Print Friendly and PDF

Reşahât ayn-ül Hayât 1

Bunlarada Bakarsınız

 

Hazırlayan: SÜLEYMAN KUKU

 

TAKDÎM

İnsanları küfürden ve günâhdan, dolayısıyla Cehennemden korumak için, onları kitab, peygamber, âlim ve velî kulları vesîleleri ile şereflendiren Allahu teâlâya, kendini senâ ettiği şekilde sayısız hamd ü senâ olsun. Bi’seti ile insanlık değerlerinin çoğunu gizliden aleniye, aleniden gaye ve nihâyeye eriştirme menba‘ı Muhammed Mustafa’ya, âline, eshâbına ve kıyâmete kadar onlara tâbi‘ olanlara salât ü selâm olsun!

Herkesin ma‘lûmudur, veyâ herkesin ma‘lûmu olsun ki, Âdem oğlunun mahlûkatın en şereflisi olması, kudsî emaneti taşımaya sâhib çıkmasındandır. Kudsî emânet, kendini ve Allahu teâlânın kullarını, Allahu teâlânın emrine uygun idâre etmek irâdesidir. Bu irâdenin tahakkuku için insana, maddî olarak en güzel bir sûret ve şekil, ma‘nevî olarak ise: “Biz ona ruhumuzdan üfledik” âyet-i kerîmesi ile, hususî kabîliyyete sâhib, Rabbi ile münâsebet kurabilecek hılkatte bulunan, mâhiyyettini, taşıdığı insanın dahi bilmediği bir ruh verildi. İşte insan bu ma‘nevî tarafının tezâhürü olarak kalb ve akıl, maddî tarafında kalb yerine nefs, akıl yerine bedeni ile bu kâinata hâkim kudsî emanete vâris kılındı. Kendini tanıyan Rabbini tanır emr-i şerîfi ile içine, özüne bakmak, hılkati ve fıtratı düşünmek kulluk vecîbelerinden oldu. Kendini ulûhiyyet ve rubûbiyyet hâleleri içerisinde, irâde ve ihtiyâr sâhibi bir kul bulan insan, Hak teâlâyı ilâh ve rab olarak tanır ve ulûhiyyet karşısında ubûdiyyet tavrını takınır ve bununla: “İnsanları ve cinleri yalnız beni tanımaları, bana kulluk etmeleri için yarattım” âyet-i kerimesinin sırrına mazhar olur ve kurtulur. Böyle kurtulan kişi, herkesin kurtulmasını ister ve bütün gücüyle dünya ve din konularında, kendisi ve başkaları için hudûd-i ilâhîyi muhafazaya çalışır. Bu çalışma esnasında her nefeste ve vucûdûnun her hücresinin düzenli çalışmasında ihtiyac duyması tâbiî olan rabbinden gafil olmayıp, hep Onunla hâzır olmağı meleke hâline getirirse, kudsî emânetin sâhibi olur. O zaman insan kendini aşar. Aştığı kadar büyür. Büyür büyür de yere ve göklere sığmaz. Buradan da zıll-ı ilâhî olduğu anlaşılır. Çünkü o zaman “Allahu teâlânın ahlâkı ile ahlâklanınız” hadis-i şerifinin ma‘nâsı ile şereflenir. İşte zâhiren küçücük bir insan ve işte bâtınen büyük bir insan!

İş bu Reşahât ayn-ül Hayât kitabında böyle büyük insan numûnelerinin menakıbı yazılıdır. Büyüklerimizin: “İlim sadırlardan - kalblerden- satırlara geçerken çoğunu kaybetti” sözü mûcibince, kalblere âid olanlar yazı ile, dil ile ifâde edilemez. Sadırlarda bulunanlar muhabbet, zikir, niyyet, güzel ahlâk ve murakabe gibi, zevkle alâkalı ma‘nevî güzellikler ve tatlar olduğundan , bunları tadacak ma’nevî damak da, ancak insanın kalbi ve ruhûdur. Veya kısaca insanın gönlüdür. Şimdi o insanların yetiştiği sohbet ve meclisler dünyada kalmadı. Onların mektebleri kalmadı. Bu zamanın sırtı ise, o ma‘nevî yükü taşıyacak güçte değildir. Buna rağmen ümidsiz olmamalıdır. Bu zulmetli zamanlarda yaşayanlar için de, hadîs-i şerîflerde müjdeler vardır. Selîm tabiatlerden ve istikamet üzere bulunan kalblerden sızan hakîkî îman ve irşâd damlalarına, bütün samimiyetimizle gönüllerimizi açık tutalım! Belki: “Yemen tarafından Rahmanın nefesini duyuyorum” hadîs-i şerîfinde olduğu gibi, bir Rahmanî nefes içimize üflenir de dünya ve âhıret seâdetine kavuşuruz. Haberde : “Rahmanın cezbelerinden bir cezbe insanların ve cinlerin ameli mesâbesindendir” buyuruldu.

Ve yine bu kitabda, muhabbet ve zikr-i ilâhî ile doymuş tecelli ve müşâhedeler ile ihsân mertebesine erişmiş, nefsinin esaretinden kurtulmakla, Allahu teâlâya kul olma zevkini hakîkî hürriyet olarak anlamış ve tatmış mürşidlerden ve evliyâdan çok şeyler okuyacaksınız.

Kitabın müellifi Alî bin Hüseyin’dir. Hüseyin Vâiz-i Kâşifî hazretlerinin oğludur. Fahreddin ve Sâfî isimleri ile meşhûrdur. 867 (m.1462) senesinde dünyaya gelmiş, 939 (m.1533) de Herat’ta vefât etmiştir. Kendi ifadesi ile, iki defa Hâce Ubeydullah Ahrâr hazretlerinin sohbeti ile şereflenmiş, toplam bir sene onların Cennet misâli sohbetlerinde bulunarak, kesb-i kemâlât ve fuyuzât eylemiştir. Bu kitabı hicrî 909 (m.1503) senesinde yazmış ve 909 rakamına ebced hesabı ile eş düşen ‘Reşahât’ ismini vermiştir.

Kitabın tertibi içinde anlatılacaktır. Kısaca iki kısımdır: Yusuf-i Hemedânî hazretlerinden itibaren Hâce Ubeydullah hazretlerine kadar olan târihî seyir ve her cebhesi ile Hâce Ubeydullah Ahrâr hazretlerinden bahs eder.

Reşahât çok kıymetli bir kitabdır. Son asırların en büyük âlim ve velîlerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (kuddise sırruh), hazîne değerindeki Reşahât kitabını okumanın büyük bir seâdet, okuyanın çok ta’lili kullardan olduğunu bildirerek: “Reşahât okumak insanın ihlâsını artırır” buyurmuştur. Bir defa H. Hilmi Işık hocamızın evinde idim. Yemekten sonra kendilerine “Hocam! Her işi ihlâsla yapmanın ilâcı nedir?” Diye suâl ettim. Buyurdular ki: “Büyüklerin sohbetidir. Ama şimdi dünyada öyle büyük ve öyle sohbet yoktur. Buna rağmen Abdülhakîm efendi hazretleri bu suâli cevâbsız bırakmadı ve buyurdular ki: “İhlâsını arttırmak isteyen, Reşahât okusun, Mektûbat ve Reşahât gibi kitablar ihlâsı artırırlar”. Sözümüze gelelim:

Şeyh Ahmed Allan Mekkî ve sonra Muhammed Murad Kazam tarafından Arabîye tercüme edilmiştir. Üçüncü Murad Hân zamanında 993 (m.1584) de İbni Muhammed Şerif Abbâsî tarafından Farsça’dan Türkçe’ye [Osmanlıca’ya] tercüme edilmiş ve bu tercüme çeşitli târihlerde basılmıştır. 1291’de İstanbul’da yapılan taş basması, harekeli olup, sonunda Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin Arabi İrâde-i Cüz’iyye risâlesi, kenârında mezkûr Mevlânâ’nın Râbıta risâlesinin Arabîsi ve Türkçesi, yine onların Âdâb-ı Tarikât risâlesinin Türkçesi ve Farsça Silsile-i Aliyye’si ve daha birçok risâleler vardır. Reşahât’ı Türkçe’ye çeviren İbni Muhammed Şerîf Abbâsî 1002 (m.1593) senesinde vefât etmiştir.

Reşahât kitabı, mevzu‘ûnda, ya‘nî evliyâ tercüme-i hâli ve menâkıbında, Keşf-ül Mahcûb, Tezkiret-ül Evliyâ ve Nefehat-ül Üns’ten sonra yazılmış dördüncü kitabdır. Yalnız Nakşî büyüklerini anlatır. Bu silsilenin evvelinden Hâce Ubeydullah Ahrâr hazretlerine kadar, serhalkalar ve yanlarındakilerden yüzotuz beşinin menakıbı, ayrıca Hâce hazretlerinin eshabından, oğullarından ve kitabın baş tarafında Hâce Ahmed Yesevî hazretleri silsilesi mensublarından bahs eder. Bu arada Nakşî yolu ile alâkalı üç yüz seksen Reşha ve yirmi beş şife ile, çok güzel ma‘nâlara işâret eden pek nâdir kitablardandır. Allahu teâlâ bir kulunu severse, onu evliyâsına yakın eder, demişlerdir.

Bugünkü [2009] Türkçeye aktarırken bazı kelime ve cümlelere kıyamadım. Beş asır önceki dilimizi merak edenler için bazı ifâdelere dokunmadım. Dilimizin târih içindeki değişimine güzel bir örnek teşkîl etmektedir.

Azîz okuyucular! Bu kaçıncı kitabımdır, yakînen bilmiyorum. Ama belki sonuncudur. Zira yaşım yetmişi aştı. Allahu teâlâ ömrümüzü bereketli, hayırlı ve emrine uygun geçirmemizi nasîb etsin. Kalplerimizi gafletten kurtarıp zikri ile diri eylesin. Allahu teâlâ yârınız ve yâveriniz olsun! Selâm Allah yolunda olanlara!

Süleyman Kuku Ahmedoğlu


KİTABIN MÜELLİFİ HAKKINDA BİR KAÇ SÖZ

Reşahât ayn-ül Hayât’ın müellifi Alî bin Hüseyin Vâiz Kâşifî olup ‘Sâfî’ ismi ile meşhûrdur. Lakabı Fahreddin’dir. Habîb-üs Siyer târihinde, Mevlânâ Fahreddin Alî olarak zikredilmektedir.

Mevlânâ Fahreddin Alî, dindarlığı kuvvetli, ilim ve edeb dolu bir âilede gözlerini açtı. Çünkü babası ve dedesi dîn âlimi idiler. Babası Kemâleddin Hüseyin Vâiz-i Kâşifî Sebzevârî, Molla Hüseyin Kâşifî Sebzevârî olarak bilinir. Büyük âlimlerden ve müderrislerden ve dokuzuncu asrın meşhûrlarındandır. Din ilimlerinde ma‘rifet-i ilâhîde derin idi. Ayrıca astronomi, matematik ve herkesin bilmediği bilgilerde söz sâhibi idi. Bilhassa tefsîrde, hadîste, hitabette ve inşa‘da zamanında eşi pek az bulunabilen âlimlerden idi. Kâşifî senelerce Sebzevâr, Nişapûr ve Meşhed’de, bilhassa Herat’ta va‘z , din ma‘rifetlerini teblîğ ve güzel ahlâkı anlatmakla meşgul oldu. İnsanları etkileyen, sanki büyüleyen sözlerle irşâd eyledi. Ravdat-üs Safâ sahibinin ifâdesiyle güzel bir ses ve çekici bir ifade ile vaz ü nasîhat ederdi. Uygun ibâre ve işâretlerle Kur’ân-ı kerîmin âyetlerindeki ma‘nâları, hadîs-i şerîflerdeki gizli beyânları ortaya çıkarırdı. Bu esnâda kitab tasnîfinden, ilmî ve edebî risâleler yazmaktan da geri kalmazdı. Denebilir ki, Molla Hüseyin Kâşifî telîf ve tasnîf, ya‘nî kitab yazma bakımından zamanın en velûd âlimlerindendir. Çeşitli ilimlerde bıraktığı eserler otuz beşten çoktur.

Eserlerinin en mühimi ve tanınmışı Mevâhib-i Aliyye, yahûd Tefsîr-i Hüseynî diye bilinen Kur’ân-ı kerîm tefsîridir. Ayrıca Ravdat-üş Şühedâ kitabı Fârisî ilk kitabı olup Ehl-i Beytin musîbetleri hakkındadır. Bunlardan başka Envâr-ı Süheylî, Ahlâk-ı Muhsinî ve Mahzen-ül İnşâ ve diğer eserleri vardır.

İşâret edildiği gibi Vâiz-i Kâşifî’nin babası da, zamanının fakîhlerinden ve hadîs âlimlerinden idi. Hattâ hadîs rivâyeti icâzeti de verirdi. Vâiz-i Kâşifî de babasından hadîs rivâyeti icâzeti almış idi. İşte Reşahât kitabının müellifi böyle dindâr bir âilede dünyaya gözlerini açmıştır.

Mevlânâ Fahreddin Alî Safî, Reşahât’ta açıkça bildirdiği gibi, 867 (m.1462) Cemâzil evvelinin yirmi birinde Cuma gecesi Sebzevâr’da dünyaya geldi. Herat’ta büyüdü ve tahsîl gördü. Dışarıdaki hocalardan tahsîl gördüğü gibi, babasının rahle-i tedrisinde de iyi yetişti. Ayrıca asrının en büyükleri olan Mevlânâ Abdurrahman Câmî’den ve onun meşhur talebesi Mevlânâ Radiyyuddin Abdulgafûr Lârî’den ilim tahsil etti. 889 yılında Semerkand’a gelip Hâce Ubeydullah Ahrâr hazretlerini ziyâret edip feyiz saçan sohbetlerinde bulununcaya kadar Herat’ta ilim ve irfân tahsîliyle meşgul oldu.

Mevlânâ Kemâleddin Hüseyin Vâiz Kâşifî, Abdurrahman Câmî hazretleri ile akraba idiler.

Mevlânâ Fahreddin Alî hazretlerinin Ubeydullah-ı Ahrâr (kuddise sırruh) ile olan görüşmeleri ve onlardan istifadeleri kitabda anlatılmaktadır.

Mevlânâ Fahreddin Alî’nin bu Reşahât ayn-ül Hayât kitabını dikkatle okuyan ve onun hayatını inceleyen, kimlerle oturup kalktığını, kimlerden istifâde ve istifâze ettiğini, kimlerin huzur ve sohbetlerinde bulunduğunu, bu arada Hâce Ubeydullah, Mevlânâ Câmî ve Sadeddin Kaşgarî âilesi ile olan yakınlığını bilen kimse, onun nakşibendî yolunda, ehl­i sünnet mezhebinde bir mürşid olduğunu kabullenir. Hele Reşahât kitabını okuduktan sonra onun hakkında hiçbir hususta kimse olumsuz düşünemez ve konuşamaz. O, Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) hazretlerine ulaşan ve Sıddîkıyye yolunun ve feyzinin, kendi asrında Nakşibendî, Alâî ve Ahrârî temsilcilerinin izinde giden, sünnet-i seniyyeye ittiba, şeyh-i muktedaya muhabbet, takva ve azîmetle âmil, bid‘at ve ruhsatlardan mûctenib ictiba yolunun bir ferd-i kâmili idiğinde tereddüt etmez. Bunun dışında söylenenler şianın uydurmalarıdır.

Muhammed Hâşim Kişmî hazretlerinin Nesîmât-ül Kuds kitabında şöyle yazılıdır:

O, bu silsilenin öncekilerini yazıp, bu tarîkayı sevenlere onların menâkıbından ma‘nevî ni‘met ve haz sofraları açmakla, onları kendilerinden çalıp o devirlere götürüyor. Bu kitabını okuyanların ona bu iyiliklerine karşı dua etmeleri bir vazîfedir.

Doğduğu gecenin sabahı, babası onu, hacca gitmek niyeti ile yola çıkıp evlerinde birkaç gün misafir kalan hazreti Hâce Muhammed Pârisâ’nın (kuddise sırruh) kucağına verir. Hazreti Hâce kulağına ezân ve ikamet okur. Alnından öper ve: “Bu bebek bizdendir” buyurur. Yine o günlerde hastalanır ve babası yine Hazreti Hâce’ye getirir. Hâce hazretleri, baştan ayağa çocuğu sıvazlar ve: “Korkmayın! Bizim bununla çok işimiz vardır. Endişenize lüzum yok” buyurdular. Hikâyenin devamı, Mevlânâ Nizâmeddin Hâmuş anlatılırken, kitabın içinde vardır.

Bu fakîr derim ki, O büyük: “Onunla çok işimiz vardır” buyurdular. O işlerden biri Reşahât ayn-ül Hayât kitabını yazmasıdır ki, bu şerefli yolun büyüklerini son derece metanet ve letafetle yazdılar. Allahu teâlâ ona bizim tarafımızdan hayırlı karşılıklar versin.

Demek ki, yirmi iki yaşında iken, bu büyükler yolunun sevgisi gönlünün yakasını tutmuş ve onu Horasan’dan Hâce Nâsireddin Ubeydullah Ahrâr hazretlerinin kapısına götürmüş, bulduklarını orada bulmuş, kavuştuklarına orada kavuşmuştur.

ESERLERİ:

1-     Reşahât ayn-ül Hayât

2-      Letâif-üt Tavâif

3-      Hurz-ül emân min Fiten-iz Zaman

4-      Manzume-i Mahmûd ve Ayâz

5-      Keşf-ül Esrâr

6-      Enîs-ül Ârifîn

13 Zilhicce 1429

Kurban bayramı 4. günü

Perşembe 11 Aralık 2008


REŞAHÂT AYN-ÜL HAYÂT’A BAŞLARKEN

Selefin eserlerini nakleden, eşrâfın haberlerini ayıklayan, iyi insanların menâkıbını toplayan ve seçilmişlerin makam ve hâllerini, söz ve ahlâkını herkese duyuran, ya‘nî Reşahât ayn-ül Hayât müellifi Mevlânâ Alî bin Hüseyin, Safî” diye meşhurdur. “Allahu teâlâ onu âşikâr ve gizlide ihsan ve lütufları ile şereflendirsin” der ki:

Allahu teâlânın sonsuz, ihsan, lütuf ve bereketleri ile 889 (m.1484) senesi Zilkadesi sonralarında velâyet, menzilet, hidâyet, menkabet, hakîkat sâhibi; büyüklerin kutbu; îman ve islâm ordusu kumandanlarının gavsı [yardımcısı]; hak, hakîkat, dünya ve ahirette muîn HÂCE UBEYDULLAH (radıyallahü teâlâ anh) hazretlerinin atebe-i aliyyeleri [yüksek kapılarının eşiğini] öpmekle şereflendim. Ve yine bir kere daha 893 Rebi‘ül-âhiri başlarında kapısında hizmet edenlerin paybûsiyle [ayağını öpmekle] şereflenmek ele geçti. O zaman-ı seâdet unvânda [o mutlu zamanda] Hâce hazretlerinin yüksek meclislerinde dâimâ Nakşibendî silsilesi ulularının husûsi hâlleri, menkabe ve fazîletleri ve kemâlleri zikr olunur, bu hakîr bu sözleri dinlemekle şereflenirdim. Ve aynı zamanda o hazretin zeban-ı mu‘ciz beyânlarından [hârika ma‘rifetler söyleyen dillerinden] akıp gelen ve ortaya dökülen ma‘rîfet, yüksek hakîkatler ve ince ve yüce ma‘nâlardan bazısını idrak ederdim. Ve o kıymetli incileri ve nefis cevherleri müdrike [anlayış] latîfesinin yardımı ile hafıza kuvvetinde saklı inciler gibi muhafaza eder, her sohbet ve meclislerinden sonra, zihnimde sakladıklarımı tebdîl ve değiştirme şâibe ve lekelerinden korunmuş olarak deftere yazardım.

Dünyanın çeşitli hâdiseleri ve mânileri sebebiyle o izzet ve ikbâl ka‘besine komşu ve yakın olmak seâdetinden uzak ve o emniyet ve yüce emellere kavuşma hizmet ve devletinden mahrum olunca hâtırımdan geçti ki, o mes‘ûd günlerde ve bereketli vakitlerde, hatırımda, aklımda ve hafızamda kalan inci dizilerini, beha biçilmez cevherleri [sözleri], eşi bir daha işitilmeyecek kıymetli kelâmları bir yere toplayayım. Böylece uzaklık ve ayrılık acısıyla yanan bu garîb âşıklarına arkadaş ve yâr olsun ve ümidsizlik zaviyesinin ayağı kırık bu mahrumuna enis ve derdini paylaşan dost bulunsun. Belki üzüntülü kalb de bunları mutalaadan bir parça şifa, ayrılık derdiyle kanlı yaş akıtan gözlerim, o yazılara bakmakla bir nevî tesellî bulur. Nazm:

Gül geçti ve gülistan oldu harâb,
Gül kokusunu ancak verir gülâb.

Dideden gaib olunca vasl-ı yâr, Nâibi kalmak gerektir yâdigâr.

Lâkin zamanın tegayyuru ve gece ve gündüzün değişmesi sebebiyle her zaman bu ma‘nâdan gecikme düğümleri çözülmez, telif ve telfîk [birleştirme ve tertîb etme] dizileri tehir düğümlerinden kurtulmazdı. Bu hâl üzere on altı yıl geçti ve 909 [m.1503] târihine gelindi. Bu sene içinde o eski arzu yenilendi ve hâtırım o toplama ve uyarlama işinde acele edip, tatbîk sahasına konmasına giriştim. Bu şerefli silsile ulularının hulefa ve eshabının tabaka tabaka hâllerinden bunlar hakkındaki kitablarda gördüğüm, ya da Hâce hazretlerinden ve sâir azîzlerden vâsıtalı veya vâsıtasız işittiğim menakıbı, münâsib bir tertîb ve muvafık bir terkîb ile bu mecmu‘aya [kitaba] derc eyledim ve onu Hâce hazretlerinin şemâil ve menakıbını zikr ile -ki bu telifden [eserden] asıl maksad ve bu tasniften esas gaye o idi- tamamladım. O hazretin hâl ve makamlarını, menkabe ve kerâmetlerini uzun ve açık beyân ile misk saçılan bir cevher kutusu oldu. Bu kitabda nerede Hazret-i âlişân denilirse, ondan murad Hâce UBEYDULLAH (kaddeseallahü teâlâ sırrehül-azîz) hazretleridir. Ve nerede bu tâife-i aliyye hazeratının ma‘rifet ve latifelerinden bir nükte bildirilirse, ayırmak için onun önünde Reşha kelimesi yazılmıştır.

Bu taze reşha [sızıntı, terleme] bir Reşâhat-ı cânfezadır [ruhu yücelten bir su serpintisi, sızıntısıdır] ki, ilim ve irfan erbabının, zevk ve vicdan eshabının kalblerinden sızan âb-ı hayât pınarı ve sızıntıları olup ihlâslı sâdık tâliblerin ve husûsî olgun muhiblerin göğüs bostanlarına [gönül bahçelerine] mükemmel bir tazelik ve nûrânîlik ve parlaklık verdi. Bunun için ismi REŞAHÂT AYN-ÜL HAYÂT oldu. Ne garib bir tesadüftür ki, REŞAHÂT sözü ebced hesabınca 909’dur. Bu ise kitabın tamamlandığı zamana târih oldu.

Bu yola talib ve hakîkat râhına sâlik olanlardan isterim ki, zikr olunan azizlerin ahval, etvar, ma‘rifet ve sırlarının mütalâasından hoş vakit olduklarında, bu kitabı derleyen ve düzenleyeni hâtırlarından uzak durmayıp hayırlı dua ile analar. Şuur ile okuyanların güzel ahlâklarından beklerim ki, fazilet ve hakîkat ehli o büyüklerden, latife ve ma‘rifetlerini bildirmekten başka nasibim yok bilsinler. O hâlde gerektir ki, bu azizlerin ibâre ve işâretlerini ta’n [dil uzatma, ayıblama] ve inkâr oklarına hedef edip, kendileri helâket ve felâket uçurumlarına sapmayalar. Hidâyet üzere olanlara selâm olsun. Bu mecmua [kitab] bir makale üç maksad ve bir hâtime üzeredir.


MAKALE, MAKSAD VE HATİME FİHRİSTİ

MAKALE: Nakşibendî silsilesi Hâcegânı tabakatının (kaddesallahü teâlâ esrârehümül-aliyye) evvelinden sonuna kadar beyânı.

BİRİNCİ MAKSAD: Hâce Ubeydullah hazretlerinin baba, dede ve akrabaları. Doğum târihleri. Çocukluk hâlinde vâkı‘ olan ahvali, şemâli, ahlâkı, etvarı. Hicret ve seferlerinin ibtidâsı ve zamanın meşayıhı ile mülâkatları [görüşmeleri].

İKİNCİ MAKSAD: Bazı hakaik, meârif, dekaik, letâif, hikâyât ve emsâl ve rivâyat ve ahvâli beyânındadır ki, meclislerinde vasıtasız olarak işitilmiştir.

ÜÇÜNCÜ MAKSAD: Hâce hazretlerinden sâdır olan bazı acîb tasarruflar ve garîb hârik-ul âdeler beyânındadır ki, her biri sağlam ve sözüne güvenilir kimselerden menkul olup, sağlamlık, doğruluk derecelerinde şübhe yoktur.

Bu üç maksaddan her biri de üçer faslı ihtivâ etmektedir.

HATİME: Hâce hazretlerinin âhırete intikali ve irtihali beyânındadır.


REŞAHÂT AYN-ÜL HAYÂT

Biliniz ki, Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretleri zikir ta‘limini ve Hâcegân tarîkati nisbetini (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) Mevlânâ Ya‘kub-i Çerhî hazretlerinden almışlardır. O Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinden, o Seyyid Emîr Külâl’den, o Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî’den, o Hâce Alî Râmîtînî’den, o Hâce Mahmûd İncîr Fegnevî’den, o Hâce Ârif Rivgervî’den, o Hâcegân silsilesi serhalkası olan Abdülhâlık Gucdevânî’den, o Hâce Yûsuf Hemedânî’den, o Hâce Ebû Alî Farmedî’den o Şeyh Ebûl-Kasım Kürgânî’den. Ve Şeyh Ebûl-Kasım’ın bâtın ilminde intisabı iki tarafadır. Bir nisbetleri Ebûl Hasan Harkanî’yedir ve onun Şeyh Ebû Yezîd Bestâmî’yedir. Şeyh Ebûl-Hasan Harkanî hazretlerinin doğumu, Şeyh Ebû Yezîd Bestâmî’nin vefatından bir müddet sonra vâkı‘ olup Şeyh Ebû Yezîd hazretlerinin onu terbiyesi zâhir ve sûrî olmayıp rûhânîdir. Şeyh Ebû Yezîd’in nisbet ve irâdeti [müridliği] imam Cefer-i Sâdık (radıyallahü teâlâ anh) hazretlerinedir ve sahîh nakl ile Şeyh Ebû Yezîd’in dahî doğumu hazreti İmam Cafer-i Sâdık’ın vefâtından sonra olduğu sâbit olmuştur. İmam Cafer-i Sâdık’ın onu terbiyesi de, aynı şekilde, sûrî değildir, ma’nevîdir. İmam Cafer-i Sâdık hazretlerinin, Şeyh Ebû Tâlib Mekkî’nin (kaddesallahü sırreh) Kût-ül Kulûb [kalblerin azıkı] adlı kitabında zikr ettiği üzere iki tarafa nisbetleri sâbit olmuştur. Bir nisbetleri kendi yüksek babaları İmam Muhammed Bakır (radıyallahü anh) hazretlerinedir. Onun da babası İmam Alî Zeynelâbidin (radıyallahü teâlâ anh) hazretlerine, onun da babası şerefi yüce şehîd seyyid İmam Hüseyin (radıyallahü teâlâ anh) hazretlerine, onun da yüksek babası Emîr-ül müminîn Alî (kerremallahü teâlâ vecheh) hazretlerinedir. Onun da cenâb-ı Risâletpenâh (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerinedir. Tarîkat meşâyıhı (kaddesallahü teâlâ ervahahüm). Ehl-i Beyt imamlarına ulaşan silsileye, nefaset, şeref ve izzetinden ötürü SİLSİLE-İ ZEHEB [Altın zincir] ismini vermişlerdir.

Şeyh Ebû Tâlib Mekkî’nin (kaddesallahü sırreh) beyânı üzre, İmam Cafer-i Sâdık hazretlerinin bir nisbeti de, kerîme annelerinin babası Kasım bin Muhammed bin Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü teâlâ anhüm) hazretlerinedir ki, mezkûr [adı geçen] Kasım hazretleri Fukaha-i seb‘adandır. [Medîne-i münevverede Tâbiîn-i kirâmdan olan yedi büyük âlimden biridir]. Ve zâhir ve bâtın ilimlerinde kendi zamanında eşsizdir. Onun da nisbet ve irâdeti Selmân-ı Fârisî (radıyallahü teâlâ anh) hazretlerinedir. Hazreti Selmân ise, Resûlullah’ın (sallallahü teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem) hazretlerinin şerefli sohbeti ile müşerref olmuştur. O hazretin bâtınî ve ma‘nevî intisabı da Emîr-ül-müminîn Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü teâlâ anh) hazretlerinedir, hazreti Risâletpenâha intisabdan sonra.

Mezkûr Ebûl-Kasım Kürgânî’nin bir nisbetleri de Şeyh Ebû Osman Mağribî’yedir. Onun ise nisbeti Ebû Alî Kâtib’e, onun Ebû Alî Rudbârî’ye, onun da Cüneyd-i Bağdadî’ye, onun Sırrî Sekatî’ye, onun Ma‘rûf-i Kerhî’yedir. Şeyh Ma‘rûf-i Kerhî’nin de iki tarafa nisbeti vardır: Biri Dâvûd- i Tâî’ye, onun Habîb-i Acemî’ye, onun Hasan-ı Basrî’ye, onun da Emîrül- müminin Alî (radıyallahü teâlâ anh) hazretlerine, onun da hazreti Risâletpenâh’a (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem). Şeyh Ma‘rûf un bir nisbeti de İmam Alî Rızâ hazretlerinedir (radıyallahü teâlâ anh), onun babası Mûsâ Kâzım’a, onun babası İmam Cafer-i Sâdık’a olup, imam Cafer-i Sâdık hazretlerinin nisbeti hazreti Risâletpenâh’a (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) varıncaya kadar yukarıda zikr olunduğu gibidir.

HÂCE YÛSUF-İ HEMEDÂNÎ (kaddesallahü sırreh): Evliyânın kutbu Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri Fasl-ül Hitab adlı kitabında buyurmuşlardır ki, Mevlânâ Şerefeddin Ukaylî (rahmetullahi aleyh) -ki, büyük âlimlerden ve Hâcegân hânedanın ileri gelenlerindendir- kendi şerefli el yazıları ile yazmışdır ki, Şeyh Yûsuf-i Hemedânî onsekiz yaşında iken Bağdad’a varıp Ebû İshak Fakîh’den fıkıh ilmi öğrendiler ve nazarî ilimlerde kemâl derecesine eriştiler. İmam Ebû Hanîfe hazretlerinin mezhebinde idiler. İsfahan ve Buhârâ’da tahsil-i ilim eylediler. Irak, Horasan, Harezm ve Maverâünnehir’de kabûl sâhibi oldular. Bir müddet de Kûh-i Zer’de [Altın dağında] kaldılar. Hırkayı, Şeyh Abdullah Cevbînî’den giydiler. Tasavvufda intisabları Şeyh Abdullah Cevbînî ve Şeyh Hasan Sem‘anî ve Şeyh Ebû Alî Fârmedî hazretlerine idi. Doğumları dörtyüz kırk [440-m.1048] târihinde, vefâtları beşyüzbeşde [535-m.1141] vâkı‘ olmuştur. Buna göre ömürleri [hicrî] doksan beş yıl olur.

İmam Yâfiî târihinde der ki: Hâce Yûsuf-i Hemedânî hâller ve kerâmetler sâhibi idi. Bağdâd, İsfahân, Irak, Horasan, Semerkand ve Buhârâ’da ifâde ve istifâde ile meşgul ve hadîs-i şerîfde sened-i âlî tahsîl edip, müslümanlara va‘z ve nasîhat etti. Halk bereketli nefes ve ilminden çok fâidelendi. Kâh Merv’de, Kâh Herat’ta otururdu. Bir defa yine Merv’e gitmeğe azîmetle Herat’tan çıktı. Yolda vefât etti ve vefât ettikleri yerde defn olundular. Rivâyet ederler ki, bir zaman sonra Hazreti Hâce’nin müridlerinden İbni Neccâr mubârek cesedini Merv’e nakl eyledi. Kabr-i mubârekeleri Merv’dedir. Ziyâretçiler ziyâret edip onunla teberrük ederler.

Hâce Yûsuf (kuddise sırruh) hazretlerinin vefâtı yakın olunca, eshab ve fukarasından [evliyâsından] da‘vet mertebesine ve irşâd makamına vâsıl olmuş dört kimse bulundu. Onları kendi yerine halife nasb [ta‘yîn] eyledi ve kendilerinden sonra bunların her biri halkı Hakka da‘vet ve tâlibleri hidâyet yoluna irşâd eylediler ve Hazreti Hâce’nin sâir hulefa ve eshabı bunlara edeb yolu üzere mülâzemet [sohbetine devâm] ve mütabaat üzere oldular. Bu halîfelerinden her birinin tertîb üzere zikri Hâcegân silsilesi nihâyetine varınca tabaka tabaka bildirilecektir inşaallahü teâlâ.

HÂCE UBEYDULLAH BEREKÎ (kaddesallahü teâlâ sırreh): Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin dört halifesinden birincisidir. Aslında Harezm’dendir. Âlim, ârif, kerâmetler ve makamlar sâhibi idi. Şeyh Abdülkerîm Sem‘ânî hazretlerinin Ensab kitabında yazar: Hâce Ubeydullah’ın nisbetleri Berek kelimesinedir. Berek, bere kelimesinin arabcasıdır. Bere, kuzu demektir. Zirâ Hâce’nin baba ve dedelerinin çoğu bere [kuzu] satıcısı idiler. Mubârek kabri Şuristan Tepesi’nde Şeyh Ebû Bekr-i İshak Gülâbâdî hazretlerinin mezarı yanındadır. Allahu teâlâ hepsine rahmet etsin.

HÂCE HASAN ENDÂKÎ (kaddesallahü teâlâ sırreh): Hâce Yûsuf hazretlerinin ikinci halîfeleridir. Künyesi Ebû Muhammed ve şerefli isimleri Hasan bin Hüseyin Endakî’dir. Endak, Buhârâ’dan üç fersah [18 km] uzaklıkta bir köydür. Merv’de bir başka köy daha vardır ki, ona da Endak derler. Endak, endek [az, küçük] sözünün arabçalaştırılmış şeklidir. Hâce Hasan, Buhârâ civârındaki Endak’tandır. Merv’dekinden değildir. Buyurmuştur ki, Hâce Hasan kendi zamanında vaktinin şeyhi idi. Halkı Hak teâlâ hazretlerine da‘vet ve müridleri terbiyede gökçek [yüksek] tarîkaları var idi. Gönül safasına mâlik ve ibâdet ve riyâzette Hazreti Risâlet’in (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) sünneti üzere yaşamağa sâlik idi.

Hâce Yûsuf-i Hemedânî’nin sohbetine erişip nice yıllar hizmet ve huzurlarında bulunmakla şereflenmiş idi. Hâce Yûsuf hazretlerinin şeçkin eshabından olmuş ve onunla Harezm’e ve Bağdad’a birlikte sefer etmiş idi. Şeyh Sem‘ânî der ki: Benim kendisiyle ilk karşılaşmam Merv’de Hâce Yûsuf-i Hemedânî hânekâhında vâkı‘ oldu. Yalnız onu anlamadım. Ondan sonra Buhârâ’da mülâkat edip hizmetlerine mülâzemet [sohbetlerine ve huzurlarına devâm] eyledim. Şerefli sohbetlerini ganîmet bildim. Onlar da bana son derece ikrâm ederlerdi. Kendisinden teyemmün ve teberrük yoluyla üstadımız ve şeyhimiz Hâce Yûsuf rivâyetinden birkaç hadîs dinledim. Doğumu 462 [m.1070] de, vefâtları 552 [m.1157] Ramazan-ı şerifinin yirmialtısında vâkı‘ oldu. Buna göre doksan sene yaşamış olurlar.

Hâce Hasan hazretlerinin ceddi [dedesi] imam, âlim ve âmil Abdülkerîm Endakî’dir ki, Şemsül-eimme Halvanî onun en büyük talebesidir.

Rivâyet olunur ki, Hâce Hasan Endâkî hazretleri Hâce Yûsuf-i Hemedanî hazretlerinin huzurlarına erişip, kendisinden nisbet ve tarîkat aldığı zaman kemâl-i teveccüh ve devamlı şugullerinden [tarîkat vazîfelerini yapmakla meşgul olduğundan] az zamanda kendinde büyük ve kıymetli hâller galip oldu ki, zarûrî görülecek işlerini bile tedârikten gafil ve çoluk çocuğunun maişetini teminden dahi zâil ve âciz oldu. Birgün Hâce Yûsuf hazretleri kendisine nasîhat edip dedi ki: Siz fakîrsiniz ve çoluk çocuk sâhibisiniz. Zarûrî işlerinize bizzat çalışmanız vâcib olup, bu hususta ihmâl etmemek şer‘an ve aklen üzerinize muhakkak lâzımdır. Hâce Hasan cevâbında: “Ben öyle bir hâldeyim ki, gayri işe takadım yoktur” dedi. Bu sözden Hâce Yûsuf hazretlerine gayret gelip Hâce Hasan’ı azarladılar. O gece Hâce Yûsuf, Hak sübhânehu ve teâlâ hazretlerini rüyada gördü. Kendisine hitab edip: “Ey Yûsuf, biz sana akıl gözü görmekliğini verdik. Hasan’a ise, hem akıl gözü ve hem gönül gözü görmekliğini verdik” buyurdu. Hâce Yûsuf bu vâkı‘adan sonra onu gayet azîz ve muhterem tutar oldu ve dünya işlerinin hiç birinde ona herhangi bir yük yüklemedi. Mubârek kabri Buhârâ’da Gülâbâd kapısı dışında şeyh Ebû İshak Gülâbâdî mezârının doğu tarafında bulunmaktadır.

HÂCE AHMED YESEVÎ (kaddesallahü teâlâ sırreh): Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin üçüncü halîfesidir. Yesî şehrinde dünyaya gelmiştir. Türkistan’da meşhûr bir şehirdir. Bunun için Hâce Ahmed Yesevî denir. Mubârek kabirleri de bu şehirdedir. Türkistan halkı Hâce Ata Yesevî derler. Ata sözü, her ne kadar Nevâî dilinde Baba demek ise de, Türkler meşâyıhın uluları için kullanırlar.

Hâce Ahmed Yesevî hazretleri kerâmât-i celîle ve makamât-ı aliyye sâhibi idiler. Daha çocuk yaşlarında Baba Arslan hazretlerinin kimyâ tesiri yapan nazarlarına kavuşmuştu. Rivâyet ederler ki, Baba Arslan beşâretlerle [müjdelerle] dolu Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) işâretiyle Hâce Ahmed Yesevî’nin terbiyesine meşgul olmuşlar ve Hâce’ye onların hizmet ve huzûrlarında büyük terakkîler müyesser olmuş ve Baba Arslan hayatta olduğu müddetçe Hâce Ahmed Yesevî hazretleri onun şerefli hizmet ve huzûrlarından ayrılmamış, vefâtlarından sonra da, yine onun işâreti ile Buhârâ’ya gelip sülûkünü Hâce Yûsuf-i Hemedânî’nin huzurunda tamamlayıp, kemâl ve irşâd mertebesini ihraz etmiştir. Sonrakî meşayıhdan birinin risâlesinde diyor ki: Hâce Ubeydullah Berekî ve Hâce Hasan Endâkî vefatlarından sonra hilâfet sırası Hâce Ahmed Yesevî’ye erişince, Buhârâ’da halkı Hakka da‘vet ile meşgul oldular ve bir zaman sonra gaybî bir işâretle Türkistan’a gitmek lâzım geldikte, bütün eshabına Hâce Abdülhâlık Gucdevânî’ye mütabeat etmeği vasiyet eylediler. Ondan sonra Yesî tarafına müteveccih oldular.

Şurası unutulmasın ki, Hâce Ahmed Yesevî (kuddise sırruh) hazretleri, Türk meşâyıhının baş halkasıdır. Türkistan ulularının çoğunun tarîkatte intisabları onadır. Sağlam hânedanından çok azîzler zuhûr etmiştir. Hepsini anlatmağa kalkışsak başlı başına büyük bir kitab olur. Bunun için şerefli silsilelerini, kısaca HÂCE UBEYDULLAH TAŞKENDÎ (kuddise sırruh) zamanına kadar anlatmakla yetineceğiz. Ondan sonra Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin dört halîfesinden dördüncü halîfesi -ki Hâcegânın ser halkasıdır- Hâce Abdülhâlık Gucdevânî hazretlerini anlatmağa geçeriz.

Hâce Ahmed Yesevî’nin dört halîfesi vardır, çok kısa olarak arz edelim:

MANSUR ATA (kuddise sırruh): Hâce Ahmed Yesevî hazretlerinin evvelki halîfesidir ve Baba Arslan’ın sulbî [öz] oğludur. Zâhir ve bâtın ilmlerinde âlim idi. İlk zamanlarında yüksek babaları Baba Arslan’ın terbiyesiyle yetişti. Babası vefât edince yine onun emriyle Hâce Ahmed Yesevî hazretlerinin hizmet ve terbiyesinde bulunup, onun himâye gölgesi ve güzel terbiyesiyle velâyet sâhiblerinin yüksek derecelerine erişti.

ABDÜLMELİK ATA (kuddise sırruh): Mansûr Ata hazretlerinin sulbî [öz] oğludur. Babasının vefâtından sonra nâib-i menâbları [vekilleri] olup tâlibleri terbiye ve sâlikleri Hak yoluna delâletle meşgul olmuştur.

TÂC HÂCE (kuddise sırruh): Abdülmelik Ata’nın büyük oğlu ve Zengi Ata hazretlerinin mes‘ûd babalarıdır. Tâc Hâce, tarikat ve hakîkat ilmini tahsîlden sonra babasının terbiyesiyle yetişti. Kemâl derecesine geldi ve ömrünü tâliblerin irşâdına adadı.

SAÎD ATA (kuddise sırruh): Hâce Ahmed Yesevî hazretlerinin ikinci halifesidir. Onun işâretiyle tâliblerin terbiyesi ile meşgul olmuştur.

SÜLEYMAN ATA (kuddise sırruh): Hâce Ahmed Yesevî hazretlerinin üçüncü halîfesidir ve Türk meşayıhın ulularındandır ve dervişler ahvâlinden Türk dilinde hikmetli sözleri ve ibretli latîfeleri Türkistanlılarca ma‘ruf ve meşhûrdur. Güzel sözlerindendir, halka hüsn-i zan ile hürmet ve her vakti ganîmet bilmek hakkında buyurduğu:

Her kimi görsen Hızır bil,

Her geceyi Kadir bil.

Ve yine nefsi kırmak husûsunda buyurmuştur:

Barçe yahşi biz yaman,

Barçe buğday biz saman.

Ya‘nî cümle yahşi biz yaman, cümle buğday biz saman.

HAKÎM ATA (Kuddise sırruh): Hâce Ahmed Yesevî hazretlerinin dördüncü halifesidir. Üç halîfeden sonra nice yıllar irşâd mesnedinde oturup halkı Hakka da‘vet eylemiştir. Oturduğu ve defn edildiği yer Harezm vilâyetinde Akkorgan’dır. Kabr-i mubâreki de meşhûrdur. Hâcet sâhipleri ziyâret ederler ve faidelerini görürler.

ZENGÎ ATA (Kuddise sırruh): Kendisine Zengî Baba da derler. Hakîm Ata’nın hulefasının en büyüğü ve en önde geleni ve tarîkat erbabı içinde en iyisidir. Mevled ve meskenleri [doğup oturduğu yer] Şaş vilayetidir. Mubârek kabirleri de oradadır. İhtiyâc sâhibleri ziyâret edip, muradlarına kavuşurlar.

Mevlânâ Kadı Muhammed (aleyhirrahme) Hâce Ubeydullah (kuddise sırruh) hazretlerinden naklederdi ki: “Hâce hazretleri buyurmuşlardır ki, ne zaman Zengî Ata’nın kabrini ziyaret etsem, kabrinden ALLAH ALLAH sesini işitirdim”.

Zengî Ata, Baba Arslan hazretlerinin torununun oğlu ve Tâc Hâce hazretlerinin oğludur. Nice yıllar babasının terbiyesinde olup, babalarının vefatından sonra gaybî işâretle Hakîm Ata’nın sohbet ve hizmetinde bulunmuştur. Ve Hakîm Ata’nın vefâtından sonra zevcesi Burak kızı Anber Ana’yı kendi nikâhlarına getirmişlerdir. Zengî Ata hazretlerinin Anber Ana’dan çocukları ve onlardan torunları dünyaya gelmiş olup, hepsi de âlim ve âmil ve her biri kendi asrında mukteda-i salikân ve rehnümâ-ı tâliban [rehber, mürşid] idiler.

Rivâyet ederler ki, Hakîm Ata hazretleri esmer [buğday tenli] imiş. Bir gün Anber Ana’nın hâtırından geçmiş ki, nolaydı Hakîm Ata esmer olmayaydı. Hakîm Ata kerâmet nûru ile, hâtırından geçeni bilip buyurmuşlar ki; “Tez ola ki, benden siyaha sâhib olasın”. Öyle oldu ki, Hakîm Ata’dan sonra Zengî Ata’ya nasîb oldu. Derler ki, Zengî Ata zâhirde Hakîm Ata’ya yetişmemişti. Hakîm Ata’nın onu terbiyesi rûhânî ve ma‘nevî idi. Sûrî değil idi. Lâkin birinci söz doğrudur.

Rivâyet ederler: Hakîm Ata Harezm vilâyetinde vefât ettikleri vakit Zengî Ata Taşkend’de idi. Hemen Harezm’e gitmek için yola koyuldu. Hakîm Ata hazretlerinin kabrini ziyâret ve akrabasını ta‘ziyet etmeyince hiçbir yerde eğlenmedi. Anber Ana’nın iddet müddeti tamam olunca, mahremlerinden birini ona gönderip nikâha rızasını istedi. Anber Ana yüzünü döndürüp, ben Hakîm Ata’dan sonra kimseye varmam, hele bu esmer zengiye hiç varmam deyip red eyledi. O anda, yüzünü nasıl döndürdü de, cevab verdiyse, Anber Ana’nın boynu o şekilde eğri kaldı, Anber Ana bu hâlinden son derece muztarıp oldu. O mahrem [akraba] gelip, olanları Zengî Ata’ya anlattı. Zengî Ata, tekrâr Anber Ana’ya haber gönderip dedi ki, o zamanı hatırlıyor musun ki, bir gün onun hâtırından geçmiş idi ki, nolaydı Hakîm Ata esmer olmayaydı ve Hakîm Ata kerâmet nûruyla bu düşüncesine vâkıf olup, en kısa zamanda benden esmerine yakın olursun buyurmuştu. Mahrem bu sözleri Anber Ana’ya söyleyince, Hakîm Ata’nın sözü hâtırına geldi. Ağladı ve nikâha rıza verdi. Anber Ana nikâha rıza verince, hemen boynunun eğriliği geçti ve düzeldi.

Zengî Ata hazretlerinin dört halîfesi var idi. Uzun Hasan Ata, Seyyid Ata, Sadr Ata ve Bedr Ata. Bunların dördü de birlikte ilk zamanlarında Buhârâ medreselerinden birinde ilim tahsîli ile meşgul idiler. Beraberce ilmî müzâkere ve mütâlaa ederlerdi. Takdîr işte. Bir gece kalblerine sülûk arzusu düştü ve hemen sabahleyin evlerinde ne varsa, hepsini dağıtıp, medreseden çıktılar. Türkistan tarafına gidip Zengî Ata hizmetine eriştiler. Kısaca hâllerinden bahs edelim:

UZUN HASAN ATA (kuddise sırruh): Zengî Ata hazretlerinin birinci halîfesidir. Rivâyettir ki, zikr olunan azîzler mürşid-i kâmil bulmak arzusuyla Taşkend vilâyeti hudûduna girip Taşkend sahrasından geçerken gördüler ki, bir dudağı kalın siyahımsı bir çoban sığır sürüsünü otlatır. İşte o Zengî Ata hazretlerinin kendisi idi. Anlatırlar. Zengî Ata hazretleri ilk zamanlarında hâlini gizlemek ve ehlü ayalinin maişetini temin için Taşkend halkının sığırlarını güderdi. Evlâd ve ayali buradan aldığı parayla geçinirdi. Ata hazretlerinin âdet-i kerîmeleri bu idi ki, her zaman sahrada namaz kıldıktan sonra cehrî zikirle meşgul olurdu. Zikre başlar başlamaz sığırların hepsi otlamağı bırakır, etrafında halka olup dururlardı. Ata hazretleri cehrî [sesli] zikri bırakmayınca hiçbiri otlamağa başlamazdı.

Bu dört arkadaş Ata hazretlerinin yanına geldiler. Gördüler ki, çıplak ayağıyla bir büyük dikeni biçip ip ile bağlar ve alıp evine götürmek ister de, diken asla ayağına batmaz ve mubârek ayaklarına diken, taş ve benzeri şeyler hiç zarar vermez. Bunlar bu hâle şaşakaldılar. Atanın önüne varıp selâm verdiler. Selâmlarını aldı ve onlara sordu ki, siz garîbe benzersiniz. Nereden gelir, nereye gidersiniz ve nasıl kimselersiniz? Cevab verip dediler ki: Biz ilim talebesi idik. Buhârâ’da ilim tahsîline çalışıyorduk. Birden gönlümüze mutâlaa ve mubâhaseyi bırakıp, Hak yoluna sülûk arzusu düştü. Bu niyetle o diyârı bırakıp, mürşid-i kâmil bulmak ümidiyle etraf-ı âlemi dolaşır, arar dururuz. Bir mürşid bulup, onun sohbeti ve vesîlesi ile uzaklık ve dalaletten kurtulup, kurb ve kemâl derecelerine kavuşmak isteriz. Ata hazretleri buyurdular ki: “Durun, dünyanın dört bir tarafını koklayıp göreyim. Eğer insanların bulunduğu herhangi bir yerden mürşid-i kâmil kokusunu alırsam, size haber vereyim” dedi ve yüzünü doğu, batı, kuzey ve güneye çevirdi. Her taraftan burnuna hava çekip kokladı ve sonra: “Bütün âlemi yokladım. Sizi kemâle erdirecek kendimden başka bir kimse bulamadım” buyurdu. Onlar bu sözü Ata’dan işitince, Seyyid Ata ile Bedr Ata inkâra düşüp, Seyyid Ata, içinden dedi ki, ben seyyid, âlim ve âgâh [basîretli, uyanık] iken bir esmer çobana nasıl teslîm ve tâbi‘ olurum. Bedr Ata’nın gönlünden geçti ki bu deve dudaklı zenciyi gör ki, ne büyük da‘va eyler. Ama Uzun Hasan Ata ile Sadr Ata, Zengî Ata’nın da‘vasını inkâr eylemediler ve gönüllerinden geçti ki, mümkündür ki, Hak sübhânehü ve teâlâ bu esmer vucûd içine bir nûr emanet koymuş ola. Onlar bu halette iken, Zengî Ata kalbiyle onların kalblerine tasarruf edip her birinin gönlünü kendine çekti. Bunlardan Zengî Ata’ya ilk irâdet getirip biât eden Uzun Hasan Ata oldu. Kemâl ve irşâd mertebesine ilk kavuşan da o oldu.

SEYYİD ATA (kuddise sırruh): Zengî Ata hazretlerinin ikinci halîfesidir. İsmi Seyyid Ahmed’dir. Seyyid Ata demekle meşhûrdur. Rivâyet olunur ki, Seyyid Ata Zengî Ata hazretlerinin hizmetinde her ne kadar riyâzet çekip çalıştıysa da maksuda erişmesi mümkün olmadı, her ne kadar mücâhede ettiyse de kalb gözü açılmadı. Nihâyet durumunu Anber Ana’ya arz edip dedi ki, sizin sözünüz Ata hazretleri katında makbûl, inâyet ve şefkatiniz fukara hakkında mebzûldur [çoktur]. Umarım ki, benim hakkımda da birkaç kelime yardımı esirgemez, kimyâ eserli nazarına kavuşmamıza sebeb olursunuz. Anber Ana, Seyyid Ata’nın sözünü kabûl edip dedi ki: Sen bu gece kendini bir siyah keçeye sarıp, Ata’nın yolu üzerine bırak; tâ ki seher vaktinde abdeste çıktıklarında, seni o hâlde görüp merhamet eyleye. Seyyid Ata da Anber Ana’nın dediği gibi yaptı. Anber Ana da gece yatakta iken: “Ahmed fakîr bir kimse olup seyyid ve âlimdir. Bu kadar zamandan beri hizmet ve huzurunuzdadır. İnâyet nazarınıza hiç mazhar olamadı”, diye niyâzda bulundu. Ata hazretleri tebessüm edip buyurdu ki: Seyyidliği ve ilmi onun yoluna engel oldu. Beni gördüğü gün ona kendimi izhar ettim. İhsan saymadı. Hatta gönlünden geçirdi ki, ben seyyid ve âlim iken bir sığır güdücü siyah çobana nasıl tâbi‘ olayım. Amma madem ki sen şefaat ettin, onun günâhından geçtim, dedi. Seher vaktinde dışarı çıktığında; yolunun üstünde siyah bir şeyin yattığını gördü. Ayaklarını kaldırıp Seyyid Ata’nın göğsüne bastığı gibi, Seyyid Ata, Zengî Ata hazretlerinin ayaklarını öpüp, yüzünü ayağına sürüp tazarru‘ etti. Kimsin, buyurdu. Ahmed diye cevâb verince, Ata hazretleri: “Kalk! Bu tevazu ve kırıklık senin hâlini düzeltti” buyurdu ve oracıkta seyyide bir husûsî nazar ile teveccüh eyledi de, doğrulunca maksadına kavuştu ve kalbinde açılmalar hissetti. Az zamanda kendisinde irşâd mertebesi hâsıl olup, nice nâkısları kemâl derecelerine vâsıl eyledi.

Seyyid Ata, ‘Azîzân’ lakabı ile bilinen Hâce Alî Ramîtenî hazretleri ile -ki Hâcegân ulularındandır ve ileride anlatılacaktır- muasır idiler ve aralarında bir takım hadiseler geçmiştir ki, bir tanesi Hâce Azîzân bahsinde anlatılacaktır.

Hâce Behâeddin Nakşibend (kuddise sırruh) Makamât’ında yazar. Hâce hazretleri nakletmişler ki: Bir gün bir çiftçi bir yere çavdar ekerken Seyyid Ata oradan geçip çiftçiye sormuş ki, ne işlersin ve ne ekersin. Çiftçi, çavdar ekerim. Lâkin bu toprakta iyi mahsûl olmaz demiş. Ata hazretleri, toprağa seslenip buyurmuşlar ki: Ey toprak! İyi çavdar ver! Rivâyet ederler ki, nice yıllar o tarlada tohum ekilmeden çavdar biter ve iyi mahsûl vermiş.

İSMÂİL ATA (kuddise sırruh): Seyyid Ata hazretlerinin büyük halifelerinden idi. Hâce Ubeydullah (kuddise sırruh) buyurmuşlar ki: İlk zamanlarda halk İsmâil Ata’ya saldırırlarmış. Ata dermiş ki: Ben bunları bilmezem. Aşını veririm, davulunu çalarım. Canım fedâ olsun bu sözü hakkıyla anlayana.

Ata hazretleri Huzyan’da bulunurdu. Seyrâm ile Taşkend ortasında bir kasabadır. O diyarın mollaları [ilim ehli] Ata hazretlerine dil uzatırlar, gıybetini yaparlar, onu ayıblarlarmış. Ama, Ata hazretleri: “Bu mollalar bizim sabunumuzdur” dermiş. Hâce Ubeydullah hazretleri Ata hazretlerinin bu sözünü gayet beğenir, “ne güzel söylemiş” derdi.

Ata hazretlerinin enfâs-ı nefîsesindendir [güzel sözlerindendir] ki, mahlûkata şefkat husûsunda buyurmuşlardır: “Güneşte gölge ol, soğukta kaftan ol, açlıkta ekmek ol!” Hâce Ubeydullah hazretleri buyururlar imiş ki: Atanın bu sözü çok mâ‘nâlıdır. Ve yine Hâce hazretleri buyurmuşlar ki: İsmâil Ata bir müride telkîn ettikten sonra buyururlar imiş ki: “Ey derviş! Seninle tarîkat kardeşi olduk. Bizden bir nasîhat kabûl eyle ve bu dünyayı yeşil-mâvi bir kubbe bilip, seninle Hakdan gayrı yok düşün. O kadar zikr eyle ki, tevhîdin galebesi [ağır basması] ile sen dahi aradan gidip, sadece Hak sübhânehü ve teâlâ kala!”. Hâce hazretleri buyururlar imiş ki, Atanın bu sözünden hayli ma‘rifet kokusu gelir. Ve yine Hâce hazretleri kendi hâllerini Hâce İbrâhîm’den nakl ederlerdi: Seyyid Şerif Cürcânî bana derdi ki: “Ey şeyhzâde, İsmâil Ata’nın müridlerinin secdelerinden bir tatlı koku gelir.”

İSHAK HÂCE (kuddise sırruh): İsmâil Ata’nın oğludur. Safa-i vakt ve ahval-i celîle [güzel ve parlak] hâller sâhibi idi. İsbîcâb nâhiyesinde kalırdı. Orası Taşkend ile Seyrâm arasında bir kasabadır. Behâeddin (kuddise sırruh) eshabından Şeyh Abdullah Hacendî (kuddise sırruh) buyurur imiş ki: Hâce Behâeddin hazretlerinin şerefli sohbetlerine kavuşmadan birkaç sene evvel bana kuvvetli cezbe hâsıl olmuştu. O meslekte [yolda] Hâce Muhammed Alî Hakîm Tirmizî’nin mezârına vardım. Ondan bana bir müjde erişti ki: Geri dön! Senin maksudun on iki yıl sonra Buhârâ’da elverse gerektir. Hâce Behâeddin Nakşibend’in zuhuruna, bu beşâretten [müjdeli haberden] sonra hâtırım bir parça rahatladı. Hacend tarafına döndüm. Birgün pazardan geçerken bir mescidin kapısında iki Türk gördüm. Oturuyorlar ve birbirleriyle sohbet edip, derd ile ağlaşıyorlardı. Sözlerine kulak verdim. Anladım ki, Hak yolundan konuşurlar. Sohbetlerine meyl edip, dervişâne önlerine biraz meyve ve yiyecek getirip, meclislerine dâhil oldum. Birbirleri ile konuşup, bu derviş tâlib görünür. Lâyık oldur ki, bunu sultan zâdemiz İshak Hâce’nin huzûruna götürelim. Onlardan bu sözü işitince, bende taleb arzusu kuvvetlendi. İshak Hâce [hoca] nerededir, diye araştırmağa koyuldum. İsbîcâb’da olduğunu öğrendim. Sohbetine gittim ve arzumu, talebimi izhâr eyledim. Ama Tirmiz hadisesinden hiç bahsetmedim. Birkaç gün hizmet ve ve sohbetlerinde bulundum. Çok lütf gösterdiler. Hâce hazretlerinin bir genç oğulları var idi ki, rüşd nişânesi [olgunluk alemetleri] simâsında peyda [yüzünde zâhir] ve seâdet eserleri mubârek alınlarında hüveyda [açık, zâhir] idi. Birgün babalarına benim hakkımda şefâat edip: “Bu zavallı bir derviştir. Lâyık olan budur ki, şerefli hizmet ve huzûrunuzda bulunup, şerefli kabûlûnüz ile şereflensin” dedi. İshak Hâce cevabında buyurdular ki: “Ey oğlum! Bu derviş Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin müridi olsa gerektir. Bizim buna tasarrufa mecâlimiz yoktur”. Onlardan bu sözü işitince Hazreti Hâce’ye yakînim daha ziyâde oldu. İshak Hâce’den izin istedim. Tekrar Hacend’e döndüm. Hazreti Hâcenin zuhurunu beklemeğe ve gözetmeğe başladım. Bu bekleyiş, Buhârâ’da zuhûr edip şerefli sohbet ve hizmetleri ile müşerref oluncaya kadar devâm etti.

SADR ATA ve BEDR ATA (kaddesallahü teâlâ esrârehümâ): Zengî Ata hazretlerinin üçüncü ve dördüncü halîfeleridir. İsimleri, Sadreddin Muhammed ve Bedreddin Muhammed’dir. Sadr Ata ve Bedr Ata da derler. Bunlar Buhârâ’da bir hücrede [odada] kalır ve ilim tahsîli ile meşgul olurlardı. Birlik ve beraberlikleri o derece idi ki, sadece yedikleri ve içtikleri ayrı giderdi. Zengî Ata sohbetine eriştiklerinde, Sadreddin’in hâlleri günden güne yükselmede oldu. Mevlânâ Bedreddin’inki ise alçalmağa yüz tuttu. Nihâyet hâtırına geldi ki, Seyyid Ata, Anber Ana’yı vesîle etmekle Zengî Ata hazretlerinin inâyetine mazhar oldu. Ben de Anber Ana hazretlerine gideyim ve herkes için yardıma açık olan gönüllerinden, kalbimin bu derdine şefâat ve yardım isteyeyim, dedim ve uygun bir zaman bulup ağlayarak Anber Ana’nın yanına geldim. Hâlimi arz ettim ve hakkımda yardımlarını yalvardım ve dedim ki: Ata hazretlerinin rahat ve neş’eli bir zamanında benim dilimden arz edip diyesiniz ki, Bedreddin der ki: “Ben ve Mevlânâ Sâdreddin yüksek kapınızın eşiğinin bendeleri [hizmetçileriyiz. Hikmet nedir ki, inâyetleri onun hakkında ziyâdedir. Eğer benden bir kusur zâhir olmuş ise, tenbîh [ikaz] buyursunlar ve tedârikine çalışayım.” Ata hazretleri o gün sahradan döndüğünde hâli inbisatta idi [neş’eli ve rahat hâlde idi]. Anber Ana, Mevlâna Bedreddin’in söylediklerini Ata’ya söyleyip yardım nazarlarını ve kalbî merhametlerini ricâ etti. Ata hazretleri buyurdular ki: Bedreddin’in maksad kapısının açılmamasının hikmeti odur ki, benimle ilk karşılaşma ve konuşmasında hâtırından geçirdi ki, bu deve dudaklı zenciyi görün ki, boyundan büyük davalarda bulunur. Madem ki sen rica ettin onun günâhından geçtim deyip, Bedreddin’i şerefli huzurlarına çağırdı ve öyle bir iltifatta ve ifâdede bulundu ki, bir anda iksîr nazarlarının tesiriyle bakır mesâbesinde olan hâli hâlis altına döndü ve hemen Sadreddin’in derecesine vâsıl oldu. Ondan sonra devamlı tarîkat menzillerini aşmada kartal kanatları ile hep yükseğe, daha yükseğe çıktı. Makamları aşmada kalb kuvveti hakîkat mertebelerine götürdü de, artık ondan sonra Mevlânâ Sadreddin hiçbir hâlde ona galib olmadı ve sülûk ve seyr-i tarîkatta ondan ileriye gitmek ona elvermedi.

EYMEN BABA (kuddise sırruh): Sadr Ata’nın halîfesidir ve ondan sonra onun işareti ile tâlibleri Hakka da‘vet ve irşâd ile meşgul olmuştur.

ŞEYH ALÎ (kuddise sırruh): Eymen Baba hazretlerinin halifesidir. Ondan sonra onun kaimmakamı olup irşâd postuna oturmuştur.

MEVDÛD ŞEYH (kuddise sırruh): Şeyh Alî hazretlerinin halîfesidir. Ondan sonra Hak yolu tâliblerinin terbiyesi ile ömrünü tamamlamıştır.

KEMÂL ŞEYH (kuddise sırruh): Mevdûd Şeyh eshabının ulularından idi. Şaş vilâyetinde otururdu. Hâce Ubeydullah hazretleri buyururlar idi ki: Kemâl Şeyh, Mevdûd Şeyh’in müridi ve Hadîm Şeyh’in tarikat kardeşi idi. Biz Horasan’dan dönüp Taşkend’de ikamet ettiğimiz zaman, Kemâl Şeyh bize çok gelirdi. Hâce Ubeydullah hazretlerinin husûsî eshabından olup, bu Reşahât kitabını telif eden Şeyh Sâfî (aleyhirrahme) nakleder ki:

Eshabın azizlerinden bazıları dediler ki: Bir gün Kemâl Şeyh, Hâce [Ubeydullah-ı Ahrâr] hazretlerine gelmişti. Hâce hazretleri Kemâl Şeyh’e dediler ki, bizim için erre zikri yapın. Erre zikri Türk meşâyıhınca bilinen bir nev‘î zikirdir ki, meşgul oldukları zamanda zikr edenin boğazından erre sesi gibi bir ses duyulur. Kemâl Şeyh, müridleriyle yedi veya sekiz kere tamam kuvvetle zikr ettiler. Hâce hazretleri buyurdular ki: “Yeter, gönlümüze derd sirâyet eyledi”. Ve bazı Eshab rivâyet ederler ki, Buyurdular ki: “Yeter, Arş’dan ferşe [yeryüzüne] dek yandı.” Ondan sonra bir an düşünüp buyurdular ki: O fikirdeyim ki, eğer bir münkir, bu ne biçim bir zikirdir dese, ne şekilde bir cevab verilir. Ve sonra bu beyti okudular:

Bahçedeki kuşlar, akşam ve sabah, Kendi dillerince hep derler ALLAH.

HADİM ŞEYH (kuddise sırruh): Şeyh Mevdûd hazretlerinin eshabındandır. Hâce Ubeydullah hazretlerinin zuhûrunun ibtidalarında Mâverâünnehir’de ve Şaş vilâyetinde mürşid idi ve çok kimseye mukteda [rehber, önder] olmuş idi. Hâce hazretleri ile mülâkat [görüşme] etmiş idi.

ŞEYH CEMÂLEDDİN BUHÂRÎ (kuddise sırruh): Hadim Şeyh’in halîfesi ve kaimmakamı idi. Herat’a geldiği zaman çok sayıda mürid ile Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî mezârında mücâvir oldu ve yine burada vefât eyledi. Kabri Mevlânâ’nın kabri yanındadır. Reşahât müellifi Şeyh Safî (aleyhirrahme) der ki: Bu fakîr üstâdım ve mahdûmum [efendim] Mevlânâ Radıyyuddin Abdülgafur (aleyhirrahme) ile zaman zaman onun sohbetine varırdık ve o kendi şeyhinden çok fâideler naklederdi. O fâidelerden bazısı şudur ki, beş reşhada zikr olunur:

REŞHA-1: Şeyh Cemâleddin der idi ki, şeyhimiz Hâdim Şeyh “Allahu teâlânın zikrinde kalbleri katılaşş olanlara yazıklar olsun” [Zümer-22] âyet-i kerîmesinin tefsirinde buyururdu ki: Bir taife [bazı kimseler] vardır ki, zikr etmekten kalbleri katılaşır. Çünkü zikri edebine riayet etmeden yaparlar. Gafil olduklarından tabîatleri ve nefsleri gereği yaparlar da ondan. Burada bildirilmiş olan zikir herhalde ona işarettir.

Bununla beraber bu âyet-i kerîmeyi müfessirler “Allahu teâlânın zikrinden gafil olmaklıkla” diye tefsîr etmişlerdir.

REŞHA-2 : Yine Şeyh Cemâleddin rivâyet eder: Şeyhimiz buyurdu ki: sâlikler zikrin bütün mertebelerini geçtikten sonra, zikrin nihâyetinde hâsıl olan huzûr, mümkündür ki, zikr olunan mertebeleri geçmeden önce de ele geçer. Lâkin kalbde hasıl olan huzûrun bekası [devamlılığı] olmaz. Tabiî bir sevinç ve ferah ile tez zâil olur. Sebat bulmaz. Amma bazı nûr ve keşiflerin müşâhedesinden ibâret olan zikrin mertebelerini geçmekle sâlikte hâsıl olan huzûrda, o mertebeler ince, hafîf, latîf cisimler gibi tabîat [meleke, alışkanlık] olur ve sâlik tabîat iktizasından ve hâtıralar dağınıklığından tamamen halas bulur [kurtulur].

REŞHA-3 : Yine aynı zât nakl eder: Bizim şeyhimiz der idi ki, vârid olan [gelen] hâlin doğruluğunun alâmeti, o hâlin gelişi zamanında sâlikin nihâdında [tıynetinde, içinde] bir fena ve yokluk hâsıl olmasıdır ki, amellerin güçlüğü, zorluğu kalkar ve şer’-i şerîfe taze bir meyil ve muhabbet peyda olup, şerîatin emir ve yasaklarını külfetsiz ve zahmetsiz olarak seve seve yerine getirir.

REŞHA-4: Yine bu Şeyh Cemâleddin der idi ki, bir gün zâhir âlimlerinden biri şeyhimizin yanına geldi. Hazreti Şeyh’den suâl edip dedi ki, sema ve raks edenler sema hâlinde ya şuurludur yahut şuursuzdur. Şuurlu iseler, şuuru var iken raks etmesi ve izhâr-ı bîhodî [kendinde olmadığını göstermek] çok çirkindir. Şuurları yoksa, şuursuzluk, abdesti bozma sebeblerinden iken, abdest almadan namaz kılmak ondan daha çirkin bir hâldir. Şeyh, bu ilim ehline cevaben buyurdu: Abdestin bozulması sebeblerinden biri, aklın gitmiş olmasıdır. Nitekim mecnûnlarda [delilerde] böyledir. Biri de aklın örtülmesidir. Baygın ve kendinden geçmiş olan kimse gibi. Ama bu tâifenin raksları hâlinde şuursuzlukları bu iki sebepten değildir. Belki şuursuzluğun nedeni, sema zamanında âlem-i ilâhîden küllî akıl bu cüz‘î akla akar da, sâlik vucûd memleketinde hâkim ve galib olur. Küllî aklın bütün âlemi birden zabt ve tedbîrde kudreti var iken, insan nev‘inden bir şahsın bedeninin himâyesi o büyük tasarruf yanında küçücük bir şey kalır. İşte sâlikin bedeni o hâlde akl-i küllînin öyle bir şekilde himâyesinde olur ki, abdestin bozulması ona yol bulmaz ve o sâdık tâlib o zamanda tabiî gereklerden bir mertebe masûn ve mahfuz olur ki, levazım-ı beşeriyyet [insanlık ihtiyac ve hâlleri] onda meydana gelmez. Bu yüzden abdestini yenilemeğe asla ihtiyac kalmaz.

REŞHA-5 : Yine aynı zat nakl eder: Bizim şeyhimiz buyurdu ki, hâcegân silsilesindekilerden bazıları (kaddesallahü ervâhehüm) demişlerdir: Vucud-i adem vucud-i beşeriyyete avdet eyler, ama vucud-i fenâ asla vucud- i beşeriyyete avdet eylemez. Bu sözün zâhirdeki ma‘nâsı odur ki, vucûd-i ademden murad, tâlibin adem [yokluk] sıfatı ile mutehakkık [sıfatlanmış] olmasıdır. Bu da şu bîhodluktan [kendinde olmamaktan] ibârettir ki, Hâcegân tarîkının mübtedilerine iştigal [zikir, rabıta, murakabe] esnasında hâsıl olur. Ama hakîkat ma‘nâsı odur ki, ademin vucûdu şu hakîki varlıktan ibârettir ki, sâlikin bâtın şüğlü ve gönlünün dünyevî [maddî] nakışlardan boşalması sebebiyle müdrikesine pertev [ışık] salar. Bu hakîkî varlık pertevi -ki bîhodluktan sonra peyda olur- o ademin vucududur ve bu vucud, vucud-i beşeriyete avdet eyler. Ya‘nî bu pertev geldiği gibi gider ve görünmez olur. Beşerî vucudun gerek ve ihtiyacları buna galib gelir. Ama hakkânî olan mevhub vucud bunun hilâfıdır. Ona fenâdan sonra beka derler. O, fenâ makamıyla tahakkuk ettikten sonra olur. Nasıl ki, fenâ bâkî vucudun mukaddimesi [hazırlayıcısı, başlangıcı] ise, zikr olunan adem de vucudun mukaddimesidir. Ve her ne kadar bu vucud o bâkı vucudun pertevî ise de, lâkin sâlik fenâ makamı ile hâllenmediğinden bu ma‘nâ zaman zaman ondan gider, sâbit ve mülkü oluncaya kadar böyle devam eder.

ŞİFE-1 : Sâdık bir tâlib gönül aynasını mahlûk nakışlarından saf ve mücellâ [temiz ve parlak] ve kalb halvethânesini gayrilik çerçöplerinden pâk ve âri eyleyince, hemen sâlike bir kendinden geçme hâli hâsıl olmağa başlar ki, kendi vucûdunu ve mâsivanın vucûdunu [varlığını] bitirir. Çünkü bu tasfîye bîhodluk [kendinden kurtulmak] mukaddimesidir. Bu yokluk aynı varlık, yahud bu yitirme, aynı bulmadır. Bu nisyânı [unutmayı] medh hususunda demişlerdir:

Bilmemek ilminin şerhi sığmaz nice cildlere, Bir ömür yetmez onu yazmaz isteyenlere, Dâreynde Hakkın şuhûdu mazmunundan bir nükte, İki âlemde yüz karalığı nişanından bir nokta.

Bu tâife-i aliyye bu nisyâna [unutmağa] adem ve gaybet derler. Bu hâl seâdet [mutluluk] sabahının müjdecisi, vuslat [kavuşma] sebeblerinin mukaddimesidir. Kendini bu şekilde bitiren sâlik, bir hakîkî varlığı mevcûd olmuş bulur. Nitekim Mevlânâ Celâleddin (kuddise sırruh) hazretleri bu ma‘nâda buyurmuşlardır. Nazım:

Varlığımızı çalan o adem çok yaşasın,

Bu ademin zevkinden cihan ve can var oldu.
Ademin olduğu yerde vucûd duramaz gider,
Geldi bu güzel adem, âlem vucûda dar oldu.

Lâkin bu hâl sâlikte kuvvet bulmadıkça ve herhalde kendinin mahkumu olmadıkça bazı arıza ve vâkı‘alar sebebiyle zâil olabilir. Ama sâlik kendini bu kendinde olmama hâline verip ve pervâne misâli varlığını aşk ateşine vurup, fenâ ve bîhodinin kendisinden ibâret olduğu bu yoklukta gerektiği gibi kuvvet bulup hâllenince, o zaman hakkanî bir mevhûb vucûd ile mevcûd olur ki, kendinin ve bütün mâsivânın vucûdunu hesâba katmaktan kurtulur. Bu mertebeye Fenâdan sonra Beka derler. Bu vucûd ile mevcûd olduktan sonra ayrık [bir daha] beşeri vucûda avdete [dönmeye] mecâl kalmaz. Âyet: “Bu Allahu teâlânın büyük ihsanıdır. O büyük fazîlet ve ihsân sâhibidir”. Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden:

Hakdan gayriyi öldür kılıcı çekerek, Sonra bak ki ’dan sonra ne kaldı, Yalnız illallah kaldı, başka ne varsa gitti, Sevin ey aşk, çok sevin, bütün ortaklar bitti.

HÂCE ABDÜLHÂLIK GUCDEVÂNÎ (kuddise sırruh): Hâce Yûsuf Hemedânî hazretlerinin dört halîfesinden dördüncü halifeleridir. Ve Hâcegân tabakatı hazretleri kitabının başı ve bu hânedân silsilesinin ilk halkasıdır. Doğduğu ve vefât ettiği yer, Buhârâ’da Gucdevân beldesidir. Gucdevân Buhârâ’dan altı fersah [takrîben 35 km.] uzaklıkta şehir gibi büyük bir köydür. Kıymetli babalarının adı Abdülcemîl’dir. Abdülcemîl kendi asrında İmam olarak tanınmış idi. İmam Mâlik (radıyallahü anh) evlâdından idi. Zamanının müktedâsı [önderi] ve vaktinin müşküllerinin açıcısı idi. Zâhir ve bâtın ilimlerine mâlik, Kitab ve Sünnetin muktezasıyla tarîk-ı Hüdâya sâlik idi. Anadolu’da bulunan Malatya şehrinde otururdu. Anneleri de Anadolu’daki hükümdarların evlâdından idi. Derler ki, Abdülcemîl İmam, Hızır aleyhisselâmla sohbet edenlerdendi. Hızır aleyhisselâm kendisine Hâce hazretlerinin dünyaya geliş müjdesini vermiş ve adı Abdülhâlık olsun diye işâret etmiş idi. Sonra Abdülcemîl İmam birtakım hâdiseler üzerine Anadolu’dan Maverâünnehr’e hicret edip Buhârâ köylerinden Gucdevân’a yerleşti ve hazreti Hâce orada dünyaya gelip, orada büyüdü.

İlk zamanlarında Buhârâ’da ilim tahsîline koyuldu. Bir gün zamanın âlimlerinden kendi üstadı olan İmam Sadreddin isimli bir uludan tefsîr okurken, “Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilesiniz ki, O haddi aşanları sevmez” [A’raf-55] âyet-i kerîmesinin tefsirine eriştiklerinde, üstadından sormuşlar ki, bu gizlinin hakîkati ve zikr-i hafînin [gizli zikrin] yolu nedir. Eğer zikr eden sesle zikr eylese veya zikr esnâsında uzuvları hareket eylese, diğerleri buna muttali‘ olur; ve eğer kalbiyle zikr eylese, “Şeytan insanın damarında kan gibi dolaşır” hadîs-i şerifince, şeytan vâkıf olur. Üstâdı cevab olarak: “Bu ledünnî ilimdir. Hak sübhânehü ve teâlâ dilerse, seni ehlullahdan [evliyadan] bir kimseye eriştirir ve o sana gizli zikri ta‘lîm eder” dedi. Hâce Abdülhalık hazretleri bu sözün zuhûruna muntazır idiler ve bu hâl Hızır aleyhisselâmın kendisine gelip vukuf-i adedîyi onlara telkîn etmesine kadar sürdü.

Fasl-ül Hıtâb kitabında yazar: Hâce Abdülhâlık hazretlerinin tarîkatta revişi [yolu, usûlü] huccettir ve her fırkanın makbûlüdür. Dâima sıdk ve safâ üzre pûyan [koşan] ve şerîat ve sünnete mütabaatta serdâr-ı sâlikân-i cihân [cihân sâliklerinin baş kumandanı], nefs ve hevâya muhâlefette dizginlerini sağlam tutan ve hep hedefini vurandır. Kendisinin temiz yol ve usûlünü ağyarın gözünden gizlemiştir. Gençlik çağında gönül zikri dersini hazreti Hızır aleyhisselâmdan aldı ve dersine çalışmağa hep devâm etti. Hazreti Hızır kendisini oğulluğa kabûl edip, zikri ta‘lîm zamanında buyurmuşlar ki, havuzun suyuna dal ve Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah’ı kalb ile söyle! Hâce hazretleri de öyle yaptılar ve bu dersi alıp, hakkıyla yapmakla meşgul oldular. Böylece nice futûhât ve terakkilere kavuştular. Hâce hazretlerinin ömrünün evvelinden sonuna kadar her hareketi bütün insanlar katında makbûl ve mergub idi.

Bir zamandan sonra Hâce Yûsuf-i Hemedânî (kuddise sırruh) Buhârâ’ya gelmiş ve Hâce Abdülhâlık Gucdevânî hazretleri onun sohbetine erişip, bilmişler ki, o da kalb zikrine meşguldür. Hâce Yûsuf hazretleri Buhârâ’da kaldıkları müddetçe, Hâce Abdülhâlık hazretleri onun sohbetinden ayrılmamışlardır.

Rivâyettir ki, Hâce hazretlerinin ders ta‘lîmi pîri hazreti Hızır aleyhisselâm, sohbet pîri de Hâce Yûsuf hazretleri idi. Her ne kadar Hâce Yûsuf hazretlerinin ve meşâyıhın (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) tarîkatleri aleni zikr ise de, Hâce Abdülhâlık hazretleri (kuddise sırruh) hocası Hızır aleyhisselâmdan gizli zikir ile memur olmuştu. Hâce Yûsuf onu tefsîr eylemedi ve: “Hâceniz Hızır aleyhisselâmdan memur olduğunuz üzere zikre meşgul olunuz” buyurdu.

Hâce Abdülhâlık hazretlerinin (kuddise sırruh) bazı yazılarında bildirilir. Buyurmuşlardır ki: Yirmi iki yaşımda idim ki, diri gönüllerin hocası Hızır aleyhisselâm beni büyük şeyh, Rabbânî ilimler imamı Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretlerine ısmarladı ve beni terbiye etmesini vasiyyet etti. Onlar Mâverâünnehir’de bulundukça, ben onların hizmet ve sohbetlerinde bulundum ve onlardan istifâde ve istifaza eyledim [feyz aldım]. Hâce, Horasan’a geldikten sonra Hâce Abdülhalık hazretleriyle riyazetle meşgul oldular ve kendi hâllerini gizli tuttular.

Velâyet ve kerâmetleri o mertebede idi ki, bir vakıt namazda Kâbe’ye varıp gelirdi. Şâm diyarında çok müridleri zâhir oldu. Onların ismine hanekâh [tekke, dergâh] ve makam yapıldı.

Bir zaman halkı irşâd ve da‘vet edip, tâliblere Hak yolunu göstermek makamında, bütün hakkını vererek, salahiyetle bulundular.

Âdâb-ı tarikatta bir vasiyetnâmeleri vardır. Kendisinin ma‘nevî oğlu bulunan Hâce Evliyâ-i kebîr için yazmışlardır. Bu vasiyetnâme tarikat erbabı için çok fâideli bilgileri, hayat tecrübesi olan nasihatleri bildirmektedir. Her cümlesi, kıymetli ve eşsiz inci dizilerini andırmakta olup sâliklerin sermayesidir. Her kelimesi yüksek ve kıymetli nasihatleri taşımakta gönül kulaklarına küpe olmaktadır. Şu birkaç cümle o vasiyetnâmedendir:

REŞHA-6: Buyurmuşlardır: Vasiyet eylerim sana, ey oğul ki, her hâlde ilim, edeb ve takvâ üzere olasın ve selefin eserlerini araştırasın. Sünnet ve cemaata mülâzım olasın [devam edesin]. Fıkıh ve hadîs öğrenesin. Câhil sofulardan sakınasın. Dâima namazı cemâatle kılasın; O şartla ki, imam ve müezzin olmayasın. Katiyen şöhret talebinde olma ki, şöhrette âfet vardır. Bir mansıb [makam] ile bağlı olma. Dâim gümnâm [ismi edilmeyen] ol. Senedlerde ismini yazdırma. Mahkemelerde bulunma. Kimseye kefil olma. Halkın vasiyetlerine karışma. Pâdişah ve paşazâdelerle ahbablık etme. Dergâh, tekke yapma ve hânekâhda oturma. Çok sema‘ etme ki, ziyâde sema‘ anında nifak peyda eder ve sema‘ın çokluğu gönül öldürür. Sema‘ı inkâr eyleme ki, semâ‘ın eshabı çoktur. Az konuş. Az ye. Az uyu. Halktan aslandan kaçar gibi kaç. Dâima halvetinde [kendine mahsûs odanda] ol. Genç oğlanlarla, kadınlarla, bid‘at ehli ile, zenginlerle ve avamla [düşük kişilerle] sohbet, arkadaşlık etme. Helal ye. Şüphelilerden sakın. Mümkün oldukça kadın alma ki, dünyayı isteyenlerden olursun ve dünyayı elde etmek uğruna dînini verirsin. Çok gülme. Kahkaha ile gülmekten sakın ki, [çünkü] çok gülmek gönlü öldürür. Herkese şefkat gözüyle bakasın. Hiçbir ferdi hakir [aşağı] görmeyesin. Zâhirini [dış görünüşünü] çok süsleme ki, zâhiri bezemek bâtın harablığındandır. Halk ile mücâdele [münâkaşa] eyleme. Kimseden bir şey isteme. Kimseye hizmet buyurma. Şeyhlere mal ile, beden ile ve can ile hizmet eyle. Onların hâllerini, işlerini inkâr eyleme ki, onları inkâr eden, asla felâh bulmaz. Dünyaya ve dünya ehline mağrûr olma [aldanma]. Gönlün dâima hüzünle dolu olsun. Bedenin hasta [kırık], gözün giryân [ağlamaklı] ola. Amelin hâlis ola. Duan tazarru‘la [içten yalvarmaklı] ola. Elbisen eski, yoldaşın derviş ola. Mâyen [ölçün] fıkıh, evin mescid ve mûnisin Hak teâlâ ola!

REŞHA-7 : Hâce hazretlerinin kudsî kelimelerindendir şu sekiz ifâde ki, Hâcegân (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) tarîkatinin binası bunlar üzerine kurulmuştur: ş der dem, Nazar ber kadem, Sefer der vatan, Halvet der encümen, Yâd kerd, Baz geşt, Nigâh dâşt, Yâd daşt. Esas bunlardır. Gayrisi önemli değildir.

Bilmek gerektir ki, bu tâife-i aliyyenin ıstılahlarından üç kelime daha vardır. Biri vukuf-i zamanî, biri vukuf-i adedî, biri de vukuf-i kalbîdir. Böylece hepsi on bir kelime olur.

Hâce hazretleri, Hâcegân silsilesinin baş halkası olduğundan, onları anlatırken kendi ıstılahları olan bu sözleri burada kendi ifâde ve ibâreleri ile açıkça yazmamız ve bir Reşha hâlinde bildirmemiz gerekli oldu. Çünkü onlardan sonra gelen azîzlerin yol ve usûllerini bilmek bunlara bağlıdır:

REŞHA-8. HÛŞ DER DEM: Bunun ma‘nâsı odur ki, içeriden dışarı çıkarılan her nefeste, nefes sâhibi hâzır ve âgâh [Rabbi ile] ola ve demde [o zaman diliminde] gaflet ona yol bulmaya. Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî (kaddesallahü teâlâ sırreh) buyurmuştur ki, huş der dem, ya‘nî bir nefesten bir nefese intikal [geçiş] gaflet ile olmaya. Huzûr ile ola. Ve her bir nefeste böyle olup, Hak sübhânehü ve teâlâdan gafil olmaya. Hâce Ubeydullah hazretleri buyurmuşlardır: Bu yolda nefesi hıfz [koruma] ve riâyet etmeyi [hakkını vermeyi] mühim tutmuşlardır. Ya‘nî gerektir ki, her nefes huzur ve âgâhlıkla alınıp verile. Bir kimse nefesi muhâfaza eylemese: “Filân kimse nefesini yitirmiş” derler. Ya‘nî yolunu yordamını zâyi‘ etmiştir.

Hâce Behâeddin Nakşibend (kuddise sırruh) hazretleri buyurdu. Bu yolda işin temelini nefes üzere kurmak gerektir. Ya‘nî himmetini [gayretini] nefesi korumağa tahsisle, her nefesi huzurlu olmak gerektir. Şöyle ki, şimdiki zamanda, ya‘nî içinde bulunduğun andaki meşguliyetin, seni geçmiş ve geleceği düşünmekten meşgul edip, nefesi zâyi‘ etmeğe imkân vermeye. Nefesin giriş ve çıkışında ve iki nefes arasını korumada öyle gayret göstermeli ki, gafletle aşağı gidip yukarı gelmeye! Ruba‘î [Kıt‘a=Dörtlük]:

Hakikat denizi sâhilinde kalan susuzlar!

Haz ve rahatlık yeri, denizdir, sâhil değil,

İki dünya dalgasına bakmaz hakîkat arayanlar, Her nefeste deryâya âgâh olmayan vâsıl değil.

Hazreti Mahdûmî Mevlânâ Nûreddin Abdurrahman Câmî (kaddesallahü sırrehüs-sâmî) Rubaiyyât Şerhi’nin sonunda getirmiştir ki, Şeyh Ebûl-Cinân Necmeddin Kübrâ (kaddesallahü teâlâ sırreh) Fevâtih-ül Cemâl isimli risâlesinde buyurur: Canlıların nefeslerinde câri olan zikir, onların zarûrî [gayr-i ihtiyarî] nefesleridir. Zirâ nefes girip çıkarken Hak sübhânehü ve teâlânın gayb-i hüviyyetine işâret olan h harfini söylemiş olur, isteyerek olsun, istemeyerek olsun. Ya‘nî bu ma‘nâyı bilsinler veya bilmesinler. ALLAH isminde olan h de bu harfdir. Elif-lâm, ta‘rîf [belgili yapmak] içindir. Lâm’ın [l harfinin] müşedded [teşdîdli=iki defa] olması ta‘rîfde mubalağa [daha çok tanıtmak] içindir. Yoksa zâtın ismi, hakikatta o (H) dir ki he nefeste zarurî olarak câridir ve o ism-i şerîfin cereyânı olmadan hiçbir şey hayata [yaşamağa] müstehak olmaz.

O hâlde gerektir ki, akıllı bir tâlib, Hak sübhânehü ve teâlâya âgâhlık husûsunda öyle olmalıdır ki, bu şerefli harfleri telaffuzda Hak sübhânehû ve teâlânın hüviyyeti onun melhuzu [içinde hazır] ola ve nefesin girmesi ve çıkmasında şöyle vukuf üzere ola ki, Allahu teâlâya olan huzurunda bir eksiklik ve gecikme veya gevşeme bulunmaya. Ve bu hususun korunmasına o derece gayret ve çaba göstere ki, bu nisbet zahmetsiz onun gönlünün hazırı ola. Belki tekellüf [zorlayarak] ve zahmetle bu nisbeti kalbinden çıkarmaya. Ruba‘î:

Ey harfden anlayan, H gayb-i hüviyettir, Bütün nefeslerine bu harf esas olmuştur, İş bu harfden her an âgâh olunuz,

Büyük bir harf söyledim, zikre mikyâs olmuştur.

Biliniz ki, Hazreti Mahdûmî’nin bu kıt‘ada söylediği Gayb-i Hüviyyet, tarîkat ehli ıstılahında [dilinde] lâ teayyün itibari ile [teayyün etmezliği bakımından] Hak sübhânehü ve teâlânın zâtından ibârettir. Ya‘nî ıtlak [mutlak olma, isimlendirme] ile dahî mukayyed olmayan ve bu mertebede hiçbir ilim ve idrâkin kendisine taalluku bulunmayan o hakîki mutlak, bu haysiyetten mechûl-i mutlaktır.

REŞHA-9. NAZAR BER KADEM: Sâlikin gidip gelirken, şehirde veya taşrada, sahrada, velhâsıl her yerde yürürken nazarı kademine [bakışı adımına] olmaktır. Böylece bir yere bakıp, değişik yerlere ve şeylere bakmaya. İkinci bir ma‘nâsı daha vardır ki, nazar ber kadem, sâlikin varlık mesâfelerini aşmada ve kendine tapınmak geçitlerini, geçmede sür‘atle seyr etmesi; Ya‘nî sâlikin nazarı nereye ulaşıyorsa, o anda adımını gördüğü yerin [makamın] nihayetine basmasıdır. Ebû Muhammed Rüveym hazretlerinin: “Müsâfirin [yolcunun] edebi, adımından ileri bakmamaktır” buyurdukları bu ma‘nâya da işârettir. Hazreti Mahdûmî Mevlânâ Abdurrahman Câmî (kuddise sırruh) Tuhfet-ül Ahrâr kitabında Hazreti Hâce Behâeddin Nakşibend (kuddise sırruh) menkıbesinde bu ma‘nâyı şu şekilde şiire dökmüştür. Nazm:

Bir nefes gaflet ile olmaz idi, Nazarından kademi kalmaz idi, Kendinden seyr-ü sefer kıldığı dem, Gözü erdiği yere kondu kadem.

REŞHA-10. SEFER DER VATAN: Sâlikin, ahlâk-ı zemîmeden ve insanlık tabîati sıfatlarından sefer etmesidir. Ya‘nî beşerî sıfatlardan melekî sıfatlara ve kötü sıfatlardan iyi sıfatlara intikalidir. Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretleri (kuddise sırruh) buyurmuşlar ki, habîs kişi nereye gitse, habîslik ondan gitmez, tâ habîs sıfatlardan kurtulmadıkça.

Şunu da arz edelim ki, tarîkat meşâyıhının hâlleri, seferi veya ikameti ihtiyâr etmede [seçmede] ayrı ayrı olmuştur. Bazı meşâyıh bidâyette seferi, nihâyette ise hazeri revâ görmüş; kimi de bidâyette ikameti, nihâyette sefer ve seyahati beğenmişlerdir. Kimi bidâyet ve nihâyette ikameti, kimisi de her ikisinde sefer ve hareketi uygun ve lâyık görmüşlerdir. Bu dört fırkanın her birinin sefer ve ikametinde sahîh niyetleri vardır. Avârif’in tercümesinde bunlar bildirilmektedir.

Ama sefer ve ikamet ihtiyârında Hâcegân hazretlerinin yolu şudur ki, ilk zamanlar o kadar sefer ederler ki, kendilerini bir azîzin hizmet ve huzuruna eriştirirler. Ondan sonra sefer etmeyip, o azîzin huzur ve hizmetinde mukîm olurlar. Eğer kendi memleketlerinde bu tâifeden birini bulurlarsa, sefer etmeyip, onun hizmetinde âgâhîlik melekesini tahsîl ve ilâhî ma‘rîfetleri tekmîle çalışır ve bu hususta çok gayret ve ihtimam gösterirler. Bu melekenin husûlünden sonra ikamet ve sefer arasında fark yoktur. Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretleri buyurdular: Mübtediye seferde perîşanlıktan [fikren dağınıklıktan] başka bir şey hâsıl olmaz. Bir tâlib bir azîzin sohbetine eriştikte orada oturmak ve temkîn sıfatını hasıl eylemek ve Hâcegân nisbetini ele geçirmek gerektir. Ondan sonra her nereye giderse hiç mâni‘ yoktur. Ruba‘î:

Ne güzel bir hâldir, ağızsız gülmek, Göz araya girmeden bu cihanı seyretmek, Ne hoştur, bir yerde oturup, sefer etmek, Âlemi dolaşmak ve ayağa minnet etmemek.

Hazreti Mahdûmî Mevlânâ Câmî (kuddise sırruh) Eşiat-ül Lemeat kitabında şu beytin şerhinde. Beyt:

Sûretin âyinesi sefer kabûl eylemez, Ona sûret kabûlü veren safâ ve nûrdur.

Şöyle buyurur: Sûret aynası ki cilâlı maden [veya cam] dan ibarettir. Ona bakanın sûretinin onda görünmesi için, onun göstereceği şeye sefer ve hareket etmeğe ihtiyâcı yoktur. Çünkü aynanın sûret kabûl etmesi kendi yüzünün parlaklığı ve nurânîliğindendir. Karşısına gelen her şey onda görünür, kendi ona doğru hareket etmeden. Bunun gibi ma‘nevî aynası da maddî sûretlerin kin ve uygunsuzluklarından kurtulur, nûrânîlik ve safâ [parlaklık] galib olursa, tabiî isteklerin, zulmeti [karartısı] ondan zâil olur. Zât-i ilâhînin ve sıfatlarının tecellilerini kabûlde seyr ü sülûke ihtiyâcı olmaz. Tabîatin iktizası olan kirlerle hakîkatinin engin denizinde herhangi bir değişiklik yol bulmaz. Çünkü onun seyr ve sülûkü, kalb yüzünün incilâ ve tasfiyesinden [parlatılmasından] ibârettir. O cilâ ve parlaklığa kavuşunca, sâlikin sefere, seyre ve sülûke ihtiyacı kalmaz.

REŞHA-11. HALVET DER ENCÜMEN: [Halk içinde Hakla olmak]. Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinden (kuddise sırruh), sizin tarîkinizin binası neyin üzerinedir? Diye sormuşlar. Buyurmuşlar ki: Halvet der encümen. Ya‘nî zâhirde halk ile, bâtında Hak sübhânehü ve teâlâ ile olasın. Beyt:

İçerden âşına ol, dışardan yabancı görün, Bu ne güzel ahlâktır, âkıl ol, divâne görün.

Hak sübhânehü ve teâlânın “Öyle adamlar vardır ki, ticâret ve alış verişleri onları Allahu teâlânın zikrinden alıkoymaz” buyurduğu bu makama işârettir. Yine buyurmuştur ki: Bâtın nisbeti bu tarîkte şöyle vâkı‘ olmuştur ki, gönül cemiyyeti halk ile sohbette halvetten ziyâde olur. Yine buyurmuşlardır ki: Bizim tarîkımız [yolumuz] sohbettir. Halvette şöhret, şöhrette âfet vardır. Hayriyyet cemiyyettedir ve cemiyyet sohbettedir, biri birinde fânî olmak şartıyla.

Hâce Evliyâ-i Kebîr (kuddise sırruh) buyurmuşlardır ki: Halvet der encümen odur ki, zikirle meşguliyet ve zikre dalmak bir dereceye erişe ki, pazara gitse, hiç söz ve ses duymaya, kalbin hakîkatine zikrin galebesi sebebiyle.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyururlardı ki: Gayret ve ihtimamla zikre iştigal olunsa, beş altı günde bir dereceye erişir ki, çeşit çeşit sesler ve insanların birbiri ile olan konuşmaları hep zikir görünür. Kendi söylediği sözleri dahi zikir olarak duyar. Ama gayret ve ihtimamsız olmaz.

REŞHA-12. YÂD KERD: Dilin kalble birlikte zikrinden ibârettir. Mevlânâ Sadeddin Kaşgârî hazretleri (kuddise sırruh) buyurmuşlardır ki: Zikir şöyle ta‘lîm edilir. Şeyh evvelâ kalb ile LÂ İLÂHE İLLALLAH MUHAMMEDUN RESÛLULLAH der. Mürid de kendi kalbini hâzır eyler ve şeyhin kalbi karşısında tutar. Gözünü kapar. Ağzını muhkem edip [açmayıp] dilini damağına yapıştırır. Dişlerini birbiri üzerine getirir. Nefesini tutar, ta‘zîm ve tam bir kuvvetle şeyhin muvâfakatı üzere zikre başlayıp, kalbi bu tevhîd kelimesini söyler. Dili ile söylemez. Nefesini habs etmede sabr eder ve bir nefeste üç kere söyler. Öyle ki, zikrin tatlılığının eseri kalbe erişe.

Hâce Ubeydullah (kuddise sırruh) hazretleri, kendilerinin bazı kelimât-i kudsiyelerinde yazmışlardır: Zikirden maksad, kalbin dâima Hak sübhânehü ve teâlâdan âgâh olmasıdır, muhabbet ve ta‘zîm bakımından. Eğer cemiyyet erbabı [evliyâ] sohbetinde bu âgâhlık [rabbi ile hâzır olmaklık] ele geçtiyse, zikrin hulâsası [özü, esası] hâsıl oldu demektir. Zikrin özü ve rûhu [esası] kalbin Hak sübhânehü ve teâlâdan âgâh olmasıdır. Eğer gönül ehli sohbetinde bu âgâhlık hâsıl olmazsa, çâre zikirle meşgul olmaktır.

Zikirle iştigalin en kolay yolu, nefesi göbeğinin altında habs eyleyip [hareketsiz tutup] dudağını dudağına ve dilini damağına öyle bir yapıştıra ki, nefesi, içinde çok dar olmasın. Kalbin hakîkati şu müdrike-i derrâktan [idrâk edici kuvveden] ibârettir ki, her tarafa gider, dünyayı ve dünyanın işlerini hep o fikr eder ve bir anda yerleri, gökleri ve bütün âlemi seyr etmek ona müyesserdir. Onu bütün fikirlerden ayırıp, kozalak sûretinde olan yürek dedikleri et parçasına müteveccih eyleye ve onu zikr etmeğe meşgul ede. Şu yolla ki, kelimesini, yukarı çekip, ilâhe kelimesini sağ omuzu tarafına uzatır. İllallah kelimesi de kuvvetlice kalb-i sanevberiye [yürek üzerine] yükleye. Şöyle ki onun harareti bütün uzuvlara erişe. Nefy tarafında [Lâ derken] bütün varlıkların vucûdunu fânî edip, onları görmeği terkle mütala‘a edip, isbât tarafında [illâ..derken] Hak sübhânehü ve teâlânın vucûdunu beka ve maksûd olmaklık nazarıyla mülahaza eyleye ve bütün vakitlerini bu zikr ile geçirmek ve hiçbir meşgale kendini bu zikirden alıkoymamak gerektir. Tâ ki, bu kelimeyi tekrârla tevhîd kalbde karar kıla ve kalb zikrinin sıfat-ı lâzımesi ola!

ŞİFE-2: Kalb dedikleri, çam kozalağı şeklinde bir parça et olup sol memenin altında bulunur. Bu et parçası, insanın hakîkat-ı câmi‘asıdır. Sanki bu et parçası bir kelimedir ki, hakîkat-i câmi‘a onun ma‘nâsıdır. İnsana mahsûs olan bu hakîkat-i cami‘a öyle bir mücmeldir [öz, nüvedir] ki, ulvî ve suflî kâinât onun tafsîlidir. Her meyvenin çekirdeğinde kendi ağacı, icmâlen mevcûd olduğu gibi, bu hakîkatta dahî cümle mükevvenât icmâlen mevcûddur. Nitekim Allahu teâlâ: “İnsanlara kendi hâriçlerinde ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, onun [Kur’anın] gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun” [Fussilet-53] buyurdu. Velhâsıl, ilâhi tam nüsha ve nihâyetsiz sırların elde edildiği yer kalbdir. Kalbe yol bulan, maksadına erer. Kalbe yol bulmak, gönül ehli hizmetine erişmekle olur. Tâlib ehl-i dil [gönül ehli] hizmetine erişip kabûl şerefi ile müşerref olursa, o sohbetin husûsiyetindendir ki, tâlibe bir keyfiyet [hâl] el verir ve bununla su ve çamur [beden] zahmetinden kurtulup can ve gönül sohbetine vâsıl olur ve Hak tarafına bir incizâb [çekilme] ve âgâhî [uyanıklık ve unutmama hâli] peyda olur ve gayr-i ihtiyâri, bir zorlamağa girmeden ve meşakkat çekmeden Hakdan gayri her şeyden yüz çevirir. Terkin, zikrin hakîkatinin ve hürriyetin aslının ne olduğunu sâlik o zaman bilir.

REŞHA-13. BÂZ GEŞT: Zâkirin [zikr edenin] kalb ile kelime-i tevhîdi söyleyince, akabinde [veya nefes alırken]:Yine kalb dili ile “İlâhî maksudum sensin ve matlubum senin rızandır” demesidir.

Zirâ bu baz geşt kelimesi, yarayan ve yaramayandan her hâtıra geleni nefy eder ve nihâyet zâkirin zikri hâlis kalır ve sırrı mâsivadan fâriğ [boşalmış] olur. Eğer mübtedi ilk zamanlarında baz geşt kelimesi ile zikirde kendini sâdık [ehil] bulmazsa, ya‘nî gönlünde Hakdan gayrisine muhabbet olup, İlâhî maksudum sensin, matlubum senin rızandır demekte kendini yalancı görürse, yine zikri bırakmamalıdır. Zirâ tedricen sıdk eserleri zuhûra gelir ve yapa yapa, baz geştte sâdık olduğu hâlde meşgul olmağa kadir olur.

Hazreti Mevlânâ Alâeddin (kuddise sırruh), Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî’nin eshabından idiler. Buyururlar ki: Hazreti Mahdûm’dan zikir ta‘limi aldığım ilk zamanlarda idim. Bâz geşt ile emr eylediler. İlâhî maksûdum sensin ve matlûbum senin rızandır dediğimde, böyle demekten utanır, sıkılırdım. Çünkü bu sözde sâdık değil idim ve açıkça yalan söylediğimi bilirdim. Bir gün bu düşünceyle Hazreti Mevlânâ’nın huzûruna geldim. Buyurdular ki, Şeyh Behâeddin Ömer’in yanına gidelim. Behâeddin Ömer hazretlerinin yanına geldik. Oturur oturmaz buyurdular ki, Şeyh Rükneddin Alâüddevle (kuddise sırruh) buyurmuşlardır: Sâlik talebinde sâdık değilse de, ilâhî benim maksûdum sensin ve matlûbum senin rızandır, demelidir. Sıdkın hakîkati zâhir oluncaya kadar devam etmelidir. Şeyh Ömer hazretlerinin meclisinden dışarı çıktığımız zaman, Mevlânâ Sadeddin hazretleri buyurdular ki: Şeyh cezbe ehlidir. İstılah [husûsî deyimleri] bilmez. Bu sözün ne demek olduğunu ben anlamamıştım. Nice zaman sonra anladım ki, o sözden maksadları, Şeyh Ömer cezbe yoluyla terbiye olunmuştur, sülûk ve irşâd yolunu bilmez. Çünkü henüz onun zamanı değil idi ki, şeyh onu fakîre izhâr eyleye. Fakîr bu sözü Şeyh Ömer hazretlerinden duyana kadar, o baz geşt kelimesini söz ve niyâz ile derdim ve derken de sıkılır, utanırdım. Şeyhden bu sözü işittikten sonra o söz, niyâz, sıkılmaklık ve utanmaklık bende kalmadı.

REŞHA-14. NİGÂH DAŞT: Hâtıraları [kalbe gelenleri] murakabeden ibârettir. Şöyle ki, bir nefeste nice kere kelime-i Tayyibe söyleyip hâtırı başka yere gitmeye. Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî (kuddise sırruh) bu kelimenin, ya‘nî nigâh dâştın ma‘nâsında buyurmuşlardır. Bir saat veya iki saat veya daha çok, ne kadar yapabiliyorsa, hâtırını hıfz eyleye ki, hâtırına başka bir şey yol bulmaya. Hâce Ubeydullah hazretlerinin eshabının büyüklerinden ve en seçkinlerinden bulunan Mevlâna Kasım (kuddise sırruh) birgün bir takrîble [sebeble, yeri gelmişken] buyurdu ki: Nigâhdâşta meleke o dereceye erişmiştir ki, imsâk vaktinden kaba kuşluğa kadar kalbi ağyardan korumak mümkündür. O şekilde ki, bu kadar müddette hayal gücü kendi işinden kalmış olur. Şunu bilmek gerekir ki, hayâl gücünü, düşünme kuvvetini yarım saat bile olsa, azl etmek, hakîkat sâhiblerine göre çok büyük iştir ve nâdirler cümlesindendir. Evliyânın büyüklerinden bazısına, arada bir bu ma‘nâ el verir. Nitekim Şeyh Muhyiddin Arabî (kuddise sırruh). Futuhât-ı Mekkiyye’ de, Hâce Muhammed Alî Tirmizî’nin suâl ve cevablarında kalb secdesini anlattığı yerde, bu bahsi tahkîk etmiştir. Lâkin onun geniş açıklaması buraya uygun olmadığı için yazmadık.

REŞHA-15. YÂD DÂŞT: Buraya kadar bildirilenlerden maksad hep budur. Bu kelime, Hak sübhânehü ve teâlâdan dâima âgâh [unutmamak, haberdar] olmaktan ibârettir, zevk ve vicdan yoluyla. Kimi de, ardında gaybet [yokluk, gitme] olmayan huzûrla ta‘rif etmişlerdir. Hakîkat sâhiblerince, Hakkın şuhûdunun istilası olan bir müşâhede, kalbe zâtın muhabbeti vâsıtasıyla bu yâd daştın hâsıl olmasındandır.

Hâce Ubeydullah (kuddise sırruh) bildirilen bu dört kelime için buyurmuşlardır: Yâd kerd, zikirde tekellüften ibârettir. Baz geşt, Hak sübhânehü ve teâlâya rucû‘dan ibârettir. Şöyle ki, her kelime-i tayyibeyi dediğinde, ardından “İlâhî maksudum sensin, matlubum senin rızandır” demelidir. Nigâh daşt, dil ile söylemeden, bu rucu‘u muhafaza etmekten ibârettir. Yâd daşt, nigâhdaşta rusuhdan [kalbine Allahu teâlâdan gayrisini getirmemenin kuvvet bulup, bunun meleke hâlini almasından] ibârettir.

REŞHA-16. VUKUF-İ ZAMANÎ: Hâce Behâeddin Nakşibend (kuddise sırruh) buyurmuşlar ki, sâlikin işini kemâle eriştiren vukuf-i zamanî, kulun kendi ahvâline vakıf olmasıdır. Şöyle ki, her nefeste hâli nedir, şükrü mü, özrü mü gerektirmektedir, bilmektir. Mevlânâ Ya‘kub-i Çerhî (kuddise sırruh) buyurmuşlardır ki, Hâce-i Büzürk [büyük], ya‘nî Hâce Behâeddin Nakşibend (kuddise sırruh) bize, kabz hâlinde istiğfâr ile ve bast hâlinde şükr ile emr etmiştir. Ve buyurdular ki, bu iki hâle riâyet, vukuf-i zamanîdir. Yine Hâce Büzürk [Şâh-ı Nakşibend hazretleri] buyurmuşlardır ki, sâlikin işinin temeli vukuf-i zamanîde sâat üzere konulmuştur. Ya‘nî sâlikin hâlinin düzeni vakıtleri hıfz etmeğe mavkuftur. Tâ bile ki, her nefesi huzur ile mi geçer, yoksa gafletle mi? Eğer nefese mâlik ve vâkıf olmaz ise, bu iki sıfata da vâkıf olmaz.

Vukuf-i zamanî sofiye katında muhâsebeden ibârettir. Hazreti Hâce-i Büzürk buyurmuşlardır ki, muhâsebe, her geçen sâatimizden kendimizi hesaba çekmemizdir. Zamanımızın gafletle mi, yoksa huzûr ile mi geçtiğini bilmemizdir. Eğer tamamen noksanla geçtiyse, baz geşt [rucu‘] edip, işe baştan başlarız.

REŞHA-17. VUKUF-İ ADEDÎ: Bu, zikirde adede riâyetten ibârettir. Hâce Behâeddin Nakşibend (kuddise sırruh) buyurmuşlardır ki, kalb zikrinde aded riayeti, dağınık havatırı toplamak içindir ve Hâcegân (kaddesallahü ervahahüm) sözlerinde vâkı‘ olmuştur ki, filân kimse fülâna vukuf-i adedî ile emr eyledi. Bundan maksad adede riâyetle kalb zikridir. Mücerred aded riâyeti değildir, kalb zikrinde. Ya‘nî asıl maksad kalb ile zikirdir. Aded riâyeti bir artı fâidedendir. Zâkir gerektir ki, bir nefeste üç, beş, yedi.. ve yirmibir kere söyleye ve adedi [sayıyı] tek yapmaya riâyet ve dikkat ede.

Hâce Alâeddin Attâr (kuddise sırruh) buyurmuşlardır ki, çok demek şart değildir. Her ne kadar derse, huzûr ve vukuf ile demek gerektir. Ancak böylece fâideye kavuşur. Kalb zikrinde aded yirmibirden çok olursa ve eseri zâhir olmazsa, bu yapılan işin hâsılatsız olduğunu gösterir. Zikrin eseri odur ki, nefy zamanında [derken] beşerî vucûd fânî ola ve isbât zamanında [illallah derken] ulûhiyyet cezbelerinden tasarruf eserlerinden bir esere vâkıf ola. Hâce Behâeddin Nakşibend (kuddise sırruh) hazretlerinin: “Vukuf-i adedî ilm-i ledünnînin evvel mertebesidir” buyurduklarından muradları mümkündür ki, bidâyet ehlinde bulunan ulûhiyyet cezbelerinin tasarruflarının eserlerinin mütalaası ola. Nitekim Hâce Alâeddin Attâr (kuddise sırruh) buyurmuşlardır ki, o öyle bir hâl ve keyfiyettir ki, kurb vuslatı ve ledünnî ilim o mertebede mekşûf olur. Vukuf-i adedînin ilm-i ledünnînin ilk mertebesi olduğu, başlangıçta olanlara nisbeti, zâkirin hakîkî birin kevnî adedler mertebelerinde sereyânı sırrına vakıf olmasındandır. Bir sayısının sayıların dereceleri hesabında sereyanına [her sayıda birin bulunmasına] vâkıf olduğu gibi. Şiir:

Zâhirde sûretin kesreti bir görüntüdür,

Onlar şuunat-ı Hakdır, tecelli eyleyen birdir.

Hakîkat ehli büyüklerden biri bu ma‘nâyı şöyle terennüm eder:

İyi bakarsan kesret, aynı vahdet görünür.

Bizim şübhemiz yoktur, şübhe varsa sendedir.

Hangi sayıya baksan sen ibret gözü ile, Sayı iki de olsa, bilesin aslı birdir.

Rubaiyyât şerhinde buyurmuşlardır. Ruba‘î:

Keşf ehli, akıl ehli şu noktada birleşti, Bir sayısı bilesin her sayıya işledi. Her ne kadar sayılar hadsiz, hesabsız ise, Sûreti de, aslı da, birden meydana geldi.

Ledünnî ilminin ilk mertebesi bu vukufla [anlayışla] tahakkuk etmektir. Allahu teâlâ en iyisini bilir.

İlm-i ledünnî öyle bir ilimdir ki, kurb ehline [Hak teâlâya yakın kullara] sübhânî ta‘lîm ve rabbânî tefhîm [Allahu teâlânın bildirmesi] ile ma‘lûm olur. Aklî deliller ve naklî şâhidler ile olmaz. Nitekim Kur’ân-ı kerîmde Hızır aleyhisselâm için: “Biz ona tarafımızdan bir ilim öğrettik” buyuruldu. İlm-i yakîn ile ilm-i ledünnî arasındaki farka gelince, ilm-i yakîn, Allahu teâlânın zâtının ve sıfatlarının nûrunu idrâkten ibârettir. İlm-i ledünnî, Hak sübhânehü ve teâlâdan ilhâm yoluyla ma‘nâların idrâki ve kelimelerin fehminden [anlaşılmasından] kinâyedir.

REŞHA-18. VUKUF-İ KALBÎ: İki ma‘nâya yorumlanır: Biri odur ki, zâkir [zikir eden] Hak sübhânehü ve teâlâdan âgâh ola. Bu, yâd-dâşt cinsindendir. Hâce Ubeydullah hazretleri kendi kelimât-ı kudsiyesinden birinde yazmışlardır ki, vukuf-i kalbî, kalbin Hak sübhânehü ve teâlâdan âgâh olmasından ibârettir. Öyle ki, kalbde Hak teâlâdan gayri hiçbir şey olmaya. Bir yerde de buyurmuşlardır ki, zikir zamanında mezkûrdan [Allahu teâlâdan] âgâh olup, gönlü mezkûra bağlamak şarttır. Bu âgâhlığa şuhûd ve vusûl ve vucûd ve vukuf-i kalbî derler.

İkinci ma‘nâsına gelince: Zâkir kalbe vâkıf ola. Ya‘nî zikir esnasında mecâzen kalb dedikleri yüreğe müteveccih ola ve onu zikre meşgul ve zikir söyler hâle getire. Ve zikirden ve zikrin mefhumundan gafil ve zâhil [unutur] olmağa bırakmaya.

Hâce Behâeddin hazretleri (kuddise sırruh) zikirde habs-i nefesi ve [21 gibi] son sayıyı gerekli görmemişlerdir. Ama vukuf-i kalbîde, söylenen iki ma‘nâyı lâzım ve mühim tutmuşlardır. Zirâ zikirden maksadın özeti vukuf-i kalbidir. Beyt:

Her zaman ol kuş gibi, temiz kalbine bekçi,

Ki ondan zuhur etsin, zevk, kahkaha ve mesti.

ŞİFE-3 : Ey birader: “Nereye dönerseniz, orada Allahu teâlâyı bulursunuz” âyet-i kerîmesince, Hak teâlâ her yerde hazır iken, Kâbe-i

mükerremeye teveccüh etmeksizin [yönelmeksizin] namazın kabûl olmamasının hikmeti budur ki, su, çamur, taş ve kerpiçten olan Kâbe’ye yüz dönmeyince, kalb ve ruh da, ruh ve gönül Kâbesine teveccüh etmiş [dönmüş] olmaz. Zirâ insan muayyen sûreti ve hayvânî rûhu bakımından cihetlerin [yönlerin] mahbusudur, ama hakîkati bakımından dünya cihetlerinin hâricindedir. İşte cihete mübtelâ olan [beden] cihete [bir yöne] teveccüh etmedikçe [yüzünü döndürmedikçe], cihetsiz olan da cihetsiz olana teveccüh etmiş olmaz. İşte mecâzen kalb dedikleri bir et parçasından ibâret olan yürek de hakîki kalbin nişânesi ve o nihâyetsiz hazînenin yuvasıdır. Bu mecâza teveccüh eyle ki, hakîkata yol bulasın ve bu harîften [meslektaştan] ders al ki, ledünnî ilmine âlim olasın. Mısra‘:

İki kere seslendim, insan varsa duymuştur.

Hazreti Hâce Abdülhâlık hazretlerinin vefâtı yaklaştığında, eshabından dört kişiyi -ki anlatılacaklardır- da‘vet ve irşâd makamına isti‘datlı ve ehliyetli bulmuşlar ve Hazreti Hâce’nin vefâtlarından sonra bu dört ulunun her biri irşâd vazîfesini yapmağa koyulmuşlar ve halkı Hak sübhânehü ve teâlâya da‘vete ihtimam buyurmuşlardır.

HÂCE AHMED SIDDÎK (kuddise sırruh): Hâce Abdülhâlık hazretlerinin (kuddise sırruh) dört halîfelerinden birincisidir. Aslen Buhârâ’lıdır. Hazreti Hâce’nin vefatından sonra kaimmakamları olup, diğer ahıbba kendisine bîat edip hizmetinde olmuşlardır. Vefâtı yaklaşınca, cümle yârânı [bütün dostları] Hâce Evliyâ-i Kebîr’e ve Hâce Ârif Rîvgervî’ye ısmarlamıştır. Vefâtından sonra bu iki ulu Buhârâ’da tâlibleri Hak teâlâya da‘vet ve bu yolda istidadı olanları irşâd ve hidâyetle meşgul olmuşlardır. Hâce Ahmed’in mubârek kabirleri Megyan köyündedir. Buhârâ’dan üç fersah [20 km kadar] uzaklıktadır.

HÂCE EVLİYÂ-İ KEBÎR (kuddise sırruh): Hâce Abdülhâlık hazretlerinin ikinci halifeleridir. Aslen Buhârâ’lıdır. İlk zamanlarında Buhârâ’daki âlimlerden birinin hizmetinde ilim tahsîli ile meşgul olmuştur. Birgün Hâzreti Hâce Abdülhâlık Buhârâ’da çarşıdan et almıştı. Hâce Evliya, efendim, onu bana verin, evinize kadar götüreyim diye rica etmiş ve Hazreti Hâce bu samimi ricalarını kabûl buyurup, bu vesîle ile eti yüksek kapılarına kadar getirmişti. Bunun üzerine Hazreti Hâce onu, gönülden kabûl eyleyip: “Bir saat sonra gelin de, yemeği beraber yiyelim” buyurdular. Hâce Evliyâ, Hazreti Hâce’nin hizmetinden döndüğünde, kendinde ilim tahsîline karşı bir soğukluk ve isteksizlik müşâhede edip, kalbini Hazreti Hâce’nin sohbetine müncezib ve meyilli bulmuş ve bir saat sonra gayr-i ihtiyârî Hazreti Hâce’nin huzuruna acele etmiş ve hemen o sohbette Hâce Hazretleri kendisini oğulluğa kabûl edip, nisbet ve tarikat ta‘lîmi ile şereflendirmişlerdir. Bir daha ilim hocasına gitmemiştir.

Hâce Evliyâ’nın ilimde üstadı olan o kişi, Hâce Evliyâ’yı bu yoldan geri döndürmeğe ne kadar uğraştıysa da bir netice alamamış ve ondan sonra onu nerede görse ona hakaretle ağzını açar, çirkin sözler söyler, Hâce Evliyâ ise cevab vermez, hatta cevab vermeği aklından bile geçirmezdi. Nihâyet bir gece bu eski hocasının bir çirkin fi‘line, keşf ile vâkıf olup, onu büyük bir günah işlerken görmüş. O gecenin sabahı birbirleri ile karşılaştıklarında, yine Hâce Evliyâ’ya söğüp saymaya başladığında, Hâce Evliyâ da ona: “Ey üstâd, utanmaz mısın ki, gece sabaha şöyle şöyle fâhiş işlerle çıkarsın ve gündüzün bizi Hak yolundan men‘ etmeğe uğraşırsın”. Bu sözden mahcûb olup, yakînen bilmiş ki, Hâce Evliyâ’ya Hâce Abdülhâlık hizmetinde bir fetih [gönül gözü açıklığı] hâsıl olmuştur. Kendisi de derhal uyanıp, Hazreti Hâce’nin yüksek hizmetine yönelmiş. Mubârek elinde tevbe ve inâbe ile şereflenmiş ve bu yolda canla başla ve severek çalışıp Hazreti Hâce’nin makbullerinden olmuştur.

Meşhur nakildir ki, Hâce Evliyâ-i Kebîr, Buhârâ çarşısında Sarraflar mescidi kapısında bir havatır çilesi çıkarmıştır. Bu kırk gün kırk gecede kendisini hiçbir hâtıra [düşünce] zorlamamı ştır. Hâce Ubeydullah hazretleri Hâce Evliyâ hazretlerinin bu çilesini çok garîb tutar ve çok beğenirlerdi ve hayret edip parmaklarını ısırırlardı ve buyururlardı ki: Hâcegân (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) tarîkatiyle uğraşan az zamanda bir mertebeye erişir ki, duyduğu sesler kulağına zikir gelir ve duyduğu bütün sesleri zikir olarak işitir.

Yine Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretleri, buyurdular: Hâce Evliyâ’dan bildirilen çilenin [erbaînin] ma‘nâsı, mutlak olarak hâtırına bir şey gelmedi demek değildir. Belki şu kasd ediliyor ki, hiçbir hâtıra ve düşünce onların bâtın nisbetlerini zorlamamış ve bozmamıştır. Bir nehrin yüzündeki çer çöp, nehrin suyunun akmasına ma‘nî olmadığı gibidir. Buyururlardı ki: Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin eshabının ileri gelenlerinden olan Hâce Alâeddin Gucdevânî’den sordular ki, sizin kalbinizden Allahu teâlâdan gayrisi geçmez mi? Buyurdular ki: Hayır, zaman zaman öyle de olur ve bu beyti okudular. Beyt:

Çok sür‘atli akdığından bu dere,

Âşıkın kalbinde gam durmaz devamlı.

Buyurdular ki, gam durmaz demişler, gam gelmez dememişler. Bu sözü teyid mahiyetinde Alâeddin Attâr (kuddise siruuh) buyurmuşlardır ki: Hatarat mâni‘ olmaz ve bundan sakınmak müşküldür. Yirmi yıl nefyine çalıştığım tabi‘î arzularda âniden bir hatara geçti, ama karar bulmadı. Hataratı men‘ etmek [gelmesine mâni‘ olmak] çok kuvvet isteyen bir iştir. Bazıları demişlerdir ki, hatarata kıymet vermemeli, ama yerleşecek kadar da ona kayıdsız kalmamalıdır. Çünkü yerleşmeğe başlarsa feyz mecrâlarında [kanallarında] tıkanma olur.

Hâce Evliyâ’nın mubârek kabri Buhârâ’da, Yıkık Kale’de, Ayar burcu yanındadır. Hâce hazretlerinin vefâtı yaklaşınca, kendi eshabından isimleri hemen geçecek olan şu dört veliyi halîfe edinmişler ve irşâd ve davetlerine icâzet vermişlerdir:

HÂCE DİHKAN KULETÎ (kuddise sırruh): Hâce Evliyâ’nın dört halîfesinden ilkidir. Hâce’nin vefatından sonra irşâd mesnedine oturmuşdur. Diğer hulefa ve eshab ona tâbi‘ olmuşlardır. Kabri Kulet köyündedir. Bu köy Buhârâ’nın kuzeyinde bulunmaktadır ve şehirden iki fersah [10-12 km] mesafededir.

HÂCE ZEKÎ HUDÂBÂDÎ (kuddise sırruh): Hâce Evliyâ’nın ikinci halîfesi olup, Hâce Dihkan’dan sonra irşâd makamında bulunmuştur ve diğer halîfe ve eshab ona tâbi‘ olup huzûr ve sohbetinde olmuşlardır. Kabri Hudâbâd’dadır. Bu köy Buhârâ’nın büyük köylerinden olup, şehirden beş fersah [30 km] mesafedir.

HÂCE SÜKMANÎ (kuddise sırruh): Hâce Evliyânın üçüncü halîfesi olup Hâce Zekî hazretlerinden sonra halkı davetle meşgul olmuş ve diğer eshab ona tâbi‘ olmuş ve sohbetini ni‘met bilmişlerdir. Kabri, Hâce Evliya’nın kabri yanındadır.

HÂCE GARÎB (kuddise sırruh): Hâce Evliyâ’nın oğlu ve dördüncü halifesidir. Hâce Sükmân’dan sonra irşâd emrine koyulup, halkı Hakka da‘vetle şereflenmiştir. Şeyh Seyfeddin Bâharzî (kuddise sırruh) ile Şeyh Necmeddin Kübrâ’nın (kuddise sırruh) eshabının büyüklerinden olan Şeyhul âlem ile muasır idi. Buhârâ’nın Fetihâbâd’ında medfeni bulunan Şeyh Seyfeddin ile çok sohbet etmişlerdir. Şeyh-i meczûb, mahbûb-ül kulûb Şeyh Hasan Bulgari (aleyhirrahme) Eres ve Bulgar tarafından Buhârâ’ya geldiğinde, Hâce Garîb hazretlerini doksan yaşında pîr bulup, ona son derece itikad üzere oldu. Şeyh Hasan, Şeyh Seyfeddin’le görüştüğünde, Şeyh Seyfeddin ona: “Hâce Garib’i nasıl buldunuz?” Diye sordu. Cevabında: “Tamam [kâmil] erdir ve sülûku cezbe ile süslüdür” buyurdu.

Şeyh Hasan Bulgari üç sene Buhârâ’da kalmış olup devamlı Şeyh Hâce Garib ile sohbet ederlerdi. O zamanın ulularından Hudâvend Taceddin Şitahî’den bildirilir: Şeyh Hasan Bulgari hazretleri buyurdu ki: “Hayatım müddetince çok evliyâ ve gönül sâhibleriyle görüştüm. Hâce Garib mertebesinde bir kimse görmedim”. Şeyh Hasan’ın Makamât’ında bildirilir: Müddet-i ömrümde yirmisekiz evliyâ ile beraber oldum. Bunların birincisi Şeyh Sadeddin Hamûlî, sonuncusu Hâce Garîb (kuddise sırruh) idi. Şeyh hazretlerinin ahvâlinden bir nebze birinci maksadın birinci faslında Hâce Ubeydullah hazretlerinin yüksek dedesi olan Şeyh Ömer Bağıstanî anlatılırken zikr olunsa gerektir. İnşaallahü teâlâ.

Hâce Garib’in de dört halîfesi vardır. Hepsi de irşâd ve da‘vet ehli idiler. Şunlardır:

HÂCE EVLİYÂ-İ PÂRİ(kuddise sırruh): Hâce Garîb’in dört halîfesinden ilkidir. Harmantehî [Boş Harman] köyündendir. Buhârâ’ya bağlıdır. Şimdi harab hâldedir. Hâcenin mubârek kabri oradadır.

HÂCE HASAN SÂVERÎ (kuddise sırruh): Hâce Garîb’in ikinci halîfeleri olup, Buhârâ’nın Sâver köyünde doğmuştur. Şimdi burası da harab hâldedir. Mubârek kabri bu köydedir.

HÂCE ÖKETMÂN (kuddise sırruh): Hâce Garîb’in üçüncü halîfesidir. Kabri Buhârâ’dadır.

HÂCE EVLİYÂ-İ GARÎB (kuddise sırruh): Hâce Garîb’in dördüncü halîfesidir.

HÂCE SÜLEYMAN KERMÎNÎ (kuddise sırruh): Hâce Abdülhalık Gucdevânî hazretlerinin üçüncü halîfeleridir. Bazıları Hâce Evliyâ’nın halîfelerinden olduğu kanaatindedir. Ama evvelâ Abdülhalık Gucdevânî hazretlerinin hizmet ve sohbetinde bulunup, onların huzurunda nihâyete erişmemiş ve Hâce Evliyâ huzurunda işini tamamlamış olabilir.

REŞHA-19: Kendisine, hadîs-i şerîfte: “Muhlisler büyük hatar üzeredir” buyuruldu, bu hatar-ı azîm [büyük tehlike] nedir demişler. Buyurdu ki; İçinde değil, üzeredirler buyuruldu. Böyle olunca bu, muhlislere âid yüce bir makamdır ve bu makam üzere olanlara havf [korku] lâzımdır. Bunlara havfın galib olması makamlarının yüksekliğinden ötürüdür. Kim güneşe daha yakın ise, güneşin harareti ona daha ziyâde olur.

ŞİFE-4: Lugat âlimleri Hatar kelimesinin ma‘nâsında demişlerdir ki: Helâke yakın demektir. Bir de kadr ü menzilet: Değer ve kıymet ma‘nâsı vardır. Şuna da işaret etmemiz gerekir ki, hatar menzilet, değer ve mertebe ma‘nâsına da gelince, burada, büyük hatar üzere demek, büyük mertebe üzeredir demektir. Lâkin büyük makam üzeredir buyurulmayıp, hatar sözünün tercihi, o makamda tehlûke ve korku da bulunduğuna işârettir. Muhlisler için böyle buyurulmasının sebebi ise, bulundukları makamın devamsızlığından, bura ehlinin azli ve reddi mümkün olmasından değildir. “Sur‘atle azl etmek, adaletten değildir” demişlerdir. İhsân-ı ilâhîde kemâlin sebâti ve kararlılığın var olduğu ehli katında sâbit ve zâhirdir. Belki o makamın gerekli husûsiyetindendir ki, âşık maşukla âşinalığa hırs ve şefkatinin kemâlinden her mertebede vehme yer verir ve yakınlığı ne kadar ziyâde olsa, havfı [korkusu] onun lâzım sıfatı olur. Hatar kelimesi içinde edadı ile değil de, üzerinde edadı ile kullanıldığından, makam ma‘nâsına işaret vardır. İçinde edadı ile olsaydı, zarf ma‘nâsı muteber olup korku ve tehlike muhlisleri içine alır, ağırlık korku tarafında olurdu. Üzerinde edadı ise, onun hılâfının murad olduğunu bildirmek olur ki, muhlislerin rutbeleri âlî [yüksek] ve Allahu teâlânın inâyet feyizleri bunlara devamlı olduğundan âyet-i kerîmede: “Bilesiniz ki, Allah’ın evliyasına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de” [Yunus-62] buyurulmasından, başkalarına göre onların korkularının az olması lâzım iken, yine de havfı [korkuyu] elden bırakmazlar ve dâima kendilerini korku ve tehlûkeye maruz kalacak görürler. Nitekim Mevlânâ Câmî hazretleri Sübhet-ül Ebrâr kitabında, kurb sâhiblerinin kurbu ziyâde oldukça, korkularının çoğaldığını şu şekilde beyân eder:

Mısır’ın vâlisi Zinnûn lakablı,

Hakîkat sırları ile lebâ leb, Der ki ben Mekke’de mücâvir idim, Haremde hazır ve hem nâzir idim. Gözüm bir an bir âşığa takıldı, O yanmış âşığa takıldı kaldı, Zaif, sararmış, yaya benzerdi, Muhabbet sırrın bilse bu bilirdi. Dedim âşık mısın, ne senin işin, Zâifsin, sarardı bedin ve benzin. Evet dedi, serimde sevdası var bir kesin, Hâli işte böyledir, sevda çeken herkesin. Sevdiğin kendine yakın mı dedim, Yoksa gece, gündüzün zindan mı senin. Dedi ömür boyunca hep onun evindeyim.

Bir ömür sarayının hâk-i mezelletiyim.

Dedim, yüzü ve gönlü sana karşı bir midir?

Yoksa sana karşı cefalı, sitemli midir?

Cevabında dedi ki, her akşam ve sabah biz, Süt ile şeker gibi birbirine girmişiz.

Kendisine dedim ki, ey mes‘ûd ne istersin, Yârla kucak kucağa daîma berabersin.

Sen başka ne istersin, ber murad iken böyle, Zaif, dermansız, solgun hâldesin, niçin, söyle. Baştan aşağı derdli görünürsün sebeb ne? Dedi, sen işine git, aklın ermez derdime.

Sözü keselim, kurbun mihneti bu‘ddan çoktur,

Kurb heybetinde kalbim, ciğerim kan dolmuştur, Kurbdda dâima zevâl korkusu devam eder, Vasl ümidi var bu‘dda, gayri yok gam ve keder.

Hâce Süleyman hazretlerinin kabri Kermîne’dedir. Kermîne birçok köyleri içine alan bir beldedir. Bu kasaba ile Buhârâ arası şer’î fersah ile on iki fersahdır [takriben 70 km].

Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin menâkıb ve makamâtını anlatan Risâle-i Behaiyye’de -ki müellifi Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin eshabının ileri gelenlerinden fâdıl ve kâmil Ebûl Kasım Muhammed bin Mes‘ûd Buhârî hazretleridir- şöyle yazılıdır: Hâce Süleyman hazretlerinin iki halîfesi vardı. Her biri kendi zamanında irşâd sâhibi olup, halkı Hakka da‘vet etmişlerdir. Meslek-ül Ârifin risâlesinde rivâyet edilmiştir ki, Hâce Süleyman’ın halîfesi bir tanedir. Bunların hepsi gelecektir inşaallahü teâlâ.

HÂCE MUHAMMED ŞÂH BUHÂRÎ (kuddise sırruh): Hâce Süleyman’ın ilk halîfesi ve kendilerinden sonra irşâdda kaimmakamıdır.

ŞEYH SA‘DEDDİN GUCDEVÂNÎ (kuddise sırruh): Hâce Süleyman’ın ikinci halîfesidir ve Hâce Muhammed Şâh’dan sonra halkın da‘vet ve terbiyesiyle meşgul olmuştur.

HÂCE EBÛ SAÎD (kuddise sırruh): Hâce Süleyman eshabının ulularındandır ve makbûl halîfelerindendir. Meslek-ül Ârifîn kitabının müellifi olan Şeyh Muhammed Buhârî’nin pîri ve mürşididir. Adı geçen şeyh Muhammed bu kitabı Hâcegân tarîkati hakkında telif eylemiştir. Bu kitabda yazar ki, Hâce Süleyman hazretlerinin vefâtı yaklaşınca, kendi eshabı arasından hilâfet ve niyabete Ebû Saîd’i lâyık görmüştür ve şeyh ondan sonra nice yıllar tâliblerin rehberi ve sâdıkların müktedası olmuştur.

REŞHA-20: Şeyh Ebû Saîd’den sordular ki, bir hâtıra gelince, biz bâz geşt ile onu nefy ederiz ve gider. O hâtırın nefsânî mi, şeytânî mi olduğunu nasıl anlarız? Buyurmuşlar ki, hâzır olunuz [dikkat ediniz], eğer o hâtır [düşünce] aynen eski şekliyle geri gelirse, o hâtır nefsânîdir. Zira ısrar ve ibrâm nefsin sıfatıdır. O bir isteği, tekrâr tekrâr taleb eder. Muradına erinceye kadar ısrara devâm eder. Ondan sonra bir başka arzusunu elde etmeğe koyulur. Ama eğer evvelki şekilde değil de bir başka sûrette gelirse, şeytânîdir. Zirâ şeytânın muradı ıdlâl [saptırmak] ve iğva [baştan çıkartmak, şaşırtmaktır] dır. Bir şekilde sâlikin yolunu kesemezse, bir başka şekilde zâhir olur. Eğer bir kapıdan giremezse, bir başka şekille diğer bir kapıdan girer.

REŞHA-21: Yine ona sordular ki, tarîkatta söz söylemek kimin hakkıdır? Buyurdular ki: O kimsenin hakkıdır ki, eğer onun zâhirini yeryüzü halkına arz eyleseler, onun zâhirinde şer‘î bir hatâ bulamazlar. Eğer bâtınını âsuman [gökler] halkına arz etseler, onun bâtınında hiç noksan bulamazlar.

HÂCE ÂRİF RİVGİRVÎ (kuddise sırruh): Hâce Abdülhâlık hazretlerinin (kuddise sırruh) dördüncü halîfeleridir. Doğduğu ve vefât ettiği yer Rivgirvî’dir. Buhârâ köylerinden bir köydür. Buhârâ’dan altı fersah mesâfededir. Gucdevân’la arası bir fersahdır. Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin (kuddise sırruh) nisbet ve irâdet silsilesi hazreti Hâce Abdülhâlık Gucdevânî hulefasından Hâce Ârif hazretlerine ulaşır.

HÂCE MAHMUD ENCÎR FAGNEVÎ (kuddise sırruh): Hâce Ârif hazretlerinin eshabının ekmeli ve tarikatta cümlesinin efdalidir. Hazreti Hâce’nin eshabı arasında hilâfetle mümtâz ve halkı Hakka irşâd ile icâzetlenmiştir. Encîr Fagna’da dünyaya gelmiştir. Fagna, Buhârâ vilâyetinde bir köydür. Eykenî kasabasına bağlıdır. Eykenî bir çok köy ve mezranın bağlı bulunduğu bir nahiyedir [beldedir] ve şehîrden üç fersah mesafededir. Hâce Mahmûd hazretleri Eykenî’de ikamet etmiştir. Mubârek kabirleri de oradadır. Dülgerlik [marangozluk] ile meşgul olup geçimlerini bu zanaatla sağlardı.

Hâce Ârif hazretlerinden irşâda icâzet alıp ve halkı Hakka davetle vazîfelendirilince, vaktin icabına ve tâliblerin hâllerinin iktizasına göre alenî zikre başlamıştır. Cehri zikre ilk başlamaları, mürşidi Hâce Ârif hazretlerinin ölümü hastalığında olmuştur. Ruhunu teslîm edeceği sırada Rivgir tepesinin başında. Hâce Ârif o zamanda buyurmuştur ki, bu vakit, bize işâret edilen vakittir. Onun vefatından sonra Hâce Mahmûd hazretleri, Eykenî’nin giriş kapısında bulunan mescidde alenî zikirle meşgul olurdu.

Kendi asrının âlimlerinin önderi ve Hâce Mahmûd Pârisâ hazretlerinin yüksek dedeleri bulunan Mevlânâ Hâfızeddin âlimlerin üstadı şemsül-eimme Hulvânî’nin işareti ile Buhârâ’da vaktin âlim ve imamlarından büyük bir kalabalık huzûrunda Hâce Mahmud’dan, zât-ı âliniz alenî zikri ne niyetle edersiniz, sormuş ve cevabında Hâce hazretleri buyurmuş ki: Uyuyanlar uyansın, gafiller âgâh olup, Hak yoluna yönelsin ve istikamet ile şerîat ve tarikata girip, bütün iyiliklerin anahtarı ve cümle seâdetin kilidi olan tevbe ve inâbete rağbet göstermeleri içindir. Mevlânâ Hâfızeddin bu cevabı beğenip: “Niyetiniz sahîh niyettir ve bu iş size halâldir” dedi. Ondan sonra Hâce Mahmud’dan, bu alenî zikre bir hudud koymasını ve hudud ile hakîkat mecâzdan [gerçek ile yapmacık birbirinden] ayrılsın diye rica etti. Hâce buyurdu ki, alenî zikri yapmağa ehil olan kişinin, dili yalan ve gıybetten, boğazı haram ve şübheliden, gönlü riyâ ve sum‘adan ve sırrı hazreti Hak’dan gayriye teveccühden pâk ve temiz olmalıdır.

Hâce Mahmûd hazretlerinin eshabından olan Hâce Alî Râmîtenî buyurmuştur ki: Bir derviş Hâce Mahmûd hazretlerinin [ma‘nevî] devleti zamanında Hızır aleyhisselâmı gördü ve ondan: “Bu zamanda meşâyıhından istikamet caddesi üzere bulunan kim vardır? Söyleyin bileyim ve irâdet elimle onun mütabeat eteğine yapışayım” sordu. Hızır aleyhisselâm buyurdular ki, Hâce Mahmûd Encir Fagnevî’dir. Hâce Alî Râmîtenî eshabından bazıları dediler ki, Hızır aleyhisselâmı gören derviş, Hâce Alî hazretlerinin kendisi idi. Amma Hızır’ı gördüm demekten kaçındığından, kendi hâlini bir başkasından hikâye ile ortaya koydular.

Şöyle anlatırlar: Birgün Hâce Alî Râmîtenî hazretleri Hâce Mahmûd’un sâir eshabı ile Râmîten köyünde zikr ediyorlardı. Birden gördüler ki, bir büyük akkuş uçarak başları üstünden geçerken tam başlarının hizasına geldiğinde, açık bir dille “Alî merdâne ol!”dedi. Eshab o kuşu görüp, ondan böyle bir söz işitince, kendilerinde bir keyfiyet [iyi hâl] hâsıl olup, kendilerinden geçtiler. Akılları başlarına geldikten sonra, bu nasıl bir hâl idi, diye sordular. Hâce Alî hazretleri buyurdu ki: Hâce Mahmûd hazretleridir ve Hak teâlâ ona öyle bir keramet vermiştir ki, dâima, Hak sübhânehü ve teâlânın Mûsa aleyhisselâmla binlerce kelime söyleştiği makamda uçar ve şimdi kendisi Hâce Evliyâ-i Kebîr’in ilk halifesi olan Hâce Dihkan Kuletî’nin vefatı yakın olduğundan hastalığında onu görüp, hâtırını sormağa gitti. Zirâ Hâce Dihkan, Hak teâlâdan: “Yâ Rabbi, son demlerimde [nefesimde] dostlarından birini bana gönder de, rıhletim [âhirette göç etmeden] zamanında bana meded eyleye” diye dua etmişti. Hâce Mahmûd bu yüzden onları iyâdete [yoklamağa] gitmiştir, dediler.

Hâce Mahmûd hazretlerinin iki halîfeleri vardır. Kendisinden sonra irşâd makamında bulunup halkı Hakka da‘vet ve irşâd eylemişlerdir.

MÎR HİRED VABKENÎ (kuddise sırruh): Adı Emîr Hüseyin’dir. Hâce Mahmûd hazretlerinin ilk halîfesidir. Kendi zamanlarında a‘yan [ileri gelenler] arasında tâliblerin merce‘i ve sâliklerin melce‘i idi. Bir de ağabeyi vardı. İsmi Emîr Hasan idi. Emîr Kelân [büyük seyyid] demekle tanınır. O da Hâce Mahmûd hazretlerinin eshabından idi. Lâkin Hâce hazretlerinin hilâfet ve niyâbeti emri Mîr Hired’e verilmişti. Kabri, Vabken köyündedir. Hâcet sâhibleri ziyâret ederler ve fâidesini görürler.

HÂCE ALÎ ERGANDÂNÎ (kuddise sırruh): Emîr Hired’in halîfesidir. Kabri, Zendenî kasabasına bağlı Ergandan’dadır. Buhârâ’dan beş fersah mesafededir.

HÂCE ALÎ RÂMİTİ(kaddesallahü teâlâ sırreh): Hâce Mahmûd hazretlerinin ikinci halîfeleridir. Hâcegân (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) silsilesinde lakabları Azîzân olarak meşhûrdur. Derler ki, Hâce Mahmûd hazretlerinin vefâtı yaklaştığında, halîfelik vazîfesini Hâce Azîzân’a havâle etmiş, sâir eshabını onlara ısmarlamıştır. Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin nisbet silsilesi Hâce Muhammed hulefasından iki vâsıta ile Azîzân hazretlerine ulaşır.

Hâce Azîzân hazretlerinin makamları yüksek ve çok acîb kerâmetleri vardır. Nessâc [dokumacılıkla] iştigâl ederdi. Hazreti Mahdûmî, ya‘nî Mevlânâ Abdurrahman Câmî hazretleri Nefehât-ül Üns kitabında yazmıştır: Bu fakîr bazı büyüklerden işittim ki, Mevlânâ Celâleddin Rûmî hazretleri gazellerinde:

Eğer hâl ilmi yüksek olmasa dil ilminden,

Nessâc’ın sözü olmazdı, Buhârâ’da tercîhden.

Buyurduğu Ona işârettir. Hâce Nessac’dan murad Azîzân hazretleridir.

Râmîtin’de dünyaya geldiler. Ramîtîn büyük bir kasabadır. Buhârâ’ya bağlıdır. Bir çok küçük köyü vardır ve şehirden iki fersah mesâfededir. Kabr-i mubârekleri Harezm’dedir. Hâcet erbabı ziyâret edip bereketlenirler. Temîz, güzel sözlerinden bir kaçını onaltı reşha hâlinde bildirelim:

REŞHA-22: Şeyh Rükneddin Alâüddevle Semnânî, Azîzân hazretlerinin muasırı idi. Aralarında yazışma ve mektublaşma olmuştur. Derler ki, Şeyh Rükneddin, Azîzân hazretlerine bir derviş gönderip üç mes’ele sormuş, onlar da her soruya yeterli cevap vermişler:

Birinci suâl: Siz ve biz, gelip gidene hizmet ederiz. Siz yemek ikrâmında tekellüf eylemezsiniz ve biz tekellüfler [bol bol yemekler] ederiz. Sebebi nedir ki, yine de halk sizden râzı, bizdense şikâyetçidir? Azîzân hazretleri cevabında buyurdu ki, mînnet ile hizmet eden çoktur, ama hizmeti canına minnet bilenler azdır. Gayret edin ki, hizmeti kendinize minnet bilesiniz. O zaman hiç kimse sizden şikâyet etmez.

İkinci suâl: İşittiğimize göre sizi Hızır aleyhisselâm terbiye etmiş. Bu doğru mudur? Cevâb: Hak sübhânehü ve teâlânın kullarından âşıklar vardır ki, Hızır onlara âşıktır.

Üçüncü suâl: İşitiriz ki, siz cehrî zikr edersiniz. Bu doğru mudur? Cevâb: Biz de işitiriz ki, siz gizli zikir edersiniz. O hâlde sizin zikriniz de âlenî olur. Ya‘nî gizli zikirden murad, halkın onu bilmemesidir. Zikr etmekle tanındıktan sonra cehr ile tanınmakla, gizli ile tanınmak arasında fark yoktur. Belki gizli ile tanınmak riyâya daha yakındır.

REŞHA-23: O asrın büyük âlimlerinden olan Mevlânâ Seyfeddin, Azîzân hazretlerinden suâl edip, siz cehrî zikri ne niyetle edersiniz demiş. Onlar da buyurmuşlar ki, bütün âlimlere göre: “Ölmek üzere olanlarınıza, Eşhedü en lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah şehâdet kelimesini telkîn ediniz” hadîs-i şerifi mucibince, son nefeste zikri sesle yapmak ve telkîn etmek câizdir. Dervişlerinse her nefesi, elbette son nefestir.

REŞHA-24: Şeyh Hasan Bulgarî’nin eshabının büyüklerinden Şeyh Bedreddin Meydânî hazreti Azîzân’ın huzuruyla şereflenenlerdendir. Onlardan, Hak sübhânehü ve teâlâ tarafından “Allah’ı çok zikredin” emri ile memur olduğumuz zikr-i kesîr [çok zikir] dil zikri midir, yoksa kalb zikri midir? Diye suâl etmiş, Hazreti Azîzân buyurmuşlar ki: Mübtediye [başlangıçta olana] dil zikridir ve müntehiye [sonda olana] kalb zikridir. Mübtedi dâimâ tekellüf ve zahmeti seçip can bezl eder, ama müntehinin kalbine zikrin eseri erişince, bütün uzuvları [organları], eklemleri ve damarları zikir söyler. İşte o zaman sâlik çok zikrin hakîkatine erer. O hâlde onun bir günlük kârı [işi], başkalarının bir yıllık kârı gibi olur.

REŞHA-25: Buyurdular ki, Hak teâlâ bir gün ve bir gecede mümin kulunun kalbine üçyüz altmış kere nazar eyler, dedikleri sözün ma‘nâsı odur ki, kalbin a‘zaya üçyüzaltmış penceresi vardır ki, bedende atar ve toplar damarlardan kalbe birleşen üçyüzaltmış damar vardır. Kalb, zikirden müteessir olunca, o mertebeye erişir ki, Hak teâlânın husûsî nazarının manzûru [muhatabı] olur ve o nazarın eserleri kalbden bütün uzuvlara dallanır, yayılır. Böylece her uzuv kendi hâline uygun olan tâati yapmağa koyulur. Ve o tâatin nûrundan her uzuvdan kalbe bir feyiz erişir ki, rahmet nazarı o feyizden ibârettir.

REŞHA-26: Hazreti Azîzân’dan, îmân nedir? Diye sormuşlar. Buyurmuşlar ki, ayrılmak ve birleşmektir. Kendileri dokumacı olduğundan san‘atına uygun cevâb verdiler.

REŞHA-27: Kendilerinden sormuşlar ki, sabah namazına kalkmayan kimse, ne zaman kalkıp kılar. Buyurmuşlardır ki: Vaktinde kalkmalı ki, namazı kazaya kalmasın.

REŞHA-28: Buyurdular ki “Allahu teâlâya tevbe ediniz” âyet-i kerîmesinde, hem işâret, hem beşâret vardır. Tevbe eylemeğe işâret vardır. Tevbenin kabûlüne beşaret [müjde] vardır. Kabûl etmeseydi, emr etmezdi. Emr etmek, kabûl buyurmağa delildir.

REŞHA-29: Buyurdular: Amel etmek gerek ve etmedi sanmak gerek ve kendini kusurlu bilmek gerek ve amele başından başlamak gerek.

REŞHA-30: Buyurdu: İki hâlde kendinize çok dikkat edin. Konuşurken ve yerken!

REŞHA-31: Buyurdular ki, birgün Hızır aleyhisselâm Hâce Abdülhâlık hazretlerinin huzuruna gelmişti. Hâce seadethânelerinden [evinden] iki arpa ekmeği çıkardılar. Hızır aleyhisselâm yemediler. Hâce, yeyin, helâl lokmadır buyurdular. Hızır aleyhisselâm, gerçekten helâldir, lâkin hamurunu yoğuran abdestsiz yoğurmuştur. Bizim bunu yememiz reva değildir, dediler.

REŞHA-32: Buyurdular: Bir kimse bir yere oturup halkı Hakka da‘vet ederse, yabanî hayvan terbiyecisi gibi olmalıdır. O terbiye yollarını bilir. Her hayvan ve yabanî kuşun zaaf ve alışkanlıklarını bilerek onu eğitir. Mürşidin de tâlibleri terbiyede, her sâliki kabiliyet ve istidadına göre eğitmesi lâzımdır.

REŞHA-33: Buyurdular: Eğer yeryüzünde Hâce Abdülhâlık hazretlerinin ma‘nevî evlâdından bir kişi bulunsaydı, Hüseyin Mansûr hazretleri asılmazdı. Ya‘nî eğer Hâce’nin ma‘nevî oğullarından biri bulunsaydı, Hüseyin Mansûr’u terbiye eder, bulunduğu makamdan geçirir ve dâr ağacına gitmesine luzûm kalmazdı.

REŞHA-34: Buyurdular: Sâliklerin çok riyâzet ve mücâhede çekmesi lâzımdır ki, bir mertebeye erişsinler. Amma hepsinden yakın bir yol vardır ki, o yoldan maksuda tez kavuşulur. O da, sâdık bir tâlibin iyi bir ahlâk veya hizmetle, gönül ehli olan birinin kalbine girmeğe çalışmasıdır. Bu tâifenin kalbi nazargâh-i ilâhî olduğundan, onda bulunanlara da elbette o nazardan nasîb erişir.

REŞHA-35: Buyurdular: Bir dil ile dua edin ki, onunla günâh işlememiş olasınız. Ancak kabûl olur. Ya‘nî Allah dostlarının huzurunda tevâzu’ ve ihtiyâc hâlinde olunuz ki, onlar sizin için dua etsinler.

REŞHA-36: Bir gün bir kimse Azîzân hazretlerinin huzurunda şu mısra‘ı okumuş. Mısra‘:

Âşıklar bir nefeste iki bayram ederler.

Onlar buyurdular ki, üç bayram ederler. O kimse hazreti Azizân’dan bu sözün ma‘nâsını rica edince, buyurdular ki, kulun bir yâd kerdi Hak teâlânın iki yad kerdi arasındadır. Ya‘nî Hak teâlâ o kula kendini yâd [zikir] etmeğe tevfîk verir, ondan sonra kul yâd kerd’e [zikir etmeğe] muvaffak olur. Sonra kulu kabûl şerefi ile şereflendirir. O hâlde tevfîk, yâd kerd ve kabûl üç bayram olur.

REŞHA-37: O zamanın ulularından Şeyh Rükneddin Nûrî, Azîzân hazretlerine sormuş ki, rûz-i ezelde [ilk günde]: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” suâli sorulduğunda, bir bölük ervah [ruhlar] evet diye cevab verdiler, ama rûz-i ebedde [ilerideki günde], “Bugün mülk kimindir?” dediğinde kimsenin cevab vermemesinin sebebi nedir? Hazreti Azîzân cevâbında buyurdu ki: Ezel günü şer‘î tekliflerin vaz‘ olunduğu gündür. Şer’iatta söz olur, ama Ebed günü şer‘î tekliflerin kalktığı gündür ve hakikat âleminin başlangıcıdır. Hakîkatta ise söz bulunmaz. Onun için o gün Hak teâlâ, sorduğu suâle yine kendi cevab verir ve der ki: “Bir ve kahhar [her şeye hâkim ve galib] Allah’ındır mülk”.

Şu kıt‘a ve ruba‘îler hazreti Azîzân’ın şiirlerindendir:

Kıt‘a:

Bedende tutulan kuştur bu nefs, Dikkat et ki seni odur yaşatan. Ayak bağını çözme, uçurursun, Tutulmaz zira bir kere uçan.

Ruba‘î:

Kiminle oturursan ve kalbin cem‘ olmazsa, Ve sohbeti gidermez senden dünya derdini, Sen onun sohbetinden teberri eylemezsen, Azîzlerin ruhları elbet bırakır seni.

Ruba‘î:

Şu biçâre gönlüm ki yüzüne âşık oldu, Her gece sabaha dek yeri senin köyündür. Zülfünün oku onu hep hâlden hâle soktu, Onu böyle âsi eden senin bir sözündür.

Rüba‘î:

Zikr kalbe ulaşınca, kalbini derdli kılar, Zikir ona derler ki, kalbde merdi ferd kılar, Her ne kadar ki ateş özelliği olsa da, İki cihânı sana soğuk eyler, serd kılar.

Yine onlarındır:

Eğer istersen rahat ve huzura kavuşmak,
Hak yolunu yol edin, sen rahat bulursun.

Azizlerin ruhların mededini istersen, Serapâ yerin Ramîten eyle, bulursun.

HÂRİK-I ÂDELERİNDEN [kerâmetlerinden] biraz bahsedelim:

Kerâmetlerinden biri şudur: Hâce Ahmed Yesevî (kuddise sırruh) silsilesi anlatılırken bahsi geçmiş olan Seyyid Ata hazretleri Azîzân hazretleri ile hem asır [aynı zamanda yaşamış] idiler. Zaman zaman görüşürlerdi. İlk zamanlar Seyyid Ata hazretlerinin Hâce Azîzân hazretleri ile hayli mubâhese ve münâzaraları olmuştu. Birgün Seyyid Ata’dan, Azîzân hazretlerine karşı edeb hududunu aşan bir hâl sâdır olmuş. İşte tam o günlerde çöl tarafından bir kısım Türkler vilâyeti talan edip, bu arada Seyyid Ata’nın da bir oğlunu esir edip alıp götürmüşler. Seyyid Ata kendine gelip, bu hadisenin o edebsizliği sebebiyle olduğunu anlamış da, özür dilemek için bir ziyâfet hazırladı. Azîzân hazretlerini de ziyâfete davet etti ve ona çok hurmet ve tevazu gösterdi. Azîzân hazretleri, Seyit Ata’nın maksadını anlayıp da‘vetine icâbet etti. Ziyafetinde hazır oldu. O mecliste büyüklerden, âlimlerden, velîlerden çok kimseler bulundu. O gün Azîzân hazretlerinin üzerinde büyük keyfiyetler, cezbe ve tasarruf bakımından kuvvetli hâller var idi. Hizmetçi sofrayı yere serip tuzluğu getirdiğinde Azîzân hazretleri: “Alî parmağını tuzluğa sokmaz ve elini yemeğe uzatmaz, Seyyid Ata’nın esir edilen oğlu bu sofrada hazır olmayınca” dedi. Bunu söyleyip, bir an sustular ve hâzır olanların hepsi de sus kesilip, onların ağızlarından çıkacak söze kilitlendiler. Âniden Seyyid Ata’nın oğlu kapıdan içeri girdi. Orada bulunanlar bu büyük kerâmeti görüp şaşa kaldılar.

Seyyid Ata’nın oğlundan, nasıl geldiğini sordular. Cevabında şundan fazla bir şey bilmiyorum ki, şu anda bir kısım Türklerin elinde esir idim. Beni bağlayıp kendi memleketlerine götürmüşlerdi. Şimdi ise kendimi sizin yanınızda hazır görüyorum. Mecliste olanlar bunun şüphesiz Hâce Azîzân hazretlerinin kerâmeti olduğunu bilip, hepsi ayaklarına yüz sürüp ihlâs ile iradetlerini yenilediler.

Nakledilir ki, birgün Azîzân hazretlerine riâyet ve hâtırı sayılır bir konuk geldi. Seâdethânelerinde [evlerinde] hâzır yemek yok idi. Bu yüzden biraz huzursuz olup, kapıya çıktılar. Âniden Hâce hazretlerinin divânhânesinden paça satıcısı bir oğlan, bir çömlek ballı paça getirip, bu yemeği size gelen ahbab ve dostlara niyetle hazırladım. Umarım ki, kabûlü ile şerefleniriz deyip bir takım tazarru ve niyâzla önlerine koydu. Böyle hassas bir zamanda bu gencin yemek getirmesi Azîzân hazretlerini çok memnûn etti. Çok teşekkür ettiler ve müsâfire onu ikrâm eylediler. Sonra o genci çağırıp: “Senin bu hizmetin tam zamanında ve yerinde oldu. Sen de benden ne istersen iste ki, bende seni memnun edip, maksûdun hâsıl olsun” buyurdu. Genç, anlayışlı ve akıllı olduğundan: “Sizin gibi olmak isterim” dedi. Azîzân hazretleri: “Bu gayet güçtür. Bu yükü sen taşıyamazsın” buyurdu. Genç tazarru ve niyâz edip: “Benim muradım budur. Bundan başka arzum yoktur” dedi. Azîzân hazretleri: “Mâdem ki öyle, peki öyle olsun” buyurup, elini tutup husûsî odalarına götürdüler ve güzel bir teveccühle gencin hâline müteveccih olup, bir anda Hâce’nin şahısları, ya‘nî şekil ve sûretleri o gence düşüp, zâhiren ve bâtınen Hâce hazretlerinin sûretinde görünüp, aynen onların misli oldu. Bu iltifattan sonra o genç ancak kırk gün daha yaşayıp âhırete intikal eyledi. Rahmetullahi teâlâ aleyh rahmeten vâsiaten.

Yine anlatırlar: Hâce Azizân hazretleri, gaybî işâretle, Buhârâ’dan Harezm’e azîmet edip, Harezm şehri kapısına geldiklerinde, kendileri durup Harezm şâhı huzûruna iki derviş gönderip, ona: “Bir fakîr dokumacı sizin şehriniz kapısına geldi. Şehrinizde ikamet etmek ister. İzin verilirse şehre girer, verilmezse geri döner” dersiniz ve eğer kalmamıza izin çıkarsa, bu hususta pâdişahın mührü ile bir izin belgesi alın buyurdular. Dervişler varıp durumu arz edince, Harezm şâhı, devletin a‘yanı [ileri gelenleri] ile görüşüp: Bunlar saf ve cahil adamlardır. Alaylı bir hâlde muradları üzere bir belge yazıp, pâdişahın mührü ile mühürleyip dervişlere verdiler. Dervişler alıp Hâce hazretlerine geldiler. Böylece seâdetle şehre girip bir köşeye yerleşip, Hâcegân (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) tarîkatine meşgul oldular. Her sabah ırgad pazarına varıp bir iki ırgad tutup eve getirir ve buyururlardı ki, abdest alın ve bugün ikindi namazına kadar tam bir taharetle sohbetimizde zikr edin, ondan sonra ücretinizi alın, kendi işinize gidin. O ırgadlar böyle hafîf ve latif bir işi canlarına minnet bilip, ikindiye kadar Hâce hazretlerinin gösterdiği şekilde hizmette olurlardı. Bu şekilde birgün onların huzûr ve sohbetinde bulununca, Azîzân hazretlerinin (kuddise sırruh) şerefli sohbetleri ve iksir misâli nazarlarının tesir ve bereketi ile onların kalblerinde bir sıfat hâsıl olur da, artık onların yüksek kapılarından ayrılıp bir yere gidemezlerdi.

Bir zaman sonra o diyârdakilerin çoğu onların irâdet halkasına dâhil olup, kapılarındaki izdihâm ve ictima‘ hadden aştı. Sonunda vaziyeti Harezm Şâhı’na bildirip: “Bu şehirde bir şeyh peyda oldu ki, halkın büyük bir kısımı onun iradet silkine girip hizmet ve mülâzemetlerine [oraya devâma] can ü dilden rağbet ederler. Belki de bu şeyhin etbaının çokluğundan mülk ve saltanatınıza halel ve zarar gelir de bir fitne ve fesad ateşi alevlenir. O zaman onu bastıracak ve söndürecek bir çâre, bir yol bulunmaz” dediler. Pâdişah işkillenip hazreti Hâce’yi o diyârdan çıkarmak istedi. Hazreti Azîzân, pâdişaha gönderip, şehirde kalmak için ondan yazılı belge almış olan iki dervişi, izin belgesini ellerine verip, tekrâr pâdişaha gönderdiler ve pâdişaha deyin ki, biz sizin şehrinize sizin izninizle girmiş ve bu hususta sizin rızanızı gösteren imzanızı taşıyan bir belge almış idik. Eğer kendi hükmünüzü [emrinizi] değiştirip bize gidin derseniz, gideriz. Hazreti Hâcenin bu haberi pâdişaha ulaşınca, pâdişah ve devlet erkânı bu beyândan mahcûb ve münfail olup, Hazreti Azîzân’ın huzûruna geldiler ve bu bahâne ile hepsi Onların muhib ve muhlisleri zümresine girmek devlet ve seâdetine kavuştular.

Rivâyet olunur ki, Azîzân hazretlerinin yaşı yüz otuza erişmişti. İki oğulları vardı. İkisi de âlim, âmil, fâdıl ve âriflerden olup velâyet erbâbının yüksek mertebelerinden nasîb almışlardır.

HÂCE HORD (kuddise sırruh): Hazreti Azîzân’ın büyük oğullarıdır. İsmi Hâce Muhammed idi. Babasının sağlığında yaşı seksene ermiş idi. Hâce Azîzân hazretlerinin ahbabı, Hazreti Azîzân’a Hâce Büzürk [Büyük Hoca] dediklerinden Hâce Muhammed hazretlerine Hâce Hord [Küçük Hoca] derlerdi. Onun için bu lakabla meşhûr oldu.

HÂCE İBRÂHİM (kuddise sırruh): Hazreti Azîzân’ın küçük oğullarıdır. Şöyle anlatırlar: Hazreti Azîzân’ın vefâtı yaklaştıkta, bu oğullarına irşâd için icâzet verip, insanları terbiye etmesini emrettiler. Eshabından bazısının hâtırına, büyük oğlu Hâce Hord zâhir ve bâtın ilimlerinde o kadar yüksek iken, irşâd mesnedine Hâce İbrâhîm’i tercihlerinin hikmeti acaba nedir, diye geldi. Azîzân hazretleri bunların düşündüklerine vâkıf olup buyurdular ki: Hâce Hord bizden sonra çok eğlenmez, en kısa zamanda bize ulaşır.

Hâce Azîzân hazretlerinin vefatları hicretin 715 (m.1315) senesi Zilkadesinin yirmisekizinci Pazartesi iki namaz arasında vâkı‘ olmuştur. Bazı nüshalarda vefâtları senesi 721’dir, denilmiştir. Allahu teâlâ en iyisini bilir. Hâce Hord hazretlerinin vefâtı 715 senesi zilhiccesinin onyedisi Pazartesi kuşluk vaktinde olup, hazreti Azîzân’ın vefâtlarından ondokuz gün sonra vâkı‘ olmuştur. Hâce İbrâhim’in vefâtı ise, 793 (m.1391) senesinde vâkı‘ olmuştur. Hazreti Azîzân’ın vefâtı târihinde demişlerdir:

Heftsad ü panzde zi hicret bud, Bist ü heştüm zi mâhi zil-ka‘de, Ki ân Cüneyd-i zaman ü Şiblî-i vakt, Zin sera reft der pes-i perde.

Tercüme:

Yediyüz on beşinde hicrî târih hesabı, Ve zilkade ayının yirmi sekizi idi, Zamanının Cüneyd’i ve vaktinin Şiblî’si, İş bu fânî dünyadan bâkı âleme gitti.

Hâce Azîzân hazretlerinin Hâce İbrâhim’den sonra dört halîfesi daha kaldı. Hepsinin de ismi Muhammed olup, her biri kemâl sâhibi ve zevk ve hâl ehli idi. Onlardan sonra tâlibleri Hak yoluna da‘vet ve irşâd tarîkine, irşâd ve hidayet kılmışlardır.

HÂCE MUHAMMED KÜLÂHDÛZ [Külâh yapan] (kuddise sırruh): Hazreti Azîzân’ın büyük eshâbından ve halîfeleri cümlesinden idiler. Kabr-i şerifleri Harezm’dedir.

HÂCE MUHAMMED HALLÂC BELHÎ (kuddise sırruh): Azîzân hazretlerinin ekmel eshâbından ve halîfelerinden olup, kabri Belh şehrindedir.

HÂCE MUHAMMED BÂVERDÎ (kuddise sırruh): Bu da Hâce Azîzân hazretlerinin hulefasındandır. Kabri Harezm’dedir.

HÂCE MUHAMMED BÂBÂ SEMMÂSÎ (kuddise sırruh): Hazreti Azîzân eshâbının efdali ve tarîkatta cümlesinin ekmelidir. Râmiten’e bağlı Semmâs köyünde dünyaya geldi. Ramiten’den bir fersah, Buhârâ’dan ise üç fersah mesâfededir. Mubârek kabirleri de bu köydedir.

Nakl olunmuştur ki, Hazreti Azîzân’ın vefâtı yaklaşınca, kendine nâib-i menâb [halîfe] olmağa dostları arasında Hâce Muhammed Bâbâ’yı seçmişler ve emr-i hilâfeti onlara teslîm ve ısmarlamış ve bütün eshabına, onlara ittiba‘ ve mülâzemet edesiniz deyip ısmarlamışlardır.

Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerini oğulluğa kabûl eden bunlardır. Şöyle anlatırlar: Hâce Behâeddin (kaddesallahü sırrehül azîz) dünyaya gelmeden önce, Hâce Muhammed Bâbâ hazretleri, Hâce Behâeddin hazretlerinin doğum yerleri olan Hindular köşkünün yanından her geçişlerinde: “Bu topraktan bir er kokusu geliyor. Yakın zamanda Hinduvan köşkü, Kasr-ı Ârifân [Ârifler köşkü] olur. Bir zaman sonra yine eshabı ile bu köyün yanına uğradıkta: “O koku çoğaldı. Şüphe yok ki o er dünyaya gelmiştir ve bu fânî dünyayı mubârek gelişleri ile şereflendirmiştir” buyurdular.

Hazreti Bâbâ’dan bu müjde vâkı‘ oldukta, gerçekten Hazreti Hâce Behâeddin Nakşibend dünyaya geleli üç gün olmuş idi. Hâce hazretlerinin dedeleri, Hâce’nin göğsü üzerine bir hediye koyup Hâce Muhammed’e, Buhârâ’ya göstermeğe ve teveccühünü almağa götürdü. Hâce hazretleri: “Bu benim oğlumdur. Biz bunu kabûl ettik” buyurdu. Sonra eshabına: “Bu o merddir ki, biz bunun kokusunu almıştık. Çok geçmez, bu çocuk zamanın muktedâsı [imamı, kendine uyulanı] ve aşk ehlinin müşkül küşâsı [müşküllerinin açıcısı] olur” buyurdular. Sonra halîfeleri Seyyid Emîr Külâl hazretlerine teveccüh eyleyip [dönüp]: “Oğlum Behâeddin hakkında şefkat ve terbiyede kusur etmeyesin. Kusur edersen, halal etmem” buyurdu. Emîr hazretleri de, ayağa kalkıp ve ellerini göğsünü koyup, tam bir niyâz ile: “Kusur edersem merd [adam] değilim” diye arz etti. Bu hikâyenin tafsîli ve Emîr’in Hazreti Hâce’yi terbiyeleri Hazreti Hâce’nin Makamât’ında geniş olarak anlatılmaktadır.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyururlardı ki, Baba hazretlerinin Semmâs’ta küçük bir bağları vardı. Zaman zaman onu kendi elleri ile budarlardı ve onu budarken çok eğlenirlerdi. Hikmeti şu idi ki, her dalı kestiklerinde hâl ve keyfiyet galebesinden kendinden geçer, bıçağı elinden yere düşer ve o gaybet [kendinden geçme] hâlinde biraz eğlenirdi.

Hâce Muhammed Bâbâ hazretlerinin dört halifesi vardır. Hepsi de fâzıl, ârif ve kâmil kimseler olup, onlardan sonra halkı da‘vete ve tâlibleri hidâyet ve irşâd yolunda ilerletmekle meşgul olmuşlardır.

HÂCE SOFÎ SUHÂRÎ (kuddise sırruh): Hâce Muhammed Bâbâ hazretlerinin halîfelerindendir. Suharî köyündedir. Suharî, Buhârâ köylerinden olup şehre iki fersah mesâfededir.

HÂCE MUHAMMED SEMMÂSÎ (kuddise sırruh): Hâce Muhammed Baba hazretlerinin oğludur ve hulefasındandır.

MEVLÂNÂ DANİŞMEND ALÎ (kuddise sırruh): Hâce Muhammed Baba’nın eshabının ulularından ve halîfelerindendir.

SEYYİD EMÎR KÜLÂL (kuddise sırruh): Hâce Muhammed Baba hulefasının ekmeli ve cümle eshab ve ahibbanın efdali idi. Ayrıca Seyyidlik şerefi de var idi. Doğduğu ve öldüğü yer Suhârî köyüdür. Külâl idi, ya‘nî çömlekçilik yapardı. Buhârâ’da külâl, çömlekçiye derler. Hazreti Emîr’in Makamât’ında yazar: Seyyide anneleri, “Emîr karnımda oldukça, şübheli bir şey yeseydim, karnım ağrırdı. Bu hâl birkaç defa tekerrür edince, bildim ki, karnımda olan cenin sebebiyledir. Bu kerâmeti ondan görüp bildikten sonra, yiyeceklerimde ihtiyât eyleyip ondan ümidvâr oldum” derdi.

Derler ki, Seyyid Emîr Külâl küçükken güreş tutardı ve güreşini seyr etmeğe çok kimseler giderdi. Birgün güreş meydanında bir kimsenin hâtırından, ne ma‘nâsı vardır, bir seyyid çocuğunun güreş tutup kuvvet gösterisi gibi bir bid‘atle, uğraşır, diye geçti. O esnada ona bir uyku bastırdı ve rüyâsında gördü ki, kıyâmet kopmuş ve kendisi göğsüne kadar bir çamura batmış, acz içinde, bir şey yapamadan dururken, Emîr Külâl hazretleri görünür. İki pazusundan onu tutup, o çamurdan suhûletle çıkarır. Bu ma‘nâyı görüp uyanınca, Emîr hazretleri güreş meydanından ona dönüp buyururlar ki, biz zorpazuluğu böyle gün için yaparız.

Yine anlatırlar: Bir gün Hâce Muhammed Bâbâ, Emîr’in güreş tuttuğu meydanın kenârından geçerken, onları seyretmek için biraz eğlendi. Yanında bulunan eshabından birinin hâtırından geçmiş ki, acaba hikmet nedir ki, Hâce bu bid‘at işleyenlere durur bakar. Hâce, öyle düşünenin hâtırından geçene vâkıf olur ve buyururlar ki: Bu meydanda bir er vardır, çok merdler onun sohbetinde kemâl derecesine erişse gerektir. Bizim nazarımız onadır. İsteriz ki, onu avlayalım. Bu esnâda Emîr’in nazarı [gözü] Hâce Muhammed Bâbâ’ya takıldı ve Hâcenin câzibesi Emîr’i kendinden çaldı. Hâce hazretleri oradan gider gitmez, Emîr gayr-i ihtiyâri meydanı bırakıp onların ardına düştü. Hâce hazretleri evine gelince, Emîr’i halvethanelerine koyup ta‘lîm-i tarîkatle birlikte oğulluğa kabûl ettiler. Ondan sonra Emîr’i hiç kimse meydanda ve çarşıda görmedi.

Hâce hazretleri yirmi yıl kadar devamlı Hâce Muhammed Bâbâ’nın hizmet ve huzûrunda kalıp, haftada iki kere, pazartesi ve perşembe günleri Hâce’nin hizmet ve sohbeti için Suhârî’den Semmâs’a gidip gelirdi. Halbuki Semmâs ile Suhârî arası beş fersahlık [30 km kadar] bir mesâfedir.

Emîr hazretleri, Bâbâ hazretlerinin terbiyesi ile tekmîl ve irşâd mertebesine erişinceye kadar, Hâcegân (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) tarîkatiyle o derece meşgul idiler ki, hâllerine bir ferd muttalî‘ değildi. Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin nisbeti, sohbeti ve tarîkatte sülûk adabının ta‘lîmi Emîr hazretlerindendir.

Emîr Külâl hazretlerinin dört oğlu ve dört halîfesi vardı. Hepsi kemâle erişmiş olup, hâl ve vecd sâhibi idiler. Oğullarından her birinin terbiyesini, halîfelerinden birine havâle etmişlerdi. Onların ve Emîr’in bazı eshabından ve eshabının eshabından burada bahs edilecektir. Bazıları derler ki, Emîr’in eshabı ondörttür. Bazılarının isimleri Emîr’in Makamât’ında bildirilmektedir.

EMÎR BURHÂN (kuddise sırruh): Emîr Külâl hazretlerinin ilk oğludur. Hazreti Emîr kaç defa buyurmuşlardır ki, bu çocuk bizim burhânımızdır. Ya‘nî tarikatta hüccetimizdir. Emîr Burhân, Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin eshabının ulularındandır. Ve Emîr Külâl, Emîr Burhân’ın terbiyesini Hâce hazretlerine havâle eylemişlerdir. Bir gün, Emîr Külâl hazretleri, Hâce Behâeddin hazretlerine buyurdular ki, bir üstâd terbiyesi ile şâkirdi [talebesini] kemâl mertebesine eriştirse, ister ki, kendinin terbiyesinin eserini şâkirdde görsün, böylece kendinin terbiyesi eseri şâkirdde sebât ve karar kıldığına itimad hâsıl olsun. Ve eğer şâkirde bir halel görürse, onu düzeltsin. Ondan sonra buyurdular ki, oğlum Emîr Burhân şu anda hâzırdır ve kimsenin tasarrufunda olmamış, ona kimse ma‘nevî terbiye etmemiştir. Benim gözümün önünde onun terbiyesi ile meşgul olun. Böylece onun eserini mütâlaa eyleyip [görüp], sizin bu işi yapabileceğinize bende itimad hâsıl olsun. Hâce hazretleri murâkıb oturup, Emîr Külâl hazretleri müteveccih hâlde idi. Kemâl derecede edebe riâyet etmeleri sebebiyle, bu emri yerine getirmekte biraz durakladı. Emîr hazretleri buyurdular ki, duraklamayın. Hazreti Hâce onların emirlerine uyarak Emîr Burhân’ın bâtınına [kalbine] müteveccih olup, tasarrufla meşgul oldu. O an tasarrufun eserleri Emîr Burhân’ın zâhir ve bâtınında peyda ve onda büyük bir hâl hüveyda olup, hakîkî sekr [kendinden geçme sarhoşluğu] eserleri görüldü.

Emîr Burhân kuvvetli cezbe ve sekr ehli idi. Yolu insanlardan kesilme ve uzlet idi. Asla kimse ile bir ahbablığı ve ünsiyeti olmazdı. Onun hâllerine kimse muttali‘ olmazdı. Bâtın kuvvetinde bir mertebede idi ki, bâtın hâlleri Hazreti Hâce eshabından çok kimseyi yağmalayıp ma‘nevî elbiseden soymuş idi. Şeyh Nîkrûz [iyigün] Buhârî, Hazreti Hâce Behâeddin (kuddise sırruh) eshabından olup der ki: Her ne zaman herhangi bir yerde Emîr Buhârî ile karşılaşsak, bâtın hâllerimizi kapar, bizi bomboş ve perîşan hâtır eylerdi. Bu ma‘nâ birkaç defa tekerrür ettiğinden, kalbimin derdini Hazreti Hâce’ye arz etmek istedim. Bu niyetle huzûr-i şerîflerine vardım. Buyurdular ki, Emîr Burhân’dan şikâyete mi geldin? Evet, dedim. Buyurdular ki, sana müteveccih olduğu zaman, sen de bana müteveccih ol ve gönülden de ki, ben değilim, onlardır. Bu vasiyetten sonra Emîr Burhan’la buluştum. İstedi ki, eski âdeti üzere benim meşgul ola. Ben de Hazreti Hâce’ye müteveccih oldum [ya‘nî hazreti Hâce’ye râbıta eyledim] ve onların sûretini hayâle getirdim. Dedim ki, ben değilim, Hâce hazretleridir.

Gördüm ki, o anda Emîr Burhan’ın hâli değişti, aklı başından gidip düştü. Ondan sonra bir daha bana tasarrufla müteveccih olmadı.

Emîr Burhan’dan nakl edilir. Buyurdu ki. Kurban bayramı idi. Halk namazgâhdan çıkmışlardı. Hazreti Hâce’nin huzûruna çok kimseler gelirdi. Ben de arkalarından takib ederdim. Halkın Hazreti Hâce’ye ikbâl ve rağbetini görünce, gönlümden, Hâce hazretlerinin ilk zamanları ne mes‘ûd ve huzurlu idi. Şimdi bu kadar kalabalığın ikbâl ve izdihamı onları rahatsız edecek hâle geldi, dedim. Bu ma‘nâyı hâtırımdan geçirir geçirmez, Hâce hazretleri durdular. Ben yürüyerek yanlarına vardığım gibi, mubârek elleri ile yakama yapışıp, azıcık çektiklerinde, kalbimde bir büyük sıfat ve hâl zâhir oldu ki, büyüklüğünden sersemleştim, ayakta durmağa tâkatım kalmadı. Hâce hazretleri bizi muhafaza ettiler. Bir zaman sonra o sıfat ve hâlden kendi hâlime geldiğimde bana dediler ki: Sen ne dersin, o hâl ve muâmele bu mudur, yoksa değil midir? Fakir ayaklarına kapanıp dedim ki, hâller ve muâmeleler ziyâdeden ziyâdedir.

EMÎR HAMZA (kuddise sırruh): Emîr Külâl hazretlerinin ikinci oğullarıdır. Emîr bu oğluna kendi babasının ismi olan Seyyid Hamza adını verip, hiçbir zaman adıyla çağırmayıp, hep peder [baba] diye çağırırlardı. Çok kerâmet hârikul-âdeleri görülmüştür. Bir kısmı Emîr Külâl hazretlerinin Makamât’ında vardır. Emîr Hamza’nın torunu telîf etmiştir.

Emîr Hamza avcılıkla iştigal ederdi. Bununla geçinirdi. Emir Külâl hazretleri bu oğlunun terbiyesini Mevlânâ Ârif Dikkirânî’ye havâle eylemişler idi. Emîr Hamza buyurur: Mevlânâ Ârif hazretleri bize dediler ki, eğer yükünüzü çekecek bir dost isterseniz, bu gayet az bulunur. Eğer yükünü sizin çekeceğiniz bir dost isterseniz, bütün dünya size dosttur.

Emîr Hamza, babalarının vefâtından sonra kaimmakamları olup, nice yıllar halkı irşâd eylemiştir. Vefâtları 880 (m.1475) senesinin şevvali başlarındadır. Kendisinin de dört halîfesi vardır. Her biri kendilerinden sonra mesned-i irşâdda oturup talibleri Hakka da‘vet eylemişlerdir.

MEVLÂNÂ HÜSÂMEDDÎN BUHÂRÎ (kuddise sırruh): Emîr Hamza hazretlerinin birinci halîfesidir. Buhârâ’nın büyük âlimlerinden Mevlânâ Hamîduddin Şâşî’nin oğludur. Mezkûr [adı geçen] Hamîduddin Hâce Behâeddin Nakşibend hazretleri ile muasır idi. Hazreti Hâce’ye tamam mertebe ihlâs ve iradetleri var idi. Mevlânâ Hüsâmeddin hazretlerinin ilk irâdetleri o asır meşayıhından Şeyh Mahmûd Sevîci’ye idi. Sonra Emîr Hamza hazretlerine erişip onun kimyâ eseri sohbetleri ile tam olgunlaşmıştır.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular: İlk hâllerim zamanında Buhârâ’ya geldiğimde Mubârek Şâh Medresesi’ne vardım. Mevlânâ Hamîduddin Şaşî oğlu Hüsâmeddin, bizim kim olduğumuzu öğrendikten sonra, ziyâde iltifatlar edip, mütâlaa ile meşgul olun buyurdular. Ve: “Ceddiniz [dedeniz] Şeyh Havend Tahur bizim babamıza çok inâyet ve iltifat eylemiştir” dediler. Sanki onların iyiliklerini ödemek istediler ve o medresede bana iyi bir hücre ta‘yîn eylediler.

Yine Ubeydullah hazretleri anlattılar: Mevlânâ Hüsâmeddin’le ilk buluştuğumuz zaman, üzerimde menekşe rengi bir kaftan vardı. Üstümde bunu görünce beğenmediler ve: Derviş böyle kaftan giyer mi? Dediler. Hemen dışarı çıktım. Bir kimsenin sırtında hayvan postundan yapılmış bir elbise gördüm ve onunla değiştim. Sonra içeri girdim. Bu iyidir, buyurdular.

Yine Hâce hazretleri buyurur idi ki: Mevlânâ Hüsâmeddin hazretlerinin cem‘iyyeti kavî, istiğraki tamdı. Bir kimse ne kadar zevk ehli olsa da, yine onun tutkunu olurdu.

Mevlânâ cem‘iyyetinin hararetinin çokluğundan, cezbe ve hâllerin galebesinden kış günlerinde buzu kırar, ayaklarını soğuk su içine sokardı. Göğsünün düğmelerini çözüp, göğsüne soğuk su serperdi. Mirzâ Uluğ Bey kendisine Buhârâ kadılığını teklîf edip zorla Buhârâ’ya kadı yaptı. Mahkemede oturup husûmet fasl ettiği [duruşma yaptığı] zaman, bir bölük tâlib de uzakta oturur, Mevlânâ’ya teveccüh [râbıta] edip, ondan cem‘iyyet ve feyiz alırlardı. Ben onların mahkemesinde hâzır olurdum. Onların karşısında bir pencere var idi ve onlar beni görmezdi, ama ben onları görürdüm. O pencereden onları gözetirdim. Bu kadar zor ve karışık işler içinde onların Hâcegân nisbetine bir eksiklik geldiğini görmedim. Kendi yollarını ve bâtın cem‘iyyetlerini saklamada ve gizlemede çok gayretli idiler. Nisbet ve hâllerini türlü libâs ve örtülerle gizler, kolay kolay kendilerinden bir hâl zâhir olmazdı. Bir çok kere demişlerdir ki, bu işe, ya‘nî kalb hâllerinin gizlenmesine, ilim ehli sûretinde olup ilim öğrenmek ve öğretmekten iyi perde olmaz.

Hazreti Mahdûmî, ya‘nî Mevlânâ Abdurrahman Câmî (kuddise sırruh) Nefahât-ül Üns kitabında buyuruyor ki: Bu fakîr o zamanda Buhârâ’ya vardım ki, hazreti Mevlânâ Hüsâmeddin bin Mevlânâ Hamîdüddin Şâşî’nin sohbetiyle müşerref oldum. Bu fakîrde bir ızdırab ve ıztırar var idi. Buyurdular ki: Hakîkatta murâkabe intizârdır ve murakebenin hakîkati bu intizârdan [beklemeden, yolunu gözetmeden] ibârettir ve seyrin nihâyeti bu intizârın husûlüdür [ele geçmesidir]. Muhabbet galebesinden meydana gelen bu intizârla sâlik tahakkuk edince, ona bu intizardan başka rehber ve kılavuz yoktur. Ya‘nî bu intizâr ona kılavuz olup, onu menzil-i maksûda eriştirir.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular: Mevlânâ Hüsâmeddin, babası Hamiduddin’in ölümü hastalığında hazır olup, babalarını gayet telâşlı gördü ve: “Baba, size ne oldu?” Dedi. Babası, “benden selîm kalb isterler. O ise bende yoktur ve elde edilme yolunu da bilmem” buyurdu. Mevlânâ Hûsameddin: Bir an benimle olun, ya‘nî müteveccih olun, öğrenirsiniz dedi. Böyle söyleyip, babalarına müteveccih oldular. Bir sâat sonra Mevlânâ Hamîduddin kalbinde huzûr ve rahatlık bulup gözünü açtı ve: “Ey oğul, Allahu teâlâ sana en iyi karşılıklar versin. Keşke biz de ömrümüzü bu yola verseydik. Ama ne yazık ki, ömrümüzü zây eylemişiz” dedi. Böylece sâlih evlâdın bereketiyle, tam bir cem‘iyyet ve huzûr içinde dünyadan irtihâl eyledi.

MEVLÂNÂ KEMAL MEYDÂNÎ (kuddise sırruh): Emîr Hamza’nın ikinci halîfesidir. Semerkand’ın Kûfîn kasabasının Meydan köyündendir.

EMÎR-İ BÜZÜRK VE EMÎR-İ HORD [Büyük ve Küçük Emirler] (Kuddise sırruh): Emîr Hamza’nın üçüncü ve dördüncü halîfeleri olup, ağabeyisi Emîr Burhan hazretlerinin oğullarıdır.

BABA ŞEYH MUBÂREK BUHÂRÎ (kuddise sırruh): Emîr Hamza’nın ileri gelen eshabındadır. Bazıları Emîr Külâl eshâbından idi derler. Emîr Külâl hazretlerinin Makamât’ında, onların bazı eshabının isimlerinin bildirildiği yerde bir Şeyh Mubârek zikr olunmuştur. Ve Emîr Hamza’nın eshabı anlatılırken bir Şeyh Mubârek daha zikr edilmektedir. Lâkin o Şeyh Mubârek ki, Emîr Külâl eshabındandır, Kermînîlidir. Bu Şeyh Mubârek ise, Emîr Hamza eshabından olup Buhârâ’lıdır. Ve asrının ulularındandır.

Hazreti Hâce Muhammed Pârisâ (kuddise sırruh) Hâce Behâeddin (kuddise sırruh) hazretlerinin sohbetine eriştiği zaman, onların da sohbetine varmıştı.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular: Hazreti Hâce Alâeddin Gucdevânî derdi ki, Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri Baba Şeyh Mubârek’i görmeğe çok giderdi. Bir gün içime onlarla gitmek arzusu peyda oldu. Hâce buyurdular ki: Siz gelmeyin. Zira siz Baba Şeyh Mubârek sohbetinden Hâce Behâeddin hazretlerinin meclisinde hâsıl olan cem‘iyyeti istersiniz. O nerede, onu artık hiçbir yerde bulamazsınız. Böylece Baba Şeyh’den itikadınız gider. Bunun için sizin gelmeniz münâsib olmaz.

Rivâyet ederler ki, bir gün Şeyh Mubârek, Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin evine geldi. Hazreti Hâce o sohbette Baba’dan, oğulları Hâce Ebû Nasr hakkında dua istedi. Baba, Fâtiha okumaya başladı ve Fâtiha okuyarak evden dışarı çıktı ve evin dışarısında Fâtiha’yı tamamladı. Sonra ona, Fâtiha-i şerîfeyi içeride okumak münâsib iken, okuyarak dışarı çıkmanın hikmeti ne idi diye sordular. Buyurdu ki: Hâce Ebû Nasr’a Fâtiha okumağa başladığım zaman gökten melekler inip, evin içi o kadar kalabalık oldu ki, Mubârek’e yer kalmadı, onun için mecbûren dışarı çıkmak lâzım geldi.

Emîr Hamza hazretlerinin, ismi geçen azîzlerden başka daha çok eshabı vardır. Şeyh Ömer Sûzenker Buhârî, Şeyh Ahmed Harezmî, Mevlânâ Ataullah, Hâce Mahmûd Hamevî, Mevlânâ Hamîduddin Kermînî, Mevlânâ Nûreddin Kermînî, Mevlânâ Seyyid Ahmed Kermînî, Şeyh Hasan Nesefî, Şeyh Tâceddin Nesefî, Şeyh Alî Hâce Nesefî ve gayrileri gibi cümlesi fâdıl ve kâmil erlerdi. Bunların hâlleri yazılmış olmadığından her birini ayrı ayrı anlatamıyoruz.

EMÎR ŞÂH (kuddise sırruh): Emîr Külâl hazretlerinin üçüncü oğullarıdır. Geçimini sahradan tuz taşıyıp satmakla temîn ederdi. Onunla geçinip dünyâdan kifâf miktarı ile yetinirdi. Buyururdu ki: Tasarrufu sana âid her şeyin, sonunda cevabını vermen lâzımdır. Dâima Hak teâlânın kullarına hizmette idiler. Mümkün olduğu kadar insanların işlerine ve ihtiyaclarını görmeğe gayret ederdi. Kalblere riâyette dakîka kaçırmazdı. Emîr Külâl hazretleri bu oğlunun terbiyesini, kendi halîfelerinden Şeyh Yâdigâr hazretlerine havâle etmişti.

EMÎR ÖMER (kuddise sırruh): Emîr Külâl hazretlerinin dördüncü oğullarıdır. Meşhûr kerâmetler ve yüksek makamlar sâhibi idi. Vaktinin çoğunu ihtisabla, ya‘nî emr-i ma‘ruf ve nehy-i münkerle geçirirdi. Çok gayretli idi. Buyururlardı ki, Ulular demişler ki, öküzün başının kesilme zamanı gelince, bu tâifenin harmanına salıverin. Merdivenin yanma vakti geldiğinde bu tâifenin duvarına dayayın! Kimi perîşan ve viran etmek istersiniz, bu taifeye husûmet ettirin! Ya‘nî bu sözlerin ma‘nâsı şudur: Öküzün boğazlanmasının alâmeti, bunların harmanına girmesi, merdivenin ateşte yanmasının alâmeti, bunların duvarına dayanmış olmasıdır, ve bir kimsenin yıkılmasının alâmeti, bunlara husûmetidir, demektir.

Emîr Külâl hazretleri bu oğlunun terbiyesini kendi halîfelerinden Şeyh Cemâl Dihistânî’ye havâle etmiştir. Emîr Ömer’in vefâtı 803’de vâkı‘ olmuştur.

Herkesin ma‘lûmu olsun ki, Emîr Külâl hazretlerinin en kâmil hâlifesi Hâce Behâeddin Nakşibend hazretleridir. Lâkin Hâce hazretlerinin ve eshabının tabaka tabaka anlatılması uzun süreceğinden, Emîr Külâl hazretlerinin diğer halifeleri ve eshabından sonra bildirilmesi münâsib görüldü. Doğru yolda hidayet eden Allahu teâlâdır.

MEVLÂNÂ ÂRİF DÎKKİRÂNÎ (kuddise sırruh): Emîr Külâl hazretlerinin dört halîfesinden ikincisidir. Doğduğu ve vefât ettiği yer Dikkirân’dır. Âb Kûhik [Tepecik Suyu] adlı akarsuyun kenarında bulunan Hezâre kasabasının köylerindendir. Buhârâ ile arası dokuz fersahdır. Mevlânâ Ârif in mubârek kabri bu köyün dışında, Hezâre kasabası yolu üstündedir.

Hazreti Emîr Külâl buyurmuşlar ki: Benim eshabım içinde bu iki kimse gibi, ya‘nî Hâce Behâeddin Nakşibend ve Mevlânâ Ârif gibi başka kimse yoktur. Bunlar müsabaka topunu akranından kapmışlar [ileri gitmişlerdir].

Hâce Behâeddin hazretlerine pîrleri Emîr Külâl hazretlerinden, “Şimdiden sonra nereden burnuna bir koku gelir, Türk ve Tacik, ya‘nî atlı ve şehirli deme, her kimden olursa tâlib ol ve taleb etmede, himmetinin gereği, kusûr eyleme!” emri ile izin sâdır olunca, Hâce Hazretleri de, mürşidlerinin bu nefeslerine uyarak, yedi yıl Mevlânâ Ârif in musahabetinde [arkadaşlığında, sohbet ve beraberliğinde] vakıt geçirdiler ve bu müddet zarfında Mevlânâ Ârif e karşı o kadar ta‘zîm ve takdîm üzere muamele ederlerdi ki, su kenarında abdest alsalar, onların üst yanında abdest almazdı ve beraberce bir yere gitseler adımlarını onun adımlarından ileri atmazdı. Onunla tam bir mutabeat üzere musahabet ederlerdi. Zirâ Mevlânâ Ârif, Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin sohbet ve hizmetine Hazreti Hâce’den önce gelmiş ve Hazreti Emîr onu, Hazreti Hâce’den evvel nice yıllar terbiye etmişler idi.

Hazreti Hâce Behâeddin (kuddise sırruh) buyurdular: Gizli [kalp] zikrine meşgul olduğumuzda bir âgâhlık hâsıl oldu. O sırrın tâlibi olduk. Otuz yıl Mevlânâ Ârif ile hep arayışta idik. İki kere Hicâz seferine gidildi. Nerede nişan verdilerse, ya‘nî nerede bir Hak ehli nişanı verdilerse, köşe, zâviye bırakmadık, dolaştık. Eğer Mevlânâ Ârif gibi, yahud onun mazhar olduğu esrardan bir zerresine kavuşmuş bir kimse bulsaydım, bu tarafa gelmezdim. Öyle bir kimse düşünebilir misiniz ki, sizinle diz dize otursun ve sırrı göklerden yüce olsun ve zâhiri ve bâtını ile orada meşgul hâlde otursun.

REŞHA-38: Mevlânâ Arif buyurdular: Kim kendi tedbîrinin kaydında olur [hep kendini, nefsini düşünür], bil-fiil Cehennem’dedir, kim ki Hak teâlânın takdîrini esas alır, bil-fiil Cennet’tedir.

REŞHA-39: Buyurdular: İnsan yemek yediğinde her uzvu bir işle meşguldur. Gönül neyle meşguldur? Eshabı cevap verip, Allahu teâlânın zikriyle meşguldür, dediler. Buyurdular ki: Burada zikir, Allah veya Lâ ilâhe illallah demek değildir. Belki sebebden müsebbibe gitmek ve ni‘meti mün‘imden [ni‘met sâhibinden] görmektir.

Mevlânâ Ârif hazretlerinin en seçkin eshabından olan Mevlânâ Emîr Eşrefî naklettiler: Bir kimse Mevlânâ Ârif hazretlerine hediye getirdi. Kabûl etmediler ve dediler ki: Hediye almak şu kimseye revâdır ki, onun bereketli himmetiyle hediye sâhibinin gönlündeki murâdı hâsıl ola. Bizde o himmet yoktur.

Derler ki, Mevlânâ Ârif in Vabken’li Mîr Hord eshabından Mevlânâ Derviş İdriskenî isminde bir hasmı var idi. Cehrî zikr ederdi. Mevlânâ Ârif, onun yanına gidip, “cehrî zikr etme” dedi. Kabûl etmedi. Mevlânâ Ârif ona: Sözümü tutmazsan, senin çift sürecek öküzün telef olur, dedi. Bu sözünü de önemsemedi. Hemen o gün çift öküzünden biri öldü. Mevlânâ Dervîş, bu hadiseden sonra da, kabûllenip cehrî zikri bırakıp, kalb zikrini esas almadı. Evliyânın ruhlarından yardım isteyip, Vabkenî azîzleri âsitanesine [girişine] gitti. Geri döndüğünde, o bir gün, diğer öküzü de telef oldu. Bu iki alâmeti gördükten sonra, kabûllenip Mevlânâ Ârif in yanına geldi. Mevlânâ Ârif kendisine, şu beyti unutmayın dedi:

Şübhesiz câhil ve ebleh kârıdır,

Zikirde beyhûde feryâd eylemek. Biz çok yakınız sırrını anlamayıp, Hâzırı gaib gibi yâd eylemek.

Nakl edilir ki, bir gün Dîkkirân köyünde Âb Kûhik’ten büyük bir sel gelir. Köy halkı köyleri sel ve su bastığından korkup feryad ve figana başlar. Mevlânâ Ârif hânekâhından dışarı çıkar ve kendisini, selin en sert ve coşkun akan yerine bırakır ve “Eğer beni alıp gidebilirsen, al git” der. Der demez, sel sâkin olur.

Nakl edilir: Hâce Behâeddin (kuddise sırruh) hazretleri ilk haccında Hicâz’a gidip sonra dönerken bir müddet Merv’de kalır. Eshab ve ahbabı da Mâveraünnehir’den Merv’e gelip, Hâce hazretleri ile birleşir. Güzel sohbetler olur. O esnâda Mevlânâ Ârif tarafından Hazreti Hâce’ye bir haberci gelir ve: “Alel acele gelip yetişin. Bizim ahirete göçmemiz yaklaştı. Vasiyetlerim vardır” haberini getirir. Hazreti Hâce de eshabını Merv’de bırakıp olanca acele ile Buhârâ’ya yönelip, Dîkkirân köyünde Mevlânâ Ârif hazretlerine yetişir. Mevlânâ Ârif huzurunda bulunanlara der ki, benim bu zâtla bir sırrım [gizli işim] vardır. O sırrı yalnız konuşmamız için kalkıp başka odaya mı gidelim, yoksa siz mi gidersiniz. Hazır olanlar, siz hastasınız, biz başka bir odaya gidelim derler. Oda boşalınca Mevlânâ Ârif, Hazreti Hâce’ye der ki: “Bilirsiniz ki, tam bir birlik ve beraberlik geçmiştir. Şimdi de hâlâ onun üzerindeyiz. Ve aramızda çok aşk oyunları olmuştur. Şimdi vakit sona yaklaştı. Kendi eshabıma ve sizin eshabınıza dikkat ettim. Bu tarîkat kabiliyetini ve yokluk sıfatını Muhammed Pârisâ hazretlerinde diğerlerinden ziyâde gördüm. Bu tarîkte bulduğum her mevhibet nazarı ve çalışarak edindiğim her ma‘nâyı şu anda saçıp onda topladım. Kendi eshabıma, ona tâbi‘ olmalarını emr ederim. Siz de bu ma‘nâda ve hususta onun hakkında bir eksiklik etmeyeceksiniz. Ayrıca Muhammed Pârisâ zâten sizin eshabınızdandır”. Ondan sonra buyurdular ki, “benim iki üç günüm kalmamıştır. Kendi elinizle su kaplarını yıkayın ve iki diz üzerinde oturup bizzât kendiniz ateş akıp suyumu ısıtın ve benim için yapılması gerekenleri yapın. Vefâtımdan sonraki üçüncü gün yerinize gidin”. Hazreti Hâce tam bir gayret ve ihtimamla Mevlânâ Ârif in vasiyetlerini harfi harfine yerine getirdi. Onların defninden üç gün sonra tekrâr Merv’e müteveccih oldu.

Mevlânâ Ârif hazretlerinin iki halîfesi vardır. İkisi de, Mevlânâ Ârif hazretlerinin ahırete intikalinden sonra Hak sübhânehü ve teâlânın kullarını Hak yoluna irşâd ve hidâyete çalışarak hayatlarını geçirmişlerdir.

MEVLÂNÂ EMÎR EŞREF (kuddise sırruh): Buhârâ’lıdır. Mevlânâ Ârif hazretlerinin ilk halîfesidir. Mevlânâ Ârif den sonra kaimmakamı olup, Hak ve hakîkat yoluna tâlib olanlarla sohbet edip kalblerini cem‘iyyet ve huzûr tarafına çekmiştir.

MEVLÂNA İHTİYÂRUDDİN (kuddise sırruh): Mevlânâ Ârifin ikinci halîfesidir ve şeyhinden sonra müridleri irşâd ile memûr olmuş idi.

ŞEYH YÂDİGÂR KENSERVENÎ (kuddise sırruh): Emîr Külâl hazretlerinin üçüncü halîfesidir. Kenserven köyündendir. Buhârâ’dan iki fersah mesafededir. Emîr hazretlerinin üçüncü oğulları Emîr Şâh’ın terbiyesini buna havâle ettiler. Emîr Şâh bunların terbiyesi ile yüksek derecelere ve ulvî mertebelere erişmiş, büyük evliyâdan olmuştur.

HÂCE CEMÂLEDDİN DİHİSTÂNÎ (kuddise sırruh): Emîr Külâl hazretlerinin dördüncü halîfesidir. Emîr’in dördüncü oğulları Emîr Ömer’i bu terbiye edip, Ehlullahın yüksek makamlarına ve keşf ve uyanıklık erbabının yüksek derecelerine eriştirmiştir.

ŞEYH MUHAMMED HALÎFE (kuddise sırruh): Emîr Külâl hazretlerinin eshabının büyüklerindendir. Emîr hazretlerinin Makamât’ının sonlarında şöyle yazılıdır. Emîr Külâl hazretleri dünyadan intikal edince, bütün eshabı şeyh Muhammed Halîfe’nin kapısına gelip, bugün Emîr’in kaimmakamı sizsiniz ve bu ma‘nâ sizdedir. Lâyıktır ki talebeye siz kılavuz olasınız, demişler. Şeyh Muhammed Halîfe buyurmuş ki: Sizin benden istediğiniz ma‘nâ, Emîr’in oğlu Emîr Hamza’dadır. Ondan sonra Şeyh Muhammed Halîfe, diğer eshabı ile Emîr Hamza hazretlerinin kapı eşiğine yüz sürüp, hizmet ve sohbetlerini ihtiyâr etmişlerdir.

EMÎR KELÂN VÂŞÎ (kuddise sırruh): Emîr Külâl hazretlerinin en ileri gelen eshabındandır. Buhârâ’nın Vâş köyündendir. Şehirden üç fersah mesâfededir. Emîr Külâl’den sonra müridleri terbiye ve tâlibleri hakîkat yoluna delâlete çalışmıştır. Hâce Alaeddin Gucdevânî, hazreti Hâce Behâeddin (kuddise sırruhumâ) huzuruna erişmeden önce, bundan zikir ta‘lîmi almıştır.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdu: Hâce Alâeddin dediler ki, ben on altı yaşında iken Emîr Kelân Vâşî’nin sohbetine eriştim. Beni kalb zikri yoluna meşgul eyledi. Ve: “Bu yolu öyle gizli tut ki, diz dize ve çok yakınında oturanlar bile haberdar olmasın” deyu sıkı tenbîhde bulundu. “Halk bunu fark ediyor diye düşünürsen, bir yastık bul, ona dayan da meşgul ol dediler”. Nice zaman bu şekilde meşgul oldum. Ve çetin riyâzetler ederdim. O riyâzetin zaifliğinin eserleri çehremden belli olurdu. Birgün annem bana: “Sen hastasın, zaifsin, bir rahatsızlığın ve zorun vardır, benden gizlersin” dedi. Hasta değilim, dedim. Hemen göğsünü aralayıp: “Rahatsızlığının sebebini bana demezsen, sana emzirdiğim sütü halal etmem” dedi. Mecbûren vaziyeti kendisine anlattım ve bildiğim tarîkatı arz eyledim. Annem bu tarîkati hemen benden öğrendi ve aldı ve nefy ü isbât

tarîkine [Lâ ilâhe illallah zikrine] meşgul oldu. Ama ben bunu izhâr ettiğimden dolayı çok muzdarıb oldum. Sıkıntı ve rahatsızlığa dayanamayıp Emîr Kelân hazretlerine varıp annemle olan hikâyemizi arz eyledim. Buyurdu ki, biz sizin annenize de bu tarîka [Lâ ilâhe illallah] zikrine meşgul olmağa izin verdik. Bir zaman annem bu yolla meşgul oldu. Birgün kardeşim sahraya gitmişti. Annem beni çağırdı ve buyurdu ki, kazanı iyice temizle ve su ile doldur. Dedikleri gibi yaptım. Ondan abdest aldılar ve iki rekat namaz kıldılar ve beni önlerine oturttular ve tarikana [vazîfene] meşgul ol dediler. Ben de meşgul oldum. Kendileri de meşgul oldular ve bir saat sonra ruhunu teslîm eylediler.

ŞEYH ŞEMSEDDİN KÜLÂL (kuddise sırruh): Emîr Külâl hazretlerinin ileri gelen eshabındandır. Hicâz’a sefer etmiştir. Hicâz yoluna Karaçî’den yaya olarak bir ayakkabıyla gitmiştir. Irak’ta zamanının meşâyıhı ile sohbet etmiş ve onların murakebe usûlünü Maverâünnehr’e getirip yayılmıştır.

Şeyh Şemseddin Külâl’in ilk zamanlarında, Hâce Behâeddin Nakşibend hazretleri ile münâkaşa ve mubâhaseleri olup, sonradan kalkmıştır. Nitekim Hâce hazretlerinin Makamât’ında bu hâdise geniş olarak bildirilir.

MEVLÂNA ALÂEDDİN KENSERVENÎ (kuddise sırruh): Emîr Külâl hazretlerinin sohbet ve yardımıyla işini nihâyete eriştiren eshabındandır. İsmi, Hâce Behâeddin Nakşibend Makamât’ında mezkûrdur.

Emîr Külâl hazretlerinin bu bildirilenlerin dışında nice eshabı daha vardır. Hâce Şeyh Verâzevnî, Mevlânâ Celâleddin Keşî, Mevlânâ Behâeddin Tavaysî, Şeyh Bedreddin Meydânî, Mevlânâ Süleyman Kermînî, Şeyh Eymen Kermînî, Hâce Muhammed Vabkenî ve diğerleri gibi. Bunların cümlesi âlim, fâdıl, ârif ve kâmillerdir. Lâkin hâllerinden ve sözlerinden bize ulaşan ma‘lûmât olmadığından, ayrı ayrı anlatamadık.

MEVLÂNÂ BEHÂEDDİN KIŞLAKÎ (kuddise sırruh): Kendi zamanının muktedası [önderi], rehberi ve kılavuzu idi. Zâhir ve bâtın ilimlerinde mâhir, acîb alâmet, garîb kerâmetler sâhibi idi. Buhârâ’ya bağlı Kışlak’tandır. Kışlak’la Buhârâ arası on iki fersahdır.

Mevlânâ Behâeddin Kışlakî, Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin sohbet şeyhi, hadis rivâyeti isnâdında üstadıdır. Mevlânâ Ârif Dîkkirânî hazretlerinin de kayın atası idi. Mevlânâ Ârif, Emîr Külâl’in sohbetine kavuşmadan önce bunun müridi idi ve Mevlânâ Ârif in halîfesi Emîr Eşref den ve Emîr İhtiyâruddin’den nakl olunur: Bir gün Hâce Behâeddin Nakşibend hazretleri, ilk hâlleri zamanında Hâce Mubârek Şâh kışlakında [kışın kalınan, kışlanan yere kışlak denir. Daha sonra Kışla askeri terim olarak dilimize yerleşti] Mevlânâ Behâeddin Kışlakî hizmetine [sohbetine, huzûruna] eriştiler. Mevlânâ hazretleri buyurdu ki: “Sen yükseklerde uçan öyle bir kuşsun ki, senin dostun ve kanadın Ârif Dîkkirânî olsa gerektir”. Bu sözden, Mevlânâ Ârif hazretleri ile sohbetin yakın bir zamanda müyesser olacağını düşünür ve onunla görüşmek şevki ve isteği çoğalır. O zaman Mevlânâ Ârif kendi köyünde idi. Eshabından bir takım kimselerle orada pamuk ekiyordu. Mevlânâ Behâeddin Kışlakî, Hâce hazretlerine buyurdu ki: Eğer senin gönlün Ârif’i isterse, çağırayım; muhakkak gelir. Bunu dedi ve damın üstüne çıkıp üç kere “Ârif!” diye seslendi. Mevlânâ Ârif, öğle vakti olduğundan pamuk ekmeyi bırakmış ve eshabına: “Siz eve doğru gidin. Beni Mevlânâ Behâeddin Kışlakî çağırıyor” dedi. Ve acele ile Kışlakî tarafına yola çıktı. O gün öğle zamanından akşama kadar yemek pişti. Lâkin daha sofraya gelmeden maksada eriştiler. Bilhassa Mevlânâ Ârif in köyü olan Dîkkirân’dan Hâce Mubârek Kışlakî yirmi fersah kadar mesafe olup, tahmînen ikibuçuk günlük yoldur. Hâce Behâeddin Nakşibend ile Mevlânâ Ârif’in ilk görüşmeleri o sohbette olmuştur.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyururlardı: Mevlânâ Behâeddin Kışlakî ulu kişi idiler. Hâce Behâeddin Nakşibend hazretleri iradetlerinin bidâyetinde [ilk müridlik zamanlarında] bunun sohbetine erişmiştir. Bir gün Mevlânâ Behâeddin Kışlakî, Hâce Behâeddin hazretlerine hitaben: “Bizim mutfağımızda odun taşıyan bir dervişimiz vardır, onu görün” buyurdu. Hâce hazretleri dışarı çıkıp o dervişi görmüş ki, bir yığın kuru dikeni çıplak sırtında sahradan [kırdan] mutfağa getirmişti. Suyu da çıplak sırtında taşımak onun adeti idi. Mevlânâ hazretlerinin Hâce hazretlerine, o dervişi gör demeleri, hâce hazretlerine, hizmette ihlâsı öğretmek ve tenbîh etmek [uyarmak] için idi. Ya‘nî işaret ile, Hak yolunda hizmet böyle gerektir, demek istemiş idi. Hâce Ubeydullah hazretleri bu hikâyeyi anlattıktan sonra, mecliste hâzır olanlara dönüp buyurdular ki: “İhlâs ile bunun gibi nice hizmetler edip, son derece niyâz, kırıklık ve yokluk sıfatına bürünmüş adamlar vardır. Şübhesiz büyük devlet ve seâdete vâsıl olmuşlardır ki, onun üstünde devlet tasavvur etmek zordur. Eğer siz bunun gibi hizmet etmezseniz, hiç olmazsa bilin ki böyle tâlibler vardır.”

HÂCE BEHÂ-İ HAK VE MİLLET VE DÎN-NAKŞİBEND OLARAK MEŞHÛR (kaddesallahü teâlâ esrârehül azîz): 718 (m.1318) senesi Muharrem ayında dünyaya geldi. Hâcegân büyüklerinden Azîzân lakabı ile bilinen Hâce Alî Râmîtinî hazretlerinin vefatı 721’de vâkı‘ olmuştur, diyenlerin sözüne göre, hazreti Hâce Behâeddin onların ahdinde [zamanında] dünyaya gelmiş olur. Dünyaya geldiği ve âhırete intikal ettikleri yer Kasr-i Ârifân’dır. Kasr-i Ârifân, Buhârâ’dan bir fersah uzaklıkta bir köydür. Hazreti Hâce dahâ çocuk iken siyâdet ve velâyet eserleri ve izleri mubârek alınlarında vâzih ve peyda, hidâyet ve kerâmet nûrları temiz ve parlak simâlarında açık ve hüveyda idi.

Hâce hazretretlerinin anneleri anlatır: Oğlum Behâeddin henüz dört yaşında iken, sığırlarımızdan birini gösterip; “Bizim şu geyik boynuzlu ineğimiz alnı sakar [beyaz] bir buzağı doğursa gerektir” dedi ve gerçekten birkaç aydan sonra o inek, söyledikleri gibi buzağı doğurdu.

Hazreti Hâce’yi çocukken oğulluğa kabûl etmek nazarı, Hâce Muhammed Baba Semmâsî hazretlerinden zuhura geldi. Tarîkat âdâbının ta‘lîmi ise resmî olarak Seyyid Emîr Külâl’den vâkı‘ oldu. Nitekim buna, Hâce Muhammed Baba anlatılırken temas etmiş idik. Lâkin hakîkatta Hâce hazretleri Üveysî’dir. Hâce Abdülhâlık Gucdevânî hazretlerinin ruhaniyyetinden terbiye bulmuşlardır. Terbiyeleri [ma‘nen yetişmeleri] rûhânî olup, hakikatta intisablarının Hâce Abdülhâlık hazretlerine olduğu, ilk hâlleri esnâsında gördükleri uzun vâkı‘adan anlaşılmaktadır. Bu rüyanın tafsîlî Hâce hazretlerinin Makamât’ında vardır.

Şunu bildirelim ki, Hâcegân (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) silsilesinde Hâce Mahmûd Encir Fagnevî zamanından Emîr Külâl zamanına kadar cehrî zikr ile hafî zikri birlikte yapmışlardır. Onlara bu silsilede alenî güyân [sesli zikir edenler] denir. Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin zuhuru zamanı gelince, Hâce Abdülhâlık’ın (kuddise sırruh) ruhâniyyetinden azîmetle amel etmeğe memur olduklarından, alenî zikri tamamen bırakıp, kalb zikrini ihtiyâr eylediler ve Emîr Külâl’in (kuddise sırruh) huzûrunda bulunduğu zamanlarda, Emîr’in eshabı cehrî zikre başlayınca Hazreti Hâce kalkıp dışarı çıkardı. Hazır bulunan eshaba Hâce’nin bu hâli ağır gelirdi. Lakin Hâce hazretleri onların kalblerinden geçen bu düşüncelere aldırmazdı. Ama Emîr Külâl hazretlerinin hizmet ve mülâzemetinde [sohbetine devâmda] kat‘iyyen bir dakîka kaçırmaz, her an tâbi‘ olmaklık kemerini ma‘nevî beline bağlar, irâdet kemendini ise kalbinin boynuna ihlâsla sarardı.

Emîr hazretleri de günbegün Hazreti Hâce’ye iltifatlarını artırırdı. Birgün Emîr hazretlerinin husûsî odasında eshabının ileri gelenlerinden birkaç kimse, Hazreti Hâce’nin alenî zikirde kendilerine uymamasından dolayı içlerinde sakladıkları lekeye ve ağırlığa iş‘ar ve bu vesîle ile Hâce’nin bazı sıfat ve hâllerinin kusurlu olduğunu izhâr eylediler. Emîr o halvette [husûsî odada] onlara hiç cevap vermedi. O zamana kadar ki, eshabdan beşyüz kişi kadar bir cemaat sahurda mescid ve cemaathâne yapmak için toplandılar. Mühim olan işlerini görüp, cümlesi Emîr hazretlerinin refakatinde bir yere geldiler. İşte o kalabalıkta Emîr hazretleri hazreti Hâce’ye dil uzatanlara dönüp: “Siz oğlum Behâeddin hakkında yaramaz düşüncelere ve yanlış zanlara düşüp, onun bazı hâllerini kusur olarak görürsünüz. Onu anlamamışsınız. Allahu teâlânın hûsûsî nazârı dâima onun hâlini hâmi [koruyucu] ve şâmildir [kuşatmıştır]. Hak teâlânın kullarının nazarı, Hak teâlânın nazarına ta‘bidir. Benim ona nazarım gayr-i ihtiyaridir” buyurdu ve ardından Hâce kerpiç taşımakla meşgul iken, kendilerini çağırıp cümle eshabın huzurunda, onlara müteveccih olup: “Oğlum Behâeddin! Hâce Muhammed Baba Semmâsî hazretlerinin mubârek nefeslerini [emirlerini] sizin hakkınızda yerine getirdim. Bana demiş idiler ki, seni nasıl yetiştirdimse, oğlum Behâeddin’i sen de öyle terbiye eyle [yetiştir]. Terbiye ve irşâd husûsunda dakîka geçirmeyesin. Ben de öyle yaptım” buyurdu ve mubârek göğüslerine işâret edip: “Sizin için memelerimi kuruttum, sana verecek sütüm kalmadı. Sizin ruhaniyyet kuşunuz insanlık yumurtasından çıktı. Ama sizin himmetiniz şâhini yükseklerde uçar oldu. Şimden geru size icâzettir, her nereden can burnuna ma‘rifet kokusu gelir, Türk ve Tâcik [süvâri ve şehirli] deme, elde etmeğe çalış. İstemede ve elde etmede, elinden geldiği kadar kusûr işleme!” dediler.

Hâce Behâeddin hazretleri buyurdular ki: Emir hazretlerinden bu nefesin zuhûru bizim ibtilâmıza sebeb oldu. Eğer Emîr hazretlerine mütebeat şeklinde sâbitkadem olaydım, belâdan uzak ve selâmete yakın olurdum.

Bu mubârek nefesten sonra Hâce hazretleri yedi yıl Mevlânâ Ârif ile ahbablık ettikten sonra Kuşem Şeyh ve Halîl Ata hazretlerine erişip, on iki yıl da Halîl Ata ile olmuşlardır.

İki defa Hicâz’a sefer edip, ikincisinde Hâce Muhammed Pârisâ da vardı. Horasan’a vâsıl olduklarında Hâce Muhammed Pârisâ’yı sâir eshabıyla Bâverd yolundan Nişapur tarafına gönderip, kendileri sırf Mevlânâ Zeyneddin Ebû Bekir Tâibâdî’yle görüşmek için Herat’a gelip üçgün Tâibad’da Mevlânâ Zeyneddin ile sohbet edip, sonra Hicâz’a müteveccih oldu. Eshabına Nişapur’da kavuşmak lazım. Hicâz seferinden döndükten sonra bir müddet Merv’de ikamet edip sonra Buhârâ’ya geldiler ve hayatlarının sonuna kadar Buhârâ’dan ayrılmadılar.

Hâce hazretlerinin geniş hâl tercümesi Makamât’ında mezkûrdur. Emîr Külâl hazretleri ölümü hastalığında eshabına, Hâce Behâeddin hazretlerine mütabeat etmeği işâret edince, eshabı da, Hâce Behâeddin alenî [sesli] zikirde size mütebeat etmemiştir, diye sual ettiklerinde Emîr hazretleri: “onlardan sâdır olan her amelde Hak teâlânın bir hikmeti vardır, yoksa onlardan meydana gelmez” buyurdu. Sonrada şu mısra‘ı okudular:

Bilirsin ki her yaptığın bendendir.

Hâcegân (kaddesallahü teâlâ esrârehüm) sözlerindendir. Eğer seni senliksiz ortaya çıkardırlarsa korkma! Eğer sen kendi kendine ortaya çıktınsa kork.

BEHÂÜDDÎN ŞÂH-I NAKŞİBEND (kuddise sırruh):

Evliyânın en büyüklerinden olup Seyyid Emîr Külâl (kuddise sırruh) hazretlerinin halifelerinin en ileri geleni, tarikatın imâmı, hakikâtın üstadı, âlimlerin rehberi ve Ehl-i Sünnet vel-cemâ‘atin önderi olup, daha çocuk iken, evliyalığa âid yüksek nûrlar ve eserler, temiz alınlarında açıkça görünür, hidâyet ve irşâd nişanları yüksek simâlarından belli olurdu.

Silsile-i Nakşibendiyye’nin on beşincisidir. Seyyiddir. Çok evliyâ yetiştirdi. Evrâd, Tuhfe ve Hediyye kitabları çok kıymetlidir.

Nesebi, Ravdatüsselâm kitabının sâhibi Şeyh Şerefeddîn Muhammed Nakşibend’in yazdığı ve Ümdet-ül Makâmât kitabında da bildirdiği üzere birkaç vasıta ile, İmâm-ı Ca‘fer-i Sâdık hazretlerine ulaşır. Hazret-i Muhammed Behâeddin’in babası Seyyid Muhammed Buhârî, onun babası Seyyid Celâl Burhânüddin, onun babası Seyyid Abdullah, onun babası Zeynelabidin, onun babası Seyyid Kasım, onun babası Seyyid Şa‘ban, onun babası Seyyid Burhânüddin, onun babası Seyyid Mahmûd, onun babası Seyyid Bulak, onun babası Seyyid Takî, onun babası İmam Mûsa Kâzım, onun babası İmâm Ca‘fer-i Sâdık (radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn) hazretleridir.

Seyyid Emîr Külâl’e bağlanan bu tarikat zincirinden başka, Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin, Hâcelerin hâcesi, Hâce Abdülhâlık Gucdevânî hazretlerinin (kuddise sırruh) yüksek rûhaniyetlerinden ettiği istifâde sebebiyle de Üveysî’dir. Nitekim kendisi şöyle anlatır:

“Cezbe hâli bende kuvvetli olup, kararım kalmadığı günlerde Buhâra’da dolaşır, bazı büyük velîlerin kabr-i şeriflerini ziyaret ederdim. Bir gece hangi kabre gittiysem başı ucunda birer kandil yanar gördüm. Fakat yağı ve fitili olduğu hâlde, isteksiz, sönük yanıyordu. Eğer fitillerin uçları, az bir dokunma ile düzeltilse, gayet güzel ışık verecekti. Ben ise kandilleri o hâlde bırakarak Hâce Mezd Ahun hazretlerinin kabrine gittim. Yüzümü kıbleye dönerek oturdum. O anda bende bir kendimden geçme hâli hâsıl oldu. O hâl esnâsında, öyle müşahede ettim ki, kıble tarafından yeşil örtülerle süslenmiş, gayet güzel bir kürsü göründü. O kürsünün etrafını büyük bir kalabalık sarmışlardı. İçlerinden ancak, Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerini tanıdım. Anladım ki ötekiler daha önce dünyadan göçmüş hâceler, bu yolun büyükleridirler.

Sonra içlerinden birisi bana: Bu kürsünün üzerinde Abdülhâlık Gucdevânî hazretleri ay gibi parlamaktadır. Etraftaki cemâ‘at ise, kendi halîfeleridir, deyip birine işaret ederek: “Bu Hâce Ahmed-i Sıddîk, bu Hâce Evliyâ-i Kebîr, bu Hâce Ârif-i Rivgerî, bu Hâce Mahmûd İncir Fagnevî, bu Hâce Alî Râmitenî’dir. Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerini zâten tanırsın” buyurdu.

Sonra Abdülhâlık Gucdevânî hazretleri bana teveccüh ederek, hakkımda pek büyük inâyet buyurarak bir hırka ihsan eyledi ve: “Bu hırkanın kerameti vardır. Bunu giyen kimseye, inecek olan belâlar, bunun bereketiyle, o kimseden kalkar” buyurdular. Bundan sonra, bu büyükler yolunda ilerlerken, başlangıçta, ortada ve sonda kullanılmakta olan kelimeleri bana anlattılar, sözlerinden biri şudur ki: “Behâüddin! Sönük olarak yandığını görmüş olduğun kandiller, senin kabiliyet ve istidadının bu yolda olduğuna işarettir. Ama istidad fitilini hareket ettirmek lâzımdır. Böylece istidadın parlar, Hakkın sırları onda zahir olur.”

Diğer bir sözleri de: “Behâüddin! Sana lâzım ki, ayağını her hâlde şerîat caddesi üzere bulundurasın. Emir ve yasakta istikâmet üzere olasın. Dâima azîmetle amel edesin. Ya‘nî haramlardan ve şübhelilerden sakındığın gibi, mubahların da fazlasından sakınasın. Sünnetlere uyup, elden geldiği kadar, bütün sünnetleri işleyesin. Ruhsatları, cevazları terk edip, bid‘atlerden çok sakınasın”, nasîhatlerinden ibâret idi.

Şâh-ı Nakşibend hazretleri, ilk zamanlarındaki hâllerinden bahsederek buyurmuşdur ki: Biz üç kimse idik. Hak yolunda ilerlemeğe koyulduk. Ama benim himmetim, bütün mâsivâdan ya‘nî Allah’dan başka her şeyden geçip, Hak teâlâ hazretlerine kavuşmak idi. Bunun için Allahu teâlânın yardımı erişerek, beni bütün mâsivâdan kurtardı ve maksadıma kavuşturdu.

Bir kimse kendisine: “Sizin yolunuzda halvet ve zikr-i cehrî yoktur. Sizin yolunuzun esası ne üzerine kurulmuşdur?” Deyince, Şâh-ı Nakşibend: “Zâhirde halk ile bâtında Hak ile bulunmak üzere kurulmuşdur” buyurup, şu beyti okudu.

Beyt:

Kalbinden âşinâ ol, dışdan yabancı görün, Böyle güzel yürüyüş cihanda az bulunur.

Nakşibendî yolunun her bakımdan şeriata uygun olduğu ve aynı zamanda Şâh-ı Nakşibend’in (kuddise sırruh) İmâm-ı ‘zam Ebû Hanîfe’nin (radıyallahü anh) mezhebinde bulunduğu herkesin malumu ol­duğu gibi, bu yolun büyüklerinin çoğu da bu mezhebdedirler.

Şâh-ı Nakşibend hazretleri vefat edecekleri sırada iki elini kaldırıp, kendi yoluna girenler ile sonradan gireceklerin hepsi hakkında, hayırlı dua eyleyip ellerini temiz yüzüne sürüp, âhirete göç etmişlerdir.

Hâce Alâüddin-i Attâr hazretleri buyururlar ki, Şâh-ı Nakşibend’in vefatı zamanında Yasin sûresini okurduk. Yarıya geldiğimiz zaman nurları görünmeye başladı. Kelime-i tevhidle meşgul olduktan sonra nefesleri kesildi. Vefatı hicrî 791 (m. 1388) senesinde Kasr-i Ârifan’da vâkı‘ oldu. Yetmiş üç yıl yaşadı.

Vefat etmeden önce, buyurdu ki, Şeyh Ebû Saîd-i Ebûlhayr’a (kud­dise sırruh) cenazenizin önünde hangi âyeti okuyalım? Diye soruldukta cenazenin önünde âyet okumak büyük iştir. Şu beyti okuyun buyurdu.

Beyt:

Cihanda bundan daha iyi ne olup biter, Dost dosta kavuşmaya, âşık ma‘şuka gider.

Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyurdu ki, bu beyti benim cenazemin önünde okumak da büyük iştir. Güzel sesli bir talebe şu rubâ‘iyi okusun:

Müflis olarak senin kapına geldim,

Allah için güzelliğinden bir şey isterim.

Rahmetini boş zembilime doldur,

Ben bunu bekliyorum çünkü rahmetin boldur.

Timûr soyundan gelen hükümdarlar, Nakşibendîleri sever, onları kaynardı. Onlara son derece ikram ederlerdi. Hasan Attâr hayvana biner, Şahrûh Sultan özengisini tutar ve ardından yaya giderdi. Sultan Ebû Saîd de Ubeydullah-ı Taşkendî hazretlerine aynı şekilde edebli davranırdı.

Talebesinden biri anlatır: Şâh-ı Nakşibend vefat ettiği zaman, ben Kîş şehrinde idim. Vefatını duyunca, çok üzüldüm. Kolum kanadım kırıldı. Takatim kalmadı. Kendi kendime yine medreseye gideyim, dedim. O gece Şâh-ı Nakşibend'i rüyada görüp kendisine şöyle hitab etti: Zeyd ibn-i Haris (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Din birdir ve devamlıdır” buyurdu. Buradan irşâd ile meşgul olmak ve bu büyükler yolunda ilerleyenlerin elinden tutması icabettiğini anladı.

[Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin (kuddise sırruh) keramet ve hârikaları saymakla bitecek gibi değildir. Her sözü hikmet, keramet ve hasta kalblere âb-ı hayât idi. Bir kaç menkıbesini yazıp, o, asırların yetiştiremiyeceği, insan gücünün anlıyamıyacağı şefaat ehlinin büyüklerinden olan zâtı tanıtalım:

MENKIBE: Mevlânâ Muhammed Hirevî Bağdat’dan Hâce hazret­lerinin ziyareti için Buhârâ’ya gelip, sohbetlerinde bulundu. O huzurda bulunanlara katıldı. Bir müddet sonra, Hâce hazretlerinden himmet istedi. Hâce hazretleri buyurdular ki, himmetin vakti var.

Bir zaman sonra Mevlânâ diğer talebe ile Hâce hazretlerinin hu­zurunda iken, Hazret-i Hâce Mevlânâ’ya hitaben: “Yakın gel! Himmetin vakti geldi” buyurdu. Mevlânâ kalkıp Hâce hazretlerinin yanına gitti. Hazreti Hâce onu önüne oturttu ve: “Böyle dur ki, nasibine kavuşasın” buyurdu. Sonra Hâce hazretleri şehâdet parmağıyla Mevlânâ’nın dizine dokundu. Mevlânâ’ya bir hayret hâli geldi. Kendinden geçti. Sonra Hâce hazretleri onu eski hâline getirerek: “Dikkat et, vakit geçiyor” deyip, parmağını Mevlânâ’nın dizine tekrar dokundurdu.

Yine, Mevlânâ’ya kendisinden geçme hâli gelip, yere düştü. Hâce hazretleri onu tekrar eski hâline getirip: “Dikkat et, vakit az kaldı” buyurdu. Mevlânâ feryad edip ağlıyarak, elbisesini parça parça etti. Hazreti Hâce Mevlânâ’ya buyurdu ki: “Bu vakit, Bağzağan vakti değildir.” Mevlânâ bu sözden çok üzüldü. Hâce hazretleri Mevlânâ’yı yine eski hâline getirip hakikata kavuşturdular.

Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin huzurunda bulunan talebeler Mevlânâ’dan Hazret-i Hâce'nin: “Bu vakit Bağzağan vakti değildir” buyurmalarının sebebini sordular. Mevlânâ şöyle cevab verdi. Bağzağan, Herat'ta bir yerin ismidir. Bir arkadaş ile orada konuşurken bana dedi ki: “Bir gün gelir, sen bir himmet sahibinin sohbetine düşersin. O zaman senin hâlin pek hoş olur. Beni unutma.” Hâce hazretleri beni o hâle kavuşturduğu zaman, o arkadaşın Bağzağan’daki sözünü hatırladım. Hâce hazretlerinin: “Bu vakit Bağzağan’daki vakit değildir” buyurması ona işaret idi. O üzüntüm, Hâce hazretlerinin, kalbimde olanı anlamasından idi. Ben bu kadar yerler gezdim. Çok keşif ve keramet sâhibleri gördüm. Fakat Hâce hazretleri gibi, kalbe âid sırları anlıyan kimseye rastlamadım. Öyle zannediyorum ki, bu zamanda Hâce hazretleri gibi tasavvuf ve keşif sahibi bir kimse yoktur.

MENKIBE: Büyük âlimlerden birisi anlatır: Gençlik zamanında, Hâce hazretlerini çok severdim. Himmetleri ile bende şaşılacak hâller meydana geldi. Bana dâima: “Beni hâtırından çıkarma!” derdi. Dâima onları hâtırımda tutup rabıta ederdim.

O zaman babam hacca gitti. Beni de beraberinde götürdü. Giderken Herat'a uğradık. Herat şehrini seyrederken Hâce hazretlerinin rabıtasını unutarak, bendeki o hâller gitti. Sonra İsfehan'a gittim. Orada bir şeyh-i kâmil var idi. Bütün İsfehanlılar ondan himmet ve dua isterlerdi. O zâttan çok kerametler meydana gelmişti. Babam beni alıp, o zâtın huzuruna getirdi ve benim için ondan himmet istedi. Fakat ben Hâce hazretlerinden çok korktuğumdan o zâtın huzurundan dışarı çıktım. Sonra hacca gittik. Beytullah'ı ziyaret eyledik.

Dönüşte Hâce hazretlerinin ziyareti ile şereflendiğim zaman, ken­disini unuttuğum için çok çekiniyordum. Korktuğumu anlayıp: “Korkma, biz kusuru affederiz. Sen benim oğlumsun. Benim oğullarıma kimsenin tasarruf etmeye haddi yoktur” buyurup lâtife yollu: “Herat'a gidince niçin beni unuttun” deyip:

Unutmak kat‘iyyen dostluğa sığmaz,

mısra‘ını okudular.

MENKIBE: Hâce hazretlerinin talebesinden biri anlatır: Bir gün Nesefde bir kimse ile kavga ettim. O kimse benden çok incindi. Bir müddet sonra Buhârâ’ya gidip Hâce hazretlerini ziyaret ettim. Bana hiç iltifat etmediler. Birçok kimseleri araya koyup affetmelerini istedim, fayda vermedi. Fakat çok yalvardım. Buyurdu ki: “Ben Nesefe gidip, incittiğin kimsenin hâtırını hoş etmedikçe seni sohbetimizde bulundurmayız.”

Gayet üzüntülü olarak Nesefe gittim. Dâima Hazret-i Hâce’nin gelmesini beklerdim. Bir gün geldiklerini ve nihâyet evime geldiklerini gördüm. Hiç oturmayıp, kavga ettiğim o kimsenin evine gitti. Yüksek alınlarını, temiz yüzlerini o kimsenin kapısının eşiğine sürüp, ondan özür dilediler ve: “O günâhı ben ettim. Beni afveyle” buyurdu. O kimse, cihanın yüzünü görmek şerefine kavuşmak için can feda etmeye hazır olduğu böyle zamanın kutbu, devrânın merkezi, evliyanın önderi bir zâtın böyle yalvarma ve özür dilemesini duyunca, şaşkına döndü, aklı başından gitti.

Sonra kendine gelip, çok ağladı. İnledi. Benim kusurumu afvettikten sonra, kendisi böyle bir hâdiseye muhatab olduğu için özür dilemeye başladı. Hazreti Hâce’nin ayaklarına kapanıp, tevbe ve inâbe edip, talebesinden oldu.

Hâce hazretlerinin güzel ahlâkını duyanlar, kendisini sevip, ona bağlanıp, yoluna girip kurtuluşa erdiler.

MENKIBE: Hâce hazretleri Tûs şehrine gidip, bir kaç gün kaldı. Bir gün talebe ve ahbabiyle Şeyh Mâ‘şuk-ı Tûsî’nin kabrini ziyarete gittiler. Mezarın yanına gelince: “Esselâmü aleyke, yâ Ma‘şûk-ı Tûsî, nasılsın, iyi misin?” Buyurdu. Kabirden bir ses duyuldu: “Ve aleykes-selâm. İyiyim. Çok rahatım.” Hazreti Hâce duyduğu gibi, yanında olanların hepsi de, bu cevabı duydular. İçlerinden biri Hazreti Hâce'yi inkâr eder, onun büyüklüğüne inanmazdı. Bu kerameti Hâce hazretlerinden görünce, tevbe etti. Hâce hazretlerine inananlardan ve sevdiklerinden oldu.

MENKIBE: Hâce hazretlerine talebeden biri bir miktar elma hediye getirdi. Hâce hazretleri de o elmaları hazır bulunanlara bölüştürdü ve buyurdular ki, bir saate kadar kimse, kendi elmalarını yemesin. Çünkü bu elmalar şimdi tesbih ediyorlar. Hâce hazretlerinin mubârek ağzından bu haber çıkar çıkmaz, orada bulunanlar, elmaların tesbih seslerini duymaya başladılar.

MENKIBE: Talebesinden Emir Hüseyin anlatır: Hâce hazretleri bir gece, yan filan dostumu ziyarete gideceğim inşâallah, on beş güne kadar gelirim demişti. Sabahleyin talebesi ile yola koyulup gittiler. O gün Hâce hazretlerinin ayrılığına dayanamayıp, kendisini çok fazla görmek isteği beni kapladı. Hanekâhda benimle bir kişi daha kalmış idi.

Akşam olunca ona: “Korkarım Hâce hazretleri kendilerine olan bu aşırı sevgimi keşf eder ve şefkat edip, bana acıyıp döner” dedim. Ertesi sabah gördüm ki, Hazreti Hâce dönüp geldi ve bana bir heybetle bakıp: “Ben sana demedim mi ki, on beş gün sonra geleceğim. Sen ise önüme muhabbet dağını sed çektin. Ben o dağı nasıl aşıp gideyim?” Buyurdu.

Sonra mubârek yüzünü yanımızdaki talebesine çevirip, buyurdu ki: “Emir Hüseyin sana; korkarım Hâce hazretleri yoldan döner gelir demedi mi?” O da “evet” dedi. Hâce hazretleri buyurdu ki: “İşte o teveccüh ve arzulardır ki, önümüze sed çekti.” Bunun üzerine Hâce hazretlerinin celâlini müşahede ettiğimde kalbime büyük bir ürperme zahir olup, ayaklarına düşüp afv diledim. Onlar da bu âciz hizmetçilere merhamet edip afv etti ve: “Eğer maksadın benden ayrılmamak ise, beni seninle düşün. Çünkü ben senden ayrı değilim. Bundan sonra, sakın beni senden ayrı sanma” buyurdular.

Beyt:

Nerede olursan seninleyim ben, Kendini sakın, yalnız sanma sen.

MENKIBE: Yine Emir Hüseyin anlatır: Bir gün Hâce hazretleri beni bir işi için Kasr-ı Ârifan’dan Buhârâ’ya gönderdi ve: “Bu gece Buhârâ’da yat, sabahleyin dönersin” buyurdu. Ben de derhal yola koyuldum. Yolda giderken nefsimle münâkaşa edip, ona çok ağır sözler söyledim. Dedim ki: “Ey nefs! Senin şerrinden kurtulacağım bir gün olacak mı?”

Ben nefsime böyle kızarken, önümde nûr yüzlü bir zâtın zuhur ettiğini gördüm. Bana hitaben: “Sen bu yolda ne mihnet ve meşakkat çektin ki, nefsine böyle kızarsın. Bu yoldan geçen meşayıh öyle mihnet ve meşakkat çektiler ki, bir zerresini çekmeye gücün yetmez” dedi. Önceden, dünyadan geçmiş olan meşayıhın çektikleri mihnet ve meşakkatleri tek tek sayarak anlattı. Ben özür dileyip kusurumu itiraf ettim. Sonra o zât heybesinden bir hamur çıkarıp bana verdi ve: “Bu hamuru Buhârâ’da pişir ve ye” buyurdu. Ben de hamuru alıp, yoluma devam ettim.

Buhârâ’ya vardığımda hamuru pişirmek için fırıncıya verdim. Ha­muru görünce hayret edip, şimdiye kadar böyle hamur görmediğini söyledi ve: “Bunu sana kim verdi, sen kimsin?” Diye sordu. Ben de Hâce Muhammed Behâüddin Nakşibend’in müridlerindenim, dedim. Bunun üzerine fırıncı tazimle hamuru pişirip bana verdi. Ben de o ekmekten bir parça ona verdim. Sonra Hâce hazretlerinin emir buyurdukları işi görüp, Buhârâ’da Gülâbâd mahallesi mescidinde akşam ve yatsı namazlarını kıldıktan sonra, kıbleye karşı oturdum. O zaman nefsim elma arzu etti. Gördüm ki, mescidin penceresinden bir kaç elma attılar. Elmaları alıp o ekmek ile yedim.

O mescidde gece yarısına kaldım ve sonra kalkıp yola koyuldum. Sabahleyin Kasr-i Ârifan’a geldim. Sabah namazında Hazreti Hâce’nin huzuru ile şereflendim. Buyurdu ki: “Sana yolda rastlayıp el hamuru veren kim idi, tanıdın mı?” Cevabında tanımadığımı arzettim. Buyurdu ki, Hızır aleyhisselâm idi. Sonra elma hikâyesine değindiler ve buyurdular ki: “Ne mutlu fırıncıya ki, o hamuru pişirdi ve ondan yemek dahi ona nasîb oldu.”

MENKIBE: Hazreti Hâce’nin huzuruna bir kimse gelip, selâm verdi. Selâmını aldılar ve ne için geldiğini sordular. Yüksek huzurlarından bereketlenmeğe geldiğini söyledi. Hâce hazretleri de hâzır bulunan talebesine hitaben: “Ne dersiniz, vereyim mi?” Buyurdu. Talebe efendimizin lütuf ve keremlerinin sonu yoktur, siz bilirsiniz, dediler. Hazreti Hâce o kimseye şöyle bir baktı. Hemen o kimsede bir acâib hâl meydana gelip, kendisini gören herkes ona âşık olur, kalbini ona verirdi.

MENKIBE: Mevlânâ Necmeddin anlattı: Bir gün Hâce hazretle­riyle Buhârâ’nın etrafında bir sahrada giderken iki ceylânın gezdiğini gördük. Hâce hazretleri bana hitaben: “Hak teâlânın kulları yanına bu ceylânlar gibi vahşi hayvanlar gelir. Sen de bunların senin yanına gelmesini dile” buyurdu. Ben: “Benim ne haddim var ki, sizin huzurunuzda, öyle keramet dileyeyim” dedim.

Hâce hazretleri buyurdu ki, sen onlara teveccüh eyle, onlar senin yanına gelirler. Ben de onlara doğru iki adım gittim. O ceylânlar koşarak yanıma gelip durdular. Hâce hazretleri buyurdu ki, hangisini tutarsan tut. Ben de hangisini tutmak istedimse, diğeri beni tut diye geldi ve onu tutayım dedim. Diğeri geldi. Ben hayretler içerisinde kalıp birini tutamadım.

O esnada Hâce hazretleri bir ceylânın sırtına mubârek elini koyup: “Sana lüzum kalmadı, ben tuttum.” Sonra o ceylânları orada bırakıp gittik. Onlar ise arkamızdan bakıp durdular.

MENKIBE: Hazreti Hâce’nin talebesinden biri anlattı: Kasr-i Ârifân’da bir bostan ekdim. Sulama vakti geldi. Fakat sular kesildiğinden bostanı sulayamadım. Hâce hazretleri o günlerde bostanıma geldi ve buyurdu ki: “Bostanın sulama zamanı geldi.” Ben dedim ki, sulama vakti geldi ama, sular kesildi. Hâce hazretleri buyurdu ki: “Yer ve gökleri yaratan, sana su vermeğe kadirdir. Sen su yollarını aç.” Ben de acele ile su yollarını açtım. O gece sabah oluncaya kadar suyu bekledim. Sabah vaktinde su geldi.

Bostanı suladım. Hattâ bir miktar soğan ve sarmısak var idi. Onları da suladım. Su da kesildi. Dağlara yağmur mu yağdı diye düşündüm. Gittim ırmak tarafına baktım su akıyor mu? Asla sudan bir nişan görmedim. Acaba bu su nereden geldi, diye, şaştım kaldım. Sonra Hâce hazretlerinin ziyaretine gittim. Buyurdu ki: “Bostanı suladın mı?” Evet, suladım, dedim. “Su kesildikten sonra ne yaptın?” Buyurdu. Irmağa gittim ve hiç su göremedim. Şaştım kaldım. Suyun nereden geldiğini anlıyamadım. Hâce hazretleri buyurdu ki, bunu sen gördün, kimseye söyleme. Ey okuyucu, bunları efsâne, masal, hikâye gibi okuma. Allah adamlarına neler oluyor, onların bir sözü ile Cenâb-ı Hak neler yaratıyor gör de, evliyâya hürmet, itikad eyle. Onlardan yardım, şefaat iste. Bir sözü, bir bakışı ile neler oluyor görüyorsun. Gafil olma, bu büyük fırsatı kaçırma. Seâdet onları sevmekte, kitablarını okumaktadır.

MENKIBE: Talebesinden biri anlattı: Hâce hazretleri bir gün bu fakirin hânesini şereflendirdi. Çok sevindim. Pazardan bir çuval un aldım, geldim. O unu Hazreti Hâce görünce: “Bu unu çoluk çocuğun ile pişirip yeyin ve bunun sırrını kimseye söylemeyin” buyurdu.

Hâce hazretleri o zaman evimde iki ay misafir oldu. Nice talebesi de onun yanında idi. Çoluk çocuğum ve diğer ahbablarım hepimiz o undan yedik. Hattâ Hâce hazretleri gittikten sonra, o undan çok zaman yedik. Un halâ eski hâli üzere bakî idi. Asla eksilmedi. Sonra Hâce hazretlerinin mubârek sözünü unutup o sırrı çoluk çocuğuma keşf ettim. Onun üzerine o undan bereket kesilip un tükendi.

MENKIBE: Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin oğlu Emir Burhânüddin (kuddise sırruhümâ) anlattı: Bir gün Buhârâ’da Hâce hazretleri hanekâhımızı teşrif eyledi. Sohbet esnasında bast hâlinde olduğunu hissedip: “Efendim Mevlânâ Ârif i çok özledim. Ona teveccüh edip, Nesefden gelmesini sağlayınız da görüşelim” dedim.

Hazreti Hâce hanekâhın avlusuna çıktı. Üç kere “Mevlânâ Ârif”, diye seslendi ve sonra: “Mevlânâ Ârif kendisini çağırdığımı duydu. Acele kalktı geliyor” buyurdu.

Bir gün sonra, Mevlânâ Ârif Nesef den Buhârâ’ya geldi ve doğruca hanekâha girdi. Ben de durumu ona anlattım. O dedi ki, dünkü gün filân saatte, eshâbımla mecliste sohbet ederken, Hâce hazretlerinden gel sesi, kulağıma geldi. Ben de acele ile kalktım geldim.

MENKIBE: Bir gün Hazreti Hâce müridlerinden İshak isminde bir müridinin evine teşrif eyledi. Orada bulunan talebeler yemek pişirmek için tandıra çok odun koyup ateş yakmışlar ve her biri bir işle meşgul oldukları sırada tandırın ateşi alevlenip, tandırdan dışarı çıktı. Bunun üzerine Hazreti Hâce mubârek ellerini tandıra sokup Allahu teâlânın inâyeti ile tandırın ateşi sakin oldu. Mubârek ellerini de tandırdan çıkardığı zaman, ne elbisesine bir şey olmuş, ne de ellerinden bir tüyleri yanmış idi.

MENKIBE: Derviş Muhammed Zâhid anlattı: İlk zamanlarımda Hâce hazretleri (kuddise sırruh) ile bir gün sahrada giderdik. Bahar günlerinden bir gün idi. Canım karpuz yemek istedi. Hâce hazretlerinden bir karpuz istedim. O sahrada bir çay akardı. Hâce hazretleri bana: “Muhammed çay kenarına git” buyurdu. Ben de gittim. Gördüm ki, suyun üzerinde Baba Şeyh karpuzu derler bir cins temiz ve sulu karpuzlar var idi. Su üzerinde yüzen karpuzlardan biri kenara yanaşıp durdu. Aldım. Henüz bostandan kopmuş gibi olduğunu gördüm.

Hâce hazretlerinin huzuruna bıraktım. Buyurdu ki: “Bu karpuzu kes de yiyelim.” Ben de kesip, Hâce hazretleri ile yedik. O büyük kerameti Hazreti Hâce'den o zaman gördüğümde vilâyet ve tasarrufunun en yüksek derecede olduğuna itikadım artıp, çok feyzlere kavuşdum.

MENKIBE: Hâce hazretlerinin müridlerinden birisi anlatır: Bir gün Hâce hazretlerinin sohbetlerine kavuşma arzusu içime doğdu. O arzu ile Taşkent vilâyetinden Buhârâ'ya hareket ettim. Hanımım bir miktar para getirip bana verdi ve: “Bu akçaları Hâce Hazretlerine ver” dedi. Niçin gönderiyor diye merak etdim. Sordum. Fakat söylemedi.

Hazreti Hâce'nin sohbeti ile şereflendiğim zaman, o akçaları Hazreti Hâce’nin önüne koydum. Akçaları görünce, tebessüm ederek buyurdu ki: “Bu akçalardan çocuk kokusu geliyor. Ümid ederim ki, Cenâb-ı Hak sana bir çocuk verecektir.” Hâce hazretlerinin bereket ve himmetlerinden Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleri bana bir sâlih oğul ihsan etti.

MENKIBE: Zamanın şeyhi, uzlet edenlerin kutbu Abdülkuddüs anlatır: Hâce hazretlerini kabrine koyduk. Gördüm ki, mubârek yüzleri tarafından “Mü'minin kabri Cennet bahçelerinden bir bahçedir” hadîs-i şerifi üzere, Cennetten bir kapı, kabr-i şeriflerine açıldı. O kapıdan iki huri gelip, ona selâm verdi ve; “Allahu teâlâ bizi, sizin için yarattığı vakitten beri sizi bekliyoruz” dediler. Hâce hazretleri onlara: “Ben Hak teâlâ hazretleri ile ahdettim ki, onun bir şeye benzemiyen, nasıl olduğu anlatılamıyan didârını görmedikçe, benim yolumda bulunanlara ve benden hakkı işitip amel edenlere şefaat etmedikçe, hiçbir şey ve hiçbir kimse ile meşgul olmam.” Dedi.

Bir defa, bir cariyeye teveccüh eyledi. Kendinden geçmiş, hakîkî muhabbetle dolu bir hâlde evine gitti. Sahibi görünce, o da kendinden geçme hâline kapıldı. Komşunun kadını geldi. O da hâllere mağlûb olup, kendinden geçme ve sekr hâline düştü.

Bir defa, bir Özbek, mezarının üstüne gelip: Ey Allah'ın sevgili kulu, sakalım yoktur, dedi. Hak teâlânın inayeti ile yüzünde hemen sakallar görünmeye başladı.

Bir defa, buyurdu ki, Cenâb-ı Hak bana öyle bir ihsanda bulundu ki, benim aracılığım ile belâlar kalkar. Belâya düşerseniz bana sığınınız. Arzularınıza kavuşursunuz.

Beyt:

Yere yağmur gibi, belâlar yağsa, Behâeddin onu defeder, Hakka.

On iki sene Buhârâ medreselerini kendi eliyle temizlerdi. Tevazusunun çokluğundan sokaktaki köpek ayaklarının izlerine yüzünü sü­rer, Allahu teâlâdan maksadına kavuşmayı yalvarırdı.

Allahu teâlânın kullarına şefkat ve acımalarının çokluğundan on iki gün başını secdeye koyup Allahu teâlâdan, kolay ilerlenen, kolay ele geçen ve elbette kavuşdurucu olan bir yol istedi. Duası kabul edildi ve yeni bir yol ilham ve ihsan edildi. Sahâbe-i kiramın (aleyhimürrıdvan) yoluna çok benzeyen bir yol oldu.

Bir defa, buyurdu ki: Biz Allahu teâlânın fadlına, ihsanına kavuşduk. Bizi, murâdlardan, çekip götürdüklerinden eyledi.

Bir defa buyurdu ki, bizim yolumuz sohbet üzerinedir. Halvette şöhret, şöhrette âfet vardır. İyilik cem‘iyyetdedir. Cem‘iyyet de sohbettedir. Ama bir şartla ki birbirlerinde fâni olmalıdırlar. Eshâb-ı kiram (aleyhimürrıdvân) sohbet için, birbirlerine “gel bir saat îmân edelim” derlerdi. Bu yolun sâliklerinden bir cemâat sohbet ederlerse, çok hayır ve bereket hâsıl olur. Hayâtının, hakîkî îmânla son bulması ümid edilir.

Hazreti Şâh-ı Nakşibend'in (kuddise sırruh) yolunun esası, kalbe teveccühdür. Kalb ile de Hak teâlâya teveccühtür. Kalb ile çok zikretmektir. Farz ve sünnetleri edâ etmekdir. Yeme, içme, giyme ve oturmada, melufât ve âdetlerde orta derecede olmaktır. Kalbi hâtıralardan, düşüncelerden korumaktır. Üstâdının, mürşidinin sohbetini ganimet bilmektir. Huzurunda ve gıyabında edebine riâyettir. Bu yoldan maksad ve ele geçen, Allahu teâlâ ile devamlı huzurda olmaktır. Eshâb-ı kiram zamanında buna ihsan ismi verilmiş idi. Nefs arzularım yok etme, nurlara, hâllere gömülme, fena makamına varma, Hak teâlâ ile beka mertebesine çıkma ve onun güzel ahlâkı ile ahlâklanma, hulasa sülük esnasındaki on makam ele geçer.

Hazreti Hâce'nin varlığı sayesinde, kendisi ve halîfeleri milyonlarca insanı uzaklık ve mahrûmluk girdabından, yakınlık ve kavuşma sahiline kavuşdurdular.

Hazreti Hâce'nin yolunun esaslarından olan: “Biz sondakileri baş­langıca yerleştirdik” sözlerinden anlaşılan ma‘nâ, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) daha ilk sohbetinde bir kimsenin kalbine hikmet çeşmesinin ve feyz nehrinin akması ve bir sohbetle nihayete kavuşmaları gibidir.

Bir defa, buyurdu ki, Lâ ilâhe illallah kelimesini söylemenin haki­kati, Cenâb-ı Hak'dan gayrisini tamamen nefyetmektir. Çok söylemek şart değildir.

Bir defa buyurdu ki: Tevhid sırrına erişmek mümkündür, ama ma‘rifet sırrına erişmek zordur.

Bir defa hacca giderken Horasan büyüklerinin oğullarından birine zikir ta‘lim etmişlerdi. Dönüşte kendisine, sizden zikir vazifesi alan o kimse vazifesine pek az devam ediyor, dediler. “Korkulacak bir şey yok, kendisine sorun bizi rüyada görüyor mu?” Buyurdu. Evet görüyorum, dedi. “Bu yetişir” buyurdu.

Buradan anlaşılıyor ki, kimde bu büyüklere birazcık rabıta varsa, sonunda onlara kavuşacağı ümid edilir. Bu onun kurtulmasına ve derecesinin yükselmesine sebeb olur.

Kendisinden keramet isteyenlere: Bizim kerametimiz açıktır. Bu kadar çok günâh ile yeryüzünde yürümemizden büyük keramet olur mu? Derdi.

Sünnete uymak hususunda bir şey terketmiş değiller. Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yaptıklarını yapmağa çok gayret ederdi. Hattâ bir gün duydu ki, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) eshâbından bir gurup ile ekmek pişiriyorlardı. Her biri kendi eliyle hamuru tandıra koyuyordu. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) kendi mubârek eli ile yoğurduğu hamuru tandıra koydular. Bütün eshâbın ekmekleri piştiği hâlde, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) mubârek elleri ile koydukları hamur koydukları gibi duruyordu. Nasıl durmasın ki, mubârek ellerinin dokunduğunu ateş yakamazdı.

Hazreti Hâce bu sünnete uymak için, kendi talebesi ile aynı şekilde ekmek pişirdiler. Hepsinin ekmeği piştiği hâlde, Hâce hazretlerinin ekmeği pişmedi. Ne büyük bir ittibadır [uymaktır] ki, nerelere kadar gidiyor.

Müceddid-i elf-i Sânî (radıyallahü anh) buyuruyor ki: “Her hususta matbu‘a tâbi olana, matbu‘un kemâlâtından büyük pay vardır.” Bu ittibaları Hazreti Hâce'nin uymadaki derecesinin ne kadar olduğunu gösteriyor. İmâm­ı Rabbânî (kuddise sırruh) Mektûbât’ta buyuruyor ki: Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruh) buyurdu ki, Mekke'de Mina pazarında bir tüccar elli bin altınlık eşya alış-verişi yapıyordu. Fakat Cenab-ı Hakk'ı unutmuyordu.

Bir defa buyurdu ki, İslâm dîninin hükümlerini yapmak, ya‘nî emirleri yapıp yasaklardan kaçınmak, haramlardan, şübhelilerden ve hattâ mubahların fazlasından kaçınmak, ruhsatlardan uzak olmak, mubahları zaruret miktarınca kullanmak tamamen nûr ve safadır. Aynı zamanda evliyalık derecelerine kavuşduran bir vasıtadır. Vilâyet derecelerine bunlarla ulaşılır. Uzak kalanların hepsi, bunlara dikkat etmediklerinden uzak kalırlar ve kendi arzularına uyarlar. Yoksa Cenâb-ı Hakkın feyzinin gelmesinde kusur yoktur.

MENKIBE: Şâh-ı Nakşibend bir iftar zamanında yedi yerde hazır olmuşdur.

MENKIBE: Şâh-ı Nakşibend (kuddise sırruh) buyurdu: Cezbeye kapıldığım ilk zamanlarda idi. Bana: Bu yola nasıl giriyorsun? Dendi. Benim dediğim ve dilediğim olmak şartıyla, dedim. Bizim dediğimiz ve dilediğimiz olur, hitabı geldi. Buna dayanamam. Benim dediğim olursa, bu yola adım atarım, yoksa bu yola giremem, dedim. Bu iki kerre tekrar etti. Sonra beni bıraktılar. Onbeş gün durgun hâlde kaldım. Büyük bir ümidsizliğe kapılırken, bana: “Senin dilediğin olur” buyuruldu. Bunun üzerine: “Öyle bir yol istiyorum ki, ona girenlerin hepsi, Allahu teâlâya kavuşmakla şereflensin” dedim.

MENKIBE: Alâüddin Attâr (kuddise sırruh) anlatır: Şeyh Muhammed Râhîn, bir gün, bana, kalb nasıldır, dedi. Nasıl olduğunu bilmiyorum dedim. Ben kalbi üç günlük ay gibi görüyorum, dedi. Bunu üstâdım ve efendim Şâh-ı Nakşibend hazretlerine anlattım. “Bu, onun kalbine göredir”, buyurdu. Ayakta duruyorduk. Ayağını ayağımın üzerine koydu. Birden kendimden geçtim. Bütün mevcudatı kalbimde bir arada gördüm. Kendime gelince: Kalb böyle olunca, onu bir kimse nasıl anlayabilir. Bunun için hadîs-i kudsîde: “Yere ve göğe sığmam, mü'min kulumun kalbine sığarım” buyuruldu, dedi. Bu derin sırlardandır. Anlayan anladı.

MENKIBE: Eshâbından biri anlatır: “Merv'de huzurunda idim. Buhârâ’daki ehlimi, akrabamı çok göresim geldi. Kardeşim Şemsüddin’in vefat haberi geldi. Hazret-i Hâce’den izin istemeğe cesaret edemedim. Yakınlarından olan Emir Hüseyin’e, bana izin almasını rica ettim. Cum‘a namazını kılıp mescidden çıkınca, Emîr Hüseyin, kardeşimin ölüm haberini Hazreti Hâce’ye arz etti. “Bu nasıl haberdir! Onun kardeşi sağdır. Onun kokusunu alıyorum, hem de pek yakından” buyurdu. Sözleri biter bitmez, kardeşim Buhârâ’dan çıkageldi. Şeyh’e selâm verdi. Şeyh: “Ey, Emîr Hüseyin, işte Şemsüddin!” buyurdu. Hâzır olanlarda büyük ve bir başka hâl hâsıl oldu.

MENKIBE: Şeyh Alâüddin Attâr anlatır: Hazreti Hâce (kuddise sırruh) Buhârâ’da idi. Eshâbının ileri gelenlerinden Mevlâ Ârif, Harezm’de idi. Bir gün eshâbı ile, görme sıfatı üzerinde konuşuyordu. Söz arasında: “Mevlâ Ârif, şu anda Harezm’den Sera’ya doğru yola çıktı, ve fülân yere ulaştı” buyurdu. Bir müddet sonra: “Kalbime geldi ki, Mevlâ Arif, Sera’ya gitmekten vaz geçti. Şu anda Harezm istikametine doğru geri döndü” buyurdu. Eshâbı, bu konuşmanın olduğu gün, saat ve târihi bir yere yazdılar. Bir zaman sonra, Mevlâ Ârif, Harezm’den Buhârâ’ya geldi. Şeyh’in (kuddise sırruh) buyurduklarını ona anlattılar. Tam buyurduğu gibi olmuştur dedi. Eshâbı hayretler içinde kaldı.

MENKIBE: Esbabının büyüklerinden Şeyh Hüsrev anlattı: Bir gün Hazreti Hâce’yi ziyarete gittim. Kendisini bahçede buldum. Havuzun yanında duruyor, tanımadığım bir kimse ile konuşuyordu. Kendisine selâm verince, o şahıs, ayrılıp, bahçenin bir kenarına doğru gitti. Hazreti Hâce, bana: “Bu gördüğün Hızır’dır. İki defadır geliyor. Kendisiyle konuşmuyorum, susuyorum. Ve Allahu teâlânın yardımı ile, zâhir ve bâtında ona karşı bir meyil, yakınlık bulmuyorum” buyurdu. İki üç gün sonra, yine onu, bahçede Şeyh ile konuşurken gördüm. Bir ay sonra Buhârâ çarşısında ona rastladım. Bana güldü. Kendisine selâm verdim. Boynuma sarılıp, beni kucakladı ve hâlimi sordu. Kasr-i Ârifân’a gittiğimde, Hazreti Şeyh bana: “Buhârâ çarşısında Hızır’la buluştun değil mi?” Dedi.

MENKIBE: Âlimlerden biri, Şeyh’in (kuddise sırruh) müridlerinden bir gurubla Irak'a gitti. O anlatır: “Yolda Semnân şehrine varınca, burada ismi Seyyid Mahmûd olan, mubârek bir kimsenin bulunduğunu ve Hazreti Şeyh’in muhlislerinden olduğunu duyduk. Topluca ziyaretine gidip, Şeyh’e (radıyallahü anh) bağlılığının sebebini sorduk. Dedi ki: Resûlullah’ı (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyada gördüm. Çok güzel bir yerde idi. Yanında heybetli bir zât var idi. Ben, Resûlullah’a, yahud o kadri yüce zâta, tevazu ile, edeb ile yaklaşıp: “Sohbetinizle şereflenemedim, bereketli zamanınızda ve huzurunuzda bulunamadım, bu büyük ve eşsiz seâdeti kaçırdım, şimdi ne yapayım?” Diye arz ettim. Bana: “Bereketime ve beni görmek faziletine kavuşmak istersen, Behâüddin’e mütabeat eyle, ya‘nî ona uy” buyurdu ve yanında duran mubârek zâta işaret etti. Bundan önce hazreti Şeyh’i görmemiş idim. Uyanınca, ismini ve hilyesini bir kitabın üstüne yazdım. Uzun zaman sonra, bir manifaturacı dükkânında oturuyordum. Nurlu ve heybetli bir zât gördüm. Geldi ve dükkânda oturdu. Yüzünü görünce, o hilyeyi hatırladım. Birden bende büyük bir hâl ve değişme oldu. Kendimi toparlayınca, evimi şereflendirmesini rica ettim. Kabul buyurdu. Kalktık. O önde, ben arkalarında yürüdük. Bizim eve gelinceye kadar, hiç dönüp bana bakmadı. Ondan gördüğüm ilk keramet buydu. Çünkü o bizim evin nerede olduğunu, daha önceden bilmezdi.

MENKIBE: Aynı zât devam ederek anlatıyor: “Sonra kütübhânemin bulunduğu odaya girdi. Çok kitabım vardı. Elini uzatıp, bir kitab çıkardı ve bana uzattı ve: “Bu kitabın üzerine ne yazdın?” Buyurdu. Bir de ne göreyim. Yedi sene önce gördüğüm ve târihini yazdığım rüya orada yazılı idi. Bu kerametlerinden, daha ilk elde bende büyük bir hâl hâsıl oldu. Kendime gelince, bana lütf ile mukabele edip, beni eshâbından kabul buyurdu ve kapısında hizmet edenler seâdeti ile şereflendirdi.

MENKIBE: Eshâbından biri anlatır: Hazreti Hâce’nin sohbeti ile şereflendiğimde, eshâbının büyüklerinden olan Şeyh Şâdî, bana çok öğüt verdi ve edebden bahsetti. Bana emrettiklerinden biri, Şeyh’in bulunduğu yere doğru hiçbirimiz ayağımızı uzatmayız öğütü idi. Bir gün hava çok sıcaktı. Gazyût’tan Kasr-i Ârifân’a Şeyh’i ziyarete geliyordum. Bir ağacın gölgesinde dinlenmek için yattım. Bir hayvan gelip, ayağımı iki kerre kuvvetlice tekmeledi. Fırladım kalktım. Ayağım çok fazla ağrıyordu. Tekrar yattım. Yine o hayvan gelip beni tekmeledi. Kalkıp oturdum ve sebebini düşünmeğe başladım. Nihayet Şeyh Şâdî’nin nasihatini hatırladım ve ayaklarımı Şeyh’in o anda bulunduğu Kasr-ı Ârifân’a doğru uzatarak yatmış olduğumu anladım.

MENKIBE: Şeyh Alâüddin anlattı: Şeyh hazretleri, Emîr Hüseyin’e, kış mevsiminde, çok odun toplamasını emr etti. Odun toplama işi bittiğinin ertesi günü, kırk gün devam eden kar yağmağa başladı.

MENKIBE: Sonra Şeyh hazretleri, Harezm’e gitmek için yola çıktı. Şeyh Şâdî de hizmetinde idi. Hıram nehrine geldiklerinde, suyun üzerinden yürümesini ona emr etti. Şeyh Şâdî korktu, çekindi. Bir defa daha emr etti. Yine yapamadı. O zaman büyük bir teveccühle ona baktı! Bununla kendinden geçti. Kendine gelince, ayağını suyun üzerine koyup yürüdü. Şeyh de arkasından yürüdü. Suyu karşıya geçince, Şeyh hazretleri: “Bak bakalım, pabucun hiç ıslandı mı?” Buyurdu. Baktığında, Allahu teâlânın kudreti ile, en küçük bir yaşlık yoktu.

MENKIBE: Eshâbından biri anlatır: Hâce hazretlerini sevmem ve sohbetinde bulunmamın sebebi şudur: Birgün Buhârâ’da dükkânımda idim. Gelip dükkânıma oturdu ve Bâyezid-i Bistâmî’nin bazı menkıbelerini anlatmağa başladı. Anlattığı menkıbelerden biri şu idi: Bâyezîd-i Bistâmî buyurdu ki, elbisemin eteğine bir kimse dokunsa bana âşık olur ve ardımdan yürür. Ben derim ki, eğer kaftanımın kolunu hareket ettirsem, Buhârâ’nın büyükleri-küçükleri bana âşık ve hayran olup, ev ve dükkânlarını bırakıp, bana tâbi‘ olurlar. O sırada elini yeni üzerine koydu. O anda gözüm yenine aldı. Beni bir hâl kapladı. Kendimi kaybettim. Uzun zaman öyle kalmışım. Kendime gelince, muhabbeti beni kapladı. Ev ve dükkânı terk edip, hizmetini canıma minnet bildim.

MENKIBE: Şeyh Ârif-i Dikkerânî, Seyyid Emîr Külâl’ın halîfele­rinin büyüklerindendi. O anlatır: Birgün Şeyh Behaüddin hazretlerini, Kasr­ı Ârifân’da ziyarete gittik. Buhârâ’ya döndüğümüzde, oranın fakirlerinden bir gurup da bizimle beraberdi. Onlardan biri, Şeyh’in aleyhinde konuştu. Sen onu tanımıyorsun, Allah’ın evliyasına karşı su-i zan ve su-i edebde bulunman caiz değildir, dedik. Susmadı. Bir eşek arısı gelip, ağzına girdi ve dilini soktu. Dayanamayacak kadar canı yandı. Bu, Şeyh’e karşı edebsizliğinin cezasıdır, dedik. Çok ağladı, pişman oldu, tevbe etti. Ona karşı itikadını düzeltti ve hemen ağrısı geçti.

MENKIBE: Kıpçak çölü askerleri Buhârâ’yı bir müddet kuşattılar. Buhârâlılar çok zor günler yaşadı. Birçok insan öldü. Buhârâ valisi, hususî adamlarından birini Hazreti Hâce’ye gönderip: “Düşmana karşı koyacak gücümüz yok. Her çaremiz tükendi, plânlarımız bozuldu. Sizin yüksek kapınıza sığınmaktan başka yolumuz kalmadı. Bizi bu zâlimlerden siz kurtarırsınız. Müslimanların onların elinden kurtulması için, Allahu teâlâya yalvarınız, duâ ediniz. Şimdi yardım zamanıdır” deyip ricada bulundu. Hazreti Hâce: “Bu gece Allahu teâlâya yalvarırız. Bakalım Allahu teâlâ ne yapar” buyurdu. Sabah olunca, altı gün sonra bu belânın kalkacağı müjdesini onlara verdi ve: “Valinize böyle müjde verin!” buyurdu. Buhârâlılar bu müjdeye son derece sevindiler. Buyurduğu gibi oldu. Altı gün sonra, düşmanın şehri kuşatan askeri çekilip gitti.

MENKIBE: Ayağının bastığı her yer bereketlenirdi.

MENKIBE: Buyurdu ki, otuz sene oluyor ki, Behâüddin ne dediyse, Hak teâlâ onu yapıyor.

MENKIBE: Hazreti Hâce’ye bir kimse: “Sizin dervişliğiniz mirasla mı, yoksa kendi çalışmanızla mıdır?” Diye sordu. Cevabında: “Bu, Hakkın cezbelerinden bir cezbedir ki, insanların ve cinlerin bütün amellerine eşittir hükmü gereğince, bu seadetle müşerref olduk” buyurdu.

MENKIBE: Kendisi anlatır: “Sâdık mürid Muhammed Zâhid’le kıra çıkmıştık. Ellerimizde baltalar vardı. Bizde bir hâl zahir oldu. Bal­taları bırakıp, konuşmağa daldık. Sonunda söz, kulluk ve feda’ya geldi. Feda, eğer dervişe öl derlerse, hemen- ölmesidir, dedim. Bunu derken, bende öyle bir sıfat göründü ki, Muhammed Zâhid’e dönerek, öl dedim. O anda düşüp öldü. Çok üzüldüm. Hava çok sıcaktı. Bir ağacın gölgesine gittim oturdum. Hayret içindeydim. Geri dönüp yanına geldim. Gördüm ki, sıcaktan yüzü kararmağa başlamıştı. Hayretim arttı. Bu hayrette iken, ansızın gönlüme ilham geldi. Üç kere: “Muhammed, diril” dedim. Dirilip kalktı.

MENKIBE: Hazreti Hâce, Herat melikinin arzusuyla Tus’dan Herat’a geldiklerinde, pâdişâhın bostan sarayına girdi. Her uğradığına dikkatle baktı. Kapıcıdan vezirlere kadar herkeste bir hâl ve değişiklik oldu. Hâlden hâle girdiler. Kendilerinde olmıyan mertebelere kavuştular.

MENKIBE: Ya‘kub-ı Çerhî (kuddise sırruh) anlatır: Buhârâ’nın âlimlerinden yetişip, fetva vermeğe icazet aldıktan sonra, memleketime dönmeği düşündüm. Hazreti Hâce’ye uğrayıp, beni hatırınızdan çıkarmayın dedim ve çok yalvardım. Gideceğin zaman mı, yanımıza geldiniz? Buyurdu. Hizmetinize müştakım dedim. Hangi bakımdan? Buyurdu. Siz büyüklerdensiniz ve herkesin makbulüsünüz, dedim. Bu kabul şeytanî olabilir, daha sağlam delilin var mı? Buyurdu. Sahih hâdîsde: “Allahu teâlâ bir kulunu severse, onun sevgisini kullarının kalbine düşürür” geldi dedim. Tebessüm edip: “Biz azîzânız” buyurdu. Bunu duyunca, birden hâlim değişti. Bir ay önce rüyada birisi bana: “Git, azîzânın müridi ol demişti.” Onu unutmuştum. Onlardan duyunca bu rüyayı hatırladım.

MENKIBE: Yine devam ederek anlatır: “Hazreti Hâce’ye, beni şerefli hâtırınızdan çıkarmayın” dedim. Buyurdu: “Bir kimse Azîzân hazretlerinden, beni unutmayın diye ricada bulunmuş. Allah’dan başka hâtırımda bir şey kalmaz. Yanımda birşey bırak ki, görünce hâtırıma gelesin buyurmuş. Sonra mubârek takkelerini bana verip: “Senin bana bırakacak bir şeyin yoktur. Bari bu takkeyi sakla! Bunu gördüğün zâman beni hâtırlarsın, beni hatırladığın zaman yanında bulursun” buyurdu.

MENKIBE: Yine o anlatır: Ayrılırken: “Bu yolculukta, muhakkak Mevlânâ Tâcüddin Deşt-i Gülekî’yi gör! O evliyâullahdandır” buyurdu. Hâtırıma, ben Belh’e gidip, oradan vatanıma varırım; Belh nerede, Deşt-i Gülek nerede? Diye geldi. Sonra Belh yolunu tuttum. Ama öyle bir zaruret hâsıl oldu ki, yolum Deşt-i Gülek’e düştü. Hazreti Hâce’nin işareti aklıma gelip, şaştım kaldım.

MENKIBE: En büyük halîfesi ve kaim makamı olan Hâce Alâüddin Attâr (kuddise sırruh) buyurdu: “Hazreti Hâce’nin bereketi ile kendisinden ettiğim istifadeyi beyân edip, ifşa etsem, bütün dünyayı evliyalık makamına ulaştırırım. Ama Allahu teâlânın âdet ve irâdesi böyle değildir.”

MENKIBE: Bir defa buyurdu ki: Hazreti Azîzân, ya‘nî Alî Râmitînî (kuddise sırruh) buyurdu ki, bu büyükler, bütün dünyayı, önlerindeki sofra gibi görürler. Biz deriz ki, belki tırnağın yüzü gibidir. Onların nazarından birşey örtülü değildir.

MENKIBE: Alâüddin Attâr (kuddise sırruh) anlatır: “Şâh-ı Nakşibend hazretleri beni kabul edince, kendilerini o kadar sevdim ki, kararım kalmadı. Sohbetlerinden ayrılamıyacak hâle geldim. Bu hâlde iken birgün, bana dönüp: “Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?” Buyurdu. “Îkrâm sahibi zâtınız, âciz hizmetçisine iltifat etmelisiniz, hizmetçiniz de sizi sevmelidir” diye cevâb verdim. Bunun üzerine: “Bir müddet bekle, işi anlarsın!” Buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde, kendilerine karşı muhabbetten eser kalmadı. O zaman: “Gördün mü, sevgi benden midir, senden midir?” Buyurdu.

Beyt:

Eğer ma‘şuktan olmazsa muhabbet âşıka,
Âşığın uğraşması ma‘şuka kavuşturamaz.

MENKIBE: Bir gün Hüsrev’e: “Kendini nehre at!” Buyurdu. O da kendini Ceyhun nehrine attı. İnsanlar, kendini helâke attı dediler. “Hüsrev, çık gel!” Buyurdu. Çıkıp geldi. Hiç ıslanmamıştı. Orada bir oda buldum. Murakabe hâlinde oturdum, dedi.

MENKIBE: Bir gün zenbile: “Havaya çık ve şurada bulunan tozlu topraklı havadan toz toprağı, içine doldur, gel!” Buyurdu. Bir kaç defa gitti geldi, toz toprak doldurup, havayı temizledi.

MENKIBE: Bir kimse, Hazreti Hâce’nin ziyaretine geliyordu. Yo­lunda nehir vardı. Suya girmeden üzerinden yürüyüp geçsem dedi. Dediği gibi oldu.

MENKIBE: Sıcak yemek lâzımdır dedi. Hemen bir tencere sıcak yemek oracıkta hâzır oldu.

MENKIBE: Hazreti Hâce’nin huzuruna gelince: “Evden çıktığından beri seni gözetiyorum. Ayağını suya koyunca, elimi ayağının altına koydum. Önüne sıcak yemeği biz koyduk. İstersem, kalbindeki bütün hâlleri alırım” buyurup, bütün hâllerini aldılar. Tekrar kalbine verdiler. Tekrar aldılar ve tekrar hepsinden yüksek hâl ve feyzler verip, onu yükseklere çıkardılar.

MENKIBE: Hazreti Hâce’nin eshâbı, hâl ve feyzin çokluğundan varidatın galibiyetinden kaç gün, acı ile tatlıyı birbirinden ayıramadılar.

MENKIBE: Kadî Câhil denilen bir kimse kendisine gelip, ilmim yok dedi. Bir teveccühü ile âlim ve fakîh oluverdi.

MENKIBE: Hazreti Hâce zahirde Hazreti Seyyid Emir Külâl’in (kuddise sırruh) halîfesidir, amma hakikatte Üveysî idi. Hazreti Hâce Abdülhâlık Gucdevânî’nin (rahmetullahi aleyh) ruhâniyyetinden terbiye görüp yetişmişti.

MENKIBE: Sondakileri, ya‘nî vilâyet makamlarının sonunda elde edilecek olanları, başlangıca yerleştirdi. Bu, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) tasarrufundan alınmış, Hazreti Hâce Behâüddin’in tarikatına mahsûs bir husûsiyyettir. Zîra Resûlullah’ın daha ilk sohbetinde bulunanın kalbleri hikmet ve fazilet çeşmesi olurdu.

MENKIBE: Seyyid Burhânüddin, Hâce hazretlerine bir mikdâr balık getirdi. Hâce hazretleri bağda idi. Balıkları da bağda pişirmek istediler. İlkbahar mevsimiydi. Hâce hazretleri balıkları pişirirken, gök yüzünü büyük bir bulut kapladı. Yağmur yağmağa başladı. Hâce hazretleri Seyyid Emir Burhânüddin’e: “Söyle, benim olduğum yere yağmur yağmasın!” Buyurdu. Burhânüddin, efendim, bu sözü söylemek, benim ne haddime, dedi. Hâce hazretleri: “Benim dediğim sözü söyle” buyurdu. Burhânüddin emre uyarak söyledi. Kudret-i ilâhî ile Hâce hazretlerinin olduğu yere yağmur yağmadı. Diğer yerlere o kadar yağdı ki, suları, sel gibi, yanımızdan akıyordu. Bu hâli görenler hayretler içinde kaldı. Bu kerametten çokları feyzyâb oldular.

MENKIBE: Mevlânâ Ârif anlatır : “Kış günü idi, Hâce hazretleri ile bir yolda gidiyorduk. Ayağımda ne çizme, ne de ayakkabı yoktu. Yolda büyük bir kar fırtınasına tutulduk. İşim çok zorlaştı. Kalbimden Hâce hazretlerine, biz ne hâle düştük, ne olacağız, dedim. O anda Hâce hazretlerinde bir başka hâl zuhur edip, heybetle gökyüzüne doğru baktı. Hemen kar dindi. Gök yüzü açılıp, güneş çıktı ve hava çok güzel oldu. Rahatça gideceğimiz yere vardık.”

MENKIBE: Gadîret köyünde Şeyh Şâdî’nin evinde dervişler top­lanıp sütlaç pişirdiler. Tencereyi sofraya getirdiler. Hepsi oturup yemeğe başlayacakları zaman, hiç biri elini uzatıp, bir kaşık yemek yiyemedi. Yemeği kaldırıp tekrar tencereye koyup, hayretler içinde kalıp, bunda bir hikmet var dediler. Bir saat sonra, Hâce hazretleri orayı teşrif ettiler ve buyurdular ki: “Ben Kasr-i Ârifân’dan çıkıp, buraya doğru gelirken, siz tencereyi ocağa koydunuz. Biraz yürüdüm. Gördüm ki, yemeği pişirip sahana koydunuz ve yemek istediniz. Ben de ellerinizi ve ağzınızı tuttum ki, ben gelmeyince yemeyesiniz!” Dervişler, Hâce hazretlerinin kerâmetini görünce, neş’elenip, yemeği sahana koyup getirdiler. Hep beraber zevk ve şevkle oturup yediler.

MENKIBE: Hâce hazretleri, eshâbı ile bir kimsenin evinin terasında otururlardı. Hâce hazretleri tesirli, yakıcı bir sohbet ettiler. Sohbet esnasında esbabına: “Siz mi beni buldunuz, ben mi sizi buldum?” Dediler. Eshâbı, biz sizi bulduk, dediler. “Mademki, siz beni buldunuz, bu tarasta da beni bulun” buyurup, eshâbının gözünden kayboldu. Eshâbı, her tarafı arayıp, bulamadılar. Söyledikleri söze pişman olup, sizin cazibeniz olmasa, siz lütf etmeseniz, kim sizin sohbetinize kavuşabilir deyip, özür dilediler. Bunun üzerine Hâce hazretleri, kendisini gösterdi. Biraz önce oturdukları yerde, aynı şekilde oturuyordu.

Bir defa buyurdu ki, bizim yolumuz Urvet-ül Vüska’ya çıkar. Ya‘nî Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetine uymak üzeredir ve Eshâb-ı kirâmın hâllerine bakmaktır. Bunun için bu yolda az bir amel, büyük fütuhatlara, neticelere sebep olur. Sünnete uymak çok büyük bir iştir. Bu yoldan yüz çeviren, dinini tehlikeye atmış olur.

Cenâb-ı Hak, böyle sevdiği kullarının hürmetine bizi afv eylesin. Bu bahsi Îmâm-ı Masum ’un bir duâsı ile bitirelim:

Yâ Rabbî! Beni seni sevenlerden eyle. Yahut seni sevenleri seven­lerden eyle. Bundan başkasına tahammül ve takatim yoktur.

Behâüddin Şâh-ı Nakşibend Muhammed Buhârî hazretleri 791 (m. 1388) senesi, Rebîülevvel ayının üçüncü günü olan Pazartesi günü vefat eyledi. Cenâb-ı Hak muhabbeti üzere yaşatsın ve şefâatine kavuştursun.]

HÂCE HAZRETLERİNİN ÂHİRETE İNTİKALİ

O asrın büyüklerinden Mevlânâ Muhammed Miskin der ki, Buhârâ’da Şeyh Nûreddin Halvetî isminde bir azîz vefât etmişti. Hâce Behâeddin hazretleri (kaddesallahü teâlâ sırreh) eshabı ile ta‘ziye meclisinde hâzır olmuşlardı. Ölenin akrabası ve ev halkının yüksek sesle feryâd edip ağlamalarını gelenler kerih görüp, yapmayın, bu iyi iş değildir dediler. Bu hususta herkes bir söz söyledi. O zaman Hâce hazretleri buyurdular ki: “Benim ömrüm sona erdikte, dervişlerin ölümü nasıl olur, öğreteyim.” Mevlânâ Muhammed Miskin der ki, o sözleri hep hâtırımda idi. Hâce Ubeydullah hazretleri hastalanınca -ki bu son hastalıkları idi- kervânsaraya göçtüler. Vefâtlarına kadar kervansarayın bir odasında kaldılar. Seçkin eshabı hergün kendilerini yoklar, onlar da her birine, husûsi iltifât ve şefkat gösterirlerdi. Son nefeslerine yakın, iki elini duaya kaldırıp, uzun dua ettiler. Sonra ellerini mubârek yüzlerine sürüp dünyadan rıhlet ettiler.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyururlardı ki: Hâce Alâeddin Gucdevânî (kuddise sırruh) anlatır: Hâce hazretlerinin vefâtı hastalığında yanlarında idim. Onlaz nez‘ [can verme] hâlinde idiler. Şerefli huzurlarına geldim. Beni görür görmez buyurdular ki: “Alâ sofrayı [örtüyü] önüne getir, yemek ye!” Bana daima Alâ diye çağırırdı. Ben de emirlerine uyarak iki üç lokma yedim. Halbuki o zaman hiç yemek yiyecek hâlde değildim. Sonra sofrayı devşirdim [örtüyü topladım]. Sofrayı kaldırmış olduğumu gördüler ve yine buyurdular: “Alâ, sofrayı [örtüyü] getir, yemek ye!” Birkaç lokma daha yedim ve sofra bezini topladım. Gördüler ki, yine sofrayı kaldırmışım. Yine buyurdular: “Alâ sofrayı getir, yemek ye! Yemeği iyi yemek gerek ve işi de iyi işlemek gerek” dört defa böyle buyurdular.

Hâce hazretlerinin eshab ve ahbabından bir kısmının hâtırlarından geçiyordu ki; Hâce hazretleri irşâd için kime icâzet verir, dervişlerin terbiyesi ile kimi vazîfelendirir? Hâce hazretleri bunların hâtırlarından geçeni anlayıp buyurdular ki: Bu zamanda bana niçin teşvîç [rahatsızlık, karışıklık] verirsiniz. Bu husûs benim elimde değildir. Hâkim, Hak teâlâ hazretleridir. Sizi bu hâl ile şereflendirmek dilediği vakit, size emr etse gerektir.

Hâce Alâeddin Attâr hazretleri, Hazreti Hâce’nin damadı idi. Hazreti Hâce’nin hizmet ve sohbetinde bulunanların en ileri gelenlerindendir. İşte bu Hâce Alâedddin hazretleri anlatır: Hâce hazretleri (kuddise sırruh) son hastalığında bana, mubârek türbeleri olarak kabri kazmamı buyurdular. Emirlerini yerine getirdikten sonra şerefli huzurlarına geldim ve hâtırımdan geçti ki, Hâce hazretlerinden sonra irşâd emri kime işâret olunacaktır. Birden başlarını kaldırıp buyurdular ki: “Söz, Hicâz yolunda söylediğimin aynıdır. Bizi arzu eden, Hâce Muhammed Pârisâ’ya baksın.” Bu sözü söyledikleri günün ikinci gününde âhirete intikal ettiler.

Hazreti Hâce Alâeddin Attâr (kuddise sırruh) buyurdular: Hâce hazretlerinin vefâtı zamanında Yâsîn okurduk. Yarısına gelmiştik ki, nûrlar görünmeğe başladı. Kelime-i tevhîd okumakla meşgul iken nefesleri kesildi. Yaşları yetmiş üçü tamam olmuş, yetmişdörde kadem [ayak] basmışlardı. Vefâtları 791 (m.1389) Rebi‘ül evvel ayının üçü Pazartesi gecesi vâkı‘ oldu. Vefâtlarına târih düşürüldü.

Kıt‘a:

Reft şâh-ı nakşibend ân hâce-i dünya vü din,

Anki bûdî şâh-ı râh-ı din ü devlet milleteş,

Meskenü meva-ı u çûn bud Kasr-ı ârifân,

Kasr-ı ârifân zîn sebeb âmed hisâb-ı rıhleteş.

Tercüme:

Din ve dünya hâcesi şâh-ı nakşibend gitti, Tarîki, din ve devletin ana caddesi oldu, Mevâ ve menzil ona Kasr-ı ârifân oldu, Bundan rıhlet târihi Kasr-i ârifân oldu.

Herkes bilmelidir ki, Hâce Behâeddin’in (kuddise sırruh) hulefa ve eshabının efdali ve ekmeli Hâce Alâeddin Attâr hazretleri ile Hâce Muhammed Pârisâ hazretleridir. Gerçi aslında Hâce hazretlerinin eshâb-ı kirâmı sayılamayacak kadar çoktur. Lâkin bu mecmu‘ada Hâcenin esabından öyle biri anlatılacaktır ki, Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretleri onu görmüş veya ondan söz nakl etmiş olsun. Hâce Alâeddin Attâr hazretleri her ne kadar bütün eshabının en büyüğü ve bütün halîfe ve naiblerin en önde geleni ve bu bakımdan onun önce anlatılması lâzım gelirken, halîfeleri, tabileri, eshabı ve ahbabı çok ve yüksek olduğundan ve bu yüzden anlatmaları uzun sürecek olduğundan, bunları Hazreti Hâce’nin cümle eshabından sonra zikretmek daha münâsib olur düşündük.

HAZRETİ HÂCE MUHAMMED PÂRİ(kaddesallahü teâlâ sırreh): Hâce Behâeddin hazretlerinin ikinci halifeleridir. Fazîlet ve takvâ ehli olup, zamanının en büyük âlimi ve vera‘ sâhibi idi. Tarikatta tarzları ve hâlleri hâcegân hânedânında hüccet ve burhandır. Hâce Behâeddin hazretlerinin hizmet ve huzuruna devâma başladığı ilk zamanlarında bir gün riyâzet ve mücâhede esnasında, Hazreti Hâce’nin kapısı eşiğine gelip, mes‘ûd kapılarının dışarısında bekler hâlde durmuştu. O sırada Hâce hazretlerinin hizmetçilerinden bir câriye [kadın hizmetçi] dışarıdan içeri girdi. Hâce hazretleri, dışarıda kim vardır? Diye suâl edince: “Bir pârisâ [zâhid kılıklı] civân [genç] vardır. Kapıda dikkatle durur, bekler cevabını verdi. Hâce hazretleri de dışarı çıkıp, Hâce Muhammed’i görünce, şaka yollu: Siz pârisâ imişsiniz” buyurdu. Hazreti Hâce’nin mubârek dilinden latîfe olarak çıkan bu söz, insanların diline düştü; Hâce Muhammed hazretleri bu lakab ile meşhûr oldu.

Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri, Hazreti Hâce’nin ikinci hac seferinde berader idi. Buyururdu ki, hazreti Hâce-i Büzürk Hicâz sahrasında bir muhlise [yani kendilerine] murakabe emr eylediler ve kendi sûretlerini hayalinde bulundurmağı [kendilerine râbıta etmeği] de buyurdular ve dediler ki, onun yolu cezbedir ve sıfatı celâl ile cemâl arasıdır. Telkîn-i zikir de eylediler ve nasıl olacağını siz biliyorsunuz buyurdular. O muhlise, dâimâ Hak teâlânın lutuf sıfatına yapışmayı ve fadl-ı ilâhî eteklerine tutunmayı ve amel karşılığında karşılık beklemekten kat‘-i nazar eylemeyi buyurdular. Söz ve fiillerinden kemâle âid her ne zuhûr ederse, onu yokluk deryasına atmayı ve devamlı nefsinin kusurunu görmek ipinin ucunu elden bırakmamayı emr eylediler. Ve yine Hâce hazretleri o muhlisin hakkında buyurdular ki, o muradlardandır. Bazen terbiye bakımından murada mürid şeklinde muâmele eylerler. İlk zamanlar o muhlisle konuşmasını emr buyurduklarında, bir gün yolda o muhlis önlerinde yürürken, ona bakıp, döndüler ve eshabına buyurdular ki: Onun meclisinde bulunanların her biri, kendi hâline göre ondan söz işitseler gerektir. Bir yerde de o muhlise mevhibet nazarı [teveccüh] ile nefes bağışladılar, tâ ki her kimle konuşsa, tesiri vâkı‘ ola ve her ne derse, o ola! Yine aynı yerde buyurdular ki: O her ne derse, Hak teâlâ onu yapar. Ben derim ki, söyle; o söylemez; ya‘nî edebe riâyet eder.

ŞİFE-5: Bu söz şer‘-i şerife muhâlif değildir. Bundan Hak sübhânehü ve teâlânın irâdesinin ve meşiyyetinin kulun irâde ve meşiyyetine tâbi‘ olması lazım gelmez. Belki bunun ma‘nâsı, bazı kullarda irâde ve meşiyyet kalmaz demektir. Zirâ Hak teâlânın öyle kulları vardır ki, kendi irâdesini Allahu teâlânın irâdesinde ifnâ edip [yok gibi edip] fenâ ve bekâ sıfatıyla muttasıf olup; hakîkî fakre ve tahkiki ubûdiyete mazhar olmuşlardır. Böyle bir kulun gönlü Allahu teâlânın kalemi mukabelesinde olmuştur. Allahu teâlânın irâdesine muhâlif olan onlara murad olmaz. Muradları Hak teâlânın muradı olur. “Allahu teâlânın bir takım kulları vardır ki, eğer onlar yemîn etseler, Allahu teâlâ onları elbette doğru çıkarır” sahîh hadîs-i şerîfi onlar hakkında vârid olmuştur. Onlar ledünnî ilme sâhib ve nefsin âfetlerinden mahfûz ve sâlim olmuşlardır. Nitekim Mevlânâ Celâleddin Rûmî (kuddise sırruh) onların hâlini anlatır.

Mesnevî:

Sen böyle istersen Hak da böyle ister, İstekleri verilir, böyledir muttakîler.

Ki o geçmişte hep Allah içindi,
Şimdi de muradını Allah verdi.

Bir yerde de, o muhlise Burh-i esved [siyah Burh] sıfatını bağışladılar. Burh-i esved, Mûsâ aleyhisselâm zamanında, insanların nazarında değersiz siyâh bir kul olup, Hak teâlânın dergâhında mahbûbluk derecesinde imiş, Rivâyet ederler ki, Benî İsrâil içinde Burh, bu ümmet içinde Üveys-i Karnî gibi imiş. Hâce Ubeydullah hazretleri buyururlardı ki, önceki ümmetlerde büyüklerden bir cemaat vardı ki, dil ile konuşmadan, sadece bir arada oturmakla birbirlerinin hâllerine vâkıf olurlardı. Onlara Burhiyân demişler. Muhammed Resûlullah’ın (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) zuhurundan sonra bu sıfatla sıfatlanmış olanlara Üveysî derler.

Yine Hâce Muhammed Pârisâ (kuddise sırruh) buyurdular: Hâce hazretleri Hicâz’da hastalandıklarında, vasiyet eylediler ve o esnada eshabın huzurunda o muhlise [veya muhlasa] hitab ettiler ve dediler ki: Hâcegân hânedanı hulefası tarafından mevhibet nazarı tarîkıyle teveccüh yoluyla, [ya‘nî kalbden kalbe akıtma yoluyla] bu zaife ulaşan her bir emâneti ve kendi gayretimle çalışıp edindiğim her şeyi size aktardık. Tıpkı âhiret kardeşimiz olan Mevlânâ Ârif de bize vermişti. Kabûl etmek gerek ve o emâneti Hak teâlânın kullarına eriştirmek gerek. O muhlis tevazu gösterip kabûl eyledi. Hicâz seferinden döndüklerinde eshabın huzurunda mevhibet nazarı [teveccüh] edip, tekrâr tekrâr buyurdular ki, [o muhlise, ya‘nî Muhammed Pârisâ hazretlerine] “neyim varsa, hepsini aldın”. Ondan sonra o muhlise her gün inâyet nazarını artırdılar.

Bir başka vakitte de şöyle buyurdular: “Mevlânâ Ârif onun hakkında ne dediyse, biz de onu deriz ve o söz üzerinde kesin olarak durmaktayız. Ama onun zuhûru bizim ihtiyârımıza mevkuftur. Ya‘nî biz âhiret seferini ihtiyâr ettikten sonra o ma‘nâ zuhûr edecektir. Ve hayatlarının sonunda buyurdular ki: Bâtınî ma‘nâ nisbeti demiş idim ve ona işâret etmiştim, elbette zuhûr etse gerektir. Ama yolun üzerinde bir kara taş vardır, onun kalkmasına bağlıdır.

ŞİFE-6: Şunu da bildirelim ki, Hâce hazretlerinin Harasenk, ya‘nî karataş buyurduklarından muradı, kendilerinin maddî bedenleridir. Ve bu sözün özü şudur ki, Hâce hazretleri, Hâce Muhammed Pârisâ’ya buyurdu: “Sana bir bâtınî ma‘nânın zuhurunun sözünü vermiştik. O ma‘nâ zuhur edecektir. Ama onun zuhûru, bizim âhırete sefer ihtiyar edip, maddî vucûdumuzun âlemden gitmesine bağlıdır. Zirâ büyük evliyânın bâtınî tasarrufları, dünyâ saltanatına benzer. Hakîkat noktası olan insan-ı kâmilin ma‘nevî oğlunun zuhûruna insan-ı kâmilin beşerî vucûdu mânidir. Sultan ile sultan olacak şehzâde hâli gibi. Zamanın imamı vucûd âleminde oldukça, saltanat nûru şehzâdede zuhûr etmez. Bir parça zuhûr etse de, asaleten değildir. Ve bu ma‘nevî saltanatın sultandan gitme zamanı geldiğinde, kâmil o müşâhedede kendini hem hâli‘ ve hem muhalla‘ [azl eden ve azl olunmuş] görür. Hak sübhânehü ve teâlâ ona bir şekilde iyilikte bulunmuştur ki, kendini kendi azlinde serbest görür. Hâce hazretlerinin, onun zuhuru bizim ihtiyârımıza bağlıdır kaydı, o ma‘nâyı ifâde içindir.

Yine Muhammed Pârisâ hazretleri buyurdular. Hazreti Hâce hayâtının sonunda o muhlisin gıyabında, onun hakkında buyurmuşlar ki, hiçbir zaman ondan [Muhammed Pârisâ hazretlerinden] incinmemiştim. Eshâbımızın her birinden incinecek bir şey olmuştur, ondan olmamıştır. Aramızda bir anlaşmazlık ve münâkaşa geçti ise de, yine bir hikmetle bizim tarafımızdan olmuştur. Birkaç gün ârizî olarak kalbim ondan dönmüştü. Ama şimdi bâtınım tamamen ona doğrulmuştur. Ve ben yine o söz üzereyim ki, Hicâz yolunda eshabın huzurunda demiştim. Eğer o şimdi burada olsaydı, onun hakkında evvelkinden çok der idim. O zaman çok nazar izhâr eylemişler ve o muhlisi çok anmışlar. Bunun için Allahu teâlâya hamd ederim!

Beyt:

Böyle güzel ümidler eklenir birbirine, Senin bu keremlerin sebeb cesaretime.

Buyurdular ki, Hâce hazretleri son hastalıklarında, o muhlis orada yokken eshab ve ahbab yanında onun hakkında buyurmuşlar ki: Bizim vucûdumuzdan [dünyaya gelmemizden] maksud, onun zuhurudur. Onu iki yolla, ya‘nî cezbe ve süluk ile terbiye eyledik. Eğer meşgul olursa, cihân halkı ondan münevver olur.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyururlardı: Bu nakli bu şekilde işittim ki, Hâce Behâeddin hazretleri Hâce Muhammed Pârisâ hakkında buyurmuş ki: Bizim vucûdumuzdan murad, Muhammed’in zuhûrudur. Buyururlardı ki, bu ibârede eyham [uzak ve yakın iki ma‘nâ] vardır. Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri, Hâce Behâeddin hazretlerinin son vefâtı hastalığında çok hizmetler edip, her sabah ve akşam huzurlarından eksik olmazmış. Bir gün çok lütf göstermişler ve buyurmuşlar ki, sizin bu kadar hizmet etmenize ihtiyacınız yoktur.

Bir gün Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin evlâdından bazı kimseler Semerkand’da Hâce Kefşîr mahallesinde Hâce Ubeydullah hazretlerinin yanına gelmişlerdi. Hâce hazretleri onlara sayılamayacak derecede ikrâm ve i‘zaz edip, sohbet esnâsında buyudular ki, bir azîz Hâce Behâeddin hazretlerini vefatından sonra rüyâda görüp: “Kurtulmamız için ne amel işleyelim” sormuş. Buyurmuşlar ki: “En son nefeste ne ile meşgul olmak gerek ise, onunla meşgul olun”. Ya‘nî en son nefeste, nasıl bütün varlığınla Hak teâlâya âgâh olmak lazımsa, hep o şekilde âgâh [gafletten uzak] olun. Sonra buyurdular ki: Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri (kuddise sırruh) ki, sizin büyük dedenizdir, teveccüh ve istiğrakla [nûrlara dalmada] o derecede idiler ki, birgün Hâce Behâeddin hazretleri (kuddise sırruh), Mezar Bağı havuzunun kenarına gelmişler; görmüşler ki, Hâce Muhammed Pârisâ ayaklarını suya sokup murakebe ile meşgul olup, kendinden geçmiş hâldedir. Hâce hazretleri peştamal kuşanıp suya girer, gelir ve ayaklarının üzerine yüzlerini koyar ve: “Yâ Rabbi, bu ayak hurmetine Behâeddin’e rahmet eyle” diye dua eder.

Reşahât sâhibi der ki: Hâce Ubeydullah hazretleri bu sözden sonra buyurdular ki: Bilmem ki, Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri (kuddise sırruh) en son nefeste işlenecek o amelden başka ne amel işlemiştir ki, bu dereceye erişmiştir.

HÂRİK-UL ÂDE HÂLLERİNDEN (kuddise sırruh): Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin yüksek mertebeleri, onu kerâmetlerle anlatmaktan yüksek ve a‘lâ ve yüce, makamları hârik-ı âdelerle onu tavsif etmekten yüksek ise de, bu silsile-i şerîfenin vesîka olan büyüklerinden dinlediğim birkaç menkıbesini yazmak cür’etinden kendimi alamadım. Kusuruma bakmazsınız inşaallahü teâlâ.

Bir kısım hizmetçileri anlattı: Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri dâimâ tasarruf [kerâmet] eser ve hâllerini, ellerinden geldiği kadar kimseye göstermemeğe ve hep gizlemeğe çalışırlarsa da, bir kere zarûrî olarak bir parça izhar ettiler. Çünkü saklamasında gönül sâhiblerine ihânet ve hadislerin senedi silsilesine töhmet gelecekti. Bu hadiseyi kısaca arz edelim.

Kudvet-ül muhaddisin Şeyh Şemseddin Muhammed bin Muhammed Cezrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mirzâ Uluğ Bey zamanında Semerkand’a gelmişti Mâverâünnehir muhaddislerinin senedlerini tahkîk ve tashîhle vazîfeli imiş, hasedçilerden bazıları kendisine, Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin, senedlerinin sağlamlığı belli değil iken, Buhârâ’da çok hadîs naklettiklerini, zât-ı âliniz onun senedlerini inceler ve araştırırsanız iyi olur dediler. Şeyh de bunun incelemesi ile alâkalandı ve Mirzâ Uluğ Bey’e, bu işin lüzûmunu bildirdi. Mirzâ da Buhârâ’ya bir haberci gönderip, Hâce hazretlerinin Semerkand’a gelmesini rica etti. Geldikten sonra Şeyh ve Semerkand şeyhülislâmı Usâmeddin ve asrın ekâbir uleması [büyük âlimleri] bir âlî [yüce] meclis tertîb edip [hazırlayıp], Hâce hazretleri de o mecliste yer almışlardı. Şeyh o mecliste, Hâce hazretlerinden kendi isnadları ile bir hadîs rivâyet etmelerini rica etti. Hâce de rivâyet etti. Şeyh, bu hadîsin sihhatinde hiç söz yoktur, ama bu esnâda, bana göre sâbit değildir, deyince, bu sözden, hased ehli hoşlanıp, biribirine gözleri ile işaret ettiler. Hâce hazretleri o hadis-i şerîfi, bir başka isnâd ile rivâyet etti. Şeyh o isnâd için de, önceki sözü söyleyince Hâce hazretleri anladı ki, hangi isnadı beyân etsem, ben bunu işitmedim diyecek. O zaman bu yanlış tutumdan Hâce hazretlerine gayret geldi; bir dakîka susup mürakebe etti ve sonra şeyhe dönüp şöyle buyurdu: Hazretiniz hadis ehli kitablarından filan mesnedi sahîh tutup onun isnadlarını mu‘teber sayarmısınız? Şeyh cevabında: “Evet, onun bütün isnadları tamamen mu‘teber ve mu‘temeddir [güvenilir] ve hadis ilmi erbabından hiçbir ferdin onda şübhesi yoktur. Eğer sizin isnadlarınız ona müsned [isnâd edilmiş] olaydı, isnâdınızın sıhhatinde [doğruluğunda] hiç sözümüz kalmazdı” dedi. Hâce hazretleri Hâce Usâmeddin’e dönüp buyurdular: Hazretinizin kitâbhânesinde filan rafta filân kitabın altında, bahis konusu olan mesnedi havî şu şekilde ve şöyle cild kapağı taşıyan bir kitab bulunmaktadır. İşte o kitabda birkaç yaprak sonra filan sahifede bu hadîs-i şerîf bildirdiğimiz isnadlarla geniş olarak zikr olunmaktadır. İnâyet buyurarak talebenizden birini gönderin de, hemen o kitabı getirsin!

Hâce Usâmeddin kendisine böyle bir kitabın bulunduğunda tereddüt etti. Mecliste bulunanlar ise, bu sözden hayretler içinde kaldılar. Çünkü hepsi de yakinen biliyorlardı ki, hiçbir zaman Hâce Usameddin kitâbhânesine gitmemişti. Bunun üzerine Hâce Usâmeddin husûsî adamlarından birini hemen gönderip, tarif edilen yerde ve şekilde öyle bir kitab bulursan, al gel dedi. O kişi gitti. Ta‘rif ettikleri yerde o kitabı bulup meclise getirdi. O hadîs-i şerîfin bildirdikleri sahifede, Hâce hazretlerinin nakl ettikleri tarîk ve isnâd ile, fazlasız ve noksansız yazılı olduğunu gördüler. Mecliste bulunanlarda uğultu bir coşma sesi yükseldi. Şeyh, mecliste bulunan âlimlerle şaşa kaldı. Bu arada Hâce Usâmeddin hazretlerinin şaşkınlığı hepsinden ziyâde olup görülmeğe değerdi. Zira kitâbhânesinde böyle bir kitabın bulunduğunu yakînen bilmiyordu.

Bu hadise Mirzâ Uluğ Bey’in kulağına ulaşınca, o da Hâce hazretlerini Buhârâ’dan getirdiğine üzülmüş, bozulmuş ve pişman olmuştur. Hâce hazretlerinden bu tasarrufun vuku‘u şöhretlerinin artmasına sebeb oldu. Asrının büyükleri ve ileri gelenlerinin onlara itikad ve teveccühleri bir kat daha arttı.

Mevlânâ Abdurrahîm Nistânî, Hâce hazretlerinin talebesi ve oğlu Burhâneddin Ebû Nasr Pârisâ hazretlerinin süt kardeşi ve ders arkadaşı idi. Söyle anlatır: Emîr Timûr oğullarından Mîrân Şâh Mirzâ oğlu Mirzâ Halîl Semerkand’da padişâh ve Mirzâ Şâhruh Horasan’da pâdişah oldukları zaman, Hâce hazretleri zaman zaman Müslümanların işlerini görmek ve onlara kolaylık sağlamak için, mezkûr padişahlara mektublar gönderirdi. Mirzâ Halîl’e, Hâce hazretlerinin bu davranışı hoş gelmezdi. Nihâyet hasedcilerin gammazlamasıyla o derece etkilenmişti ki, Buhârâ’da bulunan Hâce hazretlerine bir adam gönderip: “İnâyet edip [zorluk çıkarmayıp] deşt [sahra, yani şehir dışına] gitsinler. Kimbilir orada nice kimseler onların bereketli ayakları sebebiyle İslâm’la şereflenir” dedi. Hazreti Hâce: “Ne olur, önce ulularımızın mezarını ziyaret edelim, sonra gidelim” dedi ve hemen at hazırlayın buyurdu. Mevlânâ Abdurrahîm der ki, ben Hâce hazretlerinin atlarını ayarladım ve önlerine getirdim. Hemen ata bindiler ve hizmetçilerinden bir alay kimse yaya önlerine düşüp gittik. Evvela Kasr-ı Ârifân’da Hâce Behâeddin Nakşibend’in (kaddesallahü teâlâ sırreh) mezârına vardılar. Mezardan ayrılınca simalarında azamet ve heybet eserleri göründü. Oradan Emîr Külâl hazretlerinin kabrini ziyâret için Suhar’a geldiler. Bir zaman onların kabrinde kaldılar. Ziyaretten ayrıldıklarında atlarını kamçılayıp, yakında bulunan bir tepenin üstüne çıkıp, oradan Horasan tarafına yönelip şu beyti okudular:

Her şeyi alt üst eyle, ne alt kalsın, ne de üst, Öyle ki, herkes bilsin, bugün meydanda er kim.

Oradan dönüp Buhârâ’ya geldiler. Hemen o anda Mirzâ Şâhruh’dan Mirzâ Halîl’e yazılmış bir mektub geldi. Şöyle yazıyordu: “Şimdi geldim. Hiç gecikme, harb yerini belirt!” Hâce hazretleri buyurdular ki, o hükmü câmi’de minberde okudular. Sonra Semerkand’a Mirzâ Halîl huzûruna gönderdiler. Gerçekten Mirzâ Şâhruh hiç durmadan yetişip Mirzâ Halîl’i katl eyledi.

Nefehat-ül-Üns’de bildirilir: Hâce hazretlerinin müridlerinden biri anlatır: Hâce hazretleri son defa Hicâz’a gidecekleri zaman, veda esnasında: “Ey Hâce siz gittiniz” dedim. Gittik, gittik buyurdular. Tekrar söylemekten muradları, o seferde vefât edeceklerini haber vermekti. Hâce Ebû Nasr hazretleri o seferde babaları ile beraberdi. Buyururlardı ki, vefât ettikleri yerde yanlarında değildim. Vefâtlarından sonra geldiğimde, bir kere mubârek yüzlerini göreyim diye, yüzünü açtım. Gözlerini açıp gülümsediler. Şaşırdım, ne yapacağımı bilemedim. Ayakları ucuna geldim ve yüzümü mubârek ayaklarına sürdüğüm gibi, ayaklarını çektiler.

Bilesiniz ki, Hâce hazretleri Hicâz seferine iki kere çıkmışlardır. İlkinde pîrleri Hâce Behâeddin Nakşibend hazretleriyle idi ve o sefer Hâce Behâeddin hazretlerinin ikinci ve son hac yolculuğu idi. İkinci seferleri 822 (m.1419) Muharreminde olup, Beytullahı tavaf ve Seyyid-i enâm (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerinin Ravdasını ziyâret niyyetiyle Buhârâ’dan çıkıp, Nesef yolundan Safaniyan, Tirmiz, Belh ve Herat’a evliyânın mubârek kabirlerini ziyâret kasdıyla revân olmuşlardır. Her yerde sadât ve meşâyıh ve ulema Hâce hazretlerinin bu teşriflerini ganîmet bilip, enva‘-i izzet ve ikrâm ile karşılamışlardır. Nişapur’a geldiklerinde yolların tehlikeli ve havanın çok sıcak oluşu sebebiyle, eshab ve ahbab arasında birtakım konuşmalar oldu. Kısaca yola çıkmalarına bir engel zuhûr etti. O esnâda Mevlânâ Celâleddin Rûmî hazretlerinin divânından tefeül edip şu beyitler geldi.

Hak âşıkları yürüyün, sonsuz ikbâle kavuşun, Ay gibi revân olun, evcine mes‘ud burcunun, Bu yol Hakkın tevfikiyle, mubârek ve emîn olsun, Her şehirde, her sahrada ve her yerde ki, yürüsün.

Nişapur’dan o senenin Cemazil-âhiresinin onbirinci günü Hicâz tarafına yöneldiler. Sihhat ve âfiyetle Mekke-i Mükerreme’ye varınca, haccın rükün ve menâsikini edadan sonra, Hâce hazretlerine bir hastalık âriz oldu. Vedâ tavafını mehâfe ile eyleyip, oradan Medîne-i Münevvere’ye doğru yola çıktılar. Yol esnasında müjdelerle dolu nice işâretlerle, aynı ayın yirmiüçüncü günü olan Çarşamba günü Medîne-i Münevvere’ye dâhil olup, Cenâb-ı Risâletpenâh’dan (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) çeşit çeşit okşayıcı hâller müşâhede ettiler ve ertesi gün, ya‘nî Perşembe günü Hakkın rahmetine kavuştular. Mevlânâ Şemseddin Fennârî Rûmî ve Medîne halkı ve kafilede bulunanlar, Hazreti Hâce’nin namazını kılıp, cum‘a gecesi ve o mubârek yerde ve Emîr-ül müminîn Hazreti Abbâs’ın (radıyallahü teâlâ anh) kubbe-i şerîfleri civârında defn edilmişlerdir. Şeyh Zeyneddin Hâfî hazretleri Hâce hazretlerinin mezarına taş olarak Mısır’dan beyaz mermer yontturup, Medine-i Münevvere’ye getirmiştir. Kabr-i şerîfleri hâlâ o taş sebebi ile diğer kabirlerden ayrılır.

Rivâyet ederler ki, o zaman yaşı tahmînen yetmiş üç idi. Hâce Hazretlerinin vefâtı târihi için birisi bir kıt‘a yazdı. Şöyledir:

Kıt‘a:

İmam-ı ehl-i safa hâfızı Muhammed kim,

Hak kelâmın dileyen, gelsin ondan dinlesin, Kendisine sordular vefâtı târihini, Dedi Fasl-i hıtabım, târih olarak gelsin.

HÂCE EBÛ NASR PÂRİ(kuddise sırruh): Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin temiz şeceresinin [soy ağacının] meyvesidir. Lakabı Burhâneddin ve Hâfizuddin’dir. Mevlânâ Câmî Nefehat-ül Üns kitabında buyurur ki, Hâce Ebû Nasr Pârisâ hazretleri şerîat ilimlerinde ve tarîkat usûlünde yüksek babalarının mertebesinde idi. Lâkin nefy-i vucûd ve bezl-i mevcûdda, ya‘nî dervişlikte ve cömertlikte babalarını geçmişti. Hâlini gizlemede o derece dikkat üzere idi ki, onlardan kat‘iyyen bu tarîka adım atmak veya bu tâifenin ilimlerinden, hatta diğer ilimlerden bir şey bildiği anlaşılmazdı. Birisi kendisinden bir şey sorsa, bilmezlenip, kitaba müracaat edelim derdi. Ama kitabı açtıklarında, ya o mes’elenin olduğu yer açılırdı veya ençok iki üç sahîfe oynardı. Daha fazla olmazdı.

Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin hizmetçilerinden, çok yaşamış Pîr-i Halta denilen bir ihtiyâr vardı. O hazrete nice yıllar hizmet etmiş ve bu Ebû Nasr Pârisâ hazretlerinin de nice seneler hizmetinde bulunmuş idi. O büyük hânedana büyük bağlılığı vardı. Herat’a geldi. Birgün buyurdu ki: Mahdûmzâdemiz Hâce Hâfızuddin Ebû Nasr’dan işittim. Buyurdular ki, yüksek babamdan şu beyti dinledim:

Beyt:

Sabırlı ol, kanaat et, güzel bak, hüsn-i zan eyle,

Bu dördü huy edinenler, bir daha derd görmez, söyle!

Reşahât kitabını derleyen der ki, birgün Herat câmiinde ilim talebesinden bir bölük kimse Pîr Halat’ı ortaya alıp oturmuştuk ve kendisi Hâcegân, bilhassa Muhammed Pârisâ ve Hâce Ebû Nasr Pârisâ menkıbelerini bütün derinliği ile nakl etmek üzere idi. O sırada öğle ezanı okundu. Dinleyenlerden bazısı Pîr hazretleri sözünü bitirmeden, edeb dışı olarak, abdest yenilemeye kalktılar. Pîr dedi ki, Şu beyt Muhammed Pârisâ hazretlerinden işitilmiştir:

Kaza etmek mümkündür, kaçmış olan namazı, Sohbet zamanımızın mümkün değil kazası.

Hâce Ebû Nasr Pârisâ hazretlerinin vefâtı 865 (m.1461) senesindedir.

MEVLÂNÂ MUHAMMED FEGANZÎ (kuddise sırruh): Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin makbûl ve manzûru olan ahbabları zümresindendir. Feganze’de doğmuştur. Buhârâ ile Semerkand arasında Buhârâ’ya bağlı büyük bir kasabadır.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyururlardı ki, Mevlânâ Muhammed çok güzel yüzlü bir genç iken, Hâce Behâeddin hazretleri onu avlayıp, inâyet ve şefkat nazarları ile kabûl buyurmuşlardı. Ve Hâce Behâeddin hazretlerinin emri ile, onların vefatından sonra Hâce Muhammed Pârisâ’ya çok hizmet ve devâm etmişti. Buyurmuştur ki: “Ben Hâce Muhammed Pârisâ’ya çok mülâzemet eylemişim [çok hizmetinde bulunmuşum].” Hâce Behâeddin hazretlerinin bereketli himmetleri ve Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin inâyet nazarları ile cem‘iyyet [huzur, hep Rabbi ile olmak] nisbetine kavuşmuştur. Yine adı geçen Mevlânâ der ki: Çok defa Muhammed Pârisâ hazretleri yatsı namazından sonra mescidden çıkarken mescidin eşiğinde, asâsını mubârek sînesine dayar, eshab ve ahbabı ile iki üç kelime konuşur, sonra sükût eder ve o sükût hâlinde kendinden gaib olur ve o gaybetleri o kadar uzardı ki, müezzin sabah ezanını okur ve sabah namazını kılmak için yine mescide girerdi.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyururlardı: Hâcegân silsilesinde [büyüklerde] bu şekilde meşgul olmak uzak değildir. Bu gibi hâller devamlı, iştigalle kolay olur. Alışkanlık ve devamlılık ile amellerdeki külfet kalkar.

HÂCE MUSÂFİR HAREZMÎ (kuddise sırruh): Hâce Behâeddin hazretlerinin muhlislerindendir. Hâce hazretlerinin âhırete intikallerinden sonra yine onların şerefli işâretleriyle Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerine mulâzemet [devam] eyledi. Hâce Ubeydullah hazretleri kendisini görüp birlikte çok sohbetler etmişlerdir. Ve buyururlardı ki: Herat’a ilk gittiğimde, yolda Hâce Musâfir ile beraber oldum.

Hâce aslında Harezm’den idi. Çok yaşadı. Doksan yaşına gelmişti. Çok ulular ve dervişler sohbetinde bulunmuştu. Meşrebleri bu işe, ya‘ni tasavvufa uygun düşmüştü.

Hâce Musafir der idi ki: Hâce Behâeddin hazretlerinin mülâzemet ve hizmetlerinde idim. Ama sema‘a çok meyilli idim. Birgün Hazreti Hâce’nin eshabından bir bölük kimse ile anlaşıp, nağmeciler, defçiler ve neyzenleri hazır edelim ve Hâce hazretlerinin meclis-i şerîfinde meşgul olalım ve bakalım ne buyururlar. Öyle yaptık. Hâce hazretlerinin meclisinde sözcüler ve ney çalanlar getirdik. Hiç men‘ etmediler. Sonunda dediler ki: Mâ în kâr nemî künîm ve inkâr nemîkünîm, ya‘nî biz bu işi işlemeyiz, inkâr da eylemeyiz.

Ve yine Ubeydullah hazretleri Hâce Musâfir’den nakl eylediler: Hâce Musâfir der idi ki, bir gün Hâce Behâeddin (kuddise sırruh) bir bina yaptırıyorlardı. Cümle eshab orada idi. Büyük bir gayretle taş ve toprağa çalışıyorlardı. Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri o gün çamur karıştırma vazîfesinde idiler. Güneş tepeye eriştiğinde, hava çok sıcak oldu. Hâce hazretleri eshaba, biraz istirahat edin buyurdular. Hâce hazretlerinden izin duyulduğu gibi, herkes elini, ayağını yıkayıp, buldukları bir gölgede uykuya daldı. Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri de çamur karıştırdığı yerde, güneşe karşı, ayakları çamur içinde uykuya vardılar. Hâce hazretleri gelip, bütün eshabı seyrettiler ve Hâce Muhammed’in yanına geldiler. Onları bu hâlde uykuda görünce, mubârek yüzlerini Hâce Muhammed’in ayağına sürüp: “Yâ Rabbi, bu ayak hürmetine Behâeddin’e rahmet eyle!” diye yakardılar.

MEVLÂNÂ YAKUB ÇERHÎ (kuddise sırruh): Hâce Behâeddin hazretlerin büyük eshâbındandır. Zâhir ve bâtın ilimlerine sâhibdi. Gazneyn vilâyetinin Çerh köyünde dünyaya geldi. Mubârek kabri Hulfutû’dedir. Hülfutû, Hısar’ın köylerindendir.

Mevlânâ Hazretleri buyurdu ki: Hazreti Hâce Behâeddin (kuddise sırruh) huzuruna vâsıl olmadan önce de, onlara son derece muhabbet ve ihlâs üzere idim. Buhârâ’nın ekâbir ve ulemâsından fetvâ vermeğe icâzet aldıktan sonra asıl vatanıma dönmeğe azîmet eyledim. İşte o günlerde idi; bir gün hazreti Hâce’ye rastladım ve: “Beni hâtırınızın köşesinden çıkarmayın” diye çok tazarru‘ eyledim. “Gideceğin zamanda mı benim yanıma gelirsin?” Buyurdular. “Hizmetinize müştakım” dedim. “Hangi bakımdan?” dediler. Ulusunuz ve bütün halkın makbülüsünüz da ondan dedim. “Bundan iyi bir delil lazımdır. Belki bu kabûl şeytanîdir” buyurdu. Arz ettim ki, hadîs-i sahîhdir ki: “Allahu teâlâ bir kulunu severse, onun sevgisini kullarının kalbine koyar”. Benim bu sözümden tebessüm edip buyurdular ki: “Mâ azîzânîm”, ya‘nî biz azîzânız. Bu sözü işitince hâlim değişti. Zirâ:

Bir ay önce bir rüya görmüştüm ve bana o rüyada, “Azîzân’ın müridi ol” demişlerdi. Bu rüyayı unutmuştum. Hâce bu sözü söyleyince, gördüğüm o rüyayı hâtırladım.

Yine Hâce hazretlerinden: “Beni hâtır-i şerîfinizden çıkarmayın!” diye istirham ettim. Buyurdular ki, bir kimse Azîzân hazretlerinden hâtır istemiş, o da: “Hâtırda başkası kalmaz, bana senden bir şey bırak ki, onu görünce, sen hâtırıma gelesin” buyurmuşlar. Sonra kendi takkelerini bana verip: “Zâten senin bana verecek bir şeyin yoktur. Bâri sen bu takkeyi sakla! Onu gördüğün zaman, beni hatırlarsın, beni hatırladığın zaman yanında bulursun” buyurdular. Ve yine buyurdular ki: Dikkat et! Bu seferde Mevlânâ Tâceddin Deştkülekî’yi bul! O evliyâullahdandır. Hâtırıma geldi ki, ben Belh’e ve oradan vatanıma giderim. Belh nerede, Deştkülek nerede? Sonra oradan Belh’e hareket ettim. Her nasılsa bir mecburiyet çıktı ve ben Deştkülek’e düştüm. Hazreti Hâcenin işâreti hâtırıma geldi, hayretler içinde kaldım. Mevlânâ Tâceddin sohbetlerine eriştim ve görüştükten sonra Hâce hazretlerine muhabbet râbıtam kuvvetlendi ve yine bir sebeb zuhûr etti ve geri Buhârâ’ya döndüm ve Hâce hazretlerinin mülâzemetine geldim. Hâtırıma, hâce hazretlerine mürid olmak arzusu düştü. Buhârâ’da, kendisine itikadı tam olan bir meczûb var idi. Onu yol üzerinde oturur gördüm. Gideyim mi dedim. Tez git, dedi. Sonra önünde, yerin üstünde çok hatlar çekti. Kendi kendime bu hatları [çizgileri] sayayım; eğer tek olursa, bu arzumuzun doğruluğuna delildir. Allah tektir, teki sever. Saydım. Gördüm ki, tektir. Tam bir yakîn ile hâce hazretlerine vardım, irâdet getirdim. Bana vukuf-i adedîyi telkîn eylediler ve: “Elinden geldiği kadar adede riâyet eyle!” buyurup, benim delîl aldığım tek çizgi mes’elesine işâret eylediler.

Ve yine Ya‘kub-ı Çerhî hazretleri bazı eserlerinde yazmışlardır ki, Hak sübhânehü ve teâlânın illetsiz inâyeti ile bu fakîrde istek arzusu peyda olup, nihayetsiz fadl-i ilâhi yol gösterip beni Hâce Behâeddin Nakşibend’in (kuddise sırruh) sohbetine sevk etti. Buhârâ’da mulazemetleri ile şereflendim ve onların büyük keremleri ile nice iltifatlara kavuştum. Hidâyet-i samedî ile bende yakîn hâsıl oldu ki, onlar havas evliyâdandır ve kâmil ve mükemmildirler. Gaybî işâretler ve nice rüya ve vakı‘alardan sonra kelâmüllaha tefeül eyledim. Bu âyet-i kerîme geldi: “İşte onlar Allahın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy!” [En‘am-90]. Bir başka günde de, bu fakîrin meskeni olan Fetihâbâd’da Şeyh Seyfeddin Bâherzî hazretlerinin mezarına mütecevvih oturmuştum. İlâhî kabûl haberi erişip, kalbimde bir kararsızlık meydana geldi ve gayr-i ihtiyârî Hâce hazretleriyle görüşmek iktiza etti. Menzil-i şerîfleri olan Kasr-ı Ârifân’a gelince, Hâce Hazretlerini yol üstünde bekler gördüm ve bu bendelerine çok iyi muamele eylediler ve namazdan sonra bu fakîr ile sohbet ettiler. Onların heybeti beni öyle kaplamıştı ki, konuşmağa mecâlim kalmadı. Bu esnada buyurdular: “İlim ikidir, biri kalb ilmi, diğeri dil ilmidir. Kalb ilmi, ilm-i nafi‘ [faydalı ilim]dir. Onu nebîler ve resûller öğrettiler. Dil ilmi ise, âdem oğluna Hak teâlânın hüccetidir. Umarım ki, bâtın [kalb] ilminden sana bir nasîb ulaşır. Hadis-i şerîfde buyuruldu ki: “Sıdk ehli ile oturunca, onlarla sıdk üzere bulun. Zirâ bunlar kalblerin casuslarıdır. Kalblerine girerler ve himmetinizi görürler”. Biz memuruz. Kendiliğimizden kimseyi kabûl etmeyiz. Bu gece bakalım ne işâret olunur. Eğer seni kabûl ederlerse, biz de kabûl ederiz”. Mevlânâ Ya‘kub Çerhî hazretleri buyururdu ki: “Benim o gecem o kadar zor bir geçti ki, bütün ömrümde böyle zor ve sıkıntılı başka bir gece geçirmemiştim. Korktum ki, seâdet sebeblerine kavuşayım derken, sıkıntı kapısı açıla! Enva‘ı ızdırap ve korku ile sabah namazını kılınca, Hâce hazretleri buyurdular ki: “Müjdeler olsun ki, kabûl edildiniz. Biz az kimseyi kabûl ederiz, etsek bile geç kabûl ederiz. Bakalım, kim gelir, ne zaman gelir.”

ŞİFE-7: Hâce Behâeddin (kaddesallahü teâlâ sırreh) hazretlerinin: “Biz az kimse kabûl ederiz. Etsek de geç ederiz. Bakalım kim gelir, ne vakit gelir” buyurduklarının ma‘nâsının anlaşılması, bu tâife ıstılahâtında [husûsî dilinde] vaktin ne olduğunu bilmeğe bağlıdır. Mevlânâ Câmi hazretleri Nefehat-ül Üns kitabında, Aynül Kudât Hemedânî’yi anlatırken, Aynülkudât’dan bildirir: Babam ve ben ve şehrimiz ileri gelenlerinden bir cemâ‘at Mukaddem Sofî denen bir kimsenin evinde idik. Biz raks ederdik. Künyesi Ebû Sâid olan Fakîh Mahmûd sesle beyt okurdu. Babam da meclisimize bakardı. Dedi ki, Hâce Ahmed Gazalî hazretlerini keşf yoluyla gördüm ki, bizimle beraber raks ederdi. Ve şöyle şöyle elbise giyerdi diye de ta‘rîf etti. Bu hâlde iken Ebû Sâid dedi ki, ölmek istiyorum. Ben de öyleyse öl, dedim. O anda düştü ve vefât eyledi. Vaktin ma‘nâsı hâzır idi. Ya‘nî öldürtmeye ve diriltmeye sebeb olan sıfat hâzır idi. Ardından hâtırıma, yaşayana öl demekle öldürdüğün gibi, ölene, diril desen, diriltebilir misin düşüncesi geldi. Dedim ki, yâ Rabbi, Fakîh Mahmud’u dirilt. Ve hemen dirildi.

İlim ve irfân, zevk ve vicdân sâhibleri bilir ki; “Âlimler peygamberlerin vârisleridir” hadîs-i şerifi ve ma‘nâlı kelâmı, mutlak âlimlerin vârisliğini bildirmektedir. Yoksa sadece zâhirî ilimlerde âlim olanları değil, işte İslâm dininin ve şerîatinin koruyucusu olan âlimler dînî himâye ve Seyyid-i mürselinin şeriatının devam etmesi için, Allahu teâlânın peygamberlerinin vârisleri oldukları gibi, Hakîkat-i Muhammediyye sırrını taşıyan büyük evliyalar da, o din ve dünyâ sultanının ilâhî muhabbet hazînesi ve nihâyetsiz esrar definelerine mutasarrıf olup: “Allahu teâlâ ile öyle vakitlerim olur ki...” hazînesinin vârisleridir. Birinci fırka mülk âleminin nizâmına râgıb oldukları gibi, ikinci zümre de melekût âleminin intizamına tâliblerdir. İmdi bu taife-i aliyyenin dem dem [nefes nefes, zaman zaman] öyle vakıtleri olur ki, zebân-ı mu‘ciz beyân [hârikalar söyleyen dil] onu tavsiften lâl [suskun] ve kasır [kusurlu] ve zaman zaman bir saltanatları zuhûr eder ki, akl-i derrâk [anlama kuvveti] onu ihata ve ta‘rîfde âciz ve şaşkındır. O keyfiyetin beyânında gönül ehli çok söz söylemişlerdir. O mestliği [sarhoşluğu] bazılar şöyle beyân ettiler:

Onda bir sekir vardır, az sürse de o zaman,

Mut‘î görür zamanı, kendini hâkim o an.

İşte o nâdir zamanda bunların reddi red, kabûlü kabûl ve irâde okları hedefe tam isâbet edicidir. Bu ma‘nânın beyânında Mevlânâ hazretleri Mesnevî-i ma‘nevîsinde buyurmuştur:

Evliyâda ilâhî kudret vardır,

Yaydan çıkmış oku geri çevirir. Merdlerin gazabı bulut kurutur, Kalblerin gazabı âlemi harab eder.

Lâkin bu hâl, has kullara mahsus olup herkese müyesser olmadığı gibi, bu sırra mazhar olanlarda bile her zaman olacağı düşünülemez. Bildirilen hadîs-i şerîf sözümüzün doğruluğuna âdil şâhid ve uygun delildir. O hâlde zeki ve anlayışlı kimselere lâzımdır ki, evvelâ kâmil insan huzuruna erişmeğe gayret edeler ve bu devlete kavuşmak ele geçtikten sonra, gönül sâhibi bir büyüğün hizmetini [huzur ve sohbetini] izzet sebebi ve seâdet sermâyesi bilip, gerçek bir teveccühle vucûdunu [varlığını] feyiz kabûlune istidatlı kılıp, illetsiz inâyete müteveccih ve nihâyete erişmeği istemede kabûl zamanını sıdk ve ihlâsla gözetip dura. Bu açık beyândan ve kabûlu lâzım olan mukaddimelerden anlaşılmış oldu ki, müridlerin işini temam etmeleri ve nihâyete ulaşmaları hidâyet sâhiblerinin emrine bağlı kılınmıştır. O emrin [yapacakları işten] biri, müridin teveccüh ve iradette kemâlidir. Biri de mürşidin vaktin sâhibi bulunmasıdır. İki taraf bu iki hâlde değilse, ma‘nevî birleşme olmaz. Bu olmazsa, elbette netice de ele geçmez. Bu sebebdendir ki, Hâce Behâeddin hazretleri buyurdular ki, biz herkesi kabûl etmeyiz, edersek de geç ederiz. Zirâ kabul şartları gereği gibi bulunmak zordur. Zaman olur, mürid kabûle istidadlı bulunur, ama mürşid vaktin sâhibi ve kabûl sahibi olmaz. Zaman olur ki, vaktin sâhibi mürşid bulunur, ama istidadlı tâlib bulunmaz. İşte bu ma‘nâyı Hâce hazretleri kısaca, “amma” ile açıklayıp buyurdular ki, “Amma bakalım nasıl kimse gelir ve vakit nasıl olur”. Bu söz, tâlibi geç kabul ederiz sözüne illet [sebeb] gösterilmiştir. Ya‘nî biz tâlibi geç kabûl ederiz ve geç kabûl ettiğimizin sebebi, tâlibin nasıl geldiğidir. Ya‘nî sahîh [mükemmel, doğru] bir teveccühle mi geldi ve vaktin ma‘nâsı müsaid midir, demek isterler.

Ondan sonra kendi azîzleri silsilesini Hâce Abdülhâlık Gucdevânî hazretlerine varınca beyân eylediler ve bu fakîri vukuf-i adediye meşgul kıldılar ve buyurdular ki ilm-i ledünnînin evveli bu derstir. Bunu Hızır aleyhisselâm Hâce Abdülhâlık Gucdevânî hazretlerine öğretmiştir. Ondan sonra bir nice zaman daha onların hizmetlerinde oldum. O zamana kadar ki, bu fakîre Buhârâ’dan yolculuğa izin verdiler. Gitmeme izin verdikleri zaman buyurdular ki: Bizden sana ne erişmiş ise, ya‘nî tarîkat üsûllerinden ve hakîkat sırlarından size haber verilmiş ise, onları Allahu teâlânın kullarına ulaştır da onların seâdetlerine sebeb olsun.

Hâce Ubeydullah Taşkendî (kuddise sırruh) buyurdular: Mevlânâ Ya‘kub Çerhî (kuddise sırruh) dedi ki, Hâce Behâeddin hazretleri bize buyurdular ki; Hâce Alâeddin Attâr ile sohbet eyle! Hâce hazretlerinin vefâtından sonra ben nice zaman Bedahşân’da oldum. Hâce Alâeddin Attâr hazretleri Çağanyân’da yaşarlardı. Bu fakîre mektub gönderip: “Hâce hazretlerinin vasiyetleri, sizinle beraber olmamız şeklinde idi. Şimdi fikriniz nedir?” dedi. Mektubda yazılı olanları okuduğum gibi, Çağanyân’a geldim. Ve Hâce hazretleri âhırete intikal edinceye kadar mulâzemetlerinde [devâmlı sohbetlerinde] oldum. Vefatlarından üç gün geçtikten sonra Çağanyân’dan ayrılıp Hulfutû tarafına geldim.

Mevlânâ Ya‘kub Çerhî hazretleri ilk zamanlar bir nice zaman Herat câmiinde ve bir nice müddet Mısır’da ilim tahsîlinde bulunmuştu.

Hâce Ubeydullah hazretleri anlattılar: Mevlânâ Ya‘kub hazretleri buyurdular ki, Herat’ta kaldığım müddetçe yemeği Abdullah Ensârî’nin (kaddesallahü teâlâ sırreh) hazretlerinin Mülk pazarında bulunan hânekâhında yerdim. Zirâ onun şartında biraz müsamaha vardır. Vakfın aslında da ihtiyat etmişlerdir.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular ki, Gıyasiyye medresesi vakıflarında da sakınılmasa olur. Zirâ bunun da asıl vakfında ihtiyât bulunduğundan sâlihlerden ve verâ sâhiblerinden çok kimseler bu medresede kalıp mezkûr evkafın ni‘metlerinden fâidelenmeden kaçınmamışlardır.

Yine Ubeydullah-ı Ahrar (kuddise sırruh) Mevlânâ Ya‘kûb Çerhî hazretlerinden nakl edip buyurdular: Herat’ta bulunan vakıfların üç tanesi dışındakilerden yararlanılamaz: Biri Abdullah Ensârî hânekâhı, biri de Mülk hanekâhı, üçüncüsü ise Gıyâsiyye medresesidir. Bunlardan başka olan diğer vakıflarda şübhe ve tereddüd vardır. Bu sebebdendir ki, Mâverâünnehir uluları müridlerini Herat’a gitmekten men‘ etmişlerdir. Zirâ Herat’ta hâlal lokma az bulunur. Çünkü sâlik haram yerse, sülûku geriler, meş‘ûm tabîatı aslına döner, sırat-ı müstakîmden ayrılır.

Ve yine Hâce Ubeydullah hazretleri buyururlardı: Mevlânâ Ya‘kûb hazretleri Şeyh Zeyneddin Hafî hazretleriyle Mısır’da beraber okumuşlar. O asrın büyük âlimlerinden olan Mevlânâ Şihabeddin Sîrvânî hazretlerinin talebesi idiler. Birbirine benzer tarafları da vardı. Birgün Mevlânâ Ya‘kub hazretleri bu fakirden sordular ki: “Sen Horasan’da çok bulunmuşsun. Şeyh Zeyneddin Hâfî, müridlerinin rüyalarını ta‘bîrle alakalanıp, rüyaların ta‘birine ziyâde itibar ederdi. Öyle midir?” Ben de, “evet öyledir” dedim. Bu konuşma devam ediyordu ki, Mevlânâ hazretleri, mubârek ellerini sakallarına getirip, kendinden gaib oldular. Lahza lahza [an be an] kendilerinden gâib olmak âdetleri idi. Elleri tarak gibi sakallarında iken, o derece gaybet hâsıl oldu ki, mubârek başları göğüsleri üzerine düştü. Oturduğu yerde uykuya varan kimse gibi görünüyordu. Hattâ sakallarından birkaç beyaz kıl parmakları arasında kaldı. Bir sâat sonra kendine geldiler ve başlarını kaldırıp şu beyti okudular:

Güneşin kölesiyim, ne desem ondan derim,

Gece ve geceperest değilim, rüyâdan bahsedeyim.

Hâce Nâsiruddin Ubeydullah (radıyallahü teâlâ anh) hazretlerinin Mevlânâ Ya‘kub-ı Çerhî hazretlerine irâde ve nisbetleri sâbit olmakla, lâyık ve uygun olan Mevlânâ’dan sonra onları anlatmaktı. Lâkin Hâce hazretlerinin baba ve dedeleri, akraba ve evlâdının hâllerine dâir anlatılacak çok şey olduğundan ve sohbet meclislerinde bizzat kendilerinden duyulan yüksek sözler ve hâlleri bulunduğundan, büyük meşâyıh ile sayısız bereketleri hâvî nice sohbetleri var olduğundan, ayrıca ma‘rifet ve velâyete âid sayısız inci misâli sözler söylediğinden, bir de kendilerinden sâdır ve zâhir olan çok sayıda hârik-ı adât, kerâmet ve tasarruflarından bahsetmek en mühim maksadlardan bulunduğundan, vefât târihleri ve âhırete intikallerinin hikâyesi hakîkî matlûb, belki bu kitabın yazılmasının hakîkî sebebi olduğundan, hâcegân silsilesini hâvî bu makaleyi tamamladıktan sonra, işâret ettiğimiz bu tafsîlatı sonraya bıraktık.

HÂCE ALÂEDDİN GUCDEVÂNÎ (kuddise sırruh): Hâce Behâeddin hazretlerinin en ileri eshabındandır. Gucdevân’da dünyaya geldi. Mubârek kabirleri Filmerze’dedir. Filmerze Buhârâ’nın güneyinde îydgâha [bayram yerine] yakın bir köydür. Hâce hazretleri bu köyün ortasındaki tepenin üstünde medfundur.

Hâce hazretleri onaltı yaşında iken, Emîr Külâl hazretleri eshabından Emîr Kelân Vâşî hazretlerine erişip, kendilerinden zikir ta‘limi almıştı. Nitekim bundan önce Emîr Külâl hazretleri anlatılırken işâret etmiştik.

Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretleri buyurdular: Hâce Alâeddin hazretleri gençlik yıllarında Hâce Behâeddin hazretlerinin (kuddise sırruh) sohbet ve huzurları ile şereflendi ve Hâce hazretlerinin hayâtının sonuna kadar şerefli hizmetlerinden ayrılmadı. Hazreti Hâce’nin ahirete intikallerinden sonra, yine onların işâretleriyle kalan ömrünü Hâce Muhammed Pârisâ ve Hâce Burhaneddin Ebû Nasr Pârisâ sohbetlerinde geçirdi. Onlar da bunun sohbetini ganîmet addederlerdi.

Ve yine Hâce Ubeydullah hazretleri anlatırlardı: Hâce Alâeddin hazretlerinin istiğrakları [kendinden geçmeleri, nûr deryalarına dalmaları] kemâl üzere idi. Çok tatlı sözlü idiler. Bazen sohbet arasında kendinden gaib olurdu.

Yine buyururlardı: Hâce Alâeddin gibi, meşgul ve bu işe haris, ya‘nî tasavvuf ve hakîkate kapılmış az kimse görülmüştür. Son derece çok meşgul olduklarından [tarîkat vazîfelerini çok çok yaptıklarından], sanki bu nisbetin aynı olmuşlar idi.

Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri (kuddise sırruh) Hicâz seferine teveccüh ettiği zaman, kendisini de alıp gitmek istemişti. Ama o zaman kendilerinin ömrü sona yaklaşmıştı. Tahmînen doksan yaşlarında idi. O zaman dermansızlık, yorgunluk, güçsüzlük ve ihtiyârlık eserleri kendilerinde kemâl mertebede görünür olmuştu. Semerkand ekâbirinden birisi arz etmiş ki, Hazreti Hâce’den rica ettim ki, Hâce Alâeddin çok yaşlanmış, dermansız olmuştur. Hizmet görmek derecesinden geçmiştir. Bu seferden onu muaf tutsanız münâsib olurdu. Hâce hazretleri buyurdular ki: Bizim onlarla hiç işimiz yoktur. Sadece onları görünce hâtırımıza azîzler nisbeti gelir ve bu bize son derece yardım ve mededdir.

Hâce Alâeddin hazretleri buyururdu ki: Ben kendimi bileliden beri serçe burnunu suya koyup çıkardığı zaman kadar, uykuda ve uyanıklıkta bana gaflet yol bulmamıştır.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyururlardı: Hâce Alâeddin hazretlerinin gayet gâlib istiğrakları var idi. Buhârâ’da bulunduğum zaman onlar doksan yaşında idiler. Onlara mülâzemet ederdim. Bir gün Hâce Behâeddin (kuddise sırruh) hazretlerinin merkad-ı şeriflerini [kabrini] ziyâret niyetiyle, yaya olarak Kasr-ı Ârifân’a geldim. Ziyâretten dönerken yolun yarısına geldiğimde Hâce Alâeddin’e rastladım. Buyurdular ki: Ben sizi gece orada kalır sandım; onun için geldim. Bu sözleri üzerine, ben de onlara yoldaş olup, geri döndüm ve tekrâr ziyârete geldim. Yatsı namazını kıldıktan sonra buyurdular ki: Niyazmend, ya‘nî tâlib bir merdsiniz. Münâsib olan, bu gece uyumayıp, geceyi ihyâ edesiniz. Kendileri yatsıdan sabaha kadar öyle hareketsiz oturdurlar ki, ayaklarını dahi değiştirmediler.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyururlardı ki; Böyle rahat oturmak, tam cem‘iyyet [kalb huzuru] olmayınca mümkün olmaz. Cem‘iyyetsiz beden kuvveti böyle ihtiyâr yaşta bu şekilde oturmağa imkân vermez. Buyurdular ki: Mezâr-ı şerîfin [türbenin] şeyhi bir fakîr kişi idi. Türbeye iki kâse un aşı [çorba] getirdi. Büyük kâseyi Hâce’nin önüne koydu. Hepsini yediler. Ve yatsıdan sabaha kadar oturdular. Dışarı çıkıp abdeste ihtiyacları olmadı. Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular ki: Yaya olarak ziyârete gelip, dönerken yine yolun yarısını yaya olarak yürüdüğüm ve ardından hâce hazretlerine uyarak tekrar mezar-i şerîfe geldiğim için çok yorgun ve tâkatsız idim. Lâkin mecbûren onlara uyarak geceyi ihyâ etmek lâzım geldiğinden, gece yarısından sonra oturmağa mecalim kalmadı. En iyisi, kalkıp hizmet edeyim dedim. Hizmete başlayınca, Hâce hazretleri buyurdular ki, üstündeki ağırlığı mı atmak istersin? Oturamıyorum. İstedim ki, ayakta hareket ederek biraz hafifleyeyim ve biraz istirahat edeyim, dedim.

Yine Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular ki: Semerkand’da gözüm ağrıdı. Kırk gün kadar göz ağrısı çektim. Bu melâlet [rahatsızlık] esnâsında şehirden gitmek istedim. Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretleri ne kadar gitmeme mâni‘ olmak istedilerse de, geri kalmadım. Sonra Hâce Alâeddin Gucdevânî’yi görmek arzusuyla Buhârâ’ya hareket ettim. Zirâ Hâcenin hâllerini çok işitmiştim, lakin mubârek yüzlerini görmemiştim. Buhârâ’ya varınca, bir gün etrafı seyr için dışarı çıktım. Bir mescide uğradım. İçine girdim. Gördüm ki, nûr yüzlü bir pîr oturur. Kalbim o pîrin sohbetine çekildi. Önüne vardım. Beni gayet sağlam tuttu. Üç gün devamlı mülâzemet eyledim. Üçüncü gün buyurdu ki: “Üç gündür gelir bizimle sohbette bulunursun. Maksadın nedir? Eğer bize, şeyhdir, kerâmetlerini göreyim diye geliyorsan, istediğin burada bulunmaz. Eğer bizim sohbetimizden etkilenip, kendinde farklılık bulursan, bize mubâreksin” yahud buyurdu ki: “Sana mubârek olsun!” Ondan sonra hazreti Azîzân’a âid şu ruba‘iyi okudular:

Kiminle oturursan ve kalbin cem‘ olmazsa,

Sohbeti gidermezse senden dünyâ derdini, Sen onun sohbetinden teberri eylemezsen, Azîzlerin ruhları elbet bırakır seni.

Bu pîr Hâce Alâeddin Gucdevânî (kuddise sırruh) idi.

Ve yine Hâce Ubeydullah buyururlardı: İlk zamanlar çok sıkıntıda idim. Hâce Alâeddin Gucdevânî hazretlerinin sohbetine kavuşuncaya kadar sükûnete erişemedim. Onun sohbeti ile ancak rahatladım.

Yine Hâce hazretleri buyurdular. İrâde [tarikat vazifeleri] aldığım ilk zamanlarımda azîzler sohbetine çok erişirdim. Kimi beni kendi tarîkatlarında meşgul ederlerdi. Huzûr ve cem‘iyyet nisbeti az bir teveccüh ile zâhir olurdu. O huzurun eserleri zuhura gelince bir başka şeyle emredip meşgul kılarlardı. O cem‘iyyet eseri gider, yerini tefrîka alırdı. Bu bakımdan çok hayranlık çekerdim ve sebebini bilmezdim. Nihâyet ma‘lûm oldu ki, bundan maksudları tarîk gayet azîzdir; az bir teveccühle ve kolay bir cem‘iyyet ile ele geçer şey olmadığını bildirmek imiş.

Buhara’da Hâce Alâeddin hazretlerine kavuşup, onların şerefli sohbetlerinin bereketleriyle, o tefrikalardan kurtulup, tarîkat yolu zâhir ve âşikâr oldu.

Yine Hâce hazretleri buyurdular: İbtidâ-i hâlimde itikadım bu idi ki maksudun hâsıl olması bir azîz ve kâmilin iltifatına bağlıdır. Kâmilin bir nazar ve iltifatıyla maksud ele geçer. Hâce Alâeddin hazretlerine eriştiğim zaman, buyurdular ki, sizin itikad ettiğiniz şeye meşgul olunuz ki, çalışma ve gayretin büyük kolaylığı vardır. Çalışmadan ele geçen devâm etmez.

ŞİFE-8 : Ey birader, mukadder olan meydana gelir deyip talebenin gayret ve çalışmayı bırakması doğru değildir. Kula, işi teslim ve tefvîz mühim olduğu gibi, yeri geldiğinde çalışmak da mühimdir. Terki yanlış, ziyân ve hafîfliktir. Hikmetin gereği budur ki, sâlik hiç birinde ifrat ve tefrît etmeyip, çalışma ve teslîmin her biriyle amel etmelidir. “İnsan için çalışmasından başkası yoktur” [Necm-39] âyet-i kerîmesini alıp çalışmayı teslîme tercîh edenlerin sözleri doğrudur. Yeri geldiğinde çalışmak teslîmden mühimdir. Ama başlangıca bakıp teslîm ve tefvîzi [Hakka bırakmağı] çalışmağa tercih edenlerin de sözleri hakdır. Bakışlarının yeri vardır. Birbirine ters değillerdir. Meselâ, bir kimse dese ki, gemiyi menzil-i maksuduna erdiren rüzgârdır, gemidekilerin geminin hareketini seyretmekten başka çareleri [yararları, etkileri] yoktur. Bu söz sahîhdir [doğrudur]. Biri de, gemicilerin gemideki aletleri, malzemeleri yerinde kullanması lâzımdır ki, menzil-i maksuda erişsin dese, bu söz de doğrudur. Bu iki söz birbirine aykırı değildir. Zira her ne kadar gemiyi maksada kavuşturan uygun bir rüzgar ise de, gemicilerin de bu iş için olan âlet ve malzemeyi yerinde kullanması gerektir. Şöyle ki gemici geminin dümenini aykırı tutarsa, herkes bilir ki, o uygun esen rüzgâr onu maksûda ulaştırmağa değil, belki felâkete ve helâke götürür. Eğer rüzgar uygun olmayacak olursa, gemicilerin aletleri kullanmasının hiç faydası olmaz. Bununla beraber kabûl mevhibe-i ilâhiyyedendir. Beha ile alınmaz. Tâlib olanın kabûl yolunda durması lâzımdır. Söyleyen ne güzel söylemiş:

Gerçi yâra kavuşmak ele geçmez gayretle, Ama ey gönül, yine, gücünce gayret eyle!

Gönül sâhiblerinin büyük bir kısmının teslîme meylinin sebebi budur ki, onlar emeller Kâbesine kavuşmada gayret ve teslimi anlamışlar ve kendileri teslîm tarafında bulunmuşlardır. Meselâ Kâbe’yi ziyârete azm etmiş kimsenin bir miktar yolu karadan, bir kısmı da denizden gitmesi icâbetse, yolculuğu karada olduğu zaman, hergün hareket etmesi [yürümesi] lâzımdır. Yoksa menzile kavuşamaz. Yolculuğu denizde olduğu zaman ise, onun hareket etmesi [yürümesi] lâzım gelmez. Burada durması gerektir. Eğer ben karada yürüyerek yol alırdım, buradada yürümeliyim derse, ona herkes güler. Zirâ büyük câhilliktir. İşlerin sonuna bakmayanlar, teslîm davasında bulunup, gayreti terk etsinler, terk için çalışmasınlar. Mesnevî’den:

Gayret hakdır, devâ hakdır, derd vardır.

Cehdini nefye cehd eden münkirdir.

Zirâ teslîm onların hakkı değildir. Rıza gemisine binmiş olmadığından maksuddan kalmaları mümkündür. Rızâ gemisine binip, gerçekten yolculukta olduğunu bilenler, teslîme meyillidirler. Bu yüzden mübtedilerin makamı [bulundukları yer] sırf gayret ve çalışma, müntehilerinki [sona kavuşmuş olanlarınki] teslîm ve rızâdır.

Ve yine Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretleri buyurdular: Kırk gün kadar Hâce Alâeddin hazretleri ile görüştük, birlikte bulunduk. Bir gün Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin tasarruflarının kemâlini ve meclis-i şerîflerinin tesîr ve bereketinden bahsedip, dediler ki: Zamane azîzlerinin dahî sohbetleri ganîmettir, her ne kadar geçmiş ulular mertebesinde bulunmasalar da! Hâce Behâeddin hazretlerinden naklen dediler ki: Ulular demişlerdir ki, diri kedi, ölmüş aslandan yeğdir.

Yine Hâce hazretleri buyurdular: Hâce Alâeddin hazretleri vefât edince, Hâce Ebû Nasr Pârisâ hazretleri va‘z edip, va‘z esnasında buyurdu ki: Hâce Alâeddin Gucdevânî komşumuz idi. Biz de onların inâyet ve himmetleri sâyesinde [şemsiyesi altında] emniyette ve rahat idik. Şimdi onlar Hakkın rahmetine kavuştular. Münâsib olan bundan sonra hazar ve havf [korku ve çekinme] üzere olmamızdır.

Hâce Alâeddin Gucdevânî hazretlerinin mürid ve hizmetçilerinden olan Mevlânâ Bedreddin Sarrafânî isimli bir aziz Buhârâ’da Sarraflar mahallesinde otururdu. İşte bu azîz anlatıyor: Hâce Alâeddin hazretleri Hâce Nasîreddin Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine icâzet verdiler. Ben Hâce Alâeddin hazretlerine, Hâce’ye tez icâzet verdiniz dedim. Buyurdular ki: “Hâce Ubeydullah bize tamam geldi ve bizden tamam gitti”. Mevlânâ Bedreddin dâima Buhârâ’dan Hâce Ubeydullah hazretlerinin mülâzemetine [sohbeti için] Semerkand’a gelirdi. Hâce hazretlerinin büyük eshabından bazısına demişler ki: Hâce Ubeydullah hazretleri Hâce Alâeddin’den icâzet alıp ayrıldılar. Hâce Alâeddin buyurdular ki: Sübhânallah! Bu Hâce Ubeydullah değil, belki Hâce Behâeddin’dir ki, tekrâr dünyaya geldi, nice bin kemâl ziyâde ile.

ŞEYH SİRÂCEDDİN KÜLÂL PÎRMESÎ (kuddise sırruh): Vabkenî kasabasının Pîrmes köyündendir. Buhârâ’ya dört fersah uzaklıktadır. İlk zamanlarında Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin azîz oğulları Emîr Hamza elinde irâdet getirdi, ama sonra Hâce Behâeddin Nakşibend eshabı silkine dâhil oldu. Emîr Hamza hizmetinde iken çok riyâzet ve mücâhede çekmiştir. O esnâda kendisine bir kere bir gaybet [kendini gaybetme hâli] el vermiş de, üç gün üç gece kendinden haberi olmamış. Emîr Hamza bu hâli öğrenince buyurmuş ki, kulağına, “Emîr Hamza diyor ki, kavuştuğu yerden öteye geçmeyip geri dön” deyin buyurdu. Bu sözü kulağına söylediklerinde, bir sâniye sonra his ve hareket hâsıl olup, şuurlu hâle geldi.

Hâce Ubeydullah hazretleri ilk zamanlarında onu görmüş, onunla sohbet etmişti. Buyururdular ki: Yirmi iki yaşında idim. Semerkand’dan Buhârâ’ya giderken, yolda Şeyh Sirâceddin Pîrmesî hazretlerinin köyüne uğradım. Çok alâka gösterdiler ve yanlarında kalmamı istediler. Gönlüm orada kalmağı kabûl etmedi. İzin istedim. Dediler ki bostana gidip, seyr eyle Horasan ve Irak’ı, belki her yeri görmüş tut! Ben de dedikleri bostanı seyr eyledim. Kalmağı düşünmediğim için kalkıp gitmek için izin istedim ve iki üç gün Şeyh Sirâceddin hazretlerinin yanında bulunduğumdan hâlleri ile alâkalandım. Gündüz çömlekçilik eder, gece çok otururlardı. Nasıl oturdularsa, meclisin sonuna kadar hiç değişmeden aynı uslûb üzere kalırdı.

Yine Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular: Mevlânâ Siraceddin Hirevî Semerkand’a gelip Mîrza Uluğ Bey medresesinde müderris olmuş idi. O anlatır: Ben Sirâceddin Pîrmesî’yi görmüşüm. İlmî kitabları gayet az tetebbu‘ etmiş iken, yine de meclis-i şeriflerinde ve latif sözlerinde bir tat ve lezzet var idi ki, ilim ehli ve dervişlerden çoğunun meclislerinde yok idi. Mezkûr Mevlânâ Sirâceddin çok dervişler görmüş ve bu tâifeden çok kimselere hizmet ve mülâzemet etmişti. Mefahas kitabını Hâce Sâinuddin’den okumuştu ve Şeyh Sirâceddin Pîrmesî’yle görüşüp onların sözlerinin tatlılığı ve bereketli meclislerinin letâfeti sebebiyle Hâcegân hânedânına gayet itikadları vardı.

Hâce hazretleri buyururlardı: Şeyh Sirâceddin bu silsile ahâlisinden idiler. Kim onları ziyârete niyyet etseydi, evini süpürmüş bulup, elinde süpürgeyi tutar görürdü. Bu sırrın izâhını sorduklarında, buyurdular ki: “Benim bir cin yoldaşım vardır. Ne zaman bana bir müsafir gelmek istese ve yola girse, gelir bana haber verir”.

Yine Hâce hazretleri buyurdular: Şeyh Sirâceddîn Pîrmesî dediler ki, bir gün Şeyh Ebûl-Hasan Işkî eshabından bir bölük kimseyle karşılaştım. Kendilerini kendime mürid edinmek istediğimi sandılar ve dediler ki: Ey Şeyh, olmaz. Vaktini boşuna harcama. Çünkü biz Ebûl-Hasan hazretlerinin tasarruf ve muhabbetleriyle buraya kadar dopdoluyuz deyip, ellerini boğazlarına getirdiler ve: “Daha alamayız. Siz kendi muhabbetinize bizde yer bulamazsınız” dediler. Onların bu sözlerinden bizde bir gayret meydana geldi ki, hepsinin kalblerine tasarruf edip, elbiselerini yırtmaya, yer üstünde yuvarlanmağa başladılar. Bir müddet akılları başlarından gitti. Anladım ki, o hâlden kendi kuvvetleri ile kendilerine gelemeyecekler, kendilerine gelmeleri için bir tasarruf daha yapmak lâzım oldu. Tasarrufdan sonra kendilerine geldiler. Ve son derece muhtac ve niyâz makamında oldular. Ben de kendilerine dedim ki: Biz sizin şeyhiniz Şeyh Ebûl Hasan ile bir çeşmeden su içeriz. Onlara irâdet ve niyâz bize irâdet ve niyâzdır. Ayrı ayrı görmek dervişlerdedir. Pîrlerde ayrılık yoktur.

Bazı azîzlerden şöyle işitildi: Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretleri ilk zamanlarında Şeyh Sirâceddin hazretleri ile çok sohbet etmişlerdir.

MEVLÂNÂ SEYFEDDİN MENÂRÎ (kuddise sırruh): Firket vilâyetine Menâr derler. Taşkend ile Semerkand arasında ma‘mûr bir kasabadır. Taşkend’e dört fersah mesâfededir. Mevlânâ hazretleri Hâce Behâeddin’in (kuddise sırruh) eshabının ulularından idi. Zâhir ve bâtın ilimlerine sâhib idi.

Şunu da belirtelim ki, Hâce Behâeddin hazretlerinin sohbetine devâm edenler arasında dört Seyfeddin var idi. Biri mahbûb, biri makbûl, biri makhûr ve biri de merdûd idi ki, her birinin ahvalinden bir nebze bahsedilecektir:

Kalblerin mahbûbu olan SEYFEDDİN, Mevlânâ Seyfeddin Menârî hazretleridir. Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin, mezkûr Mevlânâ’ya teveccühleri hadden ziyâde idi. Hâce hazretleri hayatta oldukları müddetçe, şerefli hizmetlerinden ayrılmadı. Hâce hazretlerinin vefatlarından sonra, yine onların şerefli işâretleri ile Hâce Alâeddin Attâr hazretlerinin hizmetinde bulundu.

Hâce Ubeydullah Taşkendî buyururdu: Mevlânâ Seyfeddin Menârî (aleyhirrahme) Hâce Behâeddin hazretlerine kavuşmadan önce, o zaman âlimlerinin meşgul olduğu ilim tahsîlinde idi. Emîr Hamza hazretlerinin hulefasından olan Mevlânâ Hüsâmeddin hazretlerinin babası Mevlânâ Hamîduddin Şaşî’nin talebesi idi. Hamîduddin hazretlerinden daha önce bahs edilmişti. Hâce hazretlerinin kabûlü ile şereflenip, resmî ilimle meşgul olmaktan vaz geçtiklerinde, buyurdular ki: Üstâdım Hamîduddîn’in ölümü hastalığında yanında idim. Mevlânâ’nın büyük ızdırapta olduğunu gördüm. “Ey mahdûm [efendim], bu sıkıntı ve ızdırabınız nedir?” Dedim. Tahsîlini terk ettiğimiz o ilimler için bizi dâima ayıblardınız, şimdi o ilimler nereye gitti, diye arz ettim. Mevlânâ Hamîduddin buyurdu ki: “Bizden gönül ve gönül hâlleri isterler, ya‘nî selîm kalb isterler. Bizde ise selîm kalb yoktur. Izdırap ondandır”.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular ki: İnsan sıhhatte iken kalb huzûru meleke olmamış ise, bütün beyin ve beden kuvve ve duygularının zaif olup eksilmeğe başladığı hastalık vaktinde gönül huzuru ve cem‘iyyet elde etmek gayet zor olur. Ehlüllahın hasta iyâdetine [ziyâretine] gelmelerinin sırrı, onların şerefli sohbetleri şerefiyle hastaya ruhânî biraz kuvvet hasıl olması ve zâhir alâkasının bir parça eksilmesidir.

Yine Hâce hazretleri buyurdular: Bu yolda yüksek sözleri ve büyük iddiaları olan bazı kimseleri, âhırete intikalleri zamanında gayet âciz ve huzursuz buldum. Bütün ma‘rifet ve hakîkatları o vakitte bertaraf olmuş idi. Elde edilmesi tekellüf ve ta‘amül [zor ve çabalama] ile olan bir şeyin, hastalık ve güçsüzlük vâkı‘ olunca, asla fâidesi olmaz. Bilhassa ruhun bedenden ayrılması zamanında -ki çok büyük zorluk ve şiddetli mihnettir- tekellüf ve taammüle kuvvet kalmaz.

Yine Hâce hazretleri buyururlardı ki: Mevlânâ Rükneddin Hâfî’nin nakli zamanında, Şeyh Behâeddin Ömer ve Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretleri ile hâzır idik. Mevlânâ Rükneddin hazretlerinin mahrem müridlerinden Mevlânâ Hâce ve hizmetçilerinden biri de orada idi. Başka kimse yoktu. Hani, o İmam-ı Gazâlî’nin tahkîkatını beğenmeyen Mevlânâ Rükneddin! O hâlde kendi itikadını beyân ve kelime-i tevhîdi tekrâr etmekten başka bir şey yapamadı. Bütün kazandıkları görünmez ve her fazîlet ve kemâli hebâ olmuş idi.

Hâce Behâeddin hazretlerinin kabûlü ile şereflenen MEVLÂNÂ SEYFEDDİN ise, hoşhân [güzel okuyan] Buhârâ’lıdır. Hâce hazretlerinin kavuşması şöyle oldu: Ticâret için Buhârâ’dan Harezm’e gidip, orada Hâce Alâeddin Attâr hazretlerinin sohbeti ile şereflendi. Onların yüksek meclislerinden ve sohbetlerinden son derece etkilenmişti. Sonra Buhârâ’ya döndüklerinde Hâce Behâeddin hazretlerinin sohbetine kavuştu ve seâdetlû kabûlleri ile makbûl olup ve Hâce hazretlerinden tarîkat alıp, gayretle meşgul oldular. Gaflet ehlinden olan eski ahbabları ile ülfeti terk ve hakîkat yolunda himmet kemerini gönül beline kuvvetli bağlayıp, büyük bir gayretle Hâcegân yolunda ilerlediler.

Hâce hazretlerinin makhûru olan [kahrına uğramış olan] SEYFEDDİN BÂLÂHÂNE’dir. Buhârâ âlimlerinin ileri gelenlerindendi. Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin amcası Hâce Hüsameddin Yûsuf ile Mevlânâ Seyfeddin Hoşhân ile gece gündüz beraber idiler. Mevlânâ Seyfeddin Hoşhân Harezm’den dönüp Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin tarîkatlarını ihtiyâr edip, bütün ahbablardan uzaklaşmıştı. O esnâda bir gün Hâce Hüsâmeddin Yusuf hazretleri Mevlânâ Seyfeddin Bâlâhâne ile Mevlâna Seyfeddin Hoşhân hazretlerinin evine gelmiş ve onunla yalnız sohbet edip demişler ki, biz birbirimizin eski dostu ve yârı idik. Aramızda çok arkadaşlık hukuku geçmiştir. Eğer sizin beyninize, seâdet nesîmi [rüzgârı] erişip, devlet sermayesi ve seâdet kimyâsı olan insan­ı kâmile hizmet size el vermiş ise, muhabbet ve sohbet hakkı olarak bizi de haberdar edesiniz. Belki biz de o seadete ve şerefe kavuşuruz diye sıkıca tenbihden sonra Mevlânâ Seyfeddin Hoşhân da Hâce hazretlerini bildirip onların şerefli sohbetinin iksîr özelliğinde olduğunu haber vermiştir. Ve Mevlânâ Seyfeddin Bâlâhâne de bu hususta onları tasdîk edip buyurdu ki, bir gün onlara rastladım. Bir yeni kürk giymişlerdi. Hatırımdan, ne olurdu bu kürkü bana verselerdi diye geçti. O anda hâtırımdan geçeni anlayıp, kürkü bana verdiler. Ben de onlar için şehâdet ederim dedi. Sonra Mevlânâ Seyfeddin Hoşhân’a, lütf edip vâsıta ol ve bizi onların hizmetine ulaştır dediler. Bu meşveretten sonra üçü birlikte Behâeddin’in (kuddise sırruh) hizmetine [huzuruna] gelip Hâce Hüsâmeddin Yûsuf ile Mevlânâ Seyfeddin Bâlâhâne de onların nisbet ve tarikatları kabûlüne kavuştular. Lâkin bir müddet sonra Mevlânâ Seyfeddin Bâlâhâne’den bir edebsizlik sâdır olmuş ki, ondan bu uygunsuz işin görülmesinden Hâce hazretlerinin temiz hâtırlarına bir leke geldi ve o sebebden sohbetlerinden uzak ve kahr ve gazab ateşiyle makhûr [kahr olmuş] hâl almıştır.

Bu hikâyenin geniş olarak izahı şudur: Bir gün Hâce hazretleri Buhârâ’nın bir mahallesinde, yanlarında Mevlânâ Seyfeddin Bâlâhâne olduğu hâlde bir yere giderken, âniden karşılarında o asrın büyük meşâyıhından, ahbabı ve müridleri bir hayli çok olan ve Hazreti Hâce’yi inkâr edenler arasında bulunan Şeyh Muhammed Hallâc göründü. Hazreti Hâce ile orada ayak üstü görüştüler. Hâce hazretleri kerem ve mürüvvetleri sebebiyle, ona müteveccih olup ayrılırken beş-altı adım yolcu ettiler. Bu hareketleri Mevlânâ Seyfeddin’in hoşuna gitmedi ve Hâce hazretleri dönünce, kendisi dönmedi ve Şeyh Muhammed Hallâc’a birkaç adım daha refakat etti. Hazreti Hâce onun bu edebsizliğinden son derece ağırlanıp gayrete girdi. Birden değişti ve çok müteessir oldular. Mevlâna Seyfeddin şeyhi yolcu etmekten dönünce, Hazreti Hâce kendisine: “Hallâc’ı göndermeğe gittin. Bu edebsizlik ile kendini yele, Buhârâ’yı sele verdin. Belki bütün âlemi harab eyledin” buyurdu.

Hazreti Hâce’nin bu kahr ve gazabından sonra, Seyfeddin Bâlâhâne hemen o gün vefât eyledi ve Özbeklerden Tokmak adlı bir aşiret çıkıp Buhârâ’yı kuşattı ve oraları virân ve talân edip çok can telef oldu.

Hizmetinde bulunanlardan bazısı Hâce Ubeydullah hazretlerinden bildirdiler. Hâce hazretleri buyurdu ki, Şeyh Muhammed Hallâc’ın, yedi halîfesi vardı. Birincisi Şeyh İhtiyâr, yedincisi Sa‘dî-yi Pîrmesî’ydi. Şeyh İhtiyâr ibtida-i hâlde [ilk zamanlarında] Hâce Behâeddin Nakşibend (kuddise sırruh) hazretlerine çok devâm edip, tam irâdet ve ihlâs üzere idi. Çok şaşılacak işlerdendir ki, adı geçen kişi bu kadar zaman Hâce hazretlerinin hizmetinde bulunmuş iken, sonradan onların sohbetini terk edip, gidip Şeyh Muhammed Hallâc’a yaklaştığı hâlde, yine de devamlı Hâcegân yolundan bahseder, onların şerefli nisbetlerini takviye ederdi.

Yine Hâce hazretleri buyurdular ki; ben Şeyh İhtiyâr’ın tarîkat kardeşini görmüşüm. Şeyh Hacı dedikleri bir dokumacı olup, Şeyh Muhammed Hallâc’ın halîfelerinden idi. Merv’de yaşardı. Zaman zaman işi icabı iplik satın almak için pazara giderdi. İşinden başka hiçbirşeyle alâkalanmaz, sağına ve soluna baktığı hiç görülmezdi. Dâima nazarı kademinde [gözü ayağını attığı yerde] olur, kendi nisbetine âgâh [uyanık] ve başka şeylerden gafil idi.

Yine Hâce hazretleri buyururlardı: Şeyh Sa‘dî-i Pîrmesî, Şeyh Muhammed Hallâc’ın son halifesidir. İlk zamanlarında Hâce Behâeddin hazretlerinin makbûl ve manzûrlarından idi. Ama sonra bir hadîse oldu da, o da gidip Şeyh Muhammed Hallâc’a mürid oldu. Ben onu da görmüşüm. Uzun yaşadı. Erzel-i ömre yetişti. Hâce hazretlerinin hizmetinde iken taze imiş. Hatta Hâce hazretleri kendisini, gayet yaşlı olan ninelerinin hizmetine vermişlerdi. Hâce hazretlerinin bir bağı var idi. Zerdâli zamanında Sa‘dî o bağa girip zerdâli almak istedi. Bahçıvan mâni‘ oldu ve vermedi. Sa‘di de: “Ey bahçıvan, ne kafasız adamsın ki, Hâce hazretleri bizden Hak sübhanehü ve teâlânın feyzini esirgemez, sen ise zerdâliyi esirgersin” dedi. Bu sözü Hâce hazretleri işittikte, çok beğendiler ve Şeyh Sa‘dî’ye inâyetleri oldu. Ama nihâyet bir umulmadık şey oldu ve Şeyh Sa‘dî Hacca gitmek için Hâce hazretlerinden izin istedi. Bu davranışı Hâce hazretlerinin ve eshabının hoşuna gitmedi. Ne kadar mâni‘ olmak istedilerse de, geri kalmadı. Hacdan geldikten sonra, bir daha Hâce hazretlerinden eski iltifat ve yakınlığı bulamadı ve varıp Şeyh Muhammed Hallâc’a mürid oldu.

Hâce’ye serhalkasının sohbetinden merdûd ve mahrûm olan Mevlânâ Seyfeddin Harezmî’dir. İlk zamanlar Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin muhib ve muhlislerinden olduğu hâlde, sonunda kendisinden beklenmedik bir hareket meydana geldi de, Hâce hazretlerinin sohbetinden uzak ve feyiz tesirli hâtırlarının inâyetinden mahrum ve mehcûr oldu.

Reşahât sâhibi der ki: Hizmetlerinde bulunanlardan bazısı Hâce hazretlerinden bildirir: Hâce hazretleri buyururlardı ki: Bu Seyfeddin’in sohbetten uzaklaşmasının sebebi şudur ki, onun zamanının çoğu ticaretle geçtiğinden, hâlinde bahillik ve tutuculuk vardı. Bir gün Hâce hazretlerini bir bölük eshabıyla ziyâfet için evine davet etti. Hâce hazretlerinin ve eshabının güzel âdetleri imiş ki, her zaman yemekten sonra meyve veyâ tatlı bir şey yerlerdi. Ve bu kaideye uymayan ziyâfete, demsiz ziyâfet derlerdi. Nasıl olduysa, Mevlânâ Seyfeddin o gün yemekten sonra herhangi bir tatlı getirmedi. Hâce hazretleri şaka yollu, gülerek buyurdular ki: Mevlânâ Seyfeddin, senin yemeğin demsiz oldu. Hâce hazretlerinin bu sözü ona çok ağır ve çirkin geldi. Ve bu ma‘nâ Hâce hazretlerine aksedip buyurdular ki: “Eğer sizin sermayeniz oniki bin altın olsa, nasıl olur?” Meğer onun düşüncesi hep, on iki bin altın sermâyeye sâhib olmaktı. Ondan sonra Hâce hazretlerinin teveccühü ondan kesildi ve onu hâtırlarından çıkardılar. İşte bu hadiseden sonra onun da Hâce hazretlerinin şerefli sohbetleriyle alâkası bitti. Kalbinde dünya sevgisi kuvvetlendi ve tam bir hırs ile dünyalık toplamağa koyuldu. Bütün vaktini ticarete ve dünyalık kazanmak düşüncesine verip, büsbütün gönül sâhiblerinin yolundan yüz çevirdi.

Birgün adı geçen Seyfeddin Merv yolunda bir kervân ile giderken yolları çok güzel bir bağa düştü. Kervân orada konakladı. Seyfeddin neş’e ve sürur ile çimen üzerine yatıp yuvarlanır ve: “Şeyhsizlik ne güzel şeydir” derdi. Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular ki: Mevlânâ Seyfeddin ne keremsiz adam imiş ki, Hâce Behâeddin (kuddise sırruh) hazretlerinin sohbeti gibi bir sohbetten ayrıldığından üzülmemiş.

Yine Hâce hazretleri buyurdular: Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin hizmetinden merdûd olanlardan birisi de, Mevlânâ Seyfeddin Menârî’nin kızkardeşinin oğlu idi. Mevlânâ Seyfeddin Firketî anlatırdı: Mevlânâ Seyfeddin hazretlerinin iki hemşîrezâdesi [yeğeni] vardı: Mevlânâ Muhammed isminde olan âlim ve zâhid bir genç idi. Hâce hazretlerinin terbiyesinde kimyâ nazarlarına kavuşmuş olup kemâl mertebede hakikatla meşgul idi. Diğeri Mevlânâ Şemseddin isminde ilim talebesi bir genç idi. Hâce hazretlerinin hizmetinde bulunurdu. Lâkin bir defa hizmette kendisinden bir ihmâl ve alâkasızlık hareketi görüldü ve bu yersiz iş yüzünden Hazreti Hâce’nin inâyet nazarından uzak düştü. Bir daha felah bulmadı.

Hadise şöyle vuku‘a geldi: Bir gün Hâce hazretlerine hâtırı sayılır müsafirler gelip, devlethânelerinde kaldılar. Su çok gerekli olduğundan Hâce hazretleri Mevlânâ Şems’e: “Var [git], nehirden suyu bu tarafa bağla” buyurdular. Mevlânâ Şems ihmâl davranıp biraz sonra huzûr-i şeriflerine geldi ve: “Rahatsızlandım, su yoluna su bağlayamadım, ya‘nî nehirden suyu arka veremedim” dedi? Onun bu ihmâl ve kaygusuz hareketi Hâce hazretlerine gayet kerîh [çirkin] gelip buyurdular ki: Mevlânâ Şems, kendini boğazlayıp bu derede kanını akıtmak senin için bu haberi getirmekten hayırlı idi. O ihmâlden sonra onun beyninde bir hastalık zuhur etti ve Hâce hazretlerinin hizmetini bırakıp Firket’e dayısı Mevlânâ Seyfeddin’in yanına gitti ve hâlini ona arz etti. Mevlânâ hazretleri ona: “Hâce Alâeddin hazretlerinin huzuruna git, yalvar. Belki merhamet eder de, senin günâhın için Hazreti Hâce’den şefaat ister. Onların bereketli teveccühleri ile Hâce hazretleri senin kusurunu bağışlar” dedi. Mevlânâ Şemseddin, dayısının dediğini yapmadı ve Buhâra’ya gidip Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerine hâlini arz etti. “Senin işin bizim yanımızda hallolmaz. Hâce Alâeddin’e gidin” buyurdu. Dönüp Firket’e gelince, Mevlânâ Seyfeddin kendisine: “Biz seni Hâce Alâeddin’e gönderdik, sen niçin başkasına gittin. Senin derdine devâ onun şifâhânesindedir [eczâhânesindedir] dedi. Mevlânâ Şemseddin yine Buhârâ’da Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerine geldi. Onlar da yine Hâce Alâeddin hazretlerine havâle ettiler. Bu defa Firket’e dayısının yanına geldiğinde öyle şaşkın ve aptal olarak gelmiş ki, aklında hiçbirşey kalmamış idi. Nihâyet o dereceye gelmiş ki, kendi çocuklarının adlarını dahî bilmez olmuştu.

Bahis konusu Şemseddin ile Hâce Ubeydullah hazretlerinin akrabasından Hâce İmâdül-mülk -ki ileride bahsi gelecektir- sıkı dost idiler. Bazen Hâce İmâd’ın adını bilmez, ona Ata diye hitab edermiş. Hâce hazretleri bu hikâyeyi anlattıktan sonra buyurdular ki: “Sâdık tâlib olanlar, evliyânın hâtırını korur ve şerefli emirlerine uyar, onların buyruklarını bütün maksad ve isteklerden önde tutar ve bunu kendine mühim iş bilirler.”

Hâce Behâeddin hazretlerinin hizmetinde bulunanlardan Mevlânâ Abdülazîz Buhârî (kuddise sırruh) buyururdu: Hâce hazretlerinin ve eshabının iksîr husûsiyeti taşıyan sohbetlerine tâlib olanlara üç edebe riâyet etmek mühimdir:

1-   Onların yanında kendinden her ne kadar makbûl amel meydana gelse, yine kendisine benlik ve varlık gelmemeli, belki nice zaman kendini hâsılatsız, muflis ve yoklukla görmeli ve hizmete daha çok çalışmalıdır.

2-   Kendinden her ne kadar kötü amel sâdır olacak olsa, yine ümidsiz olmayıp, gönlünü sıkıca tasarruf avucuna alıp hıfz etmelidir. Böylece tereddüdde olmamalı ve sohbet şerefinden yüz çevirip bir başka yere gitmemelidir.

3-   Her ne buyururlar ise, o hizmeti yerine getirmede acele etmelidir. Tâ ki maksûda vâsıl olup nasîbsiz kalmasın.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar