Print Friendly and PDF

ASİYE HATUN'UN RÜYA DEFTERİ

 

 

MÜTEREDDİT BİR MUTASAVVIF ÜSKÜPLÜ ASİYE HATUN'UN RÜYA DEFTERİ (1641 – 1643)

Hzl: Cemal KAFADAR

Türk tarihinde kadınların varlığı sözkonusu olduğunda, yeterince araştırılmamış iki büyüt iddiayla yetiniriz genellikle:

Türklerde kadınlar diğeri İslam toplumlarına göre çok daha ser­best davranabilmişlerdir; Osmanlılarda kadınlar bir ara devlet işlerine burunlarını sokmuş, "zayıflama ve çöküş döneminin zayıf padişahlarını” parmaklarında oynatarak siyasi hayatın "dejenere olmasına" katkıda bulunmuşlardır. Tanzimat'la birlikte başlayan ve büyük bir oranda matbu kaynaklara dayanarak çalışılabilen çarpıcı değişme dönemi, son yıllarda Prof. Dr. Zafer Toprak ve diğer bazı araştırmacıların çeşitli yazılarına konu olduğu için nisbeten talihli. Ama, özellikle 15 ile 18. yüzyıllar arasına yerleştirdiğimiz "klasik” devrin Osmanlı toplum tarihini, kadınlı erkekli, çoluklu çocuklu, yani gerçek bir toplum gibi yaza­bilmek henüz imkânsız görünüyor. Kadınların Osmanlı siyaset dünyasındaki rolleri hakkında, özellikle Hürrem Sultan ile Kösem Sultan arasındaki döneme ilişkin, bilgimiz yok denemez, ama ko­nunun derinlemesine monografik çalışmalarla etraflı bir şekilde ele alınması gerektiği ortada. Üstelik soru saraylı kadınlarla sınırlanmamak elbette, iktisadi ve sosyal hayata nasıl katıldık­larına dair bilgiler birikmekte ama daha bir sentez çabasına ilham kaynağı olacak yoğunluğa ulaşmadı3. Konunun sanırım en az bilinen cephesine, yani kadınların kültür alemindeki konum ve etkinliklerine gelince, ansiklopedik birkaç şair biyografisinden öte gitmek mümkün değil.

Osmanlı toplum ve kültür hayatında kadınların yeri konu­sunda daha derinlemesine araştırmalara ve sentezlere geçebilmek için şüphesiz bu konuya ışık tutacak şekilde bilinen kaynakların taranması  ve yenilerinin ortaya çıkarılması gerekir. Böylesine muazzam arşiv ve yazma hâzinelerine sahip bir  saha­da çeşitli konulardaki bilgisizliğimizin temel sebebini kaynaksızlıktan önce o konulara yönelik soru sorulmayışında ara­malı herhalde. Yeni tür soruların, yeni tür kaynakların keşfine ve bilinenlerin yeniden değerlendirilmesine yol açacağı ümidiyle başladığımız araştırmalarımız sırasında Topkapı Sarayı Kütüp­hanesinde karşımıza çıkan hoş sürprizlerden birini tanıtmak isti­yoruz burada, onyedinci yüzyılda Üsküp'te yaşayan Asiye Hatun'un rüya defterini.

Bir kadının elinden çıkmış olmaktan öte, metin eski edebi­yatımızda çok nadir olduğu (neredeyse olmadığı) düşünülen anı/ hatıra türüne dahil olması açısında a da ilgi çekici. Gerçi ben de­mektense çoğu kez "fakire" (bir kere de "hakire") demeyi yeğliyor Asiye Hatun, ama bu sözcüğü tasavvuf terbiyesinden geçmiş ya da etkilenmiş kişilerin kullandığı gibi birinci tekil şahıs zamiri olarak kullanıyor:

"Fakire dahi öyle el bağlayıp karşısında dururum"

insanların kendi sergüzeştlerinden dolaysızca söz ettikleri otobiyografik yazıların varlığı, genellikle Rönesans/kapitalizm Avrupası'nda ortaya çıktığı ve Batılılaşmamış Doğulularda bulunmadığı düşünülen "bireyleşme" olgusuna dayanılarak açıklana gelmiştir. Son zamanlarda tarih ile edebiyat çözümlemesini birleştiren incelemelerde bu açıklamanın yeniçağ Avrupası için bile çok su götürdüğü ortaya atılmıştır. Ayrıca genel olarak İslâm edebiyatında ve özel olarak Osmanlılarda bu tür metinler sanıldığından çok daha fazladır. Biz burada, ancak Asiye Hatun’un rüya anılarını verirken bir noktayı vurgulamadan geçeme­yeceğiz: Batılılaşma devrinden önce yazılmış, şimdiye kadar görebildiğimiz birinci şahıs metinleri arasında bir tek Asiye Hatun'unki baştan sona tereddütle örülmüştür. Diğerlerinin hiçbirisi, buradaki gibi kendini sorgulayan bir içe bakış, hatta suçluluk duygusuyla karışık bir "itiraflar" havası yansıtmaz. Hatun'un çağdaşı iki erkek mutasavvıfın, Seyyid Hasan ve Niyazî-i Misrî kaddesellâhü sırrahumü’l azîz efendilerin anılarına bakarsak mesela, bu tür bir kendinden şüphe bulamayız. Bir tek Asiye Hatun’un rüya defterin­den yola çıkarak, bu farkı, yazarların kadın veya erkek oluşları ekseninde açıklamak acelecilik olur, ama kadın elinden çıktığını bildiğimiz tek hatıra metninin bu özelliği kesinlikle dikkat çekici. Bunun cinslerin toplumdaki değişik konum, rol ve güçleriyle ilişkili olmadığını düşünmek zor.

Elimizdeki metin Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nin yaz­maları arasında gösterişsiz küçük bir mecmuanın içindedir. Mecmuada topu topu iki metin vardır: Biri (lb-45a) NergisT’nin Hamse'sinden "Kânünü’r-reşâd" adlı kısmın, diğeri de (46b55a) burada ele aldığımız Asiye Hatun'un rüyalarının aynı müstensih tarafından kâğıda dökülmüş birer nüshasıdır. Birin­ci bölümün ketebe kaydında istinsah tarihi olarak Hicrî 1114 Muharrem'i veriliyor (28 Mayıs-26 Haziran 1702). ikinci bölümde hiçbir tarih kaydı yoksa da, kâğıt ve yazıda görülen devamlılık açısından, birinci metnin üzerinden pek fazla zaman geçmeden tamamlandığı tahmin edilebilir.

Müstensihin kimliği belli değil; bu yüzden pek alışılmadık türden bir metin olan bu rüyalarla ilk yazılışlarından yaklaşık altmış yıl sonra neden ilgilendiğini kestirmek güç. Asiye Hatun'un kendisin değilse bile ailesini tanımış olduğu düşünülebilir. Daha açık olan, müstensihin Asiye Hatun gibi Hal­veti tarikatına mensup olduğu; çünkü istinsaha başlamadan önce yazdığı kısacık girişte; hatunun "tarîk-i hakka sülük" ettiğini be­lirtiyor ki sonradan metinde bunun Halvetîlik olduğunu öğreniyoruz. Bir ihtimal, Asiye Hatun'un Halvet! yolundaki olum­lu tecrübelerini böyle bir metin aı acılığıyla yayarak başkalarını (belki de özel olarak başka kadınları) da Özendirmek niyetindedir. Ya da bizzat kendisi, hatunun ruhi gelişmesini anlattığı satırlardan etkilenmişle bir kopyasını elinde bulundurmak iste­miş olabilir. Metni bir müsensihe olduğu kadar bir "müstensiha"ya borçlu olabileceğiniz ihtimalini de gözardı etme­meli.

Bu girişten Öğrendiğimize göre, Asiye Hatun Tasavvufta yolunu seçmiştir ama şeyhi başka -bir şehirde olduğu için rüyaların] yazılı olarak göndermesi gerekmiştir. Bu mektupların "birer müsveddesini de kendi evinde saklamıştır. Hatunun vefatından sonra bizzat kendi elinden çıkma müsveddeler ve bazı cevap mektupları (yazı masası olarak kullandığı) peştahtasında bulunmuş ve müstensih bu pusulalardan elimizde bulunan nüshayı meydana getirmiştir. Ve bu işi yaparken belki müstensihlikten öte bir rol oynayarak editörlük de yapmıştır. Yanı burada, hazır bulduğu başı sonu belirli bir metni olduğu gibi yeniden yazdığından emin olamayız. Birtakım yazışmaların müsved­delerini bulmuş, bunları belki de kendince sıralamıştır; bu işi ya­parken bir iki yerde yanılmış da olabilir.

Bu durumda Asiye Hatun’un bir "rüya günlüğü" yazarı olarak görülmesi ne kadar geçerlidir? Sadece mektup yazarı ola­rak görülmesinin daha doğru olup olmayacağı sorulabilir. Bir kere mektup yazarlığı anı yazarlığına o kadar da uzak değildir, üstelik işin ilginç yanı, hatun kendi yazdığı mektupların müsveddelerini ve gelen cevaplardan bazılarını saklamıştır. Dolayısıyla bir çeşit hatıra defteri oluşturmuştur; dönüp dönüp okuyabileceği, kendi elinden çıkma bir "hatırlama malzemesi" bi­riktirmiştir. Buradan yola çıkarak, yazarların kendi biriktirdikle­ri, kendi ellerinden çıkma mektuplarından oluşan inşa mecmua­larını, anı kitapları, ya da daha geniş bir şekilde tanımlamak gerekirse, "birinci şahıs anlatıları" arasına katabiliriz. Hatta, mecmua ve cönk adını verdiğimiz derlemelerin çoğu, derleyiciler açısından "okuduklarımdan notlar1 ya da "en sevdiğim şiirler" gibi kategoriler içinde ele alınarak, anı türünün akrabası sayılabilir.

Asiye Hatun'un hayatı ve ailesi hakkında metinde verilen­lerden öte bir bilgimiz yok şimdilik. Babası Kadri Efendi, büyük bir ihtimalle İlmiyedendir ve 1630'larda ailesiyle Üsküp'te Yaşamaktadır, ikinci Viyana kuşatmasından sonra büyük demog­rafik çalkantılar yaşayacak olan Üsküp, bu devirde birçok Bal­kan şehri gibi çoğunluğu Müslüman olan bir ahaliye sahiptir; 17. yüzyılın ortalarında 50-60 bin tahmin edilen nüfusuyla, bölgesinde idari ve ilmi bir merkez rolü oynadığı gibi, ikibinden fazla kârgir dükkânıyla ve üzerinden akan hatırı sayılır ticaretle kendi çapında ünlenmiş bir üretim ve pazar şehridir. Gerçi 17. yüzyılın ilk yarısında Makedonya dağlarında haydutlar cirit at­maya başlamıştır; mesela 1611 yazında PolonyalI Simeon'u Ve­nedik'e götüren kervan, "levend ve haramiler yüzünden yollar korkulu" olması dolayısıyla 12 gün Üsküp'te konaklamak zorun­da kalır. Ancak, bunların yerlerini merkezlerindeki gündelik hayatı ne kadar etkilediğini tam olarak bilemesek de, bu devrin belgelerini daha sonrakilerle karşılaştırdığımızda, etkilerinin sarsıcı olmadığını tahmin edebiliriz. Elimizdeki yazışmalardan yaklaşık yirmi yıl sonra Üsküp'te bulunan Evliya Çelebi, onbini aşan kiremit damlı evleriyle oldukça mamur bir şehir tablosu çizer.

İşte bu şehirde, 1630'lu yılların sonlarında, Kadri Efendi’nin kızı Âsiye Hatun, Veli Dede adlı bir şeyhe bağlanmış ve iki seneden kısa bir sürede birer birer ilerleyerek esma-yı seb'ayı (Allah'ın yedi ismini) zikretmeye icazet alacak kadar mesafe katetmişken, şeyhinden soğur. Tasavvufî bir yola girerken bekle­diği şekilde ''kalbi[nin] gözü tam bir mikdâr açılmağa başlamışken" ruhi gelişmesi duraklar, nefsiyle giriştiği mücadelede gerilemeye başlar. Sebebini kendisi de bilmez ama şeyhe bir suç atfetmekten çekinir, kabahatin kendinde olduğunu düşünür. Hatun böyle "gamkîn ve mahzun" iken bir başka şehirde, Uziçe'de bir Halvetî dergâhında postnişin  olan Muslihüddin adlı bir şeyhin ünü ve, herhalde çeşitli kerametleri kulağına gelir. Belki de karizma denilen kavrama her zaman bir nebze katılması gereken bir diğer yanı duyulmuştur şeyhin, yakışıklılığı. Cezbe ile cazibenin örtüştügü alanı kestirmek zor ama tasavvuf tarihini cinslilendirmek istiyorsak bu alan üzerinde düşünmemiz şart sanırım. (Zaten Asiye Hatun’un rüyalarında kıyafet/fizyonomi bilimi geleneğinde görüldüğü gibi, iyi insanlar hep güzeldir, kötüler de çirkin.) Konuyu babasına açıp Muslihüddin Efendi'ye "bazı bahane ile" bir adam gönderir ve bu şekilde aşinalık kesbettikten sonra "muhabbet gönül tahtında karâr eyler". Bu yeni "muhabbet kemendi boynuna" bağlanmakla, dertli hatun eski ruhî gelişme çizgisine kavuşur gibi olduğunu hisseder. Hisseder ama pusulasız ve kılavuzsuz, olarak yön değiştirmiş olduğu için yaptığı işin doğruluğundan emin değildir. Hiç olmazsa meşrulaştırmak gerekliği duyduğu tahmin edilebilir.

İşte Asiye Hatun'un elimizdeki metni oluşturan mektupları bu noktada başlar. Kendisine "muhkem ızdırâp" veren bu iç çelişkisini bir mektupla "biraderim" diye hitab ettiği, Uziçe'li şeyhin Üsküp’te halîfesi olduğum tahmin ettiğimiz, Mehmed Dede adlı, ilmine güvendiği birine açıklar ve akıl danışır:

Gönül âlemindeki bu değişiklikler olumlu bir gelişmeye mi işaret etmek­tedir, yoksa bir nefs oyunu mudur?

Hem bu değişikliği eski şeyhine nasıl açacağını: bilemez. Gelen cevapta Muslihüddin Efendi’nin hatunun eski şeyhinden üstün olduğu belirtilir; eski şeyhin irşadı da bir işe yaramıştır ama bundan ilerisi Uziçe'li şeyhten gelecektir. Bu yeni gelişmelerin izlenip yönlendirilmesi için de makul olan hatunun rüyalarını yazıp göndermesidir. Gizli kal­ması gerektiği sıkı sıkı vurgulanan bu yazışmaların getirilip götürülmesinde Asiye Hatun’un kendine sırdaş bildiği bir "hâce kadın'' aracılık yapar.

Asiye Hatun, rüyalarını yazıya döktüğü sıralarda evli değildir anlaşılan. Yaşını bilmiyoruz, ama kendini evlilik çağını geçkin olarak görmediği tahmin edilebilir. Bir düşünde kör ve çirkin bir yaşlı kadın olarak beliren, "velîler aldayıcı, sükker gösterip zehir içirici" dünyaya kardeşlerinin nikâh (daha doğrusu, "kâbın") kıyıp sonra talâk verdiklerinden ama kendisi­nin hiç kıymadığından söz eder. Acaba kardeşleri evlenmiş (ve boşanmış) da kendisi evlenmemiş midir?

Kesin bir şey söylemek zor. Ancak evlilik motifi rüyalarda sık sık boy gösterir. Elimizdeki ilk rüyasında Muslihüddin Efendi'yle evlendirildiğini görür. Yine bir suçluluk duygusuyla, sadece ve sadece ruhların birleşmesi anlamında yorumlar bu rüyayı; cinsel yakınlaşma içeren dünyalık bir evlilik olarak anlaşılması ihtimalinden belli ki ra­hatsız olur. Ancak, bu ;düş evliliklerin nasıl anlaşılması gerek­tiğini belirledikten sonra, bir kaç kere daha kendini şeyhinin ya da Hazreti Muhammed'in nikâhlısı olarak görür ve kâh "safâ ile" kâh "sürür ile" uyanır.

Şeyhinin bir kere kendisini kucaklayıp sıktığını görür, ama bu "Hazret-i Ömer İslâm'a geldikde Hazret-i Resul (sallallâhü aleyhi ve sellem) Ömer'i böyle koçup" sıkması gibidir. Bir başka kez birisi görünür ve nikâhtan sonra şeyhiyle aralarında "mahremiyet olup mübarek eliyle cismine" dokunacağını ve hatunun tüm beden ma­razlarının iyileşeceğini müjdeler; hatuna önce hicâb gelir ama utanıp sıkılmasına gerek yoktur, çünkü "ol azizde beşeriyet yokdur... rûh-ı sırf dır". Görüldüğü gibi, bu düşleri yazarken, hatta görürken, yanlış anlaşılabileceği konusunda kaygılanır ve bunu açıkça ifade eder. Ama 20. yüzyılda kendisini okuyanların rüyalarda boy gösteren bazı motiflere bambaşka kulplar takabi­leceğinden elbette habersizdir: Bir rüyasında ot bürümüş bir bahçede yılanlar görüp kaza ile sokmalarından korktuğunu, bir diğerinde şeyhin oturduğu saklı tutan "direğe dayanmış, bir mer­tebe hicâbla... azize katı yakın" durduğunu, yorumsuz iletir[1].

Yazışmaların başlamasından bir süre sonra şeyhin vefatı haberi gelir. Bu olay dolayısıyla Asiye Hatun’un rüya ve mektup­larını yaklaşık olarak tarihleyebiliyoruz, çünkü Uziçe'li Şeyh Muslihüddin Efendi tezkire kitaplarına geçen önemli bir muta­savvıf[2]. Bir diğer ünlü mutasavvıfın, yani Sofya'lı Bali Efendi'nin öğrencilerinden. Yine Topkapı Sarayı'nın arşivinde bulu­nan ve bir bölümünde Silahdar Mustafa Paşa'nın gündelik mas­raflarını veren bir defterde, 1046 yılının kurban bayramı (1636 Haziran) sırasında 12 bin akçe ihsan olunduğu belirtilen "Uziçe şeyhi" sanırım Muslihüddin Efendi olsa gerek[3]. Şeyhin "1052 hududuna doğru" yani Miladi 1643 yılının başlarında öldüğü be­lirtildiğine göre, Asiye Hatun'un ilk mektubu 1051 ya da 1052 yılında (1641-42 dolaylarında) yazılmış olmalı. Son yazdıkları ise ; 1053 ve belki 1054 yılından, ama bu yazışmaların daha uzun bir zaman dilimine yayılmış olması tümden ihtimal dışı tutulamaz.

Şeyh, ölümünden sonra bile, Asiye Hatun'u rüyalar aracılığıyla irşada devam eder. Başından beri uzaktan kuman­dalı yürüyen ilişki iki şehir arasında olmaktan çıkarak iki âlem arasında sürer. Yalnız bu kez merhum şeyhin yerine geçen oğlu Hasan Efendi de devreye girer,. Çünkü artık rüyalar yeni şeyhe gönderilir. Merhumun ahiret âleminden ilettiği direktifler mahdu­mun bu dünyada onavıvla yürürlüğe girer.

Muslihüddin Efendi'nin ölümü sırasında sadece ikinci isim olan "Allah"a gelmiştir Asiye Hatun. Şimdiden sonraki gelişmesi daha da dolaylı bir yoldan geçerlik kazanır. Rüyada görülen Mus­lihüddin Efendi, Hatun'a ruhi gelişmesinin duraklarıyla ilgili uya­rıları verir, yani daha üst bir aşamaya geçmeyi hakettiğinı belir­tir, "fakire” bu üstün hali kendine yakıştırmaz ve kabullenmek is­temez: "zirâ fakirede tereddüd var idi". Merhum, Hatun'a bir kere daha görünür ve üsteler, hatta "benden iyi mi bileceksin" demeye getirir, Hatun bu rüyaları kendi çekinceleriyle mahdum şeyhe (ve bir süre Mehmed Halîfe’ye) gönderir, rüyada uyarıldığı üzere bir üst aşamaya geçmesi konusunda icazet verilir. Bu şekilde, üçüncü isim olan "Hü"ya yükselir önce, sonra "Hakk”a hak kazandığını yazar, sonra "Kayyüm"a[4]. Bu ismi sürmeye icazet aldıktan bir süre sonra Allah’ın cemalini görür. Uyanır.

Bu uyanışı mecazî olarak da yorumlayabiliriz. Elimizdeki metin her ne kadar kopuk kopuk rüya anlatılarından oluşuyorsa da, sanırım Asiye Hatun'un ya da derleyicisinin bir bütünlük amaçladığını düşünmek yanlış olmaz: Kalp gözünün açılmaya başladıktan sonra yine kapanması ve zulmette kalması imgele­riyle başlayan rüya defteri son bulduğunda, hatun görmeyi (Arapça rüya sözcüğü "görmek"ten gelir) öylesine öğrenmiştir ki peygamber ona Allah'ın cemalinin görüldüğü aynayı verir. Daha ilk rüyalardan birinde de bu nur dolu aynayı Muslihüddin Efendi’nin göğsünde görmüştür Asiye Hatun ama içine bakmayı becerememiştir; oysa bu kez ayna kendi elindeyken uyanır, yani gözleri gerçek anlamıyla açılmıştır artık. Rüyalarıyla içli dışlı bir diğer Osmanlı’nın, yani Sultan III. Murad'ın, sonradan bestele­nen şiirinde "uyan ey gözlerim gafletten uyan” derken kastettiği uyanmak da budur.

Muslihüddin Efendi dışında , metinde beliren kişiler hakkında pek bir şey bilinmiyor şimdilik. Bir rüyasında Asiye Hatun'u istemediği bir evlilikler kurtarıp Uziçe'li şeyhe nikahlayan "merhum Veysi Efendi" yedi kez Üsküp kadılığında bulunan ve orada defnedilen meşhur Hâbnâme yazarı (ö. 1628) olabilir, ama bu konuda kesin bir şey söyleyemeyiz. Hasan Efen­di anlaşılan babası kadar şöhretli bir şeyh olamamıştır; gerek Uşşâkîzâde gerekse Şeyhi, mahdumu, kendisine ayrı bir yer vere­cek kadar önemsemezler. Babasına ayrılan yerde Hasan Efendi’den söz edilmesi de Muslihüddin Efendi’nin bir kerameti dolayısıyladır: Gençliğinde kendim içkiye kaptıran Hasan'ı babası olağandışı güçleri sayesinde yola getirmiştir. Çelebi şeyh posta geçtiğinde kendini kabul ettirmekte güçlük çekmiş olabilir: Muslihüddin Efendi, ölümünden hemen sonra Asiye Hatun'a görünerek, oğluna güvenmesini, kendi ruh makamına onun da çıkacağını söylediğine göre bu konuda şüphesi olanlar vardır. Hatta sanırım Hatun'un kendisi çelebiyi yeterince önemsemez; “hû” ismine geçmek için Uziçe'den gelecek cevabı beklemeden Üsküp’teki halîfe Mehmed Dede’der icazet alma yolunu seçer. Belki de bu yüzden bir süre sonra rüyalarını artık Mehmed Dede'ye bildirmemesi söylenir. Hakanda başka bir şey bilme­diğimiz bu Mehmed Dede'nin Hatun'a gönderdiği bir mektubu ve Hasan Efendi’nin bir iki cevap pusulası metne katılmış olma­saydı, bu .kişiler birer isim olmaktan öte geçemeyeceklerdi16.

Asi­ye Hatun'un daha önceki şeyhi Veli Dede'nin, yedi isim süren bir yolun temsilcisi olmasının dışında bir şey söyleyemeyeceğiz. Özellikle Yugoslavya’da, bugün o ülkenin sınırları içinde kalan tekkeler ve o yörelerde yaşamış mutasavvıflar hakkında hatırı sayılır bir araştırma birikimi varsa da, onyedinci yüzyılın Üsküp tarikat ehli üzerine bilinenler bu kişileri daha yakından tanımamıza yarayacak kadar zengin değil.

Asiye Hatun'un sırdaşı "hoca kadın" kimliğinden öte bir diğer soru uyandırır: Tasavvufa yönelen tek tek örneklerin yanı sıra kadınlar arasında ne gibi bir ilişkiler ağı vardır?

Bu sorunun cevabı zaman içinde ve değişik tarikatlar arasında büyük farklılıklar gösterecektir elbette. Tasavvuf tarihinin en ünlü kadın mutasavvıfı, tarikat türü yapılanmaların ortaya çıkışından çok daha önce yaşayan, Basra'lı Rabia'nın (ö. H.185/M.801) çevresindekilerin çoğu erkektir, sözü geçen kadınlar da hane halkındandır. Ancak en azından hicretin altıncı yüzyılından başlayarak önce Mekke 'de sonra başka şehirlerde kadınlara has ribatların kurulduğu biliniyor. Makrîzî'nin yazdıklarından, Kahi­re'de H.684/M.1285'te kurulan Sitti Zeynep zaviyesinin Timur devrinin çalkantılarına kadar canlılığını sürdürdüğü ve vakfının özellikle dul ve terkedilmiş kadınları barındırdığı anlaşılıyor.

13. ve 14. yüzyılların Anadolu'sunda Osmanlı tarihçilerini çok daha yakından igilendiren gelişmeler gözlenebilir. Bazı menakıbnamelerde1 "fakiregân’'  dan söz edilir; daha da ilginci, derviş-tarihçi Âşıkpaşazade, defalarca zikredilen ama ancak son yıllarda bir araştırmaya konu olan gözleminde, "müsâfirân-ı Rûm"u oluşturan dört taifeden birisi olarak "bacıyân-ı Rûm'u sayar. ”Bacıyân"dan tam olarak kimlerin kastedildiği (ki diğer üç taife, yani gaziyân, ahiyân ve abdalân da tam olarak anlaşılmış değildir kanımca), bu bacıların ne dereceye kadar kurumlaşmış olduğu ve burada ele! aldığımız konu çerçevesinde daha da önemlisi, daha sonraki 'devirlerde değişik tarikatlarda karşımıza çıkan kadınların 13-14. yüzyılın bacıları ile ne gibi bir devamlılık çizgisi içinde ele alınabileceği soruları daha araştırılmaya muhtaçtır.

Kadınların tarikat ehli arasında hiç olmazsa anne, eş, kardeş vb olarak yer aldığı ve bu rolleriyle de tasavvuf gelenekle­rinin oluşmasına ve yayılmasına katkıda bulundukları unutulma­malı. 15. yüzyılın başlarında Semerkant'tan Eğridir’e gelip yerleşen Şeyhülislam Bürdel, damadı Şeyh Pir Mehmed Höyî ve onun oğlu Şeyh Mehmed Çelebi'nin menkıbelerini anlatan eserin yazarı, ketebe kaydında kitaptaki bilgilerin kaynağını şöyle verir:

"Bu faklr-i kesîrü't-taksîr validem Nefsâ Hâtûn ibnet-i Seyyid Mahmûd Efendi bin eş-Şeyh Burhan Efendi -kuddise ervâ- huhâ-dan biz-zât kavl-i sarîh ve ııakl-i sahih üzere, mezbûr hâtûn dahi babasınun ügey validesi Emine Hâtün'dan istimâ' itdügidür. Mezbûr Emîne Hâtûn Hazreti Şeyh Burhan Efendi'nün mu'takası ve menkûhesi, gayet makbülesi imiş. Tem- met..."[5]

Zaman ve mekân açısından Asiye Hatun'a yaklaşırsak, Şeyh Hasan Kaimî’nin (ö. 1679/80) sürgüne giderken yerine karısını vekil bırakması örneğinde görüldüğü üzere, onyedinci yüzyılın ikinci yarısında Bosna'da kadın dervişlerin oldukça etkin oldukları biliniyor. Bu konuda bir araştırma yayınlayan Hadzihahic’e göre, bacılar-arası bir teşkilatlanma bu şekilde oluşmuş, "gülbacı"lar Bosna'nın çeşitli şehirlerine yayılmış ve 2. Dünya Savaşı’na kadar Saraybosna'da etkinlikleri süregel­miştir.

Aynı devirde Üsküp'te de gülbacılar var mıydı?

Asiye Hatun’a gelen bir mektupta karşımıza çıkan "bacı kadın" başlığı, sözcüğün ve arkasında yatan kavramın hitap tarzı olarak yaşadığını göstermekten öte gitmez, ki günümüzün bazı siyasal yapılarına kadar bunun süregeldiği bilinir. Asıl ilgi uyandırıcı olan, Hasan Kaimî Efendi'nin de Muslihüddin Efendi'nin müridlerinden olması, ama bu bağlantı tek başına Asiye Hatun’u Hadzihahic’in ele aldığı bacılar örgütü bağlamına yerleştirmeye yetmez. Bosna'daki oluşuma benzer örneklerin başka zamanlarda ve Osmanlı memalikinin diğer yörelerinde de bulunabileceğini, ondokuzuncu yüzyılda Kavala’da, ölen kocasının yerine geçerek şeyhlik eden bir hatunun idaresinde bir bacılar tekkesinin varlığından anlıyoruz. Bu bilgiyi veren İngiliz kadın seyyah, başka bir Osmanlı kadınından bir diğer bacılar  tekkesi hakkında bilgi almak istemimse de, derviş hanım sır vermemiştir. Bütün bu dağınık veriler, kadınların Osmanlı tasavvuf dünyasındaki rollerinin izleğini ve bunun değişik zamanlarda -gerek kadınların kendi istek ve çabalarıyla gerekse "tarikat siyaseti” nedeniyle gösterdiği değişiklikleri toparlayıcı .bir şekilde ele yetersizdi  ama umulur ki bu iş için gereken bir nice incelemeye, bazı araştırmacıları iştahlandırmaya yeter.  

Mektupla irşad tasavvuf tarihinde pek de seyrek olmayan bir durum. Birbirinden uzakta olan şeyh ve müridin bir süre bu yola başvurması i doğaldır, ama Asiye Hatun gibi hiç
görmediği şeyhiyle ilişkilerini mektupla başlatmak ve sürdürmek zorunda kalmak, daha çok kadınlara özgü bir durum olsa gerek. Öte yandan rüyaların anlatan ve yorumu irşad sürecinin
sistematik öğelerinden biridir. Onaltıncı yüzyılın en önemli Halve
tî şeyhlerinden Sünbül Sinan Efendi'nin Tarîkatnâme'sinde müride düşleriyle ilgili  şu öğütler verilir:

"Her ne düş görürse şeyhe 'arz ey leye; ta'bîr i derse dinleye, itmezse tabiri nedür demeye... Ve şeyhden gayrıya vâki'asın dimeye, meğer şeyh ta'yîn idüp ta'bîre izin virdügi âdem ola, ana diye... Ve pışkademden öndin vâki a 'arz itmeye, meğer ol olmadugı meclisde ola yâhûd danışa".[6]

Tasavvuf hayatında oynadığı rolden öte, rüya tabirinin kültürel bir olgu olarak yaygınlığına ve önemine işaret etmek ge­rekir. Remil ve cifr gibi çeşitli "bilim" dallarıyla ilintiliyse de, tabir bunlardan çok daha merkezi bir rol oynar. Herhangi bir heterodoks yanı yoktur. Çeşitli kültürlerde olduğu gibi, rüyaların, objektif olarak varlığından' şüphe edilmeyen bir öte-dünyadan, doğru yorumlandığı takdirde geçer, iği kuşkusuz haberler getir­diği kabul edilmiştir. Ancak Freud'lî birlikte, düşlerin anlamları ve gerçekliği yalnızca 'düşü görenin psişik dünyası düzeyine kısıtlanmıştır; yani rüyalar yine anlamlıdır, ama sadece rainin (düşgörenin) kişiliği ve geçmişi halikında bir şeyler anlatırlar. Oysa metafizik inanışları Batı-tipi modernizmden farklı olan çeşitli kültürlerde rüya, vahiy ve kesif kadar önemli olmasa bile, onlar gibi görünürün ötesindeki Objektif gerçekliği bilip anla­manın yöntemlerinden biri, bir epistemolojik yoldur. Çok sık tek­rarlanan bir hadiste belirtildiği üzere, İslâmî gelenekte "rüya, nübüvvetin kırkaltıda biridir".

Vahiy peygamberlere, keşif de ermişlere nasip olur, ama rüya nisbeten eşitlikçidir, herkes tarafından görülebilir. Yine de tam anlamıyla "demokratik" olduğu söylenemez. Ibn Arabi'ye at­fedilerek yaygın olarak kullanılan bir tabirname, "daima nafa­kasını ve günlük yiyeceğini düşünen ve aklı ve fikri onunla meşgul olan" yoksulların rüyalarına fazla kulak asmamak gerek­tiğini yazar[7]. Ayrıca gayri-Müslimler "rü'yâ-i sâdıka" görmekte mümin ile "müştereklerdür" ama "nür-i İlâhî ile mü'eyyed" olan "rü'yâ-i sâliha" göremezler "zirâ ol nübüvvetden bir cüzdür... Ve kâfirde hiç nübüvvetden; cüz yokdur"[8]. Ama konumuz açısından en dikkat çekici olan rüya seçkinciliği Mesnevi de çıkar karşımıza. Aklî melekeleri göreli olarak düşük olduğu için, kadınların düşlerinin de erkeklerinki kadar gerçek olmadığını ima eder Mevlana. Rüyalarında şeyhinden aldığı olumlu işaretlere rağmen Asiye Hatun'un kendiyle ilgili tereddüdlerinin sürmesi bir ölçüye kadar böylesi bir anlayışın yaygınlığına bağlı olsa gerek.

İslâmî kaynaklarda sık sık karşımıza çıkan bir sınıflandırmaya göre, rüyalar ya Allah'tan gelirler ya da Şeytan'dan33. Şeytanî olanlar yorumlanmazlar. Hatta bunları kimseye anlatmamak gerekir. "Bir kimse hazrete geldi didi ki: 'Ya resûluilâh! Düşimde gördüm ki güya başum kesilmiş.' Hazret (sallallâhu 'aleyhi ve sellem) geldi didi ki: 'Kaçan şeytân birinüz ile düşinde oynasa, anı kimseye söylemesin'"[9].

Ot tutamı anlamına gelen Arapça "adgâz" sözcüğüyle karşılanan bu tür rüyalar "vesâvis-i şeytanîden ve hevi\cis-i nefsânîden Slet-i hayâl vâsıtasıyla idrâk olmur ve anı şeytân ibkâ ider. Ve hayâl ana münâsib bir nakış bağlar ve nefsür nazarına getürür. Ve ana ta'bîr olmaz. Aşüfte ve' perîşân vâkı'alar olur. Andan isti'âze vâcibdür ve anı bir \ kimseye likâyet câ'iz degüldür". Dolayısıyla "saçma" ve "edepsiz" rüyaların anlatılmasına ve yazıya geçmesine set çeken güçlü kültürel değerler vardır.

Öte yandan özellikle Hazret; Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin görüldüğü rüyaların en çok üzerinde durulan ve yazılan rüyalar olması şaşırtıcı değildir, çünkü

"bir hadîs-i şerîfde dahi buyurur ki: kim ki beni düşinde gördi,: ol gerçek gördi, zîrâ şeytân benüm sûretüme girmez"30.

Sonra insanın düşü çok değerlidir; olur olmaz kişiye ak­tarmamak gerekir. Çünkü rüya yorumlanmadığı sürece bir şey söylemiş sayılmaz, dolayısıyla insanın davranışına yön ver­mez, kaderini çizmez. "Rüyâ uçucu bir kuşun ayağı üzerindedir, tabir olunmadıkça onun için istikrar ve karâr yoktur”31. Ancak yorumlandığı anda, yorumlayan ister bilgili ister cahil olsun, ister hayra ister şerre yorsun, "ta'bîrinün hükmi râ'iye sabit olur" 35. Artık rüyanın mantığı yorumlandığı haliyle işlerlik kazanır ve düşü görenin kaderi olur. Yani düşlerin anlamı kişinin dışındaki nesnel bir dünyada yatsa bile bu, öznenin rolünü yadsımaz; bilakis, bütün idealist düşünce sistemlerinde olduğu gibi, ancak bir özne tarafından algılandığında ve anlamlılandırıldığmda gerçeklik kazanır. Dolayısıyla aynı rüya değişik kişiler tarafından görüldüğünde değişik anlamlar taşıyabilir.

İşte Asiye Hatun'un rüyalarına ve ilgili yazışmalarına sinmiş olan ciddiyet ve ağırlık bütün bu kültürel oluşumun sonu­cudur. Ünlü antropolog Malinowski'nin, geleneğin belirlediği çizgiler çerçevesinde biçimlenen rüyalara verdiği isimle "resmî" rüyalardır bunlar. Asiye Hatun "serbest" rüyalar da görmüş ola­bilir ama o "âşufte ve perişân" düşleri yazmaktan kaçındığını varsayabiliriz[10].

Bir tarihçi, hele hele ruhbilimsel çözümleme yapmaya ni­yeti ve eğitimi olmayan bir tarihçi rüyalarla niye ilgilensin?

Bir kere görülenlerin ya da görülmüş gibi anlatılanların içerikleri bir yana, rüyaların nasıl değerlendirildiği ve yorumlandığı, bir kültürel geleneği anlamak isteyenlere birçok konuda önemli ipuçları verebilir. Yukarıda değindiğimiz gibi, modern toplumlar dahil her toplumda rüyaların yorumlanması/çözümlenmesi belirli metafizik ve epistemolojik inanışlara göre biçimlenir[11]. Ayrıca tarih boyunca değişik toplumlarda rüyanın "nasıl bir şey" olduğunu ele alanlar, dinî-felsefî inanışlarının yanı sıra, kendi tıp geleneklerinin beden/ruh/zihin ilişkileri üzerine var­sayımlarına göre hareket etmişlerdir. Bu yüzden Ahmet Vecdi Efendi "hakikat-i rüya" konulu risalesine başlamadan önce "uykunun hakikati" konulu bir risale yazmış, burada uyku sırasında bedene ve ruha ne haller olduğunu açıklamaya girişmiştir[12].

Bu bağlamda değinilmesi gereken bir diğer nokta, uyku ile uyanıklığın sınırlarının bile değişik toplumlarda farklı şekillerde çizildiği[13] ve bugün uyanıklık sırasında görülen ya da uydurulan hayaller olarak nitelediğimiz -Hızır'ın (veya Hıristiyanlık'ta çok sık rastlandığı üzere Hazreti İsa'nın, Meryem'in, vb) görünmesi, tecelli, ilham gibi- birçok "görme" olgusunu modernizm-öncesi toplumların genellikle rüya ile aynı kategoride ele aldıkları. Asiye Hatun gibi, ama başka sebeplerden, şeyhiyle aynı mekânda bulu­namayan ve bu yüzden rüyalarını mektupla göndererek yol alan Sultan III. Murad'ın rüya defterinde kendisine "vâki'olan" düş, te­celli, ilham, müşahede, hayal ve hatta çeşitli sesler aynı bütünün parçaları olarak ele alınırlar[14].

Asiye Hatun'un gördükleri de ille bugün anladığımız manada uykuda düşen düşler değildir; kimini "gaflet; olur gibi" oldukta görür, kimini "âlem-i bâtında... müşahede" eder, kimi zaman da uyanık diyeceğimiz bir anında, mesela "akşam namâzın kılarken, efendi hazretleri kalbi[n]de mutasavver olup kalbi gözüyle müşâhede" eder ve bu haldeyken şeyhiyle konuşmaya girer. Burada önemli olan Hatun’un irrasyo­nel olduğu ya da belki bu konuşmayı uydurduğu değil, Karşısındakilerin (ve başka kaynaklardan kolayca anlaşılacağı gibi daha nice insanın) böyle bir görmeyi ve böyle bir görüşmeyi olabilirin, makulün sınırları içinde saydığı. Osmanlı kültüründe "görsel" sanatların niteliği tartışılırken belki de işe Osmanlıların görmek'ten ne anladığı ile başlamak gerek.

Ayrıca, tabir, fal ve nücum gibi "bilimlere" başvurma eğilimi, siyaset tarihinin büyük devamlılık gösteren öğelerinden biridir. Ahd-i Atik'te ve Ku’ran’da sözü edilen firavundan Ronald Reagan'a kadar, hükümdarların tabir ve nücum gibi yollarla bir yerlerden haber almaya çalıştıkları bilinir. Osmanlı hanedanında rüyaya hürmet, kuruluş efsanesinden, yani Fuat Köprülü'nün haklı olarak tabiroloji alanından çıkarıp mitolojiye yerleştirdiği, bazı kaynaklarda Osman Gazi’ye bazılarında babası Ertuğrul Gazi'ye yakıştırılan devlet kurma rüyasından, II. Abdülhamid’in emriyle el-Nâbulusî tabirnamesinin çevrilmesine kadar çeşitli örneklerle karşımıza çıkar. Bunların belki de en ilginci III. Murad’dır; Şehzadeyken Manisa'da gördüğü bir rüyasını tabir ederek cülusunu haber veren Şüca Dede'ye (ö.l 582) tahta çıktıktan, sonra büyük iltifatlarda bulunması bir yana, rüyalarıyla olan yakın ilişkisini ömür boyu sürdürmüş, gördüklerini Şeyh Şüca'ya yazılı olarak iletmiş ve bunlar, gele­ceğin araştırmacılarını düşünürcesine, bir kitapta derlen­miştir. Aynı sultan daha sonra, rüyalarını yıldızı yeni yeni par­lamaya başlayan Şeyh Mahmud Hüdaî'ye gönderme yolunu seçmiştir.

Asiye Hatun'un Muslihüddin Efendi ile yazışmaya başlamasından yaklaşık on yıl önce, aile ve meslek baskılarından kurtulmak ve dünyayı gezmek ümidiyle kıvranan Istanbul'lu bir gencin, derdini halletmesinde böyle bir stratejik rüyanın, hiç olmazsa edebi açıdan, yardımına koşması bu saye­dedir.

..

Hem unutulmamalı ki kimse rüyasını "olduğu gibi" bir başkasına gösteremez, ancak anlatır. Dolayısıyla elimizde rüyaların kendileri değil, görülmüş ya da uydurulmuş rüyaların, sözlü ya da yazılı anlatıları, yani çatılmış kurgulanmış metinler olabilir ancak. Bu nedenle tarihî rüyalar edebiyat tarihinin de ilgi alanına girerler55.

Asiye Hatun’un rüyalarla ilgili edebiyata gerek sözlü ge­rekse yazılı kaynaklar aracılığıyla yakından aşina olduğu tahmin edilebilir. Zira metindeki çeşitli değinmelerden Hatun'un okurya­zar olmaktan öte okuyup yazdığını, kitaplarla haşır neşir bir dünyası olduğunu anlıyoruz. Meseja, Uziçe’deki dergâha vakfet­tiğini tahmin ettiğimiz! bir Kuran-ı Kerim'den söz ediliyor. Bir rüyasında Asiye Hatun bu mushafın Muslihüddin Efendi tarafından Hazreti Muhammed’e takdim edildiğini görür. Gerçi İslâmiyet'in kutsal kitabının bir Müslüman’ın elinde bulunması entellektüel açıdan pek dikkate değer bulunmayabilir, bunun bil­mek ve anlamak arzusundan çok inanmanın ya da geleneğe bağlı olmanın bir dışavurumu olduğu öne sürülebilir. Nitekim Prof. İsmail Erünsal’dan ilham alarak tereke defterlerinde çeşitli sınıflardan Osmanlıların miras kayıtlarını inceleyerek yaptığımız araştırmalarda en çok kişinin sahip olduğu (ve sanırım okuduğu) kitabın, kolayca tahmin edilebileceği gibi, Kuran-ı Kerim olduğunu gördüysek de, sadece bu veriden bu kişilerin düşünce dünyası hakkında bir sonuç çıkaramayacağımızı biliyoruz.

Ancak Asiye Hatun'un âceti yerine getirmekten öte kaygıları olduğunu, kutsal metinle daha zihni bir şekilde de ilgi­lendiğini, bir de Ebussuud tefsirine sahip olmasından anlıyoruz. Bu kitabı da şeyhine göndermiştir ve bir rüyasında şeyhi kendisine muhabbetini ifade etmek için bu olayı hatırlatır: "Bize Ebussuud tefsiri irsal eden Asiye Hâtûn. Sen ki benim muhibbem vemahbûbemsin, tâlibem ve matlübemsin".

Ayrıca iyi bir mürid olmaya çalışırken bu konuda yazılmış "el kitaplarından, yani tarikatnamelerden, yararlanır. Daha ilk mektubunda eski şeyhinden soğuyup yeni bir şeyhe meylettiğini belirtirken, Mehmed Dede'ye sorar: "Târikatnâmelerde görmüşüm ki bir kimse kendi şeyhinden gayri yere tabiatı çekinse bâtını hazret-i vâhidiyyeye açılmaz. Acaba sultânım, ken­di şeyhimden mi açılmaz yoksa hiç bir taraf dan mı açılmaz?"

Bir mutasavvıfdan bekleneceği üzere şiirle de ilgilenir Asiye Hatun. Özellikle Mevlana Celaleddin Rumi'nin yazdıklarına iyice aşina olmalı; şeyhi "âlem-i dünyâ bir hankâhullâhtır, hâdim biziz" dediğinde düş görmektedir ama bu sözün Mevlana’dan alıntı olduğuna hemen uyanır. Ayrıca kendisi de beyit düzmekten aciz değildir; Alis'in harikalar diyarına düşüşünü andıran bir diğer düşünde, evinde bir mermer kapağı kaldırıp rastladığı merdivenden aşağıya indikten ve karşısına çıkan çeşmenin suyundan içtikten sonra kendini Medine'de bulunca, ravza-i şerife yüz sürer ve içinden, bir şeyler taşar:

"evvel ü âhır vücûdundur sebeb her devlete / el-meded ey destgîr-i evvelin vü âhirin /haşre tahsis etme sultanım şefâat-kârını /âlem-i dünyâda da ol destgîr-i âcizin"[15].

Okuduklarından ve rüya defterini kaleme alış biçiminden Asiye Hatun'un oldukça iyi bir öğrenim görmüş olduğunu tahmin edebiliriz. (Üsküp gibi onbin haneye -ki bunun hepsi Müslüman değildir- 70 mektep, 9 dârülkurrâ ve 6 medrese düşen bir şehirde, hele bir âlim kızı için, bu hiç şaşırtıcı olmamalı. Asıl şaşırtıcı olan, kadın-erkek Osmanlılar'ın eğitimi hakkında ne kadar az şey bildiğimiz). Arapça, Farsça sözcüklere ve terimlere hâkimdir. Ayrıca öğrenimle pek ilgisi olmayan bir diğer açıdan da başarılı bir yazar sayılmalı bizce: Gönül hallerini süssüz olduğunca etkileyici bir dille ifade eder. Mistik deneyimlerin yazıya aktarılmasında genellikle görüldüğü üzere, kısa cümleler metne hâkimdir. Kendi ruh gelişmesiyle ilgili şüphe ve tereddüdlerini ortaya koyarken yalın ve içten bir anlatım tutturur; üçüncü ismi sürmeye hak kazandığını bildiren rüyalar sıklaşınca, şöyle yazar:

"Bunlar hâtıra inidir yoksa sahih midir?

Hâşâ sümme hâşâ, azız hazretlerine inkârımız yoktur. Amma benim bunlara liyâkatim yoktur. Âlâyiş-i dünyâ ile alude olmuşum. Hakka lâyık bir nesnemiz yok, bunlara istihkâkım hiç yoktur.

Hakk sübhânehu ve teâlânm lutfu çoktur. Benim sultânım ne buyurursuz? ilâm eylen". Burada ve daha birkaç yerde "hatıra" sözcüğünün yanıltıcı zihin oyunu anlamında kullanılması da ilgi çekici.

Metnin yansıttığı değerler dünyasını yorumlamak şimdilik çok zor. Gerek Asiye Hatun hakkında gerekse genel olarak kadınlar hakkında o kadar az şey biliyoruz ki. Herşeyden önce Asiye Hatun'un ne kadar tipik olauğunu bilemiyoruz. Çevresi onu ne gözle görüyordu? Takdir edenler olduğu gibi, acıyanlar, "vah zavallı,, kendini bir şeyhe kaptırdı, evde kaldı," gibisinden değerlendirmeler yapanlar var mıydı? Israrla evliliğe muhalefet edişini nasıl yorumlayacağız? İslâmiyet'te, Hıristiyanlık'ta olduğu gibi keşişçesine toplumdan uzaklaşmanın yüceltilmediği, dolayısıyla kendilerine din bilimleri, din hizmetleri gibi alanlarda meslek seçenlerin, hatta mutasavvıfların bile, evlenip çoluğa çocuğa karışmasının garipsenmediği bilinir. Ancak İslâmiyet'te Allah yolunda bekârlığın hiç olmadığını söyleyemeyiz[16]. Asiye Hatun’un rüya defterinde de, gelin olacağı gün evden kaçıp uzun ömrünün sonuna kadar tek başına yaşayan Afgan Mutasavvıfı Hazret Babacan (Ö.1931) kadar radikal olmasa bile[17], tecridi yeğleyen ve bunu nefis mücadelesinin ve dünyayı reddetmenin doğal bir uzantısı olarak gören bir tavır belirgin. Hele "sipâh [asker] cin­sinden bir âdemle evlendirildiğini gördüğü, kendisine bir süre elem çektiren bir rüyası dikkat çekici. Âlim kızının sipahiye var­ması özellikle istenmeyen bir durum muydu acaba? Sosyal zümre, tabaka ve sınıflar arası ilişki ve çelişkileri anlamak için birbirlerine karşı tavırlarının çok daha iyi bilinmesi gerekir; bu konuyu araştırmanın en iyi yollarından biri değişik zümrelerin, evlilik stratejilerine bakmak olsa gerek.

Öte yandan, gerçekten Muslihüddin Efendi'yle evlenmesi söz konusu olsaydı, pek karşı çıkacakmış gibi bir izlenim bırakmıyor. Hazreti Fatma'yla ilgili olarak inanıldığı gibi hem evli hem betül olmak imkânsız olmadığına göre, belki de evliliği, tasavvuf tarihinde birçok örneği görülen türden bir "Platonik ev­lilik" olursa, kabullenecektir Hatun[18]. O da istediği biriyle olur­sa. Ya da belki, Asiye Hatun gibi okumuş bir mutasavvıfın tanımıyor olmasına pek ihtimal veremeyeceğimiz, Basra'lı Rabia Hatun'u örnek alarak hiç evlenmemeye kararlıdır[19]. Evlilik ve tecridle ilgili tavırlarını kesin çözemesek de bir fikir edindiğimiz Asiye Hatun, bu tavırları çevresinde kimlerle, ne dereceye kadar paylaşırdı? Hiç olmazsa mektuplardaki bilgilere aşina olan üç dört kişinin, aynı değerlere göre yaşamasalar bile, bu açıdan kendisini anlayacağını düşünüyor olmalı.

Asiye Hatun'un üslubundan yola çıkarak duygularının akışına kapılmış, güçsüz ve iradesiz bir kadın olduğu sonucuna gidersek yanılmış olmaz mıyız? Körü körüne bir şeyhe bağlanmadığı, mürşidinden ne istediğini bildiği, bu konuda kade­rine razı olacak bir yapıda olmadığı, şeyh değiştirmesinden belli, oluyor. Ne kadar mütereddit olursa olsun, bu değişikliği yerine getirecek adımları kendisi atmış, mürşidi olmasını istediği ya­bancı bir şeyhe "bazı bahane ile" adam göndermiş, ancak sonra­dan bu adımlara 'meşruiyet kazandıracak şekilde desteklenmek ihtiyacı duymuştur[20]

 Belki de ilk şeyhinin "irşad üslubu" hoşuna gitmemiştir. Prof. Frederic de Jong, Türk Halvetiliğinde, bilhassa Karabaşî kolunda, şeyhin genellikle pasif bir rol üstlendiğini yazar; bu anlayışa göre, vücut için ruh neyse, mürit için de şeyh odur[21]. Karabaşîliğin Üsküp'te kendine bir yer edin­diği düşünülürse, Asiye Hatun'un soğuduğu şeyhinin Üsküp Karâbaşî Halvetlerinden i olduğu akla gelebilir, ama Halvetîliğin bu kolunun o yörelere daha bu tarihte yerleşmiş olmasına pek ihti­mal verilemez. Zateri gayri-müdeheleci irşad sadece Karabaşîlere has değildir; Halvetîlik içinde var olan bir eğilimi daha uca sürmüştür bu kolun izleyicileri. Öte yandan bir diğer Halvetî, yani Muslihüddin Efendi, de Jong'un bü tasvirine uymayan, mürşidin yaptıklarına ve ahvaline oldukça aktif bir şekilde karışan bir şeyh izlenimi veriyor bu metinde.

Üstelik şeyhi öldükten sonra da tasavvuf yolunda ilerleme (ve belki de bununla birlikte gelecek bir sosyal saygınlık) arayışını ısrarla sürdürür Asiye Hatun. Rüyalarda sık sık karşımıza çıkan evlenme imgesinden yararlanırsak, bu kurumun geleneksel kültürümüzdeki en köklü "archetype"larından birine, yani nazlanan bir geline benzetebiliriz Hatun'u. Daha ileri bir aşamaya hak kazandığı konusunda gelen çeşitli uyarılara rağmen bunu kabullenmek istemez, ama bir yandan da sabırsızlanır, bir an önce icazet verilsin ister. Mesela, “hû” ismine geçmeden önce çok uyarı almıştır ama kendini lâyık görmez; Muslihüddin Efendi ısrar eder, bunları çelebi şeyhe yazıp bildirmesini söyler. Hatun mektubu yazar, ama bu kez Hasan Efendi'den gelecek cevabı bek­lemeye dayanamaz; bu konuda bir rüya daha görür ve merhum şeyh, Uziçe ile yazışmanın sonuçlanmasını beklemeden durumu Üsküp'teki Mehmed Dede'ye bildirmesini söyler. Hatun bu kestir­me yolu kullanır ve “hû”ya geçer.

Bunları tartışmaktan amacımız, Asiye Hatun'un Osmanlı toplumundaki cinsler hiyerarşisini devirmeye yönelmiş bir protofeminist olduğunu iddia etmek değil, elbette. İstemediği bir evlilik ilişkisine girmemekte gerçi direnir, ama "safa ile" uyanmasına neden olan şeyhiyle nikahlanma rüyasında efendinin "hâtûnu alup hizmetin eyle" yeceğinin farkındadır. Bir başka rüyasını anlatırken, daha çok Avrupa dillerinde rastlanan ve bugünlerde Incil’in yeniden yazılması tartışmalarına neden olan bir "cins kayırması" yapar, yani erkeklere has bir sözcük herkes için kul­lanılabilirmiş gibi, düşüne giren 'bir hûb-rû hâtûn” un "Üsküb âdemine benzeme" diğini yazar. Daha da ilginci, insanın tasavvuf yolunda ilerlemesini bayağı ihtiyaç ve heveslerle engelleyen "velîler aldayıcı" dünyayı, aynen eıkek mutasavvıflarda (ve daha da kuvvetle Hıristiyan;âleminde) rastlanan bir imgeyle, bir "bed- çehre... a'mâ avret" olarak görür.

Belirli sosyal grupların tarih çalışılırken, o grupların ko­numunu bilinçli bir şekilde dönüştürme çabalarına (işçi hareket­leri, kadın hareketleri,i vb) öncelik seriliyor genellikle. Ancak, bu tür hareketlerin değişik toplumla]‘da nasıl biçimlendiğini veya başarıp başaramadıklarını sağlıklı bir perspektiften değerlendirebilmek için gereken ve toplum hayatını bütüncül bir şekilde anlamaya çalışan tarihçinin er veya geç gündemine gelen daha mütevazı bir iş var: Miskinlikle isyan arasındaki sahrada günbegün koşuşturan sıradan insanların, kişiliklerini ve ilişkilerini yoğururken attıkları iddiasız ve gösterişsiz adımların izini sürerek, gündelik hayatta geleneksel rolleri yerine getirirken bile kişilere açık olan hareket alanlarını ve sınırları kestirmek ve bunlarda zamanla ortaya çıkan küçük deprenmeleri ölçmek. Asiye Hatun gibi (hiç olmazsa şimdiye kadar bildiklerimiz kadarıyla) tarihe yön çizme, toplucu yönetme veya dönüştürme gibi bir iddiası olmayan birinin kendisiyle ve çevresiyle ilgili yazdıklarını okumanın en büyük yararı, bu alana ve özellikle Os­manlI toplum tarihindeki rolleri açısından çok az tanıdığımız kadınların dünyasına, ufak da olsa, bir pencere açmasında yatıyor sanırım.

**

Acaba kitaplara düşkünlüğü açık olan Asiye Hatun başka neler okurdu?

Okuduklarını kimlerle ve ne şekilde tartışırdı?

Babasının arkadaşlarının, diyelim Veysi Efendi'nin, sohbetlerine katılır mıydı?

Annesi ve kardeşleri de okumaya, tasavvufa me­raklı mıydılar?

Nerede ve ne tür musiki dinlerlerdi?

Osmanlı dünyasının dışında olup bitenlerden nasıl haber alırlardı?

Hacca gidip gelenlerden ya da doğudan mal getirip Usküp ve Saraybosna üzerinden Avrupa'ya aktaran ticaret kervanlarından, Hindis­tan'da Sultan Şahcihan'm tam o yıllarda karısı Mümtaz Mahal için bir ulu türbe yaptırdığını, kızları Cihânârâ'ya bir şeyhin cez­besi dokunup kendini tasavvufa verdiğini işitmiş miydi acaba?

Bunları ve sadece kadınlar için değil tüm Osmanlı toplumunun kültür hayatı bağlamında sorulması gereken, nice benzeri soru­yu şimdilik cevaplandırmayacağız. Ancak, Sultan İbrahim'in saltanatının başlangıcına rastlayan yıllarda, siyaset sahnesinin dışında, ilim ve tasavvufa bilgili bir şekilde dalmış Üsküp'lü bir kadının iç dünyasına ve şeyhiyle ilişkilerine ışık tutan bu kaynağı, benzeri kaynakların aranması ve değerlendirilmesi ümidiyle, yayınlayarak, şimdiye kadarki siyaset, kurum, iktisat ve erkek ağırlıklı gelişme çizgisini aşmaya doğru yönelen Os­manlI tarihçiliğinin merak ufuklarının genişlemesine küçücük bir katkıda bulunabiliriz belki.


 

 

RÜYA METİNLERİ

Bu risale, Üsküp'lü merhum Kadri Efendi'nin kızı Asiye Hatun Hak yola girdiğinde, şeyhleri başka diyarda olduğu için rüyalarını mektupla iletmesi gerektiğinden, müsvettelerini yazı tahtasında saklayıp, öldüğünde yazı tahtasında kendi elyazısı ile bulunan sayfalardan kopye edildi.

Mektup sureti:

İzzetli, saadetli sultanım efendi haz­retlerinin mübarek ellerini öper, nice hürmetlerle dualar gönderirim: Benim sultanım, bilirsiniz ki birkaç senedir Hakk yola giriş, öyle kendiliğinden, biz talip olmadan, gerçekleşmişti.
Ben de mümkün olduğunca uğraştım ve şeyhe çok muhab­bet gösterdim. Tarikatın kurallar gereği emrine itaat edi­yordum. Her ne emretse candan kabul ediyordum. Çok sev­gim ve güvenim vardı. Bu sevgi ve inanç sebebiyle az zamanda, iki sene geçmeden, yedi ismi tamamladım. Allah’ın yardımı ile her biri bir şekilde ortaya çıkmıştır. Kısacası, kalbimin gözü bir miktar açılmaya başlamıştı. Bu haldeyken, Allah’ın hikmeti, öyle icap etti, şeyhime olan muhabbetim azaldı. Sebebsiz. Onlardan ne açık ne örtülü bana sıkıntı verecek birşey olmamışken, kendi nefsimin ka­bahatinden muhabbetim zayıfladı. Sair ahvalim de inişe geçti. Sanki karanlıkta kalmış gibi tabiatıma çekidüzen ver­meye ne kadar çalıştıysam da mümkün olmadı. Bu halde gam ve hüzün içindeyken, Uziçe'de Şeyh Muslihüddin Efen­di Hazretleri’nin sevgisi kalbime düştü. Ve günden güne artmaya başladı. Geçenlerde meseleyi babama açtım ve bir bahane ile adam gönderdik. Aşinalık olması için. Allah’ın hikmeti, aşinalık olduktan sonra muhabbet arttı, hatta şimdi artık içimi öylesine kapladı ki, bir an bir saat gönlüm onlardan vazgeçmez. Muhabbet gönül tahtına yerleşti. Bir mertebe ki mümkün olsa ayağının bastığı toprağa canımı feda etmek canıma minnettir. Lâkin onların mu­habbeti yerleştikçe önceki [şeyhe olan] muhabbet zayıfladı. Ama yeni muhabbet kemendi boynuma bağlanmakla yine az biraz evvelki halime dönüş oluyor sanki. Sultanım, ahvalimiz budur ki yüce huzurunuza bildi­rildi. Sair ahvali mektubu getiren hoca kadına sorun, an­latsın.
Şimdi efendim, billahi teâlâ ve liresulihi, bu sırrım dünya ve ahirette sizin katınızda emanet olsun. Uzun za­manlar kalbimde gizli mi?
 Allah'tan başka kimse bilmezdi.
Şimdi zorunlu olarak Joca kadına açıldı. Çünkü başımla beraber dostum ve her konuda sırdaşımdır.
Şimdi sultanım dünya ve ahirette kardeşim olmanızı dilerim. Sizi kendi biraderlerimden daha sevgili bilirim. Benim sultanım, siz âlimsiniz. İlim ve akıl gücüyle neyi makul görürsünüz ve ne önerirsiniz?
Ahvalimi şeyh hazretlerine bildirmek mi ma­kuldür yoksa suskunluk daha mı iyidir?
Eğer gizlice sizin aracılığınızla bildirmek makulse bildirelim. Ama gizli kal­sın. Şeyhimin kalbi bana kırılmasın, çünkü gerçekten çok şeyler verdi. Ama elimde değil ki ne yapayım?
Gizlice yazıp bildirsem mi?
Benim sultanım, lillahi teâlâ, ilim ve akıl gücüyle bu derdime bir çare görün. Tabiatımda çok ıztırap var. Bilmem bu hal hayra alamet midir yoksa nefsimin bir hilesi midir?
Elde olmayan bir haldir, ortaya çıktı. Benim sultanım, ne buyurursunuz?
Hoca kadına bildirin, o bize aktarsın. Cevabınızı bekliyoruz. Öylece malumunuz olsun. Benim sultanım, tarikatnamelerde okudum ki birisinin tabi­atı kendi şeyhinden başka yere yönelse, içi birliğe açılmaz.
Acaba sultanım, kendi şeyhimden mi açılmaz yoksa hiç bir taraftan mı açılmaz?
ilim sahibi olarak ne dersiniz?
Lütfedip duyurun. Zira kalbimde çok ıztırap var.
İlim ve maarifiniz; bol olsun.

 

Mektubun cevabı.

Selamdan sonra:
Kadın hazretleri, buı fakiri dünya ve ahret kardeşliğine seçmişsiniz. Kabul eyledik. Siz de bizim dünya ve ahret kardeşimiz olunuz.
Hak sübhanehu ve teâlâ cümle Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ümmeti ile cümlemizin dünyadan ahirete eksiksiz iman ile göçmesini sağlasın.
Bildirdiğiniz ahvalin hepsini öğrendim. O içinizi kaplayan aziz hazretlerinin muhabbeti güzel bir haldir. Allahü teâlâ mübarek etsin.
Ve halinizden anlaşılan odur ki, inşallahü teâlâ sizin muhabbetiniz azizin yüce kalbine tesir etmiştir.
Elhamdülillahi teâlâ Allah canibinden size büyük bir lütuf ve ihsandır, ganimet bilin.
Ve Allahü teâlâya çok şükür eyleyin ki artırsın. Herkese bu kadar nasip olmaz.
Hakk süphanehu ve teâlâ devamım sağlasın.
Ve ta­rikata giren kişiye gereken muhabbet ve inançtır. Allahü teâlâ muhabbet ve inancınızı artırsın. Ve kendi şeyhiniz ile onların arasında büyük fark vardır. Hemen geçenlerde arka yoldan Medine'ye varma rüyanızı hatırlayın.
Efendi hazretlerinin onun gibi nice halifeleri ve müritleri vardır. Yüce Allah hem size hem bize azizin mübarek yüzünü kendi gözümüzle çok çok görmeyi nasip etsin.
Şeyhiniz sizi bir noktaya kadar getirmiş. Ondan fazlası inşaallah aziz [Muslihüddin Efendi] sayesinde gerçekleşecektir. Bu yüzden ondan [yani, önceki şeyhten] muhabbetiniz bir miktar kesilmiş. Yedi ismi tamam­lamışsınız, bundan maksat nefsin temizliği ve kalbin arıtılmasıdır.
Elhamdülillah maksadınıza varmışsınız, înşaallahü teâlâ, aziz hazretlerinin sevgisi buna delildir.
Ahvalinizi, rüyalarınızı mektupla arz etmeniz gayet ma­kuldür. Hemen istediğiniz üzere bir mektup yazın ve mühürleyin. Fakır de güvenilir bir kimseyle göndereyim, kendisine de tenbih edeyim ki bu kâğıtta yazılanlar son de­rece gizlidir, başka kimse bilmesin.
Karşılığında bir cevap gelince, siz de güvenilir bir kimseyle fakire gönderin ve ten­bih edin ki bu fakirden başka kimsenin eline değmesin.
Ve duanız; rica ederiz, bu fakîri hayır duadan mahrum etme­yin.
Zira kardeşlikten murat birbirimizi duada unutmamamızdır. Hak süphanehu ve teâlâ cümle Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ümmeti ile cümlemize, erenler ve evliyalar yardımıyla, cümle taliplere maksatlarına ulaşmayı nasip etmiş olsun.
Amin, peygamberlerin soylusu hürmetine.
Bitti.

***************

RÜYALAR

Bayramdan önceki Pazartesi sabah namazını kılıp [şeyhin] tayin ettikleri evrad-ı şerifi dörtyüz kere oku­yup işrâk (sabah kerahet vakti çıkınca kılınan) namazını kıldıktan sonra biraz dinlendim.
Rüyada bir adam gördüm, bana-, "Üsküp’le alakam kesip Uziçe’ye gitmen ve o azizin nikâhına girmen gerekir. Hatu­nu yoktur. Sen hatunu olup hizmet et. Nikâhtan sonra aranızda yakınlık olur, mübarek eliyle cismine dokunur ve ne kadar beden rahatsızlığın varsa gerek yüzeyde gerek içinde olsun hepsi geçer. Bütün dileklerin yerine gelir. Kal­bin teslim olmuştur zaten, duyuların da onun hükmüne gir­sin. Elbette azizin nikâhına girmen gerekir" diyerek yön ve­riyor. Bu konuşanın kim olduğunu çıkaramadım, yalnız kadın değil erkekti. Onun bu sözü beni utandırdı. "Nasıl söz bu? Benim sevgim ruhanidir. Allahü teâlânın makbulüdür. O yüzden kalbim teslim oldu," dedim.
Yine o adam dedi ki: "O azizde beşerlik yoktur. Gerçi görünüşte halk arasında insan görünümündedir, ama sırf ruhtur. Onda hiç beşerlik yoktur. Ama nikâhına girdikten sonra aranızda yakınlık olur, senin bedenine elini sürer, derdine deva, yarana şifa olur, diyorum. Aklın başında ise fırsatı kaçırma" diye bana tenbih etti. Fakire de sanki onun nasihatına göre davranıp, Üsküp'le ilişiğimi kesmeye ve Uziçe’ye gitmeye hazırlanır­ken bu hal ile uyandım.
Yine tekrar uyudum. Yine rüyada gördüm ki Uziçe'ye varmışım. Bir yerde aziz hazretleri oturuyor. Ol kerevetin altında bir direk var ve kereveti tutuyor. Fakîre de öyle el bağlamış vaziyette karşısında duruyorum. O direğe daya­narak, biraz hicap içinde, önünde duruyorum, sanki na­mazda kıyama durur gibi. Ancak azize bayağı yakın. Bu es­nada oğulları geldi. Vardım, ikisinin de mübarek ellerini öptükten sonra yine o direğin yanma geldim. Önünde du­rurken uyandım. .
************
Yine bir gün bu şaşkınlık ile kendi halime hayretlenirken bir gaflet aldı. Yine gördüm aziz bana hitap edip buyu­rur ki: "Seveni biz de severiz. Bize âşık olana biz de âşık oluruz. Âşık olduğumuz kimseyi muradına erdiririz." Bana âdeta bir safa geldi, uyandım.
************
Yine bir kere beni gaflet aldı ve [şeyhin] hayali göründü. Buyurdu ki: “Önce biz sana muhabbet eyledik. Veli Dede’nin elinden seni biz aldık. İraden elinde değil. Mu­habbet bizden çıkıp sana naklonuldu." Çoğu zaman hayali kalp gözüyle müşahade olunduğunda tebessüm ile bakar gibi geliyor.
************

 

Sonra bir gece bir miktar gaflet sırasında gördüm ki: Efendi Hazretleri gelmiş. Mübarek göğsünü açtı. Gördüm ki mübarek göğsünde güneş gibi bir ayna var. Güneş gibi yu­varlak, çok ışıklı, rengi gayet parlak, altına benziyor. 0 aynanın ışığı mübarek beyaz sakalının arasından çıkıyor ve şule veriyor. Öyle bir ayna ki tabiri imkânsız. Kısacası, dünyada birşeye benzetemem. Yuvarlıklığı güneşe benziyor ama ışıltısı güneş gibi değil. Bir acayip nesne ki göz görmüş değil. Yani o ayna mübarek göğsünde kurulmuş, geçici olarak oraya konmuş değil. Sanki mübarek cismin­den oluşmuş. Aynayı bana gösterip buyurdu ki:
“Bu aynanın içine bakan, Hazreti Allah'ın cemalini görür." Sonra mübarek göğsünü örttü. Ama hakire içine bak­madım, ancak aynayı gördüm. Sonra beni önüne getirip mübarek boynundaki şalın bir ucunu kendi tutup bir ucunu da bana tutturup biat verdi. Halveti şeyhleri âdetlerince ..biat verdiği üzere önce istiğfar duasını sonra tövbe ayetini okutup sonra da şehadet getirip telkin eyledi. Buyurdu ki: "Dört yüz evrad-ı şerif oku. istiğfar -bu şekilde-.Estağfirullah el azim ellezi la ilahe illa hüvel hayyel kayyume ve etûbu ileyh -ondan sonra salavat-ı şerif, sonra Fatiha sonra da ihlas-ı şerif dualarını oku. Işrak ve sabah namazını bizim usulümüz üzere kıl.
Işrak namazını altı rekat kılıp iki rekat selavatü'l işrak iki rekat istiaze ikilde istihare kıl.  Sabah namazını dört rekat kıl. Tevhide devam et. isimleri de ev­velki gibi sürdür, bizde de aynıdır."
Sonra ellerini kaldırıp dua ettiler. Hakire, mübarek eteğini öptüm. Üç kere mübarek eliyle başımı sıvadı. "Şimdiden sonra sen benimsin," diye buyurdu. Bu keyifle uyandım, ama sıkı sıkıya uyuyor değildim, sanki gözümün önündeymiş gibi oldu.
Elhamdülillahi teâlâ bir an bir saat gönlüm onlardan vazgeçmez. Hayali kalp gözüne düştüğünde, daima nice türlü işaretler olur. Bitti.
************
Bir diğeri: Bizim Ali Çelebi gittikten sonra yedinci gece rüyada gördüm ki birisi gelip bana şöyle dedi: "Senin evinde define çıktı." Fakire, çok sevindim ve oraya vardım, gördüm ki bir yerin ağzına bir mermer koymuşlar, "define bunun altında" dediler. Ben de mermeri kaldırıp yerin içine baktım. Bir merdiven gördüm. Merdivenden aşağı inerken hoş bir rüzgâr esti ki cana zevk verir; anlatması imkânsız. Orada durmuş "bu rüzgâr nereden geliyor?" diye şaşırmışken birisi dedi ki: "Bu rüzgâr Medine'den geliyor. Bu yol Medine yoludur. Ve o mübarek kabir [Hazret-i Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin kabrineyakındır." Benim şaşkınlığım iyice arttı.
Merdivenin sonuna gelince hoş bir çeşme gördüm, kurna gibi yapılmış. Çok iyi, çok tatlı suyu, vardı ki, hayat suyuna benziyordu. Biraz su (içtim. Biraz ilerlediğimde güzel bir bahçe gördüm. Bahçe ha. Karşısında resulullah sallallâhü aleyhi ve sellemın kabri, "işte bu bahçe Medine'dir, işte ravza" dediler. Fakire, şevkimden sersem gibi olup mübarek ravzaya yüz sürüp gözyaşları içinde niyaz edip isyanımı hatırlayıp şefaat dile­dim.
"Şefaat ya habibüllah” diye dertli gözyaşları döktüm. Hatta bir iki beyit okudum.
Beyit:
Evvel ü âhır vücûdundur sebeb her devlete
el-meded ey destgîr-i evvelin vü âhirin
 haşre tahsis itme sultânüm şefâ'at-kârını
âlem-i dünyâda da ol destgîr-i 'âcizîn.
Okuduğum beyit buydu. Sonra dilediğimce af ve merhamet dileyerek yalvardıktan sonra geldiğim yoldan yine dışarı evime çıktım. O yerin ağzını yine mermerle kapadım. Yani kimse öğrenmesin. Aptalın biri ona yol bulmasın.; Özel olarak kendime sakladım. Öyle sevindim ki dünyada böyle sevinmek mümkün değildir. Yani öyle bir yadigâra eriştim ki günde on kere istesem o büyük mezara yüz sürmek mümkün olacak. Medine'nin o kadar uzak mesafedeyken böyle yakın olmasına şaştım kaldım. Bu esnada biri bana der ki: "Bu yol Medine’ye arka yoldur. Öteki yolu altı ay çeker ama Allahü teâlâ sana bu arka yolu verdi. Kaç kere istersen varmak mümkündür." diye. Bu keyifle bu sevinçle uyandım.
************
Yine bir kere rüyada gördüm ki birlikte bir iki hatun var. Bana diyor ki: "Seni birisine nikahladım. Bu hatunlar onun tarafından gelmiştir. Bunlara şerbet vermek gerekir. Adam sipahi zümresinden birisi." Bana ıztırâp bastırdı. "Bana adam gerekmez, ona varmam" diye sıkı mücadele ettim. Sonra o hatunlar gittikten sonra merhum Veysi Efen­di orada bulundu. Benim ıztırabımı görünce bana hitap ederek: "Kızım sakın, elem çekme. Kimse seni o adama ver­meye kadir değildir. Ama ben seni Allah'ın emri peygambe­rin sünnetiyle Uziçe'de Şeyh Muslihüddin Efendi hazretleri­ne nikahladım. Artık elem çekme. Mutlaka onunla evlendirdim," dedi. Veysi Efendi’nin bu cevabına çok sevin­dim. Gerçekmiş gibi, kendimi onunla nikâhlı bilip bu safa ile uyandım.
************
Yine bir defa: Yine bir gece rüyada hazret-i habibullahı [Hazret-i Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi] gördüm. Hilye-i şeriflerindeki gibi. O mübarek alnındaki nuru ile. Mirac’a çıkarken, Burak'a binmiş olarak. Dört bir tarafında melekler bağrışıp sesleniyorlardı: "Bu, peygamberin mührü, insanları doğru yola sevkedenlerin meşalesi; bu, Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)" diyerek Hazret-i Muhammed'i Mirac’a çıkarıyor­lardı. En üst cennete; çıkarlarken uyandım. Şimdi Recep ayında Miraç gecelerinde gördüm.
************
Yine bir defa: Yine bir gece güzel yüzlü: bir kadın gördüm. Pek genç değil. Kim olduğunu bilmiyorum. Ama Üsküplü’ye benzemiyor. Birisi gelip bana dedi ki: "Bu kadın, aziz hazretlerinin karısı, oğullarının annesidir. On­lardan değildir." Fakîre bayağı utandım. Bilmeden saygıda kusur ettiğime özür dilerken, o kadın-, "Yaklaş. Kulağına bir iki söz söyleyeyim; kimse işitmesin" dedi. Ben yaklaşınca kulağıma şunu söyledi: "Efendi sana bol selam ve dualar gönderdi. Hem buyurdu ki: "Sana müjde olsun. Senin ruhu­nu yaramaz işlerden geçirdik. Mesela içki gibi. Daha onun gibi ne varsa, o yaramazlıklardan geçirdik. Şimdiden sonra hatırını hoş tut." diye haber alınca çok sevindim. El­hamdülillahi teâlâ böyle olmuş. Onlar ki kitapların kutbu­dur, onlara böyle işler çok değildir. Onlara aşinalığı sürdükçe bütün dileklerimin gerçekleşeceğine kalbim şehadet ediyordu. "Elhamdülillah gerçekleşti" diye bir sevinçle uyandım.
************
Yine bir gece: Rüyada gördüm ki birkaç berbat su­ratlı kadın. Gözleri kör. Bir kadın o-kör kadının önüne otur­muş sanki onun gözlerine ilaç sürüyor gibi. Kör kadından kalbime sıkıntı geldi, "Acaba kimdir" diye düşünürken karı dedi ki: "İşte dünya benim. Bil ve öğren." Bunu öğrenince bana gazap geldi, karıya ciddi küfredip. "Bre mekkâre, tarrare, sahrare, bre veliler aldatıcı, şeker gösterip zehir içirici. Yıkıl git, yanıma gelme. Kardeşlerim sana nikâh kıyıp sonra tez elden boşadılar, ama ben sana nikâh kıymadım ki boşayayım. Yürü git, yakınıma gelme," diye sıkı sıkı tenbih ederken, ö melune bana "Eğer bana muhab­betin olmasa kırmızı atlastan hoşlanmazdın" diye seslendi. Bana bayağı bir kızgınlık geldi. Bu gazapla uyandım. Bu düşün daha çok ayrıntısı var.
Bir kaç defa öyle oldu ki ismullahı zikre devam eder­ken gaflet geldi gibi oldu. Aziz hazretlerini kalp gözüyle gördüm. Ben birinci ismi sürerken onlar karşılarında ikinci isme -ki Allah'tır devam ederler. Bunları zihin oyunudur diye fazla ciddiye almadım.
Yine bir defa ismullahı zikre devam ederken kendimi kaybeder gibi oldum. Güya: sağ  tarafımdan birisi bir mücevherli hançer verdi. Kabzası beyaz, galiba ya inci ya elmas cevherinden. Kını da mücevherli. Kendimi topar­ladım, gözümü açtım. Hiçbir şey yok.
************
Yine gaflet geldi. Yine gördüm, birisi var. Bir altın tabak içinde bir mücevherli bıçak ve bir mücevherli hançer ve bir mücevherli kılıç koydular önüme. Acayip nadide birşey ki gözler görmüş değil. Bundan bir huşu gelip kendi­mi toparladım, hiçbir şey yoktu.
************
Sonra yine bir defa ismullahı zikre devam ederken gaflet gelir gibi oldu. Efendi hazretleri karşımda belirir gibi hayali biçimlendi. Fakire birinci ismi sürerken o İkinciyi sürüyor. Hatta Allah ' sözünü tamamladığında mübarek ağızlarından güneş gibi, bir nur çıkar yükselir. Bazen de üzerlerine dökülür gibi, üzerlerine altın saçılır gibi iner. Her defa kutsal ismi tamamladıkça, böyle fakîre birinci ismi ta­mamladıkça o ikinci ismi tamamlıyor. Bu halde iken uyanır gibi oldum. Bir iki defa hazret-i peygamberi rüya aleminde gördüm. Efendi hazretleri ile bir yerde oturuyorlar. Böyle diz dize oturuyorlar. Güya hazret buyurdu ki: "Ben Muhammed, peygamberlerin, sonuncusu. Bu da Muslihüddin, Hûda'nın sevdiği, nebilerin âşık olduğu,"
Bitti.
************
Yine bir defa Cuma gecesi akşam namazım kılarken efendi hazretlerinin tasviri kalbime düştü, kalp gözüyle gördüm. Şöyle seslendiler: "Namazdan sonra ikinci isme başla. Vakit mübarektir". Fakire de namazı, tamamlayınca karşıdan ders çalıştırır gibi birinci ismi üç kere tekrar­ladıktan sonra "Rabbena tekabbül ateyna" yı sonuna kadar okuyup, bir de Fatiha'yı okuyup, ellerini yüzüne sürüp, bu­yurdular ki: "Şimdi söyle, Allah’ın yardımı ve Resulullahın bol bereketli mucizeleri ile ve bizim icazetimiz ile sana ikin­ci isme izin verildi". Karşıdan fakîreye usulüne göre yapılacağını birkaç kere tekrarlayarak gösterdikten sonra dua ettiler. Sonra buyurdular ki: "Sen bana ötekiler gibi değilsin. Muhabbet yalnız sende midir? Bil ki bizde on misli fazlası vardır. Tereddüttü gönlünden kov." Zira fakîrede te­reddüt vardı.
************
Yine bir gece teheccüd namazını kıldıktan sonra ismullahı sürüyorken gaflet geldi,; iç âleminde efendimiz haz­retlerini gördüm. Güya buyurdular ki: "Sana gösterdiğim muhabbeti başka hiçbir Tanrı kuluna göstermedim." Sonra fakîrenin aklıma geldi ki nefsimle yeterince cihad etmedim. Sanki bunlar benim halim olamazmış gibisinden kalbime tereddüt geldi. Bunun üzerine buyurdular ki: "Benim ettiğim cihad senindir." Bu esnada fakire düşündüm ki Allah korusun kalbimi mağrurluk kaplamasın diye bir korku geldi. Bunun üzerine buyurdular ki: "Kalbine gurur gelse elimle engellerim. Gönlün benim hükmümdedir. İstediğim şeyi gönlüne koyarım.":
************
Yine bir defa-. Allah’ın ismini zikre devam ederken güya bir kâse ile su getirdiler, içecek gibi oldum, baktım, kâse içindeki su meğer altınmış. Altını içtim,. Efendi hazret­leri buyurdular ki: "Sıhhatler afiyetler olsun." Sonra Ramazan-ı şerifin ilk gecesi teravih namazını kılarken kalp gözüyle öyle gördüm ki efendi hazretleri önümde imamlık ediyor, fakire arkasında namaz kılıyorum. Çok cemaat var. Sonra oturmuş teşbih okurken efendi hazretlerini kalp gözüyle gördüm. Güya buyurdu ki: "Nicesini ayrılığımın hasretiyle, nicesini özlemimin ateşiyle." Sonra buyurdular ki: "Sen bilir misin benim nemsin? Gözümün nuru, sinemin servetisin."
************
Yine bir defa: iç aleminde Efendi hazretlerini gördüm. Buyurdular ki: "Dünya âlemi Allah'ın hankâhıdır, hiz­metçisi biziz." Fakîrenin aklına geldi ki bu sözü Hazret.-i Mevlana söylemiştir. Yine buyurdular ki: "Mevlana hayatta olsaydı götürmeyi canına minnet bilseydi.”
************
Yine bir defa: Ramazan-ı şerifin son Cuma gecesi iç âleminde habib-i ekrem (sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretlerini müşahede edip efendi hazretleri karşıdan göründü. Hazret buyurdu ki: "Merhaba, yarim, canım, Tanrı'nın sevdiği, peygamberlerin âşık olduğu." Yani efendi hazretleri habib-i ekrem hazretle­rinin yanına oturdular. Habib-i ekrem hazretleri mübarek elini efendi hazretlerinin omzuna koyup "Bu kutupların kutbu olur" buyurdular. Orada başkaları da vardı, onlara bildirir gibi. Bundan sonra uyandım. Rüya âleminde görürüm ki bir bahçe. Ağaçları, otları kurumuş. Bir kötü zemin ki olamaz. Bunun içinde yılanlar var imiş. Bu bahçeden kalbime son derece nefret geldi, ve bu yılan­lardan da korktum. Kaza ile biri sokmasın diye. Bu esnada karşımda bir adam belirdi. Yanında bir taze oğlan var. O âdeme rica ettim, bu oğlana tenbih etsin de bahçedeki kurumuş ağaçları, otları biçip kesip gidersin diye. Bu ıztırapla uyandım. Kalbime büyük bir keder  çöktü. “O bahçedeki di­kenler, çöpler benim amelim” o yılanlar da benim şehvete yönlendiren nefsimdir, diye. üzgün, mahzun teheccüd namazına devam ederek meşgul oldum. Ama kalbimde şevk yoktu. Düşündüm ki önce böyle göreyim sonra böyle görmek malumdur ki bunlar benim halim değildir diye kal­bime terreddüt geldi. Namazı tamamlayıp ism-i şerifi zikre devam etmeye koyuldum. İç âleminde efendi hazretlerini kalbimin gözüyle gördüm. Buyurdular ki: "O gördüğün bahçe dünyadır, içindeki yılanlar dünyanın malı ve metaıdır. Dünyanın malı yılandır. Allahü teâlânın inayetiy­le bizim hizmetimizle dünyayı sana öyle gösterdiler ki sev­gisi hepten kalbinden çıksın gitsin. O yılanlardan kork­manın anlamı şu ki dünyanın malından varlığından nefret ediyorsun. O dünyadır. Niye tereddüt ediyorsun? Bizim söylediklerimizi inkâr mı ediyorsun?" diye buyurdular. Fakire de: "Haşa sultanım. Söylediklerinizi inkâr eder miyim? Ama amelim az isyanım çok. Onun için bu hali ken­dime mal edemem." Buyurdular ki: "Allahü teâlânın rahme­ti senin isyanından çok daha fazladır." Toparlandım.
************
Yine bir defa rüya âleminde gördüm ki efendi hazret­leri beni sıkıca tutup kucakladı. Kendine doğru öyle bir sıktı ki bütün vücudum hamur gibi yoğruldu sandım. Ama acı çekmedim. Birisi dedi ki: "Hazret-i Ömer müslüman olduğunda Hazret-i Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Ömer'i böyle kucak­layıp sıktı. Ömer'in içindeki küfür, şirk ayağının tırnağından çıktı." Fakire dedim ki: "Elhamdülillah benim küfrüm [zaten] yoktur." Yine derler ki: "Senden açlık ve tok­luk çıksın." Mehmed Efendi Uziçe'deyken bu düş görüldü.
************
Yine bir defa: Aziz hazretlerinin vefatı haberi geldik­ten sonra bir gün iç âleminde aziz hazretlerini gördüm, bu­yurdular ki: "Bizim için acı çekme, insanlık kaydından kurtuldum. Senin her halin ile yine eskisi gibi ilgilenirim."
Sonra yine bir gün kalbimin gözüyle aziz hazretlerini gördüm, buyurdular ki: "Oğlum Hasan'a bağlan. Az zaman­da benim mertebemi aşacaktır."
************
Yine bir keresinde ikinci ismi zikretmeye devam eder ken bütün eşyadan “hû” sesi gelir gibi oldu. Bu hal birkaç kez daha oldu.
************
Yine bir kere ism-i şerifi zikre devam ederken güya aziz hazretleri karşılarken “hû” diyor. Bana hitap ederek buyuruyor ki: "Hu ismini sür. Sana izin." Nice kere böyle oldu. İsm-i şerifi zikre devam ederken kendimi kaybeder gibi oluyordum ve kalbime “hû” ismi ilham oluyordu. Birçok kere uyku hali' bastırdığında aziz hazretleri görünüp “hû” ismini telkin ediyordu.
************
Yine bir keresinde aziz hazretleri iç âleminde buyur­dular ki: "Bize saygın yok mu? Üçüncü isim, ki “hû”dur, Allah'ın emri peygamber hazretlerinin mucizesi ile sana ve­rildi." Ve bazen kendimle meşgul iken aynı o şekilde bütün eşyadan “hû” sesi kalbime gelir gibi oluyor.
************
Yine bir kere rüyada gördüm ki “hû” ismini zikre ko­yulmuşum.
************
Yine bir gece yatsı namazını kılıp ism-i şerifi zikre devam ederken kalbime ilhanı oldu: "Hu ismine devam et." Bu şaşkınlıktayken kalbimde aziz hazretlerini gördüm, bu­yurdular ki: "Allah tarafından buyuruldu. Hu ismine koyul. Bizim iznimizle." Aynen o şekilde tekrar kulağıma yapışıp “hû” eledi ve buyurdu: "Sultanım, bunları yazıp oğlum Çelebiye gönderin."
************
Sonra bunlar oldu. Birçok kere. Allah'ın ismine devam ederken, kendimi kaybeder gibi oldum ve “hû” ismi kalbime düştü. Nice kere uyku hali bastırıp aziz hazretleri belirip “hû” ismini telkin etti. Nice kere böyle olmasına rağmen ben kulak asmayınca "bize kulak asmaz mısın? Üçüncü ismi sana tayin eyledim.”
************
Yine bir kere aziz hazretleri buyurdular ki: "Allah'ın emri, peygamber hazretlerinin mucizesiyle sana üçüncü isim olan “hû”, sana tayin olundu." Bu hal rebiülevvel ayının  ilk perşembe günü ikindiden önce gerçekleşti. Ve bazen kendimle meşgulken aynen önceki gibi bütün eşyadan “hû” sesi gelir ¡gibi oldu. Bir kaç ay boyu böyle kendi halimdeyken aziz hazretlerini kalbimin gözüyle gördüm ve “hû” ismini telkin etti. Yine "Bunlar zihin aldat­macasıdır, ben bunlara layık değilim" diye ciddiye almadım.
************
Yine bir gün Allah ismini zikre koyulmuşken iç âleminde buyurdular ki "“hû” ismine koyulasın, her dileğine ulaşırsın. Her zorluk açılır." Her keresinde böyle olup bir kaç kez yine azarladılar. "Bize muhalefet mi edersin?" dedi­ler. îster duada ister namazda, her halimde, onlardan kal­bime ilham düşer: "Elbette “hû” ismine devam et" diye.
************
Yine bir keresinde aziz hazretleri tarafından kalbime ilham oldu ki: "Önce “hû”, sonra “hû”. Dışı “hû”, içi “hû”. Sultanım, bu halleri oğlum Çelebi efendiye yazıp gönderin." Onlardan cevap beklerken aziz hazretleri tarafından işaret oldu ki: "Oğlum Hasan'dan haber gelinceye kadar bekleme. Mehmed Dede'ye bildir." Şimdi size bildiriyorum. Ne buyurur­sunuz? Bunlar zihin oyunu mudur yoksa gerçek midir? Hâşâ sümme hâşâ aziz hazretlerinin söylediklerini inkâr edemem, ama ben bunlara layık değilim. Dünya derdine dalmışım, Hakk'a layık bir nesnemiz yok. Bunlara hakkım hiç yok. Hakk süphanehu ve teâlânın lütfü çoktur. Sul­tanım, ne buyurursunuz? Bildirin.
************
Cevap: Her açıdan üçüncü isim hakkınız olmuş. Allahü teâlâ mübarek eylesin. Hemen devam edin. Fakirden izin olsun.
************
Bir keresinde de perşembe gecesi rüyada gördüm ki hazret-i peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretlerinin nikâhına girmişim, yani peygamber hazretleri hakkaten bana nikâh edip hatu­nu olmuşum. Birisi bana dedi ki: "Bu zamanda peygamber hatunlarından başta sensin. Şimdiden sonra senin elini öperler." Kendi halime şaştım ve öyle bildim ki gerçekten benimle nikahlanmış ve onlarla buluşmuşum. Ama hazret-i peygamberi aynen gördüğümü söyleyemem.
************
Bir kere de, yine iç âleminde efendi hazretlerini gördüm, kalbim ile güya diyorum ki:; "Bu esrarımı acaba kimseye duyurmam makul müdür değil midir?" Buyurdular ki: "Bizim ile olan muameleyi bizim Mehmed Halife'ye ol hatuna dediğinden bir şey [söylemen?] gerekmez. Onlara böylesi daha yararlıdır. Bize yakınlaşmanız rüya ile olur."
************
Yine bir kere: Ârefe gecesi sıkı bir sıtmaya tutuldum, hararetim şiddeti etkisinde öyle gördüm ki efendi hazretleri hemen yakınımda. Sanki başıma yanaşıp halimi sorar gibi. Hem buyurdu ki: "Bu sıtmanın altında çok yararlı şeyler var. Öyle bil. Gündüz oruç tutan gece namaz kılan olsun." Bunu bilemezdik.
************
Bir kere mübarek bayram günü tenhada kendi halim­de duada iken kendimi kaybettim, aklım dağılmış. Yine efendi hazretleri görünüp buyurdular ki: "Bayramın mübarek olsun, inşallah büyük bayrama birlikte ulaşırız," diye buyurdular.
************
Yine bir defa: Ramazan-ı şerifin son Cuma gecesi, gece yarısında evradım olan ismi zikretmekle meşgul iken aziz hazretleri aynen karşımda belirip,-fakire “hû” deyince karşılığında onlar "Hakk" diyorlardı. Yine bundan sonra bir güzel yüzlü oğlan gördüm. Başına bir altın taç takmış. Sağ kulağıma yapışıp ben “hû” dedikçe o "Hakk" diyor. Bunu da pek ciddiye almadım. Zihin oyunudur, diye yüz verme­mek istedim, ama aziz hazretleri tekrar karşımda belirip fakîreye şöyle hitap ettiler:
"Bize Ebussuud tefsirini gönderen Asiye Hatun: Sen ki benim sevenim-ve, sevilenim, isteyenim ve istenilenimsin. Ramazan-ı şerifin son Cuma’sının gece yarısında, bu gece Hakk teâlânın emri ve peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretlerinin bol bereketli mucizeleri ile, dördüncü isim olan "Hakk"ı sürmeye sana izin verildi."
************
Sonra: Yine fakîreye gaflet geldi. Rüya âleminde gördüm ki benzersiz bir oda. Duvarı gümüşten. Üzerinde altından "La İlahe İllallah Muhammedün Resulullah" yazılmış. Dört tarafı böyle. Yukarıda eşsiz kandiller asılmış. Bazısı altından, bazısı çeşitli mücevherlerden yapılmış. Bu odanın ortasında bir şadırvan var, altından Suyu bile altın akıyor. Velhasıl öyle bir oda ki insan aklı kavrayamaz. Aziz hazretleri o sudan fakîreye verdiler, ama su da altın gibidir. Ne görsem, bu odanın başında habib-i ekrem (sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretleri oturmuşlar. Sağında solunda dört halife oturmuş. Bilileri de ayakta duruyor. Habib-i ekrem hazretlerini (sallallâhü aleyhi ve sellem) mübarek hilyelerindeki gibi gördüm. Aynen öyle gördüm. Hatta mübarek alnındaki nuru, mübarek gözlerini ve yüzlerini açıkça seçiyordum, sanki gerçekten görüyor gibi. Ve dört halife hazretlerini, cüsseleri ve şekl ü şemaillerini açıkça gördüm. Dışarıdan tabaklarla hediyeler, sanki peygamberlerin sultanına getiriliyordu. Bazılarını alıkoyuyorlar, bazılarını dışarı iade ediyorlardı. Ayakta olanlar bu hediyelerle ilgileniyorlardı. Bu esnada aziz hazretleri karşıdan gelip, "Selamün aleyküm, öncekilerin ve sonrakilerin soylusu, âlemlerin rabbinin sev­gilisi" diyerek karşılayınca, peygamberlerin sultanı selamı alıp "Tanrının sevdiği peygamberlerin âşık olduğu" buyur­dular. Aziz hazretleri de dört halife. hazretlerinin tam ortasına oturdu. Fakîrenin vakfeylediğim Kuran-ı Kerîm aziz hazretlerinin elindeymiş. Güya peygamberlerin sul­tanına sunup "Bu, fakîrenin sultanım hazretlerine hediyesi­dir" dediler. Hazret-i Muhammed tebessüm edip "tekabbel Allahu bikabulin hasenin sümme kabbilna sümme kabbilna sümme kabbilna" [Tevili mana: Allah Teâlâ hüsnü kabul ile kabul buyursun, sonra bizden kabul etmemizi istendi, kabul ettim, hep kabul ettik] diyerek mushaf-ı şerifi mübarek eline alıp açtı ve baktı. Dört halife de alıp gözden geçirdiler. Yine hazret-i peygamberin mübarek ellerine verdiler, onların elindeyken fakire uyandım.
************
Yine bir defa ism-i şerife devamla “hû” dedikçe sanki aziz hazretleri görünüp "Hakk’da Hakk'tan buyruldu." bu­yurdular.
************
Ve yine o gece, Ramazan’ın son Cuma gecesi, gece yarısından sonra sabaha yakın otururken bana sanki "Hakk teâlâ sana selam eyledi" dediler. Ama kulakla ses işitmek gibi değil, âdeta kalbime ilham oldu.
Cevap: Bacı kadın, sınırsız ve sayısız selam ve dua­lardan sonra: Allahü teâlâ mübarek etsin. Her türlü kanıt ile hakkınız olmuş her açıdan. Bu asi yüzü karanın iznine ihtiyacınız yok, ama edeplilik göstermişsiniz. Allahü teâlâ edebinizi artırsın ve ilerlemeniz günden güne çoğalsın. Bu izin olsun, Hakk ismini sürün. Bu yüzü karayı da dua­larınızda hatırlayın vesselam.
************
Yine bir kere: Gördüm ki bir kaç muhteşem azizler bir yere toplanıp tevhid ederler. Sonra ismullahı sürüp "kayyûm" ismini çekerler. Fakireye de "Sen de 'kayyûm' is­mini sür" derler. Şeyhime sordum, "kayyûm" ismini verdi.
************
Yine bir kere: Bayram gecesi iç âleminde gördüm ki habib-i ekrem (sallallâhü aleyhi ve sellem) hazretleri ve efendi hazretleri bir yerde otururlar. Habibullah'ın başında siyah tülbent var. Üzerinde bal renkli mübarek giysisi. Hilyedeki şeklinde görüyorum. Sonra peygamber hazretleri bir altın para çıkarıp efendi hazretlerine, onlar da fakireye verdiler. Sağ elime aldım, Bu para elimde büyüdü. Bir büyük yuvarlak ayna gibi oldu. Rengi altın, ama ayna gibi. Öyle saf, öyle parlak ki anlatması mümkün değil. Elimde tutarken aklıma düştü ki "Galiba Hazret-i Allah'ın cemalinin görüldüğü ayna budur." Ayna elimde kaldı. Uyandım.
Kaynak: Cemal KAFADAR,  RÜYA mektupları ASİYE HATUN, Oğlak Yayıncılık ve Reklamcılık Ltd. Şti Birinci baskı: Kasım 1994, İstanbul

 



[1]   Burada amacımız birtakım motiflerin anlaşılmasında zaman içinde ortaya çıkan kültürel değişikliklere değinmek, yoksa Freud'çu ruhbilimsel çözümleme ayrı bir eğitim gerektirir; aksi takdirde sık sık yapılan vülger [müstehcen, edebe aykiri. 2. adi, bayagi; görgüsüz ] Freud'çuluk hatasına düşmek kolaydır. Öte yandan, rüyaların yorumlanmasında uzun ve sivri nesnelerin erkeklik uzvunu simgelediği görüşünün modern insana has bir görüş olduğunu ve birdenbire Freud'la başladığını düşünmek yanlış olur. İkinci Bayezid devrinde, çeşitli tabir kitaplarından derlenerek oluşturulan Kâmilü't-ta'blr adlı eserde, İbn Şîrîn zikredilerek şu görüş belirtilir: "bıçak te'vilde oğlan ola ve bıçak kını 'avret ola". TSK, R. 1769,210b.

[2]   Bkz. ’Uşşâkîzâde, Zeyl-i Şakâ'ik, Iz. H. J. Kissling (Wiesbaden: Viyana nüshasından tıpkıbasım, 1965), 129-130; 'e Şeyhî, Yekâyi'ü'Fuzelâ. hz. Abdülkadir Özcan (İstanbul: Bayezid Ktp. nüshasını an tıpkıbasım, 1989), I: 146 (Şakaik-ı Nu'maniye ve Zeyilleri dizisinin 3. cildi).

[3]    Acaba Asiye Hatun'un rüyalarına İstanbul'daki saray kütüphanesine ulaşmasında bu tür bir tarikat bağlantısı mı rol oynadı? Bk. D. 3104 |Katalogda yanlışlıkla "kuyumcubaşı defteri" olarak belirtilmiş. Arşiv yöneticisi Sayın Ülkü Altındağ'ın hazırlamakta olduğu ve yayınlamaya başladığı yeni katalogun devamını dört gözle beklemek için bir sebep daha). Bir diğer ihtimal, eğer hayattaysa Asiye Hatun'un, değilse de varislerinin, 1689'de Üsküb'ün Habsburg generali Piccolomini'nin emriyle yakılması üzerine gerçekleş irilen ve 20. yüzyıla kadar süren Balkan muhacirliğinin mukaddimesi sayılabilecek., büyük göçle İstanbul'a yerleşenlerden olması ve yazışmaların İstanbul içinde el değiştirmesidir.

[4]  Rüya günlüğünde sadece beş isim olması şaşırtıcı. F. de Jong'a göre (Encyclope- dia of İslam, yeni ed„ "Khahvatiyya") Halvetîlikte yedi isim şöyle sıralanır:

l) el-Tehlîl; 2)Allâh; 3)Hü; 4) Hayy; 5)Hakk; 6)Kayyüm; 7)Kahhâr.

Rüya günlüğünde sözü geçen son isim "kayyûm" olduğuna göre, yedinci isme gelmeden yazışmalar bitmiş ya da sonrası yitmiş olabilir. Ayrıca "hu“dan "Hakk"a geçtiğini açıkça belirtir hatun; de Jong'un listesindeki dördüncü isim olan "Hayy"dan hiç söz edilmez. Demek ki hiç ol­mazsa isimlerin sırası, zaman içinde ya da Haivetîliğin kolları arasında değişiklik gösterir. Merhum Cerrahî şeyhi Muzaffer Özak'ın Ziynetü'l-kulûb (İstanbul, 1973) adlı ese­rinde verdiği liste Asiye Hatun'unkine daha yakındır ama yine de "Hayy'in atlanmasına açıklık getirmez; bkz. s.40-41:

1) Tehlîl; 2)Allâh; 3)Hu 4)Hakk; 5)Hayy; 6)Kayyum; 7)Kahhâr.

Bu kaynağa dikkatimi çeken Andrâs Riedlmayer'e teşekkür borçluyum.

 Kitaplığımdaki  (şimdilik bildiğim tek) nüsha, istinsah tarihi: H.1220.

[6]   İstanbul Üniversite Ktp., İbnülemin M. K. İnal yazmaları, no. 2956, 46b-52b. Hatun'un çağdaşı bir diğer Halveti, Niyazi-i Mısrî, Yunus Emre'nin "çıktım erik dalına" diye başlayan şiirine yazdığı şerhte, batınlarının "tenezzül ve terakkisin" lyani iniş ve çıkışını] bilmek isteyenlere "telkîn-i mürşid ve usül-i esma ile bile gönül kitabına ve 'ilm-i ta'bîre mürâca'at" etmelerini söyler; buna göre davranan miirid, her gün ne düş görürse "mürşide 'arz eyler ve ana ahvâli beyan eyler ol miişkili de hail olup sülük eyler". TSK, H. 303, 2b-3a.

[7]  Muhidclini Arabi Ta 'birnamesi: Yeni harflerle, yeni lisana göre tercüme edilmiş en mükemmel ta'birnamedir, çev.? Süleyman Tevfik (İstanbul, 1932), s. 5. Yine bu bağlamda, II. Abdülhamid'in emriyle Süleyman Hasbî Efendi'nin Arapça'dan çevirdiği, Abdülganî el-Nâbulusi'nin (1641-1731) ünlü tabirnamesi Ta'tirû'l-enâm 17 ta'blri'l-menâm'da geçen şu cümle (İstanbul, H. 1306, s.9) dikkat, çekici: "bir kimse­nin hâli sükünetde ve kendisi huzur ve rahatda ve libâsı fâlıir ve cedîd bulunur ise... onun rü'yâsı sahih olur".

[8]  Ahmed Vecdî, 27a.

[8]  Ahmed Vecdi, 25a. Rüyalara daha başka, uçlu, beşli vb sınıflamalar da uygulanır, ama bütün bu sınıflamaların genel yapısı bu ili kutbu korur, üçlü sınıflamalarda Allah'tan gelenlerle Şeytan'dan gelenler arasına yerleştirilen rüyaların nefse atfedil­mesi, S. Ateş'in belirttiği gibi (s.70) çağımızın bilinçaltı anlayışına bir benzerlik gösterir. Benzeri bir görüş Hıristiyan düşüncesin :1e de, en azından II. yüzyılda yazan Tertullian'dan yakınçağ Avrupasına kadar geçerlidir. George Calofonos, "Dream In­terpretation: A Byzantinist Superstition?" Byzantine and Modern Greek Studies 9 (1985):215-20. Onyedinci yüzyıl hatırat yazarlarından İngiliz rahip George Fox, rüyaları üçe ayırır: Şehevî, şeytani, ve Tanrı'nın insanla musahebeleri. Zikreden: Alan MacFarlane, The Family Life of Ralph Josselin, a Seventeenth-Century Clergyman: an essay in historical anthropology {New York, Lond'a, 1977), s.183. Krş. hadis: "rüyâ-i mû'min, kelâmdur ki kul anunla düşde Rabbiyle söyleşür". Zikreden: Ahmed Vecdî, 25b. Hıristiyan geleneğinde şeytanî düşler çok deha ciddiye alınır, zira Hıristiyan ge­leneğinde Şeytan çok daha ciddiye alınır. Bu koıuya ışık tutan gözlemler için, bkz. Hüsrev Hatemi, Yozlaşmadan Uzlaşmak (İstanbul, 1988), s.74-75-.

[9]  A. Vecdî, 25b.

[10] Malinowski'nin Kuzey Amerika yerlilerinden dinlediği düşleri ele alırken geliştirdiği resmi (’'official'') ve serbest ("free") rüyalar sınıflaması için, bkz. Sex and Repression in Savage Society (New York. 1955), s.89-90.

[11] Eflatun ve Çinli Daoist düşünür Ctıang Tzıı'nın çoktan ortaya attıkları, daha yakın zamanlarda Descartes'ın modern Batılı diişüna ye malettiği, kabaca özetlersek "şu anda rüya görüyor olmadığım nereden belli?" sorusu başta olmak üzere rüya olgusu­nun uyandırdığı felsefi soruların, 20. yüzyıl analiı.ik felsefe geleneği içinde irdelenmesi için bkz. Philosophical Essays on Dreaming, ed. C.I5.M. Dunlop (Londra, 1977).

[12] A.g.e., 24a-b.

[13] Bu konuda bkz. W.D. O'Flaherty, "Inside anı 1 Outside the Mouth of God: The Bo­undary between Myth and Reality” Daedalus 10&(1980):93-125.

[14] Kitâb-i Menâmât, Nuruosmaniye Ktp., yazma no. 2599. BizanslIların rüya anlayışındaki koşutluklar için, bkz. ,4 History of Private Life, t. çili, eti Paul Veyne, Ing. çev. A. Goldhammer (Cambridge, ABD, 1987) içinde, s. 553-641 arasında lîvely- ne Patlagean'ın Bizans'a ilişkin yazısı, s.624-25.

[15] Metni okumamda yardımını esirgemeyen Sayın Prof. Gönül Tekin'in işaret ettiği gibi, birinci mısra çok yaygın olarak zikredilen, "eğer sen olmasaydın eflaki yarat­mazdım” mealindeki bir hadis-i kudsîye telmihde bulunur: "Levlâke levlâke lemâ halak- tu el-eflâk". Bkz. A. S. Levend, Divan Edebiyatı (İstanbul, 3. basım, 1980), s. 104-105,

[16] Bu konuda, evliliğe yönlendiren çeşitli hadi; ilere rağmen mutasavvıflar arasında siiregiden tartışmalar için, bkz. Smitlı, a.g.e., 165-171. Birçok evlenme teklifini redde­den Rabia Hatun'ıın kendi tavrı için, s.10-13. Yukarıda sözü geçen Cihânârâ Begüm de hiç evlenmemiştir.

[17] K. Shepherd,.i SufiMatriarch:I-IazralBaba)in(Cambridge, tng„ 1985), s.30-31.

[18] "Platonik evlilik” örnekleri için bkz. Smith, s. 140-41 ve 156-57.

[19] Rabia Hatun'un asırlar boyu değişik İslâmî toplumlarda, hatta Avrupa'da örnek/ model gösterilmesi konusunda, bkz. Schimmel, Smith'in kitabına giriş yazısı, s.xxvii- xxviii ve xxxiii.

[20] Hatun'un bu konuda fazla İleri gitmiş olabileceğine dair kaygısı ilk mektubunda açıkça ifade edildiği gibi, daha sonra da aklı la takıldığı bir rüyasından anlaşılıyor: Bu rüyada Muslihüddin Efendi görünerek "seni Veli Dede'nin elinden biz aldık" der ve Hatun'un şeyh değiştirmesinin iradesi dışında gerçekleştiğini vurgular. Asiye Hatun'un, tarikatnamelerde  okuduklarına dayandığını söylediği kaygısı yersiz değildir. Müridler arasında şeyh değiştirme dürtûsü ve şeyhler arasında bunu engel­leme ya da sınırlama arzusu, herhalde tarikat hayatında hiç olmadığı düşünülemeyecek gerginlik unsurlarından bir olmalı. 10. yüzyılın başlarında Yahya Efendi zaviyesi türbedarı olan Şeyh Mehmed Nuri, müridleri "kırk senedir basiretim feth olmadı" diye şeyh değiştirmeye yeltenmemeleri, ancak kendi şeyhleri buna gerek görür ve izin verirse böyle bir hareketin uygun olacağı konusunda uyarır: "yoksa şeyhi tecdîd etmekle füyûzât-ı ilâhiyye teceddüd bulmaz". Bkz. TSK, Y.Y. 1162,15b.

[21] El, "Khahvatiyya" maddesi.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar