Reşahât ayn-ül Hayât 5
İKİNCİ FASIL
Hâce Hazretlerinin önceki ve sonraki meşâyıhdan nakıl buyurdukları hakaik, dekaik ve hikâyeler: Burada
elli iki reşha vardır:
REŞHA-200: Buyurdular: Ehl-i irâdet gayet azdır. Bu vesîle
ile dediler ki, bir şeyh ululardan birine: “Burada mürid çok azdır. Eğer orada
sâdık müridler var ise, bize gönderin” diye haber göndermiş. O da cevabında:
Mürid burada da bulunmaz oldu, ama eğer şeyh isterseniz, istediğiniz kadar
gönderebiliriz.
REŞHA-201: Buyurdular: Mevlânâ Rükneddin Hâfî, fazîlet ve
kemâlât sâhibi tecerrüd ehli âlimlerden idi ve bu tâifeye irâdet-i sâdıkası var
idi. Der idi ki: Bir amelim hâriç hiçbir amelimden ümidli değilim. O amelim şu
idi ki, bir gün Şîrâz meşâyıhı ulularından Şeyh Zeyneddin Alî Kelân hazretleri
sahrada taharetle meşgul idiler. Ben onların istinca taşını, onunla istinca
ederler diye ta‘zîmen yüzüme gözüme sürdüm.
REŞHA-202:Yine mezkûr Mevlânâ’dan nakledip buyurdular: Eğer
bir dervişin [velînin] sûretini [resmini] bir duvara nakş eyleseler [çizseler]
o duvarın yanından edeble geçmelidir.
REŞHA-203: Buyurdular: Şiblî’ye (kuddise sırruh) bu yolun
hevesi doğunca, babası Vâsıt şehrinin hâkimi [vâlisi] idi. Muhammed Hayr elinde
tevbe ve inâbet eyledi. Muhammed Hayr kendisini Cüneyd hazretlerine gönderdi. Keşf-ül
Mahcûb kitabının sâhibi der ki: Muhammed Hayr hazretlerinin onu Cüneyd’e
göndermesi, onu terbiye edemeyeceğinden değil idi. Lâkin Şiblî, Cüneyd
hazretlerinin akrabasından olup, Cüneyd ile edebe riâyet ettiğinden idi. Cüneyd
Şiblî’ye, yedi sene çalış ve kazandığın meblağı, senin hukûmetin [idaren] zamanında,
senden meydana gelen mezâlime [haksızlıklara] ver, diye buyurdu. Ondan sonra
yedi yıl da helâ ve abdesthâne hizmeti emr etti. Eshabının istinca taşlarını
pâk edip, taharet sularını hazırlardı. Ondört yıldan sonra ona tarîkatı talîm
etti ve riyâzet emr eyledi.
REŞHA-204: Buyurdular: Sehil bin Abdullah Tüsterî hazretleri
(kuddise sırruh) uzun zaman çetin riyâzetlere katlanıp, zikre o derece devam
etmiş ve o derece zikirle meşgul olmuştu ki, bir gün beyninden [başından] kan
aktı. Yere damlayan her damla, ALLAH kelimesini yazdı. Bu kadar zikirle
meşguliyetten sonra mürşidi kendisine yâd daşt ile emr
eylemiştir.
REŞHA-205: Reşahât sâhibi der ki: Hâce Hazretlerinden iki
kere işittim. Buyurdular: Hâce Abdülhâlık (kuddise sırruh) hazretlerinin
kelimât-i kudsiyyelerindendir ki buyurmuşlardır:
Şeyhlik kapısın kapa, dostluk
kapısın aç, Halvet kapısın kapa, sohbet kapısını aç.
İkinci defa buyurduklarında Mesnevî’den şu beyitleri de okudular.
Mesnevî:
Hırka dikmek, ilim tahsîl
eylemek, İş ile söz ile olan şeylerdir, Fakr isteyen sohbet etsin ehliyle, El
dilden, dil elden daha beterdir.
REŞHA-206: Buyurdular: Din büyükleri buyurmuşlar ki: “İkindi
namazından sonra bir saat vardır ki, o saâtte en iyi amelle meşgul olmalıdır.
Bazıları, o saatte amelin en iyisi muhasebedir, dediler. Muhasebe gecenin ve
gündüzün vakit ve saatlerini hesab edip, ne kadarı tâatle ne kadarı ma‘siyetle
geçtiğini görmektir. Tâatle geçene şükür, ma‘siyetle geçenden istiğfar
etmelidir. Bazıları da demişlerdir ki, amelin ya‘nî o saatte yapacağı işin en
iyisi, gayret edip öyle bir kimsenin sohbetine erişsin ki, onun sohbetinde
kalbi Hakdan başkasından usanıp ve uzaklaşıp Hakka yaklaşsın ve çekilsin.
Nitekim hakîkat ehli demişlerdir ki; amellerin en iyisi, ona meşgul olmakla,
Hak teâlânın gayrisinden usanıp, Hakka mâil olunandır [yaklaşılandır].
REŞHA-207: Bîgânenin [yabancının, ehli olmayanın] sohbetinin
cem‘iyyetin gevşemesi ve dağılmasına sebeb olacağı hakkında buyurdular ki: Bir
gün Şeyh Ebû Yezîd hazretlerinin (kuddise sırruh) safa-ı vakitlerine [gönül
açıklığına] bir gevşeklik gelmiş. Buyurmuş ki: Bir bakın, meclisimize bir
yabancı gelmiş olsa gerek. Bu fütûrun [gevşekliğin] sebebi odur. İyice
araştırmışlar ve sonra, yabancı yoktur, demişler. Şeyh buyurmuşlar: Bastonların
bulunduğu yeri yoklayın. Yoklamışlar. Bir yabancı asâ [baston] bulup yabana
atmışlar. O anda inkıbazları inbisat ve tefrikaları cem‘iyyet hâlini almıştır.
Yine
buyurdular: Hâce Ahmed Yesevî hazretlerine de bir fütûr vâkı‘ olmuş. “Bu
sohbette yabancı vardır. Zirâ bizim tutunduğumuz nisbet ve keyfiyetimiz onun
sebebiyle yok olmuştur” dediler. İyice araştırdıktan sonra saff-i ni‘alde
[ayakkabılıkta] bir yabancı ayakkabı bulup dışarı atmışlar. Hemen cem‘iyyet ve
safâları zâhir olup, o tefrika ve bulanıklık kalkmıştır.
Reşahât
sâhibi der ki: Bazı büyükler anlattılar: Bir kere eshabdan biri bir yabancının
[o tarikte olmayanın] kaftanını giymiş. Sabahleyin sohbet olacağı zaman, Hâce
hazretlerinin meclisine gelmiş. Biraz sonra Hâce buyurmuşlar ki: Bu mecliste
yabancı kokusu var. Sonra o azize, bu koku senden geliyor, yoksa yabancı
elbisesi mi giymişsin demişler, O aziz kalkıp, meclisten dışarı çıkmış,
arkasından o kaftanı çıkarıp, biraz uzak bir yere koymuş ve meclise gelmiş.
REŞHA-208: Buyurdular: İnsanların amelleri ve ahlâklarıyla,
cemâdâtın [cansız maddelerin] etkilendiği tahkik ehli katında bilinen bir
gerçektir. Şeyh Muhyiddin-i Arabi (kuddise sırruh) bu hususta çok şeyler
yazmıştır. Cemâdâtın tesiri de o derecedir ki, bir kimse en faziletli ibâdet
olan namazı, bir takım kimselerin ahlakında ve kötü amellerinden etkilenmiş
olan bir yerde kılsa, o namazın değeri, böyle olmayan iyi bir yerde kılınmış
olan namazla eşdeğer olmayıp daha az ve düşük olur. Bu sebebdendir ki, Mescid-i
Haram’da kılınan iki rek‘at namaz, başka yerde kılınan namazlardan nice kat
üstündür.
REŞHA-209: Buyurdular: Bu nisbete tâlib olanlar, Hazreti
Azîzân’ın (kuddise sırruh) şu ruba‘isi ile amel etmelidirler.
Kiminle oturup da cem‘
olmadıysa kalbin, Dünyâ düşüncesini atmadıysan gönlünden, Öylesi sohbetinden
uzaklaşmazsan eğer, Mahrûm kalırsın azizân ruhları mededinden.
REŞHA-210: Buyurdular: Şeyh Ebû Tâlib Mekkî (kaddesallahü
teâlâ sırreh) buyuruyor: Gayret et ki, Hak teâlâdan gayri muradın kalmasın! Bu
maksadın hâsıl olursa, işin tamam olur. Buna rağmen ahvâl, mevâcid ve kerâmât
zâhir olmazsa, üzülmeğe lüzûm yoktur.
REŞHA-211: Buyurdular: Tevhîd, bu zamanda şöyle olmuştur ki,
insanlar çarşılara gidip güzel yüzleri görüp, biz Hak teâlânın hüsn ü cemâlini
seyr ediyoruz, derler. Böyle düşünmekten ve böyle söylemekten Allahu teâlâya
sığınırız. Sonra buyurdular ki: Seyyid Kasım Tebrîzî bu vilâyete gelmişler idi.
Müridlerinden bir takımı çarşılarda, pazarlarda gezip, tüyü bitmemiş genç
oğlanlara bakıp: “Biz güzel sûretlerde Hakkın cemâlini müşâhede ederiz”
derlerdi. Bazen Seyyid hazretleri onlar hakkında: “Bizim bu hınzırlar
[domuzlar] nereye gitmişlerdir” derdi. Bu sözden şu anlaşılıyor ki, o takım
kimseler, Seyyid hazretlerinin nazarında domuz şeklinde görünürlerdi.
REŞHA-212: Tarîkat meşâyıhı (kaddesallahü teâlâ ervahahum)
kendi ıstılahlarında [husûsî dillerinde] şâhid ve meftunu biş-şâhid
ifâdelerini kullanırlar. Bazıları bunları zâhire haml edip yanlış ma‘nâlar
vermişler ve demişlerdir: Şâhidden murad [kalb ile görme değil] sûrî
şâhiddir [göz ile görmedir]. Meftunu bişşâhidden murad, mezâhir-i
cemileye [güzel yüzlere, görüntülere] gönül bağlamış olanlardır. Bu sözleri
söyledikten sonra Hâce hazretleri buyurdular ki, bu çok tehlûkeli bir
nisbettir, nefsin bunda dahli vardır. Ululardan birisi buyurmuştur ki: Tutalım
ki, sûrî şâhidin müşâhedesinde [gördüğü şeyin seyrinde] nefsin hiç hazzı ve
dahli kalmamış olsun. Ama rûhânî haz devam etmektedir. Onu inkâra mecâl yoktur.
Sâlike, zulmanî perde olan nefsin lezzetlerinden geçmek nasıl vâcib ve mühim
ise, nûrânî perde olan rûhanî hazlardan geçmek de, onun gibi lâzım ve mühimdir.
REŞHA-213: Buyurdular: Tarîkat uluları (kaddesallahü teâlâ
ervahahum) demişlerdir: Bir kimsenin senin hakkında dile aldığı aşağılama ve
ayıblamalar için, bilmek gerektir ki, o sıfatlar sende var mıdır? Eğer sana
hınzır, köpek ve benzeri sözler söylerse, yakînen bilesin ki, sende o
sıfatlardan bir şeyler vardır. Zira insan nüsha-i câmi‘adır. Onda melekî
sıfatlar bulunduğu gibi, hayvanî, hatta yırtıcı hayvanların sıfatları da
mevcûddur. Ululardan biri Seyyidüt-tâife Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin
huzurunda otururken Şiblî hazretleri içeri girmiş. O azîz Cüneyd’in huzurunda
Şiblî’yi çok medh eylemiş. Sözünü tamam ettikten sonra Cüneyd hazretleri
buyurmuşlar ki: Bu kadar ta‘rîf ettiğiniz, anlattığınız hep bir hınzır [domuz]
hakkında mıdır? O azîz, Şiblî hazretlerine hınzır dedirtmeğe sebeb olduğundan
çok üzülmüş, ama Şiblî’nin zâhirinde ve bâtınında o sözden asla bir kerahat
zuhûr etmedi ve simâsında da en ufak bir değişiklik sezilmedi.
REŞHA-214: Buyurdular: Dervişlik, Herî Pîri’nin (kuddise
sırruh) buyurduklarıdır: Dervişlik, elenmiş biraz toprak olup üzerine biraz su
serpilmiş olmaktır. Ne basıldığı zaman ayak incinsin, ne de tozu kalkıp ayağı
kirletsin. Ama dervişliğin hulâsası odur ki, herkesin yükünü çeksin, ama ne
sûret, ne de ma‘nâda kimseye yük olmasın!
REŞHA-215: Buyurdular: Allahu teâlânın belâlarına sabr edici,
belki şükr edici olmalıdır. Zirâ Allahu teâlânın birbirinden zor, ağır belâları
çoktur. Ondan sonra buyurdular ki: Mevlânâ Nizâmeddin (aleyhirrahme) hazretleri
derlerdi ki, sırtları birbirine bitişik olan iki ikiz kardeşler vardı.
Büyüdükleri zaman, dâima şükr etmek dillerinden eksik olmazdı. Birisi onlara,
böyle bir belâya mübtelâ olmuş iken, bu kadar şükr etmeniz nedendir, demiş.
Cevabında demişler ki: Biz, Hak teâlânın bundan daha zor belâları olduğunu
biliriz ve bundan daha büyük bir belâya tutulmaktan korkarız. Onun için bizde
olana şükr ederiz. Bir zaman sonra onlardan biri vefât etti. Öbürü dedi ki,
işte o çok zor belâ geldi. Şimdi eğer bu ölüyü benden keserlerse, ben de
ölürüm, kesmezlerse dâima bir ölüyü, çürüyüp yok oluncaya kadar, yanımda
taşımak mecbûriyetindeyim.
REŞHA-216: Buyurdular: Şeyh Ebû Yezîd (kuddise sırruh)
hazretleri demişler ki, otuz senedir Hak teâlâ ile konuşurum. Ona söylerim,
Ondan dinlerim. İnsanlar kendileri ile konuştuğumu sanırlar. Bu sözün ma‘nâsı,
mazhardan [aynadan, ya‘nî insandan] zâhir olan, ondan değildir, demektir.
REŞHA-217: Buyurdular: Hâce Behâeddin Nakşibend (kuddise
sırruh) hazretleri buyurdular ki, Mekke’de iki kişi gördüm. Birinin himmeti çok
yüksek, diğerininki çok düşük idi. Himmeti düşük olan o idi ki, Beytullah’ın
kapısının halkasına yapışıp, öyle kıymetli yerde ve öyle azîz vakitte, Hak
teâlâdan başka şeyler isterdi. Himmeti yüksek olan ise, Minâ çarşısında bir
genç idi. Tahmînen elli bin liralık alış veriş içinde olduğu hâlde, kalbi bir
an Allahu teâlâdan gafil değil idi. O gencin gayretinden yüreğim kanla doldu.
REŞHA-218: Buyurdular: Ebû Yezîd (kuddise sırruh) hazretleri
yolda giderken, önüne ıslanmış bir köpek çıktı. Eteklerini toplayıp köpekten
sakındı. Köpek açık bir dille söze gelip: “Eğer eteğin bana değseydi, bir
miktar su ile temzilenirdi. Ama şimdi, eteğini toplayıp ve kendini benden temiz
gördün, hangi sular seni yıkar da temizler” dedi.
REŞHA-219: Bir kimse Hâce hazretlerinin meclis-i
şeriflerinde, murakabe yapanlar gibi, başını yakasının içine çekmiş idi.
Kendini murâkıb ve meşgul sûretinde göstermiş idi. Hâce hazretleri onun bu
vaziyetini görüp kızdılar ve buyurdular: Bir kimse Mevlânâ Nizâmeddin
hazretlerinin sohbetinde başını aşağı salmış idi. Buyurdular ki, başını yukarı
kaldır. Daha seni dumanı tüter görüyorum. Senin murâkabe ile ne münâsebetin
vardır. Sen nice yıllar istinca taşlarını hazırlayıp helâlardan necâset
temizlemen lâzımdır ki, söz söylenmeğe lâyık olasın. Şu hâlinle murâkabe
nerede, sen nerede!
REŞHA-220: Bir zaman Hâce hazretleri bir dervişe Horasan’a
gitmeğe izin verip buyurdular ki: Ben Hâce Alâeddin Gucdevânî hazretlerinden
ayrıldığım zaman dediler ki, yolda giderken kendin ile sözleş ki, filân yere
kadar kendi nisbetimden gafil olmayayım. O işaret ettiğin yere vardığında, bir
yeri daha nişan edip, oraya kadar yine kendini gafil kılmayasın. Bu uslûb
üzere, yer yer, menzil menzil nisbetini muhâfaza edip gidesin. Sana meleke
hasıl oluncaya kadar devâm edesin.
REŞHA-221: Buyurdular: Seyyidüt-tâife Cüneyd-i Bağdâdî
(kuddise sırruh) hazretlerinden bildirilir. Sâdık mürid demek, sol omuzunda
günahlarını yazmakla vazîfelendirilmiş melek, yirmi sene müddetle yazacak bir
şey bulmaya! Bu sözün ma‘nâsı, mürid ma‘sumdur. Bu kadar zaman zarfında ondan
hiç günâh sâdır olmaz demek değildir. Bunun ma‘nâsı odur ki, sol omuzundaki
melek günâhı yazmağa başlamadan, onun tedâriki ile meşgul olup, afv ve mağrifet
sebeblerinden birine baş vurarak onu giderir.
REŞHA-222: Buyurdular: Hâce Abdülhâlık Gucdevânî (kuddise
sırruh) hazretleri buyurmuşlardır ki, insanlara yük olmaktan kurtulmak lâzım.
Bu da ancak çalışıp halâl kazanmakla mümkün olur. Hâcegân tarikatında: “El
işte, gönül dostta” sözü meşhûrdur. Ya‘nî Hakkı tâlib olanın eli işte, gönlü
yârda olmak gerektir.
REŞHA-223: Buyurdular: Hâce Muhammed Alî Hakîm Tirmizî
hazretleri buyurmuşlar ki: Gönül zindeliğinin [kalb diriliğinin] mertebeleri
vardır. Gönül zindeliği iktisadsız hâsıl olmaz. İktisad, uykuda ve uyanıklıkta
devamlı zikre derler. Uykuda iken zikir, rüyâsında, zikr ettiğini görmektir.
Rüyâda ettiği zikri, Şeyh Muhyiddin İbni Arabî hazretleri ve tarikat
meşâyıhından bazıları terakkî sebebi tutmamışlardır. Zira terakki ilimle
yapılan amele bağlıdır. Kişinin kendini rüyâda zikirle meşgul görmesi bu
kabilden değildir.
REŞHA-224: Buyurdular: Hâce Muhammed Pârisâ (kuddise sırruh)
buyurmuşlar ki, zikre devam o dereceye gelir ki, zikrin hakîkati, gönlün
hakikati ile beraber olur. Bu sözün ma‘nâsı şu olabilir: Zikrin hakîkati ses ve
harfden münezzeh bir emrdir [şeydir]. Gönül cevheri de, nasıl ve nicelik
şâibesi taşımayan bir müdrike latîfesinden ibârettir. İşte çok meşgul olmakla,
kalb latîfesinin o harf ve sesten münezzeh olan emr ile aralarında birlik hâsıl
olup, ittihad peyda ederler. O hâlde olan zâkir [zikr eden] mezkûrûn istilâ ve
galebesi bakımından kalb ile zikrin hakîkati arasını temyîz edemez [ayıramaz]
olur. Zirâ onun kalbinin mezkûre [zikr olunana, Allahu teâlâya] irtibatı, ona
mezkûrdan başkasının sığmayacağı bir hâle gelir. Zikir ile kalb de mezkûrda
fark edilmez olur.
REŞHA-225: Buyurdular: Bir gün Mevlânâ Nizâmeddin Hâmuş
(kuddise sırruh) hazretlerine geldim. Mevlânâ hazretleri bir takım mollalarla
ilmî konularda mubâhese ediyorlardı. Ben sustum, dinledim. Münâkaşa bitince,
Mevlânâ, fakîre dönüp buyurdular ki: Sükut mü, yoksa konuşup cevab vermek mi
iyidir? Arkadan hemen kendileri buyurdular. Bakarız; eğer o kimse kendinin
varlığından kurtulduysa, ne yapsa zararı yoktur. Eğer varlık kaydına tutulmuş
ise [ben diyorsa], yaptığı her şey zarardır. Hâce hazretleri buyurdular: “Ben
Mevlânâ Nizâmeddin hazretlerinden bundan iyi söz işitmedim”.
REŞHA-226: Buyurdular: Yine Mevlânâ Nizâmeddin hazretleri
derlerdi ki: Şerîat, tarîkat ve hakîkati her şeyde beyân etmek kâbildir. Meselâ
hakkında yasaklık bildirilen yalan söylemeği alalım: Eğer bir kimse istikamet
üzere çalışıp çabalayıp, yalanı diline almasa, öyle ki ihtiyâri veya gayr-i
ihtiyâri dilinden yalan sâdır olmasa, bu şerîattir. Lâkin bu mertebe ele
geçtikten sonra, içinde hâlâ yalan söylemek isteği kalmış olabilir. Eğer
çalışır, gayret eder ve içindeki bu yalan söyleme isteğini de atarsa, bu
tarîkattir. Eğer ihtiyâri ve gayr-i ihtiyâri dilinden ve gönlünden yalan
söylemek gelmezse, hakikattir. Hâce Ubeydullah hazretleri Mevlânâ’nın bu sözünü
gayet çok nakleder ve çok beğenirlerdi.
REŞHA-227: Buyurdular: Hâce Behâeddin Nakşibend (kaddesalahü
teâlâ sırreh) hazretleri buyurmuşlardır ki: Cezbe hâlimin ilk sıralarında bana
dediler ki, bu yola niçin girmek istersin? “Şu şartla ki, her ne dersem ve her
ne dilersem o olsun!” dedim. Hitab geldi ki: “Biz ne dersek ve ne istersek o
olur, öyle olur”. Ben buna dayanamam, dedim. On beş gün beni bana verdiler.
hâllerim harab oldu. Tamamen kurudum. Nerede ise ümidimi yitiriyordum. Hitab
geldi ki, senin dediğin olsun. Hâce hazretleri buyurdular ki, Hâce Behâeddin
Nakşibend hazretlerinin Makamât’ında ancak bu kadar yazılmıştır. Amma
Ya‘kub-i Çerhî hazretleri (kuddise sırruh) anlatırlardı. Hitab gelip: “Senin dediğin
olsun” buyurulduğunda, ben: “Ben bir tarîkat istedim ki, elbette kavuşturucu
olsun” dediler.
REŞHA-228: Bir gün Hâce Ubeydullah hazretleri eshabından bir
grup kimselerden râhatsız olup buyurdular: Siz bu tarîkin yükünü çekemezsiniz.
Bu yol çok incedir. Bir kimsenin kendi muradından geçip başkasının muradı üzere
olması büyük iştir. Siz bu işin eri değilsiniz. Ben size şimdi desem ki, gidin
domuz güdün ve puta tapın, hemen benim küfrüme hükm edersiniz. Bu iş sizin
işiniz değildir. Ondan sonra buyurdular ki: Hâce Behâeddin Nakşibend
(kaddesallahü teâlâ sırreh) hazretlerinin müsâfirhânesinde, Hâce hazretlerinin
hizmetinde bulunan mevâliden iki kişi, îman husûsunda bahis [münâkaşa]
eylemişler. Konuşmaları çok uzamış. Hâce hazretleri bunların konuşmalarını işitip
yanlarına gelmiş ve buyurmuşlar: “Eğer bizim ile sohbet muradınız ise, îmandan
geçmelisiniz”. O kişiler bu sözden pek alınmışlar. Ve bu sözün sırrı ve hikmeti
anlaşılıncaya kadar, uzun zaman sıkıntıda kalmışlar.
REŞHA-229: Yine bir gün Hâce hazretleri birine hitab edip
buyurdular: Eğer Hâce Behâeddin Nakşibend hazretlerinin sohbetinde sana bir
nisbet hâsıl olmuş olsa, ve sonra bir başka ulunun da sohbetine gitsen ve orada
da aynı nisbet ve hâl ile hallensen, Hâce Behâeddin hazretlerini terk eder misin,
etmez misin? Ondan sonra buyurdular ki: O nisbeti nerden elde edersen et, sana
lâzım olan onu tamamen Hâce Behâeddin hazretlerinden bilmektir. Buna şâhid
olarak buyurdular ki, Kutbuddin Haydar’ın müridlerinden biri, Şeyh Şihâbeddin
Sühreverdî’nin (kuddise sırruh) hânekâhına gelmiş. Gayet aç imiş. Yüzünü kendi
pîrinin köyüne çevirip: “Şey’en lillah, yâ kutub Haydar” [Allah için bir şey
ver, ey kutub Haydar!] demiş. Şeyh Şihâbeddin hazretleri onun bu hâlinden
haberdâr olup, hizmetçiye buyurmuşlar: “Onun önüne yemek götür”. Götürmüş.
Derviş yemeği yedikten sonra, yüzünü pîrinin köyü tarafına çevirip: “Şey’en
lillah Kutbuddin Haydar! Hiçbir yerde bizi mahrum bırakmazsın” demiş. Hizmetçi
Şeyh hazretlerinin yanına varınca, Şeyh hazretleri, hizmetçiye o dervişi nasıl
buldun, demişler. Hizmetçi cevabında demiş ki: Câhil mi câhil! Bir şey bilmez.
Ancak sizin yemeğinizi yer, Kutbuddin Haydar’a şükr eyler. Hâce hazretleri
buyururlar ki: Müridliği ondan öğrenmeli. Zâhirde ve bâtında, nereden bir fayda
görse, kendi şeyhinden biliyor. Ve muâmelesi her yerde pîriyle oluyor.
REŞHA-230: Mürid-i sâdık, kendi şeyhinden kâmil [olgun,
üstün] bir şeyh bulursa, kâmil şeyhinden kesilip, ekmel [daha üstün] olan şeyhe
irâdet getirmek câiz olması hasebiyle buyurdular. Şeyh Ebû Osman Hayrî
(kaddesallahü teâlâ sırreh) demişler ki, ilk zamanlar hep hâtırımda şu vardı
ki, bu tâifenin mevâcid ve zevklerinden nasîb alalım. Bu düşüncelerle bir gün
Şeyh Yahya bin Muaz-ı Râzî hazretlerinin va‘z meclisine geldim. İçim rahatladı.
Mülâzemetlerine [devamlı sohbetlerine gelmeğe] başladım. Ondan sonra Şah Şuca‘
Kirmânî hazretlerinin sohbetlerine eriştim. Gözleri bana alır almaz, beni
meclislerinden reddettiler. Ve buyurdular ki: “Bu recâ [ümid] ehlidir, bunun
elinden iş gelmez”. Ben ise, içimden, ölsem de bu kapıdan ayrılmam dedim. Bir
müddet sonra meclislerine girmeme izin verdiler. Bir zaman devâm eyledim. O
esnâda Şâh Şuca‘ hazretleri, Şeyh Ebû Hafs Haddâd hazretlerini ziyârete azîmet
ettiler. Ben de beraberlerinde gittim. Ebû Hafs hazretlerine kavuştuğumda,
tamamen beni benden aldılar. Şâh Şuca‘ hazretlerine ben burada kalmak istiyorum
diyemedim. Gidilecek zaman olduğunda Şeyh Ebû Hafs hazretleri Şâh Şuca‘
hazretlerine: “Bu genç Hayrî’yi burada bırak” dediler. Onlar da beni bırakıp
gittiler. Ve benim işim Şeyh Ebû Hafs hizmetinde tamam oldu.
REŞHA-231: Buyurdular: Din büyüklerinden biri bir mescidin
kapısına geldi. Şeytanı gördü; sersem bir vaziyette mescidden dışarı kaçıyordu.
O büyük zât mescidin içine baktı. Mescidde namaz kılan birisini gördü. Yanında
da biri yaslanmış uyur. Şeytana, ey mel‘ûn, buraya ne iş için gelmiş idin, diye
sordu. Şeytan, vesvese ile şu namaz kılanın namazını ifsâd edeyim istedim, ama
o uyuyan adamın heybet ve vakarı bana mâni‘ oldu. Onun korkusundan dışarı
kaçtım, dedi.
REŞHA-232: Buyurdular: Seyyid Kasım Tebrizî hazretleri
anlattılar: Bir gün Mevlânâ Zeyneddin Ebû Bekr-i Taybâdî’nin meclisinde
oturuyordum. O asır azîzlerinden birinin bir müridi de o mecliste bulunuyordu.
Mevlânâ hazretleri ona: “Şeyhini mi çok seversin, yoksa İmam-ı A‘zam Ebû Hanîfe
hazretlerini mi?” Diye sordu. O kimse, şeyhimi daha çok severim, dedi. Mevlânâ
hazretleri bu sözden çok kızdı. O kadar kızdı ki, nihâyet o müride, köpek diye
hitab etti. O kadar canları sıkıldı ki, kalkıp evine geçti. Ben de orada oturur
hâlde kaldım. Biraz sonra Mevlânâ hazretleri dışarı çıktı ve bana: “O kimseye
kızdık. Yüzüne ağır sözler söyledik. Gel, gidelim, özür dileyelim” dedi.
Mevlânâ hazretleri ile beraber gittik. Yolda o adama rastladık. O da “ben de
sizden özür dilemek için geliyordum. İsterim ki, sözümün maksadını size arz
edeyim”, dedi. “Böyle söylemekten maksadım, şu idi ki, bunca yıllardır, İmam
hazretlerinin mezhebindeyim, ama kötü sıfatlarımın hiçbirinden kurtulamadım.
Birkaç gündür bu azîze mülâzemet eylerim. Bütün yaramaz sıfatlarımı onun güzel
himmetiyle bertaraf ettim. Eğer böyle bir kimseyi İmam-ı A‘zamdan ziyâde
seversem, mâni‘ nedir? Eğer kitablarda, böyle bir muhabbet için, kötüdür,
bundan sakınmalıdır diye varsa, isbât eyleyin, ben de rücu‘ edeyim.” Mevlânâ o
müridden özür ileyip, ona çok ihsanlarda bulundu.
REŞHA-233: Buyurdular: Bir gün Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî ile
Şeyh Behâeddin Ömer hazretlerine gidiyorduk. Yolda giderken Mevlânâ Sadeddin
hazretleri dediler ki: Bir kutub ele geçse de, bâtınımızda tasarruf edip, bizi
bizliğimizden [nefsimizden] kurtarsa! Ve bunun gibi daha çok sözler söyledi.
Şeyh hazretlerinin huzûrlarında varıp oturduğumuzda, Şeyh hazretleri Mevlânâ
Sadeddin’e dönüp dediler ki: Kutbun tasarrufunu neylersin! Bu tâifenin bundan
ziyâde tasarrufları olmaz ki, tâlibin istidadına âriz olan perde ve engeller
bunların şerefli sohbetlerinin tesiriyle kalkar. Mâni‘ler, perdeler kalkınca da
o istidât ilâhî mevhibeleri kabul eder. Sâlik de maksudu olan şeyi kendi
istidadında zâhir ve hâzır bulur.
Hâce
hazretleri buyurdular ki, Şeyh Behâeddin Ömer hazretleri Mevlânâ Sadeddin’in
maksudunu duymadılar. Onun kasd ettiği başka şey idi. Hâcegân (kaddesallahü
teâlâ ervahahum) tarîkatında öyle bir tasarruf olur ki, kalbden bir tâlibin
bâtınına müteveccih olurlar ve bu teveccüh yolundan tâlibin bâtınını kendi
bâtınlarına çekerler. O çekilme ve muhabbet sebebiyle tâlibin kalbi onların
kalbi ile birleşir ve bu ittihad [birleşme] hasıl olduktan sonra, onların
kalblerinden tâlibin bâtınına, in‘ikâs yoluyla bir şua düşer. Bu ise, teveccüh
eden mürşidin istidadından husûle gelen bir sıfattır. Lâkin in‘ikâs [aksetme]
yoluyla müridin istidadı aynasında zâhir olmuştur. Tâlib, bu kadar kemâlâtı
kendi istidadından taleb etmek olmaz. Eğer bu irtibat hep devam ederse, in‘ikâs
yoluyla hâsıl olan şey, devamlılık kazanır.
Mevlânâ
Sadeddin hazretlerinin istediği bu idi ki, kendi istidadının dışında olanı elde
ede. Muradı, istidadında olanın zuhuru değil idi.
REŞHA-234: Reşahât sâhibi der ki: Bazı hakîkat ehli
demişlerdir ki, hâricî vücûd ile var olan a‘yân-ı sâbiteden her biri, bir isme
mazhar [ayna] olur. Bilhassa melekler; ki onların merce‘i o mazhar oldukları
isimdir. Huzûr ve lezzetleri o isimdendir. O isimden başka bir isme geçmeleri,
asla mümkün değildir. “Melekler derler ki, bizim her birimiz için bilinen
bir makam vardır” [37-164] âyet-i kerîmesi bunu bildirmektedir. Ama insan
böyle değildir. Zirâ zulum ve cehâlet zulmetini [karanlığını] kendinde görünce,
kendi özelliği, kimliği ve insanî yapısından yüz çevirip, o özellik ve
insanlığın ötesinde, tam bir teveccüh ile bir şeye de müteveccih oldu. İşte bu
sebebden beşerî istidâd ve insânî ta‘ayyun dâiresinin dışında bulunan emâneti
yüklendi ve nihâyetsiz ilâhî emre erişti.
REŞHA-235: Buyurdular: Bahr-ül Hakaik sahibi Necmeddin
Dâye (aleyhirrahme) der ki: Ah, çok yazık! Hiç kimse evliyâ sohbetinin kadrini
bilemedi ve bilmek dahi istemedi.
REŞHA-236: Buyurdular: Şeyh Ebûl-Kasım Kürgânî (kuddise
sırruh) demişlerdir ki; öyle bir kimse ile beraber otur ki, senin bütün
varlığın o olsun. Veyâ onun bütün varlığı sen olasın. Ya da ikiniz de Hak
sübhânehû ve teâlâda yok [fânî] olup, sen de, o da kalmayasınız.
REŞHA-237: Hâce hazretlerinin meclisinde, birinin içinden:
“Ne olurdu, Hâce hazretleri bizim bâtınımızda tasarruf etseydi” geçti. Hâce
hazretleri içinden geçeni bilip buyurdular: Tam tasarruf, benim sen, yahud
senin ben olduğumuz zaman olur. Sonra Herât Pîri’nin şu sözünü dile getirdiler:
Abdullah taşralı bir adam idi, Hakîkattan hiç haberi yok idi,
Birgün âb-ı hayat peşine düştü, Bu yolda Harkanî’nin eline düştü,
Âb-ı hayat çeşmesin onda buldu,
O kadar
içti, kendi de, Harkanî de yok oldu.
REŞHA-238: Buyurdular: Şeyh Ebû Saîd Ebûl Hayr hazretlerinden
menkuldür: Tarîkat meşâyıhından yedi yüz kişi tasavvufun mahiyeti [ne olduğu hakkında]
söz söylediler. Söyledikleri bütün sözlerin özü ve en iyisi şudur: “Tasavvuf,
vakti en önemli olan şeye harcamaktır.”
REŞHA-239: Buyurdular: Şeyh Ebussuûd (rahimehullah) eshabına
der imiş ki: Benim huzûruma kadîd [kurumuş] et ile değil, cedîd [taze] et ile
gelin. Şeyh Muhyiddin İbni Arabî buyurdular ki, Şeyh Ebussuûd’un bu sözünden
maksadı, eshabına himmet öğretmek idi. Ya‘nî benim önüme halkın hakaik ve
eskimiş sırları ile gelmeyin, sizin tabîatinizden doğan ve gönlünüzden zuhûr
eden ma‘nâlar ve hakîkatlar ile gelin demektir.
REŞHA-240: Buyurdular: Seyyid-üt tâife Cüneyd (kuddise
sırruh) sözü kapalı söyler, sırrı ifşâ etmezdi. Bir gün gayr-i ihtiyâri
ma‘rîfetten konuşmağa başlamışlar ve görmüşler ki, mecliste bulunanlar bu
sözleri anlamak istidadında değiller. Buyurmuşlar ki: Araştırın, etrafa bakın!
Herhalde etrafta ve yakınlarda bir kimse vardır ki, onun istidad ve kabiliyeti
bu hakaiki [hakikattan bahsettiğimiz bu derin ma‘nâlı sözleri] cezb edip bizi
gayr-i ihtiyâri söyletmiş ola. İyice araştırdıktan, soruşturduktan sonra
Hüseyin bin Mansûr Hallâc’ı bir köşede, başını cübbesi yakasına çekmiş oturur
bulmuşlar. Şeyh hazretleri onun yanında, hiçbir zaman meârif ve hakaikten
bahsetmezlermiş. Zirâ onun sırrı ifşâ edecekleri kendilerine bildirilmiş idi.
Cüneyd hazretleri, emr etmişler. Hüseyin Mansûr’u meclisten çıkarmışlar.
REŞHA-241: Buyurdular: Mevlânâ Nizâmeddin Hâmuş hazretleri
derlerdi ki: Şeyhlik, kişinin kendini, müridlerin nazarında kendi cemâlini
güzelleştirmeğe gücü yetmektir. Zirâ şeyh müride cemâlle görünmezse, müridin
muhabbet cihetinden murada [büyük mürşide] râbıtası ve alâkası kuvvetli olmaz.
Ve cezbe ve tasarruf sebebi ise, hep bu râbıtanın husûlüdür. Bu mes’eleyi
aklımızın tedbiri ile biliriz. Fakat her zaman kendimizi güzel göstermeyi
zorlayarak yapmağa kadir değiliz. Böylece halkın akîde ve muhabbetine de fütûr
gelmemiş oluyor. Sakal taramak, tülbend bağlamak ve benzerleri zâhirî terbiye
ile alakalı olup, bu yüzden sünnet olmuştur.
REŞHA-242: Buyurdular: Mevlânâ Ya‘kub-i Çerhî hazretleri
buyurdular ki: Medîne’de bir şeyh gördüm. Onun mezhebi [yolu, usûlü], tâlibin
işinin ileriye gitmesi elbette şeyhe bağlı olmak idi. Ona dedim ki, âyet-i
kerîmede: “Bugün size dininizi ikmâl eyledim. Üzerinize ni‘metimi tamamladım
ve sizin için din olarak islâmı beğendim” [Mâide-3] buyuruldu.
Bundan alışılıyor ki: Kitâb ve sünnet ile amel kâfidir. Kişinin zâhirde bir
pîr-i muktezâsı lâzım değildir. O şeyh cevabda tıkandı kaldı. Bu sözü Hâce
Behâeddin Nakşibend (kuddise sırruh) hazretlerine arz eyledim. Hâce hazretleri
beğenip kabûl buyurdular.
REŞHA-243: Bir gün sâdâta [seyyidlere] ta‘zîm ve tevkîr
husûsunda buyurdular: Seyyidlerin bulunduğu bir diyarda bulunmak istemem. Zirâ
Resûlullah’a (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) intisabla [soy bakımından bağlı
olmakla] onların ululuğu ve şerefinin haddi yoktur. Ben onların ta‘zîm ve
hürmetlerini hakkıyla yerine getirmekten, korkarım. Sonra şâhid [delil, isbât]
için buyurdular ki: İmam-ı A‘zam (radıyallahü teâlâ anh) ders verirken, bir çok
defa kalkıp yine oturdular. Ama kimse sebebini bilememişti. Nihayet
talebesinden biri hazreti İmam’dan sebebini suâl etti. Buyurdular ki:
Seyyidlerin evlâdından birkaç çocuk, medresenin avlusunda oyun oynuyorlardı. Ne
zaman medresenin kapısının önüne gelirler ve gözüm onlara alırdı, gayr-i
ihtiyâri hurmet için kalkardım.
REŞHA-244: Buyurdular: Bir gün Semerkand ulularından birine
dedim ki, bir kimse rüyâda, Hak teâlâ hazretlerini ölmüş görse, ta‘bîri nedir?
Dedi ki: Ululardan bazıları demişler ki, eğer bir kimse rüyâda Peygamber
efendimizi (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) ölmüş görse, bunun ta‘bîri odur
ki, rüyayı görenin şerîatte bir kusuru olmuştur. O görmesi, şerîatin bir
emrinin kaçırılmış olmasının sûretidir [görünmesidir]. Bu da onun gibidir. Hâce
hazretleri buyurdular ki: Bu rüyânın ta‘bîri şöyle olur ki, bir kimse Allahu
teâlâ ile huzûra varmış iken, bu hûzûr ve şuhûd nisbetinin yok olmasının
işâretidir.
Reşahât
sâhibi der ki: Mevlânâ Nizâmeddin Abdurrahman Câmî hazretleri bu rüyayı daha
başka bir şekilde ta‘bîr edip buyurdular: Bu rüyânın ta‘bîri: “Nefsinin
hevâsını ilâh edineni gördün mü?” âyet-i kerîmesi gereğince, rüyâ sâhibinin
hevâlarından dil mülküne hükmetmiş bir kuvvetli hevâsının yok olması olabilir.
Buna göre bu rüyâ, rüyâ sâhibinin huzûrunun ziyâde olduğunu gösterir.
REŞHA-245: Buyurdular: Keşf-i kubûr [kabri bilmek] odur ki,
kabirde yatanın rûhu, misâlî sûretlerine göre bir sûret ile mütemessil olur
[şekil alır]. Keşf sâhibi de basîret gözü ile onu o sûrette görür. Lâkin
şeytanlarda çeşit çeşit sûret ve şekillere girmek, mütemessil ve müteşekkil
olmak gücü olduğundan, Hâcegân (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) böyle keşiflere
pek itibar etmezler. Kabir ziyâretinde bulunanların tarîkaları şöyledir ki, bir
azîzin kabrine vardıklarında, kendilerini bütün nisbet ve keyfiyetlerden
boşaltırlar ve nasıl bir nisbet zâhir olduğuna bakarlar. Hangi nisbet zâhir
olursa, o nisbetten kabirde yatanın hâlini anlamış olurlar. Meclislerine
yabancı birisi geldiği zamanki hâlleri de budur. O yabancı geldiği gibi,
bâtınlarına nazar ederler. O kimse geldikten sonra, bâtınlarından ne zâhir
olursa, bunun o gelen kimsenin nisbeti olduğunu bilirler ve yine bilirler ki,
kendilerinin onda hiçbir dahli yoktur. O nisbete göre o kimseye davranırlar,
lütf veya kahr cinsinden.
Hazreti
Şeyh Muhyiddin İbni Arabî (mukabele tecellisi) demiştir. Bu ma‘nânın zuhûru
onun bâtınında hâsıl olan kemâl-i safa ve celâl vâsıtasıyladır. Zirâ onların
hakîkati aynaları mahlûk nakışlarından pâk ve saf olmuştur. Zât-i teâlâya
muhazatları sebebiyle onlarda tecelli-i zâtîden başka hiçbir şey kalmamıştır.
Ne zaman kalblerini kendi hâllerine bıraksalar, onda renksizlikten başka bir
şey zuhûr etmez. Böylece aynalarında ne görünürse, kendilerinin olmamış olur.
Belki o şahsın tekabülü sebebiyle, onun hâli akis yoluyla onda zuhûr etmiş
olur.
Yine
Hâce hazretleri bu kavli [sözü] teyiden buyurdular ki: Birgün Mevlânâ
Nizâmeddin hazretleri bu fakîre dediler ki, bu gün Şâş vilâyetinin kabirlerini
ziyârete gidelim. Ben de beraberinde gittim. Evvelâ bir kabre varıp, bir mikdâr
oturduk. Tamam mertebe keyfiyet ile kalktılar ve buyurdular ki, bu kabirde
yatanın cezbe nisbeti gâlib idi. Gerçekten o kabir Hâce İbrâhim isminde bir
azîzin kabri idi ve Hâce İbrâhim kendi zamanının meczublarından idi. Sonra bir
başka kabre vardık. Biraz eğlenip dışarı çıktık. Buyurdular ki, bu kabirde
yatanın ilim nisbetleri galibdir. Hakîkat o kabir râbbânî âlimlerden Şeyh
Zeyneddin Kûy-i Ârifân hazretlerinin kabri idi.
REŞHA-246: Buyurdular: Tahkîk erbabı [büyük âlimler]
buyuruyorlar ki, öldükten sonra terakkî vardır. Şeyh Muhyiddin İbni Arabî
hazretlerinin sözü de bunun üzerinedir. Hattâ buyurmuşlardır ki, tecellilerin
birinde Ebu Hüseyin Nûrî hazretleri ile birleştim. Beni öptü ve benden kandı.
Ona, sen dedin mi ki, tevhîd susamışı, başkasından kanmaz, dedim. Mahcûb oldu.
Yine ona dedim ki, ne zaman aşağıda olan yukarıda olandan feyiz alır, gayriden
almış olmaz. Bundan başka öldükten sonra terakkînin olduğunu gösteren tahkîk
ehli sözü çoktur.
Reşahât
sâhibi der ki: Şeyh Muhyiddin İbni Arabî hazretleri Futuhât’ın bazı
yerlerinde buyurmuşlardır ki: Ebûl Hüseyin Nûrî hazretleri öldükten sonra
terakkî olmaz diyenlerdendir. Onun ölümden sonrası hâli ikiden biridir. Yâ
ilm-i yakîn ile biliyor ki, terakkî vâkı‘dır veya biliyor ki vâkı‘ değildir.
Eğer terakkî olmayacağını biliyorsa, bu da bir başka ilimdir ki, ona öldükten
sonra hâsıl olmuştur. Böylece her iki hâlde de öldükten sonra terakkînin vâkı‘
olacağı isbat edilmiş olur.
REŞHA-247: Bir gün fakrın sıfatı hakkında buyurdular: Hak
sübhânehü ve teâlâ Gavs-i a‘zama (radıyallahü anh) şöyle hitâb etti: “Ey Gavs-ı
a‘zam! Eshabına fakri ihtiyâr etmelerini [seçmelerini, almalarını] vasiyet et!
Sonra fakrden fakri vasiyet eyle. Fakirleri tamam olup kemâle eriştiklerinde,
onların benden başka maksadları olmaz.”
REŞHA-248: Buyurdular: Ekâbir-i tarîkattan bazıları
demişlerdir: Gayret et ki, kendi amelini kabristana iletmeyesin. Ya‘nî kabre
kendi amelinle gitmeyesin. Sanki bununla demek istemişler ki, hiçbir amel sana
müstenid [dayanır] olmayıp, Hak teâlânın tevfîki ile olduğunu bilesin,
demektir.
REŞHA-249: Buyurdular: Bazı ulular demişlerdir; Hak sübhânehü
ve teâlâ dilerse vâhidiyyet mertebesinde kendisini anlar [bilir]. Bu sözün
ma‘nâsı odur ki, bazılarına göre vâhidiyyet mertebesinin kendisinden ibâret
olduğu insanlığın mücerred hakaiki mertebesinde, eğer Hak teâlâ dilerse, kendi
katından insana husûsî bir ilim ve husûsi bir isti‘dad ihsân eyler de, o husûsî
ilim ve isti‘dad ile, insan Hak teâlâyı anlar [bilir ve tanır]. Çünkü Hak
teâlâyı tanımak, Onun ilmi olmadan olmaz.
REŞHA-250: Buyurdular: Bir gece Hâce Bâkî’nin elemi [acısı]
vardı. Uyumadı. Onun acısından ben de uyuyamadım. Sonra buyurdular ki, Gayet
kesîf [sıkı, katı] adam gerektir ki, alâkası olduğu kimsenin eleminden
müteessir olmasın. Hatta şöyle olmak lâzımdır ki, herhangi bir şeye elem
gelirse, ondan etkilenmelidir. Bir kere bir merkebi öyle dövmüşler ki,
sırtından kan akmış. Ebû Yezîd Bestâmî hazretlerinin de aynı şekilde sırtının
yanından kan akmış. Hâce hazretlerinin bu sözlerinde, cem‘ makamı ile
hâllendiklerine işâret vardır. Cem‘ makamının bir kimsede hâsıl olması
husûsunda fazîletler sâhibi Mevlânâ Abdurrahman Câmî hazretlerinin menâkıbını
anlatırken, Mevlânâ Şemseddin Muhammed Esed ile görüşmelerinin anlatıldığı
sırada bir reşha hâlinde izâhât verilmişti.
REŞHA-251: Buyurdular: Bir gün Şeyh Behâeddin Ömer
hazretlerinin meclislerinde idim. Bir kimse onlardan sordu ki, bazı muhakkıklar
evvelki hâllerini anlatırken demişler ki, mümkün aynı vâcibdir. Ama nihâyete
kavuştukta, bu sözden dönüp demişler ki, belki vâcib aynı mümkündür. Bunun
izâhı nasıl olur? Hazreti Şeyh Ömer, o kimsenin suâline cevaben buyurdular ki:
Evvelki sözü, istikamette olmadıkları zaman demişler. İkinci sözü istikamet
hâlinde söylemişlerdir. Hâce hazretleri mecliste bulunanlara hitab edip buyurdular:
Bu iki sözün arasında fark nedir? Hiç kimse küstahlık edip cevab vermedi. Hâce
hazretleri de o esnada Turhanlı devlet adamlarından bir grup gelip meclise
girdiklerinden, mes’ele üzerinde daha konuşmalıdır.
Hâce hazretlerin bidâyet ve nihâyet ehline göre mubârek
dillerinden sâdır olan hikmetli sözlerinden yüz yirmisi reşhalar
hâlinde bildirilir.
REŞHA-252: Buyurdular: Şeyh Behâeddin Ömer (kuddise sırruh)
hazretleri bana: Mübtediye sefer mi iyidir, ikâmet mi, diye sordular. Ben edebi
gözeterek, cevab vermekten âciz görünmek istedim ve sustum. Şeyh hazretleri:
Muhakkak cevab ver, diye beni zorladılar. O zaman dedim ki, mübtediye seferde
gönül perişanlığından [kalb dağınıklığından] başka bir şey hâsıl olmaz. Bunun
üzerine buyurdular ki, sefer o zamanda mübârektir ki, temkîn sıfatı hâsıl olmuş
ola. Bana göre, sefer, mübtediye münâsib değildir. Mübtediye bir köşede oturtup
temkîn sıfatını hâsıl ettirmek lâzımdır. Bu tarîkatta olan ve bunun usulleri
ile meşgul olan kimsenin kendi şehrinde, kendi vilâyetinde olması evlâdır.
Çünkü akraba ve teallukatın ayıblaması ve sitemi tanıdık ve tanımadık
hemşehrilerin aşağılaması korkusu, gayr-i meşru‘ ve hilâf-ı şer‘i iş işleyip
günâha girmeğe mâni‘ olur. Evet, meşayıhdan bazısının sözleri buna uymamaktadır.
Onlar diyorlar ki, mübtediye sefer [yolculuklar] lâzımdır. Böylece vatandan
ayrı ve dostlardan ırak kalmakla bazı resmî âdetler ve tabii alışkanlıklardan
kurtulmuş olur. Ve seferden hâsıl olan riyâzet ve mücâhedelerle [zorluklara
katlanmaklarla] nefis bir parça tezkiyeye, kalb de biraz tasfiyeye kavuşur.
Lâkin Hâcegân hânedanının sefer veya ikamet husûsundaki görüşlerinin esası
şudur ki, mübtedi bu yoldan bir büyük buluncaya kadar sefere, araştırmağa devâm
eder. Bulunca artık seferi bırakır ve onun mülâzemet ve hizmetini en önemli
vazîfe bilip, Hâcegân nisbetini elde etmeğe çalışır ve bu meleke hâlini
alıncaya kadar gayret eder. Eğer bu mertebede bir azîz kendi şehrinde varsa,
lâzım olan odur ki, onun sohbetinde ve hizmetinde bulunup, başka yere gitmeye!
Eğer yok ise, buluncaya kadar sefer eyleye! Bundan başka ne yaparsa, vakti
zâyı‘ etmektir.
Buyurdular:
Şeyh Ebû Yezîd Bestâmî (kaddesallahü teâlâ sırreh) hazretleri ibtidâ-i hâlde
Bestâm’dan sefer edip meşâyıhdan birinin sohbetine vardı. O azîz kendisine:
“Geri dön! Geldiğin yerde maksudunu bırakıp gitmişsin!” buyurdu. Bâyezid
hazretleri de geri döndü. İhtiyâr bir anneleri vardı. Onun hizmetine ve
rızâsını kazanmağa çalıştı, maksadı hâsıl oldu. Şeyh Muhyiddin İbnî Arabî
hazretleri bu sözü şu şekilde ele aldılar: O ulunun işâretleri bu idi ki,
hakîkî maksûd bütün zaman ve mekânları kuşatmıştır. Hiçbir yer onun ihatasının
dışında değildir. İşte Bâyezid’i bu sırra âgâh ve âşina edip Hakkı aramada
yolculuklara katlanmağa hâcet olmadığını ona bildirdi.
REŞHA-253: Buyurdular: Sâlikin, yokluk tahsîl etmekten ötürü
mezellet ve horluk yolunda o kadar koşması lâzımdır ki, lâhûtî olan şâhidin
cemâlini fenâ ve yokluk aynasından müşâhede etmelidir.
REŞHA-254: Buyurdular: Halkın cefâ ve dil uzatmasından haz
etmeyen tâlibin can burnuna ehlullah ilminden hiçbir zaman bir koku gelmez.
Zira tahkîk sâhiblerine göre (Vucûdda [vâr etmede] Allah’dan başka fâil yoktur)
sözü meşhurdur. O hâlde mahbûbun cevr ü cefâsından muhibbe ne gelirse, tam bir
istek ile onu sürûr ve huzurun esâsı ve özü bilmelidir.
REŞHA-255: Buyurdular: Bir kimse bir kimse hakkında bir söz
söylese ve o sözden o kimseye noksan lâzım gelse, elbette o kimseye hoş gelmez.
Âdem oğlu yaradılıştan, kendine noksan isnâd edilmekten müteessir olur
[etkilenir]. Bu onun tab‘ına [yapısına] hoş gelmez. İmdi dervişe lâzım olan, bu
hoşnudsuzluğu kendinden gidermektir. Bu da Hak sübhânehü ve teâlâya dönmedikçe
ele geçmez. Murakabe ve zikir ile elde edilecek, şey değildir. Tarîkat erbabına
göre, sülûk budur.
REŞHA-256: Buyurdular: Bizim dostlarımız dâima Sübbuhun
kuddusun derler. Eğer bir kimse durup dururken onlara canlarının sıkılacağı
bir şey söylerse, müteessir ve mütegayyir olurlar [etkilenirler ve değişirler].
Eğer sübbuhun kuddusun diyerek, bu tesir ve değişmeyi kendilerinden
atıp, her şeyden etkilenmeseler ve renk vermeselerdi, onlar için çok iyi
olurdu.
REŞHA-257: Buyurdular: Belâ ve mihnetin [sıkıntının] insanı
pâk ve saf [berrak, temiz] ettiği kadar, hiçbir şey insanın hakîkatini pâk ve
saf eylemez. Mihnet ve elem bilhassa [özel olarak] insanın kalın perdesini
kaldırır. Hadîs-i şerifde: “Belâların en şiddetlisi peygamberlere,
sonra evliyâya, sonra sırasıyla onlardan sonra gelenleredir” buyurulması,
bunun izâhı için yeterli delildir. Benim de itikadım böyledir. Lâkin eshab ve
yârandan hiç biri bu itikad üzere değildir.
REŞHA-258: Buyurdular. Bir vecd ve hâl sâhibi yolda giderken,
yolun üzerinde bir köpeğin uyumakta olduğunu görse ve kendisi yolda rahat
geçmek için o köpeği yerinden kaldırsa ve geçtikten sonra yine o hâli kendinde
devam ediyor bulsa, bilsin ki bu Hak teâlânın mekirlerinden bir mekirdir ki,
kendisi böyle bir işi [kabahati] işledikten sonra terbiye olarak, vecd ve
hâlini elinden almamışlardır.
REŞHA-259: Buyurdular: Mekr-i ilâhî ikidir: Biri avama,
diğeri havasa müteallıktır. Avamla ilgili olan, hizmette kusûr ile beraber,
ni‘metini tevkîrdir. Havasla alâkalı olan mekr-i ilâhî ise, edebi terk etmiş
iken vecd ve hâli hâlâ devâm etmektir.
REŞHA-260: Buyurdular: Hâcegân nisbetine çalışanların şüğle
[vazîfeye] devamı şöyle olmalıdır ki, faraza bunlardan biri ekini sularken
ortaklarıyla kavga ve döğüşe tutuşsa ve kavgaları öyle şiddetlense ki, dervişin
başından yüzüne kan aksa, üstü başı yırtılsa, yine de kalb bakımından ne
gönlünde bir bulanıklık hâsıl olur, ne de halkın ezâ ve cefâsından kederlenir.
Belki onların cevrinden hoşlanıp, bütün husûmeti o yaptıklarında ma‘zûr tutup,
kendi nisbetinden hiç kalmadan gönlü Hak sübhânehü ve teâlâdan kesilmez.
REŞHA-261: Buyurdular: Hak sübhânehü ve teâlâ devamlı
tecelli-i ittihadı [birlik tecellisi] ile bütün varlılara müteveccihdir. Çok
kimseler vardır ki, kendi istekleri ile bir köşede otururlar ve buna halvet ve
uzlet ismini verirler. Ne özürleri vardır ki, böyle yaparlar. Eğer bu kadar
büyük tecellileri bâtıl sayıyorlarsa, çok câhillerdir. Ve eğer hakdır
diyorlarsa, yâ
niçin
hakkını verip, bir iş tutmazlar. Ama cem‘ yerinde bir şekilde müstağrak ve
müstehlek olmuş tâifeye gelince, onların dünyâ işleri ile meşgul olmağa
mecalleri yoktur. Onların hâli bu durumu gerektirmektedir.
REŞHA-262: Buyurdular: Hâcegân nisbetinin kesrette ve tefrika
hâlinde ziyâde görülmesinin sırrı odur ki, bu nisbet bir mahbubdur
[sevgilidir]. Mahbubu ne zaman halvete da‘vet etsen, hicaba [örtüye] bürünür.
REŞHA-263: Buyurdular: Bu nisbetin letafeti öyle bir
şekildedir ki, bazen teveccühün kendisi onun zuhûruna mâni‘ olur. Nitekim güzel
eşyada bu ma‘nâ âçıkça görülmektedir. Onlara çok çok yönelsen, yoğunlaşsan,
örtülürler. Ve yine Hâce hazretleri buyurdular: Bu nisbetin letâfeti öyledir
ki, eğer köpeğe, çok gerek yokken hoşt desen, bu nisbet geçer gider.
REŞHA-264: Buyurdular: Eşya zıddı ile tebeyyün eder, sözü
gereğince halk ile [mahlûka] meşgul olmak, Hak teâlâ ile meşgul olmanın
zıddıdır. Zıddan zıdda kerehat hâsıl olunca, mekrûhdan mahbûba çekilmiş olur.
İşte bu sebebdendir ki, bu silsile ehli pazarlara ve insanların kalabalık
olarak bulundukları yerlere gidip otururlar. Tâ ki halkın zıddıyeti ve onların
vazîfe yapmaktan kerâhati sebebiyle, kalb, Hak teâlâ hazretlerine çekilmiş
olsun.
REŞHA-265: Buyurdular: Bu nisbet sâhibine, ibtidâ-i hâlde, bu
tâifeden olup ve nisbet galib sıfatları olanlardan başkaları ile ahbablık etmek
bu nisbetin gevşemesine sebeb olur. Ahbablık ettiği kimse, zühd ve takvâ sâhibi
olsa da aynıdır. Bu söz zühd ve takvâyı inkâr, ya‘nî iyi görmemek değildir.
Çünkü zühd ve takvâ kemâl-i safa ve nûraniyettir. Lâkin zühd ve takvânın galib
olduğu kimselerin sohbetinden bunlara zühd ve takvâ nisbeti hâsıl olacak ve
bütün nisbetlerin en yükseği olan kendinin şerefli nisbetinden mahrûm kalır.
Zira hüküm galibe göredir. Buradan anlamak lâzımdır ki, kötüler ve yabancıların
sohbet ve ahbablığı [arkadaşlığı] ne kadar zarar verir ve kalbi ne kadar
dağıtırlar.
REŞHA-266: Buyurdular: Size gâlib olmakla sizi yiyen
kimselerle sohbet etmeyin. Ya‘nî nefs ve hevâsıyla size galip olmayalar ve sizi
yemeyeler. Ya‘nî vaktinizi zâyı‘ ve telef etmeyeler.
REŞHA-267: Buyurdular: Bu tarîk arzusunda olana, o esnâda
evlenmek düşüncesi gelirse çok istiğfar etmelidir. Onunla gitmezse, kadınlardan
uzak yere gitmeli, onunla da olmazsa, bir zaman oruç tutmalı ve yemeği
azaltmalı ve buna devam edip şehvet kuvvetini kırmağa ve teskine çalışmalıdır.
Onunla da olmazsa, kabristanı dolaşıp ölülerden ibret almalı ve uluların
ruhlarından himmet taleb etmelidir. Bununla da olmazsa, kalbi diri olanların
kapısına varıp, onlardan yardım istemelidir. Umulur ki, o yükü onun üzerinden
atarlar ve onu o yük altında bırakmazlar.
REŞHA-268: Buyurdular: Evlenmek, enbiyâ ve evliyâya
münâsibdir. Evlendikleri hâlde Hak teâlâdan mahcûb [perdelenmiş] olmazlar. Avam
kimselere de uygundur. Onunla canlılık mertebesini tekmîl ederler. Bu iki
fırkanın arasında bulunup tekmîl-i tarîkat arzu edenlere, hiç de münâsib
değildir. Hak sübhânehü ve teâlâ ile içten bir nefes âşınalık [yakınlık] etmek
bin evlâddan iyidir. Zira o yakınlık ve beraberlikte binlerce fayda ve menfeat
varken, bunda bin fitne ve zarar melhuzdur.
REŞHA-269: Buyurdular: Fâraza benim beş yüz yıl ömrüm olsa ve
hepsini istiğfarla geçirsem, benden sâdır olan günâhın tedârikini yapmamış
olurum. O günâh ise, benim evlenmemdir.
REŞHA-270: Reşahât sâhibi (aleyhirrahme) der ki: Hâce
hazretlerinden bildirilen bu veya benzeri sözlerde, bir kimsenin hâtırına,
evlenmek beğenilen sünnetlerdendir ve bunu Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler
açıkca bildirmektedir. Hâce hazretlerinin bunu bu kadar kötülemesi revâ değil
idi, gelirse, cevabında deriz ki, bu kötülemek mutlak değildir. Belki bazı
kimselere göre olup, onların şanına uygun olan zâhir ve bâtın tecrididir
[yalnızlığıdır]. Şunu da bilmek lâzımdır ki, ne zaman hikmet-i ilâhiye gereği
tâliblerin hâline muvâfık ve müridlerin işlerinin itmamına mutabık bir şey
olur, Hassa-i Muhammediyye ilimlerinin vârisleri olan irşâd ehli evliyâ
dilinden sâdır ve vârid olur. Tarikat mübtedilerinin hâline münâsib olan tecerrüd
[bekârlık] ve feragat olunca, tabiat-i ilâhî ve hikmet-i nâmütenâhiyi câmi‘
[kendinde bulunduran] Hâce hazretleri, bu sebebden, bu zamanda, bu hâlde
bekârlığın önceliğini ve evlenmemenin rûchâniyyetini izhâr eylediler.
REŞHA-271: Hâce hazretleri bir gün, mecliste bulunanlardan
birini muhatab edinerek, onu güzel yüzlere âşık ve alâkalı olmaktan men‘
ettiler. Buyurdular: Bir asker gördüm, bir sahib-i cemâle bağlanmıştı. O
sâhib-i cemâl nereye gitse, o da ardına düşüp giderdi. Bir aslanda da böyle
olduğu kulağımıza gelmiştir. O hâlde evlenmek, hayvanlarla insanların ortak
sıfatlarından olup zarûrî olmayan bir emîrdir. Ona tutulup bir azîz ömrü ona
sarf etmek, himmet yüksekliği değildir. Ama bir kimsenin istidadı, gayr-i
ihtiyâri muhabbet üzere bulunuyorsa, o sözümüzün dışında kalır. Ondan sonra şu
cümleyi söylediler: Nâsihat edenlerin nasîhati, tutkunların işine gelmez.
REŞHA-272: Buyurdular: Bir kimse cem‘iyyet sâhibleri
sohbetinde oturup gönlünü Hak teâlâya kuvvetle bağlarsa, onun zikr etmeğe
ihtiyâcı yoktur. Çünkü zikirden maksad bu nisbetin husûlüdür. Zikir ise, kalbde
gizli olan muhabbeti ortaya çıkarmak içindir.
REŞHA-273: Bir gün Hâce hazretleri şu beyitleri okudular:
Hâ ve hû ile işâret ettikçe, Yâ hâ harfiyle ibâret ettikçe, Harfin
kulu olmak sana vermez kâr, Çalış, yolunda kalmasın gubâr [toz], Ha’yı at ve
vav’ı serbest bırak, Hâ’sız hû’suz olsun hâlin zikr-i Hak.
Sonra
buyurdular ki, bu beyitler, sohbette hâsıl olana işârettir. Vâsıtalı olan hâ ve
hû ise, sohbetsiz olan zikirdir.
REŞHA-274: Buyurdular: Bir kimsenin sohbetinden bir keyfiyet
hâsıl etmişseniz, o keyfiyeti muhâfaza etmenin yolu, o kimse ile, gönlün ondan
nefret etmeyecek şekilde muâmele etmektir. Bu bakımdan demişlerdir ki: Şeyh
kendini müridin gözüne sevimli göstermelidir. Zirâ bu nisbetin zuhûruna sebeb,
bu muhabbetin husûlüdür. Tâlibde kerâhât [beğenmemezlik, sevgisizlik,
isteksizlik] hâsıl olursa, muhabbet [sevgi] yok olur. Sevgi gittiği gibi, bu
nisbet de ortadan kalkar.
REŞHA-275: Buyurdular: Bu tâifenin sohbetinde bulunan, kendini
gayet müflis göstermelidir. Ancak böylece bunların merhamet ve şefkatlerine
mazhar olur.
REŞHA-276: Buyurdular: Hâcegân tarîkının hâsılı ve neticesi,
dâimâ Hakka teveccüh ve ikbâldir. Ama o teveccüh ve ikbâlde [yüzünü dönmede]
hiç külfet ve meşakkat bulunmamalıdır.
REŞHA-277: Maksûd-i küllî odur ki, müdrike [kalb] latîfesinin
ikbâli, dâimâ Hak teâlâya olmalıdır. Bu ikbâl sende varsa, sana mukbil [hakka
dönen] demek doğru olur.
REŞHA-278: Buyurdular: Bu silsile-i aliyye uluları
(kaddesallahü teâlâ ervahahüm) her zerrak ve rakkasa [riyâkar ve oyuncuya]
nisbet olunmaz. Bunların muâmeleleri yüksektir. Hâce Evliyâ-i Kelân (kuddise
sırruh) Hâce Abdülhâlık Gucdevânî’nin (kuddise sırruh) eshâbının büyüklerinden
idiler. Buhârâ’da bir mescid kapısında bir havâtır çilesi çıkarmışlardır. Bu
iş, akıl ölçülerinin dışında, anlayış ve idrâk dâiresinin hâricindedir.
Reşahât
sâhibi der ki: Hâce hazretlerinden, Halvet der encümen [halk içinde Hakla
olmak] nedir? Diye sordular. Buyurdular: Halvet der encümen, pazara giresin,
ama pazardakilerin sesleri kulağına girmemektir. Bu azîzlerin öyle
meşguliyetleri vardır ki, bu yolu kolay sanmamalıdır.
REŞHA-279: Buyurdular. Havâtırı kemâliyle bilip anlamak, Hâce
Abdülhâlık silsilesine münhasırdır. Çünkü bunlar nefesi korumada tam ihtiyât
ederler.
REŞHA-280: Buyurdular: Bizim itikadımıza göre, bu tarîkten
murad, gönül dâima zevk ve lezzet yoluyla Hak teâlâdan âgâh olmaktır. Bu
tarîkın bidâyeti, bu ma‘nâyı, münâsıb ameller ile kazanmaktır. Nihâyeti ise,
kesbin onda hiç dahli kalmayıp, bu ma‘nâ meleke hâlini mülkü olmaktır.
REŞHA-281: Buyurdular: Öyle bir yakîn edinmelidir ki, onu
hiçbir su gidermeğe ve hiçbir ateş yakmağa kâbil olmaya. Meselâ bir kimse
buğdayın varlığına yakîn hasıl etmiştir. Hiçbir şey onun yakînini gideremez.
Ama buğdayın varlığına ilm-i yakîn etmemiş olan böyle değildir. Eğer zahmet ve
tekellüfe [zorlayarak] buğdayı zihninde bulundursa, yine de çok olur ki,
çeşitli meşgaleler sebebiyle, unutkanlık veya kendiliğinden gitme hâsıl olup,
buğdaydan gâfil olur.
REŞHA-282: Buyurdular: Şu beyit benim pek hoşuma gider:
İrâdet eşiğine kim baş koydu bir gece, Muhakkak dostun lutfü ona
açtı derice [bir kapı].
Sonra
buyurdular ki, bâtınında irâdet nisbeti zuhûr eden, bunu Hak teâlâdan büyük
ni‘met bilip, hakkını yerine getirmeğe çalışmalıdır. Onun hakkını ifâ etmenin
yolu ise, sâlikin bütün varlığı ile Hak teâlâya müteveccih olup, kendi
varlığını o hazrete sarf etmektir. Tahkîk erbabı katında sâbit ve muhakkaktır
ki, vicdan [bulmak] talebden [istemekten, elde etmekten] öncedir. Hazreti
Risâletpenâh efendimizin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem): “Bir kimse bir
şeyi ister ve çalışırsa onu bulur” hadîs-i şeriflerini, (Bir
şeyi bulan onu ister) ile tefsîr etmişlerdir. Zirâ Allahu teâlâ bir
kalbe irâdet vasfıyla tecelli etmedikçe, o kalbe Hak teâlânın irâdeti ve
talebinin istidadı hâsıl olmaz. Hak teâlâ tarafına meyil ve çekilme o
tecellinin neticesidir. İşte bundan anlaşıldı ki, kulun kalbi evvelâ Hak
teâlânın tecelli-i irâdiyyesini bulur, sonra tâlib ve mürid olur. Meselâ, bir
kimse bir pencerenin altından geçerken, birden çok güzel birisi pecereden ona
görünüp o kimsenin kalbini çalar ve içinde o güzele karşı bir meyil ve çekilme
bulur. İşte onun gibi bir şey! Burada vicdân [bulmak] talebden ve irâdetten
öncedir. Bazıları demişlerdir ki, vicdân [bulma] önce olduktan sonra, talebin
[istemenin] ne faydası vardır? Cevabında demişlerdir ki, taleb [istemek] haz
içindir. Bir cevâbı da şudur ki, talebden evvel olan vicdân icmâlîdir. Talebin
faydası ise, onu tafsîlî etmektir.
REŞHA-283: Buyurdular: Kişinin kıymeti, onun idrâk kuvvetinin
bu tâifenin hakaikini anladığı kadardır.
REŞHA-284: Buyurdular: İş, teveccüh ve murâkabe etmek değil,
belki iş, bütün şeyleri bir maksûda tâbi‘ kılıp, bu toplamdan bir husûsî idrâk
meydana çıkarmaktır.
REŞHA-285: Buyurdular: Ameli sevmelidir, huzûr ve cem‘iyyeti
değil. Zirâ huzûr ve cem’iyyet mevâhib kabilindendir. Kişinin elinde değildir.
Çok kıymetlidir. Kaçırılması gevşeklik ve tembelliktir. Amel böyle değildir.
Amel mekâsiz [çalışıp kazanılan] kabilindendir. Kişinin elindedir. Buna devam
huzûr ve cem‘iyyeti mûcibdir. Yoksa demişlerdir ki, huzûr ve cem‘iyyete futûr
[gevşeklik] yol bulur. Sonra şu iki beyti okudular:
Mesnevî,
Yâ Rab, durdukça bu köpek
içimde, Rûhum ondan yana değildir, emîn, Yâ şer’î hükm ile ver mustehakkın, Yâ
gamküsârına ihsân fadlın.
REŞHA-286: Bir gün mecliste bulunanların bazısına sitem ve
dokundurmak yoluyla buyurdular: Ne zaman bizim sohbetimizden size bir keyfiyet
hâsıl olsa, yine gelirsiniz, ama külfet ve tembellik erişse, gelmezsiniz. Bu
pek kolaydır. Bir kimse bir dervişin huzuruna, sırf zevk ve hâl için gelse,
böyle bir muhabbet ârizîdir, zatî değildir. Sonra şu beyti okudular.
O ki şerab-ı safa içti vasl-ı
yârından,
Gerek ki, kaçmaya hicrânın
humarından [ayrılık derdinden].
REŞHA-287: Bir gün Hâce hazretleri kalbleri çeken
ma‘rifetlerden ve gönülleri çoşturan hakîkatlardan bahsediyorlardı.
Oradakilerden biri kendini tamamen o güzel sözleri kavramağa hâzır ve o
şefkatli eşi bulunmaz sözleri can kulağıyla daha iyi duymak ve anlamak için
kulak kesilmişti. Hâce hazretleri buyurdular: Sizi söz dinlemeğe çok hevesli
gördüm. Kendini işittiği sözün ma‘nâsına vermek lâzımdır. Söz birdir deyip,
işitmekle iş bitmez.
REŞHA-288: Buyurdular: Sözün bir güzelliği vardır. Hak teâlâ
kime inâyet ederse, onun güzelliğini ona gösterir. Bu yüzdendir ki, Hak
sübhânehü ve teâlâ peygamberleri (aleyhimüsselâm) kelâmla gönderdi, cezbe ve
tasarruf ile değil.
REŞHA-289: Buyurdular: Dil kalbin aynasıdır. Kalb ruhun
aynasıdır. Rûh, insanî hakîkatin aynasıdır. Hakîkat-i insaniye de Hak teâlânın
aynasıdır. Gaybî hakîkatlar, gayb-i zâttan bu kadar uzun mesafe kat‘ edip dile
gelir ve dilde harf ve söz şekline bürünüp, kabûl edenlerin hakîkat kulaklarına
erişir.
REŞHA-290: Buyurdular: Sözün cemâli [güzelliği], sözü sâhibinden
[ehli olanlardan] almaktır. Söz güzellik vermez, ancak evliyâ sözü verir. Sonra
şu beyti okudular:
Üç nişan olur velîlerde demiş erbâb-ı dil, Biri ol kim görenin
gönlü ona mâil olur. İkincisi, meclislerde ma‘nâdan konuşunca, Dinleyen
kendinden geçer, sözüne kâil olur. Üçüncüsü hem odur kim, cümle a‘zası onun,
Şeriatla, edeble her zaman âmil olur.
REŞHA-291: Buyurdular: Devâm eylediğim bazı ulular bana iki
ikrâmda bulundular: Biri, ne yazarsam yeni olur, eski değil. Ya‘nî kimsenin
sözü olmaz. Gönül denizinden çıkmış, hiç delinmemiş inci olur. İkincisi, ne
söylersem, makbûl olur, merdûd değil. Ya‘nî sözüm müessir [etkili] olur.
REŞHA-292: Reşahât sâhibi der ki: Hâce hazretlerinin
kapılarının eşiğini ikinci defa öpmekle şereflendiğimde, hazretin menâkıbını
içeren bir kaside nazm etmiştim. İçinde sofiyye meârifinden bir şeyler de
vardı. O kasîdenin bir kısmını arz edeyim.
Yüzümden perdeyi kaldırdı o yâr, Nereye gidersin ey ulûl-ebsâr.
Güneşin ışığı onun dildârı, O doğdu doğudan ve oldu izhâr. Onun ışığıyla her
şey yok oldu, Ve her zerreyi sildi bu envâr. Her şeyi parlattı saf etti bu nûr,
Hepsini bir temizce yaktı bu nâr. Mekânda, mekînde onun ışığı, Sağda ve hem
solda, hep odur ızhâr. Her ne kadar hadden aşkın olsa da, Tecellilerinde hiç
yoktur tekrar. Emsâli peyder pey geldiği için, Zannedilir yine ediyor tekrâr.
Kâinâtın her zerresi aynadır, Anda cilve eder, hep simâ-i yâr. Her
bir ayinede usul aynıdır, Âşıka görünür o güzel didâr. Bazen mestûr olur, perde
ardında, Bazen yeri olur çarşı pazar.
Yücelerden yüce, a‘lâdan a‘lâ, Şâh-ı ebrâr ve Hâce-i Ahrar.
Bu
fakîr ile tarikat kardeşi olan ve o yüksek dergâhın yüksek makamında bulunan
Mevlânâ Mûsâ, bu Kasideyi bir halvette Hace hazretlerinin mubârek nazarlarına
iletti. Bir başka gün Hâce hazretleri konuşma arasında bu fakiri muhatab edip
buyurdular: Mirzâ Şâhruh zamanında Herî’de idim. Seyyid Kasım hazretlerinin
cevher saçan şiirleri şöhret bulmuştu. Bazı gençler var idi ki, Seyyid
hazretlerinin şiirleri gibi tevhîd kokan şiirler söylerlerdi. Zâhiren o hâl, Seyyid
hazretlerinin içinde olan ma‘rifet ve hakaik nûru olup, yayılmış, bazı
kimselerin içinden gayr-i ihtiyâri olarak zâhir olmuştu. Gerçi o sözler onların
hâli gereği değil idi. Lâkin istidadları o ma‘rifet ve hakikatlerin kabûlüne
müsâid ve lâyık olduğu için, sâir insanlardan tamamen ayrılmışlardı.
REŞHA-293: Buyurdular: Heri şehrinde Mülk kapısı hâricinde,
başı örtülü bir başka pîrden iki âşina söz işittim ki, o sözlerden bu tâifenin
tadı ve kokusu gelirdi. O sözleri işittikten sonra, o iki söz hurmetine ona o
kadar edebli ve riâyetkâr davrandım ki, nerede onunla karşılaşsam, adımımı
ondan ileri atmazdım.
REŞHA-294: Buyurdular: Bu tâife-i aliyyenin sözlerini usûl
üzere söyleyen Hata vilâyetinde bir kafir vardır, diye haber alsam, gidip onun
mülâzemetinde bulunmağı canıma minnet bilirim.
REŞHA-295: Reşahât sâhibi (aleyhirrahme) der ki: Hâce
hazretleriyle ilk karşılaşmamda, Karşi’de onlardan ilk işittiğim söz şu idi: Bu
fakiri muhatab edip buyurdular ki, ululardan biri buyurdu: Nahiv bir ilimdir
ki, kâidelerini bir haftada almak, öğrenmek mümkündür. Ben arzu ettim; nolaydı,
dervişliği de bir kitaba yazsalardı da, bir haftada öğrenmek kabil olsaydı, ve
maksûd suhûletle [kolayca] ele geçseydi. Amma dervişlerden biri demiştir ki,
dervişlik kolay iştir. Gönül bir aynadır. Yüzü mülk âleminedir. Dervişlik ise,
o aynanın yüzünü döndürmektir. Ya‘ni Melekût âlemine, belki Lâhût âlemine
çevirmektir.
REŞHA-296: Bir gün husûsi odalarında bu fakire dediler ki:
İslâmi ilimlerin hulâsası, tefsir, hadis ve fıkıhdır. Bunların hulâsası
tasavvufdur.
Tasavvuf
ilminin hulâsası ve mevzu‘u, vücûd bahsidir. Derler ki, bütün ilâhî ve kevnî
mertebelerde, sadece bir vucûd vardır ki, o vucûd kendinin ilmî sûretleri ile
zâhir olmuştur. Bu bahis gayet zor ve incedir. Buna akıl ve düşünce ile
girişmek zındıklık ve dalâlete götürür. Zirâ bu âlemde köpek, hınzır ve benzeri
hissî [görünen] hayvanlar çoktur. Çeşit çeşit necâset ve kazurat [pislik]
vardır. Vucûdu bunlar için kullanmak çok çirkin ve âdiliktir. Onları istisnâ
etmek ise, bu tâifenin kaidesini bozmaktır. O hâlde akıllı kimselere lâzımdır
ki, hakîkatlerinin aynalarını kevnî nakışlardan [mahlûka âid sıfatlardan] pâk
ve saf etmekle meşgul olup, o zamana kadar bundan başka bir şeyle meşgul
olmayalar. Hak teâlâdan gayriyi tezkiye ve tasfiyeleri ile müdrike latîfeleri
[kalblerini] vucûd nûrunun pertevine [ışıltısına] mahal olup vucûdun hakîkati
gereği gibi onlara yüz göstere.
REŞHA-297: Reşahât sâhibi der ki: Hazreti Hâce’yle ikinci
karşılaşmamda Karşî vilâyetinden Buhârâ istikametinde bulunan Kâsan köyünde
idik. Husûsî bir sohbette bu fakîri muhatab edip şu beyitleri okudular:
Sen asla olma, kemâl budur, yeter, Git, onda yok ol, visâl budur,
yeter.
Mesnevî:
Ey, ok, yay hazırlayıp avı
tutmak isteyen,
Sen uzaklarda ararsın, av ise
yanındadır,
Ben sana senden yakınım, dedi
Hak sen bilmedin, Uzak sandın, ıraklık, akl ü idrâkindedir.
Sonra
iltifat ma‘nâsı taşıyan çok sözler söylediler. Meselâ buyurdular ki: Sen geleli
senin hâline mukayyed olmamışız. Ama şunu bilmelisin ki, buraya geleli, nice
senden lâyık olmayanlar gidip, onların yerine çok lâyık olanlar gelmiştir, ama
senin ondan haberin yoktur. Bir misâl getirerek buyurdular: Bir karpuz yerden
bittiği zaman olgunlaşmaya kasd eder. Her an ondan bir mikdar hamlık gider,
yerine olgunluk gelir. Lâkin onun ondan haberi olmaz. Akıl ve his ile de bu
ma‘nâyı asla idrâk edemez.
Eğer
bostancı ona, senden çok hamlık gitti, yerine olgunluk geldi, dese, inanmaz.
Lâkin tamamen olgunlaşıp, kendine baktığında, kendini baştan ayağa olgunlaşmış
görünce, ancak bostancının doğru söylediğini anlar. Bu musâhabet esnasında Hâce
hazretlerine büyük bir ağlama geldi. Mubârek gözlerinden gözyaşları damla damla
damladı. Galiba Hâce hazretlerinin ağlamaları, o muhatabın rikkatinden idi ki,
aksetme yoluyla Hâce hazretlerinde zuhûr etti. Allahu teâlâ daha iyi bilir.
REŞHA-298: Reşahât sâhibi der ki: Hâce hazretlerinin
sohbetleri ile ilk müşerref olduğum zaman “Hangi vilâyettensin?” Diye sordular.
Sebzevâr’da doğdum, ama Herî’de büyüdüm dedim. Tebessüm edip, latîfe yollu buyurdular
ki: Bir sünnî Sebzevâr’a varmış, bir duvar gölgesinde oturmuş. Biraz sonra
başını kaldırmış. Görmüş ki, bir râfızî duvarın üstünde oturmuş, ayaklarını
aşağı sarkıtmış ve ihaneten Ebû Bekr ve Ömer (radıyallahü teâlâ anhümâ)
hazretlerinin isimlerini ayaklarının altına yazmış. Sünnîye din gayreti gelip,
gayr-i ihtiyâri bıçağını çekip, râfızînin tabanına öyle sokmuş ki, bıçağın ucu
ayağının üstünden çıkmış, râfızî feryâdı basıp: “Dostlar, yetişin. Koşun ki,
bir hâricî beni bıçakladı” demiş. Etrafdan râfızîler saldırıp, sünnîyi tutup
bağlamışlar ve: “Niçin bizim dostumuzu bıçakladın?” demişler. Sünnî, bu
kalabalık arasında tehlûkeyi sezmiş ve derhal hîle yolu düşünüp demiş ki, beni
kendi hâlime bırakın, ne olduysa, hepsini anlatayım. Anlat demişler, demiş ki,
ben de sizden biriyim. Yoldan geldim. İstedim ki, bu duvarın gölgesinde biraz
dinlenip yorgunluğumdan biraz gidereyim. Oturdum, biraz sonra yukarı bakınca,
gördüm ki, bir adam, hiç görmek istemediğim isimleri getirip başımın üzerine
tutmuş. Bana gayet nâhoş geldi. Gayr-i ihtiyâri bıçakla dürttüm ki, o isimleri
başımın üzerinden uzaklaştırsın. Râfızîler sünnîden bu sözü işitikleri gibi,
elini öpmüşler, tebrîk ve tahsîn etmişler. Sünnî bu yolla ellerinden kurtulmuş.
Ondan
sonra Hâce hazretleri tebessüm ederek buyurdular: İşte siz böyle bir
şehirdensiniz! Ve yine lâtife yollu buyurdular: Meşâyıhdan birisi râfızîlerin
memleketine düşmüş. Râfızîlerin azgın ve taşkınlarından bir grub, Şeyh
hazretlerinin kafileleri yanına gelip, Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü
teâlâ anh) hakkında uygunsuz sözler söylemeğe başlamışlar. Şeyhin eshabı onları
zecr ve men‘ etmek istemişler ise de, Şeyh buyurmuş: Onları incitmeyin! Onlar
bizim Ebû Bekrimize sövmezler. Bizim Ebû Bekrimiz başkadır. Onların bir mevhûm
[zihinlerinde] bir Ebû Bekirleri vardır ki, haksız olarak halîfelik yapmış ve
hazreti Peygambere ve Ehl-i Beytine nifâk üzere imiş, ona sövüp, uygunsuz
sözler söylerler. Öyle Ebû Bekr’e biz de öyle söyleriz. Râfızîler Şeyhden bu
sözü işittikleri gibi, müteessir ve mütenebbih olup [uyanıp], bâtıl yoldan
dönmüşler ve Şeyhin elinde tevbe etmişlerdir.
Bu
konuşmalardan sonra Hâce hazretleri fakîrden: Babanız nasıl bir adamdır? İsmi
nedir? Diye sordular. Vâizdir, ismi Mevlânâ Hüseyin’dir dedim. Buyurdular ki:
“İşitmişim. Gayet kemâl ve fazîlet sâhibi kimse imiş ve va‘zları havas ve avam
tarafından beğenilen, makbûl tutulan bir vâiz imiş”. Ondan sonra buyurdular ki:
Mevlânâ Şihâbeddin Seyrâmî hazretleri, Şeyh Zeyneddin Hâfî ve Mevlânâ Ya‘kub-ı
Çerhî (kaddesallahü teâlâ sırreh) hazretlerinin üstâdı imişler. Semerkad’a
geldiklerinde demişler ki, “câmi‘de va‘z eyleyeler!”. Hâcegân tabakası
ulularından, kemâl-i zühd ve vera‘ ve ilim ve takvâ ile süslü, nisbeti kavî ve
bütün güzelliklerle bezenmiş Mevlânâ Muhammed Attâr hazretleri de o mecliste
hâzır imişler. Mevlânâ Şihâbeddin minbere çıkarken, minberin eşiğini öpmüş,
sonra minbere çıkmış. Mevlânâ Muhammed hazretleri bu durumu görünce, derhal
meclisten kalkıp dışarı çıkmış. Mevlânâ Şihâbeddin de konuşmadan minberden inip
arkalarından gidip, yetiştiklerinde: “Bizden ne edebsizlik sâdır oldu da,
kalkıp çıktınız, va‘z meclisimizde oturmadınız” diye sormuş. Mevlânâ Attâr
hazretleri cevabında buyurmuşlar: Biz devamlı dikkat edip, gayret ve ihtimamla
insanlar arasında bid‘at kalmamasına çalışırız. Siz bu minbere çıkarken,
minberin ayağını öpmek bid‘atini nereden peydâ ettiniz? Hangi kitâb ve sünnette
vardır ve selef imamlarından hangileri bunu yapmıştır? Sizin gibi ilim
sâhiblerinden böyle işler sâdır olunca, bizim mecliste bulunmamız münâsib
olmaz.
Hâce
hazretleri buyurdular: Mevlânâ Muhammed Attâr (kuddise sırruh) hazretleri bütün
vakitlerinde sünnete uymağa ve bid‘ati defe çalışırdı. Oğulları Mevlânâ
Hasan’ın da dîn ve milleti ihyâda, azîz babaları gibi çok güzel mülâhazaları
vardı.
Reşahât
sâhibi der ki: Hâce hazretlerinin şerefli mülâzemetlerinden ayrılıp Horasan’a
geldim. Babamın va‘z meclisine vardım. Gördüm ki, minbere çıkacağı zaman,
minberin ayağını öptü. Eve geldikten sonra, Mevlânâ Şihâbeddin ile Mevlânâ
Muhammed Attâr hazretlerinin hikâyelerini, Hazreti Hâce’den (kuddise sırruh)
dinlediğim gibi arz eyledim. Ağladı ve biraz sonra dediler ki: Bu bize Hâce
hazretlerinin nasîhatleridir ki, senin dilin ile bize göndermişlerdir. Bundan
sonra bu gibi şeylere çok ihtiyat ve dikkat eder oldu ve minber üzerinde uygun
olmayan işlerden son derece sakındı.
Hâce
hazretleri zaman zaman, babamın va‘z ve vaizliği münâsebetiyle ve bu fakîr
hakkında zuhûra gelen hüsn-i iltifat ve müraat vâsıtasıyla görüştükleri
büyükler ve vâizlerden nakiller yaparlardı. O nakillerden bir kısmı Derviş
Ahmed Semerkandî maddesinde zikr olundu. Bazısını da şimdi anlatırız:
REŞHA-299: Buyurdular: Semerkand’da iki kimsenin va‘zı benim
çok hoşuma giderdi. Biri Mevlânâ Seyyid Âşık idi. Diğeri de Mevlânâ Ebû Saîd
Taşkendî idi. Buyurdular: Seyyid Âşık, riyâzet çeken bir merd idi. Her zaman
açlık ve susuzluk eseri simâsında görünürdü. Gayet güzel va‘z ederlerdi.
Meclislerinde yer bulunmaz, kenarda ayak üstü durup dinleyenler çok olurdu.
Riyâzet ve mücâhede eserleri sâlih simâlarında vâdıh ve peyda, tâat ve ibâdet
nûrları ihlâslı tavırlarından lâyıh ve hüveydâ idi. Buyurdular: Bir azîz
rüyâsında, bir takım insanların durup, hazreti Mûsâ Kelimullah dediklerini
gördü. O azîz, ben de o hazreti göreyim dedim ve orada bekleyeyim, dedim.
Geldiği zaman gördüm ki, Seyyid Âşık idi. Ve yine Hâce hazretleri buyurdular
ki, Seyyid Âşık bu şekilde görülmeyi gerçekten hak etmişlerdi.
REŞHA-300: Buyurdular: İlk Herî’ye gittiğimde ziyâretgâha
uğradım. İlk üç gün orada kaldım. Oradan döndükten sonra Mevlânâ Şemseddin
Muhammed Senevkerdî köyüne uğradım. Mezkûr Mevlânâ Şemseddin, muttakî
âlimlerden idi ve Şeyh Şâh Ferehî müridlerindendi (rahimehullahü teâlâ). Akşam
namazında onun mescidine girdim. Beş yüz kişi var idi. Ertesi gün sabahleyin
va‘z eylediler. Va‘zları benim çok hoşuma gitti. Taşkend’den benimle yoldaşlık
eden iki kişi vardı. Onlar benim yüzümden kalmak zorunda kalmasınlar diye şehre
geldim. İki gün sonra gidip bir hafta daha orada kaldım. O mescide çoğu zaman
tâat ve ibâdet sâhiblerinden çok insanlar bulunurdu.
Birgün
Mevlânâ Şemseddin Muhammed va‘z ediyordu. Va‘z esnâsında pek fazla ağladılar.
Ağladıklarının sebebi nedir, diye kulak tuttum, dinledim. Buyurdular ki: Mîrzâ
Şâhruh için Müslüman pâdişahdır derler. İşittim ki, Güher Şâh’ı bir câriye ile
[kadınla] töhmetinden dolayı, onun emriyle minâreden atmışlar. Bu husûs,
şerîatle sâbit olmuş veya olmamış olmak bakımından iki taraflıdır. Eğer sâbit
olmuş ise, kamçı vurmak gerek idi. Yahud recim etmek gerek idi. Eğer sâbit
olmamış ise, sebebsiz yere bir müslümanı niçin bu şekilde öldürdüler. İsbât
edilmiş olsa da, minâreden atmak meşru‘ değildir, deyip, Mirzâ Şâhruh’dan
şeriata muhâlif bir hükmün sâdır olmasından, Mevlânâ gayet müteellim olup
gayr-i ihtiyâri ağlardı. Din ve millet gamı çeken uluların hâlleri dâima
böyledir. Onlarda din gamı [üzüntüsü] başka gamlardan ziyâde olur.
REŞHA-301: Buyurdular: Şeyh Ebû Osman Hayri, kendi Şeyhi Ebû
Hafs Haddad’dan, halka va‘z ve nasihat etmek için izin istedi. Şeyh Ebû Hafs
buyurdular ki: Niçin bunu istiyorsunuz? Halka şefkatimden, diye cevab verdi.
Şafkatin ne derecedir diye sordular. Eğer ümmet-i Muhammed’in âsilerine bedel
olarak beni Cehenneme koysalar razıyım, yeter ki onlar kurtulsun, dedi. Sonra
va‘z etmesine izin verip, kendileri minber dibinde oturdular. Ebû Osman
hazretleri va‘za başladığı gibi, bir dilenci ayağa kalkıp elbise istedi. Şeyh
Ebû Osman hemen sırtından cübbesini çıkarıp ona verdi. Şeyh Ebû Hafs, Ebû
Osman’a: “İn aşağı, ey yalancı!” dedi. Şeyh Ebû Osman da sözünü tamamlamadan
minberden inip Şeyh hazretlerinin yanına geldi. Benden, ne yalancılık sâdır
oldu da, böyle buyurdunuz? Dedi. Şeyh Ebû Hafs buyurdular ki: Sen, nasihatin
sebebi insanlara şefkatimdir, demiş idin. Eğer senin mümin kardaşlarına
şefkatin olaydı, ihsânın fazilet ve sevabı onların olsun, diye ihsân [iyilik
etmede] biraz beklerdin. Burada lâzım olan o idi ki, sabr edeydin. Eğer bir
kimse bu ihsân ve iyilikte bulunmazsa ve o dilenci mahrûm kalacaksa, o zaman o
hayrı sen işlerdin.
REŞHA-302: Reşahât sâhibi der ki: Bir gün hâtırıma getirdim
ve içimden dedim ki, eğer bize bir gün va‘z etmek düşerse, Hâce hazretlerinin
mubârek dillerinden bu hususta bir söz sâdır olsun. Bu niyetle meclis-i
şeriflerine vardım. Bir zaman sonra buyurdular ki, bir kimse ululardan birine
varıp: Va‘z etmek isterim; va‘zı ne niyet ile edeyim, demiş. O ulu kişi ne
güzel bir cevap vermişler; Buyurmuşlar ki: Ma‘siyete [günâha] niyetin fâidesi
yoktur. Bu cevâb sahihdir zira söz söylemek vaktinden evvel nasihat eylemek
ma‘siyettir [günâhdır]. Sonra buyurdular ki, bu sözden anlaşılıyor ki, sözün
seviyesi çok yüksek imiş. Sonra buyurdular ki, söz söyleme vakti ne zamandır,
şimdi onu bildireyim. Tarikat büyükleri (kaddesallahü teâlâ ervahahum) va‘z ve
nasihat zamanında çok şeyler söylemişlerdir. Kimi, söz söylemek şu zaman câiz
olur ki, konuşanın dili gönlüne bağlı, gönlü ise Hak sübhânehü ve teâlâya bağlı
ola.
REŞHA-303: Buyurdular: Kâmil ve mükemmilden bir amel alan
kimse, bu aldığı işe devam ederse, o amel onu yüksek makamlara eriştirmeğe
sebeb olur.
REŞHA-304: Buyurdular: Mahlûk nakışlarının pasları müdrike
kuvveti [kalb] aynasından silinip, ayna temiz ve berrak olunca, onun mukabili
[karşısında bulunan] zâttan başka bir şey olmaz.
REŞHA-305: Buyurdular: Ahlâk-ı reddiyenin define [kötü
ahlâkın giderilmesiyle] meşgul olmak müşküldür. Yâ kalb hâllerinden bir hâl
elde etmelidir, yahud onu bütün bu kötü ahlâk ve huylardan kurtaracak bir
hâletin zuhuruna muntazır olmalıdır.
REŞHA-306: Bizim yârânımıza [dostlarımıza, müridlerimize] iki
şeyden birini almak lâzımdır. Yâ halâl bir yoldan bir şey kabûl edip, onunla
ziraat yapsınlar ve bu işle meşgul olurken gaflete düşmekten sakınıp, Hacegân
hânedânı tarikati üzere meşgul olsunlar. Yâ da tamamen teslim olup, dünyalık
için olmak ve olmamak fikrinde olmasınlar. Büyük bir gayretle kendi murad ve
isteklerini, mürşidinin isteklerinde yok eylesinler. Böylece fenâ fillah
seâdetine kavuşsunlar. Ondan sonra şu beyti okudular.
Ne gelse yârdan, teslim-i külli ona,
Gerek neş’e, gerek matem, gerek zehir, gerek helva.
REŞHA-307: Buyurdular: Her zaman ricâl-ül gayb [Allahu
teâlânın insanların gözünden sakladığı, dünyanın umuru ile ilgilenen sevgili
kulları] sâlihlerden, azîmetle amel edip, ruhsatlardan sakınanları mülâzemet
ederler. Bu tâife, ruhsatla amel edenlerden kaçarlar. Çünkü ruhsatla amel,
zaiflerin işidir. Hâcegân (kaddesallahü teâlâ ervahahum) hazretlerinin yolu
azîmettir, takvâdır.
REŞHA-308: Reşahât sâhibi der ki: Hazreti Hâce azîmet ve
ihtiyât ile emr ettikleri zaman buyurdular ki: Lokma ve yemekte ihtiyât etmek
lâzım olanlar cümlesindendir. Yemekleri abdestli ve kalb huzûru ile pişirip,
odunu kazan ve tencerenin altına şuur ve âgâhlık ile koyarak ateşi yakmalıdır.
Yemek pişerken bir kızgınlık olur veya perişan bir söz söyledi ise, Hâce
Behâeddin Nakşibend (kaddesallahü teâlâ sırreh) hazretleri böyle yemekten
yemediler ve: “Bu yemekte bir zulmet vardır, bizim bundan, yememiz revâ
değildir” derlerdi.
Hâce
hazretleri kışı çok sert geçen bir sene Semerkand’dan iki fersah mesafede Karga
Tepesi köyünde idiler. Çok kar yağmıştı. Seher vakti taharet için dışarı çıkıp,
mutfak kapısından geçtiler. Orada iki çocuk bir büyük kaba su doldurup, eshabın
tahareti için o suyu ısıtmak üzere ateşin üstüne koydular. Kendileri de,
birbirine yaramaz sözler söylerlerdi. Hâce hazretleri onların bu kaba ve
sövmeli sözlerini işitince, durdular. Çocukları huzurlarına çağırdılar.
Şiddetle men‘ edip, döğmek için deynek istediler. O kızgınlık arasında buyurdular
ki: O kadarını da bilmez misiniz ki, yemek pişirirken ve su ısıtırken gönlü
hâzır etmeli ve dili mâlâyanîden [lüzumsuz sözlerden] korumalıdır. Tâ ki o su
ile abdest alanın ve o yemekten yiyenin gönlünde huzûr ve âgâhlık peyda olsun.
Gafletle ısıtılan su ve gafletle pişirilen yemek, abdest alındığı ve yendiği
zaman, kişinin kalbinde zulmet ve gaflet hâsıl eder. Hâce hazretlerinin yakın
ve makbûl eshabından olan Mevlânâ Lutfullah araya girdi ve şefaat etti de, afv
buyurdular ve işleriyle meşgul oldular.
REŞHA-309: Buyurdular: Sofiyyenin bazılarının ney dinlemek
istemelerinin sırrı odur ki, o azîzler asıl maksada nazar eyleyip, fıtrat
safâsı ile anlamışlardır ki, asıl maksad, insanın hakîkatinin [ruhunun] beşerî
alâkalardan kurtulması ile hâsıl olur. Ney sesi dinlemekle bu ma‘nâ onlara
hâsıl olmuştur ki, ney dinlemeği ihtiyâr etmişlerdir. Ama müctehid imamlardan
bazısının ney dinlemeği caiz görmemesinin hikmeti, ney dinlemeği bid‘ât ve hevâ
ehli âdet ettiklerinden, o ulular ve sâlihler onlarla bir şeyde ortak olmaktan
ar ederler ve terkine gayret ederler ve onunla maksada kavuşmaktan geçip,
maksada kavuşmada daha başka yollara teşebbüs etmişlerdir. Allahu teâlâ en
iyisini bilir.
REŞHA-310: Birgün Hâce hazretlerinin meclis-i şeriflerinde
adamın biri riyâ ve tekellüfle kendini, kendinden geçmiş ve istiğrak hâlinde
gösterdi. Hâce hazretleri ona bakıp şu beyti okudular:
Ben vuslatın mestiyim, deyip
sofu sallanma, O nişansızdan nişan var bizim yanımızda.
REŞHA-311: Buyurdular: Müridin nisbeti kuvvetlenip yerleşmedikçe,
mürid ile idâreli ve hoşgörülü olmalıdır. Ona uyup, ondan zuhur edenle onu
azarlamayıp, uygunsuz huy ve hareketlerine katlanmalıdır. Ama nisbeti
kuvvetlenir ve bu yola yakîn elde ederse, o zaman katlanmak müride düşer. Bir
de müride lâzımdır ki, her nefes kendi hâllerinin bekçisi olup, hâtır kıracak
bir şeyin kendinden meydana gelmemesine gayret ve dikkat etmelidir. Kendisinden
uygunsuz bir iş meydana gelirse, mürşidi, o hareketi ile onu uyarmalı, tenbîh
etmeli, bu gibi işler yakışık almaz, demelidir.
REŞHA-312: Buyurdular: Bazıları demişlerdir ki, şeyh müridi
yeyebilmelidir. Bu mertebede olmayan şeyh, şeyhliğe lâyık değildir. Müridi
yemek demek, şeyh öyle olmalıdır ki, müridin kalbinde tasarruf edip, ahlâk-ı
zemîmesini yemek, ya‘nî ortadan kaldırabilmek demektir. Ve onun yerine ahlâk-ı
hamîdeyi getirip yerleştirmek ve onu huzûr ve âgâhlık mertebesine eriştirmek
demektir.
REŞHA-313: Hâce hazretleri birgün eshabına dediler ki:
İçinizde kim var ki, yirmi hattâ daha ziyâde tasarruf olunduğu hâlde, hâlâ
nisbet sâhibi kılınmamıştır. Lâkin dışarı çıktığınız zaman zâyı‘ eylersiniz.
Bir kimseye yüksek kurb makamından azıcık bir nûr ihsân etseler, o kimsenin o
nûr ile bütün işlerini görüp, o nûrun aydınlığında kendi zulmetini
[karanlığını] görüp, kendini ortadan kaldırması lâzım olur.
REŞHA-314: Buyurdular: Benim hayatta olduğum şu birkaç gün
içinde müşâhedeye kavuşamazsınız, daha ne zaman kavuşacaksınız. Bu fırsatı
ganîmet bilin. Kaçarsa pişman olursunuz, ama pişmanlığın da faydası olmaz.
REŞHA-315: Reşahât sâhibi der ki: Hazreti Hâce bu fakîre
râbıta tarîkını işâret buyurdukları zaman, şu beyti okudular:
Gayret et
kalb ehlinin gönlünde bir yer eyle,
Gayri düşünen aklı koy, hep ol vasl ehli ile.
Sonra
buyurdular ki, ya‘nî başkasını düşünmeyi bırak, adamların gönlünde yer eyle!
Adam, tarîkat meşâyıhınden ibârettir. Ya‘nî bütün varlığınla ona yönel ki,
tarîkat meşâyıhı gönlünde kendine yer edesin. Nitekim Hâcegân tarîkatinin
husûsiyetindendir ki, tâlib her nefeste koruculuk eylemelidir. Böylece ondan
mürşidinin beğenmediği bir şey meydana gelmez. Buna öyle riâyet ve dikkat
etmelidir ki, onun bütün muradı mürşidinin muradı ve mürşidin muradı onun muradı
olmalıdır. Bu bekçilik sebebiyle tâlib öyle bir seâdetle şereflenir ki, onun
üstünde seâdet tasavvur olunamaz. O da fenâ fillahdır.
REŞHA-316: Reşahât sâhibi der ki: Bir fakîr mecliste Hâce
hazretlerinin yüzüne çok bakardı. Bir gün o fakîre hitab edip buyurdular ki:
Bir şahıs Hâce Behâeddin Nakşibend (kaddesallahü teâlâ sırreh) hazretlerinin
mubârek yüzlerine çok bakardı. Hâce Behâeddin hazretleri buyurdular ki: Benim
yüzüme çok bakma, yoksa gönlünü yele verirsin. Ondan sonra Hâce hazretleri şu
mısra‘ı okudular:
Bizim
yüzümüze bakanın aklı gider.
Sonra
buyurdular ki: Müridin teveccühü mürşidin iki kaşı arasına olmalıdır. Mürşidi
her hâlde, her zaman kendi hâllerini bilir, bilmelidir ve hep hâzır
düşünmelidir, ki mürşidin heybet ve azameti onda tasarruf eyleyip, huzuruna
yakışmayan şeyler, müridin kalbinden çıkmış olsun. Bu husûsa riâyette o
dereceye ulaşmalıdır ki, mürşid ile mürid arasından perde kalkıp mürşidin bütün
maksad, emel ve muradları, belki mevâcid ve hâlleri müridce müşahid ve görünür
olmalıdır.
Mısra‘:
Bu büyük
devlettir, herkese nasîb olmaz.
REŞHA-317: Buyurdular: Havatır-ı reddiye [kötü düşünceler] ve
tabiî gereksinimlerin tutkunluğundan kurtulmanın yolu üçtür:
1-
Bu tâife-i aliyyenin
belirttikleri hayırlı amellerden birini kendine lâzım kılıp, riyâzet yolunu
ihtiyâr etmek.
2-
Kendi havl [hareket] ve
kuvvetini aradan çıkarmak. Belki kendini onlardan saymamak. Kendisi benlik
belâsından ancak böyle kurtulur. Niyâz, iftikar, tazarru ve inkisâr yoluyla
devam üzre Cenâb-ı Hakka rucû‘ etmek. Umulur ki, Hak teâlâ inâyet edip onu bu
belâdan kurtarır.
3-
Pîrin bâtınî himmetinden yardım
isteyip, pîri kalbinin teveccüh kıblesi kılmaktır.
Bu
takrîrden [beyândan] sonra hâzır olanlardan sordular ki: Bu üç yoldan hangisi
daha iyidir. Kendileri buyurdular ki, mürşide teveccüh edip onun himmetinden
istimdâd daha iyidir. Zirâ kendini Hak teâlâya teveccühden âciz bilip, pîri
teveccüh vesîlesi eylemiştir. Ya‘nî neticenin elde edilmesine daha yakındır;
dâima pîrin himmetini istediği için tâlibin maksudu bu yoldan daha çabuk hâsıl
olur.
REŞHA-318: Bu tâifeden biriyle sohbet eyleyene lâzım gelir
ki, cehd edip onun hakîkatından haberdâr ola. Bundan sonra Mesnevî’den
şu üç beyti okudular:
Ben her
cem‘iyyette nâlân olmuşum,
Kötüyle denk, iyiyle hoşhâl olmuşum,
Her biri bilmiş sanırlar hâlimi, Bilmediler içimdeki sırrımı,
Sırrım nâlemden uzak değildir, Ama göz, kulak bunlara eldir [yabancıdır].
REŞHA-319: Bir gün sohbet ehline eğitimde bulunarak: Çok
açlık ve çok uykusuzluk, dimağı [beyni, zihni] etkiler ve zayıflatır. Hakaik ve
dekaiki idrakten alıkoyar. Bunun içindir ki, riyâzet ehlinin bir kısmının
keşfinde hatâlar olmuştur. Ama içinde ferah ve sürûr bulunan ayıklık çok zarar
eylemez. Çünkü onda bulunan ferah ve sürûr, bünyede takviye tesiri yapar ve
uyku ihtiyacını azaltır ve dimağı kuruluktan muhâfaza eder.
Buyurdular:
Hâce Alâeddin Gucdevânî hazretleri anlattılar: Bir gün Hâce Behâeddin Nakşibend
(kaddesallahü teâlâ sırreh) hazretleri Tavais’e geldiler. Biz eshabdan bir
takım arkadaşlarla Gucdevân’da idik. Bizi istettiler. Gittik. Akşam yaklaşınca,
Hâce hazretlerinin muhlis hizmetkârlarından olan Şeyh Muhammed Duzî Tavaisî’yi
çağırıp: “Gelen dostlarımızı al, evine götür, hizmetlerini yap” buyurdular.
Şeyh Muhammed’in evine gittik. Akşam namazından sonra Hâce hazretleri de geldiler.
Sofa kenarında oturup, ayaklarını aşağı sarkıttılar ve Şeyh Muhammed’i çağırıp:
“Dostlarımız için ne pişirmeliyiz” dediler. Şeyh Muhammed, hâtırımda semiz
tavuk kesip pişirmek vardır, dedi. Tavuğu getir, göreyim, semiz midir, arık
mıdır, buyurdular. Şeyh Muhammed tavukları getirdi. Hâce hazretleri mubârek
eliyle bir bir yokladı. Semizliklerine baktı. Sonra eshabına: “Yemeği yiyin.
Gece sabaha kadar uyuyun. Sabahleyin benim yanıma gelin” buyurdular ve sonra
kalkıp gittiler. Biz yemeği yedik ve gece orada kaldık. Buyurdukları gibi
uyuduk. Sabah olunca, bütün arkadaşlar Hâce hazretlerinin hizmetine [huzuruna]
geldik.
REŞHA-320: Buyurdular: Zikir bir kazma gibidir. Onunla gönül
yolundan hâtır [kalbden geçen] dikenlerinin kökünü kazırlar.
REŞHA-321: Buyurdular: İş, vakitlerini zikirle öyle
doldurmaktır ki, sâlikte Cennet arzusu veya Cehennem korkusuna zaman kalmasın.
Uyku ile uyanıklığı da aynı olmalıdır. Şeytanda ne yürek [cesâret] olur ki,
böyle bir kimsenin yanına gelebilsin!
REŞHA-322: Buyurdular: Eğer sohbette sükût, Hak sübhânehü ve
teâlâdan âgâhlığın muhâfazası ve boş, lüzumsuz sözler söylememek için olursa, o
sohbet Cennettir. Âyet-i kerîmede: “Orada boş, lüzumsuz söz
duymazlar” [Meryem-62] buyurulması böyle sohbete işârettir. Kalbleri hakîkî
mahbûbâ tutulmuş olanlar, her hâlde Hak sübhânehü ve teâlâ ile mükâleme
[konuşma] ve münâcâttadır [yakarma hâlindedir].
REŞHA-323: Buyurdular: Büyük âlimlere göre, Hak teâlâ, hiçbir
şekilde, idrâk edilemez, anlaşılamaz. O’nu idrâk yolu kapalıdır. Kâmil akıl,
O’nun idrâkinden hiçbir şekilde, kendisine kanâat gelmeyen akıldır. İş böyle
olunca, sükûn ve ârâm [rahatlık] akıldan beklenmez.
Beyt:
İş bu aşûfteliği madem ki istiyor yâr, Uyumakta bir kâr yok, az
gayrette ümid var.
REŞHA-324: Buyurdular: İnsanî ruhlar, kudsî beşiklerde dâimâ
müşâhedede idiler. Bu şehâdet âlemine getirip, nâsut kafesine sokup habs
ettiklerinde, bedenlere taalluk sebebiyle, mesken [ev], melbes [giyecek] ve
yemek ve bunlardan başka bedenin ihtiyâc duyduğu her şeyle meşgul oldular. Bu
kadar çok meşgale ve sıkıntı bazılarını aslî vatanına dönmek istediğinden
alıkoymadı ve hayvanî ihtiyaclar ve tabiî zevkler, onların öz vatanlarına
kavuşma sevdasını kıramadı. Buradan anlaşıldı ki, insanın var edilmesinden
maksûd, bu sıkıntılar değildir.
REŞHA-325: Buyurdular: İbâdet, emirler ile amel edip,
yasaklardan sakınmaktan ibârettir. Ubûdiyyet, Hak sübhânehü ve teâlâyâ
devamlı teveccüh ve ikbâlden ibârettir. Buyurdular: Bazı kitablarda ibâdet ile
ubûdetin farkı için demişlerdir ki, ibâdet, kulluk vazîfelerini şerîatin
ahkâmına göre yapmağa derler. Ubûdet ise, kalbin ta‘zim ederek huzûr ve
âgâhlığıdır.
REŞHA-326: Buyurdular: İnsanın yaratılmasından maksad,
taabbuddur [kulluktur]. Kulluğun da özü, her hâlde Hak teâlâ ile olmaktır,
tazarru‘ ve hudu‘ [yalvarma ve boyun eğme] vasfıyla.
REŞHA-327: Buyurdular: Mi‘râc iki çeşittir: Biri ma‘nevî,
diğeri sûrî [maddî] mi‘ractır. Ma‘nevî mi‘râc da iki çeşittir: Biri, zemîme
[aşağı, kötü] sıfatlardan hamîde [güzel] sıfatlara mi‘râcdır [yükselmedir].
Diğeri, mâsivâdan Hak teâlâya intikaldir.
REŞHA-328: Buyurdular: Seyir iki çeşittir: Biri boyuna,
uzunlamasına seyir, diğeri dâirevîdir. Uzunlamasına olan uzak içinde uzaklık,
dâirevî olan ise, yakınlık içinde yakınlıktır. Uzunlamasına seyr, maksadı kendi
dâiresinin dışında aramağa derler. Dâirevî olan ise, kendi kalbinin etrafında
dolaşıp, maksadı kendinde arayıp bulmağa derler.
REŞHA-329: Buyurdular: İlim ikidir: Biri verâset, diğeri
ledünnî ilimdir. Verâset ilmi, ameli önde olan ilimdir. Nitekim Resûl-i Ekrem
(sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem): “Bildiği ile amel edene, Allahu
teâlâ bilmediklerini verir” buyurmuşlardır. Ledünnî ilim, amelle alâkası
olmayıp, Hak teâlânın mücerred ihsân ve inâyeti ile kendi katından kulunu
husûsî bir ilim ile şereflendirmesidir. Nitekim Hak teâlâ: “Ona tarafımızdan
bir ilim öğretmiştik” [Kehf-65] buyuruyor:
REŞHA-330: Buyurdular: Ecir de ikidir: Biri ecr-i memnûndur,
diğeri ecr-i gayr-i memnûndur. Ecr-i memnûn, amel karşılığında olmayıp,
mücerred [sırf] mevhibedir. Gayr-i memnûn ise, amel karşılığındaki ecirdir.
REŞHA-331: Buyurdular: Âlim ile ârif arasında fark vardır.
Mesela bir kimse nahîv [cümle bilgisi] ilmini bilir, ki o küllî kâidelerden
ibârettir. Ona nahîv âlimi derler. Nahivde ârif demezler. Ama nahiv ilminde
ârif o zaman derler ki, nahvin her bir kaidesini zahmetsiz, zorlanmadan ve hiç
duraklamadan yerinde kullanır. Bunun gibi tevhîd ilminde âlim derler. Bu tevhîd
ilmindeki âlim, tevhîdi ilim yoluyla olana derler. Ya‘nî fiillerin, sıfatların
ve zâtın vahdetine inanıp, kalbinde (Vucûdda-var etmede Allah’dan başka fail
yoktur) ma‘nâsı yerleşmiş olana, tevhîd ilmî âlimi derler. Eğer fiillerin ve
sıfatların her birini, kendi mazharından ve başkasından zuhûru zamanında hiç
düşünmeden ve duraklamadan bilirse ki, fâil Hak sübhânehü ve teâlâdır, ona ârif
derler. Eğer bunları düşünerek bilirse, ya‘nî îman kuvveti ile bilirse, ona
mütearrif derler.
REŞHA-332: Hâce hazretleri bir gün temsîl yoluyla buyurdular
ki: Kuşlar Sîmurg’a [Anka’ya] ulaşmak için toplanmışlar. Yola girdiklerinde,
her biri bir özür beyân edip geri kalmış. Ama hangisinde Anka’dan bir eser var
idiyse, Anka’ya o erişmiş.
REŞHA-333: Buyurdular: Halk düşünür ki, kemâl, enel-Hak
demektir. Halbuki kemâl eneyi [beni] ortadan kaldırıp, asla ben dememektir.
REŞHA-334: Buyurdular: Esas iş [nefsten] bağımsızlıktır.
Sonra buyurdular ki: Bana göre Pehlivân Mahmûd Pûryâr’ın şu dörtlüğünden yüksek
bir şiir yoktur:
Aşk kumarhânesinde nice gidip
gelen var, Aşağılıklarla sohbetten oldular bîzâr, Ne sayı, ne hâlini kimse
bilmez bunların, Dareyn nakd ve borcunu hiç etmediler pazar.
Sonra
buyurdular ki: Eğer bir kimse LÂ İLÂHE İLLALLAH ma‘nâsının
hakîkatını bilse, bu sözden Pehlivân Mahmûd’un hiç bir kayd [bağ] ile mukayyed
olmayıp, tecell-i zâtî ile şereflenmiş olduğunu anlar.
REŞHA-335: Bir gün hizmet gören eshabdan bazısını muhatab
edip bazı sözler söylediler. O esnâda dediler ki: “Toparlarsak deriz ki,
çalışmak lâzımdır ki, kalbde Hak teâlâya dâimî teveccüh hâsıl olsun. Ondan
sonra şu ma‘nâdan âgâh kâbil olur ki, bu teveccüh Hakkın kendi zâtına teveccühüdür.
O müteveccihin arada hiç işi yoktur.”
REŞHA-336: Buyurdular: Mutfak fenâ, fenâ sâhibinin kendi
evsaf ve ahvâline şuuru olmamak değildir. Fenânın ma‘nâsı zevk yoluyla evsaf ve
ef alin [sıfatlarının ve yaptıklarının] kendine isnâdını nefy etmektir [aradan
kaldırmaktır] ve o fiillerin hakîkî fâilin olduğunu söylemektir. Sofiyyenin
(kaddesallahü teâlâ ervahahüm): “Nefy ile isbâtın çatışması yoktur” sözlerinin
ma‘nâsı budur. Buyurdular ki: Meselâ, şu sırtımdaki kaftan âriyet [emânet]
olsun ve ben onu kendimin bildiğimden, âriyet olarak bilmesem ve bu benim
kaftanımdır derken, birden âriyet [emânet] olduğunu hâtırlasam, o anda bana âid
olma düşüncesi kalkar. Halbuki hâlâ sırtımdadır ve onu giymiş durumdayım. Bütün
sıfatların âriyet olduğunu buna benzetmelidir, tâ ki, gönül Hak teâlâdan
başkasından kesilip, pâk ve mutahhâr olsun.
REŞHA-337: Buyurdular: Bize göre vasl [kavuşmak] kalbin zevk
yoluyla Hak teâlâya âgâhlığıdır [huzurudur]. Ve Haktan başkasından uzaklaşması
ve gayriyi unutmasıdır. Bu keyfiyet el verince, muttasıl [kavuşan] devamlı vasl
[kavuşma] ile şereflenmiş olur. Çocukluğumdan itibaren benim itikadım budur.
REŞHA-338: Buyurdular: Hakîkatta vasl, zevk yoluyla kalbin
Hak teâlâ ile olmasıdır. Bu devamlı olursa, devamlı vasl [kavuşma] derler. Vaslın
nihâyeti budur. Hâce Behâeddin Nakşibend (kuddise sırruh) hazretlerinin: “Biz
nihâyeti bidâyete yerleştirdik” buyurduklarından muradları budur. Yine onların:
“Biz vusûle vâsıtayız. Başka değiliz. Bizden kesilip [ayrılıp] maksuda
kavuşmalıdır”, dedikleri de yine bu vasıldır. Buyurdular ki: Bu nisbetin sizin
yanınızda kadri [kıymeti] olsaydı, başınız üzerinde taş taşırdınız.
Buyurdular:
Bizim sohbetimize vâsıl olduğunuz şu kadar zaman oldu. Ondan bize âid olan ne,
Hak teâlâya âid olan ne!
Buyurdular:
Ekseriyâ biz, insanlar için gamdayız ve halk bizim vâsıtamız ile şâddadır
[neş’ededir]. Eğer bir kimse kendini o kadar büyük yapsa ki, onun harablığından
âlemin harab olması gerekse, bu şirktir. Lâkin ben ne yapayım! “Her gün [an]
O, bir yaratmadır.” Bizi bizden alıp, böyle ulu eylemişler.
REŞHA-339: Buyurdular: Zikir bir şekilde meleke olup, kalb
dâimâ hâzır olursa ve zikir eden bu huzûr içinde zevklenirse, sâhibi ebrârdan
olur. Ona hâzır meallah [Allahla hâzır: huzurda] denir. Ama vâsil-i ilallah
[Allaha kavuşmuş] denmez. Çünkü vâsıl o kimsedir ki, huzûr isnâdı onun için
kullanılmaz. Belki hâzır, Hak teâlâdır kendi zâtıyla.
REŞHA-340: Buyurdular: En kâmil evliyânın kavuştuğu mertebe
işin, makamların sonudur. Bu mertebede müşâhede bunlardan gaib olmaz. Gaib olsa,
hakîkî müşâhedede müstağrak olduklarından olur.
REŞHA-341: Buyurdular: Tecelli keşifdir. Bunun zuhûru iki
türlüdür. Biri keşf-i âyânîdir. Bu maksud olan cemâli [Hak teâlâyı], âhırette
baş gözü ile görmektir. Diğeri de huzûr ve âgâhînin ziyâdeliği ile veyâ
muhabbetin galebesi ile gaib, mahsûs [görülen, şâhid] gibi olur. Zira
muhabbetin özelliğindendir ki, gaibi mahsûs [şâhid] gibi makamına indirir.
Kemâl sâhiblerinin dünyada önde tutulmalarının sebebi budur.
REŞHA-342: Buyurdular: Nihâyet, huzûr ve müşâhede midir,
yoksa fenâ ve yokluk mudur? Bazı büyüklerin sözlerinden anlaşıldığına göre,
nihâyet huzûr ve müşâhededir. Lâkin hakîkatta nihâyet fenâ ve yokluk görünüyor.
Zirâ huzûr ve müşâhedeye tutulan da gayre tutulmuştur.
REŞHA-343: Buyurdular: Şuhûdun iki ma‘nâsı vardır: Biri zât-ı
mukaddesi mezahir libâsı ile zuhûrdan arî müşâhede etmektir. Diğeri, o zât-ı
mukaddesi mezâhir [zuhûr yerleri, aynalar] perdesinden müşâhede etmektir,
birlik ve ferdiyet na‘tiyle [güzel vasfiyle], heplik ve sıfatsız olarak. Bu şuhuda
sofiyye (kaddesallahü teâlâ ervahahüm), kesrette ehadiyyeti müşâhede ederler.
Hazreti Risâletpenâh (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) bi’setten [peygamber
olarak gönderildikten] sonra bu şuhudda idiler.
REŞHA-344: Buyurdular: Şaşarım şu kimseye ki, “söyleyene
değil, söylediği söze bak” demiştir. Belki demek lâzım idi ki, “söylediği söze
bakma, söyleyene bak”, ya‘nî deyen ve konuşan mezâhir [görünenler] perdesinden
Hak teâlâdır.
REŞHA-345: Buyurdular: Hak sübhânehü ve teâlâ inâyet ve ihsân
edip kendi sıfatlarından bir kaçını kuluna nisbet edip, kulunu onunla mensûb
etmiştir. Va‘d ve vaidi [müjde ve tehdidi] ona bağlı kılmıştır. Kulun kemâli
de, gayretle çalışıp bütün varlığını tarîk-ı müstakîm sulûküne sarf etmesi ve
kendini Hak sübhânehü ve teâlânın ona mensûb eylediklerinin kendinin
olmadığını, bilecek yere ulaştırmasındadır. Dervişlik işte budur. Lâkin halk
onu uzak ve uzun eylemişlerdir.
REŞHA-346: Birgün azîzlerden biri mecliste Hâce
hazretlerinden sordu ki, tasavvuf büyükleri demişlerdir ki: Hak sübhânehû ve
teâlânın vucûdundan ve varlığından başka mevcûd bir vucûd [varlık] yoktur. Ve
mezâhir [eşya] perdesinden zâhir olan birdir. Buna göre kâfirler ile
Müslümanların münazaası [anlaşamamaları] ve muhâlefeti nedendir? Hazreti Hâce o
azîze Mesnevî’nin şu iki beyti ile cevab verdiler:
Vakta ki renksizler esîr-i renk
olur, Mûsâ’nın Mûsâ’yla işi cenk olur. Vakta ki renksiz olup gitse tezâd, Mûsâ
Firavun’la eyler ittihâd.
REŞHA-347: Buyurdular: Kader sırrına vâkıf olanlar
müsterihlerdir. Ya‘nî hepsinin yok olduğu ilmi hâsıl olduktan sonra ve hepsinin
sûretlerinde zâhir olan Hakdır bildikten sonra rahat oldular. Tıpkı nehir ve
kanalların sularının okyanusun genişlemesinden [ve buharlaşmasından hâsıl
olduklarını] bilip, asılları olan okyanusa eriştiklerinde memnûn ve rahat
olmaları gibi:
Beyt:
Kim ki kimin sâyesidir bilir,
Ölmekten, dirilmekten fâriğ olur.
Ya‘nî
kaderin sırrına vâkıf olanlar müsterihlerdir [rahattır]. Zirâ her şeyin yok
idiğini ve hepsinin sûretlerinde zâhir olanın Hak olduğunun bilenler, rahat
olurlar. Her işi kendilerine isnâd etmekten kurtulurlar.
Reşahât
sâhibi der ki: Bu bildirdiğimiz güzel sözlerden, tatlı beyânlardan maada
[başka], Hâce hazretlerinin meclislerinde sayılamayacak kadar yüksek hakîkat ve
ma‘rifet taşıyan sözleri, ince ve güzel ma‘nâlı ifâdeleri kendilerinden
işitilmiştir. Lâkin hâfızamın zaifliği ve bir takım engellerin zuhûru sebebiyle
ibâre ve ifâdeleri tam zabt edemedim. Amma hâtırımda kalan, söyledikleri zaman
hâfızamda yer eden, ince ma‘nâlı şiir, beyt ve mısra‘larından birkaç tane arz
edeyim:
REŞHA-348: Hâce Muhammed Yahyâ hazretlerine, yüksek himmetli
olmayı emr ettikleri zaman şu mısra‘ı kuvvetle ve heybetle okudular:
Hep yukarı sıçra, kaplanlar gibi.
REŞHA-349: Varlığı ve benliği terk etme husûsunda konuşurken
şu mısra‘ı okudular:
Bir adım nefsin başına, diğerin yâr köyüne bas.
REŞHA-350: Maiyyet sırrını beyân edip, cehrî zikirden men‘
ettikleri zaman şu mısra‘ı okudular:
Sesini yükseltme, zirâ yâr yakındadır.
REŞHA-351: Kabiliyetlerin farklı olduğunu buyurduklarında şu
mısra‘ı okudular:
Penceren kadar düşer, ay ışığı odana.
REŞHA-352: Aşk ve muhabbetin ma‘arif ve hakaiki mucib
olduğunda şu beyti okudular:
Eğer aşk olmasaydı, aşk derdi olmasaydı,
Bu kadar güzel sözü, kim söyler kim duyardı.
REŞHA-353: Dâimâ âgâh olmanın, melûfât ve me‘nûsâtı terke
bağlı olduğu hakkında buyururlar ki, Şeyh Hâvend Tahûr bir risâlesinde yazar:
Beytler:
Eğer bizi istersen, bizim
sözümüz söyle, Bizim huyumuzda ol, dâima yaşa öyle. Biz güzeliz bizimle hep
güzel işler eyle, İki gönüllü olma, bizle ol, tek gönülle.
REŞHA-354: Vech-i hassa teveccüh yoluna işâret ettiklerinde
bu beyti okudular:
Ne güzellik var ise cihanda
vardır onda, Nerde ise o güzel, onu arayın orda.
REŞHA-355: Râbıta yapanlara sûrî [maddî] uzaklık engel
olmadığı husûsunda şu beyti okudular:
Kapından ben gidersem, sevgin
kalbimden gitmez, Ayağın toprağı benim, gönül sevdânı terk etmez.
REŞHA-356: Hak teâlânın zâtî gınasını [ihtiyâcsızlığını ve
halkın onun hakîkatini idrâkten aczî] beyânında okurlardı:
Gam dellâlı yolunda gördü can
verenleri, Aşk pazarında bir pul, yüz başa bedel dedi.
REŞHA-357: Zâhir ehlinin aşkın [muhabbetin] hakîkatinden
habersiz olduğu hakkında şunu okudular:
Bû Hanîfe aşk dersinden ders
etmedi, Şâfiî bu nakilden hiç bir rivâyet etmedi.
REŞHA-358: Tâliblerin irâdetlerinin zaifliği hakkında
anlatırken okudular:
Deme erbâb-ı dil gitti muhabbet şehri boş kaldı, Cihân Şems ile
doludur, ama nerde o Mevlânâ.
REŞHA-359: Çok kimseye bu tâifenin iltifatı sebebiyle bir
zevk-i ilâhî hâsıl olup, sonra azıcık terk-i edeb ile o zevkin kalmadığını
beyânda okudular:
Sen oyunda kaçırdın ve sıra sana geldi, Madem eğrilik yaptın, biri
de seni yedi.
REŞHA-360: Uzletten men‘ edip sohbete tergîb hususunda
okudular:
Şekeri yalnız yeme, gel karıştır gül ile, Ki, nice fâideler
bulunur bu terkible.
REŞHA-361: Ruhları kudsî ve ilâhî kemâlât sâhiblerinin,
beşerî sıfatları ve tabiî arzuları, maksûdu müşahedeye ma‘nî teşkîl etmediği
hakkında şu kıt‘ayı okudular:
Mûsâ aleyhisselâm ağaçta ateş gördü, Ve o ateş ağacı ter ü taze
eyledi.
Beşerî arzuları gönül sâhiblerinin,
Böyledir, bu büyükler, böyle ta‘rîf eyledi.
REŞHA-362: Beşerî kayıtlardan şikâyet hususunda buyurdular:
Şeyh Ebû Bekr-i Kaffâl Şâşî hazretlerinin türbesinin kapısında gördüm. Şöyle
yazmışlardı. Kıt‘a:
Sırrı, hikmeti nedir, bir oğul babasına, Hep iyilik görse de, yine
de minnet etmez.
Ya‘nî demek ister ki, bu sıkıntılı yere, Beni sen düşürmüşsün, ne
iyilik etsen yetmez.
REŞHA-363: Rabıta yolunu anlattıkları bir gün Mesnevî’den şu
beyitleri okudular:
Bir kişinin kıblesi dildâr
olur, Birinin kıblesi rûy-ı yâr olur.
Her birinin yüzüne bak bir
zaman, Tâ olasın hizmetiyle şâduman.
Onların kalbinde kendine yer
et, Kendini gökteki mehtaba benzet.
REŞHA-364: Hüküm gâlibin [hüküm ekseriyete göredir] husûsunda
okudular:
Mesnevî:
Ey birâder, sen hep
endişedesin, Sanma ki, kemikten ve sinirdensin, Gülşen isen, gül olur fikrin
senin, Külhan isen, dikendir zikrin senin.
REŞHA-365: Keskin görüşlülüğe ve firasete uyarmak hakkında
okudular:
Mesnevî:
İnsanlık bir görmedir, kalanı
post, Görmek odur ki, göre didâr-i dost.
REŞHA-366: Ma‘iyyet [beraberlik] sırrını beyân ettikleri
zaman şunu okudular:
Mesnevî:
Kör gibi her tarafa elin atıp
yoklama, Kilimin altındadır, senin ile ne varsa, Senin yükün heyben ile
kesedir, Râminî’ysen arzun yalnız Veys’edir, Veys’de Râmîn’de senin zâtındır,
Hâricinde olanlar hep senin âfakındır.
REŞHA-367: Yine ma‘iyyet sırrını beyân ve cehrî zikri men‘
hususunda buyururlardı.
Beyt:
Câhil işidir zikr ederken
feryâd eylemek, Hâzırı gaib sanıp, gaib gibi yâd eylemek.
REŞHA-368: Aşk, hararet, şevk, derd ve ızdırab hakkında
okurlardı:
Susuzluk hâsıl eyle, ey şeydâ,
Tâ ki her yerden su olsun peydâ.
Yine bu mevzu‘ da okurlardı:
Kıt‘a:
Susuz, uyuyamaz, uyusa da az,
Susuzluk nerede, safa nerede, Uyusa da, rüyasında su görür, Dudağı bardakta,
veyâ çeşmede.
REŞHA-369: Bu tâifenin şevk ve muhabbeti ağır bastığı zaman
okurlardı:
Susamışlar bardaktan su
içseler, Su içinde hep yârı gözetirler.
REŞHA-370: Mezâhir libâsında zâhir olan [dünyada görünen
şeyler] şeylerin bir hakikatin eseri olduğunu beyândan sonra Mesnevî’den şu
beyitleri okudular:
Eğer ben bu ma‘nâdan perdeyi
kaldırırsam, Ben, suâllere cevâb vermekten kurtulamam. Zevk ile aşk sözleri
duyulacaktır benden, Hizmetin çizgileri okunacaktır benden.
Anlayana kâfidir, sözü burda
keselim, Köyde olan duymuştur, başka ne söyleyelim.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar