Guns, Germs and Steel (2005- ) Tüfek, Mikrop ve Çelik... Tv Dizisi
977 dk
Yönetmen:Cassian
Harrison, Tim Lambert
Senaryo:Jared
Diamond
Ülke:ABD
Sezon:1.Sezon
Tür:Belgesel,
Tarihi
Vizyon
Tarihi:11 Temmuz 2005 (ABD)
Dil:İngilizce
Müzik:Andy
Price
Oyuncular
Peter Coyote
Jared Diamond
Özet
Pulitzer
Ödüllü kitabın belgesel DVD’si.
“Neden
bazı medeniyetler fethetti, diğerleri ise fethedildi?” Bu belki de insanlık
tarihinin en temel sorularından birkaçı.
Uzun
bir süre bu soruları cevaplamaya çalışan fizyoloji profesörü Jared Diamond’a
göre bunun nedeni, çok tanıdık bir üçlüde saklı.
Diamond’ın
büyük ilgi ile karşılanan ve çok satanlar listesinde uzun süre bir numarada
kalan kitabı “Tüfek, Mikrop ve Çelik” bu soruya bir cevap arayışı
niteliğindeydi. Şimdi de National Geographic üç bölümlük bu film ile sizlere
cevapları sunuyor
Altyazı
1
Bölüm
Modern
tarih, fetihle dünyanın Avrupalılar
tarafından fethiyle şekillendi.
Yeni Dünya'ya gelen ve yerli nüfusun büyük bir kısmını yok eden birkaç yüz
İspanyol fatihi bu fethe öncülük etti.
Peki, başarılarının sırrı neydi?
Tüfek, mikrop ve çelik.
Avrupa kökenli insanlar, o zamandan bu yana
aynı şekilde, askeri güç, ölümcül mikroplar ve gelişmiş teknolojiden oluşan bir bileşim ile dünyaya hakim oldular.
Fakat bu avantajları başlangıçta nasıl elde
etmişlerdi?
Dünyada bu kadar çok eşitliksiz nasıl ortaya
çıktı?
Jared Diamond işte bu sorulara yanıt bulmak
için otuz yıldan fazla zaman harcamıştır.
Çağımızın en özgün düşünürlerinden olan
Diamond ipuçları aramak için dünyayı
dolaştı.
Kendisine zorlu bir görev seçmişti geçmişin tozlu sayfalarını karıştırmak ve modern dünyadaki iktidarın kökenlerini
keşfetmek.
Hayatımın geri kalanında ne konuda çalışırsam
çalışayım, asla tüfek, mikrop ve çelik sorusu kadar heyecan verici olamaz, çünkü
bunlar insanlık tarihinin en büyük soruları.
Sahip olanları sahip olmayanlardan ayıran
nedir?
Tüfekler, mikroplar ve çelik, insanlık
tarihini nasıl şekillendirdi?
CENNETTE
Jared Diamond'ın eşitsizliğin kökenlerini ortaya çıkartmak için yürüttüğü araştırma Papua Yeni Gine'nin yağmur ormanlarında başladı.
Diamond Los Angeles'taki California Üniversitesi'nde Profesör.
Eğitimi biyoloji üstüne, uzmanlık alanı ise insan
fizyolojisi.
Ama gerçek tutkusu hep kuşları incelemek oldu.
Burada kuşları gözlemlemeye bayılıyorum.
Kuşları gözlemlemeye yedi yaşımdayken, Amerika'da
başladım.
O zamanlar sadece kuşları tanımaya
çalışıyordum.
Buraya, Yeni Gine'ye geldiğimde yirmi altı
yaşındaydım ve yaşadığım, ilk görüşte
aşktı.
Bak, bak, bak, bak, bak.
Diamond o zamandan beri, Yeni Gine'ye düzenli seyahatler
yapmakta.
Ve şu anda adadaki kuş hayatı konusunda, önemli
bir uzman.
Günaydın Wontok.
Fakat çalışmaları sırasında Yeni Gine
insanları da aynı derecede ilgisini çekmeye
başladı.
Yirmi balık mı tuttun?
Yıllar geçtikçe binlerce Yeni Gineli'yi, tanıdım
ve sevdim.
Dillerinden bazılarını öğrendim ve kuşlar hakkındaki bilgilerimin çoğunu
onlardan aldım.
Yeni Gine'de en azından kırk bin yıldır
insanlar yaşamakta.
Kuzey ve Güney Amerika kıtalarında olduğundan çok daha uzun bir süre.
Yeni Gineliler dünyanın kültürel olarak en
çeşitli ve uyum sağlayabilen
insanlarından.
Peki, neden modern Amerikalılardan çok daha
fakirler?
Bu soru Diamond'a, otuz yıldan fazla bir süre
önce, kumsalda karşılaştığı Yali adındaki, bir adam tarafından sorulmuştu.
Beyaz adamın bu kadar çok kargosu varken, neden
biz Yeni Ginelilerin bu kadar az?
Yali'nin sorusu beni gerçekten şaşkına çevirdi.
Çok basit ve açık bir soru gibi görünüyordu.
Kolay ve apaçık ortada olan, bir cevabı
olduğunu düşünüyordum ama bana bu soruyu
sorduğunda cevabın ne olduğu konusunda hiçbir
fikrim yoktu.
Beyaz adamın bu kadar çok kargosu varken neden biz Yeni Ginelilerin bu kadar az?
Yeni Gineliler kargo kelimesini, ülkelerine
ilk defa Batılılar tarafından getirilen
eşyaları, tarif etmek için kullanırlar.
Kargo birçokları tarafından beyaz adamın kudretinin bir kanıtı olarak görülüyordu.
Kargoya neredeyse dinsel bir saygı ile
yaklaşıyorlardı.
Batılı koloniciler tipik olarak gücün ırk tarafından belirlendiğine inanıyordu.
Kendilerini yerli halktan genetik olarak, daha
üstün görüyorlardı.
Onlara göre, Batılıların bu kadar çok kargosu
varken Yeni Ginelilerde bu kadar az
olması, sadece doğal bir şeydi.
Bana göre ırk üzerinden yapılan, bir açıklama
çok anlamsız.
Yeni Ginelilerin genetik olarak daha az gelişmiş olmalarına inanmamı engelleyecek, gerçekten
akıllı birçok Yeni Gineli tanıyorum.
Öğrenmedeki çabuklukları, ve becerileri beni hep
etkilemiştir.
Dünya üzerindeki en zorlu şartlara sahip
ortamlara, ellerinde hiçbir şey olmadan gidip birkaç saatte bir barınak inşa ederek hayatta kalmayı
başarabilirler.
Nereden başlayacağımı bilemezdim.
Onlar olmadan bu çevre koşullarında çaresiz
kalırdım.
Peki, bu yetenekli insanlar neden metal
aletleri icat etmedi, büyük şehirler kurmadı ya da çağdaş uygarlığa ait araçları geliştirmediler?
Benim içinden çıktığım dünya çok farklı.
Amerika, dünyanın en zengin ve en güçlü ülkesi.
Birçok Yeni Gineli'nin hayal edebileceğinden çok daha fazla kargo ile tıka basa dolu.
Ama neden?
Bu Yali'nin öğrenmek istediği şeydi.
Nasıl oldu da dünyalarımız birbirinden bu
kadar farklı hale geldi?
Diamond, Yali'nin sorusunun başta
göründüğünden çok daha büyük ve karmaşık
olduğunu fark etti.
Soru gerçekten eşitsizliğin kökenleriyle, insanlık
tarihinin kendisi kadar, eski bir meseleyle ilgiliydi.
Antik zamanlardan beri neden bazı toplumlar diğerlerinden daha hızlı geliştiler?
Dünyanın büyük bölümünde insanlar kendilerine
bir yaşam kurma çabalarının başındayken, Mısırlıların büyük piramitleri inşa
etmelerine, olanak veren şey neydi?
Yunanlılar nasıl oldu da, bu kadar gelişmiş
bir medeniyet kurdular?
Ya da Romalılar?
Veya Mayalar?
Tüm büyük medeniyetlerin ortak bazı noktaları
var gelişmiş teknoloji, büyük nüfus ve
iyi düzenlenmiş iş gücü.
Eğer bunların nasıl ortaya çıktığını
anlayabilirsem tarihin akışı içinde bazı
toplulukların neden diğerlerinden daha hızlı
geliştiğini anlayabilecektim.
Diamond dünyanın sahip olanlar ve sahip
olmayanlar şeklinde ikiye bölünmesini araştırmak
için yola koyuldu.
Bu, çok az bilim adamının kabul etmeye, cesaret
edebileceği büyük bir meydan okumaydı.
Diamond bir bilim adamıydı, tarihçi değil.
İnsanlık tarihinin büyük bilmecelerini nasıl
çözebilirdi?
Eşitsizliğin nereden geldiğini anlamak için Diamond'ın eşitsizlikten önce, tüm dünyadaki
insanların aşağı yukarı aynı şekilde
yaşadığı bir zamanı belirlemesi gerekiyordu.
Saati binlerce yıl geriye, ilk uygarlıklardan daha öncesine çevirmek durumundaydı.
Tarih öncesine.
On üç bin yıl önce, son Buzul Çağı'nın tahrip edici etkileri artık bitmişti.
Dünya daha sıcak ve nemli hale geliyordu.
İnsanlığın geliştiği bölgelerden biri Orta
Doğu'ydu.
On üç bin yıl önce daha çok ormana ağaca ve bitkiye sahip olan Orta Doğu bugünkünden çok daha az kuraktı.
Buradaki insanlar o zamanlar dünyadaki tüm diğer insanlar gibi yaşıyorlardı gezici küçük gruplar halindeki avcı-toplayıcılar
olarak.
Genelde hareket halindelerdi, avlayacak hayvan
ya da toplayacak yiyecek buldukları yerlere
barınaklar kuruyorlardı.
Bu barınaklarda haftalarca ya da aylarca
kalabiliyorlardı, kendilerini besleyebildikleri sürece.
Fakat mevsimler değiştikçe ve hayvanlar göç
ettikçe bir sonraki vadiye ya da tepeye
doğru, yeni yiyecek kaynakları aramak için hareket ediyorlardı.
Dünyada avcı-toplayıcı insanları bulmanın hala mümkün olduğu az sayıdaki yerlerden
birisi Papua Yeni Gine'nin yağmur ormanı.
Bu hayat tarzını sadece arkeoloji kitaplarından
okumak yerine, buna doğrudan doğruya şahit olarak on üç bin yıl önce hepimizin nasıl yaşadığını ve nasıl yiyecek bulduğunu görecek kadar
şanslıydım.
Bir hayvanı yakalamak, yetenek, sinsilik ve yüzlerce hayvan türü hakkında ansiklopedik
bilgi gerektirir.
Bir avcı olmak için oldukça akıllı olmanız
gerekir.
On üç bin yıl önce Orta Doğu'daki insanlar,
aynı şekilde, bulabildikleri tüm avların izini sürerek avlanıyorlardı.
Fakat avcılığın en temel sorunu, yeterli
yemeği bulmak için asla verimli bir yol olmamasıdır.
Her bir hayvanı takip etmek zaman alır.
Ayrıca bir ok ve bir yay ile avın nasıl sonlanacağını kestirmek zordur.
Tam oluyordu.
Bu defa olacak.
Çek, çek, bırak.
Bir defa daha.
- Yayı güçlü çek.
- Bu kez yapıcağım merak etme.
- Güçlü çekersen daha uzağa gider.
- Ok kırılıyor.
Hayır, yeterince güçlü çekmiyorsun.
- Hiç de güçlü değilsin.
- Güçlü değil miyim?
- Yeterince güçlü çekmen gerekiyor.
- Bak şimdi çok güçlü çekiyorum.
Gördünüz mü?
Bakın.
Birinci sensin, ikinci de ben.
Avcılık bu kadar tahmin edilemez olduğu için geleneksel toplumlar genellikle yiyecek toplamaya daha fazla güvenmişlerdir.
Papua Yeni Gine'nin bu bölgesinde toplama işi kadınlar tarafından yapılmakta.
Buradaki önemli yiyecek kaynaklarından biri
yabani sagu.
Sagu palmiyesinin kabuklarını soyarak, ağacın
ortasında bulunan ve daha sonra hamur
haline getirilip pişirilebilen öze ulaşırlar.
Fiziksel olarak daha zorlu bir iş olsa da toplayıcılık avcılıktan daha verimli, bir
yiyecek edinme yöntemidir.
Fakat gene de büyük bir nüfusu beslemek için gerekli olan kaloriyi sağlamaz.
Etrafımızdaki bu ormanın, çok bereketli
olduğunu düşünebilirsiniz, ama değil.
Ormandaki ağaçların birçoğu ürün vermez, bizlere
yenebilecek bir şey sağlamaz.
Birkaç sagu palmiyesi var ve diğer ağaçlar yiyebileceğimiz herhangi bir şey sağlamıyor.
Sagunun da kendine özgü kısıtlamaları var bir ağaç otuz kilo civarında sagu sağlar.
Bu ağacı işlemeleri üç ya da dört günlerini
alır, yani bu gerçekten pek de fazla olmayan yiyecek için çok fazla iş demek, ayrıca
sagu nişastası protein bakımından fakirdir
ve sagu uzun süre saklanamaz.
Avcı-toplayıcı toplumların seyrek nüfuslu
olmasının sebebi budur.
Eğer çok fazla insan beslemek istiyorsanız
farklı bir yiyecek sağlama yöntemi ve
verimli bir çevre bulmak durumundasınız ve
bu ortam saguların olduğu bir bataklık olamaz.
Orta Doğu'da toplamak için çok farklı bitkiler
vardı.
Ağaçların arasında yabani olarak yetişen iki
tahıl vardı arpa ve buğday.
Sagudan çok daha fazla miktarda ve çok daha
besleyici.
Bu basit bitkiler insanlığı, modern medeniyete
götüren yola sokarak büyük bir etkide
bulunacaklardı.
Fakat bunun olması için iklimde katastrofik bir değişim olması gerekliydi.
On iki bin beş yüz yıl önce dünyanın iklimi çok değişken bir hale geldi.
Son buzul çağını bitiren uzun vadeli erime aniden tersine döndü.
Küresel sıcaklıklar düştü ve buzul çağı koşulları geri döndü.
Dünya daha soğuk ve daha kurak bir yer haline
geldi.
Orta Doğu'da çevresel bir çöküş yaşandı.
Hayvan sürüleri birbiri ardına öldü.
Birçok bitki için de aynısı geçerliydi.
Kuraklık bin yıldan daha uzun sürdü.
İnsanlar daha uzun yolculuklar yapmak ve yiyecek kaynağı bulmak için çok daha fazla çaba sarf etmek zorunda kaldı.
Fakat tüm bu koşullara rağmen bir şekilde hayatta kalmayı başardılar, hatta geliştiler.
Burada, Orta Doğu'da yeni bir yaşam şekli
ortaya çıkıyordu, dünyanın görünüşünü değiştirecek bir yaşam şekli.
lan Kuijt, Orta Doğu'nun Taş Devri Tarihi
üzerine uzmanlaşmış, Kanadalı bir arkeolog.
Araştırması Lut Gölü yakınındaki Ürdün
Vadisi'nde bulunan ve Dhra olarak
bilinen bir yerleşim alanı üstüne odaklanmış.
Kuijt kazının yöneticilerinden biri ve uluslararası bir arkeoloji ekibi ile
birlikte çalışmakta.
Avcı/toplayıcı toplulukların barınaklarından çok daha karmaşık olan antik yerleşim
yerlerinin kalıntılarını açığa
çıkardılar.
Bunun küçük bir köy, dünyadaki ilk yerleşik köylerden biri olduğunu
düşünüyorlar.
İnsanlar kök salmaya başlıyorlardı.
Aynı yerde yaşayan, 40-50 insandan oluşan bir
köy olabilir.
Kısmen yere çakılmış oval kulübelerden bir sıra olabilir ve bunlar insanların
yerleşik halde, gerçek anlamıyla topluluklar halinde yaşadıkları ilk zamanlar olabilir.
Yerleşim alanının radyokarbon tarihini
belirlediklerinde, köyün ilk olarak on bir bin beş yüz yıl önce ortaya
çıktığını buldular.
Orta Doğu'daki kuraklığın bitişi ile aynı
zamanda.
Fakat şartlar bu kadar zorken bütün bir köyü beslemek nasıl mümkün olmuştu?
Dhra'daki dört yıllık kazının ardından arkeologlar bir yanıt bulduklarına inanıyordu.
Yanıt bu eşsiz yapıda gizliydi.
Burada gördüğünüz, buradan buraya kadar uzanan çamurdan bir duvarın ana çizgileri.
İçeride dikey pozisyonda, üzerinde oluklar
olacak şekilde yontulmuş bir dizi kaya
var ve bunların üzerinde de bir dizi kiriş olmalı.
Onların üstünde bir zemin, esasen tahılları ya
da herhangi bir bitkiyi alıp, kurutup
koyabilecekleri, böceklerden, nemden ve sızan sudan koruyabilecekleri kuru, nemi kontrol edilebilen
bir yer elde etmişler.
Bizim bakış açımıza göre, ortaya çıkan şey muhtemelen dünyanın ilk tahıl ambarı yiyecekleri belirli bir mekanda, yıllık
olarak depolayabilecekleri bir yer.
Dhra'daki ekip ambarın köy merkezinde bulunan oval biçimli ve çamurdan duvarlara sahip bir bina tahılların ortak olarak depolandığı bir yer olduğuna inanıyor.
Depolanan tahıllar esas olarak buğday ve
arpaydı.
Diğer bitkileri bulmak artık mümkün değilken bu tahıllar hayatta kalacak kadar sağlam ve yıllarca depolanacak kadar dayanıklıydı.
Fakat kıtlık yaşanan bir zamanda bir ambarı dolduracak kadar tahıl nasıl olabilirdi?
Cevap insan davranışında kökten bir değişime
işaret ediyor.
Orta Doğu'da yaşanan kuraklığın bir noktasında insanlar kendi yiyeceklerini yetiştirmeye
başladılar.
Gezici bir hayat şeklini sürdüremeyince, bulabildikleri
su kaynaklarına yakın yerlerde kaldılar ve
çevrelerinde yeni arpa ve buğday tarlaları oluşturdular.
Yiyecek kaynaklarını farklı yerlerde aramak
yerine insanlar ilk defa bu kaynakları kendi
yakınlarına çektiler.
Sadece hasat edilmiş yiyecek olarak değil, aynı
zamanda tohum olarak da.
Bunları köylerinin yakınında yetiştirdiler.
Bu, dünyanın herhangi bir yerinde gördüğümüz
gerçekten ilk örnek.
Orta Doğu'nun Taş Devri insanları çiftçi
oluyorlardı.
Dünyanın ilk çiftçileri.
Bu yeni çiftçiler farkında olmaksızın çevrelerindeki ekinlerin niteliklerini
değiştiriyordu.
Ekme ve hasat sürecinin her döngüsünde
tohumları en büyük, en lezzetli ya da tohumları toplanması en kolay olan arpa ya da buğday başaklarını tercih
ediyorlardı.
Bu bitkilere yabanda yaramayacak olan özellikler insan eli ile geliştiriliyordu.
Döngüye müdahale ettiler.
Çevrenin olağan düzenine müdahale ettiler ve kendilerine en fazla kazancı sağlayacak
olanları ödüllendirerek bu bitkileri seçmeye
başladılar.
Her ne kadar rastlantısal olsa da, bu sürecin
başlaması, insanların doğayı kontrol
etmeye başlamasıydı.
Ekinlerin insan müdahalesi yolu ile
değiştirilmesi yöntemi tarımda
evcilleştirme olarak biliniyor.
Bugün bu iş, genleri seçerek, insanlar için daha yararlı olacak ekinler üreten bilim
insanlarının olduğu araştırma laboratuvarlarında
yapılıyor.
Bu, belirli bir plan çerçevesinde dikkatle
yürütülen bir süreç.
Fakat binlerce yıl önce Orta Doğu'da
çiftçilerin bilinçsizce yaptıklarından çok
da farklı değil.
Tarıma geçiş insanlık tarihte önemli bir dönüm
noktasıydı.
Avcı/toplayıcı olarak kalan insanlar, dünyanın
hiçbir yerinde çiftçiler kadar yiyecek üretemediler, depolanabilecek kadar yiyecek
de üretemediler.
Hep kronik bir dezavantajları olacaktı.
Şimdi, insanların antik dünyanın başka hangi yerlerinde çiftçi olduklarını öğrenmem
gerekiyordu.
Eğer tarımın yayılması ile uygarlığın yayılması arasında bağlantılar
kurabilirsem, Yali'nin sorusunu cevaplamak adına doğru yoldayım demekti.
Antik dünyada birbirinden bağımsız olarak tarımı geliştiren sadece birkaç bölge vardı.
Orta Doğu'dan kısa bir süre sonra Çin geldi, insanlar
burada yüksek verimli diğer bir tahıl
olan pirinç yetiştiriyordu.
Amerika'da da tarım yapılan bölgeler ortaya
çıktı, buradaki tarım mısır, kabak ve baklagillere dayalıydı.
Daha sonra, Afrika'da insanlar süpürgedarısı, akdarı
ve yer elması yetiştirdiler.
Ve tarımın görüldüğü yerlerin çoğunda, tarımı,
görece büyük ve gelişmiş bir medeniyet izledi.
Fakat bir istisna vardı.
Tarımın aynı yararları sağlamadığı yer Yeni Gine'nin dağlık bölgeleridir.
Batılıların, Yeni Gine'yi kolonileştirmelerini
takip eden 50 yıl boyunca batılılar iç kesimlerde bulunan dağlık bölgelerdeki
vadilerde yerleşim olmadığını sandılar.
Aslında bu bölgeler dünyanın en eski tarım
sistemlerinden birine sahip, adanın en yoğun nüfuslu yerleriydi.
Arkeologlar burada insanların yaklaşık on bin yıldır tarım yaptıklarını düşünüyor, yani
neredeyse Orta Doğu'da bulunan insanlarınki kadar bir süre.
Bu insanların, Yali'nin halkının, dünyanın ilk çiftçilerinden olduklarını düşünmek çok
şaşırtıcı.
Fakat çiftçilik yaptılarsa neden Orta
Doğu'daki, Çin'deki ya da Orta Amerika'daki insanların medeniyete doğru gittiği yoldan gitmediler?
Neden kendi mallarını üretir hale gelmediler?
Şüphesiz Yeni Gine'deki çiftçiler dünyanın diğer yerlerindeki çiftçilerden daha
yeteneksiz değiller.
Peki, fark neydi?
Dağlık bölge tarımı, tahıllardan çok farklı
olan bu taro kökleri gibi ürünlere
dayalıydı.
Taro yetiştirmek çok daha fazla emek isteyen
bir şey.
Taroyu tek tek ekmek zorundasınız, elinizle
tohumu atıp, toprağa yaydığınız buğday gibi değil.
Ve bu Yeni Gine ürünü, buğdayda olduğu gibi yıllarca saklanamaz çok çabuk çürür, kısa bir
süre içinde yenmesi gerekir.
Ayrıca buğdayla karşılaştırıldığında protein
bakımından fakirdir, yani Yeni Gine dağlığındaki çiftçiler protein eksikliği
sorunu yaşıyordu.
Yeni Gine'deki diğer ürünlerden de alınacak
çok protein yok.
Buradaki insanlar, muzun yerel çeşitlerini
yetiştiriyorlar, fakat muz, şeker ve nişasta açısından zengin olsa bile, taro gibi, protein
bakımından fakir.
Aslında dağlık bölgedeki insanların bulabilecekleri o kadar az protein kaynağı var ki bazen beslenmelerine takviye yapmak için dev
örümcekleri yiyorlar.
Birden bir şeylerin farkına vardım.
Tarım insan eşitsizliğinin hikayesini anlamak
için çok önemliydi.
Fakat yapılan tarımın türü de aynı derecede
önemliydi.
En verimli ürünlere ulaşımı olan insanlar, en
üretken çiftçiler haline gelmişti.
Sonuçta her şey coğrafi şansa bağlanıyordu.
Dünyadaki eşitsizliklerin yediğimiz yiyeceklerden kaynaklandığı düşüncesi çok
çarpıcı bir iddia.
Jared Diamond'a göre Amerikalılar Yeni Ginelilerden daha avantajlıydı çünkü
asırlardır daha besleyici ve daha
bereketli ürünler üretmişlerdi.
Aldıkları kalorilerin beşte birini sağlayan
buğday gibi ürünler.
Modern Amerika'nın zenginliği taro ve muz ile asla sağlanamazdı.
Fakat Diamond'ın iddiası gerçek olamayacak kadar basit görünüyor.
Sadece bitkiler, insanlık tarihinin akışında belirleyici bir güce sahip olabilir mi?
Yoksa işin içinde başka şeyler de mi var?
Dünyanın sahip olanlar ve sahip olmayanlar
şeklinde ikiye bölünmesinin başka bir
sebebi mi var?
Dokuz bin yıl önce, Orta Doğu'daki ilk
yerleşim alanları, yerlerini çok daha büyük köylere bırakıyordu.
İnsanlar daha üretken çiftçiler haline
geldikleri için bu ölçekte
yaşabiliyorlardı.
Etrafları evcilleştirilmiş buğday ve arpa
tarlaları ile çevrilmişti, fakat bu noktaya gelinceye kadar, bir başka düzenli
yiyecek kaynağı daha bulmuşlardı.
Yaklaşık dokuz bin yıl önce gerçekleşen şey, insanların
hayvanlarla etkileşimde gözle görülür bir dönüşümdür.
Biz insanların, hayvanların hareketlerini,
beslenmelerini ve üremelerini kontrol
ettikleri bir evcilleştirme süreci görüyoruz.
Ava çıkmak zorunda olmak ve avlanmada görülen mevsimsel değişiklere maruz kalmak yerine, yaşadığınız
yere yakın, yıl boyunca kullanabileceğiniz
canlı ve güvenilir bir et kaynağına sahipsiniz.
Hayvanlar, etin yanı sıra sürekli bir protein kaynağı sağlayan sütleri için de
kullanılabilirler.
Kılları ve derileri, sıcak tutan giysiler
yapmak için kullanılabilir.
Zaman içinde evcil hayvanlar yeni tarımsal yaşam şeklinin ayrılmaz bir
parçası oldular.
Evcilleştirilmiş hayvanlara ilk sahip olan
toplulukların tahıl ürünlerine zaten sahip
olduklarını biliyoruz, yani çiftçilikle uğraşıyorlardı ve birbirlerini tamamlar nitelikte oldukları için, bu
bitkiler ve hayvanların bileşimi oldukça
çekici bir hal alıyor.
Hayvanlar, hasat döneminden sonra bitkilerden
kalanları yiyebilmeleri için tarlaya otlamaya
çıkarılabiliyordu.
Bunun karşılığında hayvan dışkısı ekinlere bir tür gübre sağlamak için de
kullanılabiliyor, bütün bu paket, karşılıklı olarak hem hayvanlar hem bitkiler ve tabii insanlar için de
yararlı görünüyor.
Keçi ve koyun antik dünyada evcilleştirilen
ilk hayvanlardı, daha sonra onları günümüz büyükbaş çiftlik hayvanları takip
etti.
Başlangıçta hepsi etleri için kullanılıyordu fakat başka şekillerde de işe yaradılar, özellikle
sabanın icadıyla beraber.
Endüstri devriminden önce yük hayvanları yeryüzündeki en güçlü makinelerdi.
Bir sabana bağlanmış bir at ya da bir öküz, tarlanın
verimliliğini arttırarak çiftçilerin daha
fazla yiyecek üretmesini ve daha fazla insanı beslemesini sağlıyordu.
Yeni Gine'de ve dünyanın birçok başka yerinde insanlar hiçbir zaman saban kullanmadılar çünkü sabanı çekecek hayvanlara hiçbir zaman
sahip olmadılar.
Yeni Gine'deki tek evcil büyükbaş hayvan
domuzdu ve o bile yerli değildi birkaç
bin yıl önce Asya'dan gelmişti.
Avrupa ve Asya'da ise sadece domuz değil aynı zamanda inek, koyun, keçi, at, manda, deve
ve benzeri hayvanlar da vardı.
Domuz size et sağlayabilir fakat Avrupa ve Asya'daki hayvanların sağladıklarını
veremez.
Domuz size süt, yün, deri ya da post sağlamaz ve her şeyden önemlisi domuzlar kas güçleri
için kullanılamaz domuzlar saban ya da
araba çekmez.
Yeni Gine'deki tek kas gücü insanın kas
gücüydü.
Bugün bile Yeni Gine'de yük hayvanı yoktur ve neredeyse tüm tarla işleri hala el ile
yapılır.
Fakat eğer çiftlik hayvanları bu kadar çok işe
yarıyorsa neden Yeni Gineliler kendi hayvanlarını
evcilleştirmediler?
Dünyadaki evcilleştirilmiş hayvanların tümünü listelemeye karar verdim ve bulduklarım karşısında hayrete düştüm.
Bilinen yaklaşık iki milyon vahşi hayvan türü
var fakat bunların büyük çoğunluğu insanlar tarafından hiç evcilleştirilmedi.
Çoğu böcek ve kemirgenin, insanlar için
yararlı olabilecek bir kullanım alanı yoktur, bu yüzden bu hayvanları
yetiştirmek için harcanan çaba boşa olur.
Bazı kuşlar, balıklar ve sürüngenler
evcilleştirildi fakat bunların çoğu yetiştirilmeye
uygun değildi.
Çoğu etobur için de aynısı geçerli, tehlikeli
oldukları için değil, fakat onları beslemek için başka hayvanlar yetiştirmek durumunda olduğunuz
için.
Yetiştirmek için en uygun hayvanlar, büyük
otobur memeliler.
Ve muhtemelen insanlar yıllar boyunca bu hayvanların hepsini evcilleştirmeye
çalıştılar, genellikle başarısız oldular.
Afrikalılar sürekli çabalarına rağmen filleri
asla evcilleştiremedi.
Güney Asya'da bazı filler iş hayvanı olarak
kullanılıyor.
Fakat bu amaç için yetiştirilmiyorlar.
Bunun yerine filler vahşi doğada yakalanıyor ve daha sonra terbiye edilip eğitiliyor.
Olgunlaşması ve üreyebileceği yaşa gelmesi 5 yıl süren bir hayvan yetiştirmek ekonomik açıdan çok mantıklı değil.
Evcilleştirmeye uygun olan hayvanlar yaşamlarının ilk ya da ikinci yılında doğum
yapabilirler.
Yılda bir, belki iki döl verirler, yani üreme
potansiyelleri oldukça yüksektir.
Davranışsal olarak sosyal hayvanlardır, yani
erkekler, dişiler ve gençler hep beraber, grup olarak yaşarlar, aynı zamanda
grup içinde bir hiyerarşiye de
sahiptirler, eğer insanlar grubun liderini kontrol edebilirlerse tüm sürü üzerinde de kontrole sahip
olabilirler.
Evcil hayvanlar için bir başka önemli şart
daha var.
Bu hayvanların insanlarla iyi geçinmeleri
gerekir.
Bazı hayvanların mizacı çiftlikte yaşamaya uygun
değildir.
Potansiyel olarak bir at kadar kullanışlı olan
zebra ideal bir evcil hayvan olabilirdi.
Fakat Afrika'nın büyük avcıları ortasında evrilen zebralar ürkek ve tedirgin yaratıklar
haline geldi.
İnsanların terbiye edemedikleri bir doğaları oldu.
Bu, zebraların hiçbir zaman bir sabana
bağlanmamasının ya da savaşta
kullanılmamasının sebebi olabilir.
Karada yaşayan, 45 kilodan ağır 148 farklı
yabani otobur hayvan saydım.
Fakat bu 148 hayvandan başarılı şekilde yetiştirilenlerin sayısı sadece 14'tü.
Keçi, koyun, domuz, inek, at, eşek, çift
hörgüçlü deve, Arap devesi, su sığırı, lama, ren geyiği, yak, yaban sığırı ve
Bali sığırı.
On bin yıl süren evcilleştirme ve sadece 14 hayvan.
Peki, bu hayvanların ataları nerden gelmişti?
Hiçbiri Yeni Gine'den ya da Avustralya'dan
değildi.
Sahra altı Afrika'dan ya da tüm Kuzey Amerika kıtasından da değildi.
Güney Amerika'da bu büyük memelilerden sadece bir tanesinin atası bulunuyordu; lama.
Diğer on üçünün tamamı Asya, Avrupa ya da
Kuzey Afrika'daydı.
Ve bunların içinden dört tanesi; inek, domuz, koyun
ve keçi Orta Doğu'nun yerel hayvanlarıydı.
Dünyadaki en iyi ekinlere sahip olan bölge aynı zamanda en iyi hayvanların da
anavatanıydı.
Bu alanın Bereketli Hilal olarak adlandırılmasına şaşmamak gerekir.
Bereketli Hilal'in insanları, antik dünyadaki en iyi ekinlere ve hayvanlara ulaşımları
oldukları için coğrafi olarak
kutsanmıştı.
Bu onlara önden başlamaları için, büyük bir
fırsat vermişti.
Buğday yetiştirmek ve keçi gütmekle başlayan
şey, ilk insan uygarlığına doğru ilerliyordu.
Güney Ürdün'deki Guer kazı alanı dokuz bin
yaşında.
Fakat bir kasabanın tüm özelliklerini taşıyor.
Burada birkaç yüz insan, teknoloji harikası
olan evlerde yaşıyordu.
Buraya her gelişimde, bu insanların yaptıkları
karşısında hayrete düşüyorum.
Köyler büyüdükçe tarlalarda çalışacak daha çok
insan oldu.
Daha fazla insan, daha verimli, şekilde daha fazla yiyecek üretebiliyordu topluluktaki ustaları besleyebilecek kadar.
Çiftçilik yükünden kurtulan bazı insanların yeni yetenekler ve yeni teknolojiler geliştirmesi
mümkün oldu.
Kireç taşından alçı üretilmesi büyük bir teknolojik gelişmeydi.
Taşların bin derece sıcaklıkta, günlerce
ısıtılması gerekiyordu.
Bugün önemsiz görünebilir fakat ateşle nasıl çalışılacağını anlamak, dünyayı
dönüştürecek bir teknolojiye, çelik işlemeye giden yolda ilk adımdı.
Yeni Gine gibi yerlerde ise insanlar ileri teknolojiyi asla geliştiremediler.
Bugün bile dağlık bölgedeki bazı insanlar asırlardır değişmemiş yöntemlerle çalışıyorlar.
Bin dokuz yüz altmışlarda Yeni Gine'ye ilk defa geldiğimde insanlar adanın bazı
bölgelerinde hala bu balta gibi taş aletler
kullanıyorlardı.
Avrupalıların adaya gelişinden önce ise adanın her yerinde taştan aletler
kullanılıyordu.
Peki, neden Yeni Gine, kendi metal aletlerini
geliştirmedi?
En sonunda, bakır ve demiri nasıl karıştıracağını
bilen metal zanaatkarlarının olması için
toplumun çiftçi olan kısmının bu
insanları beslemek için yeterli yiyeceği, üretebilmesi gerektiğini fark ettim.
Fakat Yeni Gine tarımı bu yiyeceği sağlayacak
kadar üretken değildi ve sonuç Yeni
Gine'de ustaların, metal işçilerin, metal aletlerin olmamasıydı.
Yeni Gine'deki hayat tarzı tamamen
sürdürülebilirdi.
Binlerce yıl dokunulmadan ayakta kalmıştı.
Fakat Diamond'a göre insanlar teknoloji
geliştirmemişti çünkü kendilerini beslemek
için çok fazla zaman ve enerji
harcıyorlardı.
Daha sonra Batılılar geldi ve teknolojilerini ülkeyi kolonileştirmek için kullandı.
Tüm üstünlüklerine rağmen Orta Doğu dünyanın iktidar merkezi ya da bir zamanlar olduğu gibi tahıl ambarı değil.
Orta Doğu avantajını nasıl kaybetmişti?
Ortaya çıkmalarını takip eden bin yıl içinde Bereketli Hilal'deki birçok köy terk
edilmişti.
İronik bir biçimde, bölgenin çok önemli bir
zayıflığı vardı.
Gezegen üzerindeki en besleyici ekinlere sahip olmasına rağmen iklimi çok
kuraktı ve ekolojisi sürekli, yoğun
tarımı kaldıramayacak kadar kırılgandı.
İnsanlar çevreyi tahrip ediyordu.
Su kaynakları aşırı kullanılmış, ağaçlar
kesilmişti ve sona geldiğinizde karşınıza
çıkan da bu, yani çıkmaz bir sokağın ortasındaydınız.
Böyle bir manzarayla karşı karşıya
kalıyorsunuz, yani bu kadar az ağacın olduğu, otların olmadığı ve bu kadar az su bulunan bir coğrafya.
Bugün karşı karşıya kaldığımız manzara, çevrenin
aşırı istismarının bir sonucu.
Topraklarını işleyemeyince topluluklar göç
etmek durumunda kaldı.
Yüzyıllar süren evcilleştirme süreci boyunca elde etmiş avantajları kaybetmiş
olabilirlerdi.
Fakat coğrafya yine onların tarafındaydı.
Bereketli Hilal devasa bir kara kitlesinin,
Avrasya'nın ortasında.
Burada tarımın yayılabileceği birçok yer vardı ve en önemlisi bu yerlerin çoğu hemen hemen aynı enlemde sahip, Bereketli Hilal'in doğusundaki ve batısındaki yerlerdi.
Bu neden bu kadar önemli?
Çünkü aynı enleme sahip herhangi iki nokta otomatik olarak aynı gün uzunluğuna sahip
olur ve çoğu zaman benzer bir iklimi ve bitki örtüsünü paylaşır.
Bereketli Hilal'de evcilleştirilen hayvanlar ya da ekinler Avrasya'nın doğu batı ekseni
üzerindeki başka yerlerde de gelişebildi.
Buğday ve arpa, koyunlar ve keçiler, inekler
ve domuzlar Bereketli Hilal'den, doğuya doğru Hindistan'a, batıya doğu Kuzey Afrika'ya ve Avrupa'ya yayıldı.
Gittikleri her yerde insan toplumlarını
değiştirdiler.
Bereketli Hilal'in ekinleri ve hayvanları
Mısır'a ulaştığında burada bir medeniyet
patlamasına sebep oldu.
Birdenbire, firavunları ve komutanları,
mühendisleri, katipleri ve piramitleri inşa etmek için gerekli insan ordusunu beslemeye yetecek
kadar, yiyecek ortaya çıkmıştı.
Aynısı Avrupa medeniyeti için de geçerliydi.
Antik zamanlardan Rönesans'a kadar, Avrupa'nın
sanatçıları, mucitleri ve askerleri Bereketli
Hilal'in ekinleri ve hayvanları ile beslendi.
On altıncı yüzyılda, aynı ekinler ve hayvanlar Avrupalılar tarafından Yeni Dünya'ya
götürüldü.
O zamanlar Amerika'da ne tek bir inek ne de bir buğday başağı vardı.
Şimdi ise sadece Amerika'da yüz milyon inek
var.
Ve Amerikalılar yılda yirmi milyon ton buğday
tüketiyor.
Günümüzün endüstrileşmiş Amerikası, tarımın
Bereketli Hilal'den yayılması olmaksızın düşünülemezdi.
Jared Diamond'ın argümanının çok basit olduğunu düşünenler olabilir.
Zenginlik ve güç dağılımı gerçekten ineklere ve buğdaya indirgenebilir mi?
Kültüre, politikaya ve dine ne demeli?
Mutlaka onlar da önemliydi.
Diamond, insanların kendi kaderlerini şekillendirmelerindeki rolü göz ardı ettiği
için, fazlasıyla determinist olmakla suçlandı.
Yeni Gine'de geçirdiğim yıllar, dünyadaki
insanların temelde birbirlerine
benzediğine inanmamı sağladı.
Dünyanın neresine giderseniz gidin akıllı, yetenekli
ve hareketli insanlar bulabilirsiniz.
Hiçbir toplumun bu özellikler üzerinde bir
tekeli yok.
Tabii ki çok büyük kültürel farklar var ama bunlar esas olarak eşitsizliğin
sonuçları, temelde yatan sebepleri değil.
Eninde sonunda, çok daha önemli olan şey insanlara dağıtılan eller, yani
kullanımlarında olan ham maddeler oluyor.
Yeni Gineliler Avrasya'dan domuzu aldılar fakat ineği, koyunu, keçiyi ya da atı, buğdayı
ve arpayı almadılar.
Avrupalıların ya da Amerikalıların geliştiği şekilde gelişmediler çünkü aynı ham maddelere sahip değillerdi.
Bu farklılıkların taşa kazılı olduğunu ve değiştirilemeyeceğini iddia etmiyorum; aslında
tam tersini söylüyorum.
Papua Yeni Gine'nin dünyanın geri kalanına yetişmeye çalışan insanlarla dolu şehirleri büyüyor ve gelişiyor.
Fakat ne yazık ki, onlar için aşılması gereken bir uçurum var.
Beyaz adamın bu kadar çok kargosu varken neden biz Yeni Ginelilerin bu kadar az var?
Yali, otuz yıl önce beni hazırlıksız
yakalamıştı.
O zaman ona ne diyebileceğim konusunda hiçbir
fikrim yoktu.
Fakat şimdi cevabı bildiğime inanıyorum.
"Yali, senin halkının modern teknolojiyi geliştirememesinin nedeni beceri eksikliği
değildi.
Yeni Gine'nin çetin ortamına hükmetmeleri için gereken hünerlere sahiptiler.
Aslında sorunun cevabı tamamen coğrafyada
yatıyor.
Eğer senin halkın benimkinin sahip olduğu coğrafi avantajlara sahip olsaydı, helikopteri
icat eden siz olurdunuz.
"
Jared Diamond dünyanın sahip olanlar ve
sahip olmayanlar şeklinde ikiye bölünmesini
araştırmak için yola koyuldu.
Bu ayrımın temellerinin yeryüzünün kendisinden kaynaklandığına ikna olmuştu.
Fakat dünyayı bu şekilde görmek insanlık
tarihinin dönüm noktalarına gerçekten
ışık tutabilir mi?
Birkaç yüz Avrupalının Yeni Dünya'yı nasıl
fethettiğini ve bir hakimiyet çağını Tüfeklerin, mikropların ve çeliğin çağını
başlattığını açıklayabilir mi?
2.
Bölüm
1532
Kasımında bir gün, Eski Dünya ile Yeni Dünya çarpıştı.
168 İspanyol, Peru'nun dağlık bölgesinde İnkaların imparatorluk ordusuna saldırdı.
Güneş batmadan önce yedi bin insanı
katlettiler ve İnka İmparatorluğu'nun denetimini
ele geçirdiler.
Bu süreçte bir tek İspanyol bile hayatını
kaybetmedi.
Eski Dünya ile Yeni Dünya arasındaki güç dengesi neden bu kadar bozuktu?
Ve sonraki yüzyıllarda dünyanın büyük bölümünü fetheden neden Avrupalılar oldu?
Bunlar Profesör Jared Diamond'ı büyüleyen
sorular.
Diamond iktidarın kökenlerini anlamak için en umulmadık yerlerde ipuçları arıyor.
Kazananları kaybedenlerden ayıranın, yeryüzünün
kendisi yani coğrafya olduğunu öne süren
benzersiz bir teori geliştirdi.
Bazı kültürlerin ilerlemesini sağlarken
bazılarının geride kalmasına neden olan,
kıtaların şekli ve bu kıtalarda bulunan ekinler
ve hayvanlardı.
Fakat dünyayı bu şekilde değerlendirmek, bin
beş yüz otuz ikideki olaylara ışık tutabilir mi?
Coğrafya, dünyanın tüfekler, mikroplar ve çelik tarafından fethini nasıl
açıklayabilir?
FETİH
Bir
İspanyol fatihleri kafilesi, iki yıldır altın
ve onur arayışı için seyahat etmekte.
Hiçbiri profesyonel asker olmayan bu adamlar, emekli
bir yüzbaşı olan Francisco Pizarro tarafından
yönetilen paralı askerler ve maceraperestler.
Pizarro Orta Amerika kolonilerinde zaten bir servet edinmişti.
Şimdi askerlerini güneye, bilinmeyen bölgeye
doğru sürüyor.
Onlar, Andlara tırmanan ve Güney Amerika'da bu kadar güneye giden ilk Avrupalılar.
Seyahat ettikçe, yerli büyük bir medeniyetin izlerini bulurlar.
Kudretli İnka İmparatorluğu'nun sınırına
ulaşırlar.
Kızılderililer ve İspanyolların her ikisi
içinde herhangi bir karşılaşma, kültürel
bir çatışmadır.
Bu Kızılderililer daha önce, hiç beyaz adam
görmemişlerdir ve bu adamların temsil
ettiği tehdit hakkında hiçbir fikirleri yoktur.
Bu yabancıların, dünyalarını birkaç gün içinde altüst edeceğini hayal bile edemezler.
Bin beş yüz otuzlarda İnka İmparatorluğu çok
büyüktü.
And dağları boyunda, günümüz Ekvator'undan Şili'nin ortalarına kadar 2500 mil uzunluğundaki bir alana yayılmıştı.
Fakat beş yüz mil kuzeyde İspanyol
İmparatorluğu'nun en değerli toprak
parçaları olan Orta Amerika ve Karayip
kolonileri uzanıyordu.
O zamanlar, İspanyol kralı, kıta Avrupası'nın üçte birini kontrol ediyordu, fakat 700 yıl
boyunca Mağriplilerin istilası
tarafından püskürtülen İspanya, ancak yakın zamanlarda bütünlüklü bir devlet
olmuştu.
İspanya hala bir tarım toplumuydu.
İspanyol fatihlerinin çoğu Pizarro'nun
büyüdüğü yer olan Trujillo gibi, ülkenin
merkezinde bulunan köylerden ya da küçük
kasabalardan geliyordu.
Pizarro çocukluğunun büyük kısmını burada, yakındaki
tarlalarda domuz çobanlığı yaparak geçirdi.
Bugün büyük bir savaşçı olarak hatırlanıyor.
Trujillo Meydanı'nda bir heykeli var ve aile evi bir müzeye dönüştürüldü.
Jared Diamond buraya İspanyol fatihlerinin dünyalarını araştırmak ve başarılarının sırrını anlamak için geldi.
Bu Francisco Pizarro, Yeni Dünya'daki en güçlü
devleti, İnka İmparatorluğu'nu fetheden bir İspanyol.
Neden Pizarro ve adamları İnkaları yendiler ama bunun tersi olmadı?
Basit bir soru gibi görünüyor.
Cevap ise hemen ortaya çıkacak türden değil.
Ne de olsa Pizarro başlangıçta sıradan bir
insandı ve Trujillo da oldukça sıradan
bir kasaba.
Peki, Pizarro ve adamlarına bu büyük gücü
veren neydi?
Pizarro'nun fatihleriyle, neden bu kadar
ilgileniyorum?
Çünkü hikayeleri Avrupalıların fetihlerinin gaddarcasına başarılı örneklerinden biri.
Ve otuz yıldır fetih biçimlerini inceliyorum.
Jared Diamond Los Angeles'taki California Üniversitesi'nde Profesör.
Fakat araştırmalarının çoğunu Papua Yeni
Gine'de gerçekleştirdi.
Burada geçirdiği zaman, ona günümüz
dünyasındaki eşitsizliklerin kökenini araştırmak
için ilham verdi.
Bazı insanların, diğerleri üzerinde nasıl hakimiyet kurduğunu anlama ilhamını.
Diamond, binlerce yıl geriye bakarak, tarımın
bazı kültürlere çok büyük bir avantaj sağladığını ve en verimli ekinlere ve hayvanlara sahip
olacak kadar şanslı olanların, en
üretken çiftçiler haline geldiklerini iddia
ediyor.
Tarım ilk kez, Orta Doğu'nun Bereketli Hilal olarak bilinen bölgesinde
ortaya çıktı.
Zaman içinde, Bereketli Hilal'deki ekinler ve hayvanlar, bir medeniyet patlamasını tetikledikleri yerler olan Kuzey Afrika'ya ve
Avrupa'ya yayıldı.
On altıncı yüzyıla gelindiğinde Avrupa'daki
çiftliklerde Bereketli Hilal'den gelen hayvanlar
çoğunluktaydı.
Hiçbiri Avrupa'nın yerel hayvanı değildi.
İnsanlara etten fazlasını sağlıyorlardı.
Bu hayvanlar birer süt ve yün, deri ve gübre
kaynağıydı.
Ve sağladıkları kas gücü çok önemliydi.
Bir sabana bağlanmış bir at ya da öküz tarlanın verimliliğini değiştirebilir.
Avrupalı çiftçiler daha çok insanı beslemek ve daha büyük ve karmaşık toplumlar
oluşturmak için gerekli yiyeceği
üretebiliyorlardı.
Yeni Dünya'da tarımda kullanılabilecek at ya da sığır yoktu.
Tüm iş el ile yapılıyordu.
Tek evcilleştirilmiş büyükbaş hayvan lamaydı, fakat
bu uysal yaratıklar hiçbir zaman sabana bağlanmamıştı.
İnkalar patates ve mısır yetiştirmede oldukça yetenekliydiler, fakat coğrafi konumları
yüzünden asla Avrupalılar kadar üretken
olamadılar.
Atlar Avrupalılara başka bir büyük avantaj daha sağlıyordu atlara
binilebiliyordu.
İnkalar için, tarlalarının yanından geçen İspanyol fatihlerinin görüntüsü sıra dışıydı.
Daha önce hayvanları tarafından taşınan
insanları hiç görmemişlerdi.
Bazıları yarı insan, yarı hayvan olan bu garip görünümlü adamların Tanrı olduğunu
düşünüyordu.
İnkalara bu kadar yabancı gelen atlar İspanya'da dört bin yıldır zaten
kullanılıyordu.
Atlar, motorlu taşımanın olmadığı bir dönemde insanlara hareketli olma ve topraklarını kontrol etme fırsatı veriyordu.
Javier Martin sığır gütmediği zamanlarda geleneksel atçılık gösterileri yapıyor.
Bu at sürme stili himeta olarak biliniyor.
Bu stilde önemli olan sadece, tek el dizginde
olacak şekilde, kıvrılmış dizleri atı
kavramak için kullanarak, kontrol ve
manevra kabiliyeti sağlamak.
Orta Çağ şövalyelerinin, biçimsel stilinden
oldukça farklı.
On altıncı yüzyıla gelindiğinde himeta tarzı
at sürme İspanyol süvarisinde hakim
sürüş stili olmuştu.
İspanyol fatihleri atlarını böyle sürüyor
olmalıydılar.
Büyük bir hayvanın bir insan tarafından
kontrolünün çok şaşırtıcı bir görüntüsü,
dakik kontrol, durma, başlama ve dönme.
Javier bana beş yaşından beri at sürdüğünü
söyledi ve bunu seyrettiğimde İspanyol
fatihlerinin nereden geldiğini daha iyi
anladım.
Bu tekniklerin ustasıydılar ve bu teknikleri boğalarla uğraşmak için öğreniyorlardı fakat bu teknikler askeri bir ortamda da çok
faydalıydı ve bu kontrolün açık alanda
insanları ezip geçmenizi sağlayacağını
anlıyorum.
Daha önce hiç at görmemiş insanlar bu manzarayı gördüklerinde kesinlikle dehşete
düşmüş olmalılar.
Bu durum, bu hayvanlardan biri üstünüze doğru
koşmaya başlamadan, sizi ezip geçmeden, sizi öldürmeden önce bile çok garip ve korkutucu olmalı.
Dört bacaklı hayvanları üzerindeki Tanrı
benzeri yabancıların haberleri kraliyet
habercisi aracılığıyla seksen bin
kişilik bir ordu tarafından korunan Kuzey
Peru'daki Cajamarca Vadisi'nde bulunan İnka
İmparatoru'na iletildi.
Atahualpa'ya yaşayan bir Tanrı olarak, güneşin
oğlu olarak saygı duyuluyor.
Yakın zamanda kazandığı bir dizi askeri zafer
için minnetini sunmak amacıyla Cajamarca'da
dini bir inzivada.
İspanyolların ilerleyişini duyduğunda onları öldürmemeyi seçer.
Onun yerine bir mesaj yollar.
Onları, bir an önce kendisine katılması için Cajamarca'ya davet eder.
Atahualpa İspanyolların Cajamarca'ya gelmesini ve tuzağa düşmesini istedi ve İspanyolların böyle yapacağından emin olmak için onlara hediyeler göndererek ve gelmelerini rica ederek bir tür psikolojik oyun oynadı.
Atahualpa İspanyolların Tanrı olmadıklarını
biliyordu.
İstihbarat, yüzlerinde bir lama ya da bir
alpaka gibi, yani bir hayvan gibi yün bulunan, insanlardan bahsediyordu.
Kafalarında yemek pişirmede hiç kullanılmamış küçük tencerelerle, oradan oraya geziyorlardı.
Kafanızda bir tencere ile dolaşıyorsunuz
çıldırmış olmalısınız, bir kamp yerine gelip de bu tencereyi yemek pişirmede
kullanmıyorsanız, sizin için yapılacak pek bir şey kalmamıştır.
Atahualpa karşısındakileri adamdan saymıyordu.
Birkaç atlı ve yüz küsur İspanyol kudretli
İnka'ya ne yapabilirdi?
Neredeyse hiçbir şey Fakat Atahualpa'nın ajanları İspanyolların dünya üzerindeki en iyi
silahların bazılarına sahip olduğunu fark
etmezler.
İspanyol fatihleri zamanında İspanya, Avrupa'nın
en büyük ordusuna sahipti ve bu ordu
imparatorluğun başkenti olan Toledo'dan
yönetiliyordu.
Mağriplilerle ve diğer Avrupa ordularıyla
çarpışan İspanyollar yedi yüz yıldan
uzun bir süredir savaştaydılar.
Avrupa'da bir silahlanma yarışı vardı.
İspanyollar ayakta kalabilmek için silah
teknolojisindeki en son gelişmeleri takip
etmek durumundaydı.
Bin beş yüz otuzlara gelindiğinde, çakmaklı
tüfekler İspanyol cephanesinin önemli
bir parçasıydı.
Barut ilk olarak Çin'den gelmişti fakat bir silah olarak ilk defa Araplar tarafından
kullanıldı.
Avrupalıların elinde silahlar daha hafif ve taşınabilir hale geldi ve ilk defa savaş
alanında piyadeler tarafından kullanıldı.
Çakmaklı tüfekler hala kaba bir silahtı, fakat
savaşların görünümünü değiştirmeye devam edecekti.
Bizim gibi modern insanlar için bu silah hiçbir şeye yaramıyor gibi görünüyor, bir
şaka gibi.
Nişan alması berbat, yeniden yüklemek uzun sürüyor ve bunu kullanan kişi silahı tekrar yüklerken birisi gelip onu kılıçla
öldürebilir, fakat İnkalar'ın eline bu fırsat bile geçmedi.
Bu silah, sesiyle, kokusuyla, çıkardığı
dumanla ve öldürdüğü insanlarla, onu
daha önce görmemiş birine çok ürkütücü
gelmeli.
Bu 1532 tarzı, dehşet ve korku uyandırmış
olmalı.
Tüm gösterişine rağmen barut teknolojisi hala emekleme dönemindeydi.
İspanyol fatihlerinin gerçek gücü başka bir noktaya dayanıyordu.
Çelik üretimi.
Toledo dünyanın en iyi kılıç ustalarına
sahipti.
Fakat buradaki insanlar, ölümcül çelik
silahlar üretebilirken İnkalar neden
hala basit bronz aletler yapıyordu?
Avrupalıların yüksek kaliteli kılıç
üretmelerini sağlayan, doğuştan gelme üstün özellikleri yoktu.
Aynen silahlar gibi, kılıçlar da, Avrupa
dışında başlayan uzun bir deneme-yanılma
sürecinin sonucuydu.
İnsanlar metal işlemeye yedi bin yıl önce Bereketli Hilal'de başladı ve Avrupa Bereketli Hilal'e coğrafi olarak yakın olduğu için Avrupalılar bu metal teknolojisinin varisi oldular.
Fakat Avrupalılar bu teknolojiyi yeni bir
düzeye taşıdı.
Avrupalı askerler daha güçlü, daha sert ve daha keskin kılıçlar istiyordu.
Bir Toledo kılıcı bittiğinde buna benzer.
Bu elimde gördüğünüz kılıç Pizarro'nun
taşıdığı örnek alınarak yapılmış.
Korkutucu bir silah.
Saplamak için ve aynı zamanda kesmek için kullanılıyordu ve bu silahı taşıyan bir insanın kısa bir süre içinde düzinelerce insanı nasıl öldürdüğünü kolayca anlayabiliyorum.
Bu meç gibi kılıçlar sofistike bir metal
teknolojisinde yüksek bir düzeyi temsil
eder.
Bir kılıçta gerekli olan nitelikleri düşünürseniz,
her şeyden önce yeterince sert olmalıdır, metal keskin kenarlar oluşturmaya yetecek
kadar sert olmalıdır ve bu da çeliği
gerektirir, yani demirin karbonla karışmış hali.
Demire ne kadar çok karbon eklerseniz metal o kadar sert olur.
Fakat çok sert yaparsanız kırılgan olur ve bunu da istemezsiniz çünkü eğer birine
vurursanız kılıcınız kırılabilir, yani
kılıcınızın belli bir esnekliğe, ilk şekline geri dönme yeteneğine de sahip
olması gerekir.
Ve bunu da kılıcı belli sıcaklıklara kadar
ısıtarak, soğuk suya sokarak elde edebilirsiniz, bu çok fazla deneme demek, bu
kadar uzun, zarif, ince ve meç kadar öldürücü bir şeyin elde edilebileceği düzeye gelmek asırlar aldı.
Çok uzun bir bıçağa sahip olan meç bir düello silahı olarak geliştirilmişti fakat Rönesans Avrupası'nda o kadar moda oldu ki gözü yüksekte olan her centilmenin silah konusunda tercihi oldu.
Meç kelimesi, İspanyolcadaki "espera ropera"
teriminden geliyor ve bu, elbise kılıcı
demek.
İspanya'da ilk defa insanların günlük işlerini
hallederken sivil elbiseleri ile kılıç taşıdığını
görüyoruz.
Bunu Orta Çağ'da yapmıyorlardı.
Bu on altıncı yüzyılda ortaya çıkan bir şeydi ve "İşte ben geldim, ben bir centilmenim
ve yüksek bir sınıftanım ve Orta Çağ
şövalyelerinin soyundan geliyorum" demekti.
Meç gözü yüksekte olan İspanyol fatihlerinin hırslarının sembolüydü,
onları Amerika'ya sürükleyen şey, altına duydukları tutku ve kendini geliştirme
ihtirasıydı ve bence meç, bu küstahlığı
tamamen sembolize ediyordu.
On beş Kasım bin beş yüz otuz ikide Pizarro'nun maceraperestlerden oluşan
kafilesi Cajamarca Vadisi'ne geldi.
Onlara Atahualpa'nın onları burada beklediği
söylenmişti.
Fakat onları karşılayan manzaraya hazır
değillerdi.
Cajamarca Şehri'nin arkasındaki tepelerde İnkaların imparatorluk ordusu vardı tam savaş düzeninde seksen bin insan.
İspanyol fatihlerinin ilk izlenimlerine kendi günlükleri şahitlik ediyor.
Kampları çok güzel bir şehre benziyordu.
O ana kadar böyle bir şey görmemiştik ve bu bizi korkuttu çünkü sayımız çok azdı ve bu topraklarda çok ilerlemiştik.
Pizarro en iyi atlılarından bazılarını İnka kampının kalbine gönderdi.
Onlara yüzbaşı de Soto liderlik ediyor.
Atahualpa'nın kamptan zarar görmeden
geçmelerine izin vermesi ve onlarla
buluşmaya rıza göstermesi üzerine kumar
oynuyorlar.
Soto'nun ziyaretinin çok önemli psikolojik bir
amacı vardı; ona atla meydan okuyarak İnka'ya
kendi halkı önünde gözdağı vermek.
Atahualpa başta Soto'nun varlığına tepki
göstermedi, sanki odaya kimse girmemiş gibi
At İnka'yla göz göze geldiğinde, İnka atın üzerinde bir etkisi olmadığını gösterecek şekilde
sakindi, Soto'nun blöfünü görmüştü.
Yüzbaşı, atın burun delikleri İnka'nın alnındaki saçlara değecek kadar yaklaştı.
Fakat İnka hiç kıpırdamadı.
Daha sonra, kısa bir sessizliğin ardından Atahualpa'nın patlaması geldi.
Onlara, yaptıklarınızın cezasını çekme zamanınız geldi, diyordu.
Bunu, yaptıklarınızı hayatlarınızla ödeme zamanınız geldi, olarak anlıyorum.
Anladığım kadarıyla Soto kampa korku içinde dönecek kadar tedirgin olmuştu ve bildiğimiz
kadarıyla İspanyollar bir önceki geceyi aşırı
korku içinde geçirmişlerdi.
İspanyol fatihleri kamplarını Cajamarca
Şehri'nde kurmuşlardı.
Birçoğu unutulmakla yüzleştiklerini
düşünüyordu.
En yakın İspanyol'dan bin mil uzaklıktaki yüz almış sekiz asker, seksen bin İnka'dan
oluşan bir ordu ile karşı karşıyaydı.
O gece çok azımız uyudu.
Yerli ordusunun kamp ateşlerini görebildiğimiz meydana gidip duruyorduk.
Korku verici bir manzaraydı, sanki yıldızlarla
kaplı gökyüzü gibi.
Pizarro ve en güvendiği subayları
Atahualpa'yla nasıl uğraşmaları gerektiği
konusundaki düşüncelerini tartışırlar.
Bazıları tedbirli olmayı önerir, fakat Pizarro en uygun olanın ertesi gün beklenmedik bir saldırı düzenlemek olduğunda ısrarcı olur.
Bu geçmişte başarılı olmuş bir taktiktir.
Pizarro Peru'ya gitmeden on iki yıl önce bir başka ünlü İspanyol fatihi, Hernan
Cortez, Meksika'ya gitmiş ve bir başka büyük uygarlıkla, Azteklerle
karşılaşmıştı.
Ülkeyi Aztek liderini kaçırarak ve bu olayı izleyen kaostan istifade ederek
fethetmişti.
Cortez'in hikayesi daha sonra yayınlandı ve her fatih adayı için bir el kitabı haline
geldi.
Bu kitap Kuzey İspanya'daki Salamanca
Üniversitesi'nin büyük kütüphanesinde hala
bulunabilir.
Buradaki bu müthiş kütüphane, başka şeylerin
yanında, kirli oyunlar deposu olarak da düşünülebilir, çünkü bu kitaplar
binlerce yıldır Avrasya'nın çoğu yerinde
komutanların diğer komutanlara neler
yaptığını anlatılıyor ve bu kütüphanede Meksika'nın fethini, Cortez'in Azteklere
yaptıklarını tüm ayrıntıları ile anlatan
ünlü hikaye bulunabilir.
Bu hikaye Pizarro'ya, İnkalar'a karşı deneyeceği fikirleri veren bir örnekti.
Yazıya sahip olmayan İnkalar sadece sözlü hafıza yolu ile nakledilen yerel
bilgiye sahipti ve bunlar yazının eksikliği
yüzünden, İspanyollarla karşılaştırıldığında basit ve naifti.
Fakat eğer kitaplar bu kadar yararlıysa, İnkalar
neden okuyamıyor ya da yazamıyordu?
Yeni bir yazım sistemini bağımsız bir şekilde
geliştirmek son derece karmaşık bir
süreçtir ve bu insanlık tarihinde çok
nadir görülmüştür.
Bu, ilk olarak en az beş bin yıl önce Bereketli Hilal'deki Sümerliler tarafından
başarıldı.
Sümerliler çivi yazısı denen ve muhtemelen anlaşmaları kayıt altına almanın bir yolu
olan karmaşık bir semboller sisteminin
öncüsü oldular.
O zamandan beri, Avrupa'nın ve Asya'nın hemen hemen tüm yazılı dilleri için çivi
yazısı örnek alındı, çivi yazısı uyarlandı ya da çivi yazısından ilham alındı.
Kağıdın icadı, mürekkep ve taşınabilir basım harfleri yazının yayılmasına önemli ölçüde yardımcı olmuştu, tüm bu
yenilikler Avrupa dışından gelmişti fakat
Avrupalılar bunlardan bilginin esas
aktarım aracını, matbaayı yaratmak için faydalandı.
YAZILI BASIN
Yazılı şeyler artık Avrupa ve Asya boyunca, hızlı
ve eksiksiz bir şekilde yayılabiliyordu.
Yazı icat edilmeseydi, modern dünya imkansız
olurdu.
Fakat dünyada bağımsız olarak yeni bir yazım sistemi geliştiren bir bölge daha vardı.
Güney Meksika'da, en az iki bin beş yüz yıl
önce yerli insanlar, daha sonra Maya
yazısı şeklinde evrimleşen bir yöntem
geliştirdiler.
Fakat Mayalar yazıya sahip oldularsa, yazı
neden And Dağları boyunca güneye doğru yayılıp
İnkaların okuryazar olmasına yardımcı olmadı?
Diamond'a göre cevap kıtaların şeklinde
yatıyor.
Burada, Avrasya kıtasını oluşturan Avrupa ve
Asya var, dev bir kıta fakat doğudan batıya doğru yayılıyor ve kuzey güney yönünde dar.
Amerika kıtası kuzey güney yönünde uzun, doğu
batı doğrultusunda dar yüz milin altına
düştüğü Panama'da çok çok dar.
İki kıta da en uzun olduğu yerde yaklaşık sekiz bin mil uzunluğa sahip.
Avrasya doğu-batı boyunca sekiz bin mil, Amerika
ise kuzey-güney doğrultusunda sekiz bin mil.
Sanki bu kıtalar birbirlerinin doksan derece döndürülmüş halleri gibiler.
Diamond zaten ekinlerin ve hayvanların Avrasya boyunca kolayca yayılabilmesini
açıklamıştı.
Aynı enlemdeki yerler otomatik olarak aynı gün uzunluğunu ve benzer bir iklimle bitki örtüsünü paylaşırlar.
Fakat Amerika kıtası Avrasya'nın tam zıttıydı.
Amerika'nın bir ucundan diğer ucuna yapılan
bir seyahat, kuzeyden güneye, farklı gün uzunluklarının görüldüğü, farklı iklim
bölgelerinden geçilen ve önemli ölçüde
farklı bitki örtüsü ile karşılaşılan bir
seyahattir.
Bu temel farklar, ekinlerin ve hayvanların yayılımını engellediği kadar,
insanların, fikirlerin ve teknolojinin de yayılmasını engelledi.
Andlardaki insanlar yazıya ya da Amerika'daki diğer yeniliklere ulaşımları olmayacak
şekilde yalıtılmışlardı.
Onlarla karşılaştırıldığında Pizarro ve adamları coğrafi olarak kutsanmıştı.
İspanyollar, Avrasya boyunca kolaylıkla
yayılan teknolojilerden ve fikirlerden faydalanıyorlardı.
Bin beş yüz otuz iki olaylarının üzerinde, tek
bir İspanyol'un ya da İnka'nın kontrolü yoktur.
Kıtaların şekli, bitki ve hayvan dağılımı, Avrasya
teknolojisinin yayılımı, bunlar coğrafi olgulardı ve oyunun her perdesinde coğrafya Avrupalıların
yanındaydı.
16 Kasım sabahı, bin beş yüz otuz iki.
Atahualpa İspanyollarla Cajamarca'da buluşmayı kabul eder ve maiyetini önden gönderir.
Fakat kaderini etkileyecek bir karar verir; askerleri
silahsız olacaktır.
Yerliler aslında müzisyen ve dansçıydılar.
Askerdiler fakat silahsızdılar.
Atahualpa neden kendi askerlerini silahsızlandırdı,
neden?
Çünkü bayram havası içindeydi, bir kutlama
yapıyordu.
Bir savaşa gitmiyordu.
Tüm insanların, bu sözde Tanrı'ların korku
içinde kaçışını görecekleri bir kutlamaya
gidiyordu.
Bazı insanların, İspanyolların Tanrı olduğunu
düşünmesi Atahualpa'nın amacına daha iyi
hizmet ediyordu.
Eğer onların Tanrı olmadığını biliyorsam ve onları bozguna uğratırsam, tabii ki herkes
benimle beraber olur.
Fakat ya Tanrı'ları hiçbir kuvvet gösterisi
olmadan yenersem?
O zaman Tanrılardan bile daha üstünümdür.
Atahualpa ve adamları Cajamarca'ya
girdiklerinde, İspanyollar gözden uzak bir yerde bekliyordu.
Beş ya da altı bin adam vardı, arkalarında ise tüylerle bezenmiş, altın ve gümüşle süslenmiş tahtırevanında, Atahualpa
oturuyordu.
Çoğumuz korkudan altımızı ıslattık.
Meydan Atahualpa'nın adamları ile doluydu fakat ortalıkta görünen tek bir İspanyol bile
yoktu.
Atahualpa sorar; "Nerede bu köpekler?
"
Sağ kollarından biri cevap verir; "Muhteşem İnka'dan korktukları için
kaçtılar.
"
Tabii ki tüm kalabalık bunu duyar ve
olayların böyle gerçekleştiğini düşünür.
Pizarro rahibini Atahualpa'ya gönderir.
İspanyol fatihleri, şiddete başvurmadan önce yerli halkın dinini değiştirmeye çabalamakla
yükümlüdürler.
Sen neden bahsediyorsun kıllı surat?
Ben Güneş'in oğluyum!
Kendi halkımı yönetmeye hakkım var.
Benimle bu şekilde konuşmaya ne hakkın var?
Yetkim Tanrı'dan geliyor.
Sözleri bu kitapta yazıyor.
Bu mu gücünüz?
Atahualpa daha önce hiç kitap görmemişti.
Onunla ne yapacağını bilmiyordu.
Değersiz.
Bahsettiğin sözleri duymuyorum.
Bu ne cüret, yerli köpek!
Ortaya çıkın İspanyollar!
Tanrı'ya saygı duymayan bu köpekleri yok edin!
Kalabalığın tamamen hazırlıksız olduğu o anda
atlar ortaya çıktı.
Devasa bir panik vardı.
Cajamarca'daki manzarayı bir düşünün.
İnkalar daha önce hiç at görmemişti ve bunlar sıradan atlar da değildi, İspanyol atıydılar,
hiddetli, büyük, savaşçı atlardı.
İnsanların arasına dalabilirler, insanları
ezebilirler ve en mükemmel platformu
oluştururlar.
Atın üzerinden kılıcınızı sol aşağıya, sağ
aşağıya saplayabilirsiniz, etrafınızdaki her şeyi kesip doğrayabilirsiniz.
Eğer İnkalar, süvarilere karşı yapmaları
gerekenin sabit durmak olduğunu
bilselerdi, durumları iyi olabilirdi, sayı bakımından daha üstündüler fakat bunu bilmiyorlardı.
Kaçtılar, safları dağıttılar, daha sonra atlılar aralarına girebildi ve onları öldürdü.
Viracoxa isimli bir İnka Tanrı'sı vardı, beyaz
bir adamdı ve gök gürültüsü Tanrısıydı, İnkalar bu adamları Viracoxa'nın bizzat vücut bulmuş hali sandılar.
İnka taşıyıcılarının omuzlarındaki tahtırevanındaydı.
İspanyollar, yapabildikleri ilk anda, tahtırevanın
peşinden gittiler.
Ve taşıyıcıları öldürmeye başladılar.
Bir taşıyıcı öldüğünde, bir diğeri onun yerini
alıyordu.
Trajedinin sadece çok, çok, çok sonlarında
taht hareket etmeye başladı çünkü daha fazla taşıyıcı kalmamıştı.
Taht düştüğünde Atahualpa'yı Pizarro'nun
kendisi yakalar.
Planı kusursuz şekilde işlemiştir.
Atahualpa Cajamarca'daki kraliyet merkezinde
bulunan geçici bir hapishaneye götürülür.
Onu öldüreceğimizi düşünüyordu, fakat ona "Hayır,
Hıristiyanlar sadece savaşın
sıcaklığında öldürür" dedik.
Dışarıda binlerce İnka ölmüştür.
Ordunun geri kalanı tepelere çekilir.
Sayıdaki devasa dengesizliğe rağmen İspanyol atları, kılıçları ve stratejisi
sonuç getirmiştir.
Fakat İspanyollarda, sahip olduklarından haberdar bile olmadıkları bir başka silah
daha vardı onların önünden görünmez bir
biçimde giden bir kitle imha silahı.
Günümüzde bulaşıcı hastalıklara karşı savaş Güney İngiltere'deki Porton Down gibi merkezlerde yürütülüyor.
Burada, dünyadaki ölümcül virüslere karşı aşı
üretiyorlar.
On altıncı yüzyılda aşı yoktu ve bulaşıcı hastalıkların sınır tanımayan yayılmasına karşı bir önlem
yoktu.
Pizarro Cajamarca'ya gelmeden on iki yıl önce,
bir İspanyol gemisi Meksika'ya yelken açtı.
Güvertedeki kölelerden biri hummanın ilk belirtilerini yaşıyordu.
Bu, Amerika anakarasına, ölümcül bir hastalık getiren
ilk insandı.
Hastalık çiçek hastalığıydı.
Haftalar içinde çiçek hastalığı virüsü, tek
bir kaynaktan yayılarak binlerce Amerikan
yerlisine bulaştı.
Çiçek hastalığı virüsü, havadaki parçacıkları
soluduğunuzda vücudunuza girip boğazınızın
arkasına ve akciğerlerinize yerleşir.
Hastalanmadan önce iki ya da üç gün geçer, daha
sonra klasik atak görülür ve en şiddetli
biçimlerinde bu hastalık, ilk önce sivilceler ve daha sonra oldukça büyük kabarcıklarla eller ve yüzden başlar.
Tüm deri çiçek hastalığı kabarcıkları ile
doluncaya kadar, vücudun geri kalanını kaplayacak şekilde yayılır.
Bu zamandan sonra hastalığının başkalarına bulaşma olasılığı oldukça
yüksektir.
Çünkü bu kabarcıkların her biri çiçek
hastalığı parçacıklarıyla doludur, eğer
bir kabarcığı patlatırsanız, içindeki sıvı dışarı çıkacaktır ve büyük miktarda virüs dokunduğu her şeye bulaşacaktır.
On, on iki gün sonra hastanın arkadaşları
hastalanır, ondan on-on iki gün sonra onların arkadaşları.
Bu tarz bir oran, hastalığın eksponansiyel
olarak yayıldığı anlamına gelir.
Artış hızı büyür, büyür, büyür ve hastalık en
sonunda nüfusta çok büyük bir yıkıma
sebep olacak kadar fazla insana bulaşır.
Yeni Dünya'daki ilk çiçek hastalığı salgını Orta Amerika'yı süpürerek İnka İmparatorluğu'na kadar ulaştı.
Virüs, geçtiği her yerde yerli nüfusun büyük bölümünü yok ederek, onları İspanyol
işgali için daha kolay bir av haline
getirdi.
Peki mikroplar neden bu kadar tek taraflıydı?
Neden İspanyollar hastalıklarını İnkalara bulaştırdılar da bunun tersi olmadı?
Bu, Pizarro'nun gizli silahı; domuzlar ve
inekler, koyunlar ve keçiler, evcil hayvanlar.
Pizarro'nun domuz çobanı olduğunu hatırlayın.
Bunun gibi kulübelerde hayvanlar ile yakın
temas içinde, mikroplarını soluyarak, sütlerindeki mikropları içerek büyümüştü ve insanlar için ölümcül olan hastalıklar ev hayvanlarındaki mikroplardan evrimleşmişti, mesela bizim gribimiz domuzlarda bulunan ve tavuklar ve ördekler aracılığı ile yayılan bir hastalıktan evrimleşti.
Kızamığı ineklerden aldık, çiçek hastalığını evcil hayvanlardan edindik, yani insan
ırkının bu korkunç katilleri, sevgili ev
hayvanlarımızla on bin yıllık temasın
bir mirası.
Orta Çağ boyunca bulaşıcı hastalıklar Avrupa'da yayıldı ve milyonlarca can aldı.
Fakat çelişkili bir biçimde, tekrar eden
salgınlar Avrupalıları daha dirençli
yaptı.
Her bir salgında virüsle savaşmak için genetik
açıdan daha üstün insanlar vardı.
Bu insanların hayatta kalması ve çocuk sahibi olması daha olasıydı.
Süreç içinde genetik dirençlerini aktardılar.
Yüzyıllar içinde, insanlar çiçek hastalığı
gibi hastalıklara karşı bir derece koruma
kazandı İnkaların asla sahip olmadığı
bir koruma.
Çiçek hastalığı Yeni Dünya'ya götürüldüğünde,
Yeni Dünya'daki hiç kimse daha önce
böyle bir hastalık görmemişti, bu yüzden
bu hastalıktan etkilenebileceklerin sayısı çok daha fazlaydı.
Doğal bağışıklıkları yoktu ve bu yüzden hastalıkla hem temas edecek hem de onu
yayacak ve yayılan bu hastalığın bulaşacağı
insan sayısı çok daha fazla yükselecekti.
Daha çok insan ölecek, daha çok insan hastalığa yakalanabilecekti.
Nüfusta hızla yayılacak ve ölüm oranı inanılmaz boyutlara varacaktı.
Neden Amerika yerlileri çiçek hastalığıyla daha önce karşılaşmamıştı?
Ve neden İspanyollara bulaştırabilecekleri kendi ölümcül hastalıkları yoktu?
Çünkü çiftlik hayvanlarıyla temas konusunda ortak bir geçmişe sahip değillerdi.
İnkaların laması vardı fakat lamalar Avrupalıların inekleri ve koyunları gibi
değildi.
Lamalar sağılmıyor, büyük sürüler şeklinde
tutulmuyor ve insanlara yakın kulübe ya
da ahırlarda yaşamıyorlardı.
Lamalarla insanlar arasında önemli bir mikrop alışverişi yoktu.
Diamond'ın argümanındaki anahtar nokta çiftlik hayvanlarının dünya üzerindeki
dağılımıydı.
Lamanın dışındaki büyük çiftlik hayvanlarının tümünün anavatanı Avrasya ve Kuzey Afrika'ydı.
Hiçbiri, Kuzey Amerika'da, Sahra Altı
Afrika'da ya da Avustralya'da evcilleştirilmemişti.
Sonuç olarak en kötü bulaşıcı hastalıkların da anavatanı Avrasya ve Kuzey Afrika'ydı ve ölümcül etkileri olacak şekilde dünyaya
yayılmışlardı.
İspanyol fethi sırasında ölen yerli insanların sayısı hakkında uzun bir tartışma olmuştur.
Bazı bilim insanları, yirmi milyon yerli
Amerikalının ölmüş olabileceğini ve
bunların büyük çoğunluğunun, belki yüzde doksan beşinin, Eski Dünya'nın hastalıkları tarafından öldürüldüğünü
düşünüyor.
Neredeyse insanları tamamen boşaltılmış bir
kıta.
Yakalanışının ilk şokundan sonra Atahualpa işbirlikçi bir mahkum oldu.
İspanyolca konuşmayı öğrendi ve kendisini
tutsak edenlerle satranç oynadı.
İspanyollar, ölmesinden çok yaşamasının
kendilerine daha yararlı olacağını farkettiler.
Halkına İspanyol yönetimini kabul etmelerini emrettiği
sürece .
esaret altında saltanat sürmesine izin
verildi.
Büyük miktarda hazineyi eritmeleri için halkına
emir verdi.
Pissaro, altın karşılığında Atahualpa'ya özgürlük
sözü verdi.
Bunun boş bir vaat olduğu anlaşıldı.
Yirmi ton altın ve gümüşü teslim eden
Atahualpa artık onu esir tutanların
işine yaramıyordu.
Takipçilerinin çoğunun sekiz ay önce katledildiği meydanda boğularak öldürüldü.
Atahualpa öldükten sonra, İspanyol fatihleri Tüfeklerinin, mikroplarının ve çeliklerinin
gücüne güvenerek Peru'nun geri kalanını
kolonileştirmeye devam ettiler.
İspanyol kolonilerindeki altın Güney İspanya'daki Sevil'e getiriliyordu.
Bugün Guadocreata'da Nehri'nde çok az faaliyet
var, fakat on altıncı yüzyılda burası dünyanın en önemli, en kalabalık
limanları arasındaydı.
Amerika'dan altın taşıyan gemilerin sürekli
akışı İspanya'nın dünyanın en zengin
milletlerinden biri olmasına yardım etti.
İspanyol fatihleri, Eski Dünya ile Yeni Dünya arasındaki ilişkiyi sonsuza kadar
değiştirmişti.
İspanya'ya bir soruyu cevaplamak için geldim neden Pizarro ve adamları İnkaları yendiler fakat bunun tersi olmadı?
Fethin ve Avrupa'nın yayılımının, Avrupalıların
cesur, gözü pek, yaratıcı ya da zeki
olmasından kaynaklandığını anlatan bir
mitoloji var, fakat cevabın Avrupalıların
kişisel özellikleriyle hiçbir ilgisinin olmadığı ortaya çıktı.
Evet, Pizarro ve adamları cesurdu, fakat
birçok cesur İnka da vardı.
Avrupalılar tesadüfi olarak galip gelen
oldular.
Coğrafi konumları ve tarihleri sayesinde
tüfekleri, mikropları ve çeliği edinen ilk insanlar oldular.
On dokuzuncu yüzyılın sonunda, Avrupalı
kuvvetler Amerika'nın içlerine ilerlemiş, Afrika, Avustralya ve Asya'nın büyük
bölümünü kolonileştirmişlerdi.
Cajamarca'da başlayan süreç mantıksal
sonuçlarına ulaşmıştı.
Avrupalı tüfek, mikrop ve çelik dünyayı
yeniden şekillendiriyordu.
3.
Bölüm
TROPİKAL
BÖLGELERDE
A sınıfı, 19D Güney Afrika Demiryolları
buharlı lokomotifi.
İskoçya'nın Glasgow kentinde 1932'de üretildi.
Teknoloji ve insanın başarısının bir mirası.
Bir kıta boyunca uzanan bir yol açmak için
inşa edilmiş bir araç.
Avrupalı tüfeğin, mikrobun ve çeliğinin
zaferinin kalıcı sembolü.
Bu lokomotif ve onun çelik rayları Jared
Diamond'ı Afrika'nın hikayesine doğru
taşıyacak.
Bu kökleri tutku ve hırsa dayanan hikaye, Avrupaların
küresel fetih arayışında yerel
toprakların ötesine uzanışıdır.
Avrupalılar dünyaya yayıldıkça, diğer
insanlara hükmettiler, demiryolları inşa ettiler, Avrupa modelinde zengin toplumlar
geliştirdiler, bunu Kuzey ve Güney Amerika
ve Avustralya'da başarıyla yaptılar.
Daha sonra Afrika'ya ulaştılar ve bu aynı şeyin tekrardan başlaması gibi
göründü.
Fakat Afrika farklı olacaktı.
Orası, yabancı istilacılardan saklanmış tehlike ve sırların mekanıydı.
İlk Avrupalı yerleşimciler Güney Afrika'ya 1600'lerin ortalarında geldiler.
Kıtanın güney ucundaki Ümit Burnu'nda karaya
çıktılar.
Çiftlikler kurarak, buğday ve arpa ekerek, sığır
ve koyun güderek çabucak bu yeni kıtaya
yerleştiler.
Kulağa garip gelebilir fakat tüfek, mikrop ve çelik teorim bunun gibi sıradan tarım faaliyetinden doğdu.
Araştırmam, 30 yıldan daha uzun bir süre önce Papua Yeni Gine'ye bir gezimde, buradaki
insanların neden Avrupalı ve Amerikalılardan
çok farklı bir şekilde yaşadıklarını anlamam ile başladı.
Fark ettim ki cevabın başlangıcı tarıma
dayanıyordu.
Yeni Gineliler'in yetiştirebildikleri sadece birkaç yerli ürünü varken ve hiçbir yerli çiftlik hayvanları yokken, benim
atalarım bundan 10 bin yıl önce bile, evcil hayvanların ve bitkilerin bolluğuyla
kutsanmıştı.
Yüzyıllar boyunca, bu onlara şehirler, uluslar hatta dışarıda koloniler kurmak için büyük bir avantaj sağlamıştı.
Fakat Güney Afrika Avrupa'dan 5 bin mil uzakta.
Yerleşimciler için Avrupa ekinlerini ve hayvanlarını dünyanın bunca uzak bir yerine ihraç etmek nasıl mümkün olmuştu?
Bu yetenek kadar iyi şansa da dayanıyordu.
Coğrafi konum yerleşimcilere son derece iyi
bir el dağıtmıştı.
Güney yarımkürede, Avrupa'ya benzeyen az sayıdaki bölgelerden birine
rastlamışlardı.
Çünkü Ümit Burnu ve Avrupa aynı enlemde veya ekvatordan aynı uzaklıkta
yer alır ve birbirinden oldukça ayrı
olan bu bölgelerin sıcaklık ve ikliminin
neredeyse tamamen aynı olduğu anlamına
gelir.
Avrupalılar, şu anda Hempies Du Toit gibi kendi torunları olan insanlara ait olan zengin çiftlikler ve şehirler
kurabilmişlerdi.
Aileniz asırlardır burada.
Peki, siz bu toprak hakkında neler
hissediyorsunuz?
Çocukluk günlerinden bu yana toprağı hep sevdim ve tarım birçok nesil boyunca ailemizde var oldu.
Bana bu çiftliğin geçmişinden bahseder misiniz?
Bu topraklar 1683'te yani ilk yerleşimciler Ümit Burnu'na geldikten sadece birkaç yıl
sonra alınmış.
Ama Du Toit gibi yerleşimciler bu toprakların
boş olmadığını biliyordu.
Bugün bile tarlaları Koisan olarak bilinen
Ümit Burnu'nun asıl sakinlerinin izlerini ortaya çıkarıyor.
Bu çok ilginç.
Bu Taş Devri'nden kalmış.
1683'te kıtanın yerleşimciler tarafından
işgalinden önce, bu kıta büyük ihtimalle Koisan halkının elindeydi.
Bunlar, derileri bronzlaştığında, derilerini
soymak için kullandıkları araçlardı.
Güzel.
Ve eline nasıl kolayca, nasıl tamamen
oturduğunu görebiliyorsun.
Evet.
Avrupalıların gelişiyle beraber, bu yerel
insanlar kendi kıtalarından sürüldüler.
Fakat fethin görülmez ve hatta daha yıkıcı bir
yüzüyle de karşılaştılar.
Diamond'ın insanlık tarihinin en büyüklerinden biri olarak tanımladığı bir
güçle mikroplarla.
Tarımın önemini fark etmek beni tüfek, mikrop ve çeliğin bir sonraki şaşırtıcı buluşuna götürdü.
Evcil hayvanlar Avrupalılara tamamen habersiz oldukları bir avantaj
getirmişti.
Çiftlik hayvanlarının yakınında yaşayarak, bu
hayvanlardan, daha sonra insan hastalıklarına sebep olacak şekilde evrim geçiren mikropları ve virüsleri aldılar.
Yüzyıllar boyunca buna maruz kalan Avrupalılar bu hastalıklara karşı bir derece direnç
kazandı.
Fakat Avrupalılar dünyaya yayıldıkça aynı dirence sahip olmayan ve yıkıcı hastalık
salgınlarına, özellikle de çiçek hastalığına
yenik düşen insanlarla karşılaştılar.
Amerika'da, milyonlarca yerli insan bu
hastalıktan öldü.
Hastalık, burada, Ümit Burnu'nda Koisan
halkına da aynı hasarı verdi.
Çiftçilikleri ve mikroplarıyla, Avrupalılar
Afrika'nın güney ucunda kendilerine
sağlam bir yer edindiler.
Artık genişlemeye yönelmişlerdi.
1830'larda öncülük ruhunda, Avrupalıların,
Kuzey Amerika'dan Avustralya'ya uzanan yayılışında
görülene benzer şekilde bir patlama yaşandı.
Bu sefer söz konusu olan Hollandalı
yerleşimcilerdi, ve bu öncüler, Kuzey Amerika ve Avustralya boyunca ilerleyen öncüler gibi iç kısımlara girdiler.
1830'lar boyunca, binlerce Hollandalı çiftçi, aileleri
ve sahip oldukları ile beraber at arabalarına binerek yerleşmek için yeni topraklar bulmak üzere
Ümit Burnu'ndan ayrıldı.
Bu Hollandalı yerleşimciler kendilerine
Voerttekker dediler.
Bu öncüler Avrupalı fethin bir başka aracını,
tüfeği kullandılar.
Bu her Voerttekker'ın arabasında
bulunduracağı, tipik bir silah olan, ağızdan doldurulan bir tüfek.
Özellikle Hollanda kökenli Güney Afrikalılar bu silahı at sırtında yeniden doldurup ateş
edebiliyorlardı.
Bu ağızdan doldurmalı tüfekler hala
Voerttekker'ların torunları tarafından
oldukça rağbet görüyor.
Sağlıklı olan her erkek, bu tüfeklerden en az 2 ya da 3 tanesine sahip olurdu.
O günlerde bu, bir insanın yaşamı haline
gelmiş olmalı.
Her şey buna bağlıydı.
Bununla avlanırlardı, kendilerini bununla
korurlardı.
Bu onların bir parçasıydı yani eğer o zamanda bir silah
kullanmıyorsanız, sizde bir sorun var
demekti.
Tüfekler ve yapıldıkları çelik Avrupalıların
kendileriyle beraber dünyaya taşıdıkları
büyük avantajların son ikisiydi.
Tüfekler, Avrupa'nın dışında başlayan fakat Avrupalıların mükemmelleştirdiği binlerce yıllık karmaşık teknolojik gelişmelerin
bir sonucudur.
Ve bu tamamen, tarımın onlara binlerce yıl
önce verdiği avantajdan kaynaklanıyor.
Bu çakmaktaşlı silah, aslında bunu
söylememeliydim fakat neredeyse bugün
cep telefonunun olduğu kadar önemliydi.
Cep telefonu olmadan dışarı çıkamazsınız; o
günlerde çakmaktaşlı silahınız olmadan çıkamazdınız.
Ateş.
Bu şekilde silahlanan Avrupalı yerleşimciler Afrika içlerine doğru ilerlerken her türlü engelin üstesinden gelecekleri
konusunda kendilerine güveniyor
olmalıydılar.
17 Şubat 1838'e gelindiğinde, yerleşimciler
Ümit Burnu'ndan 800 mil içeriye ulaştılar.
Fakat yabancı ve keşfedilmemiş bir bölgeye
giriyorlardı.
Birdenbire, karanlığın içinden Afrikalı yerlilerden oluşan bir ordu
çıkıverdi.
Kurbanlarının tamamen bozguna uğramadan, tek
bir el bile ateş edecek zamanları olmadı.
Birkaç saat içinde, üç yüze yakın yerleşimci
ölmüştü.
Düşman acımasızca saldırdı.
Erkekleri, kadınları ve çocukları öldürdü.
Böylesine acımasız ve hesaplanmış bir
saldırıyı gerçekleştirebilen ve Avrupalıları yollarından alan kim olabilirdi?
Aslında Voertrekker'lar kudretli bir Afrika krallığının sınırları
içinden geçmişlerdi.
Burada Ümit Burnu'ndaki Koisan'lardan çok
farklı insanlar yaşıyordu.
Zulularla karşılaşmışlardı.
Zulular, o zamana kadar karşılaştıkları herkesten
çok farklı olan bir insan grubu idi.
Bu, organize olmuş bir insan topluluğuydu.
Zulular, bir benzeri olmayan ve oldukça gelişmiş bir Afrika devletinin
kurucularıydı.
Askeri yetenekleri, yerli komşuları Afrikalıları
yenmelerini sağlamıştı.
Yaklaşık 80 bin metrekare toprağı ellerinde
tutuyorlardı, oldukça karmaşık bir ekonomi ve toplum kurmuşlardı.
Zuluların topraklarını şiddetli biçimde
savunmaları Voertrekker'ların beklediği
bir şey değildi.
Onların baş edebileceğinden çok daha fazla
sayıdaydılar.
Zululardan gelecek bir saldırıya hazır
değillerdi.
Hiçbir problemle karşılaşmadan 10-15 bin
askeri seferber edebilecek bir kralla
karşı karşıyaydılar.
Her görevi üstlenebilirlerdi, tamamen
korkusuzdular.
Yerleşimciler sersemlemiş ve mahvolmuşlardı.
Voertrekker'lar ve tüfek, mikrop ve çeliğin
gücü Afrika'da dengini mi bulmuştu?
Voertrekker'lar Zuluların kim olduğuyla ya da
böylesine karmaşık bir devleti nasıl kurduklarıyla
çok az ilgilendi.
İstedikleri kavgaydı.
Dağınık haldeki kuvvetleri at arabalarından
oluşan büyük bir çemberin arkasında
topladı, ve kendilerini savaşa hazırladılar.
16 Aralık'ta, şafak vakti 10 bin Zulu sayıları kendilerinden çok daha az olan
yerleşimcileri yok etmek için ansızın
saldırdı.
Fakat bu sefer Avrupalılar teknolojilerini mümkün olan en yüksek verimde
kullanabildiler.
Ağızdan doldurmalı tüfeklerinin ateş hızını
arttırmak için, bazıları tüfekleri doldururken diğerleri ateş ediyordu.
Ateş ediyorlar, silahı geri veriyorlar ve başka bir silah daha alıyorlardı.
Böylece her beş ya da altı saniyede bir atış
yapabiliyordunuz.
Anlayacağınız üzere, bu çok önemli bir şeydi.
Bu sefer tek bir Zulu bile kamp alanına 10
adım yaklaşamamıştı.
Tam bir katliamdı.
Voertrekker'lar muhtemelen 3000-3500 Zuluyu
öldürdü.
Kendilerinde ise sadece 3 yaralı vardı.
Bu çatışma, Kan Nehri Savaşı olarak bilinmeye
başladı.
Zulular bozguna uğramıştı.
Tüfek, mikrop ve çelik üstün gelmişti.
Muzaffer Avrupalı yerleşimciler Zulu topraklarının ötesine doğru devam
ettiler bu arada teknolojilerindeki yeni
gelişmeler fethin kapsamını
genişletmelerine izin veriyordu.
Demiryolları önemliydi.
Demiryollarıyla beraber, birçok insan ve bu
insanların ihtiyaçları geniş bölgelerde taşınabilir.
Ve Avrupalılar Afrika'da tren yolları inşa
ettiler iç bölgelere doğru ilerlediler, kendilerini ve gereksinimlerini taşıdılar.
Endüstri devrimi çağıydı Afrika'nın kolonileştirilmesi için kullanılacak bir silah daha sunan bir çağ.
Kan Nehri'nde görülen yıkıcı ateş gücünü tek bir adamın eline veren bir silah.
Bu bir mitralyöz.
Eski, tek atışlık silahlarla karşılaştırıldığında bu silahı bu kadar mükemmel yapan şey, bu silahın dakikada 500 kere durmaksızın ateş
edebilmesi.
Tek atışlık silahlara sahip yaklaşık 100 adamınkine eşit bir ateş gücü var.
Avrupalılar, Afrika'da ilerledikçe istilaya Zulular kadar düşmanca karşılık
veren bazı kabilelerle karşılaştılar.
Fakat Matabele gibi halkların dünyanın ilk
tam-otomatik silahına verecekleri bir cevap yoktu.
1893'ün Ekim'indeki Matebele çatışması saatlerle ölçülebilecek kadar kısa sürdü.
Yerleşimciler, Matabele savaşçılarını geriye sadece birkaçı kalıncaya kadar
öldürdü.
Antik teknolojinin, Avrupa'daki buluşlar
düşünüldüğünde en son ve en ileri
teknoloji ile karşılaşmasının gerçek bir örneğiydi.
Bu yeni bir çağın doğuşu gibi görünüyor.
Afrika içlerine kadar uzanan yollar açan
Avrupalılar.
Kabileleri arka arkaya yenmeleri gönüllerinin istediği yere yerleşmeleri.
Tüfeğin, mikrobun ve çeliğin galip gelmesi.
Fakat artık bu yerleşimciler tamamen yeni bir
düşmanla yüzleşecekler.
Bir zamanlar en büyük müttefikleri olan bir
düşmanla.
Coğrafyayla.
Yerleşimciler, kuzeye doğru ilerleyip toprakları
tarla yapmak için temizlediler, Afrika'da refah içinde bir hayat
kurabileceklerinden emindiler.
Birdenbire işler ters gitmeye başladı.
Toprağı sürmek imkansız hale gelmişti.
Ekinleri büyümeyi reddediyordu.
Ayakkabıları çamurda parçalanıyordu.
Ve bu daha sadece başlangıçtı.
Haydi!
Avrupalıların karşılaştığı ikinci büyük
problem hayvanların ölmesiydi.
Atları ve öküzleri dünyanın diğer
bölgelerindeki Avrupalı avantajının önemli
bir parçasıydı.
Öküzler çekiş hayvanı, atlar askeri hayvanlar
olarak kullanılıyordu.
Fakat burada Avrupalıların hayvanları ölüyordu.
Bu evcil hayvanlar ve ekinler Avrupa
medeniyetini binlerce yıl ayakta
tutmuştu.
Tüfek, mikrop ve çelik olmasa fetih ve kolonileşme tarihi olmazdı.
Ve şimdi, çevrelerinde Afrika yerlilerini sağlıklı bir şekilde çiftçilik yaparken ve sığır güderken gören yerleşimcilerin
kendileri, korkunç ateşler içinde hasta düşüyorlardı.
Bu nasıl mümkün olmuştu?
Bu garip ve yeni toprağın sırları nelerdi?
Tüfek, mikrop ve çeliğin arkasındaki fikirlerin
tümü coğrafyadan çıktı.
Ve coğrafya Avrupalıların neden başarısızlığa
uğradığını açıklıyor.
Avrupalı ekinler Ümit Burnu bölgesinde iyi
geliştiler.
Çünkü benzer bir enlemde bulunan Ümit Burnu Avrupa'nın bir aynası gibiydi.
Fakat yerleşimciler Afrika'nın içlerine doğru
ilerledikçe kuzeye hareket ediyor, yavaş yavaş Ekvatora yaklaşıyordu.
Yaklaşık 23 derece güney enleminde, Limpopo
Nehri'nin yakınlarında, Oğlak Dönencesi olarak bilinen önemli bir coğrafi
sınırı geçtiler.
Tanıdık Avrupa iklimini arkalarında bırakıyor ve
tamamen yeni bir dünyaya giriyorlardı.
Tropikal bölgeye girmişlerdi.
Avrupa'yla ya da ılıman bölgelerle karşılaştırıldığında,
Tropik bölge tamamen farklı kurallarla işliyordu.
Avrupa, Kuzey Amerika ve Ümit Burnu'nun dört
mevsimi yerine burada sadece iki mevsim
vardı.
Kurak mevsim ve yağışlı mevsim.
Buğday ve arpa, Avrupa uygarlığını asırlardır
ayakta tutan ekinler, bu tropik iklimde hayatta kalacak şekilde evrimleşmemişti.
Fakat Afrika yerlileri, Zulular, Matabeleler yerleşimcilerin karşılaştığı tüm kabileler tarıma Avrupalılar kadar bağımlıydı.
Avrupalılar başarısızlığa uğruyorken onlar
nasıl başarılı oluyorlardı?
Bugün bile Afrika kıtası, binlerce farklı
kabileden oluşur.
Her birinin gelenekleri ve dilleri diğerinden çok
ince çizgilerle ayrılmıştı.
Bu kadar büyük bir çeşitlilik, çoğu
Afrikalının birden çok dil öğrenmesi gerektiği anlamına gelir.
Ve bu yetenekleri çok küçük yaşta edinirler.
Kaç dil bildiğinizi öğrenmek istiyorum.
Burada kim Bemba dilini biliyor?
Lozi dilini anlayan ya da konuşan biri var mı?
- Sen Lozi dilini biliyor musun?
- Evet.
- Bemba dilini de biliyor musun?
- Evet.
- Bildiğin başka bir dil var mı?
- Lovak.
Lovak.
Dört dil ediyor.
Güzel.
Çoğu Amerikalı sadece tek dil biliyor.
Bu farklı dillere biraz maruz kaldıktan sonra,
bir şeyi fark etmeye başlıyorsunuz.
Hepsi kulağa dikkat çekecek ölçüde benzer
geliyor.
Diller beni büyüler ve nereye gidersem
Afrikalılara "Diliniz nedir?
''Dilinizden birkaç kelime söyler misiniz?
"
diyorum.
Güneş kelimesiyle ilgili bulduklarım şunlar: Neanca
dilinde güneşin karşılığı azuba, Bemba dilinde haka zuba, Çiva dilinde ise
dzuba ve Senga dillerinde tekrar zuba.
Ya da su için kullanılan kelime.
Neanca dilinde manzi, Bemba dilinde amençi ve
Çivada manzi.
Gene birbirlerine çok benziyorlar.
Bu linguistik benzerlikler bize ne anlatıyor?
Tropik Afrika'daki çoğu modern dilin ortak bir
kökenden geldiğini.
Bugün konuşulan dillerinin çoğunun atası olan
ve tek bir insan grubu tarafından konuşulan, atadan kalma tek bir dil.
Dilbilimsel analiz, batı Tropik Batı Afrika'da
ortaya çıkan ve Bantu olarak bilinen bir dil ailesini ayırdı.
Yaklaşık 5000 yıl önce Bantu dilini konuşan
ilk insanlar, ekinleri, hayvanları ve dilleriyle beraber yeni topraklara
yayılmaya başladı.
Ve yüzyıllar içinde, Bantu kültürü, Afrika'nın
tropikal bölgesine yayılan yüzlerce kabileye bölünerek evrimleşti.
Fakat bu pan-Afrikalı uygarlığın varlığı uzun
yıllar boyunca gözardı edilmiştir.
Doktor Alex Schoeman Schoeman, Limpopo nehri
kıyısındaki arkeolojik bir alanda kazı yapıyor.
Buranın Kraliçe Cape ya da erken dönem beyaz
bir uygarlığın merkezi olduğu söyleniyordu.
Mapungudwe bir merkezdi, devasa bir devletin
başkentiydi ve bu tepenin etrafında 5000 kadar insan yaşıyordu.
Fakat vadide yaşayan ve şehri beslemek için
gerekli tarım mahsullerini üreten birkaç bin insan daha vardı.
Sığırlara, koyunlara sahiptiler, süpürgedarısı
ve akdarı yetiştiriyorlardı, demir işliyorlardı.
Bu, Güney Afrika'da görülen devasa, şaşırtıcı
bir gelişmeydi.
Ve bu, yalıtılmış bir devlet değildi.
Güney Afrika'ya ve ötesine yayılan çok daha
büyük bir ekonomik ağın parçasını oluşturuyordu.
Bunlar Mapungudwe boncukları, mavi olanlar.
Bunlar da Hint Okyanusu kıyısından gelen mavi
boncuklar ve Mapungudwe'nin, onu kıyıya kadar tüm bölgelere bağlayan bir
uluslararası ticaret ağının parçası olduğunu bunlardan biliyoruz.
Kuzey Botswana'ya kadar giden ve oradan aldığı
malları Hint Okyanusu'na kadar taşıyan böylesine karmaşık bir ticaret ağı
kurmak Afrikalıların inanılmaz bir başarısı.
Yani Afrikalılar, Avrupalı yerleşimcileri
bozguna uğratan tarım sorunlarını aşmışlardı.
Hindistan kadar uzak bir yerle ticaret
yapabilen karmaşık toplumların temeli haline gelen ve kıta boyunca yayılan
benzersiz bir tropik tarım sistemi geliştirdiler.
Fakat filizlenmekte olan bu tropik uygarlığın
kalbinde çok daha sıra dışı bir hikaye yatıyordu.
Tropik bölgeye girer girmez, Avrupalılar ve
hayvanları korkunç hastalıklara yenik düştüler.
Ateş, nüfuslarını harap etti.
Fakat tropik bölgedeki Afrikalılar aynı
belirtilerin çok daha azını gösterdiler.
Çoğu, Avrupa silahlarının en ölümcül olanının,
çiçek hastalığının karşısında bile hayatta kalmayı başardı.
Kuzey ve Güney Amerika'nın yerli halkını ve Ümit
Burnu'ndaki Koisanları mahveden hastalık.
Bu nasıl mümkün olmuştu?
Diamond hepsinin coğrafyayla ilgili olduğunu
düşünüyor.
Avrupalı yerleşimcileri ve hayvanlarını öldüren
hastalıkların çoğu tropik dünyaya özgüydü.
Avrupalılar daha önce bu hastalıklarla
karşılaşmamışlardı.
Bu, fethin olağan gidişatının tersine
dönmesiydi.
Yeni Dünya'da mikroplar, yerli insanları
öldüren Avrupalıların tarafında olan bir silahtı.
Burada ise Avrupalıları öldüren, Avrupalıların
geçmişlerinde maruz kalmadığı yerli mikroplardı, yani burada da silahlar, mikroplar
ve çelik iş başında fakat mikroplar Avrupalıları öldürerek ters yönde
çalışıyordu.
Yerleşimciler ve beraberlerinde getirdikleri
çiftlik hayvanları, tropikal enfeksiyon ve hastalık ordusuna yenik düşmüştü.
Fakat Afrika'daki sığırlar, binyıllar içinde
bu tropik mikropların çoğuna karşı dirençli hale geldiler.
Bu hayvanlar, tropik bölgedeki Afrikalılarda
çiçek hastalığından ölümün Koisanlarda olduğu kadar çok olmamasının nedenini
açıklayabilir.
Çiçek hastalığı virüsü, sığırdan insana ilk
defa yüzyıllar önce geçti.
Ve şu anda uzmanlar bu virüsün ilk olarak tropik Afrika'da ortaya çıkmış olabileceğini
düşünüyor.
Afrikalılar kuşkusuz bu hastalığa aşinaydı.
Hatta hayat boyu bağışıklık sağlayacak aşı
yöntemleri bile geliştirdiler.
Daha fazlası da vardı.
Afrika yerlileri, dünya üzerindeki en ölümcül
hastalıklardan birine, sıtmaya karşı antikorlar geliştirdi.
Avrupalı yerleşimcileri alt üst eden, sivrisinek
tarafından taşınan bu hastalıktı.
Tropik bölgedeki Afrikalılar, sıtmayla sadece
antikorlardan fazlası ile savaşıyorlardı.
Tüm bir uygarlık, öncelikle mikrop kapmayı engellemeye yardımcı olacak
şekilde evrimleşmişti.
Yüksek ve kuru yerlere, sivrisineklerin
ürediği nemli ve rutubetli yerlerden uzağa yerleşmeye meyilliydiler.
Geniş alanlara yayılmış, nispeten küçük
topluluklarda yaşayarak, Afrikalılar sıtmanın bulaşma oranını
sınırlayabiliyordu.
Bu olağanüstü bir başarıydı.
Fakat Avrupalılar Afrikalıların yaşam şeklini
pek anlamadı.
Yerleşimlerini su için kullandıkları nehirlerin
ve göllerin yakınına, sivrisinekler tarafından istila edilen yerlere kurdular.
Binlerce Avrupalı öldü.
Tropikler Avrupalı tüfekleri, mikropları ve
çeliği mağlup etmiş, ve Afrikalılar galip olmuş gibi görünüyordu.
Tropik dünyaya iyi uyum sağlamış, kompleks bir
medeniyete sahiptiler.
Geniş bir kültürel dağılımla kıtaya yayılmış
bir medeniyet.
Bu Avrupalı tüfeklerin, mikropların ve çeliğin
sonu muydu?
Gelecek bu kudretli tropikal uygarlık için ne
getirecekti?
Avrupalılar Afrika'ya yerleşemedi.
Afrika, Kuzey ya da Güney Amerika gibi
olmayacaktı.
Ama Afrika, kolonici güçleri hala kendine
çeken bir şeye sahipti.
Büyük miktardaki doğal kaynak rezervi; bakır; elmas ve altın.
Avrupa fethi, tüfek, mikrop ve çelik hikayesi artık
yeni bir döneme giriyordu.
Belçikalılar, bin sekiz yüzlerin sonlarında, şu
anda Kongo Demokratik Cumhuriyeti olarak bilinen yerde milyonlarca Afrika
yerlisini köylerinden sürerek, kauçuk toplamak, bakır ve diğer madenleri çıkarmak için çalıştırdılar.
Arkalarından evlerini yaktılar.
Bin yıllık tropik medeniyetlerini küle ve toza
dönüştürdüler.
Çok azı Belçikalılarınki kadar merhametsizceydi,
fakat kıtadaki milyonlarca Afrikalı tropik şartlara tamamen uyum sağlamış bir hayat
tarzını bırakmaya ve Avrupalılar için çalışmaya zorlandı.
Afrika'nın doğal zenginliklerini Avrupa'ya
taşımak için Avrupalılar tekrar teknolojilerine
döndü.
Daha fazla demiryolu yaptılar.
Yarım asırdan daha uzun bir süre ve on
binlerin emeğinden sonra, parlayan çelikten raylar, Ümit Burnu'ndan tropik
bölgenin tam kalbine kadar ulaşıyordu.
Avrupalıların Afrika'nın zenginliklerini ele
geçirmeleri için yapılmıştı.
Afrika medeniyetinin harabeleri üzerine kurulmuştu.
Uzun süreden beri, Afrika'da tüfek, mikrop ve
çeliğin izini sürüyorum.
Bu tren ve üzerinde ilerlediği yol bile
hikayemin kalbinde bulunuyor.
Bu raylar hala kullanılıyor.
Başlangıçtaki görevlerini hala yerine
getiriyor.
Trenler Afrika'nın güney ucundan günümüz
Kongo'suna ve Zambiya'sına yolculuk ediyor,
tonlarca bakırı ve diğer madeni taşıyor.
Fakat Afrika artık bir koloniler kıtası değil.
Milletleri özgür ve bağımsız.
Tüfek, mikrop ve çelik teorimi günümüz
Afrika'sındaki yeri ne?
Ndola, Kuzey Zambiya.
Jared Diamond için yolun sonu.
Komşu ülke Kongo'daki iç savaş bu hattın son birkaç milini çok tehlikeli bir
hale getiriyor.
Fakat burada bile modern Afrika'nın gerçeği
çok açık.
Şu anda Afrika tropiğinin merkezindeyim, Afrika'nın
ve tüm dünyanın en fakir ülkelerinden
biri olan Zambiya'dayım.
Burada ortalama yıllık gelir birkaç yüz dolar
ve bir Zambiyalının ortalama hayat süresi 35 yıl, yani ben şu ana kadar iki
Zambiyalı ömrü yaşadım.
Buradayken aklımdan geçen "tarih,
coğrafya, tüfek, mikrop ve çelik, Zambiya'nın bugünkü kötü durumunu anlamamızı
sağlayacak neler söyleyebilir?" sorusu.
Modern Zambiya'da, tropik Afrika'da bir
zamanlar gelişen büyük yerli medeniyetlerin izlerini çok az görebiliyorum.
Onun yerine gördüğüm, kolonileşme ile şekillenmiş
bir ülke.
Avrupa modeline göre inşa edilmiş ve Avrupalılar tarafından kurulan madenlerin
ve demiryollarının hemen bitişiğinde
gelişen şehirler ve kasabalar görüyorum.
Peki ya bu kıtayı ve bu insanları başlangıçta şekillendiren büyük kuvvetler?
Avrupalılar tarafından fethinin arkasındaki
güçler.
Tüfek, mikrop ve çelik, modern Afrika'nın
neresinde?
Sıtma, Zambiya'da endemik bir hastalık.
Bu bir numaralı kamu sağlığı problemi ve
özellikle çocuklara baktığınızda, bir
sağlık kuruluşuna gittiğinizde, hastanenin ayakta tedavi servisindeki
çocukların %45'inde sıtma var.
Diamond'ın tarihin büyük güçlerinden biri
olarak tanımladığı mikrop, modern
Zambiya'nın hikayesini hala şekillendiriyor.
Sadece yakın zamandaki AlDS felaketi değil fakat aynı zamanda Avrupalıları hezimete
uğratan antik tropik hastalık sıtma.
Sıtma şu anda beş yaşın altındaki Afrikalı
çocukların bir numaralı katili.
Bu eski defter hastanede görülen ölümlerin sayısını gösteriyor.
Çoğu beş yaşın altındaki çocuklar.
1.5 yaşında, 3 yaşında 5 aylık, 1 yaşında çoğu gerçekten beş yaşın altında.
Tropik bölgedeki Afrikalılar bir zamanlar geniş
alanlara yayılmış yerlerde yaşıyorlardı, bu sıtmanın yayılımını en aza
indiriyordu.
Fakat artık yüksek nüfus yoğunluğuna sahip
modern şehirlerde ve kasabalarda
yaşıyorlar, enfeksiyon oranı önemli ölçüde arttı.
Mikropların getirdiği yük, ülkenin başına bela
olan en büyük problemlerden biri.
Şüphe yok ki sıtma ülkemize çok büyük bir
ekonomik yük getiriyor çünkü farkındasınızdır, birçok çocukta sıtma var, eğer
sadece bu koğuştaki çocukları göz önüne alırsak, onların anneleri bir yerlerde
çalışıp bir şeyler üretiyor olabilirlerdi, bu üretkenliğin doğrudan, büyük
ölçüde etkilendiğini bildiğimiz yollardan biri.
Önemli iktisatçılar, son yarım asır boyunca, Afrika'daki
yıllık % 1 büyümenin tamamıyla sıtmaya bağlanabileceğini tahmin ediyor.
Afrikalıların, bin yıllar içinde sıtmadan
korunmak için geliştirdikleri bağışıklıklar ve antikorlar artık onlara yeterli
koruma sağlamıyor.
Hastalığın özellikleri mutasyona uğruyor, ve
standart ilaçlar daha az etkili hale geliyor.
Sıtma vakalarının yükseldiği mevsimlerde bu hastanede günde 7 çocuk ölebiliyor.
Siz buna alışıksınız.
Ben, ben değilim.
Ben bu sahne size nasıl hissettiriyor Zambiya'daki
işiniz?
Kesinlikle.
Dürüst olmam gerekirse Jared, buna alışık
olduğumu söyleyemem.
çünkü hastalığa ve neticesindeki ölüme
alışabilecek biri olduğunu sanmıyorum, özellikle çok sevdiğiniz, ve sizin bir
parçanız olan insanların ölümüne.
Bu sorunun boyutları yüzünden söyleyebileceğim
şey, birinin elinden gelen her şeyi yapmak isteyeceğidir.
Şu da var ki
Bir şeyi zihinsel olarak anlamakla doğrudan doğruya deneyimlemek arasında
bir fark var.
Kitabımda mikroplar, tarihin üç ana kuvvetinden
biriydi ve kişisel değildi.
Mikropların hala iş başında olduğu bir yerde bulunmak beni etkiliyor.
Otuz yıl önce bir yolculuğa başladım.
Dünyamızdaki eşitsizliğin kaynağını öğrenmek
için bir arayış.
Hikayenin, uygarlığın başlangıcına kadar
gittiğini ve gezegenimizin coğrafyasında
yattığını keşfettim.
İnsanlar çiftçiliğe ilk başladıklarında, küçük
bir alan en iyi ekinlere ve hayvanlara sahip olacak kadar şanslıydı ve bu bir
grup insana eşi olmayan tarihsel bir üstünlük verdi.
Avrupalılar silahları ve çeliği mükemmelleştirdiler,
ölümcül hastalıkları ve mikropları evrimleştirdiler.
Daha sonra bunları kıtaları fethetmek ve sıra dışı bir servet edinmek için
kullandılar.
Coğrafyanın, tüfeklerin, mikropların ve
çeliğin, dünyamızın tarihini şekillendiren en güçlü etkenler olduğu sonucuna
vardım.
Burada, Zambiya'da bu kuvvetler bugün dünyayı
hala şekillendiriyor.
Tropik mikroplar bu ülkeyi ve insanlarını alt
üst ediyor onları yoksulluğa sürüklüyor.
Bu Zambiya'nın her zaman tarihin ve
coğrafyanın büyük kuvvetlerinin kurbanı olacağı
anlamına mı geliyor?
Ya da Afrika'nın şimdi olduğu gibi fakir bir
geleceğe mahkum olduğu anlamına mı?
Kesinlikle hayır.
Ve mesajın umut dolu bir mesaj olduğunu
söyleyebilirim, " Afrika ve az gelişmiş bölgeleri unutun" diyen, determinist,
kaderci bir mesaj değil.
Dünyanın farklı bölgelerinin bu hale
gelmesinin belirli sebepleri olduğunu ve
bu sebepleri anlayarak, bu bilgiyi tarihsel olarak dezavantajlı olmuş bölgelere yardım etmek için kullanabileceğimizi
söylüyor.
Malezya ve Singapur dünyanın en zengin ve en hareketli ekonomileri arasında.
Onlar da Afrika'yla aynı coğrafi problemlere ve sağlık sorunlarına, aynı
endemik sıtmaya sahip olan tropik ülkeler.
Fakat her ikisi de çevrelerini anlayarak
kendilerini dönüştürdüler.
50 yıl önce bu ülkeler coğrafyanın ve
mikropların oluşturabileceği yükü fark
ettiler.
Ortaklaşa bir çaba ile, sıtmayı topraklarından neredeyse tamamen kazımayı başardılar.
Ekonomileriyle yaşam biçimlerini değiştirdiler.
Malezya ve Singapur'un hikayesi, coğrafyayı ve
tarihi anlamanın neler yapabileceğini gösteriyor.
Açıklamalar size güç verir, değiştirme gücünü.
Bize, geçmişte neyin neden olduğu anlatırlar, ve
biz bunları gelecekte farklı şeylerin olmasını sağlamak için kullanabiliriz.
Zambiya hükümeti buna katılıyor.
Ülkedeki sıtmayı sonlandırmak için ulusal
çapta bir proje başlattılar, tıpkı Malezya ve Singapur'daki gibi.
Yeni ilaçlar, hatta muhtemel bir aşı onlara
artan bir başarı şansı veriyor.
Sıtmanın kontrol altına alınması insanların refahında
artış anlamına gelecek ve insanların
refahındaki artış yüksek verimlilik anlamına gelecek.
Yüksek verimlilik zengin bir millet olacağımız
anlamına gelecek çünkü bu insanlar yeterli olana, sadece yeterli yiyeceğe
değil, bir insanı tam ve bütün yapacak, tatminkar bir hayat sürmesini sağlayacak
şeyleri yapması için gerekli zamana da sahip olacaklar.
Jared Diamond'ın arayışı insanlık tarihinin
büyük güçlerini öğrenmek içindi.
Fakat bu çalışmanın kalbinde bulunan şey
detayların en küçüğü, tek tek insanların yaşamı.
Tarihten bahsettiğimizde gelişimden
bahsederiz, toplumlar arasındaki rekabetten ve ulusların zenginliğinden
bahsederiz, kulağa entelektüel gelebilir fakat burada, Afrika'da insan bununla
yüzleşiyor.
Ve Diamond için, 30 yıllık soruşturma ve
düşünmeden sonra bile tüfek, mikrop ve çeliğin arkasındaki soru her zaman
olduğu kadar önemli.
Neden dünyamız zenginle fakir arasında
bölünmüş durumda ve bunu nasıl değiştirebiliriz?
Hayatımın geri kalanında ne konuda çalışırsam
çalışayım, asla tüfek, mikrop ve çelik sorusu kadar heyecan verici olamaz, çünkü
bunlar insanlık tarihinin en büyük soruları.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar