Print Friendly and PDF

KULLUK RİSALESİ

 

Yüce Allah (celle celâlühü) insanları yaratmış (95/4), fakat onları başıboş bırakmamıştır (75/36). Yarattğı kulların kendisine kulluk yapmaları ve tağuta kulluktan sakınmaları için elçiler göndemiş (12/36) ve onlara sadece kendisine kulluk yapmalarını emretmiştir (12/40). Bu gerçeği Kur'an-ı Kerim'de kulların yaptıkları sözel dualardaki ifade şekli ile de şu şekilde dile getimiştir. "Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz" (1/5).

Allah'a (celle celâlühü) yapılması gereken bu kulluktan yüz çeviren kimselerin akıbetleri alçalmış kimseler olarak cehenneme (ateşe) atılmalarıdır (40/60).

İmam İbn Teymiyye (rahmetullah aleyh), bu eserinde kulluk ve kulluğa yönelik konuları ele almış Kur'an ayetlerinden getirdiği bir sürü delille anlatımını zenginleştirmiştir. O'nun bu eserinde ele aldığı konulardan bazıları şunlardır: Allah'tan başka hiç kimseyi hüküm sahibi kabul etmemek, Allah'ın (celle celâlühü) çeşitli dönemlerde göndediği elçilerin (aleyhimüsselam) tevhid ve kulluk mücadeleleri, başta tasavvufçular olmak üzere kulluk (ubudiyyet) sınırlarını aşarak ilahtık (uluhiyyet) iddia eden kimselerin aşırı tavırlarına delilli reddiyeler, Allah (celle celâlühü) ile kul arasında vasıta kılmanın hükmü ve kullara gereği gibi kendisine kulluk yapabilmeleri için Yüce Allah (celle celâlühü) hakkında pratik öğretiler sunan gerekli bilgiler...

TEVHİD YAYINLARI

İmam İbn Teymiyye (rahmetullah aleyh)

661 (1263)/728 (1328)

KULLUK RİSALESİ

TEVHİD YAYINLARI

1996

TEVHÎD YAYINLARI: 37

İbn Teymiyye Serisi: 15

Kitabın Yazan: Takıyyu’d-din Ahmed İbn Teymiyye (rahmetullah aleyh)

Mütercim: Heyet

Dizgi, tashih, redakte, mizanpaj, montaj: Tevhid Ajans

Baskı ve Cilt: Paşahan Matbaası: 516 01 46

Birinci baskı: Mayıs 1998

ALLAH’TAN BAŞKA HİÇ KİMSEYİ HÜKÜM
SAHİBİ KABUL ETMEMEK

“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan, yara­tırken de tabiatınızı, karakterinizi de birlikte halkeden Allah’a itaat edin!”  (Bakara: 2/21)

ayetinin açıklanması;

İslam büyüklerinden, alim, Allah Rasulunun İslam uygu­lamasını yeniden ortaya çıkaran, dine sonradan sokulan za­rarlı hurafelerin en amansız düşmanı Teymiyyeoğlu Ab­dullah’ın oğlu Ahmed’e,

“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan, yara­tırken tabiatınızı, karakterinizi de birlikte halekeden Allah’a itaat ediniz”           (Bakara: 2/21)

ayetinin manasını sordular. İbadet nedir, kulluk nedir, ita­at nedir, bunlarla ilgili diğer küçük ayrıntılara ait bilgiler ne­lerdir? Dinin tamamı itaat kavramının içinde midir, yoksa, bundan daha başka odak deyimler varımdır? Kulluğun ger­çeği nedir? Kulluk dünyada ve öteki dünyada insanı en yüksek makama götüren bir faaliyetin adımıdır? Yoksa yü­ce makamlara götürücü kulluktan başka bir faaliyet, hare­ket alanı var mıdır insan için? Bizi bu konuda anlayacağı­mız bir biçimde aydınlatır mısınız. Öyle açıklayın ki, biz ar­tık hiçbir teredüde düşmeden kulluk görevlerimizin ne ol­duğunu bilerek hareket edelim bundan sonraki hayatımızda. Allah bizi iyi niyetimizden ötürü ödüllendirir ümidinde­yiz!

Merhum büyük alim ve düşünür İbni Teymiyye, bu so­ruların cevabını vermek için aşağıdaki kitabı kaleme alıp, Müslümanları bu çok önemli konuda aydınlatmaya çalıştı­lar:

Bütün alemlerin yaratıcısı Allah’a sonsuz yüceltmeler olsun benden. O’nun Rasulüne özel dualarımla selamet dilerim.

îtaat ve kulluk, yüce Allah’ın sevip razı olduğu, gizli açık bütün söz ve hareketleri içine alan bir kavramdır. Namaz, ze­kat, oruç, hac, doğru söz, doğruyu ayetlerle bildirilen amel­leri bildirmek, ayetlerin yasakladıklarından insanları alıkoy­mak, dini reddedip düşmanlık yapanlara, dinden göründük­leri halde onu gizli gizli arkadan vurmak isteyen münafık-, lara karşı savaş açmak; komşuya, yetime, fakire, yolda kal­mış gariblere, boğaz tokluğuna çalışan kölelere ve hayvan­lara yardımda bulunmak; Kur’an’da olanları anlamak niye­tiyle okumak, Allah’dan istemek, konuşurken Allah’m emir­lerini konuşmak, anlatmak ve benzeri gibi iş ve hareketle­rin hepsi itaat ve kulluğun ifade ettiği mana ve kavram içi­ne girerler...

Allah’ı ve Rasulünü sevmek, Allah’dan başka hiç kim­seden korkmamak, sadece Allah’a boyun eğmek, O’nun emrettiklerini rızasını kazanmak niyetiyle yerine getirmek; insana kötü gibi gelen hareket ve işlerde Allah’ in hükümle­rine uyup sabretmek, kaza ve kaderine hak nazarıyla bak­mak; elinden geleni yaptıktan sonra hükmü Allah’a bırak­mak, affediciliğine sığınıp, azabından korkmak ve benzeri bütün hal ve telakkiler hep itaat ve kulluk kavramı içine gi­rerler.

Böylesi itaatve kulluk, Allah'ın sevdiği, nza gösterdiği ve in­sanları bunu yerine getirmek için yarattığı temel amaçtır.

Yüce Allah buyuruyor ki:

“İnsanları ve cinleri sadece bana itaatla kulluk etsin­ler diye yarattım!”                                                                (Zariyat: 51/56)

Nuh’un (a.s.) dilinden şunları aktarıyor;

“Allah’a itaatlakulluk edin. Sizin O’ndan başka ita­atla sorumlu olduğunuz bir efendiniz yoktur!”

(A’raf: 7/58)

Bütün nebi ve rasuller de zaten sadece bu maksat için gönderilmişlerdir, Hud (a.s.), Şuayb, Salih ve diğer bütün ne­biler de insanlara aynı şeyi söylemişlerdir. “Allah’tan baş­ka hiç kimseye bir borcunuz yoktur, onun için yalnız O’na itaatla kulluk ediniz!” Evet hepsi de böyle demişlerdir.

Yüce Allah buyuruyor:

“Yemin ederim ki biz, her topluluğa, “Allah’ itaatla kulluk edin, O’ndan başkasına itaatla kulluk etmeyin!” diye ikaz eden nebi ve rasul göndermişizdir Fakat onla­rın kimi itaat etmiş, kimileri ise gerçeği reddetmiş sapık­lığa düşmüşlerdir.”       (Nahl: 16/36)

“Biz senden evvel gönderdiğimiz bütün nebi ve rasu- lere şöyle buyurmuşuzdur: Gerçek şudur ki; benden başka itaat ve kulluk edilecek hiçbir merci yoktur, o halde sadece bana itaatla kulluk edin!” (Enbiya: 21/25)

“Ey nebi ve rasuller! Sizin için temiz helal saydığımız nimetlerimizden yiyin ve dediğimiz biçimde yaşayın. Ben her ne yaparsanız bilen ve görenim. Şu insanlar, si­zin için tek bir topluluktur ve size bağlıdır. Sizin indiniz­de hiç birinin öbürüne üstünlüğü yahut eksikliği yoktur. Onlar sizin ümmetiniz, ben de sizin Rabbinizim, onun için yalnız benden korkun!”

(Mü’minun: 23/51-52)

İtaatla kulluk görevi öyle bir temel görevdir ki, Allah biz­zat kendi Rasulunü de bu görevle görevlendirmiştir:

“Ölüm gelip seni alıncaya kadar Rabbine itaatla kul­luk et”     (Hicr: 15/99)

Gene yüce Allah, melekleri de tıpkı Rasuller gibi kendi­sine kul olmakla yükümlü saymıştır. İşte Kur’an ayeti:

“Göklerde ve yerde her ne varsa hepsi de O’nundur. O’nun huzurunda olanlar O’na kulluk etmekten asla büyüklenip kaçmazlar, onlar yorulmazlar da. Ve yine on­lar gece -gündüz demeden O’nun emirlerini tekrarlar­lar ve her türlü zaaftan uzak tutarlar”

(Enbiya: 21/19-20)

Bir başka ayet:

“Hiç şüphe yok ki, Allah’ ın huzurunda olanlar, O ’ na kulluk etmekten asla küçüklük duymazlar. Daima O’nu hatırlarlar ve büyüklüğü karşısında boyun eğerler”

Yüce Allah kibirlerinden, büyüklük taslamalarından ötü­rü itaatla kulluktan kaçanları kötülüyor ve tehdid ediyor:

“Rabbiniz buyurdu ki; “Ben’den taleb edin, Ben de vereyim. Kendini büyük sanıp bana kulluk yapmaktan, Ben’den istemekten kaçınanlar horlanmış ve hakir bir bi­çimde cehenneme girecekleredir” (Mü’min: 40/60)

Yine yüce Allah, yaptıklarıyla, işledikleriyle cenneti hak etmiş insanları da kul olarak vasıflandırıyor ve buyuru­yor ki:

“O kafur bir pınardır ki, onu ancak Allah’ın kulları içerler, onu nereye olursa akıtırlar, kolayca kullanırlar” (İnsan: 76/6)

İşet başka ayetler:

“O acıyan yüce Allah’ın kulları ki, onlar yeryüzünde vekar ile büyüklenmeden gezerler, beyinsizler kendile­rine söz söyledikleri laf attıkları zaman “haydi işinize gi­din” der başka cevap vermezler. Gene o kullar ki, gece­leri Rableri için secdeye kapanırlar ve kıyam ederler”

(Furkan: 25/63-64)

Hicr Suresinin 39 ve 40. ayetinde,

“Şeytan, “Rabbimin beni azdırdığı gibi, ben de mu­hakkak O’nun kullarını azdıracağım, yeryüzünde fe­nalık yapmalarına vesile olacağım. Ancak onlardan sa­mimi inananları ebette ki azdıramam” dediği zaman, yüce Allah, “İşte bu söylediğinde doğrusun! Benim emir­lerime samimi bir biçimde inanıp kulum olanlar üzerin­de senin hiçbir hükmün yoktur ve olamaz da. Ancak sapıklar senin gösterdiğin azab yolunda gider olsunlar”

(Hicr: 15/41-42-43)

6

Ortağı bulunmayan, hükümde hiç kimseyi kendisine eş kabul etmeyen yüce Allah, meleklerini de kul olarak vasıf­landırıyor. İşte ayetler:

“Rahman evlat edindi dediler. O’nun şanı bu halden çok yücedir, böyle zaaflardan uzaktır. Hayır onların evlat dedikleri, Allah’ın ikramına ulaşmış kul’dan baş­ka bir şey değildir”                                           (Enbiya: 21/26)

“Bunlar sözleriyle asla Allah’ın önüne geçemezler, ol­duğu gibi O’nun emri ile hareket ederler. Önlerindeki de arkalarındakileri de O bilir. Bunlar O’nun rızasını ka­zanmış olanlardan başkasına şefaat da edemezler. Onlar Allah korkusuyla tir tir titreyen kullardır”

(Enbiya: 21/36-38)

“Allah bir evlat edindi dediler. Yemin ederim ki çok çirkin bir söz söylediler. Onlar Allah’ın bir oğlu olduğu­nu iddia ettileri zaman neredeyse gökler paramparça ola­cak, yer yarılacak, dağlar dağılıp dökülecekti. O Al­lah’a evlat edinmek asla yakıştırılamaz. Yerlerde ve göklerde her ne varsa hiç istisnasız O’na kul olarak ya­ratılmışlardır. Andolsun O bunları hem topluca hem de teker teker sayıp döküm etmiştir. Ve onların her biri tek tek, bir başına O’nun huzuruna gelecektir”

(Meryem: 19/88-93)

Kendisine ilah nazarıyla bakılan ve Allah’ın oğlu oldu­ğu iddia edilen îsa (a.s.) hakkında yüce Allah şöyle buyu­ruyor:

“O (İsa) bizim nimet yediğimiz, İsrailoğullarma bir ib­ret dersi alsınlar diye örnek yaptığımız kulumuzdan başka hiçbir şey değildir”         (Zuhruf: 43/59)

İşte bundan ötürü Allah’ın Rasulu şu sözleri söylemiştir:

“Hıristiyanların, Meryem oğlu İsa’yı uçurdukları gi­bi, siz de beni lüzumdan çok methederek uçurmayınız. Ben ancak bir kulum. Bana onun için sadece Allah’ın ku-

Iu ve Rasulu deyiniz”1

Allah, Rusulunü en yüce hali olan Miraç anında bile onu kul olarak vasıflandıfyor:

“O Subhan ki, kulunu geceleyin götürdü” (İsra: 17/1)

Vahiy’den bahsederken de yine kul deyimini kullandı:

“Kuluna vahyettiği şeyi vahyetti” (Necm: 53/10)

Dua, isteme hakkında da şöyle buyurdu:

“Şu gerçek vahyedilmiştir: Allah’ın kulu O’ndan is­temeye kalktığında, neredeyse onlar (cinler) etrafında ke­çeler gibi dertop oluyorlardı”           (Cin: 72/19)

Kur’an’m doğruluğu hakkında Yüce Allah meydan oku­yup diyor ki:

“Eğer kulumuza kısım kısım indirdiğimiz Kur’an’ın bizden geldiğinde şüpheniz varsa. O zaman onun içinde­ki surelere benzer bir tanecik sure getirin de görelim!”

(Bakara: 2/23)

Başlangıçtan bu yana naklettiğimiz bütün Kur’an ayet­lerinde kul ve kulluğun vasıflarından bahsedilmektedir. Bütün bu ayetlerden anlaşılmaktadır ki, dinin tamamı itaat- la kulluğun ifade ettiği mana içindedir.

Cebrail’in (a.s.) bir Arabi kıyafetinde bürünerek Rasule, İslam, imam ve ihsan hakkında sorular sorduğu rivayet edilmiştir. Bunun gerçek olduğunu, Allah’ın Rasulu bir gerçek hadislerinde şöyle anlatmaktadır:

“Cebrail bana “İslamdan haber ver, nedir İslam?” di­ye sorduğunda, şöyle cevap verdim: “Allah’tan başka kulluk yapılacak bir merci bulunmadığına, Muham- med’in O’nun kulu ve Rasulu olduğuna iman etmen, Ramazan orcunu tutman, namaz kılman, zekat vermen ve gücün varsa Hac yapmandır” Cebrail’in “İman ne- dir?”sorusuna ise şu cevabı verdim: “Allah’a, melekle-

(1) Buhari, Enbiya: 48; Darimi, Rikak: 68; Ahmed: 1/23-24-47) rine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra ye­niden dirilmeye, kadere, hayrın da şerrin de yaratıcısı­nın Allah olduğuna inanmandır”

En son olarak Cebrail “İhsan nedir?” diye sormuştur. Buna Allah’ın Rasulu şu cevabı vermiştir:

“Sanki Allah’ı görüyormuşsun gibi O’na itaatla kul­luk etmendir. Zira sen onu görmüyorsan da, O’nun se­ni gördüğünü bilmelisin”

Hadisin sonunda buyurmuştur ki:

“Bu gelen Cebrail’dir ve size dininizi öğretmek için bana sorular sormuş, cevaplarını istemiştir. Kendisi için değil, sizin içindir bu cevaplar”2

Zikredilenlerin nakledilenlerin hepsini dinden saymış ve din çerçevesinde açıklamıştır bunları.

Din deyimi, boyun eğme, teslim olma, kendini herşeyden büyük görmeme, tevazu anlamını içinde taşıyan bir odak de­yimdir. Din kelimesinin etimolojik kökünden Araplar “de­net huf-e dane” deyimini çıkarırlar. Yani, “Onu aşağıladı, bo­yun eğdirdi. O da acizliğini kabul edip boyun eğdi” de­mektir.

Yine Din kökünden: “nedinullahe ve nedinu lillahi” cümlesini çıkarırlar ki, “Allah’a itaatla kulluk eder ve yal­nız O’na boyun eğeriz” demektir.

Allah’ın dini demek, O’na itaat etmek, O’na kulluk et­mek, O’na boyun eğmek, O’nun büyüklüğü önünde kendi küçüklüğünü bilip ona göre hürmet etmektir.

Araplar; “İbadethanlerin yolu alçak gönüllülük olduğu za­man, ayakları kendine çeker” derler. Fakat İslamda emrolu- nan ibadet, kulluk, boyun eğme, alçakgönüllülük ve sevgi an­lamlarının hepsini birden içinde taşır. Allah’a karşı sonsuz alçakgönüllülük ve sevgi..

(2) Buhari, îman: 1; Müslim, îman: 1.

Sevginin en ileri derecesi kulluk, en alt derecesi ise ilgi­dir. İlk başta insan kalbi sevgiyle ilgi ve alaka duyar, zaman geçtikçe, sevgi derinleştikçe sevdiğini sayıklamaya başlar. Daha ilerde kalpten bir sevgiyle insan çılgına döner. İşte bun­dan sonra sevgi aşka dönüşür, aşktan sonra ise kulluk, ita­atkarlık kul olan kişi; O’nu son derece seviyor, hürmet du­yuyor, alçakgönüllülük gösteriyor demektir.

Bir kimse sevmediği, nefret ettiği bir insana hürmet edip boyun eğerse, ona kulluk ediyor sayılmaz. Bir başka şekil­de, tersine olarak, bir kimse bir kimseyi sevse fakat hürmet ve saygı duymasa, gene kulluk ediyor sayılmaz. Bir insan ço­cuklarını yahut arkadaşlarını sever, fakat bu sevgi kulluk de­ğildir. îşte aynen bu durumdadır yukarıda tanımlanan kişi­ler.

Bundan ötürü, Allah’a kulluk yapmada, sevgi yahut say­gıdan birinin bulunması yeterli olamaz. Allah, kula her- şeyden daha sevgili ve saygı değer olmalı, kul Allah’ı her- şeyden daha yüce, daha azametli bulmalı. Yani, Allah’ı herşeyden daha fazla sevmeli, boyun eğmeli, alçak gönül­lülük göstermeli ki, insanoğlu kul olabilsin. Kul bilmelidir ki, Allah’tan başkasma beslenen aşırı sevgi aldatıcı, aşırı say­gı da çirkin ve batıldır.

Bu durumu ayeti kerime ne kadar da güzel açıklamakta­dır:

“De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşle­riniz, kabileniz, elinizdeki mallar, zarar etmekten kork­tuğunuz ticaret ve hoşunuza gitmekte olan konutlar, si­ze, Allah’tan, O’nun Rasulunden ve O’nun yolundaki ci­hattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri ve hükmü ge­linceye kadar bekleyedurun. Allah günahkarlar gürühu- nu asla himaye etmez, doğruluklarını kabul etmez”

(Tevbe: 9/24)

Belli oluyor ki, en ileri derecedeki sevgi ve muhabbet, sa-

10 dece Allah’a ve O’nun Rasulune gösterilendir. Zira itaat sade­ce Allah’a ve O’nun rasulune yapılır. Kul sadece Allah’ı ve ra- sulunü razı etmek zorundadır. Ayette şöyle buyuruluyor:

“Allah’ı ve rasulunü razı etmeleri kendileri için da­ha hayırlıdır”       (Tevbe: 9/62)

İtaat ve kulluk ve buna uygun düşen tevekkül, korku ve benzeri şeylere gelince; bunlar da sadece Allah için olur. Çünkü yegane terbiyeci Allah’dır.

Yüce Allah buyuruyor: Rasulum, de ki:

“Ey ellerinde kitap olan Yahudi ve hırıstıyanlar! Bi­zim ve sizin aranızda müşterek olan kelama gelin. Al­lah’tan başkasına itaat ve kulluk yapmayalım. O’na hiç­bir şeyi eş ve ortak tutmayalım. Allah’ı bırakıp birbiri­mizi rabler kabul etmeyelim. Şayet" ellerinde kitap bulu­nanlar bu davetine icabet etmezlerse, o zaman şöyle söy­le: Şahit olun ki, biz gerçekten Müslüman olanlarız”

(Al-i İmran: 3/64)

Başka bir ayette de şöyle buyrulmaktadır:

“Eğer onlar Allah’ın ve Rasulunün kendilerine ver­diklerine razı olsalardı da, “bize bu yeter, bize Allah yeter ki, o Allah lutuf ve kereminden biz acizlere veren­dir, Rasulü de öyle. Biz ancak Allah’ın verdiklerine iti­bar ederiz” deselerdi”                                                                    (Tevbe: 9/59)

İnşaların uygulayacağı hükümleri koymak sadece Al­lah’a ve Rasulune ait bir iştir.

İşte bu hususta Allah’ın buyruğu:

“Rasulüm size ne verdiyse alın, neyi de yasakladıysa ondan sakının!” (Haşr: 59/7)

Güvenilmek ve yeterli bulunmak gibi yüce vasıflar da yal­nız Allah’ındır. Nitekim Yüce Allah buyurmaktadır:

“Onlar o kimselerdir ki, insanlar onlara; “düşmanla­rınız size karşı büyük ordular hazırladı, korkun onlar­dan!” dedikleri zaman, bu sözler onları korkutmadı,

ıı

aksine imanlarını artırdı ve bir de üstüne “Allah bizim için yeterli bir koruyucudur ve o ne güzel bir koruyucu­dur!” dediler” (Al-i İmran: 3/173)

Bir başka Allah kelamı:

“Ey Nebi! Allah sana ve senin izinde olanlara yeter- lidir, başka desteklere ihtiyaç yoktur” (Enfal: 8/64)

Bir başka ayetinde de şöyle buyuruyor:

“Allah kuluna her konuda yeterli değil mi?”

Bu ayeti kerimede abid, yani kul; Allah karşısında aciz ve yetersiz olduğunu Allah’ın lutuf ve keremine muhtaç olunduğunu bilmek; sadece O’nun tasarruf ve hüküm sahi­bi olduğuna kesin inanç anlamına gelmektedir. Bu anlam­daki kullukta, ister sadık olsun isterse fasık, ister mümin ol­sun isterse de kafir, ister cennet ehli olsun isterse de cehen­nem, bütün insanlar Allah’ın kuludur. Çünkü Allah bütün in­sanların yaratıcısı ve tedbirleriyle kaşatıcısıdır. O’nun tes­pit ettiği tabii kânunların dışına hiç kimse çıkamaz. İstese de istemese de, O’nun koyduğu doğa kanunlarına uymak zo­rundadır. Hiç kimse O’nun kudretinin ve isteklerinin dışı­na çıkamaz. İster Allah’a verdiği iman sözünden dönen fa- sık, isterse verdiği bu söze sadık olsun, kimse Allah’ın hü­kümlerini değiştiremez. İnsanlar ister istesinler ister isteme­sinler Allah’ın istediği şey mutlaka olur. Allah istemediği taktirde kimsenin istekleri sonuca ulaşamaz.

Allah buyuruyor:

“Onlar Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Boşuna! Göklerde ve yerde her ne varsa, isteseler de işemeseler de O’na çevrilip götürüleceklerdir”

(Al-i İmran: 3/83)

Demek ki Allah, bütün varlıkların yaratıcısı, terbiye edi­cisi, rızk vericisi, öldürücüsü ve dirilticidir. Temayülleri is­tediği yöne çeviren ve işlerinde ortaksız yetki ve tasarruf sa­hibi yegane kudret Allahü Teala’dır.. Hiç kimsenin, hiç bir

12 varlığın Allah’tan başka terbiyecisi ve sahibi yoktur. Her- şeyi yaratan, yarattıkları için kanun koyan, hareket ettiren sadece O’dur. İnsanlar ister kabul etsinler isterlerse etme­sinler, ister bilsinler isterlese de bilmesinler, sonuç değiş­mez, gerçek asla bozulmaz.

İnsanlardan Allah’a, Rasulüne, Rasul aracılığı ile indi­rilen Kitab’a inananlar bunları bilirler. Bildikleri için iman­ları daha da çok artar. O’na teşekkürle kulluklarını pekişti­rirler.

Bu gerçekleri kendilerini büyük sayanlardan başkası reddetmez. Kendilerini bir kudret sahibi sandıkları için ger­çekleri reddedenler çok kötü bir durum içindedirler. Onlar Allah’ın yegane yaratıcı ve terbiyeci olduğunu bildikleri hal­de, bu bilgilerini açıklamaz, itiraf etmez ve Ö’na boyun eğmezler. Bildikleri halde, kibirlerinden ötürü gerçeği ka­bul etmeyenler gerçekten büyük zarardadır.

Zira Allah şöyle buyurmaktadır:

“Kalpleri ve vicdanları bunların tam doğru olduğu­na kanaat getirdiği halde, büyüklenmeleri ve zülm etme temayülleri sebebiyle gerçekleri inkar ettiler. O ard ni­yetli bozguncuların halleri bak nice oldu!”

(Nemi: 27/14)

Bir başka ayeti celile:

“Kendilerine kitap verdiklerimiz, rasul ve nebilerimi­zi öz oğullarını tanır gibi tanırlar. Böyle olduğu halde ba­zı bilginler gerçeği halktan, sade insanlardan saklar­lar, bile bile insanlarla hakkın arasına girer, gerçeği örterler” (Bakara: 2/146)

İşte o gözünün nuru ayetlerden biri daha:

“Onlar senin doğru söylediğini biliyorlar. Ama gene de o zalimler, Allah’ın ayetlerini inatla inkar ediyor­lar”          (En’am: 6/83)

Kul, Allah’ı gerçek terbiyeci, yaratıcı olarak kabullenir,

13 kendisini O’nun kudreti karşısında aciz ve muhtaç durum­da görürse, Allah’ın gerçek emir sahibi olduğunu görür ve kendisinin sadece bir kul olduğunu idrak eder. Böyle kullar, istediklerini yalnız Allah’tan ister, yalnız O’ndan yardım bekler. Sadece O’na boyun eğer ve yalnız O’na alçak gönül­lülük tavrı içinde yalvarır, O’nun verdiklerine ve verecek­lerine gönüllü bir biçimde razı olur.

Fakat insan Allah’ın emirlerine bazen itaat eder, bazen isyan ederse, kulluğu ve itaati bazen Allah’a bazen de şey­tana yaparsa, emirleri kendilerini rab ilan edenlerden alır­sa, bu hal cennet ehli ile cehennem ehlini biribirinden ayı­ran bir ölçek olur. Böyle kişiler, bu şekildeki kullukları ile müminler safına giremez.

Çünkü Allah’ımız şöyle buyuruyor:

“Onların çoğu Allah’a hüküm ve kararda ortak koş­tuğu halde, kendilerini mümin sayarlar. Halbuki ise böyle ortak koşucular Allah’a iman etmiş değillerdir”.

Gerçekten de yaratıp nzk verici olarak kabul ettikleri hal­de gene de Allah’tan başkasına itaat ve kulluk etmektedir­ler insanların bir çoğu.

İşte ayet:

“Andolsun ki, o müşriklere “şu gökleri ve bu yeri kim yarattı” diye soracak olsan, onlar; “muhakkak ki Al- İah’dır” diye cevap vereceklerdir”

“De ki: “Kimin öarz ve ondaki bütün varlıklar, bili­yor musunuz?” Onlar; “Allah’ındır” diyeceklerdir. Öy­leyse “onları düşünüp Allah’ın kudretini idrak edemiyor musunuz?” diye sor. Yine onlara de ki: “O yedi göğün sa­hibi kim? O çok büyük arşın rabbi kim? Onlar; Al- lah’dır” diyecekler. O halde de ki: “Bunları bildiğiniz halde, bütün varlıkların sahibi olan Allah’tan niçin korkmuyorsunuz? Yine de ki: “Herşeyin mülkiyeti ve bü­tün hazinlerini elinde tutan kimdir? kimdir hiçbir şeye

14

ihtiyacı olmayan? Korunmaya muhtaç olmayan? Eğer bi­liyorsanız bana bildirin” Onlar yine şöyle cevap verecek­ler: “Aİlah’dır” O halde onlara söyle. “Bunları biliyor­sunuz da, neden aldatılıyor ve Allah’a ortaklar koşuyor­sunuz?”                                                     (Mü’minun: 23/84-88)

Gerçekten de, varlıklar aleminin sahibini bilmek hususun­da bütün insanlar birbirinin aynıdır. İnsanoğlu fasık da ol­sa, mümin de olsa, kafir de olsa, sadık da olsa, bütün bu var­lıkların sahibinin Allah olduğunu bilir, bilebilir ve itiraf da eder. Hatta o kadar ki şeytan ve ona bağlı cehennem eh­li de bilir ve itiraf eder.

Nitekim iblis demektedir ki:

“Ey Rabbim! O halde insanların tekrar diriltilecek- leri güne kadar bana mühlet ver!”

Yine iblis şöyle demişti:

“İblis; “Rabbim” dedi. Beni azdırmandan ötürü an- dolsun ki ben de insanları günahlarla süsleyeceğim ve on­ların hepsini de azdıracağım”   (Hicr: 15/39)

Ve gene iblis:

“Öyleyse yüceliğine yemin ederim ki, onların hepsi­ni azdıracağım”   (Sad: 38/89)

Yine iblis:

“Şu benden üstün saydığını gördün mü? Nesi var­mış onun da benden üstün tuttun onu? Yemin ederim ki, bana kıyamet zamanına kadar izin verirsen, onun soyun­dan gelecek olanları çok azı müstesna olarak kötülükte peşimden sürükleyeceğim”                                                                     (İsra: 17/62)

Bu varlıklar alemindeki herşeyin sahibinin, halikinin, terbiyecisinin Yüce Allah olduğunu iblis de yukardaki ve da­ha birçok ayetlerdeki ifadelerine bakılırsa kabul ediyor ve kabul ettiğini itiraf ediyor.

Cehenneme hak kazanmış olanlar da bu gerçeği kabul ede ler ve şöyle derler:

15

“Ey Rabbimiz” Aldanmışhğımız bize hakim olmuştu. Onun için doğru yolda olanlardan ayrılmış olduk”

Gene cehennem ehli şöyle der:

“Rabblerinin huzurunda suçlu suçlu durdukları za­man sen onları bir görsen! Allah huzurunda duran o cehennem ehline: “Size bildirdiklerim hak değilmi imiş. Emirlerimi yerine getirmediğiniz tadirde sizin için va- adettiğim şu cehennem de sizin için hak değil midir?” Onlar: “Evet, Rabbimize yemin ederiz ki, bizim için be­lirlediğin ceza haktır”                         (En’am: 6/31)

İşte cehennem ehli de, varlık aleminin gerçeklerini oldu­ğu gibi kabul ve ikrar etmektedir.

Bir kimse bu varlıklar aleminin gerçeklerinden bir ger­çeği müşahede eder, fakat Allah’ın ulühiyetine ait kulluk­tan, Allah’ın Rasulune itaattan ve kulluktan geri durursa, ib- lis’in ve cehennem ehli’nin yaptığı işlerden birini yapmış olur. Böyle olmalarına rağmen, Allah’ın kevni alemini mü­şahede edebildiklerinden dolayı, onlar için Allah indinde güçlü bir yer, makbul bir makam var kabul ederek, onların itaat ve kulluktan muaf oldukları zannedilirse; bunlar Al­lah’ın evliyası ve marifet ehli olarak kabul edilirlerse, böy­le itikad edenler, iblis ve cehennem ehli zümresinden olur­lar. Varlık aleminin bazı gerçeklerini keşfetmek, kavramak başka, itaat ve kul olmak gene başkadır.

Henhangi bir kimse “Hızır ve benzeri şeyler bana ilahi emirler getirdi” derse, bu ve buna benzer sözleri Allah’a Ra- sulüne karşı çıkan ve kafir olan zümrenin sözlerine benzer.

KULLUK- Abidlik bir ikinci manaya gelir ki, bu mana özeldir, lokaldir. Belli ölçüleri vardır. Böyle bir kulluğa herkes, bütün insanlar sahip olamaz. Böyle bir abidlik, bu çeşit, bir kullukinsan için en bulunmaz bir nimettir. Allah’ın vermiş olduğu bütün kaabiliyetleri ve o kaabiliyetlerle ula­şılacak her türlü ihtiyaç maddesini, Allah’ın dediği biçim-

16 de kullanmak manasına gelen bu tür kulluk, sadece Kur’an ayetlerine bağlanmakla mümkün olur. Allah’tan başkasına ibadet etmeyen, Rasulü vasıtasıyla gönderdiği Kur’an’dan başka kitap kabul etmeyen, kabul ettiği Kur’an’m bütün prensiplerini elinden geldiğince yerine getirmeye çalışan; Al­lah’ın dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilen bir ibadet­tir bu üstün kulluk makamı.

Böyle bir kulluk sadece Allah’a ait kılınır. Her türlü hü­kümdarlık hakkı Allah’a aittir böylesi bir kullukta. Bu yü­ce kulluk makamı, ‘LA İLAHE İLLALLAH’ kelimesiyle ifa­desini bulmaktadır.

Allah’ın yegane terbiyeci olduğunu kabul etmek ve ka­bul ettiğini de gerek dil ve gerekse fiilen ikrar etmek bu kul­luğun gereğidir. Yalnız O’na itaatla kulluk etmek, O’ndan başka hüküm ve marifet sahibi, kudret merkezi kabul etme­mek bu ikinci tür yüce kulluktur ki, bu tiplerden başkası im­kanı yok bu tür kulluğun ifade ettiği mana içine giremezler. Bir insan Allah’ın herşeyin yaratıcısı, terbiye edicisi, geliş­tireni olduğuna inanır, fakat O’nu yegane itaat ve ibadet edi­lecek kudret bilmez, başkalarının sözlerine ve emirlerine de itaat ederse, gerçek anlamda ikinci kulluk makamına girmez.

îlah, yüce ve tam bir tecezzi kabul etmez sevgi ve say­gıyla, yüceltme ve ikramla, korku ve ümitle kalbin titreye­rek yöneldiği, tabi olduğu kudrettir.

îşte bu çeşit itaatla kulluktan razıdır yüce Allah. Böyle­si bir kulluğa abidlik demektedir İslam dini.

Yüce Allah seçkin kullarını bu şekilde tanımlamıştır. Rasul ve nebilerini de bu maksadı hasıl ettirmek için gön­dermiştir.

Abd, kulluk, yaratık ve mahluk anlamına gelirse, böyle bir anlam içinde Allah’a inanan da inanmayan da birbiriyle eşittir. Böyle bir anlamda mümin de müşrik de aynı statü içindedir. Her­kes Allah’ın yarattığı mahluk ve dolayısı ile kuludur.

17

Abdin, kulluğun bu iki mana arasındaki farktan, Al­lah’ın sevdiği ve razı olduğu kulluğuna, ibadetine, dinine, şer’i emirlerine dahil olan ve bu işleri mükemmel bir biçim­de yerine getiren insanları kendisine dost ve veli edineceği, cenneti onlara ikram edeceği çıkmaktadır. Dini hakikatler­le, müminin, kafirin, sadıkm, facirin müşterek ve eşit oldu­ğu ve varlıklar alemindeki gerçeklere bağlılık arasındaki fark anlaşılır. Bir kimse, sadece varlıklar alemindeki müşahhas gerçeklerle yetinir, dini gerçeklere aldırış etmezse, lanete uğ­ramış iblisin arkasında olan cehennemlik gurubdan olur.

Bir kimse dini hakikatlerden bir bölümünü kabul, bir bölümünü inkar ederse, inkar ettiği oranda, Allah’a yakın­lık makamını kaybeder. Bu mesele çok önemlidir. Nice ni­ce kişiler bu konuda büyük hatalara düştüler. Bu konu da bir­çok kimse şüphe bataklğına daldılar, şaşkınlık içine girdi­ler. O kadar ki, tevhid, hakikat ve irfan ehli olduklarını id­dia eden büyük şeyhlerden, sayısını ancak Yüce Allah’ın bil­diği sayısız kişilerin ayağı kaydı bu konuda.

Şeyh Abdülkadir Ceylani (Allah ona rahmet eylesin) kedisinden nakledilen şu sözünde konuya temas edip diyor ki: “Bu ricalden birçoğu kaza ve kadere razı oldular ve dur­dular. Ancak bana hakikatin pencerelerinden bir pencere açıl­dı. Hakkın kaderlerine gene hak ile mücadele açtım. Er ki­şi kader ile mücadele eder. Kadere evet diyen, boyun eğen er kişi değildir”

. Rahmetli şeyhin bahsini ettiği şey Allah’ın ve rasulünün söylediği ve istediği şeydir. Fakat sayısız insan bu hususta hataya düştü ve yok oldu. Bunlar insanların yaptıkları bazı suçları yok etmek için kullanıyorlar kaza ve kaderi. Yapı­lan kötülüklerin insanların kaza ve kaderine var olduğunu, onun için kulun bir suçu bulunamayacağını ileri sürüyorlar. Yapılan her işin, Allah’ın meşiyetinde, kaza ve kaderinde ce­reyan ettiğini; rububiyet vasfının içinde girdiğini ileri sürü-

18 yoriar da, teslim ve ibadet olduğunu zannediyorlar. Bu şe­kilde inkarcı cehennem ehlinin sözlerine çok yaklaşmış oluyorlar.

O inkar edicilerle ilgili ayette Yüce Allah şöyle buyur­maktadır:

“Allah’a hüküm ve emirde ortak koşanlar ve böyle- ce küfre düşenler şöyle diyecekler: Eğer Allah dileseydi, ne biz ortak koşucu müşrik olurduk, ne babalarımız. Ne de tek bir haram işleyebilirdik!” (En’am: 6/148)

Yine o ortak koşucular:

“O kimseye biz mi yedireceğiz ki? Allah dileseydi ona yiyeceğini verirdi”                                                                  (Yasin: 36/47)

Ve yine:

“Eğer Rahman dileseydi, bizde kendinden başkaları­na itaatla ibadet etmezdik”                                                                (Zuhruf: 43/20)

İnsanlar ortak koşmayan doğrulayıcılar olsalardı, ke­sinlikle bilirlerdi ki, her şey Allah’ın emirlerini tatbik etme­diklerinden ötürü kötüye gider. Fakirlik, korku ve hastalık gibi kaderden olan işler başlarına sadece kendilerini yara­tan ve tebiye eden Allah’ın emirlerini yerine getirmemek­ten dolayı sık sık başlarına gelmektedir. Allah’ın emirleri­ni yerine getirdiği halde bazı kötülüklere duçar olursa insa­noğlu, bunu kader kabul etmesi, genel ilahi kanunlar için­de bulunduğunu kabul etmesi gerekir. Böyle telakki ettiği za­man, başına gelen hesap dışı felaketleri selametlere çevire­cek sabrı gösterebilir. Böyle bir sabır göstermekle emrolun- duk çünkü:

“Allah’ın izni olmadıkça, hiçbir şey kendiliğinden ortay çıkmaz. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğru yola sevkeder”

Bizden evvelki büyüklerimizden bazıları demişlerdir ki:

“Er kişi odur ki, kendisine bir kötü iş isabet ettiğinde, bu­nun Allah’ın genel adetleri içinde bulunduğunu bilir, kusu-

19 ru kendinde arayıp sabreder”

Yüce Allah buyuruyor:

“Kıtlık, kuraklık, hastalık ve tabiat afetleri gibi, bü­tün felaketlerin hepsi, daha yaratılmadan Allah indinde­ki bilgi defterinde kayıtlıdır. Böylesi Allah için çok ko­lay bir iştir”

Buhari ve Müslim’de olan bir hadisi şerifde Allah’ın Rasulü şöyle buyurmaktadır:

“Adem (a.s.) ile Musa (a.s.) ruhlar aleminden karşı­lıklı konuştular; birbirlerine delil getirdiler. Musa (a.s.) dedi ki: “Sen o Ademsin ki, Allah seni eli ile yarattı, sa­na ruhundan üfledi, sonra sana melekleri secde ettirdi, herşeyin isimini öğretti. Böyleyken neden bizim cennet­ten kovulmamıza sebep oldun?” Adem (a.s.) Musa’ya (a.s.) şu cevabı verdi: “Sen de Musa’sın ki, Allah sana ki­tap ve kelam verdi, bu nimete layık kıldı ve seni elçi olarak seçti. Böyle olduğu halde beni suçladığın konunun, daha ben yaratılmadan önce yazılı olduğunu görmedin mi?” Musa (a.s.): “Evet, gördüm!” dedi. İşte Adem (a.s.) Musa’ya (a.s.) böyle delil getirdi”3

Adem (a.s.), günah işleyenlerin günahlarına mazeret olarak kaderi getireceğini bildiği için, kaderi kullanmadı. Ya­ni “Allah takdir etti, istedi ve ben de yaptım, benim suçum yok” demedi. Çünkü böyle bir sözü hiçbir Müslüman, hat­ta akıl sahibi hiçbir mahluk söylemez, söyleyemez. Şayet ka­derde var olduğu için yaptım denebilseydi, böyle bir özür bu­lunsa idi, bu özrü şeytan da, Nuh ve Hud kavmi de, hatta bü­tün kafirler de der ve yakayı kurtarırlardı. Böyle olunca da küfürlerinde haklı olurlardı. Yukarda zikredildiği gibi, Mu­sa (a.s.) günah işlediğinden ötürü Adem’i (a.s.) suçlayıp çe- kiştirmemişti. Adem (a.s.) işlediği suç için Rabbine tevbe et-

(3) Buhari, Kader: 11; Müslim, Kader: 13.

20 miş ve yeniden doğru yola girmesine izin vermişti. Fakat Musa (a.s.) O’nun işlediği suçta bizlere kadar ulaştığı için “neden kendini ve biz evlatlarını cennetten çıkaracak bir suç işledin” diyerek, bir merakını gidermeye çalışmıştır. Adem’de (a.s.) ona, “daha ben yaratılmadan önce, böyle bir senaryonun yazılı olduğunu bilmiyor musun?” diyerek, sı­nanmak için yaşanılacak dünyaya gönderilmek bahanesi içinde göstermiştir işlediği suçu.

İşte bu takdirde, böyle bir kadere rıza göstermek icab ed­er. İnsan için genel olarak takdir edilmiş, ve yapılması ya­hut yapılmaması kulun insiyatifine bırakılmış kadere, bu ka­derin insan için var olan müsibetlerine rıza göstermek kul­luğun bir gereğidir. Bu teslimiyet, Allah’ı Rab kabul etme­nin sonucudur.

Günah konusuna gelince: Kul için “günah işlemem” di­ye bir mesele olamaz. İnsan bütün günahlardan kaçacak kadar güçlü değildir. Onun için günah işlememek değil, iş­lenen günahı günah bilerek, o günahdan tevbe etmektir, uzaklaşmaktır. Kula yakışan budur. Günahlarından tevbe ile uzaklaşıp, kötü sonuçlarına rıza göstermek kul için vacib- dir.

Yüce Allah bu konuda buyurmaktadır:

“Başına gelen belalara sabret. Allah’ın vaadi haktır ve işlediğin suçtan ötürü istiğfar et, bağışlanmanı iste”

(Mü’minun:23/55)

“Eğer siz sabırlı olur, korunursanız, oların hileleri si­ze hiçbir zarar vermez”                                                           (Al-i İmran: 3/186)

Yusuf (a.s.) şöyle demişti:

8 “Doğrusu kim Allah’tan korkar ve içine düştüğü fe­laketlere sabrederse, muhakkak ki Allah bu sabredenle­ri sabırlarından ötürü mükafatlandırır” (Yusuf: 12/90)

Kulların günahları da aynen böyle bir statü içindedir. Çünkü en büyük musibet günah işleyip Allah’ın gazabına

21 muhatab olmaktır. Onun için her Müslümanın, elinden gel­diği kadar iyiliği emretmesi, kötülükten alıkoyması, Al­lah’ın dostlarını dost, düşmanlarını düşman olarak görme­si, Allah için sevmesi Allah için sevmemesi gerekmektedir.

Yüce Allah buyuruyor:

“Ey iman edenler! Düşmanlarımı ve düşmanlarınızı dostlar edinmeyin. Siz onlara sevgi gösteriyorsunuz. Halbuki onlar Hak’tan size geleni (Kur’an’ı) inkar etti­ler. Rabbiniz Allah’a iman ediyorsunuz diye sizi ve Pey­gamberi (Mekke’den) çıkarıyorlardı. Eğer sizler, benim yolumda ve rızam uğrunda cihad için çıktınızsa (düşman­larımı dost edinmeyin!). Siz onlara sevgi göstererek sır ve­riyorsunuz. Halbuki Ben, sizin gizlediklerinizi de, açık- ladırlarınızı da hep bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, ar­tık hak yolun ortasından sapmıştır. Eğer onlar size üs­tün gelirlerse, hepinize düşman kesilirler ve size elleri­ni, dillerini kötülükle uzatırlar, küfretmenizi arzu eder­ler. Ne hısımlarınız, ne de evlatlarınız size asla fayda ver­mez. Allah, kıyamet gününde aranızı ayıracaktır. Al­lah, bütün yaptıklarınızı en iyi görendir. Gerçekten si­zin için İbrahim’de ve beraberindekilerde güzel bir ör­nek vardı. Hani kavimlerine şöyle demişlerdi: “Biz sîz­lerden ve Allah’dan başka taptıklarınızdan beriyiz. Siz bir olan allah’a iman edinceye kadar sizi tanımıyoruz Si­zinle aramızda ebedi düşmanlık ve kin baş gösterdi”

(Mümtehine: 60/1-4)

“Allah’a ve ahiret gününe imanda sebat eden hiçbir kavmin, Allah’a ve Rasule düşmanlık eden kimselerle, is­terse bunlar onların babalan, yahut oğulları, veya bira- derleri, yahut soysopları olsunlar, dostluk kurdukları­nı görmezsin. Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalp­lerine yazmış, ve kendinden bir ruh ile desteklemiştir”

(Mücadele: 58/22)

22

“Öyle ya! Biz Müslümanları o günahkarlar gibi yapar mıyız hiç?”     (Kalem: 68/35)

“Yoksa biz, bize iman edip de güzel güzel hiçbir ard niyetsiz emirlerimizi yaşantılarına aksettiren Müslü­manlarla, yeryüzünde fesat ve bozgunculuk yapanlarla bir mi tutacağız? Veya Allah’tan korkanları, hesaba al­mayan ve doğru yoldan sapanlarla aynı mı sayacağız?”

(Sad: 38/28)

“Yoksa kötü işler yaparak cezaya müstahak olanlar, iman etmiş ve güzel güzel iman ettiği Allah kanunlarını hayatlarına tatbik etmiş gibi mi davranacağımızı sanı­yorlar kendilerine? Ölüm ve dirimleri aynı mı olacak sandılar? Bu zanları kendileri için ne kadar aldatıcı ve kötü bir son getirecek”        (Casiye: 45/21)

“Körle gören, karanlıkla aydınlık, gölgelikle sıcaklık nasıl ki bir değildir, ölü ile diri de öyledir”

(Fatır: 35/19-20)

“Allah’a hükmünde ve kudretinde ortak koşanlarla, O’nu ait olduğu müstesna yere ortaksız oturtanların durumuna dair Allah şöyle bir misal vermiştir: Köle bir adam ki, onun bir takım ortakları ve efendileri var. Her biri kendisine ayrı ayrı yol gösterip emirler verecek çekiştirip duruyorlar. Diğer bir köle de tek bir insana, özel bir efendiye sahip ve tek bir adamdan emir alıyor ve asla kafası karışmıyor. Bu iki köle arasında bir büyük fark yok mudur?”         (Zümer: 39/29)

“Allah şöyle örnek getirdi: “Hiçbir şeye gücü yetme­yen memlûk bir kul, bir de hür bir zat ki, kendisine ta­rafımızdan güzel rızklar verilmiştir. O bu verdiklerimiz­den gizli aşikar bizim rızamız yolunda harcamaktadır. Bu iki insan hiç eşit olurlar mı? Bütün hamd Allah’ındır. Hayır onların çoğu bilmezler. Allah şu iki kişiyi de örnek gösterdi: Bunlardan birisi dilsizdir, hiçbir şey becereme-

23

yerek efendisinin omuzlarına yük olmaktadır. Efendisi ona ne iş verse yerine getiremez. Şimdi böyle biri, doğ­ru yola giderek adaleti emreden bir kimse gibi olabilir mi?”                                        (Nahl: 16/75-76)

“Cehennem ehli ile cennet ehli bir olmaz asla. Cennet ehli, onlar ancak arzularına kavuşanlardır”

(Haşr: 59/20)

Ve hak ile batıl ehlini, itaat edenle isyan edeni, bozgun­cu zümre ile birleştirici olanı, doğru yolda olanlarla iblisin yolunda olanları, sapıklar topluluğu ile, akılda rüştünü ispat etmiş olanları, sadıklarla yalancıları birbirinden ayıran da­ha nice ayeti kerimeler vardır Kur’an-ı Kerim’de.

İşte her kim dini gerçeklerden ayrı bir biçimde, sadece varlıklar aleminde olanları hesaba alır, onları istediği biçim­de kullanmaya kalkışırsa, Allah da onu, varlık alemini Al­lah’ın dini üzere keşfedip kullanan gerçek anlamdaki kulun­dan ayrı tutar ve hakkı olan cezayı verir. Çünkü varlık ale­minde olanları kendi istediği biçimde kullananlar, onlara kendilerince bir değer biçenler, sonuçta, Allah ile kendin­ce güya varlığını ellerinde tutanlara kulluğa kadar varır iş.

Yüce Allah bu tür insanları şöyle haber veriyor;

“Allah’a andolsun, gerçekten biz apaçık bir sapıklık içindeydik. Çünkü biz dünya metaı olan putlarla, kaina­tın haliki Allah’ı bir tutmaktaydık” (Şuara: 26/97-98)

Burada bahsi edilen sapıklık, yaratıcıyı yaratılanın için­de sanmak; yaratıcının yarattığı ile birlikte vücut bulması; Allah’ın, mahlukunun varlığında tecelli etmesi gibi; sonra­dan var edilmiş olanla var edeni bir görme sapıklığıdır ve ta­bii ki bu sapıklık, sadece Allah’a yapılması gereken kullu­ğun mahluklara da yapılmasını celbetmektedir sonuçda. Şu koca, uçsuz bucaksız kainatın yaratıcısına yapılacak bundan daha büyük küfür olabilir mi?

Bu telakkiler p boyutlara ulaşıyor ki, kişi kendini hem abd

24 hem de mabut sayıyor; böylece Allah’a kulluğu ortadan kaldırıyor. Bir kişi kendi nefsini halikten bir parca, yahut O’nun kulluk görevlerini yerine getireceği mabut nerede ka­lıyor?

Bu iddialar, bahsini ettiğimiz telakkinin mensuplarınca tağut kabul edilen Muhiddin Arabi’nin yazdığı “FususuT- Hikem” adlı eserde bol bol ileri sürülmektedir. Muhiddin Arabi ile birlikte İbni Seb’in gibi iftiracı mülhitler de apa­çık söylemektedirler, kendilerinin hem adib hen de mabud olduklarını. Bu iddia ne kevni (varlıklar, sonradan yaratıl­mış olanlar) ne de dini hiçbir gerçeğe dayanmamaktadır elbette. Tersine, halikin vücudunu mahlukun vücudu ile bir tuttukları ve her türlü güzel çirkin sıfatlarını da böyle­likle halik- mahluk karışımında telakki ettikleri için, kevni hakikatların vasıflarından da uzaklaşmaktadırlar. Çünkü bunlara göre; bir şeyin vücudu aynı zamanda başka şeyle­rin de vücududur. Yani, Allah’ın vücudu aynı zamanda mahlukatın da vücududur demekle, varlık aleminin, yaratıl­mış alemin gerçeklerinden de bihaber oluyorlar. Kevni var­lığın, yaratılmış bütün mevcudun vücudu bir olunca, ister ya­ratılmış isterse de yaratan olarak kabul edilsin, her türlü ka­bul Allah’ın varlığını ortadan kaldırır ve böylece İslam di­ninin iman edilmesinin emrettiği bütün gerçekler de askıda kalır.

Allah’a ve Rasulüne iman edenlere gelince, bunların en basit ferdinden en üstün vasıflı olanına kadar herkes Kur’an ehlidir.

Allah’ın Rasulü buyurmaktadır:

“Şüphesiz insanlar içinde Allah ehli olanlar vardır”

dediğinde, etrafındakiler, “kimdir onlar?” diye sordular. Cevaben buyurdu ki:

“Allah ehli, Allah’ın has kulu olanlar sadece Kur’an ehli olanlardır”

25

Kur’an ehli olan bu müminler. Allah’ı her şeyin Rabbi, haliki ve sahibi bilirler. Halikle mahlukun vücudunun, var­lığının birbiriyle hiçbir benzerliği olmadığını, halikin mah­lukunun birleşmeyeceğini, halikin vücudunun aynı zaman­da mahlukun vücudu olmayacağını kesinlikle bilirler ve inanırlar.

Yüce Allah hıristiyanları, yalnızca Allah’ın mahlukta vücud bulduğuna ve İsa (a.s.) ile birleştiğine inandıkları için kafir saymıştır. Böyle olduğu halde, haliki bütün her çe­şit mahlukatm vücudunda tecelli ettiğine itikat ettiğine ina­nanlar nasıl olur da Müslüman olarak kabul edilebilirler?

O yegane kitap olan Kur’an’m bağlıları, Allah’ın, ken­disine ve Rasulüne itaati emrettiğini, gene kendisine ve Rasulüne isyan edilmesini yasakladığını bilir ve inanırlar. Gene bu müminler Yüce Allah’ın fesat çıkaranları sevme­diğini, insanların küfr etmelerine razı olmadığını, insanla­ra sadece Allah’a kulluk etmeleri emredildiğini bilir ve inanırlar.

Fatiha suresinde beyan buyrulduğu gibi:

“Ancak sana itaatla kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz!”         (Fatiha: 1/5)

Bir insanın kendi gücü ve imkanları oranında, iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak, başlıca kulluk görevleri arasındadır. Allah’a ve Rasulüne savaş açmış küfür ehliy­le, Allah’ın emri galip gelsin diye savaşmak, Allah’a itaat­la kulluk görevlerinin en önemlisidir. Müminler Allah’ın dinini yaymak için canla başla çalışır didinirler. Bunu yapar­ken de Allah’ın kendilerine yardım etmesini niyaz eder yalvarırlar. Böylece ellerinde olmadan, bilmeden yapmış ol­dukları günahlarının affını temin etmeye hak kazanırlar. Elbette ki günahlarından ötürü başlarına gelecek belaları da defetmiş olurlar. Aynen, insan acıktığı zaman nasıl ki bu aç­lığı yemek yemekle giderebilirse, üşümeyi elbiseyle

26 defedebilirse, Allah’ın taleblerinden birini yapmakla da bir kötü iş defedilmiş olur. İstenilerek yapılan her iyi iş, isten­meyen kötü işlerden birini yapmaktan alıkoyar insanı.

Nasıl ki, Allah’ın Rasulüne sordular: “Ey Allah’ın Ra- sulü! Haber ver bize; birtakım ilaçlarla hastalıkları iyileş­tiriyoruz, bazı dualarla ve koruma usulleriyle kendimizi koruyoruz. Bu yaptıklarımız gerçekten Allah’ın bizim için çizdiği kaderden herhangi birini önler mi?” Allah’ın Rasulü cevap verdi:

“Bütün saydıklarınız da Allah’ın yazmış olduğu kaderden cüzlerdir”4

Bir hadisi şerifte Allah’ın Rasulü şöyle buyurdu:

“Tedbir alınarak yapılmış olan dua ile başınıza gele­cek bela yerle gök arasında karşılaşır ve biri diğerine ilaç olur, üstün gelir”5

İşte bütün bunlar Allah’a ve Rasulüne iman eden ve sadece Allah’a itaatla kulluk eden müminlerin halidir ve say­dıklarımızın hepsi de ibadet kelimesinin ifade ettiği mana içinde en önemli yerlere sahiptir.

Sapıklar ise; Allah’ın her şeyi yaratmasından ve terbiye etmesinden ibaret olan kevni hakikatları görüyor ve bunu delalletteki mertebelerine göre, Allah’ın dini ve şer’i emir­lerine uymaya engel sayıyorlar. Aşırı sapıklık içinde olan­lar ise, kevni hakikatları, dini hakikatlara uymaya engel saymayı, mutlak manada genel bir kaide olarak kabul ediyor­lar. Şeriata uygun olmayan bütün işlerinin doğruluğuna da kader ölçüsünü delil olarak getiriyorlar. Bütün bu sözler, yahudi ve hıristiyanların sözlerinden besbeter küfürdür ve kötülük getiricidir.

Böyle sözler aynen müşriklerin sözlerine benzemek­tedir. Onlar şöyle demişlerdi:

(4)      Tirmizi, Kader: 12; Tıbb: 21.

(5)      Hakim,

27

“Allah dileseydi, ne biz ve ne de babalarımız Allah’a şirk koşamaz ve hiçbir helali haram sayamazdık”

(En’am: 6/148)

Ve yine o müşrikler:

“Eğer Rahman isteseydi, biz onlara, yani putlara ilah nazarıyla bakamazdık”                                                                (Zuhruf: 43/20)

demişlerdi.

Bunlar sözleriyle bütün gerçeklere ters düşenlerin en ileri derecede olanlarıdır. Şeriata uymayan işlerine kaderi şahit getiren insandan daha şedid sapık yoktur yeryüzünde. Zira insanların yaptığı herşeyin doğru olduğunu iddia etmek­ten daha korkunç bir hata olamaz. İnsan oğlu yapmış olduğu her işin doğru olduğunu kabul ederse, o zaman yaptıkları bütün zulümler de meşru duruma girer. Böylece yeryüzün­de bozgunculuk yapanlar, insanların haksızlıkla kanlarını dökenler, namus ve ırz düşmanları olarak nesli bozanlar, hal­ka taşıyamayacağı yükleri yükleyen kimselerin bütün bu hareketlerini kadere yükleyerek ceza vermemiz lazım gelir­di. Böyle zalimlere ceza vermek isteyen hak ve hakikat bağlılarına “Kader bir hüküm ve hüccettir. Onun için sana ve de başkalarına kötü şeyler yapmış olan kimseyi bırak, onu cezalandırma. Çünkü onun sana ve bu zalimin gadrine uğ­ramış başkalarının kaderi imiş. Yok eğer kader bir hüküm ve hüccet değilse. O zaman senin sözlerin ve iddiaların yanlış olur ve yıkılır” denilmesi gerekir. İşte bu kevni hakikatlere kader ile hüküm getirenler böyle iddialarda bulunurlar, fakat getirdikleri delile kendileri rıza göster­mezler. Kendileri böyle sonuçları kaderden kabul edip boyun eğmezler.

Demek ki bunlar sadece kendi işlerine geldiği yerde he- va ve heveslerine kullanmak için kaderi o şekilde mütalaa ediyorlar. Bu insanlar hakkında bazı alimlerin “Sen itaat ederken kaderiye, isyan ederken cebriye oluyor, işine han-

28 gisi geliyorsa öyle oluyorsun, kendi heveslerini kendine mezhep ediniyorsun” dedikleri gibi.

Bu delalet yolundaki sapıklardan bir grup da, kendilerinin hakikat ve marifet ehli olduklarını iddia ediyor ve yasakların, kendisini bizzat fail görüp ona sıfatlar tanıyanlara lazım geleceğini zannediyor. Fiillerinin mahluk olduğunu veya fi­ile cebredildiğini ve Allah’ın diğer bütün hareketleri mey­dana getirdiği gibi, kendisinin de fiilinin meydana getiricisi olduğunu müşahede eden kimseden emir ve vaadin kal­kacağını ileri sürüyorlar. Bazen de külli iradeye şahit olan­lardan emir ve vaadin kalkacağını ileri sürüyorlar. Hızır olayında, hızır külli iradeyi müşahede ettiği için ondan tek­lifin kalktığını zannediyorlar.

Bunlar bir de, sade bir insan, avam bir fertle, kevni hakikatleri müşahede eden, Allah’ın kullarının fiillerinin yaratıcısı, bütün kainatın irade ve tedbir edicisi olduğuna şahit olan, böyle olduğunu bilen havası arasında bizzat müşahede eden arasında fark vardır şeklinde mütala ederler. Bu mütalaa ile, bahsini ettiğimiz kevni hakikatlara sadece iman edenlerden teklifleri kaldırmıyorlar. Fakat bu kevni hakikatleri bizzat müşehede edenlerin kendi nefislerinden teklifi kaldırmalarını da haklı buluyorlar.

Bunlar bu şekilde, Cebri ve Kaderi’nin ispatını teklife en­gel saymıyorlar. Tevhid, tahkik ve marifet ehli olduklarını iddia eden bu sapıkların ayakları hep kaymış ve beyin üstü düşmüşlerdir.

Bunun sebebi ise, kulları üzerine takdir edilen şeye muhalif bir işle emrolunacağına dair sözlerinin, mutezilenin ve kaderiyenin sözleri gibi eksik ve yanlış olmasıdır. Yani bir bakıma, kul kendisi için teklif edilen şeyin zıddı ile em- rolunmaz, diyerek veya zannederek delalete düşüyorlar.

Sonra Mutezile şer’i emir ve yasakları, Allah’ın genel irade ve kulların fiilerini yaratmasından ibaret olan kaza ve

29

kaderin dışında olarak kabul ediyorlar.

Bunlar ise kaza ve kaderi kabul ediyor ama, kadere biz­zat şahit olan insanlar hakkında, emir ve yasakların olama­yacağını iddia ediyorlar. Bunu böyle söylemelerinin, se­bebi yani “avamı nas ve basit insan için; kaza ve kaderi il­men bilen ve inanan için emir ve yasak vardır” demelerinin sebebi, yasak ve emirleri mutlak anlamda kullanmaktan çekinmeleridir.

Aslında bunların sözleri mutezilenin sözlerinden daha çir­kindir. Bundan ötürü bunların içinde seleften büyüklerimizin hiç birini göremezsin. Çünkü bu sapıklar emir ve yasakları, kevni hakikatları bizzat müşahede edemiyen bilgisiz avam için lüzumlu görmektedirler. B öylece bu hakikatları gören­lerin üzerinden bütün kulluk yükümlülüklerini kaldırıyorlar. “Bunlar havasdır ve hiç bir teklif bunlar için değildir” diyorlar. Bundan çirkin bir söz, Allah’a yapılmış iftira olur mu?

Çoğu kere

“Sana ölüm gelip çatmcaya kadar Rabbine ibadet et!”

mealindeki ayeti te’vil ederek, ayeti kerimedeki “yakin” sözünün, kevni hakikati bilmekten ibaret olduğunu söy­lüyorlar.

Bu insanların sözleri apaçık bir küfürdür. Her ne kadar bazı kimseler bunun küfür olduğunu bilmeyerek taklid ile bu itikada düşüyorlarsa da, mazur değillerdir. Zira hiçbir ma­zeret küfrü ortadan kaldırmaz. Zira aklı başında olduğu sürece herkes emir ve yasaklara uymak mecburiyetindedir. (Elbette ki şeytan ve yahudi olunmazsa). Bu kaide İslam dininin hiç değişmeyecek temel kaidelerindendir ve de bunu herkes bilmektedir. Hiç kimseden, hiçbir şekilde emir ve yasaklar kaldırılmaz, kaldırılamaz.

Bir kimse bu gerçeği bilmezse, ona iyice anlatılır, apaçık izah edilir. Buna rağmen hala eski itikadında devam eder-

30

se, kendisi mürted kabul edilerek öldürülür.

Bir kısım insanlardan emir ve yasakların düşeceğine dair sözler, sonradan gelenlerin (müteahhirin) yazılarında pek çoktur. îlk Müslümanların, yani sahabe ve onların arkasından gelen tabiin tavrının içinde yaşayan hiçbir kim­senin, böyle sapık sözler söylediğini hiç kimse ne duydu ve ne de gördü. Çünkü onlar Allah ve Rasulünün dostları ise böyle düşmanca sözler söylemezler. Onlar insanları Al­lah’ın tayin ettiği doğru yoldan sapıtmaktan şiddetle kaçar­lardı. Bu sözler de, Allah’a karşı gelmek, Rasulünü yalan­lamak ve Kur’an’i hükümlere ters düşmektir. Bu sözleri söyleyenler küfür olduğunu bilmeseler de, üzerinde bulun­dukları halin Rasul ve hak yolundaki velilerin yolu olduğunu sansalar da, netice değişmez.

Bu sözleri söyleyenler, kendisinde kalbi bir takım haller vehmederek, namaza muhtaç olmadığını, namazın kendisi havastan olduğu için içkinin de, şarabın kendisi için helal olduğuna itikat eden; veya kendisinin bir deniz, bir um­man olduğunu, onun için de her kirin ve pisliğin umman içinde kayboluşu gibi, bütün günahların kendisinden kay­bolduğunu sanan ve inanan kişinin parelelinde sayılır.

Hiç şüphe yok ki, Allah’ın büyük Rasulünü yalanlayan müşrikler, Allah’ın kutsal şeriatına aykırı bid’adlarla, Al­lah’ın emirlerine muhalif işler üzerine, kader ile delil getirme arasında tereddüd edip bocalıyorlar. Bahsi geçen bu taifeler tıpatıp müşriklerin bir eşi ve benzeridirler. Zira onlar ya bid’at uyduruyor, ya da günahları, yasaklan, emirleri, hülasa insan için taşıması gerekli görevleri kader ve kaza gibi iki önemli hususu delil göstererek, ortadan kaldırıyor. Yani bir bakıma iki hususu birleştiriyorlar. Bid’at ehlini ve küfrü i-kiz kardeş yapıyorlar.

Yüce Allah bu müşriklerin hallerini mealen şöyle anlat­maktadır:

31

“O iman etmeyenler bir hayasızlık yaptıkları zaman: “Biz atalarımızı da bunu yaparken bulduk, Allah bize de bunları yapmamızı emretti” dediler. Onlara söyle: “Al­lah hiçbir zaman kötülük emretmez, bilmediğiniz şeyleri işinize geldiği için Allah’ın üzerine mi atmak istiyor­sunuz?”           (A’raf: 7/28)

Bir başka Kur’an ayetinde de mealen şöyle buyrulmak- tadır:

“Allah’a eş ve ortak koşanlar diyecekler ki: “Eğer Al­lah dileseydi, ne biz ne de atalarımız Allah’a ortak koşa- mazdık. Kendi kendimize hiçbir şeyi haram kılamazdık”

(En’am: 6/148)

Yüce Allah, helali haram sayma, Allah’ın şeriatında ol­mayan, hatta ona aykırı ibadetleri yapma gibi sapıklıklar, müşriklerin din adına uydurdukları bid’atlar hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Onlar batıl zanlarıyla dediler ki: “Bu davarlarla ekinler haramdır; onları bizim izin verdiklerimizden başkası yiyemez. Şu hayvanların sırtına binmek de haram edilmiştir. Bir takım davarlar da vardır ki, üzer­lerine Allah’ın ismini anmazlar. Onlar Allah’a karşı iftira ederek uydurdular. Allah onları yapagelmekte oldukları iftiraları yüzünden cezalandıracaktır”

(En’am: 6/138)

Bu hususta Yüce Allah’ın bir başka ifadesi:

“O iman etmeyenler bir hayasızlık yaptıkları zaman “biz babamızı da bu hal içinde bulduk. Allah da bize bunu böyle emretti” dediler. Onlara söyle: “Allah hiçbir zaman kötülük emretmez. Bilemediğiniz şeyleri işinize geldiği için Allah’ın üzerine mi yıkmaya çalışıyorsunuz?” De ki: “Rabbim adaleti emretti, her secdeye yönünüzü kıbleye döndürün” De ki: “Allah’ın kulan için yarattığı zineti, teiniz ve hoş rızıkları kim haram etmiş?” De ki:

32

“Rabbim ancak hayasızlıkları, onların açığını gizlisini, bununla birlikte her türlü günahı, haksız isyanı, Al­lah’a hiçbir şeyi ortak koşmamanızı, bilmediğiniz şeyleri Allah’a isnat etmenizi haram kılmıştır” (A’raf: 7/26-32)

Bunlar kaderden olan bazı tecellilere, şahit oldukları bazı şeylere gerçek dedikleri gibi, bazen kendi uydurdukları bid’atlara da hakikat nazarıyla bakmaktadırlar. Bunlara göre, gerçeğe giden yol, riyazet, halktan ayrılmak, az yemek yemek ve şeriatın sahibinin yasaklarıyla bağdaşmayan, fakat Allah’tan gafil kalbin de gördüğü zevk ve vecd ile mukayyed olan sülüktür. Bunlar her zaman kaderle delil ge­tirmezler. Daha başka bir deyimle, dayanakları heva ve heveslerinin reyine uymak, arzu ve heveselerinin istekleri­ne gerçek nazarıyla bakmaktır. Bunlar Allah’ın ve Ra- sulünün emirlerine değil, nefsi arzularına uyulmasını is­terler. Bunlar, kelamcılar, Cehmiyye gurubu ve bid’at ehli fırkalarına benzer ki, bunlar kitap ve sünnette aykırı bid’at olarak uydurdukları bir kısım sözlerini, dini hükümlerin delalet ettiği esaslara değil de, uyulması vacib olan akli hakikatlar olarak saymaktadırlar. Sonra kitap ve sünnette­ki hükümleri, ya te’vil ya da tahrif ederek maksadından uzaklaştırıyorlar; ya da onlara büsbütün sırt çeviriyorlar. On­lar düşünerek anlayamadıkları ve zıddına itikad ettikleri halde “bu ayet ve hadisin manasını Allah’a havale ederiz” derler.

Nasıl ki bu Cehmiyye itikadı üzere olan gurubun Kur’an’a ve Rasul sünnetine aykırı, akli deliller dedikleri fikirlerin aslı incelendiği zaman, cehalet ve batıl inanç olduğu anlaşılır­sa, sufilerin durumu da aynendir. Onların da, Allah’ın velilerine ait gerçekler olduğunu zannettikleri Kur’an’a ve Sünnete aykırı fikirleri incelendiği zaman, bunların Al­lah’ın evliyalarının değil, tersine O’nun düşmanlarının tabii olduğu birer heva ve hevesten ibaret olduğu açıkça an-

33

laşılır.

Bütün sapıklıkların gerçek sebebi, sadece kendi akli kıyasının ortaya çıkardığı sonuçları, Allah katından inmiş bu­lunan Kur’an delillerinin önüne geçirmek ve kendi hudud taı- maz ihtiraslarına uymayı Allah’ın emirlerine uymaya tercih etmektir.

Zevk, vecd ve benzeri şeyler, kulun sevmesi ve nefsinin meyletmesi nispetindedir. Bir sevenin sevgisi, kendi gücü oranındadır ve elbette ki bu güç oranında zevk ve vecd duyabilir.

Demek ki, şu aşağıdaki Hadis-i şerifde buyrulduğu gibi, iman ehlinin, iman eden bir kimsenin de imanından dolayı duyacağı zevk ve vecd vardır:

“Üç şey vardır ki, bunlardan herhangi biri bir kimsede bulunursa zevk ve neşe duyar. O bulunanlardan birisi, Allah ve Rasulünün her şeyden daha sevgili olması; İkincisi, bir kimseyi Allah için, Allah razı olsun diye sevmesi; üçüncüsü, Yüce Allah bir kimseyi küfürden kurtardıktan sonra bir daha küfre dönmeyi ateşe atılmak gibi telakki etmesi ve iğrenç bulması”6

Diğer bir hadis-i şerifde de konuyla ilgili olarak şöyle buyrulmuştur:

“Tek Rab olarak Allah’ı, yaşanılacak tek din olarak İslam’ı, kitap’h elçi olarak da Muhammed’i seçip be­nimseyen bir kimse imanın lezzetini de almıştır”7

Hakkı ve hakikati reddedenler, dinde olmayanı onda varmış gibi gösterenler ve şehvetlerine mağlub olup kötülük­ler işleyenlere gelince, bunlar da yaptıkları işleri sevdikleri oranda zevk ve heyecan duyarlar.

Süfyan bin Üyeyne’ye sorulmuş:

(6)      Buharı, İman: 9-14; İkrah: 1; Müslim, İman: 67;

Tirmizi, İman: 10; Nesai, İman: 3; İbni Mace, Fiten: 23.

(7)      Ebu Davud, Zekat; 4.

34

“İnsanlardan kendi şehvet ve isteklerine tabi olanlar, nasıl oluyor da uydukları şeylere şiddetle bağlı oluyorlar?”

Cevap vermiş:

“Yüce Allah’ın

“Hakikatimizi reddetmeleri sebebiyle kalplerine altın buzağı sevgisi doldurmuştu”

ayetinin ve daha başka bir çok ayetleri unuttunuz mu?”

Demek ki küfürleri sebebiyle, kalpleri kendilerini esir eden şeylere meyletmiş ve köleleştiren birçok sahte sevgiyle kalpleri dolmuş.

Yüce Allah'ın bir çok ayeti kerimede buyurduğu gibi; Al­lah’tan başka şeylere itaat edenler, itaat ettiklerini çok se­verler. Yüce Allah mealen buyuruyor:

“İnsanlardan kimi de, Allah’tan gayrısma itaat e- derler, O’na hükümde ve emirde ortak koşarlar ve bu or­tak koştuklarını adeta Allah’ı severmiş gibi severler, muhabbet beslerler. Ama iman edenlerin Allah’a olan sevgileri bunlarınkinden çok kuvvetli, köklü ve devam­lıdır”           (Bakara: 2/165)

Bir başka Kur’an ayeti:

“Sana itaat etmek istemezlerse bil ki: onlar kendi şehvet duygularının arkasından gitmektedirler. Halbuki Al­lah’tan dosdoğru bir delil olmaksızın dinde sadece ken­di şahsi isteklerinin arkasında koşanlar her türlü sapık­lardan daha sapıktır. Hiç şüphe yok nefsinin arkasında koşan, başka bir ölçü ve delil bilmeyen zalimlere Allah asla rıza göstermez”                                       (Kasas: 28/50)

Bir başka ayet:

“Onlar kuruntudan ve nefislerinin arzu ettiği şevketlerden başkasına tabi olmuyorlar” (Necm:53/23)

Nefislerinin arzularına uydukları için, kendilerine her şey­den fazla değer verdikleri için, insanlar Allah’tan başkası­na meylediyor, O’ndan başkasını sevebiliyor. Mesela; şiir,

35 ahenkli güzel ses ve iç gıcıklayan müzik parçaları dinliyorlar ki, bütün bunlar şehveti galeyana getiren, arzuları tahrik eden şeylerdendir. İman ehli böyle şeylerden zevk alıp vecde dalmaz. Fakat bugün, bu muhabbete müptela olmuştur hemen hemen herkes. Allah’ı seven de, putları seven de, haçı seven de, vatanı seven de, kardeşleri seven de, yabancıları seven de, erkekleri seven de, kadınları seven de aynı du­rumdadırlar. Bütün herkes, Kur’an-ı Kerim’i hiç hesaba al­madan, ilk Müslümanların itibar ettiği ve itibarda ittifak et­tiği şeylerin hiç birisine bağlanmadan, sadece kendi şehvetlerinin arkasında koşuyorlar, nefislerinin arzuladığı her şeyi ister meşru isterse de gayrimeşru elde etmek için ellerinden ge­leni ardlarına koymuyorlar.

Hüküm sadece Allah’a ait olduğuna, ibadetle itaatin sadece Allah’a yapılacağına itikat etmeyen bir kimse asla inanmış biri olarak kabul edilemez. Allah’ın, Rasulü Muhammed aracılığı ile göndermiş olduğu kitap olan Kur’an-ı Kerim’inn hükümlerine uymayan kimse, Allah’ın dini olan İslam’a girmiş sayılmaz asla.

Yüce Allah buyuruyor:

“Sonra ey Rasulüm! Seni dinden bir şeriat ile görevli kıldık. Onun için o şeriata uy da ilmi olmayanların arzu ve heveslerine tabi olma. Çünkü onlar sana Allah’tan gelecek hiç bir şeyi engelleyemezler. Muhakkak ki zalimler birbirlerinin dostlarıdırlar. Fakat Allah, sadece kendi­sine itaat edenin dostudur”  (Casiye: 45/18-19)

Gene buyuruyor:

“Yoksa o kafirlerin bir takım ortakları var da, onun için mi Allah’ın izin vermediğini meşru hale getirdiler”

(Şura: 42/21)

Bunlar bazı kere, Allah’ın şeriatına üstün saydıkları bid’atlara uyarlar, bazen de Allah’m y tıkardaki ayetlerde be­lirttiği gibi, kafirlerin kevni alem için getirdikleri delillere

36 benzer delil getirerek kendilerini haklı çıkarmaya çalışırlar. Yani varlıklar aleminden kader ölçüleri çıkarır ve yaptık­larını haklı gösterirler.

Bir kısım bid’at ehli vardır ki bunlar bid’tçıların en ileri güruhudur ve bid’attaki dereceleri çok yüksektir. Bunlar din­deki meşhur farzları veya açık haramları, nefislerinin şeh­vetlerine uyarak yapmayanlar, yahut yapanlar ve bu şirretliği Allah’ın kader hükmüne bağlayanlardır. Bunlar Allah’ın en meşhur emirlerini ve yasaklarını yerine getirmemekle kalma­zlar, insanlara da kötü olarak onların da yapmamalarına se­bebiyet verirler. Bu bid’at ehli, tabi olun-ması birer ibadet olan sebepleri terketmekle Müslümanları sapıtırlar. Bunlar zanned­er ki, kadere şahit olan kişi de sebepleri terk eder. Bir örnek verelim: Tevekkül, dua ve benzeri ibadetleri avam insanların, basit fertlerin işleri sayıp, havasa, üstün yaratılmış insana ait olmadığını söylerler. Onlara göre, sözde kaderi gören arif, yazılı defterini okuyan üstün insan duaya ve tevekküle ihtiyaç duymaz. Çünkü üstün insan, arif kişi bilir ki, evvelden çizilmiş mukadderat mutlaka gelir çatar insana, İşte böyle bir telakki sapıklıkların en ileri olanıdır.

Şüphe yoktur ki, Yüce Allah her şeyi sebepleri ile birlikte yaratmıştır. Nasıl ki, saadet veya mutsuzluğu da sebepleri ile birlikte takdir etmişse.

Rasullerin öncüsü bir sözlerinde şöyle buyurmaktadır:

“Hiç şüphe yok Yüce Allah cenneti için bir takım in­sanlar yaratmıştır. Cenneti de bu insanlar için yarat­mıştır. Halbuki bu insanlar daha babalarının sülbünde idiler. Bu kimseler cennete layık olacak işleri yaparlar. Cehennem için de bir kısım insanlar yarattı. Cehennemi de bu insanlar için halketti. Halbuki bunlar da ba­balarının sülbünde idiler. Bu kimseler cehenneme gire­cek olanların işlerini yaparlar”8

(8)      Müslim, Kader: 3; Ebu Davud, Sünnet.

37

Yukarıdaki ifadelerden anlaşılacağı üzere, cennete veya cehenneme girişe kendi yaptıklarımız, yahut da yapmadık­larımız sebep olmaktadır.

Allah’ın Rasulü arkadaşlarına, Yüce Allah’ın kaderleri yazdığını söyleyince Sahabeler kendisine sordular: “Böyle olduğuna göre, kadere rıza gösterip ameli, hareketi terk mı edeceğiz?”

Yüce Rasul:

“Hayır! Çalışınız, hareket ediniz, iş yapınız. Her şey yaratıldığı şey için tesirli olur. Bir kimse saadet ehli ise, ona saadet ehlinin işlerini yapmak istidadı verilir. Bir kişi de cehennem ehli olmak isterse, ona kötülük yapma gücü verilir”9

Böylece belli oluyor ki, Cenab-ı Hakk’ıh takdir ettiği se­beplere müracaat etmek birer ibadettir.

Yüce Allah tevekkül ile ibadet kavramını bir arada zikret­miştir ayeti kerimesinde:

“Allah’a tevekkülle itaat ve ibadet et!” (Hud: 11/123)

“De ki: “O Rahman benim Rabbimdir ve O’ndan başka ibadet edilecek ilah da yoktur. Ben ancak O’na tevekkül ettim ve tevbem yalnız O’nadır” (Ra’d: 13/30)

Bid’at ehlinden bazıları da, amellerin, ibadetlerin vacibi­ni değil, müstehaplarını terkederler, Böylece elbette ki, faziletleri, üstünlükleri terkettikleri müstehapları oranında eksilir.

Bu gibi işlerle meşgul olmak çoğu zaman kişiyi meşhur eder ve mağrurluğa sokar.

Mesela, böyle kişlerin keşif ehli olduğu ve dualarının hemen kabul edildiği gibi iddialar ileri sürülür.

Bu gibi işlerle meşgul olanlar yapmakla mükellef olduk­ları ibadetten ve sair dini vazifelerden uzaklaşırlar. Çünkü içine düştükleri gurur bunlara mani olur. Onlarda varolduğu

(9)       Buhari; Müslim; Kader: 3.

kabul edilen ileriyi görme, olacakları evvelden bilme gibi harikulade hallerle oyalanırlar ve üzerelerine düşeni yap­mazlar. Kul, ancak Allah’ın Rasulü’nün getirdiği şeriata sımsıkı sarılarak kendini böyle boş hayallerden kurtara­bilir.

Zuhri’nin söylediği gibi:”Önceki, ilk Müslümanlar şöyle söylerlerdi: Kurtuluş ancak sünnete sımsıkı sarılındığı za­man mümkündür”

İmam Malik de şöyle söylemiştir: “Sünnet Nuh’un gemisi gibidir. Ona binen de kurtulmuştur. Eğer binemezsen helak olursun”

İbadet, itaat, istikamet, doğru yolu tercih gibi, manaları ve hedefleri bir olan kavramlar iki esası ifade ederler.

Bir kimse Allah’ tan başka hiç kimseye itaatla ibadet et­memelidir. Allah’a ancak Kur’an’da belirlenen hudutlar içinde, şeriat prensiplerine göre ibadet ve itaat etmelidir. Hiç kimse, bid’atlarla, kendi nefsi heveslerinin arkasındaki zan- larla, şehvet duygularının götürdüğü aşırılıklarla ve benzeri şeriat dışı, sünnet harici şeylerle Allah’a ibadet yapma­malıdır.

Yüce Allah şöyle buyuruyor mealen:

“O halde bir kimse Rabbinin rızasını taleb ederse, em­rettiğimiz bir ameli işlesin ve Rabbine ibadet ederken, O’na hiç kimseyi ortak olarak kabul etmesin”

(Kehf: 18/110)

Bir başka ayette mealen:

“Hayır, onların dedikleri gibi değil! Her kim yaptığı işlerde Allah’ın kanunlarını kendine önder tanır, kendini tamamen Allah’a teslim ederse onun için Allah katında yaptığı iyi işlerin karşılığında cennet var. Ve onlar için herhangi bir korku da yoktur ve onlar asla mahzun da olmazlar”     (Bakara: 2/112)

Bir başka ayet meali:

39

“İyilik eden bir kimse olarak kendini tam bir samimi» yetle Allah’a teslim eden ve İbrahim’in tevhid dinine uymuş bulunan kimseden daha güzel din sahibi kimdir? Allah İbrahim’i kendine dost edinmiştir” (Nisa: 4/125)

Salih amel, yani Allah’ın Kur’an’da belirlediği işleri yapmak ilahi ihsan’ın ta kendisidir. Çünkü, zaten ihsan, iyi işler yapmakla elde edilir. Hasen ve doğru işler de, Al­lah ve Rasulü’nün sevdiği şeylerdir. Bunlar da, yukarda belirttiğimiz gibi, Allah ve Rasulü’nün vacib veya müstehab olarak insana yüklediği vazifeler, emirler manzumesidir.

Kur’an’da, gerçek hadislerde, yani sünnette bulunmayan, sonradan heva heveslerine bağlı insanlar tarafından uydu­rularak dine sokulan bid’atlara gelince; söyleyen söylemeye, yapanlar yapmaya devam ederlerse de asla meşru olamazlar. Çünkü şeriata aykırı herşey yasaktır İslam dininde. Allah ve Rasulü bunların hiç birini sevmez. Böyle olunca da, ne hasenattan, ne de iyi işlerden sayılmazlar. Aşırılık ve zalim­lik gibi yasaklanmış bir işi işleyen kimse, nasıl ki hayır ve hasenat işler yapmış sayılmazsa...

Yüce Allah mealen şöyle buyurmaktadır:

“Rabbine ibadet ve itaat ederken, kimseyi ortak koş­masın O’na”       (Kehf: 18/110)

Yine mealen:

“Bütün varlığını Allah’a teslim etti, tamamen O’na yöneldi”

Bu ayeti kerimede dini sadece Allah’a ait kılma anlamı vardır. Din yalnız Allah’ındır.

İhlas ve samimiyet hususunda Ömer (r.a.) şunu söyle­mektedir: “İşlerimin hepsinde beni samimi kabul et, ihlaslı kıl. Bütün yaptığım işleri yalnız senin için yapmama izin- ver” .

îyazoğlu Fudayl Yüce Allah’ın:

“O hanginizin daha güzel amelde bulunacağını sına-

mak için ölümü dirimi de yaratandır” (Mülk: 67/2)

ayeti kerimesini şöyle açıklamıştır: “Amellerin en güzeli, en iyisi, işlerin en sağlamı, ihlasla, hiç bir nefsi ard niyet taşınmadan yapılanıdır”

Sordular: “Peki ihlaslı amel nasıldır?”

Cevap verdi: “Dosdoğru, Allah’ın dediği biçimde yapıl­mayan işler, ihlaslı olsa da makbul olmaz. Hem doğru hem de ihlaslı olması gerekmektedir. Allah indinde makbul ol­ması için. İhlaslı işler, sadece Allah için yapılmış olan işlerdir. Doğru amel ise, sünnete uygun olarak yapılmış olandır”

Allah’ın sevdiği bütün işler şayet ibadet kavramı içine giriyorsa; neden başka kelimelerle de ifade edilmektedir ibadet? Mesela: Fatiha suresinde geçen;

“Yalnız sana ibadet eder ve sadece senden yardım isteriz!”      (Fatiha: 1/5)

Rasulullah’a (s.a.v.):

“O’na ibadet et ve sadece O’na tevekkül eyle!”

(Hud: 11/123)

Nuh (a.s.):

“Allah’a ibadet edin! Sadece O’ndan korkarak bana itaat edin!”

(Nur suresi) gibi surelerde, bütün peygamberler aynı şeyleri söylemektedir. İbadet kavramına daha birçok ke­limeler ilave edilmiş, ve bu kavram içine birçok deyim sokulmuştur, diye sorulacak olursa şöyle cevap veririz bu soruya:

Aşağıdaki ayetler bu konuya biraz daha açıklık ge­tirmektedir:

“Muhakkak ki, namaz aşırılıktan, kötülüklerden ve gerçekleri unutmaktan kurtarır insanı”

(Ankebut: 29/45)

Dikkat edilirse, fuhuş, yani aşırılık kötülüklerden bir

41 cüz olduğu halde ayrıca ifade edilmiştir.

“Muhakkak ki Allah adaleti, ihsanı ve yakınlara ver­meyi emreder, aşırılığı, kötü işleri ve ayetlerin gerçek­lerini unutmayı da yasaklar”   (Nahl: 16/90)

Akrabalara vermek adalet ve ihsana, aşırılık ve unut­mak da kötülüğe dahil olduğu halde, Yüce Allah bunları ayrı ayrı zikretmiştir.

Ve yine:

“Onlar ki kitaba yönelirler ve sımsıkı sarılırlar ve na­mazı ikame ederler...”                                                                    (A’raf: 7/169)

ayeti kerimesinde de boyledir. Namaz, kitaba yönel­menin ve ona sımsıkı sarılmanın ta kendisi olduğu halde, yönelmeye ilave olarak eklenmiştir.

Allah kendi Rasullerinin hallerini anlatırken de aynı tavır görülmektedir:

“Muhakkak ki ö nebi ve Rasuller, işlerin en iyisini yapmaya azmetmişlerdi; korku ve ümit hali içinde bize isteklerini belirtiyorlar isteklerinin yerine getirilmesi için bize yalvarıyorlardı”                            (Enbiya: 21/90)

Halbuki korku da umut da hayra dahil iki prensiptir. Fakat buna rağmen, iyi işler deyimine ilave ediliyorlar. Buna benzer ifadeler birçok ayetlerde birçok kere geçmek­tedir.

Kur’an-ı Kerim’de, bir kavram, diğerinin bir parçası olduğu halde, perçinlemek için, önemini vurgulamak için özel olarak zikredilirler. İçinde olduğu kavramın dışında ayrıca dile getirirler.

Bazen de, özel, yalnız, ya da bir başka deyim içinde zikredildiği zaman, manalar değişik mahiyet kazanırlar. Yalnız, özel olarak zikredildiği zaman genel, bir başkasıy­la birlikte zikredildiği zaman da özel, kendine has bir mana taşır. Mesela, fakir ve miskin kelimelerinde olduğu gibi. Bunların her biri tek başına ifade edildiği zaman, diğerinin

42 anlamını da birlikte taşır. Yani bir manada genel anlam kazanır:

“Sadakalar kendini Allah yoluna adamış fakirler içindir”        (Bakara: 2/273)

Buradaki fakir kelimesi aynı zamanda miskin kelimesi­ni de içine alarak genelleşmektedir.

Bir başka örnek:

“Yemini bozmanın kefareti ailenize yedirmekte olduğunuz ortalama yemekten on miskini de doyur­manızda-”                    (Maide: 5/89)

Burada geçen miskin kelimesi de, aynı zamanda fakir ke­limesini de içine alarak genelleşmektedir.

“Sadakalar ancak fakirler ve miskinler içindir”

(Tevbe: 9/60)

Bu ayette olduğu gibi, iki deyim ayrı ayrı kullanıldığı za­man anlamları özelleşir ve iki ayrı anlam taşır.

Fakir, gerekli ihtiyacından artırıp zekat veremeyecek durumda olana, miskin ise hiç bir şeyi olmayana denir.

Genel mana taşıyan bir kelime ile üzerinde yüklenilen özel bir anlam taşıyan kelimenin ikisi birden zikredildiği za­man, genel anlam mahiyeti taşımaz denilirse; deriz ki, iza­hını yapmaya çalıştığımız şu şekil içindedir:

“Kim Alah’a, meleklerine, RasuIIerine, Cebrail’e ve Mikail’e düşman olursa, Allah da bu şekildeki kafir­lerin düşmanı olur”  (Bakara: 2/98)

Burada genel bir anlam taşıyan melek kelimesine, özel isim olan Cebrail ve Mikail ilave edilmiştir. Eğer genel an­lam taşıyan kelimenin içine sokulmamış, yanyana zikre­dilmemiş olsaydı, o zaman o özel isimler genel anlamın içine sokulamazdı. Yani, Cebrail ve Mikail melek sayıla­mazdı.

“Hatırla o zamanı ki, biz Rasullerden misaklarını almıştık. Senden de, Nuh’dan da, İbrahim’den de, Musa

43

ve Meryem’in oğlu İsa’dan da... Evet biz onlardan öyle bir misak, yani ahit aldık.”                                                                      (Ahzab: 7/7)

Burada genel bir kavram olan Rasuller deyiminin yanı­na, özel isimler ilave edilmiştir. Şayet o özel isimler, genel görev sıfatı olan Rasul kelimesinin ardından zikredilmeseydi, o özel isimlerin Rasul olmaları gerekirdi. Ki durum tamamen aksine, özel olarak isimleri zikredilmiş o insanlar, aynı za­manda genel deyim olan Rasul içindedir.

Özel anlamlı bir kelimenin genel anlam taşıyan bir kelime içinde zikredilmesi çeşitli sebeplere dayanmaktadır. Bazen genel anlam taşıyanın diğer fertlerinde bulunmayan bir hususiyeti olduğu için, yukarda zikredilen ayet içinde isim­leri zikredilen Rasul ve nebilerin, bu özelliklerinden ötürü, rasul kelimesinden sonra teker teker isimleri zikredilmiştir. Onlar da diğer Rasul ve nebiler gibidir ama, kendilerine ait özellikleri de vardır, anlamında bir zikir.

Bazen de genel anlam taşıyan kelimede, hududları belli mutlak bir vasıf vardır, sağa sola çekilecek yönü yoktur. Onun için genel olmasına rağmen özel bir mahiyette kabul edilir:

“O takva sahipleri ki, onlar gaybe inanırlar, namaz­larını en iyi bir biçimde, hakkını vererek yerine getirir­ler, kendilerine nzık olarak verdiklerimizden Allah’ın istediği yerlerde kullanılmak üzere dağıtırlar. Onlar sana indirilene de, senden evvelki Rasuller vasıtasıyla in­dirilenlere de inanırlar”    (Bakara: 2/3-4)

Yukardaki ayette geçen

“Gayba inanırlar”

deyimi, inanılması gereken bütün gayb kavramını içine alır. Çünkü genel anlamlı bir deyimdir. Fakat bu deyimde aynı zamanda özümleme ve dolayısı ile de mutlaklık vardır.

“Sana indirilene ve senden evvelki Rasullere indiri­lene”

44

cümlesinin, gayb anlamı içine girdiğine dair bir delalet yoktur. Onun için de ayrıca zikredilmiştir. Bu ayetin kastı şöyle de olabilir: “Haber verilene inanırlar, ki işte bu gayb- dir.. Gayb ile bildirilene de inanırlar ki, bu da; “Sana ve senden evvelki Rasullere indirilene” cümlesidir.

Şu ayetler de aynı durumdadır:

“Sana vahyedilen kitabı oku!” (Ankebut: 29/45)

“Bir de kitaba sımsıkı sarılanlar ve namazı da gerek­lerini yerine getirerek kılanlar”                                                                   (A’raf: 7/170)

Kitabı okumak, emir almak ve alınan emirleri yerine getirmek, uygulamak demektir.

“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler onu gerçek an­lamda okurlar!”                                                                (Bakara: 2/121)

İbni Mesud yukarda zikredilen ayeti şöyle açıklamıştır: “Kitabın helal kıldığını helal, haram ettiğini de haram sa­yarlar. Geniş anlamlar taşıyan, açaklanması zor müteşabih ayetlere olduğu gibi inanırlar, hüküm ayetleriyle ise hayat­larını tanzim ederler, onlarla amel ederler”

Demek ki, kitaba uymak, aynı zamanda, namazı ve diğer bütün ibadetleri de içine alan bir hadisedir. Fakat yukarda- ki ayette, özelliği itibariyle namaz ayrıca zikredilmiştir.

Yüce Allah’ın Musa’ya (a.s.) hitabı da böyledir:

“Hiç şüphe yok ki, Yüce Allah Ben’im, ben! Ben’den başka itaat edilecek hiç bir ilah yoktur. Öyleyse bana itaatla ibadet et; Ben’i hatırlamak ve emirlerimi anlamak için namaz kıl!”                                        (Taha: 20/14)

O’nu hatırlamak için, emir tekrarı yapmak için namaz kıl­mak, ibadetlerin en faziletlilerinden biri olmasına rağmen, namaz ayrıca zikredilmiştir. Aşağıda zikredeceğimiz ayeti kerimeler de aynı mahiyettedir:

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve her zaman doğruyu söyleyicilerden olun!”                                                                   (Ahzab: 7/70)

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun, emirlerini yeri-

45

ne getirerek rızasını kazanın!”               (Maide: 5/35)

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun, Allah’a sadakat­le itaat eden kullarının yanında, onlarla birlik olun!”

(Tevbe: 9/120)

Bu ayetlerde zikredilen, doğru söz, rızasını kazanarak yakınlaşma ve sadıklarla birlikte bulunma gibi haller, Al­lah’tan korkmanın ta kendisidir.

“O’na kulluk et, O’na güvenerek tevekkül et!”

(Hud: 11/123)

Bu ayeti kerime de, aynı espiri içindedir. Zira tevekkül, istemek, niyaz etmekten ibarettir. Bu ise Allah’a ibadetin ta kendisidir. Fakat ibadet eden, aynı zamanda istesin diye ayrıca zikredilmiştir. Zira tevekkül, bütün ibadetlerin sonu­cuna etki yapacak bir yardımdır. Zira Allah’a ancak istek­le, niyazla ibadet edilir.

Anlatmak isteğimiz espri anlaşıldığına göre, artık mahlukun gücelmesi ancak, Allah’a kulluk yapmakla mümkündür, esprisi anlaşılmış olmaktadır. İnsanoğlu Allah’a itaatla kulluğunu ne kadar üst derecede yaparsa, o dere­cede yücelir, büyür. Herhangi bir kimse kulluk dışında bir yücelik, bir üstünlük ararsa, kulluk yapmadan da bir takım dereceler kazanacağına inanırsa, böyle bir kimse insanların en cahili ve en sapığı olur.

Bütün yaratıkların Alah’ın kulu olduğunu bildiren o kadar çok ayeti kerime vardır ki, bunları zikretsek bir büyük kitap tutar.

Herkesin sadece Allah’ın kulu olduğunu anlattıktan son­ra; malumdur ki, insanlar bu vasıfta diğer yaratıklardan ve de birbirlerinden derece olarak farklıdır. İyilikleri, üstün­lükleri birbirine benzemez. Bu fark imanla, inanmayla ilgili bir farklılıktır. Bu vasıfda insanlar, genel olarak topluluk, halk ve seçkinler olarak ikiye ayrılırlar. Yani, hususi ve umumi olarak vasıflanırlar. Bundan dolayıdır ki, Allah in-

46

dinde onlar için hususilik ve umumilik diye iki değerlendiriş vardır. Gene bundan dolayı, bu ümmette şirk, karıncanın izinden daha gizli bir mahiyet taşır. Sahih bir hadiste Yüce Rasul şöyle buyurmuştur:

“Paranın kulu yüzüstü sürünsün, helak olsun! Di­nar’ların kulu yüzüstü sürünüp helak olsun. Şatafatlı, gösterişli elbiselerin kulu yüzüstü sürünsün ve helak ol­sun! Yıkılıp başı aşağı gelsin. Bir kötülüğe uğrarsa kur­tulmasın ki o, kendisine verildiği zaman razı olur, ve­rilmezse kızar ve gazablanır”10

Allah’tan başkalarına kul olanları Allah’ın Rasulü böyle vasıflandırıyor ve onlara acı ihtarlarda bulunuyor. Tarif edilenler mal ve midelerine kul olmuşlardır. Ayrıca bu tiplere, verildiği zaman iyisindir, vermediğin zaman kötüsündür. Sana kızar ve kinlenirler. Hem de sadece kul oldukları şeyi onlara vermediğiniz için yaparlar bunu.

Yüce Allah da şöyle buyuruyor:

“Onlardan bir kısım münafıklar ganimetlerin bölün­meleri hususunda sana şikayette bulunurlar, baskı ya­parlar, seni adaletsizlikle ithama kalkışırlar. Çünkü on­lar ancak o ganimetlerden istediklerini elde ederlerse razı olurlar, verilmezse de işte böyle kızar kinlenirler”

(Tevbe: 9/58)

Onların kızmaları da, rızaları da Allah’tan başka mabud- lar içindir. Nefsinin arkasından koşanlar, hükmetmek için sultaya talib olanlar da aynen böyledirler. Eğer onlar nefsi arzuları tatmin edilirlerse ancak tatmin olurlar, edilmezse kızıp kinlenirler. Bu kimseler hangi nefsi arzularına bağlı iseler, bağlı olduklarına kuldurlar ve köledirler. Bu istekleri uğruna feda etmeyecekleri hiçbir şeye aşırı bağlanmasıdır. Bir insanın kalbi neye çok meyletmiş, kalbi neyi en çok-

(10)     Buhari, Cihad: 7; Rikak: 10; İbn Mace, Zühd: 8.

47 sevmişse, işte insan o şeylerin kulu olur. Bundan dolayıdır ki, şairin biri “Köle, kanaat etteği sürece hür, tamah et­tikçe de köledir” demiştir.

Yine şairin biri: “Nefsimin istekleri arkasına koştum, beni köleleştirdi bu koşmalar. Şayet nefsimin arzularına bu kadar bağlı olmasaydım, elbette ki köle olmayıp hür bir insan olacaktım!”

Denilir ki, insanın sınırı geçen nefsi arzuları boynunda bir esaret zinciri, ayaklarında prangadır. Zincir boyundan çözülünce, ayaktaki pranga kendiliğinden açılır. Hattab oğlu Ömer (r.a.) demiştir ki:

“Aşırı nefsi arzular umutsuzluk, umutsuzluk ise fakir­liktir. Zira sizden biriniz bir şeyden umudunu kestiği zaman, ondan kurtulmuş olur”

Bunu insan bizzat kendi nefsinde bulur. Umudunu kestiği bir şeyi artık istemez olur insan. Artık ona karşı büyük bir tutku ile bağlanmaz ister istemez. Ona karşı ihtiyacı ölür gider. Ama herhangi bir şeye karşı umut besliyorsa insan, onu elde etmek için büyük tamah gösterir, kalbini gitgide ar­tan bir şiddetle ona bağlar. Malda, makamda, çeşitli şekil ve sürelerdeki sevgiler, bağlılıklar, istekler hep böyledir. Elde etme umudu taşıdığı şeyi elde etmek için kendisini öldüre­siye hırpalar, elde edinceye kadar rahat huzur görmez.

Allah’ın Rasulü buyurmuştur ki:

“Rızkı sadece Allah’tan isteyiniz! Yalnız Allah’a kulluk ediniz. Çünkü sonunda götürebileceğiniz huzur O’nun huzurudur. Onun için sadece O’na şükür ediniz”

Kula mutlaka rızk lazımdır yaşaması için. Yaşamak için ihtiyacı vardır. Şayet rızkını Allah’tan isterse, insan oğlu Al­lah’a muhtaç, yani kul olur. Şayet mahluktan isterse rızkını, istediği kimseye muhtaç olarak kul durumuna düşer. Onun için herhangi bir kimseden bir rızık istemek, dünyalıklar taleb etmek haram kılınmış, ancak ihtiyaçları, zaruri mad-

48 deleri istemek mubah kılınmıştır. Rızkı kuldan istemeyi, dilenmeyi, yasaklayan ve bu konuda bizleri uyaran birçok hadisi şerif söylemiştir Allah’ın Rasulü. Mesela şu hadisi şe­rifleri:

“Başkasından taleb etmeye devam eden Sizden her­hangi biriniz, kıyamette Allah’ın huzuruna, yüzünde bir parçacık olsun et bulamayarak gelir”11

“Kendisinde yeteri miktar ihtiyaç maddesi olduğu halde bir kimse insanlardan bir şeyler isterse, kıyamette yüzü kaşıntılı yara ile Allah huzuruna çıkar”12

“Şu üç kimseden başkasına dilenmek haramdır: Rezil edici borç sahibi, çok ızdırap verici hastalık sahibi, yahut halsiz ve mecalsiz bırakan dehşetli yoksulluk hali içinde olan kimse”13

“Sizden birinizin ipini alıp, odun toplayıp satması veya buna benzer işler yaparak maişetini temin etmesi, halktan bir şeyler istemesinden çok daha hayırlıdır. İstediklerini halk ya verir veya vermez refuze eder za­ten”14

“Sen istediğin, kalbin tamah etmediği hallerde sana verileni al, şayet böyle değilse alma. Nefsini almaya yöneltme!”15

Demek Allah Rasulü, kalbin arzuladığı şeyi dille iste­meyi, bedavadan elde etmeyi hoş görmemiştir. Hatta çirkin bulmuştur.

Allah’ın Rasulü bir sahih hadislerinde şöyle buyurmuş­tur:

“Kim tok gözlü olursa, Allah onu bolluk içinde tutar.

(11)      Buharı, Zekat: 52; Müslim, Zekat: 103; Nesai, Zekat: 83.

(12)      Ebu Davud, Zekat: 23; Tirmizi, Zekat: 22.

(13)      Ebu Davud, Zekat: 26; Tirmizi, Büyü: 10.

(14)      Buhari, Zekat: 50; Büyük: 15.

(15)      Buhari, Zekat: 50.

49

Tok gözlü olanı Allah doyurur. Bir kimse iffetini koru­mak isterse, Allah onun iffetini korumak hususunda destekler ve iffetini korur. Her kim sabır etmeyi isterse, Allah onu sabırlı kılar. Hiç kimseye sabırdan daha büyük bir nimet, ondan daha büyük bir ihsan yoktur”16

Allah’ın son Rasulü, ashabının ileri gelenlerinden in­sanlardan birşeyler istemelerini menetti ve vasiyet etti. Öyle ki, Ebu Bekir’in (r.a.) elinden bastonu düşerdi de hiç kimseye şunu bana verir misin? demezdi. Kendisine niye böyle yaptığı sorulduğu zaman; “Sevgili efendim Muham- med Mustafa, bana,

“İnsanlardan hiçbir şey isteme”

buyurmuştu”17

Malikoğlu Avf bir toplulukla birlikte Allah’ın Rasulüne biad ederken, Allah’ın Rasulü onlara bir gizli kelime vasiyet etti:

“İnsanlardan hiçbir şey istemeyiniz!”

Bu cemaattan bazıları sonradan, ellerinden herhangi bir şeyleri düşecek olsa “o düşeni bana verir misin” de­memişlerdi bir kula.

Dinin hükümleri, sadece Allah’tan istemenin em- redildiğini, yaratıktan istemenin ise yasaklandığını bize göstermektir.

Konuyla ilgili Allahü Teala buyuruyor ki:

“O halde memur olduğun işi bitirip görevini yerine ge­tirdin, ve yükten kurtuldun mu, yine kalk bir başka iş için kollan sıva çalış ve yorul ve sadece Rabbine yönel ve yalnız O’ndan iste”                             (İnşirah: 94/7-8)

Allah Rasulü İbni Abbas’a buyurdu:

“İstediğin zaman mutlaka Allah’tan iste! İstiane ve

(16)     Buhari, Zekat: 50; Rikak: 20; Müslim, Zekat: 124;

Muvatta, Sadaka: 7; Ebu Davud, Zekat: 28.

(17)     îbn Mace, İkame: 182.

50

yardım istersen sadece Allah’tan dile yardımı”

İbni Abbas’ın yukarıda rivayet ettiği hadisi şerifte

“Rızkı yalnız Allah’tan isteyiniz”

buyurulmaktadır, “Allah’tan rızk isteyin” buyurul- mamıştır. “Zira rızkı yalnız Allah’tan isteyiniz” dendiği zaman, böyle bir cümle, “başkasından istemeyiniz” an­lamını da içinde taşımaktadır. Bir ayette de böyle de­nilmektedir:

“Yalnız Allah’ın Fazl-ı kereminden isteyiniz”

(Nisa: 4/32) însan’m muhtaç olduğu rızk ve diğer şeyler mutlaka yerine gelmelidir, devreye girmelidir. İnsan’a zarar veren şeyler de ondan uzak olmalıdır. Bunlar insan hayatı için kaçınılmaz bir şeydir. Ama bütün ihtiyaçların Allah’tan is­tenmesi, bütün zararlılardan, Allah’ın korunması altına gi­rilmesi de şarttır. Kul ihtiyaçlarını ancak Allah’tan isteye­cek ve şikayetini sadece Allah’a yapacaktır.

Kur’an-ı Kerim’de Yakup Peygamberle ilgili bir ayette:

“Yakup dedi ki: Ben büyük kederimi ve üzüntümü sadece Allah’a havale ederim, O’na şikayet ederim”

(Yusuf: 12/86)

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’in’de; Hicr-i Cemil, Safh-u Cemil ve Sabr-ı Cemil gibi deyimler kullanmıştır. Bu de­yimler için denildi ki; Hicr-i Cemil eziyetsiz ayrılık; Safh- u Cemil sitem edilmeksizin dönüş; Sabr-ı Cemil ise, mahlu­ka şikayet etmeksizin sabretmektir, işte bu sebepledir ki, hastalığı zamanında Ahmed bin Hanbel’e; “Tavus hastanın inlemesini çirkin bulmakta ve inlemenin şikayet olduğunu söylemektedir” dediler. Bu sözü duyduktan sonra Ahmed b. Hanbel ölünceye kadar asla inlemedi. Ancak Allah’a şikayet etmek sabrı Cemil’e aykırı değildir. Nitekim, Yakub (a.s.) Sabr-ı Cemil dediği halde

“Ben kederimi hüzünümü ancak Allah’a şikayet ederim”

51

demişti.

Hattaboğlu Ömer sabah namazında; Yusuf, Yunus ve Nahl surelerini okuyor, Yakub’un (a.s.)

“Ben kederimi ve hüznümü ancak Allah’a şikayet ederim”

ayetini Okuduğu zaman da ağlıyordu.

Musa’nın (a.s.) duasında da şu cümleler geçmektedir: “Allah’ım! Hamd ancak sanadır; şikayetler ancak sanadır. Şensin ancak yardım istenecek, istimdad edilecek kudret. Dönüş ancak sanadır. Hayra ve şerre kudret ancak şendedir”

İnsanların kendisine eza ve cefa verdikleri Allah’ın Yüce Rasulü de dualarında şöyle niyazlarda bulunmuştur:

“İlahi! Kuvvetimin zaafını, çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü ancak sana ârzederim, an­cak sana şikayet ederim. Ey merhametlilerin en mer­hametlisi; herkesin hor görüp de dalına bindiği biçarelerin, zayıfların Rabbi sensin! İlahi! Huysuz ve za­lim bir düşman eline beni düşürmeyecek, hatta haya­tımın dizginlerini eline verdiğin akrabadan bir dosta bile bırakmayacak kadar beni esirgesin. İlahi! Senin gazabına uğramayayım da, çektiğim mihnetlere ve be­lalara aldırmam. Senin af ve koruman bana bunları göstermeyecek kadar geniştir. İlahi! Gazabına uğra­maktan, nzasızllğa duçar olmaktan, senin o karanlıkları pırıl pırıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medarı se- lahı olan yüzünün nuruna sığınırım. İlahi! Sen razı olana kadar işte affını diliyorum. Her kudret ve kuvvet ancak seninle birlikte vardır Ve devam eder”

Bir insan ihtiyaçlarında, rızık isteklerinde ne kadar Al­lah’a dayanır, O’ndan isterse,.o nispette Allah’tan başka mahluklara kul olmaktan kurtulur. Allah’tan İstemek, yal­nız O’na yalvarmak, ihsan’ı diğer mahluklar karşısında eğilmekten kurtarır.

52

Denilmiştir ki:

Benzeri olmak istediğin kimseden müstağni ol.

Amiri olmak istediğin kemseden daha faziletli ol.

Esiri olmak istediğin kimseye muhtaç ol.

Bir başka deyişle:

Müstağni olduğun kimsenin, benzeri,

Daha faziletli olduğun kimsenin amiri,

Muhtaç olduğun kimsenin esiri olursun.

Yukarıdaki ölçülere uygun olarak; insanın Allah’ın rah­metine olan iştiyakı ve umudu onun Allah’a kulluğunu icab ettirir. Ve yine, kalbinin Allah’tan istemekten.ve O’ndan umutlanmaktan uzaklaşması, o insanın kalbinin Allah’a kulluktan yön çevirmesi sonucunu doğurur. Hele de bir kimse mahluktan bekler, halikten ummazsa...

Mesela bir kimsenin kalbi, bir mahluk olan herhangi bir insan’m kendisine hükmetmesine rıza gösterirse; hüküm­darın askerlerinden, yandaşlarından, onların dünya imkan­larından, karılarından, arkadaşlarından çekinir; yahut, şey­hi, hükümdarı, oğlu gibi ölmüş ve ölecek büyüklerine ve efendilerine itimat besler, onlardan bir takım şeyler umarsa, o zaman böyle bir kalbin sahibi Allah’a değil, saydığımız şeylere kulluk yapmış olur.

Ayet sadece ölümsüz Allah’a kulluk yapmamızı, yalnız O’na güvenmemizi emrediyor bize.

“Ölümün yaklaşamadığı o şanı Yüce Allah’a güvenip dayan. Yalnız O’na hamd et, sadece O’nu hatırla. O’nun kullarının bütün günahlarından haberdar olduğunu bil­men sana yeter”                                    (Furkan: 25/58)

Herhangi bir kimse, kendisi gibi bir mahluk olan diğer insan’lardan, kendisine yardım etmesini, rızık vermelerini ve doğru yola götürmelerini bekler ve kalbini onlara bağlarsa; Onlara kalbinde büyük bir yer verip, kendisini hakir görürse; isterse böyle sandığı kimseler, işlerini yürüten

53 ve idare eden amirler olsun. Onlara kul olmuş olur. Üstelik de zahiren üstün görünen mahluklardır bunlar ve hepsi de geçicidirler. Akıllı kişiler görünüşe değil gerçeklere bakarak hareket ederler. Mesela bir erkek gönlünü bir. kadına bağlarsa, isterse o kadın helali olsun, istese de istemese de kalbi o kadına esir olmuş olur. Bu durumda sevilen bir kadın erkeğe istediği biçimde hükmeder. Fakat dışardan bakıldığı zaman, erkeğin kadına hükmettiği sanılır. Zira görüntüde erkek kadının sahibi ve efendisi görünse de, hakikatta erkek kadının kulu kölesidir. Hele de kadın erkeğinin kendisine aşık olduğunu ve kendisinden vazge- cemiyeceğini biliyorsa, erkeğin kendinden başka hiç bir şeyden tatmin bulmadığının farkına varmışsa, o zaman kadın erkeğe azat kabul etmez bir köle gibi hükmeder, onu istediği biçime sokar. O kadar ki, dünyanın en zalim efen­disinin kölesine yaptığ eziyetleri yapar ve hatta daha da ileri gider. Zira kalbin esareti bedenin esaretinden daha kor­kunçtur. Kalbin köleliği bedenin köleliği ile mukayese bile edilemez. Çünkü, bir insan’ın bedeni esir ve köle olduğu halde, kalbi hür kalabilir ve daima bir kurtuluş yolu arar. Fakat bedene hükmeden kalp bir esir oldu mu, Allah’tan başkasına bir kere meyletti mi, işte bu durumda insan’m gerçek zilletten ve esaretten kurtulması mümkün değildir. Kul ve köleliğin bundan daha aşağı seviyesi yoktur. Bundan daha şedid bir kölelik tasavvur bile edilemez insan için.

Mükafaata veya azaba hak kazanmak, ancak kalbin esareti veya kulluğuna bağlıdır. Mükafatı veya cezayı kalbin durumu tayin eder. Şayet bir müslümanı herhangi bir kafir haksız yere esirleştirir ve köleleştirirse, böyle bir köle, gücünün yettiği oranda kendisini köle eden efendisinin emirlerini yerine getirdiği takdirde, böyle bir esaret Müs- lümana o kadar böyük bir zarar vermez. Bir kimse haklı olarak, yerinde köle olarak köle edilirse, böyle bir köle

54 kendisini hak olarak köle eden efendisine gönüllü bir biçimde hizmet verirse, böyle bir köleye iki kat mükafat vardır.

Bir kimse küfretmeye zorlanırsa ve o da zorluğa dayana­mayıp küfretse, fakat bu küfrü yaparken, kalbi Allah’a iman ile dolu olsa, böyle bir durumda küfrü ona zarar vermez. Fakat bir kimsenin kalbi Allah’tan başkalarına kul köle olduğu takdirde, isterse dille küfretmesin, büyük zararlara uğrar. İsterse böyle bir kimse halkın hükümdarı olsun.

Demek ki hürriyet veya kölelik kalbin işidir. Kalple il­gili bir konudur. Hürriyet veya kölelik aslında kalbin hal­leriyle ilgili birer kavramdır. Şayet kulluk kalple ilgili değilse, öyle bir kulluğun zerrece değeri yoktur.

Allah’a yemin ederim ki, bir kimsenin kalbini Allah’a bağlamaması halinde, kurtuluşu yoktur. Hiç kimse ken­disini kalben Allah’a bağlamadan kurtaramaz. Hele de, kalbini, mesela kadına ve çocuklarına bağlamış, onlara köleleştirmişse, yanmıştır böyle bir adam. Böylesi için çok acıklı azab vardır, hem de eşi benzeri olmayan bir azab.

Bu suret ve şekil aşkları, insan’ların azab bakımından en ağırı ve tevbe bakımından kabulü en zor olanıdır. Surete, za­hiri görüntüye aşık olanların tevbesi çok zor kabul edilir ve böyle olduğu için de büyük azablara en yakın olanlarıdır. Çünkü bir surete, geçici zevkler veren herhangi bir zahiri görüntüye aşık olanlar, kalpleri bu surete bağlı kaldığı sürece, köleliğe devam ettiği müddetçe, kendilerinde sayısını ancak Yüce Allah’ın bileceği çeşitli şer, fesat ve hüsranlar toplanır. İsterse bunlar büyük bir suç olan zinadan uzak dursunlar. Bir insan zina suçu işlemese, fakat kalbi bağı de­vam etse, böyle bir durum suçu işleyip, sonradan tevbe et­mekten daha beter sonuçlar doğurur. Bir başka deyişle, kalben bağlı olmayarak işlenen bir suçtan sonra, tevbe in­san’ı kurtarır da, kalben suçu benimseyip onu işlememek çok

55 daha büyük bir sorumluluk getirir insan’a.

Şu satırlarda denildiği gibi:

Bunlar kalplerini bir surete bağlayan aşıklardır, bu aşk­la sarhoş ve çılgındırlar; sarhoşluk, nefsi istek ve içki sarhoşluğu gibidir. Kendisinde sarhoşluk bulunan bir kim­senin ayılması ne zamandır? Dediler ki: Aşk delilikten da­ha beter bir haldir, ondan insan kendisini uzun yıllar kur­taramaz. Deli ise, bazen ayılır, bazen delidir. Aşk ayılmaya hiçbir zaman meydan vermez.

Böyle ayılmaz sarhoşluğa götüren en büyük sebep, kalbi Allah’tan başkasına bağlamaktır. Bir kalp Allah’a bağlan­madığında, bu bağlılığın tadını aldığında, bundan başka bir sevgi aramaz. Böyle bir kalbe sahip insan’a, Allah sevgisin­den daha tatlı, daha lezzetli bir şey yoktur.

însan bir sevgiliyi, ancak ondan daha çok yer verdiği bir başka sevgiliye sahip olmakla terkedebilir. Bir sevgiliyi, sevgisini yitirmekten daha çok ürktüğü bir başka sevgili uğruna sevgiden, daha yüce sevgiyle kurtulur.

Yüce Allah Yusuf (a.s.) hakkında şöyle buyurmuştur:

“İşte biz ondan, yani Yusuf’tan kötülüğü ve fuhuşu uzaklaştıralım diye böyle deliller gösterdik. Çünkü o ihlasa erdirilmiş kullarımızdan idi” (Yusuf: 12/24)

Yüce Allah Yusuf’u (a.s.) kendisine ihlasla bağlayarak, ondan suret aşkı olan fuhşu ve diğer kötülükleri uzak- laştırmıştır. Çünkü bu kötü fuhuş ve diğer kötülükler, ançak Allah’a tam bağlılıktan önce olagelen işlerdendi. Zira kadının davetine nefsi arzuladığı için icabet etmek duru­mundaydı. Fakat, kalbini Allah sevgisi doldurduktan sonra, bu kötü işten kendisini uzak tutabilmişti. Başka bir ilaca ihtiyaç hissetmeden, sadece Allah’a olan meyli, onu bu kötülükten korumuştu.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Saha vahyedilen kitabı oku; namazını gereklerini

56 yerine getirerek kıl, zira gerekleri yerine getirilerek kılınmış namaz, insan’ları kötülüklerden, edebsizlik- ierden ve akıl ve şeriata uymayan diğer bütün iğrenç işlerden korur. Allah’ı hatırlamak, O’nun emirlerini tekrar etmek elbette ki en büyük bir ibadettir. Her ne ya­parsanız Allah onu mutlaka eksiksiz bilir”

(Ankebut: 25/45)

Namazda kötülükleri defetme, çirkin işlerden kaçındır­ma haleti ve fazileti vardır. Defettiği kötülükler bütün had­di aşmalar ve diğer yasaklardır. Yine namazda çok hayırlı ve de sevimli bir vasıf vardır ve bu hayır, ecir kazandırıcı vasıf, Allah’ı hatırlayıp, O’nun emirlerini tekrarlamaktır. Böyle bir hayrın meydana gelmesinin kıymeti, menettiği yasaklardan daha ileri derecededir. Zira Allah’ı anıp, emir­lerini tekrarlamaktır. Böyle bir hayrın meydana gelmesinin kıymeti, menetiği yasaklardan daha ileri derecededir. Zira Allah’ı anıp, emirlerini tekrarlamak en büyük ibadetler­dendir. Bir insan’m ibadetinin sahih olması için, kalbin o ibadete coşku ile iştirak etmesi gerekmektedir. Kalp Al­lah’a kul olmadıkça, ibadet sahih olmaz. Halbuki, kötülük­lerden kaçındırmaya vesile olmak, zincirleme birbirini takip etmesi gereken olaylara bağlıdır. Bir bakıma, bir başka şeyin vücuda gelmesi için lazımdır, kendisi için değil. Zi­ra kalp hakkı sever. Böyle yaratılmıştır kalp. Kötülüğe ne kadar itilecek ve zorlanacak olsa, gene de kalp daima iyi iş­leri güzel şeyleri arar. Kötü ve çirkin hastalıklardan kur­tulmaya çalışır. Şerri, kötüyü irade etme hastalığı ona musal­lat olursa da, her zaman bu hastalıktan kurtulmayı taleb eder. Zira kötüyü irade etmek yabancı ve parazit otların ekini ifsad ettiği gibi, kalbi ifsad eder, bozar.

Yüce Allah onun için şöyle buyurmuştur:

“Nefsini tertemiz yapan muhakkak ki umduğuna er­miştir. Onu alabildiğince günahla örten ise, elbette ki

57

büyük bir ziyana uğramıştır”             (Şems: 91/9-10)

“Gerçek o ki, iyice temizlenen ve Rabbinin şanını zikrederek namazını kılan kimse umduğu iyiliklere er­miştir”                (A’la: 87/14-15)

“Mümin erkeklere söyle: Gözlerini haramdan sakın­sınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu kendilerini koruyan çok temiz bir harekettir”          (Nur: 24/21)

Görülüyor ki, Yüce Allah, gözü haramdan kaçırmayı ve ırzı korumayı en güzel temizlik ve arınma olarak kabul buyurmuştur. Fuhşu terketmenin, ondan uzaklaşmanın nef­si temizleyen hareketlerden olduğunu beyan buyurmuştur. Nefislerin tamizlenmesi, kirliliklerden arınması için, fuhuş, zulm, şirk, yalan ve benzeri hareketlerin terkedilmesi gerek­mektedir.

Bu düyada yücelik, üstünlük ve hakimiyet isteyen kim­seler de böyledir. İnsanoğlu kendisini hükümdar kılan, büyüten, güçlendiren kimselere bağlı olduğu için, bir bakı­ma köledir. İsterse, kendisini o hakimiyet makamına çıkaran­ların üstünde olsun, lideri gibi görünsün, onlar kendilerine itaat ediyormuş gibi davransınlar. Gerçekte, kendisine güç kazanmak için destek verenlerden korkar, bir takım şeyleri de umut eder. Onun için de, onları itaat ve yardımlarını de­vam ettirmeleri için, mal ve makam vererek kazanmaya çalışır. Yardımlarını devam ettirmeleri için, kendisine karşı işledikleri suçları affetmek yoluna gider. Durum bu olunca da, kendisine itaat ettikleri zannedilen destekçiler, aslında efendi durumuna çıkmış olur. Böylesi, görünüşte başkan, ama gerçekte köledir.

Bir başka deyimle, gerçek anlamda bu iki taraf da bir­birinin kulu ve kölesidir. Çünkü her iki taraf da Allah’a kul olmayı terketmişler birbirlerini kul edinmişlerdir.

Bunların birbirleriyle yardımlaşmaları, bu dünyada hak­sız bir güç elde etmek içinse, o zaman bunlar yol kesen

58 eşkiyalarm birbirleriyle yardımlaşmalarına benzer bir hal içinde olurlar. Bu iki kesim de, nefsinin istediklerine ulaş­mak için, diğerinin kulu olmuş olurlar. Mal istemede aşırı olanların durumu da aynen böyledir. Zira, aşın mal istemek, istediği malın kulu yapar insanı.

Bu mesele iki türlü vasfa sahiptir:

1-      Yiyecek, içecek, mesken, cinsi tatmin ve benzeri, bir insanın doğal ihtiyacı olan şeyler. Bir kimse bunları Al­lah’tan ister, elde etmek için sadece O’ndan yardım beklerse, ihtiyacı olan bu şeyler insana basit ve tabii gelir. Adeta bindiği herhangi bir binek, yahut oturduğu bir iskemle gibi. Ve hatta hacetini giderdiği yüz numara gibi basit bir şeydir bütün ihtiyaçlar, onları Allah’tan isteyen için.

Fakat o eşyaya, yahut ihtiyaçlara hırsla sarılan, onu el­de etmek için her işi mubah sayan bir aşırı muhteris insan için bunlara malik olmamak, tabii ihtiyaçlarında kendi arzusunca tatmin bulmamak dehşetli bir azabdır. Hırsına mağlub olan insan, kendi nefsine istemediği bir bela geldiği zaman feryadı basar, şikayetleri ayyuka çıkar. Fakat ken­disine hayır ve zenginlik isabet ederse cimrileşir ve ken­disinde iyiliğe doğru herhangi bir hareket göremezsin.

2-      Kulun hiç de ihtiyacı olmayan, hayatını sürdürmesi için mutlak gerekli olmayan şeyler. Mesela, bir binek, yahut şatafatlı yatak yorgan, yahut haddinden fazla gösterişli bi­na, veya kullanacağından fazla ev eşyası gibi...

İnsanın, kalbini böyle şeylere meylettirmemesi gerekir. Çünkü kalbi bunlara bağlayan insan, bağlandığı eşyanın kulu kölesi olur. Hemen hemen her zaman. Allah’tan baş­ka destek aramak zorunda kalır. O zaman da Allah’a kul ol­manın bütün manası ve gerçeği yok olur gider. Hatta Al­lah’tan başkasını ihtiyaç gidermede güvenen bir insan, bir bakıma Allah’tan başkasına kul köle olma girdabına yu- varl; nır ve Allah’tan başkasına ibadet etmiş duruma düşer.

59

Böyle bir duruma düşmüş kimseler Allah Rasulü’nün şu sözlerine muhatab olurlar:

“Paranın kulu kölesi yüz üstü sürünsün, helak ol­sun. Dinarın kulu yüzüstü sürünüp helak olsun. Midesinin kulu yüzüstü sürünüp helak olsun”

Allah Rasulü’nün saydığı şeylere kalben meyleden kişi, meylettiği o şeylerin kulu kölesi olmuştur. Bütün bunları Al­lah’tan istediği zaman, Allah isteğini karşılarsa razı olur, sevinir, fakat karşalamazsa kızar ve küser.

Halbuki, Allah'ın kızdığına kızan, sevdiğini seven, gene, Allah Rasulü’pün sevdiğini seven, sevmediğini ise sevmeyen, Allah'ın dostlarını dost, düşmanlarını ise düşman sayan kimseler, ancak Allah’ın kulu ve hizmetçisidir.

Hadiste belirtildiği üzere ancak bu kimseler iman açısın­dan yüce makamlara ermiş, Allah’ın kulu olmuşlardır:

“Bir kimse Allah’ın sevdiğini sever, nefret ettiğinde nefret eder; Allah için verir ve gene Allah için kötülük­lerden menederse, imanını yüceltmiş, kemale erdirmiş olur”18

“İmanı sağlamlaştıracak, gerçek iman haline getire­cek en kuvvetli destek, Allah için sevmek, yine Allah için nefret etmektir”

Bir başka sahih hadisi şerifde şöyle buy utulmaktadır:

“Bir kimsede şu üç şey bulunursa, o kimse imanın tadına varmıştır: Allah ve Rasul, ona herşeyden daha sevgili ise.^Bir kimseyi ancak Allah sevdiği için severse. Bir de, Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra, yeniden küfre dönmeyi ateşe atılmak gibi şiddetli bir azab olarak görürse, böyle telakki ederse...”

İşte ancak böyle bir kimse, Rabbinin sevdiğine ve sevmediğine aynen iştirak ettiği için, Allah ve Rasul ona en

(18)      Ebu Davud, Sünnet: 17.

60

sevgili gelir. Böyle bir kişi yaratılmışı ona yaratan için se­ver, başka bir düşünceyle değil. İşte bu da Allah’ı sev­menin tamamlayıcısıdır. Çünkü sevgilinin sevdiğini severek, bizzat sevgiliyi sevmek anlamı taşır. Bir kimse böyle yap­tığı zaman Allah’ın razı olduğu bir şeyi yapmış olur. Onun için de böyle bir kimseyi Yüce Allah mutlaka sever.

Yüce Allah kendisini sevenler için iki alamet, iki tanıtıcı işaret göstermiştir. Seçip gönderdiği Rasulü’e uymak, ken­di yolunda cihad etmek.

Cihadıp gerçek anlamı, Allah’ın sevdiği ve istediği imanın ve iyi hareketin yeryüzünde geçerli hale gelmesi, is­temediği ve nefret ettiği küfür fasıklık ve isyanın hayattan çıkarılıp atılmasıdır. Kulun bu amaç için didinip gayret sarfetmesidir.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır mealen:

“(Ey Rasulüm! Hicreti terkedenlere) de ki: “Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, karılarınız, soyunuzdan olan kimseler, kazandığınız güzel inallar, geçersiz olabile­ceğinden korktuğunuz bir ticaret, size çok keyf veren se­vimli meskenler, eğer size Allah ve Rasulü’nden ve Al­lah’ın yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın gazabı gelinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar güruhunu asla kurtuluşa erdirmez”                                                                                  (Tevbe: 9/24)

îşte ailesi ve malı Allah ve Rasulü’nden ve Allah için ci­hattan daha sevgili gelen insana böyle şiddetli bir azab gös­terilmektedir ayette. Dahası da var. Bir sahih hadisde şöyle buy urulmaktadır:

“Nefsimi ellerinde tutan Allah’a yemin ederim ki, beni kendi çocuğundan, babasından ve bütün sevdiği insanlardan daha fazla sevmeyen kimse iman etmiş sayılmaz”19

(19)                    Buhari, İman: 8; Müslim, İman: 70; Nesai, İman: 19.

61

Yine gerçek bir hadisde şöyle buyrulmuştur:

“Ömer (r.a.) Allah'ın Rasulü’ne hitaben: “Ey Allah’ın Ra- sulü! Allah’a yemin ederim ki, sen kendi nefsimin dışında­ki her şeyden daha sevgilisin bana” dediği zaman, Allah Ra- sulü şöyle cevap buyurdular:

“Olmadı ey Ömer. Ben sana kendi nefsinden de sevgili olmadıkça, tam iman etmiş sayılamazsın!”

Bu. cevabı alan Ömer (r.a.)

“Allah’a yemin ederim ki ey Allah’ın Rasulü, sen şim­di hemen şu anda bana nefsimden daha sevgilisin!” dedi titreyerek. Allah’ın Rasulü:

“İşte şimdi imanını tamamladın ey Ömer!” buyurdular.

Gerçek sevgi, sevgiliyi dost edinmekle sonuçlanır. Bir dost da, dostun sevdiğini sever, sevmediğini sevmez. Sev­gide ve nefrette dostunun yanında olur daima. Allah iman et­meyi ve imanın gereğini yaşamayı sever, küfür ve isyandan ise nefret eder. Onun için, O’nun kulu, O’nu kendisine efendi ve sevgili yapmış bir kimse, Allah’ın sevmediği küfür ve isyanı elbette ki sevmez.

Herkes bilir ki, sevgi insanın kalbini tahrik eder. Sevgi kalpte derinleştiği ve iyice yerleştirdiği zaman, sevgi oranında X           sevilenin istediklerini yapmayı arzular. Şayet sevgi kesin bir hal

V                alınca her emri, her isteği itirazsız yerine getirilir. Kul gücünün

yettiği son noktaya kadar, sevgiliye yaranmak için uğraşır di­dinir. Sevgilinin her istediğini bütün gayetine rağmen yeri­ne getirememişse, sırf o samimi gayretinden ötürü, yapa­madıklarını da yapmış sayılır, ve bütün ecirleri alır.

Bu konuda Allah Rasulü bir sahih hadislerinde şöyle buyurmuştur:

“Bir kimse başlarını, doğru yola, hidayet yoluna da­vet ederse, böyle bir kimseye kendisine uyanların sevabı kadar ecir verilir; davetine icabet edenlerin ecirlerinde

62 de bir şey eksilmez. Bir kimse de insanları eğri yola, delalet yoluna davet ederse, kendisine uyanların gü­nahları kadar günah kazanır ve bu durum iştirak eden­lerin günahlarını eksiltmez”20

Bir başka hadislerinde Allah’ın Rasulü şöyle buyur­muştur:

“Medine’de öyle kimseler vardır ki, siz hayır için hangi dereyi geçerseniz, hangi yolda yürürseniz, kazandığınız sevabda sizinle aynı dereceyi kazanırlar!”

“Onlar Medine’den hiç hareket etmedikleri halde mi, kazanacaklar sevabı ey Allah’ın Rasulü?” diye sordular sa- habiler. Allah’ın Rasulü:

“Evet, çünkü olan Medine’de alıkoyan özürleri, se­bepleri vardı”

diye cevap verdiler.”21

Cihad, Yüce Allah’ın sevdiği şeylerin insan hayatına hakim olması, sevmediklerinin de defolması için, insanın bütün kudretiyle çalışmasıdır. Kul gücünden daha aşağı bir gayret sarfederse, gücü yettiği halde bazı işleri yapmaktan kaçınırsa, böyle bir kulun kalbinde Allah ve Rasulü’nün sevgisi yeteri kadar yok demektir.

Herkes bilir ki, insanoğlunun sevdiği şeylere ulaşması için genellikle sevmediği işleri yaparak ulaşır. Sevgide is­ter samimi olsun, isterse de olmasın, bu böyledir.

Demek ki, dünyada mal, makam, mansıp ve suretleri sevenler, bu sevdiklerine ulaşmak için, bazı zararları göze almalıdırlar. Sevdiklerinden bazılarını terketmek zorunda kalırlar çünkü. Tabii ki dünyada zarara uğrayanlar ahiretde de zarara uğramışlardır.

îşte Allah’ı Rasulü’nü seven bir kimse, birçok sevdik-

(20)                    Müslim, Zekat: 69; Nisai, Zekat: 64.

(21)                    Müslim, İmaret: 159.

63 lerinin zarara uğramasını göze alarak mal, makam ve suret arkasında koçanların katlandığı eziyet ve cefa kadarını göze almalıdırlar en azından. Dünyalık elde etmeye çalışanların terketmek zorunda kaldıkları, feda etmek mecburiyetinde oldukları diğer sevdiği şeylerden vazgeçerken duydukları ızdırapları çektikleri eziyetleri duymalı ve çekmelidirler. Böyle cefalara katlanmazsa Allah’ı ve Rasulü seven kim­seler, bu sevgilerinde samimi olmazlar. Bu durumu aklı olan herkes böyle bilir ve inanır.

Yine herkes bilmektedir ki, mümin, diğer insanların sevdiği şeyleri sevme derecesinin çok üzerinde Allah’ı se­ven kimsedir. Diğer insanların dünyalık sevgisinden çok üstün derecede olmayan Allah sevgisi müminlik sayıla­maz.

İşte bu konudaki Allah kelamı:

“İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’ın dışındaki sevdiği şeyleri, Allah’ı sever gibi severler. Ama iman edenlerin Allah sevgisi, onların Allah’tan gayrilerine duydukları sevgiden çok daha şiddetli ve çok daha sağlamdır”           (Bakara: 2/165)

Bazen seven kişi akıl zayıflığı ve düşünce kısırlığı içinde bulunduğundan, Allah’tan başka sevdiği şeylere ulaşma işinde yanlış yollara sapar ve sevdiğini elde edemez. Bu çeşit sevgi sahipleri, yani sevgilisine ulaşacak aklı olmayan, yanlış yollara sapan kişi, samimi sevse de, riya yapsa da, övgüye layık bir iş yapmış sayılmaz.

Sorulacaktır. Salt sevgi, bilinen bir yolda kullanıldığı halde arzu edilene ulaştırmazsa, mal çokluğu ve iktidar makamı nasıl olur da insanı maksada ulaştırabilir? Elbette ulaştıramaz. İnsanoğlu herşeye aklı selimle bakarsa, iyi düşünerek hareket ederse ancak ulaşabilir. Salt sevgi, yahut mal, makam ve suret aşkı insanoğlunu akıl ve düşünce sahibi olmadan hiçbir yere götürmez. İstenilenin elde edilme-

64 si, ancak akıllı insanların takip ettikleri yolu takip etmekle mümkündür.

Anlattıklarımız eğer anlaşılmışsa, iyi kavranılmışsa; kalpte Allah sevgisi ne derecede yerleşmiş ve sağlam- laşmışsa, o derece de kulluğun arttığı anlaşılmış olacaktır. Allah’a kulluk ne derecede yüksekse, diğer nesneleri sevmek yüzünden düşünülen kölelik o derece azalır, hürriyete o derecede ulaşır insanoğlu.

Kalp iki alanda Allah’a mutlak anlamda muhtaçtır:

1-                  İbadet alanında. Ki ibadet insanın yaratılışının gaye­sidir. İnsan ibadet yapsın diye yaratılmıştır.

2-                  Yardım isteme ve her işinde Allah’ı vekili tutma. Çünkü, Allah, bütün faaliyetlerin tek çıkış kaynağıdır. Allah yapan ve yaratandır.

Kalp, kendisini yaratıp terbiye eden Allah’a ibadet edilmediği takdirde salah bulmaz, rahata kavuşmaz, nimetlenmez, sevinç ve neşe duymaz, tad ve lezzet almaz, hoşnut olmaz, sükunet bulamaz ve asla tatmin olıhaz. Allah’a ibadetin meydana gelmesi için de, O’na sevgi duymak ve yalnız O’ndan yardım istemek şarttır. İnsan isterse bütün zevklerin sahibi olmaya kudret göstersin ve bütün mahlu- katm zevklerini tatsın, kalp yine de tatmin olmaz, sakin­leşmez. Zira, ibadet mercii, sevgili ve taleb edilecek tek kud­reti olacak Allah’a kalp her zaman muhtaçtır. Onun için an­cak Allah’a ibadet edildiği takdirde, kalp huzur ve sükuna kavuşur. Sadece bundan tat ve lezzet alır.

Böyle bir duruma ulaşmak için de Allah’ın yardımı gerekmektedir. Allah yardım etmediği takdirde, hiç kimse böyle bir sevgiyi insanın kalbine sokamaz. Böyle bir işe kim­senin gücü yetmez. Onun için insanoğlu

“Yalnız sana ibadet eder ye yalnız senden yardım is­teriz”

ayetinin gerçeğine muhtaçdır. Eğer bir kimseye dünya-

65 da istediği ve arzuladığı şeyleri elde etmesi İçin yardım edilse, fakat Allah’a ibadet konusunda yardım edilmese, böyle bir yardım insanı hüsrana ve büyük zararlara götürür. Dünya nimetlerine kavuşmak, dünyanın elemlerinden ve sıkıntılarından kurtulmanın tek yolu, samimi bir biçimde Al­lah’ı sevmektir. Arzuladığı dünya nimetlerine ulaşamayan insanın içine düştüğü azabdan ve hüsrandan ancak Allah sevgisiyle ve O’na ibadet etmesiyle mümkündür.

Allah sevgisini her sevginin üstüne koyan, her sevgiden daha yüce sayanlar dünya zevklerinden ulaşamadıklarına hasretlik duymaz ve kahrolmaz. Bir insanın hayat gayesi, maksatların en yücesi olmadıkça, O’nun için sevip, yine O’nun için nefret etmedikçe hürriyet yoktur, hoşnutluk yoktur. Onun için dünyada neyi severse, sadece Allah için sevecek ki bir insan mümin olsun. Kendi nefsi adına severse sevdiklerini, böyle bir insanın “Allah’tan başka ilah yoktur” deyimini kullanması yalancılık olur. Çükü kendi adına, Al­lah’ı hesaba koymadan severse insanoğlu, böyle bir sevgi­den tevhit, kulluk ve Allah’a sevgi doğmaz. Böyle bir kişide, tevhit ve iman eksikliği var demektir. Hatta elem, hasret ve azabda da bu böyledir. Eğer insan arzu ettiği bîr şeyi elde et­mek için çalışacak olsa, fakat elde etmek istediği şeyi elde etmek için Allah’tan yardım istemese, O’na boyun eğip, muhtaçlık göstermese, bütün çalışmalar boşuna bir gayret­ten öteye geçmez. Çünkü Allah yardımı olmadıkça hiçbir şeye ulaşılamaz. Zira her zaman Allah’ın dilediği şey olur, dilemediği ise olmaz. Allah matlub (istenecek merci) mah- bub, (sevgili) murad, (istenen, irade edilen) ve mabud, (ibadet edilen, itaat edilen) olduğu için, kul O’na her zaman muhtaçtır. Allah, arzu edilen, her zaman yardımı istenen, güvenilip dayanılan bir kudret olması bakımından, kul her zaman için O’na muhtaçtır. Çünkü, O, kendisinden başka mabut bulunmayan bir tek ilahdir. Çünkü, O, kendisinden başka yetiştirip büyüteni olmayan yegane Rab’dır. Onun için Allah’a kulluk iki şeyle tamamlanır. Sevgi ve itaat...

İnsan, Allah’ın dışında sevdiklerini, Allah için değil sadece kendisi için severse ve Allah’tan başkasına kendisine yardım etsin diye iltifat ve itibar ederse, böyle bir insan sevdiği ve iltifat ettiği oranda, sevip iltifat ettiklerine kul ve köle olur.

Ama her bir sevdiğini sadece kendi nefsi istediği için değil de, Allah istediği için severse, Allah dışındaki sevdik­lerini sadece Allah razı olsun diye severse, Allah’tan başka hiç bir kimseden yardım taleb etmez, imdad beklemezse; bir neticeye ulaşmak için o neticeye ulaşmanın sebeplerine gücü yettiğince sarılır ve çalışırsa; aynı zamanda o sebep­lerin yaratıcısı ve sahibi olarak sadece Allah’ı görür ve itikad ederse; gökte ve yerde ne varsa, bütün mevcudatın yaratıcısı ve sahibi olarak yalnız Allah’ı görürse; her yaratığın Rabbi, maliki ve teşhir edip yönetenin Allah olduğuna iman ederse, o zaman vesilelere sarılarak varılan sonuçlar da geçerli ve caiz olur. Kendisinin her işte O’na muhtaç olduğunu bilen insan, vesilelere sarılarak maksuda ulaştığı takdirde o sonuç Allah’ın rızasına uygun bir sonuç olur. Bu, Allah’a iman etmenin içindeki derin bir haldir.

İnsanoğlu, kendisine kulluk görevlerinde yüklenebildiği miktarda itibar kazanır Allah indinde. Kulluktan nasibine düşen oranda büyür insanoğlu. Fakat insanlar bu konuda derece derecedir. Bu derecelerin sayısını ancak Yüce Allah bilir. İnsanların en faziletlisi, en yücesi, Allah’a en yakın olanı, en doğru yolda olanı, Allah’a anlattığımız biçimde en iyi kulluk yapanıdır. Yani, Allah’a kulluğu ve itaati en çok olanın derecesi en yüksektir. Yalnız Allah’ı sevmek, Allah’ı sevdiği için de, Allah’ın sevmesini istediği şeyleri sevmek Allah’ın gönderdiği dinin en büyük gerçeğidir. Bütün Ra- suller ve nebilerle gönderdiği İslam dininin temel gerçeğidir

67 bu. Bu gerçek, bir kulun sadece ve yalnız Allah’a teslim ol­ması, başkasına kul olmamasıdır. Bütün ilahi ehıirlerin nirengi noktasıdır bu. Hem Allah’a, hem de başkalarına teslim olana müşrik denir ve Allah’a sırtını dönmüş mütekeb- birlerden olur böylesi.

Bir sahih hadisde şöyle buyurulmuştur;

“Kalbinde zerre miktarı kibirlinme olan bir kime hiç şüphesiz cennete giremez”22

Rasul sözünde zikredilen kibir, Allah’a kulluktan, O’na itaatten engelleyen kibirdir. Kalbinde zerre miktarı iman olan bir kimse nasıl ki sonsuza kadar cehennemde kalmazsa, zerre kadar büyüklenme de cennetten mahrum bırakır. De­mek ki kibir imanın kamil zıddı oluyor, zira kibir, abidliğin, kulluğun gerçeğine uymamaktadır. Bir kutsi hadisde şöyle buyrulmaktadır:

“Allah buyuruyor ki: “Azamet gömleğim, büyüklen­me de kaftanımdır. Bir kimse bunları Ben’den soyup almaya kalkışırsa, ona azab ederim”23

Azamet ve büyüklük Rabbin özelliklerindendir. Büyük­lük azametten daha yücedir, daha ileridir. Bundan ötürü azameti gömleğe benzertirken, kibri onun üzerindeki kaftana benzetmiştir.

Namazın, ezanın ve bayramların açılışının tekbirle oluşu­nun sebebi buna işaret etmektedir. Hep O’nu ululaştırma ile açılır kapılar. Sefa ve Merve gibi kudsi yerlerde, insan bir şerefe yükseldiği zaman veya bir bineğe bindiğinde ve ben­zeri yerlerde tekbir getirmek müstehab olarak kabul edilmiştir. Bir yangın ne kadar büyük olursa olsun, yürek­ten çıkan bir tekbirle söndürülür. Ezan okunurken, tekbir­le başladığı için şeytan kaçar.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır mealen:

(22)                         Müslim, İman: 147; Ebu Davud, Edeb: 29; Tirmizi, Birr: 61.

(23)                         Müslim, Birr: 136; Ebu Davud, Libas: 29.

68

“Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin size karşılığını vereyim. Bana itaat ve kulluk etmekten alıkoyan kibir sahipleri, bu kibirleri yüzünden küçülmüş ve zelil olarak cehenneme gireceklerdir”                             (Mü’min: 40/60)

Kibrinden kendisini büyük zannetmesinden ötürü Al­lah’a kul olmaktan uzak duran kimse, mutlaka başkalarına boyun eğip zillet içine düşer. Zira insanoğlu iradesiyle hareket etme istidatmdaki hassas bir yaratıktır.

Bir gerçek hadisde şöyle buyrulmaktadır:

“İsimlerin en güzeli ve doğrusu, Haris ve Hemam’dır”24

Haris çalışan ve kazanan demektir. Hemam ise, hemme kelimesinden türemektir, ve Hemme ise, ilk adım, başlangıç, depara kalkıştır. Yâni iradenin teşekkül anı ve yerine ge­tirilme ilk hamlesi. İnsanın devamlı olarak iradesi vardır. Her iradenin de elbette bir maksudu, irade edileni olacaktır. Demek ki, her kulun sevgi ve iradesinin sonuçlandığı, ni­hayete erdiği bir sevgili hedefi ve amacı vardır. Bir kimsenin sevgi ve iradesinin hedefi Allah olmazsa, hele de kibrinden ötürü doğarsa böyle bir durumda, elbette ki böyle bir kim­senin Allah’tan başka mahbubu ve amacı vardır. Böyle kimseler, ya malı ya makamı, ya suretleri, yahut peygam­berlerden, salihlerden ve meleklerden bir kısmını kendi­sine ilah edinmiştir. Bazı kimseler peygamber ve nebileri kendilerine Rab ediniyorlar. Bunlardan başka şeyleri de ibadetlerine muhatab sayıyorlar.

Bir insan Allah’tan başkasını kulluk yapmaya layık gördü mü, böyle biri mutlaka müşrik olur. Kulluğundan ötürü kibirlenen kimseler de müşriktir. Bunun içindir ki, fi­ravun, Allah’a ibadet yapmaktan kaçınan, kulluğa yanaş­maktan uzak duranların en ileri geleni ve en azılısı idi ve el­bette ki müşrikti.

(24)                 Ebu Davud: 69; Nesai, Hayl: 3.

69

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Doğrusu biz Musa’yı mucizelerle ve apaçık deliller­le takviye ederek gönderdik. Firavn’a, veziri Haman’a ve Karun’a onlar Musa için şöyle dediler: “Bu bir si­hirbazdır ve yalancıdır” ayetinden Musa da şöyle dedi: “Ben hesap gününe inanmayan her kibir ve azamet sahibinden benim ve sizin Rabbinize sığınırım” İşte Al­lah, her kibir sahibi zorbanın kalbini böylece mühürler” (Mü’min: 40/23) “Çünkü Firavun Mısır’da kibirlenip başkaldırmış ve insanlarını bölerek kendisine bağlamıştı. Onlardan bir topluluğu ezebilmek için çocuklarını boğazlattırıyor, kadınlarını ise canlı bırakıyordu. Hiç şüphe yok ki o çok sinsi fırsatçılardandı”                                                                                      (Kasas: 28/4)

“Kalpleri ile yakinen bildikleri halde nefislerine zulüm yaparak ve kibirlenerek bütün mucizeleri inkar ettiler. Ey Rasulüm! Bak ki bunların sonuçları nasıl hüsran oldu”                                                                            (Nemi: 27/14)

                    Bunlara benzer, Firavun’u müşrik olarak tanıtan ayetler

•!              Kur’an’da bir hayli çoktur.

â                    İşte bir başka ayet meali:

§                    “Firavunun kavminden ileri gelenler, Firavuna şöyle

dediler: “Musa’yı ve kavmini, fesatçılık yapmaları ve Musa’nın hem seni hem tanrılarını terketmesi için mi yerinde bırakacaksın”     (A’raf: 7/127)

Bütün araştırmalar göstermiştir ki, bir insan Allah’a ibadet ve kulluk yapmaktan kibri yüzünden ne kadar kaçınır­sa, Allah’a şirk koşmada o kadar ileri gitmiş olur. Çünkü, Al­lah’a kibri yüzünden sırt çevirenin derecesi ne kader artarsa, o nispette Allah’tan başkalarına kulluğu artacaktır. Elbette ki, kişi Allah’ın yerine koymuş olduğu kalbinin sevgi hedef­lerini, Allah’ın ortağı yapmış olur.

Kalp asla bütün yaratıklardan uzak duramaz onlara sev-

70 gi beslemekten kaçınamaz. Ancak, Allah sevgisi bütün sevgilerin üzerinde olacak. Allah’a kulluk etmede, yalnız O’ndan yardım dilemede, sadece O’na güvenip dayanmada, tek O’nun sevdiğini sevmede, sevmediğini sevmemede, razı olmadığından razı olmamada, olduklarından ferahlık duymada, Allah’ın kerih ve iğrenç gördüğünü iğrenç görmede ve kötü bir şeyi yapmamada, Allah’ın dostluk kur­duklarıyla dostluk kurmada, Allah’ın düşman tanıdıklarını düşman olarak tanımada, Allah için sevmede, gene Allah için nefret etmede, Allah için vermede yine O’nun için ver­memede, asla O’na ortak koşmayacaktır. Allah’a olan sevgisini ve dinine olan bağlılığını artırdıkça kulluğu da güçlenir ve Allah’tan başkasına ihtiyaç duyma halinden kurtulur insanoğlu. Allah’tan başkasına kul olmayan kim­senin kibri olmaz. Çünkü, yalnız Allah’a kul olmanın gücü buna engeldir. Hıristiyana şirk, Yahudiye ise kibir galip gelmiştir.

Yüce Allah hıristiyanlar hakkında meal en şöyle buyur­maktadır:

“Alimlerini ve rahiplerini, Allah’ın yerine koyup Rabler edindiler. Meryem’in oğlu İsa’yı da. Halbuki onlar da tek olan Allah’a ibadet etmekle emrolun- muşlardı. Allah’tan başka itaat edilecek hiçbir ilah yok. O, müşriklerden kendisine ortak koştuklarından tama­men münezzehtir”           (Tevbe: 9/31)

Yahudiler hakkında da şunları buyuruyor:

“Ey Yahudiler! Size nefislerinizin hoşlanmayacağı bir emirle bir peygamber geldiğinde, kibirlenip inat et­tiniz. Peygamberlerden bir kısmını tanımadınız, bir kıs­mını da öldürdünüz”                                      (Bakara: 2/87)

“Yeryüzünde haksız olarak kibirlenenleri ayetlerimi anlamaktan men edeceğim. Onlar doğru yolda hangi mucizeyi görseler, ona inanmazlar da, eğri yolda, sapık-

71 lıkta kendilerine bir yol bulduklarında, o yola giderler. Onların böyle hareket etmeleri, ayetlerimizi yalan say­malarından ve bilgi edinememelerindendir”

(A’raf: 7/146)

Kibir şirki davet eder. Şirk ise İslam kelimesinin ifade et­tiği mananın tam ve kamil zıddıdır. O öyle bir suçtur ki, Al­lah bu suçu asla affetmez.

Yüce Allah bu konuda mealen şöyle buyurmaktadır:

“Doğrusu, Allah şirk koşanı bağışlamaz. Fakat bun­dan başka suçları, diledikleri için bağışlar ve affeder. Kim de Allah’a şirk koşarsa, pek büyük bir günah işlemiş olur”                                                                                (Nisa: 4/48)

“Muhakkak ki Allah kendisine ortak koşanları asla bağışlamaz. Bu korkunç suçtan başkalarını mağfiret buyurur. Kim Allah’a ortak koşarsa, kendisini Allah’tan çok uzaklaştıran bir sapıklığa düşmüştür” (Nisa: 4/116)

Bütün Rasul ve nebiler İslam dini ile gönderilmiştir. O öyle bir dindir ki, Yüce Allah ondan başka bir dini din olarak kabul etmez. Ne evvelkilerden ve ne de sonra gele­cek olanlardan.

Nuh’dan (a.s.) bahseden bir ayette şöyle buyrulmak - tadır:

“Nuh: “Davetimden yüz çevirdiğiniz takdirde size yazık olur. Davetime icabet ederseniz kazanırsınız. Ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum ki. Benim mükafatım ancak Allah’a aittir. Ve ben yalnız O’nun bir­liğine ve emirlerine boyun eğmekle emrolundum.”

(Yunus: 12/72)

İbrahim (a.s.) hakkında da şöyle buyurulmaktadır:

“Kendini bilmeyenden başka kim İbrahim’in dinin­den yüz çevirir? Hakikat o ki, biz İbrahim’i seçtik. O, ahirette salihlerdendir. İbrahim’e Rabbi, emrime uy, Müslüman ol!” dediği zaman, şöyle cevap vermişti:

72

“Kendimi alemlerin Rabbi olan Allah’a teslim ettim ve Müslüman oldum” Bu dini İbrahim kendi oğullarına vasiyet ettiği gibi, Yakub da vasiyet etti: “Ey oğullarım! Hiç şüphe yok ki Allah İslam dinini sizin için seçti. O halde siz de ancak Müslümanlar olarak can verin!”

(Bakara: 2/132-133)

Yusuf’tan (a.s.) naklen:

“Beni Müslüman olarak öldür ve salih kulların ar ası­na kat”  (Yusuf: 12/101)

Musa’dan (a.s.) naklen:

“Ey kavmim! “Siz gerçekten Allah’a iman ettinizse ve O’nun birliğine ihlas ile teslim olmuş Müslümanlar ise­niz, artık yalnız Allah’a tevekkül edip güvenin”

(Yunus: 10/84)

Yine Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Hiç şüphe yok ki, Tevrat’ı biz indirdik. Onda bir hi­dayet ve nur vardı. Müslüman olan nebiler Yahudiler arasında onunla hüküm verirlerdi” (Maide: 5/44)

Belkıs’dan naklen şöyle buyuruluyor:

“Ey Rabbim, ben gerçekten de nefsime zulmetmişim. Şimdi Süleyman’ın rehberliğinde, alemlerin Rabbi olan Allah’a teslim olup Müslüman oldum!” (Nemi: 27/44) Yine Yüce Allah buyuruyor:

“Hani İsa’ya bağlı olanlara: “Bana ve Rasulüme iman edin!” diye ilham etmiştim de, onlar: “İman ettik, bizim gerçekten Müslüman olduğumuza şahit ol!” demişlerdi.” (Maide: 5/111) “Kim İslam’dan başka bir din ararsa, o din asla ken­disinden kabul edilmez ve ahirette ebediyen zarar çeken­lerden olur” (Al-i İmran: 3/85)

‘Onlar Allah’ı dininden başkasını mı arıyorlar? Hal­buki göklerde ve yerde her ne varsa, hepsi de ister iste­mez O’na teslim olmuştur ve ahirete O’na çevrilip

73 lıkta kendilerine bir yol bulduklarında, o yola giderler. Onların böyle hareket etmeleri, ayetlerimizi yalan say­malarından ve bilgi edinememelerindendir”

(A’raf: 7/146)

Kibir şirki davet eder. Şirk ise İslam kelimesinin ifade et­tiği mananın tam ve kamil zıddıdır. O öyle bir suçtur ki, Al­lah bu suçu asla affetmez.

Yüce Allah bu konuda mealen şöyle buyurmaktadır:

“Doğrusu, Allah şirk koşanı bağışlamaz. Fakat bun­dan başka suçları, diledikleri için bağışlar ve affeder. Kim de Allah’a şirk koşarsa, pek büyük bir günah işlemiş olur”                                                                                (Nisa: 4/48)

“Muhakkak ki Allah kendisine ortak koşanla» asla bağışlamaz. Bu korkunç suçtan başkalarını mağfiret buyurur. Kim Allah’a ortak koşarsa, kendisini Allah’tan çok uzaklaştıran bir sapıklığa düşmüştür” (Nisa: 4/116)

Bütün Rasul ve nebiler İslam dini ile gönderilmiştir. O öyle bir dindir ki, Yüce Allah ondan başka bir dini din olarak kabul etmez. Ne evvelkilerden ve ne de sonra gele­cek olanlardan.

.Nuh’dan (a.s.) bahseden bir ayette şöyle buyrulmak- tadır:

“Nuh: “Davetimden yüz çevirdiğiniz takdirde size yazık olur. Davetime icabet ederseniz kazanırsınız. Ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum ki. Benim mükafatım ancak Allah’a aittir. Ve ben yalnız O’nun bir­liğine ve emirlerine boyun eğmekle emrolundum.”

(Yunus: 12/72)

İbrahim (a.s.) hakkında da şöyle buyurulmaktadır:

“Kendini bilmeyenden başka kim İbrahim’in dinin­den yüz çevirir? Hakikat o ki, biz İbrahim’i seçtik. O, ahirette sahillerdendir. İbrahim’e Rabbi, emrime uy, Müslüman ol!” dediği zaman, şöyle cevap vermişti:

72

“Kendimi alemlerin Rabbi olan Allah’a teslim ettim ve Müslüman oldum” Bu dini İbrahim kendi oğullarına vasiyet ettiği gibi, Yakub da vasiyet etti: “Ey oğullarım! Hiç şüphe yok ki Allah İslam dinini sizin için seçti. O halde siz de ancak Müslümanlar olarak can verin!”

.                            (Bakara: 2/132-133)

Yusuf’tan (a.s.) naklen:

“Beni Müslüman olarak öldür ve salih kulların arası­na kat”   (Yusuf: 12/101)

Musa’dan (a.s.) naklen:

“Ey kavmim! “Siz gerçekten Allah’a iman ettinizse ve O’nun birliğine ihlas ile teslim olmuş Müslümanlar ise­niz, artık yalnız Allah’a tevekkül edip güvenin”

(Yunus: 10/84)

Yine Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Hiç şüphe yok ki, Tevrat’ı biz indirdik. Onda bir hi­dayet ve nur vardı. Müslüman olan nebiler Yahudiler arasında onunla hüküm verirlerdi” (Maide: 5/44)

Belkıs’dan naklen şöyle buyuruluyor:

“Ey Rabbim, ben gerçekten de nefsime zulmetmişim. Şimdi Süleyman’ın rehberliğinde, alemlerin Rabbi olan Allah’a teslim olup Müslüman oldum!” (Nemi: 27/44)

Yine Yüce Allah buyuruyor:

“Hani İsa’ya bağlı olanlara: “Bana ve Rasulüme iman edin!” diye ilham etmiştim de, onlar: “İman ettik, bizim gerçekten Müslüman olduğumuza şahit ol!” demişlerdi.” (Maide: 5/111) “Kim İslam’dan başka bir din ararsa, o din asla ken­disinden kabul edilmez ve ahirette ebediyen zarar çeken­lerden olur” (Al-i İmran: 3/85)

‘Onlar Allah’ı dininden başkasını mı arıyorlar? Hal­buki göklerde ve yerde her ne varsa, hepsi de ister iste­mez O’na teslim olmuştur ve ahirete O’na çevrilip

73

götürüleceklerdir”                                            (Al-i İmran: 3/83)

Demek Yüce Allah, bu kainatta her ne kadar yaratık varsa, gerek isteyerek gerekse istemeyerek Müslüman olduk­larını beyan buyurmuştur. Çünkü bütün varlıklar, genelde Al­lah’a kul olmaları için yaratılmıştır. Bünu ister kabul etsin, isterse etmesin, asla farketmez, sonuç değişmez. Bütün yaratıklar, isteseler de istemeseler de, O’na yönelmekte, O’na muhtaç olarak yaşamak zorunda kalmaktadır. Hiçbir şey Allah’ın çizdiği kader çizgisinin dışına çıkamamak­tadır. Takdir ve kaza nasıl yazılmışsa, öylece yaşamak zorundadır yaratık. Hayra da şerre de güç ancak O’ndan gelir. O bütün alemlerin Rabbi ve Melikidir. O istediği şe­kilde idare eder. O herşeyin yaratıcısı, mucidi ve şekil verenidir. Allah’tan gayrı her şey sonradan var edilip yaratılmıştır ve mahluktur. Fakir, zelil ve muhtaç olarak yaratılmıştır. Onun için de kuldur. Allah ise her türlü bildiğimiz ve bilmediğimiz noksanlardan münezzehtir. O her türlü vasıfda tek ve birdir. Yaratıcı, icad edici, şekil verici ve kahredicidir. O her ne kadar sebeplere yapışılmasını emretmişse de, o sebeplerin yaratanı ve takdir edeni de yine O’dur. Kendisi için sebep kılınan şey de, sebepler gibi sadece O’na muhtaçtır. Mahlukatta, bir hayrı yapmak veya bir şerri defetmek için müstakil, özel bir sebep yoktur. Bel­ki bütün sebepler kendisine yardım edici diğer bir sebebe ve kendisine karşı çıkan ve engel olan zararı def ediciye muh­taçtır. İşte o son sebebi yaratan da Yüce Allah’dır. O her­hangi bir yaratıktan yardım almaz. Hiçbir şeye muhtaç değildir. O’nun kendisine yardım edecek bir yaratıktan yardım almaz. Hiçbir şeye muhtaç değildir. O’nun kendisine yardım edecek bir ortağı, yahut karşı koyacak ve engel ola­cak bir rakibi yoktur.

Yüce Allah buyuruyor:

“O halde bana haber verin bakalım. Allah bana bir

74

keder dilerse sizin Allah’tan başka taptıklarınız O’nun bu zararını giderebilirler mi? Yahut Allah bana bir nimet ve afiyet dilerse, onlar O’nun bu nimetini engelleyebilirler mi? De ki: “Allah bana yeter. Her Mütevekkilin tevekkülü ancak O’nadır”                                                             (Zümer: 39/38)

“Eğer Allah sana bir bela isabet ettirirse, o isabet eden belayı artık O’ndan başka kimse senden gideremez. Sana bir hayır dilerse, yine bu hayrı devam ettirmeye ve her şeye kadirdir”                                              (En’am: 6/17)

Yüce Allah İbrahim’den (a.s.) şöyle nakil buyuruyor:

“Şüphesiz ben hak din olan tevhide yöneldim ve yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’a çevirdim ve ben O’na ortak koşanlardan değilim” Kavmi de ken­disine karşı mücadeleye kalkıştı. O şöyle dedi: “Allah beni doğru yola iletmişken, siz O’nun hakkında benim­le çekişmeye mi kalkışıyorsunuz. Ben O’na ortak koş­tuğunuz putlarınızdan asla korkmam. Rabbim dileme­dikçe onlar bana hiç bir zarar veremez. Rabbim her şeyi ilmi ile kuşatmıştır. Artık düşünüp hisse almayacak mı siniz? İman edip de imanlarım zulüm ve şirke karıştır­mayanlar var ya, işte korkudan emin olmak onların hakkidir ve doğru yola eren de yalnız bunlardır”

(En’am: 6/79-82)

Abdullah b. Mesud’dan rivayet edilen gerçek bir hadiste şöyle duyurulmaktadır: “Bu ayet indiği zaman Allah’ın Ra- sulü’nün ashabına çok şiddetli ve zorlu geldi ve dediler ki: “Ey Allah’ın Rasulü! Acaba hangimiz imanına zulüm ve şirk karıştırmamıştır?”

Allah Rasulü şöyle cevap verdi:

“Salih kulun sözüne kulak vermediniz mi? O ancak şirktir ve şüphe yok ki şirk en büyük zulüdür”25

(25) Buhari, İman: 23; Enbiya: 8- 41; Tefsir En’am: 3; Lokman: 1;

İstitabe: 1-9; Müslim, İman: 197; Tirmizi, Tefsir En’am.

75

İhlasa erdirilmiş ve iyice, doğruya yönelenlerin imamı Halil İbrahim Rasul olarak gönderildiği zaman, bütün arzı müşriklerin dini kaplamıştı.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

“Hatırlayın ki bir vakit İbrahim’i Rabbi bir takım ke­limelerle, emir ve yasaklarla imtihan etti. İbrahim o ke­limeleri tamamen yerine getirdi. Allah “Ben seni insan­lara önder yapacağım” buyurdu. İbrahim: “Benim zür- riyetimi de imam yap” diye yalvardı. Allah: “Senin zür- riyetinden olan zalimler, benim imametime asla nail olamazlar”                                                                (Bakara: 2/124)

buyurdu.

Görülüyor ki, Yüce Allah’ın imameti ve ahdi zalime ait değildir. Demek ki Allah zalimin önder olmasını iste­memektedir. Zulmün en ileri derecesi ise, evvelce de be­lirttiğimiz gibi, şirktir. Yani, Allah’ın mahlukatmdan her­hangi birine, Allah’a güvenildiği gibi güvenilmektir. Mahluktan imdad dilenmek, belaları defedeceğine inan­maktır. Kısacası Allah’ın ellerinde olan işleri mahlukattan beklemektir.

Yüce Allah buyuruyor:

“Gerçekten İbrahim, hak dine yönelen, Allah’a itaat üzre bulunan bir önderdi. Ve o hiçbir zaman da müşrik­lerden olmamıştı”        (Nahl: 16/120)

Ümmet kelimesinin asli manası, kendisine tabi olunan ve hayır öğretici kimse anlamına gelmektedir. Kıdve ke­limesinin, kendisine uyulan kimse demek olduğu gibi. Yüce Allah İbrahim’in (a.s.) zürriyetine peygamberlik ve kitap ih­san etti. Kendisinden sonra gelen bütün nebi ve Rasulleri onun soyundan getirdi.

Yüce Allah buyuruyor:

“Sonra Ey Rasulüm! Sana şöyle vahyettik: Doğru yola yönelerek İbrahim’in milletine, yani dinine uy! O hiç

76

bir zaman müşriklerden olmadı” (Nahl: 16/123)

“Gerçek anlamda İbrahim’e en yakın olanlar, ona kendi zamanında bağlı olanlarla, şu Rasul (Muhammed) veO’na iman edenlerdir. Allah bütün mü’minlerin yardımcısıdır”                                             (Al-i İmran: 3/68)

“İbrahim ne bir yahudi, ne de bir hıristiyandı. Fakat Allah’ı bir tanıyan gerçek bir Müslümandı ve müşrik­lerden de değildi” (Al-i İmran: 3/67)

“Yahudi ve hıristiyanlar Müslümanlara şöyle dedi: “Yahudi yahut hıristiyan olun ki, doğru yolu bulmuş olasınız!” Rasulüm! De ki: “Biz hak yol olan İbrahim’in dinindeniz. O hiçbir zaman şirk koşuculardan olmadı” Ey mü’minler, şöyle deyin! “Biz Allah’a ve bize indirilen Kur’an’a; İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunları­na indirilenlere; Musa’ya ve İsa’ya verilen kitablara ve bütün nebilere Rableri tarafından verilen kitaplara iman ettik. Onların hiçbirini diğerinden ayırd etmeyiz. Biz ancak Allah’a boyun eğen Müslümanları^!”

(Bakara: 2/135-136)

Allah Rasulü bir sahih hadisde buyurmuştur ki:

“Hiç şüphesiz, İbrahim insanların en hayırlısıdır!”26

İbrahim (a.s.) Rasulullah’tan (s.a.v.) sonra en ileri gelen kuldur. Çünkü o Halilullah’tır. Yani, Allah’ın dostu.

Yine sahih bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Eğer yeryüzü ehlinden bir dost edinseydim, Ebu Bekir’i dost edinirdim. Fakat (kendisini kastederek) aradaşmız Allah’ın Halili ve dostudur”27

Ebu Bekir (r.a.) hakkında söylenen bir başka sahih hadiste de şöyle buyruhnaktadır:

“Mescid-i saadete açılan hiçbir kapı bıkarılmadı, hepsi kapatıldı. Ancak Ebu Bekir’in kapısı açık bırakıldı”28

i 26) Müslim, Fedail: 150.

(27)                Tirmizi, Menakıb: 14; İbn Mace, Mukaddime: 11; Ahmed: 11.

77

Diğer bir hadiste buyruldu:

“Dikkat ediniz ki, sizden evvelki bir çok kimseler kabirleri mescidler, yani secde yeri ediniyorlardı. Dikkat ediniz ve kabirleri mescid edinmeyiniz. Ben sizi bun- den mutlaka menediyorum”29

Bütün bunlar sahih hadiselerdendir. Yine sahih hadislerde beyan edildiğine göre, Allah’ın Rasulü, yukarıdaki kabirleri mescid edinme hakkındaki sözlerini ve diğerlerini ölümün­den birkaç gün önce söylemişlerdir. Onun için bu hadisler, Rasulü Ekrem’in risaletini tamamlayan hadislerdir. Çünkü burada Allah dostluğunun hakikatinin tamamı vardır. O dostluk ki, aslı, Allah’ın kula sevgisi, kulun da Allah’a sevgisidir. Bu hususa Cehmiyye ekolü itiraz etmiştir.

Yine bu hadislerde, müşriklere benziyenlere red olarak, Allah’ın birliğinin hakikati ve O’ndan başka kimseye kul­luk etmeme gerçeği vardır. Ayrıca bu hadislerde, Ebu Bekir’in (r.a.) hakkını ayaklar altına almaya çalışan rafîzilere de red vardır. O rafiziler ki, kıble ehli olan Ali’ye (r.a.) ve diğer bir kısım büyük insanlara ibadet etmekle en büyük müşriklerden oluşmuşlardır.

Hillet, yani Halil kökenli dostluk o üstün sevgidir ki, kul­da kesin olarak Allah’a ubudiyet hali meydana getirir. Al­la da böyle kulların kesin olarak terbiyecisidir, sakman- nıdır. O kullar Allah’ı severler, Allah da o kulları.

Ubudiyet, yani kulluk kelimesi, üstün muhabbet yüce lezzetleri içinde barındıran bir haldir. Böyle yücelikleri ifade eder bu kelimenin manası.

Araplar “Kalp sevgiliye kul köle olduğu zaman itirazsız itaat doğar sevdiğine karşı” derler. İtirazsız itaat da gerçek kulluğun ta kendisidir. Zira muti olmak, kul olmak demek­tir. Böyle bir hal İbrahim (a.s.) ve son Rasulde kemale, en

(28)                       Buhari, Menakıb: 45; Müslim, Fedail: 2.

(29)                       Müslim, Cenaiz: 97.

78 son noktaya ulaşan bir haldir. Yâni onlar kullukta en ileri olanlardır. Bundan dolayıdır ki, Allah Rasulü’nün, bu dünya­da, hâlil ve hillet kelimelerinin ifade ettiği manada tek bir dostu yoktur. Zira “Hillet” çokluk kabul etmez bir mana içindedir. Allah Rasulü’nün tek halili bizzat yüce Allah’dır.

Fakat, sevginin, yani muhabbetin aslı hillet gibi değildir. Çünkü Allah Rasulü bir sahih hadislerinde Haşan ve Usame hakkında şöyle buyurmuşlardır:

“Allah’ım! Ben şüphesiz onları (Haşan ve Usame’yi) se­viyorum. Sen de sev onları. Ben onları seveni de seviyo­rum”30

Amr b. As sordu:

“Ey Allah’ın Rasulü! Sana kadınların hangisi daha se­vimli gelmektedir?” Allah Rasulü buyurdular:

“Aişe” Amr b. As:

“Peki erkeklerden hangisini daha fazla seviyorsunuz?

diye sordu. Allah Rasulü:

“Onun babası Ebu Bekir’i”

diye cevap verdi.31

Allah Rasulü şöyle buyurdular:

“Bayrağı yarın bir adama vereceğim ki, Allah’ı ve Ra- sulü’nü sever, Allah ve Rasulü de onu sever”32

Sevgi konusunda bunlara benzer daha bir çok beyan vardıt, ama bütün bu sevgililer hilletin ifade ettiği mana içine girmezler.

Yüce Allah Kur’an’da mealen şöyle buyurmaktadır:

“Allah muttakileri sever”                               (Al-i İmran: 3/76)

“Allah ihsan eden muhsinleri sever” (Bakara: 2/195) “Allah adaletle hareket edenleri sever”

________________ _________                        (Hucurat: 49/9)

(30)                  Buhari, Fedail: 22; Müslim, Fedai!: 58-59.

(31)                  Müslim, Fedail: 33; Ahmed: 2/384.

(32)                  Buhari, Fedail: 9; Müslim, Fedail: 32.

79

“Allah tevbe ederek günahlarından temizlenenleri sever”        (Bakara: 2/222)

“Hiç şüphe yok Yüce Allah kendi yolunda birbirleri­ne kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever”                                  (Saf: 61/4)

“Allah öyle bir kavim getirir ki, Allah onları sever, on­lar da Allah’ı severler”                                                                                (Maide: 5/57)

Bu ayetlerde, kendisinin kullarını, kullarının da ken­disini sevdiğini söylemektedir, haber vermektedir. Hatta bir ayette şöyle buyurmaktadır:

“İman edenlerin Allah’a olan sevgileri daha kuvvetli ve daha şiddetlidir”                                                                                       (Bakara:

2/165)

Hillete gelince; bu çok özel bir dostluktur. Sevgi ise genel anlam taşır. Bazı kimseler Allah’ın Rasulü’ne “Habibullah” ve İbrahim’e (a.s.) ise “Halilullah” demektedirler. Bu kimseler, muhabbetin hilletten üstün olduğunu sanıyorlar. Halbuki bu zanları çok zayıf bir zandır. Çünkü, Allah’ın Ra- sulü de aynen İbrahim (a.s.) gibi “Halilullah”dır, yani, Allah'ın halilidir. Yani, Allah'ın dostudur. Yukarda zikrettiğim sahih hadis bunu vurgulamaktadır. Abbâs’m (r.a.) bir halil ile bir habibin arasında haşrolacağını bildiren ve buna benzer başka rivayetler, mevzu hadislerdir ve itibar etmek asla caiz değildir.

Gerçek hadisin ifadesine uygun olarak, biz yukarıda, Al­lah’a muhabbetin, hem Allah’ı sevmek, hem de Allah'ın sevdiklerini sevmek olduğunu belirttik. Gerçek bir hadisde buyrulmaktadır:

“Üç şe vardır ki, bunlardan biri bir insanda bu­lunursa, o insanda iman lezzeti vardır: Allah ve Rasulü kendisine herşey den sevgili ise, sevdiği bir kimseyi Allah için severse ve Allah kendisini bir kere imana sokup kurtardıktan sonra, yeniden küfre dönmeyi ateşte yan­maktan nefret ettiği gibi nefretli karşılarsa”

80

Allah Rasulü, kendisinde üç şey bulunan kimse imanın­dan tad alır, lezzet bulur diyor. Bir insanın bir şeyden lezzet alabilmesi için, o şeyi çok sevmesi, muhabbet duyması gerekmektedir, Bir insan bir şeyi çok severse veya iştah duyarsa, o zaman o şeyden büyük lezzet alır. İnsan o sevdiği şeyde tad, lezzet, halavet ve surur bulur. Lezzet, gayet bağlı bir sevgili olunursa doğar.

Felsefe ve tıp mensuplarından bazılarının dediği gibi: “Lezzet, ancak idrakte vardır” Fakat böyle düşünen kimse çok büyük bir yanılgı içindedir. Zira idrak sevgi ve lezzetin arasında olan bir haldir. Mesela bir insan bir yemeğe iş­tahlanır da onu yerse çok büyük bir lezzet duyar. Bir kimse, henhangi bir şeye bakmayı şiddetle arzularsa ve öyle bakarsa, baktığı şeyden çok büyük bir lezzet duyar. Sadece bakmış olmak için bakmak insana lezzet vermez. Demek ki önemli olan sadece görmek değil, görmeden dolayı alman lezzettir.

Yüce Allah mealen şöyle buyuruyor:

“Cennette canların arzu ile isteyeceği ve gözlerin lezzet alacağı her şey var”                                                                        (Zuhruf: 43/71)

Demek ki, nefis için hasıl olan bütün lezzet ve elemler, ferah ve hüzündendir. Bunlar da sevileni yahut sevilmeyeni şuurlu bir şekilde anlamaktan ortaya çıkar. Fakat mücerret anlamak, idrak etmek ferahlık veya hüzün değildir.

Netice: Ferahlanma ve lezzetlenmeyi içine alan imanın halaveti ki, bunu imanın lezzetini tadan mü’min bulur, Al­lah’a muhabbetin en yüce doruğunda doğar ve O’na büs­bütün bağlar. Bu hal üç şeyle meydana gelir: Muhabbeti ke­male erdirmek, onu tarif etmek ve zıddını defetmek.

Muhabbetin kemale ermesi, Allah ve Rasulü’nü herşey- den fazla sevmek ve her şeyden üstün tutmaktır. Allah ve Ra­sulü’nü normak bir sevgiyle sevmek yeterli değildir. Yukar­da ifade ettiğimiz gibi, Allah ve Rasulü’nün sevgisi herşey-

81

den ve her sevgiden üstün olacak.

Muhabbetin tarifi de, sevdiğini ancak Allah için sevmek ve muhabbetin zıddıni defedebilmektir. İmanın zıddı olan küfürden, ateşe atılmaktan nefret edildiği gibi nefret edip tiksinmektir.

Allah’ın Rasulü’nü ve bütün mü’minleri sevmenin Allah sevgisinden geldiğini bir iyi anladıktan sonra (ki, Allah’In Rasulü de mü’minleri, Allah sevdiği için severdi. Zira o, Al­lah’a duyulan muhabbet konusunda, bütün insanların en üstünüydü ve sevdiğini sevmeye, sevmediğini sevmemeye en layık olanı idi.) Hilleti daha iyi anlamış olacağız.

Hillette, yani dost edinmede, Allah’tan başkası için hiç bir hak yoktur. Başka bir deyimle, Allah’tan başkasını dost edinme diye bir mesele olamaz. Dost edinmek sadece Al­lah’a mahsustur.

Allah’ın Rasulü şöyle buyurmuştur:

“Eğer yeryüzünde olanlardan birini dost edinmek hakkım olsaydı, elbette ki Ebu Bekr’i dost edinirdim”33

Demek ki, Allah Rasulü bile Allah’tan başkasını kendi­sine dost edinemiyor. Çünkü, dostluk sadece Allah’a mah­sustur, O’na ait kılınmıştır. İşte bütün bunlar böyle an­laşılınca, hilletin mutlak, tecezzi etmez bir muhabbet olduğu ve her muhabbetin üzerinde olduğu anlaşılmış olur.

Maksud, amaç, gaye: Allah’a muhabbet ve dostluğun ve O’na kulluğun gerçekleşmesinden ibarettir. Bu hususda bir çok kimse yanılmış ve kulluğun, beraberinde muhabbet bulunmaksızın, yalnız boyun eğmek ve bunun lezzetini al- makten ibaret olduğunu zannetmişlerdir. Kullukta muhab­bet, heva ve nefsi arzularda ferahlamak ve rububiyetin tahammül edemıyeceği bir zillete düşmektir.

Bundan dolayı rivayet edilir ki, etrafındakiler muhabbet

(33)                    Buhari, Salat: 80; Feraiz: 9; Fedail: 3-5;

Müslim, Mesacid: 38; Fedail: 27.

82 hakkında konuştuğu zaman, Zinnun şöyle demiştir: “Durun ve bu meseleden söz etmeyin. Nefisler muhabbeti bilemez ki, ondan söz etme hakkına sahip olsun”

İlim ve marifet ehlinden bir çoğu, lezzetini duymadan muhabbetten bahsedenlerin toplantısında bulunmayı kötü saymışlardır ve böyle toplantılara asla katılmamışlardır.

Seleften (bizden evvel yaşamış olan) biri şöyle söyle­miştir: “Bir kimse sadece sevgi ve muhabbetle ibadet ve kul­luk yaparsa böyle bir kimse zındıktır. Yani, küfrünü içinde saklayan ama dışarda iman ehli olarak görünen kişi. Bir kimse sadece bir şeyler umarak Allah’a ibadet ve kulluk ya­parsa, bu kimse mürcielerden olur. (Mürcie mezhebi, küfür­le itaatin bir fayda vermeyeceğine, imanla da masiyetin bir zarar getirmeyceğine itikad eden bir mezhep). Bir kimse Al­lah’a sadece korku ile kulluk ve ibadet yaparsa, böyle bir kimse de Haruriyelerden olur. (Haruriyeler, hakem mese­lesinde Ali’ye (r.a.) karşı hareket eden Ali’nin askerleridir. Ali’ye (r.a.) savaşmaşlardır ve savaştıkları yerin adı da Harua olduğu için, bunlara Haruriye denmiştir). Her kim, Al­lah’a, korku, umut, sevgi ile birlikte kulluk ve ibadet eder­se, işte bunlar mü’min ve muvahhiddir.

Seleften sonra gelenlerden bazıları, muhabbet konusun­da o kadar ileri gitti ki, hududları aştılar. Ve bundan da in­şirah duyup ferahladılar. Öyle ki muhabbeti bir çeşit ah­maklığa döndürdüler. Kulluğa zıd ve ancak Allah için caiz olacak bir çeşit rububiyet mertebesine çıkaran bir dava ha­line getirdiler.

Bu konuda o kadar ileri gidenler var ki, bunlardan bazıları, enbiya ve Rasullerin de hududunu aşarak, bazı id­dialar ileri sürüyorlar. Veya öyle şeyler istiyorlar ki, o, istedikleri ancak Allah tarafından yerine getirilebilir. Rasul ve Nebiler bile bu istekleri yerine getiremez.

Bu mesele birçok şeyhin ayağını kaydıran bir meseledir.

83 Ayaklarının kaymasının sebebi, Rasullerin beyan eylediği ve getirdiği emir ve yasakların tespit etmiş olduğu ubudiyeti ve kulluğu yeterince talim etmemiş olmalarıdır. Belki de kul­luğu anlayacak kafa yapısına sahip olmayışları onları çuku­ra düşürmüştür. Elbette ki aklı zayıf olanların dini anla­maları çok müşküldür. Çünkü, nefislerinde sapık ve cahilane bir muhabbet doğar aklı eksik olanların. Böyle bir muhab­betten ancak aklı eksik olanlar bir lezzet duyar. Nasıl ki bir insan başka bir insana duyduğu muhabbetle, cahilliği ve ap­tallığı sebebiyle ferahlar ve der ki: “Ben onu seviyorum. Onun için, kendisine yapacağım her türlü yanlışlık ve kötü hareketten ötürü sorumlu olamam! Sevgin beni temizler her türlü kirlilikten” Böyle düşünen ve inanan kimse, dalaletin en derin gayyasında boğulmuştur. Çünkü bu söz Kur’an’da nakledilen Yahudi ve hıristiyanlarin sözlerine bezemektedir:

“Yahudiler ve hıristiyanlar: “Biz Allah’ın oğullar ve sevgilileriyiz” dediler. Yüce Allah onlara şöyle cevap verdi: “Onlara de ki: O halde neden günahlarınızdan ötürü Allah size azab ediyor? Hayır, doğrusu siz O’nun yarattığı insansınız Dilediğini bağışlar dilediğine azab eder”                            (Maide: 5/18)

Bu ayette Allah onlara işlediği günahlardan ötürü azab edeceğini, Allah katında bir sevgileri olmadığını ve hiç kimsenin kendi oğlu olmadığını ortaya koyuyor. Kendi­lerinin de diğer insanlar gibi birer yaratık olduklarını be­lirtiyor. Allah bir kimseyi severse o sevdiğini muhabbet duyduğu işlerde kullanır. Allah’ın sevgilisi, Allah’ın men et­tiği kötü işlerin hçbirini yapmaz. Bir insan büyük günahları işler ve bu kötü halden tevbe edip vazgeçmezse, hiç şüphe yok Yüce Allah onun yaptıklarına kızar ve cezalandırır. Tersine, mü’min kulunu sevdiği için de, mü’min kulların yaptığını sever ve razı olur. Zira Yüce Allah, kulu imanı ve

84

takvası oranında sever.

Allah kendisini seviyor diye, işlediği günahlara devam eden kimse ve hele bunun kendisine bir zarar vermeye­ceğine inanan bir insan, zehir içtiği halde, bünyesinin bu zahri yeneceğine ve zehirden bir zarar görmeyeceğine inanan ahmak kimse gibidir. Eğer böyle ahmaklar, Rasullerin bile, kendilerine indirilen kitaplardaki emir ve yasaklara uymak için, ne büyük eziyetlere katlandıklarını, ne acı bela ve zor­lukları karşılamak zorunda olduklarını bilselerdi, elbette ki, böyle bir ahmaklığa düşmezlerdi. Ki o Rasuller insanların Allah katında çıkacakları en yüksek makamlara çıktıklarını, yücelikte ve Allah’ın sevdiklerinde müstesna yeri olduklarını bilirler ve belki de doğru yola gelebilirlerdi birazcık akılları olsâydı.

Bir kimse, bir başka kimseyi gerçekten sevse bile, sevilenin dediklerini yapmaz, onu memnun etmeye çalış­mazsa bir de üstüne üstlük sevdiğine kaba muamele ederse, sevdiğinin kızgınlığını nefretini celbeder ve belki de ceza­sına muhatab olur.

Dine bağlı olan bir çok kimse sırf cahillikleri ve idare­sizlikleri sebebiyle, Allah’a kulluğu sadece sevgide arâdılar. Bunlar Allah’ın hududlarını çiğnedikleri, Allah’ın hakkını vermedikleri, batıl ve sapık iddialar ileri sürdükleri halde, sevginin kendilerini kurtaracağı sapıklığına düştüler. O kadar sapık şeyler söylediler ki, bu sözleri Allah’ın af­fetmesi mümkün değildir. Mesela: “Benim herhangi bir müridim, bir kimseden nefret eder, onu cehennemlik olarak görürse, ben ondan uzak olurum” gibi batıl sözler söyleyen­ler bile sevgiye sığınmak hatasına düştüler.

Bu hatalardan birisi, müridin bir insanı cehenneme ata­cağını yahut oradan kurtaracağını sanmasıdır. Müridini böyle bir güçte görmekten daha sapık görüş var mıdır in­sanlık aleminde. Mürid, yani talebe bile bu güçde olduktan

85

sonra, siz varın hesap edin, şeyh hangi güçtedir.

Bazısı da şöyle söyler: “Kıyamet günü cehennemin üze­rine benim çadırım örtülür ve örtüyü aşıp da hiç kimse ce­henneme gönderilemez”

Çok meşhur şeyhlerden bu ve buna benzer sapık sözler duyulmuştur. Bunlar ya o şeyhlere yapılar iftiralardır ya da kendilerinden sadır olmuş sapık sözlerdir.

Bu gibi sözler bazen insanoğlu sarhoş haldeyken ağızdan çıkar. Bu gibi hallerde insan temyiz gücünü, muhakeme yeteneğini kaybeder, ne söylediğini bilmeyecek kadar güçsüz kalır. Sekr, yani sarhoşluk, iyiyi kötüden ayırma gücünde o- lunmadığı zamanlarda tadılan bir lezzettir. Bundan ötürü, bu sözleri safedenler, sekr halinden çıkıp ayıldıkları zaman, söylediklerinden pişmanlık duyup tevbe etmişlerdir ekseri.

Sevgiden, şefkatten, levmden, aşktan bahseden kasideleri dinlemeyi önemli şayan şeyhlerin asıl maksadı budur. Çünkü bu gibi kasideler, neye ait söylenmiş olursa olsun, dinleyen ve okuyan kişinin kalbini tahrib eder ve sevgi doğrurur.

Yüce Allah ne kadar açık anlatıyor bu gerçeği:

“Allah sevgisini ve muhabbetini indirdi, onunla in­sanları imtihan ediyor” Ve yine; “Deki: Eğer Allah’ı se­viyorsanız, bana uyun. O zaman Allah da sizi sever...”

(Al-i İmran: 3/31)

Demek ki, ancak Rasulü’ne uyanları seviyor Yüce Allah. Demek ki, Rasulü’ne uymuş olanlar gerçekten sevmiş olu­yorlar Allah’ı başkları değil...

Rasule uymak ise, ancak kulluğun ne olduğunu araştırıp öğrenmekle mümkün olacak bir iştir. Halbuki, Allah’a muhabbeti olan pek çok kimse, Allah’ın gönderdiği şeriat­tan ve sünnetinden çıkmakta ve bu küçücük kitap da sayıp dökemeyeceğimiz çeşitli sapıklıklar ileri sürmektediler. Hatta bunlardan bazıları, emirlerin kendisinden iskad oldu­ğunu ve haramların kendisine helâl kılındığını ve daha

86 birçok Allah’ın şeriatına, Rasulün sünnetine aykırı iddi­alarda bulunuyor. Bir ayeti kerimede, Yüce Allah, yalnız kendisine ve Rasulüne itaat edip muhabbet duymayı ve Al­lah ve Rasul için cihat etmeyi imanın temeli sayıyor. Cihat, Allah’ın emrettiğini sevip yüceltmek, yasak ettiği şeylerden de nefret edip defetmek için yapılan mücadeledir. Allah ve Rasul sevgisinin en tabii sonucudur cihad.

Yüce Allah kendisini sevenlerin ve kendisinin sevdik­lerinin tarifini yaparken şöyle buyurmaktadır:

“Mü’minlere şefkatli, müşriklere ve kafirlere izzetli ve şeci şiddetli davranırlar, Allah yolunda mallarıyla canları ile cihat ederler ve dedikoducunun dediko­dusundan korkmazlar”                                 (Maide: 5/54)

İşte bunun içindir ki, bu ümmetin Allah’a olan muhab­beti, diğer geçmiş ümmetin muhabbetinden çok daha şiddetli ve ileridir. Bu ümmetin Allah’a olan kulluğu eski ümmet­lerin kulluğundan çok daha üstündür. Bu ümmetin en üstünü ise, Allah Rasulü’nün ashabıdır. Onların içinde de en ileri olanı, Rasule en çok benzeyenidir. Durum böyle olunca, muhabbet edenlerin durumu acaba nerede kalır?

Şeyhlerden şöyle sözler duyulmuştur: “Muhabbet kalpde var olan bir ateştir ki, mahbubu, sevileni murat etmekten gayri her şeyi yakar kül eder”

Bu sözlerle, meydana gelen her şey, vakıa halinde ortaya çıkan her oluş ancak Allah istediği için var olur. Allah’ın is­temediği hiç bir şey meydana gelemez. Böyle olunca da, el­bette ki Allah’ı sevdiğimiz için, onun murad edip ortaya çıkardığı her ne varsa sevmemiz gerekmektedir. Hatta küfür, fasıklık ve isyaını bile. Evet böyle zannetmektedirler. Madem ki, kalpde doğan bir hali Allah’a olan sevgi yakmamıştır, öy­leyse o şey güzeldir telakkisi.

Halbuki, bir insanın varlık aleminden bulunan her şeyi sevmesine imkan yoktur. İnsan ancak kendisine iyi gelen,

87 faydası olan şeyleri sever. Kendisine zıd olan, karşı koyan, zarar veren şeyleri ise hiç sevmez. Bu adamlar hiç şüphe yok, kendi nefsi isteklerine uyarak böyle hatalara düştüler, Tabii ki, kendi nefislerinin istediği şeye uydukları için, nefsi is­tekleri gelişip çoğaldı, böylece şehvetlerine daldıkça daldılar, nefislerinin istediği ve sevdiği şeyleri Allah sevgisi içinde görmeye başladılar. Her türlü sapıklığı Allah sevgisinden ötürü sevdiklerini iddia ettiler.

Halbuki, Allah’a muhabbet, sadece Rasulün getirdik­lerini sevmekle, yasakladıklarını sevmemekle mümkün ola­cak bir Yüce haldir. O’nun sevmediğini sevmek, bu hali kesinlikle siler süpürür.

Allah’ın, sevmediği, nefret edip gazap ettiği, hasılı yasak­ladığı şeylere ait kâza ve kader konusuna gelince. Şayet bir insan O’nun buğz ve gazab ettiği şeyleri, aynı şekilde göremezse, yani, gazab ve nefretine muhatab saymazsa, Allah’ı sevmemiş olur ve böyle bir kişinin başına gelecek-, lerden şikayeti ölamaz.

Gelelim İslam şeriatına uymak ve onun adına cihad etmek meslesine:

Bu gerçek mü’minlerle, sahtelerini birbirinden ayıran en geçerli endazedir. Allah’ı sevenlerle, Allah’ın sevdik­lerini, yani, Allah’a muhabbet duyanla, genel rububiyete bakarak Allah’a muhabbet ettiklerini’iddia edenlerin arasım ayıran en kesin çizgidir cihad. Kur’an’a uyanlarla, İslam’da olmayanların arkasında koşanları birbirinden ayırt eden, çok kesin bir şablondur cihad.

Gönderdiği kanunlara uymadan, Allah’a muhabbet beslediğini söyleyenlerin muhabbeti, hıristiyanlarla yahudi- lerin beslediği muhabbete benzer. Hatta bunların durumu Yahudi ve hıristiyanlardan kötüdür. Şirki onlarınkinden daha beter bir şirktir. Çünkü, onları cehennemlik yapan saik, aralarında Var olan nifaktır.

88

Yahudi ve hıristiyanlar küfür seviyesine üremedikleri zaman, Tevrat ve Incil’de Allah sevgisinin teşvik edildiği, onların ittifak ettiği bir görüş olmaktadır.

Nitekim Incil’de İsa’ya (a.s.) şöyle söylemektedir:

“Bütün, kalbinle, nefsinle ve aklınla Allah’ı seve­ceksin!”

Hıristiyanlar, çoğu zaman bu sevgiye sahip olduklarını ileri sürerler. Onlarda ibadet çoğunlukla sevgi üzerine otu- ru. Fakat, Allah’ın kanunlarına uymadıkları için, bu sevgi­leri boş bir sevgidir. Allah’ın sevdiklerini sevmedikçe, id­dia ettikleri sevginin onlara hiçbir faydası yoktur. Allah’ın sevdiklerine uymuyorlar ve tam tersine, gazab ettiklerine uyuyorlar ve böylece Allah’ın rızasına kulak asmıyorlar. Bunun için de bütün amelleri heba olup gitmektedir. Ancak kendisini sevenleri sever. Kul Allah’ı sevmediği takdirde, Allah’ın öyle bir kulu sevmesi bahis konusu bile edilemez. Ancak, kül Allah’ı hangi miktarda seviyorsa, Allah da o ku­lu sevdiği miktarca sever. Her ne kadar, Allah kulun yap­tığından daha çok verecektir ama, kul bir verirse Allah on verecektir ama... Bir hadisde buyrulduğu üzere:

“Her kim bariâ bir karış yaklaşırsa, ben ona on karış yaklaşırım; Kim bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona on kulaç yaklaşırım; Kim bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim”34

Yüce Allah, muttakileri, muhsinleri, tevbe ederek gü­nahlarından temizlenenleri sevmekte olduğunu haber ver­mektedir. Daha başka bir deyimle, aşağıdaki sahih hadisde beyan buyrulduğu üzere, Yüce Allah, emrettiklerini yapan, yasakladıklarını da yapmayan herkesi sever. Kudsi hadisde şöyle buyrulmaktadır:

“Kulum kendisine farz kıldığım şeyleri yapmakla ba-

(34)              Müslim, kikak: 38; Müslim, Zikir: 20-22.

89 na yaklaştığı gibi hiçbir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum nafilelerle bana yaklaşmaya devam eder, tâki onu sevdiğim zamana kadar. Onu sevdiğim zaman ise, sevdi­ğimin işiten kulağı, gören gözü olurum”35

(Yani, benim istediğim biçimde görür, istediğim biçimde işitir denmek istenmektedir.)

Sayısız hataya düşen bu akılsızlar, zühd ve takva adına misli görülmedik sayıda bid’at uydurdular. Aynen yahudi ve hırıstiyanlar gibi, şeriata, yani kanunlara uymadıkları ve o kanunların egemen olması için hiç bir teşebbüse ve mü­cadeleye girişmedikleri halde, Allah’a muhabbet iddia et­melerine benzer bir duruma düşmüşlerdir. Düşünün siz sapıklığın derecesini.

Sözde Rablarına yakınlaşmak maksadıyla, aynen hıris- tiyanlarm yaptıkları gibi, müteşabih ayetlere, yahut da doğrumudur eğrimidir bakmadan bazı veli zannedilen in­sanların sözlerine itibar ettiler. Bunları dinin değişmez ölçüsü olarak kabul ettiler. Tabii ki, sözlerini kabul ettiği şeyhleri kendileri için hüccet olarak kabul ediyor, gide gide her sözleri birer kanun oluyor bu şeyhlerin. Hayatlarını böyle yanılmaz kabul ettikleri şeyhlerin sözlerine göre yaşıyor ve elbette ki böylece onları Rab yerine koymuş oluyorlar.

Tabii ki sözleri senet olarak kabul edilen kişiler daha da çok şaşırıyor, şaşırdıkça da bid’atları artıyordu. Aynen hıristiyan ruhbanlarının durumuna benziyordu bunların du­rumu. Onlarda aynen hıristiyanlarm İsa’da (a.s.) yahut ken­di azizlerinde var olduğunu ileri sürdükleri yetkiler ve kaa- biliyetler gibi, kaabiliyetler görüyorlar şeyhlerinde. Hatta Al­lah’ın yetkilerini onlar da var sanıyorlar. Ve bu inançlarını da şiddetle savunuyorlar, Böylece hıristiyan telakkilerini

(35)                 Buharı, Rikak: 38; Müslim, Zikir: 20-22; İbn Mace, Fiten: 16.

90

benimsemiş ve müşrik olmuş oluyorlar.

Hak din İslam, her yönüyle Allah’a kulluğu, sadece O’na itaat ve ibadet etmeyi gerçekleştirmektedir. Kulluk geliştiği oranda, Allah’a muhabbet de çoğalır ve doruğa ulaşır. Kul­luk eksildiği oranda da, sevgi eksilir ve nihayet yok olur gider. Bir insanın kalbinde Allah’tan başka şeylere karşı ne kadar sevgisi varsa, o kişi de sevgi duyduğu şeylere o nis­pette kulluk var demektir. Allah için olmayan her şey batıldır. Bir işte, bir harekette Allah’ın rızası murad edilmemişse, iş ve hareket batıldır. Dünya ve onun için­dekiler melun olur, eğer onun içindeki insanlar dünyada var olanları Allah rızası için kullanmazsa. Uzun sözün kısası Allah ve Rasulü’nün sevdiği ve meşru saydığı şeylerin dışında her hareket batıldır ve asla insana fayda vermez.

Herhangi bir iş ki, Allah rızası için yapılmamıştır, Al­lah’tan başka bir amaç için işlenmiştir, Allah için işlen­memiş ve yapılmamış sayılır. Bir iş Allah’ın belirttiği ka­nunlar çerçevesinde yapılmamışsa, o iş Allah için olamaz. Sözün kısası, şu iki şeyi birleştirmeyen hiçbir şey Allah için olamaz: Bir iş Allah için olmalı, Rasulün sevdiği bir iş olmalı. Bunlar da Allah’ın Kur’an’da belirlediği farz ve müstehab işlerdir. (Vacib farz, sünnet de müstehaba dahildir)

Yüce Allah mealen şöyle buyuruyor:

“Her kim Rabbinin rızasına kavuşmayı arzu ederse salih bir amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibadete hiç kimseyi ortak etmesin” (Kehf: 18/110)

Demek ki salih amel işlemek lazımdır. Elbette ki salih amel Allah’ın Kur’an’da belirlediği ve yapılmasını iste­diği bütün işlerdir. Bunlar da farz ve mütehablardır. Yüce Al­lah’ın da mealen buyurduğu gibi; her iş ancak sadece Allah için olmalıdır:

“Hayır, onların dediği gibi değil! Her kim itaat ve amel'nde muvahhid ve mü’min olduğu halde kendini

91

tamamen Allah’a teslim ederse, onun için Rabinih katın­da mükafat olarak cennet vardır. Onlara hiçbir korku da yoktur ve onlar mahzun da olmazlar” (Bakara: 2/112)

Allah’ın Rasulü de şöyle buyurmaktadır:

“Her kim bizim üzerinde emrimiz olmayan bir iş ya­parsa, o iş ondan reddolunur”

“Ameler ancak niyetlere göredir. Her kişi için an­cak niyet ettiği şey vardır. Her kimin hicreti Allah’a ve Rasulü’ne ise, onun hicreti Allah’a ve Rasulü’nedir. Her kimin hicreti kavuşmak istediği bir dünya mahna veya kadına ise, o kimsenin hicreti onlaradır”36

İşte bu iki hadisi şerifde bildirilen iki esas, dinin teme­lidir. Bir kimse bu iki esas kaideyi gerçekleştirdiği oranda dinini gerçekleştirir. Yüce Allah, Rasullerini bu iki esası bildirmek için göndermiş, kitablarını bunun için indirmiştir. Allah’ın Rasulü bunlara davet etmiş, bunlar için savaşmış, bunları emretmiş ve teşvik etmiştir. Bunlar ve Özellikle niyet, dinin üzerine oturduğu en kuvvetli sütundur.

Bir hadisi şerfde buyrulduğu gibi, nefislere şirk galebe çalar:

“Bu ümmette şirk bir karıncanın yürüyüşünden da­ha gizlidir”

Bu sözü üzerine Ebu Bekir (radiyallâhu anh) Allah’ın Rasulü’ne sordu: “Madem ki bizdeki şirk karınca yürüyüşünden daha gizlidir, biz ondan nasıl kurtuluruz?” Allah’ın Rasulü cevap verdi:

“Sana bir kelime öğreteceğim, dikkatle dinle! Bu ke­limeyi iyi anlar ve seversen, şirkin büyüğünden de küçüğünden de kurtulursun! Allah’ım sana şirk koş-

(36)                     Buhari, Bedil-Vahy:l; Itk: 6; Menakıb: 45; Nikah: 5;

Eyman: 23; Hiyel: 1; Müslim, İmaret: 155;

Ebu Davud, Talak: 11; Tirmizi, Cihad: 16.

92 maktan yine sana sığınırım ve bildiğim ve bilmediğim her türlü şeyden dolayı senden af dilerim”

Ömer (r.a.) duasında “Allah’ım! amelimin hepsini, bütün işlerimi, senin razı olduğun gibi yapmama yardım et ve on­ları halis eyle. İstemediğin işleri yapmamı bana nasib eyleme” diyordu.

Cahil nefislerde çoğu zaman, Allah’a muhabbetin ve kulluğun gerçekleşmesinde ve dinin ihlaslaştırılmasında şehvetler karışır. Evs oğlu Şeddad’ın da dediği gibi: “Ey yaşayan Araplar! Üzerinize en çok korktuğum şey riya ve gizli şehvetlerdir.” Davud Seccistani’ye gizli şehvet nedir? diye sordular. “Baş olmak sevgisi” diye cevap verdi.

Malik oğlu Kaab Allah’ın Rasulü’nden şöyle rivayet et­miştir:

“Koyunlar içine salınan iki aç kürtün o koyunları dağıtmasından daha berbadı, kişinin mala ve şan hırsın­dan ötürü, dinini dağıtmasıdır”37

Görülüyor ki, Allah Rasulü mala ve şana hırsla sarılmayı koyun ağılını darmadağın eden aç kurta benzetmiştir. Elbette ki, ihlaslı bir mü’minde böyle bir hırs olamaz. Bir mü’minin kalbini Allah ve Rasulü’nün sevgisi her sevginin üzerinde doldurmuştur çünkü. İşte bu herşeyin üzerindeki sevgi, ih- las ehlinden her türlü kötülüğü uzaklaştırmıştı^

Yüce Allah’ın da buyurduğu gibi:

“İşte biz ondan fenalığı ve çirkinliği gidermek için böyle yaparız. Çünkü o ihlaslı kullarımdandır”

(Yusuf: 12/24)

Çünkü ihlaslı, samimi bir kimse, kendisini, başkasına kul olmaktan kurtaran, yalnız Allah’a kul olmanın lezzetini tadan ve kendini Allah’tan başkasını sevmekten men eden kişidir. Ancak böyle bir insan Allah sevgisinin tadını tatmış

(37)          Timizi, Fiten

93 olabilir. İhlaslı bir kalp için, ihlasla Allah’a kulluk ve iman­dan daha sevgili bir şey yoktur bu hayatta. Ancak böyle bir kalp sahibi korkarak ve umarak Allah’a yönelmiş olabilir. Yüce Allah’ın da mealen buyurmuş olduğu gibi:

“Cennet, Rahman olan Allah’a gıyabi olarak sevgi ve saygı gösteren ve Allah’ın rızasına yönelmiş bir kalp ile gelen kimselere mahsustur”        (Kaf: 50/33)

Çünkü seven kişi, sevdiğini kaybetmekten, onun başına kötü bir hal gelmekten korkar. Demek ki! Ancak Allah’ı se­verse bir insan, korku ve umut arasında bulunabilir.

Yüce Allah mealen şöyle buyuruyor:

“O müşriklerin tapındıkları da, Allah’a yaklaşmak, daha çok yaklaşmak için vesile arayıp duruyorlar. O’nun azabından korkuyorlar. Çünkü Rabinin azabı çok kor­kunçtur”                                                                  (İsra: 17/57)

Kul Allah’a ancak ihlasla bağlı olduğu zaman, Rabbi onu seçer, onu diriltir ve kendisine doğru yöneltir. Böylece ona sıkıntı veren kötülüklerden uzaklaştırarak korur onu. Artık o Allah'ın rızasına aykırı şeyler yapmaktan çok korkar. Ama Allah’ a bağlılıkta ihlaslı olmayan kalbin sahibi böyle değildir.

Onda, irade, ve mutlak anlamda sevgi yoktur. Böylesi bir kalbin sahibi, Allah’ı değil, fakat, kendi nefsine hoş görü­nen her şeyi büyük bir sorhoşlukla arzular. Ve arzu ettiği bu şeyi elde edebilmek için her teşebbüste bulunur, her yolu meşru sayar. Rüzgarın önündeki yaprak gibi, arzu ettiği şeyin arkasında yalpalayarak, daldan dala çarparak uçar gider. Yani artık onu irade değil, şehevi arzulan yönetir. Nef­sinin arzuladığı suretlere koşturur durur ona. Öyle kim­selere kul ve köle olur ki, köle olduğu kimseye resmen köle olmuş olsa kurtuluş imkanı vardır da, böylesi bir kölelikten kurtuluş imkanı yoktur...

Bazı kere riyaset ve makama meyleden insan, böyle bir

94 insanı bir kelime razı eder, bir kelime kızdırır. Hakkı ol­mayan birinden bir dayak yese de, ona kölelik hali devam e- der, fakat hakkı olan birinin basit bir tenkidine düşmanlık­la karşılık verir.

Bazen kişiyi, para, altın ve sair kalbin istediği şeyler köleleştirir? Böyle kimseler kendi nefsi arzularını kendisine ilah edinir. Allah doğru yoluna değil de kendi nefsinin arzu­larına uyar.

Herhangi bir insan ihlasla, samimiyetle, canla başla Al­lah’ı sevmez ve yalnız O’na kulluk yapmazsa, kulluk ve tevazu sahibi olmak açısından Allah’ına değil, başkalarına kul olur, zelil duruma düşer. İnsan ya Allah’a kul olur, sadece O’na boyun eğer, yahut da bu dünyanın varlıklarına kul olur, şeytanlar kölelik zincirini boynuna geçirir. Kalbi­ni şeytanlar istila eder. Bu iki şıktan dışarı çıkmaya gücü yoktur insanın. Böyle kimseler, dışta insanlara karşı sak- layabilseler bile, Allah’ın bileceği kötülük ve aşırılık sahibidirler. Bu hiç kaçınılmayacak bir sonuçtur. Yani Al­lah’a kul olmayan, en basit maddi varlıklara bile kul olur.

Eğer insanoğlu kalbini kötülük arzulamaktan alıkoymaz ve Allah’tan başkasına meyletmekten kaçmdıramazsa, o zaman müşrik olur.

Yüce Allah buyuruyor:

“O halde gerçek Müslüman olarak kendini dine yönelt. Allah’ın dinine ki, insanları onun üzerine yarat­mıştır. Allah’ın yarattığı bu dini değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. İşte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bunu bilmez. Hep Allah’a dönüp O’na itaat edin. O’ndan korkun ve namaza devam edin. Müşriklerden ol­mayın. O müşriklerden ki, dinlerini parçalara ayırdılar ve böylece bölük bölük oldular. Her ayrı bölük kendinde var olan dine inanıp güvenmektedir” (Rum: 30/30-32)

Yüce Allah İbrahim (a.s.) ve evlatlarını bu kötülüklerden

95 yüz çeviren, samimi bir biçimde Allah’ı sevip O’na itaat eden ve dinlerinde samimi olanlara, imamlar, önderler, Ra- suller yapmıştır. Nasıl ki, Firavun ve evlatlarını nefsi is­teklerine uyan, arzularının arkasında koşan sapıklara önder ve imam yapmışsa.

Yüce Allah İbrahim (a.s.) hakkında şunları buyurmak­tadır: \

“İbrahim’e evlat olarak İshak’ı, üstelik bir de Ya— kub’u ihsan ettik ve her birini salih kimselerden yaptık. Kendilerine hayırlar işlemeyi, namaz kılmayı, zekat ver­meyi vahyeyledik. Onlar bize kullukla ibadet ediyor­lar”          (Enbiya: 21/7-3)

Firavun hakkında şunları buyurmaktadır:

“Biz onları küfür ve şirkle ateşe çağıran imamlar ye öncüler yaptık. Kıyamet günü onlara yardım edilmez. Hem bu dünyada kendilerine aralarından bir lanet yağdırmaktayız. Hem de kıyamet günü onların yüzleri çirkin olacaktır”                                                                            (Kasas: 28/41-42)

İşte bu lanetten ötürü firavun’a bağlı olanlar, Allah’ın sevdiği ve razı olduğu şeyle, kaza ve kaderi arasındaki farkı ayırd edemiyorlar, edemezler de... Daha başka bir deyimle, mutlak meşiyette bakıyorlar. Sonunda da Halik ile mahlukun arasındaki farkı ayırd edemez duruma düşüyorlar. Halikin vücudu ile mahlukun vücudunu bir sanıyorlar. Firavun’un arkasında olana “alimler” diyorlar ki: “Şeriat itaat ve masiyettir. Hakikatsa taatsız masiyettir. Gerçekte ise ne taat vardır ne de masiyet...”

İşte böyle bir itikad ve anlayış, Halik’in kendi kulu Musa ile konuşmasını ve O’nun gönderdiği emir ve yasakları inkar eden firavun ve onun kavminin mezhebidir

İbrahim (a.s.) ve hanif Rasul olan onun evlatlarına bağlı olanlara gelince: Bunlar muhakkak halik ile mahluk arasın­daki benzersizliği bilirler. Ve gene bilirler ki, kul bu konu-

96 da ne kadar derinleşirse, kalbindeki Allah sevgisi o oranda artar. Sevgi de artınca, itaat ve kulluk doruk noktaya doğru yol alır. Böyle olunca da, kendisi gibi ve hatta kendisinden çok daha aciz şeylere kulluktan kurtulur ve gerçek hürriyet yolunda ilerler.

Bu sapık müşrikler Allah ile mahluku eşit görmekte­dirler. İbrahim (a.s.) diyor ki:

“İbrahim şöyle dedi: “Şimdi gördünüz mü, o sizin ve geçmiş atalarınızın taptıklarını; muhakkak onlar benim düşmanlarımdır. Bundan ancak alemlerin Rabbi müstesnadır”                                     (Şuara: 26/75-77)

Hıristiyanların yaptıkları gibi, bu sapık müşrikler de şeyhlerinin benzer sözlerine sarılıyorlar. Bunlardan bir tanesi “fena” kelimesidir. Hiç kuşkusuz fena üç çeşittir:

1-                 Enbiya ve kamil evliyaların fenası.

2-                 Enbiya ve salihlerden bir kast taleb edenlerin fenası.

3-                 Münafık, müfsid ve müsebbihlerin (Allah’ı mahluka bezetenlerin) fenası.

Birinci gruba girenlerin fenası: Bunların fenası, Al­lah’tan başka hiç bir şeyi istememektir. Başkalarını iste­mekten kurtulmaktır. O kadar ki, bunlar sadece Allah’ı se­ver ve yalnız O’na kulluk eder. Sadece O’nu kendine vekil tayin eder ve güvenir. Allah’tan başka hiçbir şeyden yardım ve destek dilemez. Bu, Ebu Yezid’in ifade ettiği manadır. O şöyle ifade etmiştir bu manayı: “O’nun irade ettiği şeyden başka hiçbir muradım yok”. Yani, sevgili Allah’ın murad et­tiğinden başka hiçbir isteği yok. Elbette ki, böyle bir murad, dinin emrettiği, istediği muraddır. Böyle bir istek sahibi kimse, dinin istediklerini ister, istemediklerini ise reddeder. Kulu yücelten, kemale erdiren şey, Allah’ın irade ettiği, dilediği, istediği, razı olduğu ve sevdiği şeyden başkasını istememek, dilememek, sevmemek ve O’nun razı olduğundan başka hiçbir şeye razı ol­mamaktır. Bü da Allah'ın farz ve müstehab olarak emrettiği

97 şeylerden başkası değildir. Melekler, Rasuller ve salih kullar gibi, Allah’ın sevdiklerinden başka hiçbir şeyi sevmez.

Böyle bir hal, Yüce Allah’ın anlattığı şu haldir:

“O gün ki ne mal bir fayda verir, ne de oğullar. An­cak Allah’a selim bir kalple gitmek müstesna”

(Şuara: 26/88-89)

Diyorlar ki: “Selim bir kalp Allah’tan başka şeylerden se­lim olan bir kalpdir”. Yani, Allah’ a kulluktan başka veya Al­lah ’ m iradesinden başka her şeyden selim olmak, kurtulmuş olmak. Mana birdir. Bu manayı, ister fena kelimesiyle izah et, isterse de başka başka kelimelerle, netice değişmez. Çünkü, bu mana İslam dininin hem evveli hem de sonu, hem batını ve hem de zahiridir.

İkinci gruba girenlerin fenası: Allah’ın dışındaki bütün varlıklardan fena bulmaktır. Mahlukları müşahede etmek­ten uzaklaşmış olmaktır. Bu hal birçok salikte meydana gelen bir haldir. Hiç şüphe yok ki, bunların kalpleri Al­lah’ın zikri ile, O’na kulluk ve sevgi göstermeye o kadar çok bağlanmıştır ki, bağlandığı ve zikrettiği Allah ’ tan başkasını S.    görememektedir. Göremediği için de, Allah’tan başkasını

|                      hatırlamaz. Hatta belki düşünemez bile.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır mealen:

* .                       “Musa’nın anasının kalbi, evlat derdinden başka her

şeyden boş olarak sabahladı. Eğer vaadimizi tastik eden­lerden olması için kalbine sabır vermeseydik, az kalsın onu açığa vuracaktı”    (Kasas: 28/10)

Bu ayet hakkında diyorlar ki: “Musa’yı hatırlamaktan dolayı, ondan başka herşeyi unutmuştu”. Bu hal, kendini sev­gi, korku veya umut gibi şeyler istila eden kimselerde sık sık olan bir haldir. Bu hallerde insankalbi, o sevdiği, korktuğu veya ümitlendiği şeyden başka ne varsa yüz çevirir. Öyle ki,

98 dalıp mestolma halinde sevdiğinden başka hiçbir şeyi müşa­hede ve idrak edemez olur. Bu şekildeki fena hali, sahibinin üzerinde artıp kuvvetlendiği zaman; onun varlığında kendi varlığını, onu seyretmekten kendini seyretmeyi, onu hatır­lamaktan kendini hatırlamayı, onu bilmekten kendini bilmeyi unutur, her hali yok olur gider. Hatta her şey, kulun bizzat kendisi ve bütün diğer varlıklar varlıklarını sürdüğü halde, onun idrakinden silinir gider. Ve sadece ezeli ve ebedi olan varlık kalır ki, O da Yüce Allah’dır. Murad, yani niyet, kast, kulun hafızasında ve görüşünde Allah’tan başka ne varsa, hepsinin yok olması, fena bulmasıdır. Bu hal insan­da kuvvetlendiği zaman, seven kişi zaaf içine girer, iyiyi kötüyü, yaratığı, yaratanı birbirinden ayırd etmesi fevkalade zorlaşır. Artık sevilmesi lazım gelenin bizzat kendisi olduğunu vehmetmeye, zannetmeye başlar. Bir bakıma ken­disini ilahla birleşik görmeye başlar. Anlatıldığı gibi... Birisi denize düşer, onu sevenlerden birisi de arkasından denize bırakır kendini.

Denize düşen arkasından denize atlayana sorar: Ben düştüm. Seni benim arkamdan suya atan sebep nedir? Cevap verir atlayan: “Seni ben sandım. Çünkü kendimi sende kay­betmiştim, yok etmiştim” Bu konuda böyle inanan bir kim­senin ayağı kaydı ve yok oldu. Onlar fena bulmayı bir­leşme zanettiler. Sevenle sevileni bir görmeye başladılar. Bir başka deyimle, halikle mahluk bir vücuda birleşiktir zannına kapıldılar, ikisinin varlığı hakkında bir fark görmediler. Bu azim bir hata, müthiş bir yanılmadır. Çünkü, kesin bir gerçek vardır ve bu gerçek, Halkedici olan Yüce Allah, halkettiği varlıkla birleşmez.

Yüce Allah buyuruyor:

“O’nun misli, benz.eyeni yoktur. O bütün söylenenleri işitir ve bütün yapılanları mutlak bilir” (Şura: 42/11)

99

O birdir ve hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şey var­lığını sürdürmek için O’na muhtaçtır. Doğmamış ve doğu- rulmamıştır. O’na denk olacak hiçbir şey yoktur. Hayır hiçbir şey, bir başka şeyle birleşemez. Ancak değişime uğrar. Varlıklar değişime uğrayarak iki şeyi birbirine bağlar yahut birleştirir ve üçüncü bir şeyi meydana getirirse, bu ola­bilir. Böyle bir sonuçda da, ortaya çıkan üçüncü şey, ne birin­cidir, ne İkincisi. Ne biridir ve ne de öbürü. Su ile sütün, su ile şarabın birleşiminde olduğu gibi...

Fakat murat ile mahbub, murat ile mekrin, yani nefret edilen birleşebilir. Bunlar irade ile istek ve çirkinlik çeşit­lerinde birleşebilirler. Biri diğerinin sevdiğini sevebilir ve bir başkası öbürünün nefret ettiğinden nefret edebilir. Razı olduğunu razı olur, kızdığına kızar. Şiddetli davrandığına şiddetli davranır, tiksindiğinden tiksinebilir. Dost edindiği­ni dost, düşman saydığını düşman sayabilir. Ama bütün bu fenaların hepsinde eksiklik vardır.

Ebu Bekir (r.a.), Ömer (r.a.) ve muhacir ve Ensar’dan önce gelip geçen bütün büyük evliyalar bile anlatma kastet­tiğimiz bu fena biçimine düşmediler. Nerede kaldı Rasuller düşsün. Onlar böyle bir fena durumuna asla düşmemişlerdir. Bütün bu hallerin sahibi olduğu gibi iddialar ashabdan son­ra oraya çıkmıştır. Bu kabil, kalbe arız olan iman halle­rinden, aklı terketmek yahut kaybetmek, hayırla şerri, iyiyle kötüyü birbirinden ayırd edememek gibi haller sahabelerden sonra ortaya çıkan arızalardır.

Hiç şüphe yok ki sahabiler (Allah onların hepsinden razı olsun) akli bakımdan herkesten daha üstün, daha ileri idiy­diler. İmanları, akıllarını kaybetme, baygınlık geçirme, kendinden geçme sorhoşluk veya delilik gibi hallere düşmeyecek kadar sağlamdı. Bu işlerin başlangıcı, tabiin-

100 den sona, Basra’da aşırı ibadet eden kimseler arasındadır. Bunların içinde Kur’an-ı dinlediği zaman düşüp bayılan kimseler vardı. Ebu Cüheyri Dariri ve Basra kadısı Ebu Evfa oğlu Zerare gibi adamlar vardı. Bunlara bezer, su- fiyenin şeyhlerinde de fena bulup, kötüyle iyiyi birbirinden ayırd etme yeteneğini kaybeden kimseler vardı. Bu kimseler bu sahoşluk ve kendini kaybetme zamanlarında bir takım sözler söylediler, fakat bu halden ayılıp kendilerine geldikleri za­man sarhoşken söyledikleri sözlerden ötürü tevbe ve istiğ­far ettiler. Mesela, Ebu Yezid’i Bestami, Ebu Hasan-en-Nuri, Ebu Bekri Şibli gibiler hep böyledir. Ebu Süleyman-ed- Darani, Maruf’u Kerhi, Fudayl b. lyaz ve Cüneyd-iBağda- di ve daha bir çokları böyle değildir. Bunlar seyri sülük halinde iken akılları başlarında iyiyle’ kötüyü birbirinden ayıracak şuurda idiler ve onun için asla şeriata aykırı sözler söylemediler. Aklı şaşırtan bu çeşit bir fena haline hiç duçar olmadılar. Hayır, bin kere hayır. Onlar, sahoşluk içinde saç­malamadılar. Bunlar kitap ve sünnetin doğru yolu ile beslenen, kalplerinde Allah sevgisinden, Allah’ı istemekten, O’na kul­luk etmekten başka bir şey düşünmeyen ve yapmayan büyük mü’minlerdir. Çünkü, onlar her hallerinde içinde bulundukları durumu çok iyi, şuurlu bir biçimde müşahede etmişlerdir. Böyle olmaları onların ilim sahibi olduklarını gösterir el­bette. Daha başka bir deyimle, bunlar, bütün mahlukatın Al­lah’m emri ile kaim ve O’nun diriltmesiyle hareket ettiğini ve bütün yaratılmışılarm Allah’ı teşbih ve dua eder olarak müşa­hede ederler. Böylece yaratıkların bu hallerinde, kendilerinde basiret ve tezekkür hasıl olmakta ve bu müşahede ettikleri şeyler onların kalplerinde dinin ihlasım, Allah’a tevhidin sadeleşmesini, şeriksiz ve eşsiz olan Allah’a, sadece O’na kulluk etmesini sağlamlaştırır ve kökleştirir.

101

Bu Kur’an-ı Kerim’in tanımladığı gerçek iman sahiple­rinin ve üstün ve yüce iman sahiplerinin yerine getirdiği bir gerçektir. Son nebi, sevgili Rasulümüz Muhammed (s.a.v.) bunların en üstünüdür. Bundan ötürüdür ki, semavata yük­seldiği ve çeşitli alametler gördüğü, rabbinin ona çeşitli biçimlerde vahyeylediği ve Mekke insanlarının içinde sabah­ladığı halde, durumu hiç değişmemiş ve kendisinde redde­dilmesi gereken bir fena hali görülmemiştir. Hiçbir sarhoş edici şartta kendisini kaybetmemiştir. Fakat baygınlık geçi­ren Musa (a.s.) böyle değildir. O bile dayanamamıştır hari­kuladeliklere.

Üçüncü tip fena haline gelince: Bu Allah’ta başka hiçbir varlık müşahede etmemek, halikin vücudunu mahlukun vü­cudu sanmaktır. Elbette ki böyle bir hal, Allah’la kul arasın­daki farkı olduğu gibi kaldırmaktadır. Allah ile kulu birleş­tirmektedir.

Bu hululiye, yahut Vahded-i Vücud sapık telakkisine düşenler, zındıkların ve dinsizlerin en kötüsüdür. Sahabe ve doğru yolun öncüleri hiçbir değerli imam böyle bir fena durumuna düşmemişlerdir. Eğer bunlardan birisi “Allah’tan başka hiçbir şey görmüyorum veya Allah’tan başkasına bakmıyorum veya benzeri şeyler söylerse, söylediği ispat edilebilirse, onların bu sözlerden kastı, söylemek istediği, “Allah’tan başka terbiyeci, başka müdebbir, başka yaratıcı, kendim için başka ilah görmüyorum. Korku ve umut edebi­lecek O’ndan başka bir kudret kabul etmiyorum”dur. Zira göz kalbin kapıldığı şeye nazar eder, ona bakar. Bir kimse bir şeyi sever, ümitlenir, yahut ondan korkarsa, ona iltifat e- der ve elbette ona yönelir. Kalbte ona sevgi, ondan ümitlen­me ve korkma, o şeye nefret ve kalbe ait diğer hallerden her hangi bir ilgi olmadığı zaman, kalp ona iltifat etmeyi, ona bakmayı asla istemez. Sadece onu üstünkörü görür belki.

Kalbin meyletmediği şeylere bakan göz, sadece bir eşya-

102 ya bakar gibi bakar fakat aslında görmez. Büyük alimler ve salih Müslümanlar. Tevhid-i Rabbaniyi tecrit ve dinin tama­mında ihlası gerçekleştirme konusunda öyle şeyler zikredi­yorlar ki... Kul Allah’tan başka hiçbir şey en küçük bir il­tifat göstermeyecek, bıkmayacak, korkmayacak, ümitlenme­yecek. O kadar ki, kalbi bütün yaratıklardan azade olacak, müstağni kalacak. Böyle bir insan, yaratığa Allah nuru ile bakar. O’nun işittirmesiyle işitir, hak ile tutar ve hak ile yü­rür. Yaratıklardan Allah’ın sevdiğini sever, sevmediğini de sevmez. Allah’ın dost saydığını dost, düşman saydığını düşman sayar. Yalnız Allah’tan korkar ve Allah’tan kork­tuğu için dünyada hiçbir şeyden korkmaz. Dünyada bütün işlerinde Allah’a ümit bağlar, Allah’ı bırakıp dünyaya umut bağlamaz. İşte bu haller, bütün enbiya, evliya ve salih kulla­rın kalplerini dolduran gerçeklerin, marifetlerin ta kendisi­dir. Gerçek tevhid budur.

Üçüncü gruba girenlerin tevhidi ise, yani, vücudda yok olmak, vahded-i vücud tevhidi ise, Firavun’un ve onun yo­lunda gidenlerin tevhididir. Yahudi kararhita teşkilatlarının ve bu teşkilatın yolunda giden, Hallaç, Muhiddin Arabi, İb- ni Fariz, İbni Sebi ve Afif Tilmasani’nin ileri sürdüğü vah­ded-i vücudu kendilerine din edinen ve kabul eden insanlar gibi...

Allah’ın Rasulü’ne bağlı olanların fenası ise, bu çeşit fe­na Övülen, methedilen cinsden bir gerçektir. Böyle bir hal­le hallenen kişi, Allah’m övdüğü, sevdiği evliyalarından kur­tuluşa eren cemaatından ve zafer kazanan askerlerinden olur.

Yukarda zikrettiğimiz sözlerle, meşayih ve alimler “Al­lah’ı yaratıkta görüyorum” demek istemiyorlar. Çünkü Al­lah yer gök ve ohun içinde olan herşeyin Rabbidir.

Böyle bir sözü ancak dalaletin en son noktasına ulaşmış sapıklar söyleyebilir. Bu da akıl eksikliğinden doğan itikad

103 bozukluğudur. Böyle kimseler dinsizlik ile delilik arasında bocalayan kimselerdir. Din yolunda kendisine uyulan büyük alimler, ümmetin selefinin önde gelen imamlarının ittifak et­tiği, birleştiği şeyler üzerinde buluşmuşlardır. Bu birleştik­leri şey, Allah’ın yaratıklardan ayrı olduğu gerçeğidir. O’nun zatından yaratıkların da hiç bir parça bile yoktur. Ya­ratıklardan hiçbirisi de O’nun zatında mevcut değildir. Eze­li olanı, kadim olanı sonradan var edilmiş olandan ayırmak ve haliki ait olduğu eşsiz ve benzersiz yere oturtmak her mü­min insan için farzdır. Ve bu söz büyük din önderlerinin söy­lediği en büyük gerçektir. Onlar kalplere musallat olan arı- zalardan ötürü pek çok gerçek sözler söylemişlerdir. Mese­la: İnsanlardan bazılar zaman zaman mahlukatın vücudunu görür, somut varlığını müşahede eder, fakat onun mücerre­dini, soyutunu, iç yüzünü göremez, müşahede edemez, id­rak edemez. Çünkü kalbinde farkları görücü, birbirinden ayı­rıcı hassa yok olmuştur. Aslı göremediğinden, gerçeğe nü­fuz edemediğinden, surette, görüntüde kaldığından, görebil­diğini yerin ve göğün sahibi zanneder. Güneş ışığını gören ve bu gördüğünü güneş zanneden insanın durumunda oldu­ğu gibi. Onlar bazen hem fark hem de birlikten bahsediyor­lar. Fena kavramı hakkında birçok sözler bulunduğu gibi bu konuda birçok yazılı ibareler vardır...

Hiç şüphe yok ki, insanoğlu yaratıkların çokluğuna ve çe­şitliliğine şahit olduğu zaman şaşıp kalır. Bu şaşkınlık kal­bini, kalbi bağlarını böler dağıtır. Kalbin çokluk karşısında­ki şaşkınlığı, yaratıklara bağlar onu. Fakat bu bağlılık, ya muhabbet, ya korku yahut da umut şeklindedir. Fakat mah- lukatı birleşik olarak tekleşmiş gördüğü zaman, kalbi Al­lah’ın tevhidi, ortağı olmayan o mabuda kulluk etmek üze­re birleşir. Böylece bütün yaratıklara iltifat ettiği halde, kalbi tek başına Allah’a iltifat eder. Bu iltifat, Rab korku­su, umudu ve yardım isteme şeklinde tecelli eder. Bu durum­da bazen yaratan ile yaratılanın arasını ayırdedebilmek için, yaratığa bakma fırsatı bulamayacak kadar kalbi Allah ile meşguldür. Durum bu olunca, yaratıklardan kasti olarak yüz çevirir. Bütün düşüncesini bir noktaya, sadece Hakka yö­neltir. Böyle bir hal, fena deyiminin ikinci tipine girer. Fa­kat İkincisinden biraz farkı vardır. Bu fark kulun, yaratığın Allah ile kaim olduğunu, ancak O’nun emriyle hareket et­tiğini bilmesidir. Yaratıkların çokluğunun ve çeşitliliğinin Allah’ın birliği içinde yok olduğunu; Allah’ın bütün yara­tılmışların Rabbi, ilahı, yaratanı ve maliki olduğunu gö­rür. Onun için, ihlas, muhabbet, korku, ümit, isteme, tevek­kül, O’nun için düşmanlık ve dostluk etmek, itibar ve kal­bi Allah üzerinde birleşmekle birlikte, yaratan ile yaratılan arasındaki farkla, ikisini birbirinden ayırd ederek bakar. Ve yaratığın çok ve çeşitli olduğunu müşahede ederek, Al­lah’ın her şeyin Rabbi, maliki ve yaratıcısı olduğunu ve O’ndan başka ilah bulunmadığını bilir ve buna inanır.

İşte bu şuhud, yani müşahede ve görüş, sağlam görüşün ta kendisidir. Ve bu görüş, kalbin ilminde, şehadetinde, zikri ve marifetinde, hal ve ibadetinde, kast ve iradesinde, muhabbet, dostluk ve taatmda vacibdir. Allah’tan başka ilah yoktur, yani; “Lailaheillallah” gerçeğine şehadetin ta kendisidir. Tevhidin gerçekleşmesidir. Zira bu şehadet, kalpten, hakdan başkasının ilahlığını silkip atmaktır. Sade­ce Allah’ı ilah, tek hükmedici olarak kabul etmektir. Şeha­det, bütün yaratıklardan ilahhk hakkını ve vasfını kaldırır. Sadece yerin ve göğün yaratıcısı ve tek sahibi Allah’ın hak­kı olduğu kabul edilmiş olur. Böyle bir şehadet ancak kal­bin Allah’tan gayri her şeyden temizlenmesini gerektiren bir şehadettir. Bu durumda kul, bilgi muhabbetinde, yaratıcı ile yaratılanın arasını ayırıcı olur. Öyle ki, sadece Allah’ı bilir, O’nu zikreder ve kalbini O’nun hikmetleriyle doldurur. Fa­kat bununla beraber o, Allah’ın mahlukattan ayrı, yaratık ol-

105 madan da O’nun tek başına var olacağını bilir ve bunu hiç bir zaman aklından çıkarmaz. Böylece, sadece Allah’ı sever, O’nu yüceltir ve yalnız O’na kul olur. Umudunu sadece O’na bağlar ve yalnız O’ndan korkar. Sadece O’nu sever, O’nun dost olduklarına dost, düşman olduklarına ise düşman olur. Yalnız ondan yardım dilenir ve sadece O’ndan taleb e- der. O’nu kendine vekil ve sahip kabul eder, O’ndan başka­sından yardım dilenmekten, korkmaktan şiddetle kaçınır. O’ndan başkası için dostluk kurmaktan, düşmanlık yap­maktan sakınır. O’ndan başkasının meşru olmayan emirle­rine itaat etmekten uzak durur. Bütün bu haller Allah’ı ye­gane yaratıcı olarak kabul etmenin tabii sonucudur. Bütün bunlar O’nun rububiyetini kabul etmiş olmanın özellikleri­dir. Ki O, herşeyin Rabbı, Maliki, haliki ve müdebbiridir. İş­te bu şekilde inanılırsa, Allah’ın muvahhid ve gerçek kulu olunur.

En geçerli zikir: Rivayet edilir ki, Tirmizi’den naklen: En gerçek ve efdal zikir “Lailaheillallah”dır. Tirmizi’nin ve di­ğer muhaddislerin zikrettiği hadis şöyledir:

“Zikrin en efdaii lailaheillallah, duanın en faziletlisi ise Elhamdülillah’dır”38

Muvatta ve diğer hadis kitaplarında Ubeydullah oğlu Talha’dan rivayet edildiğine göre, Allah’ın Rasulü şöyle bu­yurmuştur:

“Benim ve benden evvel gelen Rasullerin söyledikle­rinin en faziletlisi: “Lailahillallahu vahdehu la şerikele- hu lehülmülkü ve lehül hamdu ve hüve ala külli şey’in ka­dimdir”39

Yukardaki sözlerin Türkçesi şöyledir: “Allah’dan başka ilah yoktur. O tektir ve şeriki yoktur. Mülk ve hamd O’nu- nudur. O her şeye kadirdir.”

(38)                         İbn Mace Edeb: 55; Tirmizi Deavat: 8.

(39)                         Muvatta, Kurlen: 20.

106

Bir kimse, bu zikr halkın, avamın zikridir, havasın ve yü­ce insanların zikri müfret isimdir, halbuki bu zamir ismidir; Yani, zikir sadece “Allah” kelimesinden ibarettir derse, bunu söyleyenler sapıtmış ve yoldan çıkmıştır.

Bazılarının

“Sen, Allah o kitabı indirdi de, sonra onları bırak, ba­tıl dedikodularında oyalanıp dursunlar” (En’am: 6/91)

ayetini iddialarına delil getirmeleri, bunların en büyük ya­nılgılarıdır. Çünkü ayetteki Allah ismi, istifhamın, yani so­runun ve acabanın cevabındaki emirde zikredilmiştir. Ki aye­tin evveli

“Musa’nın insanlara nur ve hidayet olarak getirdik­lerini kim indirdi?”

şeklindedir. Ayetin arka kısmında da “Allah de” denmek­tedir. B öylece yurakıdaki soruya cevap verilmiş olmaktadır. Yani, Musa’nın (a.s.) getirdiği kitabı, Allah indirdi de, den­mektedir. Tekden Allah demek değildir bu. Allah ismi baş­langıç, haberi de sorunun delalet ettiği cümledir. Mesela: Sa­na kim geldi, diye sorulduğu zaman, cevaben Zeyd denildi­ği gibi...

Sonra tek bir isim, ister şahıs zamiri, isterse gayb zami­ri olsun, tam bir kelam ve mana ifade eden bir cümle değil­dir. Yani, Allah Allah Allah, hu hu hu kelimeleri tam bir an­lam ifade eden kelime değildir. Bu çeşit tek kelime ne iman, ne küfür, ne emir, ne nehiy ifade etmez. Bu tarz zikri ashab- dan hiç biri yapmamış ve Allah’ın Rasulü de yapılmasını söylememiştir. Bir tek özel ya da sıfat isimini zikretmek, kalbde bir bilgi meydana getirmez ve kişiyi faydalı biri ya­pacak hale sokmaz. Sadece kalpte bir kımıldama meydana getirir ve tasavvur meydana getirir ki, müsbet menfi hiçbir fikir bu tasavvurun üzerinde bina edilemez. Bizatihi mana ifade eden, kalpte bir bilgi ve marifet meydana getirmezse, böyle bir zikir boşuna yapılmış bir zikirdir. Şeriat ise, tek ba-

107 şma bir anlam taşıyan zikirleri meşru saymıştır. Başka ke­limelerle destekli değil, sadece bizzat kendisi bir anlam ta­şımalıdır fayda verecek zikirlerin.

Bu şekil, tek başına bir mana ifade etmeyen zikirlere sarılanlar, böyle yaptıkları için vahded-i vücud telakkisine düştüler ve işi dinsizliğe kadar vardırdırlar. Bazı şeyhlerin söylediği rivayet edilen: “Yokla ispat arasında ölmekten korkuyorum” sözleri bu kabilden sözlerdir. Yani, Lailahe- illah derken, lailahe, hiçbir ilah yoktur deyip, ancak Allah vardır demeden ölürsem, kafir olarak ölüp giderim diye korkarım denmek istenmektedir. Bir başka deyimle işte bu korkudan dolayı, sadece Allah derim denmeye getiriliyor. İş­te böyle bir te’vil sakattır. Ve asla böyle bir söze iltifat ve itibar edilemez. Çünkü ameller, hareketler niyetlere göre ol­maktadır. Allah’ın Rasulü bir sahih hadisde can çekişmek­te olan bir kişiye:

“Bir kimsenin son sözü “Lailaheillallah” olursa, cen­nete girer”40

diyerek telkin vermektedir.

Eğer bu yüce ve mübarek sözün zikredilmesi mahzurlu olsaydı, ölümü yakınlaşmış bir kişiye söylemesi için telkin edilmezdi. Onların iddia ettiği ve söyledikleri müfret isim­lerden biri telkin edilirdi.

Özetle: Sadece, münferid isim olarak, Allah Allah, hu hu, hay hay diyerek zikretmek, sünnet’ten çok uzak, bid’atın içinde ve şeytanın sapıklığına en yakın düşen bir faaliyet­tir. Zira bir insan, “Ya hu ya hu” veya “hu hu hu” yani, o, o, o dediği zaman, bir zamir olan O ancak kalpten geçen anla­ma, manaya göre şekil alır. Yani kalbe olan tasavvura uygun şey olur. Kalp ise, bazen iyi düşünür, bazense kötü.

Fusus sahibi İbni Arabi yazdığı bir kitaba “Kitab-ul- Hu” adını vermiştir.

(40)                           Müslim, İman: 53-154.

108

Bunlardan bazısı A’li İmran suresinin yedinci ayetinde geçmekte olan “Ve ma yalemu tevilehu illallah” ayetinin ma­nasını “Emu” isminin gerçek anlamını Allah’tan başkası bilmez, şeklinde yorumlanmıştır. Halbuki, ayette geçen hu, yukarda zikredilen müteşabih ayetlere ait bir zamirdir. Aye­tin açıklaması ise; “O müteşabih ayetlerin gerçek manasını Allah’tan başka kimse bilmez” şeklindedir. Bütün Müslü- manlar, hatta aklı başında bütün insanlar böyle bir iddi­anın batıl olduğunu kabul etmişlerse de, gene de bunlardan birine şöyle söyledim: “Sizin iddia ettiğiniz şey doğru olsay­dı, o zaman ayeti kerimede” “Tevilehu” diye bitişik yazıl­maz, “Tevile-hu” olarak ayrı yazılırdı”.

Kur’an’da Allah şöyle buyurmaktadır mealen:

“Hem Rabbin ismini zikret, hem de yalnız O’nu yücelt”

(Müzemmil: 73/8)

“Rabbinin ismini teşbih et”                                   (A’la: 87/1)

“Temizlenen ve Rabbinin ismini zikredip de namaz kı­lan şüphesiz felaha erdi”                                                                                  (A’la: 87/14)

ve

“Azim olan Rabbinin ismini teşbih et” (Vakıa: 56/74)

Bunlar ve bunlara benzer ayetlere bakarak, emredilen zik­rin tek isim olarak zikredilmesi gerekmez. Çünkü, Allah Ra- sulü’nün sünnetinde sabit olmuştur ki: “Azim olan Rabbi­nin ismini teşbih et” ayeti kerimesi nazil olduğu zaman Al­lah’ın Rasulü şöyle buyurmuştur:

“Bunu secdenizde yapınız”

Bunun üzerine Müslümanlar için rükuda “Sübhanerabbi- yelazim” -azim olan Rabbimi teşbih ve tenzih ederim- diye­rek zikir ve teşbih eylemek sünnet kılınmıştır. Sahih olan ri­vayete göre, Allah’ın Rasulü rükuunda, yukarda zikrettiği­miz teşbihi söylüyordu. Bunda bütün Müslümanlar ittifak et­mişlerdir.

Demek ki, yüce olan rabbin isimini teşbih etmek ve zik-

109 retmek emri tek isim olarak, Allah Allah değil de, tam bir mana ifade eden cümle halinde tatbik edilmiş ve sünnet haline gelmiştir. Nitekim bir sahih hadisde Allah Rasulü şöy­le buyurmaktadır:

“Kur’an-ı Kerim’den sonra en faziletli kelam: Sübha- nallah, velhamdülilah ve lailahe illallahu vallahu ekber Allah’ı teşbih ve tenzih ederim. Hamd Allah’a mahsus­tur. Allah’tan başka ilah yoktur. Allah her yücelikten yü­cedir kelamıdır”41

Diğer bir sahih hadisde şöyle buyrulmaktadır:

“İki kelime vardır ki, dilde hafif, fakat mizanda, key­fiyette ağır ve Rahman’a göre sevgilidir. Bunlar: Sübha- nallahu ve bihamdihi, sübhanallahilazim”42

Başka bir hadisde de şöyle buyrulmaktadır:

“Her kim günde yüz kere, lailaheillallahu, vahdehu la şerikelehu, lehül mülkü ve lehül hamdu ve hüve ala kül­li şey in kadir- Allah’tan başka ilah yoktur, O birdir ve şeriki yoktur, mülk O’nun, hamd O’nundur, O her şeye güç yetirendir.- derse, Allah o kimseyi o gün şeytanın şer­rinden emin kılar, ta akşam vaktine kadar. Kendi gibi ve­ya kendinden fazla söyleyenden başka hiç kimse o adam­dan daha faziletli olamaz”43

Başka bir hadisde de şöyle buyurulmuştur:

“Her kim günde yüz kere, Sübhanallahu ve bihamdi­hi sübhanallahülazim- hamd ile Allah’ı teşbih ve tenzih ederim, azim olan Allah noksanlardan münezzehdir- derse, o kimselerin hataları silinir, o hatalar isterse de-

(41)                        Buharı, iman: 19; Müslim, Edeb: 12; Tirmizi, Deavat: 127;

İbn Mace, Edeb: 56; Alimed: 5/10-11-20-21.

(42)                        Buhari, Deavat: 65; Tevhid: 58; Müslim, Deavat: 31;

Tirmizi, Deavat: 59; İbn Mace, Edeb: 56; Ahined: 2/232.

(43)                        Buhari, Deavat: 54; Bedil-Halk: 10; Müslim, Zikir: 28;

Tirmizi, Deavat: 61.                      .

110

niz köpüğü kadar olsun”

Malik Muvatta isimli hadis kitabında rivayet edilen bir hadisi şerifde şöyle buyrulmaktadır:

“Ben ve benden önceki nebilerin söylediği en yüce kelam “Lailaheillallahu vahdeh-u la şerike lehül mülkü ve lehülhamdu ve hüve ala külli şey in kadir” kelamıdır”

İbni Mace’nin ve diğerlerinin sahih hadis kitaplarında Al­lah’ın Rasulü şöyle buyurmuştur:

“Zikrin en efdali ve faziletlisi “Lailahe illallah” duanın en faziletlisi “Elhamdülillah”dır”‘

Zikir ve dua konusunda bunlara benzer hadisler çoktur. Kur’an-ı Kerim’de de birçok ayeti kerime zikir ve duayı ta­lim ve beyan buyurur. Fakat hiç birinde bir tek ismin zikre­dilmesi gerektiği söylenmemiş böyle bir şey emredilme- miştir. Emredilen bütün zikirler ya cümle halinde, veya tek başına bir anlam taşıyan kelamlardır.

Müslümanlara namazlarında, ezanlarında, bayramların­da bir tek ismin zikredilmesi emredilmemiştir. Hepsi, söy­lenmesi gerek bütün kelamlar, mutlaka bir anlamı tam ola­rak ifade etmelidir. Mesela müezzin; “Allahu ekber Allahu ekber, eşhedu en lailaheillallah ve eşhedu enne Muham- meden Rasulullah” demektedir. Namazda ise; Allahu ekber, sübhanerabbiyel azim, sübhanerrabbiyel ala, semiallahuli- men hamide, rabbenalekel hamd, ettehiyyatü lillahi ve hac yapmakta olanın, lebbeyk Allahümme lebbeyk ve diğer bü­tün ibadetlerimizdeki her zikir, hep bir mana ifade eden cümleler halindedir. Allah böyle emretmiştir. Hiç birinde tek bir ismin veya zamirin zikredilmesi emredilmemiştir.

Hülasa, anlatmak istediğimiz şudur: Allah’ı zikreden kelimelerin meşru olanı, o kelimelerin tam bir anlam taşı­yanıdır. Buna kelam ismi verilir. Ancak bu çeşit zikir kalp­leri takviye eder ve kalbin sahibine iyi işler yaptırır; Böy­lece insana sevap ve mükafat kazandırır. Kalpleri Allah muhabbetine ve büyüklüğü karşısında boyun eğmeye zorlar. Bu çeşit zikirde burada sayıp dökmeye imkan bulamadığı­mız nice faydalar vardır.

Zikri, tek başına bir anlam ifade etmeyen, destek isteyen isim kelimelerle yapmaya gelince: Bu isim ister Allah olsun, isterse Allah’ın zamiri “hu” olsun, üstün önderlerin ve arif­lerin zikri olduğu şöyle dursun, bu çeşit zikirlerin hiçbir as­lı esası yoktur. Tersine, bu çeşit zikir, çeşitli delalet ve bid’atlara vesile ve vahded-i vücud ve ilhad ehlinin fasit hal­lerine ve niyetlerine bir vasıtadır. Bunlar hakkındaki kaynak­larımız bu kitabın başka satırlarında ifade edilmiştir.

Bütün dinler iki büyük esas getirmiştir:

1-                       Allah’tan başka hiç kimseye kulluk ve ibadet etmemek.

2-                       Allah’a kulluğu ancak dinin kaynağından öğrenip yapmak, kendi kafamızın, hevai hevesimizin bize telkin et­tiği bid'atlara dayalı olarak ibadet yapmamak...

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır mealen:

“Bir kimse Rabbinin rızasına kavuşmak arzusu taşı­yorsa, salih bir amel işlesin ye Rabbine yaptığı ibadette kimseyi O’na ortak koşmasın”           (Kehf: 18/110)

Bu aynı zamanda iki şehadetin gerçekleşmesidir. Al­lah'tan başka ilah olmadığı ve Muhammed’in O’nun rasu- lü olduğuna şehadet.

Birinci şehadette, O’ndan başka kimseye itaatla ibadet et­mememiz gerektiğini. İkinci şahadette ise, Muhammed adlı Rasul aracılığı ile gönderilen şeriata, Kur’an’a göre bu ibadet ve itaati yapmamız gerektiğini belirtmekteyiz. Rasu- lün getirdiklerini, tebliğ ettiklerini tastik ve emirlerine uy­mak bizim için bir farzdır ettiğimiz şu şehadete göre.

Hiç şüphe yok ki Allah’ın Rasulü, bize Allah’a nasıl ibadet edeceğimizi bildirmiş, kötülüklerden, bid’atlardan me­netmiş, onların birer dalalet ve sapıklık olduğunu haber vermiştir.

112

Kainatın haliki buyuruyor ki mealen:

“Hayır, onların dediği gibi değil. Her kim itaat ve amelinde muvahhid bir mümin olarak kendini tama­men Allah’a teslim ederse, onun için Rabbi katında ame­linin mükafatı olarak cennet vardır. Onlar için hiç bir korku da yoktur ve onlar mahzun da olmazlar”

(Bakara: 2/112)

Ve biz, nasıl ki sadece Allah’tan korkmakla, ancak O’na tevekkül etmekle, rağbet etmekle, O’ndan yardım dilemek­le ve ibadetlerimizi sadece Allah için yapmakla mükellef isek, aynı şekilde, Rasule uymakla, emrine itaat etmekle ve yasakladıklarından kaçmakla da mükellefiz.

Helal sadece O’nun helal ettiği, haram sadece O’nun haram saydığı ve meşru din sadece O’nun meşru saydığı şey­dir.

Yüce yaratan mealen şöyle buyuruyor:

“Ne olurdu bunlar Allah ve Rasulü kendilerine ne verdiyse razı olsaydılar da, şöyle deseydiler: Bize Allah yeter. Allah bize fazlından yine verir, Rasulü de... Biz an­cak Allah’a rağbet edicileriz”                         (Tevbe: 9/59)

Yüce Allah vermeyi, kendine ve Rasulü’ne ait kılmıştır.

Bir başka ayette olduğu gibi:

“Rasulün size verdiğini alın, vermediğinden de geri durun”     (Haşr: 59/7)

Tevekkülü ise sadece kendine ait kılmıştır yüce yaratı­cı:.

“Allah bize yeter dediler”                         (Tevbe: 9/59)

Dikkat edilirse, Rasul bize yeter denmemiştir.                                  j

Ashabın vasıflarını anlatan ayetlerde de şöyle buyurul^

muştur:                                                                                                i

“Onlar o kimselerdir ki, insanlar onlara “halk size kö­tülük etmek üzere birleşti, onlardan korkun” dedikleri zaman, onların imanlarım artırır ve derler ki: “Allah bi-

113

ze yeter. O ne güzel bir vekildir” (Al-i İmran: 3/173)

“Ey Nebi! Allah sana yeter. Sana uyan müminlere böyle de...” (Enfal: 8/64)

Bir başka ayette de:

“Allah kuluna yeterli değil midir?”

denmektedir.

Allah’ın Rasulü İbni Abbas’a şöyle buyurmuştur:

“İstediğin zaman Allah’tan iste, istiane ettiğin za­man Allah’tan istiane et”44

Kur’an birçok ayette bu noktaya temas ve işaret etmek­tedir.

İbadet, haşyet ve takva Allah’a ait kılınmış, muhabbet ve sevgi hususunda ise, Allah ve Rasulü’e birlikte zikredilmiş­tir.

Nuh’un (a.s.) dediği gibi:

“Allah’a ibadet edin! Yalnız O’ndan korkun ve bana itaat edin!”       (Nuh: 71/3)

Diğer bir ayette mealen şöyle buyuruluyor:

“Her kim Allah’a Rasulü’ne itaat eder, Allah’tan kor­kar takva sahibi olursa işte kurtuluşa erenler bunlardır”

(Nur: 24/52)

Eğer özetlersek: Rasuller, ibadet, rağbet ve tevekkülün sadece Allah’a ait .olduğunu, itaatin da Allah’la birlikte kendilerine yapılmasının gerektiğini vurgulamışlardır. Fa­kat şeytan hıristiyan ve diğerlerini aldattı ve İsa (a.s.) veya rahiplerini onlara rableri olarak tanıttı. B öylece onlar baş­ladılar bu çeşit Rabiere itibar etmeye. Böylece Allah’a şirk koştular ve Rasulü’ne asi duruma düştüler. Başladılar onla­ra rağbet ve tevekkül etmeye, emirlerine karşı ve sünnetle­rine muhalif olduğu halde onlardan yalvarıp isteme büyük hatasına düştüler. Fakat bunlara karşılık Allah ihlaslı kulla­rını, yani müminleri, hakkı bilen ve ona uyanların yoluna,

(44)               Tirmizi Kıyamet: 59; Ahmed: 1/293-303-307.

114 doğru yola şevketti. Böylece gazaba uğrayanların ve sapı- tanların yolundan gitmediler. Dinlerini sadece Allah için ih- lasla benimsediler. Allah’ı sevip, yalnız O’na güvendiler, umutlarını sadece O’na bağladılar. Yalnız O’ndan koktular ve sadece O’ndan istediler. Bir tek O’na rağbet ve iltifat et­tiler. İşlerini O’na havale ettiler. O’nu kendilerine vekil edindiler ve Rasullerine de itaat ettiler. Rasullerini üstün bir yere koyup hürmet ettiler ve onları sevdiler. Onları dost edi­nip sözlerini dinlediler. Eserlerine sarılıp, önderliklerini kabul ederek doğru yolu buldular. İşte, bu Yüce Allah’ın ev­velki ve sonrakilere gönderdiği Rasüllerin ve İslam dininin ta kendisidir. Bu öyle bir dindir ki, Yüce Allah bu dinden başkasına bağlanmayı asla kabul etmiyor. Allah’a kulluğun ve ibadetin tek yolu bu dinden geçmektedir. İbadet ve kul­luğun gerçeği sadece bu dinde bulunmaktadır.

Yüce Allah’tan, bizi bu dinin üzerinde sebatkar kılması­nı, ve bizi yine bu dinle yüceltmesini niyaz ederiz. Bizi ve diğer Müslüman kardeşlerimizi bu dinin gereklerini yerine getirirken ukbaya göçürmesini, intikal ettirmesini dua ede­riz. Hamd yalnız Allah’ındır. Selat ve selam ise, efendimiz Muhammed Mustafa ve onun yüce arkadaşları üzerine ol­sun...

115

İSLAM DİNİNDE ALLAH İLE KUL ARASINDA
VASITA VAR MIDIR?

Her ihtiyacımıza yeterli olan Allah’a hamd, seçip beğen­diği kullarına salat ve selam olsun.

Bu küçük risale iki kişi arasında geçen bir konuşmayı, tar­tışmayı dile getirmektedir.

Kişilerden birisi “Allah ile bizim aramızda mutlaka bir aracı olması lazımdır. Çünkü biz vasıtasız olarak Allah’a va­sıl olmaya muktedir değiliz” diyor.

İkincisi ise, bu sözlerin ifade ettiği anlamlara cevap ve­riyor... Alemlerin yaratıcısı ve Rabbi olan Allah’a ham- dolsun.

Eğer vasıta deyimiyle, Allah’ın emirlerini bize tebliğ eden kimseler kast ediliyorsa, bu söz haktır ve doğrudur.

Mutlaka insanoğlu Allah’ın neleri sevdiğini neleri sev­mediğini, nelerden razı olup, neleri istemediğini, neleri emredip, nelerden yasakladığını, dostlarına hangi nimeti, düşmanlarına hangi cezayı hazırladığını kendi başına bile­mez. Yine insanlar, Allah’a layık olan güzel isimleri ve yüce sıfatları idrak edemezler. Bunları kendi akıllarıyla bulmaktan aciz kalırlar. İşte bütün bunlar ve benzerlerini bi­lebilmek için insanın Allah ile kendisi arasında bir vasıta­ya ihtiyaçları vardır. Ve bu vasıta da Allah’ın seçip görev­lendirdiği Rasullerdir. Ancak bunlar aracılığı ile Allah’ın is­tekleri bilinebilir.

Bu aracı Rasullere inananlar ve onları takip edenler doğ­ru yola ulaşanlardır. Allah bunlara katında yüce makamlar verir, derecelerini yükseltir ve ahirette de nimet ve şeref bah­şeder.

Rasul ve nebilerine karşı olanlar ise, melun lanetliler, sa­pıp azıtanlardır.

Yüce Allah mealen buyuruyor:

116

“Ey adem oğulları! Eğer size aranızdan ayetlerimi teb­liğ eden nebi ve Rasulier gelirse, artık kim onlara muha­lefetten sakınır ve nefsini İslah ederse, onlar için bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır. Ayetlerimizi yalanlayanlar ve onları kibirlerine yedirme- yenler ise, onlar ateşin dostudurlar ve onlar o ateşte ebedi kalıcıdırlar”                                   (A’raf: 7/35-36)

“Artık ne zaman benden size doğru yola götürücü bir kitapla Rasul gelirse de kim benim doğru yoluma uyarsa, o kimse sapıtmaz ve bedbaht olmaz. Kim de be­nim doğru yolumu kabul etmezse, onun da hakkı dar bir geçimdir. Ve biz onu kıyamet gününde gözleri kör ola­rak haşrederiz. O, “Rabbim! Beni neden kör haşrettin, halbuki ben görüyordum” der. Allah da ona şöyle cevap verir: Sana ayetlerimiz geldiğinde sen onları görmedin ve unuttun. İşte bugün de sen görülmeyip unutuluyor­sun!”                                (Taha: 20/123-127)

îbni Abbas “Kur’an-ı Kerim’i içindekileri anlayarak okuyan; ve ayetlere uygun hareket eden kimseyi Yüce Al­lah bu dünyada sapıtmamayı, öbür dünyada da bedbaht et­memeyi vaad etti ve garanti altına aldı” demektedir.

Cehennem ehlinden Yüce Allah şöyle haber veriyor:

“Her gün cehenneme atıldıkça, muhafızları onlara sorarlar: “Size azab ile sakındın» bir nebi gelmedi mi?” Onlar cevap verir: “Evet! Gerçek o ki. Bize azabla sakın­dırın ve korkutucu nebi gelmiştir. Fakat biz onu ya­lanlayarak dinlemedik. Allah seninle hiçbir şey indirme- miştir. Sen ancak büyük bir sapıklık içindesin demiştik”

(Mülk: 67/8-9)

“O kafirler, ayrı ayrı bölükler halinde cehenneme sürüldü. Nihayet oraya geldikleri zaman onun kapıları açıldı. Cehennemin muhafızları onlara “Size aranızdan Rabbinizin ayetlerini karşınızda okuyacak, sizi bu gün-

117

Iere gelmekle korkutacak nebiler gelmedi mi?” diye so­rarlar. Onlar “Evet, geldi” diyerek cevap verirler. Öy­leyse azab hükmü kafirlerin üzerine bir hak oldu” (En’am: 6/48-49) “Nuh’a ve ondan sonraki nebi ve Rasullere vahyetti- ğimiz ve İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve evlatlar» İsa, Eyyub, Yunus, Harun ve Süleyman’a vahyettiğimiz ve Davud’a Zebur’u verdiğimiz gibi, ey Muhammed hiç şüphesiz sana da vahyettik biz. Gönderdiğimiz nebi ve Rasullerin menkıbelerini gerçek olarak sana bildirdik. Yine nebi ve Rasuller yolladık ki, onların hayatlarından sana bir haber vermedik. Allah Musa ile de hitap ederek konuştu. Biz nebi ve Rasullerimizi rahmet müjdecileri ve azab habercileri olarak gönderdik. Ta ki bu elçilerimiz­den sonra, insanların Allah’a karşı bir bahaneleri olma­sın. Allah mutlak galibdir, yegane hüküm ve hikmet sa­hibidir”    (Nisa: 4/63-65)

Bu ayetlerin birçok benzeri vardır Kur’an-ı Kerim’de. Ve bu esaslar, yahudi ve Hıristiyanların da birleştiği esaslardır. Bütün dinler Allah ile kulları arasında, Allah’ın yasak ve emirlerini tebliğ edici nebi ve rasulleri aracı olarak kabul ederler. Böyle bir vasıtayı hiç kimse inkar etmez herhangi bir semavi dine bağlı olarak.

Yüce Allah buyurur:

“Allah, melekler ve insanlar arasından elçiler seçip gönderdi” (Hacc: 22/75)

Bütün dinlerde bu esası inkar eden kafir olur.

Yüce Allah’ın Mekke’de indirdiği En’am, A’raf ve baş tarafında, elif, lam, ra, ha, mim, ta, sin gibi harfler bulunan sureler, Allah’a elçilere ve ahirete iman gibi İslam dininin esaslarını beyan ederler. Yüce Allah bu surelerde elçileri­ni yalancı sayan kafirlerin hallerini ve onları nasıl helak ey­lediğini, elçilerine ve onlara iman edenlere nasıl yardımcı

118 olduğunu beyan buyurmuştur...

İşte bu konudaki ayetlerden mealen bir kaçı:

“Andolsun ki, elçiler olarak gönderilen kullarımız hakkında geçmiş bir sözümüz vardır. Muhakkak onlar behemehal onlar galibdirler. Muhakkak ki bizim ordu­muz, herhalde onlar zafer kazanacaklardır”

(Saffat: 37/171-173)

“Muhakkak biz elçilerimizi ve iman edenleri, hem dünya hayatında hem de meleklerin şahit olacağı kıya­met gününde muzaffer kılacağız” (Mü’min: 40/51)

Yüce Allah’ın da buyurduğu gibi, nebi ve rasullere uyu­lur ve kayıtsız şartsız onlara itaat edilir:

“Biz hiçbir elçiyi, Allah’ın izni ile kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle gödermedik”

(Nisa: 4/64)

“Kim elçimize itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur”

(Nisa: 4/80)

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tabi olunuz, Allah da sizi sever ve günahlarınızı bağışlar”

(Al-i İmran: 3/31)

“İşte elçimize iman edenler, onu tazim edenler, ona yardım edenler, ve onunla indirilen Kur’an’a tabi olan­lar. İşte onlar selamete erenlerin ta kendileridir”

(A’raf: 7/157)

“Andolsun ki, Allah’ın Rasulünde sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için çok güzel örnekler vardır”         (Ahzab: 33/21)

Şayet vasıta ile anlatılmak istenen anlam, faydaları celb, zararları defetmek için gerekli bir vasıta ise... Mesela: Kul­ların rızıklandırılmasında, kendilerine imdad ve hidayet edilmesinde bir vasıtanın bulunması ve kulların bu menfa­atleri böyle bir vasıtadan istemeleri ve ondan bunu ümit et­meleri gibi bir vasıtanın olması murad ediliyorsa...

119

İşte böyle bir vasıta telakkisi en büyük bir şirktir. Yüce Allah bu iddialarından ötürü hıristiyan ve müsevileri kafir saymıştır. Ki onlar Allah’tan gayrisini kendilerine dost ve şefaatçılar edinmektedirler. O dost ve şefaatçılardan menfa­at bekliyorlar, belaları defetmelerini istiyorlar. Her ne kadar Allah’ın izin verdiği insanların şefaat etmeleri hak ise de...

Şefaat hakkında Yüce Allah buyuruyor ki:

“Allah gökleri ve yeri ve bunların arasında olanları al­tı günde yaratan ve sonra arşa istiva edendir. Sizin bun­lardan başka hiçbir yeriniz, Allah’tan başka hiçbir şefa­atçiniz yoktur. Artık iyice düşünmez misiniz?”

(Secde: 32/104)

“Rabblerinin huzurunda toplanacaklarından ko­rkanları onunla (Kur’an’la) uyar. Onlar için Rablerinden başka ne bir dost ne de bir aracı vardır; belki sakınırlar.”

(En’am: 6/51).

“Kur’an ile nasihat et. O nefis için Allah’tan başka ne dost vardır, ne de şefaatçi.”                                                                         (En’am: 6/70)

“De ki: “Allah’ı bırakıp da (ilah olduğunu) ileri sürdüklerinize yalvarın. Ne var ki onlar, sizin sıkın­tınızı ne uzaklaştırabilir, ne de değiştirebilirler.

Onlanın yalvardıkları bu varlıklar Rablerine -hangisi daha yakın oolacak diye- vesile ararlar; O’nun rahme­tini umarlar ve azabımdan korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı, sakınılacak bir azabtır.” (İsra: 17/56-57)

“Müşriklere de ki: “Allah’tan başka ilah zannettikle­rinize, istediğiniz kadar yalvarın, istimdad edin, onların ne göklerde ne de yerde bir zerre miktarınca bile güçle­ri yoktur. Onların buralarda hiçbir ortaklığı olmadığı gi­bi, Allah’ın da bunlardan kendisine bir yardımcı kabul ettiği yoktur. O’nun nezdinde, kendisine izin verdiklerin­den başkasının şefaati kimseye bir fayda sağlamaz”

(Sebe: 34/22-23)

120

Selefden bir grup diyor ki:

Bir kısım kavimler, İsa (a.s.), Üzeyr ve meleklere dua edip onlardan yarım dileniyorlardı. Yüce Allah birçok ayet­lerle, meleklerin ve elçilerin herhangi bir zararı gidermeye veya değiştirmeye güçleri olmadıklarını, meleklerin de, el­çilerin de Allah’tan istemek zorunda olduklarını, onların da Allah’ın rahmetini umduklarını, azabından korktuklarını beyan buyurdu...

“Beşerden hiç bir kimseye yakışmaz ki, Allah kendisine, kitabı, hükmü ve elçiliği versin de, sonra onlar insanlara Al­lah’ı bırakın da bana kul olun desin. Fakat öğretmekte ve okuyup yazmakta olduğunuz kitap sayesinde, Rabbinize bağlanın der. Sizin melekleri ve elçileri Rabler edinmenizi de emretmez. O size, hiç İslam’ı kabul ettikten sonra küfre dönün der mi?”         (Al-i İmran: 3/79-80)

Görülüyor ki, Yüce Âllah melekleri ve elçilerini Rabler edinenleri müşrik ve kafir saymaktadır. Öyleyse, bir kimse melekleri ve elçileri, Allah ile kendileri arasında vasıta edinir, onlara dua ve tevekkül eder ve onlardan menfaat celbini ve be­la defini isterse mesela, onlardan günahların affını, kalplerin doğ­ru yola gelmesini, sıkıntıların giderilmesini, yoksulluğun önlen­mesini taleb ederse, o kimse Müslümanların reylerine göre ka­fir olur.

Yüce Allah buyurmaktadır mealen:

“Çok esirgeyici Allah bir evlat edindi dediler. O’nun şahı bundan yücedir, münezzehdir. Hayır, evlat dedik­leri sadece ikrama nail olmuş kullardır. Bunlar sözle asla O’nun önüne geçemezler. Onlar Allah’ın emriyle ha­reket ederler. Önlerindekini de arkadakilerini de o bilir. Bunlar O’nun korkusundan titreyenlerdir. Bunlar ki “ilah o değil benim derse” biz O’nu derhal cehennemle cezalandırırız. Biz o zalimleri de cezalandıracağız”

(Enbiya: 21/26-29)

121

“Ne Mesih, ne en yakın melekler Allah’ın kulu ol­maktan asla çekinmez. Kim O’na kulluktan çekinir ve ki­birlenmek isterse, düşünsün ki Allah onların hepsini huzurunda toplayacaktır”                             (Nisa: 4/172)

“Dediler ki: Rahman olan Allah bir evlat edindi. Ye­min ederim siz çok kötü bir söz söylediniz. Onlar O Rahman olan Allah’a evlat izafe ettikleri için, böyle bir sözden dolayı nerede ise gökler parçalanacak, yer yarı­lacak ve dağlar çöküp dağılacaktır. Halbuki o çok esir­geyen Allah için bir evlat edinmek asla yakıştırılacak bir iş değil. Göklerde ve yerde olan herkes, hiç istisnası ol­mamak üzere O Rahman olan Allah’a mutlak kul olarak gelecektir. Andolsun o bunlar cemiyet olarak da say­mış, ferd olarak da saymıştır. Her biri kıyamet günü O’na tek başına gelecektir” (Meryem: 19/88-95)

“Onlar Allah’ı bıkarıp kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda vermeyecek olan şeylere bağlanırlar. Bir de, “bunlar Allah yanında bizim şefaatçılarımızdır” der­ler. De ki: “Siz Allah’a göklerde ve yerde bimediği bir şeyden mi haber veriyorsunuz?” Haşa! O şirk koşmak­ta oldukları herşeyden çok uzaktır, çok yücedir”

(Yunus: 10/18)

“Göklerde nice melek vardır ki, onların şefaaatları bi­le hiçbir işe yaramaz. Ancak o şefaat Allah’ın dileyece­ği ve razı olacağı kimseler için vereceği izinden sonra olursa, o başka”                                              (Necm: 53/26)

“Onun izni olmayan kimseye şefaatçi olan kimmiş?” (Bakara: 2/255) “Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu ken­dinden başka hiç bir giderici yoktur. Eğer sana bir ha­yır da dilerse O’nun bu hayrını geri çevirici hiçbir kuv­vet de yoktur”                                                                      (Yunus: 10/107)

“Allah’ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tu-

122

tacak yoktur. Tutacağı bir şeyi de salıverecek yoktur”

(Fatır: 35/2)

“De ki: “O halde bana haber verin. Allah bana her­hangi bir zarar dilerse, sizin Allah’ı bırakıp da taptıkla­rınız O’nun bu zararını giderebilirler mi? Yahud Allah bana bir rahmet dilerse, onlar O’nun bu rahmetini ge­ri çevirebilirler mi?” De ki: “Bana Allah yeter, güven ve dayanak arayanlar da ancak O’na güvenip dayanırlar”

(Zümer: 39/38)

Bunlara benzer ayetler Kur’an-ı Kerim ’de daha bir çok­tur. Nebi ve Rasullerin dışındaki din ve ilim adamlarına gelince: Bunları, nebi ve Rasullerin ümmeti arasında, Rasul­lerin getirdiği emirleri ümmete açıklayıp talim ettiren, on­lara edeb ve terbiyeyi öğreten ve ümmet tarafından dinlenen birer vasıta olarak kabul eden kimseler bu inançlarında isa­bet kaydetmişlerdir, doğruyu görmüşlerdir.

Bu, din ve ilim adamları bir mesele üzerinde ittifak ettik­leri zaman, böyle bir ittifak yeterli bir hüccet ve şüphe edi- lemiyecek bir delil niteliği kazanır. Çünkü Allah’ın dininin gerçek alimleri hata üzere birleşmezler. Şayet ilim ve din adamları bir mesele üzerinde birleşmişlerse, önu Allah’ın ki­tabına ve Rasulü’nün hadislerine havale etmiş, bu iki mut­lak kaynağın hükümleriyle halletmişlerdir. Çünkü gerçek din ve ilim adamlarından hiçbiri, şahsen, ferdi bakımdan asla masum değildirler. Onun için bütün insanlar bunların bazı hükümlerini kabul eder, bazılarını reddedebilir. Fakat Allah Rasulü’nün hiçbir sözü ve hükmü asla reddedilemez. Onun için de din ve ilim adamları, ihtilafa düştüğü bir meseleyi Al­lah’ın ve Rasulü’nün hükmüne müracaat ederek çözümler­ler. Din ve ilim adamları hakkında Allah’ın Rasulü şöyle bu­yurmaktadır:

“Alimler nebi ve Rasullerin mirasçısıdır. Muhakkak ki Nebi ve Rasuller insanlara altını ve parayı miras ola-

123

rak bırakmazlar. Onların mirası sadece ilimdir. Kim onların bıraktığı ilmi elde ederse, çok büyük bir nasib el­de etmiş demektir”45

Bir kimse hükümdara yakın olan kimselerin, hükümdar ile halkı arasında vasıta oluşu gibi, din ve ilim adamlarını ve­ya şeyhleri Allah ile kullan arasında bir vasıta olarak görür­se, böyle itikad ederse... Yani, kulların ihtiyaçlarını Al­lah’a onlar sunuyor ve Allah ancak kullarına onların aracı­lığı ile hidayet ediyor ve rızık veriyor... Halk onlardan, on­lar da Allah’dan istiyor. Aynen hükümdarın yakınlarının, halk namına hükümdardan bir şey istemesi gibi... Elbette ki halk isteklerini doğrudan doğruya hükümdardan isteme­mek için, onun yakınlarını araya koyar. Çünkü, halka kar­şı hükümdar, yanma varılması mümkün olmayan bir makam­dadır. O bakımdan yakınlarından aracı olmasını bekler da­ima... Böylesini daha uygun ve faydalı bulur.

Her kim yukarda anlattığımız biçimde, Allah’la kulları arasında bir vasıta olduğuna inanırsa, o kimse müşrik ve ka­fir olur. Böyle bir kimsenin tevbe etmesi gerekir. Tevbe eder­lerse kurtulurlar, etmezlerse katledilirler. Çünkü bu teşbih- çiler, Haliki mahluka benzetmiş ve böylelikle Allah’a en bü­yük bir şirk koşmuş olurlar.

Kur ’ an-ı Kerim ’ de böyle bir itikadı reddeden ayetler, bu küçük kitaba sığamayacak kadar çoktur.

Hükümdar ile, tebası arasındaki vasıtaların varlığı şu üç sebebe dayanır:

1-               Hükümdar herşeyi bilmez. Onun için, halkın istekle­rini bildirmesi ancak aracı ile olur. Halbuki Allah, gizli açık her şeyi bilendir. Bir kimse, Allah’a bilgisizlik izafe ederse şirke ve küfre düşmüş olur. Melekler, Nebi ve Rasul- ler, yahut şeyhler haber verinceye kadar, Allah kullarının du-

(45) Buhari, İlim: 10; Ebu Davud; İlm: 1; İbn Mace, Mukaddime: 17

124 romundan haberdar olmaz, gibi bir itikad sahibi, elbette ki küfrün en derin gayyasına düşer. Allah her türlü eksiklikten münezzeh olan mutlak bir kudrettir. Gökte ve yerde her ne oluyorsa, kim ne yapıyorsa, onu mutlak anlamda bilir. O her- şeyi işitir, en küçük bir zerreyi bile görür. O, ayrı ayrı dil­lerden kendisine dua edip isteyen kullarının seslerini duyar, dillerini anlar. Birini dinlerken, öbürünü işitmekten uzak ol­maz. İsteklilerin ve isteklerin çokluğu O’nu asla yanılt­maz:

2-       Hükümdar güçsüz ve iktidarsız olduğundan, her şeyi bilecek kaabiliyet ve güçde olmadığından, vasıtalar olmak­sızın halkın isteklerini ve halini bilemez. Ve bilemediği için de, idare etmekten aciz kalır. İşte bundan ötürü hü­kümdar, bilgi edinmek için, yardımcılar edinir, onları halk­la kendi arasında vasıta olarak kullanır. Halbuki, yukarda da izah ettiğimiz gibi, Allah’ın haşa böyle bir eksikliği ve za­afı olmadığı için, yardımcıya ve kulları ile arasında bir va­sıta kullanmaya ihtiyacı yoktur. Çünkü o herşeye kadir, her şeye mutlak anlamda güç yetirendir.

O, bütün mevcudatm, o mevcudad içindeki bütün külli se­beplerin yaratıcısı, hükmedici, Rabbidir. O yarattığı hiçbir mahluka muhtaç değildir. Halbuki, hükümdarın yardımcı­ları ve vasıta olarak kullandıkları, onun sultanlığına ortak olanlardır. Hükümdarlık haklarını bölüşenlerdir. Allah mah­lukuna mutlak anlamda, hiç ortağı olmayan bir hükümran­dır. Allah hiçbir ortağı olmayan sultandır, mabuddur ve mülk mutlak anlamda O’nundur. Hamd O’nadır ve O her şe­ye hükmedecek kudrettedir.

3-       Hükümdar, kendi dışından bazı kimselerin tahriki ve teşviki olmadan, hiç kimseye bir şey vermek istemez, böy­le bir arzu duymaz. Ancak kendisine zarar vereceğinden korktuğu, desteğine muhtaç olduğu bir kimse, hükümdara na­sihat ve tavsiye ederse, yol gösterirse, o zaman hükümdarın

125 iradesi uyanır, bir şeyler vermek için faaliyete geçer. Bu ha­reket, nasihati verenin kalpde doğurduğu merhametten de do­ğar, ikaz edenin korkusundan da olabilir. Hatta belki de, ikaz edenin hatırı için olur sadece.

Allah ise, herşeyin yaratıcısı ve sahibidir. O, kullarına karşı, annenin çocuğuna duyduğu merhametin çok üzerin­de bir merhamete sahipdir.

Her şey O’nun dilemesi ile olur. Ancak O’nun istediği şey olur, istemediği hiçbir şey de olmaz. Allah kullarından bir kısmını diğerleri üzerine yardım etmek için görevlendirir­se, ancak o görev yerine getirilir. Bütün yardımlar Allah’ın isteği ile olur. Çünkü, aracıların öğüdü ve yol göstermesi an­cak Allah izin verirse hükümdarın kalbini yumuşatır. İnsa­nı kalbindeki iradeyi yaratan da Allah’dır. Hiçbir kimse, Al­lah’a istemediği ve irade etmediği bir duygu sokamaz. Al­lah’ın bilgisi dışındaki herhangi bir şeyi kimse kemseye öğretemez, anlatamaz. Bütün bir varlıkta Allah’ın ümit bekleyeceği ve korkacağı hiçbir yaratık yoktur. Bundan dolayıdır ki, Allah’ın Rasulü,

“Sizden hiç biriniz “Allah’ım, beni istersen affet, is­tersen rahmet eyle” demesin. İstediğini kesin olarak is­tesin. Zira Allah’ı zorlayıcı hiçbir kuvvet yoktur”46

buyurmuştur. Allah katında şefaat edecek şeyler, sade­ce Allah’ın izin verdiği şeylerdir ve ancak Allah’ın izni ile şefaat edebilirler.

Cenabı Hak buyuruyor:

“Allah, o Allah’dır ki, kendinden başka hiçbir ilah yoktur. O, geriye ve ileriye doğru sonu olmayan diridir. Zatıyla ve kemaliyle kaimdir. O’nu uyuklama hali yaka­lamaz ve asla uyumaz O. Göklerde ve yerde ne varsa hep-

(46) Buhari, Deavat: 21; Tevhid: 31; Müslim, Zikir: 7;

Muvatta, Kur’an: 28 Tirmizi, Deavat: 79;

Ebu Davud, Salat: 358; İbn Mace, Deavat: 8.

126

si de ortaksız olarak O’nun. O’nun izni olmadıkça nez- dinde şefaat edecek olan da kimmiş? O herkesin önün­de ve ardında ne olduğunu kesin kes bilir. O’nun ilmin­den yalnız kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi ka­bil değil kavrayamazlar. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır. Bunların varlığı O’na ağır gelmez. O çok yü­ce ve büyüktür”                                              (Bakara: 2/255)

“Önlerindekini de arkalarmdakini de hep O bilir. Bunlar Allah’ın rızasına kavuşmuş olan kimseden baş­kasına şefaat edemezler. Bunlar O’nun korkusundan tiril tiril titreyenlerdir”                            (Enbiya: 21/28)

“Ey Rasulüm! Onlara de ki: Allah’ı bırakıp da, O’nun yerine koyduklarınız efendilerinize istediğiniz kadar yalvarın. Onların güçleri ne yerde ne de gökte hayır ve şer yapmaya, bir zerre miktarı bile yetmez. Onların bu­ralarda hiçbir ortaklığı olmadığı gibi, Allah’ın da bun­lardan hiçbir yardımcısı yoktur. O’nun nezdinde, ahiret- te O’nun izin verdiği kimselerden başka hiçbir şefaatçi­nin aracılığı fayda vermez. Nihayet ona izin çıktığı ve korku giderildiği zaman, birbirlerine: “Rabbimiz ne buyurur?” derler. O şefaat ediciler de: “Hakkı söyledi” derler. O Allah çok yüce ve çok büyüktür”

(Sebe: 34/22-23)

Bütün bu ayetlerden anlaşılıyor ki, Allah’tan başka hiç kimsede ne verilecek bir mülk ne de herhangi bir başka şey var. Halbuki, istenecek, dilenilecek kimsede mülk ve is­tenen şeylerin hepsi olmalıdır. Her yaratılmış şey ortaksız olarak sadece Allah’ın olduğuna göre, O’ndan başkası kim­seye herhangi bir şey veremez. Böyle olduğuna göre, elbet­te ki, hiç kimse O’nun yardımcısı da olamaz. Allah’ın izni olmadıkça, kimse kimseye şefaat edemez. Hükümdarların durumu böyle değildir elbette. Hükümdara aracılık yapacak kadar yakın olan bir kimsede, verebileceği bir miktar mülk

127 vardır. Bazen de mülkde hükümdarlarla ortaktırlar. Mülkün idare edilmesinde hükümdarın yardımcısı, hatta hükümda­rın dayandığı kuvvettirler zaman zaman...

Hükümdarın yakınları ve yardımcıları, mülkünde ortak oldukları için, aracılık yapmak için ne hükümdardan ve ne de başkalarından izin almazlar. Hükümdar, bazen bu aracı­lara muhtaç olduğu için isteklerini yerine getirir, bazen de korktuğu için. Bazen de daha evvel kendisine aracılar tara­fından yapılmış bir yardımın bedeli olarak yapar. Hatta hü­kümdarlar karılarının ve çocuklarının şefaatlarını bile kabul eder. Zira hükümdar karısına ve çocuğuna muhtaçtır. O ka­dar ki, karısı veya çocuğu kendisinden yüz çevirseler, o bu yüz çevirmeden zarara uğrar. Hükümdar kölesinin şefaati­ni bile kabul eder zaman zaman. Çünkü bazı isteklerinin ye­rine getirmediği kölesinin kendisine iyi hizmet vermeyece­ğinden ve hatta kötülük yapacağından korkar. Kulların bir kısmının diğer kısmı üzerindeki şefaati hep bu cinstendir. Bir insan diğer bir insanın şefaatini yapıyorsa, ya tamah ettiği, istediği bir şey vaı ya da bir şeylerden korkmaktadır. Hal­buki Allah ne kims^ uen bir menfaat bekler, ne tamah ve ih­tiyaç sahibidir. Ne de herhangi bir şeyden korkar. O sonsuz zenginlik ve güç sahibidir.

Bütün bunları anlatışımızdaki sebep şudur: Allah hiçbir kulun başka bir kuldan bir şey istemesini emretmemiştir. An­cak ö istediği şeyde, kendisi için bir maslahat bahis konu­su ise; böylesi bir istek yapmaya da engel bir hal yoktur. Bu maslahatın da, ya vacib ya müstehap olması lazımdır. Yü­ce Allah kulun bundan başkası için kimseden bir şey isteme­sini hoş görmez. Hele sadece kendisinin gücü dahilindeki or­taksız sahibi olduğu şeylerin bir kuldan istenmesini hiçbir şekilde izin vermez. Mecbur olmadıkça, hayatı bir konu olmadıkça, hiç kimsenin bir başkasından bir şey istemesi­ni haram kılmıştır Yüce Allah buyuruyor:

128

“O gün onların hepsini bir araya toplaycağız. Sonra mülk ve hükümde Allah’a ortak koşanlara: “Siz de, or­tak koştuklarınız da durunuz durduğunuz yerde” di­yeceğiz. Onları birbirinden tamamen ayırmışızdır. Bize hükümde ortak koştukları Rabbinler onlara: “Siz dün­yada bize tapmıyor ve itaat etmiyordunuz ki” diyerek, onları yalanlayacak”                                       (Yunus: 10/28)

“Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde her ne varsa şüphe yok ki Allah’ındır. Allah’tan başkasına itaat eden­ler dahi, gerçekte, Allah’tan gayri itaat ettiklerine itaat etmiş olmuyorlar. Onlar ancak kendi boş zanlarına uy­muş oluyorlar ve yalan söylemiş oluyorlar”

(Yunus: 10/66)

Müşrikler istediklerini elde etmek için şefaatçılar edini­yorlardı. Yüce Allah bunlar hakkında şöyle buyurmaktadır mealen:

“Onlar Allah’ı bırakıp kendilerine ne bir zarar ne de bir yarar sağlayamayacak şeylere bağlanırlar. Bir de bu bağlandıkları şeyler hakkında ‘bunlar bizimle Allah arasında bir aracıdırlar, Allah katında bizim şefaatçımız- dır’ derler. De ki: “Allah’a göklerde ve yerde bilmeye­ceği, bilemeyeceği bir şeyden mi haber veriyorsanız? Haşa, O eş tuttukları şeyden münezzehdir”

(Yunus: 10/18)

“O vakit, Allah’ı bırakıp da kendilerine Rab ve şefa­atçi edindikleri düzmece ilahları, onlara Allah’ın azabı­nı savmada yardımcı olmalı değil mi idi? Tersine, bun­lar, kendilerini terkedip başlarının çaresine düştüler. Bunlar onların yalanlandır, düzdükleri hayalleridir”

(Ahkaf: 46/28)

“Dikkat edin! Halis din Allah’ındır. O Allah’ı bırakıp da kendilerine bir takım başka dostlar edinenler derler ki: Biz bunlara, bizi biraz daha Allah’a yaklaştırsınlar

129

diye bağlanıyoruz”

“Hiç şüphe yok yüce olan Allah, onlarla müminler arasında, ayrılıklara düşegeldikleri şeyler hakkında, hükmünü verecektir. Söyledikleri muhakkak ki yalandır ve gerçekten kafir olan öyle kimseleri Allah doğru yola götürmez”                                                                                      (Zümer: 39/3)

“Sizin melekleri ve nebileri ilahlar edinmenizi emret­mez. O, size hiç Müslüman olduktan sonra, yeniden ka­firliğe dönmenizi emreder mi?” (Al-i İmran: 3/80)

“De ki: Allah’ı bırakıp da O’nun yerine kendinize ilah edindiklerinizi çağırın yardımınıza! Onlar sizin her­hangi bir sıkıntınızı gideremiyecekleri gibi, size gele­cek herhangi bir belayı da değiştiremezler. Onların yar­dım istedikleri ve böylece kendilerine Rab edindikleri de, Allah’a daha yakın olmak için yol arayıp duruyorlar. O’nun rahmetini umuyorlar ve azabından korkuyor­lar. Çünkü Rabbin azabı ne kadar korkunç bir azabdır”

(İsra: 17/56-57)

Naklettiğimiz son ayette, Yüce Allah, kendi dışındaki var­lıklardan yardım ve istimdad istenenlerin, beklenenlerin, hiç­bir belayı defedemiyeceklerini, böyle bir güçleri olmadığı­nı açıklıyor. O yardım beklenenlerin de aynı kendileri gibi, yani yardım isteyenler gibi yardıma muhtaç olduklarını, Allah’ın azabından korktuklarını ve aynen isteyenler gibi, Allah’a yaklaşmak ve sığınmak istediklerini beyan ediyor. Böylece müşriklerin melekler, nebiler ve şeyhlerden yardım istemelerini reddediyor. Onların anladığı ve iddia ettiği an­lamda bir şefaat olmadığını kesin kes açıklıyor. Kendisin­den başka hiç kimseyi duaya muhattab saymıyor Yüce Al­lah...

Şefaat bir biçimde duadır. Hiç şüphe yok ki, insanlardan bir kısmının bir başka kısım için yaptığı dua fayda verir. İn­sanların birbirine dua etmesi Allah’ın emridir. Fakat, duâ

130 eden kimsenin duası ve aracılığı Allah’ın razı olduğu, kabul edeceği, hakedilmiş bir istek olmalıdır. Mesela, bir kimse bir müşrik için dua etmiş olsa karşılığı sadece bir hiçtir. Din düş­manlarına mağfiret dilese bir kimse, böyle bir kimsenin duası kendisine beddua olarak geri döner. Onun için hiçbir Müslüman, Allah’ın yasakladığı kimseler için dua edemez, böyleleri için Allah’tan hiçbir şey isteyemez.

Yüce Allah buyuruyor:

“Müşriklerin, o çılgın ateşin yoldaşlarının cehennem­lik oldukları kesinlikle ortaya çıktıktan sonra, artık on­ların lehine ister en yakıp akrabaları isterse rasul olsun, hiç kimsenin şefaat dilemeleri doğru değildir, İbra­him’in babası hakkında yapmış olduğu dua, ancak ona yapılmış bir vaadden ötürü idi. Yoksa, onun Allah’ın düş­manı olduğunu öğrendikten sonra ona şefaatçi olmaktan vazgeçti ve ondan uzaklaştı. İbrahim cidden çok tazar­ru ve niyaz eden bir hassas kalbe ve ezaya sabırla göğüs geren bir yüreğe sahipti”  (Tevbe: 9/113-114)

Cenab-ı Hak müşrikler hakkında şöyle buyurmaktadır mealen:

“Ha istiğfar etmişsin onlara, ha etmemişsin, hiçbir şey değişmez. Allah onları asla bağışlamaz. Hiç şüphe yok Al­lah fasıklar grubunu doğru yola iletmez”

(Münafikun: 63/6)

Yüce Allah kendi elçisini müşrik ve münafıklar hakkın­da af dilemekten menetmiştir ve böyle bir af istediği takdir­de af etmeyeceğini açık açık beyan buyurmuştur...

Bu durum sahih bir hadisde de dile getirilmiştir...

Mesela şu ayeti celilede buyrulmaktadır:

“Şüpheşiz Allah, kendisine ortak koşanlar ı bağışla­maz. Bundan başka suçlar için, dilediğini bağışlar. Kim Allah’a bir ortak koşarsa, hiç şüphe yok ki iftira etmiş ve büyük bir günah işlemiş olur”                             (Nisa: 4/48)

131

Bir başka ayette mealen:

“Onlardan ölen bir kimse için asla dua etme! Meza­rı başında durma! Çünkü onlar, Allah’ı ve Rasulü’nü reddederek kafir oldular, Ve onlar fasık kimseler olarak öldüler”                                                                       (Tevbe: 9/84)

“Rabbinize yalvara yalvara, gizlice dua edin. Şu as­la değişmez bir gerçektir ki, Allah haddi aşanları sev­mez”                                   (A’raf: 7/55)

Yukarda naklettiğimiz ayet, duada haddi aşmayın emri­ni vermektedir. Yüce Allah’ın yapmayacağı bir şeyi istemek, duada haddi aşmaktır ve karşılığı da cezadır.

Mesela: Nebi ve Rasullerin derece ve makamlarını iste­mek, yahut müşriklerin affını dilemek ve benzeri dualar, had­di aşan dualardır. Küfre, isyana yardım için dua edilmesi haddi aşmadır. Hasılı Allah'ın günah saydığı herhangi bir şe­yi dua ederek Allah’tan istemek haddi aşmadır.

Yüce Allah, ancak içinde günah olmayan duayı istediği kimseden kabul buyurur. Bir bakıma böyle bir dua, zaten hakedilmiş bir istektir. Kendisinin şefaati kabul edilebilir kullar, zaten bundan başkası için kimseye şefaat etmez. Şa­yet bilmeyerek, Allah’ın razı olmadığı, dua edilen kimsenin haketmediği bir istekte bulunmuşsa, bu duasından hemen vazgeçer. Çünkü şefaat izni verilebilecek kullar, caiz olma­yan bir fiili yapmaya devam etmekten uzak kimselerdir.

Nuh’un (a.s.) duası ve Allah’ın verdiği cevabda olduğu gibi:

“Nuh Rabbihe dua edip dedi ki: “Ey Rabbim, benim oğlum da şüphesiz benim ailemdendir. Senin vaadin şüphesiz ki haktır. Ve sen hakimlerin hakimisin” Allah da şöyle buyurdu: “Ey Nuh. O asla senin ailenden değil­dir. Çünkü onun yaptığı işlediği iş, bizim istemiş olduğum doğru iş değildir, tersine çok kötü bir iştir. O halde as­lını bilmediğin bir şeyi benden isteme. Seni bilmez kim-

132

seterden olmaktan men ederim” Nuh: “Ey Rabbim! Ben bilmediğim bir şeyi senden istemekten yine sana sığını­rım. Eğer, beni yargılamazsan, esirgemezsen, hürana uğrayanlardan olurum!”                               (Hud: 11/45-47)

Yüce Allah’a dua eden ve şefaat dileyen herkesin, bu dua ve şefaati ancak yaratanın kazası, kaderi ve dilemesi ile olur. Duaya muhattab olacak, kabul edecek olan ancak O’dur. Dua da Allah’ın takdir ettiği sebeplerden biridir. Gerçek bu olunca, Allah’m sebeplerine yönelmek sadece on­lara güvenmek, tevhid inancına göre şirk sayılır. Sebepleri yok bilmek sebebi müsebbib yapmaktır ki, bu da büyük bir akıl eksikliğidir. Çünkü sebeplerden uzaklaşmak, onlara tevessül etmemek şeriata göre yasaktır.

Kul için vacib olan, zorunlu olan, tevekkülünü, isteme­sini, duasını ve itibar ve rağbetini yalnız Allah’a yöneltme­sidir. Yüce Allah, kendisine sebeplerden, insanların du­asından ve şefaatından dilediğini takdir ve nasib buyurur.

Derece ve makam olarak üstün olanın duasının kabul buyrulacağı gibi, derece ve mertebesi aşağı seviyede olanın­da duası kabul buyrulur. Başka bir deyimle, derecesi yük­sek olan bir kişinin kendinden aşağıda olan için yaptığı dua kabul olabileceği gibi, derecesi düşük olanın kendi­sinden daha üst derecede olan için yapmış olduğu dua da makbul olabilir. Her Müslümanm başka Müslüman hak­kında dua etmesi caizdir. Rasulden dua etmesi istendiği gi­bi, Ömer (r.a.) ve Müslümanlar, Rasulün amcasından yağ­mur için dua etmesini talep etmişlerdir.

İnsanlar kıyamet gününde, RasuluIIah’tan (s.a.v.) ve di­ğer nebilerden şefaat isteyeceklerdir. Allah’ın Rasulü şefa­at edicilerin efendisidir. Onun kendisine mahsus şefaati vardır. Bununla birlikte, Müslim ve Buhari’de şöyle bir nakil bulunmaktadır:

“Ezan okuyan bir müezzinin ezanını duyduğunuz za-

133 man, siz de müezzinle birlikte dediklerini tekrarlayın. Sonra da üzerime selat okuyun. Kim bana bir selat okur­sa, Allan ona on rahmet gönderir. Sonra Allah’tan benim için vesile isteyin. Vesile cennette bir mertebedir. Allah’ın kullarından bir kula nasib olacaktır. Ümit ediyorum ki ben o kul olayım. Kim Allah’tan benim için bir vesile is­terse, kıyamette şefaatim ona helal olur”47

Ömer (r.a.) Umre haccı yapmak üzere Rasulle vedalaşır­ken, Rasul ona şöyle söylemişti:

“Ey kardeşim, beni de duadan unutma!”48

Anlaşılıyor ki, Allah’ın Rasulü ümmetinden kendisi için dua etmesini istemiştir. Fakat bu istek, ümmetin istediği bi­çimde bir istek değildir. Bu, ümmetin amel ettiklerinde ve sevap kazandıkları diğer emirlerde olduğu gibi, ümmetine vermiş olduğu emirlerden bir emirdir. Allah’ın Rasulüne de, emirleri ile hareket eden ümmetinin kazandığı ecir kadar se­vap ve mükafat ihsan buyrulur. Bu hususda bir gerçek ha- disde buyrulmaktadır:

“Bir kimse diğerlerini bir hidayete çağırsa, davetine uyan kimselerin sevabı kadar sevap kazanır. Davete icabet edenlerin ecirlerinden de zerre kadar eksilmez. Bir kimse bir başka kimseyi sapıklığa dayet etse, aynı sapık­lığa davet ettiği kişinin günahı kadar günah kazanmış olur. Davete icabet eden kişinin günahından da zerre ka­dar eksilmez”49

Allah’ın Rasulü de insanları doğru yola, yani hidayete ça­ğırmaktadır. Elbette ki davetine uyanların kazandığı sevap ve mükafatlar kadar mükafat ve sevap kazanmıştır Allah’ın Rasulü... Ümmeti ona selat ve selam eylediği zaman da du-

(47)                      Buhari, Ezan: 8; Müslim, Salat: 11; Ebu Davud, Salat: 36.

(48)                      Ebu Davud, Vitir: 23; Tirmizi, Deavat: 199;

İbn Mace, Menasik: 5.

(49)                      Müslim, Ilm: 16; Ebu Davud, Sünnet: 6; Tirmizi, İlm: 15.

134 rum böyledir. Bir selatu selam gönderene Allah on rahmet eder. Allah’ın Rasulü’ne de bu selatu selam gönderenlerin sevabı kadar sevap yazılır, mükafat ihsan edilir. Çünkü, ümmetin Allah’ın rahmetine ulaşması için gerekli çalışma­yı o yapmıştır. Bir başka deyimle, ümmeti onun çalışmala­rı sonucu ulaştıkları islamdan dolayı mükafatına ve ihsanı­na layık bulmuştur. Böyle olunca da ümmetinin hakettiği mükafatın aynısı Allah’ın Rasulü’ne de verilmektedir. Bu, Yüce Allah’ın Rasulü’ne layık gördüğü bir nimetidir.

Sahih bir hadiste Allah’ın Rasulü şöyle buyurmaktadır:

“Bir insan yanında olmayan bir kardeşine dua eder­se, Cenab-ı Hak ona muhakkak bir melek tayin eder ve yanma arkadaş olarak koyar ki, her dua edişte o gö­revli melek Amin, bir o kadar da senin için der”50

Başka bir hadisle buyrulmuştur:

“En çok kabul edilen dua, birbirinden uzak olan ki­şilerin birbirine ettiği duadır”51

Her ne kadar dua eden kişi dua edilen kişi değilse de, baş­kası için yapılan dua, dua edilen kişiye de dua eden kişiye de menfaat temin eder. Bir mü'minin diğer mü’min karde­şi için yaptığı dua, hem ona hem de kendisine fayda verir. Bir kimse diğer bir kimseye “Bana dua et” dese, bu istekte her ikisi de kastedilse, takva üzere birbirleriyle yardımlaş­mış sayılırlar. Dua isteyen kişi, talep ettiği kişiyi hayra teş­vik etmiş ve böylece her ikisine fayda sağlayacak bir iş ya­pılmış olur. Bir insan bir başka insanı hayra teşvik eder, o da onu yerine getirirse, yerine getirmenin sevabı kadar teş­vik edilene sevab isabet eder.

Kulun edeceği dualar hakkında Yüce Allah buyurmakta­dır:

(50)                   Müslim, Zikr: 87.

(51)                   Buhari, Mezalim: 9; Müslim, Zikr: 88;

Ebu Davud, Salat: 364; Tirmizi, Birr: 88.

135

“Öyleyse, fırsat elde iken şu “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” gerçeğini bil, hem kendinin, hem erkek hem de kadın mü’minlerin yargılanmasını iste. Allah hem dolaştığınız, hem de barındığınız yeri çok iyi bilir”

(Muhammed: 47/19)

Allah’ın Rasulü mü’minler için istiğfar edilmesini em­rediyor ve sonra da buyuruyor:

“Biz hiçbir elçimizi, Allah’ın izni ile kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik. Onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelip de Allah’tan mağfiret dileselerdi, onlara sen de mağfiret isteseydin, el­bette Allah’ı tevbeleri hakkıyla kabul edici ve çok esir­geyici bulacaklardı” (Nisa: 4/64)

Yüce Allah erkek ve kadın mü’minlerin günahları için af dilediklerini ve Allah'ın Rasulü’nün de onlar için istiğfar ey­lediğini zikrediyor. Çünkü Allah Rasulü’nün istiğfarı Al­lah’ın emirlerinden bir emirdir. Allah, Rasulüne, mü’min ve müminatm günahlarının affı için af dilemesini ve bizzat istiğfar eylemesini emretmiştir.

Allah hiçbir insana diğer bir insan için bir şey istemesini emretmemiştir. Allah’ın böyle bir emri yok. Fakat mü’min­lerin birbirlerine dua etmesini vacib veya müstehab olarak emretmiştir. Öyleyse böyle bir emri yerine getirmek Allah’a itaat etmenin ta kendisidir. Allah’a yakınlaşmak için yapı­lan güzel bir iştir. Bir başkasına dua etmek, onun için iyilik istemek, insan için en büyük nimet ve iman göstergesidir.

Belki de böylesi bir isteyiş Allah’ın kullarına gerçek anlamda imana götürecek zamana rastlar ve Allah da vak­ti denk gelen isteği yerine getirir.

İman; karar vermek, ve verilen karan yerine getirmek için çalışmaktır. Bu bakımdan kulun kararları ve bu kararlar çerçevesinde yaptıkları ne kadar çok olursa, imanı da o de­rece artmış olur.

136

İşte bu, Fatiha suresindeki

“Kendilerine nimet ihsan ettiklerinin yoluna”

ifadesinin ve Nisa suresindeki 69. ayette geçen, zikredi­len gerçek nimetin ta kendisidir.

Dini bir yanı olmayan salt dünya nimeti gerçek bir nimet midir, yoksa değil midir? Bu konu hakkında asrımızın alem­lerinin ve evvelkilerin iki görüşü vardır. Gerçek şudur ki, tek başına dünya nimeti dört başı mamur bir nimet olmasa da, bir yönden yine de üstün bir nimettir.

İstenmesi gereken dini nimetlere gelince onlar, farz, va- cib ve müstehab gibi Allah’ın emirleridir. Bunlar bütün Müslümanların ittifakı ile, talib edilmesi gereken hayırlı ni­metlerdir. Sünnet ehline göre, gerçek nimetler bunlardır. Zi­ra ehli sünnete göre, Yüce Allah, kullarını hayırlı işler yap­maya sevketmekle, onları nimetlendirmiş ve en büyük ihsa­nına mazhar kılmıştır.

Söylediklerimizin maksadı şudur: Şüphesiz Yüce Al­lah, hiçbir yaratığın diğer yaratıktan bir şeyler istemesini em- retmemiştir. Fakat mahlukat için menfaat verici bir şey olursa, böylesi bir istek sözümüzün dışında kalır. Bu mas­lahat da, farz, vacib ve müstehab sayılmış olan işlerdir. Yüce Allah kulundan bundan başka bir şey istemiyor.

Gene anlatmak istediğimiz manalardan biri de şudur: Kim hükümdar ile halkı arasında bulunan aracılar gibi bir aracı sı­nıfı, ya da kişileri Allah ile kullan arasında da var kabul eder­se, böyle bir telakki sahibinin şirk koştuğunu vurgulamaktır. Böylesi bir inanç müşriklerin ve putperestlerin dinidir, gerçe­ğini anlatmak istedik...

Nitekim müşrikler “Bu heykeller nebilerin ve salih kimse­lerin sembolleridir. Bunlar Allah ile bizim aramızda bir vasıta­dırlar. Bu vasıtalarla biz Allah’a yaklaşıyoruz” diyorlardı.

Yüce Allah hıristiyanların bu kabil inançlarını şirk saya­rak reddetti.

137

Yüce Allah bu konuda buyuruyor ki:

“Onlar Allah’ı bırakıp, bilginlerini, rahiplerini, Mer­yem’in oğlu Mesihi tanrılar edindiler. Halbuki bunlar da, ancak bir olan Allah’a ibadet etmelerinden başkasıyla emrolunmamıştır. ‘O’ndan başka ilah yok. O, insanların eş tuttuğu her şeyden yüce ve münezzehdir’”

(Tevbe: 9/31)

Vasıtaya gerek yok. Çünkü Allah kuluna harkesten ve herşeyden yakındır.

Cenab-ı Hak buyuruyor:

“Kullarım sana beni sorunca, haber ver ki, ben onla­ra muhakkak ki yakınımdır. Bana dua edince dua ede­nin duasına icabet ederim. O halde onlar itaat ve iman­la davetime icabet etsinler. Doğru yolu buluncaya ka­dar...”         (Bakara: 2/186)

Yukardaki ayette Yüce Allah, emir ve yasaklarıma uyma­ları için onları çağırdığımda, bu davetime icabet etsinler ve bana iman eylesinler. Ben de onların, isteklerine, yakarış­larına, dualarına ve çağrılarına icabet ederim, demek iste­mektedir.

Aşağıdaki ayeti kerimeler de konumuz hakkında ikaz hüviyetindedir:

“O halde boş kaldın mı hemen doğrul ve her işinde an­cak Rabbine sarıl”                                                                              (İnşirah: 94/7-8)

“Denizde size bir sıkıntı isabet ettiği zaman, O’ndan başka bütün kendinize efendi edindikleriniz kaybolup gi­der. Sadece gerçek efendi olan Allah’tan yardım istersi­niz. Fakat O sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine O’ndan yüz çevirirsiniz. Şu insan ne de nankördür”

(İsra: 17/67)

“Yoksa bunalmışa, kendine dua ve iltica ettiği za­man icabet eden, fenalığı gideren, sizi yeryüzünün efen­disi ve hükümdarı kılana mı? Allah ile birlikte bir baş-

138

ka ilah ha? Siz ne rezilane düşünüyorsunuz!”

(Nemi: 27/62)

“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’ndan ister. O her an bir iştedir”                                                                          (Rahman: 55/29)

Cenab-i zülcelal hazretleri Kur’an-ı Kerim’de tevhidin bütün esaslarını pek açık bir biçimde beyan buyurmuş ve şir­kin. her türlüsünü söküp atmıştır. Öyle ki, hiç kimse Al­lah’tan başka hiçbir şeyden korkmasın. O’ndan başkasından ümit beklemesin ye O’ndan başka hiçbir kuvvete tevekkül etmesin. Maide 44, Al-i İmran 175. ayetlerde Yüce Allah bi­zi şeytanın dostlarından korkutur. Nisa 77, Tevbe 15, Nur 52. ayetlerinde de, itaatin sadece Allah’a ve Rasulüne yapılma­sı gerektiğini beyan eder.

Haşyet ve hayranlık da sadece Yüce Allah’a duyulur.

Buyuruyor yaratan:

“Onlar Allah ve Rasulü kendilerine ne verdiyse sade­ce buna razı olsalardı da “Bize yalnız Allah yeter, yakın­da bize kerim olan rızkından Allah da verir Rasulü de. Biz yalnız Allah’a rağbet edicileriz” deselerdi”

.                                         (Tevbe: 9/59)

“Onlar Öyle kimselerdir ki, kendilerine “düşmanları­nız olan insanlar size karşı ordu hazırladılar, o halde on­lardan korkun” dediler de, bu sözler onların imanları­nı artırdı ve “Bize Allah yeter. O ne güzel vekildir” de­diler”    (Al-i İmran: 3/173)

Allah’ın Rasulü de bu tevhid anlayışını ümmetine telkin ve tavsiye ediyordu. Şirkin her çeşidinden ümmetini sıyır­maya ve uzaklaştırmaya çalışıyordu. Allah Rasulü’nün bü­tün gayreti tevhidle ilgilidir. Her çalışmanın hedefi “Laila- he illallah” lafzının hakikatidir. Zira ilah, kalplerin bütün var­lığı ile bağlandığı, bağlanacağı bir kudrettir. Onun için, kalp böyle bir kudrete, haşyet, korku, ihtiram, ikram ve sonsuz ümitle bağlanmalıdır. Kısacası, insanın kulluk ede-

139 bileceği kudret demektir ilah. O kadar ki, bir kısım kimse­ler maşallah ve şane Muhammed (Allah ve Muhammed böyle istedi) dediği zaman, Allah’m Rasulü şöyle buyurmuş­tur:

“Böyle demeyin, önce Allah diledi, ondan sonra Ra­sui diledi deyin”

“Allah ve sen diledin” diyen bir adama, Allah’ın Rasu­lü şöyle buyurmuştur:

“Beni Allah’a şerik mi koşuyorsun, sadece Allah di­ledi, de”

Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Kim yemin etmek diliyorsa Allah’a yemin etsin, ya­hut da sussun”52

“Kim Allah’tan başkası için yemin etmişse, o kişi Al­lah’a şirk koşmuş olur”53

İbni Abbas’a şöyle buyurmuştur:

“İstediğin zaman Allah’tan iste. İstimdad ve yardım istersen Allah’tan iste. Kalemin mürekkebi kurumuştur, sen karşılaştığın şey ilesin. Bütün yaratıklar uğraşsa, sana Allah’ın yazdığı faydalı şeyden başkasını veremez­ler ve gene bütün yaratıklar çalışsa, sana Allah’ın yaz­dığından başka hiçbir zarar veremezler”54

Bir başka hadisde:

“Hıristiyanların İsa’yı göklere çıkardıkları gibi, onu yücelttikleri gibi beni de yüceltmeyin, uçurmayın. Ben de ancak bir kulum. Onun için bana Allah’ın kulu ve Rasu­lü deyin”55

Allah Rasulü Allah’a şöyle yalvarıyordu:

(52)                   Buhari, Eyman: 4; Müslim, Eyman: 1; Ebu Davud, Eyman: 5;

Tirmizi, Eyman: 8; Nesai, Eyman: 5.

(53)                   Tirmizi, Nuzur: 9; Nesai, Eyman: 4.                     \

(54)                   İbn Mace, Keffaret: 2; Darimi, Nuzur: 6.

(55)                   Buhari, Enbiya: 48; Darimi, Rikak: 68; Ahmed: 1/23-24.

140

“Allah’ım! Benim kabrimi ibadet edilen bir put hali­ne getirme”56

Böyle dua eden Allah’ın Rasulü, Müslümanlara da şöy­le diyordu:

“Kabrimi ziyaretgah edinmeyin, ama bana dua ve selavat ediniz. Siz nerede olursanız olunuz, o dua ve se- lavatbana ulaşır”57

Allah Rasulü, hastalığı sırasında şöyle buyurdu:

“Nebilerinin ve Rasullerinin kabrini mescid ve secde- gah yapan yahudi ve hıristiyanlara Allah lanet eyle­sin!”58

Böyle ifade ederek şirkten, tevhidi anlayıştan sapma­dan menetmeye çalışıyordu Allah’ın Rasulü ümmetini.

Aişe (r.a.): “Eğer Allah Rasulü böyle demeseydi, kabri­ni daha geniş bir hale getirirdim, şimdi yapamıyorum, çünkü o, kabrinin mescid haline getirilmesini yasaklamıştır” diyor7

Bu konu çok geniş bir konudur. Mü’min kişi her ne ka­dar, Allah’ın herşeyin Rabbi olduğunu biliyor ve Allah’ın yarattığı sebepleri inkar etmiyorsa da... Mesela; Yağmuru, bitkileri yetiştirmeye sebep yaptığını (Bakara: 2/64) ve gü­neşle ayı onlar ile meydana getirdiği şeylere şefaat ile du­ayı onlar için icra edeceği şeye tayin buyurduğunu... Mese­la, Müslümanların cenazeye namaz kılmaları, Allah’ın o cenazeye rahmet eylemesine bir sebep teşkil ettiğini, ayrı­ca cenaze namazı kılanların da sevaplandığını biliyor ve in­kar etmiyorsa da...

1- Bir istenen şeyi, muayyen tek bir sebep yerine getire­mez. Belki bir çok sebebin bir araya gelmesi ile istenen şey elde edilebilir. Bununla birlikte, o istenen şeyin elde edil-

(56)               Muvatta, Kasr: 85.

(57)               Ebu Davud, Menasik: 100; Ahmed: 2/367.

(58)               Buhari, Enbiya: 50; Müslim, Mesacid: 22; Nesai, Mesacid: 13; Harimi, Salat: 120; Ahmed: 6/220-275.

141 meşine engel olacak birçok sebepler de vardır. Şayet Allah elde edilmesini mümkün kılacak sebepleri bir araya getirmez, engelleyecek sebepleri de yok etmezse, maksada ulaşmanın imkanı yoktur. Mutlaka ve mutlaka, Allah’ın dilediği şey meydana gelir, insanlar istese de istemese de... İnsanların is­tediğini elde etmesine ancak Allah izin verirse imkan var­dır...

Bir şeyin diğer bir şeye sebep olduğuna itikad etmek, inanmak, ancak onu iyice bilmekle olur. Bilmeden ve şeri­ata muhalif olarak bir şeyi diğerine sebep tanıyan kişi batı­la itikad etmiş olur.

Nezir’in veya Adağın bazı belaları defetmeye, bazı nimet­leri de meydana getirmeye sebep olduğunu zanneden kim­seler gibi... Çünkü sahih bir hadisde Allah’ın Rasulü böy­le bir itikadı yasak etmiştir:

“O hiçbir hayır getirmez, ancak o, cimri olan kimse­den çıkarılır”59

2- Dini amellerden herhangi birisi ancak meşru olacak bir şeye sebep teşkil eder. Çünkü ibadetlerin temeli, vakti bel­li olmaktır, sabit ve değiştirilmez olmaktır. Binaenaleyh, iba­det adına insanoğlunun Allah’tan başkasına dua ve istimdad ederek, Allah’a şrk koşması asla caiz değildir. İnsan her ne kadar bazı arzularının yerine gelmesine sebep sansa da...

Bu sebepten ötürü, şeriata muhalif, sonradan icad edil­miş şeylerle Allah’a ibadet edilmez. Böyle bir ibadetin doğ­ru zannedilse de, sonuç değişmez. Çünkü insan Allah’a şirk koştuğu zaman, insanın istikametini şeytan gösteriyor demek olur. Böyle kimseleri şeytan kendi maksadı için kul­lanır...

İnsanların maksatlarını, şayet Allah’a şirık koşuyorsa, el­bette ki şeytan yönlendirecektir...

(59)                  Buhari, Kader: 6; Eyman: 26; Müslim, Nüzur: 3-7;

Ebu Davud, Eyman: 18.

142

Nitekim, küfür, fasıklık ve isyan ile bazı arzular elde edilebilmektedir: Fakat bunların hiçbiri helal olamaz. Zira bunlarla ortaya çıkan kötülük elde edilen her şeyin üzerin­dedir. Kötülük ağır basar sonunda, elde edilen ne kadar faydalı görünürse görünsün. Yani, kısacası, kötü işler yapılarak elde edilmiş karlar, zararları asla karşılamaz.

Allah’ın Rasulü “Menfaatleri tahsil ve ikmal etmek, an­cak fesadları ve kötülükleri azaltmak için gönderilmiştir” buyurmaktadır.

En faydalı ve en makbul olan şeyler, Allah’ın emrettik­lerini yaparak elde edilen şeylerdir. Onun için bunlar tercih edilir gerçek Müslümanlar tarafından.

Bu cümleleri satırlara sığmaycak kadar uzatmak müm­kündür.

Her şeyin doğrusunu yalnız Yüce Allah bilir...

143

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar