Reşahât ayn-ül Hayât 6
Hâce hazretlerinin tasarrufları ve kerâmetleri.
Her biri çok güvenilir zevâttan nakl edilmiştir.
Sahîhdir. Bunda üç fasıl vardır:
BİRiNCİ FASIL
Hâce hazretlerinin kuvvet-i kahire ve tasallut-ı bâhire ile cihân
sultanlarına ve hükümdârlarına, zamanın insanlarına, nice ekâbir ve a‘yâna
galebe ve tasarrufları beyânındadır.
İKİNCİ FASIL
Hâce hazretlerinin evlâd ve büyük eshabından değil,
zamanın bazı azîzlerinden bildirilen kerâmetleri.
Hace hazretlerinin, evlâd ve ahbabının kendilerinden gördükleri
kerâmetleri. Bu arada nakledenlerden de kısaca bahs edilmektedir.
BİRİNCİ FASIL
REŞHA-371: Hâce hazretleri buyurdular: Himmet, bir işte
hâtırı toplamaktan ibârettir. Öyle ki, onun hilâfı hâtıra gelmemelidir. Böyle
bir himmet olursa, murad hasıl olur, şaşmaz. Tecrîd eshabı, zaman zaman
kendilerini himmet ile imtihân etmelidir. Kendilerinin hazreti esmâ [Hak
teâlânın isimleri] ile münâsebetlerinin hangi dereceye eriştiğini ve
himmetlerinin tesirinin ne kadar olduğunu bilmelidirler.
REŞHA-372: Yine buyurdular: Gençliğimin ilk yıllarında
Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretleri ile Herî’de idik. Beraberce seyre giderdik.
Bazen güreş tutan kalabalıkların yanına uğrar, teveccühümüzün kuvvetini imtihân
eder, güreşen iki kişiden birine himmet eder ve galib gelmesini sağlardık.
Sonra döner öbürüne teveccüh ederdik. Ve hemen o da galib gelirdi. Bu uslûb
üzere, bir nice kere teveccüh [himmet] ettiğimiz tarafa galib gelmek vâkı‘
olurdu. Bu işten maksadımız, himmetin tesirinin hangi dereceye eriştiğini
anlamak ve o sıfata itimadın kabil olduğunu bilmek idi.
Mevlânâ
Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin büyük oğulları Hâce Kelân, Hâce hazretlerinden
nakleder: Hâce hazretleri bana dediler ki: Babanız Mevlânâ Sadeddin ile çok
seyr eylerdik [beraber gezer, dolaşırdık]. Eski yerleri, harabeleri, harb
meydanlarını dolaşırdık. Bir gün Mülk Pazarı’nda halkın kalabalığı içinde
yürüyorduk. Aramızdan kimse geçmesin diye de elele tutuşmuştuk. Bu sırada
güreşçiler meydanına uğradık. İki kişi güreşiyordu. Biri kocaman, iri yarı bir
adam, diğeri zaif ve nahif, kuru birisi idi. O iri yapılı, zaifi hiç yanına
yaklaştırmıyor, vucuduna dokundurmuyordu. Zaif olana yüreğim acıdı ve Mevlânâ
Sadeddin’e dedim ki, bu zaife meded ve himmet eyle. Belki galib gelir. Siz
meşgul olun, biz de yardım edelim, dediler. Meşgul olduk. Hemen o esnâda o
zâifde kuvvetli bir hâl peyda oldu ve elini uzattığı gibi, o iri yarı, dev gibi
adama sarılıp, onu bir silkti, kaldırdı. Başı üzerinden döndürüp sırt üstü yere
çaldı. Halktan bir feryaddır koptu. Çığlıklar, ıslıklar yükseldi. Bu hâlin
zuhurundan hayret içre kaldılar ve hiç kimsenin bu sırrın hikmetine vukufu
olmadı. Baktım, gördüm ki, Mevlânâ Sadeddin de gözleri yumuk hâlde durur.
Kolundan çektim. İşimiz bitti, daha meşgul olmayın, dedim. Sonra yine kolkola
yürümemize devam ettik.
REŞHA-373: Hâce hazretleri buyurdular: Ulular buyurmuşlardır
ki, Kur’ân ile muaraza [çatışma] mümkün olmadığı gibi, ârifin himmeti ile de
muaraza [mukabele, karşı koyma] mümkün değildir. Ârifin himmetinde hilâf olursa
da, muradâtı muhtelif değildir. Böyle himmetle muaraza eden mağlub olur.
Hakîkat sâhibleri bunda bir adım daha ileri gidip demişler ki: Eğer bir kâfir
dahî dâima himmet hâtırını bir işe yöneltip, himmetini ona sarf eylerse,
elbette o iş müyesser olur. Îman ve sâlih amel bunda şart değildir. Saf, temiz
kalblerin tesîri nasıl vakı‘ ise, şerîr nefslerin dahi tesiri sâbittir.
Mevlânâzâde
Etrârî’nin kardeşi olan ve kendisine âid ma‘lûmât bu maksadın son faslında
verilecek Mevlânâ Nasîreddin Etrârî nakl etmiştir: Hâce hazretlerine
vâkı‘alarında [rüyada veya uyanıkken gözleri kapalı hâlde] demişler ki, (Şerîat
senin yardımınla kuvvetlenecektir). Hâtırına gelmiş ki, bu iş pâdişahların
yardımı olmadan olmaz. Onun için Semerkand’a geldiler ki, vaktin sultanı ile
görüşebilsinler. O zaman Semerkand hâkimi [pâdişahı] Mirzâ Abdullah bin Mirzâ
İbrâhim bin Mirzâ Şâhruh idi. Ben o seferde Hâce hazretlerinin yanında idim.
Semerkand’a vâsıl olduktan sonra Mirzâ Abdullah’ın beylerinden biri Hâce
hazretlerinin hizmetine geldi. Hâce hazretleri ona dediler ki: Bizim bu
vilâyete gelmekten maksadımız, sizin mirzânızla görüşmektir. Eğer bu işe
yardımcı olursanız, çok hayır işlemiş olursunuz. O bey, edebsizce bir tavırla
dedi ki: Bizim mirzâmız pervâsız bir gençtir. Onunla görüşmek çok zordur.
Dervişlerin bu gibi işlerle uğraşmaları niyedir? Hâce hazretleri o beyin bu
sözünden gadaba gelip [sinirlenip] buyurdular: Bana sultanlar ile görüşüp
konuşmak emr eylemişlerdir. Ben buraya kendi isteğimle gelmedim. Eğer sizin
mirzânız pervasız ise, onu götürüp, pervalı olan birini getirirler. O bey Hâce
hazretlerinin huzûr-i şerîflerinden gittiği gibi, onun adını mürekkeb ile o
evin duvarına yazıp, yine mubârek ağızlarının suyuyla sildiler ve buyurdular
ki: “Bizim işlerimiz bu pâdişahdan ve ümerâsından [onun devlet adamlarından]
hâsıl olmaz”. Hemen aynı gün Taşkend’e yollandılar. Bir hafta sonra o bey vefât
etti. Bir ay sonra da Sultan Ebû Saîd Mirzâ Türkistan’ın öbür başından zuhûr
eyledi. Mirzâ Abdullah’ın üzerine gelip onu öldürdü.
Sultan Ebû Saîd Mirzâ’nın, Hâce hazretlerinin iltifatları ile
Mirzâ Abdullah’a galîb gelmesi hikâyesi: Eshâbın ileri gelenlerinin
bazısından şöyle dinledik: Biz mebâdi-i hâlde Hâce hazretlerinin mülâzemetinde
idik. O zaman Hâce hazretleri Firket denilen yerde idi. Bir gün mürekkeb ve
kalem istediler. Bir kağıda birkaç isim yazdılar. Bu esnâda Sultan Ebû Saîd
Mirzâ ismini yazıp o ismi mubârek sarıklarına soktular. O zaman Sultan Ebû Saîd
Mirzâ’nın hiçbir yerde nâm ve nişanları yok idi. Mahremlerinden bazıları
küstahlık edip sordular ki: Bir çok isim yazdınız. Ama bu isme hurmet edip
mubârek sarığınıza soktunuz, bu kimin ismidir? Buyurdular ki: Bu şu kimsenin
ismidir ki, biz, siz, Taşkend, Semerkand ve Horasan ehâlisi onun raiyyeti
[teb‘ası] olsak gerektir.
Birkaç
gün sonra Türkistan tarafından Sultan Ebû Saîd Mirzâ sesleri zuhûr etti. Meğer
mezkûr sultan rüyâsında görmüş ki, Hâce hazretleri, Hâce Ahmed Yesevî
hazretlerinin işâretleriyle, onlara Fâtiha okumuşlar, Hâce Ahmed’den Hâce
hazretlerinin adlarını sorup, isimlerini ve şekillerini hatırlarında tutmuşlar.
Uyandıktan sonra kendi adamlarından, bu vilâyetlerde hiç şu isimde ve şu
resimde bir azîz bilir misiniz, diye sormuş. Bilen bazılar, evet, Taşkend’de ta‘rîf
ettiğiniz gibi bir azîz vardır, demişler. Mirzâ hemen atına atlayıp Taşkend’e
hareket etmiş, Hâce hazretleri onun geleceğini işitince, Firket tarafına
gittiler. Mirzâ Taşkend’e gelip Hâce hazretlerini bulmayınca, soruşturdu.
Firket’e gittiklerini öğrenince, Firket’e hareket etti. Firket’e yaklaşınca,
Hâce hazretleri onu karşıladılar.
Mirzâ,
Hazreti Hâce’yi görür görmez, heyecanlanmış ve: “Vallahi rüyâda gördüğüm azîz
budur” demiş. Sonra Hâce hazretlerinin ayağına kapanıp, çok çok tazarru‘ ve
niyâz eyledi. Hâce hazretleri onunla çok hararetli sohbet edip, kalblerini
kendilerine çektiler. Mirzâ o sohbetin sonunda Hâce hazretlerinden Fâtiha ricâ
etti. Hâce hazretleri, Fâtiha bir kere olur, buyurdular.
Sonra
Mirzâ’nın yanına sayılamıyacak kadar çok asker toplandı. Mirzâ’nın içine
Semerkand’ı almak arzusu düştü. Tekrâr Hâce hazretlerinin huzûr-i şerîflerine
gelip: “Semerkand’a gitmek isterim, yüksek teveccühlerinizi istirham ederim”
dedi. Hâce hazretleri: “Ne niyetle gidersiniz? Eğer şerîati kuvvetlendirmek ve
teb‘aya şefkat niyeti ile giderseniz, zafer sizin tarafınızdadır” buyurdular.
Bu şartı kabûl edip: “Şerîati takviyeye çalışacağıma, halka merhamet ve
şefkatte ihtimâm göstereceğime söz veriyorum” dedi. Hâce hazretleri de: “Mâdem
ki, şerîate hizmet edeceksiniz, o hâlde gidin, muradınız hâsıldır” buyurdular.
Reşahât
sâhibi der ki: Bazı eshab naklettiler: Hâce hazretleri Sultan Ebû Saîd Mirzâ’ya
demişler ki, düşmana karşı çıktığınız zaman, arkanızdan bir sürü kargalar
gelmeyince düşmana saldırmayın! Sultan Ebû Saîd’in askeri, Mirzâ Abdullah’ın
askeriyle karşı karşıya geldiklerinde, Mirzâ Abdullah’ın askeri at koşturup bir
yerden saldırdılar. Sultan Ebû Saîd Mirzâ’nın askerinin sağ cenâhını [kanadını]
sindirip, hemen sol cenaha da saldırıp zafere ulaşmak istediler. Birden bir
sürü karga Sultan Ebû Saîd’in askerinin ardından çıktı, sultan ve askeri bu
nişânı ve alâmeti görünce, kalblerine bir kuvvet geldi ve Mirzâ Abdullah’ın
askerine bir uğurdan [yandan] saldırdılar. İlk hamlede Mirzâ Abdullah’ın askeri
mağlûb oldu ve Mîrza Abdullah atın ayağı altında çamur içinde kaldı ve oracıkta
başını bedeninden ayırdılar.
Türkistan’da
büyük bir kabîleden ismini alan Memen ilinin ileri gelenlerinden Hasan Bahadır
anlatır: Sultan Ebû Saîd’in Taşkend’den Semerkand’a götürdüğü askerin içinde
ben de vardım. Bulungur suyu kenarında Mirzâ Abdullah ile karşı karşıya geldik.
Saflar çekildi. Ben Sultan Ebû Saîd Mirzâ’ya yakın idim. Bizim bütün askerimiz,
tahmînen, ancak yedi bin idi. Mirzâ Abdullah’ın askeri tamamen silahlı ve tam donanımlı
idi. O esnâda bizim askerimizden bir miktarı da Mirzâ Abdullah tarafına geçip,
ona tâbi‘ oldular. Sultan Ebû Saîd Mirzâ çok telaşlandı ve korktu.
Şaşkınlığından dedi ki: “Hey Hasan, ne görüyorsun?” dedim ki: “Sultanım, Hâce
hazretlerini görüyorum. İşte önümüzde yürüyorlar!” Mirzâ dedi ki: “Vallahi ben
de Hâce hazretlerini gördüm”. Ben dedim ki: Gönlünüzü hoş tutun ki, düşmana
zafer bulduk. Bu esnâda dilimden “Yağı [düşman] kaçtı” sözü çıktı. Bütün asker,
hep bir ağızdan, düşman kaçıyor, deyip, saldırdılar. Yarım saat içinde Mirzâ
Abdullah’ın askeri sindi [yenildi] ve kendisi asker eline düşüp öldürüldü. Ve
yine aynı gün Semerkand’ın fethi müyesser oldu.
Hâce
hazretleri buyurdular ki: Mirzâ Abdullah yakalandığı zaman ben Taşkend’e
hareket etmiş idim. Bir beyaz kuşun havadan yere düştüğünü gördüm. Onu tutup
öldürdüler. Bildim ki, Mirzâ Abdullah’dır. Hemen bir anda işini bitirdiler.
Sonra
Sultan Ebû Sâid Mirzâ’nın ricası üzerine Hazreti Hâce Taşkend’den göçüp
Semerkand’a yerleştiler.
Mirzâ Bâbür’ün Semerkand’ı muhasarası ve mahrûm ve meyûs olarak
çekilmesi hakkında: Mirzâ Bâbür bin Mirzâ Baykara bin Mirzâ Şâhruh beş yüz bin
cengâver asker ile Horasan’dan Semerkand’a doğru hareket etti. Sultan Ebû Saîd
Mirzâ, Hâce hazretlerine gelip: “Benim bu orduya karşı koyacak gücüm yoktur. Ne
tedbir buyurursunuz” dedi. Hâce hazretleri kendisini teskîn eylediler. Mirzâ
Bâbür Âmu Deryâ’yı geçince, Sultan Ebû Saîd Mirzâ tarafından bir bölük ittifak
eyleyip, Mirzâ’yı Türkistan’a kaçırıp orada bir kalede tutmağa karar verdiler.
Bu niyetle develerini yüklettikleri gibi, bu mes’eleden Hâce hazretlerinin
haberi oldu. Hemen devecilere kızdılar ve yüklerini indirttiler. Sonra
Mirzâ’nın huzuruna gelip buyurdular ki: Nereye gidiyorsunuz. Gitmemize hiç
gerek yoktur. İşinizi burada göreyim. Size kefil olurum. Gam yemeyin [derd
etmeyin] ve hâtırınızı hoş tutun ki, Bâbür’ü sıymak [yenmek] bizim
hizmetimizdir, bize lâzımdır.
Sultan
Ebû Saîd’in beyleri bu sözden çok telaşlandılar. Hatta bazısı tülbendlerini
yere fırlatıp: “Hâce bizim hepimizi kurban veriyor” dediler. Lâkin Mirzâ’nın
Hâce hazretlerine itikadı dürüst olduğundan kimsenin sözüne aldırmadı ve
bekledi. Mirzâ Bâbür’ün beyleri ise: “Sultan Ebû Saîd’in bize karşı duracak
gücü yoktur. Vilâyeti bırakıp kaçsa gerektir” dediler. Sultan Ebû Saîd, Hâce
hazretlerinin sözüyle kalenin silâh ihtiyâcını görüp muhâfaza ve tahkimle
meşgul oldu. Mirzâ Bâbür Semerkand’a yakın gelince, askerinin öncüsü
[kumandanı] olan Halil Hindu, Semerkand Bayramyeri kapısında durup, şehirden
biraz adam çıkıp harb ettiler. Mirzâ Bâbür’ün mezkûr Halil Hindu’dan silahdâr
askeri yok iken, o harbde Halil tutuldu. Mirzâ Bâbür bu hâli görünce adam
Semerkand’a Eski Hisar’da kaldı. Askerinden azık temini için nereye adam
gittiyse, Semerkand halkı onları tutup, burun ve kulaklarını kestiler. Mirzâ
Bâbür’ün askerinden çok kimse bu şekilde burnundan ve kulağından oldu. Bu
bakımdan asker çok daraldı. Üstelik birkaç gün sonra o asker arasına veba
hastalığı düşüp, insanlar ve çok atlar öldü. O dereceye vardı ki, at leşi kokusundan
askerin sihhati ve morali bozuldu. Nihâyet Bâbür Mirzâ Mevlânâ Muhammed
Muamma’yı Hâce hazretlerine gönderip sulh istedi. Mevlânâ Muhammed Hâce
hazretlerine gelip, her taraftan konuşmağa başladılar. Konuşma arasında: “Bizim
mirzâmız gayet gayretli ve âlî himmet pâdişâhdır. Hangi tarafa yürüse, almadan
dönmez” dedi. Hâce hazretleri onun konuşmasına cevab olarak buyurdular ki: Eğer
Mirzâ’nın büyük babaları Mirzâ Şâhruh’un bizimle olan hukuku mâni‘ olmasaydı,
Mirzâ Bâbür’ün işinin nereye varacağı belli idi. Lâkin dedeleri zamanında fakir
Herat’ta idim. Onun zamanında çok rahatlıklar ve çok huzur bulmuştuk. Onun
hakkını zâyi‘ edemeyiz. Nihâyet sulha gelip Mevlânâ Muhammed şöyle dedi: Mirzâ
Bâbür, Hâce hazretlerinden istirham eder ki, siz dışarı çıkıp, onunla
buluşasınız ve bu ikisinin arasını sulh edesiniz. Hâdiseyi Sultan Ebû Said
Mirzâ’ya söylediklerinde, Mirzâ, Hâce hazretlerinin bizzat gitmesine rıza
vermedi. Daha sonra Hâce hazretlerinin eshabının büyüklerinden Mevlânâ Kasım
(aleyhirrahme) hazretlerini barış akdi için gönderdiler.
Reşahât
sâhibi der ki: Hâce hazretleri buyurdular: Daha sonraları Sultan Ebû Saîd
Mirzâ’dan suâl edip: “Sulh için bize kaleden çıkıp Mirzâ Bâbür’le buluşmak için
niçin rıza göstermediniz?” Dediler. Mirzâ dedi ki, Mirzâ Bâbür çok zeki ve
insanların gönlüne girmeği bilen bir gençtir. Korktum ki, Hâce hazretleri ona
meyl edip, bizim işimiz kalır ve akamete uğrar. Çünkü bizim dünyevî ve uhrevî
nizam ve intizamımız, sizin kimyâ tesirli nazarınıza bağlıdır.
Yine
Hâce hazretleri buyurdular: O zaman işitmiştim ki, Mirzâ Bâbür, Pîr Kıyâm
Şeyhzâdesi ve emsâli bir takım mülhidlerle Semerkand şehrinin kapısına gelip,
Semerkand halkından bazısına demişler ki, biz sizin oğullarınız ve kızlarınız
için gelmişiz. Bu sözü işitince, gönlümden Semerkand ahalisine acımak koptu.
Çünkü işlerinde azîzlerinden ve sâlihlerden çok kimseler vardı. Bunun için
hâtırımızı iki üç gün kadar, o tâifenin def iyle meşgul etmemiz lâzım oldu.
Buyurdular:
Din düşmanlarının zararını gidermek ve mâni‘lerinin kaldırılması için hâtırı
meşgul etmek [kalben teveccüh ve himmette bulunmak] ayıb değildir. Bütün
peygamberler (aleyhimüssalatü veselâm) tevhîd deryasına dalmış oldukları hâlde,
bu gibi hususlarda himmet sarf etmişlerdir.
Buyurdular:
Mirzâ Bâbür tasavvuf bilmek iddiasında imiş. Tasavvufa giriş hakkında
meclisinde çok konuşmalar olurmuş. Mutasavvuflardan Şeyhzâde-i Pîrkıyâm dâima
Mirzâ’nın hizmetinde bulunurmuş, Mirzâ Bâbür bu tâife-i aliyyeye gayet itikadlı
imişler. Hatta birgün kendileri Eski Semerkand’ın hisarı üzerinde yanı üstü
yatıp yüksek sesle: “Ârifde himmet olmaz, ârifte himmet olmaz. Gerçi biz de
Semerkand’ı alamadık. Ama şu kadarını da anladık ki, Hâce hazretleri ârif
değillermiş. Çünkü bizi himmet ile harab eylediler.”
REŞHA-374: Hâce hazretleri buyurdular: Mirzâ Bâbür bu sözün
ma‘nâsını bilmezdi. Bilseydi, böyle demezdi. Zirâ ârif öyle bir fenâ ile
şereflenmiştir ki, kendisinin bütün sıfatları yokluk diyârına gidip onlarda
benliklerinden nâm ve nişân kalmamıştır. Ondan sadır olanlar, artık ona mensûb
değildir. Âyet-i kerîmede : “Attınsa da sen atmadın...” ve : “Onları
onlar öldürmedi, Allah öldürdü” buyurulması bu sözümüzü açıklamaktadır.
Eğer böyle olmasaydı, enbiyâya (aleyhimüsselâm) nisbet etmek müşkül olurdu.
Çünkü âlemi kahir kuvvet sultası ile birbirine vurdular. Hazreti Nûh ile
Hazreti Hûd (aleyhimesselâm) gibi, ki kendi kavimlerini su ve rüzgâr ile helâk
ettiler.
REŞHA-375: Buyurdular: Şeyh Muhyiddin İbni Arabî
hazretlerinin Futuhât’ında, ârifde himmet olmaz, buyurduklarının ma‘nâsı
odur ki, mümkünün [mahlûkun, insanın] kendi zâtının hakîkatine göre hiçbir şeyi
yoktur ve kendinde kâmil sıfatlardan ne varsa, ilim, kudret, irâdet gibi, hepsi
âriyettir [emânettir], Hak teâlâ hazretlerinindir. İşte böylece ârif kendi
hâlini bilip, dâima mücerred nisbeti ve fakr-ı hakîkî makamında durur. Nitekim
zâtının muktezası da odur ve âriyeti evsaf ile zâhir olmaz. Lâkin kemâl-i
inâyet-i ilâhî ve mücerred mevhibet-i nâmütenâhî vâsıtası ile nefsin
hevacisinden ve şeytanın vesveselerinden kurtulmuş olanlar, kendi bâtınlarını
Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin irâde ve meşietine tabi‘ kılmalıdırlar.
Ya‘nî bu tâife, ne zaman zâlimlerin define ve müslümanları kötü kimselerden
korumada himmetlerine bastırıcı olarak ortaya koyup teveccüh ve azîmetle amel
etmeleri hususunda ilham olunduklarında, o hususta hüsn-i himmetlerini
kullanmalı, azîmet dizginlerini düşmanları def etme tarafına çevirmelidirler.
Sultan Mahmûd’un Semerkand muhasarasına gelip mağlûb olarak geri dönmesi:
Sultan
Mahmûd Mirzâ’nın, kardeşi Sultan Ahmed Mirzâ ile muhârebe ve Semerkand’ı
muhasara niyetiyle o tarafa hareketi haberi, Hâce hazretlerinin mubârek
kulaklarına erişince, Sultan Mahmûd Mirzâ’ya şöyle mektub yazmışlar: Yüksek
makamınıza arzdan sonra derim ki, kendi efendimizin oğluna bu fakîrin arzıdır:
Semerkand şehri, uluların muhafaza ettiği [koruduğu] bir şehirdir. Târihçiler
de böyle yazmışlardır. Semerkand’a kasd etmek size münâsib değildir. Böyle bir
hareket Hak teâlânın emrine muhâliftir. Ve Muhammed Resûlullah (sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerinin şerîatine mutâbık [uygun] değildir.
Kendi
kardeşine kılıç çekmek, size hiç yakışmaz. Bu fakîr sizi çok sevdiğim için,
hizmetkârlık hakkını yerine getirip, bu hareketi terk etmenizi sizden çok rica
ettim. Buna rağmen terk etmeniz ve halkın sözüyle bu vilâyete kasd edip, bu
fakîrin nasîhatini kabûl etmemeniz, bize pek şaşılacak bir hâl geliyor. Ayrıca
şunu da bildireyim ki, onlar kendi nefislerinin hevasına çalışıyorlar, bense
sizin için çalışıyorum. Semerkand’da azîzler, sâlihler, miskinler ve fakîrler
gayet çoktur. Onları bundan ziyâde darıltmak münâsib değildir. Allah korusun,
bir gönül incitmekten! Kalbi kırık olanların neler yaptığı herkesin ma‘lûmudur.
Sâlihleri ve müminleri incitmekten korkmak lâzımdır. Hiçbir maksadı olmayan bu
fakîrin ricâ ve istirhâmını, sırf Allah rızası için söylediğimi kabûl edin ve
birbirinize yardım ve takviye husûsunda bir iş işleyin ki, Hak teâlâ sizden
râzı olsun. Hepiniz tek dil, tek gönül olup, nizâm ve intizamda [halkın
refahında ve medenî imkânlarda] eksik olanı tamamlamaya çalışın. Allahu
teâlânın kemâl-i inâyetine mazhar bazı kullar vardır ki: “Onlar ile muharebe
benim ile muharebedir” demiştir. Ve bu ma‘nâ sahîh hadislerde sâbit
olmuştur.
Beyt:
Ey bî edeb beni görme kül gibi, Bakarsın ki altında, derya ve ateş
vardır.
Sultan
Ebû Saîd’in kumandalarından iken Irak askerini saf dışı ettikten sonra Sultan
Mahmûd hizmetine gelmiş olan Emîr Mezîd Ergun’a haber gönderdim ve: “İnâd ve
muhâlefeti bırakınız. Bilmez misiniz ki, yüz bin kişi, Hâce Abdülhâlık
silsilesinden bir dokumacının karşısında duramamıştır. Karşı dururlarsa, mağlûb
olurlar. Hâcegân (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) hânedânı mensubları
mutasarruflardır. Onların gönülleri ne isterse, o olur. Onlar kimseye tâbi‘
olmazlar”.
Sultan
Mahmûd Mirzâ’nın kumandanları böyle bir mektub aldıkları hâlde tınmadılar ve
yine de Semerkand’ı muhâsaraya koyuldular.
Reşahât
sâhibi der ki: Hâce hazretlerinin kapısında hizmet edenlerden ve vaktiyle uzun
zaman asker olarak çalışmış bir azîz, o muhâsara ve muharebede bulunanlardı.
Şöyle anlattı: Sultan Mahmûd Mirzâ, Sultan Ahmed Mirzâ ile muharebe etmek için
Hisâr vilâyetinden Semerkand’a hareketinde, Çağatay askerlerinden kendine
mahsûs silâhlı ve tam techîzatlı sayılamayacak kadar çok askerinden başka dört
bin de Türkmen’e sâhibdi. Sultan Ahmed Mirzâ’nın, ona mukavemet edecek gücü ve
askeri olmadığından, kaçmak isteyip, büyük bir telaşla Hâce hazretlerinden izin
istemeğe geldi. Hâce hazretleri şehir medresesinde idiler. Buyurdular ki: “Eğer
siz, firâr ederseniz [kaçarsanız] bütün Semerkand halkı esîr olur. Yerinizden
ayrılmayın. Hâtırınızı hoş tutun! Ben sizin işlerinize kefilim. Eğer düşman
mağlûb olmazsa, siz beni cezâlandırın.” Sonra Sultan Ahmed Mirzâ’yı, medresede
bir kapılı bir odaya sokup, kendileri kapının eşiğinde oturdular ve buyurdular.
Bir tane büyük sağlam sandık getirdiler. İçinde insana günlerce yetecek azık
vardı. O odanın kapısının karşısında, Sultan Ahmed Mirzâ’ya itimad gelmesi için
oturdular.
Hâce
hazretleri Sultan Ahmed Mirzâ’ya moral vermek için dediler ki: Sultan Mahmûd
Mirzâ Semerkand’ı alacak olursa, onlar muharebe ile hangi kapıdan girerlerse,
siz yanınızdakilerle birlikte bu büyük sandıkla diğer kapıdan çıkıp kaçın. Bu
tedbîr ile Mirzâ’yı sâkinleştirdiler. Sonra kendisinin eshâbının büyüklerinden
Mevlânâ Seyyid Hasan’ı, Mevlânâ Kasım’ı, Mîr Abdülevvel’i ve Mevlânâ Cafer’i
-ki bunların zikirleri üçüncü fasılda gelecektir- çağırttılar ve buyurdular ki:
Tez varın, Sultan Mahmûd Mîrza gelişinde, şehrin kapısının burcuna [kulesine]
çıkın. Onun askeri mağlûb olup kaçmayınca, benim yanıma gelmeyin. Faraza o
asker kırılmazsa, siz bir daha benim sohbetime gelemezsiniz, dediler. Bu dört
azîz Hâce hazretlerinin emriyle, giriş kapısının üstündeki çatıya [kuleye]
çıktılar ve oturup murakabe ile meşgul oldular.
Mevlânâ
Kasım (aleyhirrahme) anlatır: Biz o kule gibi yere oturunca, bir daha kendimizi
görmedik. Gördük ki, biz yokuz. Hepimiz Hâce hazretleridir. O hâlde öyle
müşâhede eyledik ki, cümle âlem Hâce hazretlerinin mubârek vucûdundan dopdolu idi.
Reşahât
sâhibi (aleyhirrahme) der ki: Bu hikâyeyi nakleden azîz der idi ki, biz bir
alay süvâriler ile Revân köprüsü üzerinde Mahmûd Mirzâ’nın askeriyle muharebe
ve mukatele ile meşgul idik ve onlar galib geliyorlardı. Ben zaman zaman burc
üzerinde murakabe ile meşgul olan azîzlerden haber alırdım. Gördüm ki,
başlarını aşağı salıp, muntazır [bekler hâlde] otururlardı. Muharebe o gün
sabahdan kaba kuşluk vaktine kadar devam etti. Az kaldı ki, muhalifler bizi
yeniyorlardı. Şehrin halkı da, bizim za‘fımızı ve yenilmekte olduğumuzu görünce
ümidlerini yitirip, ne yapacaklarını bilemez olmuşlardı. Birden emr-i ilâhî ile
Deşt-i Kıpçak [Kıpçak Çölü] tarafından şiddetli bir rüzgâr, bir kasırga zuhûr
etti. Sultan Mahmûd’un ordusuna öyle bir girdi ve tozu toprağı öyle saçtı
savurdu ki, askerinden bir nefer gözünü açamadı. Öyle bir kasırga idi ki, adamı
ve atı yıkar, piyâde ve süvâriyi yerlere çalar, saman çöpü gibi savururdu.
Çadırları, otağı ve kulübeleri yerlerinden söküyor, havada uçuruyordu. Velhasıl
o ma‘rekede [harb meydanında] sanki kıyamet kopuyordu. Öyle bir tufan o zamana
kadar oralarda görülmemişti.
Bu
dehşetengiz hâlde Sultan Mahmûd Mirzâ ûmera ve Türkmenlerden büyük bir
toplulukla derenin akmasından hâsıl olmuş geniş bir yar bulup, at üzerinde o
yarı siper edinip dururlardı. Tam o sırada yardan büyük bir parça koptu. Garîb,
uğultulu sesler çıkararak, dehşetle bunların üzerine indi. Yarın gölgesinde
duranlardan dört yüz kadar atı ve adamı helâk eyledi. O çöküntünün çıkardığı
korkunç sesin heybetinden, Türkmenlerin atları ürküp serkeşlik eylediler. En
kuvvetli askerler, her ne kadar atları zabt etmek istedilerse de, atların
başlarını tutup sâkinleştiremediler. Öyle karıştılar, öyle bir başı boşluk oldu
ki, askerler birbirini çiğnedi. Ve artık orada bulunup harb etmeğe mecâl ve
imkânları kalmayıp, süratle kaçmağa yüz tuttular. Askerin bu firarını, süratle
dağılıp kaçtığını gören Sultan Mahmûd Mirzâ’nın ve ileri gelen adamlarının da
kalblerine bir korku düştü. Kumandanları ile birlikte şehrin kapısından, atların
başını çevirip, tam sür‘atle, dört nala at sürerek arkalarına bakmadan
kaçtılar. Sultan Ahmed Mîrzâ’nın askeri, şehirde asker, sivil kim varsa onların
peşine düşüp, yakaladıkları adam ve atları alıkoydular. Beş fersah arkalarından
takib ettiler. Çok mal, meta‘ ve doyumluk aldılar. Anlatan dedi ki: O hâdiseden
sonra o dört azîz, kapının burcundan inip, Hâce hazretlerin hizmetine gittiler.
Hâce hazretleri de Mirzâ’yı medresedeki odadan çıkarıp saraylarına gönderdi.
Kendileri de seâdetle Hâce Kefşîr mahallesine teşrif ettiler.
Hâce hazretlerinin üç muhâlif pâdişâhı bir
harb sahasında tasarruf kuvveti ile teshîr edip [râm edip, hükmü altına alıp]
barıştırması:
Hâce
hazretlerinin sultanlara tesiri ve teshîri gayet zâhir idi. Kendi tasarrufundan
bahsettiği bir gün buyurdular: Eğer ben şeyhlik etseydim, benim asrımda hiçbir
şeyh mürid bulamazdı. Lâkin bize başka iş buyurdular. Bizim işimiz,
Müslümanları zâlimlerin şerrinden saklamaktır. Bunun için pâdişahlarla görüşüp,
onların ruhlarını, kalblerini teshîr etmek bize lâzım oldu. Böylece
Müslümanların işleri görülmüş olur.
Buyurdular:
Hak sübhânehü ve teâlâ mücerred ihsânıyla bize öyle bir kuvvet vermiştir ki,
ulûhiyyet davasında bulunan [kendine tanrı diyen] Çin pâdişahını, istesem bir
mektubla öyle teshîr eder [gönlüne öyle hükmederim] ki, pâdişahlığı bırakır,
yalın ayak, diken ve çalılar içinden koşarak kendini benim kapımın eşiğine
atar. Ama bu kudret ve kuvvet ile, yine hep Hak teâlânın emrini gözetmekteyim.
Ne zaman irâdesi bir şeye bağlanırsa, emri vârid olup meydana gelir. Bu makama
edeb lâzımdır. Edeb, Hakkı kendi irâdesine tâbi‘ etmek değil, kulun kendisini
Hak teâlânın irâdesine tâbi‘ kılmasıdır.
Reşahât
sâhibi der ki: Mâtûridî köyünde, bir gün Sultan Mirzâ Ahmed’in Hâce
hazretlerinin huzûr-i şeriflerine ziyârete geldiği görüldü. Hâce hazretlerinin
huzûrunda, uzakta olduğu hâlde, iki dizi üzerinde edeble oturmuştu. Hâce
hazretleri mubârek dizlerinin birisini dikip, Mirzâ ile konuşuyordu. Hazreti
Hâce Mirzâ’ya karşı mütebessim ve mültefit davranıyorlardı. Buna rağmen Hâce
hazretlerinin meclis-i şerîflerinin dehşet ve heybetinden Mirzâ tir tir
titriyor, alnından damla damla terler dökülüyordu. İşte bir dünya sultanının
âhıret sultanı yanındaki yeri ve açıkça onun emri ve hükmü altına girip, onun
heybeti karşısındaki hâli! Bu, sözümüzün doğruluğuna şâhid ve açık delildir.
Hâce hazretlerinin Sultan Ahmed Mirzâ’yı, Ömer Şeyh
Mirzâ’yı ve Sultan Mahmûd Han Mirzâ’yı - ki Hân Beke demekle meşhûr
idiler- bir harb sahasında birbiriyle barıştırmaları: Bu hadisenin
kısaca vuku‘u, üçüncü fasılda anlatılacak olan Mevlânâ Muhammed Kadî’nın Silsilet-ül
Ârifîn risâlesinde yazdıkları şöyledir:
Bir
gün Semerkand’a haber geldi ki, Mirzâ Ömer Şeyh, Kıpçak sahrası hânlarından
Sultan Mahmûd Hân’ı, kardeşi ile harb için yardıma getirdi. Şâhruhiyye’de bir
araya gelmişler. Sultan Ahmed Mirzâ da, harb hazırlıklarını tamamlayıp, büyük
bir ordu ile Şâhruhiyye’ye doğru hareketle, Hâce hazretlerinden de, beraber
gitmelerini ricâ etti ve aldı götürdü. Halk, Mirzâ, Hâce hazretlerini sulh için
aldı götürdü düşündüler. O seferde Hâce hazretleri kırk gün Sultan Ahmed’in
askeri içinde kaldılar. Şâhruhiyye’ye bağlı Akkorgan’da Sultan Ahmed Mirzâ’nın
askeri konakladı. Mirzâ’nın âdeti şöyle idi ki, askerler tarafından kendisine
bir edebsizlik vâkı‘ olmasın diye Hâce hazretlerinin ordunun kalbgâhı denen
merkezde geniş bir yerde bulundururdu.
Hâce
hazretleri bir gün sinirlenip, Sultan Ahmed Mirzâ’ya buyurdular ki: Beni buraya
niçin getirdiniz! Ben asker değilim. Eğer harb edecekseniz, benim burada işim
ne? Yok, sulh [barış] edecekseniz, niçin geciktiriyorsunuz! Sizin askeriniz
arasında daha durmak istemiyorum. Sultan Ahmed Mirzâ: Benim elimde bir şey yok.
Bütün işler sizin doğru görüş ve sözünüzdedir. Siz neyi uygun görürseniz, bizim
ona uymaktan başka çaremiz yoktur. Nakleden der ki:
Hâce
hazretleri ata bindiler ve bir bölük asker de, onların işâretleri ile beraberce
gittiler. Ben de onlarla idim. Diğerlerinin hepsi orduda kaldılar. Hâce
hazretleri Ömer Şeyh Mirzâ’ya ve Sultan Mahmûd Hân’a doğru hareket ettiler.
Onlar da Hâce hazretlerinin, kendilerine doğru gelmekte oldukları haberini
alıp, yarı yola kadar karşılamağa geldiler. Sonra hep bir araya gelip, birlikte
Şâhruhiyye’ye gittiler. Bu görüşmede Hâce hazretleri Sultan Mahmûd Hân’a
haddinden ziyâde iltifat eylediler. Ve çoğu zaman konuşma ve hitabda hep ona
müteveccih oldular. Sonra barışı konuştular ve tesbît ettiler. Buyurdular ki:
İki asker birbirinin karşısında saflar hâlinde bulunsunlar. İki safın orta
yerine bir çadır kurulsun. Her taraftan süvâriler eşit sayıda olsun. Sultanlar
çadırda oturup, Hâce hazretleri aralarında sulhu ve muahâdeyi [barışı]
emniyetle tesbît etsinler. Bu işleri konuştuktan sonra Hazreti Hâce, yine aynı
günün sonuna doğru Sultan Ahmed ordusuna döndüler. Hâce hazretlerinin tasarruf
eserleri Sultan Mahmud Hân’da anında müşâhede edildi.
Sabahleyin
Sultan Ahmed Mirzâ’nın askeri atlarına binip, kararlaştırıldığı gibi cübbe
giymediler. Lâkin bütün silâhlarını kuşandılar. Ve Kahkaha Tepesi denen yerde
saf hâlinde durdular. Hâce Hazretleri Sultan Mahmûd Hân’la Ömer Şeyh Mirzâ’yı
alıp gelmek için tekrâr Şahruhiyye’ye geldiler.
Hâce
hazretleri geldiği gibi, Sultan Mahmûd Hân alelacele dışarı çıktı. Lâkin Ömer
Şeyh Mirzâ pek ağırdan alarak, yavaş yavaş dışarı çıktı. Hâce hazretleri,
fakîri Sultan Ahmed Mirzâ’ya gönderdiler ve dediler ki: Var, Mirzâ’yı ikaz et
ve de ki, Ömer Şeyh Mirzâ yavaş ve biraz geç dışarı çıktı. Herhalde bir hîlesi
vardır. Siz de, bize güvenip, tedbîrde ve hazırlıkta bir kusûr etmeyesiniz.
Zira Peygamberimiz (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) buyurmuşlar ki : “Hepsi
Allah yolunda olsa da, hepsini iyi düşün”
Mısra‘:
Devenin dizin bağla, sonra tevekkül eyle!
Fakîr
Mirzâ’nın huzûruna varıp, durumu arz ettim. O da askerini dizip Hâce hazretleri
tarafına yöneldi. Bir hayli zaman tereddüdden sonra üç pâdişahın askerleri
birbirine karşı saflar hâlinde cübbe [zırh] giymekten maada bütün silâhlarını
kuşanmış hâlde durdular. Hazreti Hâce kendi eshab ve adamları ile o iki askerin
arasında idiler. Askerler arasında çadır kurmakta çok konuşmalar oldu. Her
fırka çadır diğer tarafa yakındır diye münâkaşayı uzattılar. Hattâ Hâce
hazretleri öğle namazının abdestini iki asker arasında aldılar.
Sonra
fakîre dediler ki, Sultan Ahmed Mirzâ’ya var ve de ki: Ben bir kişiyim.
İhtiyârlık yorgunluğu ve dermansızlığım vardır. Sizin bu kadar harb
âletlerinize katlanmam, hep birbirinize girmeyesiniz diyedir. Kuvvet ise ancak
bu kadar olur. Artık tâkatım kalmadı. Eğer bize itimadı var ise, onun tarafına
kimse tecâvüz etmesin. Böylece çadırı istediği yerde kursunlar.
Hâce
hazretlerinin bu haberini Sultan Ahmed Mirzâ’ya götürdüm. Dedi ki, mâni‘
olmayın. Hasımlarımız ne tarafa isterse, çadırı oraya kursunlar. Zira ben Hâce
hazretlerine inanıyor ve güveniyorum.
Çadırı
bir yere kurduklarında, Sultan Ahmed Mirzâ, kendi has adamlarından belli bir
miktar ile geldi. Sonra Hâce hazretleri varıp Sultan Mahmûd Hân’la Ömer Şeyh
Mirzâ’yı getirdiler. Onlar da Sultan Ahmed Mirzâ’nın adamları sayısınca adam
ile geldiler ve çadıra yaklaşınca attan indiler. Sultan Ahmed Mirzâ kendi has
adamları ile çadırdan çıkıp, onları belli bir mesafeden istikbâl eyledi. Hâce
hazretleri ilk evvel Sultan Mahmûd’u ileri götürüp, Sultan Ahmed Mirzâ ile
muanâka [boyna sarılma, kucaklaşma] ettirdiler. Sonra Ömer Şeyh Mirzâ’yı ileri
götürüp, Ömer Şeyh Mirzâ ağabeyisi Sultan Ahmed’in elini öptü ve yüzüne gözüne
sürdü, ağladı. Sultan Ahmed’de onun boynunu öptü. İkisi birlikte ağlaştılar.
Orada bulunanlar bu hâli görünce hepsi ağladı ve o büyük kalabalıktan bir tatlı
ve rıza uğultusu koptu. Sonra sultanların hepsi bir çadırda oturdular.
Hikâyeyi
nakleten anlatır: O meclis öyle bir heybetli oldu ki, dehşetin çokluğundan
insan şaşırırdı. O iki asker at arkasında dikkatle durdular ki, eğer bir şey
olursa, biri birine saldırıp mukatele ve muharebeye hazır idiler. Sonra orada
yiyecek olarak ne varsa getirdim. Yediler. Yemekten sonra birbirleriyle ahd ü
peyman [güzel söz vermeler, yeminler] eylediler ve aralarında sulh meydana
geldi. Sonra Hâce hazretleri Taşkend’i Sultan Ahmed Mirzâ’dan alıp Sultan Mahmûd
Hân’a verdiler. Hikâyeyi anlatan der ki: Ahdnâmeyi [barış tezkiresini] ben
yazdım. Ahdnâme tamam olunca, Fâtiha okuyup kemâl-i safâ [tam bir gönül huzuru]
ile ayrıldılar.
Reşahât
sâhibi der ki: Bazı efendilerden işittim. Hâce hazretleri birbirine muhâlif üç
pâdişahı çadırda bir araya getirdiği zaman, Hâce hazretlerinin eshabından biri
oracıkta kendinden gaib oldu. O gaybet hâlinde görmüş ki, bir geniş meydanda üç
azgın deve ağızlarını açmış dişleri ile birbirini yırtmak, ısırmak ve koparmak
isterler. Hâce hazretleri bu meydanda durmuş ve üç azgın devenin burun iplerini
eline kuvvetlice dolamış, bırakmaz. Üç ipi de birbirine iliştirir.
Mevlânâ
Muhammed Kadî hazretleri yazar: O gün bütün ehâli Hâce hazretlerinin bu
tasarrufuna hayran ve medhuş oldular [dehşette ve hayrette kaldılar]. Hepsi
sözbirliği ile Hâce hazretlerinin ululuğunu ikrâr ve itiraf eylediler. Kemâl-i
kuvvet ve tasarruf ancak bu kadar olur dediler. Havas ve avam bir dil, bir
gönül olup itiraf ettiler ki, yüz binlerce savaşçı, birbirini öldürmek, yok
etmek arzusunda iken, O hazretin şerefli nefesinin tesiri ve mubârek
ayaklarının bereketi ile bir saat zarfında, aralarındaki ihtilâf, kavga
kalkıyor ve hiç kimsede biraz önceki sıfatlardan eser kalmıyor. [Bu ne hâldir
ya Rab]. Hâce hazretlerinden bu büyük kerâmeti görmekle hepsinin O hazrete
muhabbet, itikad ve yakînleri arttı ve bu barışmanın vukuundan sonra Hâce
hazretleri, Mahmûd Hân’a: “Taşkend’e gidin. Ben de bir başka yoldan gelmek
niyetindeyim” buyurup, kendileri eshab ve hizmetçileri ile, o üç asker
ortasından çıkıp memleketlerine müteveccihen yola koyuldular.
Yolda
bir ara bu fakîre hitaben buyurdular ki: “Bizim bu işlerimize ne dersin? Bu
hâdise kitaba yazılacak bir şeydir.”
Mevlânâ
Necmeddin, Hâce hazretlerinin işlerini gören hizmetkârlarından bir azîz idi.
Çoğu zaman ticâretle meşgul olurdu. Hâce hazretlerinin sermâyesini kullanırdı.
O anlatır: Bir defa büyük bir kalabalıkla Turfân diyârına gidiyorduk. Turfân,
Çin hududunda bir şehirdir. Yolumuz Kalmak taifesine uğradı. Birden o tâifenin dilâverlerinden
[cengâverlerinden] yüz kişi kadar, cübbeli [zırhlı], cevşenli [korumalı],
silâhlı ve tam techîzatlı süslü süvari yolumuzu tuttular. Kervan halkı o
kalabalık güruhu gördükleri gibi, korkudan kendilerini kaybettiler.
Yüreklerinde hiç cesaret kalmadı ve hepsi esîr olmaktan başka bir şey
düşünemediler. Burada hâtırıma geldi ki, savaşmadan Hâce hazretlerinin
sermâyesini eşkiyaya vermek müridlikten ve ihlâstan uzaktır. Ayrıca erkekliğe,
merdliğe ve yiğidliğe de sığmaz. Burada dövüşüp, savaşıp Hâce hazretlerinin
halâl malını korumak uğruna şehîd olmaktan iyi bir şey yoktur. Ancak bu şekilde
iki dünyada yüzüm ak olur. Bu düşünce ile, Hâce hazretlerine tam teveccüh edip
kılıcı kınından çıkardım. Artık kendimi daha görmedim. Gördüm ki hep Hâce
hazretleridir. Şu kadar biliyorum ki, bende ve atımda bir garib keyfiyet ve bir
büyük kuvvet hâsıl oldu. Gayr-i ihtiyârî o tâifeye kılıç çekip, at koşturdum.
Ve önüme gelenin başını, kolunu düşürdüm. Ve iş oraya geldi ki, haramîler
kervânı bırakıp hepsi kaçmağa başladılar. Kervân halkı benim cesaret ve
şecaatime [yiğitliğime] hayran kaldılar. Benim hayretim ve şaşkınlığım ise,
onlardan ziyâde idi. Çünkü hayatımda benden böyle bir şeyin meydana geleceği
umulmazdı. Ve ömrümde hiç cenk etmiş değildim. Harb meydanı, savaş ve çarpışma
görmüş değildim. Yakînen bildim ki, bu Hâce hazretlerinin tasarrufu [kerâmeti]
olup, benim hareket ve kuvvetimle olmaksızın benden zuhûr etmişti. Sonra
seferden dönüp Hâce hazretlerinin hizmetleriyle şereflendim. İlk söyledikleri
söz: “Kuvvetli bir düşmanla karşılaşan her bir zaif, sıdk ve tam yakîn ile
kendi hareket ve kuvvetinden çıkarsa, elbette ona Hak tarafından bir hareket ve
kuvvet verilir de, onunla din ve millet düşmanlarına galib gelmeğe kadir olur”
beyânları oldu.
Hâce
Mustafa Rûmî, Hâce hazretlerin sermâyesini kullanan bir tüccâr idi. Bir gün
Buhârâ’dan Semerkand’a gidiyordu. Sebz şehri yolundan gitmişti. Orada Sultan
Ahmed Mirzâ’nın divân beylerinden Mîrek Hasan’la karşılaşmış. Mirek Hasan demiş
ki: Hâce Mustafa sen saf, tekellüfsüz bir adamsın. Bir sözüm vardır; Hâce
hazretlerine söyleyebilir misin? Hâce Mustafa, evet söyleyebilirim, demiş.
Reşahât
sâhibi der ki: Eshabının en azîzlerinden biri nakleder: Ben Hâce hazretlerinin
meclislerinde hâzır idim. Hâce Mustafa Rûmî Sebz şehri tarafından geldi. Hâce
hazretlerinin huzuru ile şereflendi ve arz etti ki: Divân reisi Mîrek Hasan
bana bir söz söyledi ve son derece ısrarla, bu sözümü Hâce hazretlerine
ulaştır, dedi. Hâce hazretleri buyurdular ki: Ey Hâce Mustafa, söyle! Arz ettim
ve dedim ki: Mîrek Hasan dedi ki, Sultan Ahmed Mirzâ’nın çok az yeri kalmıştır.
Hâce hazretleri inâyet buyurup onu da alsınlar ve bizi kurtarsınlar. Bu sözü
işitir işitmez, Hâce hazretleri öyle bir gazaba geldi ki, mubârek sakallarının
kılları dikildi. Hiddetlerinden ellerini birbirine oğuşturup buyurdular ki: “O
köpek bize salahalık ettiriyor.” Ve gazabından kalkıp harem-i şerîflerine
gittiler. Orada bulunanlardan bir kısmı, bu haberi niçin getirdin diye Hâce
Mustafa’ya sitem ettiler.
Bu
hâdisenin vuku‘undan on dört gün sonra öyle bir hâl oldu ki, Sultan Ahmed Mirzâ
o divan reisine kızıp, Mîrek Hasan’ın derisini yüzdürdü.
Şöyle
anlattılar: Hâce hazretleri bir kere Karşî’ye gidiyorlardı. Yolda Hâce
hazretlerinin develerini gözeten Kara Ahmed Arabî dedikleri bir kimse var idi.
Hazreti Hâce oradan geçerken huzuruna gelip Arab komiser olan Seyyid Ahmed
Sâzid adındaki âmirin zulmünden şikâyet eyledi, ve: “Bana çok cefa ve eziyet
eyledi” dedi, ağladı.
Hâce
hazretleri onun kalbinin incindiğinden müteessir oldular, renkleri ve hâlleri
değişti. Ama tınmamış göründüler. Semerkand’a gidip Mülk Pazarı’na
eriştiklerinde, Seyyid Ahmed Sâzid ümeradan [ileri gelen memurlardan] birkaç
kişi ile Hâce hazretlerini istikbâle [karşılamağa] geldiler. Karşılayıp
görüştükten sonra oturup sohbet ettiler. Hâce hazretleri, konuşurken sinirlendi
ve Seyyid Ahmed’e hitab edip buyurdular: “Sen benim adamımı dövüp, cefâlar
eylemişsin. Bilmiş ol ki, biz de adam dövmek usûlunu çok iyi biliriz. O günden
kork ki, biz de sizin yaptığınızın karşılığını size yaparız.” Huzurları kaçtı.
Seyyid Ahmed’in de gitmesine izin verdiler.
İkindi
vakti oldu. Namazı kıldılar. Hayli zaman kimse ile konuşmadılar. Onlar
konuşmayınca, onlarla konuşacak, onlara hitab edecek kuvvete ve kudrete kimse
sâhib değildi. Hemen o hafta Seyyid Ahmed Sâzid hasta oldu ve hastalığı
gittikçe şiddetlendi. Sultan Ahmed Mirzâ’ya haber gönderip, benim hastalığım
Hâce hazretlerindendir. Hizmetkârlarından birine bir edebsizlik ettim. Bunun
için bana kızdılar. Yalvarır, yakarırım ki, Mirzâ hazretleri kerem edip,
kusurumun bağışlanmasını Hâce hazretlerinden ricâ ediniz. Sultan Ahmed Mirzâ,
kendi yakın adamlarından ve Hâce hazretlerinin muhlislerinden olan Mîr Derviş
Emîn’i bir çok kere Hâce hazretlerine gönderip, Seyyid Ahmed’i afv etmesini rica
etti. Hâce hazretleri hiç aldırmadılar. Mirzâ ısrar ve zorlamayı hadden aşırdı
ve sonunda dedi ki: “Seyyid Ahmed benim işlerimi gören adamımdır. Elbette
suçundan geçip af buyurulmasını ricâ ederim.” Mirzâ bu şekilde ısrar edip
sıkıştırınca, nihâyet Hâce hazretleri Mirzâ’ya cevâb olarak buyurdular ki:
“Seyyid Ahmed ölmüştür. Ne şaşılacak iştir ki, Seyyid Ahmed’i benden isterler.
Ben Îsa değilim ki, ölüyü diriltebileyim.” Sonra buyurdular: “Madem ki,
Mirzâ’nın gönlü böyle ister, biz de gidip hastayı yoklayalım.” Der ve ata binip
Seyyid Ahmed’in evine yollandılar. Daha evine varmadan, yolda tabutu ile
karşılaştılar ve oradan geri döndüler.
Reşahât
sâhibi der ki: Şöyle anlattılar: “Sultan Ahmed Mirzâ Hâce hazretlerinin
ricâlarıyla Semerkand’ın damgasını [damga vergisini] bağışlamış idi. Bir müddet
sonra damgacılarından bir grub, önceleri bu yoldan menfeat temîn ettiklerinden,
yine damga resmi [vergi] konmasına çalışıp, Mirzâ’nın âmir ve memûrlarına
rüşvetler va‘d ettiler. Daha nice nice hîleler ile Mirzâ’yı dahi aldatıp, o
bid‘ati yenilemek mertebesine getirmişlerdi. Bu işle uğraşanlar on iki kişi
imiş. Bu haber Hâce hazretlerine ulaşınca huzursuz olup buyurdular: “Hâce
Behâeddin Nakşibend (kaddesallahü teâlâ sırreh) hazretleri bir müddet
[haksızlık ve edebsizlik edenleri, gayret-i ilâhî ile] öldürmüşler. Biz de
onların talebesiyiz. Görelim kim yener!”
Bazı
mahremler, yine aynı gün, bu sözü Hâce hazretlerinin meclisinden Mirzâ’nın
kulağına eriştirmişler. Sultan Ahmed çok korktu ve böyle bir iş yapmağı
hatırından çıkardı.
Yine
aynı gün bu haber, o on iki damgacılardan birine ulaştı. O adam akıllı ve zeki
bir adamdı. O anda o niyetinden tevbe edip, Hak sübhânehü ve teâlâya rûcu‘
etti. Kalan on bir damgacının on biri de o gece vefât edip, sabahleyin on
birinin de tabutunu şehirden çıkarıp kabristana ilettiler.
Zikri
Birinci Maksadın Birinci Faslında geçen Şeyh Ebû Saîd Âbrîz nakleder: Hâce
hazretleri hâllerinin bidâyetinde ve çok genç yaşta iken bir kere bize
geldiler. Biz, bütün çocuklar ve ev halkı ile hizmetlerine meşgul olduk.
Hazretten büyük cezbeler ve yüklü hâller müşâhede ederdik. O hâlleri ve
eserleri görmek bizim kemâl-i itikadımıza sebeb olurdu. Bir gün ağabeyim
ağlayarak kapıdan içeri girdi ve dedi ki: “Esed Cüveybanoğlu bana çok ezâ, cefâ
ve cevr ediyor. Dayanılacak gibi değil.” Bu esnâda annem de çok üzüldü ve
nihâyet derecede bir yalvarma ile Hâce hazretlerinden, oğlunun şikâyetini
dinlemesini ve hakkını alıvermesini yalvardı ve: “O fâsık ve zâlimdir. Çok
fakîrlerin canını yakmıştır...” şeklinde çok şikâyetler eyledi. Orada öyle
anlaşıldı ki, Hâce hazretleri annemin ızdırab ve ıztırarından müteessir
oldular. İkindi namazı zamanı idi. Hemen namaza kalktılar. Namazdan sonra
buyurdular ki: “Bu köpek bizim namazımıza girdi. Onun işini tamam eyledim.” Çok
geçmeden o kişi, bir kimse ile kavgaya tutuştu. O sebebden onu iyice bir
patakladılar.
Biz,
baba ve dedelerimiz, Hâce hazretlerinin baba ve dedelerinin mürid ve muhlisleri
olduğumuzdan, o Hazret dâima bizim evimize uğrarlardı. Yine bir kere teşrîf
ettiklerinde, annemiz Hâce hazretlerine arz etti ki, yüksek himmetinizin
bereketi ile düşmanımızı kuvvetlice ta‘zîr eylediler [dövdüler]. Hâce
hazretleri buyurdular ki: “ Benim, onun işini tamam ettim, dediğim, bu
değildir. O daha gelmedi, gelecektir.” Gerçekten birkaç gün sonra pâdişah, bir
sebeble siyâsetini [öldürülmesini] emr etti. Helâk eylediler ve cesedinin
parçalarını dahi ateşe atıp kül eylediler.
Hâce
hazretlerinin muhlislerinden bir azîz nakletti: Bir gün zenginlerden bizimle
eski hukuku olan bir kimse bizi evine da‘vet eyledi. Yolda giderken Hâce
hazretlerinin gıybetini etmeğe başladı ve çok ileri gitti. Ben onun bu
sözlerinden çok müteellim ve müteessir oldum. Lâkin dönemedim. Zorla beni
çekerek alıp götürdü. Evine varıp oturduğum zaman yemek getirdi. Kerahatle
[istemeyerek] elimi uzattım. Kendisi ise hiç yemek yemedi. Çünkü o anda
boğazında bir ağrı peyda oldu da, devamlı eliyle boğazını oğaladı durdu.
Sonunda o rahatsızlık o dereceye geldi ki, boğazından aşağı bir şey geçmez
oldu. Bir hafta sonra o hastalıktan helâk oldu.
Şeyhzâde
İlyâs Işkî adında bir kimse, Hâce hazretlerinin zuhurlarının ibtidasında
Semerkand’da bir takım kimselerin şeyh ve muktedâsı idi. Semerkand civarında
Nûr Dağı’nda bir tekkesi var idi. Orada cehrî zikr ederlerdi. Mezkûr şeyh, Şeyh
Hudâ Kulu’nun oğlunun oğludur. Adı geçen Şeyh Hudâ Kulu ise, Şeyh Ebûl-Hasan
Işkî’nın oğludur. Şeyh Ebûl-Hasan da, Hâce Behâeddin Nakşibend hazretleri
zamanında, kendi silsilelerinin baş halkası ve muktedâsı [önderi] idi. Bir gün
Hâce Ubeydullah hazretleri sahradan geçerken görmüşler ki, bir takım çiftçiler,
daneyi samandan ayırmak için harman savururlar. Hâce hazretleri: “Bu harman
kimindir?” Sormuşlar. Şeyhzâde İlyâs’ındır demişler. Hâce hazretleri atından
indi. Eline bir miktar başak aldı. Samanı dânesinden ayırdı. Sonra da atına
binip gittiler. Bu haber Şeyhzâdeye aksedince, gayet müteessir ve müteellim
olup dedi ki, Hâce bizim harmanımızı yele verdi. Gerçekten o esnâda ondan bir
edebsizlik sâdır oldu ve onunla silsilesi perîşan ve tarümar olup gitti.
Mevlânâ
Muhammed Kadî yazıyor: Mevlânâ Şeyh Muhammed Keşî, Şeyh İlyâs’a, cehrî zikr
edersin deyip itiraz ederdi. Aralarında çok sözler geçti. Şeyhzâde İlyâs’ın Keş
vilâyetinden asker müridleri vardı. Pîrleri ile aynı görüşte olmadığı için,
Mevlânâ Muhammed ile o derece husumette idiler ki, Şeyh Muhammed’i ortadan
kaldırma ihtimâli baş gösterdi. Hâce hazretleri, o askerlerin, Mevlânâ Şeyh
Muhammed’e bir zararlarının dokunmaması için, Mevlânâ’ya karşı bir gönül
yakınlığı tutarlardı. Bu yakınlıktan maksadları, sırf o askerlerin zararından
onu himâyeleri idi. Bir takım kimseler bunu Şeyhzâde’ye başka bir şekilde
göstererek öyle anlatmışlar ki, güyâ Hâce hazretlerinin Şeyhzâde’ye karşı bir
rahatsızlığı varmış. Şeyhzâde de, düşünmeden, araştırmadan kızmış ve Emir Derviş
Muhammed Turhan’a bir mektûb yazıp, Hâce hazretleri hakkında çok sözler
söylemiş. Meselâ demiş ki: Din ne kadar zaifledi ki, bir şeyhin bey ve şirası
[satışı ve alışı], zirâat ve çiftçiliği şer‘a uymaz iken, yine de sizin
içinizde onun bu kadar yeri ve sözünün bu derece nüfûzu vardır. Emîr Derviş
Muhammed Turhan’ın Hâce hazretlerine kemâl-i irâdet ve itikadları olduğundan, o
mektûbu gizleyemeyip Hâce hazretlerine gösterdiler. Bir gün fakîr, hizmet-i
şeriflerinde idim. Fakîre hitab edip: “Şeyhzâde İlyâs’ın bizim hakkımızda
yazdığı mektubu gördün mü?” Dediler ve mektubda yazılı olanları anlatmağa
başladılar. Anlatırken sinirlenip buyurdular: “Ey Şeyhzâde fukarası! Ben ortaya
çıktıktan sonra, o kadar şeyh ve mevlânâ ayağım altında karınca gibi ezilmiştir
ki, sayısını ancak Allahu teâlâ bilir. Bu zavallı Şehyzâde ne der! Ya‘nî biz
şerîati bilmeyiz hâ!” Hemen o esnâda Şeyhzâde’nin evine ta‘un hastalığı düştü.
Çoluk çocuğu kırıldı. Hepsinden sonra da Şeyh vefât etti.
Kadî
Ebû Nasr Taşkendî nakleder: Hâce hazretlerinin ibtidâ-i zuhurunda, Taşkend’de
irşâd makamında oturan meşâyıh çok idi. Hâce hazretlerine hased ve inâd ederek,
git gide hepsi yok oldu ve bittiler. Hâce hazretlerinin Bağıstan’dan, ikâmet
[kalmak] niyeti ile Taşkend’e gelip tâlibleri teveccüh ve irşâda başladıkları
zaman, Taşkend’de bir şeyh var idi ve o diyârın muktedâsı idi. Zâhirî ve bâtınî
ilimlerde derin idi. Müridleri o kadar çok idi ki, eshabından elli kişiye,
irşâd için icâzet [hilâfetnâme] vermişti. Hâce hazretlerinin, istidat sâhibi kimseleri
cezbe ve tasarrufla yetiştirmekte olduğunu görünce, gayrete geldi ve Hâce
hazretlerine tasarruf ile galebe etmek niyetiyle, bir gün Hâce hazretlerinin
meclisine geldi. Oturur oturmaz, Hâce hazretlerine müteveccih olup [yönelip]
iki gözünü Hâce’ye dikti. Bütün varlığı ile Hâce hazretlerine bir bâr [yük]
havâle etmeğe çalıştı. Hâce hazretleri de onun tasarrufunun def ine meşgul
oldular. Bir saat sonra Hâce hazretleri mubârek başlarını kaldırıp sağ elini
yeninden çıkardılar. Şeyhin önünde bir mendil dururdu. Kaldırıp yüzüne vurdular
ve dediler ki: “Aklı gitmiş bir divâne ile niye sohbet ederim. Çünkü hâtırında
bir şey kalmaz.” Sonra kalkıp yürüyüverdiler. Hâce hazretlerinden bu amel ve
sözler sâdır olduğu gibi, Şeyh bir feryâd etti. Kendinden geçti ve yuvarlanmağa
başladı. Bir zaman sonra aklı başına geldi. Acele ile kalkıp meclisten dışarı
gitti. Ondan sonra dimağında bir hastalık zuhûr etti de, bütün bildiklerini
unuttu. Öyle düştü, öyle sefil hâle geldi ki, çarşılarda çıplak dolaşırdı da,
bedenini öretecek bir şey bulamazdı. Bazen yolda Hâce hazretlerini görürdü de,
bir nice sokak dolaşıncaya kadar arkalarında düşüp beraber giderdi de, hiçbir
zaman iltifatlarına mazhar olmazdı.
Hâce
Usâmeddin oğlu Hâce Mevlânâ, Semerkand müftüsü idi. Dâima Hâce hazretlerini
gıybet eyleyip, her zaman o güzel ahlâklı, yüce sıfatlı zâtı töhmet ve ihânetle
yâd ederdi. Bir gün odasında kendi husûsi talebesi ile saçma sapan, perîşan
sözler söylerken etbaından biri kendisine: “Hâce Ubeydullah velî değil ise, bir
devlet sâhibi olduğu herkesin ma‘lumudur. Niçin onlar için bu kadar ileri
gidersiniz?” Dedi. Hâce Mevlânâ cevabında: “Doğru söylersin. Senin dediğini ben
de biliyorum. Ama ne edeyim, nefs bırakmaz. Makam ve mevkı icâbı bu hususta
irâdem ve ihtiyârım elimde değildir.”
Mevlânâ
Muhammed Kadî yazar: Hâce hazretleri buyurdular ki: Sultan Ebû Saîd Mirzâ’nın
vefâtı haberi geldikten sonra, yolda Hâce Mevlânâ’ya rast geldim. Bana
bakmayıp, yüzünü başka tarafa çevirerek aşağılar bir ifâde ile, “Hâce selâmün
aleyke” dedi. Ve hiç durmayıp atını sürdü, geçti gitti. Halbuki bu haber
gelmeden bir gün evvel yolda bize rast gelip yarım fersah [3 km] mesâfe bizimle
gelmişti. Zorla döndürüp kendi yoluna gitmesini sağlamıştım. Bugün bu hâlinden
anlaşılmış oluyor ki, bir mülâhazası, bir bildiği vardır.
Birkaç
gün sonra ortaya çıktı ki, Hâce Mevlânâ ümera ile sözleşmişler; bundan sonra
bizim evimize gelmeyip, sözümüzü dinlemiyecekler ve söylediklerimize itibâr
etmeyecekler. Ayrıca demiş ki: Ben fetvâ bile verdim; Hâce’nin bütün malını
almak câizdir. Bu sözleşmede Mîr Abdülalî Turhan yokmuş. Toplantıdan sonunda
gelmiş. Emîr Derviş Muhammed Turhan demiş ki, biz bir ittifak [söz birliği]
eyledik. Siz yok idiniz. Gerektir ki, siz de bizimle aynı sözbirliğinde
olasınız. Emîr Abdülalî demiş ki, ben her işte size tabiyim, benim
ağabeyimsiniz. Siz neyi ma‘kul görürseniz, kabûl ederim ve ben de onu ma‘kul
bulurum. Sonra, ne hususta ittifak ettiniz, diye sormuş. Emîr Derviş Muhammed,
Hâce Mevlânâ’nın aldığı kararları söylemiş ve ümerânın ittifakını açıklamış.
Emîr Abdülalî başını önüne eğip, hayli zaman düşündükten sonra başını kaldırıp
demiş ki: Siz bu hususta yanlış yaptınız. Zira o azîz, sizin itibârınız ile
mu‘teber olmamıştır. Belki hakîkî mu‘teber olan Hak sübhânehü ve teâlânın
itibariyle mu‘teber olmuştur. Yarın bir tokat vurur, hepimizin işini tamam
eder. Bize utanmaktan ve mahcubluktan başka bir şey kalmaz. Bilin ki, bu
hususta ben sizinle müttefik değilim. Ve bu muhâlefetten bana her ne zarar
olursa kabûl ederim.
Mevlânâ
Alî Arran anlatır: Hâce Mevlânâ ümera [kumandanlar] ile ittifak ettikten sonra
Hâce Mevlânâ’yı görmeğe gittim. Bu bir rastlantı idi. Bana dedi ki: İyi ki,
geldin. O köylü şeyhini görmeğe gidiyorum. Görün ki, bugün ben ona neler
edeceğim. Mevlânâ Alî buyurdu ki: Benim Hâce hazretlerine kemâl derecede itikad
ve ihlâsım olduğundan, Hâce Mevlânâ’nın sözünden son derece üzüldüm. Ne kadar
gitmemek istedimse de, bırakmadı ve: “Ne yaparsam, senin yanında yapacağım”
dedi. Dediklerini aklıma vurduğum, îman ve muhabbetimle tarttığım zaman, az kaldı
aklım başımdan gidecekti. Lâkin kurtulmağa çâre bulamadım. O gün Hâce
hazretleri Mâturid’de idiler. Hâce Mevlânâ Mâturid’e hareket etti. Zarûri
olarak onunla gittim. Hak sübhânehü ve teâlâdan tam bir ibtihâl [dua, ağlama,
yalvarma] ve tazarru‘ [yalvarma, yakarma] ile istedim ki, Hâce Mevlânâ’nın,
Hâce hazretleri hakkındaki edebsizce düşüncelerini, görmeyeyim ve dinlemeyeyim.
Mâturid’e geldiğimizde Hâce hazretleri künbedlerle oturuyorlardı. Karşıladılar
ve bizi oturttukları gibi, kendileri yemek ikrâmı için seâdethânelerine
girdiler. Getirdiklerini kendi elleri ile Hâce Mevlânâ’nın önüne koydular.
Yemek yemeğe başladık. Yemek esnâsında Hâce Mevlânâ, evvelce hazırladığı
sözleri söylemek için ağzını açınca, âniden birisi geldi ve: Mirzâ ve ümerâ
geliyor, dedi. Halbuki, Mevlânâ ümerâ ile söz vermiş ve karar etmişti ki,
bundan sonra Hâce hazretlerinin evine gelmeyeceklerdi. Mezkûr ümerânın Hâce
hazretlerine ne niyetle geldiğini bilmiyordu. Bu hali görünce, Hâce Mevlânâ çok
telaşlandı ve huzursuz oldu. Hâce hazretlerini karşılamak için dışarı çıkınca,
bu fakir hemen: Gidelim, Mirzâ ve ümerâ bizi burada görmesinler, dedim. Ama
çıkacak bir yer bulamadık. Zarurî olarak avlu duvarına tırmanmağa çalıştık.
Birtakım kimselerin yardımıyla duvarın diğer tarafına atladık. İkimizin de
elbiselerimiz, yüzümüz ve gözümüz çamurlandı. Ben bu hâlden memnun idim. Onun o
asılsız, saçma sapan sözlerini işitmediğim için Hak teâlâya şükür eyledim.
Atlarımızı öbür taraftan dolaştırıp yanımıza getirinceye kadar saçımız
sakalımız toz oldu. Duvarın dibinde oturduk. Atlarımız geldiği gibi, süklüm
büklüm atlara binip her birimiz bir tarafa gittik.
Sonra
Mirzâ ve ümerâ eskisi gibi, hattâ eskisinden daha ziyâde olarak Hâce
hazretlerine mülâzemet etmeğe başladılar. Mîr Abdülalî’nin isâbetli görüşü,
gerçeğe uygun olarak zuhûr etti.
Bir
gün Hâce Mevlânâ’nın meclisinde Hâce hazretlerinden bahs olundu. Hâce Mevlânâ
edepsizlik edip: “Bırakın şu gemre böceğini ki, bütün himmeti dünyalık
toplamaktır” dedi. Bu çirkin söz, Hâce hazretlerinin kulağına gitmiş. Hâce
hazretleri de: “Gemre böceği ölümüyle ölsün!” buyurdular.
Hâce
Muhammed Cerrâh oğlu Mevlânâ Ma‘rûf dedi ki: Ben Herat’ta idim. Hâce Mevlânâ
Herat’a geldi. Çünkü Semerkand’da kalmağa mecâli kalmamış idi. İlk geldiğinde
Herat’ın ekâbiri [büyükleri] bir iki kere onu görmeğe gittiler. Gördüler ki,
gayet herze ve hezeyan [saçma sapan] konuşur. Bir daha yanına kimse uğramadı.
Sonunda Emir Çakmak Medresesi’ne sığındı. Yanına kim gelse, benim bu
şaşkınlığımı ve berbad hâlimi o şeyhin kerâmetine haml etmeyin derdi. Bir gün
bir kimse ona demiş ki: Ey Hâce, Siz şeyh-ül islâm, müftü ve Semerkand
diyârının sâhibi idiniz. Babalarınız ve dedelerinizi hep halkın muktedâsı olup,
azîz ve mükerrem idiniz. Mâverâünnehir ülkesinin bütün insanları size tâbi‘
olup hizmetkârınız idiler. Âhir ömrünüzde evsiz, barksız, malsız, mülksüz kalıp
son derece zillet ve horluk ile yabancı illerde gezersiniz. Ayrıca hiç kimsenin
size teveccüh ve ikbâli kalmamıştır. Sizin böyle olmanız, bu hâle düşmeniz, o
azîzin kerâmetinden başka ne olmak ihtimâli olabilir!
Daha
sonra ona bir hastalık ârız oldu. Bazen onu görmeğe giderdim. Bir gün
gittiğimde gördüm ki, necâset [pislikler] içinde oturur, elini necasete sürer
ve burnuna getirip koklar. Kokusu hoşuna giderdi ve derdi ki, ey Mevlânâ Ma‘rûf
bu liynet [yumuşaklık] ne güzel şeydir. Kâh kâh galiz necâsetleri yuvarlak top
gibi yapar, onunla oynardı. O hastalığa yakalandıktan sonra güzel koku ve
esanslardan kaçardı. O esnada Hâce hazretlerinin onun için: “Gemre böceği
ölümüyle ölsün!” buyurdukları hâtırıma geldi. Ve gerçekten tam buyurdukları
gibi meydana geldi. O liynetin sonu karın ağrısına dönüştü. Bütün bağırsak ve
iç organları parça parça dökülüp pislikler içinde vefât eyledi.
Yine
Mevlânâ Kadî Muhammed hazretleri yazıyor: Mevlânâ’nın vefât eylediği gün,
Muhammed Muammaî onu görmeğe gelmişti. Gözünü açıp, ona: “Mevlânâ Muhammed,
sizden ricâ ediyorum, eğer bir gün Hâce hazretlerine giderseniz, bizim kusur ve
hatalarımızın özrünü dileyiniz. Her ne ettiysem, nefs ve hevâ gereği ettim.
Şimdi hepsinden rucû‘ ettim. Umulur ki, mücerred inâyetlerinden, cürmümü afv
buyurur, beni ma‘zûr tutarlar” dedi ve ruhunu teslîm eyledi. Mezkûr Mevlânâ
Muhammed der ki: Fakîr, Hâce Mevlânâ’nın bu sözünü, bir münâsib zamanda, Hâce
hazretlerine arz eyledim. Gayet müteessir oldular. Şöyle anladım ki, onun bütün
cürmünden geçip, afv buyurdular.
İKİNCİ FASIL
Hâce hazretlerinin evlâd, torun ve büyük esbabından başka, zamanındaki diğer insanların bildirdiği hârik-i âdeleri [kerâmetleri]:
Bazı
azîzlerden şöyle dinledik: Bir gün Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî (kaddesallahü teâlâ
sırreh) hazretleri mebâdi-i hâlde, Hâce hazretleri ile gece gündüz beraber
olurlardı. Hâce hazretlerinin huzurunda teessüf ve üzüntülerini beyânla dedi
ki: Çok yazık! Bu hâsılatsız ömür, zamanın kutbunun sohbetinden ayrı ve büyük
velîler meclisinden uzak ve mahrum olarak geçiyor. Gayret edip kendini bu büyük
tâife sohbetine eriştirmek lâzımdır. Umulur ki, onların iksîr husûsiyetine hâiz
bereketli sohbetleriyle gönül huzuru ve hâtır cem‘iyyeti hâsıl olur da, onunla
içimizdeki düşmanın şerrinden kurtulmak mümkün olur. Bunun gibi arzu ve istek
bildiren sözlerini çok uzattılar ve hasret ifâdelerini çok kullandılar. Meğer
ki, Mevlânâ Sadeddin hazretleri geçen gece: “Benim hiç kimseye ihtiyâcım
yoktur. Hakkın yolu zâhir ve açıktır. Sâlik telâşlanmayıp ve halka mülâzemeti
bırakıp, sadece kendi işiyle meşgul olmalıdır. Başkaca tereddüde hâcet yoktur”
diye düşünmüş. İşte Mevlânâ’nın bu düşüncelerini Hâce hazretleri ilâhî firaset
nûru ile bilip, Sadeddin hazretlerine demişler ki: “Siz dün gece, benim kimseye
ihtiyâcım yoktur. Bundan böyle kendime huzursuzluk vermeme gerek yok, demediniz
mi? Şimdiki sözleriniz geceki düşüncelerinize ters düşmüyor mu?” Mevlânâ
Sadeddin, Hâce hazretlerinin bu keramet ve keşfini görünce, bir başka hâl ile
hâllenip, Hâce hazretlerinin ittila‘, eşraf ve keşiflerinin kemâl mertebesine
eriştiğini anlamıştır.
Ondan
sonra çoğu zaman Hâce hazretlerine: “Siz bizimle öyle sohbet edebilirsiniz ki,
bir iltifatınız ile cem‘iyyete kavuşuruz. Ama niçin bekler ve tehir edersiniz?”
Dedi.
Hâce
Hazretleri buyurdular: Ben Mevlânâ hazretleri ile öyle görüşür, konuşur ve
sohbet ederim ki, insanların çoğu beni onun müridi zannederlerdi. Aslında kalb
cihetinden bakılırsa, dâima o bizden yardım görmekte ve tefeyyüz etmekte
idiler. Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin her zamanki sözleri de bunu te’yîd
etmekte idi.
Şöyle
bildirildi: Kadî Endecân diye bilinen birisi, Hâce hazretlerine çok mülâzemet
eylerdi ve dâima maksadı, Hâce hazretlerinin kendisine tarikat ta‘lîm eylemeleri
idi. Hâce hazretleri ise ona hiç iltifât etmezdi ve bu husûsu hiç
önemsemezlerdi. Kadî bu yüzden sıkıntıda ve üzüntüde idi. Bir gün muhlislerden
biri, Hâce hazretlerinin husûsî sohbetinde, o hazretin kemâl-i bastı [iyi ve
neş’eli hâli] zamanında: “Çok zamandır, Kadî Endecân bekler durur ki, inâyet
nazarımıza kavuşup, tarikat ta‘liminiz ile müşerref ve mesrûr olsun” diye arz
eder. Hâce hazretleri cevâbında buyururlar: “Kimin içinde mevkı‘ ve makam
arzusu görürsem, bu husûs onlarca yıl sonra meydana çıkacak olsa dahi, ona,
Hâcegân tarîkatinden söz etmek, bana hoş gelmez.”
Eshabdan
bazısı anlattılar: Hâce hazretlerinin bu sözü söyledikleri târihi bir yere
yazdık. On yıl tamam olunca, Hâce hazretleri de dünyâdan âhırete göçmüş idi.
Mezkûr Kadî Endecân’da hâkim ve reis olup, o diyâr halkının merce‘i ve medârı
oldu. Lâkin Hâcegân tarikatından nasîb almamış idi. İşte Hâce hazretlerinin ona
iltifat etmemelerinin sırrı, o zaman açık ve seçik olarak anlaşılmış oldu.
Reşahât
sâhibi (aleyhirrahme) der ki: Semerkand’lı bir ilim talebesi var idi. Kendini
sülûk ehli bilirdi. Çok zaman Hâce hazretlerine mülâzemet eylemişti. Lâkin o
hazretin seâdet bahşeden iltifatlarına mazhar olmamış idi. Bir gece bu fakîre
dedi ki: “Yirmi sekiz senedir Hâce hazretlerinin sohbetine devam ederim. Umarım
ki, bir bahane ile, inâyet edip tarikat ta‘limi buyururlar. Bu kadar zamandır,
rahm edip buna yanaşmadılar ve bu muradım hâsıl olmadı. Bazen o kadar sıkılır,
daralırım ki, bıçakla yâ Hâce hazretlerini, yahud kendimi öldürmek isterim. Takatim
kalmadı. Artık sabır bitti. Onlarda ise, asla merhamet eseri yoktur.” O kimse
bu sözü fakîre söyledikten sonra, yine de hayatlarının sonuna kadar, Hâce
hazretlerinin mülâzemet ve hizmetini etti. Hâce ise ona asla iltifât etmedi.
Bütün eshab bu husûsta mütehayyir ve müteaccib [şaşkın] idiler. Böylece yıllar
geçti. Hâce hazretleri dünyadan âhırete intikal eyledi. Onların vefatından
yıllar sonra Özbek Hân’ı Semerkand’a müstevli oldu. O ilim talebesine sûri
[dünyevî] devlet [makam] elverdi ve makam sâhibi oldu.
Sözüne
güvenilir bazı kimselerden işittik: Mezbûr ilim talebesi Hâce hazretlerinin
oğulları Muhammed Yahyâ’nın ve evlâd-ı kirâmının katline çok çalışmış. Bu büyük
hâdisenin vuku‘undan sonra eshab anlamış ki, Hâce hazretlerinin ona iltifat
etmeyip, kalblerini ondan uzak tutmalarının hikmeti bu imiş ve kırk yıldan önce
Hâce hazretlerine bildirilmişti.
Muhlislerden
biri anlattı: Bende bir hatâ vâkı‘ oldu ve bu yüzden mahcûbluk perdesi
arkasında kaldım. Nice zaman sohbetleri ile müşerref olamadım. Bu mahcûbiyyet
uzayınca, düşündüm ki, bir suç ile uzak kalıp ehlullah sohbetini terk etmek,
çok büyük hüsrân ve nihâyet derecede ziyândır. Her ne kadar azarlansam ve
ayıblansam da, hepsini göze alıp, her siteme katlanıp şerefli sohbetlerinden
uzak kalmamak lâzımdır. Büyük bir mahcûbiyyet ve suçlulukla hizmet-i
şeriflerine yöneldim. Ve Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin rûh-i pür
futûhları için Fâtiha ve İhlâs okuyup, bu hususta bağışlanmam için onları
şefâatçı getirdim. Hâce hazretlerinin huzurlarına varıp oturunca bana
buyurdular ki: “Eğer dâima Fâtiha ve İhlâs okuyup Hâce hazretlerinin rûhunu
şefaatçi [yardımcı, vesîle] etmek müyesser olursa, gayet güzeldir. Lâkin
hakîkatta bununla iş bitmez. Tâlib her zaman kendi hâlini gözetmelidir ki,
ondan dine ve akla uygun olmayan şeyler sâdır olmasın!” Hâce hazretlerinin bu
derece keşiflerinden hâlim değişti. O hazretin şerefli iltifatları
[teveccühleri] ile bir daha öyle bir hatâya mübtelâ olmadım.
Mevlânâ
Şeyh Ebû Saîd Mücelled denilen bir pîr-i azîz var idi. Mirzâ Şâhruh zamanında,
Hâce hazretleri Herat’ta iken, güzel yüzlü temiz yaşayışlı bir genç idi. Hâce
hazretlerinin de kendisine, iltifâtı ve gönül bağı var idi. İşte o zât anlattı:
Gençlik zamanımda ve Hâce hazretlerinin iltifât ettiği o sıralarda, gençlik sebebiyle
bir güzel kadın ile sözleştik. Bir gün o kadın evime geldi. Onunla yalnız bir
odada sohbet etmek istedim. O esnâda birden Hâce hazretlerinin sesleri kulağıma
geldi: “Hey Ebû Saîd, ne yapıyorsun?” Buyurdular. Bu sesi duyar duymaz hâlim
değişti. Kalbime öyle bir heybet, korku ve dehşet geldi ki, titremeğe başladım.
Bir anda yerimden sıçradım ve o kadını evimden çıkardım. Bir zaman sonra Hâce
hazretleri çıkageldi. Mübârek gözleri fakîre aldığı gibi buyurdular: Eğer
Hakkın tevfîkı refîk olmasaydı, şeytan seni yoldan çıkarmış idi.
Yine
Şeyh Ebû Saîd anlattı: Bir kere içimden şarab içmek isteği geldi. Bir yakınıma
dedim ki, geceden bir mikdâr zaman geçince, bana biraz şarab getir. O da
geceleyin bana bir desti şarab getirdi. Damın üzerinde idim. Şarab destisini
yukarı çekmek için bir kemer sarkıttım. O kemere destiyi bağladı. Yukarı
çekerken, evvelâ duvara dokundu ve destinin bir tarafı kırıldı. Dama
yaklaştığında, kemerin bağı çözüldü. Desti düştü, pâre pâre oldu. Bundan canım
sıkıldı. Yattım ve erkenden kalkıp saksı parçalarını duvarın dibinden toplayıp
yabana attım. Su getirdim ve şarabın kokusunun gitmesi için oraları iyice
yıkadım. Sabah olduktan sonra Hâce hazretleri iltifât buyurup, bu fakîrin evine
teşrif ettiler. İlk sözleri: “Bu gece yukarı çektiğin destinin duvara çarpma
sesi kulağıma geldi. Eğer o desti kırılmasaydı, benim kalbim kırılacak ve artık
seninle bir daha görüşmeyecektim” oldu. Hâce hazretlerinin bu sözlerinden
utandım, yerin dibine girdim ve öyle düşüncelerden tevbe ve rûcu‘ eyleyip, gönülden
tamamen Hâce hazretlerine müteveccih oldum.
Yine
Hâce hazretlerinin muhlislerinden bir azîz nakletti: Hâce hazretleri Hisar
yolculuğundan Mevlânâ Ya‘kub-i Çerhî (kaddesallahü teâlâ sırreh) hazretleri
mülâzemetinden dönüp, ikinci defa Herat’a geldiklerinde, ayaklarının tozu ile
Mülk Kapısı dışında halâl kazanmakla meşgul ve Hâcegân hânedânına, bilhassa
Hâce hazretlerinin kendilerine bağlı ve muhib bir kimsenin evini
şereflendirdiler. Tesâdüfen o kimsenin evinde o gün bir takım müsâfirleri de
bulunuyordu. Onlardan birinin gayet güzel yüzlü bir oğlu var idi ve oğlan şehir
içinde güzelliği ile meşhûr olup insanların dilinden düşmezdi. Hâce hazretleri
teşrîf buyurduklarında yemek yenmiş, sofra kalkmıştı. Hiyaban’a gitmek fikrinde
imişler. Ev sâhibi Hâce hazretlerini görünce, el ve ayaklarına kapanıp o kadar
tevazu‘ ve niyâz eyledi ki, müsâfirler, acaba bu kimdir, diye şaşa kaldılar.
Onlar da ev sâhibine uyarak bir parça o hâlde oldular. O meşhûr güzel oğlan
mağrur olduğundan yerinden kalkmadı ve Hâce hazretleri tarafına bakmadı. Ev
sâhibi anlatır: Hâce hazretleri gelip oturduklarında, huzûr-ı şeriflerine
vardım, önlerinde diz çöktüm ve dedim ki: “Arkadaşlar yemeği şimdi yediler.
Lâkin yemek takımları hazırdır. Canınız hangi yemeği ister, buyurun, hemen
hazırlayalım!” Hâce hazretleri daha cevab vermeden, o gencin aklı hep gezmek ve
seyirde kaldığından ve giderken fakîri de beraberinde görmek istediğinden,
edebsizce dedi ki: “Yemek şimdi yendi. Hazırda ne varsa bu merd-i garîbe
getirin. Bundan sonra kimse yemek pişiremez.”
Hâce
hazretleri o gencin ilk davranışını gördükten sonra, şimdi de bu hareketine
şâhid ve bir nevi muhâtab olunca, yavaşça buyurdular: Ey güzel yüzlü genç!
Güzelliğine çok mağrursun. Eğer senin bu sohbette yüzünü kara etmezsem, günâh
benim olsun! Ve bu sözü öyle yavaş söylediler ki, ancak ben işittim. Sonra
âşikâre buyurdular ki: Irak yoldan geldim. Karnım açtır. Gönlüm sıcak çorba
ister. Ben hemen kalktım. Bir miktâr et ve nohut ve diğer şeyleri hazırladım.
Bu esnâda Hâce hazretleri sükût edip, o gencin gönlünü kendi taraflarına
çektiler. Ve gördüm ki, o genç, büyük bir ızdırap ve sıkıntı içinde yerinden
kalktı. Hâce hazretlerinin önüne geldi ve: “Bu hizmeti ben yapayım”, deyip ricâ
ile izin istedi. Hâce hazretleri de, zararı yok, hizmet iyidir, siz hizmet
edin, buyurdular. Baktım, o genç ocağın yanına geldi. Eteklerini topladı.
Kollarını sığadı. Enva-i minnetlerle beni ocağın kenarından kaldırdı. Kendisi
oturup ateşi yakmakla meşgul oldu. Ateşin sıcaklığından yüzü kızarıp, terleri
akmağa başladı. Ellerine kömür karası bulaşmış iken, birkaç defa yüzünden
terleri silince, yüzüne ve alnına karanlıklar bulaştı. Babası ve arkadaşları,
yüzüne siyahlıklar bulaştı diye tenbîh edince, genç şaka yollu: “Nûr [ışık]
karanlıktadır” dedi. Sonra yemîn etti ki, Hâce hazretlerinin önüne yemek
koymayınca, yüzümdeki siyahlıkları temizlemeyeceğim. Gerçekten yemeği pişirdi.
Evvelâ Hâce hazretlerinin önüne koydu. Sonra gidip, elini yüzünü yıkadı. Abdest
aldı geldi. Hâce hazretlerinin huzur-ı şerîflerinde tam bir edeble oturup,
yemeği Hâce hazretleri ile yedi ve o günden sonra Hâce hazretlerine büyük
muhabbetle bağlandı. Hâce hazretleri Herî’de bulundukları müddetçe meclis-i
şeriflerinden hiç eksik olmadı. Hâce hazretlerinin inâyet nazarları da onun
hakkında çok idi.
Ve
yine Hâce hazretlerinin ahbabından bir aziz anlattı: Benim Hâce hazretlerine
kavuşmamın sebebi şu idi ki, ilk zamanlarımda bir kıza âşık idim. Onu o kadar
seviyor, düşünüyor, arıyordum ki, kararım kalmamıştı. Çare olup o kızı bana
vermediler. Muradıma kavuşamadığımı gördüm. Kendi kendime düşünüp bir hile yolu
buldum. İki yalancı şâhid ile onu kendime nikâh eyledim ve Firket’e hareket
ettim. Çünkü orada kadı var idi. Kadıya varıp, da‘va edip şâhidlerimi
dinlettim. Kadı, Hâce hazretlerine gitti. Ben de Hâce hazretlerinin meclis-i
şeriflerinde bulundum. Başımdan geçenleri Hâce hazretlerine arz ettim.
Buyurdular ki: “Ben senden ricâ ediyorum, bu da‘vadan vaz geç! Çünkü senin
içinden doğruluk kokusu gelmiyor.” Hâce hazretlerinin bu sözü benim kalbime
tesir etti. Beni alt üst etti. Hemen da‘vayı geri alıp, o sevdadan vaz geçtim.
Ve Hâce hazretleri Taşkend’e azimet edip ata binerken, bana doğru öyle bir
baktılar ki, içime bir ateş düştü. Her ne kadar kalayım, gitmeyeyim, dedimse
de, olmadı. Gayri ihtiyâri feryâda başladım. Eski sevdayı unuttum. Hâce
hazretlerine öyle bir aşkla bağlandım ki, çok kar yağdığı hâlde, hararet ve
muhabbetten çizmemi ayağımdan çıkarıp yalın ayak, Taşkend’e varıncaya kadar
Hâce hazretlerinin ardınca revân oldum. Hâce hazretleri Taşkend’de odalarında
oturup ateş yakmışlardı ki, ben de arkalarından yetiştim. Bana, ateşte ısın
diye işâret edip, kendileri gittiler. O târihten sonra Hâce hazretlerinin
sohbetinde huzûr ve rahatı bulup, dünyanın çeşitli dağdağa ve sıkıntılarından
kurtuldum.
Yine
Hâce hazretlerinin muhiblerinden bir aziz anlattı: Hâce hazretlerinin mülâzemet
ve irâdetleriyle şereflenmeden önce bir güzele tutulmuştum. Hazreti Hâce’nin
sohbetine erişince, cem‘iyyet bahşeden tesirleri ile bu sevgi gönlümden tamamen
silindi ve o muhabbetin yerini Hâce hazretlerine sevgi aldı.
Bir
kere Taşkend’de Hâce hazretlerinin huzûr-ı şerifinde otururken o insanın
sûretini gönlümden geçirdim. Hâce hazretleri benden yana bakıp, o gencin ismini
söyleyip buyurdular: “Onu isteme arzunu bozup dağıtmış, alâkasını kesmiş iken,
yine onu hâtırına mı getirirsin!” Kesin olarak diyorum ki, bu işi kullardan hiç
kimse bilmiyordu. İşte bu keşf ve kerâmetlerine şâhid olmakla Hâce hazretlerine
yakinim arttı.
Yine
azîz ahibbâdan birisi anlattı: Bir cum‘a günü cami‘e gitmiştim. Câmi‘den
çıkarken Hâce hazretlerinin hizmet edenlerinden birkaç kişiye rastladım.
Onlardan biri diğerlerini çarşıda yemeğe götürdü. Ben de onların arasında idim.
Bir aşçı dükkânına girdik. Tesâdüfen o dükkânda pâdişah kullarından hüsn ü
cemâl sâhibi bir bölük cemâatle karşılaştık. Yârâna [tarîkat kardeşlerime] şu
gençleri gördünüz mü, dedim. Arkadaşlar, bunlara bakmak câiz değildir, niçin
onları göstermek istersin, dediler. Eğer şehvetle bakarsan câiz değil,
şehvetsiz bakarsan mahzuru yoktur dedim. Bu sözüm üzerine bütün dostlarım o
gençlere baktılar. Daha sonra oradan kalkıp Hâce hazretlerinin meclis-i
şeriflerine vardık. “Nereden geliyorsunuz?” Dediler. Câmi‘den geliyoruz, dedik.
“Boş konuşmayın. Mescide gittik, demek âdettir.” Bu sözü dedikten sonra
kızdılar ve buyurdular ki: “Aşçı dükkânına girip, güzel yüzlere bakar, kiminiz
câiz değil, kiminiz câizdir dersiniz, kiminiz de şehvetsiz olursa, câizdir
deyip tevil edersiniz.” Bu kızgınlık esnasında bana bakıp buyurdular: “Ben
şehvetsiz bakamam. Sen nereden peyda oldun ki, şehvetsiz bakabilirsin.”
Bazı
büyüklerden duydum. Hâce hazretleri buyururlardı: Bir cemâl sâhibi gördüğüm
zaman, onun yanından selâmetle geçinceye kadar ciğerim yüz kere kan olur.
Eshabın
azîzlerinden birinden dinledim. Şöyle nakletti: Hâce hazretleri bir gün
Taşkend’de murakabe hâlinde oturuyordu. Birden mubârek başlarını kaldırdılar.
Mubârek simâlarında nefret ve vahşet eserleri vardı. Buyurdular: Şu anda
müşâhede ettim ki, bir büyük kancık [dişi] köpek, memeleri süt ile dolu olduğu hâlde,
dokuz tane yavrusuyla bizim meclisimize geldiler. Hâce hazretleri daha bu
sözleri bitirmemişti ki, uzaktan on kişi peyda oldu. Geldiler. Gördük ki,
Mevlânâ Alî Kuşcu idi ve dokuz talebesi ile beraber Hâce hazretlerini görmeğe
gelmişlerdi. Onlar gelip oturunca, Hazret yemek hazırlamak bahenesiyle, hemen
kalkıp içeri girdiler ve içeriden onlara yemek gönderdiler. Onlar birâz eğlenip
gittikten sonra, Hâce hazretleri de çıkıp geldiler.
Bir
gün Kutub Sevâd Hân denilen Horasanlı bir şahıs Hâce hazretlerinin meclis-i
şerîfine geldi. Bu adam açıkça günah işlemekten utanmayan şarab içmeğe devam
etmesiyle meşhûr ve insanların dilinde bozuk itikad sâhibi olmakla mevsûf ve
ma‘rûf idi. Hiçbir zaman Hâce hazretlerinin huzûruna gelmemiş idi. Gelip
oturunca, Hâce hazretleri onu mecliste tutmayıp, hemen dışarı attılar. Mîr
Abdülevvel o mecliste hâzır idi. Hatırından, bir garîb kemâl-i ihlâs ve niyâz
ile huzurlarına gelmiş iken, onu bu derece sert muâmele ile kovup dışarı
atmasalardı ne olurdu, diye geçmiş. Hâce hazretleri Mîr Abdülevvel’in
hâtırından geçeni bilip, ona döndüler ve buyurdular ki: “Ben bu adamı onun için
kovdum ki, bu adam bana köpek yavrusu sûretinde göründü. Köpek yavrusuna bundan
iyi muâmele olmaz.” Sonra Mîr Abdülevvel o adamın hâlini öğrendi, fısk ve fücûruna,
devamlı şarab içtiğine ve ibaha fırkasından olduğuna muttali‘ oldu ve bildi ki,
Hâce hazretlerinin ona meclisinden kovmasının hikmeti, onu galib sıfatı
sûretinde görmüş olması idi.
REŞHA-376: Hâce hazretleri buyurdular: Ümmet-i Muhammed’den
(sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) mesh-i sûret [insan şeklinin değişmesi,
meselâ insanın maymun, hınzır veyâ bir başka hayvan şekline sokulması]
kaldırılmıştır. Lâkin, bu, sûreti için olup, bâtını için değildir. Ya‘nî mesh-i
bâtın ref olmamıştır. Bâtın meshinin alâmeti odur ki, günâh-ı kebâir [büyük
günâh] sâhibinin, kebâir irtikâbından [büyük günâh işlemesinden] içi, müteellim
ve müteessir olmaz. Fısk ve günâhlara ısrardan o hale gelir ki, ondan büyük
günâh sâdır olunca, onun akabinde kalbinde bir melâmet [ar] ve nedâmet
[pişmanlık] meydana gelmez. Kalbindeki kuvvet o hâle gelir ki, ona tenbîh
etseler, onu uyarsalar, yine uyanmaz ve etkilenmez.
Evlâd-ı
Resûl’den (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Seyyid Takıyyuddin Muhammed
Kirmânî (aleyhirrahme) hazretlerinin yüksek oğulları Mîr Abdülbâsit hazretleri
nakleder: Hâce hazretleri kendi kerîmelerini [kızlarını] kardeşim Mîr
Abdullah’a nikâh etmek istedikleri zaman, Mîr Abdullah’ın annesinin bu
izdivâcda tereddüdleri vardı. Seyyid hazretleri buyurdular ki, tereddüde yer ve
luzûm yoktur. Bu seâdeti ganîmet bilmek lâzımdır. Lâkin annesi bu sözle
yetinmedi. Kalbinin itminanı için Hâce hazretlerini imtihan etmek istedi. On
sofra bezine süt ve yağ ile yoğrulmuş, pide ekmeği koydu ve on tane büyük
kutuya helva doldurdu ve o kutuları çizgileri ve rengi birbirine benzer on tane
mısır peşkîrine sardı ve Hâce hazretlerine gönderdi. Hizmetçilerden gizli sofra
bezlerinden birine ve kutulardan birine nişan eylemiş ve içinden geçirmiş ki,
Hâce hazretleri bu
işâretlediğim
bezi önüne getirir ve açar ve pideden bir mikdar koparıp yer ve kutular
arasındanda işaretlediğim kutuyu önüne getirip, aynı şekilde ondan da biraz
alır ve kendilerinden artan pideyi sofra bezi ile kutuyu bana gönderir ve diğer
sofra bezlerini içindeki yiyeceklerle ve diğer helva kutularını orada
bulunanlara dağıtırlarsa, şübhe kalmaz ki, evliyâullahdandır.
Hizmetkârlar
sofraları Hâce hazretlerinin meclisine getirdiklerinde, o gün Hâce
hazretlerinin inşaatları vardı ve çok kimseler taş ve toprak taşımakla meşgul
idiler. Hâce hazretlerinin nazar-ı şerîfi [gözleri] o yiyeceklere aldığı gibi,
o sofraların içinden ikisini önüne getirdi. İkisi de işaretli olan bezler idi.
Önce birisini açtılar ve içindeki ekmekten bir parça kopardılar. İki üç lokma
yeyip, sonra işaretli olan kutunun kapağını açıp, bir miktar da helvadan
yediler. Sonra, bu ikisini peşkîrlere sarıp, evin mahremlerinden birinin eline
verip, Mîr Abdullah’ın annesine gönderdiler. Diğer ekmeklerle helvaları,
onların hizmetkârlarının yanında orada hâzır olanlara taksîm ettiler. Mîr
Abdullah’ın annesi bu kerâmeti görünce, hemen heyecan ve telâşla bu izdivacın
bir an evvel vuku‘u için acele etti ve o gün bu hayırlı işi bitirdiler.
Şunu
da arz edelim ki, Emîr Nizâmeddin Abdullah’ın, Hâce hazretlerinin
kerîmelerinden beş oğlu ve üç kızı dünyaya geldi. Oğullarının ilki Hâce
Abdüssemi‘ olup Mirzâ Havend denmekle meşhûrdur. Sultan Hüseyin Mirzâ zamanında
Herat’ta şehîd olup, Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî (kaddesallahü teâlâ sırreh)
türbesinde medfundur. İkinci oğlu Hâce Abdül- Bedi‘dir. Dost Havend denmekle
ma‘ruftur. Üçüncüsü Emîr Abdül-Vâlî’dir. Hâce Şâh olarak tanınır. Dördüncüsü
Emîr Zâhireddin Muhammed’dir. Beşincisi Tâhiruddin Muhammed’dir.
Mevlânâ
Kelân Ziyâretgâhî’nin oğlu Mevlânâ Burhaneddin Muhammed anlatır: Hazreti Hâce,
Şeyh Şâhin’i görmek için ziyâretgâha gelmişlerdi. Şeyhin evinden çıkınca
ağabeylerim Mevlânâ Abdurrahman ve Mevlânâ Ebûl-Mekârım Hâce hazretlerinin
huzuruna gelip her biri istirham ettiler ki, Hâce hazretlerini alıp evlerine
gideler. Hâce hazretleri bana: “Sen ne için bizi evine da‘vet etmezsin ve bizi
eve götürmek adamlığını ne için göstermezsin” dediler. Bu arzu gönlümde hadden
ziyâdedir. Lâkin ağabeylerimin yanında küstâhlık eylemedim, dedim. Buyurdular
ki: İki batman un ile tutmaç aşı pişir, fazla bir şey yapma. Emirlerine uyarak
buyurdukları gibi yaptım. Köyün ulemâ, sulehâ ve fukahâsı Hâce hazretlerinin
teşrîfini işitip bölük bölük gelmeğe başladılar. İki büyük sofa [salon]
ziyârete gelenlerden doldu. Yetmedi. Oturmaları için iki sofa arasını da döşedim.
Orayada sığmayanlar dam saçağı altında ve evin dışarısında oturdular. Bu hâli
görünce, hâtırımdan geçti ki, bu kadar adam geldi. Hâce hazretleri ise, iki
batman un pişir, fazla pişirme, diye tekid buyurdular. Şimdi ne yapayım. O
hazretin emrine uymamazlık edemem ve mevcûda evde hazır olanlardan da bir şey
ilâve edemem ve buna cür’et de edemem. Ben bu tereddüdde iken, Hâce
hazretlerinin başını kaldırıp buyurdular: “Ben dediğim sözdeyim. Sen meraklanma
ve arttırma yoluna gitme.” Gittim, emirleri gereğince o aşı pişirdim. Bir büyük
kaba koydum ve o kabdan kâse kâse, tabak tabak doldurdum. O iki sofa ve aradaki
sahanlık bütün kâse ve tabakları ile dopdolu oluncaya kadar dağıttık. Daha kim
varsa hepsine ikrâm ettik, bitmedi. Komşulardan emânet kâse ve tabaklar alıp,
içeride ve dışarıda oturanların hepsine yemek verdim. Hepsi doyuncaya kadar
yediler. Emânet aldığım kâse ve tabaklara yemek doldurup sâhiblerine de yemek
gönderdim. Hâce hazretlerinin bu açık kerâmetini orada olanların çoğu müşâhede
etmekle, hepsinin o hazrete hüsn-i akîdeleri ziyâde oldu.
Baharın
ilk günlerinde, bir gün Hâce Hazretleri Taşkend’e hareket ettiler. Zamansız
Berk Deresi kenarına geldiler. Akşamleyin suyun kenarında bir muhlisin evine
kondular. İşte o muhlis anlatır: Geceden biraz geçip yatma zamanı olunca, Hâce
hazretleri bana, sen benim yatacağım evde yat, dediler. Ben de teeddüben o evde
Hâce hazretlerinden uzak bir köşede yattım. Hâce hazretleri uykuya vardılar.
Gece yarısı idi, bana seslenip, uyuyor musun, uyanık mısın, dediler. Uyanığım
dedim. “Çabuk ol, evde olan eşyaları dışarı çıkar!” dediler ve kendileri dışarı
çıkıp, o etrafta olanları uyandırdılar ve ciddî olarak bize, evde bulunan eşya
ve emtiayı beygirlere yükleyin ve ardımca getirin, dediler. Bir ok atımı yer
gidip, yüksek bir yere çıktılar ve durdular. Fakîr, O hazrete olan hüsn-i
zannımız mûcibince, eshab ve hizmetçilere alelacele evdeki eşya ve emtiayı
hayvanlara yükleyip, O hazretin peşi sıra gittik. Bazı eshab, bu gece yarısı
Hâce hazretlerinin, eshab ve ahbabının uykularını bozup, böyle bir işe
tevessülünün hikmeti ne olsa gerek, diye şaşkınlık hâlinde idiler. Bazı
kimseler de, Hâce hakkında tereddüdleri olduğundan kalkmakta ihmâlkâr
dâvrandılar.
Ama
bir büyük selin geldiğini gördüler. O mıntıka halkı o güne kadar böyle büyük
bir selin dere yatağını bastığını ne görmüş, ne de işitmişlerdi. Hâce
hazretlerinin konduğu [müsâfir olarak kaldığı] ev suya gömüldü. Halkın
ihmâlinden ve gevşekliğinden alınmayan mal ve metaalar suya kapılıp gitti. Bir
çok insanlar da sele kapılıp, envai mihnet ve meşakkatle boğulmaktan
kurtulabildiler. Bu sel vak‘ası o civara pek büyük zararlar verdi. Ama bu hâli
gören kimselerin Hâce hazretlerine yakînleri de ziyâde oldu.
Kâzrun
hâtiblerinden Şeyh Ayân bin Şeyh Beyân anlatır: Irak’tan Horasan’a gelip bir
müddet Herat’ta kaldıktan sonra Semerkand’a gelen bir ilim talebesi vardı. Hâce
hazretlerinin sohbetlerinde bir yıldan ziyâde kalmakla şereflenmişti. Mezkûr
Şeyh Ayân anlatır: Bir kere bahar günlerinde Hâce hazretleri Taşkend’e azîmet
ettiler. Bize de kendileri ile beraber olmamız için müsâde ettiler. Berk
Suyu’nun kenarına gelince, derenin taşma zamanı idi. Arkadaşlar kamıştan sallar
yapıp, üzerine bindiler ve birer birer suyun karşı sâhiline geçtiler. Hâce
hazretleri de bir sal alıp ona bindiler ve beni de yanlarına alıp karşıya
geçmeğe başladık. Suyun ortasına varıp derenin hızlı aktığı yere gelince,
birden salın bağları gevşeyip çözülmeğe başladı. Baktım ki, o birbirine geçmiş
yapışmış kamışlar çözülmeğe, su ile akıp gitmeğe başladı. Çok telaşlandım.
Herhalde sonumuz geldi dedim ve çok korktum. Çünkü su çok sur‘atli akıyordu ve
üstelik ben de yüzme bilmiyordum. Suyun kenarının uzaklığı ise bir ok atımı
mesâfesi kadar vardı. Hâce hazretleri rahat rahat oturuyorlardı. Ne bir telâş,
ne bir endişe, ne bir tereddüd ve şübhesi görülmüyordu. Benim telâş, heyecan ve
korkumu, sıkıntılı ve evhamlı hâlimi görünce, bir kere heybetle ALLAH mubârek
lafzını yüksek sesle öyle söylediler ki, titremeğe başladım. Bundan sonra
gördüm ki, o kamışlar bir araya geldiler ve evvelkinden daha sağlam oldular.
Suyun kenarına gelince, Hâce hazretleri bana: “Kalk!” Dediler. Ben de,
fırladım, yerimden kalktım ve sâhile atladım. Baktım ki, Hâce hazretleri tam
bir temkin ve kararlılık ile salın üzerinde ayağa kalktılar, sonra mubârek
adımlarının birini suyun kenarına bastılar. Sonra diğer ayaklarını saldan
kaldırdılar. Kaldırmaları ile beraber salın kamışları dağılıp gittiler.
Reşahât
sâhibi (aleyhirrahme) der ki: Herat’ta Mevlânâ Muhammed bin Mevlânâ Seyfeddin
isminde bir komşumuz var idi. Muttakî âlimlerden idi. Mevlânâ Nizâmeddin
Şehîd’in akrabasından idi. Zaman zaman kendisinden ilimde istifâde ederdim. Bir
kere Ramazan-ı mubârek ayında hastalandı. O kadar zaif, o kadar dermansız
düşmüştü ki, bir kimse yardım etmeden bir yanından öbür yanına dönecek kuvveti
yoktu. Evlâdı, eshabı ve talebesi hayatından ümidi kesmişlerdi. Kefen ve tabut
tedârik etme derecesine gelmişlerdi. İşte bu günlerde, bir cu‘ma günü
evlâdından bazısı câmi‘e gitti, diğerleri techîz ve tekfin ile meşgul iken, ev
halkı ve akrabalarından her biri bir işin peşinde ve hallinde iken, evde kimse
kalmadı. Zevâl vaktinde, beklenmedik bir zamanda kapı çaldı. Evde erkek
olmadığından câriyelerden biri kapı ardına gelip görmüş ki, pembe yüzlü, kumral
sakallı, uzun boylu, asker kıyâfetinde toz toprak içinde bir kimse attan indi.
Uzak yoldan Mevlânâ hazretlerini iyâdete [ziyârete, yoklamağa] gelmişim, deyip,
içeri girmeğe izin istedi. Cariye onu içeri getirip, kendisi onun atını
gözetmek için dışarı çıktı. Mevlânâ hazretleri gözünü açıp bir genç gördü ki,
yolculuk eserleri yüzünden belli oluyordu. İşâretle, kimsin ve nereden gelirsin
diye sordu. O genç, ben Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretlerinin
mülâzimlerindenim. Hâce hazretleri beni sizi iyâdete [yoklamağa] ve sıhhat bulacağınız
müjdesini vermeğe gönderdiler. Ben sabah namazını Semerkand’da Hâce hazretleri
ile kıldım. Akşam namazını da yine orada kılıp, orucumu Hâce hazretleri ile
birlikte açmak niyetindeyim. Mevlânâ Muhammed hazretleri ondan bu sözü
işitince, kendinde bir kuvvet hissetti ve kimseden yardım almadan kalkıp
yatağında oturdu. Dolabın kenarında biraz şerbet dururdu. O genç, elini uzattı,
o şerbeti aşağı indirdi ve bir bardak doldurup Mevlânâ Muhammed’e içirdi. Sonra
vedalaşıp, dışarı çıktı ve atına atlayıp sür‘atle uzaklaştı ve kısa zamanda
gözden kayboldu.
O
genç askerin Mevlânâ ile görüşüp, konuşmaları zamanında, Mevlânâ’nın hanımı
bitişik odadaydı. Onların konuşmalarını işitirdi. O genç gider gitmez geldi.
Mevlânâ’yı sıhhat ve kuvvetlenmiş ve yatağında oturur hâlde, şerbet bardağı
önünde durur hâlde görünce hayretler içinde kaldı. Ne oldu, nasıl oldu, diye
sordu. Mevlânâ olanları ona anlattı. Mevlânâ o günün ikindi namazını ayakta
kıldı. İki üç gün sonra tam sıhhate kavuşmuş olarak kalktı ve eskisi gibi ders vermek
için medreseye gitti.
Reşahât
sâhibi der ki: Hâce hazretlerinin eshabından bir aziz, bu hâdiseyi fakîrden
işittiği zaman dedi ki, Hâce hazretlerinin işlerini gören adamlarından sizin
ta‘rîf ettiğiniz şekil ve kıyafette bir kimse vardır. Dâima o hazretin dünya
işlerini görmekle meşguldür. Lâkin ondan hiç böyle şey beklenmez.
Yine
Reşahât sâhibi der ki: Bu fakîr, Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî (kuddise sırruh)
hazretlerinin yüksek oğulları Hâce Kelân hazretleriyle Karşî vilâyetinde Hâce
hazretlerinin kapısını öpmekle şereflendiğim ilk ziyâretlerimde bir nice zaman
O hazretin hizmet ve sohbetlerinde bulundum. Zaman zaman mecliste bu fakîre
hitab edip: “Niçin Horasan’a gitmezsin? Annen baban bana huzursuzluk verir.
Durma, git” derdi. Ben bu bakımdan endişeli idim. Nihâyet Hâce Kelân’a
Horasan’a gitmek için izin verdiler. Fakîre de anne ve babanın yanına dön
buyurdular ve: “Hemen Horasan’a git, yetiş. Baban ve annen bana çok sıkıntı
veriyorlar” dediler ve bu sözü birkaç defa tekrâr ettiler.
O
hazretin bu emr-i şerîflerine binâen, Hâce Kelân hazretleriyle Semerkand’dan
ayrıldık. Hâce Kelân Buhârâ’da birkaç gün kalacağından fakîr durmayıp Hâce
hazretlerinin emri üzere acele ile Horasan’a gelip anne ve babama kavuştuğumda,
Hâce hazretlerinin mükerrem bu fakîre hitaben: “Horasan’a git. Zira baban ve
annen tarafından rahatsız oluyorum” dediklerini söyledim. Birbirine bakıp
ağlaşmağa başladılar ve dediler ki: Doğru buyurmuşlar. Çünkü sen gideliden
beri, her namaz akabinde, Hâce hazretlerine müteveccih olup, ağlayarak ve inleyerek
o hazretten senin evine dönmeni isteyip: “Ey Hâce hazretleri! Bizim
oğulcağımızı geri bize gönder, diye yalvarıp yakarıyorduk” dediler.
Yine
reşahât sâhibi (aleyhirrahme) der ki: İkinci defa Hâce hazretlerinin gönül ve
beden gözlerine sürme olan kapısı eşiğinin tozlarına yüzümü gözümü sürmek
arzusuyla yola çıktığımda, ağlayıp sızlayarak annem ve babamdan rica ettim ve
yalvardım ki, bir daha beni Hâce hazretlerinden istemesinler. Hâce
hazretlerinin rızasına bıraksınlar. Yüksek huzûrları ile şereflendiğim zaman,
hizmet ve mülâzemetim süresince, hiçbir zaman o eski ifâdeleri dillerine
getirmediler ve Horasan’a gitmeğe işâret buyurmadılar.
Hâce
hazretlerinin muhib ve muhlislerinden bir azîz şöyle nakletti: Semerkand’da bir
kölem dört ay kayboldu. Dünyalık olarak ondan başka bir şeyim yoktu.
Semerkand’ın etraf ve kenarlarında tekrar tekrar aramadığım bir yer kalmadı. Ne
kadar uğraştıysam ve çabaladıysam, hiçbir yerde izine rastlayamadım. Şaşırdım,
çaresiz kaldım. Çünkü hem değeri, hem de hizmeti bakımından ona ihtiyâcım
vardı. Ondan başka kimsem yok idi. Sersem vaziyette o köleyi ararken, her
nasılsa sahrada, Hâce hazretleri eshab ve mevâliden bir takım kimselerle
çıkageldiler. Ben sıkıntı ve can darlığından gidip atlarının dizginlerine
yapıştım. Kemâl-i tazarru‘ ve niyâz ile hâlimi arz ettim. Benim kördüğüm olmuş
işimi siz açarsınız, deyip ağladım. Buyurdular ki, ben bir çiftçi kimseyim.
Böyle şeylerden anlamam. Aramak lâzım. Umulur ki, bulunur. Ben yine ısrara,
ibrâma, zorlamağa ve tazarru‘ ve yalvarıp yakarmağa başladım. Ve evliyâullahın
gaibden haber vermesi gibi, hatta gaibi hâzır etmek gibi tasarrufları olduğunu
işitmiş idim. Hem artık takatım kalmadığı ve hem evliyâ hakkında böyle hâller,
tasarruflar ve kerâmetler işittiğim için, kölemi Hâce hazretlerinden istemeğe
devam ettim. Hâce hazretleri böyle bir işi, her ne kadar kendinden uzak
gösterdiler ise de, vazgeçmedim ve atının dizginlerini elinden bırakmadım.
Israrla melce ve sığınağım sensin, deyip, dizginlere sarıldım. Baktılar ki, bu
adamdan kurtuluş yok; bir an sükût edip sonra buyurdular ki: “Köleni şu görünen
köyde hiç aradın mı?” Kaç defa aradım, bulamadım, mahrum ve meyus döndüm,
dedim. Bir daha ara, bulursun, dediler. Ondan sonra atlarını mahmuzlayıp
sür‘atle yürüdüler. Ben de o köye yöneldim. Köyün kenârına gelince, kayb olan
oğlanı gördüm. Bir destiyi su ile doldurup önüne koymuş, şaşkın ve düşünceli
olarak kuru bir yerde durur. Onu görür görmez, gayr-i ihtiyâri feryad ettim:
Bre oğlan! Bu kadar zamandır nerede idin, dedim. Dedi ki, o zaman beni bir adam
ayartıp, alıp Harezm’e götürdü. Bir adama sattı. Bugüne kadar onun hizmetinde
idim. Bugün o kimsenin evine müsafir geldi. Bana dedi ki, git, desti ile su
getir, yemek pişirelim. Ben de desti ile geldim. Suyun kenarına vardım ve
destiyi suya batırdım. Dolunca çıkardım. Kendimi burada, bu kuru yerde buldum.
Şaşkınlığımdan, rüyâ mıdır, yoksa uyanıklıkta mı bir şeyler oldu bilmem,
düşünüp duruyorum, dedi. Ben bildim ki, bu Hâce hazretlerinin kerâmetidir. Bu
durumu görünce hâlim değişti. Hemen oğlanı âzâd edip, Hâce hazretlerinin
hizmet-i şerîflerine geldim. Benim Hâce hazretlerine kavuşmama sebeb, işte bu
hikâyedir derdi.
Reşahât
sâhibi der ki: Her ne kadar vaktin sultanları mâni‘ olup, din âlimleri Hazreti
Hâce’nin hacca gitmesine fetvâ vermemişler ve bu yüzden zâhiren Haremeyn-i
Şerifeyn ziyâretine varamadılarsa da, Irak Şeyhül-islâmı Mîr Abdülvehhâb kaç
kere bildirmiştir ki, ben Mekke’de, Kutb-ül ârifin Abdülkebîr-i Yemenî
hazretlerinden sonra Harem ehlinin büyük şeyhi, arab ve acem, ya‘nî bütün Müslümanların
önderi Şeyh Abdül-Mu‘tî hazretlerine eriştim. Bir gün bir mevzu‘ düştü de, Hâce
hazretlerinin menkıbe ve şemâilinden Şeyh Abdül-Mu‘ti hazretlerine bir nebze
beyân eyledim. Buyurdular ki: “Ta‘rîf ve tavsîfe hâcet yoktur. Ben burada Hâce
hazretleri ile çok sohbetler etmişim ve huzurlarında çok bulunmuşum.” Hâce
hazretlerinin husûsiyet ve hâllerinden o kadar bahs ettiler ki, sanki senelerce
Hâce hazretleri ile beraber bulunmuşlardı.
Mevlânâ
Nizâmeddin hazretlerinin müridi ve ondan sonra Hâce hazretlerine çok mülâzemet
[hizmet ve devâm] etmiş olan Mevlânâzâde Firketî’den adâlet sâhibi, sözüne
güvenilir bir zât nakl eyledi. Mevlânâzâde şöyle anlattı: Bir gün Hace
hazretleri ile bir köyden bir köye gidiyorduk. Mevsim kış ve günler çok kısa
idi. İkindi namazını yolda kıldık. Vakit daralmış, güneş sararmağa başlamış
idi. Gideceğimiz yer ise, oldukça uzak idi. O sahrada dinlenecek, başını
sokacak bir yer yok idi. Hâtırımdan, akşama bir şey kalmadı. Yol tehlûkeli,
hava soğuk, mesafe uzak, hâlimiz nice olur, diye geçti. Hâce hazretleri ise,
tınmayıp at koşturup giderlerdi. Bu düşünce tekrâr tekrâr gelip, bana galib
oldu. Mubârek yüzlerini bana doğru çevirip: “Korkuyor musun? Böyle düşünceleri
bırak! Atını kuvvetli sür. İnşaallah güneş batmadan gideceğimiz yere kavuşuruz”
dediler. Böyle söylediler ve atlarını kamçılayıp, süratle gitmeğe koyuldular.
Ben de arkalarından kuvvetlice atımı sürdüm. Ne zaman güneşin cirmine baksam,
hiç batmadığını görürdüm. Ufka mıhlanmış gibi, yerinde sâbit dururdu. Köyün
kenarına gelinceye kadar, güneş aynı yerde durdu. Köyün duvarından içeri
girdik, güneş öyle kayboldu ki, gurubdan sonra şafakta vâkı‘ olan kızıllık ve
ardındaki beyazlıktan asla eser kalmadı. Âlem birden öyle karanlığa büründü ki,
renk ve şekiller kat‘a görünmez oldu. Beni bir dehşet ve hayret kapladı. Hiç
şübhesiz bildim ki, Hâce hazretlerinin tasarrufudur. Nihayet yoruldum ve atımı
ileri sürdüm. Hazretin yanına geldim. Efendim, Allah için bana açıklayınız! Bu
gördüğümüz nasıl bir hâl, ne gibi bir sır idi. Buyurdular ki, bu, tarîkat
hokkabazlıklarındandır. Vallahü teâlâ a‘lem. Y a‘nî en iyisini Allahu teâlâ
bilir.
Hâce hazretlerinin evlâd, ahfâd [torun] ve eshabının müşâhede
ettikleri kerâmetleri ve hârik-ül-âdeleri. Nakledenlerin hâllerinden de çok
kısa olarak bahsederiz:
Hazreti Hâcegân (rahmetullahi aleyh): İsmi Muhammed bin Ubeydullah’dır. Hâce
hazretlerinin birinci oğullarıdır. Bâtın ve zâhir ilimlerinde mâhir, âlim,
fâdıl ve her ilimde derin idi. Aklî ve naklî ilimlerde kemâle gelmiş idi.
Kitâb, sünnet ve siyer ilimlerinin hakîkatında öyle ince keskin görüşlü idi ki,
hakîkat erbabı diye bilinenlerden aşağı hiçbir tarafı yok idi. Zâhir
ilimlerinde bu kadar güzel sıfatlara sâhib olduğu hâlde, Hâce hazretlerinin
bâtın ilimlerinden de kemâl derece nasîb ve hisse almış idi. Dâimâ
hizmetlerinde bulunanlardan bazıları, kendisinin tasarruf ve hârık-i
âdâtlarından çok bahsederlerdi. Hâce hazretleri Hâcegâna ziyâde ta‘zîm ve
tevkîr ederlerdi. Halbuki babaların çocuklarına bu kadar ta‘zîmi âdetten
değildir.
Reşahât
sâhibi der ki: Bir gün Kefşîr mahallesinde gördüm ki, Mollalar bahçesindeki bir
hücrede [odada] idiler. Başlarına gecelik yerine bir mıkrame [çarşaf veyâ
yastık başı gibi renkli bir kumaş] dolayıp kaygusuzca otururlardı. Eshab ve
ileri gelenlerinden bazı kimseler de yanlarında idi. O sırada birisi gelip,
Hâcegân hazretleri geliyor, deyince, Hâce hazretleri, hemen, tülbendimi,
feracemi ve iç eteğimi getirin buyurdular. Başlarından mıkrameyi çıkarıp,
tülbendlerini ve iç eteklerini giydiler ve feracelerini sırtlarına aldılar ve
kalkıp birkaç adım yürüyüp karşıladılar. Hücreye getirip bütün eshabın üst
yanlarına geçirdiler, ya‘nî kendi yanlarına oturttular. Semerkand’ın molla ve
âlimlerinden bir takım kimseler de, Hâcegân hazretleri ile beraber gelip Hâce
hazretlerinin meclis-i şerîflerinde bulundular. Bir zaman sukût üzere
oturduktan sonra Hâce hazretleri Hâcegân’a dediler ki: İlmî bir söz söyleyip,
üzerinde konuşun! Hâcegân tevazu‘ eylediler. Hâce hazretleri Kadî [Beydavî]
Tefsiri’ni eline alıp tefe‘ül eylediler ve bir âyet üzerinde söze başladılar.
Hâcegân o âyet hakkında zâhir âlimlerinin sözlerinden ve bâtın ehlinin
hakîkatlarından çok sözler söylediler. O kadar tahkîk ve tedkîk buyurdular ki,
o mecliste hâzır olan âlimler, onların bu derin ilmi karşısında parmaklarını
ısırarak hayretlerini beyân ettiler.
Sonra
sofralar kuruldu. Yemek yendi. Yemekten sonra Hâcegân hazretleri çok az oturup,
kalktı ve gitti. Hâce hazretleri yine, birkaç adım onu geçirdiler. Sonra yerine
geldiler. Gecelik yerine yine bir mikrame sardılar. Ferâcelerini ve iç
eteklerini çıkarıp serbest ve rahat olarak oturdular.
Yine
Reşahât sâhibi der ki: Bir gün Hâce hazretleri Hâce Kefşîr mahallesinden
Hâcegânı görmek niyetiyle Versin köyüne doğru hareket ettiler. Fakîr yaya ve
yalnız olarak arkalarından gittim. Ama bir takım olumsuzluklar sebebiyle o
gece, varacağım yere yetişemeyip, yolda kaldım. Ertesi günü Versin’e vâsıl
oldum. Bazı ahbablar, Hâce hazretlerini alıp bir başka köye gittiklerinden,
orada bulamadım. Lâkin Hâcegân hazretlerinin şerefli huzurlarına eriştim. Meğer
Hâcegân hazretleri, o tarihten önce bu fakîrin adını işitmişler ve babamın bazı
eserlerini görmüşlerdi. Fakîrin kim olduğunu bilince, ziyâde iltifatlar edip,
babamın durumunu sordular ve buyurdular ki: Duyduğuma göre babanızın
varlığından, va‘z ve eserlerinden avama ve havasa, ya‘nî herkese tesîr ve
bereket varmış. Tefsîrin hakaikinde ve te’vilin dakaikinde [inceliklerinde] eşi
bulunmaz bir âlim imiş.
Bu
sözden sonra bir takrîble (Ey ateş! İbrâhim için serin ve
esenlik ol) [Enbiyâ-69] Âyet-i kerîmesinin tefsîrine başladılar ve zâhir ve
bâtın uleması sözlerinden çok sözler söylediler. Ve hukemânın, “ateşi”
Nemrud’un kızgınlığı ile ve “serini”, o kızgınlığın sönmesi ile te’vil
ettiklerini red ettiler. Hem de, âyet-i kerîmedeki ateşten murad unsûrî [maddî]
ateştir ki, soğukluk, serinlik ona ârız olur, deyip bir takım aklî ve maddî
mukaddimelerle isbât eylediler. Bu isbât esnâsında mutehakkık âlimlerden o
kadar ince sözler beyân ettiler ki, eğer bunları birisi yazsaydı, bir risâle
olurdu.
Bu
fakîri üç gün üç gece alıkoydular. Yatma zamanı dışında beni yalnız
bırakmadılar. Ve o meclis esnâsında zâhirî ve bâtınî olarak hesabsız inâyetler
ve iltifatlar eylediler. Her yalnız kaldığımızda, Hâce hazretlerinin mülâzemet
şartlarını ve sohbeti edeblerini işâret buyurdular. Ve bu tâife-i aliyyenin
tarîkatlarının inceliklerinden çok nükteler beyân eylediler. Üç gün sonra
fakîre izin verdiler. Bir at dahî inâyet edip, binekli olarak Hâce Kefşîr
mahallesine gönderdiler.
Hâcegân
hazretleri, halk arasında Eşkîbek diye bilinen Şâhbaht Hân’ın huzurunda ve
Özbekler Semerkand’ı istilâ ettiklerinde Endecân tarafına kaçtılar ve orada
âhırete intikal ettiler. Mubârek kabirleri de Endecân’dadır (rahimehullahü
teâlâ).
Reşahât
sâhibi der ki: Hâcegân hazretleri buyurdular ki: İbtida-i hâlde Hâce hazretleri
Taşkend’de idiler. Bir zaman bir akrabamız, yakın bir evde hasta yatıyordu.
Halam, onu yoklamak istedi. Hâce hazretleri iyâdet [hasta ziyâreti, yoklamak]
lâzım değildir, deyip mâni‘ oldular. Bu sırada Hâce hazretleri Firket’e doğru
gittiler. İki iç gün sonra halam Hâce hazretleri Firket’e gitti, bu fırsattan
istifâde ile o hasta kadını ziyâret edeyim, beş dakîkada gider gelirim, onun da
haberi olmaz ve bu vesîle ile sıla-i rahm emrini de yerine getirmiş olurum,
diye düşündü ve bu düşünceyle dışarı çıktı. Ama ne görsün! Beklenmedik bir
zamanda karşısında Hâce hazretlerini buldu ve kendisine: “İyâdete mi
gidiyorsunuz? Geri dönün. Siz, hasta olacağınızdan korkmuyor musunuz? O zaman
sizi iyâdete gelecekler” buyurdular. Halam da, hiç durmadan geri döndü. Eve
girer girmez hastalık alâmetleri belirdi. Ateşli bir hastalığa tutuldu. Bir
nice gün sonra Hâce hazretleri Firket’ten dönüp eve geldi. Halamı ziyâret edip:
“Nene gerek idi, senin hasta sormağa varıp hasta olman!” buyurdular.
Yine
Hâcegân hazretleri buyurdular: Benim halam irfân ehli hanımlardan idi. Hâce
hazretlerinin iltifatları sebebiyle Ehlullah derecelerinin yüksek derecelerine
kavuşmuştu. Zaman zaman Hâce hazretlerinden nakiller eyleyip buyururdu ki: Hâce
hazretleri gençlik yaşında Taşkend’de idiler. Ne zaman bir kabz hâli ârız
olsaydı, tekrar tekrar evden dışarı çıkıp içeri girerlerdi. Lâkin her içeri
girişte, sanki üstünü başını, elbisesini değişmiş, gibi bir başka şekil ve
sûrette görünürdü. Meselâ on defa içeri girdiyse, on ayrı surette içeri
girerdi. Öyle ki, haremde olan kadınlar, içeri bir yabancı adam girdi, diye
feryad ederlerdi. Hâce hazretleri tebessüm edip yine kendi suretlerinde zâhir
olurlardı. Bu şekilde bast ve beşâşet [gülme, açılma] sebebiyle kabz hâlleri
kalkardı. Hâce hazretlerinin böyle şekil ve sûret değişikliği ekseriyâ kabz
hâlleri esnâsında görülürdü.
O hazretin değişik görünmesi: Hazreti Mahdûmî Mevlânâ Nûreddin
Abdurrahmân Câmî (kuddise sirruh) Nefehat-ül Üns kitabında yazar: Cenâb-ı
irşâdmeâb Hâce Nasîreddin Ubeydullah hazretleri (kaddesallahü teâlâ sırreh)
buyurdular: Mevlânâ Ya‘kub-i Çerhî hazretlerine vardığında mubârek yüzlerinde,
insanın görmekten hoşlanmadığı az bir beyazlık vardı. Bana da, kendi hâlinde
değil, daha sert, haşin ve itici göründüler. Bu yüzden bâtınım az kaldı ki,
onlardan kesilip, ye’se kapılacak oldum. Çok üzüldüm. İkinci defa meclislerine
geldiğimde, bana öyle bir muhabbet sıfatıyla zâhir oldu ki, o zamana kadar ben
hiç kimseyi bu kadar sevgili, bu kadar cana yakın ve gönül çekici görmemiştim.
Bana çok iltifat gösterdiler.
Yine
Mevlânâ Câmî (aleyhirrahme) anlatır: Hâce Ubeydullah hazretleri bu hârika
hikâyeyi anlatırken, bu fakîrin nazarında, bir azîzin sıfatıyla zuhûr
eylediler. Azîz dediğim zâta benim büyük bir muhabbetim ve irâdetim var idi, ve
âhırete intikal edeli çok zaman olmuştu. Bir anda o sûreti hal‘ edip [sıyırıp]
evvelki şeklinde zâhir oldular. Ben öyle anladım ki, herhalde ben hayâlen öyle
gördüm. Ama sonra bazı arkadaşlardan işittim ki, benim gördüğümü onlar da
görmüşlerdi.
Mevlânâ
hazretleri der ki: Bu fakîrin itikadı odur ki, bu hal‘ ve lebs [değişme, kendi
sûretinden çıkıp başka sûrette görünme ve tekrâr evvelki hâline dönme] Hâce
hazretlerinin kendi irâde ve istemeleri ile idi. Mevlânâ Ya‘kub hazretlerinden
nakl ettikleri hâdiseyi isbatlamak için göstermişlerdi.
Reşahât
sâhibi der ki: Bu fakîr, Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin eshabından
Mevlânâ Hâcı Mirzâ’dan ve Hâfız İsmâil Rûcî’den işittim. Şöyle anlattılar: Ben
eskiden Hazreti Mahdûmî Mevlânâ Abdurrahman Câmî ile beraber idim. O hal‘ ve
lebsi [değişik hâlde görünmeyi] Hâce hazretlerinden biz de gördük. Mevlânâ
Sadeddin Kaşgarî hazretleri sûretinde zuhûr etmişlerdi. Bu hâdise, Herat’ta
Sultan Ebû Saîd Mirzâ zamanında Seyyid Kanad denilen bir kimsenin İncir Suyu
kenarında bulunan evinde meydana gelmişti.
Yine
Hâcegân hazretleri anlattılar: Hâce hazretlerinin, Sultan Ebû Saîd Mirzâ’nın
ricasıyla Taşkend’den göçüp Semerkand’a geldiği ilk günlerde, Hâce hazretleri,
hizmetkârlarından birini, Semerkand’a gidip birkaç kutu saf bal alıp getirmek
için vâzifelendirdi. O da Semerkand’a gidip birkaç kutu yaptırdı. Bal ile
doldurdu ve ağızlarını deri ile kapatıp mühürledi. Sonra hareket edeceği
sırada, çarşıda bir işi olduğunu hâtırladı ve bir manifaturacıya uğradı.
Kutuları önüne koyup biraz oturdu. O sırada dükkancının tanıdığı güzel bir
kadın çıkageldi. Dükkânın kenarında oturup, manifaturacı ile konuşmağa başladı.
Hâce hazretlerinin hizmetkârı da, iki üç defa kadına haram olarak baktı. Sonra
sarf-ı nazar eyleyip [vaz geçip], kutuları alıp yola revân oldu. Hâce
hazretlerinin hizmetine gelince, Hâce hazretleri şehir dışında, tarlalarda
olduğundan, hizmetkâr kutuları saklayıp, Hâce hazretlerinin arkasından gideyim
dedi. O sırada Hâce hazretleri çıkageldiler. Hizmetkâr kutuları huzuruna
getirdi. Hâce hazretlerinin mübârek gözleri kutuları alınca, birden kızdılar
ve: “Bu kutulardan şarab kokusu geliyor” buyurdular ve kutuları getiren
hizmetkâra ağırlanıp buyurdular ki: “Ey bedbaht! Ben sana bal ısmarlamıştım.
Sen bana şarab mı getirirsin!” Hizmetkâr, ben bal getirdim, dedi. Kutuların
ağızlarını açtıklarında, hepsi de üstüne kadar şarabla dolu görüldü.
Şunu
da arz edelim ki, Hâcegân hazretleri Seyyid Takıyyuddin Muhammed Kirmânî
hazretlerinin damadları idi. Seyyid hazretlerinin kerîmelerinden üç oğlu ile
iki kızları dünyaya gelmiş idi. İlk oğlu Hâce Nizâmeddin Abdülhâdî, ikincisi
Havend Mahmûd, üçüncüsü Hâce Abdulhak idi. Hâcegân hazretlerinin zikr olunan
hanımları vefât edince, Hidâye sâhibinin torunlarından Hâce Muhammed Nizam’ın
kerîmelerinden [kızlarından] biriyle evlendiler. Ondan da üç oğulları ve iki
kızları oldu. Birincisi Hâce Abdülalîm, ikincisi Hâce Abdüş-Şehîd, üçüncüsü
Hâce Ebûl- Feyz idi. Türkî câriyeden de Hâce Muhammed Yûsuf isminde bir oğlu
dünyaya gelmiş idi.
Hâce Muhammed Yahyâ (rahmetullahi aleyh): Hâce hazretlerinin ikinci oğulları olup
gayet mahbûb ve makbûlleri idi. Hayatlarının sonunda bunu kaim makamları
eylediler. Türbelerinin tevelli işini de bu oğullarına vermişlerdi.
Hâce
Muhammed hazretleri, Hâce hazretlerinin meclislerine ne zaman gelseydi, o
hazretten marifet ve hakîkatlar çok zâhir olurdu. Konuşma esnasında Hâce
hazretlerini muhatab alıp söylerlerdi. Halbuki meclislerinde eshabından nice
büyük ilim ve irfân sâhibleri bulunurdu.
Mevlânâ
Abdurrahman Câmî hazretleri, Hâce Muhammed Yahyâ hazretlerine son derece
mutekıd olup, onunla beraber olmağı çok isterdi. Bir gün buyurdular ki: Hâce
Muhammed Yahyâ hazretlerinin Hâcegân tarîkatiyle tam münâsebeti vardır. Çünkü
ağabeyisi Hâcegân hazretlerinde ilim nisbeti gâlib olduğu gibi Hâce Muhammed
Yahyâ hazretlerinde de cezbe nisbeti galibdir.
Reşahât
sâhibi der ki: Hâce Muhammed Yahyâ’nın Heri’ye geldiği günlerden bir gün bu
fakire dediler ki: Gel, seninle Muhammed Rûcî hazretlerini görmeğe gidelim.
Fakîr de emir kabûl edip beraberce gittik. Mevlânâ hazretleri câmiye bitişik
olan evlerinden çıktılar ve son derece edeb ve ta‘zîm ile Hâce hazretleri ile
görüştüler ve kendi evlerine götürdüler ve hararetli sohbet eylediler. O meclis
baştan sona kadar sukût üzere geçti. Ertesi gün Mevlânâ Muhammed Rûcî
hazretlerine varınca, bana buyurdular ki: “Ey kardeşim! Hâce hazretlerinde ne
güzel bir ahlâk ve istidâd vardır. Dün onların şerefli sohbetleri ile müşerref
oldum. Güzel nisbetlerine öyle tutuldum ki, az kalsın gayr-i ihtiyâri na‘ra
vuracaktım. Onların bu sözlerini Hâce hazretlerine ilettim. Gönülleri ferah
olup buyurdular ki: “Ben Mevlânâ’nın sohbetinde kendimi nefy edip, onları isbât
eyledim. Benden ne görmüşlerse, kendilerinden görmüşlerdir.”
Hâce
Muhammed Yahyâ hazretleri, babaları Hâce Ubeydullah hazretlerinin vefâtından
sonra, O hazretin nûrlu mezarları üzerinde [türbede] Hâcegân tarîkasına çok
hizmet ve gayret edip, kalblerini azîzan nisbetiyle meşgul kılmışlardı. Nice
yıllar âdetleri şöyle idi: Yatsı namazını cemâatle kıldıktan sonra, kuşakları
üzerinden bir uzun kemer sıkıca bellerine kuşanır, Hâce hazretlerinin mubârek
kabirleri karşısında iki dizi üzere murakabeye oturur, sabaha kadar hiçbir
uzvunu hareket ettirmeden sukûn ve huzur içinde o hâlde otururlardı. Teheccüd
namazından başka, kalktığı veya hareket ettiği görülmezdi. Bu yüzden Hâce
hazretlerinin eshabı, onların sohbetinde Hâce hazretlerinin keyfiyetini
müşâhede eder, gayet müteessir olurlardı.
Rivâyet
olunur ki, Horasan halkından, Hâcegân hânedânına sâdık irâdesi olan bir kimse,
Hâce hazretlerinin vefâtından sonra Semerkand’a gitmiş idi. O anlattı. Hâce
Kefşîr mahallesinde Hâce hazretlerinin türbelerinde Hâce Muhammed Yahyâ
hazretlerinin şerefli huzurlarına eriştim. Sohbetlerinde tam huzûr buldum. Bir
gün kapılarına vardım. Hâce Muhammed hazretleri haremlerinde idiler. Kapıda
oturdum ve çıkmalarını bekledim. Bu esnâda hâtırıma geldi ki, Hâce Ubeydullah
hazretleri zaman zaman istidadlı kimselerin kalblerine tasarruf eder, onları
kendini kaybetme ve şuursuzluk âlemine eriştirirdi. Acaba Muhammed Yahyâ
hazretlerinin tasarruf kuvvetleri mi yoktur, yoksa hâtır-ı cem‘iyyet edecek
tâlib mi yoktur, diye düşünceye daldım. Ve bu düşünce bende ağır bastı.
Muhakkak cevâb arar hâle geldim. Birden Hâce hazretleri dışarı çıktılar ve
gelip benim yanıma oturdular. Bir zaman sukût edip sonra buyurdular: “Tasarruf
sâhibleri çeşit çeşittir. Kimi Allahu teâlânın izniyle mezun [izinli] ve
muhtârdır. Kendi irâde ve ihtiyârları ile ne zaman isterlerse ve kimin kalbinde
tasarrufu murad ederlerse, tasarruf edip, onu fenâ ve bîhodluk [kendinde
olmamaklık] makamına eriştirir. Kimi de şöyledir ki, tasarruf kuvvetleri olduğu
hâlde, yine de emr-i gaybî olmadan tasarruf eylemez. Mebdeden olmadıkça kimseye
teveccüh eylemez. Kimi de öyledir ki, zaman zaman kendisine bir sıfat ve bir
hâl galib olur da, o hâlin galebesiyle mağlub oldukları zaman, müridlerin
bâtınında tasarruf eder ve kendindeki hâllerle onları hâllendirir. O hâlde, bir
kimse muhtâr, me‘zun, memûr ve mağlûb değilse, ondan tasarruf beklememelidir.”
Bu
sözü söylerken, bir iltifat eylediler ki, bana bir keyfiyet el verip, kendimi
kaybettim. Aklım başımdan gitti. Yıkıldım. Kendimi ve diğerlerini bilmez oldum.
Bu hâl bir hayli zaman devam etti. Bir müddet sonra aklım başıma geldi. Gözümü
açtım. Gördüm ki, oturduğum yerde bir yanım üzerine yatıp düşmüş ve
yuvarlanmışım. Hâce Muhammed Yahyâ hazretleri de, gözleri yumuk murakabede
dururlardı. Hemen kalktım ve önceki gibi oturdum. O hâlin zuhûrundan sonra Hâce
Muhammed Yahyâ’nın tasarruf sâhiblerinden olduğunda şübhem kalmadı.
Hâce
hazretleri çok gayretli ve katı idiler. Babaları Hâce hazretlerine muhabbetin
çokluğundan, kimse onlar ile bâtınî muâmele etmek istemezdi. Ne zaman çıkıp
meclise gelse, eshab onun korkusundan sohbeti terk ederlerdi. Zira bazı eshab
Hâce’den bâtınî [ma nevî] sille yemişler idi. Hâce Muhammed Yahyâ hazretleri
eshabın gayretinden üç kere Hâce hazretlerinin sohbetini bırakıp Hicâz seferine
gitmişlerdir. Birinci defasında Buhârâ’ya kadar gitmişler. İkincisinde Herat’a
kadar gitmişlerdir. Üçüncüsünde Yezd’e kadar gitmişlerdir. Lâkin Hâce Muhammed
ne zaman sefere gitmek isterse, Hâce hazretleri câzibe kuvveti ve bâtınî
teveccüh ile Hâce Muhammed’i yoldan döndürmüşlerdir.
Bir
gün Karşî’de öğle namazından sonra Hâce Muhammed Yahyâ hizmetleri Hâce
hazretleri ile tenhâ [yalnız] sohbet edip, kendi kalb hâllerini arz ederlerdi.
Hâce hazretleri de büyük teveccüh ve iltifatlar edip, hararetli sohbetleri
vardı. Eshab dışarıda bekleyip dururlardı. Sohbet uzadı. İkindi vakti oldu.
Müezzin Hâce Muhammed Yahyâ’nın Hâce Hazretleri ile baş başa sohbet ettiklerini
bilmeyip, ikindinin evvel vaktinde ezanı okudu. Hâce hazretleri taharete
kalkıp, Hâce Muhammed Yahyâ’nın bazı sözleri tamamlanmadan kaldı. Hâce Muhammed
hazretleri zannetti ki, eshab hasedlerinden müezzine erken ezân okutup
sohbetlerini dağıtmak istemişler. Kızgın bir hâlde dışarı çıkıp, eshaba: “İşte,
ben Hâce hazretlerini size bırakıp gittim. Şimdi siz rahat rahat onunla sohbet
edin” dediler ve hemen o anda, Hâce hazretlerinden sefere izin istemeden atına
atladı. Hizmetkârlara bile haber etmeyip, Hicâz seferine niyetle Horasan’a
müteveccih oldular. Bir zaman sonra hizmetkârları ve tâbi‘leri duyup bir nice
katar, deve ve katır ile sefer tedârikini yapıp acele ile arkalarına düştüler.
Âmu Deryâ kenârında Hâce Muhammed hazretlerine yetiştiler. Ve Hâce Muhammed
hazretleri Karşî’den zamansız gittiği için eshabın arasına bu durumun
zuhurundan huzursuzluk meydana geldi. Vaziyeti Hâce hazretlerine arz eylediler.
Hâce hazretleri, Hâce Muhammed’in gittiğinden müteessir olup acele ile
Horasan’a Mevlânâ Câmî hazretlerine bir adam gönderdiler ve mümkünse Hâce
Muhammed’i yoldan geri döndürmesini ricâ ettiler.
Hâce
Herat’a gelip Sadedin Kaşgarî Türbesi yanında Hâce Ebûl- Berke evine
konaklayınca, Mevlânâ Câmî hazretleri onları görmeğe geldi. Konuşma arasında
güzel ifâdeler, latîf ve edebli sözlerle, dönmelerinin münâsib olduğunu
söylemeğe başladı. Hâce Muhammed Yahyâ hazretleri edeb ve tevazu ile: “Bu
yolculuğa öyle kesin bir kararla başlanmıştır ki, aksini yapmağa güç kalmadı”
Dedi. Mevlânâ Câmî onlardan bu sözü işittikten sonra, artık daha üstelemedi.
Hâce hazretlerinin gönderdikleri adam meyûs [ümidsiz] olup geri göndü. Bir
hafta sonra Hâce Muhammed Yezd’e doğru hareket ettiler. Yezd’e vâsıl olduktan
sonra, ne zaman Yezd’den gitmek isteseler, ateşli hastalığa tutuldular ve ne
zaman gitmekten vazgeçseler, hemen hastalıkları sıhhate dönmüştür. Nihâyet
anladı ki, Hâce hazretleri onları kerâmet kuvveti ile salıvermiyor. Bu sırada
bir gece rüyâda gördüler. Uyanınca, kendinden habersizcesine yataktan sıçrayıp,
sabahı beklemeden alelacele papuçlarını giyip tavlaya geldiler, Atı eyerlemek
ve çizme giymek zahmetine girmeden, kendilerine mahsûs olan ata bindiler.
Hizmetkâr
ve eshabı yerlerinden sıçrayıp, önlerine vardıkta, eyerli atla çizmeyi ardımdan
yetiştirin ki, Hâce hazretleri beni istediler. Eğlenmeğe vakit ve imkân yoktur,
deyip, çıplak atı mahmuzladılar. Horasan’a doğru hareket ettiler. Hizmetçi ve
diğerleri hızla ve acele ile ağırlıkları ve eşyaları yükletip, bir sonraki
menzilde Hâce Muhammed’e yetiştiler.
Reşahât
sahibi der ki: Hâce Muhammed hazretleri Herî’ye uğradıklarında, hiç
eğlenmediler. Fakîr de onların beraberinde bulunduğum hâlde Semerkand’a
yöneldik. Bu sefer 893 (m.1488) Rebi‘ülâhir ayının ilk günlerinde idi. Hâce
hazretleri öyle sür‘atli giderlerdi ki, benim atım ve katırım gayet kuvvetli
yürür iken, yine de Hâce hazretlerine Kırk Kızlar denilen yere kadar ancak
yoldaş olabildim. O kadar sür‘atle gidiyorlardı ki, bir çok atı yolda kaldı.
Kaç defa hâtırımdan geçti ki, Hâce Muhammed hazretlerine sorayım: Hicâz’a
gitmenizdeki acele ne idi ve şimdi bu derece sür‘atle dönmenizin sebebi nedir?
Edebe riâyet edip, belki kendileri söylerler diye sabr ettim. Mezkûr Kırk Kızlar
mevkiine vardığımızda, Hâce Muhammed hazretleri fakîre hitaben buyurdular: “Ey
falan! Ben çok sür‘atle gidiyorum. Siz bana yoldaş olmaktan zahmet çekersiniz.
Münâsib olan odur ki, bizimkilerle beraber, deve yürüyüşü ile, rahat ve yavaş
yavaş gelip Semerkand’da bize erişesiniz. Eğer hatırınızdan, Hicâz seferine
evvelki azîmetiniz kararlaştırılmıştı, ne oldu ve şimdi bu derece sür‘atle
dönüş nedir, diye geçerse, hâl budur ki, bir gece Yezd’de Hicâz seferine karar
vermişken rüyamda gördüm ki, Hâce hazretleri geldiler. Ayakkabılarımı Semerkand
tarafına döndürdüler. Uyandığımda kalbimde Hâce hazretleri tarafına bir şevk,
bir heyecan, bir meyil, bir çekilme buldum ve gayr-i ihtiyâri durmağa mecâlim
kalmadı. Gecenin yarısında döşeğimdem kalkıp, pabuçlarımı giydim, tavlaya
vardım. Atı eyerlemeğe eğlenmeyip, bir çıplak ata atlayıp gittim. Seninle
yoldaş olalıdan beri, sen de görüyorsun ki, ne kadar sür‘atle gidiyorum. Hâce
hazretleri cezbe kemendini canımın boynuna salmış, çeke çeke beni kendine doğru
yaklaştırıyorlar. Şunu da açıkça ifâde edebilirim ki, bu acele gidiş ve bu
heyacanlı hâlim, onların huzurlarına kavuşmayınca son bulmaz” dediler ve
atlarını kamçılayıp hızla uzaklaştılar. Fâkir eşyalar ve ağırlıklarla ve
hizmetkârlardan bir takımla bir aydan sonra Semerkand’da yanlarına varabildim.
Ve
yine Hâce Muhammed Yahyâ buyurdular: Yezd’den döndükten sonra bir müddet geçti.
Tekrâr Hicâz seferi arzusu içime düştü ve bu istek gittikçe kuvvetlendi.
Mevlânâ Seyyid Hasan hazretlerinden, bana Hâce hazretlerinden izin almasını
rica ettim. Mevlânâ hazretleri uygun bir yerde ve zamanda bu istediğimi Hâce
hazretlerine arz etti ve izin isteğimizi söyledi. Hâce hazretleri buyurdular:
Bu seferden muradları nedir? Mevlânâ benden sordular. Bu arzu ve
rahatsızlığımın sebebi: “Benim ölümü ziyâret eden, beni diri iken ziyâret
etmiş gibidir” hadîs-i şerifidir. Mevlânâ bu cevabı Hâce
hazretlerine arz edince, Hâce hazretleri: “Bize bu cevabda üç gün mühlet verin
ve iş nasıl olur görelim” buyurdular. Hâce Muhammed Yahyâ der ki: Üçüncü gece
rüyada gördüm ki, Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) zâhir oldular.
Gayr-i ihtiyâri mubârek ayaklarına yüz sürdüm. Buyurdular: “Babanı çağır,
oturup konuşalım.” Ben de seğirttim. Hâce hazretlerini çağırdım. Acele ile
geldiler. Resûl-i ekrem (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretleri onları
sağ yanlarına oturttular. Ben de önlerinde oturdum. Başımı aşağı salıp, gözümü
yumup durdum. Biraz sonra başımı kaldırıp baktım. Gördüm ki, Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) sûretinde iki kişi oturur; babam ortada yok.
İkisi de bir sûrette ve bir şekilde olup, en küçük bir fark yok idi. Hangisi O
hazret, hangisi babam olduğunu ayıracak en ufak bir ayrıntı yoktu. Bu hayret ve
dehşet ile uyandım. Seher vakti idi. Hemen abdest alıp Hâce hazretlerinin
hizmet-i şerîflerine geldim. Gördüm ki, teheccüdü kılmışlar, murâkabede
oturuyorlar. Ben de yavaş yavaş geldim, oturdum. Mubârek başlarını kaldırıp
buyurdular: Hâce Muhammed, maksadın hâsıl olup, muradını buldun mu? Artık bizi
daha rahatsız etme. İhtiyarladım ve didâr ganimettir. Ben de kalktım. Mubârek
ayaklarına yüzümü sürdüm. Artık bir daha öyle düşünceleri hâtırıma getirmedim.
Yine
Hâce Muhammed buyurdular: Hâce hazretleri bana râbıta yapma usûlünü
bildirdiler. Hâce hazretlerinin huzurunda oturduğum ve bu yolda yapacağım ilk
meşguliyetlerim sırasında idi. Eshabdan bir takım kimseler de orada idi.
Hâtırıma, teveccüh zamanında Hâce hazretlerinin yüzüne mi, yoksa gözüne mi
teveccüh etmek lâzımdır, diye geldi. Bu düşünce ile Hâce hazretlerine baktım. Gördüm
ki, şehâdet parmağıyla iki kaşlarının arasına işâret eylediler. Anlaşıldı ki,
iki kaşlarının arasına teveccüh etmek [gözleri kapalı olduğu hâlde şeyhinin iki
kaşı arasına bakar gibi bulunmak] lâzım imiş. Bu işâretin vuku‘undan sonra
eshab dağıldı. Yalnız kaldık. Önceki şekilde açıkça izah ettiler.
Ve
yine Hâce Muhammed hazretleri anlattılar: Bir kere içimde bir huzursuzluğum
vardı. Son derece perişanlıkla Hâce hazretlerinin huzûr-i şeriflerine geldim.
Baktım, bazı vekillerinin hesab işlerini görürlerdi ve konuşmaları hayli uzadı.
Sıkıldım, çok daraldım. Birden bir ağaca çok sayıda serçeler konmuş iken,
ânîden bir kişinin taş atmasıyla hepsinin uçup bir tarafa gitmesi gibi, bana
bir keyfiyyet hâsıl oldu. İçim düşüncelerden kurtulup, kalb itminanı hâsıl oldu.
Bu hâlde iken Hâce hazretlerine baktım. Gördüm ki, mubârek gözleri bende,
keskin keskin bana bakarlar. Sonra, ancak benim duyabileceğim kadar yavaş bir
sesle buyurdular ki: Bu vardır, o vardır, bu da vardır. Sonra hesablarını
gördükleri hizmetkârlara: “Varın, gidin, benim bununla yalnız halledilecek işim
vardır” buyurdular. O kimseler, gittikten sonra Hâce hazretleri bana sitemle
buyurdular ki: “Bir kimse bâtınında bir parça perişanlık olmakla, onun hâtırı
için bir kimse kendi işini bırakmaz. Böyle şeyleri hâtıra getirmemek lâzımdır.
Bakarsın öyle bir zaman olur ki, orada babalık ve oğulluk konuşulmaz. Bunun
için kişi gayret etmeli ve bu gibi şeyleri görmekten daralmamalı, teşvîşe
düşmemelidir.”
Hâce
hazretleri tenhâda [yalnızken], Hâce Muhammed Yahyâ hazretlerine İmam-ı hümâm,
saîd ve şehîd Hazreti Hüseyin (radıyallahu teâlâ anh) hazretlerinin
menâkıbından çok bahsettiler. Onların ahvâlinden çok hikâyeler anlattılar.
Senin istidadının Hazreti İmam’ın rûhaniyyeti ile tam münâsebeti vardır.
Onların şerbetinden büyük pay alırsın dediler. Gerçekten Hâce hazretlerinin
vefatından sonra Şâhbaht Hân Semerkand’ı aldığında 950 (m.1543) senesi
Muharrem’inin başlarında, Hâce Muhammed Yahyâ hazretlerini muaheze ve mutalebe
eyledi. Bütün malını, mülkünü, dünyevî sebeblerini elinden aldı. Hâce Muhammed
hazretleri o zaman buyurdular ki: Umarım ki, bu Aşure gününde, Hâce
hazretlerinin bana mükerreren işâret buyurdukları o münâsebetin eseri zâhir
olur.
O
günlerde, Hân onların Horasan’a gitmesine izin verdi. Hâce Muhammed hazretleri
de, hanımı, çoluk çocuğu, akraba ve yakınları ile Horasan’a hareket ettiler.
Özbek ekâbir ve umerasından bir takım kimseler basit ve noksan görüşleri
sebebiyle, Hâce Muhammed Yahyâ’nın evlâdı ile birlikte Horasan’a gitmelerini
doğru görmediler. Bunlar o tarafa giderse, belki fitne çıkar korkusuyla, bu
işin en doğrusu, bunları burada öldürmektir diye Hân’a arz eylediler. Hân bu
fikri uygun görmeyip, sözlerini dinlemeyen umerâ, ibrâm ve ilhahı [ısrarı]
hadden geçirip, o kadar kabalık ve sertlik gösterdiler ki, Hân acîz kalıp:
“Mülkün ve dinin nizamı neyi gerektiriyorsa, öyle yapın” deyip, gizlice bir
mahremine [yakın adamına] kendi husûsî atlarından gayet kuvvetli ve koşan bir
at verdi. Çok acele olarak Hâce’ye gönderdi ve: “Bir kısım ümerâ size kasd
edecekler. Ne kadar mâni‘ olmak istedimse de, mümkün olmadı. İşte sana kuvvetli
ve iyi koşan bir at gönderdim. Ben bu ata tam güveniyorum. Gecede otuz fersah
yol alır ve yorulmak bilmez. At sana ulaştığı gibi, hemen kendin cemaatinin
içinden çıkıp, yalnız olarak ona bin ve Horasan’a hareket et. Çoluk çocuğunun
ve akrabanın kaldığına üzülme. Bu bakımdan gönlünü hoş tut. Ben bu taraftan
onları himâye ederim ve kimseden onlara bir zarar ve ihânete izin vermem”
haberini gönderdi. Hân’ın mahremi atı Hâce’ye eriştirdi. Hâce hazretleri gayret
ve hamiyyetleri gereği çoluk çocuğunu ve yakınlarını yalnız bırakıp gitmeyi
uygun görmeyip, Hân’ın mahremine şöyle söyledi: Hâce hazretleri her zaman bana,
yalnızken müjde verir ve bazı hâdiselerin zuhuruna işâret ederlerdi. Ben onu
gözetliyorum. Umarım ki, hakkımızda hayırlısı olur. Hân’a bizden selâm götürün
ve deyin ki: Lütf ve kerem eylediler. Kendilerine düşen ihsânı esirgemediler.
Hak teâlâ ona hayırlı karşılıklar versin. Hân’ın atını iâde ettiler. Kendileri
yanında bulunanlarla beraber Germine yolundan Horasan’a hareket ettiler.
Taşkend kasabasına ulaştılar. Bu kasaba Semerkand’dan dokuz fersah mesafededir.
Yolda
giderken hayret ve garîblik yoluyla buyurdular ki: Ben o hayretteyim ve hatta
yakînen biliyorum ki, Hâce hazretlerinin işâret ve beşâretleri hakdır,
doğrudur. Lâkin eseri asla zuhura gelmedi. Acaba hikmeti nedir! Bu düşünceler
ile yola devam ederken, Taşkend’in köylerinden Büyük Su köyüne geldiklerinde,
Muharrem ayının on birinci günüydü. Âniden Özbeklerden üç yüz kadar atlı o
sahrada arkalarından yetişip Hâce Muhammed Yahyâ hazretlerini ve büyük oğulları
Hâce Muhammed Zekeriyyâ ile Hâce Abdül-Bâkî hazretlerini şehîd ettiler. Kalan
evlâd ve akrabasını tekrar Semerkand’a götürdüler.
Hâce
hazretlerinin ahbab ve dostlarından kimseler, Hâce Muhammed hazretlerinin ve
iki oğullarının mubârek nâ‘şlarını Hâce Kefşîr mahallesine getirdiler ve o gün
Semerkand’da, Hâce Muhammed Yahyâ’nın ve oğullarının cenâze namazında hazır
olmak için, o kadar insan toplandı ki, sanki kıyâmet kopmuştu. Cenâze namazı
kılındıktan sonra Hâce Muhammed’i ve iki oğlunu birlikte Muhavvat-i meleyânda
[mollalar hazırasında-husûsî mezarlığında] babaları Hâce Ubeydullah
hazretlerinin mubârek kabirleri yanında defn eylediler. Rahimehümülllahü
rahmeten vâsiaten!
Şurası
gizli kalmasın ki, Hâce Ubeydullah hazretleri Hâcegân hazretlerinin annesinin
vefâtından sonra, kendi akrabalarından bir kadınla evlendi. Hâce Muhammed Yahyâ
o hanımdandır. Hâce Muhammed Yahyâ hazretleri evlendikten sonra, Hak teâlâ
kendilerine üç oğul ve iki kız evlâd verdi. Oğullarından biri Hâce Muhammed
Zekeriyyâ, diğeri Hâce Abdül- Bâkî ve üçüncüsü Hâce Muhammed Emîn idi.
MEVLÂNÂ SEYYİD HASAN (rahimehullah): Hâce Ubeydullah Taşkendî
hazretlerinin eshabının büyüklerinden idiler. Bazı hizmetkârlardan işittik:
Seyyid Hasan daha sabî [çocuk] iken, babası onu Hâce hazretlerinin şerefli
meclislerine getirdi. Hâce hazretlerinin önünde bir tasta bal vardı. Seyyid
Hasan balı görünce, balın yanında geldi ve ondan yiyebildiği kadar yedi. O bal
yerken, Hâce hazretleri ona, adın nedir, diye sordular. Kendini bala
verdiğinden, bal, dedi. Hâce hazretleri tebessüm edip buyurdular ki: “Bu
oğlanda kemâl mertebe kabiliyet vardır. Zira bu kadar bal tadı almakla, bala o
derece gönül vermiş ki, o sevgisinden kendini kaybedip, ismini sorduklarında,
bal ismini ağzından çıkıvermiş. Demek ki, bunun can [rûh, kalb] dimağına baldan
tatlı bir şey hâsıl olursa, elbette onda bundan ziyâde müstağrak [gark,
gömülme] ve müstehlek olsa gerektir.”
Mevlânâ
Seyyid Hasan’ı babasından aldılar. Kendi terbiye kucaklarında, mektebe
gönderdiler. Kur’ân-ı azîmi hatm ettirdiler. Sonra Hâce hazretlerinin emr-i
şerîfleri ile ilim tahsîli ile meşgul oldu. Derin âlimler arasına katıldı. O
esnâda Hâce hazretlerinin bâtınî tasarruflarından terbiye olunup kemâl
mertebesine, belki tekmîl ve ikmâl derecesine kavuştu.
Reşahât
sâhibi der ki: Hâce hazretlerinin eshabının büyüklerinden birinden duydum:
Mevlânâ Seyyid Hasan hazretlerinin tâliblerin bâtınlarını tasarrufda kemâl
derecede tasarruf kuvvetleri vardı. Lâkin Hâce hazretlerinin edebine riâyetle,
kendini mürşid yerine koyup, kimsenin bâtınına tasarrufla meşgul olmazdı.
Bazı
azîzler bildirdiler: Mevlânâ Seyyid Hasan bir nice gün Muhavvata-i meleyânda
[medresede] hasta olmuştu. Hâce hazretleri o esnâda Mevlânâ Kâsım
hizmetlerinden, Mevlânâ Seyyid Hasan’ı yokladınız mı, diye sordular. Yoklamadım
efendim, dedi. Hâce hazretleri kızdılar ve “Siz onu ne zannedersiniz. O sizin
bildiğinizden yüksektir. Sen ki Mevlânâ Kasım’sın, daha elli yıl ona hizmet
etmen lâzımdır” buyurdular.
Yine
bazı azîzlerden dinledim: Bir gün Hâce hazretleri Mevlânâ Seyyid Hasan hakkında
şu ifâdeyi buyurdular: Bizim Mevlânâ Seyyid Hasan’ımız ma‘nevî kemâl
derecelerinde Şeyh Rükneddin Alâüddevle’den (kuddise sırruh) hiç eksik değildir.
İkisinin arasında şu kadar fark vardır ki, Şeyh Rükneddin Alâüddevle şeyh
oldular, Mevlânâ Seyyid Hasan olmadı.
REŞHA-377: Hâce hazretleri buyurdular: Mevlânâ Rükneddin Hâfî
(aleyhirrahme) derlerdi ki, Şeyh Behâeddin Ömer’in bidâyeti, Şeyh Rükneddin
Alâüddevle’nin nihayeti idi. Ben bu sözü Hâce Fadlullah Şeyh Ebûlleys’in
huzurunda nakl eyledim. Ziyâde gadaba gelip [çok kızıp], bu mümkün değildir
dediler, ama muhaldir demelerine hiçbir delilleri yok idi. Belki hadîs-i
şerîfde: “Ümmetim yağmur gibidir, evveli mi sonu mu hayırlıdır
bilinmez” buyurulması bu sözün cevazına delildir ve Hâce Behâeddin
Nakşibend (kaddesallahü teâlâ sırreh) hazretlerinden de nakl olunur ki,
buyurmuşlardır: “Behâeddin’in bidâyeti Bayezid-i Bestamî’nin nihâyetidir.”
Anlaşılan şu ki, Hâce Behâeddin hazretlerinin bu sözü, bir esasa dayanmaktadır.
Lâkin Selefin [öncekilerin] hüsn-i akîdesi, bazı kimselerin bu mes’eleyi uzak
görmesine sebeb olmuştur. Amma hadîs-i şerîfin vuruduna ve müteahhir âlimlerin
büyüklerinin sözlerine göre uzak değildir. Selef ve mütekaddiminin hepsi, halef
ve müteahhirinin hepsinden fazîletli değildir.
Reşahât
sâhibi der ki: Hâce’nin Kefşîr mahallesinde bulunduğu zaman, bu fakîr arada
sırada Mevlânâ Seyyid Hasan hazretleriyle görüşürdüm. Onlardan ziyâde iltifatlar
görürdüm. Bir gün Hâce hazretleri vilâyet dışından gelip Hâce Kefşîr
mahallesine indiler. Semerkand pâdişahı, umerâ [üst rutbeliler] ve devletin
ileri gelenleri Hâce hazretretlerini ziyârete gelmeğe başladılar. Fukara
[müridler] ve ahibbâ üç gün Hâce hazretlerinin şeref-i sohbetinden mahrûm
oldular. O zaman hâtırımızdan çok geçerdi ki, keşke Hâce hazretleri pâdişah ve
devlet adamları ile bir araya gelmeyip bir zâviyede otursalardı, tâliblerin
hâlleri ile daha çok alâkalanırlardı. Bu düşünce ile Mevlânâ Seyyid Hasan’ın
huzuruna vardım. Gördüm ki, Mevâli- i Semerkand’dan üç dört pîr-i azîz ile
oturup, İhyâ-ül-Ulûm kitâbından birkaç nüshayı önlerine koymuşlar
mukabele [okurlar] ve tashîh ederler. Beni görünce okumayı kesip bir zaman
sukût ettiler. Sonra fakîre dönüp buyurdular ki: Bir âlimden duydum. Dedi ki,
birkaç kere Hâce hazretlerinin mülâzemetlerine vardım. Hâtırımdan geçti ki,
Hâce hazretleri ne için bir dağ köşesinde oturup huzûr eylemezler ve halk
içinde bu kadar kesret ve tefrikaya [çeşitli iş ve meşgalelere] düşüp,
sultanların, vâlilerin, devlet adamlarının gelip gitmesine mübtelâ olurlar ve o
kadar imkân bulamazlar ki, bir kısım tâliblerin hâllerine müteveccih olup
mubârek hâtırlarını [gönüllerini] onların bâtın cem‘iyyetlerini temîne tevcih
edeler.
Bu
düşüncenin tekrârı, hattâ galib gelmesinden [ağır basmasından] sonra Hâce
hazretlerinin huzurlarına vardım. Meclis-i şerîflerinde oturur oturmaz bana
bakıp buyurdular ki: “Benim müşkül bir meselem vardır. Sizden ona cevab
isterim. O mesele şudur ki, bir kimse, sultanlar, hâkimler ve zâlimlerle
konuşsa ve o kimsenin ricâsı ve aracılığı ile Müslümanlar zâlimlerin zulmünden
ve eziyet edenlerin eziyetlerinden kurtulsalar ve o şahsın sözü ile kötülük
rusum ve âdetleri bertaraf edilse, acaba o kimse için câiz olur mu ki,
mazlumları zâlimlerin elinde bırakıp, bir dağ köşesine çekilip taat ve ibâdetle
ve irâdet sâhiblerini terbiye ile meşgul olsun. O şahıs bu iki işten hangisini
yaparsa, daha iyi yapmış olur.” Ben dedim ki, buna göre uzleti bırakıp zâlimlerle
görüşmek farzdır. Belki böyle bir durumda Müslümanları zâlimlerin elinde
bırakıp uzlet ve ibâdeti ihtiyâr etmek günâhdır ve vebâldir.
Hâce
hazretleri tebessüm ederek buyurdular ki: Mâdem ki, kendin fetvâ verirsin, yâ
niçin itiraz edersin!
Reşahât
sâhibi der ki: Mevlânâ Seyyid hazretleri bu nakli bildirmekle bu fakirin
düşüncesini de cevablandırdı ve o sıkıntım gitti.
MEVLÂNÂ SİRACEDDİN KASIM (kuddise sırruh): Hâce hazretlerinin
eshabının en büyüklerinden, yetiştirdiği azîzlerin en ileri gelenlerindendir.
Mahbûb ve makbûllerdendir. Dâima Hâce hazretlerini takib eder, bir an olsun
yanlarından ayrılmazdı. Hep gölgeleri gibi olup, kendinden fânî ve O hazret ile
bâkî olduğundan, o diyârın azîzleri kendisine “Hâce hazretlerinin gölgesi”
ismini vermişlerdi.
İlk
zamanlar Hâce hazretleri Mevlânâ’ya bağ hizmetlerini vermişti. Her sabah kazma
ve luzûmlu âletleri alır bağa gelirdi. Hanımı, karnı acıktığında yemesi için,
koynuna bir iki ekmek koyardı. Mevlânâ bağa gider, akşama kadar, budama ve
diğer işlerle meşgul olurdu. Akşam eve gelip, kuşağını çözdüğünde koynundan
ekmekler düşerdi. Hâcegân yolundaki meşguliyetinin çokluğundan ve azîzlerin hâl
ve keyfiyetleri ile hallenmiş olduğundan, koynunda ekmek bulunduğunu ve ekmek
yemek icâbettiğini unuturdu. Mevlânâ hazretlerinden bunun gibi hikâyeler ve
azîzlere âid keyfiyyetlerin ağır basmasıyla meydana gelen unutma hâlleri,
kendinden haberi olmama keyfiyetleri ile alakalı menkıbeler çoktur. Anlatmağa
kalkarsak uzun sürer. Gaybet, keyfiyet, istiğrak ve bîhodî nisbetleri kendilerinde
gâlib idi.
Bir
gün Hâce hazretleri bir köyde idiler. Çadırın içinde oturuyorlardı. Eshabının
ileri gelenlerinden ve büyüklerinden, hizmetinde bulunanların muhteremlerinden
ve ahbabından bir takım kimseler etrafında toplanmış dururlardı. Hâce hazretlerinin
hoş vakti ve keyfiyet-i galabeleri var idi. Mubârek yüzleri parlak ve nurlu,
gözleri ziyâdar idi. Yüksek ma‘rifetler ve hakîkatlardan konuşuyorlardı.
Mevlânâ Kasım hazretleri o mecliste her zaman kendinden gaib olurdu. Hâce
hazretleri kendisini hâzır ederlerdi. Ya‘nî kendine getirirlerdi. Bu halet
tekrar tekrar vâkı‘ olunca, Hâce hazretleri kızdılar ve buyurdular ki: “Mevlânâ
Kasım! Yoksa bilmez misin ki, kim bir dâireye girerse, dâima dâiresini gözetip,
ondan dışarı çıkmaması gerektir. Adımını dâireden dışarı atmamak lâzımdır.
Dâireden dışarı adım atmak, edeb yolundan ayrılmaktır.”
Reşahât
sâhibi (aleyhirrahme) derki: Hazreti Mahdûmî Mevlânâ Abdurrahman Câmî
(kaddesallahü teâlâ sırreh-üs-sâmî), Hâce hazretlerinin eshabından hiçbirini
Mevlânâ Kasım ile eşit tutmazdı. Onu çok medh ü senâ ederdi. Nice defa
buyurmuştur ki: Mevlânâ Kasım bu nisbette yağda doğranmış ekmek gibidir. Ya‘nî
bedeni bütün kıl diblerine varıncaya kadar bu nisbet ile doludur.
Reşahât
sâhibi der ki: Bu fakîr Hâce hazretlerinin yüksek kapılarına gelmek
istediğimde, henüz yirmi iki yaşında idim. Hazreti Mahdûmî Mevlânâ Abdurrahman
Câmî hazretlerinden izin istedim. Sen çok tazesin, Hâce hazretleri ise çok
uludur. Şanlarının, mertebelerinin yüksekliğinden ötürü talebe ile o kadar alâkalanmazlar.
Bunun için oraya vardığında belki de çabuk pişman olursun. Eğer muhakkak gitmek
istiyorsan, Mevlânâ Kasım hazretlerine varıp çokca mülâzemet edesin. Dedim ki,
eğer inâyet edip, bu fakîre iltifat ve alâka göstermeleri için, onlara iki üç
kelime yazarsanız, bizim için büyük lutf olur. Bu istirhamım üzerine Mevlânâ
Câmî hazretlerinin, Mevlânâ Kasım hazretlerine yazdıkları mektub şudur. Aynen
[Farçadan tercüme ederek] yazıyorum: “İhtiyâç, küçüklük ve kırıklığımı arz
ettikten sonra, mar‘uzatım şudur: Hıdmet-i Mevlevî Fahreddin Alî’nin evliyâya
muhabbeti çoktur. Evliyâ yuvası yüksek sarayın kapısında hizmet görenlerin
ayaklarının değdiği toprağı öpmek arzusuyla o tarafa hareket etti. Hiç şüphe
yoktur ki, yardım nazarınız onunla olmaktan memnûn ve bu güvene kavuşmakla
mahzûz olacaktır. Vesselâm vel-ikrâm.”
El-Fakîr
Abdurrahman Câmî
Mevlânâ
Sadeddin Kaşgarî (kuddise sırruh) hazretlerinin yüksek oğulları Hâce Kelân’la
birlikte Karşî’den Hâce hazretlerinin huzurlarına vâsıl olduğumda, Hazreti
Mahdûmî Mevlânâ Abdurrahman Câmî hazretlerinin mektubunu Mevlânâ Kasım’a
verdim. Okuyup, ayağa kalktı ve başının üzerine koydular. Orada olduğum
müddetçe, zâhir ve bâtın cihetinden çok iltifatlarına ve sayısız lutuflarına
mazhar oldum. İkinci gidişlerimde yine seâdetli hizmetlerini gördüm.
İltifatlarını daha da artırıp, benimle sohbete ve konuşmağa başladılar.
Kendilerinin ilk zamanki hâllerini anlatırlardı.
Bir
gün dediler ki: Hâce hazretlerini sevdiğim ilk zamanlar içimde öyle bir
muhabbet ateşi var idi ki, Firket vilâyetinden Hâce hazretlerinin mülâzemetine
gelirdim. Berk Suyu’nu geçtiğimde, ıslak ayağımın üzeri donardı ve çakıl ve
kumlar dahi o su ile donar, ayağımın üzerinde kalırdı da, haberim olmazdı.
Yine
bir gün yalnız bir yerde bana şöyle anlattılar: Hâce hazretlerinin sohbetleri
âdâbı ve hizmetlerinin inceliklerinden bazı hususları tenbîh ederken
buyurdular: Bende ilim ve hüner yoktur ki, sana mes’ele öğreteyim. Mâdem ki,
Hazreti Mahdûmî Mevlânâ Nûredddin Abdurrahman Câmî’den bize sipariş yazısı
[pusula] getirdin ve gerçekte bu büyükleri seven, onlara ihtiyâc duyan bir
gençsin, sana Hâce hazretlerinden bir haber vereyim ve bir şey söyleyeyim ki,
başka kimseye söylememişim. Bunu kesin olarak bilmelisin ki, Hâce hazretleri
halkın ahvâline ve içinden geçirdiklerine ve kalblerine vâkıfdır. Altmış
seneden beri benden zâhîrî fiiller ve bâtînî hâllerden her ne meydana gelmişse,
hepsine vâkıf ve âgâh olmuşlardır. O hâller benden meydana gelmeden, geleceğine
dâir işâret ve sözlerle bana haber vermişler, beni uyarmışlardır. Bu
söylediğimde o kadar yakîn [kesinlik] sâhibiyim ki, başka türlü de olabilir.
İhtimâli kalmamıştır. İşin bundan ibâret olduğunu bilince, sende Hâce
hazretlerinin huzûr-i şerîflerine geldiğinde hâzır olasın! Gaybet [kendinden
geçme] hâlinde dahi dâima kalben o hazrete nâzır [bakar] olasın. Zirâ
görüyorsun ki, Hâce hazretleri devlet reisleri ve devlet adamları ile oturur
kalkarlar ve zâhirî ve bâtınî [maddî ve ma‘nevî] meşgaleleri çoktur. O kadar
vakitleri ve imkânları yoktur ki, tâliblere nefy ü isbat ta‘lim edip teveccüh
ve murakabe üzere olsunlar. Şimdi Hâce hazretlerinin keyfiyyetinden nasîb
alanlar, O hazret ile râbıta muâmelesinde olanlardır. Yoksa uzak uzak yerlerden
nice tâlibler geliyor, ama bu muâmeleden gâfil olduklarından, bir şey elde edemiyor,
mahrûm ve meyûs gidiyorlar.
Mevlânâ
Kadî Muhammed kendi Mesmuât’ında yazar: Hâce hazretleri hasta
olduklarında, beni Herat’a tabîb [doktor] alıp gelmek için gönderdiler. O zaman
Mevlânâ Kâsım hazretleri kemâl üzere sıhhatte idiler. Mevlânâ fakîre ısrarla:
“Git, tâbibi çabuk getir. Ben Hâce hazretlerini hasta görmeğe dayanamıyorum”
derdi. Yolda bile bir müddet benimle geldi ve geri döndü. Ben gidip, tâbibi
alıp geldiğimde Mevlânâ Kasım hazretleri vefât etmişlerdi. Benim oradan bütün
ayrı kalmam otuz beş gün olmuştu. Hâce hazretlerinden Mevlânâ Kasım’ın vefâtı
nasıl oldu diye, suâl edildikte buyurdular ki: Bir gün Mevlânâ Kâsım yanıma
geldi ve: “Ben kendimi size fedâ ederim” dedi. Dedim ki, Kasım, sen fakîr bir
adamsın ve çok akraban, yakının vardır, böyle eyleme! Dedi ki: Ben bu husûsu
sizinle meşveret etmeğe gelmedim. Buna karar verdim. Hak sübhânehü ve teâlâ
dahî kabûl eyledi. Her ne kadar, bu kararından ve niyyetinden dön deyip ısrar
ettiysem de, cevabında, ilk söylediği sözleri tekrar etti. Hiç tınmadı ve söz
üzerine ısrar edip gitti.
Hakîkaten
Mevlânâ Kasım (kuddise sırruh) kendilerini Hâce hazretlerine fedâ edince,
ertesi gün Hâce hazretlerinin hastalığı Mevlânâ Kasım’a geçti ve vefât
eylediler. Hâce hazretleri ise, öyle sıhhate kavuştular ki, getirdiğim tabîbe
dâhi ihtiyâc kalmadı. Mevlânâ Kasım hazretlerinin vefatında yanında
bulunanlardan bazıları anlattılar: Mevlânâ sekarât hâline [can çekişir hâle]
geldiğinde, Hâce hazretleri yanında geldiler. Mevlânâ niza‘ hâlinde [can verme
zamanında] idi. Hâce hazretleri geldiği gibi ayıldı. Sonra uzun bir zaman
gözlerini evin bir köşesine dikti ve dikkatli dikkatli oraya baktılar. Birden o
köşeden bakışlarını çevirip, Hâce hazretlerine baktılar ve o hazretin yüzünü
görürken nefesleri kesildi, cânı cananına feda ve Rahman’a teslîm ettiler. Hâce
hazretleri tam bu sırada buyurdular ki: “Bütün Cenneti, içinde olan hûrileri,
köşkleri ile birlikte Mevlânâ Kasım’ın gözünün önüne getirip ona arz ettiler. O
cümlesinden yüz döndürüp bize müteveccih oldu ve bizim yüzümüze bakarak canını
verdi.”
Oradaki
hizmet edenlerden duydum: Hâce hazretleri Mevlânâ’nın kabrini Muhavvata-i
meleyânda, Mevlânâ Alî Arrân karşısında tayîn buyurdular ve yine o esnâda
dediler ki, belki bazı kimseler itiraz ederler ve âlimlerden olmayan birini âlimler
arasında defn eylemek münâsib değildir derler. Halbukî Mevlânâ Kasım kırk Alî
Arrân gibilere bedeldir. Sonra ağlayıp buyurdular ki: Mevlânâ Kasım’ı bu âlemde
kimse anlamadı. Onun kemâli ve kadri âhırette zuhûr etse gerektir.
Mîr
Abdülevvel hazretleri kendi Mesmuât’ında yazıyor: Mevlânâ Kasım
hazretleri 891 (m.1486) senesi Zilhicce’sinin altısı Pazartesi günü ikindi
vaktinin sonuna doğru vefât eylediler. Akşam namazından sonra Hâce
hazretlerinin huzuruna vardım. Hâce hazretleri incelik ve nezâket gösterdiler.
Mevlânâ Kasım’ın güzel ahlâkını ve beğenilen amellerini anlatmağa başlayıp
buyurdular: Fenâda ve bâtını Allahu teâlâdan gayrîden uzak tutmada misli yok
idi. Bizim şimdengeru [bundan sonra] kimimiz kaldı. Böyle dediler ve bir ân
sukût edip sonra buyurdular ki: Zikre iştigal teveccühden evlâ görünüyor.
İmam-ı
Gazalî (rahimehullahi teâlâ) buyurmuşlardır: Sülûk, ya‘nî seyr-i ilâllah i‘râz
ve ikbâlsiz müyesser değildir. Lâ ilâhe ilallah kelimesinin ma‘nâsı da
budur. Mîr Abdülevvel hazretleri bu sözün hâşiyesinde yazıyorlar ki, ya‘nî
Mevlânâ Kasım’ın muttasıf olduğu fenâ ve bâtın tecrîdi tahsilinden ötürü
teveccüh etmekten ise, zikre iştigal evlâdır.
MÎR ABDÜLEVVEL (kuddise sırruh): Hâce hazretlerinin eshabının büyüklerinden
idiler. Aynı zamanda damadları idiler. İlk zamanlarında Nişapur’dan
Mâveraünnehr’e Hâce hazretlerinin hizmetine geldiler. Râbıta tarîkını ihtiyâr
edip, yedi sene bu şerefli nisbete devam ettiler. Gerekli şartlarına riâyete
son derece dikkat ve gayret ve ihtimâm eylediler. O zamanlar ekseriya Hâce
hazretleri ile muâmeleleri öyle idi ki, Hâce hazretlerinin mubârek gözleri
Mîr’e takıldığında, hemen onu meclisten kovar, ağır ve sert sözlerle dışarı
çıkarırdı. Ama yedi seneden sonra onları oğulluğa kabûl ettiler. Kerîmelerini
ona nikâh edip, kendilerine damad edindiler. Hazreti Mîr’in, Hâce hazretlerinin
kerîmelerinden üç oğlu ve iki kızı dünyaya geldi. Birinci oğulları Emîr Kelân,
ikincisi Emîr Meyâne, üçüncüsü Emîr Hord [Küçük Emîr] isimlerinde idiler.
Mîr
Abdülevvel hazretleri buyurdular ki: İlk zamanlarda Hâce hazretleri mezralara
ve köylere gittiği vakitlerde, ben de yaya olarak arkalarından giderdim. Öyle
ki, gidilecek yere ancak geceleyin varırdım. Beni gördüklerinde buyururlardı
ki: Ne kadar himmeti düşük ve hamiyyetsiz seyyid çocuğusun ki, benim yanıma,
yalnız yemek için gelirsin. Sonra ata binip başka bir yere giderlerdi. Ben de
ağlaya ağlaya ardlarına düşer giderdim. Bu sıkıntıyı yedi sene kadar çektim.
Bazan insanlık icâbı bir sebeble gidemediğimiz de olurdu. Yine öyle bir şekilde
muâmele ederlerdi ki, taleb ve teveccühümüz öncekinden ziyâde olurdu.
Buyurdulardı
ki, bir kere hücremde [odamda] tam bir istirahat üzere uzanıp yattım ve bir
mıkrame ile yüzümü örttüm. Kendime hitab edip dedim ki: Ey Abdülevvel! Vilâyet
ve devlet seâdetinden mahrûm olanların haddi hesabı yoktur. Sen de kendini
onlardan tut. Mihnet ve elem, ancak senin çektiğin kadar olur. Bundan fazla
elimden gelmez. Bu düşünce ile yatarken, henüz bir saat geçmemişti ki, bir ayak
sesi işittim, ama alâkalanmadım. Uykuya vardım. Birden Hâce hazretlerinin
sesini işittim. Buyurdular: Hâce Abdülevvel, huzûr içinde yat uyu ki, bütün
işlerini bitirmişssin! Alel-acele telâşla fırladım, yerimden kalktım. Hâce
hazretlerini gördüm; benim yanımdan dışarı çıktılar ve ben yine eskisi gibi
yanmaya, erimeğe, rahatsızlığa ve sıkıntıya düştüm.
Buyurdular:
Bir gün Hâce hazretleri sitem ederken şu beyti okudular:
Sahra geniştir oğul bir köşe sana, bir köşe bana,
Hakkın tarlası geniştir, rızık var onda bana ve sana.
Yine
Mîr hazretleri Mesmuât’ında yazıyor: Bu fakîr râbıta tarîkıne meşgul
idim. Devamlı meşgul olduğumdan çok etkilenmiştim. Râbıta usûlunün
gereklerinden son derec üzüntülü olup hâlim karışık idi. Hâce hazretleri bunu
kalb gözüyle keşf edip buyurdular:
Beyt:
Benim gibi bir sarhoşa açarsın
evin yolunu, Bilmez misin ki sarhoş, kırar her gördüğünü.
Reşahât
sâhibi der ki: Bir gün Mîr Abdülevvel hazretleri buyurdular ki, Hâce
hazretlerinin, söz ve kelime araya girmeden iltifât nazarları ile bu fakîre bir
nisbet hâsıl olmuştu. Aynı şekilde dil ve söz vâsıtası olmadan devamlı o
hazretten takviye ve teyid [nisbeti kuvvetlendirme] müşâhede ederdim. O
keyfiyyet sebebiyle sinede inşirah ve kalbde itminan hâsıl olmuştu. Ve bu ma‘nâ
gün be gün terakkide ve artmakta idi. Bir zaman bu hâl üzere geçti. Bir gün
birden, bir sebeb yokken, o takviye ve te’yîdi bıraktılar. Kahr ve itab [şiddet
ve sitem] etmeğe başladılar. Hışım ve sert muâmeleleri bir mertebeye vardı ki,
az kalsın nefsim [ruhum] irâdet dâirelerinden çıkacak idi. Yakînen biliyordum
ki, bana onların meclis-i şerîflerinden hâsıl olan o keyfiyyeti onlar
biliyorlardı ve o keyfiyettin takviye ve teyidinde bir müddet gayret gösterip
inâyet ve iltifat eylerlerdi. Eğer o lâzım olan bir sıfat ise, ya şimdi ne
için, eski uslûb ve usûlleri üzere hareket etmiyorlar, yok eğer o sıfatın
râbıta tarîkınde dahli yok ise, ya niçin men‘ ve zecr etmeyip, aksine takviye
ve teyid ederlerdi. Bu düşünce tekrâr tekrâr hâtırıma gelince ve o hazret de
şiddet ve cefayı artırınca, içimden dedim ki, yarın kıyâmet gününde, bütün
resûl ve nebîlerin yanında ve seçilmiş evliyâların huzurunda Hâce hazretlerine
deyeyim ki, bu zavallı kul, bütün işlerimi size ısmarlamış ve irâde ve
ihtiyârımın dizginlerini size teslîm etmiş idim. Siz de bir müddet inâyet ve
iltifatlar etmiş idiniz. Eğer yaptığınız mühim ve faydalı idiyse, niçin
mûcibiyle amel etmediniz, yok, mühim değilse, niçin men‘ etmediniz. Belki
takviye ve teyid eylediniz. Bu düşünceler fakîrin neş’esini kaçırdı ve sıkıntı
ve zihin karışıklığına sebeb oldu. Bunun için gayr-i ihtiyâri Hâce
hazretlerinin odalarına vardım ve dayanamadığımdan içimde olanları onlara arz
etmek istedim. Fakat içeride yanlarında bir şahıs var idi. Ben girince, hemen o
kimseyi bir hizmet behânesiyle dışarı gönderdiler ve bana müteveccih olup
dediler ki: Resûller, nebîler ve seçkin velîler huzûrunda ve topluluğunda
benimle niye muhaseme [hesablaşmak] istersin. Sen bana minnet [şükür] eyle ki,
o toplulukta ben seninle hesablaşmak istemeyeyim! Sonra buyurdular: Seni
üzecek, zihnini karıştıracak şeyi ben sana ne zaman söylemişim. Sen kendin
istemişsin. Çâresini yine sen bilirsin. Ondan sonra gadab ve kahrı bırakıp
inâyet ve iltifât ederek buyurdular: Tâlib, işinde sabırlı olmak lâzımdır.
Mürid, bütün hâllerinin pîrince bilinip görüldüğüne itikad etmek gerektir. Pîre
lâzım değildir ki, bütün bildiklerini müride izhâr eyleye! Dil ile söylemeden,
mürid, cevâbını pîrden almak gerektir. Ve yine buyurdular ki: Kendisi doğuda ve
müridi batıda bulunduğu hâlde, müridinin bütün hâllerinden haberdar olmayan hiç
şeyh olabilir mi?
Reşahât
sâhibi der ki: Babam mebâdi-i hâlde Nişapur’da Mîr Abdülevvel hazretleri ile
nice yıllar aynı odada kalmışlar ve aynı dersleri görmüşlerdir. Babam ilim
tahsîli için Sebzevâr’dan Nişapur’a geldiklerinde, Mîr Abdülevvel, Hâce
hazretlerinin yüksek dedeleri Emîr İzzeddin Tâhir Nişâpûrî (kuddise sırruh)
hazretlerinin kemâl-i zühd ve takvâ ile pîraste [süslü] ve zâhirî ve bâtınî
ilimlerle ârâste [ziynetli] bir ilim ehli idiler; ondan ilim aldılar. Tefsîr ve
hadîslerden okunması gereken kitabları tamamen onlardan okudular. Bu fakîr
Semerkand’da varıp Hâce hazretlerinin huzûrları ile şereflendiğim zaman, Mîr
Abdülevvel hazretleri, babamla aralarındaki eski hukuka riâyeten ve aralarında
geçmiş olan beraberliğin verdiği yakınlığın hakkkını korumak için, bu fakîre
çok alâkalanır, enva‘ı lütuf ve ihsân ederlerdi ve Hâce hazretlerinin
sohbetlerinin edebleri şartlarının iksirinden haberdâr ederlerdi.
Ve
zaman zaman ilk hâllerinden anlatırlar ve buyururlardı ki: Semerkand’a gelip
Hâce hazretlerinin mülâzemetine kavuştuğum zaman ilk görüşümde Hâce
hazretlerine tutuldum. Ve hemen râbıta vazîfesi ile meşgul oldum. Hâce
hazretleri yedi sene, aralıksız bana zecr ve itabla [şiddetle] muâmele
eylediler. Çoğu zaman bana kahir eserleri ile zâhir olurlardı ve beni o kadar
yaktılar, yandırdılar ki, toprakla beraber ettiler. Şimdi kendime bakarım.
Çürümüş, kırılmış bir dişten farkım yok. Hiçbir işe yaramaz görürüm. İşte sana
da lâzım olan, Hâce hazretlerinin iltifât ve inâyetlerine mağrur olmamaktır.
Belki korkmalısın. Çünkü her lütfun altında bir kahir ve her iltifatın içinde
bir mekir vardır. Zecr ve itabdan daha çok ümidli ol ki, her zecrin arkasında
kerem ve lütfu görünmekte ve her itabın [sitemin] sonunda şefkat ve
merhametleri saklıdır.
Reşahât
sâhibi der kî: Mîr Abdülevvel hazretlerinin bu sözü şuna benzer ki, Hâce
hazretleri bir gün buyurdular: Hak teâlânın evliyâsına bu âlemde kahrı zâhir ve
kahrında lütfu saklıdır. Saklı lütuf odur ki, Hak teâlâ diler ki, o zâhir kahir
ile kullarının hakîkatini beşeri bağlardan pâk ve tertemiz eyleye. Ve yine Hak
sübhânehü ve teâlânın düşmanlarına lûtfu zâhirdir ve onda kahri gizlidir. Gizli
kahir odur ki, Hak teâlâ diler ki, o zâhir lûtf ile onların batınlarının âlem-i
ecsâma [ma‘neviyatları maddelerine] bağlılığı kuvvetli olsun da, sûret âlemine
tutulsun ve böylece müşâhede âleminden ve rûhânî ve ma‘nevî lezzetten mahrum
kalsın. Bitti.
Mîr
Abdülevvel hazretleri 905 (m.1500) Zilhicce’sinin başlarında Hâce Muhammed
Yahyâ ve kıymetli oğullarının şehîd edilmesinden tahmînen kırk gün önce vefât
ettiler.
MEVLÂNÂ CA‘FER (rahimehullah): Hâce hazretlerinin en hâlis eshabındandır. Âlim,
âmil, ârif ve kâmil idiler. Dâima istiğrak ve bîhodluk [şuurlu hâlde
bulunmamak] hâli onlarda galib idi. Namaza durduğunda kıyamda uzun sûreler
okurlardı. Rukû‘ ve secdelerde çok eğlenirlerdi. Muhabbetinin çokluğundan
secdeden başını zorla kaldırırlardı. Cezbe hâlinin galebesi mubârek gözlerinden
anlışılırdı. Hâce hazretleri, her ne kadar Mevlânâ Cafer’in bâtın nisbetini,
zirâat ve ticâret gibi zâhirî bir meşguliyet ile birlikte yürütmesini istediyse
de, istiğrakları galib olduğundan, mümkün olmadı.
Reşahât sâhibi der ki: Bu fakîr, Hâce Kefşîr mahallesinde Hâce
hazretlerine geldiğim zaman, zaman zaman Muhavvata-i meleyânda [mollalar
bahçesinde] Mevlânâ Cafer’le görüşürdük. Sukût ve gaybetleri galib idi. Gayet
az konuşurlardı. Bir gün buyurdular: Evâil-i hâlde, içime resmî ilimlerden bir
usanç geldi ve kalbim ehlullah yoluna doğru çekildi. O gece rüyada gördüm ki,
Hâce hazretlerinin huzur-i şeriflerini geldim ve onlara: “Kul Hakka ne zaman
kavuşur?” Diye suâl ettim. Buyurdular ki, kendinden fânî olduğu zaman kavuşur.
Bu rüyâdan çok etkilendim. Sabahleyin medrese kapısından çıkıp Hâce
hazretlerinin mülâzemetine hareket ettim. Bundan önce Hâce hazretlerinin uzaktan
görmüştüm, ama huzûr-ı şerîflerinde bulunmamıştım. Bu defa sohbetlerine
eriştiğimde buyurdular: “Mevlânâ
Cafer! Hiç bilir misin ki, kul Hak teâlâya ne
zaman
kavuşur. Hakka kullukta kendinden fânî olduğu zaman kavuşur. Ondan sonra
Mevlânâ Celâleddin Rûmî hazretlerinin şu beytini okudular:
Yok iken sen Allah idi var olan,
Yok olsan sen yine de odur kalan.
Mevlânâ
Cafer’in ölüm hastalığında Hâce hazretleri Hâce Kefşîr mahallesinde değillerdi.
Mezralardan birine gitmişlerdi. Mevlânâ Cafer’nin hastalığının şiddetlendiğini
işitince, hemen acele ile yola revan olmuşlar. Hâce hazretleri ulaşıncaya
kadar, Mevlânâ vefât eylediler. Gasl, techîz ve tekfinden sonra Hâce hazretleri
eshab ve etba‘ı ile ve bütün şehir halkı avamıyla, havasıyla Muhavvata-i
meleyânda namazını kıldılar. O gün hava çok sıcak idi. Hâce hazretleri cenâze
ile beraber kabristana geldiler. Mezarcılar henüz kabri kazmamışlardı. Bir sâat
kabrin yanında oturdular.
Reşahât
sâhibi der ki: Bu fakîr feracemi açtım. Bir hizmetkâr da bir ucundan tuttu. Hâce
hazretlerinin mubârek başları üstüne gölgelik yaptık.
Hâce
hazretleri Mevlânâ’nın defin işi bitinceye kadar gölgede oturdular. Mezarcılar
kazma işini bitirince, Hâce hazretleri, mubârek elleriyle Mevlânâ’nın kefeninin
bağını üst tarafından tuttular ve kabrin içinde bulunan arkadaşların
yardımıyla, tabuttan çıkarıp kabre indirdiler. Kabrin içindekiler, Mevlânâ’nın
cesedini lahde koydular. Sonra Hâce hazretleri kabrin kenârından kalktılar ve
hâfızlar Kur’ân-ı kerîm okumağa başladılar. Bu vak‘a 893 (m.1488) senesinde
Mevlânâ Burhâneddin Hatlânî’nin vefatından sekiz gün sonra vâkı‘ oldu. Hâce
hazretleri üç gün sonra onların ruhu için büyük bir ziyâfet verdiler. Yalnız
kebab ve ekmek için seksen koyun kesmişlerdi.
MEVLÂNÂ BURHÂNEDDİN HATLÂNÎ (kuddise sırruh): Hâce hazretlerinin büyük
eshabından olup, aynı zamanda derin âlim idiler. Küçük yaşta, okunması icâb
eden bütün ilimleri tahsîl etmişlerdi. Semerkandlılar, iki kişiye anadan doğma
âlim derlerdi: Biri Mevlânâzâde Mevlânâ Osman, diğeri de Mevlânâ Burhâneddin
Hatlânî. Mevlânâ hazretleri kırk sene kadar Hâce hazretlerinin seâdetli ve
mubârek sohbetleri ile şereflenmişlerdi. Seferde ve hazerde şerefli
hizmetlerinden ayrılmazdı.
Mevlânâ
Burhâneddin anlattılar: Bir kere Sultan Ahmed Mirzâ kış mevsimi başlarında, çok
soğuk bir havada Türkistan seferine çıkmıştı. Hâce hazretlerinin kendisiyle
beraber gelmesini ricâ etti. Hâce hazretleri de hiç duraklamadan gitmeğe
yönelip, Mirzâ ile birlikte gittiler. Mevâliden bir bölük cemâati dahi alıp
gittiler. Anlatan der ki, ben de onlardan biri idim. O seferde Hâce hazretleri
ve tâbi‘leri çok sıkıntı çektiler. Zirâ hava gayet soğuk idi. Çok defa benim
hâtırıma geldi ki, Hâce hazretleri bu seferi istemeselerdi, Mirzâ onları zorla
götüremezlerdi. Şimdi bu kadar sıkıntı çekmelerinden ayrı olarak, hizmetkârları
ve tabi‘leri de bu derece mihnet ve meşakkate düşmüş olmazlardı. Bu seferde
Hâce hazretlerine hiçbir fâide ve menfaat yoktur. Her ne kadar bu düşünceyi
içimden atmak istedimse de, atamadım. İçimde dâima Mirzâ ile mücâdelede idim.
Faydasız ve sebepsiz yere Hâce hazretlerini mihnete sokup, beraberlerinde bir
bölük kimseyi de sıkıntıya ve nice zorluklara sokmağa sebep olmuştu. Bu
sıkıntılar içinde Şâhruhiyye’ye varıldı. Oraya indiğimizden iki üç gün sonra,
birden şehirde bir karışıklık ve kavga çıktı ki, dört bin Moğol kâfiriyle bin
Özbek kâfiri Şâhruhiyye’ye
yağma
etmek kasdiyle gelip, o civârdaki kasabaları talan eylediler. Kasabaların
altını üstüne getirdiler. O vilâyet ve beldelerin havas ve avamı cümleden Hâce
hazretlerine gelip ağlayıp sızlamağa başladılar ve dediler ki, Sultan Ahmed
Mirzâ bu kadar kâfire mukavemet edecek asker getirmemiştir. Bu belânın defi
sizin hayır duanız ve hüsn-i iltifatınızdan başkasıyla mümkün değildir. Sultan
Ahmed Mirzâ da büyük bir sıkıntı ile Hâce hazretlerinin yanına gelip, o da bu
hususta meded ve himmet istediler. Hâce hazretleri mevâliden bir nice kimse
dışarı çıkıp o bagî [asî] asker içine gittiler ve o askerin hânı ve
kumandanlarıyla hararetli bir sohbet edip, hepsini teshîr eylediler [etkiledir
ve ma‘nen emri altına aldılar]. O hazretin sohbetlerinden o kadar etkilendiler
ki, hepsi boyunlarından putlarını çıkarıp yabana attılar ve Hâce hazretlerinin
huzurunda îman getirdiler ve bütün askerleri de islâma delâlet ettiler. O
askerin büyüğü ve küçüğü, erkeği, kadını hep birden Müslüman olmakla
şereflendiler.
Anlatan
der ki: Erkek, kadın, kız ve oğlandan iki bin kadar esir, deve, at ve sair
hayvanlardan, o civardan yağma ettikleri on bin civârında hayvanı Hâce
hazretlerine bağışladılar. Hâce hazretleri esîrleri, kendi memleketlerine
gönderdiler. O askere de, kendi hizmetkârlarından bir hâfız ve bir fâkıh
verdiler. Hâfız onlara Kur’ân-ı azîmüşşanı öğretecek, fâkih de islâmın
şartlarını ve din bilgilerini öğretecekti. Sonra Hâce hazretleri yine Şahruhiyye’ye
döndüler ve Mirzâ’dan izin isteyip Semerkand’a hareket ettiler. Anlatan der ki:
Hâce hazretleri Şâhruhiyye’den Semerkand’a doğru bir menzîl yol aldıktan sonra
yolda bu fakîre hitab edip buyurdular ki: Mevlânâ Burhân! Biz bu sıkıntılı
seferi bunun gibi bir iş için ihtiyâr etmişiz.
Reşahât
sâhibi der ki: Mevlânâ Burhâneddin’in ölümü hastalığında bir gün Hâce
hazretleri Hâce Kefşîr mahallesinde Muhavvata-i meleyânda Mevlânâ’yı görmeğe
geldiler. Fakîr ve iki hizmetkâr Hâce hazretleri ile beraber geldik. Hâce
hazretleri Mevlânâ’nın başı ucuna gelip oturdukları gibi, buyurdular ki,
Pehlivân Mahmûd demiştir.
Beyt:
Yâ ilâhî eyleme bir dem beni senden cüdâ, Bundan özge her ne olsa,
canımla verdim rızâ.
Sonra
buyurdular ki: “Îmanınızı Lâ ilâhe illallah diyerek yenileyiniz” emri
üzere, bu kelimeyi ne zaman tekrâr ederlerse, îman yenilenmiş olur. Zirâ bu
hadîs-i şerîfin ma‘nâsı şöyle olabilir: Gayret edin ki, bu kelimeyi tekrâr
ettikçe, Hak teâlâya meyliniz ve incizâbınız [çekilmeniz] yenilensin. Bu
takdirce, bu kelimeyi söyleyen zikirde bu ma‘nâya riayet ederse, imânınızı
yenileyin emrinin içeriği ile amel etmiş olur. Ve yine buyurdular ki: Hâce
Muhammed Alî Hakîm Tirmizî (kuddise sırruh) buyurdular: İmânınızı
yenileyiniz ifâdesinden anlaşılıyor ki, îman eskiyebilir. Îmanın eskimesi
demek, müminde, mümenün bihe, ya‘nî îman ettiklerine incizâb [çekilme],
muhabbet ve şevk kalmaması demektir. O hâlde sâdık olan tâlibe lâzımdır ki, her
hâlinde, şevk ve incizâba götüren bu kelime ile muhabbet ve çekilme yolunu tutsun.
Mevlânâ
hazretleri bu sohbetten üç gün sonra vefât etmişlerdir. Hâce hazretleri bütün
eshab ve ileri gelen etba‘ı ile cenâzesinde hâzır oldular. Havas, avam ve
Semerkand halkı ile namaz kılıp Muhavvata-i meleyânda defn eylediler. Ondan
sekiz gün sonra da, biraz önce bildirdiği gibi, Mevlânâ Ca‘fer âhırete intikal
eylediler. Mevlânâ Burhâneddin ile Mevlânâ Cafer’in tedâvisinde, çeşitli yanlış
uygulamalar yapan Horasanlı bir tabib, Mevlânâ Cafer’in ta‘ziyesi günlerinde
Hâce hazretlerinin meclis-i şeriflerine geldi. Hâce hazretleri onunla sert
konuşup, dokunaklı sözler söylediler. Buyurdular ki: “Benim iki adamımı
öldürdün. Yeryüzünde onların bir üçüncüsü bulunmaz. Eğer yedi kat yer ile, yedi
kat gökleri kızıl altın ile doldursalar, onların bedeli olmazdı. İşte sen benim
böyle iki kıymetli yakınımı öldürmüşsün!”
MEVLÂNÂ LÜTFULLAH HATLANÎ (kuddise sırruh): Mevlânâ
Burhâneddin’in kızkardeşinin oğludur. Hâce hazretlerinin büyük eshâbından ve
makbûllerinden idiler. Şerîat ve tarîkatin ince ilimlerine vâkıf ve dâima bast
ve inşirah sıfatı ile sıfatlanmış idiler. Çoğu zaman mütebessim ve güler yüzlü
idi. Dâima Hâce hazretlerini şakalı sözlerle güldürürlerdi. O hazret de,
arasıra Mevlânâ ile latîfe ve şaka ederlerdi. Bir gün Hâce hazretleri
Mevlânâ’dan, latîfe yollu sordular ki: Evlenmek istediğinde nasıl bir kadın
almak istersin? Mevlânâ, tâze, şirin bir kadın isterim, dedi. Hâce hazretleri:
“Yanıldın, birkaç gün sonra şirinliği gider, ancak tazeliği kalır” buyurdular.
Bundan
sonra buyurdular ki: Hak yolu tâliblerine evlenmek yaramaz. Sonra bu beyti
okudular:
Kedhüdâ [evin efendisi] olmağa gel, etme heves,
Ked’i bırak sana Hudâdır bes. (ked: ev)
Mevlânâ
Lütfullah hazretleri anlattılar: Küçükken kendi memleketimde bir gece Resûl-i
Ekrem (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Efendimizi rüyâda gördüm. Çok güzel
idiler. Onun güzel sûreti kalbimde çizilmiş dururdu. Hazreti Hâce’nin şerefli
sohbetlerine eriştiğimde, bir gün konuşma arasında bir takrîble buyurdular ki:
İnsanlar zaman zaman sallallahü teâlâ ve sellem efendimizi ayrı ayrı şekilde
rüyâlarında görürler. Bunu derken bana doğru baktılar. Dikkatle baktım. Gördüm
ki, önceden Resûlullah’ı (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) gördüğüm o çok
güzel suret ve şekilde, Hâce hazretlerini gördüm. Hâce hazretlerinin bana bu şekilde
görünmeleri, onlara olan büyük sevgi ve tutkunluğuma sebeb oldu.
Yine
Mevlânâ buyurdular: Bir kere Semerkand’dan dört fersah mesâfede bulunan Râyih
isimli bir köyde Hâce hazretlerinin mülâzemetinde idim. Mevâliden [ilim
ehlinden] bir çok kimseler de beraber idiler. Şeyh Kemâleddin Abdürrezzak Kâşî
hazretlerinin Menâzil-üs Sâirîn şerhî mecliste hâzır idi. Hâce
hazretleri bu kitabdan ortaya bir söz söyleyip âdet-i şerîfeleri üzere, izâhını
orada bulunan mevâliden suâl ettiler. Bu fakîrin hatırına geleni arz eyledim.
Buyurdular ki: “Bu tâifenin sözlerinin tadı bir başka türlüdür. Mollaca
[ilimce] tevilleri bırakın!” Bende sustum. Ama içimden düşünüyordum ki, benim
hâtırıma gelen iyi bir izah şekli idi. Acaba Hâce hazretleri niçin kabûl
etmediler. Bu esnâda Hâce hazretlerinden bir kızgınlık hâli görüldü. Konuşmağa
başladılar. Konuştukça hararetlendiler. Ben kendimde büyük bir ağırlık
hissettim. Sandım ki, sırtıma yüz batman yük yüklediler ve ağırlığın
şiddetinden iki büklüm olmuşum. Kuvvetim, hareketim kalmadı. Bu esnada gözüm
Hâce hazretlerinin mubârek yüzlerine takıldı. Baktım, o nûrânî yüzleri büyümeğe
başladı ve o esnada dudakları kımıldardı, fakat ne dediklerini işitmezdim ve
anlamazdım. O kadar büyüdü ki, bütün evi kapladı. Boş bir yer kalmadı. Ve ben o
kadar daraldım ki, nerede ise nefesim kesiliyordu. Bu hâl bir müddet devâm
etti. Biraz sonra gördüm ki, ağır ağır mubârek yüzleri küçülmeğe başladı ve
nihâyet eski hâline geldi. O anda banada bir hafiflik geldi. Ben de eski hâlime
döndüm; o ağırlık benden kalktı ve mecliste bulunanların bu hâllerden hiç
haberi olmadı.
Ve
yine Mevlânâ hazretleri buyurdular: Hâce Kefşîr mahallesinde Hâce hazretlerinin
mülâzemetinde idim. Hava çok sıcaktı. Hâce hazretlerini gördüm. Üzerlerinde bir
gömlek vardı. Haremlerinden çıkıp hücre tarafına geldiler ve oturdular. Mubârek
bedenleri gözüme gayet hakîr göründü. Hâtırımdan geçti ki, bu cüsse ile o
hazretin bu dünyada maddî ve ma‘nevî bu derece tasarruf eserleri Hak teâlâ
hazretlerinin mücerred kudret ve inâyetleridir. Bu kadar bir düşünce ile, bu
fakîre inâyet ve iltifata başlayıp, ağızlarını açtılar. Konuşurlarken, Hace
hazretlerinin mubârek yüzleri yine büyüdü. O kadar büyüdü ki, bütün hücre
mubârek yüzleri ile doldu. Ben bir bucakta sıkıştım kaldım. O kadar daraldım
ki, his ve hareketim kalmadı. Eskisi gibi, sadece bir ses duyardım, ama ne
dediklerini anlamazdım. Bu hâl hayli uzadı. Ben kendimden geçtim. Aklım başıma
geldiği zaman gördüm ki, Hâce hazretlerinin mubârek yüzleri yine eski hâlini
almıştı.
Yine
Mevlânâ hazretleri buyurdular: İlk zamanlarımda bir kere Hâce hazretleriyle
Kemânker köyüne gitmiştim. Benim atım gayet tembel ve serkeş idi. Bunun için
Hâce hazretlerinin önünce, sayısız kuruntu ve sıkıntı ile atımı sürerdim.
Korkardım ki, Allah korusun, Hazretin beraberliğinden kalıp, yoldaşlığından
mahrum olurum. Birden Hâce hazretleri ardımdan yetişip, kamçı ile bir kere
atıma vurdular ve buyurdular ki: Sizin atınız yorga değil gibi. O anda atım
öyle bir yorga oldu ki, Hâce hazretleri ne kadar hızlı sürdürdülerse de, benim
atım onların atından bir adım geri kalmadı. Ben de sırtında rahat oldum.
Ömrünün sonuna kadar hep o hâl üzere yorga olup, hiçbir zaman ondan bir
serkeşlik, bir tembellik görülmedi.
MEVLÂNÂ ŞEYH (rahimehullah): Hâce hazretlerinin eshâbının
büyüklerinden idi. Nice yıllar kedhüdalıklarını yapmış idi. Bazı azîzlerden
dinledim. Mevlânâ hazretleri gece evine gelince, ev halkı ile biraz oturur,
yemeklerini yerler, ev halkı yatmağa başladıklarında, Mevlânâ geceliğini
[pijamasını] giyip sabaha kadar kıbleye müteveccih olarak otururdu. Hâce
hazretlerinden elde ettikleri nisbete kemâl-i ihtimam ile devâm ederdi.
Reşahât
sâhibi der ki: Mevlânâ Şeyh hazretlerinin sözlerinden öyle anlaşılırdı ki,
habs-i nefes ile nefy-ü isbata memur idiler. Bu sözümüzü teyid eden sebeblerdendir
şu ki, bir gün ikimiz yalnız başımıza otururken buyurdular ki: Bir nefeste elli
bir kere zikr edilmiştir. Her birinde bir başka nefy ve maksudu mulâhaza ederek
oldu. Baz keşt, vukuf-ı kalbî ve vukuf-ı adediye riâyet edildi ve arada hiç
nefes alınmadı ve kalbe de hafakan [sıkıştırma, zorlama] da gelmedi. Yüzde bir
sıkışma daralma ifâdesi bulunmadı.
Yine
Reşahât sâhibi der ki: Bir gün Hâce Kefşîr mahallesinde, Muhavata-i meleyânda
talabeden birinin hücresinde husûsî eshabdan bir takım ahbablarla Mevlânâ Şeyh
hazretleri oturuyorlardı. Hâce hazretlerinin garîb kerâmetlerinden ve acîb
tasarruflarından söz ediyorlardı. Her biri bir nakl eyledi. Mevlânâ hazretleri
konuşmadan oturuyorlardı. İçimden keşke, bir hâdise de Şeyh hazretleri
anlatsaydı, diye geçti. Bir dakîka geçmeden buyurdular ki, siz Hâce
hazretlerinin âfâkî [insanın dışında olan] kerâmet ve tasarruflarından
bahsettiniz. Onların enfüs tasarruflarından hiç konuşmadınız. Yârân [ahibbâ]
dediler ki, kerem edin de o hususta siz buyurun. Buyurdular: Hâce hazretlerinin
hizmet-i şeriflerine eriştiğim ilk günlerde, elhamdülillah, zikr ta‘lîmi
devletine kavuştum. Çok zahmet ve sıkıntılara katlandım. Çetin riyâzetler
çektim. Nihâyet gayret ve meşguliyet eserleri yavaş yavaş zâhir olmağa başladı
ve Hâce hazretlerinin şerefli iltifatları ile o keyfiyyet gün be gün kuvvet
buldu. Bir zaman sonra bir mikdar cem‘iyyet-i hâtır el verdi ve bende bir parça
âgâhî hâsıl oldu. Bu sırada Hâce hazretleri bana ziraatla alakalı bazı
vazifeler ve ayrıca daha birkaç mühim işleri görmemi emr eylediler. Dünyevî
işlerle meşgul olmak sebebiyle, bâtın işlerinde bir fütür [gevşeklik] vâkı‘
oldu. Hâsıl olan nisbet ağır ağır azalmağa yüz tuttu. Bu bakımdan çok büyük
üzüntü ve sıkıntıya düçâr oldum. Gideyim, gönül derdimi, ma‘nevî zararımı Hâce
hazretlerine arz edeyim dedim. Fırsat kollamağa başladım. Yalnız bir
zamanlarını yakaladım ve husûsî odalarına girdim. Perişan hâlimden bir zerre
beyân etmek istedim. Buyurdular ki: Mevlânâ Şeyh! Hâcegân (kaddesallahü teâlâ
ervahahüm) tarikatında Halvet der encümen [halk içinde Hakla olmak] bir
küllî asıl ve kaidedir. Bu taife-i aliyyenin işlerinin binâsı onun üzerinedir
ve bu kaide: “Adamlar vardır, ticâretleri ve alışverişleri
onları Allah’ın zikrinden alıkoymaz” âyet-i kerîmesinin ma‘nâsından
alınmıştır. Bu azizlerin şerefli nisbetleri çok mahbûbdur. Muhabbet gayreti
iktiza eder ki, mahbûb [sevgili] gizli olmalıdır. Gayretli muhib [seven]
sevdiğinin ortada olmasından hoşlanmaz. Bu şerefli nisbeti perdesiz tutmak bu
taifenin geleneğine uygun değildir. Elbette bu nisbeti zâhirî bir meşguliyet
ile bir arada tutmak lâzımdır. Ben içimden yalvardım ki, bu iki işi birlikte
yapamıyorum. Burayı düşünürken bu esnada buyurdular. Gayretle bir hamle daha
edin. Olur ki, Hak teâlâ bir kuvvet inâyet edip muradın hâsıl olur. Bu konuşma
esnasında bir iltifat [teveccüh] eylediler ki, uğraşarak, zar zor el veren
hâlet, uğraşmadan bana müyesser oldu. Ve bâtınımda galebe eyleyip sâbit ve
mütemekkin oldu [yerleşti]. Kalbim o hâlle mutmain olup hatırım tereddüdden kurtuldu.
Sonra herhalde, uykuda ve uyanıklıkta o keyfiyyet benimle oldu. Velhamdü
lillahi alâ zâlik.
MEVLÂNÂ SULTAN AHMED (rahimehullah): Hâce hazretlerinin ileri gelen, sayılı eshabından
olup, derin âlimlerden idi. Zâhir ilimlerinde âlim, bu tâifenin ilminde de
kâmil olup, râsıh ilimli âlimlerden idi. Hâce hazretlerinin izniyle Hicâz
seferine azîmet edip, Harameyn-i şerîfeyni ziyâretten sonra, yine Hâce
hazretlerinin hizmet-i şerîflerine geldiler.
Şöyle
anlattı: Evâil-i hâlde bir gün Mâtürid köyünde Hâce hazretlerinin mülâzemetine
vardım. Yolda ne kadar çalışıp, teveccüh yolu ile murakabe yollarını
birleştirip, Hâce hazretlerinin seâdet sunan nazarlarına ve huzurlarına
cem‘iyyet-i hâtır ile bulunayım dedimse de, bu maksada kavuşamadım. Akıbet nefy
ü isbat tarîkıne meşgul oldum. Lâzım gelen şartlarıyla bir nice kere kelime-i
tevhidi tekrâr ettim. Azıcık huzur hâsıl oldu. Nisbeti muhâfaza edip Hâce
hazretlerinin meclis-i şeriflerine geldim. Birazcık oturduktan sonra
buyurdular: Arada bir nefy ü isbatla meşgul olur musunuz? Evet, arada bir
olurum, dedim. Buyurdular ki: Oturduğum zaman bir nisbet zâhir oldu. O nisbet
nefy ü isbatla meşgul olmanızın neticesidir. Hâce hazretlerinin bu sözlerinden
anladım ki, her ne kadar Allahu teâlâ ile huzûr bir ise de, zikre terettüb eden
huzûrun başka bir rengi ve husûsî bir nisbeti vardır. Teveccüh, murâkabe ve
râbıtaya müterettib olan huzurların da her biri bir türlüdür, başka başkadır.
Bu çeşit çeşit huzurların aralarındaki farkı bulmak ve bilmek ise, husûsî bir
firaset işidir. Onun sâhibi ledünnî ilim ile teyid edilmiş evliyânın ehass-ı
havasıdır [seçilmişlerin şeçilmişleridir]. Her şeyden en doğrusunu Allahu teâlâ
bilir.
MEVLÂNÂ EBÛ SAÎD EVBEHÎ (rahmetullahi aleyh): Hâce hazretlerinin makbûl eshabındandır.
Otuz sene yüksek seâdet kapılarına mülâzemet etmiştir. Kendisi anlattı: Benim
Hâce hazretleriyle irtibatımın ve onlara kavuşmamın sebebini şöyle arz edeyim:
Evâil-i hâlde Semerkand’a vardım. Mirzâ Uluğ Bey Medresesi’nde bir müddet ilim
tahsîli ile meşgul oldum. Dâimâ ilmi düşünüyordum. Bir gün belli bir sebebini
bildiremiyeceğim bir gevşeklik hâsıl oldu. Gönlüme dervişlik arzusu düştü ve
fukara ve gönül ehli hizmetine, sohbetlerine meylim oldu. Bu niyyet ile medrese
hücresinden dışarı çıktım. İlim talebesi bir tanıdığa rastladım. Ona, nerede
idin ve nasılsın, hâlin nicedir, dedim. Cevabında Nûr Dağı’nda Şeyh İlyâs Işkî
hazretlerinin huzurunda idim. Şimdi de onların mülâzemetinden geliyorum, dedi.
O şeyhden o kadar bahs etti ki, gayr-i ihtiyâri onun sohbetine çekildim ve o
derece kalbim onu sevdi ki, dönüp hücreye gidemeden, hemen oradan Nûr Dağı’na
hareket ettim. Giderken yolum Hâce hazretlerinin medresesinin kapısına uğradı.
O hazretin bir yerden gelip, medrese kapısında attan indiklerini gördüm. Kendi
kendime dedim ki, ben şimdiye kadar Hâce hazretlerini görmedim. Önce Hâce
hazretlerinin sohbetinde bulunayım, sonra Nûr Dağı’na giderim. Bu düşünceyle
Hâce hazretlerinin peşi sıra medreseye girdim. Bir bölük eshabla medresenin
sofasında oturdular. Ben de gelip karşılarında oturdum. Biraz sukûtten sonra
başlarını kaldırdılar ve beni muhatab alıp şu beyti okudular:
Dağa gitme eşiğim eyle melâz [sığınak],
Ki bugün yoktur cebelde Muâz [Muaz bin Cebel’e işarettir].
Bu
beyti işitince, hâlim değişti. İçimden dedim ki, eğer Hâce hazretleri bu beyti
benim için okudularsa, bir daha okusunlar. Tekrâr bana dönüp buyurdular ki:
Mevlânâ Ebû Saîd, bu beyt Şeyh Kemâl Hacendî’nindir:
Dağa gitme, eşiğim eyle melâz,
Ki bugün yoktur, cebelde Muâz.
Bunu
söylediler ve kalkıp medreseden çıktılar. Atlarına binip gittiler. Ama kalbimi
kendilerine öyle çektiler, bağladılar ki, hayran ve şaşkın kaldım. İçimden
geçirdim ki, Hâce hazretleri, şimdiye kadar benim ismimi duymamışken, ismimi
nereden bildiler ve bu ne biçim bir beyit idi ki, bize okudular. Dehşete kapıldım.
Hayretler içinde medreseden dışarı çıktım. Mirzâ Uluğ Bey Medresesi talebesine
haber gönderdim ki, hücremde bulunan kitab, ilâc ve sâir eşyam talebenin olsun.
Alıp kullansınlar. Ben de varıp Hâce hazretlerinin izzet yuvası olan kapıları
hizmetinde bulundum.
Bir
sene Hâce hazretleri zâhiren hiçbir şekilde bana iltifât eylemediler. Ama benim
onlara kalbimin çekilmesi gün be gün artmakta idi. O zaman zarfında sadece bir
kaftanım vardı. Gömleğim ve iç çamaşırım yoktu. Bir yıldan sonra zaman zaman
iltifat etmeğe başladılar.
Yine
Mevlânâ hazretleri anlattılar: Bir gün Hâce hazretlerinden bana ağır bir yük
geldi. Arada bir bana o hazretten gelmekte olan nazar ve teveccüh kesildi. Kabz
sıfatı ve hâli beni öyle kapladı ki, nerede ise helâk olacaktım. Bu kabz hâli
yirmi gün benden gitmedi. Sonunda dayanamadım. Bazı ululardan işitmiştim ki,
teheccüd namazından sonra Yâsin sûresini okuyup ardından yapılan her dua
kabûl olunur. O dermansızlıkta bir gece teheccüd namazından sonra dua eyledim
ve dedim ki: “Yâ Rabbi, eğer benim hılkatimde Hâce hazretlerinin kalb-i
şerîflerine kerîh gelecek [onlara eziyet verecek] bir sıfat varsa, onu benden
gider. Eğer benim istidadım, o hazrete keder olmaktan başka bir kabiliyette
değilse, benim vücûdumu ortadan kaldır, yahud beni bu kapıdan uzaklaştır.” Bu
münâcâtımda bunun gibi çok sözler söyledim. Çok ağladım sızladım. Sabahleyin
Hâce hazretlerinin huzuruna geldiğimde, ilk sözleri şu oldu: Biz bir iş
yapıyoruz sandık. Anladım ki, bir şey sizin hoşunuza gitmiyorsa, kendinizin
ölümünü, veyâ buradan uzaklığınızı istiyorsunuz. Sizin dediğiniz olsun,
karışmayalım. Hâce hazretlerinin bu sözlerinden anladım ki, fakîre yükledikleri
yük ve kabız, bu fakîri terbiye içindi. Sonra yine aynı mecliste Hâce
hazretlerinin şerefli iltifât ve teveccühleriyle gönlümde tamam mertebe inbisât
ve inşirah [genişleme ve açılma] oldu.
Mevlânâ
hazretlerinin güzel hâl ve sözlerinden şu üç reşhayı zikredeyim:
REŞHA-378: Buyurdular: Bu işin ve yükün hâsılı, ya‘nî
sülükten murad, bulmanın zevki ve bulmanın elemidir. Ya‘nî bulup eriştiği
mertebeden zevk hâsıl edip, kavuşamadığı mertebelerden elem çekmektedir. O
hâlde tâlibe lâzım olan, vâridât ve mevâcidden hâsıl ettikleri ile zevklenmek
ve nice zevk ve mevâcide kavuşamadığından bu zevkı eleme döndürmektedir. Çünkü
sayısız vâridât ve ma‘rifet daha durmaktadır. Onlara yetişmeğe çalışıp elem
çekmektir. Zirâ maksüd nihâyetsiz ve kavuştuğu kavuşamadığına göre, okyanusa
göre küçücük bir damla gibidir. İşte kavuştuğuna kanâat edip o zevkle eğlenir,
kalır ve bu âlemden o zevkle gidecek olursa, sonsuz olarak o zevkte habsedilmiş
olur ve nihâyetsiz zevk ve mevâcidden mahrüm kalır. Eğer ebedî ömrü olur ve
hepsini bu, bulmak ve bulmamak yolunda harcarsa, ilâhî zevklerin derecelerinin
sonsuzluğuna göre yine hiç yol almayıp, asla mertebeler aşmamıştır sayılır.
Nerde kaldı ki, azıcık bir zevkle kanâat edip en aşağı mertebede kalsın!
REŞHA-379: Bir gün İhlâs sûresi hakkında dediler ki: Hak
sübhânehü ve teâlânın var etmesiyle sen vâsıta olmadan, var olan ilk mevcûd,
sâdır-ı evvel idi. Mebde-i feyyâzdan sâdır-ı evvelin [ilk sâdır olanın] zuhûru,
doğurmaya benzediğinden, Allahu teâlâ bu sûre-i şerîfede lemyelid [doğurmadı],
âyet-i kerîmesi ile, o benzerliği olumsuz kıldı. Ve yine Hak sübhânehü ve teâlâ
mevcûdatı icâd ve kâinattakileri izhardan sonra - ki, mezâhir-i ilâhî ve
kevniyyede, zât, sıfatlar, isimler ve fiilleri hasebiyle- zuhûr eyledi,
mezâhirden [görününlerden] bu şekilde zuhûr, doğmağa benzemekle, Allahu teâlâ
bu sûre-i celîlede, ve lem yûled [doğurulmadı] ile o benzerliği
de nefy eyledi [olumsuz kıldı]. Mevcûdâtı icâddan sonra insan oğlunu (Allah,
Âdemi Rahmanın sûretinde yarattı) hadîs-i şerîfi gereğince, câmi‘ bir nusha
ve bütün isimlerin mazharı [zuhur yeri, aynası] kıldı, kendinin zât, sıfât ve
nihâyetsiz fiillerine ayna eyledi. İnsan bütün ilâhî isimlerinin câmi‘i
[kendinde bulunduranı] olunca, o yegâne ve mukaddes zatla ki, kul hüvallahü
ehad Allahüssamed [De ki, Allah birdir. O kimseye muhtac değildir] O’nun
sıfatıdır, bir benzerlik söz konusu olacağından ve bu benzerlik bir denk ve eş
olmaklığı akla getirebileceğinden, ve lem yekün lehü küfüvven ehad [Onun bir
dengi yoktur] benzerliği ve denk olmaklığı nefy eyledi.
REŞHA-380: Şöyle anlattı: Bir gün babamla Hâce Şemseddin
Muhammed Kûsevî hazretlerinin va‘z meclisine gitmiştim. O mecliste Hâce
Şemseddin’den bir hârika gördüm ve bir tefsîr işittim ki, ikisi de garîb ve
acîb idi. Evvelâ gördüğüm hârik-ul âdeyi arz edeyim: Hâce, ilâhî ma‘rifetlerde
ve nihâyetsiz latîfelerde [güzel ilimlerde] derin ma‘nâlı sözler ve ince nükteler
anlatırlardı. Meclistekilerden kimi bu sözleri anlayamadıklarından bir uykudur
onları kapladı. Hâce hazretlerine gayret gelip buyurdular: “Siz uyuyorsunuz.
Eğer ben bu sözleri mescidin çatısına deseydim, müteessir olur [etkilenir]
harekete gelirdi” deyip, mescidin çatısına işaret ettikleri gibi, çatı
gıcırdamağa ve sallanmağa başladı. Çatı ağaçlarla örtülmüştü. O ağaçlar sadece
bir gıcırdama değil, acîb ve garîb sesler çıkarmağa başladılar. Mecliste
olanlar korkudan birbirinin üstüne düştüler. Kapıya yakın olanlar dışarı
kaçtılar. Minbere yakın olan bir kısmı ise, koşup minberin ayaklarına
sarıldılar. Ben hepsinden küçük olduğum için, en önce sıçradım. Geldim,
minberin ayağına sığındım. Hâce hazretleri minber üzerinde sukûnetle sukût
ettiler. Sonra yine konuşmağa başladılar. Halk da bu ikaz niteliğindeki
hârikayı gördükten sonra kendine geldi, dikkatle dinlenmeğe başlayıp Hâce’ye
yüz döndüler.
Tefsir
ettiği âyet-i kerîme şu idi: “Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de
insanlara iyilik et” [Kasas-77]. Hak sübhânehü ve teâlânın kuluna ihsanı,
iyiliği odur ki, ezelde Hak teâlâ zâhir idi, kul gizli idi. İşte kuluna iyilik
edip onu zahir eyledi, kendisi gizli oldu. Bununla kuluna emr edip, öğretir ki,
Hak teâlâ sana iyilik ettiği gibi, sen de iyilik yap. Ya‘nî sen de kendi
varlığını nefy etmekle gizli ol ki, Hak teâlâ zâhir olsun!
MEVLÂNÂ MUHAMMED KADÎ (kuddise sırruh): Hâce hazretlerinin makbûlü olan en sayılı
eshabındandır. O hazretin menâkıb, şemâil, hasais ve fedâilinde bir kitab telif
edip, ismini Silsilet-ül Ârifin ve Tezkiret-üs-Sıddıkîn koymuştur. O
kitabda yazarlar: 885 (m. 1480) senesinde Hâce hazretlerinin hizmetine vâsıl
olup, on iki yıl şerefli hizmetlerinde bulundum. Bunun için Allahu teâlâya hamd
ederim!
Reşahât
sahibi der ki: Mevlânâ Muhammed Kadî hazretleri, sofiyyeye âid ma‘rifet ve
latîfelerin idrakinde, yaradılış ve anlayış bakımlarından yüksek olduğundan,
Hâce hazretleri sofiyye hakaik ve dekaikından bahsedecekleri zaman Mevlânâ’yı
çok muhatab edinirlerdi.
Mevlânâ
hazretleri buyurdular: Bir gün Hâce hazretleri benden sordular ki: “Bizden
dinlediğin bu ince ma‘nâlı sözleri işitmekle, çocuklukta babandan, anandan ve
hocandan edindiğin itikada hiç noksanlık gelmedi mi?” Gelmedi, dedim. “Demek
ki, seninle böyle sözleri konuşmak kabil imiş” buyurdular.
Yine
Reşahât sâhibi bildirir: Hâce hazretlerinden işitilmiştir ve Silsile-i
Ârîfîn’de dahi yazmışlardır ki, Hâce hazretlerine ilk gelişlerini şöyle
anlatırlar: Mevlânâ Ni‘metullah adında Kirmânlı bir ilim talebesi ile Herat’a
gitmek için Semerkand’dan çıktık. Şadıman köyüne geldiğimizde, hava sıcak
olduğundan durduk. İkindi zamanı olmuştu ki, Hâce hazretleri çıkageldiler.
Huzurlarına vardım. Hangi vilâyettensin, dediler. Semerkand’lıyım, dedim. Sonra
anlatmağa koyuldular. Hâtırımda olanların hepsini açıkladılar. Ayrıca bu fakîri
rahatsız eden ve yolculuğa çıkmama sebeb olan mes’eleyi de izhâr ve îzah
ettiler. Bu yüzden kalbimi Hâce hazretlerine çekiliyor buldum. Konuşma
esnasında buyurdular ki: “Eğer maksadınız ilim tahsîli ise, burada da
mümkündür. O zaman kesin olarak anladım ki, bu fakirin hâtırından geçen her
şeyden haberleri vardır; haberleri olmayan bir tek şeyim ve düşüncem yoktur. Ve
yine yakînen bildim ki, Hâce hazretlerinin insanların kalblerini bilmede, büyük
kerâmet ve vukufları vardır. Onlar hakkında bu kadar müsbet kanaate vardığım
hâlde, sefere gitmek arzusu içimden gitmedi; Herat’a gitmeği hâtırımdan çıkarıp
atamadım. Karşî’ye gitmek istedim. Olmaz, Buhârâ tarafına hareket et, dediler.
Sabahleyin, gitmek için izin almağa geldiğimde, birisi, Hâce hazretleri kitabı
ile meşguldür, dedi. Durup bekledim. Biraz sonra gördüm ki, Hâce hazretleri
oturdukları yerden kalktılar ve benim yanıma gelip buyurdular ki: Doğru söyle!
Herat’a dervişlik için mi gidiyorsun, yoksa ilim tahsîli için mi? Fakîr dehşete
kapıldım ve sukût ettim. Arkadaşım Ni‘metullah: Bunun dervişliği galibdir. İlim
tahsîlini kendine perde [siper] edinmiştir, dedi. Tebessüm eyleyip buyurdular
ki: “Eğer dediğin gibi ise, iyidir.” Sonra elime yapışıp bağın tenha bir
kenârına yöneldiler. İnsanlardan yeteri kadar uzaklaşınca, bir münâsib tenhâ
köşede durdular. O hazretin sadece eli elime dokunmakla kendimden gaib oldum.
Bir zaman gaybet hâlinde kaldıktan sonra kendime gelir gelmez söze başladılar
ve konuşma arasında buyurdular ki: Belki sen benim el yazımı okuyamazsın.
Ceblerinden bir yazı çıkardılar ve kendileri okudular. Sonra katlayıp fakîre
verdiler ve: “Benim mektûbumu iyi sakla!” Diye tenbîh ettiler. O mektûbun
tercümesi budur:
MEKTÛB: “İbâdetin hakîkati, hudu‘ ve huşu‘ [Rabbine inkıyad, her emrine
boyun eğme, peki deme], niyâz [ihtîyâc ve yalvarma] ve kırıklıktır [kulluk aczi
ve dolayısı ile üzüntüsü]. Bu ma‘nâlar kalbde Hak sübhânehü ve teâlânın
azametinin müşâhedesinden zâhir ve hüveydâ olur. Bütün seâdetlerin ele geçmesi
muhabbete bağlıdır. Muhabbetin zuhûru ise Seyyid- ül evvelîn vel-âhırînin
(aleyhi minesselâvâti etemmühâ ve minet-tehıyyatı eymenüha) bereketli
mütâbeatlarına bağlıdır. Mütâbeat da, tâbi‘ olma yolunu bilmekle olur. O hâlde
din ilimleri vârisleri olan ulemaya bu maksad itibariyle mülâzemet etmek
[gitmek, devâm etmek] gerektir ve amma ilmi dünyalık kazanmak vesîlesi ve makam
ve mevki elde etme sebebi yapanların yanından uzak olmalıdır. Raks ve sema
yapan ve her verileni tereddütsüz alan dervişlerin sohbetinden sakınmalıdır. Ayrıca
Ehl-i sünnet ve cem‘aat mezhebinde noksan akîdeye sebeb olan tevhîd ve
ma‘rifetleri dinlemekten kaçınmalıdır. İlim tahsîlini de, Muhammed Resûlullah
(sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) mutâbeatına götüren yol ve sebeb olması
bakımından yapmalıdır. Vesselâm.”
Sonra
dönüp yine halk içine geldiler ve fakîre Herat seferine izin verip Fâtiha
okudular. Kendileri bizden önce atlarına binip gittiler. Biz de işaretlerine
uyarak Herat’a gitmek üzere Buhârâ yolunu tuttuk. Biraz yol almıştık ki,
arkamızdan bir yaya gelip bir mektûb getirdi. Hâce hazretleri Mevlânâ Sadeddin
Kaşgarî hazretlerinin yüksek oğulları Hâce Kelân’a gönderiyorlardı ve içinde
buyuruyorlardı ki: Bu mektûbu getirene mukayyed olun. Başı boş gezmesine izin
vermeyin. Olur olmaz kimselerle arkadaşlık etmesine müsâde etmeyin.
Nakleden
der ki: Hâce hazretlerinin iş bu ikinci mektubu, bana o kadar tesir etti ki,
ifâde edemem. Sanki yaralı sineme bir ok dokundu ve bütün kalbim o hazretle
meşgul oldu. Bu gidişle Buhârâ’dan öteye gidecek hâlim yoktu. Hâce hazretlerini
düşünmekten ve onlardan böyle isteksiz ve sebepsiz ayrılmaktan dermansız oldum.
Her menzilde dönmeği icâbettiren nice hâller, hadiseler vuku‘a gelir oldu. Ama
ne kadar şaşılsa yeridir ki, bütün bunlara rağmen hâlâ ileri gitmek niyyeti ağır
basıyordu. Buhârâ’ya varıncaya kadar altı at değiştirmek lâzım geldi. Her
menzilde [konakta] bir mâni‘ zuhur ederdi ve o ata binemez bir başka binekle
giderdim.
Velhasıl
çeşitli sıkıntı ve zorluklarla Buhârâ’ya geldim. Oradada büyük bir göz ağrısı
arız oldu. Bunun için orada birkaç gün kalmam lâzım geldi. Sonra yine bir nice
defa sefere niyyet ettimse de, her defasında bir ârıza ve bir mâni‘ çıktı ve
sefere çıkamadım. Nihayet ateşli hastalığa yakalandım. Kendime dedim ki, bir
daha sefere kalkarsan, muhtemelen helâk olursun. Ve böylece sefer telâş ve
arzusunu tamamen hâtırımdan çıkardım. Hastalığım da düzeldi. Sonra Hâce
hazretlerinin mülâzemetine azîmet eyledim. Taşkend’e geldiğimde hâtırımdan
geçti ki, Şeyhzâde İlyâs’ın yanına gideyim. Onların irâdeti altında idim. Bir
kere daha onları görüp bâtınen bir nev‘i izin almış olayım. Zirâ Hâce
hazretlerinin sohbetlerinin cezbesi galip olup beni rahatsız eylemişti. Atımı
bir heybe dolusu kitabla tanıdıklardan birine bıraktım ve ben şeyhin
dervişlerinden birini bulup onunla birlikte şeyhin evine gitmek için çarşıya
geldim. Çarşıya gelip bir kimse buldum. Bana, git atını ve eşyalarını getir
gidelim, dedi. Fakîr atımı alıp gitmek için geldim. Birisi dedi ki, senin atın
heybedeki kitablarınla beraber zâyi‘ oldu. Birkaç kişi onu aramakla
meşgullerdir. Bir köşede oturup düşündüm. O esnâda hâtırıma geldi ki, Hâcegân
(kaddesallahü teâlâ esrârehüm) çok gayretli kimselerdir. Sana bu derece iltifat
edip müteveccih olmuş iken, sen başka yerleri, başka kimseleri ziyârete kalkışırsan,
iyi ki sana daha çok ve daha büyük zararlar erişmedi, dedim ve gönülden oraya
gitmekten vaz geçtim. Hemen kulağıma, bir ses geldi: “Atını bütün kitabların ve
eşyaların ile birlikte buldular.” Başımı kaldırdım. Gördüm ki, atım hazır
edilmiş. O tanıdık kişi dedi ki, bu da çok acaib bir hikâyedir ki, senin atını
ben önümde bağlamış idim. Baktım, gördüm ki, yerinde yoktur. Şaşırdım kaldım.
Taşkend çarşısında bir kimsenin bir şeyi yitirip de bulması imkânsız gibidir.
Çünkü şehir büyük, kalabalık ve izdiham çok olur. Bundan daha çok şaşılacak şey
de, yitirdiğin bir şeyi noksansız bulmandır. Bütün bunları gördükten sonra,
fakîrde öyle bir hâlet-i rûhiyye oluştu ki, Şeyhzâde’nin evine gitmeyi tamamen
hâtırımdan çıkarıp, hemen ata bindim ve Semerkand’a yollandım. Varıp Hâce
hazretlerinin sohbetleri ile müşerref oldukta, tebessüm hâlinde, hoşgeldin,
buyurdular. Bana bildirildi ki, benim bütün ahvâlimden haberleri vardı. Belki
yolculukta ortaya çıkan bütün mâniler, onlardan olmuştu.
Ve
yine Mevlânâ Muhammed buyurdular: Hâce hazretlerinin Ribat-ı Hâce’de bulunduğu
zaman, bu fakîrin Hâce hazretlerine vardığımın ilk günleri idi. O sırada
hâtırıma Hâce Zekeriyyâ Varak Sırrî’nin ziyâretine gitmek geldi. Mezarın
künbedi [türbenin] kapısına geldiğimde, adımımı içeri atmadan önce bana bir hâl
oldu, ayakta duramadım, yıkıldım. Karnımda bir ağrı hasıl oldu, beni iki büklüm
etti. Nerede ise canım çıkacak hâle geldim. Hâtırıma Hâce hazretlerinin
sohbetinden izinsiz çıkıp, türbeyi ziyârete gitmek iyi olmadı, diye geldi.
Hemen istiğfar eyleyip, türbeye girmeden geri döndüm. Hâce hazretlerinin
huzûr-ı şerîflerine gelip oturduğum gibi, ilk nefeste buyurdular: İşitmedin mi
ki, ulular demişler: “Yaşayan kedi, ölmüş aslandan yeğdir.” Bu hâli müşâhede
edince de Hâce hazretlerine yakınım ziyâdeleşti.
Reşahât
sâhibi (aleyhirrahme) der ki: Eshabın azîzlerinden dinledim. Dediler ki,
Kemânkerân köyünde Hâce hazretlerinin ölüm hastalığında, evlâdı, ahfâdı ve
eshâbının seçkinlerinden birçokları o hazretin yanında idiler. Orada
buyurdular: Bizim cemâatimizden her biri, fakirlikten veya zenginlikten birini
seçseler gerektir. Mevlânâ Muhammed’e müteveccih olup buyurdular ki: En önce
sen, hangisini seçiyorsan, söyle. Mevlânâ Muhammed dediler ki, ben sizin
ihtiyâr ettiğinizi [seçtiğinizi] isterim. Hâce hazretleri buyurdular ki: “Bizim
seçtiğimiz fakr’dır.” Ondan sonra vekillerinden birine işâret eylediler ki,
Mevlânâ Muhammed’e dört bin Şâhrûhî [altın lira] ver ki, fakri ihtiyâr
etmiştir. Gitsin, o meblağı, kendi yanında olan fukaranın, kimseye yük olmadan
geçinmesi için sermaye eylesin. Mevlânâ Muhammed hazretleri, Hâce hazretlerinin
emrine uyarak o parayı alıp, onunla kendinin ve eshabının maişetini [geçimini]
temîn ettiler.
MEVLÂNÂ HÂCE ALÎ TAŞKENDÎ (rahmetullahi aleyh): Hâce hazretlerinin en eski eshabından
ve büyük halîfelerinden idiler. Daha ilk zamanlarında Taşkend’de kabûl şerefine
kavuşmuşlardır.
Reşahât
sâhibi der ki: Bazı azîzler Hâce Alî’den naklettiler: Yıllar önce Hâce
hazretleri Horasan’dan vatan-i aslîlerine [Taşkend’e] gelip ziraatla meşgul
oldular. O zaman ben yirmi yaşında bir genç idim. Hâce hazretlerine mülâzemet
eylerdim ve o hazretin bana tamam mertebe iltifatları var idi. O sırada
akranımdan bir takım kimseler ilim tahsili için Semerkand’a gitmek üzere
idiler. Bana, Taşkend’de vakitlerini boşa harcarsın, câhil ve âmî [avam,
bilgisiz] kalırsın diye çok vesvese ederlerdi. O kadar söylediler,
sıkıştırdılar ki, nerede ise ben de gidecek duruma geldim. Kendi kendime
düşündüm. Eğer Hâce hazretlerinden sefer için izin istersem, büyük ihtimâl
göndermezler. En iyisi ilim tahsili niyyeti ile Semerkand’da gittiğimi bir
kağıda yazıp, kendileri yokken, oturdukları yere koyup, Semerkand’a gideyim.
Yazdıklarımı öğrendikleri zaman ben gitmiş olacağımdan, gitmeme mâni‘ olmazlar.
Bu şekilde bir çeşit izin de almış olurum.
İşte
bu meâlde bir mektub yazıp, oturdukları yere koydum ve azîmet ettim. Her
nasılsa Hâce hazretleri o gün akşama kadar o odaya girmemişler. Akşam namazı
vaktinde mubârek gözleri mektûba alınca, okudular ve o hâletin zuhurundan alınıp:
“O benimle yazı ile mi konuşur. Hîle ile bizden izin mi almak ister. Görelim
bakalım, nasıl gider” buyurdular. Hâce hazretlerinin benim gidişimden alınıp,
bu sözleri söyledikleri zaman, ben de yoldaşlarımla ilk menzile konmuş idim.
Akşam ile yatsı arası, ânîden bir büyük baş ağrısı ile bir ateşli hastalık ârız
oldu ki, güçsüz, kuvvetsiz kaldım. Çok rahatsız oldum. Sabah yakın idi ki, ben
devâmlı inliyordum, feryâd ediyordum. Seher vakti yaklaşınca, halk yüklerini
yükletmeğe başladılar. Sefere çıkmama en çok sebeb olan arkadaşım, atımı
eyerledi, heybemi üzerine attı ve beni de ata bindirmek istedi. O zaman baş
ağrım ve hararetim daha ziyâde oldu. Öyle oldum ki, başımın ikiye bölüneceğini
ve yakıcı ateşe düştüğümü sandım. Ölüyorum dedim ve feryadı bastım. Dedim ki:
“Ey dostlar, beni kendi hâlime bırakın. Zirâ benim ata binmek değil, hareket
etmeğe gücüm yoktur. Arkadaşlar, gidelim diye ne kadar ısrar ettiler, ne kadar
çabaladılarsa da, konuşmağa tâkatım olmadığından, işâretle onları men‘ eyledim.
Baktılar ki, ben gidemeyeceğim. İster istemez beni bıraktılar ve gittiler. Ben
düşündüm ki, galiba bana ârız olan bu hastalık ve rahatsızlıklar Hâce
hazretleri tarafındandır; benim gitmeme râzı değildir, deyip dönmeğe niyyet
eyledim. O anda baş ağrısı ve ateşim eksilmeğe başladı ve o kadar kuvvetim
geldi ki, heybemi ata yüklettim, ben de üzerine binip Taşkend yolunu tuttum.
Adım adım Taşkend’e yaklaştıkça, hastalıklarım da hafifledi. Taşkend şehrine
girince, o baş ağrısı ve hararetten kat‘iyyen bende eser kalmadı. Hemen evime
geldim. Atımı bağladım. Hâce hazretlerinin huzurlarına geldim. Selâm verdim.
Selâmımı alıp, tebessüm ettiler ve buyurdular: “Semerkand’a niçin gitmedin?”
Birden beni bir ağlamaktır aldı. Yüzümü yere sürüp ettiğim edebsizliğin afvını
istedim. İnâyet edip: “Git, hizmetinle meşgul ol! Bundan sonra seninle çok
işimiz vardır ve çok şeyler zuhûr edecektir” buyurdular.
Hâce
hazretleri Sultan Ebû Saîd Mirzâ’nın ricâsıyla Taşkend’den Semerkand’a
göçtükleri zaman, bütün dünyevî işlerini Mevlânâ Hâce Alî’nin himmet zimmetine
bırakıp, işlerin yürütülmesinde vekil ettiler. Ve Mevlânâ işleri yürütmede bir
dereceye gelmişti ki, gün olurdu Hâce hazretleri tarafından pâdişaha, umerâ ve
a‘yan-ı divana yirmi mektub yazdırırlardı. Hiç kimsede, Mevlânâ’nın sözlerini tutmayacak,
emrine imtisâlde bir nevi gevşeklik gösterecek güç yok idi.
ŞEYH
HABÎB-İ NECCÂR TAŞKENDÎ (rahmetullahi aleyh): Hâce
hazretlerinin makbûllerinden ve eski eshâbından idi. Taşkend’de bulunan eshâb
ve ahibbânın yiyecek ve içecek tedbîr ve tedârikini ona vermişlerdi.
Mezkûr
Şeyh Habîb anlatır: Bir kere Hâce hazretleri Taşkend’de bazı yârândan huzursuz
olup Firket’e hareket ettiler. Yârânda özür dilemek için meskenet ve niyâz ile
[acz ve muhtac hâlde] Hâce hazretlerinin ardına düşüp gittiler. Firket’e ulaştıklarında
gördüler ki, Hâce hazretleri Menâr köyünde, Mevlânâ Seyfeddin Menârî Türbesi
yanında onun azîz oğlu Mevlânâ İsmâil Firketî’nin evine gittiler. Onlar da
Menâr’da Mevlânâ İsmâil’in evine vardılar. Orada Hâce hazretleri heybet ve
celâl sıfatı ile muttasıf idiler. Yârândan kim Hâce hazretlerinin oturduğu
hücreye [odaya] girip, gözü Hâce hazretlerine aldıysa, aklı başından gidip
yıkıldı ve yuvarlanmağa başladı. Az kaldı ki, hepsi ölüvericekti. Nihâyet
Mevlânâ İsmâil, o diyarda bulunan muhib ve muhlislerden bir grubla, baş açık,
yalın ayak gelip yârânın özrünü dilediler. Hazreti Hâce’de o muhlisler hatırı
için yârânın özrünü kabûl eyleyip, lütf ve merhamet eserleri ile zâhir oldular.
Ondan
sonra yârânın birer birer akılları başlarına gelmeğe başlayıp, cümlesi eski
hâllerine geldiler.
MEVLÂNÂ NÛREDDİN TAŞKENDÎ (rahmetullahi aleyh): Makbûller ve
manzûrlar cümlesinden idi. Bir gün Hâce hazretleri zâtî muhabbetten söz açıp
buyurdular: Sofiyye istılahında muhabbet-i zâtiyye, Hak sübhânehü ve teâlâya
taaşşuk ve irtibattan ibârettir. Öyle ki muhabbet alâkasının sebebini
bilmemelidir. Belki def edemediği bir meyli ve incizâbı olmalıdır. Yine
buyurdular: Taşkend havâlisinde iki oğlanda bu keyfiyyet zuhûr etmişti: Biri
dâim bizim sohbetimizde mülâzemet eyleyip uzaktan boynunu büküp oturdu. Bir gün
taharete [abdeste] kalktım. Hemen ibriği aldı. Abdestten sonra kendisine
sordum: “Senin buraya gelmene sebeb nedir? Ve dervişler halkasının etrafını
neden dolaşırsın?” Dedi ki: Ben de bilmiyorum. Ancak şu kadar biliyorum ki, ne
zaman buraya gelsem, içimde Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerine bir meyil ve
incizâb [yakınlık ve çekilme] bulurum. Ve kendimi bütün isteklerden boş görürüm
de o hâlden gönlüme büyük lezzet erişir. Bu meclisten dışarı çıkınca, o hâl
benden gider, boş kalırım.
Diğer
oğlan ise gayet cemâl sâhibi [güzel yüzlü] idi. Bizim eshâbımızla görüşürdü. O
civarda çok kimsenin ona zâhirî irtibatı var idi. Bizim eshâbımıza dahi, onu
seviyordur diye töhmet ve ta‘n ederlerdi. Yakınlardan bazısına dedim ki, ona
özür beyân edin de, gitsin kendi âleminde olsun. Her ne kadar görüşmemek için
mübalağa ettilerse, def edemediler. Nihâyet ağlamağa başlayıp çok ızdırap,
sıkıntı gösterdi. Benim buraya gelmemden size ne fayda vardır. Halbuki dışarda
insanlar benim huzurumu ve rahatımı bozuyorlar. Türlü türlü heva ve heveslere
gönül vermekle, bu sohbette elde ettiğim huzûr ve cem‘iyetten mahrûm kalırım
dedi. Nihâyet yârân onu ma‘zûr tutup kendi hâline bıraktılar. Ancak bir
mertebeye vardı ki, bu keyfiyyete öyle mağlub oldu ki, çok defa evinin yolunu
bulamaz oldu. Ne zaman onunla bir işim olsa, ona bir iş yaptırmak istesem, o
işi ya yapmış veya yapmakta olduğunu görürdüm.
Reşahât
sâhibi der ki: Hâce hazretlerinin anlattıkları o güzel yüzlü genç Mevlânâ
Nûreddin Taşkendî hazretleri idi.
Ve
yine Reşahât sâhibi der ki: Eshâbının ileri gelenlerinin bazısından şöyle
dinledim ki, Mevlânâ Nûreddin mebâdi-i hâlde Taşkend’de Hâce hazretlerinin
mülâzemetleri ile müşerref olduğu zaman, Hâce hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine
iki kelle nebât-ı Kirmânî getirdi. Hâce hazretlerinin âdetleri, kimseden bir
şey kabûl etmemek iken, o nebâti Mevlânâ Nûreddin’den kabûl edip, hâzır
olanlara taksîm ettiler ve o esnâdâ buyurdular: Bu tâife ile sohbetin fâidesi
budur ki, bir kimseye yitirdiğini hatırlatırlar. Meselâ bir kimse çok kıymetli
bir cevheri yitirse ve kendisinin bir yitiği olduğunu bilmese ve sonra bir
kimse ile ahbab olsa, ahbab olduğu kişi onun yitiği olduğunu ve yitiğinin çok
kıymetli bir mücevher olduğunu bilmiş olsa, öyle bir kimse ile sohbet etmenin
fâidesi bu olur ki, evvelâ yitik sâhibinin bir yitiği olduğunu ve ardından bu
yitiğinin çok kıymetli bir mücevher olduğunu hâtırlar.
Bu
söz Mevlânâ’ya çok tesir etti. Hâce hazretlerinin hizmetini tercîh edip, her ne
kadar izin verip, gidebilirsin, buyurdukları hâlde, bırakıp gitmemiştir.
Derlerdi ki, benim Hâce hazretlerinden terk muradım odur ki: Bana o kadar
müsâde ederler ki, arada bir mubârek yüzlerini görebileyim. Onda bu hâli
görünce, onu kendi hâline bıraktılar.
Mevlânâ
hazretleri bâtınî ta‘lîm ile râbıta yoluna çalışmış, ve büyük gayret ile yol
almış, kısa zamanda Nakşibendî nisbetine kavuşmuştur.
Bu
maksadın ikinci faslının sonlarında zikri geçmiş olan Mevlânâzâde-i Firketî,
Mevlânâ Nûreddin’in bâtın şüğlüne [kalb vazîfesine] muttali‘ olup, ona sertlik
gösterip demiş ki: “Eğer namazda da râbıta ile meşgul olursan, küfre yol açar.
Sakın namazda iftitah tekbîrinden sonra selâm verinceye kadar, kendini bu
nisbette bulundurma, kalbini bu râbıta hatırlamasından uzak tut.” Mevlânâ
Nûreddin onun cevabında Emîr Hüseyin hazretlerinin şu beytini okudu:
O yüzden ki senin gözün ahveldir, Ma‘budun her şeyden evvel
pîrindir.
Mevlânâzâde’nin
taarruzunu ve Mevlânâ Nûreddin’in ona cevabını, Hâce hazretlerinin mubârek
kulaklarına ulaştırdılar. Hâce hazretleri Mevlânâzâde’ye buyurdular ki: “Bir
şahsın kalbi, namazda, mala, mülke, köleye, hayvana ve diğer önemsiz şeylere
gider de, kâfir olmaz. Bir müminin kalbi bir mümine bağlanırsa neden kâfir
olur?”
Yine
Reşahât sâhibi der ki: Hâce hazretlerinin hizmetinde bulunan bazı kimselerden
dinledim: Mevlânâ Nûreddin kendisini, Hâce hazretlerine fedâ eylemişler idi.
Böyle olduğu bir hâdise ile ortaya çıkmıştı. Şöyle ki: Bir kere Hâce
hazretlerine taun hastalığı ârız oldu. Bu hastalık sol tarafından aldı ve rengi
de mavi idi. Âdeta sol tarafdan gelen taun, hayvânî ruhun ma‘deni ve bedenin
hararetinin menba‘ı olan yüreğe yakın olduğundan, en çok korkulanıdır. Hele
rengi de koyu olursa! O durumda Mevlânâ Nûreddin, Hâce hazretlerine gelip, son
derece tazarru‘ ve niyâz ile: İnâyet buyurun! İzin verin; sizin hastalığınızı
ben yükleneyim. Zirâ dünyada benim varlığıma bağlı bir şey yoktur, ama sizin
varlığınıza bağlı nice yüz bin hikmet ve maslahat [hayırlı iş] vardır. Ayrıca
Hak sübhânehü ve teâlânın sizin sebebinizle halledeceği nice nice işleri
vardır. Hâce hazretleri: “Sen yeni yetişkin bir gençsin. Henüz âlemi
görmemişsin. Kendine göre birçok ümidlerin ve gönlünde arzuların vardır”
buyurdular. Mevlânâ ağlayıp: “Benim kendimi size fedâ etmekten başka hiçbir
arzu ve ümidim yoktur” cevabını verdi. Hâce hazretleri ona izin verdi. Mevlânâ
kalben bu işe meşgul oldu ve Hâce hazretlerinin yükü altına girip, hastalığı
onlardan cezb eyledi [çekip aldı]. O anda Hâce hazretlerinin hastalığı ona
geçti. Hastalık Hâce hazretlerinin neresinde ise, ya‘nî göğsünün sol
tarafından, Mevlânâ’nın ayrı yerine, ya‘nî sol tarafında zuhûr eyledi. Hâce
hazretleri tam sıhhatle yatağından kalktılar ve Mevlânâ Nûreddin yatağa düşüp
üç gün sonra Hakkın rahmetine kavuştular.
Kabirdekilerin
keşfi ve diğer bazı keşiflerle hâllenmiş eshâbından biri anlattı: Mevlânâ
Nûreddin’in vefatından sonra bir gün Hâce hazretleri ile atla Taşkend
mezarlığının doğu tarafından geçtik. Gördüm ki Mevlânâ Nûreddin lahtin içinde
Hâce hazretlerine doğru döndü. Hâce hazretleri buyudular ki: “Hey Mevlânâ
Nûreddin, dönme. Sağına yatıp huzur içinde ol.” O da, yine kıble tarafına dönüp
yattı. Vefatları 840 (m. 1436) senesinde vâkı‘ oldu.
MEVLÂNÂZÂDE ETRÂRÎ (rahmetullahi aleyh): Hâce hazretlerinin büyük eshâbından ve
makbûllerinden idi. Adı Muhammed bin Abdullah’dır. Mevlânâzâde Etrârî diye
bilinir.
Mevlânâzâde
demişler ki: Hâce hazretlerinin kabûlü ile şereflendiğim zamanlarda idi. Bir
gün içimden geçti ki, acaba Hâce hazretleri niçin bize zikir telkîn etmezler.
Bu düşünceyi içimden atamadım. Gittikçe kuvvetlendi. Bu sıkıntıda iken, Hâce
hazretleri bana dönüp buyurdular ki: “Her işin, ona göre bir yapanı vardır.
Zikir diğerlerine münâsibdir. Sizin istidadınız latiftir. Sizin ona ihtiyâcınız
yoktur.”
Yine
Mevlânâzâde buyurdular: Hâce hazretlerinin hizmetine kavuştuğum ilk zamanlarda
içimde bir kuşku vardı. Çünkü ben daha önce Işkîler yoluna girip, çok zaman o
tarikatta çalıştım. Acaba onların irâdetinden [tarîkatinden, müridliğinden]
çıktığım için, o tâifenin ruhlarından bana bir zarar gelir mi diye vehm
ediyordum. İşte bu kuruntu bir gece sabaha kadar beni uyutmadı. Sabahleyin Hâce
hazretlerinin huzuruna geldim. Bana: “Meşâyıh tabakatından nasıl kimselerle
beraber olmuştun?” Dediler. Dedim ki: Size gelmeden evvel, Işkîler tarikatına
irâdet getirip onların yolunda çalışmıştım. Buyurdular ki: Bu gece gördüm ki,
Türk meşâyıhından bir takım kimseler, büyük silâhlarla gelip etrafımızı
kuşattılar. Ama hiç birisi bize yaklaşamadı, zarar veremedi ve tasarruf
edemedi. Demek ki, sizin için gelmiş idiler.
Bu
beyânlarından sonra bu düşünce ve kuruntu hâtırımdan gitti. Tamamen rahatladım
ve kesin olarak bildim ki, bundan sonra Hâce hazretlerinin yardım gölgeleri ve
inâyetlerinin himayesi altındayım. Bundan böyle zâhirî ve bâtınî afet ve
tehlîkelerden emin olmalıyım.
Yine
Mevlânâ hazretleri anlattılar. Bir gün Hâce hazretleri bu fakirin hücresine
gelip, bir yemek pişirin, buyurdular. Pişireceğiniz malzemeyi Mevlânâ Hâce
Alî’den alın, dediler. O zamanda Hâce hazretlerinin mutlak vekilleri ve
kedhudaları Mevlânâ Hâce Ali idiler. Yemek hâzır olunca, Hâce hazretleri yemeğe
pek yanaşmadılar. Yârân yediler. Yemek bittikten sonra Hâce hazretleri
buyurdular ki: “Bu yemekte ihtiyâtsızlık oldu. Muhakkak araştırın, bir bakın,
ne oldu!” Diye son derece ihtimam gösterdiler. İyice araştırdıktan sonra
anlaşıldı ki, odununda bir kusur olmuş. Hâce hazretleri sinirlendiler ve
buyurdular ki, işin esası gıdadır. Yemek husûsunda ihtiyât vâcibdir. Zira
insanın bedenine ne girerse, eseri ondan meydana gelende zuhûr eder. Gördüğümüz
bütün bu tatsızlıklar ve dağınıklıklar, çoğu zaman şübheli yemektendir.
Huzûrunda,
hizmet edenlerden biri Hâce hazretlerinden bildirir: Bir gün Hâce hazretlerinin
dervişlerinden bir bölük kimse ile eshâbdan birinin hücresinde hararetli
sohbetleri vardı. Hâce hazretlerinin tasarruf eserleri hepsinde görünürdü.
Meclisteki feyiz ve tasarruf o dereceye gelmişti ki, dışardan birisi meclis-i
şerîflerine girecek olsaydı, ona bir keyfiyyet hâsıl olur da, kalkıp gidemezdi.
O sırada yemek getirdiler. Mevlânâzâde Etrârî’nin öyle bir istiğrakı var idi ki
tamamen kendinden gaib olmuş idi. Her ne kadar tahrîk edip kendine getirmek
istedilerse de, kendine gelmedi. Birden Hâce hazretleri o tarafa baktılar.
Gördüler ki kendine gelmesi için Mevlânâ hazretlerini bir kimse tahrik eder,
kurcalar durur. Hâce hazretleri o kimseden huzursuz olup buyurdular ki: Niçin
edebsizlik edersin. O kadar bilmez misin ki, herkes bizden kabiliyyet ve
istidadına göre birşeyler alır. Şu anda Mevlânâ bir hâl ile müşerref olmuştur
ki, iki cihândan haberi yoktur. Eğer sen onun şu anda ne hâlde olduğunu
bilseydin, ona gıbta etmekten yemeğin tadını alamazdın. Sonra şu beyti
okudular:
Münkir ne bilsin neler vardır kalb-i diride,
Sende yoktur
diye, zan etme yoktur kimsede.
Mevlânâzâde
hazretleri Hâce hazretlerinin hâl-i hayâtında Hac için izin isteyip, Harameyn-i
şerîfeyni (zâdehümallahü teâlâ şerefen) ziyâretten sonra Şam diyârına gelip
Dımışk’a yerleşti. Bir zaman o diyârda tâliblerin merce‘i ve sâliklerin rehberi
oldu ve orada âhırete intikal eyledi.
Reşahât
sâhibi der ki: Bu fakîr Mevlânâ Abdürrahman Câmî hazretlerinin mubârek el
yazıları ile gördüm. Bir kitabın üstüne şu sözleri yazmıştı: Hâce Ubeydullah
hazretleri, Şam’da bulunan Mevlânâzâde Etrârî’ye yazmışlardı: Makbûl
dualarınızı istirhamımı arz ettikten sonra, sizden rica ederim ki, bütün
gayretinizle, size edebli olmağı hatırlatacak süslenmeleri bırakın ki, kurtuluş
ele geçsin. Vesselâm.
MEVLÂNÂ NÂSIREDDİN ETRÂRÎ (rahmetullahi aleyh): Hâce hazretlerinin makamı
yüksek eshâbından ve makbûllerindendir. Mevlânâzâde Etrârî’nin küçük
kardeşleridir.
Mevlânâ
Nâsireddin anlatır: Semerkand halkının Hâce hazretlerini henüz anlamamış
oldukları ilk zamanlarda, Taşkend tarafından bir bölük kimseler gelip, Hâce
hazretlerinin şemâil, sıfât ve hârik-i âdelerinden çok nakiller eylediler.
Şaşılacak hâllerinden, olağan dışı menâkıbından anlattılar. Hâce hazretleri
hakkında evliyaullaha mahsûs bazı alâmet ve işâretler dinlediğimden, kalbim
onlara doğru çekildi. Ama zâhirde bir güzele tutulmuş olduğumdan mülâzemetlerine
biraz geç varabildim.
Bu
haber ve menkıbeler her tarafta konuşulur olunca, söylediğim alâka devam ettiği
hâlde, yine o tarafa harekete bir nevi mecbur oldum. Bir bölük Hak tâlibi ile
Taşkend’e geldim. Hâce hazretleri Taşkend’de Dağ Dibi’nde bulunan Bağıstan’da
idiler. Hâce hazretlerinin huzûruna kavuşunca, işittiğimden daha çoğunu gördüm
ve buldum. Bir zaman sonra bahar yaklaşınca, Semerkand’a dönmek arzusu ağır
bastı ve o gencin aşk ateşi gönlümde karar ve rahat bırakmadı. Arzu ettim ki, Semerkandlıların
âdetleri üzere Nevrûz günü Dağ Sırtı isimli seyir gününde orada bulunayım ki, o
genç ile o arada görüşmek mümkün olur. İzin istemek için Hâce hazretlerinin
huzûr-ı şeriflerine geldim. İzin vermediler. Nevrûz günü olduğunda o genci
görmek ve Dağ Sırtı seyrini hâtırlamak beni melûl etti. Çok üzüldüm,
derdlendim. Hâce hazretleri eshâbdan bir takım kimselerle atlarına binip bir
köye yollandılar ve beni de yaya olarak yanlarına alıp gittiler. O gence karşı
bir meylim ve Dağ Suyu kenarındaki merasime büyük alâkam olduğundan, gitmekte
olduğum sahranın ve etrafın seyrinden gönlümde bir inşirah [ferahlama, açılma]
olmadı. Ben bu bakımdan çok mahcûb ve münfail idim. Birden o sahrada bir
bahçeye eriştik. Hâce hazretleri at üzerinden mubârek ellerini uzatıp bir lâle
koparıp benim elime verdiler ve buyurdular ki: “Mevlânâ Nâsireddin! Utanmaz
mısın ki, bu kadar sohbet, sahra ve lâle bahçeleri varken, genci düşünürsün ve
Dağ Suyu kenarı seyrini özlersin!”
Hâce
hazretleri bu sözleri söyledikleri gibi, ben baştan ayağa mahcubluk terlerine
gömüldüm, çok utandım. Hâce hazretleri benim bu hâlimi görünce, öyle bir
iltifât [teveccüh] buyurdular ki, o gencin alâkası gönlümden kesildi ve ona
karşı meyl ve muhabbet hatırımdan silindi gitti ve onun yerine Hâce hazretlerinin
muhabbeti yerleşti ve karar kıldı.
Yine
Mevlânâ hazretleri anlatır: Sultan Ebû Said Mirzâ Semerkand’ı fethettiği zaman,
Hâce hazretleri onların ricâsıyla Taşkend’den Semerkand’a geldiler. Bir gün
kendilerine münâsib bir yer bulmak için, Semerkand’ın dışındaki mahalle ve
bağları geziyorlarlardı. Hâce Kefşîr mahallesine geldiklerinde, orayı
beğendiler. Ben o zaman Hâce hazretleri ile beraber idim. Gece olunca, Hâce
hazretleri istirahatleri ile meşgul oldular. Benim hâtırıma geldi ki, Hâce
hazretleri bu gün çok dolaştılar ve biliyorum ki, çok yoruldular. Bense, kendi
kendime o cür’et ve edebsizliği edemezdim ki, onların emri olmadan huzurlarına
gidip hizmet etmek isteyeyim. Ne olurdu ki, Hâce hazretleri: “Bize hizmet
edin!” Diye emr etselerdi. Böyle düşünüp, onların şerefli işâretlerini bekler
oldum. Tam o sırada buyurdular: “ Mevlânâ Nâsireddin! Sen de yorgunsun. Yoksa
hizmetin tam yeri idi.” O hazretten bu kadar izin olduğu gibi, hemen kalkıp
hizmetlerine koyuldum.
Yine
o anlattı: Hâce hazretlerine mülâzemet için Semerkand’dan Taşkend’e geldiğim
zaman, orada Mevlânâ Cemâleddin isminde bir ilim ehli var idi. Mantık ve diğer
riyâzî [matematik] ilimlerde sivrilmiş olup derin ilim sâhibi idi. Kalenderî
geçinir, deriden elbise giyerdi. Namaz kılmazdı. Haramları işlememekten
çekinmez, korkmaz ve utanmazdı. Meşayıh-ı kirâmı ve evliyâyı inkâr ederdi. Her
zaman Hâce hazretlerinin gıybetini eder, aleyhinde konuşur ve onları kötülerdi.
Edebsizce ve hiç uygun olmayan, çirkin sözler söylerdi. Bir gün bir toplantıya
vardım. O herif de orada idi. Hâce hazretleri hakkında çok habîs ve alçakça
sözler söyledi. Beni görüp, Hâce hazretlerinin devamlılarından olduğumu
bilince, yine saldırmağa ve ısırmağa başladı ve dedi ki, siz öyle bir kimseye
inanmışsınız ki, onun ne ilmi, ne de hâli vardır. Ne zikri, ne de halveti
vardır. Ben bugün onun meclisine varayım ve onun meclisinde ondan gizli olarak
esrar yiyeyim ve ona, filân yemeği ve falan tatlıyı benim için hazırla, diye
emr edeyim de, size onun hiç bâtını ve hâli olmadığını göstereyim. Siz de
açıkça anlayın ki, onda konuşulanlardan hiçbir şey yoktur; ma‘nâdan, özden,
hakîkattan çok uzaktır.
Ben
onun bu saçma sapan, gerçekle hiç alakası olmayan herze ve hezeyândan ibâret bu
sözlerinden çok bunaldım. Lâkin ona karşılık vermeği münâsib görmedim. Hemen
üzgün ve kırgın olarak o toplantıdan çıkıp gittim. Hâce hazretlerinin şerefli
sohbetlerine yettim. O herif de herze ve hezeyânda kendine denk, saldırma ve
ısırmada kendine eş üç ilim talebesi ile benim arkamdan Hâce hazretlerinin
meclis-i şerîflerine geldiler. O ahmak ve sefih ve düşük himmetli herif bir
edebsizlik ve saygısızlığa cür’et eder, diye ben de çok huzursuz oldum, oturdu.
Konuşmağa başlamadan önce, giydiği kaftanın yeninden Hâce hazretlerinden gizli
esrar çıkarıp alıp yutmak istedi. O esrar, herifin boğazında kaldı. Nefesi
tutuldu. Her ne kadar olduğu yerden söküp yutmağa çalıştıysada, mümkün olmadı.
Sonunda hâli değişti. Hâce hazretleri: “Ensesine bir tokat vurun!” Buyurdular.
Meclistekilerden biri herifin ensesine öyle kuvvetli bir tokat vurdu ki, o
esrar boğazından, herkesin gözü önünde, meclisin ortasına döküldü. Mecliste
olanlar gülüştüler. O ise o kadar mahcûb oldu ki, ta‘rif edilemez. O mahcûbluk
ve tükeniş hâliyle, talebelerini alıp Hâce hazretlerinin meclis-i şeriflerinden
çıkıp gittiler. Ve bu hâdise Taşkend vilâyetinde meşhûr oldu. O herif ise öyle
bir rezâlete mübtelâ oldu ki, o diyarda duramayıp, terk-i diyâr eyledi ve ondan
sonra hiç kimse bir daha ondan haberdâr olmadı.
HİNDU HÂCE-İ TÜRKİSTÂNÎ (rahimehullah): Hâce
hazretlerinin
makbûl ve manzuru olan ahbabından idi. Önceleri Türkistan şeyhzâdelerinden bir
genç subay idi. Hâce hazretlerinin iltifât ve teveccühlerine mazhar olup bâtın
derslerinden büyüklerin yolunun vazifesine devam meşguliyetini alıp, kısa
zamanda kendisinden garib hâller ve acib eserler zâhir olmağa başlamıştı. Bir
gün Hâce hazretleri onu sahrada kuş gibi havada uçar gördüler. Bu tavrı Hâce
hazretlerinin hoşuna gitmedi. Kızdılar ve o hâli ondan aldılar. O anda havadan
yere öyle süratle düştü ki, her tarafı berelendi. Halsiz ve dermansız kaldı.
Kendini boş ve hâlden uzak görünce, özür ve niyâza başlayıp, Hâce hazretlerinin
mubârek ayaklarına yüzünü sürdü ve ağladı. Ne kadar yalvarıp yakardıysa da, hiç
fâide etmedi. Nihâyet Hindu Hâce dayanamadı. Haşinlik ve edebsizlik etmeğe
başlayıp Hâce hazretlerine: “Bende olan hâli dağıttın, yağmaladın. Tekrâr
verirsen, ne ala! Yok vermezsen, seni öldürürüm. Eğer seni öldüremezsem,
kendimi helâk ederim” dedi.
Hâce
hazretleri bu sözlerini de mühimsemedi. Hindu Hâce dâimâ Hâce hazretlerini
gözetirmiş. Bir gün Hâce hazretlerini yalnız ve yaya bir bağ kenarında bulmuş;
hemen bıçağını çekip Hâce hazretlerinin üzerine yürümüş. Orada sığınacak, kaçıp
saklanacak bir yer olmadığından, Hâce hazretleri hal‘ ve lebs [kendini değişik
gösterme] yoluyla ona, başında kuzu derisinden bir başlık, sırtında beyaz
yünden kaftan ve elinde büyük bir asâ [değnek] bulunan kırlardaki bir çoban
şeklinde görünmüş. Hâce Hindu bakıp, yabancı bir adam görünce, bıçağını kınına
koyup hayran ve şaşkın hâlde, elinden ayağından hareket gitmiş ve yığılıp yerde
kalmıştır. Hâce hazretleri elinden bıçağı alıp yine eski sûretlerine girmişler
ve tebessüm edip buyurmuşlar ki: Seni kendi bıçağınla öldürürsem, ne yaparsın?
Hindu, Hâce hazretlerinin önünde yerde yuvarlanıp zar zar ağlamış ve içinden
gelen bir üzüntü ile sesle ağlamağa başlamıştı. Onun bu hâli Hâce hazretlerine
tesîr edip, ona şefkat ve merhamete gelmişler ve onu yine eski hâline
getirmişlerdir. O da Hâce hazretlerinin huzûr-ı şerîflerinde yemin edip söz
vermiş ki, bundan böyle, böyle şeyler benden meydana gelmeyecektir. Ya‘nî
kerâmet ve hârikaları mümkün olduğu kadar gizlemeğe çalışacaktır.
Reşahât
sâhibi der ki: Bu fakîr Semerkand’da Hâce hazretlerinin amca oğullarından bir
azîz pîrden işittim. Şöyle anlattı: Ben gençliğinde Hindu Hâce’yi görmüştüm ve
onunla sohbet etmiştim. Bir vecîh [güzel yüzlü] ve heybetli genç idi. Vecd ve
cezbe eserleri simâsından görünürdü. Şu ruba‘iyi ondan öğrendim:
Her lahza bir sûretle dostunun
yüzüne bak, Aynada senin yüzün sevdiğindir ona bak, Senin gözün yoktur ki,
göresin yâr cemâlin, Yoksa baştan ayağa sen osun, sen ona bak.
MEVLÂNÂ İSMÂİL FİRKETÎ (rahimehullah): Hâce
hazretlerinin en evvelki eshâbından ve makbûllerindendir. Hâce Behâeddin
Nakşibend (kaddesallahü teâlâ sırreh) hazretlerinin eshâbının büyüklerinden
Mevlânâ Seyfeddin Menârî hazretlerinin oğludur. Kitabımızın Makale kısmında
kendilerinden bahsetmiştik.
Mevlânâ
Seyfeddin hazretlerinin iki oğlu vardı. İkisi de, âlim, âmil, fâdıl ve kâmil
idiler. Büyük oğulları Mevlânâ Süleyman Firketî olup, Hâce Muhammed Pârisâ
(kuddise sırruh) hazretlerinin talebesidir.
Reşahât
sâhibi der ki: Bir hadis cüz’ünün kapağında Hâce hazretlerinin kendisine
yazdıkları icâzetnâme bu fakîrin gözüne ilişmiştir. O icâzetnâmenin sûreti budur
ki, onların el yazılarından aynen nakl ediyorum: Allahu Sübhânehü ve teâlâya
şükürler olsun! Bu cüz’ün sâhibi, akranı arasında seçilmiş Mevlânâ Süleyman bin
Mevlânâ Seyfeddin (Allah ona tevfîkini artırsın ve babasına rahmet eylesin),
hadîs derslerinde bu fakîrden hadîs dinlediler ve umûmî icâzet istediler. Fakir
isteğini kabûl edip, büyüklerden birinin beyitlerini yazarak kendisine verdim:
Dostlarım! Dinlediğim hadîs-i şerîflerin,
İcâzetini nasıl almışsam size verdim,
Ben bir hadis kitabı hiç yazmadım ömrümde, Din ve akıl ehline
külli icâze verdim.
İcâze isteyene şartım ilmi korumak,
Hem yanlış söylememek ve hem yanlış yazmamak.
Vâsıyyetim, Allah’dan size takvâ iledir, Rabbinden iyiliğe takva
ile kavuşmak.
Bu
icâzeti Muhammed bin Muhammed bin Mahmûd Hafîz Buhârî yazdı. Cumartesi günü,
819 senesi Rebiülâhır ayının ikinci günü. Hamd, salât-u selâm evvelen ve
âhıren, bâtınen ve zâhiren okuyarak yazdım.
Mevlânâ
Seyfeddin’in ikinci oğlu, Hâce Ubeydullah Taşkendî (kuddise sırruh)
hazretlerinin eshâbının evvelkilerinden olan Mevlânâ İsmâil Firketî’dir.
Şunu
da arz edelim ki, Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin eshabı içinde dört
Mevlânâ Seyfeddin olduğu gibi -ki onlardan Mevlânâ Seyfeddin Menârî bahsinde
kısaca bahsetmiştik- Hâce Ubeydullah hazretlerinin eshâbı arasında da, dört
Mevlânâ İsmâil vardır. Her birinin ahvâlinden, az da olsa burada bahs edelim:
Birincisi: Mevlânâ Seyfeddin oğlu Mevlânâ İsmâil’dir.
Hâce hazretlerinin mebâdi-i zuhûrunda Taşkend’de onların kabûlleri ile
şereflenmiştir. Kendisi şöyle anlatır: Evâil-i hâlde Hâce hazretlerine
mülâzemet niyyetiyle Firket’ten Taşkend’e geldim. Hâce hazretleri, yâ, babam
Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin müridi olduğu için, veya bir başka şey
için, kalblerini bu fakîre tevcîh edip beni sâhiblendiler. Ve yine o mecliste
Hâce hazretlerinin bereketli himmeti ve nazar-ı inâyeti ile bana bir garîb
keyfiyyet ve büyük cem‘iyyet hâsıl oldu. Kalbimin neş’e ve inbisâtına sebeb
oldu. O gece yatınca, rüyâda gördüm ki, elimde beyaz bir doğan var ve benim ona
büyük bir sevgim ve incizâbım var iken, birden elimden uçup gitti. Uyanınca
kendimi büyük sıkıntı ve kabz hâlinde buldum. O cem‘iyyet-i hâtırdan eser
kalmamış idi. Mahallî meclisin toplandığı seher zamanı üzüntü ve derdle Hâce
hazretlerinin meclis-i şerîflerine geldim. Hâce hazretleri benim kederli
olduğumu duyup: “Huzursuzluğunun sebebi nedir?” Diye sordular. Rüyâmı arz
ettim. Buyurdular ki: Bu rüyânın ta‘bîri şöyledir ki: Size bizim sohbetimizden
güzel bir keyfiyyet hâsıl oldu. Onun vâsıtasıyla ma‘rifet kazanmak, hakaik
avlamak mümkün idi. Zira doğan av avlayan vâsıtadır. Eğer gittiyse, üzülme.
Zirâ tekrâr geri eline gelir.
Ve
bu konuşma esnâsında bir iltifât [teveccüh] buyurdular ki, yine hemen orada o
kabz ve melâl [üzüntü] inbisât ve inşiraha dönüştü. Büyük bir surûr ve neş’e
ele geçti. Bu hâlleri müşahede ettikten sonra, artık hiçbir zaman o hazretin
mülâzemetinden ayrılamadım ve benim onlara kavuşmama ve sarılmama sebeb bu
oldu.
Reşahât
sâhibi der ki: Hâce hazretleri buyurdular ki: Mevlânâ İsmâil Firketî Mevlânâ
Seyfeddin Menârî’nin oğlu olduğundan, ona o kadar alaka gösterildi ki,
kendisinde güzel bir nisbet ve kuvvetli bir cem‘iyyet hâsıl oldu. Bu
keyfiyyetin husûlünden sonra hep bizim yanımızda oldu. Bizden ayrılacak gücü
yoktu. Nasılsa bir bölük cemâati peyda oldu ve sâhib-i sohbet oldu. O cemâatin
maişetinin tedâriki için mecburen ziraatle ve ziraat âletleriyle uğraşması
lâzım geldi. Yoksa o cemâati elde tutamazdı. Çünkü o insanların, maişetlerini
temîn etmek ve onların hâtırlarının dağılmaması lâzım gelmektedir. Dünya ile
meşgul olmasının ve dünyalık kazanmasının sebebi bu idi. Bir parça dünyalık
kazanayım derken, olduğu gibi ona daldı ve yöneldi ve tamamen kendini ona
verdi. Sonunda Hak teâlâ ile olan muâmelesine çok zarar geldi.
Mevlânâ
İsmâil Firketî buyurdu: Bir gün Hâce hazretlerinin eshâbından bir bölük cemâat
Firket’te bu fakîrin evinde idiler. Gayet yüksek bir sohbetimiz var idi. Orada
hepimizin hâtırına geldi ki, eğer Hâce hazretleri şu anda gelip fakîrin evini
şereflendirirselerdi, ne seâdet olurdu. O esnâda Hâce hazretleri Taşkend’den
gelip meclisimize dâhil oldular. Mubârek simâlarında büyük bir keyfiyyet
eserleri görünüyordu. O hazretin bakışları sohbetteki arkadaşlara alıp, hepsini
cem‘iyyet-i hâtır içinde görünce şu beyti okudular:
Sen sevda
hastasısın, şeker ye, etmez zarar,
Nice şeker hastası, bir dirhem şeker sorar.
Eshâbın
bâtınında bir kuvvetli hâlet hâsıl oldu ki, hepsi yuvarlanmağa başladılar. Bir
müddet mest ve medhûş yatıp kaldılar. Sonra Hâce hazretlerinin iltifatları ile
bir bir akılları başlarına geldi ve ayılıp kalktılar. Her birine bir keyfiyyet
hâsıl olmuştu ki, onun eseri kabiliyyet ve istidadlarına göre, kiminin kabinde
üç, kiminin bir hafta, kiminin on güne, hatta daha ziyâdeye kadar devâm etti.
İkincisi:
Mevlânâ ismâil Kamerî’dir. Tebriz Türkmenlerinden müttekî bir ilim
ehli olup, Herat’tan Semerkand’a geldi ve Hâce hazretlerinin hizmetini ihtiyâr
eyledi. Hâce hazretleri ata binip bir yere gideceği zaman beraber giderlerdi.
Hâce hazretleri zaman zaman meclislerde onunla ilmî müzâkereler ederdi.
Eshabdan bazısı, öyle anlıyoruz ki, Mevlânâ’nın ilim nisbeti galib olup, bu
tâifenin bâtınî nisbetinden o kadar etkilenmezdi, derlerdi.
Bir
gün Hâce hazretleri Şadıman köyünde hücrede oturuyorlardı. Mevlânâ İsmâil
Kamerî eshâb ve huddamdan bir takımları ile hâzır idiler. Şeyh hazretleri Şeyh
Sadeddin Ferganî’nin Ömer bin Fârid’in Kasîde-i Tâiyyesine yazdıkları arabî
şerhini Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin mubârek el yazıları ile ellerinde
tutarlardı. Buyurdular ki: İsterim ki, bu kitabı iyi bir nesih hatla yazdırayım
da seferlerde hep yanımda olsun. Mecliste bulunanlardan kimin yazısı güzel ise,
birşey yazın da göreyim, kimin hattı gönlüme hoş gelirse, bu kitabı ona
yazdırayım. Sonra buyurdular ve kâğıd, kalem ve mürekkeb getirdiler.
Reşahât
sâhibi der ki: Bu fakîrin nesih hattı biraz güzel olduğundan, diledim ki, kendi
hâlimi anlatan bir beyit yazayım ve bu behâne ile gönlümdeki derdi o hazrete
arz edeyim. Kalem ve kâğıda elimi uzattığım gibi, Mevlânâ İsmâil Kamerî, yazısı
düzgün olmadığı hâlde, hemen acele ile ve zorlayarak kalem ve kâğıdı bu fakîrin
elinden kaptı. Hâce hazretleri bu fakîrin kasdını ve Mevlânâ’nın çabuk
hareketini ve zorlamasını gördüler. Mevlânâ o düzgün olmayan yazısıyla şu
mevdu‘ hadîsi yazdı: “Zür gıbben tezdid hubben=Gün aşırı ziyâret et,
muhabbeti artırır.” Sonra kalkıp kağıdı Hâce hazretlerinin ellerine verdi.
Hâce hazretleri o düzgün olmayan hattı ve sahîh olmayan hadîs-i şerîfi görünce,
sinirlendiler ve buyurdular ki: “Mevlânâ İsmâil! Siz bizimle devamlı sohbetten muzdarib
imişsiniz ki, gün aşırı gelmeyi arzu edersiniz. Hemen şimdi kalkın, şehirdeki
medresede tedrise [ders vermeğe] başlayın da, devamlı bizim ile sohbet etmekten
kurtulun” buyurup, hiç tutmadan hemen o meclisten Mevlânâ İsmâil’i, Mevlânâ
Lütfullah ile ve Mevlânâ Sultan ile ve şehrin mevâlisinden bir bölük cemâat ile
şehre gönderip, kendilerinin şehirde yaptırdıkları medresede derse oturttular.
Bu şekilde Hâce hazretlerinin sohbet ve mülâzemetlerine devamdan mahrum oldu.
Üçüncüsü: Mevlânâ İsmâil Şemsî idi. Tam ehliyyet sâhibi olup, mükemmel
bir Mevlâ [Molla=ilimde nihâî mertebe, profesör] idi. Hâce hazretlerinden
bâtınî ta‘lîm dersi almış idi. Kalb meşguliyetinin eserleri yüzünden belli
olurdu. Bu da Tebrîz Türkmenlerinden idi. Horasan’dan Semerkand’a Mevlânâ
İsmâil Kamerî ile gelmişti. İsimleri aynı olduğundan, eshâb buna Kamerî [aylı],
diğerine Şemsî [güneşli] derlerdi. Bu lakabla meşhûr olmuştu. Hâce hazretleri
bunu da, nice yıllar hizmet ve mülâzemetten sonra, Taşkend’de yaptırdıkları
medreselerin birinde müderris [ders hocası] ettiler. O da Hâce hazretlerinin
emriyle tedrîs hizmetine devâm edip, ömrünün kalan kısmını orada geçirdi.
Dördüncü: Mevlânâ Üçüncü İsmâil idi. Tâbîati temiz bir ilim adamı idi. Meşhûr
kitabların çoğunu görmüş, zamanın bütün ilimlerini öğrenmiş idi. Herat’tan sırf
Hâce hazretlerinin hizmetine yetişmek için Semerkand’a gelmiş idi. O zaman
Mevlânâ İsmâil Kamerî ve İsmâil Şemsî ile Hâce hazretlerinin hizmetlerinde
olduğundan, eshâb kendisine Üçüncü dediler. Bu lakab ile tanındı.
Eshâbdan
biri anlattı: Mevlânâ Üçüncü İsmâil Semerkand’a gelmeden bir nice gün önce,
Hâce hazretleri buyurdular ki: “Bize bir kabiliyetli kimse geliyor.” İşte o
günlerde Mevlânâ İsmâil Herat’tan çıka geldi.
Hâce
hazretleri ona ziyâde iltifât [teveccüh] eylediler. O gün o mecliste Hüseyin
üzümü diye isimlendirilen bir sepet üzüm vardı. Bu üzüm oranın üzümü idi. Hâce
hazretleri o üzümden bir salkım üzüm kaldırıp onun eline verdi. Ve verirken
onun kalbini öyle tasarruf ettiler ki, adamcağızın hâli değişti ve hemen Hâce
hazretlerinin mubârek ellerinden üzümü alıp yerine geçti oturdu. Öyle bir
keyfiyyet, gaybet ve kendinden geçme hâline kapıldı ki, üzüm salkımı elinden
yanına düştü. Bir müddet o gaybette kaldı. Biraz sonra kendine geldi. Hizmet
kemerini can beline ve irâdet zincirini kalbinin boynuna dolayıp, bundan sonra
bir an boş oturmadı.
Mevlânâ
mezbûr, cüsseli ve kuvvetli bünyeye sâhibdi. Hâce hazretlerinin hizmetinde
merdâne bulunurdu. Hâce hazretleri yaşadıkları müddetçe, sefer ve hazerde hep
hizmetlerinde bulundu. Hâce hazretlerinin âhırete intikallerinden sonra Hicâz’a
azîmet etti. Mekke’nin hareminde mücâvirliğe niyyetle ikamet etti ve yine o mukaddes
yerde dünyâdan âhırete irtihal eyledi. Rahimehullahü teâlâ.
HÂTİME
Hâce hazretlerinin dâr-ı fenâdan dâr-ı bekâya intikalleri:
Reşahât
sâhibi der ki: Bu fakîr ikinci defa o hazretin yüksek huzûrları ile
şereflendiğimde 893 (m. 1488) Rebiülâhır ayının yirmi dördü Pazartesi günü idi.
Konuşma esnasında yaşlarını beyân edip buyurdular: Üç yıl dört ay sonra ömrüm
tam doksan sene olur.
O
hazretin hastalıklarının başlaması 895 Muharrem’inin başında idi. Âhırete
intikalleri aynı senenin Rebiülevvel’inin sonlarında cum‘a ertesi gecesi vâkı‘
olmuştur (m. 1490). Seksen dokuz gün hasta yattılar. Vefâtlarından on iki gün
önce buyurdular: Eğer sağ olursak, beş ay sonra seksen dokuz tamam olup doksan
yaşına gireriz.
Bazı
azîzler buyurdular: Hâce hazretlerinin hastalığı seksen dokuz gün olup, ömrüne
uygun olmasının sırrı, gâliba hadîs-i şerîfte: “Bir gün ateşli
hastalık bin seneye keffârettir” buyurulmasından anlaşılmaktadır.
Mevlânâ
Ebû Saîd Evbehî, Hâce hazretlerinin bütün hastalıkları müddetince ve vefâtları
zamanında hizmet-i şerîflerinde hâzır olup, o sıralarda meydana gelen olayları
görmüş idiler. Şöyle anlattılar: 895 senesi Rebiülevvel ayının yirmisi Çarşamba
gecesi güneş balık burcuna geçmişti. O Çarşamba günü Hâce hazretleri, Hâce
Kefşîr mahallesinden Kemânkerân köyüne gitmek niyyeti ile yola çıktılar. Yolda
Guciyân mahallesi bağında konaklayıp Perşembe gecesi orada kaldılar.
Sabahleyin, ya‘nî Perşembe günü sabahı dediler ki: Mısır yolundan Kemânkerân’a
gidelim. Hâce hazretlerinin hastalıklarının şiddeti ve halsizlikleri o dereceye
vardı ki, o gece Mısır’da kaldılar. Cum‘a günü sabahleyin Kemânkerân’a revan
oldular. Yolda kâh kâh eğlenir, zaman zaman oyalanırlardı. Cumartesi gecesi
yatsı vaktinde Kemânkerân’a girdik. Tamam yedi gün orada kaldılar. Yedinci gün olan
Cum‘a günü sabahtan akşama kadar o hazretin rahatsızlığı her saat arttı. Hasta
olarak kaldıkları üç ay içinde dâimâ, namaz vakitlerini hâtırında tutarlar,
namazı evvel vaktinde edâ etmeğe son derece ihtimâm gösterirlerdi. Hastalığın
şiddeti ve bitkinliğin, dermansızlığın kendini kapladığı zaman da hâlleri bu
idi.
Hastalığı
son haddine erişince, Rebiülevvel’in sonunda akşam namazı zamanı idi. “Namaz
oldu mu?” Dediler. Oldu diye cevâb verilince, akşam namazını işâretle [îma ile]
kıldılar. Yatsı namazı vakti azıcık geçmişti ki, Hâce hazretlerinin mübârek
nefesleri kesildi ve Hakkın rahmetine kavuştular.
Râvî
[anlatan zât] der ki: Hâce hazretlerine tegayyur [hâli değişme] gelip, can
çekişme hâli hâsıl olduğunda Cum‘a günü öğle zamanı idi. O gün o vakitte Semerkand’da
yer sallandı ve zelzele oldu. Bu büyük sarsıntıda halk câmide idiler. Halk,
Hâce hazretlerinin hastalığının ağır olduğundan haberdâr idiler. Bu büyük
zelzeleyi ve büyük alâmeti gördükleri gibi, Hâce hazretlerine bir şey oldu diye
karar verdiler. Cum‘a namazından sonra bütün havas ve avam şehirden çıkıp
Kemânkerân yolunu tuttular. Yatsı namazı vaktinde Hâce hazretlerinin nefesleri
kesildiği anda, Semerkand’da bir şiddetli zelzele daha oldu. Sultan Ahmed Mirzâ
hazretleri bütün devlet erkânı ve memleketin ileri gelenleri ile Cum‘a günü
güneş batarken Kemânkerân köyüne gelip, akşam namazından sonra Hâce
hazretlerinin hayatına [sağ iken] yetiştiler. Cumartesi günü sabahın erken
vaktinde Mirzâ hazretleri Mîr Derviş Muhammed Turhan’ı, en acele şekilde gönderip,
Hâce hazretlerinin na‘ş-ı mubâreklerini bir mahfeye koyup şehre hareket
ettiler. Öğle vaktinde Hâce Kefşîr mahallesine getirip, hemen gasl ve tekfinle
meşgul oldular. Bütün havas ve avam Semerkand’a Muhavvat-ı meleyânda [Mollalar
bahçesinde] o hazretin namazını kılıp defn ettiler.
Büyük
oğulları ve değerli torunları kabr-i şerîfi üzerinde büyük bir türbe yaptırıp,
mubârek kabirleri İrem bahçesinin gıbta edeceği ve arab ve acemin ziyâret
edeceği gönüller kâ‘besi oldu.
Reşahât
sâhibi der ki: Hâce hazretlerinin irtihalleri zamanında orada bulunan bazı azîz
eshâb ve kendileri hâzır olmayıp, Hâce Muhammed Yahyâ hazretlerinden dinleyen
bazı değerli ahbâb şöyle anlattılar: Hâce hazretlerinin mubârek nefesleri
kesilmeğe yaklaşınca, akşamla yatsı arası bir vakit idi. O evde çok kandil
yaktıkları için, ev çok aydınlık olmuştu. Bu hâlde Hâce hazretlerinin iki
kaşları arasından parlak şimşek gibi bir nûr çaktı. Öyle bir ışık saçtı ki, o
kadar kandil ve mumların ışığı görünmez oldu. Orada bulunanların hepsi bu nûru gördü.
O nûr parladıktan sonra Hâce hazretlerinin mubârek nefesleri kesildi. Allahu
teâlâ derecesini iliyyin
eylesin! Geçmişlerinin ruhlarına rahatlık, geleceklerin ömürlerine
bereket ve uzunluk versin.
Reşahât
sâhibi der ki: Hazreti Mahdûmî Mevlânâ Abdurrahman Câmî hazretleri, Hâce
hazretlerinin vefâtına mersiye yazdı. Ayrıca vefâtları târihinde bir gazel ile
bir kıt‘a nazm etti. Bunların hepsi Mevlânâ hazretlerinin Hatemet-ül-Hayat isimli
üçüncü divânlarında yazılıdır. O gazel ile kıt‘ayı [Farîsîden Türkçeye
çevirerek buraya] yazalım:
Vilâyet bostanında dilâ, bir
nahl-i müstesna, Ki kılmışlardı erbâb-ı muhabbet gölgesin mevâ, Sidre ağacından
yüksek idi onun her tepesi, Meyve vermede olmazdı bağ-ı Cennet ona hemtâ
[eşit], Dalları her zaman bezl-i kerem eylerdi muhtâca,
Kökleri kuvvet-i kudsiyyeden
müstahkem ü ber câ [yerinde], Nice aç ve gedâya meyvesi rızık sunardı, Nice
yanmışlara zıll-ı safâ bahş-ı hayât efzâ, Cihânda ehl-i fakrin hâcesi Hâce
Ubeydullah, Şuhud-i Hakdan gayriye kalbinde yok idi rızâ, Sekiz yüz hem de
doksan beşinde hicri senenin, Ömür ağacına verdi bir ecel rüzgârı fenâ, Her
işinde Fahr-ül enbiyâya uydu onunçün, Rebiülevvel ayında eyledi azm-i dâr-i
bekâ, Câmî onun gidişini sakın benzetme ağyara, Budur bir fitne-i uzmâ, budur
bir vak‘a-ı kübrâ.
Sekiz yüz hem dahî doksan
beşinde hicrî senenin, Rebiülevvel sonunda Cumartesi gecesi idi, Din ve
dünyânın hâcesi, ma‘nâ âlemi rehberi, Sonsuz olan hayat için ecel şerbetini
içti.
Allahu
teâlâya hamd olsun ki, bu pek değerli eserin tercemesi 993 (m. 1585) senesi
Zilhicce ayında tamam oldu.
Biz
bu Reşahât Ayn-ül Hayât kitâb-ı celilini 1269 (m. 1847) senesinde
basılmış nüshasından dilimize aktarmağa çalıştık. Bilmeden hatamız olduysa, o
büyüklerden ve siz okuyucularımızdan afvımı dilerim.
20 Şubat
2009 Cum‘a
Süleyman Kuku Ahmedoğlu
Saat 23:00
25 Safer
1430
İLÂVE
Muhammed
Hâşim Kışmî (kuddise sırruh) Nesîmât-ül Kuds kitabında yazıyor: Şimdi
Reşahât kitabının müellifinin kitaba koymadığı, fakat diğer zamanlarda telif
edilen Hâce hazretlerinin diğer eshabını bildirelim. Bunlar yirmi büyüktür:
Mevlânâ Fahreddin Alî, Şeyh Abdullah Evbehî, Mevlânâ Seyyid Alî Amarî, Hâfız Celâleddin,
Mevlânâ Muhammed Zâhid Vahşî, Hâce Taceddin Kaşgarî, Emîr Abdullah Yemenî, Şeyh
Ayyân Kâzrûnî, Mevlânâ İsmâil Şirvânî, Mevlânâ Horasânî, Seyyid Bâbâ Hâce,
Mevlânâ Muhammed Emîn Bulgarî, Mevlânâ Abdülvehhâb Semerkandî- Hazreti Hâce
Mevlânâ Abdullah Serpülî’nin amcazâdesidir-, Hâce Mustafa, Mevlânâ Necmeddin,
Mevlânâ Mûsâ, Mîr Kubad Hirevî, Mevlânâ Derviş Serpülî. Bunlardan baştan on
ikisine âid ma‘lûmat Nesîmât-ül Kuds kitabında vardır. Sekizinin ise,
sadece isimleri mevcûddur.
HÂCE MUHAMMED ZÂHİD (kuddise sırruh): Silsile-i aliyyenin on dokuncusudur.
Hisar vilâyetinin [Tacikistan-Duşanbe] Vahş, diğer adı ile Vahşuvâr köyünde
dünyaya geldi. Ya‘kub-i Çerhî hazretlerinin kızının oğlu idi. Ya‘kub-i
Çerhî’nin halîfelerinden istifâde ile birlikte uzun yıllar zühd ve çok riyâzet
ve mücâhedelere katlandı. Ama kemâle gelmesi Hâce Ubeydullah Ahrâr (kuddise
sırruhüma) elinde ve huzurunda oldu. Hâce hazretlerinin yüksek teveccühleri ile
esas yerini buldu. Hâce Ubeydullah hazretlerinin ilk halîfelerindendir.
Dünyaya
bağlılığı yoktu. Zühd, takvâ ve her türlü fazîlet başlıca sıfatları idi. Hâce
Ahrâr hazretlerini tanımadan, yalnız başına çok çalıştı. Çok gayretler sarf
etti. Bu nefs mücâhedesi ve riyâzetleri yıllarca devâm etti. Nihâyet gaibden
aldığı işâret üzerine, Hâce Ubeydullah hazretlerinin bulunduğu yere doğru yola
çıktı. Oraya yaklaştığı vakit, Hâce Ubeydullah hazretleri de, bâtın nûru ile,
onun gelmekte olduğuna vâkıf olup, atına bindi ve Muhammed Zâhid hazretlerini
istikbâle çıktı. Karşılaştıkları zaman, her ikisi de hayvanlarından inerek, bir
ağacın altında oturdular. Hazreti Hâce hemen orada Muhammed Zâhid hazretlerini
irşâd halkalarına dâhil ettiler. Büyük hürmetle şehre getirdiler. Bir müddet
Hâce hazretlerinin huzûrunda kaldı. Başını yücelere çıkarıp irşâd ve icâzetle,
isteyenleri, Allah yolunda terbiye etmek ve ilerletmek için izin verdiler.
Üstâdın torunu olduğu için husûsî ihtimamla yetiştirdiler ve memleketine
gönderdiler.
Bundan
sonra bir daha buluşmadılar. Hadarat-ül Kuds kitabında kendisinin yüksek
hâllerinden ve kerâmetlerinden bahsedilmektedir. Yetiştirdiği evliyâ arasında,
kızkardeşinin oğlu Mevlânâ Derviş Muhammed bu silsilenin büyük halkalarından
birinin teşkîl etmektedir.
Muhammed
Zâhid hazretlerinini tasarruf ve cezbeleri insanlar arasında meşhûrdur.
Timuroğullarından
Sultan Ebû Saîd 873 (m. 1469) senesinde öldürülüp Semerkand tahtına oğlu Sultan
Ahmed geçince, diğer oğlu ve Hisâr vilâyetinin de hâkimi olan Sultan Mahmûd
Mirzâ taht iddiası ile Semerkand’ı kuşattı. Muhammed Zâhid hazretleri, Sultan
Mahmûd Mirzâ’nın tarafdarı ve Vahş hâkimi olan şahsa, bu kuşatmanın başarısız
olacağını ve Hâce Ubeydullah hazretlerinin ma‘nevî tasarrufu ile, ordusunun
hezîmete uğrayacağını söyleyince, o şahsın hakaretlerine ma‘ruz kaldı. Hatta
Mahmûd Mirzâ’ya şikâyet bile edildi. Ancak netice onun söylediği gibi oldu ve
çıkan fırtınaya dayanamıyan ordu kuşatmadan vaz geçip kaçmak zorunda kaldı.
Muhammed Zâhid hazretlerinin Hâce Ahrâr hazretleri ile görüşüp, hilâfet aldığı
târih, kesin olarak bilinmemekle birlikte, bu kuşatma hâdisesi zamanına yakın
bir târihde olması muhtemeldir.
Muhammed
Zâhid hazretleri doğduğu yer olan Vahş’ta 936 (m. 1529) Rebiülevvel ayında
vefât etti ve orada defn edildi. Bazı muahhar [sonraki] müellifler onu Muhammed
Kadî ile karıştırmaktadır. Muhammed Kadî hazretleri de Hâce Ahrâr’ın eshabından
ve halîfelerinden olup derin âlim idi. Silsilet-ül Ârîfîn ve Mesmûât-ı
Mevlânâ Kadî Muhammed kitabları meşhurdur. Kitabda bahsi geçmiş idi.
İkincisi Süleymâniye Kütübhânesi “Es‘ad Efendi” kısmında 1715 numarada
mevcûddur.
Hadarat-ül Kuds’te şöyle yazar: Muhammed Zâhid hazretlerinin bu temiz yolda
intisabı Hâce Ubeydullah Ahrar hazretlerinedir. Onların evvel ve akdem en
yüksek halîfelerindendir. Vahş’dandır. Ya‘kub-i Çerhî hazretlerinin
akrabasıdır. Derler ki, kızının oğludur. Çok sayıda güvenilir büyüklerden
işittiğimize göre, Mevlânâ Muhammed Zâhid zikir telkînini ve tarikat ta‘lîmini
Ya‘kub-i Çerhî hazretlerinin eshâbından birinden almıştır. Vaktini inzivâda hep
bu tarîkın icâblarını yapmakla tâze tutmuştur. Çok riyâzet ve mücâhedelere seve
seve katlanmış, daha sonra Hâce Ubeydullah Ahrâr hazretlerinin sohbetine
kavuşmuştur. Hakkında ma‘lûmât mahduddur.
DERVİŞ MUHAMMED (kuddise sırruh): Silsile-i aliyyenin yirminci
halkası olan Derviş Muhammed (kuddise sırruh), Muhammed Zâhid hazretlerinin
kızkardeşinin oğlu olup en büyük halîfelerindendir.
Zâhirî
ve bâtınî, ya‘nî şerîat, tarikat ve hakîkat bilgilerini kendinde toplamış, sûrî
ve ma‘nevî rumuz ve işâretlere vâkıf, cezbe, kendinden geçme, ilâhî nûrlara gark
olma, zevk ve şevk ile sıfatlanmış ve hâllenmiş olup, cömerdlik ve ihsânı ile
tanınmış bir kâmil şeyh ve mürşid idi.
Mevlânâ
Zâhid hazretlerinden irşâd eli almadan önce on beş sene zühd, riyâzet ve
mücâhede ile vakit geçirmiş, insanlardan ayrı ve uzak durarak, kimse ile
görüşmeyerek, aç, uykusuz hâlde, harabelerde zikir ve fikir ile meşgul olurdu.
Birgün açlığının çokluğundan çâresiz kalıp yüzünün göğe doğru çevirmişti. O
anda Hızır aleyhisselâm gelip: “Eğer sabır ve kanâat istiyorsan, Hâce Muhammed Zâhid’in
huzuruna, hizmetine ve sohbetine acele eyle. O sana sabrı ve kanâati öğretir”
buyurunca, Mevlânâ Derviş hazretleri, Hızır aleyhisselâmın emrine uyarak, hemen
Hâce Muhammed Zâhid hazretlerinin yüksek huzurlarına vardı. Orada güzel terbiye
gördü, güzel işler yaptı ve kemâl derecelerine kavuştu.
Ravdat-üs Selâm kitabının yazarı buyurur: Hâce Muhammed Dervîş hazretleri
müridlerin terbiyesi ve onları irşâdda insan üstü bir melekeye ve kudsî bir
kuvvete sâhib idi. Kalbi nûrlu yüksek üstâdının, ya‘nî Muhammed Zâhid
hazretlerinin vefâtından sonra, onun yerine irşâd mesnedinde bulunarak
insanları Allah yoluna çağırmış ve bu yolda irşâd ile meşgul olup kalblerindeki
nûrlarla onların kalblerini tenvîre çalışmış, azîz ömrünü irşâd gibi en
kıymetli bir vazîfeyi ifâ etmekle geçirmiştir.
Sebz
şehrinin İmkene köyündendir. Hazreti Ömer’in (radıyallahü teâlâ anh) soyundan
geldiği söylenir. Ziraatle meşgul olup, geçimini el emeği ile temin eden, takvâ
ve azîmeti şiâr edinen Derviş Muhammed 19 Muharrem 970 (m. 1562) senesinde
vefât etti. Sebz şehrinin İmkene köyünün kuzeyinde Dasferar mevkiinde defn
edildi. Bugün burasının Özbekistan’ın Kaşkaderyâ bölgesinde bulunan Şehr-i
Sebz’in biraz kuzeyindeki Kitab nâhiyesinde yer aldığı bilinmektedir.
Önde
gelen hâlifeleri şunlardır: Hâce Mîrek Günbed-i Sebzî (Çağanyân’ın Günbed-i
Sebz köyünde yaşamış ve orada vefât etmiştir). Hâce Muhammed Rızâ (Derviş
Muhammed’in akrabasıdır). Mevlânâ Şîr Muhammed (Derviş Muhammed’in kadîm
dostlarındandır). Şeyh Salâtî (Semerkand’da yaşamıştır). Mevlânâ Hâcegî
İmkenegî (Derviş Muhammed’in en meşhûr halifesi ve oğludur. Aynı zamanda kaim
makamıdır.)
MEVLÂNÂ HACEGÎ İMKENEGÎ (kuddise sırruh): Silsile-i aliyyenin yirmi
birinci halkasının teşkîl etmektedir. Mevlânâ Derviş Muhammed hazretlerinin
oğlu ve kaim makamıdır. 918 (m. 1512) senesinde Buhârâ’nın İmkene beldesinde
tevellüd, 1008 (m. 1599) senesinde yine orada vefât etti. Doksan sene ömür
sürdü.
Hâcegî
İmkenegî hazretleri Semerkand ve Buhârâ medreselerinde ilim tahsîl ederken, bir
yandan da yüksek babalarından tasavvufda çalıştı. Tarîkat ve kalbe âid nûrlara
ve ilahî feyzlere öyle daldı ki, kısa zamanda vilâyet-i Muhammediyye’ye kavuştu
ve babalarının vefatlarından sonra halifesi ve kaim makamı olarak halkı irşâda
koyuldu. Zamanın hâkimi Şeybânî hükümdarlarından Abdullah Hân ile yakın alâka
içerisinde idiler. Derler ki, Abdullah Hân bir gece rüyâsında Resûl-i ekremin
(sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) köşküne gittiğini görmüştü. Köşkün
kapısında muhterem bir zâtın, bazen içeri girip, dışarıdaki insanların durumunu
Resûlullah’a arz ediyor ve ondan haber getiriyordu. Bir süre sonra kapıda
vazîfeli bu zât, Peygamber efendimizin (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem)
gönderdiği kılıcı getirip Abdullah Hân’ın beline bağladı. Abdullah Hân
uyanınca, rüyâda gördüğü bu zâtı aramağa koyuldu ve sonunda onun Hâcegî
İmkenegî olduğunu anladı. Kendisine çok ta‘zîm ve hurmet gösterip, hediyeler
takdîm etti. İmkenegî bunları kabûlden imtina‘ edince, “Allah’a, resûlüne ve
sizden olan idârecilere itâat edin” [Nisâ-59] âyet-i kerîmesini hatırlattı
da Hâce hazretleri bir nev‘i kabûl etmek zorunda kaldı. Bu hâdiseden sonra
Abdullah Hân’ın her sabah Hâce hazretlerini ziyâret ettiği söylenir.
Abdullah
Hân’ın vefâtından (h.1006-m.1598) sonra oğlu Abdülmümin Semerkand’da tahta oturmuş,
kısa bir süre sonra öldürülünce, akrabası ve son Şeybânî hükümdârı Pîr Muhammed
Hân, Mâverâünnehir pâdişâhı oldu. Ancak Herat meliki Din Muhammed, Pül-i Salâr
savaşında Safevîler (Türkmenler) tarafından yenilip, aldığı yarayla öldükten
sonra (h.1007-m.1598) kardeşi Bâkî Hân bir orduyla Mâverâünnehr’e yürüdü. Pîr
Muhammed Hân da Semerkand tahtını ona bırakmak zorunda kaldı. Ama bir süre
sonra elli bin kişilik bir ordu ile tekrâr Semerkand üzerine yürüdü. Bunun
haberini alana Bâkî Hân, yanında yeterli sayıda asker olmadığı için Hâcegî
İmkenegî’ye mürâcât edip yardım istedi. Hâcegî hazretleri gidip Pîr Muhammed
ile görüştü ve savaştan vaz geçmesini tavsiye etti. Ama Pîr Muhammed bu
tavsiyeyi dikkate almadı. Hâcegî hazretleri geriye dönüp, sadece dört bin
civârında askeri olan Bâkî Hân’a teselli [moral] ve cesâret verdi. Arkadan
ordusunun galibiyeti için dualar etti ve sonunda Bâkî Hân savaşta gâlib geldi
(h.1007-m.1599). Pîr Muhammed bu savaşta öldü ve Mâveraünnehr’deki Şeybânîler
hâkimiyeti sona erip, hukûmet Cânoğullarına geçti. Cânoğullarının ilk hükümdârı
Cân Muhammed Semerkand’da, oğlu Bâkî Hân ise Buhârâ’da hüküm sürmeğe devâm
ettiler. Bu bilgilerden anlaşıldığına göre, Hâcegî hazretlerinin, Hâce
Ubeydullah Ahrâr hazretleri gibi teveccüh ve duaları pek tesirli ve makbûl idi.
Şöyle
anlatırlar: Üç medrese talebesi Hâcegî hazretlerini ziyâret etmek için yola
çıkmışlardı. Bir tânesi: “Eğer şeyhin kerâmeti varsa, bize falan yemekten ikrâm
etsin” diye düşündü. Diğeri de benzeri bir şey düşünüp: “Bize falan meyveyi
ikrâm etsin” diye gönlünden geçirdi. Üçüncüsü ise, “Falan güzel yüzlü çocuk, o
mecliste hâzır bulunsun” düşündü. Hâcegî hazretlerinin meclisine
ulaştıklarında, ilk ikisinin istedikleri yemek ve meyvenin hâzır olduğu,
üçüncüsünün talebinin ise mevcûd olmadığı görüldü. Bunun üzerine Hâcegî
hazretleri: “Dervişler ma‘nevî hâllere ve kerâmetlere ulaştıysalar, dinî
kaidelere riâyetle ulaşmışlardır. Onlardan gayr-i meşrû‘ bir şey istememek
gerekir. Hattâ meşrû‘ bile olsa, imtihân niyetiyle onların yanına gelmek uygun
değildir” buyurdular.
İrşâd
hayâtının en azından bir kısmını Semerkand’da geçirdiği anlaşılan Hâcegî
hazretlerinin tasavvuf sohbetlerini mescidde yaptığı ve tekke kurmadığı
kaydedilmektedir. Müsâfirlerine bizzât hizmet eder, yaşlı hâline rağmen sofrayı
kendisi hâzırlar, ruhsatla değil, azîmetle amel etmeğe ihtimam gösterir ve dinî
emirlere son derece bağlı olduğu, dindeki rusûhunu göstermeğe yeter. Ayrıca
cehri zikre, sema‘ ve raksa asla müsâade etmezdi. Müridlerinden birisi
kendisine: “Müsâade buyurursanız da, meclislerinizde Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden
okunsa” diye ricâda bulununca, Hâcegî hazretleri: “Meclislerimizde her gün Mişkât-ül
Mesâbih’den birkaç hadis okunuyor. Şübhe yok ki Resûl-i ekremin (sallallahu
teâlâ aleyhi ve sellem) sözlerini zikr etmek, diğerlerinin sözlerini zikr
etmekten daha iyidir” diye karşılık vermişlerdir.
Yazılı
bir eseri bilinmeyen Hâcegî hazretlerinin kendinden sonra bir çok müridi ve
halîfesi kalmış, tarîkatin yayılmasına hizmet etmişlerdir.
Hâce Ebûl-Kasım: Hâcegî hazretlerinin oğlu ve halîfesidir. Şevk ve cezbesi galib
idi demişlerdir. Babasının vefâtından sonra müridlerin çoğu ona intisab
ettiler. 1022 (m. 1613) senesinde 39 yaşında vefât eyledi. Babasının yanında
medfundur. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin (radıyallahu teâlâ anh) Ebûl-Kasım’a
gönderdiği bazı mektûblar, Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî içinde
günümüze ulaşmıştır.
Muhammed Sâbır: Derviş Muhammed’in halîfelerinden, Hâce Mîrek Günbed-i Sebzî’nin
oğlu ve Hâcegî hazretlerinin halîfesidir. Tevâzu ve mahviyet sâhibi bir zât
idi. 1034 (m. 1624) senesinde 80 yaşlarında vefât etmiştir. Kendisinden sonra
oğlu Muhammed Yahyâ, memleketi olan Şehr-i Sebz’in bir köyünde halkı irşâd
etmiştir.
Hâce Ahmed: Hâce Ammek diye meşhûrdur. Ya‘kub-i Çerhî hazretlerinin neslinden
olup, Hâcegî hazretlerinin müridi ve damadıdır. 50 yaşlarında hacca gitmiş,
1020 (m. 1611) senesinde hac dönüşü Gûcerat şehrinde vefât etmiştir. Oğlu Hâce
Ebûl-Hayr onun na‘şını Mekke’ye götürüp orada defn etmiştir. İmam-ı Rabbânî
hazretleri kendisine iki mekûb yazmışlardır.
Muhammed Saîd: Hâcegî hazretlerinin halîfelerinden ilim ve irfân sâhibi bir zât
idi. Gençliğinde medrese tahsîli ile meşgul iken Hâcegî tarafından mürîd olması
teklîf edilmiş, ancak o, dervişliğin zor bir iş olduğunu söyleyerek intisâb
etmemişti. Birkaç sene sonra kendiliğinden gelip mürid olmuş ve tasavvuf
yolunda ilerlemiştir. Kendisine cezbenin gâlib olduğu günlerinden birinde
şeyhi: “Muhammed Saîd! Gel, Mişkât-ül Mesâbih okuyup mütâlaa
edelim” demiş de, o buna gücünün kalmadığını söyleyerek özür dilemiştir. 1028
(m. 1619) senesinde Hindistan üzerinden hacca gidiş ve dönüş yolunda Muhammed
Hâşim Kişmî hazretlerine müsâfir olmuştur.
Hâcı Abdülaziz: Hâcegî’nin vefatından sonra halkın kendisine olan teveccühünden
sıkılarak birkaç defa hacca gitmiş, sonra Burhânpûr köylerinden birine
yerleşmiştir. Mahviyet sâhibi bir zât olmakla birlikte, bir Hac yolculuğunda
gemideki bazı Şiîlerin Ehl-i sünnet âlimlerine dil uzattıklarını duyunca,
onlara ders vermek için bir kerâmet izhâr etmek zorunda kalmıştır. 1041 (m.
1631) senesinde vefât etmiştir.
Hâcı Hayreddin Rûmî: Hâcegî hazretlerini rüyâsında görüp Anadolu’dan Mâverâünnehr’e
gelerek intisab etti. Sohbetinde kemâle gelip hilâfet aldıktan sonra tekrar
Anadolu’ya geldi ve burada halkı irşâd etti.
Mevlânâ Sûfî Alî Âbâdî: Hâcegî hazretlerinin eshabından olup, önceleri yüzünde bir cild
hastalığı olduğu ve şeyhinin dua ve himmetiyle bu hastalıktan kurtulduğu
nakledilir.
Hâcegî
hazretleri, Hâce Latîf Kendî Bâdâmî, Muhammed Fâzıl Bedahşî, Ya‘kub-i Sırfî
(h.1003-m.1595) ve daha nice evliyâ yetiştirmişlerdir.
Silsile-i
aliyyeyi devâm ettiren ise, Hâcegî hazretlerinin en büyük halîfesi olarak
bilinen ve bu tarîkati Hindistân’a götürüp, kendilerinden sonra yüzyıllar
boyunca devâm edecek Müceddidî kolunun zuhuruna vâsıta olacak olan Hâce
Muhammed Bâkîbillah hazretleridir.
İşte
bu İmam-ı Rabbânî hazretlerinin mürşidi olacak Muhammed Bâkîbillah hazretleri
bir gün, Mâverâünnehr şehirlerinden birine giderken, bir gece rüyâsında Hâcegî
hazretlerini görür. Kendisine: “Ey oğul! Senin yolunu gözlüyorum” buyurur. Hâce
Bâkîbillah hazretleri buna çok sevinir. Huzûruna kavuşunca, ona çok inâyetler
eder. Yüksek hâllerini dinledikten sonra, üç gün üç gece birlikte halvette
kalırlar ve bazı çok yüksek fâidelere onu muttali‘ kılar. Sonra Bâkîbillah
hazretlerine: “Sizin işiniz, Allahu teâlânın yardımı ve bu yüksek yolun
büyüklerinin ruhlarının terbiyeleri ile tamam oldu. Tekrar Hindistan’a gitmeniz
icâb ediyor. Çünkü bu Silsile-i aliyyenin, orada sizin sâyenizde parlayacağını
görüyorum. Bereket ve terbiyenizden çok istifâde edip büyük işler yapacak
olanlar gelecek” buyurdu.
Hâce
Bâkîbillah hazretleri kendilerini bu işe lâyık görmediklerinden, özür dilediler
ise de, Hâcegî hazretleri kendilerine istihâre etmesini emr etti. Rüyâsını
Hâcegî hazretlerine anlattığı zaman şu karşılığı aldılar: “Derhâl Hindistan’a
gidiniz. Orada sizin bereketli nefeslerinizden bir azîz meydana gelecek, bütün
dünyâ onun nûruyla dolacak. Hattâ siz de ondan nasîbinizi alacaksınız.”
Hâce
Bâkîbillah hazretleri Hindistan’da Sihrind [Serhend] şehrine geldiği zaman
kendisine: “Kutbun etrafına geldin” diye ilhâm olundu. Bu kutub, İmam-ı Rabbânî
Müceddid-i elf-i sânî hazretleri idi. Demek ki, bu kıymetli tohum Semerkand ve
Buhârâ’dan getirilmiş, Hindistan toprağına ekilmiş oluyordu.
Hâcegî
hazretleri ömürlerinin sonuna doğru şu dörtlüğü çok okurlardı:
Zaman zaman hâtırlarım ölümü,
Bugün ne olacak ben de bilemem,
İsteğim Rabbimden uzak olmamak,
Başka ne olursa, hiç aldırmamak.
Mevlânâ
Halid-i Bağdadî (kaddesallahü teâlâ esrârehü) Mektubât’ının altıncı
mektûbunda yazıyor: Mevlânâ Hâcegî İmkenegî hazretleri uzun bir zaman zâhiren
büyük sıkıntı ve yoksulluk içerisinde, Hak tâliblerini hakîkî mahbûba
kavuşturma yolunda gayretler gösterirdi. Birgün müridlerinden bir grubla
dikenli bir yerden geçiyorlardı. Müridlerden kimi yalın ayak idi. Her an
ayaklarına diken batar, acısından gizli âşikâr soğuk soğuk ah ederlerdi. Ama o
tarîkat pîrinin ardından giderler, hiç geri kalmazlardı. Bir defasında onlara
dönüp: “Kardeşlerim! Elem dikeni ayağa batmayınca, murad gülü açılmaz”
buyurdular. Ayaklarına diken batanlar bu nükteye çok sevindiler.
Hâcegî
hazretleri bütün ömrünü hadîs ve sünnete hizmet ve Resûlullah’ın (sallallahu
teâlâ aleyhi ve sellem) güzel ahlâkını insanlara duyurmakla geçirdiler. Zâhir
ve bâtın ilimlerinde çok insan yetiştirdiler. Bununla beraber kalbleri hep
Allahu teâlâ ile idi. Doksan yaşını mütecâviz olduğu hâlde, hiç ayrı kalmak
istemediği MENNÂN’a kavuştu. Allahu teâlâ şefaatlarına mazhar eylesin!
Âmin!
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar