Cemile...Cengiz Aytmatov
Cemile - Öğretmen Duyşen
Çeviren: Ülkü Tamer
O basit çerçeveli küçük resmin
yine karşısındayım işte. Köye gidiyorum yarın sabah; resme uzun uzun, dikkatle
bakıyorum, yolculuk için bana bir şeyler söyleyecek sanki.
Resim sergilenmedi. Üstelik,
köyden akrabalar gelince hemen kaldırıyorum onu, saklıyorum. Sanat eseri
sayılmaz gerçi, ama utanılacak bir şey de değil. İçindeki toprak kadar yalın.
Arkada soğuk bir sonbahar göğü
çizili; ötelerde, sıradağlar üstünde kaçan bulutları kovalayan rüzgâr. Önde,
kurumuş pelinlerle kaplı bozkır, son yağmurlarla ıslanmış, kararmış yol; iki
yanında kırık çalılar. Çamurlu yolda iki yolcunun ayak izleri durmakta. Yol
uzaklarda silinip giderken izler de belirsizleşiyor. Birer adım daha atsalardı,
çerçevenin arkasında kaybolacaklardı sanki. Biri... Ama sırayla anlatayım.
Her şey ben çocukken oldu.
Savaşın üçüncü yılıydı. Uzaklarda bir hepimiz bir obadan geliyorduk köyde ırmak
boyunca uzanan Aralskaya Sokağı'nda oturan herkes, aynı soyun torunlarıydı.
Kolhoza katıldığımızdan kısa bir
süre sonra Küçük Ev'in erkeği ölmüş; dul karısıyla iki küçük oğlanı bırakmış
geriye. O sıralar köyde hala geçerli olan eski oba geleneğine göre, oğul sahibi
dul kadınlar topluluktan ayrılmazlarmış; babamın kadınla evlenmesi
kararlaştırılmış. Ölen adamın en yakın akrabası olduğu için, atalarına saygı
duyan babam bu görevi yerine getirmiş.
İkinci ailemiz böyle kurulmuş
işte. Küçük Ev'in kendi toprağı, kendi hayvanları vardı; ama gerçekte bir arada
yaşıyorduk.
Küçük Ev de iki oğlunu savaşa
yollamıştı. Çocukların büyüğü Sadık, evlendikten kısa bir süre sonra gitmişti.
Seyrek olmasına rağmen, ikisinden de mektup alıyorduk.
Böylece iki kişi kalmıştı Küçük
Ev'de: kiciapa, yani Küçük Ana dediğim kadın, bir de gelini, Sadık'ın karısı.
İkisi de sabahtan akşama kadar kolhozda çalışırlardı. Küçük anam iyi, saygılı,
uysaldı; hendek kazmada olsun, tarla sulamada olsun, gençlerden geri kalmazdı.
Kader, hamarat bir gelin vermişti ona. Cemile, tam ona yakışır bir kızdı;
yılmak nedir bilmezdi, canlıydı, dipdiriydi.
Cemile'yi severdim. O da beni severdi.
Yakın arkadaştık, ama birbirimizi ilk adlarımızla çağıramıyorduk. Ayrı
ailelerden gelseydik, hiç çekinmez, Cemile derdim ona. Ama ağabeyimin karısı
olduğu için ben ona yenge, o da bana kiçine bala, yani küçük çocuk demek
zorundaydık. Küçük değildim, yaşlarımız arasında pek az fark vardı.
Köylerimizin geleneği bunu gerektiriyordu: gelinler, kocalarının küçük
kardeşlerine kiçine bala derlerdi.
Anam, iki evin işine de bakardı.
Kız kardeşim yardım ederdi ona; örgülü saçlarını hep iple bağlayan tatlı bir
kızdı. O güç yıllarda nasıl çalıştığını hiç unutamam. İki evin kuzularını,
buzağılarını otlağa götüren oydu; yakmak için tezek ve çalı çırpı toplayan
oydu. Cephedeki oğullarından haber alamayan anamın kara düşüncelerini dağıtan,
yalnız günlerini ışıtan oydu, kalkık burunlu kardeşimdi. Büyük ailemiz, dirlik
içinde yaşamasını anama borçluydu. İki evi de o çekip çevirirdi. Göçebe
dedelerimizin yanına geldiğinde gencecik bir kızmış; iki aileyi kimseye
haksızlık etmeden yöneterek, onların anısına bir çeşit saygı gösteriyordu.
Akıllılığından, hakseverliğinden, hamaratlığından ötürü bütün köy halkının
saygısını kazanmıştı. Evi yöneten oydu. İşin aslında, köylülerin hiçbiri
ailenin başı saymazdı babamı. Ah, ustaya gitme, o sadece kendi baltasının
dilinden anlar. Her şeyin başı Koca Ana. Bir şey danışacaksan ona danış,
derlerdi. Küçük olmasına küçüktüm, ama ağabeylerim savaşa gittikleri için,
benim de sözüm geçerdi ailede. Çoğu kere, iki ailenin bir başı diye
takılırlardı bana, bazen de ciddi ciddi, evin erkeğinin ben olduğumu
söylerlerdi. Doğrusu gurur duyardım bundan, derin bir sorumluluk duygusuna
kapılırdım. Anam da isterdi sorumluluk duymamı. Günlerini rende rendelemekle,
tahta kesmekle geçiren babam gibi olmayayım, akıllı, tutkulu bir çiftçi olayım
isterdi.
Neyse, arabamı bir söğüdün
gölgesine çektim, dizginleri gevşettim, avluya giderken bizim küme başkanı
Orozmat'ı gördüm. At sırtındaydı, koltuk değneğini eyere bağlamıştı yine. Anam
yanında duruyordu onun. Tartışıyorlardı. Yaklaşınca, anamın sözlerini duydum:
Olmaz! Allah korkusu yok mu
sende? Kadınların arabaya çuvalı yüklemesi duyulmuş şey mi? Olmaz yiğidim,
bırak gelinimi, şimdiye kadar nasıl çalıştıysa yine öyle çalışsın. Benim zaten
çalışmaktan güneşi gördüğüm yok. Sen dene bakalım, bir evin içinde iki evi
çekip çevirmek nasıl oluyormuş? İyi ki kızım büyüdü de arada bir el
uzatabiliyor bana. Bir haftadır sırtımın ağrısından belimi doğrultamıyorum. Her
yanım keçe gibi oldu. Şu mısırlara bak, susuzluktan kuruyorlar! Konuşurken,
başörtüsünün ucunu yakasının altına sokuyordu boyuna; öfkelenince hep öyle
yapardı.
Orozmat, öne eğilerek, Anlamıyor
musun? diye bağırdı.
Bacağımda şu kütük yerine doğru
dürüst bir ayak olsaydı sana gelir miydim? Kendim yüklerdim çuvalları, atları
da kendim kırbaçlardım eskisi gibi! Biliyorum, kadın işi değil bu, ama erkeği
nereden bulayım? ışte onun için askerlerin karılarını çağırıyoruz ya! Gelinini
bırakmazsan, kolhoz başkanı benim tepeme biner. Askerler ekmek ister, zaten
planı uygulayamıyoruz. Anlasana!
Kırbacımı yerde sürüyerek yanlarına
vardım. Küme başkanı beni görünce gülümsedi; aklına bir şey gelmişti anlaşılan.
Gelinini o kadar düşünüyorsan,
kiçine bala'sı ona gözkulak olur.
Beni gösterdi keyifle. Hiç
korkma! Seyit koca adam sayılır artık. Ekmeğimizi onun gibileri sağlıyor; bizi
düzlüğe de onlar çıkaracaklar.
Anam dinlemedi bile onu.
Üstüme yürüyerek, şu haline bak!
Serseri! diye bağırdı. Saçın yeleye dönmüş! Baban da ne babaymış ya oğlunun
saçını bile kesmeye vakti yok.
Orozmat, iyi öyleyse, bugün evde
kalıp saçını kestirsin, dedi.
Seyit, bugün burada kalır, atlara
bir araba veririz. Birlikte çalışırsınız. Ama ondan seni sorumlu tutuyorum.
Artık canın sıkılmasın, baybiçe, Seyit gelinine gözkulak olur. Hem Daniyar'ı da
yollarım. Tanırsın, sessiz sedasız bir oğlandır, askerden yeni geldi. Ekini üçü
taşırlar istasyona, gelinine de kimse dokunamaz. Yalan mı? Sen ne dersin,
Seyit? Cemile'yi sürücü yapalım diyoruz, anan yanaşmıyor. Artık ananın gönlünü
etmek sana düşer.
Orozmat'ın övgüsünden
hoşlanmıştım, koca adam yerine koymuştu beni. Hem istasyona Cemile'yle gitmek
güzel olacaktı doğrusu. Ciddi ciddi kaşlarımı çatarak anama döndüm:
Ne olacak Cemile'ye? Kurt mu
kapacak?
Kırk yıllık sürücü gibi
dişlerimin arasından tükürüp önemli, biriymişim gibi yürüdüm, kırbacımı da
yerde sürüyordum hala. Anam, şaşkınlıkla, şuna bakın! diye bağırdı.
Hoşlanmasına hoşlanmıştı davranışımdan, ama söylemeden edemedi: Kurda kuzuya
aklın mı erer senin?
Onun aklı ermez de kimin erer?
dedi Orozmat. Seyit iki ailenin bir başı göğsün kabarsın! Anamın yine
direneceğinden korkuyordu.
Nerde... Seyit daha çocuk; ama
çocukluğuna bakmaz, gece gündüz çalışır. Yiğitlerimizin nerede olduğunu Allah
bilir. Evlerimiz, terkedilmiş konak yerlerine döndü.
Oradan uzaklaştığım için anamın
bütün sözlerini duyamadım. Ardımda bir toz bulutu kaldırarak evin köşesini
döndüm, kapıya yöneldim; bu arada, kardeşimin gülümsemesini bile karşılıksız
bıraktım. Avluya çökmüş, tezek yapıyordu. Kapının oraya varınca çömeldim;
testiden su alıp ellerimi yıkadım. Odaya girdim sonra, bir tas ayran içtim, bir
tas ayran da pencerenin önüne koyup içine ekmek doğradım.
Anamla Orozmat avludaydılar hala;
artık tartışmıyorlar, alçak sesle bir şeyler konuşuyorlardı. Ağabeylerimin
sözünü ediyorlardı herhalde. Anam, yeniyle gözlerini siliyor, Orozmat'ın her
dediğine baş sallıyordu. Besbelli, Orozmat anamı avutmaya çalışıyordu.
Uzaklara, ağaçların tepelerine bakıyordu anam; sanki oralarda bir yerde
oğullarını görecekti. Benim tasalı anacığım, Orozmat'ın isteğini galiba
kabullendi. Küme başkanı amacına ulaşmıştı, keyifle atını kırbaçladı, çekti
gitti. Bunun neye varacağını o anda ne anam biliyordu, ne de ben.
Cemile'nin iki atlı bir arabayı
rahatça kullanacağından hiç kuşkum yoktu. Atların huyundan anlardı, Bakair'li
bir at bakıcısının kızıydı çünkü. Sadık da at bakıcısıydı. Söylendiğine göre,
bahar yarışlarında Cemile'yi geçememiş Sadık. Bu yüzden de onu kaçırmış. Ama
başka söylentiler de vardı: Cemile'yle Sadık birbirlerine sevdalanmışlar.
Evlilikleri dört ay sürmüştü sadece. Sonra savaş çıkmış, Sadık'ı askere
çağırmışlardı.
Niye, bilmiyorum belki de
babasının tek çocuğu, hem oğlu hem kızı olduğu, küçük yaştan atlarla uğraşmaya
alıştığı için erkeksi bir hava vardı Cemile'de; bir erkek sertliği, bir erkek
kabalığı vardı; erkek gibi de kıyasıya çalışırdı. Öteki kadınlarla iyi
geçinirdi ama biri haksız yere kendine yüklenirse altta kalmazdı; bazı bazı
kadınlardan birini saçlarından tutup sürüdüğü bile olurdu.
Komşular gelip yakınırlardı:
Ne biçim gelininiz var? Şunun
şurasında geleli kaç gün oldu? Her şeye burnunu sokuyor! Ne saygı biliyor, ne
utanma!
Anam, iyi ki öyle! diye cevap
verirdi. Benim gelinim her şeyi adamın yüzüne söyler. Arkasından konuşmaz. Bir
de kendi kızlarınıza bakın; görünüşte hepsi erdemli. Ama çürük yumurtaya benzer
erdem: dışı güzeldir, pırıl pırıldır...bir de içini kokla bakalım.
Babamla küçük anam, Cemile'ye hiç
de kaynana, kaynata gibi sert davranmıyorlardı. Seviyorlardı onu; tek
istekleri, Cemile'nin bir Allah'a bir de kocasına inanmasıydı.
Onları anlıyordum. Dört
oğullarını savaşa yolladıkları için, iki evin bir gelini Cemile'ye sımsıkı
sarılmışlardı; üstüne titriyorlardı onun. Ama kendi anamı anlamıyordum. Birine
sevgi gösterecek kadın değildi anam. Sertti, huysuzdu. Kendi kafasının dikine
gider, kimseyi dinlemez, ne biliyorsa onu yapardı. Sözün gelişi, baharda
havalar ısınmaya başlayınca, babamın gençlik yıllarında yapmış olduğu çadırı
kurar, katırtırnağı yakarak tütsülerdi. Bizi de hamarat insanlar olarak
yetiştirmişti; büyüklerimize saygı göstermemizi, her isteğine boyun eğmemizi
isterdi.
Cemile öteki gelinlere pek
benzemiyordu. Doğru, büyükleri sayardı saymasına, ama ezilmezdi de. Öteki
gelinler gibi, kimsenin arkasından konuşmazdı. Düşündüğünü, hiç çekinmez, açık
açık söylerdi. Anam desteklerdi onu. Son söz anamdaydı.
Galiba Cemile'yi, açık
yürekliliği ve hakseverliğinden ötürü, kendisiyle bir tutuyor, onun ileride
aileye yaraşır bir baybiçe olabileceğini düşünüyordu.
Sık sık, Allaha dua et, kızım,
iyi bir aileye düştün, derdi. Talihin varmış. Kadının mutluluğu çocuk doğurmak,
kalabalık bir evde yaşamaktır. Allaha şükür, bir eksiğimiz yok, nemiz varsa
sizlere kalacak. Onurunla yaşarsan mutlu olursun. Unutma bunu!
Ama Cemile, bir bakımdan iki
kaynanasını da tedirgin ediyordu: çok şendi. Hala çocuktu sanki. Durup dururken
gülmeye başlardı. İşten dönerken de ağır ağır yürümez; arkın üstünden atlayıp
koşa koşa avluya dalar, kaynanalarına sarılır, onları öper öperdi.
Cemile türkü söylemeyi severdi.
Büyüklerinin yanındayken bile hiç çekinmez, türkü mırıldanırdı hep. Köyümüzde
gelinlerin böyle davranması olacak şey değildi tabii. Ama iki kaynana da,
Cemile'nin zamanla durulacağını söyleyerek ses çıkarmazlardı. Gençliklerinde
kendileri de öyle yapmamışlar mıydı? Bana kalırsa, dünyada Cemile'den iyisi
yoktu. Birlikte eğlenir, avluda koşmaca oynar, boyuna gülerdik.
Cemile çok, güzeldi. Uzun
boyluydu, incecikti; düzgün saçlarını sımsıkı örer, boynunun iki yanından
sarkıtırdı; beyaz yazmasını bağlardı başına esmer tenine o beyaz yazma nasıl da
yakışırdı! Gülümsediği zaman simsiyah, badem gibi gözleri ışıl ışıl olurdu; bir
sevda türküsüne başlamaya görsün, sevdayla tutuşurdu gözleri.
Köyün yiğitleri, hele cepheden
dönenler, onu görünce büyülenirlerdi sanki. Gözümden kaçmazdı. Cemile herkese
takılmayı severdi, ama karşısındaki biraz ileri giderse ağzının payını verirdi.
Pek hoşlanmazdım bundan. Çocuklar ablalarını nasıl kıskanırsa, ben de Cemile'yi
öyle kıskanırdım; yanında bir delikanlı görsem hemen araya girerdim. Şöyle bir
kabarır, ters ters bakardım delikanlıya. Yavaş gel.
O benim ağabeyimin karısı;
sahipsiz belleme! der gibi.
Böyle durumlarda lafa karışır,
karşımdakileri alaya almak isterdim. Beceremeyince süngüm düşerdi, küskün
küskün bir yana çekilirdim. Delikanlılar gülmekten kırılırlardı:
Şuna bak! Kız, herhalde yengesi
olacak! Allah Allah? Sahi, yengesi mi acep?
Kendimi tutmaya çalışırdım,
kulaklarım kor kesilir, gözlerim dolardı. Ama Cemile, yengem, beni anlardı.
Yüreğinden kopan kahkahaları bastırır, ciddi bir havaya bürünürdü hemen. Sonra
da bir güzel haşlardı delikanlıları:
Ne yani? Evli barklı kadınların
işi yok da sizinle mi kırıştıracak? Belki sizin orada adet öyledir, ama bizim
kitabımızda yoktu bu! Gel, kiçine bala, sen onlara kulak asma! Sonra başını
geriye atar, çalımlı çalımlı yürür giderdi; yolda kendi kendine gülümsediğini
görürdüm.
O gülümseyişte hem tedirginlik,
hem de bir çeşit sevinç vardı. Belki de, Sersem çocuk! Canım istese beni kim
tutabilir sanki? Bütün aile karşıma çıksa, yine bildiğimi okurum! diye
düşünürdü. Susardım, hiç konuşmazdım. Evet, kıskanıyordum Cemile'yi, ona tapıyordum;
yengem olduğu için, güzel olduğu için, kimseye aldırmadığı için gurur
duyuyordum. Dosttuk, birbirimizden saklımız gizlimiz yoktu.
Savaş sırasında köyde pek az
erkek kalmıştı. Bunu fırsat bilen bazı gençler küstahça davranıyor, kadınları
hor görüyorlardı. Ne diye peşlerinden koşacaksın, elini sallasan ellisi!
diyorlardı sanki.
Bir keresinde, ot biçerken, uzak
akrabamız Osman, Cemile'ye sataşmaya kalktı. Bütün kadınların kendisine tutkun
olduğunu sananlardandı Osman. Cemile onu elinin tersiyle itti; gölgesinde
dinlendiği saman yığınının altından kalktı.
Rahat bırak beni! dedi öfkeyle.
Senin gibi aygırlardan da başka şey beklenmez ya!
Osman, saman yığınının altında
kalakaldı.
Nemli dudaklarını büzerek, Kedi
erişemediği ciğere pis dermiş, diye söylendi. Ne diye ağıra satıyorsun kendini?
Aslında için gidiyor.
Cemile hırsla döndü.
Gidiyorsa gidiyor! İşim kalmadı
da sana mı yüz vereceğim? Yüz yıl dul kalırım da senin gibilerin suratına bile
tükürmem midemi bulandırıyorsun! Savaş olmasaydı, kimse selam bile vermezdi
sana!
Osman, sırıtarak, iyi ya işte!
Savaştayız, kocanın kamçısını yemediğin için kuduruyorsun! dedi. Ah, benim
karım olacaktın ki sen... başka türlü konuşurdum.
Cemile az kalsın üstüne
atılacaktı onun, ama değmez diye cevap vermedi. Kinle bakıyordu Osman'a.
Tiksintiyle tükürerek yabasını aldı, oradan uzaklaştı.
Saman yığınının ardında bir
arabadaydım. Cemile beni görür görmez yolunu değiştirdi; anlamıştı içimden
geçenleri. Sanki o değil de ben aşağılanmıştım, öyle bir duygu vardı içimde.
Canım sıkılmıştı; Cemile'yi azarladım.
Onun gibilere niye yüz
veriyorsun? Bunlarla konuşmaya bile değmez!
Cemile gün boyunca bir yağmur
bulutu gibi sıkıntılıydı. Ağzını açıp tek kelime söylemedi; gülmedi de. Arabamı
sürüp yanına yaklaştım, yabasını bir saman yığınına sapladı; kaldırdığı samanı
yüzünün önünde tutuyordu acısını gizlemek istiyordu sanki. Hiç durmuyor, boyuna
çalışıyordu. Arabayı çabucak doldurdu. Uzaklaşırken dönüp ardıma baktım:
yabasının sapına dayanmış, düşünüyordu. Ansızın irkilip işine koyuldu yine.
Son arabayı da yükledikten sonra,
uzun uzun güneşin batışını seyretti, başka her şeyi unutmuştu dünyada. Orada,
ırmağın ötesinde, Kazak bozkırının sonunda, hasat güneşi bir tandır gibi alev
alevdi. Dağınık bulutları kızartarak, alacakaranlığın gölgelerine bürünmüş mor
bozkıra son ışıklarını saçarak ağır ağır batıyordu. Cemile, bir mucizeye tanık
oluyormuş gibi, hayranlıkla seyretti güneşin batışını. Yüzü ışıl ışıldı, aralık
dudaklarında bir çocuk gülümsemesi vardı. İşte o zaman, hala dilimin ucundaki söylenmemiş
azarları cevaplandırdı, kaldığımız yerden konuşmaya devam etti:
Artık düşünme onu, kiçine bala;
sen ona bakma! Değmez. Güneşin solan ucunu seyrederek sustu. İçini çekti sonra,
düşünceli düşünceli, Osman gibileri, insanın yüreğinden geçenleri ne bilir?
Kimseler bilmez bunu. Belki de bunu bilecek tek adam bile yok dünyada, diye
ekledi.
Ben tam atları çeviriyordum ki,
Cemile koşa koşa kadınların yanına gitti; gülüşmeye başladılar. Ansızın nasıl
değişivermişti, aklım ermedi belki güneşin batışı rahatlatmıştı onu, belki de
bütün gün çalışmak mutlu kılmıştı. Arabada oturup Cemile'ye baktım. Başından
beyaz yazmasını çıkarıp, biçilmiş gölgeli çayırda bir kızın ardından
seğirtiyordu; iki yana açmıştı kollarını, rüzgâr eteğini savuruyordu. İçimdeki
bütün sıkıntılar uçup gitti ansızın. Osman serserisinden bize ne?
Atları kırbaçlayarak, Deeh! diye
bağırdım.
O gün küme başkanının sözünü
dinledim; babamın eve gelip saçlarımı kesmesini bekledim. O arada oturup
ağabeyim Sadık'ın mektubuna cevap yazdım. Bu işin bile belirli kuralları vardı.
Kardeşlerim, mektuplarını babama
yazarlardı; postacı zarfı anama verirdi; onları okumak, cevaplandırmak ise
benim görevimdi. Daha zarfı açmadan, Sadık'ın neler yazdığını kelimesi
kelimesine bilirdim; mektupları, bir sürünün koyunları gibi birbirlerine
benzerdi hep.
Sadık, hepimize sağlık dileyerek
başlardı mektubuna, sonra şöyle derdi: Bu mektubumu, mis kokulu yemyeşil
Talas'da oturan akrabalarıma, saygıdeğer büyüğüm babam Yolcubay'a postayla
göndermekteyim... Sonra anama, anasına hepimize sırayla selam ederdi. Arkadan,
köyün aksakallarının, yakın akrabalarımızın sağlıklarını sorar, sanki aceleyle
eklenmiş bir cümleyle mektubunu bitirirdi: Karım Cemile'ye de selam ederim.
Tabii anası babası hayattaysa,
köy aksakallarla, hısım akrabayla doluysa, önce karısına selam edemez insan
hele mektup, hiç yazamaz! Yalnız Sadık değil, aklı başında herkes böyle
yapardı.
Yerleşmiş bir gelenekti bu,
tartışma götürmezdi, iyi olup olmadığını düşünmezdik bile. Hem ne önemi vardı
zaten, uzun zamandır yolu gözlenen mektup, ortalığa mutluluk saçardı.
Anam birkaç kere okuturdu
mektubu. Sonra kâğıdı nasırlı ellerine alır, uçup gidecek bir kuşmuş gibi
dikkatle tutar, sert parmaklarıyla üçgen biçiminde katlardı.
Gözyaşları içinde titreyerek; Ah
yavrucuklarım, mektuplarınızı muska gibi saklayacağız! derdi. Anasının,
babasının, akrabalarının nasıl olduğunu soruyor. Nasıl olacağız? Bize ne
olacak, köyümüzdeyiz işte. Asıl siz nasılsınız? Arada bir iki satır yazıp
sağlığınızı bildirin, yeter. Başka bir şey istediğimiz yok.
Anam uzun uzun bakardı kâğıda.
Sonra mektubu küçük bir meşin keseye, öteki mektupların yanına koyar, sandığa
kaldırırdı.
Daha öncekiler gibi, Sadık'ın bu
mektubu da Saratov'dan postalanmıştı. Orada hastanedeydi Sadık: Allahın izniyle
güzden önce köye geleceğini yazıyordu. Aynı şeyi eski mektuplarında da
yazmıştı; kavuşacağımız günü hasretle bekliyorduk.
Postacı geldiğinde Cemile evde
olursa, mektubu okumasına izin verilirdi. Kâğıdı daha eline alırken kızarırdı
yengem. Satırları yutarcasına okur, okudukça omuzları çöker, yanaklarının
kızartısı geçerdi. Kaşlarını çatardı, son satırlara bakmazdı bile; ödünç aldığı
bir şeyi geri veriyormuşçasına, mektubu soğuk soğuk anama uzatırdı.
Anam, gelinin halinden anlar, onu
neşelendirmeye çalışırdı. Sandığı kilitlerken, Ne var? derdi. Sevineceğine
kederlendin! Sadece senin kocanı mı aldılar askere? Üzülen bir tek sen misin
sanki. Bütün millet kan ağlıyor. Herkes gibi katlanacaksın. Senden başka yalnız
kalan, kocasını özleyen yok mu? Ne kadar üzülürsen üzül, sen sen ol, üzüntünü
kimseye belli etme, kendine sakla.
Cemile bir şey demezdi; ama
kederli, inatçı yüreğiyle konuşurdu sanki: Ah, anacığım, anlamıyorsun,
anlamıyorsun. Evde kalmadım o gün geceleri uyuduğum harman yerine gittim.
Atları yonca tarlasına
salıverecektim. Kolhoz başkanı, hayvanları orada otlatmamıza izin vermiyordu;
ama atlarımızın besili olmalarını istediğim için aldırmıyordum bile. Geniş
hendekte gözden ırak bir yer vardı, üstelik gecenin karanlığında kim fark ederdi?
O gece atları çözüp de otlağa götürdüğümde, hendekte dört at daha gördüm.
Öfkelendim tabii. İki atlı bir
arabanın sürücüsü olarak öfkelenmeye de hakkım vardı doğrusu. Öteki atları
hemen kovalamayı, benim otlağıma giren o saygısıza iyi bir ders vermeyi kararlaştırdım.
Ansızın
Daniyar'ın iki atını tanıdım.
Daniyar, o gün küme başkanının sözünü ettiği delikanlıydı. Ertesi sabahtan
itibaren birlikte çalışacağımız için atlarına ilişmedim, harman yerine döndüm.
Daniyar oradaydı. Arabasının tekerleklerini yağlamış, oku pekiştiriyordu.
Daniyar, hendekteki atlar senin
mi? diye sordum. Ağır ağır başını çevirdi.
İkisi benim.
Ötekiler?
Onlar... neydi adı... Cemile'nin.
Yengen mi olur?
Evet.
Küme başkanı getirdi onları, göz
kulak olmamı söyledi. Atları iyi ki kovalamamışım!
Gece bastırdı, dağlardan kopup
gelen akşam rüzgârı dindi. Harman yerinde çıt yoktu şimdi. Daniyar, bir saman
yığınının altına, yanıma uzandı, bir süre sonra kalkıp ırmağa doğru yürüdü.
Sırtı bana dönük, elleri arkasında, ırmak kıyısında durdu, başını yana eğmişti.
Uzun, incecik gövdesi ay ışığında baltayla yontulmuş gibi duruyordu.
Suların sesini dinliyordu galiba
gecenin sessizliğinde kayalardan akan ırmağın sesini. Kim bilir, belki de benim
duymadığım sesler, fısıltılar geliyordu kulağına. Geceyi yine ırmak kıyısında
geçirecek! diye düşündüm, gülümsedim.
Daniyar köyün yenilerindendi.
Günün birinde, bir çocuk koşa koşa gelmiş, yaralı bir asker gördüğünü
söylemişti; kim olduğunu, nereden geldiğini bilmiyormuş. Ortalığı ne büyük bir
heyecan sarmıştı! Cepheden bir dönen olsa, köyde kim varsa yanına gider, elini
sıkar, hısım akrabasını görüp görmediğini sorar, son haberleri öğrenmek
isterdi. Bu keresinde öyle bir şamata koptu ki, anlatılacak gibi değil! Herkes,
kardeşim mi acaba, yoksa eşkiyanın biri mi? diye merak ediyordu. Orağını atan
köye koştu.
Daniyar bizim köydenmiş meğer.
Çocukken yetim kalmış, tam üç yıl ev ev dolaşıp bakıldıktan sonra Çakmak
bozkırındaki Kazakların yanına gitmiş; ana tarafından akrabaları varmış
Kazaklar arasında. Köyde de kimi kimsesi olmadığı için unutulmuş. Köyden
ayrıldıktan sonra ne yaptığını soranlara kaçamaklı cevaplar verirdi. Zor günler
geçirmişti anlaşılan, yetimliğin acı tasından içmişti. Hayat, onu önüne katmış,
bir taş gibi oradan oraya yuvarlamıştı. Uzun süre Çakmak bataklıklarında koyun
gütmüş, biraz büyüyünce çölde hendek kazmış, devletin kurduğu yeni pamuk
çiftliklerinde, Taşkent'teki Angren madenlerinde çalışmış, sonra da askere
gitmişti.
Köylüler, Daniyar'ın doğduğu yere
dönüşünü sevinçle karşılamışlardı. Eh işte, diyorlardı, döndü dolaştı, köyüne
geldi. İçecek suyu varmış burada. Dilini de unutmamış, ara sıra Kazakça sözler
de ediyor ama pekala konuşuyor.
Masallardaki kıvrak Tulpar bile
sonunda kendi sürüsüne kavuşur, diyordu aksakallar. Adam anayurdunu, halkını yüreğinde
taşır. İyi ki geldin. Hem bizi, hem de atalarının canlarını sevindirdin.
Allah’ın izniyle Almanların defterini dürüp huzur içinde yaşayacağız, sen de
herkes gibi bir yuva kurarsın, senin ocağının da bacası tüter!
Daniyar'ın soyunu sopunu iyice
araştırdılar. Böylece, köyümüzde yeni bir akraba Daniyar ortaya çıktı.
Derken, Orozmat bu uzun boylu,
topallayarak yürüyen, hafifçe kambur askeri tarlaya getirdi. Daniyar, sırtına
kaputunu atmış, Orozmat'ın atına yetişmek için hızlı hızlı yürüyordu. Orozmat kısacık
kalmıştı onun yanında, ırmak kuşlarına benziyordu. Çocuklar onları yan yana
görünce gülmeden edemediler.
Daniyar'ın yarası daha
iyileşmemişti, bacağı da kaskatıydı hala, ekin biçemezdi. Biz çocukların
yanına, kırpma makinasına verdiler onu. Ne yalan söylemeli, pek hoşlanmamıştık
Daniyar'dan. Bir kere, bizimle senli benli olmuyordu. Pek az konuşuyordu,
konuştuğu zaman da bambaşka şeyler düşünüyor gibiydi. O düşünceli gözleriyle
adamın yüzüne bakarken bile karşısındakini görüp görmediği anlaşılmıyordu.
Herkes, Zavallı, onca dövüşten sonra kendine gelememiş, diyordu. İşin garibi,
bu düşünceli hallerine rağmen, hızlı çalışırdı; işinin ustasıydı. Çalışmasına
bakan da neşeli biri sanırdı onu. Belki mutsuz çocukluğu duygularını,
düşüncelerini gizlemeyi öğretmişti ona; içine kapanıklığı öğretmişti. Kim
bilir?
Daniyar'ın, kenarları sert
çizgilerle kaplı ince dudakları pek açılmazdı; gözleri hüzünlüydü, acılıydı;
yorgun yüzündeki tek canlılık belirtisi kaşlarıydı. Bazen hiç duymadığımız bir
sesi duyar, dikkat kesilirdi; kaşları kalkar, gözleri garip bir ateşle yanardı.
Yüzünde bir sevinç belirir, uzun süre de silinmezdi. Hepimiz garip bulurduk
bunu. Başka tuhaflıkları vardı. Akşamları atlarımızı çözer, yemeğin pişmesini
beklerken çadırın önünde toplanırdık; Daniyar, gözetleme tepesine çıkar,
karanlık basıncaya kadar da orada kalırdı.
Ne yapıyor orada, nöbet mi
bekliyor? diye gülüşürdük.
Bir akşam merak edip Daniyar'ın
ardından ben de tepeye çıktım. Olağanüstü bir şey yoktu tepede. Alacakaranlıkta
mosmor kesilmiş bozkır, uzaklara, sıradağlara kadar uzanıyordu. Gölgeli
tarlalar, o durgunlukta yavaş yavaş kayboluyordu sanki.
Daniyar bana aldırmadı bile.
Oturmuş, dizlerini oğuşturuyor, düşünceli düşünceli uzaklara bakıyordu. Evet,
benim duymadığım sesleri dinliyordu anlaşılan. Arada bir irkilerek doğruluyor,
gözlerini iri iri açıyordu. Onu tedirgin eden bir şey vardı; ansızın kalkıp
içini açacak diyordum bana açmayacaktı tabii... büyük, yüce bir varlığa, benim
bilmediğim bir varlığa açacaktı. Öyle sanıyordum. Bir an sonra yeniden
değişiyordu: yorucu bir günün bitkinliğiyle oturmuş dinleniyor gibi geliyordu
bana.
Bizim kolhozun ekin tarlaları,
Kurkuru Irmağı'nın yanındadır. Irmak, köyün yakınlarında bir boğazdan geçip
vadiden akar dizgin nedir tanımaz. Hasat zamanı, dağ ırmaklarının coştuğu
günlere raslar.
Çamurlu, köpüklü sular akşam
olunca kabarır. Geceleyin çadırda yatarken, ırmağın sesiyle uyanırım; mavi,
durgun gecenin yıldızlarını görürüm gökte; rüzgâr soğuk soğuk eser; toprak
uykudadır; azgın ırmak üstümüze gelmektedir sanki. Su kıyısında değildik, ama
ırmak hemen yanıbaşımızdaymış gibi gelirdi bana çadırı seller götürecekmiş gibi
gelirdi. Bizim arkadaşlar, deliksiz uykusunu uyurlardı hasatçıların; ben
uyuyamaz, kalkıp dışarı çıkardım.
Kurkuru'nun seller basan topraklarında
gece hem güzeldir, hem de korkutucudur. Çözülmüş atların kara gölgeleri seçilir
çayırlarda.
Nemli otlarla karınlarını
doyurmuş, yorgun yorgun uyumaktadırlar. Biraz ötede, Kurkuru taşları
sürükleyerek salkımsöğütler arasından uğultuyla akar. Tedirgin ırmak, korkunç
seslerle, inleyişlerle doldurur geceyi.
Böyle gecelerde hep Daniyar'ı
düşünürdüm. Su kıyısındaki bir saman yığınının altında uyurdu. Korkmaz mıydı?
Irmağın gürültüsünden rahatsız olmaz mıydı? Gerçekten uyuyabilir miydi orada?
Gecelerini niye ırmak kıyısında, bir başına geçirirdi? Onu oraya hangi güç
çekerdi? Garip bir adamdı, bir başka dünyadan gelmişti sanki. Şimdi neredeydi
acaba? Bakındım, kimseyi göremedim. Irmağın kıyıları, yamaçlar gibi
kayboluyordu uzakta. Karanlıkta sıradağlar seçiliyordu. Tepelerde sadece
sessizlik ve yıldızlar vardı.
Daniyar, köyde birtakım
arkadaşlar edinebilirdi. Ama geldiğinde nasıl yalnızsa, yine öyle yalnızdı;
dostluk, düşmanlık, sevgi, kıskançlık gibi birtakım kelimelerin anlamlarını
bilmiyordu sanki. Köylerde yiğit olarak nam salabilmek için, insan kendini de,
arkadaşlarını da koruyabilmeli; iyilik etmeli, hatta ara sıra kötülük etmeli;
törenlerde, şölenlerde ortaya çıkıp kendini göstermeli; gerekirse aksakallara
kafa tutabilmeli ancak ondan sonra kadınların dikkatini çeker.
Ama adam Daniyar gibi kendi
kabuğuna çekilirse, köyün günlük olaylarına bulaşmazsa, ya kimse aldırmaz ona,
ya da herkes onu küçümser.
Ne iyilik ettiği var, ne de
kötülük, derler. Zavallı... yuvarlanıp gidiyor işte. Koyverin, ne hali varsa
görsün.
Genellikle bu gibi kimseler ya
alay ya da acıma konusu olurlar. Olduğumuzdan büyük görünmek ve gerçek
yiğitlerle bir tutulmak isteyen bizler, Daniyar'ı alaya alırdık; yüzüne karşı
konuşamazdık tabii, ne söylersek arkasından söylerdik. Asker gömleğini ırmakta
yıkamasına bile gülerdik. Daniyar, gömleğini yıkar, ıslak ıslak giyerdi, başka
gömleği yoktu çünkü.
Gariptir, içine kapanık, uysal
biri olmasına rağmen, Daniyar'la senli benli olmaya kalkışmamıştık; akranımız
olmadığı için değil birkaç yaşın lafı mı olurdu? Bize sert davrandığı için de
değil. Hayır, onun suskunluğunda bir yaklaşılmazlık vardı. Bizi, bir eğlence
konusu bulabilmek için can atan bizleri tutan da o yaklaşılmazlıktı işte.
Ona karşı ölçülü olmamızda küçük
bir olayın yeri vardı. Meraklı bir çocuktum; bitmez tükenmez sorularımla
herkesi rahatsız ederdim. En büyük tutkum da, cepheden dönen askerlere savaşı
sormaktı. Daniyar bizimle çalışıyordu ya, ben de fırsat kollamaya başladım.
Bir akşam işten sonra yemeğimizi
yemiş, ateşin başına toplanmıştık.
Daniyar, uyumadan önce biraz
savaşı anlatsana bize, dedim. Önce hiçbir şey demedi. Bu söz ağırına mı
gitmişti ne? Uzun süre gözlerini ateşten ayırmadı; sonunda başını kaldırıp
yüzlerimize baktı.
Savaşımını anlatayım? diye sordu.
Bizimle değil de kendi yüreğiyle konuşuyordu sanki, kendi düşüncelerini
cevaplandırıyordu.
Yok, savaş hakkında bir şey
bilmeyin, daha iyi!
Döndü, bir kucak dolusu kuru yaprak
alıp ateşe attı, bizim yüzümüze bile bakmadan alevlere üflemeye başladı.
Başka bir şey söylemedi Daniyar;
ama o birkaç kelime bile, savaşın hafife alınacak bir konu olmadığını anlatmaya
yetmişti. Yüreğinin ortasında bir kan pıhtısıydı savaş; o pıhtının sözünü kolay
kolay edemiyordu. Kendimden utandım, bir daha da savaş hakkında hiçbir şey
sormadım ona. Neyse, köy halkı Daniyar'ı nasıl unutuverdiyse biz de o akşamı
öyle unuttuk.
Ertesi sabah erkenden Daniyar'la
ben atları harman yerine getirdik. Biraz sonra da Cemile geldi. Bizi uzaktan
görür görmez bağırdı:
Hey, kiçine bala, atlarımı buraya
getir! Koşumlar nerede? Sanki anadan doğma sürücüymüş gibi arabayı incelemeye
koyuldu, tekerleklerin iyice oturup oturmadıklarını anlamak için de birkaç
tekme salladı.
Yanına giderken halimize baktı
baktı da keyiflendi. Daniyar'ın geniş çizmeleri, uzun, incecik bacaklarından
fırlayacakmış gibi duruyordu; ben de nasırlaşmış topuklarımla atın sağrılarına
vuruyordum boyuna. Cemile, başını neşeyle arkaya atarak, Ne güzel bir çift
olmuşsunuz ya! dedi. Sonra buyruklar yağdırmaya başladı: Hadi, çabuk olun!
Sıcak basmadan bozkırı geçmeliyiz!
Dizginlere yapışıp arabaya
götürdü atları, bağlamaya başladı. Bağladı da. Yalnız bir kerecik dizginleri
nasıl geçireceğini sordu, o kadar. Sanki orada değilmiş gibi, Daniyar'ın yüzüne
bile bakmıyordu. Cemile'nin kendine güveni, ikimize de meydan okur gibi
davranışı Daniyar'ı şaşırtmışa benziyordu. Dudaklarını birbirine sımsıkı
yapıştırmış, düşmancasına, ama gizli bir hayranlıkla Cemile'yi seyrediyordu.
Sessizce ekin çuvalını aldı tartıdan, arabaya götürdü. Cemile azarlamaya
başladı onu:
Ne o öyle, tek başına mı
çalışacaksın? Olmaz öyle şey! Ne bakıp duruyorsun, kiçine bala? Çık arabaya da
çuvalları yerleştir!
Daniyar'ın eline yapıştı sonra.
Çuvalı birlikte kaldırdılar; Daniyar utançtan kıpkırmızı kesildi. El ele verip
de her çuvalı kaldırışlarında başları birbirine dokunacak gibi oluyordu;
delikanlı son derece tedirgindi, dudaklarını ısırıyor, Cemile'nin yüzüne
bakmaktan kaçınıyordu. Cemile aldırmıyordu bile. Yardımcısının farkında bile
değildi sanki, tartının başındaki kadınla şakalaşıyordu. Arabalar yüklenince
dizginlere yapıştık; işte o zaman Cemile göz kırparak bir kahkaha attı:
Hey, adın ne senin? Daniyar mı?
Eh, erkeğe benziyorsun madem, düş bakalım önümüze!
Daniyar dizginlere asılıp yola
koyuldu. Zavallıcık, diye düşündüm, üstüne üstlük utangaç da!
Yolumuz uzundu: bozkırda yirmi
kilometre araba sürecek, sonra da boğazdan geçip istasyona varacaktık. Tek iyi
tarafı, yokuş aşağı olmasıydı; böylece atlar yorulmayacaktı.
Köyümüz Kurkuru kıyısında,
Yücedağ'ın eteğindeydi. Kapkara ağaçlarıyla taa boğazdan görülebiliyordu.
Günde bir sefer yapacaktık.
Sabahleyin erkenden yola çıkacak, öğleden sonra da istasyona varacaktık.
Güneş iliklerimizi kavuruyordu
sanki; istasyon da anababa günüydü. Vadinin her yanından getirilmiş çuval yüklü
arabalar, uzak dağ kolhozlarından inmiş katırlar, öküzler vardı. Çocuklar,
asker karıları getirmişti hepsini güneşten kapkara yanmış, çıplak ayakları
taşlı yollarda nasırlaşmış, dudakları sıcaktan, tozdan kanayıncaya kadar
çatlamış, soluk elbiseler giyen insanlar.
Ekin ambarının üstüne koca koca
harflerle, “Her başak cepheye!” yazılmıştı. Avludaki sürücülerin yarattığı
kargaşalık, bağırıp çağırmalar, anlatılır gibi değildi. Az ötede, alçak duvarın
gerisinde bir lokomotif sıcak buhar ve yanık yağ kokusu saçarak manevra
yapıyordu. Trenler geçiyordu hızla. Bir an önce yerden kalkmak isteyen develer,
salyalı ağızlarını öfkeyle açarak böğürüyorlardı. İstasyonda dağlar kadar ekini
kızgın bir demir çatının altına yığmışlardı. Yukarıya uzatılmış kalaslardan
çıkarak taşınıyordu çuvallar.
Ekin kokusu vardı havada, toz
insanı boğacak gibiydi. Uykusuzluktan gözleri kan çanağına dönmüş ambar memuru,
Hey! Önüne bak! diye bağırıyordu aşağıdan. Yukarı çıkaracaksın çuvalı, en
yukarıya! Yumruğunu sallayarak boyuna sövüyordu.
Niye sövüyordu? Çuvalları nereye
çıkaracağımızı biliyorduk; çıkarıyorduk da. Kadınların, ihtiyar adamların,
çocukların ekip biçtiği tarlalardan getirmiştik onları; makinistlerin kan ter
içinde biçerdöverleri onarmaya çalıştıkları, kadınların iki büklüm orak
salladıkları, çocukların her buğday başağını dikkatle topladıkları tarlalardan
getirmiştik.
O çuvalların ağırlığını hala
hatırlarım. Bu iş erkek işiydi aslında. Gıcırdayan kalaslarda dengemi
kaybetmemeye çalışarak, çuvalın ucunu dişlerimin arasına sıkıştırmış, bin
güçlükle yürürdüm. Boğazım tozdan ağrır, sırtım çuvalın ağırlığından sızlardı;
kıvılcımlar uçuşurdu gözlerimin önünde. Başım dönerdi, çuvalı düşürecek gibi olurdum;
tek kurtuluş, yükü sırtımdan atı vermekmiş gibi gelirdi bana. Ama arkamda
başkaları da vardı. Çuval taşırlardı onlar da; hepsi ya benim yaşımda çocuklar,
ya da benim kadar çocukları olan asker karılarıydı. Savaş olmasaydı hiç böyle
yük taşıtırlar mıydı onlara? Hayır, kadınlar da benim gibi çalışırlarken, işten
kaçmaya hakkım yoktu.
Cemile önümden çıkardı; eteğini
dizlerinin üstünde toplar, öyle yürürdü; esmer, güzel bacaklarında kasların
nasıl gerildiğini görürdüm incecik gövdesinin, o ağırlık altında nasıl iki
büklüm olduğunu...
Bazen yorulduğumu fark edip bir
an duraklardı.
Ha gayret, kiçine bala, az kaldı!
Ama kendi sesi de boş ve cansız
olurdu.
Çuvalları boşaltıp geri dönerken,
karşıdan Daniyar'ın geldiğini görürdük. Kalasları sağlam adımlarla çıkarken
belli belirsiz topallardı. Karşılaştığımızda, Cemile'ye tasalı tasalı bakardı.
Cemile yorgun belini doğrultur, buruşmuş eteğini düzeltirdi. Daniyar, her
keresinde, sanki ilk görüyormuş gibi bakardı Cemile'ye, ama yengem oralı bile
olmazdı.
Artık alışmıştık: gününe göre,
Cemile ya takılırdı Daniyar'a, ya da hiç aldırmazdı. Birlikte köye dönerken,
Hadi bakalım! diye bağırırdı bana; kamçısını sallar, atları dört nala sürerdi.
Ben de peşinden giderdim. Daniyar'ı geçer, uzun süre dağılmayan bir toz bulutu
içinde bırakırdık onu. Gerçi şakaydı bu, ama başka bir erkek olsa kaldırmazdı.
Daniyar öfkelenmez, yanından yıldırım gibi geçen Cemile'yi hayranlıkla, ama hiç
gülümsemeden seyrederdi. Cemile dimdik otururdu arabada, boyuna gülerdi. Başımı
çevirip Daniyar'a bir göz atınca, onun toz bulutu ardından hala Cemile'ye
bakmakta olduğunu görürdüm. Bakışında bir incelik, her şeyi bağışlayan bir hava
vardı bir inatçılık, gizli bir hüzün vardı.
Cemile'nin alaylarına da,
kendisine aldırmamasına da öfkelenmiyordu. Her şeye katlanmaya yemin etmişti
sanki. Önceleri onun bu haline üzülür, Cemile'yi, Niye onunla alay ediyorsun,
yenge? Baksana, uysal, sessiz bir adam! diye sık sık azarlardım. Cemile omuz
silker, gülerdi. Benimki sadece şaka! Hem zaten aldırdığı bile yok!
Sonunda ben de başladım aynı işi
yapmaya. Daniyar'ın garip, inatçı bakışları beni düşündürüyordu. Cemile bir
çuvalı sırtlamayagörsün, Daniyar hemen gözlerini dikiyordu ona. Doğru, ambarın
o gürültüsü, o şamatası içinde, bağırmaktan sesleri kısılmış, bir yerlere
koşuşan insanlar arasında, Cemile'nin istasyon sınırlarını aşan içten
davranışları, sekercesine yürüyüşü dikkati hemen çekiyordu.
Durup Cemile'ye bakmamak çok
güçtü doğrusu. Arabadan bir çuval almak için yay gibi gerilir, omuzlarını ileri
uzatıp başını arkaya atardı; boynu bütün güzelliğiyle ortaya çıkardı o anda,
güneşin kızarttığı örgülü saçları nerdeyse yere değerdi. Daniyar dinlenecekmiş
gibi olduğu yerde durur, göz ucuyla Cemile'yi seyrederdi. Kimsenin bunu fark
etmediğini sanırdı, ama her şeyi görürdüm ben. Görürdüm, gördüğümden de
hoşlanmazdım; canım bile sıkılırdı, Cemile'nin dengi bulmazdım Daniyar'ı.
Şuna bak, o böyle yaparsa
başkaları ne yapmaz! diye düşünür, öfkelenirdim. Daha içimden atamadığım o
çocuksu bencillik, korkunç bir kıskançlığa dönüşürdü. Çocuklar, sevdiklerinin
dikkati çekmesini istemezler. Artık acımıyordum Daniyar'a, kızıyordum;
başkaları onunla alay edince için için seviniyordum.
Ama şakalarımızdan biri kötü
sonuçlandı. Ekin çuvalları arasında, keçi kılından yapılmış, yüz kırk kiloluk
kocaman bir çuval vardı. Tek kişinin taşıması imkânsız olduğu için hep iki kişi
taşırdık onu. Bir gün harman yerinde, Daniyar'a bir oyun oynamayı kararlaştırdık.
O çuvalı onun arabasına koyduk, üstüne de başka çuvallar yerleştirdik. İstasyon
yolunda da Cemile'yle bir Rus köyünde durup elma topladık. Yol boyunca Cemile
elma fırlattı Daniyar'a, yol boyunca güldük. Sonra, her zamanki gibi ardımızda
bir toz bulutu kaldırarak onu geçtik.
Boğazın biraz ilerisinde,
demiryolu geçidine varınca Daniyar bize yetişti; hat kapalıydı çünkü. Ondan
sonra istasyona hep birlikte vardık. Büyük çuvalı unutmuştuk bile, yükleri
indirinceye kadar da hatırlamadık. Tam o sırada Cemile kolumu dürttü, başıyla
Daniyar'ı gösterdi. Daniyar arabanın üstünde durmuş, ne yapacağını bilemiyormuş
gibi çuvala bakıyordu. Gözleri Cemile'ye ilişti sonra; onun gülmemeye
çalıştığını görünce her şeyi anladı, kıpkırmızı kesildi.
Çek pantolonunu, yoksa yolda
düşürüp kaybedeceksin! diye bağırdı Cemile.
Daniyar öfkeyle bize baktı;
sonra, daha biz ne olduğunu anlamadan çuvalı sürüye sürüye arabanın kenarına
kadar getirdi, aşağı atladı, tek eliyle dengelemeye çalışarak sırtına aldı.
Başladı yürümeye. Önceleri durumu kavrayamadık. Başkalarının da dikkatini
çekmedi bu: sırtında çuvalla bir adam yürüyordu işte herkesin sırtında çuval
vardı. Daniyar kalasa yaklaşınca, Cemile koşarak yanına vardı onun.
Bırak çuvalı, şaka ediyordum!
Çekil başımdan! diye mırıldandı
Daniyar, kalasa çıktı.
Cemile, kendisinin suçsuz
olduğunu göstermek istercesine, şuna bakın, ne yapıyor! diye bağırdı. Hala
gülüyordu, ama garip bir gülüştü bu; gülmek için kendini zorluyor gibiydi.
Daniyar'ın adamakıllı
topalladığını fark ettik. Daha önce niye düşünememiştik bunu? O budalaca şaka
için kendimi hala bağışlamış değilim. Bu oyunu ben akıl etmiştim çünkü.
Geri dön! diye bağırdı Cemile;
sanki bağırmıyor, inliyordu. Ama Daniyar dönemezdi artık; arkasında başkaları
vardı.
Sonra olanları ayrıntılarıyla
hatırlayamıyorum. Daniyar, o korkunç yükün altında iki büklüm, başını önüne
eğmiş, dişlerini dudaklarına geçirmiş, yaralı ayağını dikkatle atarak ağır ağır
yürüyordu. Her adımı korkunç bir acı veriyordu ona, öyle anlaşılıyordu; durup
durup başını arkaya atıyordu. Kalası çıktıkça sallanması artıyordu. İyice
sendeliyordu artık. Ağzımın içi, korkudan ve utançtan kupkuru kesilmişti.
Donakalmıştım, bütün kaslarımda çuvalın ağırlığını, yaralı bacağın dayanılmaz
acısını duyuyordum. Bir kere daha sendeledi Daniyar, başını geriye attı; işte o
anda gözlerim karardı, toprak ayaklarımın altında kaymaya başladı.
Çelik gibi bir pençe elime
yapışmasaydı belki bayılacaktım.
Cemile'yi birdenbire tanıyamadım.
Çarşaf gibi bembeyaz olmuştu yüzü, sanki gözbebekleri büyümüştü, dudakları az
önceki gülüşünden hala seğiriyordu. Herkes, ambar memuru bile, kalasın altında
toplanmıştı şimdi. Daniyar iki adım daha attı. Çuvalı sırtında dengelemeye
çalıştı, ansızın tek dizinin üstüne çökmeye başladı. Cemile, elleriyle yüzünü kapattı.
Bırak! Bırak çuvalı! diye
haykırdı.
Ama Daniyar çuvalı bırakmadı;
istese yana atabilirdi, arkadakilere de bir şey olmazdı böylece. Cemile'nin
sesini duyar duymaz doğruldu, bir adım daha attı, yine sendelemeye başladı.
Ambar memuru, Bıraksana çuvalı,
itoğlu it! diye bağırdı. Herkes,
Bırak! diye çığlıklar atıyordu.
Daniyar bırakmadı, direndi.
Biri, Bırakmayacak! diye
mırıldandı.
Orada kim varsa, hem
kalastakiler, hem aşağıdakiler, Daniyar'ın çuvalı bırakmayacağını anlamışlardı;
evet, düşeceğini bilse, çuvalı atmayacaktı Daniyar. Ortalığı bir ölüm
sessizliği kapladı. Duvarın ötesinden lokomotifin düdüğü duyuluyordu.
Daniyar, uykuda yürüyormuş gibi
sallanarak kalası tırmanıyor, kızgın demir çatının altına doğru ilerliyordu.
Dengesini koruyabilmek için iki adımda bir duruyor, güç topladıktan sonra
çıkmaya devam ediyordu. O durunca arkasındakiler de duruyordu tabii. Bu yüzden
daha da yoruluyorlardı, güçleri tükeniyordu, ama kimse kızmıyor, kimse
sövmüyordu. Görünmez bir iple birbirlerine bağlıydılar sanki; tehlikeli, kaygan
bir yolda ilerliyorlardı; herkes önündekini, arkasındakini korumak için son
derece dikkatli davranıyordu. Sırtlarında yükleri, kalası çıkıyorlardı. Sessiz
ve tekdüze sallanışlarında büyük bir uyum vardı. Daniyar durunca duruyorlar,
yürüyünce yürüyorlardı.
Kalasın sonuna yaklaşmışlardı
artık, Daniyar yine sendeledi; yaralı bacağı onu dinlemiyordu bile. Çuvalı
bırakmazsa düşecekti. Koş! El ver ona! diye bağırdı Cemile; sanki bir faydası
olacakmış gibi kollarını uzattı.
Kalasa fırladım. Çuval
taşıyanların arasından geçip Daniyar'ın yanına vardım. Kolunun altından bana
baktı. Sırılsıklam, esmer alnındaki damarlar kabarmıştı; kan çanağına dönmüş
gözlerinde bir tiksinme okunuyordu. Çuvalı arkadan tutmak istedim.
Defol! dedi Daniyar, bir adım
daha attı.
Topallayarak, soluk soluğa
indiğinde kolları iki yanına sarkmıştı. kalabalık, onun geçmesi için ikiye
ayrıldı; ambar memuru kendini tutamayıp, Deli misin sen? diye bağırdı. Bizde
insanlık yok mu sanıyorsun? Söyleseydin, çuvalı aşağıda boşalttırmaz mıydım? Ne
diye yukarıya çıkardın?
Daniyar, sessizce, Sana ne? diye
cevap verdi.
Yere tükürüp arabaya gitti.
Gözlerimizi önümüze eğmiştik, utanıyorduk; Daniyar, budalaca şakamızı ciddiye
aldığı için kızıyorduk da.
Bütün gece hiç konuşmadan araba
sürdük. Daniyar zaten hiç konuşmazdı; onun için, hala öfkeli miydi, yoksa her
şeyi unutmuş muydu, bilemiyorduk. Ama Cemile de, ben de üzüntülüydük,
pişmandık.
Ertesi sabah, harman yerinde
çuvalları doldururken, Cemile o koca çuvalı aldı, bir ayağıyla üstüne basıp
boydan boya yırttı.
Sonra çuvalı şaşırıp kalmış
tartıcının önüne atarak, Al şu paçavrayı, dedi. Söyle küme başkanına, bir daha
bize böyle bir şey vermesin!
Nen var senin? Ne oldu? Yok bir
şey!
Ertesi sabah Daniyar yine her zamanki
gibi durgun ve sessizdi, duygularını açığa vurmuyordu; ama daha çok
topallıyordu o gün, çuval taşırken daha çok aksıyordu. Eski yarası açılmıştı
herhalde, onun yürüyüşüne baktıkça suçumuzu hatırlıyorduk. Ah, bir gülseydi,
bütün tasalarımız uçup gidecekti.
Cemile de hiçbir şey olmamış gibi
davranıyordu. Gururlu bir kızdı, yine gülüyordu gülmesine, ama tedirgindi.
İstasyondan dönerken hava
kararmıştı. Daniyar önde gidiyordu.
Gece, inanılmaz güzellikteydi. O
Ağustos gecelerini kim bilmez yıldızlar uzaktadır, ama elinizi uzatsanız
parmaklarınıza değecek sanırsınız! Bir yıldız vardı: kenarları donmuş gibiydi,
saçtığı ışıklar incecik buzullara benzerdi, karanlık gökten dünyaya şaşkınlıkla
bakardı sanki. Boğazdan geçerken hep onu seyrettim. Otlaklarına bir an önce
kavuşmak isteyen atlar tırısa kalkmışlardı, çakıllar tekerleklerin altında
boyuna gıcırdıyordu. Bozkırdan esen rüzgâr, o acı pelin kokusunu, serin
başakların güzel kokusunu getiriyordu; bütün bunlar, zift kokusuyla,
atlarımızın ter kokusuyla karışıyor, başımızı döndürüyordu.
Yolun bir yanında yaban güllerine
bürünmüş kayalıklar vardı; öteki yanında, aşağılarda, söğütlerin, gencecik
kavakların altında Kurkuru akıyordu. Arada bir, öteki köprüden trenler
geçiyordu; tekerleklerin gürültüsü uzun süre kalıyordu boğazda.
O serinlikte araba sürmek, atları
seyretmek, Ağustos gecesinin seslerine kulak vermek, kokularını duymak güzel
şeydi doğrusu. Cemile önümde gidiyordu. Dizginleri bırakmış, çevresine bakarak
türkü söylemekteydi. Usul usul söylüyordu türküsünü. Sessizliğimiz ağırına
gitmişti. Böyle bir gecede susmak olmazdı türküler söylenecek bir geceydi bu.
Cemile de türkü söylemeye
başlamıştı işte. O içten ilişkimize dönmek istiyordu belki; belki de suçluluk
duygusundan kurtulmaya çalışıyordu. Pırıl pırıl, yumuşacık bir sesi vardı;
bildiğimiz o köy türkülerini sıralıyordu: Mendilimi sallarım sen geçerken
Sevdiğim uzaklara gitti... o
türküleri. Çok türkü biliyordu; usul usul, içtenlikle söylüyordu onu dinlemek
çok güzeldi. Ansızın sustu,
Daniyar'a seslendi:
Hey, Daniyar, sen de bir türkü
söylesene! Yiğit değil misin?
Daniyar, atlarını durdurarak, Sen
söyle, Cemile, diye karşılık verdi.
Dinliyorum, kulak kesildim.
Bizim kulağımız yok mu sanki?
Zorlayan yok, ister söyle, ister söyleme! Sonra yeni bir türküye başladı.
Daniyar'ın türkü söylemesini niye
istedi, bilmiyorum. Belki takılıyordu Daniyar'a, belki de onu konuşturmaya
çalışıyordu. Evet, konuşturmaya çalışıyordu herhalde, çünkü biraz sonra yine
bağırdı:
De bana, Daniyar, sen hiç sevdaya
tutuldun mu?
Sonra bir kahkaha attı.
Daniyar cevap vermedi. Cemile de
sustu.
Tam da türkü söyleyecek adamı
buldu! diye düşündüm.
Atlar, yol üstündeki çayı
geçerken yavaşladılar. Toynakları, ıslak, gümüş gibi taşlarda şıkırdadı. Suyu
geride bırakınca, Daniyar atlarını kamçılayıp ansızın bir türküye başladı.
Sesi, yolun her tümseğinde çınlıyordu sanki:
Oy dağlar, mavi dağlar, dumanlı
dağlar, Atalarımın yurdu dağlarım benim...
Sonra durdu, öksürdü, hafifçe
kısılmış sesiyle derinden derinden söylemeye devam etti:
Oy dağlar, mavi dağlar, dumanlı
dağlar, Beşiğim benim...
Sanki bir şeyden korkuyormuş
gibi, yine sustu.
Ne kadar utandığının
farkındaydım. Ama bu kesik kesik, ürkerek söyleyişte insanı duygulandıran bir
şey vardı; sesi de herhalde iyiydi. İnanılmaz bir şeydi bu, Daniyar türkü
söyleyebiliyordu demek!
Vay canına! diye haykırdım.
Cemile, Daha önce niye
söylemedin? Söyle! Sesin o kadar güzel ki!
Söyle! diye bağırdı.
İlerisi aydınlıktı; boğaz orada
sona eriyordu. Bir meltem esiyordu vadiden. Daniyar türkü söylemeye başladı
yine. Önceleri ürkekti, çekingendi; sonra sesi gürleşti, bütün boğazı doldurdu,
uzak kayalıklarda yankıdı.
Türküdeki tutku, türküdeki ateş
beni şaşırtmıştı. Bir şey vardı o türküde, adlandıramadığım bir şey. Daniyar'ın
sesi miydi bu, yoksa yürekten kopup gelen, başkalarında da aynı duyguları
uyandıran, insanın içini dile getiren güçlü bir şey mi?
Ah, Daniyar'ın türküsünü yeniden
yaratabilseydim! Önemli olan sözler değildi, zaten pek az söz vardı. Böyle bir
türküyü daha önce duymamıştım, daha sonra da duymadım. Ne Kırgız Türküsüydü, ne
de Kazak türküsü; ama ikisinden de bir şeyler vardı içinde. Daniyar, iki ulusun
en güzel ezgilerini almış, tekrarlanması imkânsız bir biçimde kaynaştırmıştı.
Dağların, bozkırların türküsüydü bu, Kırgız dağları gibi yükseliyor, Kazak
bozkırları gibi yayılıyordu.
Onu dinledikçe şaşkınlığım arttı!
Demek Daniyar böyle bir insanmış! inanılır gibi değil!
Bozkırı geçiyorduk şimdi.
Daniyar'ın sesi gittikçe yükseliyor, yeni, yepyeni ezgiler yaratıyordu. O kadar
yetenekliymiş demek! Ne olmuştu ona? Bugünü, bu saati mi beklemişti?
Başkalarının omuz silktiği, gülüp
geçtiği garipliğini, dalgınlığını, ıssızlığı arayışını, sessizliğini ansızın
anladım. Akşamları neden o tepeye çıkar, gecelerini neden o ırmak kıyısında
geçirir, neden başkalarının duymadığı o seslere kulak kabartırdı, gözlerinde o
kıvılcım neden parlardı, kaşları neden kalkardı öyle, hepsini anladım. Sevdalı
bir adamdı bu. Çektiği sevda da başka bir sevdaydı, derin bir sevda yaşamaya,
toprağa duyulan sevda. Kendi içinde saklıyordu onu, kendi türküsünde saklıyordu
o sevda, Daniyar'ın kılavuzuydu, ışığıydı. Kayıtsız bir insan, sesi ne kadar
güzel olursa olsun, onun söylediği gibi türkü söyleyemezdi.
Türkü tam bitermiş gibi olduğu
anda, uyuklayan bozkır yepyeni, büyüleyici bir ezgiyle bir daha uyanıyor, sesi
bir okşamaya benzeyen Daniyar'ı dinlemeye koyuluyordu. Biçilmeyi bekleyen
başaklar göl suları gibi dalgalanıyor, seherin ilk gölgeleri tarlalarda
dolaşıyordu. Değirmenin yanındaki ihtiyar söğütler yapraklarını hışırdatıyordu.
Irmağın karşı kıyısında yakılmış ateşler sönüyordu artık. Bir atlı, ırmak
boyunca bahçeler arasından bir görünüp bir kaybolarak köye gidiyordu sessizce.
Rüzgâr, elma kokuları, çiçeğe durmuş mısır kokuları, tezek kokuları getiriyordu
uzaklardan. Daniyar her şeyi unutup türkü söyledi; o büyülü Ağustos gecesi,
kulak verdi ona, Daniyar'ı dinledi. Atlar bile, o büyüyü bozmaktan korkuyormuş
gibi, uzun zamandır ağır ağır yürüyorlardı.
Türküsünün en coşkun yerinde
ansızın sustu Daniyar, bir çığlık atıp atları kırbaçladı. Cemile de onun
peşinden gider diye düşünüp hazırlandım, ama kımıldamadı bile. Hala havada
çınlayan türküyü dinliyordu sanki, başını yana eğmiş, oturuyordu. Daniyar çekti
gitti. Köye varıncaya kadar ikimiz de konuşmadık. Konuşacak ne vardı zaten
kelimeler birtakım duyguları anlatmakta yetersiz kalır.
O günden sonra yaşayışımızda bir
değişiklik oldu. Güzel, çok güzel bir şeyin olmasını bekliyor gibiydim.
Sabahları harman yerinde arabalarımızı dolduruyor, istasyona gidiyor,
Daniyar'ın türküsünü dinlemek için işimizi bir an önce bitirmeye çalışıyorduk.
Daniyar'ın sesi, bedenimin bir parçası olmuştu artık, nereye gitsem benimle
geliyordu. Sabahları, dağların ardından beni selamlamak için doğan o güler
yüzlü güneşe karşı koşarken, ıslak yoncaların üstünden atlara seğirtirken hep
benimleydi o ses. İhtiyar harmancıların rüzgâra savurdukları o ışıl ışıl ekin
yağmurundaydı; tek başına uçan bir çaylağın bozkır üstünde usul usul
dönüşündeydi gördüğüm her şeyde, duyduğum her şeyde Daniyar'ın sesi vardı.
Akşamları boğazdan geçerken, bir
başka dünyada yaşıyormuş gibi olurdum. Gözlerimi yumar, Daniyar'ı dinlerdim.
Çocukluk günlerimi hatırlardım hep: baharın yumuşacık, süt beyazı bulutları,
çadırların tepelerinde, yücelerde dolaşırdı; at sürüleri, toprağı çınlatarak
yaz otlaklarına koşar, gözlerinde kara kıvılcımlar çakan uzun yeleli taylar,
kısrakların çevresinde dört dönerdi; tepelere ağır ağır, lav gibi yayılırdı
koyunlar; göz kamaştıran bembeyaz köpükleriyle çavlanlar dökülürdü kayalardan;
güneş, ırmağın ötesindeki çalılar arkasından usulca batardı, bir atlı belirirdi
ufukta, güneşi kovalardı sanki elini uzatsa tutacağı güneşi... sonra o da
alacakaranlıkta kaybolur giderdi.
Kazak bozkırı, ırmağın ötesinde
bütün enginliğiyle uzanır. Kendine yer açmak için dağları itmiş, ayırmıştır.
Yalnızdır, çıplaktır. Savaşın patladığı o unutulmaz yaz günlerinde, bozkırda
ateşler yakılıyordu; ordunun atları ortalığı toz dumana boğuyor, dört bir
yandan atlılar fışkırıyordu. Hiç unutmam, bir keresinde karşı kıyıda bir Kazak
belirmişti, sesi çoban sesini andırıyordu, boğuk boğuk bağırmıştı:
Kırgızlar! Atlarınızı eyerleyin
düşman geliyor!
Sonra ardında kızgın bir toz
bulutu bırakarak çekip gitmişti. Herkes düşmana karşı koymak için ayaklanmıştı;
süvari birliklerimiz, dağlardan top gümbürtüleri arasında inip vadilere
geçiyordu. Binlerce üzengi şıkırdıyordu, binlerce yiğit at binmişti; önlerinde
kırmızı bayrakları dalgalanıyor, arkalarında, tozların ardında analarının,
karılarının korkunç iniltisi, acı iniltisi yeri göğü sarsıyordu: Bozkır
yardımcınız olsun! Yüce savaşçımız Manas'ın ruhu korusun sizi! Erkeklerin
savaşa gittiği yollarda acı izler kalmıştı.
Daniyar'ın türküsü, gözlerimin
önüne yeryüzünün o büyük güzelliğini, o büyük acısını seriyordu. Nereden
öğrenmişti bunu? Kimden duymuştu? Bu türküyü, ancak yıllarca yurt özlemi çeken,
o özlemin acısını yıllarca duyan biri böylesine sevebilirdi. Daniyar
söyledikçe, çocukluğunu görür gibi oluyordum bozkır yollarında geçen
çocukluğum. Türküsü, o sıralarda, yurt özlemiyle birlikte mi doğmuştu? Yoksa
savaşın ateşinden mi yaratılmıştı?
Ne zaman dinlesem o türküyü, yere
yatmak, anasına sarılan bir oğul gibi toprağa sarılmak istiyordum. İçimde bir
şeyler uyanıyordu artık, kelimelerle anlatamadığım, karşı konmaz bir tutku
uyanıyordu; kendimi anlatmak, duygularımı, düşüncelerimi başkalarıyla
paylaşmak, tıpkı Daniyar gibi, yeryüzünün güzelliğini coşkuyla dile getirmek
istiyordum. Bilinmez bir şeyin karşısındaydım sanki, içim korkuyla, sevinçle
doluydu; fırçaya sarılmam gerektiğinin farkında değildim daha.
Resim yapmayı severdim. Ders
kitaplarındaki resimleri kopya ederdim, bütün çocuklar o resimlerin kusursuz
birer kopya olduğunu söylerlerdi. Öğretmenler, o resimleri över, duvar
gazetesine yapıştırırlardı. Savaş çıkıp da ağabeylerim cepheye gidince, ben de
resim yapmayı bıraktım, yaşıtlarım gibi kolhozda çalışmaya başladım. Boyaları
da, fırçaları da unutmuştum artık, bir daha resim yapacağımı hiç sanmıyordum.
Ama Daniyar'ın türküsü bir şeyler uyandırdı içimde. Büyülenmiş gibiydim,
dünyaya şaşkınlıkla bakıyordum; her şeyi ilk görüyordum sanki.
Cemile'ye gelince, o da ansızın
değişivermişti. Aklına ne gelirse söyleyen o neşeli kız değildi artık. Dumanlı
gözlerini ışıltılı bir bahar hüznü kaplamıştı. İstasyona giderken hep bir
şeyler düşünüyordu. Zaman zaman belli belirsiz bir gülümseme ilişiyordu
dudaklarına, yalnız kendi bildiği bir şeye sevinir gibi oluyordu. Bazen
sırtında çuvalla yürürken garip bir ürkeklik geliyordu üstüne; azgın bir
ırmağın kıyısına gelmiş, suyu geçip geçemeyeceğini bilemiyormuş gibi, olduğu
yerde duruveriyordu. Daniyar'dan hep kaçıyordu, yüzüne bakamıyordu onun.
Bir keresinde, harman yerinde,
çaresiz bir tedirginlik içinde Daniyar'ın yanına geldi.
Çıkar gömleğini de yıkayayım,
dedi.
Yıkadıktan sonra kurutmak için
yere serdi gömleği, yanına oturup buruşuklarını düzeltmeye koyuldu; arada bir
eline alıp güneşe tutuyor, yıpranmış kumaşa bakıyordu; başını iki yana
sallayarak usul usul, kederle; buruşukları düzeltmeye devam ediyordu.
Cemile eskisi gibi bir tek kere
güldü; gözleri bir tek kere parladı. Günün birinde şamatacı bir topluluk geldi
harman yerine; genç kadınlar, kızlar, cepheden dönmüş yiğitler... yonca yolmuş,
evlerine dönüyorlardı.
Yiğitler, şakacıktan üstümüze
yürüyerek, Hey, ağalar! Buğday ekmeğini bir siz mi yiyeceksiniz'? Bize de
verin, yoksa hepinizi ırmağa atarız! diye bağırdılar.
Neşeyle, Adam mı korkutuyorsunuz?
diye cevap verdi Cemile.
Kızlara bir şeyler veririz ama
siz kendi başınızın çaresine bakın!
Eh, madem öyle, hepinizi suya
atalım da görün siz!
Delikanlılarla kızlar başladılar
güreşmeye. Çığlıklar atarak, gülerek, birbirlerini suya itmeye çalışıyorlardı.
Cemile, kendisini kovalayanlardan
kaçarak,
Tutun şunları! Hepsini suya atın!
diye bağırıyordu. Herkesten çok onun sesi çıkıyordu.
Yiğitlerin hepsi Cemile'ye göz
dikmişti. Onu yakalamak, sımsıkı sarmak istiyorlardı. Ansızın delikanlılardan
üçü Cemile'ye yetiştiler; tutup ırmak kıyısına götürdüler onu.
Ya bizi öpersin, ya da seni suya
atarız! Hadi, atalım!
Cemile kıvranıyor, kahkahalar
atıyor, arkadaşlarını yardıma çağırıyordu; ama öteki kızlar da ırmak boyunca
koşuşmakta, suya düşen yazmalarını yakalamaktaydılar. Cemile, yiğitlerin şen
kahkahaları arasında ırmağı boyladı. Sırılsıklam saçlarıyla, her zamankinden
daha güzel, doğruldu. Pamuklu entarisi bedenine yapışmıştı, yuvarlak kalçaları,
ufacık göğüsleri ortaya çıkmıştı şimdi; ama farkında değildi o, boyuna
gülüyordu; al al olmuş yanaklarından sular süzülüyordu.
Öp bizi! diye üsteledi yiğitler.
Cemile onları öptü; sonra suyu
boyladı yine, örgülerini arkaya atarak gülmeye devam etti.
Harman yerinde kim varsa
gülmekten kırılıyordu; delikanlıların oyununa bayılmışlardı. İhtiyar
hasatçılar, oraklarını yere bırakmış, gözlerinden akan yaşları siliyorlardı.
Esmer yüzlerindeki kırışıklıkları neşe kaplamıştı; gençlikleri gelmişti
akıllarına. Cemile'yi yiğitlerden koruma görevimi, o kutsal görevimi bir an
için unutmuş, ben de katıla katıla gülüyordum.
Bir tek Daniyar sessizdi. Ansızın
ona ilişti gözüm, sustum. Bacaklarını iki yana açmış, harman yerinin kenarında,
tek başına duruyordu. Bana öyle geldi ki, kendini tutmasa fırlayacak, Cemile'yi
yiğitlerin elinden çekip alacaktı. Yengeme bakıyordu; gözlerinde hem hayranlık,
hem hüzün vardı hem mutluluk, hem acı vardı. Evet, Cemile'nin güzelliği bir
mutluluk ve acı kaynağıydı Daniyar için. Yiğitler Cemile'ye sarılıp kendilerini
zorla öptürdükçe, başını önüne eğiyordu Daniyar çekip gidecek gibiydi, ama
gitmedi.
Bu arada, Cemile de Daniyar'ı
fark etmişti. Gülmeyi bırakıp başını önüne eğdi.
Taşkınlıklarını sürdüren yiğitlere,
Yeter artık! diye bağırdı ansızın. İçlerinden biri, Cemile'yi kucaklamak
istedi.
Yengem, delikanlıyı iterek, Çekil
başımdan! dedi. Suçlu suçlu Daniyar'a baktı sonra, entarisini sıkmak için
çalıların ardına koştu. Anlayamadığım çok şey vardı ilişkilerinde; doğrusu, bu
konu üzerinde düşünmeye korkuyordum. Cemile, Daniyar'dan kaçıyordu,
üzüntülüydü; onun üzüntüsü tedirgin ediyordu beni. Keşke eskisi gibi kahkahalar
atsaydı, Daniyar'a takılsaydı... Ama geceleri köye dönerken Daniyar türküsüne
başlamaya görsün, içim ikisi adına garip bir mutlulukla dolardı.
Cemile, boğazdan geçerken
arabasına biner, bozkırda ise yürürdü. Ben de öyle yapardım. O türküyü
yürüyerek dinlemek daha güzeldi çünkü. Önceleri ikimiz de kendi arabalarımızın
yanında yürürdük; zamanla, farkına bile varmadan, garip bir gücün bizi
Daniyar'a çektiğini gördük. Yüzüne, gözlerine bakmak istiyorduk onun bu türküyü
söyleyen, gerçekten Daniyar mıydı, kederli, küskün Daniyar?..
Her seferinde büyülenmiş gibi
olurdu Cemile, elini usulca Daniyar'a uzatırdı, ama Daniyar görmezdi onu,
elleri ensesinde, uzaklara bakardı hep; Cemile, çaresizlik içinde, arabanın
kenarına tutunurdu. İrkilirdi ansızın, olduğu yerde kalakalırdı. Yolun
ortasında, yıkık, düşünceli, Daniyar'ı bir süre gözleriyle izlerdi; yine yürümeye
başlardı sonra.
Zaman zaman Cemile de, ben de,
aynı erişilmez duygular içindeymişiz gibi gelirdi bana. Belki de uzun süredir
yüreklerimizde taş gibi yatan bir duyguyu canlandırmanın sırası gelmişti.
Cemile çalışmaya koyulunca her
şeyi unuturdu gerçi, bu alışkanlığını hala yitirmemişti; ama harman yerindeki o
dinlenme saatlerinde hep tedirgindi. Hasatçıların yanında dururdu bazen, bazen
ekin tanelerini gökyüzüne savururken ansızın yabasını bırakır, saman
yığınlarına giderdi. Gölgeye oturur, tek başına kalmaktan korkuyormuş gibi,
bana seslenirdi:
Gel, kiçine bala! Gel de şurada
oturalım biraz.
Her keresinde önemli bir şey
söylemesini, bana içini açmasını beklerdim. Ama bir şey söylemezdi. Başımı
kucağına koyar, gözleri uzaklarda, parmaklarını kirpi gibi saçlarımın arasında
gezdirir, sıcak, ateşli elleriyle usul usul yüzümü okşardı. Başımı kaldırır,
ona bakardım; tedirginlik okunurdu yüzünde, yas okunurdu, kendi yüzümü görmüş
gibi olurdum. Bir şey acı veriyordu ona; içinde bir şey büyüyor, olgunlaşıyor, fışkırmak,
çıkmak istiyordu. Cemile korkuyordu bundan. Daniyar'a sevdalanmıştı; bunu hem
kabullenmek istiyordu, hem de çekiniyordu kabullenmekten. Ben de öyleydim,
Daniyar'ı sevmesini hem istiyordum, hem istemiyordum. Ne de olsa gelinimizdi
Cemile, yengemdi.
Ansızın çakıveren düşüncelerdi
bunlar gelip geçerlerdi. En büyük mutluluğum, Cemile'nin çocuk dudakları gibi
aralanmış yumuşacık dudaklarını, göz yaşlarıyla buğulanmış gözlerini
seyretmekti. Ne güzeldi; yüzü bir esin, bir tutku kaynağıydı! Duyuyordum bunu,
ama tam anlayamıyordum. Şimdi bile kendi kendime sorarım: bir esin kaynağı
mıdır aşk; şairlerin, ressamların yabancısı olmadığı bir esin kaynağı mıdır?
Cemile'ye baktıkça, bozkıra çıkmak gelirdi içimden; çıkıp yere göğe seslenmek,
bağırmak, içimdeki o garip tedirginliği, o garip mutluluğu alt etmek için ne
yapmam gerektiğini sormak gelirdi. Galiba bir gün bunun cevabını buldum.
Her zamanki gibi, istasyondan
dönüyorduk. Geceydi, arı gibi yıldızlar sarmıştı gökyüzünü, bozkır uykuya
dalmak üzereydi, sessizliği Daniyar'ın türküsü bozuyordu sadece çınlayan, sonra
o yumuşacık karanlıkta kaybolan türkü. Cemile'yle ben, Daniyar'ın ardından
gidiyorduk.
Daniyar'a o gece ne olmuştu,
bilmiyorum derin, ince bir hüzün vardı sesinde, bir yalnızlık vardı; gözlerimiz
yaşlarla doldu.
Cemile bir eliyle Daniyar'ın
arabasının kenarına sımsıkı tutunmuş, başı önünde, yürüyordu. Daniyar'ın sesi
yeniden yükselince başını kaldırdı, arabaya atlayıp yanına oturdu onun.
Kollarını göğsünde kavuşturup heykel kesildi. Ben de arabanın yanında
yürümekteydim, onları daha iyi görebilmek için adımlarımı açtım. Daniyar,
Cemile'nin farkında bile değildi, türküsüne devam ediyordu. Cemile, kollarını
iki yanına indirdi, Daniyar'a sokulup başını omuzuna dayadı onun.
Kırbacı yiyen bir at nasıl hızlanırsa,
Daniyar da birdenbire öyle coştu sesi titriyordu, ama eskisinden de gürdü. Bir
sevda türküsü söylüyordu!
Donakalmıştım. Bütün bozkır çiçek
açmış gibiydi, kıpırdandı, karanlığı attı üstünden, uzayıp giden enginliğinde
iki sevdalı gördüm. Onlar görmediler beni, ben yoktum. Yanlarında yürüyordum
oysa; ikisi de dünyada ne varsa unutmuşlardı, sadece türküye vermişlerdi
kendilerini. Onları tanıyamadım. Daniyar eski Daniyar'dı, sırtında paçavraya
dönmüş o asker gömleği vardı yine, ama gözleri karanlıkta pırıl pırıldı,
yanıyordu sanki. Ona ürkekçe, utanarak sokulan kız, kirpiklerinde yaşlar
ışıldayan kız, Cemile'ydi, benim Cemile'mdi. Yeni doğmuşlardı, biraz önce
görülmemiş bir mutluluk içindeydiler. Sahi, mutluluk değil miydi bu? O
türküleri yaratan yurt sevgisini artık Cemile'ye adıyordu Daniyar. Evet,
Cemile'nin türküsüydü bu, Cemile'nin türküsüydü.
Daniyar'ın türkülerinin içinde
uyandırdığı o garip coşkunluk bütün benliğimi sarmıştı yine. Ansızın ne yapmak
istediğimi anladım.
Onların resmini yapmak istiyordum.
Bunu düşünmek bile beni korkuttu; ama tutkum, korkumdan daha büyüktü. Gördüğüm
gibi çizecektim onları tepeden tırnağa kadar mutluluk içinde. Evet, ne
görüyorsam onu çizecektim! Korkumun yanına sevinç de eklenmişti şimdi.
Büyülenmiş gibiydim. Mutluydum, bu mutluluk ileride neler açacaktı başıma, o
sırada bilmiyordum bunu, ama mutluydum. İnsan yeryüzünü Daniyar'ın gördüğü gibi
görmeli diyordum, onun türküsünü ben de renklerle anlatacaktım. Dağların,
bozkırın, insanların, otların, bulutların, ırmağın resmini yapacaktım. İşte o
anda aklıma geldi: boyam yoktu ki, nereden bulacaktım boyayı? Okuldan
vermezlerdi, kendileri kullanıyorlardı çünkü! Aman, dedim kendi kendime, iş
boya bulmaya kalsın!
Daniyar ansızın türküsünü kesti.
Cemile, hiç çekinmeden kolunu boynuna dolamıştı onun; Daniyar susar susmaz
çekti kolunu, bir an donakaldı, sonra arabadan atladı. Daniyar dizginlere
asılıp atları durdurdu. Cemile, sırtını dönmüş, yolun ortasında dikiliyordu.
Başını arkaya atıp yan gözle Daniyar'a baktı. Gözleri dolu doluydu.
Ne bakıyorsun? dedi Daniyar'a.
Bir an sustuktan sonra, sertçe
ekledi:
Bana bakacağına yoluna bak!
Arabasına gitti. Bana dönüp,
Ya sana ne oldu öyle? diye
bağırdı.
Hadi, çık yukarı da yapış
dizginlere! Bıktım artık!
Atları kamçılarken, Nesi var
acaba? diye düşünüyordum. Nesi olduğunu biliyordum aslında: tedirgindi; evliydi
çünkü, kocası sağdı, Saratov'da bir hastanede yatıyordu. Daha ötesini düşünmek
istemedim. Kızıyordum Cemile'ye, kendime de kızıyordum; kim bilir, belki
Daniyar türkü söylemeyecekti artık, sesini bir daha duyamayacaktım işte o zaman
Cemile'ye kızgınlığım nefrete dönüşürdü.
Gövdem tepeden tırnağa
sızlıyordu; bir an önce samanlara atmak istiyordum kendimi. Atların sağrıları
karanlıkta oynayıp duruyor, araba sarsıntıyla ilerliyor, dizginler ellerimden
kayıyordu.
Harman yerine varır varmaz,
koşumları çıkarıp arabanın altına attım. Samanların üstüne yığıldım sonra. O
akşam atları Daniyar götürdü otlağa.
Ertesi sabah sevinçle uyandım.
Cemile'yle Daniyar'ın resimlerini yapacaktım. Gözlerimi yumup, yapacağım resmi
düşünmeye koyuldum. Fırçayla boya bulur bulmaz başlayacaktım çalışmaya. Irmağa
gidip yıkandım, atların yanına koştum. Soğuk, ıslak yoncalar ayaklarımı
acıtıyordu; tabanlarımın çatlak derileri sızlıyordu ama çok güzeldi. Koşarken
çevreme bakıyordum. Güneş dağların ardından doğmaktaydı; nasılsa arkın yanına
kök salmış bir ayçiçeği, yüzünü güneşe çevirmişti. Üstleri kırağıyla örtülmüş
yaban otları sarmıştı çevresini, ama ayçiçeği dimdikti, sabah güneşini sapsarı
dilleriyle onlardan önce emiyor, çekirdeklerine sindiriyordu. Tekerlek izlerini
sular doldurmuştu. Nane kokusu sarmıştı ortalığı. Koşuyordum, yurdumun,
toprağımın üstünde koşuyordum, tepemde kırlangıçlar yarışıyordu ah! O sabah
güneşinin, dumanlı dağların, kırağıyla ıslanmış yoncaların resmini
yapabilseydim bulsaydım da arkın kenarında büyümüş o yalnız ayçiçeğinin resmini
yapabilseydim. Harman yerine döner dönmez sevincim gölgeleniverdi. Cemile'yi
gördüm. Kederliydi, acı okunuyordu yüzünde, gözlerinin altında mor mor halkalar
vardı; geceyi uykusuz geçirmişti herhalde.
Gülümsemedi, konuşmadı da;
Orozmat gelince yanına gitti.
Araban senin olsun! dedi.
İstediğin işe ver beni, ama bir
daha istasyona ekin götürmem.
Orozmat şaşırmıştı. Yumuşak bir
sesle,
Ne oldu, yavrum? diye sordu.
Bir atsineği filan mı dadandı
yoksa?
Atsineği dediğin hayvanlara
dadanır! Sorma işte! Gitmem dedim, o kadar!
Orozmat'ın yüzündeki gülümseme
kayboldu.
Sen istediğin kadar gitmem de!
Gideceksin! Koltuk değneğini yere vurdu. Biri canını sıktıysa, söyle, şu
değneği kafasında kırayım. Ama böyle bir şey yoksa, salaklık etme: asker tayını
taşıyorsun sen, kocan da o askerlerden biri!
Sonra döndü, topallaya topallaya
çekip gitti.
Cemile utanmıştı, kıpkırmızı kesildi;
Daniyar'a bakıp belli belirsiz iç çekti. Daniyar az ötede, sırtını Cemile'ye
dönmüş, düzensiz hareketlerle hamut kayışını bağlıyordu. Konuşulanları
işitmişti. Bir süre olduğu yerde kaldı Cemile, kırbacıyla oynadı. Sonra hiçbir
şeyi umursamadan omuz silkti, arabasına doğru yürüdü.
Ertesi gün harman yerine her
zamankinden erken döndük. Daniyar yol boyunca atlarını koşturdu. Cemile hiç
konuşmadı, sıkıntılıydı. Önümde kapkara çorak bozkırı görünce gözlerime
inanamadım. Dünkü bozkır mıydı bu? Bir masalda yaşamıştım sanki, içimde uyanan
mutluluk beni bir an bile bırakmıyordu. Hayatın pırıltısını ucundan yakalamış,
yüreğime atmıştım; o pırıltı büyümüştü sonra, bütün gövdemi sarmıştı. Ama
tedirgindim; tartıcıdan bir tabaka kalın beyaz kağıt aşırıncaya kadar da
tedirginliğim geçmemişti. Harman yerine varınca, koşup bir saman yığınının
ardına saklandım. Yüreğim ağzımdaydı; kağıdı, yolda bulduğum tahta bir bahçıvan
belinin üstüne koydum.
Allah yardımcım olsun! diye
fısıldadım; aynı şeyi, babam beni ata ilk bindirdiği zaman da söylemiştim.
Sonra kalemimi kâğıda dokundurdum. Kendiliğimden çizdiğim ilk çizgilerdi
bunlar. Kâğıtta Daniyar belirmeye başlayınca, her şeyi unuttum. Bozkırdaki o
Ağustos gecesini düşündüm, Daniyar'ı, Daniyar'ın türküsünü, başını arkaya atışını,
boynunu, Cemile'nin ona yaslanışını düşündüm. İşte araba, işte Daniyar'la
Cemile, arabanın önüne bırakılmış dizginler, karanlıkta ağır ağır giden atlar,
işte bozkır, uzak yıldızlar.
Öyle kaptırmışım ki kendimi,
yanıma birinin yaklaştığını fark etmedim bile; tepemde bir ses duyunca
irkildim.
Sağır mısın?
Cemile'ydi. Utandım, kıpkırmızı
kesildim, resmi saklayamadım.
Arabalar yüklendi, bir saattir
seni arıyoruz! Ne yapıyorsun?
Resmi gördü sonra, eğilip alarak,
Ne bu? diye sordu. Kızdığı omuz silkişinden belli oluyordu.
Ölsem daha iyiydi. Uzun uzun
resme baktı Cemile; sonunda, kederli, ıslak gözlerini kaldırdı.
Usulca, Bana ver bunu, kiçine
bala, dedi. Hatıra diye saklarım.
Kâğıdı katlayarak gömleğinin
içine soktu.
Yola çıktığımızda kendimde
değildim. Her şey bir düş gibi geliyordu bana. Resim yaptığıma hala
inanamıyordum. Ama yüreğimin derinliklerinde sevince benzer, övünmeye, gurura
benzer birtakım duygular uyanmıştı; daha büyük hayaller peşindeydim artık,
başım dönüyordu. Resim yapmak, boyuna resim yapmak istiyordum. Ama kurşun
kalemle değil, boyayla! Arabalarımızın hızla gitmesine bile aldırmıyordum.
Daniyar, atları dörtnala sürüyordu. Cemile de ona uymuştu. Arada bir çevresine
bakıyor, gülümsüyordu. Onun gülümseyişi duygulandırıyordu beni. Ben de
gülümsüyordum, demek öfkesi geçmişti Cemile'nin, istese Daniyar'a türkü bile
söyletirdi bu gece.
O gün, her zamankinden erken
geldik istasyona; atlarımızın ağızları köpük içindeydi. Atları bir kenara çeker
çekmez, Daniyar çuvalları indirmeye başladı. Ne olmuştu ona? Acelesi neydi?
Zaman zaman duruyor, gürüldeyip geçen trenlerin ardından uzun uzun bakıyordu.
Cemile'nin gözleri Daniyar'daydı, ne düşündüğünü anlamaya çalışıyordu onun.
Bir ara, Buraya gel, diye
seslendi Daniyar'a. Atın nalı sallanıyor. Yardım et de çıkarayım.
Daniyar, nalı çıkarıp da
doğrulunca, Cemile onun gözlerinin içine baktı, usulca sordu:
Nen var senin? Anlamıyor musun?
Dünyada bir ben mi varım sanki?
Daniyar uzaklara baktı, cevap
vermedi.
Cemile iç çekti: Bu benim için
kolay mı sanıyorsun?
Daniyar kaşlarını kaldırdı;
sevgiyle, hüzünle baktı Cemile'ye. Bir şey söyledi, ama öyle hafif söylemişti
ki bunu, duyamadım. Sonra, keyifli keyifli, arabasına doğru yürüdü. Yürürken
elindeki nalı okşuyordu. Cemile'nin hangi sözü rahatlatmıştı onu? ınsan,
karşısındaki iç çekerse, Bu benim için kolay mı sanıyorsun? derse,
rahatlayabilir miydi?
Yükleri boşaltmış, dönmeye
hazırlanıyorduk ki, ambarın avlusuna bir asker girdi; yaralı, zayıf bir askerdi
bu, sırtında buruş buruş bir kaput vardı, omuzuna bir çanta asmıştı. Birkaç
dakika önce bir tren gelmişti istasyona. Asker, çevresine bakarak bağırdı.
Kurkuru köyünden kimse var mı
burada?
Onun kim olduğunu çıkarmaya
çalışarak; Ben varım, diye cevap verdim.
Asker, bana doğru ilerleyerek;
Kimin oğlusun sen? diye sordu.
Sonra Cemile'yi gördü ansızın,
şaşırdı, yüzüne tatlı bir gülümseme yayıldı.
Cemile bir çığlık attı: Kerim!
Sen misin?
Asker, Cemile'nin ellerine
sımsıkı yapışarak, Cemile, kardeşim! diye bağırdı.
Cemile'nin köyündendi o da.
Heyecanla, ışe bak sen! dedi. İyi
ki buraya gelmeyi akıl etmişim! Sadık'ın yanından geliyorum, hastanede
beraberdik, Allah’ın izniyle bir iki aya kalmaz, o da çıkar. Ayrılırken, karına
bir mektup yaz da götüreyim, dedim. İşte mektup, imzalı mühürlü. Üçgen bir zarf
uzattı Cemile'ye.
Cemile mektubu kaptı, önce
kıpkırmızı, sonra bembeyaz kesildi, göz ucuyla Daniyar'a baktı. Arabasının
yanındaydı Daniyar. Geçen gün harman yerinde olduğu gibi, tek başınaydı.
Cemile'ye bakışında korkunç bir umutsuzluk vardı. O arada herkes başımıza
toplanmıştı; asker, kalabalıkta tanıdıklara, akrabalara raslamış, peş peşe
sıralanan soruları cevaplandırmaya çalışıyordu. Cemile ona teşekkür etme
fırsatını bile bulamadan, Daniyar arabasına atladığı gibi avludan çıktı gitti; tekerlek
izleriyle kaplı yol, büyük bir toz bulutuna gömüldü.
Herkes, Deli bu herif! diye
bağırdı.
Askeri götürmüşlerdi yanımızdan,
avlunun ortasında Cemile'yle ben kalmıştık, hızla dağılan o toz bulutuna
bakıyorduk.
Hadi, yenge, dedim.
Cemile, acı bir sesle, Sen git,
yalnız bırak beni! diye cevap verdi.
O gün, ilk olarak, üçümüz de ayrı
ayrı döndük harman yerine. Ağustos sıcağı, kurumuş dudaklarımı kavuruyordu.
Güneşten bembeyaz kesilen o çatlamış, o yarılmış toprak yavaş yavaş
serinliyordu şimdi, tuzlu lekeler belirmişti üstünde. Güneş biçimini
yitirmişti, beyaz bir sisin ardında parlıyordu. Ötede, ufukta portakal
kırmızısı fırtına bulutları toplanmaktaydı. Kupkuru bir rüzgâr esiyordu,
atların burunlarını tozla dolduruyor, yelelerini dalgalandırıyor, tepelerdeki
pelin kümelerini hışırdatıyordu.
Yağmur yağacak galiba, diye
düşündüm.
Öylesine yalnız, öylesine
kederliydim ki! Ağır ağır giden atları kırbaçladım. Uzun bacaklı, cılız toy
kuşları dere yatağına sığınıyorlardı. Kuru pıtraklar yuvarlanıyordu yolda; bizim
oralarda pıtrak yoktur Kazak topraklarından gelmişlerdi herhalde. Güneş battı.
Kimseler görünmüyordu ortalıkta, önümde sadece kızgın bozkır uzanıyordu.
Harman yerine vardığımda hava
kararmıştı. Rüzgar kesilmişti.
Daniyar'a seslendim.
Bekçi, Irmağın orada, dedi. Sıcak
yüzünden herkes evine gitti. Rüzgâr esmeyince harman yerinde kim ne yapsın?
Atları otlağa götürdükten sonra
ırmağa gitmeye karar verdim. Yarın altında bir yer vardı, orayı pek severdi
Daniyar.
Elimle koymuş gibi buldum onu,
oturmuş, başını dizlerine dayamış, aşağıda çağıldayan suları dinliyordu. Yanına
gitmek, kolumu boynuna dolamak, onu rahatlatıcı bir şey söylemek istedim. Ama
ne söyleyebilirdim ki? Bir kenara çekilip biraz bekledim, sonra harman yerine
döndüm. Uzun süre samanların üstünde yattım, bulutların kararttığı göğe baktım,
hayatın niye bu kadar karışık, niye bu kadar anlaşılmaz olduğunu düşündüm.
Cemile daha dönmemişti. Ne
olmuştu acaba? Yorgundum, ölü gibiydim, ama uyuyamıyordum. Dağların tepesinde
şimşekler çakmaya başladı.
Daniyar harman yerine geldiğinde
hala uyanıktım. Bir süre dolaştı durdu, gözünü yoldan ayırmadı. Az ötedeki bir
saman yığınına çöktü sonra. Ayrılacaktı buradan; biliyordum, bu köyde
kalmayacaktı. Ama nereye gidebilirdi? Tek başınaydı, evi yoktu, bekleyeni
yoktu. Tam uyuyacaktım ki, yaklaşan bir arabanın sesini duydum. Herhalde
Cemile'ydi.
Ne kadar uyumuşum, bilmiyorum;
kulağımın dibinde saman hışırtıları duydum. Biri geçti yanımdan, omuzuma ıslak
bir kanat değdi sanki. Gözlerimi açtım. Cemile'ydi. Irmaktan geliyordu,
entarisi ıslaktı. Durdu, çevresine baktı, tedirgindi. Daniyar'ın yanına oturdu
sonra.
Daniyar, geldim, ben geldim, dedi
usulca.
Çıt çıkmıyordu. Uzaklarda bir
şimşek kaydı toprağa. Sessizce. Kızgın mısın? Çok mu kızgınsın?
Evet, çıt yoktu. Bir avuç
toprağın sulara usulca gömülüşünü duydum.
Benim suçum mu bu? Senin suçun da
değil.
Uzaklarda, dağların üstünde gök
gürledi. Bir şimşek çaktı yine.
Cemile'yi gördüm. Daniyar'a
sarılmıştı. Omuzları sarsılıyordu, kabarıp kabarıp iniyordu sanki. Samanların
arasına, onun yanına uzandı sonra.
Bozkırdan sıcak bir rüzgar koptu
geldi: Samanları savurdu, harman yerinin sonundaki eski çadıra çarptı, yolda
bir topaç gibi dönmeye başladı. Gök gürlüyor, mavi şimşekler bulutları
parçalıyordu. Hem güzel, hem korkutucu bir şeydi bu fırtına geliyordu, yazın
son fırtınası. Cemile, Seni ona değişir miyim sandın? diye fısıldadı tutkuyla.
Değişir miyim hiç, değişir miyim?
Beni hiç sevmedi. Selamlarını bile mektuplarının sonunda, tek cümleyle yolladı.
Ne onu istiyorum artık, ne de geciken sevgisini. Kim ne derse desin! Yalnız
sevgilim benim, seni hiç bırakmayacağım! Yıllardır seviyordum seni! Tanımadan
bile seviyordum. Sonunda geldin işte, bildin yolunu gözlediğimi geldin!
Yarın ötesine, ırmağa, kesik
çizgilerle mavi şimşekler iniyordu şimdi. Samanların üstüne soğuk yağmur
damlaları düşüyordu.
Cemile, Cemile, sevgilim benim!
diye fısıldadı Daniyar; Kırgız dilinin, Kazak dilinin en güzel kelimelerini
sıraladı. Ben de yıllardır seviyordum seni. Siperlerde bile seni düşünüyordum;
sevdiğimi burada, kendi yurdumda bulacaktım, biliyordum bunu. Seni seviyordum,
seni seviyordum. Dön bana, gözlerine bakayım!
Fırtına patlamıştı.
Çadırın keçesi kopmuş, yaralı bir
kuş gibi çırpınıyordu. Rüzgârın kamçıladığı yağmur, toprağı öpercesine
yağıyordu. Gök gürültüleri, çığ gibi yuvarlanıyordu dağlarda. Şimşekler
tepeleri aydınlatıyor, rüzgâr dere yatağında uluyor, ortalığı kasıp
kavuruyordu.
Bardaktan boşanırcasına yağıyordu
yağmur. Samanların arasına saklanmış, yatıyordum; yüreğim, göğsümü
parçalayacakmış gibi çarpıyordu. Mutluydum. Uzun süren bir hastalıktan sonra
güneşe çıkmış gibiydim. Samanların altında yağmur ıslatıyordu beni, şimşekler
gözlerimi kamaştırıyordu, yine de içim içime sığmıyordu bu ses, yağmurun
hışırtısı mıydı samanlarda, Daniyar'la Cemile'nin fısıltıları mıydı,
bilmiyorum... Uyurken hala gülümsüyordum.
Yağmur mevsimi başlamak üzereydi.
Sonbahar geliyordu. Havada o ıslak pelin kokusu, o ıslak saman kokusu vardı.
Sonbahar neler getirecekti bize? Nedense bunu hiç düşünmedim.
O sonbahar, iki yıl aradan sonra,
okula gittim. Derslerden sonra ırmak kıyısındaki o yara gelir, bırakılmış,
ıssız harman yerinde otururdum. İlk resimlerimi orada yaptım. Yaptıklarımın iyi
olmadığını o sıralarda bile biliyordum.
İş yok bu resimlerde! Ah, doğru
dürüst boyalarım olsaydı! diyordum kendi kendime. Doğru dürüst boyalar nasıl
şeylerdi? Hiç bilgim yoktu bu konuda. Küçük tüplerdeki yağlı boyaların
varlığını çok sonra, yıllar sonra öğrenecektim. Öğretmenlerim eğitilmem
gerektiğini söylüyorlardı. Bu da olacak iş değildi tabii.
Ağabeylerimden hala haber yoktu;
anam beni, biricik oğlunu, iki ailenin bir başını, eğitim görmek için şehre
yollamazdı. Bu konuyu açmadım bile. İşin kötüsü, o sonbahar da öylesine güzeldi
ki sanki, “Çiz beni, resmimi yap!” diye bağırıyordu.
Soğuk Kurkuru'nun suları
azalmıştı; dönemeçlerdeki taşların üstleri portakal rengi yosunlarla, yeşil
yosunlarla örtülmüştü. Söğütlerin incecik fidanları, ilk donlarda kıpkırmızı
kesiliyordu; ama gencecik kavaklar, sarı yapraklarını hala bırakmıyorlardı.
Seller geçirmiş toprağın bakır
çalığı otlarında, çobanların yağmurla ıslanmış çadırları siyah birer leke gibi
duruyordu; tepelerinden incecik mavi dumanlar yükseliyordu göğe. Aygırlar
kişniyor, kısraklar kaçmaya çalışıyordu; bahara kadar onları bir arada tutmak
güç olacaktı. Dağlardan inen sığır sürüleri, anızlar arasında dolaşıyordu.
Kurumuş, kararmış bozkır, yol yol izlerle kaplanmıştı.
Bozkır rüzgârı esmeye başladı
sonra; gökyüzü çamur rengini aldı; karın habercileri, soğuk yağmurlar yağdı.
Güzel bir gün ırmağa gittim, kumluktaki bir üvez kümesi dikkatimi çekmişti.
Geçidin az ötesine, söğütler arasına oturdum. Akşam oluyordu. İki kişi gördüm
ansızın. Karşı kıyıya geçmişlerdi. Daniyar'la Cemile'ydi bunlar. Tedirgin, ama
kararlı yüzlerinden gözlerimi ayıramadım. Daniyar'ın sırtında bir çanta vardı;
hızlı hızlı yürüyordu, kaputunun önü çizmelerine çarpıyordu. Cemile beyaz bir
yazma bağlamıştı başına. Yazma hafifçe kaymıştı. Bayramlık basma entarisini
giymiş, üstüne de kadife ceketini geçirmişti. Küçük bir çıkın vardı bir elinde;
öteki eliyle Daniyar'ın sırt çantasını tutuyordu. Konuşuyorlardı.
Dere yatağındaki fundalar
arasından yürüyorlardı. Ne yapacağımı bilemeden bir süre onlara baktım.
Seslenseydim? Ama sesim çıkmıyordu.
Günün son kızıl ışıkları,
sıradağlar üstündeki bulutlarda kayboldu, hava hızla kararıyordu artık.
Daniyar'la Cemile arkalarına bakmadan demiryolu kavşağına gidiyorlardı. Başları
çalılar arasından göründü birkaç kere sonra kayboldular.
Sesimin olanca gücünle,
Cemileeee! diye bağırdım.
Kendi yankımı duydum uzaklardan:
Eee!
Cemileeee! diye bağırdım yine,
peşlerinden gitmek için ırmağa koştum.
Yüzüme buz gibi damlalar çarptı.
Elbisem sırılsıklam olmuştu, ama önüme bile bakmadan koşuyordum. Ayağım
takıldı, kapaklandım. Başımı kaldırmadan bir süre yattım orada; gözlerimden
sıcak yaşlar akıyordu. Karanlık, omuzlarıma abanmıştı sanki. Fundaların yaktığı
ağıtı duyar gibiydim.
Cemile! Cemile! diye hıçkırdım.
O iki insana, en yakınım, en
sevdiğim insanlara güle güle diyordum. Orada, yerde yatarken ansızın anladım:
seviyordum Cemile'yi. Evet, Cemile ilk aşkımdı benim, çocukluğumun aşkıydı.
Islak kollarımın arasına gömdüm
başımı, kalkmadım. Sadece Cemile'yle Daniyar'a değil, çocukluğuma da güle güle
diyordum.
Karanlıkta bitkin bir durumda eve
vardığım zaman, avluda büyük bir kargaşalıkla karşılaştım: üzengiler
şıkırdıyor, atlar eyerleniyordu;
Osman, kısrağının üstünde, bütün
gücüyle bağırıyordu:
O soysuzu, geldiği gün
kovmalıydık köyden! Hepimize leke sürdü! Bir elime geçireyim, hemen vururum!
İsterlerse dama tıksınlar beni sokak köpekleri gelip karılarımızı, kızlarımızı
kaçıracak ha? Hadi, yiğitler, nasıl olsa uzaklara gidemez, istasyonda
yakalarız!
Kanım dondu: hangi yoldan
gideceklerdi acaba? Demiryolu kavşağına sapmadılar; dağ yolunu tuttuklarını
görünce eve girdim, gözyaşlarımı kimse görmesin diye, babamın koyun postunu
başıma çektim.
Köyde herkes ağzına geleni
söylüyordu artık! Kadınlar, Cemile'yi suçlamak konusunda birbirleriyle
yarışıyorlardı.
Ne budalaymış! Böyle bir aileyi
bıraktı, kendi mutluluğunu çiğnedi!
O serseride ne buldu bilmem?
Hiç merak etme, aklı başına gelir
ama iş işten geçti.
Geçti ya! Sadık'ın nesini
beğenmemiş? Aslan gibi delikanlı. Ekmeğini taştan çıkarır. Köyün en yaman
yiğiti. .
Ya kaynanası? Kırk yıl arasan
öyle bir baybiçe bulamazsın! Sersem kız! Durup dururken başına iş açtı!
Cemile'yi, eski yengemi
suçlamayan bir tek ben vardım galiba. Daniyar'ın içi, hepimizin içinden
zengindi. Hayır, Cemile onun yanında mutsuz olmayacaktı. Ama anam için üzülüyordum.
Cemile'yle birlikte eski gücü de
çekip gitmişti sanki. Perişandı. Şimdi anlıyorum, kaderin oyununu
kabullenemiyordu bir türlü. Fırtına, koca bir ağacı devirirse, o ağaç bir daha
kök salamaz. Bu olaydan önce, kimseye gidip de; şu ipliği iğneye geçiriver,
demeyecek kadar gururluydu. Bir gün okuldan döndüğümde, ellerinin titrediğini,
iğne deliğini göremediğini fark ettim; ağlıyordu.
Derin derin iç çekerek, Al, şu
ipliği geçiriver, dedi. Cemile'nin sonu kötüye varacak. Ah, ne iyi bir ev
kadını olurdu... Ama gitti artık. Bizi bıraktı, küçük düşürdü. Niye? Ona bir
kötülük mü ettik?
Anamı kucaklamak, Daniyar'ın
nasıl bir insan olduğunu anlatmak istedim; ama yapamadım onu incitmekten
korkuyordum. Günün birinde, benim bu olaydaki çocuksu tanıklığım anlaşılıverdi.
Sadık dönmüştü. Üzülüyordu tabii.
Sarhoşken başka türlü konuşuyordu ama için için üzülüyordu.
Bir gün, Osman'a, Canı isterse
gitsin! dedi. Bir köşede geberir kalır! Kadın mı yok? En iyisinin canı
cehenneme!
Doğru! diye cevap verdi Osman.
Yazık ki elime geçiremedim serseriyi, yoksa oracıkta öldürecektim! Cemile'ye
gelince, saçlarından tutup atımın kuyruğuna bağlayacaktım! Herhalde güneye
gitmişlerdir, ya pamuk tarlalarına, ya da Kazakların arasına. Herif nasıl olsa
serseri, alışıktır! Ama hala akıl erdiremiyorum böyle bir şey nasıl oldu?
Nereden bileceksin? Bu iş o orospunun başının altından çıktı! Ah, bir elime
geçirebilsem onu!
Seni nasıl terslemişti, unuttun
mu? demek geldi içimden. Sövmek istedim.
Bir gün evde oturmuş, okul
gazetesi için resim yapıyordum. Anam ocakla uğraşıyordu. Ansızın Sadık daldı
odaya. Bembeyaz kesilmişti, gözleri iyice kısılmıştı, yanıma koşup elindeki
kâğıdı yüzüme tuttu.
Sen mi yaptın bunu?
Donakalmıştım. Yaptığım ilk resmi
gösteriyordu bana. Daniyar'la Cemile, canlanmışlar da kağıdın üstünden bana
bakıyorlardı sanki.
Evet, ben yaptım.
Parmağını resme uzatarak, Kim bu?
dedi. Daniyar.
Hain! diye bağırdı Sadık.
Resmi paramparça etti, kapıyı çarparak
çıktı gitti. Uzun, tedirgin bir sessizlikten sonra, anam sordu:
Biliyor muydun?
Evet.
Ocağa yaslanarak bir süre bana
baktı; gözlerinde şaşkınlık vardı, öfke vardı.
Yine yaparım resimlerini, dedim!
Başını üzüntüyle iki yana salladı.
Yerdeki kâğıt parçalarına ilişti
gözüm incinmiştim, dayanamayacaktım artık. Varsın, hain olduğumu sansınlardı.
Kime ihanet etmiştim? Aileme mi? Soyuma mı? Hayatın gerçeğine, o iki insanın
gerçeğine ihanet etmemiştim ya! Bunu söyleyemezdim, kendi anam bile anlayamazdı
çünkü.
Gözlerim karardı; kâğıt parçaları
sanki canlanmıştı, yerde kımıldıyor gibiydiler. Daniyar'la Cemile'nin anıları
pırıl pırıldı, o türküyü, o unutulmaz Ağustos gecesinin türküsünü duydum
ansızın. Köyden kaçışlarını hatırladım; duramazdım ben de yollara vurmalıydım
kendimi. Onlar nasıl yiğitçe, cesaretle gittilerse ben de gitmeli, mutluluğun
çetin yolunu tutmalıydım.
Okumak istiyorum. Söyle babama.
Ressam olmak istiyorum! dedim.
Anam beni azarlar, ağlar, savaşta
ölen ağabeylerimi hatırlatır diye düşünüyordum. Ama ağlamadı anam. Usulca,
yumuşacık bir sesle, kederle konuştu:
Gitmek istiyorsan git. Yavrularım
büyüdüler artık; hepsi yuvadan uçuyorlar. Bakalım ne kadar yüceleceksiniz?
Belki de haklısın. Git.
Oralarda fikrini değiştirirsin.
Resim yapmak, boya boyamak para getirmez. Bir dene bakalım. Bizi de unutayım
deme.
O günden sonra, Küçük Ev bizden
ayrıldı. Ben de okula gittim.
Ressam olmaya.
Öyküm bu kadar.
Güzel sanatlar okulunu
bitirdikten sonra, Akademi'ye yazdırdılar beni. Diploma çalışmam, yıllardır
hayalini kurduğum bir resimdi.
Daniyar'la Cemile'nin resmiydi
bu. Bir sonbahar göğü altında, bozkır yolunda yürüyüşleri. Önlerinde engin,
pırıl pırıl bir ufuk... Resmim, kusursuz bir resim değil ustalık kazanmak zaman
ister ama benim için değerli, çünkü yaratıcılığımın ilk eseri.
Zaman zaman, yaptıklarımı
beğenmiyorum. Kendime güvenim sarsılıyor, güç anlar yaşıyorum. Bu gibi
durumlarda, çok sevdiğim o resmin karşısına geçiyorum hemen, Daniyar'la
Cemile'ye bakıyorum. Konuşuyorum onlarla:
Şimdi neredesiniz acaba, hangi
yollarda yürüyorsunuz? Kazakistan bozkırlarından Altay'a, Sibirya'ya kadar yeni
yollarımız var artık. O yollarda yiğit insanlar çalışıyor. Belki siz de
oradasınız. Cemile, arkana bile bakmadın giderken. Yorgun musun, kendine
güvenini, inancını yitirdin mi? Daniyar'a yaslan, sana türküsünü söylesin, o
sevda türküsünü, yaşama türküsünü, toprak türküsünü! Bozkır o türküyü içsin,
renk renk çiçekler yaratsın o türküden! O Ağustos gecesini hep hatırlayın!
Yılma, Cemile, pişmanlık duyma, o güç mutluluğu buldun çünkü!
Onlara bakarken Daniyar'ın sesini
duyuyorum. Yollara çağırıyor beni yolculuğa hazırlanmalı. Bozkırı aşıp köyüme
gideceğim, yeni renkler bulacağım orada.
Her fırça vuruşumda Daniyar'ın
türküsü çınlasın! Her fırça vuruşumda Cemile'nin yüreği çarpsın!
Öğretmen Duyşen
Penceremi ardına kadar açıyorum.
Temiz hava doluyor odaya. Yeni resmim için çizdiğim desenlere mavimsi, solgun
loşlukta göz atıyorum. Bir sürü desen var; hep yeni baştan, yeni baştan
başlamıştım çünkü. Ama resmimi bir bütün olarak göremiyorum daha. Asıl şeyi,
duru yaz şafakları gibi ansızın, karşı konmaz bir biçimde çıkıp geliveren,
insanın içinde esrarengiz, kavranılmaz izler bırakan o güçlü şeyi bulamadım.
Ağaran gecede odayı adımlıyorum, düşünerek, düşünerek, düşünerek... Hep böyle olur.
Yapacağım resmin sadece içimde kalacağını sanırım hep.
Bitmemiş resimlerimden en yakın
arkadaşlarıma bile söz açmam. Eserlerimi korkunç bir kıskançlıkla koruduğum
için değil, beşiğinde yatan bir bebeğin büyüyünce nasıl bir insan olacağını
kestirmek zor olduğu için. Bitmemiş bir resim hakkında yargıya varmak da o
kadar zordur. Ama bu kuralı bir kerecik bozacağım; bitirmediğim bu resim
hakkındaki düşüncelerimi herkes duysun, bütün insanlar paylaşsın istiyorum.
Özenti değil bu. Başka türlü
davranamam bunun altından yalnız başıma kalkamam çünkü. Beni yakalayan, fırçamı
elime aldıran öykü öylesine sarsıcı ki, bu öykünün yükünü taşıyamayacağım
artık. Elimde ağzına kadar dolu bir bardak var sanki; içindekini dökmekten
korkuyorum. Onun için, insanlar beni aydınlatsın, bana yardım etsin, benim
yanımda yer alsın, duygularımı paylaşsın istiyorum.
Yaklaşın, yüreklerinizin
sıcaklığını esirgemeyin benden, bu öyküyü anlatmak benim görevim...
Bizim Kurkuru köyü, dağların
eteğinde, yarlardan gelen bir sürü küçük derenin suladığı bir düzlüktedir.
Altında Sarı Vadi uzanır, uçsuz bucaksız bir Kazak ovası. Karadağlar'la
çevrelenmiştir; batıya giden demiryolunun koyu çizgisi, ovayı ikiye böler.
Köyün arkasındaki tepede, iki
tane uzun kavak ağacı vardır. Kendimi bildiğimden beri oradadır o kavaklar.
Kurkuru'ya hangi yönden gelirseniz gelin, ilk olarak, tepede birer işaret
kulesi gibi duran o kavakları görürsünüz. Duygularımı açık seçik anlatamıyorum,
çocukluk anıları çok değerli olduğu için belki, belki de geçimini resim yapmaya
bağlayan bir sanatçı olduğum için ama ne zaman trenden inip köye yollansam,
gözlerim ufukta o sevgili kavakları arar. Uzaktan göremem onları; ama hep görür
gibi, dokunur gibi olurum.
Uzaklardan Kurkuru'ya dönerken,
hep aynı hüzünlü duyguyu taşımışımdır içimde:
Acaba kavaklarımı görebilecek
miyim? Dönebilecek miyim evime?
Bütün istediğim, o tepeye
tırmanmak, çok uzun zaman ağaçların altında durmak, yaprakların hışırtısını
dinlemek...
Birçok ağaç var köyümüzde, ama o
kavaklar başkadır. Ayrı bir dilleri, ayrı, ezgili bir canları var onların. Gece
olsun, gündüz olsun, ne zaman gelirseniz gelin, onların bitmek bilmeyen bir
hışırtıyla, bir mırıltıyla salındıklarını görürsünüz.
Sonradan, yıllar sonra,
kavakların sırrını çözdüm. Bir tepede oldukları için bütün rüzgârları
alıyorlardı, en hafif meltem bile yapraklarını sallıyordu onların.
Bu basit gerçeği anlamam, hiç mi
hiç hayal kırıklığına uğratmadı beni; onlara karşı takındığım çocuksu davranışımdan
da etmedi. O davranışımı bugüne kadar sürdürdüm. Tepedeki o kavak ağaçlarını
hala canlı birer varlık olarak düşünüyorum. Çocukluğumu orada, onların
ayaklarında bıraktım, yeşil, büyülü bir camın kırıkları gibi... Yaz tatili
başlamadan önce, okulun son günü, bağırarak, çığlıklar atarak tepeyi tırmanır,
kuş yuvası aramaya çıkardık. O iki dev, sallanarak, mırıltıyla sanki
gölgelerine çağırırdı bizi. Ama biz, yalınayak yumurcaklar, dallara tırmanır,
kuşların ülkesini altüst ederdik. Kuşlar ötüşerek havalanır, tepemizde dönmeye
başlarlardı. Ama aldırmazdık bile. İçimizde en gözü pekin, en cesurun kim
olduğunu anlamak için tırmanır, tırmanırdık. Derken, güzel bir ışık dünyası,
geniş bir dünya açılırdı önümüzde... büyülü bir dünya.
Çarpıcı bir yanı vardı o
genişliğin.
Kuş yuvası aramayı unutarak
hepimiz birer dala tüner, hiç kıpırdamadan, sanki soluk bile almadan aşağıya
bakardık. Dünyanın en büyük yapısı sandığımız ahır bile, kolhozun ahırı bile,
küçük bir kulübe gibi görünürdü. Parıltılı bir kavrukluk içinde yüzen bozkır
uzanırdı köyün ötesinde. Mavimsi uzaklıklara bakınca, daha önce hiç
görmediğimiz topraklar, gümüş sicimler gibi uzayan dereler görürdük. Dallara
tutunarak düşüncelere dalardık: dünyanın sonu muydu burası, yoksa bu
gördüklerimizin ötesinde bizim göğümüze, bulutlarımıza, derelerimize benzeyen
başka gökler, bulutlar, dereler var mıydı? Büyülü sesini dinlerdik rüzgârın;
hışırdayan yapraklar, mavimsi sislerin ötesindeki esrarengiz ülkeleri anlatırdı
bize.
O ülkeleri gözümün önüne
getirmeye çalışırdım, kulağıma yaprakların hışırtısı geldikçe, yüreğim
korkudan, heyecandan güm güm atmaya başlardı. Şimdi aklıma geliyor: o kavakları
kimin diktiğini hiç mi hiç düşünmemişim o zamanlar. O bilinmeyen insan,
fidanların köklerini toprağa yerleştirirken ne hayaller kurmuş kim bilir,
onlara ne umutlarla bakmış, boy atmalarını hangi duygularla gözlemiş?..
Köylüler, kavakların bulunduğu o
tepeye Duyşen'in Okulu derlerdi. Neden öyle derlerdi, bilmiyorum. Hatırlıyorum,
atını arayan bir adam, yoldan geçen birine:
Doru bir at gördün mü buralarda?
diye sormuştu. Cevabını da hatırlıyorum:
Dün gece Duyşen'in okulunda
birkaç at otluyordu. Belki senin doru at da oradadır.
Biz çocuklar da hiç düşünmeden,
büyüklere özenerek Duyşen'in okulu derdik tepeye.
Hadi, Duyşen'in okuluna gidip
serçeleri korkutalım... Söylenenlere bakılırsa, eskiden bir okul varmış bu
tepede. Ama izi bile kalmamıştı artık. Okulun izlerini çok aradım çocukken,
bulamadım. Sonraları, çıplak bir tepeye Duyşen'in okulu denmesi garibime
gitmeye başladı; köyün ihtiyarlarına Duyşen'in kim olduğunu sordum.
İçlerinden biri, omuzlarını
silkerek:
Duyşen mi? dedi. Hala yaşıyor.
Eskiden Komsomol üyesiydi. O tepede eski bir kulübe vardı, Duyşen okul yaptı
orayı. Çocuklara okuma yazma öğretti. Okul da ne okuldu ya; adını bile etmeye
değmez! Evet, garip günlerdi o günler. Bir atı yelesinden tutup da ayağını
üzengiye geçirdin miydi, kendi kendinin efendisi sayılırdın. Duyşen de öyle
yaptı. Çılgınca bir düşünce saplanmıştı kafasına; o düşünceyi gerçekleştirdi.
Okulunun bir taşı bile kalmadı şimdi, ama tepeye verilen ad hala yaşıyor. O
günlerden kalan da sadece bu...
Duyşen'i pek tanımıyordum bile;
uzun boylu, iri kemikli bir ihtiyar olarak hatırlıyorum onu; iğne gibi kaşları
vardı. Evi, derenin karşı kıyısındaydı. Görevi, kolhozdaki arklardan suyun
akışını denetlemekti; günlerini tarlalarda geçirirdi hep. Ara sıra, atının
eyerine koca bir şilte bağlamış, sokaktan geçerdi; atı da kendi kendisinin
efendisi gibiydi.
Yıllar sonra, Duyşen'in köyün
postacısı olduğunu söyledi biri. Hatırladıklarım bu kadar işte. O günlerde,
Komsomol üyesi denildi miydi, hareketli, konuşkan, her toplantıda kalkıp
düşüncelerini açıklayan, gazeteye beleşçiler, hırsızlar hakkında yazılar yazan
bir delikanlı, bir yiğit gelirdi gözümün önüne. Bu sakallı, uysal ihtiyarın bir
Komsomol üyesi olabileceğini aklım almazdı, üstelik, birazcık okuma yazma bilen
bu adamın bir zamanlar öğretmenlik ettiğini düşündükçe daha da şaşırırdım.
Doğrusu istenirse, onun öğretmenliğinin, köyü saran palavralardan biri olduğunu
sanırdım. Yanılmışım...
Geçen sonbaharda köyden bir
telgraf aldım... Kolhozdakiler, kendi elleriyle kurdukları yeni okulun açılış
törenine çağırıyorlardı beni. Gitmeye karar verdim; köyümüzde böyle büyük bir
güne nasıl olur da katılmazdım? Hatta törenden birkaç gün önce gittim.
Dolaşmak, doğduğum, büyüdüğüm
yerlerin resmini yapmak istiyordum. Söylediklerine göre, üniversitede öğretim
üyesi bulunan Süleymanova'yı da çağırmışlar. Köyde birkaç gün geçirdikten sonra
Moskova'ya gidecekmiş.
Bu değerli kadının, daha çocukken
köyümüzden ayrıldığını biliyordum.
Ben de şehirde karşılaşmıştım
onunla. Orta yaşını geçmiş, parlak, siyah saçlarına ak düşmüş, heykel gibi bir
kadındı. Üniversitede kürsüsü vardı; felsefe dersleri veriyor, sık sık başka
ülkelere yolculuk ediyordu.
İşi başından aşkındı. Yakından
tanıyamamıştım onu. Ne zaman karşılaşsak köyden bir haber olup olmadığını
sorar, yeni resimlerim hakkında hiç değilse birkaç kelime söylerdi. Bir gün
cesaretimi toplayıp: Altınay Süleymanova, neden köyünüze gidip biraz
kalmıyorsunuz orada? diye sormuştum. Sizinle övünüyorlar, başarılarınızı
duymuşlar.
Kurkuru'ya artık hiç gitmediğiniz
için kendilerini küçümsediğinizi sanıyorlar. Gülümseyerek: Evet, günün birinde
Kurkuru'ya gitmeliyim tabii, diye cevap vermişti. Yıllardır gitmedim oraya...
gidip görmek istiyorum. Köyde hiç akrabam yok, ama ne çıkar?.. Yakında giderim,
Kurkuru'yu özledim Tören başlamak üzereydi ki, Altınay Süleymanova çıkageldi.
Yeni okulu dolduran köylüler, onun geldiğini görür görmez dışarı fırladılar.
Dostu yabancısı, genci ihtiyarı,
hepsi onun elini sıkmak istiyordu. Altınay böyle bir karşılanma beklemiyordu
galiba; sanırım biraz heyecanlandı. Sahneye kurulmuş masaya doğru yürürken,
ellerini göğsüne bastırıp sağa sola selamlar verdi.
Herhalde hayatında birçok
toplantıya, birçok törene katılmıştı Altınay, herkesten yakın, sıcak bir ilgi
görmüştü; ama köy okulunda karşılanması öylesine içtendi ki, gözleri yaşardı.
Konuşmalardan sonra, Genç
Öncüler'den bir topluluk, ona bir demet çiçek, bir de kırmızı Genç Öncüler
kurdelesi verdi, onur defterinin ilk sayfasına bir şeyler yazmasını istedi.
Sonra, son derece eğlenceli bir oyun oynadı çocuklar. Oyun bitince,
başöğretmen, herkesin yerini almasını rica etti.
Köylüler de, konuklar da,
Altınay'ı el üstünde tutuyorlardı. En güzel halılarla döşeli onur yerini
verdiler ona; kendisini ne kadar sevdiklerini, ne kadar saydıklarını belirtmek
için büyük yakınlık gösterdiler.
Böyle toplantılarda hep olduğu
gibi, herkes bir ağızdan konuşuyor, kadeh kaldırıyordu; gürültülü, neşeli bir
toplantıydı.
Köyün delikanlılarından biri
gelip bir tomar telgraf verdi başöğretmene.
Eski öğrenciler çekmişti bu
telgrafları; yeni okul için kolhozdaki köylüleri kutluyorlardı. Telgraflar elden
ele dolaştırıldı. Başöğretmen, delikanlıya:
Bu telgrafları ihtiyar Duyşen mi
getirdi? diye sordu.
Evet. Toplantı bitmeden önce
herkes telgrafları okuyabilsin diye atını dörtnala koşturmuş. Yorgunluktan
bitmiş.
Niye dışarda duruyor? Söyle de
gelsin içeri.
Duyşen'i çağırmak için dışarı
çıktı delikanlı. Yanımda oturan Altınay, tedirgin olmuştu; aklına bir şey
gelmişti sanki. Hangi Duyşen'in sözünü ettiklerini sordu. Ansızın bir gariplik
çökmüştü üstüne.
Postacı Duyşen. Tanır mısınız
onu?
Belli belirsiz başını salladı,
masadan kalkmak üzere doğruldu; o sırada bir atlı geçti pencerenin önünden.
Delikanlı odaya girip Duyşen'in gittiğini söyledi:
Gelemezmiş. İşi varmış, dağıtım
yapacakmış.
Yapsın bakalım, diye homurdandı
biri. Onu tutan mı var?
Gelir, ihtiyarlarla oturur sonra.
Ah, bizim Duyşen'i bilmezsiniz
siz! Her şeyden önce işini düşünür o. İşini bitirmeden içi rahat etmez.
Evet, garip bir adam. Savaştan
sonra, hastaneden çıkınca Ukrayna'da kaldı bir süre. Kurkuru'ya beş yıl önce
döndü. Burada ölmek istiyormuş. Tek başına yaşıyor; hiç evlenmemiş...
Başöğretmen:
İçeri gelmediğine üzüldüm, dedi.
Neyse... zararı yok. Köyün en saygıdeğer adamlarından biri, kadehini
kaldırarak:
Yoldaşlar, dedi, hatırlarsınız,
eskiden hepimiz Duyşen'in okuluna gitmiştik. Ama kendisi alfabeyi bile
sökemezdi.
Yüzünü buruşturarak başını
salladı sonra. Hem şaşkın, hem de alaylı bir hava vardı sesinde.
Onun sözlerine katılanlar çıktı:
Doğru söylüyorsun.
Herkes gülmeye başladı.
Doğru tabii. Neler yapmaya
kalkmadı Duyşen. Biz de kalkıp öğretmen yerine koyduk onu!
Kahkahalar kesildikten sonra
kadehini yeniden kaldırdı:
Bakın, günümüzün insanı ne kadar
değişik! Altınay Süleymanova üniversitede öğretim üyesi; adı bütün ülkede
biliniyor. Aşağı yukarı hepimiz ortaokulu bitirdik; çocuğumuz liseyi bile
okudu.
Bugün yeni bir ortaokul açtık
köyümüzde; sadece bu bile hayatımızın ne kadar değiştiğini gösterir. Dilerim,
Kurkuru'lu delikanlılar, Kurkuru'lu kızlar, çağlarının en okumuş insanları
olsunlar ilerde! Hadi, bunun için içelim.
Herkes kadehini kaldırdı;
toplantı gürültülü, neşeli bir havaya büründü yine. Sadece Altınay keyifsizdi;
bir tek yudum aldı şarabından.
Ama herkes gülüp eğleniyordu,
kimse bunun farkına varmadı. Durmadan saatine bakıyordu Altınay. Bir süre
sonra, temiz hava almak için herkes dışarı çıktığı zaman, onun ötekilerden
ayrılmış olduğunu gördüm. Sararmış kavakların meltemde hafifçe salındığı tepeye
dikmişti gözlerini. Güneş, bozkırın mor, sisli çizgisiyle göğün birleştiği
yerde batıyordu. Solan ışığı, kavakların tepelerini soğuk, acılı bir mora
boyamıştı.
Altınay'ın yanına gittim.
Yaprakları dökülüyor. Ama onları
bir de baharda göreceksiniz. İçini çekerek:
Ben de bunu düşünüyordum şimdi,
dedi.
Bir süre sustuktan sonra, kendi
kendine konuşur gibi ekledi. Evet, her canlının bir baharı, bir güzü vardır.
Yaşlanmakta olan yüzü
düşünceliydi, kederliydi. Kadınsı bir pişmanlıkla bakıyordu ağaçlara. Artık bir
öğretim üyesi yoktu ortada; kolay sevinen, kolay üzülen, aklı bir şeye ermeyen,
alıştığımız bir Kırgız kadını vardı. Gençliğinin anılarına dalmıştı; hani
türkülerde söylenir: en yüce tepeden bile çağırsanız artık size dönmeyecek olan
gençliğin anılarına öyle ayakta durmuş, kavaklara bakarken bir şey söylemek
istedi bana, ama vazgeçti, elinde tuttuğu gözlüğü gözüne götürdü.
Moskova treni saat on birde
geçiyor galiba, dedi.
Evet.
Öyleyse yavaş yavaş istasyona
yollanayım ben.
Niye acele ediyorsunuz? diye
sordum. Birkaç gün kalacaktınız hani? Sizi kolay kolay bırakmazlar.
Moskova'da acele bir işim var.
Bir an önce gitmeliyim.
Gitmeyi aklına koymuştu bir kere;
hiçbir şey onu yolundan döndüremezdi artık.
Hava gittikçe kararıyordu. Hayal
kırıklığına uğramış köylüler, konuklarını otomobile kadar geçirdiler; daha
uzun, hiç olmazsa bir hafta kalmak üzere, yine geleceğine söz aldılar ondan.
Ben de Altınay'la birlikte istasyona gittim.
Niye bu kadar acele etti, diye
düşünüyordum. İnsanın kendi köylülerini kırması saçma bir şeydi... Üstelik
böyle bir günde. Bu davranışının sebebini soracaktım, cesaret edemedim. Onu
incitmekten korktuğum için değil... nasıl olsa bana da bir şey söylemeyeceği
için. Düşünceye dalmıştı; istasyona kadar ağzını bile açmadı.
Sonunda kendimi toparlayarak
sordum:
Bir şeye üzüldünüz. Sizi istemeyerek
kırdık mı yoksa? Birine mi kızdınız?
Daha neler! Kime kızayım? Kızsam
kızsam kendime kızarım. Evet, kendime kızdım.
Başka bir şey söylemeden
Moskova'ya gitti. Şehre dönüşümden birkaç gün sonra, Altınay'dan bir mektup
aldım. Düşündüğünden daha çok kalacağını yazıyordu Moskova'da; mektup şöyle
devam ediyordu:
Moskova'da hemen yapılması
gereken önemli işlerim var, ama size bu uzun mektubu yazabilmek için hepsini
bir yana bıraktım. Eğer anlattıklarımı ilgi çekici bulursanız, yayımlanması
için belki bir yol gösterebilirsiniz bana. Yalnız Kurkuru köylüleri için
istiyorum. Bu karara varmadan önce uzun uzun düşündüm. İnsanlara içimi açıyorum
işte. Yazdıklarımı ne kadar çok insan okursa, içim o kadar rahatlayacak. Beni
kırmaktan, incitmekten çekinmeyin. Ne düşünüyorsanız yazın bana.
Mektubun bende bıraktığı etki
öylesine büyüleyiciydi ki, günlerce başka bir şey düşünemedim. Yapılacak en iyi
şeyin, olayları Altınay'ın ağzından anlatmak olacağına karar verdim sonunda.
1924 yılıydı. Evet, 1924'dü...
Şimdi kolhoz olan yer, yoksul
köylülerin yaşadığı küçük bir köydü o zamanlar. Ben on dört yaşındaydım; ölmüş
babamın amca oğlunun evinde oturuyordum. Annem de ölmüştü.
O güz, zengin çiftçiler kışı
geçirmek üzere koyunlarını alıp dağlara çıktıktan sonra, köyümüze bir yabancı
geldi. Sırtında bir kaput vardı yabancının. Kaputu çok iyi hatırlıyorum:
siyahtı çünkü. Dağlar arasına sıkışıp kalmış köyümüze kaputlu bir yabancının
gelmesi epey heyecan uyandırdı.
Önce, onun orduda komutanlık
yapmış olduğu söylentisi yayıldı; sonradan anladık ki, komutan filan
değilmiş... Yıllar önce, herkesin aç kaldığı bir kış, demiryolunda çalışmak
üzere köyden ayrılan, sonra da kendisinden hiçbir haber alınmayan Taştanbeg'in
oğluymuş. Duyşen'miş adı; söylediğine göre, okul kurmak, çocuklara okuma yazma
öğretmek için gönderilmiş.
Okul nedir, kimse bilmiyordu
köyde. Kimsenin kafasında okul diye bir kavram yoktu. Onun için Duyşen'in
sözlerini pek ciddiye almadılar. Onun köye gelişinden kısa bir süre sonra,
herkes toplantıya çağrılmasaydı, ciddiye alacakları da yoktu.
Amcam toplantıya gitmek istemedi
önce.
Ne zaman insanın işi başından
aşkın olursa o zaman toplantıya çağırıyorlar! dedi.
Ama ihtiyar atını eyerleyip
kurula kurula yola koyuldu. Ben de, komşuların çocuklarıyla birlikte,
arkasından gittim onun. Toplantıların yapıldığı küçük tepeyi soluk soluğa
tırmandığımızda, siyah kaputlu, soluk yüzlü delikanlının köylülerle konuşmakta
olduğunu gördük. Söylediklerini pek duyamıyorduk; yaklaştık. Sırtına koyun
postundan, eski bir ceket geçirmiş çok ihtiyar bir adam, Duyşen in sözünü
kesti:
Dinle oğlum eskiden çocuklarımıza
her şeyi mollalar öğretirdi. Babanı hepimiz biliriz. O da bizim gibi yoksulun
biriydi.
Hızlı hızlı konuşuyordu ihtiyar:
Şimdi biz şunu bilmek istiyoruz:
sen nasıl oldu da molla oldun?
Duyşen:
Ben molla değilim aksakal, diye
cevap verdi. Ben Komsomol üyesiyim. Mollaların yerini öğretmenler aldı artık.
Askerdeyken okuma yazma öğrendim. Zaten daha önce de okula gitmiştim. Benim
mollalığım bu kadar.
O zaman başka..
Beni buraya Komsomol gönderdi.
Çocuklarınıza okuma yazma öğreteyim diye. Bir yere ihtiyacımız var. Tepedeki şu
eski ahırı, sizin de yardımınızla, okul yapmak istiyoruz. Ne dersiniz?
Hemen cevap vermek istemediler
ona. Bu yabancının kim olduğunu bilmiyorlardı ki... Duyşen'in dediklerine karşı
çıkan Satımkul, sessizliği bozdu... Eyerine yaslanıp dişlerinin arasından
tükürerek, konuşmaları dikkatle dinlemişti.
Gözlerini kısarak Duyşen'e baktı.
Bakmıyordu da nişan alıyordu sanki.
Dur, o kadar acele etme delikanlı,
dedi. Önce söyle bakalım: okulu ne yapacağız biz?
Duyşen şaşırmıştı.
Okulu ne mi yapacaksınız? diye
tekrarladı.
Evet, doğru söylüyor diye
bağırdı, okulu ne yapacağız?
Herkes bir ağızdan konuşmaya,
bağırmaya başladı. Dünya kuruldu kurulalı biz toprakla uğraşırız. Altımızdaki
şiltedir o, soframızdaki aştır. Çocuklarımız da bizim gibi yaşayacaklar. Okulu
ne yapsınlar? Memurlar okuma yazma öğrensin; biz basit insanlarız. Sen de
kalkıp işleri karıştırma!
Gürültü yavaş yavaş kesildi.
Duyşen, gözlerini onların
gözlerine dikerek, hayal kırıklığıyla:
Çocuklarınızın okula gitmesini
istemiyor musunuz? diye sordu. İstemiyoruz; zor mu kullanacaksın? O günler
geçti. Biz hür insanlarız artık. Canımız nasıl isterse öyle yaparız.
Duyşen'in yüzü bembeyaz kesildi.
Titreyen parmaklarıyla kaputunun düğmelerini çözdü, dörde katlanmış bir kâğıt
çıkardı iç cebinden, sonra kâğıdı başının üstünde sallamaya başladı.
Demek çocukların okula
gitmelerini emreden devlete karşı çıkıyorsunuz. Bakın bu kâğıda, altında resmi
mühür var. Size kim toprak verdi, kim su verdi? Kim hürriyet verdi? Söyleyin
bakalım, devletin yasalarına karşı mı çıkıyorsunuz? Konuşun. Cevap verin!
Son cümlesini öylesine öfkeyle,
öylesine bağırarak söylemişti ki, sesi bir kurşun gibi deldi güz sessizliğini,
uzaktaki dağlarda yankılandı. Kimse ağzını açıp da bir kelime söyleyemedi.
Herkes, başını önüne eğmiş, duruyordu.
Duyşen biraz yatışmıştı.
Biz yoksul köylüleriz, dedi.
Hayatımız boyunca aşağılandık, tekmelendik. Karanlıkta yaşadık. Şimdi devlet
aydınlığa çıkarmak istiyor bizi, ışığı görelim, okuma yazma öğrenelim istiyor.
Çocuklarımızı okula bunun için göndermeliyiz.
Susup beklemeye başladı sonra.
İlk konuşan, eski ceketli o ihtiyar oldu yine:
Peki, nasıl bilirsen öyle yap;
biz karışmayız...
Ama bana yardım etmenizi
istiyorum. Tepedeki şu ahırı onarmalıyız; dereye bir köprü kurmalıyız. Sonra
kış için de oduna ihtiyacımız var... Satımkul kabaca sözünü kesti onun:
O kadar acele etme yiğidim, o
kadar acele etme...
Dişlerinin arasından tükürdü; bir
gözünü kısarak kötü kötü bakmaya başladı Duyşen'in yüzüne.
Buraya gelmiş, okul kuracağını
söylüyorsun, diye devam etti.
Ama bakıyorum da, ne sırtında
kürkün, ne altında atın var. Bir tek koyunun bile yok. Ekilecek tek karış
toprağın bile yok. Neyle geçineceksin? Başkalarının koyunlarını mı çalacaksın
yoksa?
Ben başımın çaresine bakarım.
Aylık alacağım.
Satımkul keyiflenmişti; eyerin
üstünde doğrulup çevresine bakındı. Her şey anlaşıldı şimdi. Kendi başının
çaresine bakarsın öyleyse yiğidim; madem aylık alacaksın, çocuklara okuma yazma
öğret bakalım. Devletin dağıtılacak parası varmış demek. Sen bizi rahat bırak.
İşimiz zaten başımızdan aşkın...
Bunları söyledikten sonra, atını
çevirip uzaklaştı Satımkul. Ötekiler de onun arkasından gittiler. Duyşen,
elinde kâğıt, bir başına, çaresiz, kalakalmıştı.
Üzülmüştüm, acıyarak bakıyordum
ona. Amcam beni görüp de kovalayıncaya kadar orada kaldım.
Ne yapıyorsun burada? Haydi,
doğru eve! Arkadaşlarımın arkasından koştum. Amcam:
Daha neler, diye homurdandı,
çocuk olduklarına bakmadan toplantıya gelmişler bir de!
Ertesi sabah, biz kızlar dereden
su almaya gittiğimizde Duyşen'i gördük karşı kıyıda. Elinde bir kazma, bir
kürek, bir balta, bir de eski kova vardı.
Ondan sonra her sabah, köylüler
Duyşen'in tepeyi tırmandığını, terkedilmiş ahıra girip çıktığını gördüler. Köye
ancak akşam olunca inerdi. Zaman zaman, sırtında ot yığınları, saman yığınları
taşıdığı görülürdü. Onu uzaktan seyredenler, eyerlerinin üstünde doğrulur,
ellerini gözlerine siper eder, düşüncelerini söylerdi.
Sırtında yük taşıyan şu adam
öğretmen Duyşen değil mi? Evet o.
Elinde mühürlü kâğıt var ya,
ondan. O mühür adama kuvvet verir.
Zavallı. Öğretmenlik de kolay
değil anlaşılan.
Sen kolay mı sanıyordun? Sırtında
taşıdığı yüke bak. Öğretmen değil de bir bey'in hizmetçisi sanki.
Bir de kalkmış yukardan atıyor.
Böyle konuşarak atlarını çevirip
uzaklaşırlardı.
Bir gün, köyün arkasındaki dağın
eteğinden topladığımız tezekleri çuvallarla taşımaya gitmiştik yine; tepeyi
tırmanıp öğretmenin eski ahırda ne yaptığını görmek istedik. Ahır, bey'in
malıydı eskiden.
Güzün yavrulayan kısraklarını
barındırırdı orada. Hayvanlar, kışı ahırda geçirirdi. Devrimden sonra bey çekip
gitmişti. Malları köye kalmıştı şimdi. Kimse kullanmadığı için otlar bürümüştü
ahırı. Baktık ki, bütün otlar sökülüp bir yana yığılmış, avlu temizlenmiş...
Yağmurdan harap olmuş, sıvalan dökülmüş duvar badana edilmiş. Rezelerinden
çıkmış çarpık kapı da onarılmış.
Dinlenmek için çuvallarımızı yere
bıraktık; o sırada Duyşen çıktı içerden. Tepeden tırnağa boya içindeydi; bizi
görünce önce şaşırdı, sonra gülümsedi.
Yüzünün terini silerek:
Nereden geliyorsunuz; kızlar?
diye sordu.
Çuvalların yanında oturuyorduk,
utançtan ağzımızı bile açamadık. Utandığımızı anladı Duyşen, gülümseyerek,
dostça göz kırptı bize. Bakıyorum, çuvallarınız sizden büyük, dedi. Ama
geldiğinize çok sevindim, ne de olsa burası sizin okulunuz. Artık bitti
bitecek. Ocağı yeni bitirdim, bacasına bakın... Şimdi kış için yakacak
bulmalıyım; bu da zor olmayacak. Her yan kurumuş otlarla dolu. Sonra yere saman
koyarız, üstüne oturursunuz. Yakında derslere başlarız. Nasıl, okula gitmek
istiyor musunuz? Gelecek misiniz?
Ben, ötekilerden daha büyük
olduğum için, konuşmak gereğini duydum:
Teyzem bırakırsa gelirim.
Niye bırakmasın, tabii bırakır.
Adın ne senin? Dizimdeki yara izini elimle örterek:
Altınay, dedim.
Altınay... güzel bir ad. Sen de
iyi bir kıza benziyorsun.
Öyle güzel gülümsüyordu ki,
insanın yüreğine ılık ılık bir şeyler yayılıyordu.
Peki Altınay, dedi, öteki kızları
okula sen getirirsin. Anlaştık mı?
Anlaştık, amca.
Bana öğretmenim de. İçeriyi
görmek ister miydiniz?
Utanmayın, gelin hadi.
İçeri girmeye çekiniyorduk.
Yok, biz artık gidelim, dedik.
Gidin öyleyse. Dersler başlayınca
görürsünüz. Ben de hava kararmadan gidip biraz daha ot toplayayım.
Eline bir orakla bir parça ip
alıp uzaklaştı. Biz de ayağa kalkıp sırtımıza çuvallarımızı attık, köye doğru
yollandık. Ansızın parlak bir fikir geldi aklıma.
Durun, dedim. Dönüp çuvallarımızı
okula boşaltalım. Kış için biraz daha yakacak vermiş oluruz.
Sonra da eve elimiz boş dönelim,
öyle mi? Sen de ne akıllısın ya...
Gider, biraz daha tezek toplarız.
Olmaz. Geç kalırsam annem kızar.
O gün niye öyle davrandım,
bilmiyorum. Belki sadece inatçılık yüzünden, belki de bir çeşit başkaldırma
duygusuyla... bebekliğimden beri davranışlarım, tutkularım dayakla olsun,
azarla olsun hep bastırılmıştı. Bu yabancı, içimi ılıtan tatlı gülüşüyle, güzel
sözleriyle bir güven duygusu uyandırmıştı bende. Hiç kuşkum yok, adım gibi
biliyordum artık: benim hayatım, sevinçleriyle, acılarıyla o gün, o
davranışımla başladı. Kendim bir karar vermiştim o anda, kararımı uygulamaya
geçmiştim. Doğru buluyordum yaptığım şeyi, cezalandırılmaktan da korkmuyordum.
Arkadaşlarım bir başıma bırakmışlardı beni, ama aldırmadım! Duyşen'in okuluna
koşup çuvalı kapının önüne boşalttım, yeniden tezek toplamaya gittim sonra.
Kanatlanmış gibi uçuyordum; büyük bir iş yaptığımdan içim hafiflemişti sanki,
yüreğim gümbür gümbür atıyordu. Güneş niye bu kadar mutlu olduğumu biliyor
gibiydi. Evet, niye böyle koştuğumun farkındaydı: iyi bir iş yapmıştım.
Tepeler arkasından kaybolmak
üzereydi güneş; bana kalırsa batmak istemiyordu sanki, beni gözlemek istiyordu.
Sararan otları, yaprakları renkten renge boyayarak, kızıllaştırarak,
pembeleştirerek, morlaştırarak yolumu daha güzel kılıyordu. Uçuşan şeytan
tüyleri, pırıl pırıl birer alev parçası gibiydi. Yırtık pırtık, yamalı
beşmetimin madeni düğmeleri de ışıl ışıldı. Koştukça koştum; toprağa,
gökyüzüne, rüzgâra türküler söylüyordu yüreğim:
Bakın bana! Görün işte, nasıl bir
insanım ben... Okuma yazma öğreneceğim, okula gideceğim, başkalarını da okula
götüreceğim!
Ne kadar koştum, hatırlamıyorum,
ama ansızın kendime geldim: tezek yoktu. Garipti, yazın o kadar çok inek
otlardı ki burada, tezekten geçilmezdi. Bütün tezekler uçup gitmişti sanki.
Belki de bakılacak yerlere bakmıyordum. Başka yerleri aradım, tezek vardı ama
azdı.
Bu gidişle karanlık basmadan
çuvalı dolduramayacağım, diye düşündüm.
Korkudan ödüm patlamıştı, sağa
sola koşuşup duruyordum.
Çuvalım yarısına kadar dolmuştu
daha. Gün ışığı adamakıllı solmuştu artık, yamaçları karanlık basıyordu.
Eve hiç bu kadar geç kalmamıştım.
Gece, karanlık kanadını sessiz, ıssız tepelerin üstüne germişti. Çuvalı sırtıma
atıp köye doğru koşmaya başladım. Korkuyordum. Her yer öylesine karanlıktı ki,
bağırmak, ağlamak geliyordu içimden; ama Duyşen'i hatırlayıp gözyaşlarımı
tuttum. Arkama bile bakmadan yoluma devam ettim.
Soluk soluğa vardım eve; kan ter
içindeydim; elbiselerim toza toprağa bulanmıştı. Ocağın önünde oturmakta olan
teyzem, kaşlarını çatarak yerinden kalktı, yanıma geldi. Kötü, zalim bir
kadındı.
Niye geciktin? diye bağırdı.
Ben daha ağzımı bile açmamıştım
ki, sırtımdan çuvalı kaptığı gibi yere fırlattı.
Bütün gün bula bula bunu mu
buldun?
Sonradan öğrendiğime göre,
arkadaşlarım her şeyi anlatmışlar.
Seni kömür suratlı! Okulda ne
işin var? Dilerim, okul yollarında geberesin!
Kulağımdan tutup birkaç kere
vurdu başıma.
Serseri! Elin kurdundan ev köpeği
olur mu hiç? Başkalarının çocukları evde kalıp annelerine yardım eder, bu dağda
bayırda dolaşıyor.
Okula gitmeyi gösteririm ben
sana! Seni o ahırın yanında bir yakalarsam bacaklarını kırarım! Okula gitmek
neymiş, anlarsın o zaman!
Hiçbir şey demedim, bağırmamaya
çalıştım. Sonra, yaktığım ocağın önünde otururken sessizce ağladım. Üzüntülü
olduğumu anlayınca hep kucağıma çıkan tekir kediyi okşadım durdum. Teyzem beni
dövdüğü için ağlamıyordum, alışıktım buna, okula göndermeyeceği için
ağlıyordum.
İki gün sonra, sabahleyin
erkenden köpekler havlamaya başladı köyde, bağırıp çağırmalar duyuldu. Duyşen
ev ev dolaşıp çocukları topluyor, okula götürüyordu. O sıralarda sokak diye bir
şey yoktu; kerpiç evler düzensizce dağılmıştı. Herkes canının istediği yere
kurmuştu evini. Duyşen, çevresinde çocuklarla, kapı kapı dolaşıyordu. Bizim ev,
köyün en ucundaydı. Teyzemle buğday öğütüyorduk, amcam öğütülmüş buğdayları
pazara götürmek üzere hazırlanıyordu. Ben bir yandan işimi yapıyor, bir yandan
da Duyşen'i gözlüyordum. Bizim eve kadar gelmeyecek diye ödüm kopuyordu.
Biliyordum, teyzem okula gitmeme izin vermeyecekti, ama Duyşen gelsin, nerede
oturduğumu görsün istiyordum. Bizim eve uğramadan dönüp gidecek diye ödüm
kopuyordu.
Ben bunları düşünürken Duyşen
çıkageldi. Teyzemi selamladı:
Günaydın! Tanrı yardımcın olsun!
O olmazsa biz oluruz. Bak, ne kadar kalabalığız.
Bir şeyler mırıldandı teyzem,
amcam ise öğretmenin yüzüne bile bakmadı.
Duyşen aldırmadı hiç. Avlunun
ortasında duran bir kütüğün üstüne çöktü, cebinden kâğıt kalem çıkardı.
Bugün okul başlıyor. Kızınız kaç
yaşında?
Teyzem cevap bile vermeden işine
devam etti, adamakıllı kızmıştı. Besbelli, tek kelime söylemeyecekti. Ne
olacaktı şimdi? Duyşen bana bakıp gülümsedi, yine ılık ılık bir şeyler yayıldı
içime.
Kaç yaşındasın; Altınay? diye
sordu. Cevap vermeye cesaret edemedim. Teyzem:
Onun kaç yaşında olduğundan sana
ne? dedi. Zaten sen kimsin bir kere? Daha okula gidecek yaşa gelmedi. Bırak
bunun gibi piçleri, anasıyla babasıyla oturan çocuklar bile okuma yazma
öğrenmiyor. Toplayacağın kadar çocuk toplamışsın, onları götür okula. Burada
işin yok!
Duyşen ayağa kalkarak:
Nasıl oluyor da böyle
konuşabiliyorsun? diye bağırdı. Yetim kaldıysa suç onda mı? Y oksa, yetimlerin
okuma yazma öğrenmesini yasaklayan bir yasa mı var?
Senin yasaların bana vız gelir.
Ben kendi yasalarımı yürütürüm burada, senden emir alacak da değilim!
Hepimiz aynı yasalara boyun
eğeceğiz. Belki bu kıza senin ihtiyacın yok, ama bizim, devletin, var! Karşı
koyarsan cezanı çekersin.
Teyzem kollarını sıvayarak ayağa
kalktı:
Şuna bakın, şu serseriye bakın!
Bu piç kimden emir alacak, söyle bakalım. Karnını kim doyuruyor onun? Onu kim
doyuruyor? Sen mi, ben mi? Evsiz barksız piçin biri bu... Senin de evin barkın
yok zaten...
Eğer ortaya amcam çıkmasaydı
tartışma nasıl sonuçlanacaktı, bilmiyorum. Teyzem bir kocası olduğunu unuturdu
hep, her işe burnunu sokardı; bu da çok kızdırırdı amcamı. Öyle ya, evin
efendisiydi; ara sıra teyzemi döverdi. Şimdi de öfkeden kıpkırmızı olmuştu
yüzü.
Kapa çeneni karı! diye bağırdı.
Sen kim oluyorsun da kendi başına karar veriyorsun, benim yerime konuşuyorsun?
Her işe burnunu sokma. Sana gelince Taştabeg'in oğlu, al şu piçi götür, okuma
mı öğreteceksin, kemiklerini mi kıracaksın, ne halt edersen et. Hadi, basın
bakalım. Defolun!
Teyzem bağırmaya başladı:
Demek okula gönderiyorsun onu. Evde
kim yardım edecek bana? Soruyorum, kim edecek?
Kes sesini! diye bağırdı amcam;
teyzemi susturdu.
Her karanlık bulutta bir beyaz
nokta bulunur derler. Okula böyle başladım işte.
Sınıfa ilk girdiğimizde, Duyşen
yere, samanların üstüne oturmamızı söyledi; sonra hepimize birer defter, birer
kalem, birer de tahta parçası verdi.
Tahtaları dizinizin üstüne koyun,
dedi. Onun üstüne de defterleri koyarsınız. Böylece daha kolay yazarsınız.
Sonra, duvara astığı bir resmi
gösterdi. Bir Rus'un resmiydi bu. Bu Lenin'dir, dedi.
O resmi hiç unutamayacağım.
Nedendir, bilmiyorum, sonradan hiç rastlamadım o resme. Aklımda hala Duyşen'in
resmi olarak kalmış.
O resimde bir kaput giymişti
Lenin, yorgun bir yüzü vardı, sakalı sivriydi. Yaralı kolu askıya alınmıştı;
kasketi arkaya kaykılmıştı. Durgun, rahat bir bakış vardı keskin gözlerinde.
Duyşen, resmi epeydir yanında
taşıyordu anlaşılan. Bildiğimiz afiş kâğıtlarına basılmıştı, kenarları köşeleri
iyice yıpranmıştı. Sınıfın duvarlarında bu resimden başka bir şey yoktu.
Duyşen:
Okuma yazmayı, sayı saymayı
öğreteceğim size, dedi. Harflerin, rakamların nasıl yazıldığını göstereceğim.
Bildiğim ne varsa hepsini öğreteceğim.
Bildiği ne varsa hepsini öğretti.
Şaşılacak derecede sabırlıydı. Kalemin nasıl tutulacağını teker teker gösterdi
hepimize; bu arada, anlamadığımız sözler de söyledi.
Şimdi düşünüyorum da, Duyşen
şaşırtıyor beni. Elimizde bir alfabe bile yoktu üstelik öğretmenimiz ne gramer
biliyordu, ne öğretme yöntemi. Böyle şeylerin varlığından bile habersizdi.
Güdüleriyle davranarak,
öğrenmemiz gereken şeyleri, öğretebildiği kadar öğretti bize. Ama hevesi,
coşkunluğu da boşa gitmedi, buna eminim.
Umduğundan büyük şeyler başardı
Duyşen. Evet, büyük şeyler başardı, çünkü, duvardaki yarıklarından karlı
tepelerin göründüğü o eski kerpiç ahırda bir şeyler öğrenmeye çalışan bizlerin,
biz Kırgız çocuklarının, o zamana kadar köyün dar çizgileri içinde kapanıp
kalmış çocukların, yeni, değişik, güzel bir dünya açılmıştı önlerinde.
Moskova'nın, Lenin'in yaşadığı şehrin, Taşkent'den bile büyük olduğunu o
sınıfta öğrendik, dünyada Talas Vadisi kadar büyük denizler olduğunu o sınıfta
öğrendik; dağlar kadar kocaman gemilerin o denizlerde yüzdüğünü o sınıfta
öğrendik. Çarşıdan satın alınan petrolün yeraltından çıkarıldığını o sınıfta
öğrendik. Gün gelecek, çocuklar geniş pencereli büyük, beyaz okullarda
okuyacaklar, sıraların
Alfabeyi kıvırmaya başlayınca ilk
olarak Lenin kelimesini yazdık. Artık sözlüğümüzde bey gibi, ırgat gibi,
Sovyetler gibi kavramlar da vardı. Duyşen söz verdi: ders yılı bitmeden bize
devrim kelimesinin nasıl yazıldığını öğretecekti.
Her ayın sonunda gider, rapor
verirdi. İki üç gün görünmezdi. Çok özlerdik onu. Ağabeyim olsa o kadar
özlemezdim. Teyzem başka bir işle uğraştığı zamanlar evin arkasına sıvışır,
yolunu gözlemeye başlardım Duyşen'in. Onu, içimi ılıtan gülümseyişini görmek,
ışıklı sözlerini duymak nasıl sevindirirdi beni!
Öğrencilerin en büyüğü bendim.
Belki bu yüzden, en çabuk ben öğreniyordum; ama tek sebep bu değildi. Duyşen'in
söylediği her kelime, yazdırdığı her harf benim için kutsaldı. Onun
öğrettiklerini kavramaktan daha önemli bir şey yoktu hayatta. Verdiği defteri
hazine gibi saklıyor, harfleri orağın ucuyla yere, kömürle duvara bir dal
parçasıyla kara yazıyordum. Benim için, dünyada Duyşen'den daha bilgili, daha
akıllı kimse yoktu.
Kış yaklaşıyordu.
İlk kar yağıncaya kadar, dağın
eteğinde, çakıl taşlarının üstünden gürültüyle akan dereyi geçerdik okula
gitmek için. Kar yağdıktan sonra da geçerdik tabii, ama zor olurdu. Buz gibi su
ayaklarımızı dondururdu. En çok küçüklerin canı yanardı; gözleri yaşla dolardı.
Duyşen, biri sırtında biri kollarında, her keresinde iki çocuk taşıyarak
hepsini karşı kıyıya geçirirdi.
Bütün bunlar inanılmaz geliyor
şimdi bana. Herkes, ya bilgisizlikten, ya aptallıktan, Duyşen'e gülerdi. En çok
da kışı dağlarda geçirip arada bir değirmene inen zenginler alay ederdi onunla.
Başlarında kalpakları,
sırtlarında kürklü ceketleri, sırım gibi atlarının üstünden Duyşen'in çocukları
taşımasına bakarlardı. Öğretmeni gösterirlerdi gülerek.
Şuna bak, derlerdi, nasıl olmuş
da bugüne kadar görmemişim şu herifi. Daha önce görseydim, kuma diye alırdım!
Kahkahadan kırılarak, üstümüze su
ve çamur sıçratarak yollarına devam ederlerdi sonra.
Ah, arkalarından nasıl koşmak
isterdim onların. Atların yularına yapışıp sinsi yılışık suratlarına doğru:
Öğretmenimiz için nasıl böyle
konuşursunuz? Aptal insanlarsınız siz, kötü insanlarsınız! diye bağırsam öyle
rahatlayacaktım ki... Ama küçük bir kızın sözlerine kim kulak asardı?
Gözlerimin acı yaşlarını içime akıtarak kalakalırdım olduğum yerde. Duyşen
onların sözlerini duymazlıktan gelirdi; hiç aldırmazdı. Üstelik, söylenenleri
unutturmak, bizi güldürmek için komik şeyler anlatırdı.
Epeyce çalıştı ama olmadı...
Köprü kurmak için kereste bulamadı Duyşen. Bir gün, bütün çocukları karşı
kıyıya geçirdikten sonra benimle birlikte derenin yanında kaldı; taşlardan bir
geçit yapmaya çalıştık.
Köylüler isteseler yarım saat
içinde bir köprü kurabilirlerdi çocukları için, dereye iki üç ağaç devirseler
bu iş biterdi. Ama yapmadılar, okulu ciddiye almıyorlardı o günlerde, Duyşen'e
de delinin biri diyorlardı...
Evet, onlara kalırsa delinin
biriydi Duyşen, çocuklarla oyalanıyordu. Okuma yazma mı öğretmek istiyordu
onlara, öğretsin di... yeter ki işlerini aksatmasındı çocuklar. Böyle
düşünüyorlardı. Altlarında atları vardı, ihtiyaçları yoktu köprüye. En az
kendileri kadar iyi bir insan olan bu delikanlının vaktini niye öğretmenlik
etmekle geçirdiğini, üstelik bunu niye canla başla, inatla, her çeşit zorluğa,
küçümsemeye, alaya katlanarak yaptığını anlamıyorlardı.
Taştan geçidi yaptığımızda yerde
kar vardı; su öyle soğuktu ki insanın soluğu kesiliyordu. Duyşen nasıl dayandı
buna, bilmiyorum... Yalın ayaktı, bir an bile durmadan çalıştı. Suyun dibine
bastıkça, çakıl taşları ayaklarımızı cayır cayır yakıyordu. Derenin tam
ortasındayken iki bacağıma birden kramp girdi. Acıdan kıvrılıp kaldım oracıkta;
iki büklüm oluvermiştim, doğrulamıyordum. Gittikçe suya gömülüyordum...
Koşarak geldi Duyşen, beni
kollarına alıp kıyıya taşıdı. Yere kaputunu serip üstüne oturttu. Masmavi
kesilmiş incecik bacaklarımı, buz gibi ellerimi ovdu.
Büyük bir ilgiyle:
Kaputuma sarılıp biraz dinlen,
Altınay dedi... Geçidi ben kendim yaparım.
Sonunda geçit tamamlandı. Duyşen
sudan çıkıp çizmelerini giydi; kaputuna sarınarak bana baktı, gülümsedi.
Biraz dinlendikten sonra:
Nasılsın şimdi, ısındın mı? diye
sordu. Al şu kaputu da sarın. Sonra ekledi:
O gün kapıya tezekleri sen mi
bırakmıştın, Altınay? Evet, diye cevap verdim.
Dudaklarının köşesine incecik bir
gülümseme ilişiverdi.
Ben de öyle düşünmüştüm zaten,
demek istiyordu sanki.
Hatırlıyorum, kıpkırmızı olmuştu
yüzüm, tezeğin bırakılmasını unutmamıştı demek. Mutluydum, yedi kat gökte
uçuyordum.
Duyşen sevindiğimi anladı.
Gözleriyle beni okşayarak:
Benim temiz yavrum, duru
kaynağım, dedi. Ne kadar da akıllısın... Ah, seni şehre, okumaya bir
gönderebilsem! Büyük bir insan olurdun! Dönüp kıyıya doğru bir adım attı.
Gözlerimin önünde şimdi:
gürültülü derenin kıyısında durmuş; ellerini başının arkasında kavuşturmuş;
parlayan gözleriyle, tepelerden gelen rüzgarın kovaladığı beyaz bulutlara
bakıyor...
O anda ne düşünüyordu acaba? Beni
şehirdeki okula göndermeyi mi? Ben onun kaputuna sarınmış şunları düşünüyordum:
Keşke ağabeyim olsaydı Duyşen!
Kollarına atılıp ona sarılır, gözlerimi yumar, en tatlı sözleri söylerdim
kulaklarına. N'olursun Tanrım Duyşen ağabeyim olsun!
İnceliği, iyiliği, geleceğimizi
düşündüğü için hepimiz seviyorduk öğretmenimizi. Küçüktük ama onun bu
erdemlerinin farkındaydık. Yoksa her gün o uzun yolu alır mıydık? Rüzgârda,
karların arasında bata çıka, soluk soluğa tırmanır mıydık o tepeyi? Kendi isteğimizle
geliyorduk okula. Gidip o soğuk ahırda donmamız için kimse zorlamıyordu bizi.
Okul öylesine soğuktu ki, birbirimizin yüzüne, ellerine, elbisesine hohlasak,
hohladığımız yer hemen buz tutuyordu. Bazılarımız oturup Duyşen'i dinlerken
ocağın yanında sırayla ısınıyorduk.
O soğuk sabahların birinde (Ocak
ayının son günleriydi) Duyşen her zamanki gibi bizi almaya geldi. Sessizdi,
düşünceliydi; kaşları çatılmış, yüzü kararmış; demir gibi kaskatı kesilmişti.
Hiç böyle görmemiştik öğretmenimizi. İşin içinde bir iş olduğunu anladık,
sessizce ardından gittik onun.
Yoldaki kar tabakası kalınsa
Duyşen önden giderdi hep; ben Duyşen'in arkasından giderdim, öteki çocuklar da
benim arkamdan gelirlerdi. O sabah da önden gitti öğretmenimiz, geceleyin dağın
eteğine karlar yığılmıştı çünkü. Bir insanın sevinçli mi üzüntülü mü olduğu
arkasından bile belli olur bazen. O gün de öyle oldu: öğretmenimizin kederli
olduğunu hemen anladık. Başını önüne eğmişti, zorlukla sürüyordu ayaklarını. O
yürüyüşünü hala hatırlarım: tek sıra olmuş, tepeyi tırmanırken Duyşen önümde,
kamburu çıkmış, siyah kaputuyla gidiyordu; yukardaki tepeler dinlenmek için
çökmüş develere benziyordu, rüzgar hörgüçlerinin tozunu alıyordu sanki;
yüksekte, çok yükseklerde, soğuk, beyaz gökte tek başına siyah bir bulut
sallanıyordu.
Sınıfa girip samanların üstüne
oturduğumuz zaman, Duyşen her sabah gidip yaptığı gibi ocağı yakmadı.
Ayağa kalkın, dedi bize. Kalktık.
Başlarınızı açın.
Kasketlerimizi çıkardık; o da
çıkardı kasketini. Ne demek olduğunu bilmiyorduk bunun. Kısık bir sesle:
Lenin öldü, dedi. Onun yası
tutuluyor şimdi.
Sınıfımızı sessizlik kapladı.
Okul, karların altına gömülmüştü sanki. Duvarlardaki yarıklardan giren rüzgârın
sesi duyuluyordu. Sanki üstlerine kar tanecikleri düşüyormuş gibi hışırdayan
samanların sesi duyuluyordu.
Gürültülü şehirlerin sessizlikle
örtüldüğü, yerleri sarsan fabrikaların sustuğu, trenlerin raylar üstünde
kalakaldığı o yaslı saatte, biz, insanlar içinde küçücük insanlar, ufak bir
topluluk, başımızda öğretmenimizle, okul denilen o soğuk ahırda yas tuttuk.
Koluyla gözlerinin yaşını sildi
Duyşen.
Ben Parti'ye yazılmaya gidiyorum,
dedi. Üç gün sonra dönerim. O üç gün, hatırladığım kış günleri içinde en
korkunç olanlarıydı.
Tabiat, büyük bir insanın
bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışıyordu sanki. Rüzgar, yarların arasında
uluyordu durmadan, tipi dinmiyordu, kırağılar madeni bir sesle tınlıyordu...
Tabiat azmıştı; rüzgar kaldırıp kaldırıp yere vuruyordu karları.
Köyümüz, tepeleri kara bulutlarla
örtülü dağların eteğinde sessizce yatıyordu. İncecik dumanlar yükseliyordu
1 1 1 T 1 1-11 1 11
T T , Tl
bacalardan. İnsanlar evlerinden
dışarı çıkmıyorlardı. Üstelik, kurtlar da inmişti köye.
Gündüzleri yollarda dolaşıyor,
geceleri evlere kadar sokulup güneş doğuncaya kadar uluyorlardı.
Aklıma öğretmenimiz geldikçe
üzülüyordum; hava öylesine soğuktu ki...
Duyşen'in sırtında ise siyah
kaputundan başka bir şey yoktu.
Geleceği gün, tedirginliğim daha
da arttı. Kötü bir olayı sezmiştim sanki.
Fırsat buldukça evden sıvışıyor,
gözlerimi ıssız, karlı bozkıra dikiyordum. Ama bir tek canlı varlık bile yoktu
ortalıkta.
Ah, öğretmenim, neredesin?
Yalvarırım, çabuk gel! Seni özledik, öğretmenim. Duyuyor musun beni? Seni
özledik! Ama bozkır cevap bile vermiyordu bana. Nedendir bilmiyorum, sessizce
ağlıyordum.
Sık sık evden çıkmam teyzemi
kızdırmıştı. Yumruğunu sıkarak:
Ne diye öyle arada bir kapıya
doğru koşuyorsun? diye bağırdı. Otur oturduğun yerde, yününü eğir. Dışarda
donup gebereceksin! Bir daha çıktığını görürsem karışmam!
Hava kararmaya başlamıştı bile; Duyşen'in
dönüp dönmediğini bilmiyordum. Bu da çıldırtıyordu beni. Bir an, bugüne kadar
hiç gecikmediğine göre mutlaka dönmüştür, diyordum kendi kendime. Bir an sonra
kuşkuya kapılıyordum yine: Duyşen üzüntülüydü; aklı başında değildi; ağır ağır
güçlükle yürüyordu; ya bir de tipide yolunu şaşırdıysa... Kendimi işe
veremiyordum, parmaklarımın hepsi başparmak kesilmişti sanki, yün durmadan
kopuyordu. Yün koptukça da teyzem küplere biniyordu:
Senin nen var bugün? Elin el
değil, tahta! Sonunda sabrı tükendi: ınce hastalıklar götürsün seni! Al şu
torbayı, Saykal nineye bırak.
Sevinçle ayağa fırladım. Duyşen,
Saykal ninenin evinde kalırdı. Saykal'la kocası Kartanbay ana tarafından
uzaktan akraba olurlardı bana. Sık sık gider görürdüm onları, bazen gece
yatısına bile kaldığım olurdu. Teyzem bunu hatırladı belki; belki de ona bu
sözleri Tanrı söyletti.
İnsan kıtlıkta nasıl çavdardan
bıkar, ben de öylesine bıktım senden! Onlarda kal bu gece. Hadi defol, sabah
olmadan da eve döneyim deme!
Dışarı fırladım. Rüzgâr, şamanlar
gibi uluyordu bir an kesiliyor, sonra avuç avuç kar fırlatıyordu adamın yüzüne.
Torbayı koltuğumun altına sıkıştırdım, karda taze at izlerini takip ederek
köyün öteki ucuna koştum. Kafamda bir tek düşünce vardı: Duyşen dönmüş müydü?
Dönmemişti. Öylesine soluk soluğa girdim ki eve, zavallı Saykal ninemin ödü
koptu.
Ne var? diye bağırdı. Niye o
kadar koştun. Bir şey mi oldu?
Yok; bir şey yok. Torbanı
getirdim. Bu gece burada kalayım mı?
Tabii, yavrum. Seni yaramaz,
ödümü kopardın! Epeydir geldiğin yoktu. Gel, ateşin önüne otur, donmuşsun.
Biraz et pişir de çocuğun karnını
doyur, dedi Kartanbay. Duyşen de nerdeyse gelir.
Pencerenin önüne oturmuş,
çizmelerinin pençelerini yeniliyordu.
Şimdiye kadar çoktan gelmiş
olması gerekirdi. Ama merak edecek bir şey yok, gece olmadan gelir. Bizim
ihtiyar katır eve dönüleceğini anladı mı dörtnala koşmaya başlar.
Gece usul usul geldi, pencereye
yerleşti. Yüreğim tetikteydi, dışarda ne zaman bir köpek havlasa ya da biri
konuşsa, çarpıntısı hemen duruyordu. Duyşen'den hiç haber yoktu. Neyse ki,
Saykal nine konuşkandı, beklemek daha kolay oluyordu onun yanında.
Duyşen'i epeyce bekledik.
Geceyarısı, Kartanbay yatmaya karar verdi.
Yatakları ser bakalım, dedi Saykal
nineye. Anlaşılan bu gece gelmeyecek. Geç oldu artık. Memurların işleri
başlarından aşkındır; yarına kalmıştır Duyşen'in işi. Yoksa şimdiye kadar
çoktan gelirdi. Sonra yattı.
Ocağın arkasına, köşeye bir yatak
da benim için serdiler. Ama uyuyamadım. Kartanbay durmadan öksürüyor, dualar
mırıldanarak bir yandan bir yana dönüyordu.
Benim ihtiyar katır ne âlemdedir
acaba? diye mırıldanıyordu. Kimse kimseye bedavadan bir tek saman çöpü
vermiyor. Cebinde paran olsa bile satın alacak çavdar bulamıyorsun...
Çok geçmeden uyudu. Şimdi de
rüzgâr uyutmuyordu beni. Çatıyı sarsıyor, samanları hışırdatıyor, kaba eliyle
camlara vuruyordu. Duvarların arkasında karları yerden yere çaldığını
duyuyordum. Kartanbay, Duyşen'in iyi olduğunu, merak etmememizi söylemişti
gerçi; ama içim rahat değildi yine de. Öğretmenimi bekliyordum karanlıkta,
yalnız onu düşünüyordum... Rüzgarlı, bembeyaz bozkırda bir başınaydı şimdi.
Dalmışım; ansızın irkilerek uyandım. Yerden yükselen bir uluma gitti, göğe
takılıp kaldı. Kurtlar! Bir tane değil, bir sürü kurt. Birbirlerini çağırarak
toplanıyorlardı. Sesleri birleşiyor, rüzgâra karışarak uzaklaşıyor,
yaklaşıyordu. Zaman zaman kapının önünden geliyordu ulumaları.
Saykal nine:
Tipi yüzünden uluyorlar, diye
fısıldadı.
Kartanbay bir şey demedi önce;
ulumaları dinliyordu.
Yok yok, birinin peşindeler. Ya
bir adamın, ya da bir atın.
Dinleyin bakın... İnşallah
Duyşen'in peşinde değillerdir. O sersem delikanlı hiçbir şeyden korkmaz çünkü.
Heyecanla ayağa kalkıp kürklü
ceketini giydi. Işığı yak kadın!
Çabuk ol!
Saykal'la ben, korkuyla fırladık.
İhtiyar kadın bir an içinde lambayı yaktı. Tam o sırada uluma kesildi, bir şey
olmamış gibi sessizliğe büründü her yer.
Allah kahretsin, saldırdılar!
diye bağırdı Kartanbay.
Eline bir sopa geçirip kapıya
fırladı; o anda köpekler havlamaya başladı dışarda. Biri pencerenin önünden
geçip kapıyı yumrukladı. Odaya bir buhar bulutu girdi önce. Sonra Duyşen'i
gördük. Soluk soluğa içeri daldı; kül gibi olmuştu yüzü. Duvara koştu. Tüfek,
dedi. Ama biz, bir şey anlamayacak kadar heyecanlıydık. Gözlerim karardı; iki
ihtiyarın sisler arasında konuştuğunu duyar gibi oldum:
Kara koyun kurban olsun sana, ak
koyun kurban olsun! Sahiden sen misin bu?
Tüfek, diye tekrarladı Duyşen...
Bir tüfek verin bana! Tüfeğimiz yok ki... Nereye gidiyorsun?
Kartanbay da, Saykal da, Duyşen'e
yapışmışlardı; bırakmak istemiyorlardı onu.
Bir sopa verin öyleyse.
İhtiyarlar yalvarmaya başladılar: Bırakmayız seni. Biz sağ oldukça bir yere
gidemezsin! Önce bizi öldürür, sonra gidersin!
Ansızın dizlerimin bağı
çözülüverdi; tek kelime bile söylemeden yere yığıldım.
Kamçısını bir köşeye fırlatarak
derin derin içini çekti Duyşen. Tam da kapının önünde kıstırdılar beni, dedi.
Katır dörtnala gidiyordu, peşimize kurtlar düştü. Köye kadar geldi hayvancağız,
az ötede tökezleniverdi. Üstüne saldırdılar.
Kartanbay, Duyşen'i yatıştırmaya
çalışarak:
Katıra aldırma; sen kurtuldun ya,
ona bak, dedi. Katır tökezlenmeseydi sen de kurtulamazdın... Tanrıma şükürler
olsun.
Çıkar elbiselerini de ateşin
önüne otur. Dur da çizmelerini çekeyim. Kadın, yiyecek bir şeyler ısıt hadi.
Birlikte, ateşin önüne oturdular.
Kartanbay içini çekerek:
Alınyazımızda bu da varmış, dedi.
Yola niye bu kadar geç çıktın? Toplantı sandığımdan da uzun sürdü. Parti'ye
yazıldım. İyi. Ama yola yarın sabah da çıkabilirdin. Seni sopayla kovalayan mı
vardı?
Çocuklara, bugün döneceğime söz
verdim, dedi Duyşen. Yarın sabah okula gelecekler. Kartanbay öfkeli öfkeli
söylenmeye başladı:
Serseme bak! Duyuyor musun,
kadın, bak ne diyor... Bacak kadar piçlere verdiği sözü tutmak için canını
tehlikeye atmış! Nasıl, beğendin mi? Ya canını kurtaramasaydın, o zaman ne
olacaktı? Bırak saçma saçma konuşmayı.
Benim işim bu, benim görevim. At
için üzüldüm. Hep yayan giderdim, keşke yine yayan gitseydim. Kalkıp atını
aldım senin, kurtlara parçalattım...
Aldırma. Canı cehenneme, dedi
ihtiyar. Senin hayatını kurtardı ya, ona bak! Bugüne kadar hep atım mı vardı
sanki? Benim için üzülme sen, ben başımın çaresine bakarım. İlerde, bakarsın
bir at daha alırım.
Saykal ağlamaklı bir sesle:
Doğru söyledin, dedi. Bir at daha
alırız... Al oğlum, soğutmadan ye şunu.
Sustular. Kartanbay, ateşi
karıştırarak, düşünceli düşünceli:
Seni anlamıyorum, Duyşen, dedi.
Kafasız bir adam değilsin, hatta akıllısın. Ne diye okulla çocuklarla uğraşıp
duruyorsun? Daha iyi bir iş mi yok dünyada? Gidip bir zenginin yanında çobanlık
etsen bolluk içinde yaşarsın...
Biliyorum, benim iyiliğimi
istiyorsun. Ama bu çocuklar büyüyünce senin benim gibi birer insan olsun
istiyorsan okulun da, eğitimin de gereği yok tabii. Ama devlet nasıl gelişir o
zaman? Bütün güçlüklere bunun için göğüs geriyorum işte. Daha iyi bir öğretmen
olsaydım başka bir şey istemezdim...
Onların konuşmalarını dinlerken
uzaklardan, uzaklaştığım yerlerden yavaş yavaş döndüm odaya. Önce bir düş gibi
geldi bu. Duyşen'in sağ salim karşımda olduğuna inanamadım. Sonra bahar selleri
gibi güçlü dayanılmaz bir sevinç dalgası kapladı gövdemi; hıçkırdım. Kimseler
benim kadar sevinemezdi. Her şey yok oluvermişti birden: kerpiç kulübe, tipi,
Kartanbay'ın tek atını parçalayan kurtlar... Hepsi yok olmuştu! Kafamı,
yüreğimi, bütün gövdemi bir mutluluk kaplamıştı... İnanılmaz, sonsuz, ışık gibi
ölçüsüz bir mutluluk. Hıçkırıklarımı kimse duymasın istiyordum. Ama Duyşen
duydu. Ocağın arkasında ağlayan kim? diye sordu.
Altınay, dedi Saykal; çok korktu,
ondan ağlıyor. Altınay burada mı? Ayağa fırlayıp yanıma koştu. Duyşen. Diz
çöktü; omuzlarıma dokunarak:
Nen var, Altınay? Niye
ağlıyorsun? dedi.
Duvara dönüp kendimi iyice
bıraktım; hüngür hüngür ağlamaya başladım.
Ağlama yavrum. Niye korktun öyle?
Bak, koca bir kız oldun artık, ağlamak hiç yakışmıyor sana... Yüzüme bak.
Boynuna sarıldım onun;
gözyaşlarıyla ıslanmış ateş gibi yüzümü yanaklarına bastırdım. Durmadan hıçkırıyordum.
Sevinçten kendimi tutamıyordum.
Kartanbay kilimin üstünden
kalktı. Korkmuştu biraz.
Galiba yüreği yerinden oynadı
bunun, dedi. Gel buraya kadın, birkaç dua oku. Çabuk ol.
Hepsi çevremde dolanmaya başladı.
Saykal büyülü sözler söyledi, yüzüme soğuk su, sonra da sıcak su serpti.
Gözyaşları benim yaşlarıma karışıyordu.
Evet, anlatılmaz bir sevinç
yüzünden yerinden oynamıştı yüreğim. Duyşen yatağımın yanına oturdu, ben
rahatlayıp uyuyuncaya kadar ateş gibi alnımı okşadı soğuk elleriyle...
Kış dağların öteki yanına geçti.
Bahar, mavi bulutlarını önüne katmıştı bile. Eriyen karlarla kabarmış
tepelerden, ılık rüzgârlar esiyordu.
Toprağın taze süt kokusuna
benzeyen güzel kokusunu taşıyorlardı. Dağlardaki buzlar çözüldü, dereler gürül
gürül akan, yollarındaki her şeyi yıkan, türküleriyle yataklarını dolduran
birer ırmak oldu.
Genç kızlığımın birinci baharıydı
bu. O zamana kadar gördüğüm baharların en güzeliydi. Bir dağa çıksanız,
altınızda bahar dünyalarının en sevimlisini görüyordunuz. Kollarını açmıştı
bahar, gümüş bir peçeteyle örtülmüş bozkıra yuvarlanıyordu. Uzaklarda,
kilometrelerce ötede, eriyen göllerin mavisi, atların kişnemesi, kanatlarında
beyaz bulutlar taşıyan leyleklerin uçuşu vardı. Nereden geliyordu leylekler,
hüzünlü sesleriyle nereye çağırıyorlardı insanı? Baharın gelişiyle birlikte,
hayat daha eğlenceli olmuştu. Yeni oyunlar yaratıyor, yaşama sevinciyle
gülüyor, okuldan çıkınca birbirimizi kovalayarak eve koşuyorduk. Teyzem bu
kadar sevinçli oluşuma içerliyor, beni azarlamak için hiçbir fırsatı
kaçırmıyordu:
Oyun oynayacak yaşta mısın
sersem? Evlenme vaktin bile geldi. Senin yaşındaki kızların hepsi ev bark
sahibi oldular, çoluk çocuğa karıştılar. Bir de kendine bak... Bütün vaktini
okulda geçiriyorsun.
Ama ben seni hale yola koymasını
bilirim...
Doğrusu, teyzemin sözlerini
ciddiye almıyordum. Onun bu davranışlarına alışıktım zaten. Evlenecek yaşta da
değildim; o bahar boyum biraz daha uzamıştı sadece, o kadar.
Duyşen gülerek:
Sen daha çocuksun, derdi bana.
Saçın başın karmakarışık.
Aldırmazdım bile. Kendi kendime:
Biraz daha büyüyüp gelin olunca,
derdim, daha güzelleşeceğim. Teyzem bile şaşacak güzelliğime. Duyşen,
gözlerimin yıldızlar gibi parladığını söylüyor. Yüzüm de temiz bir yüzmüş.
Bir gün, okuldan dönünce,
avlumuza iki yabancı atın bağlanmış olduğunu gördüm. Eyerlerine, koşumlarına
bakılırsa, dağlardan geliyordu atlar. Dağlılar, değirmene gelirken ya da
pazardan dönerken amcamla teyzeme uğrarlardı ara sıra.
Kapının önüne gelmiştim ki
teyzemin kahkahasını duydum; olduğum yerde kalakaldım.
Hadi, yüzün gülsün sevgili
yeğenim, diyordu teyzem. Küçük kumruyu avucunun içine alınca bana nasıl
teşekkür edeceğini bilemeyeceksin.
Sözleri başka seslerle, başka
kahkahalarla kesildi. Ama ben içeri girer girmez sustular. Kırmızı suratlı
şişman bir adam oturuyordu kilimin üstünde, önüne bir masa örtüsü serilmişti.
Terli alnına indirdiği kalpağının altından bir göz attı bana; sonra önüne
bakarak boğazını temizledi.
Teyzem yapay bir gülümsemeyle
karşıladı beni.
Demek döndün canım kızım, dedi.
İçeri gel yavrum. Amcam bir başka adamın yanında oturuyordu... İskambil
oynuyor, içki içiyor, beşparmak yiyorlardı...
İkisi de sarhoştu, iskambil
kağıtlarını yere attıkça başları sallanıyordu. Kedimiz masa örtüsünün üstüne
çıktı; ama şişman adam öyle bir tokat attı ki zavallının başına, hayvancağız
inleyerek miyavladı, kaçıp bir köşeye saklandı. Zavallı kedi, canı nasıl
yanmıştı! Kaçmak istedim, ama nasıl kaçacağımı bilemedim. Neyse, teyzem yardıma
koştu.
Canım kızım, dedi. Tencerede
yemek var, git de soğumadan karnını doyur.
Sevindim. Ama teyzemin garip
davranışı hoşuma gitmemişti, dikkat kesildim:
Birkaç saat sonra adamlar kalkıp
atlarına bindiler, dağlara doğru uzaklaştılar. Teyzem yine bağırmaya başladı
bana; biraz rahatladım. Herhalde sarhoş olduğu için iyi davranmıştı, dedim.
Bu olaydan birkaç gün sonra,
Saykal nine teyzemi görmeye geldi. Avludaydım, ama ihtiyar kadının sözlerini
duyabiliyordum. İyi düşündün mü? diyordu Saykal nine. Kızcağızın hayatını
mahvedeceksin!
Öfkeli öfkeli bağırarak bir
şeyler konuştular; Saykal evden çıktı. Bana hem öfke, hem de acımayla bakarak,
tek kelime bile söylemeden gitti. O bakışı bütün keyfimi kaçırmıştı. Ona ne
yapmıştım ki bana öyle bakmıştı?
Ertesi sabah okula gidince
Duyşen'in de keyifsiz olduğunu gördüm. Üzüntüsünü saklamak istiyordu bizden,
ama boşunaydı... Benim yüzüme bakmaktan kaçındığı da dikkatimi çekti.
Derslerden sonra dışan çıkarken, beni çağırdı.
Dur, Altınay, dedi.
Elini omuzuma koyarak sevgiyle
baktı bana.
Eve gitme. Gitmeni niye
istemiyorum, biliyor musun, Altınay? Damarlarımdaki kan ansızın donuvermişti
sanki. Teyzemin aklından geçenleri o anda anlayıverdim.
Ben konuşurum onlarla, dedi
Duyşen. Sen şimdilik burada kal. Yanımdan ayrılma.
Korkum yüzümden okunuyordu
anlaşılan. İncecik parmaklarıyla çenemden tuttu Duyşen, başımı kaldırdı. Her
zamanki gibi gülümseyerek gözlerimin içine baktı.
Korkma, Altınay, dedi. Ben
yanındayken hiçbir şeyden korkma. Okuluna devam et, derslerini yap, başka her
şeyi unut. Ne kadar korkak olduğunu biliyorum... Bak ne anlatacağım sana...
Komik bir şey hatırlamış gibi güldükten sonra devam etti:
O sabah biz hepimiz uykudayken
Kartanbay nereye gitmiş biliyor musun? Büyücü getirmeye! Caynak'ın ihtiyar
karısını. Döndüğünde, Niye getirdin onu, diye sordum. Biraz büyü yapsın,
Altınay'ın yüreği korkudan yerinden oynadı, diye cevap verdi. Kov şu
kocakarıyı, en aşağı bir koyun ister şimdi. O kadar zengin değiliz. At da
veremeyiz, bir katırımız vardı, onu da kurtlara yedirdik, dedim. Sen o saatte
uykudaydın. Kovdum gitti kocakarıyı. Kartanbay bir hafta konuşmadı benimle.
Küçük düşürmüşüm onu, öyle dedi. Ama Saykal da, Kartanbay da iyi insanlar.
Onlar kadar iyisine kolay kolay rastlayamıyor insan. Hadi, artık eve gidelim,
Altınay. Gel.
Cesur olmaya çalışıyordum; ama
teyzem gelir de beni döve döve götürür diye korkuyordum. Ellerinden kimse
alamazdı beni. Bütün, gece, fırtınanın patlamasını bekleyerek, gözümü bile
kırpmadım. Duyşen aklımdan geçenleri biliyordu tabii. Ertesi gün, dikkatimi
başka yere çekmek için belki, iki tane fidan getirdi okula. Dersler bittikten
sonra, elimden tutarak beni okulun arkasına götürdü. Esrarlı bir havayla:
Yapılacak bir işimiz var,
Altınay, dedi. Bu fidanları senin için getirdim. Şimdi onları birlikte
dikeceğiz. Onlar büyüyüp güçlendikçe sen de büyüyüp güçlenecek, dünyanın en iyi
kadını olacaksın. Temiz bir yüreğin, sağlam bir kafan var. Bilgin olacaksın
sen; evet adım gibi biliyorum, bilgin olacaksın. Bu fidanlar da senin gibi
genç, senin gibi ince. Onları kendi ellerimizle dikelim, Altınay. Okumak sana
mutluluk getirsin, benim sevgili yıldızım...
Fidanlar benim boyumdaydı;
mavimsi gövdeleri vardı. Onları tam dikmiştik ki, incecik yapraklara dokunarak,
hayat vererek bir rüzgâr esti dağlardan. Yapraklar titredi, kavaklar salındı...
Gerileyerek, sevinçle:
Bak, ne güzel! dedi Duyşen. Şu
ilerdeki kaynaktan bir de suyolu açarız buraya. Göreceksin, kocaman olacaklar!
Bu tepede iki kardeş gibi, yan yana duracaklar. İyi insanlar, onları uzaktan
gördükçe sevinecek. Hayat da daha değişik olacak o zaman, Altınay. Önümüzde
güzel günler var...
Duyşen'in temiz yürekliliği nasıl
duygulandırmıştı beni... Bunu anlatacak kelimeleri şimdi bile bulamıyorum.
Oracıkta durup öğretmenime baktım. Yepyeni gözlerle baktım ona; yüzünün soylu
güzelliği, gözlerinin temiz bakışı beni büyülemişti, ellerinin gücünü yeni
görüyordum sanki... Sanki gülümseyişi ilk olarak ısıtıyordu içimi. Sıcak bir
dalga yükseliyordu göğsümden, o güne kadar bilmediğim duygular sarmıştı
gövdemi. Ona yaklaşmak istiyordum.
Öğretmenim, bu kadar iyi olduğun
için teşekkür ederim sana... Seni kucaklamak, öpmek geliyor içimden, demek
istiyordum.
Ama bunu yapacak cesaretim yoktu;
o sözleri yüksek sesle söylemeye utanıyordum. Söylesem daha iyi olacaktı
belki...
Dağların yeni yeşermiş
eteklerinden yükselen o tepede, durgun, mavi göğün altında kendi düşlerimize
daldık. Üzüntülerimi bir yana atmıştım. Ertesi günü düşünmüyordum bile; iki
gündür eve gittiğim yoktu... Yine de, teyzemin beni aramamasına şaşmıyordum.
Belki beni unutmuşlardır, diyordum... Kim bilir, benimle uğraşmamaya karar
vermişlerdi belki. Evet, bu düşünceler tedirgin etmiyordu beni artık; ama
Duyşen'i ediyordu.
Köye dönerken:
Üzülme, Altınay, bir yolunu
buluruz, dedi. Öbür gün rapor vermeye gideceğim yine. Senden de söz açarım.
Belki şehre, okula yollatırım seni.
Gitmek ister miydin?
Ben senin sözünden çıkmam,
öğretmenim.
Şehrin nasıl bir yer olduğu
hakkında en ufak bir fikrim yoktu; ama Duyşen'in beni şehre göndermek istemesi,
yeni düşler kurmama yetti de arttı bile. Başka bir şey düşünemiyordum artık.
Bazen korkudan ölecek gibi oluyor, bazen gitmeye can atıyordum.
Ertesi gün okulda, dersler
boyunca hayal kurdum: şehirde kiminle kalacaktım, nasıl yaşayacaktım orada?
Birisi yatacak bir yer verseydi bana, her şeyi yapardım... Odun kırar, su
getirir, çamaşır yıkar, evet, her şeyi yapardım.
Dışardaki at sesleri beni kendime
getirdi. Öyle hızlı koşuyordu ki atlar, sanki okulu yerle bir edip
geçeceklerdi. Hepimiz irkilerek ayağa kalktık, kulak kesildik.
Duyşen, aceleyle.
Kapı büyük bir hızla açıldı.
Eşikte teyzem duruyordu. Sinsi yüzünde kötü, karanlık bir hava vardı.
Duyşen kapının yanına gitti. Ne
istiyorsun? diye sordu.
Ne istediğim seni ilgilendirmez.
Kızımı evlendireceğim. Gel buraya, piç!
Üstüme yürümek istedi, ama Duyşen
yolunu kesti onun. Büyük bir rahatlıkla, heyecanlanmadan:
Burada yalnız öğrenciler var,
dedi. Evlenme çağına gelmiş kimse yok.
Görürüz bakalım. Yakalayın şu
piçi. Dışarı çıkarın. Atlılardan birine işaret etti. O gün gördüğüm kalpaklı
adamdı bu. Onunla birlikte öteki iki adam da atlarından indiler.
Duyşen olduğu yerde duruyordu.
Şişman adam saldırmaya hazırlanan
bir ayı gibi Duyşen'in üstüne yürüdü.
Seni evsiz barksız serseri, diye
homurdandı. Kızlarımız senden mi emir alacak? Çekil yolumdan!
Duyşen kollarını gererek kapıda
duruyordu hala. Buraya girmeye hakkınız yok. Burası okul, dedi. Teyzem:
Ben dememiş miydim, benim piçi
baştan çıkarmış! diye bağırdı.
Şişman adam:
Tükürürüm şimdi okulunun içine!
diye uludu. Mosmor kesilmişti. Elindeki kamçıyı salladı.
Ama daha atik davranmıştı Duyşen.
Bir tekme attı adamın karnına. Adam inleyerek yere yığıldı. Ötekiler bir anda
öğretmenimizin üstüne saldırdılar. Bağırarak yanıma sığındı çocuklar. Eteğime
yapışmış öğrencilerle birlikte adamların üstüne atıldım.
Bırakın öğretmenimizi! Vurmayın
ona! İşte ben buradayım. Beni götürün, ama öğretmenimize vurmayın! diye
bağırdım.
Duyşen döndü. Burnundan oluk gibi
kan boşanıyordu. Yüzü öfkeden korkutucu bir hale gelmişti. Kırılmış kapının
tahtalarından birini geçirdi eline, sallayarak:
Evlerinize gidin çocuklar.
Altınay, kaç! diye bağırdı.
Bağırması çığlığa döndü kısa
zamanda. Kolu kırılmıştı. Sağlam eliyle kırık kolunu tutarak geriledi; iki adam
Duyşen'in üstüne boğalar gibi saldırdılar.
Vur! Vur! Kafasına vur! Gebert!
Kırmızı suratlı haydutla teyzem
beni yakaladılar. Saçımdaki kurdeleyi boğazıma geçirerek dışarı sürüklediler
beni. Bütün gücümle karşı koydum, kurtulmaya çalıştım. Sınıf arkadaşlarım bir
köşeye kümelenmişler, korkuyla bakıyorlardı bana; ağızları açıktı, ama
bağırmıyorlardı. Duyşen kanlar içinde, duvarın dibine yığılmıştı.
Öğretmenim!
Ama Duyşen artık yardım edemezdi
bana. Ayakta bile duramıyordu. Yumrukların altında, sarhoşlar gibi
sallanıyordu. Başını kaldırmak istedi; yeniden yeniden vurdular ona. Beni yere
fırlattılar; ellerimi bağlamışlardı. O anda Duyşen de kendinden geçti.
Öğretmenim!
Ağzımı tıkayıp bir eyerin üstüne
attılar beni.
Kırmızı suratlı adam, daha önce
binmişti ata. Elleriyle, gövdesiyle beni eziyordu. Öteki adamlar da atlarına
atladılar. Teyzem, kafama vurarak, yanımda koşuyor, bağırıyordu:
Sen istedin bunu! Neyse, artık
kurtuluyorum senden! Öğretmeninin de sonu geldi!
Ama sonu gelmemişti Duyşen'in.
Ansızın, umutsuz çığlığını duydum onun:
Altınay!
Güçlükle arkama baktım. Duyşen
peşimizden koşuyordu. Her yanı kana bulanmıştı; kocaman bir taş geçirmişti
eline... Peşimizden koşuyordu. Bütün sınıf, hıçkırarak, haykırarak onu takip
ediyordu. Durun haydutlar! Durun! Bırakın onu! Altınay! diye bağırıyordu
Duyşen.
Atlılar durdu. Duyşen'i dövmüş
olan iki adam, çevresinde dönmeye başladılar onun. Kırılmış kolunu dişleriyle
kaldırdı Duyşen, taşı fırlattı.
Boşa gitmişti. İki adam
sopalarıyla Duyşen'e vurdular. Öğretmenimiz yere düştü. Çocukların, Duyşen'in
üstüne kapaklandıklarını, korkuyla kalakaldıklarını görebildim ancak.
Bayılmışım.
Beni nasıl götürdüler, nereye
götürdüler bilmiyorum. Garip bir çadırda buldum kendimi. Gecenin son
yıldızları, çadırın tepesindeki delikten durgun durgun parlıyordu. Solmak
üzereydiler. Yakınlarda bir ırmağın akışını, çobanların seslerini duyuyordum.
Buruşuk yüzlü bir kadın, kara bir mangalın önüne çökmüştü: Yüzü toprak gibi
karaydı.
Döndüm. Ah, bakışımla
öldürebilseydim şu adamı!
Kırmızı suratlı adam:
Hey, kadın, diye seslendi.
Uyandır şunu artık.
Kara kadın yanıma yaklaştı; sert,
nasırlı eliyle omuzumu kavradı, sarstı. Söyle, aklını başına alsın, dedi adam.
Karşı koyarsa üsteleme. Ben ona yapacağımı bilirim.
Çadırdan çıktı. Kara kadın yere
çömeldi yine, tek kelime bile söylemedi. Kim bilir, belki de dilsizdi. Soğuk
küller gibi ölü olan gözleri, anlamsız anlamsız bakıyordu. Terbiye edilen
köpekler vardır hani... Sahipleri, ellerine ne geçerse kafalarına indirirler
hayvanların; onlar da buna alışırlar, ama bakışlarına bir anlamsızlık gelir...
Gözlerine baktıkça titrer insan. Kadının cansız gözlerine baktım da, ölüyüm,
yerin altında gömülüyüm sandım. Irmağın sesi olmasaydı ölü olduğuma gerçekten
inanacaktım. Sular ne güzel çağıldıyordu... Gürültüyle akıyorlardı. Özgürdüler.
Kötü ruhun Tanrı'nın laneti
altında inlesin, teyze! Gözyaşlarımda, kanımda boğulsun! O gece kızlığımı
elimden aldılar. On beş yaşındaydım daha. Bunu yapan adamın çocuklarından da
küçüktüm. Üçüncü gece, kaçmayı aklıma koydum. Yollarda beni bekleyen
tehlikelere aldırmıyordum; yakalansam bile ne çıkardı... Öğretmenim Duyşen
gibi, soluğum kesilinceye kadar karşı koyardım onlara.
Sürüne sürüne, sessizce ilerledim
çadırda. Dışarı çıkacaktım ki, girişi örten çadır bezinin bağlı olduğunu
gördüm. Çözemedim. Kenarlara baktım; onlar da yere çakılı sopalara sımsıkı
bağlanmıştı.
Tek çare elime keskin bir şey
geçirip ipleri kesmekti. Karanlıkta küçük bir tahta parçası geçti elime.
Umutsuzca yeri kazmaya başladım.
Çadır bezinin altından
geçecektim. İmkânsız bir şeydi bu; ama artık doğru dürüst düşünemiyordum ki...
Sadece bir tek düşünce vardı kafamda: çıkmak ya da ölmek. O adamın horultusunu
duymak istemiyordum bir daha; orada tutsak kalmak istemiyordum. Ölürsem
dövüşerek ölürüm, özgür ölürüm, diyordum. Onlara boyun eğmeyecektim.
Orospunun biriydim artık. Ah,
nasıl tiksiniyorum bu kelimeden! Kumaydım. Hangi kokuşmuş, çürümüş çağda
yaratmışlardı bu kumalığı?
Kim yaratmıştı? Kuma olmaktan,
insanın ruhuyla, bedeniyle tutsak olmasından daha küçültücü şey var mı dünyada?
Zavallı kadınlar, mezarlarınızdan kalkın! Kızlıkları ellerinden zorla alınmış
kadınların, aşağılanmış kadınların ruhları, kalkın! Kalkın, kötü dünyaları, pis
dünyaları titretin! Ben çağırıyorum sizi, ben, sonuncunuz! Ben, başkaldıran
kuma!
Bugün bunları söyleyebileceğim
aklımdan bile geçmiyordu o gece. Umutsuzluk içinde yeri kazdıkça kazdım. Toprak
sertti, kolay kazılmıyordu. Kırık tırnaklarımla, kanayan tırnaklarımla kazdım.
Ancak kollarımın geçebileceği büyüklükte bir çukur kazmıştım ki, şafak söktü.
Köpekler havlamaya başladı. Herkes uyandı. Atlar ırmağın karşı kıyısına geçti,
uykulu koyunlar geldi. Biri, çadırın iplerini çözmeye başladı dışardan. Yere
çakılı sopaları söktü. Kara kadındı bu.
Anlaşılan gitmeye
hazırlanıyorlardı. Ansızın, bir gün önce konuşulanlar geldi aklıma: bu sabah
yola çıkıp geçidi aşacaklar, yazı geçirmek için dağlara çıkacaklardı.
Umutsuzluğum arttı. Oradan kaçmak yüz kere daha zor olacaktı.
Kazdığım çukurun yanından
uzaklaşmayı düşünmedim bile. Ne faydası vardı bunun? Kara kadın çukuru, çukurun
yanındaki toprak yığınını gördü, ama ağzını açıp da tek kelime bile söylemedi,
işine devam etti. Bütün davranışlarında bir kayıtsızlık vardı. Sanki dünyada
hiçbir şey ilgilendirmiyordu onu. Kocasını bile uyandırmadı. Ortalığı toplamak
için yardım istemedi ondan. Adam, kat kat yorganların kürklerin altında horlayarak
tıpkı bir ayı gibi yatıyordu.
Her şey derlenip toparlandı. Ben
bir kafes içindeydim sanki; ırmağın karşı kıyısında atlarını, arabalarını
yükleyen insanlara bakıyordum.
Üç atlı gördüm birdenbire;
birisine bir şeyler sorduktan sonra bizim çadıra doğru gelmeye başladılar.
Önce, eşyaların taşınmasına yardım edecekler sandım; ama daha dikkatli bakınca
irkildim. İçlerinden biri
Duyşen'di; ötekiler ise kırmızı
üniformalı iki jandarmaydı. Öylesine şaşırmıştım ki, ağzımı bile açamıyordum.
Öğretmenim sağdı demek! Ne güzel! Ama kara bir boşluk vardı içimde: bitmiştim,
kirlenmiştim. Duyşen'in başı sarılıydı; kolu askıya alınmıştı. Yere atlayıp
doğru çadıra koştu. Kırmızı suratlı, horlayan haydutun üstünden bütün
yorganları çekip aldı.
Kalk ayağa! diye bağırdı.
Adam başını kaldırıp gözlerini
oğuşturdu; üstüne saldırmak istedi Duyşen'in, ama jandarmaların tabancalarını
görünce çekindi. Duyşen yakasından tutarak ayağa kaldırdı onu; hızla kendisine
çekerek yüzünü onun yüzüne yaklaştırdı.
Kanı çekilmiş dudaklarının
arasından:
Haydut domuz, diye fısıldadı. Hak
ettiğin yere gideceksin şimdi. Yürü.
Adam ileriye doğru bir adım atmak
istedi; ama Duyşen parmaklarını yağlı omuzuna geçirdi onun... Adamı tuttuğu
gibi savurdu. Öfkeyle bakarak:
Bu kızı ezilmiş, çiğnenmiş bir ot
gibi mi görüyorsun? diye bağırdı. Onun hayatını mahvettiğini mi sanıyorsun?
Hayır, korkak köpek, mahvetmedin. Senin günün geçti; gün onun günü! Sonun geldi
artık! Kırmızı suratlı adamın çizmelerini giymesine izin verdiler; sonra
ellerini bağlayıp bir ata bindirdiler onu. Jandarmalardan biri, atın yularından
tutuyordu. Öteki arkadaydı. Ben Duyşen'in atına bindim; öğretmenim yanımda
yürüyordu.
Biz tam yola çıkmıştık ki, bir
çığlık koptu arkamızdan; öyle bir çığlıktı ki bu, bir insanın çıkarmasına imkân
yoktu. Kara kadın bağırarak arkamızdan koşmaya başlamıştı. Çılgın gibi,
kocasının üstüne atıldı, elindeki taşla kalpağına vurdu.
Sesinin olanca gücüyle:
Al, bu emdiğin kanlar için! diye
bağırdı. Köpek! Bu da kara günlerim için! Seni sağ bırakmayacağım!
Evlilik yılları boyunca bir kere
bile başkaldırmamıştı belki. Bütün kini, bütün hıncı şimdi ortaya çıkıyordu.
Kulakları parçalayan çığlıkları, dar boğazda, kayalarda yankılanıyordu. Eyerin
üstünde korkudan sinmiş kocasının üstüne saldırdı; gübre, taş, çamur fırlattı.
Bir yandan da bağıra bağıra ileniyordu:
Dilerim bastığın yerde ot
bitmesin! Ölün ortalarda kalsın, gözlerini kuzgunlar oysun! Suratını bir daha
görmek kısmet olmasın bana! Defol, köpek, defol, defol!.
Bir an soluk aldıktan sonra
saçları rüzgârda uçuşarak, bağıra bağıra uzaklaştı.
Bir kâbus gibiydi bu. Başım
dönüyordu; ezilmiştim, yıkılmıştım. Duyşen atımı yularından tutmuş götürüyordu.
Sarılı başını önüne eğmiş, sessizce yürüyordu.
Sonunda o kötü boğazı arkamızda
bıraktık. Askerler epey uzaklaşmıştı bizden. Duyşen atı durdurdu, gözlerinde
acıyla yüzüme baktı. İlk bakışıydı bu.
Sana kötülük ettim, seni
koruyamadım, Altınay, dedi. Bağışla beni.
Elimi tutup yanağına bastırdı.
Sen bağışlasan bile ben kendimi
bağışlamayacağım.
Atın yelesine kapanıp hıçkırmaya
başladım. Duyşen yanımda duruyor, tek kelime söylemeden saçlarımı okşuyordu.
Ağlamama engel olmaya kalkmıyordu.
Sonunda: Gel, Altınay, gidelim,
dedi. Bir şey söyleyeceğim sana. İki gün önce kasabaya indim. Şehre, okumaya
gideceksin.
Gürül gürül akan duru bir derenin
yanına geldik.
Duyşen durdu. Cebinden bir kalıp
sabun çıkararak:
Yüzünü yıka, Altınay, dedi. Al
şunu, sabunları. İstersen atı otlamaya götüreyim... Sen de elbiselerini çıkarıp
bir güzel yıkan. Başından geçenlerin hepsini unut. Bir daha da hatırlama. Yüz,
Altınay, kendine gelirsin.
Tamam mı?
Başımı salladım. Duyşen
uzaklaşınca, elbiselerimi çıkarıp suya girdim. Dipteki beyaz, mavi, yeşil,
kırmızı çakıllar bana bakıyorlardı. Mavi su, bir anda ayak bileklerimi sardı.
Avuçlarıma biraz su alıp göğsüme çarptım. Ürperdim. Üç gündür ilk kez güldüm.
Ne güzel şeydi gülmek! Yeniden, yeniden su çarptım gövdeme, sonra dereye
daldım. Akıntı hemen sığ yerlere götürdü beni. Ayağa kalkıp köpüklerin arasına
atladım yine.
Ah, dere, diye fısıldadım, şu üç
günün bütün kirini, bütün kötülüğünü götür gövdemden... Kendin gibi temiz yap
beni.
Bizim için değerli anılar taşıyan
yerlerde ayak izlerimiz niye silinir? Niye kalmaz? Duyşen'le birlikte indiğimiz
o dağ yolunu bulabilseydim, kendimi yere atar, öğretmenimin ayak izlerini
öperdim. O dağ yolu, dünyanın bütün yollarından daha değerlidir benim için. O
güne, o yola, beni ışığa, taze umutlara götüren o dağ yoluna şükürler olsun...
O gün parıldayan güneşe, toprağa şükürler olsun...
İki gün sonra, Duyşen istasyona
götürdü beni. Başıma gelenlerden sonra artık köyde kalmak istemiyordum. Yeni
hayatım yeni bir yerde başlamalıydı. Saykal'la Kartanbay yolculuğa hazırladılar
beni.
Üstüme titrediler, bol bol yemek
yedirdiler, çocuklar gibi ağladılar. Komşuların çoğu güle güle demeye geldi.
Huysuz Satımkul bile geldi. Herkes gitmemi hoş görüyordu.
Satımkul:
Tanrı yardımcın olsun yavrum,
dedi. Yolun açık olsun. Korkma, öğretmeninin dediklerini yap; her şeyi
başarırsın. Sen nasıl istersen öyle düşün, ama biz de dünyayı daha iyi anlamaya
başladık.
Sınıf arkadaşlarım arabanın
arkasından koşup uzun uzun el salladılar... Benimle birlikte birkaç çocuk daha
gidiyordu Taşkent'deki çocuklar yurduna. Deri ceketli bir Rus kadın istasyonda
bizi bekliyordu.
Sonraları, kavakların gölgelediği
o istasyondan birçok kere geçtim! Yüreğimin yarısını orada bırakmışım galiba! O
bahar akşamının leylak rengi aydınlığında öyle hüzünlü, öyle yürek paralayıcı
bir şey vardı ki... Alacakaranlık bile ayrılacağımızı biliyordu sanki. Duyşen
üzüntülü olduğunu göstermek istemiyordu; ama ben ne kadar üzgün olduğunu
biliyordum onun. Aynı sıcak şey gelip benim boğazıma da tıkanmıştı. Gözlerimin
içine bakarak duruyordu öğretmenim; saçımı, yüzümü, hatta ceketimin düğmelerini
okşuyordu.
Elimden gelse seni bırakmazdım,
Altınay, ama sana engel olmaya hakkım yok. Okumalısın. Bilirsin, ben de pek
öyle okumuş biri değilim. Gitmelisin, senin için en iyisi bu... Günün birinde
sahici bir öğretmen olursun belki, okulumuzu hatırlar, belki de gülersin. En
iyisi bu, en iyisi bu...
Uzaklardan, trenin boğazda
yankılanan düdüğü duyuldu; ışıkları göründü. Bekleyenler kıpırdanmaya
başladılar.
Sesi titreyerek:
Biraz sonra gideceksin, dedi
Duyşen. Mutlu ol, Altınay. Çalış, çok çalış. Önemli olan çalışmaktır.
Konuşamıyordum; yaşlar tıkamıştı
beni. Duyşen gözlerimi sildi:
Ağlama, Altınay. Sonra birden
hatırladı:
Seninle diktiğimiz o kavaklar var
ya, onlara kendi ellerimle bakacağım. Önemli bir insan olarak köye döndüğünde o
kavakların ne kadar güzel olduklarını göreceksin. Tren istasyona girmişti.
Duyşen kollarının arasına aldı
beni, alnımdan öptü.
Artık ayrılıyoruz. Talihin açık
olsun. Güle güle bir tanem...
Korkma, her zaman cesur ol...
Basamaklara atlayıp omuzumun
üstünden baktım. O anı hiç unutmayacağım. Duyşen, bir kolu askıda, yaşlı
gözlerle bakıyordu bana. Bir daha dokunmak istermiş gibi eğilmişti... tren
hareket etti.
Güle güle, Altınay! Güle güle,
parıldayan ışığım, diye bağırdı. Hoşça kal, öğretmenim! Hoşça kal benim sevgili
öğretmenim! Duyşen trenin yanı sıra koşmaya başladı. Geride kalınca daha da
hızlandı.
Altınay! diye bağırdı.
Sesinde öyle bir acelecilik vardı
ki, söylemek istediği çok önemli bir şeyi ansızın hatırlamış gibiydi. Geç
kalmıştı artık; geç kaldığını kendi de biliyordu. Çok derinlerden, içinin
derinliklerinden kopup gelen o ses hala kulaklarımdadır.
Tren bir tünele girdi, sonra
düzlüğe çıktı; hızlanarak Kazak ovalarından yeni hayatıma götürdü beni...
Hoşça kal, öğretmenim; hoşça kal
ilkokulum, çocukluğum; ilk sevgim, hoşça kal...
Duyşen'in düşlerindeki büyük
şehirde yaşadım, bize anlattığı geniş pencereli okullardan birinde okudum.
Ortaokulu bitirdikten sonra, bir enstitüye yazılmak için Moskova'ya gönderdiler
beni.
O uzun öğrencilik yıllarında ne
güçlükler çıktı karşıma... Bu kadar bilgiyi öğrenemeyeceğim diye zaman zaman
umutsuzluğa kapıldım. Ama bırakmadım okumayı, bırakmaya cesaret edemedim, ilk
öğretmenime çok şeyler borçluydum. En güç zamanlarımda bile onu düşünmek yeni
bir tutku verdi bana. Başkalarının bir kerede kavradıkları şeyleri ben uzun
uzun çalışarak anlayabiliyordum. Her şeye en baştan başlamıştım.
Ortaokuldayken, Duyşen'e bir
mektup yazmış, onu sevdiğimi, beklediğimi bildirmiştim. Cevap vermedi. Ben de
bir daha yazmadım.
Çalışmalarımı sürdürebilmem için
kendisini de, beni de bu mutluluktan yoksun bırakıyordu galiba. Belki de
haklıydı... Yoksa başka bir sebep mi vardı? O sıralarda aklımdan geçen
kuşkuları, çektiğim acıları kimse bilemez!
İlk derecemi Moskova'da, tezimi
verdikten sonra aldım. Benim için büyük, önemli bir zaferdi bu. Durmadan
çalıştığım için köyüme bir kerecik bile gidemedim. Sonra savaş patladı. O yıl,
güz aylarından birinde, Frunze'ye giderken Duyşen'den ayrıldığım küçük
istasyonda indim. Şansım varmış: köyümüze bir araba gidiyormuş. Ancak şimdi, o
kötü savaş günlerinde gidebiliyordum sevgili köyüme. Değişen ovada yeni köyler,
ekilmiş tarlalar, bilmediğim yollar, köprüler gördükçe seviniyordum; ama savaş,
sevincimi gölgeliyordu.
Köye yaklaşırken tepeden tırnağa
bir heyecan kapladı beni. Uzaktan, yeni sokakları, evleri, bahçeleri seçmeye
çalıştım bir süre; sonra, eskiden okulumuzun bulunduğu tepeye baktım. İki kavak
yan yana duruyordu. Onları görünce soluğum kesilir gibi oldu. Meltemde hafif
hafif salınıyorlardı. Hayatımda ilk kez kendi adıyla seslendim ona; öğretmenim
demedim.
Duyşen, diye fısıldadım. Benim
için yaptıklarına teşekkür ederim, Duyşen! Beni hiç aklından çıkarmadın
demek... Sözünü tuttun... Gözlerim yaşardı.
Arabacı merakla:
Neyiniz var, diye sordu. Bir
şeyim yok. Bu köyden kimseyi tanır mısınız?
Tabii. Herkesi tanırım.
Duyşen'i de tanır mısınız?
Eskiden öğretmenlik ederdi.
Duyşen mi? Askere gitti... Onu
askerlik şubesine ben götürdüm.
Bu arabayla. Beni orada
bırakmasını söyledim genç arabacıya. Ne yapacaktım? Ev ev dolaşıp beni
hatırlayanları mı ziyaret edecektim? Böyle bir zamanda yapamazdım bunu. Duyşen
uzaklardaydı, savaşıyordu. Üstelik teyzemle amcamın evine adım atmamaya da
yemin etmiştim. İnsan birçok şeyi bağışlayabilir, ama onların yaptıklarını
bağışlamak elde mi? Köye döndüğümü bilmelerini bile istemiyordum. Arabadan
inince tepeye, kavakların yanına tırmandım. Ah, kavaklarım benim, güzel
kavaklarım! Bir zamanlar incecik fidanlardınız siz... Ne sular aktı köprülerin
altından! Sizi diken, sizi büyüten insanın bütün dedikleri doğru çıktı! Neden
öyle hüzünle, yasla mırıldanıyorsunuz? Yazın geçtiğine mi yanıyorsunuz yoksa;
soğuk rüzgarlar yapraklarınızı koparıyor, ona mı üzülüyorsunuz? Yoksa
gövdeleriniz, halkımızın kederiyle, acısıyla mı inliyor?
Evet, kış gelecek, soğuk geceler,
tipiler göreceksiniz; ama sonra bahara kavuşacaksınız yine...
Uzun zaman kaldım orada; sararan
yaprakların hışırtısını dinledim. Ağaçların dibindeki suyolu yeni
temizlenmişti; suların üstünde sarı yapraklar yüzüyordu. Oradan, yapılmakta
olan yeni okulun çatısını görebiliyordum. Tepedeki eski okulun ise hiç izi
kalmamıştı...
Yola indim; karşıma çıkan ilk
arabaya atlayıp istasyona gittim.
Savaş bitti, zafer kazanıldı.
Çocuklar, kitaplarını babalarının harita çantalarıyla götürmeye başladılar
okula. Kocalar cepheden dönüp erkek işlerini yapmaktan kurtardılar kadınları.
Dulların gözlerinde yaş kalmamıştı artık, yalnızlıklarına alıştılar.
Sevdiklerinin yollarını hala gözleyenler de vardı.
Ben de Duyşen'den hiç haber
alamamıştım. Kurkuru'dan gelenler kayıp listesinde olduğunu söylüyorlardı onun;
köy Sovyetine öyle haber gelmişti.
Belki de ölmüştür, diyorlardı.
Aradan uzun zaman geçti, ondan hala bir haber yok.
Demek öğretmenim dönmeyecekti.
Birbirimizden ayrıldığımız gün demek son olarak görmüştüm onu...
Şaşıyorum: yüreğimde ne kadar
acı, ne kadar hüzün birikmiş. Hayatımın eski sayfalarına baktıkça anlıyorum
bunu.
1946 güzünün sonlarında, bilimsel
bir görevle Tomsk Üniversitesi'ne gönderildim. Sibirya'yı ilk geçişimdi. Güzün
çok kederli görünüyordu Sibirya. Yüzyıllık ormanlar, koyu bir duvar gibi
geçiyordu yanımızdan.
Aradaki açıklıklarda,
bacalarından incecik dumanlar tüten kara damlı kulübeler vardı. Soğuk, ıssız
tarlalara ilk kar yağmıştı. Kargalar bağırarak uçuşup duruyorlardı. Hava çoğu
kez kapalıydı.
Ama trende hiç canım sıkılmadı.
Yol arkadaşlarımdan biri, savaşta yaralanmış koltuk değnekli bir adam,
askerdeyken başından geçmiş eğlenceli olayları anlattı bize. Anlattığı komik,
iğneli, zararsız, gerçeğe dayanan hikâyeler hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu.
Herkes adama ısınıvermişti. Novosibirsk'i geçince, tren bir makas başında
durdu. Adamın son anlattığı fıkraya gülerek pencereden dışarı bakıyordum.
Hareket ettik, makasçının küçük
kulübesinin önünden geçiyorduk ki, ansızın irkildim. Az kalsın bayılacaktım.
Yüzümü pencereye dayadım. Duyşen'i görmüştüm, oradaydı! Elinde küçük bir
bayrak, aşağıda duruyordu. Aklımı kaçırıyorum sandım.
Sesimin olanca gücüyle: Durun!
diye bağırdım.
Ne yapacağımı bilmeden kompartımandan
fırladım, koridorun ucuna kadar koştum. Gözüme ilişen imdat kolunu çektim.
Vagonlar birbirine çarptı.
Lokomotif bir anda durdu. Bavullar düştü; kadınlar çığlık atmaya, çocuklar
ağlamaya başladı. Biri:
Tren bir adama çarptı! diye
bağırdı.
Ben sahanlığa çıkmıştım bile.
Hiçbir şeye aldırmadan yere atlayıp Duyşen'e, makasçının kulübesine doğru
koştum. Kondüktörlerin düdükleri duyuluyordu arkamdan. Yolcular da yere
atlamış, peşimden koşuyorlardı.
Treni boydan boya geçtim. Duyşen
de bana doğru koşuyordu artık. Duyşen! Öğretmenim! diye bağırdım. Duyşen'di bu,
tabii Duyşen'di; yüz onun yüzü, gözler onun gözleriydi. Biraz yaşlanmış, bıyık
bırakmıştı.
Kazakça:
Bir şey mi oldu kardeş? diye
sordu. Yanılıyorsunuz. Ben makasçıyım. Adım Beynu.
Beynu mu?
Acıdan, umutsuzluktan, utançtan
bağırmamak için dişlerimi sıktım.
Ne yapmıştım? Ellerimle yüzümü
kapayıp başımı önüme eğdim. Yer yarılsaydı da içine girseydim keşke!
Kendilerini korkuttuğum için yolculardan özür dilemeliydim... Makasçıdan da.
Ama ağzımı bile açamıyordum. Yolcular da bir tuhaf olmuşlardı, garip bir
sessizlik içindeydi hepsi. Bana kızacaklar, söylenecekler sanıyordum. Hiçbiri
konuşmuyordu. O büyülü sessizliği bir kadının hıçkırıkları bozdu:
Zavallıcık, ya kocası ya da
kardeşi sandı makasçıyı! Herkes kendine geldi.
Biri, derinlerden gelen bir
sesle: Yazık, diye mırıldandı.
Bir kadın sesi titreyerek:
Savaşta neler olmadı ki,
başımızdan neler geçmedi ki, dedi. Makasçı ellerimi yüzümden çekti:
Gidelim. Sizi kompartımanınıza
kadar götüreyim. Hava gittikçe soğuyor. Bir koluma o, bir koluma da tanımadığım
bir adam girdi. Gidelim yoldaş, dedi adam. Seni anlıyoruz. Yol açtılar. Bir
cenaze törenindeydim sanki... Sanki kocam ölmüştü de herkes benim acımı
paylaşıyordu. Yolcular arkamızda, ağır ağır yürüdük. Trenin yanındakiler de
sessizce bu törene katıldılar. Biri bir şal attı omuzlarıma. Koltuk değnekli
adam, hemen arkamda yürüyordu. Ara sıra yanıma yaklaşıyor, üzüntüyle yüzüme
bakıyordu.
Bu neşeli, temiz yürekli,
korkusuz adam nedense kasketini başından çıkarmıştı. Galiba ağlıyordu. Ben de
ağlıyordum. Ağır ağır trenin yanında yürüdük. Vızıldayan, ıslık çalan telgraf
tellerinde bir cenaze marşının seslerini duyuyordum.
Bir daha göremeyeceğim onu.
Kompartımana girerken, şeftiren
önümü kesti. Öfkeliydi; parmağını sallayarak, bağıra bağıra sorumluluklardan,
cezalardan söz açtı. Kendimi savunmak için tek kelime bile söylemedim. Hiçbir
şeye aldırmıyordum. Bir kâğıt tutuşturdu elime, gösterdiği yeri imzalamamı söyledi.
Ama uzattığı kalemi tutamayacak kadar güçsüzdüm.
Koltuk değnekli adam, kâğıdı
kaparak:
Rahat bırak onu! diye bağırdı
şeftirene. Ver, ben imzalayayım. İmdat kolunu ben çektim. Sorumluluğu da ben
üstüme alıyorum. Kaybettiği zamanı kazanmak için, Sibirya'da, eski Rus
toprakları üstünde hızla gitmeye başladı tren. Biri gitar çalıyordu; gitarın
sesi, büyük bir hüzün katıyordu geceye. Kocaları ölmüş Rus kadınlarını anlatan
o parçayı, savaştan sonra acı bir karşılaşmanın anısı olarak yüreğimde
taşıdım... Yıllar geçti. Gelecek, irili ufaklı dertleriyle önümüzdeydi.
Sonraları evlendim. Kocam iyi bir insan. Çocuklarımız, mutlu bir yuvamız var.
Felsefe doktoramı verdim. Birçok yolculuklar ettim. Birçok ülkeler gördüm. Ama
Kurkuru'ya dönmedim bir daha. Kendime göre sebeplerim, özürlerim vardı. Köyümle
olan bağlarım kötü bağlar, bağışlanmaz bağlar. Geçmişi unutmadım. Unutabilir
miyim hiç? Ama ondan uzaklaştım.
Aklıma dağlardaki o dereler
geliyor. Yeni bir yol yapılmış, kaynağa çıkan o eski yol unutulmuş. Yolcular su
içmek için artık tırmanmıyor o yolu. Kaynağın kenarlarını otlar, çalılar
bürümüş. Yakında izi bile kalmaz.
Sıcak bir günde birinin aklına
gelir belki, ana yoldan sapıp susuzluğunu gidermek için onu arar. Yanına varır,
çalıları aralayarak kaynağa eğilir... Derin, kıpırtısız suyun duruluğuna şaşar.
İçinde kendini görür, güneşi, gökyüzünü, dağları görür. Böyle bir yeri unutmuş
olmanın acısını duyar, kaynaktan arkadaşlarına söz açmaya karar verir. Ama çok
geçmez, unutulur.
Ara sıra böyle şeyler de oluyor
hayatta. Kim bilir, belki de böyle olmalı...
Kurkuru'ya son gelişimde bunları
düşündüm.
Ansızın gitmem sizi şaşırtmıştır
tabii. Bunları oradakilere anlatamaz mıydım diyeceksiniz. Anlatamazdım.
Kendimden öyle utanıyordum ki, bir an önce gitmeye karar verdim. Duyşen'i
göremeyeceğimi, onun gözlerinin içine bakamayacağımı biliyordum. Kendimi
toparlamam, her şeyi rahat bir kafayla yeni baştan düşünmem gerekiyordu. Bunu
yalnız Kurkuru'lulara değil, bütün insanlara anlatmalıydım.
Beni utandıran bir başka sebep
daha vardı: o toplantının en önemli kişisi ben değildim aslında, onur yeri bana
verilmemeliydi. O onur yeri ilk öğretmenimizin, köyümüzün ilk sosyalisti olan
Duyşen'indi. Herkesten çok o hak etmişti onur yerini. Öyle olmadı. Biz yiyip
içerken, o, altın yürekli adam, telgraflarımızı getiriyordu dörtnala; sonra da
dağıtımı tamamlamaya gitti.
Kurkuru'lu gençler, Duyşen'in ne
kadar iyi bir öğretmen olduğunu bilmezler. Yaşlıların çoğu hayatta değil.
Duyşen'in öğrencilerinin çoğu da savaşta öldü.
Onun için, bizden sonraki
kuşaklara öğretmen Duyşen'i anlatmak görevini ben yükleniyorum. Benim yerimde
kim olsa böyle yapardı. Ama Kurkuru'ya gitmemiştim bir daha, Duyşen'den haber
alamamıştım, yüzü, müzenin sessizliğinde saklanan değerli bir kabartma olmuştu
benim için.
Gidip öğretmenimi göreceğim,
sorularına cevap vereceğim onun; beni bağışlamasını dileyeceğim.
Moskova'da işimi bitirdikten
sonra Kurkuru'ya dönüp yeni okula Duyşen'in adını vermelerini isteyeceğim.
Evet, Duyşen'in, kolhozun bir üyesinin, postacının... Sizin de beni
desteklemenizi istiyorum. Yalvarırım, destekleyin beni.
Şimdi gecenin biri. Balkonda
durup şehir ışıklarının denizine bakarken, Kurkuru'ya dönüp öğretmenimi
göreceğimi, onun beyaz sakalını öpeceğimi düşünüyorum...
Pencerelerimi ardına kadar
açıyorum. Temiz hava doluyor odaya. Yeni resmim için çizdiğim desenlere
mavimsi, solgun loşlukta, göz atıyorum. Bir sürü desen var; hep yeni baştan,
yeni baştan başlamıştım çünkü. Ama resmimi bir bütün olarak göremiyorum daha.
Asıl şeyi bulamadım. Ağaran gecede odayı adımlıyorum, düşünerek, düşünerek,
düşünerek... Hep böyle olur. Yapacağım resmin içimde kalacağını sanırım hep...
Yine de, bitmemiş resmimden söz
açmak istiyorum size. Yardımınızı istiyorum. Anlamışsınızdır tabii, resmi
köyümüzün ilk öğretmenine, ilk sosyalistine; yaşlı Duyşen'e adayacağım.
Ama bilmiyorum, bu savaşçının
hayatını, o hayatta önemli bir yer tutan amaçları, tutkuları renklerle
verebilir miyim?.. Bu dolu bardağı taşırmamalıyım; sizlere, çağdaşlarıma
taşırmadan verebilmeliyim onu. Ama nasıl yapacağım? Yalnız kendi düşüncelerimi
yansıtmak istemiyorum; ortak bir yaratıcılıkla yapmalıyım resmimi. Ama nasıl
yapacağım?
Bu resmi mutlaka yapmalıyım,
güçsüzüm, kuşkular içindeyim, ama yapmalıyım.
Umutsuzluğa kapılıyorum.
Düşünüyorum da, ressam olmak bin bir güçlükle karşılaştırıyor insanı. Acı bir
şey bu. Bazen kendimi öyle güçlü buluyorum ki, bıraksalar dağları bile
delebilirim! O zaman şunları söylüyorum kendi kendime: incele, çalış, seç.
Duyşen'le Altınay'ın kavaklarını, onları çiz. En tepedeki dallara çıkmış,
esrarengiz uzaklıklara büyülenmiş gibi bakan yalınayak bir çocuğun resmini çiz.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar