsin, bir
rahatsızlığın ve zorun vardır, benden gizlersin” dedi. Hasta değilim, dedim.
Hemen göğsünü aralayıp: “Rahatsızlığının sebebini bana demezsen, sana
emzirdiğim sütü halal etmem” dedi. Mecbûren vaziyeti kendisine anlattım ve
bildiğim tarîkatı arz eyledim. Annem bu tarîkati hemen benden öğrendi ve aldı
ve nefy ü isbât
tarîkine [Lâ
ilâhe illallah zikrine] meşgul oldu. Ama ben bunu izhâr ettiğimden dolayı çok
muzdarıb oldum. Sıkıntı ve rahatsızlığa dayanamayıp Emîr Kelân hazretlerine
varıp annemle olan hikâyemizi arz eyledim. Buyurdu ki, biz sizin annenize de bu
tarîka [Lâ ilâhe illallah] zikrine meşgul olmağa izin verdik. Bir zaman annem
bu yolla meşgul oldu. Birgün kardeşim sahraya gitmişti. Annem beni çağırdı ve
buyurdu ki, kazanı iyice temizle ve su ile doldur. Dedikleri gibi yaptım. Ondan
abdest aldılar ve iki rekat namaz kıldılar ve beni önlerine oturttular ve tarikana
[vazîfene] meşgul ol dediler. Ben de meşgul oldum. Kendileri de meşgul oldular
ve bir saat sonra ruhunu teslîm eylediler.
ŞEYH ŞEMSEDDİN
KÜLÂL (kuddise sırruh): Emîr Külâl hazretlerinin ileri gelen eshabındandır.
Hicâz’a sefer etmiştir. Hicâz yoluna Karaçî’den yaya olarak bir ayakkabıyla
gitmiştir. Irak’ta zamanının meşâyıhı ile sohbet etmiş ve onların murakebe
usûlünü Maverâünnehr’e getirip yayılmıştır.
Şeyh
Şemseddin Külâl’in ilk zamanlarında, Hâce Behâeddin Nakşibend hazretleri ile
münâkaşa ve mubâhaseleri olup, sonradan kalkmıştır. Nitekim Hâce hazretlerinin Makamât’ında
bu hâdise geniş olarak bildirilir.
MEVLÂNA
ALÂEDDİN
KENSERVENÎ (kuddise sırruh): Emîr Külâl hazretlerinin sohbet ve yardımıyla
işini nihâyete eriştiren eshabındandır. İsmi, Hâce Behâeddin Nakşibend Makamât’ında
mezkûrdur.
Emîr Külâl
hazretlerinin bu bildirilenlerin dışında nice eshabı daha vardır. Hâce Şeyh
Verâzevnî, Mevlânâ Celâleddin Keşî, Mevlânâ Behâeddin Tavaysî, Şeyh Bedreddin
Meydânî, Mevlânâ Süleyman Kermînî, Şeyh Eymen Kermînî, Hâce Muhammed Vabkenî ve
diğerleri gibi. Bunların cümlesi âlim, fâdıl, ârif ve kâmillerdir. Lâkin
hâllerinden ve sözlerinden bize ulaşan ma‘lûmât olmadığından, ayrı ayrı
anlatamadık.
MEVLÂNÂ
BEHÂEDDİN
KIŞLAKÎ (kuddise sırruh): Kendi zamanının muktedası [önderi],
rehberi ve kılavuzu idi. Zâhir ve bâtın ilimlerinde mâhir, acîb alâmet, garîb
kerâmetler sâhibi idi. Buhârâ’ya bağlı Kışlak’tandır. Kışlak’la Buhârâ arası on
iki fersahdır.
Mevlânâ
Behâeddin Kışlakî, Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin sohbet şeyhi, hadis
rivâyeti isnâdında üstadıdır. Mevlânâ Ârif Dîkkirânî hazretlerinin de kayın
atası idi. Mevlânâ Ârif, Emîr Külâl’in sohbetine kavuşmadan önce bunun müridi
idi ve Mevlânâ Ârif in halîfesi Emîr Eşref den ve Emîr İhtiyâruddin’den nakl
olunur: Bir gün Hâce Behâeddin Nakşibend hazretleri, ilk hâlleri zamanında Hâce
Mubârek Şâh kışlakında [kışın kalınan, kışlanan yere kışlak denir. Daha sonra
Kışla askeri terim olarak dilimize yerleşti] Mevlânâ Behâeddin Kışlakî
hizmetine [sohbetine, huzûruna] eriştiler. Mevlânâ hazretleri buyurdu ki: “Sen
yükseklerde uçan öyle bir kuşsun ki, senin dostun ve kanadın Ârif Dîkkirânî
olsa gerektir”. Bu sözden, Mevlânâ Ârif hazretleri ile sohbetin yakın bir
zamanda müyesser olacağını düşünür ve onunla görüşmek şevki ve isteği çoğalır.
O zaman Mevlânâ Ârif kendi köyünde idi. Eshabından bir takım kimselerle orada
pamuk ekiyordu. Mevlânâ Behâeddin Kışlakî, Hâce hazretlerine buyurdu ki: Eğer
senin gönlün Ârif’i isterse, çağırayım; muhakkak gelir. Bunu dedi ve damın üstüne
çıkıp üç kere “Ârif!” diye seslendi. Mevlânâ Ârif, öğle vakti olduğundan pamuk
ekmeyi bırakmış ve eshabına: “Siz eve doğru gidin. Beni Mevlânâ Behâeddin
Kışlakî çağırıyor” dedi. Ve acele ile Kışlakî tarafına yola çıktı. O gün öğle
zamanından akşama kadar yemek pişti. Lâkin daha sofraya gelmeden maksada
eriştiler. Bilhassa Mevlânâ Ârif in köyü olan Dîkkirân’dan Hâce Mubârek Kışlakî
yirmi fersah kadar mesafe olup, tahmînen ikibuçuk günlük yoldur. Hâce Behâeddin
Nakşibend ile Mevlânâ Ârif’in ilk görüşmeleri o sohbette olmuştur.
Hâce
Ubeydullah hazretleri buyururlardı: Mevlânâ Behâeddin Kışlakî ulu kişi idiler.
Hâce Behâeddin Nakşibend hazretleri iradetlerinin bidâyetinde [ilk müridlik
zamanlarında] bunun sohbetine erişmiştir. Bir gün Mevlânâ Behâeddin Kışlakî,
Hâce Behâeddin hazretlerine hitaben: “Bizim mutfağımızda odun taşıyan bir
dervişimiz vardır, onu görün” buyurdu. Hâce hazretleri dışarı çıkıp o dervişi
görmüş ki, bir yığın kuru dikeni çıplak sırtında sahradan [kırdan] mutfağa
getirmişti. Suyu da çıplak sırtında taşımak onun adeti idi. Mevlânâ
hazretlerinin Hâce hazretlerine, o dervişi gör demeleri, hâce hazretlerine,
hizmette ihlâsı öğretmek ve tenbîh etmek [uyarmak] için idi. Ya‘nî işaret ile,
Hak yolunda hizmet böyle gerektir, demek istemiş idi. Hâce Ubeydullah
hazretleri bu hikâyeyi anlattıktan sonra, mecliste hâzır olanlara dönüp
buyurdular ki: “İhlâs ile bunun gibi nice hizmetler edip, son derece niyâz,
kırıklık ve yokluk sıfatına bürünmüş adamlar vardır. Şübhesiz büyük devlet ve
seâdete vâsıl olmuşlardır ki, onun üstünde devlet tasavvur etmek zordur. Eğer
siz bunun gibi hizmet etmezseniz, hiç olmazsa bilin ki böyle tâlibler vardır.”
HÂCE
BEHÂ-İ HAK
VE MİLLET VE DÎN-NAKŞİBEND OLARAK MEŞHÛR (kaddesallahü
teâlâ esrârehül azîz): 718 (m.1318) senesi Muharrem ayında dünyaya geldi.
Hâcegân büyüklerinden Azîzân lakabı ile bilinen Hâce Alî Râmîtinî hazretlerinin
vefatı 721’de vâkı‘ olmuştur, diyenlerin sözüne göre, hazreti Hâce Behâeddin
onların ahdinde [zamanında] dünyaya gelmiş olur. Dünyaya geldiği ve âhırete
intikal ettikleri yer Kasr-i Ârifân’dır. Kasr-i Ârifân, Buhârâ’dan bir
fersah uzaklıkta bir köydür. Hazreti Hâce dahâ çocuk iken siyâdet ve velâyet
eserleri ve izleri mubârek alınlarında vâzih ve peyda, hidâyet ve kerâmet
nûrları temiz ve parlak simâlarında açık ve hüveyda idi.
Hâce
hazretretlerinin anneleri anlatır: Oğlum Behâeddin henüz dört yaşında iken,
sığırlarımızdan birini gösterip; “Bizim şu geyik boynuzlu ineğimiz alnı sakar
[beyaz] bir buzağı doğursa gerektir” dedi ve gerçekten birkaç aydan sonra o
inek, söyledikleri gibi buzağı doğurdu.
Hazreti
Hâce’yi çocukken oğulluğa kabûl etmek nazarı, Hâce Muhammed Baba Semmâsî
hazretlerinden zuhura geldi. Tarîkat âdâbının ta‘lîmi ise resmî olarak Seyyid
Emîr Külâl’den vâkı‘ oldu. Nitekim buna, Hâce Muhammed Baba anlatılırken temas
etmiş idik. Lâkin hakîkatta Hâce hazretleri Üveysî’dir. Hâce Abdülhâlık
Gucdevânî hazretlerinin ruhaniyyetinden terbiye bulmuşlardır. Terbiyeleri
[ma‘nen yetişmeleri] rûhânî olup, hakikatta intisablarının Hâce Abdülhâlık
hazretlerine olduğu, ilk hâlleri esnâsında gördükleri uzun vâkı‘adan
anlaşılmaktadır. Bu rüyanın tafsîlî Hâce hazretlerinin Makamât’ında
vardır.
Şunu
bildirelim ki, Hâcegân (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) silsilesinde Hâce Mahmûd
Encir Fagnevî zamanından Emîr Külâl zamanına kadar cehrî zikr ile hafî zikri
birlikte yapmışlardır. Onlara bu silsilede alenî güyân [sesli zikir edenler]
denir. Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin zuhuru zamanı gelince, Hâce
Abdülhâlık’ın (kuddise sırruh) ruhâniyyetinden azîmetle amel etmeğe memur
olduklarından, alenî zikri tamamen bırakıp, kalb zikrini ihtiyâr eylediler ve
Emîr Külâl’in (kuddise sırruh) huzûrunda bulunduğu zamanlarda, Emîr’in eshabı
cehrî zikre başlayınca Hazreti Hâce kalkıp dışarı çıkardı. Hazır bulunan eshaba
Hâce’nin bu hâli ağır gelirdi. Lakin Hâce hazretleri onların kalblerinden geçen
bu düşüncelere aldırmazdı. Ama Emîr Külâl hazretlerinin hizmet ve mülâzemetinde
[sohbetine devâmda] kat‘iyyen bir dakîka kaçırmaz, her an tâbi‘ olmaklık
kemerini ma‘nevî beline bağlar, irâdet kemendini ise kalbinin boynuna ihlâsla
sarardı.
Emîr
hazretleri de günbegün Hazreti Hâce’ye iltifatlarını artırırdı. Birgün Emîr
hazretlerinin husûsî odasında eshabının ileri gelenlerinden birkaç kimse,
Hazreti Hâce’nin alenî zikirde kendilerine uymamasından dolayı içlerinde
sakladıkları lekeye ve ağırlığa iş‘ar ve bu vesîle ile Hâce’nin bazı sıfat ve
hâllerinin kusurlu olduğunu izhâr eylediler. Emîr o halvette [husûsî odada]
onlara hiç cevap vermedi. O zamana kadar ki, eshabdan beşyüz kişi kadar bir cemaat
sahurda mescid ve cemaathâne yapmak için toplandılar. Mühim olan işlerini
görüp, cümlesi Emîr hazretlerinin refakatinde bir yere geldiler. İşte o
kalabalıkta Emîr hazretleri hazreti Hâce’ye dil uzatanlara dönüp: “Siz oğlum
Behâeddin hakkında yaramaz düşüncelere ve yanlış zanlara düşüp, onun bazı
hâllerini kusur olarak görürsünüz. Onu anlamamışsınız. Allahu teâlânın hûsûsî
nazârı dâima onun hâlini hâmi [koruyucu] ve şâmildir [kuşatmıştır]. Hak
teâlânın kullarının nazarı, Hak teâlânın nazarına ta‘bidir. Benim ona nazarım
gayr-i ihtiyaridir” buyurdu ve ardından Hâce kerpiç taşımakla meşgul iken,
kendilerini çağırıp cümle eshabın huzurunda, onlara müteveccih olup: “Oğlum
Behâeddin! Hâce Muhammed Baba Semmâsî hazretlerinin mubârek nefeslerini
[emirlerini] sizin hakkınızda yerine getirdim. Bana demiş idiler ki, seni nasıl
yetiştirdimse, oğlum Behâeddin’i sen de öyle terbiye eyle [yetiştir]. Terbiye
ve irşâd husûsunda dakîka geçirmeyesin. Ben de öyle yaptım” buyurdu ve mubârek
göğüslerine işâret edip: “Sizin için memelerimi kuruttum, sana verecek sütüm
kalmadı. Sizin ruhaniyyet kuşunuz insanlık yumurtasından çıktı. Ama sizin
himmetiniz şâhini yükseklerde uçar oldu. Şimden geru size icâzettir, her
nereden can burnuna ma‘rifet kokusu gelir, Türk ve Tâcik [süvâri ve şehirli]
deme, elde etmeğe çalış. İstemede ve elde etmede, elinden geldiği kadar kusûr
işleme!” dediler.
Hâce
Behâeddin hazretleri buyurdular ki: Emir hazretlerinden bu nefesin zuhûru bizim
ibtilâmıza sebeb oldu. Eğer Emîr hazretlerine mütebeat şeklinde sâbitkadem
olaydım, belâdan uzak ve selâmete yakın olurdum.
Bu mubârek
nefesten sonra Hâce hazretleri yedi yıl Mevlânâ Ârif ile ahbablık ettikten
sonra Kuşem Şeyh ve Halîl Ata hazretlerine erişip, on iki yıl da Halîl Ata ile
olmuşlardır.
İki defa
Hicâz’a sefer edip, ikincisinde Hâce Muhammed Pârisâ da vardı. Horasan’a vâsıl
olduklarında Hâce Muhammed Pârisâ’yı sâir eshabıyla Bâverd yolundan Nişapur
tarafına gönderip, kendileri sırf Mevlânâ Zeyneddin Ebû Bekir Tâibâdî’yle
görüşmek için Herat’a gelip üçgün Tâibad’da Mevlânâ Zeyneddin ile sohbet edip,
sonra Hicâz’a müteveccih oldu. Eshabına Nişapur’da kavuşmak lazım. Hicâz
seferinden döndükten sonra bir müddet Merv’de ikamet edip sonra Buhârâ’ya
geldiler ve hayatlarının sonuna kadar Buhârâ’dan ayrılmadılar.
Hâce
hazretlerinin geniş hâl tercümesi Makamât’ında mezkûrdur. Emîr Külâl
hazretleri ölümü hastalığında eshabına, Hâce Behâeddin hazretlerine mütabeat
etmeği işâret edince, eshabı da, Hâce Behâeddin alenî [sesli] zikirde size
mütebeat etmemiştir, diye sual ettiklerinde Emîr hazretleri: “onlardan sâdır
olan her amelde Hak teâlânın bir hikmeti vardır, yoksa onlardan meydana gelmez”
buyurdu. Sonrada şu mısra‘ı okudular:
Bilirsin
ki her yaptığın bendendir.
Hâcegân
(kaddesallahü teâlâ esrârehüm) sözlerindendir. Eğer seni senliksiz ortaya
çıkardırlarsa korkma! Eğer sen kendi kendine ortaya çıktınsa kork.
BEHÂÜDDÎN
ŞÂH-I
NAKŞİBEND (kuddise sırruh):
Evliyânın en
büyüklerinden olup Seyyid Emîr Külâl (kuddise sırruh) hazretlerinin
halifelerinin en ileri geleni, tarikatın imâmı, hakikâtın üstadı, âlimlerin
rehberi ve Ehl-i Sünnet vel-cemâ‘atin önderi olup, daha çocuk iken, evliyalığa
âid yüksek nûrlar ve eserler, temiz alınlarında açıkça görünür, hidâyet ve
irşâd nişanları yüksek simâlarından belli olurdu.
Silsile-i
Nakşibendiyye’nin on beşincisidir. Seyyiddir. Çok evliyâ yetiştirdi. Evrâd,
Tuhfe ve Hediyye kitabları çok kıymetlidir.
Nesebi, Ravdatüsselâm
kitabının sâhibi Şeyh Şerefeddîn Muhammed Nakşibend’in yazdığı ve Ümdet-ül
Makâmât kitabında da bildirdiği üzere birkaç vasıta ile, İmâm-ı Ca‘fer-i
Sâdık hazretlerine ulaşır. Hazret-i Muhammed Behâeddin’in babası Seyyid
Muhammed Buhârî, onun babası Seyyid Celâl Burhânüddin, onun babası Seyyid
Abdullah, onun babası Zeynelabidin, onun babası Seyyid Kasım, onun babası Seyyid
Şa‘ban, onun babası Seyyid Burhânüddin, onun babası Seyyid Mahmûd, onun babası
Seyyid Bulak, onun babası Seyyid Takî, onun babası İmam Mûsa Kâzım, onun babası
İmâm Ca‘fer-i Sâdık (radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn) hazretleridir.
Seyyid Emîr
Külâl’e bağlanan bu tarikat zincirinden başka, Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin,
Hâcelerin hâcesi, Hâce Abdülhâlık Gucdevânî hazretlerinin (kuddise sırruh)
yüksek rûhaniyetlerinden ettiği istifâde sebebiyle de Üveysî’dir.
Nitekim kendisi şöyle anlatır:
“Cezbe hâli
bende kuvvetli olup, kararım kalmadığı günlerde Buhâra’da dolaşır, bazı büyük
velîlerin kabr-i şeriflerini ziyaret ederdim. Bir gece hangi kabre gittiysem
başı ucunda birer kandil yanar gördüm. Fakat yağı ve fitili olduğu hâlde,
isteksiz, sönük yanıyordu. Eğer fitillerin uçları, az bir dokunma ile
düzeltilse, gayet güzel ışık verecekti. Ben ise kandilleri o hâlde bırakarak
Hâce Mezd Ahun hazretlerinin kabrine gittim. Yüzümü kıbleye dönerek oturdum. O
anda bende bir kendimden geçme hâli hâsıl oldu. O hâl esnâsında, öyle müşahede
ettim ki, kıble tarafından yeşil örtülerle süslenmiş, gayet güzel bir kürsü
göründü. O kürsünün etrafını büyük bir kalabalık sarmışlardı. İçlerinden ancak,
Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerini tanıdım. Anladım ki ötekiler daha önce
dünyadan göçmüş hâceler, bu yolun büyükleridirler.
Sonra
içlerinden birisi bana: Bu kürsünün üzerinde Abdülhâlık Gucdevânî hazretleri ay
gibi parlamaktadır. Etraftaki cemâ‘at ise, kendi halîfeleridir, deyip birine
işaret ederek: “Bu Hâce Ahmed-i Sıddîk, bu Hâce Evliyâ-i Kebîr, bu Hâce Ârif-i
Rivgerî, bu Hâce Mahmûd İncir Fagnevî, bu Hâce Alî Râmitenî’dir. Hâce Muhammed
Bâbâ Semmâsî hazretlerini zâten tanırsın” buyurdu.
Sonra
Abdülhâlık Gucdevânî hazretleri bana teveccüh ederek, hakkımda pek büyük inâyet
buyurarak bir hırka ihsan eyledi ve: “Bu hırkanın kerameti vardır. Bunu giyen
kimseye, inecek olan belâlar, bunun bereketiyle, o kimseden kalkar” buyurdular.
Bundan sonra, bu büyükler yolunda ilerlerken, başlangıçta, ortada ve sonda
kullanılmakta olan kelimeleri bana anlattılar, sözlerinden biri şudur ki:
“Behâüddin! Sönük olarak yandığını görmüş olduğun kandiller, senin kabiliyet ve
istidadının bu yolda olduğuna işarettir. Ama istidad fitilini hareket ettirmek
lâzımdır. Böylece istidadın parlar, Hakkın sırları onda zahir olur.”
Diğer bir
sözleri de: “Behâüddin! Sana lâzım ki, ayağını her hâlde şerîat caddesi üzere
bulundurasın. Emir ve yasakta istikâmet üzere olasın. Dâima azîmetle amel
edesin. Ya‘nî haramlardan ve şübhelilerden sakındığın gibi, mubahların da
fazlasından sakınasın. Sünnetlere uyup, elden geldiği kadar, bütün sünnetleri
işleyesin. Ruhsatları, cevazları terk edip, bid‘atlerden çok sakınasın”,
nasîhatlerinden ibâret idi.
Şâh-ı
Nakşibend hazretleri, ilk zamanlarındaki hâllerinden bahsederek buyurmuşdur ki:
Biz üç kimse idik. Hak yolunda ilerlemeğe koyulduk. Ama benim himmetim, bütün
mâsivâdan ya‘nî Allah’dan başka her şeyden geçip, Hak teâlâ hazretlerine
kavuşmak idi. Bunun için Allahu teâlânın yardımı erişerek, beni bütün mâsivâdan
kurtardı ve maksadıma kavuşturdu.
Bir kimse
kendisine: “Sizin yolunuzda halvet ve zikr-i cehrî yoktur. Sizin yolunuzun
esası ne üzerine kurulmuşdur?” Deyince, Şâh-ı Nakşibend: “Zâhirde halk ile
bâtında Hak ile bulunmak üzere kurulmuşdur” buyurup, şu beyti okudu.
Beyt:
Kalbinden âşinâ ol, dışdan yabancı görün,
Böyle güzel yürüyüş cihanda az bulunur.
Nakşibendî
yolunun her bakımdan şeriata uygun olduğu ve aynı zamanda Şâh-ı Nakşibend’in
(kuddise sırruh) İmâm-ı ‘zam Ebû Hanîfe’nin (radıyallahü anh) mezhebinde
bulunduğu herkesin malumu olduğu gibi, bu yolun büyüklerinin çoğu da bu
mezhebdedirler.
Şâh-ı
Nakşibend hazretleri vefat edecekleri sırada iki elini kaldırıp, kendi yoluna
girenler ile sonradan gireceklerin hepsi hakkında, hayırlı dua eyleyip ellerini
temiz yüzüne sürüp, âhirete göç etmişlerdir.
Hâce
Alâüddin-i Attâr hazretleri buyururlar ki, Şâh-ı Nakşibend’in vefatı zamanında Yasin
sûresini okurduk. Yarıya geldiğimiz zaman nurları görünmeye başladı.
Kelime-i tevhidle meşgul olduktan sonra nefesleri kesildi. Vefatı hicrî 791 (m.
1388) senesinde Kasr-i Ârifan’da vâkı‘ oldu. Yetmiş üç yıl yaşadı.
Vefat
etmeden önce, buyurdu ki, Şeyh Ebû Saîd-i Ebûlhayr’a (kuddise sırruh)
cenazenizin önünde hangi âyeti okuyalım? Diye soruldukta cenazenin önünde âyet
okumak büyük iştir. Şu beyti okuyun buyurdu.
Beyt:
Cihanda
bundan daha iyi ne olup biter, Dost dosta kavuşmaya, âşık ma‘şuka gider.
Şâh-ı
Nakşibend hazretleri buyurdu ki, bu beyti benim cenazemin önünde okumak da
büyük iştir. Güzel sesli bir talebe şu rubâ‘iyi okusun:
Müflis
olarak senin kapına geldim,
Allah
için güzelliğinden bir şey isterim.
Rahmetini
boş zembilime doldur,
Ben
bunu bekliyorum çünkü rahmetin boldur.
Timûr
soyundan gelen hükümdarlar, Nakşibendîleri sever, onları kaynardı. Onlara son
derece ikram ederlerdi. Hasan Attâr hayvana biner, Şahrûh Sultan özengisini
tutar ve ardından yaya giderdi. Sultan Ebû Saîd de Ubeydullah-ı Taşkendî
hazretlerine aynı şekilde edebli davranırdı.
Talebesinden
biri anlatır: Şâh-ı Nakşibend vefat ettiği zaman, ben Kîş şehrinde idim.
Vefatını duyunca, çok üzüldüm. Kolum kanadım kırıldı. Takatim kalmadı. Kendi
kendime yine medreseye gideyim, dedim. O gece Şâh-ı Nakşibend'i rüyada görüp
kendisine şöyle hitab etti: Zeyd ibn-i Haris (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Din
birdir ve devamlıdır” buyurdu. Buradan irşâd ile meşgul olmak ve bu
büyükler yolunda ilerleyenlerin elinden tutması icabettiğini anladı.
[Şâh-ı
Nakşibend hazretlerinin (kuddise sırruh) keramet ve hârikaları saymakla bitecek
gibi değildir. Her sözü hikmet, keramet ve hasta kalblere âb-ı hayât idi. Bir
kaç menkıbesini yazıp, o, asırların yetiştiremiyeceği, insan gücünün
anlıyamıyacağı şefaat ehlinin büyüklerinden olan zâtı tanıtalım:
MENKIBE: Mevlânâ Muhammed Hirevî
Bağdat’dan Hâce hazretlerinin ziyareti için Buhârâ’ya gelip, sohbetlerinde
bulundu. O huzurda bulunanlara katıldı. Bir müddet sonra, Hâce hazretlerinden
himmet istedi. Hâce hazretleri buyurdular ki, himmetin vakti var.
Bir zaman
sonra Mevlânâ diğer talebe ile Hâce hazretlerinin huzurunda iken, Hazret-i
Hâce Mevlânâ’ya hitaben: “Yakın gel! Himmetin vakti geldi” buyurdu. Mevlânâ
kalkıp Hâce hazretlerinin yanına gitti. Hazreti Hâce onu önüne oturttu ve:
“Böyle dur ki, nasibine kavuşasın” buyurdu. Sonra Hâce hazretleri şehâdet
parmağıyla Mevlânâ’nın dizine dokundu. Mevlânâ’ya bir hayret hâli geldi.
Kendinden geçti. Sonra Hâce hazretleri onu eski hâline getirerek: “Dikkat et,
vakit geçiyor” deyip, parmağını Mevlânâ’nın dizine tekrar dokundurdu.
Yine,
Mevlânâ’ya kendisinden geçme hâli gelip, yere düştü. Hâce hazretleri onu tekrar
eski hâline getirip: “Dikkat et, vakit az kaldı” buyurdu. Mevlânâ feryad edip
ağlıyarak, elbisesini parça parça etti. Hazreti Hâce Mevlânâ’ya buyurdu ki: “Bu
vakit, Bağzağan vakti değildir.” Mevlânâ bu sözden çok üzüldü. Hâce hazretleri
Mevlânâ’yı yine eski hâline getirip hakikata kavuşturdular.
Şâh-ı
Nakşibend hazretlerinin huzurunda bulunan talebeler Mevlânâ’dan Hazret-i
Hâce'nin: “Bu vakit Bağzağan vakti değildir” buyurmalarının sebebini sordular.
Mevlânâ şöyle cevab verdi. Bağzağan, Herat'ta bir yerin ismidir. Bir arkadaş
ile orada konuşurken bana dedi ki: “Bir gün gelir, sen bir himmet sahibinin
sohbetine düşersin. O zaman senin hâlin pek hoş olur. Beni unutma.” Hâce
hazretleri beni o hâle kavuşturduğu zaman, o arkadaşın Bağzağan’daki sözünü
hatırladım. Hâce hazretlerinin: “Bu vakit Bağzağan’daki vakit değildir”
buyurması ona işaret idi. O üzüntüm, Hâce hazretlerinin, kalbimde olanı
anlamasından idi. Ben bu kadar yerler gezdim. Çok keşif ve keramet sâhibleri
gördüm. Fakat Hâce hazretleri gibi, kalbe âid sırları anlıyan kimseye
rastlamadım. Öyle zannediyorum ki, bu zamanda Hâce hazretleri gibi tasavvuf ve
keşif sahibi bir kimse yoktur.
MENKIBE: Büyük âlimlerden birisi
anlatır: Gençlik zamanında, Hâce hazretlerini çok severdim. Himmetleri ile
bende şaşılacak hâller meydana geldi. Bana dâima: “Beni hâtırından çıkarma!”
derdi. Dâima onları hâtırımda tutup rabıta ederdim.
O zaman
babam hacca gitti. Beni de beraberinde götürdü. Giderken Herat'a uğradık. Herat
şehrini seyrederken Hâce hazretlerinin rabıtasını unutarak, bendeki o hâller
gitti. Sonra İsfehan'a gittim. Orada bir şeyh-i kâmil var idi. Bütün
İsfehanlılar ondan himmet ve dua isterlerdi. O zâttan çok kerametler meydana
gelmişti. Babam beni alıp, o zâtın huzuruna getirdi ve benim için ondan himmet
istedi. Fakat ben Hâce hazretlerinden çok korktuğumdan o zâtın huzurundan
dışarı çıktım. Sonra hacca gittik. Beytullah'ı ziyaret eyledik.
Dönüşte Hâce
hazretlerinin ziyareti ile şereflendiğim zaman, kendisini unuttuğum için çok
çekiniyordum. Korktuğumu anlayıp: “Korkma, biz kusuru affederiz. Sen benim
oğlumsun. Benim oğullarıma kimsenin tasarruf etmeye haddi yoktur” buyurup
lâtife yollu: “Herat'a gidince niçin beni unuttun” deyip:
Unutmak kat‘iyyen
dostluğa sığmaz,
mısra‘ını
okudular.
MENKIBE: Hâce hazretlerinin
talebesinden biri anlatır: Bir gün Nesefde bir kimse ile kavga ettim. O kimse
benden çok incindi. Bir müddet sonra Buhârâ’ya gidip Hâce hazretlerini ziyaret
ettim. Bana hiç iltifat etmediler. Birçok kimseleri araya koyup affetmelerini
istedim, fayda vermedi. Fakat çok yalvardım. Buyurdu ki: “Ben Nesefe gidip,
incittiğin kimsenin hâtırını hoş etmedikçe seni sohbetimizde bulundurmayız.”
Gayet
üzüntülü olarak Nesefe gittim. Dâima Hazret-i Hâce’nin gelmesini beklerdim. Bir
gün geldiklerini ve nihâyet evime geldiklerini gördüm. Hiç oturmayıp, kavga
ettiğim o kimsenin evine gitti. Yüksek alınlarını, temiz yüzlerini o kimsenin
kapısının eşiğine sürüp, ondan özür dilediler ve: “O günâhı ben ettim. Beni
afveyle” buyurdu. O kimse, cihanın yüzünü görmek şerefine kavuşmak için can
feda etmeye hazır olduğu böyle zamanın kutbu, devrânın merkezi, evliyanın
önderi bir zâtın böyle yalvarma ve özür dilemesini duyunca, şaşkına döndü, aklı
başından gitti.
Sonra
kendine gelip, çok ağladı. İnledi. Benim kusurumu afvettikten sonra, kendisi böyle
bir hâdiseye muhatab olduğu için özür dilemeye başladı. Hazreti Hâce’nin
ayaklarına kapanıp, tevbe ve inâbe edip, talebesinden oldu.
Hâce
hazretlerinin güzel ahlâkını duyanlar, kendisini sevip, ona bağlanıp, yoluna
girip kurtuluşa erdiler.
MENKIBE: Hâce hazretleri Tûs
şehrine gidip, bir kaç gün kaldı. Bir gün talebe ve ahbabiyle Şeyh Mâ‘şuk-ı
Tûsî’nin kabrini ziyarete gittiler. Mezarın yanına gelince: “Esselâmü aleyke,
yâ Ma‘şûk-ı Tûsî, nasılsın, iyi misin?” Buyurdu. Kabirden bir ses duyuldu: “Ve
aleykes-selâm. İyiyim. Çok rahatım.” Hazreti Hâce duyduğu gibi, yanında
olanların hepsi de, bu cevabı duydular. İçlerinden biri Hazreti Hâce'yi inkâr
eder, onun büyüklüğüne inanmazdı. Bu kerameti Hâce hazretlerinden görünce,
tevbe etti. Hâce hazretlerine inananlardan ve sevdiklerinden oldu.
MENKIBE: Hâce hazretlerine
talebeden biri bir miktar elma hediye getirdi. Hâce hazretleri de o elmaları
hazır bulunanlara bölüştürdü ve buyurdular ki, bir saate kadar kimse, kendi
elmalarını yemesin. Çünkü bu elmalar şimdi tesbih ediyorlar. Hâce hazretlerinin
mubârek ağzından bu haber çıkar çıkmaz, orada bulunanlar, elmaların tesbih
seslerini duymaya başladılar.
MENKIBE: Talebesinden Emir
Hüseyin anlatır: Hâce hazretleri bir gece, yan filan dostumu ziyarete gideceğim
inşâallah, on beş güne kadar gelirim demişti. Sabahleyin talebesi ile yola
koyulup gittiler. O gün Hâce hazretlerinin ayrılığına dayanamayıp, kendisini
çok fazla görmek isteği beni kapladı. Hanekâhda benimle bir kişi daha kalmış
idi.
Akşam olunca
ona: “Korkarım Hâce hazretleri kendilerine olan bu aşırı sevgimi keşf eder ve
şefkat edip, bana acıyıp döner” dedim. Ertesi sabah gördüm ki, Hazreti Hâce
dönüp geldi ve bana bir heybetle bakıp: “Ben sana demedim mi ki, on beş gün
sonra geleceğim. Sen ise önüme muhabbet dağını sed çektin. Ben o dağı nasıl
aşıp gideyim?” Buyurdu.
Sonra
mubârek yüzünü yanımızdaki talebesine çevirip, buyurdu ki: “Emir Hüseyin sana;
korkarım Hâce hazretleri yoldan döner gelir demedi mi?” O da “evet” dedi. Hâce
hazretleri buyurdu ki: “İşte o teveccüh ve arzulardır ki, önümüze sed çekti.”
Bunun üzerine Hâce hazretlerinin celâlini müşahede ettiğimde kalbime büyük bir
ürperme zahir olup, ayaklarına düşüp afv diledim. Onlar da bu âciz hizmetçilere
merhamet edip afv etti ve: “Eğer maksadın benden ayrılmamak ise, beni seninle
düşün. Çünkü ben senden ayrı değilim. Bundan sonra, sakın beni senden ayrı
sanma” buyurdular.
Beyt:
Nerede
olursan seninleyim ben, Kendini sakın, yalnız sanma sen.
MENKIBE: Yine Emir Hüseyin
anlatır: Bir gün Hâce hazretleri beni bir işi için Kasr-ı Ârifan’dan Buhârâ’ya
gönderdi ve: “Bu gece Buhârâ’da yat, sabahleyin dönersin” buyurdu. Ben de
derhal yola koyuldum. Yolda giderken nefsimle münâkaşa edip, ona çok ağır
sözler söyledim. Dedim ki: “Ey nefs! Senin şerrinden kurtulacağım bir gün
olacak mı?”
Ben nefsime
böyle kızarken, önümde nûr yüzlü bir zâtın zuhur ettiğini gördüm. Bana hitaben:
“Sen bu yolda ne mihnet ve meşakkat çektin ki, nefsine böyle kızarsın. Bu
yoldan geçen meşayıh öyle mihnet ve meşakkat çektiler ki, bir zerresini çekmeye
gücün yetmez” dedi. Önceden, dünyadan geçmiş olan meşayıhın çektikleri mihnet
ve meşakkatleri tek tek sayarak anlattı. Ben özür dileyip kusurumu itiraf
ettim. Sonra o zât heybesinden bir hamur çıkarıp bana verdi ve: “Bu hamuru
Buhârâ’da pişir ve ye” buyurdu. Ben de hamuru alıp, yoluma devam ettim.
Buhârâ’ya
vardığımda hamuru pişirmek için fırıncıya verdim. Hamuru görünce hayret edip,
şimdiye kadar böyle hamur görmediğini söyledi ve: “Bunu sana kim verdi, sen
kimsin?” Diye sordu. Ben de Hâce Muhammed Behâüddin Nakşibend’in
müridlerindenim, dedim. Bunun üzerine fırıncı tazimle hamuru pişirip bana
verdi. Ben de o ekmekten bir parça ona verdim. Sonra Hâce hazretlerinin emir
buyurdukları işi görüp, Buhârâ’da Gülâbâd mahallesi mescidinde akşam ve yatsı
namazlarını kıldıktan sonra, kıbleye karşı oturdum. O zaman nefsim elma arzu
etti. Gördüm ki, mescidin penceresinden bir kaç elma attılar. Elmaları alıp o
ekmek ile yedim.
O mescidde
gece yarısına kaldım ve sonra kalkıp yola koyuldum. Sabahleyin Kasr-i Ârifan’a
geldim. Sabah namazında Hazreti Hâce’nin huzuru ile şereflendim. Buyurdu ki:
“Sana yolda rastlayıp el hamuru veren kim idi, tanıdın mı?” Cevabında
tanımadığımı arzettim. Buyurdu ki, Hızır aleyhisselâm idi. Sonra elma
hikâyesine değindiler ve buyurdular ki: “Ne mutlu fırıncıya ki, o hamuru
pişirdi ve ondan yemek dahi ona nasîb oldu.”
MENKIBE: Hazreti Hâce’nin
huzuruna bir kimse gelip, selâm verdi. Selâmını aldılar ve ne için geldiğini
sordular. Yüksek huzurlarından bereketlenmeğe geldiğini söyledi. Hâce hazretleri
de hâzır bulunan talebesine hitaben: “Ne dersiniz, vereyim mi?” Buyurdu. Talebe
efendimizin lütuf ve keremlerinin sonu yoktur, siz bilirsiniz, dediler. Hazreti
Hâce o kimseye şöyle bir baktı. Hemen o kimsede bir acâib hâl meydana gelip,
kendisini gören herkes ona âşık olur, kalbini ona verirdi.
MENKIBE: Mevlânâ Necmeddin
anlattı: Bir gün Hâce hazretleriyle Buhârâ’nın etrafında bir sahrada giderken
iki ceylânın gezdiğini gördük. Hâce hazretleri bana hitaben: “Hak teâlânın
kulları yanına bu ceylânlar gibi vahşi hayvanlar gelir. Sen de bunların senin
yanına gelmesini dile” buyurdu. Ben: “Benim ne haddim var ki, sizin
huzurunuzda, öyle keramet dileyeyim” dedim.
Hâce
hazretleri buyurdu ki, sen onlara teveccüh eyle, onlar senin yanına gelirler.
Ben de onlara doğru iki adım gittim. O ceylânlar koşarak yanıma gelip durdular.
Hâce hazretleri buyurdu ki, hangisini tutarsan tut. Ben de hangisini tutmak
istedimse, diğeri beni tut diye geldi ve onu tutayım dedim. Diğeri geldi. Ben
hayretler içerisinde kalıp birini tutamadım.
O esnada
Hâce hazretleri bir ceylânın sırtına mubârek elini koyup: “Sana lüzum kalmadı,
ben tuttum.” Sonra o ceylânları orada bırakıp gittik. Onlar ise arkamızdan
bakıp durdular.
MENKIBE: Hazreti Hâce’nin
talebesinden biri anlattı: Kasr-i Ârifân’da bir bostan ekdim. Sulama vakti
geldi. Fakat sular kesildiğinden bostanı sulayamadım. Hâce hazretleri o
günlerde bostanıma geldi ve buyurdu ki: “Bostanın sulama zamanı geldi.” Ben
dedim ki, sulama vakti geldi ama, sular kesildi. Hâce hazretleri buyurdu ki:
“Yer ve gökleri yaratan, sana su vermeğe kadirdir. Sen su yollarını aç.” Ben de
acele ile su yollarını açtım. O gece sabah oluncaya kadar suyu bekledim. Sabah
vaktinde su geldi.
Bostanı
suladım. Hattâ bir miktar soğan ve sarmısak var idi. Onları da suladım. Su da
kesildi. Dağlara yağmur mu yağdı diye düşündüm. Gittim ırmak tarafına baktım su
akıyor mu? Asla sudan bir nişan görmedim. Acaba bu su nereden geldi, diye,
şaştım kaldım. Sonra Hâce hazretlerinin ziyaretine gittim. Buyurdu ki: “Bostanı
suladın mı?” Evet, suladım, dedim. “Su kesildikten sonra ne yaptın?” Buyurdu.
Irmağa gittim ve hiç su göremedim. Şaştım kaldım. Suyun nereden geldiğini
anlıyamadım. Hâce hazretleri buyurdu ki, bunu sen gördün, kimseye söyleme. Ey
okuyucu, bunları efsâne, masal, hikâye gibi okuma. Allah adamlarına neler
oluyor, onların bir sözü ile Cenâb-ı Hak neler yaratıyor gör de, evliyâya
hürmet, itikad eyle. Onlardan yardım, şefaat iste. Bir sözü, bir bakışı ile
neler oluyor görüyorsun. Gafil olma, bu büyük fırsatı kaçırma. Seâdet onları
sevmekte, kitablarını okumaktadır.
MENKIBE: Talebesinden biri
anlattı: Hâce hazretleri bir gün bu fakirin hânesini şereflendirdi. Çok
sevindim. Pazardan bir çuval un aldım, geldim. O unu Hazreti Hâce görünce: “Bu
unu çoluk çocuğun ile pişirip yeyin ve bunun sırrını kimseye söylemeyin”
buyurdu.
Hâce
hazretleri o zaman evimde iki ay misafir oldu. Nice talebesi de onun yanında
idi. Çoluk çocuğum ve diğer ahbablarım hepimiz o undan yedik. Hattâ Hâce
hazretleri gittikten sonra, o undan çok zaman yedik. Un halâ eski hâli üzere
bakî idi. Asla eksilmedi. Sonra Hâce hazretlerinin mubârek sözünü unutup o
sırrı çoluk çocuğuma keşf ettim. Onun üzerine o undan bereket kesilip un
tükendi.
MENKIBE: Seyyid Emîr Külâl
hazretlerinin oğlu Emir Burhânüddin (kuddise sırruhümâ) anlattı: Bir gün
Buhârâ’da Hâce hazretleri hanekâhımızı teşrif eyledi. Sohbet esnasında bast
hâlinde olduğunu hissedip: “Efendim Mevlânâ Ârif i çok özledim. Ona teveccüh
edip, Nesefden gelmesini sağlayınız da görüşelim” dedim.
Hazreti Hâce
hanekâhın avlusuna çıktı. Üç kere “Mevlânâ Ârif”, diye seslendi ve sonra:
“Mevlânâ Ârif kendisini çağırdığımı duydu. Acele kalktı geliyor” buyurdu.
Bir gün
sonra, Mevlânâ Ârif Nesef den Buhârâ’ya geldi ve doğruca hanekâha girdi. Ben de
durumu ona anlattım. O dedi ki, dünkü gün filân saatte, eshâbımla mecliste
sohbet ederken, Hâce hazretlerinden gel sesi, kulağıma geldi. Ben de acele ile
kalktım geldim.
MENKIBE: Bir gün Hazreti Hâce
müridlerinden İshak isminde bir müridinin evine teşrif eyledi. Orada bulunan
talebeler yemek pişirmek için tandıra çok odun koyup ateş yakmışlar ve her biri
bir işle meşgul oldukları sırada tandırın ateşi alevlenip, tandırdan dışarı
çıktı. Bunun üzerine Hazreti Hâce mubârek ellerini tandıra sokup Allahu
teâlânın inâyeti ile tandırın ateşi sakin oldu. Mubârek ellerini de tandırdan
çıkardığı zaman, ne elbisesine bir şey olmuş, ne de ellerinden bir tüyleri
yanmış idi.
MENKIBE: Derviş Muhammed Zâhid
anlattı: İlk zamanlarımda Hâce hazretleri (kuddise sırruh) ile bir gün sahrada
giderdik. Bahar günlerinden bir gün idi. Canım karpuz yemek istedi. Hâce
hazretlerinden bir karpuz istedim. O sahrada bir çay akardı. Hâce hazretleri
bana: “Muhammed çay kenarına git” buyurdu. Ben de gittim. Gördüm ki, suyun
üzerinde Baba Şeyh karpuzu derler bir cins temiz ve sulu karpuzlar var idi. Su
üzerinde yüzen karpuzlardan biri kenara yanaşıp durdu. Aldım. Henüz bostandan
kopmuş gibi olduğunu gördüm.
Hâce
hazretlerinin huzuruna bıraktım. Buyurdu ki: “Bu karpuzu kes de yiyelim.” Ben
de kesip, Hâce hazretleri ile yedik. O büyük kerameti Hazreti Hâce'den o zaman
gördüğümde vilâyet ve tasarrufunun en yüksek derecede olduğuna itikadım artıp,
çok feyzlere kavuşdum.
MENKIBE: Hâce hazretlerinin
müridlerinden birisi anlatır: Bir gün Hâce hazretlerinin sohbetlerine kavuşma arzusu
içime doğdu. O arzu ile Taşkent vilâyetinden Buhârâ'ya hareket ettim. Hanımım
bir miktar para getirip bana verdi ve: “Bu akçaları Hâce Hazretlerine ver”
dedi. Niçin gönderiyor diye merak etdim. Sordum. Fakat söylemedi.
Hazreti
Hâce'nin sohbeti ile şereflendiğim zaman, o akçaları Hazreti Hâce’nin önüne
koydum. Akçaları görünce, tebessüm ederek buyurdu ki: “Bu akçalardan çocuk
kokusu geliyor. Ümid ederim ki, Cenâb-ı Hak sana bir çocuk verecektir.” Hâce
hazretlerinin bereket ve himmetlerinden Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleri bana
bir sâlih oğul ihsan etti.
MENKIBE: Zamanın şeyhi, uzlet
edenlerin kutbu Abdülkuddüs anlatır: Hâce hazretlerini kabrine koyduk. Gördüm
ki, mubârek yüzleri tarafından “Mü'minin kabri Cennet bahçelerinden bir
bahçedir” hadîs-i şerifi üzere, Cennetten bir kapı, kabr-i şeriflerine
açıldı. O kapıdan iki huri gelip, ona selâm verdi ve; “Allahu teâlâ bizi, sizin
için yarattığı vakitten beri sizi bekliyoruz” dediler. Hâce hazretleri onlara:
“Ben Hak teâlâ hazretleri ile ahdettim ki, onun bir şeye benzemiyen, nasıl
olduğu anlatılamıyan didârını görmedikçe, benim yolumda bulunanlara ve benden
hakkı işitip amel edenlere şefaat etmedikçe, hiçbir şey ve hiçbir kimse ile
meşgul olmam.” Dedi.
Bir defa,
bir cariyeye teveccüh eyledi. Kendinden geçmiş, hakîkî muhabbetle dolu bir
hâlde evine gitti. Sahibi görünce, o da kendinden geçme hâline kapıldı.
Komşunun kadını geldi. O da hâllere mağlûb olup, kendinden geçme ve sekr hâline
düştü.
Bir defa,
bir Özbek, mezarının üstüne gelip: Ey Allah'ın sevgili kulu, sakalım yoktur,
dedi. Hak teâlânın inayeti ile yüzünde hemen sakallar görünmeye başladı.
Bir defa,
buyurdu ki, Cenâb-ı Hak bana öyle bir ihsanda bulundu ki, benim aracılığım ile
belâlar kalkar. Belâya düşerseniz bana sığınınız. Arzularınıza kavuşursunuz.
Beyt:
Yere
yağmur gibi, belâlar yağsa, Behâeddin onu defeder, Hakka.
On iki sene
Buhârâ medreselerini kendi eliyle temizlerdi. Tevazusunun çokluğundan sokaktaki
köpek ayaklarının izlerine yüzünü sürer, Allahu teâlâdan maksadına kavuşmayı
yalvarırdı.
Allahu
teâlânın kullarına şefkat ve acımalarının çokluğundan on iki gün başını secdeye
koyup Allahu teâlâdan, kolay ilerlenen, kolay ele geçen ve elbette kavuşdurucu
olan bir yol istedi. Duası kabul edildi ve yeni bir yol ilham ve ihsan edildi.
Sahâbe-i kiramın (aleyhimürrıdvan) yoluna çok benzeyen bir yol oldu.
Bir defa,
buyurdu ki: Biz Allahu teâlânın fadlına, ihsanına kavuşduk. Bizi, murâdlardan,
çekip götürdüklerinden eyledi.
Bir defa
buyurdu ki, bizim yolumuz sohbet üzerinedir. Halvette şöhret, şöhrette âfet
vardır. İyilik cem‘iyyetdedir. Cem‘iyyet de sohbettedir. Ama bir şartla ki
birbirlerinde fâni olmalıdırlar. Eshâb-ı kiram (aleyhimürrıdvân) sohbet için,
birbirlerine “gel bir saat îmân edelim” derlerdi. Bu yolun sâliklerinden
bir cemâat sohbet ederlerse, çok hayır ve bereket hâsıl olur. Hayâtının, hakîkî
îmânla son bulması ümid edilir.
Hazreti
Şâh-ı Nakşibend'in (kuddise sırruh) yolunun esası, kalbe teveccühdür. Kalb ile
de Hak teâlâya teveccühtür. Kalb ile çok zikretmektir. Farz ve sünnetleri edâ etmekdir.
Yeme, içme, giyme ve oturmada, melufât ve âdetlerde orta derecede olmaktır.
Kalbi hâtıralardan, düşüncelerden korumaktır. Üstâdının, mürşidinin sohbetini
ganimet bilmektir. Huzurunda ve gıyabında edebine riâyettir. Bu yoldan maksad
ve ele geçen, Allahu teâlâ ile devamlı huzurda olmaktır. Eshâb-ı kiram
zamanında buna ihsan ismi verilmiş idi. Nefs arzularım yok etme, nurlara,
hâllere gömülme, fena makamına varma, Hak teâlâ ile beka mertebesine çıkma ve
onun güzel ahlâkı ile ahlâklanma, hulasa sülük esnasındaki on makam ele geçer.
Hazreti
Hâce'nin varlığı sayesinde, kendisi ve halîfeleri milyonlarca insanı uzaklık ve
mahrûmluk girdabından, yakınlık ve kavuşma sahiline kavuşdurdular.
Hazreti
Hâce'nin yolunun esaslarından olan: “Biz sondakileri başlangıca yerleştirdik”
sözlerinden anlaşılan ma‘nâ, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) daha
ilk sohbetinde bir kimsenin kalbine hikmet çeşmesinin ve feyz nehrinin akması
ve bir sohbetle nihayete kavuşmaları gibidir.
Bir defa,
buyurdu ki, Lâ ilâhe illallah kelimesini söylemenin hakikati, Cenâb-ı Hak'dan
gayrisini tamamen nefyetmektir. Çok söylemek şart değildir.
Bir defa
buyurdu ki: Tevhid sırrına erişmek mümkündür, ama ma‘rifet sırrına erişmek
zordur.
Bir defa
hacca giderken Horasan büyüklerinin oğullarından birine zikir ta‘lim
etmişlerdi. Dönüşte kendisine, sizden zikir vazifesi alan o kimse vazifesine
pek az devam ediyor, dediler. “Korkulacak bir şey yok, kendisine sorun bizi
rüyada görüyor mu?” Buyurdu. Evet görüyorum, dedi. “Bu yetişir” buyurdu.
Buradan
anlaşılıyor ki, kimde bu büyüklere birazcık rabıta varsa, sonunda onlara
kavuşacağı ümid edilir. Bu onun kurtulmasına ve derecesinin yükselmesine sebeb
olur.
Kendisinden
keramet isteyenlere: Bizim kerametimiz açıktır. Bu kadar çok günâh ile
yeryüzünde yürümemizden büyük keramet olur mu? Derdi.
Sünnete
uymak hususunda bir şey terketmiş değiller. Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve
sellem) yaptıklarını yapmağa çok gayret ederdi. Hattâ bir gün duydu ki,
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) eshâbından bir gurup ile ekmek
pişiriyorlardı. Her biri kendi eliyle hamuru tandıra koyuyordu. Peygamberimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) kendi mubârek eli ile yoğurduğu hamuru tandıra
koydular. Bütün eshâbın ekmekleri piştiği hâlde, Resûlullah'ın (sallallahü
aleyhi ve sellem) mubârek elleri ile koydukları hamur koydukları gibi
duruyordu. Nasıl durmasın ki, mubârek ellerinin dokunduğunu ateş yakamazdı.
Hazreti Hâce
bu sünnete uymak için, kendi talebesi ile aynı şekilde ekmek pişirdiler.
Hepsinin ekmeği piştiği hâlde, Hâce hazretlerinin ekmeği pişmedi. Ne büyük bir
ittibadır [uymaktır] ki, nerelere kadar gidiyor.
Müceddid-i
elf-i Sânî (radıyallahü anh) buyuruyor ki: “Her hususta matbu‘a tâbi olana,
matbu‘un kemâlâtından büyük pay vardır.” Bu ittibaları Hazreti Hâce'nin uymadaki
derecesinin ne kadar olduğunu gösteriyor. İmâmı Rabbânî (kuddise sırruh)
Mektûbât’ta buyuruyor ki: Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruh) buyurdu ki, Mekke'de
Mina pazarında bir tüccar elli bin altınlık eşya alış-verişi yapıyordu. Fakat
Cenab-ı Hakk'ı unutmuyordu.
Bir defa
buyurdu ki, İslâm dîninin hükümlerini yapmak, ya‘nî emirleri yapıp yasaklardan
kaçınmak, haramlardan, şübhelilerden ve hattâ mubahların fazlasından kaçınmak,
ruhsatlardan uzak olmak, mubahları zaruret miktarınca kullanmak tamamen nûr ve
safadır. Aynı zamanda evliyalık derecelerine kavuşduran bir vasıtadır. Vilâyet
derecelerine bunlarla ulaşılır. Uzak kalanların hepsi, bunlara dikkat
etmediklerinden uzak kalırlar ve kendi arzularına uyarlar. Yoksa Cenâb-ı Hakkın
feyzinin gelmesinde kusur yoktur.
MENKIBE: Şâh-ı Nakşibend bir
iftar zamanında yedi yerde hazır olmuşdur.
MENKIBE: Şâh-ı Nakşibend (kuddise
sırruh) buyurdu: Cezbeye kapıldığım ilk zamanlarda idi. Bana: Bu yola nasıl
giriyorsun? Dendi. Benim dediğim ve dilediğim olmak şartıyla, dedim. Bizim
dediğimiz ve dilediğimiz olur, hitabı geldi. Buna dayanamam. Benim dediğim
olursa, bu yola adım atarım, yoksa bu yola giremem, dedim. Bu iki kerre tekrar
etti. Sonra beni bıraktılar. Onbeş gün durgun hâlde kaldım. Büyük bir
ümidsizliğe kapılırken, bana: “Senin dilediğin olur” buyuruldu. Bunun üzerine:
“Öyle bir yol istiyorum ki, ona girenlerin hepsi, Allahu teâlâya kavuşmakla
şereflensin” dedim.
MENKIBE: Alâüddin Attâr (kuddise
sırruh) anlatır: Şeyh Muhammed Râhîn, bir gün, bana, kalb nasıldır, dedi. Nasıl
olduğunu bilmiyorum dedim. Ben kalbi üç günlük ay gibi görüyorum, dedi. Bunu
üstâdım ve efendim Şâh-ı Nakşibend hazretlerine anlattım. “Bu, onun kalbine
göredir”, buyurdu. Ayakta duruyorduk. Ayağını ayağımın üzerine koydu. Birden
kendimden geçtim. Bütün mevcudatı kalbimde bir arada gördüm. Kendime gelince:
Kalb böyle olunca, onu bir kimse nasıl anlayabilir. Bunun için hadîs-i kudsîde:
“Yere ve göğe sığmam, mü'min kulumun kalbine sığarım”
buyuruldu, dedi. Bu derin sırlardandır. Anlayan anladı.
MENKIBE: Eshâbından biri anlatır:
“Merv'de huzurunda idim. Buhârâ’daki ehlimi, akrabamı çok göresim geldi.
Kardeşim Şemsüddin’in vefat haberi geldi. Hazret-i Hâce’den izin istemeğe
cesaret edemedim. Yakınlarından olan Emir Hüseyin’e, bana izin almasını rica ettim.
Cum‘a namazını kılıp mescidden çıkınca, Emîr Hüseyin, kardeşimin ölüm haberini
Hazreti Hâce’ye arz etti. “Bu nasıl haberdir! Onun kardeşi sağdır. Onun
kokusunu alıyorum, hem de pek yakından” buyurdu. Sözleri biter bitmez, kardeşim
Buhârâ’dan çıkageldi. Şeyh’e selâm verdi. Şeyh: “Ey, Emîr Hüseyin, işte
Şemsüddin!” buyurdu. Hâzır olanlarda büyük ve bir başka hâl hâsıl oldu.
MENKIBE: Şeyh Alâüddin Attâr
anlatır: Hazreti Hâce (kuddise sırruh) Buhârâ’da idi. Eshâbının ileri
gelenlerinden Mevlâ Ârif, Harezm’de idi. Bir gün eshâbı ile, görme sıfatı
üzerinde konuşuyordu. Söz arasında: “Mevlâ Ârif, şu anda Harezm’den Sera’ya
doğru yola çıktı, ve fülân yere ulaştı” buyurdu. Bir müddet sonra: “Kalbime
geldi ki, Mevlâ Arif, Sera’ya gitmekten vaz geçti. Şu anda Harezm istikametine
doğru geri döndü” buyurdu. Eshâbı, bu konuşmanın olduğu gün, saat ve târihi bir
yere yazdılar. Bir zaman sonra, Mevlâ Ârif, Harezm’den Buhârâ’ya geldi. Şeyh’in
(kuddise sırruh) buyurduklarını ona anlattılar. Tam buyurduğu gibi olmuştur dedi.
Eshâbı hayretler içinde kaldı.
MENKIBE: Esbabının büyüklerinden
Şeyh Hüsrev anlattı: Bir gün Hazreti Hâce’yi ziyarete gittim. Kendisini bahçede
buldum. Havuzun yanında duruyor, tanımadığım bir kimse ile konuşuyordu.
Kendisine selâm verince, o şahıs, ayrılıp, bahçenin bir kenarına doğru gitti.
Hazreti Hâce, bana: “Bu gördüğün Hızır’dır. İki defadır geliyor. Kendisiyle
konuşmuyorum, susuyorum. Ve Allahu teâlânın yardımı ile, zâhir ve bâtında ona
karşı bir meyil, yakınlık bulmuyorum” buyurdu. İki üç gün sonra, yine onu,
bahçede Şeyh ile konuşurken gördüm. Bir ay sonra Buhârâ çarşısında ona
rastladım. Bana güldü. Kendisine selâm verdim. Boynuma sarılıp, beni kucakladı
ve hâlimi sordu. Kasr-i Ârifân’a gittiğimde, Hazreti Şeyh bana: “Buhârâ
çarşısında Hızır’la buluştun değil mi?” Dedi.
MENKIBE: Âlimlerden biri, Şeyh’in
(kuddise sırruh) müridlerinden bir gurubla Irak'a gitti. O anlatır: “Yolda
Semnân şehrine varınca, burada ismi Seyyid Mahmûd olan, mubârek bir kimsenin
bulunduğunu ve Hazreti Şeyh’in muhlislerinden olduğunu duyduk. Topluca
ziyaretine gidip, Şeyh’e (radıyallahü anh) bağlılığının sebebini sorduk. Dedi
ki: Resûlullah’ı (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyada gördüm. Çok güzel bir
yerde idi. Yanında heybetli bir zât var idi. Ben, Resûlullah’a, yahud o kadri
yüce zâta, tevazu ile, edeb ile yaklaşıp: “Sohbetinizle şereflenemedim,
bereketli zamanınızda ve huzurunuzda bulunamadım, bu büyük ve eşsiz seâdeti
kaçırdım, şimdi ne yapayım?” Diye arz ettim. Bana: “Bereketime ve beni görmek
faziletine kavuşmak istersen, Behâüddin’e mütabeat eyle, ya‘nî ona uy” buyurdu
ve yanında duran mubârek zâta işaret etti. Bundan önce hazreti Şeyh’i görmemiş
idim. Uyanınca, ismini ve hilyesini bir kitabın üstüne yazdım. Uzun zaman
sonra, bir manifaturacı dükkânında oturuyordum. Nurlu ve heybetli bir zât
gördüm. Geldi ve dükkânda oturdu. Yüzünü görünce, o hilyeyi hatırladım. Birden
bende büyük bir hâl ve değişme oldu. Kendimi toparlayınca, evimi
şereflendirmesini rica ettim. Kabul buyurdu. Kalktık. O önde, ben arkalarında
yürüdük. Bizim eve gelinceye kadar, hiç dönüp bana bakmadı. Ondan gördüğüm ilk
keramet buydu. Çünkü o bizim evin nerede olduğunu, daha önceden bilmezdi.
MENKIBE: Aynı zât devam ederek
anlatıyor: “Sonra kütübhânemin bulunduğu odaya girdi. Çok kitabım vardı. Elini
uzatıp, bir kitab çıkardı ve bana uzattı ve: “Bu kitabın üzerine ne yazdın?”
Buyurdu. Bir de ne göreyim. Yedi sene önce gördüğüm ve târihini yazdığım rüya
orada yazılı idi. Bu kerametlerinden, daha ilk elde bende büyük bir hâl hâsıl
oldu. Kendime gelince, bana lütf ile mukabele edip, beni eshâbından kabul
buyurdu ve kapısında hizmet edenler seâdeti ile şereflendirdi.
MENKIBE: Eshâbından biri anlatır:
Hazreti Hâce’nin sohbeti ile şereflendiğimde, eshâbının büyüklerinden olan Şeyh
Şâdî, bana çok öğüt verdi ve edebden bahsetti. Bana emrettiklerinden biri,
Şeyh’in bulunduğu yere doğru hiçbirimiz ayağımızı uzatmayız öğütü idi. Bir gün
hava çok sıcaktı. Gazyût’tan Kasr-i Ârifân’a Şeyh’i ziyarete geliyordum. Bir
ağacın gölgesinde dinlenmek için yattım. Bir hayvan gelip, ayağımı iki kerre
kuvvetlice tekmeledi. Fırladım kalktım. Ayağım çok fazla ağrıyordu. Tekrar
yattım. Yine o hayvan gelip beni tekmeledi. Kalkıp oturdum ve sebebini
düşünmeğe başladım. Nihayet Şeyh Şâdî’nin nasihatini hatırladım ve ayaklarımı
Şeyh’in o anda bulunduğu Kasr-ı Ârifân’a doğru uzatarak yatmış olduğumu
anladım.
MENKIBE: Şeyh Alâüddin anlattı:
Şeyh hazretleri, Emîr Hüseyin’e, kış mevsiminde, çok odun toplamasını emr etti.
Odun toplama işi bittiğinin ertesi günü, kırk gün devam eden kar yağmağa başladı.
MENKIBE: Sonra Şeyh hazretleri,
Harezm’e gitmek için yola çıktı. Şeyh Şâdî de hizmetinde idi. Hıram nehrine
geldiklerinde, suyun üzerinden yürümesini ona emr etti. Şeyh Şâdî korktu,
çekindi. Bir defa daha emr etti. Yine yapamadı. O zaman büyük bir teveccühle
ona baktı! Bununla kendinden geçti. Kendine gelince, ayağını suyun üzerine
koyup yürüdü. Şeyh de arkasından yürüdü. Suyu karşıya geçince, Şeyh hazretleri:
“Bak bakalım, pabucun hiç ıslandı mı?” Buyurdu. Baktığında, Allahu teâlânın
kudreti ile, en küçük bir yaşlık yoktu.
MENKIBE: Eshâbından biri anlatır:
Hâce hazretlerini sevmem ve sohbetinde bulunmamın sebebi şudur: Birgün
Buhârâ’da dükkânımda idim. Gelip dükkânıma oturdu ve Bâyezid-i Bistâmî’nin bazı
menkıbelerini anlatmağa başladı. Anlattığı menkıbelerden biri şu idi: Bâyezîd-i
Bistâmî buyurdu ki, elbisemin eteğine bir kimse dokunsa bana âşık olur ve
ardımdan yürür. Ben derim ki, eğer kaftanımın kolunu hareket ettirsem,
Buhârâ’nın büyükleri-küçükleri bana âşık ve hayran olup, ev ve dükkânlarını bırakıp,
bana tâbi‘ olurlar. O sırada elini yeni üzerine koydu. O anda gözüm yenine
aldı. Beni bir hâl kapladı. Kendimi kaybettim. Uzun zaman öyle kalmışım.
Kendime gelince, muhabbeti beni kapladı. Ev ve dükkânı terk edip, hizmetini
canıma minnet bildim.
MENKIBE: Şeyh Ârif-i Dikkerânî,
Seyyid Emîr Külâl’ın halîfelerinin büyüklerindendi. O anlatır: Birgün Şeyh
Behaüddin hazretlerini, Kasrı Ârifân’da ziyarete gittik. Buhârâ’ya
döndüğümüzde, oranın fakirlerinden bir gurup da bizimle beraberdi. Onlardan
biri, Şeyh’in aleyhinde konuştu. Sen onu tanımıyorsun, Allah’ın evliyasına
karşı su-i zan ve su-i edebde bulunman caiz değildir, dedik. Susmadı. Bir eşek
arısı gelip, ağzına girdi ve dilini soktu. Dayanamayacak kadar canı yandı. Bu,
Şeyh’e karşı edebsizliğinin cezasıdır, dedik. Çok ağladı, pişman oldu, tevbe
etti. Ona karşı itikadını düzeltti ve hemen ağrısı geçti.
MENKIBE: Kıpçak çölü askerleri
Buhârâ’yı bir müddet kuşattılar. Buhârâlılar çok zor günler yaşadı. Birçok
insan öldü. Buhârâ valisi, hususî adamlarından birini Hazreti Hâce’ye gönderip:
“Düşmana karşı koyacak gücümüz yok. Her çaremiz tükendi, plânlarımız bozuldu.
Sizin yüksek kapınıza sığınmaktan başka yolumuz kalmadı. Bizi bu zâlimlerden
siz kurtarırsınız. Müslimanların onların elinden kurtulması için, Allahu
teâlâya yalvarınız, duâ ediniz. Şimdi yardım zamanıdır” deyip ricada bulundu.
Hazreti Hâce: “Bu gece Allahu teâlâya yalvarırız. Bakalım Allahu teâlâ ne
yapar” buyurdu. Sabah olunca, altı gün sonra bu belânın kalkacağı müjdesini
onlara verdi ve: “Valinize böyle müjde verin!” buyurdu. Buhârâlılar bu müjdeye
son derece sevindiler. Buyurduğu gibi oldu. Altı gün sonra, düşmanın şehri
kuşatan askeri çekilip gitti.
MENKIBE: Ayağının bastığı her yer
bereketlenirdi.
MENKIBE: Buyurdu ki, otuz sene
oluyor ki, Behâüddin ne dediyse, Hak teâlâ onu yapıyor.
MENKIBE: Hazreti Hâce’ye bir
kimse: “Sizin dervişliğiniz mirasla mı, yoksa kendi çalışmanızla mıdır?” Diye
sordu. Cevabında: “Bu, Hakkın cezbelerinden bir cezbedir ki, insanların ve
cinlerin bütün amellerine eşittir hükmü gereğince, bu seadetle müşerref olduk”
buyurdu.
MENKIBE: Kendisi anlatır: “Sâdık
mürid Muhammed Zâhid’le kıra çıkmıştık. Ellerimizde baltalar vardı. Bizde bir
hâl zahir oldu. Baltaları bırakıp, konuşmağa daldık. Sonunda söz, kulluk ve
feda’ya geldi. Feda, eğer dervişe öl derlerse, hemen- ölmesidir, dedim. Bunu
derken, bende öyle bir sıfat göründü ki, Muhammed Zâhid’e dönerek, öl dedim. O
anda düşüp öldü. Çok üzüldüm. Hava çok sıcaktı. Bir ağacın gölgesine gittim
oturdum. Hayret içindeydim. Geri dönüp yanına geldim. Gördüm ki, sıcaktan yüzü
kararmağa başlamıştı. Hayretim arttı. Bu hayrette iken, ansızın gönlüme ilham
geldi. Üç kere: “Muhammed, diril” dedim. Dirilip kalktı.
MENKIBE: Hazreti Hâce, Herat
melikinin arzusuyla Tus’dan Herat’a geldiklerinde, pâdişâhın bostan sarayına
girdi. Her uğradığına dikkatle baktı. Kapıcıdan vezirlere kadar herkeste bir
hâl ve değişiklik oldu. Hâlden hâle girdiler. Kendilerinde olmıyan mertebelere
kavuştular.
MENKIBE: Ya‘kub-ı Çerhî (kuddise
sırruh) anlatır: Buhârâ’nın âlimlerinden yetişip, fetva vermeğe icazet aldıktan
sonra, memleketime dönmeği düşündüm. Hazreti Hâce’ye uğrayıp, beni hatırınızdan
çıkarmayın dedim ve çok yalvardım. Gideceğin zaman mı, yanımıza geldiniz?
Buyurdu. Hizmetinize müştakım dedim. Hangi bakımdan? Buyurdu. Siz
büyüklerdensiniz ve herkesin makbulüsünüz, dedim. Bu kabul şeytanî olabilir,
daha sağlam delilin var mı? Buyurdu. Sahih hâdîsde: “Allahu teâlâ bir kulunu
severse, onun sevgisini kullarının kalbine düşürür” geldi dedim.
Tebessüm edip: “Biz azîzânız” buyurdu. Bunu duyunca, birden hâlim değişti. Bir
ay önce rüyada birisi bana: “Git, azîzânın müridi ol demişti.” Onu unutmuştum.
Onlardan duyunca bu rüyayı hatırladım.
MENKIBE: Yine devam ederek
anlatır: “Hazreti Hâce’ye, beni şerefli hâtırınızdan çıkarmayın” dedim.
Buyurdu: “Bir kimse Azîzân hazretlerinden, beni unutmayın diye ricada bulunmuş.
Allah’dan başka hâtırımda bir şey kalmaz. Yanımda birşey bırak ki, görünce
hâtırıma gelesin buyurmuş. Sonra mubârek takkelerini bana verip: “Senin bana bırakacak
bir şeyin yoktur. Bari bu takkeyi sakla! Bunu gördüğün zâman beni hâtırlarsın,
beni hatırladığın zaman yanında bulursun” buyurdu.
MENKIBE: Yine o anlatır:
Ayrılırken: “Bu yolculukta, muhakkak Mevlânâ Tâcüddin Deşt-i Gülekî’yi gör! O
evliyâullahdandır” buyurdu. Hâtırıma, ben Belh’e gidip, oradan vatanıma
varırım; Belh nerede, Deşt-i Gülek nerede? Diye geldi. Sonra Belh yolunu
tuttum. Ama öyle bir zaruret hâsıl oldu ki, yolum Deşt-i Gülek’e düştü. Hazreti
Hâce’nin işareti aklıma gelip, şaştım kaldım.
MENKIBE: En büyük halîfesi ve
kaim makamı olan Hâce Alâüddin Attâr (kuddise sırruh) buyurdu: “Hazreti
Hâce’nin bereketi ile kendisinden ettiğim istifadeyi beyân edip, ifşa etsem,
bütün dünyayı evliyalık makamına ulaştırırım. Ama Allahu teâlânın âdet ve irâdesi
böyle değildir.”
MENKIBE: Bir defa buyurdu ki:
Hazreti Azîzân, ya‘nî Alî Râmitînî (kuddise sırruh) buyurdu ki, bu büyükler,
bütün dünyayı, önlerindeki sofra gibi görürler. Biz deriz ki, belki tırnağın
yüzü gibidir. Onların nazarından birşey örtülü değildir.
MENKIBE: Alâüddin Attâr (kuddise
sırruh) anlatır: “Şâh-ı Nakşibend hazretleri beni kabul edince, kendilerini o
kadar sevdim ki, kararım kalmadı. Sohbetlerinden ayrılamıyacak hâle geldim. Bu
hâlde iken birgün, bana dönüp: “Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?”
Buyurdu. “Îkrâm sahibi zâtınız, âciz hizmetçisine iltifat etmelisiniz,
hizmetçiniz de sizi sevmelidir” diye cevâb verdim. Bunun üzerine: “Bir müddet
bekle, işi anlarsın!” Buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde, kendilerine karşı
muhabbetten eser kalmadı. O zaman: “Gördün mü, sevgi benden midir, senden
midir?” Buyurdu.
Beyt:
Eğer ma‘şuktan olmazsa
muhabbet âşıka,
Âşığın uğraşması ma‘şuka kavuşturamaz.
MENKIBE: Bir gün Hüsrev’e:
“Kendini nehre at!” Buyurdu. O da kendini Ceyhun nehrine attı. İnsanlar,
kendini helâke attı dediler. “Hüsrev, çık gel!” Buyurdu. Çıkıp geldi. Hiç
ıslanmamıştı. Orada bir oda buldum. Murakabe hâlinde oturdum, dedi.
MENKIBE: Bir gün zenbile: “Havaya
çık ve şurada bulunan tozlu topraklı havadan toz toprağı, içine doldur, gel!”
Buyurdu. Bir kaç defa gitti geldi, toz toprak doldurup, havayı temizledi.
MENKIBE: Bir kimse, Hazreti
Hâce’nin ziyaretine geliyordu. Yolunda nehir vardı. Suya girmeden üzerinden
yürüyüp geçsem dedi. Dediği gibi oldu.
MENKIBE: Sıcak yemek lâzımdır
dedi. Hemen bir tencere sıcak yemek oracıkta hâzır oldu.
MENKIBE: Hazreti Hâce’nin
huzuruna gelince: “Evden çıktığından beri seni gözetiyorum. Ayağını suya
koyunca, elimi ayağının altına koydum. Önüne sıcak yemeği biz koyduk. İstersem,
kalbindeki bütün hâlleri alırım” buyurup, bütün hâllerini aldılar. Tekrar
kalbine verdiler. Tekrar aldılar ve tekrar hepsinden yüksek hâl ve feyzler
verip, onu yükseklere çıkardılar.
MENKIBE: Hazreti Hâce’nin eshâbı,
hâl ve feyzin çokluğundan varidatın galibiyetinden kaç gün, acı ile tatlıyı
birbirinden ayıramadılar.
MENKIBE: Kadî Câhil denilen bir
kimse kendisine gelip, ilmim yok dedi. Bir teveccühü ile âlim ve fakîh
oluverdi.
MENKIBE: Hazreti Hâce zahirde
Hazreti Seyyid Emir Külâl’in (kuddise sırruh) halîfesidir, amma hakikatte Üveysî
idi. Hazreti Hâce Abdülhâlık Gucdevânî’nin (rahmetullahi aleyh) ruhâniyyetinden
terbiye görüp yetişmişti.
MENKIBE: Sondakileri, ya‘nî
vilâyet makamlarının sonunda elde edilecek olanları, başlangıca yerleştirdi.
Bu, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) tasarrufundan alınmış, Hazreti
Hâce Behâüddin’in tarikatına mahsûs bir husûsiyyettir. Zîra Resûlullah’ın daha
ilk sohbetinde bulunanın kalbleri hikmet ve fazilet çeşmesi olurdu.
MENKIBE: Seyyid Burhânüddin, Hâce
hazretlerine bir mikdâr balık getirdi. Hâce hazretleri bağda idi. Balıkları da
bağda pişirmek istediler. İlkbahar mevsimiydi. Hâce hazretleri balıkları
pişirirken, gök yüzünü büyük bir bulut kapladı. Yağmur yağmağa başladı. Hâce
hazretleri Seyyid Emir Burhânüddin’e: “Söyle, benim olduğum yere yağmur
yağmasın!” Buyurdu. Burhânüddin, efendim, bu sözü söylemek, benim ne haddime,
dedi. Hâce hazretleri: “Benim dediğim sözü söyle” buyurdu. Burhânüddin emre
uyarak söyledi. Kudret-i ilâhî ile Hâce hazretlerinin olduğu yere yağmur
yağmadı. Diğer yerlere o kadar yağdı ki, suları, sel gibi, yanımızdan akıyordu.
Bu hâli görenler hayretler içinde kaldı. Bu kerametten çokları feyzyâb oldular.
MENKIBE: Mevlânâ Ârif anlatır :
“Kış günü idi, Hâce hazretleri ile bir yolda gidiyorduk. Ayağımda ne çizme, ne
de ayakkabı yoktu. Yolda büyük bir kar fırtınasına tutulduk. İşim çok zorlaştı.
Kalbimden Hâce hazretlerine, biz ne hâle düştük, ne olacağız, dedim. O anda
Hâce hazretlerinde bir başka hâl zuhur edip, heybetle gökyüzüne doğru baktı.
Hemen kar dindi. Gök yüzü açılıp, güneş çıktı ve hava çok güzel oldu. Rahatça
gideceğimiz yere vardık.”
MENKIBE: Gadîret köyünde Şeyh
Şâdî’nin evinde dervişler toplanıp sütlaç pişirdiler. Tencereyi sofraya
getirdiler. Hepsi oturup yemeğe başlayacakları zaman, hiç biri elini uzatıp, bir
kaşık yemek yiyemedi. Yemeği kaldırıp tekrar tencereye koyup, hayretler içinde
kalıp, bunda bir hikmet var dediler. Bir saat sonra, Hâce hazretleri orayı
teşrif ettiler ve buyurdular ki: “Ben Kasr-i Ârifân’dan çıkıp, buraya doğru
gelirken, siz tencereyi ocağa koydunuz. Biraz yürüdüm. Gördüm ki, yemeği
pişirip sahana koydunuz ve yemek istediniz. Ben de ellerinizi ve ağzınızı
tuttum ki, ben gelmeyince yemeyesiniz!” Dervişler, Hâce hazretlerinin
kerâmetini görünce, neş’elenip, yemeği sahana koyup getirdiler. Hep beraber
zevk ve şevkle oturup yediler.
MENKIBE: Hâce hazretleri, eshâbı
ile bir kimsenin evinin terasında otururlardı. Hâce hazretleri tesirli, yakıcı
bir sohbet ettiler. Sohbet esnasında esbabına: “Siz mi beni buldunuz, ben mi
sizi buldum?” Dediler. Eshâbı, biz sizi bulduk, dediler. “Mademki, siz beni
buldunuz, bu tarasta da beni bulun” buyurup, eshâbının gözünden kayboldu.
Eshâbı, her tarafı arayıp, bulamadılar. Söyledikleri söze pişman olup, sizin
cazibeniz olmasa, siz lütf etmeseniz, kim sizin sohbetinize kavuşabilir deyip,
özür dilediler. Bunun üzerine Hâce hazretleri, kendisini gösterdi. Biraz önce
oturdukları yerde, aynı şekilde oturuyordu.
Bir defa
buyurdu ki, bizim yolumuz Urvet-ül Vüska’ya çıkar. Ya‘nî Resûlullah’ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetine uymak üzeredir ve Eshâb-ı kirâmın
hâllerine bakmaktır. Bunun için bu yolda az bir amel, büyük fütuhatlara,
neticelere sebep olur. Sünnete uymak çok büyük bir iştir. Bu yoldan yüz
çeviren, dinini tehlikeye atmış olur.
Cenâb-ı
Hak, böyle sevdiği kullarının hürmetine bizi afv eylesin. Bu bahsi Îmâm-ı Masum
’un bir duâsı ile bitirelim:
Yâ Rabbî!
Beni seni sevenlerden eyle. Yahut seni sevenleri sevenlerden eyle. Bundan
başkasına tahammül ve takatim yoktur.
Behâüddin
Şâh-ı Nakşibend Muhammed Buhârî hazretleri 791 (m. 1388) senesi, Rebîülevvel
ayının üçüncü günü olan Pazartesi günü vefat eyledi. Cenâb-ı Hak muhabbeti
üzere yaşatsın ve şefâatine kavuştursun.]
HÂCE HAZRETLERİNİN ÂHİRETE İNTİKALİ
O asrın
büyüklerinden Mevlânâ Muhammed Miskin der ki, Buhârâ’da Şeyh Nûreddin Halvetî
isminde bir azîz vefât etmişti. Hâce Behâeddin hazretleri (kaddesallahü teâlâ
sırreh) eshabı ile ta‘ziye meclisinde hâzır olmuşlardı. Ölenin akrabası ve ev
halkının yüksek sesle feryâd edip ağlamalarını gelenler kerih görüp, yapmayın,
bu iyi iş değildir dediler. Bu hususta herkes bir söz söyledi. O zaman Hâce
hazretleri buyurdular ki: “Benim ömrüm sona erdikte, dervişlerin ölümü nasıl
olur, öğreteyim.” Mevlânâ Muhammed Miskin der ki, o sözleri hep hâtırımda idi.
Hâce Ubeydullah hazretleri hastalanınca -ki bu son hastalıkları idi-
kervânsaraya göçtüler. Vefâtlarına kadar kervansarayın bir odasında kaldılar.
Seçkin eshabı hergün kendilerini yoklar, onlar da her birine, husûsi iltifât ve
şefkat gösterirlerdi. Son nefeslerine yakın, iki elini duaya kaldırıp, uzun dua
ettiler. Sonra ellerini mubârek yüzlerine sürüp dünyadan rıhlet ettiler.
Hâce
Ubeydullah hazretleri buyururlardı ki: Hâce Alâeddin Gucdevânî (kuddise sırruh)
anlatır: Hâce hazretlerinin vefâtı hastalığında yanlarında idim. Onlaz nez‘
[can verme] hâlinde idiler. Şerefli huzurlarına geldim. Beni görür görmez
buyurdular ki: “Alâ sofrayı [örtüyü] önüne getir, yemek ye!” Bana daima Alâ
diye çağırırdı. Ben de emirlerine uyarak iki üç lokma yedim. Halbuki o zaman
hiç yemek yiyecek hâlde değildim. Sonra sofrayı devşirdim [örtüyü topladım].
Sofrayı kaldırmış olduğumu gördüler ve yine buyurdular: “Alâ, sofrayı [örtüyü]
getir, yemek ye!” Birkaç lokma daha yedim ve sofra bezini topladım. Gördüler
ki, yine sofrayı kaldırmışım. Yine buyurdular: “Alâ sofrayı getir, yemek ye!
Yemeği iyi yemek gerek ve işi de iyi işlemek gerek” dört defa böyle buyurdular.
Hâce
hazretlerinin eshab ve ahbabından bir kısmının hâtırlarından geçiyordu ki; Hâce
hazretleri irşâd için kime icâzet verir, dervişlerin terbiyesi ile kimi
vazîfelendirir? Hâce hazretleri bunların hâtırlarından geçeni anlayıp
buyurdular ki: Bu zamanda bana niçin teşvîç [rahatsızlık, karışıklık]
verirsiniz. Bu husûs benim elimde değildir. Hâkim, Hak teâlâ hazretleridir.
Sizi bu hâl ile şereflendirmek dilediği vakit, size emr etse gerektir.
Hâce
Alâeddin Attâr hazretleri, Hazreti Hâce’nin damadı idi. Hazreti Hâce’nin hizmet
ve sohbetinde bulunanların en ileri gelenlerindendir. İşte bu Hâce Alâedddin
hazretleri anlatır: Hâce hazretleri (kuddise sırruh) son hastalığında bana,
mubârek türbeleri olarak kabri kazmamı buyurdular. Emirlerini yerine
getirdikten sonra şerefli huzurlarına geldim ve hâtırımdan geçti ki, Hâce
hazretlerinden sonra irşâd emri kime işâret olunacaktır. Birden başlarını kaldırıp
buyurdular ki: “Söz, Hicâz yolunda söylediğimin aynıdır. Bizi arzu eden, Hâce
Muhammed Pârisâ’ya baksın.” Bu sözü söyledikleri günün ikinci gününde âhirete
intikal ettiler.
Hazreti Hâce
Alâeddin Attâr (kuddise sırruh) buyurdular: Hâce hazretlerinin vefâtı zamanında
Yâsîn okurduk. Yarısına gelmiştik ki, nûrlar görünmeğe başladı. Kelime-i tevhîd
okumakla meşgul iken nefesleri kesildi. Yaşları yetmiş üçü tamam olmuş,
yetmişdörde kadem [ayak] basmışlardı. Vefâtları 791 (m.1389) Rebi‘ül evvel
ayının üçü Pazartesi gecesi vâkı‘ oldu. Vefâtlarına târih düşürüldü.
Kıt‘a:
Reft
şâh-ı nakşibend ân hâce-i dünya vü din,
Anki
bûdî şâh-ı râh-ı din ü devlet milleteş,
Meskenü
meva-ı u çûn bud Kasr-ı ârifân,
Kasr-ı
ârifân zîn sebeb âmed hisâb-ı rıhleteş.
Tercüme:
Din
ve dünya hâcesi şâh-ı nakşibend gitti, Tarîki, din ve devletin ana caddesi
oldu, Mevâ ve menzil ona Kasr-ı ârifân oldu, Bundan rıhlet târihi Kasr-i ârifân
oldu.
Herkes
bilmelidir ki, Hâce Behâeddin’in (kuddise sırruh) hulefa ve eshabının efdali ve
ekmeli Hâce Alâeddin Attâr hazretleri ile Hâce Muhammed Pârisâ hazretleridir.
Gerçi aslında Hâce hazretlerinin eshâb-ı kirâmı sayılamayacak kadar çoktur.
Lâkin bu mecmu‘ada Hâcenin esabından öyle biri anlatılacaktır ki, Hâce
Ubeydullah Taşkendî hazretleri onu görmüş veya ondan söz nakl etmiş olsun. Hâce
Alâeddin Attâr hazretleri her ne kadar bütün eshabının en büyüğü ve bütün
halîfe ve naiblerin en önde geleni ve bu bakımdan onun önce anlatılması lâzım
gelirken, halîfeleri, tabileri, eshabı ve ahbabı çok ve yüksek olduğundan ve bu
yüzden anlatmaları uzun sürecek olduğundan, bunları Hazreti Hâce’nin cümle
eshabından sonra zikretmek daha münâsib olur düşündük.
HAZRETİ HÂCE MUHAMMED PÂRİSÂ
(kaddesallahü teâlâ sırreh): Hâce Behâeddin hazretlerinin ikinci
halifeleridir. Fazîlet ve takvâ ehli olup, zamanının en büyük âlimi ve vera‘
sâhibi idi. Tarikatta tarzları ve hâlleri hâcegân hânedânında hüccet ve
burhandır. Hâce Behâeddin hazretlerinin hizmet ve huzuruna devâma başladığı ilk
zamanlarında bir gün riyâzet ve mücâhede esnasında, Hazreti Hâce’nin kapısı
eşiğine gelip, mes‘ûd kapılarının dışarısında bekler hâlde durmuştu. O sırada
Hâce hazretlerinin hizmetçilerinden bir câriye [kadın hizmetçi] dışarıdan içeri
girdi. Hâce hazretleri, dışarıda kim vardır? Diye suâl edince: “Bir pârisâ
[zâhid kılıklı] civân [genç] vardır. Kapıda dikkatle durur, bekler cevabını
verdi. Hâce hazretleri de dışarı çıkıp, Hâce Muhammed’i görünce, şaka yollu:
Siz pârisâ imişsiniz” buyurdu. Hazreti Hâce’nin mubârek dilinden latîfe olarak
çıkan bu söz, insanların diline düştü; Hâce Muhammed hazretleri bu lakab ile
meşhûr oldu.
Hâce
Muhammed Pârisâ hazretleri, Hazreti Hâce’nin ikinci hac seferinde berader idi.
Buyururdu ki, hazreti Hâce-i Büzürk Hicâz sahrasında bir muhlise [yani
kendilerine] murakabe emr eylediler ve kendi sûretlerini hayalinde bulundurmağı
[kendilerine râbıta etmeği] de buyurdular ve dediler ki, onun yolu cezbedir ve
sıfatı celâl ile cemâl arasıdır. Telkîn-i zikir de eylediler ve nasıl olacağını
siz biliyorsunuz buyurdular. O muhlise, dâimâ Hak teâlânın lutuf sıfatına
yapışmayı ve fadl-ı ilâhî eteklerine tutunmayı ve amel karşılığında karşılık
beklemekten kat‘-i nazar eylemeyi buyurdular. Söz ve fiillerinden kemâle âid
her ne zuhûr ederse, onu yokluk deryasına atmayı ve devamlı nefsinin kusurunu
görmek ipinin ucunu elden bırakmamayı emr eylediler. Ve yine Hâce hazretleri o
muhlisin hakkında buyurdular ki, o muradlardandır. Bazen terbiye bakımından
murada mürid şeklinde muâmele eylerler. İlk zamanlar o muhlisle konuşmasını emr
buyurduklarında, bir gün yolda o muhlis önlerinde yürürken, ona bakıp, döndüler
ve eshabına buyurdular ki: Onun meclisinde bulunanların her biri, kendi hâline
göre ondan söz işitseler gerektir. Bir yerde de o muhlise mevhibet nazarı
[teveccüh] ile nefes bağışladılar, tâ ki her kimle konuşsa, tesiri vâkı‘ ola ve
her ne derse, o ola! Yine aynı yerde buyurdular ki: O her ne derse, Hak teâlâ
onu yapar. Ben derim ki, söyle; o söylemez; ya‘nî edebe riâyet eder.
KÂŞİFE-5: Bu söz
şer‘-i şerife muhâlif değildir. Bundan Hak sübhânehü ve teâlânın irâdesinin ve
meşiyyetinin kulun irâde ve meşiyyetine tâbi‘ olması lazım gelmez. Belki bunun
ma‘nâsı, bazı kullarda irâde ve meşiyyet kalmaz demektir. Zirâ Hak teâlânın
öyle kulları vardır ki, kendi irâdesini Allahu teâlânın irâdesinde ifnâ edip
[yok gibi edip] fenâ ve bekâ sıfatıyla muttasıf olup; hakîkî fakre ve tahkiki
ubûdiyete mazhar olmuşlardır. Böyle bir kulun gönlü Allahu teâlânın kalemi
mukabelesinde olmuştur. Allahu teâlânın irâdesine muhâlif olan onlara murad
olmaz. Muradları Hak teâlânın muradı olur. “Allahu teâlânın bir takım
kulları vardır ki, eğer onlar yemîn etseler, Allahu teâlâ onları elbette
doğru çıkarır” sahîh hadîs-i şerîfi onlar hakkında vârid olmuştur.
Onlar ledünnî ilme sâhib ve nefsin âfetlerinden mahfûz ve sâlim olmuşlardır.
Nitekim Mevlânâ Celâleddin Rûmî (kuddise sırruh) onların hâlini anlatır.
Mesnevî:
Sen böyle istersen Hak da böyle ister,
İstekleri verilir, böyledir muttakîler.
Ki o geçmişte hep Allah
içindi,
Şimdi de muradını Allah verdi.
Bir yerde
de, o muhlise Burh-i esved [siyah Burh] sıfatını bağışladılar. Burh-i esved,
Mûsâ aleyhisselâm zamanında, insanların nazarında değersiz siyâh bir kul olup,
Hak teâlânın dergâhında mahbûbluk derecesinde imiş, Rivâyet ederler ki, Benî
İsrâil içinde Burh, bu ümmet içinde Üveys-i Karnî gibi imiş. Hâce Ubeydullah
hazretleri buyururlardı ki, önceki ümmetlerde büyüklerden bir cemaat vardı ki,
dil ile konuşmadan, sadece bir arada oturmakla birbirlerinin hâllerine vâkıf
olurlardı. Onlara Burhiyân demişler. Muhammed Resûlullah’ın (sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem) zuhurundan sonra bu sıfatla sıfatlanmış olanlara Üveysî
derler.
Yine Hâce
Muhammed Pârisâ (kuddise sırruh) buyurdular: Hâce hazretleri Hicâz’da
hastalandıklarında, vasiyet eylediler ve o esnada eshabın huzurunda o muhlise [veya
muhlasa] hitab ettiler ve dediler ki: Hâcegân hânedanı hulefası tarafından
mevhibet nazarı tarîkıyle teveccüh yoluyla, [ya‘nî kalbden kalbe akıtma
yoluyla] bu zaife ulaşan her bir emâneti ve kendi gayretimle çalışıp edindiğim
her şeyi size aktardık. Tıpkı âhiret kardeşimiz olan Mevlânâ Ârif de bize
vermişti. Kabûl etmek gerek ve o emâneti Hak teâlânın kullarına eriştirmek
gerek. O muhlis tevazu gösterip kabûl eyledi. Hicâz seferinden döndüklerinde
eshabın huzurunda mevhibet nazarı [teveccüh] edip, tekrâr tekrâr buyurdular ki,
[o muhlise, ya‘nî Muhammed Pârisâ hazretlerine] “neyim varsa, hepsini aldın”.
Ondan sonra o muhlise her gün inâyet nazarını artırdılar.
Bir başka
vakitte de şöyle buyurdular: “Mevlânâ Ârif onun hakkında ne dediyse, biz de onu
deriz ve o söz üzerinde kesin olarak durmaktayız. Ama onun zuhûru bizim
ihtiyârımıza mevkuftur. Ya‘nî biz âhiret seferini ihtiyâr ettikten sonra o
ma‘nâ zuhûr edecektir. Ve hayatlarının sonunda buyurdular ki: Bâtınî ma‘nâ
nisbeti demiş idim ve ona işâret etmiştim, elbette zuhûr etse gerektir. Ama
yolun üzerinde bir kara taş vardır, onun kalkmasına bağlıdır.
KÂŞİFE-6: Şunu da
bildirelim ki, Hâce hazretlerinin Harasenk, ya‘nî karataş buyurduklarından
muradı, kendilerinin maddî bedenleridir. Ve bu sözün özü şudur ki, Hâce
hazretleri, Hâce Muhammed Pârisâ’ya buyurdu: “Sana bir bâtınî ma‘nânın
zuhurunun sözünü vermiştik. O ma‘nâ zuhur edecektir. Ama onun zuhûru, bizim
âhırete sefer ihtiyar edip, maddî vucûdumuzun âlemden gitmesine bağlıdır. Zirâ
büyük evliyânın bâtınî tasarrufları, dünyâ saltanatına benzer. Hakîkat noktası
olan insan-ı kâmilin ma‘nevî oğlunun zuhûruna insan-ı kâmilin beşerî vucûdu
mânidir. Sultan ile sultan olacak şehzâde hâli gibi. Zamanın imamı vucûd
âleminde oldukça, saltanat nûru şehzâdede zuhûr etmez. Bir parça zuhûr etse de,
asaleten değildir. Ve bu ma‘nevî saltanatın sultandan gitme zamanı geldiğinde,
kâmil o müşâhedede kendini hem hâli‘ ve hem muhalla‘ [azl eden ve azl olunmuş]
görür. Hak sübhânehü ve teâlâ ona bir şekilde iyilikte bulunmuştur ki, kendini
kendi azlinde serbest görür. Hâce hazretlerinin, onun zuhuru bizim ihtiyârımıza
bağlıdır kaydı, o ma‘nâyı ifâde içindir.
Yine
Muhammed Pârisâ hazretleri buyurdular. Hazreti Hâce hayâtının sonunda o
muhlisin gıyabında, onun hakkında buyurmuşlar ki, hiçbir zaman ondan [Muhammed
Pârisâ hazretlerinden] incinmemiştim. Eshâbımızın her birinden incinecek bir
şey olmuştur, ondan olmamıştır. Aramızda bir anlaşmazlık ve münâkaşa geçti ise
de, yine bir hikmetle bizim tarafımızdan olmuştur. Birkaç gün ârizî olarak
kalbim ondan dönmüştü. Ama şimdi bâtınım tamamen ona doğrulmuştur. Ve ben yine
o söz üzereyim ki, Hicâz yolunda eshabın huzurunda demiştim. Eğer o şimdi
burada olsaydı, onun hakkında evvelkinden çok der idim. O zaman çok nazar izhâr
eylemişler ve o muhlisi çok anmışlar. Bunun için Allahu teâlâya hamd ederim!
Beyt:
Böyle güzel ümidler eklenir birbirine,
Senin bu keremlerin sebeb cesaretime.
Buyurdular
ki, Hâce hazretleri son hastalıklarında, o muhlis orada yokken eshab ve ahbab
yanında onun hakkında buyurmuşlar ki: Bizim vucûdumuzdan [dünyaya gelmemizden]
maksud, onun zuhurudur. Onu iki yolla, ya‘nî cezbe ve süluk ile terbiye
eyledik. Eğer meşgul olursa, cihân halkı ondan münevver olur.
Hâce
Ubeydullah hazretleri buyururlardı: Bu nakli bu şekilde işittim ki, Hâce
Behâeddin hazretleri Hâce Muhammed Pârisâ hakkında buyurmuş ki: Bizim
vucûdumuzdan murad, Muhammed’in zuhûrudur. Buyururlardı ki, bu ibârede eyham
[uzak ve yakın iki ma‘nâ] vardır. Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri, Hâce
Behâeddin hazretlerinin son vefâtı hastalığında çok hizmetler edip, her sabah
ve akşam huzurlarından eksik olmazmış. Bir gün çok lütf göstermişler ve
buyurmuşlar ki, sizin bu kadar hizmet etmenize ihtiyacınız yoktur.
Bir gün Hâce
Muhammed Pârisâ hazretlerinin evlâdından bazı kimseler Semerkand’da Hâce Kefşîr
mahallesinde Hâce Ubeydullah hazretlerinin yanına gelmişlerdi. Hâce hazretleri
onlara sayılamayacak derecede ikrâm ve i‘zaz edip, sohbet esnâsında buyudular
ki, bir azîz Hâce Behâeddin hazretlerini vefatından sonra rüyâda görüp:
“Kurtulmamız için ne amel işleyelim” sormuş. Buyurmuşlar ki: “En son nefeste ne
ile meşgul olmak gerek ise, onunla meşgul olun”. Ya‘nî en son nefeste, nasıl
bütün varlığınla Hak teâlâya âgâh olmak lazımsa, hep o şekilde âgâh [gafletten
uzak] olun. Sonra buyurdular ki: Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri (kuddise
sırruh) ki, sizin büyük dedenizdir, teveccüh ve istiğrakla [nûrlara dalmada] o
derecede idiler ki, birgün Hâce Behâeddin hazretleri (kuddise sırruh), Mezar
Bağı havuzunun kenarına gelmişler; görmüşler ki, Hâce Muhammed Pârisâ
ayaklarını suya sokup murakebe ile meşgul olup, kendinden geçmiş hâldedir. Hâce
hazretleri peştamal kuşanıp suya girer, gelir ve ayaklarının üzerine yüzlerini
koyar ve: “Yâ Rabbi, bu ayak hurmetine Behâeddin’e rahmet eyle” diye dua eder.
Reşahât
sâhibi der ki: Hâce Ubeydullah hazretleri bu sözden sonra buyurdular ki: Bilmem
ki, Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri (kuddise sırruh) en son nefeste işlenecek o
amelden başka ne amel işlemiştir ki, bu dereceye erişmiştir.
HÂRİK-UL ÂDE HÂLLERİNDEN
(kuddise sırruh): Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin yüksek mertebeleri,
onu kerâmetlerle anlatmaktan yüksek ve a‘lâ ve yüce, makamları hârik-ı âdelerle
onu tavsif etmekten yüksek ise de, bu silsile-i şerîfenin vesîka olan
büyüklerinden dinlediğim birkaç menkıbesini yazmak cür’etinden kendimi
alamadım. Kusuruma bakmazsınız inşaallahü teâlâ.
Bir kısım
hizmetçileri anlattı: Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri dâimâ tasarruf [kerâmet]
eser ve hâllerini, ellerinden geldiği kadar kimseye göstermemeğe ve hep gizlemeğe
çalışırlarsa da, bir kere zarûrî olarak bir parça izhar ettiler. Çünkü
saklamasında gönül sâhiblerine ihânet ve hadislerin senedi silsilesine töhmet
gelecekti. Bu hadiseyi kısaca arz edelim.
Kudvet-ül
muhaddisin Şeyh Şemseddin Muhammed bin Muhammed Cezrî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) Mirzâ Uluğ Bey zamanında Semerkand’a gelmişti Mâverâünnehir
muhaddislerinin senedlerini tahkîk ve tashîhle vazîfeli imiş, hasedçilerden
bazıları kendisine, Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin, senedlerinin sağlamlığı
belli değil iken, Buhârâ’da çok hadîs naklettiklerini, zât-ı âliniz onun
senedlerini inceler ve araştırırsanız iyi olur dediler. Şeyh de bunun
incelemesi ile alâkalandı ve Mirzâ Uluğ Bey’e, bu işin lüzûmunu bildirdi. Mirzâ
da Buhârâ’ya bir haberci gönderip, Hâce hazretlerinin Semerkand’a gelmesini
rica etti. Geldikten sonra Şeyh ve Semerkand şeyhülislâmı Usâmeddin ve asrın
ekâbir uleması [büyük âlimleri] bir âlî [yüce] meclis tertîb edip [hazırlayıp],
Hâce hazretleri de o mecliste yer almışlardı. Şeyh o mecliste, Hâce
hazretlerinden kendi isnadları ile bir hadîs rivâyet etmelerini rica etti. Hâce
de rivâyet etti. Şeyh, bu hadîsin sihhatinde hiç söz yoktur, ama bu esnâda,
bana göre sâbit değildir, deyince, bu sözden, hased ehli hoşlanıp, biribirine
gözleri ile işaret ettiler. Hâce hazretleri o hadis-i şerîfi, bir başka isnâd
ile rivâyet etti. Şeyh o isnâd için de, önceki sözü söyleyince Hâce hazretleri
anladı ki, hangi isnadı beyân etsem, ben bunu işitmedim diyecek. O zaman bu
yanlış tutumdan Hâce hazretlerine gayret geldi; bir dakîka susup mürakebe etti
ve sonra şeyhe dönüp şöyle buyurdu: Hazretiniz hadis ehli kitablarından filan
mesnedi sahîh tutup onun isnadlarını mu‘teber sayarmısınız? Şeyh cevabında:
“Evet, onun bütün isnadları tamamen mu‘teber ve mu‘temeddir [güvenilir] ve
hadis ilmi erbabından hiçbir ferdin onda şübhesi yoktur. Eğer sizin
isnadlarınız ona müsned [isnâd edilmiş] olaydı, isnâdınızın sıhhatinde
[doğruluğunda] hiç sözümüz kalmazdı” dedi. Hâce hazretleri Hâce Usâmeddin’e
dönüp buyurdular: Hazretinizin kitâbhânesinde filan rafta filân kitabın
altında, bahis konusu olan mesnedi havî şu şekilde ve şöyle cild kapağı taşıyan
bir kitab bulunmaktadır. İşte o kitabda birkaç yaprak sonra filan sahifede bu
hadîs-i şerîf bildirdiğimiz isnadlarla geniş olarak zikr olunmaktadır. İnâyet
buyurarak talebenizden birini gönderin de, hemen o kitabı getirsin!
Hâce
Usâmeddin kendisine böyle bir kitabın bulunduğunda tereddüt etti. Mecliste
bulunanlar ise, bu sözden hayretler içinde kaldılar. Çünkü hepsi de yakinen
biliyorlardı ki, hiçbir zaman Hâce Usameddin kitâbhânesine gitmemişti. Bunun
üzerine Hâce Usâmeddin husûsî adamlarından birini hemen gönderip, tarif edilen
yerde ve şekilde öyle bir kitab bulursan, al gel dedi. O kişi gitti. Ta‘rif
ettikleri yerde o kitabı bulup meclise getirdi. O hadîs-i şerîfin bildirdikleri
sahifede, Hâce hazretlerinin nakl ettikleri tarîk ve isnâd ile, fazlasız ve
noksansız yazılı olduğunu gördüler. Mecliste bulunanlarda uğultu bir coşma sesi
yükseldi. Şeyh, mecliste bulunan âlimlerle şaşa kaldı. Bu arada Hâce Usâmeddin
hazretlerinin şaşkınlığı hepsinden ziyâde olup görülmeğe değerdi. Zira
kitâbhânesinde böyle bir kitabın bulunduğunu yakînen bilmiyordu.
Bu hadise
Mirzâ Uluğ Bey’in kulağına ulaşınca, o da Hâce hazretlerini Buhârâ’dan
getirdiğine üzülmüş, bozulmuş ve pişman olmuştur. Hâce hazretlerinden bu
tasarrufun vuku‘u şöhretlerinin artmasına sebeb oldu. Asrının büyükleri ve
ileri gelenlerinin onlara itikad ve teveccühleri bir kat daha arttı.
Mevlânâ
Abdurrahîm Nistânî, Hâce hazretlerinin talebesi ve oğlu Burhâneddin Ebû Nasr
Pârisâ hazretlerinin süt kardeşi ve ders arkadaşı idi. Söyle anlatır: Emîr
Timûr oğullarından Mîrân Şâh Mirzâ oğlu Mirzâ Halîl Semerkand’da padişâh ve
Mirzâ Şâhruh Horasan’da pâdişah oldukları zaman, Hâce hazretleri zaman zaman
Müslümanların işlerini görmek ve onlara kolaylık sağlamak için, mezkûr
padişahlara mektublar gönderirdi. Mirzâ Halîl’e, Hâce hazretlerinin bu
davranışı hoş gelmezdi. Nihâyet hasedcilerin gammazlamasıyla o derece
etkilenmişti ki, Buhârâ’da bulunan Hâce hazretlerine bir adam gönderip: “İnâyet
edip [zorluk çıkarmayıp] deşt [sahra, yani şehir dışına] gitsinler. Kimbilir
orada nice kimseler onların bereketli ayakları sebebiyle İslâm’la şereflenir”
dedi. Hazreti Hâce: “Ne olur, önce ulularımızın mezarını ziyaret edelim, sonra
gidelim” dedi ve hemen at hazırlayın buyurdu. Mevlânâ Abdurrahîm der ki, ben
Hâce hazretlerinin atlarını ayarladım ve önlerine getirdim. Hemen ata bindiler
ve hizmetçilerinden bir alay kimse yaya önlerine düşüp gittik. Evvela Kasr-ı Ârifân’da
Hâce Behâeddin Nakşibend’in (kaddesallahü teâlâ sırreh) mezârına vardılar.
Mezardan ayrılınca simalarında azamet ve heybet eserleri göründü. Oradan Emîr
Külâl hazretlerinin kabrini ziyâret için Suhar’a geldiler. Bir zaman onların
kabrinde kaldılar. Ziyaretten ayrıldıklarında atlarını kamçılayıp, yakında
bulunan bir tepenin üstüne çıkıp, oradan Horasan tarafına yönelip şu beyti
okudular:
Her
şeyi alt üst eyle, ne alt kalsın, ne de üst, Öyle ki, herkes bilsin, bugün
meydanda er kim.
Oradan dönüp
Buhârâ’ya geldiler. Hemen o anda Mirzâ Şâhruh’dan Mirzâ Halîl’e yazılmış bir
mektub geldi. Şöyle yazıyordu: “Şimdi geldim. Hiç gecikme, harb yerini belirt!”
Hâce hazretleri buyurdular ki, o hükmü câmi’de minberde okudular. Sonra
Semerkand’a Mirzâ Halîl huzûruna gönderdiler. Gerçekten Mirzâ Şâhruh hiç
durmadan yetişip Mirzâ Halîl’i katl eyledi.
Nefehat-ül-Üns’de bildirilir: Hâce
hazretlerinin müridlerinden biri anlatır: Hâce hazretleri son defa Hicâz’a
gidecekleri zaman, veda esnasında: “Ey Hâce siz gittiniz” dedim. Gittik, gittik
buyurdular. Tekrar söylemekten muradları, o seferde vefât edeceklerini haber
vermekti. Hâce Ebû Nasr hazretleri o seferde babaları ile beraberdi.
Buyururlardı ki, vefât ettikleri yerde yanlarında değildim. Vefâtlarından sonra
geldiğimde, bir kere mubârek yüzlerini göreyim diye, yüzünü açtım. Gözlerini
açıp gülümsediler. Şaşırdım, ne yapacağımı bilemedim. Ayakları ucuna geldim ve
yüzümü mubârek ayaklarına sürdüğüm gibi, ayaklarını çektiler.
Bilesiniz
ki, Hâce hazretleri Hicâz seferine iki kere çıkmışlardır. İlkinde pîrleri Hâce
Behâeddin Nakşibend hazretleriyle idi ve o sefer Hâce Behâeddin hazretlerinin
ikinci ve son hac yolculuğu idi. İkinci seferleri 822 (m.1419) Muharreminde
olup, Beytullahı tavaf ve Seyyid-i enâm (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem)
hazretlerinin Ravdasını ziyâret niyyetiyle Buhârâ’dan çıkıp, Nesef yolundan
Safaniyan, Tirmiz, Belh ve Herat’a evliyânın mubârek kabirlerini ziyâret
kasdıyla revân olmuşlardır. Her yerde sadât ve meşâyıh ve ulema Hâce
hazretlerinin bu teşriflerini ganîmet bilip, enva‘-i izzet ve ikrâm ile
karşılamışlardır. Nişapur’a geldiklerinde yolların tehlikeli ve havanın çok
sıcak oluşu sebebiyle, eshab ve ahbab arasında birtakım konuşmalar oldu. Kısaca
yola çıkmalarına bir engel zuhûr etti. O esnâda Mevlânâ Celâleddin Rûmî
hazretlerinin divânından tefeül edip şu beyitler geldi.
Hak âşıkları yürüyün, sonsuz ikbâle
kavuşun, Ay gibi revân olun, evcine mes‘ud burcunun, Bu yol Hakkın tevfikiyle,
mubârek ve emîn olsun, Her şehirde, her sahrada ve her yerde ki, yürüsün.
Nişapur’dan
o senenin Cemazil-âhiresinin onbirinci günü Hicâz tarafına yöneldiler. Sihhat
ve âfiyetle Mekke-i Mükerreme’ye varınca, haccın rükün ve menâsikini edadan
sonra, Hâce hazretlerine bir hastalık âriz oldu. Vedâ tavafını mehâfe ile
eyleyip, oradan Medîne-i Münevvere’ye doğru yola çıktılar. Yol esnasında
müjdelerle dolu nice işâretlerle, aynı ayın yirmiüçüncü günü olan Çarşamba günü
Medîne-i Münevvere’ye dâhil olup, Cenâb-ı Risâletpenâh’dan (sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem) çeşit çeşit okşayıcı hâller müşâhede ettiler ve ertesi gün,
ya‘nî Perşembe günü Hakkın rahmetine kavuştular. Mevlânâ Şemseddin Fennârî Rûmî
ve Medîne halkı ve kafilede bulunanlar, Hazreti Hâce’nin namazını kılıp, cum‘a
gecesi ve o mubârek yerde ve Emîr-ül müminîn Hazreti Abbâs’ın (radıyallahü
teâlâ anh) kubbe-i şerîfleri civârında defn edilmişlerdir. Şeyh Zeyneddin Hâfî
hazretleri Hâce hazretlerinin mezarına taş olarak Mısır’dan beyaz mermer
yontturup, Medine-i Münevvere’ye getirmiştir. Kabr-i şerîfleri hâlâ o taş sebebi
ile diğer kabirlerden ayrılır.
Rivâyet
ederler ki, o zaman yaşı tahmînen yetmiş üç idi. Hâce Hazretlerinin vefâtı
târihi için birisi bir kıt‘a yazdı. Şöyledir:
Kıt‘a:
İmam-ı ehl-i safa hâfızı Muhammed kim,
Hak kelâmın dileyen, gelsin ondan dinlesin,
Kendisine sordular vefâtı târihini, Dedi Fasl-i hıtabım, târih olarak gelsin.
HÂCE EBÛ
NASR PÂRİSÂ
(kuddise sırruh): Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin temiz şeceresinin [soy
ağacının] meyvesidir. Lakabı Burhâneddin ve Hâfizuddin’dir. Mevlânâ Câmî Nefehat-ül
Üns kitabında buyurur ki, Hâce Ebû Nasr Pârisâ hazretleri şerîat
ilimlerinde ve tarîkat usûlünde yüksek babalarının mertebesinde idi. Lâkin
nefy-i vucûd ve bezl-i mevcûdda, ya‘nî dervişlikte ve cömertlikte babalarını
geçmişti. Hâlini gizlemede o derece dikkat üzere idi ki, onlardan kat‘iyyen bu
tarîka adım atmak veya bu tâifenin ilimlerinden, hatta diğer ilimlerden bir şey
bildiği anlaşılmazdı. Birisi kendisinden bir şey sorsa, bilmezlenip, kitaba
müracaat edelim derdi. Ama kitabı açtıklarında, ya o mes’elenin olduğu yer
açılırdı veya ençok iki üç sahîfe oynardı. Daha fazla olmazdı.
Hâce
Muhammed Pârisâ hazretlerinin hizmetçilerinden, çok yaşamış Pîr-i Halta denilen
bir ihtiyâr vardı. O hazrete nice yıllar hizmet etmiş ve bu Ebû Nasr Pârisâ
hazretlerinin de nice seneler hizmetinde bulunmuş idi. O büyük hânedana büyük
bağlılığı vardı. Herat’a geldi. Birgün buyurdu ki: Mahdûmzâdemiz Hâce
Hâfızuddin Ebû Nasr’dan işittim. Buyurdular ki, yüksek babamdan şu beyti
dinledim:
Beyt:
Sabırlı ol, kanaat et, güzel bak, hüsn-i
zan eyle,
Bu dördü huy edinenler, bir daha derd
görmez, söyle!
Reşahât
kitabını derleyen der ki, birgün Herat câmiinde ilim talebesinden bir bölük
kimse Pîr Halat’ı ortaya alıp oturmuştuk ve kendisi Hâcegân, bilhassa Muhammed
Pârisâ ve Hâce Ebû Nasr Pârisâ menkıbelerini bütün derinliği ile nakl etmek
üzere idi. O sırada öğle ezanı okundu. Dinleyenlerden bazısı Pîr hazretleri
sözünü bitirmeden, edeb dışı olarak, abdest yenilemeye kalktılar. Pîr dedi ki,
Şu beyt Muhammed Pârisâ hazretlerinden işitilmiştir:
Kaza
etmek mümkündür, kaçmış olan namazı, Sohbet zamanımızın mümkün değil kazası.
Hâce Ebû
Nasr Pârisâ hazretlerinin vefâtı 865 (m.1461) senesindedir.
MEVLÂNÂ
MUHAMMED FEGANZÎ (kuddise
sırruh): Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin makbûl ve manzûru olan ahbabları
zümresindendir. Feganze’de doğmuştur. Buhârâ ile Semerkand arasında Buhârâ’ya
bağlı büyük bir kasabadır.
Hâce
Ubeydullah hazretleri buyururlardı ki, Mevlânâ Muhammed çok güzel yüzlü bir
genç iken, Hâce Behâeddin hazretleri onu avlayıp, inâyet ve şefkat nazarları
ile kabûl buyurmuşlardı. Ve Hâce Behâeddin hazretlerinin emri ile, onların
vefatından sonra Hâce Muhammed Pârisâ’ya çok hizmet ve devâm etmişti.
Buyurmuştur ki: “Ben Hâce Muhammed Pârisâ’ya çok mülâzemet eylemişim [çok
hizmetinde bulunmuşum].” Hâce Behâeddin hazretlerinin bereketli himmetleri ve
Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin inâyet nazarları ile cem‘iyyet [huzur, hep
Rabbi ile olmak] nisbetine kavuşmuştur. Yine adı geçen Mevlânâ der ki: Çok defa
Muhammed Pârisâ hazretleri yatsı namazından sonra mescidden çıkarken mescidin
eşiğinde, asâsını mubârek sînesine dayar, eshab ve ahbabı ile iki üç kelime
konuşur, sonra sükût eder ve o sükût hâlinde kendinden gaib olur ve o
gaybetleri o kadar uzardı ki, müezzin sabah ezanını okur ve sabah namazını
kılmak için yine mescide girerdi.
Hâce
Ubeydullah hazretleri buyururlardı: Hâcegân silsilesinde [büyüklerde] bu
şekilde meşgul olmak uzak değildir. Bu gibi hâller devamlı, iştigalle kolay
olur. Alışkanlık ve devamlılık ile amellerdeki külfet kalkar.
HÂCE
MUSÂFİR
HAREZMÎ (kuddise sırruh): Hâce Behâeddin hazretlerinin muhlislerindendir.
Hâce hazretlerinin âhırete intikallerinden sonra yine onların şerefli
işâretleriyle Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerine mulâzemet [devam] eyledi. Hâce
Ubeydullah hazretleri kendisini görüp birlikte çok sohbetler etmişlerdir. Ve
buyururlardı ki: Herat’a ilk gittiğimde, yolda Hâce Musâfir ile beraber oldum.
Hâce aslında
Harezm’den idi. Çok yaşadı. Doksan yaşına gelmişti. Çok ulular ve dervişler
sohbetinde bulunmuştu. Meşrebleri bu işe, ya‘ni tasavvufa uygun düşmüştü.
Hâce Musafir
der idi ki: Hâce Behâeddin hazretlerinin mülâzemet ve hizmetlerinde idim. Ama
sema‘a çok meyilli idim. Birgün Hazreti Hâce’nin eshabından bir bölük kimse ile
anlaşıp, nağmeciler, defçiler ve neyzenleri hazır edelim ve Hâce hazretlerinin
meclis-i şerîfinde meşgul olalım ve bakalım ne buyururlar. Öyle yaptık. Hâce
hazretlerinin meclisinde sözcüler ve ney çalanlar getirdik. Hiç men‘ etmediler.
Sonunda dediler ki: Mâ în kâr nemî künîm ve inkâr nemîkünîm, ya‘nî biz bu işi
işlemeyiz, inkâr da eylemeyiz.
Ve yine
Ubeydullah hazretleri Hâce Musâfir’den nakl eylediler: Hâce Musâfir der idi ki,
bir gün Hâce Behâeddin (kuddise sırruh) bir bina yaptırıyorlardı. Cümle eshab
orada idi. Büyük bir gayretle taş ve toprağa çalışıyorlardı. Hâce Muhammed
Pârisâ hazretleri o gün çamur karıştırma vazîfesinde idiler. Güneş tepeye
eriştiğinde, hava çok sıcak oldu. Hâce hazretleri eshaba, biraz istirahat edin
buyurdular. Hâce hazretlerinden izin duyulduğu gibi, herkes elini, ayağını
yıkayıp, buldukları bir gölgede uykuya daldı. Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri
de çamur karıştırdığı yerde, güneşe karşı, ayakları çamur içinde uykuya
vardılar. Hâce hazretleri gelip, bütün eshabı seyrettiler ve Hâce Muhammed’in
yanına geldiler. Onları bu hâlde uykuda görünce, mubârek yüzlerini Hâce
Muhammed’in ayağına sürüp: “Yâ Rabbi, bu ayak hürmetine Behâeddin’e rahmet
eyle!” diye yakardılar.
MEVLÂNÂ
YA‘KUB
ÇERHÎ (kuddise sırruh): Hâce Behâeddin hazretlerin büyük eshâbındandır.
Zâhir ve bâtın ilimlerine sâhibdi. Gazneyn vilâyetinin Çerh köyünde dünyaya
geldi. Mubârek kabri Hulfutû’dedir. Hülfutû, Hısar’ın köylerindendir.
Mevlânâ
Hazretleri buyurdu ki: Hazreti Hâce Behâeddin (kuddise sırruh) huzuruna vâsıl
olmadan önce de, onlara son derece muhabbet ve ihlâs üzere idim. Buhârâ’nın
ekâbir ve ulemâsından fetvâ vermeğe icâzet aldıktan sonra asıl vatanıma dönmeğe
azîmet eyledim. İşte o günlerde idi; bir gün hazreti Hâce’ye rastladım ve:
“Beni hâtırınızın köşesinden çıkarmayın” diye çok tazarru‘ eyledim. “Gideceğin
zamanda mı benim yanıma gelirsin?” Buyurdular. “Hizmetinize müştakım” dedim.
“Hangi bakımdan?” dediler. Ulusunuz ve bütün halkın makbülüsünüz da ondan
dedim. “Bundan iyi bir delil lazımdır. Belki bu kabûl şeytanîdir” buyurdu. Arz
ettim ki, hadîs-i sahîhdir ki: “Allahu teâlâ bir kulunu severse, onun
sevgisini kullarının kalbine koyar”. Benim bu sözümden tebessüm edip
buyurdular ki: “Mâ azîzânîm”, ya‘nî biz azîzânız. Bu sözü işitince hâlim
değişti. Zirâ:
Bir ay önce
bir rüya görmüştüm ve bana o rüyada, “Azîzân’ın müridi ol” demişlerdi. Bu
rüyayı unutmuştum. Hâce bu sözü söyleyince, gördüğüm o rüyayı hâtırladım.
Yine Hâce
hazretlerinden: “Beni hâtır-i şerîfinizden çıkarmayın!” diye istirham ettim.
Buyurdular ki, bir kimse Azîzân hazretlerinden hâtır istemiş, o da: “Hâtırda
başkası kalmaz, bana senden bir şey bırak ki, onu görünce, sen hâtırıma
gelesin” buyurmuşlar. Sonra kendi takkelerini bana verip: “Zâten senin bana
verecek bir şeyin yoktur. Bâri sen bu takkeyi sakla! Onu gördüğün zaman, beni
hatırlarsın, beni hatırladığın zaman yanında bulursun” buyurdular. Ve yine
buyurdular ki: Dikkat et! Bu seferde Mevlânâ Tâceddin Deştkülekî’yi bul! O
evliyâullahdandır. Hâtırıma geldi ki, ben Belh’e ve oradan vatanıma giderim.
Belh nerede, Deştkülek nerede? Sonra oradan Belh’e hareket ettim. Her nasılsa
bir mecburiyet çıktı ve ben Deştkülek’e düştüm. Hazreti Hâcenin işâreti
hâtırıma geldi, hayretler içinde kaldım. Mevlânâ Tâceddin sohbetlerine eriştim
ve görüştükten sonra Hâce hazretlerine muhabbet râbıtam kuvvetlendi ve yine bir
sebeb zuhûr etti ve geri Buhârâ’ya döndüm ve Hâce hazretlerinin mülâzemetine
geldim. Hâtırıma, hâce hazretlerine mürid olmak arzusu düştü. Buhârâ’da,
kendisine itikadı tam olan bir meczûb var idi. Onu yol üzerinde oturur gördüm.
Gideyim mi dedim. Tez git, dedi. Sonra önünde, yerin üstünde çok hatlar çekti.
Kendi kendime bu hatları [çizgileri] sayayım; eğer tek olursa, bu arzumuzun
doğruluğuna delildir. Allah tektir, teki sever. Saydım. Gördüm ki,
tektir. Tam bir yakîn ile hâce hazretlerine vardım, irâdet getirdim. Bana
vukuf-i adedîyi telkîn eylediler ve: “Elinden geldiği kadar adede riâyet eyle!”
buyurup, benim delîl aldığım tek çizgi mes’elesine işâret eylediler.
Ve yine
Ya‘kub-ı Çerhî hazretleri bazı eserlerinde yazmışlardır ki, Hak sübhânehü ve
teâlânın illetsiz inâyeti ile bu fakîrde istek arzusu peyda olup, nihayetsiz
fadl-i ilâhi yol gösterip beni Hâce Behâeddin Nakşibend’in (kuddise sırruh)
sohbetine sevk etti. Buhârâ’da mulazemetleri ile şereflendim ve onların büyük
keremleri ile nice iltifatlara kavuştum. Hidâyet-i samedî ile bende yakîn hâsıl
oldu ki, onlar havas evliyâdandır ve kâmil ve mükemmildirler. Gaybî işâretler
ve nice rüya ve vakı‘alardan sonra kelâmüllaha tefeül eyledim. Bu âyet-i kerîme
geldi: “İşte onlar Allahın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların
yoluna uy!” [En‘am-90]. Bir başka günde de, bu fakîrin meskeni olan
Fetihâbâd’da Şeyh Seyfeddin Bâherzî hazretlerinin mezarına mütecevvih
oturmuştum. İlâhî kabûl haberi erişip, kalbimde bir kararsızlık meydana geldi
ve gayr-i ihtiyârî Hâce hazretleriyle görüşmek iktiza etti. Menzil-i şerîfleri
olan Kasr-ı Ârifân’a gelince, Hâce Hazretlerini yol üstünde bekler gördüm ve bu
bendelerine çok iyi muamele eylediler ve namazdan sonra bu fakîr ile sohbet
ettiler. Onların heybeti beni öyle kaplamıştı ki, konuşmağa mecâlim kalmadı. Bu
esnada buyurdular: “İlim ikidir, biri kalb ilmi, diğeri dil ilmidir. Kalb ilmi,
ilm-i nafi‘ [faydalı ilim]dir. Onu nebîler ve resûller öğrettiler. Dil ilmi
ise, âdem oğluna Hak teâlânın hüccetidir. Umarım ki, bâtın [kalb] ilminden sana
bir nasîb ulaşır. Hadis-i şerîfde buyuruldu ki: “Sıdk ehli ile oturunca,
onlarla sıdk üzere bulun. Zirâ bunlar kalblerin casuslarıdır. Kalblerine
girerler ve himmetinizi görürler”. Biz memuruz. Kendiliğimizden kimseyi
kabûl etmeyiz. Bu gece bakalım ne işâret olunur. Eğer seni kabûl ederlerse, biz
de kabûl ederiz”. Mevlânâ Ya‘kub Çerhî hazretleri buyururdu ki: “Benim o gecem
o kadar zor bir geçti ki, bütün ömrümde böyle zor ve sıkıntılı başka bir gece
geçirmemiştim. Korktum ki, seâdet sebeblerine kavuşayım derken, sıkıntı kapısı
açıla! Enva‘ı ızdırap ve korku ile sabah namazını kılınca, Hâce hazretleri
buyurdular ki: “Müjdeler olsun ki, kabûl edildiniz. Biz az kimseyi kabûl
ederiz, etsek bile geç kabûl ederiz. Bakalım, kim gelir, ne zaman gelir.”
KÂŞİFE-7: Hâce
Behâeddin (kaddesallahü teâlâ sırreh) hazretlerinin: “Biz az kimse kabûl
ederiz. Etsek de geç ederiz. Bakalım kim gelir, ne vakit gelir” buyurduklarının
ma‘nâsının anlaşılması, bu tâife ıstılahâtında [husûsî dilinde] vaktin ne
olduğunu bilmeğe bağlıdır. Mevlânâ Câmi hazretleri Nefehat-ül Üns kitabında,
Aynül Kudât Hemedânî’yi anlatırken, Aynülkudât’dan bildirir: Babam ve ben ve
şehrimiz ileri gelenlerinden bir cemâ‘at Mukaddem Sofî denen bir kimsenin
evinde idik. Biz raks ederdik. Künyesi Ebû Sâid olan Fakîh Mahmûd sesle beyt
okurdu. Babam da meclisimize bakardı. Dedi ki, Hâce Ahmed Gazalî hazretlerini
keşf yoluyla gördüm ki, bizimle beraber raks ederdi. Ve şöyle şöyle elbise
giyerdi diye de ta‘rîf etti. Bu hâlde iken Ebû Sâid dedi ki, ölmek istiyorum.
Ben de öyleyse öl, dedim. O anda düştü ve vefât eyledi. Vaktin ma‘nâsı hâzır
idi. Ya‘nî öldürtmeye ve diriltmeye sebeb olan sıfat hâzır idi. Ardından
hâtırıma, yaşayana öl demekle öldürdüğün gibi, ölene, diril desen, diriltebilir
misin düşüncesi geldi. Dedim ki, yâ Rabbi, Fakîh Mahmud’u dirilt. Ve hemen
dirildi.
İlim ve
irfân, zevk ve vicdân sâhibleri bilir ki; “Âlimler peygamberlerin
vârisleridir” hadîs-i şerifi ve ma‘nâlı kelâmı, mutlak âlimlerin
vârisliğini bildirmektedir. Yoksa sadece zâhirî ilimlerde âlim olanları değil,
işte İslâm dininin ve şerîatinin koruyucusu olan âlimler dînî himâye ve
Seyyid-i mürselinin şeriatının devam etmesi için, Allahu teâlânın
peygamberlerinin vârisleri oldukları gibi, Hakîkat-i Muhammediyye sırrını
taşıyan büyük evliyalar da, o din ve dünyâ sultanının ilâhî muhabbet hazînesi
ve nihâyetsiz esrar definelerine mutasarrıf olup: “Allahu teâlâ ile öyle
vakitlerim olur ki...” hazînesinin vârisleridir. Birinci fırka mülk
âleminin nizâmına râgıb oldukları gibi, ikinci zümre de melekût âleminin
intizamına tâliblerdir. İmdi bu taife-i aliyyenin dem dem [nefes nefes, zaman
zaman] öyle vakıtleri olur ki, zebân-ı mu‘ciz beyân [hârikalar söyleyen dil]
onu tavsiften lâl [suskun] ve kasır [kusurlu] ve zaman zaman bir saltanatları
zuhûr eder ki, akl-i derrâk [anlama kuvveti] onu ihata ve ta‘rîfde âciz ve
şaşkındır. O keyfiyetin beyânında gönül ehli çok söz söylemişlerdir. O mestliği
[sarhoşluğu] bazılar şöyle beyân ettiler:
Onda
bir sekir vardır, az sürse de o zaman,
Mut‘î
görür zamanı, kendini hâkim o an.
İşte o nâdir
zamanda bunların reddi red, kabûlü kabûl ve irâde okları hedefe tam isâbet
edicidir. Bu ma‘nânın beyânında Mevlânâ hazretleri Mesnevî-i ma‘nevîsinde
buyurmuştur:
Evliyâda
ilâhî kudret vardır,
Yaydan
çıkmış oku geri çevirir. Merdlerin gazabı bulut kurutur, Kalblerin gazabı âlemi
harab eder.
Lâkin bu
hâl, has kullara mahsus olup herkese müyesser olmadığı gibi, bu sırra mazhar
olanlarda bile her zaman olacağı düşünülemez. Bildirilen hadîs-i şerîf
sözümüzün doğruluğuna âdil şâhid ve uygun delildir. O hâlde zeki ve anlayışlı
kimselere lâzımdır ki, evvelâ kâmil insan huzuruna erişmeğe gayret edeler ve bu
devlete kavuşmak ele geçtikten sonra, gönül sâhibi bir büyüğün hizmetini [huzur
ve sohbetini] izzet sebebi ve seâdet sermâyesi bilip, gerçek bir teveccühle
vucûdunu [varlığını] feyiz kabûlune istidatlı kılıp, illetsiz inâyete
müteveccih ve nihâyete erişmeği istemede kabûl zamanını sıdk ve ihlâsla gözetip
dura. Bu açık beyândan ve kabûlu lâzım olan mukaddimelerden anlaşılmış oldu ki,
müridlerin işini temam etmeleri ve nihâyete ulaşmaları hidâyet sâhiblerinin
emrine bağlı kılınmıştır. O emrin [yapacakları işten] biri, müridin teveccüh ve
iradette kemâlidir. Biri de mürşidin vaktin sâhibi bulunmasıdır. İki taraf bu iki
hâlde değilse, ma‘nevî birleşme olmaz. Bu olmazsa, elbette netice de ele
geçmez. Bu sebebdendir ki, Hâce Behâeddin hazretleri buyurdular ki, biz herkesi
kabûl etmeyiz, edersek de geç ederiz. Zirâ kabul şartları gereği gibi bulunmak
zordur. Zaman olur, mürid kabûle istidadlı bulunur, ama mürşid vaktin sâhibi ve
kabûl sahibi olmaz. Zaman olur ki, vaktin sâhibi mürşid bulunur, ama istidadlı
tâlib bulunmaz. İşte bu ma‘nâyı Hâce hazretleri kısaca, “amma” ile açıklayıp
buyurdular ki, “Amma bakalım nasıl kimse gelir ve vakit nasıl olur”. Bu söz,
tâlibi geç kabul ederiz sözüne illet [sebeb] gösterilmiştir. Ya‘nî biz tâlibi
geç kabûl ederiz ve geç kabûl ettiğimizin sebebi, tâlibin nasıl geldiğidir.
Ya‘nî sahîh [mükemmel, doğru] bir teveccühle mi geldi ve vaktin ma‘nâsı müsaid
midir, demek isterler.
Ondan sonra
kendi azîzleri silsilesini Hâce Abdülhâlık Gucdevânî hazretlerine varınca beyân
eylediler ve bu fakîri vukuf-i adediye meşgul kıldılar ve buyurdular ki ilm-i
ledünnînin evveli bu derstir. Bunu Hızır aleyhisselâm Hâce Abdülhâlık Gucdevânî
hazretlerine öğretmiştir. Ondan sonra bir nice zaman daha onların hizmetlerinde
oldum. O zamana kadar ki, bu fakîre Buhârâ’dan yolculuğa izin verdiler. Gitmeme
izin verdikleri zaman buyurdular ki: Bizden sana ne erişmiş ise, ya‘nî tarîkat
üsûllerinden ve hakîkat sırlarından size haber verilmiş ise, onları Allahu
teâlânın kullarına ulaştır da onların seâdetlerine sebeb olsun.
Hâce
Ubeydullah Taşkendî (kuddise sırruh) buyurdular: Mevlânâ Ya‘kub Çerhî (kuddise
sırruh) dedi ki, Hâce Behâeddin hazretleri bize buyurdular ki; Hâce Alâeddin
Attâr ile sohbet eyle! Hâce hazretlerinin vefâtından sonra ben nice zaman
Bedahşân’da oldum. Hâce Alâeddin Attâr hazretleri Çağanyân’da yaşarlardı. Bu
fakîre mektub gönderip: “Hâce hazretlerinin vasiyetleri, sizinle beraber
olmamız şeklinde idi. Şimdi fikriniz nedir?” dedi. Mektubda yazılı olanları
okuduğum gibi, Çağanyân’a geldim. Ve Hâce hazretleri âhırete intikal edinceye
kadar mulâzemetlerinde [devâmlı sohbetlerinde] oldum. Vefatlarından üç gün geçtikten
sonra Çağanyân’dan ayrılıp Hulfutû tarafına geldim.
Mevlânâ
Ya‘kub Çerhî hazretleri ilk zamanlar bir nice zaman Herat câmiinde ve bir nice
müddet Mısır’da ilim tahsîlinde bulunmuştu.
Hâce
Ubeydullah hazretleri anlattılar: Mevlânâ Ya‘kub hazretleri buyurdular ki,
Herat’ta kaldığım müddetçe yemeği Abdullah Ensârî’nin (kaddesallahü teâlâ
sırreh) hazretlerinin Mülk pazarında bulunan hânekâhında yerdim. Zirâ onun
şartında biraz müsamaha vardır. Vakfın aslında da ihtiyat etmişlerdir.
Hâce
Ubeydullah hazretleri buyurdular ki, Gıyasiyye medresesi vakıflarında da
sakınılmasa olur. Zirâ bunun da asıl vakfında ihtiyât bulunduğundan sâlihlerden
ve verâ sâhiblerinden çok kimseler bu medresede kalıp mezkûr evkafın
ni‘metlerinden fâidelenmeden kaçınmamışlardır.
Yine
Ubeydullah-ı Ahrar (kuddise sırruh) Mevlânâ Ya‘kûb Çerhî hazretlerinden nakl
edip buyurdular: Herat’ta bulunan vakıfların üç tanesi dışındakilerden
yararlanılamaz: Biri Abdullah Ensârî hânekâhı, biri de Mülk hanekâhı, üçüncüsü
ise Gıyâsiyye medresesidir. Bunlardan başka olan diğer vakıflarda şübhe ve
tereddüd vardır. Bu sebebdendir ki, Mâverâünnehir uluları müridlerini Herat’a
gitmekten men‘ etmişlerdir. Zirâ Herat’ta hâlal lokma az bulunur. Çünkü sâlik
haram yerse, sülûku geriler, meş‘ûm tabîatı aslına döner, sırat-ı müstakîmden
ayrılır.
Ve yine Hâce
Ubeydullah hazretleri buyururlardı: Mevlânâ Ya‘kûb hazretleri Şeyh Zeyneddin
Hafî hazretleriyle Mısır’da beraber okumuşlar. O asrın büyük âlimlerinden olan
Mevlânâ Şihabeddin Sîrvânî hazretlerinin talebesi idiler. Birbirine benzer
tarafları da vardı. Birgün Mevlânâ Ya‘kub hazretleri bu fakirden sordular ki:
“Sen Horasan’da çok bulunmuşsun. Şeyh Zeyneddin Hâfî, müridlerinin rüyalarını
ta‘bîrle alakalanıp, rüyaların ta‘birine ziyâde itibar ederdi. Öyle midir?” Ben
de, “evet öyledir” dedim. Bu konuşma devam ediyordu ki, Mevlânâ hazretleri,
mubârek ellerini sakallarına getirip, kendinden gaib oldular. Lahza lahza [an
be an] kendilerinden gâib olmak âdetleri idi. Elleri tarak gibi sakallarında
iken, o derece gaybet hâsıl oldu ki, mubârek başları göğüsleri üzerine düştü.
Oturduğu yerde uykuya varan kimse gibi görünüyordu. Hattâ sakallarından birkaç
beyaz kıl parmakları arasında kaldı. Bir sâat sonra kendine geldiler ve
başlarını kaldırıp şu beyti okudular:
Güneşin
kölesiyim, ne desem ondan derim,
Gece
ve geceperest değilim, rüyâdan bahsedeyim.
Hâce
Nâsiruddin Ubeydullah (radıyallahü teâlâ anh) hazretlerinin Mevlânâ Ya‘kub-ı
Çerhî hazretlerine irâde ve nisbetleri sâbit olmakla, lâyık ve uygun olan
Mevlânâ’dan sonra onları anlatmaktı. Lâkin Hâce hazretlerinin baba ve dedeleri,
akraba ve evlâdının hâllerine dâir anlatılacak çok şey olduğundan ve sohbet
meclislerinde bizzat kendilerinden duyulan yüksek sözler ve hâlleri
bulunduğundan, büyük meşâyıh ile sayısız bereketleri hâvî nice sohbetleri var
olduğundan, ayrıca ma‘rifet ve velâyete âid sayısız inci misâli sözler
söylediğinden, bir de kendilerinden sâdır ve zâhir olan çok sayıda hârik-ı
adât, kerâmet ve tasarruflarından bahsetmek en mühim maksadlardan
bulunduğundan, vefât târihleri ve âhırete intikallerinin hikâyesi hakîkî
matlûb, belki bu kitabın yazılmasının hakîkî sebebi olduğundan, hâcegân
silsilesini hâvî bu makaleyi tamamladıktan sonra, işâret ettiğimiz bu tafsîlatı
sonraya bıraktık.
HÂCE
ALÂEDDİN
GUCDEVÂNÎ (kuddise sırruh): Hâce Behâeddin hazretlerinin en ileri
eshabındandır. Gucdevân’da dünyaya geldi. Mubârek kabirleri Filmerze’dedir.
Filmerze Buhârâ’nın güneyinde îydgâha [bayram yerine] yakın bir köydür. Hâce
hazretleri bu köyün ortasındaki tepenin üstünde medfundur.
Hâce
hazretleri onaltı yaşında iken, Emîr Külâl hazretleri eshabından Emîr Kelân
Vâşî hazretlerine erişip, kendilerinden zikir ta‘limi almıştı. Nitekim bundan
önce Emîr Külâl hazretleri anlatılırken işâret etmiştik.
Hâce
Ubeydullah Taşkendî hazretleri buyurdular: Hâce Alâeddin hazretleri gençlik
yıllarında Hâce Behâeddin hazretlerinin (kuddise sırruh) sohbet ve huzurları
ile şereflendi ve Hâce hazretlerinin hayâtının sonuna kadar şerefli
hizmetlerinden ayrılmadı. Hazreti Hâce’nin ahirete intikallerinden sonra, yine
onların işâretleriyle kalan ömrünü Hâce Muhammed Pârisâ ve Hâce Burhaneddin Ebû
Nasr Pârisâ sohbetlerinde geçirdi. Onlar da bunun sohbetini ganîmet
addederlerdi.
Ve yine Hâce
Ubeydullah hazretleri anlatırlardı: Hâce Alâeddin hazretlerinin istiğrakları
[kendinden geçmeleri, nûr deryalarına dalmaları] kemâl üzere idi. Çok tatlı
sözlü idiler. Bazen sohbet arasında kendinden gaib olurdu.
Yine
buyururlardı: Hâce Alâeddin gibi, meşgul ve bu işe haris, ya‘nî tasavvuf ve
hakîkate kapılmış az kimse görülmüştür. Son derece çok meşgul olduklarından
[tarîkat vazîfelerini çok çok yaptıklarından], sanki bu nisbetin aynı olmuşlar
idi.
Hâce
Muhammed Pârisâ hazretleri (kuddise sırruh) Hicâz seferine teveccüh ettiği
zaman, kendisini de alıp gitmek istemişti. Ama o zaman kendilerinin ömrü sona
yaklaşmıştı. Tahmînen doksan yaşlarında idi. O zaman dermansızlık, yorgunluk,
güçsüzlük ve ihtiyârlık eserleri kendilerinde kemâl mertebede görünür olmuştu.
Semerkand ekâbirinden birisi arz etmiş ki, Hazreti Hâce’den rica ettim ki, Hâce
Alâeddin çok yaşlanmış, dermansız olmuştur. Hizmet görmek derecesinden
geçmiştir. Bu seferden onu muaf tutsanız münâsib olurdu. Hâce hazretleri
buyurdular ki: Bizim onlarla hiç işimiz yoktur. Sadece onları görünce
hâtırımıza azîzler nisbeti gelir ve bu bize son derece yardım ve mededdir.
Hâce
Alâeddin hazretleri buyururdu ki: Ben kendimi bileliden beri serçe burnunu suya
koyup çıkardığı zaman kadar, uykuda ve uyanıklıkta bana gaflet yol bulmamıştır.
Hâce
Ubeydullah hazretleri buyururlardı: Hâce Alâeddin hazretlerinin gayet gâlib
istiğrakları var idi. Buhârâ’da bulunduğum zaman onlar doksan yaşında idiler.
Onlara mülâzemet ederdim. Bir gün Hâce Behâeddin (kuddise sırruh) hazretlerinin
merkad-ı şeriflerini [kabrini] ziyâret niyetiyle, yaya olarak Kasr-ı Ârifân’a
geldim. Ziyâretten dönerken yolun yarısına geldiğimde Hâce Alâeddin’e
rastladım. Buyurdular ki: Ben sizi gece orada kalır sandım; onun için geldim.
Bu sözleri üzerine, ben de onlara yoldaş olup, geri döndüm ve tekrâr ziyârete
geldim. Yatsı namazını kıldıktan sonra buyurdular ki: Niyazmend, ya‘nî tâlib
bir merdsiniz. Münâsib olan, bu gece uyumayıp, geceyi ihyâ edesiniz. Kendileri
yatsıdan sabaha kadar öyle hareketsiz oturdurlar ki, ayaklarını dahi
değiştirmediler.
Hâce
Ubeydullah hazretleri buyururlardı ki; Böyle rahat oturmak, tam cem‘iyyet [kalb
huzuru] olmayınca mümkün olmaz. Cem‘iyyetsiz beden kuvveti böyle ihtiyâr yaşta
bu şekilde oturmağa imkân vermez. Buyurdular ki: Mezâr-ı şerîfin [türbenin]
şeyhi bir fakîr kişi idi. Türbeye iki kâse un aşı [çorba] getirdi. Büyük kâseyi
Hâce’nin önüne koydu. Hepsini yediler. Ve yatsıdan sabaha kadar oturdular.
Dışarı çıkıp abdeste ihtiyacları olmadı. Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular
ki: Yaya olarak ziyârete gelip, dönerken yine yolun yarısını yaya olarak
yürüdüğüm ve ardından hâce hazretlerine uyarak tekrar mezar-i şerîfe geldiğim
için çok yorgun ve tâkatsız idim. Lâkin mecbûren onlara uyarak geceyi ihyâ
etmek lâzım geldiğinden, gece yarısından sonra oturmağa mecalim kalmadı. En
iyisi, kalkıp hizmet edeyim dedim. Hizmete başlayınca, Hâce hazretleri
buyurdular ki, üstündeki ağırlığı mı atmak istersin? Oturamıyorum. İstedim ki,
ayakta hareket ederek biraz hafifleyeyim ve biraz istirahat edeyim, dedim.
Yine Hâce
Ubeydullah hazretleri buyurdular ki: Semerkand’da gözüm ağrıdı. Kırk gün kadar
göz ağrısı çektim. Bu melâlet [rahatsızlık] esnâsında şehirden gitmek istedim.
Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretleri ne kadar gitmeme mâni‘ olmak istedilerse
de, geri kalmadım. Sonra Hâce Alâeddin Gucdevânî’yi görmek arzusuyla Buhârâ’ya
hareket ettim. Zirâ Hâcenin hâllerini çok işitmiştim, lakin mubârek yüzlerini
görmemiştim. Buhârâ’ya varınca, bir gün etrafı seyr için dışarı çıktım. Bir
mescide uğradım. İçine girdim. Gördüm ki, nûr yüzlü bir pîr oturur. Kalbim o
pîrin sohbetine çekildi. Önüne vardım. Beni gayet sağlam tuttu. Üç gün devamlı
mülâzemet eyledim. Üçüncü gün buyurdu ki: “Üç gündür gelir bizimle sohbette
bulunursun. Maksadın nedir? Eğer bize, şeyhdir, kerâmetlerini göreyim diye
geliyorsan, istediğin burada bulunmaz. Eğer bizim sohbetimizden etkilenip,
kendinde farklılık bulursan, bize mubâreksin” yahud buyurdu ki: “Sana mubârek
olsun!” Ondan sonra hazreti Azîzân’a âid şu ruba‘iyi okudular:
Kiminle oturursan ve kalbin cem‘ olmazsa,
Sohbeti gidermezse senden dünyâ derdini,
Sen onun sohbetinden teberri eylemezsen, Azîzlerin ruhları elbet bırakır seni.
Bu pîr Hâce
Alâeddin Gucdevânî (kuddise sırruh) idi.
Ve yine Hâce
Ubeydullah buyururlardı: İlk zamanlar çok sıkıntıda idim. Hâce Alâeddin
Gucdevânî hazretlerinin sohbetine kavuşuncaya kadar sükûnete erişemedim. Onun
sohbeti ile ancak rahatladım.
Yine Hâce
hazretleri buyurdular. İrâde [tarikat vazifeleri] aldığım ilk zamanlarımda
azîzler sohbetine çok erişirdim. Kimi beni kendi tarîkatlarında meşgul
ederlerdi. Huzûr ve cem‘iyyet nisbeti az bir teveccüh ile zâhir olurdu. O
huzurun eserleri zuhura gelince bir başka şeyle emredip meşgul kılarlardı. O
cem‘iyyet eseri gider, yerini tefrîka alırdı. Bu bakımdan çok hayranlık
çekerdim ve sebebini bilmezdim. Nihâyet ma‘lûm oldu ki, bundan maksudları tarîk
gayet azîzdir; az bir teveccühle ve kolay bir cem‘iyyet ile ele geçer şey
olmadığını bildirmek imiş.
Buhara’da
Hâce Alâeddin hazretlerine kavuşup, onların şerefli sohbetlerinin
bereketleriyle, o tefrikalardan kurtulup, tarîkat yolu zâhir ve âşikâr oldu.
Yine Hâce
hazretleri buyurdular: İbtidâ-i hâlimde itikadım bu idi ki maksudun hâsıl
olması bir azîz ve kâmilin iltifatına bağlıdır. Kâmilin bir nazar ve
iltifatıyla maksud ele geçer. Hâce Alâeddin hazretlerine eriştiğim zaman,
buyurdular ki, sizin itikad ettiğiniz şeye meşgul olunuz ki, çalışma ve
gayretin büyük kolaylığı vardır. Çalışmadan ele geçen devâm etmez.
KÂŞİFE-8 : Ey
birader, mukadder olan meydana gelir deyip talebenin gayret ve çalışmayı
bırakması doğru değildir. Kula, işi teslim ve tefvîz mühim olduğu gibi, yeri
geldiğinde çalışmak da mühimdir. Terki yanlış, ziyân ve hafîfliktir. Hikmetin
gereği budur ki, sâlik hiç birinde ifrat ve tefrît etmeyip, çalışma ve teslîmin
her biriyle amel etmelidir. “İnsan için çalışmasından başkası
yoktur” [Necm-39] âyet-i kerîmesini alıp çalışmayı teslîme tercîh edenlerin
sözleri doğrudur. Yeri geldiğinde çalışmak teslîmden mühimdir. Ama başlangıca
bakıp teslîm ve tefvîzi [Hakka bırakmağı] çalışmağa tercih edenlerin de sözleri
hakdır. Bakışlarının yeri vardır. Birbirine ters değillerdir. Meselâ, bir kimse
dese ki, gemiyi menzil-i maksuduna erdiren rüzgârdır, gemidekilerin geminin
hareketini seyretmekten başka çareleri [yararları, etkileri] yoktur. Bu söz
sahîhdir [doğrudur]. Biri de, gemicilerin gemideki aletleri, malzemeleri
yerinde kullanması lâzımdır ki, menzil-i maksuda erişsin dese, bu söz de
doğrudur. Bu iki söz birbirine aykırı değildir. Zira her ne kadar gemiyi
maksada kavuşturan uygun bir rüzgar ise de, gemicilerin de bu iş için olan âlet
ve malzemeyi yerinde kullanması gerektir. Şöyle ki gemici geminin dümenini
aykırı tutarsa, herkes bilir ki, o uygun esen rüzgâr onu maksûda ulaştırmağa
değil, belki felâkete ve helâke götürür. Eğer rüzgar uygun olmayacak olursa,
gemicilerin aletleri kullanmasının hiç faydası olmaz. Bununla beraber kabûl
mevhibe-i ilâhiyyedendir. Beha ile alınmaz. Tâlib olanın kabûl yolunda durması
lâzımdır. Söyleyen ne güzel söylemiş:
Gerçi yâra kavuşmak ele geçmez gayretle,
Ama ey gönül, yine, gücünce gayret eyle!
Gönül sâhiblerinin
büyük bir kısmının teslîme meylinin sebebi budur ki, onlar emeller Kâbesine
kavuşmada gayret ve teslimi anlamışlar ve kendileri teslîm tarafında
bulunmuşlardır. Meselâ Kâbe’yi ziyârete azm etmiş kimsenin bir miktar yolu
karadan, bir kısmı da denizden gitmesi icâbetse, yolculuğu karada olduğu zaman,
hergün hareket etmesi [yürümesi] lâzımdır. Yoksa menzile kavuşamaz. Yolculuğu
denizde olduğu zaman ise, onun hareket etmesi [yürümesi] lâzım gelmez. Burada
durması gerektir. Eğer ben karada yürüyerek yol alırdım, buradada yürümeliyim
derse, ona herkes güler. Zirâ büyük câhilliktir. İşlerin sonuna bakmayanlar,
teslîm davasında bulunup, gayreti terk etsinler, terk için çalışmasınlar.
Mesnevî’den:
Gayret
hakdır, devâ hakdır, derd vardır.
Cehdini
nefye cehd eden münkirdir.
Zirâ teslîm
onların hakkı değildir. Rıza gemisine binmiş olmadığından maksuddan kalmaları
mümkündür. Rızâ gemisine binip, gerçekten yolculukta olduğunu bilenler, teslîme
meyillidirler. Bu yüzden mübtedilerin makamı [bulundukları yer] sırf gayret ve
çalışma, müntehilerinki [sona kavuşmuş olanlarınki] teslîm ve rızâdır.
Ve yine Hâce
Ubeydullah Taşkendî hazretleri buyurdular: Kırk gün kadar Hâce Alâeddin
hazretleri ile görüştük, birlikte bulunduk. Bir gün Hâce Behâeddin Nakşibend
hazretlerinin tasarruflarının kemâlini ve meclis-i şerîflerinin tesîr ve
bereketinden bahsedip, dediler ki: Zamane azîzlerinin dahî sohbetleri
ganîmettir, her ne kadar geçmiş ulular mertebesinde bulunmasalar da! Hâce
Behâeddin hazretlerinden naklen dediler ki: Ulular demişlerdir ki, diri kedi,
ölmüş aslandan yeğdir.
Yine Hâce
hazretleri buyurdular: Hâce Alâeddin hazretleri vefât edince, Hâce Ebû Nasr
Pârisâ hazretleri va‘z edip, va‘z esnasında buyurdu ki: Hâce Alâeddin Gucdevânî
komşumuz idi. Biz de onların inâyet ve himmetleri sâyesinde [şemsiyesi altında]
emniyette ve rahat idik. Şimdi onlar Hakkın rahmetine kavuştular. Münâsib olan
bundan sonra hazar ve havf [korku ve çekinme] üzere olmamızdır.
Hâce
Alâeddin Gucdevânî hazretlerinin mürid ve hizmetçilerinden olan Mevlânâ
Bedreddin Sarrafânî isimli bir aziz Buhârâ’da Sarraflar mahallesinde otururdu.
İşte bu azîz anlatıyor: Hâce Alâeddin hazretleri Hâce Nasîreddin Ubeydullah-ı
Ahrâr hazretlerine icâzet verdiler. Ben Hâce Alâeddin hazretlerine, Hâce’ye tez
icâzet verdiniz dedim. Buyurdular ki: “Hâce Ubeydullah bize tamam geldi ve
bizden tamam gitti”. Mevlânâ Bedreddin dâima Buhârâ’dan Hâce Ubeydullah
hazretlerinin mülâzemetine [sohbeti için] Semerkand’a gelirdi. Hâce
hazretlerinin büyük eshabından bazısına demişler ki: Hâce Ubeydullah hazretleri
Hâce Alâeddin’den icâzet alıp ayrıldılar. Hâce Alâeddin buyurdular ki:
Sübhânallah! Bu Hâce Ubeydullah değil, belki Hâce Behâeddin’dir ki, tekrâr
dünyaya geldi, nice bin kemâl ziyâde ile.
ŞEYH SİRÂCEDDİN
KÜLÂL PÎRMESÎ (kuddise sırruh): Vabkenî kasabasının Pîrmes köyündendir.
Buhârâ’ya dört fersah uzaklıktadır. İlk zamanlarında Seyyid Emîr Külâl
hazretlerinin azîz oğulları Emîr Hamza elinde irâdet getirdi, ama sonra Hâce
Behâeddin Nakşibend eshabı silkine dâhil oldu. Emîr Hamza hizmetinde iken çok
riyâzet ve mücâhede çekmiştir. O esnâda kendisine bir kere bir gaybet [kendini
gaybetme hâli] el vermiş de, üç gün üç gece kendinden haberi olmamış. Emîr
Hamza bu hâli öğrenince buyurmuş ki, kulağına, “Emîr Hamza diyor ki, kavuştuğu
yerden öteye geçmeyip geri dön” deyin buyurdu. Bu sözü kulağına
söylediklerinde, bir sâniye sonra his ve hareket hâsıl olup, şuurlu hâle geldi.
Hâce
Ubeydullah hazretleri ilk zamanlarında onu görmüş, onunla sohbet etmişti.
Buyururdular ki: Yirmi iki yaşında idim. Semerkand’dan Buhârâ’ya giderken,
yolda Şeyh Sirâceddin Pîrmesî hazretlerinin köyüne uğradım. Çok alâka
gösterdiler ve yanlarında kalmamı istediler. Gönlüm orada kalmağı kabûl etmedi.
İzin istedim. Dediler ki bostana gidip, seyr eyle Horasan ve Irak’ı, belki her
yeri görmüş tut! Ben de dedikleri bostanı seyr eyledim. Kalmağı düşünmediğim
için kalkıp gitmek için izin istedim ve iki üç gün Şeyh Sirâceddin
hazretlerinin yanında bulunduğumdan hâlleri ile alâkalandım. Gündüz çömlekçilik
eder, gece çok otururlardı. Nasıl oturdularsa, meclisin sonuna kadar hiç
değişmeden aynı uslûb üzere kalırdı.
Yine Hâce
Ubeydullah hazretleri buyurdular: Mevlânâ Siraceddin Hirevî Semerkand’a gelip
Mîrza Uluğ Bey medresesinde müderris olmuş idi. O anlatır: Ben Sirâceddin
Pîrmesî’yi görmüşüm. İlmî kitabları gayet az tetebbu‘ etmiş iken, yine de
meclis-i şeriflerinde ve latif sözlerinde bir tat ve lezzet var idi ki, ilim
ehli ve dervişlerden çoğunun meclislerinde yok idi. Mezkûr Mevlânâ Sirâceddin
çok dervişler görmüş ve bu tâifeden çok kimselere hizmet ve mülâzemet etmişti.
Mefahas kitabını Hâce Sâinuddin’den okumuştu ve Şeyh Sirâceddin Pîrmesî’yle
görüşüp onların sözlerinin tatlılığı ve bereketli meclislerinin letâfeti
sebebiyle Hâcegân hânedânına gayet itikadları vardı.
Hâce hazretleri
buyururlardı: Şeyh Sirâceddin bu silsile ahâlisinden idiler. Kim onları
ziyârete niyyet etseydi, evini süpürmüş bulup, elinde süpürgeyi tutar görürdü.
Bu sırrın izâhını sorduklarında, buyurdular ki: “Benim bir cin yoldaşım vardır.
Ne zaman bana bir müsafir gelmek istese ve yola girse, gelir bana haber verir”.
Yine Hâce
hazretleri buyurdular: Şeyh Sirâceddîn Pîrmesî dediler ki, bir gün Şeyh
Ebûl-Hasan Işkî eshabından bir bölük kimseyle karşılaştım. Kendilerini kendime
mürid edinmek istediğimi sandılar ve dediler ki: Ey Şeyh, olmaz. Vaktini boşuna
harcama. Çünkü biz Ebûl-Hasan hazretlerinin tasarruf ve muhabbetleriyle buraya
kadar dopdoluyuz deyip, ellerini boğazlarına getirdiler ve: “Daha alamayız. Siz
kendi muhabbetinize bizde yer bulamazsınız” dediler. Onların bu sözlerinden
bizde bir gayret meydana geldi ki, hepsinin kalblerine tasarruf edip,
elbiselerini yırtmaya, yer üstünde yuvarlanmağa başladılar. Bir müddet akılları
başlarından gitti. Anladım ki, o hâlden kendi kuvvetleri ile kendilerine
gelemeyecekler, kendilerine gelmeleri için bir tasarruf daha yapmak lâzım oldu.
Tasarrufdan sonra kendilerine geldiler. Ve son derece muhtac ve niyâz makamında
oldular. Ben de kendilerine dedim ki: Biz sizin şeyhiniz Şeyh Ebûl Hasan ile
bir çeşmeden su içeriz. Onlara irâdet ve niyâz bize irâdet ve niyâzdır. Ayrı
ayrı görmek dervişlerdedir. Pîrlerde ayrılık yoktur.
Bazı
azîzlerden şöyle işitildi: Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretleri ilk zamanlarında
Şeyh Sirâceddin hazretleri ile çok sohbet etmişlerdir.
MEVLÂNÂ
SEYFEDDİN
MENÂRÎ (kuddise sırruh): Firket vilâyetine Menâr derler. Taşkend ile
Semerkand arasında ma‘mûr bir kasabadır. Taşkend’e dört fersah mesâfededir.
Mevlânâ hazretleri Hâce Behâeddin’in (kuddise sırruh) eshabının ulularından
idi. Zâhir ve bâtın ilimlerine sâhib idi.
Şunu da
belirtelim ki, Hâce Behâeddin hazretlerinin sohbetine devâm edenler arasında
dört Seyfeddin var idi. Biri mahbûb, biri makbûl, biri makhûr ve biri de merdûd
idi ki, her birinin ahvalinden bir nebze bahsedilecektir:
Kalblerin
mahbûbu olan SEYFEDDİN, Mevlânâ Seyfeddin Menârî hazretleridir.
Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin, mezkûr Mevlânâ’ya teveccühleri hadden
ziyâde idi. Hâce hazretleri hayatta oldukları müddetçe, şerefli hizmetlerinden
ayrılmadı. Hâce hazretlerinin vefatlarından sonra, yine onların şerefli
işâretleri ile Hâce Alâeddin Attâr hazretlerinin hizmetinde bulundu.
Hâce
Ubeydullah Taşkendî buyururdu: Mevlânâ Seyfeddin Menârî (aleyhirrahme) Hâce
Behâeddin hazretlerine kavuşmadan önce, o zaman âlimlerinin meşgul olduğu ilim
tahsîlinde idi. Emîr Hamza hazretlerinin hulefasından olan Mevlânâ Hüsâmeddin
hazretlerinin babası Mevlânâ Hamîduddin Şaşî’nin talebesi idi. Hamîduddin
hazretlerinden daha önce bahs edilmişti. Hâce hazretlerinin kabûlü ile
şereflenip, resmî ilimle meşgul olmaktan vaz geçtiklerinde, buyurdular ki:
Üstâdım Hamîduddîn’in ölümü hastalığında yanında idim. Mevlânâ’nın büyük
ızdırapta olduğunu gördüm. “Ey mahdûm [efendim], bu sıkıntı ve ızdırabınız
nedir?” Dedim. Tahsîlini terk ettiğimiz o ilimler için bizi dâima ayıblardınız,
şimdi o ilimler nereye gitti, diye arz ettim. Mevlânâ Hamîduddin buyurdu ki:
“Bizden gönül ve gönül hâlleri isterler, ya‘nî selîm kalb isterler. Bizde ise
selîm kalb yoktur. Izdırap ondandır”.
Hâce
Ubeydullah hazretleri buyurdular ki: İnsan sıhhatte iken kalb huzûru meleke
olmamış ise, bütün beyin ve beden kuvve ve duygularının zaif olup eksilmeğe
başladığı hastalık vaktinde gönül huzuru ve cem‘iyyet elde etmek gayet zor
olur. Ehlüllahın hasta iyâdetine [ziyâretine] gelmelerinin sırrı, onların şerefli
sohbetleri şerefiyle hastaya ruhânî biraz kuvvet hasıl olması ve zâhir
alâkasının bir parça eksilmesidir.
Yine Hâce
hazretleri buyurdular: Bu yolda yüksek sözleri ve büyük iddiaları olan bazı
kimseleri, âhırete intikalleri zamanında gayet âciz ve huzursuz buldum. Bütün
ma‘rifet ve hakîkatları o vakitte bertaraf olmuş idi. Elde edilmesi tekellüf ve
ta‘amül [zor ve çabalama] ile olan bir şeyin, hastalık ve güçsüzlük vâkı‘
olunca, asla fâidesi olmaz. Bilhassa ruhun bedenden ayrılması zamanında -ki çok
büyük zorluk ve şiddetli mihnettir- tekellüf ve taammüle kuvvet kalmaz.
Yine Hâce
hazretleri buyururlardı ki: Mevlânâ Rükneddin Hâfî’nin nakli zamanında, Şeyh
Behâeddin Ömer ve Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretleri ile hâzır idik. Mevlânâ
Rükneddin hazretlerinin mahrem müridlerinden Mevlânâ Hâce ve hizmetçilerinden
biri de orada idi. Başka kimse yoktu. Hani, o İmam-ı Gazâlî’nin tahkîkatını
beğenmeyen Mevlânâ Rükneddin! O hâlde kendi itikadını beyân ve kelime-i tevhîdi
tekrâr etmekten başka bir şey yapamadı. Bütün kazandıkları görünmez ve her
fazîlet ve kemâli hebâ olmuş idi.
Hâce
Behâeddin hazretlerinin kabûlü ile şereflenen MEVLÂNÂ SEYFEDDİN ise,
hoşhân [güzel okuyan] Buhârâ’lıdır. Hâce hazretlerinin kavuşması şöyle oldu:
Ticâret için Buhârâ’dan Harezm’e gidip, orada Hâce Alâeddin Attâr hazretlerinin
sohbeti ile şereflendi. Onların yüksek meclislerinden ve sohbetlerinden son
derece etkilenmişti. Sonra Buhârâ’ya döndüklerinde Hâce Behâeddin hazretlerinin
sohbetine kavuştu ve seâdetlû kabûlleri ile makbûl olup ve Hâce hazretlerinden
tarîkat alıp, gayretle meşgul oldular. Gaflet ehlinden olan eski ahbabları ile
ülfeti terk ve hakîkat yolunda himmet kemerini gönül beline kuvvetli bağlayıp,
büyük bir gayretle Hâcegân yolunda ilerlediler.
Hâce
hazretlerinin makhûru olan [kahrına uğramış olan] SEYFEDDİN BÂLÂHÂNE’dir.
Buhârâ âlimlerinin ileri gelenlerindendi. Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin
amcası Hâce Hüsameddin Yûsuf ile Mevlânâ Seyfeddin Hoşhân ile gece gündüz
beraber idiler. Mevlânâ Seyfeddin Hoşhân Harezm’den dönüp Hâce Behâeddin
Nakşibend hazretlerinin tarîkatlarını ihtiyâr edip, bütün ahbablardan
uzaklaşmıştı. O esnâda bir gün Hâce Hüsâmeddin Yusuf hazretleri Mevlânâ
Seyfeddin Bâlâhâne ile Mevlâna Seyfeddin Hoşhân hazretlerinin evine gelmiş ve
onunla yalnız sohbet edip demişler ki, biz birbirimizin eski dostu ve yârı
idik. Aramızda çok arkadaşlık hukuku geçmiştir. Eğer sizin beyninize, seâdet
nesîmi [rüzgârı] erişip, devlet sermayesi ve seâdet kimyâsı olan insanı kâmile
hizmet size el vermiş ise, muhabbet ve sohbet hakkı olarak bizi de haberdar
edesiniz. Belki biz de o seadete ve şerefe kavuşuruz diye sıkıca tenbihden
sonra Mevlânâ Seyfeddin Hoşhân da Hâce hazretlerini bildirip onların şerefli
sohbetinin iksîr özelliğinde olduğunu haber vermiştir. Ve Mevlânâ Seyfeddin
Bâlâhâne de bu hususta onları tasdîk edip buyurdu ki, bir gün onlara rastladım.
Bir yeni kürk giymişlerdi. Hatırımdan, ne olurdu bu kürkü bana verselerdi diye
geçti. O anda hâtırımdan geçeni anlayıp, kürkü bana verdiler. Ben de onlar için
şehâdet ederim dedi. Sonra Mevlânâ Seyfeddin Hoşhân’a, lütf edip vâsıta ol ve
bizi onların hizmetine ulaştır dediler. Bu meşveretten sonra üçü birlikte
Behâeddin’in (kuddise sırruh) hizmetine [huzuruna] gelip Hâce Hüsâmeddin Yûsuf
ile Mevlânâ Seyfeddin Bâlâhâne de onların nisbet ve tarikatları kabûlüne
kavuştular. Lâkin bir müddet sonra Mevlânâ Seyfeddin Bâlâhâne’den bir
edebsizlik sâdır olmuş ki, ondan bu uygunsuz işin görülmesinden Hâce
hazretlerinin temiz hâtırlarına bir leke geldi ve o sebebden sohbetlerinden uzak
ve kahr ve gazab ateşiyle makhûr [kahr olmuş] hâl almıştır.
Bu hikâyenin
geniş olarak izahı şudur: Bir gün Hâce hazretleri Buhârâ’nın bir mahallesinde,
yanlarında Mevlânâ Seyfeddin Bâlâhâne olduğu hâlde bir yere giderken, âniden
karşılarında o asrın büyük meşâyıhından, ahbabı ve müridleri bir hayli çok olan
ve Hazreti Hâce’yi inkâr edenler arasında bulunan Şeyh Muhammed Hallâc göründü.
Hazreti Hâce ile orada ayak üstü görüştüler. Hâce hazretleri kerem ve
mürüvvetleri sebebiyle, ona müteveccih olup ayrılırken beş-altı adım yolcu
ettiler. Bu hareketleri Mevlânâ Seyfeddin’in hoşuna gitmedi ve Hâce hazretleri
dönünce, kendisi dönmedi ve Şeyh Muhammed Hallâc’a birkaç adım daha refakat
etti. Hazreti Hâce onun bu edebsizliğinden son derece ağırlanıp gayrete girdi. Birden
değişti ve çok müteessir oldular. Mevlâna Seyfeddin şeyhi yolcu etmekten
dönünce, Hazreti Hâce kendisine: “Hallâc’ı göndermeğe gittin. Bu edebsizlik ile
kendini yele, Buhârâ’yı sele verdin. Belki bütün âlemi harab eyledin” buyurdu.
Hazreti
Hâce’nin bu kahr ve gazabından sonra, Seyfeddin Bâlâhâne hemen o gün vefât
eyledi ve Özbeklerden Tokmak adlı bir aşiret çıkıp Buhârâ’yı kuşattı ve oraları
virân ve talân edip çok can telef oldu.
Hizmetinde
bulunanlardan bazısı Hâce Ubeydullah hazretlerinden bildirdiler. Hâce
hazretleri buyurdu ki, Şeyh Muhammed Hallâc’ın, yedi halîfesi vardı. Birincisi
Şeyh İhtiyâr, yedincisi Sa‘dî-yi Pîrmesî’ydi. Şeyh İhtiyâr ibtida-i hâlde [ilk
zamanlarında] Hâce Behâeddin Nakşibend (kuddise sırruh) hazretlerine çok devâm
edip, tam irâdet ve ihlâs üzere idi. Çok şaşılacak işlerdendir ki, adı geçen
kişi bu kadar zaman Hâce hazretlerinin hizmetinde bulunmuş iken, sonradan
onların sohbetini terk edip, gidip Şeyh Muhammed Hallâc’a yaklaştığı hâlde,
yine de devamlı Hâcegân yolundan bahseder, onların şerefli nisbetlerini takviye
ederdi.
Yine Hâce
hazretleri buyurdular ki; ben Şeyh İhtiyâr’ın tarîkat kardeşini görmüşüm. Şeyh
Hacı dedikleri bir dokumacı olup, Şeyh Muhammed Hallâc’ın halîfelerinden idi.
Merv’de yaşardı. Zaman zaman işi icabı iplik satın almak için pazara giderdi.
İşinden başka hiçbirşeyle alâkalanmaz, sağına ve soluna baktığı hiç görülmezdi.
Dâima nazarı kademinde [gözü ayağını attığı yerde] olur, kendi nisbetine âgâh
[uyanık] ve başka şeylerden gafil idi.
Yine Hâce
hazretleri buyururlardı: Şeyh Sa‘dî-i Pîrmesî, Şeyh Muhammed Hallâc’ın son
halifesidir. İlk zamanlarında Hâce Behâeddin hazretlerinin makbûl ve
manzûrlarından idi. Ama sonra bir hadîse oldu da, o da gidip Şeyh Muhammed
Hallâc’a mürid oldu. Ben onu da görmüşüm. Uzun yaşadı. Erzel-i ömre yetişti.
Hâce hazretlerinin hizmetinde iken taze imiş. Hatta Hâce hazretleri kendisini,
gayet yaşlı olan ninelerinin hizmetine vermişlerdi. Hâce hazretlerinin bir bağı
var idi. Zerdâli zamanında Sa‘dî o bağa girip zerdâli almak istedi. Bahçıvan
mâni‘ oldu ve vermedi. Sa‘di de: “Ey bahçıvan, ne kafasız adamsın ki, Hâce
hazretleri bizden Hak sübhanehü ve teâlânın feyzini esirgemez, sen ise
zerdâliyi esirgersin” dedi. Bu sözü Hâce hazretleri işittikte, çok beğendiler
ve Şeyh Sa‘dî’ye inâyetleri oldu. Ama nihâyet bir umulmadık şey oldu ve Şeyh
Sa‘dî Hacca gitmek için Hâce hazretlerinden izin istedi. Bu davranışı Hâce
hazretlerinin ve eshabının hoşuna gitmedi. Ne kadar mâni‘ olmak istedilerse de,
geri kalmadı. Hacdan geldikten sonra, bir daha Hâce hazretlerinden eski iltifat
ve yakınlığı bulamadı ve varıp Şeyh Muhammed Hallâc’a mürid oldu.
Hâce’ye
serhalkasının sohbetinden merdûd ve mahrûm olan Mevlânâ Seyfeddin Harezmî’dir.
İlk zamanlar Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin muhib ve muhlislerinden
olduğu hâlde, sonunda kendisinden beklenmedik bir hareket meydana geldi de,
Hâce hazretlerinin sohbetinden uzak ve feyiz tesirli hâtırlarının inâyetinden
mahrum ve mehcûr oldu.
Reşahât
sâhibi der ki: Hizmetlerinde bulunanlardan bazısı Hâce hazretlerinden bildirir:
Hâce hazretleri buyururlardı ki: Bu Seyfeddin’in sohbetten uzaklaşmasının
sebebi şudur ki, onun zamanının çoğu ticaretle geçtiğinden, hâlinde bahillik ve
tutuculuk vardı. Bir gün Hâce hazretlerini bir bölük eshabıyla ziyâfet için
evine davet etti. Hâce hazretlerinin ve eshabının güzel âdetleri imiş ki, her
zaman yemekten sonra meyve veyâ tatlı bir şey yerlerdi. Ve bu kaideye uymayan
ziyâfete, demsiz ziyâfet derlerdi. Nasıl olduysa, Mevlânâ Seyfeddin o gün
yemekten sonra herhangi bir tatlı getirmedi. Hâce hazretleri şaka yollu,
gülerek buyurdular ki: Mevlânâ Seyfeddin, senin yemeğin demsiz oldu. Hâce
hazretlerinin bu sözü ona çok ağır ve çirkin geldi. Ve bu ma‘nâ Hâce
hazretlerine aksedip buyurdular ki: “Eğer sizin sermayeniz oniki bin altın olsa,
nasıl olur?” Meğer onun düşüncesi hep, on iki bin altın sermâyeye sâhib
olmaktı. Ondan sonra Hâce hazretlerinin teveccühü ondan kesildi ve onu
hâtırlarından çıkardılar. İşte bu hadiseden sonra onun da Hâce hazretlerinin
şerefli sohbetleriyle alâkası bitti. Kalbinde dünya sevgisi kuvvetlendi ve tam
bir hırs ile dünyalık toplamağa koyuldu. Bütün vaktini ticarete ve dünyalık
kazanmak düşüncesine verip, büsbütün gönül sâhiblerinin yolundan yüz çevirdi.
Birgün adı
geçen Seyfeddin Merv yolunda bir kervân ile giderken yolları çok güzel bir bağa
düştü. Kervân orada konakladı. Seyfeddin neş’e ve sürur ile çimen üzerine yatıp
yuvarlanır ve: “Şeyhsizlik ne güzel şeydir” derdi. Hâce Ubeydullah hazretleri
buyurdular ki: Mevlânâ Seyfeddin ne keremsiz adam imiş ki, Hâce Behâeddin
(kuddise sırruh) hazretlerinin sohbeti gibi bir sohbetten ayrıldığından
üzülmemiş.
Yine Hâce
hazretleri buyurdular: Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin hizmetinden
merdûd olanlardan birisi de, Mevlânâ Seyfeddin Menârî’nin kızkardeşinin oğlu
idi. Mevlânâ Seyfeddin Firketî anlatırdı: Mevlânâ Seyfeddin hazretlerinin iki
hemşîrezâdesi [yeğeni] vardı: Mevlânâ Muhammed isminde olan âlim ve zâhid bir
genç idi. Hâce hazretlerinin terbiyesinde kimyâ nazarlarına kavuşmuş olup kemâl
mertebede hakikatla meşgul idi. Diğeri Mevlânâ Şemseddin isminde ilim talebesi
bir genç idi. Hâce hazretlerinin hizmetinde bulunurdu. Lâkin bir defa hizmette
kendisinden bir ihmâl ve alâkasızlık hareketi görüldü ve bu yersiz iş yüzünden
Hazreti Hâce’nin inâyet nazarından uzak düştü. Bir daha felah bulmadı.
Hadise şöyle
vuku‘a geldi: Bir gün Hâce hazretlerine hâtırı sayılır müsafirler gelip,
devlethânelerinde kaldılar. Su çok gerekli olduğundan Hâce hazretleri Mevlânâ
Şems’e: “Var [git], nehirden suyu bu tarafa bağla” buyurdular. Mevlânâ Şems
ihmâl davranıp biraz sonra huzûr-i şeriflerine geldi ve: “Rahatsızlandım, su
yoluna su bağlayamadım, ya‘nî nehirden suyu arka veremedim” dedi? Onun bu ihmâl
ve kaygusuz hareketi Hâce hazretlerine gayet kerîh [çirkin] gelip buyurdular ki:
Mevlânâ Şems, kendini boğazlayıp bu derede kanını akıtmak senin için bu haberi
getirmekten hayırlı idi. O ihmâlden sonra onun beyninde bir hastalık zuhur etti
ve Hâce hazretlerinin hizmetini bırakıp Firket’e dayısı Mevlânâ Seyfeddin’in
yanına gitti ve hâlini ona arz etti. Mevlânâ hazretleri ona: “Hâce Alâeddin
hazretlerinin huzuruna git, yalvar. Belki merhamet eder de, senin günâhın için
Hazreti Hâce’den şefaat ister. Onların bereketli teveccühleri ile Hâce
hazretleri senin kusurunu bağışlar” dedi. Mevlânâ Şemseddin, dayısının dediğini
yapmadı ve Buhâra’ya gidip Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerine hâlini arz etti.
“Senin işin bizim yanımızda hallolmaz. Hâce Alâeddin’e gidin” buyurdu. Dönüp
Firket’e gelince, Mevlânâ Seyfeddin kendisine: “Biz seni Hâce Alâeddin’e
gönderdik, sen niçin başkasına gittin. Senin derdine devâ onun şifâhânesindedir
[eczâhânesindedir] dedi. Mevlânâ Şemseddin yine Buhârâ’da Hâce Muhammed Pârisâ
hazretlerine geldi. Onlar da yine Hâce Alâeddin hazretlerine havâle ettiler. Bu
defa Firket’e dayısının yanına geldiğinde öyle şaşkın ve aptal olarak gelmiş
ki, aklında hiçbirşey kalmamış idi. Nihâyet o dereceye gelmiş ki, kendi
çocuklarının adlarını dahî bilmez olmuştu.
Bahis konusu
Şemseddin ile Hâce Ubeydullah hazretlerinin akrabasından Hâce İmâdül-mülk -ki
ileride bahsi gelecektir- sıkı dost idiler. Bazen Hâce İmâd’ın adını bilmez,
ona Ata diye hitab edermiş. Hâce hazretleri bu hikâyeyi anlattıktan sonra
buyurdular ki: “Sâdık tâlib olanlar, evliyânın hâtırını korur ve şerefli
emirlerine uyar, onların buyruklarını bütün maksad ve isteklerden önde tutar ve
bunu kendine mühim iş bilirler.”
Hâce
Behâeddin hazretlerinin hizmetinde bulunanlardan Mevlânâ Abdülazîz Buhârî
(kuddise sırruh) buyururdu: Hâce hazretlerinin ve eshabının iksîr husûsiyeti
taşıyan sohbetlerine tâlib olanlara üç edebe riâyet etmek mühimdir:
1-
Onların yanında kendinden her ne kadar
makbûl amel meydana gelse, yine kendisine benlik ve varlık gelmemeli, belki
nice zaman kendini hâsılatsız, muflis ve yoklukla görmeli ve hizmete daha çok
çalışmalıdır.
2-
Kendinden her ne kadar kötü amel sâdır
olacak olsa, yine ümidsiz olmayıp, gönlünü sıkıca tasarruf avucuna alıp hıfz
etmelidir. Böylece tereddüdde olmamalı ve sohbet şerefinden yüz çevirip bir
başka yere gitmemelidir.
3-
Her ne buyururlar ise, o hizmeti yerine
getirmede acele etmelidir. Tâ ki maksûda vâsıl olup nasîbsiz kalmasın.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar