Print Friendly and PDF

Benim Yahudilerim ve Masonlarım

 

Uçar Demirkan  

 


1940 yılında İzmir'de doğmuştur. Esnaf Osman Demirkan'ın oğludur. 1957'de İzmir Atatürk Lisesinden, 1961 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye ve İktisat Şubesinden mezun olmuştur.


02.09.1961 tarihinde Teftiş Kuruluna girmiş; 21.03.1968-22.03.1969 tarihleri arasında Fransa'da staj yapmıştır. Haziran 1975-Temmuz 1976 tarihleri arasında Kıbrıs Türk Federe Devleti Maliye Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanlığı ve 1982-1983 yıllarında İzmir Bankerler Tasfiye Kurulu Başkanlığı görevlerinde bulunmuştur. Mali Müşavirler Geçici Kurul Üyeliği yapmıştır. Türkiye'de Sağlıklı Sanayileşme konusundaki araştırması ile Mülkiyeliler Birliği Vakfı tarafından A.Rüştü Koray ödülü ile taltif edilmiştir.  Maliye Başmüfettişi iken 2005 yılında emekli olmuştur . Çeşitli dergilerde mesleki yazıları, şiirleri, öyküleri yayınlanmıştır. Fahri Maliye Müfettişi ünvanına sahip bulunmaktadır.


09.02.2023 tarihinde vefat etmiştir.


Evli, üç çocuk babası olup, Fransızca ve İngilizce bilmekte  idi.


Basılmış Eserleri:


(1) Sevi (Şiir) (1967)


(2) Cumhuriyetin İlk Elli Yılında Vergisel Yapımız (1973)


(3) Kamusal Mali Denetim (1978)


(4) Vergicilik El Kitabı (1978)


(5) Türkiye'de Uygulanan Maliye Siyasaları ve Sanayileşme (1979)


(6) Sermaye Piyasaları ve Türkiye'deki Uygulama (1981)


(7) Vergicilik Terimleri Sözlüğü


(8) Kambiyo Mevzuatı


(9) Dış Ticaret Mevzuatı


(10) Maliye Terimleri Sözlüğü


(11) Vergi İncelemesinin Kuralları

Yazan:  Uçar Demirkan

Umberto Eco'nun “  Prag Mezarlığı”  adlı yapıtını okuyorum. Romanın her yerinde Yahudi düşmanlığı ve mason düşmanlığı işleniyordu. Benim de Yahudilerle ve masonlarla yaşantılarım olmuştu. Bunları ben de anlatayım istedim. İşte başlıyorum.

Yahudi adını ve kavramını ilk kez üç ya da dört yaşındayken annemden duymuştum. Onun anlattığına göre; İzmir'in işgalinden bir gün önce tüm müslüman İzmir'liler Maşatlık'ta toplanıp işgali istemediklerini haykırmışlar. Maşatlık, Konak meydanının yakınındaki bir Yahudi mezarlığıymış.

Sonraları,  Yunan savaşında yakılıp yıkılmış olan bu Yahudi mezarlığının üstüne bir çocuk parkı yapmışlardı. Çok güzel bir parktı.  Ana giriş kapısının iki yanında çeyrek daire biçiminde mermerden yapılmış oturma yerleri vardı. Mermer çemberlerin başlangıcında gerçek bir erkek aslan boyunda olan iki tane aslan yontusu bulunuyordu. Parkın içinde çocukların oyun alanı ve büyüklerin dinlenme yerleri vardı.

Sonraları, bu mermerleri söktüler ve mermerden aslan yontularını müzeye kaldırdılar. Bir zaman sonra,  yerel bir gazetede bu konuda haber çıkmıştı. Mermerler ve aslan yontuları , İzmir'deki hiçbir müzede yoktu, yitmiş gitmişlerdi. Kimbilir, hangi Arap zengininin evinin girişini ya da bahçesini süslüyorlardı.

Ben,  Konak meydanına yakı n bir yerdeki Mekke Yokuşu-bu yokuşa paralel bir de Medine yokuşu vardı,  İsmet İnönü o yokuşun ortasındaki bir evde doğmuştu- nun başlangıcındaki bir evde,  ikinci dünya savaşının en civcivli zamanında doğmuşum. Alman uçakları Yunan adası olan Sakız Adası'nı bombalamak için geldiklerinde,  biri Kadifekale'de diğeri Bornova tepelerinde olan iki ışıldak kentin üzerinde,  gökyüzünde bir makas oluşturur ve durmadan gökteki uzun ışıklar devinirdi. Alman uçaklarının yanlışlıkla İzmir'i bombalamalarının önüne geçmek için alınmış bir önlemdi. En eskiye giden anım bu ışıldakların gökyüzünü tarayan ışıklarıdır.

Doğduğum ev,  eski bir Osmanlı konağıymış. Yokuşun yukarısındaki sokağa açılan bir kapısı vardı. Buradan,  eski konağın haremlik kesimine girilirmiş.  Yokuşun başlangıcındaki ana kapıdan ise eski konağın selamlık kesimine girilirmiş. Bu girişin üzerinde,  bir hizmetlinin kalması için bir oda bulunuyordu. Üç metrelik bir holden sonra bahçeye giriliyordu. Bahçede bir fıskiyeli havuz, bir hamam ve bir tuvalet vardı.  Her yer Malta taşı ile döşeliydi.

Evin yeni maliki, alt ve üst katı ayrı ayrı kiraya vermişti. Biz alt katta otururduk. Üst katta(haremlikte)midyeci Nezih bey,  eşi, iki oğlu,  iki kızı otururlardı. Alt bahçe ortak kullanım alanı idi.

Nezih bey, hazırladığı midye dolmalarını İzmirin eğlence yerlerinde satarak geçimini sağlardı. Bu yolla,  sayılan kişilerden oluşan kalabalık bir ailenin geçinmesinin olanaksız olduğu açıktır. Söylentilere göre,  Nezih bey Osmanlı Sarayında ahçılık yaparmış. Osmanoğulları yurt dışına sürgüne yollanınca, sarayda çalışanlar sarayı yağmalamışlar. Bu ailenin elinde de,  saraydan alınma gümüş tabaklar,  çatal,  kaşık ve bıçaklar,  altın kaplamalı fincanlıklar ve fincan altlıkları ve başka mücevherler vardı. Aile, bunları zaman zaman İzmir'deki sarraflara satarak geçimini sağlıyordu.

Bir başka ahçı öyküsü daha vardı. Bir Kırım Türkünü(bir Tatar) Ruslar ikinci dünya savaşı sırasında zorla askere almışlar ve Alman cephesine götürmüşler. Orada uzun süre savaşmış ve sonunda Almanlara esir düşmüş. Uzun ve zorlu tutsaklık yıllarına dayanmış. Savaş sonrası Amerikalılar bunu tutsaklıktan kurtarıp özgür kılmışlar. O da kendisi gibi olan bir Tatar kızıyla evlenmiş ve çok güzel bir kız çocukları olmuş. Kendi isteği ile onu Türkiye'ye yollamışlar. O da ailesiyle bizim mahalleye gelmişti. İkiçeşmelik'te bizim komşumuz olmuşlardı. Her gece, tüm komşu çocuklarını evinde toplar kızına ve bizlere çok güzel masallar anlatırdı.

İzmir'de Nato kurulunca Amerikalılar bunu Nato binasına aldılar. Orada aşçı olarak çalışıyordu. Çok güzel yemek yapıyor olmalıydı ki, bir yıl kadar sonra bunu ve ailesini Amerika'ya göçmen olarak yolladılar.  Adamın Rusçası ve Almancası da vardı.  Orada kendisinden çok yönlü olarak yararlanmış olmalıdırlar.

O zamanlar,  annem bana bir başka öykü daha anlatmıştı. Atatürk'e İzmir'de girişilecek olan bir suikast ortaya çıkarılmış ve bu fırsattan yararlanılarak Mustafa Kemal'e karşı çıkan bazı paşalar ve politikacılar İzmir'de kurulan İstiklal Mahkemesi'ne verilmişlerdi.

Bu mahkeme de Maşatlık'a yüz metre kadar yakınlıktaki bir binada-Elhamra Sineması Binası- toplanmıştır.  İzmir halkı,  mahkeme boyunca her gün mahkeme önünde toplanıp “  Paşalarımızı isteriz. Paşalarımızı cezalandırmayın”   diye bağırmışlar;  bu gösterilerin etkisiyle paşalar idamdan kurtulmuşlar. Yine bu mahkemenin kararı ile ünlü ve etkili masonlardan Maliye Bakanı Cavit Bey, İzmir'de asılmıştır.

İlk öğrenimimi Mekke Yokuşu'nun mahallesindeki-bir yılını İstanbul Aksaray'daki-ilkokullarda tamamladım. Sonra,  babamın işleri iyi gitmemeye başladığından İkiçeşmelik adlı bir semtteki bir yapıya taşındık.

Burası tam bir Yahudi gettosuydu. Türklerden çok Yahudi kökenli vatandaşlar bu mahallede yaşıyordu. Yahudileri burada tanıdım. Gerçekten de,  mahallede üç çalışır durumda sinagog varken,  Asmalımescit diye anılan bir cami vardı. Zengin Yahudiler kuyumculuk,  sarraflık,  ticaret,  dış alım ve dış satım işleri ve tefecilik ile uğraşırlardı. Genellikle İzmir'in zenginlerinin oturduğu Alsancak ve Göztepe semtlerinde otururlardı. Karataş'ta büyük bir sinagog vardı, orada ibadet ederlerdi.

Müslüman halk, sinagoglara havra derdi. İkiçemelik'te bir de ünlü “  Havra Sokağı”  vardı.

Yahudiler,  her tür işi yapıyordu. Eski mahalledeyken -orada oturan Yahudiler yoktu-mahallemize çerçilik yapan,  macun satan,  ya da savaş sırasında birçok gereksinim maddesi karneye bağlanmış olduğundan-eskiden kalma nufusumda hala “  ekmek karnesi verildi”  ,    çay karnesi verildi”  ,    şeker karnesi verildi”   ibareli hükümet daireleri damgalı kayıtlar vardır-ekmek karnesi karşılığı çay,  kahve karnesi toplayan Yahudiler gelirdi. Burada ise, terzilik,  ayakkabıcılık,  kalaycılık,  saat tamirciliği,  fırıncılık gibi her türden işi yapıyorlardı.

Yahudiler, her şeyden para kazanmanın yollarını arayıp buluyorlardı. Örneğin; yenen kavunların içinden çıkan çekirdekleri kurutuyorlar,  eziyorlar,  su ve şeker katıp “  sübye”  diye satıyorlardı. İşe giden Türk efnafı da sabahları bu ezilmiş kavun çekirdeğinden yapılan sübyeden bir bardak içiyor,  sonra işe başlıyordu. Kayısıların içinden çıkan çekirdekleri biz çocuklara kırdırıp kabuklarını soyuyorlar,  gerçek bademlere katıp Kordon boyundaki içki masalarına “  buzlu badem”  diye satıyorlardı.

Mahallenin Yahudi fırınında peynirli,  ıspanaklı,  patatesli,  pirinçli boyozlar yapılır ve satılırdı. Ben de bana verilen harçlıklarla ençok pirinçli Yahudi boyozu alır yerdim.

1968 yılında Maliye Müfettişi olarak Çanakkale'yi denetleme görevi almıştım. Bir yardımcımla bu kente gittik. Cumartesi günleri, bizim her gece gittiğimiz sahildeki lokantaya Yahudi kökenli vatandaşlar doluşurdu. İzmir'den biliyordum. Yahudiler,  Cumartesi günleri ateş tutmazlardı. O nedenle de evlerde yemek yapılmazdı. Hemen tamamı, kesesine göre değişik lokantalara giderlerdi. Bu kentte, Yahudi azınlığın olmasını garipsemiştim.

Vergi dairesi teftişi sırasında, epeyi Yahudi kökenli vergi mükellefi olduğunu gözledim. Servis şefine sordum. Anlattığına göre; 1967 Arap-İsrail savaşına dek,  Türkiye'de yerel nufusun içinde oransal olarak Yahudilerin en çok olduğu il Çanakkale imiş.

Savaş sırasında;  6-7 Eylülde İstanbul'da yaşananlara benzer olaylar Çanakkale'de de yaşanmış.

1957 yılında,  Rumların Kıbrıs adasındaki Türklere saldırmaları üzerine İstanbul'daki Beyoğlu semtinde işyeri bulunan Rum ve Ermenilere-belki de Yahudilere-ait mağazalar ve dükkanlar yağmalanmış,  yakılıp,  yıkılmıştı. İzmirde de İzmir fuarındaki Yunan pavyonu'nun başına aynı akibet gelmişti.

1967 Arap-İsrail savaşı sırasında da Çanakkale'de Yahudilere ait dükkanlar ve işyerleri yağmalanmış,  evler yakılıp yıkılmış. O zaman, Türk hükümeti ile İsrail hükümeti anlaşmış ve bu kentteki Yahudilerin büyük bir çoğunluğu gemilerle İsrail'e taşınmış. Halen bulunanlar ise,  gitmek istemeyenlermiş.

Bunun üzerine İzmir gettosundaki Yahudilerin de sistemli olarak yeni kurulmuş İsrail devletine göç ettirildiklerini de anımsamıştım.

Pekiyi ne olmuştu da İspanya 'nın koyu katolik kraliçesi İzabella'nın 1492 yılında kovduğu Yahudileri - Sefarad Yahudilerini-bağrına basan ve yüzyıllarca bir arada sorunsuz yaşayan Türklerle Yahudilerin arası açılmış veTürkiyedeki Yahudiler dışlanmış ve horlanmışlardı da bu ülkeyi terk etmek zorunda kalmışlardı?

Bir kez, İkinci Dünya savaşındaki Yahudi düşmanlığından, Türkiye'deki bir grup vatandaş etkilenmiş ve Yahudi aleyhtarlığına başlamıştır. Sonra,  yerel Yahudiler kendilerini müslümanlara yeterince anlatmamışlar ve buna gereksinim duymamışlardır. En önemlisi, 1950 de demokrasiye geçişle birlikte Türkiye'de islamın yeniden dirilişi yaşanmağa başlamıştır. Bunun sonucunda olanlar olmuştur.

Oysa;  Türklerin Yahudilerle akrabalığına dair söylentiler de vardır. Buna göre; Tevrat'ta sözü edilen on üçüncü kabile olan “  kayıp kabile'nin Türk kabilesi olduğu anlaşılmıştır. Gerçekten de islamın yayılışı sırasında Hazar Denizi dolayında yaşayan Hazar Türkleri,  buraya gelen islam misyonerlerince islama çağırılmıştır. Arkadan, onları Hristiyanlığa çağıran misyonerler de gelmiştir. Şamanizme inanan Hazar Türkleri 'bu böyle olmayacak,  kendimize yeni bir din seçelim”  demişlerdir.

Hazar Türklerinin bilgeleri, yöneticileri ve şamanları bir araya gelerek İncil'i ve Kuranı incelemişler;  bunlarda Tevrattan da söz edildiğini görünce onu da edinip incelemişler ve Yahudi dinine girmeğe karar vermişlerdir. Bir haham bulup Yahudi dininin gereklerini yerine getirmeğe başlamışlardır.

Bu Hazar Türkleri'nin bir kesimi,  sonraki yıllarda Türkiye'ye göç etmişlerdir. Günümüzde, Doğu Anadolu'da bunlardan olanlar vardır. Yerli halk tarafından “  teremeke”   olarak anılmaktadırlar.

Böyle bir akrabalığa karşın Yahudi aleyhtarı olaylar olmuş ve İsrail'e büyük bir yahudi göçü başlamıştır.

Çanakkale'de ortaya çıkmış böyle bir olay ne basına yansımıştı ne de devle t radyoları- o zamanlar yalnızca devlet radyoları vardı ve televizyon yoktu- bu konuda bir haber yapmışlardı. En azından ben ne bu konuda bir satır okumuş ne de radyoda bir tümce duymuştum. Her şey,  büyük bir gizlilik içinde olup bitmişti.

Benzer bir uygulama da,  1964 yılında Kıbrıs'ta Türk kökenlilere yapılan soykırım nedeniyle yapılmıştı. İstanbul'daki rum kökenli Türk vatandaşları yurttan kovulmuşlar,  çoğu Yunannistan'a göç etmek zorunda kalmıştı. Bu olay da,  gizli bir Bakanlar Kurulu Kararı ile yapılmış ve basın ve yayın organları bu olayı haber yapmamış ve işlememişlerdi. Böylece, Türk devleti Ermenilerden sonra Rumlardan da kurtulmuştur. Öyle anlaşılıyor ki, 1967 Arap İsrail savaşından sonra Yahudi azınlıktan da kurtulunmuştur. Böylece, etnik temizlenme büyük ölçüde tamamlanmıştır.

Doğal olarak servis şefine “  Burada Yahudi fırını var mı”  dedim. Varmış. Ertesi sabah o fırına gittik ve yardımcımla ben üçer pirinçli boyozla kahvaltı yaptık. Sonraki günlerde de ya kahvaltıda ya da öğle yemeklerinde bu pirinçli boyozlardan bol bol yedik.

Yakından gördüğüm ilk Yahudi,  komşumuz olan hahamdı. Ufak tefek,  yakışıklı denilecek, altmış yaşlarında bir ihtiyardı. Havra Sokağı'ndaki sinagogu yönetirdi.

Bir gece onun evinden çığlıklar yükseldi. Haham ölmüştü. Ben de mahallenin diğer çocuklarıyla ölü birisini yakından görmek için o eve gittim. Hahamın yattığı odaya girmemize izin verdiler. Hahamın baş ve ayak uçlarında on üç mumlu iki şamdan yanıyordu. Çenesini bir yemeni ile bağlamışlar ve karnının üzerine kocaman bir mutfak bıçağı koymuşlardı.

Mahallede bir başka haham daha vardı. İki sokak yukarımızda oturuyorlardı.  Bir gün, hahamın evinden kadın çığlıkları yükseldi. Bu tür çığlıklar,  bizim mahallede doğaldı.  Çünkü,  hemen herkes ya karısını ya kızını döverdi. Kimse de bu durumlara karışmazdı. Biz de hahamın kızlarını dövdüğünü sandık. Merakla hahamın evinin karşısına gittik.

Çığlıklar durmaksızın sürüyordu. Mahalleli işe karışsın diye beklerken,  yoldan geçen bir mahalleliye”  Yahu, haham kızlarını dövüyor. Olaya dur deseniz ya”  dedik. Adam gülümseyerek yanıt verdi. “  Hahamın kızlarını dövdüğü falan yok. Hahamın kızları Tevrat okuyor. Tevratı yüksek sesle okurlar. Bu duydugunuz çığlıklar o olayla ilgilidir. “  deyip yoluna devam etti. Kızlar hala bağırışıp duruyorlardı. Biz de adamın anlattığına inandık. Ne de olsa,  kimse yarım saat süreyle dayağa dayanamazdı. . .

Yahudiler Türk kasaplardan et alıp yemezlerdi. Genellikle tavuk, horoz ya da hindi alıp hahamlara kestirir ve etlerini “  helal”  duruma getirir öyle yerlerdi.

Genç Yahudi kızları çok güzeldiler. Ancak, otuzlu yaşlardan sonra birden çöküyorlardı. Müslümanlarda erkek tarafı kız tarafına başlık parası verirken Yahudilerde tersi olurdu. Yahidilerde kız tarafı kızlarını drahomasıyla evlendirirlerdi. Drahoması olmayan kızlar evde kalırlardı. Bu nedenle, Türk erkeklerle evlenmiş Yahudi kızları vardı. Nitekim, arkadaşlarımızdan birisinin annesi Yahudiydi.

Sonraları, bunun tersi bir örneğe rastlamıştım. Aynı zamanda mason olan bir Yahudi arkadaş, bir Türk kızıyla evlenmışti. Bu yüzden sinagog cemaatinden atılmıştı. Belki, Yahudi olmayanla evlenen kızları da cemaatten atıyorlardır.

İkiçeşmelik mahallesine taşındıktan sonra Eylül başında, biraz gecikmeli olarak-onbir yaşındaydım- sünnet edildim. Yahudiler de sünnet ediliyorlardı ama onlar doğar doğmaz bu operasyonu geçiriyorlardı. Orta okula sünnetli yürüyüşüyle başlamıştım. Orta okulda Yahudi kökenli arkadaşımız yoktu. Çünkü, Yahudi çocukları orta okulu, Saint Jozef orta okulunda okuyorlardı. Oysa, ilköğretimde Yahudi kökenli arkadaşlarımız olmuştu. Genellikle Türk adları kullanırlardı. İlk öğrenim zorunlu olduğundan, bundan kaçınamıyorlardı.

Sonra, İzmir Atatürk Lisesi'ne yazıldım. Burada birçok Yahudi ile birikte okuduk. Çünkü, o zamanlar Saint Jozef'in İzmir'de lisesi yoktu. Zengin yahudiler, çocuklarını İstanbul'daki Saint Jozef lisesine yolluyorlar, orta tabakadakiler ise Türk liselerine yazılıyorlardı.

Üç yıl boyunca birlikte okuduğum ve arkadaşlık ettiğim Yahudilerin bazılarının adları Aslan,  Jak,  Nahum,  Nesim,  Albert , Jozef, Ferit idi. İçlerinde Yahudi militanı diyeceğimiz tipler de vardı. Bunlar, sabahları İstiklal Marşını söylemezlerdi. Bazı Türk arkadaşlar da bu tiplerin arkasındaki sırada yer tutup gerilerine toplu iğne batırarak bunlara zorla İstiklal Marşı okuturlardı.  Aramızda, başka bir konuda gerginlik yaşanmamıştır.

Bu arkadaşların çoğu uzun süre İzmir'de kalmışlar ve İzmir'in ekonomisinde önemli yerlere gelmişlerdir. İçlerinden bir tek Albert İsrail'e gitmişti. 1967 Arap İsrail savaşı sırasında binbaşı rütbesi ile savaştığını “  Time”  dergisinden öğrenmiştik.  Bir başka “  Time”   dergisinin kapağında da bizim mahalleden İsrail'e göç etmiş Stella adlı bir Yahudi kızını görmüştük. O da İsrail ordusunda Araplara karşı savaşıyormuş.

Stella ve ablası Raşel,  bizim mahallenin kızlarıydı. O zamanlar müslüman kızlarla arkadaşlık kurmak çok zordu.  Bu nedenle,  Yahudi kızları ile arkadaşlık kurardık.  Raşel ve Stella ve hahamın kızları ile her Cumartesi bir arkadaşın evinde-anne ve baba genellikle sinemaya gitmiş olurlardı,  o zamanlar sinemalarda iki film tekmili birden gösterilirdi,  bu en azından beş saat demekti-toplanır ve çay partileri düzenlerdik. Yahudi kızları ile dans eder ve onları sever, okşardık. En sık Kıbrıs'lı Tankut'un evinde toplanırdık.

Bu Kıbrıs'lı Tankut, liseden sonra Edebiyat Fakültesi Rus filolojisi bölümüne girdi. Herkes, bu seçiminden dolayı onunla dalga geçti. Türkçe-Rusça sözlük olmadığından dört yılda Rusça ile birlikte İngilizce de öğrenmiş oldu. Okul bitince Harbokulundan dil öğretmenliği önerisi, MİT'ten kendileri ile çalışma önerisi, CİA 'den onlarla çalışma önerisi aldığını;  kararsız olduğunu söylemişti.  Sonra, Gürcistan'dan attığı bir postkarttan Amerikalıları seçtiğini anlamıştım. Böyle garip gelişmeler olmaktadır.

Bir başka arkadaşımız-üç liseden kovulup bizim liseye gelmişti-zor bela liseyi bitirmişti-üniversite seçimi sırasında sınavsız girilen yerleri araştırmış ve edebiyat fakültesinde sineloji-çince-bölümüne girmişti. Orayı da güç bela,  itile kakıla bitirmiş; bir süre işsiz dolaşmıştı. Yıllar sonra, Çin ile ekonomik ilişkiler kurulunca Çin'e konsolos olarak atanmıştı. Bu da bir garip gelişmeydi.

Bir başka garip olay da Raşel ile bizim imam Ali'yi evlendirmemizdir. İmam Ali,  İzmir'de ilk kurulan İmam Hatip Lisesi'ne yazılmıştı. Konyalı Ali de derdik. İmam Hatip Lisesi'ne yazılmış olmasına karşın; İmam Ali de bizim Cumartesi çay partilerine katılırdı. O partilerden birisinde, İmam Ali imamlığı da kendisi yaparak Raşel adlı Yahudi kızıyla imam nikahıyla evlenmiş oldu. Ondan sonra, bizim partilerde onlara evli işlemi yapılıyordu. Raşel de sonraları, İsrail'e göç etti.

Lisedeki Yahudi arkadaşlarımdan Aslan turistlere, İzmirli zenginlere ve Nato'ya gelmiş Amerikalılara yerli ve İran halıları satıyordu. Jak, dış alım ve satım işlerine girişmişti. Nahum ve Nesim ise Tıp Fakültesi'ni bitirip ünlü doktorlar olmuşlardı.

İzmir'deki Nato örgütüne gelen Amerikalı askerler, kentin zenginlerinin oturduğu Alsancak, Göztepe,  Bornova,  Buca gibi semtlerinde oturuyorlardı, Yahudilerle dostluk kuruyorlardı.  Bizim Lisenin arkasındaki, eski Ortodoks kilisesinin yanındaki boş arsada bunlara spor alanları yapılmıştı. İki basketbol sahası ve bir teniz sahası vardı. Bizler de Amerikalı yaşıtlarımızla bu alanda basketbol ve tenis oynar ve çoğunlukla onları yenerdik. Bunu bir türlü içlerine sindiremezlerdi.

Şimdi Efes Oteli'nin bulunduğu alanda o zamanlar bir havuzlu park ve nikah salonu vardı. Belediye, bu parkın bir kesiminde Amerikalı çocuklar için beyzbol sahası kurulmasına izin vermişti. Bizi oraya da davet ettiler. Zaman zaman Yahudi akranlarımızın da olduğu o oyunda da Amerikalı çocukları yenerdik.

Onların sayesinde İzmir'de basketbol ve tenis sporları gelişmiştir.

Bir de şunu anlatırlardı. Bir kaç yıl geçtikten sonra,  Amerikalı doktorlar,  Türkiye'de bulunmuş Amerikalı çocuklarda “  çocuk felci”   hastalığının ortaya çıkmadığını gözlemişler. Amerikalılarda o sıralar bu hastalık çok yaygındı. Başkanları Roozevelt bile bu hastalığa yakalanmıştı. Bunun nedenini Türkiye'ye ve İzmir'e gelip araştırmışlar ve şu şaşırtıcı sonuca ulaşmışlardı. Amerikalı çocuklar bizlerle birlikte toz toprağın içinde koşup oynayarak büyüyorlardı. Bunun sonucunda, bedenlerinin mikroplara karşı bağışıklık güçü, savaşma gücü artıyormuş. O nedenle onlarda çocuk felci sayrılığı ortaya çıkmıyormuş.

Arada bizim mahalleden bazı liseli-çat pat İngilizce konuşanları-gençleri; Amerikan subayları evlerinde verdikleri partilere garson olarak çalışmak için çağırırlardı. Bir arkadaşımız bu tür bir işe gitmiş ve iş bitince giyinip evden çıkacakken bir de bakmış konuklar evin çok güzel sahibesini dudaklarından öpüp-iyi geceler öpücüğü diyorlarmış-ayrılıyorlarmış. Bizim delikanlı da kadının dudaklarına yapışmış ve sıkı bir vantuz çekmiş. Kadın şaşırmış ama sesini çıkarmamış. Bizim oğlan, evin servis kapısından yeniden içeri girerek iki kez daha kadını öpmüş. Kadın sonunda”  Sizi tanımıyorum. Ama, bu kadar yeter”  demiş. Bizim oğlan, kadının subay olan kocasından dayak yemeden oradan sıvışmış.

Bir de babamın Yahudilerle olan ilişkileri vardır. Babam, İzmir'de ilk kez bir pres makinesi yaptırıp balık ve kızartma tavası, yumurta tavası, yemek tavası gibi çeşit çeşit kalıplarla seri imalat denilecek biçimde tava imalatına başlamıştı. Ürünlerini her Cuma günü Santo Ruso diye bir Yahudiye teslim ediyor, parasını alıyordu. Santo Ruso, bu tavaları diğer illere dağıtıp ve İzmir içinde satıyor ve sattırıyordu. Bu yolla, babamdan daha çok para kazanıyordu. Babama”  Neden tavalarını sen dağıtmıyorsun,  sen pazarlamıyorsun”  dedim. Bu işe yetecek sermayesi ve çevresi olmadığını söyledi. O zaman, Yahudilerin sermaye-para- ve çevre ilişkilerinin genişliğinin önemini kavramıştım.

Zaten, babam üretim sırasında kullandığı sülfürik asit, tuz ruhu asidi gibi asitleri; kalayı ve nişadırı da Yahudilerden alıyordu. Öyle bir işe girişirse, alım yaptığı Yahudiler onu önlemek için ona ham madde satmayabilirlerdi.

1957 yılında, Türkiye'de ekonomik kriz başladı. Bir çok mal yanında babamın en çok kullandığı ürün olan kalayı da milli korunma kanunu kapsamına alıp kota ile dağıtmağa başladılar. Babamı da bu uygulamalar alanına aldılar. Babam, gereksinim duyduğu kadar kalay için belge alıyor ve bu kalayları yurt dışından getirtip-Yahudi ithalatçılar aracılığyla-kullanıyordu. Bir gün Santo Ruso babama”  Osman usta, sen gereksiniminden fazla kalay için istekte bulun. Fazladan gelenleri bana devredersin. Ben de onları el altından satıp ayrıca para kazanırız”  demiş. Babam bu öneriye “  olur”  deseydi bizim aile de İzmir'in zengin ailelerinden olurdu. Ama, “  hayır”  dedi.

Sonunda,  babamın tava işini de İstanbul'daki bir başka Yahudi bitirdi. Birden çok presle-babam bakır tava yapardı-aliminyum tavaları seri imalat ile yapıp iyi bir reklamla pazarlamağa başladı. Bir yıl sonra,  babam bu rekabete-tava fiyatları yarıya dek düşmüştü-dayanamadı ve yeni düzene de uyamadı,  işi kapattı. Bir daha da çalışmadı.

Bir başka Yahudi de benim yaşamımı kurtaran Yahudi bir doktordur. Adı Ersel Bilman idi. Her ne kadar, Talmut'ta Yahudi doktorlara Yahudi olmayan hastalara bakılmaması emrediliyor idiyse de bu doktor, bana bakmıştı.  Herhalde, sayrılığımın ciddi olması ve kazanacağı paranın yüksekliğine dayanamamıştı.

Lise ikinin başlangıçında, lisenin önünde satılan ayvalardan almış ve yıkamadan yemiştim. Sonuç, bağırsak tifosu hastalığıydı. Hastalık başladığında altmış kiloydum, tedavim bitip nekahat devrem başladığında elli dört kiloya inmiştim. Nekahet döneminde de bağırsaklarım sigara kağıdı denli inceldiğinden,  uzun süre et suyu ve sebze suyuyla beslenmiştim. Ama Ersel Bilman beni yaşama geri döndürmüştü.

Bağırsak tifosu hastalığı, Sağlık Bakanlığı'na ihbarı zorunlu hastalıklardanmış. Ersel Bilman, olasılıkla vergiden kaçmak için hastalığımı Bakanlığa ihbar etmemiş,  sonunda hastalığımın mide hastalığı olduğuna dair rapor vermiş ve o raporu okula -otanmam iki ay kadar sürdüğünden okula devam etmem ve sınıfta kalmamam için böyle bir rapor gerekiyordu-verip öğrenimimi kayıpsız sürdürmüştüm.

O dönemde özel doktorun bakımı çok pahalıydı. İyileştikten sonra,  bu kadar parayı nereden bulduklarını babama sordum. Bana”  yaşamımda ilk kez bana büyük ikramiye çıktı. Dörtte birlik milli piyango biletiydi. Parayı aldık,  haftasına sen hastalığa yakalandın ve yattın aşağı. O parayla otanmanı sağladık ve seni yaşama döndürdük”  demişti. Gerçekten de şimdi de olduğu gibi,  ozaman da çeyrek bilet milli piyango ikramiyesi ile eski İzmir evlerinden enaz beş tane satın almak olanaklıydı. Böylece, babam bir kez daha zengin olmak olasılığını yitirmişti ama oğlu ölümden dönmüştü. Ersel Bilman adlı bu doktoru yaşamım boyunca unutmadım.

Bu bir tür Yahudi gettosu durumunda olan mahalleyi biraz anlatayım. İkiçeşmelik,  Mezarlıkbaşı'ndan Eşrefpaşa Meydanı'na kadar giden daracık bir caddenin iki yanındaki sokaklardan oluşmaktadır. Mezarlık Başı'ndan Altınpark'a dek uzanan Kemeraltı Caddesi parçası da bizim mahalleye dahildi. Oralarda da Yahudiler otururdu. Keza;  caddenin ortasından Kemeraltı'na inen Kahramanlar Sokağı da aynı durumdaydı.

Sokaktan biraz geniş olan bu caddede, bir belediye otobüsü(burunlu Man otobüsleri vardı) ile bir otomobil karşılaştıklarında,  manevralarla biribirlerine yol açarlardı. O zamanlar, İzmir'de çoğu hurdaya çıkması gereken Ford,  Chavrolet,  Dodge markalı otomobiller vardı. Otomobillerin çoğu, İzmir'e gelmiş Nato personeli İzmir'den ayrılırken otomobillerini satarlardı,  o araçlardan oluşuyordu.

Bu otomobillerden birini taksi olarak çalıştıran bir Parlak Hüsnü vardı. Bu parlak Hüsnü, hem kadınları hem oğlanları pazarlardı. Aracını da bu işlerde kullanırdı. Eve gelip karısını ve kızını alınca,  biz mahallenin delikanlıları “  Pezo Hüsnü yine karısını ve kızını “  uçuş”  a götürüyor “  derdik.

Bizim mahallede orospular, oğlanlar, kullamparalar(oğlancılar), sevici kadınlar,  külhanbeyleri,  haraç toplayanlar,  eşrarkeşler-O zamanlar eroin ve kokain alışkanlıkları daha Türkiye'ye girmemişti-esrar satıcıları bir arada,  biribirlerinin yararına dokunmadan yaşarlardı. New York'un Bronks'undan bir farkı yoktu.

Bir kezinde;  Parlak Hüsnü'nün kızını yaşıtı çok güzel bir kızla evlerinin banyosunda kız kıza sevişirken,  bir arkadaşın o eve bakarak yüksek konumlu olan evlerinin penceresinden izlemiştik. Parlak Hüsnü,  kızlığına dokunulmaması koşuluyla o kızını da pazarlıyordu. Oysa, bizim mahallede kızlarıyla seks yapan çok baba vardı. Sonunda,  bir büyük Ege ilçesinin bir zenginiyle evlendirdiler o kızı.

Orta okulda edebiyat dersine gelen Sabri hoca-büyük olasılıkla oğlancıydı,  çünkü bazı erkek çocuklarını edebiyatı daha iyi öğretmek bahanesiyle sık sık evine çağırırdı,  karısı ölmüştü yalnız yaşıyordu-bizim sınıftan iki çocuğa, başka bir sınıftan bir çocuğa “  abla”   takma adını takmıştı. Bu üç çocuk oğlan oldular ve oğlancıların en sık aradıkları tipler oldular. Orta okuldan sonra,  hayatlarını kazanmak için o yolda çalışmaya başladılar. Bob stil ayakkabılar-topukları mantarlı yüksek topuklu ayakkabılar-giyerler,  kadınlar gibi makyaj yaparlar,  daracık pantolon giyip ortalıkta dolanırlardı.

Caddede bir de hamam vardı. Her gün, her saat erkeklere olan bir hamamdı. Bizim arkadaşlar dahil İzmir'in tüm oğlanlarını haftanın belli gününde burada da pazarlarlardı. Ülnü bir şarkıcı olmuş olan İstanbul'lu bir oğlan da İzmir'e geldiğinde bu hamamı kapatır ve hamam safası yapardı.

İşte, o üç abladan birisinin adı Enis idi. Biz onu Türk sanırdık.  Yahudilerin bazıları,  çocuklarına Türk adı koyarlardı. Sonradan, Yahudi kökenli olduğunu öğrenmiştik. O da dahil, bizim mahalleden çıkan oğlanlar ve orospular,  otuz yaşını tamamlayamadan ölür giderlerdi. Bazılarını da -oğlanlar dahil-İzmir genel evinde çalışırken görürdük.

Ben ve beş arkadaşım,  bu bataklıkta lise öğrenimini tamamlayıp yüksek öğrenime gittik. O nedenle bizleri bataklıkta açan beyaz orkidelere benzetirdim.

Yüksek öğrenimimi Mülkiye'de tamamladım. Bizim dönemde bu fakültede Yahudi kökenliler yoktu. Belki de vardır da ben tanımadım. Sonra,  askerlik görevim için Piyade Okulu'na gittiğimde orada yeniden Yahudi kökenlilerle karşılaştım. Bizler gibi,  okulu bitirip birer asteğmen olarak kıtalara dağıldılar. İktisat Fakültesi'nde asistanken askere gelmiş sanırım Varon soyadlı bir Yahudi vardı. Bizim yaşlarımızdaydı. Ondan sonra, uzun süre Yahudilerle karşılaşmamıştım.

Askerlik bitmiş; Maliye Müfettişi de olmuştum. Meslek uygulamaları sırasında da Yahudilerle yolumuz kesişti. Bir keresinde,  bir tefecilik ihbarını vergi incelemesine tabi tutuyordum. Tefeci bir Yahudiydi. Zaten,  tefecilik Yahudilerin kutsal mesleği gibi bir şeydi. Tüm Türkiye'de, nerede bir tefecilik olayı olsa,  altından -yada önde görünen Türkün arkasından- bir Yahudi ortaya çıkıyordu.

Adamın servet durumuna bakıldığında,  tefecilik yaptığı ayan beyan görünüyordu. Ama,  borç alıp verme işlemlerini ortaya çıkaramamıştım. O zamanlar,  bankalar şimdiki gibi büyük ve yaygın değildi. Tüm bankalara adamın kimliğini bildirip varsa onlardaki banka hesaplarını bildirmelerini istedim. Sonunda bombayı patlatmıştım.

İzmir'de tefecilik yapan Yahudi,  Van'daki bir banka şubesinde hesap açtırmıştı. Borç paraları-çeklerle-o hesap üzerinden veriyor;  faiziyle borç paralar o hesap aracılığıyla tahsil ediliyordu. Hem vergi kaçakçılığından hem de “  tefecilik suçu”  ndan adamı savcılığa ihbar etmiş ve görevi tamamlamıştım.

Bundan sonra tanıdığım Yahudiler, masonlarla olan ilişkilerim nedeniyle olmuştur. Ama,  Maliye Müfettişi olarak sık sık görevle yurt dışına gitmiştim. Orada tanıdıklarım hangi ulustan olduğumu soruyorlardı. Ben de “  Siz bulun bakalım”   diyordum. Kimsenin aklına Türk olduğum gelmiyordu. Her ulusun adını sayıyorlar,  sonunda ben Türk olduğumu söyleyince “  Haa. .  Demek Türksünüz “  diyorlardı. Bu arada, en çok”   Yahudi misiniz “  diye soranlar oluyordu. Belki de, İkiçeşmelik gettosunda büyüdüğümden,  Yahudilik bulaşmıştı bana. . .

Gelelim masonlarla olan tanışmama ve serüvenime. Biraz masonluk tarihi iyi gider diyerek başlayalım.

Masonluğun kökeninin Haçlı Seferleri sırasında kurulduğuna dair söylenceler bulunan “  Tapınak Şövalyeleri”  olduğu ileri sürülür. Amaç, Kudüs'ü müslümanlardan geri almak ve orada bir Hristiyan devleti kurmaktır. Tapınak şövalyeleri sonradan biçim değiştirip ilk masonlar olmuşlardır. Mason, Fransızcada duvarcı ustası demektir. Masonlar, kendilerini onlardan ayırmak için franc-maçon deyimini kullanırlar.

İlk başta 1725-1736 yıllarında İngiliz masonlarına ait dört loca bir araya gelip Londra Büyük Locasını kurmuşlar ve Anderson soyadlı bir mason, masonluğun anayasasını hazırlamış ve bu anayasa benimsenmiştir.

Paris büyük locası ise ilk olarak 1735 yılında kurulmuştur. Katolik eğilimli-İngiliz masonları dinsizdiler- olan bu masonlar,  başlangıçta İngiliz masonlarınca dışlanmışlar,  sonradan kabul görmüşlerdir. Örneğin;  günümüzde ülkemizde Hür ve tanınmış masonlar-İskoç riti- ile özgür masonlar-Paris riti- bulunmaktadır. Özgür masonlarda dini inanç serbesttir ve kadınlar da bu mason localarına üye olabilmektedir.

Bir de -Roma riti denilebilecek-bir örgütlenme vardır. İlluminati denilen bu örgüt 1876 da Almanya'nın Münih kentinde kurulmuştu. On kişiden oluşan bir iç çember ve üç yüz kişiden oluşan bir dış çember biçiminde örgütlenen bu kuruluşun amacı, Kudüs başkentli bir dünya devleti kurmaktır. Simgesi,  tek gözdür. Bu göz,  Ra tanrısının gözüdür. Örgüt, aşağıya doğru, bir piramit biçiminde örgütlenmiştir. İllumimati dereceleri de 33 derece olup masonlarla aynıdır.

Türkiye'deki birçok müzik ve sinema sanatçısının bu kuruluşa üye olduğuna dair söylentiler vardır.

Bazı yazarlara göre; aydınlanma anlamına gelen İlluminati örgütü 1576 yılında Galileo Galilei tarafından kurulmuştur. Dünyanın dönmediğini engizisyon baskısı ile söylemek zorunda kalan Galileo, bundan sonra kiliseye düşman olmuş ve on bir arkadaşı-sanatçı ve bilim adamı- ile İlluminati adlı örgütü kurmuştur.

İllünimati örgütünde mason localarının adı numaralıdır. Örneğin,  1980 li yıllarda P2 locası denilen bir locadaki Vatikan rahiplerinden birisinin yaptığı yolsuzluklar ortaya çıkarılmış ve İllüminati adı yeniden gündeme gelmiştir.

Osmanlı Devleti'nde masonluk 1721 yılında başlamıştır. İlk mason,  Yirmisekiz Mehmet Çelebi zade Sait Çelebidir. Aslen Fransız olan Kumbaracı-istihkam subayı-Ahmet Paşa ile İbrahim Müteferrika- matbaayı Osmanlıya getirmiştir-ilk masonlardandır.

Sultan Birinci Mahmut, masonluğu yasaklamıştır. Ancak, yasak Anadolu'da uygulanmış ve fakat Rumeli ve Makedonya'da uygulanamamıştır.

Üçüncü Selim döneminde İstanbul'da İngilizler, İskoçlar, Fransızlar, İtalyanlar mason locaları kurmuştur. Bu localara bazı azınlıklar da girmiştir.

İlk obediyans “  Grande Loge de Turquie”   adıyla İzmir'de kurulmuştur. Ayrıca, 1848 yılında kurulmuş “  İskenderun Büyük Locası”  da vardır. Bu dönemde bir tek “  Orhaniye”   locası Türkçe işlem yapmıştır.

1861 yılında Prense Halim Paşa,  İskoç Ritine bağlı “  Şurayı Ali Osmani”  yi kurmuştur. Sultan Abdülaziz döneminde Ermeniler”  Ser-Sevgi”   locasını kurmuşlardır. Buraya Türkler de girmiştir.  Bundan sonra, masonluk Türkler arasında hızla yayılmıştır. Başlıca ünlü masonlar şunlardır: 

Mustafa Reşit Paşa,  Keçecizade Fuat Paşa,  Mithat Paşa,  Ziya Paşa,  İbrahim Hakkı Paşa,  Ahmet Vefik Paşa,  Tunuslu Hayrettin Paşa,  Şinasi,  Namık Kemal,  Sultan Beşinci Murat,  oğulları Prensler Nurettin ve Kemalettin efendiler,  şeyhülislamlar İzzettin efendi,  Hayri efendi,  Musa Kazım efendi. Ayrıca,  son padişah olan Mehmet Reşat(Vahdettin) de masondur.

İkinci Abdülhamit dönemi masonlar için zor dönemdir. İkinci Abdülhamid, bir mason olan beşinci Murad'ın yerine tahta geçtiğinden, masonların kendisini tahttan indirim Beşinci Murad'ı yeniden padişah yapacaklar diye korku içinde yaşamıştır. Bu nedenle, Türkler için masonluğu yasaklamıştır.

Türkler mason olamaz. Yabancıların ve azınlıkların locaları serbesttir. Buna karşın;  özellikle Selanik'te kurulan (Union et progres-ittihat ve terakki-)locasında birçok Türk yer almışlardır. Bazıları; Kazım Paşa,  Mithat Şükrü Bleda,  Talat Paşa,  Faik Süleyman Paşa,  Cemal Paşa,  Emanuel Karasu(Abdülhamidin yüzüne tahttan indirildiğini tebliğ etmiştir)Manyasızade Refik bey,  Cavit bey(Sonraları Maliye Bakanı olmuş ve İzmir suikastı dolayısıyla asılmıştır)dir.

Kurtuluş Savaşı sırasında masonlar faaliyetlerine devam etmişlerdir.

Mustafa Kemal masonluğa 1906 yılında Şam'da görevli iken başvurmuştur. Ancak, reddedilmiştir. 29 Ekim 1907 de önce Makedonya Risorta(İtalyan) locasında mason olmuş, sonra İttihat ve Terakki üyesi olmuştur. 196 matrikül-sıra-numaralıdır. Ancak, toplantılara katılmamıştır. Bu bir söylentidir.

Gerçekte, Mustafa Kemal(Atatürk) genç bir subay iken Selanik'te (Union et Progres) İttihat ve Terakki mason locasına girmiştir. Abdülhamidin son zamanlarında İtalya'dan gelen Enrico Ferni adlı bir mason,  Selanik'te İtalyan mahfiline bağlı locayı kurmuştur. Mustafa Kemal'in arkadaşı Fethi bey de Vedata adlı bu mason locasının üyesidir. Locada iki Yahudi ve bir Ermeni mason daha vardır. Belki de, (Union Et Progres ) İttihat ve Terakki bir mason mahfilidir. Mustafa Kemal'in ve diğer itthiatçıların üyeleri olduğu localar, bu mason mahfiline bağlı localardır.

10

Locanın Yahudi üyeleri,  o zamanlar Rusya'da çok kötü davranışlarla karşılaşan Rus Yahudilerinin durumunu durmaksızın gündeme getirirler. Bu durum,  Mustafa Kemal'e ters gelir. Sonunda, mason locası toplantılarına katılmamağa başlar. Masonluğa bir giren bir daha çıkamaz kuralı gereği;  Mustafa Kemal'i uyuturlar. Mustafa Kemal uyuyan mason olur.

Daha sonra,  Samsun'a gitmesinden önceki günlerde Mustafa Kemal İstanbul'da bir subay arkadaşına rastlar. Bu arkadaşı onu,  bir mason locasına götürür. Orada, bazı masonik törenlerden sonra,  başının üzerinde bir kılıç dolaştırırlar. “  İşte,  benim masonluğum bu kadardır”   diye anlatır sonraları Mustafa Kemal yakınlarına. Günümüz masonlarına göre, bu anlatılan tören “  uyuyan bir masonun uyandırılması”   törenine benzemektedir. Yani, Mustafa Kemal Anadolu'ya gitmeden önce yeniden mason olmuştur.

İttihat ve Terakki locasına-belki de mason mahfiline-daha sonraları Talat Paşa, Maliye Bakanı Cavit, Bahriye Bakanı Cemal Paşa,  Resneli Niyazi ve Emanuel Karasu da girmiştir. Emanuel Karasu sonraları Grand Orient-Büyük Doğu- mahfilini büyük üstad olarak kurmuştur. Genel sekreterliğini Cavit yapmıştır. Bazı yazarlar, Enver Paşa'nın da Selanik'teki mason locasının üyesi olduğunu belirtmektedirler.

İttihat ve Terakki Cemiyeti,  ülkemizde bir mason locası olarak değil,  bir cemiyet olarak tanıtılmak istenmektedir. Oysa, Büyük Doğu mahfilinin kuruluş yazışmalarında (union-force-progres) olarak yer almaktadır. Bu da, bu kuruluşun bir mason locası ya da mahfili olduğu anlamına gelmektedir.

Diğer yandan; İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kurucuları olan Mehmet Talat, Rahmi Bin Rıza, Mithat Şükrü, İsmail Hesleki Canbolat adlı kişiler, masonların matrikül defterinde(sıra numarası ile)kayıtlıdırlar. Bu da başka bir kanıt olmaktadır.

İtrihat ve Terakki Cemiyeti,  Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde ve Kurtuluş Savaşı sırasında ve Cumhuriyetin kuruluşunda önemli görevler üstlenmiş ve başarmıştır.

İttihat ve Terakki locasının Paris Obediyansına bağlı olduğu anlaşılmaktadır.

Bu locanın yanında bir de (Liberty and Fraternity)Hürriyet ve İtilaf locası vardır. Bu loca, Kasım 1891 de İstanbul'da kurulmuştur. İskoç Obediyansına bağlı bir locadır. Üyeleri arasında Damat Ferit Paşa, bazı milletvekilleri ve Dr. Rıza Nur vardır. Bu locayı Prens Sabahattin kurmuştur.

Prense Sabahattin,  padişah Abdülmecidin kızı Seniha Sultan ile Mahmut Celalettin Paşa'nın oğludur. Mahmut Celalettin Paşa ingiliz masonudur. Kendisi gibi,  İskoç locası üyesi olan beşinci Murat'ı yeniden tahta çıkarmağa çalışmıştır. Abdülhamid tarafından dışlanınca,  ailesiyle birlikte Paris'e kaçmıştır.

Prens Sabahattin Paris'te Jön Türklerle çalışmıştır. Teşebbüsü şahsi ve ademi merkeziyet cemiyeti adı ile bir dernek kurmuştur. (Bu kuruluşun da bir mason locası olma olasılığı vardır). Ayrıca, Osmanlı Ahrar Fırkası adlı bir parti kurmuştur. Birinci Dünya Savaşı sona erince İstanbul'a dönmüş ve İttihatçılara karşı Hürriyet ve İtilaf Fırkasında yer almıştır.

Jön Türklerin derneğe alınması sırasında masonların giriş törenlerinin uygulandığı söylenmektedir.

11

Prens Sabahattin İngiliz hayranıydı. Anglosaksonların gelişmişliğini övüyordu. 31 Mart olayı nedeniyle tutuklanmıştır. Sonunda, Osmanoğulları ile birlikte “  yüz ellilikler listesi”  nde yer almış ve vatandaşlıktan atılmıştır.

Bu partinin ilk başkanı Damat Ferit Paşadır. Kurulduktan sonra, İttihat ve Terakki Partisine karşı tüm muhalif grupları içinde toplamıştır. 1912 seçimlerinde pek az milletvekili çıkarmıştır.

Birden çok gazete çıkarmıştır. En ünlüsü İkdam Gazetesidir. Sadrazam Mahmut Şevket Paşa suikastinden sonra, fırkanın liderleri gıyaplarında idama mahkum edilmişlerdir. Bazı elemanlar Sinop'a sürülmüştür.

Sadrazama suikast yapan Kara Kemal,  başka bir obediyanstan da olsa bir biraderinin canına kıydığından (Liberty and Fraternity) locasından atılmıştır.

Sevres Anlaşmasından sonra yeniden kurulmuştur. Refik Halit Karay, Rıza Tevfik Bölükbaşı üyelerdendir.

Milli Mücadeleden sonra, kendiliğinden ortadan kalkmıştır. Mensupları yurt dışına kaçmış ve vatana ihanetle suçlanan “   yüzellilkler listesi”  nde yer almışlardır.

Günümüze dek,  bu iki değişik mason grubu arasındaki iktidar çekişmesi süregelmiştir. Cumhuriyet Halk Partisi, İttihat ve Terakkicilerin, Demokrat Parti ve onun yerine kurulan partiler ise Hürriyet ve İtilafçıların devamıdır. Nitekim Turgut Özal “  Biz Prens Sabahatin'in geleneğini sürdürüyoruz”  demiştir.

Sevres anlaşmasına göre Türkiye işgal edilirken, Roma obediyansı Antalya ve Konyayı, Paris obediyansı Suriye, Lübnan ve Güneydoğu Anadolu'yu,  İskoç obediyansı ise Irak'ı ,  Ürdün'ü,  Filistin'i ve Yunanlılara işgal ettirerek İzmir'i, Aydın'ı ve Ege bölgesini almıştır. İngiliz masonlarından oluşan İzmir ve Aydın'daki İngiliz aileleri savaş öncesinde zaten buralara ekonomik bakımdan egemen olmuşlardır. İzmir'in içinde oturdukları yerlere-Buca ve Bornova- ve İzmir ile Aydın arasına tren yolu döşemişlerdir.

Diğer yandan Ürdün, Filistin ve Kudüse yerleşen İngilizler, İkinci Dünya Savaşından sonra, işgalleri altındaki topraklarda bir İsrail Devleti'nin kurulmasına izin vermişler ve bu olguyu gizlice desteklemişlerdir. Bunda; İskoç Obediyansının payı olduğu açıktır.

İzmir'de futbolun yaygınlaşmasında da İngiliz kökenli aileler rol oynamışlardır. Örneğin, Altay takımında uzun süre Edvin ve Jo Klark kardeşler futbol oynamışlardır. 1950 den sonra, Durmuş Yaşar ve oğullarına destek vererek Yaşar Holding'i kurmuşlardır.

Babamın anlattığına göre Durmuş Yaşar ve oğulları Selanik göçmenleridir. İzmir'e ilk geldiklerinde ellerinde uzun, ucunda bez takılı bir sopa ve motor yağı tenekesi ile İzmir esnafının Kemeraltı'ndaki dükkanlarının kepenklerini yağlayarak yaşamlarını kazanmağa çalışmışlardır. Sonra, İngilizlerin sağladığı finansman ile boya fabrikası kurmuşlar ve yürümüşlerdir.

Kurutuluş Savaşı sırasında masonların çok önemli hizmetleri olmuştur. Osmanlı'dan devralınan Türkiye Büyük Millet Meclisi paşalarının neredeyse tamamı masondur. İzmir'de Yunalılara ilk kurşunu sıkan gazeteci Hasan Hasan Tahsin bir İttihatçı,  bir masondur. Ege Bölgesi'nde faaliyet gösteren Celal Hoca(Bayar) bir ittihatçi, bir masondur. Keza, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ilk Maliye Bakanı olan Abdülhalik Renda da masondur.

12

İlk Türkiye Büyük Millet Meclisinde kırk dolayında mason vardır. İsmet İnönü de masondur. Fethi Okyar, Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir,  Fahrettin altay,  Ali İhsan Sabis,  Kazım Özalp,  Refik Saydam,  Behçet Uz,  Hasan Ali Yücel hep masondurlar.

Diğer yandan Moiz Kohen adlı mason(Tekin Alp) takma adıyla Ziya Gökalp'in Türkçülükle ilgili görüşlerini savunmuş ve geliştirmiştir. Avram Galanti(Bodrumlu) da aynısını yapmıştır.

1920 yılında Morning Post gazetesi”  Kesin olarak söyleyebiliriz ki,  Türk ihtilali tümüyle bir mason- musevi komplosudur. Mustafa Kemal masondur”  diye yazmıştır.

Günümüzde mason localarına yeni üyeler kazandırmak için kurulmuş alt örgütler vardır. Örneğin, Lion Klüp Paris Obediyansına,  Rotary Klüp ise İskoç obediyansına üye sağlamak için kurulmuş refah dernekleridir. Belki, Roma obediyansı için de buna benzer bir örgütlenme vardır.

Kurtuluş Savaşı sırasında da buna benzer örgütlenmeler ortaya çıkmıştır.

Biri, Wilson Prensipleri Cemiyetidir. Amerikan mandasını-Amerikanın yönetimine girme- gerçekleştirmek için kurulmuştur. Üyeleri arasında Halide Edip Adıvar-Kocası Adnan Adıvar masondur- Ali Kemal,  Hüseyin Avni bey,  Refik Halit(Karay) Necmettin Sadak,  Yunus Nadi Abalıoğlu vardır. 4 Aralık 1918 de İstanbul'da kurulmuştur. Rauf Orbay ve Refik Bele de,  Sıvas kongresi sırasında Amerikan mandasını savunmuşlardır. Keza; İsmet İnönü de bir aralık bu görüşü savunmuştur. 5 Aralık 1918 de Amerika Başkanı Wilson'a muhtıra yollayıp Amerikan mandasını resmen istemişlerdir.

Milli Mücadeleden sonra bu dernek faaliyetlerine son vermiş ve yok olmuştur.

Bir diğeri,  İngiliz Muhipleri-İngilizleri Sevenler-Cemiyetidir. İngiliz mandası isteyen bir kuruluştur. Osmanlı Devleti İngiliz yönetimine bağlanmalıdır. 20 Mayıs 1919 da kurulmuştur. Damat Ferit Paşa ve Sait Molla üyesidir. Dahiliye Nazırı(gazeteci)Ali Kemal, filozof ve şair Rıza Tevfik, Gümülcineli İsmail de üyedir. Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile işbirliği yapmışlardır.

Derneğin başkanı İngiliz rahip Frew'dir. Yeni İstanbul gazetesini çıkarmışlardır. İngiltereden sağladıkları finansman ile Anadolu'daki Mustafa Kemal aleyhtarı tüm ayaklanmaları yaptırmışlardır. Savaştan sonra kurulan İstiklal Mahkemesi tarafından kapatılmıştır. Yönetici ve üyeleri “  Yüzellikler listesi”   ile yurt dışına yollanmıştır.

Teali İslam Cemiyeti-İslamı Yükseltme Derneği-19 Şubat 1919 da İstanbul'da kurulmuştur. Masonik bir örgütlenmedir. İskilipli Hoca Atıf Efendi kurmuştur. Üyeleri arasında Saidi Nursi ve Süleyman Mustafa Sabri efendi de vardır. Cemiyeti Müderisinin adlı cemiyet Teali İslam Cemiyeti olmuştur. Bu uygulama, islamın ilk siyasallaşması olgusudur. Amacı, islamın birliğini sağlamaktır.

Kurtuluş Savaşı'na karşı çıkmışlar ve bu devinimi durdurmak için çalışmışlardır. Bu nedenle, 1925 yılında Ankara İstiklal Mahkemesinde yargılanmışlar ve hoca efendi idam edilmiştir.

Kürt Teali Cemiyeti-Kürt Yükseltme Derneği- bir diğer kuruluştur.

30 Aralık 1918 de İstanbul'da kurulmuştur. Amacı, Wilson prensiplerine uygun olarak doğu illerinde bağımsız bir Kürt devleti kurmaktır.

13

Hürriyet ve İtilaf Fırkası ve İngiliz Muhipleri Cemiyeti ile işbirliği yapmışlardır. Başkanı, Seyit Abdülkadir beydir. Bedirhan, Cemil paşa aileleri ve aşiretleri bu işin içindedir.

1921 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce kapatılmıştır.

Türk Yükseltme Cemiyeti de bu türden bir kuruluştur. Türk masonlar,  ulusal bir loca ve obediyans olsun istiyorlardı. Bu nedenle 1929 yılında, daha önce bu amaçla kurulmuş olan “  Tekamülü Fikri Cemiyeti”   nin adı Türk Yükseltme Cemiyeti olmuştur.

Temelinde 1909 yılında Maşrık-ı Azam-ı Osmani adı altında kurulmuş Türk ulusal mason obediyansı bulunmaktadır. 1920 yılında Türkiye Büyük Maşrıkı adını almıştır. Büyük üstad Talat Paşadır. Özgür Masonlar Büyük Locası olmuştur.

Hür ve Kabul edilmiş Masonlar obediyansları,  uzun süre bu oluşumu kabul etmemişlerdir.  Sonunda, mason kuruluşu olarak tescil edilmiştir. Şeyhülislam Musa Kazım Efendi de mason olmuştur. Rıza Tevfik Bölükbaşı,  büyük üstadlık yapmıştır.

Cumhuriyetin ilk yıllarındaki bakanlar ve milletvekillerinin çoğu bu mason kuruluşuna üyedir. Hasan Saka,  Şükrü Kaya,  Tevfik Rüştü Aras,  Nevzat Tandoğan da üyeler arasındadır.

1935 yılında Mareşal Fevzi Çakmak'ın önerisi ve Atatürk'ün isteği ile çalışmalarına son vermiş ve malları halkevlerine devredilmiştir.  Fakat, bu kapatılma olayından sonra, masonların yeraltına inerek faaliyetlerini sürdürdüklerine dair bilgiler vardır.

Ancak,  1938 de Celal Bayar'ın başbakanlığı sırasında “  uykudan uyanmışlar”  dır. 1948 yılında İsmet İnönü masonluğu yeniden serbest bırakmıştır. 1948-1958 yılları arasında üç büyük kentte yirmi sekiz loca çalışmaya başlamıştır. Günümüzde yüz bine yakın üyeli localar faaliyettedir.

Türk Yükseltme Cemiyeti , Türkiye Mason derneği,  Türkiye Kültür ve Fikir Derneği, Türkiye Büyük Mason Mahfili Derneği olarak dört kuruluş halinde faaldir.

Cumhuriyet boyunca gelmiş geçmiş tüm başbakanlar-Bülent Ecevit hariç-, bakanların çoğu, paşaların çoğu hep masondurlar.  Ancak; Ecevit'in eski Maliye Müfettişi olan kayınpederi masondur. Onun kızı olan Rahşan Ecevit ve onun gibi Tansu Çiller'in kadın masonlardan olduğuna dair söylentiler vardır. Bülent Ecevit'e mason gibi düşünüp davrandığından dolayı “  önlüksüz mason”  derlerdi.

Örneğin dinci partinin lideri iken Başbakan olan Necmettin Erbakan hoca, İsviçre mason locasına kayıtlıdır. İtalyan büyük mahfiline bağlı olmalıdır ki,  sık sık Roma'ya giderdi. Kaddafi ile Roma'nın arasını düzeltmek için Libya'ya gitmiş ve Kaddafi'den çok kötü bir karşılama görmüştü.

Bugünkü Başbakanımız ….'ın da mason olduğuna dair yazılar vardır. İzak Alaton'un büyükşehir belediye başkanı seçilmeden önce onu derneğe aldığı ileri sürülmektedir.

Bugün Amerika Birleşik Devletlerinde iki milyondan ,  İngiltere'de dört yüz binden ve büyük olasılıkla Türkiye'de yüz binden fazla mason olduğu ileri sürülmektedir. Virginia eyaletinde George Washington'un günümüzde müzeye dönüştürülmüş olan malikanesinin bahçesinde masonların tapınağı olarak kullanılan bir yapı bulunmaktadır. Amerikanın ya da dünyanın her yerinden gelen masonlar, yılda bir kez burada masonik ayinler yapmaktadır.

14

Onlara göre; sayıları 66. 666. 666 yı bulduğunda, dünyada Kudüs merkezli tek devlet kurulacaktır.

Bu kadar tarihi bilgiden sonra, gelelim benim masonlarıma .

İlk mason sözünü İzmir Atatürk Lisesi'nde duydum. Okul Müdürü Şekip bey, Biyoloji ve Fransızca hocası Selahattin bey, felsefe hocası Kazım bey, Psikoloji hocası Selahattin beyin mason oldukları söylenirdi. Buna göre masonlar, seçilmiş yetenekli ve bilgili, toplumda saygı gören kişiler oluyordu.

O sıralar babam da bir mason öyküsü anlatmıştı. Bunlar, dört beş Bektaşi canı bir meyhanede demlenip Allah muhabbeti yaparlarken, yan masadan iki kişi kalkıp gelmişler. “  İstemeyerek muhabbetinize kulak misafiri olduk. Bizi masanıza alır mısınız?”  demişler. Babamlar da onları buyur etmişler ve muhabbet kaldığı yerden sürüp gitmiş.

Bir aralık babamın yanında oturan kişi 'Bak erenler, ben lisede matematik hocasıyım ve masonum. Biz masonlar,  bu evrende bir tek sizden çekiniriz “  demiş. Babam da “  Hayırdır erenler,  bizim çekinilecek bir yanımız yok “  demiş. Matematik hocası “  Bizde en yüksek derece otuz üçtür. Siz de ise kırkıncı derece var. Sizinkiler kırklara kavuşuyorlar. Anlayacağın, bizden daha yükseksiniz'demiş. Babam da “  Eyvallah erenler, madem böyle düşünüyorsun, öyledir. “  demiş.

Bu matematik hocası, İnönü Lisesi'nin matematik hocası olan Sıtkı beydi.

Lise öğrenimimden sonra, Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne girdim. Orada da birçok profesörün -Seha Meray-Kemal Fikret Arık-Tahsin Bekir Balta gibi-mason olduğu söylenip dururdu. Ben ve birçok arkadaşımın bu durum umurumuzda değildi. Bizler, Türkiye'nin en bulunmaz kütüphanesini bulmuştuk fakültede. Karl Marx'ı, Albert Camus'ü ve daha nicelerini tanımakla uğraşıyorduk.

1961 yılında Maliye Müfettiş Muavini oldum. Maliye Teftiş Kurulu'nun yarıdan fazlası masondu. Çeşitli obediyanslara bağlı mason üstadlar vardı. Doğal olarak, bizleri de kendi localarına bağlamak için çabalıyorlardı. Promosyon arkadaşlarımın, muavinliğin daha birinci yılında mason localarına alındıklarını düşünüyorum.

Sıra bana gelmişti. İkinci üstadım olan İsmail Hakkı Batuk, beni ilk kez mason olmaya davet etti. Bolu'da teftiş sırasında “  refah dernekleri'nden söz ederek bu tür derneklere girmek ister miyim diye sordu. Ben, o sıralar sıkı bir solcu olduğumdan, böyle bir şeyi düşünmeyeceğimi üstada anlattım. Oysa, çok sonraları Marx'ın, Lenin'in ve hatta Troçki'nin mason olduklarını öğrendiğimde çok şaşırmıştım.

Turne dönüşü üstad beni bir akşam ailesiyle evinde yemeğe çağırdı. O zamanların ünlü sinema oyuncusu olan Orhan Günşiray ve eşi de yemekteydiler. Herhalde, locadan biraderi oluyordu. Yedik içtik ve konu yine masonluğa geldi. Her ikisi, beni ikna etmeğe çalıştılar. Bir aralık, “  Bunun bir spor kulübü taraftarlığından bir farkı yok'bile dediler. Ben, kibarca ve özür dileyerek bu öneriyi geri çevirdim.

Bundan sonra, bir daha bana öneride bulunan üstadım olmadı.

Muavinliğimin ikinci yılında İzmir'de Nurhan Erdoğdu üstadın yanına gittim. O da masondu.  Sonradan, Ankara'da özel bir haber ajansı kurdu. Bana, “  Bakanlıkta olup bitenleri bana aktarır mısın'diye öneride bulunmuştu. O zaman, bu ajansı masonik çevrelere istihbarat sağlamak için kurduğunu düşünmüştüm. Öneriyi ret ettim doğal olarak.

15

İzmir'deyken İsmail Hakkı Batuk üstad, İzmir'deki bir Yahudi vatandaş hakkında kambiyo incelemesi yapmak için İzmir'e geldi. O Yahudi kökenli iş adamını ben de tanıyordum ve yasal olmayan işlere bulaştığına dair belirtiler vardı. Batuk üstad, incelemeleri sonunda, adamın eylemlerinde suç unsuruna rastlanmadığına dair rapor düzenledi ve İzmir'den ayrıldı. Bana göre, birader dayanışması rol oynamıştı. Temelde masonluk, dayanışma ve yardımlaşma örgütüdür. Bunu İzmir'de gözlemiş oldum.

Maliye Müfettişi olduktan sonra, üç yıl kadar İzmir'de çalıştım. Bu sırada, Baki Levent adlı benden yaşlı bir Baş Hesap Uzmanı ile tanıştım. Onun aracılığıyla kendimi bir anda, İzmir'in masonları arasında buldum. Baki üstad, birçok Hesap Uzmanını ve Maliye Müfettişini mason yapmıştı. Beni de yapmağa çalıştı ama o da başaramadı.

Bir gün Baki üstad bana uğradı. “  Uçar; Ercan bey mason olmak için derneğe başvurmuş, ama ben onun sinirli bir yapısı olduğundan bu iş olmaz diye düşünüyorum. Sen ne dersin”  dedi. Ben de”  Örgüt sizin örgütünüz, siz düşünüp karar verin”  dedim. Ercan beyin başvurusunu kabul etmemişler. Ercan üstad buna çok bozulmuştu. Neredeyse tüm masonlara düşman kesilmişti.

Kendisi anlatmıştı. Bu olaydan sonra, bir Anadolu turnesi sırasında bir Sayıştay Murakıbı ile tanışmış. Adam buna mason olduğunu söylemiş. Ercan üstad da “  Sizi nasıl yükseltiyorlar?”  diye sormuş. Adam, “  Anlamadım”   demiş. Ercan üstad “  Bak öyleyse ben anlatayım demiş. Sizi bir caminin şerefesine çıkarıp aşağıya atıyorlar. Aşağıda bekleyen mason üstadı orta parmağını gerine geçirip senin yere düşmeni önlüyor ve sana “  işte, seni yükselttik”  diyor “  demiş. Adam, buna çok kızmış ama masonik sakinliği içinde yanından ayrılmış ve bir daha da görüşmemişler.

İzmir'deki Hesap Uzmanı masonlardan birisinin eşi, bir başka mason olan arkadaşı ile gönül işlerine girişmişti. Bir kaç ay sonra kadın, bu yeni sevgilisini kocasına anlatmış ve ayrılmak istediğini söylemiş. Bunun üzerine ayrıldılar ve öbür mason bu bayanla evlendi.

Bir masonun biraderinin karısını baştan çıkarması çok büyük bir suçmuş. Önce adamı uyuttular , locaya gidemez oldu, iş alamaz oldu; sonra da mason biraderlerinden gelen işleri ona yollamaz oldular. Locada dolaştırılan “  dulkarı kesesi”  nden de yararlanamıyordu. Bir yıl içinde adamcağız sıfırlandı. Yine de, yaşamını sürdürecek denli iş vererek onu biraz kollamış oldular.

Sonradan, sıfırlanan uyutulmuş mason karısının gereksinimlerini karşılayamaz duruma düştüğünden kadın onu da aldatmağa başladı ve sonunda bir Amerikalı zenci ile evlenmek için bizim uyumuş mason arkadaştan ayrıldı. Arkadaşı yeniden uyandırdılar ve fakültede öğretim görevlisi olan bir mason bayanla evlendirdiler.

Bu olaylar yaşanırken de benden mason olmam isteniyordu. Ben de, olmayacağımı söylüyordum ama Baki üstad yılmıyordu. İlle beni mason yapacaktı. Bir gün, orta okuldan bir arkadaşımı yolladılar. Onu da mason yapmışlar. Bana, masonluğu tanıtan bir masonun yazdığı bir kitap verdi. “  Oku, sen de bizim yolumuza gireceksin”  dedi. Ben de kitabı okumaya başladım.

Daha ilk sayfalarında, “  masonluğun on emri”  ndeki yedinci maddeye takıldım, kaldım . Orada”  İnsanlar yardım edilmeye layıktır, yalnız masonlar insandır”  yazıyordu. Bütün bilim adamlarını, sanatçıları, din adamlarını düşündüm ve “  Bu yanlış bir yaklaşım, ben bu tür bir yaklaşım içinde yaşayamam”  dedim ve bunları arkadaşıma anlattım ve bir kez daha onların yoluna girmeyeceğimi söyledim. Benim yapım bu tür ritüelli, törenli, dogmalı yaşama elverişli değildi.

16

Bundan sonra, masonlarla dostluğum sürdü ve onlar da bana bir kez daha bunu önermediler.

Sonraki yıllarda, Türkiye'ye dinci iktidar geldiğinde Maliye Tefti Kurulu'nda da mason avı başlatmışlardı. Benim de mason olduğumu düşünüyorlardı. Ben de bir gün servisle daireye giderken bu olayı anlattım ve mason olmadığımı söyledim. Sonra da şunu dedim. “  Bakıyorum, şimdi sizin de masonlardan bir farkınız yok”  . “  Ne demek istiyorsun üstad”  dediler. Ben de “  Eee. . Siz de masonlar gibi düşünüyorsunuz.    İnsanlar yardım edilmeğe layıktır,  yalnız camiye gidenler insandır diyorsunuz”   demiştim. Diyecek sözleri kalmamıştı.

Bu arada bizim Mülkiye'deki sınıfımızdan da oldukça çok sayıda mason çıktığını sonraları öğrendim. Emre Ergin-yüksek dereceli bir masonmuş-bunlardan birisidir.  Babası İzmir'in en ünlü doktoru ve amcası Milli Savunma Bakanlığı yapmış birisiydi. Herhalde onların yol göstermesiyle bu yola girmiştir. Engin Berker, Hesap Uzmanı iken bu yola girmiş, Fenerbahçe Spor Kulübünde Ali Şen'in başkanlığında mali sekreterlik yapmıştı. İlhan Ersen, büyük bir olasılıkla Maliye Müfettişi iken Hakkı Özkazanç üstad ile bu yola girmiştir. Başkaları da vardır kuşkusuz.

Ayrıca, kayınbiraderlerimden ikisi de mason localarına girmişlerdir. Şimdi, “  acaba ben de mason olsay mıydım “  diye düşünüyorum. Sonra da şu noktaya ulaşıyorum. Babam, rekabete dayanarak işini bıraktığında “  Başkalarının yanına girip çalışamam”  demişti. Ağabeyim de öyle düşünüyordu. “  Başkasının emrinde çalışamam”  diyordu. O da uzun süre gazete dağıtıcılığı ve milli piyango seyyar bayiliği yaparak yaşamını tamamladı. Bizim ailenin genlerinde var bu bağımsız kalma isteği herhalde. O nedenle olmadım.

1972-1973 yıllarında bir yıllık süre ile Maliye Teftiş Kurulu Başkan yardımcılığı görevinde bulundum. Birgün, Başkan Adnan Erdaş(Sonradan müsteşar olmuştur)beni çalışma odasına çağırdı. Yanında 12 Mart'ın kudretli generallerinden birisi vardı. Bir maliye ile ilgili sorunu danışmaya gelmiş. Gerekli açıklamaları yaptım ve bilgileri verdim. Sonra “  vatanı nasıl kurtarırız “  muhabbetine giriştik. Söz sırası bana gelince, kurulacak hükümetlerde masonlara yer verilmemesi gerektiğini söyledim. Çünkü masonlar, kendilerinin ve mason biraderlerinin yararlarını ulusun yararlarından üstün görüyorlar ve ona göre karar verip işlem yapıyorlardı. Ülke, bundan zarar görüyordu.

Kudretli general, “  Vallahi, kurduğumuz hükümette masonlar olmasın istedik. Gelen adayları didik didik araştırdık.  Ama yine de başarılı olamadık.  Bugünkü hükümette de enaz altı bakan masondur”   demişti. Sonradan, gerek bizim kurul başkanının ve gerekse o kudretli generalin de Türk Yükseltme Cemiyeti üyesi olduklarını öğrenmiş ve fena pot kırdığımı düşünmüştüm. Neyse ki, o konuşma bir muhabbet havasında kalmış olmalı ki üstüme gelmediler ve benimle uğraşmadılar.

1979 yılında Samsun'da turnem vardı. Abdurrahman bey diye bir doktorun yazlık evinin müştemilatında kaldık. Anladığım kadarı ile bu kişi Samsun'un yüksek dereceli masonlarından birisiydi. Bizi bu kişiye, eskiden orada kalmış olan Maliye Hesap Uzmanları tavsiye etmişlerdi. Onlar da mason olmalıydılar ki, doktor bize çok iyi davranmıştı.

Bir hafta sonu, doktor bizi ailesinin sofrasında yemeğe davet etti. Yemekte, doktorun dünürü ve eşi de vardı. Oğlunun kayınpederi olan dünür, İstanbul'un en zengin ve etkili kuyumcularından biriymiş. Yanlış anımsamıyorsam Türkiye Kuyumcular ve Sarraflar Derneği başkanı idi.

Yemek sonrası konu “  ne olacak bu memleketin hali”  ne geldi. O yıllarda büyük bir ekonomik krizden geçiyorduk. Kıbrıs savaşı sonrası kriziydi bu. Nitekim, savaş sonrasında Londra'da yapılan barış

17 görüşmeleri sırasında İngiliz Dışişleri bakanı”  Şimdi siz Kıbrıs'ı esir aldığınızı sanıyorsunuz. Çok yakında Kıbrıs'ın sizi esir aldığını göreceksiniz”  demişti. İşte, bu olayı yaşıyorduk. Kıbrıs Savaşı ve sonrası, Türkiye ekonomisini allak bullak etmişti. Yağ yoktu, şeker yoktu, akaryakıt yoktu.

Ayrıca, kendisi de önemli derecede bir mason olan Kara Ziya lakaplı Maliye Bakanı, tam o sıralarda Türkiye'ye kaçak altın girişi ve kaçak altın çıkışını önlemek için olduğunu belirterek bir genelge yayınlatmıştı. Bu genelge gereği olarak, biz de Samsundaki kuyumculara gitmiş ve altın sayımı yapmıştık. Bu uygulama da kuyumcuların canını acıtmıştı.

Kuyumcular Derneği Başkanı “  En geç bu ayın sonuna dek, Ecevit hükümeti gümbür gümbür gidecek”  demişti. Ecevit'in ortağı Erbakan hocanın dinci partisiydi ve bu da onların hoşlandığı bir durum değildi. Biz, “  olmaz öyle şey”  diye düşüneduralım,  dünürün İstanbul'a dönüşünden sonra basında ve kamu oyunda yayılan ilanlar ve haberler sonucu, Bülent Ecevit hükümeti istifa etmişti. O zaman masonların ne denli güçlü olduklarının bilincine varmıştım.

2005 yılında yaş haddinden dolayı emekli oldum. İzmir'deki müfettiş arkadaşlarım beni mütevazi bir akşam yemeği ile uğurladılar. Sonra, İstanbul'dan bir telefon geldi. İstanbul'da da bana bir”  güle güle yemeği”  verilecekti. Kabul ettim ve İstanbul'a gittim.

İstanbul'daki tüm Maliye Müfettişleri ve eşleri; İstanbul'daki çoğu üst derecelerde mason olan emekli Maliye Müfettişleri;  Ankara'dan gelmiş emekli Maliye Müfettişleri beni ve eşimi Anadolu Klüp'te tam bir mason ritüeli biçiminde ağırladılar ve uğurladılar.

Yemeğin ertesi günü bana mihmandarlık yapan genç bir maliye Müfettişi; o gece mason derneğinde bir toplantıları olduğunu ve beni orada ağırlamaktan mutluluk duyacağını söyledi. Bunu da kabul ettim.

İstanbul Yeminli Mali Müşavirler odasında yenilecekti yemek. Ben ve Sezai adlı Maliye Hesap Uzmanı(Yeminli Mali Müşavirler Odası Başkanı sıfatıyla davetliydi)dışında yemekteki herkes(Maliye Müfettişleri, Hesap Uzmanları, Yeminli Mali Müşavirler vardı)masondu. Büyük Üstad Kaya bey U biçimindeki masanın ortasında oturmuştu. Ben sağında Sezai solunda yer aldık ve yemek başladı.

Bir süre geçtikten sonra Sezai iyice sarhoş oldu ve Büyük Üstad'a masonlukla ilgili sorular sormağa, oradakilere ters gelecek sözler etmeğe başladı. Büyük Üstad büyük bir sabırla dediklerine yanıt verdi, onu yatıştırmağa çalıştı. Oysa, Sezai'nin dayısı da İzmir'in önemli masonlarındandı. Bu davranışlarına anlam verememiştim. Ben, bana gösterilen yakın ilgiye ve tüm mason dostlara teşekkür ettim ve toplantı bitti.

Böylece, benim masonlarım da bana yeni yaşamımda başarılar dilemişler ve “  güle güle”  demişlerdi.  Ne de olsa, ben de Ecevit gibi “  önlüksüz mason”  sayılırdım.

18

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar