Print Friendly and PDF

Reşahât ayn-ül Hayât 6

 

ÜÇÜNCÜ MAKSAD

Hâce hazretlerinin tasarrufları ve kerâmetleri.

Her biri çok güvenilir zevâttan nakl edilmiştir. Sahîhdir. Bunda üç fasıl vardır:

BİRiNCİ FASIL

Hâce hazretlerinin kuvvet-i kahire ve tasallut-ı bâhire ile cihân sultanlarına ve hükümdârlarına, zamanın insanlarına, nice ekâbir ve a‘yâna galebe ve tasarrufları beyânındadır.

İKİNCİ FASIL

Hâce hazretlerinin evlâd ve büyük eshabından değil, zamanın bazı azîzlerinden bildirilen kerâmetleri.

ÜÇÜNCÜ FASIL

Hace hazretlerinin, evlâd ve ahbabının kendilerinden gördükleri kerâmetleri. Bu arada nakledenlerden de kısaca bahs edilmektedir.

BİRİNCİ FASIL

REŞHA-371: Hâce hazretleri buyurdular: Himmet, bir işte hâtırı toplamaktan ibârettir. Öyle ki, onun hilâfı hâtıra gelmemelidir. Böyle bir himmet olursa, murad hasıl olur, şaşmaz. Tecrîd eshabı, zaman zaman kendilerini himmet ile imtihân etmelidir. Kendilerinin hazreti esmâ [Hak teâlânın isimleri] ile münâsebetlerinin hangi dereceye eriştiğini ve himmetlerinin tesirinin ne kadar olduğunu bilmelidirler.

REŞHA-372: Yine buyurdular: Gençliğimin ilk yıllarında Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretleri ile Herî’de idik. Beraberce seyre giderdik. Bazen güreş tutan kalabalıkların yanına uğrar, teveccühümüzün kuvvetini imtihân eder, güreşen iki kişiden birine himmet eder ve galib gelmesini sağlardık. Sonra döner öbürüne teveccüh ederdik. Ve hemen o da galib gelirdi. Bu uslûb üzere, bir nice kere teveccüh [himmet] ettiğimiz tarafa galib gelmek vâkı‘ olurdu. Bu işten maksadımız, himmetin tesirinin hangi dereceye eriştiğini anlamak ve o sıfata itimadın kabil olduğunu bilmek idi.

Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin büyük oğulları Hâce Kelân, Hâce hazretlerinden nakleder: Hâce hazretleri bana dediler ki: Babanız Mevlânâ Sadeddin ile çok seyr eylerdik [beraber gezer, dolaşırdık]. Eski yerleri, harabeleri, harb meydanlarını dolaşırdık. Bir gün Mülk Pazarı’nda halkın kalabalığı içinde yürüyorduk. Aramızdan kimse geçmesin diye de elele tutuşmuştuk. Bu sırada güreşçiler meydanına uğradık. İki kişi güreşiyordu. Biri kocaman, iri yarı bir adam, diğeri zaif ve nahif, kuru birisi idi. O iri yapılı, zaifi hiç yanına yaklaştırmıyor, vucuduna dokundur­muyordu. Zaif olana yüreğim acıdı ve Mevlânâ Sadeddin’e dedim ki, bu zaife meded ve himmet eyle. Belki galib gelir. Siz meşgul olun, biz de yardım edelim, dediler. Meşgul olduk. Hemen o esnâda o zâifde kuvvetli bir hâl peyda oldu ve elini uzattığı gibi, o iri yarı, dev gibi adama sarılıp, onu bir silkti, kaldırdı. Başı üzerinden döndürüp sırt üstü yere çaldı. Halktan bir feryaddır koptu. Çığlıklar, ıslıklar yükseldi. Bu hâlin zuhurundan hayret içre kaldılar ve hiç kimsenin bu sırrın hikmetine vukufu olmadı. Baktım, gördüm ki, Mevlânâ Sadeddin de gözleri yumuk hâlde durur. Kolundan çektim. İşimiz bitti, daha meşgul olmayın, dedim. Sonra yine kolkola yürümemize devam ettik.

REŞHA-373: Hâce hazretleri buyurdular: Ulular buyurmuşlardır ki, Kur’ân ile muaraza [çatışma] mümkün olmadığı gibi, ârifin himmeti ile de muaraza [mukabele, karşı koyma] mümkün değildir. Ârifin himmetinde hilâf olursa da, muradâtı muhtelif değildir. Böyle himmetle muaraza eden mağlub olur. Hakîkat sâhibleri bunda bir adım daha ileri gidip demişler ki: Eğer bir kâfir dahî dâima himmet hâtırını bir işe yöneltip, himmetini ona sarf eylerse, elbette o iş müyesser olur. Îman ve sâlih amel bunda şart değildir. Saf, temiz kalblerin tesîri nasıl vakı‘ ise, şerîr nefslerin dahi tesiri sâbittir.

Mevlânâzâde Etrârî’nin kardeşi olan ve kendisine âid ma‘lûmât bu maksadın son faslında verilecek Mevlânâ Nasîreddin Etrârî nakl etmiştir: Hâce hazretlerine vâkı‘alarında [rüyada veya uyanıkken gözleri kapalı hâlde] demişler ki, (Şerîat senin yardımınla kuvvetlenecektir). Hâtırına gelmiş ki, bu iş pâdişahların yardımı olmadan olmaz. Onun için Semerkand’a geldiler ki, vaktin sultanı ile görüşebilsinler. O zaman Semerkand hâkimi [pâdişahı] Mirzâ Abdullah bin Mirzâ İbrâhim bin Mirzâ Şâhruh idi. Ben o seferde Hâce hazretlerinin yanında idim. Semerkand’a vâsıl olduktan sonra Mirzâ Abdullah’ın beylerinden biri Hâce hazretlerinin hizmetine geldi. Hâce hazretleri ona dediler ki: Bizim bu vilâyete gelmekten maksadımız, sizin mirzânızla görüşmektir. Eğer bu işe yardımcı olursanız, çok hayır işlemiş olursunuz. O bey, edebsizce bir tavırla dedi ki: Bizim mirzâmız pervâsız bir gençtir. Onunla görüşmek çok zordur. Dervişlerin bu gibi işlerle uğraşmaları niyedir? Hâce hazretleri o beyin bu sözünden gadaba gelip [sinirlenip] buyurdular: Bana sultanlar ile görüşüp konuşmak emr eylemişlerdir. Ben buraya kendi isteğimle gelmedim. Eğer sizin mirzânız pervasız ise, onu götürüp, pervalı olan birini getirirler. O bey Hâce hazretlerinin huzûr-i şerîflerinden gittiği gibi, onun adını mürekkeb ile o evin duvarına yazıp, yine mubârek ağızlarının suyuyla sildiler ve buyurdular ki: “Bizim işlerimiz bu pâdişahdan ve ümerâsından [onun devlet adamlarından] hâsıl olmaz”. Hemen aynı gün Taşkend’e yollandılar. Bir hafta sonra o bey vefât etti. Bir ay sonra da Sultan Ebû Saîd Mirzâ Türkistan’ın öbür başından zuhûr eyledi. Mirzâ Abdullah’ın üzerine gelip onu öldürdü.

Sultan Ebû Saîd Mirzâ’nın, Hâce hazretlerinin iltifatları ile Mirzâ Abdullah’a galîb gelmesi hikâyesi: Eshâbın ileri gelenlerinin bazısından şöyle dinledik: Biz mebâdi-i hâlde Hâce hazretlerinin mülâzemetinde idik. O zaman Hâce hazretleri Firket denilen yerde idi. Bir gün mürekkeb ve kalem istediler. Bir kağıda birkaç isim yazdılar. Bu esnâda Sultan Ebû Saîd Mirzâ ismini yazıp o ismi mubârek sarıklarına soktular. O zaman Sultan Ebû Saîd Mirzâ’nın hiçbir yerde nâm ve nişanları yok idi. Mahremlerinden bazıları küstahlık edip sordular ki: Bir çok isim yazdınız. Ama bu isme hurmet edip mubârek sarığınıza soktunuz, bu kimin ismidir? Buyurdular ki: Bu şu kimsenin ismidir ki, biz, siz, Taşkend, Semerkand ve Horasan ehâlisi onun raiyyeti [teb‘ası] olsak gerektir.

Birkaç gün sonra Türkistan tarafından Sultan Ebû Saîd Mirzâ sesleri zuhûr etti. Meğer mezkûr sultan rüyâsında görmüş ki, Hâce hazretleri, Hâce Ahmed Yesevî hazretlerinin işâretleriyle, onlara Fâtiha okumuşlar, Hâce Ahmed’den Hâce hazretlerinin adlarını sorup, isimlerini ve şekillerini hatırlarında tutmuşlar. Uyandıktan sonra kendi adamlarından, bu vilâyetlerde hiç şu isimde ve şu resimde bir azîz bilir misiniz, diye sormuş. Bilen bazılar, evet, Taşkend’de ta‘rîf ettiğiniz gibi bir azîz vardır, demişler. Mirzâ hemen atına atlayıp Taşkend’e hareket etmiş, Hâce hazretleri onun geleceğini işitince, Firket tarafına gittiler. Mirzâ Taşkend’e gelip Hâce hazretlerini bulmayınca, soruşturdu. Firket’e gittiklerini öğrenince, Firket’e hareket etti. Firket’e yaklaşınca, Hâce hazretleri onu karşıladılar.

Mirzâ, Hazreti Hâce’yi görür görmez, heyecanlanmış ve: “Vallahi rüyâda gördüğüm azîz budur” demiş. Sonra Hâce hazretlerinin ayağına kapanıp, çok çok tazarru‘ ve niyâz eyledi. Hâce hazretleri onunla çok hararetli sohbet edip, kalblerini kendilerine çektiler. Mirzâ o sohbetin sonunda Hâce hazretlerinden Fâtiha ricâ etti. Hâce hazretleri, Fâtiha bir kere olur, buyurdular.

Sonra Mirzâ’nın yanına sayılamıyacak kadar çok asker toplandı. Mirzâ’nın içine Semerkand’ı almak arzusu düştü. Tekrâr Hâce hazretlerinin huzûr-i şerîflerine gelip: “Semerkand’a gitmek isterim, yüksek teveccühlerinizi istirham ederim” dedi. Hâce hazretleri: “Ne niyetle gidersiniz? Eğer şerîati kuvvetlendirmek ve teb‘aya şefkat niyeti ile giderseniz, zafer sizin tarafınızdadır” buyurdular. Bu şartı kabûl edip: “Şerîati takviyeye çalışacağıma, halka merhamet ve şefkatte ihtimâm göstereceğime söz veriyorum” dedi. Hâce hazretleri de: “Mâdem ki, şerîate hizmet edeceksiniz, o hâlde gidin, muradınız hâsıldır” buyurdular.

Reşahât sâhibi der ki: Bazı eshab naklettiler: Hâce hazretleri Sultan Ebû Saîd Mirzâ’ya demişler ki, düşmana karşı çıktığınız zaman, arkanızdan bir sürü kargalar gelmeyince düşmana saldırmayın! Sultan Ebû Saîd’in askeri, Mirzâ Abdullah’ın askeriyle karşı karşıya geldiklerinde, Mirzâ Abdullah’ın askeri at koşturup bir yerden saldırdılar. Sultan Ebû Saîd Mirzâ’nın askerinin sağ cenâhını [kanadını] sindirip, hemen sol cenaha da saldırıp zafere ulaşmak istediler. Birden bir sürü karga Sultan Ebû Saîd’in askerinin ardından çıktı, sultan ve askeri bu nişânı ve alâmeti görünce, kalblerine bir kuvvet geldi ve Mirzâ Abdullah’ın askerine bir uğurdan [yandan] saldırdılar. İlk hamlede Mirzâ Abdullah’ın askeri mağlûb oldu ve Mîrza Abdullah atın ayağı altında çamur içinde kaldı ve oracıkta başını bedeninden ayırdılar.

Türkistan’da büyük bir kabîleden ismini alan Memen ilinin ileri gelenlerinden Hasan Bahadır anlatır: Sultan Ebû Saîd’in Taşkend’den Semerkand’a götürdüğü askerin içinde ben de vardım. Bulungur suyu kenarında Mirzâ Abdullah ile karşı karşıya geldik. Saflar çekildi. Ben Sultan Ebû Saîd Mirzâ’ya yakın idim. Bizim bütün askerimiz, tahmînen, ancak yedi bin idi. Mirzâ Abdullah’ın askeri tamamen silahlı ve tam donanımlı idi. O esnâda bizim askerimizden bir miktarı da Mirzâ Abdullah tarafına geçip, ona tâbi‘ oldular. Sultan Ebû Saîd Mirzâ çok telaşlandı ve korktu. Şaşkınlığından dedi ki: “Hey Hasan, ne görüyorsun?” dedim ki: “Sultanım, Hâce hazretlerini görüyorum. İşte önümüzde yürüyorlar!” Mirzâ dedi ki: “Vallahi ben de Hâce hazretlerini gördüm”. Ben dedim ki: Gönlünüzü hoş tutun ki, düşmana zafer bulduk. Bu esnâda dilimden “Yağı [düşman] kaçtı” sözü çıktı. Bütün asker, hep bir ağızdan, düşman kaçıyor, deyip, saldırdılar. Yarım saat içinde Mirzâ Abdullah’ın askeri sindi [yenildi] ve kendisi asker eline düşüp öldürüldü. Ve yine aynı gün Semerkand’ın fethi müyesser oldu.

Hâce hazretleri buyurdular ki: Mirzâ Abdullah yakalandığı zaman ben Taşkend’e hareket etmiş idim. Bir beyaz kuşun havadan yere düştüğünü gördüm. Onu tutup öldürdüler. Bildim ki, Mirzâ Abdullah’dır. Hemen bir anda işini bitirdiler.

Sonra Sultan Ebû Sâid Mirzâ’nın ricası üzerine Hazreti Hâce Taşkend’den göçüp Semerkand’a yerleştiler.

Mirzâ Bâbür’ün Semerkand’ı muhasarası ve mahrûm ve meyûs olarak çekilmesi hakkında: Mirzâ Bâbür bin Mirzâ Baykara bin Mirzâ Şâhruh beş yüz bin cengâver asker ile Horasan’dan Semerkand’a doğru hareket etti. Sultan Ebû Saîd Mirzâ, Hâce hazretlerine gelip: “Benim bu orduya karşı koyacak gücüm yoktur. Ne tedbir buyurursunuz” dedi. Hâce hazretleri kendisini teskîn eylediler. Mirzâ Bâbür Âmu Deryâ’yı geçince, Sultan Ebû Saîd Mirzâ tarafından bir bölük ittifak eyleyip, Mirzâ’yı Türkistan’a kaçırıp orada bir kalede tutmağa karar verdiler. Bu niyetle develerini yüklettikleri gibi, bu mes’eleden Hâce hazretlerinin haberi oldu. Hemen devecilere kızdılar ve yüklerini indirttiler. Sonra Mirzâ’nın huzuruna gelip buyurdular ki: Nereye gidiyorsunuz. Gitmemize hiç gerek yoktur. İşinizi burada göreyim. Size kefil olurum. Gam yemeyin [derd etmeyin] ve hâtırınızı hoş tutun ki, Bâbür’ü sıymak [yenmek] bizim hizmetimizdir, bize lâzımdır.

Sultan Ebû Saîd’in beyleri bu sözden çok telaşlandılar. Hatta bazısı tülbendlerini yere fırlatıp: “Hâce bizim hepimizi kurban veriyor” dediler. Lâkin Mirzâ’nın Hâce hazretlerine itikadı dürüst olduğundan kimsenin sözüne aldırmadı ve bekledi. Mirzâ Bâbür’ün beyleri ise: “Sultan Ebû Saîd’in bize karşı duracak gücü yoktur. Vilâyeti bırakıp kaçsa gerektir” dediler. Sultan Ebû Saîd, Hâce hazretlerinin sözüyle kalenin silâh ihtiyâcını görüp muhâfaza ve tahkimle meşgul oldu. Mirzâ Bâbür Semerkand’a yakın gelince, askerinin öncüsü [kumandanı] olan Halil Hindu, Semerkand Bayramyeri kapısında durup, şehirden biraz adam çıkıp harb ettiler. Mirzâ Bâbür’ün mezkûr Halil Hindu’dan silahdâr askeri yok iken, o harbde Halil tutuldu. Mirzâ Bâbür bu hâli görünce adam Semerkand’a Eski Hisar’da kaldı. Askerinden azık temini için nereye adam gittiyse, Semerkand halkı onları tutup, burun ve kulaklarını kestiler. Mirzâ Bâbür’ün askerinden çok kimse bu şekilde burnundan ve kulağından oldu. Bu bakımdan asker çok daraldı. Üstelik birkaç gün sonra o asker arasına veba hastalığı düşüp, insanlar ve çok atlar öldü. O dereceye vardı ki, at leşi kokusundan askerin sihhati ve morali bozuldu. Nihâyet Bâbür Mirzâ Mevlânâ Muhammed Muamma’yı Hâce hazretlerine gönderip sulh istedi. Mevlânâ Muhammed Hâce hazretlerine gelip, her taraftan konuşmağa başladılar. Konuşma arasında: “Bizim mirzâmız gayet gayretli ve âlî himmet pâdişâhdır. Hangi tarafa yürüse, almadan dönmez” dedi. Hâce hazretleri onun konuşmasına cevab olarak buyurdular ki: Eğer Mirzâ’nın büyük babaları Mirzâ Şâhruh’un bizimle olan hukuku mâni‘ olmasaydı, Mirzâ Bâbür’ün işinin nereye varacağı belli idi. Lâkin dedeleri zamanında fakir Herat’ta idim. Onun zamanında çok rahatlıklar ve çok huzur bulmuştuk. Onun hakkını zâyi‘ edemeyiz. Nihâyet sulha gelip Mevlânâ Muhammed şöyle dedi: Mirzâ Bâbür, Hâce hazretlerinden istirham eder ki, siz dışarı çıkıp, onunla buluşasınız ve bu ikisinin arasını sulh edesiniz. Hâdiseyi Sultan Ebû Said Mirzâ’ya söylediklerinde, Mirzâ, Hâce hazretlerinin bizzat gitmesine rıza vermedi. Daha sonra Hâce hazretlerinin eshabının büyüklerinden Mevlânâ Kasım (aleyhirrahme) hazretlerini barış akdi için gönderdiler.

Reşahât sâhibi der ki: Hâce hazretleri buyurdular: Daha sonraları Sultan Ebû Saîd Mirzâ’dan suâl edip: “Sulh için bize kaleden çıkıp Mirzâ Bâbür’le buluşmak için niçin rıza göstermediniz?” Dediler. Mirzâ dedi ki, Mirzâ Bâbür çok zeki ve insanların gönlüne girmeği bilen bir gençtir. Korktum ki, Hâce hazretleri ona meyl edip, bizim işimiz kalır ve akamete uğrar. Çünkü bizim dünyevî ve uhrevî nizam ve intizamımız, sizin kimyâ tesirli nazarınıza bağlıdır.

Yine Hâce hazretleri buyurdular: O zaman işitmiştim ki, Mirzâ Bâbür, Pîr Kıyâm Şeyhzâdesi ve emsâli bir takım mülhidlerle Semerkand şehrinin kapısına gelip, Semerkand halkından bazısına demişler ki, biz sizin oğullarınız ve kızlarınız için gelmişiz. Bu sözü işitince, gönlümden Semerkand ahalisine acımak koptu. Çünkü işlerinde azîzlerinden ve sâlihlerden çok kimseler vardı. Bunun için hâtırımızı iki üç gün kadar, o tâifenin def iyle meşgul etmemiz lâzım oldu.

Buyurdular: Din düşmanlarının zararını gidermek ve mâni‘lerinin kaldırılması için hâtırı meşgul etmek [kalben teveccüh ve himmette bulunmak] ayıb değildir. Bütün peygamberler (aleyhimüssalatü veselâm) tevhîd deryasına dalmış oldukları hâlde, bu gibi hususlarda himmet sarf etmişlerdir.

Buyurdular: Mirzâ Bâbür tasavvuf bilmek iddiasında imiş. Tasavvufa giriş hakkında meclisinde çok konuşmalar olurmuş. Mutasavvuflardan Şeyhzâde-i Pîrkıyâm dâima Mirzâ’nın hizmetinde bulunurmuş, Mirzâ Bâbür bu tâife-i aliyyeye gayet itikadlı imişler. Hatta birgün kendileri Eski Semerkand’ın hisarı üzerinde yanı üstü yatıp yüksek sesle: “Ârifde himmet olmaz, ârifte himmet olmaz. Gerçi biz de Semerkand’ı alamadık. Ama şu kadarını da anladık ki, Hâce hazretleri ârif değillermiş. Çünkü bizi himmet ile harab eylediler.”

REŞHA-374: Hâce hazretleri buyurdular: Mirzâ Bâbür bu sözün ma‘nâsını bilmezdi. Bilseydi, böyle demezdi. Zirâ ârif öyle bir fenâ ile şereflenmiştir ki, kendisinin bütün sıfatları yokluk diyârına gidip onlarda benliklerinden nâm ve nişân kalmamıştır. Ondan sadır olanlar, artık ona mensûb değildir. Âyet-i kerîmede : “Attınsa da sen atmadın...” ve : “Onları onlar öldürmedi, Allah öldürdü” buyurulması bu sözümüzü açıklamaktadır. Eğer böyle olmasaydı, enbiyâya (aleyhimüsselâm) nisbet etmek müşkül olurdu. Çünkü âlemi kahir kuvvet sultası ile birbirine vurdular. Hazreti Nûh ile Hazreti Hûd (aleyhimesselâm) gibi, ki kendi kavimlerini su ve rüzgâr ile helâk ettiler.

REŞHA-375: Buyurdular: Şeyh Muhyiddin İbni Arabî hazretlerinin Futuhât’ında, ârifde himmet olmaz, buyurduklarının ma‘nâsı odur ki, mümkünün [mahlûkun, insanın] kendi zâtının hakîkatine göre hiçbir şeyi yoktur ve kendinde kâmil sıfatlardan ne varsa, ilim, kudret, irâdet gibi, hepsi âriyettir [emânettir], Hak teâlâ hazretlerinindir. İşte böylece ârif kendi hâlini bilip, dâima mücerred nisbeti ve fakr-ı hakîkî makamında durur. Nitekim zâtının muktezası da odur ve âriyeti evsaf ile zâhir olmaz. Lâkin kemâl-i inâyet-i ilâhî ve mücerred mevhibet-i nâmütenâhî vâsıtası ile nefsin hevacisinden ve şeytanın vesveselerinden kurtulmuş olanlar, kendi bâtınlarını Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin irâde ve meşietine tabi‘ kılmalıdırlar. Ya‘nî bu tâife, ne zaman zâlimlerin define ve müslümanları kötü kimselerden korumada himmetlerine bastırıcı olarak ortaya koyup teveccüh ve azîmetle amel etmeleri hususunda ilham olunduklarında, o hususta hüsn-i himmetlerini kullanmalı, azîmet dizginlerini düşmanları def etme tarafına çevirmelidirler.

Sultan Mahmûd’un Semerkand muhasarasına gelip mağlûb olarak geri dönmesi:

Sultan Mahmûd Mirzâ’nın, kardeşi Sultan Ahmed Mirzâ ile muhârebe ve Semerkand’ı muhasara niyetiyle o tarafa hareketi haberi, Hâce hazretlerinin mubârek kulaklarına erişince, Sultan Mahmûd Mirzâ’ya şöyle mektub yazmışlar: Yüksek makamınıza arzdan sonra derim ki, kendi efendimizin oğluna bu fakîrin arzıdır: Semerkand şehri, uluların muhafaza ettiği [koruduğu] bir şehirdir. Târihçiler de böyle yazmışlardır. Semerkand’a kasd etmek size münâsib değildir. Böyle bir hareket Hak teâlânın emrine muhâliftir. Ve Muhammed Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerinin şerîatine mutâbık [uygun] değildir.

Kendi kardeşine kılıç çekmek, size hiç yakışmaz. Bu fakîr sizi çok sevdiğim için, hizmetkârlık hakkını yerine getirip, bu hareketi terk etmenizi sizden çok rica ettim. Buna rağmen terk etmeniz ve halkın sözüyle bu vilâyete kasd edip, bu fakîrin nasîhatini kabûl etmemeniz, bize pek şaşılacak bir hâl geliyor. Ayrıca şunu da bildireyim ki, onlar kendi nefislerinin hevasına çalışıyorlar, bense sizin için çalışıyorum. Semerkand’da azîzler, sâlihler, miskinler ve fakîrler gayet çoktur. Onları bundan ziyâde darıltmak münâsib değildir. Allah korusun, bir gönül incitmekten! Kalbi kırık olanların neler yaptığı herkesin ma‘lûmudur. Sâlihleri ve müminleri incitmekten korkmak lâzımdır. Hiçbir maksadı olmayan bu fakîrin ricâ ve istirhâmını, sırf Allah rızası için söylediğimi kabûl edin ve birbirinize yardım ve takviye husûsunda bir iş işleyin ki, Hak teâlâ sizden râzı olsun. Hepiniz tek dil, tek gönül olup, nizâm ve intizamda [halkın refahında ve medenî imkânlarda] eksik olanı tamamlamaya çalışın. Allahu teâlânın kemâl-i inâyetine mazhar bazı kullar vardır ki: “Onlar ile muharebe benim ile muharebedir” demiştir. Ve bu ma‘nâ sahîh hadislerde sâbit olmuştur.

Beyt:

Ey bî edeb beni görme kül gibi, Bakarsın ki altında, derya ve ateş vardır.

Sultan Ebû Saîd’in kumandalarından iken Irak askerini saf dışı ettikten sonra Sultan Mahmûd hizmetine gelmiş olan Emîr Mezîd Ergun’a haber gönderdim ve: “İnâd ve muhâlefeti bırakınız. Bilmez misiniz ki, yüz bin kişi, Hâce Abdülhâlık silsilesinden bir dokumacının karşısında duramamıştır. Karşı dururlarsa, mağlûb olurlar. Hâcegân (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) hânedânı mensubları mutasarruflardır. Onların gönülleri ne isterse, o olur. Onlar kimseye tâbi‘ olmazlar”.

Sultan Mahmûd Mirzâ’nın kumandanları böyle bir mektub aldıkları hâlde tınmadılar ve yine de Semerkand’ı muhâsaraya koyuldular.

Reşahât sâhibi der ki: Hâce hazretlerinin kapısında hizmet edenlerden ve vaktiyle uzun zaman asker olarak çalışmış bir azîz, o muhâsara ve muharebede bulunanlardı. Şöyle anlattı: Sultan Mahmûd Mirzâ, Sultan Ahmed Mirzâ ile muharebe etmek için Hisâr vilâyetinden Semerkand’a hareketinde, Çağatay askerlerinden kendine mahsûs silâhlı ve tam techîzatlı sayılamayacak kadar çok askerinden başka dört bin de Türkmen’e sâhibdi. Sultan Ahmed Mirzâ’nın, ona mukavemet edecek gücü ve askeri olmadığından, kaçmak isteyip, büyük bir telaşla Hâce hazretlerinden izin istemeğe geldi. Hâce hazretleri şehir medresesinde idiler. Buyurdular ki: “Eğer siz, firâr ederseniz [kaçarsanız] bütün Semerkand halkı esîr olur. Yerinizden ayrılmayın. Hâtırınızı hoş tutun! Ben sizin işlerinize kefilim. Eğer düşman mağlûb olmazsa, siz beni cezâlandırın.” Sonra Sultan Ahmed Mirzâ’yı, medresede bir kapılı bir odaya sokup, kendileri kapının eşiğinde oturdular ve buyurdular. Bir tane büyük sağlam sandık getirdiler. İçinde insana günlerce yetecek azık vardı. O odanın kapısının karşısında, Sultan Ahmed Mirzâ’ya itimad gelmesi için oturdular.

Hâce hazretleri Sultan Ahmed Mirzâ’ya moral vermek için dediler ki: Sultan Mahmûd Mirzâ Semerkand’ı alacak olursa, onlar muharebe ile hangi kapıdan girerlerse, siz yanınızdakilerle birlikte bu büyük sandıkla diğer kapıdan çıkıp kaçın. Bu tedbîr ile Mirzâ’yı sâkinleştirdiler. Sonra kendisinin eshâbının büyüklerinden Mevlânâ Seyyid Hasan’ı, Mevlânâ Kasım’ı, Mîr Abdülevvel’i ve Mevlânâ Cafer’i -ki bunların zikirleri üçüncü fasılda gelecektir- çağırttılar ve buyurdular ki: Tez varın, Sultan Mahmûd Mîrza gelişinde, şehrin kapısının burcuna [kulesine] çıkın. Onun askeri mağlûb olup kaçmayınca, benim yanıma gelmeyin. Faraza o asker kırılmazsa, siz bir daha benim sohbetime gelemezsiniz, dediler. Bu dört azîz Hâce hazretlerinin emriyle, giriş kapısının üstündeki çatıya [kuleye] çıktılar ve oturup murakabe ile meşgul oldular.

Mevlânâ Kasım (aleyhirrahme) anlatır: Biz o kule gibi yere oturunca, bir daha kendimizi görmedik. Gördük ki, biz yokuz. Hepimiz Hâce hazretleridir. O hâlde öyle müşâhede eyledik ki, cümle âlem Hâce hazretlerinin mubârek vucûdundan dopdolu idi.

Reşahât sâhibi (aleyhirrahme) der ki: Bu hikâyeyi nakleden azîz der idi ki, biz bir alay süvâriler ile Revân köprüsü üzerinde Mahmûd Mirzâ’nın askeriyle muharebe ve mukatele ile meşgul idik ve onlar galib geliyorlardı. Ben zaman zaman burc üzerinde murakabe ile meşgul olan azîzlerden haber alırdım. Gördüm ki, başlarını aşağı salıp, muntazır [bekler hâlde] otururlardı. Muharebe o gün sabahdan kaba kuşluk vaktine kadar devam etti. Az kaldı ki, muhalifler bizi yeniyorlardı. Şehrin halkı da, bizim za‘fımızı ve yenilmekte olduğumuzu görünce ümidlerini yitirip, ne yapacaklarını bilemez olmuşlardı. Birden emr-i ilâhî ile Deşt-i Kıpçak [Kıpçak Çölü] tarafından şiddetli bir rüzgâr, bir kasırga zuhûr etti. Sultan Mahmûd’un ordusuna öyle bir girdi ve tozu toprağı öyle saçtı savurdu ki, askerinden bir nefer gözünü açamadı. Öyle bir kasırga idi ki, adamı ve atı yıkar, piyâde ve süvâriyi yerlere çalar, saman çöpü gibi savururdu. Çadırları, otağı ve kulübeleri yerlerinden söküyor, havada uçuruyordu. Velhasıl o ma‘rekede [harb meydanında] sanki kıyamet kopuyordu. Öyle bir tufan o zamana kadar oralarda görülmemişti.

Bu dehşetengiz hâlde Sultan Mahmûd Mirzâ ûmera ve Türkmenlerden büyük bir toplulukla derenin akmasından hâsıl olmuş geniş bir yar bulup, at üzerinde o yarı siper edinip dururlardı. Tam o sırada yardan büyük bir parça koptu. Garîb, uğultulu sesler çıkararak, dehşetle bunların üzerine indi. Yarın gölgesinde duranlardan dört yüz kadar atı ve adamı helâk eyledi. O çöküntünün çıkardığı korkunç sesin heybetinden, Türkmenlerin atları ürküp serkeşlik eylediler. En kuvvetli askerler, her ne kadar atları zabt etmek istedilerse de, atların başlarını tutup sâkinleştiremediler. Öyle karıştılar, öyle bir başı boşluk oldu ki, askerler birbirini çiğnedi. Ve artık orada bulunup harb etmeğe mecâl ve imkânları kalmayıp, süratle kaçmağa yüz tuttular. Askerin bu firarını, süratle dağılıp kaçtığını gören Sultan Mahmûd Mirzâ’nın ve ileri gelen adamlarının da kalblerine bir korku düştü. Kumandanları ile birlikte şehrin kapısından, atların başını çevirip, tam sür‘atle, dört nala at sürerek arkalarına bakmadan kaçtılar. Sultan Ahmed Mîrzâ’nın askeri, şehirde asker, sivil kim varsa onların peşine düşüp, yakaladıkları adam ve atları alıkoydular. Beş fersah arkalarından takib ettiler. Çok mal, meta‘ ve doyumluk aldılar. Anlatan dedi ki: O hâdiseden sonra o dört azîz, kapının burcundan inip, Hâce hazretlerin hizmetine gittiler. Hâce hazretleri de Mirzâ’yı medresedeki odadan çıkarıp saraylarına gönderdi. Kendileri de seâdetle Hâce Kefşîr mahallesine teşrif ettiler.

Hâce hazretlerinin üç muhâlif pâdişâhı bir harb sahasında tasarruf kuvveti ile teshîr edip [râm edip, hükmü altına alıp] barıştırması:

Hâce hazretlerinin sultanlara tesiri ve teshîri gayet zâhir idi. Kendi tasarrufundan bahsettiği bir gün buyurdular: Eğer ben şeyhlik etseydim, benim asrımda hiçbir şeyh mürid bulamazdı. Lâkin bize başka iş buyurdular. Bizim işimiz, Müslümanları zâlimlerin şerrinden saklamaktır. Bunun için pâdişahlarla görüşüp, onların ruhlarını, kalblerini teshîr etmek bize lâzım oldu. Böylece Müslümanların işleri görülmüş olur.

Buyurdular: Hak sübhânehü ve teâlâ mücerred ihsânıyla bize öyle bir kuvvet vermiştir ki, ulûhiyyet davasında bulunan [kendine tanrı diyen] Çin pâdişahını, istesem bir mektubla öyle teshîr eder [gönlüne öyle hükmederim] ki, pâdişahlığı bırakır, yalın ayak, diken ve çalılar içinden koşarak kendini benim kapımın eşiğine atar. Ama bu kudret ve kuvvet ile, yine hep Hak teâlânın emrini gözetmekteyim. Ne zaman irâdesi bir şeye bağlanırsa, emri vârid olup meydana gelir. Bu makama edeb lâzımdır. Edeb, Hakkı kendi irâdesine tâbi‘ etmek değil, kulun kendisini Hak teâlânın irâdesine tâbi‘ kılmasıdır.

Reşahât sâhibi der ki: Mâtûridî köyünde, bir gün Sultan Mirzâ Ahmed’in Hâce hazretlerinin huzûr-i şeriflerine ziyârete geldiği görüldü. Hâce hazretlerinin huzûrunda, uzakta olduğu hâlde, iki dizi üzerinde edeble oturmuştu. Hâce hazretleri mubârek dizlerinin birisini dikip, Mirzâ ile konuşuyordu. Hazreti Hâce Mirzâ’ya karşı mütebessim ve mültefit davranıyorlardı. Buna rağmen Hâce hazretlerinin meclis-i şerîflerinin dehşet ve heybetinden Mirzâ tir tir titriyor, alnından damla damla terler dökülüyordu. İşte bir dünya sultanının âhıret sultanı yanındaki yeri ve açıkça onun emri ve hükmü altına girip, onun heybeti karşısındaki hâli! Bu, sözümüzün doğruluğuna şâhid ve açık delildir.

Hâce hazretlerinin Sultan Ahmed Mirzâ’yı, Ömer Şeyh Mirzâ’yı ve Sultan Mahmûd Han Mirzâ’yı - ki Hân Beke demekle meşhûr idiler- bir harb sahasında birbiriyle barıştırmaları: Bu hadisenin kısaca vuku‘u, üçüncü fasılda anlatılacak olan Mevlânâ Muhammed Kadî’nın Silsilet-ül Ârifîn risâlesinde yazdıkları şöyledir:

Bir gün Semerkand’a haber geldi ki, Mirzâ Ömer Şeyh, Kıpçak sahrası hânlarından Sultan Mahmûd Hân’ı, kardeşi ile harb için yardıma getirdi. Şâhruhiyye’de bir araya gelmişler. Sultan Ahmed Mirzâ da, harb hazırlıklarını tamamlayıp, büyük bir ordu ile Şâhruhiyye’ye doğru hareketle, Hâce hazretlerinden de, beraber gitmelerini ricâ etti ve aldı götürdü. Halk, Mirzâ, Hâce hazretlerini sulh için aldı götürdü düşündüler. O seferde Hâce hazretleri kırk gün Sultan Ahmed’in askeri içinde kaldılar. Şâhruhiyye’ye bağlı Akkorgan’da Sultan Ahmed Mirzâ’nın askeri konakladı. Mirzâ’nın âdeti şöyle idi ki, askerler tarafından kendisine bir edebsizlik vâkı‘ olmasın diye Hâce hazretlerinin ordunun kalbgâhı denen merkezde geniş bir yerde bulundururdu.

Hâce hazretleri bir gün sinirlenip, Sultan Ahmed Mirzâ’ya buyurdular ki: Beni buraya niçin getirdiniz! Ben asker değilim. Eğer harb edecekseniz, benim burada işim ne? Yok, sulh [barış] edecekseniz, niçin geciktiriyorsunuz! Sizin askeriniz arasında daha durmak istemiyorum. Sultan Ahmed Mirzâ: Benim elimde bir şey yok. Bütün işler sizin doğru görüş ve sözünüzdedir. Siz neyi uygun görürseniz, bizim ona uymaktan başka çaremiz yoktur. Nakleden der ki:

Hâce hazretleri ata bindiler ve bir bölük asker de, onların işâretleri ile beraberce gittiler. Ben de onlarla idim. Diğerlerinin hepsi orduda kaldılar. Hâce hazretleri Ömer Şeyh Mirzâ’ya ve Sultan Mahmûd Hân’a doğru hareket ettiler. Onlar da Hâce hazretlerinin, kendilerine doğru gelmekte oldukları haberini alıp, yarı yola kadar karşılamağa geldiler. Sonra hep bir araya gelip, birlikte Şâhruhiyye’ye gittiler. Bu görüşmede Hâce hazretleri Sultan Mahmûd Hân’a haddinden ziyâde iltifat eylediler. Ve çoğu zaman konuşma ve hitabda hep ona müteveccih oldular. Sonra barışı konuştular ve tesbît ettiler. Buyurdular ki: İki asker birbirinin karşısında saflar hâlinde bulunsunlar. İki safın orta yerine bir çadır kurulsun. Her taraftan süvâriler eşit sayıda olsun. Sultanlar çadırda oturup, Hâce hazretleri aralarında sulhu ve muahâdeyi [barışı] emniyetle tesbît etsinler. Bu işleri konuştuktan sonra Hazreti Hâce, yine aynı günün sonuna doğru Sultan Ahmed ordusuna döndüler. Hâce hazretlerinin tasarruf eserleri Sultan Mahmud Hân’da anında müşâhede edildi.

Sabahleyin Sultan Ahmed Mirzâ’nın askeri atlarına binip, kararlaştırıldığı gibi cübbe giymediler. Lâkin bütün silâhlarını kuşandılar. Ve Kahkaha Tepesi denen yerde saf hâlinde durdular. Hâce Hazretleri Sultan Mahmûd Hân’la Ömer Şeyh Mirzâ’yı alıp gelmek için tekrâr Şahruhiyye’ye geldiler.

Hâce hazretleri geldiği gibi, Sultan Mahmûd Hân alelacele dışarı çıktı. Lâkin Ömer Şeyh Mirzâ pek ağırdan alarak, yavaş yavaş dışarı çıktı. Hâce hazretleri, fakîri Sultan Ahmed Mirzâ’ya gönderdiler ve dediler ki: Var, Mirzâ’yı ikaz et ve de ki, Ömer Şeyh Mirzâ yavaş ve biraz geç dışarı çıktı. Herhalde bir hîlesi vardır. Siz de, bize güvenip, tedbîrde ve hazırlıkta bir kusûr etmeyesiniz. Zira Peygamberimiz (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) buyurmuşlar ki : “Hepsi Allah yolunda olsa da, hepsini iyi düşün”

Mısra‘:

Devenin dizin bağla, sonra tevekkül eyle!

Fakîr Mirzâ’nın huzûruna varıp, durumu arz ettim. O da askerini dizip Hâce hazretleri tarafına yöneldi. Bir hayli zaman tereddüdden sonra üç pâdişahın askerleri birbirine karşı saflar hâlinde cübbe [zırh] giymekten maada bütün silâhlarını kuşanmış hâlde durdular. Hazreti Hâce kendi eshab ve adamları ile o iki askerin arasında idiler. Askerler arasında çadır kurmakta çok konuşmalar oldu. Her fırka çadır diğer tarafa yakındır diye münâkaşayı uzattılar. Hattâ Hâce hazretleri öğle namazının abdestini iki asker arasında aldılar.

Sonra fakîre dediler ki, Sultan Ahmed Mirzâ’ya var ve de ki: Ben bir kişiyim. İhtiyârlık yorgunluğu ve dermansızlığım vardır. Sizin bu kadar harb âletlerinize katlanmam, hep birbirinize girmeyesiniz diyedir. Kuvvet ise ancak bu kadar olur. Artık tâkatım kalmadı. Eğer bize itimadı var ise, onun tarafına kimse tecâvüz etmesin. Böylece çadırı istediği yerde kursunlar.

Hâce hazretlerinin bu haberini Sultan Ahmed Mirzâ’ya götürdüm. Dedi ki, mâni‘ olmayın. Hasımlarımız ne tarafa isterse, çadırı oraya kursunlar. Zira ben Hâce hazretlerine inanıyor ve güveniyorum.

Çadırı bir yere kurduklarında, Sultan Ahmed Mirzâ, kendi has adamlarından belli bir miktar ile geldi. Sonra Hâce hazretleri varıp Sultan Mahmûd Hân’la Ömer Şeyh Mirzâ’yı getirdiler. Onlar da Sultan Ahmed Mirzâ’nın adamları sayısınca adam ile geldiler ve çadıra yaklaşınca attan indiler. Sultan Ahmed Mirzâ kendi has adamları ile çadırdan çıkıp, onları belli bir mesafeden istikbâl eyledi. Hâce hazretleri ilk evvel Sultan Mahmûd’u ileri götürüp, Sultan Ahmed Mirzâ ile muanâka [boyna sarılma, kucaklaşma] ettirdiler. Sonra Ömer Şeyh Mirzâ’yı ileri götürüp, Ömer Şeyh Mirzâ ağabeyisi Sultan Ahmed’in elini öptü ve yüzüne gözüne sürdü, ağladı. Sultan Ahmed’de onun boynunu öptü. İkisi birlikte ağlaştılar. Orada bulunanlar bu hâli görünce hepsi ağladı ve o büyük kalabalıktan bir tatlı ve rıza uğultusu koptu. Sonra sultanların hepsi bir çadırda oturdular.

Hikâyeyi nakleten anlatır: O meclis öyle bir heybetli oldu ki, dehşetin çokluğundan insan şaşırırdı. O iki asker at arkasında dikkatle durdular ki, eğer bir şey olursa, biri birine saldırıp mukatele ve muharebeye hazır idiler. Sonra orada yiyecek olarak ne varsa getirdim. Yediler. Yemekten sonra birbirleriyle ahd ü peyman [güzel söz vermeler, yeminler] eylediler ve aralarında sulh meydana geldi. Sonra Hâce hazretleri Taşkend’i Sultan Ahmed Mirzâ’dan alıp Sultan Mahmûd Hân’a verdiler. Hikâyeyi anlatan der ki: Ahdnâmeyi [barış tezkiresini] ben yazdım. Ahdnâme tamam olunca, Fâtiha okuyup kemâl-i safâ [tam bir gönül huzuru] ile ayrıldılar.

Reşahât sâhibi der ki: Bazı efendilerden işittim. Hâce hazretleri birbirine muhâlif üç pâdişahı çadırda bir araya getirdiği zaman, Hâce hazretlerinin eshabından biri oracıkta kendinden gaib oldu. O gaybet hâlinde görmüş ki, bir geniş meydanda üç azgın deve ağızlarını açmış dişleri ile birbirini yırtmak, ısırmak ve koparmak isterler. Hâce hazretleri bu meydanda durmuş ve üç azgın devenin burun iplerini eline kuvvetlice dolamış, bırakmaz. Üç ipi de birbirine iliştirir.

Mevlânâ Muhammed Kadî hazretleri yazar: O gün bütün ehâli Hâce hazretlerinin bu tasarrufuna hayran ve medhuş oldular [dehşette ve hayrette kaldılar]. Hepsi sözbirliği ile Hâce hazretlerinin ululuğunu ikrâr ve itiraf eylediler. Kemâl-i kuvvet ve tasarruf ancak bu kadar olur dediler. Havas ve avam bir dil, bir gönül olup itiraf ettiler ki, yüz binlerce savaşçı, birbirini öldürmek, yok etmek arzusunda iken, O hazretin şerefli nefesinin tesiri ve mubârek ayaklarının bereketi ile bir saat zarfında, aralarındaki ihtilâf, kavga kalkıyor ve hiç kimsede biraz önceki sıfatlardan eser kalmıyor. [Bu ne hâldir ya Rab]. Hâce hazretlerinden bu büyük kerâmeti görmekle hepsinin O hazrete muhabbet, itikad ve yakînleri arttı ve bu barışmanın vukuundan sonra Hâce hazretleri, Mahmûd Hân’a: “Taşkend’e gidin. Ben de bir başka yoldan gelmek niyetindeyim” buyurup, kendileri eshab ve hizmetçileri ile, o üç asker ortasından çıkıp memleketlerine müteveccihen yola koyuldular.

Yolda bir ara bu fakîre hitaben buyurdular ki: “Bizim bu işlerimize ne dersin? Bu hâdise kitaba yazılacak bir şeydir.”

Mevlânâ Necmeddin, Hâce hazretlerinin işlerini gören hizmetkârlarından bir azîz idi. Çoğu zaman ticâretle meşgul olurdu. Hâce hazretlerinin sermâyesini kullanırdı. O anlatır: Bir defa büyük bir kalabalıkla Turfân diyârına gidiyorduk. Turfân, Çin hududunda bir şehirdir. Yolumuz Kalmak taifesine uğradı. Birden o tâifenin dilâverlerinden [cengâverlerinden] yüz kişi kadar, cübbeli [zırhlı], cevşenli [korumalı], silâhlı ve tam techîzatlı süslü süvari yolumuzu tuttular. Kervan halkı o kalabalık güruhu gördükleri gibi, korkudan kendilerini kaybettiler. Yüreklerinde hiç cesaret kalmadı ve hepsi esîr olmaktan başka bir şey düşünemediler. Burada hâtırıma geldi ki, savaşmadan Hâce hazretlerinin sermâyesini eşkiyaya vermek müridlikten ve ihlâstan uzaktır. Ayrıca erkekliğe, merdliğe ve yiğidliğe de sığmaz. Burada dövüşüp, savaşıp Hâce hazretlerinin halâl malını korumak uğruna şehîd olmaktan iyi bir şey yoktur. Ancak bu şekilde iki dünyada yüzüm ak olur. Bu düşünce ile, Hâce hazretlerine tam teveccüh edip kılıcı kınından çıkardım. Artık kendimi daha görmedim. Gördüm ki hep Hâce hazretleridir. Şu kadar biliyorum ki, bende ve atımda bir garib keyfiyet ve bir büyük kuvvet hâsıl oldu. Gayr-i ihtiyârî o tâifeye kılıç çekip, at koşturdum. Ve önüme gelenin başını, kolunu düşürdüm. Ve iş oraya geldi ki, haramîler kervânı bırakıp hepsi kaçmağa başladılar. Kervân halkı benim cesaret ve şecaatime [yiğitliğime] hayran kaldılar. Benim hayretim ve şaşkınlığım ise, onlardan ziyâde idi. Çünkü hayatımda benden böyle bir şeyin meydana geleceği umulmazdı. Ve ömrümde hiç cenk etmiş değildim. Harb meydanı, savaş ve çarpışma görmüş değildim. Yakînen bildim ki, bu Hâce hazretlerinin tasarrufu [kerâmeti] olup, benim hareket ve kuvvetimle olmaksızın benden zuhûr etmişti. Sonra seferden dönüp Hâce hazretlerinin hizmetleriyle şereflendim. İlk söyledikleri söz: “Kuvvetli bir düşmanla karşılaşan her bir zaif, sıdk ve tam yakîn ile kendi hareket ve kuvvetinden çıkarsa, elbette ona Hak tarafından bir hareket ve kuvvet verilir de, onunla din ve millet düşmanlarına galib gelmeğe kadir olur” beyânları oldu.

Hâce Mustafa Rûmî, Hâce hazretlerin sermâyesini kullanan bir tüccâr idi. Bir gün Buhârâ’dan Semerkand’a gidiyordu. Sebz şehri yolundan gitmişti. Orada Sultan Ahmed Mirzâ’nın divân beylerinden Mîrek Hasan’la karşılaşmış. Mirek Hasan demiş ki: Hâce Mustafa sen saf, tekellüfsüz bir adamsın. Bir sözüm vardır; Hâce hazretlerine söyleyebilir misin? Hâce Mustafa, evet söyleyebilirim, demiş.

Reşahât sâhibi der ki: Eshabının en azîzlerinden biri nakleder: Ben Hâce hazretlerinin meclislerinde hâzır idim. Hâce Mustafa Rûmî Sebz şehri tarafından geldi. Hâce hazretlerinin huzuru ile şereflendi ve arz etti ki: Divân reisi Mîrek Hasan bana bir söz söyledi ve son derece ısrarla, bu sözümü Hâce hazretlerine ulaştır, dedi. Hâce hazretleri buyurdular ki: Ey Hâce Mustafa, söyle! Arz ettim ve dedim ki: Mîrek Hasan dedi ki, Sultan Ahmed Mirzâ’nın çok az yeri kalmıştır. Hâce hazretleri inâyet buyurup onu da alsınlar ve bizi kurtarsınlar. Bu sözü işitir işitmez, Hâce hazretleri öyle bir gazaba geldi ki, mubârek sakallarının kılları dikildi. Hiddetlerinden ellerini birbirine oğuşturup buyurdular ki: “O köpek bize salahalık ettiriyor.” Ve gazabından kalkıp harem-i şerîflerine gittiler. Orada bulunanlardan bir kısmı, bu haberi niçin getirdin diye Hâce Mustafa’ya sitem ettiler.

Bu hâdisenin vuku‘undan on dört gün sonra öyle bir hâl oldu ki, Sultan Ahmed Mirzâ o divan reisine kızıp, Mîrek Hasan’ın derisini yüzdürdü.

Şöyle anlattılar: Hâce hazretleri bir kere Karşî’ye gidiyorlardı. Yolda Hâce hazretlerinin develerini gözeten Kara Ahmed Arabî dedikleri bir kimse var idi. Hazreti Hâce oradan geçerken huzuruna gelip Arab komiser olan Seyyid Ahmed Sâzid adındaki âmirin zulmünden şikâyet eyledi, ve: “Bana çok cefa ve eziyet eyledi” dedi, ağladı.

Hâce hazretleri onun kalbinin incindiğinden müteessir oldular, renkleri ve hâlleri değişti. Ama tınmamış göründüler. Semerkand’a gidip Mülk Pazarı’na eriştiklerinde, Seyyid Ahmed Sâzid ümeradan [ileri gelen memurlardan] birkaç kişi ile Hâce hazretlerini istikbâle [karşılamağa] geldiler. Karşılayıp görüştükten sonra oturup sohbet ettiler. Hâce hazretleri, konuşurken sinirlendi ve Seyyid Ahmed’e hitab edip buyurdular: “Sen benim adamımı dövüp, cefâlar eylemişsin. Bilmiş ol ki, biz de adam dövmek usûlunu çok iyi biliriz. O günden kork ki, biz de sizin yaptığınızın karşılığını size yaparız.” Huzurları kaçtı. Seyyid Ahmed’in de gitmesine izin verdiler.

İkindi vakti oldu. Namazı kıldılar. Hayli zaman kimse ile konuşmadılar. Onlar konuşmayınca, onlarla konuşacak, onlara hitab edecek kuvvete ve kudrete kimse sâhib değildi. Hemen o hafta Seyyid Ahmed Sâzid hasta oldu ve hastalığı gittikçe şiddetlendi. Sultan Ahmed Mirzâ’ya haber gönderip, benim hastalığım Hâce hazretlerindendir. Hizmetkârlarından birine bir edebsizlik ettim. Bunun için bana kızdılar. Yalvarır, yakarırım ki, Mirzâ hazretleri kerem edip, kusurumun bağışlanmasını Hâce hazretlerinden ricâ ediniz. Sultan Ahmed Mirzâ, kendi yakın adamlarından ve Hâce hazretlerinin muhlislerinden olan Mîr Derviş Emîn’i bir çok kere Hâce hazretlerine gönderip, Seyyid Ahmed’i afv etmesini rica etti. Hâce hazretleri hiç aldırmadılar. Mirzâ ısrar ve zorlamayı hadden aşırdı ve sonunda dedi ki: “Seyyid Ahmed benim işlerimi gören adamımdır. Elbette suçundan geçip af buyurulmasını ricâ ederim.” Mirzâ bu şekilde ısrar edip sıkıştırınca, nihâyet Hâce hazretleri Mirzâ’ya cevâb olarak buyurdular ki: “Seyyid Ahmed ölmüştür. Ne şaşılacak iştir ki, Seyyid Ahmed’i benden isterler. Ben Îsa değilim ki, ölüyü diriltebileyim.” Sonra buyurdular: “Madem ki, Mirzâ’nın gönlü böyle ister, biz de gidip hastayı yoklayalım.” Der ve ata binip Seyyid Ahmed’in evine yollandılar. Daha evine varmadan, yolda tabutu ile karşılaştılar ve oradan geri döndüler.

Reşahât sâhibi der ki: Şöyle anlattılar: “Sultan Ahmed Mirzâ Hâce hazretlerinin ricâlarıyla Semerkand’ın damgasını [damga vergisini] bağışlamış idi. Bir müddet sonra damgacılarından bir grub, önceleri bu yoldan menfeat temîn ettiklerinden, yine damga resmi [vergi] konmasına çalışıp, Mirzâ’nın âmir ve memûrlarına rüşvetler va‘d ettiler. Daha nice nice hîleler ile Mirzâ’yı dahi aldatıp, o bid‘ati yenilemek mertebesine getirmişlerdi. Bu işle uğraşanlar on iki kişi imiş. Bu haber Hâce hazretlerine ulaşınca huzursuz olup buyurdular: “Hâce Behâeddin Nakşibend (kaddesallahü teâlâ sırreh) hazretleri bir müddet [haksızlık ve edebsizlik edenleri, gayret-i ilâhî ile] öldürmüşler. Biz de onların talebesiyiz. Görelim kim yener!”

Bazı mahremler, yine aynı gün, bu sözü Hâce hazretlerinin meclisinden Mirzâ’nın kulağına eriştirmişler. Sultan Ahmed çok korktu ve böyle bir iş yapmağı hatırından çıkardı.

Yine aynı gün bu haber, o on iki damgacılardan birine ulaştı. O adam akıllı ve zeki bir adamdı. O anda o niyetinden tevbe edip, Hak sübhânehü ve teâlâya rûcu‘ etti. Kalan on bir damgacının on biri de o gece vefât edip, sabahleyin on birinin de tabutunu şehirden çıkarıp kabristana ilettiler.

Zikri Birinci Maksadın Birinci Faslında geçen Şeyh Ebû Saîd Âbrîz nakleder: Hâce hazretleri hâllerinin bidâyetinde ve çok genç yaşta iken bir kere bize geldiler. Biz, bütün çocuklar ve ev halkı ile hizmetlerine meşgul olduk. Hazretten büyük cezbeler ve yüklü hâller müşâhede ederdik. O hâlleri ve eserleri görmek bizim kemâl-i itikadımıza sebeb olurdu. Bir gün ağabeyim ağlayarak kapıdan içeri girdi ve dedi ki: “Esed Cüveybanoğlu bana çok ezâ, cefâ ve cevr ediyor. Dayanılacak gibi değil.” Bu esnâda annem de çok üzüldü ve nihâyet derecede bir yalvarma ile Hâce hazretlerinden, oğlunun şikâyetini dinlemesini ve hakkını alıvermesini yalvardı ve: “O fâsık ve zâlimdir. Çok fakîrlerin canını yakmıştır...” şeklinde çok şikâyetler eyledi. Orada öyle anlaşıldı ki, Hâce hazretleri annemin ızdırab ve ıztırarından müteessir oldular. İkindi namazı zamanı idi. Hemen namaza kalktılar. Namazdan sonra buyurdular ki: “Bu köpek bizim namazımıza girdi. Onun işini tamam eyledim.” Çok geçmeden o kişi, bir kimse ile kavgaya tutuştu. O sebebden onu iyice bir patakladılar.

Biz, baba ve dedelerimiz, Hâce hazretlerinin baba ve dedelerinin mürid ve muhlisleri olduğumuzdan, o Hazret dâima bizim evimize uğrarlardı. Yine bir kere teşrîf ettiklerinde, annemiz Hâce hazretlerine arz etti ki, yüksek himmetinizin bereketi ile düşmanımızı kuvvetlice ta‘zîr eylediler [dövdüler]. Hâce hazretleri buyurdular ki: “ Benim, onun işini tamam ettim, dediğim, bu değildir. O daha gelmedi, gelecektir.” Gerçekten birkaç gün sonra pâdişah, bir sebeble siyâsetini [öldürülmesini] emr etti. Helâk eylediler ve cesedinin parçalarını dahi ateşe atıp kül eylediler.

Hâce hazretlerinin muhlislerinden bir azîz nakletti: Bir gün zenginlerden bizimle eski hukuku olan bir kimse bizi evine da‘vet eyledi. Yolda giderken Hâce hazretlerinin gıybetini etmeğe başladı ve çok ileri gitti. Ben onun bu sözlerinden çok müteellim ve müteessir oldum. Lâkin dönemedim. Zorla beni çekerek alıp götürdü. Evine varıp oturduğum zaman yemek getirdi. Kerahatle [istemeyerek] elimi uzattım. Kendisi ise hiç yemek yemedi. Çünkü o anda boğazında bir ağrı peyda oldu da, devamlı eliyle boğazını oğaladı durdu. Sonunda o rahatsızlık o dereceye geldi ki, boğazından aşağı bir şey geçmez oldu. Bir hafta sonra o hastalıktan helâk oldu.

Şeyhzâde İlyâs Işkî adında bir kimse, Hâce hazretlerinin zuhurlarının ibtidasında Semerkand’da bir takım kimselerin şeyh ve muktedâsı idi. Semerkand civarında Nûr Dağı’nda bir tekkesi var idi. Orada cehrî zikr ederlerdi. Mezkûr şeyh, Şeyh Hudâ Kulu’nun oğlunun oğludur. Adı geçen Şeyh Hudâ Kulu ise, Şeyh Ebûl-Hasan Işkî’nın oğludur. Şeyh Ebûl-Hasan da, Hâce Behâeddin Nakşibend hazretleri zamanında, kendi silsilelerinin baş halkası ve muktedâsı [önderi] idi. Bir gün Hâce Ubeydullah hazretleri sahradan geçerken görmüşler ki, bir takım çiftçiler, daneyi samandan ayırmak için harman savururlar. Hâce hazretleri: “Bu harman kimindir?” Sormuşlar. Şeyhzâde İlyâs’ındır demişler. Hâce hazretleri atından indi. Eline bir miktar başak aldı. Samanı dânesinden ayırdı. Sonra da atına binip gittiler. Bu haber Şeyhzâdeye aksedince, gayet müteessir ve müteellim olup dedi ki, Hâce bizim harmanımızı yele verdi. Gerçekten o esnâda ondan bir edebsizlik sâdır oldu ve onunla silsilesi perîşan ve tarümar olup gitti.

Mevlânâ Muhammed Kadî yazıyor: Mevlânâ Şeyh Muhammed Keşî, Şeyh İlyâs’a, cehrî zikr edersin deyip itiraz ederdi. Aralarında çok sözler geçti. Şeyhzâde İlyâs’ın Keş vilâyetinden asker müridleri vardı. Pîrleri ile aynı görüşte olmadığı için, Mevlânâ Muhammed ile o derece husumette idiler ki, Şeyh Muhammed’i ortadan kaldırma ihtimâli baş gösterdi. Hâce hazretleri, o askerlerin, Mevlânâ Şeyh Muhammed’e bir zararlarının dokunmaması için, Mevlânâ’ya karşı bir gönül yakınlığı tutarlardı. Bu yakınlıktan maksadları, sırf o askerlerin zararından onu himâyeleri idi. Bir takım kimseler bunu Şeyhzâde’ye başka bir şekilde göstererek öyle anlatmışlar ki, güyâ Hâce hazretlerinin Şeyhzâde’ye karşı bir rahatsızlığı varmış. Şeyhzâde de, düşünmeden, araştırmadan kızmış ve Emir Derviş Muhammed Turhan’a bir mektûb yazıp, Hâce hazretleri hakkında çok sözler söylemiş. Meselâ demiş ki: Din ne kadar zaifledi ki, bir şeyhin bey ve şirası [satışı ve alışı], zirâat ve çiftçiliği şer‘a uymaz iken, yine de sizin içinizde onun bu kadar yeri ve sözünün bu derece nüfûzu vardır. Emîr Derviş Muhammed Turhan’ın Hâce hazretlerine kemâl-i irâdet ve itikadları olduğundan, o mektûbu gizleyemeyip Hâce hazretlerine gösterdiler. Bir gün fakîr, hizmet-i şeriflerinde idim. Fakîre hitab edip: “Şeyhzâde İlyâs’ın bizim hakkımızda yazdığı mektubu gördün mü?” Dediler ve mektubda yazılı olanları anlatmağa başladılar. Anlatırken sinirlenip buyurdular: “Ey Şeyhzâde fukarası! Ben ortaya çıktıktan sonra, o kadar şeyh ve mevlânâ ayağım altında karınca gibi ezilmiştir ki, sayısını ancak Allahu teâlâ bilir. Bu zavallı Şehyzâde ne der! Ya‘nî biz şerîati bilmeyiz hâ!” Hemen o esnâda Şeyhzâde’nin evine ta‘un hastalığı düştü. Çoluk çocuğu kırıldı. Hepsinden sonra da Şeyh vefât etti.

Kadî Ebû Nasr Taşkendî nakleder: Hâce hazretlerinin ibtidâ-i zuhurunda, Taşkend’de irşâd makamında oturan meşâyıh çok idi. Hâce hazretlerine hased ve inâd ederek, git gide hepsi yok oldu ve bittiler. Hâce hazretlerinin Bağıstan’dan, ikâmet [kalmak] niyeti ile Taşkend’e gelip tâlibleri teveccüh ve irşâda başladıkları zaman, Taşkend’de bir şeyh var idi ve o diyârın muktedâsı idi. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde derin idi. Müridleri o kadar çok idi ki, eshabından elli kişiye, irşâd için icâzet [hilâfetnâme] vermişti. Hâce hazretlerinin, istidat sâhibi kimseleri cezbe ve tasarrufla yetiştirmekte olduğunu görünce, gayrete geldi ve Hâce hazretlerine tasarruf ile galebe etmek niyetiyle, bir gün Hâce hazretlerinin meclisine geldi. Oturur oturmaz, Hâce hazretlerine müteveccih olup [yönelip] iki gözünü Hâce’ye dikti. Bütün varlığı ile Hâce hazretlerine bir bâr [yük] havâle etmeğe çalıştı. Hâce hazretleri de onun tasarrufunun def ine meşgul oldular. Bir saat sonra Hâce hazretleri mubârek başlarını kaldırıp sağ elini yeninden çıkardılar. Şeyhin önünde bir mendil dururdu. Kaldırıp yüzüne vurdular ve dediler ki: “Aklı gitmiş bir divâne ile niye sohbet ederim. Çünkü hâtırında bir şey kalmaz.” Sonra kalkıp yürüyüverdiler. Hâce hazretlerinden bu amel ve sözler sâdır olduğu gibi, Şeyh bir feryâd etti. Kendinden geçti ve yuvarlanmağa başladı. Bir zaman sonra aklı başına geldi. Acele ile kalkıp meclisten dışarı gitti. Ondan sonra dimağında bir hastalık zuhûr etti de, bütün bildiklerini unuttu. Öyle düştü, öyle sefil hâle geldi ki, çarşılarda çıplak dolaşırdı da, bedenini öretecek bir şey bulamazdı. Bazen yolda Hâce hazretlerini görürdü de, bir nice sokak dolaşıncaya kadar arkalarında düşüp beraber giderdi de, hiçbir zaman iltifatlarına mazhar olmazdı.

Hâce Usâmeddin oğlu Hâce Mevlânâ, Semerkand müftüsü idi. Dâima Hâce hazretlerini gıybet eyleyip, her zaman o güzel ahlâklı, yüce sıfatlı zâtı töhmet ve ihânetle yâd ederdi. Bir gün odasında kendi husûsi talebesi ile saçma sapan, perîşan sözler söylerken etbaından biri kendisine: “Hâce Ubeydullah velî değil ise, bir devlet sâhibi olduğu herkesin ma‘lumudur. Niçin onlar için bu kadar ileri gidersiniz?” Dedi. Hâce Mevlânâ cevabında: “Doğru söylersin. Senin dediğini ben de biliyorum. Ama ne edeyim, nefs bırakmaz. Makam ve mevkı icâbı bu hususta irâdem ve ihtiyârım elimde değildir.”

Mevlânâ Muhammed Kadî yazar: Hâce hazretleri buyurdular ki: Sultan Ebû Saîd Mirzâ’nın vefâtı haberi geldikten sonra, yolda Hâce Mevlânâ’ya rast geldim. Bana bakmayıp, yüzünü başka tarafa çevirerek aşağılar bir ifâde ile, “Hâce selâmün aleyke” dedi. Ve hiç durmayıp atını sürdü, geçti gitti. Halbuki bu haber gelmeden bir gün evvel yolda bize rast gelip yarım fersah [3 km] mesâfe bizimle gelmişti. Zorla döndürüp kendi yoluna gitmesini sağlamıştım. Bugün bu hâlinden anlaşılmış oluyor ki, bir mülâhazası, bir bildiği vardır.

Birkaç gün sonra ortaya çıktı ki, Hâce Mevlânâ ümera ile sözleşmişler; bundan sonra bizim evimize gelmeyip, sözümüzü dinlemiyecekler ve söylediklerimize itibâr etmeyecekler. Ayrıca demiş ki: Ben fetvâ bile verdim; Hâce’nin bütün malını almak câizdir. Bu sözleşmede Mîr Abdülalî Turhan yokmuş. Toplantıdan sonunda gelmiş. Emîr Derviş Muhammed Turhan demiş ki, biz bir ittifak [söz birliği] eyledik. Siz yok idiniz. Gerektir ki, siz de bizimle aynı sözbirliğinde olasınız. Emîr Abdülalî demiş ki, ben her işte size tabiyim, benim ağabeyimsiniz. Siz neyi ma‘kul görürseniz, kabûl ederim ve ben de onu ma‘kul bulurum. Sonra, ne hususta ittifak ettiniz, diye sormuş. Emîr Derviş Muhammed, Hâce Mevlânâ’nın aldığı kararları söylemiş ve ümerânın ittifakını açıklamış. Emîr Abdülalî başını önüne eğip, hayli zaman düşündükten sonra başını kaldırıp demiş ki: Siz bu hususta yanlış yaptınız. Zira o azîz, sizin itibârınız ile mu‘teber olmamıştır. Belki hakîkî mu‘teber olan Hak sübhânehü ve teâlânın itibariyle mu‘teber olmuştur. Yarın bir tokat vurur, hepimizin işini tamam eder. Bize utanmaktan ve mahcubluktan başka bir şey kalmaz. Bilin ki, bu hususta ben sizinle müttefik değilim. Ve bu muhâlefetten bana her ne zarar olursa kabûl ederim.

Mevlânâ Alî Arran anlatır: Hâce Mevlânâ ümera [kumandanlar] ile ittifak ettikten sonra Hâce Mevlânâ’yı görmeğe gittim. Bu bir rastlantı idi. Bana dedi ki: İyi ki, geldin. O köylü şeyhini görmeğe gidiyorum. Görün ki, bugün ben ona neler edeceğim. Mevlânâ Alî buyurdu ki: Benim Hâce hazretlerine kemâl derecede itikad ve ihlâsım olduğundan, Hâce Mevlânâ’nın sözünden son derece üzüldüm. Ne kadar gitmemek istedimse de, bırakmadı ve: “Ne yaparsam, senin yanında yapacağım” dedi. Dediklerini aklıma vurduğum, îman ve muhabbetimle tarttığım zaman, az kaldı aklım başımdan gidecekti. Lâkin kurtulmağa çâre bulamadım. O gün Hâce hazretleri Mâturid’de idiler. Hâce Mevlânâ Mâturid’e hareket etti. Zarûri olarak onunla gittim. Hak sübhânehü ve teâlâdan tam bir ibtihâl [dua, ağlama, yalvarma] ve tazarru‘ [yalvarma, yakarma] ile istedim ki, Hâce Mevlânâ’nın, Hâce hazretleri hakkındaki edebsizce düşüncelerini, görmeyeyim ve dinlemeyeyim. Mâturid’e geldiğimizde Hâce hazretleri künbedlerle oturuyorlardı. Karşıladılar ve bizi oturttukları gibi, kendileri yemek ikrâmı için seâdethânelerine girdiler. Getirdiklerini kendi elleri ile Hâce Mevlânâ’nın önüne koydular. Yemek yemeğe başladık. Yemek esnâsında Hâce Mevlânâ, evvelce hazırladığı sözleri söylemek için ağzını açınca, âniden birisi geldi ve: Mirzâ ve ümerâ geliyor, dedi. Halbuki, Mevlânâ ümerâ ile söz vermiş ve karar etmişti ki, bundan sonra Hâce hazretlerinin evine gelmeyeceklerdi. Mezkûr ümerânın Hâce hazretlerine ne niyetle geldiğini bilmiyordu. Bu hali görünce, Hâce Mevlânâ çok telaşlandı ve huzursuz oldu. Hâce hazretlerini karşılamak için dışarı çıkınca, bu fakir hemen: Gidelim, Mirzâ ve ümerâ bizi burada görmesinler, dedim. Ama çıkacak bir yer bulamadık. Zarurî olarak avlu duvarına tırmanmağa çalıştık. Birtakım kimselerin yardımıyla duvarın diğer tarafına atladık. İkimizin de elbiselerimiz, yüzümüz ve gözümüz çamurlandı. Ben bu hâlden memnun idim. Onun o asılsız, saçma sapan sözlerini işitmediğim için Hak teâlâya şükür eyledim. Atlarımızı öbür taraftan dolaştırıp yanımıza getirinceye kadar saçımız sakalımız toz oldu. Duvarın dibinde oturduk. Atlarımız geldiği gibi, süklüm büklüm atlara binip her birimiz bir tarafa gittik.

Sonra Mirzâ ve ümerâ eskisi gibi, hattâ eskisinden daha ziyâde olarak Hâce hazretlerine mülâzemet etmeğe başladılar. Mîr Abdülalî’nin isâbetli görüşü, gerçeğe uygun olarak zuhûr etti.

Bir gün Hâce Mevlânâ’nın meclisinde Hâce hazretlerinden bahs olundu. Hâce Mevlânâ edepsizlik edip: “Bırakın şu gemre böceğini ki, bütün himmeti dünyalık toplamaktır” dedi. Bu çirkin söz, Hâce hazretlerinin kulağına gitmiş. Hâce hazretleri de: “Gemre böceği ölümüyle ölsün!” buyurdular.

Hâce Muhammed Cerrâh oğlu Mevlânâ Ma‘rûf dedi ki: Ben Herat’ta idim. Hâce Mevlânâ Herat’a geldi. Çünkü Semerkand’da kalmağa mecâli kalmamış idi. İlk geldiğinde Herat’ın ekâbiri [büyükleri] bir iki kere onu görmeğe gittiler. Gördüler ki, gayet herze ve hezeyan [saçma sapan] konuşur. Bir daha yanına kimse uğramadı. Sonunda Emir Çakmak Medresesi’ne sığındı. Yanına kim gelse, benim bu şaşkınlığımı ve berbad hâlimi o şeyhin kerâmetine haml etmeyin derdi. Bir gün bir kimse ona demiş ki: Ey Hâce, Siz şeyh-ül islâm, müftü ve Semerkand diyârının sâhibi idiniz. Babalarınız ve dedelerinizi hep halkın muktedâsı olup, azîz ve mükerrem idiniz. Mâverâünnehir ülkesinin bütün insanları size tâbi‘ olup hizmetkârınız idiler. Âhir ömrünüzde evsiz, barksız, malsız, mülksüz kalıp son derece zillet ve horluk ile yabancı illerde gezersiniz. Ayrıca hiç kimsenin size teveccüh ve ikbâli kalmamıştır. Sizin böyle olmanız, bu hâle düşmeniz, o azîzin kerâmetinden başka ne olmak ihtimâli olabilir!

Daha sonra ona bir hastalık ârız oldu. Bazen onu görmeğe giderdim. Bir gün gittiğimde gördüm ki, necâset [pislikler] içinde oturur, elini necasete sürer ve burnuna getirip koklar. Kokusu hoşuna giderdi ve derdi ki, ey Mevlânâ Ma‘rûf bu liynet [yumuşaklık] ne güzel şeydir. Kâh kâh galiz necâsetleri yuvarlak top gibi yapar, onunla oynardı. O hastalığa yakalandıktan sonra güzel koku ve esanslardan kaçardı. O esnada Hâce hazretlerinin onun için: “Gemre böceği ölümüyle ölsün!” buyurdukları hâtırıma geldi. Ve gerçekten tam buyurdukları gibi meydana geldi. O liynetin sonu karın ağrısına dönüştü. Bütün bağırsak ve iç organları parça parça dökülüp pislikler içinde vefât eyledi.

Yine Mevlânâ Kadî Muhammed hazretleri yazıyor: Mevlânâ’nın vefât eylediği gün, Muhammed Muammaî onu görmeğe gelmişti. Gözünü açıp, ona: “Mevlânâ Muhammed, sizden ricâ ediyorum, eğer bir gün Hâce hazretlerine giderseniz, bizim kusur ve hatalarımızın özrünü dileyiniz. Her ne ettiysem, nefs ve hevâ gereği ettim. Şimdi hepsinden rucû‘ ettim. Umulur ki, mücerred inâyetlerinden, cürmümü afv buyurur, beni ma‘zûr tutarlar” dedi ve ruhunu teslîm eyledi. Mezkûr Mevlânâ Muhammed der ki: Fakîr, Hâce Mevlânâ’nın bu sözünü, bir münâsib zamanda, Hâce hazretlerine arz eyledim. Gayet müteessir oldular. Şöyle anladım ki, onun bütün cürmünden geçip, afv buyurdular.

İKİNCİ FASIL

Hâce hazretlerinin evlâd, torun ve büyük esbabından başka, zamanındaki diğer insanların bildirdiği hârik-i âdeleri [kerâmetleri]:

Bazı azîzlerden şöyle dinledik: Bir gün Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî (kaddesallahü teâlâ sırreh) hazretleri mebâdi-i hâlde, Hâce hazretleri ile gece gündüz beraber olurlardı. Hâce hazretlerinin huzurunda teessüf ve üzüntülerini beyânla dedi ki: Çok yazık! Bu hâsılatsız ömür, zamanın kutbunun sohbetinden ayrı ve büyük velîler meclisinden uzak ve mahrum olarak geçiyor. Gayret edip kendini bu büyük tâife sohbetine eriştirmek lâzımdır. Umulur ki, onların iksîr husûsiyetine hâiz bereketli sohbetleriyle gönül huzuru ve hâtır cem‘iyyeti hâsıl olur da, onunla içimizdeki düşmanın şerrinden kurtulmak mümkün olur. Bunun gibi arzu ve istek bildiren sözlerini çok uzattılar ve hasret ifâdelerini çok kullandılar. Meğer ki, Mevlânâ Sadeddin hazretleri geçen gece: “Benim hiç kimseye ihtiyâcım yoktur. Hakkın yolu zâhir ve açıktır. Sâlik telâşlanmayıp ve halka mülâzemeti bırakıp, sadece kendi işiyle meşgul olmalıdır. Başkaca tereddüde hâcet yoktur” diye düşünmüş. İşte Mevlânâ’nın bu düşüncelerini Hâce hazretleri ilâhî firaset nûru ile bilip, Sadeddin hazretlerine demişler ki: “Siz dün gece, benim kimseye ihtiyâcım yoktur. Bundan böyle kendime huzursuzluk vermeme gerek yok, demediniz mi? Şimdiki sözleriniz geceki düşüncelerinize ters düşmüyor mu?” Mevlânâ Sadeddin, Hâce hazretlerinin bu keramet ve keşfini görünce, bir başka hâl ile hâllenip, Hâce hazretlerinin ittila‘, eşraf ve keşiflerinin kemâl mertebesine eriştiğini anlamıştır.

Ondan sonra çoğu zaman Hâce hazretlerine: “Siz bizimle öyle sohbet edebilirsiniz ki, bir iltifatınız ile cem‘iyyete kavuşuruz. Ama niçin bekler ve tehir edersiniz?” Dedi.

Hâce Hazretleri buyurdular: Ben Mevlânâ hazretleri ile öyle görüşür, konuşur ve sohbet ederim ki, insanların çoğu beni onun müridi zannederlerdi. Aslında kalb cihetinden bakılırsa, dâima o bizden yardım görmekte ve tefeyyüz etmekte idiler. Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin her zamanki sözleri de bunu te’yîd etmekte idi.

Şöyle bildirildi: Kadî Endecân diye bilinen birisi, Hâce hazretlerine çok mülâzemet eylerdi ve dâima maksadı, Hâce hazretlerinin kendisine tarikat ta‘lîm eylemeleri idi. Hâce hazretleri ise ona hiç iltifât etmezdi ve bu husûsu hiç önemsemezlerdi. Kadî bu yüzden sıkıntıda ve üzüntüde idi. Bir gün muhlislerden biri, Hâce hazretlerinin husûsî sohbetinde, o hazretin kemâl-i bastı [iyi ve neş’eli hâli] zamanında: “Çok zamandır, Kadî Endecân bekler durur ki, inâyet nazarımıza kavuşup, tarikat ta‘liminiz ile müşerref ve mesrûr olsun” diye arz eder. Hâce hazretleri cevâbında buyururlar: “Kimin içinde mevkı‘ ve makam arzusu görürsem, bu husûs onlarca yıl sonra meydana çıkacak olsa dahi, ona, Hâcegân tarîkatinden söz etmek, bana hoş gelmez.”

Eshabdan bazısı anlattılar: Hâce hazretlerinin bu sözü söyledikleri târihi bir yere yazdık. On yıl tamam olunca, Hâce hazretleri de dünyâdan âhırete göçmüş idi. Mezkûr Kadî Endecân’da hâkim ve reis olup, o diyâr halkının merce‘i ve medârı oldu. Lâkin Hâcegân tarikatından nasîb almamış idi. İşte Hâce hazretlerinin ona iltifat etmemelerinin sırrı, o zaman açık ve seçik olarak anlaşılmış oldu.

Reşahât sâhibi (aleyhirrahme) der ki: Semerkand’lı bir ilim talebesi var idi. Kendini sülûk ehli bilirdi. Çok zaman Hâce hazretlerine mülâzemet eylemişti. Lâkin o hazretin seâdet bahşeden iltifatlarına mazhar olmamış idi. Bir gece bu fakîre dedi ki: “Yirmi sekiz senedir Hâce hazretlerinin sohbetine devam ederim. Umarım ki, bir bahane ile, inâyet edip tarikat ta‘limi buyururlar. Bu kadar zamandır, rahm edip buna yanaşmadılar ve bu muradım hâsıl olmadı. Bazen o kadar sıkılır, daralırım ki, bıçakla yâ Hâce hazretlerini, yahud kendimi öldürmek isterim. Takatim kalmadı. Artık sabır bitti. Onlarda ise, asla merhamet eseri yoktur.” O kimse bu sözü fakîre söyledikten sonra, yine de hayatlarının sonuna kadar, Hâce hazretlerinin mülâzemet ve hizmetini etti. Hâce ise ona asla iltifât etmedi. Bütün eshab bu husûsta mütehayyir ve müteaccib [şaşkın] idiler. Böylece yıllar geçti. Hâce hazretleri dünyadan âhırete intikal eyledi. Onların vefatından yıllar sonra Özbek Hân’ı Semerkand’a müstevli oldu. O ilim talebesine sûri [dünyevî] devlet [makam] elverdi ve makam sâhibi oldu.

Sözüne güvenilir bazı kimselerden işittik: Mezbûr ilim talebesi Hâce hazretlerinin oğulları Muhammed Yahyâ’nın ve evlâd-ı kirâmının katline çok çalışmış. Bu büyük hâdisenin vuku‘undan sonra eshab anlamış ki, Hâce hazretlerinin ona iltifat etmeyip, kalblerini ondan uzak tutmalarının hikmeti bu imiş ve kırk yıldan önce Hâce hazretlerine bildirilmişti.

Muhlislerden biri anlattı: Bende bir hatâ vâkı‘ oldu ve bu yüzden mahcûbluk perdesi arkasında kaldım. Nice zaman sohbetleri ile müşerref olamadım. Bu mahcûbiyyet uzayınca, düşündüm ki, bir suç ile uzak kalıp ehlullah sohbetini terk etmek, çok büyük hüsrân ve nihâyet derecede ziyândır. Her ne kadar azarlansam ve ayıblansam da, hepsini göze alıp, her siteme katlanıp şerefli sohbetlerinden uzak kalmamak lâzımdır. Büyük bir mahcûbiyyet ve suçlulukla hizmet-i şeriflerine yöneldim. Ve Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin rûh-i pür futûhları için Fâtiha ve İhlâs okuyup, bu hususta bağışlanmam için onları şefâatçı getirdim. Hâce hazretlerinin huzurlarına varıp oturunca bana buyurdular ki: “Eğer dâima Fâtiha ve İhlâs okuyup Hâce hazretlerinin rûhunu şefaatçi [yardımcı, vesîle] etmek müyesser olursa, gayet güzeldir. Lâkin hakîkatta bununla iş bitmez. Tâlib her zaman kendi hâlini gözetmelidir ki, ondan dine ve akla uygun olmayan şeyler sâdır olmasın!” Hâce hazretlerinin bu derece keşiflerinden hâlim değişti. O hazretin şerefli iltifatları [teveccühleri] ile bir daha öyle bir hatâya mübtelâ olmadım.

Mevlânâ Şeyh Ebû Saîd Mücelled denilen bir pîr-i azîz var idi. Mirzâ Şâhruh zamanında, Hâce hazretleri Herat’ta iken, güzel yüzlü temiz yaşayışlı bir genç idi. Hâce hazretlerinin de kendisine, iltifâtı ve gönül bağı var idi. İşte o zât anlattı: Gençlik zamanımda ve Hâce hazretlerinin iltifât ettiği o sıralarda, gençlik sebebiyle bir güzel kadın ile sözleştik. Bir gün o kadın evime geldi. Onunla yalnız bir odada sohbet etmek istedim. O esnâda birden Hâce hazretlerinin sesleri kulağıma geldi: “Hey Ebû Saîd, ne yapıyorsun?” Buyurdular. Bu sesi duyar duymaz hâlim değişti. Kalbime öyle bir heybet, korku ve dehşet geldi ki, titremeğe başladım. Bir anda yerimden sıçradım ve o kadını evimden çıkardım. Bir zaman sonra Hâce hazretleri çıkageldi. Mübârek gözleri fakîre aldığı gibi buyurdular: Eğer Hakkın tevfîkı refîk olmasaydı, şeytan seni yoldan çıkarmış idi.

Yine Şeyh Ebû Saîd anlattı: Bir kere içimden şarab içmek isteği geldi. Bir yakınıma dedim ki, geceden bir mikdâr zaman geçince, bana biraz şarab getir. O da geceleyin bana bir desti şarab getirdi. Damın üzerinde idim. Şarab destisini yukarı çekmek için bir kemer sarkıttım. O kemere destiyi bağladı. Yukarı çekerken, evvelâ duvara dokundu ve destinin bir tarafı kırıldı. Dama yaklaştığında, kemerin bağı çözüldü. Desti düştü, pâre pâre oldu. Bundan canım sıkıldı. Yattım ve erkenden kalkıp saksı parçalarını duvarın dibinden toplayıp yabana attım. Su getirdim ve şarabın kokusunun gitmesi için oraları iyice yıkadım. Sabah olduktan sonra Hâce hazretleri iltifât buyurup, bu fakîrin evine teşrif ettiler. İlk sözleri: “Bu gece yukarı çektiğin destinin duvara çarpma sesi kulağıma geldi. Eğer o desti kırılmasaydı, benim kalbim kırılacak ve artık seninle bir daha görüşmeyecektim” oldu. Hâce hazretlerinin bu sözlerinden utandım, yerin dibine girdim ve öyle düşüncelerden tevbe ve rûcu‘ eyleyip, gönülden tamamen Hâce hazretlerine müteveccih oldum.

Yine Hâce hazretlerinin muhlislerinden bir azîz nakletti: Hâce hazretleri Hisar yolculuğundan Mevlânâ Ya‘kub-i Çerhî (kaddesallahü teâlâ sırreh) hazretleri mülâzemetinden dönüp, ikinci defa Herat’a geldiklerinde, ayaklarının tozu ile Mülk Kapısı dışında halâl kazanmakla meşgul ve Hâcegân hânedânına, bilhassa Hâce hazretlerinin kendilerine bağlı ve muhib bir kimsenin evini şereflendirdiler. Tesâdüfen o kimsenin evinde o gün bir takım müsâfirleri de bulunuyordu. Onlardan birinin gayet güzel yüzlü bir oğlu var idi ve oğlan şehir içinde güzelliği ile meşhûr olup insanların dilinden düşmezdi. Hâce hazretleri teşrîf buyurduklarında yemek yenmiş, sofra kalkmıştı. Hiyaban’a gitmek fikrinde imişler. Ev sâhibi Hâce hazretlerini görünce, el ve ayaklarına kapanıp o kadar tevazu‘ ve niyâz eyledi ki, müsâfirler, acaba bu kimdir, diye şaşa kaldılar. Onlar da ev sâhibine uyarak bir parça o hâlde oldular. O meşhûr güzel oğlan mağrur olduğundan yerinden kalkmadı ve Hâce hazretleri tarafına bakmadı. Ev sâhibi anlatır: Hâce hazretleri gelip oturduklarında, huzûr-ı şeriflerine vardım, önlerinde diz çöktüm ve dedim ki: “Arkadaşlar yemeği şimdi yediler. Lâkin yemek takımları hazırdır. Canınız hangi yemeği ister, buyurun, hemen hazırlayalım!” Hâce hazretleri daha cevab vermeden, o gencin aklı hep gezmek ve seyirde kaldığından ve giderken fakîri de beraberinde görmek istediğinden, edebsizce dedi ki: “Yemek şimdi yendi. Hazırda ne varsa bu merd-i garîbe getirin. Bundan sonra kimse yemek pişiremez.”

Hâce hazretleri o gencin ilk davranışını gördükten sonra, şimdi de bu hareketine şâhid ve bir nevi muhâtab olunca, yavaşça buyurdular: Ey güzel yüzlü genç! Güzelliğine çok mağrursun. Eğer senin bu sohbette yüzünü kara etmezsem, günâh benim olsun! Ve bu sözü öyle yavaş söylediler ki, ancak ben işittim. Sonra âşikâre buyurdular ki: Irak yoldan geldim. Karnım açtır. Gönlüm sıcak çorba ister. Ben hemen kalktım. Bir miktâr et ve nohut ve diğer şeyleri hazırladım. Bu esnâda Hâce hazretleri sükût edip, o gencin gönlünü kendi taraflarına çektiler. Ve gördüm ki, o genç, büyük bir ızdırap ve sıkıntı içinde yerinden kalktı. Hâce hazretlerinin önüne geldi ve: “Bu hizmeti ben yapayım”, deyip ricâ ile izin istedi. Hâce hazretleri de, zararı yok, hizmet iyidir, siz hizmet edin, buyurdular. Baktım, o genç ocağın yanına geldi. Eteklerini topladı. Kollarını sığadı. Enva-i minnetlerle beni ocağın kenarından kaldırdı. Kendisi oturup ateşi yakmakla meşgul oldu. Ateşin sıcaklığından yüzü kızarıp, terleri akmağa başladı. Ellerine kömür karası bulaşmış iken, birkaç defa yüzünden terleri silince, yüzüne ve alnına karanlıklar bulaştı. Babası ve arkadaşları, yüzüne siyahlıklar bulaştı diye tenbîh edince, genç şaka yollu: “Nûr [ışık] karanlıktadır” dedi. Sonra yemîn etti ki, Hâce hazretlerinin önüne yemek koymayınca, yüzümdeki siyahlıkları temizlemeyeceğim. Gerçekten yemeği pişirdi. Evvelâ Hâce hazretlerinin önüne koydu. Sonra gidip, elini yüzünü yıkadı. Abdest aldı geldi. Hâce hazretlerinin huzur-ı şerîflerinde tam bir edeble oturup, yemeği Hâce hazretleri ile yedi ve o günden sonra Hâce hazretlerine büyük muhabbetle bağlandı. Hâce hazretleri Herî’de bulundukları müddetçe meclis-i şeriflerinden hiç eksik olmadı. Hâce hazretlerinin inâyet nazarları da onun hakkında çok idi.

Ve yine Hâce hazretlerinin ahbabından bir aziz anlattı: Benim Hâce hazretlerine kavuşmamın sebebi şu idi ki, ilk zamanlarımda bir kıza âşık idim. Onu o kadar seviyor, düşünüyor, arıyordum ki, kararım kalmamıştı. Çare olup o kızı bana vermediler. Muradıma kavuşamadığımı gördüm. Kendi kendime düşünüp bir hile yolu buldum. İki yalancı şâhid ile onu kendime nikâh eyledim ve Firket’e hareket ettim. Çünkü orada kadı var idi. Kadıya varıp, da‘va edip şâhidlerimi dinlettim. Kadı, Hâce hazretlerine gitti. Ben de Hâce hazretlerinin meclis-i şeriflerinde bulundum. Başımdan geçenleri Hâce hazretlerine arz ettim. Buyurdular ki: “Ben senden ricâ ediyorum, bu da‘vadan vaz geç! Çünkü senin içinden doğruluk kokusu gelmiyor.” Hâce hazretlerinin bu sözü benim kalbime tesir etti. Beni alt üst etti. Hemen da‘vayı geri alıp, o sevdadan vaz geçtim. Ve Hâce hazretleri Taşkend’e azimet edip ata binerken, bana doğru öyle bir baktılar ki, içime bir ateş düştü. Her ne kadar kalayım, gitmeyeyim, dedimse de, olmadı. Gayr­i ihtiyâri feryâda başladım. Eski sevdayı unuttum. Hâce hazretlerine öyle bir aşkla bağlandım ki, çok kar yağdığı hâlde, hararet ve muhabbetten çizmemi ayağımdan çıkarıp yalın ayak, Taşkend’e varıncaya kadar Hâce hazretlerinin ardınca revân oldum. Hâce hazretleri Taşkend’de odalarında oturup ateş yakmışlardı ki, ben de arkalarından yetiştim. Bana, ateşte ısın diye işâret edip, kendileri gittiler. O târihten sonra Hâce hazretlerinin sohbetinde huzûr ve rahatı bulup, dünyanın çeşitli dağdağa ve sıkıntılarından kurtuldum.

Yine Hâce hazretlerinin muhiblerinden bir aziz anlattı: Hâce hazretlerinin mülâzemet ve irâdetleriyle şereflenmeden önce bir güzele tutulmuştum. Hazreti Hâce’nin sohbetine erişince, cem‘iyyet bahşeden tesirleri ile bu sevgi gönlümden tamamen silindi ve o muhabbetin yerini Hâce hazretlerine sevgi aldı.

Bir kere Taşkend’de Hâce hazretlerinin huzûr-ı şerifinde otururken o insanın sûretini gönlümden geçirdim. Hâce hazretleri benden yana bakıp, o gencin ismini söyleyip buyurdular: “Onu isteme arzunu bozup dağıtmış, alâkasını kesmiş iken, yine onu hâtırına mı getirirsin!” Kesin olarak diyorum ki, bu işi kullardan hiç kimse bilmiyordu. İşte bu keşf ve kerâmetlerine şâhid olmakla Hâce hazretlerine yakinim arttı.

Yine azîz ahibbâdan birisi anlattı: Bir cum‘a günü cami‘e gitmiştim. Câmi‘den çıkarken Hâce hazretlerinin hizmet edenlerinden birkaç kişiye rastladım. Onlardan biri diğerlerini çarşıda yemeğe götürdü. Ben de onların arasında idim. Bir aşçı dükkânına girdik. Tesâdüfen o dükkânda pâdişah kullarından hüsn ü cemâl sâhibi bir bölük cemâatle karşılaştık. Yârâna [tarîkat kardeşlerime] şu gençleri gördünüz mü, dedim. Arkadaşlar, bunlara bakmak câiz değildir, niçin onları göstermek istersin, dediler. Eğer şehvetle bakarsan câiz değil, şehvetsiz bakarsan mahzuru yoktur dedim. Bu sözüm üzerine bütün dostlarım o gençlere baktılar. Daha sonra oradan kalkıp Hâce hazretlerinin meclis-i şeriflerine vardık. “Nereden geliyorsunuz?” Dediler. Câmi‘den geliyoruz, dedik. “Boş konuşmayın. Mescide gittik, demek âdettir.” Bu sözü dedikten sonra kızdılar ve buyurdular ki: “Aşçı dükkânına girip, güzel yüzlere bakar, kiminiz câiz değil, kiminiz câizdir dersiniz, kiminiz de şehvetsiz olursa, câizdir deyip tevil edersiniz.” Bu kızgınlık esnasında bana bakıp buyurdular: “Ben şehvetsiz bakamam. Sen nereden peyda oldun ki, şehvetsiz bakabilirsin.”

Bazı büyüklerden duydum. Hâce hazretleri buyururlardı: Bir cemâl sâhibi gördüğüm zaman, onun yanından selâmetle geçinceye kadar ciğerim yüz kere kan olur.

Eshabın azîzlerinden birinden dinledim. Şöyle nakletti: Hâce hazretleri bir gün Taşkend’de murakabe hâlinde oturuyordu. Birden mubârek başlarını kaldırdılar. Mubârek simâlarında nefret ve vahşet eserleri vardı. Buyurdular: Şu anda müşâhede ettim ki, bir büyük kancık [dişi] köpek, memeleri süt ile dolu olduğu hâlde, dokuz tane yavrusuyla bizim meclisimize geldiler. Hâce hazretleri daha bu sözleri bitirmemişti ki, uzaktan on kişi peyda oldu. Geldiler. Gördük ki, Mevlânâ Alî Kuşcu idi ve dokuz talebesi ile beraber Hâce hazretlerini görmeğe gelmişlerdi. Onlar gelip oturunca, Hazret yemek hazırlamak bahenesiyle, hemen kalkıp içeri girdiler ve içeriden onlara yemek gönderdiler. Onlar birâz eğlenip gittikten sonra, Hâce hazretleri de çıkıp geldiler.

Bir gün Kutub Sevâd Hân denilen Horasanlı bir şahıs Hâce hazretlerinin meclis-i şerîfine geldi. Bu adam açıkça günah işlemekten utanmayan şarab içmeğe devam etmesiyle meşhûr ve insanların dilinde bozuk itikad sâhibi olmakla mevsûf ve ma‘rûf idi. Hiçbir zaman Hâce hazretlerinin huzûruna gelmemiş idi. Gelip oturunca, Hâce hazretleri onu mecliste tutmayıp, hemen dışarı attılar. Mîr Abdülevvel o mecliste hâzır idi. Hatırından, bir garîb kemâl-i ihlâs ve niyâz ile huzurlarına gelmiş iken, onu bu derece sert muâmele ile kovup dışarı atmasalardı ne olurdu, diye geçmiş. Hâce hazretleri Mîr Abdülevvel’in hâtırından geçeni bilip, ona döndüler ve buyurdular ki: “Ben bu adamı onun için kovdum ki, bu adam bana köpek yavrusu sûretinde göründü. Köpek yavrusuna bundan iyi muâmele olmaz.” Sonra Mîr Abdülevvel o adamın hâlini öğrendi, fısk ve fücûruna, devamlı şarab içtiğine ve ibaha fırkasından olduğuna muttali‘ oldu ve bildi ki, Hâce hazretlerinin ona meclisinden kovmasının hikmeti, onu galib sıfatı sûretinde görmüş olması idi.

REŞHA-376: Hâce hazretleri buyurdular: Ümmet-i Muhammed’den (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) mesh-i sûret [insan şeklinin değişmesi, meselâ insanın maymun, hınzır veyâ bir başka hayvan şekline sokulması] kaldırılmıştır. Lâkin, bu, sûreti için olup, bâtını için değildir. Ya‘nî mesh-i bâtın ref olmamıştır. Bâtın meshinin alâmeti odur ki, günâh-ı kebâir [büyük günâh] sâhibinin, kebâir irtikâbından [büyük günâh işlemesinden] içi, müteellim ve müteessir olmaz. Fısk ve günâhlara ısrardan o hale gelir ki, ondan büyük günâh sâdır olunca, onun akabinde kalbinde bir melâmet [ar] ve nedâmet [pişmanlık] meydana gelmez. Kalbindeki kuvvet o hâle gelir ki, ona tenbîh etseler, onu uyarsalar, yine uyanmaz ve etkilenmez.

Evlâd-ı Resûl’den (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Seyyid Takıyyuddin Muhammed Kirmânî (aleyhirrahme) hazretlerinin yüksek oğulları Mîr Abdülbâsit hazretleri nakleder: Hâce hazretleri kendi kerîmelerini [kızlarını] kardeşim Mîr Abdullah’a nikâh etmek istedikleri zaman, Mîr Abdullah’ın annesinin bu izdivâcda tereddüdleri vardı. Seyyid hazretleri buyurdular ki, tereddüde yer ve luzûm yoktur. Bu seâdeti ganîmet bilmek lâzımdır. Lâkin annesi bu sözle yetinmedi. Kalbinin itminanı için Hâce hazretlerini imtihan etmek istedi. On sofra bezine süt ve yağ ile yoğrulmuş, pide ekmeği koydu ve on tane büyük kutuya helva doldurdu ve o kutuları çizgileri ve rengi birbirine benzer on tane mısır peşkîrine sardı ve Hâce hazretlerine gönderdi. Hizmetçilerden gizli sofra bezlerinden birine ve kutulardan birine nişan eylemiş ve içinden geçirmiş ki, Hâce hazretleri bu

işâretlediğim bezi önüne getirir ve açar ve pideden bir mikdar koparıp yer ve kutular arasındanda işaretlediğim kutuyu önüne getirip, aynı şekilde ondan da biraz alır ve kendilerinden artan pideyi sofra bezi ile kutuyu bana gönderir ve diğer sofra bezlerini içindeki yiyeceklerle ve diğer helva kutularını orada bulunanlara dağıtırlarsa, şübhe kalmaz ki, evliyâullahdandır.

Hizmetkârlar sofraları Hâce hazretlerinin meclisine getirdiklerinde, o gün Hâce hazretlerinin inşaatları vardı ve çok kimseler taş ve toprak taşımakla meşgul idiler. Hâce hazretlerinin nazar-ı şerîfi [gözleri] o yiyeceklere aldığı gibi, o sofraların içinden ikisini önüne getirdi. İkisi de işaretli olan bezler idi. Önce birisini açtılar ve içindeki ekmekten bir parça kopardılar. İki üç lokma yeyip, sonra işaretli olan kutunun kapağını açıp, bir miktar da helvadan yediler. Sonra, bu ikisini peşkîrlere sarıp, evin mahremlerinden birinin eline verip, Mîr Abdullah’ın annesine gönderdiler. Diğer ekmeklerle helvaları, onların hizmetkârlarının yanında orada hâzır olanlara taksîm ettiler. Mîr Abdullah’ın annesi bu kerâmeti görünce, hemen heyecan ve telâşla bu izdivacın bir an evvel vuku‘u için acele etti ve o gün bu hayırlı işi bitirdiler.

Şunu da arz edelim ki, Emîr Nizâmeddin Abdullah’ın, Hâce hazretlerinin kerîmelerinden beş oğlu ve üç kızı dünyaya geldi. Oğullarının ilki Hâce Abdüssemi‘ olup Mirzâ Havend denmekle meşhûrdur. Sultan Hüseyin Mirzâ zamanında Herat’ta şehîd olup, Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî (kaddesallahü teâlâ sırreh) türbesinde medfundur. İkinci oğlu Hâce Abdül- Bedi‘dir. Dost Havend denmekle ma‘ruftur. Üçüncüsü Emîr Abdül-Vâlî’dir. Hâce Şâh olarak tanınır. Dördüncüsü Emîr Zâhireddin Muhammed’dir. Beşincisi Tâhiruddin Muhammed’dir.

Mevlânâ Kelân Ziyâretgâhî’nin oğlu Mevlânâ Burhaneddin Muhammed anlatır: Hazreti Hâce, Şeyh Şâhin’i görmek için ziyâretgâha gelmişlerdi. Şeyhin evinden çıkınca ağabeylerim Mevlânâ Abdurrahman ve Mevlânâ Ebûl-Mekârım Hâce hazretlerinin huzuruna gelip her biri istirham ettiler ki, Hâce hazretlerini alıp evlerine gideler. Hâce hazretleri bana: “Sen ne için bizi evine da‘vet etmezsin ve bizi eve götürmek adamlığını ne için göstermezsin” dediler. Bu arzu gönlümde hadden ziyâdedir. Lâkin ağabeylerimin yanında küstâhlık eylemedim, dedim. Buyurdular ki: İki batman un ile tutmaç aşı pişir, fazla bir şey yapma. Emirlerine uyarak buyurdukları gibi yaptım. Köyün ulemâ, sulehâ ve fukahâsı Hâce hazretlerinin teşrîfini işitip bölük bölük gelmeğe başladılar. İki büyük sofa [salon] ziyârete gelenlerden doldu. Yetmedi. Oturmaları için iki sofa arasını da döşedim. Orayada sığmayanlar dam saçağı altında ve evin dışarısında oturdular. Bu hâli görünce, hâtırımdan geçti ki, bu kadar adam geldi. Hâce hazretleri ise, iki batman un pişir, fazla pişirme, diye tekid buyurdular. Şimdi ne yapayım. O hazretin emrine uymamazlık edemem ve mevcûda evde hazır olanlardan da bir şey ilâve edemem ve buna cür’et de edemem. Ben bu tereddüdde iken, Hâce hazretlerinin başını kaldırıp buyurdular: “Ben dediğim sözdeyim. Sen meraklanma ve arttırma yoluna gitme.” Gittim, emirleri gereğince o aşı pişirdim. Bir büyük kaba koydum ve o kabdan kâse kâse, tabak tabak doldurdum. O iki sofa ve aradaki sahanlık bütün kâse ve tabakları ile dopdolu oluncaya kadar dağıttık. Daha kim varsa hepsine ikrâm ettik, bitmedi. Komşulardan emânet kâse ve tabaklar alıp, içeride ve dışarıda oturanların hepsine yemek verdim. Hepsi doyuncaya kadar yediler. Emânet aldığım kâse ve tabaklara yemek doldurup sâhiblerine de yemek gönderdim. Hâce hazretlerinin bu açık kerâmetini orada olanların çoğu müşâhede etmekle, hepsinin o hazrete hüsn-i akîdeleri ziyâde oldu.

Baharın ilk günlerinde, bir gün Hâce Hazretleri Taşkend’e hareket ettiler. Zamansız Berk Deresi kenarına geldiler. Akşamleyin suyun kenarında bir muhlisin evine kondular. İşte o muhlis anlatır: Geceden biraz geçip yatma zamanı olunca, Hâce hazretleri bana, sen benim yatacağım evde yat, dediler. Ben de teeddüben o evde Hâce hazretlerinden uzak bir köşede yattım. Hâce hazretleri uykuya vardılar. Gece yarısı idi, bana seslenip, uyuyor musun, uyanık mısın, dediler. Uyanığım dedim. “Çabuk ol, evde olan eşyaları dışarı çıkar!” dediler ve kendileri dışarı çıkıp, o etrafta olanları uyandırdılar ve ciddî olarak bize, evde bulunan eşya ve emtiayı beygirlere yükleyin ve ardımca getirin, dediler. Bir ok atımı yer gidip, yüksek bir yere çıktılar ve durdular. Fakîr, O hazrete olan hüsn-i zannımız mûcibince, eshab ve hizmetçilere alelacele evdeki eşya ve emtiayı hayvanlara yükleyip, O hazretin peşi sıra gittik. Bazı eshab, bu gece yarısı Hâce hazretlerinin, eshab ve ahbabının uykularını bozup, böyle bir işe tevessülünün hikmeti ne olsa gerek, diye şaşkınlık hâlinde idiler. Bazı kimseler de, Hâce hakkında tereddüdleri olduğundan kalkmakta ihmâlkâr dâvrandılar.

Ama bir büyük selin geldiğini gördüler. O mıntıka halkı o güne kadar böyle büyük bir selin dere yatağını bastığını ne görmüş, ne de işitmişlerdi. Hâce hazretlerinin konduğu [müsâfir olarak kaldığı] ev suya gömüldü. Halkın ihmâlinden ve gevşekliğinden alınmayan mal ve metaalar suya kapılıp gitti. Bir çok insanlar da sele kapılıp, envai mihnet ve meşakkatle boğulmaktan kurtulabildiler. Bu sel vak‘ası o civara pek büyük zararlar verdi. Ama bu hâli gören kimselerin Hâce hazretlerine yakînleri de ziyâde oldu.

Kâzrun hâtiblerinden Şeyh Ayân bin Şeyh Beyân anlatır: Irak’tan Horasan’a gelip bir müddet Herat’ta kaldıktan sonra Semerkand’a gelen bir ilim talebesi vardı. Hâce hazretlerinin sohbetlerinde bir yıldan ziyâde kalmakla şereflenmişti. Mezkûr Şeyh Ayân anlatır: Bir kere bahar günlerinde Hâce hazretleri Taşkend’e azîmet ettiler. Bize de kendileri ile beraber olmamız için müsâde ettiler. Berk Suyu’nun kenarına gelince, derenin taşma zamanı idi. Arkadaşlar kamıştan sallar yapıp, üzerine bindiler ve birer birer suyun karşı sâhiline geçtiler. Hâce hazretleri de bir sal alıp ona bindiler ve beni de yanlarına alıp karşıya geçmeğe başladık. Suyun ortasına varıp derenin hızlı aktığı yere gelince, birden salın bağları gevşeyip çözülmeğe başladı. Baktım ki, o birbirine geçmiş yapışmış kamışlar çözülmeğe, su ile akıp gitmeğe başladı. Çok telaşlandım. Herhalde sonumuz geldi dedim ve çok korktum. Çünkü su çok sur‘atli akıyordu ve üstelik ben de yüzme bilmiyordum. Suyun kenarının uzaklığı ise bir ok atımı mesâfesi kadar vardı. Hâce hazretleri rahat rahat oturuyorlardı. Ne bir telâş, ne bir endişe, ne bir tereddüd ve şübhesi görülmüyordu. Benim telâş, heyecan ve korkumu, sıkıntılı ve evhamlı hâlimi görünce, bir kere heybetle ALLAH mubârek lafzını yüksek sesle öyle söylediler ki, titremeğe başladım. Bundan sonra gördüm ki, o kamışlar bir araya geldiler ve evvelkinden daha sağlam oldular. Suyun kenarına gelince, Hâce hazretleri bana: “Kalk!” Dediler. Ben de, fırladım, yerimden kalktım ve sâhile atladım. Baktım ki, Hâce hazretleri tam bir temkin ve kararlılık ile salın üzerinde ayağa kalktılar, sonra mubârek adımlarının birini suyun kenarına bastılar. Sonra diğer ayaklarını saldan kaldırdılar. Kaldırmaları ile beraber salın kamışları dağılıp gittiler.

Reşahât sâhibi (aleyhirrahme) der ki: Herat’ta Mevlânâ Muhammed bin Mevlânâ Seyfeddin isminde bir komşumuz var idi. Muttakî âlimlerden idi. Mevlânâ Nizâmeddin Şehîd’in akrabasından idi. Zaman zaman kendisinden ilimde istifâde ederdim. Bir kere Ramazan-ı mubârek ayında hastalandı. O kadar zaif, o kadar dermansız düşmüştü ki, bir kimse yardım etmeden bir yanından öbür yanına dönecek kuvveti yoktu. Evlâdı, eshabı ve talebesi hayatından ümidi kesmişlerdi. Kefen ve tabut tedârik etme derecesine gelmişlerdi. İşte bu günlerde, bir cu‘ma günü evlâdından bazısı câmi‘e gitti, diğerleri techîz ve tekfin ile meşgul iken, ev halkı ve akrabalarından her biri bir işin peşinde ve hallinde iken, evde kimse kalmadı. Zevâl vaktinde, beklenmedik bir zamanda kapı çaldı. Evde erkek olmadığından câriyelerden biri kapı ardına gelip görmüş ki, pembe yüzlü, kumral sakallı, uzun boylu, asker kıyâfetinde toz toprak içinde bir kimse attan indi. Uzak yoldan Mevlânâ hazretlerini iyâdete [ziyârete, yoklamağa] gelmişim, deyip, içeri girmeğe izin istedi. Cariye onu içeri getirip, kendisi onun atını gözetmek için dışarı çıktı. Mevlânâ hazretleri gözünü açıp bir genç gördü ki, yolculuk eserleri yüzünden belli oluyordu. İşâretle, kimsin ve nereden gelirsin diye sordu. O genç, ben Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretlerinin mülâzimlerindenim. Hâce hazretleri beni sizi iyâdete [yoklamağa] ve sıhhat bulacağınız müjdesini vermeğe gönderdiler. Ben sabah namazını Semerkand’da Hâce hazretleri ile kıldım. Akşam namazını da yine orada kılıp, orucumu Hâce hazretleri ile birlikte açmak niyetindeyim. Mevlânâ Muhammed hazretleri ondan bu sözü işitince, kendinde bir kuvvet hissetti ve kimseden yardım almadan kalkıp yatağında oturdu. Dolabın kenarında biraz şerbet dururdu. O genç, elini uzattı, o şerbeti aşağı indirdi ve bir bardak doldurup Mevlânâ Muhammed’e içirdi. Sonra vedalaşıp, dışarı çıktı ve atına atlayıp sür‘atle uzaklaştı ve kısa zamanda gözden kayboldu.

O genç askerin Mevlânâ ile görüşüp, konuşmaları zamanında, Mevlânâ’nın hanımı bitişik odadaydı. Onların konuşmalarını işitirdi. O genç gider gitmez geldi. Mevlânâ’yı sıhhat ve kuvvetlenmiş ve yatağında oturur hâlde, şerbet bardağı önünde durur hâlde görünce hayretler içinde kaldı. Ne oldu, nasıl oldu, diye sordu. Mevlânâ olanları ona anlattı. Mevlânâ o günün ikindi namazını ayakta kıldı. İki üç gün sonra tam sıhhate kavuşmuş olarak kalktı ve eskisi gibi ders vermek için medreseye gitti.

Reşahât sâhibi der ki: Hâce hazretlerinin eshabından bir aziz, bu hâdiseyi fakîrden işittiği zaman dedi ki, Hâce hazretlerinin işlerini gören adamlarından sizin ta‘rîf ettiğiniz şekil ve kıyafette bir kimse vardır. Dâima o hazretin dünya işlerini görmekle meşguldür. Lâkin ondan hiç böyle şey beklenmez.

Yine Reşahât sâhibi der ki: Bu fakîr, Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî (kuddise sırruh) hazretlerinin yüksek oğulları Hâce Kelân hazretleriyle Karşî vilâyetinde Hâce hazretlerinin kapısını öpmekle şereflendiğim ilk ziyâretlerimde bir nice zaman O hazretin hizmet ve sohbetlerinde bulundum. Zaman zaman mecliste bu fakîre hitab edip: “Niçin Horasan’a gitmezsin? Annen baban bana huzursuzluk verir. Durma, git” derdi. Ben bu bakımdan endişeli idim. Nihâyet Hâce Kelân’a Horasan’a gitmek için izin verdiler. Fakîre de anne ve babanın yanına dön buyurdular ve: “Hemen Horasan’a git, yetiş. Baban ve annen bana çok sıkıntı veriyorlar” dediler ve bu sözü birkaç defa tekrâr ettiler.

O hazretin bu emr-i şerîflerine binâen, Hâce Kelân hazretleriyle Semerkand’dan ayrıldık. Hâce Kelân Buhârâ’da birkaç gün kalacağından fakîr durmayıp Hâce hazretlerinin emri üzere acele ile Horasan’a gelip anne ve babama kavuştuğumda, Hâce hazretlerinin mükerrem bu fakîre hitaben: “Horasan’a git. Zira baban ve annen tarafından rahatsız oluyorum” dediklerini söyledim. Birbirine bakıp ağlaşmağa başladılar ve dediler ki: Doğru buyurmuşlar. Çünkü sen gideliden beri, her namaz akabinde, Hâce hazretlerine müteveccih olup, ağlayarak ve inleyerek o hazretten senin evine dönmeni isteyip: “Ey Hâce hazretleri! Bizim oğulcağımızı geri bize gönder, diye yalvarıp yakarıyorduk” dediler.

Yine reşahât sâhibi (aleyhirrahme) der ki: İkinci defa Hâce hazretlerinin gönül ve beden gözlerine sürme olan kapısı eşiğinin tozlarına yüzümü gözümü sürmek arzusuyla yola çıktığımda, ağlayıp sızlayarak annem ve babamdan rica ettim ve yalvardım ki, bir daha beni Hâce hazretlerinden istemesinler. Hâce hazretlerinin rızasına bıraksınlar. Yüksek huzûrları ile şereflendiğim zaman, hizmet ve mülâzemetim süresince, hiçbir zaman o eski ifâdeleri dillerine getirmediler ve Horasan’a gitmeğe işâret buyurmadılar.

Hâce hazretlerinin muhib ve muhlislerinden bir azîz şöyle nakletti: Semerkand’da bir kölem dört ay kayboldu. Dünyalık olarak ondan başka bir şeyim yoktu. Semerkand’ın etraf ve kenarlarında tekrar tekrar aramadığım bir yer kalmadı. Ne kadar uğraştıysam ve çabaladıysam, hiçbir yerde izine rastlayamadım. Şaşırdım, çaresiz kaldım. Çünkü hem değeri, hem de hizmeti bakımından ona ihtiyâcım vardı. Ondan başka kimsem yok idi. Sersem vaziyette o köleyi ararken, her nasılsa sahrada, Hâce hazretleri eshab ve mevâliden bir takım kimselerle çıkageldiler. Ben sıkıntı ve can darlığından gidip atlarının dizginlerine yapıştım. Kemâl-i tazarru‘ ve niyâz ile hâlimi arz ettim. Benim kördüğüm olmuş işimi siz açarsınız, deyip ağladım. Buyurdular ki, ben bir çiftçi kimseyim. Böyle şeylerden anlamam. Aramak lâzım. Umulur ki, bulunur. Ben yine ısrara, ibrâma, zorlamağa ve tazarru‘ ve yalvarıp yakarmağa başladım. Ve evliyâullahın gaibden haber vermesi gibi, hatta gaibi hâzır etmek gibi tasarrufları olduğunu işitmiş idim. Hem artık takatım kalmadığı ve hem evliyâ hakkında böyle hâller, tasarruflar ve kerâmetler işittiğim için, kölemi Hâce hazretlerinden istemeğe devam ettim. Hâce hazretleri böyle bir işi, her ne kadar kendinden uzak gösterdiler ise de, vazgeçmedim ve atının dizginlerini elinden bırakmadım. Israrla melce ve sığınağım sensin, deyip, dizginlere sarıldım. Baktılar ki, bu adamdan kurtuluş yok; bir an sükût edip sonra buyurdular ki: “Köleni şu görünen köyde hiç aradın mı?” Kaç defa aradım, bulamadım, mahrum ve meyus döndüm, dedim. Bir daha ara, bulursun, dediler. Ondan sonra atlarını mahmuzlayıp sür‘atle yürüdüler. Ben de o köye yöneldim. Köyün kenârına gelince, kayb olan oğlanı gördüm. Bir destiyi su ile doldurup önüne koymuş, şaşkın ve düşünceli olarak kuru bir yerde durur. Onu görür görmez, gayr-i ihtiyâri feryad ettim: Bre oğlan! Bu kadar zamandır nerede idin, dedim. Dedi ki, o zaman beni bir adam ayartıp, alıp Harezm’e götürdü. Bir adama sattı. Bugüne kadar onun hizmetinde idim. Bugün o kimsenin evine müsafir geldi. Bana dedi ki, git, desti ile su getir, yemek pişirelim. Ben de desti ile geldim. Suyun kenarına vardım ve destiyi suya batırdım. Dolunca çıkardım. Kendimi burada, bu kuru yerde buldum. Şaşkınlığımdan, rüyâ mıdır, yoksa uyanıklıkta mı bir şeyler oldu bilmem, düşünüp duruyorum, dedi. Ben bildim ki, bu Hâce hazretlerinin kerâmetidir. Bu durumu görünce hâlim değişti. Hemen oğlanı âzâd edip, Hâce hazretlerinin hizmet-i şerîflerine geldim. Benim Hâce hazretlerine kavuşmama sebeb, işte bu hikâyedir derdi.

Reşahât sâhibi der ki: Her ne kadar vaktin sultanları mâni‘ olup, din âlimleri Hazreti Hâce’nin hacca gitmesine fetvâ vermemişler ve bu yüzden zâhiren Haremeyn-i Şerifeyn ziyâretine varamadılarsa da, Irak Şeyhül-islâmı Mîr Abdülvehhâb kaç kere bildirmiştir ki, ben Mekke’de, Kutb-ül ârifin Abdülkebîr-i Yemenî hazretlerinden sonra Harem ehlinin büyük şeyhi, arab ve acem, ya‘nî bütün Müslümanların önderi Şeyh Abdül-Mu‘tî hazretlerine eriştim. Bir gün bir mevzu‘ düştü de, Hâce hazretlerinin menkıbe ve şemâilinden Şeyh Abdül-Mu‘ti hazretlerine bir nebze beyân eyledim. Buyurdular ki: “Ta‘rîf ve tavsîfe hâcet yoktur. Ben burada Hâce hazretleri ile çok sohbetler etmişim ve huzurlarında çok bulunmuşum.” Hâce hazretlerinin husûsiyet ve hâllerinden o kadar bahs ettiler ki, sanki senelerce Hâce hazretleri ile beraber bulunmuşlardı.

Mevlânâ Nizâmeddin hazretlerinin müridi ve ondan sonra Hâce hazretlerine çok mülâzemet [hizmet ve devâm] etmiş olan Mevlânâzâde Firketî’den adâlet sâhibi, sözüne güvenilir bir zât nakl eyledi. Mevlânâzâde şöyle anlattı: Bir gün Hace hazretleri ile bir köyden bir köye gidiyorduk. Mevsim kış ve günler çok kısa idi. İkindi namazını yolda kıldık. Vakit daralmış, güneş sararmağa başlamış idi. Gideceğimiz yer ise, oldukça uzak idi. O sahrada dinlenecek, başını sokacak bir yer yok idi. Hâtırımdan, akşama bir şey kalmadı. Yol tehlûkeli, hava soğuk, mesafe uzak, hâlimiz nice olur, diye geçti. Hâce hazretleri ise, tınmayıp at koşturup giderlerdi. Bu düşünce tekrâr tekrâr gelip, bana galib oldu. Mubârek yüzlerini bana doğru çevirip: “Korkuyor musun? Böyle düşünceleri bırak! Atını kuvvetli sür. İnşaallah güneş batmadan gideceğimiz yere kavuşuruz” dediler. Böyle söylediler ve atlarını kamçılayıp, süratle gitmeğe koyuldular. Ben de arkalarından kuvvetlice atımı sürdüm. Ne zaman güneşin cirmine baksam, hiç batmadığını görürdüm. Ufka mıhlanmış gibi, yerinde sâbit dururdu. Köyün kenarına gelinceye kadar, güneş aynı yerde durdu. Köyün duvarından içeri girdik, güneş öyle kayboldu ki, gurubdan sonra şafakta vâkı‘ olan kızıllık ve ardındaki beyazlıktan asla eser kalmadı. Âlem birden öyle karanlığa büründü ki, renk ve şekiller kat‘a görünmez oldu. Beni bir dehşet ve hayret kapladı. Hiç şübhesiz bildim ki, Hâce hazretlerinin tasarrufudur. Nihayet yoruldum ve atımı ileri sürdüm. Hazretin yanına geldim. Efendim, Allah için bana açıklayınız! Bu gördüğümüz nasıl bir hâl, ne gibi bir sır idi. Buyurdular ki, bu, tarîkat hokkabazlıklarındandır. Vallahü teâlâ a‘lem. Y a‘nî en iyisini Allahu teâlâ bilir.

ÜÇÜNCÜ FASIL

Hâce hazretlerinin evlâd, ahfâd [torun] ve eshabının müşâhede ettikleri kerâmetleri ve hârik-ül-âdeleri. Nakledenlerin hâllerinden de çok kısa olarak bahsederiz:

Hazreti Hâcegân (rahmetullahi aleyh): İsmi Muhammed bin Ubeydullah’dır. Hâce hazretlerinin birinci oğullarıdır. Bâtın ve zâhir ilimlerinde mâhir, âlim, fâdıl ve her ilimde derin idi. Aklî ve naklî ilimlerde kemâle gelmiş idi. Kitâb, sünnet ve siyer ilimlerinin hakîkatında öyle ince keskin görüşlü idi ki, hakîkat erbabı diye bilinenlerden aşağı hiçbir tarafı yok idi. Zâhir ilimlerinde bu kadar güzel sıfatlara sâhib olduğu hâlde, Hâce hazretlerinin bâtın ilimlerinden de kemâl derece nasîb ve hisse almış idi. Dâimâ hizmetlerinde bulunanlardan bazıları, kendisinin tasarruf ve hârık-i âdâtlarından çok bahsederlerdi. Hâce hazretleri Hâcegâna ziyâde ta‘zîm ve tevkîr ederlerdi. Halbuki babaların çocuklarına bu kadar ta‘zîmi âdetten değildir.

Reşahât sâhibi der ki: Bir gün Kefşîr mahallesinde gördüm ki, Mollalar bahçesindeki bir hücrede [odada] idiler. Başlarına gecelik yerine bir mıkrame [çarşaf veyâ yastık başı gibi renkli bir kumaş] dolayıp kaygusuzca otururlardı. Eshab ve ileri gelenlerinden bazı kimseler de yanlarında idi. O sırada birisi gelip, Hâcegân hazretleri geliyor, deyince, Hâce hazretleri, hemen, tülbendimi, feracemi ve iç eteğimi getirin buyurdular. Başlarından mıkrameyi çıkarıp, tülbendlerini ve iç eteklerini giydiler ve feracelerini sırtlarına aldılar ve kalkıp birkaç adım yürüyüp karşıladılar. Hücreye getirip bütün eshabın üst yanlarına geçirdiler, ya‘nî kendi yanlarına oturttular. Semerkand’ın molla ve âlimlerinden bir takım kimseler de, Hâcegân hazretleri ile beraber gelip Hâce hazretlerinin meclis-i şerîflerinde bulundular. Bir zaman sukût üzere oturduktan sonra Hâce hazretleri Hâcegân’a dediler ki: İlmî bir söz söyleyip, üzerinde konuşun! Hâcegân tevazu‘ eylediler. Hâce hazretleri Kadî [Beydavî] Tefsiri’ni eline alıp tefe‘ül eylediler ve bir âyet üzerinde söze başladılar. Hâcegân o âyet hakkında zâhir âlimlerinin sözlerinden ve bâtın ehlinin hakîkatlarından çok sözler söylediler. O kadar tahkîk ve tedkîk buyurdular ki, o mecliste hâzır olan âlimler, onların bu derin ilmi karşısında parmaklarını ısırarak hayretlerini beyân ettiler.

Sonra sofralar kuruldu. Yemek yendi. Yemekten sonra Hâcegân hazretleri çok az oturup, kalktı ve gitti. Hâce hazretleri yine, birkaç adım onu geçirdiler. Sonra yerine geldiler. Gecelik yerine yine bir mikrame sardılar. Ferâcelerini ve iç eteklerini çıkarıp serbest ve rahat olarak oturdular.

Yine Reşahât sâhibi der ki: Bir gün Hâce hazretleri Hâce Kefşîr mahallesinden Hâcegânı görmek niyetiyle Versin köyüne doğru hareket ettiler. Fakîr yaya ve yalnız olarak arkalarından gittim. Ama bir takım olumsuzluklar sebebiyle o gece, varacağım yere yetişemeyip, yolda kaldım. Ertesi günü Versin’e vâsıl oldum. Bazı ahbablar, Hâce hazretlerini alıp bir başka köye gittiklerinden, orada bulamadım. Lâkin Hâcegân hazretlerinin şerefli huzurlarına eriştim. Meğer Hâcegân hazretleri, o tarihten önce bu fakîrin adını işitmişler ve babamın bazı eserlerini görmüşlerdi. Fakîrin kim olduğunu bilince, ziyâde iltifatlar edip, babamın durumunu sordular ve buyurdular ki: Duyduğuma göre babanızın varlığından, va‘z ve eserlerinden avama ve havasa, ya‘nî herkese tesîr ve bereket varmış. Tefsîrin hakaikinde ve te’vilin dakaikinde [inceliklerinde] eşi bulunmaz bir âlim imiş.

Bu sözden sonra bir takrîble (Ey ateş! İbrâhim için serin ve esenlik ol) [Enbiyâ-69] Âyet-i kerîmesinin tefsîrine başladılar ve zâhir ve bâtın uleması sözlerinden çok sözler söylediler. Ve hukemânın, “ateşi” Nemrud’un kızgınlığı ile ve “serini”, o kızgınlığın sönmesi ile te’vil ettiklerini red ettiler. Hem de, âyet-i kerîmedeki ateşten murad unsûrî [maddî] ateştir ki, soğukluk, serinlik ona ârız olur, deyip bir takım aklî ve maddî mukaddimelerle isbât eylediler. Bu isbât esnâsında mutehakkık âlimlerden o kadar ince sözler beyân ettiler ki, eğer bunları birisi yazsaydı, bir risâle olurdu.

Bu fakîri üç gün üç gece alıkoydular. Yatma zamanı dışında beni yalnız bırakmadılar. Ve o meclis esnâsında zâhirî ve bâtınî olarak hesabsız inâyetler ve iltifatlar eylediler. Her yalnız kaldığımızda, Hâce hazretlerinin mülâzemet şartlarını ve sohbeti edeblerini işâret buyurdular. Ve bu tâife-i aliyyenin tarîkatlarının inceliklerinden çok nükteler beyân eylediler. Üç gün sonra fakîre izin verdiler. Bir at dahî inâyet edip, binekli olarak Hâce Kefşîr mahallesine gönderdiler.

Hâcegân hazretleri, halk arasında Eşkîbek diye bilinen Şâhbaht Hân’ın huzurunda ve Özbekler Semerkand’ı istilâ ettiklerinde Endecân tarafına kaçtılar ve orada âhırete intikal ettiler. Mubârek kabirleri de Endecân’dadır (rahimehullahü teâlâ).

Reşahât sâhibi der ki: Hâcegân hazretleri buyurdular ki: İbtida-i hâlde Hâce hazretleri Taşkend’de idiler. Bir zaman bir akrabamız, yakın bir evde hasta yatıyordu. Halam, onu yoklamak istedi. Hâce hazretleri iyâdet [hasta ziyâreti, yoklamak] lâzım değildir, deyip mâni‘ oldular. Bu sırada Hâce hazretleri Firket’e doğru gittiler. İki iç gün sonra halam Hâce hazretleri Firket’e gitti, bu fırsattan istifâde ile o hasta kadını ziyâret edeyim, beş dakîkada gider gelirim, onun da haberi olmaz ve bu vesîle ile sıla-i rahm emrini de yerine getirmiş olurum, diye düşündü ve bu düşünceyle dışarı çıktı. Ama ne görsün! Beklenmedik bir zamanda karşısında Hâce hazretlerini buldu ve kendisine: “İyâdete mi gidiyorsunuz? Geri dönün. Siz, hasta olacağınızdan korkmuyor musunuz? O zaman sizi iyâdete gelecekler” buyurdular. Halam da, hiç durmadan geri döndü. Eve girer girmez hastalık alâmetleri belirdi. Ateşli bir hastalığa tutuldu. Bir nice gün sonra Hâce hazretleri Firket’ten dönüp eve geldi. Halamı ziyâret edip: “Nene gerek idi, senin hasta sormağa varıp hasta olman!” buyurdular.

Yine Hâcegân hazretleri buyurdular: Benim halam irfân ehli hanımlardan idi. Hâce hazretlerinin iltifatları sebebiyle Ehlullah derecelerinin yüksek derecelerine kavuşmuştu. Zaman zaman Hâce hazretlerinden nakiller eyleyip buyururdu ki: Hâce hazretleri gençlik yaşında Taşkend’de idiler. Ne zaman bir kabz hâli ârız olsaydı, tekrar tekrar evden dışarı çıkıp içeri girerlerdi. Lâkin her içeri girişte, sanki üstünü başını, elbisesini değişmiş, gibi bir başka şekil ve sûrette görünürdü. Meselâ on defa içeri girdiyse, on ayrı surette içeri girerdi. Öyle ki, haremde olan kadınlar, içeri bir yabancı adam girdi, diye feryad ederlerdi. Hâce hazretleri tebessüm edip yine kendi suretlerinde zâhir olurlardı. Bu şekilde bast ve beşâşet [gülme, açılma] sebebiyle kabz hâlleri kalkardı. Hâce hazretlerinin böyle şekil ve sûret değişikliği ekseriyâ kabz hâlleri esnâsında görülürdü.

O hazretin değişik görünmesi: Hazreti Mahdûmî Mevlânâ Nûreddin Abdurrahmân Câmî (kuddise sirruh) Nefehat-ül Üns kitabında yazar: Cenâb-ı irşâdmeâb Hâce Nasîreddin Ubeydullah hazretleri (kaddesallahü teâlâ sırreh) buyurdular: Mevlânâ Ya‘kub-i Çerhî hazretlerine vardığında mubârek yüzlerinde, insanın görmekten hoşlanmadığı az bir beyazlık vardı. Bana da, kendi hâlinde değil, daha sert, haşin ve itici göründüler. Bu yüzden bâtınım az kaldı ki, onlardan kesilip, ye’se kapılacak oldum. Çok üzüldüm. İkinci defa meclislerine geldiğimde, bana öyle bir muhabbet sıfatıyla zâhir oldu ki, o zamana kadar ben hiç kimseyi bu kadar sevgili, bu kadar cana yakın ve gönül çekici görmemiştim. Bana çok iltifat gösterdiler.

Yine Mevlânâ Câmî (aleyhirrahme) anlatır: Hâce Ubeydullah hazretleri bu hârika hikâyeyi anlatırken, bu fakîrin nazarında, bir azîzin sıfatıyla zuhûr eylediler. Azîz dediğim zâta benim büyük bir muhabbetim ve irâdetim var idi, ve âhırete intikal edeli çok zaman olmuştu. Bir anda o sûreti hal‘ edip [sıyırıp] evvelki şeklinde zâhir oldular. Ben öyle anladım ki, herhalde ben hayâlen öyle gördüm. Ama sonra bazı arkadaşlardan işittim ki, benim gördüğümü onlar da görmüşlerdi.

Mevlânâ hazretleri der ki: Bu fakîrin itikadı odur ki, bu hal‘ ve lebs [değişme, kendi sûretinden çıkıp başka sûrette görünme ve tekrâr evvelki hâline dönme] Hâce hazretlerinin kendi irâde ve istemeleri ile idi. Mevlânâ Ya‘kub hazretlerinden nakl ettikleri hâdiseyi isbatlamak için göstermişlerdi.

Reşahât sâhibi der ki: Bu fakîr, Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin eshabından Mevlânâ Hâcı Mirzâ’dan ve Hâfız İsmâil Rûcî’den işittim. Şöyle anlattılar: Ben eskiden Hazreti Mahdûmî Mevlânâ Abdurrahman Câmî ile beraber idim. O hal‘ ve lebsi [değişik hâlde görünmeyi] Hâce hazretlerinden biz de gördük. Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretleri sûretinde zuhûr etmişlerdi. Bu hâdise, Herat’ta Sultan Ebû Saîd Mirzâ zamanında Seyyid Kanad denilen bir kimsenin İncir Suyu kenarında bulunan evinde meydana gelmişti.

Yine Hâcegân hazretleri anlattılar: Hâce hazretlerinin, Sultan Ebû Saîd Mirzâ’nın ricasıyla Taşkend’den göçüp Semerkand’a geldiği ilk günlerde, Hâce hazretleri, hizmetkârlarından birini, Semerkand’a gidip birkaç kutu saf bal alıp getirmek için vâzifelendirdi. O da Semerkand’a gidip birkaç kutu yaptırdı. Bal ile doldurdu ve ağızlarını deri ile kapatıp mühürledi. Sonra hareket edeceği sırada, çarşıda bir işi olduğunu hâtırladı ve bir manifaturacıya uğradı. Kutuları önüne koyup biraz oturdu. O sırada dükkancının tanıdığı güzel bir kadın çıkageldi. Dükkânın kenarında oturup, manifaturacı ile konuşmağa başladı. Hâce hazretlerinin hizmetkârı da, iki üç defa kadına haram olarak baktı. Sonra sarf-ı nazar eyleyip [vaz geçip], kutuları alıp yola revân oldu. Hâce hazretlerinin hizmetine gelince, Hâce hazretleri şehir dışında, tarlalarda olduğundan, hizmetkâr kutuları saklayıp, Hâce hazretlerinin arkasından gideyim dedi. O sırada Hâce hazretleri çıkageldiler. Hizmetkâr kutuları huzuruna getirdi. Hâce hazretlerinin mübârek gözleri kutuları alınca, birden kızdılar ve: “Bu kutulardan şarab kokusu geliyor” buyurdular ve kutuları getiren hizmetkâra ağırlanıp buyurdular ki: “Ey bedbaht! Ben sana bal ısmarlamıştım. Sen bana şarab mı getirirsin!” Hizmetkâr, ben bal getirdim, dedi. Kutuların ağızlarını açtıklarında, hepsi de üstüne kadar şarabla dolu görüldü.

Şunu da arz edelim ki, Hâcegân hazretleri Seyyid Takıyyuddin Muhammed Kirmânî hazretlerinin damadları idi. Seyyid hazretlerinin kerîmelerinden üç oğlu ile iki kızları dünyaya gelmiş idi. İlk oğlu Hâce Nizâmeddin Abdülhâdî, ikincisi Havend Mahmûd, üçüncüsü Hâce Abdulhak idi. Hâcegân hazretlerinin zikr olunan hanımları vefât edince, Hidâye sâhibinin torunlarından Hâce Muhammed Nizam’ın kerîmelerinden [kızlarından] biriyle evlendiler. Ondan da üç oğulları ve iki kızları oldu. Birincisi Hâce Abdülalîm, ikincisi Hâce Abdüş-Şehîd, üçüncüsü Hâce Ebûl- Feyz idi. Türkî câriyeden de Hâce Muhammed Yûsuf isminde bir oğlu dünyaya gelmiş idi.

Hâce Muhammed Yahyâ (rahmetullahi aleyh): Hâce hazretlerinin ikinci oğulları olup gayet mahbûb ve makbûlleri idi. Hayatlarının sonunda bunu kaim makamları eylediler. Türbelerinin tevelli işini de bu oğullarına vermişlerdi.

Hâce Muhammed hazretleri, Hâce hazretlerinin meclislerine ne zaman gelseydi, o hazretten marifet ve hakîkatlar çok zâhir olurdu. Konuşma esnasında Hâce hazretlerini muhatab alıp söylerlerdi. Halbuki meclislerinde eshabından nice büyük ilim ve irfân sâhibleri bulunurdu.

Mevlânâ Abdurrahman Câmî hazretleri, Hâce Muhammed Yahyâ hazretlerine son derece mutekıd olup, onunla beraber olmağı çok isterdi. Bir gün buyurdular ki: Hâce Muhammed Yahyâ hazretlerinin Hâcegân tarîkatiyle tam münâsebeti vardır. Çünkü ağabeyisi Hâcegân hazretlerinde ilim nisbeti gâlib olduğu gibi Hâce Muhammed Yahyâ hazretlerinde de cezbe nisbeti galibdir.

Reşahât sâhibi der ki: Hâce Muhammed Yahyâ’nın Heri’ye geldiği günlerden bir gün bu fakire dediler ki: Gel, seninle Muhammed Rûcî hazretlerini görmeğe gidelim. Fakîr de emir kabûl edip beraberce gittik. Mevlânâ hazretleri câmiye bitişik olan evlerinden çıktılar ve son derece edeb ve ta‘zîm ile Hâce hazretleri ile görüştüler ve kendi evlerine götürdüler ve hararetli sohbet eylediler. O meclis baştan sona kadar sukût üzere geçti. Ertesi gün Mevlânâ Muhammed Rûcî hazretlerine varınca, bana buyurdular ki: “Ey kardeşim! Hâce hazretlerinde ne güzel bir ahlâk ve istidâd vardır. Dün onların şerefli sohbetleri ile müşerref oldum. Güzel nisbetlerine öyle tutuldum ki, az kalsın gayr-i ihtiyâri na‘ra vuracaktım. Onların bu sözlerini Hâce hazretlerine ilettim. Gönülleri ferah olup buyurdular ki: “Ben Mevlânâ’nın sohbetinde kendimi nefy edip, onları isbât eyledim. Benden ne görmüşlerse, kendilerinden görmüşlerdir.”

Hâce Muhammed Yahyâ hazretleri, babaları Hâce Ubeydullah hazretlerinin vefâtından sonra, O hazretin nûrlu mezarları üzerinde [türbede] Hâcegân tarîkasına çok hizmet ve gayret edip, kalblerini azîzan nisbetiyle meşgul kılmışlardı. Nice yıllar âdetleri şöyle idi: Yatsı namazını cemâatle kıldıktan sonra, kuşakları üzerinden bir uzun kemer sıkıca bellerine kuşanır, Hâce hazretlerinin mubârek kabirleri karşısında iki dizi üzere murakabeye oturur, sabaha kadar hiçbir uzvunu hareket ettirmeden sukûn ve huzur içinde o hâlde otururlardı. Teheccüd namazından başka, kalktığı veya hareket ettiği görülmezdi. Bu yüzden Hâce hazretlerinin eshabı, onların sohbetinde Hâce hazretlerinin keyfiyetini müşâhede eder, gayet müteessir olurlardı.

Rivâyet olunur ki, Horasan halkından, Hâcegân hânedânına sâdık irâdesi olan bir kimse, Hâce hazretlerinin vefâtından sonra Semerkand’a gitmiş idi. O anlattı. Hâce Kefşîr mahallesinde Hâce hazretlerinin türbelerinde Hâce Muhammed Yahyâ hazretlerinin şerefli huzurlarına eriştim. Sohbetlerinde tam huzûr buldum. Bir gün kapılarına vardım. Hâce Muhammed hazretleri haremlerinde idiler. Kapıda oturdum ve çıkmalarını bekledim. Bu esnâda hâtırıma geldi ki, Hâce Ubeydullah hazretleri zaman zaman istidadlı kimselerin kalblerine tasarruf eder, onları kendini kaybetme ve şuursuzluk âlemine eriştirirdi. Acaba Muhammed Yahyâ hazretlerinin tasarruf kuvvetleri mi yoktur, yoksa hâtır-ı cem‘iyyet edecek tâlib mi yoktur, diye düşünceye daldım. Ve bu düşünce bende ağır bastı. Muhakkak cevâb arar hâle geldim. Birden Hâce hazretleri dışarı çıktılar ve gelip benim yanıma oturdular. Bir zaman sukût edip sonra buyurdular: “Tasarruf sâhibleri çeşit çeşittir. Kimi Allahu teâlânın izniyle mezun [izinli] ve muhtârdır. Kendi irâde ve ihtiyârları ile ne zaman isterlerse ve kimin kalbinde tasarrufu murad ederlerse, tasarruf edip, onu fenâ ve bîhodluk [kendinde olmamaklık] makamına eriştirir. Kimi de şöyledir ki, tasarruf kuvvetleri olduğu hâlde, yine de emr-i gaybî olmadan tasarruf eylemez. Mebdeden olmadıkça kimseye teveccüh eylemez. Kimi de öyledir ki, zaman zaman kendisine bir sıfat ve bir hâl galib olur da, o hâlin galebesiyle mağlub oldukları zaman, müridlerin bâtınında tasarruf eder ve kendindeki hâllerle onları hâllendirir. O hâlde, bir kimse muhtâr, me‘zun, memûr ve mağlûb değilse, ondan tasarruf beklememelidir.”

Bu sözü söylerken, bir iltifat eylediler ki, bana bir keyfiyet el verip, kendimi kaybettim. Aklım başımdan gitti. Yıkıldım. Kendimi ve diğerlerini bilmez oldum. Bu hâl bir hayli zaman devam etti. Bir müddet sonra aklım başıma geldi. Gözümü açtım. Gördüm ki, oturduğum yerde bir yanım üzerine yatıp düşmüş ve yuvarlanmışım. Hâce Muhammed Yahyâ hazretleri de, gözleri yumuk murakabede dururlardı. Hemen kalktım ve önceki gibi oturdum. O hâlin zuhûrundan sonra Hâce Muhammed Yahyâ’nın tasarruf sâhiblerinden olduğunda şübhem kalmadı.

Hâce hazretleri çok gayretli ve katı idiler. Babaları Hâce hazretlerine muhabbetin çokluğundan, kimse onlar ile bâtınî muâmele etmek istemezdi. Ne zaman çıkıp meclise gelse, eshab onun korkusundan sohbeti terk ederlerdi. Zira bazı eshab Hâce’den bâtınî [ma nevî] sille yemişler idi. Hâce Muhammed Yahyâ hazretleri eshabın gayretinden üç kere Hâce hazretlerinin sohbetini bırakıp Hicâz seferine gitmişlerdir. Birinci defasında Buhârâ’ya kadar gitmişler. İkincisinde Herat’a kadar gitmişlerdir. Üçüncüsünde Yezd’e kadar gitmişlerdir. Lâkin Hâce Muhammed ne zaman sefere gitmek isterse, Hâce hazretleri câzibe kuvveti ve bâtınî teveccüh ile Hâce Muhammed’i yoldan döndürmüşlerdir.

Bir gün Karşî’de öğle namazından sonra Hâce Muhammed Yahyâ hizmetleri Hâce hazretleri ile tenhâ [yalnız] sohbet edip, kendi kalb hâllerini arz ederlerdi. Hâce hazretleri de büyük teveccüh ve iltifatlar edip, hararetli sohbetleri vardı. Eshab dışarıda bekleyip dururlardı. Sohbet uzadı. İkindi vakti oldu. Müezzin Hâce Muhammed Yahyâ’nın Hâce Hazretleri ile baş başa sohbet ettiklerini bilmeyip, ikindinin evvel vaktinde ezanı okudu. Hâce hazretleri taharete kalkıp, Hâce Muhammed Yahyâ’nın bazı sözleri tamamlanmadan kaldı. Hâce Muhammed hazretleri zannetti ki, eshab hasedlerinden müezzine erken ezân okutup sohbetlerini dağıtmak istemişler. Kızgın bir hâlde dışarı çıkıp, eshaba: “İşte, ben Hâce hazretlerini size bırakıp gittim. Şimdi siz rahat rahat onunla sohbet edin” dediler ve hemen o anda, Hâce hazretlerinden sefere izin istemeden atına atladı. Hizmetkârlara bile haber etmeyip, Hicâz seferine niyetle Horasan’a müteveccih oldular. Bir zaman sonra hizmetkârları ve tâbi‘leri duyup bir nice katar, deve ve katır ile sefer tedârikini yapıp acele ile arkalarına düştüler. Âmu Deryâ kenârında Hâce Muhammed hazretlerine yetiştiler. Ve Hâce Muhammed hazretleri Karşî’den zamansız gittiği için eshabın arasına bu durumun zuhurundan huzursuzluk meydana geldi. Vaziyeti Hâce hazretlerine arz eylediler. Hâce hazretleri, Hâce Muhammed’in gittiğinden müteessir olup acele ile Horasan’a Mevlânâ Câmî hazretlerine bir adam gönderdiler ve mümkünse Hâce Muhammed’i yoldan geri döndürmesini ricâ ettiler.

Hâce Herat’a gelip Sadedin Kaşgarî Türbesi yanında Hâce Ebûl- Berke evine konaklayınca, Mevlânâ Câmî hazretleri onları görmeğe geldi. Konuşma arasında güzel ifâdeler, latîf ve edebli sözlerle, dönmelerinin münâsib olduğunu söylemeğe başladı. Hâce Muhammed Yahyâ hazretleri edeb ve tevazu ile: “Bu yolculuğa öyle kesin bir kararla başlanmıştır ki, aksini yapmağa güç kalmadı” Dedi. Mevlânâ Câmî onlardan bu sözü işittikten sonra, artık daha üstelemedi. Hâce hazretlerinin gönderdikleri adam meyûs [ümidsiz] olup geri göndü. Bir hafta sonra Hâce Muhammed Yezd’e doğru hareket ettiler. Yezd’e vâsıl olduktan sonra, ne zaman Yezd’den gitmek isteseler, ateşli hastalığa tutuldular ve ne zaman gitmekten vazgeçseler, hemen hastalıkları sıhhate dönmüştür. Nihâyet anladı ki, Hâce hazretleri onları kerâmet kuvveti ile salıvermiyor. Bu sırada bir gece rüyâda gördüler. Uyanınca, kendinden habersizcesine yataktan sıçrayıp, sabahı beklemeden alelacele papuçlarını giyip tavlaya geldiler, Atı eyerlemek ve çizme giymek zahmetine girmeden, kendilerine mahsûs olan ata bindiler.

Hizmetkâr ve eshabı yerlerinden sıçrayıp, önlerine vardıkta, eyerli atla çizmeyi ardımdan yetiştirin ki, Hâce hazretleri beni istediler. Eğlenmeğe vakit ve imkân yoktur, deyip, çıplak atı mahmuzladılar. Horasan’a doğru hareket ettiler. Hizmetçi ve diğerleri hızla ve acele ile ağırlıkları ve eşyaları yükletip, bir sonraki menzilde Hâce Muhammed’e yetiştiler.

Reşahât sahibi der ki: Hâce Muhammed hazretleri Herî’ye uğradıklarında, hiç eğlenmediler. Fakîr de onların beraberinde bulunduğum hâlde Semerkand’a yöneldik. Bu sefer 893 (m.1488) Rebi‘ülâhir ayının ilk günlerinde idi. Hâce hazretleri öyle sür‘atli giderlerdi ki, benim atım ve katırım gayet kuvvetli yürür iken, yine de Hâce hazretlerine Kırk Kızlar denilen yere kadar ancak yoldaş olabildim. O kadar sür‘atle gidiyorlardı ki, bir çok atı yolda kaldı. Kaç defa hâtırımdan geçti ki, Hâce Muhammed hazretlerine sorayım: Hicâz’a gitmenizdeki acele ne idi ve şimdi bu derece sür‘atle dönmenizin sebebi nedir? Edebe riâyet edip, belki kendileri söylerler diye sabr ettim. Mezkûr Kırk Kızlar mevkiine vardığımızda, Hâce Muhammed hazretleri fakîre hitaben buyurdular: “Ey falan! Ben çok sür‘atle gidiyorum. Siz bana yoldaş olmaktan zahmet çekersiniz. Münâsib olan odur ki, bizimkilerle beraber, deve yürüyüşü ile, rahat ve yavaş yavaş gelip Semerkand’da bize erişesiniz. Eğer hatırınızdan, Hicâz seferine evvelki azîmetiniz kararlaştırılmıştı, ne oldu ve şimdi bu derece sür‘atle dönüş nedir, diye geçerse, hâl budur ki, bir gece Yezd’de Hicâz seferine karar vermişken rüyamda gördüm ki, Hâce hazretleri geldiler. Ayakkabılarımı Semerkand tarafına döndürdüler. Uyandığımda kalbimde Hâce hazretleri tarafına bir şevk, bir heyecan, bir meyil, bir çekilme buldum ve gayr-i ihtiyâri durmağa mecâlim kalmadı. Gecenin yarısında döşeğimdem kalkıp, pabuçlarımı giydim, tavlaya vardım. Atı eyerlemeğe eğlenmeyip, bir çıplak ata atlayıp gittim. Seninle yoldaş olalıdan beri, sen de görüyorsun ki, ne kadar sür‘atle gidiyorum. Hâce hazretleri cezbe kemendini canımın boynuna salmış, çeke çeke beni kendine doğru yaklaştırıyorlar. Şunu da açıkça ifâde edebilirim ki, bu acele gidiş ve bu heyacanlı hâlim, onların huzurlarına kavuşmayınca son bulmaz” dediler ve atlarını kamçılayıp hızla uzaklaştılar. Fâkir eşyalar ve ağırlıklarla ve hizmetkârlardan bir takımla bir aydan sonra Semerkand’da yanlarına varabildim.

Ve yine Hâce Muhammed Yahyâ buyurdular: Yezd’den döndükten sonra bir müddet geçti. Tekrâr Hicâz seferi arzusu içime düştü ve bu istek gittikçe kuvvetlendi. Mevlânâ Seyyid Hasan hazretlerinden, bana Hâce hazretlerinden izin almasını rica ettim. Mevlânâ hazretleri uygun bir yerde ve zamanda bu istediğimi Hâce hazretlerine arz etti ve izin isteğimizi söyledi. Hâce hazretleri buyurdular: Bu seferden muradları nedir? Mevlânâ benden sordular. Bu arzu ve rahatsızlığımın sebebi: “Benim ölümü ziyâret eden, beni diri iken ziyâret etmiş gibidir” hadîs-i şerifidir. Mevlânâ bu cevabı Hâce hazretlerine arz edince, Hâce hazretleri: “Bize bu cevabda üç gün mühlet verin ve iş nasıl olur görelim” buyurdular. Hâce Muhammed Yahyâ der ki: Üçüncü gece rüyada gördüm ki, Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) zâhir oldular. Gayr-i ihtiyâri mubârek ayaklarına yüz sürdüm. Buyurdular: “Babanı çağır, oturup konuşalım.” Ben de seğirttim. Hâce hazretlerini çağırdım. Acele ile geldiler. Resûl-i ekrem (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretleri onları sağ yanlarına oturttular. Ben de önlerinde oturdum. Başımı aşağı salıp, gözümü yumup durdum. Biraz sonra başımı kaldırıp baktım. Gördüm ki, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) sûretinde iki kişi oturur; babam ortada yok. İkisi de bir sûrette ve bir şekilde olup, en küçük bir fark yok idi. Hangisi O hazret, hangisi babam olduğunu ayıracak en ufak bir ayrıntı yoktu. Bu hayret ve dehşet ile uyandım. Seher vakti idi. Hemen abdest alıp Hâce hazretlerinin hizmet-i şerîflerine geldim. Gördüm ki, teheccüdü kılmışlar, murâkabede oturuyorlar. Ben de yavaş yavaş geldim, oturdum. Mubârek başlarını kaldırıp buyurdular: Hâce Muhammed, maksadın hâsıl olup, muradını buldun mu? Artık bizi daha rahatsız etme. İhtiyarladım ve didâr ganimettir. Ben de kalktım. Mubârek ayaklarına yüzümü sürdüm. Artık bir daha öyle düşünceleri hâtırıma getirmedim.

Yine Hâce Muhammed buyurdular: Hâce hazretleri bana râbıta yapma usûlünü bildirdiler. Hâce hazretlerinin huzurunda oturduğum ve bu yolda yapacağım ilk meşguliyetlerim sırasında idi. Eshabdan bir takım kimseler de orada idi. Hâtırıma, teveccüh zamanında Hâce hazretlerinin yüzüne mi, yoksa gözüne mi teveccüh etmek lâzımdır, diye geldi. Bu düşünce ile Hâce hazretlerine baktım. Gördüm ki, şehâdet parmağıyla iki kaşlarının arasına işâret eylediler. Anlaşıldı ki, iki kaşlarının arasına teveccüh etmek [gözleri kapalı olduğu hâlde şeyhinin iki kaşı arasına bakar gibi bulunmak] lâzım imiş. Bu işâretin vuku‘undan sonra eshab dağıldı. Yalnız kaldık. Önceki şekilde açıkça izah ettiler.

Ve yine Hâce Muhammed hazretleri anlattılar: Bir kere içimde bir huzursuzluğum vardı. Son derece perişanlıkla Hâce hazretlerinin huzûr-i şeriflerine geldim. Baktım, bazı vekillerinin hesab işlerini görürlerdi ve konuşmaları hayli uzadı. Sıkıldım, çok daraldım. Birden bir ağaca çok sayıda serçeler konmuş iken, ânîden bir kişinin taş atmasıyla hepsinin uçup bir tarafa gitmesi gibi, bana bir keyfiyyet hâsıl oldu. İçim düşüncelerden kurtulup, kalb itminanı hâsıl oldu. Bu hâlde iken Hâce hazretlerine baktım. Gördüm ki, mubârek gözleri bende, keskin keskin bana bakarlar. Sonra, ancak benim duyabileceğim kadar yavaş bir sesle buyurdular ki: Bu vardır, o vardır, bu da vardır. Sonra hesablarını gördükleri hizmetkârlara: “Varın, gidin, benim bununla yalnız halledilecek işim vardır” buyurdular. O kimseler, gittikten sonra Hâce hazretleri bana sitemle buyurdular ki: “Bir kimse bâtınında bir parça perişanlık olmakla, onun hâtırı için bir kimse kendi işini bırakmaz. Böyle şeyleri hâtıra getirmemek lâzımdır. Bakarsın öyle bir zaman olur ki, orada babalık ve oğulluk konuşulmaz. Bunun için kişi gayret etmeli ve bu gibi şeyleri görmekten daralmamalı, teşvîşe düşmemelidir.”

Hâce hazretleri tenhâda [yalnızken], Hâce Muhammed Yahyâ hazretlerine İmam-ı hümâm, saîd ve şehîd Hazreti Hüseyin (radıyallahu teâlâ anh) hazretlerinin menâkıbından çok bahsettiler. Onların ahvâlinden çok hikâyeler anlattılar. Senin istidadının Hazreti İmam’ın rûhaniyyeti ile tam münâsebeti vardır. Onların şerbetinden büyük pay alırsın dediler. Gerçekten Hâce hazretlerinin vefatından sonra Şâhbaht Hân Semerkand’ı aldığında 950 (m.1543) senesi Muharrem’inin başlarında, Hâce Muhammed Yahyâ hazretlerini muaheze ve mutalebe eyledi. Bütün malını, mülkünü, dünyevî sebeblerini elinden aldı. Hâce Muhammed hazretleri o zaman buyurdular ki: Umarım ki, bu Aşure gününde, Hâce hazretlerinin bana mükerreren işâret buyurdukları o münâsebetin eseri zâhir olur.

O günlerde, Hân onların Horasan’a gitmesine izin verdi. Hâce Muhammed hazretleri de, hanımı, çoluk çocuğu, akraba ve yakınları ile Horasan’a hareket ettiler. Özbek ekâbir ve umerasından bir takım kimseler basit ve noksan görüşleri sebebiyle, Hâce Muhammed Yahyâ’nın evlâdı ile birlikte Horasan’a gitmelerini doğru görmediler. Bunlar o tarafa giderse, belki fitne çıkar korkusuyla, bu işin en doğrusu, bunları burada öldürmektir diye Hân’a arz eylediler. Hân bu fikri uygun görmeyip, sözlerini dinlemeyen umerâ, ibrâm ve ilhahı [ısrarı] hadden geçirip, o kadar kabalık ve sertlik gösterdiler ki, Hân acîz kalıp: “Mülkün ve dinin nizamı neyi gerektiriyorsa, öyle yapın” deyip, gizlice bir mahremine [yakın adamına] kendi husûsî atlarından gayet kuvvetli ve koşan bir at verdi. Çok acele olarak Hâce’ye gönderdi ve: “Bir kısım ümerâ size kasd edecekler. Ne kadar mâni‘ olmak istedimse de, mümkün olmadı. İşte sana kuvvetli ve iyi koşan bir at gönderdim. Ben bu ata tam güveniyorum. Gecede otuz fersah yol alır ve yorulmak bilmez. At sana ulaştığı gibi, hemen kendin cemaatinin içinden çıkıp, yalnız olarak ona bin ve Horasan’a hareket et. Çoluk çocuğunun ve akrabanın kaldığına üzülme. Bu bakımdan gönlünü hoş tut. Ben bu taraftan onları himâye ederim ve kimseden onlara bir zarar ve ihânete izin vermem” haberini gönderdi. Hân’ın mahremi atı Hâce’ye eriştirdi. Hâce hazretleri gayret ve hamiyyetleri gereği çoluk çocuğunu ve yakınlarını yalnız bırakıp gitmeyi uygun görmeyip, Hân’ın mahremine şöyle söyledi: Hâce hazretleri her zaman bana, yalnızken müjde verir ve bazı hâdiselerin zuhuruna işâret ederlerdi. Ben onu gözetliyorum. Umarım ki, hakkımızda hayırlısı olur. Hân’a bizden selâm götürün ve deyin ki: Lütf ve kerem eylediler. Kendilerine düşen ihsânı esirgemediler. Hak teâlâ ona hayırlı karşılıklar versin. Hân’ın atını iâde ettiler. Kendileri yanında bulunanlarla beraber Germine yolundan Horasan’a hareket ettiler. Taşkend kasabasına ulaştılar. Bu kasaba Semerkand’dan dokuz fersah mesafededir.

Yolda giderken hayret ve garîblik yoluyla buyurdular ki: Ben o hayretteyim ve hatta yakînen biliyorum ki, Hâce hazretlerinin işâret ve beşâretleri hakdır, doğrudur. Lâkin eseri asla zuhura gelmedi. Acaba hikmeti nedir! Bu düşünceler ile yola devam ederken, Taşkend’in köylerinden Büyük Su köyüne geldiklerinde, Muharrem ayının on birinci günüydü. Âniden Özbeklerden üç yüz kadar atlı o sahrada arkalarından yetişip Hâce Muhammed Yahyâ hazretlerini ve büyük oğulları Hâce Muhammed Zekeriyyâ ile Hâce Abdül-Bâkî hazretlerini şehîd ettiler. Kalan evlâd ve akrabasını tekrar Semerkand’a götürdüler.

Hâce hazretlerinin ahbab ve dostlarından kimseler, Hâce Muhammed hazretlerinin ve iki oğullarının mubârek nâ‘şlarını Hâce Kefşîr mahallesine getirdiler ve o gün Semerkand’da, Hâce Muhammed Yahyâ’nın ve oğullarının cenâze namazında hazır olmak için, o kadar insan toplandı ki, sanki kıyâmet kopmuştu. Cenâze namazı kılındıktan sonra Hâce Muhammed’i ve iki oğlunu birlikte Muhavvat-i meleyânda [mollalar hazırasında-husûsî mezarlığında] babaları Hâce Ubeydullah hazretlerinin mubârek kabirleri yanında defn eylediler. Rahimehümülllahü rahmeten vâsiaten!

Şurası gizli kalmasın ki, Hâce Ubeydullah hazretleri Hâcegân hazretlerinin annesinin vefâtından sonra, kendi akrabalarından bir kadınla evlendi. Hâce Muhammed Yahyâ o hanımdandır. Hâce Muhammed Yahyâ hazretleri evlendikten sonra, Hak teâlâ kendilerine üç oğul ve iki kız evlâd verdi. Oğullarından biri Hâce Muhammed Zekeriyyâ, diğeri Hâce Abdül- Bâkî ve üçüncüsü Hâce Muhammed Emîn idi.

MEVLÂNÂ SEYYİD HASAN (rahimehullah): Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretlerinin eshabının büyüklerinden idiler. Bazı hizmetkârlardan işittik: Seyyid Hasan daha sabî [çocuk] iken, babası onu Hâce hazretlerinin şerefli meclislerine getirdi. Hâce hazretlerinin önünde bir tasta bal vardı. Seyyid Hasan balı görünce, balın yanında geldi ve ondan yiyebildiği kadar yedi. O bal yerken, Hâce hazretleri ona, adın nedir, diye sordular. Kendini bala verdiğinden, bal, dedi. Hâce hazretleri tebessüm edip buyurdular ki: “Bu oğlanda kemâl mertebe kabiliyet vardır. Zira bu kadar bal tadı almakla, bala o derece gönül vermiş ki, o sevgisinden kendini kaybedip, ismini sorduklarında, bal ismini ağzından çıkıvermiş. Demek ki, bunun can [rûh, kalb] dimağına baldan tatlı bir şey hâsıl olursa, elbette onda bundan ziyâde müstağrak [gark, gömülme] ve müstehlek olsa gerektir.”

Mevlânâ Seyyid Hasan’ı babasından aldılar. Kendi terbiye kucaklarında, mektebe gönderdiler. Kur’ân-ı azîmi hatm ettirdiler. Sonra Hâce hazretlerinin emr-i şerîfleri ile ilim tahsîli ile meşgul oldu. Derin âlimler arasına katıldı. O esnâda Hâce hazretlerinin bâtınî tasarruflarından terbiye olunup kemâl mertebesine, belki tekmîl ve ikmâl derecesine kavuştu.

Reşahât sâhibi der ki: Hâce hazretlerinin eshabının büyüklerinden birinden duydum: Mevlânâ Seyyid Hasan hazretlerinin tâliblerin bâtınlarını tasarrufda kemâl derecede tasarruf kuvvetleri vardı. Lâkin Hâce hazretlerinin edebine riâyetle, kendini mürşid yerine koyup, kimsenin bâtınına tasarrufla meşgul olmazdı.

Bazı azîzler bildirdiler: Mevlânâ Seyyid Hasan bir nice gün Muhavvata-i meleyânda [medresede] hasta olmuştu. Hâce hazretleri o esnâda Mevlânâ Kâsım hizmetlerinden, Mevlânâ Seyyid Hasan’ı yokladınız mı, diye sordular. Yoklamadım efendim, dedi. Hâce hazretleri kızdılar ve “Siz onu ne zannedersiniz. O sizin bildiğinizden yüksektir. Sen ki Mevlânâ Kasım’sın, daha elli yıl ona hizmet etmen lâzımdır” buyurdular.

Yine bazı azîzlerden dinledim: Bir gün Hâce hazretleri Mevlânâ Seyyid Hasan hakkında şu ifâdeyi buyurdular: Bizim Mevlânâ Seyyid Hasan’ımız ma‘nevî kemâl derecelerinde Şeyh Rükneddin Alâüddevle’den (kuddise sırruh) hiç eksik değildir. İkisinin arasında şu kadar fark vardır ki, Şeyh Rükneddin Alâüddevle şeyh oldular, Mevlânâ Seyyid Hasan olmadı.

REŞHA-377: Hâce hazretleri buyurdular: Mevlânâ Rükneddin Hâfî (aleyhirrahme) derlerdi ki, Şeyh Behâeddin Ömer’in bidâyeti, Şeyh Rükneddin Alâüddevle’nin nihayeti idi. Ben bu sözü Hâce Fadlullah Şeyh Ebûlleys’in huzurunda nakl eyledim. Ziyâde gadaba gelip [çok kızıp], bu mümkün değildir dediler, ama muhaldir demelerine hiçbir delilleri yok idi. Belki hadîs-i şerîfde: “Ümmetim yağmur gibidir, evveli mi sonu mu hayırlıdır bilinmez” buyurulması bu sözün cevazına delildir ve Hâce Behâeddin Nakşibend (kaddesallahü teâlâ sırreh) hazretlerinden de nakl olunur ki, buyurmuşlardır: “Behâeddin’in bidâyeti Bayezid-i Bestamî’nin nihâyetidir.” Anlaşılan şu ki, Hâce Behâeddin hazretlerinin bu sözü, bir esasa dayanmaktadır. Lâkin Selefin [öncekilerin] hüsn-i akîdesi, bazı kimselerin bu mes’eleyi uzak görmesine sebeb olmuştur. Amma hadîs-i şerîfin vuruduna ve müteahhir âlimlerin büyüklerinin sözlerine göre uzak değildir. Selef ve mütekaddiminin hepsi, halef ve müteahhirinin hepsinden fazîletli değildir.

Reşahât sâhibi der ki: Hâce’nin Kefşîr mahallesinde bulunduğu zaman, bu fakîr arada sırada Mevlânâ Seyyid Hasan hazretleriyle görüşürdüm. Onlardan ziyâde iltifatlar görürdüm. Bir gün Hâce hazretleri vilâyet dışından gelip Hâce Kefşîr mahallesine indiler. Semerkand pâdişahı, umerâ [üst rutbeliler] ve devletin ileri gelenleri Hâce hazretretlerini ziyârete gelmeğe başladılar. Fukara [müridler] ve ahibbâ üç gün Hâce hazretlerinin şeref-i sohbetinden mahrûm oldular. O zaman hâtırımızdan çok geçerdi ki, keşke Hâce hazretleri pâdişah ve devlet adamları ile bir araya gelmeyip bir zâviyede otursalardı, tâliblerin hâlleri ile daha çok alâkalanırlardı. Bu düşünce ile Mevlânâ Seyyid Hasan’ın huzuruna vardım. Gördüm ki, Mevâli- i Semerkand’dan üç dört pîr-i azîz ile oturup, İhyâ-ül-Ulûm kitâbından birkaç nüshayı önlerine koymuşlar mukabele [okurlar] ve tashîh ederler. Beni görünce okumayı kesip bir zaman sukût ettiler. Sonra fakîre dönüp buyurdular ki: Bir âlimden duydum. Dedi ki, birkaç kere Hâce hazretlerinin mülâzemetlerine vardım. Hâtırımdan geçti ki, Hâce hazretleri ne için bir dağ köşesinde oturup huzûr eylemezler ve halk içinde bu kadar kesret ve tefrikaya [çeşitli iş ve meşgalelere] düşüp, sultanların, vâlilerin, devlet adamlarının gelip gitmesine mübtelâ olurlar ve o kadar imkân bulamazlar ki, bir kısım tâliblerin hâllerine müteveccih olup mubârek hâtırlarını [gönüllerini] onların bâtın cem‘iyyetlerini temîne tevcih edeler.

Bu düşüncenin tekrârı, hattâ galib gelmesinden [ağır basmasından] sonra Hâce hazretlerinin huzurlarına vardım. Meclis-i şerîflerinde oturur oturmaz bana bakıp buyurdular ki: “Benim müşkül bir meselem vardır. Sizden ona cevab isterim. O mesele şudur ki, bir kimse, sultanlar, hâkimler ve zâlimlerle konuşsa ve o kimsenin ricâsı ve aracılığı ile Müslümanlar zâlimlerin zulmünden ve eziyet edenlerin eziyetlerinden kurtulsalar ve o şahsın sözü ile kötülük rusum ve âdetleri bertaraf edilse, acaba o kimse için câiz olur mu ki, mazlumları zâlimlerin elinde bırakıp, bir dağ köşesine çekilip taat ve ibâdetle ve irâdet sâhiblerini terbiye ile meşgul olsun. O şahıs bu iki işten hangisini yaparsa, daha iyi yapmış olur.” Ben dedim ki, buna göre uzleti bırakıp zâlimlerle görüşmek farzdır. Belki böyle bir durumda Müslümanları zâlimlerin elinde bırakıp uzlet ve ibâdeti ihtiyâr etmek günâhdır ve vebâldir.

Hâce hazretleri tebessüm ederek buyurdular ki: Mâdem ki, kendin fetvâ verirsin, yâ niçin itiraz edersin!

Reşahât sâhibi der ki: Mevlânâ Seyyid hazretleri bu nakli bildirmekle bu fakirin düşüncesini de cevablandırdı ve o sıkıntım gitti.

MEVLÂNÂ SİRACEDDİN KASIM (kuddise sırruh): Hâce hazretlerinin eshabının en büyüklerinden, yetiştirdiği azîzlerin en ileri gelenlerindendir. Mahbûb ve makbûllerdendir. Dâima Hâce hazretlerini takib eder, bir an olsun yanlarından ayrılmazdı. Hep gölgeleri gibi olup, kendinden fânî ve O hazret ile bâkî olduğundan, o diyârın azîzleri kendisine “Hâce hazretlerinin gölgesi” ismini vermişlerdi.

İlk zamanlar Hâce hazretleri Mevlânâ’ya bağ hizmetlerini vermişti. Her sabah kazma ve luzûmlu âletleri alır bağa gelirdi. Hanımı, karnı acıktığında yemesi için, koynuna bir iki ekmek koyardı. Mevlânâ bağa gider, akşama kadar, budama ve diğer işlerle meşgul olurdu. Akşam eve gelip, kuşağını çözdüğünde koynundan ekmekler düşerdi. Hâcegân yolundaki meşguliyetinin çokluğundan ve azîzlerin hâl ve keyfiyetleri ile hallenmiş olduğundan, koynunda ekmek bulunduğunu ve ekmek yemek icâbettiğini unuturdu. Mevlânâ hazretlerinden bunun gibi hikâyeler ve azîzlere âid keyfiyyetlerin ağır basmasıyla meydana gelen unutma hâlleri, kendinden haberi olmama keyfiyetleri ile alakalı menkıbeler çoktur. Anlatmağa kalkarsak uzun sürer. Gaybet, keyfiyet, istiğrak ve bîhodî nisbetleri kendilerinde gâlib idi.

Bir gün Hâce hazretleri bir köyde idiler. Çadırın içinde oturuyorlardı. Eshabının ileri gelenlerinden ve büyüklerinden, hizmetinde bulunanların muhteremlerinden ve ahbabından bir takım kimseler etrafında toplanmış dururlardı. Hâce hazretlerinin hoş vakti ve keyfiyet-i galabeleri var idi. Mubârek yüzleri parlak ve nurlu, gözleri ziyâdar idi. Yüksek ma‘rifetler ve hakîkatlardan konuşuyorlardı. Mevlânâ Kasım hazretleri o mecliste her zaman kendinden gaib olurdu. Hâce hazretleri kendisini hâzır ederlerdi. Ya‘nî kendine getirirlerdi. Bu halet tekrar tekrar vâkı‘ olunca, Hâce hazretleri kızdılar ve buyurdular ki: “Mevlânâ Kasım! Yoksa bilmez misin ki, kim bir dâireye girerse, dâima dâiresini gözetip, ondan dışarı çıkmaması gerektir. Adımını dâireden dışarı atmamak lâzımdır. Dâireden dışarı adım atmak, edeb yolundan ayrılmaktır.”

Reşahât sâhibi (aleyhirrahme) derki: Hazreti Mahdûmî Mevlânâ Abdurrahman Câmî (kaddesallahü teâlâ sırreh-üs-sâmî), Hâce hazretlerinin eshabından hiçbirini Mevlânâ Kasım ile eşit tutmazdı. Onu çok medh ü senâ ederdi. Nice defa buyurmuştur ki: Mevlânâ Kasım bu nisbette yağda doğranmış ekmek gibidir. Ya‘nî bedeni bütün kıl diblerine varıncaya kadar bu nisbet ile doludur.

Reşahât sâhibi der ki: Bu fakîr Hâce hazretlerinin yüksek kapılarına gelmek istediğimde, henüz yirmi iki yaşında idim. Hazreti Mahdûmî Mevlânâ Abdurrahman Câmî hazretlerinden izin istedim. Sen çok tazesin, Hâce hazretleri ise çok uludur. Şanlarının, mertebelerinin yüksekliğinden ötürü talebe ile o kadar alâkalanmazlar. Bunun için oraya vardığında belki de çabuk pişman olursun. Eğer muhakkak gitmek istiyorsan, Mevlânâ Kasım hazretlerine varıp çokca mülâzemet edesin. Dedim ki, eğer inâyet edip, bu fakîre iltifat ve alâka göstermeleri için, onlara iki üç kelime yazarsanız, bizim için büyük lutf olur. Bu istirhamım üzerine Mevlânâ Câmî hazretlerinin, Mevlânâ Kasım hazretlerine yazdıkları mektub şudur. Aynen [Farçadan tercüme ederek] yazıyorum: “İhtiyâç, küçüklük ve kırıklığımı arz ettikten sonra, mar‘uzatım şudur: Hıdmet-i Mevlevî Fahreddin Alî’nin evliyâya muhabbeti çoktur. Evliyâ yuvası yüksek sarayın kapısında hizmet görenlerin ayaklarının değdiği toprağı öpmek arzusuyla o tarafa hareket etti. Hiç şüphe yoktur ki, yardım nazarınız onunla olmaktan memnûn ve bu güvene kavuşmakla mahzûz olacaktır. Vesselâm vel-ikrâm.”

El-Fakîr

Abdurrahman Câmî

Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî (kuddise sırruh) hazretlerinin yüksek oğulları Hâce Kelân’la birlikte Karşî’den Hâce hazretlerinin huzurlarına vâsıl olduğumda, Hazreti Mahdûmî Mevlânâ Abdurrahman Câmî hazretlerinin mektubunu Mevlânâ Kasım’a verdim. Okuyup, ayağa kalktı ve başının üzerine koydular. Orada olduğum müddetçe, zâhir ve bâtın cihetinden çok iltifatlarına ve sayısız lutuflarına mazhar oldum. İkinci gidişlerimde yine seâdetli hizmetlerini gördüm. İltifatlarını daha da artırıp, benimle sohbete ve konuşmağa başladılar. Kendilerinin ilk zamanki hâllerini anlatırlardı.

Bir gün dediler ki: Hâce hazretlerini sevdiğim ilk zamanlar içimde öyle bir muhabbet ateşi var idi ki, Firket vilâyetinden Hâce hazretlerinin mülâzemetine gelirdim. Berk Suyu’nu geçtiğimde, ıslak ayağımın üzeri donardı ve çakıl ve kumlar dahi o su ile donar, ayağımın üzerinde kalırdı da, haberim olmazdı.

Yine bir gün yalnız bir yerde bana şöyle anlattılar: Hâce hazretlerinin sohbetleri âdâbı ve hizmetlerinin inceliklerinden bazı hususları tenbîh ederken buyurdular: Bende ilim ve hüner yoktur ki, sana mes’ele öğreteyim. Mâdem ki, Hazreti Mahdûmî Mevlânâ Nûredddin Abdurrahman Câmî’den bize sipariş yazısı [pusula] getirdin ve gerçekte bu büyükleri seven, onlara ihtiyâc duyan bir gençsin, sana Hâce hazretlerinden bir haber vereyim ve bir şey söyleyeyim ki, başka kimseye söylememişim. Bunu kesin olarak bilmelisin ki, Hâce hazretleri halkın ahvâline ve içinden geçirdiklerine ve kalblerine vâkıfdır. Altmış seneden beri benden zâhîrî fiiller ve bâtînî hâllerden her ne meydana gelmişse, hepsine vâkıf ve âgâh olmuşlardır. O hâller benden meydana gelmeden, geleceğine dâir işâret ve sözlerle bana haber vermişler, beni uyarmışlardır. Bu söylediğimde o kadar yakîn [kesinlik] sâhibiyim ki, başka türlü de olabilir. İhtimâli kalmamıştır. İşin bundan ibâret olduğunu bilince, sende Hâce hazretlerinin huzûr-i şerîflerine geldiğinde hâzır olasın! Gaybet [kendinden geçme] hâlinde dahi dâima kalben o hazrete nâzır [bakar] olasın. Zirâ görüyorsun ki, Hâce hazretleri devlet reisleri ve devlet adamları ile oturur kalkarlar ve zâhirî ve bâtınî [maddî ve ma‘nevî] meşgaleleri çoktur. O kadar vakitleri ve imkânları yoktur ki, tâliblere nefy ü isbat ta‘lim edip teveccüh ve murakabe üzere olsunlar. Şimdi Hâce hazretlerinin keyfiyyetinden nasîb alanlar, O hazret ile râbıta muâmelesinde olanlardır. Yoksa uzak uzak yerlerden nice tâlibler geliyor, ama bu muâmeleden gâfil olduklarından, bir şey elde edemiyor, mahrûm ve meyûs gidiyorlar.

Mevlânâ Kadî Muhammed kendi Mesmuât’ında yazar: Hâce hazretleri hasta olduklarında, beni Herat’a tabîb [doktor] alıp gelmek için gönderdiler. O zaman Mevlânâ Kâsım hazretleri kemâl üzere sıhhatte idiler. Mevlânâ fakîre ısrarla: “Git, tâbibi çabuk getir. Ben Hâce hazretlerini hasta görmeğe dayanamıyorum” derdi. Yolda bile bir müddet benimle geldi ve geri döndü. Ben gidip, tâbibi alıp geldiğimde Mevlânâ Kasım hazretleri vefât etmişlerdi. Benim oradan bütün ayrı kalmam otuz beş gün olmuştu. Hâce hazretlerinden Mevlânâ Kasım’ın vefâtı nasıl oldu diye, suâl edildikte buyurdular ki: Bir gün Mevlânâ Kâsım yanıma geldi ve: “Ben kendimi size fedâ ederim” dedi. Dedim ki, Kasım, sen fakîr bir adamsın ve çok akraban, yakının vardır, böyle eyleme! Dedi ki: Ben bu husûsu sizinle meşveret etmeğe gelmedim. Buna karar verdim. Hak sübhânehü ve teâlâ dahî kabûl eyledi. Her ne kadar, bu kararından ve niyyetinden dön deyip ısrar ettiysem de, cevabında, ilk söylediği sözleri tekrar etti. Hiç tınmadı ve söz üzerine ısrar edip gitti.

Hakîkaten Mevlânâ Kasım (kuddise sırruh) kendilerini Hâce hazretlerine fedâ edince, ertesi gün Hâce hazretlerinin hastalığı Mevlânâ Kasım’a geçti ve vefât eylediler. Hâce hazretleri ise, öyle sıhhate kavuştular ki, getirdiğim tabîbe dâhi ihtiyâc kalmadı. Mevlânâ Kasım hazretlerinin vefatında yanında bulunanlardan bazıları anlattılar: Mevlânâ sekarât hâline [can çekişir hâle] geldiğinde, Hâce hazretleri yanında geldiler. Mevlânâ niza‘ hâlinde [can verme zamanında] idi. Hâce hazretleri geldiği gibi ayıldı. Sonra uzun bir zaman gözlerini evin bir köşesine dikti ve dikkatli dikkatli oraya baktılar. Birden o köşeden bakışlarını çevirip, Hâce hazretlerine baktılar ve o hazretin yüzünü görürken nefesleri kesildi, cânı cananına feda ve Rahman’a teslîm ettiler. Hâce hazretleri tam bu sırada buyurdular ki: “Bütün Cenneti, içinde olan hûrileri, köşkleri ile birlikte Mevlânâ Kasım’ın gözünün önüne getirip ona arz ettiler. O cümlesinden yüz döndürüp bize müteveccih oldu ve bizim yüzümüze bakarak canını verdi.”

Oradaki hizmet edenlerden duydum: Hâce hazretleri Mevlânâ’nın kabrini Muhavvata-i meleyânda, Mevlânâ Alî Arrân karşısında tayîn buyurdular ve yine o esnâda dediler ki, belki bazı kimseler itiraz ederler ve âlimlerden olmayan birini âlimler arasında defn eylemek münâsib değildir derler. Halbukî Mevlânâ Kasım kırk Alî Arrân gibilere bedeldir. Sonra ağlayıp buyurdular ki: Mevlânâ Kasım’ı bu âlemde kimse anlamadı. Onun kemâli ve kadri âhırette zuhûr etse gerektir.

Mîr Abdülevvel hazretleri kendi Mesmuât’ında yazıyor: Mevlânâ Kasım hazretleri 891 (m.1486) senesi Zilhicce’sinin altısı Pazartesi günü ikindi vaktinin sonuna doğru vefât eylediler. Akşam namazından sonra Hâce hazretlerinin huzuruna vardım. Hâce hazretleri incelik ve nezâket gösterdiler. Mevlânâ Kasım’ın güzel ahlâkını ve beğenilen amellerini anlatmağa başlayıp buyurdular: Fenâda ve bâtını Allahu teâlâdan gayrîden uzak tutmada misli yok idi. Bizim şimdengeru [bundan sonra] kimimiz kaldı. Böyle dediler ve bir ân sukût edip sonra buyurdular ki: Zikre iştigal teveccühden evlâ görünüyor.

İmam-ı Gazalî (rahimehullahi teâlâ) buyurmuşlardır: Sülûk, ya‘nî seyr-i ilâllah i‘râz ve ikbâlsiz müyesser değildir. Lâ ilâhe ilallah kelimesinin ma‘nâsı da budur. Mîr Abdülevvel hazretleri bu sözün hâşiyesinde yazıyorlar ki, ya‘nî Mevlânâ Kasım’ın muttasıf olduğu fenâ ve bâtın tecrîdi tahsilinden ötürü teveccüh etmekten ise, zikre iştigal evlâdır.

MÎR ABDÜLEVVEL (kuddise sırruh): Hâce hazretlerinin eshabının büyüklerinden idiler. Aynı zamanda damadları idiler. İlk zamanlarında Nişapur’dan Mâveraünnehr’e Hâce hazretlerinin hizmetine geldiler. Râbıta tarîkını ihtiyâr edip, yedi sene bu şerefli nisbete devam ettiler. Gerekli şartlarına riâyete son derece dikkat ve gayret ve ihtimâm eylediler. O zamanlar ekseriya Hâce hazretleri ile muâmeleleri öyle idi ki, Hâce hazretlerinin mubârek gözleri Mîr’e takıldığında, hemen onu meclisten kovar, ağır ve sert sözlerle dışarı çıkarırdı. Ama yedi seneden sonra onları oğulluğa kabûl ettiler. Kerîmelerini ona nikâh edip, kendilerine damad edindiler. Hazreti Mîr’in, Hâce hazretlerinin kerîmelerinden üç oğlu ve iki kızı dünyaya geldi. Birinci oğulları Emîr Kelân, ikincisi Emîr Meyâne, üçüncüsü Emîr Hord [Küçük Emîr] isimlerinde idiler.

Mîr Abdülevvel hazretleri buyurdular ki: İlk zamanlarda Hâce hazretleri mezralara ve köylere gittiği vakitlerde, ben de yaya olarak arkalarından giderdim. Öyle ki, gidilecek yere ancak geceleyin varırdım. Beni gördüklerinde buyururlardı ki: Ne kadar himmeti düşük ve hamiyyetsiz seyyid çocuğusun ki, benim yanıma, yalnız yemek için gelirsin. Sonra ata binip başka bir yere giderlerdi. Ben de ağlaya ağlaya ardlarına düşer giderdim. Bu sıkıntıyı yedi sene kadar çektim. Bazan insanlık icâbı bir sebeble gidemediğimiz de olurdu. Yine öyle bir şekilde muâmele ederlerdi ki, taleb ve teveccühümüz öncekinden ziyâde olurdu.

Buyurdulardı ki, bir kere hücremde [odamda] tam bir istirahat üzere uzanıp yattım ve bir mıkrame ile yüzümü örttüm. Kendime hitab edip dedim ki: Ey Abdülevvel! Vilâyet ve devlet seâdetinden mahrûm olanların haddi hesabı yoktur. Sen de kendini onlardan tut. Mihnet ve elem, ancak senin çektiğin kadar olur. Bundan fazla elimden gelmez. Bu düşünce ile yatarken, henüz bir saat geçmemişti ki, bir ayak sesi işittim, ama alâkalanmadım. Uykuya vardım. Birden Hâce hazretlerinin sesini işittim. Buyurdular: Hâce Abdülevvel, huzûr içinde yat uyu ki, bütün işlerini bitirmişssin! Alel-acele telâşla fırladım, yerimden kalktım. Hâce hazretlerini gördüm; benim yanımdan dışarı çıktılar ve ben yine eskisi gibi yanmaya, erimeğe, rahatsızlığa ve sıkıntıya düştüm.

Buyurdular: Bir gün Hâce hazretleri sitem ederken şu beyti okudular:

Sahra geniştir oğul bir köşe sana, bir köşe bana,

Hakkın tarlası geniştir, rızık var onda bana ve sana.

Yine Mîr hazretleri Mesmuât’ında yazıyor: Bu fakîr râbıta tarîkıne meşgul idim. Devamlı meşgul olduğumdan çok etkilenmiştim. Râbıta usûlunün gereklerinden son derec üzüntülü olup hâlim karışık idi. Hâce hazretleri bunu kalb gözüyle keşf edip buyurdular:

Beyt:

Benim gibi bir sarhoşa açarsın evin yolunu, Bilmez misin ki sarhoş, kırar her gördüğünü.

Reşahât sâhibi der ki: Bir gün Mîr Abdülevvel hazretleri buyurdular ki, Hâce hazretlerinin, söz ve kelime araya girmeden iltifât nazarları ile bu fakîre bir nisbet hâsıl olmuştu. Aynı şekilde dil ve söz vâsıtası olmadan devamlı o hazretten takviye ve teyid [nisbeti kuvvetlendirme] müşâhede ederdim. O keyfiyyet sebebiyle sinede inşirah ve kalbde itminan hâsıl olmuştu. Ve bu ma‘nâ gün be gün terakkide ve artmakta idi. Bir zaman bu hâl üzere geçti. Bir gün birden, bir sebeb yokken, o takviye ve te’yîdi bıraktılar. Kahr ve itab [şiddet ve sitem] etmeğe başladılar. Hışım ve sert muâmeleleri bir mertebeye vardı ki, az kalsın nefsim [ruhum] irâdet dâirelerinden çıkacak idi. Yakînen biliyordum ki, bana onların meclis-i şerîflerinden hâsıl olan o keyfiyyeti onlar biliyorlardı ve o keyfiyettin takviye ve teyidinde bir müddet gayret gösterip inâyet ve iltifat eylerlerdi. Eğer o lâzım olan bir sıfat ise, ya şimdi ne için, eski uslûb ve usûlleri üzere hareket etmiyorlar, yok eğer o sıfatın râbıta tarîkınde dahli yok ise, ya niçin men‘ ve zecr etmeyip, aksine takviye ve teyid ederlerdi. Bu düşünce tekrâr tekrâr hâtırıma gelince ve o hazret de şiddet ve cefayı artırınca, içimden dedim ki, yarın kıyâmet gününde, bütün resûl ve nebîlerin yanında ve seçilmiş evliyâların huzurunda Hâce hazretlerine deyeyim ki, bu zavallı kul, bütün işlerimi size ısmarlamış ve irâde ve ihtiyârımın dizginlerini size teslîm etmiş idim. Siz de bir müddet inâyet ve iltifatlar etmiş idiniz. Eğer yaptığınız mühim ve faydalı idiyse, niçin mûcibiyle amel etmediniz, yok, mühim değilse, niçin men‘ etmediniz. Belki takviye ve teyid eylediniz. Bu düşünceler fakîrin neş’esini kaçırdı ve sıkıntı ve zihin karışıklığına sebeb oldu. Bunun için gayr-i ihtiyâri Hâce hazretlerinin odalarına vardım ve dayanamadığımdan içimde olanları onlara arz etmek istedim. Fakat içeride yanlarında bir şahıs var idi. Ben girince, hemen o kimseyi bir hizmet behânesiyle dışarı gönderdiler ve bana müteveccih olup dediler ki: Resûller, nebîler ve seçkin velîler huzûrunda ve topluluğunda benimle niye muhaseme [hesablaşmak] istersin. Sen bana minnet [şükür] eyle ki, o toplulukta ben seninle hesablaşmak istemeyeyim! Sonra buyurdular: Seni üzecek, zihnini karıştıracak şeyi ben sana ne zaman söylemişim. Sen kendin istemişsin. Çâresini yine sen bilirsin. Ondan sonra gadab ve kahrı bırakıp inâyet ve iltifât ederek buyurdular: Tâlib, işinde sabırlı olmak lâzımdır. Mürid, bütün hâllerinin pîrince bilinip görüldüğüne itikad etmek gerektir. Pîre lâzım değildir ki, bütün bildiklerini müride izhâr eyleye! Dil ile söylemeden, mürid, cevâbını pîrden almak gerektir. Ve yine buyurdular ki: Kendisi doğuda ve müridi batıda bulunduğu hâlde, müridinin bütün hâllerinden haberdar olmayan hiç şeyh olabilir mi?

Reşahât sâhibi der ki: Babam mebâdi-i hâlde Nişapur’da Mîr Abdülevvel hazretleri ile nice yıllar aynı odada kalmışlar ve aynı dersleri görmüşlerdir. Babam ilim tahsîli için Sebzevâr’dan Nişapur’a geldiklerinde, Mîr Abdülevvel, Hâce hazretlerinin yüksek dedeleri Emîr İzzeddin Tâhir Nişâpûrî (kuddise sırruh) hazretlerinin kemâl-i zühd ve takvâ ile pîraste [süslü] ve zâhirî ve bâtınî ilimlerle ârâste [ziynetli] bir ilim ehli idiler; ondan ilim aldılar. Tefsîr ve hadîslerden okunması gereken kitabları tamamen onlardan okudular. Bu fakîr Semerkand’da varıp Hâce hazretlerinin huzûrları ile şereflendiğim zaman, Mîr Abdülevvel hazretleri, babamla aralarındaki eski hukuka riâyeten ve aralarında geçmiş olan beraberliğin verdiği yakınlığın hakkkını korumak için, bu fakîre çok alâkalanır, enva‘ı lütuf ve ihsân ederlerdi ve Hâce hazretlerinin sohbetlerinin edebleri şartlarının iksirinden haberdâr ederlerdi.

Ve zaman zaman ilk hâllerinden anlatırlar ve buyururlardı ki: Semerkand’a gelip Hâce hazretlerinin mülâzemetine kavuştuğum zaman ilk görüşümde Hâce hazretlerine tutuldum. Ve hemen râbıta vazîfesi ile meşgul oldum. Hâce hazretleri yedi sene, aralıksız bana zecr ve itabla [şiddetle] muâmele eylediler. Çoğu zaman bana kahir eserleri ile zâhir olurlardı ve beni o kadar yaktılar, yandırdılar ki, toprakla beraber ettiler. Şimdi kendime bakarım. Çürümüş, kırılmış bir dişten farkım yok. Hiçbir işe yaramaz görürüm. İşte sana da lâzım olan, Hâce hazretlerinin iltifât ve inâyetlerine mağrur olmamaktır. Belki korkmalısın. Çünkü her lütfun altında bir kahir ve her iltifatın içinde bir mekir vardır. Zecr ve itabdan daha çok ümidli ol ki, her zecrin arkasında kerem ve lütfu görünmekte ve her itabın [sitemin] sonunda şefkat ve merhametleri saklıdır.

Reşahât sâhibi der kî: Mîr Abdülevvel hazretlerinin bu sözü şuna benzer ki, Hâce hazretleri bir gün buyurdular: Hak teâlânın evliyâsına bu âlemde kahrı zâhir ve kahrında lütfu saklıdır. Saklı lütuf odur ki, Hak teâlâ diler ki, o zâhir kahir ile kullarının hakîkatini beşeri bağlardan pâk ve tertemiz eyleye. Ve yine Hak sübhânehü ve teâlânın düşmanlarına lûtfu zâhirdir ve onda kahri gizlidir. Gizli kahir odur ki, Hak teâlâ diler ki, o zâhir lûtf ile onların batınlarının âlem-i ecsâma [ma‘neviyatları maddelerine] bağlılığı kuvvetli olsun da, sûret âlemine tutulsun ve böylece müşâhede âleminden ve rûhânî ve ma‘nevî lezzetten mahrum kalsın. Bitti.

Mîr Abdülevvel hazretleri 905 (m.1500) Zilhicce’sinin başlarında Hâce Muhammed Yahyâ ve kıymetli oğullarının şehîd edilmesinden tahmînen kırk gün önce vefât ettiler.

MEVLÂNÂ CA‘FER (rahimehullah): Hâce hazretlerinin en hâlis eshabındandır. Âlim, âmil, ârif ve kâmil idiler. Dâima istiğrak ve bîhodluk [şuurlu hâlde bulunmamak] hâli onlarda galib idi. Namaza durduğunda kıyamda uzun sûreler okurlardı. Rukû‘ ve secdelerde çok eğlenirlerdi. Muhabbetinin çokluğundan secdeden başını zorla kaldırırlardı. Cezbe hâlinin galebesi mubârek gözlerinden anlışılırdı. Hâce hazretleri, her ne kadar Mevlânâ Cafer’in bâtın nisbetini, zirâat ve ticâret gibi zâhirî bir meşguliyet ile birlikte yürütmesini istediyse de, istiğrakları galib olduğundan, mümkün olmadı.

Reşahât sâhibi der ki: Bu fakîr, Hâce Kefşîr mahallesinde Hâce hazretlerine geldiğim zaman, zaman zaman Muhavvata-i meleyânda [mollalar bahçesinde] Mevlânâ Cafer’le görüşürdük. Sukût ve gaybetleri galib idi. Gayet az konuşurlardı. Bir gün buyurdular: Evâil-i hâlde, içime resmî ilimlerden bir usanç geldi ve kalbim ehlullah yoluna doğru çekildi. O gece rüyada gördüm ki, Hâce hazretlerinin huzur-i şeriflerini geldim ve onlara: “Kul Hakka ne zaman kavuşur?” Diye suâl ettim. Buyurdular ki, kendinden fânî olduğu zaman kavuşur. Bu rüyâdan çok etkilendim. Sabahleyin medrese kapısından çıkıp Hâce hazretlerinin mülâzemetine hareket ettim. Bundan önce Hâce hazretlerinin uzaktan görmüştüm, ama huzûr-ı şerîflerinde bulunmamıştım. Bu defa sohbetlerine eriştiğimde buyurdular:         “Mevlânâ Cafer! Hiç bilir misin ki, kul Hak teâlâya ne

zaman kavuşur. Hakka kullukta kendinden fânî olduğu zaman kavuşur. Ondan sonra Mevlânâ Celâleddin Rûmî hazretlerinin şu beytini okudular:

Yok iken sen Allah idi var olan,

Yok olsan sen yine de odur kalan.

Mevlânâ Cafer’in ölüm hastalığında Hâce hazretleri Hâce Kefşîr mahallesinde değillerdi. Mezralardan birine gitmişlerdi. Mevlânâ Cafer’nin hastalığının şiddetlendiğini işitince, hemen acele ile yola revan olmuşlar. Hâce hazretleri ulaşıncaya kadar, Mevlânâ vefât eylediler. Gasl, techîz ve tekfinden sonra Hâce hazretleri eshab ve etba‘ı ile ve bütün şehir halkı avamıyla, havasıyla Muhavvata-i meleyânda namazını kıldılar. O gün hava çok sıcak idi. Hâce hazretleri cenâze ile beraber kabristana geldiler. Mezarcılar henüz kabri kazmamışlardı. Bir sâat kabrin yanında oturdular.

Reşahât sâhibi der ki: Bu fakîr feracemi açtım. Bir hizmetkâr da bir ucundan tuttu. Hâce hazretlerinin mubârek başları üstüne gölgelik yaptık.

Hâce hazretleri Mevlânâ’nın defin işi bitinceye kadar gölgede oturdular. Mezarcılar kazma işini bitirince, Hâce hazretleri, mubârek elleriyle Mevlânâ’nın kefeninin bağını üst tarafından tuttular ve kabrin içinde bulunan arkadaşların yardımıyla, tabuttan çıkarıp kabre indirdiler. Kabrin içindekiler, Mevlânâ’nın cesedini lahde koydular. Sonra Hâce hazretleri kabrin kenârından kalktılar ve hâfızlar Kur’ân-ı kerîm okumağa başladılar. Bu vak‘a 893 (m.1488) senesinde Mevlânâ Burhâneddin Hatlânî’nin vefatından sekiz gün sonra vâkı‘ oldu. Hâce hazretleri üç gün sonra onların ruhu için büyük bir ziyâfet verdiler. Yalnız kebab ve ekmek için seksen koyun kesmişlerdi.

MEVLÂNÂ BURHÂNEDDİN HATLÂNÎ (kuddise sırruh): Hâce hazretlerinin büyük eshabından olup, aynı zamanda derin âlim idiler. Küçük yaşta, okunması icâb eden bütün ilimleri tahsîl etmişlerdi. Semerkandlılar, iki kişiye anadan doğma âlim derlerdi: Biri Mevlânâzâde Mevlânâ Osman, diğeri de Mevlânâ Burhâneddin Hatlânî. Mevlânâ hazretleri kırk sene kadar Hâce hazretlerinin seâdetli ve mubârek sohbetleri ile şereflenmişlerdi. Seferde ve hazerde şerefli hizmetlerinden ayrılmazdı.

Mevlânâ Burhâneddin anlattılar: Bir kere Sultan Ahmed Mirzâ kış mevsimi başlarında, çok soğuk bir havada Türkistan seferine çıkmıştı. Hâce hazretlerinin kendisiyle beraber gelmesini ricâ etti. Hâce hazretleri de hiç duraklamadan gitmeğe yönelip, Mirzâ ile birlikte gittiler. Mevâliden bir bölük cemâati dahi alıp gittiler. Anlatan der ki, ben de onlardan biri idim. O seferde Hâce hazretleri ve tâbi‘leri çok sıkıntı çektiler. Zirâ hava gayet soğuk idi. Çok defa benim hâtırıma geldi ki, Hâce hazretleri bu seferi istemeselerdi, Mirzâ onları zorla götüremezlerdi. Şimdi bu kadar sıkıntı çekmelerinden ayrı olarak, hizmetkârları ve tabi‘leri de bu derece mihnet ve meşakkate düşmüş olmazlardı. Bu seferde Hâce hazretlerine hiçbir fâide ve menfaat yoktur. Her ne kadar bu düşünceyi içimden atmak istedimse de, atamadım. İçimde dâima Mirzâ ile mücâdelede idim. Faydasız ve sebepsiz yere Hâce hazretlerini mihnete sokup, beraberlerinde bir bölük kimseyi de sıkıntıya ve nice zorluklara sokmağa sebep olmuştu. Bu sıkıntılar içinde Şâhruhiyye’ye varıldı. Oraya indiğimizden iki üç gün sonra, birden şehirde bir karışıklık ve kavga çıktı ki, dört bin Moğol kâfiriyle bin Özbek kâfiri Şâhruhiyye’ye

yağma etmek kasdiyle gelip, o civârdaki kasabaları talan eylediler. Kasabaların altını üstüne getirdiler. O vilâyet ve beldelerin havas ve avamı cümleden Hâce hazretlerine gelip ağlayıp sızlamağa başladılar ve dediler ki, Sultan Ahmed Mirzâ bu kadar kâfire mukavemet edecek asker getirmemiştir. Bu belânın defi sizin hayır duanız ve hüsn-i iltifatınızdan başkasıyla mümkün değildir. Sultan Ahmed Mirzâ da büyük bir sıkıntı ile Hâce hazretlerinin yanına gelip, o da bu hususta meded ve himmet istediler. Hâce hazretleri mevâliden bir nice kimse dışarı çıkıp o bagî [asî] asker içine gittiler ve o askerin hânı ve kumandanlarıyla hararetli bir sohbet edip, hepsini teshîr eylediler [etkiledir ve ma‘nen emri altına aldılar]. O hazretin sohbetlerinden o kadar etkilendiler ki, hepsi boyunlarından putlarını çıkarıp yabana attılar ve Hâce hazretlerinin huzurunda îman getirdiler ve bütün askerleri de islâma delâlet ettiler. O askerin büyüğü ve küçüğü, erkeği, kadını hep birden Müslüman olmakla şereflendiler.

Anlatan der ki: Erkek, kadın, kız ve oğlandan iki bin kadar esir, deve, at ve sair hayvanlardan, o civardan yağma ettikleri on bin civârında hayvanı Hâce hazretlerine bağışladılar. Hâce hazretleri esîrleri, kendi memleketlerine gönderdiler. O askere de, kendi hizmetkârlarından bir hâfız ve bir fâkıh verdiler. Hâfız onlara Kur’ân-ı azîmüşşanı öğretecek, fâkih de islâmın şartlarını ve din bilgilerini öğretecekti. Sonra Hâce hazretleri yine Şahruhiyye’ye döndüler ve Mirzâ’dan izin isteyip Semerkand’a hareket ettiler. Anlatan der ki: Hâce hazretleri Şâhruhiyye’den Semerkand’a doğru bir menzîl yol aldıktan sonra yolda bu fakîre hitab edip buyurdular ki: Mevlânâ Burhân! Biz bu sıkıntılı seferi bunun gibi bir iş için ihtiyâr etmişiz.

Reşahât sâhibi der ki: Mevlânâ Burhâneddin’in ölümü hastalığında bir gün Hâce hazretleri Hâce Kefşîr mahallesinde Muhavvata-i meleyânda Mevlânâ’yı görmeğe geldiler. Fakîr ve iki hizmetkâr Hâce hazretleri ile beraber geldik. Hâce hazretleri Mevlânâ’nın başı ucuna gelip oturdukları gibi, buyurdular ki, Pehlivân Mahmûd demiştir.

Beyt:

Yâ ilâhî eyleme bir dem beni senden cüdâ, Bundan özge her ne olsa, canımla verdim rızâ.

Sonra buyurdular ki: “Îmanınızı Lâ ilâhe illallah diyerek yenileyiniz” emri üzere, bu kelimeyi ne zaman tekrâr ederlerse, îman yenilenmiş olur. Zirâ bu hadîs-i şerîfin ma‘nâsı şöyle olabilir: Gayret edin ki, bu kelimeyi tekrâr ettikçe, Hak teâlâya meyliniz ve incizâbınız [çekilmeniz] yenilensin. Bu takdirce, bu kelimeyi söyleyen zikirde bu ma‘nâya riayet ederse, imânınızı yenileyin emrinin içeriği ile amel etmiş olur. Ve yine buyurdular ki: Hâce Muhammed Alî Hakîm Tirmizî (kuddise sırruh) buyurdular: İmânınızı yenileyiniz ifâdesinden anlaşılıyor ki, îman eskiyebilir. Îmanın eskimesi demek, müminde, mümenün bihe, ya‘nî îman ettiklerine incizâb [çekilme], muhabbet ve şevk kalmaması demektir. O hâlde sâdık olan tâlibe lâzımdır ki, her hâlinde, şevk ve incizâba götüren bu kelime ile muhabbet ve çekilme yolunu tutsun.

Mevlânâ hazretleri bu sohbetten üç gün sonra vefât etmişlerdir. Hâce hazretleri bütün eshab ve ileri gelen etba‘ı ile cenâzesinde hâzır oldular. Havas, avam ve Semerkand halkı ile namaz kılıp Muhavvata-i meleyânda defn eylediler. Ondan sekiz gün sonra da, biraz önce bildirdiği gibi, Mevlânâ Ca‘fer âhırete intikal eylediler. Mevlânâ Burhâneddin ile Mevlânâ Cafer’in tedâvisinde, çeşitli yanlış uygulamalar yapan Horasanlı bir tabib, Mevlânâ Cafer’in ta‘ziyesi günlerinde Hâce hazretlerinin meclis-i şeriflerine geldi. Hâce hazretleri onunla sert konuşup, dokunaklı sözler söylediler. Buyurdular ki: “Benim iki adamımı öldürdün. Yeryüzünde onların bir üçüncüsü bulunmaz. Eğer yedi kat yer ile, yedi kat gökleri kızıl altın ile doldursalar, onların bedeli olmazdı. İşte sen benim böyle iki kıymetli yakınımı öldürmüşsün!”

MEVLÂNÂ LÜTFULLAH HATLANÎ (kuddise sırruh): Mevlânâ Burhâneddin’in kızkardeşinin oğludur. Hâce hazretlerinin büyük eshâbından ve makbûllerinden idiler. Şerîat ve tarîkatin ince ilimlerine vâkıf ve dâima bast ve inşirah sıfatı ile sıfatlanmış idiler. Çoğu zaman mütebessim ve güler yüzlü idi. Dâima Hâce hazretlerini şakalı sözlerle güldürürlerdi. O hazret de, arasıra Mevlânâ ile latîfe ve şaka ederlerdi. Bir gün Hâce hazretleri Mevlânâ’dan, latîfe yollu sordular ki: Evlenmek istediğinde nasıl bir kadın almak istersin? Mevlânâ, tâze, şirin bir kadın isterim, dedi. Hâce hazretleri: “Yanıldın, birkaç gün sonra şirinliği gider, ancak tazeliği kalır” buyurdular.

Bundan sonra buyurdular ki: Hak yolu tâliblerine evlenmek yaramaz. Sonra bu beyti okudular:

Kedhüdâ [evin efendisi] olmağa gel, etme heves,

Ked’i bırak sana Hudâdır bes. (ked: ev)

Mevlânâ Lütfullah hazretleri anlattılar: Küçükken kendi memleketimde bir gece Resûl-i Ekrem (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Efendimizi rüyâda gördüm. Çok güzel idiler. Onun güzel sûreti kalbimde çizilmiş dururdu. Hazreti Hâce’nin şerefli sohbetlerine eriştiğimde, bir gün konuşma arasında bir takrîble buyurdular ki: İnsanlar zaman zaman sallallahü teâlâ ve sellem efendimizi ayrı ayrı şekilde rüyâlarında görürler. Bunu derken bana doğru baktılar. Dikkatle baktım. Gördüm ki, önceden Resûlullah’ı (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) gördüğüm o çok güzel suret ve şekilde, Hâce hazretlerini gördüm. Hâce hazretlerinin bana bu şekilde görünmeleri, onlara olan büyük sevgi ve tutkunluğuma sebeb oldu.

Yine Mevlânâ buyurdular: Bir kere Semerkand’dan dört fersah mesâfede bulunan Râyih isimli bir köyde Hâce hazretlerinin mülâzemetinde idim. Mevâliden [ilim ehlinden] bir çok kimseler de beraber idiler. Şeyh Kemâleddin Abdürrezzak Kâşî hazretlerinin Menâzil-üs Sâirîn şerhî mecliste hâzır idi. Hâce hazretleri bu kitabdan ortaya bir söz söyleyip âdet-i şerîfeleri üzere, izâhını orada bulunan mevâliden suâl ettiler. Bu fakîrin hatırına geleni arz eyledim. Buyurdular ki: “Bu tâifenin sözlerinin tadı bir başka türlüdür. Mollaca [ilimce] tevilleri bırakın!” Bende sustum. Ama içimden düşünüyordum ki, benim hâtırıma gelen iyi bir izah şekli idi. Acaba Hâce hazretleri niçin kabûl etmediler. Bu esnâda Hâce hazretlerinden bir kızgınlık hâli görüldü. Konuşmağa başladılar. Konuştukça hararetlendiler. Ben kendimde büyük bir ağırlık hissettim. Sandım ki, sırtıma yüz batman yük yüklediler ve ağırlığın şiddetinden iki büklüm olmuşum. Kuvvetim, hareketim kalmadı. Bu esnada gözüm Hâce hazretlerinin mubârek yüzlerine takıldı. Baktım, o nûrânî yüzleri büyümeğe başladı ve o esnada dudakları kımıldardı, fakat ne dediklerini işitmezdim ve anlamazdım. O kadar büyüdü ki, bütün evi kapladı. Boş bir yer kalmadı. Ve ben o kadar daraldım ki, nerede ise nefesim kesiliyordu. Bu hâl bir müddet devâm etti. Biraz sonra gördüm ki, ağır ağır mubârek yüzleri küçülmeğe başladı ve nihâyet eski hâline geldi. O anda banada bir hafiflik geldi. Ben de eski hâlime döndüm; o ağırlık benden kalktı ve mecliste bulunanların bu hâllerden hiç haberi olmadı.

Ve yine Mevlânâ hazretleri buyurdular: Hâce Kefşîr mahallesinde Hâce hazretlerinin mülâzemetinde idim. Hava çok sıcaktı. Hâce hazretlerini gördüm. Üzerlerinde bir gömlek vardı. Haremlerinden çıkıp hücre tarafına geldiler ve oturdular. Mubârek bedenleri gözüme gayet hakîr göründü. Hâtırımdan geçti ki, bu cüsse ile o hazretin bu dünyada maddî ve ma‘nevî bu derece tasarruf eserleri Hak teâlâ hazretlerinin mücerred kudret ve inâyetleridir. Bu kadar bir düşünce ile, bu fakîre inâyet ve iltifata başlayıp, ağızlarını açtılar. Konuşurlarken, Hace hazretlerinin mubârek yüzleri yine büyüdü. O kadar büyüdü ki, bütün hücre mubârek yüzleri ile doldu. Ben bir bucakta sıkıştım kaldım. O kadar daraldım ki, his ve hareketim kalmadı. Eskisi gibi, sadece bir ses duyardım, ama ne dediklerini anlamazdım. Bu hâl hayli uzadı. Ben kendimden geçtim. Aklım başıma geldiği zaman gördüm ki, Hâce hazretlerinin mubârek yüzleri yine eski hâlini almıştı.

Yine Mevlânâ hazretleri buyurdular: İlk zamanlarımda bir kere Hâce hazretleriyle Kemânker köyüne gitmiştim. Benim atım gayet tembel ve serkeş idi. Bunun için Hâce hazretlerinin önünce, sayısız kuruntu ve sıkıntı ile atımı sürerdim. Korkardım ki, Allah korusun, Hazretin beraberliğinden kalıp, yoldaşlığından mahrum olurum. Birden Hâce hazretleri ardımdan yetişip, kamçı ile bir kere atıma vurdular ve buyurdular ki: Sizin atınız yorga değil gibi. O anda atım öyle bir yorga oldu ki, Hâce hazretleri ne kadar hızlı sürdürdülerse de, benim atım onların atından bir adım geri kalmadı. Ben de sırtında rahat oldum. Ömrünün sonuna kadar hep o hâl üzere yorga olup, hiçbir zaman ondan bir serkeşlik, bir tembellik görülmedi.

MEVLÂNÂ ŞEYH (rahimehullah): Hâce hazretlerinin eshâbının büyüklerinden idi. Nice yıllar kedhüdalıklarını yapmış idi. Bazı azîzlerden dinledim. Mevlânâ hazretleri gece evine gelince, ev halkı ile biraz oturur, yemeklerini yerler, ev halkı yatmağa başladıklarında, Mevlânâ geceliğini [pijamasını] giyip sabaha kadar kıbleye müteveccih olarak otururdu. Hâce hazretlerinden elde ettikleri nisbete kemâl-i ihtimam ile devâm ederdi.

Reşahât sâhibi der ki: Mevlânâ Şeyh hazretlerinin sözlerinden öyle anlaşılırdı ki, habs-i nefes ile nefy-ü isbata memur idiler. Bu sözümüzü teyid eden sebeblerdendir şu ki, bir gün ikimiz yalnız başımıza otururken buyurdular ki: Bir nefeste elli bir kere zikr edilmiştir. Her birinde bir başka nefy ve maksudu mulâhaza ederek oldu. Baz keşt, vukuf-ı kalbî ve vukuf-ı adediye riâyet edildi ve arada hiç nefes alınmadı ve kalbe de hafakan [sıkıştırma, zorlama] da gelmedi. Yüzde bir sıkışma daralma ifâdesi bulunmadı.

Yine Reşahât sâhibi der ki: Bir gün Hâce Kefşîr mahallesinde, Muhavata-i meleyânda talabeden birinin hücresinde husûsî eshabdan bir takım ahbablarla Mevlânâ Şeyh hazretleri oturuyorlardı. Hâce hazretlerinin garîb kerâmetlerinden ve acîb tasarruflarından söz ediyorlardı. Her biri bir nakl eyledi. Mevlânâ hazretleri konuşmadan oturuyorlardı. İçimden keşke, bir hâdise de Şeyh hazretleri anlatsaydı, diye geçti. Bir dakîka geçmeden buyurdular ki, siz Hâce hazretlerinin âfâkî [insanın dışında olan] kerâmet ve tasarruflarından bahsettiniz. Onların enfüs tasarruflarından hiç konuşmadınız. Yârân [ahibbâ] dediler ki, kerem edin de o hususta siz buyurun. Buyurdular: Hâce hazretlerinin hizmet-i şeriflerine eriştiğim ilk günlerde, elhamdülillah, zikr ta‘lîmi devletine kavuştum. Çok zahmet ve sıkıntılara katlandım. Çetin riyâzetler çektim. Nihâyet gayret ve meşguliyet eserleri yavaş yavaş zâhir olmağa başladı ve Hâce hazretlerinin şerefli iltifatları ile o keyfiyyet gün be gün kuvvet buldu. Bir zaman sonra bir mikdar cem‘iyyet-i hâtır el verdi ve bende bir parça âgâhî hâsıl oldu. Bu sırada Hâce hazretleri bana ziraatla alakalı bazı vazifeler ve ayrıca daha birkaç mühim işleri görmemi emr eylediler. Dünyevî işlerle meşgul olmak sebebiyle, bâtın işlerinde bir fütür [gevşeklik] vâkı‘ oldu. Hâsıl olan nisbet ağır ağır azalmağa yüz tuttu. Bu bakımdan çok büyük üzüntü ve sıkıntıya düçâr oldum. Gideyim, gönül derdimi, ma‘nevî zararımı Hâce hazretlerine arz edeyim dedim. Fırsat kollamağa başladım. Yalnız bir zamanlarını yakaladım ve husûsî odalarına girdim. Perişan hâlimden bir zerre beyân etmek istedim. Buyurdular ki: Mevlânâ Şeyh! Hâcegân (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) tarikatında Halvet der encümen [halk içinde Hakla olmak] bir küllî asıl ve kaidedir. Bu taife-i aliyyenin işlerinin binâsı onun üzerinedir ve bu kaide: “Adamlar vardır, ticâretleri ve alışverişleri onları Allah’ın zikrinden alıkoymaz” âyet-i kerîmesinin ma‘nâsından alınmıştır. Bu azizlerin şerefli nisbetleri çok mahbûbdur. Muhabbet gayreti iktiza eder ki, mahbûb [sevgili] gizli olmalıdır. Gayretli muhib [seven] sevdiğinin ortada olmasından hoşlanmaz. Bu şerefli nisbeti perdesiz tutmak bu taifenin geleneğine uygun değildir. Elbette bu nisbeti zâhirî bir meşguliyet ile bir arada tutmak lâzımdır. Ben içimden yalvardım ki, bu iki işi birlikte yapamıyorum. Burayı düşünürken bu esnada buyurdular. Gayretle bir hamle daha edin. Olur ki, Hak teâlâ bir kuvvet inâyet edip muradın hâsıl olur. Bu konuşma esnasında bir iltifat [teveccüh] eylediler ki, uğraşarak, zar zor el veren hâlet, uğraşmadan bana müyesser oldu. Ve bâtınımda galebe eyleyip sâbit ve mütemekkin oldu [yerleşti]. Kalbim o hâlle mutmain olup hatırım tereddüdden kurtuldu. Sonra herhalde, uykuda ve uyanıklıkta o keyfiyyet benimle oldu. Velhamdü lillahi alâ zâlik.

MEVLÂNÂ SULTAN AHMED (rahimehullah): Hâce hazretlerinin ileri gelen, sayılı eshabından olup, derin âlimlerden idi. Zâhir ilimlerinde âlim, bu tâifenin ilminde de kâmil olup, râsıh ilimli âlimlerden idi. Hâce hazretlerinin izniyle Hicâz seferine azîmet edip, Harameyn-i şerîfeyni ziyâretten sonra, yine Hâce hazretlerinin hizmet-i şerîflerine geldiler.

Şöyle anlattı: Evâil-i hâlde bir gün Mâtürid köyünde Hâce hazretlerinin mülâzemetine vardım. Yolda ne kadar çalışıp, teveccüh yolu ile murakabe yollarını birleştirip, Hâce hazretlerinin seâdet sunan nazarlarına ve huzurlarına cem‘iyyet-i hâtır ile bulunayım dedimse de, bu maksada kavuşamadım. Akıbet nefy ü isbat tarîkıne meşgul oldum. Lâzım gelen şartlarıyla bir nice kere kelime-i tevhidi tekrâr ettim. Azıcık huzur hâsıl oldu. Nisbeti muhâfaza edip Hâce hazretlerinin meclis-i şeriflerine geldim. Birazcık oturduktan sonra buyurdular: Arada bir nefy ü isbatla meşgul olur musunuz? Evet, arada bir olurum, dedim. Buyurdular ki: Oturduğum zaman bir nisbet zâhir oldu. O nisbet nefy ü isbatla meşgul olmanızın neticesidir. Hâce hazretlerinin bu sözlerinden anladım ki, her ne kadar Allahu teâlâ ile huzûr bir ise de, zikre terettüb eden huzûrun başka bir rengi ve husûsî bir nisbeti vardır. Teveccüh, murâkabe ve râbıtaya müterettib olan huzurların da her biri bir türlüdür, başka başkadır. Bu çeşit çeşit huzurların aralarındaki farkı bulmak ve bilmek ise, husûsî bir firaset işidir. Onun sâhibi ledünnî ilim ile teyid edilmiş evliyânın ehass-ı havasıdır [seçilmişlerin şeçilmişleridir]. Her şeyden en doğrusunu Allahu teâlâ bilir.

MEVLÂNÂ EBÛ SAÎD EVBEHÎ (rahmetullahi aleyh): Hâce hazretlerinin makbûl eshabındandır. Otuz sene yüksek seâdet kapılarına mülâzemet etmiştir. Kendisi anlattı: Benim Hâce hazretleriyle irtibatımın ve onlara kavuşmamın sebebini şöyle arz edeyim: Evâil-i hâlde Semerkand’a vardım. Mirzâ Uluğ Bey Medresesi’nde bir müddet ilim tahsîli ile meşgul oldum. Dâimâ ilmi düşünüyordum. Bir gün belli bir sebebini bildiremiyeceğim bir gevşeklik hâsıl oldu. Gönlüme dervişlik arzusu düştü ve fukara ve gönül ehli hizmetine, sohbetlerine meylim oldu. Bu niyyet ile medrese hücresinden dışarı çıktım. İlim talebesi bir tanıdığa rastladım. Ona, nerede idin ve nasılsın, hâlin nicedir, dedim. Cevabında Nûr Dağı’nda Şeyh İlyâs Işkî hazretlerinin huzurunda idim. Şimdi de onların mülâzemetinden geliyorum, dedi. O şeyhden o kadar bahs etti ki, gayr-i ihtiyâri onun sohbetine çekildim ve o derece kalbim onu sevdi ki, dönüp hücreye gidemeden, hemen oradan Nûr Dağı’na hareket ettim. Giderken yolum Hâce hazretlerinin medresesinin kapısına uğradı. O hazretin bir yerden gelip, medrese kapısında attan indiklerini gördüm. Kendi kendime dedim ki, ben şimdiye kadar Hâce hazretlerini görmedim. Önce Hâce hazretlerinin sohbetinde bulunayım, sonra Nûr Dağı’na giderim. Bu düşünceyle Hâce hazretlerinin peşi sıra medreseye girdim. Bir bölük eshabla medresenin sofasında oturdular. Ben de gelip karşılarında oturdum. Biraz sukûtten sonra başlarını kaldırdılar ve beni muhatab alıp şu beyti okudular:

Dağa gitme eşiğim eyle melâz [sığınak],

Ki bugün yoktur cebelde Muâz [Muaz bin Cebel’e işarettir].

Bu beyti işitince, hâlim değişti. İçimden dedim ki, eğer Hâce hazretleri bu beyti benim için okudularsa, bir daha okusunlar. Tekrâr bana dönüp buyurdular ki: Mevlânâ Ebû Saîd, bu beyt Şeyh Kemâl Hacendî’nindir:

Dağa gitme, eşiğim eyle melâz,

Ki bugün yoktur, cebelde Muâz.

Bunu söylediler ve kalkıp medreseden çıktılar. Atlarına binip gittiler. Ama kalbimi kendilerine öyle çektiler, bağladılar ki, hayran ve şaşkın kaldım. İçimden geçirdim ki, Hâce hazretleri, şimdiye kadar benim ismimi duymamışken, ismimi nereden bildiler ve bu ne biçim bir beyit idi ki, bize okudular. Dehşete kapıldım. Hayretler içinde medreseden dışarı çıktım. Mirzâ Uluğ Bey Medresesi talebesine haber gönderdim ki, hücremde bulunan kitab, ilâc ve sâir eşyam talebenin olsun. Alıp kullansınlar. Ben de varıp Hâce hazretlerinin izzet yuvası olan kapıları hizmetinde bulundum.

Bir sene Hâce hazretleri zâhiren hiçbir şekilde bana iltifât eylemediler. Ama benim onlara kalbimin çekilmesi gün be gün artmakta idi. O zaman zarfında sadece bir kaftanım vardı. Gömleğim ve iç çamaşırım yoktu. Bir yıldan sonra zaman zaman iltifat etmeğe başladılar.

Yine Mevlânâ hazretleri anlattılar: Bir gün Hâce hazretlerinden bana ağır bir yük geldi. Arada bir bana o hazretten gelmekte olan nazar ve teveccüh kesildi. Kabz sıfatı ve hâli beni öyle kapladı ki, nerede ise helâk olacaktım. Bu kabz hâli yirmi gün benden gitmedi. Sonunda dayanamadım. Bazı ululardan işitmiştim ki, teheccüd namazından sonra Yâsin sûresini okuyup ardından yapılan her dua kabûl olunur. O dermansızlıkta bir gece teheccüd namazından sonra dua eyledim ve dedim ki: “Yâ Rabbi, eğer benim hılkatimde Hâce hazretlerinin kalb-i şerîflerine kerîh gelecek [onlara eziyet verecek] bir sıfat varsa, onu benden gider. Eğer benim istidadım, o hazrete keder olmaktan başka bir kabiliyette değilse, benim vücûdumu ortadan kaldır, yahud beni bu kapıdan uzaklaştır.” Bu münâcâtımda bunun gibi çok sözler söyledim. Çok ağladım sızladım. Sabahleyin Hâce hazretlerinin huzuruna geldiğimde, ilk sözleri şu oldu: Biz bir iş yapıyoruz sandık. Anladım ki, bir şey sizin hoşunuza gitmiyorsa, kendinizin ölümünü, veyâ buradan uzaklığınızı istiyorsunuz. Sizin dediğiniz olsun, karışmayalım. Hâce hazretlerinin bu sözlerinden anladım ki, fakîre yükledikleri yük ve kabız, bu fakîri terbiye içindi. Sonra yine aynı mecliste Hâce hazretlerinin şerefli iltifât ve teveccühleriyle gönlümde tamam mertebe inbisât ve inşirah [genişleme ve açılma] oldu.

Mevlânâ hazretlerinin güzel hâl ve sözlerinden şu üç reşhayı zikredeyim:

REŞHA-378: Buyurdular: Bu işin ve yükün hâsılı, ya‘nî sülükten murad, bulmanın zevki ve bulmanın elemidir. Ya‘nî bulup eriştiği mertebeden zevk hâsıl edip, kavuşamadığı mertebelerden elem çekmektedir. O hâlde tâlibe lâzım olan, vâridât ve mevâcidden hâsıl ettikleri ile zevklenmek ve nice zevk ve mevâcide kavuşamadığından bu zevkı eleme döndürmektedir. Çünkü sayısız vâridât ve ma‘rifet daha durmaktadır. Onlara yetişmeğe çalışıp elem çekmektir. Zirâ maksüd nihâyetsiz ve kavuştuğu kavuşamadığına göre, okyanusa göre küçücük bir damla gibidir. İşte kavuştuğuna kanâat edip o zevkle eğlenir, kalır ve bu âlemden o zevkle gidecek olursa, sonsuz olarak o zevkte habsedilmiş olur ve nihâyetsiz zevk ve mevâcidden mahrüm kalır. Eğer ebedî ömrü olur ve hepsini bu, bulmak ve bulmamak yolunda harcarsa, ilâhî zevklerin derecelerinin sonsuzluğuna göre yine hiç yol almayıp, asla mertebeler aşmamıştır sayılır. Nerde kaldı ki, azıcık bir zevkle kanâat edip en aşağı mertebede kalsın!

REŞHA-379: Bir gün İhlâs sûresi hakkında dediler ki: Hak sübhânehü ve teâlânın var etmesiyle sen vâsıta olmadan, var olan ilk mevcûd, sâdır-ı evvel idi. Mebde-i feyyâzdan sâdır-ı evvelin [ilk sâdır olanın] zuhûru, doğurmaya benzediğinden, Allahu teâlâ bu sûre-i şerîfede lemyelid [doğurmadı], âyet-i kerîmesi ile, o benzerliği olumsuz kıldı. Ve yine Hak sübhânehü ve teâlâ mevcûdatı icâd ve kâinattakileri izhardan sonra - ki, mezâhir-i ilâhî ve kevniyyede, zât, sıfatlar, isimler ve fiilleri hasebiyle- zuhûr eyledi, mezâhirden [görününlerden] bu şekilde zuhûr, doğmağa benzemekle, Allahu teâlâ bu sûre-i celîlede, ve lem yûled [doğurulmadı] ile o benzerliği de nefy eyledi [olumsuz kıldı]. Mevcûdâtı icâddan sonra insan oğlunu (Allah, Âdemi Rahmanın sûretinde yarattı) hadîs-i şerîfi gereğince, câmi‘ bir nusha ve bütün isimlerin mazharı [zuhur yeri, aynası] kıldı, kendinin zât, sıfât ve nihâyetsiz fiillerine ayna eyledi. İnsan bütün ilâhî isimlerinin câmi‘i [kendinde bulunduranı] olunca, o yegâne ve mukaddes zatla ki, kul hüvallahü ehad Allahüssamed [De ki, Allah birdir. O kimseye muhtac değildir] O’nun sıfatıdır, bir benzerlik söz konusu olacağından ve bu benzerlik bir denk ve eş olmaklığı akla getirebileceğinden, ve lem yekün lehü küfüvven ehad [Onun bir dengi yoktur] benzerliği ve denk olmaklığı nefy eyledi.

REŞHA-380: Şöyle anlattı: Bir gün babamla Hâce Şemseddin Muhammed Kûsevî hazretlerinin va‘z meclisine gitmiştim. O mecliste Hâce Şemseddin’den bir hârika gördüm ve bir tefsîr işittim ki, ikisi de garîb ve acîb idi. Evvelâ gördüğüm hârik-ul âdeyi arz edeyim: Hâce, ilâhî ma‘rifetlerde ve nihâyetsiz latîfelerde [güzel ilimlerde] derin ma‘nâlı sözler ve ince nükteler anlatırlardı. Meclistekilerden kimi bu sözleri anlayamadıklarından bir uykudur onları kapladı. Hâce hazretlerine gayret gelip buyurdular: “Siz uyuyorsunuz. Eğer ben bu sözleri mescidin çatısına deseydim, müteessir olur [etkilenir] harekete gelirdi” deyip, mescidin çatısına işaret ettikleri gibi, çatı gıcırdamağa ve sallanmağa başladı. Çatı ağaçlarla örtülmüştü. O ağaçlar sadece bir gıcırdama değil, acîb ve garîb sesler çıkarmağa başladılar. Mecliste olanlar korkudan birbirinin üstüne düştüler. Kapıya yakın olanlar dışarı kaçtılar. Minbere yakın olan bir kısmı ise, koşup minberin ayaklarına sarıldılar. Ben hepsinden küçük olduğum için, en önce sıçradım. Geldim, minberin ayağına sığındım. Hâce hazretleri minber üzerinde sukûnetle sukût ettiler. Sonra yine konuşmağa başladılar. Halk da bu ikaz niteliğindeki hârikayı gördükten sonra kendine geldi, dikkatle dinlenmeğe başlayıp Hâce’ye yüz döndüler.

Tefsir ettiği âyet-i kerîme şu idi: “Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de insanlara iyilik et” [Kasas-77]. Hak sübhânehü ve teâlânın kuluna ihsanı, iyiliği odur ki, ezelde Hak teâlâ zâhir idi, kul gizli idi. İşte kuluna iyilik edip onu zahir eyledi, kendisi gizli oldu. Bununla kuluna emr edip, öğretir ki, Hak teâlâ sana iyilik ettiği gibi, sen de iyilik yap. Ya‘nî sen de kendi varlığını nefy etmekle gizli ol ki, Hak teâlâ zâhir olsun!

MEVLÂNÂ MUHAMMED KADÎ (kuddise sırruh): Hâce hazretlerinin makbûlü olan en sayılı eshabındandır. O hazretin menâkıb, şemâil, hasais ve fedâilinde bir kitab telif edip, ismini Silsilet-ül Ârifin ve Tezkiret-üs-Sıddıkîn koymuştur. O kitabda yazarlar: 885 (m. 1480) senesinde Hâce hazretlerinin hizmetine vâsıl olup, on iki yıl şerefli hizmetlerinde bulundum. Bunun için Allahu teâlâya hamd ederim!

Reşahât sahibi der ki: Mevlânâ Muhammed Kadî hazretleri, sofiyyeye âid ma‘rifet ve latîfelerin idrakinde, yaradılış ve anlayış bakımlarından yüksek olduğundan, Hâce hazretleri sofiyye hakaik ve dekaikından bahsedecekleri zaman Mevlânâ’yı çok muhatab edinirlerdi.

Mevlânâ hazretleri buyurdular: Bir gün Hâce hazretleri benden sordular ki: “Bizden dinlediğin bu ince ma‘nâlı sözleri işitmekle, çocuklukta babandan, anandan ve hocandan edindiğin itikada hiç noksanlık gelmedi mi?” Gelmedi, dedim. “Demek ki, seninle böyle sözleri konuşmak kabil imiş” buyurdular.

Yine Reşahât sâhibi bildirir: Hâce hazretlerinden işitilmiştir ve Silsile-i Ârîfîn’de dahi yazmışlardır ki, Hâce hazretlerine ilk gelişlerini şöyle anlatırlar: Mevlânâ Ni‘metullah adında Kirmânlı bir ilim talebesi ile Herat’a gitmek için Semerkand’dan çıktık. Şadıman köyüne geldiğimizde, hava sıcak olduğundan durduk. İkindi zamanı olmuştu ki, Hâce hazretleri çıkageldiler. Huzurlarına vardım. Hangi vilâyettensin, dediler. Semerkand’lıyım, dedim. Sonra anlatmağa koyuldular. Hâtırımda olanların hepsini açıkladılar. Ayrıca bu fakîri rahatsız eden ve yolculuğa çıkmama sebeb olan mes’eleyi de izhâr ve îzah ettiler. Bu yüzden kalbimi Hâce hazretlerine çekiliyor buldum. Konuşma esnasında buyurdular ki: “Eğer maksadınız ilim tahsîli ise, burada da mümkündür. O zaman kesin olarak anladım ki, bu fakirin hâtırından geçen her şeyden haberleri vardır; haberleri olmayan bir tek şeyim ve düşüncem yoktur. Ve yine yakînen bildim ki, Hâce hazretlerinin insanların kalblerini bilmede, büyük kerâmet ve vukufları vardır. Onlar hakkında bu kadar müsbet kanaate vardığım hâlde, sefere gitmek arzusu içimden gitmedi; Herat’a gitmeği hâtırımdan çıkarıp atamadım. Karşî’ye gitmek istedim. Olmaz, Buhârâ tarafına hareket et, dediler. Sabahleyin, gitmek için izin almağa geldiğimde, birisi, Hâce hazretleri kitabı ile meşguldür, dedi. Durup bekledim. Biraz sonra gördüm ki, Hâce hazretleri oturdukları yerden kalktılar ve benim yanıma gelip buyurdular ki: Doğru söyle! Herat’a dervişlik için mi gidiyorsun, yoksa ilim tahsîli için mi? Fakîr dehşete kapıldım ve sukût ettim. Arkadaşım Ni‘metullah: Bunun dervişliği galibdir. İlim tahsîlini kendine perde [siper] edinmiştir, dedi. Tebessüm eyleyip buyurdular ki: “Eğer dediğin gibi ise, iyidir.” Sonra elime yapışıp bağın tenha bir kenârına yöneldiler. İnsanlardan yeteri kadar uzaklaşınca, bir münâsib tenhâ köşede durdular. O hazretin sadece eli elime dokunmakla kendimden gaib oldum. Bir zaman gaybet hâlinde kaldıktan sonra kendime gelir gelmez söze başladılar ve konuşma arasında buyurdular ki: Belki sen benim el yazımı okuyamazsın. Ceblerinden bir yazı çıkardılar ve kendileri okudular. Sonra katlayıp fakîre verdiler ve: “Benim mektûbumu iyi sakla!” Diye tenbîh ettiler. O mektûbun tercümesi budur:

MEKTÛB: “İbâdetin hakîkati, hudu‘ ve huşu‘ [Rabbine inkıyad, her emrine boyun eğme, peki deme], niyâz [ihtîyâc ve yalvarma] ve kırıklıktır [kulluk aczi ve dolayısı ile üzüntüsü]. Bu ma‘nâlar kalbde Hak sübhânehü ve teâlânın azametinin müşâhedesinden zâhir ve hüveydâ olur. Bütün seâdetlerin ele geçmesi muhabbete bağlıdır. Muhabbetin zuhûru ise Seyyid- ül evvelîn vel-âhırînin (aleyhi minesselâvâti etemmühâ ve minet-tehıyyatı eymenüha) bereketli mütâbeatlarına bağlıdır. Mütâbeat da, tâbi‘ olma yolunu bilmekle olur. O hâlde din ilimleri vârisleri olan ulemaya bu maksad itibariyle mülâzemet etmek [gitmek, devâm etmek] gerektir ve amma ilmi dünyalık kazanmak vesîlesi ve makam ve mevki elde etme sebebi yapanların yanından uzak olmalıdır. Raks ve sema yapan ve her verileni tereddütsüz alan dervişlerin sohbetinden sakınmalıdır. Ayrıca Ehl-i sünnet ve cem‘aat mezhebinde noksan akîdeye sebeb olan tevhîd ve ma‘rifetleri dinlemekten kaçınmalıdır. İlim tahsîlini de, Muhammed Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) mutâbeatına götüren yol ve sebeb olması bakımından yapmalıdır. Vesselâm.”

Sonra dönüp yine halk içine geldiler ve fakîre Herat seferine izin verip Fâtiha okudular. Kendileri bizden önce atlarına binip gittiler. Biz de işaretlerine uyarak Herat’a gitmek üzere Buhârâ yolunu tuttuk. Biraz yol almıştık ki, arkamızdan bir yaya gelip bir mektûb getirdi. Hâce hazretleri Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin yüksek oğulları Hâce Kelân’a gönderiyorlardı ve içinde buyuruyorlardı ki: Bu mektûbu getirene mukayyed olun. Başı boş gezmesine izin vermeyin. Olur olmaz kimselerle arkadaşlık etmesine müsâde etmeyin.

Nakleden der ki: Hâce hazretlerinin iş bu ikinci mektubu, bana o kadar tesir etti ki, ifâde edemem. Sanki yaralı sineme bir ok dokundu ve bütün kalbim o hazretle meşgul oldu. Bu gidişle Buhârâ’dan öteye gidecek hâlim yoktu. Hâce hazretlerini düşünmekten ve onlardan böyle isteksiz ve sebepsiz ayrılmaktan dermansız oldum. Her menzilde dönmeği icâbettiren nice hâller, hadiseler vuku‘a gelir oldu. Ama ne kadar şaşılsa yeridir ki, bütün bunlara rağmen hâlâ ileri gitmek niyyeti ağır basıyordu. Buhârâ’ya varıncaya kadar altı at değiştirmek lâzım geldi. Her menzilde [konakta] bir mâni‘ zuhur ederdi ve o ata binemez bir başka binekle giderdim.

Velhasıl çeşitli sıkıntı ve zorluklarla Buhârâ’ya geldim. Oradada büyük bir göz ağrısı arız oldu. Bunun için orada birkaç gün kalmam lâzım geldi. Sonra yine bir nice defa sefere niyyet ettimse de, her defasında bir ârıza ve bir mâni‘ çıktı ve sefere çıkamadım. Nihayet ateşli hastalığa yakalandım. Kendime dedim ki, bir daha sefere kalkarsan, muhtemelen helâk olursun. Ve böylece sefer telâş ve arzusunu tamamen hâtırımdan çıkardım. Hastalığım da düzeldi. Sonra Hâce hazretlerinin mülâzemetine azîmet eyledim. Taşkend’e geldiğimde hâtırımdan geçti ki, Şeyhzâde İlyâs’ın yanına gideyim. Onların irâdeti altında idim. Bir kere daha onları görüp bâtınen bir nev‘i izin almış olayım. Zirâ Hâce hazretlerinin sohbetlerinin cezbesi galip olup beni rahatsız eylemişti. Atımı bir heybe dolusu kitabla tanıdıklardan birine bıraktım ve ben şeyhin dervişlerinden birini bulup onunla birlikte şeyhin evine gitmek için çarşıya geldim. Çarşıya gelip bir kimse buldum. Bana, git atını ve eşyalarını getir gidelim, dedi. Fakîr atımı alıp gitmek için geldim. Birisi dedi ki, senin atın heybedeki kitablarınla beraber zâyi‘ oldu. Birkaç kişi onu aramakla meşgullerdir. Bir köşede oturup düşündüm. O esnâda hâtırıma geldi ki, Hâcegân (kaddesallahü teâlâ esrârehüm) çok gayretli kimselerdir. Sana bu derece iltifat edip müteveccih olmuş iken, sen başka yerleri, başka kimseleri ziyârete kalkışırsan, iyi ki sana daha çok ve daha büyük zararlar erişmedi, dedim ve gönülden oraya gitmekten vaz geçtim. Hemen kulağıma, bir ses geldi: “Atını bütün kitabların ve eşyaların ile birlikte buldular.” Başımı kaldırdım. Gördüm ki, atım hazır edilmiş. O tanıdık kişi dedi ki, bu da çok acaib bir hikâyedir ki, senin atını ben önümde bağlamış idim. Baktım, gördüm ki, yerinde yoktur. Şaşırdım kaldım. Taşkend çarşısında bir kimsenin bir şeyi yitirip de bulması imkânsız gibidir. Çünkü şehir büyük, kalabalık ve izdiham çok olur. Bundan daha çok şaşılacak şey de, yitirdiğin bir şeyi noksansız bulmandır. Bütün bunları gördükten sonra, fakîrde öyle bir hâlet-i rûhiyye oluştu ki, Şeyhzâde’nin evine gitmeyi tamamen hâtırımdan çıkarıp, hemen ata bindim ve Semerkand’a yollandım. Varıp Hâce hazretlerinin sohbetleri ile müşerref oldukta, tebessüm hâlinde, hoşgeldin, buyurdular. Bana bildirildi ki, benim bütün ahvâlimden haberleri vardı. Belki yolculukta ortaya çıkan bütün mâniler, onlardan olmuştu.

Ve yine Mevlânâ Muhammed buyurdular: Hâce hazretlerinin Ribat-ı Hâce’de bulunduğu zaman, bu fakîrin Hâce hazretlerine vardığımın ilk günleri idi. O sırada hâtırıma Hâce Zekeriyyâ Varak Sırrî’nin ziyâretine gitmek geldi. Mezarın künbedi [türbenin] kapısına geldiğimde, adımımı içeri atmadan önce bana bir hâl oldu, ayakta duramadım, yıkıldım. Karnımda bir ağrı hasıl oldu, beni iki büklüm etti. Nerede ise canım çıkacak hâle geldim. Hâtırıma Hâce hazretlerinin sohbetinden izinsiz çıkıp, türbeyi ziyârete gitmek iyi olmadı, diye geldi. Hemen istiğfar eyleyip, türbeye girmeden geri döndüm. Hâce hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine gelip oturduğum gibi, ilk nefeste buyurdular: İşitmedin mi ki, ulular demişler: “Yaşayan kedi, ölmüş aslandan yeğdir.” Bu hâli müşâhede edince de Hâce hazretlerine yakınım ziyâdeleşti.

Reşahât sâhibi (aleyhirrahme) der ki: Eshabın azîzlerinden dinledim. Dediler ki, Kemânkerân köyünde Hâce hazretlerinin ölüm hastalığında, evlâdı, ahfâdı ve eshâbının seçkinlerinden birçokları o hazretin yanında idiler. Orada buyurdular: Bizim cemâatimizden her biri, fakirlikten veya zenginlikten birini seçseler gerektir. Mevlânâ Muhammed’e müteveccih olup buyurdular ki: En önce sen, hangisini seçiyorsan, söyle. Mevlânâ Muhammed dediler ki, ben sizin ihtiyâr ettiğinizi [seçtiğinizi] isterim. Hâce hazretleri buyurdular ki: “Bizim seçtiğimiz fakr’dır.” Ondan sonra vekillerinden birine işâret eylediler ki, Mevlânâ Muhammed’e dört bin Şâhrûhî [altın lira] ver ki, fakri ihtiyâr etmiştir. Gitsin, o meblağı, kendi yanında olan fukaranın, kimseye yük olmadan geçinmesi için sermaye eylesin. Mevlânâ Muhammed hazretleri, Hâce hazretlerinin emrine uyarak o parayı alıp, onunla kendinin ve eshabının maişetini [geçimini] temîn ettiler.

MEVLÂNÂ HÂCE ALÎ TAŞKENDÎ (rahmetullahi aleyh): Hâce hazretlerinin en eski eshabından ve büyük halîfelerinden idiler. Daha ilk zamanlarında Taşkend’de kabûl şerefine kavuşmuşlardır.

Reşahât sâhibi der ki: Bazı azîzler Hâce Alî’den naklettiler: Yıllar önce Hâce hazretleri Horasan’dan vatan-i aslîlerine [Taşkend’e] gelip ziraatla meşgul oldular. O zaman ben yirmi yaşında bir genç idim. Hâce hazretlerine mülâzemet eylerdim ve o hazretin bana tamam mertebe iltifatları var idi. O sırada akranımdan bir takım kimseler ilim tahsili için Semerkand’a gitmek üzere idiler. Bana, Taşkend’de vakitlerini boşa harcarsın, câhil ve âmî [avam, bilgisiz] kalırsın diye çok vesvese ederlerdi. O kadar söylediler, sıkıştırdılar ki, nerede ise ben de gidecek duruma geldim. Kendi kendime düşündüm. Eğer Hâce hazretlerinden sefer için izin istersem, büyük ihtimâl göndermezler. En iyisi ilim tahsili niyyeti ile Semerkand’da gittiğimi bir kağıda yazıp, kendileri yokken, oturdukları yere koyup, Semerkand’a gideyim. Yazdıklarımı öğrendikleri zaman ben gitmiş olacağımdan, gitmeme mâni‘ olmazlar. Bu şekilde bir çeşit izin de almış olurum.

İşte bu meâlde bir mektub yazıp, oturdukları yere koydum ve azîmet ettim. Her nasılsa Hâce hazretleri o gün akşama kadar o odaya girmemişler. Akşam namazı vaktinde mubârek gözleri mektûba alınca, okudular ve o hâletin zuhurundan alınıp: “O benimle yazı ile mi konuşur. Hîle ile bizden izin mi almak ister. Görelim bakalım, nasıl gider” buyurdular. Hâce hazretlerinin benim gidişimden alınıp, bu sözleri söyledikleri zaman, ben de yoldaşlarımla ilk menzile konmuş idim. Akşam ile yatsı arası, ânîden bir büyük baş ağrısı ile bir ateşli hastalık ârız oldu ki, güçsüz, kuvvetsiz kaldım. Çok rahatsız oldum. Sabah yakın idi ki, ben devâmlı inliyordum, feryâd ediyordum. Seher vakti yaklaşınca, halk yüklerini yükletmeğe başladılar. Sefere çıkmama en çok sebeb olan arkadaşım, atımı eyerledi, heybemi üzerine attı ve beni de ata bindirmek istedi. O zaman baş ağrım ve hararetim daha ziyâde oldu. Öyle oldum ki, başımın ikiye bölüneceğini ve yakıcı ateşe düştüğümü sandım. Ölüyorum dedim ve feryadı bastım. Dedim ki: “Ey dostlar, beni kendi hâlime bırakın. Zirâ benim ata binmek değil, hareket etmeğe gücüm yoktur. Arkadaşlar, gidelim diye ne kadar ısrar ettiler, ne kadar çabaladılarsa da, konuşmağa tâkatım olmadığından, işâretle onları men‘ eyledim. Baktılar ki, ben gidemeyeceğim. İster istemez beni bıraktılar ve gittiler. Ben düşündüm ki, galiba bana ârız olan bu hastalık ve rahatsızlıklar Hâce hazretleri tarafındandır; benim gitmeme râzı değildir, deyip dönmeğe niyyet eyledim. O anda baş ağrısı ve ateşim eksilmeğe başladı ve o kadar kuvvetim geldi ki, heybemi ata yüklettim, ben de üzerine binip Taşkend yolunu tuttum. Adım adım Taşkend’e yaklaştıkça, hastalıklarım da hafifledi. Taşkend şehrine girince, o baş ağrısı ve hararetten kat‘iyyen bende eser kalmadı. Hemen evime geldim. Atımı bağladım. Hâce hazretlerinin huzurlarına geldim. Selâm verdim. Selâmımı alıp, tebessüm ettiler ve buyurdular: “Semerkand’a niçin gitmedin?” Birden beni bir ağlamaktır aldı. Yüzümü yere sürüp ettiğim edebsizliğin afvını istedim. İnâyet edip: “Git, hizmetinle meşgul ol! Bundan sonra seninle çok işimiz vardır ve çok şeyler zuhûr edecektir” buyurdular.

Hâce hazretleri Sultan Ebû Saîd Mirzâ’nın ricâsıyla Taşkend’den Semerkand’a göçtükleri zaman, bütün dünyevî işlerini Mevlânâ Hâce Alî’nin himmet zimmetine bırakıp, işlerin yürütülmesinde vekil ettiler. Ve Mevlânâ işleri yürütmede bir dereceye gelmişti ki, gün olurdu Hâce hazretleri tarafından pâdişaha, umerâ ve a‘yan-ı divana yirmi mektub yazdırırlardı. Hiç kimsede, Mevlânâ’nın sözlerini tutmayacak, emrine imtisâlde bir nevi gevşeklik gösterecek güç yok idi.

ŞEYH HABÎB-İ NECCÂR TAŞKENDÎ (rahmetullahi aleyh): Hâce hazretlerinin makbûllerinden ve eski eshâbından idi. Taşkend’de bulunan eshâb ve ahibbânın yiyecek ve içecek tedbîr ve tedârikini ona vermişlerdi.

Mezkûr Şeyh Habîb anlatır: Bir kere Hâce hazretleri Taşkend’de bazı yârândan huzursuz olup Firket’e hareket ettiler. Yârânda özür dilemek için meskenet ve niyâz ile [acz ve muhtac hâlde] Hâce hazretlerinin ardına düşüp gittiler. Firket’e ulaştıklarında gördüler ki, Hâce hazretleri Menâr köyünde, Mevlânâ Seyfeddin Menârî Türbesi yanında onun azîz oğlu Mevlânâ İsmâil Firketî’nin evine gittiler. Onlar da Menâr’da Mevlânâ İsmâil’in evine vardılar. Orada Hâce hazretleri heybet ve celâl sıfatı ile muttasıf idiler. Yârândan kim Hâce hazretlerinin oturduğu hücreye [odaya] girip, gözü Hâce hazretlerine aldıysa, aklı başından gidip yıkıldı ve yuvarlanmağa başladı. Az kaldı ki, hepsi ölüvericekti. Nihâyet Mevlânâ İsmâil, o diyarda bulunan muhib ve muhlislerden bir grubla, baş açık, yalın ayak gelip yârânın özrünü dilediler. Hazreti Hâce’de o muhlisler hatırı için yârânın özrünü kabûl eyleyip, lütf ve merhamet eserleri ile zâhir oldular.

Ondan sonra yârânın birer birer akılları başlarına gelmeğe başlayıp, cümlesi eski hâllerine geldiler.

MEVLÂNÂ NÛREDDİN TAŞKENDÎ (rahmetullahi aleyh): Makbûller ve manzûrlar cümlesinden idi. Bir gün Hâce hazretleri zâtî muhabbetten söz açıp buyurdular: Sofiyye istılahında muhabbet-i zâtiyye, Hak sübhânehü ve teâlâya taaşşuk ve irtibattan ibârettir. Öyle ki muhabbet alâkasının sebebini bilmemelidir. Belki def edemediği bir meyli ve incizâbı olmalıdır. Yine buyurdular: Taşkend havâlisinde iki oğlanda bu keyfiyyet zuhûr etmişti: Biri dâim bizim sohbetimizde mülâzemet eyleyip uzaktan boynunu büküp oturdu. Bir gün taharete [abdeste] kalktım. Hemen ibriği aldı. Abdestten sonra kendisine sordum: “Senin buraya gelmene sebeb nedir? Ve dervişler halkasının etrafını neden dolaşırsın?” Dedi ki: Ben de bilmiyorum. Ancak şu kadar biliyorum ki, ne zaman buraya gelsem, içimde Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerine bir meyil ve incizâb [yakınlık ve çekilme] bulurum. Ve kendimi bütün isteklerden boş görürüm de o hâlden gönlüme büyük lezzet erişir. Bu meclisten dışarı çıkınca, o hâl benden gider, boş kalırım.

Diğer oğlan ise gayet cemâl sâhibi [güzel yüzlü] idi. Bizim eshâbımızla görüşürdü. O civarda çok kimsenin ona zâhirî irtibatı var idi. Bizim eshâbımıza dahi, onu seviyordur diye töhmet ve ta‘n ederlerdi. Yakınlardan bazısına dedim ki, ona özür beyân edin de, gitsin kendi âleminde olsun. Her ne kadar görüşmemek için mübalağa ettilerse, def edemediler. Nihâyet ağlamağa başlayıp çok ızdırap, sıkıntı gösterdi. Benim buraya gelmemden size ne fayda vardır. Halbuki dışarda insanlar benim huzurumu ve rahatımı bozuyorlar. Türlü türlü heva ve heveslere gönül vermekle, bu sohbette elde ettiğim huzûr ve cem‘iyetten mahrûm kalırım dedi. Nihâyet yârân onu ma‘zûr tutup kendi hâline bıraktılar. Ancak bir mertebeye vardı ki, bu keyfiyyete öyle mağlub oldu ki, çok defa evinin yolunu bulamaz oldu. Ne zaman onunla bir işim olsa, ona bir iş yaptırmak istesem, o işi ya yapmış veya yapmakta olduğunu görürdüm.

Reşahât sâhibi der ki: Hâce hazretlerinin anlattıkları o güzel yüzlü genç Mevlânâ Nûreddin Taşkendî hazretleri idi.

Ve yine Reşahât sâhibi der ki: Eshâbının ileri gelenlerinin bazısından şöyle dinledim ki, Mevlânâ Nûreddin mebâdi-i hâlde Taşkend’de Hâce hazretlerinin mülâzemetleri ile müşerref olduğu zaman, Hâce hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine iki kelle nebât-ı Kirmânî getirdi. Hâce hazretlerinin âdetleri, kimseden bir şey kabûl etmemek iken, o nebâti Mevlânâ Nûreddin’den kabûl edip, hâzır olanlara taksîm ettiler ve o esnâdâ buyurdular: Bu tâife ile sohbetin fâidesi budur ki, bir kimseye yitirdiğini hatırlatırlar. Meselâ bir kimse çok kıymetli bir cevheri yitirse ve kendisinin bir yitiği olduğunu bilmese ve sonra bir kimse ile ahbab olsa, ahbab olduğu kişi onun yitiği olduğunu ve yitiğinin çok kıymetli bir mücevher olduğunu bilmiş olsa, öyle bir kimse ile sohbet etmenin fâidesi bu olur ki, evvelâ yitik sâhibinin bir yitiği olduğunu ve ardından bu yitiğinin çok kıymetli bir mücevher olduğunu hâtırlar.

Bu söz Mevlânâ’ya çok tesir etti. Hâce hazretlerinin hizmetini tercîh edip, her ne kadar izin verip, gidebilirsin, buyurdukları hâlde, bırakıp gitmemiştir. Derlerdi ki, benim Hâce hazretlerinden terk muradım odur ki: Bana o kadar müsâde ederler ki, arada bir mubârek yüzlerini görebileyim. Onda bu hâli görünce, onu kendi hâline bıraktılar.

Mevlânâ hazretleri bâtınî ta‘lîm ile râbıta yoluna çalışmış, ve büyük gayret ile yol almış, kısa zamanda Nakşibendî nisbetine kavuşmuştur.

Bu maksadın ikinci faslının sonlarında zikri geçmiş olan Mevlânâzâde-i Firketî, Mevlânâ Nûreddin’in bâtın şüğlüne [kalb vazîfesine] muttali‘ olup, ona sertlik gösterip demiş ki: “Eğer namazda da râbıta ile meşgul olursan, küfre yol açar. Sakın namazda iftitah tekbîrinden sonra selâm verinceye kadar, kendini bu nisbette bulundurma, kalbini bu râbıta hatırlamasından uzak tut.” Mevlânâ Nûreddin onun cevabında Emîr Hüseyin hazretlerinin şu beytini okudu:

O yüzden ki senin gözün ahveldir, Ma‘budun her şeyden evvel pîrindir.

Mevlânâzâde’nin taarruzunu ve Mevlânâ Nûreddin’in ona cevabını, Hâce hazretlerinin mubârek kulaklarına ulaştırdılar. Hâce hazretleri Mevlânâzâde’ye buyurdular ki: “Bir şahsın kalbi, namazda, mala, mülke, köleye, hayvana ve diğer önemsiz şeylere gider de, kâfir olmaz. Bir müminin kalbi bir mümine bağlanırsa neden kâfir olur?”

Yine Reşahât sâhibi der ki: Hâce hazretlerinin hizmetinde bulunan bazı kimselerden dinledim: Mevlânâ Nûreddin kendisini, Hâce hazretlerine fedâ eylemişler idi. Böyle olduğu bir hâdise ile ortaya çıkmıştı. Şöyle ki: Bir kere Hâce hazretlerine taun hastalığı ârız oldu. Bu hastalık sol tarafından aldı ve rengi de mavi idi. Âdeta sol tarafdan gelen taun, hayvânî ruhun ma‘deni ve bedenin hararetinin menba‘ı olan yüreğe yakın olduğundan, en çok korkulanıdır. Hele rengi de koyu olursa! O durumda Mevlânâ Nûreddin, Hâce hazretlerine gelip, son derece tazarru‘ ve niyâz ile: İnâyet buyurun! İzin verin; sizin hastalığınızı ben yükleneyim. Zirâ dünyada benim varlığıma bağlı bir şey yoktur, ama sizin varlığınıza bağlı nice yüz bin hikmet ve maslahat [hayırlı iş] vardır. Ayrıca Hak sübhânehü ve teâlânın sizin sebebinizle halledeceği nice nice işleri vardır. Hâce hazretleri: “Sen yeni yetişkin bir gençsin. Henüz âlemi görmemişsin. Kendine göre birçok ümidlerin ve gönlünde arzuların vardır” buyurdular. Mevlânâ ağlayıp: “Benim kendimi size fedâ etmekten başka hiçbir arzu ve ümidim yoktur” cevabını verdi. Hâce hazretleri ona izin verdi. Mevlânâ kalben bu işe meşgul oldu ve Hâce hazretlerinin yükü altına girip, hastalığı onlardan cezb eyledi [çekip aldı]. O anda Hâce hazretlerinin hastalığı ona geçti. Hastalık Hâce hazretlerinin neresinde ise, ya‘nî göğsünün sol tarafından, Mevlânâ’nın ayrı yerine, ya‘nî sol tarafında zuhûr eyledi. Hâce hazretleri tam sıhhatle yatağından kalktılar ve Mevlânâ Nûreddin yatağa düşüp üç gün sonra Hakkın rahmetine kavuştular.

Kabirdekilerin keşfi ve diğer bazı keşiflerle hâllenmiş eshâbından biri anlattı: Mevlânâ Nûreddin’in vefatından sonra bir gün Hâce hazretleri ile atla Taşkend mezarlığının doğu tarafından geçtik. Gördüm ki Mevlânâ Nûreddin lahtin içinde Hâce hazretlerine doğru döndü. Hâce hazretleri buyudular ki: “Hey Mevlânâ Nûreddin, dönme. Sağına yatıp huzur içinde ol.” O da, yine kıble tarafına dönüp yattı. Vefatları 840 (m. 1436) senesinde vâkı‘ oldu.

MEVLÂNÂZÂDE ETRÂRÎ (rahmetullahi aleyh): Hâce hazretlerinin büyük eshâbından ve makbûllerinden idi. Adı Muhammed bin Abdullah’dır. Mevlânâzâde Etrârî diye bilinir.

Mevlânâzâde demişler ki: Hâce hazretlerinin kabûlü ile şereflendiğim zamanlarda idi. Bir gün içimden geçti ki, acaba Hâce hazretleri niçin bize zikir telkîn etmezler. Bu düşünceyi içimden atamadım. Gittikçe kuvvetlendi. Bu sıkıntıda iken, Hâce hazretleri bana dönüp buyurdular ki: “Her işin, ona göre bir yapanı vardır. Zikir diğerlerine münâsibdir. Sizin istidadınız latiftir. Sizin ona ihtiyâcınız yoktur.”

Yine Mevlânâzâde buyurdular: Hâce hazretlerinin hizmetine kavuştuğum ilk zamanlarda içimde bir kuşku vardı. Çünkü ben daha önce Işkîler yoluna girip, çok zaman o tarikatta çalıştım. Acaba onların irâdetinden [tarîkatinden, müridliğinden] çıktığım için, o tâifenin ruhlarından bana bir zarar gelir mi diye vehm ediyordum. İşte bu kuruntu bir gece sabaha kadar beni uyutmadı. Sabahleyin Hâce hazretlerinin huzuruna geldim. Bana: “Meşâyıh tabakatından nasıl kimselerle beraber olmuştun?” Dediler. Dedim ki: Size gelmeden evvel, Işkîler tarikatına irâdet getirip onların yolunda çalışmıştım. Buyurdular ki: Bu gece gördüm ki, Türk meşâyıhından bir takım kimseler, büyük silâhlarla gelip etrafımızı kuşattılar. Ama hiç birisi bize yaklaşamadı, zarar veremedi ve tasarruf edemedi. Demek ki, sizin için gelmiş idiler.

Bu beyânlarından sonra bu düşünce ve kuruntu hâtırımdan gitti. Tamamen rahatladım ve kesin olarak bildim ki, bundan sonra Hâce hazretlerinin yardım gölgeleri ve inâyetlerinin himayesi altındayım. Bundan böyle zâhirî ve bâtınî afet ve tehlîkelerden emin olmalıyım.

Yine Mevlânâ hazretleri anlattılar. Bir gün Hâce hazretleri bu fakirin hücresine gelip, bir yemek pişirin, buyurdular. Pişireceğiniz malzemeyi Mevlânâ Hâce Alî’den alın, dediler. O zamanda Hâce hazretlerinin mutlak vekilleri ve kedhudaları Mevlânâ Hâce Ali idiler. Yemek hâzır olunca, Hâce hazretleri yemeğe pek yanaşmadılar. Yârân yediler. Yemek bittikten sonra Hâce hazretleri buyurdular ki: “Bu yemekte ihtiyâtsızlık oldu. Muhakkak araştırın, bir bakın, ne oldu!” Diye son derece ihtimam gösterdiler. İyice araştırdıktan sonra anlaşıldı ki, odununda bir kusur olmuş. Hâce hazretleri sinirlendiler ve buyurdular ki, işin esası gıdadır. Yemek husûsunda ihtiyât vâcibdir. Zira insanın bedenine ne girerse, eseri ondan meydana gelende zuhûr eder. Gördüğümüz bütün bu tatsızlıklar ve dağınıklıklar, çoğu zaman şübheli yemektendir.

Huzûrunda, hizmet edenlerden biri Hâce hazretlerinden bildirir: Bir gün Hâce hazretlerinin dervişlerinden bir bölük kimse ile eshâbdan birinin hücresinde hararetli sohbetleri vardı. Hâce hazretlerinin tasarruf eserleri hepsinde görünürdü. Meclisteki feyiz ve tasarruf o dereceye gelmişti ki, dışardan birisi meclis-i şerîflerine girecek olsaydı, ona bir keyfiyyet hâsıl olur da, kalkıp gidemezdi. O sırada yemek getirdiler. Mevlânâzâde Etrârî’nin öyle bir istiğrakı var idi ki tamamen kendinden gaib olmuş idi. Her ne kadar tahrîk edip kendine getirmek istedilerse de, kendine gelmedi. Birden Hâce hazretleri o tarafa baktılar. Gördüler ki kendine gelmesi için Mevlânâ hazretlerini bir kimse tahrik eder, kurcalar durur. Hâce hazretleri o kimseden huzursuz olup buyurdular ki: Niçin edebsizlik edersin. O kadar bilmez misin ki, herkes bizden kabiliyyet ve istidadına göre birşeyler alır. Şu anda Mevlânâ bir hâl ile müşerref olmuştur ki, iki cihândan haberi yoktur. Eğer sen onun şu anda ne hâlde olduğunu bilseydin, ona gıbta etmekten yemeğin tadını alamazdın. Sonra şu beyti okudular:

Münkir ne bilsin neler vardır kalb-i diride,

Sende yoktur diye, zan etme yoktur kimsede.

Mevlânâzâde hazretleri Hâce hazretlerinin hâl-i hayâtında Hac için izin isteyip, Harameyn-i şerîfeyni (zâdehümallahü teâlâ şerefen) ziyâretten sonra Şam diyârına gelip Dımışk’a yerleşti. Bir zaman o diyârda tâliblerin merce‘i ve sâliklerin rehberi oldu ve orada âhırete intikal eyledi.

Reşahât sâhibi der ki: Bu fakîr Mevlânâ Abdürrahman Câmî hazretlerinin mubârek el yazıları ile gördüm. Bir kitabın üstüne şu sözleri yazmıştı: Hâce Ubeydullah hazretleri, Şam’da bulunan Mevlânâzâde Etrârî’ye yazmışlardı: Makbûl dualarınızı istirhamımı arz ettikten sonra, sizden rica ederim ki, bütün gayretinizle, size edebli olmağı hatırlatacak süslenmeleri bırakın ki, kurtuluş ele geçsin. Vesselâm.

MEVLÂNÂ NÂSIREDDİN ETRÂRÎ (rahmetullahi aleyh): Hâce hazretlerinin makamı yüksek eshâbından ve makbûllerindendir. Mevlânâzâde Etrârî’nin küçük kardeşleridir.

Mevlânâ Nâsireddin anlatır: Semerkand halkının Hâce hazretlerini henüz anlamamış oldukları ilk zamanlarda, Taşkend tarafından bir bölük kimseler gelip, Hâce hazretlerinin şemâil, sıfât ve hârik-i âdelerinden çok nakiller eylediler. Şaşılacak hâllerinden, olağan dışı menâkıbından anlattılar. Hâce hazretleri hakkında evliyaullaha mahsûs bazı alâmet ve işâretler dinlediğimden, kalbim onlara doğru çekildi. Ama zâhirde bir güzele tutulmuş olduğumdan mülâzemetlerine biraz geç varabildim.

Bu haber ve menkıbeler her tarafta konuşulur olunca, söylediğim alâka devam ettiği hâlde, yine o tarafa harekete bir nevi mecbur oldum. Bir bölük Hak tâlibi ile Taşkend’e geldim. Hâce hazretleri Taşkend’de Dağ Dibi’nde bulunan Bağıstan’da idiler. Hâce hazretlerinin huzûruna kavuşunca, işittiğimden daha çoğunu gördüm ve buldum. Bir zaman sonra bahar yaklaşınca, Semerkand’a dönmek arzusu ağır bastı ve o gencin aşk ateşi gönlümde karar ve rahat bırakmadı. Arzu ettim ki, Semerkandlıların âdetleri üzere Nevrûz günü Dağ Sırtı isimli seyir gününde orada bulunayım ki, o genç ile o arada görüşmek mümkün olur. İzin istemek için Hâce hazretlerinin huzûr-ı şeriflerine geldim. İzin vermediler. Nevrûz günü olduğunda o genci görmek ve Dağ Sırtı seyrini hâtırlamak beni melûl etti. Çok üzüldüm, derdlendim. Hâce hazretleri eshâbdan bir takım kimselerle atlarına binip bir köye yollandılar ve beni de yaya olarak yanlarına alıp gittiler. O gence karşı bir meylim ve Dağ Suyu kenarındaki merasime büyük alâkam olduğundan, gitmekte olduğum sahranın ve etrafın seyrinden gönlümde bir inşirah [ferahlama, açılma] olmadı. Ben bu bakımdan çok mahcûb ve münfail idim. Birden o sahrada bir bahçeye eriştik. Hâce hazretleri at üzerinden mubârek ellerini uzatıp bir lâle koparıp benim elime verdiler ve buyurdular ki: “Mevlânâ Nâsireddin! Utanmaz mısın ki, bu kadar sohbet, sahra ve lâle bahçeleri varken, genci düşünürsün ve Dağ Suyu kenarı seyrini özlersin!”

Hâce hazretleri bu sözleri söyledikleri gibi, ben baştan ayağa mahcubluk terlerine gömüldüm, çok utandım. Hâce hazretleri benim bu hâlimi görünce, öyle bir iltifât [teveccüh] buyurdular ki, o gencin alâkası gönlümden kesildi ve ona karşı meyl ve muhabbet hatırımdan silindi gitti ve onun yerine Hâce hazretlerinin muhabbeti yerleşti ve karar kıldı.

Yine Mevlânâ hazretleri anlatır: Sultan Ebû Said Mirzâ Semerkand’ı fethettiği zaman, Hâce hazretleri onların ricâsıyla Taşkend’den Semerkand’a geldiler. Bir gün kendilerine münâsib bir yer bulmak için, Semerkand’ın dışındaki mahalle ve bağları geziyorlarlardı. Hâce Kefşîr mahallesine geldiklerinde, orayı beğendiler. Ben o zaman Hâce hazretleri ile beraber idim. Gece olunca, Hâce hazretleri istirahatleri ile meşgul oldular. Benim hâtırıma geldi ki, Hâce hazretleri bu gün çok dolaştılar ve biliyorum ki, çok yoruldular. Bense, kendi kendime o cür’et ve edebsizliği edemezdim ki, onların emri olmadan huzurlarına gidip hizmet etmek isteyeyim. Ne olurdu ki, Hâce hazretleri: “Bize hizmet edin!” Diye emr etselerdi. Böyle düşünüp, onların şerefli işâretlerini bekler oldum. Tam o sırada buyurdular: “ Mevlânâ Nâsireddin! Sen de yorgunsun. Yoksa hizmetin tam yeri idi.” O hazretten bu kadar izin olduğu gibi, hemen kalkıp hizmetlerine koyuldum.

Yine o anlattı: Hâce hazretlerine mülâzemet için Semerkand’dan Taşkend’e geldiğim zaman, orada Mevlânâ Cemâleddin isminde bir ilim ehli var idi. Mantık ve diğer riyâzî [matematik] ilimlerde sivrilmiş olup derin ilim sâhibi idi. Kalenderî geçinir, deriden elbise giyerdi. Namaz kılmazdı. Haramları işlememekten çekinmez, korkmaz ve utanmazdı. Meşayıh-ı kirâmı ve evliyâyı inkâr ederdi. Her zaman Hâce hazretlerinin gıybetini eder, aleyhinde konuşur ve onları kötülerdi. Edebsizce ve hiç uygun olmayan, çirkin sözler söylerdi. Bir gün bir toplantıya vardım. O herif de orada idi. Hâce hazretleri hakkında çok habîs ve alçakça sözler söyledi. Beni görüp, Hâce hazretlerinin devamlılarından olduğumu bilince, yine saldırmağa ve ısırmağa başladı ve dedi ki, siz öyle bir kimseye inanmışsınız ki, onun ne ilmi, ne de hâli vardır. Ne zikri, ne de halveti vardır. Ben bugün onun meclisine varayım ve onun meclisinde ondan gizli olarak esrar yiyeyim ve ona, filân yemeği ve falan tatlıyı benim için hazırla, diye emr edeyim de, size onun hiç bâtını ve hâli olmadığını göstereyim. Siz de açıkça anlayın ki, onda konuşulanlardan hiçbir şey yoktur; ma‘nâdan, özden, hakîkattan çok uzaktır.

Ben onun bu saçma sapan, gerçekle hiç alakası olmayan herze ve hezeyândan ibâret bu sözlerinden çok bunaldım. Lâkin ona karşılık vermeği münâsib görmedim. Hemen üzgün ve kırgın olarak o toplantıdan çıkıp gittim. Hâce hazretlerinin şerefli sohbetlerine yettim. O herif de herze ve hezeyânda kendine denk, saldırma ve ısırmada kendine eş üç ilim talebesi ile benim arkamdan Hâce hazretlerinin meclis-i şerîflerine geldiler. O ahmak ve sefih ve düşük himmetli herif bir edebsizlik ve saygısızlığa cür’et eder, diye ben de çok huzursuz oldum, oturdu. Konuşmağa başlamadan önce, giydiği kaftanın yeninden Hâce hazretlerinden gizli esrar çıkarıp alıp yutmak istedi. O esrar, herifin boğazında kaldı. Nefesi tutuldu. Her ne kadar olduğu yerden söküp yutmağa çalıştıysada, mümkün olmadı. Sonunda hâli değişti. Hâce hazretleri: “Ensesine bir tokat vurun!” Buyurdular. Meclistekilerden biri herifin ensesine öyle kuvvetli bir tokat vurdu ki, o esrar boğazından, herkesin gözü önünde, meclisin ortasına döküldü. Mecliste olanlar gülüştüler. O ise o kadar mahcûb oldu ki, ta‘rif edilemez. O mahcûbluk ve tükeniş hâliyle, talebelerini alıp Hâce hazretlerinin meclis-i şeriflerinden çıkıp gittiler. Ve bu hâdise Taşkend vilâyetinde meşhûr oldu. O herif ise öyle bir rezâlete mübtelâ oldu ki, o diyarda duramayıp, terk-i diyâr eyledi ve ondan sonra hiç kimse bir daha ondan haberdâr olmadı.

HİNDU HÂCE-İ TÜRKİSTÂNΠ          (rahimehullah): Hâce

hazretlerinin makbûl ve manzuru olan ahbabından idi. Önceleri Türkistan şeyhzâdelerinden bir genç subay idi. Hâce hazretlerinin iltifât ve teveccühlerine mazhar olup bâtın derslerinden büyüklerin yolunun vazifesine devam meşguliyetini alıp, kısa zamanda kendisinden garib hâller ve acib eserler zâhir olmağa başlamıştı. Bir gün Hâce hazretleri onu sahrada kuş gibi havada uçar gördüler. Bu tavrı Hâce hazretlerinin hoşuna gitmedi. Kızdılar ve o hâli ondan aldılar. O anda havadan yere öyle süratle düştü ki, her tarafı berelendi. Halsiz ve dermansız kaldı. Kendini boş ve hâlden uzak görünce, özür ve niyâza başlayıp, Hâce hazretlerinin mubârek ayaklarına yüzünü sürdü ve ağladı. Ne kadar yalvarıp yakardıysa da, hiç fâide etmedi. Nihâyet Hindu Hâce dayanamadı. Haşinlik ve edebsizlik etmeğe başlayıp Hâce hazretlerine: “Bende olan hâli dağıttın, yağmaladın. Tekrâr verirsen, ne ala! Yok vermezsen, seni öldürürüm. Eğer seni öldüremezsem, kendimi helâk ederim” dedi.

Hâce hazretleri bu sözlerini de mühimsemedi. Hindu Hâce dâimâ Hâce hazretlerini gözetirmiş. Bir gün Hâce hazretlerini yalnız ve yaya bir bağ kenarında bulmuş; hemen bıçağını çekip Hâce hazretlerinin üzerine yürümüş. Orada sığınacak, kaçıp saklanacak bir yer olmadığından, Hâce hazretleri hal‘ ve lebs [kendini değişik gösterme] yoluyla ona, başında kuzu derisinden bir başlık, sırtında beyaz yünden kaftan ve elinde büyük bir asâ [değnek] bulunan kırlardaki bir çoban şeklinde görünmüş. Hâce Hindu bakıp, yabancı bir adam görünce, bıçağını kınına koyup hayran ve şaşkın hâlde, elinden ayağından hareket gitmiş ve yığılıp yerde kalmıştır. Hâce hazretleri elinden bıçağı alıp yine eski sûretlerine girmişler ve tebessüm edip buyurmuşlar ki: Seni kendi bıçağınla öldürürsem, ne yaparsın? Hindu, Hâce hazretlerinin önünde yerde yuvarlanıp zar zar ağlamış ve içinden gelen bir üzüntü ile sesle ağlamağa başlamıştı. Onun bu hâli Hâce hazretlerine tesîr edip, ona şefkat ve merhamete gelmişler ve onu yine eski hâline getirmişlerdir. O da Hâce hazretlerinin huzûr-ı şerîflerinde yemin edip söz vermiş ki, bundan böyle, böyle şeyler benden meydana gelmeyecektir. Ya‘nî kerâmet ve hârikaları mümkün olduğu kadar gizlemeğe çalışacaktır.

Reşahât sâhibi der ki: Bu fakîr Semerkand’da Hâce hazretlerinin amca oğullarından bir azîz pîrden işittim. Şöyle anlattı: Ben gençliğinde Hindu Hâce’yi görmüştüm ve onunla sohbet etmiştim. Bir vecîh [güzel yüzlü] ve heybetli genç idi. Vecd ve cezbe eserleri simâsından görünürdü. Şu ruba‘iyi ondan öğrendim:

Her lahza bir sûretle dostunun yüzüne bak, Aynada senin yüzün sevdiğindir ona bak, Senin gözün yoktur ki, göresin yâr cemâlin, Yoksa baştan ayağa sen osun, sen ona bak.

MEVLÂNÂ İSMÂİL FİRKETÎ (rahimehullah): Hâce hazretlerinin en evvelki eshâbından ve makbûllerindendir. Hâce Behâeddin Nakşibend (kaddesallahü teâlâ sırreh) hazretlerinin eshâbının büyüklerinden Mevlânâ Seyfeddin Menârî hazretlerinin oğludur. Kitabımızın Makale kısmında kendilerinden bahsetmiştik.

Mevlânâ Seyfeddin hazretlerinin iki oğlu vardı. İkisi de, âlim, âmil, fâdıl ve kâmil idiler. Büyük oğulları Mevlânâ Süleyman Firketî olup, Hâce Muhammed Pârisâ (kuddise sırruh) hazretlerinin talebesidir.

Reşahât sâhibi der ki: Bir hadis cüz’ünün kapağında Hâce hazretlerinin kendisine yazdıkları icâzetnâme bu fakîrin gözüne ilişmiştir. O icâzetnâmenin sûreti budur ki, onların el yazılarından aynen nakl ediyorum: Allahu Sübhânehü ve teâlâya şükürler olsun! Bu cüz’ün sâhibi, akranı arasında seçilmiş Mevlânâ Süleyman bin Mevlânâ Seyfeddin (Allah ona tevfîkini artırsın ve babasına rahmet eylesin), hadîs derslerinde bu fakîrden hadîs dinlediler ve umûmî icâzet istediler. Fakir isteğini kabûl edip, büyüklerden birinin beyitlerini yazarak kendisine verdim:

Dostlarım! Dinlediğim hadîs-i şerîflerin,

İcâzetini nasıl almışsam size verdim,

Ben bir hadis kitabı hiç yazmadım ömrümde, Din ve akıl ehline külli icâze verdim.

İcâze isteyene şartım ilmi korumak,

Hem yanlış söylememek ve hem yanlış yazmamak.

Vâsıyyetim, Allah’dan size takvâ iledir, Rabbinden iyiliğe takva ile kavuşmak.

Bu icâzeti Muhammed bin Muhammed bin Mahmûd Hafîz Buhârî yazdı. Cumartesi günü, 819 senesi Rebiülâhır ayının ikinci günü. Hamd, salât-u selâm evvelen ve âhıren, bâtınen ve zâhiren okuyarak yazdım.

Mevlânâ Seyfeddin’in ikinci oğlu, Hâce Ubeydullah Taşkendî (kuddise sırruh) hazretlerinin eshâbının evvelkilerinden olan Mevlânâ İsmâil Firketî’dir.

Şunu da arz edelim ki, Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin eshabı içinde dört Mevlânâ Seyfeddin olduğu gibi -ki onlardan Mevlânâ Seyfeddin Menârî bahsinde kısaca bahsetmiştik- Hâce Ubeydullah hazretlerinin eshâbı arasında da, dört Mevlânâ İsmâil vardır. Her birinin ahvâlinden, az da olsa burada bahs edelim:

Birincisi: Mevlânâ Seyfeddin oğlu Mevlânâ İsmâil’dir. Hâce hazretlerinin mebâdi-i zuhûrunda Taşkend’de onların kabûlleri ile şereflenmiştir. Kendisi şöyle anlatır: Evâil-i hâlde Hâce hazretlerine mülâzemet niyyetiyle Firket’ten Taşkend’e geldim. Hâce hazretleri, yâ, babam Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin müridi olduğu için, veya bir başka şey için, kalblerini bu fakîre tevcîh edip beni sâhiblendiler. Ve yine o mecliste Hâce hazretlerinin bereketli himmeti ve nazar-ı inâyeti ile bana bir garîb keyfiyyet ve büyük cem‘iyyet hâsıl oldu. Kalbimin neş’e ve inbisâtına sebeb oldu. O gece yatınca, rüyâda gördüm ki, elimde beyaz bir doğan var ve benim ona büyük bir sevgim ve incizâbım var iken, birden elimden uçup gitti. Uyanınca kendimi büyük sıkıntı ve kabz hâlinde buldum. O cem‘iyyet-i hâtırdan eser kalmamış idi. Mahallî meclisin toplandığı seher zamanı üzüntü ve derdle Hâce hazretlerinin meclis-i şerîflerine geldim. Hâce hazretleri benim kederli olduğumu duyup: “Huzursuzluğunun sebebi nedir?” Diye sordular. Rüyâmı arz ettim. Buyurdular ki: Bu rüyânın ta‘bîri şöyledir ki: Size bizim sohbetimizden güzel bir keyfiyyet hâsıl oldu. Onun vâsıtasıyla ma‘rifet kazanmak, hakaik avlamak mümkün idi. Zira doğan av avlayan vâsıtadır. Eğer gittiyse, üzülme. Zirâ tekrâr geri eline gelir.

Ve bu konuşma esnâsında bir iltifât [teveccüh] buyurdular ki, yine hemen orada o kabz ve melâl [üzüntü] inbisât ve inşiraha dönüştü. Büyük bir surûr ve neş’e ele geçti. Bu hâlleri müşahede ettikten sonra, artık hiçbir zaman o hazretin mülâzemetinden ayrılamadım ve benim onlara kavuşmama ve sarılmama sebeb bu oldu.

Reşahât sâhibi der ki: Hâce hazretleri buyurdular ki: Mevlânâ İsmâil Firketî Mevlânâ Seyfeddin Menârî’nin oğlu olduğundan, ona o kadar alaka gösterildi ki, kendisinde güzel bir nisbet ve kuvvetli bir cem‘iyyet hâsıl oldu. Bu keyfiyyetin husûlünden sonra hep bizim yanımızda oldu. Bizden ayrılacak gücü yoktu. Nasılsa bir bölük cemâati peyda oldu ve sâhib-i sohbet oldu. O cemâatin maişetinin tedâriki için mecburen ziraatle ve ziraat âletleriyle uğraşması lâzım geldi. Yoksa o cemâati elde tutamazdı. Çünkü o insanların, maişetlerini temîn etmek ve onların hâtırlarının dağılmaması lâzım gelmektedir. Dünya ile meşgul olmasının ve dünyalık kazanmasının sebebi bu idi. Bir parça dünyalık kazanayım derken, olduğu gibi ona daldı ve yöneldi ve tamamen kendini ona verdi. Sonunda Hak teâlâ ile olan muâmelesine çok zarar geldi.

Mevlânâ İsmâil Firketî buyurdu: Bir gün Hâce hazretlerinin eshâbından bir bölük cemâat Firket’te bu fakîrin evinde idiler. Gayet yüksek bir sohbetimiz var idi. Orada hepimizin hâtırına geldi ki, eğer Hâce hazretleri şu anda gelip fakîrin evini şereflendirirselerdi, ne seâdet olurdu. O esnâda Hâce hazretleri Taşkend’den gelip meclisimize dâhil oldular. Mubârek simâlarında büyük bir keyfiyyet eserleri görünüyordu. O hazretin bakışları sohbetteki arkadaşlara alıp, hepsini cem‘iyyet-i hâtır içinde görünce şu beyti okudular:

Sen sevda hastasısın, şeker ye, etmez zarar,

Nice şeker hastası, bir dirhem şeker sorar.

Eshâbın bâtınında bir kuvvetli hâlet hâsıl oldu ki, hepsi yuvarlanmağa başladılar. Bir müddet mest ve medhûş yatıp kaldılar. Sonra Hâce hazretlerinin iltifatları ile bir bir akılları başlarına geldi ve ayılıp kalktılar. Her birine bir keyfiyyet hâsıl olmuştu ki, onun eseri kabiliyyet ve istidadlarına göre, kiminin kabinde üç, kiminin bir hafta, kiminin on güne, hatta daha ziyâdeye kadar devâm etti.

İkincisi: Mevlânâ ismâil Kamerî’dir. Tebriz Türkmenlerinden müttekî bir ilim ehli olup, Herat’tan Semerkand’a geldi ve Hâce hazretlerinin hizmetini ihtiyâr eyledi. Hâce hazretleri ata binip bir yere gideceği zaman beraber giderlerdi. Hâce hazretleri zaman zaman meclislerde onunla ilmî müzâkereler ederdi. Eshabdan bazısı, öyle anlıyoruz ki, Mevlânâ’nın ilim nisbeti galib olup, bu tâifenin bâtınî nisbetinden o kadar etkilenmezdi, derlerdi.

Bir gün Hâce hazretleri Şadıman köyünde hücrede oturuyorlardı. Mevlânâ İsmâil Kamerî eshâb ve huddamdan bir takımları ile hâzır idiler. Şeyh hazretleri Şeyh Sadeddin Ferganî’nin Ömer bin Fârid’in Kasîde-i Tâiyyesine yazdıkları arabî şerhini Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin mubârek el yazıları ile ellerinde tutarlardı. Buyurdular ki: İsterim ki, bu kitabı iyi bir nesih hatla yazdırayım da seferlerde hep yanımda olsun. Mecliste bulunanlardan kimin yazısı güzel ise, birşey yazın da göreyim, kimin hattı gönlüme hoş gelirse, bu kitabı ona yazdırayım. Sonra buyurdular ve kâğıd, kalem ve mürekkeb getirdiler.

Reşahât sâhibi der ki: Bu fakîrin nesih hattı biraz güzel olduğundan, diledim ki, kendi hâlimi anlatan bir beyit yazayım ve bu behâne ile gönlümdeki derdi o hazrete arz edeyim. Kalem ve kâğıda elimi uzattığım gibi, Mevlânâ İsmâil Kamerî, yazısı düzgün olmadığı hâlde, hemen acele ile ve zorlayarak kalem ve kâğıdı bu fakîrin elinden kaptı. Hâce hazretleri bu fakîrin kasdını ve Mevlânâ’nın çabuk hareketini ve zorlamasını gördüler. Mevlânâ o düzgün olmayan yazısıyla şu mevdu‘ hadîsi yazdı: “Zür gıbben tezdid hubben=Gün aşırı ziyâret et, muhabbeti artırır.” Sonra kalkıp kağıdı Hâce hazretlerinin ellerine verdi. Hâce hazretleri o düzgün olmayan hattı ve sahîh olmayan hadîs-i şerîfi görünce, sinirlendiler ve buyurdular ki: “Mevlânâ İsmâil! Siz bizimle devamlı sohbetten muzdarib imişsiniz ki, gün aşırı gelmeyi arzu edersiniz. Hemen şimdi kalkın, şehirdeki medresede tedrise [ders vermeğe] başlayın da, devamlı bizim ile sohbet etmekten kurtulun” buyurup, hiç tutmadan hemen o meclisten Mevlânâ İsmâil’i, Mevlânâ Lütfullah ile ve Mevlânâ Sultan ile ve şehrin mevâlisinden bir bölük cemâat ile şehre gönderip, kendilerinin şehirde yaptırdıkları medresede derse oturttular. Bu şekilde Hâce hazretlerinin sohbet ve mülâzemetlerine devamdan mahrum oldu.

Üçüncüsü: Mevlânâ İsmâil Şemsî idi. Tam ehliyyet sâhibi olup, mükemmel bir Mevlâ [Molla=ilimde nihâî mertebe, profesör] idi. Hâce hazretlerinden bâtınî ta‘lîm dersi almış idi. Kalb meşguliyetinin eserleri yüzünden belli olurdu. Bu da Tebrîz Türkmenlerinden idi. Horasan’dan Semerkand’a Mevlânâ İsmâil Kamerî ile gelmişti. İsimleri aynı olduğundan, eshâb buna Kamerî [aylı], diğerine Şemsî [güneşli] derlerdi. Bu lakabla meşhûr olmuştu. Hâce hazretleri bunu da, nice yıllar hizmet ve mülâzemetten sonra, Taşkend’de yaptırdıkları medreselerin birinde müderris [ders hocası] ettiler. O da Hâce hazretlerinin emriyle tedrîs hizmetine devâm edip, ömrünün kalan kısmını orada geçirdi.

Dördüncü: Mevlânâ Üçüncü İsmâil idi. Tâbîati temiz bir ilim adamı idi. Meşhûr kitabların çoğunu görmüş, zamanın bütün ilimlerini öğrenmiş idi. Herat’tan sırf Hâce hazretlerinin hizmetine yetişmek için Semerkand’a gelmiş idi. O zaman Mevlânâ İsmâil Kamerî ve İsmâil Şemsî ile Hâce hazretlerinin hizmetlerinde olduğundan, eshâb kendisine Üçüncü dediler. Bu lakab ile tanındı.

Eshâbdan biri anlattı: Mevlânâ Üçüncü İsmâil Semerkand’a gelmeden bir nice gün önce, Hâce hazretleri buyurdular ki: “Bize bir kabiliyetli kimse geliyor.” İşte o günlerde Mevlânâ İsmâil Herat’tan çıka geldi.

Hâce hazretleri ona ziyâde iltifât [teveccüh] eylediler. O gün o mecliste Hüseyin üzümü diye isimlendirilen bir sepet üzüm vardı. Bu üzüm oranın üzümü idi. Hâce hazretleri o üzümden bir salkım üzüm kaldırıp onun eline verdi. Ve verirken onun kalbini öyle tasarruf ettiler ki, adamcağızın hâli değişti ve hemen Hâce hazretlerinin mubârek ellerinden üzümü alıp yerine geçti oturdu. Öyle bir keyfiyyet, gaybet ve kendinden geçme hâline kapıldı ki, üzüm salkımı elinden yanına düştü. Bir müddet o gaybette kaldı. Biraz sonra kendine geldi. Hizmet kemerini can beline ve irâdet zincirini kalbinin boynuna dolayıp, bundan sonra bir an boş oturmadı.

Mevlânâ mezbûr, cüsseli ve kuvvetli bünyeye sâhibdi. Hâce hazretlerinin hizmetinde merdâne bulunurdu. Hâce hazretleri yaşadıkları müddetçe, sefer ve hazerde hep hizmetlerinde bulundu. Hâce hazretlerinin âhırete intikallerinden sonra Hicâz’a azîmet etti. Mekke’nin hareminde mücâvirliğe niyyetle ikamet etti ve yine o mukaddes yerde dünyâdan âhırete irtihal eyledi. Rahimehullahü teâlâ.


HÂTİME

Hâce hazretlerinin dâr-ı fenâdan dâr-ı bekâya intikalleri:

Reşahât sâhibi der ki: Bu fakîr ikinci defa o hazretin yüksek huzûrları ile şereflendiğimde 893 (m. 1488) Rebiülâhır ayının yirmi dördü Pazartesi günü idi. Konuşma esnasında yaşlarını beyân edip buyurdular: Üç yıl dört ay sonra ömrüm tam doksan sene olur.

O hazretin hastalıklarının başlaması 895 Muharrem’inin başında idi. Âhırete intikalleri aynı senenin Rebiülevvel’inin sonlarında cum‘a ertesi gecesi vâkı‘ olmuştur (m. 1490). Seksen dokuz gün hasta yattılar. Vefâtlarından on iki gün önce buyurdular: Eğer sağ olursak, beş ay sonra seksen dokuz tamam olup doksan yaşına gireriz.

Bazı azîzler buyurdular: Hâce hazretlerinin hastalığı seksen dokuz gün olup, ömrüne uygun olmasının sırrı, gâliba hadîs-i şerîfte: “Bir gün ateşli hastalık bin seneye keffârettir” buyurulmasından anlaşılmaktadır.

Mevlânâ Ebû Saîd Evbehî, Hâce hazretlerinin bütün hastalıkları müddetince ve vefâtları zamanında hizmet-i şerîflerinde hâzır olup, o sıralarda meydana gelen olayları görmüş idiler. Şöyle anlattılar: 895 senesi Rebiülevvel ayının yirmisi Çarşamba gecesi güneş balık burcuna geçmişti. O Çarşamba günü Hâce hazretleri, Hâce Kefşîr mahallesinden Kemânkerân köyüne gitmek niyyeti ile yola çıktılar. Yolda Guciyân mahallesi bağında konaklayıp Perşembe gecesi orada kaldılar. Sabahleyin, ya‘nî Perşembe günü sabahı dediler ki: Mısır yolundan Kemânkerân’a gidelim. Hâce hazretlerinin hastalıklarının şiddeti ve halsizlikleri o dereceye vardı ki, o gece Mısır’da kaldılar. Cum‘a günü sabahleyin Kemânkerân’a revan oldular. Yolda kâh kâh eğlenir, zaman zaman oyalanırlardı. Cumartesi gecesi yatsı vaktinde Kemânkerân’a girdik. Tamam yedi gün orada kaldılar. Yedinci gün olan Cum‘a günü sabahtan akşama kadar o hazretin rahatsızlığı her saat arttı. Hasta olarak kaldıkları üç ay içinde dâimâ, namaz vakitlerini hâtırında tutarlar, namazı evvel vaktinde edâ etmeğe son derece ihtimâm gösterirlerdi. Hastalığın şiddeti ve bitkinliğin, dermansızlığın kendini kapladığı zaman da hâlleri bu idi.

Hastalığı son haddine erişince, Rebiülevvel’in sonunda akşam namazı zamanı idi. “Namaz oldu mu?” Dediler. Oldu diye cevâb verilince, akşam namazını işâretle [îma ile] kıldılar. Yatsı namazı vakti azıcık geçmişti ki, Hâce hazretlerinin mübârek nefesleri kesildi ve Hakkın rahmetine kavuştular.

Râvî [anlatan zât] der ki: Hâce hazretlerine tegayyur [hâli değişme] gelip, can çekişme hâli hâsıl olduğunda Cum‘a günü öğle zamanı idi. O gün o vakitte Semerkand’da yer sallandı ve zelzele oldu. Bu büyük sarsıntıda halk câmide idiler. Halk, Hâce hazretlerinin hastalığının ağır olduğundan haberdâr idiler. Bu büyük zelzeleyi ve büyük alâmeti gördükleri gibi, Hâce hazretlerine bir şey oldu diye karar verdiler. Cum‘a namazından sonra bütün havas ve avam şehirden çıkıp Kemânkerân yolunu tuttular. Yatsı namazı vaktinde Hâce hazretlerinin nefesleri kesildiği anda, Semerkand’da bir şiddetli zelzele daha oldu. Sultan Ahmed Mirzâ hazretleri bütün devlet erkânı ve memleketin ileri gelenleri ile Cum‘a günü güneş batarken Kemânkerân köyüne gelip, akşam namazından sonra Hâce hazretlerinin hayatına [sağ iken] yetiştiler. Cumartesi günü sabahın erken vaktinde Mirzâ hazretleri Mîr Derviş Muhammed Turhan’ı, en acele şekilde gönderip, Hâce hazretlerinin na‘ş-ı mubâreklerini bir mahfeye koyup şehre hareket ettiler. Öğle vaktinde Hâce Kefşîr mahallesine getirip, hemen gasl ve tekfinle meşgul oldular. Bütün havas ve avam Semerkand’a Muhavvat-ı meleyânda [Mollalar bahçesinde] o hazretin namazını kılıp defn ettiler.

Büyük oğulları ve değerli torunları kabr-i şerîfi üzerinde büyük bir türbe yaptırıp, mubârek kabirleri İrem bahçesinin gıbta edeceği ve arab ve acemin ziyâret edeceği gönüller kâ‘besi oldu.

Reşahât sâhibi der ki: Hâce hazretlerinin irtihalleri zamanında orada bulunan bazı azîz eshâb ve kendileri hâzır olmayıp, Hâce Muhammed Yahyâ hazretlerinden dinleyen bazı değerli ahbâb şöyle anlattılar: Hâce hazretlerinin mubârek nefesleri kesilmeğe yaklaşınca, akşamla yatsı arası bir vakit idi. O evde çok kandil yaktıkları için, ev çok aydınlık olmuştu. Bu hâlde Hâce hazretlerinin iki kaşları arasından parlak şimşek gibi bir nûr çaktı. Öyle bir ışık saçtı ki, o kadar kandil ve mumların ışığı görünmez oldu. Orada bulunanların hepsi bu nûru gördü. O nûr parladıktan sonra Hâce hazretlerinin mubârek nefesleri kesildi. Allahu teâlâ derecesini iliyyin

eylesin! Geçmişlerinin ruhlarına rahatlık, geleceklerin ömürlerine bereket ve uzunluk versin.

Reşahât sâhibi der ki: Hazreti Mahdûmî Mevlânâ Abdurrahman Câmî hazretleri, Hâce hazretlerinin vefâtına mersiye yazdı. Ayrıca vefâtları târihinde bir gazel ile bir kıt‘a nazm etti. Bunların hepsi Mevlânâ hazretlerinin Hatemet-ül-Hayat isimli üçüncü divânlarında yazılıdır. O gazel ile kıt‘ayı [Farîsîden Türkçeye çevirerek buraya] yazalım:

Vilâyet bostanında dilâ, bir nahl-i müstesna, Ki kılmışlardı erbâb-ı muhabbet gölgesin mevâ, Sidre ağacından yüksek idi onun her tepesi, Meyve vermede olmazdı bağ-ı Cennet ona hemtâ [eşit], Dalları her zaman bezl-i kerem eylerdi muhtâca,

Kökleri kuvvet-i kudsiyyeden müstahkem ü ber câ [yerinde], Nice aç ve gedâya meyvesi rızık sunardı, Nice yanmışlara zıll-ı safâ bahş-ı hayât efzâ, Cihânda ehl-i fakrin hâcesi Hâce Ubeydullah, Şuhud-i Hakdan gayriye kalbinde yok idi rızâ, Sekiz yüz hem de doksan beşinde hicri senenin, Ömür ağacına verdi bir ecel rüzgârı fenâ, Her işinde Fahr-ül enbiyâya uydu onunçün, Rebiülevvel ayında eyledi azm-i dâr-i bekâ, Câmî onun gidişini sakın benzetme ağyara, Budur bir fitne-i uzmâ, budur bir vak‘a-ı kübrâ.

Kıt‘a:

Sekiz yüz hem dahî doksan beşinde hicrî senenin, Rebiülevvel sonunda Cumartesi gecesi idi, Din ve dünyânın hâcesi, ma‘nâ âlemi rehberi, Sonsuz olan hayat için ecel şerbetini içti.

Allahu teâlâya hamd olsun ki, bu pek değerli eserin tercemesi 993 (m. 1585) senesi Zilhicce ayında tamam oldu.

Biz bu Reşahât Ayn-ül Hayât kitâb-ı celilini 1269 (m. 1847) senesinde basılmış nüshasından dilimize aktarmağa çalıştık. Bilmeden hatamız olduysa, o büyüklerden ve siz okuyucularımızdan afvımı dilerim.

20 Şubat 2009 Cum‘a
Süleyman Kuku Ahmedoğlu

Saat 23:00

25 Safer 1430


İLÂVE

Muhammed Hâşim Kışmî (kuddise sırruh) Nesîmât-ül Kuds kitabında yazıyor: Şimdi Reşahât kitabının müellifinin kitaba koymadığı, fakat diğer zamanlarda telif edilen Hâce hazretlerinin diğer eshabını bildirelim. Bunlar yirmi büyüktür: Mevlânâ Fahreddin Alî, Şeyh Abdullah Evbehî, Mevlânâ Seyyid Alî Amarî, Hâfız Celâleddin, Mevlânâ Muhammed Zâhid Vahşî, Hâce Taceddin Kaşgarî, Emîr Abdullah Yemenî, Şeyh Ayyân Kâzrûnî, Mevlânâ İsmâil Şirvânî, Mevlânâ Horasânî, Seyyid Bâbâ Hâce, Mevlânâ Muhammed Emîn Bulgarî, Mevlânâ Abdülvehhâb Semerkandî- Hazreti Hâce Mevlânâ Abdullah Serpülî’nin amcazâdesidir-, Hâce Mustafa, Mevlânâ Necmeddin, Mevlânâ Mûsâ, Mîr Kubad Hirevî, Mevlânâ Derviş Serpülî. Bunlardan baştan on ikisine âid ma‘lûmat Nesîmât-ül Kuds kitabında vardır. Sekizinin ise, sadece isimleri mevcûddur.

HÂCE MUHAMMED ZÂHİD (kuddise sırruh): Silsile-i aliyyenin on dokuncusudur. Hisar vilâyetinin [Tacikistan-Duşanbe] Vahş, diğer adı ile Vahşuvâr köyünde dünyaya geldi. Ya‘kub-i Çerhî hazretlerinin kızının oğlu idi. Ya‘kub-i Çerhî’nin halîfelerinden istifâde ile birlikte uzun yıllar zühd ve çok riyâzet ve mücâhedelere katlandı. Ama kemâle gelmesi Hâce Ubeydullah Ahrâr (kuddise sırruhüma) elinde ve huzurunda oldu. Hâce hazretlerinin yüksek teveccühleri ile esas yerini buldu. Hâce Ubeydullah hazretlerinin ilk halîfelerindendir.

Dünyaya bağlılığı yoktu. Zühd, takvâ ve her türlü fazîlet başlıca sıfatları idi. Hâce Ahrâr hazretlerini tanımadan, yalnız başına çok çalıştı. Çok gayretler sarf etti. Bu nefs mücâhedesi ve riyâzetleri yıllarca devâm etti. Nihâyet gaibden aldığı işâret üzerine, Hâce Ubeydullah hazretlerinin bulunduğu yere doğru yola çıktı. Oraya yaklaştığı vakit, Hâce Ubeydullah hazretleri de, bâtın nûru ile, onun gelmekte olduğuna vâkıf olup, atına bindi ve Muhammed Zâhid hazretlerini istikbâle çıktı. Karşılaştıkları zaman, her ikisi de hayvanlarından inerek, bir ağacın altında oturdular. Hazreti Hâce hemen orada Muhammed Zâhid hazretlerini irşâd halkalarına dâhil ettiler. Büyük hürmetle şehre getirdiler. Bir müddet Hâce hazretlerinin huzûrunda kaldı. Başını yücelere çıkarıp irşâd ve icâzetle, isteyenleri, Allah yolunda terbiye etmek ve ilerletmek için izin verdiler. Üstâdın torunu olduğu için husûsî ihtimamla yetiştirdiler ve memleketine gönderdiler.

Bundan sonra bir daha buluşmadılar. Hadarat-ül Kuds kitabında kendisinin yüksek hâllerinden ve kerâmetlerinden bahsedilmektedir. Yetiştirdiği evliyâ arasında, kızkardeşinin oğlu Mevlânâ Derviş Muhammed bu silsilenin büyük halkalarından birinin teşkîl etmektedir.

Muhammed Zâhid hazretlerinini tasarruf ve cezbeleri insanlar arasında meşhûrdur.

Timuroğullarından Sultan Ebû Saîd 873 (m. 1469) senesinde öldürülüp Semerkand tahtına oğlu Sultan Ahmed geçince, diğer oğlu ve Hisâr vilâyetinin de hâkimi olan Sultan Mahmûd Mirzâ taht iddiası ile Semerkand’ı kuşattı. Muhammed Zâhid hazretleri, Sultan Mahmûd Mirzâ’nın tarafdarı ve Vahş hâkimi olan şahsa, bu kuşatmanın başarısız olacağını ve Hâce Ubeydullah hazretlerinin ma‘nevî tasarrufu ile, ordusunun hezîmete uğrayacağını söyleyince, o şahsın hakaretlerine ma‘ruz kaldı. Hatta Mahmûd Mirzâ’ya şikâyet bile edildi. Ancak netice onun söylediği gibi oldu ve çıkan fırtınaya dayanamıyan ordu kuşatmadan vaz geçip kaçmak zorunda kaldı. Muhammed Zâhid hazretlerinin Hâce Ahrâr hazretleri ile görüşüp, hilâfet aldığı târih, kesin olarak bilinmemekle birlikte, bu kuşatma hâdisesi zamanına yakın bir târihde olması muhtemeldir.

Muhammed Zâhid hazretleri doğduğu yer olan Vahş’ta 936 (m. 1529) Rebiülevvel ayında vefât etti ve orada defn edildi. Bazı muahhar [sonraki] müellifler onu Muhammed Kadî ile karıştırmaktadır. Muhammed Kadî hazretleri de Hâce Ahrâr’ın eshabından ve halîfelerinden olup derin âlim idi. Silsilet-ül Ârîfîn ve Mesmûât-ı Mevlânâ Kadî Muhammed kitabları meşhurdur. Kitabda bahsi geçmiş idi. İkincisi Süleymâniye Kütübhânesi “Es‘ad Efendi” kısmında 1715 numarada mevcûddur.

Hadarat-ül Kuds’te şöyle yazar: Muhammed Zâhid hazretlerinin bu temiz yolda intisabı Hâce Ubeydullah Ahrar hazretlerinedir. Onların evvel ve akdem en yüksek halîfelerindendir. Vahş’dandır. Ya‘kub-i Çerhî hazretlerinin akrabasıdır. Derler ki, kızının oğludur. Çok sayıda güvenilir büyüklerden işittiğimize göre, Mevlânâ Muhammed Zâhid zikir telkînini ve tarikat ta‘lîmini Ya‘kub-i Çerhî hazretlerinin eshâbından birinden almıştır. Vaktini inzivâda hep bu tarîkın icâblarını yapmakla tâze tutmuştur. Çok riyâzet ve mücâhedelere seve seve katlanmış, daha sonra Hâce Ubeydullah Ahrâr hazretlerinin sohbetine kavuşmuştur. Hakkında ma‘lûmât mahduddur.

DERVİŞ MUHAMMED (kuddise sırruh): Silsile-i aliyyenin yirminci halkası olan Derviş Muhammed (kuddise sırruh), Muhammed Zâhid hazretlerinin kızkardeşinin oğlu olup en büyük halîfelerindendir.

Zâhirî ve bâtınî, ya‘nî şerîat, tarikat ve hakîkat bilgilerini kendinde toplamış, sûrî ve ma‘nevî rumuz ve işâretlere vâkıf, cezbe, kendinden geçme, ilâhî nûrlara gark olma, zevk ve şevk ile sıfatlanmış ve hâllenmiş olup, cömerdlik ve ihsânı ile tanınmış bir kâmil şeyh ve mürşid idi.

Mevlânâ Zâhid hazretlerinden irşâd eli almadan önce on beş sene zühd, riyâzet ve mücâhede ile vakit geçirmiş, insanlardan ayrı ve uzak durarak, kimse ile görüşmeyerek, aç, uykusuz hâlde, harabelerde zikir ve fikir ile meşgul olurdu. Birgün açlığının çokluğundan çâresiz kalıp yüzünün göğe doğru çevirmişti. O anda Hızır aleyhisselâm gelip: “Eğer sabır ve kanâat istiyorsan, Hâce Muhammed Zâhid’in huzuruna, hizmetine ve sohbetine acele eyle. O sana sabrı ve kanâati öğretir” buyurunca, Mevlânâ Derviş hazretleri, Hızır aleyhisselâmın emrine uyarak, hemen Hâce Muhammed Zâhid hazretlerinin yüksek huzurlarına vardı. Orada güzel terbiye gördü, güzel işler yaptı ve kemâl derecelerine kavuştu.

Ravdat-üs Selâm kitabının yazarı buyurur: Hâce Muhammed Dervîş hazretleri müridlerin terbiyesi ve onları irşâdda insan üstü bir melekeye ve kudsî bir kuvvete sâhib idi. Kalbi nûrlu yüksek üstâdının, ya‘nî Muhammed Zâhid hazretlerinin vefâtından sonra, onun yerine irşâd mesnedinde bulunarak insanları Allah yoluna çağırmış ve bu yolda irşâd ile meşgul olup kalblerindeki nûrlarla onların kalblerini tenvîre çalışmış, azîz ömrünü irşâd gibi en kıymetli bir vazîfeyi ifâ etmekle geçirmiştir.

Sebz şehrinin İmkene köyündendir. Hazreti Ömer’in (radıyallahü teâlâ anh) soyundan geldiği söylenir. Ziraatle meşgul olup, geçimini el emeği ile temin eden, takvâ ve azîmeti şiâr edinen Derviş Muhammed 19 Muharrem 970 (m. 1562) senesinde vefât etti. Sebz şehrinin İmkene köyünün kuzeyinde Dasferar mevkiinde defn edildi. Bugün burasının Özbekistan’ın Kaşkaderyâ bölgesinde bulunan Şehr-i Sebz’in biraz kuzeyindeki Kitab nâhiyesinde yer aldığı bilinmektedir.

Önde gelen hâlifeleri şunlardır: Hâce Mîrek Günbed-i Sebzî (Çağanyân’ın Günbed-i Sebz köyünde yaşamış ve orada vefât etmiştir). Hâce Muhammed Rızâ (Derviş Muhammed’in akrabasıdır). Mevlânâ Şîr Muhammed (Derviş Muhammed’in kadîm dostlarındandır). Şeyh Salâtî (Semerkand’da yaşamıştır). Mevlânâ Hâcegî İmkenegî (Derviş Muhammed’in en meşhûr halifesi ve oğludur. Aynı zamanda kaim makamıdır.)

MEVLÂNÂ HACEGÎ İMKENEGÎ (kuddise sırruh): Silsile-i aliyyenin yirmi birinci halkasının teşkîl etmektedir. Mevlânâ Derviş Muhammed hazretlerinin oğlu ve kaim makamıdır. 918 (m. 1512) senesinde Buhârâ’nın İmkene beldesinde tevellüd, 1008 (m. 1599) senesinde yine orada vefât etti. Doksan sene ömür sürdü.

Hâcegî İmkenegî hazretleri Semerkand ve Buhârâ medreselerinde ilim tahsîl ederken, bir yandan da yüksek babalarından tasavvufda çalıştı. Tarîkat ve kalbe âid nûrlara ve ilahî feyzlere öyle daldı ki, kısa zamanda vilâyet-i Muhammediyye’ye kavuştu ve babalarının vefatlarından sonra halifesi ve kaim makamı olarak halkı irşâda koyuldu. Zamanın hâkimi Şeybânî hükümdarlarından Abdullah Hân ile yakın alâka içerisinde idiler. Derler ki, Abdullah Hân bir gece rüyâsında Resûl-i ekremin (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) köşküne gittiğini görmüştü. Köşkün kapısında muhterem bir zâtın, bazen içeri girip, dışarıdaki insanların durumunu Resûlullah’a arz ediyor ve ondan haber getiriyordu. Bir süre sonra kapıda vazîfeli bu zât, Peygamber efendimizin (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) gönderdiği kılıcı getirip Abdullah Hân’ın beline bağladı. Abdullah Hân uyanınca, rüyâda gördüğü bu zâtı aramağa koyuldu ve sonunda onun Hâcegî İmkenegî olduğunu anladı. Kendisine çok ta‘zîm ve hurmet gösterip, hediyeler takdîm etti. İmkenegî bunları kabûlden imtina‘ edince, “Allah’a, resûlüne ve sizden olan idârecilere itâat edin” [Nisâ-59] âyet-i kerîmesini hatırlattı da Hâce hazretleri bir nev‘i kabûl etmek zorunda kaldı. Bu hâdiseden sonra Abdullah Hân’ın her sabah Hâce hazretlerini ziyâret ettiği söylenir.

Abdullah Hân’ın vefâtından (h.1006-m.1598) sonra oğlu Abdülmümin Semerkand’da tahta oturmuş, kısa bir süre sonra öldürülünce, akrabası ve son Şeybânî hükümdârı Pîr Muhammed Hân, Mâverâünnehir pâdişâhı oldu. Ancak Herat meliki Din Muhammed, Pül-i Salâr savaşında Safevîler (Türkmenler) tarafından yenilip, aldığı yarayla öldükten sonra (h.1007-m.1598) kardeşi Bâkî Hân bir orduyla Mâverâünnehr’e yürüdü. Pîr Muhammed Hân da Semerkand tahtını ona bırakmak zorunda kaldı. Ama bir süre sonra elli bin kişilik bir ordu ile tekrâr Semerkand üzerine yürüdü. Bunun haberini alana Bâkî Hân, yanında yeterli sayıda asker olmadığı için Hâcegî İmkenegî’ye mürâcât edip yardım istedi. Hâcegî hazretleri gidip Pîr Muhammed ile görüştü ve savaştan vaz geçmesini tavsiye etti. Ama Pîr Muhammed bu tavsiyeyi dikkate almadı. Hâcegî hazretleri geriye dönüp, sadece dört bin civârında askeri olan Bâkî Hân’a teselli [moral] ve cesâret verdi. Arkadan ordusunun galibiyeti için dualar etti ve sonunda Bâkî Hân savaşta gâlib geldi (h.1007-m.1599). Pîr Muhammed bu savaşta öldü ve Mâveraünnehr’deki Şeybânîler hâkimiyeti sona erip, hukûmet Cânoğullarına geçti. Cânoğullarının ilk hükümdârı Cân Muhammed Semerkand’da, oğlu Bâkî Hân ise Buhârâ’da hüküm sürmeğe devâm ettiler. Bu bilgilerden anlaşıldığına göre, Hâcegî hazretlerinin, Hâce Ubeydullah Ahrâr hazretleri gibi teveccüh ve duaları pek tesirli ve makbûl idi.

Şöyle anlatırlar: Üç medrese talebesi Hâcegî hazretlerini ziyâret etmek için yola çıkmışlardı. Bir tânesi: “Eğer şeyhin kerâmeti varsa, bize falan yemekten ikrâm etsin” diye düşündü. Diğeri de benzeri bir şey düşünüp: “Bize falan meyveyi ikrâm etsin” diye gönlünden geçirdi. Üçüncüsü ise, “Falan güzel yüzlü çocuk, o mecliste hâzır bulunsun” düşündü. Hâcegî hazretlerinin meclisine ulaştıklarında, ilk ikisinin istedikleri yemek ve meyvenin hâzır olduğu, üçüncüsünün talebinin ise mevcûd olmadığı görüldü. Bunun üzerine Hâcegî hazretleri: “Dervişler ma‘nevî hâllere ve kerâmetlere ulaştıysalar, dinî kaidelere riâyetle ulaşmışlardır. Onlardan gayr-i meşrû‘ bir şey istememek gerekir. Hattâ meşrû‘ bile olsa, imtihân niyetiyle onların yanına gelmek uygun değildir” buyurdular.

İrşâd hayâtının en azından bir kısmını Semerkand’da geçirdiği anlaşılan Hâcegî hazretlerinin tasavvuf sohbetlerini mescidde yaptığı ve tekke kurmadığı kaydedilmektedir. Müsâfirlerine bizzât hizmet eder, yaşlı hâline rağmen sofrayı kendisi hâzırlar, ruhsatla değil, azîmetle amel etmeğe ihtimam gösterir ve dinî emirlere son derece bağlı olduğu, dindeki rusûhunu göstermeğe yeter. Ayrıca cehri zikre, sema‘ ve raksa asla müsâade etmezdi. Müridlerinden birisi kendisine: “Müsâade buyurursanız da, meclislerinizde Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden okunsa” diye ricâda bulununca, Hâcegî hazretleri: “Meclislerimizde her gün Mişkât-ül Mesâbih’den birkaç hadis okunuyor. Şübhe yok ki Resûl-i ekremin (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) sözlerini zikr etmek, diğerlerinin sözlerini zikr etmekten daha iyidir” diye karşılık vermişlerdir.

Yazılı bir eseri bilinmeyen Hâcegî hazretlerinin kendinden sonra bir çok müridi ve halîfesi kalmış, tarîkatin yayılmasına hizmet etmişlerdir.

Halîfeleri:

Hâce Ebûl-Kasım: Hâcegî hazretlerinin oğlu ve halîfesidir. Şevk ve cezbesi galib idi demişlerdir. Babasının vefâtından sonra müridlerin çoğu ona intisab ettiler. 1022 (m. 1613) senesinde 39 yaşında vefât eyledi. Babasının yanında medfundur. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin (radıyallahu teâlâ anh) Ebûl-Kasım’a gönderdiği bazı mektûblar, Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî içinde günümüze ulaşmıştır.

Muhammed Sâbır: Derviş Muhammed’in halîfelerinden, Hâce Mîrek Günbed-i Sebzî’nin oğlu ve Hâcegî hazretlerinin halîfesidir. Tevâzu ve mahviyet sâhibi bir zât idi. 1034 (m. 1624) senesinde 80 yaşlarında vefât etmiştir. Kendisinden sonra oğlu Muhammed Yahyâ, memleketi olan Şehr-i Sebz’in bir köyünde halkı irşâd etmiştir.

Hâce Ahmed: Hâce Ammek diye meşhûrdur. Ya‘kub-i Çerhî hazretlerinin neslinden olup, Hâcegî hazretlerinin müridi ve damadıdır. 50 yaşlarında hacca gitmiş, 1020 (m. 1611) senesinde hac dönüşü Gûcerat şehrinde vefât etmiştir. Oğlu Hâce Ebûl-Hayr onun na‘şını Mekke’ye götürüp orada defn etmiştir. İmam-ı Rabbânî hazretleri kendisine iki mekûb yazmışlardır.

Muhammed Saîd: Hâcegî hazretlerinin halîfelerinden ilim ve irfân sâhibi bir zât idi. Gençliğinde medrese tahsîli ile meşgul iken Hâcegî tarafından mürîd olması teklîf edilmiş, ancak o, dervişliğin zor bir iş olduğunu söyleyerek intisâb etmemişti. Birkaç sene sonra kendiliğinden gelip mürid olmuş ve tasavvuf yolunda ilerlemiştir. Kendisine cezbenin gâlib olduğu günlerinden birinde şeyhi: “Muhammed Saîd! Gel, Mişkât-ül Mesâbih okuyup mütâlaa edelim” demiş de, o buna gücünün kalmadığını söyleyerek özür dilemiştir. 1028 (m. 1619) senesinde Hindistan üzerinden hacca gidiş ve dönüş yolunda Muhammed Hâşim Kişmî hazretlerine müsâfir olmuştur.

Hâcı Abdülaziz: Hâcegî’nin vefatından sonra halkın kendisine olan teveccühünden sıkılarak birkaç defa hacca gitmiş, sonra Burhânpûr köylerinden birine yerleşmiştir. Mahviyet sâhibi bir zât olmakla birlikte, bir Hac yolculuğunda gemideki bazı Şiîlerin Ehl-i sünnet âlimlerine dil uzattıklarını duyunca, onlara ders vermek için bir kerâmet izhâr etmek zorunda kalmıştır. 1041 (m. 1631) senesinde vefât etmiştir.

Hâcı Hayreddin Rûmî: Hâcegî hazretlerini rüyâsında görüp Anadolu’dan Mâverâünnehr’e gelerek intisab etti. Sohbetinde kemâle gelip hilâfet aldıktan sonra tekrar Anadolu’ya geldi ve burada halkı irşâd etti.

Mevlânâ Sûfî Alî Âbâdî: Hâcegî hazretlerinin eshabından olup, önceleri yüzünde bir cild hastalığı olduğu ve şeyhinin dua ve himmetiyle bu hastalıktan kurtulduğu nakledilir.

Hâcegî hazretleri, Hâce Latîf Kendî Bâdâmî, Muhammed Fâzıl Bedahşî, Ya‘kub-i Sırfî (h.1003-m.1595) ve daha nice evliyâ yetiştirmişlerdir.

Silsile-i aliyyeyi devâm ettiren ise, Hâcegî hazretlerinin en büyük halîfesi olarak bilinen ve bu tarîkati Hindistân’a götürüp, kendilerinden sonra yüzyıllar boyunca devâm edecek Müceddidî kolunun zuhuruna vâsıta olacak olan Hâce Muhammed Bâkîbillah hazretleridir.

İşte bu İmam-ı Rabbânî hazretlerinin mürşidi olacak Muhammed Bâkîbillah hazretleri bir gün, Mâverâünnehr şehirlerinden birine giderken, bir gece rüyâsında Hâcegî hazretlerini görür. Kendisine: “Ey oğul! Senin yolunu gözlüyorum” buyurur. Hâce Bâkîbillah hazretleri buna çok sevinir. Huzûruna kavuşunca, ona çok inâyetler eder. Yüksek hâllerini dinledikten sonra, üç gün üç gece birlikte halvette kalırlar ve bazı çok yüksek fâidelere onu muttali‘ kılar. Sonra Bâkîbillah hazretlerine: “Sizin işiniz, Allahu teâlânın yardımı ve bu yüksek yolun büyüklerinin ruhlarının terbiyeleri ile tamam oldu. Tekrar Hindistan’a gitmeniz icâb ediyor. Çünkü bu Silsile-i aliyyenin, orada sizin sâyenizde parlayacağını görüyorum. Bereket ve terbiyenizden çok istifâde edip büyük işler yapacak olanlar gelecek” buyurdu.

Hâce Bâkîbillah hazretleri kendilerini bu işe lâyık görmediklerinden, özür dilediler ise de, Hâcegî hazretleri kendilerine istihâre etmesini emr etti. Rüyâsını Hâcegî hazretlerine anlattığı zaman şu karşılığı aldılar: “Derhâl Hindistan’a gidiniz. Orada sizin bereketli nefeslerinizden bir azîz meydana gelecek, bütün dünyâ onun nûruyla dolacak. Hattâ siz de ondan nasîbinizi alacaksınız.”

Hâce Bâkîbillah hazretleri Hindistan’da Sihrind [Serhend] şehrine geldiği zaman kendisine: “Kutbun etrafına geldin” diye ilhâm olundu. Bu kutub, İmam-ı Rabbânî Müceddid-i elf-i sânî hazretleri idi. Demek ki, bu kıymetli tohum Semerkand ve Buhârâ’dan getirilmiş, Hindistan toprağına ekilmiş oluyordu.

Hâcegî hazretleri ömürlerinin sonuna doğru şu dörtlüğü çok okurlardı:

Zaman zaman hâtırlarım ölümü,

Bugün ne olacak ben de bilemem,

İsteğim Rabbimden uzak olmamak, 

Başka ne olursa, hiç aldırmamak.

Mevlânâ Halid-i Bağdadî (kaddesallahü teâlâ esrârehü) Mektubât’ının altıncı mektûbunda yazıyor: Mevlânâ Hâcegî İmkenegî hazretleri uzun bir zaman zâhiren büyük sıkıntı ve yoksulluk içerisinde, Hak tâliblerini hakîkî mahbûba kavuşturma yolunda gayretler gösterirdi. Birgün müridlerinden bir grubla dikenli bir yerden geçiyorlardı. Müridlerden kimi yalın ayak idi. Her an ayaklarına diken batar, acısından gizli âşikâr soğuk soğuk ah ederlerdi. Ama o tarîkat pîrinin ardından giderler, hiç geri kalmazlardı. Bir defasında onlara dönüp: “Kardeşlerim! Elem dikeni ayağa batmayınca, murad gülü açılmaz” buyurdular. Ayaklarına diken batanlar bu nükteye çok sevindiler.

Hâcegî hazretleri bütün ömrünü hadîs ve sünnete hizmet ve Resûlullah’ın (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) güzel ahlâkını insanlara duyurmakla geçirdiler. Zâhir ve bâtın ilimlerinde çok insan yetiştirdiler. Bununla beraber kalbleri hep Allahu teâlâ ile idi. Doksan yaşını mütecâviz olduğu hâlde, hiç ayrı kalmak istemediği MENNÂN’a kavuştu. Allahu teâlâ şefaatlarına mazhar eylesin! Âmin!


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar