AŞK PEYGAMBERİ
SEMİHA
CEMAL
(Milli
Roman)
Kitabhane-i
Sudî
[İkdam Matbaası],
1927 İstanbul
[İkdam Matbaası],
1927 İstanbul
07.01.2015
Osmanlıcadan
Latinize eden:
İhramcızâde İsmail Hakkı
İhramcızâde İsmail Hakkı
Nasılsa tecessüd etmiş (vücut
giymiş) bir ruh latifesi olan bu ulvî çocuğun dünyada, insanlar arasında geçmiş
bir hayatı olduğuna halâ inanamıyorum.
Semiha Cemal otuz bir yaşında vefat
etti. İlk tahsilini Çelebi Mektebinde yapmış, sonra Çamlıca Lisesinden ve
1926'da Darulfünün Felsefe Şubesinden mezun olmuştur.
Kısa bir
zaman İzmir Kız Lisesi Felsefe ve Ruhiyat (Psikoloji) Öğretmenliğinde bulunmuş,
1929'dan 1935'e kadar da İstanbul Kız Muallim Mektebinin Ruhiyat
Öğretmenliğinde başarıyla çalışmıştır.
Öğrenci iken bütün hocaları onu azim
ve zekâsına, muhakemesinin kuvvetine hayran olduklarını iftiharla söylerlerdi.
Kendisini tanıyanların hepsi ve
Üniversite Profesörlerinden Sayın Şekib, Yusuf Ziya, o zamanlar Darulfünün
Eminliğinde bulunmuş olan Prof. Dr. Nurettin Ali onun müstesna kabiliyetini
hararetle takdir edenlerdendir. Hatta o tarihlerde Prof. Yusuf Ziya, kendi
nezareti altında çıkan bir risaleye (dergi) Semiha Cemal'in gönderdiği bir yazı
için bana şu satırları göndermişti:
“Kızkardeşinizin bu seferki yazısı
pek hayret verici! Davud'un Mezamir'ini okudunuz mu, bilmem?.. Bir kere lütfen
okuyunuz. İkisinin de aynı menbadan ilham aldığını vazıları (açıkça)
göreceksiniz. Yazıyı okurken öyle dedim: Eğer bu kız çıkıp ta “Ben Allah'tan
ilham alıyorum, işte delilim bu sözlerdir.” diyecek olsa, muhakkak ilk
mümin ben olacağım. Yazısı benim içimde bu derece azîm bir tesir bıraktı.”
Bundan başka Prof. Bay Şekib'in
hakkında çok takdir eden yazıları vardır.
Semiha Cemal... asırların sinesinden
nâz ile beliren âteşin (ateşli, canlı) istîdad (kabiliyet)..
Semiha Cemal.. mütekâmil (tekâmül
etmiş, olgunlaşmış) ve mutlak fazilet örneği..
Semiha Cemal.. şahsında insanî
hisleri olgun bir belâgat ve bütün vüzuhile temsil eden yüksek kabiliyet..
Semiha Cemal.. Rabbânî bir tuhfe
(armağan), bir mücerred ruh; gayıbdan beşerilere armağan; tecessüd etmiş ahlak
numunesi..
Beşerî ölçüler, insan havsalası, bu
genç vücudun kısacık hayatına sığdırdığı taşkın kudreti tartmakta ve
anlayabilmekte şaşkındır. Onun irfan dolu hayatı, hayret şâyan bir mucizeye
benzer. Kudretin bezenerek vücuda getirdiği, beşeriyeti şaşırtan icazkâr (az
sözle mânâyı anlatan) bir eser!
Sanki Allah onu yaratmakla, kendine
has olan özellikleri bu vücuddan aleme ilan etmek, göstermek istemiş de, bu
şahane âbideyi vücuda getirmiş...
Semiha Cemal.. Hiç bir beşerî hırsla
yorulmamış, meşgul olmamış, vakit kaybetmemiş musaffa (sâfîleşmiş) ve tam
insan!
Onun varlığındaki enerji, asla süflî
zaaflara, unsurî ihtiraslara taksim olmamış, bütün kuvvet ve şiddeti ile bir
tek yoldan, bir tek hedefe akıp vâsıl olmuştur. O, ilâhi kudretten başka hiç
bir şeyin zebunu olmamıştır. Onun temiz ve lekesiz varlığı, sefil
bağımlılıklardan hiç birini tanımaz.
Semiha Cemal herhangi bir varlıkta,
o varlığın şahsî kıymetini değil, bu vücuda vücud verenin sun'unu (kudretini,
tesirini) görür.
Semiha Cemal.. “İyi ve fena diye iki
mefhum bilmez. Onun için her şeyde iyilik vardır. “Fena denen kimse, femalığı
iyilik zannı ile yapan merhamete şayan bir şaşıdan ibarettir.” der idi. O, her
suçlunun nokta-i nazarına (bakış açısına) nüzul ederek (inerek) onu mazur
görmesini bilir; dünya sahnesini perdenin içinden seyreder. O oyuncuların
mahiyetini de bilir.
Semiha Cemal.. meslekî hayatında
ruhî terbiyeyi tam bir muvaffakiyetle (başarıyla) öğretmiştir.
İnsan kardeşini bu kadar metheder mi
diyeceksiniz, fakat onu tanıyanlar bu sözleri az bile görür. Ebedî eserlerinin
lirik kudretli tezahürünü mahviyetle tadil etmeye uğraşmıştır.
Bir ressam, bir heykeltraş, bir şair
ve her hangi bir sanatkâr için, bir dış tesirin, tabiat güzelliklerinin, bu
sanat kabiliyetine inzimamı (katılma, ilave olma), sanatkarın zevkinin
inbisatına (genişlemesine)yardım etmesi lazımdır. Halbuki Semiha Cemal için
ilham kaynağı, her nefes yeni ve gizli bir köşesini keşfettiği ruhudur.
Öğretmen olduğu Kız Öğretmen
Okulunda ve gerek Yovakimion Rum Kız Lisesi ve İtalyan Kız Lisesinde kendisini
sevmeyen ve üfuluna (kaybolma, batma) ağlamayan kimse kalmamaştır.
Kendisinin Rahman'ın Rahmetine tevdî
olunduğu gün Kız Öğretmen Okulu öğretmen ve öğrencileri tarafından söylenen
sözler arasında Bayan Sabiha Orhan'ın da gözyaşlarıyla değerli hocası hakkında
söylediği sözleri teberrüken (bereket sayarak) yazıyorum:
“Aziz öğretmenimiz, yakında seni
kürsümüzde göreceğiz diye sevinirken ne idi bu, ne idi dün işittiğimiz haber.
İşittik mi? Hayır, hayır biz onu duymadık, duyamazdık, duysak ta böyle bir şeye
inanmazdık. Nasıl olur da gürbüz, ruhen hassas, maddeten çelik gibi sağlam bir
vücut, bu kadar az zamanda yok olur?...
Bunu dimağlarımız nasıl kavrar?...
Fakat diğer öğretmenlerimizin saklayamadıkları kederleri, tutamadıkları
gözyaşları, kafalarımıza müthiş bir darbe indirdi... İnanın, inanın bu acı bir
hakikattir. Biz yine inanamıyoruz, bunu da bize sen aşılamıştın. “Çocuklar: Ruh
ebedî, madde fânîdir.” derdin.
İşte sayın öğretmenimiz, senin
sözlerini sana tekrar ediyoruz. Cismin aramızdan ayrıldı, ölüm nihayet seni de
pençesi arasına aldı. Etimizden, tırnağımızdan ayırır gibi seni de bizden
ayırdı öyle mi? Hayır, sen ölmedin, bilakis kalplerimize bir kıvılcım attın. Bu
kıvılcım büyüyecek, büyüyecek, alevi kalplerimizi tutuşturacak, işte bu yangını
hiç bir şey, hiç bir maddi kuvvet söndüremeyecek.
Ancak bize tesellî verecek olan,
kalplerimizin en derin köşelerine kazdığımız ruhun, benliğin, ahenkli adın,
daima gülen ve kızaran çehren, bize; “Aldanıyorsunuz çocuklar, ben ölmedim”,
diyen dudakların olacak. Sen kalplerimizde, dimağlarımızda bütün varlığımızda
biz yaşadıkça yaşayacaksın. Eserlerin ise hiç ölmeyecektir.
Senden feyz alan çocukların bunu
yapmak kudretini almışlardır. Yalnız, yalnız sen, yatağında rahat, müsterih
uyu.
Arkanda bıraktığın talebelerinin
hıçkırıklarını hisset, senin için akıttıkları gözyaşlarını tutmalarını söyleme.
Bırak, bırak, kana kana ağlasınlar mukaddes ölü...”
Prof.
Dr. Ziya Cemal B. AKSOY
“-Ey aşk,
seni kendime besmele ittihaz ettim!
Sevdiğim,
bütün cihanın miftahı ve vücudu olan “Bismillâhi’l Aşk” düsturu işte sensin! Güneş batıyor, şimdi
gece olur, yine o karanlık gece, seninle aramızda, hep benim benim gönlümün
yanmasıyla, yine o karanlık gece, seninle aramızda, hep benim gönlümün
yanmasıyla neticelenen aşk oyunlarına başlar. Beni senden ayırır, seni karanlık
içinde göremez olurum. Kalbimdeki hayalin ne kadar münevver olsa, yine ben seni
görmeye muhtacım. Bu öyle bir şey ki, canan için, burada! Demişler. Lakin
gözlerim ebediyyen ona karşı ağma, görmüyor, kulaklarım sadâsını işitmiyor.
Batma
güneş, batma. Her ne kadar batışın doğuşundan daha latifse de, bu akşam senin
gözden nihan olduğunu istemiyorum. Üzerimde onun râyihasını ve kalbimde yeniden
aşkımı yer yer ateşlediği bugünün,
ömrümün ufkunda nihayetlendiğini görmek istemiyorum. Ey benim sevdiğim
ateşin (ateşli, canlı) güzel, aşkında senin gibi ateş!
Sen
olmayınca ben geceler içinde kalırdım. İsterse mesut cennetler üzerinde doğan
parlak güneş olsun. Ve isterse bana şu, yıldızın etrafında devr ettikleri bütün
cihanın güneşlerini getirsinler…
Gurub
cihetinden uçan bu kuş kafilesi nereye gidiyor? Bir vakitler böyle bir kafile
içinde, bende bilinmez meçhul ufuklara doğru kanadımı açmış gidiyordum. Benim
yolumu kesen sendin.
Karşımda
güneş içinde yaslanmış bir hayal, nazlı bir güneş gördüm. Elleri seninkiler
gibi ateşin önünde, çehresi anasırdan münezzehdi. Gördüğüm rüyaya hala
inanamıyorum. Zaman zaman, gözlerimi ovuşturuyorum. Ellerimle karşımdaki
tasviri yokluyorum. Dudaklarımla, tenimle onun derce-i zuhurunu anlamaya
çalışıyorum. Geceleri bazen gökte seyrettiğim kamer içinde, bu, evvelce aşık
olduğunu bilmediğim nazlı, dilber hayali görüyorum. O vakit kamer karanlık,
yıldızlar karanlık geliyor. Cihan gözlerimden düşmüş, ağlıyorum. Bu dünya bir
gül de olsa onun rayihası senin.”
Sahra üzerinde yarı
üryan bir kadın, gurup vakti bir taş üzerine oturmuş, bu sözleri bir kağıda
yazıyordu. Biraz uzakta bir çadırdan ta uzaklara kadar imtidât eden guruptan
yanmış ufuklarda hiçbir şey görünmüyordu. Bir müddet sükûn içinde olan etrafı
dinledikten sonra devam etti.
“Bir vakitler bana sormuştun. Ben aşkı inkâr etmiştim.” Diye
cevap vermiştim. Meğer, o vakit o güzel hayal bana güneş içinden yayını germiş,
ok saplanınca başımı ona çevirmişim. Ey ateş, ellerim yanmayınca senin ne
olduğunu anlayamadım.
Ey bu sahrada aşk vahasındaki billur şelâleler ortasında şeffaf
sularla ihticab ederek raks eden güzel! Yine sana mahzun kavrulmuş kalbimle
geldim. Suzân, Suzân! Diyorsun. Bu yanmış memlekette, bu yer yer alû olan
perişan yerde hangi memleketi arıyorsun? Söyle bana, yer yer güle tahvil eden
bu ateşin bir değmeye? Hangi memleketi arıyorsun? Ayağa kalkmıştı, kumlar
üzerinde bir takım ayak izleri görünüyordu. Bu izleri eğilerek ayrı ayrı öptü:
“Gel” gel sevgilim. Güzelliğinle gıda verdiğin bu vücutta, senin
daim gezerek tervic [Değerini arttırmak] ettiğin bir bahçe var. Burasıda tıpkı
senin avuçların gibi gül ve amber kokar. Oraya gel.
Çünkü aşk…. Ahh bilmezsin, sen, yemin ederim ki aşkı bilmezsin.
Eğer aşkın ne olduğunu bileydin, akşamları böyle kapımın önünden geçmez,
bi-pervâ ateşin türkülerinle yaramı tazelemezdin. Eğer aşkı bileydin, evvela
hançerin elinden düşerdi.!”
Yine etrafını dinledi.
Yere yatarak kulağını kuma koydu, bir ayak sesi geliyordu. Bu vakit buradan kim
geçebilirdi? Bu mutlaka o idi. Heyecanından dizleri üzerinde kaldı… birkaç
dakika sonra, at üzerinde, fevkalâde güzel çehreli, beşerî görünmeyen ve insana
yalnız aşık gördüğü hissini veren latif tavırlı bir süvari geldi.
Genç kadın, atın
dizginini tuttu. Onu indirdi. Sarıldılar.
-Bak Suzân, bak ben
geldim! Güzel bir sadâ çölün yanık havasına yayıldı. Çadıra doğru sarılmış oldukları
halde yürüyorlardı.
-Güya seni beş yüz
senedir, görmedim. Hâlbuki ancak birkaç saat oldu. Kalbimde, gördüğüm halde
tükenmeyen bir hasret var. Ne yapalım bana söyle: bunun ötesi var mı? İşte sana
sarılmışım. Niçin bu hasret ateşi böyle artıyor, eksilmiyor?
Onu bir müddet durup
seyrettikten sonra, gözlerini elleriyle kapadı:
-Bu kadar güzelliğe
benim beşeriyetim tahammül edemiyor, söyle senin asıl ismin “aşk” değil mi?
sen hava, su, toprak ve
ateşten hiçbirine mensup değilsin. Söyle, bu eller, bu vücut yaratılmışa
benzemiyor. Sende yaratılmışların acz ve füturunu görmüyorum. Haşa, sen mahlûk
değilsin.
Sevgilim, bu ten zevâl
olur mu? Benim teabbud (kulluk) ettiğim bu ilâhi vücud bir an gözden nihan
olabilir mi? Ben henüz tekellüm-i aşk bilmiyordum. Kalbim darbeni bilmiyordu.
Onu bürudetten (soğukluktan) uyuşmuş olduğu halde avuçlarında sen canlandırdın.
Hem bak, bu sarılan kollarımı artık sende çözemezsin değil mi?
[Sühâ: Bir yıldız ismi.
Dübb-ü ekber (Büyük Ayı) yıldız kümesinden gözü kuvvetli olan kimselerin
görebileceği en küçük yıldız.hzl]
2 Mayıs (…) Lisesi
Ama hava ne kadar güzel
canım hiç ders çalışmak istemiyor hele şükür riyaziye hiç sevmiyorum yarın da
yine o hain riyaziye hocası gelecek gelecek hiç açmadan insana on numara koyar
gibi sıfırı koyu veriyor.
İstanbul tekmil
yeşillikler içinde mavi berrak semalara baktıkça içimden bir ses bana kendimin
de ifade edemediğim fakat anladığım birçok sözleri söylüyor kalbim iyi teşvik
ediyor.
Mektepte herkes şen,
rüzgârları serin ve tatlı. Herkes her
şeye gülüyor. Yalnız menhus riyaziye (Hesap ilmi. Matematik bilgisi. )
hocasının yüzün gülmüyor. O da ne olur azıcık burnunu kırıp da herkes herkese
uysa ya! Hani düşünüyorum bu adam acaba evlimi, eğer evli ise vay o kadının
haline! Bu garip adama göre her hareket birtakım prensiplere tabiidir. Şayet,
mesela zevcesini kanunen sevmesi falan lazım gelse, mutlaka bunun için birtakım
kaideler vardır. Bu ameliye (iş) mesela günü öğlen saatinde den filan saatinden
filan zamana kadar devam edecektir.
sonra bu zaman zarfında alınması lazım gelen birtakım evza-ı mahsusa
(hususi haller) vardır.. vb…
Nöbetçi muallimi
gelirse, mumu hemen söndürüp yatmaktan, yorganı başıma çekmekten başka çare
yok. Hâlbuki hiç de uykum yok. Zorla
uyku uyunamaz ya! Hemen gelmiyor işte dolabın üstündeki mum gittikçe eriyor.
Muttasıl sallanarak yorun yorgun titriyor.
Bilmem ki ne dense
bunlarda bir gariplik hissediyorum. O şen çocukluğa artık galiba veda ediyorum.
İki sene sonra mektep bitecek. Bütün
arkadaşlar hepimiz bir yere dağılıp gideceğiz.
Fakat doğrusu şu koca Yavuz’a çok şaştım. Bugün edebiyat dersinde bir beytini okuduk
“Şirler pençei kahrımdan
olurken lerzan
Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek”
Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek”
Ben böyle zebun eden
sevdadan pek bir şey alamıyorum. İnsan niçin sever sevgilisiyle kırlarda
çayırlarda koşup gezmek, kuşlar, çiçekler içinde bayram yapmak için sever. Hele
bir şu mektebi bitireyim, kanatlarım
serbest havaya açılmış istediğim gibi uçacağım.
İmtihanlar başladı.
Artık yüksek duvarlardan, bu matruş bahçeden kurtulacağım. Fakat acaba nereye
ve kime gideceğim.
Bazen derslerden usandım
zaman, bende herkesle beraber, kurtuluş gününün gelmesini bekliyorum. Fakat bir
dakika geçmeden gözlerin bulutlanıyor.
Aydan aya, günden güne
değiştiğimi, pek küçükken kalbimi saran hüznün tekrar bana yaklaştığını
görüyorum. Benim gibi anasız, babasız bir çocuğa gülmek, ümit etmek yaraşır mı?
Dadımla, Zeliha’ dan ara
sıra mektup alıyorum. Yedi senedir görmediğim çiftliğe artık kavuşacağım.
Bu sene mektepte, eskisi
gibi bizi sıkmıyorlar. Hafta aralarında istediğimiz gibi dansa, sinemaya
gidiyoruz. bütün çocuklar hafta tatilleri dönüşlerinde, ceplerinde deste deste
mektuplar geliyorlar, çok hayret ediyorum. ne kadar çok leylaları, ne kadar çok
kalpleri var!
Hâlbuki bana bir
mahzunluk geliyor. Bilhassa yalnız zamanlarımda bir yalnızlık hissediyorum.
Bazen kahkaha ile, çocukların gürültüsü ile geçen gecelerde, ansızın gözlerinde
birikmiş yaşlar buluyorum. Birdenbire bu yaşlar nereden hâsıl oluyor, bilmem.
Kendi kendime belki fazla gülmüşümdür ondan diyorum. Taşkın kahkahalarla
kalbimi hislerimi örtmek için, ben de onlarla beraber gülüyorum, söylüyorum.
Zevk ve eğlence
yerlerinde adeta sıkılıyorum. Orada vefasızlıktan sahtekârlıktan başka bir şey
görmüyorum.
Dediğim gibi, bu sene
her hususta serbestiz. Hatta hocalarla alay etmek hususunda bile. Pek işsiz
kalıpta, içimiz sıkıldığı zaman, onlarla eğleniyoruz. Evvelce çit yapmaktan
ödümüz koptuğu dershanede şimdi mütalaa zamanında bir ağızdan vals söylüyoruz.
15 Haziran
Şu Celâl, beni ne kadar
teshir etti. bir senedir, düşüncellerim
tamamıyla değişti. şimdi eskiden daha
ziyade, kendimi ulviyete ve hüsne karşı meclûb buluyorum. Celâl’ın daima şiire
ve yüksek bir aşka mütemayil olan ruhu, beni de günden güne cezbediyor
18 Haziran
Dün akşam Celâl ile
beraber parka, gezmeye çıkmıştık. Denize karşı bir kanepeye oturduk. İkimizde
sakindik. Havada bizim gibi durgundu. Ben yalnız biraz evvel seyyar satıcıdan
aldım taze leylakları kokluyordum. Etrafta, şehri gizlenip düşünceye dalmış
gibi gösteren hafif bir sis tabakası vardı. İkimiz de konuşmuyorduk. Bir aralık
karşımızdan boş duran iskemleye yine o güzel kız Arap lalasıyla geldi, oturdu.
Birkaç gündür, her akşam tesadüf ettiğimiz güzel kızı seyrettikten büyük bir
haz duyuyordum. Gözlerimi onun kısa eteklerinden, ateşin (ateşli, canlı)
dudaklarından ayırmak istemiyordum. Ne olur, böyle güzel bir kızı sevsem!
Diyordum.
Adeta, kendi kendime
birçok hayaller kuruyordum. Bunlar pek saftı. Ona elimdeki çiçekleri götürüp
veriyordum. O, utanarak kabul ediyor, bu ilk nazarlardan sonra başlayan
muhabbet, artıyor. Hayalimi taa uzaklara kadar götürüyordum. Güya uzaklarda
küçük bir yuvada onunla yalnız başımıza yaşıyor, dünyadan bihaber,
birbirimizden başka bir şey şeyi görmüyorduk. Bu hayallere o kadar inanmıştım
ki, birden düşünmeksizin karar verdim. Bu leylakları götürüp sahiden ona
verecektim. Cüretle yerimden kalktım. Celâl’e de hiçbir şey söylemedim. Onlara
doğru yaklaştım. Arap uşağa dedim ki:
-Affedersiniz, küçük
hanıma leylak takdim edecektim, acaba kabul ederler mi?
Kekeliyordum.
Gözlerimin, hala kendi hülyasına müstağrak (dalmış) ışık bekleyen nazarlarına
baktım.
Güzel kız, birdenbire
istiğrab etti (şaşırdı). Beni barid (soğuk) ve istihfâfkar (küçümseyen) bir
bakışla bir bakışla süzdü. Şimdi,
gülmemek için karşımda dudaklarını ısırıyordu. Bir aralık kendini biraz
topladı. Soğuk ve nezaket icabı tebessümle:
-Mersi! Dedi.
Fena halde bozulmuştum
baştan aşağı soğuk sular boşalmış gibiydim. Buraya geldiğime pişmandım. Fakat
çiçekleri uzatmaya mecbur oldum. Celâl’in dönerken ayağımı bir taşa çarptım, az
kaldı, düşecektim.
Bu akşam parka gitmedim.
Bu akşam parka
gitmedim, bir daha gitmeyeceğim. Fakat Celâl bu akşam gitti. Orada kanepenin üzerinde henüz süpürülmemiş
solgun leylak salkımları gördüğünü söyledi.
Şimdi bahçenin
çocuklardan uzak tenha bir köşesindeyim. Piyanoda Chopin’in bir valsini
çalıyorlar. Bilmem ki niçin, bu sesler kalbimi yakıyor?
Topraklara kapanarak
hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. ay ay bembeyaz.
Yüzünde, bir zerre renk yok. her şeyden kalbim kırıldı. Gözlerimdeki
yaşlardan başka, elimde sermaye kalmadı.
12 Temmuz
Zeliha ve dadım
geldiler. Mahsus, sürpriz olsun diye bana haber vermemişler. ben görmeyeli
Zeliha epey büyümüş. Masum çehresi biraz solmuş. Boyu iyiden iyiye uzanmış.
Göğsü canlanmaya vücudu adeta bir genç kadın vücudu halini almaya başlamış.
Fakat eskiden
omuzlarından aşağı sarkan kumral iki örgüyü kesmişler. Görünce üzüldüm. Yazık değil mi, kadınlığın
sihirli letafetini taşıyan uzun ipek saçlara, günah değil mi? bana 12 ay ayrılığın verdiği taşkın bir
muhabbetle sarıldı. Dudaklarımın altında titreyen temiz gözlerini kalbim
çarparak öptü. Dadımın saçlarını adeta bembeyaz olmuş, çehresi çizgiler içinde
kalmış. Beni çocuk gibi kucakladı. Çocuklar bahçenin ortasında etrafımıza
toplanmış bize bakıyorlardı. Benimde candan bir kimsem, kardeşim var diye
iftihar ediyordum.
Zeliha, çiftliğe gitti.
ben de artık bir hafta sonra gideceğim. orada eskisi gibi akşam safalarının,
güllerin arasında yaz böceklerinin ninnisini dinleyerek uyuyacağım.
13 Temmuz
Gece yarısını geçmişti.
biz hala Celâl ile deniz kenarında dolaşıyorduk. Orada balıkçı kulübelerinin önünde on
yaşlarında küçük kavruk bir kız çocuğuna rast geldik. Yerdeki hasır parçasının üzerine oturmuştu.
Kumsala çekilmiş eski bir balıkçı kayığı denizin hafif cereyanıyla belirsizce
sallanıyordu.
Kim bilir, bu çocuk bu
vakite kadar uyanıktı? Yaklaştığımız
zaman, bir gözünün ama (kör) olduğunu
gördüm, içim acıdı. Merhametle dönüp baktım. fakat henüz iki adım geçmiştik. onu ayakta yanımda gördüm. Birden muzaffer bir sesle haykırdı:
-Ohhh….Çamurlu elleri
cekete sürmek ne güzel oluyor!
Bir de bakayım ki üstüm
çamur içinde kalmış.
Aman yarabbi, ben ona
merhamet etmiştim ve onu merhamete layık zannetmiştim. Anlıyorum ki,
tabiat; herkese layık olduğu imtiyazı
veriyor. Buna itiraz hiçbir suretle
hakkımız yok.
Fakat,
acaba ben niçin herkesten böyle ihanet gülüyorum?
Celâl, bana birkaç ay
evvel, ismini hatırlayamadığım bir kitap vermişti. Orada şu sözler yazılıydı.
“Sen
eğer herkesten vefasızlık görüyorsan, bunda mutlaka biraz da kendi hissesini
aramalısın”
belki de bu sözü doğrudur.
Ahh, şu Celâl ondan gördüğüm ulviyete aşıkım.
Ondan nasıl ayrılacağım, bilemem. Bunu
düşündükçe ruhumdan vücudumdan muharrem bir parça koparılacakmış gibi yüreğim
yanıyor.
14 Temmuz
Şu çocukluk, ne garip!
Gerçi, bizim müdürün sözüne bakılırsa,
bizim ağzımız süt kokuyormuş ama, bana kalırsa biz artık çocuk değiliz. Bundan
üç dört sene evvelki halimi düşünüyorum da, ne idi o günler? Önümde
menşur, bir tarafında fizik kitabı, bir
hararet tahlili ziyâ tecrübelerine kalkar (ısı ve ışık deneylerine kalkar) ,
kitabın söylediklerine inanmazdım. Hele, o kendimden büyük hevesler. fizik âlimimi olmazdım, dünyanın en büyük kâşifi mi, neler, neler..
Bugün bir âlimin, bir
kâşifin yahut bir dehânın tama’ (tamah) edeceğim bir şeyi bulunmadığına
kâinim. Onunda kendine mahsus namı kadar
büyük dertleri var. Bu âlemde neye
ibadet etsem (kulluk etsem) bir gün onun yıkılıp gittiğini görüyorum. En müstesna
ama mabutların, bir gün toprak olup hakaretle çürüdüklerini, görüyorum. Nice can yakan güzellerin gözlerine kurtlar
üşüşüyor. Bir tufan oluyor, işte koca şehirler mukaddesatı ile beraber harap
olup gidiyor. İşte, Pompei… Daha onun
gibi nice emeklerle asırlarca, milyonlarla can feda edilerek meydana gelmiş
memleketler bir anda küller, ateşler altında gitmedi mi?
15 Temmuz
Celâl ile bugün uzun
uzun, benim, o ilk babasız kaldığım günü konuştuk. Zaten küçüklükten beri ana şefkatinden mahrum
olan çocuk ruhum, o gün büsbütün bir
kanadı kırılmış bir kuş gibi yalnız ümitsiz kalmıştı.
O gün,
çiftlikte ansızın kalpten ölen babamı işçiler köye getirmişler mermer
sedirin üzerine henüz yatırmışlardı. Eter kokuları arasında dadım beni kucağına
aldı. Hayretten donan vücudumu bahçeye sürükledi. Zeliha o vakit yeni
yürüyordu. Bizim komşu Fatıma Hanım da
orada idi. Herkesin sevdiği hürmet
ettiği hayır duasını almak istediği bu hatunla, nedense ben pek geçinemezdim.
Bana birçok masallar anlatırdı. Bu
masallar üzerimde büyük tefsir bırakmakla beraber, ekseriya dinlemez yanından
kaçardım.
Bugün beni oyalamak için
yeni bir masal anlatmaya başladı. Fakat bu şimdiye kadar söylediklerinin
hiçbirine benzemiyordu. Bana fevkalâde tatlı geliyordu masal. Hatırımda kaldığı kaldığına göre şöyle idi:
“Mesut bir genç
varmış. Genç bir kız uzun saçlı bir
denizkızına gönül vermiş. Fakat
denizkızı denizler padişahına nişanlıymış. Genç, bir sabah denizkızını sahilde
yıkanırken görmüş. Hemen sümbül kokan
vücuduna sarılacakmış, fakat ansızın
orada ateşten bir ceylan peyda olmuş acele hemen gelmiş, genç çocuğun gamsız alnına ateşin diliyle
“artık, sen mihnet ve cefâ cefa
göreceksin” diye yazmış.
Masallar pek gariptir.
Ekseriyetinde, hatta gayrı makul gibi
görünenler de bile, bazen pek büyük hakikatler ifade edilmiştir. Bu gayrı makul görünen şahıslar,
ekseriyetle ve pek manidar bir
temâsilden başka bir şey değildir.
Aşk, şuhût, fazilet.. Aşk fazilet…. gibi birçok semboller
canlı veya cansız birer mevcudiyyet halinde ifade edilerek üzerleri
örtülmüştür.
Ne diyorum,
işte bu masalı henüz dinlememiştim.
o sırada çitlerin arasında kuvvetli
güzel bir çocuk atladı. Bu benim komşum Celâl idi. onu görünce biraz daha açılır gibi
oldum. bu küçük Celâl’in güzel gözleri
daima böyle yarı örtülü durur, solgun çehresi insana yüksek heyecanlardan biraz
örselenmiş gibi gelirdi. Bununla beraber
o çok faal çalışkan bir çocuktu.
Gözlerinde düz
denizlerin tehlikeli safiyeti vardı.
Aynı yaşta aynı yaşta olduğumuz halde benden daha boylu, daha geniş göğüslüydü. burada beraber büyümüştük, aramızda hep ufak
şimşekler çakmış, bazan bir yaprak, bir tüy için darılmıştık. Bunlara sebep
olan hep bendim. Celâl’in bir sürü arkadaşları
vardı. Bütün köy çocukları onun peykleriydi.
Refikalarını (arkadaş) bulunca Celâl değişir, beni unuturdu. Canlı, kahkahalı bir küme içinde yarı
çevrilmiş başıyla en eski arkadaşını da davet eder. Onun ses çıkarmadığını görünce uyanık zevkli
halesiyle beraber uzaklaşır giderdi. İşte o zaman elimdeki değnekle yapraklarını
döker yahut renkli çiçekleri yolar ve ağlardım. Sonra hain Celâl’e ufak bir
sebeple birdenbire darılır, susar,
susar, günlerce konuşmazdım. Fakat Celâl
daima affeden lütufkâr gözleri vardı.
Beni okşar yavaş yavaş aldatırdı.
şimdi bu, bî-kes
(kimsesi kalmayan) arkadaşının elini tutmuştu.
Bir kelime söylemeden yürüdük. Bir manolya ağacının altına gittik. orada
babam bize her gün akşam dersi verirdi.
Yine madalyaların latif kokuları arasından kıziletli yaprakların içinden kuş sesleri
geliyordu. fakat artık hepsi uçan zamana mersiye okuyorlardı. Onca kahkahaların terennüm ettiği bu yer
şimdi bir makbere benziyordu. Köşeye Celâl ile beraber taşlardan bir ocak
yapmıştık. O da rüzgârdan yıkılmış
gitmişti. Baygın bir yasemin kokusu Celâl’in ellerinden saçlarından
geliyordu. Ona sabahleyin annesi (m)
sürmüştü. Annemin ipek saçları yüzüme sürünüyor, yumuşak nazarları, gözleri kalbimi ısıtıyor
sandım.
Sâhi, ninemin
İstanbul’daki mezarında yaseminler vardı.
Bir gün onları diz çökerek koklamıştım.
Sarı gölgeler karardı.
Kuşlar titreyip sustu. Fırtınanın
kanadında, gurbetten gelen hicranlı bir
kadın beni bahar rüzgârıyla yıkanmış temiz göğsüne sakladı.
Kısık bir mumun ışığında
büyük odanın karanlık bir köşesinde Zeliha’yı geniş yatağın içine aldık. Bu
gece hiç ses çıkarmadan uslu uslu uyudu. Evde korku, sır ve sukun vardı. Gök ve
toprak mazlum bir büyü ile tütsülenmişti. Ben bütün gün işittiğim ağlamaları ve
feryatları düşünüyor, fakat babamın öldüğüne pek inanmıyordum. Dadımın yüzü
kıpkırmızı olmuş nefesi hafiflemişti.
Yatağın içinde kımıldamadan ağlıyordu.
Bütün gün uçuşan yeşil yıldızları, yorgun düşen nefesleri ile yavaş
yavaş uykuya dalarken dadım bizi de yataklarımıza yatırdı.
Rüyamda: tutuşan sıcak kumların üstünde üstüne
bırakılmıştım. Güneş cehennemi bir çiçek gibi sahrayı kavuruyordu. Kervanlar
geçiyor, develerden biri omuzlarıma basıyor, bağırıyor yalvarıyordum. Fakat ne
ölebiliyor nede kurtulabiliyordum.
Uyandım. Sabah güneşi
yüzümü ısıtmıştı. Alnım terlemiş gözlerim ziyadan hafifçe kamaşmıştı. Evde yine
telaşlar vardı. Feryatlar uzak köşeye kadar geliyordu. Zeliha sık sık babasını
soruyordu. Dadım bile sütlerimizi içmeden bizi sokağa çıkardı.
Topraklar serin sabah
rüzgârlarıyla yıkandığı zaman istasyona vardık. Sıcak, çok sıcaktı. Yapraklar yeşil birer koruya dönmüş, mavi gök pek çok derinleşmişti. Akşam
vaktiydi, Rumeli Hisarına teyzenin evine gittik. Hemen bir buçuk senedir ilk
defadır geldiğim bu evi ne kadarda göreceğim gelmişti. Fakat içimdeki mahzunluk sevinmeme mani
oluyordu. Her vakitte ki gibi annem kadar sevdiğim teyzemin boynuna sıçrayarak
atılamıyordum. Teyzemin kızı küçük Zehrâ
dünyaya geldiği vakit bir defa gelmiştim. Ondan beri teyzemi de görmemiştim.
Teyzem, herkesin şaşılacak bir rabıta ile sevdiği güzel kadın. Onda ne vardı? Bilmem ki; herhalde beni de buraya ona olan
muhabbetimi bildikleri için getirmişlerdi.
İşte, hiç unutmam o gün
bize büyük bir misafir gelmişti. Ben “Yusuf
Cemal”
beyi birçok defalar çiftlikte de görmüştüm. Eniştemin uzaktan akrabası olduğu
için, bizde tanışıyorduk. Babam adeta bir mağrur adamdı. böyle olduğu halde ona çok hürmet eder.
Kendinden küçük olduğu halde elini öper, önünde yere dizlerinin dibine
otururdu. Bana gelince onu çok severdim.
Sadâsının güzelliğine bayılırdım. Onu gördüğüm zaman, bilmem nasıl, bir
ferahlık fevkalâdelik hissederdim. Ekseri gecelerde rüyamda görürdüm. Fakat
şimdi tabii böyle değil. hatta Celâl ki,
çiftlikte o da görüyordu. Fazla seviyor diye Celâl’e bile darılıyordum. Bir kere teyzem ailesini onun yüzünden
yıktı. Çocuğunu bırakıp ona gitti.
Biçare Zehrâ, şimdi bir akrabasının yanında imiş.
Neyse,
neredeydim? biz artık her gece, teyzem, Zehrâ limonlukta yatıyorduk.
Eniştem Antalya’da idi. limonluk sıcak havada serin ve pek hoştu. Mis gibi
limon kokuyor, eflatun bir kandil fanusu, etrafa baygın bir zıya saçıyordu.
Yatağımıza yattığımızda zaman başımızın üzerinde mavi yıldızların uçuştuğunu
görüyorduk. Bazısı daha sevdiğine kavuşamadan tahammül edemeyerek yarı yolda
sönüyor eriyip, gidiyordu. Yatağa girince bir müddet, küçük Zehrâ ile oynar
sonra gözlerim kendiliğinden kapanır, uyurdum.
***
Aradan iki sene
geçmişti. Bir yaz gecesi yine limonlukta sırma saçlı yıldızları seyrederek
uyumuştum. Fakat gece yarısı birdenbire uyandım. Yanımda küçük Zehrâ
uyuyordu. Birden aklıma Fatıma Hanım’ın
söylediği masal gelmişti. Ahh, mutlaka bu kız benim sevdiğim dilber,
denizkızıydı. Kalktım, ona bütün kuvvetimle sarılacaktım. Fakat Zehrâ uyandı.
Karanlıkta küçük eliyle yüzümü arıyordu. Bende şaşırmıştım. Tekrar yerime
yattım Zehrâ yüzümü okşaya okşaya uyudu.
Fakat ben uyuyamıyordum. Hayalimde ateşin bir ceylan, ateşin diliyle
alnıma “sen mihnet ve cefa göreceksin” diye yazıyor, denizler
padişahının gözdesine verdiğim gönlümün pek çok yanıp yakılacağı bana haber
veriyordu.
Canım bir insan sevdikten sonra zaten rahat
kalır mı?
Ben muhabbetten korkuyorum.
17 Temmuz
Dün gece ki müsamere
artık bir veda birleşmesi oldu. biz mezun olanlar yirmibir kişi idik. Hepimiz
ayrı bir kıyafete girmiştik. Kimimiz
Çinli, kimimizi Arap, kimimiz Kafkasyalı tarzında giyinmiştik. Hem de her
birimizi temsil ettiğimiz dinin veya milletin adetlerinden birini
gösteriyorduk. Ben Hindu (Budist)
oldum. Mukaddes, toprak sarısı renginde ağar kumaşlarla belimi ve omuzlarımı
sardım. Elime ayrı ve yassı taneli bir
tesbih aldım. İki küçük çocukta şakirdim
oldu. Biri hurma dalından yapılmış büyük yelpazeyi başında gezdirdi. Celâl (Burma) lı bir kadın kıyafetinde bana
ibadet etti. Cinsinin alametifarikası olarak iplikli peştemalını yanında
düğümlenmişti. Üstünde yakası açık çiçekli bir gömlek vardı. Başına peruk
taktı. Uzun saçlarını tepesinde topladı, başına sardı, üzerine bir çember
geçirdi. Önümde eğilerek beni taziz etti. Büyük koçan sigaralarını yaktı. Kesif dumanlar içinde sükûnetle içtik.
Seyircilerin en çok ben hoşlarına gittim. Hocalar ibadeti tekrar tekrar
yaptırdılar.
Celâl çok neşeliydi.
Veda gecesin de bu kadar pervasız durması bana hüzün veriyordu. Bundan bir sene
evvelki geceyi hatırlıyordum. Yağmurlu soğuk bir teşrinievvel (Ekim) günüydü. O
mektebe yeni gelmişti. Yine burada mütalaa salonunda toplanmıştık. Herkes
çalışmak yahut konuşmak için ufak manzumeler halinde bir köşeye çekilmişti. Ben
kitaplarımın tafsiliyle meşguldüm. Fakat Celâli gördüm. Karanlıkta piyanoya başını dayamış yüzünü
yere çevirmişti. Kımıldamıyordu. Yanına
gittim.
-Hasta mısınız Celâl?
Dedim
Başını kaldırdı gözleri kırmızı ve ıslaktı. Bu
yaşlarda beni cezbeden bir sıcaklık vardı. Tereddütle:
-Hayır, dedi
o vakit onu ruhlarımızın
maverada dolaştığı zamandan beri tanışıyormuşum gibi, muhabbetler elini tuttum,
buz gibi soğuktu. Onu muhabbetimin bütün hararetiyle ısıtmaya çalıştım.
Şimdi, Celâl son
gecemizde saadet ermiş hasretine kavuşmuş bir kuş süruruyla yeşil kanatlar
takarak uçmak istiyordu. Yine pek çocukken çiftlikte yaptığım gibi, sebepsiz
küçük bir şeyden darılıp hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordum.
Ona yalvardım:
-Rica ederim Celâl,
kendini bana bırak. Dedim. Gülüyordu ve biraz mütehayyirdi. Kolundan çekerek
piyanonun yanına götürdüm. Başını kendi
elimle oraya dayadım, göz kapaklarını örttüm.
18
Temmuz: Bebekler Gibi
Güneş kim bilir kaçıncı
defa kızıl tebessümle Bülbüldere’yi terk ediyor. Ahmet ile ben bastonlarımızı taşlara vurarak,
sarı toprakları dağıtarak yürüyoruz.
Yine ikimizde ayrı birer âleme aitmişiz gibi konuşmuyoruz ve
düşünüyoruz. Celâl’in biraz başı ağrıdığı için bizimle beraber değil, keşke
olaydı!
Ayaklarımın dibinde,
çalılığın yanında beyaz bir kuzu bağırıyor.
Genç bir çoban ona yetişmek için koşuyor. Küçüğü tutuyorum. Sahibi yanıma geliyor. Beyaz cilalı dişlerini göstererek gülüyor. Bu
sıcak esmer yüzlü Anadolu çocuğuna soruyorum.
-Bunu niçin
kovalıyorsun?
-Rus kızları
istemişlerdi de.
Başıyla çınarın arkasını
işaret ediyor. Sonra küçük taze bir ses bana Rusça haykırıyor:
-Aferin güzel kahraman,
buraya getir, çabuk getir.
Ayaklarımın altında
hafif taşlar yuvarlanıyor. Renkli böcekler uçuşuyor. Parlak sazların, yabani
dikenlerin arasından geçiyorum.
Kollarımdaki yavru çırpınıyor durmadan bağırıyor.
Kayaların üstünde
eflatun entarili, sarışın kız, dağ menekşesi koparıyor. Arkadaşı yere yeşil
otların içine oturmuş beyaz eteklerindeki kır çiçeklerini ipliğe diziyor. İşte
eflatun entarili sarışın kız avcundaki çiçekleri yere atıyor. Kızararak kuzuyu veriyorum. O titrek kızıl ışıkla gölgelenen yanağına
beyaz hayvan sürüyor, küçük taze bir ses Rusça
-İsmin nedir?
-Sühâ.
-Ne ahenktar! Benim ki
de, Milica
Kıvrımlı küçük
dudaklarına sanki kimyanın kan ve ateş karışık suyundan sıçramış. Bu kırmızı canlı şeyleri görmemek için
gözlerimi kapıyorum. Eflatun, aşina bir ziya.
Mayi-hoş bir rayiha
bütün dünyayı sarıyor. Yaprakları gök zemin… her şeyi arıyor.
Gece olmuş. Ay
Bülbüldere’yi sihriyle mavi bir cennete benzetmiş. Milica, berrak sıcak
kollarını boynuma dolamış. Göğsüm dudaklarım yanıyor. Bülbül, seyyal ve ilahî
terânelerle hüsnü aşka ibadet ediyor.
Ahmed beyaz etekli Milica’nın arkadaşına sarılmış bizden ayrılıyorlar.
Cemali hasta.
Sesler işitiyorum.
Bunları bazen ışıklı durgun korunun telaffuz edilmiş, hisleri zannediyorum.
Bazen onları hatırlıyorum. Ne söylediklerini anlayamıyorum. Sanki bu garip
nefesleri, çok uzaklardan serseri bir yel getiriyor.
Öyle geliyor ki, layeûd
(sayısız) dakikalar geçiyor. Hesapsız mesafeler yürüyoruz.
İşte akarsuyun başında
duruyoruz. Milica, küçük pembe avucundan bana su içiriyor. Serin çok serin bir şifa diyorum. Sanki
cennetlerin gözünden içiyorum. Bana öyle
geliyor, şayet ölürken bu beyaz suyu hatırlarsam, dirileceğim.
Fakat bilmem niçin
kanamıyorum. Gittikçe dudaklarım yanıyor. Gittikçe avuçlarım kavruluyor.
Mabudumu tuğyan aşkımla sarmak için çıldırıyorum. Ona tapmak için, ten bana
kifayet etmiyor. Denizdeyim. Etrafımda,
gümüş sihirli gölgeler uçuşuyor.
Yıkılmış, ma’buddan
döner gibiyim, gönlümde derin, acıklı bir boşluk var. Bir gecede binlerce
fersah yürümüş, binlerce âlem dolaşmış gibiyim.
Cüz-ü dayinimi arıyorum,
bulamıyorum. Kolumda yabancı bir hafiflik var, Zeliha’nın altın saçlarıyla
ördüğü, yakutla işlediği, bileziğimi arıyorum, bulamıyorum. Yanımda Milica’yı
arıyorum, bulamıyorum. Ya Rabbî keşke fakir bir çoban olaydım da, çalınacak
pulum, çalınacak yakut bileziğim bulunmayaydı. Ben zannederdim ki, aşıkın
gözyaşından, kanından, küçük yüreğinden başka dökülecek, feda edilecek bir
ziyneti yoktur.
-Söyle Milica, Allah’ın
için söyle, kalbinde bir damla merhamet de uyanmadı mı?
Bana ebediyete varacak
bir sızı, bir ceriha bıraktın. Bu azabı
biraz dindirmek için güzel avucundan tekrar bir yudum içeremez misin?
Ruhumun boşluğundan
korkuyorum. Onu örtmek, onu ısıtmak için etrafımı arıyorum. Sığınmak için
göğsünü bulamıyorum. Soğuk dalgaların vahşi raksı içindeyim. Arayarak
kaybolacağım. Bulutlara, suya karışacağım gibi geliyor. Bu esmer denizden, bu sessiz enginlerden
korkuyorum. Küçük beyaz kanatlı
kuşlardan bile korkuyorum.
Beylerbeyi sahilinde
beyaz bir yalının kumsalına çıkıyoruz. Ahmet sandalcının ücretini veriyor.
Işıksız, bulanık gözlerle bakarak;
-Benimki de benden on
lira aldı diyor.
Sararmış yüzüyle bütün
kanını, bütün hayatını kayıp etmiş görünüyor. Ve bir mevta sessizlikle yürüyor.
İskelede Celâl’i görüyorum, seviniyorum. Ahmed’ten ayrılıyoruz. Yeşil ağaçlarla
örülmüş bir yoldan geçiyoruz. Serin ve
adeta teselli vermek isteyen müşfik bir deniz rüzgârı yaprakların arasından
sızarak akasya kokularıyla kalbimi yıkıyor. Bahçe, yeşil bir umman gibi derin
ve büyük duruyor. Nemli ve ateşin güllerinden yapraklar dökülüyor. Etrafı
çiçeklerle süslenen temiz havuzun içinde renkli balıklar yüzüyor.
Yolun üstünde, bir
aslanağzından fışkıran suyun önünde duruyoruz. Dokuz yaşlarında bir Arap çocuğu
çiçeklerin üstüne oturmuş, uyukluyor. Çeşmenin ağzındaki desti, beyaz
köpüklerle taşıyor. Topraklarda küçük derecikler süzülüyor. Celâl bastonuyla çocuğun kıvırcık saçlı
başına dokunarak sesleniyor:
-Bilal, Bilal! Yerler su
içinde…
O birden bire ayağa
kalkıyor, gözlerini ovuşturarak yarı uykuda bize bakıyor. Celâl’i görünce
sevincinden sıçrayarak köşke doğru haber vermeğe koşuyor. Arkasından küçük
pabuçlarından havalanan bir toz bulutu yükseliyor.
19 Temmuz. Beylerbeyi
Bu geceyi burada
geçirdikten sonra artık yarın çiftliğe gidiyorum. Evvelsi gün yanımda Celâl
olaydı, bunlar herhalde başıma gelmezdi. O, beni gayri ihtiyari sevk eder.
Dediklerini yapmaktan kendimi alamazdım. Hala inanamıyorum. Ben o kadını, beni
sevdi zannetmiştim. Birbirimizden gözyaşları içinde ayrıldık. Sabaha kadar koru
içerisinde geçen bu geceyi bir aşkın ilk sahifesi zannetmiştim. Ah benim bu her şeye inanan çocuk kalbim!
Ben bu kalple, bu
insanlar içinde yaşadıkça hüsrandan kurtulmayacağıma hiç şüphe yok.
“Daha uslanmadın mı
Sühâ?” hala bu zehirli çiçekler arasında bal arıyorsun.. Kaç kere dilin yandı,
kaç kere zehirlenip gidiyordun. Hala mı uslanmadın. Bak, şu güzel gece içinde uzanan suların safi
lahutî sadâsını dinle. Senin daldığın elemin müşevveş [düzensiz, karışık] lisanına
benziyor mu? Bütün bir can çekişmeden ibaret olan haraharaların [Uykuda
horlamak. * Kedinin mırıldayışı] yanında, işitiyor musun, bu tabii asûde sadâ
ne kadar balater [Pek yüksek, daha yüksek].
Mumun yanında bir
pervane tek kalan ince boynuzunu yavaş yavaş tahrik ediyor. Aşka- koruda geçirdiğim
o mülevves fırtınaya değil-aşka karşı tükenmez bir ihtiyaç var.
Vakit vakit, açık
pencereden, uzaklardan esen rüzgâr bana ümit getiriyor.
Canım elbette, Celâl’in
iman ettiği gibi, fevkalade insanlarda vardır. Celâl’de onlardan bir parça
değil mi? Onlardan koku almış bir vücud değil mi? Benim hararetten yanmış
dudaklarıma Celâl, çatlayıp yanmayacak, kadar yüksekten damla damla akan bir su
gibidir. Beni kavrulmayacak kadar teskin eder. Bütün dünya bu benim gördüğüm
bildiğim insanlardan mı ibaret? Hayır, bu benim gördüklerim insanda değil.
Elbet (insan) denilen
hakiki bir vücut olmalı. Bir su samuru bile yavrusu ölünce insan gibi ağlıyor,
inliyor. Hatta bazen tahammül edemeyerek hasretinden ölüyor. Bir köpek, sahibi
için canını feda etmekten çekinmiyor. Hayvanlar içerisinde, bu benim tesadüf
ettiğim birçok insanlardan daha âlileri, yok mu?
Eğer bütün âlem, benim
bu gördüğüm âlemse, o halde, ruhlardaki güzellikle büyüklüğe karşı olan gizli
ve âşikar ibadet nedir?
Şekil, beni ne kadar
aldattı, bakmaya kıyamadığım bir vücut altında ne müstekrih [İğrenen, tiksinen]
manalar gördüm. Bir kitabın kabı (cildi) istediği kadar mükemmel ve güzel
olsun. İçini açıpta okuduğum zaman
iğrendikten sonra….
Tekrar mı, ben bu
insanların içine döneceğim? Bu yazın nihayetinde, âlî tahsil (yüksek tahsil)i
bitirmek için tekrar buraya gelmek icap edecek. Henüz hangi mesleği tutacağımı
da kararlaştırmadım. Bir bakıma, edebiyat okuyayım diyorum. Zaten kâfi derece
de servetim var kem kazanmaksızın da geçinebiliyorum. Fakat toprakla oynamakta
fena değil. Hergün (yaratıldığım) aslımla hasbihal fena mı?
1 Haziran, çiftlik.
Defterim! Bir köşeye
atılan kitaplarımın arasından bugün elime geçti. Hatıralarımda, aşka ihtiyaçla
biten son parça beni müteessir etti.
Bu beş senelik tahsil
hayatı bana birçok acı dersler daha verdi. Mamafih hayatın tadını tatmadan onun
ne olduğunu bilmeyecektim.
Şimdi kuşlarla,
çiçeklerle, beraber temyiz, sıcak dağların göğsünde teneffüs ediyorum; muattar
(kokulu) toprakları kırlangıçlarla beraber öpüyorum. çiftlik daimi bir sukun,
daimi bir huzurun safveti ile düşünüyor gibi. her yer yeşilin nuru içinde. Şarkım muhabbet, duygum muhabbet, içtiğim
bile ile muhabbet…
Burada ziyadan (ışıktan)
çiçekler, nurdan teraneden melekler var. (ve…..) deki evi bir köylü bekliyor.
Çiftlikte Zeliha, dadım, birkaç hizmetçi, birde eski ihtiyar vekilharç ile
yalnızız. Veli ağa hala çökmedi, vücudu
demir gibi kuvvetli. Zeliha’yı bile kucağında gezdirebiliyor.
Zeliha bazen dadımla
köye iniyor yahut İstanbul’a gidiyor. Birkaç gece kalıyor. Nadiren de yanında
biraz arkadaşla dönüyor. O vakit çiftlik biraz gülüyor. Taflanların (karayemiş)
sazların içinde kahkahadan çiçekler açıyor.
Ben çok neşeli, çok
cevval [Dâim hareket hâlinde olan ] bir adam oldum. Kızgın güneşin altında
göğsümü başımı açarak kuşlar gibi rüzgârlar gibi şarkı söyleyerek koşuyorum.
Zeliha’yı , dadımı..
Hepsini biraz ihmal ediyorum. Benim isimsiz çiçeklerim, renkli parlak
dinginlerim, [sakin, durgun yerler] hasbihal edecek açık göklerim var.
Zeliha Veli Ağa’nın
dizine oturuyor, ona Ata’nın hatıralarını anlatıyor. Sahiden zavallıyı hiç düşünmüyorum.
15 Haziran
Göl sahilinde kaval
çalıyordum. güneşin batması yakındı. Gümüşsuyu yer yer kızarmaya başlamıştı.
Susadım. “Yolcu çeşme” den su içmeye gittim. yaşlı köylü kadını güğümünü
dolduruyordu. Başında beyaz başörtüsü, üstünde soluk bir yeldirme vardı. Tatlı
derin bir sesle:
-Gel bakalım güzel
delikanlı, nereden geliyorsun?
-Göl kenarından
geliyorum.
-Neden yalnız
geziyorsun, senin yavuklun falan yok mu?
Kalbim çarpıyordu,
sözleri kapatmak istiyordum. Tekrar zehirlenmekten korkuyordum. Kadın çeşmenin kıziletli, harap taşlarına
dayandı. Garip kudretli bir sesle:
-Hiç bu gençlik susuz
geçer mi? dedi.
O vakit susuzluğumu
hatırladım. çeşmeden dolu güğümü çektim. avcumla kana kana içtim. Başımı,
yüzümü ıslattım. Göğsümde şiddetli bir
hararet vardı؟
-Nine, dedim. Burada güneşlerin muharrik
şuleleriyle, alevlerle sarılmış ateşten bir yürek var. Onu serinletmek için “Yolcu
Çeşme” nin suyu tesir etmeyecek.
Köylü birdenbire sadef dişlerini göstererek
hiç unutamayacağım mânidar bir kahkaha ile güldü. Dağlar bile onların hafif
hafif bu sadâyı tekrar etti.
Yüzüme o kadar kuvvetli
bakıyordu ki gözlerimi yerden kaldırdım. Nazarları ruhuma işledi.
-Oğul sakın sevdiğinden korkma, gönülsüz
kalmaktan kork., dedi.
Güğümünü aldı.
uzaklaşırken sesini rüzgar dağıttı.:
-Huda’ya emanet ol. Tanrı dileğini versin. Alnını ak etsin.
Yavrum!
9 Temmuz
Öyle müsterihim ki
saadetinden ağlıyorum. Bu parlak şuleli göklere, bu sarı kızgın topraklara
gözlerimden daha çok muhtacım. Martıların küçük baygın feryatları için, sanki
içimde asırların hasretini biriktirmişim. Tarla kuşlarının çırpınan
kanatlarındaki küçük siyah şimşekleri bile hüsranla seyrediyorum.
18 Temmuz
Babamın mezarının taşına
üstündeyim. Her taraf diken, hoşnut
içinde, dizlerini topluyorum, öyle
oturuyorum. bir yaprağa bile dokunamıyorum.
Pembe karanfilleri koklamaya korkuyorum. Yıllardan beri unutulan babam,
günahımı affetmiyor zannediyorum. Rüzgâr
estikçe yabani güller beyaz ve hoş lâhdin üstüne yapraklarını döküyorlar. Yine
parlak yeşilliklerin süzgün nazarları arasından böcek sesleri geliyor. Artık onlar da yorgun yorgun ötüyorlar. Güneşte temiz bulutlardan kurtuldukça
dizlerimi ve ellerimi yakıyor. uzak gölde muhteriz (çekingen ) gümüşlü bir
lerze [Titreme, titreyiş. Sallantı] uçuyor. Sazlı kayalıklar kayalar arasında,
kızarmış iki yıldız çiçeği kımıldanıyor. Ki güllerin kokuları kalbimi
uyuşturuyor. Solgun benizli kır çiçekleri eğilmişler, birbirlerine hikaye- mevti
(ölüm hikayesini) naklediyorlar. Onlarda bu huzuru ihlal etmekten çekinir gibi
işitilmez nefeslerle söyleşiyorlar.
Babamın kemiklerinin
gubarıyla (toz) beslenen bu böceklere, bu otlara elimi süremiyorum. kendi
nefsinden bile ürküyorum. Gökten kaynar ziyayalar dökülüyor. Bu tunç ışıklı
kadir güneş, ateş kıvılcımlı zemin.. Bütün sevdiğim, taptığım şeyler. yalnız
beni yakacak, başka sûzan bir mucizeye muhtacım. Aradığıma kavuşamıyorum.
Gümüş gölgeler başka bir aleme doğru eriyip
gidiyor. Böcekler susuyor. Güneş titreyerek dumanlar içinde ağır ağır nihan
oluyor.
Sevinen akşam
baharlarının yerine garip bir serinlik çöküyor. Mezar taşlarının barid
(soğuk) rutubeti iliklerime işliyor.
Kendini unutarak kımıldayamıyorum. Etrafındaki büyülü çiçekler ürkmüş gibi birdenbire
hareket ediyor. Şekilsiz acayip gölgeler koşuşuyor.
Servilerin arasından
kaçmak istiyorum. Ayaklarıma bu korkunç seyyal şeyler işliyor.
Acayip kuytu
derinliklerden, alev püsküren bulutlar hücum ediyor. Kıpkızıl ateşten, layeût
(sayısız) gözler fışkırıyor. Topraklardan ak şekline girmiş ateş ruhlar
sıçrıyor.
İşte bu halde kendimi
kaybediyorum. Sabahleyin ölüp dirilmişim gibi, âlemi ervahtan dönmüşüm gibi,
yeni fevkalâde hislerle uyanıyorum. Akşamdan beri kuduran cehennem sönmüş.
Sabah rüzgârı vücudumu yıkıyor.
Çiçeklerin ıslak temiz yüzleri parlıyor. Mezar, eski viran sessizliğiyle
içini çekiyor gibi.
Sendeliyorum. Sanki
yürümeyi unutmuşum. Etrafımı onca rüyada görmüşüm gibi, müphem hatırlıyorum.
İşte senelerden beri ilk defa köyün içinden geçiyorum. İhtiyar köylüleri tanır
gibi oluyorum. Fakat küçükler, çok değişmiş olacaklar… Hele beni herkes yabancı
zannediyor. Ne tuhaf! Bu köy bana çok büyük gelirdi. İçinde sayılamayacak kadar insan var
zannederdim. Halbuki ne zavallı, ne boş yermiş.
Ahh.. Söyleyin küçük
yolcular, burada kumral temiz bir çocuk başı vardı. Kısrağının ayak sesini
küçük kahkahasını duyamıyorum.
Balıkçı evlerinin
önündeki önünde zayıf bir kadın yırtılan ağını dikiyor. Kırmızı entarili bir
çocuk, matruş yanık başıyla güneşli toprağa çömeliyor
Postanenin kapısına
“kiralık” tır diye çarpık siyah bir yazı asmışlar. İşte bizim önce oturduğumuz
demir parmaklıları görünüyor. Bunların merbut (bağlı) olduğu setin üstünde
Celâl ile ne kadar çok koşmaca oynardık.
Eve derin derin
geliyorum. Hiç hareket yok. İhtiyar köylü bir yere gitmiş olacak. Setin
tuğlaları üstüne oturuyorum. Yarabbi dünyada fâni olmayan hiçbir şey yok mu?
Uzun uzun bahçeyi
seyrediyorum. Havuzun yeşil suyun içinde güzel renkli balıklar yerine çürümüş
yapraklar geziniyor. Ağaçları insan boyunda otlar bürümüş. Sarmaşıklar “çifte
fıstıklar” a bile sarılmış. Altında ders yaptığımız manolya nerede? Şu
yediverenin arkasında olacaktı. Yok, ne
yazık yarabbi, demek ki kesilmiş!
Kapının önündeki iğde
ağacı da yerini değiştirmiş gibi. Ben bunun ince dallarını, beyazımsı donuk
yapraklarını pencerelerden tutardım. Halbuki şimdi uzaklaşmış, başını gümüş
evin saçağına dayamış göğsünü oraya sürmüş.
Celâl’in evinden bana
yabancı Rumlar bakıyor. Kafesleri sökülmüş cumbaları kaldırılmış, tanrıçasına
renkli çamaşırlar asılmış. Acaba neredeler?
müthiş bir yorgunlukla özlüyorum. Ölecek
gibiyim. artık gözlerim görmüyor, ağlıyorum. Yaşlarım yüzümü yakıyor.
Hakikatsiz, mabetsiz, putsuzum.
Bütün yollar birbirine
benziyor, karıştırıyorum, ancak öğleden sonra çiftliği bulabiliyorum.
“ Veli ağa” bahçede beni
görünce çocuk gibi ağlayarak boynuma sarılıyor. Gözyaşları sakalından
süzülüyor. Zeliha yatağında, beyaz bahçe ünlüğüyle soyunmadan uzanmış
buluyorum. Sesimi duyunca birden bire sıçrıyor, kalkıyor. Gece nerede olduğumu
kimseye söylemiyorum. Fakat yaklaşmaktan korkar gibi dikkatle yüzüme
bakıyor. Benim artık insanlarla rahat
rabıtam kalmamış.
Utanmıyorum, acımıyorum.
Sade omuzlarımı silkeliyorum. Veli
ağa, titrek ve damarlı ellerini semaya
kaldırıyor, uzun uzun dua ediyor.
Sabahleyin biraz başım
ağrıyordu. Zeliha “evde kal” “bir yere gitme!” diye yalvardı. Akşam safaları
içine kendi eliyle bir sandalye koydu. Beni saçlarımı okşayarak oturttu. Köye
düğüne gitti. Böyle yastıkla ve minderle
yumuşatılmış ihtimamlı yerlerde oturmak, bana azap veriyor. Çimenlerin üstüne
yatmak istiyordum. Fakat onun küçük hatırını kıramayacağı kadar kuvvetsizim.
Akşama kadar Veli ağa
ile konuştuk. Zavallı adamın ne kadar çok dertleri varmış. İzmit ten
memleketlisi gelmiş, tek bir akraba çocuğu sağmış. Fakat onun da hali çok fena
imiş. Biçare yavrucak ince hastalığa (verem) tutulmuş.
- Git Veli ağa, dedim.
Bari vakit geçirmeden hastayı buraya getir. yalnız çiftliğe muvakkaten
(geçici) birini bul da….
Sade yürekli ihtiyar,
sevincinden ellerimi öptü. güneş battı halde Zeliha daha dönmemişti. hem sigara
içiyordum. Hem de hasır sandalyede yavaş yavaş sallanıyordum.
Hava öyle durgundu ki
etrafıma toplanan mavi dumanları ellerinde dağıtıyordum. Veli ağa, uzakta mısır
tarlalarının ortasında, siyah bir kuş gibi gözüküyordu. Bekçi kulübesinin
önünde durmuş, etrafı işaret ederek içerideki hizmetçiye talimat veriyordu.
Birdenbire gözlerimi iki
küçük yumuşak el kapadı. Zeliha’yı temasından tanıdım, bileklerini tuttum.
Serin yanaklarından öptüm.
-Üşümüşsün Zeliha,
dedim. Dur seni pardösüme sarayım, dadım
nerede?
-İşte geliyorlar.
Gittikçe siyahlaşan dar
yola baktım. İki karanlık gölge süratle yaklaşıyordu. Zeliha, geniş pardösünün içinde büzülerek boynunu
büküyordu.
-Darılma ağabey, rahatın
kaçmaz, ne olur! Sen bana böyle kızmakta devam edersen öleceğim. Zaten, bizim
kanaryanınkinden daha az canım kaldı!
Darılma, olmaz mı? Zehrâ’yı getirdim çok sesli gülmeyiz.
-Zehrâ kim?
-Köyde Tamburî Faik Bey
yok mu? Onun arabasındanmış. Bilmem nerde, bir yerde babası ölmüş. Başka hiç
kimsesi yokmuş, köye gelmiş.
Zavallı Zeliha, beni ne
kadar fena anlıyormuş.
-Niçin darılayım, dedim.
ben seni hiç sevmez miyim? Hem zannettiğin kadar hodkâm bir kardeş miyim? Sen
güldükçe ben teselli duyarım.
Karanlıkta mavi, tatlı
gözleri parlıyordu. Bana daha ziyade sokuldu. Başını göğsüme koydu. Kalbimle
konuşur gibi, derin derin:
-Ağabey, dedi. Neden bu
kadar değiştin? Atina’ya yazdığın mektuplar ne güzeldi! o vakit beni seviyordun. Söylesene ne günahım var? Ağabey, yazık bana!
Sesi kısıldı. Çenesinden
tuttum. Yüzünü aya çevirdim. Yanakları yüzü yaş içindeydi. Kirpikleri
titriyordu.
Söyleyecek bir şey
bulamıyordum. “Ağabey yazık bana!” yalnız bu şikayeti işitiyordum.
22 Temmuz
Zeliha arkadaşını çok seviyor, böyle giderse
aylarca bırakmayacak, dün gece karanlıkta pek dikkat etmedimdi. Bu sabah
bahçede tesadüf ettim. Beni görünce utandı. incir fidanlarının arkasına kaçtı.
Zehrâ, pek hoş bir çocuk. Saçları çok
sarı, çok parlak. Hatta Zeliha’nınkilerinde daha açık ve parlak. bugün öğleye
doğru, Zeliha odama geldi. beni içeride bulunca şaşırdı. Hakikaten iki gündür
evde kalışım, bana da garip geliyordu. maamafih kısmen başımın ağrısını sebep
buluyordum.
-Ne var dedim, misafirin
nasıl?
Onu sorduğuma çok sevindi. küçük saksının
içindeki çiçekleri okşayarak güldü.
-Görsen ağabey, ne
tatlı, ne güzel kız! Bak düşünürken bile kalbim çarpıyor. Gelse ki hep beraber
Ayazma'ya gidelim.
Üzmemek için “peki”,
dedim.
Öğle yemeğini ceviz
ağacının altında yedik. Bende onlarla beraber koşmaca oynadım. Dağ
çiçeklerinden çelenk yaptık.
Bağdan üzüm topluyorduk.
Hava çok sıcaktı. güneş kanımıza geçiyordu. ben bir oyun buldum. Zeliha ile
Zehrâ, en büyük salkımı aramak için koşacaklardı. kiminki küçükse tayin
edeceğim cezaya razı olacaktı. ikisi de
kütüklerin arasına koştular. ben küçük kızın mağlup olması için gizli gizli dua
ediyordum. Zeliha şarkı söylüyordu. Zehrâ ara sıra salkımlardan birisini güneşe
tutup bakıyordu. Zeliha önünden koştu:
Benimki benim ki! diye haykırdı. Zehrâ
sükûnetle geldi. Kendinden emin değildi. Salkımını avucunda sıkıyordu. Beyaz
ince elini tuttum. Parmaklarını açmamak için inat ediyordu. zorla hatta güzel
narin cildini biraz inciterek açtım. Salkımı, Zeliha’nınkinin yanında çok
küçüktü. Zalim bir hükümdar gibi emrettim:
-Haydi, bakalım, “küçük
hanım” dedim. Bütün üzümleri birer birer dudaklarınla ağzıma vereceksin.
Yüzü büsbütün kızardı.
Veremedi, o kadar ısrar
ettim. Yalvardım. Mümkün değil veremedi. Dudaklarım muhayyel [Hayâl olarak
düşünülmüş] bir zevkin muhayyel ateşiyle yandı.
27 Temmuz
Öğle vakti fındık
ağaçlarının gölgesinde yatıyordum. Etrafından yalnız böcek sesleri geliyordu.
Gökten munis telaşlı bulutlar geçiyordu.
Kendi kendime diyordum
ki: canım dağların, çiçeklerin, güzel rüzgârların letâfeti de insanı nihayet
bir müddet meşgul diyor. şu dağlar, mis kokan topraklar, bu billur sular,
gözeler. fakat bu güzellik bana kâfi gelmiyor. bunların lisanından bir şey
anlayamıyorum. fevkalâde güzel sesli, fakat ecnebi bir kadın kendi lisanıyla
bir şiir okusa, elbet ben bu latif sadâdaki ahenge hayran olurum. Halbuki o
şiirin asıl manasını anlamıyorum ki! Kendi düşüncelerime dalmıştım. Kulağıma
Zeliha’nın sesi geldi:
-Şurada oturalım mı?
Önüme taflanlar
geliyordu. Beni görmüyorlardı. bana yakın bir ağacın altına yanyana oturdular.
-Zeliha, sana bir şey
soracağım; sen bu dünyayı seviyor musun?
-Tabii seviyorum. sen
sevmiyor musun?
-Hayır, hiçbir şeyle
eğlenemiyorum.
Acaba, Zehrâ birini mi
seviyor? öyle ya, artık çocuk değil ki… Fakat neden bilmem bunu düşündükçe gayri
ihtiyari mahzun oluyorum.
-Zeliha, şu güvercinler
bak. İki güvercin gökte uçuyordu. Yamaçtaki ağaca kondular. Ağız ağıza aşkı
tebcil [Hürmetle] ettiler. Yanındaki küçük mine (memba) titredi. Yaşlı badem içi çekerek yaprağını
döktü. bir fidan üzerinde gezen tırtıllar birdenbire yere düştü
28
Temmuz
Ne kadar şaşılacak
şey! Zehrâ, bizim Zehrâ’ymış. Teyzemin
kızı küçük Zehrâ! Ayol biz acaba uyuyor muyduk.?
Zehrâ’ya akrabalarımızı söylediğim zaman
hayret etti. sonra o kadar sevindi ki.. Bu annesiz babasız kalmış çocuğa bir
akraba bulmak büyük büyük bir teselli verdi.
Fakat aynı zamanda gözleri doldu.
Kederli tazelemiş, hayatının safahatı tekrar açılmış idi. zavallı
Zehrâ.. Zeliha ile yeniden ilk defa görüşüyorlarmış gibi sarılmaları, beni de
ağlattı.
Çiftliğe bir az evvel
geldim. beni bostanların içinde, seyyal bir fener ışığı karşıladı. sonra
birdenbire, Veli ağanın mütebessim ihtiyar çehresini gördüm. fenerini nemli ve
karanlık topraklarda yatan kavun yapraklarının üstüne bıraktı.
-Geldim evladım, şükür
ölmeden kavuştum, diye ellerimi sıktı. Yüzümden öptü.
Gözyaşları sakalından
akıyordu. Hastayı sordum. Uyuyor dedi.
Sonra önüme düştü.
odasını alışkın bir tavırla ihtimamla açtı. etrafta çocuğu aradım. Yatağın
içinde, koyu renkli bir battaniyenin altından başı çıkmıştı. Küçük siyah bir
iskelet gibiydi. Gayri ihtiyari eğilerek
nefesini dinledim. bu ön dört yaşında bir genç çocuğa değil, on -on iki yaşında
mumyalanmış bir cesede benziyordu. halbuki on yedi yaşında varmış. İhtiyari
üzmemek için neşeyle sordum:
-Aman Veli ağa, dedim.
Bu Arap mıydı?
Kuvvetli başını eğdi:
-Hayır beyim.. Güneşten,
hastalıktan böyle, dedi.
Böyle hayatı kudreti
azalan membağlar önünde ben duramıyorum. bu ateş ve aşk diyarına, zevalin bitap
askerleri yanaşmıyor, şimdi. Korka korka geceyi dinliyorum. Zebun bir ses
müşteki bir öksürük sesi bekliyorum. Saniyeler dakikalar geçiyor.
Yeşil ince bir ziyâ
abajurun nakışlarını ellerime işliyor. Fenerin üstüne küçük bir pervane düşmüş,
çırpınmaktan yaldızları kâğıda çıkmış.
Bilâ hareket (hareketsiz) yatıyor.
Bu pervaneden İstanbulî küllere topraklara karışmış bir gecenin sabahı
hatırlıyorum. Uyumak istiyorum, uyuyamıyorum. Geceyi dinliyorum…… Birdenbire
güneş gibi, ruhumda bir ihtiyaç parlıyor. Zehrâ’nın nefesini, Zehrâ’nın
gözlerini arıyorum. ışığı söndüremiyorum. Karanlık içinde, onun kalbindeki
hayalini gözlerimle görmeye çalışıyorum.
13 Ağustos
Beyhude şüphelendim.
Süleyman öksürmüyor. Havayı zehirleyecek, diye korkuyordum. İki gece teneffüs
etmekten çekinerek uzaklara kaçmak için seher vaktini bekledim.
Meğer zararsız bir
çocukmuş. Hiç kimseyi rahatsız etmiyor. Sevimli Habeş çehresi, küçük siyah
gözleri ile gölge gibi geziyor, hem o kadar küçük biçare bir şey ki, on yedi
yaşında olduğuna insan inanamıyor. Sabahları dut ağacının gölgesinde ki hasırın
üstüne yatıyor. Bugün geçerken sordum:
-Neden hep orada
yatıyorsun, Süleyman? Çok mu hoşuna gidiyor, dedim.
Semaya bakıyordu.
Yerinden kımıldamadı, sözümle yarı anlar gibi dudağını büktü, güya onun bütün
mazisi biliyormuşum gibi:
-Köyde iken kahvede
çıraktım ya. Kahvenin önündeki hasıra
böyle uzanırdım, dedi.
14 ağustos
Geçen gece Zeliha biraz
tambur çaldı. Zehrâ, hicaz peşrevini
öyle seviyormuş ki. O zamandan beri
hemen her gece hicaz çalıyor.
24 ağustos
Mehtapta gece yarısı
çiftliğe dönüyorum uzaktan tafraların arasında Zehrâ’nın parlayan başını
görüyorum.
Zeliha hasır koltuğunun
içinde uyuya kalmış. örgüsü küçük küçük dizlerinin üstünde duruyor..
Yüzünü aya çevirmiş.
Saçlarının ucundan ince ince ziya damlıyor gibi.
Dadımla Zehrâ yerde baş
başa vermişler, derin ve yavaş
nefeslerle konuşuyorlar. O kadar
dalmışlar ki, ayak sesimi işitmiyorlar bile.
Yanlarına gittim, dadım
dedi ki:
-Çocuklar bari biraz
gezin. Siz nasıl şeylersiniz? Gençliğimizde bizim burada kahkahamızdan
geçilmezdi. Siz dünyadan, bu güzel
yerlerden istifade etmeyi bilmiyorsunuz.
Zeliha, uykusunu bahane ederek içeriye yatmaya
gitti.
Bu ilk defa Zehrâ ile
yalnız kaldığımız gece. Hava öyle sıcak,
alev teneffüs eder gibi bize. Ne
ağaçlar, ne de semâda hiçbir hareket yok.
Yalnız bizim kalplerimiz çarpıyor.
Uzaktan, bize doğru bir
sürü geliyor. Etraf o kadar açık ve güzel ki,
insanın gözünü alıyor. Gözlerim
bu kadar güzelliği gördüğüne inanamıyor. Koyunlar, adeta su üzerinde kayıp
üzerinde kayıp dalgalanan ruhani, latif
bir kafileyi andırıyor.
Bizde onlara doğru
yürüyoruz. Bu büsbütün gayri maddi
görünen latif gecenin içinde, ne olur Zehrâ’nın güzel vücudu içindeki kalbini
görebilsem! Bu çocuk da kendime o kadar
yakın ve aşina bir nokta buluyorum ki, asıl beni teshir edende bu. Güya o nokta benden farksızmış gibi,
kendimden ayıramıyorum.
Fakat onda hiçbir şeyle
alakadar olamayan, sahibini bekler gibi mahzun bir hal var.
O kadar oyunlar icat
ediyorum, onu eğlendirmeye çalışıyorum hep aynı lakaytla, intizarda gibi,
bunlarla bir an hakiki surette meşgul olamıyor.
Ben onu her şeyiyle
alakadarım. Sıhhatî, uykusu, eğlencesi her şeyiyle. Buna mukabil onda da lakayttan başka bir şey
göremiyorum. Bunun aksi de elimden gelmiyor. Geçen gün! En mesut günün
hangisidir, Zehrâ? diye sorduğumda bana hiç cevap vermedi. Kendinin de
sevilmekten çekindiği bir konumu var acaba?
Sürü etrafımızı almış.
İçlerinde biz. Onları ürkütmeden yavaşça çayıra oturuyoruz. Koyunların otları
yemesinden hâsıl olan tatlı sadâyı ve nefeslerini dinliyoruz. Çoban elinde değneğini, hazin bir ıslıkla
onları davet ediyor. Bu ıslıkta insanı hakikaten müteessir eden, adeta taşa
tesir edecek bir ifade-i aşk var. Koyunların meclubane [kapılmış, âşık, tutkun]
itaatlar o kadar hoş ki…
Zehrâ, bir kelime söylemiyor. Gaşyolmuş
[Bayılma, kendinden geçme. ] gibi.
Ya Rabbi, ciddi bir
sevdaya ne kadar ihtiyacım var. ne yapayım, anladım ki, aşktan başka bir şeyle
oyalanamayacağım. İçim durmuyor. Şimdiye
kadar geçirdiği maceralar hep çocukça, hayal gibi gayri hakiki şeylerdi. yalnız
onlardan elimde kalan hüsran hakikiydi.
Birden bire bir hıçkırık sesi işitiyorum.
Zehrâ başını dizine koymuş hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Hayret ve tesir içinde ne
yapacağını şaşırıyorum. Niçin ağlıyor?
filvaki manzara çok ilâhi müteessir olmamak kabil değil. fakat onu bu derece
ağlatan nedir, ne istiyor? Zehrâ’nın bu te’siri bütün gece devam etti. bütün
gece gözleri dolu, yine bekliyormuş gibi duran hazin haliyle intizar içinde
geçti. Zehrâ bu gece uzun uzun teyzemden bahsetti:
-Babam henüz hayattaydı.
Bir sonbahar akşamı,
annem her vakit ki gibi yerde, kırmızı yastığın üstüne başını koyarak,
yatıyordu. Bu yastığı daha mektepte iken, ince güzel elleriyle kendi işlemişti;
üstünde mavi bebekler, çiçekler vardı. Ben onlara, bakmaya bile kıyamazdım.
Bu akşam, yine benimle konuşmuyordu. Fakat çok
dalgındı, düşünceli zamanlarda olduğu gibi,
alnındaki saçlarla oynuyordu.
Bende her zamanki gibi, uyusun diye bekliyordum. Gürültü etmemek için oyuncaklarımı
bırakıyordum. Nefes almaya
korkuyordum. Bir aralık gözlerini
kapadı. Uyudu, zannettim. Pike örtüyü üstüne örtmek istedim. Beni hiç
açmadan itti. Yere düştüm keçenin üstünde onun gibi hıçkırmadan ağladım.
Gece yarısı uyandım.
Yatakta, o yoktu. Mum sönüktü. Duvarlarda hafif, kızıl bir alev aksi kımıldıyordu. Korku içinde Allah’a dua ederek yataktan
atladım. Ocağın önünde annem ayakta duruyordu. Pembe entarisi kıpkızıl olmuştu.
Ağlayarak eteklerine sarıldım ve yanacak diye çekilmesi için yalvardım. Annem
zalim ve mütehakkim sesi ile kısaca: “çekil” “git yatağına yat” dedi. Artık
sıcak yüzüme vuruyordu. Muşambanın üstünde, birçok yazılı kâğıt kıvranarak
yanıyordu. Bu zavallıların hali bana öyle dokundu ki, “anne söndürelim yazık!”
diye söylendim. Fakat sonra, garip bir mehtap seyreder gibi hoşlanmaya başladım.
Çıplak ayaklarım üşüyerek, parlak renkli alevleri, sükûnetle seyre daldım.
Bunlar ne ya çabuk
yandı, bitti, görseniz. Birdenbire süratli bir çıtırtı yayıldı. Annem bu
hatıralarla beraber bütün dünyayı, bütün vücudunu ateşe vermiş, aşkından başka hiçbir
şey bırakmamıştı. Siyah rakik kömürlerin arasında, altından, ışıktan küçük
kurtlar gezinmeye başladı. Nihayet, annemin bütün hatıraları kül olup gitti.
Yatağa beraber yattık.
Ben çok küçükken, avuçlarıma onun yanaklarını alarak uyurdum. Bu gecede, iki
senedir, ilk defa böyle yatmama razı oldu. Sabahleyin pek erkenden, sabah ezanı
okunmadan uyandım. Dadım Servet kapıyı açmıştı. Kırmızı iri güllü basma
entarisiyle dalgalanarak, yanıma geldi. Beni karyoladan ittirdi. Ben her zaman
ki gibi üstü yağ kokuyor diye isyan etmedim. Yalnızca annemi sordum. Gezmeye
gitti, dedi. Kalbime acı bir zehir aktı.
Sonra öğrendim; annem
onun yanına kaçmış… İşte, tam beş senedir görmüyorum. İşitiyorum ki hala onunla
berabermiş. Uzaklara tâ Arabistan’a gitmişler.
Annem ile onun arasında ki sırrını kimse bilmez.
Ben, acı acı “Yusuf
Cemal” in muazzam vücudunu hâkim bakışlarını düşünüyorum. Zavallı Sûzan [ateşli]
yüzümü Zehrâ’ nın başına yaklaştırıyorum. O:
-Bende tıpkı anneme
benziyorum. Onun ruhunda canlanıp başlayan bir vücuttan ibaretim, diyor. Ben gülerek şaka ediyorum.
-Yoksa sende ona mı
gönül verdin?
Hiç ses çıkarmıyor. Bana
yüksekte bir kitabe-i aşkı mestur gibi geliyor. Kalbim çarpıyor. Semada hafif
yıldızlardan biri, ufkun karartılı buharları içinde eşine kavuşmadan yarı yolda
sönüp gidiyor.
Şimdi gölün kenarına
gidiyoruz. Ben Zehrâ'yı temaşa ediyorum…
Şimdi gümüş gölün berrak
dalgaları üstünde beyaz, rakik sehab [Bulut.] geziyor. Birden tekasüf ediyor ve
meçhul bir güneşin ziyâsı ile eriyip açılıyor. Beni İsrail’in güzel
peygamberine benzeyen bir vücut zuhur ediyor. Bulutlar içinde, ay gibi duran
berrak çehresiyle yarı uryan, tebessüm ediyor. Zehrâ’yı bizim küçük Zehrâ'yı da
orada görüyorum. Bu berrak hayalin, Sûzan’ın [yakan, yakıcı] taptığı bu ilahi
vücudun önünde secde ediyor. Gözlerim açık gördüğüm bu rüyaya, bende hayret
ediyorum. Zehrâ yanımda, bu rüyadan bi-haber. Elimde onu teshir edecek kuvvet
yok. Bana:
-Üşüyorum! Diyor. Onu
isminden istimdat ederek ateş kayaya götürüyorum.
Bu küçücük bir kaya.
Çiftlikten köy yoluna çıkan yolun biraz ilerisinde üzerinde de bir çam ağacı
var. Her gün bir başına burada rüzgârlara karşı mahzun sallanır, durur.
-Bak Zehrâ! seni ateş
kayaya getirdim. Hala üşüyor musun? Buraya niçin ateş kaya demişler biliyor
musun? Biraz da vahşi ama, anlatayım:
İki genç köylü; bir
çobanla bir sığırtmaç kızı birbirlerini severler. Bunlar henüz pek genç
oldukları için babaları bunlara gülmüşler. Çocuklar her vakit buraya gelir,
dağlara sürüleri salar, konuşurlarmış.
Bunların böyle gizlice
birleştiklerini duyan kızın dayısı, yaman bir şeymiş. Ahdetmiş: “kızın
öleceğini bilsem çobana vermem” demiş.
İşte bir gece iki genç burada büyücek bir ateş
yakarlar. Birbirlerine güzelce sarılır, kendilerini bu ateşe atarlar. Onun için
köylüler bu kayaya “ateş kaya” demişler.
Zehrâcık adeta
korkmuştu. Söylediğime pişman oldum. Onu kayadan indirdim.
Gecenin rutubeti epey
şiddetli. Üşümesin diye, ceketimi çıkararak onu sardım.
Ay ufukta dalgın dalgın,
kızarmayı unutmuş. Yeryüzünden sıçramış bir parça su gibi bembeyaz çehresiyle,
hafif beyaz dumanlar içinde alçalıyor
28
Ağustos
Süleyman beni epey
meşgul ediyor akşamları ona bir saat kadar ders vermeye başladım. Fakat o kadar
taşkın bir zekâsı var ki, böyle giderse bir seneye kadar epey bir malûmata
sahip olacak. Şimdiden hemen okuyup yazmaya başlıyor. Daha derse başlayalı pek
az oldu. Adeta haylaz çocukta bir şair ruhu var. Pek az Rumeli şivesine kaçan
dili günden güne düzeliyor. Onunla konuşan kibar bir İstanbul çocuğu zanneder.
Yalnız bazen biçare
çocuk derste yanlış bir lügat söyleyiveriyor. Bu tuhaf telaffuzla Zeliha falan
eğleniyorlar. fevkalâde faal muhayyilesi ekseriya kelimeleri değiştiriveriyor.
İmlada bazen kendiliğinden birçok münasebeti olmayan cümleler ilave ediyor.
Biraz dalgın! Fakat bazı ağızdan yaptığım ilmî mumareselerde, [uzmanlaşma] onu
epey tahsil görmüş bir genç gibi anlayışlı buluyorum.
29 Ağustos
“Yusuf Cemal” Bey’in
bestelerinden birkaçını Zeliha bulup çıkarmış. Bize kemanda çaldı. Bunlar
hakikaten birer şaheser. Zehrâ dinlerken hıçkıra hıçkıra ağladı. Benden başımı
eğmiş, gözlerimi kapamış, adeta uyuyordum. Fakat o nağmelerle gaşyolmuş bir
uyku. Tenle ruhun imtizacı gibi, mana ile ahenktar öyle bir imtizaç var ki,
hayran olmamak kabil değil.
30 Ağustos, öğle vakti
Ne bir horoz ötüyor, ne
bir kuş sesi duyuluyor. Güneş batmış, gece olmuş gibi her taraf kapkaranlık.
Hava birden bire çok fena bozdu. o güzel semalara bilmem ki ne oldu?
Dışarıda mütemadiyen
yağmur yağıyor. İnsana gök eriyerek akıyor gibi geliyor. Şimşekleri görmemek
için, perdeleri ittirdim. Yağmurun yaslı ahengi yağmurun yaslı ahenginden başka
bütün çiftlikte hiçbir sadâ yok. Yollarda göğsümü açarak gezmek istiyorum.
Hâlbuki büyük bir arzusuzluğa düşüyorum. Şimşeklerden, fırtınadan ürküyorum. Ah
o yeşil çiçekli dünyada böyle kararmış, sönmüş mü görecektim. Ben parlak
asumânı layezal (Semavi olanı yok olmaz) zannettiydim.
Bu sabah, şafak sökerken
çiftliğin metruk harabelerini gezdim. Onunda izbe, hazin yerleri varmış.
Ahırların arkasındaki küçük işçi odasında, Celâl ile oynadığımız oyunların
kahkahasını duyar gibi idim. Viran duvarlarda, belki bizim çıktığımız paslı
çiviler duruyordu. Döşememenin kopuk tahtaları arasına, küçücük yamrulmuş bir
bahçe kovası sıkışmıştı. Kirli, kırık camlardan hala kırmızı macunlar akıyordu.
Bunları birbirimizin üstüne sürmek için, ter içinde ne kadar heyecanla
koşuşurduk. O vakitler ninem daha ölmemişti. buraya köyden arabalarla binbir
neşe, binbir ümit ve şevk içinde gelirdik.
Sürûrumuz kırları kaplar, gökleri kaplar, sanki cihanı kaplardı. Şimdi
gözümün önünden birçok genç kadın çehresi, komşu kızların hatıraları
geliyor. Şurada, işte şu kütüphanenin
önünde zeki gözleriyle, güzel çehresiyle, Celâl’i ve etrafında söyleşen,
gülüşen çocuk kafilesini görüyorum. Kimi kumral, kimi siyah… Hepsi başka bir
hayatla muhtez. Fakat dudaklarında soluk muntazır birer şikâyetle birdenbire
köşelere çekiliyorlar. Şimdi hiçbir şey göremiyorum. Kütüphane hafif tozlanmış
camıyla, koyu renkli kitaplarıyla, hala babamın düşünüyor gibi. Bu büyük ceviz
asma saatte durdu. Babam öldüğünden beri bir türlü işlemiyor. Ondan korkuyorum.
Zalim sükûnetiyle bana teessüf ve hakaret eder gibi geliyor. Fakat o da yarın
parçalanarak arzın toprağına, semasına, insanların gubarına (tozuna) karışacak.
Ahh.. Demek ki Zehrâ da
gitti. Onu kim bilir ne kadar zaman, belki de hiçbir hiç göremeyeceğim. Halbuki
ne kadar da alışmıştım. Dünden beri hala gittiğine inanamıyorum. Birdenbire
kapıları açacak, yeşil gözleriyle gülümseyerek yanıma gelecek, zannediyorum
bekliyorum.
İki gün evvel çiftliğe “Faik
Bey” gelmişti. Ne kadar değişmiş. Arkası
kavislenerek boyu ufalmış. Gözleri o harikuladeliğinden çıkmış, yüzü buruşuklar
içinde kalmış.
Zehrâ onu görünce
ümidimden ziyade sevindi ve boynuna sarılarak yanaklarından öptü. Hâlbuki ne
tuhaf bir çocuk bana bir defa binen amcasından bahsetmemişti.
Zavallı Faik Bey ona
bayılıyordu. Hep arkasından gözleri yaşararak muhabbetle bakıyordu. Kızı olsa,
bu kadar sevmeyeceğine yemin etti.
Yalnız yengesi, Zehrâ'yı
nedense sevmiyormuş. Faik Bey buna çok üzülüyor. Hatta bir müddet bizde
kaldığında memnun olmuş.
Meğer Zeliha Zehrâ’yı o
gün, Faik Bey yokken yengesinden izin
alarak getirmiş. O da uzun zaman birbirimizden habersiz yaşamamıza hayret etti.
Gece kestane ağaçlarının
altında oturduk. Ben sanatkârlarla beraber kalmaktan, büyük bir zevk
duyuyordum. Siyah elbisenin cedi rengi içinde nihayetsiz bir rikkatle titreyen
sarı küçük gözleri, cennet semalarının ser azadu (Hür, serbest. Başı boş.
Dertsiz, rahat ) safî sukununu andırıyor.
Bembeyaz duran
saçlarıyla insana hürmet veriyordu. Derin ve hakiki bir gençliğini anlatıyordu.
-Ömrümde üç şeyi
sevdim: kadın, mey, tambur. Bunlar beni yıllarca deruni bir ateş gibi
yaktılar. Bende arzın bütün hımalî (yerin bütün yükünü çekerek) çocuklarının
aşkıyla terennüm ettim. Sevdim, sevildim.
Fakat zaman geçti, ne
hararetim, ne rengim, ne kuvvetim kaldı.
Artık tamburumu gençlik mezarının dinginleri içinde çaldım. Ah
ihtiyarlık!
Durdu, düşündü. Ben
yerden dökülmüş kestaneleri toplayarak, kabuklarını yoluyordum. Zehrâ,
salıncakta etekleri uçuşarak yaprak kümelerinin yeşilliğine dalıyor. Bu hazin
felsefe içinde, yalnız onun bu hayalât âlemi arasında solacağını
düşünemiyordum.
İşte dünyanın en büyük
sanatkârlarından biri! Sevmiş çok sevilmiş, alkışlanmış, şöhretin ve takdirin
en yüksek derecelerine çıkmış bir adam. Bugün karşımda kameti (boyu) toprağa
doğru eğilmiş, ağlayan bir sesle bütün dünyaya, şerefe, şöhrete ve takdire, o
ateşin gençliğe istemeyerek veda ediyorlardı. Yanında ne o perestiş [Pek çok
sevmek. Bendelik etmek. İbâdet etmek] eden, canlarını veren muhibleri
(sevenler), ne kimse kalmıştı.
Takdirkârları da ona, nihayet mezarının başına kadar, refakat edebilecekler.
Kimse onun bu sevgililerinden ayrılmasına mani olamayacak.
Faik Bey içini çekti,
aya baktı:
-Sen daha küçüktün.
Zeliha dünyada yoktu bile. o vakit ben yine bu ayın şahadetkâr aydınlığında
(v…) köyüne hicret ettim. o vakit yanaklarım seninkiler gibi pembe, saçlarım
parıl parıldı. bu ay yine böyle sehhardı. [Büyü gibi bir kuvvetle çeken. Büyü
yapan. * Çok aldatıcı] bana neler
vadetti, ne manzumeler döktü! Şimdi ben
bittim, yıkıldım. Görmüyor musun? O ne kadar parlak ve füsunkâr!
Ne diyordum? Sen pek
küçüktün ancak ninenin sevdiğini bilecek kadar küçüktün. Güzel bir kızın peşinde, (v…) köyü ne geldim.
İki sene kaldım. Fakat sevdiğim Mısır’a gitti. Bende tekrar kalabalık şehirlere
şa’şalı muharrik yerlere döndüm. Ne beldeler, ne kadınlar gördüm. Ne müzeyyen
kadehlerden bade içtim.
İşte zaman geçti.
Sırtımda hayatın yorucu yüküyle gençliğe arkamı döndüm. Güya yapayalnız avdet
ettim. Yanımda hiç kimse yoktu. Gözlerim çökmüş, saçlarım dökülmeye, ağarmaya
başlamıştı. Uzakta bıraktığım hüsranlı günlerin sûzan ve büyük ihtiyacı yerine
gönlümde bir yorgunluk kalmıştı.
Sokuldu. Bende merakla onlara yavaşça yaklaştım. Zehrâ,
Zeliha’ya dedi ki:
Zehrâ, bak şu ay semada bir “aşk
peygamberi” ne benzemiyor mu? Bütün yıldızlar onun yanında küçük ve solgun
duruyor. Hepsi o'na ibadet ediyor.
Ay, bu gece bir yay gibiydi. Hafif,
narin bulutların arasında tıpkı bir hançer gibi semanın şeffaf sinesine
saplanmıştı. Ben, Zehrâ'nın her şeyini kıskandığım gibi, bu güzel aya ibadetini de çekemiyorum. Onlar
kol kola ikisi de bu münevver,
nazlı, semalar padişahına hayran
olmuşlar, baka baka yürüyorlardı.
1 Eylül
Dün Zehrâ'ya dedim ki:
-Demek artık
gidiyorsun? Fakat Zeliha’yı göreceğin
gelmez mi?
-Tabii gelir ama belki de gelemem.
- Neden? Faik bey izin
verir. Vermezse bile, ne kadarcık yer ki...( şakayla ) sen gizli geliver. O
biraz muğber.
- Habersiz olmaz ki.
Şaka söylediğimi anlatacaktım. Birdenbire değişti. Güzel yeşil gözleri
gülümseyerek yüzüme baktı
Yavaş muhtez bir sesle:
- bir şey
söyleyeceğim. Bana bu gece hiçbir şey
vermeyecek misiniz, dedi.
-Nasıl? Bir şey mi,
(kendi kendime: bundan sonra
benim verilecek neyim var ki?)
Zehrâcığım gönlümü versem ister misin?
Kırmızı dudağını
büktü. Tatlı zümrütlü gözlerini kapadı.
Ağır ağır ve dalgın:
-Ben sizin göğsünüze bir
parça şebboy takacaktım, dedi, durduk.
Ceketimin iliklerine elindeki küçük dalı geçirdi. Sonra saçlarından iki tel kopardı. Bende
çocuk gibi onu taklit ettim. Yoldan bir
şebboy kopararak saçlarımla sardım, ona verdim.
Biraz şaşkın, fakat yine
memnundum. Gülerek sordum.
- Bunu ne yapacaksın,
Zehrâcığım?
Utandı, sonra kuvvetsiz
ve dalgın:
- Hiç, saklayacağım,
dedi.
Sustu. Başka gizli bir
düşüncesi vardı:
- Ne olur Zelihacığım,
dedim. Doğru söyle, ne yapacaksın? Bir
şebboy parçası, gönlümden daha muazzez mi?
Birdenbire bire kuvvetli rüzgâr çıktı. Gümüşi seher aydınlığı içinde bulutların
toplandığını gördüm.
Yavaş yavaş yağmur dökülmeye başladı. Çiçekler ıslanan küçük başlarını eğdi...
Zehrâ:
- Bunu amcamın çocuğuna
Hikmet'e göstereceğim...Beni sevmezde.
Dedi.
Islanmamak için
saçlarından tutarak koşmaya başladı. Orada azap içinde yapayalnız kaldım. Kendi
kendime " ne kadar aldanmışım. Zehrâ daha bir çocuk" diyorum.
Bütün dünya
soluyor; ne çiçeklerin benzinde bir
damla kan, ne yaprakların damarlarında
bir zerre yeşillik kalıyordu. Avucumdaki çiçekleri dağıtan rüzgâr şimdi de
saçlarımı uçurmaya başlıyordu.
2 Eylül
Bu akşam Veli ağa
alacakaranlıkta önüme çıktı. Elindeki orağı kurumuş bir gülfidanına vurarak
dedi ki
-Küçük bey koyunlar
gidiyor. Bugün üç tane daha öldü.
Ölüm! Ah onu hatırlamak
istemiyordum. Omuzlarımı silkeledim yürüdüm.
Karanlıkta ayağıma bir şey ilişti. Kendi
kendime mutlaka Süleyman’ın kaç gündür yapmaya çalıştığı çamur heykeldir,
dedim. Bir kibrit çıkardım. avcumun içinde yaklaştırdım. hatları düzgün ve adeta bir kadın heykeli..
Köylü çocuğuna ne kadar
tabii istidatlar var. aynı zamanda cılız
vücudu içinde yüksek bir kalbi var. takdir etmekten kendimi alamıyorum.
25 Eylül
Pek şayanı hayret bir
haber. Dün dayımdan bir mektup aldım.
Yusuf Cemal Bey, teyzem,
dayım… Üçü beraber, ilkbaharda geliyorlarmış.
Mektubun üstündeki damga
silik, okunamıyor. Fakat herhalde yine
Arabistan'dan olacak. Mektubu okuduğum zaman hayret içinde kaldım. artık
dünyada olmayacak bir şey bulunmadığına iman ettim.
Bilhassa, buraya nasıl,
niçin geliyorlar? Sonra dayım nasıl
oluyor da onlarla beraber bulunuyor? Dayım ki malûmatlı ciddi ve zeki bir
adamdı.
Uzun seneler Almanya'da
kalmış, tahsilini orada yapmış, orada evlenmiş büyük bir fabrikanın direktörü
olmuştu. Bundan başka birçok ilmi iktisadi makalelerle şöhret bulmuş ve takdir
edilmişti.
Onun Arabistan çöllerinde
ne işi vardı? Şimdi hayalimde mektebin
bahçesindeki kumluk canlanmış görüyorum.
Cumartesi akşamları birkaç arkadaş oraya, ağaçların arasından yavaşça
sızardık. Kimseye duyurmadan birleşir ceplerimizden romanları, gazeteleri
çıkarırdık. Bazen mütalaa zamanında bile bu gizli meclisleri kurardık. Sonra
herkes cebinden ya bir mektup, ya içinde
menekşe kokan bir zarf, bir büklüm saç çıkarır,
hepsi maceralarını anlatırdı. Ah
o, kum yığını şimdi dile gelse, ne gözyaşları, ne kahkahalar, ne tahassürler [Hasret çekmek. Elde edilmesi
istenilen ve ele geçirilemeyen şeye üzülmek ]
dökerdi.
İşte o vakit bazen
birkaç kişi ayrılır, bir köşeye çekilirdik.
Bu partide bilhassa Celâl bulunurdu.
Bizim için (Yusuf Celâl) bir ideal olmuştu. Fakat Celâl onu bizden pek
başka düşünür hatta herkes yanında ondan bahsetmez ve ettirmezdi. Derdi ki, onların galiz [kötü, kaba, çirkin
söz, küfür] hükümlerinden korkarım. Onun güzelliğini bigane kimselerden hatta
sizden kıskanıyorum. bu sözden pekte bir şey anlamazdık. Fakat o susar bizi de
sustururdu. yalnız bazı zaman bana bahsederdi.
Onu hemen herkes
tanıyordu. musikiye ait kitaplar ve besteleri ile birçok kimseler tanımış
meftun olmuştu. Bir vakitlerde mûsikî dersleri vermişti. bu derslerde her
tabakadan alim, ümmi… kadın, erkek herkes bulunurdu. Celâl de son zamanlarda
yaz tatilinde birkaç kere derslerine devam etmişti. Bundan sonra muhabbeti daha
ziyadeleşti. bana bilhassa onun sadâsının güzelliğinden bahsederdi.
Mektup bitti. Celâl
Cambridge gitti. oradan yazdığı mektuplarda ondan fevkalâde muhabbete
bahsediyordu. Hatta bir aralık öyle bir mektubunu aldım ki, bu mektûb
gözyaşlarıyla yazılmıştı. Onu görmek için Arabistan’a kadar gidip aramak
istediğini söylüyordu. Bir kaç kere ders aldığı mektubu “aşk mabudu”
diye yad ediyordu. Her kalbi gizli veya aşikâr yoklayıp yaktığı halde, dünyada
her şeyden ziyade meçhul olan aşkın değil midir?
2 Teşrinievvel (Ekim)
Çiftlikte yeni
hazırlıklar başladı. Veli Ağa daima mütelaşi [Telaş eden. Izdırab ile karışık
acele eden. Telaşlı ] iyi siyah akçil rodingotu [ ceketimsi görünen ama
ceketten farkı aşağıya doğru uzanan bazen vücut hatlarını saran, bazen ise bol
kesimli 1900’lü yıllara kadar Rusya’da -ağırlıklı olarak- kullanılan bir erkek giyeceğidir.] kuvvetli
elleriyle hizmetkârlara emirler veriyordu. ağaçların bile kurumuş dalları
kesiliyor.
Veli Ağa İzmit’e gittiği
zaman onu görmüş, o kadar seviyor ki, morumsu kızıllıklar peyda olmaya başlayan
yüzünde parlak bir visal rüyası geziyor.
Dadım refik [arkâdaş, ortak, eş, yardımcı,
yoldaş.] zevkiyle Yusuf Cemal'in odasını yatağını hazırlıyor, pencereler ağır
ve sırma işlemeli perdeler, yere yıllardan beri çiğnenmeyen karışık renkli
halılar konuyor. sonra karyolanın ipekli örtüleri üstünde Zelihacığın küçük
muhabbetli elleri geziniyor. O da dolaptan ufak ufak yapma üzüm sepetleri, gül
lale demetleri, narçiçekleri getiriyor ve ninesinin bu küçük yadigârlarıyla
paşanın kadife örtülü masasını süslemeye uğraşıyor. Çiftlikte bütün müzeyyen
eşyayı oraya hasır ettiler.
Ben bütün bu tür bu
değişen, parlayan ve renklenen şeylere karşı, acı zehirli bir hüzün duyuyorum.
Sükûnumun bozulacağını, yakında bir harabe önünde sürmeyeceğimi hissediyorum.
yahutta kim bilir belki hiçbirşey bilmiyorum,
boşuna tevahhuş [korkma, ürkme, vahşete düşme, kaçma, çekinmek]
ediyorum.
Zeliha içeride tambur
çalıyor. sesler teker teker ne güzel hafif akıyor. Oh “hicaz” mes’ut bir güneş gibi gönlümü
yakıyor.
Dalları başıma sürünen
alçak çardağın üstünde, kuru akasya yaprakların arasında iki kumru, ıslak
tüylerini kapatarak geziniyor. dişi erkeğe sokuluyor…. Birleşiyorlar; erkek onu
bir kanadının altına alıyor başını boynuyla gizliyor. Siyah gözlerini kapayarak
semayı ve beni tarassut [ Gözleme, gözetleme, dikkatle bakma:]
ediyor
“Zehrâ” yı arıyorum. Onun tatlı yeşil gözlerine
ne kadar muhtacım.
27 Teşrinievvel (Ekim)
Dün Zeliha Zehrâ’yı yine
köye götürmüştü. O yalnız geceyi
tevahhuşla [korkma, ürkme, vahşete düşme, kaçma, çekinmek] hatırlıyorum.
hava soğuk, çok soğuktu. Sanki dışarıda kar yağıyordu. Bir zaman pencerenin kuru yaprakları arasında
yıldızları, sehabeli [Tek bulutlu ] göğü seyrettim. Sema o kadar bulutsuz, o
kadar açıktı ki, çiftliğin kesif ağaçları üstüne adeta vahşi aydınlık
dökülmüştü. fakat ben ilk defa bu güzel yerden nefret ediyordum
Evde Süleyman’dan,
birkaç hizmetçiden, bir de ihtiyar köpekten başka hiç bir kimse yoktu. Zeliha,
Veli Ağa, dadım… hepsi gitmişlerdi. Uçan bir yarasa, bağıran bir kurbağa
yüreğimi titretiyordu. Yere düşen kuru yapraklar bile bana esrarlı meş’um
geliyordu. küçük bir çocuk gibi korkuyordum. Ayaz vücuduma işliyor, dudaklarımı
yanaklarımı yakıyordu. birdenbire acı acı baykuş öttü. Titremeyerek bütün
pencereleri kapadım. Ağır örtüleri ittirdim. Aralıklarından tek bir yıldız
görmemek için, hepsini iyice örttüm. Ocağı yaktım. Onun çıtırtısı arasında bu
fena çığlığı işitmemek için kulaklarımı tıkadım. Yeşil küçük keçenin üstüne
yattım.
Mavi, kırmızı, yeşil
alevler heyecanlı seri hamlelerle dağılıyor; güllerin arasında altın korular
teşehhüb [Bulutlanma.] ederek gözlerimi alıyordu.
Karanlıkta, muşambanın
cilalı beyazlığı üstünde, pembe akisler kayıyordu. Yanan soba ile uyanmayı ne
kadar severdi. şimdi sanki orada alevler bükülerek sönen büyük ateşlere, maşa
ile vuruyordu. Ve ben tekrar darbelerin seslerini dinliyordum. Tekrar sakalının
kızardığını görüyordum. Sanki ceviz kapılar açılıyor ve içeri bol uzun etekli,
yemenili mahcup cariyeler giriyordu. hepsi divan duruyor, sonra birer birer
duvar köşelerine çekilerek diz çöküyordu.
İşte yine köpekler
uluyordu. Ben üzerinden kaç sene geçtiği halde ben güya tekrar hastalanıyordum.
Saçlarımı anlımı ince bir el, ninemin güzel eli okşuyordu.
Yine uzun uzun köpekler
havlıyordu. Yine uğultulu kulaklarımda,
hasta beynimde bu sesler derin ve karışık akislerle büyüyor. Dünya bana
yıkılmış gibi geliyordu. Öyle zannediyorum ki, yeryüzündeki bütün hayat kurmuş
ve bu feci, hüzün veren ulumalardan ibaret kalmış.
Eski ateşli günlerin
harareti hala ruhumu yakıyordu. Yatağıma girdim. Fakat uyuyamıyordum. Biraz
dalar gibi oluyor. tekrar uyanıyordum. Maziden şimdiye kadar hayatımın bütün
safahatı birer birer gözlerimin önünden geçiyor, bazılarına “bunu da ben mi
yaşadım?” diye kendimde hayret ediyordum. Fakat kendime sorduğum bir sual
vardı; ben şimdiye kadar acaba bu dünyada ne kazanmıştım? Hiç bir şey! Günler birer birer geçip
gidiyordu. Günden güne ihtiyarlığa
yaklaşıyordum. Horozlar ötüyor. Bizim koyunların çıngırak sesleri geliyordu.
Ortalık iyice ağarmıştı. Nihayet koyunları almaya gelen çoban ayak sesi
duyuldu.
Yataktan çıktım. Elbiselerimi giydim, yıkandım. Birden kapı açıldı, içeri koşarak Zeliha
girdi.
-Ağabey, ağabey…
Zehrâ’yı getirdim. Faik Beyle, Remziye
hanım,. Hikmet Bey gittiler. Zehrâ’yı bize bıraktılar haberin var mı? Birden
bire karar vermişler. Az kaldı, Zehrâ’yı
da götürüyorlardı… Faik Bey sana mektup gönderdi.
İşte okuyayım da dinle:
“Sevgili oğlum, Zehrâ’yı
kısa bir müddet için sana bırakıyorum. Bunu onun istirahat için birazda
Remziye’ nin hoşnut olması niyeti yüzünden yapıyorum. Zehrâ’ya iyi bak. Çünkü çok muhtaçtır. Ona, kimsesiz bir yavruyu himaye eder gibi
bak. Belki bir daha (V…) dönemem. Emlake bakmak hiç Mersin’e gidiyoruz. Bu
ihtiyarın ricasını unutma. Allah’a ısmarladık. Evladım. Seni ayrılmadan görmek
istiyordum fakat hareketimiz, fakat hareketimiz, pek acele oldu… Tekrar Allah’a
ısmarladık.
28 Teşrinievvel (Ekim)
Dün eski komşulardan bir
arazi sahibi bizi köyün arkasındaki çiftliğine götürdü. Muhacir arabasının
sarsıntısına katlanamayan vücutlarımız, uzun yoldan bitap bir haldeydim.
Hepimizde susamıştık. Fakat aksi gibi yolun üstündeki akar çeşmenin suyu
kesilmiş içemedik.
Arazi sahibinin iki
küçük çocuğu mütemadiyen ağlıyordu. Anneleri onları susturmak için ter içinde
kalıyordu. Zeliha’da kadıncağıza yardım ediyordu. Zehrâyla ikimiz toprağın
üstüne oturduk.
Bu sırada yoldan mavi
şalvarlı kırmızı yemenili, geçmekte idi. Ben eğlence olsun diye kızı çağırdım.
Beyaz dişlerini göstererek, baygın baygın bize baktı. İşveli küçük bir temenna
etti. Bayırı çıktı. Yanımıza geldi. Kolundaki heybesini yere bırakarak önümüze
oturdu. İkimizde ayrı ayrı çapkın ve memnun süzüyordu. Musamahakârane ve
teklifsizce, siyah yaralı eliyle Zehrâ’nın dizini sıktı:
-Niyetle bakalım güzel
hanım, dedi. İsmin ne?
Zehrâ biraz çekildi. Kız
aldırmadı. Boynundaki sarı dizileri şıkırdatarak aynı neşeyle baklalarını, mavi
boncuklarını, çevrenin üstüne yaydı. Gözlerini bayıltarak başını sallayarak,
kırıta kırıta söylemeye başladı.
-Yıldızın parlak, “gönlü” büyük… Bir hanımsın. Senin bir
muradın var ama… Bilmem bir kalp işi, bilmem bir hoş iş… Ondan hiç meraklanma.
Geceleri yediveren gülün toprağından biraz baş yastığının altına koy! Burada
ikimizde kahkahalara kopardık. Sorduk:
-O, niçin?!
çingene kızı bir eliyle çıplak ayağını
tutuyor, bir eli baklaların taş parçalarının, boncukların üstünde gezdiriyordu.
Kaşlarını çattı, dedi ki:
-Ay…o tılsımdır, ama istersen yapma!
Sonra, böyle fallarda
ekseriya söylenmesi adet olan cümleyi ilave etti:
-Senin de deniz aşırı
bir yolcun gelecek!
Zehrâ acı acı gülümsedi.
-Benim hiç kimsem yok,
nafile uyduramadın, dedi.
Kız yüne güldü. Elini
ayağından çekerek parlak siyah gözlerini ovuşturdu.
Toplandı heybesini
omzuna vurdu. çingenelerin Elini o çingenelerin meşhur tavrıyla beline koydu.
Gitti.
İşte o vakit Zehrâ’nın
kulağına eğildim dedim ki:
-Teyzem gelecek.
Rengi sapsarı oldu.
Hala uzun seneler
unutulmuş, ihmal edilmiş ruhunun yarısı tazelenmiş gibi yarı müteessir, yarı
mesut
29 Teşrinievvel (Ekim)
Bu gece havuzun başında
oturuyorduk artık iyice serinlemeye başlayan havalar bu gece bize büyük bir
fırsat vermişti. o kadar tatlı hafif bir hava ki…. adeta bahar gibi. Üçümüzde
sandalyelerimizde yarı uyuyorduk.
Bir aralık Zehrâ beni
uyudu zannederek, Zeliha’nın yanına sandalyesini çekti. Ben onun bu zannından
istifade ederek hiç kımıldamıyordum.
Zehrâ:
“-Zeliha sana söyleyeceklerim
var. Kendimde öyle bir fevkalâdelik hissediyorum ki….bu sabah adetim değilken,
şafak vakti uyandım. Havanın durgunluğundan, köyün minaresinden hafif hafif bir
ezan sesi geliyordu. Kalbimi büyük bir aşk için, ilahi bir denizin başında
yıkanıyor gibiydim. bana bütün uyanan asuman aşkı söylüyordu. Semavi bir
gitardan kalbimi davet eden ezeli nağmeler dökülüyordu. Bilmem bu aşk gitarını
çalan kimdir?
Ellerimde, gözlerimde
bir fevkaladelik, bilhassa kalbimde yeni alev almış bir ateş buluyordum. bu
ateşe kendimde secde ediyor ağlıyordum..”
Ah ne olur Zehrâ, sen
benim olsan!.......
6 Kânunusani (Ocak)
Bütün çiftlik kar
altında. Ağaçlardan sarkan buzdan
avizeler öyle hoş ki…
Bu sabah bulutlar arasındaki görünen güneş
parıl parıl parlatıyordu. Göz kamaştırıcı bir ziya, pamuk gibi bembeyaz
manzaraya yeni bir güzellik veriyordu.
Üçümüz büyük bir kartopu
oyunuyla zavallı Süleymancığı yere yatırdık. Hemen bir buçuk aydır görmeyen
güneş bugün bize biraz daha neşe vermişti. Akşama yakın kazaklarımızı alarak
çamlığa doğru çıktık. Geç vakte kadar
dışarıda eylendik. Karların
aydınlığından istifade ederek eve epey geç döndük. İki aydır hayatımız yeknesak
bir tarzda kâh satranç oynayarak, kâh kitap okuyarak geçiyor.
Fakat ben bundan pek
şikâyet etmiyorum. Zehrâ’nın kalbinde değilsem bile, hiç olmazsa yanındayım.
Her taraf bembeyaz her
gün avuç avuç dökülen karı gördükçe bir daha bahar gelmeyecek zannediyorum…
1 Nisan
Geldiler..
15 Nisan
Nisanın biriydi. Hafif bir rahmet yağmıştı. Bütün çiftlikte
mis gibi bir koku vardı.
Her yer tertemiz
yıkanmıştı. Dağlardan küçük sular akıyor, her tarafta ince ince su sesleri
geliyordu.
Onu karşımda görünce birden kendimi
toplayamadım. Yeniden dünyaya gelmişim gibi, şimdiye kadar yeryüzünde hiçbir
eser mevcudiyet görmemişte ilk defa gözlerim açılmış gibi, bir müddet sarhoş
oldum. Neden sonra bu sarhoşluktan ayılmaya, etrafı görmeye başladım.
Nihayetsiz bir ihtişamla hükmeden ilahi gözleri ve herkesten yüksek duran
muhteşem vücuduyla… Aşkın kıblesi olmak için yaratılmış
18 Nisan
Zehrâ’yı bu onsekiz
günün içinde günden güne sararmış solmuş görüyorum.
Kendimde itiraftan korktuğum bir durum var. O
Zehrâ’yı alacak diye korkuyorum.
Teyzem ne kadar
değişmiş. Onun adeta bir gölgesi. mamafih aşk ve bilhassa aşkın bu derecesi
insana tekrimle [Hürmet ve
tazim göstermek ve görmek. Saygı göstermek, lütuf ve kerem icrasında bulunmak ] secde
etmek hissi veriyor. onun muhabbetin de öyle nezahet ve uluhiyet var ki….
Şimdiye kadar zihnimden geçebilen bütün ibadetlerimi geri almıyorum. Onların esrarına benim aklım ermiyor.
Onun bir gölgesi gibi…
Dedim. Evet, çünkü aşkında zerre kadar
hodbinlik ve beşeriyet görmüyorum.
Bütün maşuktan ibaret.
Onda taptığının isminden, evsafından, hayalinden başka bir şey yok.
Dayıma gelince;
gözlerime inanamıyorum. Bu azametli adamın gururuna ne olmuş?
Maamafih asıl şimdi
insanlığa yaklaşmış. Ne idi o azimet! Onca,
gerçi malumatlı bir adamdı. lakin bu malûmat bir taş üzerine
hakkedilmişti!
Zehrâ, o gün hiç ortada görünmüyordu. Bizde telaşe düşmüştük. Zeliha'yla beraber ortadan kaybolan Zehrâ'yı
bir müddet hatırlayamadık. Teyzemde çiftliğe gelir gelmez evvela Yusuf Cemal’in
istirahatini düşündü.
Aradan çeyrek saat
geçtikten sonra, Zehrâ'yı sordu. Odasına baktım. Yoktu. Evin bütün odalarını
aradık. meydanlarda yok.
Nihayet “bibi” ye bir
yere sormak aklıma geldi. ihtiyar köpek önümüze düştü. Bahçenin fundalıkları
arasındaki bahçıvan kulübesinin önünde durdu.
Kuyruğunu salladı ve
tokmağı çevirmek ister gibi, sabırsızlanarak şahlandı.
Kapıyı açtım, yerde,
samanlıkların içinde ikisi de diz çökmüştü. Zehrâ, ellerini yüzüne kapamış
ağlıyordu. Arkadaşı başında, onu teselli için uğraşıyordu.
Zeliha bizi gördü.
Sıçrayarak teyzemin boynuna atıldı. Zehrâ’da ayağa kalkmıştı.
Yüzünde hazin, acıklı
yüzünde bir sarılık vardı. Narin yanakları yaş içindeydi. Onu bu kadar harap,
bu kadar mükedder hiç görmemiştim.
Hâlâ yabancı gibi uzakta
duruyordu. Teyzem onun yanına gitti, saçlarını okşadı.
Zehrâ gözleri kapalı, yalnız ağlıyordu. Teyzem
yine tabii, taaccüp edecek kadar tabiiydi.
Artık onun başka bir muhabbet kabul edecek tek bir zerresi kalmamış,
onunla meşbu’ olmuştu.
O gün akşamüzeri, köyden
aşk peygamberinin (evet şimdi Ona böyle diyorlar. Bu ismi Zehrâ ile Zeliha
koymuş. Teyzem dövmüş. Şimdi herkes böyle söylüyor. Benim de ağzımdan
kaçtı. Yoksa yalnız ben, bu ismi söylemiyordum)
geldiğini haber alan birkaç kişi toplanmış, ziyarete gelmişti. Bunlardan biri İstanbul’da kendisini tanıyan
belediye reisi idi. Üçü pek eskiden mektepten beri tanıyan İstanbullu
zabitlerdi. hepsi beş kişi idi. içlerinde birde bahçıvan kadın vardı ki
bilhassa en şayanı dikkat buydu. Çünkü bu biçare bahçıvan onu yalnız bir kere,
o da on beş sene evvel, çocukluğunda köyde görmüş. Bir gün geçerken, “nasılsın bahçıvan
güzeli” diye sormuş. İşte bu kadar
On beş senedir, bu kadın kalbinde onun muhabbetini taşımış.
On beş sene evvel hatırını soranı bir türlü
unutamadığını, bahçesinin önünden geçerken ona söylediği sözü bugün söylemiş
gibi hatırladığını günden beri içini yanarak nihayet dayanamayıp geldiğini
büyük bir safiyet içinde söylüyor.
Çıplak ayaklarında
çarıkları, üzerinde yırtık gömleği…
Fakat aşk bütün bunlara bir kutsiyet veriyor.
Hey, büyük ve muhyi aşk;
sen ne viranelerden ne kâşaneler icad eder. Ne kadar ölülere bir anda hayat
verirsin.
Aşk peygamberini
görünce, kendini unutarak koşup boynuna sarıldı. Gözlerinden yaşlar
akıyordu. Öyle güzel ağlıyordu ki, bizi
de ağlattı.
Ah, beni yine ondan bahsediyorum. Hâlbuki ben
ondan korkuyorum. Zehrâ'nın günden güne yanakları soluyor. Gerçi ona karşı Zehrâ
vahşi duruyor. Lakin bu vahşet hem ilk
günlerdeki kadar kuvvetli değil. Hem ben
ilk manayı inkıyadı [Boyun eğme. Muti olma. Teslim olma. İtaat etme. İmtisal ]
asıl bu vahşette okuyorum. bir kere “aşk
peygamberi” ismini ona vermesi kafi…
Fakat şu bahçıvan benim
nazar- ı dikkatini celb etti. Bir kere “nasılsın?” demekle kadar minnettar
merbut olmak.
“ Yusuf
Cemal”
in bu kadar, alakasıyla insanı kendisine bend etmesinin sebeplerinden biri de;
bu alakasının fevkalâde hakiki ve derin olması…
Bahçıvanın halini, bizde
uyandırdığı hürmeti İtalyan şair “Danunicyu” (İsmi
çevirirken hata yapmış olabilirim) nun pek ulvi bir teşbihiyle
tasvir edeyim: “Danunicyu”
çirkindir, fakat kadınlar ona
taabbüd edercesine seviyorlar. Bu
münasebetiyle “Danunicyu” aşkı bir hükümdara benzetiyor. Bu hükümdar
memleketini gezerken fakir bir kulübede gecelemeye mecbur oluyor. İşte
birdenbire bu fakir kulübe bir ehemmiyet kesbediyor. Ve bir ziyaretgâh halini alıyor. fakat oraya
gelenler kulübeyi mi görmeye geliyor, yoksa orada misafir kalan hükümdar için
geliyor.
Bizimde bu fakir
bahçıvancığızda takdis ettiğimiz ne çarıkları, ne cepkeni değil, belki onda
misafir olan muhabbet hükümdarı idi.
19 Nisan
Kavalım yerde başını
çimenlere dayamış, bezgin ve bitap yatıyor.
Bilmem ki neden böyle müşteki. Çalmak için uğraşıyorum. Bir türlü
terennüm etmek istemiyor. biraz evvel,
kütüphaneden aldığım, “Ömer Hayyam”
Rubaiyyat Mecmuası da orada. Beş senedir usandığım mütalaaya tekrar
başvuruyorum. Kendimi oyalamak ihtiyacım var.
Lakin “Hayyam” bana ne
kadar uzak şeylerden bahsediyor. Bunlar
öyle şeyler ki, ortada büyük muazzam bir ateş yakılmış. bu ateşin aksi etrafa
vuruyor. İşte “Hayyam” bana bu ateşin
akislerinden bahsetmeye çalışıyor…Bu gölgelere elinizi koysanız
avucunuz yanmaz.
Filvaki, renk
evrenin şekl u ulvinin şekli …..fakat
nerede o asıl ateşteki azametli hararet?
Nerede bu sönük gökler?
Şarap, kadeh, ebediyet…
Bunlar güzel. fakat ben bunları nerede,
nasıl bulayım? Ve bunlar, benim yeni
yeni anladığıma göre,
Ey
Hayyam, senin bildiğin gibi değil! “ben
neyim?” “bir hiç!” diyorsun
Sen bu hiçte değilsin.
Bir varlık, nasıl bir hiç olur! Senin
daha varlığın manasından haberin yok.
Kitabı baştanbaşa
şiddetle bitiriyorum.
Tekrar kavalı mı
alıyorum. Yedi senedir bana dert yoldaşı
olan kaval, sen söyle.
Fakat o da bana
aradığımı terennüm etmiyor. Bir iki
nefesten sonra onu da, o kadar vakit hemhal olan yoldaşımı da otların arasına
fırlatıp atıyorum. Ayaklarımla çiğneyip kırıyorum.
Sonra ağaçların arasında
yalnız asabi geziyorum.
2 Mayıs
Bana kavalını kırdırıp
“Hayyam”ın kitabını paramparça ettiren, ondan gördüğüm canlı varlık oldu.
Sadâsında, nazarlarında öyle bir tesir var ki…. Taş, insan ne bulsa yakıyor.
Sonra dikkat ediyorum,
hiç kimseyi ihmal etmiyor. Herkesle o kadar alakadar ki, bir vücut bu kadar
kişiyle böyle candan nasıl alakadar oluyor, bunu aklım almıyor.
Benimle bende daha
ziyade meşgul oluyor. Sonra ötede bir Süleyman’ın öksürüğünü unutmuyor. onunla
konuşmaktan zevk alıyorum. Her mübahaseden sonra mutlaka yeni bir şey
öğrendiğimi hissediyorum.
13 Mayıs
Düğün fecirden evvel;
Yusuf Cemal; Zehrâ, Zeliha ormana kadar gittik. Bahar açan ağaçların
altındaydık.
“Aşk Peygamberi” kendi
parçalarından “aşkın doğuşu” nu anlatan bir valsi kemanla çalmaya başladı.
Bazen kendi de teganni
ediyordu. Hakikaten harikulâde bir ses… Eğer devamlı olarak söylese hepimiz
bayılacağız. Güneş henüz doğmak üzereydi. bulutların kavuştuğu yerde yavaş
yavaş görünmeye başladı. “aşkın doğuşu” da bitmişti. Fakat manzara ile bu beste
o kadar hem ahenk idi ki, hepimiz mest
olmuştuk.
Ben kendi kendime
dalmıştım. birden bire ani bir hıçkırık sesi ile uyandım. Yanımda ani bir
hareket oldu. Zehrâ hıçkırarak kendini
“Aşk Peygamberi”nin ayakları altına attı. Zehrâ bütün vücuduyla artık aşkını
ilan etmişti. Başımı çevirdim; gözlerimi
kapadım. Köşke doğru yalnız yalnız uzaklaştım. Artık bu deftere bir kelime bile
yazmayacağım. Belki de yakarım.
fakat garib değil mi?
şimdi gönlümden gelen bir sadâ bana
diyor ki; sen “Aşk Peygamberi”nde güzellikten başka ne gördün, söyle?
Yoluna kucak kucak çiçek
serip tervih [Kokusunu artırma. * Rahatlandırma ] eden yine o olmadı mı? ondan
kemâli öğrendik. dünyada güzellik ve fazilet varmış, dedik. Daha ne istiyorsun?
Şarkta sıcak bir temmuz
gecesiydi. aydınlık geniş semânın altında, büyük havuzun başında, dört beş
kişilik bir meclisi toplanmıştı.
“Aşk Peygamberi”,
yanında yeşil gözlü, küçük ve güzel bir kızla aynı koltukta oturuyordu. Elindeki müzehhep yeşil kâseden ara sıra, bir
yudum melisa şerbeti içiyor, bazen onu ağır ağır sarı saçlı genç kızın
dudaklarına götürüyor, fısıldayarak içiriyordu.
Etrafında dört kişi daha
vardı ki, hepsi de yerde idiler. Zeliha havuzu mermerlerine dirseğini dayamış,
ayın yuvarlak bir duru haline bakıyordu.
beyaz kuğular sessizce yüzerek, bazen bu sarı
gölgeyi dağıtıyorlardı. o vakit çalkalanan suda küçük altın şimşekler çakıyor,
ay kırılmış erimiş gibi bir zaman titriyordu.
Sühâ orada idi. asılı
rengi belli olmayan muhtaç ve hisli gözleri ile afakı arıyordu. Tarhın üstünde
uyur gibi sessizce oturuyordu
“Aşk Peygamberi” dalmıştı. Kolunu Zehrâ’nın ince beline dolamıştı, yavaş
yavaş kulağına böyle söylüyordu:
-Gidecek misin, nereye
gideceksin? Ben, senin için geldim.
-Benim için mi geldiniz?
Bu muazzam güneşin zemine inmesi kadar muhalif bir şey!...
Nefesi, küçük kızın
yüzüne yakıyordu. Zehrâ çekilmek kaçmak istiyordu. fakat o belini sarıyor,
ellerini tutuyordu.
“Aşk Peygamberi” bu gece ne kadar kuvvetliydi!
-Demek ki “Aşk
Peygamberi”ni bırakmak istiyorsun? Sonra
bana şerbetimi kim getirecek?
-Evvelce annem
getiriyordu. Bundan sonra Zeliha getirir.
-Yok Zehrâ yok. Ben
senin bildiğin gibi vefasız değilim
***
“Aşk Peygamberi” şarkının daima şiir söyleyen latif
toprağında, Rumeli’nin bir köyünde dünyaya gelmişti, fakat onun çöl çocuklarına
benzeyen ve ateşin bir mizacı vardı. o kadar taşkın bir yaramazdı ki kimse başa
çıkamaz, sırf tatlı ve sevimli olduğu için çekilen yaramazlıklarına tahammül
etmekten, boyun eğmekten başka çare bulamazlardı. Evin dar hududuna sığmaz,
açık havada gezer, bu vesile ile hemen köyün yarısının bu müthiş yaramazın
elinde çekmediği kalmazdı.
Böyle olduğu halde,
sabahları o kapıların önünde boynu bükük bekleyenlerde çoktu.
güya başlarına gelecek
ihtiyaçları varmış gibi, yolunu beklerlerdi. köyün büyücek kızları ona gönül
verir, tenha yerlere götürmek isterlerdi. “Aşk Peygamberi” bu köyde dokuz
yaşına kadar kaldı. Esasen İstanbullu olan pederi onu alarak İstanbul’a mektebe
getirdi. İstanbul’da uzun mektep hayatı geçti.
“Aşk Peygamberi” mektep arkadaşları tarafından sevilirdi. O’nun birçok
eziyetlerine şikayetsiz katlananlar vardı.
O, her yerde iştiyakla
karşılanmış, daima aşk görmüştü. aşk kendini temaşa için ondan zuhura gelmiş.
ona hayran olmuştu. “Aşk Peygamberi”nin meftun yüreklerden örülmüş gözle
görülmez bir tahtı, aşk ateşinden bir tacı vardı.
***
Bir “donanma gecesi”ydi.
[Bayramlarda, sevinçli günlerde bayrak, ışık kullanılarak, havai fişek atılarak
yapılan şenlik, donanma, donanma şenliği]
Hep çiftlikte komşular bir olmuşlar, daha ziyade muhterem bestekarın şerefine
çiftlikte büyük bir şenlik tertip etmişlerdi. bahçede rengarenk fişekler, çarhı
felekler yanıyor. Saz kâh millî havalar, şarkılar, kâh güzel valsler çalıyordu.
Ağaçlarının aralarında yanan şekil şekil japon fenerleri çiftliği hayal
âlemlerine benzetiyordu. Gölde birçok çiçeklerle süslenmiş sandallar yüzüyordu.
Zehrâ balkonda yalnız
oturuyordu. hava açık bulutsuzdu. yine gökte sahabeler bile görünüyordu. bütün
bu ışıklar, nağmelerle alakadar değildi. annesini düşünüyordu. Acaba yine,
niçin bu kadar kederliydi.
İşte, orada minderin
üstünde yatıyordu. Ve alnındaki saçlarla oynuyordu. yalnız başında o mavi
işlemeli, kırmızı yastık yoktu.
Birdenbire balkonun
kapısı açıldı. “Suzân” gözlerinden
ayrılmayan düşünceli bakışıyla balkona geldi.
-Orada için oturuyorsun
“Aşk Peygamberi”nin yanına gitsene, dedi.
-Anne, bırak beni, buradan ne güzel etrafı seyrediyorum.
-Olmaz, yukarıda seyret, haydi!
Zehrâ başını eğdi.
Salona gitti. Yukarı çıkmayı hiç istemiyordu. sofada küçük, pek hafif bir
kandil yanıyordu. Ağır perdelerde, duvarlarda gölgeler bükülüyordu. Vücudu çok
yorgundu. Oraya sedirin üstünde yatıyordu.
Kulağına fişek
seslerini, bütün gulguleyi istiab eden
bir kemân sesi geliyordu:
“Yoktur emeli
aşkın o parlak seherinde
Var başka hayat arzın o solgun kamerinde
Şebnemleri, bülbülleri hep eski yerinde
Kır saçları sevdama güneşler saçıyorken”
Var başka hayat arzın o solgun kamerinde
Şebnemleri, bülbülleri hep eski yerinde
Kır saçları sevdama güneşler saçıyorken”
Musiki döşemenin
tahtalarından sızarak bütün vücuduna sirayet ediyordu. yumuşak halıların
üstünde tekrar ayak sesleri işitti. Annesi geliyordu. Biraz sonra “Suzân” ona sert ve
kuvvetli sert ve kuvvetli nazarla emrediyordu.
-Zehrâ, yukarı çabuk çık.
Evde herkes pencereleri
üşüşmüş yahut bahçeye, yol kenarına gitmişti. Ortada hiç kimse yoktu.
Merdivenleri beraber, karanlıkta çıktılar.
“Aşk Peygamberi”, büyük
geniş bir kötülükte pencerenin önünde oturuyordu. Yanında Zeliha vardı. Zehrâ
Zeliha yı görünce, dönmek için ısrar etti.
Fakat “Aşk Peygamberi”
nin en har (ateşli) gecelerinden biriydi. Bazen elindeki tesbih ile uyanıyor,
bazen Zehrâ'nın saçlarını okşuyordu.
Müzika bir aralık
durdu. Yine uzaktan sermest, tahammülsüz
bir tambur sesi geldi. Kadir, haşmetli aşk neşreden, yüksek başında muhrik [Yakan.
Yakıcı. * Çok acıtan. İhrak eden ] bir yıldız, parlayan “Saba” güya küçük bir kızın taze
dudaklarından öpüyor ve ona böyle damla damla, aşkı anlatıyordu. Birdenbire
“Aşk Peygamberi” Zehrâ’nın omuzunu sıktı.
-Bu peşrevi seviyor
musun? Dedi. Güya hala dedi ki:
-Ben onun nağmeleri
arasında yaşıyordum. onun teranelerinden, onun aslından ibaretim.
Kamere doğru, göle kadar
yürüdüler. Yolda fişekler, mehtabların yorgun ziyaları arasında “Aşk
Peygamberi” küçük kıza:
-Sen gönlümün
yıldızısın! Dedi.
Hala fıskiyeden
rengârenk sular dökülüyordu. Hala “saba” (yıldızı) göklere doğru yükseliyordu.
……Ertesi sabah, soğuk
bir sonbahar güneşi Zehrâ ile Zeliha’nın dağınık odasına utana utana girdi
giriyordu. çünkü ikiside yarı çıplaktı. Biri yatakta gözlerini ovarken, diğeri
aynanın önünde saçını tarıyordu.
Zeliha yataktan indi,
gözlerini ovuşturarak:
-Zehrâ “Aşk
Peygamberi”ni rüyamda gördüm, dedi. bana dün gece söylediği cümleyi tekrar
etti. hem göğsüme çok kokulu hiç tanımadığım bir çiçek taktı.
Zehrâ, dudaklarını
büktü. Yuvarlak, pembe omuzundan kayan gömleğinin kurdelesini kaldırdı:
-Dün gece ne söyledi?
Dedi.
-Hiç… bir şey değil!...
“Sen” gönlümün yıldızısın! demişti.
Zehrâ kızardı, saçlarını
biraz fazla örseledi. Mermerin üstüne birçok sarı tel döküldü. o sırada Zeliha
şarkı söyleyerek panjurları açtı. rüzgar saçlarını etrafa dağıttı. Pencerenin içinde eşi ile konuşan serçe, birdenbire
uçarak kaçtı. Zeliha şarkı söyleyerek menekşelere su verdi.
Bahçeye çıktılar. güneş
epey yükselmişti. Nemli topraklarını üstünde şebnemler parlıyor; akşam safaları
yüzünde temiz berrak damlalar titriyordu.
“Aşk Peygamberi”nin pencereleri sımsıkı
kapalıydı. perdeleri hala açılmamıştı. Hâlbuki her sabah pencerelerine taş
atarak onları “Aşk Peygamberi” uykudan kaldırırdı.
Birdenbire yeşil
perdelerden birinde ufak bir hareket oldu. Zehrâ'nın yüreği acı acı çarptı.
Zeliha'yı orada yalnız bırakarak koşa koşa taflanların arasına karıştı.
İşte bu vakıadan beri
Zehrâ “Aşk Peygamberi”nin yanına sokuluyordu. eskisinden daha vahşi duruyordu.
hatta çiftlikte herkes görünüyordu…
…Bir akşamdı… derede
“Aşk Peygamberi”nin emrine amade olan sandalcı Ahmed Ağa sabırsızlanıyordu.
Ay hayli yükseldiği
halde, daha hiç kimse yoktu. acaba bu akşam ne için geç kalmışlardı? Ahmed Ağa sandalın koyu eflatun
döşemelerinden, aynı renkteki elbisesiyle hemen ayrılmıyordu.
Bir zaman böyle
hareketsiz dudu. durgun sularda balıklarının dalıp çıkararak açtığı
yuvarlaklara daldı ve bekledi. Hala gelen giden yoktu. Ahmed Ağa şapkasını, sırmalı ceketini
sandalın döşemelerine çıkardı. kollarını sıvayarak derenin suyuyla sandalını
yıkadı. tekrar yerine oturduğu zaman
etrafına birçok ördek toplanmıştı. küçük heybesinden bir ekmek parçası çıkardı
ufalayarak hayvanlara attı. Kendi kendine derenin içinde kürek çekerek gezmeye
başladı.
Bu askerlik meselesi
amma fenaydı. o giderse kadını çocukları ne yapacaklardı?
Nihayet karşıdan
kollarında bir kucak çiçekle Behice göründü. Ahmed Ağa sordu:
-Neredeler?
-Bu akşam yalnız bir
kişi gelecek. Sandalcı mahzun olmuştu. hemen günaşırı gezdirdiği bu güzel çifte
acaba ne olmuştu? Destisini dikerek kana kana su içti. Behice kucağındaki
çiçekleri uzattı:
-Sen şunları
koyuver. Ahmed Ağa demeti aldı.
çiçeklerle süsledi. Bu akşam “Aşk Peygamberi” derede yalnız gezdi. Zehrâ'ya
gelince bu bir saat zarfında odasında kalbi çarparak gizli gizli ağladı…
Güller geçiyordu.
Zehrâ'nın vaziyetini gizliyemiyordu. bütün dünya “Aşk Peygamberi”nin
muhabbetiyle yanıyor, ondan başka herşey müthiş bir süratle eriyip gidiyor.
Zehrâ onu görmezse, artık yapamayacağını biliyordu.
Yine bir geceydi….
çiftlikten yirmi dakika kadar uzakta, sahilde, deniz kumlara doğru yavaş yavaş
küçük dalgalarla çarpıyor. İnce narin
kamerin ziyasında parlayan kumsalı okşuyordu.
Deruni bir sadâ, sular
kumlara çarptıkça, sükûnet huşu içinde aşkı tekbir ediyordu.
Orada küçük bir kız
şalına sarılmış ayaklarını ıslatan dalgaları hissetmeyerek ürkek ürkek
dolaşıyordu. Birini bekliyor gibiydi.
Beş dakika sonra güzel
münevver çehreli, vücudu adeta dağlara kadar, ziya veren latif bir erkek,
süratli adımlarla yaklaştı.
Küçük kız da ona doğru
yürüdü. O genç kızın ellerini tuttu. yüzünü yüzüne yaklaştırdı.
-Sevgilim, ben senin
için geldim! Dedi.
Genç kız kendine
yaklaşan bu güzel çehrenin gül kokan ve ateşin nefesiyle iki kere sarhoş gibi
sallandı….
Beş on adım yürüdüler.
Orada beyaz yelkenli küçük bir kayık duruyordu. Mehtabın saf ziyasi altında,
oda aşkla mest olmuş gibi, ilahi bir sükûn içinde bekliyordu.
“Aşk Peygamberi” Zehrâ’nın elinden tuttu.
Kayığa bindiler. Yan yana oturdular. “Aşk Peygamberi” kolunu Zehrâ'nın omzuna
koymuştu. yavaş yavaş sahilden açıldılar…. Gittikçe uzaklaşıyorlar, köyün hafif
ışıkları birer birer dinleniyor, engine doğru parlayan sakin denizde gittikçe
açılıyor, genişliyordu
-Zehrâcığım, o semavi
gitarı çalıp aşka davet edenin kim olduğunu anladın mı?
Zehrâ hayret içinde:
-Siz, bunu nereden
duydunuz?
O gülerek:
-Senin kalbinle aramda o
kadar rabıta bulunmasın mı? Senden duydum.
“Aşk Peygamberi” yalnız
aşkın verdiği bir salahatiyle Zehrânın kalbine tasahub [Sahip çıkma, benimseme.
* Koruma. * Arkadaşlık etme ] ediyordu.
Zehrâ bu gece büsbütün
sarhoştu. esen bahar rüzgarından, o daha güzeldi. Her şeyden; suyun latif
sadâsından, kamerden, denizden onun aşkını dinliyordu.
-Bu gece ne kadar
solgun!
-Niçin Zehrâcığım?
Bilemiyorum ki!
Zehrâ bilmiyor değildi.
“Aşk Peygamberi” nin güzel çehresini gördüğünden beri kamer solmuş, tahtından
inmişti.
Fakat bunu ona
söyleyemiyordu…
Öyle bir an geldi ki;
aşk bu beyaz yelkenli kayığı hiçbir noktasını boş bırakmaksızın ateşiyle istila
etti. “Aşk Peygamberi” dümeni elinden bıraktı. Kayık, bi-payan afaka doğru,
kendi halinde doğrudan doğruya aşkın tasarrufunda akıp gitmeye başladı.
Niçin, böyle etrafımda
dolaşıyorsun?
Bu yakıcı sadânla burada
ne arıyorsun?
Gözlerindeki ilahi
ateşle, sen buraya nereden geldin?
Bazen gözlerim senden
başka hiç bir şey görmeden uzaklara doğru dalmış, bazen kalbimi halecan
[Titreme. Kalb çarpıntısı. Heyecan ] içinde buluyorum.
Kendimi avutmak için
gözlerime kameri, dağlardan inen narin suyu, gökteki mavi yıldızları
gösteriyorum. Lakin gönlüm söz anlamıyor, kameri fersiz buluyor. baharda açan
güle bin kusur buluyor. çağlayan suya dönüp bakmıyor bile….
Kendime gelince senin
hayalinle gönlümü rahatsız buluyorum. bütün aile sema bana âteşîn bir lisanla
senden bahsediyor, seher vakti esen rüzgar, senin aşkla meşbu’ [doymuş.]
esiyor.
Seni gördüğümden beri
cihan bana renksiz geliyor.
Doğan güneş, geceleri
parlayan yıldızlar bakamıyorum. Çünkü senin nefeslerinle, serapa aşık olan
tenin hararetiyle teshir edilmiş o ilahi havayı teneffüs ettim. baharda açılan
gülü koklayamıyorum.
Her taraf yine bana
ateşin geliyor. sen yanımdan gidince böyle ellerim, gözlerim, bütün zerrât
(zerrelerim) vücudum yanıyor. Kendimi de adeta ateş zannediyorum. Ah o ateştir.
İnanamayan bir kere temas etsin.
Senin muhabbetinin nuru
içinde Zehrâ'yı bulamıyorum. Onun rayihası sensin. Teni ve canını sensin. Aşkı
olan rayihası sensin. başka ne kaldı güzelim?... Benim her şeyimi al. Bana talik (alakalı) eden hiçbir şeyi bende
bırakma. ah yalnız şuraya, gönlüme dokunma. Çünkü orada sen varsın!
Çobanı mı? Çobanı
severim. Çünkü onun sevdiğime bir cihetten şeklen nispeti vardır! İnce ayın
taze aydınlığında geceleri sürüsünü otlatan çobanı gördükçe, içim titrer. aşk
sürüsünün başında sevdiğimi tahayyül (hayal) ederim. “Ay”a benzeyen sevdiğimi
tahayyül ederim.
Demin o mukaddes geceyi,
seninle ilk defa temas ettiğimiz şenlik gecesini okumak için defterimi açtım.
Hürmetle diz çöktüm.
öyle okumaya başladım. ben o zamandan beri ne kadar değişmişim. o vakit çok
kuvvetliymişim.
Dinle dinle, bana senden
başka dünyada bir şey kalmadı. Seninle buluştuğumuz bu odada, demin yine mumu yaktım. Yatağa
yaklaşıyordum. Seni orada göreceğimden
ümitvardım.
Bir müddet oraya baktım,
göremediğim mumu üfledim. bir zamanda karanlıkta vasıtasız görmeye çalıştım.
Niçin gözlerime de kalbim gibi görünmedin.
bu gece aya ne
olmuş? Yanında yalnız bir yıldız var.
her gece tahtının etrafını dolduran binlerce güzel içinde seyran eden muhteşem
aya ne olmuş? bu gece yanında bir tek yıldız var.
Tekmil sema nurlar
içinde. Derinlerde bütün yıldızlar sönmüş. Yalnız ikisi etrafı unutarak sevdaya
gark olmuşlar.
***
Sühâ, bir sabah
Zehrâ’yla Zeliha’nın siparişleri için İstanbul’a inmiş.
Vasıl olduğunun ikinci günü, birçok mağazalara
girdi çıktı. yorgun bir halde istasyona giderken eski lise arkadaşlarından
“Fahri” ye tesadüf etti: Bu o vakit, kansız, zayıf bir şeydi. Şimdi Sühâ’nın
karşısında gördüğü bu düzgün kıyafetli, şişman vücutlu adamla, o çelimsiz çocuk
arasında ne kadar fark vardı…
O, Sühâ’yı niye hiç
değişmemiş buldu. Filvaki Sühâ’nın gözlerindeki serazad [serazat, özgür, hür
bir şeye bağlı olmayan] çocuk saffeti daha sönmemişti
Beraber yürüdüler, hava
karanlıktı. şiddetli bir rüzgar esiyordu. caddeden toz tufanları kalkıyor, sarı
çürük yapraklar mütemadiyen dönüyordu. Herkes yağmura tutulmamak için
fırtınanın sevkiyle koşuyordu.
“Fahri”, ticaretle uğraştığını
söyledi. Tavırlarına hakimiyet ve itimat gelmişti. Artık eski “Fahri” gibi
sakin çekingen durmuyordu. Para ve latif hayat onu güldürmüş olacaktı. Maziden
bahsederlerken, Celâl’de ait olan ufak bir hatıra geçti; bir gün üçü beraber
coğrafya dersinden kaçmışlardı. Fakat su fıçılarının arkasında yakalanmışlardı.
aldıkları tevkifler [Alıkoyma, tutma. Hapis olarak bekletme.] o vakit ne kadar
acı gelmişti.
Fakat Fahri Celâl’den
biraz değişik, şüpheli bir sesle bahsediyordu. Sühâ, acaba hasta falan mı, diye
merak etti, sordu. Fahri’nin gözleri mantosunun etekleri uçuşan esmer bir
kadının bacaklarında tamamen onunla meşguldü. Dalgın dalgın cevap verdi.
Celâl bir vapur
seyahatinde bir hafta evvel kalbinden ölüvermişti. Sühâ hayretten isyana,
elemden tevahhüşe kederden kedere düşerek, bir zaman daldı, düşündü.
İnanamıyordu, ya rabbi,
o kadar zaman beraber yaşamışlardı. o kadar zaman kadar kanlarının harareti
birbirine geçmişti. Nasıl, Celâl aynı hayattan kopup giderilirdi? Sanki ruhunun
yarısı uçmuştu. kendi sesi başka bir
sesmiş gibi, yabancı uzak geliyordu.
-Fahri bana tahsilat
veremez misin?
Fahri onu şimdi, bir
şekerlemeci dükkânına doğru çekiyordu. Sühâ taaccüp etti:
-Burada ne yapacağız?
Dedi. Fahri camekânlardaki şekerlemeleri süzüyordu:
-Soğuğu duymuyor
musun? Rüzgâr bizi uçuracak. şurada
oturalım! hem konuşur, hem de yeriz…. bu sözden büsbütün müteessir olan Sühâ’yı
kolundan çekti. Zorla içeri soktu. O,
Fahri’nin gözlerinden, dudaklarından, vücudundan iğreniyordu.
Deniz, karşıda isyandan
morarmış, köpürüyordu. yağmur gökten toplanarak, teessür anlarında gözlerde
birikipte akmayan yaşlar gibi hala yağamıyordu. Fahri hem şekerleme yiyor, hem
anlatıyordu.
“Medaniye” ye beraber
seyahat ediyorduk. Gece yarısı, sıcacık yatağımdan fırladım. Zaten fırtınanın
gürültüsünden, sallantıdan daha yeni dalmıştım. biri kapıyı vuruyordu. Açtım.
Bir amele Celâl’in hastalandığını haber verdi. Koştum Celâl’in kamerasına
girdim. kalbi durmak üzere idi. yarım saat yaşadı. Ertesi gün Medaniye’ ye
yakın bir mezarlığa gömdük.
Fahri birden bire bir
şey hatırlayarak durdu.
-Oh pek iyi oldu da,
seni gördüm. Celâl bana sana söylenmek üzere bir haber havale etmişti. ölüm
halinde bana dedi ki… dur bakayım, evet dedi ki:
Sühâ’yi görürsen söyle…
eğer Yusuf Cemal Bey'e bir gün rast gelirse,
onu görmeden, öleceğim için, gözlerimin arkada kaldığını söylesin, beni
kalbinden çıkarmasın! Kuzum Sühâ; bu Yusuf Cemal Bey de kim? tuhaf çocuk.
Bu üç dört cümle ile
şekerleme yiyerek anlatılan ölüm hikayesi Sühâ’nın kalbine bir ok gibi yaktı.
Sanki tekrar çocuk
oluyor, mazide tekrar yaşıyordu. Mektep, bahçe, kumluk… Hepsi gözlerini yaka
yaka tekrar ö güne geliyordu. Yalnız bütün bu eski şeylerin, uzak ve geçmiş
günlerin hatırasına
Şimdi büsbütün tahammül
edemiyordu. Artık hepsi yarı yarıya ölümün göğsüne çekilmişlerdi. Bugün
Sühâ'nın çok gamlı, çok zayıf bir günü oldu. Çiftliğe döndüğü zaman, gözleri
soğuk ve yaştan kızarmış, kalbi atmaktan yorulmuş gibi yavaşlamıştı
Akşam yemeğinden sonra,
“Aşk Peygamberi” Sühâ'yı yanına çağırttı. kameriyenin altında ayakta duruyordu.
bu gece, boyu her zamandan daha uzun görünüyor, vücudu büyük bir ihtişam içinde
yükseliyordu. gözlerinde şaşaaların,
fusunların mağbudu olan rabbani güneş vardı. arkasına uzun siyah bir
manto giymişti. çehresi bakılamayacak kadar kuvvetliydi.
Hiç kımıldanmıyor ve
insan karşısında yok olmaktan korkarak küçülüyor, küçülüyordu.
Zaten bugün, zavallı
Sühâ'nın çok karanlık, çok hicranlı bir günüydü. Şekerleme yiyerek, rüzgardan
açık kalmış bir kadının bacağına bakarak tasavvur edilen ölüm hikayesi, ruhunu
yara içinde bırakmıştı.
Şimdi Sühâ büyük
peygamberin kalbinden doğan gözler önünde feda edilmeyecek mukaddesat tasavvur
edemiyordu.
“Aşk Peygamberi” onun bütün melalini bütün
zaafını biliyordu. Şefik ve rehâkârdı. zevk verici yumuşak eliyle Sühâ'nın
saçlarını okşadı. daima büyük hislere hitap eden serazad bir sesle:
Sühâ dedi. Sonra, güzel
sesini biraz daha alçalttı ve kalbini titreten bir ahenkle tekrar etti:
-Sühâ?
Sühâ sakindi, bilhassa
Celâl’in ölümünden çok müteessir olmuştu. “Aşk Peygamberi” beraber gezmeyi
teklif etti. Gök tamamıyla bulutlara örtülüydü. Sık sık şimşek çakıyor, gök
gürlüyor içinde ağaçlar çatırdıyordu.
Tekmil Celâl’ içinde
olan etrafı, bütün bu şiddeti ile beraber gözledi. “Aşk Peygamberi”nin yüksek
bir mevzun vücudu bu fırtınalar ortasında bir kat daha güzelleşiyordu. İhtişamı daha aşikar görünüyordu.
Sühâ’nın elinde elektrik
feneri, beraber yanyana yürüyorlardı. Şuradan buradan konuşa konuşa habersizce “Kör
Irmak”a kadar gelmişlerdi. burası çiftlikten epey uzaktı. iki küçük dağın arasında kuru bir mağara
halini alan “Kör Irmak” vaktiyle akarmış.
Kayaların üzerinde suyun
oyup bıraktığı öyle nakışlar öyle güzel şekiller vardı ki, sanatkâr onu
yıllarca uğraşarak belki meydana getiremezdi.
“Aşk Peygamberi”nin
burası pek hoşuna gitmişti.
Ne güzel! ne güzel!
Diyordu.
Ay bulutlardan
kurtulmuş, altın ağını zemine tekrar atmıştı
Fırtınada biraz
hafiflemişti. kaarlarının bazıları o kadar incelmişti ki, adeta dağılacak
gibiydi.
insan bu oymaları, bu
rakik nakışları gözüyle incitmekten korkuyordu.
-Burası nedir, Sühâ?
-Köylüler “Kör Irmak”
diyorlar. vaktiyle içinde bir ırmak varmış, kurumuş.
“Aşk Peygamberi”
birdenbire onun sözünü kesti.
-Bak Sühâ, dinle!.....
bir ses… işitiyor musun?
Sahiden bir ses, tatlı
bir su sesi geliyordu. sadânın geldiği cihete doğru gittiler. Kayaların
arasında damla damla bir su akıyordu.
Sühâ; bir suya, bir “Aşk
Peygamberi”nin dağların, eflak'ın aşık olduğu yüksek vücuduna bakıyordu. Ya
Rabbî, bu kör ırmağa hayat getiren onun
aşkına temasül olan bu har (canlılık-ateş) vücudu mudur?
Sühâ onun gibi tavsife
gelmeyen güzel görmemişti. Bu letâfet ve füsun onun vücuduna münhasır değildi,
bu ateş nereden geliyordu?
Bu yalnız tenin
güzelliğinden ibaret olamazdı. onda öyle bir harikulade bir tesir vardı ki, insanı
beşeri hislerden uzaklaştırıyor, ilahi
bir şelalenin suyundan çehresini, gözlerini yıkıyor, keşfedilmemiş rabbani bir
vadinin ateşi afakına atıyordu.
Pırıl pırıl ne güzel bir
su!.... Bir müddet daha dinlediler küçük
ince sadâsına doyulamıyordu.
“Aşk Peygamberi”:
-Su…… Ne güzel şey! bak
deminden beri sadâsını dinliyoruz. hiç usandık mı?
Mağaradan çıktılar.
Lakin daha kestirme olsun diye, dağın üzerinden geçmek istediler. yarı yolda
bir uçurum önlerine çıktı.
“Aşk Peygamberi” bir
anda uçurumu geçti. Sühâ’ya elini uzattı. Fakat bu hal Sühâ’nın gururuna
dokundu, uzatılan eli tutamadı. O da
kendini attı. ayağı bir çalı yığınına
takıldı.
Bir kayaya zor tutundu.
az kaldı, büsbütün yuvarlanıyordu.
“Aşk Peygamberi” onu
elinden tuttu, çekti. fakat Sühâ zor doğrulabildi. çünkü bir dizi yaralanmıştı.
***
Aradan birkaç hafta
geçmişti. Sühâ ateş kayanın üzerinde oturuyordu. havada yağmurla karışık soğuk
bir rüzgar esiyor, yavaş yavaş “yolcu çeşme” nin sesi geliyordu.
Ah askerlik mi? demek ki Sühâ askere gidiyordu…. sonu meçhul
olan bu gidişten adeta ürküyordu.
Onlar gideli artık üç
gün oluyordu. etrafta ne derin bir sessizlik ve matem vardı.
Zehrâ. Zehrâ, şimdi
onunla ruhani aşinalığı olan fakat hüviyetinin mütehakkim nüfuzundan büyük bir
kısmını da yavaş yavaş kaybetmiş olan bir vücuttu.
Sühâ, yalnız
düşünüyordu. Hayatında sevdiği değil de sevmeye özendiği kadınlar kıvılcım
ziyasi gibi kapanıp kapanıp gidiyormuşlardı.
Kendine en fazla yakın
bulduğu Zehrâ da, işte haberi olmaksızın kalbinin büyük bir kısmını boş
bırakmıştı. Ona adeta tarif edilmez bir yakınlık muhabbetle merbuttu (sevgiyle
bağlıydı). Lakin bu aşka pek
benzemiyordu.
bu gece acaba için bu
kadar mahzundu. Kalbinde tahlili pek müşkül bir acı, bir yara vardı. Bu yara
nerede açılmıştı?
Bir aralık “Kör Irmak” a
kadar gitmek için bir arzu hissetti.
Niçin bundan da haberin yoktu. Ne olur, “Aşk Peygamberi” gitmeseydi. Onu
etrafın yalnızlığı içinde sesle
söylerken, kendi de taaccüp etti. fakat kalbinden mukavemet edilmez bir arzu
geliyordu.
-Keşke, o gitmeyeydi!
Onun sesinde, sözlerinde, çehresinde Sühâ’yı teskin eden, ruhi ruhunu yıkayan
bir hal vardı.
Şimdi pek yalnızdı. hiç
kimsesi yoktu. yavaş yavaş kalktı. biraz
avunurum, ümidiyle yürüdü. Zeliha’nın odasına gitmeye karar verdi
Zeliha’yı odasının penceresinde
bir iskemle üzerinde buldu. rengi sapsarıydı. hiçte uyuyamadığı anlaşılıyordu.
Sühâ, Zelihacığında ona, o “Aşk Peygamberi”ne gönlünü verdiğini biliyordu.
Nedir bu, herkes onu bu
kadar niçin seviyor? işittiğine göre
Onu böyle aşkla sevenler
pek çokmuş. o sırada gözü Zehrâ’nın yatağına ilişmişti. Köşede üzeri örtülü
duruyordu.
Bu birçok hatıralar
saklayan odadan bilhassa hatıraların en canlısını söyleyen Zeliha’nın
gözlerinden kaçtı. arkasına bakmadan odadan çıktı…
……. Ertesi günü, Sühâ evrakı cebinde
İstanbul’a gidiyordu. “Yolcu Çeşme”nin önünde geçerken adımlarını yavaşlattı. o
siyah yıldırmalı köylü kadını tekrar göreceğim, zannediyor ve eski sözlerini
tekrar işitir gibi oluyordu.
Hava soğuk, çok soğuktu.
bulutlar bazen aralanır gibi oluyor, bazen seyrek seyrek yağmur yağıyordu.
omuzlarını yakasını kaldırmıştı. İhtiyar bir sokak köpeği, kâh arkasından, kâh
önünden mütemadiyen koşuyordu. Tüyleri sırılsıklam olmuş, üstündeki tozları
ıslanarak tahvil etmişti. dili dışarıda, gözleri bi-dermandı. acaba böyle
nereye ve niçin koşuyordu?
Sühâ, Çağlayan'ın
köprüsünden geçerken ellerini ceplerine soktu, fakat birdenbire soğuk bir cisim
parmaklarına temas etti. bu evrak zarfıydı. Çıkardı. elinde muayene ederken
rüzgar esti, zarfı uçurarak suyun içine
fırlattı.
Sühâ sahile çıktı.
Kâğıt, bir taşa ilişmiş duruyordu. Bastonunu suya batırarak dayandı ve zarfı
aldı. üstündeki yazılar dağılarak bozulmuştu. Bir ağacın kökündeki yosunlu
taşın üstüne oturdu. Zarfı kurutmak için
bir taşa tutturdu. Düşünüyordu:
Ölüm mü?....
bunu hayatında daha hiç
tahlil etmemişti. mümkün değil, Sühâ, ölemezdi. Yaşayan, hisseden….. Seven bir
adam ölemezdi. Oh ne mümkündü?.....
İşte, kalbi atıyordu. gözleri suyun akışını, yaprakların titreyerek döküldüğünü
görüyordu.
Ölüm gayri kabil tahkik
bir seraptan ibaretti.
Böyle düşünürken eliyle
yerdeki çamurları kazmıştı. Ve bir cam parçası parmağını kesmişti. şimdi yerler
kan içindeydi. Elini suya soktu, yıkadı, sonra mendiliyle yarasını sardı……….
Dairenin önüne geldiği
zaman, ihtiyar bir adam çamur sellerini ve yaprak döküntülerini süpürüyordu. O
geçerken bekler gibi yaptı. Sonra hemen işe devam ederek Sühâ'nın üstünü
büsbütün kirletti, çamur içinde bıraktı.
Merdivenlerden düşkün
kıyafetleri adamlar telaşla inip çıkıyorlardı. O, hala endişesizdi. İkinci
katta kumandanın oda kapısının önü, insanla dolu idi. karanlık koridoru zayıf
bir elektrik lambası yarı yarıya aydınlatıyordu. Sühâ kalabalığa yaklaştı.
kapının arkasında hademe oturmuş, esneyerek saatini kuruyordu.
Bir müddet, hemen yarım
saatten fazla orada nöbet bekledi. nihayet içeri girdi. Yazıhanede oturan
paşaya zarfı uzattı
Bu iri vücutlu, biraz
laubali tavırlı bir adamdı. temiz sarı gözleri Sühâ'ya dikkatle bakıyordu. Bu,
herhalde iyi bir insandı. halinde bir kumandan sertliği görülmüyordu.
Bir mücevherci
ihtimamıyla gözlüklerini düzeltti. zarfı şişman elleriyle yırtarak, yazıyı
tetkik etmeye başladı. kulağına musallat olan uyuşuk bir sineği, küçük bir
tokatla öldürdü. Kalpağını arkaya attı. biraz düşündü sonra kâğıdı masanın
yeşil çuhası üstüne koyarak, Sühâ’nın yüzüne lakaydane, şöyle bir baktı.
yukarıdan aşağıya süzdü. sonra bir sigara yaktı.
Sühâ ayakta, demir
sobanın uyuklarına biriken tozları dağıtıyordu. Bir hafta sonra Erzurum
cephesine sevk edilecekti…. muhtez [Titreyen, ihtizaz eden ] müteheyyiç
kalabalık gittikçe sabırsızlanıyor. artık kapı vuruluyordu. o sırada, iri iri
kar yağmaya başladı. pencerenin önüne iki firari kuş kondu.
Kumandanın pek, yeni
mühim bir mesele aklına gelmiş gibi, kağıdı çekmeceye attı gözlüklerini düzelterek
kapıya doğru:
-Gir dedi .... tabi bu,
aynı zamanda: çık demekti.
Sühâ, kendi sokakta
bulduğu zaman her yer bembeyazdı. Hava, iyiden iyiye karışmıştı. Kar gözlerinin
içine giriyordu. öyle soğuktu ki, rüzgar yüzünü ellerini yakıyordu.
İşte artık herşey
bitmişti. yarın öbür gün, büsbütün asker olacaktı. Belki daha hiç
dönemeyecekti.
Eski neşesi tamamen
sönmüştü. sanki bir harabenin altında çıkmıştı. Uzun bir baygınlıktan sonra
yaralar içinde ızdıraplar içinde hayata yeniden doğmuştu. bütün vücudu ızdırab
içinde, ruhu melal içindeydi
Ah dünya pek acı zalim idi.
Kardan bembeyaz duran
yolların ötesine berisine dükkanların ışığı vurarak yer yer garip parıltılar
hasıl oluyordu. Yüzü, bilekleri erimiş soğuk kar parçalarıyla doluydu.
Böyle bir zaman yürüdü.
Habersizce “Karaköy”e kadar gelmişti. vakit geçti, artık bir yere gidip yatmak
lazımdı.
En yakın yer “Beyoğlu”
ydu. Tünele (tramvaya) bindi. İçeride
beyaz saçlı, matem kıyafetli bir madam şapkasındaki karıları silkeliyordu. Yanında sarışın, hırçın bir oğlan çocuğu huysuzluk
ediyordu. Mutlaka camları açtırmak
istiyordu.
Tünelden üşüye üşüye
çıktı. Büyük mağazaların önünde, tenha
insan cereyanı içinde, o da yürümeye başladı
Kadınların iltifatını
celbeden tatlı çehresinden bi-haberdi. bütün bu tanımadığı vücutlardan
sıkılıyor ve onlara temas etmekten çekiniyordu
Yalnız camekânlarda
hasta benizleriyle boyunlarını büken karizantemelere [Kasımpatılara]
karanfillere hasretle bakıyordu. ara sıra koşan otomobillerin arabaların içinde
iki süslü gençbaşı toylar gözler içinde birbirine yaklaşıyor ve belki aradığını
bulmak için nafile ile yanıyordu.
Bu gece Sühâ'nın ruhunda
garip, vahşi tahavvül [değişme, değişkenlik, dönüşme, dönüşüm] vardı. O hiçbir
vakit şiddetle mecbur olmadıkça böyle avare kalabalıklar arasında gezmezdi.
Halbuki şimdi otelleri
önünden geçtiği halde içeri giremiyordu.
Çünkü yalnız kalmaktan korkuyor
Bir aralık dar, mazlum
(karanlık-kötü yer) sokaklardan birine saptı. Burada sıra ile birçok meyhaneler
vardı. her taraf sarhoş ağzı gibi içki kokuyordu. onun ayakları dolaşıyor,
layenkatı [Kesintisiz, aralıksız ] çukurlara batıyordu. Kaldırımın üstünde
durdu. Karşıdaki meyhaneden kirli bir
ışık taşıyordu. İçerisini bir zaman seyretti.
Birkaç şapkalı masaların birinde kumar oynuyordu. Diğeri de, iki Türk
delikanlısı bir rum kızıyla şakalaşıyordu.
hiçbirisi kırık ve isteksiz değildi.
Bir dakika sonra camın
önüne çehresi oldukça muntazam tirşe [gökyeşil (Farsça) teraşe] fanilalı,
kabarık saçları boyalı boyalı bir kız geldi.
Sühâ’yı görerek
dudakları ve elleriyle işaret etmeye başladı. Sühâ titriyordu ve gönlümde
kendine yabancı, karanlık rüzgârlar esiyordu. Yürüdü. Kapıyı açınca yüzüne bir
sıcaklık vurdu. birkaç gözün kendisine teveccüh ederek tekrar çekildiğini
hissetti. etrafına bakmakdan ocağın önündeki masanın başına gitti. üstündeki
karlı karları silkeledi. Sonra koltuğundaki bezle masanın tozunu alan tirşe
fanilalı sarhoş kıza:
-Şarap dedi.
....................
Gözlerini açtığı zaman sabah olmuştu. kirli
bir yatağın içindeydi. haline inanamayarak, acıtıncaya kadar gözlerini ovdu. Burası küçük, beyaz badanalı bir oda
idi. yerler çıplaktı. Köşedeki sandığın üstüne birkaç parça kadın çamaşırı ile
tirşe renkli bir fanila atılmıştı.
Kalktı, oturdu. bu tirşe fanilanın sahibi kimdi? Hayal mi, hakikat mi kendisinin
de bilmediği acı bir sahne, gözlerinin önüne geliyordu.
Tekrar yatağın içine
baktı. yanında kimse yoktu. fakat yastığın üstünde kirli bir baş izi vardı. Bir
iki gecelik şey olamazdı. kim bilir kaç haris baştan levsle bu hale gelmişti .
Ya Rabbi, Sühâ'nın
burada işi neydi? karyoladan indi. Elbisesine iğrenmekten, ellerini bile
süremiyordu. dışarıdan kadın erkek kahkahaları, tabak çatal sesleri geliyordu.
bütün bunlardan başka ağır sefil bir koku nefesini boğuyordu. Sühâ, buraya için
geldiğini düşünüyordu. evet buraya nasıl
gelmişti? Fakat onu buraya fart furt [aşırılık, fazlalık] elem mi onu buraya
sürüklemişti.
Bereket ki şarabın
tesiriyle akşamdan sarhoş olmuş kız, onu yatağına yatırmıştı. sabaha kadar uyku
ile geçen bir gece ile siyanet [muhafaza-saklama] edilmişti.
Sühâ fevkalâde
müteessirdi. Bu sırada karşısında “Aşk Peygamberi”ni gördü. Ona kalben nüfuz
eden münevver nazarıyla bakıyordu. Sühâ büsbütün kendini tutamadı. yere
kapandı, hıçkıra hıçkıra ağladı…..[manevi yardım gelmişti. Yaptığını zannettiği
şeyi, yaptırmayan “Aşk Peygamberi” ydi.] ... neden sonra kendine geldi. Birden
kalktı, süratle giyindi. Karanlıkta koridora çıktı. Lakin yolun ortasında
şaşkın şaşkın dura kaldı. Orta yerde yarı çıplak iki kişi birbirine sarılmış
yatıyordu. Kadın dün gece Sühâ'nın yatağına giren kadındı. Sühâ nefret ve istikrah ile olduğu yerde
döndü. Erkek iri yarı bir Rum’du. Kadının üzerinde de yalnız gömlek vardı.
Köpekler gibi böyle yol
ortasında,… Aman Ya Rabbi, insaniyet
nerede? Kadın Sühâ’ya arsız bir kahkaha atarak baktı. Ondan herhalde kendi lisanınca bir küfür
bekliyor gibiydi. Sühâ şiddetli arkası döndü. koşa koşa merdivenleri indi.
yola çıktığı zaman her
yer donmuştu. Saçaklardan iri buzlar
sarkıyor, bacalarının dumanları bu azim (büyük-muhteşem) beyazlık içinde
birdenbire yok oluveriyordu. henüz pek erkendi. Caddeden pek nâdir yolcular
geçiyordu. Onların daha bıyıkları ve sakalları buz tutmuştu.
Sühâ, diyordu ki: Ah
Celâl bu geceyi sen görmeliydin ne kadar asabileşir, bana darılırdın.
Celâl’in muazzez
hatırası gözlerini yaş içinde bırakmıştı. … trenden indikten sonra çiftlik
civarındaki dağlarda şiddetli bir tipiye yakalandı.
Gözleri bir adım ötesini
bile seçemiyordu. Yolu kaybetmekten korkuyordu, her saniye bir taşlığa, bir uçuruma yuvarlanmak tehlikesi vardı. ara sıra kulaklarını dolduran uğultu arasında
çakal sesleri işitiyordu.
O vakit cesareti
büsbütün kırılıyor, karların içine yuvarlanmamak için kendini zor zapt
ediyordu….
Gerçi bu havada bu yol arabasız geçilemezdi.
Hâlbuki Sühâ'nın aklı başında değildi.
On beş, yirmi dakika
sonra tipi başladı. Biraz etrafı açılmaya başladı. Fakat şimdi de gittikçe hava
kararıyor, gece yavaş yavaş bastırıyordu. kar bütün durdu. çiftliğin ağaçları
beyaz birer top halinde gözükmeye başladı
Çiftliğe gitti zaman
kapıdan, Süleyman karşıladı. Zeliha rahatsızlanmıştı. Sühâ ıslak elbiselerini çıkardı, Zeliha'nın
yanına koştu. Gözleri ateşin içinde idi, yatıyordu.
-Nasılsın Zeliha, ne
oldu?
-Hiçbir şey yok. Biraz başım ağrıyordu.
Bu bir başarısı değildi.
ah bu “Aşk Peygamberi”! Zeliha kendi hastalığını unuttu. Çünkü Sühâ titriyordu.
Arkasına göğsüne fanilalar sokturdu. Ihlamur kaynattırdı. Onun yanına, ocağın
karşısına şezlonga yatırdı. [Üzerine uzanılabilecek biçimde ayarlanan, döşeme
yerine bez gerilen bir tür taşınabilir koltuk]
Zavallı Behice
sıkıntıdan terliyor, Sühâ'yı ısıtmak, Zeliha'ya bakmak için oraya buraya
koşuyordu. Sühâ ocakta titreşen alevlere gözleri dalarak düşünüyordu. Zeliha’yı burada bir başına nasıl
bırakacaktı. Gerçi Behice ile Veli Ağa
vardı. Fakat bunlar bir anaya babaya bir kardeşe benzeyebilir mi? Zeliha
adamakıllı hasta idi.
**
Bir hafta sonra idi.
dehşetli bir ayaz olmakla beraber, kar durmuştu. iki kardeş sümbül tarlasına
kadar gittiler. yerler yüzden çatırdıyordu. Ağaç dallarından ağılın damından
sarkan buzlar, güneş ziyası görmeyen tahtelarz [yeraltı] tuz mağaralarını
hatırlatıyordu. Ağaçlar çiftliğin binası, bulutlar bembeyazdı.
-Zeliha, şuraya bak! ben
burasını ömrümde bu kadar hazin bulmadım…. fakat sen üşümeyesin. şöyle atkıyı
boynuna iyi sar!...
Burası iki dağın
kavuştuğu yerde, derenin kenarında çiftliğin en güzel yeriydi. bilhassa “Aşk Peygamberi” burasını çok
severdi
Zeliha dalgın dalgın
etrafına bakıyor, sanki burada birini arıyordu.
Dere donmuştu. Sümbül tarlasının yerinde yüksek yer kar tabakası vardı.
Güya kar onu da kıskanarak örtmüştü.
Zeliha bir aralık mutadı
hilafında şedit tesirle [adeti olmadığı bir şekilde sert bir şekilde] dedi ki:
Ah keşke Sühâ, Erzurum’a
senin yerine ben gideydim!
Sühâ, hiç sormadı. Derin
bir sükûttan sonra yürüdüler. Derenin köprüsünden geçtiler. yamaçtan dağın
zirvesine doğru ikisi de dalgın ilerliyorlardı.
Zeliha:
Sühâ sana bir şey
söyleyeceğim. fakat evvelden söyleyeyim, beyhude (boşuna) itiraz etme. nasıl
olsa, bence takrir etmiş bir fikir. beni bu karardan vaz geçirmeyeceğin için
beyhude yorulma. sen on güne kadar gidiyorsun. Bende kendime gidecek bir yer
buldum.
- Nasıl gidecek bir yer?
-Hiç… uzak köylerden
birine bir mektepte müderris olup gideceğim. hem her şey hazır. Senin uğraşmana,
yorulmana hacet yok. İstidayı (dilekçeyi)
ben geçen gün götürüp kendim verdim.
Birkaç gün içinde, bugün
yarın tayin edileceğinden eminim. Çünkü
neresi olursa olsun razı olacağımı söyledim.
Hiç hayret etme. Bunda şaşılacak ne var? Çiftliği Veli Ağa ile, dadıma
bırakırız.
Sühâ biraz kendini
toparlayarak...
-Zeliha, kardeşim ben
seninle konuşmak istiyordum. birazda üzerinde ağabeylik hakkım yok mu?
-Ne konuşacağız? Bunda
konuşulacak bir şey yok ki…. sen gidince yalnız kalmak istemiyorum. hepsi bu
kadar
Zeliha konuşmak
istemiyor, hatta gözlerini bile Sühâ'nın gözlerinden kaçırıyordu…
İki gün Sühâ kardeşini
bu kararından vazgeçirmek için bütün kuvvetiyle uğraştı. bir kere narin vücudu
cefaya nasıl tahammül edecekti. Elbette yalnızlık, gurbetin ümit edilmez birçok
mihnetleri olur. Zeliha bunlara karşı
gelebilecek miydi?
Fakat Zeliha hiç söz
dinlemiyordu. sözleri tebessümle karşılıyor, ekserisi ne cevap vermiyordu. İki gündür büsbütün sararmış, erimişti.
Nihayet tayin emri geldi. Sühâ artık söz
geçirmeyeceğini anladı. Ne şu bir, iki senelik askerliği bitince avdet ederek
(dönünce) beraber geçirecekleri günlerin
hayali va’di, ne Zehrâ'dan bahseder gibi yaparak, “Aşk Peygamberi” nin bir gün tekrar buraya gelmesi
ihtimali, hiçbir şeyi onu fikrinden vazgeçiremiyordu.
Veli Ağa bir tarafta, Behice bir tarafta
ağlıyor, Süleyman ise: bende küçük
hanımla beraber gideyim,…diye
yalvarıyordu. Zeliha onu da almak istemedi.
Bavulunu hazırlattı. Hep beraber
Sühâ, Süleyman, biçare Veli Ağa, Behice iki kardeşi selametlemeye İstanbul’a
indiler
Yoldan Zeliha’dan başka
herkes ağlıyordu. Sühâ'nında daima gözleri, daima nemli duruyordu. zaten onunda
sevki yakındı.
Vapurun güvertesinde
hareket zamanını bekliyordu. Sühâ, Zeliha'ya dedi ki:
-Bak, Zelihacığım. Yazık
ediyorsun. beyhude kendini harab edeceksin. Sen, o yalnız hayatı kolay mı
zannediyorsun? Daha çocuksun, aklın ermiyor. Ben elbette inşallah gelirdim?
Sonra, teyzem, Zehrâ, “Aşk Peygamberi” de gelecek yaza mutlaka gelirler. Bizi
elbette bırakmazlar. o vakte kadar şurada ne kadarcık zaman kaldı? Ne olur,
sabredeydik.
Zeliha dalgındı. İki
günü hep gülerek geçirdiği halde, şimdi durgundu. bu sözleri biraz oyalanır
gibi dinledi.
Sühâ, belki vazgeçer de
döneriz diye, hala ümid ediyordu. Kendi kendine, Ya Rabbi, sen bu çocuğu
muhafaza et, diyordu.
Şimdi, kendini de itham
ediyordu. daha şiddetle için ısrar etmedim, onu ne yapıp edip vazgeçirmeliydim,
diyordu.
Vapur son düdüğünü
çalmıştı. iskeleleri almaya başlıyorlardı. Zeliha dudaklarını, bembeyaz olan
dudaklarını ısırıyordu. Gözlerinde fevkalade derin bir teessürle Sühâ'ya
bakıyordu. hepsi ayağa kalktılar.
-Sühâ sakın bana mektup
yazma. Yalnız ben bir iki kelimelik telgrafla çiftlikten senin sıhhatini
öğrenirim.
-Niçin Zeliha? Büsbütün
dünyadan çekilmek mi istiyorsun? Niçin yazmayayım? Hem ben eminim ki, askerliğim çabuk bitecek,
yine inşallah ikimizde çiftliğe döneriz.
Zeliha son cümleyi
mahvolmuş, iade olunmak ihtimali kalmayan bir hülyadan bahsedilmiş gibi,
mükedderâne ümitsiz bir sükûnetle karşıladı.
Kamarot geldi. Ayrılmaları
lazım geldiğini son iskelenin alınacağını söyledi. Çımacılar bağrışıyorlardı. Zeliha Sühâ'nın
boynuna sarıldı.
Veli Ağa, Behice
sandalda bekliyorlardı. Behice dizlerine başını koymuştu. Sühâ merdivenden indi. sandala atladı.
Kabaran denizköpüklerini üzerlerine atıyordu. Zeliha güvertenin demirlerine
dayanmıştı. onlara bakıyordu. Sühâ onun bu yalnız haline tahammül edemiyor,
yukarı gözlerini kaldıramıyordu.
Kimi köpükler yüksel
püskürerek kımıldadı. yavaş yavaş açılıp, süratlenmeye, denizi yararak
uzaklaşmaya başladı. Sandal dalgalardan şiddetle sallandı. Sühâ ellerini
gözlerine kapadı.
Süleyman, çiftliğe geldiğini haber aldım.
Sühâ'yı çok merak ediyorum. Kuzum Süleymancığım, bana, iyice olduğu gibi yaz.
Sühâ niçin gelmedi. Senin avdeti (dönüşüne) ne kadar sevindiğimi tasavvur
edersin. bu kadar sevenlerin varken, bilhassa mukaddes bir maksat için kurban
edilen şeye mükedder olmaktan mümkün mertebe kaçınacağını bilirim.
Zeliha
Sevgili Küçük
Hanımcığım,
Hala gelmeyecek misiniz?
Size yazık değil mi?
Ne olur artık dönseniz!
Fakat küçük hanımcığım,
sakın küçük beyi merak etmeyin. Bir kere halinde acınacak, çok üzülecek hiçbir
şey yok. hem keşke onun yerinde ben olaydım. Ona gıpta ediyorum.
Beş sene evvel ordugâhta
buruşmuştuk. Onu ilk gördüğüm zaman, epeyce hayret ettim. Çehresi adeta
solmuştu. Fakat bilmem ki nasıl, evvelce derinden bakmaya lüzum görmediğim
gözlerinde, lakayt görünen etvarında, şimdi beni cezbeden bir tahavvül
hissediyorum. Süleyman deyişinde bile
mahzun bir şikayet hissediyorum. Küçükbey benimle buluşmazdan evvel, “Nihal”
isminde bir çerkez kızını sever. bu kadın yüzünden iki defa ordugâhtan kaçar.
Bereket ki kumandan küçükbeyi çok sevdiği için affeder. kadın hakikaten çok
güzelmiş. O da küçükbeye sözde büyük bir alaka gösteriyor. Lakin biraz fazlaca paraya meftunmuş.
Küçükbey yüzüklerini, saatini satar. bir koyun tüccarı, zengin olduğunu bildiği
için, küçükbey bir müddet ikraz [Ödünç vermek. Borç vermek. * Kesip ayırmak ]
eder.
Lakin yollar kapanınca
korkar. oda parayı keser. Sühâ bu halden büsbütün müteessir olur. tam o sırada,
yosma çerkez bir akşam, Sühâ'nın gizlice
girdiği kapıyı yüzüne kapar. Üç gün sonra da bir fabrika amelesiyle meçhul bir
semte kaçar.
İşte etraftan
duyabildiğim bir macera…. buradan sonraki kısmı da benden başka kimse bilmiyor.
bir kere o kumandanın
iyiliğini unutamayız. Sühâ'ya, bana, çok fevkalâde müsaadelerde bulundu.
Sühâ'ya büyük bir şefkat gösterir, onun rahatsızlığından bahsederek, müsaadelerini
etrafa mazur gösteriyordu….
bir gece Sühâ yine
dışarı çıkmıştı. bir müddettir, adet etmişti. Geceleri ayazda ne beni, ne kimseyi dinler, böyle ordugâhın karşısında
dağlarda gezerdi. O gece bende kaputumu arkama aldım. Arkasından gittim, onu bir daha geçidinde
buldum. Yetişmek için koşmuş terlemiştim. Beni gördü, pek canı sıkılmadı.
-Süleyman sen misin?
Dedi. Sonra;
-Gel şurada oturalım!
Diye, bana bir taşın üstünü gösterdi. saat 11’i geçmişti. Bilhassa şiddetli bir
soğuk yüzümü, ensemi yakıyordu.
-Peki ama, bu vakit bu
ayazda burada oturalım mı? dedim.
-Kuzum Sühâ, haydi
ordugâha dönelim. istersen uyumayız, oturur konuşuruz.
Kabil değil sözümü
dinlemiyordu. öyle ısrar etti ki, nihayet beni de oturttu. zaten başkada çare
yoktu. Onu, dağ başlarında yalnız bırakmaya gönlüm razı olmuyordu. ikimizde
kaputlarımıza sarılmıştık. O
-Süleyman! Dedi. sende
herkes gibi, niçin böyle dağlarda yalnız gezdiğimi, niçin bazı geceler
ağladığımı bilmiyorsun. Değil mi? hiç
kimseye söyleyemediğim derdimden, bir zerre şikâyet edemem. Çünkü senin saf bir
kalbin var. Bilhassa o bir gün senin
saçlarını okşamıştı.
o saçlarımı okşamak…
Sühâ “Aşk Peygamberi” nden bahsediyordu. hayretten dona kalmıştım. bende belki
çerkez güzelinden bahsedecek diye bekliyordum.
- Biliyorsun değil mi?
bugün ismini bile anmak istemediğim, o bayağı kadınla olan macerayı, sende
duydun. fakat bu kadın, benim muhabbetim iyi rehberlik ettiği cihetle, onu
tevkir [Tazim. Hürmetle anmak. İhtiram etmek. ]
ederim. Acaba, felaket kadar
büyük ve müessir bir ders olur mu?
O meyus günlerimdeydi.
Nihal gideli on beş gün kadar olmuştu. Kumandan beni daha serbest bırakıyor,
bazen karşısına alarak benimle uzun uzun konuşuyor, teselli etmeye çalışıyordu.
Bana on beş gün izin verdiler. bir pansiyonda oturuyordum. bu yalnız günlerimde
büsbütün kendimi dinliyor, daha ziyade meyus oluyordum. Nihal’in ihanetiyle
kalbim bütün dünyadan büsbütün boşalmıştı.
Bir sabah, tren yolunda
geziniyordum. Vagonlardan boşanan yolcular, dağılıp bitmek üzereydi. elinde
küçük bir yol çantasıyla, bir yolcunun bana doğru geldiğini gördüm. Yakasını
kalkıktı. uzaktan çehresi pek de görünmüyordu.
Fakat yaklaşınca haykırdım
-“Aşk
Peygamberi”!
İşte Süleyman, tam bir haftayı beraber
geçirdik. ah o geceler…. Sabahlara kadar oturur, onunla konuşurduk. ben
hayatımı anlatırdım. o dinler, sonra o da bana çok güzel vakıalar söyler, bazen
tam gitar çalardı. kendi valslerinden bir iki parça söylerdi: Zehrâ ile teyzemi
orada bırakmış, nerede olduklarını söylemedi. Yalnız beni bir gün için görmeye
geldiğini söyledi. Halbuki bir hafta kaldı.
Beni o kadar iyi
anlıyordu ki, aramızda bu süratle hasıl olan irtibata hayret etmeye bile vakit
bulamıyordum. Şimdiye kadar hiçbir kadın vücudunda dinlenemeyen kalbim,
böyle sırf ruhi bir muhabbetle sükûn bulmuştu. ona bir üstadın, bir babanın
fart (sırf) muhabbetine benzer bir muhabbetle aşıktım. Yarım saat görmemeye
tahammül edemiyordum. Kaç yıldır, hatta daha doğrusu kaç asırdır, berabermişiz
gibi, şiddetli bir ünsiyet hissediyordum. Bütün mazi, bütün hayat kalbimden
silinmişti. yalnız onunla meşguldüm. o bütün âlemi benim eski telakkilerimden
pek başka görüyordu. benim söylediğim gibi, mazi ile bir alakam kalmamıştı.
bende onunla beraber düşünüyor, beraber yaşıyordum. ona göre, bu alemde aşktan
başka hiçbir şey yoktu.
nihayet vakit geldi.
Ayrılırken fevkalâde mükedderdim. ruhum
vücudumdan uçuyor zannediyordum.
Aradan epeyce
geçmişti. “Aşk Peygamberi”nden hiçbir
haber alamıyordum. Kalbim ziyasız kalmış gibiydi. Aylar geçtikçe, kendimi daha
ziyade meyus hissediyordum. hayatın bana gösterdiği açlıklarından canım
yanmıştı. bütün insanlığım da adeta mahvolmuştu. kendimi bir hayvandan farksız
buluyordum. o sırada cephe sevk edilmemiz ihtimali de ağızdan ağıza
dolaşıyordu. lakin ben beklemeye vaktim yoktu. bir gün, fırsat buldukça,
kalabalıktan kaçarak, dertleştiğim şu dağların arkasındaki derenin başına
gittim. Bir çok defalar bu köpüren sulara bakarak, kendimi onların içinde bu
muhayyel (hayal) etmiştim. Her vakit derdim ki: şunların içine kendimi atsam,
ne olur? Bir an o taşan dalgacıklar açılır, biraz suyun cereyanı karışır gibi
olur, sonra yine o eski hal, hiçbir şey
olmamış gibi suların daimi çağıltısı
devam eder giderdi. o gün, yine başına oturdum. henüz yeni bahar açan
ağaçlarla, kalbim ne kadar zıttı. bende artık ne arzu, ne emel, ne de ümit
kalmıştı. hiçbir şeyden zevk almıyordum. Hiçbir şeyle oyalanamıyordum. başıma
yedi cihanın ikbal taçları ne giydirseler, bunların nice bir çöpten farkı
yoktu. böyle hissiz ve ümitsiz, kalpsiz bir insanın yaşamasından daha ne beklenebilirdi?
ufuklara kadar uzanan, pembe ve beyaz görünen hayal gibi ağaçlar, yemyeşil
kokulu çayırlar, bir aralık beni sarsar gibi oldu. ruhumda bir hatıra, “Aşk
Peygamberi”nin hatırası uyandı. küçük bir odada, etrafını unutarak, fevkalâde
temiz bir muhabbetle geçen saf, ulvi geceler gözümün önüne geldi.
Fakat bu safhaları kendi
ellerimle örtmeye çalıştım. Kaç aydır içimdeki zehrin, son damlasına gelmiştim.
Yavaş yavaş soyunuyordum. Ceketimi, gömleğimi çıkardım. Bu önümde çağlayan
suya, yıkanır gibi girecektim. Sonra yavaş yavaş, dalgacıklarla oynaşarak,
kendimi suyun yüzüne bırakacaktım…
Ayaklarımı suya sokmak
üzereydim. arkamda bir el, kuvvetle bileğimi tuttu:
-Nereye gidiyorsun?
Başımı çevirdim,
başucumda kimi göreyim biliyor musun, Süleyman?
Ben haykırdım:
-“Aşk
Peygamberi!”
Dağlarda bu sadâyı
tekrar etti.
“Aşk
Peygamberi!”………………
“-Kendimi biraz evvel
gördüğüm rüya içinde zannederek, bunu
baharın ilham ettiğini bir hayal zannettim. Gözlerimi ovdum. Ellerimi
uzattım. fakat ellerim onun vücuduna temas etti….
Ona bakarken cihan'ı
unuttum. işte benim hakiki aşinam!... diyor ve taabbüdle onu seyrediyordum.
“Aşk Peygamberi” yalnız dediki:
-Sühâ bugün senin için
geldim!
bu sesten büsbütün
sarhoş olmuştum. Elini tutuyordum. fakat o:
-Beni trende Zehrâ’yla,
Suzân bekliyorlar. allahaısmarladık Sühâ! dedi ve hızlı hızlı uzaklaştı. orada
kendi kendime tekrarlıyordum.
-Nereye gidiyorsun?
Birgün yine Sühâ’yla
konuşuyorduk. Ben dedim ki:
-Sühâ, senin “Aşk
Peygamberi”ni bu kadar sevdiğini görenlerden bir kısmı da hayret edecektir,
değil mi?
O sözümü keserek,
heyecanla:
-Aman… aşktan
anlamayanlar, belki böyle zannedecektir. fakat aşkı, yalnız vücudun ihtirası
zannedenler…. halbuki ben. onun ruhuna aşıkım. Fazilet ve ulviyetine aşıkım.
Ben, daha ziyade bir şakirdin hocasına olan muhabbetine benzer, bir muhabbetle
ona merbudum. (bağlıyım) ben onu görmeyince, bu kâinatı halk (yaratan) izhar
eden “aşk” a iman etmedim.
Onu
görüpte hiçbir şey anlamayanlar da olabilir. Lakin ateş yanma istidadı olan her
şeyi yakar, değil mi? Bundan onun ateşliliğine halel gelir mi?
aylar geçiyordu. Sühâ
günden güne daha dalgın görünüyordu. artık benimle de konuşamıyor, yalnız
başına uzaklara gidiyor, saatlerce görünmüyordu.
Ordu cepheye gidecekti. Fakat o sırada Sühâ'yı
muayeneye tabibliğinden sonra askerlikten ihraç ettiler. Çünkü gözlerine hafif
bir perde gelmişti. yarı görmüyordu.
Ah küçükhanım, çünkü
geceler uyuyamıyor, saatlerce ağlıyordu.
Birkaç ayın içinde
saçları ağarmıştı. herkes onun halinden müteessir oluyor, aşkına hürmet
ediyordu. küçük çocuklara, yaşlılara kadar hepsi onu tevkir ediyordu. Bir sabah
gözlerinden bahsediyorduk. Sühâ doktorun verdiği banyoları ihmal ediyordu. Ben,
canım sıkılmış, ona darılıyordum. Sühâ, söz arasında dedi ki:
-Süleyman bu gözyaşları
bana insanlığımı buldurdu. insanlığıma yol açtı. ben taptığım için dökülen bu
gözün yaşlarından hiçbir vechile şikayet etmiyorum.
Sühâ “Aşk Peygamberi”
ile buluştukları pansiyonun etrafını, ekseriya gider, dolaşırdı.
Nihayet küçük
hanımcığım, işte cepheye sevk
edileceğimiz gündü. şafak henüz söküyordu. ordugâhın önündeki meydanda, hayli
ilerlemiştik. onun halinde bir beşaret görüyordum. Bana dedi ki:
-Süleyman, ben
gidiyorum.
-Nereye?
-Arabistan’a artık
dayanmayacağım, aramaya gidiyorum.
ben şaşkın şaşkın:
-Katiyen olmaz. ben seni
pansiyona bırakacağım. İki ay sonra, Ahmed Çavuş'la İstanbul’a gideceksiniz.
Ahmed Çavuş iki ay sonra, gidecekmiş. Seninle beraber döneceğini bana vaat
etti.
Sühâ cevap bile vermedi.
-Böyle elinde bir
bastonla gözlerin yarı görmeyerek ben seni nasıl bırakayım?
Evet elinde yalnız
baston vardı. bu halde nasıl, nereye gidecekti. O tan yerine doğru baktı:
-Kalbimdeki aşk kafi
değil mi? dedi.
İşte küçük hanımcığım o
gün Sühâ'yı yollarda bıraktım. düşünün Erzurum nerede, Arabistan nerede?.......
Sonra o gün dolabında
bulduğum bir kâğıttan başka hiçbir haber almadım. kağıt hala bende duruyor.
içinde işte böyle yazılı:
“Ey akşam rüzgarı, o aşk Allah’ına benim selâmımı ve dinim olan aşkımı götür!
Ey dağların asude, saf
kokularını getiren rüzgar, ne kadar latif olsan da seni istişma (koklama)
kuvvetim kalmıyor. Git, Onun bir daha dizlerine sürün ve bana onunla meşbuğ
olarak avdet eyle. (dön) çünkü başka bir rayiha duymak, velev (şayet) bir
saniyede içinde olsa beni tesmim [zehirlemek] eyler. Git ban onunla meşbu
olarak gel.
Ey, yardan uzak geçmiş
gecelerde, etrafımı alan renkler, rayihalar, sadâlar ben yanıyorum. Gelin, bana
sizde onun ateşinden getirin. ve avuçlarınız dolu olarak yanıma yaklaşın.
Dereler denizlere, yıldızlar yıldızlara
kavuşuyor. benim iştiyakımın, yoksa nihayeti yok mu?
Bir tane küçük hanımcığım, ne olur bıraksanız
da ben gelsem. Bir haftacık kalır, dönerim.
Hem daha mufassal (ayrıntılı) konuşurduk. pek
çok ellerinden, eteklerinden öperim
Süleyman
****
Semiha
Cemal
Eylül
-1923
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar