Print Friendly and PDF

Reşahât ayn-ül Hayât 3

 

HAZRETİ MAHDÛM’UN İLK ZAMANLARINDA İLİMLE İŞTİGALİ VE FAZÎLET VE KEMÂL EHLİNE GELİŞİ

Mevlânâ hazretleri küçük yaşta babaları ile Herat’a geldiklerinde Nizâmiye medresesinde kalmışlar. Mevlânâ arabcada mâhir ve usûl iliminde derin âlim olan Cüneyd-i Usûlî’nin dersinde bulundu. Muhtasar ve Telhis isteyip, bu kitaba başladığında, bir takım talebe Şerh-i Miftah ve Mutavvel okuyorlardı. Kendisi daha şer‘an bülûğa ermemiş iken, kendinde o kitabları tamamen anladığını görüp, Mutavvel ve Mutavvel hâşiyeleri mütalaasına iştigal etti. Ondan sonra o asrın mudekkiklerinin ulusu ve Seyyid Şerîf Cürcânî hazretlerinin talebesinden olan Mevlânâ Hâce Alî Semerkandî’nin derslerinde bulundu.

Reşahât sâhibi der ki: Hazreti Mahdum [Mevlânâ Abdurrahman Câmî] buyurdu ki: Mezkûr Hâce Alî, mütalaa hususunda eşsiz idi. Ama kırk günde ondan doymak mümkün idi. Ondan sonra Mevlânâ Şehâbeddin Muhammed Hacermî’nin dersine devam etti. Bu Mevlânâ kendi zamanında mübâhese edenlerin en üstünlerinden idi. İlmî icâzetleri ve kolları Mevlânâ Sadeddin Teftezânî hazretlerine erişirdi.

Mevlânâ Câmî hazretleri buyurdular: Bir nice zaman onların dersine devâm eyledim. Onlardan ma‘kule yakın iki söz işittim: Biri Telvîh kitabında Mevlânâzâde Hattabî’nin itirazlarından bazısını def ederdi. İlk gün o itirazı def için bahis esnasında getirdiği iki üç mukaddimeyi ibtâl ettim. Başka mecliste uzun düşündükten sonra cevab verip dedi ki: Biraz vechi [tevili] var idi. İkinci sözü Mutavvel’den Beyân ilminde küçük bir münâkaşaları var idi. Gerçi haddi zâtında o söz, kitabın ibâresine bağlı olduğu için hakikatta çok bir değeri yoktu. Ama tevcîhde istikamet var idi. Ondan sonra Semerkand’da o asrın muhakkıklarından Kadızâde Rûmî’nin dersinde bulunmak istedi. İlk mülâkatta mübâhase vâkı‘ olup, bahisleşmeleri çok uzadı. Daha sonra Kadızâde onların sözüne geldi. Büyük âlimlerden olup Uluğ Bey’in yanında kadı asker [kazasker] mertebesinde bulunan Mevlânâ Fethullah Tebrîzî anlatır: Mirzâ Uluğ Bey’in Kadızâde Rûmî hazretlerini Semerkand’da kendi medresesinde müderresliğe oturttuğu mecliste, cihânın bütün büyükleri ve fazîletli kimseleri orada bulunuyorlardı. O mecliste Kadızâde bir yolla zeki ve iyi tabîatleri zikr ederdi. O zaman Mevlânâ Abdurrahman Câmî hakkında buyurdular ki: Semerkand kurulalıdan beri cevdet-i tab‘ [ahlâk güzelliği] ve tasarruf kuvvetinde bu Câm’lı genç gibi bir kimse Amûye nehri [Ceyhûn]dan beri tarafa geçmemiştir.

Kadızâdenin iyi talebesinden Mevlânâ Ebû Yûsuf Semerkandî anlatır: Mevlânâ Abdurrahman Câmî Semerkand’a geldiklerinde, her nasılsa, hey’et [astronomi] ilminde Tezkire’yi şerhe koyuldu. Kadızâde o kitabın hâşiyelerini yazdığı ve nice yıllar bu hâl üzere bulunduğu bir nice seçkin tasarruflarından [kendine mahsûs bilgilerden] hergün düzeltmeğe gelirdi. Kadızâde bu bakımdan Mevlânâ Câmi hazretlerinden son derece memnun idiler. O zamanda Kadızâde, kendisinin düşüncelerinin mahsûlü olan Telhîs’in Çağminî şerhini meydana getirdi. Hazreti Mahdum onda, Kadı’nın hâtırına hiçbir zaman gelmemiş olan bazı tasarrufları vardır.

Birgün Herat’ta Mevlânâ Alî Kuşçu, Türkmen kıyafetinde beline bir aceb kuşak bağlamış Mevlânâ Câmî hazretlerinin meclisine geldi ve bir yolunu bulup, heyet ilminin inceliklerinden gayet zor birkaç şübhe sordu. Mevlânâ güzel anlaşılır bir ifâde ile hiç durmadan suâllerin her birine öyle cevablar verdi ki, Mevlânâ Alî sustu ve hayretler içinde kaldı. Mevlânâ Alî Kuşçu o meclisten sonra kendi talebesine demiş ki: O günden beri ben anladım ki, nefs-i kudsî bu âlemde vardır.

Büyüklerden biri buyurdu ki: Hâcegân (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) tarîkatinde bulunmak akla yardım eder ve müdrike kuvvetini takviye eder. Bu kuvvet yukarıdaki söze binâendir. Mevlânâ hazretlerinin mütalaadaki durumu ve mübâhasedeki kuvveti, emsâline, belki üstâdlarına galib olduğu meşhurdur.

Bir gün Mevlânâ hazretlerinin meclisinde kendinin üstâd ve muallimleri anılmış. Buyurmuşlar ki, ben hiç kimselerden şöyle ders okumamışım ki, onun bana galebesi ve hakîmiyeti olsun. Belki dâima bahiste her birine galib olurdum. Bazen de berabere kalırdık. Hiç birinin benim üzerimde üstâdlık hakkı yoktur. Aslında ben babamın talebesiyim. Çünkü dili ondan öğrendim.

Reşahât sâhibi (aleyhirrahme) der ki, Mevlânâ’nın bu sözünden şöyle anlaşılır ki, nahvi ve sarfı babalarından öğrendikten sonra aklî ilimler ve yakînî ma‘rifetlerin elde edilmesinde kimseye pek o kadar ihtiyâcları kalmamıştır.

İlk zamanlarında bir gün Mevlânâ hazretlerinin arkadaşlarından Mevlânâ Şeyh Hüseyin, Mevlânâ Davud ve Mevlânâ Muîn vazîfe almak düşüncesiyle Mirzâ Şâhruh’un en ileri gelen adamlarından birine gitmeğe sözbirliği edip Mevlânâ hazretlerinin de yeninden tutup zorla çekip alıp gitmişler. Konağa varınca Mîrzâ’nın kapısında hayli zaman beklemişler. Neden sonra mulâkat müyesser olup, dışarı çıktıktan sonra Mevlânâ hazretleri buyurmuşlar ki, benim sizinle beraberliğim bu kadardı. Bu da oldu bitti. Bundan sonra bir daha benden böyle bir şey sâdır olmaz. İşte ondan sonra dünya ehli ve makam sâhiblerinden hiç bir kimsenin kapısına gitmedi. Daima fakr ü fenâ zâviyesinde himmet ayağını sabır ve kanaat eteğine çekip, Şeyh Nizâmî hazretlerinin şu ibretli sözleri onun hakkında zuhûra geldi. O zamana kadar tevekkül ve istiğnâda [kimseye ihtiyâc arz etmemekte] sâbit kadem oldular.

Mesnevî:

Beni tâ gençliğimde tuttun sana çevirdin, Kendi kapından başka bir yere göndermedin, Sen bana ne lazımsa lutf edip bol bol verdin, Hepsini istemeden kapıma sen gönderdin.

HAZRETİ MAHDÛM’UN MEVLÂNÂ SADEDDİN
HAZRETLER
İNİN SOHBETİNE KAVUŞMASI:

Hazreti Mahdum ilk zamanlar bir genç güzel kıza tutulmuştu. Bir gün hâtırları ondan dönmüş bundan dolayı Herat’tan Semerkand’a gitmişti. Semerkand’da birkaç gün fedâil ve kemâl edinmeye çalışmış. O zamana kadar ki, hâtır-ı şerîfleri sûrî ayrılıktan rahatsız olup, eski sevgisi tekrar yenilenmişti. Rüyâlarında Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerini görüp, onlardan şu ibretli ve hikmetli sözü işitmişler: Var kardaş bir yâr bul ki, terkine çâren olmaya! Bu rüyâ Mevlânâ hazretlerine çok tesir etti. İçine büyük bir endişe düştü. Ve hemen Horasan tarafına hareket etti. Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin şerefli sohbetine ve kimyâ özelliğine sâhip kabûlüyle müşerref oldu. Kısa zamanda bereketli sohbetlerinden kendisine büyük bir şevk ve kendinden çalınma hâli elverdi. Horasan’a gelirken bu tarîk azîzlerden biri Mevlânâ hazretlerine yoldaş olmuştu. Onların bu hâlini görünce son derece hayret ve şaşkınlıkla: “Hâcegân tarîkı bunu tez aldı” dedi.

Mevlânâ Sadeddin (kuddise sırruh) her gün Herât’ın câmii kapısında namazdan önce ve namazdan sonra eshabıyla oturup sohbet ederlerdi. Ve câminin önü Mevlânâ hazretlerinin güzergâhı idi. Mevlânâ ne zaman oradan geçseler, Mevlânâ Sadeddin hazretleri buyururdu ki: “Bu gencin ne şaşılacak bir kabiliyeti vardır. Âşık ve âşuftesi olmuşum. Bilmem ki, onu nasıl avlıyayım!” Mevlânâ Câmî hazretlerinin, hazreti Mevlânâ Sadeddin’in iksir özellikli sohbetlerine erişip muhabbet bağına ve tuzağına tutuldukları gün, Mevlânâ hazretleri buyurdu ki: Bugün tuzağımıza bir şâhin düştü. Yine o esnâda buyurdular ki: Hak sübhânehû ve teâlâ bu Câm’lı gencin sohbetiyle bizi memnun eyledi.

Mevlânâ Şehâbeddin Muhammed Hacermî, Mevlânâ Câmî hazretlerinin Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin sohbetine incizabından [çekilmesinden] sonra dediler ki: Beşyüz seneden beri Horasan toprağında ilim ehli arasında bir kemâl sâhibi yiğit çıktı. Onun da, Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî yolunu kesip zâyi‘ eyledi.

Herat’ın belli başlı âlimlerinden Mevlânâ Abdurrahman Kaşgarî dedi ki: Mevlânâ Abdurrahman Câmî kitab mütaalasını bırakıp sofiyye yoluna teveccüh etmeyince, mütalaadan ve resmî ilimleri tahsîlden güzel bir iş ve ilim erbabı olmaktan yüce bir makam bulunduğu hakkında bende bir yakîn hiç olmamış idi.

Mevlânâ hazretleri, Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî’nin emriyle bu yola ilk girip vazîfeye başladığında, çetin riyâzet ve mücâhedelere girişmişti. İnsanlardan son derece uzak dururdu ve hep yalnız olarak vakit geçirirdi. Bu dereceden sonra halka karıştığında musahabette konuşma şekli ve hitab uslûbunu unuttu. Her günkü resmî konuşma ve sözlerden kaçar oldu. Konuşacak sözler tedricen hâtırına gelirdi. Bilâhare bir kuvvetli keyfiyet elverdi ki, şuursuzca Kâbe tarafına müteveccih olup Kûsû’ya kadar gitti. Buraya geldiklerinde biraz aklı başına geldi. O anda Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin seâdetler bahşeden şerefli sohbetinin aşkı ve nûrlu yüzünün sevdası kalbinde ağır bastı da, hareket dizginlerini seâdet vesîlesi gönlünün yuvası tarafına ve bütün himmetini, âşıkların kalblerinin Kâbesi olan mürşidinin sohbetine kavuşmak istikametine çevirdi ve tekrar sevdiğine kavuştu.

Mevlânâ hazretleri Sadeddin hazretlerine devamı esnasında, bahar mevsiminde birkaç günlüğüne Evbe tarafına seyre gitti. Mevlânâ Sadeddin hazretleri bir mektub yazıp ona gönderdi. El yazıları olan nüshadan alarak kitabımıza koyuyoruz. [Mektûb Farsça’dır. Türkçe’si şöyledir].

Bismillahirrahmanirrahim. Selâmün aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü. Allahu teâlâ kendisi ile bulundursun. Kendinden başkasıyla bulundurmasın! O kardeşim ve gözümün nûru Mevlânâ Abdurrahman Câmî’den beklediğim, bu fakîr, hakîr ve ömrünü boşa geçirmişi şerefli hâtırının köşesinden uzak tutmasın. Sizi görme şevkimin bana galib geldiğini bilesiniz. Bilmiyorum size ne yazayım. Bu yazılar isim ve resimden başka değildir. Maksûd olan ibâreye, yazıya gelmez. Şeyh Ahmed Gazâlî buyuruyor ki; Bu tâifenin yaptığım tanımı, benim ihtiyâcım yönünden değildir. İçimdeki hararet bakımındandır. Onların izzet ve şerefi için bilmiyorum ne diyeyim.

Mısra‘:

Benim yüzüm buradadır, sen güle bakıyorsun.

Vesselâm vet-tahıyye. El-hakîr, el-fakir Sa‘d ül Kaşgarî

Bu mektûb Mevlânâ hazretlerine ulaşınca, hemen geri döndü ve bir daha onların hizmet ve sohbetinden ayrılmadı.

Hazreti Mahdûmî Mevlânâ Abdurrahman Câmî buyurdular: Bu yola ilk meşgul olmağa başladığımızda, nûrlar göründü. Azîzimiz Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin işâret buyurdukları şekilde vazîfe yapıp, o nûrları, örtülünceye kadar nefy eyledim. Envâr, keşif ve kerâmetlerin zuhûruna itimâd yoktur. Bir dervişe bir kâmil sohbetinde tesîr ve cezbe el verip, bir müddet kendinden kurtulmaktan iyi kerâmet yoktur.

Reşahât sâhibi (aleyhirrahme) der ki: Üstâdım Mevlânâ Abdülgafûr hazretleri der idi ki, Mevlânâ Câmî hazretlerinden, bu taifeden bazısına âlemler keşf olur, bazısına da olmaz, gizli kalır, bunun hikmeti nedir diye sordum. Buyurdular ki, yol ikidir. Biri terbiye silsilesi olup, sâlik hangi yoldan mülk âlemine nüzûl etmiş [inmiş] ise, yine o yoldan aslına döner. Biri de vech-i has olup, bizim hâcelerimizin yoludur. Bu tarîka [yola] sâlik olanın teveccühü zât-ı bahttan [Allahu teâlânın zâtından] gayriye değildir.

Ve yine Mevlânâ Abdülgâfur hazretleri buyurdular: Mevlânâ Câmî hazretlerinin hâtır-ı şerifleri icmâl yolundan ise, kesrette vahdet [çoklukta birlik] müşâhedesine meyilli idi. Ona tafsîli müşâhede derler ve buyururlardı ki, ne zaman kendimi icmâl mertebesinde tutsam, mağlub olurum. Lâkin pîrimiz Mevlânâ Sadeddin hazretleri icmâlden tafsîle az müteveccih olurlardı. Bu yüzden istiğrakları tarafı gâlib idi ve buyururdu ki : Vahdet sırrı ve tevhid ma‘nâsı bana öyle gâlib olmuşdur ki, onu kendimden gideremiyorum ve bu hususta benim ihtiyârım yoktur. Hiçbir şey bundan önce hatırıma gelmez. Bu ma’nâ kalbimde her şeyin önüne geçmiştir.

ÇOCUKLUKTAN SONUNA KADAR HAZRETİ MAHDÛM’UN
BÜYÜK VEL
İLER İLE GÖRÜŞMELERİ:

Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinden başka, Mevlânâ Câmî hazretlerinin görüştüğü azîzlerden evvelkisi Hâce Muhammed Pârisâ hazretleridir. Mevlânâ Câmi hazretleri Nefahât-ül Üns kitabında yazar: Hâce Muhammed Pârisâ Hicâz’a giderken Câm vilâyetine uğrayıp geçtikleri tahmînen 822 senesinin Cemâzilevvelinin sonları ve Cemâzilâhirinin başları idi. Bu fakîrin babası muhib ve muhlislerden bir bölük cemâatle Hâce hazretlerini ziyâret etmek niyetiyle istikbâle çıkmışlardı. O zaman ben daha beş yaşımı bitirmemiştim. Oradakilerden birinin omuzunda beni götürüp, Hâce hazretlerinin mahfeleri önüne ilettiler. Hâce hazretleri de iltifât buyurup bana bir baş nebât-i kermânî ihsân eylediler. Bugün altmış yıldır. Nûrlu simâlarındaki safası gözümün önünde ve mubârek gözlerinin o tatlı bakışları gönlümdedir. İşte Hâcegân hânedanına bu fakîrden meydana gelen muhabbet ve ihlas râbıtası ve itikad ve irâdet o bereketli nazarların eseridir. Ve ümid ederim ki bu râbıta berekâtıyla onların muhib ve muhlisleri zümresinde haşr olurum.

Biri de o zamanın meşayıhının büyüklerinden Fahreddin Lûristânî hazretleri idi. Yine Mevlânâ hazretleri Nefahat-ül Üns’te yazmışlardır: Hâtırımda kaldığına göre Mevlânâ Fahreddin Lûristânî, Câm’ın Hardicerd’inde babama âid bir evde kalıyordu. Ben o kadar küçük idim ki, beni dizleri üstünde oturtup, havada Alî ve Ömer gibi meşhûr isimlerden mubârek parmakları ile işâretle yazardı, ben de onu okurdum. Onlar tebessüm eder, hayretle karşılarlardı; onların o lütf ve şefkatleri bu tâifeyi aliyyeye gönlümde muhabbet ve irâdet tohumu oldu. O gün bu gündür, hâlâ o muhabbet tohumu filizlenip büyümektedir. Ümidim budur ki, onların muhabbeti ile hayat bulayım ve onların muhabbeti ile can vereyim. Ve onların muhibleri zümresinde haşr olayım.

Biri de, Hâce Burhaneddin Ebû Nasr Pârisâ (kuddise sırruh) hazretleri idi. Yine Nefahat-ül Üns kitabında yazarlar: Bir gün Hâce Ebû Nasr’ın meclis-i şeriflerinde Şeyh Muhyiddin bin Arabî (kuddise sırruh) hazretleri ve yazdığı kitablardan konuşuldu. Yüksek babalarından naklen buyurdular ki: Onlar derler idi ki, Fusûs, cândır. Futuhât, dil. Bir de buyururdu ki, Fusûs’u iyi bilenin Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerine mutabeat arzusu ziyâde olur.

Görüştüklerinden biri de Şeyh Behâeddin Ömer (kuddise sırruh) idi. Buyururlardı ki: Şeyh hazretlerinin istiğrak ve istihlâkı [nurlara dalması ve kendinden geçmesi, kendini bilmemesi] gâlib idi. Ekseriya sık sık havaya bakarlardı. Her hâlde, yerleri hava olan insanların nefeslerinden yaratılmış olan melekleri mulâhaza ederlerdi.

Yine Mevlânâ hazretleri buyurdular: Çağara’ya gittiğimde Şeyh hazretlerini gördüm. Şehirden de bir bölük cemâat şeyhi ziyârete geldiler. Şeyhin âdetleri idi. Şehirden bir kimse gelse, şehirde ne haberler var, diye sorarlardı. Yine âdetleri üzere hâzır olanların her birine sordular. Herkes kendine göre bir çeşit haber verdi. Sıra bu fakîre gelince, bana da sordular. Herkes bu kadar haber verdikten sonra, ben: “Hiç haberim yok” dedim. Yolda ne gördün, dediler. “Hiçbir şey görmedim” dedim. Buyurdular ki: Derviş [veli, mürşid] huzuruna varan böyle varmalıdır ki, ne şehirden haberi ola, ne de yolda bir şey görmüş ola. Sonra şu beyti okudular:

Kendi dildârına bağla gönlünü,

Ve bütün âlemden bağla gözünü.

Görüştüklerinden biri de, Hâce Şemseddin Muhammed Kösevî (kuddise sırruh) hazretleridir. Mevlânâ buyurdular: Hâce Muhammed hazretleri va‘z ederlerdi. Bizim azîzimiz Mevlânâ Sadeddin hazretleri, Mevlânâ Şemseddin Muhammed Esed hazretleri, Mevlânâ Celâleddin Ebû Yezîd Pûrânî hazretleri ve o asırda bunlardan başka olan azîzler, onların meclisinde hâzır olurlardı ve onların umûmi bilgi ve latîf sözlerini beğenirlerdi. Mevlânâ Şerefeddin Alî Yezdî hazretleri de bizi onların va‘z meclisine teşvik ederdi.

Reşahât sâhibi der ki: Bazı azizlerden kulağımıza geldi ki, Mevlânâ Câmî hazretlerinin, Hâce Muhammed Kösevî hazretlerinin va‘z meclisinde hâzır oldukları gün, Hâce hazretleri: “Bugün bizim meclisimizde bir mum ışığı parlıyor” buyururdu ve o gün mubârek dillerinden çıkan ma‘rifet ve hakîkatlar pek ziyâde olurdu. Mevlânâ Câmî hazretleri buyurdular: Hâce Muhammed Kösevî, Şeyh Muhyiddin İbni Arabî hazretlerinin kitablarına gayet mu‘tekid idiler. Ve tevhîd mes’elesini onların mezhebine uygun anlatırlardı. Minber üzerinde, zâhir âlimlerinin huzûrunda tevhîd ilmini öyle beyân ederlerdi ki, hiç kimse inkâr edemezdi. Kur’ân-ı kerîmin esrar ve hakaıkında, hadîs-i nebevînin tedkîkinde ve meşayıhın sözlerinin tahkîkinde keskin görüş ve anlayış sâhibi idiler. Az bir teveccüh ile hâtır-ı şerîflerine vârid olan sayısız ma‘nâlara, başkaları uzun zaman düşünmekle erişemezlerdi. Va‘z esnasında kendilerine bazen büyük bir vecd gelir, çok sayha ve feryad ederlerdi ve bu hâllerinin tesiri mecliste bulunanların hepsine sirâyet ederdi.

Hâce Muhammed hazretleri zaman zaman, insanları nefislerinin galib sıfatları şeklinde görürlerdi. Bir gün dediler ki, bizim eshabımız kâh kâh insanlık sûretinden çıkarlar, ama yine de çabuk insanlığa dönerler. Bir iki kimsenin ismini söyleyip dediler ki: Ne zaman bizim huzurumuza gelseler, aç gözlü it sûretinde görünürler. Ve çok olurdu ki, sohbetlerinde, bir kimsenin hâtırından bir şey geçse, Hâce hazretleri onu bir şekilde izhâr ederlerdi ki, hâtıra sâhibinden başkası onun farkında olmazdı.

Görüştüklerinden biri de, Mevlanâ Celâleddin Ebû Yezîd Pûrânî hazretleri idi. Mevlânâ hazretleri Pûrân köyünde onların sohbetlerine çok varıp gelmişler idi. Mevlânâ hazretleri Nefahat-ül Üns kitabında yazarlar: Bir kere onların yanlarında namaz kılıyordum. Onları o derece hâllere mağlûb ve varlıklarından müstehlik buldum ki, sanki kendinden hiç haberleri yok idi. Kıyamda dururken, kâh sağ elini, kâh sol elini diğerinin üstüne koyardı.

Görüştüklerinden biri de, Mevlânâ Şemseddin Esed hazretleri idi. Mevlânâ Câmî hazretleri bununla çok sohbetler etmiştir. Nefehat-ül Üns kitabında yazarlar: Bir kere onlarla yol boyunca giderken, söz gelişi olarak dediler ki, bana bu birkaç gün içinde, benim de kendimden ummadığım bir iş oldu. Böyle bir beklentim de yoktu. Çok kısa olarak temas etti de, ben onların ifadelerinden ve işâretlerinden cem‘ makamına kavuştuklarını anladım.

Ma‘rifet sâhibi büyük bir zât buyurdu ki: Allahu teâlâ bir kimseye zâtı ile tecelli edince, o kimse bütün varlıkların zat, sıfat ve fiillerini Hak sübhânehü ve teâlânın zât, sıfât ve ef alinin nurlarının aydınlığında yok bulur ve kendi nefsini [varlığını, zâtını, özünü] mevcûdât ile şöyle müşâhede eder ki, sanki bütün varlıkların müdebbiri [idare edeni] kendisidir. Ve varlıklar onun uzuvları yerindedir. Varlıklardan birinin diğerine yakınlığını, kendine yakın olmuş görür. Ve kendi zâtını Hak teâlânın zâtı ile, sıfatını Hakkın sıfatı ile ve fiilini Hakkın fiili ile bir görür. O yüzdendir ki, aynı tevhidde müstehlik olmuştur. Ve aynı tevhîdde istihlâk bu müşâhedeyi gerektirir ki, ona mensûb olanı, kendine mensûb göre! Tevhidde insanın bundan yüksek mertebesi olmaz. Basîret zât-i cemâl müşâhedesine müncezib olduğundan, eşyayı birbirinden ayırıp, mümkün ile vâcibi birbirinden ayırabilen akıl nûru zât-i kadîmin nûrunun galebesinde örtülünce, kadîm ile hadîs arasını temyîz ortadan kalkar. Çünkü hak zâhir olduğu gibi, bâtıl yok olur, kalmaz. İşte bu tâifenin dilinde bu hâle cem‘ denir.

Görüştüklerinden biri de Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretleridir. Mevlânâ hazretleri ile Hâce Ubeydullah hazretlerinin arasında dört kere görüşme olmuştur. İki kere Semerkand’da mülâkat etmişlerdir. Üçüncüsünde Hâce Ubeydullah hazretleri Mîrzâ Sultan Ebû Saîd zamanında Maveraünnehir’den Horasan’a geldiklerinde Herat’ta görüşmüşlerdir. Dördüncüsünde Hâce Ubeydullah hazretleri Mirzâ Sultan Ebû Saîd’in ricasıyla Merv’e geldiklerinde, Mevlânâ Câmî hazretleri de Herat’tan Hâce hazretlerinin sohbetlerine yetişmek için Merv’e gelmiş ve orada görüşmüşlerdir.

Reşahât sâhibi der ki: Mevlânâ Câmî hazretlerinin mubârek el yazıları ile gördüm. Şöyle yazmışlardı: Merv şehrinde bulunduğum zaman, Hâce Ubeydullah (Allahu teâlâ celâlinin gölgesini uzun etsin) hazretleri, bu aşağı kuldan: Kaç yaşındasınız? Sordular. Tahmînen ellibeş cevabını verdim. O hâlde bizden on iki sene daha yaşlısınız buyurdular.

Şunu da arz edelim ki, bu görüşmelerden önce ve sonra Mevlânâ hazretleri ile Hâce hazretleri arasında birçok yazışma ve haberleşmeler olmuştur. Ve Mevlânâ Câmî hazretlerinin Hâce hazretlerine kemâl üzere irâdet ve ihlâsları, onların menkıbeleri ile dolu olan manzûm ve mensûr eserlerinde bütün âleme açık ve seçik olarak duyurulmuştur. O kadar yayılmış ve duyulmuştur ki, buraya yazmaya ihtiyâc kalmamıştır. Mevlânâ’nın Hâce hazretlerine hulûs ve muhabbetleri onlara yazdıkları mektublardan da anlaşılmaktadır. Şâhid olarak şu iki küçük mektubu [Farsça’dan Türkçe’ye çevirerek] yazalım:

BİRİNCİ MEKTÛB: Yüksek makamınıza ihtiyâc yüzümü çevirerek arz ederim ki, bu Haktan gayrisine tutulmuş bîçâre, bazen istiyorum ki, edebsizlik edip hâlimin harablığından, kapınızda hizmet şerefine kavuşmuş olanlara bir şeyler yazayım. Fakat bu fakirin harab hâli, o büyük ni‘met sahiblerini üzer diye korkuyorum. Korkudan bahsetmek de korkudur. Hangi hâlde olursam olayım, arzum bu âcizin harab hâline teveccüh buyurmanızdır. Kerîm olanların ahlâkından olan ikrâmınızı bu zaif kul için düşününüz. Vesselâm vel ikrâm.

İKİNCİ MEKTÛB: Makamınıza arzımdır. Sizi görme iştiyakım ve kapınızın eşiğini öpme arzum çoktur. Her ne kadar kendi kendime:

Bu büyük devlettir, bugün kime verilir.

diyorsam da kendimi o eşikte görme aşkım pek ziyâdedir. Hak sübhânehü ve teâlânın nihâyetsiz lûtfundan umarım ki, mücerred inâyeti ile bu kolsuz, kanatsız, himmetsiz ve ayaksız fakîre bir ayak ihsân etsin de hangi şekilde olursa olsun, benliğin dar habsinden kurtulup, kapınızın eşiğini öpebilmeğe yöneleyim. Vesselâm.

Mevlânâ Câmî hazretleri üç kere Semerkand’a gelmiştir. Birincisi Mirzâ Uluğ Bey zamanındadır. Zâhirî ilimleri tahsîl için, Kadîzâde Rûmî hazretlerinin dersine devâm ederdi. Biraz önce kısaca bahsetmiştik. İkincisi hâssaten [özel olarak] Hâce hazretlerinin sohbetlerinde bulunmak için gelmeleridir. O sefere çıkışlarının târihi, kendi mubârek el yazılarından alındığı gibi, 870 senesi Muharreminin sekizi Cumartesi gecesi vâkı‘ olmuştur. Üçüncü gelişleri de, yine Hâce hazretlerini görmek içindi. Ama öyle bir zamana rastladı ki, Hâce Ubeydullah hazretleri Sultan Ebû Saîd Mirzâ’nın oğlu Ömer Şeyh Mirzâ ile Sultan Ahmed Mirzâ’yı barıştırmak sebebiyle Türkistan’a hareket etmişti. Mevlânâ Câmî hazretleri Hâce hazretleriyle yolda karşılaşıp üç gün sohbet ettikten sonra, Hâce hazretleri Mevlânâ’yı, diğer azîz eshab ile beraber Fârâb istikametine gönderip, kendileri Türkistan yolunu tutmuşlardı.

Adı geçen sultanların aralarını bulup onları barıştırdıktan sonra Şaş’a gelip, Mevlânâ hazretleri ile sâir eshabı ve ahbabını Fârâb’dan kendi bulundukları yere da‘vet ettiler. Böylece Taşkend’de bir nice günler büyük sohbetler, âli [yüksek] meclisler icrâ ve ihyâ ettiler.

Reşahât sâhibi der ki: Hâce Ubeydullah hazretlerinin eshâbından olan ve zikri Reşahât kitabının üçüncü faslının üçüncü maksadında gelecek olan Mevlânâ Ebû Saîd Evbehî hazretleri o sohbetlerde bulunmuşlardı. O meclisin niteliğinden bahsederek buyururdu ki: Hâce hazretleri ile Mevlânâ Câmî hazretlerinin ekseri sohbetleri sükut ile geçerdi. Zaman zaman Hâce hazretleri konuşurlardı. Birgün Mevlânâ Câmî hazretleri Hâce hazretlerine dediler ki: “Bizim Futuhat kitabının bazı yerlerinde müşküllerimiz vardır ki, okumak ve düşünmek ile bunlar çözülmüyor”. Hâce hazretleri emr ettiler, Futuhat’ı meclise getirdim. Mevlânâ Câmî hazretleri bu müşküller içinde en zorunu bulup Hâce hazretlerine arz eyledi. Ve Şeyh-i Ekber hazretlerinin ibâresini okudular. Hâce hazretleri buyurdular ki: Bir sâniye, kitabı bırakın, bir giriş yapalım. İşte o zaman Hâce hazretleri uzun ve tatlı bir giriş yapıp çok acâib ve garaib sözler söylediler ve sonra: Şimdi kitaba bakalım. Kitabı açıp mevzu okununca maksad, hiç şübhe kalmayacak şekilde açıklanmış oldu.

Mevlânâ hazretleri Taşkend’de Hâce hazretlerinin yanında onbeş gün kaldı. Sonra Hâce hazretlerinin izni ile Taşkend’den Semerkand’a hareket edip Karşî yolundan Horasan’a geldiler. Bu yolculuğun tarihi Mevlânâ hazretlerinin el yazılarından alınarak şöyledir: Semerkand’a üçüncü gidişimiz 874 senesi Rebi‘ülevvel ayının ibtidasında Pazartesi günü idi. Bir Pazartesine kadar da Hatun Tahtı’na yakın Ordu denen yere gelindi. Perşembe günü Ordu’dan göçülüp Salı günü Endihod’a varıldı. Cum‘a günü Ceyhun’dan geçilip Perşembe günü Şadıman köyüne erişildi. Burada Hâce hazretleri ile görüştük. Pazar günü Onlar Türkistan’a yönelip, bizi Fârâb’a gönderdiler. Rebi‘ülâhırın on beşinde Fârâb’dan Şaş tarafına hareket edildi. Yirmi ikisinde Şaş’a gelindi. Cemâzilevvelin sekizinci günü Şaş’dan Horasan’a doğru yola çıkıldı. On beşinde Semerkand’a ulaştık. Yirmi biri Pazartesi günü göç edildi. Perşembe gününe kadar Şadıman’da kalındı. Pazartesi günü Karşî’ye ulaşıldı. Cemâzilâhır ayının hilâli Perşembe akşamı Karşî’de görüldü.

Mevlânâ Câmî hazretleri buyururlardı: Hâce hazretleri havatırı tez başa çıkarırlardı. Ya‘nî gönülleri tez ıslâh edip tâlibi hâtıra [kalbe gelen düşünceler] kaydından [bağından] tez kurtarırlardı. Eğer bir şey hâtır-ı mubâreklerine ağır gelseydi, kuvvet-i kahire ile onu def ederlerdi. Ve bu tâifenin sözlerini anlatırken, Hâce hazretlerinin ifâde ettiği tatlılık, hiç kimseden işitilmemiştir.

Reşahât sâhibi der ki: Bazı ileri gelenlerden duyduk ki, Hâce hazretleri çok tâlibleri Mevlânâ câmî hazretlerinin hizmetine gönderir, istidadlı bir çok kimseyi onların sohbetine teşvîk ederdi.

Yine Reşahât sâhibi buyururlar: Bu fakîr Mâverâünnehr’e ilk geldiğimde, Ceyhûn sâhiline ulaştığım gece, rüyada Hâce Ubeydullah hazretlerini gördüm. Buyurdular ki: “Ne acebdir ki, Horasan’da Nûr denizi dalganırken halk, bir kandil yaktığı için, Mâverâünnehr’e gelir”. Karşî’ye varıp, Hâce hazretlerinin şerefli sohbetine kavuşunca, birgün buyurdular ki, Herat meşayıhından kimleri görmüşsün? Mevlânâ Abdurrahman Câmî’yi ve Mevlânâ Muhammed Rûcî’yi gördüm, dedim. Buyurdular ki: Horasan’da Mevlânâ Câmî’yi görmüş olanın bu tarafa gelmesine ne hâcet vardır? Ondan sonra buyurdular: Duydum ki: Mevlânâ Câmî hazretleri mürid tutarmış ve Mevlânâ Muhammed mürid tutarmış. Belî [evet] öyledir dedim. Buyurdular: Hâcegân silsilesinin baş halkası Hâce Abdülhâlık Gucdevânî (kaddesallahü teâlâ sırreh) hazretleri buyurmuşlar ki: “Şeyhlik kapısını kapa, yârlık [dostluk] kapısını aç, halvet kapısını kapa, sohbet kapısını aç.”

Yine Reşahât sâhibi der ki: Üstâdım Mevlânâ Radiyuddin Abdülgafûr Nefehat Tekemmülesi hâşiyesinde yazıyor: Mevlânâ Câmî hazretleri, kimseye zikir telkîn etmezlerdi. Halbuki Mevlânâ Sadeddin’den (kuddise sırruh) icâzetli ve ayrıca gaybî olarak izinli idiler. Ama her ne zaman bir sâdık tâlib zâhir olsaydı, gizli ve husûsî olarak onu bu tarîkten haberdar ederlerdi. Bunun sebebi kemâl-i letafetleri idi. Buyururlardı ki: Şeyhlik yükünü kaldıramam. Lâkin sonunda taleb edenleri isterdi. Buyururlar dı ki: Yazık! Tâlib bulunmaz oldu. Tâlib çok, ama kendi zevklerinin tâlibleridir.

Reşahât sâhibi yine der ki: Babam (aleyhirrahme) Mevlânâ Câmî hazretlerinin sohbetine çok devâm ederdi. Onların işâreti ile bu taifenin kalble alâkalı meşguliyetleri ile şereflenmişti. Şöyle anlattı: 860 senesi Zilhiccesinde İmam Alî Rızâ hazretlerini (radıyallahü anh) Meşhed-i mubârekte rüyamda gördüm. Ravda-ı şerîfelerinden dışarı çıktım ve karşımda nûrânî bir azîz peyda oldu. Tam heybetli ve azametli bir hâli vardı. Temiz, yeni yıkanmış bir cübbe giymişti. Önlerine geldim, selâm verdim. Hurmet ve ta‘zîmle birlikte kendilerine aczimi gösterdim. Selâmımı alıp, iltifat ettiler ve buyurdular: Bu şehre ne zaman geldin? İki üç gün oldu dedim. Nerede konakladın dediler. Filân yerde dedim. “Git yüklerini ve ağırlıklarını getir, bizim yanımızda konakla. Senin için güzel bir yer hazırladım.” Dediler. Ben de tevazu‘ olarak, fakîr sizi tanımıyorum dedim. Buyurdu ki: Bana Sadeddin Kaşgarî derler. Çabuk ol, kendini bizim bulunduğumuz yere eriştir. Böyle dediler ve gittiler. Bu esnâda uyandım. Sabah olunca Meşhed halkına, bu şehirde Sadeddin Kaşgarî isimli bir azîz var mıdır? Diye sordum. Dediler ki, Şeyh Sadeddin Meşhedî adlı bir zâhid kimse vardır ki, bir bölük insanların şeyhi ve müktedasıdır. Ama Kaşgarlı değildir. Gittim o kişiyi gördüm. Rüyada gördüğüm zât değil idi. O kimsenin yanından dışarı çıktığımda, Herî’den gelen bir kafile ile karşılaştım. Kafile arasında birkaç tanıdık buldum. Onlarla görüşüp Herî meşâyıhının hâllerini soruşturduktan sonra anladım ki, Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretleri Herî’de halkın muktedası imişler ve o esnada âhırete intikal eylemişler. Birkaç zaman sonra Herî’ye geldim. Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin mezarında Mevlânâ Câmî hazretlerini gördüm. Yalnız bir yerde rüyamı onlara arz ettim. Bunun ta‘bîrinde hâtırına ne geldi, dediler. Hâtırıma gelen ta‘bîr şudur ki, ben Herat’ta vefât eyleyip, beni onların kabirlerinin yanında defn ederler, dedim. Buyurdular ki, niçin şu şekilde ta‘bîr etmezsin ki, seni kendilerinin hakîkî makamlarından olan ma‘nevî menzillerine [bulunduğu makama] delâlet eylemişler ola. Bu rüyayı bu şekilde ta‘bîr eylemek daha doğrudur.

Mevlânâ hazretleri bu ta‘biri buyurdukları gibi, ben tam bir niyâz ve iltica ve iftikar ile dedim ki, onlar şimdi vefât ettiler ve onların kaim makamı [halifesi] sizsiniz. Eğer bu tarıkı gösterip bu bendenizi irşâd ederseniz, son derece ihsân ve iyilik etmiş olursunuz. Mevlânâ hazretleri âdet-i şerîfeleri üzere, kendilerini irşâd ve şeyhlik mertebesinden uzak gösterdiler. Lâkin o esnâda kinâye yollu bir şugle [vazîfeye] işâret buyurdular.

Reşahât sâhibi der ki; Bu fakîr 904 senesi Şaban-ı şerîf ayında Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin büyük oğulları Hâce Kelân hazretlerine damat olmakla şereflendim. Babam (aleyhirrahme) buyurdu ki: Kırk yıl önce gördüğüm rüyanın ta‘biri, sen, Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin torunu ile evlenince şimdi zuhur eyledi.

HAZRETİ MAHDÛM’UN HİCÂZ YOLCULUĞU

Mevlânâ hazretleri 877 [m.1472] senesi Rebi‘ülevvel ayının ortalarında mubârek Hicâz yolculuğuna çıkmışlardır. Varıp gelmelerinin tarihi geniş olarak bu faslın sonunda, kendi yazılarından alınarak bildirilecektir. İnşallah. O mubârek seferin yol hazırlığı ile meşgul oldukları zaman Horasan ileri gelenlerinden bir çokları bu yolculuğun feshini rica’ edip: “Her gün sizin küçücük bir iltifatınız ile, fukaranın nice mühim işleri görülüyor. Sizin bereketli himmetiniz ile pâdişahlar tarafından halledilen işlerin biri yaya hac etmekle eş değerdir” dediler. Mevlânâ hazretleri şaka yollu buyurdular ki: Yaya hac ede ede yoruldum, mecâlim kalmadı. Artık bir kere de [hayvan üstünde] binekli olarak hac etmek isterim.

Herat’tan ayrılıp Nişapur, Sebzevâr, Bestam, Damgan, Semnân, Kazvîn ve Hemedan’dan geçip, Hemedan hâkimi Menû Çehr, Mevlânâ hazretlerine son derece ihlâs ve muhabbet izhâr eyledi. Üç gün bütün kafîle ile birlikte müsâfir edip, pâdişâhane ziyâfetler etmiş. Mevlânâ hazretlerine, kendi husûsî adamlarından birçok muhâfızlar katıp, kafilelerini Kürdistan’dan selâmetle geçirip Bağdad civârına eriştirmişdir.

Mevlânâ hazretleri Cemazilâhir ayının evvelinde Bağdad’a inmişler ve birkaç gün sonra Emîr-ül-mü’minîn İmam Hüseyin (radıyallahü anh) hazretlerinin ravda-i mukaddeselerini ziyâret niyetiyle Bağdad’dan Hille’ye yollanmışlar, Kerbelâ’ya eriştiklerinde şu gazeli nazm eylemişler:

Hüseyin’in meşhedine ayak yaptım gözümden, Âşıklar mezhebinde böyle bir sefer farzdır. Başıma basmak olsa onun hizmetçilerinden, O zaman bu mes‘ud baş, göklerden de alâdır. Kâbe tavafla döner bu kabrin çevresinden, Kerâmetiyle kâinât hep mâlâ maldır.

Sonra yine Bağdad’a geldiler... Bağdad’da dört ay kaldılar. O senenin Ramazan-ı şerif bayramından sonra Hicâz’a azîmet ettiler. Medine-i münevvere tarafına yüz dönüp, Resulullah Efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) na‘t olarak bir terkib nazm eylediler. Şevvâlin sonunda Necef e gelip orada da bir gazel terkîb ve tertîb ettiler. Hazreti Emîr’in (kerremallahü vecheh ve radıyallahü anh) münevver kabrini ziyâretten sonra onun medhinde bir muazzam kasîde nazm eylediler.

O zaman o diyârın seyyidlerinin ulusu ve nakîb-ül-eşrafı olan Seyyid Şerefeddin Muhammed nakîb, evlâdı, torunları ve sâir ekâbir ve efradla Mevlânâ hazretlerini karşılamağa çıkıp, ta‘zîm ve tevkîr şartlarını gerektiği gibi yerine getirip, üç gün üç gece ağır ziyâfetler ve güzel hizmetler yapmışlardır.

Zilka‘de ayı girince, Mevlânâ hazretleri kafiledekilerle birlikte sahra yoluna girip, Medîne-i münevvereye yöneldiklerinde, Peygamber Efendimizin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) birçok mu‘cizelerinden bahseden bir kasîde tertîb etmişlerdir. Kasîdenin ilk matla‘ı [beyti] şudur:

Ey deveciden, kafileden kalkalım sesi geldi, Binelim develere sana görev verildi.

Bu kasîdenin bir matla‘ı da şöyledir:

Medine toprağından can kokusu geliyor, Ya bağ-ı İrem, ya da, Cennet bağı deniyor.

Yirmi iki gün sonra Medîne-i münevvereye erişip Risâletpenâh hazretlerinin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Ravda-ı mutahharasının ziyâret usûllerini yerine getirdikten sonra, Mekke-i mükerremeye müteveccih olup on gün sonra Zilhicce ayının başlarında maksada erişmişlerdir. Harem-i şerîfde on beş gün kalıp, haccın menâsikini, şart ve edeblerine riâyetle tamamen yerine getirdikten sonra; yine Medine-i münevvereye müteveccih olup, hazreti Risâletpenâh (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) ziyâretine teveccüh esnâsında şu gazeli buyurmuşlardır:

Kâbeye gittim amma hep Medînende aklım, Senin yüzün yadıyla Kâbeyi temaşa yaptım. Kâbe kapısı halkasın yüz niyâz ile tuttum, Misk saçının büklesine tutunup, dua yaptım.

Benim hiçbir makamda senden gayri muradım yok, Tavafı da, sa‘yı da seni arayarak yaptım.

Arafat meydanında huccâc duaya durmuş, Bense duayı bıraktım, seninle sohbete daldım. Menâsik ü Minâdan sonra dualar kesildi, Bense bütün özümle seni arzuya daldım.

Ravda-ı mutahhara ziyâretinden sonra Şam tarafına yöneldiler ve kırk beş gün Şam’da kaldılar. Şam kıt‘asının kadıl-kudâtı ve vaktinin en büyük hadîs âlimi olup, hadîste sened-i âli sâhibi olan Kadı Muhammed Hadravî ile sohbet edip, kendisinden hadîs-i şerîf dinlediler ve sened aldılar. Mevlânâ hazretleri Şam’da kaldıkça, mezkûr kadı, hizmet ve ziyâfet hususunda üzerine düşeni fazlasıyla yaptı. Oradan Haleb’e geçtiler. Haleb’e geldiklerinde o diyârın ileri gelenleri, eşrafı, imamları, kadıları çeşit çeşit hediye ve hizmetlerle ona yakın oldular.

O tarihlerde Rûm ülkelerinin [Osmanlıların] pâdişahı, sultanlık zirvesinin kartalı merhûm Muhammed Hân Gazî [Fâtih Sultan Mehmed Hân] hazretleri Mevlânâ hazretlerinin Horasan’dan Hicâz’a seferini işitip, yakın adamlarından bazı kimseleri Hâce Ataullah Kirmânî beraberinde Mevlânâ’ya gönderip, beş bin altın yollamakla birlikte, nice bin flori de söz vererek buyurmuşlar ki; “Lütf edip birkaç gün Osmanlı ülkesini şereflendirsinler”

Sâhib-i Reşâhat der ki: Güzel tesâdüflerden biri olarak Mevlânâ hazretleri, Osmanlı Pâdişahının habercileri gelmeden birkaç gün önce, Allahu teâlânın ilhamı ile Şam’dan Haleb’e yollanmışlardı. Haberciler Şam’a erişip Mevlânâ’yı oradan ayrılmış, gitmiş bulunca, çok üzülmüşler. Mevlâna hazretleri daha Haleb’den ayrılmamışken, Osmanlı Pâdişâhının elçilerinin Mevlânâ’yı taleb için Şam’a geldikleri işitilmişti. Mevlânâ hazretleri, olmaya o elçiler Haleb’e gelip, bir büyük pâdişahın sözüne itaatsizlik lâzım gelir diye, hiç durmadan Haleb’den Tebriz’e doğru hareket etmişler. Âmid’e [Diyarbakır’a] geldiklerinde, o zaman Osmanlı askeri ile Azerbaycan askeri arasında muharebe olduğundan, yollarda sıkıntı ve tehlûkeler vardı. Türkmen beylerinden Muhammed Bey o havâlinin hâkimi idi ve Uzun Hasan ile akrabalık bağları var idi. Mevlânâ hazretlerine ihlâs ve itikadı kemâl mertebede olduğundan, kafilelerine kendi akraba ve etbaından mükemmel üçyüz süvârî verip, Mevlânâ hazretlerini kafileleri ile birlikte Kürdistan’ın tehlûkeli yerlerinden selâmetle geçirip Tebriz’e ulaştırmışlardır. Kadı Hasan ve Mevlânâ Ebû Bekir Tahrânî ve Derviş Kasım Şagavel -ki Hasan Bey pâdişahın sadrazamı ve yakın nedîmleri idiler- o diyârın a‘yan, ümara, eşraf ve küberâsı ile Mevlânâ hazretlerini bütün beraberindekilerle götürüp iyi yerlerde konaklatmışlar ve a‘yan vâsıta olup Hasan Bey pâdişah ile dahi görüşmüşler. Hasan Bey hazretleri de gayet ikrâm ve ihtiram ettikten sonra Mevlânâ hazretlerine pâdişahâne hediyeler ve daha nice bahşişler ikrâm ederek Mevlânâ hazretlerinin birkaç gün kendi vilâyetlerinde bulunmalarını murad etmişlerdir. Mevlânâ hazretleri yaşlanmış analarını behâne edip, Horasan’a hareket etmişlerdir. Herat’a vardıklarında Sultan Hüseyin Mirzâ Merv’de idi. Mevlânâ hazretlerinin bereketli geliş haberi kendilerine ulaşınca hususî güvenilir adamlarından bir kaçıyla büyük ihlâs ve niyâzlarını hâvî bir mektub ile lâyık ve kıymetli hediyeler göndermiş ve gönderdiği mektuba şu beyitle başlamıştır:

Hoş geldiniz efendim, Safalar getirdiniz, Kalbleri sevindirip, ruhları hoş ettiniz.

O sırada emîr Nizâmeddin Alî Şîr hazretlerinin de mektubu erişti. O da mektubunda şu ruba‘iyi yazmış idi:

Ey mâvî semâ, insaf et de söyle, Şu ikisinden hangisi daha iyidir öyle. Cihâna nûr saçan güneşin doğuşu mu şarktan? Ya dünyayı dolaşan ayımın dönüşü mü Şam’dan?

Reşahât sâhibi der ki: Mevlânâ Câmî hazretlerinin kendi el yazıları ile görülmüştür ki, bir kitabın arkasına şöyle yazmışlardı: Başşehir Herat’tan Hicâz yolculuğuna çkışımızın ibtidâsı 877 Rebi‘ülevvelin on altısında vâkı‘ oldu. Cemâzilâhırın ortalarında Bağdad’a erişildi. Şevvâlin ortalarında Dicle kenarına konup, yirminci gününde kafile oradan revan oldu [hareket etti]. Zilka‘denin başında Hazreti Emîr’in (radıyallahü teâlâ anh) Necefinden sahraya girildi. Ayın yirmi iki veya yirmi üçüncü günü Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Medîne-i münevveresi ile şereflenildi. Zilhiccenin altıncı günü Mekke-i müşerrefeye erişildi. On beşinde Medîne-i münevvereye niyyetle Mekke-i mükerremeden çıkıldı. Yirmi beşinde yine Medîne’ye gelindi. Yirmi yedisinde oradan ayrılındı. Muharrem ayının son onunun ortalarında Şam’a varıldı. Rebi‘ül evvelin dördüncü günü Cum‘a namazdan sonra Şam’dan Horasan’a hareket edildi. On ikisinde Haleb’e erişildi. Rebi‘ülâhırın yedinci günü pazartesi Haleb’den Pîre kal‘ası istikametine yola çıkıldı. Cemâzilevvelin yirmi dördünde Tebriz’e eriştik. Cemâzilâhırın altısında Horasan yolunu tuttuk. Receb ayı Dârmînrey’den bir menzil evvel görüldü. Şabanın on sekizi Cum‘a günü -ki 878 senesi idi- Herat’a ulaştık.

GÜZEL SÖZLERİ

Yirmi reşha olarak bildiririz inşaallahu teâlâ

REŞHA-87: Buyurdular: Hakîkat sâhiblerine göre asalet, kişinin baba ve dedelerinin ümerâ ve vüzerâ cinsinden olmasında, yahud zâlim ve fâsıklardan anılmalarında değildir. Asâlet güzel bir cevherden ibâret olup insanın zâtında bulunur. Selîm hilkat, temiz ve güzel tabîat ve ahlâk gibi. Halkın, asâlet sandıkları şey bed [kötü] asıllılıktır [asaletsizliktir].

REŞHA-88: Buyurdular: Bed nefs [kötü] olan adam, halkın ayıblarını saymak istedikte, en önce kendinde bulunan yaramazlıkları saymağa başlar. Çünkü o ayıbları onun aklına, anlayışına en yakındır.

REŞHA-89: Buyurdular: Bütün miskinlere ve dilencilere şefkat ve merhamet etmeli, lokmayı iyiden ve yaramazdan esirgememeli, onu yaradanın ve var edenin kim olduğuna bakmalıdır. İhsân etmek isteyince, Cüneyd ve Şiblî’ye ihsân etmek lâzım değildir. Himmeti yüksek ve takvâ ehli olan kimse, hiç dilencilik ile bir kimsenin kapısına gelir mi, dememelidir. O bilinmeyen elbisesinin içindekini veya örtünün altındakini, kim bilir kimdir, hâli nedir. Onun kerâmet ehli bir velî olmadığı nereden ma‘lûm. Zirâ Hak sübhânehû ve teâlânın velî kulları ekseriya hâllerini gizlemek için, fukara ve miskin hâlinde görünürler.

REŞHA-90: Bir gün bir kimseye, ne iş yaparsın? Sordular: “Huzurum var. Ayağımı âfiyet eteğine çekmiş, kendi köşemde oturmaktayım” dedi. Buyurdular ki, huzur ve âfiyet o değildir ki, ayağını bir beze sarıp bir köşede oturasın. Âfiyet, nefsinden, benliğinden kurtulmaktır. Ondan sonra istersen bir bucakta otur, istersen halk içinde ol!

REŞHA-91: Buyurdular: Civânmerdliğin alâmeti, kişinin dâima üzüntülü ve mahzûn olmasıdır. Hak teâlânın huzûrunda işsiz oturmak ma‘kul değildir. Hüznü ve üzüntüsü olmayandan gaflet kokusu gelir. Üzüntü ve hüznü olandan ise, cem‘iyyet ve huzûr râyıhası gelir. Hâcegân hazretlerinin nisbeti ekseriyâ hüzün ve üzüntü şeklinde zâhir olur.

REŞHA-92: Buyurdular: Zâtî muhabbet odur ki, bir kimse bir kimseyi sever, lâkin sevgisinin sebebini bilmez. Bu çeşit muhabbet insanlar arasında çoktur. Bir kimse ile Cenâb-ı Hak arasında böyle muhabbet olursa, ona muhabbet-i zatî derler. Muhabbetin bu kısmı, muhabbetin en yükseğidir. Muhabbet-i zâtî, lütf [iyilik] gördüğü zaman sevip, sertlik gördüğünde sevgisi gitmek değildir.

REŞHA-93: Birisi onların huzurunda, filân derviş çok zikr-i cehrî yapıyor. Onun bu hâli bir nevi riyâdan kurtulamaz, dedi. Buyurdular ki, Ey kişi! Kıyâmet gününde onun dil ile ettiği o zikir, ona yeter. Onun dili ile yaptığı o zikirden bir nûr hâsıl olur ki, bütün kıyamet meydanını aydınlatır. Sonra buyurdular: Demişlerdir ki, cehrî zikirde bir husûsiyet vardır ki, hafî [kalb ile olan] zikirde yoktur. Çünkü nefs [kişi, kişinin özü] mefhûm zikri [söylenen zikri] anlamakla tahakkuk edince [hâllenince], hayal kuvveti o lafzın tahayyülüyle, nâtıka kuvveti tekellümüyle [dil söylemekle], kulak dinlemekle müteessir olurlar [etkilenirler]. Sonra hayal gücü bir kere daha etkilenip, nefs, akıl kuvveti de bu şekilde etkilenirler.

REŞHA-94: Bir gün meclis-i şeriflerinde bir şahıs dedi ki, ululardan biri şöyle yazmıştır: Hak sübhânehü ve teâlâ: “Beni zikr edenin celisi benim”. Bir kimse bu ma‘nâ ile hâllenirse, cehr ile nasıl zikr edebilir? Buyurdular ki, birçok mâlâyanî işlerin ve akla uymayan fiillerin sâdır olmadığı bir kısa zaman aralığında bu mulâhaza yoktur. Cehrî zikirde bu mulâhazaları nasıl edebilirler, Hak sübhânehü ve teâlâ zâhirde ve bâtında her şeyi muhittir. Cehrî olan zikir de güzeldir.

REŞHA-95: Bir kimse kendilerine suâl edip: Zât-ı âliniz tasavvuf sözlerini az söylersiniz. Bunun sebebi acaba nedir? Dedi. Buyurdular: Farzedin ki, az bir zaman birbirimizi aldatmışız. Ya‘nî tasavvuf hâl ile olan bir şeydir. Kale [söze] getirmek mel‘âbadır [oyuncak hâline getirmektir]. Ancak iki gönül sâhibi kendilerinin sülûkünden bahsetmek için bu dil ile konuşurlar.

REŞHA-96: Buyurdular: Evliyânın kudsî sözleri, hakîkat-i Muhammediyyenin kandilinden alınmıştır. Kur’ân ve hadîse ta‘zîm vâcib olduğu gibi, evliyâ sözlerine ta‘zîm ve hürmet lâzımdır. Kendi seâdetini isteyen kimse, evliyâ sözüne edeb ve hürmetle ta‘zîm etmelidir.

REŞHA-97: Şeyh Kemâleddin Abdurazzak Kâşî (kuddise sırruh) kitablarından birinde şöyle yazmaktadır (bismillah), ya‘nî insân-ı kâmilin ismiyle. Vaktin bazı âlimlerine bu kelimenin bu ma‘nâya gelmesi çok zor gelmiş, böyle bir tefsiri kabûlde durakladılar. Birgün Mevlânâ hazretlerine arz olunup, bu ma‘nânın açılması istendi. Buyurdular ki; “O ibâre Hak teâlânın isimlerinin tefsîridir. Allah lafzının tefsiri değildir”. [Ya‘nî isim, söylendiği zaman hâtıra müsemmayı getiren kelimedir. Evliyâ denince de hâtıra Allahu teâlâ geliyor. O hâlde evliyâ Allahu teâlânın ismi olur. Anla.]

REŞHA-98: Bir gün buyurdular: Bugün hâtırıma hiçbir yerde görmediğim şu ma‘nâ geldi. Mazhar, gerçekte aynada görülen sûrettir. Aynanın aynı değildir. Zirâ mazhar zâhirin hâlini bildirici olur. Ahkâm ve evsafı o mazharda zâhir olur. Ayna cevherinde bu hâl yoktur.

Reşahât sâhibi der ki: Mevlânâ hazretlerinin bu sözden muradı bir başka şey idi. Ama bu şekilde temsîl buyurdular.

REŞHA-99: Reşahât sâhibi der ki: Mevlânâ hazretlerine dâima gelip giden azîzlerden birisi buyurdu: Birgün Hâce Şemseddin Muhammed Kösevî hazretlerinin va‘z meclisinde idik. Hâce hazretleri minber üstünde iken buyurdular: Din âlimleri buyurdular ki, kabir sıkması bir müddet için de olsa, müminler ve kâfirlere vâkı‘ dır. Kabir sıkmasını öyle anlattılar ki; kaburga kemiklerinin sağındakiler sola, solundakiler sağa geçer. İşbu söz bana çok müşkül gelirdi. Çünkü bu hâl, şübhesiz azab etmenin kendisidir. Bunun için bu ma‘nâyı enbiyâ ve evliya hakkında, belki sâlih müminler için düşünmek nasıl olabilir derdim. Birden hâtırıma geldi ki, sağı sola, solu sağa getirmekten murad odur ki, cismânîyi rûhânîye iletip, rûhâniyi cismânîye getirirler. Hâce hazretlerinin bu tevili icmâl üzere idi.

Birgün Mevlânâ Câmî hazretlerinden, bu sözün ma‘nâsı nedir? Diye suâl olundukta buyurdular ki: Sofiyye (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) berzaha kabir derler. Berzah ise, cismânî alem ile rûhânî alem arasında vâsıta olan mertebeden ibârettir. O hâlde rûhânîyi cismâniye iletirler dediklerinin ma‘nâsı odur ki, rûhu, misâli bir sûret ile musavver ederler. Ya‘nî onda nitelik ve nicelik olarak bir sûret peyda olur. Sonra cismâniyi de ruhânî ederler. Burada cisimden murad, kabirde bulunmakta olan değildir. Zirâ mücerred ruh onu tamamen bırakmıştır. Belki murad odur ki, uçan ruha bu kesîf [yoğun] cisimin taalluku bakımından mecâzi olarak derler. Ve bu kesîf cisimden ayrıldıktan sonra inkıta‘ hevâsında [kesilme zamanında] ona gayet latîf bir başkalık taalluk eder. Bu taalluk itibarı ile ona rûhânî derler.

Bu sözün tevilinden biri de şudur ki, bu âlem cismânî sıfatlar içinde, gizli ve saklı rûhânî sıfatlar taşımaktadır. Görünen cismânî sıfatlardır. Böylece her bir insanda dünyâ âleminde insanî sıfatlar görünmekte, ama yine dünyadakilerden hayvânî ve şehevî sıfatlar görünmemektedir. Dediklerine göre, mâdem ki, öbür dünyada bütün ma‘nâlar şekil alacaktır, o hâlde hayvanî ve yırtıcılık sıfatı gibi bir sıfat kendisinde gizli olan kişi, öbür dünyada o hayvan sûretinde görünecektir. Bundan da lâzım gelir ki, rûhânî olan o ma‘nevî gizli sıfat, cismânî olacak ve bu âlemde insandan görünen cismânî sıfatlar, orada ruhanî olacak, ya‘nî gizli ve görünmez hâl alacak. Bu iki ma‘nâ seâdet ehline göre azab vermek olmaz.

REŞHA-100: Bir gün bir azîz meclis-i şeriflerinde onlardan bir hadîs-i şerifi sordular ki, Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) “Adem oğlu bütün harcamalarından âhırette ecir ve sevab bulur. Ancak su ile toprağa harcadığından sevab bulmaz” hadis-i şerifinin ma‘nâsı nedir? Bu hadîs-i şerîfe göre, mescid, medrese ve tekke ve benzeri şeyleri yapanların, yaptıranların âhırette bu bakımdan sevabları olmaz. Mevlânâ hazretleri buyurdular. Bu hadîs-i şerîfde benim hâtırıma bir başka ma‘nâ geliyor. Su ve çamurdan murad madde âlemidir. Maksad olan ma‘nâ ise, insan her harcadığından ecir ve sevab alır, ancak niyyeti maddeden ileri geçemeyen, ya‘nî sadece dünyalık niyetinden öteye geçmeyenden almaz.

REŞHA-101: Buyurdular: Bir kimse evvelki ve sonraki ilimleri tahsil etmiş [öğrenmiş] olsa, son nefeste bu bildikleri ona yardımcı olmaz. Bütün bildikleri levh-i müdrikesinden [zihninden] silinecektir. Ancak huzûr ve âgâhlık melekesini edinmiş ise, son nefeste o yardımcı olacaktır. İşte yiğitlik budur ve bu büyük ganîmettir. Birkaç gün bir köşede oturup, birazcık riyâzet çekip bir meleke hâsıl eylemek gerektir ki, hâtırı, yok var sıkıntılarından kurtulsun.

REŞHA-102: Buyurdular: Hâcegân (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) tarîkatinde az kimse görmüştüm ki, ondan bir miktar çeşni ve kabûl olmamış olsun. Bu tâifenin bidâyeti, sâir meşâyıhın nihâyetidir. Bunların kabûl ettiklerinden el çekmeleri ve onu terk etmeleri çok nadîrdir.

REŞHA-103: Buyurdular: Kimi insanlar keyflenmek ve hoş hâl olmak için içki ve uyuşturucu kullanırlar. Şarab içen nerede ise İslâmdan çıkar, yahut yırtıcı canavar olur. İnsanlar ondan muzdarıp olur. Uyuşturucu yiyen merkeb veya sığır olur. İştihasını izhar edip yemek yemekten başka şey bilmez. Böyle hâllere, huzûr ve keyfiyet [kendinden geçme hâlleri veya ma‘nevî haz ve zevkleri tatma] ismini koymuşlar. Hiç uyanıklıktan, ayıklıktan yüksek bir keyfiyet olur mu! Kişinin kendi hâlini bilmesi, her yaptığından haberdar olması ne güzel bir hâldir. Huzûr ve keyfiyeti içki ve uyuşturucu gibi [gayr-i meşru‘] şeylerde arayanlar, sadece görünüşe, bir mâli hülyaya kapılmış, huzûr ve keyfiyetin ne demek olduğunu, ma‘nevî haz ve kalb zevk ve şevklerden, aldatıcı huzuru ayıramayan bedbahtlar me‘alesef her devirde bulundukları gibi, nice iyi denebilecek adamlar bile bu gibi şeylere tutulmuştur.

REŞHA-104: Buyurdular. Pîrlik [ihtiyarlık] zamanı yiğitliğin âhıretidir. Yiğitliği [gençliği] nasıl geçirirse, ihtiyârlık zamanında onun eseri [izleri] simâlarında görünür.

REŞHA-105: Bir gün bir küstah [patavatsız] kimse, zühd ve takvâdan dem vurdu. Mevlânâ hazretlerinin meclis-i şerîfine gelmiş idi. Yemek getirdiler. Nasılsa tuzluk koymamışlardı. O kişi, hizmet edenlere, tuzluk getirin de yemeğe tuz ile başlayalım, dedi. Mevlânâ hazretleri şaka yollu: “Ekmekte de tuz vardır” buyurdular. Sonra yemek yemekle meşgul oldular. O esnada aynı kişi, bir kimsenin ekmeği tek eliyle parçaladığını görüp, ona ekmeği bir eliyle parçalamak mekrûhdur dedi. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri buyurdular: Yemek yerken sofrada bulunanların eline ve ağzına bakmak, ekmeği bir eli ile kesmekten daha çok mekrûhdur. O adam sustu, kaldı. Bir zaman sonra yine söylenmeğe başladı ve dedi ki, yemek yerken konuşmak sünnettir. Mevlânâ hazretleri buyurdular ki, çok konuşmak mekrûhdur. Artık bir daha meclisin sonunda kadar konuşmadı.

REŞHA-106: Birgün onlardan bir kimse rica edip: “Bana bir şey öğretin de, ömrümün son günlerinde onunla meşgul olayım” dedi. Buyurdular: Bir kimse mahdumumuz [efendimiz] Sadeddin hazretlerinden bu ricâda bulunmuştu. Onlar mubârek ellerini sol memesi üzerine koyup, yüreklerine işâret ettiler ve buyurdular ki, buna meşgul olun. İş ancak budur. Ya‘nî vukuf-i kalbî ile meşgul olun ve bu ma‘nâyı taşıyan şu ruba‘iyi okudular:

Efendi ehl-i dil köyün menzil et,

Sâyesinde onların dil hâsıl et, Görmek istersen eğer yarın yüzün, Kıl teveccüh kalbe mir’âtın dil et.

HÂRİK-UL-ÂDE HÂLLERİNDEN

Mubârek Hicâz seferinde, Herat’tan Mevlânâ hazretleri ile beraber olan takvâ sâhibi âlimlerden bir azîz anlattı: Bağdad’da hasta oldum. Hastalığım uzadı ve şiddetlendi. Mevlânâ hazretleri beni geç sorduklarından çok huzursuz idim. Bir gün dostlardan biri koşarak geldi ve: “İşte, Mevlânâ hazretleri sizin iyâdetinize [sizi yoklamağa bakmaya] geliyor” dedi. O müjde bana öyle bir zevk verdi ki, tabiatime bir kuvvet geldi ve başımı yastıktan kaldırdım ve döşeğimin üstüne oturdum. Birden Mevlânâ hazretlerinin kapıdan içeri girdiklerini gördüm. Bana yakın oturup, ahvâlimi sordular ve buyurdular. “Hastalığınız pek uzadı”. Ben de oracıkta şu meşhur beyti okudum:

Hasta hâlin sormağa eğer kendin gelirsen,

Sen geleceksen, yüz yıl, ümidle beklerim ben.

Mevlânâ hazretleri hoş hâl ve latîfe yollu buyurdular ki: Bize beyit mi okursun? Sonra bir an murâkabeye varıp sükût eylediler. O esnâda biraz terledim. Mubârek başlarını kaldırınca, alnımdaki ter damlacıklarını gördüler ve: “Oturma, yat, inşallah bu terle hastalığın hafîfler” buyurdular. Ben yattım. Mevlânâ hazretleri kalkıp gittiler. Yol arkadaşlarım fazlalık olan örtüleri de üzerime örttüler. Daha çok terledim. Hemen o gün o hastalığım gitti.

İleri gelen sâlihlerden biri o mubârek seferde Mevlânâ hazretleri ile beraberdi. Ondan işittik: Hicâz’dan dönüp Haleb’e geldiğimizde, herkes bir yere yerleşti. Ben bir kervansarayda konakladım. Hasta oldum. O kadar rahatsız oldum ki, hayattan ümidimi kestim. Yoldaşlarım da benden ümidsiz oldular. Oturduğum odanın kapısını dışarıdan kapamışlardı. Bir ân gördüm ki, bir kimse kapıyı biraz araladı. Tülbentinin ucunu gördüm. Lâkin kim olduğunu bilemedim. Kendi kendime, dostlardan biridir herhâlde, benden haber almağa gelmiş olsa gerek. Lâkin beni uyuyor sanıp içeri girmez dedim. Bunun üzerine, kapıda kim varsa, içeri buyursun diye seslendim. Mevlânâ hazretlerinin benim hasta olduğumu bildiklerini biliyordum. Ama beni görmeğe geleceklerini düşünmüyordum. Kapı açılınca, yüzlerinin nûrundan odanın aydınladığını gördüm. Bana öyle bir hâl oldu ki, kalkmak istedim. Kendimde kalkabilecek kuvvet buldum. Halbuki, bir an önce kalkmağa hiç mecâlim yok idi. Kımıldama! Buyurdular. Ben de hâlim üzere kaldım. Mevlânâ hazretleri geldiler, yanımda oturdular.

Buyurdular ki, hâlin nasıldır? Mevlânâ hazretlerini görmüş olmakla ve onların bana bakmış olmalarından, biraz hafîflemiştim. Hâtırıma onların şu beyti geldi ve okudum.

Gerçi her zaman yadınla, hoştur âşıkın hâli, Fakat didârın ile, şimdi çok hoştur ahvâli.

Sonra sağ elimi tuttular. Yenlerimi dirseğime kadar çekip, elimi yanlarına koydular. Gözlerini kapayıp, birkaç kere mubârek ellerini dirseğimin sonuna kadar, abdest aldırır gibi sürdüler. Benim elim yanlarında dururken kendilerinden gaib oldular. Ben de onlara uyarak gözlerimi yumdum ve müteveccih oldum. Bir hayli zaman geçtikten sonra, Mevlânâ hazretleri, o gaybetten kendilerine geldiler mi, diye göreyim dedim. Gözlerimi açtım. Gördüm ki, hâlâ gözleri yumuk dururlar. Ben de gözlerimi yumdum. Bir saat geçtikten sonra mubârek başlarını kaldırdılar. Benim elimi göğsüm üzerine koyup Fâtiha okudular. Buyurdular ki: “Doktorlar sana hangi şerbeti tavsiye ettiler?” Ayva mürebbası dedim. O zaman Haleb’de ayva mürebbası bulunmazdı. Buyurdular ki, biz sana ayva mürebbası gönderelim. Kalkıp gittiler. Bana ayva mürebbası [reçeli] gönderdiler. Hemen o saat kendimde büyük bir hafiflik buldum ve üç güne kadar bütün hastalığım gitti. Eseri de kalmadı.

Mevlânâ Radıyyuddin Abdülgafûr buyurduar: Birgün Mevlânâ hazretlerinin vakitsiz olarak hücrelerine [odalarına] girdim. Husûsî odalarına girecek zaman olmadığını anlar anlamaz, bir üzüntü beni kapladı. Ağırlığını bütün uzuvlarımda hissettim. Öyle ki, oturacak hâlim kalmadı. Kalkıp dışarı çıktım. Bu hâl öyle zor bir hastalığa sebeb oldu ki, doktorlar benden ümidi kestiler. Yedinci günü çok ızdırablı oldu. Çok ağırlaştım. Nerede ise ruhumu teslîm edecek hâle geldim. Mevlânâ hazretlerinin mubârek didârını arzu, eyledim. Gördüm ki, geldiler. O zaman hiçbir uzvumda hareket etmeğe mecâl yok idi. Büyük bir endişe ve telaşla hâlimi arz eyleyip şugul [zikir] telkîni istedim. İşaret buyurdukları ile meşgul oldum. Yine onların emriyle sûretlerini hâtırımda hâzır eyledim [kendilerine râbıta eyledim]. Onlar da teveccüh eylediler. Bir dakîka sonra o ızdırap azalmağa başladı ve hâlim tatlı bir şekle dönüştü ve zevkın lezzetini bütün bedenimde zerre zerre hissettim. Öyle ki, kalktım ve iki dizim üzerine oturdum.

Mevlânâ hazretleri başlarını kaldırıp, beni oturur görünce: “Hatırını hoş tut. Endişeye telâşa kapılma” buyurup, Fâtiha okudular ve gittiler. Fakîr, hücrenin kapısına kadar kendilerini geçirdim. Hastalığım ise, o gün benden tamamen gitti.

Bu hadiseden birkaç sene sonra, Hâce Ubeydullah Taşkendî (kuddise sırruh) eshabından biri, Hâce Ubeydullah hazretlerinin tasarruflarından bahsediyordu. Fakîr de bu hikayeyi ona anlattım. O da gidip Mevlânâ hazretlerine söylemiş ve hikâyenin nasıl olduğunu onlardan sormuş. Mevlânâ buyurmuşlar ki: Abdülgafûr’un mâcerasını ve hastalığının ağır olduğunu işittiğim zaman, üzüldüm. Yanına varıp meşgul oldum [teveccüh eyledim] ki, o yükü üzerinden kaldırayım. Gördüm ki, hastalık ondan kalktı. Lâkin bana döndü. Yalvardım, yakardım, benim bu yükü taşımağa gücüm yoktur dedim. Benden de kalktı, gitti.

Geylân vilâyetinde bir azîz birkaç gün hasta olup, ölü şeklini aldı. Evlâdı, eshabı, akraba ve ahbabları ağlayıp feryad ve figan ile techîz ve tekfin hazırlığına başladılar. Birden orada o hastadan his ve hareket eserleri sezildi. Gide gide o sekerat hâlinden ayıldı ve yine aynı gün kemâl-i sihhat ve selâmetle döşeğinden kalktı. Bu hâli görenler hayretler içinde kaldılar. İşin hakîkatinin ne olduğunu bilemediler. O kimse bir nice zaman sonra en yakınlarından birine şöyle dedi: Benim o şiddetli hastalığım esnasında, ruhum bedenimden ayrılmağa az kalmışken Mevlânâ Câmî hazretleri zuhur etti. Bir hâl ve bir iltifat gösterdiler ki, o anda hastalık benden zâil oldu. Bu vâkı‘adan sonra o Geylânlı azîz, yirmi bin altınlık yün ve keten ve daha başka kıymetli eşyaları Mevlânâ hazretlerine hediye olarak gönderdi. Nihâyetsiz ihtiyâc, iftikar, acz ile onlara sığınıp tarîkat telkini istirham eyledi. Mevlânâ hazretleri de hâcegân tarîkatını anlatan küçük bir risâle yazıp, o azîze gönderdiler. O risâlenin sonlarında şöyle yazdılar. Böyle sözleri söylemek ve yazmak bu fakîrin usûlü değildi. Lâkin o taraftan zevk burnumuza gelen ihlâs ve şevk râyihası, bu sözleri söylemeğe ve yazmağa sebeb oldu.

Ruba‘î:

Bu hâsılatsızlığım ve bu hiçliğim ile, Âcizlik ve gerilik, nefsanilik olsa da, Aradığın hazînenin nişanını verdim sana, Belki sen kavuşursun, biz varamadıksa da.

Bir bunun gibi vâkı‘a da Belh azîzlerinden birine vâkı‘ olmuş idi. Reşahât sâhibi der ki, o azîzi görüp, ondan bu hâdisenin hikâyesini dinlemiş olanlardan bir çoğu şöyle anlattılar: Yine Hicâz yolculuğunda, develerini Mevlânâ hazretlerinin yanındakilere kirâya vermiş olan bir arab, Mevlânâ hazretlerinin çok kıymetli kendi mülkü olan devesine göz koydu ve çok ısrar ederek, kendi koyduğu bir fiyatla deveyi satın aldı. Ona kendi yükünü yükletti. On gün sonra o deve bir çölde kalıp, bir kum tepesi dibinde ölmüş. O arab gelip Mevlânâ hazretlerine sert ve edebsizce konuşmaya başlayıp: “Senin deven sakat ve hastalıklı iken bana sattın” deyip yüzlerine karşı çok sözler söyledi, hadden aşırı edebszilikler yaptı. Israrla ve kabadayılıkla altını onlardan geri aldı. Mevlânâ hazretleri de buyurdular ki: Bu arabda bir değişiklik görünüyor, galiba ölümü yaklaştı. Mekke’den hareket edip o devenin öldüğü yere geldiklerinde arab da düşüp öldü. Onu da kum tepesinin dibine defn ettiler.

Yine sâhib-i Reşahât der ki, Mevlânâ Câmî hazretleriyle Hicâz seferinde beraber olanlar anlattılar: Bağdad’da, sapık mezhebli râfızî ile bir araya gelip fitne sebebi olan mezbûr Fethî’nin sevâdhan [kara sözlü] sıfatlandırılmış olması, ilim sermayesinin az olmasından kinâyedir. Bu adam Mevlânâ hazretlerinin kimyâ tesirli nazarlarının merdudu olup hac etmeden Bağdad’dan dönüp Tebriz’e hareket etmişti. Mevlânâ hazretleri henüz Mekke’den dönmeden mezkûr Fethî, Tebrîz’de, akşamleyin atına arpa astı. Bir saat sonra, atın yemini tamamen yeyip yemediğini görmek için, elini atın yem torbasına soktuğu gibi, at o anda Fethî’nin şehâdet parmağını ısırıp, dibinden kopardı ve onun acısıyla Fethî orada canını teslîm etti.

Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin eshabının en ileri gelenlerinden olan Mevlânâ Şemseddin Muhammed Rûcî (kuddise sırruh) anlattı: Birgün Mevlânâ Abdürrahman Câmî hazretleriyle, suların taşkın zamanında Mâlân deresi kenârında oturuyorduk. Baktık ki, bir ölü kirpi suyun yüzünde akıp gelir. Mevlânâ hazretleri o ölmüş kirpiyi suyun üstünden alıp, mubârek elleriyle arkasını sıvadılar. Lâkin onda hiçbir şekilde bir hayat eseri yok idi. Biraz sonra harekete geldi. Korkmamak bu hayvanın tabîatine uygun değilken, Mevlânâ hazretlerinin yanına sokuldu. Şehre, hareket etmemize kadar, onların kucaklarında rahat ve huzurda oldu da, şehre hareket ettiklerinde Mevlânâ hazretleri onu kucağından yere koydu ve şehre doğru yol aldılar. O kirpi de âşık gibi Mevlânâ hazretlerinin ardına düşüp, peşlerinden o kadar gitti ki, insanların kalabalığından bizim izimizi kaybetti ve bir yerlere gitti.

Nice zaman Mevlânâ hazretlerinin kimyâ tesirli nazarına kavuşmuş bir genç anlattı: Bir gün Mevlânâ hazretleriyle Siyâvüşâne köyüne seyre gitmiştik. Eshab ve ahbabdan da çok kimseler vardı. Gece olup yatma zamanı gelince, herkes bir köşede tünekledi. Mevlânâ hazretleri de o geniş evde bir köşe beğenip yaslanıp istirahat eylediler. Mecliste bir büyük mum, sabaha kadar yanardı. Ben de Mevlânâ hazretlerinin istirahat buyurdukları yere, o odada en uzak bir yerde uyudum. Bir iki saat geçince, sebebsiz uyandım, kendimi teşehhüde oturur hâlde gördüm. Kendi kendime, Allah, Allah! Bu ne hâldir! Ben yattığım zaman ayağımı uzatıp yatmıştım. Şimdi kendimi oturur hâlde buluyorum, dedim. Dikkatle bakınca gördüm ki, Mevlânâ hazretleri kendi yerlerinde iki dizi üzerinde murakâbe hâlinde oturuyorlardı. Ben de yine yatıp uyudum. Bir zaman sonra yine sebepsiz uyandım. Kendimi önceki gibi iki dizim üzere oturur buldum. Hayretim daha çoğaldı. O gece bu durum birçok kere vâkı‘ olunca, nihâyet anladım ki, bende bu hâlin meydana gelmesi, Mevlânâ hazretlerinin şerefli hâtırlarının teveccühü iledir. Dışarı çıktım. Abdest aldım, geldim. Sabaha kadar ben de karşılarında iki dizim üzere oturdum.

Yine Reşahât sâhibi der ki: Mevlânâ hazretlerinin muhlislerinden bir azîz anlattı: Bir zaman bende Herat’ın şehrinden geçip Ser-i Mezar’da ikamet etmek arzusu peyda oldu. Mevlânâ hazretlerine gelip bu düşüncemi arz eyledim. Buyurdular ki, “Gayet münâsibdir. Hemen şehirden çık ve hemen çıkmakta ihmâl eyleme ki, fırsat ganîmettir ve nice gizli hâdiseler vardır” deyip, çok ihtimam eylediler. Hatta hizmetçiyi çağırıp bir yer ta‘yîn ettiler ve tekrar tekrar: “Tez gel!” Diye sıkı sıkı tenbîh eylediler. Şehre gelince, bazı maniler zuhur etti. O arzum gevşedi. Gitmekten vaz geçtim. Bir hafta sonra evime hırsız girdi. Kaç bin Şâhruh altınım varsa hepsini aldı ve ayrıca evimde bulunan bütün eşyaları götürdü, beni uryan bıraktı.

Birgün Herat’ın Şeyh-ül-islâmı Mevlânâ Seyfeddin Ahmed hazretleri diğer müderrislerle birlikte Mevlânâ hazretlerinin sohbetine geldiler. Mevlânâ hazretleri merasim ziyâfeti verdikten sonra hânende ve sâzendelere saz çalıp gazeller okumalarını söyledi. O sohbetten iki üç gün sonra Mevlânâ hazretleri ziyâretgâh tarafına gittiler. Orada vera ehli meşayıhdan Şeyh Şâh denilen bir azizle görüştüler. Meğer bu Şeyh Şâh, Mevlânâ hazretlerinin Şeyh-ül-islâm ile olan sohbetlerinin hâlini ve o mecliste saz ve gazel okuyucularının bulunduğunu, Mevlânâ hazretleri ile görüşmeden önce işitmişti. Sohbet esnasında Şeyh, Mevlânâ hazretlerine: “Siz dünyadaki âlimlerin muktedası ve arab ve acemin önderi iken, sizin meclisinizde def ve ney çalınıp usûl tutmak lâyık mıdır?” dedi. Şeyh bu itirazı edince, Mevlânâ hazretleri eğilip Şeyh Şâh’ın kulağına, mecliste bulunanlardan hiç kimsenin işitmediği gizli bir söz söylediler. O anda Şeyh feryad etti ve aklı başından gidip yıkıldı. Bir zaman sonra kendine gelip Mevlânâ hazretlerinin huzur-i şerîflerinde, çok yalvardı ve yakardı. Ve bir daha bu gibi itirazları diline alamadı.

Yine Reşahât sâhibi anlatır: Bu fakîrin babası bildirdi: Bir gün bir tefsîr elime alıp: “Gece de onlar için bir ibret alâmetidir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çekeriz de onlar karanlıklara gömülürler” [Yâsin-37] âyet-i kerîmesini düşünüyordum. Birden hâtırıma geldi ki, bu âyetin tevil ile ma‘nâsı şöyle olur ki, gündüzden vucûd nûru ve geceden yokluk kasd edilmiştir. Ya‘nî vucûd nûru onlardan kalkınca, yokluk zulmetinde kalırlar. Bu ma‘nânın hâtırıma gelmesinden sonra niyet eyledim ki, bu ma‘nâyı Mevlânâ hazretlerine arz edeyim. Birgün Mevlânâ hazretlerinin ziyâretine gittim. Huzurlarında oturur oturmaz buyurdular ki: Size tefsîr mütalaası esnasında bazı Kur’ân âyetlerinde, bu kavmin kitablarında görmediğiniz, ama bu tâifenin meşrebine uygun ma‘nâ zâhir olursa, bize anlatınız. Ben de yukarıda bildirilmiş olan durumu arz ettim. Mevlânâ hazretleri beğendiler ve kabûl buyurdular.

Mevlânâ hazretlerinin ileri talebesinden bir âlim ve fâdıl şöyle anlattı: Bir gün Mevlânâ hazretlerinin sohbetlerinde bulunmak niyyetiyle şehirden Ser-i Mezâra hareket ettim. Şehrin dışında Mevlânâ Muhyiddin Tekkesi yanında pek güzel bir gence rast geldim ve gayr-i ihtiyâri bir iki kere ona baktım. Bu esnada yoldan bir adam geçiyordu. Omuzunda çeşitli boyda fırçalar vardı. Fırçalardan birinin kenarı sağ gözüme öyle bir çarptı ki, gözüme okla vuruldu sandım. Bir zaman o tekkenin eşiğinde oturdum, gözümden yaş damlaları aktı. Sonra Mevlânâ hazretlerinin hizmetine vardım. Bir çok azîzlerle mescidde oturduklarını gördüm. Ben de oturdum. Az zaman sonra mubârek başlarını kaldırıp buyurdular: Bir derviş, Harem-i şerîfde tavaf ederken güzel bir gence bakmış. Âniden bir el çıkmış ve onun yüzüne öyle bir sille [tokat] vurmuş ki, bir zaman gözünün yaşı dinmemiş. Ondan sonra sâhibi belli olmayan bir ses duyulmuş: “Bir bakmağa bir tokat. Sen arttırırsan, biz de artırırız” diyordu. Bunu söyledikten sonra fakîre bakıp buyurdular: “İnsan lâyık olmayan yerlere bakmaktan sakınmalıdır ki, ona da el uzatmasınlar”.

Mevlânâ hazretlerine son derece ihlâsı ve mülâzemeti olan ilim ve salah ehli bir azîz şöyle anlattı: Bir gün Mevlânâ hazretlerine mülâzemet [sohbetinde bulunma] niyetiyle Ser-i Mezar’a gittim. Mevlânâ hazretleri içeride haremleri ile idiler. O asrın sofîlerinden bir azîz de Mevlânâ hazretlerini bekliyordu. Onunla her şeyden konuşmaya başladık. Konuşurken Şeyh Muhyiddin İbni Arabî hazretlerinin eserlerinden naklen: “Hazreti Şeyh buyurmuşlar ki: Her yıl on iki aydır. Orucun farzıyeti bu on iki aydan birinde vârid olmuştur. Herhangi ay olursa olsun, ta‘yîn ve tahsîssiz câizdir. Ramazana mahsûs değildir” dedi. Fakîr bu sözü işitince, çok etkilendim ve çok üzüldüm. Zirâ Şeyh Muhyiddin hazretlerine tam itikadım vardı. Onların böyle bir söz söyleyebileceklerine hiç râzı değildim.

Mevlânâ hazretlerinin sohbeti ile müşerref olmadan, hemen oradan kalktım, şehre geldim. O azîz de, aynı şekilde, Mevlânâ hazretleri ile görüşmeden ardımca dışarı çıkıp kendi işine gitti. Ben bir başka gün o sözün doğru olup olmadığını öğrenmek için Mevlânâ hazretlerine geldim. Daha arz etmeden, Mevlânâ hazretleri birçok şeylerden konuşmaya başladılar. Nihâyet sözün gelişi ile buyurdular ki, Biz kendi zamanımızın fukahasının usûl ve yollarına râzı olmalıyız. Zirâ Şeyh Muhyiddin İbni Arabî hazretleri Futuhât-ı Mekkîye kitabında, kendi zamanları fukahasından bazısının ma‘lûmu oldu ki, hazreti Şeyhin Futuhât’ta yazdıklarının [bazısı] kendi sözleri olmayıp, başkaları onun kitabına, kitablarını bozmak için koymuşlardır. İşte o fakîhin bu husustaki hatasını bildirmek için bu yazıyı yazmışlardı. Vesselâm. Zemmi husûsunda şöyle yazmışlardır ki, filân zamanda Mısır fukahasından biri, zamanın sultanının fikrine uyarak farz oruç hususunda böyle [yanlış] bir fetvâ vermiştir.

Mevlânâ Celâleddin Rûmî hazretlerinin evlâdından âlim ve ârif bir azîz Anadolu’dan Horasan’a geldi. Nice zaman Mevlânâ hazretlerinin hizmetinde bulundu. Mevlânâ hazretlerinin de ona çok iltifatları oldu. Ser-i Mezar’da onun için husûsî bir ev ta‘yîn etmişlerdi. Birgün o azîz buyurdular ki, bu sırada bir gece Mevlânâ hazretleri bizim evi şereflendirdiler. Yatsı namazını kıldık. Sukût üzere sabaha kadar onlarla sohbette oturduk. O gece bana bir nefes kadar geldi. Buyurdular: “Hâcegân târîkı öyledir ki, bir kimsenin hâline yönelip gönülden teveccüh etmezlerse, o kimseye bu tarîkten hiçbir şey hâsıl olmaz”.

Reşahât sâhibi der ki, Yine bu azîz anlattı: Bir gece bir yere gidiyordum. Hava çok karanlıktı ve yağmur yağıyordu. Bu ızdırap esnâsında Mevlânâ hazretlerine teveccüh eyledim. O anda yol aydınlandı; karanlık telâşından kurtuldum.

HAZRETİ MEVLÂNÂ’NIN VEFÂTI VE EVLÂDI

Reşahât sahibi der ki: Üstâdım Mevlânâ Radıyyuddin Abdülgafûr hazretleri, Mevlânâ hazretlerinin fazîlet ve şemâ’ilini hâvî olan Nefehat-ül Üns’ün Hâşiyesinin Tekemmülesinde o hazretin intikal ve irtihalini [âhırete göçüşünü] kısa veya uzun olarak anlatılmıştır. Bu kitab insanlar arasında meşhûr ve ellerde dolaştığından, biz burada kısaca bildirelim.

Mevlânâ hazretlerinin hastalığı 898 [m.1492] Muharrem ayının on üçüncü günü olan Pazar günü başladı ve hastalığın altıncı günü olan Cum‘a günü sabah namazında nabızları düştü. Cum‘a ezanı okunduğu zaman nefesleri kesildi ve bu fânî dünyâdan o bâkî âhırete göçtüler.

O asrın fâzılları ve şâirleri Mevlânâ hazretlerinin mersiye ve vefâtı tarihinde çok kasîde ve kıt‘alar söylemişlerdir:

Gavs-i âfak hazreti Câmî,

Kâinâtın göz nûru idi.

Bu fânî diyardan hareket edip,

Yüzünü beka Kâbesine çevirdi.

Vefâtı yılı, ayı ve günü, Muharremin on sekizinde idi.

Şunu da arz edelim ki, Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin büyük oğulları Hâce Kelân’ın iki ismet eser kerîmeleri vardı. Biri Mevlânâ hazretlerinin nikâhı altında, diğeri Reşahât sâhibi Mevlânâ Safî hazretlerinin hanımı idi. Mevlânâ Safî hazretleri bu ma‘nâda şu kıt‘ayı demiştir.

İki yıldız doğuser burc-i sa‘d-i milletten,

Sadefte inci gibi verdi dünyaya behâ,

Birinden oldu münevver saray-ı ârif-i Câm, Birinden oldu Safî’nin makamı evc-i a‘lâ.

Mevlânâ hazretlerinin bu hanımlarından dört oğulları dünyaya geldi. Birinci oğulları, sadece birgün yaşadı ve ismi konmadan vefât etti. İkinci oğulları Hâce Safiyuddin Muhammed olup, bir yaşına girdikten sonra vefât etti. Mevlânâ hazretleri, bu oğullarının vefatına çok müteessir oldular. O ma‘sûm hakkında ilk divanlarında yazdıkları mersiyeden böyle olduğu anlaşılmaktadır.

Reşahât sâhibi der ki: Şu acîb [şaşırtıcı] tesadüfe bakınız ki, lakabı Safiyûddin olan bu oğullarının vefâtından sonra, bu lâkabla bu fakîri çağırdılar. Bu fakîrin lakabı olan Fahrî merhumun doğum târihi yaptılar. Üçüncü oğulları Hâce Ziyâeddin Yûsuf dur. Doğum târihleri Mevlânâ hazretlerinin mubârek yazılarından görülmektedir. Yüksek oğlum Ziyâeddin Yûsuf 882 senesi Şevval ayının dokuzu Salı gecesinin ikinci yarısında dünyaya geldi.

Birgün Mevlânâ hazretleri eski mescidin kuzeyinde bulunan su havuzunun kenarında oturuyorlardı. Hizmetkârlarından biri Hâce Ziyâeddin Yûsuf u omuzunda getirip, harem-i şeriflerinden dışarı çıkardı. Hâce Yûsuf o zaman tahminen beş yaşında idi. Yanımıza gelince dedi ki: “Baba! Ben Hâce Ubeydullah’ı görmemişem”. Mevlânâ hazretleri tebessüm edip buyurdular ki: “Sen Hâce’yi görmüşsün, ama hâtırlayamıyorsun”. Sonra Mevlânâ hazretleri buyurdular: Bu günlerde, bir gece rüyada gördüm ki, Hâce Ubeydullah hazretleri buraya gelmişler, deyip adı geçen mescidin kuzeyinde bulunan revakı gösterdiler. Ben de Ziyâeddin Yûsuf u elime alıp huzurlarına götürdüm ve dedim ki umarım ki, bu çocuk hakkında inâyet nazarlarınız bol olup kabûl olmak şerefinize kavuşur. O anda Hâce hazretleri onu benim elimden alıp, mubârek ağızlarını onun ağızlarına verip, bembeyaz bir şeyi kendi ağızlarından onun ağzına akıttılar. Ziyâeddin’in ağzı o şeyden tamamen doldu. Hatta bir miktarı ağzına sığmayıp dışarı döküldü. Sonra Ziyâeddin’i benim elime verdiler ve o an uyandım.

Bu rüyânın ma‘nâsını Mevlânâ hazretleri: Hırednâme-i İskenderî’nin mukaddimesinde Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretlerinin menkıbesi arasında nazm etmişlerdir.

Mevlânâ hazretlerinin dördüncü oğulları Hâce Zahîreddin Îsâ’dır. Hâce Ziyâeddin Yusuf’un doğumundan dokuz sene sonra dünyaya geldi. Doğum tarihi Mevlânâ hazretlerinin mubârek el yazılarından nakl olunduğu üzere şöyledir: Yüksek yaradılışlı oğlum Zahîreddin Îsâ 891 senesi Muharreminin beşinci günü Perşembe günü dünyaya geldi. Tahminen kırk gün yaşayıp vefât eyledi.

MEVLÂNÂ ABDÜLGAFÛR (Kuddise sırruh): Lakabı Radıyyuddin’dir. Lâr şehrinde dünyaya geldiler. O diyârın ileri gelenlerindendir. İşittiğimize göre, Eshâb-ı kirâmdan (aleyhimurrıdvân) Sa‘d bin Ubâde’nin (radıyallahü teâlâ anh) evlâdından imişler. Mezkûr Sa‘d hazretleri Ensârın büyüklerinden olup Hazrec kabîlesinin reisidir.

Mevlânâ hazretleri, Mevlânâ Câmî hazretlerinin talebe ve eshabının en ileri gelenlerindendir. Çeşitli aklî ve naklî ilimlerde zamanın teki ve âlemin büyük âlimi idiler. Mevlânâ hazretlerinin eserlerinin çoğunu kendilerinden görmüşlerdir. Mevlânâ hazretleri, Fusûs-ül Hikem’e yazdıkları şerhi, mukabeleden sonra Mevlevî hazretlerinin nüshasının sonuna şu kıymetli sözleri yazmışlardır: Bu kitabın mukabelesi [karşılıklı okunması] benimle arkadaşım, fazîletler sâhibi, kâmil, doğru görüşlü, parlak düşünceli, millet ve dinin kendisinden râzı olduğu kardeşim Abdülgafûr’la aramızda 896 senesi Cemâzilevvel ayının ortalarında tamam oldu. Fakîr Abdurrahman Câmî.

Hazreti Mevlevî Nefahat’ın Haşiyesi Tekemmülesinde kendi hâlini şöyle anlatırlar: Bu fakîre, bu büyükler yoluna girip çalışmak arzusu el verdiği zaman Mevlânâ hazretlerinin hizmet-i şeriflerine gelip tal‘îm-i zikr istedim. Mevlânâ hazretleri de bize Lâ ilâhe illallah Muhammedûn Resûlullah zikrini telkin edip, kendi mubârek sûretlerini [hayal hazînesinde veya kalbde hep] bulundurmağı da şart etmişlerdi. Onların emri ile o sohbette buyurduklarını yaptım. İlk zikir ve râbıtada bu tâifeye mahsus nisbet ve keyfiyetin eserleri zâhir oldu. Kendimi aydınlık bir fezâda gördüm. Büyük bir lezzet ve kuvvetli şevk el verdi. Bu hâlimi Mevlânâ hazretlerine arz ettiğimde buyurdular: “Bu böyle bir sırdır ki, yâr ve dosttan dahî gizlemek gerek”. Sonra tekrar meşgul oldum ve daha çok çalıştım. Kendimden geçme hâllerim çoğaldı. Birgün bu nisbetin gevşemesine sebeb olan yaptığım o işlerden [zikir ve râbıtadan] Mevlânâ hazretlerine şikâyet ettim. Buyurdular ki: Başka çare yok! O nisbeti zâhirî bir şuğulle bîr arada yapmak lâzım. Ve bu nisbeti kimden almış isen, onun sohbetinden ayrılmamak gerektir. Bu nisbet başkasının mülküdür. Tâlibde aksetme yolu ile zuhûr etmiştir. Tâlib çok çalışsın ki, kendi mülkü olsun. Bu ise, ancak sohbete devâmla müyesser olur.

Ve buyurdular ki: Zâhirde bir işle meşgul olmak mühimdir. Böylece Hakkın tâlibi diğer insanlardan ayrı ve belirgin olmaz. İşitmedin mi ki, bir kimse bir azîzin hizmetine gelip, tarikat ta‘lîmi istemiş de, buyurmuşlar ki, bir mesleğin, san‘atın var mıdır? Yoktur demiş. Buyurmuş: Git eskicilik öğren ki, bu tâifenin sülûku, zâhiren bir iş yapmadan olmaz.

Buyurdular: Bu hâlin husûlu ve bu nisbetle tahakkuk bir anda olur. Çünkü idrâk, infi‘al cinsindendir. Bu işin hakîkati ı‘raz [yüz çevirmek] ve ikbâl [yüz dönmek]dir. Mâsivâdan [Hakdan gayrisinden] i‘raz yüzünü çevirmek ve Hak teâlâya ikbaldir [yüzünü Hakka dönmektir]. Bu da bir anda mümkündür. İnsan nefsi [özü] bir aynaya benzer ve onun yüzü başka tarafa dönüktür. Onu o hâlden çevirmek lâzımdır ki, Hak tarafına dönmüş olsun.

Bir azîz meşâyıhdan birinin sohbetinde kendinden geçip düştü. Aklı başına gelince, buyurdular ki, Hak teâlâya rabt-ı kalb hâsıl olup âgâhlık nisbeti muhakkak olduktan sonra, o keyfiyet kâh sâlike mâsivayı unutturur - ki buna hâl derler- kâh mâsivayı unutturmaz -ki buna ilim derler-. İlim hâlin içindedir deyip, ilmi de hâlden sayarlar. Bu keyfiyetlerin farklı oluşları şahsın istidadının, safâ ve küdûretinde bulunan farklılıklara bağlıdır.

Buyurdular: Zikre meşgul oldukta gaybet hâli zuhûr ederse, onu hatt-ı müstakîm [doğru çizgi] gibi farz etmelidir. Zirâ bu ma‘nâyı tahayyül ve bir işi mülâhaza cem‘iyyete sebebdir. Hazreti Risâletpenâh (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Emîr-ül müminin Alî (kerremallahü teâlâ vecheh) hazretlerine: “Tarîki doğru çizgi gibi farz etmek gerek” buyurmuşlardır.

Buyurdular: Bizim Hâcelerimiz yolunun bir güzelliği de, her yerde herkes ile, herhâlde bu nisbette bulunmanın kabil olmasıdır. Bu nisbete çalışmağı esas kabûl edip, bundan başkasına zarûret mikdarı mukayyed [alâkalı] olmalıdır. Bu şerefli nisbet gayet latiftir. Bunun zabt edilmiş bir hududu ve muayyen vakti yoktur. Küçük bir şeyle gider ve bazen sâlik beklemezken zâhir olur. Bu nisbete bu fütûr gelince, sebebini araştırmalıdır. Ona sebeb olan şeyi öğrenip onun giderilmesine meşgul olmalıdır.

Buyurdular: Hisle [duygularla] ilgili çok şey vardır ki, onları düşünmek nisbete yardımcı ve cem‘iyyeti kuvvetlendiricidir. Bu zabt olunmamış bir durumdur ki, hâl ve vakte göre farklı bulunmuştur. Meselâ sahra mutlak bir sûrettir. Mutlak ma‘nâsını mülâhazaya [hâtıra getirmeğe, düşünmeğe] yardım eder. Dağlara bakmak, heybet ve azamet ma‘nâsını doğurur. Devam eden su sesi, murakabe vaktinde, murakabeye yardım eder. Gölgenin sâhibine tâbi‘ olmasını düşünmek, kendi havl [hareket] ve kuvvetinden çıkmağa götürür. Vahşi hayvanları ve onların vahşetini mülâhaza, hayrete sevk eder. Cenâzeyi düşünmek fenâ hâlini kuvvetlendiricidir. Ağlamak sesi, kaybolmuş sevgiliyi hâtırlatır.

Buyurdular: Birgün Mevlânâ Sadeddin (kuddise sırruh) hazretleri ile bir yere gidiyorduk. Yolda bir eşek ölüsüne rast geldik ki, gözleri açık kalmıştı. Buyurdular ki, ne şaşılacak istihlâki [nefsini helâk etmesi] var! Ancak o anda nisbet-i şerîfleri gayet kuvvet buldu.

Buyurdular: Birgün şiddetli bir kabz [gönül daralması] hâsıl olmuştu. Sahraya [kırlara] seyre gittik. Bağ-ı âhuya [ceylân bağına] vardığımızda, gözüme çam ve çınar ağaçları göründü. Hâtırıma geldi ki, bunlar kendi istidadlarına göre mebde-i Feyyaz’dan feyiz alır ve onunla rahat ve huzurda olurlar. Bu düşünce ile birlikte kabz hâlim bertaraf oldu. Yerine büyük bir keyfiyet hâkim oldu. Çok olurdu ki, mehtablı gecelerde kabz hâli geldiği gibi, gölgeyi ve gölgenin asla tâbi olmaklığını düşününce o kabz hâli kalkardı.

Reşahât sâhibi der ki: Mevlevî hazretleri buyurdular: Birgün Mevlânâ hazretlerinin huzûr-i şerîflerine gelip, halkın arasında bulunmaktan şikâyet eyledim. Buyurdular ki: Allahu teâlânın halkını dünyâdan çıkarmak olmaz. Öyle geçinmelidir ki, halkın [insanların] sâlikte tesiri olmaya! Ve o sırada Nefehât-ül Üns kitabını telif ile meşgul idiler. Buyurdular ki: Bir veya iki sahîfe yazılıyor da, yazıldığı dahi aklımda olmuyor. Kalem âdeti üzere yazıp gidiyor.

Buyurdular: Bazı büyükler demişlerdir: Tekellüm [konuşmak] bâtın [kalb] meşguliyeti ile birlikte olmaz. Hayret, niçin böyle söylediler. Ya‘nî birlikte olabilir.

FAİDELİ GÜZEL SÖZLERİ:

Burada dört reşha bildiririz:

REŞHA-107: Reşahât sâhibi der ki: Bir gün cinlerin hâllerinden konuşuluyordu. Mevlevî hazretleri buyurdular ki, Şeyh Muhyiddin İbni Arabî (kuddise sırruh) kendi risâlelerinin bazısında buyurmuştur: Ebûl-Cin, İblis midir, değil midir [Cinlerin babası İblis midir]? Bunda ihtilaf vardır. Hakikat şudur ki, Ebûl-Cin [Cinnin babası] İblis’ten başkadır. İblis cin tâifesinden biridir. Ebûl- Cin hünsâdır [Hem erkek hem dişidir]. İki oyluğunun birinde zekeri, diğerinde ferci vardır.Oyluklarını birbirine sürmekle çocuk doğar. Cin, ateş ve havadan mürekkeb olduğundan, dört unsurun iki hafifinden meydana gelmiştir. Bu cinste akıl azlığı ve hafîflik vardır. Bir de üzerlerine ruh eklenmiştir. Bunlar çok ve çabuk hareketlidirler. Kısa zamanda uzun mesafeleri kat‘ ederler. Çok hafîf, nahif ve dayanıksızlardır. İnsanlar bunlara azıcık bir dokunsa, vucûdları telef olup helâk olurlar. Bu yüzden ömürleri kısadır. İnsan şekline girip bir kimseye görünseler, hemen kaçıp onun gözünden kaybolurlar.

Hazreti Şeyh (kuddise sırruh) buyurmuşlardır ki, Bunlar görününce, bunların kaybolmamalarının yolu gözünü bunlara dikip, hiç ayırmamaktır. Böyle yapılırsa, görünen cin kaybolmaz, tutuklu gibi olduğu yerde kalır. Bunun için dâima hareket ederler. Türlü türlü şekil alırlar ki, onlara bakan gözleri başka tarafa çevirsin de, onlarda istedikleri gibi hareket etsinler. Cinlerin, insan gözünü onlardan çevirmedikçe, kaybolmamaları, bize Allah tarafından bildirildi.

Yine Muhyiddin İbni Arabî hazretleri buyurdular: Cin tâifesinde ilim azdır, ma‘neviyâtı anlamakta pek zâifdirler. Bilhassa marifetullahda bunların ekserisi ahmak ve anlayışsızdır. Onun için cinlerle bir araya gelmede pek fâide olmaz. Hatta sohbetleri zararlıdır, denebilir. Onlarla beraber bulunmaktan insana kibir sıfatı hâsıl olur. Çünkü bunlar ateş ile havadan meydana gelmişlerdir. Terkîblerinde [oluşumlarında] ateş kısmı ağır basmaktadır. Kibir ve serkeşlik [asîlik] ise ateşin husûsiyetindendir.

Buyurmuşlar ki, çöllerde meydana gelen kasırgaların bazıları onların muharebelerinin eseridir. Tekebbür ve tecebbür cinlerin zâtî sıfatları olduğundan, dâima aralarında karışıklık, fitne, mücâdele ve muharebe eksik olmaz. Bunlardan biri vefât edip, berzah âlemine intikal ettikten sonra artık bir daha dünyaya gelemez. Onun yeri dâima berzah olup, kıyâmete kadar o âlemde kalır. Bunların Cehennemde azab görmeğe müstehak olanlarına, ateşten o kadar etkilenmediklerinden dolayı, zemherirde, ya‘nî soğuk cehennemde azab edilir. Şunu da söyleyelim ki: Cehennem ateşi dünya ateşinden nice kat derece yakıcı olduğundan, mümkündür ki, dünya ateşinden yaradılmış olan mahlûklar, Cehennem ateşi ile azab olunurlar.

REŞHA-108: Şeytânî ve nefsânî havâtır hususunda buyurdular: Hazreti Şeyh (kuddise sırruh) Futûhât’ta buyurmuşlardır: Şeytan ikidir: Biri sûrî, diğeri ma‘nevî şeytandır. Sûrî şeytan İblis’tir. Bu bazen hâtıra hakkanî [doğru] bir şey getirir ve bununla ma‘nevî şeytan olan nefse tesir etmek ve bu doğru olan şeyi bozuk ve batıl etmeğe çalışır. Meselâ sûrî şeytan adamın hâtırına sünnet-i hasene ilka eyler [getirir]. Bu ise, haddi zâtında olan şeylerdendir. Zirâ hadîs-i şerîfde gelmiştir ki: “Kim bir sünnet-i hasene ortaya çıkarırsa ona, kıyâmete kadar o sünnetle amel edenlerin sevabı kadar sevab verilir”. İşte ma‘nevî şeytan bunda tasarruf edip, onun hâtırına iyi bir şeyde, Peygamber efendimiz (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) nâmına, yalandan bir hadis uydurmasını getirir ve o işin ismini sünnet-i hasene koyar. Tâ ki, insanlar onunla amel etsinler de, ona da sevab yazılsın. Lâkin Peygamberimize (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) yalan bir şey isnad edenlerin yeri Cehennem ateşidir diye vârid olan hadîs-i şerîfden gafil olur.

REŞHA-109: Bir başka misâl: Yine Hazreti Şeyh buyurmuşlardır: Sûrî şeytan, meselâ yüksek sesle Kur’ân okumağı hâtıra getirir. Bu hakkanî [doğru] bir iştir. Ma‘nevî şeytan, insanlar dinleyip ona Kur’ân tilâvet eden [güzel Kur’ân okuyan] desinler ma‘nâsını [düşüncesini] hâtırına getirir ve o iyi olabilecek işi riyâ ve sum‘a [iyi desinler] ile bâtıl eyler. Böyle işler çoktur.

REŞHA-110: Hakk-ul Yakîn kitabının sâhibi, ıztırarî ve ihtiyârî ibâdet hakkında yazar: Ma‘rifet denen idrâkın kendisi, ne kadar ıztırarî ibâdeti mûcib ve umûmî rahmet ise, idrâkin idraki olan ilim de, ihtiyârî ibâdeti müstelzim ve husûsî rahmet olan seyir ve sulûku gerektirir. Reşahât sâhibi (rahmetullahi aleyh) der ki, Hazreti Mevlevî bu sözü açıklarken buyurdular: İdrâke ma’rifet demesi bir ıstılaha binâendir ki, bundan murad idrâk-i basîttir. Zirâ Hak sübhânehü ve teâlâ müdrikeyi öyle bir hâlde yaratmıştır ki, yaradılış itibariyle Hakkın varlığını bulucudur. Ama inceliklerini bilmez. Ve bu vicdân [bulmak] ona yaradılıştan verilmiştir. Meselâ karşısına konulan şeyi kabûlde [göstermede] ayna gibidir. Zirâ mevcûd olanlardan, müdrikenin idrâk ettiği her şeyin önce vucudunu [varlığını] idrâk eder, ondan sonra o şeyi idrâk eder. Demek ki, vucûd nûr [ışık] mesâbesindedir ki, evvelâ gözün idrâki ile nûr müdrik olup, sonra onun vâsıtasıyla duygulara âid olan şeyler idrâk olunur. Müdrike yaradılıştan Hakkın vucûdunu bulucu olduğundan, ıztırarî olarak vucûdun eserleri ve levazımı [etkileri ve gerekleri] ile müteessirdir [etkilenir]. Ve bu etkilenme, Hak sübhânehü ve teâlanın vucûduna nisbetle, kulda vâkı‘ ve sâbit olan bir inkıyad [boyun eğme, kabullenme] ve tezellüldür. İster dilesin, ister dilemesin, müteessir olmuştur ve hâricî vucûdu ve onun gereklerini kabûl eylemiştir. İşte ibâdetin hakîkati, hâl olarak kendinde hâsıl olan bu inkiyad ve tezellüldür. O hâlde hâl olarak kulda bu ibâdet keyfiyeti ıztırarîdir ve umûmi rahmetin zuhuru ve feyz-i vucûdinin mûcibi olan bu idrâk-i basît, müdrikeye ve sâir mevcûdata münbasittir [yayılmıştır]. Rahmanın nefesi lakabını alan da budur.

İdrâkin idrâkine ilim demesi de, ıstılahla alâkalıdır. Ya‘nî müdrikesinin Hak teâlânın vucûdunu bulucu ve hâli icabı ona inkıyad ve teslim üzere olduğunu idrâk edince, ister ki kendinin irâde sıfatı hâlin gereğine uygun olsun. Böylece Hak sübhânehu ve teâlâya ibâdeti, onun emir ve yasaklarının kabûlünü zâhiren ihtiyâr eyler, tâ ki onun zâhiri bâtınına uygun olsun ve irâde hâli vâkı olan hâle mutabık bulunsun. Bu idrâk yüksek mertebelere ve seyr ve sülûk urucuna [yükselmesine] götüren bir binek olup husûsî rahmettir. Rahmet-i Rahîm’dir. Ve kulun: “Ben cinleri ve insanları yalnız beni tanımaları ve bana ibâdet etmeleri için yarattım” âyet-i kerîmesinin ma‘nâsına uygunluğu, bu mertebede iyice anlaşılır. Zirâ ıztırarî ve ihtiyârî olan bütün ibâdetleri içine almıştır. Ve ulular demişlerdir ki, ibâdetin sırrı ve hikmeti, ihtiyarî' ibâdetin ıztırarî ibâdete mutabık [uygun] olmasıdır.

REŞHA-111: Kâfirlerin azabının ebedî oluşunda ve uluların bu husustaki ihtilâfındadır:

Buyurdular: Bazıları suâl edip soruyorlar ki, âdâlet ve hikmet iktizâ eder ki, zamanlı günâhın azabı da zamanlı ola. O hâlde sebebi nedir ki, zamanlı [muvakkat] bir küfrün azabı sonsuzdur. İmam Muhammed Gazâlî hazretleri bu suâlin cevabında buyuruyor ki, amellerin cezâsının mikdarını Hak teâlâ bilir. Bunu gerektiği gibi anlamak nâkıs akılların işi değildir. O hâlde küfre uygun cezânın ebedî olması gerektir ve amellerin cezâsının sırrını ve hakikatini Hak teâlâdan başka bilen yoktur. Kimi de kâfirlerin niyetleri hep küfür üzere olmaktır. Bunun için âhıret hayatında da azabları dâimî olur dedi. Ama sonsuz azaba düçâr olmaz diyenler diyorlar ki, ârizî küfür bir bilgisizlik olup ruhun mizâcını okşamaz. Belki ruhun mizâcına uygun ve idrâkine mutabık olan şeyler hak [doğru] olan şeylerdir ve cehil [bilgisizlik] sıfatı sonunda kalkar. Bitti.

Reşahât sâhibi der ki: Bazı efendiler Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretlerinin kudsî kelimâtını [yüce sözlerini] topladılar. Ama birkaç yerde şübhe ve tereddütlerimiz oldu. Üstâdımız Mevlânâ Abdülgafûr hazretlerine arz olundu ve tatmîn edici cevablar verdiler. Bunlardan bir kısmını altı reşha hâlinde arz ediyorum:

REŞHA-112: Hâce Ubeydullah Taşkendî (kuddise sırruh) buyurdular: İnsanlardan meydana gelen bir şeyin, eğer şerîatta bir had ve ta‘ziri yok ise, ondan incinmemek gerektir. Zirâ o Hak teâlânın kullarının kudreti ve temkîni ile olmuştur. Bu sözün ma‘nâsında buyurdular ki: Her ne kadar bütün işler, yapılanlar, ister had konsun, ister konmasın, Hak teâlânın halkının ya‘nî kullarının kudret ve temkiniyle oluyor ise de, lâkin Hâce hazretlerinin muradı odur ki, zikir olunan kısımda kaza ve kaderin hakîkatına bakmak lâzımdır ki, bir ihtilâf ve fitne olmasın. Şer‘î had [cezası] belirtilen şekilde şer‘î ahkâma bakmak lâzımdır. Tâ ki, mülk âleminin [bu dünyânın] nizâm ve intizamı sâbit ve berkarar olup, şer‘i şerîfede ihânet hâsıl olmasın. Bu sûrette incitmek ve mücâdele eylemek Hak teâlânın rızasına muvâfık ve Resûl-i Ekrem (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerinin muradına mutabıktır. O mücâdele ve kavganın zımnında binlerce sûrî ve ma‘nevî faideler saklıdır. Böyle hususlarda ihmâl ve imhâl zındıklık ve mülhidlikten başka bir şey değildir.

REŞHA-113: Bu sözün şerhinde [açıklamasında] Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular: Kaza ve kadere göz ile bakmalı ve herkes yaptığı işin mukabelesini görmeli ki, kavga olmasın. Buyurdular ki, ya‘nî o işin husûlünde çok vâsıtaya ihtiyâc olmaya ve zaman uzaması da bulunmaya.

REŞHA-114: Hâce Ubeydullah hazretlerinin “irâde-i vech-i bâkî musahhardır” sözü için buyurdular ki, ya‘nî her mevcûd için hâsıl olan vucûd hissesinin irâdesi ve mutlak vucûdun aynası odur ve musahhar olan [emre verilen] de ancak o hissedir. Şu ma‘nâda ki, sâlik o hisseye râgıb ve onu cemâl-i mutlaka ayna etmeğe kadir oldu. Buyurdular ki: bir ma‘nâ daha hâtırıma geliyor: Bâkı vechin irâdesinden murad, vech-i hâsa teveccüh ola. Bu teveccühün neticesi, Haktan başkasını yok edip, Hakkı isbat olunca, şübhesiz Hakkın isbat edilmiş olduğu yerde her şey musahhar olur ve o hâlde Hak teâlâ bu irâdet sâhibine eşyayı musahhar eder.

REŞHA-115: Şu sözün ma‘nâsında Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretleri buyurmuşlar ki: Futûhât’ta bildiriliyor ki, beraberinde himmetlerin bulunduğu çok mücâdeleler olmadan âlemin zuhûrunun sırrı bilinmez. Buyurdular: Beraberinde himmetlerin bulunması demek, sâlikin kasd ve himmetinin nihâyeti zât-ı Hak olmaktır. Tâlibde bu himmet yoksa, yahud bu himmet sâhibi çetin mücâhedeler ve büyük riyâzetler yapmamışsa, en derin sırlardan olan âlemin zuhurunun sırrı ona münkeşif olmaz. Riyâzet ve mücâhedesiz himmet, veya bu himmet olmadan olan mücerred mücâhede ve riyâzet hiç fâide ve netice vermez.

REŞHA-116: Hâce Ubeydullah hazretleri buyurmuşlar: “Bazı âriflere o kudreti vermişlerdir ki, her ne dilerlerse halk eder. Hakkın mahlûku ile ârifin mahlûku arasında fark odur ki, ârif onu hazretlerden bir hazrette onu isbat ettikce ârifin mahlûku bakî olur”. Buyurdular: Ârif kendi mahlûkuna hissî ve şehâdî [duygu ve görme] teveccühle müteveccih olmak lâzım değildir. Beki o görünen varlığın hârici vucûdunun ibkasında [varlığının devamında] hazreti misâlde o ârifin misâlî sûretinin teveccühü kâfidir. Ârif tarafından o görülen varlığa hazreti misâlde, ya hazreti şehâdette teveccüh devam ettikçe, o mevcûd da devam eder. O teveccüh kesilirse, o mevcûd da o anda yok olur.

REŞHA-117: Hâce Ubeydullah hazretlerinin şu sözündendir: Şeyh Behâeddin Ömer dâima ak ata binerlerdi. Bazı mahremlerinden sebebi soruldukta, dediler ki, beyaz ata meyilli olmalarının sebebi odur ki, bazı sûrî tecellilerde şeyh hazretlerinin müşâhedeleri o şekilde [beyaz at şeklinde] vâkı‘ olmuştur. Buyurdular: Mükâşefe sâhiblerinin her biri, bir başka şekilde müşâhade etmeleri, istidatın, meâni ve hakaikin farklı oluşundandır ki, sülûk erbabının hâllerine münâsib olan eşya sûretinde görülür. Meselâ Mûsa aleyhisselâma olan sûrî tecelli Eymen vâdisindeki bir ağaç suretinde vâkı‘ oldu ve Risâletpenâh (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerine bir genç sûretinde zâhir oldu. Nitekim bazı hadîs-i şeriflerde bu ma‘nâ belirtilmektedir. Bitti.

Şunu da yazalım ki hazreti Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbni Arabî bazı eserlerinde yazmıştır: Rabbimi at sûretinde gördüm. Şeyh Rükneddin Alâüddevle Semnânî hazretleri bazı kitablarında Şeyh’in bu sözünü açıklarken buyuruyor ki: Hak sübhânehü ve teâlânın sâlikleri sûrî tecelliler görürler ki, o eserlerle alâkalıdır. Nûr tecellileri görürler ki, o fiillere müteallıktır. Ma‘nevî tecelliler görürler ki, o sıfatlarla ilgilidir. Zevkî tecelliler görürler ki, o zâta müteallıktır. Eserlere müteallık olan sûrî tecellilerde, Hâk teâlâ, kula cemi-i eşyâ sûretinde tecelli eyler; ma‘denler, bitkiler, hayvanlar ve insanlar gibi. Mevâlid-i selâseden [cansızlar, bitkiler ve hayvanlar] birinde tecelli vâkı‘ olmuş iken, o mertebeden yüksek bir mertebede de tecelli etmek vakti gelse, o mevlûdün [cinsin] ufkunda tecelli eyleyip, ondan sonra onun fevkınde [üstünde] olan mevlûdden başlar. Meselâ ma‘denlerden tecellî ederken, bitkilere terakkî etme zamanı gelince, ma‘denlerin ufku [sonu] olan mercan sûretinde tecelli eyler. Zirâ madenler kısmından bitkilere ondan daha yakın bir şey yoktur. Çünkü o da bitki gibi büyümektedir. Bitkiden hayvana terakkî zamanı gelince, hurma ağacı şeklinde tecelli eyler. Çünkü hurma ağacı bitkilerin ufkudur [sonudur]. Bitkiler içinde hayvanlık mertebesine ondan daha yakın olan yoktur. Ve hayvanların husûsiyetlerinden onda bazı özellikler vardır. Nitekim başını kesseler kurur. Dişisi, erkeği ayrıdır. Erkeğin tozu [tohumu] dişiye ulaşamadıkça aşı olmaz ve meyve vermez. [Ömrü de insan ömrü kadardır. Onbeş yaşlarına gelmeyince meyve vermez. Kurumadan [ölmeden] önce dibinden yeni filizler verir. Onlar o ocağı devâm ettiren hurma ağaçları olur.

Mütercim]. Hayvandan insana terakkî etmek zamanı gelince, at sûretinde tecelli eder [görünür] ki, hayvanların en ilerisidir. Şuur ve zekâsı cihetinden insana en yakındır. Sûrî tecellide başka ufuk [nihâyet] yoktur. Zirâ insanın üstünde bir şey yoktur.

Lâkin sûrî tecellînin insan mertebesinde kemâli odur ki, Hak sübhânehü ve teâlâ tecelli sâhibinin sûretinde ona görünür. Sâlikin ayaklarının sürçeceği en müşkül ve mühim yer, Hak teâlânın ona kendi sûretinde tecelli etmesidir. Şöyle ki, sâlik o tecellide, kendinden başka kimseyi görmez. Ne kadar bakarsa da, hep kendini görür ve bütün varlıkları kendisinde münderic ve mündemic bulur. Sübhânî mâ a‘zame şânî [kendimi tenzîh ederim, benim şânım ne büyüktür]. Enel-Hak [Hak benden gayri değildir], Leyse fî cübbetî sivallah [cübbemin içinde Haktan gayrisi yoktur] ve Hel fîd dâreyn gayrî [iki dünyada benden başkası var mı?] ve bunlara benzer sözler, hep bu tecellilerden zâhir olur ve keşif ehli olanlardan bir çoğunun ayağı sürçüp, işledikleri bu cür’etler hep bu sûrî tecellide vâkı‘ olmuştur. Hükemâya [akılcılara, felesoflara] ayak kayması ma‘nevî tecelliler de olmuştur ki, kendilerinin ma’nevî müdrikelerine mağrur olup [aldanıp] Enbiyâya (aleyhimüsselâm) tâbi‘ olmaktan yüz çevirip dalâlet [sapıklık] sahralarında helâk olmuşlardır. Lâkin Enbiyaya tâbi olmak bereketinden haz alan ve Allahu teâlânın himâyesinde olmakla mahfûz [korunmuş] olan evliyâda sekrin galebesi hâlinde bir sehiv vâkı‘ olsa, uyanınca bunlardan tevbe ederler. İşte bunun için Hak sübhânehü ve teâlâ onları sûrî, nûrî ve ma‘nevî tecellilerin konaklarından geçirip zevkî ve zâtî tecellilere eriştirir ve ayak kaymalarından kurtarır. Ve onların sırrını zâtının tecellî eylediği naîmine kavuşturur. “Bu Allahu teâlânın bir fadlıdır. Dilediğine verir. O büyük fazîletler, ihsanlar sahibidir”.

REŞHA-118: Reşahât sâhibi der ki: Üstâdım Mevlânâ Abdülgafûr hazretleri Bârî teâlânın vucûdu ve eşya ile beraberliği keyfiyeti beyânında buyururlardı. Mümkinin [mahlûkun] vucûdu, hakîkatinden başkadır ve hakîkatine ârızdır [hakikatinin sıfatıdır]. Meselâ zeyd, zihinde bir hakikattir ki, bu hâricî [görünen] vucûd o hakîkata ârız olup ona eklenmiştir. Ve o hakîkat bu ekleme vâsıtasıyla âsârın mebdei [eserlerin başlangıcı] olmuştur. O hâlde aslında mebde-i âsâr olan bu ârızî olan vucûddur. Zirâ vucûdu ifâde etmek isteseler, mebde-i âsâr olan bir şeyle ifâde ederler. Vâcibin vucûdu kendi hakikatinin aynıdır. [İmam-ı Rabbânî hazretlerine göre, vucûd zâtın aynı değildir. Mektûbât 260. Mektûb]. Mümkinin vucûdu böyle değildir. Bunu için Vâcib teâlânın hakikati, kendiliğinden, hiçbir şey eklemeksizin, mebde-i âsârdır. Hükemâ ile sofiyyenin bu söze ihtilafları vardır ki onlara göre mevcûdatın mebde-i âsârı olan vucûduna vucûddur. Şeyh Rükneddin Alâüddevle ve sofiyyenin birazı ve hükemâ ve mütekelliminin ekseri buna zâhib olmuşlardır [demişlerdir] ki, mevcûdâta vucûd veren Hak sübhânehû ve teâlânın sıfatlarından, Feyz-i Vucûdî, Vucûd-i Âm ve Nefes-ür-Rahman diye isimlendirilen bir sıfattır. Şeyh Muhyiddin İbni Arabi ve etbaı ve önceki ve sonraki mutehakkık sofiyyenin ekseri, hükemâ ve mütekellimin birazı demişlerdir ki, mebde-i âsâr olan Hakkın vucûdudur ki, aynı aynı hakikattir; gayri değildir. O hâlde bütün mümkinât Vâcibin vucûdu ile mevcûdlardır. Ya‘nî zâtın eşyaya maiyyet [beraberlik] alâkası vâkı‘dır. Lâkin o beraberlik, bilinmeyen bir beraberliktir. Enbiyâ, evliyâ ve muhakkık hükemâdân hiç kimse bu beraberliğin sırrına tam olarak vâkıf olamamışlardır. Ancak bu tâifenin ferdlerinden bir kısmı, bu beraberliğin sırrına, kendi istidâd ve kabiliyetleri kadar muttali‘ olmuşlardır.

Reşahât sâhibi der ki: Bir fakir, Mevlânâ Abdülgafûr hazretlerinin vefâtından birkaç gün sonra bir gece onları rüyâda görmüş ve hâtırına gelmiş ki, dünyadan göçmüşlerdir; yanlarına varıp selâm vermiş, onlar da selâmlarını almışlar. Ondan sonra sormuş: “Efendim, âhırete intikal ettiğinizde, vahdet-i vucûdun sırrından ve eşyanın onunla beraberliği keyfiyetinden size ne zâhir oldu? Buyurmuşlar ki: Bu âleme gelince Şeyh Muhyiddin İbni Arabi hazretleri ile buluştum ve kendilerinden bu mes‘elenin sırrını sordum. Cevabında, söz, ancak yazdığımdır, buyurdular. Yine o fakir sormuş ki, âhıret âleminde aşk ve âşıklık ve güzel şeylere gönlün bağlanması olur mu? Buyurmuşlar: Ne söylersin! Asıl âşıklık bu âlemde müyesserdir. Zirâ madde âleminin güzelliği muhtelif cüzlerin bir araya gelmesinden hâsıl olur ve o cüzlerin birbirine zıd olmaklığı sebebiyle çabuk değişir ve başka hâl alırlar. Bunun için gönlün onlara alâkası kalmaz. Ama bu âlemin güzelliği bâsitlerin bir araya gelmesinden olup, cüzler arasında zıddıyet ve muhâlefet olmadığı için, burada fânilik ve zevâl bulmaklık yoktur. Bu yüzden değişmez ve başka hâl almaz. İşte böylece burada aşk ve âşıklık hep devâm eder. Nihâyeti şevktir. Şu kadar vardır ki, ruhun bedene olan âlâkası sebebiyle, bedenden ayrıldığı ilk zaman birkaç gün ruh cevherinde bir bocalama olur. Lâkin o tarafın alâkasını bertaraf edip, saf ve pâk olduğu gibi, yine âşıklık zevkine kavuşur.

Reşahât sâhibi der ki: Mevlevî hazretleri bu sözleri söyleyince, o fakîr demiş ki, sizin bu buyurduklarınız hep âhıret işlerindedir. Halbuki ölülere, âhırete âid sırlar söylemek izni yoktur, derler. O zaman sizin bu ifşânız [bu sözleri söylemeniz] nasıl olur? Buyurmuşlar ki: O avam sözüdür. Aslı yoktur. Zira çok olur ki, nice kimseler, Peygamberi (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) ve ümmetin büyüklerinden bazılarını rüyâda görüp onlardan âhıret âlemine âid acâib ve garaib hâlleri öğreniyorlar. Eğer âhıret sırlarının ifşâsı câiz olmasaydı, Kur’ân ve hadîs ondan bahsetmezdi.

O günlerde, o fakîr yine Mevlevî hazretlerini rüyâda hasta görmüş ve hâtırından geçmiş ki: Hayret, bu ne hikmettir ki, Allahu teâlânın sevgili kulları çoğu zaman âfetlere ve belâlara mübtelâ olurlar. Buyurmuşlar ki: Bunun sırrı odur ki; hastalıklar ve riyâzetler, beyni temizler ve zihni parlatırlar. Beyin temzilenince, cümle mevcudatı muhît ve bütün mükevvenâtın maksudu olan basît mutlak nûr beyin [zihin] kuvvesinde hâsıl olur ve bunun böyle olduğunda bütün insanlar eşittir. İnsan oğlundan hangi ferdde bu tasfiye ve tenkiye [temizlik ve parlaklık] hâsıl olursa, zihin kuvvesine elbette o mutlak nûr taalluk eyler.

Mevlevî hazretlerinin vefâtı 912 [m.1506] Şa‘banının beşinci günü olan Pazar günü sabahı güneş doğduktan sonra vâkı‘ olmuştur.

MEVLÂNÂ ŞEHABEDDİN PÎR CÜNDÎ (kuddise sırruh): Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin eshabının ileri gelenlerindendir. Zâhir ve bâtın ilimlerinde eşi yok idi. Herat’ın fazîleti ile tanınmış büyüklerinden idi. Kayen vilâyetinde Pîr Cünd kasabasında dünyaya geldi. Babası anlatır: Bir gece rüyada gördüm ki, Tûr-i Sinâ’dayım. Birden Şeyh- ül-islâm Ahmed Câm (kuddise sırruh) peyda oldular. Önlerine vardım; selâm verdim. Cevab verip buyurdular ki: Hak sübhânehü ve teâlâ sana bir sâlih oğul verecektir. Ona benim ismimi ver ki, o bizdendir. Bu rüyâdan sonra çok geçmeden Şehâbeddin dünyaya geldi. İsmini Ahmed koydum ve ondan ümidvâr oldum.

Onun için derler ki, daha çocuk iken öyle zühd ve takvâ yolu tutmuş idi ki, teheccüd ve diğer nâfile namazlardan hiç birini kaçırmazdı. Gençlik yaşına erişince, medresede kalıp ilim tahsîli ile meşgul oldu. Az zamanda bütün akranlarından ileri geçti. Nice zaman Mevlânâ Nûrullah Harezmî, Mevlânâ Şemseddin Muhammed Câcermî ve Mevlânâ Hâce Alî Semerkandî ve başka birçok hakîkat erbabı ulemanın derslerinde bulundu. Derslerinde bulunduğu âlimlerin eshabı ve talebesi arasında mümtâz ve birinci sırada oldu. Hâce Burhâneddin Ebû Nasr Pârisâ hazretlerinin de şerefli meclislerinde bulunup hadîs kitablarından Mesâbih ve Meşârık, Sahîh-i Buhârî ve Müslîm gibi, muteber kitabları dinlemiştir. Hatta Hâce hazretleri kendisine hadîs rivâyeti için icâzetname vermişlerdir.

Aklî ve naklî ilimleri tahsîlden sonra meşâyıh-ı tarîkat sohbetine yönelip, tasavvuf erbabı mülâzemetini ihtiyâr eyledi. Şeyh Zeyneddin Hâfî, Şeyh Behâeddin Ömer, Hâce Şemseddin Muhammed Kösevî ve başka nice uluların, hizmet ve sohbetlerine kavuştu. Sonunda Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin sohbetine vâsıl olup, her tereddüdden kurtulmuştur.

Buyurdular: İlk zamanlar Mevlânâ hazretlerine çok mülâzemet eylerdim. Lâkin kalbimde azîzlerin nisbetinde hiçbir eser müşâhede etmezdim. O bakımdan çok melûl ve mahzûn idim. O zamana kadar ki, birgün Cum‘a namazından sonra Herat câmiinin maksûresi önünde kalabalık arasında yürürken birden Mevlânâ hazretlerini o kalabalığın içinde görüp önlerine çıktım. Tam bir tazarru‘ ve niyâz eyledim. Buyurdular ki: Kardaş, göğsündeki resmî ilimleri çıkarmadıkça fayda yoktur. Bu sözü söylerken kalbimi kendilerine cezb edip mescidin dışına doğru yürüdüler. Ben de gayr-i ihtiyâri arkalarından yürüdüm. Uzaktan onları gözeterek gittim. Câmiden dışarı çıkıp Hoş pazarına yöneldiler ve Fîrûzâbâd kapısından dışarı çıktılar. Ben de arkalarından gittim. Gördüm ki, bir keresteci dükkânından bir yapı için beşer arşın iki büyük ağaç satın aldılar. Ferâcelerini katlayıp mubârek omuzları üzerine koyup taşımak istedikleri gibi hemen koştum, yanlarına geldim ve: “İzniniz olursa, ben taşıyayım, efendim” deyip, müsâde istedim. Buyurdular ki: Eğer ilim sâhibi olmaklığın mâni‘ olmazsa, yarısını sen taşı! Sonra ağacın yarısını kendileri omuzlarına alıp yürüdüler. Ben de zarûrî olarak ağacın birini omzuma vurup, utanarak arkalarından gittim. İnsanların görmesinden utanıyor, mahcub oluyor, telâşlanıyor, sıkılıyor, kan ter içinde bazen gözlerimi kapatıyor, bazen açıyor ve bu şekilde onları takîb ediyordum. Mevlânâ hazretleri ise hiç aldırmadan, kimseyi umursamadan, ha gayret diyerek, önümce giderlerdi. Bu hâlde kapıdan içeri girince, içimden geçti. Bolayki [inşaallah] Paypâre mahallesi semtine giderler. Orası pazara göre tenhadır. Mevlânâ hazretleri doğru pazara girdiler. Çarşıya yaklaştıklarında hâtırıma geldi ki, bolay ki, Hoş pazarından geçerler. Çünkü Mülk pazarında kalabalıktan geçilmez. Bilhassa omuzumuzda bu uzun merteklerle.

Mevlânâ hazretleri evvelki gibi, endişeme muhâlif Mülk pazarına girdiler. Çaresiz peşlerinden gittim. Âlimlik gururu ve câhillik ârı ile dopdolu olduğum için garîb bir vaziyet ve şaşılacak bir mahcubluk hâlindeydim. Bu şekilde Mülk pazarının ortasına kadar geldik. Nihâyet bir köşeye geldiler ki, orada yol, üstü mescid olan bir yerden geçerdi. Oradan geçip Mevlânâ hazretlerinin seâdethanelerine erişip o ağacı omuzumdan indirince, hemen orada onların bereketli himmet ve iksîr husûsiyeti taşıyan nazarları ile bende büyük bir hâl hâsıl oldu ki, azîzler nisbeti ile şereflendim. Ondan sonra artık bir daha Mevlânâ hazretlerinin eteğini bırakmadım.

Yine Mevlânâ Şehabeddin hazretleri buyurdular: Benim ders vermekten ve ilim okutmaktan vaz geçmemin sebebi, Herat’ta Hoş Kapısı dışında bulunan Fahreddin Alî medresesinde müderris iken olan bir vâkı‘adır. Şöyle ki: Birgün Mevlânâ hazretlerinin mülâzemetine varıp kapılarında duruyordum. Baktım ki, kendilerinde gâlib bir hâl ile dışarı çıktılar ki, o zamana kadar onları bu hâlde görmemiştim. Zâhiren ve bâtınen yalvarıp kalben iltifatlarını rica eyledim. Buyurdular ki: Resmî ilimlerle alâkalı mubâhase ve mücadelelerden adamın kalbi kararır. Bunun için Hâce Alâeddin Attâr hazretleri buyurmuşlardır ki, ilim talebesi ilmî mubahaseden sonra gerektir ki, yirmi kere istiğfar eyleye! Bu sözü söylerken bir iltifat eylediler ki, kalbimde yanan bir kandil gördüm. İçimi o kadar münevver eyledi ki [aydınlattı ki] aydınlığından bütün bedenim ışıklandı. Bu hâl bütün uzuvlarıma sirâyet edip kendimde büyük bir zevk ve tatlılık buldum. İşte tam burada Mevlânâ hazretleri buyurdular ki, yanmış kandili, ters esen rüzgârdan saklamak lâzımdır ki, sönmesin. Bu sözü söyleyip, bana izin verdiler ve kendileri seâdethânelerine girdiler. Ben de onların bereketli nefesleriyle, emirlerine uyarak, o yanan kandilin korunmasında bütün kuvvetimi sarf ederek, ilmî mütalaa ve müzâkerede kendime çok dikkat ediyordum. O zamana kadar ki, bir gün bir talebe ders esnasında bana yakışık almayan sözler söyledi ve benimle uzun uzun mübâhase ve münâkaşa eyledi. Hasmımı mağlub edip susturduktan sonra gördüm ki, o nûr zulmete büründü ve kandil söndü. Çok melûl ve mahzûn oldum. Dersi yarıda bırakıp, son derece üzgün ve mahcubluk içinde Mevlânâ hazretlerinin kapılarına geldim. Biraz sonra dışarı çıktılar. Gözleri bana alır almaz buyurdular ki: Bu keyfiyet, kişinin sözü uzatıp, ileri gitmesi ve kızması ile bir arada bulunmaz. Yoksa bilmez misin ki, kızmak bâtın kabını ma‘nâ nûrundan boşaltır.

Ben başımı önüme eğdim. Kalben büyük tazarru‘ ve niyâz eyleyip, rikkatten gözlerim doldu. Mevlânâ hazretleri beni bu vaziyette görünce, merhamet edip bana doğru baktılar ve o sönmüş olan kandil yeniden yandı. Ondan sonra ders ve ilim öğretme sevdasını bıraktım. Bütün himmetimi o nisbeti muhafaza etmeğe sarf ettim ve o nisbetin muhâfazasına mâni‘ olan her şeyden tamamen el çektim.

Mevlânâ Şehâbeddin hazretlerinin yaşları elli beşe varmıştı. 856 veyahud 57 senesi içinde dünyadan rıhlet eylediler. Mubârek kabirleri Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin mezarı yanındadır.

MEVLÂNÂ ALÂEDDİN ÂBÎZÎ (kuddise sırruh): İsmi Muhammed bin Mü’mindir. Kuhistan’ın bir köyü olan Âbîz’de dünyaya geldi. Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin eshabının büyüklerinden idi. Mevlânâ hazretlerinin intikalinden sonra Mevlânâ Abdurrahman Câmî hazretlerine mülâzemet etti. Mevlânâ Câmî hazretlerinin de kendisine ziyâde iltifatları vardı. Birgün buyurdular ki: Mevlânâ Alâeddin ile oğulları Gıyaseddin hazretlerinin tıyneti, temiz topraktan halk olmuştur.

Mevlânâ hazretlerinin görünüşte işi çocukları ta‘lîm ve terbiye idi. Bu işi kendi hâline perde, ma‘nevî hâllerine örtü edinmiş idi.

Buyururlardı: Sultan Ebû Saîd Mirzâ zamanında Hâce Ubeydullah (kuddise sırruh) hazretleri Herat’ı şereflendirmişlerdi. İlk defa huzurlarına vardığımda, bana kimsin, ne iş yaparsın? Dediler. Dedim ki, Mevlânâ Sadeddin fukarasından bir fakîrim ve muallimcilik [öğretmenlik] yaparım. “Muallimcilik deyip o ismi küçültme. Mekteb hocalığı büyük iştir ve onda çok fâideler vardır” buyurdular sonra pîrimiz Mevlânâ Sadeddin (kuddise sırruh) hazretlerinden anlatmağa başlayıp, aralarındaki hukuk ve husûsiyete temas ettiler. Ve bu hakîre çok iltifat eylediler.

Yine Mevlânâ Alâeddin hazretleri buyurdular: İlk zamanlar Herat’ta ilim tahsîl ediyordum. Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin mulâzemetini ihtiyâr ettikten sonra, ilim mütalaası ve meşguliyyeti husûsunda biraz gevşeklik hâsıl oldu. Tamamen tahsîli bırakayım mı, yoksa zaman zaman ilimle meşgul olayım mı, diye tereddüdde kaldım. Bu düşünceyle bir gün şehirden çıktım. Mîr Fîruz Şâh medresesine eriştiğimde, oranın cemâat hânesine girip, kapısını içerden kapadım. Arkamı mihraba verip oturdum. Terk veya tahsîl işini düşündüm. O anda mihrabın köşesinden bir ses işittim. Sâhibi belli olmayan bir ses: “Terk et ve rahat ol” dedi. Hâlim değişti. Oradan dışarı çıktım. Hıyaban tarafına yönelip Tal Katban isimli yere kadar yürüdüm. O kabristanda Necmeddin Ömer dedikleri bir divâne var idi. Birden uzaktan göründü. Kendi kendine mırıldanırdı. Hâtırıma, onun yanına gitmek ve bu husûsta bana ne söyleyeceğini dinlemek geldi. Yanına vardığımda bana: Daha şimdi sen Fîruz Şâh mescidi kapısında iken, sana: “Terk et ve rahatla!” demedim mi? Dedi. Hayretler içinde yanından ayrıldım. Terk ve tecrîd arzusu bana gâlib oldu. Hemen oradan hiç durmadan Mevlânâ hazretlerinin huzûruna geldim. Onları câmide bir yerde yalnız başlarına murakabe hâlinde oturur buldum. Huzur-i şerîflerine oturduğum gibi, mubârek başlarını kaldırıp: “At ve rahatla!” darb-ı meseli meşhurdur. Velhâsıl hasılatsız tahsîli bırakıp bütün gücüyle bu nisbeti elde etmeğe koyulmak lâzımdır buyurdular.

Mevlânâ hazretleri bu sözü buyurdukları gibi, içimde hiç tereddüd kalmadı ve bütün gayret ve himmetimle Hâcegân tarîkıne döndüm.

Yine buyurdular: Birgün Mevlânâ Sadeddin hazretleriyle, Hâce Şemseddin Muhammed Kösevî hazretlerinin va‘z meclisine gittik. Buyurdular: Sen benim ardımda otur. Benim ise, va‘z meclisinde, yahud sohbet esnasında zaman zaman âniden feryad edip, na‘ra atmak âdetim idi. Hâce minbere çıkıp mearif ve hakaikten söz etmeğe başlayınca, bende bir hâl oldu ve na‘ra vurmam icab etti. Bağırayım dediğim gibi sesim çıkmadı. Yine bir hâl geldi ve na‘ra vurmak istedim. Yine sesim çıkmadı. Bu hâl üç defa olunca, anladım ki, Mevlânâ Sadeddin (kuddise sırruh) hazretleri beni muhâfaza edip na‘ra vurmağa bırakmadılar. O sırada gördüm ki, Mevlânâ hazretlerine gaybet ve kendinde olmama hâli gelip istiğraka vardılar. O zaman bende bir hâl hâsıl oldu ki, birbiri ardından üç na‘ra vurdum. Sonra bir başka meclis kuruldu; biz de kalktık.

Buyurdular ki: En kısa zamanda bu na‘ralar seni bir köşede oturtur. Ya‘nî vâridat ve ahval hâsıl olur da, o hâllerin seni kaplaması vaktinde gayr-i ihtiyârî çok na‘ra ve feryadlar edersin. Ve insanlar senin bu feryadlarından eziyet çekmemek için, uzlet lâzım gelir.

O günlerde ben hastalandım. O kadar dermansız oldum ki, hareket etmeğe mecâlim kalmadı. Arkadaşlar bu gece bu adam vefât eder, dediler. Ben de o esnada o fikre düştüm ki, Mevlânâ Sadedin hazretleri buyurmuştu ki, en kısa zamanda senin na‘raların uzlet ettirir. Mevlânâ hazretlerinin kıymetli sözleri hakdır ve doğrudur. Bu ma‘nâ henüz meydana gelmemişken, ben ölüyorum, bu nasıl doğru olur. Bu esnâda uyudum. Rüyâda gördüm ki, Mevlânâ hazretleri gelip, bana bu duayı öğrettiler (Bismillahi hasbiyallahü rabbi tevekkeltü alellahi i‘tesamtü billahi fevveddu emrî ilallahi mâşâellah lâ havle velâ kuvvete illâ billah). Uyandığımda bu kelimeleri dilimde söyler buldum. Sabahleyin o kadar gücüm, kuvvetim yerine geldi ki, abdest aldım, namazı oturduğum yerde kıldım.

Yine Mevlevî hazretleri anlatır: Sadeddin hazretleri bana nefy ve isbât tarîkını ta‘lîm buyurdukları zaman dediler ki: Hak sübhânehü ve teâlânın bizzât bütün eşyayı muhît olduğuna itikad etmelidir. Âyet-i kerîmede: “Hâk teâlâ her şeyi muhîtdir” buyurulduğu buna şâhiddir; eğer zâhir uleması tevil etmezlerse. Mevlânâ hazretlerinin böyle buyurduklarından gayet korktum. Firâsetle korktuğumu anladılar ve buyurdular ki: Zâhir âlimleri dediler ki; Hak sübhânehü ve teâlâ her şeyi ilmiyle muhittir [kuşatmıştır]. “Muhakkak ki Allahu teâlâ her şeyi ilmiyle ihata etmiştir” âyeti bunu göstermektedir. Hiç olmazsa buna inanmalıdır ki, bu itikad elbette şarttır. Bu sözden içim rahatladı. Bir başka gün yine Mevlânâ hazretlerinin huzurlarına vardım. Buyurdular: Mevlânâ Alâeddin çare yoktur, ihata zâtı ile beraberdir. Buna inanmak lâzımdır. Hakîkat ehli ulemanın itikadı budur. Bitti.

Şunu da yazmadan geçmeyelim: Hak sübhânehü ve teâlânın ihatası ve eşya ile maiyyeti [beraberliği] hakîkata ermiş ulemanın büyüklerinden bazılarına göre iki şekildedir: Biri zâtî, diğeri sıfatî olan maiyyettir [beraberliktir]. Maiyyet-i zâtî de iki kısımdır; Evvelki kısmı, nasıl olduğu

bilinmeyen genel olarak mevcûdâtın bütün zerreleri ile olan maiyyetidir [beraberliğidir]. Nitekim Hak sübhânehü ve teâlâ: “O her şeyi kuşatmıştır” [Fussilet-54] buyuruyor. İkinci kısmı husûsî bir beraberliktir. Ve bu havas [husûsî, seçkin] mukarreblere mahsûstur. Nitekim Hâk teâlâ: “Üzülme, Allah bizimle beraberdir” [Tevbe-10] ve: “Allah iyilik edenlerle beraberdir” buyuruyor. Sıfatının maiyyeti de bir beraberliktir ki, ilim, kudret ve diğer ulûhiyyet sıfatları iledir. Nitekim Allahu teâlâ ilmî ihatası için: “Allah her şeyi ilmiyle ihata etmiştir” [Talak-12] buyurdu. Kudretin ihatası için de: “Allah her şeye kadirdir” buyuruyor. Sadeddin (kuddise sırruh) hazretlerinin maksadı zâtî maiyyetten önceki kısımdır.

MEVLEVÎ HAZRETLERİNİN ABDÜLKEBÎR YEMENÎ
HAZRETLER
İ İLE GÖRÜŞMELERİ

Şeyh Abdülkebir hazretleri Yemen şehirlerinden Hadramut’ta dünyaya geldiler. İlk zamanlarında Acem ve Arab’ı dolaşmış, yirmi yıl seyahattan sonra Harem-i şerîfde mücâvir olup, asrında Harem meşayıhının İmamı, Acem ve Arab’ın gönüllerinin kıblesi imişler.

Mevlânâ Alâeddin hazretleri Beyt-ül haram mücâviri iken, Şeyh hazretlerine kemâl mertebe mülâzemetler edip, ondan ma‘rifet ve latif ma‘nâlar dinlemiş, kimyâ husûsiyetli inâyet nazarlarına mazhar olmuştu. Hazreti Şeyh’in ibretli sözlerinden bazısını yazalım:

Mevlevî hazretleri buyuruyor: Bir gün Şeyh benden: “Zulûm nedir?” diye sordu. Bir şeyi yerinden bir başka yere koymaktır dedim. Buyurdular: “Kalb, Hakkı anacak yerdir. Ona haktan gayriyi koymak zulûmdür.”

Buyurdular: Şeyh benden, zikir nedir? Diye sordu. Lâ ilâhe illallah’dır dedim. Buyurdu ki: Bu zikir değildir. Bu ibâdettir. O zaman siz buyurunuz dedim. Buyurdular: Bilmek kabil olmadığını bilmektir. Yine şeyh buyurdular: Yüzünü cehle tutmak gerektir. Ve namaza şöyle niyet etmek gerektir ki, bilmediğim Allah’a ibâdet ediyorum, Allahu ekber. Ya‘nî hakkıyla, tanımadığım Hakka ibâdet ederim, Allahu ekber, deyip niyet etmelidir.

Mevlevî hazretleri buyurdular ki: Bir gün bana bir hâlet oldu, anlaşılamayan bir şuhûd el verdi. O hâleti hiç bir kelime ve sözle ifâde mümkün değil idi. Tam o sırada azîzîmiz Mevlânâ Sadeddin (kuddise sırruh) hazretleri zâhir olup buyurdular ki: Kardaş, bu hâleti muhkem tut ki, Şeyh Abdülkebîr’in, cehle yüz dönmek gerek dediği budur.

Yine Mevlevî hazretleri anlatır: Haremde mücâvir olduğum zaman, Kâbe’nin binâsına büyük bir alâka ve sevgim hâsıl olmuştu. Öyle ki, başka herhangi bir yerde bir an duramaz olmuştum. Bir gün tavaf esnasında rüzgâr esti ve Kâbe’nin örtüsünü salladı ve duvarından bir miktarı açıldı. Bunu görünce bende bir hâl oldu. Na‘ra vurup, sessiz yere yığıldım. Aklım başıma geldikten sonra mahcûb vaziyette kalkıp Hazreti Şeyh’e müteveccih oldum. Huzûr-i şerîflerine varıp, kendi karışık hâlimden şikâyet eylemek isterken, daha ben söze başlamadan, onlar mubârek ağızlarını açıp: “Ey acem, senin evle ne işin var?” buyurdu. Mevlânâ Alâeddin der ki, ben ağlayıp, Hazreti Şeyh’den gönülden meded [yardım] istedim. Buyurdular ki: Onu sadece beytte [evde, Kâbe’de] görmezsin. O hududsuzdur. Belki dağda, duvarda, gökte, yerde, taşta, kerpiçte mevcûd ve meşhuddur. Belki onların hepsi O’dur. Ya‘nî kendiliklerinden var değillerdir. Hakkın kayyumluğu ile varlıkta durmaktadırlar. Evvel O’dur. Âhır O’dur. Zâhir O’dur. Bâtın O’dur. Ve o Allah’tır ki, ondan gayri ma‘budluğa lâyık hiçbir şey yoktur.

Mevlevî hazretleri der ki: Şeyh hazretleri bu sözleri söylediği zaman, zikr olunan eşyadan her birine kendi mubârek elleriyle işâret ederlerdi. Ben de bakardım. Gördüm ki, Kâbe yüzünden kalbimi çalan hakîkat o eşyada da zâhir olurdu ve cümle eşyâdan o ma‘nâ müşâhede olundu. Şeyh hazretlerinin iltifatiyle Kâbe’nin binâsına ve diğer şeylere alâkam aynı olup, kalben o bağlantıdan kurtuldum.

ŞİFE-21: Mevlânâ Alâeddin hazretleri bu muamele zamanına gelinceye kadar, zevkî ve zâtî tecelliye mazhar olmamışlardı. Zirâ mezkûr tecelli sâhibinin alâmeti odur ki, her şeyde mutlak cemâli müşâhede eyleye ve surî bir bağlantı onun müşâhedesine mâni‘ olmaya ve hiçbir şeyi kendine beyt [ev] edinmeye. Belki ona göre güneşle zerre, denizle katre [damla] beraber ola.

Beyt:

Neye baksa cemâl-i yârı göre!

Hicr içinde visâl-i yârı göre!

Nereye dönerseniz onun vechi ordadır” âyetinin sırrına vâkıf olup, “Yüzümü döndüm” remzi ona yüz göstere. Sâlik bu mertebeye varınca, güneşinin hakîkatı imkân [madde] âleminden dolunup [batıp] bir başka âlemde bulunur. Görür ki, hakîkat güneşinden başka bir şey yoktur. Ve bilir ki, imkân [mahlûk] zulmetinin vucûdu, hakîkat güneşinin görünmemesinden ibâret ve masivanın zuhûr-ı rubudî [çalıntı görüntüsü] Hak sübhânehü ve teâlânın O BATINdır, ismiyle meşhud olduğuna işâret imiş. Nûr ile zulmetin bir araya gelmesi bir emr-i muhal [imkânsız iş] ve esasen iki vucûd isbat etmek [vardır demek] imkânsız imiş.

Beyt:

İllallah kaldı, diğerleri gitti.

Sevin ey aşk, ortaklar yandı, bitti.

Ve yine Mevlevî hazretleri anlattılar: Bir gün Şeyh Abdülkebîr hazretlerinin meclislerine katıldım. Haremdeki sâdât, meşayıh, ulema ve fukahadan çok kimseler var idi. Şeyh hazretleri ma‘rifet-i ilâhîden söz söylerlerdi. Bir ara evliyâullahı ve ehlüllah sözünü kabûllenmeyen sert tabîatli bir fakîh itiraz yollu Şeyhin sözüne girdi. Mecliste bulanlardan ileri gelen bir zât, ona sus diye bağırdı. Fakîh dedi ki, eğer şer‘a ve akla uygunsuz konuşursam beni susturun. Eğer sözüm şer‘a ve akla uygun ise, niçin beni susturursunuz. Fakîh bu sözü söyleyince, Hazreti Şeyh bana müteveccih olup buyurdular: “Ey acem, beni bundan kurtar” dedi. Fakîh dedi ki, yoksa ben zulûm ve sitem mi ediyorum ki, kurtulmak istersiniz. Bir söz söylediniz, bende şübhe uyandı. Cevâb isterim. Cevâb vermek lâzım, bu işi böyle uzatmanın ne ma‘nâsı vardır?

Mevlânâ Alâeddin hazretleri der ki: Gördüm ki, Hazreti Şeyh’in yüzünde kızgınlık alâmeti var. O fakîhe dönüp buyurdular. Şübhen nedir söyle! Fakih tam söyleyecekti ki, yüzü koyun yere düşüp aklı başından gitti. Şeyh hazretleri de kalkıp husûsî odalarına girdi ve meclis dağıldı. O kendinden habersiz fakîh yüzü koyun yatardı. Biraz sonra bir kilim getirdiler, fakîhi kilimin içine koyup dışarı çıkardılar. Şeyh hazretleri daha odasından çıkmamıştı ki, canını teslîm etti.

Bir başka gün Şeyh hazretlerinin mülâzemetine varmışdım. Hâtırımdan geçti ki, ehlullah kerem ve mürüvvet sâhibleridir. O fakîh ise, bunların kalb hâllerinden habersiz bir kimse idi. Eğer afv etselerdi, olmaz mı idi? Şeyh hazretleri buyurdular: Ey acem! İki tarafı da keskin olan bir kılıcın kabzası kuvvetle yere rabt edilmiş olsa ve ağzı dışarıda bulunsa ve bir câhil çıplak vaziyette gelip, var kuvveti ile göğsünü o kılıca vurup helâk olsa, kılıcın bunda ne günâhı olur?

Yine buyurdular: Bir gün Şeyh hazretleri bana: Sizin şeyhiniz sizden sıkılınca size ne derdi? Diye sordular. Cevabında dedim ki, buyururdu ki: Ben fakîr birisiyim. Benim yanıma geldiğiniz zaman, kendinizi toplayıp Hak teâlâdan gafil olmayınız. Dışarı çıkınca da unutmayınız ki, bir daha anlayamazsınız. Buyurdular: Yâ siz, şeyhinizin bu sözüne karşılık ne derdiniz. Dedim ki: Sükût ederdik. Şeyh hazretleri buyurdular ki, ne kadar gevşek ve himmetsizmişsiniz. Karşılık olarak demeli idiniz ki, biz rabbimizi tanıyamıyoruz, seni biliyoruz. Bitti.

Reşahât sâhibi der ki: Bazı büyükler demişlerdir ki: Pîr [mürşid] müridin aynasında kendini görür, ama mürid pîrin aynasında kendini görmez. Semerkand’da Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretlerinden işittim. Ahbabına hitaben buyurdular ki; ben hayatta iken siz Hudâbîn [Hakkı gören, müşâhede ve tecelli sâhibi] olmazsanız, ya ne zaman olacaksınız!

ŞİFE-22: Şeyh Abdülkebîr hazretlerinin: Biz rabbimizi bilemeyiz, biz seni biliriz, buyurdukları, marifetullahı hafîfe almak ve ona iltifatsızlık değildir. Belki şeyh hazretlerinin bu sözden muradı, müride teveccüh yolunu öğretmek ve maksada bir asl olan yolu bildirmektir. Kudvet-ül ârifin Emîr Hüseyin (kaddesallahü teâlâ sırreh) Zâd-ül Müsâfirîn kitabında der ki:

Nazm:

O yüzden ki senin gözün ahveldir,
En evvel ma‘budun senin pîrindir.

İşte, tâlibin mürşidine teveccühde [râbıta ile] fânî olması gerektir ki, ona mürşidi sebebi ile ledünnî ilim feth ola [açıla]. Tâlib o zaman matluba vâsıl olur ki, matlubu yolundan taleb eyleye. Yolundan taleb etmezse, sadece taleb [isteme] ile matluba vâsıl olmaz. Meselâ Kâbe’ye gitmek isteyen, Kâbe tarafına gitmeyip, Kâbe’ye giderim diye Kâbe’nin bulunduğu tarafın aksine gitse, o kişi Kâbe’ye kavuşamaz. Belki hergün Kâbe’den uzaklaşır. O hâlde hakkın rızasını isteyen, pîrin [mürşidin] rızasından istemelidir. Ve Hakka kavuşmak isteyen mürşidin kalbine girmelidir. Hakikatta Beytullah gönül sâhiblerinin kalbleridir.

Görmez misin ki, Hak sübhânehü ve teâlâ her yerde hâzır ve kullarının zâhir ve bâtın hâllerini nâzır iken ve sesli ve sessiz yalvarıp yakarmalarını işitici iken ve her yerde muradları vermeğe kadir iken, dağ başında bin kere makam istesen vermez. Zirâ makam vermek için bir kapı koymuştur. Her şeyi kapısından istemek gerektir ki, versin!

O hâlde uyanık olan tâlibe lâzımdır ki, rıza ve vuslat [kavuşma] kapısını bulup manevî makamları oradan isteye. Tâlib pîrinin reddini red, kabûlünü kabûl bilip, tam bir teslimiyet ile gönlüne girmezse, maksada kavuşamaz. Kavuşmak kapısı pîrin kalbidir. Çünkü Hakka vuslat pîr sebebiyledir. İşte Abdülkebir hazretlerinin: “Biz Huda’yı anlayamayız, biz seni biliriz” dedikleri, müride teveccüh ve fenâ [fânî olmaklık] yolunu öğretmektir. Rıza ve kurbete kavuşmak için beğenilen şey, zâhiren akla uyumuyor gibi görünse de, hakîkatta makbûldür. “Ameller niyetlerine göredir” hadîs-i şerîfi gereğince, i‘tibâr niyetleridir. Bitti.

GÜZEL SÖZ VE BEYÂNLARI: Reşahât sâhibi der ki: Mevlânâ Alâeddin (kuddise sırruh) hazretlerinin söz ve beyânları iki kısımdır: Birinci kısımdakiler, Mevlânâ Sadeddin (kuddise sırruh) hazretlerinden bildirdikleridir. İkinci kısımdakiler husûsen kendi sözleridir. Şu yedi reşha birinci kısımdandır:

REŞHA-119: Dediler: Pîrimiz Mevlânâ Sadeddin hazretleri buyurdular: Biz yok idik. Huda [Hak teâlâ] var idi. Biz yok oluruz, o hep var olur. Şimdi de biz yokuz, O vardır. Birkaç sene sonra görün ki, kimden ayrılıp kime yâr olup varacaksınız. Lâyık olan odur ki, şimdi de Onunla yâr [dost] olup, kabre vardığınızda sizden ayrılacak olan her şeyden şimdiden gönlünüzü kesiniz.

REŞHA-120: Dediler: Yine mürşidimiz Sadeddin hazretleri buyurdular: Hâce Abdullah Ensârî hazretleri buyurmuşlardır ki: Dervişlik üzerine bir parça su serpilmiş bir avuç topraktır. Ona basmaktan ne ayağın altı incinsin, ne de ayağın üzerine toz konsun. Bu ta‘rîf dervişliğin hakîkati değildir. Belki dervişliğin sıfatıdır ve resmidir. Dervişliğin hakîkati Hak teâlâ ile olmaktır.

REŞHA-121: Derlerdi: Birgün mürşidimiz Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin seâdethânelerinin [mutluluk yuvası evlerinin] kapısında ahbablarla oturmuştuk. Eshabdan iki kişi birbiri ile tartışıyorlardı. Biri, zikir etmek efdaldir, diğeri Kur’ân-ı kerîm okumak efdaldir dedi. Bu esnâda Mevlânâ hazretleri dışarı çıktılar ve: Ne konuşuyorsunuz? Buyurdular. Tartışmanın mevzuunu arz ettiler. Mevlânâ hazretleri buyurdular ki: Hak teâlâ ile olmak hepsinden efdaldir.

REŞHA-122: Dediler: Yine Mevlânâ hazretleri buyurdular: Hak teâlâ’dan âgâh olan bil-fiil Cennet’tedir. Hak teâlâdan gâfil olan el ân [şu anda] Cehennem’dedir.

REŞHA-123: Derlerdi: Bir gün kuru zâhidlerden biri, elinde asâ, boynunda rıda [örtü], yanına taraklık, misvak ve tesbîh asmış vaziyette, azîzimiz Mevlânâ hazretlerinin meclislerine geldi. Onu görmekle ahbablarda büyük nefret hâsıl oldu. Her ne kadar Allahın kullarını hor görmemek lâzımdır, diye nefsimize levm ettikse de fâide vermedi. Mezbûr zâhid gittikten sonra, Mevlânâ hazretleri birimize hitab edip buyurdular: Ey filân! Âhıret ehli dünyâ ehlinden nasıl nefret ederse, ehlullah da âhıret ehlinden öyle nefret eder.

REŞHA-124: Derlerdi: Bir gün pîrimiz Mevlânâ Sadeddin hazretleri hayli zaman sükût üzere durup, sonra başlarını kaldırdılar ve buyurdular ki, Dostlar hâzır olun ki, yâr ayn be ayndır [hâzırdır].

REŞHA-125: Derlerdi: Yine Mevlânâ hazretleri buyurdular ki: Vallahi dost, elinize yapışıp, kendini istemede sizi kapı kapı gezdirir. Sonra şu iki beyti okudular:

Nâmından nişanından hiç haberim olmayan, Odur benim elimden tutup, peşine takan, Elim ayağım odur nereye olsam revân, Bak gönüldür ardınca el açan, ayak koşan.

İkinci kısma gelince, burada yirmidört reşha bildirilmektedir.

REŞHA-126: Buyurdular: Tâlibe üç şey lâzımdır ki, onlardan kurtuluş yoktur: Devamlı abdestli olmak, nisbeti muhafaza etmek, yemekte ihtiyât etmek.

REŞHA-127: Buyurdular: Ulular, Lâ ilâhe illallah’ın ma‘nâsında demişlerdir. Zikir eden, sülûkü mertebelerinde bazen Allah’dan başka ma‘bud yok, bazen Allah’dan gayri maksud yok, bazen Allah’dan başka mevcûd yok, der. Seyr-i ilallaha başlamadan önce Lâ ilâhe illallah dediği zaman, Lâ ma‘bûde ilallah [Allah’dan başka ma‘bûd yoktur] ma‘nâsını düşünmek lâzımdır. Seyr-i ilallahda Lâ maksûde illallah [Allah’dan başka maksûd yoktur] düşünmelidir. Seyr-i ilallahi bitirip seyr-i fillaha kadem basmayınca Lâ mevcûde lillah [Allah’dan başka mevcûd yoktur] düşünmek küfürdür.

REŞHA-128: Buyurdular: Sünneti kendine farz kılmayan tâlibin dîni noksandır. Bazı sünnetler Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerine farz idi. “Gecenin bir kısmında uyanıp, sana mahsûs ziyâde olmak üzere namaz kıl” [İsra-79] buna işârettir. Sünnetleri ve şer‘î edebleri gerektiği gibi yerine getirmek şarttır ve zâhir ve bâtının bütün seâdetleri buna bağlıdır.

REŞHA-129: Buyurdular: Bu mühim, ya‘nî Azîzân nisbetine kavuşmak, ne iş ile olur, ne işsizlikle! Eğer kabiliyet yoksa, iş ile [çalışma ile] de olmaz. Kabiliyet olsa da, çalışılmasa, yine olmaz. Ya‘nî kabiliyet ile gayret birlikte olmalıdır ki, maksad hâsıl olsun.

REŞHA-130: Buyurdular: Mübtedi bir tâlib iyi bir iş işlese ve bir kimse onu beğenip takdîr etse, bu beğenme hâli tâlibin hoşuna gitse, tâlibin nefsinin bu hoşluğunun zulmeti, en yakın akrabasından biriyle zinâ etmekten az değildir. Ya‘nî yakın akrabadan biriyle zinâ etmek tarîka ne kadar mâni‘ ise, bu dahî o kadar mâni‘ olur demektir.

REŞHA-131: Buyurdular: Âdem oğluna nasîb olan bu iş, mevcûdattan hiç birine verilmemiştir. Resmî tâat ve âdet olarak ibâdet ile iş bitmez. Kulluğa kuvvetli sarılmak lâzımdır. Konuşmakta, bakmakta ve yemekte ziyâde ihtiyât etmek gerektir.

REŞHA-132: Buyurdular: Bu tarîkte, tâlibin dünya veya âhıret husûsusunda olsun, kendi nefsini düşünmemesi lâzımdır. Bunlardan biri düşünülürse, bu, onu Hak teâlânın kendi ma‘rifeti için yaratmadığının, Cennet veya Cehennem için yarattığının alâmetidir.

REŞHA-133: Buyurdular: Bu dünyada iken kendinden kurtulmayanın öldükten sonra ruhu, kameri feleğin [ay yörüngesinin] altında kalır. Mısra‘:

Gurbet elde ayağı çamura batan batmıştır.

Bu söz Şeyh Muhyiddin İbni Arabî hazretlerinindir. Buyurmuştur ki: Kamerî feleğin altında kalan kaldı. Mevlânâ Alâeddin hazretleri derlerdi ki, ben bu sözü Mevlânâ Abdurrahman Câmî hazretlerine söyledim ve Şeyh hazretlerinin böyle buyurmaları bana gayet müşkül geldiğinden üzüntülerimi izhâr eyledim. Hattâ müminlerin çoğu kendilerinin [nefislerinden] kurtulmadan vefât ederler, dedim. Mevlânâ Câmî buyurdular ki: Hak teâlâya îman edenin ruhu felek-i kamerde bir aralığa sâhibdir. Sonunda o aralıktan çıkıp gitse gerektir.

REŞHA-134: Buyurdular: Müslümanlığın kemâli teslîm ve tefvizdir. Eğer teslîm olanın, iblis gibi boynuna lânet tasması geçirseler, Hak sübhânehü ve teâlânın ona bir fi‘li lâyık gördüğünden, müminlerin îmanından râzı olduğu gibi, râzı olmak lâzımdır. Sâdık kul, Hakkın kazâsından râzı olur. Lâkin kendi fi‘linden değil.

REŞHA-135: Buyurdular: Bir kimseye bir mekrûh [beğenmediği, istemediği, kötü bir şey] eriştiğinde, kendi nefsinin kulu ise, muzdarıb olur. Hak teâlânın kulu ise, hiç yadırgamaz ve üzülmez. Beyt:

Fayda, zarar eğer ona verirse bir farklılık, Put yapıcı denilse, elbette ona lâyık.

Beyt:

Kaderin sofrasından ne gelirse yaş, kuru, Bal, zehir deme; budur, misafirlik düsturu.

Diyen ne güzel demiştir.

REŞHA-136: Buyurdular: Asıl mes’ele budur ki, aşk heyecanı olmayana bu iş haramdır.

REŞHA-137: Buyurdular: Hâcegân tarikatında Hûş der dem [her nefeste uyanık olmak] bir büyük esastır. Şöyle ki, bunların bir nefesleri gaflette geçerse, bunu o kadar büyük günâh bilirler ki, bazıları küfür demişlerdir. Şeyh Ferîdeddin Attâr hazretlerinin şu beyitleri bu sözün şâhididir:

O yardan gaflet eyleyen bir dem, Basar oldu o, gizli küfüre kadem, Tutalım ki o gaflet dâimidir, İslâm kapısı ona kapalıdır.

REŞHA-138: Buyurdular: Mevlânâ Ebû Yezid Pûrânî hazretleri derdi ki: Avama günâhtan sakınmak nasıl lâzım ise, havvasa da gafletten sakınmak öyle vâcibdir. Avam günâhlardan ötürü nasıl muahaze olunur ise, havas da gaflet ile öyle muateb olurlar [azarlanırlar].

REŞHA-139: Buyurdular: Sohbet eden bir çok kişiden hangisi kendi tezinde ve tavrında sağlam durursa, diğerlerini de kendine çeker. Zirâ hüküm gâlibindir. Terâzi kefesine benzer. Hangi tarafı ağır gelirse, diğer tarafı yerinden kaldırır ve kendine doğru eğer. İşte ârifin himmeti öyle olmalıdır ki, bütün dünya kendine uysa, hepsini kendi tarafına çekip, kendi rengiyle renkleye [sıfatı ile sıfatlandıra]. Bitti.

Reşahât sâhibi der ki: Mevlânâ Alâeddin’in bildirilen sözünü kuvvetlendirir bir sözü, Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretlerinin el yazıları ile bir kitabın arkasında gördüm. Şöyle yazmışlardı: Sultanlığın kemâli [en yüksek derecesi] odur ki, kendi tasarrufu ile bütün saraydakilere ve reayasına [memleketinde emri altında olanlara] kendi elbisesini giydirsin. Şöyle ki, gözü kime alsa, kendinden başkasını görmesin. Kullarının kemâli de odur ki, kendilerinden tamamen sıyrılıp, pâdişahın onlarda olan kemâl ve renginden başka kendilerinde bir şey görmesinler. Belki görmemekten ve bilmemekten de hâli olsunlar. Farkları tamam olunca, artık onlar yoktur, yalnız ben varım.

REŞHA-140: Buyurdular: Na‘râ vurmak gaflet alâmetidir. Zirâ sâlik ma‘nâya erişip huzur hâsıl edince, na‘râ vurmaz. Eğer her zaman hâzır olsa hiç na‘râ vurmaz. Belki devamlı huzûr ve âgâhı, fenâ ve şuursuzluğu mûcibdir. O makamda na‘râ vurmak olmaz. Na‘râ vuran, ateşe atılmış yaş ağaç gibidir. Onda yaşlıktan eser [su] oldukça, ateşte ses çıkarır.

Beyt:

Köpüklenip taşıp, atma kapağını ey derviş, Ne kadar kaynasan da, sabret, kemâle eriş.

Ruba‘î:

Aşkın evâilinde çok ahü zâr eylerdim,

Komşuyu uyutmazdım, ne akşam, ne de sabah,

Yandıkça aşk nârına, ah azalsa aceb mi? Taze odun yandıkça, duman azalır her gâh.

REŞHA-141: Buyurdular: Hâce Behâeddin Nakşibend (kaddes­allahü teâlâ sırreh) hazretleri: “Çalışıp kazanan Allah’ın sevgili kuludur” hadîs-i şerîfi hakkında buyurdular ki: Kesb [çalışıp kazanmaktan] murad, rızâdır. Bu sözün ma‘nâsı odur ki, kul, Hak teâlânın kendinden râzı olacak şeye çalışmalıdır. Bunun hakîkî olarak ele geçmesi, kulun hakîkî fenâ ile mutehakkık olmasıdır.

REŞHA-142: Buyurdular: Avam Hak teâlâyı halk ile anlayıp bilirler. Havas halkı Hak sübhânehu ve teâlâ ile bilirler. Zirâ havasa o taraftan bir kapı açılmıştır. Onlara müşâhede ile bir şey bildirilmiştir ki, bütün halkın rucû‘unun o kapıya olduğunu görmüşler ve bilmişlerdir.

KÂŞİFE-23: Avam müessirin vucûduna [varlığına] eser ile istidlâl ettikleri [anladıkları, yol buldukları] gibi, havas eserin vucûduna müessir ile istidlâl ederler. Avam kendi varlığını bilmekte ne kadar muzdarıp [bir nevi mecbur] ise, havas Hak sübhânehü ve teâlânın varlığını ve birliğini bilmekte muztardır. Belki avam teşkîk-i müşekkik ile varlığında şekke [şübheye] düşse olur. Havassın Hak sübhânehü ve teâlâya ikrârı şekki [şübheyi] kabûl etmez. Zirâ vicdânîdir. Nitekim Hazreti Sıddîk-ı Ekber (radıyallahü teâlâ anh) buyurur: “Biz neyi görsek, ondan evvel Allahu teâlâyı görürüz.” Şeyh Elvân Şîrâzî Gülşen-i Râz tercümesinde bu ma‘nâyı izah ederken buyururlar ki:

Bu halkın varlığı benzer serâba, Ki anı teşne dil benzetir âba, Bu âlem müstakıl kâim değildir, Vucûdu kendinden dâim değildir, Bunu teşbîh etmiştir hıredmend [akıllı], Ki bu âlemdir ankaya manend [benzer], Cihan Haksız kuru bir ad ve sandır, Bunun varlığı, var demek yalandır,

Adem mevcûd olmaz hîç demde, Vucûdu hod mukarrerdir ademde, Hakkın hergîz [asla] vucûdu zâil olmaz, Buna îmanlı gönül kail olmaz, Vucûdu görünür varlık yüzünden, Münezzehdir Cenâb-ı Hak özünden. Bitti.

REŞHA-143: Bir gün bu hadîs-i şerîfi okudular: “Kul için en üstün îman, nerede olursa, Allahu teâlânın kendisiyle olduğunu bilmesidir”. Dediler ki: Anlayana bu ta‘lîm [öğreti] kâfidir.

Kıt‘a:

Nerede olursan yâr seninledir, Gayriye arama kendine ol yâr, Mâdemki her dâim o seninledir, Hadi sen hem yürü, kendine ol yâr.

REŞHA-144: Buyurdular: Bir gün, o düşünceye daldım ki, şuhudî îman, zâhir hâllerden mi, yoksa bâtın ahvâlinden midir? İşittim; yoldan geçenlerden biri dedi ki, kula göre bâtın ahvâlindendir. Hak sübhânehü ve teâlâya göre zâhir hâllerindendir. Zirâ kul bu hâlde kendi bâtınının hakîkatine erişir ve Hak teâlâ zahîrî isim ve sıfat ile ona tecelli eyler.

REŞHA-145: Birgün Hâce Ebûl-Vefâ Harezmî hazretlerinin şu ruba‘isini okudular:

Çün bazı zuhurât-ı Hak oldu bâtıl, Bâtılı inkâr eder ancak câhil, Tüm vucûd içinde kim gayri göre, Şübhesiz hakîkattan olmuştur gafil.

Buyurdular: Kırk yıldır bu ruba‘inin ma‘nâsına îman getirmişim. Zirâ gençlik yıllarımda bir gece, bozuk bir düşünce ile evden çıkmıştım.

Köyümüzde gayet şerir ve kötü bir gece bekçisi vardı. Kötülükte bir benzeri yok idi. Bütün köylü ondan korkardı. Gece yarısı bir yerde durduğunu gördüm. Onu gördüğüm gibi, o kötü niyetimden vaz geçtim. O zamandan beri bildim ki, yaramaz dahi bu dünyada iyi iş yapılmasına sebeb olmaktadır.

REŞHA-146: Buyurdular: Eğer ağzına helva koyanla ensene sille vuranı farklı tutarsan, bu senin tevhiddeki noksanındandır.

REŞHA-147: Buyurdular: Birgün Mevlânâ Nûreddin Abdurrahman Câmî hazretlerinden sordum. Eserde gelmiş olan dualarda mezkurdur ki: “Ey benim Allah’ım, bizi seninle meşgul eyle, gayrinle etme!” Mâdem ki, gayr ve başkası yoktur, bu duanın ma‘nâsı nedir? Dedim. Buyurdular: ‘Sen’ kelimesi, zâtın kendine işârettir. Bizi zatınla meşgul eyle, zatından başkası ile etme! Burada ‘başka’, sıfatlar ve fiiller demek olur. Ya‘nî bizi zâtının şühudu ile meşgul edip, isim, sıfat ve fiillerin tecellilerinden kurtar, demektir.

REŞHA-148: Buyurdular: Enel... diyen Hüseyin bin Mansûr, bunu kendi hakîkatine derdi. Sizin yüce rabbiniz benim, diyen Firavun, bunu kendi sûreti [bedeni] için dedi. Eğer Firavun da kendi hakîkatini anlasaydı, onun da “ben” demesi makbûl olurdu.

REŞHA-149: Buyurdular: Bir gece bana bir hâl galebe eyledi. Yüzümü, kapılara, duvarlara, topraklara, taşlara sürer feryâd eylerdim, ağlardım, sızlardım. Sonra buyurdular ki, vucûdun zerrelerinden her zerre sevgilinin yüzünde, onun güzelliğini artıran bir bendir.

Beyt:

Her kimin zerrece vucûdu olur, Gördüğü zerreye sücûdu olur.

HÂRİK-UL-ÂDE   HÂLLERİNDEN:     Mevlânâ Alâeddin

hazretlerinin tasarruf ve kerametleri çoktur.

Reşahât sâhibi der ki: Maveraünnehir’den geldiğim zaman, Mevlânâ Alâeddin hazretlerini ziyârete gittim. Görüşme esnasında, iki ilim talebesinin Mevlânâ hazretlerinin önünde oturup Mesâbih okuduklarını, Mevlânâ hazretlerinin de Mesâbih kitabını ellerinde tutup kitaba baktıklarını gördüm. Şöyle hissettim ki gözleri görünüşte kitaba bakar, ama gönülleri ile başka şeyle meşgul idiler. Hâtırımdan, bu ne biçim ders öğretmektir. Talebe kitab okur, kendileri ise onlara iştirak etmez, geçti. Mevlânâ hazretleri hâtırımdan geçeni anladılar ve tebessüm ederek: “Dostlara, her ne kadar ders vermeğe muktedir değilim, deyip özür dilerim, ama bana inanmıyorlar. Bir de siz deyiniz. Belki sizin sözünüzü kabûl ederler” buyurdu.

Yine Reşâhat sâhibi anlatır: Mevlânâ hazretlerinin olgun oğulları muttekî âlimlerden olup Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin sohbetlerinden nasîb almış ve kimyâ eserli nazarlarına mazhar olmuş olan Mevlânâ Gıyâseddin Ahmed anlatır: Bir yaz gecesi Şem‘-i Rîzân [Mum döken] mahallesinde yatsı namazını kıldırdıktan sonra uyumak için dama çıktım. Ayın ilk günleri idi. Azıcık ay ışığı var idi. Evimize bitişik, köylülerden birinin evi vardı. Çoğu zaman boş dururdu. Bilhassa yazın. Âniden o evden kulağıma bir ses geldi. Boş olduğunu bildiğimden, burada adam ne eder, diye şaşkınlıkla damın kenarına varıp, aşağıya baktım. Gördüm ki, erkekle bir kadın karşı karşıya oturmuş musahabet ederler [konuşurlar]. Hemen geri döndüm. Döşeğime girip yattım. Sabah olunca, kalkıp sabah namazını edâ ettikten sonra Üştürbânân [Deveciler] mahallesinde babamın yanında gittim. Karşılarında oturduğum gibi, buyurdular ki: Komşu damına varıp, evinin içine bakmak câiz değildir. Kişinin komşusunun evinden gelen sesin nasıl bir sestir diye öğrenmeye kalkışması vazîfesi değildir. Kişi kendi hâlinde olup, fuzûli işlerle meşgul olmamalıdır.

Yine mezkûr Gıyaseddin Ahmed anlatır: O günden beri bende tam bir yakîn hâsıl oldu ki, bu tâifenin görme duygusunun ötesinde bir gözleri daha vardır ki, karanlık gecelerde uzak mesafelerden nice şeyler görürler. Mesâfenin uzaklığı onların görmesine mâni‘ olmaz.

Yine mezkûr Gıyâseddin Ahmed anlattılar: Gençliğimde birgün bir takım talebelerle Kazirgâh mesîresine seyre gitmiştik. İçimizde güzel bir oğlan var idi. Yatacağımız zaman o oğlan ayak ucumda yattı. Mum söndüğü zaman hâtırıma, ayağımı o oğlanın tarafına uzatmak geldi. Bu düşünce iki üç defa zihnimi kurcalayınca, kendimi ayıblayarak kendi kendime dedim ki, baban kerâmet nûru ile senin hâline vâkıf olur ve ekseri hâlde seninledir. Yarın şehre vardığında bu hâlini senin yüzüne vuracaktır. Bundan sonra ayağımı kendime çekip uyudum. Sabahleyin şehre gelip babamın huzuru ile şereflendiğimde buyurdular ki: Bir mahluk [ya‘nî babası] seninle hâzırdır [beraberdir, yaptığını Allahu teâlânın izni ile bilir] diye, utanıp ayağını uzatmamağı kabûllenince, senin yaradanından -ki ezelen ve ebeden her yerde seninle hâzırdır- utanıp edebsizlik etmemek çok daha evvel kula vâcibdir.

Reşahât sâhibi der ki: Mevlânâ Alâeddin hazretlerinin eshabından biri anlattı: Mevlânâ hazretlerinin hizmetine eriştiğim ilk zamanlarda bir gün mektebhânede oturmuşlardı. Huzurlarına vardım. Gördüm ki, ellerinde bir kağıt parçası tutarlar. O kağıt parçasını kâh dürer, kâh açarlar. Beni gördükleri gibi: “Filân gel, şu kağıdı al” buyurdular. Ben de seğirtip [koşup] elimi uzatıp almak istedim. Ellerini geri çektiler. Mevlânâ’nın bu hâline hayret ettim. Yine ellerini uzatıp, kağıdı almamı söylediler. Tutmak istedim. Yine ellerini geri çektiler. Üçüncüsünde o kağıdı benim elime verdiler. Kağıd elime değer değmez, o kağıddan bir şimşek gibi ateş çıkıp, elimin içine geçti ve gayet sür‘atle damarlarımdan yürüyüp kalbime ulaştı. Gönlüm o ateşten öyle yandı ki, kül oldu sandım. Galiba helâk olacağım, diye korkumdan kağıdı yere bıraktım. Mevlânâ gayet heybetle: “Yere bırakma, kaldır” diye seslendiler. Kaldırınca bende bir keyfiyet zâhir oldu. Kendimden geçip yıkıldım ve bir müddet öylece kaldım. Bu hâl esnasında, meğer ağzım köpüklenmiş. Mekteb çocukları üç ay kadar, beni her gördüklerinde işte mest [sarhoş, kendinden geçmiş] dede geliyor diye birbirleriyle söyleşirlerdi. O hâlden kendime geldiğimde, beni büyük bir ağlamak aldı. Sebebini bilemedim. Dışarı çıkıp zârı zâr ağladım.

Bir başka günde de Mevlânâ hazretlerinin hizmetlerine vardım ve kendi kendime, Mevlânâ hazretlerine yakın oturmamalıyım, korkarım gönlüm yine tutuşur dedim. Mektebin kapısından içeri girince, murakabe hâlinde oturduklarını gördüm. Ben de en arka safda oturdum. Mubârek başlarını kaldırıp dediler ki: Hey fülân! Ben de, emr edin, efendim, dedim ve onlara baktım. Gördüm ki, keskin bakışlarla bana bakarlar. Bir yandan o ateş yine gönlüme düştü. Bir müddet kendimden geçtim. Bu defa aklım başıma gelince beni bir ağlama aldı.

Mevlânâ hazretleri ölümü hastalığında beş ay yataktan kalkmadılar. Reşahât sâhibi der ki: Bu fakîr hastalıklarının ilk günlerinde iyâdet [hastayı yoklamak] için hizmet-i şerîflerine vardım. Oturduğum zaman bana hitaben buyurdular ki: Ey fülân, bizim suyumuzu çark başından kestiler. Vefâtlarından yüz elli gün önce öleceklerinin haberini verdiler. Sonra bir müddet sükût edip, buyurdular ki: Hak Teâlâ mevcûttur. Bu hâlde ALLAH deyip, yüksek sesle na‘râ vurdular. Sonra buyurdular ki: Gayret ediniz ki, mevhûm ma‘buda değil, mevcûd ma‘buda tapasınız.

Vefâtları 892 [m.1487] Cemâzilâhirinin ortalarında Cumartesi günü vâkı‘ oldu. Kabr-i şerifleri Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin mezarı yanındadır.

MEVLÂNÂ ŞEMSEDDİN MUHAMMED RÛCÎ (kuddise sırruh)

Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin eshabından idiler. Nice yıllar Herat Camiinde tâlibleri Hakka da‘vet eylediler. Rûc köyündendir. Rûc köyü Herat’ın güneyinde dokuz fersah mesafededir.

820 Şa‘banının ortası, Ber’ât gecesi dünyaya geldi. Derler ki, annesinin beş yaşında pek makbûl ve sevgili bir oğlu vefât etmekle, çok üzülmüş, içi yaralanmış, parelenmişti. O gece Risâletpenâhı (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) rüyada görmüş ve kendisine buyurmuşlar ki: “Gam yeme! Gönlünü hoş tut! Ki Hak teâlâ hazretleri sana devlet ve uzun ömür sâhibi bir oğul verse gerektir”. Bundan nice zaman sonra Mevlânâ Muhammed dünyaya gelmişlerdir. Anneleri, Mevlânâ Şemseddin Muhammed hazretlerine: “Geleceğin ile beni müjdeledikleri oğul sensin” derlerdi.

Mevlânâ Şemseddin hazretleri çocukluk zamanında bile uzlete ve inkıta‘a [insanlardan kesilmeğe] hevesli ve insanlardan ayrı ve uzak dururlardı. Babaları evinde kendine mahsûs bir halvethâne yapıp, vakitlerinin çoğunu orada geçirirdi. Baba ve dedeleri ticâret ve kervân sâhibleri olup ma’işetlerini bu yolla temin ederlerdi.

Mevlânâ hazretleri hiçbir zaman babalarının mesleğine heves etmediler. Buyurdular: Dâima arzum, Risâletpenâh (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerini rüyada görmekti. O zamana kadar ki, bir gün evimize girdim. Gördüm ki annem akrabamızdan birkaç kadınlar ile oturup bir kitab okurlar. Ben âdetimi bozup onların meclisinde oturdum. Dinledim. Annem kitabdan bir dua okuyordu. Orada diyordu ki, kim bu duayı Cum‘a gecesi birkaç kere okursa, elbette Peygamber efendimizi (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) rüyâsında görür. Bunu işittiğim gibi heyecan ve arzum daha da çoğaldı. Rastlantı ya, o gece Cum‘a gecesi idi. Anneme, bu gece ben bu duayı okuyacağım. İnşaallah maksadıma kavuşurum dedim. Var, meşgul ol oğlum, ben de meşgul olurum [ya‘nî birkaç defa bu duayı okurum] dedi. Sonra kendi halvet odama gidip, o kitabda yazılı olan şartlara riâyet ederek meşgul oldum. Şunu da duymuştum ki, her kim cum‘a gecesi üç bin kere salavat verir, hazreti Risâletpenâhı düşünde görür. Onu da yaptım. Gece yarısı yaklaşmıştı. Sonra başımı yastığa koyup uyudum. Rüyada gördüm ki, kendi evimizin kapısından içeri girdim. Annem kış sofası kenarında duruyordu. Beni gördüğü gibi, dedi ki: Ey oğul, niçin geç geldin. Seni bekliyorum. İşte hazreti Risâletpenâh (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) bizim evimize gelmiştir. Gel seni huzûr-i şerîflerine ileteyim. Sonra elime yapışıp yaz sofası tarafına yürüdü. Gördüm ki, O hazret sofa kenarında, arkaları kıbleye oturmuşlar ve huzurlarında ve yanlarında ve etraflarında çok kimseler oturuyordu. Bir takım kimseler de ayak üzerinde halka olup duruyordu. O hazret dünyanın her tarafına mektublar gönderiyorlardı. Resûlullah’ın önünde bir kimse oturmuş. O hazretin emr ettiği her mektubu o yazardı. Şöyle anladım ki, o kişi, Rabbânî âlimlerden, kendi zamanının takva ve vera‘ ile fendi [teki] olan Mevlânâ Şerefeddin Osman idi. Kabri şimdi de havas ve avamın ziyâretgâhıdır.

Annem beni o mes‘ud huzura iletince gördükleri işi bitirecek kadar durmadı ve hemen ileri çıkıp dedi ki: Yâ Resûlallah, bana devlet ve uzun ömür sâhibi bir oğul söz vermiştiniz. O oğul bu mudur, yoksa değil midir? O Hazret (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) bana doğru bakıp, tebessüm ederek: “Evet, bu çocuk odur” buyurdular. Sonra Mevlânâ Şerefeddin Osman’a müteveccih olup [dönüp] buyurdular ki: Bunun için de bir mektûb yaz. Mevlânâ eline kağıd ve kalem alıp, yazmaya başladı. Dikkat ettim; üç satır yazı yazdı ve satırların altında senedlerin, akid tutanaklarının altında şâhidler yazdıkları gibi, birbirlerinden ayrı çok isimler yazdı ve mektubu katlayıp benim elime verdi. Ben de gittim. O esnada kendi kendime: Mektubun içindekileri bilmezsin. Dön, Cenâb-ı Risâletpenâh (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerine göster de, içinde olanları sana bildirsinler dedim. Geri döndüm. O Hazretin sürûr ve seâdet dolu huzurlarına geldim. Dedim ki, yâ Resûlullah, bu mektubda ne yazıldığını bilmiyorum. Mektûbu elimden alıp okudular. Ben o Hazretin bir kere okumasıyla, o üç satırı hâtırımda tuttum. Sonra o hazret mektubu katlayıp benim elime verdiler. Bir şey daha suâl etmek istedim. Ama birden kulağıma kapı açılması sesi geldi, uyandım.

Gördüm ki, annem, elinde bir mum, oda kapısından içeri girdi ve dedi ki; “Ey Muhammed, hiç rüyâ gördün mü?” Evet, gördüm dedim. Ben de gördüm dedi ve anlatmağa başladı: Ben kış sofasının kenarında oturuyordum. Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) evimize geldiler. Yaz sofasında mubârek arkalarını kıbleye verip oturdular. Ben seni gözlüyordum. Birden kapıdan içeri girdin. Ben senin eline yapışıp, o hazretin önüne ilettim ve sordum ki; Yâ Resûlallah, bana sözünü ettiğiniz oğul bu mudur? Evet, budur, buyurdular. Önlerinde birisi oturmuş, yazı yazardı. Hazret (sallallahü aleyhi ve sellem) ona, senin için de bir kağıd yaz buyurdular. O kimse de bir kağıd yazıp senin eline verdi. Sen de içinde yazılı olanları anlamak için, o kağıdı Hazretin mubârek ellerine verdin. O hazret de içindekileri sana okuyuverip, mektubu yine senin eline verdiler.

Velhasıl benim gördüğüm rüyayı, annem bütün detayları ile bana tekrar eyledi. İkimizin de rüyâsı baştan sona kadar tıpkısının aynısı idi.

Buyurdular: İlk gençlik zamanlarımda Rûc köyünde idim. Bende bu yolun hevesi doğdu. Bazı kimselere Herat’ta zâhiren bilinen ulu bir azîzin olup olmadığını, var ise hizmet ve huzurları ile şereflenmek istediğimi sordum. Şeyh Sadreddin Revâsî isimli bir azîzden bahsedip, Şeyh Zeyneddin Hâfî’nin hulefasındandır ve hâlâ sâlikleri irşâd ve tâlibleri eğitmekle meşguldur, dediler. Bunu işittiğim gibi, şehrin yolunu tuttum. Şehre girmeden, hemen yoldan Zeyneddin Hâfî hazretlerinin kabr-i şerîflerine gittim ki, Şeyh Sadreddin o zaman orada oturuyorlardı. Tesâdüf yâ, zikir meclislerine rastladım. Zikir halkası kenârında bir zaman durup, hâllerini gözetledim. Hiç etkilenmedim. Oradan şehre yöneldim. Yolda Hâfız İsmâil’le karşılaştım.

Reşahât sâhibi der ki: Bu Hâfız İsmâil de Rûc köyünden idi. Mevlânâ Şemseddin Muhammed Rûcî ile aynı köyden idi. Mevlânâ Muhammed’den evvel Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerine erişip, kabûl şerefine kavuşmuştu. Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin vefâtından sonra Mevlânâ Abdırrahman Câmî hazretleriyle hac edip, bu yoldan büyük hisse alanlardan idi.

Mevlânâ Muhammed Rûcî hazretleri anlattılar: Mezkûr Hâfız bana nerden gelirsin, istediğin nedir, sordu. Ben de anlattım. Dedi ki: Câmiye git. Orada bir azîz vardır. Bazen câminin dehlizinde sohbet eder. Onları gör. Kuvvetle umuyorum ki, onların sohbetinden etkilenirsin. Ondan bu sözü işittiğim gibi, hemen câmiye vardım. Mevlânâ hazretleri bir takım azîzler ile câmînin maksûresinde sükût üzere oturmuşlardı. Ben kapının dışarısında duvara dayandım, onlara ve onların sükûtuna bakakaldım ve bu arada Şeyh Sadreddin hazretlerinin zikir halkasını ve eshabının feryad ve bağırışlamalarını düşünürdüm. Kendi kendime derdim ki, o feryad ve ızdırap ne idi, bu sükûnet, sabır ve vakar nedir! Birden Mevlânâ hazretleri mubârek başlarını kaldırdılar ve bana hitab edip dediler ki: “Kardaş, beri gel!” Ben de, gayr-i ihtiyâri ilerledim ve beni kendi yanlarına oturttular. Buyurdular ki: Şâhruh Mirzâ’nın huzûrunda hizmet eden kullardan ve hizmetkârlardan biri, dâima Şâhruh’un önünde yüksek sesle Şâhruh, Şâhruh dese, çok kalabalık ve edebsizlik olur. Edeb odur ki, hizmetkâr pâdişah önünde ve kul efendi huzurunda sessiz ve hâzır olup feryad ve kavga eylemeye! Sonra bu beyti okudular.

Beyt:

Şübhesiz câhil ve ebleh işidir,

Zikirde beyhûde feryâd eylemek, Biz en yakınız sırrını anlamayıp, Hâzırı gaib gibi yâd eylemek.

Sonra elime baktılar. Parmağımda bir yüksük gördüler. Buyurdular ki, bir ihtiyâc için bir kimseye ricaya varan kimsenin elinin boş olması revâ’ değildir. Bunun üzerine yüksüğü hemen parmağımdan çıkardım, Mevlânâ hazretleri ayağa kalkıp mescide girdiler. Orada bulunanlardan bazıları, peşlerinden sen de git, diye işâret eylediler. Ben de arkalarından gittim. Bir yerde oturup beni önlerinde oturttular. Bana tarîkati ta‘lîm eylediler ve buyurdular ki: Câmi‘ ne yüce bir yerdir! Burada kal ve burada iş üzere ol! Ben de işaret ettikleri ile meşgul oldum. Annem de bu işden haberdar oldu ve Rûc köyünden Mevlânâ hazretlerinin hizmetlerine gelip onlardan tarîkat aldı.

Bir nice müddet sonra beş vakit namaz kılınan bir câmiin künbedi [kubbesi] altında teheccüd kılıp, murâkabeye oturmuştum. Birden kandil gibi bir nûr göründü de kubbenin çatısını onun ışığı ile tamamen gördüm. O nûr gittikçe artıp bir büyük nar kadar oldu ve kubbenin içi onun sebebiyle gündüz gibi aydınlık oldu. Bu hâl bir müddet devâm etti. Sabah olunca, bu gördüğümden bende bir gurur ve kendimi iyi bulma hâli hasıl oldu. Bu gururla Mevlânâ hazretlerinin meclisine girdim, oturdum. Kızgınlıkla bana doğru baktılar ve bana hitab edip buyurdular: Seni gurur rüzgârı ile dolu görürüm. Bir kimse bir nur ve ışık görmekle bu kadar mağrûr olur mu? Mevlânâ Nizâmedin Hâmuş hazretlerine hizmet ettiğim zamanlar, gece gezdiğim yerlerde sağımdan ve solumdan on iki yerden nûr parlardı. Hangi tarafa gitsem, benimle beraber olurdu. Ama ben asla ona iltifat eylemezdim ve onu hesab etmezdim.

Böyle buyurduktan sonra hiddete gelip: Hadi git, bizden uzak ol! Bu sıfatla benim önüme gelme! Deyip, beni meclisten sürdüler. Ben de huzûr-i şerîflerinden gönlüm kırık, ağlayarak dışarı çıktım ve o hâlimden istiğfar eyledim. O gururu kendimden yok etmek için çok çalıştım. Akıbet Mevlânâ hazretlerinin bereketli iltifatları ile o gurur benden kalktı. Bu nûr gibi bir nûr da anneme göründü. Lâkin annem ondan tamam derecede haz alıp, onun müşâhedesinden geçemedi ve o mertebede kaldı.

Buyurdular: Bu nûrun zâhir olduğu zaman, bir şahıs bana çok tevazu‘ eyleyip, yağcılığı ve zilleti hadden geçirdi. Sonunda ona; Bize bu kadar tevazu‘ ve tezellülün sebebi nedir, dedim. Dedi ki: Karanlık gecelerden birinde câmi-i şerîfin sikayesinde [suyun bulunduğu yerde] oturuyordum. Bir kimse o şadırvandan içeri girdi ve orası tamamen aydınlandı. Baktım. Gördüm ki, siz idiniz ve yanınızda mum yok idi. Dışarı çıkıp gittiğiniz gibi, orası yine karanlık oldu. Mevlânâ Şemseddin der ki: Ben de bildim ki, o kimse doğru söyler.

Buyurdular: Mevlânâ hazretlerinin hizmetine [huzuruna] ilk eriştiğimde, Hâcegân hazretlerinin ma‘lûm nisbeti bende zuhûr etmediğinden, gayet muzdarip idim. Geceleri başımı yerlere vurup zâr-ı zâr ağlardım. Gündüz kırlara çıkıp çok tazarru‘ ve feryadlar ederdim. Yedi sekiz ay kadar hâlim bu minvâl üzere devâm etti. Birgün Mevlânâ hazretleri beni giryân [ağlar] ve perişan görüp buyurdular: Kardaş, feryâd ve ağlamayı çok eyle. Kendini öyle eyle ki merhamete lâyık olasın. Zirâ ağlamanın sızlamanın büyük tesirleri vardır. Ben de gençlikte böyle çok ağlayıp dururdum. Bu sözü söylerken bu fakîre öyle bir iltifat eylediler ki, oracıkta az da olsa, azîzler nisbetinden bende bir eser zâhir oldu. Bu ma‘nânın zuhûrundan sonra bir gece câmiin fil ayağı dibinde murakıb oturmuştum. Gece yarısına yakın uyku bastırdı. Uykumu gidermek için ayağa kalktım. Birden gördüm ki Mevlânâ hazretleri arkamda murakıb oturur. Ne zaman gelip oturduklarını anlamadığımdan üzüldüm. İstedim ki, gidip arkalarında oturayım. Mubârek başlarını kaldırıp buyurdular ki: “Ey fülân, niçin kalktın?” Uyku bastırdı; onu gidermek için kaktım, dedim. Bu sözü söylerken bir lütf ettiler ki, azîzler nisbeti tamamıyla bende hâsıl oldu.

Mevlânâ Şehâbeddin Ahmed Cündî hazretleri buyurdular: Bir gün sabahleyin Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin hizmetine vardım. Buyurdular ki: Bu gece, bir deveci oğluna bir fetih elverdi ve Hâcegân nisbetinden bir nisbet hâsıl oldu ki, yedi kat göklerdeki melekler ona gıbta ettiler.

Mevlânâ Şehâbeddin hazretleri buyurdular: Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin bu sözünden anladım ki, deveci oğlu dediği, Mevlânâ Muhammed Rûcî’dir. Zirâ onların babaları deve beslerlerdi.

Reşahât sâhibi der ki: Mevlânâ Muhammed hazretleri buyurdular: Azîzîmiz Mevlânâ Sadeddin hazretlerinde öyle bir kuvvet ve tasarruf var idi ki, ne zaman ve kime isteselerdi, Azîzân nisbetinin şerabını içirirlerdi ve gayb ve kendinden geçme keyfiyeti ile onu kendinden geçirirlerdi. Bir gün Mevlânâ hazretleri ile giderken, bir mescidin kapısına geldik. Akşam ezanı okundu. Mescide girdik, namaz kıldık. Tesâdüf ya, o mescidde hatm-i Kur’ân tamam olmuş, hâfızlar ve okuyucular toplanmış, mumlar yakıp büyük kalabalık vardı. Mevlânâ hazretleri de bir köşede kıbleye karşı oturup durdular. Ben de onlardan azıcık uzakta arkalarında oturup onlara döndüm. Bir ara başlarını kaldırıp arkalarına baktılar, benim yanıma gel, diye işâret eylediler. Yerimden kalkıp yanlarına geldim. Daha oturmadan bir iltifat ettiler [ya‘nî öyle bir bakışla nazar ettiler] ki, bir anda tamamen beni benden kaptılar. Öyle ki, nasıl oturduğumu anlamadım. O hâl bende uzadı. Bir zamanda kendime geldim ki, müezzin yatsı namazına tekbîr ediyordu. O arada ne kıraat olunan Kur’âna, ne okunan şiirlere şuurum yok idi. Halkın yaptıklarından ve izdihamından hiç haberim olmadı.

Buyurdular: Mebâdi-i hâlde [ilk zamanlarımda] birgün Mesnevî kitabı elimde câminin sikayesinde duruyordum. Birden Mevlânâ hazretleri kapıdan içeri girip: “Elinde tuttuğun kitab nedir?” buyurdular. “Mesnevî’dir” dedim. Mesnevî okumakla iş bitmez. Çalışınız ki, Mesnevî’nin ma‘nâsı kalbinizden doğsun” buyurdular.

Yine buyurdular: Mevlânâ hazretleri benim hücreme girdi. Dolabda bir Mushaf gördü. O ne kitabıdır, diye sordular. Mushaf’dır dedim. Buyurdular ki: Bunlar hep işsizlik alâmetidir. Ya‘nî mübtediye lâzım olan, sülûkünde nefyü isbatla meşgul olmaktır. Kur’ân tilâvet etmek mutavasıtlar [ortada bulunanların] işidir. Nâfile namaz kılmak müntehiler [sonda olanların] işidir. Başlangıçta olanlara en ehemmiyetli iş, nefyü isbâtla meşgul olmaktır.

Yine buyurdular: Mevlânâ Sadeddin hazretlerine devâm ettiğim zaman kuvvetli meşgalem var idi. Büyük bir gayretle kendimi Azîzân’ın nisbetine düşürmüş idim. Geceleri sabaha kadar bir hâlde oturur meşgalemin çokluğundan istirahat için dizimi değiştirmeğe mecâlim olmazdı. Eğer dizimin altında ceviz veya badem büyüklüğünde taşlar olsa, hiç aldırış etmezdim. Meşguliyetimin çokluğundan fırsat bulmazdım ki, onları alıp yabana atayım.

Buyurdular: Meşguliyetimin ilk zamanlarında bir gün, mescidin avlusunda oturup murakabe etmiştim. Birden bir ses duydum. Ben bağdaş kurmuş idim. O sesin sâhibi bana dedi ki: Ey edebsiz! Kullar padişahların önünde böyle mi oturur? Gayr-i ihtiyârî yerimden sıçradım. İki dizim üzerine şöyle oturdum ki, dizlerime çivi batıp, çok acıdı. O zamandan bu yana kırk yıl geçti. Bir daha bağdaş kurup oturmadım. Gerçi şimdi nasıl otursam, fark etmez, ama dizim üzerine oturmağa alıştığım için, bağdaş kurup oturmaktan haz almaz olmuşum.

Yine buyurdular: Pîrimiz Mevlânâ Sadeddin hazretleri, Şeyh Behâeddin Ömer’i görmek için bir katıra binip Çağara’ya gidiyorlardı. Ben de yaya olarak önlerine gidip merkeb sürerdim. Yemeği erken yediğim için susadım. Ama su içmeye dahi fırsat bulamadım. Nihâyet yolda yürürken Mevlânâ hazretleri bana hitaben buyurdular ki: Filân susadın mı? Evet efendim, dedim. Buyurdular ki: Şehirden çıkalıdan beri kendimde susuzluk müşâhede ediyorum. Kendimdendir sanıyordum. Git su iç. Senin susuzluğun bana aksetti. Gittim biraz su içtim. Sonra Şeyh’in huzuruna geldim. Ben Mevlânâ hazretlerinin başmakları ile asâlarını [pabuçları ile bastonlarını] almış olup, azıcık ötede oturuyordum. Şeyh, Mevlânâ hazretleri ile sohbete başladılar. Baktım onların konuşmalarını duyacak mesafeden uzaktayım. Kendi kendime dedim ki, işsiz güçsüz oturmak münâsib değildir. Bâri Şeyh’e teveccüh edeyim. Böyle dedim ve kalben Şeyh’e doğrulttum. Kalbim şeyh hazretlerinin hizasına geldiği gibi, şeyh bana dönüp, bağırarak: Hey ne yapıyorsun? Dedi. Sonra tebessüm eylediler. Mevlânâ hazretleri de tebessüm buyurdular.

Reşahât sâhibi der ki: Mevlânâ Muhammed der idi ki, gayet az olan bu kadarcık bir teveccühle ya‘nî bir saniyelik bir teveccühle, büyük eserleri zâhir olup bende büyük bir keyfiyet hâsıl oldu. Dört beş gün an be an, büyük rahatlık bahşeden eserleri sağanak hâlinde yağan yağmur gibi devamlı üzerime akıp gelirdi. Bir müddet sonra Mevlânâ hazretlerinden sordum ki, bir fakîr ihlâsı sebebiyle teveccüh eder de, niçin ona alâka gösterip onun yükünü yüklenmezler? Buyurdular ki: Bunların dâima Hak teâlâ tarafına tam bir bağlılıkları vardır. Tâlibler bunlara teveccüh edince, bunlarla Hak teâlâ arasına bir perde girer, o perdenin engel olması kadar bunlara hicab hâsıl olur. Feryadları ondandır.

Buyurdular: İlk zamanlarımda bir gün Câmi-i şerîfin ortasında şark sofasına yakın kıbleye müteveccih oturmuştum. Şüğlüm [vazîfem, zikrim, râbıtam] var idi. Birden gördüm ki, hâfızlar kürsüsü önünde bir şahıs göründü. Gayet siyah, ince ve uzun olup başı maksûrenin damına erişirdi. Ve başı gayet küçük idi, Hindistân cevizi gibi. Ağzı açık idi. Gayet beyaz dişleri vardı. Boynu gayet ince ve uzun idi. Baktım ki, durduğu yerden bana doğru gülerek müteveccih oldu. Ağır ağır bana yaklaşmaya başladı. Bazen eğilir, bazen doğrulur, türlü türlü hareketler eylerdi. Kendi kendime dedim ki, bu herhalde bir devdir [cindir]. İster ki, seni azîzler nisbetinden alıkoyup, şüğlüne mâni‘ olsun. Kendimi tarîkaya tam kuvvetle bağlayıp, tam bir gayretle meşgul oldum. Beni kendi vaktimden [içinde bulunduğum hâlden] düşürmek için, yaptığı garîb ve acîb hareketler, oyunlar etkili olmadı. Bana ne kadar yaklaştı ise de, fikrimi çelmek için ne yaptıysa da, oralı olmadım, kendi vazîfemle meşgul oldum.

Sonunda bana çok yaklaşınca, gördü ki, ben kendi işimden dönmem; birden sıçradı ve boynuma oturdu. Bacaklarını kayış gibi belime doladı. Ben yine kendi hâlimde mütemekkin [sarsılmaz] olarak ızdırap göstermedim. Bir zaman sonra bacaklarını belimden ayırıp duman gibi havaya ağup [yükselip] görünmez oldu. Bir daha böyle bir şey görmedim.

Buyurdular: İbtidâ-i hâlde, yine bir gece câmide hâfızlar kürsüsü altında yanım üzere yatıp gökyüzüne bakardım. Gördüm ki, gökyüzündeki bütün yıldızlar çiğ tanecikleri gibi yeryüzüne inmeğe başladı. Hepsi benden yana gelip bana o kadar yakın oldular ki, elimi uzatsam yıldızlara erişeceğimi sandım. Bu hâlin tesirinden bende büyük bir keyfiyyet hâsıl oldu. Öyle kendimden geçtim ki, sabaha kadar kendime gelemedim.

Buyurdular: Yine mebâdi-i hâlde bir gün annemin yanında oturuyordum. Gördüm ki, bana kuvvetli bir hâl geliyor. Anladım ki, beni şuursuz edecek ve aklımı başımdan alacak. Anneme dedim ki, beni bırakma, üzerimden kaç namaz geçecek mukayyed ol! Bu sözü söyler söylemez o hâl beni kapladı. Kendimden geçip düştüm. Gözümü açtığımda gördüm ki, annem baş ucumda ağlar. Niçin ağlarsın, dedim. “Nasıl ağlamayayım! Üç gündür burada ölü gibi yatıyorsun. Ne kadar ağzına çorba koymaya çalıştıysak da boğazından geçmedi. Ben senin hayatından ümidimi kesmiştim” dedi. Hesab ettim. Gördüm ki, onbeş vakit namazım geçmiş. Kalkıp hemen hepsini kaza eyledim.

Buyurdular: İbtidâ-i hâlde birgün câmide öğle namazının sünnetini kıldıktan sonra, kendi vazîfemi yapmakla meşgul oldum. Birden bir kendinden geçme hâli geldi. O hâl epey bir zaman devâm etti. İki üç günde bir hâl bende hâsıl olmaya başladı. Giderek hergün zuhûr etti. Nihâyet o dereceye vardı ki, günde iki üç defaya çıktı. Ve gittikçe çoğalmaya başladı. O hadde ulaştı ki, devamlılık kazandı. Öyle bir biri arkasından gelmeğe başladılar ki, nice müddet kendinde olmamak ve şuursuzluk şuura ve gaybet huzura gâlib oldu. Sonra ağır ağır, tatlı tatlı azalmağa başladı. Gittikçe azaldığını görünce, acaba bir gevşeklik ve noksanlıktan mıdır diye korkmaya başladım. Mevlânâ hazretlerine, gaybet ve bîhodluk eksilmeğe başladı. O yüzden korkuyorum, dedim. Buyurdular: Korkma! Çok gaybet bâtın [kalb] zaifliğindendir. Şimdi kalbin bir miktar kuvvet bulmuştur ve o keyfiyet zâil olmamıştır. Şimdi şuûr, şuursuzluk hükmündendir. Önceki hâl idi, şimdi makam oldu. Bitti.

Şunu da arz edelim ki, sofiyye ıstılahında hâl, Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin sırf mevhibet ve inâyeti ile hâsıl olan bir vâridattan ibârettir. Hâl sâhibinin, onun gelip gitmesinde bir müdâhalesi asla olmaz. Üzüntü, neşe ve kabz ve bast gibidir.

Hâlin şartlarından biri de, elbette zâil olup, hemen arkasından onun benzeri bir keyfiyet vârid olur. Ama hâl, sâlikin mülkü olup sâlik onda sâbit ve berkarar olursa [yerleşirse] ona makam derler.

Makam, bu tâifenin dilinde, ilâhî mertebe ve menzillerden sâlikin mülk edinip, kendi tasarrufu altına aldığı zevâl kabûl etmeyen dereceden ibârettir. O hâlde hâl, sâlike galib olana ve sâlikin tasarrufunda olmayana, belki sâlikin vucûdu onun tasarruf yeri olana denir. Makam ise, sâlikin mülk edinip, tasarrufu altında olana denir. Bu bakımdan sofiyye-i aliyye (kaddesallahü teâlâ esrarahüm): “Hâller mevâhib [ihsân] kabilindendir, makamlar ise çalışarak kazanılır” derler.

Buyurdular: İbtidâ-i hâlde Mevlânâ hazretlerinin emr-i şerifleri ile hep Herat Câmiinde olurdum. Ve en üst seviyede şüğlüm [tarîkat vazîfem] var idi. Geceleri sabaha kadar mescid içinde dolaşıp zâr zâr ağlardım. Ve nisbetin hâsıl olmamasından başımı fil ayaklarına [sütunlarına] o kadar vururdum ki, gündüzün başımda ve alnımda ceviz gibi, bâdem gibi şişlikler görünürdü. Asla mescidden dışarı çıkmazdım. Ancak abdest tazelemek için çıkardım ve hemen dönerdim. Bir kere kırk gün şehir kapıları kapanmıştı. Halk o zaman câmiye çok gelirdi. Ve ben hiçbir zaman cum‘a günü hâricinde, bu kalabalık nedir diye kimseye sormadım. O musibet kalktıktan sonra, iki kişinin, şehir kapıları kapandığı zaman şöyle şöyle olmuştu dediklerini işittim. Şehir ne zaman kapandı dedim. Yoksa sen bu şehirde değil miydin, dedi. Ben hiç tınmadım.

Buyurdular: Câmide itikâfta bulunduğum zaman, bir defa üç gün üç gece geçti de hiçbir yerden yemek gelmedi. Açlıktan takadım kesildi. Kalktım, yiyecek bir şey temîn etmek için dışarıya çıkayım dedim. Sol ayağımı mescidden dışarı bastım; daha sağ adımımı kaldırmadan gönlüme: “Bizim sohbetimizi bir ekmeğe sattın” diye bir ilham geldi. Ayağımı geri çekip, yüzüme öyle bir tokat vurdum ki, sillenin izi bir hafta yüzümde kaldı. Sonra mescidin ön tarafına doğru ilerledim ve bir köşede ayağımı eteğime çekip oturdum ve kendi nefsime dedim ki, ölecek olsam dahi mescidden dışarı çıkmayacağım. Bu hâlde iken bana bir kuvvetli hâlet geldi ki, bende yemeğe hiç istek kalmadı. Tam o sırada yanıma, o zamana kadar görmediğim birisi çıkageldi. Önüme bir litre kadar beyaz şerbet koydu ve hiç konuşmadan dönüp gitti. Hiçbir şey söylemeyip dönüp gitmesi ve bu hareketi ile beni meşgul etmemesi, bana şerbet getirmesinden iyi geldi.

Yine buyurdular. Mevlânâ hazretlerine devâm ve tarîkat vazîfelerimi yapmağa gayretle çalıştığım sıralarda bir güzele âşık oldum. Onun sevgi bağı gittikçe kuvvetlendi ve o hâle geldi ki, bütün kalbim onun hayâli ile doldu. Ondan başkasına alâkam kalamadı. Hâttâ zâhiren pîre dahi râbıta ve teveccüh kalmadı. O aşk ve sevgi, o yanma ve hararet benim bütün vaktimi aldı. Bu yüzden o günlerde Mevlânâ hazretlerinin sohbetini tamamen bıraktım. Çünkü böyle bir hâlle o yüksek huzura varmağa utanıyordum. Dehşet ve vahşetim bir dereceye vardı ki, ne zaman Mevlânâ hazretlerini uzaktan gelir görsem, kaçıp bir köşede saklanırdım. Her ne kadar bu hâlimden mahcub ve utanır durumda idiysem de, fakat o gencin sevdasında sabırsız ve kararsız idim.

Bir nice zaman sonra bir yerden geçerken, birden Mevlânâ hazretlerini gördüm, karşıdan bana doğru geliyordu. Kaçıp bir yere gizlenmeğe dahî imkân bulamadım. Büyük bir bozukluk ve kırıklık içinde başımı eğdim ve durdum. Utancımdan kan terledim. Mevlânâ hazretleri geldi. Mubârek ellerini göğsümün üstüne koyup, Mesnevî’nin şu beytini okudular:

Yâr-i nâçârın benim, ey zavallı kul, Bir nefes gafil olma ara beni bul.

İşte oradan bir teveccüh ve iltifat eylediler ki, o güzel olan aşk ve muhabbetimi gönül levhasından sildiler de, artık ona karşı bende bir alâka bir sevgi bağı ve harareti kalmadı. Kalbim sanki bu fırtınayı hiç geçirmemiş, bundan hiç etkilenmemiş gibi oldu. Ona olan muhabbetim ve alâkam Mevlânâ hazretlerine döndü.

Yine anlattılar: Pîrimiz Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin devamlılarından Taşkendli bir genç vardı. İşi hep riyâzet ve tecerrüd ve hâli ise, muhabbet meydanında eşsizlik idi. O da bir gence âşık olmuştu. Sevgisi onu da yenmiş, her alâkanın üzerine çıkmıştı. Enva-ı mihnet ve rezâlet ile altından veya bir başka şeyden bir nesne bulup o gencin yolu üzerine bıraktı. Bir başkası görüp almasın diye bir yere gizlendi. O genç nihâyet bir gün onu gördü ve aldı. Lâkin âşık asla kendini ona göstermedi ve kendisinin bu işi yaptığını sevdiğine bilderecek hiçbir şey, hiçbir belirti yapmadı.

Mevlânâ Şemseddin Muhammed Rûcî der ki: Ben bu hikâyeyi dinleyince, ona dedim ki, enva-ı mihnet ve meşakkat ile bir şey alıp, o gencin yolu üzerine bırakırsın, ama yolda bulup senden olduğunu bilmez. Bâri bir şeyler yap da, senden olduğunu bilsin ve hizmetin zâyi olmasın. Bunu benden duyar duymaz, zavallı, derinden soğuk bir âh çekti ve gözünden kanlı gözyaşları akıtıp dedi ki: Onun nâzik hâtırının benim yüzümden minnet yükü altına girmesini istemem.

Reşahât sâhibi der ki: Mevlânâ Şemseddin hazretleri buyurdular: O Taşkendli dostun bu yaptıklarından anlıyorum ki, onun muhabbeti, zâtî muhabbet idi.

Yine buyurdular: Bir gün, Mevlânâ Sadeddin hazretleri bana dediler ki, falân kimsenin ne hâlde olduğundan hiç haberin var mıdır?

Bahsettikleri zât, garîb bir ilim talebesi idi. Uzak bir memleketten Herat’a ilim tahsîline gelmiş, Mevlânâ hazretlerinin şerefli mülâzemetlerine yetişmekle ilmi bırakmış, kemâl-i terk ve tecrîd ile Mevlânâ Celâleddin Kânî medresesinde bir hücrede kalırdı. Mevlânâ hazretlerinin eshabına da karışmaz, çoğu zaman sessiz ve mahzûn bir hâli vardı. Mevlânâ hazretlerine dedim ki: Hâlini pek bilmem. Ancak şu kadar bilirim ki, dâima şügl [vazîfe] üzeredir. Buyurdular: Bir gün git, onun hâlinden bir haber al! hâllerini iyice öğrenmeden yanından ayrılma.

Ben de Mevlânâ hazretlerinin emr-i şerifiyle o ilim talebesinin hücresine gittim. Ahvâlini araştırıp dedim ki: Ne ile vakit geçirirsiniz! Hep hücrenin köşesinde yalnız oturursunuz. Arkadaşlarla beraber olmak kapısını kapayıp, akıllı kuş gibi eshabın sohbeti tuzağından uzak durursunuz. Cevâb verdi ki: Ben garib bir kimseyim. Kendimde yârân [dostlar] ile ihtilâta [beraber olmağa] kabiliyet, bilhassa Mevlânâ hazretlerinin eshabıyla sohbete liyakat göremiyorum. Bu yüzden vakitlerini almak istemem. Ben ısrar edip dedim ki, elbette sizin ihtilâta [beraber olmağa] mâni‘ bir hâliniz vardır. Bana onu elbette bildirmelisiniz. Sizin bu ısrarınız ve zorlamanız nedir, ne içindir anlayamadım dedi. Ben buna Mevlânâ hazretleri tarafından memurum. Bana hâlini açıklamayınca ısrar ve zorlamamdan kurtulamazsınız, dedim. O aziz bu zorlamamın kimin emriyle olduğunu öğrenince, bir âh edip dedi ki: Ey filân, bana bir şaşılacak hâl oldu, ifâde edilemez. Bir nebzesi şöyledir. “Yatsı namazını cemaatle kılıp, hücreme gelip biraz murakıb olup, Hacegân tarikine meşgul olunca, bir saat geçtikten sonra, bana nihâyetsiz bir nûr akıp geliyor. Altı yanımı kuşatıyor. Ve ben, o nûr zâhir olduğu gibi, kendimden gaib olup, sabaha kadar o gaybet ve bihodlukta [kendinden geçme hâlinde] kalırım. Gündüz ise, akşama kadar onun safa ve mutluluğundan müstağrakım. Benim devâmlı hâlim budur” dedi.

Onun hâlini öğrendiğimde, gayretten ve gıbtadan yandım ve onun sözleri kalbime öyle tesir etti ki, gayr-i ihtiyâri gözümden yaşlar aktı. Ondan ayrıldıktan sonra, bir daha Mevlânâ hazretleri, onun hâlini öğrenip öğrenmediğimi bana sormadığına bakılırsa, Mevlânâ hazretlerinin maksadı, kendilerinin terbiye ve himâyelerinde böyle çok gayretli ve vazifeşinas bir kimsenin bulunduğunu bildirmek olsa gerek.

Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin büyük oğulları Hâce Kelân hazretleri buyurdular: Babam hazretlerinin emriyle o ilim talebesine zaman zaman yemek götürürdüm. Üç dört günde bir iftâr ederdi. Elini yemeğe uzattığı zaman, sanki doymuştur tavrında olduğu görülürdü.

O asrın mün‘imlerinden ve bu tâifenin kemâl-i ihlâs ile hâdimlerinden olan Hâce Kutbuddin Hisâri o ilim talebesinin hâlini öğrenip, onun için bir köle tayin etti. Hergün efendisinin yemeğinden onun için medreseye bir kâse lezzetli yemek ve bir pide götürürsün, dedi. Köle yemeği getirdiği ilk gün, köleyi yanında oturtmuş, o yemeği tamamen ona yedirmiş. Köle boş kâseyi alıp eve gelmiş ve efendisine demiş ki: O molla sizin yemeğinizi öyle bir iştiha ile yedi ki, size bol bol hayır dua eyledi. Hâce [efendi] bu ma‘nâdan memnun olmuş. O köle ise her gün bir kâse yemeği iletip, o ilim talebesinin emriyle kendi yeyip, kimseye bundan bahsetmemiş. Bir sene kadar sonra efendi hadiseye vâkıf olup, köleyi dövdü ve bir daha medreseye yemek göndermedi.

Mevlânâ Muhammed Rûcî hazretleri buyurdular: Bir gün bu fakîrin babası Mevlânâ hazretlerinin huzurunda otururdu. Ben hizmet işinde bulunurdum. Birden babam bana dedi ki: Muhammed, filân işi yap! Mevlânâ hazretleri babama dediler ki: Ey kardaş! Bu senin bildiğin Muhammed değildir. Sonra şu hikâyeyi anlattılar: Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin babaları hastalanmış. Hâce hazretleri ona iki dervişi hizmetçi olarak ta‘yîn etmişler. Hâce hazretlerinin babaları o dervişlere haşin ve sert davranırmış. Hazreti Hâce bu durumu öğrenince, babalarının yattığı odaya gelip buyurmuşlar: “Ey peder! Bize gelen bu dervişler Hâk teâlânın rızası için gelirler. Hak tâliblerine hürmet ve hizmet eylemek bize vâcib ve lâzımdır. Niçin onlara sert ve haşin davranır, ağır sözler söylersin?” Hâce hazretlerinin babası cevabında demiş ki: Ey Behâeddin, ben senin baban iken, sen bana nasîhat mı edersin? Hâce hazretleri de buyurmuşlar ki: Evet, ben sana nasîhat ederim. Her ne kadar sûrette siz benim babam iseniz de, ma‘nâda ben sizin babanızım. Siz sûrette beni terbiye eylemişsiniz, ben de ma’nâda sizi terbiye ediyorum. Hâce hazretlerinin babaları, Hâce hazretlerinden bu sözleri işitince susup, o sert muâmeleden vaz geçmiş.

Mevlânâ hazretleri bu menkıbeyi anlatınca, babam pek müteesir olup bir daha bana hizmet emr etmediler. Dâimâ bana ta‘zîm ve tekrîm eder oldular. Ben ne kadar tevazu‘ ve aşağılık göstersem de, benim yaptıklarıma bakmayıp riâyet, hurmet ve edeblerini arttırırlardı. Nihâyet o mertebeye ulaştı ki, yolda yürürken, adımlarını benden ileri atmazlardı ve beni önlerinden yürütürlerdi. Ben bu gibi şeylerden elimden geldiği kadar kaçınırdım, ama o kadar ısrar eder ve zorlardı ki, âciz kalırdım ve dediğini yapmaktan başka çârem kalmazdı.

Yine Mevlânâ hazretleri buyurdular: Azîzimiz Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin vefatı hastalığında bir gün Halvetî yolundan Şeyh Muzaffer Kedkenî denilen bir azîz, müridiyle Mevlânâ hazretlerini iyâdete [hasta ziyâretine] geldiler. Bir an sonra mezkûr şeyh dedi ki: İzin buyurulursa, kendi tarîkatimiz üzere birkaç kere zikr edelim. Mevlânâ hazretleri buyurdular ki: “Çok iyi olur”. Sonra mezkûr şeyh kendi müridiyle cehren biraz zikr edip sonra bir zaman susup murakıb oldular. Sonra şeyh başını kaldırıp Mevlânâ hazretlerinden, Siz seyyid imişsiniz? Diye suâl ettiler. Mevlânâ hazretleri, evet dediler. Şeyh; Bu nesebin gizlenmesi câiz değil iken, ne kadar şaşılır ki, bütün ömrünüzde bunu hiç izhâr etmediniz, dedi. Mevlânâ hazretleri buyurdular ki: Babam vefât ettiğinde, onlardan bize bir şecere [soy ağacı] ve nisbetnâme [aile tesbit kağıdı] kaldı. Onu kendimi satmağa sermaye edinip, taraf taraf gezdirip, bulduğuma gösterip seyyidlik izhar etmeğe hicab eyledim. O şecereyi alıp bir duvarın kovuğuna sokup üzerine çamur ile sıvadım ve karar verdim ki, kim benden sorarsa, söylemeyeyim. Bütün ömrümde soran olmadı. Ben de kimseye söylemedim. Bugün siz sordunuz, saklamadım. Nasılsa, olduğu gibi söyledim.

Ondan sonra Şeyh’den sordular ki; Bizim seyyidliğimizden sormanızın sebebi ne idi? Şeyh dedi ki: Bu murakabede şöyle müşâhede ettim ki [kalb gözü ile gördüm ki] hazreti Risâletpenâh (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) zâhir oldukları ve buyurdular ki, bizim oğlumuz Sadeddin kendi müridlerinden iki kişiyi bize eriştirip vilâyet mertebesine vâsıl etmiştir. Mevlânâ hazretleri tebessüm edip buyurdular: O hazret daha çok buyurmalı idiler. Şeyhin müridi dedi ki, bizim şeyhimizin kulağında biraz ağır işitmeklik vardır. O hazret otuz iki kişi buyurmuşlar idi. Ama Şeyh iki kişi anladılar: Mevlânâ hazretleri, senin dediğin doğrudur, deyip, o müridin zekâ ve fetânetini, huzûr ve gafletsizliğini beğendiler. Ondan sonra buyurdular ki, Hak sübhânehü ve teâlânın inâyetiyle eshabımızdan otuz iki kimse velâyet derecesine erişmiştir. Mevlânâ Muhammed Rûcî hazretleri dediler ki: Mevlânâ hazretlerinin bu sözü söyledikleri yerde hâtırımdan geçti ki, acaba otuz iki kişinin arasında ben var mıyım? Mevlânâ hazretleri içimden geçeni anlayıp, bana doğru döndü ve tebessüm eylediler. Lâkin söze getirip, varsınız veya yoksunuz demediler.

MEVLÂNÂ MUHAMMED RÛCÎ HAZRETLERİNİN ŞEYH ABDÜLKEBÎR YEMENÎ HAZRETLERİ İLE GÖRÜŞMELERİ:

Mevlânâ Muhammed Rûcî hazretleri Mekke-i Mükerreme’de mücâvir olduğu zaman, Şeyh Abdülkebîr hazretlerinin sohbet ve hizmetinde bulunurlardı. Şöyle anlattılar: Şeyh Abdülkebîr Yemenî hazretleri gayet âlî meşreb ve pek büyük idi ve kendi asrında Harem meşâyıhının gönüllerinin kıblesi ve bütün âlemdeki talebenin önderi idiler. O nûrları pek ziyâde olan memleketin güvenilir ve itibar sâhibi olan adamlarından dinledik. Şeyh hazretleri Yemen’den Mekke’ye geldiklerinde bir sene hiç yemek yememişler ve su içmemişler. Haremin tavafından bir an ayrılmamışlar. Ve o sene içinde namazın teşehhüdünden başka hiç oturmamışlar.

Buyurdular: Şeyh hazretlerinin sohbetine ilk geldiğimde, o mecliste çok ulular hazır idiler. Ben de arka safta oturdum. Biraz sonra başlarını kaldırıp bana doğru baktılar ve sordular: Men hüve? [Bu adam kimdir?] O mecliste beni tanıyanlardan bazısı dediler ki; Nakşibendî silsilesinden bir kimsedir. Şeyh hazretleri buyurdular ki: Melihûn melîhûn hüm-ül müflihûn hüm-üs sıddîkûn, ya‘nî güzel, güzel, bunlar müflihler [muhlisler, kurtulmuşlardır], bunlar sıddîklardır. Şunu da arz edelim ki, şeyh insanları tanıtmada gayet cimri idiler. Her ne zaman Cüneyd ve Şiblî’den, meşrebine uygun olmayan bir şey nakletselerdi, filân soğuk söylemiştir, derlerdi.

Yine buyurdular: Birgün Şeyh hazretleri buyurdular. Benim babam su üzerinde yürürdü, havada uçardı, lâkin tevhîdin kokusunu almamıştı. Yine bir gün ulema, urefa ve fukaradan [evliyâdan] çok kimselerin bulunduğu bir mecliste, Şeyh hazretleri, bir konuda konuşurken dediler ki: “Hak teâlâ gaybı bilmez”. Meclistekilerin ekserisi bu sözden sıkıldılar. Çünkü nassın zâhirine muhâlif idi. Şeyh hazretleri anladı ki, bu söz bazılarını havsalasına sığmadı. Kendi kasdından tenezzül edip [inip], buyurdular ki: Hak teâlâya göre gaib yoktur. Her şey şehâdettir, açıktır. Ona gizli, saklı bir şey yoktur ki, gayb denilsin. Eğer gayb dediğimiz ma‘dûm ise [yok ise] yok zaten bilinmez. O hâlde Kur’ân-ı kerîmde gaybı bilir ifâdesi, biz kullara göre gayb demektir. Hak teâlâya göre değildir.

Reşahât sâhibi der ki: Bir başka gün, yalnız bir yerde Mevlânâ Muhammed Rûcî hazretlerinden sordum ki, geçende buyurmuştunuz ki, Şeyh o sözün izâhında kendi kasdından tenezzül eylediler [daha aşağı bir derecede izaha koyuldular]. Tenezzül etmeseler di, o zaman muradları ne idi. Buyurdular ki: Zât-ı baht ve Hüviyet-i sırf mertebesinde bütün nisbet ve izafetler bulunmaz. Bir mertebede ilmî nisbet ve izâfet yoksa, o mertebede gaybları bilen sözü kullanılmaz.

Buyurdular: Şeyh hazretleri hiç hayvan eti yemezlerdi. Bu husustaki perhizleri çok katı idi. Derlerdi ki: Bana katı [çok] aceb gelir, halkın şu durumu ki, bir şeyin iki gözü olsun ve onlara baksın ve insanlar bıçak çekip boğazına vurup kessin ve etini ateşte çevirip yesinler.

Reşahât sâhibi der ki: Mevlânâ Muhammed Rûcî hazretlerinin şeyhden naklettikleri bu sözlerden anlaşılıyor ki, Şeyh o zamanda ebdal makamında imişler. Zirâ hiç hayvan incitmeyip, öldürmemek ve hayvan eti yememek ebdaller tabakatına mahsûstur. Zirâ eşyaya hayat-ı hakîkînin sereyânını görmek o makamda galîbdir.

Buyurdular: Şeyh hazretleri devamlı oruc tutarlardı. Bir dağarcıkları vardı. İçinde bir mikdar sevîkleri [unları] ve bir ağaç çanakları var idi. İftâr zamanı o kâseyi dağarcıktan çıkarıp içine biraz zemzem suyu döker ve üç parmakları ile o sevîkten azıcık alır ve o su ile karıştırıp içerlerdi. Gelecek akşama kadar bütün yiyecek ve içecekleri bundan ibâret idi.

Yine Muhammed Rûcî hazretleri buyurdular: Şeyh hazretlerinin mülâzemetinden ayrılıp Mısır’a geldiğimde, Mısır’ın büyük meşâyıhından birisi rüyâsında görmüş ki, büyük evliyâdan biri kör olup, sonra zamanın kutbu ve asrının gavsı olur ve iki yıl gavslık makamında bulunduktan sonra, âhırete irtihal eder. O sırada Mısır’a haber geldi ki, Şeyh Abdülkebîr hazretlerinin iki gözü de görmez oldu. Ondan sonra iki yıl daha yaşadı ve Mekke-i Mükerreme’de âhırete intikal eylediler. Kabr-i mubâreki Mekke’de meşhurdur. Ziyâretçileri onunla teberrük ederler.

FAİDELİ VE GÜZEL BEYÂNLARI: Onbir reşha hâlinde bildiririz:

REŞHA-150: Buyurdular: Hâce Muhammed Pârisâ’nın (kuddise sırruh) meclisinde bulunanlardan Hâfız Kaşgarî’den (kuddise sırruh) işittim. Şöyle anlattı: Mebâdi-i ahvâlde [ilk zamanlarımda] birgün Hâce

hazretlerinin huzûrunda oturuyordum. Hâce hazretleri sükût etmişlerdi ve bu sessizlikleri uzadıkça uzadı. Sonunda dayanamadım ve sessizliği bozup arz ettim ki: Ey Efendim, bir söz söyleyiniz de, ondan istifâde edelim ve bir hisse alalım. Buyurdu ki: Sükûtümüzden istifâde edip hisse [nasîhat] almayan, sözümüzden de hisse almaz.

REŞHA-151: Yine aynı hâfızdan naklettiler. Hâfız demiş ki: Hâce hazretleri birgün bu beyti okudular:

Hangi hâlle olursa olsun gayret et, Kendini o yolla ma‘şukun köyüne ilet.

Buradaki ilet [keşî] sözünü üstün, ya‘nî keşî olarak okudular. Sonra ikinci mısra‘ı tekrâr edip, bu kelimeyi kûşî olarak okudular.[I]

REŞHA-152: Buyurdular: Bir gün Hâce Muhammed Kösevî (kuddise sırruh) buyurdular ki, tâlib doğan gibi olmalı. Bir kere uçmalı, eğer bir yakaladı ise, ne alâ, yoksa durup beklemeli. Biz deriz ki, doğan gibi olmalı, lâkin uçmamalı, belki bir kemik parçasına kanaat etmelidir.

REŞHA-153: Buyurdular: İnsanlar ihmâl ve tenbelliklerinden, yarın yaparız derler. Düşünemezler ki, bugün dünkü günün yarınıdır. Bugün ne yaptılar ki, yarın ne yapacaklar!

Reşahât sâhibi der ki: Bu sözün ma‘nâsında şu kıt‘a nazm olmuştur:

İşlerini sakın tehîr eyleme,

Tehirde can yakan âfetler vardır. Bugünkü işini yarına bırakma, Tab‘ın hilesine zamanlar dardır.

Bugünden yarınki işi kıyas et, Çünkü bugün de dünün yarınıdır.

REŞHA-154: Buyurdular: Azîzîmiz Mevlânâ hazretleri derlerdi ki: Semerkand’a hâtırım incindi. Hisar’a gittim, orada da üzüntüm geçmedi. Zirâ o seferde kendimde uhrevî sefer bulamazdım. Birgün yolda giderken bir adamla konuştum. Şu beyti okudu:

Âşıklar ile yâr olup, et aşkı ihtiyâr, Her kim ki âşık olmaya, olma anınla yâr.

Sonra o şahıs dedi ki, ey civân [genç] bu beyti hâtırında tut ve bunun ma‘nâsıyla amel eyle ki, boşuna yolculuklara katlanmayasın. Ben de: Elhamdü lillah, bu seferde çok ganîmet elde ettim, deyip, zikr olunan beyti hâtırımda tutup döndüm.

Buyurdular: Kim bu beyitle amel aderse, bir seâdete erişir ki, artık bir daha şekavet ona yol bulmaz.

REŞHA-155: Buyurdular: Mevlânâ Muhyî dedikleri doksan yaşında ihtiyâr bir vâiz, birgün pîrimiz Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerine gelip çok tazarru‘ ve niyâz eyledi ve dedi ki: Himmet eyleyiniz de Hak sübhânehü ve teâlâ bana kendi tarafına dönmemi hakkıyla ihsan eylesin! Ben o mecliste, içimden ona itiraz ettim ki, doksan yaşında bir ihtiyâr sofu olur mu? Bu yaştan sonra tazarru‘ edip, hak teveccüh ister mi? Şimdi ben ihtiyâr oldum ve anladım ki, o ihtiyâr talebinde haklı imiş. Hak teveccüh tahsîline ömür harcanmak gerekmiş. Zira hak [doğru] teveccüh, sâlikin kıblesinin zat­ı baht olup, isim ve sıfatlara teveccühden kurtulmuş olmasıdır. Bu ise çok zordur.

REŞHA-156: Ömürlerinin son zamanlarında buyurdular: Otuz senedir gaflet nedir bilmem! Kendimi bir an gafil edeyim desem, edemem. Sonra Hüsrev’in gazelinden bu beyti okudular:

Seni unutamaz kalbim, olsa da bir dem, Evvel eylerdimse de, şimdi artık edemem.

REŞHA-157: Birgün Halvet der Encümen’in ne demek, oduğunu ve zâhirin halk ile olup bâtının Hak ile olmasının ma‘nâsını anlattılar ve sonra şu beyti okudular:

Kasab köy, gerçi bizi öldürdü bu zaiflik, Hem bu köyde otlarız, hem ederiz can fedâ.

REŞHA-158: Buyurdular: Ben su kuşuna benzerim. O kuş deniz üstünde oturur. İsterse dalar. İsterse deniz üstünde yüzer. Bu sözle Cem‘-ül cem‘ makamı ile mütehakkık olduklarını beyân eylediler. Çünkü o makam Hak ile halkı birlikte görme makamıdır.

ŞİFE-24: Kul, kendinden fânî, Hakla bâkî olduğunda, Hak teâlânın sıfatları ile sıfatlanmış ve ahlâklanmış ve ikinci vücûd ile var olmuş olur. Rûhânî ve cismânî varlık mertebelerinin hepsinde mutasarrıf olur. Dâimî olarak zât-i ilâhînin ve sıfat-ı sübhânînin tecellilerine kavuşur. Hakkı halk aynasında ve halkı Hak aynasında, birbirine hicâb [perde, engel] olmadan müşâhede eder. Şöyle ki, halk aynasında Hakkın kemâlini müşâhede edip, Hak aynasında halkın yokluğunu görür. Kulluk bakımından o kimseden âciz ve itâatkâr kul olmaz. Hakkın sıfatları ile sıfatlanması ve ahlâkı ile ahlaklanmış olması bakımından ondan ulu ve ondan kudretli kimse bulunmaz. Bu tecelli sâhibinin nazarı dâima kendinin kulluğuna ve yaratılmış olduğuna, zâtı bakımından muhtac bulunduğuna ve Hâk sübhânehü ve teâlânın ulûhiyet ve Hak olduğuna ve zâtî olarak hiçbir şeye muhtaç olmadığına olur. Dâimâ zâhiri şerîat ve ârâste [süslü] ve bâtını tarikat ve hakîkat ile pîraste [ziynetli] olup, “O hâlde bana tâbi‘ olun ki, Allah sizi sevsin” [Al-i İmrân-31] makamında kâmil olur. Ancak ilâhî sakiler elinden zencebilli tahûr [çok temiz] şerabı içip, onun verdiği hoşlukla kendini ve Hakdan gayri her şeyi unutursa, o zaman gayr-i ihtiyâri onun hakîkatinden bir feryad gelir ki:

Beyt:

Ve işte her şey odur ne varsa yakîn, Can ü cânân ü dilber ü dil ü dîn.

Bu da o zamanda olur ki, sâlikin hılkıyet [mahlûkluk] tarafı, rububiyet cihetinde fânî ve yok olup, bütün mevcûdâtın taayyünlerini ehadiyyet denizinde müstağrak ve müstehlek görür. Nitekim, Şeyh Hüseyin Mansûr’dan bu tecellide Enel-Hak ve Seyyid-üt-tâife Cüneyd-i Bağdâdî’den cübbemin içinde Allah’dan başkası yok, sultan-ül ârifin Bâyezid-i Bestâmî’den, ben her şeyden münezzehim, benim şânım ne yücedir, sözleri zâhir olmuştur. Bunlar bu hâlde meslûb-ül akıl ve meczûb-ül enaniyyedir. Hidâyettedirler, ama bu sözlerinde onlara uyulmaz. Zirâ bunların dilleri ve sûretleri Mûsâ aleyhisselâmın kıssasında vâkı‘ olan ağaç ve ateş gibidir. Bu aralıkta, ya‘nî bu sözleri söylerken, onların hâline göre ortada Hüseyin, Cüneyd ve Bâyezid yoktur. Mümkinâtın zulmetinin bekası hakîkat güneşinin şualarında görünmez olmuştur. “De ki: Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti. Zâten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur” [İsra-81].

Beyt:

Ey, birader bunda söz çoktur velî [fakat], Ârifin eksik olur bunda dili.

Dil ile söylenen varsa eş ettim, Denilebileni işte söyledim.

REŞHA-159: Birgün buyurdular: Şeyh Muhyiddin İbni Arabî hazretleri buyurdular: “Bazı evliyâya çok riyâzetlerden sonra âlemin zuhûru sırrı keşf olur”. Ben dün gece Hak teâlâdan bu ma‘nânın açıklanmasını diledim. Bana bir şey zâhir oldu ki, beşerî gücüm onu taşımağa dayanamadı. Az kaldı ki, maddî vucûdum paydâr olmayıp, rûhum bedenimden ayrılıyordu. Hemen Allahu teâlâya yalvardım, yakardım da, o ma‘nâyı benden örtüp, maddi vücûdum yok olmaktan kurtuldu. Hâlâ o keyfiyetin eseri devâm etmektedir. Bugünkü konuşmalarım bana göre: “Ey Âişe, beni konuştur” makamındadır.

Reşahât sâhibi der ki: Gerçekten o gün Mevlânâ Şemseddin Muhammed Rûcî hazretleri her zamankinden farklı çok sohbet ettiler.

REŞHA-160: Bir gün buyurdular: Eğer beni kendi hâlime bıraksalar, asla ağzımı açmazdım. Ben zarûrî olarak konuşuyorum. Ondan sonra şu iki beyti okudular:

Âşıkın bundan özge yok işi kim, Susup hep yüzüne nazar edeler. Durmağa kapında çok izin yok kim, Kapıyı tıklayıp geçip gideler.

HÂRİK-I ÂDETLERİNDEN (kuddise sırruh):

Mevlânâ hazretlerine eskiden beri hizmet ve tam ihlâsları olan Rûc köyünden bazı azîzler anlattılar: Mevlânâ hazretlerinin babalarının gayet sert tabîatli bir devecileri vardı. Develerini gözetirdi. Mevlânâ hazretleri o zamanda çocuk idiler. Birgün Mevlânâ hazretleri, çocukluk hâli yâ, deveci yokken bir deveye bindi. Deveyi her tarafa koştururdu. O sırada deveci çıkageldi. Mevlânâ’yı deveye binmiş, sağa sola deveyi koşturur ve böylece oyun oynar görünce, asabı bozuldu. Söğmeğe başladı. Deveyi zorla çöktürüp Mevlânâ hazretlerini devenin üzerinden yere öyle kuvvetle savurdu ki, bazı yerleri yaralandı ve berelendi. Mevlânâ hazretleri de ağlayarak eve geldi. Azîz anneleri duruma vâkıf olunca deveciye bağırıp çağırmağa başladı. Akşam olunca Mevlânâ hazretleri o sıkıntı ve üzüntü ile yatıp uyudu. Deveci de her zamanki âdeti üzere develerin yanında yatıp uyudu. Geceden biraz geçince, Mevlânâ hazretlerinin bindiği deve, yattığı yerden kalkıp, devecinin üzerine geldi. Deveciyi göğsü altına aldı ve ezmeğe başladı. Deveci, ne oluyor diye uyanıp, bir feryâd etti ki, o civarda olanların hepsi uyandı ve deveciye koştular. Deveciyi devenin altında, ızdırapla görüp, çâresizliğini anlayınca, deveyi kaldırıp, deveciyi kurtarmak için devenin başına, suratına sopayla ne kadar vurdularsa da, deveciyi kurtaramadılar. Kaç sopa kırıldıysa da, deve yapacağından hiç vazgeçmedi. Deveciyi yere serip, yerle bir edip ölesiye incittikten sonra kendiliğinden kalktı. Mevlânâ hazretlerinin anası- babası, akraba ve ahibbâsı bu hâli müşâhede etmekle, Mevlânâya hüsn-i itikadları ve başka gözle bakışları ziyâde oldu.

Reşahât sâhibi anlatır: Kabiliyetli, ehliyetli bir genç usta vardı. Lâkin her türlü fısk ve hevâ ile alkolik derecede şarabcı idi. Sultan Hüseyin Mirzâ’nın medrese ve hânekâhının imâretinde ustalık yapardı. Birgün hânekâh ile medrese arasındaki kapı üstünde bir kemer yapmışlardı. Bu genç o kemerin üzerinde oturup ayaklarını aşağı sarkıtıp yapı ile meşgul idi. Kemerin altı insanların geçiş yeri olmakla herkes, yaya veya binekle o kemerin altından geçerdi. İşte o gün Mevlânâ hazretleri Mevlânâ Sadeddin Kaşgârî hazretlerinin kabrini ziyâretten at üstünde gelirken, yolları o kemerin altına uğradı. Yaklaştıklarında, o genç, Mevlânâ hazretlerine hüsn-i zannı olduğundan, edebe riâyet eyleyip ayaklarını yukarı çekti ve ta‘zîm ile ayağa kalkıp çok niyaz ve tazarru‘ ile Mevlânâ’dan himmet istedi. Öyle bir yerde o gencin bu edebi Mevlânâ hazretlerinin çok hoşuna gitti. Tam bir teveccüh ile ona doğru dikkatlice baktılar. O bakış sanki bir ok idi ki, dokunduğu gibi o genci avladı.

Mevlânâ hazretleri geçip gidince, o genç büyük bir ızdıraba düçâr oldu. Gayr-i ihtiyâri, eli ayağı kireç ve çamur içinde olduğu hâlde, kemerden aşağıya inip, Mevlânâ hazretlerinin ardına düştü. Câmiye kadar geldi. Mevlânâ hazretleri evine girince, o genç de câminin şadırvanına girip elini ayağını yıkadı ve şadırvandan çıktı. Mevlânâ hazretleride kendi evlerinden dışarı çıkıp ona çok iltifâtlar eyledi. Sonra Mevlânâ yalnız olarak câmiye girdi. O genç de ardınca girdi ve hemen oracıkta ona tarîkat ta‘lîmi edip nefy ü isbât zikrî ile meşgul eylediler. Bundan sonra o genç, eski dost ve arkadaşlarından tamamen ayrıldı ve bütün vakitlerini Mevlânâ hazretlerinin şerefli hizmetlerinde geçirip, iyiler ordusuna katıldı. Eski arkadaşları da onun bu derece içkiye düşkün ve perişan hâlde iken, dostlarıyla bütün bağlarını kesip, yıllarca alıştığı fısk ve hevâdan tamamen vaz geçtiğine [ve tam aksi ve en güzel yolu tuttuğuna] şaştılar. Ve o genç yaşadığı müddetçe, hiç kimse ondan, edebe uymayan bir hâl görmedi. O tevbe ve inâbetle üç yıl yaşayıp âhırete intikal etti. Rahmetullahi aleyh.

Reşahât sâhibi der ki: Tahsîlini terk edip Mevlânâ hazretlerinin hizmeti ile şereflenen bir ilim ehlinden bahsetmiştik. İşte o zât anlattı: Bir gün Mevlânâ hazretleri bir grub eshabıyla câmide oturuyordu. Eshabından her biri kendi vazîfeleri ile meşgul idi. Ben de onlara uyarak gözlerimi yumdum ve nefy-i havatıra çalışıyordum. Birden hâtırımdan geçti ki, duyduğumuza göre bu silsile uluları, kâh kâh bir kimseye müteveccih olup onun bâtınında tasarruf eylerlermiş. Mevlânâ hazretlerinden hiç böyle bir şey müşâhede etmedik. Onlarda bu kuvvet ve tasarruf yoktur denemez. O zaman kusur bizim istidadımızdır ki, tasarrufu kabûl edecek kabiliyete sâhib değiliz, dedim. Bu düşünce o kadar tekrar etti ki, beni kalbî dersimden ve meşguliyetimden alıkoydu. Bir de ne göreyim! Kalbim birden titremeğe başladı ve büyük bir hareket peyda oldu. Kalbimde kuvvetli bir değişiklik hissettim. Başımı kaldırdım. Gördüm ki, Mevlânâ hazretleri dik dik bana bakıyorlar. Onların âdetleri olmayan o dikkatli bakışlarını görünce, hâlim değişti ve kalbimdeki ızdırab arttı ve bende acâib bir keyfiyet zuhûr etti ki, gayr-i ihtiyâri na‘ra vurup kendimden geçerek yıkıldım. Bir müddet şuursuz kaldım. Nice zaman sonra aklım başıma gelince, Mevlânâ hazretlerini eshabıyla murakabede gördüm. Ve kendi kalbimde öyle kuvvetli bir keyfiyet buldum ki, o zamana kadar böyle bir hâl görmüş değildim. On gün onun tesirini kendimde müşâhede eyledim. Dâima onun zevki ile zevklendim.

Reşahât sâhibi der ki, mebâdi-i hâlde her gün Herât’ın cami-i kebîrinde [ulu câmiinde] Mevlânâ hazretlerinin sohbetine gelirdim. Birgün arkalarında namaz kılarken gördüm ki, Mevlânâ hazretleri namazda kıyâmda dururken, ağırlığını sağ ayaklarına verip, sol ayaklarını dinlendirirler, hâtırıma kıyamın edeblerinden birinin iki ayağı üzerine durup ayaklarından birine yüklenmemek ve sağa veya sola eğilmemek olduğu, ancak ayaklarından birinde bir yara, sıkıntı olursa, o zaman mahzuru olmaz, Mevlânâ hazretlerinin ise, zâhirde ayaklarından bir zoru, bir şikâyeti yoktur. İş böyle olunca, özürsüz, namazın âdâbından birine riâyet etmemek nasıl doğru olur, geldi. Ve bu düşünce beni bırakmadı. Namazı bitirip sükût üzere biraz oturduklarında Mevlânâ hazretleri bu fakîre hitaben buyurdular ki, çocukluğum zamanında bir gün babam beni Şeyh Behâeddin Ömer hazretlerinin ziyâretlerine götürdüler. Şeyh hazretleri o zaman ziyâretgâhda oturuyorlardı. Kış mevsimi idi. Hava o kadar soğuk idi ki, bütün sular donmuştu. Beni bir beygire bindirip bacaklarımı örtmüşlerdi. Şehirden dışarı çıktığımız gibi, sol ayağım açıldı. Bense utancımdan, ayağım açıldı, örtün diyemedim. Ayağımı örtecek kadar da gücüm kuvvetim yok idi. Çok da soğuk bir rüzgâr esiyordu. Ziyâretgâha varınca bir ayağım öyle üşüdü ki, iş göremez oldu. Öyle dondu ki, attan indirdiklerinden nice zaman sonra ayağımda azıcık his ve hareket peyda oldu. O zamandan beri o ayağım zaifdir. Namazda onun üzerinde duramam.

Yine Reşahât sâhibi der ki: Bu fakîr bir gece rüyada gördüm ki, Herat’ta câmi-i kebirdeyim. Birden Mevlânâ hazretleri karşıdan göründüler. Fakîr karşılayıp önlerine geldim. Gördüm ki, mubârek gözlerinin ikisi de kapanmış. Uyanınca, Mevlânâ hazretlerini bu şekilde gördüğümden çok kaygılandım ve huzursuz oldum. Sabahleyin hizmet-i şerîflerine vardım. Acaba bu rüyâyı onlara nasıl arz edeyim ve arz edersem, acaba nasıl ta‘bîr buyururlar, diye düşündüm ve sıkıntıya düştüm. Sonra içimden mevzuyu hiç açmamağa karar verdim ve muntazır ve müteveccih olarak oturdum. Mevlânâ hazretlerinin müşkülümü halledecek bir söz söylemelerini bekledim. Bu niyetle sohbet hayli zaman sükût üzere geçti. Ama bu rahatsızlık hâtırımdan gitmedi. Uzun zaman bekleyip durduktan sonra, Mevlânâ hazretleri söze başladı. Yüzlerini fakîre döndürüp buyurdular ki, İnsanın iki gözü vardır. Biri Mülk âlemine [dünyaya] bakar, diğeri de Melekût âlemine bakar. Eğer bir kimse rüyada bir şahsın sağ gözünü kör ve sol gözünü görür görse, bunun ta‘bîri odur ki, onun teveccühü ve nazarı Melekût âlemine değil, Mülk âleminedir. Bu hicâb ehli ve avam mertebesidir. Eğer sol gözünü kör, sağ gözünü açık görse bunun ta‘bîri de, onun teveccühünün ve nazarının âlem-i mülke değil, âlem-i melekûta olduğudur. Bu ise keşif sâhiblerinin ve havassın mertebesidir. Eğer bu tâifeden birinin iki gözünü de kör olmuş görseler, bunun ta‘biri ise, onun nazar ve teveccühünün mülk ve melekûttan kalkıp, hakîkatinin gözünden nâsût âleminin tamamen örtüldüğü olup, dâimâ ceberrut ve lâhut âlemlerine bakmakta olduğudur. Bu da ehass-i havas [seçilmişlerin şeçilmişlerine mahsûs] hâlidir. Bitti.

Şunu da bildirelim ki, Sofiyye (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) ıstılahında [onlara mahsûs özel terimlerde], âlem-i halk da dedikleri âlem-i mülk, şehâdet [görme, işitme..] mertebesinden ibârettir. Ya‘nî cisim ve cismânî ve madde âlemidir. Bunun hududu eflâk dâiresinin üst noktasından yerin merkezine kadardır. Bu âlemin varlığı müddet ve maddeye bağlıdır. Âlem-i emr dahi denen Melekût âlemi, Âlem-i ervahdan, Âlem-i rûhaniyyet ve melâikeden ibârettir. Bu âlemin varlığı zamana ve maddeye bağlı değildir. Belki sebebsiz ve vâsıtasız Hak teâlânın emriyle var olmuştur.

Şeyh Kemâleddin Abdürrazzak Kâşî kendi ıstılahâtında der ki: Bu âleme, âlem-i emr demeleri, mücerred kün (ol) emri ile mevcûd olmasıdır. Kutb-ül muhakkıkîn Şeyh Muhyiddin İbni Arabî (kuddise sırruh) buyurmuşlardır ki: Bu âleme Âlem-i emr demeleri, bu âlemde yasak olmayıp, hepsinin emir olmasındandır. Zirâ bu âlemin ehline melâike derler. Meleklerin istidadları öyledir ki, onlarda muhâlefet bulunmaz, öylece onda, ya‘nî o âlemde menhî [yasak] bulunmaz, hep emir bulunur. Âlem-i ceberût, Hak teâlânın isim ve sıfatlarından ibârettir. Âlem-i lâhût, esmâ ve sıfatsız zât-i bahttan ibârettir. Âlem-i nâsût, âlem-i escâm ve cismânîden ibarettir. Lâhut ile nâsut sözleri birbirinin mukabili olup, nasara [hristiyan] terimlerindendir. Bazen sofiyye tâifesi bu kelimeleri gayb ve şehadet ma‘nâsında kullanırlar. Vallahü teâle a‘lem.

HAZRETİ    MEVLÂNÂ’NIN ÂHIRETE       İNTİKALLERİ:

Vefatları 904 (m.1499) senesi Ramazanının on altısı Cumartesi kuşluk vaktinde vâkı‘ olmuştur.

Reşahât sâhibi der ki: Mevlânâ hazretleri o senenin Şa‘ban ayının başlarında bu fakîri Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin büyük oğulları Hâce Kelân hazretlerine damad etmeğe çalıştı. O hânedâna akraba olmamız onların şerefli iltifatları ile meydana geldi. Kendileri üstâdım Radıyuddin Abdülgafûr ile akid meclisinde bulunup izdivacın akdi (nikâhımız) huzûr-i şerîflerinde oldu. Bu hadiseden tahmînen kırk gün sonra hastalandılar. Ramazan-ı şerifin dokuzu Cumartesi günü idi. Aynı ayın on beşinci günü Cuma günü akşam üstü huzûrlarına vardım. Bu fakîre ziyâde iltifat edip buyurdular ki: Şimdi sen bizim pîrimiz Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin evlâdı arasına girdin. Artık sana kimse el uzatamaz. Bundan sonra onların himâyesi altında olmakla ümidvâr ol ve gönlünü hoş tut ki, maksûdun hâsıldır deyip, çok ümid verici ve okşayıcı sözler söylediler.

Bu esnada eshabından bazısı sordular ki, sizden sonra fukaranız [sizi sevenler] kime teveccüh eyler? Buyurdular: İtikadları kime ziyâde ise, ona hizmet eylesinler. Dediler ki, yine size teveccüh [râbıta] etseler, nasıl olur? Buyurdular ki, kötü olmaz. Bu ifâdeden sonra dediler ki, bahis konusu olan kimseler, bilinen kimselerdir. Onlar bir hâlden bir hâle ve bir sıfattan bir sıfata nakl eylerler. Bu sözden bu fakir anladım ki, o kimseler velâyet ve irşâd mertebesinde belirtilmiştir. Âhırete gittikleri zaman da öyledirler. “Allahu teâlânın velî kulları ölmez. Belki bir evden bir eve göçerler” hadîs-i şerîfi muktezasınca, bir hâlden bir hâle ve bir sıfattan bir sıfata intikal eylerler. Bu intikal ve irtihal [göçme] onların ifâde ve ifâzasın [ilim ve feyiz vermelerinin] kesilmesini ve kopmasını icâb ettirmez. Belki meded ve inâyetlerinin [yardımlarının] çoğalmasına sebeb olur. Zirâ bunlar beşerî vucûdlarına bağlı kaldıkça, insanlık icâbı olarak zaman zaman zarûrî olarak feyiz vermelerinde bir eksiklik veya gevşeklik olabilir. Ama hayat kaydından tamamen kurtulup berzah âlemine adım atınca, elbette feyiz vermeleri daha çok ve kuvvetli olsa gerektir. Nitekim Mevlânâ Celâleddin Rûmî hazretlerinin oğulları Sultan Veled vefât ederken demiş ki: Rûhumun bedenimden ayrıldığına üzülmeyiniz ve ümidsiz olmayınız. Çünkü kılıç kından çıkmayınca iş görmez.

Mevlânâ hazretleri bu sözü söyledikten sonra, bir kimse Mevlânâ hazretlerinden murakabe yolunu [usûlünü] sordu. Buyurdular ki: Murakabede bizim usûlümüz çok nadir ve pek güzeldir. Ama muhâfazası zordur.

Siz nefy ü isbâtla meşgul olmalısınız. İtikad eylediğiniz bir hakîkat haktır. Ona ulaşmalısınız. Sâlik o hakîkati devamlı kendinden istemelidir. Sonra buyurdular ki: Şimdi bizim kalb virdimiz, ALLAH ALLAH’dır.

Yine Reşahât sâhibi der ki: Fakîr, Mevlânâ hazretlerinin bu sözlerini Mevlânâ Abdülgafûr hazretlerine arz ettim. Buyurdular ki: Eğer bu sözü onların sağlığında işitmiş olsaydım, Onlara varır hizmet ederdim. Bunu dediler ve onların sohbetlerini kaçıdıklarına teessüf ettiler.

Mevlânâ hazretleri Ramazan-ı şerîfin on altıncı günü Cumartesi sabah namazında temiz toprak getirtip teyemmüm eylediler ve işâretle namaz kıldılar. Ve o gün güneş doğarken, kesik kesik, sık sık nefes verip almağa başladılar. Kuşluğa kadar şuur ve idrâkleri tamam yerinde idi. Öyle anlaşılıyordu ki, o hâlleri esnasında kendilerini büyük bir gayretle Hâcegân nisbeti ile meşgul ediyorlardı. Her nefesinden Allah sözü işitilirdi.

O esnâda Hâcegân tarîkınden habersiz sâlih ve zâhidlerden olan bir kimse geldi. Mevlânâ hazretlerinin yanında oturup, yüksek sesle LÂ İLÂHE İLLALLAH demeğe başladı. Mevlânâ hazretleri mubârek elleri ile işâret edip, nefy ü isbât etmekten men‘ eylediler. Mevlânâ Abdülgafûr (aleyhirrahme) hâzır idiler. ALLAH ALLAH, de dediler. O zâhid yüksek sesle ALLAH ALLAH demeğe başladığı gibi, Mevlânâ hazretleri mubârek kaşları ile, işte böyle de diye işâret eylediler. Ya‘nî bu makam nefy ü isbat makamı değildir, belki sırf isbât makamıdır, demek istediler. Devamlı ALLAH diyerek mubârek nefesleri kesildi. Ve Ramazan-ı şerîfin on yedinci günü Pazar günü cenâzelerini Hiyâban’a ilettiler. Herat şehrinde bulunan havas ve avam dışarıdaki bayram namazgâhına toplandılar. Namazını kılıp Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin kabirlerinin arkasında defn ettiler.

Bir iki ay geçtikten sonra bir hâl oldu ve Mevlanâ hazretlerinin eshabından bazı kimseler ısrar edip mübârek cesedlerini oradan kaldırıp Kâzargâh’da Şeyh-ul İslâm Hâce Abdullah Ensârî (kuddise sırruh) hazretlerinin nûrlu kabri yakınında, Mevlânâ hazretlerinin kendileri için hazırlanmış oldukları âile kabristanına defn eylediler. Bazı ulular vefâtları târihinde şöyle demişlerdir.

Mürşid-i asr idi ona târih, Mürşid-i asr oldu yine hemîn.

Şunu da arz edelim ki, kitabın başından buraya gelinceye kadar Nakşibendî silsilesi azîzlerinin tabakasını ihtivâ eden makale burada tamam oldu. Bundan sonra, evvelce söylediğimiz gibi Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretlerinin babalarından, oğullarından, eshabından, yüksek etvar ve ahvâlinden, faziletlerinden, şemâilinden, letâif, meârif, kerâmât, havarık-ı adâtlarından ve âhırete irtihâlinden bahseden üç maksad ile bir hâtemeyi yazarız, inşaallahü teâlâ.

Reşahât sâhibi der ki: Bu fakîrin vâsıtasız olarak Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretlerinin meclis ve sohbetlerinde işittiğim hikâye, mesel ve hakîkatlardan, ikinci maksadda zikr olunacak bir mikdarı, Emîr Abdülevvel ve Mevlânâ Muhammed Kadî hazretlerinin kendi Mesmuât’larında bildirdiklerindendir. Bu fakîr de Hâce hazretlerinden vâsıtasız dinlemiş olduğumdan, benimkileri yazarken, onların da vâsıtasız dinlemiş oldukları, hattâ kayda geçirdiklerini burada bildirmemek münâsib olmazdı. Bunun için o mesmuât [işitilenler], zikr olunan azîzlerin kendi ifâde ve ibâreleri aynen muhâfaza edilerek bildirildi. Tâ ki: “Allah size emânetleri ehline vermenizi emr ediyor” âyet-i kerîmesi muktezasınca en ufak bir hiyânet şâibesinden uzak kalarak, emânetleri yerine teslîm ederken ibrâ-i zimmet de sağlanmış olsun. Ve billah-it-tevfîk.


BİRİNCİ MAKSAD

Hâce Ubeydullah Taşkendî (kuddise sırruh) hazretlerinin baba, dede ve akrabaları, doğum târihleri çocukluğunda vâkı’ olan kerâmetleri, şemâil ve ahlâkını, ayrıca zamanın meşâyıhından Mâverâünnehir ve Horasan’da olan uluları görmek için ilk yolculuklarını beyân eyler. Bu maksadda üç fasıl vardır:

1.   FASIL: Hâce hazretlerinin baba ve dedeleri ve akrabası beyânındadır.

2.   FASIL:Hâce hazretlerinin doğum târihleri çocukluk günleri ve şemâil-i seâdetlerinden bahseder.

3.    FASIL:Meşâyıha kavuşmak için ilk seferleri.

BİRİNCİ FASIL

Hazreti Hâce’nin Baba, Dede ve Akrabaları:

Biliniz ki, Hâce hazretlerinin baba ve anneleri tarafından olan akrabalarının çoğu ilim ve irfân erbabı ve zevk ve vicdân eshabı idiler. Bu fasılda onların ve eshab ve hulefasının hâlleri kısaca bildirilecektir.

HÂCE MUHAMMED NÂMÎ (rahmetullahi aleyh): Hâce hazretlerinin babalarının cedd-i a‘lâlarıdır [büyük dedeleridir]. Aslen Bağdad’dandır. Bazıları Harezm’dendir demişlerdir. Şâfiî mezhebi ulemasının büyüklerinden şeyh, âlim ve âmil İmam-ı Rabbânî Ebû Bekir Muhammed bin İsmâil Kaffâl Şâşî’nin (rahmetullahi aleyh) eshabından idi. Şeyh Ebû Bekr Kaffâl hazretlerinin Makamât’ında yazar: Şeyh Ebû Bekr hazretleri ömrünün senelerini üçe ayırmıştı: Bir yıl kâfirlerle harbe gider, bir yıl kendi memleketinde kalıp şerîat ve tarîkat ilimlerinin neşrinde olur, bir yıl da hac edermiş. Bir sene Harameyn-i şerîfeyn (zâdehümallahü teâlâ şerefen ve kerâmeten) ziyâretinden dönüp Bağdad’a geldiklerinde, Bağdad’ın ileri gelenlerinden olan Hâce Muhammed Nâmî, Şeyh hazretlerinin sohbetine erişip, sâdık müridlerinden olduğundan, şeyhin muhabbetine kendi vatanını terk edip, çoluk çocuk ve yük ve ağırlıkları ile Şeyh’le beraber Şaş vilâyetine gelip, ömrünün sonuna kadar orada kalıp, bütün hayatını şeyhine hizmetle geçirmiştir.

Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretleri ibtidâ-i hâlde Şaş vilâyetinde bulunduğu zaman Şeyh hazretlerinin kabrini çok ziyâret ederlerdi. Buyururlardı ki, Şeyh hazretlerinin rûhaniyyeti çok yardım edicidir.

Şöyle anlatırlar: Kitabımızın baş taraflarında kendinden bahsettiğimiz Hâce Ahmed Yesevî (kuddise sırruh) silsilesinden İsmâil Ata hazretleri birgün Şeyh hazretlerinin kabri önünden geçerken bazı kimselere sormuşlar ki, Şeyh hazretleri vefât edeli kaç yıl olmuştur. Onlar da, çok zaman olmuştur deyip bir târih söylemişler. İsmâil Ata buyurmuşlar ki, çürük saman işe yaramaz. Bu konuşma esnâsında iken birden havadan bir saman çöpü gelip İsmâil Ata hazretlerinin gözüne düşmüş. Çıkarmak için ne kadar uğraştılarsa da başaramamışlar. Sonunda o gözün yitirilmesine sebeb olmuş.

ŞEYH ÖMER BAĞISTÂNÎ (rahmetullahi aleyh): Taşkend’de dağ eteklerinde Bağıstan köyündendir. Hâce Ubeydullah hazretlerinin ana tarafından büyük dedeleridir. İşbu Şeyh hazretlerinin nesebleri on altı vâsıta ile Abdullah bin Ömer’e (radıyallahü anhümâ) erişir. Şeyh hazretleri kutb-ül vâsilîn şeyh-i mahbûb ve mezcûb Hasan Bulgarî hazretlerinin eshabının büyüklerinden idi. Mezkûr Şeyh Hasan, Şeyh Muhammed Râzî’nin mürididir. O da Şeyh Hasan Seka’nın mürididir. O da Ebûnnecîb Sühreverdî’nin mürididir. O ise Şeyh Ahmed Gazâlî’nin, o Ebû Bekr-i Nessâc’ın, o Ebûl-Kasım Kürkânî’nin (kaddesallahü teâlâ esrarehüm) mürididir. Şeyh Ebûl-Kasım hazretlerinin Peygamber Efendimize (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) kadar intisabları kitabımızın başlarında bildirmiştik.

Mezkûr Şeyh Hasan, aslen Nahcivan’dandır. Nahcivân, Azerbaycan’da meşhûr bir kasabadır. Şeyh hazretlerinin babaları meşhûr tüccârlardan Hâce Ömer dedikleri bir kimse idi. Henüz yirmi üç yaşında iken, Kıpçak çölü kâfirlerine esir olup, yedi yıl küffâr içinde kaldı ve otuz yaşında iken kuvvetli bir cezbe ile şereflenip tevbe ve inâbet eyledi. Ondan sonra etraf-ı âlemi dolaştı. Evliyâ ve ululardan çokları ile beraber oldu. Dokuz sene kadar Bulgar’da, üç sene Buhârâ’da, yirmi yedi yıl Kirmân’da ve bir yıl Tebriz Meragası’nda bulundu. Kendi ifâdelerine göre yaşları doksan üçe varmıştır. Zirâ buyurdu ki: Otuz yaşımda iken cezbe-i ilâhî ile şereflendim. Ben bir kutbum ki, Muhammed Resûlullah’ın (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) kalbi üzere vâkı‘ olmuşum. Ve benim burada hiç şübhem yoktur. Nasıl ki, o hazretin ömr-i şerîfleri altmış üç sene ise, benim de cezbemin başında ömrümün sonuna kadar altmış üç yıl olsa gerektir. Vefatları 698 (m.1298) Rebi‘ülevvelinin yirmi biri Pazartesi gecesi vâkı‘ olmuştur. Mubârek kabri Tebrîz’in Serhabı’ndadır.

Şeyh hazretleri üç yıl Buhârâ’da bulunmuştu dedik. İşte bu müddet zarfında Şeyh Ömer-i Bağıstanî hazretleri dâimâ hizmet ve sohbetlerinde olup onlardan kemâl kesbetmiştir.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular: Mevlânâ Ya‘kub-i Çerhî hazretlerinin sohbetine vardığımda, ahvâlimi sorup, hangi vilâyettensin dediler. Şaş vilâyetindenim dedim. Şeyh Ömer-i Bağıstânî hazretleri ile akrabalığın var mıdır? Dediler. Bana orada Şeyh’in akrabasından olduğunu izhar etmek hoş gelmediğinden, saklayıp: Babalarımız, o hânedanın mürid ve mu‘tekıdlerinden imişler diye cevab verdim. Mevlânâ Yâ‘kub-i Çerhî hazretleri buyurdular ki, Hâce Behâeddin Nakşibend (kaddesallahü teâlâ sırreh) hazretleri onların tarîkalarına mu‘tekıd idiler. Gayet beğenip, buyururlardı ki: Onların tarîkınde cezbe, istikametle bir aradadır. Sonra Mevlânâ Ya‘kub-i Çerhî hazretleri buyurdular: Bu gayet iyi bir ta‘rîftir. Çünkü zevkî bir nisbetten ibâret olan cezbenin zuhûr ve istilâsından [kaplamasından] sonra şerîatte istikamet zordur. Cezbe ehlinin ekserisinde istikamet olmaz. Ama bazı kuvvetli erler vardır ki bunları cem‘ etmeğe kadirdirler. Buna göre Hâce hazretleri Şeyh Ömer’i o kuvvetli erlerden saymış olurlar.

REŞHA-161: Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretleri buyurdular: Şeyh Ömer, oğlu Havend Tahûr’a dermiş ki: Tahûr, molla olma, sofî olma, bu olma, o olma! Müslüman ol!

REŞHA-162: Yine Hâce hazretleri buyurdular: Uzak bir yerden bir kimse Şeyh Ömer hazretlerine tarîkat telkîni almak için gelmiş. Şeyh Ömer hazretleri buyurmuşlar ki, “sizin olduğunuz yerde mescid var mıdır?” “Vardır”, demiş. “Müslümanlık ahkâmını bilir misin?” sormuşlar: “Bilirim”, demiş. “Yâ buraya gelmenin ne fâidesi vardır? İbâdet ahkâmı [farzlar, vâcibler, sünnetler, müstehablar, müfsidler, mekruhlar...] ma‘lûm. İbâdet yeri de ma‘lûm. Geri dön, var ibâdetle meşgul ol” buyurmuşlar.

REŞHA-163: Yine Hâce hazretleri buyurdular: Şeyh Ömer buyurmuşlar ki: “Müridin kalbini hâlî [gayriden boş] eylerim ve ehâdiyyet tarafına nâzır [müteveccih, bakar] eylerim. Bu işleri hep işleriz, ama biz işlemeyiz”.

ŞEYH HAVEND TAHÛR (rahmetullahi aleyh): Şeyh Ömer Bağıstânî hazretlerinin mes‘ud oğullarıdır. Zâhir ve bâtın ilimlerinde mâhir imişler. Babalarının terbiyyet gölgesi ve himâye kucaklarında evliyâullahın yüksek derecelerine vasıl olmuşlar. Ve bu yüksek derecede oldukları hâlde, Türk meşâyıhı sohbetinden çok fa’idelere kavuşmuşlardır.

Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretleri, amcaları Hâce Muhammed hazretlerinden naklen buyurdular. Amcaları anlatır: Şeyh Havend Tahûr Türkistan’a gidip, orada Hâce Ahmed Yesevî hânedânı ulularından Tunguz Şeyh ile sohbet edip, onların iksir misâli sohbetlerinden çok istifâde etmişlerdir. Havend Tahûr hazretleri şeyhin evine gelince, Tunguz Şeyh hazretleri bizzât yemek pişirmeğe koyulmuş. Meğer Şeyh hazretlerinin huysuz bir hanımı varmış ve bu kadın, kadınlara âid hizmetleri, meselâ yemek pişirmek gibi işleri yapmazmış. Onun için böyle bir çok hizmet ve işleri Şeyh hazretleri bizzât kendileri yaparmış. Tunguz Şeyh yemek pişirmeğe başlayınca, odunlar yaş olduğu için ateş yanmamış. Şeyh hazretleri mubarek başlarını ocağa ve küllere yaklaştırıp, dikkatle ateşe üflerken, hanımı gelip ona arkadan bir tekme vurmuş ve şeyhin yüzü, gözü, sakalları küle bulanmış. Şeyh onun bu yaptığına tahammül edip hiçbir şey dememiş. Yemeği pişirip yedikten sonra Havend Tahûr hazretlerinin bütün vak‘a ve müşküllerini önce beyân, sonra halleylemiş.

Yine Hâce Muhammed anlatır: Havend Tahûr hazretlerinin hizmetinde Şeyh Muhammed Halvetî isminde bir şahıs var imiş. Havend Tahûr hazretleri onun tavrını, hareketlerini beğenmezmiş. Nice defa onun uzaklaştırmak için kovmuş ise de, ayrılıp gitmezmiş. Hatta o seferde de kendileri ile berabermiş. Havend Tahûr günlerce Tunguz Şeyh ile sohbetler eyleyip, çok istifâdelerden sonra Tunguz Şeyh o kimse için buyurmuşlar ki, bu bir halvetî kimsedir. Sizin sohbetinize münâsib değildir. Ben yarın veda zamanında ona bir hediye vereceğim ve siz o hediyeden onun derecesini anlayacaksınız. Şeyh Havend yola koyulacakları gün Tunguz Şeyh, Şeyh Muhammed Halvetî’ye bir büyük pulsuz def vermişler. Şeyh Muhammed Halvetî kabûlünde tereddüd eylemiş. Havend Tahûr hazretleri buyurmuşlar ki: “Şeyhin verdiği teberrüktür, elbette bir hikmeti vardır. Kabûl edin”. Muhammed Halvetî de, onların emrinden sonra kabûl etmiş.

Sonra Buhârâ’ya doğru yola koyulup, bir yere gelmişler ki, yol ayrılmış. Yolun birisi Harezm’e, diğeri Buhârâ’ya gidermiş. Şeyh Havend Tahûr, mezkûr Halvetî’ye demiş ki, biz burada sizden ayrılacağız. Siz Harezm tarafına gidin, deyip onu Harezm yolundan gönderdi. Kendisi de Buhârâ yolunu tuttular. Ve ona demiş ki, Tunguz Şeyh hazretlerinin sana hediyesi işârettir ki, senin yanına aklı az olanlar toplanacaktır. Nitekim def âletinin başına toplanıp onu dinleyenler, çocuklar, câriyeler ve aklı az olanlardır. Gerçekten dedikleri gibi olmuş, mezkûr Şeyh Muhammed Harezm’e vardığı gibi, câhillerden ve avamdan çok insanlar sohbetine toplanıp ona mürid olmuşlar.

Reşahât sâhibi der ki: Bu silsile-i şerîfe azîzlerinin bazısından işittim ki, Tunguz Şeyh hazretlerinin yalnız bir odada, Şeyh Havend Tahûr hazretlerinin vak‘a ve zorluklarını hallettiği zaman, Havend Tahûr hazretleri demiş ki, bizim şu müşkülümüzü de hallediniz ki, bu kadar vehbî ilimler ve ma‘nevî kemâller sâhibi olduğunuz hâlde, nikâhınız altındaki bir kadının bu kadar cefasına katlanıp, ettiği edebsizlikten ötürü zecr etmediğinizin hikmet ve sebebi ne idi? Tunguz Şeyh hazretleri buyurmuşlar: Bizde bu kadar ilim ve ahvâlin sebebi, câhillerin cefâlarına sabır ve tahammül etmemizdir.

REŞHA-164: Hâce Ubeydullah Taşkendî buyurdular: Şeyh Havend Tahûr hazretlerinin sofiyye tarîkati hakkında çok eserleri vardır. Risâlelerinin birinde yazmışlardır: Tevhîd, teni, şehâvattan ayırmaktır, ibâdet için! Gönlü hatarattan ayırmaktır, ubudiyet için! Yoksa Hak teâlâ vâhiddir [birdir]. Vâhidi tevhid [biri birlemek ise] muhâldir.

REŞHA-165: Yine Şeyh hazretleri buyurmuşlardır: Şeriatta tevhîd, Hakka bir deyip, Hakkı birlemektir. Amma tarikatta gönlü Hakdan başkasından ayırmaktır. [Fevkalâde bir ta‘rif, mütercim].

REŞHA-166: Yine Şeyh hazretleri buyurmuşlar:

Yürü düşmandan gönlünü kaldır, Dostu talebe ne hâcet vardır.

Reşahât sâhibi der ki: Şeyh Havend Tahûr hazretlerinin sayısız ma‘rifetler dolu şiirleri sayılamayacak kadar çoktur. Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretleri bazen ma‘rifetlerden bahs edilince, onların bazı beyitlerini okurlardı. Meselâ:

Âşıkın gözlerinin gözcüsüdür çeşm-i nigâr,

Eyleme gayre nazar, sakla gözün ey dilzâr, Aman çok dikkat eyle, sakın bakma gayriye, Gözlerinde görür yâr, varsa hayâl-i ağyar.

Beyt:

Cihânda nerde bulur ehl-i dil şu dildârı, Ki âşık, eyleye onun hâyaline zârı.

Beyt:

Yürü hevaya heves kılma ey dil-i nâdân, Meğer Cemâl-i ilâhîye olasın hayran.

Beyt:

Aşk ormanının dilâ ben bir aslan yavrusuyum, Hasım gelsin zor bâzusun burada görsün.

HÂCE DÂVÛD (rahmetullahi aleyh): Şeyh Havend Tahûr hazretlerinin oğludur. Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretlerinin annelerinin babasıdır. Bunların anneleri, babaları tarafından şerife imişler. Şeyh Havend Tahûr hazretlerinin de anneleri seyyidler hânedânından imişler.

Hâce Dâvûd (aleyhirrahme) hazretleri kerâmetler ve hârik-i âdetler sahibi imişler. Derler ki, Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri Endecân vilâyetinden Semerkand’a gelirken eshabının seçkinlerinden birini, Hicâz seferine istihare için Şaş yolundan Hâce Dâvûd hazretlerine göndermiştir. Haberci hizmet vazifesini görüp geri dönerken, Hâce hazretleri haberciye bir kürek verip Hace Muhammed Pârisâ hazretlerine bir kazma ve bir külenk göndermişler. Mevsim gayet sıcaktı. O kişinin hatırından geçmiş ki, kürek bağışlayacak zaman mı idi? Yine hâtırına gelmiş ki, evliyâullahın işi hikmetsiz olmaz. Haberci o kazma ve külengi Hâce Muhammed Pârisâ hazretlerinin yanına getirdikte, buyurmuşlar: “Bunları iyi muhâfâza edin! Bunun içinde bir sır vardır”.

Şöyle anlatırlar: Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri, Medine-i Münevvere’de vefât edince, mubârek kabrini kazmak için hazır bir âlet bulunamamış. O kazma ve külenk ile kazmışlar. Hâce Dâvûd’un haberciye verdikleri kürekle de yolda rast geldikleri muhkem bir çamurdan kurtuldular. Yoksa helâk olabilirlerdi. İşte o zaman da, Hâcenin ona kürek vermesinin sırrı anlaşılmış oldu.

Seyyid Abdülevvel hazretleri (kuddise sırruh) kendi Mesmuât’ında [İşittiklerim adlı eserinde] yazmışlardır. 888 Zilkadesinin son on gününde Hâce Ubeydullah hazretleri Taşkend’de Şeyh Hâvend Tahûr hazretlerinin mezarında idiler. Şeyh hazretlerinin vefâtının kaç sene önce olduğunu sordular. Bazıları Hâce Dâvûd vefât edeli altmış beş sene oldu dediler. Hâce hazretleri Şeyh hazretlerinin vefâtında yedi yaşında idiler. Hâce Dâvûd’un ömrü yetmiş senedir.

BÂBÂ-İ ÂBRÎZ (rahimehullah): Şeyh Ömer Bağıstânî hazretlerinin büyük eshabındandır. Kuvvetli cezbe sâhibi imiş. Kendisine, size niçin Âbrîz [su döken] diyorlar, diye sormuşlar. Buyurmuşlar ki: Hak sübhânehü ve teâlâ ezel gününde, Âdem aleyhisselâmın çamurunu yoğururken, üzerine suyunu döken ben idim. O günden beri Âbrîz benim lakabım olmuştur.

Bâbâ hazretleri hâl ve cezbelerinin ilk zamanlarında bazen yolda oturur, çocuklar gibi kamıştan yay ve çerçöpten ok yapardı. Kimin tarafına atsaydı, o anda düşüp can verirdi.

Derler ki, Bâbâ’nın bir sığırı var idi. Bazen ona yük yüklerdi. O sığırı hediye olarak Şeyh Ömer hazretlerinin yanına gönderdi. Şeyhin bulunduğu yerle Bâbâ’nın olduğu yerin arası bir nice fersah uzaklıktı. Bâbâ hazretleri sığırın yanına kimse koşmayıp, yalnız olarak gönderdi. Sığır yolda gelirken bir kimse ona yaklaşsa, ona bir yürek ağrısı peyda olurdu. Bunun için o hayvana kimse el uzatamadı ve yalnız olarak Şeyh hazretlerinin kapılarına geldi.

ŞEYH BÛRHANEDDİN ÂBRÎZ (rahmetullahi aleyh): Bâbâ Âbrîz hazretlerinin evlâdındandır. Bunun da kuvvetli cezbesi vardı. Bâbâ Mâçîn hazretlerinin müridi idi. Mezkûr Bâbâ Mâçin, Mâçin’den ulu bir kişi idi. Şaş vilâyetine gelip Taşkend’de otururlardı.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular: Seyyid Kasım Tebrîzî hazretleri Semerkand’a ilk gelişlerinde, mezkûr Şeyh Bûrhaneddin onları görmeğe gitti. Seyyid Kasım hazretleri bağdaş kurmuş oturur hâlde idi. Eshab ve ahbabı da toplanmışlardı. Şeyh Bûrhaneddin’e Seyyid hazretlerinin o şekilde oturması hoş gelmedi ve ona: Siz ki, şeyh iken böyle oturursanız, müridlerinizin uyuması lâzım gelir. Size bu uslûb üzre oturmak yakışık almaz, şeklinde nice sözler söyledi. Seyyidin ahbabı Şeyh’in bu davranışına sıkıldılar ve ileri geri konuşmağa başladılar. Şeyh ise, vaz geçmeyip, habire saldırıyordu. Nihâyet Seyyid Kasım hazretleri iki dizi üzerine gelip oturdu da, o da sustu. Bir zaman sonra Seyyid hazretleri kalkıp taharethâneye gitti. Seyyid hazretlerinin eshabından Mîr Mahdûm, Hâfız Saîd Seyyâf ve benzeri nice dervişler her taraftan Şeyh Bûrhaneddin’e saldırmağa, suâl sormağa başladılar. Tevhîd konusunda nice ince ve zor mes’eleler sordular. Şeyh Bûrhan: Ben bunları bilmem. Yalnız şu kadar bilirim ki, Seyyid hazretlerinin bağbanı [bahçesine bakan hizmetçisi] üç gün sonra ölür ve ondan sonra Seyyid hazretlerine felç vurur, deyip, meclisten kalktı gitti. Seyyid hazretleri abdesthâneden çıkıp, o azîz nereye gitti diye sorduklarında, eshabı, o dışarı çıkmışken olan konuşmaları ona arz ettiler. Seyyid hazretleri eshabına, niçin onu sıkıştırdınız, diye sitem ettiler.

Gerçekten üç gün sonra bahçıvan vefât eyledi ve o günlerde hava çok sıcak olduğundan, Seyyid hazretleri sıcaklığını gidermek için buzhâneye girip biraz uyumuş; uyandıktan sonra hemen felç olmuş. Bu yüzden, Seyyid hazretleri Şeyh Bûrhaneddin hazretlerine hüsn-i itikad ve kemâl-i ihlâs üzere olmuş ve her üç günde bir Şeyh Bûrhaneddin’e birkaç baş nebât-i kermânî ve birkaç beyaz peştamal hediye gönderirmiş.

Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretleri buyurdular: Seyyid hazretleri ikinci defa Semerkand’a gelişinde, Şeyh Bûrhaneddin’i huzur-i şeriflerine ilettim. Önce kim olduğunu tanımadılar. İzah edip dedim ki, bu daha önce huzurunuza gelmiştir ve Kefşîr mahallesi sâkinlerindendir. İsimleri Bûrhaneddin’dir. Bu kadar söyleyince, bildiler. Tekrar onunla musafaha edip ağladılar. Sonra buyurdular ki, Ben Kadîzâde Rûmî’den sizin durumunuzu çok sordum. Hiç cevab yazıp bildirmediler. Bu yüzden sizden haberdar olamadım. Elhamdülillah ki, ölmeden size kavuştum.

Yine Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular: Seyyid hazretleri Şeyh Bûrhaneddin’den bir darbe yemişlerdi.

Yine buyurdular: Şeyh Bûrhaneddin’den işittim. Derlerdi ki, yemek yemek âdâbında yazmışlardır: Sakın sofrada ilikli kemiği tabağa veya ekmeğe sert sert vurmayalar!

ŞEYH EBÛ SAÎD ÂBRÎZ (rahimehullah): Bâbâ Âbrîz evlâdındandır. Şeyh Bûrhaneddin bunun annesinin dedesidir. Şeyh Ebû Saîd Şeyhan diye meşhûr idi. Hâce Kefşîr mahallesinde otururdu. Gayet ulu, mezcûb ve müstakim hâlli bir kimse idi. Hâce Ubeydullah Taşkendî (kuddise sırruh) hazretlerinin kendisine itikadı çok idi. Hâce hazretlerine kemâl-i irâdet ve ihlâs üzere idiler. Meclisine çok devâm ederlerdi.

Hâce hazretlerinin husûsî mülâzimlerinden ve makbûl hizmet edicilerinden olan ve zikri Üçüncü Maksad’da inşaallah bildirilecek olan Mevlânâ Muhammed Kadî Silsilet-ül Ârifîn -ki bu kitabın büyük kısmı Hâce hazretlerinin menâkıb ve şemâili hakkındadır- adlı eserinde şöyle yazmışlardır: Bir kerre Semerkand’da büyük bir vebâ hastalığı vâkı‘ oldu. Hâce hazretleri Deşt-i Abbas’a göçüp bir nice gün Abbas çayı kenarında oturdular. O etraf tamamen Şeyh Ebû Saîd’in tarlaları idi. Ve hasad zamanı da nerede ise geçiyordu. Şeyh, dâim Hâce hazretlerine gelip gider de asla ne tarlaya, ne mahsûle [ürüne] bakmazdı. Akrabalarından da kimseye mahsûl ile meşgul olmaları için izin vermez, bir şey söylemezlerdi. Hâce hazretleri, her ne kadar, tarlanızla meşgul olun, bize gelip gitmekle o işinizden kalmayın, diye tenbîh ettilerse de, yine tarlasına ve mahsûlüne aldırmaz, onların şerefli sohbetlerini bırakmazlardı. Nihâyet Hâce hazretlerinin emriyle yârândan [eshabından] bir takım kişiler Ebû Saîd’in ekinini biçip döğdüler ve kendisine gönderdiler.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular: Şeyh Ebû Saîd, bu mahsûlün heba olmasıyla, maddî durumu bozulmayacak kadar varlıklı ve zengin biri değildir. Fakat kemâl-i edeb ve hurmet âdeti olduğu için böyle yaptı.

Yine o kitabda yazmışlardır. Şeyh Ebû Saîd vefât edince, Hâce hazretleri buyurdular ki: Hâce Alâeddin Gucdevânî hazretleri vefât ettiği zaman, Hâce Ebû Nasr Pârisâ hazretleri va‘z edip, nasihatleri esnasında buyurdular ki: Hâce Alâeddin bizim komşumuz idi. Biz onların himâye, inâyet, bereket ve himmetlerinde idik. Şimdi onlar civâr-i ilâhîye gittiler, demek ki bundan sonra korkulacak zamandır. Şeyh Ebû Saîd de bizim komşumuz idiler. Ve müstağfirînden idiler. Bir cemâatin içinde istiğfar edenler bulundukça, belâ ve azâbdan uzaktırlar. İstiğfâr, bir kimsenin diliyle estağfirullah demesi değildir. Belki istiğfâr eden şöyle olmalıdır ki, onun bütün sözleri ve işleri mağrifeti mûcib ola. İşte bizim aramızdan giden bu azîz, bu kabilden idi. Allahu teâlâ ona bizim tarafımızdan hayırlı karşılıklar versin! Şeyh Ebû Saîd Şeyhan, 894 (m.1489) senesinde vefât eyledi. Kabri Kefşîr’de Hâce Ubeydullah hazretleri mahallesindedir.

ŞEYH BAHŞİŞ (rahimehullah): Şeyh Ömer Bağıstânî hânedanına müntesib olan dervişlerden olup cezbe ve hâller sâhibi idi. Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular ki, Semerkand’dan Herat’a ilk gittiğim zaman, Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretleri benim kendilerinden ayrılmamı istemezlerdi. O zamanda Hacegân hânedanı ve hem de Şeyh Bahşiş eshabından Semerkand’da bir azîz var idi. O azîz hep, derviş bu dünyada nasıl olmalı, diye düşünür dururdu. Mevlânâ Sadeddin hazretleri o azîzi aracı olarak beni seferden caydırmak için bana gönderdi. O kimse çarşıda bana rastladı. Dedi ki: Sakın Herat’a gitme! Çünkü Mevlânâ Sadeddin hazretleri senin gitmenden çok derdli ve üzgündür, gibi bir çok sözler söyleyip beni bu yolculuğumdan geri bırakmak istedi. Cevabında dedim ki: “O vilâyete gitmek arzusu bende çok kuvvetlidir. Gitmek takarrur etti. Terke mecâl yoktur”. O azîz dedi ki, madem ki, gideceksin, bâri benden bir nasîhat kabûl eyle ki, o nasîhattan büyük rahatlıklara kavuşursun: Büyük gurbete gidiyorsun ve çok isteyerek gidiyorsun. Sana vâcib olsun ki, Şeyh Ömer Bağıstânî hânedanına teveccüh etmeği üzerine lâzım kılasın ve o hânedandan gafil olmayasın. Zirâ ben o hânedan erenlerinden Şeyh Bahşiş’i görmüşüm ve nisbeti onlardan almışım. Onların kemâl-i cezbe ile birlikte şerîatta istikametleri vardır. Bu pek yüksek bir makamdır ve çok nâdir olan şeylerdendir. Bu cem‘iyet, ya‘nî şeriatla birlikte cezbeyi bir arada bulundurmak ancak akviyyaya [çok kuvvetli olanlara] müyesser olur. Ondan sonra şu ruba‘iyi okudu. Ben onlardan dinledim ve ezberledim:

Aşk ile doldu can ile ten,

Sonunda kıldı boş beni benden, Aldı bütün varlığımı dildâr, Hepsi o oldu bir isim kaldı benden.

MEVLÂNÂ TÂCEDDİN DERGAMÎ (rahmetullahi aleyh): Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretlerinin yüksek dedelerindendir. Hâce hazretlerinin annelerinin annesi Mevlânâ Tâceddin hazretlerinin torunlarındandır. Kendi zamanlarının ulusu idiler. Zâhir ve bâtın ilimleri ile süslü, kemâl-i takvâ, fıkıhta vera‘ ile muttasıf ve meşhur idiler. Güzel hâlleri, yüksek kerâmetleri ile bilinmiş idiler.

REŞHA-167: Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri Yâsin sûresi tefsîrinin başlarında âid hâşiyede yazmışlardır ki: Mevlânâ Tâceddin Dergâmî hazretleri tilâvet hususunda buyurmuşlardır ki: Kur’ân-ı kerîmin hak tilâveti, huzûr-i kalb ile okumaktır. Emirlerde haşyet ile devâm, menâhîden [yasaklardan] intihâ [kaçınmak] ile, kıssa ve mesellerde ibret ile, va‘dde ferah ve sürûr ile, vaidde korku ve ağlamak ile. Ya‘nî emirlerle alâkalı olan âyetler geldiğinde emre imtisâl ve haşyet izhar eyleye, nehy olunan umurda [yasak olunan işlerde] sakınmağa kararlı ola, kıssa ve mesel geldikte ibretle bakıp kıssadan hissenin ne olduğunu anlamağa çalışa, lütf ve kerem va‘d olunan [söz verilen] yerlerde, Hak teâlânın lütf ve ihsânı umup mesrûr ola ve azab ve ikab zikr olunduğu yerde korkup ağlamalıdır.

MEVLÂNÂ MUHAMMED BEŞAGARÎ (rahmetulahi aleyh): Beşagar, Semerkand havâlisinde doğu ile kuzey arasında büyük bir köydür. Semerkand’dan on iki fersah uzaktır.

Mevlânâ hazretleri kendi zamanının ulusu olup, zâhir ve bâtın ilimlerinde cihanın teki, hakîkatta ise çok yüksek şân sâhibi idi. Zirâ şerîat-i nebeviyyeye kemâl üzre tâbi olup, sünnet-i seniyye-i Mustafiyyeye devâm üzere olmakla bâtın ilminin kapıları kendisine ardına kadar açılmış, vilâyet erbabının yüksek makamlarında bulunanların hâllerine kavuşmuş idi.

Bahis konumuz Mevlânâ hazretleri Mevlânâ Tâceddin Dergamî’nin akrabasındandır ve Hâce Muhammed Pârisâ (kaddesallahü teâlâ sırreh) kendisini görmüşlerdir. Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretleri buyurdular: Mevlânâ Beşagarî hazretlerinin Mevlânâ Tâceddin Dergamî vâsıtasıyla bize yakınlığı vardır.

HÂCE İBRÂHİM ŞÂŞÎ (rahimehullah): Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretlerinin dayısıdır. Âlim, ârif, fâdıl ve kâmil bir zât idi. Bu tâifenin, mevâcid ve zevklerinden tamam nasîbleri var idi. İbtida-i hâlde Semerkand’da Seyyid Şerîf Cürcânî hazretleri ile beraber olup, Aykü Tîmur medresesinde Seyyid hazretlerinden o zaman okunan ve bilinen ilimleri tahsîl ederdi. Seyyidle birlikte Hâce Alâeddin Attâr hazretlerine mülâzemet [devam] eyleyip, onların yüksek meclis ve sohbetlerinden Nakşibendî nisbetini temîn yolunda istifâde ederdi.

Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular: Dayım Hâce İbrahim benim ebced tahtamın üzerine şu beyti yazmıştı:

Âşıkların bilinmez bir tarafları yoktur,
Her sırrını âşikar eden kişi mes‘uddur.

Ve yine Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular: Bir gün dayım İbrâhim’in bir acayib keyfiyeti var idi. Kabristanda dolaşır, kalbinin derinliklerinden gelen şu beyti okur, ağlardı:

Dostun ayrılığı az sürse de, az değildir,

Gözde bir kıl var ise, insana büyük gelir.

Yine Hâce hazretleri buyurdular: Dayım Hâce İbrâhim’den şu ruba‘iyi ezberlemişim. Zaman zaman bunu okurlardı:

Bir kul ki kendinden mutlak fânî olmaz,

Onun katında tevhîd hiç mütehakkık olmaz, Tevhîd hulûl değildir, o senin yok olmandır, Yoksa, hadi var yürü, elbette kul hak olmaz.

HÂCE İMÂD-ÜL MÜLK (rahmetullahi aleyh): Fâdıl, kâmil, hâl sâhibi, hacı bir aziz idi. Hâce Ubeydullah hazretlerinin enişteleridir. Hâce Ubeydullah Taşkendî hazretleri buyurdular: Hâce İmâd-ül Mülk benim büyük babamı görmek için Taşkend’e gelmişti. Gece bizde kaldı. Gecenin çoğu geçip, hizmetçilerin hepsi yattı. Ben bir oğlanla onların yanlarında oturdum. Ben o kadar küçük idim ki, bu kadar küçük yaşta olup da, bu kadar uyumadan durmak, bu yaşta olan birinden beklenmezdi. Büyük babam ile Hâce İmâd-ül Mülk hazretleri benim bu kadar oturduğuma hayret ederlerdi. Onlar birbirleriyle konuşurlar, ben de dinlerdim. O konuşmalarından hâtırlıyorum. Hâce İmâd-ül Mülk şöyle buyurdular: İstikamet bütün ahvâl ve mevâcidden yeğdir. Nitekim demişlerdir:

Yâ rabbi, bize ver istikamet,

Yüz kerâmet etmez bir istikamet.

Mevlânâ Müsâfir dedikleri Türk meşayıhı silsilesinden bir azîz vardı. Hazreti Hâce Ubeydullah mebâdi-i ahvalde onlarla musâhabet [ahbablık] ederdi. Hâce hazretleri buyurdular: İlk müsâfirlik zamanlarımda bir yıl Mevlânâ Müsâfir ile Şâhruhiyye’de bir hücrede idik. Bir zaman da Mevlânâ Müsâfir, Şaş vilâyetine gelmişti. O anlattı: Şaş vilâyetinde Firket kasabasında idim. Hâce İmâd-ül Mülk bizim yanımıza gelip bizden tarîkat istirham etti. Ben dedim ki, siz önce bir ma‘nevî varlık gösterin, sonra biz tarîkat telkîn edelim ve üç gün size muhlet verelim. Hâce İmâd-ül Mülk’ün üç gün sonra hiç tınmadıklarını gördüm. Ben de oralı olmadım. Hâce Ubeydullah Taşkendî buyurdular: Mevlânâ Müsâfir’e dedim ki, acaba Hâce İmâd-ül Mülk niçin demediler ki, bizim ma‘nevî varlığımız vardır. Mevlânâ Müsâfir dedi ki, ma‘nevî varlık ne gibi bir şeydir. Onun böyle sormasından anladım ki, Mevlânâ Müsafir’in dediği ma‘nevî varlık sözü, bu büyükler dilinde bir ıstılah [kullanılagelen bir deyim] değildir. Dedim ki, ma‘nevî varlık, ma‘nevî varlığa tâlib olmaktır. Mevlânâ hayret edip; “Görür müsünüz ki, bizim sohbetimiz sebebiyle sizden bu gibi sözler meydana geliyor” dedi. Hâce hazretleri bu sözü naklettikten sonra buyurdular: Mevlânâ Müsâfir bilmezdi ki, ben bunları onunla karşılaşıp, konuşmadan önce de bilirdim. Bitti.

Şunu da arz edelim ki, sofiyye (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) ıstılahında [dilinde] vücûd-i ma‘nevî [ma‘nevî varlık] ikinci defa doğmaktan ibârettir. Bu sâlikin tabiatinin âdetinden ve beşerî ahkâmından çıkmasıdır. Nitekim Îsâ aleyhisselâm buyurdular ki: “Bir kimse iki defa doğmadıkça göklerin melekûtuna giremez”. Kim bu şekilde ma‘nevî vücûd ile şereflenirse, elbette bir başkasından tarîkat almasına ihtiyacı kalmaz. İşte ma‘nevî vücûd, burada Hâce hazretlerinin buyurdukları üzere, ikinci vucûdu istemeğe yorumlanmalıdır. Ma‘nevî vucûdu taleb etmenin ma‘nâsı şudur ki, vücûd-i ma‘nevînin şuası sâlikin bâtınına düşmezse, sâlikte taleb [istek] peyda olmaz.

Reşahât sâhibi der ki: O günlerde Taşkend’den Hâce Ubeydullah hazretlerinin amcâzâdelerinden bir pîr-i azîz gelmiş idi. Onların huzurunda bu hikâye zikr olununca, buyurdular: Sonunda Mevlânâ Müsâfir Hâce İmâd- ül Mülk’e tarikat ta‘lîm eylediler ve Hâce hazretleri onların müridlerinden olmuşlardır.

Yine Reşahât sâhibi der ki: Bu silsile azizlerinden birinden işittik. Buyurdular: Buhârâ’da Mevlânâ Müsafir’in halîfelerinden bir pîr gördüm. Dedi ki: Azizimiz Mevlânâ Müsâfir hazretleri elbiseyi temiz tutmada ve diğer şerîat ve tarîkat adablarına riâyette tam bir ihtiyât gösterir ve bu hususta başkasına söz bırakmayacak kadar ihtimam ederdi. Bir gün içimden geçti ki, temiz görünen şeylerde dahi, temizlik hususunda bu kadar ince eleyip sık dokumak nedendir. Fakat bu düşüncemi bırakıp murakabeye vardım, gözlerimi yumdum. O esnâda bana bir gaybet vakı‘ oldu. Bir yolda yürümekte olduğumu gördüm. Mevlâna hazretleri de önümde giderler. Birden yolumuz öyle yüksek ve sarp bir dağa geldi ki, dağın yolu çok dar, sapa ve karanlık idi. Mevlânâ hazretlerini gördüm ki, o yoldan kuş gibi kolaylıkla çıkar gider. Ben enva‘-ı meşakkat ve mihnet ile ayağı kırık karınca gibi, düşe kalka ilerlemeğe çalışırım. Her attığım adımda aşağıya düşüp param parça olacağımı düşünürüm. Bu müşâhedede iken kendime geldim. O anda Mevlânâ hazretleri de murakabeden başını kaldırıp buyurdular: Ey filân! Eğer ben elbiselerin temizliğinde ve diğer işlerde çok ihtiyât eylemesem, bu kadar yüksek bir dağa, böyle dar ve karanlık yoldan kolayca çıkamazdım.

HÂCE ŞİHÂBEDDİN ŞAŞÎ (rahimehullah): Hâce Ubeydullah hazretlerinin babaları tarafından dedeleridir. Kerâmet, hâl ve mevâcid sâhibi idiler. Mecnûn ve meczûblarla çok arkadaşlık ederdi. Bazen ticâret, bazen ziraatle meşgul olurdu. Ticârete gidince, ekseriyâ yalnız yolculuk edip, yoldaş aramazdı. Yoluna yol kesiciler ve eşkıya çıkarsa, yüksek sesle tanıdıkları olan meczûbları bir bir çağırır, onlardan yardım isterdi. Onlar da hemen orada bulunur, haramileri men‘ ve def edip, ona selâmet yolunu açarlardı.

Hâce Şihâbeddin hazretlerinin iki oğlu vardı: Biri Hâce Muhammed, diğeri Hâce Ubeydullah hazretlerinin babası Hâce Mahmud idi.

Derler ki, Hâce Şihâbeddin hazretlerinin vefâtı yaklaştığında, büyük oğulları Hâce Muhammed’e: “Git oğullarını getir de onlarla vedalaşayım” dedi. Hâce Muhammed’in de iki oğlu vardı: Biri Hâce İshak, diğeri Hâce Mes‘ûd idi. Gidip ikisini de getirdi. Hâce Şihâbeddin onları okşayıp buyurdu ki: “Oğlum Muhammed, senin oğulların çok perişanlık çekseler gerektir. Bilhassa Mes‘ûd; Hâce İshak’ın da perişanlığına ve âvâreliğine sebeb olsa gerektir” deyip, onların bazı beğenilmeyen hâllerini beyân eyledi. Sonra Hâce Ubeydullah hazretlerinin babaları Hâce Mahmûd’u çağırıp, buyurdu ki: Sen de oğullarını getir. Hâce hazretleri o zaman pek küçük idiler. Bir beze sarıp Hâce Şihâbeddin’in huzuruna getirdiler. Hâce Şihâbeddin’in gözü Hâceye alır almaz, ızdırap gösterip: “Beni kaldırın” buyurdular. Hâce’yi kaldırdılar. Hâce hazretleri Hâce Ubeydullah’ı kucağına aldılar. Mubârek yüzlerini tamam [bütün] a‘zasına sürüp ağladılar ve buyurdular ki: İşte benim istediğim oğul budur. Yazık ki, bunun zamanında sağ olmasam ve bunun âlemde tasarruflarını görmesem gerektir. Yakındır ki, bu çocuğun nâmı âlemi tutar. Şerîata revac, tarîkata ravnak verir. Cihân padişahları onun fermanına itâat edip, emir ve nehyine boyun eğerler. Bundan zuhûr edecek olan işler, bundan önceki büyük meşâyıhdan dahi zuhûr etmemiştir. Velhâsıl Hâce hazretlerinin baştan sona kadar hayatlarını kısaca bir bir izhâr eylediler.

Yine bir kere yüzlerini Hâce hazretlerinin uzuvlarına sürüp, sonra Hâce Mahmûd’a verdiler ve onlara şöyle vasiyet ettiler: “Benim bu oğlumu iyi gözetin. Terbiyesini gereği gibi eksiksiz yerine getirin”. Sonra Hâce Muhammed’e dönüp buyurdular: Hâtırına gelmesin ki, babam benim oğullarıma o kadar müteveccih olmayıp, Mahmûd’un oğluyla çok alakalandı. Ne yapabiliriz! Senin oğullarını öyle eylemişler, Mahmûd’un oğullarını böyle etmişler. “Bu azîz ve âlim olanın takdîridir”. Ben ne yapayım!

HÂCE MUHAMMED ŞAŞÎ (rahmetullahi aleyh): Hâce Şihâbeddin’in baba bir kardaşı idi. Hâce Ubeydullah hazretleri buyurdular: Hâce Şihâbeddin’in kardeşi Hâce Muhammed de velâyetin zevk ve hâllerinden tamam hisse sâhibi idi. Hâce Şihâbeddin buyurdular ki, kardeşim Hâce Muhammed o memleketin hükümet adamlarından olan Hudâdâd [Allah verdi] Hüseynî isimli kimseden hiçbir şey kabûl etmezdi. Bizimle onun arasında vâsıtaya ihtiyâc yok idi. Birbirimizin muradını mektub ve haberci olmadan bilirdik. Ne zaman ki, Hudâdâd’nın hediyesini kabûl eyleyip onunla görüşmeğe başladı, o görüşmenin uğursuzluğu sebebiyle o hâlimiz kalmadı. Vâsıtaya muhtac olur olduk. Hâlâ birbirimizin hâlini bilmekte mektûb veya haberciye muhtacız.

HÂCE MAHMÛD ŞAŞÎ (rahmetullahi aleyh): Hâce Şihâbeddin’in küçük oğlu ve Hâce Ubeydullah hazretlerinin babalarıdır. Sofiyye tâifesinin zevk ve hâllerinden üzerinde konuşmağa gerek kalmayacak kadar açık nasîbleri var idi. Hâce Ubeydullah hazretleri onların ricası ile Hâcegân tarîkınde çok fâideli bir risâle telif etmişlerdir. Bu muhtasar eser, insanlar yanında meşhûrdur. O risâlenin başında buyuruyorlar ki: Bu risâlenin telifine sebeb odur ki, bu fakîrin babaları (Allahu teâlâ onu ve bizi içindekilerle rızıklandırsın) bu fakîre olan hüsn-i zanları bakımından buyurdular ki: Ehlüllah sözlerinden bizim için bir risâle yaz da, onunla amel etmek, nazar ve istidâlden hâric olan yüksek maksadlara kavuşmağa mucib ve yakînî ve vicdânî ilimlerin elde edilmesini kolaylaştırsın. Nitekim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hazretleri: “Bir kimse bildiği ile amel ederse, Hak sübhânehü ve teâlâ ona bilmediklerini bildirir” buyurdu. Bu fakîre onların emrine uymak vâcib göründü, hazreti rubûbiyet ile edeb bunu icâbettirdiğinden. Zirâ Hak sübhânehü ve teâlânın terbiye eserinin bu fakîre ulaşması, evvelâ babamın sebebiyledir.

Derler ki, Hâce Ubeydullah hazretleri ana rahmine düşmeden önce, Hace Mahmûd hazretlerine kuvvetli bir cezbe gelmişti. Tabi‘ çok zaman çetin riyâzet ve mücâhedelerle meşgul olup her zaman az yemeğe, az uyumağa ve çok susmağa devamla, havas ve avam insanları ile ihtilâtı [beraber olmağı] terki vazîfe bilmiş idi. İşte bu cezbe onda dört ay kaldı. İşte bu cezbe zamanında Hâce hazretleri babalarının sulbünden ana rahmine düşmüşlerdir. Ondan sonra cezbeleri sükûnet bulmuştur.


 



[I] O zaman ma‘nâsı şöyle olur: Hangi hâlde olsan, gayret üzre dur, Kendini ma şukun köyünde [yanında] öldür. Ç.N


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar