Print Friendly and PDF

Reşahât ayn-ül Hayât 2

Bunlarada Bakarsınız

 

HÂCE ALÂEDDİN ATTÂR (kaddesallahü teâlâ sırreh)

Şerefli isimleri Muhammed bin Muhammed Buhârî’dir. Aslen Harezm’lidirler. Hâce Muhammed’in üç oğlu vardı: Biri Hâce Şihâbeddin, biri Hâce Mubârek, üçüncüsü de Hâce Alâeddin idi. Hâce Muhammed âhırete intikâl ettikten sonra, Hâce Alâeddin babasının mîrâsından hiçbirşey almadı. Tam bir tecrîd ile Buhârâ medreselerinden birinde ilim tahsîline koyulmuştur.

Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin küçük bir kızı vardı. Kızın annesine, kızımız bülûğa erişince bana haber ver, buyurdu. Konuşulan vakit geldiğinde, Hâce hazretleri Kâsr-ı Ârifân’dan şehre gelip, doğru Hâce Alâeddin’in medresedeki hücresine geldi. Orada bir eski hasırdan ve yastığı iki kerpiçten ve taharet edecek bir kırık ibrikten başka bir şey bulunmadığını gördüler. Hâce Alâeddin, Hâce hazretlerini gördüğü gibi, mubârek ayaklarına baş koyup çok niyazmendlik [istek, arzu, yalvarma] bildirdi.

Hâce hazretleri buyurdular: “Benim bir kızım vardır. Bu gece bülûğa erişmiştir. Onu sana nikâh etmekle memurum.” Hâce Alâeddin tevazu gösterip: “Bize bu iltifatınız büyük seâdettir. Lâkin benim dünyalık olarak hiçbirşeyim yoktur ki, harcayayım. Hâlimi görüyorsunuz” diye arz etti. Hazreti Hâce buyurdular ki: Senin ve onun Allahu teâlâ tarafından rızıklarınız vardır ki, o rızkın gelmesine karışamadığınız gibi, ne şekilde geleceğini de bilmezsiniz. Sonra nikâhları akd edildi. Bir zaman sonra Hâce Hasan Attâr dünyaya geldi.

Hizmetlerini görenlerden işitilmiştir ki, Hâce Behâeddin (kuddise sırruh) hazretleri, Hâce Alâeddin hazretlerini oğulluğa kabûl edip medreseden çıkardıklarında, mollalık ru‘ûnetini [benliğini] kırmak için veyâ bir başka hikmetle, tahta bir tabla içine bir miktar elma koyup, bu tablayı başının üzerine alıp, yalın ayak Buhârâ çarşı ve mahallelerinde, meyve satıcıların yaptığı gibi, yüksek sesle elma satmasını buyurdular. Hâce Alâeddin de, kalbinden hiçbir şey geçirmeyip, alçak gönüllülük ile emr-i şeriflerini yerine getirip elma sattılar. Kardeşleri Şihâbeddin ve Hâce Mubârek, namus sâhibi kimseler olduğundan, bizim şerefimizi beş paralık etti deyip pek üzülmüşler ve bozulmuşlar. Hâce Behâeddin hazretleri bu durumu öğrenince Hâce Alâeddin’e: “Git, meyve tablasını kardeşlerinin dükkânının kenarına koy. Orada yüksek sesle, elma! Diye bağırıp satman gerek” buyurdular. Hâce Alâeddin de emirlerini yerine getirip, bir müddet o işi yaptı ve bu hâl, Hâce hazretlerinin kendisine tarîkatî ta‘lîm edip kalb meşguliyeti verdikleri zamana kadar devâm etti.

Makamât’ta bildirilmektedir ki, Hâce Behâeddin hazretleri ilk zamanlar Hâce Alâeddin hazretlerini meclislerde yanlarında oturturdu ve kâh kâh ona teveccüh ederdi. Mahremleri Hâce hazretlerine bu husûsu suâl ettiklerinde buyurdular ki: “Onu, kurt kapmasın diye yanımda oturturum. Zirâ nefs kurdu dâima pusudadır. Onun hâline mukayyed olup, alâkalanmaktan maksadım, onun bir mazhar [ayna] olacağıdır. Ya‘nî ben onu hâtırıma getirince, Beytullah’ı görmüş olurum. Kerîmin hânesinde bulunan keremine mazhar olur. Ehlullaha hizmetin ve hizmetle gönlüne girmenin fâidesi budur.”

Hâce Alâeddin hazretleri buyurdular: Hâce hazretlerinin hizmetinde bulunduğum ilk günlerde idi. Şeyh Muhammed adında bir kimse Râmîtin’de benden suâl etti ve: “Senin yanında kalb [gönül] nasıl bir şeydir?” Dedi. “Kalbin ne olduğunu bilmiyorum” dedim. Yine o dedi ki: “Benim yanımda kalb üç günlük ay gibidir”. Sonra onun kalb için ettiği ta‘rîf ve temsîli [örneği] Hâce hazretlerine arz eyledim. “O derviş kendi hâlini beyân etmiş” buyurdular. Bu sözleri söylerken Hâce hazretleri ayakta idiler. Mubârek ayaklarını benim ayağımın üzerine koydular. Bende büyük bir keyfiyet [hal] meydana geldi. Öyle ki, bütün mevcûdâtı kendimde müşâhede eyledim. O hâlden kendime gelince, buyurdular ki, nisbet, ya‘nî kalb bu demektir, o dervişin dediği değil! O hâlde kalbin hâlini sen nasıl idrâk edebilirsin ki, kalbin ululuğu beyâna gelmez. Hadîs-i kudsîde: “Ne yerime, ne de semama sığmam. Ancak mümin kulumun kalbine sığarım” buyuruldu. Ma‘nâsı zor, anlaşılanlardır. Ya‘nî gönlü [kalbi] anlayan anladı. Ya‘nî kalbi bilen maksudu bildi ve kalbi bulan maksudu buldu.

Hâce Behâeddin (kuddise sırruh) hazretleri, hâl-i hayatında çok talebenin terbiyesini [yetiştirilmesini] Hâce Alâeddin hazretlerine ısmarladılar ve buyurdular ki: “Alâeddin bizim yükümüzü ziyâdesiyle yüklendi”. Böyle olunca şübhesiz vilâyet ve hidâyet nurları ve eserleri en mükemmel şekilde ortaya çıkıp, bereketli sohbet ve güzel terbiyeleri ile nice sâlikleri uzaklık ve eksiklik çukurundan irfan [ma‘rifet] zirvesinin tepesine eriştirip tekmîl ve ikmâl mertebesine kavuşturdu.

Şöyle anlatırlar: Buhârâ’da bir bölük âlimler arasında Hak sübhânehü ve teâlânın görülüp görülmeyeceği konuşuluyordu. Onların Hâce Alâeddin hazretlerine tam itikadları [itimadları] olduğundan, bir kısmı Hâce hazretlerine gelip, mevzuyu arz ettiler ve: Siz hakemsiniz, bizim aramızda siz hükmedin [karar verin] dediler. Hâce hazretleri Mu‘tezile mezhebine meyilli olup ru’yeti münkir olanlara dediler ki: Üç gün ardı ardına bize gelip tam abdestli hâlde susarak meclisimizde oturun; ondan sonra hükm edelim. Onlar da Hâce hazretlerinin emrine uyarak, hiç ara vermeden üç gün, sohbetlerine gelip, sükût ederek oturdular. Üçüncü günü akşam üstü onlara bir hâl ve kendinden geçme âriz oldu. Dayanamayıp, yere yıkıldılar ve yuvarlanmağa başladılar. Ve ayıldıktan sonra kalkıp tam bir tevazu ve niyâz ile: “Îman getirdik, rû’yet hak imiş” dediler ve artık bir daha Hâce hazretlerinin şerefli hizmetlerinden ayrılmadılar. Derler ki, o mecliste Hâce eshabından bazısı şu beyti okurlardı:

Kul Hakka nasıl erer, diyene rağmen, ey cân,

Gösterip safa mumu, de ki budur ona nişân.

Reşahât müellifi (aleyhirrahme) anlatır: Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin kendi el yazılarında görülmüştür ki, Hâce Alâeddin hazretleri vefâtı hastalığında buyurdular ki: Hak teâlânın inâyeti ve Hâce Behâeddin

hazretlerinin nazar ve himmetleriyle, istesem cümle âlemi hakîkî maksûda [vilâyete] kavuştururum. Beyt:

Bilsem ki, bundan incinmez kapıcı, Açardım cihânın kapılarını.

Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretleri buyururlardı. Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerine teveccüh [râbıta] ve murâkabe esnasında kendinden gaib olmak çok vâkı‘ olurdu. Hâce Alâeddin hazretlerinin ise, şuûr ve ayık hâlleri galib idi. Hakîkat sâhibleri şuur ve sahvı [ayıklığı] gaybet [kendinde olmama] ve sekîrden etem ve ekmel [ileri ve yüksek] tutmuşlardır.

Yine Hâce hazretleri buyururdu: Hâce Behâedddin (kuddise sırruh) vefât ettikten sonra, yüksek şanlarından ötürü, bütün eshab, hattâ Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri de, Hâce Alâeddin hazretlerine bîat ettiler.

ŞİFE-9: Bundan önce Muhammed Pârisâ hazretleri anlatılırken bildirilmişti ki, Hâce Behâeddin hazretleri Hicâz yolunda, kendilerinden sonra Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerini ta‘yin buyurdular. Daha sonra vefâtı hastalıkları sırasında da, eshabı suâl edip, sizden sonra kimin eteğine yapışalım, dediklerinde: “Söz, hemen o sözdür ki, Hicâz yolunda demiştim” buyurup Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerini ta‘yîn etmişlerken, sonra bütün ashabın, hattâ Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin bile, Hâce Alâeddin hazretlerine bîat edip tâbi‘ olmaları nasıl izâh edilebilir? Diye suâl olunursa, cevabı şöyle verilir: Bazı dervişler zuhûr sâhibi olur [çok açık olur]. Vasiyete muhtac olmaz. Hâce Alâeddin hazretleri de o kabildendir. Nitekim kudvet-ül evliyâ [evliyânın önderi] Mevlânâ Celâleddin Rûmî hazretlerinin âhırete intikali zamanında eshabı, sizden sonra halîfe ve kaimmakamımız kim olur? Dediklerinde, Hüsâmeddin Çelebî buyurdular. Eshab suâlleri üç def a tekrâr eylediler. Mevlânâ her def asında Hüsâmeddin Çelebî’yi tayin buyurdu. Dördüncüsünde: Ya Sultan Veled hakkında ne buyurursunuz? Dediklerinde: O pehlivandır, vasiyete ihtiyacı yoktur dediler. Onu hilâfete ta‘yîn, ondan başkasının ta‘yinini olumsuz kılmaz.

Hâce Behâeddin hazretleri anlatılırken sonlarına doğru bildiriliyor ki, Hâce hazretlerinin âhırete intikalleri zamanında eshab ve ahbabdan bir takım kimselerin zihinlerini meşgul eden bir şey var idi. O da Hâce hazretleri kendilerinden sonra irşâd için kelime icâzet [izin] vereceği idi. Hâce hazretleri hâtırlarından geçeni bilip buyurdular ki: “Bu zamanda bana niçin teşvîş [sıkıntı, dağınıklık] verirsiniz. Bu husûs benim elimde değildir, Hâkim Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleridir. Sizi ne zaman böyle bir durumla şereflendirmek isterse, size emr edip bildirse gerektir.

Hâce hazretlerinin bu sözü de, niyâbet ve hilâfetin ille de vasiyete bağlı olmadığını teyid etmektedir.

Velhasıl, hilâfet işinde hesabsız incelikler vardır. Açıklanması bu kitabın münderecâtına münâsib bir husûs değildir.

Şimdi Hâce Alâeddin hazretlerinin vilâyet ve hikmet kokuları saçan güzel sözlerinden bir demet arz edelim, sohbetleri esnâsındaki güzel sözlerinden bir kısmını Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri kaleme alıp, Hâce Behâeddin hazretlerinin Makamât’ına dâhil etmek istemişti. Lâkin müyesser olmadı. O güzel sözlerin bir miktarı Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin mubârek yazılarından alınıp teberrük olarak yirmi yedi reşha olarak burada zikr olunur:

REŞHA-40: Buyurdular: Riyâzetten maksad, cismin alâkalarını tamamen nefy edip [koparıp] teveccüh ile ruhlar âlemine ve hakîkat âlemine müteveccih olmaktır. Sülûkten maksad, kul kendi irâde ve kesbiyle, Hak yoluna mâni‘ olan alâkalardan kurtulmaktadır. Bunu elde etmenin de yolu, zikr olunan alâkaların her birini kendine arz eylemeli, her hangisini terk edebilirse, bilsin ki, o alâkâ mâni‘ değildir ve galib olmamıştır. Hangisinden geçemezse ve kalbini ona bağlamış görürse, bilsin ki, o Hak yoluna mâni‘dir [engeldir]. Onun kesilip atılmasına çalışmalıdır. Bizim Hâcemiz, ya‘nî Hâce Behâeddin hazretleri ihtiyat sebebiyle yeni bir kaftan giyseler, bu kaftan filanındır deyip, âriyet [emânet] gibi giyerlerdi.

REŞHA-41: Buyururlardı: Mürşide bağlanmak, aslında gayre bağlanmaktır. Sonunda bunu aradan kaldırmak lâzımdır. Ama başlangıçta kavuşmağa sebebdir. Mürşidden başka her şeyden alâkayı kesip, hep onun vucûdunu [varlığını] ve onun rızasını istemelidir. Yerinde ondan başkasını silmelidir, ama yeri değilse, silmek fâide vermez.

ŞİFE-10: Mübtedi sâlike pîre [mürşidine] bağlanmak mühimdir. Çünkü pîr, hakîkat-i ilâhiyye aynası olduğundan, ona teveccüh [yönelmek, râbıta etmek] fenâ ve cezbeye götürür. Terkin hakîkati ise, cezbesiz hâsıl olmaz. O hâlde evvelâ mübtedi pîre bağlanmayı nefy etmemelidir ki, mâsivânın nefyinin sebebi olan cezbeye kavuşsun. Şöyle ki, mübtedi sülukunun başında pîr dahî gayridir. Gayri terk etmek lâzımdır deyip, pîre muhabbet ve teveccühü terk ederse, sülûkünden düşer ve fenâ ve terkin zevkine kavuşmaktan geri kalır. O hâlde her şeyi kendi yerinde nefy etmek [aradan çıkarmak] lâzımdır. Hâce hazretlerinin yeri olmayan yerde nefy fâide vermez sözünün ma‘nâsı budur. Ama müntehiye [tasavvufda nihâyete kavuşmuş olana] nefy evlâdır. Zirâ o mertebede başkasına bağlılık fâide vermez. O terkin hakîkatına kavuşmuştur. Her şey ona cemâl-i mutlakın aynası olmuştur. Vucûdûn hakîkatine mazhar olduğundan, ona göre denizle damla ve güneşle zerre birdir. Bu mertebeye kavuşmuş olanlara Cemâl-i mutlakı mürşid aynasından görmek, bir nev‘i bağlılık ve noksanlıktır.

Ruba‘i:

Boy ve güzelliği ne işine yarar ki? O kıvırcık zülûfler ne işine yarar ki? Mutlak cemâl her yandan parlayıp durur iken, Mukayyede bağlanmak ne işine yarar ki?

REŞHA-42: Buyururlardı: Meşâyıh-ı kibâr [büyük mürşidler] demişler ki: “Tevfîk sa‘y iledir”. Sa‘y edendir [çalışandır] muvaffak olan. Bunun gibi mürşidin tâlibine mededi, tâlibin mürşid emrine sa‘yı [çalışması] kadar olur. Sa‘ysız [gayretsiz] bu ma‘nânın devamı olmaz. Muktedânın [mürşidin] tâlibe teveccühünün tesiri birkaç günlüktür. O kadar kalıcı olmaz. Hak teâlânın inayeti idi ki, Mevlânâ Dâdrek dahî bize evvelâ sa‘y ile emreyledi ve tevfîk refîk oldu da, Hâce hazretlerinin sohbetinde bütün vakitlerimiz sa‘ya [çalışmaya, her an vazîfe yapmaya] harcandı. Eshabdan bir günü say‘ ile akşama eriştireni az bilirim.

REŞHA-43: Buyururdu: Bazen teveccüh ve sa‘y esnâsında bir hâl doğar ve tâlib onu müşâhede eyler. Ama gördüğü nedir bilmez. Kendine bakar, kendini görmez. Hayrete düşer. Sonra o hâl gizlenip, onun doğması hadîs-i nefsin mâyesi [esası] olur. Tâlibe lazımdır ki, o hâl vâkı‘ olduğunda kendi kusuruna bakıp, hâlin gizlenmesine rıza vere. Mahbûbun rızası ve Onun izzetinin iktizası olduğundan teveccüh ile onu tutmak sevdasında olmaya. Zirâ ki, mısra‘:

İnsan tuzağı bu ava lâyık değildir ey gönül!

O hâl yine doğana [görünene] kadar kuvvetli olup, devamlı ola. Bu mertebeden sonra da, yine gayret ve sa‘y eyleye. Birkaç günlük zahmettir. Fazla değildir. Ondan sonra sa‘y da bir derece meleke olur ki, tâlib ihtiyarı ile fenâya ve fenâ-i fenâya erişir.

REŞHA-44: Buyurdular: Mülk ve melekût tâlibin gözünde görünmez olunca ve onları unutunca, fenâ hasıl olur. Sâlik kendi varlığını da görmezse, fenâda fenâya kavuşmuş olur. Filân kimse bu hususta imtihân eyledi, ya‘nî filân kimse, [sâlikin varlığı pîrin himmeti ile kendinden mestûr olur mu [sâlik kendini görmez olur mu?] diye bizi imtihân eyledi. O ma‘nâ hâsıl olunca, onu heybet kapladı, dayanamayıp yalvardı, yakardı. Nihâyet bu hâl ondan kaldırıldı. Bu tâifeyi imtihan etmeyi reva görmemişlerdir.

REŞHA-45: Buyurdular: Tâlib, mürşidin emri ve himmetinin yardımı ile kendini mürşidin muhabbetine mâni‘ olan şeylerden kurtarınca ve bu hâl kalbine yerleşince, mürşide teveccühe perde olan şeylerden kurtulur. Ondan sonra ilâhî feyzi kabûle lâyık olur. Nihâyetsiz hâllerin gelmesine mahal ve müstehak olur. Hakîkatta feyz-i ilâhîde kusur yoktur. Kusur tâlibdedir. Tâlib mânileri kaldırırsa, elbette mürşidin ruhâniyyetinden ona bir hâlet zâhir olur da hayrete düşer. Hiçbir şekilde o varlığı ve o hakîkatı idrâk edemez. Mısra‘:

Yâ Rab, sana olan hayretimi sen arttır!

İhtiyârın [irâdenin] insanda bulunmasında çok hikmetleri vardır. Tabiî mâniler herkeste var olduğundan ihtiyar kuvveti ve hesabsız gayretler ile o mânileri kaldırmak lâzımdır. Yaradılıştan itâate uygun olan ve kasden ve fi‘len muhâlefetten masum olan melekler yine de korku ve haşyettedirler. Kısaca diyelim ki, seâdet ve şekavet, terakkî ve tenezzülde ihtiyârın [istemenin, irâdeyi kullanmanın] son derece dahli vardır.

REŞHA-46: Buyurdular: Tâlibe gerektir ki, kendi aczini ve çaresizliğini dâima mürşidin huzurunda mütâla‘a eylemeli ve yakînen bilmelidir ki, hakîkî maksûda, ancak mürşidin rızasını kazanmakla kavuşulur. Bundan başka bütün yolları ve kapıları kendine kapalı görmeli ve zâhir ve bâtın bütün varlığıyla pîrine feda olmalıdır.

Mürşid-i kâmilin alâmeti odur ki, tâlib ne kadar âlim ve ârif olsa, ilim ve gücü yettikçe sülûke çalışsa, sonra pîrinin huzurunda veya olmadığı yerde, ruhaniyyetine teveccüh eylese, onun önceki çalışmaları tamamen mahv olup, mürşide teveccüh etmezden evvelki işinin tamam mertebe bir şey kazandırmadığını düşünüp, gerçekten bu ma‘nâyı müşâhede eyleye ki, ne kadar menzil ve merhale kat etmiş olsa da, kendi seyrini mürşidin kemâlini bilmekte ve ilâhi cezbe ile ruhâniyyetinin yükselmesi yanında gayet hakîr görüp, nice yıllık sa‘yını [çalışmasını, kendi başına meşgul olmasını] mürşidin bir saatine eşit görmemelidir.

ŞİFE-11: Ey kardeş! Mürşid-i kâmilin, tâlibin fazîlet ve hünerinin kemâline bakmamasının hikmeti budur ki, bu yolda sâlik olup ilerleyenlere en evvel lâzım olan bütün varlığından geçmektir. Ve bütün tâat, ibâdet, ilim ve ma‘rifetini yokluk denizine atıp, kalbini Hak sübhânehü ve teâlânın mutlak inâyetine bağlamaktır. Hakikat cemâlinin aynası eylediği pîrinin, reddini red ve kabûlünü kabûl bilmektir. Zirâ sâlikin yolunu kesen en büyük engel benliğidir. Bu sözün ma‘nâsı, herkesin küllî ilme kavuşmasına mâni‘ olan kendisinin cüz‘î ruyetinin geçememesidir. Küllî ru’yete kavuşmamasına mani‘ olan kendi cüz‘î ilminden geçememesidir. Diğerleri de buna benzetilir.

İmdi sâdık tâlibin Hakka vâsıl olması için irâdesini Hakkın irâdesinde, kudretini hakkın kudretine fânî etmesi gerektir. Bu fânî etmenin de iki yolu vardır. Biri odur ki; Şâri‘ hazretleri (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) tarafından buyurulan her şeyi tutup, Hakkın muradını nefsin [kendinin] muradından önde bulundurmaktır. Bu sebebdendir ki, çokları temiz şerîatin zâhirine yapışmakla maksada kavuşmuşlardır. Fakat bu da kolay ve çok rastlanan değildir. Zirâ âmir bizzât zâhir [görünür] olmadığından, nefse ruhsat doğar ve bazı işlerde tembellik ve gevşeklik göstererek hayat bulur ve: “Ölmeden evvel ölünüz” mertebesine varamaz. Onun için nefse Muhammed aleyhisselâtü vesselâmın nâibi [yerini tutan] gerektir ki, ona gönül verip, varlığını onun varlığında ve bütün zevk ve arzularını, onun zevk ve arzularında ifnâ etmekle [yok gibi yapmakla] sâlike fenânın yüksek mertebesi hâsıl olmakla, yüce maksada kavuşmuş olur.

Buna göre pîre irâdet teslîm etmenin kaza ve kader olduğu hakîkat ehli olanlarca bilinen bir şeydir. Sâdık olan tâlibde sâdık irade bulunur ve varlığını mürşidin varlığında yok ederse, bu tâlib bir daha kendini bulmaz. Kendini yokladıkça, kendi vucûdunda mürşidinin hakîkatini bilir ve onun mazhâr olduğu tecellilere, kabiliyeti kadar, o da mazhar olur. Mürşid aynasından ona bir hakîkat görünür de, kendisi ve gayrisi onun gözüne görünmez olur. Bu ma‘nâda kutbûl büdelâ Âşık Paşa hazretleri buyurur:

Çünki bu genci bilesin, bil ki sen,

Hükmüne külli tutasın mülki sen. İre şarktan garbe hükmün Hakla, Kande sen olsan seninle Hak bile . Yeryüzü gök altı bir odur tamam, Ol sana küllî ola mülk ü makam.

Belki yer ve gök sana hep bir ola, Ol ıraktan baktığın yakın gele. Her ne istersen bulasın sende sen, Bilesin ki şâhsın, hem bende sen. Beylik ve kulluk kamu yeksân ola, Ne ırak yakın, ne în ü ân ola. Cümle varlık sarf ola ol birliğe , Kamu ölmek dekşer ile dirliğe.

Kalmaya hiç ön ve son ve kıl ü kal, Pes ola ol dem bize mutlak visâl.

Âyet-i kerimede : “Allahdan başka bir tanrıya tapıp yalvarma! Ondan başka ilâh [tanrı] yoktur. Onun vechinden [zâtından] başka her şey yok olacaktır. Hüküm onundur ve siz ancak ona döndürüleceksiniz” [Kasas-88] buyuruldu. Nazm:

Metin Kutusu: Rûzî: RızıkOrta yerden götürüle sen ü ben Ol denizde garka vara can ü ten Âşık u ma‘şuk çûn bir harf ola Gerü kendü ma‘nâsına sarf ola Mahv ola bu harfü savt ve ün ü sâz Niteliksiz görüne ol bî niyâz Kendûyü kendû göre kendû bile Bâkısın idemezem, gelmez dile Söz dükendi bunda uş dil oldu mât Garka vardı cismü cân ü akl ü zât Kaldı ol hayyü kadîm-i lem yezel Hem ebeddir ol hakîkat, hem ezel Aşk anındır, âşık oldur, ma‘şuk ol Âhır ondan varır onda cümle yol Kendüsünden kendüye kendü delil Kendüsüne kendüsü olmuş Halîl Âşık, imdi varlığın ver yokluğa Yokluk içinde sana varlık doğa Tut anı sermaye, bestir sana ol Kend’özün sarf eylegil külli ana Kul iken sultan olasın tâ ebed Vavı gitti evhadın kaldı ehad Bunda erer maksada her ademi Rûzî kılsun dostlara Hak bu demi

Bu mertebeye kavuşmak tâlibin fenâya kavuşması ile olur. Tâlibin fenâya kavuşması ise, mürşide irâdeti ve mürşidin nazar-ı mevhibeti ile meydana gelir. Tâlibin sa‘yı kendinin kemâlinedir. Kemâl de vucûda ve varlığa sebebdir. Buna göre tâlib, kemâl diye elde ettiği aynı noksan olur. Kemâl tâlibin fenâsındadır, bekasında değildir. Tâlib, mürşidin kabûl nazarıyla fenâ şerbetini içip kendini ve her şeyi unutunca ona bir zâruri ilm hâsıl olur da, kendisinin kemâl sayıp çalışarak kazandığı şeyleri aynı noksan ve vuslat sebebi diye anladıklarının, uzaklık ve mahrumluk olduğunu bilir. Ve insan-ı kâmilin nazarı olmaksızın maksada kavuşmanın çok zor olduğunu görür ve bilir.

REŞHA-47: Buyurdular: Bundan başka ümîd yeri yoktur ki, sâlik dâima kendi yaptıklarını kusurlu görüp, eksik bile ve kendinin acz ve hududu aşmaklığını, lutf ve kerem sebebi düşünüp, sırf Allahu teâlânın lutf inâyetine sığına! Hâce Behâeddin (kuddise sırruh) hazretleri tâlibe bu sıfatı [böyle olmayı] emr edip: “Dâima beni bu sıfatta kullanırlar” buyururdu.

REŞHA-48: Buyurdular: Tâlibe gerektir ki, zâhiren ve bâtınen, gaybette ve huzurda mürşidinin rızasını elde etmeğe çalışa ve Hak sübânehü ve teâlâ hazretlerinin mücerred inâyetiyle mürşidinin rızası nazarında buluna. Tâlib pîrin rıza nazarının mahallini [yerini] bulup anlamak ve rıza nazarına mahal olacak amelleri yapmak ve o rıza nazarı mürşidde bâkı olmak çok çok zordur. Ancak Hak sübhânehü ve teâlânın tevfiki refîk olursa, kolay olur. “Allahu teâlânın kolay getirdikleri ne kolaydır”.

REŞHA-49: Buyurdular: Tâlibe lazımdır ki, mürşidle alâkalı olan işlerde, dünyevî ve uhrevî, küllî ve cüz‘i ne varsa, hepsinde ihtiyârsız ola, ya‘nî asla duraklamaya ve tereddüd etmeye. Mürşide lâzım olan da, dâimâ tâlibin hâllerini inceleyip, onun zaman ve vaktine yarayan işi ona buyurmak, hâlinin daha iyi olmasına sebeb olacak amelleri ona emr etmektir. Böylece tâlib de mürşidin ihtiyârı ve emri ile işe başlamış ola.

REŞHA-50: Buyurdular: Asl olan, ilim tarafına riâyet etmektir. Ve kendi hâlini gizlemek gerektir. Tarîkat ehli olanlarla, kendi mertebelerine göre konuşmalı, hâtıra riâyeti gözetmeli, kalb ehlini incitmekten kaçınmalıdır. Bu tâifenin içini bilmek ve istemek gayet zordur. Zirâ bunların kalb hâlleri son derece dakîktir [incedir]. Bunlarla beraber olmak ve dostlukta bulunmak o zaman faydalı olup hâllerin artmasına sebeb olur ki, onların sohbetinin edebleri günden güne daha iyi bilinir ve yerine getirilir. Yoksa bunlar ile ülfet, zarara ve sıkıntıya sebeb olur. Mısra‘:

Edebsize itibâr yok, edebli olmak da hata,

Edebin hatâsı, varlık peyda edip, kendini edebli görmektir.

ŞİFE-12: Hâce hazretlerinin; asıl ilim tarafına riâyet etmek gerek ve kendi hâlini gizlemek gerek sözlerinin ma‘nâsı odur ki, ârifde ilim ile ayn cem‘ olsa, ya‘nî imanla ayn [şuhûd] bir arada bulunsa, keşf ve ayanı şerîate ve îmana uygun olmadıkça, onunla amel etmeyip şeriât ile amel etmek lâzımdır. Lâkin bu her ârifin kârı [işi] değildir. Evliyâlardan çok kuvvetli olanlara ve ferdiyyet makamında bulunanlara mahsustur. Çünkü değme bir velî îmanla ayanı bir arada bulundurmamıştır. Nitekim kutbûl- muvahhidîn ve kıblet-ül ârifîn Şeyh Muhyiddin İbni Arabî (kaddesallahü teâlâ sırreh) Futuhât kitabında kendi hâlini anlatırken, kendisinin îmanla ayanı birleştirdiği ni‘metine şükr edip buyurdular ki: Ben îmanla ayanı cem‘ ettim. Bu nâdir olur. Mutabi‘lerin müşâhedeleri var iken müşâhedelerini koyup îmanla amel etmeleri lâzımdır. Bu makam âriflerin ayaklarının sürçtüğü bir yerdir. Zirâ onlar mümenün bih [imân edilecek şeylerin] müşâhedesine eriştiklerinde, müşâhedeleri ile amel ederler, iman ile amel etmezler. Böylece îmanla ayanı cem‘ etmiş olmazlar.

Hâce Alâeddin Attâr (kuddise sırruh) hazretleri de bu husûsta Şeyh’le müşâhedeleri bir olduğu için, “Asıl ilim tarafına riâyet etmek gerektir” buyurmuşlardır.

REŞHA-51: Buyurdular: Zâhir ve bâtın hâllerinin efdal ve ekmeli, hâle uygun tefvize sa‘y etmektir. Bütün enbiyâ ve evliyâ sona kadar bunun üzerindedirler. Kula lâzım olan, zâhir ve bâtın ahvâline muvâfık her an bâtını ile tefvîz kesbetmek ola! Kendinden meydana gelen hangi cins ihtiyâr [irâde ile iş yapma isteği] olursa olsun; tefvîz [rabbine ısmarlama] ile onu kendinden silmeli ve kesin olarak bilmeli ve anlamalıdır ki, Hak sübhânehü ve teâlânın onun için ihtiyâr edip [beğenip] lâyık gördüğü, elbette kendinin kendine ihtiyârından faydalı ve yeğdir. Tâlibe dahî lâzım olan odur ki, mürşidi husûsunda yanında ve gıyabında bâtın hâllerine muvâfık dâima bu tefvizin [Hakka ısmarlamanın] kesbinde [kazanılmasında, elde edilmesinde] ola.

REŞHA-52: Buyurdular: Cebbârlık sıfatını görmekten maksûd, tazarru‘ ve zâri [yalvarma ve yakarma] sıfatının zuhûrudur ve Hâk sübhânehû ve teâlâya tevbe ve inâbettir. O görüşün doğru olmasının alâmeti münâcâta [yakarmağa] meyl edip harabata [zarar veren şeylere] meyl etmemektir. “İyiliklerini ve kötülüklerini ilhâm edene yemîn ederim ki” [Şems-8] âyetindeki hikmet odur ki, kul kendinde rızaya meyil görünce, şükr eyleye ve onu yapmağa azm ede; kendinde rızâsızlığa meyil görürse, tazarru‘ ede [yalvarıp yakara] ve Hak sübhânehü ve teâlâya rucû‘ eyle ve istiğ[kimseye ihtiyacı olmamak, her şey her an O’na muhtac olmak] sıfatından korka.

REŞHA-53. Buyurdular: Ezelî inâyeti görmek gerek. Ya‘nî gözü hep ezelî inâyette olmalı ve o illetsiz inâyeti isteyip, ona ümidli olmaktan bir an gafil olmamalı ve ihtiyacsızlıktan kendini sakındırmalıdır. Hak teâlâdan gelenin azını çok bilmeli ve hakîkî istiğnânın zuhûrundan korkup titremelidir.

REŞHA-54: Buyurdular: Vilâyetin sabît olduğu ve karar kıldığı yer, kişinin kendinde olmamasıdır. O zaman ondan bir kusur görünürse, özür için olur. Red için olmaz. “Bilesiniz ki, Allahın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de!” âyet-i kerîmesinin izahında buyurdular ki, onlarda, ya‘nî evliyâullahda tabîatin zuhûru korkusu yoktur. Zirâ “Fâni olan sıfatlarına geri dönmez”.

REŞHA-55: Buyurdular: Bâtında mu‘tasım billah [Allah’a tutunan] olup, zâhirde mu‘tasım bi-hablillah [Allahın ipine tutunan] olmalıdır. Bu iki sıfata birlikte sâhib olmak kemâldir. Beyt:

Sûret ile böyle derin ma‘nâyı cem‘ eylemek, Büyük sultan işidir bî reyb ü şek.

ŞİFE-13: Hâce hazretlerinin bâtında mu‘tasım billah olmalıdır sözünün ma‘nâsı odur ki, tâlibin kalbinin kıblesi zât-ı baht [sırf Allahu teâlânın kendisi] olmalı ve kalb gözü vech-i mutlaktan ayrılmamalı ve kısaca iki cihanda Hakdan gayrı muradı olmamalıdır. Her nesi varsa, Hakka feda etmelidir. Kudvet-ül ebrâr Şeyh Ferîdeddin Attâr hazretleri Mantık-ut-Tayr kitabında sâdık tâlibin hâllerini beyân ederken buyurur: Nazm;

Sana derlerse ki, imândan ayrıl, Yahud hitab gelse, canından ayrıl, Sen ya onu, ya da bunu atıver, Terk-i îmanı tut, cânı saçıver, Bir münkir diye ki bu çok kötüdür, De ki, aşk îmandan ve küfürden uludur. Sâkî, bardağıma ciğer kanı koy, Sende yoksa bizden derd borç al da koy, Âniden önüne bir engel çıksa, Korkma hiç eğer bu yolda çıktıysa.

Hüseyin Mansûr Hallâc’a, kimin mezhebindesin sormuşlar. Rabbimin mezhebindeyim demiş. Aynulkudâd Hemedânî (kuddise sırruh) der ki: “Tâlibin işi mezheb sâhibiyledir, mezheb ile değildir”.

“Zâhirde mu‘tasım bi-hablillah olmalıdır” sözünün ma‘nâsı odur ki, Kitâb ve Sünnet ile amel edip, sâlikin zâhirinde şer‘-i şerife zerre kadar muhalif bir durumu bulunmamalıdır. Nitekim kutb-ül muvahhidin Mevlânâ Alâeddin Attâr (kuddise sırruh) buyururlardı ki, tâlib-i sâdıka lâzım olan, dâima bedeni ile şeriâtte akıl ve rûhu ile tarîkatta ve hakîkatta olup, sırrı ile anlatılmayan vuslatta olmaktır.

REŞHA-56: Buyurdular: Büyük meşâyıhın mezarlarını ziyâret etmelidir. Ziyâret eylediği ulunun sıfatlarından ne kadar anlamış ve ne sıfatla, hangi hâlle azîzin kabrine yönelip gelmiş ise, o kadar feyiz alabilir. Gerçi o mubârek yerlerin ziyâretinde bedeni yakınlığın çok tesirleri vardır, ama hakîkatta o mubârek ruhlara teveccühde bedenî uzaklık mâni‘ değildir. “Nerede olursanız bana salât okuyun” hadîs-i şerifi bu sözümüzün doğruluğunu göstermektedir. Ve kabir ehlinin misâli sûretlerini müşâhede etmeğe [kendisini kalben görmeğe] itibâr yoktur. Asıl itibâr onlara teveccüh edip, onları ziyâret etmekte ve sıfatlarını anlamaktadır. Bütün bunları ifâde makamında Hâce Behâeddin Nakşibend (kuddise sırruh) hazretleri buyurdular ki: “Hâk teâlânın halkına yakınlıktan, Allahu teâlâya yakın olmak evlâdır.” Ve şu beyit onların mubârek dillerinden çok duyulurdu.

Beyt:

Mertlerin kabrine tapınmada yok değer, Onların yaptığını sen de yap, maksada er.

Ehlüllahın kabirlerini ziyâretten maksad, Allahu teâlâya teveccüh olmalıdır. Oradaki velînin rûhâniyyetini kemâli teveccühe vesîle etmelidir. Nitekim halka tevazu ederken, her ne kadar zâhiren teveccühü insanlara olsa da, hakîkatta muradı Hakka teveccüh olmalıdır. Zirâ halka tevazu‘ hassaten Hâk teâlâ için olduğu zaman güzel olur. Bunun ma‘nâsı şudur ki, halkı Hâk teâlânın kudret ve hikmetinin mezâhiri [aynası] göre. Eğer halka tevazu‘u bu niyetle olmazsa, toprak [zillet] olur, tevazu‘ olmaz.

REŞHA-57: Buyurdular: Murakabe yolu [işi] nefy ü isbat yolundan a‘lâdır ve cezbeye yakındır. Murakabe yolundan vezirlik [yardımcılık] mertebesine ve mülk ve melekûta tasarrufa erişmek ele geçer. Havatıra ıttıla‘ [hâtırdan geçenleri bilmek], mevhibe nazarı ile nazar eylemek ve dilediği kalbi nurlandırmak murakabeye devamla olur. Murakabe melekesinden hâtırın devamlı cem‘iyyette olması ve kalblerde devamlı kabûl hâsıl olur. Buna cem‘ ve kabûl ismi verilir.

Yine buyurdular ki: Harezm’e ilk gidişte, eshabdan her birine kalb ile bir meşguliyet verilmişti. Kendi ihtiyârları ile kendi bâtınlarını sınamak için. Acaba o sıfat onlarda devamlı mıdır, değil midir, anlaşılsın. O iştigal tamam mertebe fâide verip o meleke devâm etti.

KÂŞİFE-14: Hâce hazretlerinin eshabından her biriyle bâtına iştigal gösterilmişti buyurduklarından reşhanın sonuna varınca ma‘nâsı odur ki, insanoğlu zâhirde bülûğ haddine erişmekle, akl-i meaş [dünya aklı] sâhibi olup mülk âleminde [dünyada] tedbîri kendine bağlı olan işlerde muhtar ve mutasarrıf olduğu gibi, ma‘nevî bülûğa erişmekle, akl-ı mead [âhıret aklı] sâhibi olur. Melekût âlemine isti‘dâd ve kabiliyete bağlı işleri tasarrufda [yapmada] muhtar ve mutasarrıf olur. Gönül ehli olanların, hakîkatta bâliğ dedikleri kimseler, ikinci bülûğ ile baliğ olmuş olanlardır. Nitekim Şeyh Şirazî Gülşen-i Râz’ı anlatırken der ki: Nazm,

Meğer bir pîre demişler ki evlen, Demiş ki, daha bâliğ olmadım ben. Veliliğe erince bâliğ olur, Velilik olmazsa oğlanlık olur.

Bu makamda sâlikin zâhiri ayn-ı bâtın ve bâtını ayn-ı zâhir olur. Mülk âleminde kendine ısmarlanan işlerde dilediği işi yapabildiği gibi, melekût âleminde de, kendi kabiliyetine göre dilediği işleri işleyebilir. Bu mertebenin de ehli iki kısımdır. Bir kısmı hâl sahibidir. Ya‘nî melekûtta tasarrufa kâdir olur ve cezbe ile o hâlete düşer. Ama dilediği zamanda o hâlete düşemez. Bir kısmına da makam sâhibi derler. Bu tâife-i âliyye, dilediği vakıtte, melekût âlemine girer, diledikleri gibi onda da tasarruf edebilirler. Bu meleke hâsıl olduktan sonra, zâhirî ve bâtınî ihtiyâr sâlikte bir olup, makam sâhibi olur.

Hâce hazretlerinin kendi ihtiyârı ile bâtına iştigal gösterilmişti, kendi bâtınlarını sınamak için. Böylece bu sıfatın kendisinde devamlı olup olmadığını görmek istedi. Ya‘nî zâhirde kendi ihtiyarlarıyla mutasarrıf oldukları gibi bâtında da muhtâr ve mutasarrıf mıdır ve istedikleri zamanda bâtın sıfatı ile sıfatlanabilirler mi öğrenmek için bâtına iştigal kılınmış idi. O iştigal, kendilerinin rusuhunun kemâline sebeb olup, kemâl sâhibi iken, makam sâhibi oldular demek isterler. Kaddesallahü teâlâ esrârehül-azîz.

REŞHA-58: Buyurdular: Susmakta üç sıfattan biri bulunmalıdır. Yâ hatarâtı gözetmek gerek. Onun için susar. Yahud zikrin hakîkatı ile söyleyen gönlünün zikrini mutala‘a etmek için veya gönülden [kalbden] geçen ahvali müşâhede etmek için susulur.

REŞHA-59: Hatarât, yerleşmedikçe engel olmaz. Zirâ bundan tamamen sakınmak çok zordur. Tabiî bir ihtiyâr ile yirmi sene kadar onun gelmemesine çalıştım. Ama yine de ansızın bir hatara geldi, fakat karar bulmadı. Hatarâtı men‘ etmek güç bir iştir. Bazıları, hataraya itibar etmemek lâzımdır dediler. Ya‘nî hatarât zararlı değildir. Ama yerleşmesine müsâde etmemelidir. Çünkü kalbe yerleşirse, feyzin gelmesine ma‘nî olabilir. Bu yüzden dâima bâtın hâllerini araştırmak, incelemek icâb eder. Mürşidin emriyle, mürşidin huzûrunda veya gıyabında mürid kendini nefes çıkararak boşaltmanın esası budur ki, kalbde yerleşmiş olan hatarâtı nefy etsin. Ve havatırı nefy [gidermek] için nefes çıkarmanın hikmeti budur ki, her ma‘nânın bir sûreti vardır ki, onunla tanınır. Bâtında yerleşmiş olan hatarâtı nefy [gidermek] de bir ma‘nâdır ve sûreti nefes çıkarmak ile kendini boşaltmaktır. İşte bunun içindir ki, her zaman kendini nefes çıkarma ile, yerleşmiş olan hatarât ve mani‘lerden boşaltmak lâzımdır.

REŞHA-60: Buyurdular, Eğer ömür vefa ederse, inşaallahü teâlâ Hâce Behâeddin hazretlerinin evvelki tarîkalarını ihyâ etmek gerektir. Terbiye bakımından her hâtırdan [kalbe gelen düşüncelerden] dolayı tâlibi azarlamak hoştur. Onlar böyle yaparlardı. Hayatlarının sonuna doğru insanların terbiyesi ile meşgul olmaktan yoruldum deyip, bunlar kendilerine gelen feyizleri gözetmezler, buyurdular.

REŞHA-61: Hâce Behâeddin hazretlerinden çok nakl ederlerdi ki, “İbâdet on kısımdır. Dokuzu halal kazanmaktır.” Buyururlardı ki, halal rızık edinmede çiftçilik ve bağcılık, bu zamanda ticâretten sonra halale en yakın kazanç yollardır.

REŞHA-62: Buyurdular: Dâima ehlüllah ile musahabet [düşüp kalkmak, beraber olmak, sohbet etmek] akl-i me‘adı artıran sebeblerdendir.

REŞHA-63: Buyurdular: Sohbet sünnet-i müekkekedir. Her gün, yahud iki günde bir bu tâife ile sohbet edip, bunların âdâbına gerektiği gibi riâyet etmek lâzımdır. Eğer uzaklık söz konusu ise, ayda bir veyâ iki ayda bir kendinin zâhir ve bâtını hâllerini işâret ve ibâret, meselâ mektûb ile pîrine bildirmelidir. Ve bulunduğu yerde pîrine [onun emirlerini ve vasiyetlerini yapmağa, râbıta ve zikir ve murakabe ile] meşgul olmağa çalışıp tamamen gaybet vâkı‘ olmamalıdır.

REŞHA-64: Hâce Alâeddin’in (kuddise sırruh) sohbetinde dediler ki: “Matlûb gayet azamettedir. Talebe [onu istemeğe] bile kudret yok. Varsa, o taleb de sizin inâyetinizdedir”. Buyurdular ki, kabiliyetin tehiri, zamanı gelmek içindir. Bulurlar, yine elden kaçırırlar; ve anlamazlar, bilmezler ki, neredendir.

REŞHA-65: Buyurdular: Ben tekellüf ederdim ki, bu tarîka taklid ile giren de elbette tahkîka kavuşur. Buyurdular ki, Hâce Behâeddin Nakşibend (kaddesallahü teâlâ sırreh) bana kendini taklîd etmemi emr etti. Onları taklîd ettiğim ve hâlâ etmekte olduğum her şeyde ve her işte, muhakkak tesir ve meyvelerini görüyorum.

REŞHA-66: Buyurdular: Bu tâifeyi telvîn makamından başka yerde bilmek olmaz. Şimdi anlıyorum ki, bunları temkîn makamında anlamak olmaz imiş. Kim bunları temkîn hâlinde bulup, bunları taklîd ile amel ettiyse, nasîbsiz kaldı. Hatta onun zındık olma korkusu vardır. Meğer inâyet edip kendilerini ona göstereler.

Şurası gizli kalmasın ki, tarikat meşayıhına göre Telvîn, sâlike gelen hâllerde, kalbinin mütereddid olmasıdır. Bazıları da, sâlikin kalbi keşf ile ihticâb [perdelenmek] arasında tereddüdde olmaktır. Nefsin sıfatları kâh gaib olup, kâh zâhir olmak sebebiyle, ya‘nî nefsin sıfatları gaib oldukça keşf hâsıl olur, zâhir oldukça [ortaya çıktıkça] örtünür dediler. Elbette sâliki bu makamda, hâllerin telvîni [değişmesi] bakımından anlamak olur. Birbirine karşı sıfatlar arasında, kabz ve bast, sekir ve sahiv ve bunlara benzer hâller böyledir.

Temkin ise, meşâyıh dilinde, hakikatin keşfinin devamından ibârettir. Kalbin kurb makamında itminanı vâsıtasıyla, sâliki bu makamda anlamak olmaz. Zirâ temkin sâhibi ilm-i ledün mertebesine erişmiştir. Ama yeme, içme, alış-veriş, uyku, uyanıklık ve sâir insani sıfatlarda ehl-i zâhir [sıradan insanlar] gibidir. Mübtedi, tabii işlerde, temkin ehlini taklid edip, mücâhede ve riyâzetleri terk etmek, Hâce Alâeddin (kuddise sırruh) hazretlerinin buyurduklarına göre, zındıklar tehlûkesine yol açar. Ama telvinin ta‘rifini kutbül-muvahhidin gavsül muhakkıkin Şeyh Muhyiddin İbni Arabi ve tâbilerine göre düşünürsek, o zaman telvin sâhibini anlamak, temkin sâhibini anlamaktan daha zor ve ince olur. Zirâ hazreti Şeyh (kuddise sırruh) kendi ıstılahâtında [terminolojisinde] buyurmuşlar ki, ekseri meşâyıha göre, telvin, noksan makamdır, ama bize göre telvin, bütün makamların ekmeli ve efdalidir. Kulun bu makamda hâli, Hak teâlânın kendi hakkında: “O her an bir şandadır, yaratma hâlindedir” [Rahman-29] buyurduğu gibidir. Ve temkin bize göre, telvinde temkindir [yerleşmedir].

Reşahât sâhibi (aleyhirrahme) buyurur ki: Mahdûmum [efendim] ve üstadım Mevlânâ Raduyyuddin Abdülgafur hazretleri buyururlardı ki, şeyh (radıyallahü teâlâ anh) hazretlerinin: “Telvin bize göre, bütün makamların efdali ve ekmelidir” buyurduklarından murad, bu değildir ki, sâlik her zaman nihâyetsiz tecellilerden bir tecelli ile şereflenir veya sayısız anlayışlardan, idraklerden, ona bir anlayış ma‘lûm olur. Belki muradı odur ki, sâlikin hakikati renksiz olup, keyf ve kemden [nasıl ve nice olmaktan] ibâret olan zât-ı bahta, asla mutâbık olmasıdır. İşte nasıl ve nicesiz zâta: O her gün bir şandadır [Her an dilediğini yapmaktadır] nisbet nasıl vâkı‘ ve sâbit ise, bunda da hakikatta her zaman bir türlü renk zâhir olup onu kendine uydurur. Ve onun hakikatinin bütün renklere nisbeti berâber [eşit] olur. Belki her anda şüûnât-ı ilâhiden bir renk ile renklenir. Ama kendisi hakikatta renksiz kalır. Beyt:

Benim ki, libas renginden olmuşum âri, Ne kapkarayım, ne kıpkızıl, ne de sapsarı.

Şüphe yoktur ki, her renkle görünüp, nisbeti bütün renklere aynı olan, lâkin kendi hakikatinde renksiz olan kimseyi anlamak, her zaman bir mertebede bulunan temkîn sâhibi kimseyi anlamaktan zordur, vallahü teâlâ a‘lem.

HÂCE ALÂEDDİN HAZRETLERİNİN HASTALIĞI VE VEFÂTI:

Hâce Muhammed Pârisâ (kuddise sırruh) hazretlerinin el yazıları ile yazılmış defterlerde diyor ki: Hazreti Hâce Alâeddin (kuddise sırruh) vefâtı hastalığında eshabına buyurdular: Görünüşte bende zuhûr eden tefrîka hâlini, kendi hâlinize ölçü almayın. Siz zâhir ve bâtın huzurunuzu muhâfaza edin. Onu gözetmez ve beni taklîd ederseniz, tefrîkaya düşer, perîşan olursunuz.

Buyurdular: Dostlar ve azîzler gittiler. Kimi de gitmektedir. Elbette o âlem bu âlemden iyidir. Bu sözü söylerken mubârek gözleri bir yeşil bahçeye aldı. Oradakilerden biri: şurada güzel sebzeler olur dedi. “Toprak da güzeldir. Bu âleme hiç meylim kalmadı. Ancak dostların gelip bizi bulamayıp, gönlü kırık dönüp gitmeleri derdimdir” buyurdular.

Yine o hastalık sırasında buyurdular. Âdetlerden vaz geçin. Halkın âdeti olan şeylerin tersini yapın. Birbirinize kolaylık sağlayın, yardımından geri durmayın. Peygamber efendimizin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilmesi insanların rusûm ve âdetlerini, alıştıkları şer‘a uygunsuz işleri bırakmaları içindir.

Birbirinizin himâyesine sığınıp, birbirinizde fânî olun, kendinizi nefy edip, arkadaşınızı isbât eyleyin. Her işte azîmet ve takvâ üzere olun. Elden geldiği kadar azîmeti bırakmayın. Sohbet, sünnet-i müekkededir. Bu sünnete devâm edin. Umumen ve husûsen sakın sohbeti terk etmeyin. Eğer bu dediklerime dikkat eder ve istikamet üzere olursanız, sizin bir nefeste elde edecekleriniz, benim bütün ömrüm boyunca kazandıklarıma eşit olur ve dâima sizin hâlleriniz terakkı‘ üzere olmalıdır. Yok, eğer bu vasiyetleri terk ederseniz, elbette perişân olursunuz. Bu esnada kelime-i tevhidi sesli olarak söylemeye başladılar ve hayatlarının sonunda eshabın huzurunda bu fakîr hakkında buyurdular ki, yirmi seneden çok oldu, onunla aramızda, Allah için ve Allah yolunda dostluk vardır. Elbette o dostluk değişmemelidir. Bu fakîrin bulunmadığı yerde bu fakîr için buyurdular ki: “Ben ondan râzıyım”. Nitekim Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) sahabeden (radıyallahü teâlâ anhüm) râzı idiler.

Bir gece bu fakirle onların aramızda bir söz geçmişti ve onlar bu fakîri batınlarındaki nisbetiyle şereflendirdiler ve ma‘nevî birlik ve beraberliğimizle alâkalı sözler söylemişlerdi. O sözlerden biri “Kabe Kavseyn ev ednâ” ma‘nâsına münâsib idi. Ruhlarını teslîm edecekleri zaman o geceyi anıp dediler ki, bir gece onunla aramızda bir söz geçmiştir ki, o sözü o bilir, başka kimse bilmez. Ve o geceyi çok beğeni ile yâd edip buyurdular: Her ne kadar o gece vâkı‘ olan görüşme sitem şeklinde idiyse de, lâkin muhabbet ve şevke sebeb oldu. Ve son hastalıklarında bu fakiri çok anmışlar. Kısaca diyelim ki, mubârek hâtırları bu fakîre tamam mültefit idi. İşte bu fakîrde bulunan her rica ve ümidin hakîki sebebi bu ma‘nâdır.

Son hastalıklarındaki fevkalade ölçülü sözleri, bazen rıza, vecd ve muhabbet, bazen aşk, şevk ve meveddet, bazan da nasîhat ve hikmetle alâkalı idi. Bazen de halka hayırlı dua ederlerdi. Mubârek ağızlarından çıkan hikmetli sözlerden biridir şu beyt:

Biz kamış bahçesiyiz, senin aşkınsa ateş, Beklenen ney’e [kamışa] düşsün ateş, olsun eş.

Hastalıkları şiddetlenince buyurdular ki, ben hizmette sûret ve ma‘nâ pehlivanıyım; Daha yok mu? “Daha yokmu”yu çok dediler ve pîrleri Hâce Behâeddin Nakşibend (kuddise sırruh) hazretlerinin rûhaniyyetini hazır görüp ve onlarla uzun uzun konuşup, kendinin gidip gitmemesi husûsunda isteksizliğini beyân edip eshabına: “Bizim gitmemiz veya kalmamız hususunda ikiye ayrıldınız. Sözünüzü bir edin ki, ben de onun üzerinde olayım” buyurdular.

Hastalanmadan on gün önce âhırette gitmeyi ihtiyâr edip [beğenip] kuvvetle ifâde etmişlerdi ki, “Sözüm sözdür, dönmem”. Hastalıklarının sebebi, ziyâde baş ve bel ağrısı idi. Yatağa ilk düşmeleri hicretin 802 (m. 1400) senesinin Receb ayının ikinci günü olan Cumartesi günü idi.

Ahırete irtihalleri ise, aynı ayın yirminci günü bulunan Çarşamba gecesi yatsı namazından sonra vâkı‘ oldu. Kabr-i şerifleri Çağayân’dadır.

Yine Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri yazmışlardır. Hâce Alâeddin (kuddise sırruh) hazretlerinin dervişlerinden biri, Hâce hazretlerinin âhırete intikallerinden tahmînen kırk gün sonra, aynı senenin Şa‘ban ayının yirmisekizinde Cumartesi gecesi Hâce hazretlerini rüyasında görmüş. Buyurmuşlar ki, Hak sübhânehü ve teâlânın bize ettiği ihsân, bizi sevenlerin itikadından [düşündüklerinden] yüksek ve ziyâdedir. Ve buyurmuşlar ki: Ne varsa, hepsini size bıraktım gittim. Önlerinde duran bir iğneyi alıp, ayaklarının altına koydular ve buyurdular ki: Bu ma‘nânın zuhuru o bir kimsenin hakkıdır ki, bu iğnenin üstünde doğru durup, hiçbir tarafa eğilmeye.

Yine Hâce hazretleri buyurdular: Hâce Alâeddin (kuddise sırruh) hazretleri 795 Şa‘banının ilk günlerinde, âhırete intikal etmeden yedi yıl önce Çağayân’dan Hâce Behâeddin (kuddise sırruh) hazretlerinin ziyâreti niyetiyle Buhârâ’ya hareketle on yedi günde gelip, aynı sene Şevvâl ayının başlarında tekrar memleketlerinde döndüler. Ramazan bayramı gecesi Buhârâ’da bulunmuşlardı. Dervişlerinden biri o gece rüyâsında gördü ki, gayet büyük bir bârigâh [otağ] kurulmuş, Hâce Alâeddin Hâce Behâeddin’le o bârigâhın yanında dururlar. Anlaşılır ki, bu bârigâh, risâletpenâh (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerinindir. Hâce Behâeddin Nakşibend (kuddise sırruh) hazretleri Resûlullah’la (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) görüşmek için o bârigâha girer. Bir müddet sonra tam bir beşaret ve neş’e ile dışarı çıkıp buyururlar: “Bize şu ihsânı ikram ettiler ki, her kim benim kabrimin her tarafından yüz fersah yere kadar defn olursa, ben emr-i ilâhî ile ona şefâat ederim. Attâr’a da her tarafından kırk fersah yerin şefâatini verdiler. Ve bizim muhib ve muhlislerimizin en aşağısına bir fersah yerin şefâatini verdiler.

HÂCE HASAN ATTÂR (kuddise sırruh): Hâce Alâeddin Attâr hazretlerinin yüksek oğulları ve vilâyet ağaçlarının gönüllere hoş gelen temiz meyvesidir. Daha küçük iken Hâce Behâedin (kuddise sırruh) hazretlerinin kimyâ tesirli nazarlarına kavuşmuştur. Derler ki, birgün Hâce Hasan bir takım oğlanlarla Bağ-ı Mezâr denen yerde oynarlardı. Hâce Hasan bir buzağıya binip, diğer çocuklar, onun yanında koşar giderlerdi. Bu esnâda Hâce Behâeddin hazretleri oraya uğradılar ve bunların bu hâlini görünce: “Yakında bu oğlan süvâri olur. Şevketlû pâdişahlar bunun yanında yaya yürürler” buyurdular.

Bu hâdise şöyle zuhûr etti: Hâce Hasan hazretleri Horasan’a geldiği zaman, Bağ-ı Zagan’da Mirzâ Şâhruh’u görmeğe gitmiş. Mirzâ kendisine bir katır verip, muhabbet ve ihlâslarının çokluğundan Hâce’nin koltuğundan tutup kendisi bindirmek ister. Bir eliyle özengisini tutar, diğeri ile katırın dizginlerini tutup, Hâce hazretlerini bindireceği sırada katır serkeşlik eder ve yürümeye başlar. Mirzâ katırın yularını sıkıca tutar ve onu durdurmak niyetiyle birkaç adım Hâce’nin rikabında [dizi yanında] koşar. Sonra katır uslanır. Hâce hazretleri bu hâleti [vaziyeti] görünce, katırdan iner ve Buhârâ tarafına yönelir. Niyaz ve tevazu hâline bürünür. Ve çocukluk zamanında buzağıya binip, Hâce Behâeddin hazretlerinin o vaziyette: “Yakında şevketlû pâdişahlar senin rikâbında [yanında] yürürler” diye söylediklerini Mîrza’ya tafsilen anlatırlar. Bununla katırın serkeşliğinin sırrı da ortaya çıkmış olur. Anlatılanları dinleyen ve bu vaziyeti gören oradaki insanların Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerine itikad ve yakînleri çoğalır.

Hazreti Mahdûmî, ya‘nî Mevlânâ Abdurrahman Câmî hazretleri Nefehat-ül-Üns kitabında bildirir: Hâce Hasan hazretlerinin kuvvetli cezbesi var idi. İstedikleri zaman cezbe sıfatıyla tasarruf ederlerdi ve tasarruf ettikleri kimseyi bu dünyaya şuur ve bununla olmak hâlinden kendinden şuurlu olmamak mertebesine eriştirip, sülûk etmekte olanlardan bazısına nice mücâhedelerden sonra nâdiren müyesser olan fenâ zevkını taddırırlardı. Mâveraünnehr ve Horasan’da tâlibler ve ziyâretçiler arasında onların keyfiyyet ve tasarruflarının çok şöhreti vardır. Kim ellerini öpmekle şereflense, o anda muhabbetlerinin esiri olur, gaybet ve bîhodluk [kendinde olmama] devleti ona elverirdi. Şöyle ki: Bir gün sabahleyin büyük bir keyfiyyetle [hâlle] hâllenmiş iken, seâdethânelerinden [evlerinden] dışarı çıkmışlar, nazar-ı şerîfleri [gözleri] kimi aldıysa, kendinden geçirme şerbetinin sarhoşu olup, akılları başlarından gitmiştir.

Hâce hazretlerinin dervişlerinden biri mubârek Hicâz seferine azîmetle Herat’a uğrar. Cezbe, gaybet, şuursuzluk ve hayret eserleri yüzünden okunurdu. Zaman zaman çarşı ve pazardan geçer, vaziyetinden ve tavrından anlaşılırdı ki, onu bâtınî bir hâl mağlub etti de, insanların gelip gitmesinden ve konuşmalarından pek bir şey anlamazdı.

Yine Mevlânâ Câmî (kuddise sırruh) buyurdular: Bu fakîrin bu silsileden hizmetine eriştiğim bir azîz derdi ki, o dervişin işi, dâima Hâce Hasan hazretlerinin sûretine murakabe [râbıta] etmek idi ve gönlünde onların sûretini hıfz ederdi. Onların sûretini hıfz etmek bereketiyle, Hâce hazretlerinin cezbeleri sıfatı o dervişe sirâyet etmişti.

Hâce Hasan hazretleri, o asrın büyüklerinden, kendisine son derece muhabbetle bağlı olan birinin ricâsı ile, Hâcegân tarîkınde bir risâle yazmışlardır. O risâleden, bereketlenmek için bir parça buraya alalım:

REŞHA-67: Bilmelisiniz ki, Alâiyye yüksek tâifesinin tarîkatlerindeki sülûk, bütün sülûk meşayıhının a‘lâsı ve en yüksek arzu olan Hakka kavuşturan yolların en yakınıdır. Zirâ bunların sülûku ehadiyyet vechinden [yüzünden] taayyün perdelerini kaldırmaktır. Öyle bir ehadiyyet vechi ki, külle sâridir [bütüne sirâyet edicidir], mahv ile, fenâ ile vahdet mertebesine, hattâ sebbihât-i celâli [celâlin azametini] işrâk edip [aydınlatıp, nurlandıran], mâsivâyı [Hak teâlâdan gayrisini] tamamen yakar. Hakikatta diğer meşâyıhın seyirlerinin [ilerlemelerinin] sonu, bu taifenin tarîkatlarının başlangıcıdır. Zira bunlar ilk mertebede fenânın nihâyetine kavuşurlar. Bunların sülûku cezbeden sonradır. Ya‘nî icmâlî olan tevhîdin tafsîlidir ki: “Cinleri ve insanları sadece bana ibâdet etsinler, ya‘nî beni tanısınlar diye yarattım” âyeti kerîmesi mucibince, âlem ve ademin yaradılmasından da maksad sâdece budur. Bu şerefli tarîkatle meşgul olmak isteyen, evvelâ bu tarîkatı kimden almışlar ise, ya‘nî pîrleri, mürşidleri kim ise, sûretini hâtırına getireler [ona râbıta edeler]. Nihâyet o kendinde olmama keyfiyeti hâsıl ola. Ondan sonra o kendinde olmamağı elden bırakmayıp, mutlak rûhun aynası olan pîrin sûret ve hayaliyle kalbin özüne müteveccih olalar ve kendini o kendinde olmamağa bırakalar. O hâl ne kadar kuvvetlenirse, sâlikin bu âleme [dünya] şuuru azalır. Ve buna bu taife dilinde adem ve gaybet derler. Bu yüzden demişlerdir. Beyt:

Adem ve gaybete kavuşursan eğer, Sana boyun eğer dünyadaki erler.

Bu kendinde olmama ve bu şerefli nisbet, gayrin varlığına asla şuurun kalmadığı mertebeye erişirse, ona fenâ derler. Hazreti Mevlânâ Celâleddin Rûmî buyururlar ki:

Şiir:

Yaşasın o yokluk ki, varlığımı yok etti, Cihân ile can buldu bununla nûmûd, vucûd, Ne zaman gelse adem mahv olur vucûd ondan, Ne hoş adem ki, geldi ziyadeleşti vucûd.

Adem hâlinin terakkisinde ve bu güzel nisbetin ziyâdeleşmesinde ve sırf kendinde olmama sıfatının zuhurunun ilk zuhurunda Hâce Behâeddin (kuddise sırruh) hazretleri buyurdular ki:

Gör bu menzilde pîr sana ne der, Bizi koy, kendini o gaybete ver.

Eğer havatır teşvîş verirse [sıkıntı verir, rahatsız ederse] hazreti mürşidin hayâlini hâtırında hâzır eyleye. Umulur ki, hâtıralar yok olur, gider. Gitmezse, beyninden bir şey çıkarıp atar gibi, üç kere kuvvetle nefesini yukarı çeke. Sonra mezkûr yola meşgul ola. Bu yolla da gitmez ve havatır yine avdet ederse, nefesini boşalttıktan sonra üç kere: “Estağfirullahe min cemi‘i mâ kerîhallahü kavlen ve fi‘len ve hâzıran ve sâmi‘an ve nâziran lâ havle velâ kuvvete illâ billah” diye ve kalbiyle dilini bir edip: YÂ FA‘AL zikrine meşgul olmanın da vesvesenin def ine [giderilmesine] büyük tesiri vardır. Bu yola öyle devâm ve alışkanlık etmelidir ki, hiçbir şekilde bu nisbetten ayrılmamalıdır. Eğer bir nefes gaflet olursa, yine zikr olunduğu şekilde kendi işiyle meşgul olmalı ve dâima hâzır olup kalb gözünün ucu ile her hâlde bu nisbete nâzır olmalıdır.

Velhâsıl gelirken, giderken, alırken, satarken, yerken, içerken, yatarken, uyurken bu sıfat meleke oluncaya kadar, huzûr makamından gâfil olmamalıdır. Bir iş ile meşgul olmak isterse, tam bir tazarru‘ ve niyâz [yalvarma ve yakarma] ile şu duayı okusun: “Yâ Rabbi, her yönde benim yüzüm, her maksadda maksadım, her işte benim gayem, her zorluk ve sıkıntıda melceim ve sığınağım, her şeyde vekîlim ol ve beni her bir hâlde muhabbet ve inâyetin tarafına döndür”.

Hâce Hasan hazretleri Hâcegân silsilesinin tarikası üzere, hastaların yükünün altına girer, hastalıklarını giderir, onları dermansızlık ve hastalıktan kurtarırdı. Hicâz seferine azîmetle Şiraz’a geldikleri zaman, o diyarda bulunan müridlerden biri hastalanmış idi. Hâce hazretleri onun hastalık yükünü yüklendi de, o kişi sıhhate kavuştu ve Hâce hastalandı ve o hastalıktan âhırete intikâl eyledi. Vefatları 826 (m.1423) senesi Kurban bayramında Pazartesi gecesi vâkı‘ oldu. Mubârek na‘şını Şiraz’dan yüksek babalarının medfeni olan Çağanyân’a nakl ettiler.

Hâce Hasan hazretlerinin oğulları Hâce Yûsuf Attâr (kuddise sırruh) Şeyh Behâeddin Ömer’le (kuddise sırruh) hem asır [asırdaş] olup, aralarında haberleşme ve mektublaşma olurdu. Hâce Ubeydullah hazretleri (kuddise sırruh) buyurdular: Birgün Şeyh Behâeddin Ömer’in meclisinde tarîkat ileri gelenlerinden biri, zikir vaktinde habs-i nefes etmeği emr edip, habs-i nefesi zikrin şartı tuttu. Şeyh hazretleri buyurdular ki, habs-i nefes Hind’deki Cukiyyelerin yoludur. Bu tarîkın şartı, habs-i nefes değil, hasr-ı nefestir [nefesi daraltmaktır]. Bu söz Hâce Yûsuf hazretlerine varınca, hazreti Şeyh’e: “Duyduğumuza göre zât-i âliniz habs-i nefes yolu yok demişsiniz ve buyurmuşsunuz ki, tarîkat meşâyihinden hiçbiri habs-i nefes ile emretmemişlerdir. Halbuki Hâce Behâeddin hazretleri ve onların halîfeleri (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) zikir yaparken habs-i nefes ile emr ederlerdi. Habs-i nefes yoktur demenizin sebebi nedir acaba?” diye yazdı. Şeyh Behâeddin Ömer hazretleri Hâce Yûsuf a şöyle cevab yazıp gönderdiler: “Bizim bu sözden muradımız, onların yaptıkları yanlıştır veya yoktur demek değildir”. Bu kadar kısa yazmakla iktifa ettiler.

ŞEYH ABDÜRRAZZAK (kuddise sırruh): Hâce Hasan eshabının ulusu ve halîfelerinden biridir. Bunun yolu râbıta nisbetine çalışmak üzere idi. Birgün Seyyid Kasım Tebrîzî hazretlerinin huzuruna geldiğinde Seyyid hazretleri kendisine, râbıta yolu ile terbiyede güzel sözler söylemiş ve demiş ki: Ancak senin nisbetin ve yolun güzeldir. Ya‘nî tarîka nisbeti güzelliği sana münhasırdır.

Reşahât sâhibi (aleyhirrahme) der ki: Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretleri birgün, ileri gelenlerden çok kimselerin bulunduğu bir mecliste buyurdular: İlk zamanlarımda, büyüklerden birinin sohbetinde, meşâyıhdan biriyle görüştük ve Hâce hazretleri o meclisteki bir mülahaza sebebiyle o şeyhin ismini söylemeyip buyurdular ki: İsmini vermeyeyim, -ama açık bir îma ile anlaşıldı ki, o, Şeyh Abdurrazzak idi- diledi ki, bize tasarruf edip, bâtınî hâkimiyetini izhar eylesin. O topluluk yüksek mertebede bir topluluk idi. Azîzlerden çok kimseler bulunuyordu. Ben de kendi nisbetimi muhkem [kuvvetle] hıfz edip kendimi kendi nisbetime havâle eyledim. O da bu ma‘nâyı anlayıp bana tasarruf etmekte çok çalıştı. İki gözünü bana dikip, bütün varlığı ile bana müteveccih oldu. Elini bazen üzerime, bazen omzumun üzerine koyup, üzerime bir yük yıkmak diledi. Ben hareketle sıçradım ve o yükü yine ona havâle ettim. Onun tasarrufunu def edeceğimi bildiğimden ve bundan bir an gafil olmadığımdan, bana hiç tesir etmedi ve yük kendi üzerine düştü. O kadar müteessir oldu, bu hadîseden etkilendi ki, sıkıntısından terledi ve tasarruf edemediğinden mahcûb ve münfâil olup elem çekti. Ben de, onun böyle pîr-i azîz olup bu kadar mahcubluk çekmesinden utandım ve nihâyet kendimi ona teslîm ettim ve istediği gibi tasarruf etsin, dedim. O da bunu anladı ve tekrar bana tasarrufa başladı, ama yine tasarruf edemedi. Çok bozulacaktır diye meclisinden kalkıp dışarı çıktım.

MEVLÂNÂ HÜSÂMEDDİN PÂRİSÂ BELHÎ (kuddise sırruh): Hâce Alâeddin hazretlerinin halîfesidir. İlk zamanlarında Hâce Behâeddin Nakşibend (kuddise sırruh) hazretlerinin kabûlü ve sohbeti ile şereflenmişti. Lâkin Hâce hazretleri kendisinin terbiyesini Hâce Alaeddin hazretlerine havâle ettiğinden, onların huzurunda tekmîl ve ikmâl derecesine erişmiştir. Takvâda kâmil ve şeriatin edeblerine riâyetle hâllenmiş olup, hâllerini ve vâkitlerini muhâfazada tam ihtimam gösterirdi.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular: Mevlânâ Ya‘kub Çerhî hazretlerinin sohbetine erişmek niyetiyle Herî’den hareket edip Belh’de Mevlânâ Hüsâmeddin Pârisâ hazretleri ile görüştüğümde, Hâcegân tarîkatini bize beyân ve telkîn edip kendilerinden tarîkat almamı çok istediler. Mevlânâ Ya‘kub hazretlerine niyetle yola çıktığımdan tekliflerini kabûl etmedim. Çok ısrar ettilerse de, hâtırım onlar tarafına çekilmedi. Sonunda buyurdular ki: Bâri bize o kadar izin verin ki, husûsî yolu beyân edeyim. Belki bir zaman gönlünüz bazı kimseleri bu yolla terbiye etmek isteye veyahud tâlibler sizden bu yolla irşâd murad ederlerse, bu yol da sizin ma‘lûmunuz olsun. Ondan sonra bu yolu beyân edip buyurdular ki: İnsanların çoğunun istidadı o şekildedir ki, bu yolda az zamanda elde ettikleri cem‘’iyyeti, diğer yollarda uzun zamanda hâsıl edemezler ve bu yolu sizin bilmeniz mühimdir.

Gerçekten Taşkend’e gittiğimizde bir takım kimseler peyda oldu ki, bizden bu husûsî yolu ricâ eylediler. Anlaşıldı ki, Mevlânâ Hüsâmeddin hazretlerinin bize o husûsî yolu ta‘limde ettikleri ısrar ve mubalağa bu bakımdan imiş.

Yine Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular: Mevlânâ Hüsâmeddin evkatı [vakıtleri koruması] Şeyh Behâeddin Ömer’in evkatından, belki Şeyh Zeyneddin Hâfi’nin evkatından mazbût idi. Halbuki bu iki şeyhin evrad ve ezkârı sayısız ve hesabsız idi. Mevlânâ hazretleri vakitleri muhafazada ve vazifeleri yapmada son derece gayret ve ihtimam üzere idiler. Sabahtan ikindiye kadar, kaylûle zamanı dışında insanların kendi sohbetinde bulunmalarına izin verir, ikindi namazından sabaha kadar, huzûr-i şeriflerinde asla kimse olmazdı. Şerefli vakıtleri gayet mazbût ve mahfuz idi. Teheccüd, işrak ve kuşluk namazlarını ve sâir sünnetleri kendilerine lâzım kılmışlardı ve bu şekilde bütün bu ibâdetleri ve şeriatin bütün edeblerini gönül cem‘iyyeti ile edâ etmekten zevk alırlardı.

Yine Ubeydullah Taşkendî hazretleri buyurdular: Mevlânâ Hüsameddin hazretleri derlerdi: Ne kadar hâtır cem‘iyyete hâsıl ise de, yine yemek yiyeceği zaman Bismillah demek, huzûru bozmaz. Terk etmemelidir.

ŞİFE-15: Her işin başında Besmele söylemekten murad, o işe gafletle başlamamak, belki Hâk teâlâyı hâtırında bulundurarak başlamaktır. Hâtırın cem‘iyyeti dedikleri de bu âgâhlıktan [bilmekten] ibârettir. Mevlânâ hazretlerinin, her ne kadar cem‘iyyet-i hâtır var ise de, yine Bismillah demek lâzımdır. Bismillah demek huzuru bozmaz, dediklerinden muradları şudur ki, Besmeleden maksad gafletsizlik ve âgâhlık olduğu gibi, cem‘iyyet-i hâtır da sırf âgâhlıktan ibârettir. O hâlde cem‘iyyeti hâtır var iken, Besmeleye ne ihtiyâc vardır deyip Besmeleyi terk etmemelidir. Belki huzûr ile birlikte Besmele demelidir. Zirâ huzûr ile tesmiye [besmele okumak] sûret ile ma‘nâyı birleştirmektir ve hakikat ile şeriati birlikte gözetmektir. Besmeleyi sesle söylemezlerse, sûret ile ma‘nâyı bir araya getirmiş olmazlar. Nitekim Mevlânâ Celâleddin Rûmî hazretleri Mesnevî-i ma‘nevîsinde bu hususta buyurmuştur:

Eğer tasavvuf ma‘nâ ve düşünce olsaydı, Orucun, namazın da sûreti bulunmazdı.

Yine Ubeydullah hazretlerinden işitilmiştir. Buyurdular: Mevlânâ Hüsâmeddin Belhî hazretlerinden: “Hâcegân tarîkatinde işin nihâyetinde ne için zikir ile emr eylediler?” diye suâl ettim. Buyurdular ki, bu mertebede zikir, makam ve dereceleri aşmak için değildir, derecelerin yükselmesi içindir.

MEVLÂNÂ EBÛ SAÎD (kuddise sırruh): Hâce Alâeddin Attâr (kuddise sırruh) hazretlerinin eshabının büyüklerindendir. Hâce hazretlerinin âhırete intikalinden sonra, Hâce Hasan Attâr hazretlerinin hizmetinde bulunmuştur.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdu: Seyyid Kasım Tebrîzî dâima mebdee [esasa, başa] bakardı. Tevhîd hâli onda gâlib idi. Dünyadaki olaylardan herhangi biri meydana gelse, tevhîd meşrebi gereği ona teslîm ve rızâ gösterir, hâlin gereğine uygun muâmele eylerdi.

Reşahât sâhibi (aleyhirrahme) der ki, Hâce hazretleri yeri geldiği zaman şu hikâyeyi nakl ederdi: Hâce Hasan Attâr hazretleri Horasan’a geldiğinde Herat’ta Seyyid Kasım hazretlerine varıp mülâzemet ederdi. Mevlânâ Ebû Saîd de Hâce Hasan hazretlerinin mülâzemetinde [yanında] idiler. Seyyid hazretlerinin sohbetine girip oturduklarında, Mevlânâ Ebu Said’in hâtırına Seyyid Kâsım hazretlerinin bâtınını tasarruf etmek düştü ve bu işe başlayıp himmetin bezline koyuldu. Seyyid hazretleri bunu anlayınca, tevhîd ehlinin meşreblerinde olan genişlik ve fıtratında bulunan kerem ve mürüvvet sebebiyle kendisini Mevlânâ Ebû Saîd’e teslîm edip, onların tasarrufuna rıza verdi. Mevlânâ hazretleri de öyle tasarruf ettiler ki, Seyyid hazretlerinin şuuru gitti ve hayli zaman kendinden gaib oldu. Kendine gelince mubârek başlarını kaldırıp, Mevlânâ Ebû Saîd hazretlerine: “Bârekallah, kerem ve inâyet eylediniz” buyurdular. Hâce Hasan hazretleri ve Mevlânâ Ebû Saîd’in ikisi de bu hâlden mahcûb oldular. Dışarı çıktıklarında Hâce Hasan hazretleri Ebû Saîd’i, bu edebsizliğinden dolayı payladılar ve azarladılar.

HÂCE ABDULLAH İMÂMÎ İSFEHÂNÎ (kuddise sırruh): Hâce Alâeddin Attâr hazretlerinin eshabındandır. Kendisi buyurdu: Hâce hazretlerinin sohbetine ilk vardığımda şu beyti okudular:

Kalmasın senden eser asla, kemâl ancak budur, Var onda yok ol, vahdette visâl ancak budur.

Hâce Abdullah İmâmî sâdâtın ileri gelenlerinden birinin ricasıyla Hâcegân tarîkati hakkında pek faydalı ve muhtasar [kısa] bir risâle yazmıştır. İşte o risâleden teberrüken bir parça arz edelim:

REŞHA-68: Tâife-i aliyyenin teveccüh usulleri ve batınî nisbetlerin terbiyesi şöyledir: Bu tarîkatte meşgul olmak istedikleri zaman, evvelâ bu nisbeti kimden aldılarsa, o zâtın sûretini hayaline getireler. Bu hâl, onların ma‘hud [bilinen] hararet ve keyfiyetleri zâhir oluncaya kadar [bu râbıtaya] devam eder. Sonra yine o hayali gidermeyip, bilâkis onu hıfz edip, gözüyle, kulağıyla ve bütün a‘zaları ile o hayâl ile birlikte kalbe müteveccih olurlar. Kalb, insana mahsûs hakîkat-i câmi‘adır. Ulvî ve suflî bütün kâinat onun mufassalı [açılmış şekli]dir. Bu hakîkat cisme hulûlden münezzeh ise de, onunla yürek arasında bir nisbet [bağlılık] olduğundan, bu et parçasına doğru teveccüh ederek, gözü, fikri, hayali ve bütün hislerini buna müteveccih kılmalıdır. Bundan bir an gafil olmayıp, dâima gönül kapısında bekleyip durmalıdır. Bir şüphemiz yoktur ki, böyle olunca gaybet ve bîhodluk [kendinde olmama hâli] başlar. Bu keyfiyeti bir yol farz edip ardınca gitmelidir. O sırada gelen düşünceleri kendi kalbinin hakîkatine teveccüh etmekle izâle etmelidir. Hâtıra gelen o kısmî şeyle meşgul olmayıp ondan küllî olana kaçmalıdır. Böylece o kısmî [cüz‘i, küçük] şey oradan gider. Gitmezse, o zâtın sûretine iltica edip, onu biraz hıfz etmelidir ki, eski nisbeti yeniden hâsıl olsun. Bununla da gitmezse, o zaman o sûretin kendisi gider. Ama müteveccih olan kişi o sûreti kendisi gittirmemelidir. O sûretle de vesveseler def olmazsa, ma‘nâsını düşünerek kalbden birkaç defa

FA‘AL ismine meşgul ola. Elbette def olur. Eğer bununlada def olmazsa, kalbden birkaç defa Lâ ilahe illallah kelime-i tayyibesini, lâ mevcûd illallah [Allahdan başka hiçbir şey yoktur] düşünerek tasavvur eyleye. Kalbini karıştıran vesvese, her ne çeşit olursa olsun, zihnî varlıklardan biri olduğundan, hakikatta onu Hak sübhânehü ve teâlâ ile varlıkta durur bile, belki aynı hak bile. Zirâ bâtıl dahî bazı zuhurat-ı hakdandır. Şübhe yoktur ki, bu düşünce ile bir şevk hâsıl olup azîzler nisbeti kuvvet bulur. O zaman bu fikri de izâle edip, bîhodînin hakîkatına müteveccih olup onun ardına gide.

Eğer Lâ ilahe illallah zikrini kalbden söylemekle huzûr bulmazsa, birkaç kere sesli söyleye. Allah kelimesini uzatıp, tevhîdi kalbde isbat eyleye ve sıkıntı ve bıkkınlık verecek kadar meşgul olmamalı, daraldığını sıkıldığını görünce terk etmelidir. Ve şunu bilmelidir ki, gaybet, bîhodi ve azîzler nisbeti terakkîde oldukça, eşyanın hakîkatini düşünmek ve cüz‘i şeylere teveccüh aynı küfürdür:

Mısra‘:

Kendiyle olmak küfürdür, olmamak dindir.

Belki bu zamanda Hak teâlânın isim ve sıfatlarını dahi düşünmemelidir. Eğer bu düşünce dahi kalbe âriz olsa [gelse], bildirildiği şekilde onu da gidermelidir. Eğer burada birisi suâl eder ve derse ki, bu sûrette Hakkın nefyi [kalbden giderilmesi] lâzım gelir. Cevab veririz ki, Hakkı Hak için nefy câizdir. Nitekim Hâce Behâeddin Nakşibend hazretleri (kuddise sırruh) buyurdular ki, eğer Hakkın fikri sırf olursa, nefy ettikçe ziyâde olur. Zira Hak kimsenin nefyi ile nefy olmaz. Değilse zâil olur. Şunu da söyleyelim ki, bu tâife-i aliyyenin ruhâniyyetlerinin matlubu yokluğa teveccühdür ki, o hayret vâdisinin hudududur ve zâtın nûrlarının tecellileri makamıdır. Bu makamda vucûd kalmaz. Şübhe yoktur ki, isim ve sıfatlarda düşünme, bu mertebeden aşağıdır.

Çarşıda, pazarda, insanlarla konuşurken, yerken, içerken, kısaca herhâlde ve durumda kendi hakîkat-i câmi‘asıdan [kalbinden] gözünü ayırmamalı ve onu hazır bilmelidir. Cüz‘î şeylere bakarak hakîkat-i câmi‘asından gafil olmamalı, belki her şeyi o hakîkat ile kaim bilmeli ve onu güzel olan ve olmayan her şeyde müşâhede etmeğe çalışmalıdır. Böylece bir mertebeye varmalıdır ki, hepsinde kendini görüp, cümle eşyayı kendinin kemâl ve cemâl aynası bilmeli, belki cümlesini kendi parçaları bulmalıdır. Mısra‘:

Cüz‘üdür âriflerin, ne varsa, iyi kötü.

Konuşurken de bu müşâhededen gâfil olmayıp, zâhirde başka şeylerle meşgul olsa da, hakîkatta kalp gözü dâima o tarafa bakar olmalıdır. Nitekim buyurmuşlardır: Beyt:

İçerden âşinâ ol, dışardan yabancı sansınlar,

Bu çok güzel bir yoldur, âkıl ol, divâne sansınlar.

Susma ne kadar çok olursa, bu nisbet de o kadar ziyâde olur. Dil ile kalb arasını ayırıp, kendisine halk Hak’dan hicâb [perde] ve Hak halktan perde olmayacak mertebeye geldiği zaman, cezbe sıfatlarıyla başkalarını tasarruf edebilir ve irşâda icâzet ve halkı Hakka da‘vet bu mertebeye erişen kimsenin hakkı olur.

Sâlik, gadaba geldikte [kızınca] kızgınlığını yutmayıp, kızgınlığın gereğini yapmaktan sakınmalıdır. Çünkü kızdığı zaman gerekeni yapmak, kalbi ma‘nâ nûrundan boşaltır. Eğer kızarsa ve bir kusur dahi el verirse, tam bulanıklık, zâhir olur ve nisbet bağı zaiflerse veya koparsa, hemen gusl etmelidir. Dayanabiliyorsa, soğuk su ile yıkanmalıdır ki, safası ziyâde olur. Soğuk suya dayanamazsa, ılık su ile yıkansın. Yâhud temiz elbise giyip, yalnız bir yerde iki rek‘at namaz kılsın. Ve birkaç kere kuvvetle nefesi yukarı çekip kendini boşaltsın. Sonra zikr olunduğu gibi müteveccih olsun. Zâhirde dahî kendi hakîkat-i câmi‘ası önünde tazarru‘ eylesin ve bütün varlığı ile ona teveccüh eylesin.

Muhakkak bilmelidir ki, kendinin hazret-i câmi‘ası [hakikat-i câmi‘ası ya‘nî kalbi] Hak sübhânehü ve teâlânın zât ve sıfatlarının hepsinin mazharıdır [zuhur yeridir, aynasıdır]. Ama bu Hak teâlânın ona hulul etmesi ma‘nâsında olmayıp, belki aynada görünen sûret gibidir. İşte o zaman bu tazarru‘ hakîkatta Hak sübhânehü ve teâlâya olmuş olur.

ŞEYH ÖMER BAYEZİ(kuddise sırruh): Hâce Alâeddin Attâr hazretlerinin eshabındandır ve şerefli hizmetlerinde kabûl şerefî ile mümtâz olanlardandır. Hâce Ubeydullah hazretleri kendisini görmüştür. Onlardan naklederler ki, şeyh der idi ki, Irak meşâyıhı Horasan meşâyihine bazı şeyler yazıp göndermişler ve demişler ki, bize mahsûs ahvâl ve mevâcid [kendinden geçmeler] vardır. Bu esastan giderek, sizin bu husûsta sözünüz nedir? Öğrenmek isteriz. Horasan meşâyıhı da bu mes’eleyi Mâverâünnehr meşâyıhına arz eylemişler. Onlar da Türk meşâyıhından sormuşlar. Türk meşâyıhı bu suâlin cevâbında: “Biz bunları bilmeyiz. Bizim cevâbımız budur ki, herkes yahşi biz yaman, herkes buğday biz saman” buyurmuşlardır.

MEVLÂNÂ AHMED MESKE (kuddise sırruh): Hâce Alâeddin hazretlerinin eshabından biri ve o kapıda hizmet edenlerin en iyisidir. Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular: İlk zamanlarımda idi. Birgün Mevlânâ Ahmed Meske, Hâce hazretlerinden akraba ve taallukatını sıla etmek için Bedahşan’a gitmeğe izin istemiş. Varıp sıla-ı rahm edip, döndükten sonra yolu bir yere gelmiş ki, sahrada oturan kızlardan bir bölük kız, oraya su almağa gelmişler, Mevlâna Ahmed’e onları görme arzusu düştü ve bu arzu kendisine öyle galip oldu ki, kararı kalmadı. Nihâyet hâtırına geldi ki, bir bakıp kendini bu sıkıntıdan kurtara. Bu niyetle ileriye gitti. Bir an onları seyredip, geçip gitti. Gelip Hâce hazretleri ile görüşeceği zaman, onları bir yüksek mecliste huzûr içinde toplanmış buldu. Hâce hazretleri o kalabalığın huzurunda Mevlânâ Ahmed’e dönüp: “Hâcegân tarîkatinde muhâsebe [hesablaşma] vardır. Bizden ayrıldığınız zamandan beri başınızdan geçenleri kısaca bize anlatın” buyurdular. Mevlânâ Ahmed de anlatmaya başladı. Anlatması, yolda gelirken bir bölük kızlara uğrayıp, onlara baktığı yere gelince, anlatamayıp geçince, Hâce hazretleri: “Anlatmadığınız az bir yer kaldı. Demek ki anlatamadınız. Ama çâre yok, anlatacaksınız. Siz anlatmazsanız, biz söyleriz ve sizi rezil ederiz” buyurdu. Mevlânâ Ahmed çok sıkıldı ve mahcûb oldu ve o sırrın ifşâsından başka çare bulamayıp, büyük bir eziklik içinde vâkı‘ olanı anlattı. Hâce hazretleri de mubârek yüzünü Mevlânâ Ahmed’e döndürüp, azarlayarak, delikanlıya bakın! Buyurdular.

Mevlânâ Ahmed bu hikâyeyi anlattıktan sonra şöyle dedi: Dehşet ve mahcubiyyeten o mecliste öyle oldum ki, varlığımdan eser kalmadı. Sanki bütün vucûdum eridi de, tamamen kendimden gittim.

DERVÎŞ AHMED SEMERKANDÎ (kuddise sırruh): Künyesi Ebûlmeyâmin, lakabı Cemâleddin Ahmed bin Celâleddin Muhammed Semerkandî’dir. Mezkûr [bu] derviş, her ne kadar zâhiren Şeyh Zeyneddin Hâfî’nin (kuddise sırruh) müridi olup ve Şeyh hazretleri kendisine icâzetnâme yazıp, bu icâzetnâmenin sonunda kendi mubârek ismini ve yazılış tarihini şöyle yazıp: “Bu satırları yazan kul kerîm olan Rabbine muhtâc Zeyneddin Hâfî -Allah onu tarîkat ehlinin usûlünde sâbit eylesin ve hakîkat sâhiblerinin kemâl makamlarının nihâyetine kavuştursun- tarafından oğlum azîz, seyyâr Ahmed Semerkandî’ye -Allahu teâlâ ona hakîkat kapılarını açsın ve ona ince derecelerde temyiz irfanı versin- icâzetnâmedir. 821 senesi recebinde Herat nâhiyelerinden birinde verilmiştir” buyuruyorsa da, hakîkat bakımından tevhîd ehli meşrebi kendisinde galib idi. Bu sebebden Nakşibendî Hâcegânı (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) hânedanına kemâl-i muhabbet üzere olup, Horasan, Irak, Hicâz ve Mâverâünnehr’e sefer etmeden önce, Hâce Alâeddin Attâr (kuddise sırruh) hazretlerinin sohbetine çok devam etmiş, meclis-i şerîfleri berekâtından büyük pay almış idi.

Şerefli hizmetlerinden sûrî ayrılık ve zarûrî uzaklık vâkı‘ olduktan sonra da, yine her zaman şerefli huzurlarından uzak düştüklerinin huzursuzluğunu beyânla pişmanlığını izhâr ederdi. Nitekim bu ma‘nâ Hâce hazretlerine yazdığı mektublardan açıkca anlaşılmaktadır. Derviş Ahmed hazretlerinin el yazısı ile yazılmış olan şu mektub o mektublardan biridir ve şâhid olarak buraya koyduk:

Allahu teâlâ izzet ve keremi ile doğuyu ve batıyı, insan görmüş insanların seçkini o, âlemin göz nûrunun ışığıyla aydınlatsın! Sübhânî nûrların son aynası, rahmanî eserlerin latîf ma‘deni, ruh ordularının ışınlarının yansıtıcısı, kırk sabah havasının tertemiz çiğ damlası, soyu unsur-i azîmden çıkmış, yüksek fazîleti kerîmden gelmiş bulunan, hakîkat bahçesinin sabah rüzgârı, tevfîk havuzunun damlası, tarîkat sahifelerinin baş levhası, hakîkat kitabının mukaddimesi, dirâyet semâsının yıldızı, velâyet gökünün incisi, akıl sâhibleri noktalarının meydana getirdiği dâire, kutublar dâiresinin noktası, âşıkların kalblerinin teskîn yeri, Hak, millet ve dînin âlası [Alâeddin], İslâm ve Müslümanların güneşi, Rabbil âleminin hususî lutfû mahdûmum [efendim]! Muhiblerin gönül şişeleri onun verdiği yağla nûr üstüne nûrdur. Allahu teâlâ ona mecd ve celâl elbisesi [giysisi, örtüsü] versin ve ebdaller makamında bulundursun. Âhıret yolunda sonsuz seâdet ihsânı ile nihâyetsiz ikbâlin mercei eylesin. O dua edenin duasını kabûl buyurur ve dilediğini verir. Beyt:

Hak teâla yüceltsin bu seâdet nûrunu, Gökteki, güneş gibi, herkes seyretsin onu.

... [Bu mektub medhü senanın güzel örneklerini vererek devâm ediyor. Bizim muradımızı aşıyor ve husûsî alâkaya giriyor. Arabî ve Fârisî belâgat ve fesahat nûmûneleri ile birkaç sahîfe sürüyor ve şu beytle bitiriyor.] Beyt:

Düşünemiyorum ki, vasfın beyâna sığsın.

Yüz küsür yıl yazsam da, yine ondan azîzsin!

Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular: Şeyh Zeyneddin Hafi hazretlerinin ilk zamanlar Derviş Ahmed Semerkandî’ye himmetleri ve tasarrufları onun işini ilerletecek hâlde idi. Kendisini Herat câmii maksûresinde, Müslümanlara va‘z ve nasîhat etmek için vâiz ta‘yin edip ve va‘z meclisinde bulunmak için on gün kadar Herî’de eğlenip meclisinde hâzır olmuşlar idi. Şehir halkını onların va‘zına tergîb [teşvîk] edip, meclisindeki cem‘iyyetin çoğalmasına çok gayret gösterir ve halka, ona bîat edin diye emr ederlerdi. Bir müddet sonra Derviş Ahmed’den huzûrsuz ve rahatsız olup, hatta Dervîş Ahmed’i tekfîr ve halkı onun meclisinden tenfîr [nefret] edip, ondan tamamen yüz çevirmişlerdi.

Şeyh hazretlerinin huzursuzluklarının sebebi bu idi ki, Derviş Ahmed mecliste konuşurken Seyyid Kasım hazretlerinin beyitlerini çok okurdu. Meclisin sonunda da, hânendelere Seyyid hazretlerinin beyitlerini ve şiirlerini okuturdu. Şeyh hazretleri kendisini bundan men‘ etmeye uğraşdıysa da, yine vaz geçmedi. Bu sebebden Şeyh hazretleri Derviş Ahmed’e çok

kırıldı. Husûmetleri bir dereceye vardı ki, Derviş Ahmed’in meclis ve va‘zında, ancak yedi sekiz kişi bulunur oldu.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular: Şeyh hazretlerinin Derviş Ahmed Semerkandî’den incinmesi, benim Herî’den Hulfûtî hisarı tarafına Mevlânâ Ya‘kub-i Çerhî’ye (kuddise sırruh) mülâzemet niyeti ile gitmemden sonra vâkı‘ oldu. Ben o yolculukta üç ay kalıp, sonra yine Herî’ye geldim ki, Şeyh hazretleri ile Derviş’in arası bu hâle gelmiş ve Şeyh’in iltifat etmemesi sebebiyle meclisi ve va‘zı perişan ve Herî halkının çoğunu Derviş’ten yüz çevirmiş buldum. O zaman Derviş’le o kadar âşinalığım yok idi. Lâkin Derviş’in bu durumuna hayli üzüldüm. Birgün Mülk kapısından şehre giriyordum. Köprü üstünde Derviş’i gördüm. Hemen atından indi ve: “Evimden sizin şerefli sohbetiniz ile müşerref olmak için çıkmıştım. İsterim ki, hücrenize varıp, içimdeki derd ve sıkıntıları size arz edeyim” dedi. Her nasılsa o zaman hücrenin anahtarı Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinde bulunuyordu. Kendi kendime dedim ki, inşallah yolda giderken Mevlânâ Sadeddin’e rastlarız. Bundan Derviş’e bahsetmedim. Derviş de atını kendi adamıyla evine gönderdi. Birlikte hücremizin bulunduğu Gıyasıyye medresesine doğru yürüdük. Hücreye gelirken, yolda Mevlânâ Sadeddin’e rastladık. Üçümüz beraber hücreye geldik. İçeri girip oturur oturmaz, Derviş hâlini anlatmadan ağlamaya başladı. Sonra büyük bir üzüntü içinde şikâyet yollu bütün hâlini anlattı. “Bana şöyle şöyle ezâ ve cefâ edip, halkı benden soğuttular ve uzaklaştırdılar; va‘z meclisimde kimse kalmadı” dedi. Bunları söylerken de çok ağladı. Sonra dedi ki: Kendi hâlimde çok şaşkın idim. Bir azîz bana dedi ki, eğer senin işin açılırsa, filân kimseden açılır. Senin bu muradın başka kimsenin elinden gelmez. O azîz beni size havâle eyledi. Şimdi yalvaran elimle yardım eteğinize yapışıp, sizden kalb yardımı istemeğe gelmişim, dedi.

Hâce hazretleri buyurdular ki: Derviş’in sıkıntı dolu bu hikayesini dinleyince, içimde büyük bir elem ve ızdırap hissettim. Derviş’in hâline yüreğim yandı. Gördüm ki, gayr-i ihtiyâri hâtırım Derviş tarafına yöneldi ve onun hâlini düzeltmekle meşgul oldu. Derviş’e: “Üzülme. Git filân mescidde va‘z eyle. Bizim hâtırımıza gelen ve görünen odur ki, sizin meclisinizde bulunanlar, elbette öncekilerden daha çok ve halkın size yakınlığı haddinden ziyâde olacaktır” dedim. Derviş’in hâtırı hoş oldu. Kalktı gitti. İşâret olunan mescidde va‘z etmeğe başladı. Birkaç günden sonra halk o kadar rağbet gösterdi, meclisi öyle kalabalık oldu ki, o mescide sığmayıp, daha büyük bir mescide gitmek lâzım geldi. Bu uslûb üzere birkaç meclis dolaştıktan sonra, halkın izdiham ve kalabalığı o dereceye geldi ki, her mecliste, nice kere “sıkışık oturana Allah rahmet eylesin” diye seslenir oldular. Ve halk ne kadar sıkışık otursa da, yine o kadar kalabalık olurdu ki, Derviş’in sesi meclisin ucuna erişmezdi. Bu haber Şeyh Zeyneddin Hâfî hazretlerinin kulağına ulaşınca, bu kalabalığın giderilmesine ve eski hâline gelmesine ne kadar çalıştıysa da, tesîr etmedi. Bilâkis Derviş’in meclisinin ravnakı [parlaklığı] ziyâde oldu. Halk arasında meşhûr oldu ki, Türkistan’lı bir genç, yani Hâce Ubeydullah, Şeyh Zeyneddin Hâfî ile muaraza eyledi ve galib oldu.

Hâce hazretleri buyurdular: Ondan sonra Herî şehrinde parmakla gösterilir oldum. Şeyh Zeyneddin Hâfi hazretlerinin müridleri nerede beni görseler, birbirlerine gösterirlerdi ve: “Derviş’e yardım edip işini kuvvetlendiren budur” derlerdi. Buyururlardı ki, gençlikte ilk yaptığım muaraza, Şeyh Zeyneddin Hâfî hazretlerine karşı bu muarazamdır. Ve bunda galib geldim.

Buyurdular: Çocukluk zamanımdan beri âdetim şöyledir ki, kim benimle münâkaşa ve mukabele ettiyse, ya‘nî karşıma geçtiyse bana galib olamadı ve işi ileri gitmedi.

Buyurdular: Mîrzâ Sultan Ebû Saîd der idi ki, rüyâda bir bölük evliyânın bana: “Hâce Ubeyd Çoban gayet kuvvetlidir. Onunla karşı karşıya gelmek kabil değildir. O hangi tarafta bulunursa ve hâtırı ne isterse, o olur” söylediklerini gördüm. Buyurdular ki, doğru görmüştür. Küçük yaştan beri kim benim karşımda olduysa, mağlup oldu ve işi ileri gitmedi. Hazreti Hâce Abdülhâlık (kuddise sırruh) fukarasına [yolunda olan evliyâya] kimse mukabele edemez. Ederlerse, elbette onlar galib olurlar.

Reşahât sâhibi (aleyhirrahme) der ki: Hâce Ubeydullah hazretleri, Derviş Ahmed’in va‘zına gayet mu‘tekıd idiler. Buyururlardı ki, benim hâtırım Derviş Ahmed’in va‘zına çok meyilli idi. İyi sözler söylerdi. Onun va‘zında Şeyh Ebû Havas Haddâd ve Şeyh Ebû Osman Hibrî gibiler gerek idi. Bazen da buyururlardı ki, onun meclisinde Şeyh Ebûl-Kasım Cüneyd ve Şeyh Ebû Bekr-i Şiblî hazır olmalıydı ki, onun yüksek hakîkatlarını ve beliğ inceliklerini işitirlerdi. Bir gün va‘z meclisinde çok yüksek ve ince sözler söylerken, meclisinde bulunan münkirlerin bazısından, kimsenin anlamadığı sözü söylemeye ne luzûm var, sözü duyuldu. Derviş Ahmed hemen söze başlayıp: “Sen alçaksın. Bu tâifenin yüksek sözlerini anlamazsın. Nereden bildin ki, bu mecliste bulunanların hepsi senin gibi düşük himmetli ve anlayışsızdır. Ama bu mecliste öyle kimseler vardır ki, bu sözler onların hakkı olduğu için söyleniyor” dedi.

Ve yine Hâce Hazretleri buyurdular: Derviş Ahmed, va‘z esnasında gayet yüksek ve ince ma‘nâlı sözler söylerdi. Düzenli konuşanlar, bunun için ona dil uzatır, onu beğenmezlerdi. Derviş’in tarafında bulunanların onlara cevabları şöyle idi: Bu sözler, ondan gayr-i ihtiyârî sâdır olur. Mecliste bulunanlardan bazısının istidadı kuvvetine göre konuşmuş olur, vâizin bunda ihtiyârı ve günâhı yoktur.

Yine Hâce hazretleri buyurdular: Birgün Dervîş Ahmed’in meclisinde hâzır idim. Kendisinden çok yüksek ve ince ma‘nâlı sözler sâdır oldu. Derviş sözlerine mağrur olup, tefâhûr [övünme] izhâr eyledi ve o sözler kendi istidadından kopup gelmektedir sandı. Mecliste bulunanlara minnet edip: “Ben o kimseyim ki, gaybî hakikatlar ve hakîki ma‘rifetler benim vâsıta olmaklığım ile sizin kulağınıza ulaşır. Siz onun kadrini bilmezsiniz ve şükrünü yerine getirmezsiniz” dedi ve bu ma‘nâları tekrâr edip, halka itminânı hadden aşırdı. Onun bu kendini beğenme tavrı taşıyan hâli, bana ağır geldi. Kalbimden dedim ki, bu hakîkatlar senin kendi hakîkatından kopup geldiğini nereden anladın? Niçin düşünmüyorsun ki, bu mecliste istidadları bu ma‘nâyı Feyyâz-ı mutlaktan cezb eden kimseler olabilir. Eğer meclistekilerin kabiliyyeti olmasaydı, senden bu hakîkatlar zâhir olmazdı. Bu esnada bir değirmi yakalı cübbem vardı, başımı onun yakasının içine çektim ve iki şehâdet parmağım ile sıkıca kulaklarımı tuttum. Nefesimi habs edip, ben senin sözünü işitmem, görelim ki, ne biçim ma‘rifet söyleyebilirsin dedim. O anda âcizleşti, daraldı ve nutku tutuldu. Ne kadar konuşmak istediyse de, konuşamadı. Bu aczinin kimden olduğunu bildi ve hemen minberden konuşmağa başladı. Ne ma‘nâsı vardır ki, bu fakîrin nutkunu bağlayıp, dinleyenleri mahrûm edersin. Sonunda çâre bulamayıp minberden indi. Ben de kendimi halk içinde onun gözünden sakladım.

Yine Hâce hazretleri buyurdular: Derviş Ahmed va‘zında gayet cesur ve korkusuz idi. Va‘z esnasında der idi ki, sofi kılığında bir âlim mescide gider. Acele ile namaz kılar. İmam selâm verir vermez, hiç beklemeden acele ile mescidden çıkar ve suf kaftanlarını [yün elbiselerini] giyer de it gibi Fîrûz Şâh’ın kapısına gider. Sonra döner der ki; estağfirullah, estağfirullah! Eğer kıyâmet gününde Hak teâlâ suâl edip derse ki, itten [köpekten] hiçbir zaman isyân sâdır olmamış iken, niçin sen onun ismini bir takım âsiler için kullandın, ne cevab veririm. Bunlar Fîruz gibilerin itlerinin itleridir. Zirâ bu kısım insanlar zulme ve yırtıcılığa heveslidir. Onlar yırtıcılık yapıp topladıkları murdar kalıntılarından pay almak için zâlimlerin paraziti olup, gelirler, o leş üzerine toplanırlar.

Yine Hâce hazretleri buyurdular: Bir gün Derviş Ahmed va‘zında dedi ki: Bir nice zamandan sonra va‘z etmemek isterim. Zira devamlı va‘z etmek iki kimseye münâsibdir. Biri şu kimsedir ki, şeriâte irâdet ve takva ile, amele azîmetle kendiliğinden [benliğinden] tamamen kurtulup, nefsî arzulardan onda hiçbirşey kalmayıp, onun va‘zında kendini beğenme, nefsin hazzı ve menfeât celbi sebeb olmaya. Belki sırf hakkaniyet ve Allah’ın kullarına şefkat sebebiyle ola. Biri de şu kimsedir ki, onun Hak teâlâ rızası ve âhıret sevdası muradı olmaya. Ve âhıreti kazanmak tedârikinde olmayıp, dâima teveccühü halk tarafına ve fânî zevklerin tedâriki ola. Ben birinci kısımdan değilim. Zirâ bende nefsin izleri çoktur ve ikrâr ve itiraf ederim ki, nefsin istekleri benden tamamen gitmemiştir. İkinci kısımdan da değilim. Zirâ âhıret işleri fikri ve öbür dünya endişesi bende çoktur. Onun için birkaç gün va‘z ettim, bir nice müddet de etmesem gerektir.

REŞHA-69: Derviş Ahmed hazretlerinin bir mecmu‘ada kendi el yazısı ile görülmüştür: Kudûs-i şerîfde hazreti Kuddus’e müteveccih idim. Ondan (celle zikrûhü) işittim. Bana ibâdet [kulluk] eyle, buyurdu. Yâ Rabbi, sana nasıl kulluk edeyim, dedim. Hak celle ve alâ buyurdu ki; “Sırrını benden başkasından boşalt ve bütün varlığınla bana teveccüh eyle!” Dervişâbâd’da uyanıklık hâlinde iken işittim. Rûhânî birisi rûhânî konuşarak: “Senin ben diye işâret ettiğin o heykel, sen değildir” buyurdu. Bu ifâdeden anlaşılıyor ki, bazıları mukayyed vucûd [insanın maddî vucûdu] aynı vucûd-i mutlaktır dedi. Ya‘nî mahlûkun vucûdu, hâlıkın vucûdunun aynıdır dedi. Allahu teâlâ bundan çok yüksektir. Elhamdülillah, müşâhede ile ma‘lûm oldu ki, Hâlık’ın vucûdu, mevcûdâtın vucûdu olmaktan münezzehtir. Ve yine o gün zikir meclisinden sonra müşâhede olundu ki: Bir nûrdur ki, bütün kâinâta yayılmıştır ve bütün kâinât bu nûrun aydınlığında bir zerre gibidir. Bu vâkı‘anın ilmî izâhı şöyledir: Zerre güneşin nûrundan vucûd ve numûd [görünme] alıp, onunla zuhûr bulmuş ise, işte bunun gibi bütün varlıklar hakîkî güneşle zâhir olup, Onunla kaimdirler [varlıkta durmaktadırlar].

Bu fakire bir uruc [yükselme] ve tecrîd [yalnızlık] inâyet eylediler ve bu uruc Hak sübhânehü ve teâlânın zâtında idi. Ya‘nî o tecelli, zâtın tecellisi idi. O tecrîd ve mi‘râcda Allahu teâlânın zâtıyla bu fakîrin zâtı arasındaki fark o idi ki, Zât-i teâlânın nihâyeti yok idi. Bu fakîrin zâtı ise nihâyetli idi. “Bu Allahu teâlânın bir ihsânıdır. Onu dilediğine verir. Allah büyük fazîletler sâhibidir” [Hadîd-21] bu makamdan haber vermiştir. O aziz ki, kendi müşâhedesinde demiştir: Aramızda fark yoktur, ancak o kadar fark var ki, ben ibâdet [kulluk] etme yerindeyim. Şeyh-ül islâm Abdullah Ensârî (kuddise sırruh) hazretlerini rüyâmda gördüm. Buyurdular: Bizimle senin aramızda babalık ve oğulluk vardır, şöyle ki bizlik ve senlik yoktur. Derviş Ahmed bu sözlerin sonunda şu şiiri yazmıştı:

Âşıkım dehr içinde mekânım bilinmedi, Anka-ı mugribem ki nişânım bilinmedi. İki cihanı avladım kaş ile, gamze ile, Ok ile elde gerçi kemanım [yayım] bilinmedi. Her zerrede güneş gibi gerçi zâhirem, Zuhurun çokluğundan ayanım bilinmedi. Her kulak ve her dille işidir ve söylerim,

Bu o kadar öz söz ki, dil demedi, kulak işitmedi.

SEYYİD ŞERÎF CÜRCÂNÎ (Kuddise sırruh). Hâce Alâeddin Attâr hazretlerinin manzûr ve makbûllerindendir. Hazreti Mahdûmî, ya‘nî Mevlânâ Câmî (kuddise sırruh) Nefehât-ül Üns kitabında yazar: Bu fakîr bazı azîzlerden işittim. Muhakkık âlimlerin kudvesi [önderi], müdekkik büyüklerin nûmunesi, yüksek tasnîf ve tahkîkler sâhibi Seyyid Şerîf Cürcânî (rahmetullahi aleyh) Hâce Alâeddin Attâr hazretlerinin ashabı silkine girmeğe muvaffak olup, tam bir ihtiyâc ve ihlâs ile onların yüksek hizmetçileri olmak makamına erişmiştir. Defalarca buyurmuş ki; Şîrâz meşâyihinden Şeyh Zeyneddin Alî Kelâ sohbetine kavuşmayınca rafızîlıkten kurtulmadım ve Hâce Alâeddin Attâr hazretlerinin sohbeti ile şereflenmeyince, Hak teâlâ hazretlerini anlamadım [tanıyamadım].

Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular: Dayım Hâce İbrâhim anlatırdı: Emîr Timûr Medresesi’nde idim. Seyyid Şerîf hazretleri de orada idi. Kış günlerinin gayet soğuğunda seher vaktinde iç ediksiz yalnız bir başmak ile Hâce Alâeddin Attâr hazretlerine mülâzemet için Hidâye sâhibi medresesine varırlardı ve beni de götürürlerdi. Dışarıda epeyi bir zaman durup bekledikten sonra, içeri girmeğe izin gelirdi. Seher vakitlerinde Hâce hazretlerinin hizmetkârları yemekte besili tavuklar ve kuzular pişirir, çeşitli ikrâmlarda bulunurlardı. Müttakî âlimlerden Mevlânâ Behâeddin Endecânî de bazen Hâce Hazretlerinin meclis-i şerifinde hâzır olurdu. Bir kere sabahleyin Hâce hazretlerine böyle yemek getirdiklerini görüp, hâtırından “böyle bir külfeti niye seçtiler acaba?” Derviş olan kimsenin böyle külfet nesine yarar” geçti. Hâce onun bu düşüncesini anladı ve buyurdular ki: Mevlânâ Behâeddin, yemek ye. Halâl olunca zarar etmez.

Hâce Alâeddin (kuddise sırruh) hazretleri, Seyyid Şerîf hazretlerine Mevlânâ Nizâmeddin Hâmuş hazretleri ile sohbet etmesini emr ettiler. Seyyid hazretleri de, Hâce hazretlerinin emriyle Mevlânâ Nizâmeddin Hâmuş’a çok mülâzemet eyledi.

Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretleri Mevlânâ Nizâmeddin Hâmuş’dan naklen buyururlardı. Mevlânâ hazretleri buyurdular ki, Seyyid Şerif Cürcânî, Hâce Alâeddin hazretleri sohbetine vasıl olup, Hâce hazretleri kendisini kabûl buyurduklarında, Hâce hazretlerinden istirham edip: “Beni eshabınızdan bir kimse ile musahabet [ahbabablık] emir edin ki, onunla ahbablık ve sohbet etmekle sizin meclisinizde liyakat kazanayım ve bu nisbetin sâhibi ve ehli ile münâsebette olayım” dedi. Hâce hazretleri de Seyyidi bize ısmarladı. Seyyid hazretleri dersi bitirince gelir, bizim önümüzde sükût edip otururdu. Birgün bilindiği üzere murâkabede iken, birden Seyyid’e öyle bi bîhodluk [kendinden geçme] zâhir oldu ki, sarığı başından düştü. Biz kalkıp sarığını başına koyduk. Ayılıp kendine gelince, o bîhodluk sebebini sorduk. Dedi ki, ömrüm boyunca arzum bu idi ki, bir sâat levh-i müdrikem [zihnim] ilmî nakışlardan [yazılardan, sözlerden, dünya düşüncelerinden] temizlenip, kalbim bilinen şeylerden kurtula. Şimdi şerefli sohbetiniz bereketiyle bu husus elverdi. Onun lezzeti ve zevki galebesinden bîhodluk zâhir olup, bizden gördüğünüz edebsizlik sâdır oldu.

Seyyid Şerîf hazretleri, Hâce Alâeddin Attâr hazretlerinin sohbetinden mahrûm olduğu zamanda, yüksek huzurlarına gönderdiği mektublardan şu ikisi teberrüken buraya yazıldı:

BİRİNCİ MEKTÛB: Allahu teâla ve tekaddes, Kutb-ül aktâb huzuru, rabbül erbab cennetinin mahremi, sultan-ül muhakkıkîn, burhanül mudakkıkîn, vâkıf-ül esrâr, kudvet-ül ahyâr, mürşid-ül halâik, muvaddahüt tarâik, zillullah alal-âlemin, merce-üt-tullâb vel-müsterşidin olan kulların sığınağı irşâd gölgenizi, kıyâmete kadar bütün insanların başı üstünde dâim eylesin. Kuvvetli ümidim odur ki, ayaklarınızı öpmek seâdeti ve yüksek kapınıza hizmet ve devam şerefini en güzel hâllerle müyesser eylesin. Ayrıca, zâhir ve bâtın hâllerimiz şükür ve hamde lâyıktır. Azîzân’ın umûmi keremine tam yapışmış ve onların nisbeti ile en sağlam ipe sarılmak devâm ediyor. Bunun için Allahu teâlaya hamd ederim. Mahdûmzâdeler, bilhassa zamanın nâdiri ve güzel ahlâkın numûnesi, millet ve ve dinin tâcı Hâce Hasan -Allahu teâlâ onunla görüşmekle hâllerimizi güzelleştirsin- hulûsumuzu kabûl buyursun. O yüksek dergâhın hizmetçileri ve fenâdan sonra beka meydanının muharibleri Mevlânâ Salâhaddin ve Mevlânâ Kemâleddin Ebû Saîd, diğer temiz kardeşleri ile birlikte müştâk oldukları duaları umarlar, vesselâmü aleyküm ve rahmetullah ve berekâtühü ve tehıyyâtühü.


İKİNCİ MEKTÛB:

Şiir:

Ne aceb hâldir bende, üzülürüm onlara, Haberlerin sorarım, onlar durur benimle. Gözüm onlara müştak, onlar gönlüm içinde, Kalbim onları arar, onlar göğsüm içinde.

Şiir:

Ey senin sûretin sûret-i lutf-i ilâhî, Sûretinde ma‘nâ-i Hak nâmütenâhi.

Kapınızın eşiğinin toprağını öper, şu beyti tekrâr ederim:

Beyt:

Bedenimin her kılı gelse de dile, Şükredemem ni’metlerinin binde birine.

Zât-ı âlinizin ve mahdûmzâdenizin -sohbeti ile Allahu teâlâ hâllerimizi güzelleştirsin- lutûf ve ihsânlarını bol bol görmekteyiz. Ve her ân ümidimiz artmaktadır. Hak sübhânehü ve teâlâ irşâd sığınağı gölgenizi bütün insanların başları üzerinde dâimî eylesin!..

MEVLÂNÂ NİZÂMEDDİN HÂMÛŞ (kuddise sırruh): Hâce Alâeddin Attâr eshabının ekmelidir. Kendilerini sonraya bırakmamızın sebebi, Hâce Behâeddin Nakşibend ve Hâce Alâeddin Attâr hazretlerinin sonra anlatılma sebeblerinde bildirilmişti.

Mevlânâ Nizâmeddin hazretleri tahsîli sırasında Buhârâ nâhiyelerinde ulemâdan birinin sohbetinde Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerini görmüşler. Ondan sonra Hâce Alâeddin hazretlerine erişmişler.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular: Mevlânâ Nizâmeddin hazretlerinden dinledim. Buyurdu: Hâce Alâeddin hazretlerine kavuşmadan evvel kuvvetli riyâzet ve mücâhedem var idi. Riyâzet semeresiyle çok hârik-ı âdât görülmüştü. Bazen bazı meclislere uğrardım, kapısı kilitli olurdu. İçeri girmek isterdim. Kilitine işâret ettiğim gibi açılırdı. Buna benzer çok şeyler görünürdü. Hâce Alâeddin Attâr hazretlerinin Semerkand’ı teşrîf ettiklerini işitince, gönlüme onların hizmetine ulaşmak arzusu düştü. Bu niyetle bulundukları yere vardığımda, önce Mevlânâ Ebû Saîd hazretleri ile buluştum. Bana dediler ki: “Mevlânâ çok temizsiniz. Bu temizliklerden ve zâhidliklerden geçecek zaman olmadı mı?” Bu söz bana hiç iyi gelmedi. Çok ağırlandım. Hâce hazretlerinin huzuruna geldiğimde, onlar da aynen bu ibâreyi kullandılar ve buyurdular ki: Mevlânâ çok temizsiniz. Bu temizlikten ve zühdlerden geçecek zaman olmadı mı? Lâkin Hâce hazretlerinin sözünden öyle etkilenmedim ve bana ağır gelmedi. Hattâ Ebû Said’in sözünden hasıl olan kerahat ve ağırlık da kalktı. Maksadlarının ne olduğunu anladım ve Hak teâlâ hazretlerinin tevfîkiyle şerefli hizmetleri ile büyük ni‘metlere kavuştum.

Büyüklerden biri anlatır. Bir gün Mevlânâ Nizâmeddin’in huzurunda oturuyordum. Mevlânâ’nın memlûkelerinden gayet güzel bir câriye hizmet ederken önümüzden geçti. Hâtırıma geldi ki, acaba Mevlânâ hazretleri mülk­i yemîn ile bu câriyeyi tasarruf ederler mi? Mevlânâ hazretleri o anda buyurdular ki: “Kalbini böyle düşüncelerle kirletmek akıl kârı değildir. Ehl-i Hak herkesin kalbinden ne geçtiğini bilirler. Ve muhakkak ki, Hâk teâlâ bu Hak ehillerinden bin kat daha iyi bilir. Vallahi kırk senedir, ben ihtilâm olmamışım. Sebebi de şudur: Birgün bana rûhânîlerden bir cemâat indi ve dediler ki, sen ihtilâm olmamak için kendini sakınmalısın. Zirâ sen ihtilâm oldukça tenezzül [inme] hâsıl olur. Bunun için kırk yıldır bu hususa dikkat eylemişim. Ve on yedi yıldır bana gusûl lâzım olmamıştır. Halbûki Mevlânâ hazretleri evli idiler.

Mevlânânın kalb letâfeti ve salasından bir iki örnek:

Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretleri buyurdular: Mevlânâ Nizâmeddin hazretleri letafette kemâl derecede idi. Halkın evsaf, ahval ve ahlâkından pek müteessir olurlardı. Renksizlik da‘vası ederlerdi. Elhak, dedikleri gibi idi. Hiç birşeyi kendinin bilmezlerdi. Evsaf ve ahvalden kendisinde her ne zâhir olsaydı, bu filânın nisbeti, o filânın ahlâkıdır, derlerdi.

Yine Hâce hazretleri buyurdular: Bir gün Mevlânâ hazretleri dediler ki, Hâcegân hânedânının (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) tarîkat usûllerinden biri budur ki, onların huzuruna kim gelirse, nazar edip görürler ki, o kimse geldikten sonra hâtırlarına ne gelir. Hâtırlarına gelen şeyin o kimsenin sıfatı olduğunu bilirler. Çünkü bu tâifenin kalblerinin aynası, kendiliğinden saf [berrak, parlak] feyizli hâtırlarının aynası benlik nakışlarından pak ve mücellâdır. Bunun için bunlara zâhir olanın kendilerinden olmadığı, nûrlu kalblerinden açıkça zuhûr eden evsafın, aksetme şeklinde meydana geldiği muhakkaktır. Bunun içindir ki, zuhur eden namaz, oruç, ilim öğrenmek arzusu gibi îman ve islâmla alâkalı ise, diyânet, Müslümanlık ve ilim nisbeti zâhir oldu derler. Eğer zuhûr eden aşk ve muhabbetle alâkalı ise, cezbe nisbeti zâhir oldu derler.

Yine Hâce hazretleri buyurdular: Mevlânâ Nizâmeddin hazretleri Taşkend’de bizim müsâfirimiz idiler. Biz de Mevlânâ’nın şerefli gelişlerini ganîmet bilir, hizmetini ederdik. Birgün şerefli huzurunda otururken, birden buyurdular: “Ah, ah! Bir ağırlık geldi. Galiba falan kimse geliyor” deyip, Şaş vilâyetinin ileri gelenlerinden birinin ismini söylediler. Ve sıkıntı ve darlıklarından “Sübhânallah, velâ havle velâ kuvvete illa billah” demeğe başladılar. Az zaman sonra o şahıs çıkageldi. Mevlâna hazretleri buyurdular ki: Hoş geldiniz. Beri gelin. Nisbetiniz sizden evvel gelmişti.

ŞİFE-16: Hâcegân silsilesinde olan azîzlerin, herkesin meşrebine ve mahut tarîkasına nisbet demelerinin hikmeti budur ki, a‘yan ve âlemin ve âlemdekilerin hakîkatları, hakîkat ve irfan sâhiblerine göre Allahu teâlânın isimlerinin iktizası ile zuhura gelmiş ilâhî şanlarıdır. Yoksa, a‘yan [varlıklar] vucûdun kokusunu bile almamıştır sözü üzere kendileri ma‘dumlardır. Bu takdirce herkeste, belki her şeyde görünen kemâlât-i cemâliyye ve celâliyyenin hepsi nisbî ve izâfidir. Hakîkatta ilâhî hakîkatlerdir ki, ezelî ilmi sûretler muktezasınca mertebe mertebe zuhur etmiştir.

Beyt:

Vucûd kendi kemâlinde sâridir, Taayyünler ise itibâridir.

Ya‘nî taayyünlerin zât ve sıfattan sâhib oldukları kendilerinden değildir, nisbîdir [izâfidir, başkası ile alâkalıdır]. Bunun için herkesin tarîkat ve meşrebine nisbet demişlerdir. Bitti.

Yine Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular: Mevlânâ Nizameddin hazretlerinin yaşı doksana ulaşmıştı. Ömrünün sonuna kadar kendisiyle hemnisbet ve hemmeşreb olmayan, yahud tavrını beğenmediği kimseleri uzaktan geliyor görünce: “Fîlân kimse geliyor. Bir yük [ağırlık] getiriyor. Onun o yükünün ağırlığı, beni harab edecek. Varın bir yolla özür beyân edin ve onu döndürün” derlerdi. Bir kere sohbetlerinde idim. Taşkend vilâyetinde Şeyh Sirac dedikleri bir kimse vardı. Kapıdan içeri girdi ve oturdu. Mevlânâ hazretleri ona baktıkları gibi, simâsında riyâzet eseri müşâhede etmekle hoşdil [gönül hoşluğu] olup bir çok defâ Elhamdülillah deyip, sevinç ve neş’esini izhâr eylediler. Lâkin ben Şeyh Sirac’ı bilirdim ki, son derece kendini beğenmiş biri olup evliyâyı da inkâr ederdi. Gerçi zâhiren bir mikdâr riyâzeti var idi, ama kendinden başka kimseyi beğenmezdi. Ve bazı kimseler onun için, büyük evliyâlara dil uzatır derlerdi. Mevlânâ hazretleri Elhamdülillah derken, ben de içimden derdim ki, bu adamın bâtınî [kalbi, içi] hali şimdi Mevlânâ’ya zâhir olacaktır. Daha bu düşüncede idim ki, Mevlânâ birden muzdarıb oldu ve Şeyh Sirac’a: “Kalk, hemen buradan git” buyurup, son derece kırgın ve sitemli bir eda ile onu meclislerinden dışarı sürdüler.

Yine Hâce hazretleri buyurdular: Birgün Mevlânâ hazretlerine yürek ağrısı meydana geldi. Çok acı ve sıkıntı çektiler. Sonunda araştırıldı ve ortaya çıktı ki, oğulları un yemeği ile elma yemişler imiş.

Yine Hâce hazretleri buyurdular: Mevlânâ hazretleri Taşkend’de bizim müsâfirimiz iken, bir kimse gelip, Mevlânâ Nizâmeddin hazretleri hastalandı diye haber verdi. Ben de koşarak acele ile geldim, gördüm ki, ateş yakmışlar, birkaç kaftan giydirmişler ve birçok kişi Mevlânâ’yı ısıtmak için üzerine üşüşmüşler. Mevlâna hazretleri ise sıtma titremesi gibi kuvvetli bir şekilde titriyor, dişleri biribirine vurup gıcırdıyor ve devam ediyordu. Ben bu hâli görünce çok üzüldüm. Bir sâat sonra Mevlânâ’ya tam bağlılığı olan eshabından birinin, değirmene un öğütmeye gidip, soğuk günde değirmenin hendeğine düşmüş ıslanmış, çok üşümüş, kaftanı ıslanmış, titreyerek kapıdan içeri giriverdiğini gördük. Mevlânâ hazretleri onu gördüğü gibi, feryad etti ve: “Beni bırakın, onu ısıtın ki, benim çektiğim ızdırap ve elem, onun çektiği elemdir ki, bana sirâyet etti” buyurdular. Gerçekten o dervişin ıslak kaftanlarını [elbise ve çamaşırlarını] değiştirip başka kaftan giydirip derviş ısındığı gibi, Mevlânâ’nın da titremesi geçti. Asla ızdırab ve sıkıntı kalmayıp sohbet etmeye başladılar.

Reşahât sâhibi (aleyhirrahme) der ki, Hâce hazretlerinden işitilmiştir: Buyurdular: Birgün Mevlânâ Nizâmeddin hazretleri ile oturuyorduk. Ellerinde bir kitab vardı. Birden kendilerine, ortada bir sebep yokken, büyük bir ağlama geldi. “Ah, bana ne oldu. Yoksa başlangıca mı düştüm” dediler. Hâce hazretleri buyururlardı ki, Mevlânâ’dan böyle bir sözün sâdır olması şaşılacak bir iştir. Bilmesi gerekirdi ki, bu hâl, mecliste bulunan mübtedilerden birinin nisbeti idi ve aksetme yoluyla onlarda zuhûr etmiş idi.

Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî (kuddise sırruh) hazretlerinin büyük oğulları Hâce Kelân, babasından nakl ederlerdi. Babaları Sadeddin buyurdular ki, birgün Mevlânâ Nizameddin hazretlerinin mubârek ayağının parmağında kabarcık [şiş] çıkıp irinleşmiş idi. Dervişlerinden birine dediler ki, bu cerahata vurmak için bir merhem bul. O da merhem getirip, ayaklarına koydu. Bir saat sonra buyurdular ki, benim dimağımda [beynimde, aklımda] binicilere ârız olan bir hâl gibi bir dalgalanma peyda oldu. Olmaya ki bu merhemde onun gibi bir şey ola. Derviş evet vardır efendim deyince, buyurdular ki, onun eserinin o hâlidir ki, benim dimağıma sirâyet eyledi. Ve hemen o merhemi kaldırıp attılar.

Mevlânâ hazretlerinden bunlara benzer hikâyeler çok vakı‘ olmuştur. Hepsini yazmağa kalkarsak çok uzar ve maksadın da dışına çıkmış oluruz. Onun için bu kitabda bu kadarla iktifâ edelim.

Mevlânâ hazretlerinin kalb hâllerinden bazıları:

Hazreti Mahdûm, ya‘nî Mevlânâ Abdurrahman Câmî Nefehât-ül Üns kitabında yazıyor:

Cenâb-ı Mahdûmî Hâce Ubeydullah (Allahu teâlâ ona hayırlı, bereketli uzun ömürler versin) buyurdular. Mevlânâ Nizâmeddin dediler ki, bize kemâl-i muhabbeti, ihlâs ve irâdeti bulunan Semerkand ileri gelenlerinden biri, hastalanıp ölüm hâline geldi. Evlâd ve etba‘ı son derece tazarru‘ ve niyâzda bulundular [iyileşmesi için çok yalvarıp, yakardılar]. Müteveccih oldum. Gördüm ki, zımnımda bulundurmaktan başka, o hastanın yaşamasının çaresi yoktur. Onu zımnıma aldım. Sıhhat buldu. Bir nice zaman sonra bizim için bir töhmet ettiler ki, o töhmet bize çeşitli ihânetlere yol açtı. Zımnıma aldığım o kişi, bu hususta çalışıp gayret etse o töhmetleri kaldırabilirdi. Ama kendi şeref ve onuruna bir parça halel gelmek ihtimaliyle, bu iş için araya girmedi ve öyle bir zâruret ve ihtiyâc hâlinde alâkalanmadı. Hâtırım ondan rencide oldu ve onu zımnımdan çıkardım. O anda düştü öldü.

Şurasını izâh edelim ki, Semerkand ileri gelenlerinden büyük birisi, bir kere Mevlânâ’nın hizmetinde tenezzül eyledi denilen kişi, Semerkand’ın Şeyhülislâmı Hâce Usameddin idi. Mevlânâ’ya gelen töhmet ve ihânet, oğulları sebebiyle idi. Zirâ Mevlânâ hazretlerinin oğulları, duâ, azaim [muska, üfürme] ve cinleri etkisi altına alma gibi şeylerle meşhûr idiler. Bu bakımdan padişahın hareminde bulunanlar ile âşinalıkları ve girip çıkmaları, ya‘nî görüşmeleri olurdu. Kötü maksadlı bazı kimseler onlara haremde bulunanlardan bazısı için, onu seviyor diye töhmet isnâd ettiler ve bu nâhoş hâdisenin bir miktarını Mirzâ Uluğ Bey’in kulağına yetiştirdiler. Mevlânâ hazretlerinin oğulları bu korkudan firar ettiler. İşte bu töhmetin şeâmeti [zararı] Mevlânâ hazretlerine de sirâyet etti. Mirzâ Uluğ Bey’e gayret gelip, çok kızdı ve Mevlâna hazretlerini istedi. Çavuşlar Mevlânâ’yı, baş açık atın ardına bindirip Uluğ Bey’in olduğu yere getirdiler. Mevlânâ, Bağ Meydanı’ndaki bir yerde başını önüne eğmiş murâkabe yapar gibi otururken, Mîrza Uluğ Bey önlerinden geçmiş de, ayağa kalkıp ona hürmet etmemiş. Sonra Mîrza kendisini çağırıp, sitemvâri sözler söylemeye başlayınca, Mevlânâ hazretleri buyurdular ki; Bu söylediğiniz sözlerin hepsini cevabı bir kelimedir. Ben diyorum ki, ben müslümânım. İnandıysan ne güzel; inanmazsan düşündüğünü söyle, yapsınlar. Mirzâ bu sözden müteessir olup [etkilenip] hemen oradan kalktı gitti. Ve: “Onu salıverin!” diye emr eyledi.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular: Bu edebsizlikten sonra Mirzâ Uluğ Bey’e çok sıkıntılar yüz gösterdi. Hattâ o esnâda oğlu Abdüllatif onu öldürdü.

Yine Hâce hazretleri buyurdular: Mevlânâ Nizâmeddin hazretleri gayet kuvvetli er idi. Birgün bir kimsenin yaramazlığından onlara bahs etmişler. Mevlânâ hazretleri çok müteessir oldu. Rengi değişti. Duvara bir çizgi çekti. O kişi hemen vefât eyledi.

Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin eshabının ekmelinden olan Mevlânâ Muhammed Rûcî bildirir: Bizim Mevlânâmız, ya‘nî Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî anlattı: Birgün Mevlânâ Nizâmeddin’in huzurunda oturuyorduk. Mevlânâ’nın muhlislerinden ve seçkin âlimlerden olan Mevlânâ Sadeddin Lûrî, bir ilim talebesinden şikayet eyledi ve: “Sizin hakkınızda gıybet ve ihânet ediyor” diye Mevlânâ’ya muhkem sözler söyledi. Ve o herîfin habasetinden o kadar bahs etti ki, Mevlânâ tamamen değişti. Tam bu sırada o münkir ilim talebesi de uzaktan göründü. Mevlânâ Sadedddin Lûrânî: İşte şu geçip giden kişidir, o habîs ve münkir dedi ve Mevlânâ hazretlerine gösterdi. O kişi de onların önünden edebsiz bir tavırla geçip gitti. Münkirin bu vaziyetinden Mevlânâ hazretleri dahi gadaba geldi. Ve bir çöp parçası ile duvara bir kabir resmi çizdiler. O anda o habis düştü, yere yığıldı. Mevlânâ hazretleri seâdethânelerine [evlerine] gittiler. Yanında bulunanlar, o herifin ne hâlde olduğunu görmek için yanına vardılar. Baktılar ki, vefât etmiş.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular: Bir kere Mevlânâ su taksim yerinde oturup abdest alıyordu. Meğer bir kimse bir ekincinin tarlasının suyunu kesmiş, suyu başka yere akıtmış. O ekinci gayet kızgın bir hâlde acele ile geldi. Su taksim yerinde Mevlânâ’yı oturur görünce, suyu onun kestiğini sandı. Hemen koştu. Bir şey sormadan, konuşmadan Mevlânâ’yı tuttuğu gibi, baş aşağı suyun içine attı. Mevlânâ hazretlerinin mubârek başı suyun içine battığı gibi, o küstah su kenarında o anda düşüp can verdi.

Mevlânâ’nın mu‘tekıdlerinden [inananlarından, sevenlerinden] birisi, Mevlânâ’ya, sizin için bir bağ dikmek isterim demiş. Bir zaman sonra gelip; Bağınızı görmek istemez misiniz? Deyip Mevlânâ’yı bir avluya [küçük bahçeye] iletmiş. Bu avlunun yarısını Mevlânâ için, yarısını da kendisi için bağ dikmişti. Mevlânâ için ettiğine ihtimam etmeyip, kendi için ettiğini gayet bakımlı ve gösterişli yapmış. Mevlânâ hazretleri oraya teşrîf edip, o kimsenin kendisi için yaptığı ve düzelttiği hoş görünüşlü bağı görünce, ânîden burunlarından “öl” diye bir ses geldi. O ses hiç kesilmedi. O şekilde bağı suvarmak [sulamak] için hazırlanmış olan su arklarından bir kaçını seyretmek için dolaştıktan sonra o kimse düşüp can verdi.

ŞİFE-17: Biliniz ki, ehlüllahda iki türlü hâl olur. Birinden suâl olur, birinden olmaz. Belki asla kendinin dahli olmaz. Onun yüzünden bir iştir işlenir. Kendi iradesi ile olmaz. Hâcer-ül esvedin günâhların mağfiret olunmasında ne dahli vardır. Ancak onu mağfirete âlet etmişlerdir. Nitekim Kehf sûresinde Hazreti Mûsa ile Hızır aleyhisselâmın kıssası da, bu anlattığımız kabîldendir. Zirâ bir kimse bir kimseyi nefsine takdîm etmeyip [kendinden önde tutmayıp] ihsânı azaltmakla gadaba ve hışma müstehak olmaz. Nerde kaldı ki, vucûdunun fenâsını isteyeler. Ve öl sesi dilinden gelmeyip, içinden gelmiş olması da bu sözümüze şâhiddir. Mevlânâ hazretlerinden bu sesin çıkması, Şeyh-ül İslâm Ahmed Câmî Nâmıkî hazretlerinin (kuddise sırruh): “Biz yapıyoruz” dediği gibidir.

Ve onun tafsîli budur ki, birgün Şeyh-ül İslâm Ahmed hazretlerini bir yere davet etmişler. Hizmetçi başmaklarını çevirip önlerine koydukta: “Bir saat bekleyelim. Bir iş çıktı” buyurdu. Bir saat sonra bir Türkmen, hatunuyla içeri girip, on iki yaşında güzel yüzlü iki gözü kör olan bir oğlanı da yanında getirip: Hazreti Şeyh’e demişler ki; Hak teâlâ bize çok mal ve ni‘met verdi. Bu oğlandan başka oğlumuz yoktur. Bunun da gözlerinin görmemesinden başka noksanı yoktur. Dünyayı dolaştık. Her nerede bir ulu kişi, yahud bir ziyâretgah veya bir tabib işittikse götürdük. Hiç fayda olmadı. Şimdi öğrendik ki, sen Hâk teâlâdan her ne istersen, kabûl olurmuş. Eğer oğlumuza gözünün açılması için bir nazar edersen, neyimiz varsa, hepsi sana feda olsun. Ama istediğimizi yerine getirmezsen, kendimizi yerlere vurup helâk oluruz. Vebâlimiz boynuna, deyip ağlamışlar. Şeyh buyurmuşlar ki, bu hayret verecek bir iştir. Görmeyenleri gördürmek Hazreti Îsa nebînin (aleyhisselâm) mu‘cizesidir. Ahmed kimdir ki, bu işi Ahmed’den isterler. Sonra ayağa kalkıp, çağrıldığı yere gitmek üzere hareket etmiş. O Türkmen, hazreti şeyhden bu sözü işittiği gibi, hanımıyla kendini yere vurup feryada başlamışlar. Şeyh hazretleri daha hanekâhın dehlizine varmadan, kendilerine büyük bir hâl zâhir olup, gayr-i ihtiyâri dilinden: “Biz yaparız” sözü çıkıvermiş. Bu söz kendilerinden öyle sâdır olmuş ki, orada hâzır olanların hepsi işitmişler. Sonra Hazreti Şeyh geri dönüp hânekâha girmiş, sofanın kenârında oturup: “O oğlanı benim önüme getirin” demişler. Önlerine getirdikleri gibi, iki mubârek baş parmaklarını çocuğun iki gözü üzerine koyup, unzur bi-iznillah [Allahın izniyle gör] deyip çekmişler. O anda oğlanın gözleri açılmış ve görmeğe başlamış.

Sonra orada bulunan ileri gelen zevât ve imamlar sormuşlar: Körlerin gözünü açma mu‘cizesi için önce, bu Îsâ aleyhisselâmın mu‘cizesi buyurulmuştu. İkincisinde, biz yaparız buyurdunuz. Bu iki sözün arası nasıl bulunur? Hazreti Şeyh buyurmuşlar ki, birinci söylediğim söz Ahmed’in sözü idi. Ondan başkasına kâdir değildi. Ama hânekâh dehlizine vardıkta, sırrıma [kalbimin içine] bu ma‘nâyı ilka ettiler [bildirdiler] ki: Ey Ahmed. Ölüyü Îsâ mı diriltir ve ekme ve ebrasa [körlerin gözünü açmağa ve baras hastalığını geçirmeğe] Îsâ mı ilâc eder? Biz ederiz. Sonra bana dediler: Geri dön, biz o oğlancığın gözünü görür etmeği senin nefesine koymuşuz. Ve bu haber kalbime öyle oturdu, öyle galebe etti ki, dilimden de çıkıverdi. İş böyle olunca o söz olsun, gözlerinin açılması olsun, hepsi Hak’tan idi. Ahmed’in elinden ve nefesinden zâhir oldu. Bitti.

Hâce Ubeydullah hazretleri anlattılar: Hâce Alâeddin Attâr (kuddise sırruh) hazretleri, Seyyid Şerîf hazretlerini kabûl ettikten sonra, Hâce hazretlerinin işâretiyle Mevlânâ Nizâmeddin hazretleri ile çok sohbet ederlerdi. Nitekim biraz önce bu hususa temas etmiş idik.

Bazı kötü niyetliler Hâce’ye, Mevlânâ Nizâmeddin’de şeyhlik ve büyüklük dürtüsü vardır, diye gammazlayıp, bu hususta o kadar sözler söylemişler ki, Hâce hazretlerinin hâtır-ı şerifi Mevlânâ’dan muğber olup, onlardan aşırı derecede rencide olmuşlar. Gammazlayanlardan bu husus devamlı duyulunca, Hâce hazretlerinin huzursuzlukları, bir dereceye geldi ki, Mevlânâ’yı yanlarına çağırıp, kendisine bir tasarruf edip, ondaki bütün tasarrufu ondan almağı düşündü. O zaman Hâce hazretleri Çağanyân’da, Mevlânâ ise, Semerkand’da bulunuyordu: Hace hazretleri Mevlânâ’ya “bu tarafa gelesin!” diye haber gönderince, Mevlânâ, hiç durmadan hidmet-i şeriflerine yetişmek üzere acele yola revân oldu. Seyyid Şerîf de beraberinde olduğu hâlde geldiler. Mevlânâ hazretleri bir eşeğe, Seyyid Şerîf hazretleri ise katıra binmişti. Fakat Seyyid’in katırını yolda arpa tuttuğundan, binilecek hâli kalmamıştı. Başka binekleri de yoktu. Öyle hareket edemeyecek vaziyette iken, Mevlânâ hazretleri Seyyid’i kendi eşeğine bindirip, kendisi çok zaif ve naif olduğundan Seyyid’in hasta katırına bindi. Mevlânâ hazretleri katıra biner binmez, katırın hastalığı düzeldi. Hayvancağız sağlamlaştı ve yolda gayet güzel yürür hâle geldi. Seyyid, Mevlânâ hazretlerinden bu kerâmeti görünce, katırı kendilerine bağışladı. Mevlânâ da o katır ile Çağanyân’a girdiler.

Eshabdan bazıları, bu durumu da da Hâce hazretlerine yetiştirmişler ve Mevlânâ Nizâmeddin’in şeyhlik ve ululuk makamında gözü olduğundan bu da delildir ki, kendisi katıra bindi, Seyyid’i eşeğe bindirdi ve Seyyid’i kendine mürid edindi. Hattâ katır Seyyid’in iken, yolda Seyyid ona hediye eyledi. Bu söylenen sözler Hâce hazretlerinin son derece kederlenmesine ve ağırlanmasına sebeb oldu.

Mevlânâ ile Seyyid, Hâce hazretlerinin hizmetine yetişip şerefli meclisinde oturunca, bütün eshab; “Bu gün o gündür ki, Hâce hazretleri Mevlânâ’ya hâl ve tasarruf olarak ne vermişse, hepsini elinden alır” dediler. O gün hava çok sıcaktı. Sohbet uzadı. Güneş yükselince, aşırı sıcaktan mecliste bulunanlar hepsi dağıldılar. Hâce hazretleri ile Mevlânâ, ikisi de güneşte, murakabe vaziyetinde biri birinin kapısında oturur hâlde kaldılar. Murakabeleri gün ortasına kadar uzadı. Şeyh Nizâmedin hazretleri buyurdular: Ben o murakabede ve teveccühde kendimi bir güvercin gibi buldum, Hâce hazretlerini ise beni kovalayan bir şâhin gibi gördüm. Nereye kaçmak istesem, ardımdan ayrılmazdı. Elinden kurtulacak mecâlim kalmadı. Sonunda çok daraldım, çok sıkıştım. Resûl-i Ekrem’in (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) rûhaniyetlerine sığındım, onlardan meded istedim. Hakîkat-ı Muhâmmediyye bir bârigâh [padişah otağı] şeklinde zâhir oldu. Beni himâye kanadlarının, kollarının altına aldılar ve ben O hazretin nihâyetsiz nurlarında görünmez oldum. Hâce hazretlerinin o araya girmeğe tasarrufa kudretleri kalmadı. Ve Risâletpenâhî’nin rûhâniyyetinden (aleyhissâlâtü vesselâm) Hâce hazretlerine bir hitab erişti: “Nizâmeddin bizimdir, kimsenin onunla işi yoktur” ya‘nî kimse ona dokunmasın, diye tenbîh buyurdular. Bu esnâda Hâce hazretleri başlarını murâkabeden kaldırıp, büyük bir hâl içinde olarak seâdethânelerine girdiler ve o gayretten birkaç gün hasta oldular. Hiç kimse onun bu hastalığının sebebini bilemedi. Sonra Hâce hazretleri, Hâce Muhammed Alî Hakîm Tirmîzî’nin (kuddise sırruh) kabrine teveccüh olup, Mevlânâ hazretlerine de, beraber gidelim buyurdular. Mevlânâ Nizâmeddin zaif bir pîr idi ve Hâce hazretleri kendisine binecek bir hayvan verdi. Ama o hayvana binmeyip, yaya olarak hazreti Hâce’nin ardı sıra Tirmîz’e hareket edip, çok eziyet ve sıkıntılarla zar zor Tirmîz’e ulaştılar. Hâce hazretleri mezarın yanına gelince, mezarda Hâce Muhammed’in rûhâniyyetini bulamadılar. Bir müddet teveccüh ve tecessüsten [araştırmadan] sonra anlaşıldı ki, Hâce Muhammed hazretlerinin rûh-i şerîfleri, kabrinden ayrılıp Mevlânâ Nizâmeddin’i karşılamağa gitmiştir. Bu ma‘nâ zâhir olunca, Hâce hazretleri insaf edip buyurdular. Hak sübhânehü ve teâlânın herkese göre bir inâyeti [yardımı] vardır. Benim neye gücüm yeter! Ondan sonra Nizâmeddin hazretlerine çok iltifât edip, tozlanan hâtırı tamamen temizlendi.

Ve yine Hâce Ubeydullah hazretleri anlattılar: Mevlânâ Nizâmeddin hazretleri Şaş vilâyetine gelip bizim müsâfirimiz oldular. Biz de çok vakitlerimizi onların hizmet ve sohbetinde geçirirdik. Yine bir gün sohbeti şerîflerinde otururken Mevlânâzâde-i Firketî niyâz ve muhabbet arz edip Mevlânâ hazretlerine dabağlanmış birkaç kuzu derisi getirdi. Ben de bunlardan Mevlânâ hazretlerine bir kürk diktirme vazîfesini üzerime aldım. Bu niyetle derileri kürkçü dükkânına götürdüğümde, bazı tahmîn ve hesablamalardan anlaşıldı ki, yakası için de kürk lâzım idi. Ben onun tedariki ile meşgul oldum. Hava da soğukça idi. Bu esnâda Mevlânâzâde, Mevlânâ Nizâmeddin’in huzurunda latîfe yollu: “Hâce kürkü hazırlamakta ihmâl ederler” dedi. Sırf bu kadar bir söz ile Mevlânâ’nın kalbinde bir değişiklik olup, çok müteessir oldular ve buyurdular ki: “İhmâl, ama bir ihmaldir ki, adamı nisbetinden çıkarır”. Ondan sonra şöyle anlattılar: Bir zaman biz Semerkand’da idik. Mevlânâ Usâmedddin’e bir hastalık geldi. Nerede ise ölecek hâle vardı. Evlâdı bize gelip enva‘-ı niyâz ile çok rica ettiler ki, Hâce’yi görmeğe gidelim. Gördüm ki, Hâce intikal etmek üzeredir. Onun yükünü taşımakta tereddüt eyledim. Evlâdının yalvarıp yakarması hadden aştı. Bizi melce [sığınak] bilip, aşırı derecede ısrar ettiler. Nihâyet kalbimi ona çevirip, kendimi isbat ettim ve Hâce’yi kendi hayatımın zımnına aldım, kendi nisbetime dahil ettim. Hemen sıhhat buldu. Nice zaman sonra benim başıma büyük bir hadise geldi. Elim bağlı, boynumda zincir, baş açık bir hâlde beni çarşıların ortasından geçirip Mirzâ Uluğ Bey’e ilettiler. Hâce Usâmeddin o zaman Semerkand’da Şeyh-ül İslâm idi. Beni Mirzâ’dan ricâ edip, o sıkıntılı hâlimle bana bir yardım etmedi. Onun o zaman kendini düşünüp, benim hakkımda bu derece ihmâlinden bana kahır ve gayret geldi. Onu zımnımdan çıkardım. Nisbetten çıktığı gibi, düştü öldü. Bu hikâyeyi anlattıktan sonra fakîre dönüp dediler ki: Hâce, bilmiş olun ki, siz dahî nisbetten hâric kaldınız? Mevlânâ’nın ağzından bu söz çıkar çıkmaz, kendimde büyük bir ağırlık müşâhede eyledim ve o meclisten çok zorlukla ve bir takım hîlelerle [behânelerle] kalkabildim. Onların müridi olmadığım için Şeyh Hâvend Tahur ve Şeyh Ömer Bagıstânî’nin (kuddise sırruhâma) kabr-i şerîflerine vardım. Kabirlerine yakın bir yerde oturdum ve kalb yoluyla kendi hâlimi arz eyledim ve onlardan yardım istedim. O teveccüh ve murakabede bana bildirildi ki, o azîzlere sûrî ve ma‘nevî irtibatımız vardır buyurduklarının sebebi şudur ki, zâhirde zikr olunan azîzler Hâce hazretlerinin ana tarafından büyük dedeleridir. Ma‘nevî irtibatları ise, zaten ma‘lûmdur. Ve ma‘nevî irtibatımız olduğundan, onların rûhâniyyetlerinin yardımlarıyla, Mevlânâ’nın bize tevcîh ettiği yük, kendi üzerine düştü ve o ağırlık benden gitti. Hemen kalktım, Mevlânâ’nın hidmet-i şerîflerine yöneldim. Huzurlarına gelince, gördüm ki, Mevlânâ kendi hâlinde oturur ve Mevlânâzade Firketî ve bir bölük eshab ile hararetli hararetli sohbet ederler. Hiç sıkıntıları yok. Ben de düşünceli ve hayret içinde oturdum. Zirâ o yükün Mevlânâ’ya yönelmiş olduğunu kesin olarak biliyordum. Ama bu ma‘nânın eserinin zâhir olmadığının sebebini anlayamıyordum. Böyle düşünürken, Mevlânâ mecliste bulunanlara: “Kalkın, kalkın! Bana bir yük yükleyip, beni merkeb ettiler” diye feryâd eyledi. Biz kalktıktan sonra, o hastalandı ve o hastalıkla dünyadan gitti.

Hâce hazretleri o ârızada [hâdisede] kendinin en ileri gelen eshabından Mevlânâ Kasım’ı, Mevlânâ’ya hizmete ta‘yîn ettiler. Mevlânâ Kâsım hazretleri der ki: Mevlânâ Nizâmeddin hazretleri hastalıkları hâlinde çok ağlayıp dediler ki: Hâce bizim ihtiyarlığımıza rastladı. Ömrümde elde ettiklerimin hepsini elimden aldılar ve beni bu işte müflis ettiler. Halbuki gençliğimde Hazreti Hâce Alâeddin son derece kuvvetli iken bile bu fakîre her ne kadar tasarruf etmeğe çalıştıysa da muvaffak olamadı.

ŞİFE-18: Reşahât sâhibi (aleyhirrahme) ileride Mevlânâ Abdülgafur’u anlatırken bildireceği gibi Hâce Ubeydullah (kuddise sırruh) buyurdular: Bazı âriflere, dilediğini halk etme [yapabilme] kuvvetli vermişlerdir. Ve hak mahlûkuyla ârif mahlûkunun farkı, ârif onu hazarâttan birinde isbat ettikçe ârifin mahlûku devamlı olur. Bu sözün açıklanmasında Mevlânâ Radıyyuddin Abdülgafûr buyurdular ki: Ârif kendi mahlûkuna hissi ve şehâdî teveccühle yönelmiş olması lâzım değildir. Belki o mevcûd şehâdinin hârici varlığının ibkasında [devam etmesinde] hazreti misâlde o ârifin misâlî sûretinin teveccühü kâfîdir. Mâdem ki, ârifden o mevcûd hissîye hazreti misâlde [misâl âlemindeki huzurda], yahut hazreti şehâdette [dünyadaki beraberlikte] o teveccüh devam eder o mevcûd da hazreti şehâdette [dünyâda] bâkı olur. Ve o teveccüh kesildiği zaman, hemen o mevcûd da tamamen ma‘dûm [yok] olur. Bitti.

Şunu da arz edelim ki, Mevlânâ Nizâmeddin Hâmuş hazretlerinin Usameddin hakkında: “Zımnımda tuttum, hayat buldu. Zımnımdan çıkardım, hemen düştü öldü” buyurdukları da bu kabîldendir. Bunun hikmeti odur ki, sâlik seyr-i ilallahı tamamlayıp cem‘-ül cem‘ makamına vâsıl olunca, zâtın tecellisine mazhar olur. Bu makamda bulunan velî kendisini, bütün varlıklara işlemiş ve hepsinde kendini tedbîr sâhibi görür ve bütün varlıkları kendinin a‘zası bilir. Ve eşyadan bîr şey diğer bir şeye yaklaşsa, o veli o şeyi kendine yakın görür. Hak sübhânehünün zâtıyla kendi zâtını, sıfatıyla kendi sıfatını ve fi‘iliyle kendi fi‘ilini bir görür zirâ o tevhîd deryasına gark olmuş, vahdetten başkasını bilmez. Ve insanın tevhîd ve vuslatta bundan a‘lâ [yüce] mertebesi olmaz. Bu müşâhadenin izâhı, mahlûk olan kulun hâlık olması değildir. Yahud hâdisin [sonradan olan, yaradılanın] kadîm olana bitişik olması, yahud da kadîmin hadîse hulûl etmesi değildir. Allahu teâlâ bunlardan çok yüksektir. Beyt:

Hulûl ve birleşme burada muhaldir, Ki vahdetde ikilik ayn-ı dalâldir.

O hâlde böyle bir tecelliye mazhar olan her kâmil ferdin ma‘nevî her şey ile ittihâdı [birleşmesi] olur. Ve her şeyle birleşmesi, her şeyle ayrı olmasına gâlib olur. Taayyun mahbusu ve cismin ve cismânilerin bağı olmaz. Tasarufunun mahkûmu olmak bakımından kendinin taayyunu ile başkasının taayyunu beraber olur. Teveccüh ettiği bütün şânlara hükmü câri olur. Bunlardan kimi, bölünemeyen en küçük zaman kadar bir zamanda çeşitli yerlerde görünebilir. Kimi Îsa meşhedli ve meşrebli olur da, bir ölüye Allahu teâlânın izniyle kendi hayatı ma‘deninden hayat verir. Velhâsıl bunlar bostan-ı ilâhînin bostan bekçileridir. Meyvesiz bir insana nazar ve inayetleri olursa, onlara kendilerinin semere [meyve] dolu hakîkatlarından bir hısse [nasîb] aşılasalar, o vucûd meyve vermezken, yemiş vermeğe başlar ve her ölüye kendi hayatı zımnından hayat verseler, dirilir. Mevlânâ Nizâmeddin hazretlerinin “zımnında olmak” yahûd “zımnına almak” menkıbesi ve Hâce Ubeydullah hazretlerinin “ârifin mahluku olur” buyurdukları bu kabildendir. Lâkin edeb odur ki, böyle yerlerde halkı ârife nisbet edip, Hak mahlûku mukabelesinde ârif mahluku denilmeye. Çünkü avam, sözlerin arasını bulamaz, birini diğeri zanneder de yanılırlar. Hâlık olmak [yaratmak] Hak sübhânehü ve teâlâya mahsûstur. Bir kulunu, ihsân ile hâlıklık tecellisine mazhar etmekle, o kul hâlık olmak lâzım gelmez. Nitekim Razzak Hak teâlâ iken bir kulunu rızık dağıtıcı etmiştir. Kullarına rızkı onun yüzünden verir. O kulu, insanlara rızık taksîm edicisi kılmakla Razzak olmak lâzım gelmez. Bu gibi sözlerin Allahu teâlâdan başkasına kullanılması mecazdır. Lâkin Hak teâlâ bir kulunu bu kadar kemâlâta mazhar ederse, onun da hakkını yitirmek revâ değildir. Her işin bir kapısı vardır. Hak teâlanın inâyetine mazhar olmanın yolu da, bir ârif kulun nazarına erişmektir. Bitti.

REŞHA-70: Nisbet sözü ve bâr [meyve, yük] sözü, iki kelimedir ki, Hâcegân hazretlerinin ifâdelerinde çok kullanılmıştır. Bazan nisbet derler ve ondan bu tâife-i aliyyenin husûsî tarîkat ve onlara mahsûs keyfiyetleri kasd ederler. Bazen herkesin galib sıfatını nefs melekesini [meşrebini] murâd ederler. Bazan bâr derler ve ondan ağırlık ve keyfiyetsizlik murad ederler. Nitekim, filân kimse bâr [yük ağırlık] getirdi derler. Veyâ filân bizi derbâr etti [yük altına soktu] derler. Her ne zaman meşreblerine uygun olmayan bir kimseye rastlayıp, onun nisbetinden müteessir olsalar, o kişi sülûk ehli, ilim erbabı ve takva sâhibi olsa da, yine bu derbâr [ağırlanmak] sözünü kullanırlar. Zirâ bu tarîkat azîzlerinin nisbeti bütün nisbetlerden a‘lâdır. Ve kendi nisbetlerinden gayri olanların hepsi hâtırlarına bâr [yük] olur. Bazen bâr derler, ondan araz ve maraz kasd ederler. Nitekim, filân filânın yükünü götürdü veyâ filân filânın üzerine bir bâr [yük] bıraktı derler. Bundan muradları, onun hastalığını giderdi, kaldırdı demek olur. Veya maraz havâle eyledi, hastalık getirdi demektir.

Şurası da gizli kalmasın ki, hastalığın kalkması veya hastalık getirilmesi Hâcegân tabakasına mahsûstur.

Reşahât sâhibi (aleyhirrahme) der ki: Babam bana dedi ki, sen 867 Cemazil evvelinin [m.1463] yirmi yedisinde Cuma gecesi dünyaya geldin. O sabah, ya‘nî Cuma günü sabahı Muhammed Pârisâ hânedanından bir ulu pîr Hicâz’a sefer niyetiyle Mâverâünnehir’den Sebzevâr’a gelip, birkaç gün bizim evde müsâfir oldu ve ben o Cum‘anın sabahında seni elime alıp huzurlarına ilettim. Onlar da seni benim elimden alıp, sağ kulağına ezan, sol kulağına ikamet okudu ve alnını öpüp: “Bu oğlancık bizdendir” dediler. Üç gün sonra sana ümm-üs-sübyan hastalığı ârız oldu. Bu hastalık çocukları öldüren hastalıklardan olduğundan, sana bir zarar gelecek diye korktum. O hastalık şiddetlenince, bir kere daha seni o zâtın huzûruna götürdüm ve hastalığını onlara arz eyledim. Buyurdular ki: “Korkma!” Tekrâr seni kucaklarına alıp başından ayağına kadar sığadılar ve dediler ki: “Bunda bir işler vardır; siz hâtırınızı hoş tutun!” Ondan sonra o marazın sende bir daha eseri görülmedi. O diyarın tâlib ve anlayışlıları o azîzin hâl ehli olduğunu öğrendikleri gibi, sohbetini ganîmet bilip, hizmetlerine koştular.

Birgün o zât, bu fakîrden sordular ve dediler ki, bu şehrin ileri gelen büyüklerinin oğullarından filân genç bizimle çok görüşür hep beraber olurduk. Şimdi birkaç gündür görünmüyor, hikmeti nedir? Fakîr, dedim ki, bir haftadır dişi ağrıyor, yüzünün bir tarafı abse yaptı, şişti. “Kabiliyetli gençtir, kalkın iyâdetine [onu yoklamağa] gidelim dediler. Biz de onlarla beraber, o seyyidzâdenin hastalığını görmeğe gittik. Yüzü öyle şişmişti ki, döşeğe düşmüş yatar. Ağrının şiddetinden sıtması tutmuş inler. O azîz, hastanın hâtırını sorduktan sonra, bir zaman sükût eylediler. Bizim anladığımıza göre hastanın hastalığına teveccüh ettiler. Bir zaman sonra başlarını kaldırdılar. Bir anda o ağrı, bu azîzin dişine geçti. Seyyidzâdenin yüzünün hangi tarafı şişmiş ise, bu azîzin de yüzünün o tarafı şişip, diş ağrısı ve yüzündeki şiş ve yüksek ateşle bu azîz kalktılar. O genç ise, tam sıhhate kavuşmuş olarak evin kapısına kadar azîzi gönderdi. Azîz gitti ve iki hafta kadar diş ağrısı çekti.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular: Hâcegân hânedânının büyükleri, halkın yükü altına girer diye bildirdiklerinin iki yolu vardır. Vakta ki, bir tanıdık veya bir azîz bir hastalığa, bir üzüntüye veyâ bir musîbete mübtelâ olur, abdest alıp namaz kılarlar ve Hak teâlâdan yalvarma ve yakarma ile dilek ederler ki, o kimseyi o ârızadan temizleye! Diğer yolu da budur ki, kendilerini o hastalığın veyâ musîbetin sâhibi bilirler ve onun yerine kendilerini isbât ederler [var kabûl ederler]. Ve tam bir abdestten sonra tam bir yalvarma ve yakarma ile sıdk ve ihlâsa bürünüp, tevbe ve inâbe ederler ve ondan ihlâs isterler. Hâtır ve himmetlerini o kadar ona meşgul ederler ki, o kimse tamamen o ibtilâdan kurtulur.

Ve buyurdu ki: Adamın bir azîz dostu hasta oldukta, ona kalb yardımı ile meded eylemek gayet güzeldir. Meded etmek de iki türlü olur. Biri odur ki, hastalık gidinceye kadar himmetlerini ona tevcih eyler. Diğeri ise, hastalık vaktinde, zihin dağınıklığı çok olur ve kolay kolay toparlanmaz. Himmet ile yardım ederek, dağınık düşünceleri kaldırıp, esas maksad olan ne ise, ona hâsıl olur.

MEVLÂNÂ SADEDDİN KAŞGARÎ (kuddise sırruh): İlk zamanlarında ilim tahsîli ile meşgul olup nice mütedâvil [büyük, meşhûr] kitablan görmüştü. Sûrî cem‘iyyetleri, ya‘nî dünyalıkları da yerinde idi. Tasavvufda sülûke niyet edince, tam bir terk ve tecrîd ile Mevlânâ Nizâmeddin hazretlerinin huzuruna gelmiştir.

Reşahât sâhibi (aleyhirrahme) bildirir: Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî (kuddise sırruh) hazretlerinin büyük oğulları Hâce Kelân anlatır: Babam der idi ki, tahmînen yedi yaşında idim. Babam beni yanına alıp sefere gitti. Ticâretle meşgul olduğu için, çalışıp kazanmak için her tarafa yolculuk yapardı. Beni beraberinde götürdükleri seferde, benimle yaşıt güzel bir oğlancık da bizimle birlikte idi. Benim ona çok muhabbetim vardı. Bir gece kervansarayın bir odasında yan yana uyuduk. Mum sönüp insanlar uykuya daldıktan sonra, hâtırıma geldi ki, sevdiğim arkadaşın elini yüzüme gözüme süreyim. Böyle düşünürken, daha elimi onun tarafına uzatmadan, gördüm ki, evin bir köşesi yarılıp, heybetli birisi elinde yanar bir mum ile o yarıktan içeri girdi. Bana doğru baktı. O anda evin, ya‘nî odanın öbür tarafı da yarıldı. Oradan çıkıp gitti. Şaşırdım kaldım. Hâlim değişti. Öyle uyandım, kendime geldim ki, o alâkadan bende eser kalmadı.

Yine Hâce Kelân hazretleri anlattı. Babam on iki yaşında iken babası ile sefere gitmiş. Birgün kervansaray kapısında otururken, bir takım tüccarların birbirleri ile hesablaştıklarını, birbirleri ile konuştuklarını, tartışdıklarını ve bu ağız münâkaşalarının öğlene kadar sürdüğünü görmüş. Sonunda babama bir ağlamak gelmiş. Öğle ağlamış ki, o kalabalık, konuşma ve şöyleşmelerinden vaz geçip babama dönmüşler ve: “Sana ne oldu ki, sebebsiz yere bu kadar ağlarsın?” Demişler. Babam cevab verip demiş ki: “Sabahtan bu sâate kadardır buradayım. Sizin hiçbirinizin hâtırına Hak teâlâ gelmedi. Bu yüzden size çok acıdım. Bundan kötü beni bir ağlamaktır tuttu”.

Mevlânâ hazretlerine zâhir ilmi tahsîlinden sonra bu yolun zevki hâsıl olunca, Mevlânâ Nizâmeddin hazretlerinin hizmet ve sohbetine erişti ve nice yıllar onların hizmet ve sohbetlerinde bulundular. Bir yıl sonra onların izni ile Hicâz seferine [hac yolculuğuna] azîmet edip Horasan’a vardılar. Herat’ta o asrın meşâyıhından Seyyid Kasım Tebrîzî hazretlerine ve Mevlânâ Ebû Yezîd Pûrânî’ye, Şeyh Zeyneddin Hâfî’ye ve Şeyh Behâeddin Ömer’e (kaddesallahü teâla ervahüm) eriştiler. Seyyid Kasım hazretleri için: “Onlar ma‘nâ âleminin girdabıdır. Bu asırda bütün evliyânın hakaiki onlarda toplanmıştır” buyurdular. Mevlâna Ebû Yezîd Pûrânî için de: “Onların Hak teâlâ ile hiçbir işi yoktur. Ne olursa, Hak teâlânın onunla olan işidir” dediler. Şeyh Behâeddin Ömer hazretleri hakkında da: “Onların aynası zâta mukabil olmuştur. Zattan başkasını görmez” buyurdular ve Şeyh Zeyneddin hazretlerini tam şeriatla amîl diye överlerdi.

Mevlânâ Alâeddin hazretleri, Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin eshabının ileri gelenlerinden idi. Derdi ki: Efendimiz Mevlânâ Sadeddîn hazretleri buyurdular: İlk zamanlarımda Herat’a gelmiştim. Bir gece rüyâmda gördüm ki, beni yüksek bir topluluğa ilettiler. Orada Herât’ın bütün evliyâsı hazır idiler. O topluluktan iki kimse hâriç, diğerlerin üzerine geçirip beni oturttular. O iki kişinin biri Abdullah Tâkî, diğeri ise Hâce Abdullah Ensârî idi (kuddise sırruhuma). Bitti.

Reşahât sâhibi (aleyhirrahme) der ki: Mevlânâ Alâeddin’den başkasından duyduk: Mevlânâ Sadeddin (kuddise sırruh) buyurdular ki, o rüyadan uyandığım zaman kendimde, bir kendini beğenme eseri buldum. Gece yarısı kalktım. O rû‘ûnetin [kendini iyi bilmenin] giderilmesine bir çare arayıp sağa sola yürürdüm. Âniden bir akreb ayağımı öyle bir kuvvetle soktu ki, sabaha kadar inledim durdum. O acı ve acz sebebi ile o düşünceden kurtuldum.

Mevlânâ Câmî (kuddise sırruh) Nefehat-ül Üns kitabında buyurur: Bizim Mevlânâmız, ya‘nî Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî der idi ki: Bir nice yıl Mevlânâ Nizâmeddin hazretlerinin sohbetiyle müşerref olduktan sonra Harameyn-i şerîfeyni ziyâret arzusu bize galebe eyledi. Mevlânâ’dan izin istedim. “Ne kadar dikkatli baksam da, seni bu yıl hacılar kafilesinde göremiyorum” buyurdular. Bundan önce de bir takım rüyalar görmüştüm ve onların işâreti ile hacca gideceğimi düşünüyordum. Mevlânâ Nizâmeddin hazretleri buyurdular ki: Çok korkma, gidersin. Gördüğün rüyaları Şeyh Zeyneddin hazretlerine arz et. Çünkü o müteşerri‘ bir zâttır. Şeriat ve sünnet caddesinde istikamette sâbit ve râsıhdir. Şeyh Zeyneddin’den muradları, Şeyh Zeyneddin Hâfî olup, o asırda Horasan’da irşâd ve şeyhlik makamında bulunuyordu. Horasan’a geldiğimde, gerçekten Mevlânâ Nizâmeddinin buyurdukları gibi hacca gidilmedi. Ondan nice sene sonra hac yapmam müyesser oldu.

KÂŞİFE-19: Mevlânâ Abdülgafûr Lârî, Nefehât’ın hâşiyesinde buyurdular: Mevlânâ Sadeddin’in rüyası şöyle idi. Pîri Mevlânâ Nizâmeddin’i öyle bir şekilde görmüştü ki, zâhir-i şerîat ona tahammül eylemezdi. O sebebden Mevlânâ Nizâmeddin kendisine “Korkma!” diye teselli verdi ve kemâl-i takvâ ve teşerru‘ ile mevsûf olan kimseye rüyânı anlat buyurdular ki, öyle müteşerri‘ kimseler şâhid olmakla Mevlânâ Sadeddin’e itminan-ı kalb [gönül huzuru] hâsıl olup, bu yolda aklın erişemediği yerlerin çok olduğunu bilip, tamamen teslîm olmasına sebeb olsun!

Gerçekten bu tarîkte [yolda] aklın eremediği yerler çoktur. Sâdık olan tâlibe lâzımdır ki, pîr [mürşid] huzuruna eriştikten sonra, istidlâlı [aklî, mantıkî delillerle hareket etmeği] terk edip, mürşide kendini teslîm eyleye. Nitekim Zâd-ül Müsâfirîn sâhibi, bunun doğruluğu hakkında buyurmuştur. Nazm:

Aşkın ilk âdımını herkes bilir,

Bir buluttur ki, hep küfür yağdırır, O yüzden ki senin gözün ahveldir, Senin ma‘budun, ilk önce pîrindir.

Şeyh Ferîdeddin Attâr hazretleri Mantık-ut Tayr adlı kitâbında sülûk yapanların hâlini, benzetme yoluyla, kuşların dilinden anlattığı yerde: Bütün kuşlar sâlik olan Hüdhûd’ün sözüne uyup Sîmurg’a [Anka’ya] gitmek niyetiyle yol başına geldikleri gibi, yolun tehlûkeli ve korkulu olduğunu görüp, sülûkten [ilerlemekten] pişman olduklarını beyân ederken der ki: Nazm,

Bütün kuşlar, yol korkulu dediler,

Kol, kanat kanlı hep ah eylediler, Yola baktılar, hiç sonu görünmez, Derde baktılar derman görünmez.

Bu hâli kuşlar görünce, yoldan dönmek istediler. Hüdhûd dilinden azarlar mâhiyette onlara şöyle der:

Reisleri hüdhûd o zaman dedi:

Âşık olan canını düşünmedi.

Bu makalenin sonuna kadar, Şeyh Ferîdeddin Attâr hazretleri çok sözler söyleyip Şeyh-i San‘an menkıbesini misâl olarak bu makalenin zeylinde [ekinde] getirmiştir. Dikkatle mütalaa edilip, iyi anlaşılsın ki, o azîz burada ne güzel şeylere işâret etmiştir.

Ve yine gerçekten bu yol, fâsıklar yolu değil, âşıklar ve canbazlar [canı ile oynayanlar] yoludur. Korkak tüccâr sâhiblik etmez. Aşksız bu menzil [mesâfe] alınmaz. Derdi olmayanlara bu şifâhanede derman bulunmaz. Bitti.

Şeyh Zeyneddin huzuruna erişince, o rüyaları arz eyledim. Dediler ki, “bana biât eyleyip, benim irâdetime [müridliğime] gir”. “İrâdetinde bulunduğum azîz henüz hayattadır. Siz eminsiniz. Eğer tasavvuf yolunda, bir kimsenin pîri sağ iken, bir başka azizin irâdetine girmek câiz ise, ben de öyle edeyim” dedim. İstihâre eyle buyurdular, istihâreme itimâdım yoktur, siz istihâre eyleyin, dedim. Sen istihâre eyle biz de eyleriz dediler. Akşam olunca, istihâre eyledim. Rüyada gördüm ki, Hâcegân tarikatının geçmiş azizleri Heri ziyâretgâhındalar. Ama aynı zamanda gördüm ki, Şeyh Zeyneddin hazretleri de oradadır ve o yerin ağaçlarını kesip, duvarlarını yıkıyor. Öyle kızgın bir hâlleri var ki, kelime ve ifâdeye sığmaz. Bildim ki, başka tarika girmekten men‘e işârettir. Bu rüyâyı gördükten sonra hâtırım o sıkıntı ve telâştan kurtuldu. Ayağımı uzatıp huzur ile uyudum. Sabahleyin şeyhin meclisine geldim. Ben rüyâmı anlatmadan söze başlayıp buyurdular ki: “Bütün yollar birdir. Bir yere çıkarlar. Yine eski yolunda meşgul ol. Bir vâkı‘an veyâ bir müşkülün olursa, bize bildir. Elimizden geldiği kadar yardım ederiz” buyurdular.

Mevlânâ Câmî hazretleri Nefehat-ül Üns’te bundan fazla bildirmeyip şeyh hazretlerinin istihâresine işâret etmiştir. Lâkin bazı büyüklerden işitilmiştir ki, şeyh hazretleri de, bizde istihâre edelim, sözüne binaen, istihâre eylemişler ve rüyâlarında gayet yüksek ve büyük bir ağaç görmüşler ki, sayısız dalları var. Hazreti şeyh o ağaçtan bir büyük dal koparmak istemiş de, ne kadar uğraştıysa koparamamış. Sabahleyin Mevlânâ hazretleri ile buluştuklarında, buyurmuşlar ki: Yol birdir. Siz yine kendi yolunuzda meşgul olun.

Mevlânâ Muhammed Rûcî buyurdu: Pirimiz Mevlânâ Sadeddin Kaşgâri hazretleri buyurdular: Mevlânâ Nizâmeddin hazretlerinden, Hicâz yolculuğu için izin istediğim zaman, bana: “Sahrada kafileyi [kervanı] gördüm. Sen onlarla beraber değildin” buyurdular. Sustum. Birkaç gün sonra yine izin istedim. İzin verdiler ve buyurdular ki: Var git. Lâkin bizden bir vasiyyet [nasîhat] kabûl eyle: Zinhâr, o vasiyet edip men‘ eylediğim işi işleme! Zirâ biz işledik, pişmân olduk ve bu pişmanlığın mahcûbiyetini kıyâmete kadar çeksem gerektir. O vasiyet budur ki; ne zaman Allahu teâlânın kahrının eseri sende zâhir olur, o kahir kuvvetini faaliyete getirip kullanma. Ya‘nî Hâce Usameddin ve bazı münkir ve ehil olmayanlar için benim yaptığımı sen yapma! Bu hikâyeleri Mevlânâ Nizâmeddin’in bâtın kuvveti bahsinde anlatmıştık.

Mevlânâ Sadeddin buyurdular: Ben onlardan bu vasiyeti kabûl eyledim. Birkaç zamandan sonra bende acâib bir hâl ortaya çıktı. Şöyle ki, gözüm kime alsa, düşer bayılır, yanıma gelse helâk olurdu ve ben bu hâlin başladığı zaman evin bir bucağına gizlendim. On dört gün ne gece, ne gündüz dışarı çıkmadım. Uzaktan görünüp benimle bir araya gelmek ve sohbet etmek isteyen olsa, elimle işâret edip mâni‘ olurdum. Yanıma gelmesine müsâde etmezdim. O hâl ve keyfiyet benden kalkıncaya kadar böyle devam ettim.

İDELİ SÖZLERİ: Mevlânâ’nın eshabının büyüklerinden biri, güzel sözlerini toplayıp bir risâle hâline getirdi. Burada onlardan on altı reşha hâlinde bahsederiz:

REŞHA-71: Buyurdular: Hangi işi düşünsek, Allahu teâlâ ile meşgul olmak ondan kolaydır. Zirâ varlıklardan neyi bulmak isteseler, önce onu taleb ederler, sonra bulurlar. Hak teâlâyı ise, önce bulurlar, sonra taleb ederler. Bulmasalardı, nasıl ona meyl ederlerdi. Mısra‘:

Görmedikçe aşkın cemâli bulmaz kemâl .

Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin buyurdukları sözün özü şudur ki, önce Hak sübhânehü ve teâlâ kulun kalbinde irâdet sıfatıyla zuhur eyler. Ona irâdenin tecellisi derler. Kul o tecellinin vicdanından sonra mürid ve tâlib olur. İşte bu surette vicdân [bulmak] talebden [istemekten] önce olur. O mısra‘ın ikinci mısra‘ı da şudur:

Kabûl kulağıyla dinle, ger dilersen vasf-ı hâl.

REŞHA-72: Buyurdular: Bir kimse birini severse, cümle âlemin onu sevmesini ister. Her ne kadar muhabbet gayreti, mahbubunu gizli tutmak istese de, muhabbetin çokluğu, mahbubunu kimsenin inkâr etmemesine kişiyi zorlar. Ama cümle âlemin ona inanması ve onu istemesi için ne çare ve tedbîr alacağını bilmez. Bu sebebdendir ki, mahbubunda olan kemâlât ve güzel sıfatlardan hangi şekilde haber vermek mümkün ise, o şekilde haber verir ve bu yolla bütün insanları ona meyilli ve yakın hâle getirmek ister.

REŞHA-73: Buyurdular: Ne zaman senin bedeninde bir kılın bir hâl sebebiyle mütegayyır ve müteessir olsa [değişse ve etikilense], kılcağızın ardınca gitmem gerek. Ya‘nî tesir ve keyfiyeti, az da olsa, hor [küçük, önemsiz] görmeyip ve o ip ucunu elden bırakmayıp zâyi etmemelidir.

REŞHA-74: Buyurdular: Hâce Muhammed Pârisâ (kuddise sırruh) buyurmuşlardır: Kul ile Hak teâlâ arasındaki perde, mahlûkatın kalbdeki izleridir. Bu izler dağınık, karışık ve maksaddan uzak sohbetler sebebiyle ve çeşit çeşit renk ve şekiller seyretmekle ziyâdeleşir ve kalbe yerleşir. Çok zorluk, sıkıntı ve mihnetler çekerek onları silmek lâzımdır. Bir de, kitab mütaalası, resmî konuşmalar, her çeşit sözleri duymak, konuşmak o nakışları [izleri] artırır. Güzel yüzlere bakmak, nice nağmeli şarkılar ve çalgılar dinlemek o izleri vecde ve harekete giderir. Bunların hepsi Hak teâlâdan uzaklığa ve gaflete sebeb olur. Tâlibin bunları nefy etmesi [gidermesi] vâcibdir. O hâlde lâzımdır ki, hayali artıran şeylerden bir yolla sakınıp saf [temiz, lekesiz] bir kalb ile Hak tarafına döne! Âdet-i ilâhî şöyle cârî olmuştur ki, mihnet ve meşakkat çekmeden ve bedenî lezzet ve şehvetleri terk etmeden bu ma‘nâ ele geçmez. Müminin istediği rahat âhırettedir. İki üç gün bu fâni binada sıkıntı çektik ve [inşaallah] artık ebedî rahat olduk. Bu âlemin âhıret âlemi ile münâsebeti yoktur. Sanki uçsuz bucaksız sahraya düşmüş bir haşhaş tanesidir.

REŞHA-75: Bahardı. Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin eshabından biri birkaç risâle yazmış, kitabını tamam edince seyre gitmek istemiş. Bu sırada Mevlânâ’nın huzurunda varmış, Mevlânâ şu meşhûr ruba‘iyi okumuşlar: Ruba‘î,

Yâr ile yolumuz uğradı, gül bahçesine, Her nasılsa bir ara gözüm aldı bir güle, Muhabbet şartı bu mu, dedi, yok mudur hayân, Benim yüzüm burdadır sen bakıyorsun güle.

Ondan sonra buyurdular ki, eğer seyre gidip, seyirden haz alacak olursan, Hak teâlâdan gafilsin. Yok, eğer haz almayacaksan niçin gidersin! Risâleler yazarsın. Eğer amel etmek istersen, bu söz yeter ki Hüda ile meşhul ol. Eğer amel etmek istemezsen ya niçin yazarsın?

Yine buyurdular: Bir yok, bin rahatlık! Bu söz çok yere çekilir, Hakdan gayrisine yok dedin, kurtuldun.

REŞHA-76: Buyurdular: Mevlânâ Nizâmeddin hazretleri buyurdu: Susmak konuşmaktan fâidelidir. Her sözden hadîs-i nefs hâsıl olur. Feyz-i ilâhî hiçbir zaman kesilmez, lâkin onu kabûle mâni‘ hadîs-i nefstir. Evliyâ sohbetinde kişi gönlünü hadîs-i nefsten [nefsinde, içinde konuşmadan] hıfz etmelidir. Zirâ evliyâullahın bir kulakları vardır ki, onunla o konuşmayı işitirler ve onların safa vakitlerine keder vermeğe sebeb olur. Kitab mütalaası ile meşgul olan kimseye, hâriçten biri bir söz söylese onun vaktini [konsantre olma hâlini] bozar. Hatta kâğıd üzerine bir sinek konsa, rahatsız eder. Cenâb-ı Hakka dâimî mütevecih olan bir tâifeyi, hâdis-i nefs elbette rahatsız eder. Bir kimsenin yanında ağlayan bir çocuk bulunsa, o kimsenin vaktini bozar ve der ki, çocuğu emzirin de ağlamasın. Tâlibe de lâzım olan odur ki, zikir memesini gönül ağzına versin ve bu şekilde kalb ma‘nevî süt emmekle zikr etmeğe başlayıp, hayallerden ve hadîs-i neftsen kurtulsun. Bir kısım kimseler de vardır ki, zikretmek bile onlara hadîs-i nefstir [içinden konuşmadır].

REŞHA-77: Bir gün eshabına hitab edip buyurdular: Ey dostlarım! Biliniz ki, Hak teâlâ, o azameti ve ululuğu ile size çok yakındır ve bu itikad üzere olunuz. Eğer bu ma‘nâ size şimdi ma‘lûm değilse, size lâzım olan odur ki, dâima tenhada ve âşikârede bu edebi gözetesiniz. Ve evinizde, yalnız olduğunuz zamanda dahi ayağınızı uzatmayasınız. Helaya gittiğinizde mahcûb vaziyette başınızı eğip, gözünüzü yumup oturasınız. Zâhirde ve bâtında, gizlide ve âşikârda Hak teâlâ ile istikamet [doğruluk] üzerine olasınız ki, bu edebi muhâfazaya devâm edesiniz. İşte o zaman bu ma‘nâ tedricen size ma‘lûm olur. Gerektir ki, dâima kendinizi zâhir ve bâtın edebleri ile süsleyesiniz. Zâhir edebi demek şerîatin emir ve yasaklarına riâyet edesiniz ve dâima abdestli olasınız, istiğfar edesiniz ve az konuşasınız ve her işte ihtiyât üzere olasınız. Selefin eserlerini inceleyesiniz demektir. Bâtın edebi ise, pek güçtür. Bâtın edeblerinin en mühimi, Allahu teâlâdan gayri her şeyden kalbi korumaktır. Kalbe gelen düşünce iyi olsun, kötü olsun hep aynıdır. Hak teâlâya hicâb [perde] olmaktadır.

REŞHA-78: Buyurdular: Hak teâlâ Peygamberine (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) murâkabe yolunu öğretmiştir. Nitekim Yûnus sûresi altmış birinci ayetinde: “Ne zaman sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur’ândan bir şey okusan ve siz ne zaman bir iş yapsanız, o işe daldığınız zaman biz mutlaka üzerinizde şâhidiz” buyuruyor. Asıl mes’ele Hak teâlânın bu buyurduğudur ve Resûl-i Ekrem’e (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) öğrettiğidir. Sözün özü şudur ki; iş, Allahu teâlâ ile olmanızdır. Hak teâlâ kuluna her şeyden daha yakındır. Yakındır demekten de yakındır. Zirâ yakınlık hâli ifâdeye, söze sığmaz. Yakınlığı söze dökersek, uzak olur. Kurb [yakın olmaklık] o değildir ki, ona yakın oldum diyesin. Böylece onu söze sığdırmak mümkün olsun. Kurb [yakın olmaklık] odur ki, sen onda yitesin. Seni ve senden gayrisini de yitiresin ve hiç bilmeyesin ki, nerede idik, nereden geldik. Mutlaka onu söze sığdıramayasın. Bir kimse bir ulu kişiye haber getirdi ki, filân şeyh kurbdan [yakın olmaklıktan] konuşur. O ulu kişi ona dedi ki, o şeyhe vardığında diyesin ki: Bizim bulunduğumuz yerde kurb kurbdur, bu‘d bu‘ddur [yakın yakındır, uzak uzaktır]. Kurb senin yokluğundan ibârettir. O ibâreye [ifâdeye] nasıl sığar.

Beyt:

Kurb, yükseğe, alçağa sefer etmek değildir, Kurb-i Hak varlığından sefer ile geçmektir.

REŞHA-79: Buyurdular: Her nefes bir hâzinedir. Kıymetini bilmek lâzımdır. Hak teâlâ hâzır ve nâzırdır. Öyleyse Hak teâlâdan utanmalıdır ve Ondan gafil olmamalıdır. Allahu teâlâ: “Allah bir adamın içine iki kalb vermemiştir” buyurmakla, buna uyarıyor ve bir kalbi iki tarafa kullanmamayı ikaz ediyor. Ya‘nî bir adamın içinde iki kalb yoktur ki, birini dünya ile, diğerini Hâk teâlâ ile bulundursun. İnsanın bir tane kalbi vardır.

Dünyaya verirse, Hâk teâlâdan nasibsiz kalır. Hâk teâlâya döndürürse, onun gönlünden Hak tarafına bir pencere açılır. O pencereden ilâhi feyiz güneşi parlamaya başlar. Güneş doğunca, doğudan batıya kadar olan her zerre onun nûrundan nasibini alır. Güneşin nûru [ışığı] hepsini aydınlatır. Penceresiz bulunan evler onun nurundan nasîbsiz ve mahrûm kalır. O hâlde kalb gafil olmayıp hâzır olursa, onun hâzır olması pencere mesâbesinde olur ve bunun vasıtasıyla vucûd feyzinin nûru elbette ona erişir. Eğer gafil ise, o nûr ona uğrayıp geçer. Beyt:

Bil ki dost her an sana nazar eder, Ondan gafil isen, seni bırakır gider.

REŞHA-80: Buyurdular: Tâat [hayırlı işler, ibâdetler] Cennete kavuşmağa sebebdir. Taatte edeb ise, Hakkın kurbuna sebebdir. Meşâyıhın sözlerini şöyle açıklamışlardır. Tâlib evvelâ sülûkünde kalbini sâf [parlak] kılıp tasfiye ve tezkiye ile meşgul ola. Ancak bu şekilde devamlı murâkabeye kavuşur. Yoksa sâlih amellerden işledikleri, eski hastalığını artırır. Bu sözü Horasanlılar bir şeyin tedennisinde [gerilemesinde] kullanırlar. Mısra‘:

Hasta ne kullanırsa, hastalığı artar.

Dervişlik, dokumacılıktan kolay değildir. Dokumacı çırağının bir zaman iplik bağlamasını ve benzeri şeyleri öğrenmesi lâzımdır. Tâlibe lâzımdır ki, son derece sa‘y ü gayrette ola. Ancak havatırın izâlesinde üstad [usta] olur. Nasıl izâle edileceğini de bilmelidir. Önce havatırı nefyden [izâleden] başka şeyle meşgul olmamalıdır. Risâle mutâlaa edenler ve tevhîd ve hakîkat sözlerini kitablardan alanlar, bu tür âriflerin onlara bir faydası olmaz. Bunlar hep kazançsızlıktır. Hak yolu gitmek ve işlemektir, söylemek ve dinlemek değildir. Bir kimse Bağdad’da pâdişahın huzurunda olsun da, dâimâ pâdişahın huzurundan uzak olsun, bu mümkün değildir. Eğer padişah Şam’a bir mektub gönderse, hazır olmayanlar o mektubdan haz alırlar. Kendi ihtiyarı ile pâdişahın huzurundan uzak olup, o mektubu okumak ve ondan haz duymak için Bağdad’dan Şam’a gelir.

REŞHA-81: Buyurdular: Bir yerde olan her yerdedir; her yerde olan bir yerde değildir.

ŞİFE-20: Bilesiniz ki, Mevlânâ hazretlerinin bu sözü, icmâlen vahdet ehlinin mezhebini beyândır. Zuhuratın ihtilâfât ve teâddüdünden [farklı ve çok oluşundan] hakîkatin teaddüdü [çokluğu] lâzım gelmez. Nitekim bir kişi birçok aynada görünse, aynaların yapısına göre, her aynada ayrı bir hâlde zuhûr eder [görünür]. Bu bir kimsenin, aynaların özelliği sebebiyle ayrı şekilde zuhûr etmesinden [görünmesinden] hakîkatta onun birden çok olmasını gerektirmez. Hâce hazretleri bu ma‘nâyı beyân için buyurmuşlar ki, bir yerde olan her yerde olur. Ya‘nî her yerde zuhûr eden bir hakîkattır. Ve her yerde olan bir yerde değildir. Ya‘nî her yerde zuhûr eden o bir olan hakîkattir ki, zaman ve mekândan münezzehtir. Ona bir yerdedir demek doğru olmaz. Beyt:

Vucûd onun kemâline sâridir, Taayyünler ise itibârîdir.

REŞHA-82: Buyurdular: Perhiz, ilâc kullanmaktan iyidir. Çok yiyende çok hastalık olur. O hastalıklardan kurtulmak için ilâc kullanır. İyileşince yine çok yemeğe başlar. Hasta olur. İlac kullanır, yine sıhhat bulur. Bu minvâl üzere birkaç defâ ilâc kullandıktan sonra, o ilâc ona zarar vermeğe başlar. Bunun gibi, bir kimse bir günâh işlerse ve tevbe etse, yine günâh işlese ve yine tevbe etse, bir zaman gelir ki, tevbesi işe yaramaz ve yine günâh işler. Bu kadar tevbe ve inâbe ki, sâhibini günâhtan tamamen temize çıkarmadı ve onda büyük bir tesir göstermedi, o da diğer günâhlar gibi günâhtır. Bunun için ehlullah tam perhîz ihtiyâr etmişlerdir. Her şeyi bırakıp Allahu teâlâ ile meşgul olmuşlardır. Olmaya ki, gaflet hastalığında iken âhırette intikal edeler.

REŞHA-83: Buyurdular: Cüneyd (kaddesallahü teâlâ sırreh) buyurmuştur: Benim murâkabede üstâdım kedidir. Bir kere bir kediyi gördüm ki, bir fâre deliğinde fare gözetip durur. Avına öyle odaklanmış ki, bedeninden bir kılı hareket etmez. Şaşkınlıkla ona bakarken, birden kalbime bir nidâ [ses] geldi: Ey düşük himmetli! Ben senin maksudun olmakta bir fareden aşağı değilim. Sen de beni talebde bir kediden aşağı olma! O zamandan beri murâkabeye düşmüşüm. Beyt:

Bilir misin ki bugün o yar bana ne dedi, Sakın gayriye bakma, gözün bana dik dedi.

REŞHA-84: Buyurdular: Hep zikr-i Hakla olun. O derecede ki, kendinizden gaib olasınız. Hak teâlâ her şeyden latiftir. Kimin letafeti çok olursa, Hak teâlâya meşguliyeti çok olur. Dokumacılık ve ayakkabıcılık yapan, hamam külhânında yakmak için odun, çerçöp taşıyandan latiftir. Onlar o hizmeti etmeğe katlanmazlar. Kumaşçılar ise bunlardan latiftir. Zirâ bunlar da dokumacılık ve ayakkabıcılık edemezler. Mollalar da bezzazlardan [kumaşçılardan] daha latiftir. Zirâ bunlar da bezzazlık etmeğe tenezzül etmezler. Hakka kavuşmuş olanlar ve o yolda bulunanlar, bu sayılanların hepsinden latiftir. Zirâ onlarda, Hakdan başkasıyla meşgul olacak heves ve kalb kalmamıştır. Ruku‘a varsalar, ruku‘dan başlarını kaldırmak istemezler. Aynı şekilde secdeye gitseler, başlarını secdeden kaldırmak istemezler. Bu tâife hepsinden latifdir dedik. Zirâ bunlar, bir göz yumup açma mikdarı kadar Hak teâlâdan başkasıyla meşgul olmaya dayanamazlar. Enbiyâ (aleyhimüsselâm) bunların hâline gıbta ederler. Gıbtaları bunların derecelerinin peygamberlerin derecesinden yüksek olması bakımından değildir. Ancak bunların hâl bakımından bir şerefleri vardır ki, bunlar Hazreti Hakkın kurbundadırlar ve Hâk teâlâ bu kullarını halkın gözünden saklamıştır ve hep kendine meşgul eylemiştir. Meselâ pâdişah memleketin bütün işlerini kendi yakınlarından birine bırakır. O da pâdişahın emriyle memlekette tasarruf eder. Bir kulu da ibrikçidir. O pâdişahın abdest suyunu hazırlar ve her zaman pâdişahın huzurunda bulunur. Elbette ki, memleketin idâresi ve tasarrufu kendisine verilen vezîr, pâdişah katında mukarreb [yakın] ve güziderek [daha seçkin]dir ve onun derecesi ibrik tutanın derecesinden yüksektir. Eğer onun kabiliyeti ziyâde olmasaydı, memlekette mutasarruf [idâreci, yönetici] olmazdı. Lâkin ibrikdârda [ibrik tutanda] bir şeref vardır ki, daima pâdişaha yakındır ve onun husûsî hizmetini görür. Ondan başka işi yoktur. Yoksa o nerede, memleketi idâre eden nerede! O idârecinin de ibrikdâra gıbta etmesi, daima pâdişaha hizmeti ve yakınlığı ve pâdişâhtan başkası ile meşgul olmaması bakımındandır.

REŞHA-85:

Şiir:

Ey göz, acâib gör, bundan aceb olmaz kim, Ma‘şukuyla bir âşık, vuslatta iken her an, Ne onsuz ola bir an, ne ona ola mahrem, Hem kavuşmuş, hem ayrı, hem şâd ola, hem giryân.

Mevlânâ Celâleddin Rûmî hazretlerinin bu beyitleri hakkında buyurdular: Eğer bir kimse üç bin yıl uçsa, yine de onsuz ve onunla ma‘nâsına vakıf olamaz. Hak teâlânın kurbunu nasıl idrâk edebilir? Ancak çalışıp gayretle meşgul olan bir tâlibe Hak teâlâ o kadar idrâk ve yakîn ihsân eder ki, kendisinin Hâk teâlâsız olmadığını bilir ama şunu da bilir ki bir unutma varsa, ânî bir gaflettendir. Ve ehlüllaha bir yakîn hâsıl olur ki, hiçbir yolla Hak teâlânın varlığında ve zikr edildiği üzere olduğunda şübhe ve tereddüdü kalmaz. Nasıl ki, hiç kimsenin kendi varlığında şübhe yoktur. Sırtına ne kadar elbiseler giyse ve hatta gözlerini yumsa, yine kendi varlığını yitiremez ve unutamaz ve varlığında şübhe edemezse, onda da edemez.

REŞHA-86: Buyurdular: Zikir, harf, ses, arabî ve fârisî olmaktan kurtulunca ve bütün cihetlerden [yönlerden] ârî olunca, o zaman şecerelik [ağaç olmaklık, aslî olmaklık] makamına erişir ve tâlib her zaman ondan meyve yiyebilir. Nitekim Hak sübhânehü ve teâlâ İbrâhim sûresinin yirmibeşinci âyetinde: “O ağaç Rabbinin izniyle her zaman yemiş verir” buyurdu.

Zikir bir tohumdur ki, ma‘rifet ağacı ondan biter. Nitekim Allahu teâlâ İbrâhim sûresi yirmi dördüncü âyetinde: “Görmedin mi, Allah nasıl bir misâl getirdi. Güzel bir sözü, kökü yerde sâbit, dalları gökte güzel bir ağaca benzetti” buyuruyor. Ağaç nasıl tohumdan baş verir, filizlenirse, harf, ses, arabî farisî, şekil, renk, nasıl ve nice elbisesinden ve bütün yönlerden mücerred olan sırf tevhîd de, bu kelimenin mazmunundan [mezküründen] zâhir olur.

HÂRİK-UL-ÂDE HÂLLERİNDEN BAZILARI: Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin eshabının büyüklerinden olan Mevlânâ Alâeddin hazretleri -ki daha sonra anlatılacaktır- buyurdular: Ben hasta idim. Mevlânâ hazretleri hastalığımı sormağa geldiler ve sofanın kenarında oturdular. Başlarını aşağı salıp, biraz zaman murakabe eylediler. Oturdukları sofanın tavanında başları üstünde bir pencere var idi. Olacak ya, bir fare o pencerenin kenarını karıştırıp bir miktar toprak saçtı. O toprak Mevlânâ hazretlerinin mubârek boyunlarına ve yakalarına döküldü. Başlarını kaldırıp yukarıya baktılar ve murakabeye devâm ettiler. O fare bir miktar daha toprak saçtı. Bu uslüb üzere bu hâl üç defa tekrar etti. Dördüncüde yukarıya bakıp kızarak: “Hey edebsiz farecik” dediler. Sonra kalkıp dışarı gittiler. Ben döşeğimin üstüne oturup, böyle beklenmedik bir şeyin olmasından son derece mahcubluk içinde idim. Bir an sonra gördüm ki, pencerede bir kedi peyda oldu ve fareyi gözetip durdu. Fare yine gelip bir miktar daha toprak açmaya başlayınca, o kedi sıçrayıp, pençesiyle fareyi deliğinden dışarı çekti ve hemen öldürdü. Bir kısmını yedi. O gün saydım. Kedi o delikten on sekiz fare çıkarıp, her birinden bir miktar çiğneyip bıraktı ve gitti.

Mevlânâ Alâeddin’in birâderi ve Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin muhlislerinden Mevlânâ Pîr Alî anlattı: Bir dükkânım vardı. Kaftancılık ederdim. Bir gün vergi memuru, elinde vergi pusulaları ile vergi toplamağa geldi. O gün bende pusulada yazılı meblağı karşılayacak para yoktu. Memur bana bağırıp çağırmağa, söğmeğe başladı. Param yetmediği için âciz kalmıştım, bir şey diyemiyorum. Öyle şaşkın bir hâlde dururken Mevlânâ hazretleri çıkageldi. O kişinin bu kaba tavrını gördükleri gibi, mubârek ellerini onun omuzu üzerine koydu ve dediler ki: “Hey kardaş, söğme, dilini tut!” Mevlânâ hazretlerinin mubârek eli o kimsenin omzuna alır almaz, aklı başından gitti ve çarşının ortasında yuvarlanmağa başladı. Uzun zaman o şekilde kaldı. Mevlânâ hazretleri dükkânın üstünde oturmuşlardı. Adam kendisine gelince, tam bir ihtiyâc, iftikar ve yalvarma ile kalkıp Mevlânâ hazretlerinin ellerine ayaklarına kapandı. Mevlânâ hazretleri dükkân üstünde oturmuşlardı. Tam bir ihtiyâc ile yüzünü onların mubârek ayaklarına sürdü. İçinde bulunduğu hâlden tevbe ve rücu‘ etti ve Hak yoluna yöneldi.

Yine bu zât anlattı: Hanımım hâmile idi. Dört aylık hâmile iken o günlerde hamlini düşürmek istedi. Düşme esnasında cenin ters gelip doğuramadığından, kadının hâli değişti. Nerede ise canı çıkıyordu. Izdırabla Mevlânâ hazretlerine gittim. Gördüm ki, yanlarında ulema ve sülehadan çok kimseler var. İleri geçip söz söyleyecek vaziyet yok. Şaştım. Ne yapacağımı bilemedim. Mevlânâ hazretlerinin şerefli bakışları bana aldığı gibi, hemen kalktılar ve evlerine doğru gittiler. Eshabından bir bölük kimseler de peşleri sıra gittiler. O sırada beni huzurlarına çağırdılar ve buyurdular ki: O zâlim hanıma de ki, bu işi filân zamanda bir daha işlemiştin. Senden afv etmiştik. Bunu da afv ettik. Eğer bir daha bu zulmü işlemeğe kalkışırsan, cezânı görürsün. Mevlânâ’dan bu sözü işittiğim gibi, içim rahatladı. Hemen eve geldim. Gördüm ki hanım gayet rahattı. O hastalığından kendinde eser kalmamış. Mâcerâmı ona anlattım. Ağlayarak dedi ki: Doğru söylemişlerdir. Dedikleri târihde bu işe bir daha teşebbüs etmiş, yine ölümden kurtulmuştum. Ondan sonra bir daha böyle bir iş yapmayacağına söz verdi.

Mevlânâ Alâeddin hazretleri anlatır: Mevlânâ hazretlerinin hizmetinde idim. Birgün Kuhistan vilâyetinden posta görevlisi geldi ve bana babam ve annemden bir mektub getirdi. Mektubda sıkı sıkı tenbîh ve tekiden “Acele yanımıza gel, seni evlendireceğiz” yazıyordu. Mevlânânın şerefli hizmet ve sohbetlerinden mahrûm kalacağımdan, şimdi bu haber de nereden çıktı dedim ve çok üzüldüm. Ama kendime teselli verip: “Mevlânâ mektubda yazılı olanları öğrenince, beni Kuhistan’a yollamaz” dedim. Mevlânâ’nın huzuruna gelince, daha ben mektubda yazılmış olanları arz etmeden buyurdular ki, “Mâdem ki elbette gel demişler, gitmen lâzım”. Ben de hayretler içinde kaldım. Gitmekten başka çare bulamadım. Sonra yola çıktım. Geldim. Babamla ve annemle görüştüm. Hemen o hafta beni evlendirdiler. Sekiz yıl oarada kaldım. Lâkin dâima Mevlânâ hazretlerine müteveccih idim ve bâtın-ı şerîflerden feyiz aldım. O diyârda bir zâlim âmil [devlet nâmında zekât toplayan memur veya belde ile vazîfeli birisi] var idi. Mîrî malın tevziinde bana karşı haddi aşardı ve zulmü, haksızlıkları hadsiz hesabsız idi. Onun zulmünden nasıl kurtulacağımı bilmez idim. Nihâyet kalben Mevlânâ hazretlerine müteveccih olup, onlardan yardım istedim. Bir gece rüyada gördüm ki, Mevlânâ’nın elinde ok ve yay dururken, birden o âmil karşıdan göründü. Mevlânâ okunu yaya çekti ve yayı gerdi ve o âmile doğru attılar. O esnada uyandım. Kendi kendime dedim ki, acaba bedbahta nasıl bir belâ gelecektir. Kalktım, o âmilin yanına gittim. “Hazır ol! Sana büyük bir belâ geliyor” dedim. Benim sözüme güldü ve benimle dalga geçti. Çok edebsiz sözler söyledi. Üç gün sonra bedeninin yarısına felç vurdu. Artık bir daha iyileşmedi.

Yine mezkûr Mevlânâ anlatır: Ben Kuhistan vilâyetinde iken, bir defa bir miktar ipek böceği çıkarmıştım. Bir gün bir yüksek ağaçtan yaprak keserdim. Hem de râbıta nisbetine meşgul idim. Âniden ayağımın altındaki kuru dal kırıldı. Ağacın tepesinden düştüm. Azîzimiz Mevlânâ Sadeddin hazretleri bana göründü ve beni havadan kapıp, sâlim olarak yerin üzerine koydular. Hiçbir yerim yaralanmadı. Bu vâkı‘ayı gizledim. Kimseye bahsetmedim. Huzurlarına vardığımda, o zâlimin felci hikâyesini ve benim ağaçtan düşmem hâdisesini arz etmek istedim. Ben konuşmağa başlamadan evvel buyurdular ki, zâlimlerin düşmesi ile mazlumların düşmesi bir değildir.

Yine adı geçen Mevlânâ anlatır: İlk zamanlarımda Mevlânâ hazretleri bana Herat’ta kalb zikrini ta‘lîm ettiklerinde buyurdular ki: Benim yanımda birkaç kere zikr-i kalbîye meşgul ol. Ben de başladım ve kalbimi zikr etmeğe meşgul ettim. Böyle yapma buyurdular ve zikr ettiğin zaman kalbine hareket verme. Mefhum zikri kalbe yükle. Kalb mefhûm zikirden müteessir olunca, harekete gelir. Ondan sonra işi gönlüne [kalbine] bırak. Ya‘nî gerekli olanı işle! Mevlânâ hazretlerinin benim kalbimin hareketinden haber vermelerine kadar, dünyada insanların içini bilecek ve gönül [kalb] hâllerini anlayabilecek bir kimsenin bulunabileceğine itikadım yok idi. Ben tahayyur ve taaccube [hayret ve şaşkınlığa] düşüp zikirden vaz geçince, buyurdular ki, niçin hayret edersin. Vallahi benim Belh’de bir müridim vardır ki, iki ayağı dükkân çukurunun içinde kendisiyle meşguldür. Ben buradan onun kalbinin içini kendisinden iyi bilirim. Bunu dinleyip anladıktan sonra bana bir keyfiyet [hâl] elverdi ki, bir daha eteklerini bırakmadım.

Mevlânâ Câmî hazretlerinin küçük birâderleri Mevlânâ Muhammed hazretlerinden menkuldur. Buyurdular ki; ben ilk zamanlar iksire [demir veya bakıra sürüldüğünde bunları altın yaptığına inanılan madde üzerinde] çalışırdım. Bunu elde etmek için çok çalışıyor, çok zaman harcıyordum. Hatta bütün zamanımı buna veriyordum, diyebilirim. Çok deneyler yaptım. Maksadın hasıl olmasına işâret bir takım ip uçlarına kadar ulaştım. Ama maksad olan şeye hâlâ kavuşamamıştım. Sıkıldım; devâm mı edeyim, yoksa bu işi terk mi edeyim; diye tereddüdde kaldım. Bu tereddüd elimi kolumu bağlamış bir şey yapamıyordum. Perişân hâlim vardı. Birgün bu perişân hâlimle Hoş Pazarı’na geldim. Çarşıya yaklaşınca büyük bir kalabalık içine düştüm. Bu esnada arkamdan âniden birisi gelip elini boynuma attı. Döndüm, baktım. Mevlânâ Sadeddin hazretleridir. Durdum. Hurmet ve acz hâli gösterdim. Buyurdular ki: Hey kardaş!

Azîz kardeşim sana bir kimyâ öğreteyim, Ki o ne bir san‘atta ne iksirde bulunur: Kanaat hazînedir, var sen kanaatı seç, Ve sanma kanaatten iyi kimyâ bulunur.

Bu kıt‘ayı okudular ve hemen geçip gittiler. Bundan sonra kimyâ hevesi kalbimden tamamen gitti ve o sıkıntıdan kurtuldum. Yakînen bildim ki, Mevlânâ hazretlerinden bu bir tasarruf idi ve sırf bu fakîre merhameten sâdır oldu.

Mevlânâ Alâeddin buyurdular: İlk zamanlarımda Mevlânâ hazretlerinin hizmetini kendime seçtiğimde, bana resmî ilimleri terke işâret ettiler. Arabcadan mantık gibi, kelâm gibi bazı derslerim vardır. Hepsini bıraktım. Amma Seyyid Adilüddin-i Muhaddis’ten hadis ilminde bir kitab dinliyordum. Bitmesine de az kalmıştı. Kendi kendime dedim ki, hadîs-i şerîf okumak sülûke mâni‘ olmaz. Bu kitabı bitireyim. Cumartesi günü idi. Sabahleyin hadîs cüz‘ünü elime alıp şehir içinden Seyyid hazretlerinin bulunduğu Kırk Kızlar Mahallesi’ne doğru gidiyordum. Mülk kapısından dışarı adımımı atar atmaz, gördüm ki, ayağıma demirden ağır bir bağ vurdular. Öyle ki ayağımı çok zor kaldırdım. Bu hâlden bir tuhaf oldum. Arada bir insanlara bakıyor, benim bu hâlimi görüp ne diyorlar düşündüm. Gördüm ki, bu ma‘nâdan kimsenin haberi yok. Çok mihnet ve meşakkatle köprüden geçtim. Bu esnada gördüm ki, başımın örtüsü de başımdan gitmiş, baş açık kaldım. Dehşet ve hayretim daha ziyâdeleşti. Bir iki adım daha gittim, ferâcem de arkamdan kapıldı. Bu minvâl üzere, her iki üç adımda bir, üzerimden birer esvabım kapıla kapıla, tülbendim, firâcem, kaftanım, kuşağım, gömleğim gitti. Yalnız don ile kaldım. Ve o ağır bağ hâlâ ayağımda idi. Bu esnada bir pazara [çarşıya] yaklaştım. Kendi kendime dedim ki, eğer bir adım daha atarsan, don da gider rüsva olursun. Hemen geri döndüm. Gördüm ki gömleğim orada bana giydirildi ve her yerdeki elbiselerden biri benden gitmiş idi, geri döndüğümde o yere ayak basar basmaz, her biri geldi, yerine yerleşti. Ayağımı şehrin kapısından içeri attığım gibi gördüm ki, o ağır bağ ayağımdan yok oldu, gitti. İşte o zaman gönlümden birden kitab mütalaa etmek sevgisi gitti ve o hâl ile Mevlânâ hazretlerinin yanına geldim. Gördüm ki, câmide bir yerde murakabeye meşgul oturur. Yavaşça geldim, ben de oturdum. Birden başlarını kaldırıp, bana doğru döndüler ve tebessüm eylediler. Onların tebessümünden anladım ki, o tasarruf onlardan sâdır olmuş idi.

Ve yine aynı zat anlattı: Bir gün bende büyük bir kabz hâli hâsıl oldu. Öyle üzüldüm, öyle sıkıldım ve daraldım ki, yerimde duramaz oldum. Kalkıp Mevlânâ hazretlerinin seâdethânelerine geldim. Ve kalben onlara müteveccih olup, beni sıkıntı ve üzüntüden kurtarın diye yalvarmaya başladım. Bu esnâda bast ve beşâret [rahatlık, genişlik ve neşe] ile tebessüm ederek dışarı çıktılar. Önüme geldiler ve sağ elleri ile yakamı tutup sıktılar. Ondan sonra şehâdet parmağını ensemin üzerine koydular. O anda içimde bir safa ve sürur, kalbimde ferah ve huzur hâsıl olup, göğsümde bir inşirah [açılma] peyda oldu. Öyle ki dört ay devamlı gönlüm gül gibi açtı ve güldü. O sıfatın eserleri yüzümde de açıkça görünür oldu ve gülmeden ağzım kapanmazdı.

Yine mezkûr Mevlânâ anlattı: Bir gece zamanın âdetlerine alışık bir takım kimselerle raks ve sema ettik. Sabahleyin Mevlânâ hazretlerinin hizmet ve mülâzemetinde geldiğimde, büyüklerden ve ileri gelenlerden bir çok kimseler orada hâzır idiler. Mevlânâ kızgın bir hâlde benim olduğum tarafa baktı. O anda üstümde bir ağırlık hisettim. Bir büyük taş getirip sırtıma yüklediklerini sandım. Öyle ki, iki kat oldum ve burnum yere değecek gibi oldu. Zor nefes alıyordum. Derin derin içimi çekip, boğazımdan garîb sesler gelmeye başladı. Çok daraldım, terlemeye başladım. Alnımdan terler dökülüyordu. Galiba ölüyorum diye çok korktum. Bu kitabda kendinden bahsedeceğimiz Mevlânâ Şehâbeddin Ahmed Pîr Cendî derin âlimlerden ve Mevlânâ hazretlerinin eshabının büyüklerinden olup, benim aczimi ve çaresizliğimi görür görmez, Mevlânâ hazretlerinden benim namıma özür dileyerek afvımı istirham etti. Mevlânâ hazretleri bir saat sonra Mevlânâ Şehâbeddin Ahmed’e dönüp buyurdular ki; “Bir işkenbeci işkenbeyi o kokmuşluğuyla temizler, pişirir ve bir yemek eder ki, tab-i selîm sâhibleri onu yemeğe rağbet ederler. Bizler bazı nefisleri temizlemekte bir işkenbeci kadar yok muyuz” deyip sağ elinin ayasını sol elinin ayası üzerine koyup ellerini birleştirdiler. O anda üstümdeki o ağırlık gitti.

Reşahât sâhibi der ki, üstâdım, efendim Hâce Hafız Gıyaseddin Muhaddis o asrın âlimlerinden ve Herat’ın a‘yânından [ileri gelenlerinden] idiler ve Seyyid Kasım Tebrîzî’nin (kuddise sırruh) nazarlarına kavuşmuşlardır. Şeyh Behâeddin Ömer’e ve onun yüksek oğulları Nûreddin Muhammed hazretlerine çok mülâzemet eylemişler idi. Sultan Ebû Saîd Mirzâ’nın o derece yakınlarından idi ki, zaman zaman Mirzâ’nın tahtı üzerine oturur. Mirzâ hazretlerine Mesnevî okurlardı. Birgün buyurdular ki, Bir gün Câmi’de Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin mülâzemetinde vardım. O mecliste ulema ve fukaradan [velîlerden] çok kimseler vardı. Bütün oturanların alt kısmında saff-i ni‘alde [en geri safta] Kuhistan’lı bir fakîr oturuyordu. Mevlânâ hazretleri sûküt etmişler idi. Birden başlarını kaldırıp o Kuhistan’lıyı önlerine çağırdılar. Ve eline yapışıp, elini benim elime verdiler ve buyurdular ki: Bunu sana ısmarladım. Bunun yardımına yetişip, himâyesinde kusur etmeyesin. Ben de, baş üstüne efendim dedim ve mecliste bulunanlardan bir ferd, bu ısmarlamanın sırrını anlamadı. Onbeş yıl sonra -ki Mevlânâ hazretleri vefât etmişler idi- Sultan Ebû Saîd Mirzâ zamanında bir adam ortaya çıktı ki, beylerin yardımıyla Müslümanlara cuhudluk [Yahudilik-küfr] isnâd edip paralarını alırdı. İşte Mevlânâ hazretlerinin ısmarladığı o Kuhistan’lıyı da, bu isnadla tutmuş idi. Adamın verecek parası yoktu ki, versin de kurtulsun. Nihâyet o zâlim o fakîri öldürmeğe karar vermiş ki, başkaları para vermeyenin hâlini, görsünler de korksunlar ve bu şekilde onun da halka tasallutu daha ziyâde olup zülmü artsın! Nihâyet iş oraya vardı ki, fakirin boynuna halka geçirip asmak üzere Irak Kapısı’na getirdiler. Bu esnada ben de Mirzâ’nın huzurundan kalkıp, evime giderken, adı geçen kapıya geldim. Gördüm ki, büyük kalabalık var. Sebebini sordum. Dediler ki, bir fakîre cühudluk suçu isnad edip, yakaladılar, asmak isterler. Ben de asmak istedikleri nasıl bir kimsedir göreyim diye ilerledim. Asılacak kişi beni görür görmez, feryad eyledi ve: Ey Hâfız, ben o Kuhistan’lı fakîrim ki, Mevlânâ Sadeddin hazretleri câmi’de beni sana ısmarladılar ve: “Buna yardımda ve bunu himâyede kusur etme” dediler ve siz de o zaman kabûl etmiş idiniz. İşte şimdi yardım ve himâyenin vaktidir, dedi. Görür görmez onu tanıdım ve kurtardım. Ve hemen o aradan atımın başını çevirip, acele ile Mirzâ’nın huzuruna geldim. O fakîrin hikâyesini ve Mevlânâ’nın ısmarlamasını arz eyledim. Mirzâ, töhmet eden zâlimi onun yerine asmayı buyurdu. O fakîr ve diğer insanlar onun şerrinden halâs oldular. Hâfız hazretleri bu hikâyeyi anlattıktan sonra Mesnevî’den şu iki beyti okudular.

O ki yüz yıl sonradan eyler zuhur, Pîr onu halâ görür hep bî kusur, Kendi ölse görmesi bâkı durur, Dedi, zira görmesi hakdan durur.

Mevlânâ Sadeddin hazretleriyle hayli musahabetleri ve münâsebetleri olan Hâce Şemseddin Muhammed Kösevî hazretlerinin eshabının büyüklerinden biri şöyle anlattılar: Bir gün Hâce hazretleri dediler ki, tevhîdin hakîkatinden bana iki müşkül mes’ele vâkı‘ oldu ki, halledemedim. O müşkülleri çözecek kimse bilmiyordum. Bu yüzden içim hiç rahat değildir, isterim ki, bu müşkülleri çözecek bir kimse bulmak ümidiyle seyahata çıkayım. İnşaallah birini bulurum da bu ızdırabımı içimden kaldırır. Mevlânâ hazretleri de buyurdular ki, siz de yarın sabah bu müşküllerin halli niyetle bu tarafa gelin, umulur ki, sefere ihtiyâc kalmaz. Hâce hazretleri de ertesi gün bu niyetle geldiler. Gözleri Mevlânâ hazretlerine alır almaz, gayr-i ihtiyâri feryâd edip kendinden geçip yere yığıldı. Bir müddet öyle hareketsiz kaldıktan sonra kendine gelince Mesnevî’den şu beyti okudu: Beyt:

Ey cemâlin cevâbdır her suâle,

Müşkül senden hal olur, luzum kalmaz kıl u kale.

Sonra da sefere çıkmak düşüncesi tamamen hâtırından gitti.

Birgün Hâce hazretlerinin mahremlerinden biri, yalnızken onlardan sormuşlar: Size o gün ne hâl oldu ki, bir zaman kendinizden geçtiniz ve sonra sefere çıkmak arzusundan vaz geçtiniz. Buyurdular ki: Gözüme Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin sağ kaşı göründüğü gibi, müşkülümün biri halloldu ve öbür kaşları göründüğünde diğer müşkülüm de kalktı. İşte bu zevkten gayr-i ihtiyâri feryâd ettim ve kendimden geçip yere yığıldım.

Nefehat-ül Üns kitabında yazar: Onların şerefli sohbetlerine erişen dervişlerden biri şöyle anlattı: Va‘z meclislerinde dervişlerin [tasarruf ehlinin] ma‘rifetleri söylendiğinde, hâlim değişir, feryad ve na‘ralar vururdum. Bu bakımdan mahcûb idim. Birgün hâlimi Mevlânâ hazretlerine arz ettim. “Hâlinde bir değişme hissetiğin zaman beni hâtırına getir” buyurdular. O sıralarda Mevlânâ hazretleri Hicâz’da idi. Medreselerden birinde bir aziz va‘z ederdi. Ben onu dinlerken, yine değişmeye başladım. Kalbimden Mevlânâ hazretlerine yöneldim. Gördüm ki, medresenin kapısından içeri girdiler. Yanıma gelip iki elini sırtımın üzerine koydular. Kendimden gaib olup, aklım başımdan gitti. Düşmüşüm. Kendime geldiğimde va‘z bitmiş, meclistekiler dağılmış ve üzerime gün düşmüştü. O gün Ramazan-ı şerîfin son Perşembe günü idi. Bayrama kadar bir daha Perşembe yok idi. Bunu böyle hâtırda tutmanın sebebi, Mevlânâ hazretleri hacdan dönünce onlara söylemek idi. Mekke-i mükerremeden geldiklerinde, huzurlarına vardım. Cemaat kalabalık idi. Bu hâdiseyi onlara anlatamadım. Bir an yüzlerini benden yana çevirip buyurdular ki: “Bir Perşembe idi ki, bayrama kadar başka Perşembe yoktu”.

Mevlânâ Sa’deddin hazretlerinin vefâtları 860 [m. 1456] Cemâzilâhırinin yedisinde vâkı‘ oldu. Çarşamba günü öğle vakti idi. Bazı kimselerden işitildi. Mevlânâ’nın ta‘ziyesi gününde Hâce Şemseddin Muhammed Kösevî va‘z meclisi kurup va‘z eylediler. O esnada minberde şu beyti okudular.

Beyt:

Zât-ı pâkin aynası bir avuç toprak oldu, Bâkî vechi gösterdi ve sonra toprak oldu.

Mevlânâ hazretlerinin iki oğlu vardı: Biri Hâce Muhammed Ekber olup Hâce Kelân olarak tanınmıştır. Hâce Ubeydullah (kuddise sırruh) hazretlerinin eshabından idi. İki kere Herat’tan Hâce hazretlerini ziyâret niyyetiyle Mâverâünnehr’e gitmiş idi.

Reşahât sâhibi (aleyhirrahme) der ki: Bu fakîr Hâce Ubeydullah hazretlerinin kapısının eşiğini öpmekle ilk şereflendiğim zaman, yolda Kırk Kızlar köyünde Hâce Kelân hazretlerinin sohbetiyle müşerref oldum. Ve o sefer Hâce Kelân hazretlerinin Hâce Ubeydullah hazretlerine ikinci gelişleri idi. Bu fakîri görür görmez, hemen “Nereye gidiyorsun? Düşüncen nedir?” Diye sordular. Fakîr, kısaca istek ve muradımı arz eyledim. Memnun olup: “Bizden ayrılma. Birbirimize arkadaşlık ve yoldaşlık edelim”, buyurdular. Fakîr de sözlerini kabûl edip, hizmetçilerine, benim yüklerimi kendi yanlarına taşımalarını buyurdular. O yolculukta bu fakîre çok şefkat ve inâyet gösterdiler. Buhârâ’ya gelindiğinde, yüklerin, ağırlıkların ve benzeri eşyanın ve hizmetçilerin çoğunu Buhârâ’da bırakıp Hâce Kelân hazretleriyle ve Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretlerinin Buhârâ’da bulunan tarlaları üzerindeki eshabından bir bölük insanlarla Nesef vilâyetine müteveccih olduk. Karşî’de sohbetleri ile seâdete erdik. Hâce hazretleri sohbetlerinde Hâce Kelân hazretlerine sayısız iltifatlar edip, babaları Mevlânâ Sadeddin (kuddise sırruh) hazretleri ile geçmiş olan sohbet ve beraberliklerini anlatırlardı.

Yine Reşahât sâhibi anlatır: Bir gün yalnız bir yerde, Hâce Hazretleri Hâce Kelân’a nefy ü isbât tarîkini emr edip buyurdular ki: Bu tarîka meşgul olun ve Herat’a vardığınızda her kim size gelirse, onu da bu tarîka [usûle, yola] da‘vet edip, zikir ta‘lîm eyleyin. Değerli babanız Mevlânâ Sadeddin hazretleri gittiklerinde sülûkleri henüz tamam olmamıştı. Ama Herat’ta dostlar edinip, onları bu tarîke meşgul edip, kendileri de son derece meşgul olmakla, işleri nihâyete ve sülûk ve seyirleri sona erişti. Size dahî lâzım olan odur ki, işinizi tamamlamak için gayretle çalışınız. Ondan sonra Mesnevî’den şu beyti okudular:

Gel şu kendini topla tefrikadan âzâd et,

Put yontar gibi kendine taştan yâr îcâd et.

Bir nice zamandan sonra Hâce hazretleri Hâce Kelân’a Horasan’a gitmek için izin verdiler. Bu fakîre de, ananın ve babanın hizmetine dön buyurdular. Fakîr de, Hâce hazretlerinin emr-i şerifiyle Hâce Kelân refakatinde Buhârâ’ya geldim. Hâce orada birkaç gün eğlendiler. Fakîr müsaade isteyip acele ile Horasan’a hareket ettim. Bir iki ay sonra onlar da Horasan’a geldiler ve dâima bu aşağı kulun hâline mültefit olup çok lutuf gösterirlerdi. On beş yıl bu hâl üzere geçtikten sonra bu bendelerini oğullukları ile şereflendirip, ya‘nî damad edip, hizmetçiliğe kabûl buyurdular.

Bir gün Mevlânâ Nûreddin Abdûrrahman Câmî hazretleri bir yolla Hâce Kelân’ın sıfatı ve tıynetinin temizliği hakkında şu mısra‘ı okudular: Mısra‘:

Toprağı daha iyidir başkaların kanından.

Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin ikinci oğulları, Hâce Muhammed Esgar olup, Hâce Hord [küçük efendi] olarak bilinir. Zâhir ilimlerinden ve bâtın ahlâkından büyük nasîbleri var idi. İki kardeş de Kelâmullah hâfızı idiler. Tefsirin inceliklerine ve tevîlin hakîkatine muttali‘ idiler. Hâce Hord hazretleri 906 [m.1500] senesinde Dâver zemînde vefât eyledi. Bazı hizmetçiler mubârek na‘şını Herat’a götürüp yüksek babalarının kabrinin arkasında defn etmişlerdir.

MEVLÂNÂ ABDURRAHMAN CÂMÎ (kuddise sırruh): Asıl lakabları İmâduddin ve meşhûr lakabları Nûreddin’dir. 817 [m.1414] Şaban’ının yirmi üçüncü günü yatsı vaktinde dünyaya geldiler.

Şunu arz edelim ki, Hazreti Mahdûm’un şerefli nesebleri [soyları] büyük âlim ve ilmiyle âmil, müctehidlerin imamı, nebî ve resûlllere âid ilimlerin vârisi İmam Muhammed Şeybânî (radıyallahü anh) hazretlerine erişir. İmam Muhammed hazretleri ise, İmamı Azam Ebû Hanîfe mezhebinde ictihâd sâhibi büyüklerin en büyüklerinden olup, iki imamdan biridir. Takvâ ve vera bakımından akranının en iyisidir.

Mezkûr İmam, Muhammed bin Hasan bin Abdullah bin Tavus bin Hürmüz Şeybânî’dir. Hürmüz, Bağdad’da melik [hükümdâr] idi. Ömer bin Hattab (radıyallahü teâlâ anh) elinde İslâm’a geldi. Musaffa kitabında der ki, İmam-ı Muhammed ile İmam-ı Azam Ebû Hanîfe arasında yakın akrabalık vardır. Zirâ İmam-ı Muhammed, Hasan’ın oğludur. Hasan Abdullah’ın oğludur. Abdullah, Tavus’un oğludur. Tavus, Hürmüz’ün oğludur. Bu Hürmüz melik idi. Hazreti Ömer (radıyallahu teâlâ anh) zamanında İslâma geldi. Ebû Hanîfe’ye gelince: İsimleri Nu‘mandır. Sâbit’in oğludur. Sâbit Tavus’un oğludur, Tâvus Hürmüz’ün oğludur. Bitti.

Buna göre Tavus, İmam-ı Azam’ın dedesi ve İmam-ı Muhammed’in dedesinin babası olur. Tavus’un bir oğlu İmam-ı Azam’ın babası Sabit’dir. Diğer oğlu da İmam-ı Muhammed’in dedesi, Abdullah’dır.

Mevlânâ Câmî hazretlerinin babaları, Mevlânâ Nizâmeddin Ahmed-i Deştî’dir. Dedesi Mevlânâ Şemseddin Muhammed Deştî olup ilim ve takvaca meşhûr idiler. İsfehan’da Deşt mahallesindendir. O zamandaki bazı hâdiselerden ötürü, kendi vatanlarından Câm vilâyetine gelip, orada kadılık ve müftülük yapmışlardır. Babalarının anaları İmamı Muhammed Şeybânî hazretlerinin evlâdındandır. Zirâ İmam-ı Muhammed evlâdından Mevlânâ Kavâmüddin Muhammed kendi vilâyetlerinden Câm diyârına gelmişler. Kerîmelerini fıkhı ile tanınmış oranın müftüsü Mevlânâ Şerafeddin Hâcı Şâh’a nikâh etmiş ve bu izdivacdan dünyaya gelen kızı, Mevlânâ Câmî’nin dedesi Mevlânâ Şemseddin Deştî’ye nikâh olunup, bunlardan Mevlânâ Câmî hazretlerinin babaları Mevlânâ Nizâmeddin Ahmed vucûda gelmiştir.

Mevlânâ hazretlerinin babaları Câm vilâyetinde iken, Hucec ve Sicillât kitabında, kendilerini Deşt mahallesine nisbet eder, imzalarında Deştî kelimesini yazardı. Sonra Câm’dan göçüp Herat’a yerleşince, Deştî sözü yerine Câmî yazıp, kendilerinin Câm’lı olduklarını bildirirler. Mevlânâ Câmî’nin doğduğu senede Hakan Fağfur Sultan Şâhruh hazretlerine Irak ve Fârs memleketlerini almak müyesser oldu.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar