ASİYE HATUN'UN RÜYA DEFTERİ
MÜTEREDDİT BİR MUTASAVVIF ÜSKÜPLÜ ASİYE HATUN'UN RÜYA DEFTERİ (1641 – 1643)
Hzl: Cemal KAFADAR
Türk tarihinde kadınların varlığı
sözkonusu olduğunda, yeterince araştırılmamış iki büyüt iddiayla yetiniriz
genellikle:
Türklerde kadınlar diğeri İslam toplumlarına
göre çok daha serbest davranabilmişlerdir; Osmanlılarda kadınlar bir ara
devlet işlerine burunlarını sokmuş, "zayıflama ve çöküş döneminin zayıf
padişahlarını” parmaklarında oynatarak siyasi hayatın "dejenere
olmasına" katkıda bulunmuşlardır. Tanzimat'la birlikte başlayan ve
büyük bir oranda matbu kaynaklara dayanarak çalışılabilen çarpıcı değişme
dönemi, son yıllarda Prof. Dr. Zafer Toprak ve diğer bazı
araştırmacıların çeşitli yazılarına konu olduğu için nisbeten talihli. Ama,
özellikle 15 ile 18. yüzyıllar arasına yerleştirdiğimiz "klasik” devrin Osmanlı
toplum tarihini, kadınlı erkekli, çoluklu çocuklu, yani gerçek bir toplum gibi
yazabilmek henüz imkânsız görünüyor. Kadınların Osmanlı siyaset dünyasındaki
rolleri hakkında, özellikle Hürrem Sultan ile Kösem Sultan arasındaki döneme
ilişkin, bilgimiz yok denemez, ama konunun derinlemesine monografik
çalışmalarla etraflı bir şekilde ele alınması gerektiği ortada. Üstelik soru
saraylı kadınlarla sınırlanmamak elbette, iktisadi ve sosyal hayata nasıl
katıldıklarına dair bilgiler birikmekte ama daha bir sentez çabasına ilham
kaynağı olacak yoğunluğa ulaşmadı3. Konunun sanırım en az bilinen
cephesine, yani kadınların kültür alemindeki konum ve etkinliklerine gelince,
ansiklopedik birkaç şair biyografisinden öte gitmek mümkün değil.
Osmanlı toplum ve kültür hayatında
kadınların yeri konusunda daha derinlemesine araştırmalara ve sentezlere
geçebilmek için şüphesiz bu konuya ışık tutacak şekilde bilinen kaynakların
taranması ve yenilerinin ortaya
çıkarılması gerekir. Böylesine muazzam arşiv ve yazma hâzinelerine sahip bir sahada çeşitli konulardaki bilgisizliğimizin
temel sebebini kaynaksızlıktan önce o konulara yönelik soru sorulmayışında aramalı
herhalde. Yeni tür soruların, yeni tür kaynakların keşfine ve bilinenlerin
yeniden değerlendirilmesine yol açacağı ümidiyle başladığımız araştırmalarımız
sırasında Topkapı Sarayı Kütüphanesinde
karşımıza çıkan hoş sürprizlerden birini tanıtmak istiyoruz burada, onyedinci
yüzyılda Üsküp'te yaşayan Asiye Hatun'un rüya
defterini.
Bir kadının elinden çıkmış olmaktan öte,
metin eski edebiyatımızda çok nadir olduğu (neredeyse olmadığı) düşünülen anı/
hatıra türüne dahil olması açısında a da ilgi çekici. Gerçi ben demektense çoğu
kez "fakire" (bir kere de "hakire") demeyi yeğliyor Asiye Hatun, ama bu
sözcüğü tasavvuf terbiyesinden geçmiş ya da etkilenmiş kişilerin kullandığı
gibi birinci tekil şahıs zamiri olarak kullanıyor:
"Fakire dahi öyle el bağlayıp karşısında dururum"
insanların kendi sergüzeştlerinden
dolaysızca söz ettikleri otobiyografik yazıların varlığı, genellikle
Rönesans/kapitalizm Avrupası'nda ortaya çıktığı ve Batılılaşmamış Doğulularda
bulunmadığı düşünülen "bireyleşme" olgusuna dayanılarak açıklana gelmiştir.
Son zamanlarda tarih ile edebiyat çözümlemesini birleştiren incelemelerde bu
açıklamanın yeniçağ Avrupası için bile çok su götürdüğü ortaya atılmıştır.
Ayrıca genel olarak İslâm edebiyatında ve özel olarak Osmanlılarda bu tür
metinler sanıldığından çok daha fazladır. Biz burada, ancak Asiye Hatun’un rüya
anılarını verirken bir noktayı vurgulamadan geçemeyeceğiz: Batılılaşma
devrinden önce yazılmış, şimdiye kadar görebildiğimiz birinci şahıs metinleri
arasında bir tek Asiye Hatun'unki baştan sona tereddütle örülmüştür.
Diğerlerinin hiçbirisi, buradaki gibi kendini sorgulayan bir içe bakış, hatta
suçluluk duygusuyla karışık bir "itiraflar" havası yansıtmaz.
Hatun'un çağdaşı iki erkek mutasavvıfın, Seyyid Hasan ve Niyazî-i Misrî kaddesellâhü
sırrahumü’l azîz efendilerin anılarına bakarsak mesela, bu tür bir kendinden
şüphe bulamayız. Bir tek Asiye Hatun’un rüya defterinden yola çıkarak, bu
farkı, yazarların kadın veya erkek oluşları ekseninde açıklamak acelecilik
olur, ama kadın elinden çıktığını bildiğimiz tek hatıra metninin bu özelliği
kesinlikle dikkat çekici. Bunun cinslerin toplumdaki değişik konum, rol ve
güçleriyle ilişkili olmadığını düşünmek zor.
Elimizdeki metin Topkapı Sarayı
Kütüphanesi’nin yazmaları arasında gösterişsiz küçük bir mecmuanın içindedir.
Mecmuada topu topu iki metin vardır: Biri (lb-45a) NergisT’nin Hamse'sinden
"Kânünü’r-reşâd" adlı kısmın, diğeri de (46b55a) burada ele aldığımız
Asiye Hatun'un rüyalarının aynı müstensih tarafından kâğıda dökülmüş birer
nüshasıdır. Birinci bölümün ketebe kaydında istinsah tarihi olarak
Hicrî 1114 Muharrem'i veriliyor (28 Mayıs-26 Haziran 1702). ikinci bölümde
hiçbir tarih kaydı yoksa da, kâğıt ve yazıda görülen devamlılık açısından,
birinci metnin üzerinden pek fazla zaman geçmeden tamamlandığı tahmin
edilebilir.
Müstensihin kimliği belli değil; bu yüzden
pek alışılmadık türden bir metin olan bu rüyalarla ilk yazılışlarından yaklaşık
altmış yıl sonra neden ilgilendiğini kestirmek güç. Asiye Hatun'un kendisin değilse
bile ailesini tanımış olduğu düşünülebilir. Daha açık olan, müstensihin Asiye
Hatun gibi Halveti tarikatına mensup olduğu; çünkü istinsaha başlamadan önce
yazdığı kısacık girişte; hatunun "tarîk-i hakka sülük" ettiğini
belirtiyor ki sonradan metinde bunun Halvetîlik olduğunu öğreniyoruz. Bir
ihtimal, Asiye Hatun'un Halvet! yolundaki olumlu tecrübelerini böyle bir metin
aı acılığıyla yayarak başkalarını (belki de özel olarak başka kadınları) da
Özendirmek niyetindedir. Ya da bizzat kendisi, hatunun ruhi gelişmesini
anlattığı satırlardan etkilenmişle bir kopyasını elinde bulundurmak istemiş olabilir.
Metni bir müsensihe olduğu kadar bir "müstensiha"ya borçlu
olabileceğiniz ihtimalini de gözardı etmemeli.
Bu girişten Öğrendiğimize göre, Asiye
Hatun Tasavvufta yolunu seçmiştir ama şeyhi başka -bir şehirde olduğu için rüyaların] yazılı olarak göndermesi gerekmiştir. Bu mektupların "birer müsveddesini de kendi evinde
saklamıştır. Hatunun vefatından sonra bizzat kendi elinden çıkma müsveddeler ve
bazı cevap mektupları (yazı masası olarak kullandığı) peştahtasında bulunmuş ve
müstensih bu pusulalardan elimizde bulunan nüshayı meydana getirmiştir. Ve bu
işi yaparken belki müstensihlikten öte bir rol oynayarak editörlük de
yapmıştır. Yanı burada, hazır bulduğu başı sonu belirli bir metni olduğu gibi
yeniden yazdığından emin olamayız. Birtakım yazışmaların müsveddelerini
bulmuş, bunları belki de kendince sıralamıştır; bu işi yaparken bir iki yerde
yanılmış da olabilir.
Bu durumda Asiye Hatun’un bir "rüya günlüğü" yazarı
olarak görülmesi ne kadar geçerlidir? Sadece mektup yazarı olarak görülmesinin daha doğru olup
olmayacağı sorulabilir. Bir kere mektup yazarlığı anı yazarlığına o kadar da
uzak değildir, üstelik işin ilginç yanı, hatun kendi yazdığı mektupların
müsveddelerini ve gelen cevaplardan bazılarını saklamıştır. Dolayısıyla bir çeşit
hatıra defteri oluşturmuştur; dönüp dönüp okuyabileceği, kendi elinden çıkma
bir "hatırlama malzemesi" biriktirmiştir. Buradan yola
çıkarak, yazarların kendi biriktirdikleri, kendi ellerinden çıkma
mektuplarından oluşan inşa mecmualarını, anı kitapları, ya da daha geniş bir
şekilde tanımlamak gerekirse, "birinci şahıs anlatıları" arasına
katabiliriz. Hatta, mecmua ve cönk adını verdiğimiz derlemelerin çoğu,
derleyiciler açısından "okuduklarımdan notlar1 ya da "en
sevdiğim şiirler" gibi kategoriler içinde ele alınarak, anı türünün
akrabası sayılabilir.
Asiye Hatun'un hayatı ve ailesi hakkında metinde verilenlerden
öte bir bilgimiz yok şimdilik. Babası Kadri
Efendi, büyük bir ihtimalle İlmiyedendir ve 1630'larda ailesiyle Üsküp'te
Yaşamaktadır, ikinci Viyana kuşatmasından sonra büyük demografik çalkantılar
yaşayacak olan Üsküp, bu devirde birçok Balkan şehri gibi çoğunluğu Müslüman
olan bir ahaliye sahiptir; 17. yüzyılın ortalarında 50-60 bin tahmin edilen
nüfusuyla, bölgesinde idari ve ilmi bir merkez rolü oynadığı gibi, ikibinden fazla
kârgir dükkânıyla ve üzerinden akan hatırı sayılır ticaretle kendi çapında
ünlenmiş bir üretim ve pazar şehridir. Gerçi 17. yüzyılın ilk yarısında
Makedonya dağlarında haydutlar cirit atmaya başlamıştır; mesela 1611 yazında
PolonyalI Simeon'u Venedik'e götüren kervan, "levend ve haramiler yüzünden yollar korkulu"
olması dolayısıyla 12 gün Üsküp'te konaklamak zorunda kalır. Ancak, bunların
yerlerini merkezlerindeki gündelik hayatı ne kadar etkilediğini tam olarak
bilemesek de, bu devrin belgelerini daha sonrakilerle karşılaştırdığımızda,
etkilerinin sarsıcı olmadığını tahmin edebiliriz. Elimizdeki yazışmalardan
yaklaşık yirmi yıl sonra Üsküp'te bulunan Evliya Çelebi, onbini aşan kiremit
damlı evleriyle oldukça mamur bir şehir tablosu çizer.
İşte bu şehirde, 1630'lu yılların sonlarında, Kadri Efendi’nin
kızı Âsiye Hatun, Veli Dede adlı bir şeyhe bağlanmış ve iki seneden kısa bir
sürede birer birer ilerleyerek esma-yı seb'ayı (Allah'ın yedi ismini)
zikretmeye icazet alacak kadar mesafe katetmişken, şeyhinden soğur. Tasavvufî bir yola
girerken beklediği şekilde ''kalbi[nin]
gözü tam bir mikdâr açılmağa başlamışken" ruhi gelişmesi duraklar, nefsiyle giriştiği mücadelede gerilemeye
başlar. Sebebini kendisi de bilmez ama şeyhe bir suç atfetmekten çekinir,
kabahatin kendinde olduğunu düşünür. Hatun böyle "gamkîn ve mahzun" iken bir başka
şehirde, Uziçe'de bir Halvetî dergâhında postnişin
olan Muslihüddin adlı bir şeyhin ünü ve,
herhalde çeşitli kerametleri kulağına gelir. Belki de karizma denilen kavrama her zaman bir nebze katılması
gereken bir diğer yanı duyulmuştur şeyhin, yakışıklılığı. Cezbe ile cazibenin
örtüştügü alanı kestirmek zor ama tasavvuf tarihini cinslilendirmek istiyorsak
bu alan üzerinde düşünmemiz şart sanırım. (Zaten Asiye Hatun’un rüyalarında kıyafet/fizyonomi bilimi
geleneğinde görüldüğü gibi, iyi insanlar hep güzeldir, kötüler de çirkin.) Konuyu babasına açıp
Muslihüddin Efendi'ye "bazı
bahane ile" bir adam gönderir ve bu şekilde aşinalık
kesbettikten sonra "muhabbet
gönül tahtında karâr eyler". Bu yeni "muhabbet kemendi boynuna" bağlanmakla,
dertli hatun eski ruhî gelişme çizgisine kavuşur gibi olduğunu hisseder.
Hisseder ama pusulasız ve kılavuzsuz, olarak yön değiştirmiş olduğu için
yaptığı işin doğruluğundan emin değildir. Hiç olmazsa meşrulaştırmak gerekliği
duyduğu tahmin edilebilir.
İşte Asiye Hatun'un elimizdeki metni oluşturan mektupları bu noktada
başlar. Kendisine "muhkem ızdırâp" veren bu iç çelişkisini bir
mektupla "biraderim" diye hitab ettiği, Uziçe'li şeyhin Üsküp’te
halîfesi olduğum tahmin ettiğimiz, Mehmed Dede adlı, ilmine güvendiği birine
açıklar ve akıl danışır:
Gönül âlemindeki bu değişiklikler olumlu bir gelişmeye mi işaret
etmektedir, yoksa bir nefs oyunu mudur?
Hem bu değişikliği eski şeyhine nasıl açacağını: bilemez. Gelen
cevapta Muslihüddin Efendi’nin hatunun eski şeyhinden üstün olduğu belirtilir;
eski şeyhin irşadı da bir işe yaramıştır ama bundan ilerisi Uziçe'li şeyhten
gelecektir. Bu yeni
gelişmelerin izlenip yönlendirilmesi için de makul olan hatunun rüyalarını yazıp
göndermesidir. Gizli kalması gerektiği sıkı sıkı vurgulanan bu yazışmaların
getirilip götürülmesinde Asiye Hatun’un kendine sırdaş bildiği bir "hâce kadın''
aracılık yapar.
Asiye Hatun, rüyalarını yazıya döktüğü sıralarda evli değildir
anlaşılan. Yaşını bilmiyoruz, ama
kendini evlilik çağını geçkin olarak görmediği tahmin edilebilir. Bir düşünde
kör ve çirkin bir yaşlı kadın olarak beliren, "velîler aldayıcı, sükker gösterip zehir içirici" dünyaya kardeşlerinin
nikâh (daha doğrusu, "kâbın") kıyıp sonra talâk verdiklerinden ama
kendisinin hiç kıymadığından söz eder. Acaba kardeşleri evlenmiş (ve boşanmış)
da kendisi evlenmemiş midir?
Kesin bir şey söylemek zor.
Ancak evlilik motifi rüyalarda sık sık boy gösterir. Elimizdeki ilk
rüyasında Muslihüddin Efendi'yle evlendirildiğini görür. Yine bir suçluluk duygusuyla,
sadece ve sadece ruhların birleşmesi anlamında yorumlar bu rüyayı; cinsel yakınlaşma içeren
dünyalık bir evlilik olarak anlaşılması ihtimalinden belli ki rahatsız olur. Ancak, bu ;düş evliliklerin
nasıl anlaşılması gerektiğini belirledikten sonra, bir kaç kere daha kendini
şeyhinin ya da Hazreti Muhammed'in nikâhlısı olarak görür ve kâh "safâ ile" kâh "sürür ile" uyanır.
Şeyhinin bir kere kendisini
kucaklayıp sıktığını görür, ama bu "Hazret-i
Ömer İslâm'a geldikde Hazret-i Resul (sallallâhü aleyhi ve sellem) Ömer'i böyle
koçup" sıkması gibidir. Bir başka kez birisi görünür ve
nikâhtan sonra şeyhiyle aralarında "mahremiyet
olup mübarek eliyle cismine" dokunacağını ve hatunun tüm
beden marazlarının iyileşeceğini müjdeler; hatuna önce hicâb gelir ama utanıp
sıkılmasına gerek yoktur, çünkü "ol
azizde beşeriyet yokdur... rûh-ı sırf dır". Görüldüğü gibi, bu düşleri yazarken, hatta görürken, yanlış
anlaşılabileceği konusunda kaygılanır ve bunu açıkça ifade eder. Ama 20.
yüzyılda kendisini okuyanların rüyalarda boy gösteren bazı motiflere bambaşka
kulplar takabileceğinden elbette habersizdir: Bir rüyasında ot bürümüş bir
bahçede yılanlar görüp kaza ile sokmalarından korktuğunu, bir diğerinde şeyhin
oturduğu saklı tutan "direğe
dayanmış, bir mertebe hicâbla... azize katı yakın"
durduğunu, yorumsuz iletir[1].
Yazışmaların başlamasından bir süre sonra şeyhin vefatı haberi
gelir. Bu olay dolayısıyla Asiye Hatun’un rüya ve mektuplarını yaklaşık olarak
tarihleyebiliyoruz, çünkü Uziçe'li Şeyh Muslihüddin Efendi tezkire kitaplarına
geçen önemli bir mutasavvıf[2]. Bir diğer ünlü mutasavvıfın, yani Sofya'lı Bali Efendi'nin
öğrencilerinden. Yine Topkapı Sarayı'nın arşivinde bulunan ve bir bölümünde
Silahdar Mustafa Paşa'nın gündelik masraflarını veren bir defterde, 1046
yılının kurban bayramı (1636 Haziran) sırasında 12 bin akçe ihsan olunduğu
belirtilen "Uziçe şeyhi"
sanırım Muslihüddin Efendi olsa gerek[3]. Şeyhin "1052
hududuna doğru" yani Miladi 1643 yılının başlarında öldüğü
belirtildiğine göre, Asiye Hatun'un ilk mektubu 1051 ya da 1052 yılında
(1641-42 dolaylarında) yazılmış olmalı. Son yazdıkları ise ; 1053 ve
belki 1054 yılından, ama bu yazışmaların daha uzun bir zaman dilimine yayılmış
olması tümden ihtimal dışı tutulamaz.
Şeyh, ölümünden sonra bile, Asiye Hatun'u rüyalar aracılığıyla
irşada devam eder. Başından beri uzaktan kumandalı yürüyen ilişki iki şehir
arasında olmaktan çıkarak iki âlem arasında sürer. Yalnız bu kez merhum şeyhin
yerine geçen oğlu Hasan Efendi de devreye girer,. Çünkü artık rüyalar yeni
şeyhe gönderilir. Merhumun ahiret âleminden ilettiği direktifler mahdumun bu
dünyada onavıvla yürürlüğe girer.
Muslihüddin Efendi'nin ölümü sırasında sadece ikinci isim olan
"Allah"a gelmiştir Asiye Hatun. Şimdiden sonraki gelişmesi daha da
dolaylı bir yoldan geçerlik kazanır. Rüyada görülen Muslihüddin Efendi,
Hatun'a ruhi gelişmesinin duraklarıyla ilgili uyarıları verir, yani daha üst
bir aşamaya geçmeyi hakettiğinı belirtir, "fakire” bu üstün hali kendine
yakıştırmaz ve kabullenmek istemez: "zirâ
fakirede tereddüd var idi". Merhum, Hatun'a bir kere daha görünür ve üsteler, hatta
"benden iyi mi bileceksin" demeye getirir, Hatun bu rüyaları kendi
çekinceleriyle mahdum şeyhe (ve bir süre Mehmed Halîfe’ye) gönderir, rüyada
uyarıldığı üzere bir üst aşamaya geçmesi konusunda icazet verilir. Bu şekilde,
üçüncü isim olan "Hü"ya yükselir önce, sonra "Hakk”a hak
kazandığını yazar, sonra "Kayyüm"a[4]. Bu ismi sürmeye icazet aldıktan bir süre sonra Allah’ın
cemalini görür.
Uyanır.
Bu uyanışı mecazî olarak da yorumlayabiliriz. Elimizdeki metin her
ne kadar kopuk kopuk rüya anlatılarından oluşuyorsa da, sanırım Asiye Hatun'un
ya da derleyicisinin bir bütünlük amaçladığını düşünmek yanlış olmaz: Kalp
gözünün açılmaya başladıktan sonra yine kapanması ve zulmette kalması imgeleriyle
başlayan rüya defteri son bulduğunda, hatun görmeyi (Arapça rüya sözcüğü
"görmek"ten gelir) öylesine öğrenmiştir ki peygamber ona Allah'ın
cemalinin görüldüğü aynayı verir. Daha ilk rüyalardan birinde de bu nur
dolu aynayı Muslihüddin Efendi’nin göğsünde görmüştür Asiye Hatun ama içine
bakmayı becerememiştir; oysa bu kez ayna kendi elindeyken uyanır, yani gözleri
gerçek anlamıyla açılmıştır artık. Rüyalarıyla
içli dışlı bir diğer Osmanlı’nın, yani Sultan III. Murad'ın, sonradan bestelenen
şiirinde "uyan ey gözlerim gafletten uyan” derken kastettiği
uyanmak da budur.
Muslihüddin Efendi dışında , metinde beliren kişiler hakkında pek
bir şey bilinmiyor şimdilik. Bir rüyasında Asiye Hatun'u istemediği bir evlilikler
kurtarıp Uziçe'li şeyhe nikahlayan "merhum
Veysi Efendi" yedi kez Üsküp kadılığında bulunan ve orada
defnedilen meşhur Hâbnâme
yazarı (ö. 1628) olabilir, ama bu konuda kesin bir şey söyleyemeyiz. Hasan Efendi
anlaşılan babası kadar şöhretli bir şeyh olamamıştır; gerek Uşşâkîzâde gerekse
Şeyhi, mahdumu, kendisine ayrı bir yer verecek kadar önemsemezler. Babasına
ayrılan yerde Hasan Efendi’den söz edilmesi de Muslihüddin Efendi’nin bir
kerameti dolayısıyladır: Gençliğinde kendim içkiye kaptıran Hasan'ı babası
olağandışı güçleri sayesinde yola getirmiştir. Çelebi şeyh posta geçtiğinde
kendini kabul ettirmekte güçlük çekmiş olabilir: Muslihüddin Efendi, ölümünden
hemen sonra Asiye Hatun'a görünerek, oğluna güvenmesini, kendi ruh makamına
onun da çıkacağını söylediğine göre bu konuda şüphesi olanlar vardır. Hatta
sanırım Hatun'un kendisi çelebiyi yeterince önemsemez; “hû” ismine geçmek için
Uziçe'den gelecek cevabı beklemeden Üsküp’teki halîfe Mehmed Dede’der icazet
alma yolunu seçer. Belki de bu yüzden bir süre sonra rüyalarını artık Mehmed
Dede'ye bildirmemesi söylenir. Hakanda başka bir şey bilmediğimiz bu Mehmed
Dede'nin Hatun'a gönderdiği bir mektubu ve Hasan Efendi’nin bir iki cevap
pusulası metne katılmış olmasaydı, bu .kişiler birer isim olmaktan öte
geçemeyeceklerdi16.
Asiye Hatun'un daha önceki şeyhi Veli Dede'nin, yedi isim süren
bir yolun temsilcisi olmasının dışında bir şey söyleyemeyeceğiz. Özellikle Yugoslavya’da,
bugün o ülkenin sınırları içinde kalan tekkeler ve o yörelerde yaşamış
mutasavvıflar hakkında hatırı sayılır bir araştırma birikimi varsa da,
onyedinci yüzyılın Üsküp tarikat ehli üzerine bilinenler bu kişileri daha
yakından tanımamıza yarayacak kadar zengin değil.
Asiye Hatun'un sırdaşı "hoca kadın" kimliğinden
öte bir diğer soru uyandırır: Tasavvufa yönelen tek tek örneklerin yanı sıra
kadınlar arasında ne gibi bir ilişkiler ağı vardır?
Bu sorunun cevabı zaman içinde ve değişik tarikatlar arasında
büyük farklılıklar gösterecektir elbette. Tasavvuf tarihinin en ünlü kadın
mutasavvıfı, tarikat türü yapılanmaların ortaya çıkışından çok daha önce
yaşayan, Basra'lı Rabia'nın (ö. H.185/M.801) çevresindekilerin çoğu erkektir,
sözü geçen kadınlar da hane halkındandır. Ancak en azından hicretin
altıncı yüzyılından başlayarak önce Mekke 'de sonra başka şehirlerde kadınlara
has ribatların kurulduğu biliniyor. Makrîzî'nin yazdıklarından, Kahire'de
H.684/M.1285'te kurulan Sitti Zeynep zaviyesinin Timur devrinin çalkantılarına
kadar canlılığını sürdürdüğü ve vakfının özellikle dul ve
terkedilmiş kadınları barındırdığı anlaşılıyor.
13. ve 14.
yüzyılların Anadolu'sunda Osmanlı tarihçilerini çok daha yakından igilendiren
gelişmeler gözlenebilir. Bazı menakıbnamelerde1 "fakiregân’'
dan söz edilir; daha da ilginci,
derviş-tarihçi Âşıkpaşazade, defalarca zikredilen ama ancak son yıllarda bir
araştırmaya konu olan gözleminde, "müsâfirân-ı Rûm"u oluşturan
dört taifeden birisi olarak "bacıyân-ı Rûm'u sayar.
”Bacıyân"dan tam olarak kimlerin kastedildiği (ki diğer üç taife, yani
gaziyân, ahiyân ve abdalân da tam olarak anlaşılmış değildir kanımca), bu
bacıların ne dereceye kadar kurumlaşmış olduğu ve burada ele! aldığımız konu
çerçevesinde daha da önemlisi, daha sonraki 'devirlerde değişik tarikatlarda
karşımıza çıkan kadınların 13-14. yüzyılın bacıları ile ne gibi bir devamlılık
çizgisi içinde ele alınabileceği soruları daha araştırılmaya muhtaçtır.
Kadınların tarikat ehli arasında hiç
olmazsa anne, eş, kardeş vb olarak yer aldığı ve bu rolleriyle de tasavvuf
geleneklerinin oluşmasına ve yayılmasına katkıda bulundukları unutulmamalı.
15. yüzyılın başlarında Semerkant'tan Eğridir’e gelip yerleşen Şeyhülislam
Bürdel, damadı Şeyh Pir Mehmed Höyî ve onun oğlu Şeyh Mehmed Çelebi'nin
menkıbelerini anlatan eserin yazarı, ketebe kaydında kitaptaki bilgilerin
kaynağını şöyle verir:
"Bu faklr-i kesîrü't-taksîr validem
Nefsâ Hâtûn ibnet-i Seyyid Mahmûd Efendi bin eş-Şeyh Burhan Efendi -kuddise
ervâ- huhâ-dan biz-zât kavl-i sarîh ve ııakl-i sahih üzere, mezbûr hâtûn dahi
babasınun ügey validesi Emine Hâtün'dan istimâ' itdügidür. Mezbûr Emîne Hâtûn
Hazreti Şeyh Burhan Efendi'nün mu'takası ve menkûhesi, gayet makbülesi imiş.
Tem- met..."[5]
Zaman ve mekân açısından Asiye Hatun'a yaklaşırsak,
Şeyh Hasan Kaimî’nin (ö. 1679/80) sürgüne giderken yerine karısını vekil
bırakması örneğinde görüldüğü üzere, onyedinci yüzyılın ikinci yarısında
Bosna'da kadın dervişlerin oldukça etkin oldukları biliniyor. Bu konuda bir
araştırma yayınlayan Hadzihahic’e göre, bacılar-arası bir teşkilatlanma bu
şekilde oluşmuş, "gülbacı"lar Bosna'nın çeşitli şehirlerine yayılmış
ve 2. Dünya Savaşı’na kadar Saraybosna'da etkinlikleri süregelmiştir.
Aynı devirde Üsküp'te de gülbacılar var
mıydı?
Asiye Hatun’a gelen bir mektupta karşımıza çıkan "bacı
kadın" başlığı, sözcüğün ve arkasında yatan kavramın hitap tarzı
olarak yaşadığını göstermekten öte gitmez, ki günümüzün bazı siyasal yapılarına
kadar bunun süregeldiği bilinir. Asıl ilgi uyandırıcı olan, Hasan Kaimî
Efendi'nin de Muslihüddin Efendi'nin müridlerinden olması, ama bu bağlantı tek
başına Asiye Hatun’u Hadzihahic’in ele aldığı bacılar örgütü bağlamına
yerleştirmeye yetmez. Bosna'daki oluşuma benzer örneklerin başka zamanlarda ve
Osmanlı memalikinin diğer yörelerinde de bulunabileceğini, ondokuzuncu yüzyılda
Kavala’da, ölen kocasının yerine geçerek şeyhlik eden bir hatunun idaresinde
bir bacılar tekkesinin varlığından anlıyoruz. Bu bilgiyi veren İngiliz kadın
seyyah, başka bir Osmanlı kadınından bir diğer bacılar tekkesi hakkında bilgi almak istemimse de,
derviş hanım sır vermemiştir. Bütün bu dağınık veriler, kadınların Osmanlı
tasavvuf dünyasındaki rollerinin izleğini ve bunun değişik zamanlarda -gerek
kadınların kendi istek ve çabalarıyla gerekse "tarikat
siyaseti” nedeniyle gösterdiği değişiklikleri toparlayıcı .bir şekilde ele yetersizdi ama umulur ki bu iş için gereken bir nice incelemeye, bazı
araştırmacıları iştahlandırmaya yeter.
Mektupla
irşad tasavvuf tarihinde pek de seyrek olmayan bir durum. Birbirinden uzakta
olan şeyh ve müridin bir süre bu yola başvurması i doğaldır, ama Asiye Hatun
gibi hiç
görmediği şeyhiyle ilişkilerini mektupla başlatmak ve sürdürmek zorunda kalmak,
daha çok kadınlara özgü bir durum olsa gerek. Öte yandan rüyaların anlatan ve
yorumu irşad sürecinin
sistematik öğelerinden biridir. Onaltıncı yüzyılın en önemli Halvetî şeyhlerinden Sünbül Sinan Efendi'nin Tarîkatnâme'sinde müride düşleriyle ilgili şu öğütler verilir:
"Her ne düş görürse şeyhe 'arz ey
leye; ta'bîr i derse dinleye, itmezse tabiri nedür demeye... Ve şeyhden gayrıya
vâki'asın dimeye, meğer şeyh ta'yîn idüp ta'bîre izin virdügi âdem ola, ana
diye... Ve pışkademden öndin vâki a 'arz itmeye, meğer ol olmadugı meclisde ola
yâhûd danışa".[6]
Tasavvuf hayatında oynadığı rolden öte,
rüya tabirinin kültürel bir olgu olarak yaygınlığına ve önemine işaret etmek gerekir.
Remil ve cifr gibi çeşitli "bilim" dallarıyla ilintiliyse de, tabir
bunlardan çok daha merkezi bir rol oynar. Herhangi bir heterodoks yanı yoktur.
Çeşitli kültürlerde olduğu gibi, rüyaların, objektif olarak varlığından' şüphe
edilmeyen bir öte-dünyadan, doğru yorumlandığı takdirde geçer, iği kuşkusuz
haberler getirdiği kabul edilmiştir. Ancak Freud'lî birlikte, düşlerin
anlamları ve gerçekliği yalnızca 'düşü görenin psişik dünyası düzeyine
kısıtlanmıştır; yani rüyalar yine anlamlıdır, ama sadece rainin (düşgörenin)
kişiliği ve geçmişi halikında bir şeyler anlatırlar. Oysa metafizik inanışları
Batı-tipi modernizmden farklı olan çeşitli kültürlerde rüya, vahiy ve kesif
kadar önemli olmasa bile, onlar gibi görünürün ötesindeki Objektif gerçekliği
bilip anlamanın yöntemlerinden biri, bir epistemolojik yoldur. Çok sık tekrarlanan
bir hadiste belirtildiği üzere, İslâmî gelenekte "rüya, nübüvvetin kırkaltıda
biridir".
Vahiy peygamberlere, keşif de ermişlere
nasip olur, ama rüya nisbeten eşitlikçidir, herkes tarafından görülebilir. Yine
de tam anlamıyla "demokratik" olduğu söylenemez. Ibn Arabi'ye atfedilerek
yaygın olarak kullanılan bir tabirname, "daima nafakasını ve günlük yiyeceğini düşünen
ve aklı ve fikri onunla meşgul olan" yoksulların rüyalarına fazla kulak asmamak
gerektiğini yazar[7]. Ayrıca gayri-Müslimler "rü'yâ-i sâdıka"
görmekte mümin ile "müştereklerdür" ama "nür-i İlâhî ile
mü'eyyed" olan "rü'yâ-i sâliha" göremezler "zirâ
ol nübüvvetden bir cüzdür... Ve kâfirde hiç nübüvvetden; cüz yokdur"[8]. Ama konumuz açısından en dikkat çekici
olan rüya seçkinciliği Mesnevi de çıkar karşımıza. Aklî melekeleri
göreli olarak düşük olduğu için, kadınların düşlerinin de erkeklerinki kadar
gerçek olmadığını ima eder Mevlana. Rüyalarında şeyhinden aldığı olumlu
işaretlere rağmen Asiye Hatun'un kendiyle ilgili tereddüdlerinin sürmesi bir
ölçüye kadar böylesi bir anlayışın yaygınlığına bağlı olsa gerek.
İslâmî kaynaklarda sık sık karşımıza çıkan
bir sınıflandırmaya göre, rüyalar ya Allah'tan gelirler ya da Şeytan'dan33.
Şeytanî olanlar yorumlanmazlar. Hatta bunları kimseye anlatmamak gerekir. "Bir
kimse hazrete geldi didi ki: 'Ya resûluilâh! Düşimde gördüm ki güya başum
kesilmiş.' Hazret (sallallâhu 'aleyhi ve sellem) geldi didi ki: 'Kaçan şeytân
birinüz ile düşinde oynasa, anı kimseye söylemesin'"[9].
Ot tutamı anlamına gelen Arapça
"adgâz" sözcüğüyle karşılanan bu tür rüyalar "vesâvis-i
şeytanîden ve hevi\cis-i nefsânîden Slet-i hayâl vâsıtasıyla idrâk olmur ve anı
şeytân ibkâ ider. Ve hayâl ana münâsib bir nakış bağlar ve nefsür nazarına
getürür. Ve ana ta'bîr olmaz. Aşüfte ve' perîşân vâkı'alar olur. Andan isti'âze
vâcibdür ve anı bir \ kimseye likâyet câ'iz degüldür". Dolayısıyla
"saçma" ve "edepsiz" rüyaların anlatılmasına ve yazıya
geçmesine set çeken güçlü kültürel değerler vardır.
Öte yandan özellikle Hazret; Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellemin görüldüğü rüyaların en çok üzerinde durulan ve
yazılan rüyalar olması şaşırtıcı değildir, çünkü
"bir hadîs-i şerîfde dahi buyurur
ki: kim ki beni düşinde gördi,: ol gerçek gördi, zîrâ şeytân benüm sûretüme
girmez"30.
Sonra insanın düşü çok değerlidir; olur
olmaz kişiye aktarmamak gerekir. Çünkü rüya yorumlanmadığı sürece bir şey
söylemiş sayılmaz, dolayısıyla insanın davranışına yön vermez, kaderini
çizmez. "Rüyâ
uçucu bir kuşun ayağı üzerindedir, tabir olunmadıkça onun için istikrar ve
karâr yoktur”31. Ancak yorumlandığı anda, yorumlayan ister
bilgili ister cahil olsun, ister hayra ister şerre yorsun, "ta'bîrinün hükmi râ'iye sabit
olur" 35. Artık rüyanın mantığı yorumlandığı
haliyle işlerlik kazanır ve düşü görenin kaderi olur. Yani düşlerin anlamı
kişinin dışındaki nesnel bir dünyada yatsa bile bu, öznenin rolünü yadsımaz;
bilakis, bütün idealist düşünce sistemlerinde olduğu gibi, ancak bir özne
tarafından algılandığında ve anlamlılandırıldığmda gerçeklik kazanır.
Dolayısıyla aynı rüya değişik kişiler tarafından görüldüğünde değişik anlamlar
taşıyabilir.
İşte
Asiye Hatun'un rüyalarına ve ilgili yazışmalarına sinmiş olan ciddiyet ve
ağırlık bütün bu kültürel oluşumun sonucudur. Ünlü antropolog Malinowski'nin,
geleneğin belirlediği çizgiler çerçevesinde biçimlenen rüyalara verdiği isimle
"resmî" rüyalardır bunlar. Asiye Hatun "serbest" rüyalar da
görmüş olabilir ama o "âşufte ve perişân" düşleri yazmaktan
kaçındığını varsayabiliriz[10].
Bir tarihçi, hele hele ruhbilimsel
çözümleme yapmaya niyeti ve eğitimi olmayan bir tarihçi rüyalarla niye
ilgilensin?
Bir kere görülenlerin ya da görülmüş gibi
anlatılanların içerikleri bir yana, rüyaların nasıl değerlendirildiği ve
yorumlandığı, bir kültürel geleneği anlamak isteyenlere birçok konuda önemli
ipuçları verebilir. Yukarıda değindiğimiz gibi, modern toplumlar dahil her
toplumda rüyaların yorumlanması/çözümlenmesi belirli metafizik ve epistemolojik
inanışlara göre biçimlenir[11]. Ayrıca tarih boyunca değişik toplumlarda
rüyanın "nasıl bir şey" olduğunu ele alanlar, dinî-felsefî
inanışlarının yanı sıra, kendi tıp geleneklerinin beden/ruh/zihin ilişkileri
üzerine varsayımlarına göre hareket etmişlerdir. Bu yüzden Ahmet Vecdi Efendi
"hakikat-i rüya" konulu risalesine başlamadan önce "uykunun hakikati" konulu bir risale yazmış, burada uyku
sırasında bedene ve ruha ne haller olduğunu açıklamaya girişmiştir[12].
Bu bağlamda değinilmesi gereken bir diğer
nokta, uyku ile uyanıklığın sınırlarının bile değişik toplumlarda farklı
şekillerde çizildiği[13] ve bugün uyanıklık sırasında görülen ya
da uydurulan hayaller olarak nitelediğimiz -Hızır'ın (veya Hıristiyanlık'ta çok
sık rastlandığı üzere Hazreti İsa'nın, Meryem'in, vb) görünmesi, tecelli, ilham
gibi- birçok "görme" olgusunu modernizm-öncesi toplumların genellikle
rüya ile aynı kategoride ele aldıkları. Asiye Hatun gibi, ama başka
sebeplerden, şeyhiyle aynı mekânda bulunamayan ve bu yüzden rüyalarını
mektupla göndererek yol alan Sultan III. Murad'ın rüya defterinde kendisine "vâki'olan"
düş, tecelli, ilham, müşahede, hayal ve hatta çeşitli sesler aynı bütünün
parçaları olarak ele alınırlar[14].
Asiye Hatun'un gördükleri
de ille bugün anladığımız manada uykuda düşen düşler değildir;
kimini "gaflet; olur gibi" oldukta görür, kimini "âlem-i
bâtında... müşahede" eder, kimi zaman da uyanık diyeceğimiz bir
anında, mesela "akşam namâzın kılarken, efendi hazretleri kalbi[n]de mutasavver olup
kalbi gözüyle müşâhede" eder ve bu haldeyken şeyhiyle konuşmaya
girer. Burada önemli olan Hatun’un irrasyonel olduğu ya da belki bu konuşmayı
uydurduğu değil, Karşısındakilerin (ve başka kaynaklardan kolayca anlaşılacağı
gibi daha nice insanın) böyle bir görmeyi ve böyle bir görüşmeyi olabilirin,
makulün sınırları içinde saydığı. Osmanlı kültüründe "görsel"
sanatların niteliği tartışılırken belki de işe Osmanlıların görmek'ten ne
anladığı ile başlamak gerek.
Ayrıca, tabir, fal ve nücum gibi
"bilimlere" başvurma eğilimi, siyaset tarihinin büyük devamlılık
gösteren öğelerinden biridir. Ahd-i Atik'te ve Ku’ran’da sözü edilen firavundan
Ronald Reagan'a kadar, hükümdarların tabir ve nücum gibi yollarla bir yerlerden
haber almaya çalıştıkları bilinir. Osmanlı hanedanında rüyaya hürmet, kuruluş
efsanesinden, yani Fuat Köprülü'nün haklı olarak tabiroloji alanından çıkarıp
mitolojiye yerleştirdiği, bazı kaynaklarda Osman Gazi’ye bazılarında babası
Ertuğrul Gazi'ye yakıştırılan devlet kurma rüyasından, II. Abdülhamid’in
emriyle el-Nâbulusî tabirnamesinin çevrilmesine kadar çeşitli örneklerle
karşımıza çıkar. Bunların
belki de en ilginci III. Murad’dır; Şehzadeyken Manisa'da gördüğü bir rüyasını
tabir ederek cülusunu haber veren Şüca Dede'ye (ö.l 582) tahta çıktıktan, sonra
büyük iltifatlarda bulunması bir yana, rüyalarıyla olan yakın ilişkisini ömür
boyu sürdürmüş, gördüklerini Şeyh Şüca'ya yazılı olarak iletmiş ve bunlar, geleceğin
araştırmacılarını düşünürcesine, bir kitapta derlenmiştir. Aynı sultan daha sonra, rüyalarını yıldızı
yeni yeni parlamaya başlayan Şeyh Mahmud Hüdaî'ye gönderme yolunu seçmiştir.
…
Asiye Hatun'un Muslihüddin Efendi ile
yazışmaya başlamasından yaklaşık on yıl önce, aile ve meslek baskılarından
kurtulmak ve dünyayı gezmek ümidiyle kıvranan Istanbul'lu bir gencin, derdini
halletmesinde böyle bir stratejik rüyanın, hiç olmazsa edebi açıdan, yardımına
koşması bu sayededir.
..
Hem unutulmamalı ki kimse rüyasını
"olduğu gibi" bir başkasına gösteremez, ancak anlatır. Dolayısıyla
elimizde rüyaların kendileri değil, görülmüş ya da uydurulmuş rüyaların, sözlü
ya da yazılı anlatıları, yani çatılmış kurgulanmış metinler olabilir ancak. Bu
nedenle tarihî rüyalar edebiyat tarihinin de ilgi alanına girerler55.
…
Asiye Hatun’un rüyalarla ilgili edebiyata
gerek sözlü gerekse yazılı kaynaklar aracılığıyla yakından aşina olduğu tahmin
edilebilir. Zira metindeki çeşitli değinmelerden Hatun'un okuryazar olmaktan
öte okuyup yazdığını, kitaplarla haşır neşir bir dünyası olduğunu anlıyoruz.
Meseja, Uziçe’deki dergâha vakfettiğini tahmin ettiğimiz! bir Kuran-ı
Kerim'den söz ediliyor. Bir rüyasında Asiye Hatun bu mushafın Muslihüddin
Efendi tarafından Hazreti Muhammed’e takdim edildiğini görür. Gerçi
İslâmiyet'in kutsal kitabının bir Müslüman’ın elinde bulunması entellektüel
açıdan pek dikkate değer bulunmayabilir, bunun bilmek ve anlamak arzusundan
çok inanmanın ya da geleneğe bağlı olmanın bir dışavurumu olduğu öne
sürülebilir. Nitekim Prof. İsmail Erünsal’dan ilham alarak tereke defterlerinde
çeşitli sınıflardan Osmanlıların miras kayıtlarını inceleyerek yaptığımız
araştırmalarda en çok kişinin sahip olduğu (ve sanırım okuduğu) kitabın,
kolayca tahmin edilebileceği gibi, Kuran-ı Kerim olduğunu gördüysek de, sadece
bu veriden bu kişilerin düşünce dünyası hakkında bir sonuç çıkaramayacağımızı
biliyoruz.
Ancak Asiye Hatun'un âceti yerine
getirmekten öte kaygıları olduğunu, kutsal metinle daha zihni bir
şekilde de ilgilendiğini, bir de Ebussuud tefsirine sahip olmasından
anlıyoruz. Bu kitabı da şeyhine göndermiştir ve bir rüyasında şeyhi kendisine
muhabbetini ifade etmek için bu olayı hatırlatır: "Bize Ebussuud tefsiri
irsal eden Asiye Hâtûn. Sen ki benim muhibbem vemahbûbemsin, tâlibem ve
matlübemsin".
Ayrıca iyi bir mürid olmaya çalışırken bu
konuda yazılmış "el kitaplarından, yani tarikatnamelerden, yararlanır.
Daha ilk mektubunda eski şeyhinden soğuyup yeni bir şeyhe meylettiğini
belirtirken, Mehmed Dede'ye sorar: "Târikatnâmelerde görmüşüm ki bir kimse kendi şeyhinden gayri yere
tabiatı çekinse bâtını hazret-i vâhidiyyeye açılmaz. Acaba sultânım, kendi
şeyhimden mi açılmaz yoksa hiç bir taraf dan mı açılmaz?"
Bir mutasavvıfdan bekleneceği üzere şiirle
de ilgilenir Asiye Hatun. Özellikle Mevlana Celaleddin Rumi'nin yazdıklarına
iyice aşina olmalı; şeyhi "âlem-i dünyâ bir
hankâhullâhtır, hâdim biziz" dediğinde düş görmektedir ama bu sözün
Mevlana’dan alıntı olduğuna hemen uyanır. Ayrıca kendisi de beyit düzmekten
aciz değildir; Alis'in harikalar diyarına düşüşünü andıran bir diğer düşünde,
evinde bir mermer kapağı kaldırıp rastladığı merdivenden aşağıya indikten ve
karşısına çıkan çeşmenin suyundan içtikten sonra kendini Medine'de bulunca,
ravza-i şerife yüz sürer ve içinden, bir şeyler taşar:
"evvel ü âhır vücûdundur sebeb her devlete /
el-meded ey destgîr-i evvelin vü âhirin /haşre tahsis etme sultanım
şefâat-kârını /âlem-i dünyâda da ol destgîr-i âcizin"[15].
Okuduklarından ve rüya defterini kaleme
alış biçiminden Asiye Hatun'un oldukça iyi bir öğrenim görmüş olduğunu tahmin
edebiliriz. (Üsküp gibi onbin haneye -ki bunun hepsi Müslüman değildir- 70
mektep, 9 dârülkurrâ ve 6 medrese düşen bir şehirde, hele bir âlim kızı için,
bu hiç şaşırtıcı olmamalı. Asıl şaşırtıcı olan, kadın-erkek Osmanlılar'ın
eğitimi hakkında ne kadar az şey bildiğimiz). Arapça, Farsça sözcüklere ve
terimlere hâkimdir. Ayrıca öğrenimle pek ilgisi olmayan bir diğer açıdan da
başarılı bir yazar sayılmalı bizce: Gönül hallerini süssüz olduğunca etkileyici
bir dille ifade eder. Mistik deneyimlerin yazıya aktarılmasında genellikle
görüldüğü üzere, kısa cümleler metne hâkimdir. Kendi ruh gelişmesiyle ilgili
şüphe ve tereddüdlerini ortaya koyarken yalın ve içten bir anlatım tutturur;
üçüncü ismi
sürmeye hak kazandığını bildiren rüyalar sıklaşınca, şöyle yazar:
"Bunlar hâtıra inidir yoksa sahih
midir?
Hâşâ sümme hâşâ, azız hazretlerine
inkârımız yoktur. Amma benim bunlara liyâkatim yoktur. Âlâyiş-i dünyâ ile alude
olmuşum. Hakka lâyık bir nesnemiz yok, bunlara istihkâkım hiç yoktur.
Hakk sübhânehu ve teâlânm lutfu çoktur.
Benim sultânım ne buyurursuz? ilâm eylen". Burada ve daha birkaç yerde
"hatıra" sözcüğünün yanıltıcı zihin oyunu anlamında kullanılması da
ilgi çekici.
Metnin yansıttığı değerler dünyasını
yorumlamak şimdilik çok zor. Gerek Asiye Hatun hakkında gerekse genel olarak
kadınlar hakkında o kadar az şey biliyoruz ki. Herşeyden önce Asiye Hatun'un ne
kadar tipik olauğunu bilemiyoruz. Çevresi onu ne gözle görüyordu? Takdir
edenler olduğu gibi, acıyanlar, "vah zavallı,, kendini bir şeyhe kaptırdı,
evde kaldı," gibisinden değerlendirmeler yapanlar var mıydı? Israrla
evliliğe muhalefet edişini nasıl yorumlayacağız? İslâmiyet'te, Hıristiyanlık'ta
olduğu gibi keşişçesine toplumdan uzaklaşmanın yüceltilmediği, dolayısıyla
kendilerine din bilimleri, din hizmetleri gibi alanlarda meslek seçenlerin,
hatta mutasavvıfların bile, evlenip çoluğa çocuğa karışmasının garipsenmediği
bilinir. Ancak İslâmiyet'te Allah yolunda bekârlığın hiç olmadığını
söyleyemeyiz[16]. Asiye Hatun’un rüya defterinde de, gelin
olacağı gün evden kaçıp uzun ömrünün sonuna kadar tek başına yaşayan Afgan
Mutasavvıfı Hazret Babacan (Ö.1931) kadar radikal olmasa bile[17], tecridi yeğleyen ve bunu nefis
mücadelesinin ve dünyayı reddetmenin doğal bir uzantısı olarak gören bir tavır
belirgin. Hele "sipâh [asker] cinsinden bir âdemle
evlendirildiğini gördüğü, kendisine bir süre elem çektiren bir rüyası dikkat
çekici. Âlim kızının sipahiye varması özellikle istenmeyen bir durum muydu
acaba? Sosyal zümre, tabaka ve sınıflar arası ilişki ve çelişkileri anlamak
için birbirlerine karşı tavırlarının çok daha iyi bilinmesi gerekir; bu konuyu
araştırmanın en iyi yollarından biri değişik zümrelerin, evlilik stratejilerine
bakmak olsa gerek.
Öte yandan, gerçekten Muslihüddin
Efendi'yle evlenmesi söz konusu olsaydı, pek karşı çıkacakmış gibi bir izlenim
bırakmıyor. Hazreti Fatma'yla ilgili olarak inanıldığı gibi hem evli hem betül
olmak imkânsız olmadığına göre, belki de evliliği, tasavvuf tarihinde birçok
örneği görülen türden bir "Platonik evlilik" olursa, kabullenecektir
Hatun[18]. O da istediği biriyle olursa. Ya da
belki, Asiye Hatun gibi okumuş bir mutasavvıfın tanımıyor olmasına pek ihtimal
veremeyeceğimiz, Basra'lı Rabia Hatun'u örnek alarak hiç evlenmemeye kararlıdır[19]. Evlilik ve tecridle ilgili tavırlarını
kesin çözemesek de bir fikir edindiğimiz Asiye Hatun, bu tavırları çevresinde
kimlerle, ne dereceye kadar paylaşırdı? Hiç olmazsa mektuplardaki bilgilere
aşina olan üç dört kişinin, aynı değerlere göre yaşamasalar bile, bu açıdan
kendisini anlayacağını düşünüyor olmalı.
Asiye Hatun'un üslubundan yola çıkarak
duygularının akışına kapılmış, güçsüz ve iradesiz bir kadın olduğu sonucuna
gidersek yanılmış olmaz mıyız? Körü körüne bir şeyhe bağlanmadığı, mürşidinden
ne istediğini bildiği, bu konuda kaderine razı olacak bir yapıda olmadığı, şeyh
değiştirmesinden belli, oluyor. Ne kadar mütereddit olursa olsun, bu
değişikliği yerine getirecek adımları kendisi atmış, mürşidi olmasını istediği
yabancı bir şeyhe "bazı
bahane ile" adam göndermiş, ancak sonradan bu adımlara 'meşruiyet kazandıracak şekilde
desteklenmek ihtiyacı duymuştur[20]
Belki de ilk şeyhinin "irşad üslubu"
hoşuna gitmemiştir. Prof. Frederic de Jong, Türk Halvetiliğinde, bilhassa
Karabaşî kolunda, şeyhin genellikle pasif bir rol üstlendiğini yazar; bu
anlayışa göre, vücut için ruh neyse, mürit için de şeyh odur[21]. Karabaşîliğin Üsküp'te kendine bir yer
edindiği düşünülürse, Asiye Hatun'un soğuduğu şeyhinin Üsküp Karâbaşî
Halvetlerinden i olduğu akla gelebilir, ama Halvetîliğin bu kolunun o yörelere
daha bu tarihte yerleşmiş olmasına pek ihtimal verilemez. Zateri
gayri-müdeheleci irşad sadece Karabaşîlere has değildir; Halvetîlik içinde var
olan bir eğilimi daha uca sürmüştür bu kolun izleyicileri. Öte yandan bir diğer
Halvetî, yani Muslihüddin Efendi, de Jong'un bü tasvirine uymayan, mürşidin
yaptıklarına ve ahvaline oldukça aktif bir şekilde karışan bir şeyh izlenimi veriyor
bu metinde.
Üstelik şeyhi öldükten sonra da tasavvuf
yolunda ilerleme (ve belki de bununla birlikte gelecek bir sosyal saygınlık)
arayışını ısrarla sürdürür Asiye Hatun. Rüyalarda sık sık karşımıza çıkan evlenme
imgesinden yararlanırsak, bu kurumun geleneksel kültürümüzdeki en köklü
"archetype"larından birine, yani nazlanan bir geline benzetebiliriz
Hatun'u. Daha ileri bir aşamaya hak kazandığı konusunda gelen çeşitli uyarılara
rağmen bunu kabullenmek istemez, ama bir yandan da sabırsızlanır, bir an önce
icazet verilsin ister. Mesela, “hû” ismine geçmeden önce çok uyarı almıştır ama
kendini lâyık görmez; Muslihüddin Efendi ısrar eder, bunları çelebi şeyhe yazıp
bildirmesini söyler. Hatun mektubu yazar, ama bu kez Hasan Efendi'den gelecek
cevabı beklemeye dayanamaz; bu konuda bir rüya daha görür ve merhum şeyh,
Uziçe ile yazışmanın sonuçlanmasını beklemeden durumu Üsküp'teki Mehmed Dede'ye
bildirmesini söyler. Hatun bu kestirme yolu kullanır ve “hû”ya geçer.
Bunları tartışmaktan amacımız, Asiye
Hatun'un Osmanlı toplumundaki cinsler hiyerarşisini devirmeye yönelmiş bir
protofeminist olduğunu iddia etmek değil, elbette. İstemediği bir evlilik
ilişkisine girmemekte gerçi direnir, ama "safa ile" uyanmasına neden
olan şeyhiyle nikahlanma rüyasında efendinin "hâtûnu alup hizmetin eyle"
yeceğinin farkındadır. Bir başka rüyasını anlatırken, daha çok Avrupa dillerinde
rastlanan ve bugünlerde Incil’in yeniden yazılması tartışmalarına neden olan
bir "cins kayırması" yapar, yani erkeklere has bir sözcük herkes için
kullanılabilirmiş gibi, düşüne giren 'bir hûb-rû hâtûn” un "Üsküb
âdemine benzeme" diğini yazar. Daha da ilginci, insanın tasavvuf
yolunda ilerlemesini bayağı ihtiyaç ve heveslerle engelleyen "velîler
aldayıcı" dünyayı, aynen eıkek mutasavvıflarda (ve daha da kuvvetle
Hıristiyan;âleminde) rastlanan bir imgeyle, bir "bed- çehre... a'mâ
avret" olarak görür.
Belirli sosyal grupların tarih çalışılırken,
o grupların konumunu bilinçli bir şekilde dönüştürme çabalarına (işçi hareketleri,
kadın hareketleri,i vb) öncelik seriliyor genellikle. Ancak, bu tür
hareketlerin değişik toplumla]‘da nasıl biçimlendiğini veya başarıp
başaramadıklarını sağlıklı bir perspektiften değerlendirebilmek için gereken ve
toplum hayatını bütüncül bir şekilde anlamaya çalışan tarihçinin er veya geç
gündemine gelen daha mütevazı bir iş var: Miskinlikle isyan arasındaki sahrada
günbegün koşuşturan sıradan insanların, kişiliklerini ve ilişkilerini
yoğururken attıkları iddiasız ve gösterişsiz adımların izini sürerek, gündelik
hayatta geleneksel rolleri yerine getirirken bile kişilere açık olan hareket
alanlarını ve sınırları kestirmek ve bunlarda zamanla ortaya çıkan küçük
deprenmeleri ölçmek. Asiye Hatun gibi (hiç olmazsa şimdiye kadar bildiklerimiz
kadarıyla) tarihe yön çizme, toplucu yönetme veya dönüştürme gibi bir iddiası
olmayan birinin kendisiyle ve çevresiyle ilgili yazdıklarını okumanın en büyük
yararı, bu alana ve özellikle OsmanlI toplum tarihindeki rolleri açısından çok
az tanıdığımız kadınların dünyasına, ufak da olsa, bir pencere açmasında
yatıyor sanırım.
**
Acaba kitaplara düşkünlüğü açık olan Asiye
Hatun başka neler okurdu?
Okuduklarını kimlerle ve ne şekilde
tartışırdı?
Babasının arkadaşlarının, diyelim Veysi
Efendi'nin, sohbetlerine katılır mıydı?
Annesi ve kardeşleri de okumaya, tasavvufa
meraklı mıydılar?
Nerede ve ne tür musiki dinlerlerdi?
Osmanlı dünyasının dışında olup
bitenlerden nasıl haber alırlardı?
Hacca gidip gelenlerden ya da doğudan mal
getirip Usküp ve Saraybosna üzerinden Avrupa'ya aktaran ticaret kervanlarından,
Hindistan'da Sultan Şahcihan'm tam o yıllarda karısı Mümtaz Mahal için bir ulu
türbe yaptırdığını, kızları Cihânârâ'ya bir şeyhin cezbesi dokunup kendini
tasavvufa verdiğini işitmiş miydi acaba?
Bunları ve sadece kadınlar için değil tüm
Osmanlı toplumunun kültür hayatı bağlamında sorulması gereken, nice benzeri
soruyu şimdilik cevaplandırmayacağız. Ancak, Sultan İbrahim'in saltanatının
başlangıcına rastlayan yıllarda, siyaset sahnesinin dışında, ilim ve tasavvufa
bilgili bir şekilde dalmış Üsküp'lü bir kadının iç dünyasına ve şeyhiyle
ilişkilerine ışık tutan bu kaynağı, benzeri kaynakların aranması ve
değerlendirilmesi ümidiyle, yayınlayarak, şimdiye kadarki siyaset, kurum,
iktisat ve erkek ağırlıklı gelişme çizgisini aşmaya doğru yönelen OsmanlI
tarihçiliğinin merak ufuklarının genişlemesine küçücük bir katkıda
bulunabiliriz belki.
RÜYA METİNLERİ
Bu
risale, Üsküp'lü merhum Kadri Efendi'nin
kızı Asiye Hatun Hak yola girdiğinde, şeyhleri başka diyarda olduğu için
rüyalarını mektupla iletmesi gerektiğinden, müsvettelerini yazı tahtasında
saklayıp, öldüğünde yazı tahtasında kendi elyazısı ile bulunan sayfalardan
kopye edildi.
Mektup sureti:
İzzetli, saadetli sultanım efendi hazretlerinin mübarek ellerini öper,
nice hürmetlerle dualar gönderirim: Benim sultanım, bilirsiniz ki birkaç
senedir Hakk yola giriş, öyle kendiliğinden, biz talip olmadan, gerçekleşmişti.
Ben de mümkün
olduğunca uğraştım ve şeyhe çok muhabbet gösterdim. Tarikatın kurallar gereği emrine
itaat ediyordum. Her ne emretse candan kabul ediyordum. Çok sevgim ve güvenim
vardı. Bu sevgi ve inanç sebebiyle az zamanda, iki sene geçmeden, yedi ismi
tamamladım. Allah’ın yardımı ile her biri bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Kısacası, kalbimin gözü bir miktar açılmaya başlamıştı. Bu haldeyken,
Allah’ın hikmeti, öyle icap etti, şeyhime olan muhabbetim azaldı. Sebebsiz.
Onlardan ne açık ne örtülü bana sıkıntı verecek birşey olmamışken, kendi
nefsimin kabahatinden muhabbetim zayıfladı. Sair ahvalim de inişe geçti. Sanki
karanlıkta kalmış gibi tabiatıma çekidüzen vermeye ne kadar çalıştıysam da
mümkün olmadı. Bu halde gam ve hüzün içindeyken, Uziçe'de Şeyh Muslihüddin Efendi
Hazretleri’nin sevgisi kalbime düştü. Ve günden güne artmaya başladı. Geçenlerde
meseleyi babama açtım ve bir bahane ile adam gönderdik. Aşinalık olması için.
Allah’ın hikmeti, aşinalık olduktan sonra muhabbet arttı, hatta şimdi artık
içimi öylesine kapladı ki, bir an bir saat gönlüm onlardan vazgeçmez. Muhabbet
gönül tahtına yerleşti. Bir mertebe ki mümkün olsa ayağının bastığı toprağa
canımı feda etmek canıma minnettir. Lâkin onların muhabbeti yerleştikçe önceki
[şeyhe olan] muhabbet zayıfladı. Ama yeni muhabbet kemendi boynuma bağlanmakla
yine az biraz evvelki halime dönüş oluyor sanki. Sultanım, ahvalimiz budur ki
yüce huzurunuza bildirildi. Sair ahvali mektubu getiren hoca kadına sorun, anlatsın.
Şimdi efendim,
billahi teâlâ ve liresulihi, bu sırrım dünya ve ahirette sizin katınızda emanet
olsun. Uzun zamanlar kalbimde gizli mi?
Allah'tan başka kimse bilmezdi.
Şimdi zorunlu
olarak Joca kadına açıldı. Çünkü başımla beraber dostum ve her konuda sırdaşımdır.
Şimdi sultanım
dünya ve ahirette kardeşim olmanızı dilerim. Sizi kendi biraderlerimden daha
sevgili bilirim. Benim sultanım, siz âlimsiniz. İlim ve akıl gücüyle neyi makul
görürsünüz ve ne önerirsiniz?
Ahvalimi şeyh
hazretlerine bildirmek mi makuldür yoksa suskunluk daha mı iyidir?
Eğer gizlice
sizin aracılığınızla bildirmek makulse bildirelim. Ama gizli kalsın. Şeyhimin
kalbi bana kırılmasın, çünkü gerçekten çok şeyler verdi. Ama elimde değil ki ne
yapayım?
Gizlice yazıp
bildirsem mi?
Benim sultanım,
lillahi teâlâ, ilim ve akıl gücüyle bu derdime bir çare görün. Tabiatımda çok
ıztırap var. Bilmem bu hal hayra alamet midir yoksa nefsimin bir hilesi midir?
Elde olmayan bir
haldir, ortaya çıktı. Benim sultanım, ne buyurursunuz?
Hoca kadına
bildirin, o bize aktarsın. Cevabınızı bekliyoruz. Öylece malumunuz olsun. Benim
sultanım, tarikatnamelerde okudum ki birisinin tabiatı kendi şeyhinden başka
yere yönelse, içi birliğe açılmaz.
Acaba sultanım,
kendi şeyhimden mi açılmaz yoksa hiç bir taraftan mı açılmaz?
ilim sahibi
olarak ne dersiniz?
Lütfedip
duyurun. Zira kalbimde çok ıztırap var.
İlim ve
maarifiniz; bol olsun.
Mektubun cevabı.
Selamdan sonra:
Kadın hazretleri, buı fakiri dünya ve ahret kardeşliğine seçmişsiniz. Kabul
eyledik. Siz de bizim dünya ve ahret kardeşimiz olunuz.
Hak sübhanehu ve teâlâ cümle Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ümmeti
ile cümlemizin dünyadan ahirete eksiksiz iman ile göçmesini sağlasın.
Bildirdiğiniz ahvalin hepsini öğrendim. O içinizi kaplayan aziz
hazretlerinin muhabbeti güzel bir haldir. Allahü teâlâ mübarek etsin.
Ve halinizden anlaşılan odur ki, inşallahü teâlâ sizin muhabbetiniz azizin
yüce kalbine tesir etmiştir.
Elhamdülillahi teâlâ Allah canibinden size büyük bir lütuf ve ihsandır,
ganimet bilin.
Ve Allahü teâlâya çok şükür eyleyin ki artırsın. Herkese bu kadar nasip
olmaz.
Hakk süphanehu ve teâlâ devamım sağlasın.
Ve tarikata giren kişiye gereken muhabbet ve inançtır. Allahü teâlâ
muhabbet ve inancınızı artırsın. Ve kendi şeyhiniz ile onların arasında büyük
fark vardır. Hemen geçenlerde arka yoldan Medine'ye varma rüyanızı
hatırlayın.
Efendi hazretlerinin onun gibi nice halifeleri ve müritleri vardır. Yüce
Allah hem size hem bize azizin mübarek yüzünü kendi gözümüzle çok çok görmeyi
nasip etsin.
Şeyhiniz sizi bir noktaya kadar getirmiş. Ondan fazlası inşaallah aziz
[Muslihüddin Efendi] sayesinde gerçekleşecektir. Bu yüzden ondan [yani, önceki
şeyhten] muhabbetiniz bir miktar kesilmiş. Yedi ismi tamamlamışsınız, bundan
maksat nefsin temizliği ve kalbin arıtılmasıdır.
Elhamdülillah maksadınıza varmışsınız, înşaallahü teâlâ, aziz hazretlerinin
sevgisi buna delildir.
Ahvalinizi, rüyalarınızı mektupla arz etmeniz gayet makuldür. Hemen istediğiniz üzere bir mektup yazın ve mühürleyin. Fakır de güvenilir
bir kimseyle göndereyim, kendisine de tenbih edeyim ki bu kâğıtta yazılanlar
son derece gizlidir, başka kimse bilmesin.
Karşılığında bir cevap gelince, siz de güvenilir bir kimseyle fakire
gönderin ve tenbih edin ki bu fakirden başka kimsenin eline değmesin.
Ve duanız; rica ederiz, bu fakîri hayır duadan mahrum etmeyin.
Zira kardeşlikten murat birbirimizi duada unutmamamızdır. Hak süphanehu ve teâlâ
cümle Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ümmeti ile cümlemize, erenler ve
evliyalar yardımıyla, cümle taliplere maksatlarına ulaşmayı nasip etmiş olsun.
Amin, peygamberlerin soylusu hürmetine.
Bitti.
***************
RÜYALAR
Bayramdan önceki Pazartesi sabah namazını kılıp [şeyhin] tayin ettikleri
evrad-ı şerifi dörtyüz kere okuyup işrâk (sabah kerahet vakti çıkınca kılınan)
namazını kıldıktan sonra biraz dinlendim.
Rüyada bir adam gördüm, bana-, "Üsküp’le alakam kesip Uziçe’ye
gitmen ve o azizin nikâhına girmen gerekir. Hatunu yoktur. Sen hatunu olup
hizmet et. Nikâhtan sonra aranızda yakınlık olur, mübarek eliyle cismine
dokunur ve ne kadar beden rahatsızlığın varsa gerek yüzeyde gerek içinde olsun
hepsi geçer. Bütün dileklerin yerine gelir. Kalbin teslim olmuştur zaten,
duyuların da onun hükmüne girsin. Elbette azizin nikâhına girmen gerekir"
diyerek yön veriyor. Bu konuşanın kim olduğunu çıkaramadım, yalnız kadın
değil erkekti. Onun bu sözü beni utandırdı. "Nasıl söz bu? Benim sevgim
ruhanidir. Allahü teâlânın makbulüdür. O yüzden kalbim teslim oldu," dedim.
Yine o adam dedi ki: "O azizde beşerlik yoktur. Gerçi görünüşte
halk arasında insan görünümündedir, ama sırf ruhtur. Onda hiç beşerlik yoktur.
Ama nikâhına girdikten sonra aranızda yakınlık olur, senin bedenine elini
sürer, derdine deva, yarana şifa olur, diyorum. Aklın başında ise fırsatı kaçırma"
diye bana tenbih etti. Fakire de sanki onun nasihatına göre davranıp, Üsküp'le
ilişiğimi kesmeye ve Uziçe’ye gitmeye hazırlanırken bu hal ile uyandım.
Yine tekrar uyudum. Yine rüyada gördüm ki Uziçe'ye varmışım. Bir yerde aziz
hazretleri oturuyor. Ol kerevetin altında bir direk var ve kereveti tutuyor.
Fakîre de öyle el bağlamış vaziyette karşısında duruyorum. O direğe dayanarak,
biraz hicap içinde, önünde duruyorum, sanki namazda kıyama durur gibi. Ancak
azize bayağı yakın. Bu esnada oğulları geldi. Vardım, ikisinin de mübarek
ellerini öptükten sonra yine o direğin yanma geldim. Önünde dururken uyandım.
.
************
Yine bir gün bu şaşkınlık ile kendi halime hayretlenirken bir gaflet aldı.
Yine gördüm aziz bana hitap edip buyurur ki: "Seveni biz de severiz.
Bize âşık olana biz de âşık oluruz. Âşık olduğumuz kimseyi muradına
erdiririz." Bana âdeta bir safa geldi, uyandım.
************
Yine bir kere beni gaflet aldı ve [şeyhin] hayali göründü. Buyurdu ki: “Önce
biz sana muhabbet eyledik. Veli Dede’nin elinden seni biz aldık. İraden elinde
değil. Muhabbet bizden çıkıp sana naklonuldu." Çoğu zaman hayali kalp
gözüyle müşahade olunduğunda tebessüm ile bakar gibi geliyor.
************
Sonra bir gece bir miktar gaflet sırasında gördüm ki: Efendi Hazretleri
gelmiş. Mübarek göğsünü açtı. Gördüm ki mübarek göğsünde güneş gibi bir ayna
var. Güneş gibi yuvarlak, çok ışıklı, rengi gayet parlak, altına benziyor. 0
aynanın ışığı mübarek beyaz sakalının arasından çıkıyor ve şule veriyor. Öyle
bir ayna ki tabiri imkânsız. Kısacası, dünyada birşeye benzetemem. Yuvarlıklığı
güneşe benziyor ama ışıltısı güneş gibi değil. Bir acayip nesne ki göz görmüş
değil. Yani o ayna mübarek göğsünde kurulmuş, geçici olarak oraya konmuş değil.
Sanki mübarek cisminden oluşmuş. Aynayı bana gösterip buyurdu ki:
“Bu aynanın içine bakan, Hazreti Allah'ın cemalini görür." Sonra mübarek göğsünü örttü. Ama hakire içine bakmadım, ancak aynayı gördüm.
Sonra beni önüne getirip mübarek boynundaki şalın bir ucunu kendi tutup bir
ucunu da bana tutturup biat verdi. Halveti şeyhleri âdetlerince ..biat verdiği
üzere önce istiğfar duasını sonra tövbe ayetini okutup sonra da şehadet getirip
telkin eyledi. Buyurdu ki: "Dört yüz evrad-ı şerif oku. istiğfar -bu
şekilde-.Estağfirullah el azim ellezi la ilahe
illa hüvel hayyel kayyume ve etûbu ileyh -ondan sonra salavat-ı şerif, sonra Fatiha sonra da ihlas-ı şerif
dualarını oku. Işrak ve sabah namazını bizim usulümüz üzere kıl.
Işrak namazını altı rekat kılıp iki rekat selavatü'l işrak iki rekat
istiaze ikilde istihare kıl. Sabah
namazını dört rekat kıl. Tevhide devam et. isimleri de evvelki gibi sürdür,
bizde de aynıdır."
Sonra ellerini kaldırıp dua ettiler. Hakire, mübarek eteğini öptüm. Üç kere mübarek
eliyle başımı sıvadı. "Şimdiden sonra sen benimsin," diye
buyurdu. Bu keyifle uyandım, ama sıkı sıkıya uyuyor değildim, sanki gözümün
önündeymiş gibi oldu.
Elhamdülillahi teâlâ bir an bir saat gönlüm onlardan vazgeçmez. Hayali kalp
gözüne düştüğünde, daima nice türlü işaretler olur. Bitti.
************
Bir diğeri: Bizim Ali Çelebi gittikten sonra yedinci gece rüyada gördüm ki
birisi gelip bana şöyle dedi: "Senin evinde define çıktı."
Fakire, çok sevindim ve oraya vardım, gördüm ki bir yerin ağzına bir mermer
koymuşlar, "define bunun altında" dediler. Ben de mermeri
kaldırıp yerin içine baktım. Bir merdiven gördüm. Merdivenden aşağı inerken hoş
bir rüzgâr esti ki cana zevk verir; anlatması imkânsız. Orada durmuş "bu
rüzgâr nereden geliyor?" diye şaşırmışken birisi dedi ki: "Bu
rüzgâr Medine'den geliyor. Bu yol Medine yoludur. Ve o mübarek kabir [Hazret-i
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin kabrineyakındır." Benim
şaşkınlığım iyice arttı.
Merdivenin sonuna gelince hoş bir çeşme gördüm, kurna gibi yapılmış. Çok
iyi, çok tatlı suyu, vardı ki, hayat suyuna benziyordu. Biraz su (içtim. Biraz
ilerlediğimde güzel bir bahçe gördüm. Bahçe ha. Karşısında resulullah
sallallâhü aleyhi ve sellemın kabri, "işte bu bahçe Medine'dir, işte
ravza" dediler. Fakire, şevkimden sersem gibi olup mübarek ravzaya yüz
sürüp gözyaşları içinde niyaz edip isyanımı hatırlayıp şefaat diledim.
"Şefaat ya habibüllah” diye dertli gözyaşları döktüm. Hatta bir iki beyit okudum.
Beyit:
Evvel ü âhır vücûdundur sebeb her devlete
el-meded ey destgîr-i evvelin vü âhirin
haşre tahsis itme sultânüm şefâ'at-kârını
âlem-i dünyâda da ol destgîr-i 'âcizîn.
Okuduğum beyit buydu. Sonra dilediğimce af ve merhamet dileyerek
yalvardıktan sonra geldiğim yoldan yine dışarı evime çıktım. O yerin ağzını
yine mermerle kapadım. Yani kimse öğrenmesin. Aptalın biri ona yol bulmasın.;
Özel olarak kendime sakladım. Öyle sevindim ki dünyada böyle sevinmek mümkün
değildir. Yani öyle bir yadigâra eriştim ki günde on kere istesem o büyük
mezara yüz sürmek mümkün olacak. Medine'nin o kadar uzak mesafedeyken böyle
yakın olmasına şaştım kaldım. Bu esnada biri bana der ki: "Bu yol
Medine’ye arka yoldur. Öteki yolu altı ay çeker ama Allahü teâlâ sana bu arka
yolu verdi. Kaç kere istersen varmak mümkündür." diye. Bu keyifle bu
sevinçle uyandım.
************
Yine bir kere rüyada gördüm ki birlikte bir iki hatun var. Bana diyor ki: "Seni
birisine nikahladım. Bu hatunlar onun tarafından gelmiştir. Bunlara şerbet
vermek gerekir. Adam sipahi zümresinden birisi." Bana ıztırâp
bastırdı. "Bana adam gerekmez, ona varmam" diye sıkı mücadele
ettim. Sonra o hatunlar gittikten sonra merhum Veysi Efendi orada bulundu. Benim
ıztırabımı görünce bana hitap ederek: "Kızım sakın, elem çekme. Kimse
seni o adama vermeye kadir değildir. Ama ben seni Allah'ın emri peygamberin
sünnetiyle Uziçe'de Şeyh Muslihüddin Efendi hazretlerine nikahladım. Artık
elem çekme. Mutlaka onunla evlendirdim," dedi. Veysi Efendi’nin bu
cevabına çok sevindim. Gerçekmiş gibi, kendimi onunla nikâhlı bilip bu safa
ile uyandım.
************
Yine bir defa: Yine bir gece rüyada hazret-i habibullahı [Hazret-i Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellemi] gördüm. Hilye-i şeriflerindeki gibi. O mübarek
alnındaki nuru ile. Mirac’a çıkarken, Burak'a binmiş olarak. Dört bir tarafında
melekler bağrışıp sesleniyorlardı: "Bu, peygamberin mührü, insanları
doğru yola sevkedenlerin meşalesi; bu, Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve
sellem)" diyerek Hazret-i Muhammed'i Mirac’a çıkarıyorlardı. En üst
cennete; çıkarlarken uyandım. Şimdi Recep ayında Miraç gecelerinde gördüm.
************
Yine bir defa: Yine bir gece güzel yüzlü: bir kadın gördüm. Pek genç değil.
Kim olduğunu bilmiyorum. Ama Üsküplü’ye benzemiyor. Birisi gelip bana dedi ki: "Bu
kadın, aziz hazretlerinin karısı, oğullarının annesidir. Onlardan
değildir." Fakîre bayağı utandım. Bilmeden saygıda kusur ettiğime özür
dilerken, o kadın-, "Yaklaş. Kulağına bir iki söz söyleyeyim; kimse
işitmesin" dedi. Ben yaklaşınca kulağıma şunu söyledi: "Efendi
sana bol selam ve dualar gönderdi. Hem buyurdu ki: "Sana müjde olsun.
Senin ruhunu yaramaz işlerden geçirdik. Mesela içki gibi. Daha onun gibi ne
varsa, o yaramazlıklardan geçirdik. Şimdiden sonra hatırını hoş tut."
diye haber alınca çok sevindim. Elhamdülillahi teâlâ böyle olmuş. Onlar ki
kitapların kutbudur, onlara böyle işler çok değildir. Onlara aşinalığı
sürdükçe bütün dileklerimin gerçekleşeceğine kalbim şehadet ediyordu. "Elhamdülillah
gerçekleşti" diye bir sevinçle uyandım.
************
Yine bir gece: Rüyada gördüm ki birkaç berbat suratlı kadın. Gözleri kör.
Bir kadın o-kör kadının önüne oturmuş sanki onun gözlerine ilaç sürüyor gibi.
Kör kadından kalbime sıkıntı geldi, "Acaba kimdir" diye
düşünürken karı dedi ki: "İşte dünya benim. Bil ve öğren." Bunu
öğrenince bana gazap geldi, karıya ciddi küfredip. "Bre mekkâre,
tarrare, sahrare, bre veliler aldatıcı, şeker gösterip zehir içirici.
Yıkıl git, yanıma gelme. Kardeşlerim sana nikâh kıyıp sonra tez
elden boşadılar, ama ben sana nikâh kıymadım ki boşayayım. Yürü git, yakınıma
gelme," diye sıkı sıkı tenbih ederken, ö melune bana "Eğer
bana muhabbetin olmasa kırmızı atlastan hoşlanmazdın" diye seslendi.
Bana bayağı bir kızgınlık geldi. Bu gazapla uyandım. Bu düşün daha çok
ayrıntısı var.
Bir kaç defa öyle oldu ki ismullahı zikre devam ederken gaflet geldi gibi
oldu. Aziz hazretlerini kalp gözüyle gördüm. Ben birinci ismi sürerken onlar
karşılarında ikinci isme -ki Allah'tır devam ederler. Bunları zihin oyunudur
diye fazla ciddiye almadım.
Yine bir defa ismullahı zikre devam ederken kendimi kaybeder gibi oldum.
Güya: sağ tarafımdan birisi
bir mücevherli hançer verdi. Kabzası beyaz, galiba ya inci ya elmas
cevherinden. Kını da mücevherli. Kendimi toparladım, gözümü açtım. Hiçbir şey
yok.
************
Yine gaflet geldi. Yine gördüm, birisi var. Bir altın tabak içinde bir
mücevherli bıçak ve bir mücevherli hançer ve bir mücevherli kılıç koydular
önüme. Acayip nadide birşey ki gözler görmüş değil. Bundan bir huşu gelip kendimi
toparladım, hiçbir şey yoktu.
************
Sonra yine bir defa ismullahı zikre devam ederken gaflet gelir gibi oldu.
Efendi hazretleri karşımda belirir gibi hayali biçimlendi. Fakire birinci ismi
sürerken o İkinciyi sürüyor. Hatta Allah ' sözünü tamamladığında mübarek
ağızlarından güneş gibi, bir nur çıkar yükselir. Bazen de üzerlerine dökülür
gibi, üzerlerine altın saçılır gibi iner. Her defa kutsal ismi tamamladıkça,
böyle fakîre birinci ismi tamamladıkça o ikinci ismi tamamlıyor. Bu halde iken
uyanır gibi oldum. Bir iki defa hazret-i peygamberi rüya aleminde gördüm.
Efendi hazretleri ile bir yerde oturuyorlar. Böyle diz dize oturuyorlar. Güya
hazret buyurdu ki: "Ben Muhammed, peygamberlerin, sonuncusu. Bu da
Muslihüddin, Hûda'nın sevdiği, nebilerin âşık olduğu,"
Bitti.
************
Yine bir defa Cuma gecesi akşam namazım kılarken efendi hazretlerinin
tasviri kalbime düştü, kalp gözüyle gördüm. Şöyle seslendiler: "Namazdan
sonra ikinci isme başla. Vakit mübarektir". Fakire de namazı,
tamamlayınca karşıdan ders çalıştırır gibi birinci ismi üç kere tekrarladıktan
sonra "Rabbena tekabbül ateyna" yı sonuna kadar okuyup, bir de
Fatiha'yı okuyup, ellerini yüzüne sürüp, buyurdular ki: "Şimdi söyle,
Allah’ın yardımı ve Resulullahın bol bereketli mucizeleri ile ve bizim
icazetimiz ile sana ikinci isme izin verildi". Karşıdan fakîreye
usulüne göre yapılacağını birkaç kere tekrarlayarak gösterdikten sonra dua
ettiler. Sonra buyurdular ki: "Sen bana ötekiler gibi değilsin.
Muhabbet yalnız sende midir? Bil ki bizde on misli fazlası vardır. Tereddüttü
gönlünden kov." Zira fakîrede tereddüt vardı.
************
Yine bir gece teheccüd namazını kıldıktan sonra ismullahı sürüyorken gaflet
geldi,; iç âleminde efendimiz hazretlerini gördüm. Güya buyurdular ki: "Sana
gösterdiğim muhabbeti başka hiçbir Tanrı kuluna göstermedim." Sonra fakîrenin
aklıma geldi ki nefsimle yeterince cihad etmedim. Sanki bunlar benim halim
olamazmış gibisinden kalbime tereddüt geldi. Bunun üzerine buyurdular ki: "Benim
ettiğim cihad senindir." Bu esnada fakire düşündüm ki Allah korusun
kalbimi mağrurluk kaplamasın diye bir korku geldi. Bunun üzerine buyurdular ki:
"Kalbine gurur gelse elimle engellerim. Gönlün benim hükmümdedir.
İstediğim şeyi gönlüne koyarım.":
************
Yine bir defa-. Allah’ın ismini zikre devam ederken güya bir kâse ile su
getirdiler, içecek gibi oldum, baktım, kâse içindeki su meğer altınmış. Altını
içtim,. Efendi hazretleri buyurdular ki: "Sıhhatler afiyetler
olsun." Sonra Ramazan-ı şerifin ilk gecesi teravih namazını kılarken
kalp gözüyle öyle gördüm ki efendi hazretleri önümde imamlık ediyor, fakire
arkasında namaz kılıyorum. Çok cemaat var. Sonra oturmuş teşbih okurken efendi
hazretlerini kalp gözüyle gördüm. Güya buyurdu ki: "Nicesini
ayrılığımın hasretiyle, nicesini özlemimin ateşiyle." Sonra buyurdular
ki: "Sen bilir misin benim nemsin? Gözümün nuru, sinemin
servetisin."
************
Yine bir defa: iç aleminde Efendi hazretlerini gördüm. Buyurdular ki: "Dünya
âlemi Allah'ın hankâhıdır, hizmetçisi biziz." Fakîrenin aklına geldi
ki bu sözü Hazret.-i Mevlana söylemiştir. Yine buyurdular ki: "Mevlana
hayatta olsaydı götürmeyi canına minnet bilseydi.”
************
Yine bir defa: Ramazan-ı şerifin son Cuma gecesi iç âleminde habib-i ekrem
(sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretlerini müşahede edip efendi hazretleri
karşıdan göründü. Hazret buyurdu ki: "Merhaba, yarim, canım, Tanrı'nın
sevdiği, peygamberlerin âşık olduğu." Yani efendi hazretleri habib-i
ekrem hazretlerinin yanına oturdular. Habib-i ekrem hazretleri mübarek elini
efendi hazretlerinin omzuna koyup "Bu kutupların kutbu olur"
buyurdular. Orada başkaları da vardı, onlara bildirir gibi. Bundan sonra
uyandım. Rüya âleminde görürüm ki bir bahçe. Ağaçları, otları kurumuş. Bir kötü
zemin ki olamaz. Bunun içinde yılanlar var imiş. Bu bahçeden kalbime son derece
nefret geldi, ve bu yılanlardan da korktum. Kaza ile biri sokmasın diye. Bu
esnada karşımda bir adam belirdi. Yanında bir taze oğlan var. O âdeme rica
ettim, bu oğlana tenbih etsin de bahçedeki kurumuş ağaçları, otları biçip kesip
gidersin diye. Bu ıztırapla uyandım. Kalbime büyük bir keder çöktü. “O bahçedeki dikenler, çöpler benim
amelim” o yılanlar da benim şehvete yönlendiren nefsimdir, diye. üzgün, mahzun
teheccüd namazına devam ederek meşgul oldum. Ama kalbimde şevk yoktu. Düşündüm
ki önce böyle göreyim sonra böyle görmek malumdur ki bunlar benim halim
değildir diye kalbime terreddüt geldi. Namazı tamamlayıp ism-i şerifi zikre
devam etmeye koyuldum. İç âleminde efendi hazretlerini kalbimin gözüyle gördüm.
Buyurdular ki: "O gördüğün bahçe dünyadır, içindeki yılanlar dünyanın
malı ve metaıdır. Dünyanın malı yılandır. Allahü teâlânın inayetiyle bizim
hizmetimizle dünyayı sana öyle gösterdiler ki sevgisi hepten kalbinden çıksın
gitsin. O yılanlardan korkmanın anlamı şu ki dünyanın malından varlığından
nefret ediyorsun. O dünyadır. Niye tereddüt ediyorsun? Bizim söylediklerimizi
inkâr mı ediyorsun?" diye buyurdular. Fakire de: "Haşa
sultanım. Söylediklerinizi inkâr eder miyim? Ama amelim az isyanım çok. Onun
için bu hali kendime mal edemem." Buyurdular ki: "Allahü teâlânın
rahmeti senin isyanından çok daha fazladır." Toparlandım.
************
Yine bir defa rüya âleminde gördüm ki efendi hazretleri beni sıkıca tutup
kucakladı. Kendine doğru öyle bir sıktı ki bütün vücudum hamur gibi yoğruldu
sandım. Ama acı çekmedim. Birisi dedi ki: "Hazret-i Ömer müslüman
olduğunda Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Ömer'i böyle kucaklayıp
sıktı. Ömer'in içindeki küfür, şirk ayağının tırnağından çıktı." Fakire
dedim ki: "Elhamdülillah benim küfrüm [zaten] yoktur." Yine
derler ki: "Senden açlık ve tokluk çıksın." Mehmed Efendi
Uziçe'deyken bu düş görüldü.
************
Yine bir defa: Aziz hazretlerinin vefatı haberi geldikten sonra bir gün iç
âleminde aziz hazretlerini gördüm, buyurdular ki: "Bizim için acı
çekme, insanlık kaydından kurtuldum. Senin her halin ile yine eskisi gibi
ilgilenirim."
Sonra yine bir gün kalbimin gözüyle aziz hazretlerini gördüm, buyurdular
ki: "Oğlum Hasan'a bağlan. Az zamanda benim mertebemi aşacaktır."
************
Yine bir keresinde ikinci ismi
zikretmeye devam eder
ken bütün eşyadan “hû” sesi gelir
gibi oldu. Bu hal birkaç kez daha oldu.
************
Yine bir kere ism-i şerifi zikre devam ederken güya aziz hazretleri
karşılarken “hû” diyor. Bana hitap ederek buyuruyor ki: "Hu ismini sür.
Sana izin." Nice kere böyle oldu. İsm-i şerifi zikre devam ederken
kendimi kaybeder gibi oluyordum ve kalbime “hû” ismi ilham oluyordu.
Birçok kere uyku hali' bastırdığında aziz hazretleri görünüp “hû” ismini telkin
ediyordu.
************
Yine bir keresinde aziz hazretleri iç âleminde buyurdular ki: "Bize
saygın yok mu? Üçüncü isim, ki “hû”dur, Allah'ın emri peygamber hazretlerinin mucizesi
ile sana verildi." Ve bazen kendimle meşgul iken aynı o şekilde bütün
eşyadan “hû” sesi kalbime gelir gibi oluyor.
************
Yine bir kere rüyada gördüm ki “hû” ismini zikre koyulmuşum.
************
Yine bir gece yatsı namazını kılıp ism-i şerifi zikre devam ederken kalbime
ilhanı oldu: "Hu ismine devam et." Bu şaşkınlıktayken kalbimde
aziz hazretlerini gördüm, buyurdular ki: "Allah tarafından buyuruldu.
Hu ismine koyul. Bizim iznimizle." Aynen o şekilde tekrar kulağıma
yapışıp “hû” eledi ve buyurdu: "Sultanım, bunları yazıp oğlum
Çelebiye gönderin."
************
Sonra bunlar oldu. Birçok kere. Allah'ın ismine devam ederken, kendimi
kaybeder gibi oldum ve “hû” ismi kalbime düştü. Nice kere uyku hali
bastırıp aziz hazretleri belirip “hû” ismini telkin etti. Nice kere böyle
olmasına rağmen ben kulak asmayınca "bize kulak asmaz mısın? Üçüncü
ismi sana tayin eyledim.”
************
Yine bir kere aziz hazretleri buyurdular ki: "Allah'ın emri,
peygamber hazretlerinin mucizesiyle sana üçüncü isim olan “hû”, sana tayin
olundu." Bu hal rebiülevvel ayının
ilk perşembe günü ikindiden önce gerçekleşti. Ve bazen kendimle
meşgulken aynen önceki gibi bütün eşyadan “hû” sesi gelir ¡gibi oldu.
Bir kaç ay boyu böyle kendi halimdeyken aziz hazretlerini kalbimin gözüyle
gördüm ve “hû” ismini telkin etti. Yine "Bunlar zihin aldatmacasıdır,
ben bunlara layık değilim" diye ciddiye almadım.
************
Yine bir gün Allah ismini zikre koyulmuşken iç âleminde buyurdular ki "“hû”
ismine koyulasın, her dileğine ulaşırsın. Her zorluk açılır." Her
keresinde böyle olup bir kaç kez yine azarladılar. "Bize muhalefet mi
edersin?" dediler. îster duada ister namazda, her halimde, onlardan kalbime
ilham düşer: "Elbette “hû” ismine devam et" diye.
************
Yine bir keresinde aziz hazretleri tarafından kalbime ilham oldu ki: "Önce
“hû”, sonra “hû”. Dışı “hû”, içi “hû”. Sultanım, bu halleri oğlum Çelebi
efendiye yazıp gönderin." Onlardan cevap beklerken aziz hazretleri
tarafından işaret oldu ki: "Oğlum Hasan'dan haber gelinceye kadar
bekleme. Mehmed Dede'ye bildir." Şimdi size bildiriyorum. Ne buyurursunuz?
Bunlar zihin oyunu mudur yoksa gerçek midir? Hâşâ sümme hâşâ aziz hazretlerinin
söylediklerini inkâr edemem, ama ben bunlara layık değilim. Dünya derdine
dalmışım, Hakk'a layık bir nesnemiz yok. Bunlara hakkım hiç yok. Hakk süphanehu
ve teâlânın lütfü çoktur. Sultanım, ne buyurursunuz? Bildirin.
************
Cevap: Her açıdan üçüncü isim hakkınız olmuş. Allahü teâlâ mübarek eylesin.
Hemen devam edin. Fakirden izin olsun.
************
Bir keresinde de perşembe gecesi
rüyada gördüm ki hazret-i peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretlerinin
nikâhına girmişim, yani peygamber hazretleri hakkaten bana nikâh edip hatunu
olmuşum.
Birisi bana dedi ki: "Bu zamanda peygamber hatunlarından başta sensin.
Şimdiden sonra senin elini öperler." Kendi halime şaştım ve öyle
bildim ki gerçekten benimle nikahlanmış ve onlarla buluşmuşum. Ama hazret-i
peygamberi aynen gördüğümü söyleyemem.
************
Bir kere de, yine iç âleminde efendi hazretlerini gördüm, kalbim ile güya
diyorum ki:; "Bu esrarımı acaba kimseye duyurmam makul müdür
değil midir?" Buyurdular ki: "Bizim ile olan muameleyi bizim
Mehmed Halife'ye ol hatuna dediğinden bir şey [söylemen?] gerekmez. Onlara
böylesi daha yararlıdır. Bize yakınlaşmanız rüya ile olur."
************
Yine bir kere: Ârefe gecesi sıkı bir sıtmaya tutuldum, hararetim şiddeti
etkisinde öyle gördüm ki efendi hazretleri hemen yakınımda. Sanki başıma yanaşıp
halimi sorar gibi. Hem buyurdu ki: "Bu sıtmanın altında çok yararlı
şeyler var. Öyle bil. Gündüz oruç tutan gece namaz kılan olsun." Bunu
bilemezdik.
************
Bir kere mübarek bayram günü tenhada kendi halimde duada iken kendimi
kaybettim, aklım dağılmış. Yine efendi hazretleri görünüp buyurdular ki: "Bayramın
mübarek olsun, inşallah büyük bayrama birlikte ulaşırız," diye
buyurdular.
************
Yine bir defa: Ramazan-ı şerifin son Cuma gecesi, gece yarısında evradım
olan ismi zikretmekle meşgul iken aziz hazretleri aynen karşımda
belirip,-fakire “hû” deyince karşılığında onlar "Hakk" diyorlardı.
Yine bundan sonra bir güzel yüzlü oğlan gördüm. Başına bir altın taç takmış.
Sağ kulağıma yapışıp ben “hû” dedikçe o "Hakk" diyor.
Bunu da pek ciddiye almadım. Zihin oyunudur, diye yüz vermemek istedim, ama
aziz hazretleri tekrar karşımda belirip fakîreye şöyle hitap ettiler:
"Bize Ebussuud tefsirini gönderen Asiye Hatun: Sen ki benim
sevenim-ve, sevilenim, isteyenim ve istenilenimsin. Ramazan-ı şerifin son
Cuma’sının gece yarısında, bu gece Hakk teâlânın emri ve peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) hazretlerinin bol bereketli mucizeleri ile, dördüncü isim
olan "Hakk"ı sürmeye sana izin verildi."
************
Sonra: Yine fakîreye gaflet geldi. Rüya âleminde gördüm ki benzersiz bir
oda. Duvarı gümüşten. Üzerinde altından "La İlahe İllallah Muhammedün Resulullah"
yazılmış. Dört tarafı böyle. Yukarıda eşsiz kandiller asılmış. Bazısı altından,
bazısı çeşitli mücevherlerden yapılmış. Bu odanın ortasında bir şadırvan var,
altından Suyu bile altın akıyor. Velhasıl öyle bir oda ki insan aklı kavrayamaz.
Aziz hazretleri o sudan fakîreye verdiler, ama su da altın gibidir. Ne görsem,
bu odanın başında habib-i ekrem (sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretleri
oturmuşlar. Sağında solunda dört halife oturmuş. Bilileri de ayakta duruyor.
Habib-i ekrem hazretlerini (sallallâhü aleyhi ve sellem) mübarek hilyelerindeki
gibi gördüm. Aynen öyle gördüm. Hatta mübarek alnındaki nuru, mübarek gözlerini
ve yüzlerini açıkça seçiyordum, sanki gerçekten görüyor gibi. Ve dört halife
hazretlerini, cüsseleri ve şekl ü şemaillerini açıkça gördüm. Dışarıdan
tabaklarla hediyeler, sanki peygamberlerin sultanına getiriliyordu. Bazılarını
alıkoyuyorlar, bazılarını dışarı iade ediyorlardı. Ayakta olanlar bu
hediyelerle ilgileniyorlardı. Bu esnada aziz hazretleri karşıdan gelip, "Selamün
aleyküm, öncekilerin ve sonrakilerin soylusu, âlemlerin rabbinin sevgilisi"
diyerek karşılayınca, peygamberlerin sultanı selamı alıp "Tanrının
sevdiği peygamberlerin âşık olduğu" buyurdular. Aziz hazretleri de
dört halife. hazretlerinin tam ortasına oturdu. Fakîrenin vakfeylediğim Kuran-ı
Kerîm aziz hazretlerinin elindeymiş. Güya peygamberlerin sultanına sunup "Bu,
fakîrenin sultanım hazretlerine hediyesidir" dediler. Hazret-i
Muhammed tebessüm edip "tekabbel Allahu bikabulin hasenin sümme
kabbilna sümme kabbilna sümme kabbilna" [Tevili mana: Allah Teâlâ hüsnü kabul ile kabul buyursun, sonra bizden
kabul etmemizi istendi, kabul ettim, hep kabul ettik] diyerek mushaf-ı şerifi mübarek eline alıp açtı ve baktı. Dört halife de
alıp gözden geçirdiler. Yine hazret-i peygamberin mübarek ellerine verdiler, onların
elindeyken fakire uyandım.
************
Yine bir defa ism-i şerife devamla “hû” dedikçe sanki aziz hazretleri
görünüp "Hakk’da Hakk'tan buyruldu." buyurdular.
************
Ve yine o gece, Ramazan’ın son Cuma gecesi, gece yarısından sonra sabaha
yakın otururken bana sanki "Hakk teâlâ sana selam eyledi" dediler.
Ama kulakla ses işitmek gibi değil, âdeta kalbime ilham oldu.
Cevap: Bacı kadın, sınırsız ve sayısız selam ve dualardan sonra: Allahü teâlâ
mübarek etsin. Her türlü kanıt ile hakkınız olmuş her açıdan. Bu asi yüzü
karanın iznine ihtiyacınız yok, ama edeplilik göstermişsiniz. Allahü teâlâ
edebinizi artırsın ve ilerlemeniz günden güne çoğalsın. Bu izin olsun, Hakk
ismini sürün. Bu yüzü karayı da dualarınızda hatırlayın vesselam.
************
Yine bir kere: Gördüm ki bir kaç muhteşem azizler bir yere toplanıp tevhid
ederler. Sonra ismullahı sürüp "kayyûm" ismini çekerler. Fakireye
de "Sen de 'kayyûm' ismini sür" derler. Şeyhime sordum, "kayyûm"
ismini verdi.
************
Yine bir kere: Bayram gecesi iç âleminde gördüm ki habib-i ekrem (sallallâhü
aleyhi ve sellem) hazretleri ve efendi hazretleri bir yerde otururlar. Habibullah'ın başında siyah tülbent var. Üzerinde bal renkli mübarek giysisi. Hilyedeki şeklinde görüyorum. Sonra
peygamber hazretleri bir altın para çıkarıp efendi hazretlerine, onlar da fakireye
verdiler. Sağ elime aldım, Bu para elimde büyüdü. Bir büyük yuvarlak ayna gibi
oldu. Rengi altın, ama ayna gibi. Öyle saf, öyle parlak ki anlatması mümkün
değil. Elimde tutarken aklıma düştü ki "Galiba Hazret-i Allah'ın cemalinin görüldüğü ayna budur." Ayna elimde kaldı. Uyandım.
Kaynak: Cemal
KAFADAR, RÜYA mektupları ASİYE HATUN,
Oğlak Yayıncılık ve Reklamcılık Ltd. Şti Birinci baskı: Kasım 1994, İstanbul
[1] Burada amacımız birtakım motiflerin
anlaşılmasında zaman içinde ortaya çıkan kültürel değişikliklere değinmek,
yoksa Freud'çu ruhbilimsel çözümleme ayrı bir eğitim gerektirir; aksi takdirde
sık sık yapılan vülger [müstehcen, edebe aykiri. 2. adi, bayagi; görgüsüz ]
Freud'çuluk hatasına düşmek
kolaydır. Öte yandan, rüyaların yorumlanmasında uzun ve sivri nesnelerin
erkeklik uzvunu simgelediği görüşünün modern insana has bir görüş olduğunu ve
birdenbire Freud'la başladığını düşünmek yanlış olur. İkinci Bayezid devrinde,
çeşitli tabir kitaplarından derlenerek oluşturulan Kâmilü't-ta'blr adlı eserde, İbn Şîrîn zikredilerek şu
görüş belirtilir: "bıçak te'vilde oğlan ola
ve bıçak kını 'avret ola". TSK, R.
1769,210b.
[2] Bkz.
’Uşşâkîzâde, Zeyl-i Şakâ'ik, Iz. H. J. Kissling (Wiesbaden: Viyana nüshasından
tıpkıbasım, 1965), 129-130; 'e Şeyhî, Yekâyi'ü'Fuzelâ. hz. Abdülkadir Özcan
(İstanbul: Bayezid Ktp. nüshasını an tıpkıbasım, 1989), I: 146 (Şakaik-ı
Nu'maniye ve Zeyilleri dizisinin 3. cildi).
[3] Acaba
Asiye Hatun'un rüyalarına İstanbul'daki saray kütüphanesine ulaşmasında bu tür
bir tarikat bağlantısı mı rol oynadı? Bk. D. 3104 |Katalogda yanlışlıkla
"kuyumcubaşı defteri" olarak belirtilmiş. Arşiv yöneticisi Sayın Ülkü
Altındağ'ın hazırlamakta olduğu ve yayınlamaya başladığı yeni katalogun
devamını dört gözle beklemek için bir sebep daha). Bir diğer ihtimal, eğer
hayattaysa Asiye Hatun'un, değilse de varislerinin, 1689'de Üsküb'ün Habsburg
generali Piccolomini'nin emriyle yakılması üzerine gerçekleş irilen ve 20.
yüzyıla kadar süren Balkan muhacirliğinin mukaddimesi sayılabilecek., büyük
göçle İstanbul'a yerleşenlerden olması ve yazışmaların İstanbul içinde el
değiştirmesidir.
[4] Rüya
günlüğünde sadece beş isim olması şaşırtıcı. F. de Jong'a göre (Encyclope- dia of İslam, yeni ed„
"Khahvatiyya") Halvetîlikte yedi isim şöyle sıralanır:
l) el-Tehlîl;
2)Allâh; 3)Hü; 4) Hayy; 5)Hakk; 6)Kayyüm; 7)Kahhâr.
Rüya günlüğünde sözü geçen son isim "kayyûm" olduğuna
göre, yedinci isme gelmeden yazışmalar bitmiş ya da sonrası yitmiş olabilir.
Ayrıca "hu“dan "Hakk"a geçtiğini açıkça belirtir hatun; de
Jong'un listesindeki dördüncü isim olan "Hayy"dan hiç söz edilmez.
Demek ki hiç olmazsa isimlerin sırası, zaman içinde ya da Haivetîliğin kolları
arasında değişiklik gösterir. Merhum Cerrahî şeyhi Muzaffer Özak'ın Ziynetü'l-kulûb (İstanbul, 1973) adlı
eserinde verdiği liste Asiye Hatun'unkine daha yakındır ama yine de
"Hayy'in atlanmasına açıklık getirmez; bkz. s.40-41:
1) Tehlîl; 2)Allâh; 3)Hu 4)Hakk; 5)Hayy; 6)Kayyum; 7)Kahhâr.
Bu kaynağa dikkatimi çeken Andrâs Riedlmayer'e teşekkür borçluyum.
[6] İstanbul
Üniversite Ktp., İbnülemin M. K. İnal yazmaları, no. 2956, 46b-52b. Hatun'un
çağdaşı bir diğer Halveti, Niyazi-i Mısrî, Yunus Emre'nin "çıktım erik
dalına" diye başlayan şiirine yazdığı şerhte, batınlarının "tenezzül
ve terakkisin" lyani iniş ve çıkışını] bilmek isteyenlere "telkîn-i
mürşid ve usül-i esma ile bile gönül kitabına ve 'ilm-i ta'bîre mürâca'at"
etmelerini söyler; buna göre davranan miirid, her gün ne düş görürse
"mürşide 'arz eyler ve ana ahvâli beyan eyler ol miişkili de hail olup
sülük eyler". TSK, H. 303, 2b-3a.
[7] Muhidclini Arabi Ta
'birnamesi: Yeni harflerle, yeni lisana göre tercüme edilmiş en mükemmel ta'birnamedir, çev.? Süleyman Tevfik (İstanbul, 1932), s. 5. Yine bu bağlamda, II.
Abdülhamid'in emriyle Süleyman Hasbî Efendi'nin Arapça'dan çevirdiği, Abdülganî
el-Nâbulusi'nin (1641-1731) ünlü tabirnamesi Ta'tirû'l-enâm 17
ta'blri'l-menâm'da geçen şu cümle (İstanbul, H. 1306,
s.9) dikkat, çekici: "bir kimsenin hâli
sükünetde ve kendisi huzur ve rahatda ve libâsı fâlıir ve cedîd bulunur ise...
onun rü'yâsı sahih olur".
[8] Ahmed
Vecdî, 27a.
[8] Ahmed Vecdi, 25a. Rüyalara daha başka, uçlu,
beşli vb sınıflamalar da uygulanır, ama bütün bu sınıflamaların genel yapısı bu
ili kutbu korur, üçlü sınıflamalarda Allah'tan gelenlerle Şeytan'dan gelenler
arasına yerleştirilen rüyaların nefse atfedilmesi, S. Ateş'in belirttiği gibi
(s.70) çağımızın bilinçaltı anlayışına bir benzerlik gösterir. Benzeri bir
görüş Hıristiyan düşüncesin :1e de, en azından II. yüzyılda yazan
Tertullian'dan yakınçağ Avrupasına kadar geçerlidir. George Calofonos, "Dream Interpretation:
A Byzantinist
Superstition?" Byzantine and Modern Greek Studies 9 (1985):215-20.
Onyedinci yüzyıl hatırat
yazarlarından İngiliz rahip George Fox, rüyaları üçe ayırır: Şehevî, şeytani, ve
Tanrı'nın insanla musahebeleri. Zikreden: Alan MacFarlane, The Family Life of Ralph Josselin, a Seventeenth-Century
Clergyman: an essay in historical anthropology {New York, Lond'a, 1977), s.183. Krş. hadis: "rüyâ-i mû'min, kelâmdur ki kul
anunla düşde Rabbiyle söyleşür". Zikreden: Ahmed
Vecdî, 25b. Hıristiyan geleneğinde şeytanî düşler çok deha ciddiye alınır, zira
Hıristiyan geleneğinde Şeytan çok daha ciddiye alınır. Bu koıuya ışık tutan
gözlemler için, bkz. Hüsrev Hatemi, Yozlaşmadan Uzlaşmak
(İstanbul, 1988), s.74-75-.
[9] A.
Vecdî, 25b.
[10] Malinowski'nin
Kuzey Amerika yerlilerinden dinlediği düşleri ele alırken geliştirdiği resmi
(’'official'') ve serbest ("free") rüyalar sınıflaması için, bkz. Sex and Repression in Savage Society
(New York. 1955), s.89-90.
[11] Eflatun
ve Çinli Daoist düşünür Ctıang Tzıı'nın çoktan ortaya attıkları, daha yakın
zamanlarda Descartes'ın modern Batılı diişüna ye malettiği, kabaca özetlersek
"şu anda rüya görüyor olmadığım nereden belli?" sorusu başta olmak
üzere rüya olgusunun uyandırdığı felsefi soruların, 20. yüzyıl analiı.ik
felsefe geleneği içinde irdelenmesi için bkz. Philosophical Essays on Dreaming, ed.
C.I5.M. Dunlop (Londra, 1977).
[12] A.g.e., 24a-b.
[13] Bu
konuda bkz. W.D. O'Flaherty, "Inside anı 1 Outside the Mouth of God: The Boundary between Myth
and Reality” Daedalus
10&(1980):93-125.
[14] Kitâb-i Menâmât, Nuruosmaniye Ktp.,
yazma no. 2599. BizanslIların rüya anlayışındaki koşutluklar için, bkz. ,4 History of Private Life, t. çili, eti
Paul Veyne, Ing. çev. A. Goldhammer (Cambridge, ABD, 1987) içinde, s. 553-641
arasında lîvely- ne Patlagean'ın Bizans'a ilişkin yazısı, s.624-25.
[15] Metni
okumamda yardımını esirgemeyen Sayın Prof. Gönül Tekin'in işaret ettiği gibi,
birinci mısra çok yaygın olarak zikredilen, "eğer sen olmasaydın eflaki
yaratmazdım” mealindeki bir hadis-i kudsîye telmihde bulunur: "Levlâke
levlâke lemâ halak- tu el-eflâk". Bkz. A. S. Levend, Divan Edebiyatı (İstanbul, 3. basım,
1980), s. 104-105,
[16] Bu
konuda, evliliğe yönlendiren çeşitli hadi; ilere rağmen mutasavvıflar arasında
siiregiden tartışmalar için, bkz. Smitlı, a.g.e., 165-171. Birçok evlenme
teklifini reddeden Rabia Hatun'ıın kendi tavrı için, s.10-13. Yukarıda sözü
geçen Cihânârâ Begüm de hiç evlenmemiştir.
[17] K.
Shepherd,.i SufiMatriarch:I-IazralBaba)in(Cambridge,
tng„ 1985), s.30-31.
[18] "Platonik
evlilik” örnekleri için bkz. Smith, s. 140-41 ve 156-57.
[19] Rabia
Hatun'un asırlar boyu değişik İslâmî toplumlarda, hatta Avrupa'da örnek/ model
gösterilmesi konusunda, bkz. Schimmel, Smith'in kitabına giriş yazısı, s.xxvii-
xxviii ve xxxiii.
[20] Hatun'un bu konuda fazla İleri
gitmiş olabileceğine dair kaygısı ilk mektubunda açıkça ifade edildiği gibi,
daha sonra da aklı la takıldığı bir rüyasından anlaşılıyor: Bu rüyada
Muslihüddin Efendi görünerek "seni Veli
Dede'nin elinden biz aldık" der ve Hatun'un şeyh
değiştirmesinin iradesi dışında gerçekleştiğini vurgular. Asiye Hatun'un,
tarikatnamelerde okuduklarına
dayandığını söylediği kaygısı yersiz değildir. Müridler arasında şeyh
değiştirme dürtûsü ve şeyhler arasında bunu engelleme ya da sınırlama arzusu,
herhalde tarikat hayatında hiç olmadığı düşünülemeyecek gerginlik unsurlarından
bir olmalı. 10. yüzyılın başlarında Yahya Efendi zaviyesi türbedarı olan
Şeyh Mehmed Nuri, müridleri "kırk
senedir basiretim feth olmadı" diye şeyh değiştirmeye
yeltenmemeleri, ancak kendi şeyhleri buna gerek görür ve izin verirse böyle bir
hareketin uygun olacağı konusunda uyarır: "yoksa şeyhi tecdîd etmekle füyûzât-ı ilâhiyye teceddüd
bulmaz". Bkz.
TSK, Y.Y. 1162,15b.
[21] El,
"Khahvatiyya" maddesi.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar