KULLUK RİSALESİ
Yüce Allah (celle
celâlühü) insanları yaratmış (95/4), fakat onları
başıboş bırakmamıştır (75/36). Yarattğı kulların kendisine kulluk yapmaları ve
tağuta kulluktan sakınmaları için elçiler göndemiş (12/36) ve onlara sadece
kendisine kulluk yapmalarını emretmiştir (12/40). Bu gerçeği Kur'an-ı Kerim'de
kulların yaptıkları sözel dualardaki ifade şekli ile de şu şekilde dile
getimiştir. "Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım
dileriz" (1/5).
Allah'a (celle
celâlühü) yapılması gereken bu kulluktan yüz çeviren
kimselerin akıbetleri alçalmış kimseler olarak cehenneme (ateşe) atılmalarıdır
(40/60).
İmam İbn Teymiyye (rahmetullah
aleyh), bu eserinde kulluk ve kulluğa yönelik
konuları ele almış Kur'an ayetlerinden getirdiği bir sürü delille anlatımını
zenginleştirmiştir. O'nun bu eserinde ele aldığı konulardan bazıları şunlardır:
Allah'tan başka hiç kimseyi hüküm sahibi kabul etmemek, Allah'ın (celle
celâlühü) çeşitli dönemlerde göndediği elçilerin (aleyhimüsselam) tevhid ve kulluk mücadeleleri, başta tasavvufçular olmak
üzere kulluk (ubudiyyet) sınırlarını aşarak ilahtık (uluhiyyet) iddia eden
kimselerin aşırı tavırlarına delilli reddiyeler, Allah (celle celâlühü) ile kul arasında vasıta kılmanın hükmü ve kullara gereği
gibi kendisine kulluk yapabilmeleri için Yüce Allah (celle celâlühü) hakkında pratik öğretiler sunan gerekli bilgiler...
TEVHİD YAYINLARI
İmam İbn Teymiyye (rahmetullah aleyh)
661 (1263)/728 (1328)
TEVHİD YAYINLARI
1996
TEVHÎD YAYINLARI: 37
İbn Teymiyye Serisi: 15
Kitabın Yazan: Takıyyu’d-din Ahmed İbn Teymiyye (rahmetullah aleyh)
Mütercim: Heyet
Dizgi, tashih, redakte, mizanpaj,
montaj: Tevhid Ajans
Baskı ve Cilt: Paşahan Matbaası: 516 01 46
Birinci baskı: Mayıs 1998
ALLAH’TAN BAŞKA HİÇ KİMSEYİ HÜKÜM
SAHİBİ KABUL ETMEMEK
“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan, yaratırken de
tabiatınızı, karakterinizi de birlikte halkeden Allah’a itaat edin!” (Bakara: 2/21)
ayetinin açıklanması;
İslam büyüklerinden, alim, Allah
Rasulunun İslam uygulamasını yeniden ortaya çıkaran, dine sonradan sokulan zararlı
hurafelerin en amansız düşmanı Teymiyyeoğlu Abdullah’ın oğlu Ahmed’e,
“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan, yaratırken
tabiatınızı, karakterinizi de birlikte halekeden Allah’a itaat ediniz” (Bakara: 2/21)
ayetinin manasını sordular. İbadet
nedir, kulluk nedir, itaat nedir, bunlarla ilgili diğer küçük ayrıntılara ait
bilgiler nelerdir? Dinin tamamı itaat kavramının içinde midir, yoksa, bundan
daha başka odak deyimler varımdır? Kulluğun gerçeği nedir? Kulluk dünyada ve
öteki dünyada insanı en yüksek makama götüren bir faaliyetin adımıdır? Yoksa yüce
makamlara götürücü kulluktan başka bir faaliyet, hareket alanı var mıdır insan
için? Bizi bu konuda anlayacağımız bir biçimde aydınlatır mısınız. Öyle
açıklayın ki, biz artık hiçbir teredüde düşmeden kulluk görevlerimizin ne olduğunu
bilerek hareket edelim bundan sonraki hayatımızda. Allah bizi iyi niyetimizden
ötürü ödüllendirir ümidindeyiz!
Merhum büyük alim ve düşünür İbni
Teymiyye, bu soruların cevabını vermek için aşağıdaki kitabı kaleme alıp,
Müslümanları bu çok önemli konuda aydınlatmaya çalıştılar:
Bütün alemlerin yaratıcısı Allah’a
sonsuz yüceltmeler olsun benden. O’nun Rasulüne özel dualarımla selamet
dilerim.
îtaat ve kulluk, yüce Allah’ın
sevip razı olduğu, gizli açık bütün söz ve hareketleri içine alan bir
kavramdır. Namaz, zekat, oruç, hac, doğru söz, doğruyu ayetlerle bildirilen
amelleri bildirmek, ayetlerin yasakladıklarından insanları alıkoymak, dini
reddedip düşmanlık yapanlara, dinden göründükleri halde onu gizli gizli
arkadan vurmak isteyen münafık-, lara karşı savaş açmak; komşuya, yetime,
fakire, yolda kalmış gariblere, boğaz tokluğuna çalışan kölelere ve hayvanlara
yardımda bulunmak; Kur’an’da olanları anlamak niyetiyle okumak, Allah’dan
istemek, konuşurken Allah’m emirlerini konuşmak, anlatmak ve benzeri gibi iş
ve hareketlerin hepsi itaat ve kulluğun ifade ettiği mana ve kavram içine
girerler...
Allah’ı ve Rasulünü sevmek,
Allah’dan başka hiç kimseden korkmamak, sadece Allah’a boyun eğmek, O’nun
emrettiklerini rızasını kazanmak niyetiyle yerine getirmek; insana kötü gibi
gelen hareket ve işlerde Allah’ in hükümlerine uyup sabretmek, kaza ve
kaderine hak nazarıyla bakmak; elinden geleni yaptıktan sonra hükmü Allah’a
bırakmak, affediciliğine sığınıp, azabından korkmak ve benzeri bütün hal ve
telakkiler hep itaat ve kulluk kavramı içine girerler.
Böylesi itaatve kulluk, Allah'ın
sevdiği, nza gösterdiği ve insanları bunu yerine getirmek için yarattığı temel
amaçtır.
Yüce Allah buyuruyor ki:
“İnsanları ve cinleri sadece bana itaatla kulluk etsinler diye
yarattım!” (Zariyat:
51/56)
Nuh’un (a.s.) dilinden şunları
aktarıyor;
“Allah’a itaatlakulluk edin. Sizin
O’ndan başka itaatla sorumlu olduğunuz bir efendiniz yoktur!”
(A’raf: 7/58)
Bütün nebi ve rasuller de zaten
sadece bu maksat için gönderilmişlerdir, Hud (a.s.), Şuayb, Salih ve diğer
bütün nebiler de insanlara aynı şeyi söylemişlerdir. “Allah’tan başka hiç
kimseye bir borcunuz yoktur, onun için yalnız O’na itaatla kulluk ediniz!” Evet
hepsi de böyle demişlerdir.
Yüce Allah buyuruyor:
“Yemin ederim ki biz, her topluluğa, “Allah’ itaatla kulluk edin,
O’ndan başkasına itaatla kulluk etmeyin!” diye ikaz eden nebi ve rasul göndermişizdir
Fakat onların kimi itaat etmiş, kimileri ise gerçeği reddetmiş sapıklığa
düşmüşlerdir.” (Nahl: 16/36)
“Biz senden evvel gönderdiğimiz
bütün nebi ve rasu- lere şöyle buyurmuşuzdur: Gerçek şudur ki; benden başka
itaat ve kulluk edilecek hiçbir merci yoktur, o halde sadece bana itaatla
kulluk edin!” (Enbiya: 21/25)
“Ey nebi ve rasuller! Sizin için
temiz helal saydığımız nimetlerimizden yiyin ve dediğimiz biçimde yaşayın. Ben
her ne yaparsanız bilen ve görenim. Şu insanlar, sizin için tek bir topluluktur
ve size bağlıdır. Sizin indinizde hiç birinin öbürüne üstünlüğü yahut
eksikliği yoktur. Onlar sizin ümmetiniz, ben de sizin Rabbinizim, onun için
yalnız benden korkun!”
(Mü’minun: 23/51-52)
İtaatla kulluk görevi öyle bir
temel görevdir ki, Allah bizzat kendi Rasulunü de bu görevle
görevlendirmiştir:
“Ölüm gelip seni alıncaya kadar Rabbine itaatla kulluk et” (Hicr: 15/99)
Gene yüce Allah, melekleri de tıpkı
Rasuller gibi kendisine kul olmakla yükümlü saymıştır. İşte Kur’an ayeti:
“Göklerde ve yerde her ne varsa
hepsi de O’nundur. O’nun huzurunda olanlar O’na kulluk etmekten asla büyüklenip
kaçmazlar, onlar yorulmazlar da. Ve yine onlar gece -gündüz demeden O’nun
emirlerini tekrarlarlar ve her türlü zaaftan uzak tutarlar”
(Enbiya: 21/19-20)
Bir başka ayet:
“Hiç şüphe yok ki, Allah’ ın
huzurunda olanlar, O ’ na kulluk etmekten asla küçüklük duymazlar. Daima O’nu
hatırlarlar ve büyüklüğü karşısında boyun eğerler”
Yüce Allah kibirlerinden, büyüklük
taslamalarından ötürü itaatla kulluktan kaçanları kötülüyor ve tehdid ediyor:
“Rabbiniz buyurdu ki; “Ben’den
taleb edin, Ben de vereyim. Kendini büyük sanıp bana kulluk yapmaktan, Ben’den
istemekten kaçınanlar horlanmış ve hakir bir biçimde cehenneme girecekleredir”
(Mü’min: 40/60)
Yine yüce Allah, yaptıklarıyla,
işledikleriyle cenneti hak etmiş insanları da kul olarak vasıflandırıyor ve
buyuruyor ki:
“O kafur bir pınardır ki, onu ancak
Allah’ın kulları içerler, onu nereye olursa akıtırlar, kolayca kullanırlar”
(İnsan: 76/6)
İşet başka ayetler:
“O acıyan yüce Allah’ın kulları ki,
onlar yeryüzünde vekar ile büyüklenmeden gezerler, beyinsizler kendilerine söz
söyledikleri laf attıkları zaman “haydi işinize gidin” der başka cevap
vermezler. Gene o kullar ki, geceleri Rableri için secdeye kapanırlar ve kıyam
ederler”
(Furkan: 25/63-64)
Hicr Suresinin 39 ve 40. ayetinde,
“Şeytan, “Rabbimin beni azdırdığı
gibi, ben de muhakkak O’nun kullarını azdıracağım, yeryüzünde fenalık
yapmalarına vesile olacağım. Ancak onlardan samimi inananları ebette ki azdıramam”
dediği zaman, yüce Allah, “İşte bu söylediğinde doğrusun! Benim emirlerime
samimi bir biçimde inanıp kulum olanlar üzerinde senin hiçbir hükmün yoktur ve
olamaz da. Ancak sapıklar senin gösterdiğin azab yolunda gider olsunlar”
(Hicr: 15/41-42-43)
6
Ortağı bulunmayan, hükümde hiç
kimseyi kendisine eş kabul etmeyen yüce Allah, meleklerini de kul olarak vasıflandırıyor.
İşte ayetler:
“Rahman evlat edindi dediler. O’nun şanı bu halden çok yücedir,
böyle zaaflardan uzaktır. Hayır onların evlat dedikleri, Allah’ın ikramına
ulaşmış kul’dan başka bir şey değildir” (Enbiya:
21/26)
“Bunlar sözleriyle asla Allah’ın
önüne geçemezler, olduğu gibi O’nun emri ile hareket ederler. Önlerindeki de
arkalarındakileri de O bilir. Bunlar O’nun rızasını kazanmış olanlardan
başkasına şefaat da edemezler. Onlar Allah korkusuyla tir tir titreyen
kullardır”
(Enbiya: 21/36-38)
“Allah bir evlat edindi dediler.
Yemin ederim ki çok çirkin bir söz söylediler. Onlar Allah’ın bir oğlu olduğunu
iddia ettileri zaman neredeyse gökler paramparça olacak, yer yarılacak, dağlar
dağılıp dökülecekti. O Allah’a evlat edinmek asla yakıştırılamaz. Yerlerde ve
göklerde her ne varsa hiç istisnasız O’na kul olarak yaratılmışlardır.
Andolsun O bunları hem topluca hem de teker teker sayıp döküm etmiştir. Ve
onların her biri tek tek, bir başına O’nun huzuruna gelecektir”
(Meryem: 19/88-93)
Kendisine ilah nazarıyla bakılan ve
Allah’ın oğlu olduğu iddia edilen îsa (a.s.) hakkında yüce Allah şöyle buyuruyor:
“O (İsa) bizim nimet yediğimiz, İsrailoğullarma bir ibret dersi
alsınlar diye örnek yaptığımız kulumuzdan başka hiçbir şey değildir” (Zuhruf: 43/59)
İşte bundan ötürü Allah’ın Rasulu
şu sözleri söylemiştir:
“Hıristiyanların, Meryem oğlu
İsa’yı uçurdukları gibi, siz de beni lüzumdan çok methederek uçurmayınız. Ben
ancak bir kulum. Bana onun için sadece Allah’ın ku-
Iu ve Rasulu deyiniz”1
Allah, Rusulunü en yüce hali olan
Miraç anında bile onu kul olarak vasıflandıfyor:
“O Subhan ki, kulunu geceleyin
götürdü” (İsra: 17/1)
Vahiy’den bahsederken de yine kul
deyimini kullandı:
“Kuluna vahyettiği şeyi vahyetti”
(Necm: 53/10)
Dua, isteme hakkında da şöyle
buyurdu:
“Şu gerçek vahyedilmiştir: Allah’ın kulu O’ndan istemeye
kalktığında, neredeyse onlar (cinler) etrafında keçeler gibi dertop
oluyorlardı” (Cin: 72/19)
Kur’an’m doğruluğu hakkında Yüce
Allah meydan okuyup diyor ki:
“Eğer kulumuza kısım kısım
indirdiğimiz Kur’an’ın bizden geldiğinde şüpheniz varsa. O zaman onun içindeki
surelere benzer bir tanecik sure getirin de görelim!”
(Bakara: 2/23)
Başlangıçtan bu yana naklettiğimiz
bütün Kur’an ayetlerinde kul ve kulluğun vasıflarından bahsedilmektedir. Bütün
bu ayetlerden anlaşılmaktadır ki, dinin tamamı itaat- la kulluğun ifade ettiği
mana içindedir.
Cebrail’in (a.s.) bir Arabi
kıyafetinde bürünerek Rasule, İslam, imam ve ihsan hakkında sorular sorduğu
rivayet edilmiştir. Bunun gerçek olduğunu, Allah’ın Rasulu bir gerçek
hadislerinde şöyle anlatmaktadır:
“Cebrail bana “İslamdan haber ver,
nedir İslam?” diye sorduğunda, şöyle cevap verdim: “Allah’tan başka kulluk
yapılacak bir merci bulunmadığına, Muham- med’in O’nun kulu ve Rasulu olduğuna
iman etmen, Ramazan orcunu tutman, namaz kılman, zekat vermen ve gücün varsa
Hac yapmandır” Cebrail’in “İman ne- dir?”sorusuna ise şu cevabı verdim:
“Allah’a, melekle-
(1) Buhari, Enbiya: 48; Darimi, Rikak:
68; Ahmed: 1/23-24-47) rine,
kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra yeniden dirilmeye, kadere, hayrın
da şerrin de yaratıcısının Allah olduğuna inanmandır”
En son olarak Cebrail “İhsan
nedir?” diye sormuştur. Buna Allah’ın Rasulu şu cevabı vermiştir:
“Sanki Allah’ı görüyormuşsun gibi
O’na itaatla kulluk etmendir. Zira sen onu görmüyorsan da, O’nun seni
gördüğünü bilmelisin”
Hadisin sonunda buyurmuştur ki:
“Bu gelen Cebrail’dir ve size
dininizi öğretmek için bana sorular sormuş, cevaplarını istemiştir. Kendisi
için değil, sizin içindir bu cevaplar”2
Zikredilenlerin nakledilenlerin
hepsini dinden saymış ve din çerçevesinde açıklamıştır bunları.
Din deyimi, boyun eğme, teslim
olma, kendini herşeyden büyük görmeme, tevazu anlamını içinde taşıyan bir odak
deyimdir. Din kelimesinin etimolojik kökünden Araplar “denet huf-e dane”
deyimini çıkarırlar. Yani, “Onu aşağıladı, boyun eğdirdi. O da acizliğini
kabul edip boyun eğdi” demektir.
Yine Din kökünden: “nedinullahe ve
nedinu lillahi” cümlesini çıkarırlar ki, “Allah’a itaatla kulluk eder ve yalnız
O’na boyun eğeriz” demektir.
Allah’ın dini demek, O’na itaat
etmek, O’na kulluk etmek, O’na boyun eğmek, O’nun büyüklüğü önünde kendi
küçüklüğünü bilip ona göre hürmet etmektir.
Araplar; “İbadethanlerin yolu alçak
gönüllülük olduğu zaman, ayakları kendine çeker” derler. Fakat İslamda emrolu-
nan ibadet, kulluk, boyun eğme, alçakgönüllülük ve sevgi anlamlarının hepsini
birden içinde taşır. Allah’a karşı sonsuz alçakgönüllülük ve sevgi..
(2) Buhari, îman: 1; Müslim, îman:
1.
Sevginin en ileri derecesi kulluk,
en alt derecesi ise ilgidir. İlk başta insan kalbi sevgiyle ilgi ve alaka
duyar, zaman geçtikçe, sevgi derinleştikçe sevdiğini sayıklamaya başlar. Daha
ilerde kalpten bir sevgiyle insan çılgına döner. İşte bundan sonra sevgi aşka
dönüşür, aşktan sonra ise kulluk, itaatkarlık kul olan kişi; O’nu son derece
seviyor, hürmet duyuyor, alçakgönüllülük gösteriyor demektir.
Bir kimse sevmediği, nefret ettiği
bir insana hürmet edip boyun eğerse, ona kulluk ediyor sayılmaz. Bir başka
şekilde, tersine olarak, bir kimse bir kimseyi sevse fakat hürmet ve saygı
duymasa, gene kulluk ediyor sayılmaz. Bir insan çocuklarını yahut
arkadaşlarını sever, fakat bu sevgi kulluk değildir. îşte aynen bu durumdadır
yukarıda tanımlanan kişiler.
Bundan ötürü, Allah’a kulluk
yapmada, sevgi yahut saygıdan birinin bulunması yeterli olamaz. Allah, kula
her- şeyden daha sevgili ve saygı değer olmalı, kul Allah’ı her- şeyden daha
yüce, daha azametli bulmalı. Yani, Allah’ı herşeyden daha fazla sevmeli, boyun
eğmeli, alçak gönüllülük göstermeli ki, insanoğlu kul olabilsin. Kul
bilmelidir ki, Allah’tan başkasma beslenen aşırı sevgi aldatıcı, aşırı saygı
da çirkin ve batıldır.
Bu durumu ayeti kerime ne kadar da
güzel açıklamaktadır:
“De ki: Babalarınız, oğullarınız,
kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, elinizdeki mallar, zarar etmekten korktuğunuz
ticaret ve hoşunuza gitmekte olan konutlar, size, Allah’tan, O’nun Rasulunden
ve O’nun yolundaki cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri ve hükmü gelinceye
kadar bekleyedurun. Allah günahkarlar gürühu- nu asla himaye etmez,
doğruluklarını kabul etmez”
(Tevbe: 9/24)
Belli oluyor ki, en ileri
derecedeki sevgi ve muhabbet, sa-
10 dece Allah’a ve O’nun Rasulune gösterilendir.
Zira itaat sadece Allah’a ve O’nun rasulune yapılır. Kul sadece Allah’ı ve ra-
sulunü razı etmek zorundadır. Ayette şöyle buyuruluyor:
“Allah’ı ve rasulunü razı etmeleri kendileri için daha
hayırlıdır” (Tevbe: 9/62)
İtaat ve kulluk ve buna uygun düşen
tevekkül, korku ve benzeri şeylere gelince; bunlar da sadece Allah için olur.
Çünkü yegane terbiyeci Allah’dır.
Yüce Allah buyuruyor: Rasulum, de
ki:
“Ey ellerinde kitap olan Yahudi ve
hırıstıyanlar! Bizim ve sizin aranızda müşterek olan kelama gelin. Allah’tan
başkasına itaat ve kulluk yapmayalım. O’na hiçbir şeyi eş ve ortak tutmayalım.
Allah’ı bırakıp birbirimizi rabler kabul etmeyelim. Şayet" ellerinde
kitap bulunanlar bu davetine icabet etmezlerse, o zaman şöyle söyle: Şahit
olun ki, biz gerçekten Müslüman olanlarız”
(Al-i İmran: 3/64)
Başka bir ayette de şöyle
buyrulmaktadır:
“Eğer onlar Allah’ın ve Rasulunün kendilerine verdiklerine razı
olsalardı da, “bize bu yeter, bize Allah yeter ki, o Allah lutuf ve kereminden
biz acizlere verendir, Rasulü de öyle. Biz ancak Allah’ın verdiklerine itibar
ederiz” deselerdi” (Tevbe:
9/59)
İnşaların uygulayacağı hükümleri
koymak sadece Allah’a ve Rasulune ait bir iştir.
İşte bu hususta Allah’ın buyruğu:
“Rasulüm size ne verdiyse alın, neyi de yasakladıysa ondan
sakının!” (Haşr: 59/7)
Güvenilmek ve yeterli bulunmak gibi
yüce vasıflar da yalnız Allah’ındır. Nitekim Yüce Allah buyurmaktadır:
“Onlar o kimselerdir ki, insanlar
onlara; “düşmanlarınız size karşı büyük ordular hazırladı, korkun onlardan!”
dedikleri zaman, bu sözler onları korkutmadı,
ıı
aksine imanlarını artırdı ve bir de üstüne “Allah bizim için
yeterli bir koruyucudur ve o ne güzel bir koruyucudur!” dediler” (Al-i İmran: 3/173)
Bir başka Allah kelamı:
“Ey Nebi! Allah sana ve senin
izinde olanlara yeter- lidir, başka desteklere ihtiyaç yoktur” (Enfal: 8/64)
Bir başka ayetinde de şöyle
buyuruyor:
“Allah kuluna her konuda yeterli
değil mi?”
Bu ayeti kerimede abid, yani kul;
Allah karşısında aciz ve yetersiz olduğunu Allah’ın lutuf ve keremine muhtaç
olunduğunu bilmek; sadece O’nun tasarruf ve hüküm sahibi olduğuna kesin inanç
anlamına gelmektedir. Bu anlamdaki kullukta, ister sadık olsun isterse fasık,
ister mümin olsun isterse de kafir, ister cennet ehli olsun isterse de cehennem,
bütün insanlar Allah’ın kuludur. Çünkü Allah bütün insanların yaratıcısı ve
tedbirleriyle kaşatıcısıdır. O’nun tespit ettiği tabii kânunların dışına hiç
kimse çıkamaz. İstese de istemese de, O’nun koyduğu doğa kanunlarına uymak zorundadır.
Hiç kimse O’nun kudretinin ve isteklerinin dışına çıkamaz. İster Allah’a
verdiği iman sözünden dönen fa- sık, isterse verdiği bu söze sadık olsun, kimse
Allah’ın hükümlerini değiştiremez. İnsanlar ister istesinler ister istemesinler
Allah’ın istediği şey mutlaka olur. Allah istemediği taktirde kimsenin
istekleri sonuca ulaşamaz.
Allah buyuruyor:
“Onlar Allah’ın dininden başkasını
mı arıyorlar? Boşuna! Göklerde ve yerde her ne varsa, isteseler de işemeseler
de O’na çevrilip götürüleceklerdir”
(Al-i İmran: 3/83)
Demek ki Allah, bütün varlıkların
yaratıcısı, terbiye edicisi, rızk vericisi, öldürücüsü ve dirilticidir.
Temayülleri istediği yöne çeviren ve işlerinde ortaksız yetki ve tasarruf sahibi
yegane kudret Allahü Teala’dır.. Hiç kimsenin, hiç bir
12 varlığın Allah’tan başka terbiyecisi ve sahibi
yoktur. Her- şeyi yaratan, yarattıkları için kanun koyan, hareket ettiren
sadece O’dur. İnsanlar ister kabul etsinler isterlerse etmesinler, ister
bilsinler isterlese de bilmesinler, sonuç değişmez, gerçek asla bozulmaz.
İnsanlardan Allah’a, Rasulüne,
Rasul aracılığı ile indirilen Kitab’a inananlar bunları bilirler. Bildikleri
için imanları daha da çok artar. O’na teşekkürle kulluklarını pekiştirirler.
Bu gerçekleri kendilerini büyük
sayanlardan başkası reddetmez. Kendilerini bir kudret sahibi sandıkları için
gerçekleri reddedenler çok kötü bir durum içindedirler. Onlar Allah’ın yegane
yaratıcı ve terbiyeci olduğunu bildikleri halde, bu bilgilerini açıklamaz,
itiraf etmez ve Ö’na boyun eğmezler. Bildikleri halde, kibirlerinden ötürü
gerçeği kabul etmeyenler gerçekten büyük zarardadır.
Zira Allah şöyle buyurmaktadır:
“Kalpleri ve vicdanları bunların
tam doğru olduğuna kanaat getirdiği halde, büyüklenmeleri ve zülm etme
temayülleri sebebiyle gerçekleri inkar ettiler. O ard niyetli bozguncuların
halleri bak nice oldu!”
(Nemi: 27/14)
Bir başka ayeti celile:
“Kendilerine kitap verdiklerimiz, rasul ve nebilerimizi öz
oğullarını tanır gibi tanırlar. Böyle olduğu halde bazı bilginler gerçeği
halktan, sade insanlardan saklarlar, bile bile insanlarla hakkın arasına
girer, gerçeği örterler” (Bakara: 2/146)
İşte o gözünün nuru ayetlerden biri
daha:
“Onlar senin doğru söylediğini biliyorlar. Ama gene de o zalimler,
Allah’ın ayetlerini inatla inkar ediyorlar” (En’am:
6/83)
Kul, Allah’ı gerçek terbiyeci,
yaratıcı olarak kabullenir,
13 kendisini
O’nun kudreti karşısında aciz ve muhtaç durumda görürse, Allah’ın gerçek emir
sahibi olduğunu görür ve kendisinin sadece bir kul olduğunu idrak eder. Böyle
kullar, istediklerini yalnız Allah’tan ister, yalnız O’ndan yardım bekler.
Sadece O’na boyun eğer ve yalnız O’na alçak gönüllülük tavrı içinde yalvarır,
O’nun verdiklerine ve vereceklerine gönüllü bir biçimde razı olur.
Fakat insan Allah’ın emirlerine
bazen itaat eder, bazen isyan ederse, kulluğu ve itaati bazen Allah’a bazen de
şeytana yaparsa, emirleri kendilerini rab ilan edenlerden alırsa, bu hal
cennet ehli ile cehennem ehlini biribirinden ayıran bir ölçek olur. Böyle
kişiler, bu şekildeki kullukları ile müminler safına giremez.
Çünkü Allah’ımız şöyle buyuruyor:
“Onların çoğu Allah’a hüküm ve
kararda ortak koştuğu halde, kendilerini mümin sayarlar. Halbuki ise böyle
ortak koşucular Allah’a iman etmiş değillerdir”.
Gerçekten de yaratıp nzk verici
olarak kabul ettikleri halde gene de Allah’tan başkasına itaat ve kulluk
etmektedirler insanların bir çoğu.
İşte ayet:
“Andolsun ki, o müşriklere “şu
gökleri ve bu yeri kim yarattı” diye soracak olsan, onlar; “muhakkak ki Al-
İah’dır” diye cevap vereceklerdir”
“De ki: “Kimin öarz ve ondaki bütün
varlıklar, biliyor musunuz?” Onlar; “Allah’ındır” diyeceklerdir. Öyleyse
“onları düşünüp Allah’ın kudretini idrak edemiyor musunuz?” diye sor. Yine
onlara de ki: “O yedi göğün sahibi kim? O çok büyük arşın rabbi kim? Onlar;
Al- lah’dır” diyecekler. O halde de ki: “Bunları bildiğiniz halde, bütün
varlıkların sahibi olan Allah’tan niçin korkmuyorsunuz? Yine de ki: “Herşeyin
mülkiyeti ve bütün hazinlerini elinde tutan kimdir? kimdir hiçbir şeye
14
ihtiyacı olmayan? Korunmaya muhtaç olmayan? Eğer biliyorsanız
bana bildirin” Onlar yine şöyle cevap verecekler: “Aİlah’dır” O halde onlara
söyle. “Bunları biliyorsunuz da, neden aldatılıyor ve Allah’a ortaklar koşuyorsunuz?” (Mü’minun:
23/84-88)
Gerçekten de, varlıklar aleminin
sahibini bilmek hususunda bütün insanlar birbirinin aynıdır. İnsanoğlu fasık
da olsa, mümin de olsa, kafir de olsa, sadık da olsa, bütün bu varlıkların
sahibinin Allah olduğunu bilir, bilebilir ve itiraf da eder. Hatta o kadar ki
şeytan ve ona bağlı cehennem ehli de bilir ve itiraf eder.
Nitekim iblis demektedir ki:
“Ey Rabbim! O halde insanların
tekrar diriltilecek- leri güne kadar bana mühlet ver!”
Yine iblis şöyle demişti:
“İblis; “Rabbim” dedi. Beni azdırmandan ötürü an- dolsun ki ben de
insanları günahlarla süsleyeceğim ve onların hepsini de azdıracağım” (Hicr: 15/39)
Ve gene iblis:
“Öyleyse yüceliğine yemin ederim ki, onların hepsini azdıracağım” (Sad: 38/89)
Yine iblis:
“Şu benden üstün saydığını gördün mü? Nesi varmış onun da benden
üstün tuttun onu? Yemin ederim ki, bana kıyamet zamanına kadar izin verirsen,
onun soyundan gelecek olanları çok azı müstesna olarak kötülükte peşimden
sürükleyeceğim” (İsra:
17/62)
Bu varlıklar alemindeki herşeyin
sahibinin, halikinin, terbiyecisinin Yüce Allah olduğunu iblis de yukardaki ve
daha birçok ayetlerdeki ifadelerine bakılırsa kabul ediyor ve kabul ettiğini
itiraf ediyor.
Cehenneme hak kazanmış olanlar da
bu gerçeği kabul ede ler ve şöyle derler:
15
“Ey Rabbimiz” Aldanmışhğımız bize hakim olmuştu. Onun için doğru
yolda olanlardan ayrılmış olduk”
Gene cehennem ehli şöyle der:
“Rabblerinin huzurunda suçlu suçlu durdukları zaman sen onları
bir görsen! Allah huzurunda duran o cehennem ehline: “Size bildirdiklerim hak
değilmi imiş. Emirlerimi yerine getirmediğiniz tadirde sizin için va- adettiğim
şu cehennem de sizin için hak değil midir?” Onlar: “Evet, Rabbimize yemin
ederiz ki, bizim için belirlediğin ceza haktır” (En’am: 6/31)
İşte cehennem ehli de, varlık
aleminin gerçeklerini olduğu gibi kabul ve ikrar etmektedir.
Bir kimse bu varlıklar aleminin
gerçeklerinden bir gerçeği müşahede eder, fakat Allah’ın ulühiyetine ait
kulluktan, Allah’ın Rasulune itaattan ve kulluktan geri durursa, ib- lis’in ve
cehennem ehli’nin yaptığı işlerden birini yapmış olur. Böyle olmalarına rağmen,
Allah’ın kevni alemini müşahede edebildiklerinden dolayı, onlar için Allah
indinde güçlü bir yer, makbul bir makam var kabul ederek, onların itaat ve
kulluktan muaf oldukları zannedilirse; bunlar Allah’ın evliyası ve marifet
ehli olarak kabul edilirlerse, böyle itikad edenler, iblis ve cehennem ehli
zümresinden olurlar. Varlık aleminin bazı gerçeklerini keşfetmek, kavramak
başka, itaat ve kul olmak gene başkadır.
Henhangi bir kimse “Hızır ve
benzeri şeyler bana ilahi emirler getirdi” derse, bu ve buna benzer sözleri
Allah’a Ra- sulüne karşı çıkan ve kafir olan zümrenin sözlerine benzer.
KULLUK- Abidlik bir ikinci manaya
gelir ki, bu mana özeldir, lokaldir. Belli ölçüleri vardır. Böyle bir kulluğa
herkes, bütün insanlar sahip olamaz. Böyle bir abidlik, bu çeşit, bir
kullukinsan için en bulunmaz bir nimettir. Allah’ın vermiş olduğu bütün
kaabiliyetleri ve o kaabiliyetlerle ulaşılacak her türlü ihtiyaç maddesini,
Allah’ın dediği biçim-
16 de kullanmak manasına gelen bu tür kulluk,
sadece Kur’an ayetlerine bağlanmakla mümkün olur. Allah’tan başkasına ibadet
etmeyen, Rasulü vasıtasıyla gönderdiği Kur’an’dan başka kitap kabul etmeyen,
kabul ettiği Kur’an’m bütün prensiplerini elinden geldiğince yerine getirmeye
çalışan; Allah’ın dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilen bir ibadettir bu
üstün kulluk makamı.
Böyle bir kulluk sadece Allah’a ait
kılınır. Her türlü hükümdarlık hakkı Allah’a aittir böylesi bir kullukta. Bu
yüce kulluk makamı, ‘LA İLAHE İLLALLAH’ kelimesiyle ifadesini bulmaktadır.
Allah’ın yegane terbiyeci olduğunu
kabul etmek ve kabul ettiğini de gerek dil ve gerekse fiilen ikrar etmek bu
kulluğun gereğidir. Yalnız O’na itaatla kulluk etmek, O’ndan başka hüküm ve
marifet sahibi, kudret merkezi kabul etmemek bu ikinci tür yüce kulluktur ki,
bu tiplerden başkası imkanı yok bu tür kulluğun ifade ettiği mana içine
giremezler. Bir insan Allah’ın herşeyin yaratıcısı, terbiye edicisi, geliştireni
olduğuna inanır, fakat O’nu yegane itaat ve ibadet edilecek kudret bilmez,
başkalarının sözlerine ve emirlerine de itaat ederse, gerçek anlamda ikinci
kulluk makamına girmez.
îlah, yüce ve tam bir tecezzi kabul
etmez sevgi ve saygıyla, yüceltme ve ikramla, korku ve ümitle kalbin titreyerek
yöneldiği, tabi olduğu kudrettir.
îşte bu çeşit itaatla kulluktan
razıdır yüce Allah. Böylesi bir kulluğa abidlik demektedir İslam dini.
Yüce Allah seçkin kullarını bu
şekilde tanımlamıştır. Rasul ve nebilerini de bu maksadı hasıl ettirmek için
göndermiştir.
Abd, kulluk, yaratık ve mahluk
anlamına gelirse, böyle bir anlam içinde Allah’a inanan da inanmayan da
birbiriyle eşittir. Böyle bir anlamda mümin de müşrik de aynı statü içindedir.
Herkes Allah’ın yarattığı mahluk ve dolayısı ile kuludur.
17
Abdin, kulluğun bu iki mana
arasındaki farktan, Allah’ın sevdiği ve razı olduğu kulluğuna, ibadetine,
dinine, şer’i emirlerine dahil olan ve bu işleri mükemmel bir biçimde yerine
getiren insanları kendisine dost ve veli edineceği, cenneti onlara ikram
edeceği çıkmaktadır. Dini hakikatlerle, müminin, kafirin, sadıkm, facirin
müşterek ve eşit olduğu ve varlıklar alemindeki gerçeklere bağlılık arasındaki
fark anlaşılır. Bir kimse, sadece varlıklar alemindeki müşahhas gerçeklerle
yetinir, dini gerçeklere aldırış etmezse, lanete uğramış iblisin arkasında
olan cehennemlik gurubdan olur.
Bir kimse dini hakikatlerden bir
bölümünü kabul, bir bölümünü inkar ederse, inkar ettiği oranda, Allah’a yakınlık
makamını kaybeder. Bu mesele çok önemlidir. Nice nice kişiler bu konuda büyük
hatalara düştüler. Bu konu da birçok kimse şüphe bataklğına daldılar,
şaşkınlık içine girdiler. O kadar ki, tevhid, hakikat ve irfan ehli
olduklarını iddia eden büyük şeyhlerden, sayısını ancak Yüce Allah’ın bildiği
sayısız kişilerin ayağı kaydı bu konuda.
Şeyh Abdülkadir Ceylani (Allah ona
rahmet eylesin) kedisinden nakledilen şu sözünde konuya temas edip diyor ki:
“Bu ricalden birçoğu kaza ve kadere razı oldular ve durdular. Ancak bana
hakikatin pencerelerinden bir pencere açıldı. Hakkın kaderlerine gene hak ile
mücadele açtım. Er kişi kader ile mücadele eder. Kadere evet diyen, boyun eğen
er kişi değildir”
. Rahmetli şeyhin bahsini ettiği
şey Allah’ın ve rasulünün söylediği ve istediği şeydir. Fakat sayısız insan bu
hususta hataya düştü ve yok oldu. Bunlar insanların yaptıkları bazı suçları yok
etmek için kullanıyorlar kaza ve kaderi. Yapılan kötülüklerin insanların kaza
ve kaderine var olduğunu, onun için kulun bir suçu bulunamayacağını ileri
sürüyorlar. Yapılan her işin, Allah’ın meşiyetinde, kaza ve kaderinde cereyan
ettiğini; rububiyet vasfının içinde girdiğini ileri sürü-
18 yoriar da, teslim ve ibadet olduğunu
zannediyorlar. Bu şekilde inkarcı cehennem ehlinin sözlerine çok yaklaşmış
oluyorlar.
O inkar edicilerle ilgili ayette
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah’a hüküm ve emirde ortak
koşanlar ve böyle- ce küfre düşenler şöyle diyecekler: Eğer Allah dileseydi, ne
biz ortak koşucu müşrik olurduk, ne babalarımız. Ne de tek bir haram
işleyebilirdik!” (En’am: 6/148)
Yine o ortak koşucular:
“O kimseye biz mi yedireceğiz ki? Allah dileseydi ona yiyeceğini
verirdi” (Yasin:
36/47)
Ve yine:
“Eğer Rahman dileseydi, bizde kendinden başkalarına itaatla
ibadet etmezdik” (Zuhruf:
43/20)
İnsanlar ortak koşmayan
doğrulayıcılar olsalardı, kesinlikle bilirlerdi ki, her şey Allah’ın
emirlerini tatbik etmediklerinden ötürü kötüye gider. Fakirlik, korku ve
hastalık gibi kaderden olan işler başlarına sadece kendilerini yaratan ve
tebiye eden Allah’ın emirlerini yerine getirmemekten dolayı sık sık başlarına
gelmektedir. Allah’ın emirlerini yerine getirdiği halde bazı kötülüklere duçar
olursa insanoğlu, bunu kader kabul etmesi, genel ilahi kanunlar içinde
bulunduğunu kabul etmesi gerekir. Böyle telakki ettiği zaman, başına gelen
hesap dışı felaketleri selametlere çevirecek sabrı gösterebilir. Böyle bir
sabır göstermekle emrolun- duk çünkü:
“Allah’ın izni olmadıkça, hiçbir
şey kendiliğinden ortay çıkmaz. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğru
yola sevkeder”
Bizden evvelki büyüklerimizden
bazıları demişlerdir ki:
“Er kişi odur ki, kendisine bir
kötü iş isabet ettiğinde, bunun Allah’ın genel adetleri içinde bulunduğunu
bilir, kusu-
19 ru
kendinde arayıp sabreder”
Yüce Allah buyuruyor:
“Kıtlık, kuraklık, hastalık ve
tabiat afetleri gibi, bütün felaketlerin hepsi, daha yaratılmadan Allah
indindeki bilgi defterinde kayıtlıdır. Böylesi Allah için çok kolay bir
iştir”
Buhari ve Müslim’de olan bir hadisi
şerifde Allah’ın Rasulü şöyle buyurmaktadır:
“Adem (a.s.) ile Musa (a.s.) ruhlar
aleminden karşılıklı konuştular; birbirlerine delil getirdiler. Musa (a.s.)
dedi ki: “Sen o Ademsin ki, Allah seni eli ile yarattı, sana ruhundan üfledi,
sonra sana melekleri secde ettirdi, herşeyin isimini öğretti. Böyleyken neden
bizim cennetten kovulmamıza sebep oldun?” Adem (a.s.) Musa’ya (a.s.) şu cevabı
verdi: “Sen de Musa’sın ki, Allah sana kitap ve kelam verdi, bu nimete layık
kıldı ve seni elçi olarak seçti. Böyle olduğu halde beni suçladığın konunun,
daha ben yaratılmadan önce yazılı olduğunu görmedin mi?” Musa (a.s.): “Evet,
gördüm!” dedi. İşte Adem (a.s.) Musa’ya (a.s.) böyle delil getirdi”3
Adem (a.s.), günah işleyenlerin
günahlarına mazeret olarak kaderi getireceğini bildiği için, kaderi kullanmadı.
Yani “Allah takdir etti, istedi ve ben de yaptım, benim suçum yok” demedi.
Çünkü böyle bir sözü hiçbir Müslüman, hatta akıl sahibi hiçbir mahluk
söylemez, söyleyemez. Şayet kaderde var olduğu için yaptım denebilseydi, böyle
bir özür bulunsa idi, bu özrü şeytan da, Nuh ve Hud kavmi de, hatta bütün
kafirler de der ve yakayı kurtarırlardı. Böyle olunca da küfürlerinde haklı
olurlardı. Yukarda zikredildiği gibi, Musa (a.s.) günah işlediğinden ötürü
Adem’i (a.s.) suçlayıp çe- kiştirmemişti. Adem (a.s.) işlediği
suç için Rabbine tevbe et-
(3) Buhari, Kader: 11; Müslim, Kader:
13.
20 miş ve yeniden doğru yola girmesine izin
vermişti. Fakat Musa (a.s.) O’nun işlediği suçta bizlere kadar ulaştığı için
“neden kendini ve biz evlatlarını cennetten çıkaracak bir suç işledin” diyerek,
bir merakını gidermeye çalışmıştır. Adem’de (a.s.) ona, “daha ben yaratılmadan
önce, böyle bir senaryonun yazılı olduğunu bilmiyor musun?” diyerek, sınanmak
için yaşanılacak dünyaya gönderilmek bahanesi içinde göstermiştir işlediği
suçu.
İşte bu takdirde, böyle bir kadere
rıza göstermek icab eder. İnsan için genel olarak takdir edilmiş, ve yapılması
yahut yapılmaması kulun insiyatifine bırakılmış kadere, bu kaderin insan için
var olan müsibetlerine rıza göstermek kulluğun bir gereğidir. Bu teslimiyet,
Allah’ı Rab kabul etmenin sonucudur.
Günah konusuna gelince: Kul için
“günah işlemem” diye bir mesele olamaz. İnsan bütün günahlardan kaçacak kadar
güçlü değildir. Onun için günah işlememek değil, işlenen günahı günah bilerek,
o günahdan tevbe etmektir, uzaklaşmaktır. Kula yakışan budur. Günahlarından
tevbe ile uzaklaşıp, kötü sonuçlarına rıza göstermek kul için vacib- dir.
Yüce Allah bu konuda buyurmaktadır:
“Başına gelen belalara sabret.
Allah’ın vaadi haktır ve işlediğin suçtan ötürü istiğfar et, bağışlanmanı iste”
(Mü’minun:23/55)
“Eğer siz sabırlı olur, korunursanız, oların hileleri size hiçbir
zarar vermez” (Al-i
İmran: 3/186)
Yusuf (a.s.) şöyle demişti:
8 “Doğrusu kim Allah’tan korkar ve
içine düştüğü felaketlere sabrederse, muhakkak ki Allah bu sabredenleri
sabırlarından ötürü mükafatlandırır” (Yusuf: 12/90)
Kulların günahları da aynen böyle
bir statü içindedir. Çünkü en büyük musibet günah işleyip Allah’ın gazabına
21 muhatab
olmaktır. Onun için her Müslümanın, elinden geldiği kadar iyiliği emretmesi,
kötülükten alıkoyması, Allah’ın dostlarını dost, düşmanlarını düşman olarak
görmesi, Allah için sevmesi Allah için sevmemesi gerekmektedir.
Yüce Allah buyuruyor:
“Ey iman edenler! Düşmanlarımı ve
düşmanlarınızı dostlar edinmeyin. Siz onlara sevgi gösteriyorsunuz. Halbuki
onlar Hak’tan size geleni (Kur’an’ı) inkar ettiler. Rabbiniz Allah’a iman ediyorsunuz
diye sizi ve Peygamberi (Mekke’den) çıkarıyorlardı. Eğer sizler, benim
yolumda ve rızam uğrunda cihad için çıktınızsa (düşmanlarımı dost
edinmeyin!). Siz onlara sevgi göstererek sır veriyorsunuz. Halbuki Ben,
sizin gizlediklerinizi de, açık- ladırlarınızı da hep bilirim. Sizden kim bunu
yaparsa, artık hak yolun ortasından sapmıştır. Eğer onlar size üstün
gelirlerse, hepinize düşman kesilirler ve size ellerini, dillerini kötülükle
uzatırlar, küfretmenizi arzu ederler. Ne hısımlarınız, ne de evlatlarınız size
asla fayda vermez. Allah, kıyamet gününde aranızı ayıracaktır. Allah, bütün
yaptıklarınızı en iyi görendir. Gerçekten sizin için İbrahim’de ve
beraberindekilerde güzel bir örnek vardı. Hani kavimlerine şöyle demişlerdi:
“Biz sîzlerden ve Allah’dan başka taptıklarınızdan beriyiz. Siz bir olan
allah’a iman edinceye kadar sizi tanımıyoruz Sizinle aramızda ebedi düşmanlık
ve kin baş gösterdi”
(Mümtehine: 60/1-4)
“Allah’a ve ahiret gününe imanda
sebat eden hiçbir kavmin, Allah’a ve Rasule düşmanlık eden kimselerle, isterse
bunlar onların babalan, yahut oğulları, veya bira- derleri, yahut soysopları
olsunlar, dostluk kurduklarını görmezsin. Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı
kalplerine yazmış, ve kendinden bir ruh ile desteklemiştir”
(Mücadele: 58/22)
22
“Öyle ya! Biz Müslümanları o günahkarlar gibi yapar mıyız hiç?” (Kalem: 68/35)
“Yoksa biz, bize iman edip de güzel
güzel hiçbir ard niyetsiz emirlerimizi yaşantılarına aksettiren Müslümanlarla,
yeryüzünde fesat ve bozgunculuk yapanlarla bir mi tutacağız? Veya Allah’tan
korkanları, hesaba almayan ve doğru yoldan sapanlarla aynı mı sayacağız?”
(Sad: 38/28)
“Yoksa kötü işler yaparak cezaya müstahak olanlar, iman etmiş ve
güzel güzel iman ettiği Allah kanunlarını hayatlarına tatbik etmiş gibi mi
davranacağımızı sanıyorlar kendilerine? Ölüm ve dirimleri aynı mı olacak
sandılar? Bu zanları kendileri için ne kadar aldatıcı ve kötü bir son
getirecek” (Casiye: 45/21)
“Körle gören, karanlıkla aydınlık,
gölgelikle sıcaklık nasıl ki bir değildir, ölü ile diri de öyledir”
(Fatır: 35/19-20)
“Allah’a hükmünde ve kudretinde ortak koşanlarla, O’nu ait olduğu
müstesna yere ortaksız oturtanların durumuna dair Allah şöyle bir misal
vermiştir: Köle bir adam ki, onun bir takım ortakları ve efendileri var. Her
biri kendisine ayrı ayrı yol gösterip emirler verecek çekiştirip duruyorlar.
Diğer bir köle de tek bir insana, özel bir efendiye sahip ve tek bir adamdan
emir alıyor ve asla kafası karışmıyor. Bu iki köle arasında bir büyük fark yok
mudur?” (Zümer: 39/29)
“Allah şöyle örnek getirdi: “Hiçbir
şeye gücü yetmeyen memlûk bir kul, bir de hür bir zat ki, kendisine tarafımızdan
güzel rızklar verilmiştir. O bu verdiklerimizden gizli aşikar bizim rızamız
yolunda harcamaktadır. Bu iki insan hiç eşit olurlar mı? Bütün hamd
Allah’ındır. Hayır onların çoğu bilmezler. Allah şu iki kişiyi de örnek
gösterdi: Bunlardan birisi dilsizdir, hiçbir şey becereme-
23
yerek efendisinin omuzlarına yük olmaktadır. Efendisi ona ne iş
verse yerine getiremez. Şimdi böyle biri, doğru yola giderek adaleti emreden
bir kimse gibi olabilir mi?” (Nahl:
16/75-76)
“Cehennem ehli ile cennet ehli bir
olmaz asla. Cennet ehli, onlar ancak arzularına kavuşanlardır”
(Haşr: 59/20)
Ve hak ile batıl ehlini, itaat
edenle isyan edeni, bozguncu zümre ile birleştirici olanı, doğru yolda
olanlarla iblisin yolunda olanları, sapıklar topluluğu ile, akılda rüştünü
ispat etmiş olanları, sadıklarla yalancıları birbirinden ayıran daha nice
ayeti kerimeler vardır Kur’an-ı Kerim’de.
İşte her kim dini gerçeklerden ayrı
bir biçimde, sadece varlıklar aleminde olanları hesaba alır, onları istediği
biçimde kullanmaya kalkışırsa, Allah da onu, varlık alemini Allah’ın dini
üzere keşfedip kullanan gerçek anlamdaki kulundan ayrı tutar ve hakkı olan
cezayı verir. Çünkü varlık aleminde olanları kendi istediği biçimde
kullananlar, onlara kendilerince bir değer biçenler, sonuçta, Allah ile kendince
güya varlığını ellerinde tutanlara kulluğa kadar varır iş.
Yüce Allah bu tür insanları şöyle
haber veriyor;
“Allah’a andolsun, gerçekten biz
apaçık bir sapıklık içindeydik. Çünkü biz dünya metaı olan putlarla, kainatın
haliki Allah’ı bir tutmaktaydık” (Şuara: 26/97-98)
Burada bahsi edilen sapıklık,
yaratıcıyı yaratılanın içinde sanmak; yaratıcının yarattığı ile birlikte vücut
bulması; Allah’ın, mahlukunun varlığında tecelli etmesi gibi; sonradan var
edilmiş olanla var edeni bir görme sapıklığıdır ve tabii ki bu sapıklık,
sadece Allah’a yapılması gereken kulluğun mahluklara da yapılmasını
celbetmektedir sonuçda. Şu koca, uçsuz bucaksız kainatın yaratıcısına yapılacak
bundan daha büyük küfür olabilir mi?
Bu telakkiler p boyutlara ulaşıyor
ki, kişi kendini hem abd
24 hem de mabut sayıyor; böylece Allah’a kulluğu
ortadan kaldırıyor. Bir kişi kendi nefsini halikten bir parca, yahut O’nun
kulluk görevlerini yerine getireceği mabut nerede kalıyor?
Bu iddialar, bahsini ettiğimiz
telakkinin mensuplarınca tağut kabul edilen Muhiddin Arabi’nin yazdığı
“FususuT- Hikem” adlı eserde bol bol ileri sürülmektedir. Muhiddin Arabi ile
birlikte İbni Seb’in gibi iftiracı mülhitler de apaçık söylemektedirler,
kendilerinin hem adib hen de mabud olduklarını. Bu iddia ne kevni (varlıklar,
sonradan yaratılmış olanlar) ne de dini hiçbir gerçeğe dayanmamaktadır
elbette. Tersine, halikin vücudunu mahlukun vücudu ile bir tuttukları ve her
türlü güzel çirkin sıfatlarını da böylelikle halik- mahluk karışımında telakki
ettikleri için, kevni hakikatların vasıflarından da uzaklaşmaktadırlar. Çünkü bunlara
göre; bir şeyin vücudu aynı zamanda başka şeylerin de vücududur. Yani,
Allah’ın vücudu aynı zamanda mahlukatın da vücududur demekle, varlık aleminin,
yaratılmış alemin gerçeklerinden de bihaber oluyorlar. Kevni varlığın,
yaratılmış bütün mevcudun vücudu bir olunca, ister yaratılmış isterse de
yaratan olarak kabul edilsin, her türlü kabul Allah’ın varlığını ortadan
kaldırır ve böylece İslam dininin iman edilmesinin emrettiği bütün gerçekler
de askıda kalır.
Allah’a ve Rasulüne iman edenlere
gelince, bunların en basit ferdinden en üstün vasıflı olanına kadar herkes
Kur’an ehlidir.
Allah’ın Rasulü buyurmaktadır:
“Şüphesiz insanlar içinde Allah
ehli olanlar vardır”
dediğinde, etrafındakiler, “kimdir
onlar?” diye sordular. Cevaben buyurdu ki:
“Allah ehli, Allah’ın has kulu
olanlar sadece Kur’an ehli olanlardır”
25
Kur’an ehli olan bu müminler.
Allah’ı her şeyin Rabbi, haliki ve sahibi bilirler. Halikle mahlukun vücudunun,
varlığının birbiriyle hiçbir benzerliği olmadığını, halikin mahlukunun birleşmeyeceğini,
halikin vücudunun aynı zamanda mahlukun vücudu olmayacağını kesinlikle
bilirler ve inanırlar.
Yüce Allah hıristiyanları, yalnızca
Allah’ın mahlukta vücud bulduğuna ve İsa (a.s.) ile birleştiğine inandıkları
için kafir saymıştır. Böyle olduğu halde, haliki bütün her çeşit mahlukatm
vücudunda tecelli ettiğine itikat ettiğine inananlar nasıl olur da Müslüman
olarak kabul edilebilirler?
O yegane kitap olan Kur’an’m
bağlıları, Allah’ın, kendisine ve Rasulüne itaati emrettiğini, gene kendisine
ve Rasulüne isyan edilmesini yasakladığını bilir ve inanırlar. Gene bu müminler
Yüce Allah’ın fesat çıkaranları sevmediğini, insanların küfr etmelerine razı
olmadığını, insanlara sadece Allah’a kulluk etmeleri emredildiğini bilir ve
inanırlar.
Fatiha suresinde beyan buyrulduğu
gibi:
“Ancak sana itaatla kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz!” (Fatiha: 1/5)
Bir insanın kendi gücü ve imkanları
oranında, iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak, başlıca kulluk görevleri
arasındadır. Allah’a ve Rasulüne savaş açmış küfür ehliyle, Allah’ın emri
galip gelsin diye savaşmak, Allah’a itaatla kulluk görevlerinin en
önemlisidir. Müminler Allah’ın dinini yaymak için canla başla çalışır
didinirler. Bunu yaparken de Allah’ın kendilerine yardım etmesini niyaz eder
yalvarırlar. Böylece ellerinde olmadan, bilmeden yapmış oldukları günahlarının
affını temin etmeye hak kazanırlar. Elbette ki günahlarından ötürü başlarına
gelecek belaları da defetmiş olurlar. Aynen, insan acıktığı zaman nasıl ki bu
açlığı yemek yemekle giderebilirse, üşümeyi elbiseyle
26 defedebilirse, Allah’ın taleblerinden birini
yapmakla da bir kötü iş defedilmiş olur. İstenilerek yapılan her iyi iş, istenmeyen
kötü işlerden birini yapmaktan alıkoyar insanı.
Nasıl ki, Allah’ın Rasulüne
sordular: “Ey Allah’ın Ra- sulü! Haber ver bize; birtakım ilaçlarla
hastalıkları iyileştiriyoruz, bazı dualarla ve koruma usulleriyle kendimizi
koruyoruz. Bu yaptıklarımız gerçekten Allah’ın bizim için çizdiği kaderden
herhangi birini önler mi?” Allah’ın Rasulü cevap verdi:
“Bütün saydıklarınız da Allah’ın
yazmış olduğu kaderden cüzlerdir”4
Bir hadisi şerifte Allah’ın Rasulü
şöyle buyurdu:
“Tedbir alınarak yapılmış olan dua
ile başınıza gelecek bela yerle gök arasında karşılaşır ve biri diğerine ilaç
olur, üstün gelir”5
İşte bütün bunlar Allah’a ve
Rasulüne iman eden ve sadece Allah’a itaatla kulluk eden müminlerin halidir ve
saydıklarımızın hepsi de ibadet kelimesinin ifade ettiği mana içinde en önemli
yerlere sahiptir.
Sapıklar ise; Allah’ın her şeyi
yaratmasından ve terbiye etmesinden ibaret olan kevni hakikatları görüyor ve
bunu delalletteki mertebelerine göre, Allah’ın dini ve şer’i emirlerine uymaya
engel sayıyorlar. Aşırı sapıklık içinde olanlar ise, kevni hakikatları, dini
hakikatlara uymaya engel saymayı, mutlak manada genel bir kaide olarak kabul
ediyorlar. Şeriata uygun olmayan bütün işlerinin doğruluğuna da kader ölçüsünü
delil olarak getiriyorlar. Bütün bu sözler, yahudi ve hıristiyanların
sözlerinden besbeter küfürdür ve kötülük getiricidir.
Böyle sözler aynen müşriklerin
sözlerine benzemektedir. Onlar şöyle demişlerdi:
(4) Tirmizi, Kader: 12;
Tıbb: 21.
(5) Hakim,
27
“Allah dileseydi, ne biz ve ne de
babalarımız Allah’a şirk koşamaz ve hiçbir helali haram sayamazdık”
(En’am: 6/148)
Ve yine o müşrikler:
“Eğer Rahman isteseydi, biz onlara, yani putlara ilah nazarıyla
bakamazdık” (Zuhruf:
43/20)
demişlerdi.
Bunlar sözleriyle bütün gerçeklere
ters düşenlerin en ileri derecede olanlarıdır. Şeriata uymayan işlerine kaderi
şahit getiren insandan daha şedid sapık yoktur yeryüzünde. Zira insanların
yaptığı herşeyin doğru olduğunu iddia etmekten daha korkunç bir hata olamaz.
İnsan oğlu yapmış olduğu her işin doğru olduğunu kabul ederse, o zaman
yaptıkları bütün zulümler de meşru duruma girer. Böylece yeryüzünde bozgunculuk
yapanlar, insanların haksızlıkla kanlarını dökenler, namus ve ırz düşmanları
olarak nesli bozanlar, halka taşıyamayacağı yükleri yükleyen kimselerin bütün
bu hareketlerini kadere yükleyerek ceza vermemiz lazım gelirdi. Böyle
zalimlere ceza vermek isteyen hak ve hakikat bağlılarına “Kader bir hüküm ve
hüccettir. Onun için sana ve de başkalarına kötü şeyler yapmış olan kimseyi
bırak, onu cezalandırma. Çünkü onun sana ve bu zalimin gadrine uğramış
başkalarının kaderi imiş. Yok eğer kader bir hüküm ve hüccet değilse. O zaman
senin sözlerin ve iddiaların yanlış olur ve yıkılır” denilmesi gerekir. İşte bu
kevni hakikatlere kader ile hüküm getirenler böyle iddialarda bulunurlar, fakat
getirdikleri delile kendileri rıza göstermezler. Kendileri böyle sonuçları
kaderden kabul edip boyun eğmezler.
Demek ki bunlar sadece kendi
işlerine geldiği yerde he- va ve heveslerine kullanmak için kaderi o şekilde
mütalaa ediyorlar. Bu insanlar hakkında bazı alimlerin “Sen itaat ederken
kaderiye, isyan ederken cebriye oluyor, işine han-
28 gisi geliyorsa öyle oluyorsun, kendi
heveslerini kendine mezhep ediniyorsun” dedikleri gibi.
Bu delalet yolundaki sapıklardan
bir grup da, kendilerinin hakikat ve marifet ehli olduklarını iddia ediyor ve
yasakların, kendisini bizzat fail görüp ona sıfatlar tanıyanlara lazım
geleceğini zannediyor. Fiillerinin mahluk olduğunu veya fiile cebredildiğini
ve Allah’ın diğer bütün hareketleri meydana getirdiği gibi, kendisinin de
fiilinin meydana getiricisi olduğunu müşahede eden kimseden emir ve vaadin kalkacağını
ileri sürüyorlar. Bazen de külli iradeye şahit olanlardan emir ve vaadin
kalkacağını ileri sürüyorlar. Hızır olayında, hızır külli iradeyi müşahede
ettiği için ondan teklifin kalktığını zannediyorlar.
Bunlar bir de, sade bir insan, avam
bir fertle, kevni hakikatleri müşahede eden, Allah’ın kullarının fiillerinin
yaratıcısı, bütün kainatın irade ve tedbir edicisi olduğuna şahit olan, böyle
olduğunu bilen havası arasında bizzat müşahede eden arasında fark vardır
şeklinde mütala ederler. Bu mütalaa ile, bahsini ettiğimiz kevni hakikatlara
sadece iman edenlerden teklifleri kaldırmıyorlar. Fakat bu kevni hakikatleri
bizzat müşehede edenlerin kendi nefislerinden teklifi kaldırmalarını da haklı
buluyorlar.
Bunlar bu şekilde, Cebri ve Kaderi’nin
ispatını teklife engel saymıyorlar. Tevhid, tahkik ve marifet ehli olduklarını
iddia eden bu sapıkların ayakları hep kaymış ve beyin üstü düşmüşlerdir.
Bunun sebebi ise, kulları üzerine
takdir edilen şeye muhalif bir işle emrolunacağına dair sözlerinin, mutezilenin
ve kaderiyenin sözleri gibi eksik ve yanlış olmasıdır. Yani bir bakıma, kul
kendisi için teklif edilen şeyin zıddı ile em- rolunmaz, diyerek veya
zannederek delalete düşüyorlar.
Sonra Mutezile şer’i emir ve
yasakları, Allah’ın genel irade ve kulların fiilerini yaratmasından ibaret olan
kaza ve
29
kaderin dışında olarak kabul
ediyorlar.
Bunlar ise kaza ve kaderi kabul
ediyor ama, kadere bizzat şahit olan insanlar hakkında, emir ve yasakların
olamayacağını iddia ediyorlar. Bunu böyle söylemelerinin, sebebi yani “avamı
nas ve basit insan için; kaza ve kaderi ilmen bilen ve inanan için emir ve
yasak vardır” demelerinin sebebi, yasak ve emirleri mutlak anlamda kullanmaktan
çekinmeleridir.
Aslında bunların sözleri
mutezilenin sözlerinden daha çirkindir. Bundan ötürü bunların içinde seleften
büyüklerimizin hiç birini göremezsin. Çünkü bu sapıklar emir ve yasakları,
kevni hakikatları bizzat müşahede edemiyen bilgisiz avam için lüzumlu
görmektedirler. B öylece bu hakikatları görenlerin üzerinden bütün kulluk
yükümlülüklerini kaldırıyorlar. “Bunlar havasdır ve hiç bir teklif bunlar için
değildir” diyorlar. Bundan çirkin bir söz, Allah’a yapılmış iftira olur mu?
Çoğu kere
“Sana ölüm gelip çatmcaya kadar
Rabbine ibadet et!”
mealindeki ayeti te’vil ederek,
ayeti kerimedeki “yakin” sözünün, kevni hakikati bilmekten ibaret olduğunu söylüyorlar.
Bu insanların sözleri apaçık bir
küfürdür. Her ne kadar bazı kimseler bunun küfür olduğunu bilmeyerek taklid ile
bu itikada düşüyorlarsa da, mazur değillerdir. Zira hiçbir mazeret küfrü
ortadan kaldırmaz. Zira aklı başında olduğu sürece herkes emir ve yasaklara
uymak mecburiyetindedir. (Elbette ki şeytan ve yahudi olunmazsa). Bu kaide
İslam dininin hiç değişmeyecek temel kaidelerindendir ve de bunu herkes bilmektedir.
Hiç kimseden, hiçbir şekilde emir ve yasaklar kaldırılmaz, kaldırılamaz.
Bir kimse bu gerçeği bilmezse, ona
iyice anlatılır, apaçık izah edilir. Buna rağmen hala eski itikadında devam
eder-
30
se, kendisi mürted kabul edilerek
öldürülür.
Bir kısım insanlardan emir ve
yasakların düşeceğine dair sözler, sonradan gelenlerin (müteahhirin)
yazılarında pek çoktur. îlk Müslümanların, yani sahabe ve onların arkasından
gelen tabiin tavrının içinde yaşayan hiçbir kimsenin, böyle sapık sözler
söylediğini hiç kimse ne duydu ve ne de gördü. Çünkü onlar Allah ve Rasulünün
dostları ise böyle düşmanca sözler söylemezler. Onlar insanları Allah’ın tayin
ettiği doğru yoldan sapıtmaktan şiddetle kaçarlardı. Bu sözler de, Allah’a
karşı gelmek, Rasulünü yalanlamak ve Kur’an’i hükümlere ters düşmektir. Bu
sözleri söyleyenler küfür olduğunu bilmeseler de, üzerinde bulundukları halin
Rasul ve hak yolundaki velilerin yolu olduğunu sansalar da, netice değişmez.
Bu sözleri söyleyenler, kendisinde
kalbi bir takım haller vehmederek, namaza muhtaç olmadığını, namazın kendisi
havastan olduğu için içkinin de, şarabın kendisi için helal olduğuna itikat
eden; veya kendisinin bir deniz, bir umman olduğunu, onun için de her kirin ve
pisliğin umman içinde kayboluşu gibi, bütün günahların kendisinden kaybolduğunu
sanan ve inanan kişinin parelelinde sayılır.
Hiç şüphe yok ki, Allah’ın büyük
Rasulünü yalanlayan müşrikler, Allah’ın kutsal şeriatına aykırı bid’adlarla, Allah’ın
emirlerine muhalif işler üzerine, kader ile delil getirme arasında tereddüd
edip bocalıyorlar. Bahsi geçen bu taifeler tıpatıp müşriklerin bir eşi ve
benzeridirler. Zira onlar ya bid’at uyduruyor, ya da günahları, yasaklan,
emirleri, hülasa insan için taşıması gerekli görevleri kader ve kaza gibi iki
önemli hususu delil göstererek, ortadan kaldırıyor. Yani bir bakıma iki hususu
birleştiriyorlar. Bid’at ehlini ve küfrü i-kiz kardeş yapıyorlar.
Yüce Allah bu müşriklerin hallerini
mealen şöyle anlatmaktadır:
31
“O iman etmeyenler bir hayasızlık yaptıkları zaman: “Biz
atalarımızı da bunu yaparken bulduk, Allah bize de bunları yapmamızı emretti”
dediler. Onlara söyle: “Allah hiçbir zaman kötülük emretmez, bilmediğiniz
şeyleri işinize geldiği için Allah’ın üzerine mi atmak istiyorsunuz?” (A’raf: 7/28)
Bir başka Kur’an ayetinde de mealen
şöyle buyrulmak- tadır:
“Allah’a eş ve ortak koşanlar
diyecekler ki: “Eğer Allah dileseydi, ne biz ne de atalarımız Allah’a ortak
koşa- mazdık. Kendi kendimize hiçbir şeyi haram kılamazdık”
(En’am: 6/148)
Yüce Allah, helali haram sayma,
Allah’ın şeriatında olmayan, hatta ona aykırı ibadetleri yapma gibi
sapıklıklar, müşriklerin din adına uydurdukları bid’atlar hakkında şöyle
buyurmaktadır:
“Onlar batıl zanlarıyla dediler ki:
“Bu davarlarla ekinler haramdır; onları bizim izin verdiklerimizden başkası
yiyemez. Şu hayvanların sırtına binmek de haram edilmiştir. Bir takım davarlar
da vardır ki, üzerlerine Allah’ın ismini anmazlar. Onlar Allah’a karşı iftira
ederek uydurdular. Allah onları yapagelmekte oldukları iftiraları yüzünden cezalandıracaktır”
(En’am: 6/138)
Bu hususta Yüce Allah’ın bir başka
ifadesi:
“O iman etmeyenler bir hayasızlık
yaptıkları zaman “biz babamızı da bu hal içinde bulduk. Allah da bize bunu
böyle emretti” dediler. Onlara söyle: “Allah hiçbir zaman kötülük emretmez.
Bilemediğiniz şeyleri işinize geldiği için Allah’ın üzerine mi yıkmaya
çalışıyorsunuz?” De ki: “Rabbim adaleti emretti, her secdeye yönünüzü kıbleye
döndürün” De ki: “Allah’ın kulan için yarattığı zineti, teiniz ve hoş rızıkları
kim haram etmiş?” De ki:
32
“Rabbim ancak hayasızlıkları,
onların açığını gizlisini, bununla birlikte her türlü günahı, haksız isyanı, Allah’a
hiçbir şeyi ortak koşmamanızı, bilmediğiniz şeyleri Allah’a isnat etmenizi
haram kılmıştır” (A’raf: 7/26-32)
Bunlar kaderden olan bazı tecellilere,
şahit oldukları bazı şeylere gerçek dedikleri gibi, bazen kendi uydurdukları
bid’atlara da hakikat nazarıyla bakmaktadırlar. Bunlara göre, gerçeğe giden
yol, riyazet, halktan ayrılmak, az yemek yemek ve şeriatın sahibinin
yasaklarıyla bağdaşmayan, fakat Allah’tan gafil kalbin de gördüğü zevk ve vecd
ile mukayyed olan sülüktür. Bunlar her zaman kaderle delil getirmezler. Daha
başka bir deyimle, dayanakları heva ve heveslerinin reyine uymak, arzu ve
heveselerinin isteklerine gerçek nazarıyla bakmaktır. Bunlar Allah’ın ve Ra-
sulünün emirlerine değil, nefsi arzularına uyulmasını isterler. Bunlar,
kelamcılar, Cehmiyye gurubu ve bid’at ehli fırkalarına benzer ki, bunlar kitap
ve sünnette aykırı bid’at olarak uydurdukları bir kısım sözlerini, dini hükümlerin
delalet ettiği esaslara değil de, uyulması vacib olan akli hakikatlar olarak
saymaktadırlar. Sonra kitap ve sünnetteki hükümleri, ya te’vil ya da tahrif
ederek maksadından uzaklaştırıyorlar; ya da onlara büsbütün sırt çeviriyorlar.
Onlar düşünerek anlayamadıkları ve zıddına itikad ettikleri halde “bu ayet ve
hadisin manasını Allah’a havale ederiz” derler.
Nasıl ki bu Cehmiyye itikadı üzere
olan gurubun Kur’an’a ve Rasul sünnetine aykırı, akli deliller dedikleri
fikirlerin aslı incelendiği zaman, cehalet ve batıl inanç olduğu anlaşılırsa,
sufilerin durumu da aynendir. Onların da, Allah’ın velilerine ait gerçekler
olduğunu zannettikleri Kur’an’a ve Sünnete aykırı fikirleri incelendiği zaman,
bunların Allah’ın evliyalarının değil, tersine O’nun düşmanlarının tabii
olduğu birer heva ve hevesten ibaret olduğu açıkça an-
33
laşılır.
Bütün sapıklıkların gerçek sebebi,
sadece kendi akli kıyasının ortaya çıkardığı sonuçları, Allah katından inmiş bulunan
Kur’an delillerinin önüne geçirmek ve kendi hudud taı- maz ihtiraslarına uymayı
Allah’ın emirlerine uymaya tercih etmektir.
Zevk, vecd ve benzeri şeyler, kulun
sevmesi ve nefsinin meyletmesi nispetindedir. Bir sevenin sevgisi, kendi gücü
oranındadır ve elbette ki bu güç oranında zevk ve vecd duyabilir.
Demek ki, şu aşağıdaki Hadis-i
şerifde buyrulduğu gibi, iman ehlinin, iman eden bir kimsenin de imanından
dolayı duyacağı zevk ve vecd vardır:
“Üç şey vardır ki, bunlardan
herhangi biri bir kimsede bulunursa zevk ve neşe duyar. O bulunanlardan birisi,
Allah ve Rasulünün her şeyden daha sevgili olması; İkincisi, bir kimseyi Allah
için, Allah razı olsun diye sevmesi; üçüncüsü, Yüce Allah bir kimseyi küfürden
kurtardıktan sonra bir daha küfre dönmeyi ateşe atılmak gibi telakki etmesi ve
iğrenç bulması”6
Diğer bir hadis-i şerifde de
konuyla ilgili olarak şöyle buyrulmuştur:
“Tek Rab olarak Allah’ı,
yaşanılacak tek din olarak İslam’ı, kitap’h elçi olarak da Muhammed’i seçip benimseyen
bir kimse imanın lezzetini de almıştır”7
Hakkı ve hakikati reddedenler,
dinde olmayanı onda varmış gibi gösterenler ve şehvetlerine mağlub olup kötülükler
işleyenlere gelince, bunlar da yaptıkları işleri sevdikleri oranda zevk ve
heyecan duyarlar.
Süfyan bin Üyeyne’ye
sorulmuş:
(6) Buharı, İman: 9-14; İkrah: 1;
Müslim, İman: 67;
Tirmizi, İman: 10; Nesai, İman: 3;
İbni Mace, Fiten: 23.
(7) Ebu Davud, Zekat; 4.
34
“İnsanlardan kendi şehvet ve
isteklerine tabi olanlar, nasıl oluyor da uydukları şeylere şiddetle bağlı
oluyorlar?”
Cevap vermiş:
“Yüce Allah’ın
“Hakikatimizi reddetmeleri sebebiyle
kalplerine altın buzağı sevgisi doldurmuştu”
ayetinin ve daha başka bir çok
ayetleri unuttunuz mu?”
Demek ki küfürleri sebebiyle,
kalpleri kendilerini esir eden şeylere meyletmiş ve köleleştiren birçok sahte
sevgiyle kalpleri dolmuş.
Yüce Allah'ın bir çok ayeti
kerimede buyurduğu gibi; Allah’tan başka şeylere itaat edenler, itaat
ettiklerini çok severler. Yüce Allah mealen buyuruyor:
“İnsanlardan kimi de, Allah’tan gayrısma itaat e- derler, O’na
hükümde ve emirde ortak koşarlar ve bu ortak koştuklarını adeta Allah’ı
severmiş gibi severler, muhabbet beslerler. Ama iman edenlerin Allah’a olan
sevgileri bunlarınkinden çok kuvvetli, köklü ve devamlıdır” (Bakara: 2/165)
Bir başka Kur’an ayeti:
“Sana itaat etmek istemezlerse bil ki: onlar kendi şehvet
duygularının arkasından gitmektedirler. Halbuki Allah’tan dosdoğru bir delil
olmaksızın dinde sadece kendi şahsi isteklerinin arkasında koşanlar her türlü
sapıklardan daha sapıktır. Hiç şüphe yok nefsinin arkasında koşan, başka bir
ölçü ve delil bilmeyen zalimlere Allah asla rıza göstermez” (Kasas:
28/50)
Bir başka ayet:
“Onlar kuruntudan ve nefislerinin
arzu ettiği şevketlerden başkasına tabi olmuyorlar” (Necm:53/23)
Nefislerinin arzularına uydukları
için, kendilerine her şeyden fazla değer verdikleri için, insanlar Allah’tan
başkasına meylediyor, O’ndan başkasını sevebiliyor. Mesela; şiir,
35 ahenkli
güzel ses ve iç gıcıklayan müzik parçaları dinliyorlar ki, bütün bunlar şehveti
galeyana getiren, arzuları tahrik eden şeylerdendir. İman ehli böyle şeylerden
zevk alıp vecde dalmaz. Fakat bugün, bu muhabbete müptela olmuştur hemen hemen
herkes. Allah’ı seven de, putları seven de, haçı seven de, vatanı seven de,
kardeşleri seven de, yabancıları seven de, erkekleri seven de, kadınları seven
de aynı durumdadırlar. Bütün herkes, Kur’an-ı Kerim’i hiç hesaba almadan, ilk
Müslümanların itibar ettiği ve itibarda ittifak ettiği şeylerin hiç birisine
bağlanmadan, sadece kendi şehvetlerinin arkasında koşuyorlar, nefislerinin
arzuladığı her şeyi ister meşru isterse de gayrimeşru elde etmek için
ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar.
Hüküm sadece Allah’a ait olduğuna,
ibadetle itaatin sadece Allah’a yapılacağına itikat etmeyen bir kimse asla
inanmış biri olarak kabul edilemez. Allah’ın, Rasulü Muhammed aracılığı ile
göndermiş olduğu kitap olan Kur’an-ı Kerim’inn hükümlerine uymayan kimse,
Allah’ın dini olan İslam’a girmiş sayılmaz asla.
Yüce Allah buyuruyor:
“Sonra ey Rasulüm! Seni dinden bir şeriat ile görevli kıldık. Onun
için o şeriata uy da ilmi olmayanların arzu ve heveslerine tabi olma. Çünkü
onlar sana Allah’tan gelecek hiç bir şeyi engelleyemezler. Muhakkak ki zalimler
birbirlerinin dostlarıdırlar. Fakat Allah, sadece kendisine itaat edenin
dostudur” (Casiye: 45/18-19)
Gene buyuruyor:
“Yoksa o kafirlerin bir takım
ortakları var da, onun için mi Allah’ın izin vermediğini meşru hale getirdiler”
(Şura: 42/21)
Bunlar bazı kere, Allah’ın
şeriatına üstün saydıkları bid’atlara uyarlar, bazen de Allah’m y tıkardaki
ayetlerde belirttiği gibi, kafirlerin kevni alem için getirdikleri delillere
36 benzer delil getirerek kendilerini haklı
çıkarmaya çalışırlar. Yani varlıklar aleminden kader ölçüleri çıkarır ve yaptıklarını
haklı gösterirler.
Bir kısım bid’at ehli vardır ki
bunlar bid’tçıların en ileri güruhudur ve bid’attaki dereceleri çok yüksektir.
Bunlar dindeki meşhur farzları veya açık haramları, nefislerinin şehvetlerine
uyarak yapmayanlar, yahut yapanlar ve bu şirretliği Allah’ın kader hükmüne
bağlayanlardır. Bunlar Allah’ın en meşhur emirlerini ve yasaklarını yerine
getirmemekle kalmazlar, insanlara da kötü olarak onların da yapmamalarına sebebiyet
verirler. Bu bid’at ehli, tabi olun-ması birer ibadet olan sebepleri
terketmekle Müslümanları sapıtırlar. Bunlar zanneder ki, kadere şahit olan
kişi de sebepleri terk eder. Bir örnek verelim: Tevekkül, dua ve benzeri
ibadetleri avam insanların, basit fertlerin işleri sayıp, havasa, üstün
yaratılmış insana ait olmadığını söylerler. Onlara göre, sözde kaderi gören
arif, yazılı defterini okuyan üstün insan duaya ve tevekküle ihtiyaç duymaz.
Çünkü üstün insan, arif kişi bilir ki, evvelden çizilmiş mukadderat mutlaka
gelir çatar insana, İşte böyle bir telakki sapıklıkların en ileri olanıdır.
Şüphe yoktur ki, Yüce Allah her
şeyi sebepleri ile birlikte yaratmıştır. Nasıl ki, saadet veya mutsuzluğu da
sebepleri ile birlikte takdir etmişse.
Rasullerin öncüsü bir sözlerinde
şöyle buyurmaktadır:
“Hiç şüphe yok Yüce Allah cenneti
için bir takım insanlar yaratmıştır. Cenneti de bu insanlar için yaratmıştır.
Halbuki bu insanlar daha babalarının sülbünde idiler. Bu kimseler cennete layık
olacak işleri yaparlar. Cehennem için de bir kısım insanlar yarattı. Cehennemi
de bu insanlar için halketti. Halbuki bunlar da babalarının sülbünde idiler.
Bu kimseler cehenneme girecek olanların işlerini yaparlar”8
(8) Müslim, Kader: 3; Ebu
Davud, Sünnet.
37
Yukarıdaki ifadelerden anlaşılacağı üzere,
cennete veya cehenneme girişe kendi yaptıklarımız, yahut da yapmadıklarımız
sebep olmaktadır.
Allah’ın Rasulü arkadaşlarına, Yüce
Allah’ın kaderleri yazdığını söyleyince Sahabeler kendisine sordular: “Böyle
olduğuna göre, kadere rıza gösterip ameli, hareketi terk mı edeceğiz?”
Yüce Rasul:
“Hayır! Çalışınız, hareket ediniz,
iş yapınız. Her şey yaratıldığı şey için tesirli olur. Bir kimse saadet ehli
ise, ona saadet ehlinin işlerini yapmak istidadı verilir. Bir kişi de cehennem
ehli olmak isterse, ona kötülük yapma gücü verilir”9
Böylece belli oluyor ki, Cenab-ı
Hakk’ıh takdir ettiği sebeplere müracaat etmek birer ibadettir.
Yüce Allah tevekkül ile ibadet
kavramını bir arada zikretmiştir ayeti kerimesinde:
“Allah’a tevekkülle itaat ve ibadet
et!” (Hud: 11/123)
“De ki: “O Rahman benim Rabbimdir
ve O’ndan başka ibadet edilecek ilah da yoktur. Ben ancak O’na tevekkül ettim
ve tevbem yalnız O’nadır” (Ra’d: 13/30)
Bid’at ehlinden bazıları da,
amellerin, ibadetlerin vacibini değil, müstehaplarını terkederler, Böylece
elbette ki, faziletleri, üstünlükleri terkettikleri müstehapları oranında
eksilir.
Bu gibi işlerle meşgul olmak çoğu
zaman kişiyi meşhur eder ve mağrurluğa sokar.
Mesela, böyle kişlerin keşif ehli
olduğu ve dualarının hemen kabul edildiği gibi iddialar ileri sürülür.
Bu gibi işlerle meşgul olanlar
yapmakla mükellef oldukları ibadetten ve sair dini vazifelerden uzaklaşırlar.
Çünkü içine düştükleri gurur bunlara mani olur. Onlarda
varolduğu
(9) Buhari; Müslim; Kader: 3.
kabul edilen ileriyi görme,
olacakları evvelden bilme gibi harikulade hallerle oyalanırlar ve üzerelerine
düşeni yapmazlar. Kul, ancak Allah’ın Rasulü’nün getirdiği şeriata sımsıkı
sarılarak kendini böyle boş hayallerden kurtarabilir.
Zuhri’nin söylediği gibi:”Önceki,
ilk Müslümanlar şöyle söylerlerdi: Kurtuluş ancak sünnete sımsıkı sarılındığı
zaman mümkündür”
İmam Malik de şöyle söylemiştir:
“Sünnet Nuh’un gemisi gibidir. Ona binen de kurtulmuştur. Eğer binemezsen helak
olursun”
İbadet, itaat, istikamet, doğru
yolu tercih gibi, manaları ve hedefleri bir olan kavramlar iki esası ifade
ederler.
Bir kimse Allah’ tan başka hiç
kimseye itaatla ibadet etmemelidir. Allah’a ancak Kur’an’da belirlenen
hudutlar içinde, şeriat prensiplerine göre ibadet ve itaat etmelidir. Hiç
kimse, bid’atlarla, kendi nefsi heveslerinin arkasındaki zan- larla, şehvet
duygularının götürdüğü aşırılıklarla ve benzeri şeriat dışı, sünnet harici
şeylerle Allah’a ibadet yapmamalıdır.
Yüce Allah şöyle buyuruyor mealen:
“O halde bir kimse Rabbinin
rızasını taleb ederse, emrettiğimiz bir ameli işlesin ve Rabbine ibadet
ederken, O’na hiç kimseyi ortak olarak kabul etmesin”
(Kehf: 18/110)
Bir başka ayette mealen:
“Hayır, onların dedikleri gibi değil! Her kim yaptığı işlerde
Allah’ın kanunlarını kendine önder tanır, kendini tamamen Allah’a teslim ederse
onun için Allah katında yaptığı iyi işlerin karşılığında cennet var. Ve onlar
için herhangi bir korku da yoktur ve onlar asla mahzun da olmazlar” (Bakara: 2/112)
Bir başka ayet meali:
39
“İyilik eden bir kimse olarak
kendini tam bir samimi» yetle Allah’a teslim eden ve İbrahim’in tevhid dinine
uymuş bulunan kimseden daha güzel din sahibi kimdir? Allah İbrahim’i kendine
dost edinmiştir” (Nisa: 4/125)
Salih amel, yani Allah’ın Kur’an’da
belirlediği işleri yapmak ilahi ihsan’ın ta kendisidir. Çünkü, zaten ihsan, iyi
işler yapmakla elde edilir. Hasen ve doğru işler de, Allah ve Rasulü’nün
sevdiği şeylerdir. Bunlar da, yukarda belirttiğimiz gibi, Allah ve Rasulü’nün
vacib veya müstehab olarak insana yüklediği vazifeler, emirler manzumesidir.
Kur’an’da, gerçek hadislerde, yani
sünnette bulunmayan, sonradan heva heveslerine bağlı insanlar tarafından uydurularak
dine sokulan bid’atlara gelince; söyleyen söylemeye, yapanlar yapmaya devam
ederlerse de asla meşru olamazlar. Çünkü şeriata aykırı herşey yasaktır İslam
dininde. Allah ve Rasulü bunların hiç birini sevmez. Böyle olunca da, ne
hasenattan, ne de iyi işlerden sayılmazlar. Aşırılık ve zalimlik gibi
yasaklanmış bir işi işleyen kimse, nasıl ki hayır ve hasenat işler yapmış
sayılmazsa...
Yüce Allah mealen şöyle
buyurmaktadır:
“Rabbine ibadet ve itaat ederken, kimseyi ortak koşmasın O’na” (Kehf: 18/110)
Yine mealen:
“Bütün varlığını Allah’a teslim
etti, tamamen O’na yöneldi”
Bu ayeti kerimede dini sadece
Allah’a ait kılma anlamı vardır. Din yalnız Allah’ındır.
İhlas ve samimiyet hususunda Ömer
(r.a.) şunu söylemektedir: “İşlerimin hepsinde beni samimi kabul et, ihlaslı
kıl. Bütün yaptığım işleri yalnız senin için yapmama izin- ver” .
îyazoğlu Fudayl Yüce Allah’ın:
“O hanginizin daha güzel amelde
bulunacağını sına-
mak için ölümü dirimi de yaratandır” (Mülk: 67/2)
ayeti kerimesini şöyle
açıklamıştır: “Amellerin en güzeli, en iyisi, işlerin en sağlamı, ihlasla, hiç
bir nefsi ard niyet taşınmadan yapılanıdır”
Sordular: “Peki ihlaslı amel
nasıldır?”
Cevap verdi: “Dosdoğru, Allah’ın
dediği biçimde yapılmayan işler, ihlaslı olsa da makbul olmaz. Hem doğru hem
de ihlaslı olması gerekmektedir. Allah indinde makbul olması için. İhlaslı
işler, sadece Allah için yapılmış olan işlerdir. Doğru amel ise, sünnete uygun
olarak yapılmış olandır”
Allah’ın sevdiği bütün işler şayet
ibadet kavramı içine giriyorsa; neden başka kelimelerle de ifade edilmektedir
ibadet? Mesela: Fatiha suresinde geçen;
“Yalnız sana ibadet eder ve sadece senden yardım isteriz!” (Fatiha: 1/5)
Rasulullah’a (s.a.v.):
“O’na ibadet et ve sadece O’na
tevekkül eyle!”
(Hud: 11/123)
Nuh (a.s.):
“Allah’a ibadet edin! Sadece O’ndan
korkarak bana itaat edin!”
(Nur suresi) gibi surelerde, bütün
peygamberler aynı şeyleri söylemektedir. İbadet kavramına daha birçok kelimeler
ilave edilmiş, ve bu kavram içine birçok deyim sokulmuştur, diye sorulacak
olursa şöyle cevap veririz bu soruya:
Aşağıdaki ayetler bu konuya biraz
daha açıklık getirmektedir:
“Muhakkak ki, namaz aşırılıktan,
kötülüklerden ve gerçekleri unutmaktan kurtarır insanı”
(Ankebut: 29/45)
Dikkat edilirse, fuhuş, yani
aşırılık kötülüklerden bir
41 cüz olduğu
halde ayrıca ifade edilmiştir.
“Muhakkak ki Allah adaleti, ihsanı ve yakınlara vermeyi emreder,
aşırılığı, kötü işleri ve ayetlerin gerçeklerini unutmayı da yasaklar” (Nahl: 16/90)
Akrabalara vermek adalet ve ihsana,
aşırılık ve unutmak da kötülüğe dahil olduğu halde, Yüce Allah bunları ayrı
ayrı zikretmiştir.
Ve yine:
“Onlar ki kitaba yönelirler ve sımsıkı sarılırlar ve namazı ikame
ederler...” (A’raf:
7/169)
ayeti kerimesinde de boyledir.
Namaz, kitaba yönelmenin ve ona sımsıkı sarılmanın ta kendisi olduğu halde,
yönelmeye ilave olarak eklenmiştir.
Allah kendi Rasullerinin hallerini
anlatırken de aynı tavır görülmektedir:
“Muhakkak ki ö nebi ve Rasuller, işlerin en iyisini yapmaya
azmetmişlerdi; korku ve ümit hali içinde bize isteklerini belirtiyorlar
isteklerinin yerine getirilmesi için bize yalvarıyorlardı” (Enbiya: 21/90)
Halbuki korku da umut da hayra
dahil iki prensiptir. Fakat buna rağmen, iyi işler deyimine ilave ediliyorlar.
Buna benzer ifadeler birçok ayetlerde birçok kere geçmektedir.
Kur’an-ı Kerim’de, bir kavram,
diğerinin bir parçası olduğu halde, perçinlemek için, önemini vurgulamak için
özel olarak zikredilirler. İçinde olduğu kavramın dışında ayrıca dile
getirirler.
Bazen de, özel, yalnız, ya da bir
başka deyim içinde zikredildiği zaman, manalar değişik mahiyet kazanırlar.
Yalnız, özel olarak zikredildiği zaman genel, bir başkasıyla birlikte
zikredildiği zaman da özel, kendine has bir mana taşır. Mesela, fakir ve miskin
kelimelerinde olduğu gibi. Bunların her biri tek başına ifade edildiği zaman,
diğerinin
42 anlamını da birlikte taşır. Yani bir manada
genel anlam kazanır:
“Sadakalar kendini Allah yoluna adamış fakirler içindir” (Bakara: 2/273)
Buradaki fakir kelimesi aynı
zamanda miskin kelimesini de içine alarak genelleşmektedir.
Bir başka örnek:
“Yemini bozmanın kefareti ailenize yedirmekte olduğunuz ortalama
yemekten on miskini de doyurmanızda-” (Maide:
5/89)
Burada geçen miskin kelimesi de,
aynı zamanda fakir kelimesini de içine alarak genelleşmektedir.
“Sadakalar ancak fakirler ve
miskinler içindir”
(Tevbe: 9/60)
Bu ayette olduğu gibi, iki deyim
ayrı ayrı kullanıldığı zaman anlamları özelleşir ve iki ayrı anlam taşır.
Fakir, gerekli ihtiyacından artırıp
zekat veremeyecek durumda olana, miskin ise hiç bir şeyi olmayana denir.
Genel mana taşıyan bir kelime ile
üzerinde yüklenilen özel bir anlam taşıyan kelimenin ikisi birden zikredildiği
zaman, genel anlam mahiyeti taşımaz denilirse; deriz ki, izahını yapmaya
çalıştığımız şu şekil içindedir:
“Kim Alah’a, meleklerine, RasuIIerine, Cebrail’e ve Mikail’e
düşman olursa, Allah da bu şekildeki kafirlerin düşmanı olur” (Bakara: 2/98)
Burada genel bir anlam taşıyan
melek kelimesine, özel isim olan Cebrail ve Mikail ilave edilmiştir. Eğer genel
anlam taşıyan kelimenin içine sokulmamış, yanyana zikredilmemiş olsaydı, o
zaman o özel isimler genel anlamın içine sokulamazdı. Yani, Cebrail ve Mikail
melek sayılamazdı.
“Hatırla o zamanı ki, biz
Rasullerden misaklarını almıştık. Senden de, Nuh’dan da, İbrahim’den de, Musa
43
ve Meryem’in oğlu İsa’dan da...
Evet biz onlardan öyle bir misak, yani ahit aldık.” (Ahzab:
7/7)
Burada genel bir kavram olan
Rasuller deyiminin yanına, özel isimler ilave edilmiştir. Şayet o özel
isimler, genel görev sıfatı olan Rasul kelimesinin ardından zikredilmeseydi, o
özel isimlerin Rasul olmaları gerekirdi. Ki durum tamamen aksine, özel olarak
isimleri zikredilmiş o insanlar, aynı zamanda genel deyim olan Rasul
içindedir.
Özel anlamlı bir kelimenin genel
anlam taşıyan bir kelime içinde zikredilmesi çeşitli sebeplere dayanmaktadır.
Bazen genel anlam taşıyanın diğer fertlerinde bulunmayan bir hususiyeti olduğu
için, yukarda zikredilen ayet içinde isimleri zikredilen Rasul ve nebilerin,
bu özelliklerinden ötürü, rasul kelimesinden sonra teker teker isimleri
zikredilmiştir. Onlar da diğer Rasul ve nebiler gibidir ama, kendilerine ait
özellikleri de vardır, anlamında bir zikir.
Bazen de genel anlam taşıyan
kelimede, hududları belli mutlak bir vasıf vardır, sağa sola çekilecek yönü
yoktur. Onun için genel olmasına rağmen özel bir mahiyette kabul edilir:
“O takva sahipleri ki, onlar gaybe inanırlar, namazlarını en iyi
bir biçimde, hakkını vererek yerine getirirler, kendilerine nzık olarak
verdiklerimizden Allah’ın istediği yerlerde kullanılmak üzere dağıtırlar. Onlar
sana indirilene de, senden evvelki Rasuller vasıtasıyla indirilenlere de
inanırlar” (Bakara: 2/3-4)
Yukardaki ayette geçen
“Gayba inanırlar”
deyimi, inanılması gereken bütün
gayb kavramını içine alır. Çünkü genel anlamlı bir deyimdir. Fakat bu deyimde
aynı zamanda özümleme ve dolayısı ile de mutlaklık vardır.
“Sana indirilene ve senden evvelki
Rasullere indirilene”
44
cümlesinin, gayb anlamı içine
girdiğine dair bir delalet yoktur. Onun için de ayrıca zikredilmiştir. Bu
ayetin kastı şöyle de olabilir: “Haber verilene inanırlar, ki işte bu gayb-
dir.. Gayb ile bildirilene de inanırlar ki, bu da; “Sana ve senden evvelki
Rasullere indirilene” cümlesidir.
Şu ayetler de aynı durumdadır:
“Sana vahyedilen kitabı oku!”
(Ankebut: 29/45)
“Bir de kitaba sımsıkı sarılanlar ve namazı da gereklerini yerine
getirerek kılanlar” (A’raf:
7/170)
Kitabı okumak, emir almak ve alınan
emirleri yerine getirmek, uygulamak demektir.
“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler onu gerçek anlamda
okurlar!” (Bakara:
2/121)
İbni Mesud yukarda zikredilen ayeti
şöyle açıklamıştır: “Kitabın helal kıldığını helal, haram ettiğini de haram sayarlar.
Geniş anlamlar taşıyan, açaklanması zor müteşabih ayetlere olduğu gibi
inanırlar, hüküm ayetleriyle ise hayatlarını tanzim ederler, onlarla amel
ederler”
Demek ki, kitaba uymak, aynı
zamanda, namazı ve diğer bütün ibadetleri de içine alan bir hadisedir. Fakat
yukarda- ki ayette, özelliği itibariyle namaz ayrıca zikredilmiştir.
Yüce Allah’ın Musa’ya (a.s.) hitabı
da böyledir:
“Hiç şüphe yok ki, Yüce Allah Ben’im, ben! Ben’den başka itaat
edilecek hiç bir ilah yoktur. Öyleyse bana itaatla ibadet et; Ben’i hatırlamak
ve emirlerimi anlamak için namaz kıl!” (Taha:
20/14)
O’nu hatırlamak için, emir tekrarı
yapmak için namaz kılmak, ibadetlerin en faziletlilerinden biri olmasına
rağmen, namaz ayrıca zikredilmiştir. Aşağıda zikredeceğimiz ayeti kerimeler de
aynı mahiyettedir:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve her zaman doğruyu
söyleyicilerden olun!” (Ahzab:
7/70)
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun,
emirlerini yeri-
45
ne getirerek rızasını kazanın!” (Maide:
5/35)
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun,
Allah’a sadakatle itaat eden kullarının yanında, onlarla birlik olun!”
(Tevbe: 9/120)
Bu ayetlerde zikredilen, doğru söz,
rızasını kazanarak yakınlaşma ve sadıklarla birlikte bulunma gibi haller, Allah’tan
korkmanın ta kendisidir.
“O’na kulluk et, O’na güvenerek
tevekkül et!”
(Hud: 11/123)
Bu ayeti kerime de, aynı espiri
içindedir. Zira tevekkül, istemek, niyaz etmekten ibarettir. Bu ise Allah’a ibadetin
ta kendisidir. Fakat ibadet eden, aynı zamanda istesin diye ayrıca
zikredilmiştir. Zira tevekkül, bütün ibadetlerin sonucuna etki yapacak bir
yardımdır. Zira Allah’a ancak istekle, niyazla ibadet edilir.
Anlatmak isteğimiz espri
anlaşıldığına göre, artık mahlukun gücelmesi ancak, Allah’a kulluk yapmakla
mümkündür, esprisi anlaşılmış olmaktadır. İnsanoğlu Allah’a itaatla kulluğunu
ne kadar üst derecede yaparsa, o derecede yücelir, büyür. Herhangi bir kimse
kulluk dışında bir yücelik, bir üstünlük ararsa, kulluk yapmadan da bir takım
dereceler kazanacağına inanırsa, böyle bir kimse insanların en cahili ve en
sapığı olur.
Bütün yaratıkların Alah’ın kulu
olduğunu bildiren o kadar çok ayeti kerime vardır ki, bunları zikretsek bir
büyük kitap tutar.
Herkesin sadece Allah’ın kulu
olduğunu anlattıktan sonra; malumdur ki, insanlar bu vasıfta diğer
yaratıklardan ve de birbirlerinden derece olarak farklıdır. İyilikleri, üstünlükleri
birbirine benzemez. Bu fark imanla, inanmayla ilgili bir farklılıktır. Bu
vasıfda insanlar, genel olarak topluluk, halk ve seçkinler olarak ikiye
ayrılırlar. Yani, hususi ve umumi olarak vasıflanırlar. Bundan dolayıdır ki,
Allah in-
46
dinde onlar için hususilik ve
umumilik diye iki değerlendiriş vardır. Gene bundan dolayı, bu ümmette şirk,
karıncanın izinden daha gizli bir mahiyet taşır. Sahih bir hadiste Yüce Rasul
şöyle buyurmuştur:
“Paranın kulu yüzüstü sürünsün,
helak olsun! Dinar’ların kulu yüzüstü sürünüp helak olsun. Şatafatlı,
gösterişli elbiselerin kulu yüzüstü sürünsün ve helak olsun! Yıkılıp başı
aşağı gelsin. Bir kötülüğe uğrarsa kurtulmasın ki o, kendisine verildiği zaman
razı olur, verilmezse kızar ve gazablanır”10
Allah’tan başkalarına kul olanları
Allah’ın Rasulü böyle vasıflandırıyor ve onlara acı ihtarlarda bulunuyor. Tarif
edilenler mal ve midelerine kul olmuşlardır. Ayrıca bu tiplere, verildiği zaman
iyisindir, vermediğin zaman kötüsündür. Sana kızar ve kinlenirler. Hem de
sadece kul oldukları şeyi onlara vermediğiniz için yaparlar bunu.
Yüce Allah da şöyle buyuruyor:
“Onlardan bir kısım münafıklar
ganimetlerin bölünmeleri hususunda sana şikayette bulunurlar, baskı yaparlar,
seni adaletsizlikle ithama kalkışırlar. Çünkü onlar ancak o ganimetlerden
istediklerini elde ederlerse razı olurlar, verilmezse de işte böyle kızar
kinlenirler”
(Tevbe: 9/58)
Onların kızmaları da, rızaları da
Allah’tan başka mabud- lar içindir. Nefsinin arkasından koşanlar, hükmetmek
için sultaya talib olanlar da aynen böyledirler. Eğer onlar nefsi arzuları
tatmin edilirlerse ancak tatmin olurlar, edilmezse kızıp kinlenirler. Bu
kimseler hangi nefsi arzularına bağlı iseler, bağlı olduklarına kuldurlar ve
köledirler. Bu istekleri uğruna feda etmeyecekleri hiçbir şeye aşırı
bağlanmasıdır. Bir insanın kalbi neye çok
meyletmiş, kalbi neyi en çok-
(10) Buhari, Cihad: 7; Rikak: 10; İbn
Mace, Zühd: 8.
47 sevmişse,
işte insan o şeylerin kulu olur. Bundan dolayıdır ki, şairin biri “Köle, kanaat
etteği sürece hür, tamah ettikçe de köledir” demiştir.
Yine şairin biri: “Nefsimin
istekleri arkasına koştum, beni köleleştirdi bu koşmalar. Şayet nefsimin
arzularına bu kadar bağlı olmasaydım, elbette ki köle olmayıp hür bir insan
olacaktım!”
Denilir ki, insanın sınırı geçen
nefsi arzuları boynunda bir esaret zinciri, ayaklarında prangadır. Zincir boyundan
çözülünce, ayaktaki pranga kendiliğinden açılır. Hattab oğlu Ömer (r.a.)
demiştir ki:
“Aşırı nefsi arzular umutsuzluk,
umutsuzluk ise fakirliktir. Zira sizden biriniz bir şeyden umudunu kestiği
zaman, ondan kurtulmuş olur”
Bunu insan bizzat kendi nefsinde
bulur. Umudunu kestiği bir şeyi artık istemez olur insan. Artık ona karşı büyük
bir tutku ile bağlanmaz ister istemez. Ona karşı ihtiyacı ölür gider. Ama
herhangi bir şeye karşı umut besliyorsa insan, onu elde etmek için büyük tamah
gösterir, kalbini gitgide artan bir şiddetle ona bağlar. Malda, makamda,
çeşitli şekil ve sürelerdeki sevgiler, bağlılıklar, istekler hep böyledir. Elde
etme umudu taşıdığı şeyi elde etmek için kendisini öldüresiye hırpalar, elde
edinceye kadar rahat huzur görmez.
Allah’ın Rasulü buyurmuştur ki:
“Rızkı sadece Allah’tan isteyiniz!
Yalnız Allah’a kulluk ediniz. Çünkü sonunda götürebileceğiniz huzur O’nun
huzurudur. Onun için sadece O’na şükür ediniz”
Kula mutlaka rızk lazımdır yaşaması
için. Yaşamak için ihtiyacı vardır. Şayet rızkını Allah’tan isterse, insan oğlu
Allah’a muhtaç, yani kul olur. Şayet mahluktan isterse rızkını, istediği
kimseye muhtaç olarak kul durumuna düşer. Onun için herhangi bir kimseden bir
rızık istemek, dünyalıklar taleb etmek haram kılınmış, ancak ihtiyaçları,
zaruri mad-
48 deleri istemek mubah kılınmıştır. Rızkı kuldan
istemeyi, dilenmeyi, yasaklayan ve bu konuda bizleri uyaran birçok hadisi şerif
söylemiştir Allah’ın Rasulü. Mesela şu hadisi şerifleri:
“Başkasından taleb etmeye devam
eden Sizden herhangi biriniz, kıyamette Allah’ın huzuruna, yüzünde bir
parçacık olsun et bulamayarak gelir”11
“Kendisinde yeteri miktar ihtiyaç
maddesi olduğu halde bir kimse insanlardan bir şeyler isterse, kıyamette yüzü
kaşıntılı yara ile Allah huzuruna çıkar”12
“Şu üç kimseden başkasına dilenmek
haramdır: Rezil edici borç sahibi, çok ızdırap verici hastalık sahibi, yahut
halsiz ve mecalsiz bırakan dehşetli yoksulluk hali içinde olan kimse”13
“Sizden birinizin ipini alıp, odun
toplayıp satması veya buna benzer işler yaparak maişetini temin etmesi, halktan
bir şeyler istemesinden çok daha hayırlıdır. İstediklerini halk ya verir veya
vermez refuze eder zaten”14
“Sen istediğin, kalbin tamah
etmediği hallerde sana verileni al, şayet böyle değilse alma. Nefsini almaya
yöneltme!”15
Demek Allah Rasulü, kalbin
arzuladığı şeyi dille istemeyi, bedavadan elde etmeyi hoş görmemiştir. Hatta
çirkin bulmuştur.
Allah’ın Rasulü bir sahih
hadislerinde şöyle buyurmuştur:
“Kim tok gözlü olursa, Allah onu
bolluk içinde tutar.
(11) Buharı, Zekat: 52; Müslim, Zekat:
103; Nesai, Zekat: 83.
(12) Ebu Davud, Zekat: 23; Tirmizi,
Zekat: 22.
(13) Ebu Davud, Zekat: 26; Tirmizi,
Büyü: 10.
(14) Buhari, Zekat: 50; Büyük: 15.
(15) Buhari, Zekat: 50.
49
Tok gözlü olanı Allah doyurur. Bir
kimse iffetini korumak isterse, Allah onun iffetini korumak hususunda
destekler ve iffetini korur. Her kim sabır etmeyi isterse, Allah onu sabırlı
kılar. Hiç kimseye sabırdan daha büyük bir nimet, ondan daha büyük bir ihsan
yoktur”16
Allah’ın son Rasulü, ashabının
ileri gelenlerinden insanlardan birşeyler istemelerini menetti ve vasiyet
etti. Öyle ki, Ebu Bekir’in (r.a.) elinden bastonu düşerdi de hiç kimseye şunu
bana verir misin? demezdi. Kendisine niye böyle yaptığı sorulduğu zaman;
“Sevgili efendim Muham- med Mustafa, bana,
“İnsanlardan hiçbir şey isteme”
buyurmuştu”17
Malikoğlu Avf bir toplulukla
birlikte Allah’ın Rasulüne biad ederken, Allah’ın Rasulü onlara bir gizli
kelime vasiyet etti:
“İnsanlardan hiçbir şey
istemeyiniz!”
Bu cemaattan bazıları sonradan, ellerinden
herhangi bir şeyleri düşecek olsa “o düşeni bana verir misin” dememişlerdi bir
kula.
Dinin hükümleri, sadece Allah’tan
istemenin em- redildiğini, yaratıktan istemenin ise yasaklandığını bize
göstermektir.
Konuyla ilgili Allahü Teala
buyuruyor ki:
“O halde memur olduğun işi bitirip görevini yerine getirdin, ve
yükten kurtuldun mu, yine kalk bir başka iş için kollan sıva çalış ve yorul ve
sadece Rabbine yönel ve yalnız O’ndan iste” (İnşirah:
94/7-8)
Allah Rasulü İbni Abbas’a buyurdu:
“İstediğin zaman mutlaka Allah’tan
iste! İstiane ve
(16) Buhari, Zekat: 50; Rikak: 20;
Müslim, Zekat: 124;
Muvatta, Sadaka: 7; Ebu Davud,
Zekat: 28.
(17) îbn Mace, İkame: 182.
50
yardım istersen sadece Allah’tan dile yardımı”
İbni Abbas’ın yukarıda rivayet
ettiği hadisi şerifte
“Rızkı yalnız Allah’tan isteyiniz”
buyurulmaktadır, “Allah’tan rızk
isteyin” buyurul- mamıştır. “Zira rızkı yalnız Allah’tan isteyiniz” dendiği
zaman, böyle bir cümle, “başkasından istemeyiniz” anlamını da içinde
taşımaktadır. Bir ayette de böyle denilmektedir:
“Yalnız Allah’ın Fazl-ı kereminden
isteyiniz”
(Nisa: 4/32) însan’m muhtaç olduğu rızk ve diğer
şeyler mutlaka yerine gelmelidir, devreye girmelidir. İnsan’a zarar veren
şeyler de ondan uzak olmalıdır. Bunlar insan hayatı için kaçınılmaz bir şeydir.
Ama bütün ihtiyaçların Allah’tan istenmesi, bütün zararlılardan, Allah’ın
korunması altına girilmesi de şarttır. Kul ihtiyaçlarını ancak Allah’tan
isteyecek ve şikayetini sadece Allah’a yapacaktır.
Kur’an-ı Kerim’de Yakup Peygamberle
ilgili bir ayette:
“Yakup dedi ki: Ben büyük kederimi
ve üzüntümü sadece Allah’a havale ederim, O’na şikayet ederim”
(Yusuf: 12/86)
Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’in’de;
Hicr-i Cemil, Safh-u Cemil ve Sabr-ı Cemil gibi deyimler kullanmıştır. Bu deyimler
için denildi ki; Hicr-i Cemil eziyetsiz ayrılık; Safh- u Cemil sitem
edilmeksizin dönüş; Sabr-ı Cemil ise, mahluka şikayet etmeksizin sabretmektir,
işte bu sebepledir ki, hastalığı zamanında Ahmed bin Hanbel’e; “Tavus hastanın
inlemesini çirkin bulmakta ve inlemenin şikayet olduğunu söylemektedir”
dediler. Bu sözü duyduktan sonra Ahmed b. Hanbel ölünceye kadar asla inlemedi.
Ancak Allah’a şikayet etmek sabrı Cemil’e aykırı değildir. Nitekim, Yakub
(a.s.) Sabr-ı Cemil dediği halde
“Ben kederimi hüzünümü ancak
Allah’a şikayet ederim”
51
demişti.
Hattaboğlu Ömer sabah namazında;
Yusuf, Yunus ve Nahl surelerini okuyor, Yakub’un (a.s.)
“Ben kederimi ve hüznümü ancak
Allah’a şikayet ederim”
ayetini Okuduğu zaman da ağlıyordu.
Musa’nın (a.s.) duasında da şu
cümleler geçmektedir: “Allah’ım! Hamd ancak sanadır; şikayetler ancak sanadır.
Şensin ancak yardım istenecek, istimdad edilecek kudret. Dönüş ancak sanadır.
Hayra ve şerre kudret ancak şendedir”
İnsanların kendisine eza ve cefa
verdikleri Allah’ın Yüce Rasulü de dualarında şöyle niyazlarda bulunmuştur:
“İlahi! Kuvvetimin zaafını, çaresiz
kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü ancak sana ârzederim, ancak sana
şikayet ederim. Ey merhametlilerin en merhametlisi; herkesin hor görüp de
dalına bindiği biçarelerin, zayıfların Rabbi sensin! İlahi! Huysuz ve zalim
bir düşman eline beni düşürmeyecek, hatta hayatımın dizginlerini eline
verdiğin akrabadan bir dosta bile bırakmayacak kadar beni esirgesin. İlahi!
Senin gazabına uğramayayım da, çektiğim mihnetlere ve belalara aldırmam. Senin
af ve koruman bana bunları göstermeyecek kadar geniştir. İlahi! Gazabına uğramaktan,
nzasızllğa duçar olmaktan, senin o karanlıkları pırıl pırıl parlatan dünya ve
ahiret işlerinin medarı se- lahı olan yüzünün nuruna sığınırım. İlahi! Sen razı
olana kadar işte affını diliyorum. Her kudret ve kuvvet ancak seninle birlikte
vardır Ve devam eder”
Bir insan ihtiyaçlarında, rızık
isteklerinde ne kadar Allah’a dayanır, O’ndan isterse,.o nispette Allah’tan
başka mahluklara kul olmaktan kurtulur. Allah’tan İstemek, yalnız O’na
yalvarmak, ihsan’ı diğer mahluklar karşısında eğilmekten kurtarır.
52
Denilmiştir ki:
Benzeri olmak istediğin kimseden
müstağni ol.
Amiri olmak istediğin kemseden daha
faziletli ol.
Esiri olmak istediğin kimseye
muhtaç ol.
Bir başka deyişle:
Müstağni olduğun kimsenin, benzeri,
Daha faziletli olduğun kimsenin
amiri,
Muhtaç olduğun kimsenin esiri
olursun.
Yukarıdaki ölçülere uygun olarak;
insanın Allah’ın rahmetine olan iştiyakı ve umudu onun Allah’a kulluğunu icab
ettirir. Ve yine, kalbinin Allah’tan istemekten.ve O’ndan umutlanmaktan
uzaklaşması, o insanın kalbinin Allah’a kulluktan yön çevirmesi sonucunu
doğurur. Hele de bir kimse mahluktan bekler, halikten ummazsa...
Mesela bir kimsenin kalbi, bir
mahluk olan herhangi bir insan’m kendisine hükmetmesine rıza gösterirse; hükümdarın
askerlerinden, yandaşlarından, onların dünya imkanlarından, karılarından,
arkadaşlarından çekinir; yahut, şeyhi, hükümdarı, oğlu gibi ölmüş ve ölecek
büyüklerine ve efendilerine itimat besler, onlardan bir takım şeyler umarsa, o
zaman böyle bir kalbin sahibi Allah’a değil, saydığımız şeylere kulluk yapmış
olur.
Ayet sadece ölümsüz Allah’a kulluk
yapmamızı, yalnız O’na güvenmemizi emrediyor bize.
“Ölümün yaklaşamadığı o şanı Yüce Allah’a güvenip dayan. Yalnız
O’na hamd et, sadece O’nu hatırla. O’nun kullarının bütün günahlarından
haberdar olduğunu bilmen sana yeter” (Furkan:
25/58)
Herhangi bir kimse, kendisi gibi
bir mahluk olan diğer insan’lardan, kendisine yardım etmesini, rızık
vermelerini ve doğru yola götürmelerini bekler ve kalbini onlara bağlarsa;
Onlara kalbinde büyük bir yer verip, kendisini hakir görürse; isterse böyle
sandığı kimseler, işlerini yürüten
53 ve idare
eden amirler olsun. Onlara kul olmuş olur. Üstelik de zahiren üstün görünen
mahluklardır bunlar ve hepsi de geçicidirler. Akıllı kişiler görünüşe değil
gerçeklere bakarak hareket ederler. Mesela bir erkek gönlünü bir. kadına
bağlarsa, isterse o kadın helali olsun, istese de istemese de kalbi o kadına
esir olmuş olur. Bu durumda sevilen bir kadın erkeğe istediği biçimde hükmeder.
Fakat dışardan bakıldığı zaman, erkeğin kadına hükmettiği sanılır. Zira
görüntüde erkek kadının sahibi ve efendisi görünse de, hakikatta erkek kadının
kulu kölesidir. Hele de kadın erkeğinin kendisine aşık olduğunu ve kendisinden
vazge- cemiyeceğini biliyorsa, erkeğin kendinden başka hiç bir şeyden tatmin
bulmadığının farkına varmışsa, o zaman kadın erkeğe azat kabul etmez bir köle
gibi hükmeder, onu istediği biçime sokar. O kadar ki, dünyanın en zalim efendisinin
kölesine yaptığ eziyetleri yapar ve hatta daha da ileri gider. Zira kalbin
esareti bedenin esaretinden daha korkunçtur. Kalbin köleliği bedenin köleliği
ile mukayese bile edilemez. Çünkü, bir insan’ın bedeni esir ve köle olduğu
halde, kalbi hür kalabilir ve daima bir kurtuluş yolu arar. Fakat bedene
hükmeden kalp bir esir oldu mu, Allah’tan başkasına bir kere meyletti mi, işte
bu durumda insan’m gerçek zilletten ve esaretten kurtulması mümkün değildir.
Kul ve köleliğin bundan daha aşağı seviyesi yoktur. Bundan daha şedid bir
kölelik tasavvur bile edilemez insan için.
Mükafaata veya azaba hak kazanmak,
ancak kalbin esareti veya kulluğuna bağlıdır. Mükafatı veya cezayı kalbin
durumu tayin eder. Şayet bir müslümanı herhangi bir kafir haksız yere
esirleştirir ve köleleştirirse, böyle bir köle, gücünün yettiği oranda
kendisini köle eden efendisinin emirlerini yerine getirdiği takdirde, böyle bir
esaret Müs- lümana o kadar böyük bir zarar vermez. Bir kimse haklı olarak,
yerinde köle olarak köle edilirse, böyle bir köle
54 kendisini hak olarak köle eden efendisine
gönüllü bir biçimde hizmet verirse, böyle bir köleye iki kat mükafat vardır.
Bir kimse küfretmeye zorlanırsa ve
o da zorluğa dayanamayıp küfretse, fakat bu küfrü yaparken, kalbi Allah’a iman
ile dolu olsa, böyle bir durumda küfrü ona zarar vermez. Fakat bir kimsenin
kalbi Allah’tan başkalarına kul köle olduğu takdirde, isterse dille
küfretmesin, büyük zararlara uğrar. İsterse böyle bir kimse halkın hükümdarı
olsun.
Demek ki hürriyet veya kölelik
kalbin işidir. Kalple ilgili bir konudur. Hürriyet veya kölelik aslında kalbin
halleriyle ilgili birer kavramdır. Şayet kulluk kalple ilgili değilse, öyle
bir kulluğun zerrece değeri yoktur.
Allah’a yemin ederim ki, bir
kimsenin kalbini Allah’a bağlamaması halinde, kurtuluşu yoktur. Hiç kimse kendisini
kalben Allah’a bağlamadan kurtaramaz. Hele de, kalbini, mesela kadına ve
çocuklarına bağlamış, onlara köleleştirmişse, yanmıştır böyle bir adam. Böylesi
için çok acıklı azab vardır, hem de eşi benzeri olmayan bir azab.
Bu suret ve şekil aşkları,
insan’ların azab bakımından en ağırı ve tevbe bakımından kabulü en zor
olanıdır. Surete, zahiri görüntüye aşık olanların tevbesi çok zor kabul edilir
ve böyle olduğu için de büyük azablara en yakın olanlarıdır. Çünkü bir surete,
geçici zevkler veren herhangi bir zahiri görüntüye aşık olanlar, kalpleri bu
surete bağlı kaldığı sürece, köleliğe devam ettiği müddetçe, kendilerinde
sayısını ancak Yüce Allah’ın bileceği çeşitli şer, fesat ve hüsranlar toplanır.
İsterse bunlar büyük bir suç olan zinadan uzak dursunlar. Bir insan zina suçu
işlemese, fakat kalbi bağı devam etse, böyle bir durum suçu işleyip, sonradan
tevbe etmekten daha beter sonuçlar doğurur. Bir başka deyişle, kalben bağlı
olmayarak işlenen bir suçtan sonra, tevbe insan’ı kurtarır da, kalben suçu
benimseyip onu işlememek çok
55 daha
büyük bir sorumluluk getirir insan’a.
Şu satırlarda denildiği gibi:
Bunlar kalplerini bir surete
bağlayan aşıklardır, bu aşkla sarhoş ve çılgındırlar; sarhoşluk, nefsi istek
ve içki sarhoşluğu gibidir. Kendisinde sarhoşluk bulunan bir kimsenin ayılması
ne zamandır? Dediler ki: Aşk delilikten daha beter bir haldir, ondan insan
kendisini uzun yıllar kurtaramaz. Deli ise, bazen ayılır, bazen delidir. Aşk
ayılmaya hiçbir zaman meydan vermez.
Böyle ayılmaz sarhoşluğa götüren en
büyük sebep, kalbi Allah’tan başkasına bağlamaktır. Bir kalp Allah’a bağlanmadığında,
bu bağlılığın tadını aldığında, bundan başka bir sevgi aramaz. Böyle bir kalbe
sahip insan’a, Allah sevgisinden daha tatlı, daha lezzetli bir şey yoktur.
însan bir sevgiliyi, ancak ondan
daha çok yer verdiği bir başka sevgiliye sahip olmakla terkedebilir. Bir
sevgiliyi, sevgisini yitirmekten daha çok ürktüğü bir başka sevgili uğruna
sevgiden, daha yüce sevgiyle kurtulur.
Yüce Allah Yusuf (a.s.) hakkında
şöyle buyurmuştur:
“İşte biz ondan, yani Yusuf’tan
kötülüğü ve fuhuşu uzaklaştıralım diye böyle deliller gösterdik. Çünkü o ihlasa
erdirilmiş kullarımızdan idi” (Yusuf: 12/24)
Yüce Allah Yusuf’u (a.s.) kendisine
ihlasla bağlayarak, ondan suret aşkı olan fuhşu ve diğer kötülükleri uzak-
laştırmıştır. Çünkü bu kötü fuhuş ve diğer kötülükler, ançak Allah’a tam
bağlılıktan önce olagelen işlerdendi. Zira kadının davetine nefsi arzuladığı
için icabet etmek durumundaydı. Fakat, kalbini Allah sevgisi doldurduktan
sonra, bu kötü işten kendisini uzak tutabilmişti. Başka bir ilaca ihtiyaç
hissetmeden, sadece Allah’a olan meyli, onu bu kötülükten korumuştu.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Saha vahyedilen kitabı oku;
namazını gereklerini
56 yerine getirerek kıl, zira gerekleri yerine
getirilerek kılınmış namaz, insan’ları kötülüklerden, edebsizlik- ierden ve
akıl ve şeriata uymayan diğer bütün iğrenç işlerden korur. Allah’ı hatırlamak,
O’nun emirlerini tekrar etmek elbette ki en büyük bir ibadettir. Her ne yaparsanız
Allah onu mutlaka eksiksiz bilir”
(Ankebut: 25/45)
Namazda kötülükleri defetme, çirkin
işlerden kaçındırma haleti ve fazileti vardır. Defettiği kötülükler bütün haddi
aşmalar ve diğer yasaklardır. Yine namazda çok hayırlı ve de sevimli bir vasıf
vardır ve bu hayır, ecir kazandırıcı vasıf, Allah’ı hatırlayıp, O’nun
emirlerini tekrarlamaktır. Böyle bir hayrın meydana gelmesinin kıymeti,
menettiği yasaklardan daha ileri derecededir. Zira Allah’ı anıp, emirlerini
tekrarlamaktır. Böyle bir hayrın meydana gelmesinin kıymeti, menetiği
yasaklardan daha ileri derecededir. Zira Allah’ı anıp, emirlerini tekrarlamak
en büyük ibadetlerdendir. Bir insan’m ibadetinin sahih olması için, kalbin o
ibadete coşku ile iştirak etmesi gerekmektedir. Kalp Allah’a kul olmadıkça,
ibadet sahih olmaz. Halbuki, kötülüklerden kaçındırmaya vesile olmak,
zincirleme birbirini takip etmesi gereken olaylara bağlıdır. Bir bakıma, bir
başka şeyin vücuda gelmesi için lazımdır, kendisi için değil. Zira kalp hakkı
sever. Böyle yaratılmıştır kalp. Kötülüğe ne kadar itilecek ve zorlanacak olsa,
gene de kalp daima iyi işleri güzel şeyleri arar. Kötü ve çirkin
hastalıklardan kurtulmaya çalışır. Şerri, kötüyü irade etme hastalığı ona
musallat olursa da, her zaman bu hastalıktan kurtulmayı taleb eder. Zira
kötüyü irade etmek yabancı ve parazit otların ekini ifsad ettiği gibi, kalbi
ifsad eder, bozar.
Yüce Allah onun için şöyle
buyurmuştur:
“Nefsini tertemiz yapan muhakkak ki
umduğuna ermiştir. Onu alabildiğince günahla örten ise, elbette ki
57
büyük bir ziyana uğramıştır” (Şems:
91/9-10)
“Gerçek o ki, iyice temizlenen ve Rabbinin şanını zikrederek
namazını kılan kimse umduğu iyiliklere ermiştir” (A’la: 87/14-15)
“Mümin erkeklere söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar ve
ırzlarını korusunlar. Bu kendilerini koruyan çok temiz bir harekettir” (Nur: 24/21)
Görülüyor ki, Yüce Allah, gözü
haramdan kaçırmayı ve ırzı korumayı en güzel temizlik ve arınma olarak kabul
buyurmuştur. Fuhşu terketmenin, ondan uzaklaşmanın nefsi temizleyen
hareketlerden olduğunu beyan buyurmuştur. Nefislerin tamizlenmesi,
kirliliklerden arınması için, fuhuş, zulm, şirk, yalan ve benzeri hareketlerin
terkedilmesi gerekmektedir.
Bu düyada yücelik, üstünlük ve
hakimiyet isteyen kimseler de böyledir. İnsanoğlu kendisini hükümdar kılan,
büyüten, güçlendiren kimselere bağlı olduğu için, bir bakıma köledir. İsterse,
kendisini o hakimiyet makamına çıkaranların üstünde olsun, lideri gibi
görünsün, onlar kendilerine itaat ediyormuş gibi davransınlar. Gerçekte,
kendisine güç kazanmak için destek verenlerden korkar, bir takım şeyleri de
umut eder. Onun için de, onları itaat ve yardımlarını devam ettirmeleri için,
mal ve makam vererek kazanmaya çalışır. Yardımlarını devam ettirmeleri için,
kendisine karşı işledikleri suçları affetmek yoluna gider. Durum bu olunca da,
kendisine itaat ettikleri zannedilen destekçiler, aslında efendi durumuna
çıkmış olur. Böylesi, görünüşte başkan, ama gerçekte köledir.
Bir başka deyimle, gerçek anlamda
bu iki taraf da birbirinin kulu ve kölesidir. Çünkü her iki taraf da Allah’a
kul olmayı terketmişler birbirlerini kul edinmişlerdir.
Bunların birbirleriyle
yardımlaşmaları, bu dünyada haksız bir güç elde etmek içinse, o zaman bunlar
yol kesen
58 eşkiyalarm birbirleriyle yardımlaşmalarına
benzer bir hal içinde olurlar. Bu iki kesim de, nefsinin istediklerine ulaşmak
için, diğerinin kulu olmuş olurlar. Mal istemede aşırı olanların durumu da
aynen böyledir. Zira, aşın mal istemek, istediği malın kulu yapar insanı.
Bu mesele iki türlü vasfa sahiptir:
1- Yiyecek, içecek,
mesken, cinsi tatmin ve benzeri, bir insanın doğal ihtiyacı olan şeyler. Bir
kimse bunları Allah’tan ister, elde etmek için sadece O’ndan yardım beklerse,
ihtiyacı olan bu şeyler insana basit ve tabii gelir. Adeta bindiği herhangi bir
binek, yahut oturduğu bir iskemle gibi. Ve hatta hacetini giderdiği yüz numara
gibi basit bir şeydir bütün ihtiyaçlar, onları Allah’tan isteyen için.
Fakat o eşyaya, yahut ihtiyaçlara
hırsla sarılan, onu elde etmek için her işi mubah sayan bir aşırı muhteris
insan için bunlara malik olmamak, tabii ihtiyaçlarında kendi arzusunca tatmin
bulmamak dehşetli bir azabdır. Hırsına mağlub olan insan, kendi nefsine
istemediği bir bela geldiği zaman feryadı basar, şikayetleri ayyuka çıkar.
Fakat kendisine hayır ve zenginlik isabet ederse cimrileşir ve kendisinde
iyiliğe doğru herhangi bir hareket göremezsin.
2- Kulun hiç de ihtiyacı
olmayan, hayatını sürdürmesi için mutlak gerekli olmayan şeyler. Mesela, bir
binek, yahut şatafatlı yatak yorgan, yahut haddinden fazla gösterişli bina,
veya kullanacağından fazla ev eşyası gibi...
İnsanın, kalbini böyle şeylere
meylettirmemesi gerekir. Çünkü kalbi bunlara bağlayan insan, bağlandığı eşyanın
kulu kölesi olur. Hemen hemen her zaman. Allah’tan başka destek aramak zorunda
kalır. O zaman da Allah’a kul olmanın bütün manası ve gerçeği yok olur gider.
Hatta Allah’tan başkasını ihtiyaç gidermede güvenen bir insan, bir bakıma
Allah’tan başkasına kul köle olma girdabına yu- varl; nır ve Allah’tan
başkasına ibadet etmiş duruma düşer.
59
Böyle bir duruma düşmüş kimseler
Allah Rasulü’nün şu sözlerine muhatab olurlar:
“Paranın kulu kölesi yüz üstü
sürünsün, helak olsun. Dinarın kulu yüzüstü sürünüp helak olsun. Midesinin
kulu yüzüstü sürünüp helak olsun”
Allah Rasulü’nün saydığı şeylere
kalben meyleden kişi, meylettiği o şeylerin kulu kölesi olmuştur. Bütün bunları
Allah’tan istediği zaman, Allah isteğini karşılarsa razı olur, sevinir, fakat
karşalamazsa kızar ve küser.
Halbuki, Allah'ın kızdığına kızan,
sevdiğini seven, gene, Allah Rasulü’pün sevdiğini seven, sevmediğini ise
sevmeyen, Allah'ın dostlarını dost, düşmanlarını ise düşman sayan kimseler,
ancak Allah’ın kulu ve hizmetçisidir.
Hadiste belirtildiği üzere ancak bu
kimseler iman açısından yüce makamlara ermiş, Allah’ın kulu olmuşlardır:
“Bir kimse Allah’ın sevdiğini
sever, nefret ettiğinde nefret eder; Allah için verir ve gene Allah için
kötülüklerden menederse, imanını yüceltmiş, kemale erdirmiş olur”18
“İmanı sağlamlaştıracak, gerçek
iman haline getirecek en kuvvetli destek, Allah için sevmek, yine Allah için
nefret etmektir”
Bir başka sahih hadisi şerifde
şöyle buy utulmaktadır:
“Bir kimsede şu üç şey bulunursa, o
kimse imanın tadına varmıştır: Allah ve Rasul, ona herşeyden daha sevgili
ise.^Bir kimseyi ancak Allah sevdiği için severse. Bir de, Allah kendisini
küfürden kurtardıktan sonra, yeniden küfre dönmeyi ateşe atılmak gibi şiddetli
bir azab olarak görürse, böyle telakki ederse...”
İşte ancak böyle bir kimse,
Rabbinin sevdiğine ve sevmediğine aynen iştirak ettiği için,
Allah ve Rasul ona en
(18) Ebu Davud, Sünnet: 17.
60
sevgili gelir. Böyle bir kişi
yaratılmışı ona yaratan için sever, başka bir düşünceyle değil. İşte bu da
Allah’ı sevmenin tamamlayıcısıdır. Çünkü sevgilinin sevdiğini severek, bizzat
sevgiliyi sevmek anlamı taşır. Bir kimse böyle yaptığı zaman Allah’ın razı
olduğu bir şeyi yapmış olur. Onun için de böyle bir kimseyi Yüce Allah mutlaka
sever.
Yüce Allah kendisini sevenler için
iki alamet, iki tanıtıcı işaret göstermiştir. Seçip gönderdiği Rasulü’e uymak,
kendi yolunda cihad etmek.
Cihadıp gerçek anlamı, Allah’ın
sevdiği ve istediği imanın ve iyi hareketin yeryüzünde geçerli hale gelmesi, istemediği
ve nefret ettiği küfür fasıklık ve isyanın hayattan çıkarılıp atılmasıdır.
Kulun bu amaç için didinip gayret sarfetmesidir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır
mealen:
“(Ey Rasulüm! Hicreti terkedenlere) de ki: “Babalarınız,
oğullarınız, kardeşleriniz, karılarınız, soyunuzdan olan kimseler, kazandığınız
güzel inallar, geçersiz olabileceğinden korktuğunuz bir ticaret, size çok keyf
veren sevimli meskenler, eğer size Allah ve Rasulü’nden ve Allah’ın yolunda
cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın gazabı gelinceye kadar bekleyin.
Allah fasıklar güruhunu asla kurtuluşa erdirmez” (Tevbe:
9/24)
îşte ailesi ve malı Allah ve
Rasulü’nden ve Allah için cihattan daha sevgili gelen insana böyle şiddetli
bir azab gösterilmektedir ayette. Dahası da var. Bir sahih hadisde şöyle buy
urulmaktadır:
“Nefsimi ellerinde tutan Allah’a yemin
ederim ki, beni kendi çocuğundan, babasından ve bütün sevdiği insanlardan daha
fazla sevmeyen kimse iman etmiş sayılmaz”19
(19) Buhari, İman: 8; Müslim, İman: 70;
Nesai, İman: 19.
61
Yine gerçek bir hadisde şöyle
buyrulmuştur:
“Ömer (r.a.) Allah'ın Rasulü’ne
hitaben: “Ey Allah’ın Ra- sulü! Allah’a yemin ederim ki, sen kendi nefsimin
dışındaki her şeyden daha sevgilisin bana” dediği zaman, Allah Ra- sulü şöyle
cevap buyurdular:
“Olmadı ey Ömer. Ben sana kendi
nefsinden de sevgili olmadıkça, tam iman etmiş sayılamazsın!”
Bu. cevabı alan Ömer (r.a.)
“Allah’a yemin ederim ki ey
Allah’ın Rasulü, sen şimdi hemen şu anda bana nefsimden daha sevgilisin!” dedi
titreyerek. Allah’ın Rasulü:
“İşte şimdi imanını tamamladın ey
Ömer!” buyurdular.
Gerçek sevgi, sevgiliyi dost
edinmekle sonuçlanır. Bir dost da, dostun sevdiğini sever, sevmediğini sevmez.
Sevgide ve nefrette dostunun yanında olur daima. Allah iman etmeyi ve imanın
gereğini yaşamayı sever, küfür ve isyandan ise nefret eder. Onun için, O’nun
kulu, O’nu kendisine efendi ve sevgili yapmış bir kimse, Allah’ın sevmediği
küfür ve isyanı elbette ki sevmez.
Herkes bilir ki, sevgi insanın kalbini tahrik eder. Sevgi kalpte
derinleştiği ve iyice yerleştirdiği zaman, sevgi oranında X sevilenin istediklerini yapmayı
arzular. Şayet sevgi kesin bir hal
V alınca her
emri, her isteği itirazsız yerine getirilir. Kul gücünün
yettiği son noktaya kadar,
sevgiliye yaranmak için uğraşır didinir. Sevgilinin her istediğini bütün
gayetine rağmen yerine getirememişse, sırf o samimi gayretinden ötürü, yapamadıklarını
da yapmış sayılır, ve bütün ecirleri alır.
Bu konuda Allah Rasulü bir sahih
hadislerinde şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse başlarını, doğru yola,
hidayet yoluna davet ederse, böyle bir kimseye kendisine uyanların sevabı
kadar ecir verilir; davetine icabet edenlerin ecirlerinde
62 de bir şey eksilmez. Bir kimse de insanları
eğri yola, delalet yoluna davet ederse, kendisine uyanların günahları kadar
günah kazanır ve bu durum iştirak edenlerin günahlarını eksiltmez”20
Bir başka hadislerinde Allah’ın
Rasulü şöyle buyurmuştur:
“Medine’de öyle kimseler vardır ki,
siz hayır için hangi dereyi geçerseniz, hangi yolda yürürseniz, kazandığınız
sevabda sizinle aynı dereceyi kazanırlar!”
“Onlar Medine’den hiç hareket
etmedikleri halde mi, kazanacaklar sevabı ey Allah’ın Rasulü?” diye sordular
sa- habiler. Allah’ın Rasulü:
“Evet, çünkü olan Medine’de
alıkoyan özürleri, sebepleri vardı”
diye cevap verdiler.”21
Cihad, Yüce Allah’ın sevdiği
şeylerin insan hayatına hakim olması, sevmediklerinin de defolması için,
insanın bütün kudretiyle çalışmasıdır. Kul gücünden daha aşağı bir gayret
sarfederse, gücü yettiği halde bazı işleri yapmaktan kaçınırsa, böyle bir kulun
kalbinde Allah ve Rasulü’nün sevgisi yeteri kadar yok demektir.
Herkes bilir ki, insanoğlunun
sevdiği şeylere ulaşması için genellikle sevmediği işleri yaparak ulaşır.
Sevgide ister samimi olsun, isterse de olmasın, bu böyledir.
Demek ki, dünyada mal, makam,
mansıp ve suretleri sevenler, bu sevdiklerine ulaşmak için, bazı zararları göze
almalıdırlar. Sevdiklerinden bazılarını terketmek zorunda kalırlar çünkü. Tabii
ki dünyada zarara uğrayanlar ahiretde de zarara uğramışlardır.
îşte Allah’ı Rasulü’nü seven bir
kimse, birçok sevdik-
(20) Müslim, Zekat: 69; Nisai, Zekat:
64.
(21) Müslim, İmaret: 159.
63 lerinin
zarara uğramasını göze alarak mal, makam ve suret arkasında koçanların
katlandığı eziyet ve cefa kadarını göze almalıdırlar en azından. Dünyalık elde
etmeye çalışanların terketmek zorunda kaldıkları, feda etmek mecburiyetinde
oldukları diğer sevdiği şeylerden vazgeçerken duydukları ızdırapları çektikleri
eziyetleri duymalı ve çekmelidirler. Böyle cefalara katlanmazsa Allah’ı ve
Rasulü seven kimseler, bu sevgilerinde samimi olmazlar. Bu durumu aklı olan
herkes böyle bilir ve inanır.
Yine herkes bilmektedir ki, mümin,
diğer insanların sevdiği şeyleri sevme derecesinin çok üzerinde Allah’ı seven
kimsedir. Diğer insanların dünyalık sevgisinden çok üstün derecede olmayan
Allah sevgisi müminlik sayılamaz.
İşte bu konudaki Allah kelamı:
“İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’ın dışındaki sevdiği
şeyleri, Allah’ı sever gibi severler. Ama iman edenlerin Allah sevgisi, onların
Allah’tan gayrilerine duydukları sevgiden çok daha şiddetli ve çok daha
sağlamdır” (Bakara: 2/165)
Bazen seven kişi akıl zayıflığı ve
düşünce kısırlığı içinde bulunduğundan, Allah’tan başka sevdiği şeylere ulaşma
işinde yanlış yollara sapar ve sevdiğini elde edemez. Bu çeşit sevgi sahipleri,
yani sevgilisine ulaşacak aklı olmayan, yanlış yollara sapan kişi, samimi sevse
de, riya yapsa da, övgüye layık bir iş yapmış sayılmaz.
Sorulacaktır. Salt sevgi, bilinen
bir yolda kullanıldığı halde arzu edilene ulaştırmazsa, mal çokluğu ve iktidar
makamı nasıl olur da insanı maksada ulaştırabilir? Elbette ulaştıramaz. İnsanoğlu
herşeye aklı selimle bakarsa, iyi düşünerek hareket ederse ancak ulaşabilir.
Salt sevgi, yahut mal, makam ve suret aşkı insanoğlunu akıl ve düşünce sahibi
olmadan hiçbir yere götürmez. İstenilenin elde edilme-
64 si, ancak akıllı insanların takip ettikleri
yolu takip etmekle mümkündür.
Anlattıklarımız eğer anlaşılmışsa,
iyi kavranılmışsa; kalpte Allah sevgisi ne derecede yerleşmiş ve sağlam-
laşmışsa, o derece de kulluğun arttığı anlaşılmış olacaktır. Allah’a kulluk ne
derecede yüksekse, diğer nesneleri sevmek yüzünden düşünülen kölelik o derece
azalır, hürriyete o derecede ulaşır insanoğlu.
Kalp iki alanda Allah’a mutlak
anlamda muhtaçtır:
1- İbadet alanında. Ki ibadet insanın
yaratılışının gayesidir. İnsan ibadet yapsın diye yaratılmıştır.
2- Yardım isteme ve her işinde Allah’ı
vekili tutma. Çünkü, Allah, bütün faaliyetlerin tek çıkış kaynağıdır. Allah
yapan ve yaratandır.
Kalp, kendisini yaratıp terbiye
eden Allah’a ibadet edilmediği takdirde salah bulmaz, rahata kavuşmaz,
nimetlenmez, sevinç ve neşe duymaz, tad ve lezzet almaz, hoşnut olmaz, sükunet
bulamaz ve asla tatmin olıhaz. Allah’a ibadetin meydana gelmesi için de, O’na
sevgi duymak ve yalnız O’ndan yardım istemek şarttır. İnsan isterse bütün
zevklerin sahibi olmaya kudret göstersin ve bütün mahlu- katm zevklerini
tatsın, kalp yine de tatmin olmaz, sakinleşmez. Zira, ibadet mercii, sevgili
ve taleb edilecek tek kudreti olacak Allah’a kalp her zaman muhtaçtır. Onun
için ancak Allah’a ibadet edildiği takdirde, kalp huzur ve sükuna kavuşur. Sadece
bundan tat ve lezzet alır.
Böyle bir duruma ulaşmak için de
Allah’ın yardımı gerekmektedir. Allah yardım etmediği takdirde, hiç kimse böyle
bir sevgiyi insanın kalbine sokamaz. Böyle bir işe kimsenin gücü yetmez. Onun
için insanoğlu
“Yalnız sana ibadet eder ye yalnız
senden yardım isteriz”
ayetinin gerçeğine muhtaçdır. Eğer
bir kimseye dünya-
65 da
istediği ve arzuladığı şeyleri elde etmesi İçin yardım edilse, fakat Allah’a
ibadet konusunda yardım edilmese, böyle bir yardım insanı hüsrana ve büyük zararlara
götürür. Dünya nimetlerine kavuşmak, dünyanın elemlerinden ve sıkıntılarından
kurtulmanın tek yolu, samimi bir biçimde Allah’ı sevmektir. Arzuladığı dünya
nimetlerine ulaşamayan insanın içine düştüğü azabdan ve hüsrandan ancak Allah
sevgisiyle ve O’na ibadet etmesiyle mümkündür.
Allah sevgisini her sevginin üstüne
koyan, her sevgiden daha yüce sayanlar dünya zevklerinden ulaşamadıklarına
hasretlik duymaz ve kahrolmaz. Bir insanın hayat gayesi, maksatların en yücesi
olmadıkça, O’nun için sevip, yine O’nun için nefret etmedikçe hürriyet yoktur,
hoşnutluk yoktur. Onun için dünyada neyi severse, sadece Allah için sevecek ki
bir insan mümin olsun. Kendi nefsi adına severse sevdiklerini, böyle bir
insanın “Allah’tan başka ilah yoktur” deyimini kullanması yalancılık olur. Çükü
kendi adına, Allah’ı hesaba koymadan severse insanoğlu, böyle bir sevgiden
tevhit, kulluk ve Allah’a sevgi doğmaz. Böyle bir kişide, tevhit ve iman
eksikliği var demektir. Hatta elem, hasret ve azabda da bu böyledir. Eğer insan
arzu ettiği bîr şeyi elde etmek için çalışacak olsa, fakat elde etmek istediği
şeyi elde etmek için Allah’tan yardım istemese, O’na boyun eğip, muhtaçlık
göstermese, bütün çalışmalar boşuna bir gayretten öteye geçmez. Çünkü Allah
yardımı olmadıkça hiçbir şeye ulaşılamaz. Zira her zaman Allah’ın dilediği şey
olur, dilemediği ise olmaz. Allah matlub (istenecek merci) mah- bub, (sevgili)
murad, (istenen, irade edilen) ve mabud, (ibadet edilen, itaat edilen) olduğu
için, kul O’na her zaman muhtaçtır. Allah, arzu edilen, her zaman yardımı
istenen, güvenilip dayanılan bir kudret olması bakımından, kul her zaman için
O’na muhtaçtır. Çünkü, O, kendisinden başka mabut bulunmayan bir tek ilahdir.
Çünkü, O, kendisinden başka yetiştirip büyüteni olmayan yegane Rab’dır. Onun
için Allah’a kulluk iki şeyle tamamlanır. Sevgi ve itaat...
İnsan, Allah’ın dışında
sevdiklerini, Allah için değil sadece kendisi için severse ve Allah’tan
başkasına kendisine yardım etsin diye iltifat ve itibar ederse, böyle bir insan
sevdiği ve iltifat ettiği oranda, sevip iltifat ettiklerine kul ve köle olur.
Ama her bir sevdiğini sadece kendi
nefsi istediği için değil de, Allah istediği için severse, Allah dışındaki
sevdiklerini sadece Allah razı olsun diye severse, Allah’tan başka hiç bir kimseden
yardım taleb etmez, imdad beklemezse; bir neticeye ulaşmak için o neticeye
ulaşmanın sebeplerine gücü yettiğince sarılır ve çalışırsa; aynı zamanda o
sebeplerin yaratıcısı ve sahibi olarak sadece Allah’ı görür ve itikad ederse;
gökte ve yerde ne varsa, bütün mevcudatın yaratıcısı ve sahibi olarak yalnız
Allah’ı görürse; her yaratığın Rabbi, maliki ve teşhir edip yönetenin Allah
olduğuna iman ederse, o zaman vesilelere sarılarak varılan sonuçlar da geçerli
ve caiz olur. Kendisinin her işte O’na muhtaç olduğunu bilen insan, vesilelere
sarılarak maksuda ulaştığı takdirde o sonuç Allah’ın rızasına uygun bir sonuç
olur. Bu, Allah’a iman etmenin içindeki derin bir haldir.
İnsanoğlu, kendisine kulluk
görevlerinde yüklenebildiği miktarda itibar kazanır Allah indinde. Kulluktan
nasibine düşen oranda büyür insanoğlu. Fakat insanlar bu konuda derece
derecedir. Bu derecelerin sayısını ancak Yüce Allah bilir. İnsanların en
faziletlisi, en yücesi, Allah’a en yakın olanı, en doğru yolda olanı, Allah’a
anlattığımız biçimde en iyi kulluk yapanıdır. Yani, Allah’a kulluğu ve itaati
en çok olanın derecesi en yüksektir. Yalnız Allah’ı sevmek, Allah’ı sevdiği
için de, Allah’ın sevmesini istediği şeyleri sevmek Allah’ın gönderdiği dinin
en büyük gerçeğidir. Bütün Ra- suller ve nebilerle gönderdiği İslam dininin
temel gerçeğidir
67 bu. Bu
gerçek, bir kulun sadece ve yalnız Allah’a teslim olması, başkasına kul
olmamasıdır. Bütün ilahi ehıirlerin nirengi noktasıdır bu. Hem Allah’a, hem de
başkalarına teslim olana müşrik denir ve Allah’a sırtını dönmüş mütekeb-
birlerden olur böylesi.
Bir sahih hadisde şöyle
buyurulmuştur;
“Kalbinde zerre miktarı kibirlinme
olan bir kime hiç şüphesiz cennete giremez”22
Rasul sözünde zikredilen kibir,
Allah’a kulluktan, O’na itaatten engelleyen kibirdir. Kalbinde zerre miktarı
iman olan bir kimse nasıl ki sonsuza kadar cehennemde kalmazsa, zerre kadar
büyüklenme de cennetten mahrum bırakır. Demek ki kibir imanın kamil zıddı
oluyor, zira kibir, abidliğin, kulluğun gerçeğine uymamaktadır. Bir kutsi hadisde
şöyle buyrulmaktadır:
“Allah buyuruyor ki: “Azamet
gömleğim, büyüklenme de kaftanımdır. Bir kimse bunları Ben’den soyup almaya
kalkışırsa, ona azab ederim”23
Azamet ve büyüklük Rabbin
özelliklerindendir. Büyüklük azametten daha yücedir, daha ileridir. Bundan
ötürü azameti gömleğe benzertirken, kibri onun üzerindeki kaftana benzetmiştir.
Namazın, ezanın ve bayramların
açılışının tekbirle oluşunun sebebi buna işaret etmektedir. Hep O’nu
ululaştırma ile açılır kapılar. Sefa ve Merve gibi kudsi yerlerde, insan bir
şerefe yükseldiği zaman veya bir bineğe bindiğinde ve benzeri yerlerde tekbir
getirmek müstehab olarak kabul edilmiştir. Bir yangın ne kadar büyük olursa
olsun, yürekten çıkan bir tekbirle söndürülür. Ezan okunurken, tekbirle
başladığı için şeytan kaçar.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır
mealen:
(22) Müslim, İman: 147; Ebu Davud, Edeb:
29; Tirmizi, Birr: 61.
(23) Müslim, Birr: 136; Ebu Davud,
Libas: 29.
68
“Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin size karşılığını vereyim. Bana
itaat ve kulluk etmekten alıkoyan kibir sahipleri, bu kibirleri yüzünden
küçülmüş ve zelil olarak cehenneme gireceklerdir” (Mü’min: 40/60)
Kibrinden kendisini büyük
zannetmesinden ötürü Allah’a kul olmaktan uzak duran kimse, mutlaka
başkalarına boyun eğip zillet içine düşer. Zira insanoğlu iradesiyle hareket
etme istidatmdaki hassas bir yaratıktır.
Bir gerçek hadisde şöyle
buyrulmaktadır:
“İsimlerin en güzeli ve doğrusu,
Haris ve Hemam’dır”24
Haris çalışan ve kazanan demektir.
Hemam ise, hemme kelimesinden türemektir, ve Hemme ise, ilk adım, başlangıç,
depara kalkıştır. Yâni iradenin teşekkül anı ve yerine getirilme ilk hamlesi.
İnsanın devamlı olarak iradesi vardır. Her iradenin de elbette bir maksudu,
irade edileni olacaktır. Demek ki, her kulun sevgi ve iradesinin sonuçlandığı,
nihayete erdiği bir sevgili hedefi ve amacı vardır. Bir kimsenin sevgi ve
iradesinin hedefi Allah olmazsa, hele de kibrinden ötürü doğarsa böyle bir
durumda, elbette ki böyle bir kimsenin Allah’tan başka mahbubu ve amacı
vardır. Böyle kimseler, ya malı ya makamı, ya suretleri, yahut peygamberlerden,
salihlerden ve meleklerden bir kısmını kendisine ilah edinmiştir. Bazı
kimseler peygamber ve nebileri kendilerine Rab ediniyorlar. Bunlardan başka
şeyleri de ibadetlerine muhatab sayıyorlar.
Bir insan Allah’tan başkasını
kulluk yapmaya layık gördü mü, böyle biri mutlaka müşrik olur. Kulluğundan
ötürü kibirlenen kimseler de müşriktir. Bunun içindir ki, firavun, Allah’a
ibadet yapmaktan kaçınan, kulluğa yanaşmaktan uzak duranların en ileri geleni
ve en azılısı idi ve elbette ki müşrikti.
(24) Ebu Davud: 69; Nesai, Hayl: 3.
69
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Doğrusu biz Musa’yı mucizelerle ve apaçık delillerle takviye
ederek gönderdik. Firavn’a, veziri Haman’a ve Karun’a onlar Musa için şöyle
dediler: “Bu bir sihirbazdır ve yalancıdır” ayetinden Musa da şöyle dedi: “Ben
hesap gününe inanmayan her kibir ve azamet sahibinden benim ve sizin Rabbinize
sığınırım” İşte Allah, her kibir sahibi zorbanın kalbini böylece mühürler”
(Mü’min: 40/23) “Çünkü Firavun Mısır’da kibirlenip başkaldırmış ve insanlarını
bölerek kendisine bağlamıştı. Onlardan bir topluluğu ezebilmek için çocuklarını
boğazlattırıyor, kadınlarını ise canlı bırakıyordu. Hiç şüphe yok ki o çok
sinsi fırsatçılardandı” (Kasas:
28/4)
“Kalpleri ile yakinen bildikleri halde nefislerine zulüm yaparak
ve kibirlenerek bütün mucizeleri inkar ettiler. Ey Rasulüm! Bak ki bunların
sonuçları nasıl hüsran oldu” (Nemi:
27/14)
■ Bunlara
benzer, Firavun’u müşrik olarak tanıtan ayetler
•! Kur’an’da bir
hayli çoktur.
â İşte bir
başka ayet meali:
§ “Firavunun
kavminden ileri gelenler, Firavuna şöyle
dediler: “Musa’yı ve kavmini, fesatçılık yapmaları ve Musa’nın hem
seni hem tanrılarını terketmesi için mi yerinde bırakacaksın” (A’raf: 7/127)
Bütün araştırmalar göstermiştir ki,
bir insan Allah’a ibadet ve kulluk yapmaktan kibri yüzünden ne kadar kaçınırsa,
Allah’a şirk koşmada o kadar ileri gitmiş olur. Çünkü, Allah’a kibri yüzünden
sırt çevirenin derecesi ne kader artarsa, o nispette Allah’tan başkalarına kulluğu
artacaktır. Elbette ki, kişi Allah’ın yerine koymuş olduğu kalbinin sevgi hedeflerini,
Allah’ın ortağı yapmış olur.
Kalp asla bütün yaratıklardan uzak
duramaz onlara sev-
70 gi beslemekten kaçınamaz. Ancak, Allah sevgisi
bütün sevgilerin üzerinde olacak. Allah’a kulluk etmede, yalnız O’ndan yardım
dilemede, sadece O’na güvenip dayanmada, tek O’nun sevdiğini sevmede,
sevmediğini sevmemede, razı olmadığından razı olmamada, olduklarından ferahlık
duymada, Allah’ın kerih ve iğrenç gördüğünü iğrenç görmede ve kötü bir şeyi
yapmamada, Allah’ın dostluk kurduklarıyla dostluk kurmada, Allah’ın düşman
tanıdıklarını düşman olarak tanımada, Allah için sevmede, gene Allah için
nefret etmede, Allah için vermede yine O’nun için vermemede, asla O’na ortak
koşmayacaktır. Allah’a olan sevgisini ve dinine olan bağlılığını artırdıkça
kulluğu da güçlenir ve Allah’tan başkasına ihtiyaç duyma halinden kurtulur
insanoğlu. Allah’tan başkasına kul olmayan kimsenin kibri olmaz. Çünkü, yalnız
Allah’a kul olmanın gücü buna engeldir. Hıristiyana şirk, Yahudiye ise kibir
galip gelmiştir.
Yüce Allah hıristiyanlar hakkında
meal en şöyle buyurmaktadır:
“Alimlerini ve rahiplerini, Allah’ın yerine koyup Rabler
edindiler. Meryem’in oğlu İsa’yı da. Halbuki onlar da tek olan Allah’a ibadet
etmekle emrolun- muşlardı. Allah’tan başka itaat edilecek hiçbir ilah yok. O,
müşriklerden kendisine ortak koştuklarından tamamen münezzehtir” (Tevbe: 9/31)
Yahudiler hakkında da şunları
buyuruyor:
“Ey Yahudiler! Size nefislerinizin hoşlanmayacağı bir emirle bir
peygamber geldiğinde, kibirlenip inat ettiniz. Peygamberlerden bir kısmını
tanımadınız, bir kısmını da öldürdünüz” (Bakara:
2/87)
“Yeryüzünde haksız olarak
kibirlenenleri ayetlerimi anlamaktan men edeceğim. Onlar doğru yolda hangi
mucizeyi görseler, ona inanmazlar da, eğri yolda, sapık-
71 lıkta
kendilerine bir yol bulduklarında, o yola giderler. Onların böyle hareket
etmeleri, ayetlerimizi yalan saymalarından ve bilgi edinememelerindendir”
(A’raf: 7/146)
Kibir şirki davet eder. Şirk ise
İslam kelimesinin ifade ettiği mananın tam ve kamil zıddıdır. O öyle bir
suçtur ki, Allah bu suçu asla affetmez.
Yüce Allah bu konuda mealen şöyle
buyurmaktadır:
“Doğrusu, Allah şirk koşanı bağışlamaz. Fakat bundan başka
suçları, diledikleri için bağışlar ve affeder. Kim de Allah’a şirk koşarsa, pek
büyük bir günah işlemiş olur” (Nisa:
4/48)
“Muhakkak ki Allah kendisine ortak
koşanları asla bağışlamaz. Bu korkunç suçtan başkalarını mağfiret buyurur. Kim
Allah’a ortak koşarsa, kendisini Allah’tan çok uzaklaştıran bir sapıklığa
düşmüştür” (Nisa: 4/116)
Bütün Rasul ve nebiler İslam dini
ile gönderilmiştir. O öyle bir dindir ki, Yüce Allah ondan başka bir dini din
olarak kabul etmez. Ne evvelkilerden ve ne de sonra gelecek olanlardan.
Nuh’dan (a.s.) bahseden bir ayette
şöyle buyrulmak - tadır:
“Nuh: “Davetimden yüz çevirdiğiniz
takdirde size yazık olur. Davetime icabet ederseniz kazanırsınız. Ben sizden
herhangi bir ücret istemiyorum ki. Benim mükafatım ancak Allah’a aittir. Ve ben
yalnız O’nun birliğine ve emirlerine boyun eğmekle emrolundum.”
(Yunus: 12/72)
İbrahim (a.s.) hakkında da şöyle
buyurulmaktadır:
“Kendini bilmeyenden başka kim
İbrahim’in dininden yüz çevirir? Hakikat o ki, biz İbrahim’i seçtik. O,
ahirette salihlerdendir. İbrahim’e Rabbi, emrime uy, Müslüman ol!” dediği
zaman, şöyle cevap vermişti:
72
“Kendimi alemlerin Rabbi olan
Allah’a teslim ettim ve Müslüman oldum” Bu dini İbrahim kendi oğullarına
vasiyet ettiği gibi, Yakub da vasiyet etti: “Ey oğullarım! Hiç şüphe yok ki
Allah İslam dinini sizin için seçti. O halde siz de ancak Müslümanlar olarak
can verin!”
(Bakara: 2/132-133)
Yusuf’tan (a.s.) naklen:
“Beni Müslüman olarak öldür ve salih kulların ar asına kat” (Yusuf: 12/101)
Musa’dan (a.s.) naklen:
“Ey kavmim! “Siz gerçekten Allah’a
iman ettinizse ve O’nun birliğine ihlas ile teslim olmuş Müslümanlar iseniz,
artık yalnız Allah’a tevekkül edip güvenin”
(Yunus: 10/84)
Yine Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Hiç şüphe yok ki, Tevrat’ı biz
indirdik. Onda bir hidayet ve nur vardı. Müslüman olan nebiler Yahudiler
arasında onunla hüküm verirlerdi” (Maide: 5/44)
Belkıs’dan naklen şöyle
buyuruluyor:
“Ey Rabbim, ben gerçekten de
nefsime zulmetmişim. Şimdi Süleyman’ın rehberliğinde, alemlerin Rabbi olan
Allah’a teslim olup Müslüman oldum!” (Nemi: 27/44) Yine Yüce Allah buyuruyor:
“Hani İsa’ya bağlı olanlara: “Bana ve Rasulüme iman edin!” diye
ilham etmiştim de, onlar: “İman ettik, bizim gerçekten Müslüman olduğumuza
şahit ol!” demişlerdi.” (Maide: 5/111) “Kim İslam’dan başka bir din ararsa, o
din asla kendisinden kabul edilmez ve ahirette ebediyen zarar çekenlerden
olur” (Al-i İmran: 3/85)
‘Onlar Allah’ı dininden başkasını
mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde her ne varsa, hepsi de ister istemez
O’na teslim olmuştur ve ahirete O’na çevrilip
73 lıkta
kendilerine bir yol bulduklarında, o yola giderler. Onların böyle hareket
etmeleri, ayetlerimizi yalan saymalarından ve bilgi edinememelerindendir”
(A’raf: 7/146)
Kibir şirki davet eder. Şirk ise
İslam kelimesinin ifade ettiği mananın tam ve kamil zıddıdır. O öyle bir
suçtur ki, Allah bu suçu asla affetmez.
Yüce Allah bu konuda mealen şöyle
buyurmaktadır:
“Doğrusu, Allah şirk koşanı bağışlamaz. Fakat bundan başka
suçları, diledikleri için bağışlar ve affeder. Kim de Allah’a şirk koşarsa, pek
büyük bir günah işlemiş olur” (Nisa:
4/48)
“Muhakkak ki Allah kendisine ortak
koşanla» asla bağışlamaz. Bu korkunç suçtan başkalarını mağfiret buyurur. Kim
Allah’a ortak koşarsa, kendisini Allah’tan çok uzaklaştıran bir sapıklığa
düşmüştür” (Nisa: 4/116)
Bütün Rasul ve nebiler İslam dini
ile gönderilmiştir. O öyle bir dindir ki, Yüce Allah ondan başka bir dini din
olarak kabul etmez. Ne evvelkilerden ve ne de sonra gelecek olanlardan.
.Nuh’dan (a.s.) bahseden bir ayette
şöyle buyrulmak- tadır:
“Nuh: “Davetimden yüz çevirdiğiniz
takdirde size yazık olur. Davetime icabet ederseniz kazanırsınız. Ben sizden
herhangi bir ücret istemiyorum ki. Benim mükafatım ancak Allah’a aittir. Ve ben
yalnız O’nun birliğine ve emirlerine boyun eğmekle emrolundum.”
(Yunus: 12/72)
İbrahim (a.s.) hakkında da şöyle
buyurulmaktadır:
“Kendini bilmeyenden başka kim
İbrahim’in dininden yüz çevirir? Hakikat o ki, biz İbrahim’i seçtik. O,
ahirette sahillerdendir. İbrahim’e Rabbi, emrime uy, Müslüman ol!” dediği
zaman, şöyle cevap vermişti:
72
“Kendimi alemlerin Rabbi olan
Allah’a teslim ettim ve Müslüman oldum” Bu dini İbrahim kendi oğullarına
vasiyet ettiği gibi, Yakub da vasiyet etti: “Ey oğullarım! Hiç şüphe yok ki
Allah İslam dinini sizin için seçti. O halde siz de ancak Müslümanlar olarak can
verin!”
. (Bakara:
2/132-133)
Yusuf’tan (a.s.) naklen:
“Beni Müslüman olarak öldür ve salih kulların arasına kat” (Yusuf: 12/101)
Musa’dan (a.s.) naklen:
“Ey kavmim! “Siz gerçekten Allah’a
iman ettinizse ve O’nun birliğine ihlas ile teslim olmuş Müslümanlar iseniz,
artık yalnız Allah’a tevekkül edip güvenin”
(Yunus: 10/84)
Yine Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Hiç şüphe yok ki, Tevrat’ı biz
indirdik. Onda bir hidayet ve nur vardı. Müslüman olan nebiler Yahudiler
arasında onunla hüküm verirlerdi” (Maide: 5/44)
Belkıs’dan naklen şöyle
buyuruluyor:
“Ey Rabbim, ben gerçekten de
nefsime zulmetmişim. Şimdi Süleyman’ın rehberliğinde, alemlerin Rabbi olan
Allah’a teslim olup Müslüman oldum!” (Nemi: 27/44)
Yine Yüce Allah buyuruyor:
“Hani İsa’ya bağlı olanlara: “Bana ve Rasulüme iman edin!” diye
ilham etmiştim de, onlar: “İman ettik, bizim gerçekten Müslüman olduğumuza
şahit ol!” demişlerdi.” (Maide: 5/111) “Kim İslam’dan başka bir din ararsa, o
din asla kendisinden kabul edilmez ve ahirette ebediyen zarar çekenlerden
olur” (Al-i İmran: 3/85)
‘Onlar Allah’ı dininden başkasını
mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde her ne varsa, hepsi de ister istemez
O’na teslim olmuştur ve ahirete O’na çevrilip
73
götürüleceklerdir” (Al-i
İmran: 3/83)
Demek Yüce Allah, bu kainatta her
ne kadar yaratık varsa, gerek isteyerek gerekse istemeyerek Müslüman olduklarını
beyan buyurmuştur. Çünkü bütün varlıklar, genelde Allah’a kul olmaları için
yaratılmıştır. Bünu ister kabul etsin, isterse etmesin, asla farketmez, sonuç
değişmez. Bütün yaratıklar, isteseler de istemeseler de, O’na yönelmekte, O’na
muhtaç olarak yaşamak zorunda kalmaktadır. Hiçbir şey Allah’ın çizdiği kader
çizgisinin dışına çıkamamaktadır. Takdir ve kaza nasıl yazılmışsa, öylece
yaşamak zorundadır yaratık. Hayra da şerre de güç ancak O’ndan gelir. O bütün
alemlerin Rabbi ve Melikidir. O istediği şekilde idare eder. O herşeyin
yaratıcısı, mucidi ve şekil verenidir. Allah’tan gayrı her şey sonradan var
edilip yaratılmıştır ve mahluktur. Fakir, zelil ve muhtaç olarak yaratılmıştır.
Onun için de kuldur. Allah ise her türlü bildiğimiz ve bilmediğimiz
noksanlardan münezzehtir. O her türlü vasıfda tek ve birdir. Yaratıcı, icad
edici, şekil verici ve kahredicidir. O her ne kadar sebeplere yapışılmasını
emretmişse de, o sebeplerin yaratanı ve takdir edeni de yine O’dur. Kendisi
için sebep kılınan şey de, sebepler gibi sadece O’na muhtaçtır. Mahlukatta, bir
hayrı yapmak veya bir şerri defetmek için müstakil, özel bir sebep yoktur. Belki
bütün sebepler kendisine yardım edici diğer bir sebebe ve kendisine karşı çıkan
ve engel olan zararı def ediciye muhtaçtır. İşte o son sebebi yaratan da Yüce
Allah’dır. O herhangi bir yaratıktan yardım almaz. Hiçbir şeye muhtaç
değildir. O’nun kendisine yardım edecek bir yaratıktan yardım almaz. Hiçbir
şeye muhtaç değildir. O’nun kendisine yardım edecek bir ortağı, yahut karşı
koyacak ve engel olacak bir rakibi yoktur.
Yüce Allah buyuruyor:
“O halde bana haber verin bakalım.
Allah bana bir
74
keder dilerse sizin Allah’tan başka taptıklarınız O’nun bu
zararını giderebilirler mi? Yahut Allah bana bir nimet ve afiyet dilerse, onlar
O’nun bu nimetini engelleyebilirler mi? De ki: “Allah bana yeter. Her
Mütevekkilin tevekkülü ancak O’nadır” (Zümer:
39/38)
“Eğer Allah sana bir bela isabet ettirirse, o isabet eden belayı
artık O’ndan başka kimse senden gideremez. Sana bir hayır dilerse, yine bu
hayrı devam ettirmeye ve her şeye kadirdir” (En’am:
6/17)
Yüce Allah İbrahim’den (a.s.) şöyle
nakil buyuruyor:
“Şüphesiz ben hak din olan tevhide
yöneldim ve yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’a çevirdim ve ben O’na
ortak koşanlardan değilim” Kavmi de kendisine karşı mücadeleye kalkıştı. O
şöyle dedi: “Allah beni doğru yola iletmişken, siz O’nun hakkında benimle
çekişmeye mi kalkışıyorsunuz. Ben O’na ortak koştuğunuz putlarınızdan asla
korkmam. Rabbim dilemedikçe onlar bana hiç bir zarar veremez. Rabbim her şeyi
ilmi ile kuşatmıştır. Artık düşünüp hisse almayacak mı siniz? İman edip de
imanlarım zulüm ve şirke karıştırmayanlar var ya, işte korkudan emin olmak
onların hakkidir ve doğru yola eren de yalnız bunlardır”
(En’am: 6/79-82)
Abdullah b. Mesud’dan rivayet
edilen gerçek bir hadiste şöyle duyurulmaktadır: “Bu ayet indiği zaman Allah’ın
Ra- sulü’nün ashabına çok şiddetli ve zorlu geldi ve dediler ki: “Ey Allah’ın
Rasulü! Acaba hangimiz imanına zulüm ve şirk karıştırmamıştır?”
Allah Rasulü şöyle cevap verdi:
“Salih kulun sözüne kulak
vermediniz mi? O ancak şirktir ve şüphe yok ki şirk en büyük zulüdür”25
(25) Buhari, İman: 23; Enbiya: 8- 41;
Tefsir En’am: 3; Lokman: 1;
İstitabe: 1-9; Müslim, İman: 197;
Tirmizi, Tefsir En’am.
75
İhlasa erdirilmiş ve iyice, doğruya
yönelenlerin imamı Halil İbrahim Rasul olarak gönderildiği zaman, bütün arzı
müşriklerin dini kaplamıştı.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Hatırlayın ki bir vakit İbrahim’i Rabbi bir takım kelimelerle,
emir ve yasaklarla imtihan etti. İbrahim o kelimeleri tamamen yerine getirdi.
Allah “Ben seni insanlara önder yapacağım” buyurdu. İbrahim: “Benim zür-
riyetimi de imam yap” diye yalvardı. Allah: “Senin zür- riyetinden olan
zalimler, benim imametime asla nail olamazlar” (Bakara:
2/124)
buyurdu.
Görülüyor ki, Yüce Allah’ın imameti
ve ahdi zalime ait değildir. Demek ki Allah zalimin önder olmasını istememektedir.
Zulmün en ileri derecesi ise, evvelce de belirttiğimiz gibi, şirktir. Yani,
Allah’ın mahlukatmdan herhangi birine, Allah’a güvenildiği gibi güvenilmektir.
Mahluktan imdad dilenmek, belaları defedeceğine inanmaktır. Kısacası Allah’ın
ellerinde olan işleri mahlukattan beklemektir.
Yüce Allah buyuruyor:
“Gerçekten İbrahim, hak dine yönelen, Allah’a itaat üzre bulunan
bir önderdi. Ve o hiçbir zaman da müşriklerden olmamıştı” (Nahl: 16/120)
Ümmet kelimesinin asli manası,
kendisine tabi olunan ve hayır öğretici kimse anlamına gelmektedir. Kıdve kelimesinin,
kendisine uyulan kimse demek olduğu gibi. Yüce Allah İbrahim’in (a.s.)
zürriyetine peygamberlik ve kitap ihsan etti. Kendisinden sonra gelen bütün
nebi ve Rasulleri onun soyundan getirdi.
Yüce Allah buyuruyor:
“Sonra Ey Rasulüm! Sana şöyle
vahyettik: Doğru yola yönelerek İbrahim’in milletine, yani dinine uy! O hiç
76
bir zaman müşriklerden olmadı”
(Nahl: 16/123)
“Gerçek anlamda İbrahim’e en yakın olanlar, ona kendi zamanında
bağlı olanlarla, şu Rasul (Muhammed) veO’na iman edenlerdir. Allah bütün mü’minlerin
yardımcısıdır” (Al-i
İmran: 3/68)
“İbrahim ne bir yahudi, ne de bir hıristiyandı. Fakat Allah’ı bir
tanıyan gerçek bir Müslümandı ve müşriklerden de değildi” (Al-i İmran: 3/67)
“Yahudi ve hıristiyanlar
Müslümanlara şöyle dedi: “Yahudi yahut hıristiyan olun ki, doğru yolu bulmuş
olasınız!” Rasulüm! De ki: “Biz hak yol olan İbrahim’in dinindeniz. O hiçbir
zaman şirk koşuculardan olmadı” Ey mü’minler, şöyle deyin! “Biz Allah’a ve bize
indirilen Kur’an’a; İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarına
indirilenlere; Musa’ya ve İsa’ya verilen kitablara ve bütün nebilere Rableri
tarafından verilen kitaplara iman ettik. Onların hiçbirini diğerinden ayırd
etmeyiz. Biz ancak Allah’a boyun eğen Müslümanları^!”
(Bakara: 2/135-136)
Allah Rasulü bir sahih hadisde
buyurmuştur ki:
“Hiç şüphesiz, İbrahim insanların
en hayırlısıdır!”26
İbrahim (a.s.) Rasulullah’tan
(s.a.v.) sonra en ileri gelen kuldur. Çünkü o Halilullah’tır. Yani, Allah’ın
dostu.
Yine sahih bir hadiste şöyle
buyurulmuştur:
“Eğer yeryüzü ehlinden bir dost
edinseydim, Ebu Bekir’i dost edinirdim. Fakat (kendisini kastederek) aradaşmız
Allah’ın Halili ve dostudur”27
Ebu Bekir (r.a.) hakkında söylenen
bir başka sahih hadiste de şöyle buyruhnaktadır:
“Mescid-i saadete açılan hiçbir
kapı bıkarılmadı, hepsi kapatıldı. Ancak Ebu Bekir’in
kapısı açık bırakıldı”28
i 26) Müslim, Fedail: 150.
(27) Tirmizi,
Menakıb: 14; İbn Mace, Mukaddime: 11; Ahmed: 11.
77
Diğer bir hadiste buyruldu:
“Dikkat ediniz ki, sizden evvelki
bir çok kimseler kabirleri mescidler, yani secde yeri ediniyorlardı. Dikkat
ediniz ve kabirleri mescid edinmeyiniz. Ben sizi bun- den mutlaka menediyorum”29
Bütün bunlar sahih hadiselerdendir.
Yine sahih hadislerde beyan edildiğine göre, Allah’ın Rasulü, yukarıdaki
kabirleri mescid edinme hakkındaki sözlerini ve diğerlerini ölümünden birkaç
gün önce söylemişlerdir. Onun için bu hadisler, Rasulü Ekrem’in risaletini
tamamlayan hadislerdir. Çünkü burada Allah dostluğunun hakikatinin tamamı
vardır. O dostluk ki, aslı, Allah’ın kula sevgisi, kulun da Allah’a sevgisidir.
Bu hususa Cehmiyye ekolü itiraz etmiştir.
Yine bu hadislerde, müşriklere
benziyenlere red olarak, Allah’ın birliğinin hakikati ve O’ndan başka kimseye
kulluk etmeme gerçeği vardır. Ayrıca bu hadislerde, Ebu Bekir’in (r.a.)
hakkını ayaklar altına almaya çalışan rafîzilere de red vardır. O rafiziler ki,
kıble ehli olan Ali’ye (r.a.) ve diğer bir kısım büyük insanlara ibadet etmekle
en büyük müşriklerden oluşmuşlardır.
Hillet, yani Halil kökenli dostluk
o üstün sevgidir ki, kulda kesin olarak Allah’a ubudiyet hali meydana getirir.
Alla da böyle kulların kesin olarak terbiyecisidir, sakman- nıdır. O kullar
Allah’ı severler, Allah da o kulları.
Ubudiyet, yani kulluk kelimesi,
üstün muhabbet yüce lezzetleri içinde barındıran bir haldir. Böyle yücelikleri
ifade eder bu kelimenin manası.
Araplar “Kalp sevgiliye kul köle
olduğu zaman itirazsız itaat doğar sevdiğine karşı” derler. İtirazsız itaat da
gerçek kulluğun ta kendisidir. Zira muti olmak, kul olmak demektir. Böyle bir
hal İbrahim (a.s.) ve son Rasulde kemale, en
(28) Buhari, Menakıb: 45; Müslim,
Fedail: 2.
(29) Müslim, Cenaiz: 97.
78 son noktaya ulaşan bir haldir. Yâni onlar
kullukta en ileri olanlardır. Bundan dolayıdır ki, Allah Rasulü’nün, bu dünyada,
hâlil ve hillet kelimelerinin ifade ettiği manada tek bir dostu yoktur. Zira
“Hillet” çokluk kabul etmez bir mana içindedir. Allah Rasulü’nün tek halili
bizzat yüce Allah’dır.
Fakat, sevginin, yani muhabbetin
aslı hillet gibi değildir. Çünkü Allah Rasulü bir sahih hadislerinde Haşan ve
Usame hakkında şöyle buyurmuşlardır:
“Allah’ım! Ben şüphesiz onları (Haşan ve Usame’yi) seviyorum.
Sen de sev onları. Ben onları seveni de seviyorum”30
Amr b. As sordu:
“Ey Allah’ın Rasulü! Sana
kadınların hangisi daha sevimli gelmektedir?” Allah Rasulü buyurdular:
“Aişe” Amr b. As:
“Peki erkeklerden hangisini daha
fazla seviyorsunuz?
diye sordu. Allah Rasulü:
“Onun babası Ebu Bekir’i”
diye cevap verdi.31
Allah Rasulü şöyle buyurdular:
“Bayrağı yarın bir adama vereceğim
ki, Allah’ı ve Ra- sulü’nü sever, Allah ve Rasulü de onu sever”32
Sevgi konusunda bunlara benzer daha
bir çok beyan vardıt, ama bütün bu sevgililer hilletin ifade ettiği mana içine
girmezler.
Yüce Allah Kur’an’da mealen şöyle
buyurmaktadır:
“Allah muttakileri sever” (Al-i
İmran: 3/76)
“Allah ihsan eden muhsinleri sever”
(Bakara: 2/195) “Allah adaletle hareket edenleri sever”
________________ _________ (Hucurat: 49/9)
(30) Buhari, Fedail: 22; Müslim, Fedai!:
58-59.
(31) Müslim, Fedail: 33; Ahmed: 2/384.
(32) Buhari, Fedail: 9; Müslim, Fedail:
32.
79
“Allah tevbe ederek günahlarından temizlenenleri sever” (Bakara: 2/222)
“Hiç şüphe yok Yüce Allah kendi yolunda birbirlerine kenetlenmiş
bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever” (Saf: 61/4)
“Allah öyle bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da
Allah’ı severler” (Maide:
5/57)
Bu ayetlerde, kendisinin kullarını,
kullarının da kendisini sevdiğini söylemektedir, haber vermektedir. Hatta bir
ayette şöyle buyurmaktadır:
“İman edenlerin Allah’a olan sevgileri daha kuvvetli ve daha
şiddetlidir” (Bakara:
2/165)
Hillete gelince; bu çok özel bir
dostluktur. Sevgi ise genel anlam taşır. Bazı kimseler Allah’ın Rasulü’ne
“Habibullah” ve İbrahim’e (a.s.) ise “Halilullah” demektedirler. Bu kimseler,
muhabbetin hilletten üstün olduğunu sanıyorlar. Halbuki bu zanları çok zayıf
bir zandır. Çünkü, Allah’ın Ra- sulü de aynen İbrahim (a.s.) gibi
“Halilullah”dır, yani, Allah'ın halilidir. Yani, Allah'ın dostudur. Yukarda
zikrettiğim sahih hadis bunu vurgulamaktadır. Abbâs’m (r.a.) bir halil ile bir
habibin arasında haşrolacağını bildiren ve buna benzer başka rivayetler, mevzu
hadislerdir ve itibar etmek asla caiz değildir.
Gerçek hadisin ifadesine uygun
olarak, biz yukarıda, Allah’a muhabbetin, hem Allah’ı sevmek, hem de Allah'ın
sevdiklerini sevmek olduğunu belirttik. Gerçek bir hadisde buyrulmaktadır:
“Üç şe vardır ki, bunlardan biri
bir insanda bulunursa, o insanda iman lezzeti vardır: Allah ve Rasulü
kendisine herşey den sevgili ise, sevdiği bir kimseyi Allah için severse ve
Allah kendisini bir kere imana sokup kurtardıktan sonra, yeniden küfre dönmeyi
ateşte yanmaktan nefret ettiği gibi nefretli karşılarsa”
80
Allah Rasulü, kendisinde üç şey
bulunan kimse imanından tad alır, lezzet bulur diyor. Bir insanın bir şeyden
lezzet alabilmesi için, o şeyi çok sevmesi, muhabbet duyması gerekmektedir, Bir
insan bir şeyi çok severse veya iştah duyarsa, o zaman o şeyden büyük lezzet
alır. İnsan o sevdiği şeyde tad, lezzet, halavet ve surur bulur. Lezzet, gayet
bağlı bir sevgili olunursa doğar.
Felsefe ve tıp mensuplarından
bazılarının dediği gibi: “Lezzet, ancak idrakte vardır” Fakat böyle düşünen
kimse çok büyük bir yanılgı içindedir. Zira idrak sevgi ve lezzetin arasında
olan bir haldir. Mesela bir insan bir yemeğe iştahlanır da onu yerse çok büyük
bir lezzet duyar. Bir kimse, henhangi bir şeye bakmayı şiddetle arzularsa ve
öyle bakarsa, baktığı şeyden çok büyük bir lezzet duyar. Sadece bakmış olmak
için bakmak insana lezzet vermez. Demek ki önemli olan sadece görmek değil,
görmeden dolayı alman lezzettir.
Yüce Allah mealen şöyle buyuruyor:
“Cennette canların arzu ile isteyeceği ve gözlerin lezzet alacağı
her şey var” (Zuhruf:
43/71)
Demek ki, nefis için hasıl olan
bütün lezzet ve elemler, ferah ve hüzündendir. Bunlar da sevileni yahut
sevilmeyeni şuurlu bir şekilde anlamaktan ortaya çıkar. Fakat mücerret anlamak,
idrak etmek ferahlık veya hüzün değildir.
Netice: Ferahlanma ve lezzetlenmeyi
içine alan imanın halaveti ki, bunu imanın lezzetini tadan mü’min bulur, Allah’a
muhabbetin en yüce doruğunda doğar ve O’na büsbütün bağlar. Bu hal üç şeyle
meydana gelir: Muhabbeti kemale erdirmek, onu tarif etmek ve zıddını defetmek.
Muhabbetin kemale ermesi, Allah ve
Rasulü’nü herşey- den fazla sevmek ve her şeyden üstün tutmaktır. Allah ve Rasulü’nü
normak bir sevgiyle sevmek yeterli değildir. Yukarda ifade ettiğimiz gibi,
Allah ve Rasulü’nün sevgisi herşey-
81
den ve her sevgiden üstün olacak.
Muhabbetin tarifi de, sevdiğini
ancak Allah için sevmek ve muhabbetin zıddıni defedebilmektir. İmanın zıddı
olan küfürden, ateşe atılmaktan nefret edildiği gibi nefret edip tiksinmektir.
Allah’ın Rasulü’nü ve bütün
mü’minleri sevmenin Allah sevgisinden geldiğini bir iyi anladıktan sonra (ki,
Allah’In Rasulü de mü’minleri, Allah sevdiği için severdi. Zira o, Allah’a duyulan
muhabbet konusunda, bütün insanların en üstünüydü ve sevdiğini sevmeye,
sevmediğini sevmemeye en layık olanı idi.) Hilleti daha iyi anlamış olacağız.
Hillette, yani dost edinmede,
Allah’tan başkası için hiç bir hak yoktur. Başka bir deyimle, Allah’tan
başkasını dost edinme diye bir mesele olamaz. Dost edinmek sadece Allah’a
mahsustur.
Allah’ın Rasulü şöyle buyurmuştur:
“Eğer yeryüzünde olanlardan birini
dost edinmek hakkım olsaydı, elbette ki Ebu Bekr’i dost edinirdim”33
Demek ki, Allah Rasulü bile Allah’tan
başkasını kendisine dost edinemiyor. Çünkü, dostluk sadece Allah’a mahsustur,
O’na ait kılınmıştır. İşte bütün bunlar böyle anlaşılınca, hilletin mutlak,
tecezzi etmez bir muhabbet olduğu ve her muhabbetin üzerinde olduğu anlaşılmış
olur.
Maksud, amaç, gaye: Allah’a
muhabbet ve dostluğun ve O’na kulluğun gerçekleşmesinden ibarettir. Bu hususda
bir çok kimse yanılmış ve kulluğun, beraberinde muhabbet bulunmaksızın, yalnız
boyun eğmek ve bunun lezzetini al- makten ibaret olduğunu zannetmişlerdir.
Kullukta muhabbet, heva ve nefsi arzularda ferahlamak ve rububiyetin tahammül
edemıyeceği bir zillete düşmektir.
Bundan dolayı rivayet
edilir ki, etrafındakiler muhabbet
(33) Buhari,
Salat: 80; Feraiz: 9; Fedail: 3-5;
Müslim, Mesacid: 38; Fedail: 27.
82 hakkında konuştuğu zaman, Zinnun şöyle
demiştir: “Durun ve bu meseleden söz etmeyin. Nefisler muhabbeti bilemez ki,
ondan söz etme hakkına sahip olsun”
İlim ve marifet ehlinden bir çoğu,
lezzetini duymadan muhabbetten bahsedenlerin toplantısında bulunmayı kötü
saymışlardır ve böyle toplantılara asla katılmamışlardır.
Seleften (bizden evvel yaşamış
olan) biri şöyle söylemiştir: “Bir kimse sadece sevgi ve muhabbetle ibadet ve
kulluk yaparsa böyle bir kimse zındıktır. Yani, küfrünü içinde saklayan ama
dışarda iman ehli olarak görünen kişi. Bir kimse sadece bir şeyler umarak
Allah’a ibadet ve kulluk yaparsa, bu kimse mürcielerden olur. (Mürcie mezhebi,
küfürle itaatin bir fayda vermeyeceğine, imanla da masiyetin bir zarar
getirmeyceğine itikad eden bir mezhep). Bir kimse Allah’a sadece korku ile
kulluk ve ibadet yaparsa, böyle bir kimse de Haruriyelerden olur. (Haruriyeler,
hakem meselesinde Ali’ye (r.a.) karşı hareket eden Ali’nin askerleridir.
Ali’ye (r.a.) savaşmaşlardır ve savaştıkları yerin adı da Harua olduğu için,
bunlara Haruriye denmiştir). Her kim, Allah’a, korku, umut, sevgi ile birlikte
kulluk ve ibadet ederse, işte bunlar mü’min ve muvahhiddir.
Seleften sonra gelenlerden
bazıları, muhabbet konusunda o kadar ileri gitti ki, hududları aştılar. Ve
bundan da inşirah duyup ferahladılar. Öyle ki muhabbeti bir çeşit ahmaklığa
döndürdüler. Kulluğa zıd ve ancak Allah için caiz olacak bir çeşit rububiyet
mertebesine çıkaran bir dava haline getirdiler.
Bu konuda o kadar ileri gidenler
var ki, bunlardan bazıları, enbiya ve Rasullerin de hududunu aşarak, bazı iddialar
ileri sürüyorlar. Veya öyle şeyler istiyorlar ki, o, istedikleri ancak Allah
tarafından yerine getirilebilir. Rasul ve Nebiler bile bu istekleri yerine
getiremez.
Bu mesele birçok şeyhin ayağını
kaydıran bir meseledir.
83 Ayaklarının
kaymasının sebebi, Rasullerin beyan eylediği ve getirdiği emir ve yasakların
tespit etmiş olduğu ubudiyeti ve kulluğu yeterince talim etmemiş olmalarıdır.
Belki de kulluğu anlayacak kafa yapısına sahip olmayışları onları çukura
düşürmüştür. Elbette ki aklı zayıf olanların dini anlamaları çok müşküldür.
Çünkü, nefislerinde sapık ve cahilane bir muhabbet doğar aklı eksik olanların.
Böyle bir muhabbetten ancak aklı eksik olanlar bir lezzet duyar. Nasıl ki bir
insan başka bir insana duyduğu muhabbetle, cahilliği ve aptallığı sebebiyle
ferahlar ve der ki: “Ben onu seviyorum. Onun için, kendisine yapacağım her
türlü yanlışlık ve kötü hareketten ötürü sorumlu olamam! Sevgin beni temizler
her türlü kirlilikten” Böyle düşünen ve inanan kimse, dalaletin en derin
gayyasında boğulmuştur. Çünkü bu söz Kur’an’da nakledilen Yahudi ve
hıristiyanlarin sözlerine bezemektedir:
“Yahudiler ve hıristiyanlar: “Biz Allah’ın oğullar ve
sevgilileriyiz” dediler. Yüce Allah onlara şöyle cevap verdi: “Onlara de ki: O
halde neden günahlarınızdan ötürü Allah size azab ediyor? Hayır, doğrusu siz
O’nun yarattığı insansınız Dilediğini bağışlar dilediğine azab eder” (Maide: 5/18)
Bu ayette Allah onlara işlediği
günahlardan ötürü azab edeceğini, Allah katında bir sevgileri olmadığını ve hiç
kimsenin kendi oğlu olmadığını ortaya koyuyor. Kendilerinin de diğer insanlar
gibi birer yaratık olduklarını belirtiyor. Allah bir kimseyi severse o
sevdiğini muhabbet duyduğu işlerde kullanır. Allah’ın sevgilisi, Allah’ın men
ettiği kötü işlerin hçbirini yapmaz. Bir insan büyük günahları işler ve bu
kötü halden tevbe edip vazgeçmezse, hiç şüphe yok Yüce Allah onun yaptıklarına
kızar ve cezalandırır. Tersine, mü’min kulunu sevdiği için de, mü’min kulların
yaptığını sever ve razı olur. Zira Yüce Allah, kulu imanı ve
84
takvası oranında sever.
Allah kendisini seviyor diye,
işlediği günahlara devam eden kimse ve hele bunun kendisine bir zarar vermeyeceğine
inanan bir insan, zehir içtiği halde, bünyesinin bu zahri yeneceğine ve
zehirden bir zarar görmeyeceğine inanan ahmak kimse gibidir. Eğer böyle
ahmaklar, Rasullerin bile, kendilerine indirilen kitaplardaki emir ve yasaklara
uymak için, ne büyük eziyetlere katlandıklarını, ne acı bela ve zorlukları karşılamak
zorunda olduklarını bilselerdi, elbette ki, böyle bir ahmaklığa düşmezlerdi. Ki
o Rasuller insanların Allah katında çıkacakları en yüksek makamlara
çıktıklarını, yücelikte ve Allah’ın sevdiklerinde müstesna yeri olduklarını
bilirler ve belki de doğru yola gelebilirlerdi birazcık akılları olsâydı.
Bir kimse, bir başka kimseyi
gerçekten sevse bile, sevilenin dediklerini yapmaz, onu memnun etmeye çalışmazsa
bir de üstüne üstlük sevdiğine kaba muamele ederse, sevdiğinin kızgınlığını
nefretini celbeder ve belki de cezasına muhatab olur.
Dine bağlı olan bir çok kimse sırf
cahillikleri ve idaresizlikleri sebebiyle, Allah’a kulluğu sadece sevgide
arâdılar. Bunlar Allah’ın hududlarını çiğnedikleri, Allah’ın hakkını
vermedikleri, batıl ve sapık iddialar ileri sürdükleri halde, sevginin
kendilerini kurtaracağı sapıklığına düştüler. O kadar sapık şeyler söylediler
ki, bu sözleri Allah’ın affetmesi mümkün değildir. Mesela: “Benim herhangi bir
müridim, bir kimseden nefret eder, onu cehennemlik olarak görürse, ben ondan
uzak olurum” gibi batıl sözler söyleyenler bile sevgiye sığınmak hatasına
düştüler.
Bu hatalardan birisi, müridin bir
insanı cehenneme atacağını yahut oradan kurtaracağını sanmasıdır. Müridini
böyle bir güçte görmekten daha sapık görüş var mıdır insanlık aleminde. Mürid,
yani talebe bile bu güçde olduktan
85
sonra, siz varın hesap edin, şeyh
hangi güçtedir.
Bazısı da şöyle söyler: “Kıyamet
günü cehennemin üzerine benim çadırım örtülür ve örtüyü aşıp da hiç kimse cehenneme
gönderilemez”
Çok meşhur şeyhlerden bu ve buna
benzer sapık sözler duyulmuştur. Bunlar ya o şeyhlere yapılar iftiralardır ya
da kendilerinden sadır olmuş sapık sözlerdir.
Bu gibi sözler bazen insanoğlu
sarhoş haldeyken ağızdan çıkar. Bu gibi hallerde insan temyiz gücünü, muhakeme
yeteneğini kaybeder, ne söylediğini bilmeyecek kadar güçsüz kalır. Sekr, yani
sarhoşluk, iyiyi kötüden ayırma gücünde o- lunmadığı zamanlarda tadılan bir
lezzettir. Bundan ötürü, bu sözleri safedenler, sekr halinden çıkıp ayıldıkları
zaman, söylediklerinden pişmanlık duyup tevbe etmişlerdir ekseri.
Sevgiden, şefkatten, levmden,
aşktan bahseden kasideleri dinlemeyi önemli şayan şeyhlerin asıl maksadı budur.
Çünkü bu gibi kasideler, neye ait söylenmiş olursa olsun, dinleyen ve okuyan
kişinin kalbini tahrib eder ve sevgi doğrurur.
Yüce Allah ne kadar açık anlatıyor
bu gerçeği:
“Allah sevgisini ve muhabbetini
indirdi, onunla insanları imtihan ediyor” Ve yine; “Deki: Eğer Allah’ı seviyorsanız,
bana uyun. O zaman Allah da sizi sever...”
(Al-i İmran: 3/31)
Demek ki, ancak Rasulü’ne uyanları
seviyor Yüce Allah. Demek ki, Rasulü’ne uymuş olanlar gerçekten sevmiş oluyorlar
Allah’ı başkları değil...
Rasule uymak ise, ancak kulluğun ne
olduğunu araştırıp öğrenmekle mümkün olacak bir iştir. Halbuki, Allah’a muhabbeti
olan pek çok kimse, Allah’ın gönderdiği şeriattan ve sünnetinden çıkmakta ve
bu küçücük kitap da sayıp dökemeyeceğimiz çeşitli sapıklıklar ileri
sürmektediler. Hatta bunlardan bazıları, emirlerin kendisinden iskad olduğunu
ve haramların kendisine helâl kılındığını ve daha
86 birçok Allah’ın şeriatına, Rasulün sünnetine
aykırı iddialarda bulunuyor. Bir ayeti kerimede, Yüce Allah, yalnız kendisine
ve Rasulüne itaat edip muhabbet duymayı ve Allah ve Rasul için cihat etmeyi
imanın temeli sayıyor. Cihat, Allah’ın emrettiğini sevip yüceltmek, yasak
ettiği şeylerden de nefret edip defetmek için yapılan mücadeledir. Allah ve
Rasul sevgisinin en tabii sonucudur cihad.
Yüce Allah kendisini sevenlerin ve
kendisinin sevdiklerinin tarifini yaparken şöyle buyurmaktadır:
“Mü’minlere şefkatli, müşriklere ve kafirlere izzetli ve şeci
şiddetli davranırlar, Allah yolunda mallarıyla canları ile cihat ederler ve
dedikoducunun dedikodusundan korkmazlar” (Maide:
5/54)
İşte bunun içindir ki, bu ümmetin
Allah’a olan muhabbeti, diğer geçmiş ümmetin muhabbetinden çok daha şiddetli
ve ileridir. Bu ümmetin Allah’a olan kulluğu eski ümmetlerin kulluğundan çok
daha üstündür. Bu ümmetin en üstünü ise, Allah Rasulü’nün ashabıdır. Onların
içinde de en ileri olanı, Rasule en çok benzeyenidir. Durum böyle olunca,
muhabbet edenlerin durumu acaba nerede kalır?
Şeyhlerden şöyle sözler
duyulmuştur: “Muhabbet kalpde var olan bir ateştir ki, mahbubu, sevileni murat
etmekten gayri her şeyi yakar kül eder”
Bu sözlerle, meydana gelen her şey,
vakıa halinde ortaya çıkan her oluş ancak Allah istediği için var olur.
Allah’ın istemediği hiç bir şey meydana gelemez. Böyle olunca da, elbette ki
Allah’ı sevdiğimiz için, onun murad edip ortaya çıkardığı her ne varsa sevmemiz
gerekmektedir. Hatta küfür, fasıklık ve isyaını bile. Evet böyle
zannetmektedirler. Madem ki, kalpde doğan bir hali Allah’a olan sevgi
yakmamıştır, öyleyse o şey güzeldir telakkisi.
Halbuki, bir insanın varlık
aleminden bulunan her şeyi sevmesine imkan yoktur. İnsan ancak kendisine iyi
gelen,
87 faydası
olan şeyleri sever. Kendisine zıd olan, karşı koyan, zarar veren şeyleri ise
hiç sevmez. Bu adamlar hiç şüphe yok, kendi nefsi isteklerine uyarak böyle
hatalara düştüler, Tabii ki, kendi nefislerinin istediği şeye uydukları için,
nefsi istekleri gelişip çoğaldı, böylece şehvetlerine daldıkça daldılar,
nefislerinin istediği ve sevdiği şeyleri Allah sevgisi içinde görmeye
başladılar. Her türlü sapıklığı Allah sevgisinden ötürü sevdiklerini iddia
ettiler.
Halbuki, Allah’a muhabbet, sadece
Rasulün getirdiklerini sevmekle, yasakladıklarını sevmemekle mümkün olacak
bir Yüce haldir. O’nun sevmediğini sevmek, bu hali kesinlikle siler süpürür.
Allah’ın, sevmediği, nefret edip
gazap ettiği, hasılı yasakladığı şeylere ait kâza ve kader konusuna gelince.
Şayet bir insan O’nun buğz ve gazab ettiği şeyleri, aynı şekilde göremezse,
yani, gazab ve nefretine muhatab saymazsa, Allah’ı sevmemiş olur ve böyle bir
kişinin başına gelecek-, lerden şikayeti ölamaz.
Gelelim İslam şeriatına uymak ve
onun adına cihad etmek meslesine:
Bu gerçek mü’minlerle, sahtelerini
birbirinden ayıran en geçerli endazedir. Allah’ı sevenlerle, Allah’ın sevdiklerini,
yani, Allah’a muhabbet duyanla, genel rububiyete bakarak Allah’a muhabbet
ettiklerini’iddia edenlerin arasım ayıran en kesin çizgidir cihad. Kur’an’a
uyanlarla, İslam’da olmayanların arkasında koşanları birbirinden ayırt eden,
çok kesin bir şablondur cihad.
Gönderdiği kanunlara uymadan,
Allah’a muhabbet beslediğini söyleyenlerin muhabbeti, hıristiyanlarla yahudi-
lerin beslediği muhabbete benzer. Hatta bunların durumu Yahudi ve
hıristiyanlardan kötüdür. Şirki onlarınkinden daha beter bir şirktir. Çünkü,
onları cehennemlik yapan saik, aralarında Var olan nifaktır.
88
Yahudi ve hıristiyanlar küfür seviyesine
üremedikleri zaman, Tevrat ve Incil’de Allah sevgisinin teşvik edildiği,
onların ittifak ettiği bir görüş olmaktadır.
Nitekim Incil’de İsa’ya (a.s.)
şöyle söylemektedir:
“Bütün, kalbinle, nefsinle ve
aklınla Allah’ı seveceksin!”
Hıristiyanlar, çoğu zaman bu
sevgiye sahip olduklarını ileri sürerler. Onlarda ibadet çoğunlukla sevgi
üzerine otu- ru. Fakat, Allah’ın kanunlarına uymadıkları için, bu sevgileri
boş bir sevgidir. Allah’ın sevdiklerini sevmedikçe, iddia ettikleri sevginin
onlara hiçbir faydası yoktur. Allah’ın sevdiklerine uymuyorlar ve tam tersine,
gazab ettiklerine uyuyorlar ve böylece Allah’ın rızasına kulak asmıyorlar.
Bunun için de bütün amelleri heba olup gitmektedir. Ancak kendisini sevenleri
sever. Kul Allah’ı sevmediği takdirde, Allah’ın öyle bir kulu sevmesi bahis
konusu bile edilemez. Ancak, kül Allah’ı hangi miktarda seviyorsa, Allah da o
kulu sevdiği miktarca sever. Her ne kadar, Allah kulun yaptığından daha çok
verecektir ama, kul bir verirse Allah on verecektir ama... Bir hadisde
buyrulduğu üzere:
“Her kim bariâ bir karış
yaklaşırsa, ben ona on karış yaklaşırım; Kim bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona
on kulaç yaklaşırım; Kim bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim”34
Yüce Allah, muttakileri,
muhsinleri, tevbe ederek günahlarından temizlenenleri sevmekte olduğunu haber
vermektedir. Daha başka bir deyimle, aşağıdaki sahih hadisde beyan buyrulduğu
üzere, Yüce Allah, emrettiklerini yapan, yasakladıklarını da yapmayan herkesi
sever. Kudsi hadisde şöyle buyrulmaktadır:
“Kulum kendisine farz kıldığım
şeyleri yapmakla ba-
(34) Müslim, kikak: 38; Müslim, Zikir:
20-22.
89 na
yaklaştığı gibi hiçbir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum nafilelerle bana yaklaşmaya
devam eder, tâki onu sevdiğim zamana kadar. Onu sevdiğim zaman ise, sevdiğimin
işiten kulağı, gören gözü olurum”35
(Yani, benim istediğim biçimde
görür, istediğim biçimde işitir denmek istenmektedir.)
Sayısız hataya düşen bu akılsızlar,
zühd ve takva adına misli görülmedik sayıda bid’at uydurdular. Aynen yahudi ve
hırıstiyanlar gibi, şeriata, yani kanunlara uymadıkları ve o kanunların egemen
olması için hiç bir teşebbüse ve mücadeleye girişmedikleri halde, Allah’a
muhabbet iddia etmelerine benzer bir duruma düşmüşlerdir. Düşünün siz
sapıklığın derecesini.
Sözde Rablarına yakınlaşmak
maksadıyla, aynen hıris- tiyanlarm yaptıkları gibi, müteşabih ayetlere, yahut
da doğrumudur eğrimidir bakmadan bazı veli zannedilen insanların sözlerine
itibar ettiler. Bunları dinin değişmez ölçüsü olarak kabul ettiler. Tabii ki,
sözlerini kabul ettiği şeyhleri kendileri için hüccet olarak kabul ediyor, gide
gide her sözleri birer kanun oluyor bu şeyhlerin. Hayatlarını böyle yanılmaz
kabul ettikleri şeyhlerin sözlerine göre yaşıyor ve elbette ki böylece onları
Rab yerine koymuş oluyorlar.
Tabii ki sözleri senet olarak kabul
edilen kişiler daha da çok şaşırıyor, şaşırdıkça da bid’atları artıyordu. Aynen
hıristiyan ruhbanlarının durumuna benziyordu bunların durumu. Onlarda aynen
hıristiyanlarm İsa’da (a.s.) yahut kendi azizlerinde var olduğunu ileri
sürdükleri yetkiler ve kaa- biliyetler gibi, kaabiliyetler görüyorlar
şeyhlerinde. Hatta Allah’ın yetkilerini onlar da var sanıyorlar. Ve bu
inançlarını da şiddetle savunuyorlar, Böylece hıristiyan telakkilerini
(35) Buharı,
Rikak: 38; Müslim, Zikir: 20-22; İbn Mace, Fiten: 16.
90
benimsemiş ve müşrik olmuş
oluyorlar.
Hak din İslam, her yönüyle Allah’a
kulluğu, sadece O’na itaat ve ibadet etmeyi gerçekleştirmektedir. Kulluk
geliştiği oranda, Allah’a muhabbet de çoğalır ve doruğa ulaşır. Kulluk
eksildiği oranda da, sevgi eksilir ve nihayet yok olur gider. Bir insanın
kalbinde Allah’tan başka şeylere karşı ne kadar sevgisi varsa, o kişi de sevgi
duyduğu şeylere o nispette kulluk var demektir. Allah için olmayan her şey
batıldır. Bir işte, bir harekette Allah’ın rızası murad edilmemişse, iş ve
hareket batıldır. Dünya ve onun içindekiler melun olur, eğer onun içindeki
insanlar dünyada var olanları Allah rızası için kullanmazsa. Uzun sözün kısası
Allah ve Rasulü’nün sevdiği ve meşru saydığı şeylerin dışında her hareket
batıldır ve asla insana fayda vermez.
Herhangi bir iş ki, Allah rızası
için yapılmamıştır, Allah’tan başka bir amaç için işlenmiştir, Allah için
işlenmemiş ve yapılmamış sayılır. Bir iş Allah’ın belirttiği kanunlar
çerçevesinde yapılmamışsa, o iş Allah için olamaz. Sözün kısası, şu iki şeyi
birleştirmeyen hiçbir şey Allah için olamaz: Bir iş Allah için olmalı, Rasulün
sevdiği bir iş olmalı. Bunlar da Allah’ın Kur’an’da belirlediği farz ve
müstehab işlerdir. (Vacib farz, sünnet de müstehaba dahildir)
Yüce Allah mealen şöyle buyuruyor:
“Her kim Rabbinin rızasına kavuşmayı arzu ederse salih bir amel
işlesin ve Rabbine yaptığı ibadete hiç kimseyi ortak etmesin” (Kehf: 18/110)
Demek ki salih amel işlemek
lazımdır. Elbette ki salih amel Allah’ın Kur’an’da belirlediği ve yapılmasını
istediği bütün işlerdir. Bunlar da farz ve mütehablardır. Yüce Allah’ın da
mealen buyurduğu gibi; her iş ancak sadece Allah için olmalıdır:
“Hayır, onların dediği gibi değil!
Her kim itaat ve amel'nde muvahhid ve mü’min olduğu halde kendini
91
tamamen Allah’a teslim ederse, onun
için Rabinih katında mükafat olarak cennet vardır. Onlara hiçbir korku da
yoktur ve onlar mahzun da olmazlar” (Bakara: 2/112)
Allah’ın Rasulü de şöyle
buyurmaktadır:
“Her kim bizim üzerinde emrimiz
olmayan bir iş yaparsa, o iş ondan reddolunur”
“Ameler ancak niyetlere göredir.
Her kişi için ancak niyet ettiği şey vardır. Her kimin hicreti Allah’a ve
Rasulü’ne ise, onun hicreti Allah’a ve Rasulü’nedir. Her kimin hicreti kavuşmak
istediği bir dünya mahna veya kadına ise, o kimsenin hicreti onlaradır”36
İşte bu iki hadisi şerifde
bildirilen iki esas, dinin temelidir. Bir kimse bu iki esas kaideyi
gerçekleştirdiği oranda dinini gerçekleştirir. Yüce Allah, Rasullerini bu iki
esası bildirmek için göndermiş, kitablarını bunun için indirmiştir. Allah’ın
Rasulü bunlara davet etmiş, bunlar için savaşmış, bunları emretmiş ve teşvik
etmiştir. Bunlar ve Özellikle niyet, dinin üzerine oturduğu en kuvvetli
sütundur.
Bir hadisi şerfde buyrulduğu gibi,
nefislere şirk galebe çalar:
“Bu ümmette şirk bir karıncanın
yürüyüşünden daha gizlidir”
Bu sözü üzerine Ebu Bekir (radiyallâhu anh)
Allah’ın Rasulü’ne sordu: “Madem ki bizdeki şirk karınca yürüyüşünden daha
gizlidir, biz ondan nasıl kurtuluruz?” Allah’ın Rasulü cevap verdi:
“Sana bir kelime öğreteceğim,
dikkatle dinle! Bu kelimeyi iyi anlar ve seversen, şirkin büyüğünden de
küçüğünden de kurtulursun! Allah’ım sana şirk koş-
(36) Buhari,
Bedil-Vahy:l; Itk: 6; Menakıb: 45; Nikah: 5;
Eyman: 23; Hiyel: 1; Müslim,
İmaret: 155;
Ebu Davud, Talak: 11; Tirmizi,
Cihad: 16.
92 maktan yine sana sığınırım ve bildiğim ve
bilmediğim her türlü şeyden dolayı senden af dilerim”
Ömer (r.a.) duasında “Allah’ım!
amelimin hepsini, bütün işlerimi, senin razı olduğun gibi yapmama yardım et ve
onları halis eyle. İstemediğin işleri yapmamı bana nasib eyleme” diyordu.
Cahil nefislerde çoğu zaman,
Allah’a muhabbetin ve kulluğun gerçekleşmesinde ve dinin ihlaslaştırılmasında
şehvetler karışır. Evs oğlu Şeddad’ın da dediği gibi: “Ey yaşayan Araplar! Üzerinize
en çok korktuğum şey riya ve gizli şehvetlerdir.” Davud Seccistani’ye gizli
şehvet nedir? diye sordular. “Baş olmak sevgisi” diye cevap verdi.
Malik oğlu Kaab Allah’ın
Rasulü’nden şöyle rivayet etmiştir:
“Koyunlar içine salınan iki aç
kürtün o koyunları dağıtmasından daha berbadı, kişinin mala ve şan hırsından
ötürü, dinini dağıtmasıdır”37
Görülüyor ki, Allah Rasulü mala ve
şana hırsla sarılmayı koyun ağılını darmadağın eden aç kurta benzetmiştir.
Elbette ki, ihlaslı bir mü’minde böyle bir hırs olamaz. Bir mü’minin kalbini
Allah ve Rasulü’nün sevgisi her sevginin üzerinde doldurmuştur çünkü. İşte bu
herşeyin üzerindeki sevgi, ih- las ehlinden her türlü kötülüğü uzaklaştırmıştı^
Yüce Allah’ın da buyurduğu gibi:
“İşte biz ondan fenalığı ve
çirkinliği gidermek için böyle yaparız. Çünkü o ihlaslı kullarımdandır”
(Yusuf: 12/24)
Çünkü ihlaslı, samimi bir kimse,
kendisini, başkasına kul olmaktan kurtaran, yalnız Allah’a kul olmanın
lezzetini tadan ve kendini Allah’tan başkasını sevmekten men eden kişidir.
Ancak böyle bir insan Allah sevgisinin tadını tatmış
(37) Timizi, Fiten
93 olabilir. İhlaslı bir kalp için, ihlasla
Allah’a kulluk ve imandan daha sevgili bir şey yoktur bu hayatta. Ancak böyle
bir kalp sahibi korkarak ve umarak Allah’a yönelmiş olabilir. Yüce Allah’ın da
mealen buyurmuş olduğu gibi:
“Cennet, Rahman olan Allah’a gıyabi olarak sevgi ve saygı gösteren
ve Allah’ın rızasına yönelmiş bir kalp ile gelen kimselere mahsustur” (Kaf: 50/33)
Çünkü seven kişi, sevdiğini
kaybetmekten, onun başına kötü bir hal gelmekten korkar. Demek ki! Ancak
Allah’ı severse bir insan, korku ve umut arasında bulunabilir.
Yüce Allah mealen şöyle buyuruyor:
“O müşriklerin tapındıkları da, Allah’a yaklaşmak, daha çok
yaklaşmak için vesile arayıp duruyorlar. O’nun azabından korkuyorlar. Çünkü
Rabinin azabı çok korkunçtur” (İsra:
17/57)
Kul Allah’a ancak ihlasla bağlı
olduğu zaman, Rabbi onu seçer, onu diriltir ve kendisine doğru yöneltir.
Böylece ona sıkıntı veren kötülüklerden uzaklaştırarak korur onu. Artık o Allah'ın
rızasına aykırı şeyler yapmaktan çok korkar. Ama Allah’ a bağlılıkta ihlaslı
olmayan kalbin sahibi böyle değildir.
Onda, irade, ve mutlak anlamda
sevgi yoktur. Böylesi bir kalbin sahibi, Allah’ı değil, fakat, kendi nefsine
hoş görünen her şeyi büyük bir sorhoşlukla arzular. Ve arzu ettiği bu şeyi
elde edebilmek için her teşebbüste bulunur, her yolu meşru sayar. Rüzgarın
önündeki yaprak gibi, arzu ettiği şeyin arkasında yalpalayarak, daldan dala
çarparak uçar gider. Yani artık onu irade değil, şehevi arzulan yönetir. Nefsinin
arzuladığı suretlere koşturur durur ona. Öyle kimselere kul ve köle olur ki,
köle olduğu kimseye resmen köle olmuş olsa kurtuluş imkanı vardır da, böylesi
bir kölelikten kurtuluş imkanı yoktur...
Bazı kere riyaset ve makama meyleden
insan, böyle bir
94 insanı bir kelime razı eder, bir kelime
kızdırır. Hakkı olmayan birinden bir dayak yese de, ona kölelik hali devam e-
der, fakat hakkı olan birinin basit bir tenkidine düşmanlıkla karşılık verir.
Bazen kişiyi, para, altın ve sair
kalbin istediği şeyler köleleştirir? Böyle kimseler kendi nefsi arzularını
kendisine ilah edinir. Allah doğru yoluna değil de kendi nefsinin arzularına
uyar.
Herhangi bir insan ihlasla,
samimiyetle, canla başla Allah’ı sevmez ve yalnız O’na kulluk yapmazsa, kulluk
ve tevazu sahibi olmak açısından Allah’ına değil, başkalarına kul olur, zelil
duruma düşer. İnsan ya Allah’a kul olur, sadece O’na boyun eğer, yahut da bu
dünyanın varlıklarına kul olur, şeytanlar kölelik zincirini boynuna geçirir.
Kalbini şeytanlar istila eder. Bu iki şıktan dışarı çıkmaya gücü yoktur
insanın. Böyle kimseler, dışta insanlara karşı sak- layabilseler bile, Allah’ın
bileceği kötülük ve aşırılık sahibidirler. Bu hiç kaçınılmayacak bir sonuçtur.
Yani Allah’a kul olmayan, en basit maddi varlıklara bile kul olur.
Eğer insanoğlu kalbini kötülük
arzulamaktan alıkoymaz ve Allah’tan başkasına meyletmekten kaçmdıramazsa, o
zaman müşrik olur.
Yüce Allah buyuruyor:
“O halde gerçek Müslüman olarak
kendini dine yönelt. Allah’ın dinine ki, insanları onun üzerine yaratmıştır.
Allah’ın yarattığı bu dini değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. İşte dosdoğru din
budur, fakat insanların çoğu bunu bilmez. Hep Allah’a dönüp O’na itaat edin.
O’ndan korkun ve namaza devam edin. Müşriklerden olmayın. O müşriklerden ki,
dinlerini parçalara ayırdılar ve böylece bölük bölük oldular. Her ayrı bölük
kendinde var olan dine inanıp güvenmektedir” (Rum: 30/30-32)
Yüce Allah İbrahim (a.s.) ve
evlatlarını bu kötülüklerden
95 yüz
çeviren, samimi bir biçimde Allah’ı sevip O’na itaat eden ve dinlerinde samimi
olanlara, imamlar, önderler, Ra- suller yapmıştır. Nasıl ki, Firavun ve
evlatlarını nefsi isteklerine uyan, arzularının arkasında koşan sapıklara
önder ve imam yapmışsa.
Yüce Allah İbrahim (a.s.) hakkında
şunları buyurmaktadır: \
“İbrahim’e evlat olarak İshak’ı, üstelik bir de Ya— kub’u ihsan
ettik ve her birini salih kimselerden yaptık. Kendilerine hayırlar işlemeyi,
namaz kılmayı, zekat vermeyi vahyeyledik. Onlar bize kullukla ibadet ediyorlar” (Enbiya: 21/7-3)
Firavun hakkında şunları
buyurmaktadır:
“Biz onları küfür ve şirkle ateşe çağıran imamlar ye öncüler
yaptık. Kıyamet günü onlara yardım edilmez. Hem bu dünyada kendilerine
aralarından bir lanet yağdırmaktayız. Hem de kıyamet günü onların yüzleri
çirkin olacaktır” (Kasas:
28/41-42)
İşte bu lanetten ötürü firavun’a
bağlı olanlar, Allah’ın sevdiği ve razı olduğu şeyle, kaza ve kaderi arasındaki
farkı ayırd edemiyorlar, edemezler de... Daha başka bir deyimle, mutlak
meşiyette bakıyorlar. Sonunda da Halik ile mahlukun arasındaki farkı ayırd
edemez duruma düşüyorlar. Halikin vücudu ile mahlukun vücudunu bir sanıyorlar.
Firavun’un arkasında olana “alimler” diyorlar ki: “Şeriat itaat ve masiyettir.
Hakikatsa taatsız masiyettir. Gerçekte ise ne taat vardır ne de masiyet...”
İşte böyle bir itikad ve anlayış,
Halik’in kendi kulu Musa ile konuşmasını ve O’nun gönderdiği emir ve yasakları
inkar eden firavun ve onun kavminin mezhebidir
İbrahim (a.s.) ve hanif Rasul olan
onun evlatlarına bağlı olanlara gelince: Bunlar muhakkak halik ile mahluk
arasındaki benzersizliği bilirler. Ve gene bilirler ki, kul bu konu-
96 da ne kadar derinleşirse, kalbindeki Allah
sevgisi o oranda artar. Sevgi de artınca, itaat ve kulluk doruk noktaya doğru
yol alır. Böyle olunca da, kendisi gibi ve hatta kendisinden çok daha aciz
şeylere kulluktan kurtulur ve gerçek hürriyet yolunda ilerler.
Bu sapık müşrikler Allah ile
mahluku eşit görmektedirler. İbrahim (a.s.) diyor ki:
“İbrahim şöyle dedi: “Şimdi gördünüz mü, o sizin ve geçmiş
atalarınızın taptıklarını; muhakkak onlar benim düşmanlarımdır. Bundan ancak
alemlerin Rabbi müstesnadır” (Şuara:
26/75-77)
Hıristiyanların yaptıkları gibi, bu
sapık müşrikler de şeyhlerinin benzer sözlerine sarılıyorlar. Bunlardan bir
tanesi “fena” kelimesidir. Hiç kuşkusuz fena üç çeşittir:
1- Enbiya ve kamil evliyaların fenası.
2- Enbiya ve salihlerden bir kast
taleb edenlerin fenası.
3- Münafık, müfsid ve müsebbihlerin
(Allah’ı mahluka bezetenlerin) fenası.
Birinci gruba girenlerin fenası:
Bunların fenası, Allah’tan başka hiç bir şeyi istememektir. Başkalarını istemekten
kurtulmaktır. O kadar ki, bunlar sadece Allah’ı sever ve yalnız O’na kulluk
eder. Sadece O’nu kendine vekil tayin eder ve güvenir. Allah’tan başka hiçbir
şeyden yardım ve destek dilemez. Bu, Ebu Yezid’in ifade ettiği manadır. O şöyle
ifade etmiştir bu manayı: “O’nun irade ettiği şeyden başka hiçbir muradım yok”.
Yani, sevgili Allah’ın murad ettiğinden başka hiçbir isteği yok. Elbette ki,
böyle bir murad, dinin emrettiği, istediği muraddır. Böyle bir istek sahibi
kimse, dinin istediklerini ister, istemediklerini ise reddeder. Kulu yücelten,
kemale erdiren şey, Allah’ın irade ettiği, dilediği, istediği, razı olduğu ve
sevdiği şeyden başkasını istememek, dilememek, sevmemek ve O’nun razı olduğundan
başka hiçbir şeye razı olmamaktır. Bü da Allah'ın farz ve müstehab olarak
emrettiği
97 şeylerden başkası değildir. Melekler, Rasuller
ve salih kullar gibi, Allah’ın sevdiklerinden başka hiçbir şeyi sevmez.
Böyle bir hal, Yüce Allah’ın
anlattığı şu haldir:
“O gün ki ne mal bir fayda verir,
ne de oğullar. Ancak Allah’a selim bir kalple gitmek müstesna”
(Şuara: 26/88-89)
Diyorlar ki: “Selim bir kalp
Allah’tan başka şeylerden selim olan bir kalpdir”. Yani, Allah’ a kulluktan
başka veya Allah ’ m iradesinden başka her şeyden selim olmak, kurtulmuş
olmak. Mana birdir. Bu manayı, ister fena kelimesiyle izah et, isterse de başka
başka kelimelerle, netice değişmez. Çünkü, bu mana İslam dininin hem evveli hem
de sonu, hem batını ve hem de zahiridir.
İkinci gruba girenlerin fenası: Allah’ın dışındaki bütün
varlıklardan fena bulmaktır. Mahlukları müşahede etmekten uzaklaşmış olmaktır.
Bu hal birçok salikte meydana gelen bir haldir. Hiç şüphe yok ki, bunların
kalpleri Allah’ın zikri ile, O’na kulluk ve sevgi göstermeye o kadar çok
bağlanmıştır ki, bağlandığı ve zikrettiği Allah ’ tan başkasını S. görememektedir. Göremediği için de,
Allah’tan başkasını
| hatırlamaz.
Hatta belki düşünemez bile.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır
mealen:
* . “Musa’nın
anasının kalbi, evlat derdinden başka her
şeyden boş olarak sabahladı. Eğer vaadimizi tastik edenlerden
olması için kalbine sabır vermeseydik, az kalsın onu açığa vuracaktı” (Kasas: 28/10)
Bu ayet hakkında diyorlar ki:
“Musa’yı hatırlamaktan dolayı, ondan başka herşeyi unutmuştu”. Bu hal, kendini
sevgi, korku veya umut gibi şeyler istila eden kimselerde sık sık olan bir
haldir. Bu hallerde insankalbi, o sevdiği, korktuğu veya ümitlendiği şeyden
başka ne varsa yüz çevirir. Öyle ki,
98 dalıp mestolma halinde sevdiğinden başka hiçbir
şeyi müşahede ve idrak edemez olur. Bu şekildeki fena hali, sahibinin üzerinde
artıp kuvvetlendiği zaman; onun varlığında kendi varlığını, onu seyretmekten
kendini seyretmeyi, onu hatırlamaktan kendini hatırlamayı, onu bilmekten
kendini bilmeyi unutur, her hali yok olur gider. Hatta her şey, kulun bizzat
kendisi ve bütün diğer varlıklar varlıklarını sürdüğü halde, onun idrakinden
silinir gider. Ve sadece ezeli ve ebedi olan varlık kalır ki, O da Yüce
Allah’dır. Murad, yani niyet, kast, kulun hafızasında ve görüşünde Allah’tan
başka ne varsa, hepsinin yok olması, fena bulmasıdır. Bu hal insanda
kuvvetlendiği zaman, seven kişi zaaf içine girer, iyiyi kötüyü, yaratığı,
yaratanı birbirinden ayırd etmesi fevkalade zorlaşır. Artık sevilmesi lazım gelenin
bizzat kendisi olduğunu vehmetmeye, zannetmeye başlar. Bir bakıma kendisini
ilahla birleşik görmeye başlar. Anlatıldığı gibi... Birisi denize düşer, onu
sevenlerden birisi de arkasından denize bırakır kendini.
Denize düşen arkasından denize
atlayana sorar: Ben düştüm. Seni benim arkamdan suya atan sebep nedir? Cevap
verir atlayan: “Seni ben sandım. Çünkü kendimi sende kaybetmiştim, yok
etmiştim” Bu konuda böyle inanan bir kimsenin ayağı kaydı ve yok oldu. Onlar
fena bulmayı birleşme zanettiler. Sevenle sevileni bir görmeye başladılar. Bir
başka deyimle, halikle mahluk bir vücuda birleşiktir zannına kapıldılar,
ikisinin varlığı hakkında bir fark görmediler. Bu azim bir hata, müthiş bir
yanılmadır. Çünkü, kesin bir gerçek vardır ve bu gerçek, Halkedici olan Yüce
Allah, halkettiği varlıkla birleşmez.
Yüce Allah buyuruyor:
“O’nun misli, benz.eyeni yoktur. O
bütün söylenenleri işitir ve bütün yapılanları mutlak bilir” (Şura: 42/11)
99
O birdir ve hiçbir şeye muhtaç
değildir. Her şey varlığını sürdürmek için O’na muhtaçtır. Doğmamış ve doğu-
rulmamıştır. O’na denk olacak hiçbir şey yoktur. Hayır hiçbir şey, bir başka
şeyle birleşemez. Ancak değişime uğrar. Varlıklar değişime uğrayarak iki şeyi
birbirine bağlar yahut birleştirir ve üçüncü bir şeyi meydana getirirse, bu olabilir.
Böyle bir sonuçda da, ortaya çıkan üçüncü şey, ne birincidir, ne İkincisi. Ne
biridir ve ne de öbürü. Su ile sütün, su ile şarabın birleşiminde olduğu
gibi...
Fakat murat ile mahbub, murat ile
mekrin, yani nefret edilen birleşebilir. Bunlar irade ile istek ve çirkinlik
çeşitlerinde birleşebilirler. Biri diğerinin sevdiğini sevebilir ve bir
başkası öbürünün nefret ettiğinden nefret edebilir. Razı olduğunu razı olur,
kızdığına kızar. Şiddetli davrandığına şiddetli davranır, tiksindiğinden
tiksinebilir. Dost edindiğini dost, düşman saydığını düşman sayabilir. Ama
bütün bu fenaların hepsinde eksiklik vardır.
Ebu Bekir (r.a.), Ömer (r.a.) ve
muhacir ve Ensar’dan önce gelip geçen bütün büyük evliyalar bile anlatma kastettiğimiz
bu fena biçimine düşmediler. Nerede kaldı Rasuller düşsün. Onlar böyle bir fena
durumuna asla düşmemişlerdir. Bütün bu hallerin sahibi olduğu gibi iddialar
ashabdan sonra oraya çıkmıştır. Bu kabil, kalbe arız olan iman hallerinden,
aklı terketmek yahut kaybetmek, hayırla şerri, iyiyle kötüyü birbirinden ayırd
edememek gibi haller sahabelerden sonra ortaya çıkan arızalardır.
Hiç şüphe yok ki sahabiler (Allah
onların hepsinden razı olsun) akli bakımdan herkesten daha üstün, daha ileri
idiydiler. İmanları, akıllarını kaybetme, baygınlık geçirme, kendinden geçme
sorhoşluk veya delilik gibi hallere düşmeyecek kadar sağlamdı. Bu işlerin
başlangıcı, tabiin-
100 den sona, Basra’da aşırı ibadet eden kimseler
arasındadır. Bunların içinde Kur’an-ı dinlediği zaman düşüp bayılan kimseler
vardı. Ebu Cüheyri Dariri ve Basra kadısı Ebu Evfa oğlu Zerare gibi adamlar
vardı. Bunlara bezer, su- fiyenin şeyhlerinde de fena bulup, kötüyle iyiyi
birbirinden ayırd etme yeteneğini kaybeden kimseler vardı. Bu kimseler bu
sahoşluk ve kendini kaybetme zamanlarında bir takım sözler söylediler, fakat bu
halden ayılıp kendilerine geldikleri zaman sarhoşken söyledikleri sözlerden
ötürü tevbe ve istiğfar ettiler. Mesela, Ebu Yezid’i Bestami, Ebu
Hasan-en-Nuri, Ebu Bekri Şibli gibiler hep böyledir. Ebu Süleyman-ed- Darani,
Maruf’u Kerhi, Fudayl b. lyaz ve Cüneyd-iBağda- di ve daha bir çokları böyle
değildir. Bunlar seyri sülük halinde iken akılları başlarında iyiyle’ kötüyü
birbirinden ayıracak şuurda idiler ve onun için asla şeriata aykırı sözler
söylemediler. Aklı şaşırtan bu çeşit bir fena haline hiç duçar olmadılar.
Hayır, bin kere hayır. Onlar, sahoşluk içinde saçmalamadılar. Bunlar kitap ve
sünnetin doğru yolu ile beslenen, kalplerinde Allah sevgisinden, Allah’ı
istemekten, O’na kulluk etmekten başka bir şey düşünmeyen ve yapmayan büyük
mü’minlerdir. Çünkü, onlar her hallerinde içinde bulundukları durumu çok iyi,
şuurlu bir biçimde müşahede etmişlerdir. Böyle olmaları onların ilim sahibi
olduklarını gösterir elbette. Daha başka bir deyimle, bunlar, bütün mahlukatın
Allah’m emri ile kaim ve O’nun diriltmesiyle hareket ettiğini ve bütün
yaratılmışılarm Allah’ı teşbih ve dua eder olarak müşahede ederler. Böylece
yaratıkların bu hallerinde, kendilerinde basiret ve tezekkür hasıl olmakta ve
bu müşahede ettikleri şeyler onların kalplerinde dinin ihlasım, Allah’a
tevhidin sadeleşmesini, şeriksiz ve eşsiz olan Allah’a, sadece O’na kulluk
etmesini sağlamlaştırır ve kökleştirir.
101
Bu Kur’an-ı Kerim’in tanımladığı
gerçek iman sahiplerinin ve üstün ve yüce iman sahiplerinin yerine getirdiği
bir gerçektir. Son nebi, sevgili Rasulümüz Muhammed (s.a.v.) bunların en
üstünüdür. Bundan ötürüdür ki, semavata yükseldiği ve çeşitli alametler
gördüğü, rabbinin ona çeşitli biçimlerde vahyeylediği ve Mekke insanlarının
içinde sabahladığı halde, durumu hiç değişmemiş ve kendisinde reddedilmesi
gereken bir fena hali görülmemiştir. Hiçbir sarhoş edici şartta kendisini
kaybetmemiştir. Fakat baygınlık geçiren Musa (a.s.) böyle değildir. O bile
dayanamamıştır harikuladeliklere.
Üçüncü tip fena haline gelince: Bu
Allah’ta başka hiçbir varlık müşahede etmemek, halikin vücudunu mahlukun vücudu
sanmaktır. Elbette ki böyle bir hal, Allah’la kul arasındaki farkı olduğu gibi
kaldırmaktadır. Allah ile kulu birleştirmektedir.
Bu hululiye, yahut Vahded-i Vücud
sapık telakkisine düşenler, zındıkların ve dinsizlerin en kötüsüdür. Sahabe ve
doğru yolun öncüleri hiçbir değerli imam böyle bir fena durumuna
düşmemişlerdir. Eğer bunlardan birisi “Allah’tan başka hiçbir şey görmüyorum
veya Allah’tan başkasına bakmıyorum veya benzeri şeyler söylerse, söylediği
ispat edilebilirse, onların bu sözlerden kastı, söylemek istediği, “Allah’tan
başka terbiyeci, başka müdebbir, başka yaratıcı, kendim için başka ilah
görmüyorum. Korku ve umut edebilecek O’ndan başka bir kudret kabul
etmiyorum”dur. Zira göz kalbin kapıldığı şeye nazar eder, ona bakar. Bir kimse
bir şeyi sever, ümitlenir, yahut ondan korkarsa, ona iltifat e- der ve elbette
ona yönelir. Kalbte ona sevgi, ondan ümitlenme ve korkma, o şeye nefret ve
kalbe ait diğer hallerden her hangi bir ilgi olmadığı zaman, kalp ona iltifat
etmeyi, ona bakmayı asla istemez. Sadece onu üstünkörü görür belki.
Kalbin meyletmediği şeylere bakan
göz, sadece bir eşya-
102 ya bakar gibi bakar fakat aslında görmez. Büyük
alimler ve salih Müslümanlar. Tevhid-i Rabbaniyi tecrit ve dinin tamamında
ihlası gerçekleştirme konusunda öyle şeyler zikrediyorlar ki... Kul Allah’tan
başka hiçbir şey en küçük bir iltifat göstermeyecek, bıkmayacak, korkmayacak,
ümitlenmeyecek. O kadar ki, kalbi bütün yaratıklardan azade olacak, müstağni
kalacak. Böyle bir insan, yaratığa Allah nuru ile bakar. O’nun işittirmesiyle
işitir, hak ile tutar ve hak ile yürür. Yaratıklardan Allah’ın sevdiğini
sever, sevmediğini de sevmez. Allah’ın dost saydığını dost, düşman saydığını
düşman sayar. Yalnız Allah’tan korkar ve Allah’tan korktuğu için dünyada
hiçbir şeyden korkmaz. Dünyada bütün işlerinde Allah’a ümit bağlar, Allah’ı
bırakıp dünyaya umut bağlamaz. İşte bu haller, bütün enbiya, evliya ve salih
kulların kalplerini dolduran gerçeklerin, marifetlerin ta kendisidir. Gerçek
tevhid budur.
Üçüncü gruba girenlerin tevhidi
ise, yani, vücudda yok olmak, vahded-i vücud tevhidi ise, Firavun’un ve onun yolunda
gidenlerin tevhididir. Yahudi kararhita teşkilatlarının ve bu teşkilatın
yolunda giden, Hallaç, Muhiddin Arabi, İb- ni Fariz, İbni Sebi ve Afif
Tilmasani’nin ileri sürdüğü vahded-i vücudu kendilerine din edinen ve kabul
eden insanlar gibi...
Allah’ın Rasulü’ne bağlı olanların
fenası ise, bu çeşit fena Övülen, methedilen cinsden bir gerçektir. Böyle bir
halle hallenen kişi, Allah’m övdüğü, sevdiği evliyalarından kurtuluşa eren
cemaatından ve zafer kazanan askerlerinden olur.
Yukarda zikrettiğimiz sözlerle,
meşayih ve alimler “Allah’ı yaratıkta görüyorum” demek istemiyorlar. Çünkü Allah
yer gök ve ohun içinde olan herşeyin Rabbidir.
Böyle bir sözü ancak dalaletin en
son noktasına ulaşmış sapıklar söyleyebilir. Bu da akıl eksikliğinden doğan
itikad
103 bozukluğudur.
Böyle kimseler dinsizlik ile delilik arasında bocalayan kimselerdir. Din
yolunda kendisine uyulan büyük alimler, ümmetin selefinin önde gelen
imamlarının ittifak ettiği, birleştiği şeyler üzerinde buluşmuşlardır. Bu
birleştikleri şey, Allah’ın yaratıklardan ayrı olduğu gerçeğidir. O’nun
zatından yaratıkların da hiç bir parça bile yoktur. Yaratıklardan hiçbirisi de
O’nun zatında mevcut değildir. Ezeli olanı, kadim olanı sonradan var edilmiş
olandan ayırmak ve haliki ait olduğu eşsiz ve benzersiz yere oturtmak her mümin
insan için farzdır. Ve bu söz büyük din önderlerinin söylediği en büyük
gerçektir. Onlar kalplere musallat olan arı- zalardan ötürü pek çok gerçek
sözler söylemişlerdir. Mesela: İnsanlardan bazılar zaman zaman mahlukatın
vücudunu görür, somut varlığını müşahede eder, fakat onun mücerredini,
soyutunu, iç yüzünü göremez, müşahede edemez, idrak edemez. Çünkü kalbinde
farkları görücü, birbirinden ayırıcı hassa yok olmuştur. Aslı göremediğinden,
gerçeğe nüfuz edemediğinden, surette, görüntüde kaldığından, görebildiğini
yerin ve göğün sahibi zanneder. Güneş ışığını gören ve bu gördüğünü güneş
zanneden insanın durumunda olduğu gibi. Onlar bazen hem fark hem de birlikten
bahsediyorlar. Fena kavramı hakkında birçok sözler bulunduğu gibi bu konuda birçok
yazılı ibareler vardır...
Hiç şüphe yok ki, insanoğlu
yaratıkların çokluğuna ve çeşitliliğine şahit olduğu zaman şaşıp kalır. Bu
şaşkınlık kalbini, kalbi bağlarını böler dağıtır. Kalbin çokluk karşısındaki
şaşkınlığı, yaratıklara bağlar onu. Fakat bu bağlılık, ya muhabbet, ya korku
yahut da umut şeklindedir. Fakat mah- lukatı birleşik olarak tekleşmiş gördüğü
zaman, kalbi Allah’ın tevhidi, ortağı olmayan o mabuda kulluk etmek üzere
birleşir. Böylece bütün yaratıklara iltifat ettiği halde, kalbi tek başına
Allah’a iltifat eder. Bu iltifat, Rab korkusu, umudu ve yardım isteme şeklinde
tecelli eder. Bu durumda bazen yaratan ile yaratılanın arasını ayırdedebilmek
için, yaratığa bakma fırsatı bulamayacak kadar kalbi Allah ile meşguldür. Durum
bu olunca, yaratıklardan kasti olarak yüz çevirir. Bütün düşüncesini bir
noktaya, sadece Hakka yöneltir. Böyle bir hal, fena deyiminin ikinci tipine
girer. Fakat İkincisinden biraz farkı vardır. Bu fark kulun, yaratığın Allah
ile kaim olduğunu, ancak O’nun emriyle hareket ettiğini bilmesidir.
Yaratıkların çokluğunun ve çeşitliliğinin Allah’ın birliği içinde yok olduğunu;
Allah’ın bütün yaratılmışların Rabbi, ilahı, yaratanı ve maliki olduğunu görür.
Onun için, ihlas, muhabbet, korku, ümit, isteme, tevekkül, O’nun için
düşmanlık ve dostluk etmek, itibar ve kalbi Allah üzerinde birleşmekle
birlikte, yaratan ile yaratılan arasındaki farkla, ikisini birbirinden ayırd
ederek bakar. Ve yaratığın çok ve çeşitli olduğunu müşahede ederek, Allah’ın
her şeyin Rabbi, maliki ve yaratıcısı olduğunu ve O’ndan başka ilah
bulunmadığını bilir ve buna inanır.
İşte bu şuhud, yani müşahede ve
görüş, sağlam görüşün ta kendisidir. Ve bu görüş, kalbin ilminde, şehadetinde,
zikri ve marifetinde, hal ve ibadetinde, kast ve iradesinde, muhabbet, dostluk
ve taatmda vacibdir. Allah’tan başka ilah yoktur, yani; “Lailaheillallah”
gerçeğine şehadetin ta kendisidir. Tevhidin gerçekleşmesidir. Zira bu şehadet,
kalpten, hakdan başkasının ilahlığını silkip atmaktır. Sadece Allah’ı ilah,
tek hükmedici olarak kabul etmektir. Şehadet, bütün yaratıklardan ilahhk
hakkını ve vasfını kaldırır. Sadece yerin ve göğün yaratıcısı ve tek sahibi
Allah’ın hakkı olduğu kabul edilmiş olur. Böyle bir şehadet ancak kalbin
Allah’tan gayri her şeyden temizlenmesini gerektiren bir şehadettir. Bu durumda
kul, bilgi muhabbetinde, yaratıcı ile yaratılanın arasını ayırıcı olur. Öyle
ki, sadece Allah’ı bilir, O’nu zikreder ve kalbini O’nun hikmetleriyle
doldurur. Fakat bununla beraber o, Allah’ın mahlukattan ayrı, yaratık ol-
105 madan da
O’nun tek başına var olacağını bilir ve bunu hiç bir zaman aklından çıkarmaz.
Böylece, sadece Allah’ı sever, O’nu yüceltir ve yalnız O’na kul olur. Umudunu
sadece O’na bağlar ve yalnız O’ndan korkar. Sadece O’nu sever, O’nun dost olduklarına
dost, düşman olduklarına ise düşman olur. Yalnız ondan yardım dilenir ve sadece
O’ndan taleb e- der. O’nu kendine vekil ve sahip kabul eder, O’ndan başkasından
yardım dilenmekten, korkmaktan şiddetle kaçınır. O’ndan başkası için dostluk
kurmaktan, düşmanlık yapmaktan sakınır. O’ndan başkasının meşru olmayan emirlerine
itaat etmekten uzak durur. Bütün bu haller Allah’ı yegane yaratıcı olarak
kabul etmenin tabii sonucudur. Bütün bunlar O’nun rububiyetini kabul etmiş
olmanın özellikleridir. Ki O, herşeyin Rabbı, Maliki, haliki ve müdebbiridir.
İşte bu şekilde inanılırsa, Allah’ın muvahhid ve gerçek kulu olunur.
En geçerli zikir: Rivayet edilir
ki, Tirmizi’den naklen: En gerçek ve efdal zikir “Lailaheillallah”dır.
Tirmizi’nin ve diğer muhaddislerin zikrettiği hadis şöyledir:
“Zikrin en efdaii lailaheillallah,
duanın en faziletlisi ise Elhamdülillah’dır”38
Muvatta ve diğer hadis kitaplarında
Ubeydullah oğlu Talha’dan rivayet edildiğine göre, Allah’ın Rasulü şöyle buyurmuştur:
“Benim ve benden evvel gelen
Rasullerin söylediklerinin en faziletlisi: “Lailahillallahu vahdehu la
şerikele- hu lehülmülkü ve lehül hamdu ve hüve ala külli şey’in kadimdir”39
Yukardaki sözlerin Türkçesi
şöyledir: “Allah’dan başka ilah yoktur. O tektir ve şeriki yoktur. Mülk ve hamd
O’nu- nudur. O her şeye kadirdir.”
(38) İbn Mace Edeb: 55; Tirmizi Deavat:
8.
(39) Muvatta, Kurlen: 20.
106
Bir kimse, bu zikr halkın, avamın
zikridir, havasın ve yüce insanların zikri müfret isimdir, halbuki bu zamir
ismidir; Yani, zikir sadece “Allah” kelimesinden ibarettir derse, bunu
söyleyenler sapıtmış ve yoldan çıkmıştır.
Bazılarının
“Sen, Allah o kitabı indirdi de,
sonra onları bırak, batıl dedikodularında oyalanıp dursunlar” (En’am: 6/91)
ayetini iddialarına delil
getirmeleri, bunların en büyük yanılgılarıdır. Çünkü ayetteki Allah ismi,
istifhamın, yani sorunun ve acabanın cevabındaki emirde zikredilmiştir. Ki ayetin
evveli
“Musa’nın insanlara nur ve hidayet
olarak getirdiklerini kim indirdi?”
şeklindedir. Ayetin arka kısmında
da “Allah de” denmektedir. B öylece yurakıdaki soruya cevap verilmiş
olmaktadır. Yani, Musa’nın (a.s.) getirdiği kitabı, Allah indirdi de, denmektedir.
Tekden Allah demek değildir bu. Allah ismi başlangıç, haberi de sorunun
delalet ettiği cümledir. Mesela: Sana kim geldi, diye sorulduğu zaman, cevaben
Zeyd denildiği gibi...
Sonra tek bir isim, ister şahıs
zamiri, isterse gayb zamiri olsun, tam bir kelam ve mana ifade eden bir cümle
değildir. Yani, Allah Allah Allah, hu hu hu kelimeleri tam bir anlam ifade
eden kelime değildir. Bu çeşit tek kelime ne iman, ne küfür, ne emir, ne nehiy
ifade etmez. Bu tarz zikri ashab- dan hiç biri yapmamış ve Allah’ın Rasulü de
yapılmasını söylememiştir. Bir tek özel ya da sıfat isimini zikretmek, kalbde
bir bilgi meydana getirmez ve kişiyi faydalı biri yapacak hale sokmaz. Sadece
kalpte bir kımıldama meydana getirir ve tasavvur meydana getirir ki, müsbet
menfi hiçbir fikir bu tasavvurun üzerinde bina edilemez. Bizatihi mana ifade
eden, kalpte bir bilgi ve marifet meydana getirmezse, böyle bir zikir boşuna
yapılmış bir zikirdir. Şeriat ise, tek ba-
107 şma bir
anlam taşıyan zikirleri meşru saymıştır. Başka kelimelerle destekli değil,
sadece bizzat kendisi bir anlam taşımalıdır fayda verecek zikirlerin.
Bu şekil, tek başına bir mana ifade
etmeyen zikirlere sarılanlar, böyle yaptıkları için vahded-i vücud telakkisine
düştüler ve işi dinsizliğe kadar vardırdırlar. Bazı şeyhlerin söylediği rivayet
edilen: “Yokla ispat arasında ölmekten korkuyorum” sözleri bu kabilden
sözlerdir. Yani, Lailahe- illah derken, lailahe, hiçbir ilah yoktur deyip,
ancak Allah vardır demeden ölürsem, kafir olarak ölüp giderim diye korkarım
denmek istenmektedir. Bir başka deyimle işte bu korkudan dolayı, sadece Allah
derim denmeye getiriliyor. İşte böyle bir te’vil sakattır. Ve asla böyle bir
söze iltifat ve itibar edilemez. Çünkü ameller, hareketler niyetlere göre olmaktadır.
Allah’ın Rasulü bir sahih hadisde can çekişmekte olan bir kişiye:
“Bir kimsenin son sözü
“Lailaheillallah” olursa, cennete girer”40
diyerek telkin vermektedir.
Eğer bu yüce ve mübarek sözün
zikredilmesi mahzurlu olsaydı, ölümü yakınlaşmış bir kişiye söylemesi için
telkin edilmezdi. Onların iddia ettiği ve söyledikleri müfret isimlerden biri
telkin edilirdi.
Özetle: Sadece, münferid isim
olarak, Allah Allah, hu hu, hay hay diyerek zikretmek, sünnet’ten çok uzak,
bid’atın içinde ve şeytanın sapıklığına en yakın düşen bir faaliyettir. Zira
bir insan, “Ya hu ya hu” veya “hu hu hu” yani, o, o, o dediği zaman, bir zamir
olan O ancak kalpten geçen anlama, manaya göre şekil alır. Yani kalbe olan
tasavvura uygun şey olur. Kalp ise, bazen iyi düşünür, bazense kötü.
Fusus sahibi İbni Arabi yazdığı bir
kitaba “Kitab-ul- Hu” adını vermiştir.
(40) Müslim, İman: 53-154.
108
Bunlardan bazısı A’li İmran
suresinin yedinci ayetinde geçmekte olan “Ve ma yalemu tevilehu illallah”
ayetinin manasını “Emu” isminin gerçek anlamını Allah’tan başkası bilmez,
şeklinde yorumlanmıştır. Halbuki, ayette geçen hu, yukarda zikredilen müteşabih
ayetlere ait bir zamirdir. Ayetin açıklaması ise; “O müteşabih ayetlerin
gerçek manasını Allah’tan başka kimse bilmez” şeklindedir. Bütün Müslü- manlar,
hatta aklı başında bütün insanlar böyle bir iddianın batıl olduğunu kabul
etmişlerse de, gene de bunlardan birine şöyle söyledim: “Sizin iddia ettiğiniz
şey doğru olsaydı, o zaman ayeti kerimede” “Tevilehu” diye bitişik yazılmaz,
“Tevile-hu” olarak ayrı yazılırdı”.
Kur’an’da Allah şöyle buyurmaktadır
mealen:
“Hem Rabbin ismini zikret, hem de
yalnız O’nu yücelt”
(Müzemmil: 73/8)
“Rabbinin ismini teşbih et” (A’la:
87/1)
“Temizlenen ve Rabbinin ismini zikredip de namaz kılan şüphesiz
felaha erdi” (A’la:
87/14)
ve
“Azim olan Rabbinin ismini teşbih
et” (Vakıa: 56/74)
Bunlar ve bunlara benzer ayetlere
bakarak, emredilen zikrin tek isim olarak zikredilmesi gerekmez. Çünkü, Allah
Ra- sulü’nün sünnetinde sabit olmuştur ki: “Azim olan Rabbinin ismini teşbih
et” ayeti kerimesi nazil olduğu zaman Allah’ın Rasulü şöyle buyurmuştur:
“Bunu secdenizde yapınız”
Bunun üzerine Müslümanlar için
rükuda “Sübhanerabbi- yelazim” -azim olan Rabbimi teşbih ve tenzih ederim- diyerek
zikir ve teşbih eylemek sünnet kılınmıştır. Sahih olan rivayete göre, Allah’ın
Rasulü rükuunda, yukarda zikrettiğimiz teşbihi söylüyordu. Bunda bütün Müslümanlar
ittifak etmişlerdir.
Demek ki, yüce olan rabbin isimini
teşbih etmek ve zik-
109 retmek
emri tek isim olarak, Allah Allah değil de, tam bir mana ifade eden cümle
halinde tatbik edilmiş ve sünnet haline gelmiştir. Nitekim bir sahih hadisde
Allah Rasulü şöyle buyurmaktadır:
“Kur’an-ı Kerim’den sonra en
faziletli kelam: Sübha- nallah, velhamdülilah ve lailahe illallahu vallahu
ekber Allah’ı teşbih ve tenzih ederim. Hamd Allah’a mahsustur. Allah’tan başka
ilah yoktur. Allah her yücelikten yücedir kelamıdır”41
Diğer bir sahih hadisde şöyle
buyrulmaktadır:
“İki kelime vardır ki, dilde hafif,
fakat mizanda, keyfiyette ağır ve Rahman’a göre sevgilidir. Bunlar: Sübha-
nallahu ve bihamdihi, sübhanallahilazim”42
Başka bir hadisde de şöyle
buyrulmaktadır:
“Her kim günde yüz kere,
lailaheillallahu, vahdehu la şerikelehu, lehül mülkü ve lehül hamdu ve hüve ala
külli şey in kadir- Allah’tan başka ilah yoktur, O birdir ve şeriki yoktur,
mülk O’nun, hamd O’nundur, O her şeye güç yetirendir.- derse, Allah o kimseyi o
gün şeytanın şerrinden emin kılar, ta akşam vaktine kadar. Kendi gibi veya
kendinden fazla söyleyenden başka hiç kimse o adamdan daha faziletli olamaz”43
Başka bir hadisde de şöyle
buyurulmuştur:
“Her kim günde yüz kere,
Sübhanallahu ve bihamdihi sübhanallahülazim- hamd ile Allah’ı teşbih ve tenzih
ederim, azim olan Allah noksanlardan münezzehdir- derse, o kimselerin hataları
silinir, o hatalar isterse de-
(41) Buharı, iman: 19; Müslim, Edeb: 12;
Tirmizi, Deavat: 127;
İbn Mace, Edeb: 56; Alimed: 5/10-11-20-21.
(42) Buhari, Deavat: 65; Tevhid: 58;
Müslim, Deavat: 31;
Tirmizi, Deavat: 59; İbn Mace,
Edeb: 56; Ahined: 2/232.
(43) Buhari, Deavat: 54; Bedil-Halk: 10;
Müslim, Zikir: 28;
Tirmizi, Deavat: 61. .
110
Malik Muvatta isimli hadis
kitabında rivayet edilen bir hadisi şerifde şöyle buyrulmaktadır:
“Ben ve benden önceki nebilerin
söylediği en yüce kelam “Lailaheillallahu vahdeh-u la şerike lehül mülkü ve
lehülhamdu ve hüve ala külli şey in kadir” kelamıdır”
İbni Mace’nin ve diğerlerinin sahih
hadis kitaplarında Allah’ın Rasulü şöyle buyurmuştur:
“Zikrin en efdali ve faziletlisi
“Lailahe illallah” duanın en faziletlisi “Elhamdülillah”dır”‘
Zikir ve dua konusunda bunlara
benzer hadisler çoktur. Kur’an-ı Kerim’de de birçok ayeti kerime zikir ve duayı
talim ve beyan buyurur. Fakat hiç birinde bir tek ismin zikredilmesi
gerektiği söylenmemiş böyle bir şey emredilme- miştir. Emredilen bütün zikirler
ya cümle halinde, veya tek başına bir anlam taşıyan kelamlardır.
Müslümanlara namazlarında,
ezanlarında, bayramlarında bir tek ismin zikredilmesi emredilmemiştir. Hepsi,
söylenmesi gerek bütün kelamlar, mutlaka bir anlamı tam olarak ifade
etmelidir. Mesela müezzin; “Allahu ekber Allahu ekber, eşhedu en
lailaheillallah ve eşhedu enne Muham- meden Rasulullah” demektedir. Namazda
ise; Allahu ekber, sübhanerabbiyel azim, sübhanerrabbiyel ala, semiallahuli-
men hamide, rabbenalekel hamd, ettehiyyatü lillahi ve hac yapmakta olanın,
lebbeyk Allahümme lebbeyk ve diğer bütün ibadetlerimizdeki her zikir, hep bir
mana ifade eden cümleler halindedir. Allah böyle emretmiştir. Hiç birinde tek
bir ismin veya zamirin zikredilmesi emredilmemiştir.
Hülasa, anlatmak istediğimiz şudur:
Allah’ı zikreden kelimelerin meşru olanı, o kelimelerin tam bir anlam taşıyanıdır.
Buna kelam ismi verilir. Ancak bu çeşit zikir kalpleri takviye eder ve kalbin
sahibine iyi işler yaptırır; Böylece insana sevap ve mükafat kazandırır.
Kalpleri Allah muhabbetine ve büyüklüğü karşısında boyun eğmeye zorlar. Bu
çeşit zikirde burada sayıp dökmeye imkan bulamadığımız nice faydalar vardır.
Zikri, tek başına bir anlam ifade
etmeyen, destek isteyen isim kelimelerle yapmaya gelince: Bu isim ister Allah
olsun, isterse Allah’ın zamiri “hu” olsun, üstün önderlerin ve ariflerin zikri
olduğu şöyle dursun, bu çeşit zikirlerin hiçbir aslı esası yoktur. Tersine, bu
çeşit zikir, çeşitli delalet ve bid’atlara vesile ve vahded-i vücud ve ilhad
ehlinin fasit hallerine ve niyetlerine bir vasıtadır. Bunlar hakkındaki kaynaklarımız
bu kitabın başka satırlarında ifade edilmiştir.
Bütün dinler iki büyük esas
getirmiştir:
1- Allah’tan başka hiç kimseye kulluk
ve ibadet etmemek.
2- Allah’a kulluğu ancak dinin
kaynağından öğrenip yapmak, kendi kafamızın, hevai hevesimizin bize telkin ettiği
bid'atlara dayalı olarak ibadet yapmamak...
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır
mealen:
“Bir kimse Rabbinin rızasına kavuşmak arzusu taşıyorsa, salih bir
amel işlesin ye Rabbine yaptığı ibadette kimseyi O’na ortak koşmasın” (Kehf: 18/110)
Bu aynı zamanda iki şehadetin
gerçekleşmesidir. Allah'tan başka ilah olmadığı ve Muhammed’in O’nun rasu- lü
olduğuna şehadet.
Birinci şehadette, O’ndan başka
kimseye itaatla ibadet etmememiz gerektiğini. İkinci şahadette ise, Muhammed
adlı Rasul aracılığı ile gönderilen şeriata, Kur’an’a göre bu ibadet ve itaati
yapmamız gerektiğini belirtmekteyiz. Rasu- lün getirdiklerini, tebliğ
ettiklerini tastik ve emirlerine uymak bizim için bir farzdır ettiğimiz şu
şehadete göre.
Hiç şüphe yok ki Allah’ın Rasulü,
bize Allah’a nasıl ibadet edeceğimizi bildirmiş, kötülüklerden, bid’atlardan menetmiş,
onların birer dalalet ve sapıklık olduğunu haber vermiştir.
112
Kainatın haliki buyuruyor ki
mealen:
“Hayır, onların dediği gibi değil.
Her kim itaat ve amelinde muvahhid bir mümin olarak kendini tamamen Allah’a
teslim ederse, onun için Rabbi katında amelinin mükafatı olarak cennet vardır.
Onlar için hiç bir korku da yoktur ve onlar mahzun da olmazlar”
(Bakara: 2/112)
Ve biz, nasıl ki sadece Allah’tan
korkmakla, ancak O’na tevekkül etmekle, rağbet etmekle, O’ndan yardım dilemekle
ve ibadetlerimizi sadece Allah için yapmakla mükellef isek, aynı şekilde,
Rasule uymakla, emrine itaat etmekle ve yasakladıklarından kaçmakla da
mükellefiz.
Helal sadece O’nun helal ettiği,
haram sadece O’nun haram saydığı ve meşru din sadece O’nun meşru saydığı şeydir.
Yüce yaratan mealen şöyle
buyuruyor:
“Ne olurdu bunlar Allah ve Rasulü kendilerine ne verdiyse razı
olsaydılar da, şöyle deseydiler: Bize Allah yeter. Allah bize fazlından yine
verir, Rasulü de... Biz ancak Allah’a rağbet edicileriz” (Tevbe: 9/59)
Yüce Allah vermeyi, kendine ve
Rasulü’ne ait kılmıştır.
Bir başka ayette olduğu gibi:
“Rasulün size verdiğini alın, vermediğinden de geri durun” (Haşr: 59/7)
Tevekkülü ise sadece kendine ait
kılmıştır yüce yaratıcı:.
“Allah bize yeter dediler” (Tevbe:
9/59)
Dikkat edilirse, Rasul bize yeter denmemiştir. j
Ashabın vasıflarını anlatan
ayetlerde de şöyle buyurul^
muştur: i
“Onlar o kimselerdir ki, insanlar
onlara “halk size kötülük etmek üzere birleşti, onlardan korkun” dedikleri
zaman, onların imanlarım artırır ve derler ki: “Allah bi-
113
ze yeter. O ne güzel bir vekildir”
(Al-i İmran: 3/173)
“Ey Nebi! Allah sana yeter. Sana uyan müminlere böyle de...” (Enfal: 8/64)
Bir başka ayette de:
“Allah kuluna yeterli değil midir?”
denmektedir.
Allah’ın Rasulü İbni Abbas’a şöyle
buyurmuştur:
“İstediğin zaman Allah’tan iste,
istiane ettiğin zaman Allah’tan istiane et”44
Kur’an birçok ayette bu noktaya
temas ve işaret etmektedir.
İbadet, haşyet ve takva Allah’a ait
kılınmış, muhabbet ve sevgi hususunda ise, Allah ve Rasulü’e birlikte
zikredilmiştir.
Nuh’un (a.s.) dediği gibi:
“Allah’a ibadet edin! Yalnız O’ndan korkun ve bana itaat edin!” (Nuh: 71/3)
Diğer bir ayette mealen şöyle
buyuruluyor:
“Her kim Allah’a Rasulü’ne itaat
eder, Allah’tan korkar takva sahibi olursa işte kurtuluşa erenler bunlardır”
(Nur: 24/52)
Eğer özetlersek: Rasuller, ibadet,
rağbet ve tevekkülün sadece Allah’a ait .olduğunu, itaatin da Allah’la birlikte
kendilerine yapılmasının gerektiğini vurgulamışlardır. Fakat şeytan hıristiyan
ve diğerlerini aldattı ve İsa (a.s.) veya rahiplerini onlara rableri olarak
tanıttı. B öylece onlar başladılar bu çeşit Rabiere itibar etmeye. Böylece
Allah’a şirk koştular ve Rasulü’ne asi duruma düştüler. Başladılar onlara
rağbet ve tevekkül etmeye, emirlerine karşı ve sünnetlerine muhalif olduğu
halde onlardan yalvarıp isteme büyük hatasına düştüler. Fakat bunlara karşılık
Allah ihlaslı kullarını, yani müminleri, hakkı bilen ve ona uyanların yoluna,
(44) Tirmizi Kıyamet: 59; Ahmed:
1/293-303-307.
114 doğru yola şevketti. Böylece gazaba
uğrayanların ve sapı- tanların yolundan gitmediler. Dinlerini sadece Allah için
ih- lasla benimsediler. Allah’ı sevip, yalnız O’na güvendiler, umutlarını
sadece O’na bağladılar. Yalnız O’ndan koktular ve sadece O’ndan istediler. Bir
tek O’na rağbet ve iltifat ettiler. İşlerini O’na havale ettiler. O’nu
kendilerine vekil edindiler ve Rasullerine de itaat ettiler. Rasullerini üstün
bir yere koyup hürmet ettiler ve onları sevdiler. Onları dost edinip sözlerini
dinlediler. Eserlerine sarılıp, önderliklerini kabul ederek doğru yolu
buldular. İşte, bu Yüce Allah’ın evvelki ve sonrakilere gönderdiği Rasüllerin
ve İslam dininin ta kendisidir. Bu öyle bir dindir ki, Yüce Allah bu dinden
başkasına bağlanmayı asla kabul etmiyor. Allah’a kulluğun ve ibadetin tek yolu
bu dinden geçmektedir. İbadet ve kulluğun gerçeği sadece bu dinde
bulunmaktadır.
Yüce Allah’tan, bizi bu dinin
üzerinde sebatkar kılmasını, ve bizi yine bu dinle yüceltmesini niyaz ederiz.
Bizi ve diğer Müslüman kardeşlerimizi bu dinin gereklerini yerine getirirken
ukbaya göçürmesini, intikal ettirmesini dua ederiz. Hamd yalnız Allah’ındır.
Selat ve selam ise, efendimiz Muhammed Mustafa ve onun yüce arkadaşları üzerine
olsun...
115
İSLAM DİNİNDE ALLAH İLE KUL ARASINDA
VASITA VAR MIDIR?
Her ihtiyacımıza yeterli olan
Allah’a hamd, seçip beğendiği kullarına salat ve selam olsun.
Bu küçük risale iki kişi arasında
geçen bir konuşmayı, tartışmayı dile getirmektedir.
Kişilerden birisi “Allah ile bizim
aramızda mutlaka bir aracı olması lazımdır. Çünkü biz vasıtasız olarak Allah’a
vasıl olmaya muktedir değiliz” diyor.
İkincisi ise, bu sözlerin ifade
ettiği anlamlara cevap veriyor... Alemlerin yaratıcısı ve Rabbi olan Allah’a
ham- dolsun.
Eğer vasıta deyimiyle, Allah’ın
emirlerini bize tebliğ eden kimseler kast ediliyorsa, bu söz haktır ve
doğrudur.
Mutlaka insanoğlu Allah’ın neleri
sevdiğini neleri sevmediğini, nelerden razı olup, neleri istemediğini, neleri
emredip, nelerden yasakladığını, dostlarına hangi nimeti, düşmanlarına hangi
cezayı hazırladığını kendi başına bilemez. Yine insanlar, Allah’a layık olan
güzel isimleri ve yüce sıfatları idrak edemezler. Bunları kendi akıllarıyla
bulmaktan aciz kalırlar. İşte bütün bunlar ve benzerlerini bilebilmek için
insanın Allah ile kendisi arasında bir vasıtaya ihtiyaçları vardır. Ve bu
vasıta da Allah’ın seçip görevlendirdiği Rasullerdir. Ancak bunlar aracılığı
ile Allah’ın istekleri bilinebilir.
Bu aracı Rasullere inananlar ve
onları takip edenler doğru yola ulaşanlardır. Allah bunlara katında yüce
makamlar verir, derecelerini yükseltir ve ahirette de nimet ve şeref bahşeder.
Rasul ve nebilerine karşı olanlar
ise, melun lanetliler, sapıp azıtanlardır.
Yüce Allah mealen buyuruyor:
116
“Ey adem oğulları! Eğer size aranızdan ayetlerimi tebliğ eden
nebi ve Rasulier gelirse, artık kim onlara muhalefetten sakınır ve nefsini
İslah ederse, onlar için bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.
Ayetlerimizi yalanlayanlar ve onları kibirlerine yedirme- yenler ise, onlar
ateşin dostudurlar ve onlar o ateşte ebedi kalıcıdırlar” (A’raf: 7/35-36)
“Artık ne zaman benden size doğru yola götürücü bir kitapla Rasul
gelirse de kim benim doğru yoluma uyarsa, o kimse sapıtmaz ve bedbaht olmaz.
Kim de benim doğru yolumu kabul etmezse, onun da hakkı dar bir geçimdir. Ve
biz onu kıyamet gününde gözleri kör olarak haşrederiz. O, “Rabbim! Beni neden
kör haşrettin, halbuki ben görüyordum” der. Allah da ona şöyle cevap verir:
Sana ayetlerimiz geldiğinde sen onları görmedin ve unuttun. İşte bugün de sen
görülmeyip unutuluyorsun!” (Taha:
20/123-127)
îbni Abbas “Kur’an-ı Kerim’i
içindekileri anlayarak okuyan; ve ayetlere uygun hareket eden kimseyi Yüce Allah
bu dünyada sapıtmamayı, öbür dünyada da bedbaht etmemeyi vaad etti ve garanti
altına aldı” demektedir.
Cehennem ehlinden Yüce Allah şöyle
haber veriyor:
“Her gün cehenneme atıldıkça,
muhafızları onlara sorarlar: “Size azab ile sakındın» bir nebi gelmedi mi?”
Onlar cevap verir: “Evet! Gerçek o ki. Bize azabla sakındırın ve korkutucu
nebi gelmiştir. Fakat biz onu yalanlayarak dinlemedik. Allah seninle hiçbir
şey indirme- miştir. Sen ancak büyük bir sapıklık içindesin demiştik”
(Mülk: 67/8-9)
“O kafirler, ayrı ayrı bölükler
halinde cehenneme sürüldü. Nihayet oraya geldikleri zaman onun kapıları açıldı.
Cehennemin muhafızları onlara “Size aranızdan Rabbinizin ayetlerini karşınızda
okuyacak, sizi bu gün-
117
Iere gelmekle korkutacak nebiler gelmedi mi?” diye sorarlar.
Onlar “Evet, geldi” diyerek cevap verirler. Öyleyse azab hükmü kafirlerin
üzerine bir hak oldu” (En’am: 6/48-49) “Nuh’a ve ondan sonraki nebi ve
Rasullere vahyetti- ğimiz ve İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve evlatlar» İsa,
Eyyub, Yunus, Harun ve Süleyman’a vahyettiğimiz ve Davud’a Zebur’u verdiğimiz
gibi, ey Muhammed hiç şüphesiz sana da vahyettik biz. Gönderdiğimiz nebi ve
Rasullerin menkıbelerini gerçek olarak sana bildirdik. Yine nebi ve Rasuller
yolladık ki, onların hayatlarından sana bir haber vermedik. Allah Musa ile de
hitap ederek konuştu. Biz nebi ve Rasullerimizi rahmet müjdecileri ve azab
habercileri olarak gönderdik. Ta ki bu elçilerimizden sonra, insanların
Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah mutlak galibdir, yegane hüküm ve
hikmet sahibidir” (Nisa: 4/63-65)
Bu ayetlerin birçok benzeri vardır
Kur’an-ı Kerim’de. Ve bu esaslar, yahudi ve Hıristiyanların da birleştiği
esaslardır. Bütün dinler Allah ile kulları arasında, Allah’ın yasak ve
emirlerini tebliğ edici nebi ve rasulleri aracı olarak kabul ederler. Böyle bir
vasıtayı hiç kimse inkar etmez herhangi bir semavi dine bağlı olarak.
Yüce Allah buyurur:
“Allah, melekler ve insanlar arasından elçiler seçip gönderdi” (Hacc: 22/75)
Bütün dinlerde bu esası inkar eden
kafir olur.
Yüce Allah’ın Mekke’de indirdiği
En’am, A’raf ve baş tarafında, elif, lam, ra, ha, mim, ta, sin gibi harfler
bulunan sureler, Allah’a elçilere ve ahirete iman gibi İslam dininin esaslarını
beyan ederler. Yüce Allah bu surelerde elçilerini yalancı sayan kafirlerin
hallerini ve onları nasıl helak eylediğini, elçilerine ve onlara iman edenlere
nasıl yardımcı
118 olduğunu beyan buyurmuştur...
İşte bu konudaki ayetlerden mealen
bir kaçı:
“Andolsun ki, elçiler olarak
gönderilen kullarımız hakkında geçmiş bir sözümüz vardır. Muhakkak onlar
behemehal onlar galibdirler. Muhakkak ki bizim ordumuz, herhalde onlar zafer
kazanacaklardır”
(Saffat: 37/171-173)
“Muhakkak biz elçilerimizi ve iman
edenleri, hem dünya hayatında hem de meleklerin şahit olacağı kıyamet gününde
muzaffer kılacağız” (Mü’min: 40/51)
Yüce Allah’ın da buyurduğu gibi,
nebi ve rasullere uyulur ve kayıtsız şartsız onlara itaat edilir:
“Biz hiçbir elçiyi, Allah’ın izni
ile kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle gödermedik”
(Nisa: 4/64)
“Kim elçimize itaat ederse, Allah’a
itaat etmiş olur”
(Nisa: 4/80)
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız,
bana tabi olunuz, Allah da sizi sever ve günahlarınızı bağışlar”
(Al-i İmran: 3/31)
“İşte elçimize iman edenler, onu
tazim edenler, ona yardım edenler, ve onunla indirilen Kur’an’a tabi olanlar.
İşte onlar selamete erenlerin ta kendileridir”
(A’raf: 7/157)
“Andolsun ki, Allah’ın Rasulünde sizin için, Allah’ı ve ahiret
gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için çok güzel örnekler vardır” (Ahzab: 33/21)
Şayet vasıta ile anlatılmak istenen
anlam, faydaları celb, zararları defetmek için gerekli bir vasıta ise...
Mesela: Kulların rızıklandırılmasında, kendilerine imdad ve hidayet
edilmesinde bir vasıtanın bulunması ve kulların bu menfaatleri böyle bir
vasıtadan istemeleri ve ondan bunu ümit etmeleri gibi bir vasıtanın olması
murad ediliyorsa...
119
İşte böyle bir vasıta telakkisi en
büyük bir şirktir. Yüce Allah bu iddialarından ötürü hıristiyan ve müsevileri
kafir saymıştır. Ki onlar Allah’tan gayrisini kendilerine dost ve şefaatçılar
edinmektedirler. O dost ve şefaatçılardan menfaat bekliyorlar, belaları
defetmelerini istiyorlar. Her ne kadar Allah’ın izin verdiği insanların şefaat
etmeleri hak ise de...
Şefaat hakkında Yüce Allah
buyuruyor ki:
“Allah gökleri ve yeri ve bunların
arasında olanları altı günde yaratan ve sonra arşa istiva edendir. Sizin bunlardan
başka hiçbir yeriniz, Allah’tan başka hiçbir şefaatçiniz yoktur. Artık iyice
düşünmez misiniz?”
(Secde: 32/104)
“Rabblerinin huzurunda
toplanacaklarından korkanları onunla (Kur’an’la) uyar. Onlar için Rablerinden başka ne bir dost ne
de bir aracı vardır; belki sakınırlar.”
(En’am: 6/51).
“Kur’an ile nasihat et. O nefis için Allah’tan başka ne dost
vardır, ne de şefaatçi.” (En’am:
6/70)
“De ki: “Allah’ı bırakıp da (ilah olduğunu) ileri sürdüklerinize
yalvarın. Ne var ki onlar, sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilir, ne de
değiştirebilirler.
Onlanın yalvardıkları bu varlıklar
Rablerine -hangisi daha yakın oolacak diye- vesile ararlar; O’nun rahmetini
umarlar ve azabımdan korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı, sakınılacak bir azabtır.”
(İsra: 17/56-57)
“Müşriklere de ki: “Allah’tan başka
ilah zannettiklerinize, istediğiniz kadar yalvarın, istimdad edin, onların ne
göklerde ne de yerde bir zerre miktarınca bile güçleri yoktur. Onların
buralarda hiçbir ortaklığı olmadığı gibi, Allah’ın da bunlardan kendisine bir
yardımcı kabul ettiği yoktur. O’nun nezdinde, kendisine izin verdiklerinden
başkasının şefaati kimseye bir fayda sağlamaz”
(Sebe: 34/22-23)
120
Selefden bir grup diyor ki:
Bir kısım kavimler, İsa (a.s.),
Üzeyr ve meleklere dua edip onlardan yarım dileniyorlardı. Yüce Allah birçok
ayetlerle, meleklerin ve elçilerin herhangi bir zararı gidermeye veya
değiştirmeye güçleri olmadıklarını, meleklerin de, elçilerin de Allah’tan
istemek zorunda olduklarını, onların da Allah’ın rahmetini umduklarını,
azabından korktuklarını beyan buyurdu...
“Beşerden hiç bir kimseye yakışmaz ki, Allah kendisine, kitabı,
hükmü ve elçiliği versin de, sonra onlar insanlara Allah’ı bırakın da bana kul
olun desin. Fakat öğretmekte ve okuyup yazmakta olduğunuz kitap sayesinde,
Rabbinize bağlanın der. Sizin melekleri ve elçileri Rabler edinmenizi de
emretmez. O size, hiç İslam’ı kabul ettikten sonra küfre dönün der mi?” (Al-i İmran: 3/79-80)
Görülüyor ki, Yüce Âllah melekleri
ve elçilerini Rabler edinenleri müşrik ve kafir saymaktadır. Öyleyse, bir kimse
melekleri ve elçileri, Allah ile kendileri arasında vasıta edinir, onlara dua
ve tevekkül eder ve onlardan menfaat celbini ve bela defini isterse mesela,
onlardan günahların affını, kalplerin doğru yola gelmesini, sıkıntıların
giderilmesini, yoksulluğun önlenmesini taleb ederse, o kimse Müslümanların
reylerine göre kafir olur.
Yüce Allah buyurmaktadır mealen:
“Çok esirgeyici Allah bir evlat
edindi dediler. O’nun şahı bundan yücedir, münezzehdir. Hayır, evlat dedikleri
sadece ikrama nail olmuş kullardır. Bunlar sözle asla O’nun önüne geçemezler.
Onlar Allah’ın emriyle hareket ederler. Önlerindekini de arkadakilerini de o
bilir. Bunlar O’nun korkusundan titreyenlerdir. Bunlar ki “ilah o değil benim
derse” biz O’nu derhal cehennemle cezalandırırız. Biz o zalimleri de
cezalandıracağız”
(Enbiya: 21/26-29)
121
“Ne Mesih, ne en yakın melekler Allah’ın kulu olmaktan asla
çekinmez. Kim O’na kulluktan çekinir ve kibirlenmek isterse, düşünsün ki Allah
onların hepsini huzurunda toplayacaktır” (Nisa:
4/172)
“Dediler ki: Rahman olan Allah bir
evlat edindi. Yemin ederim siz çok kötü bir söz söylediniz. Onlar O Rahman
olan Allah’a evlat izafe ettikleri için, böyle bir sözden dolayı nerede ise
gökler parçalanacak, yer yarılacak ve dağlar çöküp dağılacaktır. Halbuki o çok
esirgeyen Allah için bir evlat edinmek asla yakıştırılacak bir iş değil.
Göklerde ve yerde olan herkes, hiç istisnası olmamak üzere O Rahman olan
Allah’a mutlak kul olarak gelecektir. Andolsun o bunlar cemiyet olarak da saymış,
ferd olarak da saymıştır. Her biri kıyamet günü O’na tek başına gelecektir”
(Meryem: 19/88-95)
“Onlar Allah’ı bıkarıp kendilerine
ne bir zarar ne de bir fayda vermeyecek olan şeylere bağlanırlar. Bir de,
“bunlar Allah yanında bizim şefaatçılarımızdır” derler. De ki: “Siz Allah’a
göklerde ve yerde bimediği bir şeyden mi haber veriyorsunuz?” Haşa! O şirk
koşmakta oldukları herşeyden çok uzaktır, çok yücedir”
(Yunus: 10/18)
“Göklerde nice melek vardır ki, onların şefaaatları bile hiçbir
işe yaramaz. Ancak o şefaat Allah’ın dileyeceği ve razı olacağı kimseler için
vereceği izinden sonra olursa, o başka” (Necm:
53/26)
“Onun izni olmayan kimseye şefaatçi olan kimmiş?” (Bakara: 2/255)
“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu kendinden başka hiç bir giderici
yoktur. Eğer sana bir hayır da dilerse O’nun bu hayrını geri çevirici hiçbir
kuvvet de yoktur” (Yunus:
10/107)
“Allah’ın insanlara açacağı
herhangi bir rahmeti tu-
122
tacak yoktur. Tutacağı bir şeyi de
salıverecek yoktur”
(Fatır: 35/2)
“De ki: “O halde bana haber verin.
Allah bana herhangi bir zarar dilerse, sizin Allah’ı bırakıp da taptıklarınız
O’nun bu zararını giderebilirler mi? Yahud Allah bana bir rahmet dilerse, onlar
O’nun bu rahmetini geri çevirebilirler mi?” De ki: “Bana Allah yeter, güven ve
dayanak arayanlar da ancak O’na güvenip dayanırlar”
(Zümer: 39/38)
Bunlara benzer ayetler Kur’an-ı
Kerim ’de daha bir çoktur. Nebi ve Rasullerin dışındaki din ve ilim adamlarına
gelince: Bunları, nebi ve Rasullerin ümmeti arasında, Rasullerin getirdiği
emirleri ümmete açıklayıp talim ettiren, onlara edeb ve terbiyeyi öğreten ve
ümmet tarafından dinlenen birer vasıta olarak kabul eden kimseler bu
inançlarında isabet kaydetmişlerdir, doğruyu görmüşlerdir.
Bu, din ve ilim adamları bir mesele
üzerinde ittifak ettikleri zaman, böyle bir ittifak yeterli bir hüccet ve
şüphe edi- lemiyecek bir delil niteliği kazanır. Çünkü Allah’ın dininin gerçek
alimleri hata üzere birleşmezler. Şayet ilim ve din adamları bir mesele
üzerinde birleşmişlerse, önu Allah’ın kitabına ve Rasulü’nün hadislerine
havale etmiş, bu iki mutlak kaynağın hükümleriyle halletmişlerdir. Çünkü
gerçek din ve ilim adamlarından hiçbiri, şahsen, ferdi bakımdan asla masum
değildirler. Onun için bütün insanlar bunların bazı hükümlerini kabul eder,
bazılarını reddedebilir. Fakat Allah Rasulü’nün hiçbir sözü ve hükmü asla
reddedilemez. Onun için de din ve ilim adamları, ihtilafa düştüğü bir meseleyi
Allah’ın ve Rasulü’nün hükmüne müracaat ederek çözümlerler. Din ve ilim
adamları hakkında Allah’ın Rasulü şöyle buyurmaktadır:
“Alimler nebi ve Rasullerin
mirasçısıdır. Muhakkak ki Nebi ve Rasuller insanlara altını ve parayı miras
ola-
123
rak bırakmazlar. Onların mirası
sadece ilimdir. Kim onların bıraktığı ilmi elde ederse, çok büyük bir nasib elde
etmiş demektir”45
Bir kimse hükümdara yakın olan
kimselerin, hükümdar ile halkı arasında vasıta oluşu gibi, din ve ilim
adamlarını veya şeyhleri Allah ile kullan arasında bir vasıta olarak görürse,
böyle itikad ederse... Yani, kulların ihtiyaçlarını Allah’a onlar sunuyor ve
Allah ancak kullarına onların aracılığı ile hidayet ediyor ve rızık veriyor...
Halk onlardan, onlar da Allah’dan istiyor. Aynen hükümdarın yakınlarının, halk
namına hükümdardan bir şey istemesi gibi... Elbette ki halk isteklerini
doğrudan doğruya hükümdardan istememek için, onun yakınlarını araya koyar.
Çünkü, halka karşı hükümdar, yanma varılması mümkün olmayan bir makamdadır. O
bakımdan yakınlarından aracı olmasını bekler daima... Böylesini daha uygun ve
faydalı bulur.
Her kim yukarda anlattığımız
biçimde, Allah’la kulları arasında bir vasıta olduğuna inanırsa, o kimse müşrik
ve kafir olur. Böyle bir kimsenin tevbe etmesi gerekir. Tevbe ederlerse
kurtulurlar, etmezlerse katledilirler. Çünkü bu teşbih- çiler, Haliki mahluka
benzetmiş ve böylelikle Allah’a en büyük bir şirk koşmuş olurlar.
Kur ’ an-ı Kerim ’ de böyle bir
itikadı reddeden ayetler, bu küçük kitaba sığamayacak kadar çoktur.
Hükümdar ile, tebası arasındaki
vasıtaların varlığı şu üç sebebe dayanır:
1- Hükümdar herşeyi bilmez. Onun için,
halkın isteklerini bildirmesi ancak aracı ile olur. Halbuki Allah, gizli açık
her şeyi bilendir. Bir kimse, Allah’a bilgisizlik izafe ederse şirke ve küfre
düşmüş olur. Melekler, Nebi ve Rasul- ler, yahut şeyhler haber verinceye kadar,
Allah kullarının du-
(45) Buhari, İlim: 10; Ebu Davud;
İlm: 1; İbn Mace, Mukaddime: 17
124 romundan haberdar olmaz, gibi bir itikad
sahibi, elbette ki küfrün en derin gayyasına düşer. Allah her türlü eksiklikten
münezzeh olan mutlak bir kudrettir. Gökte ve yerde her ne oluyorsa, kim ne
yapıyorsa, onu mutlak anlamda bilir. O her- şeyi işitir, en küçük bir zerreyi
bile görür. O, ayrı ayrı dillerden kendisine dua edip isteyen kullarının
seslerini duyar, dillerini anlar. Birini dinlerken, öbürünü işitmekten uzak olmaz.
İsteklilerin ve isteklerin çokluğu O’nu asla yanıltmaz:
2- Hükümdar güçsüz ve iktidarsız
olduğundan, her şeyi bilecek kaabiliyet ve güçde olmadığından, vasıtalar olmaksızın
halkın isteklerini ve halini bilemez. Ve bilemediği için de, idare etmekten
aciz kalır. İşte bundan ötürü hükümdar, bilgi edinmek için, yardımcılar
edinir, onları halkla kendi arasında vasıta olarak kullanır. Halbuki, yukarda
da izah ettiğimiz gibi, Allah’ın haşa böyle bir eksikliği ve zaafı olmadığı
için, yardımcıya ve kulları ile arasında bir vasıta kullanmaya ihtiyacı
yoktur. Çünkü o herşeye kadir, her şeye mutlak anlamda güç yetirendir.
O, bütün mevcudatm, o mevcudad
içindeki bütün külli sebeplerin yaratıcısı, hükmedici, Rabbidir. O yarattığı
hiçbir mahluka muhtaç değildir. Halbuki, hükümdarın yardımcıları ve vasıta
olarak kullandıkları, onun sultanlığına ortak olanlardır. Hükümdarlık haklarını
bölüşenlerdir. Allah mahlukuna mutlak anlamda, hiç ortağı olmayan bir hükümrandır.
Allah hiçbir ortağı olmayan sultandır, mabuddur ve mülk mutlak anlamda
O’nundur. Hamd O’nadır ve O her şeye hükmedecek kudrettedir.
3- Hükümdar, kendi dışından bazı
kimselerin tahriki ve teşviki olmadan, hiç kimseye bir şey vermek istemez, böyle
bir arzu duymaz. Ancak kendisine zarar vereceğinden korktuğu, desteğine muhtaç
olduğu bir kimse, hükümdara nasihat ve tavsiye ederse, yol gösterirse, o zaman
hükümdarın
125 iradesi uyanır, bir şeyler vermek için
faaliyete geçer. Bu hareket, nasihati verenin kalpde doğurduğu merhametten de
doğar, ikaz edenin korkusundan da olabilir. Hatta belki de, ikaz edenin hatırı
için olur sadece.
Allah ise, herşeyin yaratıcısı ve
sahibidir. O, kullarına karşı, annenin çocuğuna duyduğu merhametin çok üzerinde
bir merhamete sahipdir.
Her şey O’nun dilemesi ile olur.
Ancak O’nun istediği şey olur, istemediği hiçbir şey de olmaz. Allah
kullarından bir kısmını diğerleri üzerine yardım etmek için görevlendirirse,
ancak o görev yerine getirilir. Bütün yardımlar Allah’ın isteği ile olur.
Çünkü, aracıların öğüdü ve yol göstermesi ancak Allah izin verirse hükümdarın
kalbini yumuşatır. İnsanı kalbindeki iradeyi yaratan da Allah’dır. Hiçbir
kimse, Allah’a istemediği ve irade etmediği bir duygu sokamaz. Allah’ın
bilgisi dışındaki herhangi bir şeyi kimse kemseye öğretemez, anlatamaz. Bütün
bir varlıkta Allah’ın ümit bekleyeceği ve korkacağı hiçbir yaratık yoktur.
Bundan dolayıdır ki, Allah’ın Rasulü,
“Sizden hiç biriniz “Allah’ım, beni
istersen affet, istersen rahmet eyle” demesin. İstediğini kesin olarak istesin.
Zira Allah’ı zorlayıcı hiçbir kuvvet yoktur”46
buyurmuştur. Allah katında şefaat
edecek şeyler, sadece Allah’ın izin verdiği şeylerdir ve ancak Allah’ın izni
ile şefaat edebilirler.
Cenabı Hak buyuruyor:
“Allah, o Allah’dır ki, kendinden
başka hiçbir ilah yoktur. O, geriye ve ileriye doğru sonu olmayan diridir.
Zatıyla ve kemaliyle kaimdir. O’nu uyuklama hali yakalamaz ve asla uyumaz O.
Göklerde ve yerde ne varsa hep-
(46) Buhari, Deavat: 21; Tevhid: 31;
Müslim, Zikir: 7;
Muvatta, Kur’an: 28 Tirmizi,
Deavat: 79;
Ebu Davud, Salat: 358; İbn Mace,
Deavat: 8.
126
si de ortaksız olarak O’nun. O’nun izni olmadıkça nez- dinde
şefaat edecek olan da kimmiş? O herkesin önünde ve ardında ne olduğunu kesin
kes bilir. O’nun ilminden yalnız kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kabil
değil kavrayamazlar. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır. Bunların
varlığı O’na ağır gelmez. O çok yüce ve büyüktür” (Bakara: 2/255)
“Önlerindekini de arkalarmdakini de hep O bilir. Bunlar Allah’ın
rızasına kavuşmuş olan kimseden başkasına şefaat edemezler. Bunlar O’nun
korkusundan tiril tiril titreyenlerdir” (Enbiya:
21/28)
“Ey Rasulüm! Onlara de ki: Allah’ı
bırakıp da, O’nun yerine koyduklarınız efendilerinize istediğiniz kadar
yalvarın. Onların güçleri ne yerde ne de gökte hayır ve şer yapmaya, bir zerre
miktarı bile yetmez. Onların buralarda hiçbir ortaklığı olmadığı gibi,
Allah’ın da bunlardan hiçbir yardımcısı yoktur. O’nun nezdinde, ahiret- te
O’nun izin verdiği kimselerden başka hiçbir şefaatçinin aracılığı fayda
vermez. Nihayet ona izin çıktığı ve korku giderildiği zaman, birbirlerine:
“Rabbimiz ne buyurur?” derler. O şefaat ediciler de: “Hakkı söyledi” derler. O
Allah çok yüce ve çok büyüktür”
(Sebe: 34/22-23)
Bütün bu ayetlerden anlaşılıyor ki,
Allah’tan başka hiç kimsede ne verilecek bir mülk ne de herhangi bir başka şey
var. Halbuki, istenecek, dilenilecek kimsede mülk ve istenen şeylerin hepsi
olmalıdır. Her yaratılmış şey ortaksız olarak sadece Allah’ın olduğuna göre,
O’ndan başkası kimseye herhangi bir şey veremez. Böyle olduğuna göre, elbette
ki, hiç kimse O’nun yardımcısı da olamaz. Allah’ın izni olmadıkça, kimse
kimseye şefaat edemez. Hükümdarların durumu böyle değildir elbette. Hükümdara
aracılık yapacak kadar yakın olan bir kimsede, verebileceği bir miktar mülk
127 vardır.
Bazen de mülkde hükümdarlarla ortaktırlar. Mülkün idare edilmesinde hükümdarın
yardımcısı, hatta hükümdarın dayandığı kuvvettirler zaman zaman...
Hükümdarın yakınları ve
yardımcıları, mülkünde ortak oldukları için, aracılık yapmak için ne
hükümdardan ve ne de başkalarından izin almazlar. Hükümdar, bazen bu aracılara
muhtaç olduğu için isteklerini yerine getirir, bazen de korktuğu için. Bazen de
daha evvel kendisine aracılar tarafından yapılmış bir yardımın bedeli olarak
yapar. Hatta hükümdarlar karılarının ve çocuklarının şefaatlarını bile kabul
eder. Zira hükümdar karısına ve çocuğuna muhtaçtır. O kadar ki, karısı veya
çocuğu kendisinden yüz çevirseler, o bu yüz çevirmeden zarara uğrar. Hükümdar
kölesinin şefaatini bile kabul eder zaman zaman. Çünkü bazı isteklerinin yerine
getirmediği kölesinin kendisine iyi hizmet vermeyeceğinden ve hatta kötülük
yapacağından korkar. Kulların bir kısmının diğer kısmı üzerindeki şefaati hep
bu cinstendir. Bir insan diğer bir insanın şefaatini yapıyorsa, ya tamah
ettiği, istediği bir şey vaı ya da bir şeylerden korkmaktadır. Halbuki Allah
ne kims^ uen bir menfaat bekler, ne tamah ve ihtiyaç sahibidir. Ne de herhangi
bir şeyden korkar. O sonsuz zenginlik ve güç sahibidir.
Bütün bunları anlatışımızdaki sebep
şudur: Allah hiçbir kulun başka bir kuldan bir şey istemesini emretmemiştir. Ancak
ö istediği şeyde, kendisi için bir maslahat bahis konusu ise; böylesi bir
istek yapmaya da engel bir hal yoktur. Bu maslahatın da, ya vacib ya müstehap
olması lazımdır. Yüce Allah kulun bundan başkası için kimseden bir şey istemesini
hoş görmez. Hele sadece kendisinin gücü dahilindeki ortaksız sahibi olduğu
şeylerin bir kuldan istenmesini hiçbir şekilde izin vermez. Mecbur olmadıkça,
hayatı bir konu olmadıkça, hiç kimsenin bir başkasından bir şey istemesini
haram kılmıştır Yüce Allah buyuruyor:
128
“O gün onların hepsini bir araya toplaycağız. Sonra mülk ve
hükümde Allah’a ortak koşanlara: “Siz de, ortak koştuklarınız da durunuz
durduğunuz yerde” diyeceğiz. Onları birbirinden tamamen ayırmışızdır. Bize
hükümde ortak koştukları Rabbinler onlara: “Siz dünyada bize tapmıyor ve itaat
etmiyordunuz ki” diyerek, onları yalanlayacak” (Yunus:
10/28)
“Haberiniz olsun ki, göklerde ve
yerde her ne varsa şüphe yok ki Allah’ındır. Allah’tan başkasına itaat edenler
dahi, gerçekte, Allah’tan gayri itaat ettiklerine itaat etmiş olmuyorlar. Onlar
ancak kendi boş zanlarına uymuş oluyorlar ve yalan söylemiş oluyorlar”
(Yunus: 10/66)
Müşrikler istediklerini elde etmek
için şefaatçılar ediniyorlardı. Yüce Allah bunlar hakkında şöyle buyurmaktadır
mealen:
“Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine
ne bir zarar ne de bir yarar sağlayamayacak şeylere bağlanırlar. Bir de bu
bağlandıkları şeyler hakkında ‘bunlar bizimle Allah arasında bir aracıdırlar,
Allah katında bizim şefaatçımız- dır’ derler. De ki: “Allah’a göklerde ve yerde
bilmeyeceği, bilemeyeceği bir şeyden mi haber veriyorsanız? Haşa, O eş
tuttukları şeyden münezzehdir”
(Yunus: 10/18)
“O vakit, Allah’ı bırakıp da
kendilerine Rab ve şefaatçi edindikleri düzmece ilahları, onlara Allah’ın
azabını savmada yardımcı olmalı değil mi idi? Tersine, bunlar, kendilerini
terkedip başlarının çaresine düştüler. Bunlar onların yalanlandır, düzdükleri
hayalleridir”
(Ahkaf: 46/28)
“Dikkat edin! Halis din
Allah’ındır. O Allah’ı bırakıp da kendilerine bir takım başka dostlar edinenler
derler ki: Biz bunlara, bizi biraz daha Allah’a yaklaştırsınlar
129
diye bağlanıyoruz”
“Hiç şüphe yok yüce olan Allah, onlarla müminler arasında,
ayrılıklara düşegeldikleri şeyler hakkında, hükmünü verecektir. Söyledikleri
muhakkak ki yalandır ve gerçekten kafir olan öyle kimseleri Allah doğru yola
götürmez” (Zümer:
39/3)
“Sizin melekleri ve nebileri
ilahlar edinmenizi emretmez. O, size hiç Müslüman olduktan sonra, yeniden kafirliğe
dönmenizi emreder mi?” (Al-i İmran: 3/80)
“De ki: Allah’ı bırakıp da O’nun
yerine kendinize ilah edindiklerinizi çağırın yardımınıza! Onlar sizin herhangi
bir sıkıntınızı gideremiyecekleri gibi, size gelecek herhangi bir belayı da
değiştiremezler. Onların yardım istedikleri ve böylece kendilerine Rab
edindikleri de, Allah’a daha yakın olmak için yol arayıp duruyorlar. O’nun
rahmetini umuyorlar ve azabından korkuyorlar. Çünkü Rabbin azabı ne kadar
korkunç bir azabdır”
(İsra: 17/56-57)
Naklettiğimiz son ayette, Yüce
Allah, kendi dışındaki varlıklardan yardım ve istimdad istenenlerin,
beklenenlerin, hiçbir belayı defedemiyeceklerini, böyle bir güçleri olmadığını
açıklıyor. O yardım beklenenlerin de aynı kendileri gibi, yani yardım
isteyenler gibi yardıma muhtaç olduklarını, Allah’ın azabından korktuklarını ve
aynen isteyenler gibi, Allah’a yaklaşmak ve sığınmak istediklerini beyan
ediyor. Böylece müşriklerin melekler, nebiler ve şeyhlerden yardım istemelerini
reddediyor. Onların anladığı ve iddia ettiği anlamda bir şefaat olmadığını
kesin kes açıklıyor. Kendisinden başka hiç kimseyi duaya muhattab saymıyor
Yüce Allah...
Şefaat bir biçimde duadır. Hiç
şüphe yok ki, insanlardan bir kısmının bir başka kısım için yaptığı dua fayda
verir. İnsanların birbirine dua etmesi Allah’ın emridir. Fakat, duâ
130 eden kimsenin duası ve aracılığı Allah’ın razı
olduğu, kabul edeceği, hakedilmiş bir istek olmalıdır. Mesela, bir kimse bir
müşrik için dua etmiş olsa karşılığı sadece bir hiçtir. Din düşmanlarına
mağfiret dilese bir kimse, böyle bir kimsenin duası kendisine beddua olarak
geri döner. Onun için hiçbir Müslüman, Allah’ın yasakladığı kimseler için dua
edemez, böyleleri için Allah’tan hiçbir şey isteyemez.
Yüce Allah buyuruyor:
“Müşriklerin, o çılgın ateşin yoldaşlarının cehennemlik oldukları
kesinlikle ortaya çıktıktan sonra, artık onların lehine ister en yakıp
akrabaları isterse rasul olsun, hiç kimsenin şefaat dilemeleri doğru değildir,
İbrahim’in babası hakkında yapmış olduğu dua, ancak ona yapılmış bir vaadden
ötürü idi. Yoksa, onun Allah’ın düşmanı olduğunu öğrendikten sonra ona
şefaatçi olmaktan vazgeçti ve ondan uzaklaştı. İbrahim cidden çok tazarru ve
niyaz eden bir hassas kalbe ve ezaya sabırla göğüs geren bir yüreğe sahipti” (Tevbe: 9/113-114)
Cenab-ı Hak müşrikler hakkında
şöyle buyurmaktadır mealen:
“Ha istiğfar etmişsin onlara, ha
etmemişsin, hiçbir şey değişmez. Allah onları asla bağışlamaz. Hiç şüphe yok Allah
fasıklar grubunu doğru yola iletmez”
(Münafikun: 63/6)
Yüce Allah kendi elçisini müşrik ve
münafıklar hakkında af dilemekten menetmiştir ve böyle bir af istediği takdirde
af etmeyeceğini açık açık beyan buyurmuştur...
Bu durum sahih bir hadisde de dile
getirilmiştir...
Mesela şu ayeti celilede
buyrulmaktadır:
“Şüpheşiz Allah, kendisine ortak koşanlar ı bağışlamaz. Bundan
başka suçlar için, dilediğini bağışlar. Kim Allah’a bir ortak koşarsa, hiç
şüphe yok ki iftira etmiş ve büyük bir günah işlemiş olur” (Nisa: 4/48)
131
Bir başka ayette mealen:
“Onlardan ölen bir kimse için asla dua etme! Mezarı başında
durma! Çünkü onlar, Allah’ı ve Rasulü’nü reddederek kafir oldular, Ve onlar
fasık kimseler olarak öldüler” (Tevbe:
9/84)
“Rabbinize yalvara yalvara, gizlice dua edin. Şu asla değişmez
bir gerçektir ki, Allah haddi aşanları sevmez” (A’raf:
7/55)
Yukarda naklettiğimiz ayet, duada
haddi aşmayın emrini vermektedir. Yüce Allah’ın yapmayacağı bir şeyi istemek,
duada haddi aşmaktır ve karşılığı da cezadır.
Mesela: Nebi ve Rasullerin derece
ve makamlarını istemek, yahut müşriklerin affını dilemek ve benzeri dualar,
haddi aşan dualardır. Küfre, isyana yardım için dua edilmesi haddi aşmadır.
Hasılı Allah'ın günah saydığı herhangi bir şeyi dua ederek Allah’tan istemek
haddi aşmadır.
Yüce Allah, ancak içinde günah
olmayan duayı istediği kimseden kabul buyurur. Bir bakıma böyle bir dua, zaten
hakedilmiş bir istektir. Kendisinin şefaati kabul edilebilir kullar, zaten
bundan başkası için kimseye şefaat etmez. Şayet bilmeyerek, Allah’ın razı
olmadığı, dua edilen kimsenin haketmediği bir istekte bulunmuşsa, bu duasından
hemen vazgeçer. Çünkü şefaat izni verilebilecek kullar, caiz olmayan bir fiili
yapmaya devam etmekten uzak kimselerdir.
Nuh’un (a.s.) duası ve Allah’ın
verdiği cevabda olduğu gibi:
“Nuh Rabbihe dua edip dedi ki: “Ey
Rabbim, benim oğlum da şüphesiz benim ailemdendir. Senin vaadin şüphesiz ki
haktır. Ve sen hakimlerin hakimisin” Allah da şöyle buyurdu: “Ey Nuh. O asla
senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı işlediği iş, bizim istemiş olduğum
doğru iş değildir, tersine çok kötü bir iştir. O halde aslını bilmediğin bir
şeyi benden isteme. Seni bilmez kim-
132
seterden olmaktan men ederim” Nuh: “Ey Rabbim! Ben bilmediğim bir
şeyi senden istemekten yine sana sığınırım. Eğer, beni yargılamazsan,
esirgemezsen, hürana uğrayanlardan olurum!” (Hud:
11/45-47)
Yüce Allah’a dua eden ve şefaat
dileyen herkesin, bu dua ve şefaati ancak yaratanın kazası, kaderi ve dilemesi
ile olur. Duaya muhattab olacak, kabul edecek olan ancak O’dur. Dua da Allah’ın
takdir ettiği sebeplerden biridir. Gerçek bu olunca, Allah’m sebeplerine
yönelmek sadece onlara güvenmek, tevhid inancına göre şirk sayılır. Sebepleri
yok bilmek sebebi müsebbib yapmaktır ki, bu da büyük bir akıl eksikliğidir.
Çünkü sebeplerden uzaklaşmak, onlara tevessül etmemek şeriata göre yasaktır.
Kul için vacib olan, zorunlu olan,
tevekkülünü, istemesini, duasını ve itibar ve rağbetini yalnız Allah’a
yöneltmesidir. Yüce Allah, kendisine sebeplerden, insanların duasından ve
şefaatından dilediğini takdir ve nasib buyurur.
Derece ve makam olarak üstün olanın
duasının kabul buyrulacağı gibi, derece ve mertebesi aşağı seviyede olanında
duası kabul buyrulur. Başka bir deyimle, derecesi yüksek olan bir kişinin
kendinden aşağıda olan için yaptığı dua kabul olabileceği gibi, derecesi düşük
olanın kendisinden daha üst derecede olan için yapmış olduğu dua da makbul
olabilir. Her Müslümanm başka Müslüman hakkında dua etmesi caizdir. Rasulden
dua etmesi istendiği gibi, Ömer (r.a.) ve Müslümanlar, Rasulün amcasından yağmur
için dua etmesini talep etmişlerdir.
İnsanlar kıyamet gününde,
RasuluIIah’tan (s.a.v.) ve diğer nebilerden şefaat isteyeceklerdir. Allah’ın
Rasulü şefaat edicilerin efendisidir. Onun kendisine mahsus şefaati vardır.
Bununla birlikte, Müslim ve Buhari’de şöyle bir nakil bulunmaktadır:
“Ezan okuyan bir müezzinin ezanını
duyduğunuz za-
133 man, siz
de müezzinle birlikte dediklerini tekrarlayın. Sonra da üzerime selat okuyun.
Kim bana bir selat okursa, Allan ona on rahmet gönderir. Sonra Allah’tan benim
için vesile isteyin. Vesile cennette bir mertebedir. Allah’ın kullarından bir
kula nasib olacaktır. Ümit ediyorum ki ben o kul olayım. Kim Allah’tan benim
için bir vesile isterse, kıyamette şefaatim ona helal olur”47
Ömer (r.a.) Umre haccı yapmak üzere
Rasulle vedalaşırken, Rasul ona şöyle söylemişti:
“Ey kardeşim, beni de duadan
unutma!”48
Anlaşılıyor ki, Allah’ın Rasulü
ümmetinden kendisi için dua etmesini istemiştir. Fakat bu istek, ümmetin
istediği biçimde bir istek değildir. Bu, ümmetin amel ettiklerinde ve sevap
kazandıkları diğer emirlerde olduğu gibi, ümmetine vermiş olduğu emirlerden bir
emirdir. Allah’ın Rasulüne de, emirleri ile hareket eden ümmetinin kazandığı
ecir kadar sevap ve mükafat ihsan buyrulur. Bu hususda bir gerçek ha- disde
buyrulmaktadır:
“Bir kimse diğerlerini bir hidayete
çağırsa, davetine uyan kimselerin sevabı kadar sevap kazanır. Davete icabet
edenlerin ecirlerinden de zerre kadar eksilmez. Bir kimse bir başka kimseyi
sapıklığa dayet etse, aynı sapıklığa davet ettiği kişinin günahı kadar günah
kazanmış olur. Davete icabet eden kişinin günahından da zerre kadar eksilmez”49
Allah’ın Rasulü de insanları doğru
yola, yani hidayete çağırmaktadır. Elbette ki davetine uyanların kazandığı
sevap ve mükafatlar kadar mükafat ve sevap kazanmıştır Allah’ın Rasulü... Ümmeti
ona selat ve selam eylediği zaman da du-
(47) Buhari,
Ezan: 8; Müslim, Salat: 11; Ebu Davud, Salat: 36.
(48) Ebu Davud, Vitir: 23; Tirmizi,
Deavat: 199;
İbn Mace, Menasik: 5.
(49) Müslim, Ilm: 16; Ebu Davud, Sünnet:
6; Tirmizi, İlm: 15.
134 rum böyledir. Bir selatu selam gönderene Allah
on rahmet eder. Allah’ın Rasulü’ne de bu selatu selam gönderenlerin sevabı
kadar sevap yazılır, mükafat ihsan edilir. Çünkü, ümmetin Allah’ın rahmetine
ulaşması için gerekli çalışmayı o yapmıştır. Bir başka deyimle, ümmeti onun
çalışmaları sonucu ulaştıkları islamdan dolayı mükafatına ve ihsanına layık
bulmuştur. Böyle olunca da ümmetinin hakettiği mükafatın aynısı Allah’ın
Rasulü’ne de verilmektedir. Bu, Yüce Allah’ın Rasulü’ne layık gördüğü bir
nimetidir.
Sahih bir hadiste Allah’ın Rasulü
şöyle buyurmaktadır:
“Bir insan yanında olmayan bir
kardeşine dua ederse, Cenab-ı Hak ona muhakkak bir melek tayin eder ve yanma arkadaş
olarak koyar ki, her dua edişte o görevli melek Amin, bir o kadar da senin
için der”50
Başka bir hadisle buyrulmuştur:
“En çok kabul edilen dua,
birbirinden uzak olan kişilerin birbirine ettiği duadır”51
Her ne kadar dua eden kişi dua
edilen kişi değilse de, başkası için yapılan dua, dua edilen kişiye de dua
eden kişiye de menfaat temin eder. Bir mü'minin diğer mü’min kardeşi için
yaptığı dua, hem ona hem de kendisine fayda verir. Bir kimse diğer bir kimseye
“Bana dua et” dese, bu istekte her ikisi de kastedilse, takva üzere
birbirleriyle yardımlaşmış sayılırlar. Dua isteyen kişi, talep ettiği kişiyi
hayra teşvik etmiş ve böylece her ikisine fayda sağlayacak bir iş yapılmış
olur. Bir insan bir başka insanı hayra teşvik eder, o da onu yerine getirirse,
yerine getirmenin sevabı kadar teşvik edilene sevab isabet eder.
Kulun edeceği dualar hakkında Yüce
Allah buyurmaktadır:
(50) Müslim,
Zikr: 87.
(51) Buhari,
Mezalim: 9; Müslim, Zikr: 88;
Ebu Davud, Salat: 364; Tirmizi,
Birr: 88.
135
“Öyleyse, fırsat elde iken şu
“Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” gerçeğini bil, hem kendinin, hem erkek hem
de kadın mü’minlerin yargılanmasını iste. Allah hem dolaştığınız, hem de
barındığınız yeri çok iyi bilir”
(Muhammed: 47/19)
Allah’ın Rasulü mü’minler için istiğfar
edilmesini emrediyor ve sonra da buyuruyor:
“Biz hiçbir elçimizi, Allah’ın izni ile kendisine itaat
edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik. Onlar kendilerine zulmettikleri
zaman sana gelip de Allah’tan mağfiret dileselerdi, onlara sen de mağfiret
isteseydin, elbette Allah’ı tevbeleri hakkıyla kabul edici ve çok esirgeyici
bulacaklardı” (Nisa: 4/64)
Yüce Allah erkek ve kadın
mü’minlerin günahları için af dilediklerini ve Allah'ın Rasulü’nün de onlar
için istiğfar eylediğini zikrediyor. Çünkü Allah Rasulü’nün istiğfarı Allah’ın
emirlerinden bir emirdir. Allah, Rasulüne, mü’min ve müminatm günahlarının affı
için af dilemesini ve bizzat istiğfar eylemesini emretmiştir.
Allah hiçbir insana diğer bir insan
için bir şey istemesini emretmemiştir. Allah’ın böyle bir emri yok. Fakat
mü’minlerin birbirlerine dua etmesini vacib veya müstehab olarak emretmiştir.
Öyleyse böyle bir emri yerine getirmek Allah’a itaat etmenin ta kendisidir.
Allah’a yakınlaşmak için yapılan güzel bir iştir. Bir başkasına dua etmek,
onun için iyilik istemek, insan için en büyük nimet ve iman göstergesidir.
Belki de böylesi bir isteyiş
Allah’ın kullarına gerçek anlamda imana götürecek zamana rastlar ve Allah da
vakti denk gelen isteği yerine getirir.
İman; karar vermek, ve verilen
karan yerine getirmek için çalışmaktır. Bu bakımdan kulun kararları ve bu
kararlar çerçevesinde yaptıkları ne kadar çok olursa, imanı da o derece artmış
olur.
136
İşte bu, Fatiha suresindeki
“Kendilerine nimet ihsan
ettiklerinin yoluna”
ifadesinin ve Nisa suresindeki 69.
ayette geçen, zikredilen gerçek nimetin ta kendisidir.
Dini bir yanı olmayan salt dünya
nimeti gerçek bir nimet midir, yoksa değil midir? Bu konu hakkında asrımızın
alemlerinin ve evvelkilerin iki görüşü vardır. Gerçek şudur ki, tek başına
dünya nimeti dört başı mamur bir nimet olmasa da, bir yönden yine de üstün bir
nimettir.
İstenmesi gereken dini nimetlere
gelince onlar, farz, va- cib ve müstehab gibi Allah’ın emirleridir. Bunlar
bütün Müslümanların ittifakı ile, talib edilmesi gereken hayırlı nimetlerdir.
Sünnet ehline göre, gerçek nimetler bunlardır. Zira ehli sünnete göre, Yüce
Allah, kullarını hayırlı işler yapmaya sevketmekle, onları nimetlendirmiş ve
en büyük ihsanına mazhar kılmıştır.
Söylediklerimizin maksadı şudur: Şüphesiz
Yüce Allah, hiçbir yaratığın diğer yaratıktan bir şeyler istemesini em-
retmemiştir. Fakat mahlukat için menfaat verici bir şey olursa, böylesi bir
istek sözümüzün dışında kalır. Bu maslahat da, farz, vacib ve müstehab
sayılmış olan işlerdir. Yüce Allah kulundan bundan başka bir şey istemiyor.
Gene anlatmak istediğimiz
manalardan biri de şudur: Kim hükümdar ile halkı arasında bulunan aracılar gibi
bir aracı sınıfı, ya da kişileri Allah ile kullan arasında da var kabul ederse,
böyle bir telakki sahibinin şirk koştuğunu vurgulamaktır. Böylesi bir inanç
müşriklerin ve putperestlerin dinidir, gerçeğini anlatmak istedik...
Nitekim müşrikler “Bu heykeller
nebilerin ve salih kimselerin sembolleridir. Bunlar Allah ile bizim aramızda
bir vasıtadırlar. Bu vasıtalarla biz Allah’a yaklaşıyoruz” diyorlardı.
Yüce Allah hıristiyanların bu kabil
inançlarını şirk sayarak reddetti.
137
Yüce Allah bu konuda buyuruyor ki:
“Onlar Allah’ı bırakıp,
bilginlerini, rahiplerini, Meryem’in oğlu Mesihi tanrılar edindiler. Halbuki
bunlar da, ancak bir olan Allah’a ibadet etmelerinden başkasıyla
emrolunmamıştır. ‘O’ndan başka ilah yok. O, insanların eş tuttuğu her şeyden
yüce ve münezzehdir’”
(Tevbe: 9/31)
Vasıtaya gerek yok. Çünkü Allah
kuluna harkesten ve herşeyden yakındır.
Cenab-ı Hak buyuruyor:
“Kullarım sana beni sorunca, haber ver ki, ben onlara muhakkak ki
yakınımdır. Bana dua edince dua edenin duasına icabet ederim. O halde onlar
itaat ve imanla davetime icabet etsinler. Doğru yolu buluncaya kadar...” (Bakara: 2/186)
Yukardaki ayette Yüce Allah, emir
ve yasaklarıma uymaları için onları çağırdığımda, bu davetime icabet etsinler
ve bana iman eylesinler. Ben de onların, isteklerine, yakarışlarına, dualarına
ve çağrılarına icabet ederim, demek istemektedir.
Aşağıdaki ayeti kerimeler de
konumuz hakkında ikaz hüviyetindedir:
“O halde boş kaldın mı hemen doğrul ve her işinde ancak Rabbine
sarıl” (İnşirah:
94/7-8)
“Denizde size bir sıkıntı isabet
ettiği zaman, O’ndan başka bütün kendinize efendi edindikleriniz kaybolup gider.
Sadece gerçek efendi olan Allah’tan yardım istersiniz. Fakat O sizi kurtarıp
karaya çıkarınca yine O’ndan yüz çevirirsiniz. Şu insan ne de nankördür”
(İsra: 17/67)
“Yoksa bunalmışa, kendine dua ve
iltica ettiği zaman icabet eden, fenalığı gideren, sizi yeryüzünün efendisi
ve hükümdarı kılana mı? Allah ile birlikte bir baş-
138
ka ilah ha? Siz ne rezilane
düşünüyorsunuz!”
(Nemi: 27/62)
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’ndan ister. O her an bir
iştedir” (Rahman:
55/29)
Cenab-i zülcelal hazretleri
Kur’an-ı Kerim’de tevhidin bütün esaslarını pek açık bir biçimde beyan buyurmuş
ve şirkin. her türlüsünü söküp atmıştır. Öyle ki, hiç kimse Allah’tan başka
hiçbir şeyden korkmasın. O’ndan başkasından ümit beklemesin ye O’ndan başka
hiçbir kuvvete tevekkül etmesin. Maide 44, Al-i İmran 175. ayetlerde Yüce Allah
bizi şeytanın dostlarından korkutur. Nisa 77, Tevbe 15, Nur 52. ayetlerinde
de, itaatin sadece Allah’a ve Rasulüne yapılması gerektiğini beyan eder.
Haşyet ve hayranlık da sadece Yüce
Allah’a duyulur.
Buyuruyor yaratan:
“Onlar Allah ve Rasulü kendilerine
ne verdiyse sadece buna razı olsalardı da “Bize yalnız Allah yeter, yakında
bize kerim olan rızkından Allah da verir Rasulü de. Biz yalnız Allah’a rağbet
edicileriz” deselerdi”
. (Tevbe:
9/59)
“Onlar Öyle kimselerdir ki, kendilerine “düşmanlarınız olan
insanlar size karşı ordu hazırladılar, o halde onlardan korkun” dediler de, bu
sözler onların imanlarını artırdı ve “Bize Allah yeter. O ne güzel vekildir”
dediler” (Al-i İmran: 3/173)
Allah’ın Rasulü de bu tevhid
anlayışını ümmetine telkin ve tavsiye ediyordu. Şirkin her çeşidinden ümmetini
sıyırmaya ve uzaklaştırmaya çalışıyordu. Allah Rasulü’nün bütün gayreti
tevhidle ilgilidir. Her çalışmanın hedefi “Laila- he illallah” lafzının hakikatidir.
Zira ilah, kalplerin bütün varlığı ile bağlandığı, bağlanacağı bir kudrettir.
Onun için, kalp böyle bir kudrete, haşyet, korku, ihtiram, ikram ve sonsuz
ümitle bağlanmalıdır. Kısacası, insanın kulluk ede-
139 bileceği
kudret demektir ilah. O kadar ki, bir kısım kimseler maşallah ve şane Muhammed
(Allah ve Muhammed böyle istedi) dediği zaman, Allah’m Rasulü şöyle buyurmuştur:
“Böyle demeyin, önce Allah diledi,
ondan sonra Rasui diledi deyin”
“Allah ve sen diledin” diyen bir
adama, Allah’ın Rasulü şöyle buyurmuştur:
“Beni Allah’a şerik mi koşuyorsun,
sadece Allah diledi, de”
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Kim yemin etmek diliyorsa Allah’a
yemin etsin, yahut da sussun”52
“Kim Allah’tan başkası için yemin
etmişse, o kişi Allah’a şirk koşmuş olur”53
İbni Abbas’a şöyle buyurmuştur:
“İstediğin zaman Allah’tan iste.
İstimdad ve yardım istersen Allah’tan iste. Kalemin mürekkebi kurumuştur, sen
karşılaştığın şey ilesin. Bütün yaratıklar uğraşsa, sana Allah’ın yazdığı
faydalı şeyden başkasını veremezler ve gene bütün yaratıklar çalışsa, sana
Allah’ın yazdığından başka hiçbir zarar veremezler”54
Bir başka hadisde:
“Hıristiyanların İsa’yı göklere
çıkardıkları gibi, onu yücelttikleri gibi beni de yüceltmeyin, uçurmayın. Ben
de ancak bir kulum. Onun için bana Allah’ın kulu ve Rasulü deyin”55
Allah Rasulü Allah’a şöyle
yalvarıyordu:
(52) Buhari, Eyman: 4; Müslim, Eyman: 1;
Ebu Davud, Eyman: 5;
Tirmizi, Eyman: 8; Nesai, Eyman: 5.
(53) Tirmizi,
Nuzur: 9; Nesai, Eyman: 4. \
(54) İbn Mace, Keffaret: 2; Darimi,
Nuzur: 6.
(55) Buhari, Enbiya: 48; Darimi, Rikak:
68; Ahmed: 1/23-24.
140
“Allah’ım! Benim kabrimi ibadet edilen bir put haline getirme”56
Böyle dua eden Allah’ın Rasulü,
Müslümanlara da şöyle diyordu:
“Kabrimi ziyaretgah edinmeyin, ama
bana dua ve selavat ediniz. Siz nerede olursanız olunuz, o dua ve se- lavatbana
ulaşır”57
Allah Rasulü, hastalığı sırasında
şöyle buyurdu:
“Nebilerinin ve Rasullerinin
kabrini mescid ve secde- gah yapan yahudi ve hıristiyanlara Allah lanet eylesin!”58
Böyle ifade ederek şirkten, tevhidi
anlayıştan sapmadan menetmeye çalışıyordu Allah’ın Rasulü ümmetini.
Aişe (r.a.): “Eğer Allah Rasulü
böyle demeseydi, kabrini daha geniş bir hale getirirdim, şimdi yapamıyorum,
çünkü o, kabrinin mescid haline getirilmesini yasaklamıştır” diyor7
Bu konu çok geniş bir konudur.
Mü’min kişi her ne kadar, Allah’ın herşeyin Rabbi olduğunu biliyor ve Allah’ın
yarattığı sebepleri inkar etmiyorsa da... Mesela; Yağmuru, bitkileri
yetiştirmeye sebep yaptığını (Bakara: 2/64) ve güneşle ayı onlar ile meydana
getirdiği şeylere şefaat ile duayı onlar için icra edeceği şeye tayin
buyurduğunu... Mesela, Müslümanların cenazeye namaz kılmaları, Allah’ın o
cenazeye rahmet eylemesine bir sebep teşkil ettiğini, ayrıca cenaze namazı
kılanların da sevaplandığını biliyor ve inkar etmiyorsa da...
1- Bir istenen şeyi, muayyen tek bir
sebep yerine getiremez. Belki bir çok sebebin bir araya gelmesi ile istenen
şey elde edilebilir. Bununla birlikte, o istenen şeyin elde edil-
(56) Muvatta, Kasr: 85.
(57) Ebu Davud,
Menasik: 100; Ahmed: 2/367.
(58) Buhari, Enbiya: 50; Müslim,
Mesacid: 22; Nesai, Mesacid: 13; Harimi, Salat: 120; Ahmed: 6/220-275.
141 meşine
engel olacak birçok sebepler de vardır. Şayet Allah elde edilmesini mümkün
kılacak sebepleri bir araya getirmez, engelleyecek sebepleri de yok etmezse,
maksada ulaşmanın imkanı yoktur. Mutlaka ve mutlaka, Allah’ın dilediği şey
meydana gelir, insanlar istese de istemese de... İnsanların istediğini elde
etmesine ancak Allah izin verirse imkan vardır...
Bir şeyin diğer bir şeye sebep
olduğuna itikad etmek, inanmak, ancak onu iyice bilmekle olur. Bilmeden ve şeriata
muhalif olarak bir şeyi diğerine sebep tanıyan kişi batıla itikad etmiş olur.
Nezir’in veya Adağın bazı belaları
defetmeye, bazı nimetleri de meydana getirmeye sebep olduğunu zanneden kimseler
gibi... Çünkü sahih bir hadisde Allah’ın Rasulü böyle bir itikadı yasak
etmiştir:
“O hiçbir hayır getirmez, ancak o,
cimri olan kimseden çıkarılır”59
2- Dini amellerden herhangi birisi
ancak meşru olacak bir şeye sebep teşkil eder. Çünkü ibadetlerin temeli, vakti
belli olmaktır, sabit ve değiştirilmez olmaktır. Binaenaleyh, ibadet adına
insanoğlunun Allah’tan başkasına dua ve istimdad ederek, Allah’a şrk koşması
asla caiz değildir. İnsan her ne kadar bazı arzularının yerine gelmesine sebep
sansa da...
Bu sebepten ötürü, şeriata muhalif,
sonradan icad edilmiş şeylerle Allah’a ibadet edilmez. Böyle bir ibadetin doğru
zannedilse de, sonuç değişmez. Çünkü insan Allah’a şirk koştuğu zaman, insanın
istikametini şeytan gösteriyor demek olur. Böyle kimseleri şeytan kendi maksadı
için kullanır...
İnsanların maksatlarını, şayet
Allah’a şirık koşuyorsa, elbette ki şeytan yönlendirecektir...
(59) Buhari,
Kader: 6; Eyman: 26; Müslim, Nüzur: 3-7;
Ebu Davud, Eyman: 18.
142
Nitekim, küfür, fasıklık ve isyan
ile bazı arzular elde edilebilmektedir: Fakat bunların hiçbiri helal olamaz.
Zira bunlarla ortaya çıkan kötülük elde edilen her şeyin üzerindedir. Kötülük
ağır basar sonunda, elde edilen ne kadar faydalı görünürse görünsün. Yani,
kısacası, kötü işler yapılarak elde edilmiş karlar, zararları asla karşılamaz.
Allah’ın Rasulü “Menfaatleri tahsil
ve ikmal etmek, ancak fesadları ve kötülükleri azaltmak için gönderilmiştir”
buyurmaktadır.
En faydalı ve en makbul olan şeyler,
Allah’ın emrettiklerini yaparak elde edilen şeylerdir. Onun için bunlar tercih
edilir gerçek Müslümanlar tarafından.
Bu cümleleri satırlara sığmaycak
kadar uzatmak mümkündür.
Her şeyin doğrusunu yalnız Yüce
Allah bilir...
143
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar