BİR FACİANIN HİKÂYESİ
CEMİL MERİÇ’İN “BİR FACİANIN HİKÂYESİ” KİTABININ ANARŞİ - TERÖR – ANOMİ BÖLÜMÜ Orijinal
GİRİŞ
Zavallı
şair...
Bülbül
hamûş, havz tehî, gülsitan harab diye inliyordu. Ne bülbül kaldı, ne havz.
Toplum
zıvanadan çıkmış. Cinayet cinayeti kovalıyor. Akıl susmuş ve mefhumlar cehennem!
Bir raks içinde tepinip duruyor. Sloganlar
yönetiyor insanları. İdeolojiler yol gösteren birer harita değil, idrâke
giydirilen deli gömlekleri. Aydın dilini yutmuş; namlular konuşuyor.
Bir
kıyametin arifesinde miyiz acaba?
Dünyayı
Şeytan mı yönetiyor?
Düzeni
büyücüler mi bozdu?
Bu
kördüğümü çözecek İskender nerede?
Tarihlerin
tanımadığı bir tahrip cinneti karşısındayız. Sosyal bir kuduz veya kanser. Bu
sinsi, bu kancık, bu sürekli boğazlaşmaya anarşi demek hata. Anarşi saman alevi
gibi yanıp söner. Her ülkede, her çağda, her düzende belirebilir: fitne, fesat,
kargaşa. Anarşizm desek düpe düz münasebetsizlik. Anarşizm, bir dünya
görüşüdür. Tutarlı bir felsefesi, gözüpek havarileri, ölümle alay eden
kahramanları vardır. Anarşizm, hürriyet aşkıdır; insanın asaletine ve
yüceliğine inanıştır; tek kusuru hiçbir zaman gerçekleşmemiş ve gerçekleşemeyecek
olması. Anarşizm Avrupa'nın rezil ve yalancı medeniyetini yok edip bahtiyar bir
çağın yaratıcısı olmak hülyâsıdır.
Nihilizm?
Nihilizm,
Anarşizm'in Çarlar Rusya'sında aldığı isim. Batı, bizim yaşadığımız faciaya
şahit olmamış ama başlayacak diye tir tir titrediği bu felâketin adını
koymuştur: Anomi. Anomi: şuursuzluk. Anomi, bütün değerlerin tepetaklak olması,
çürüyüş, çöküş...
Aydının
görevi: karanlıkları aydınlatmak. Yazık ki o
da kasırganın içinde. Sokaklarda kardeşleri, çocukları boğazlaşırken
soğukkanlılığını nasıl koruyabilir!
Evet, ama
görev görevdir. Önce kafalardaki keşmekeşi dağıtmağa; metafizik birer orospu
olup çıkan kaypak, hain, aldatıcı mefhumlara ışık tutmağa çalışalım. Bu
araştırma zifiri bir karanlıkta çakılan kibrit... Kuledeki nöbetçinin feryadı.
Konuyu şu
başlıklar içinde ele alacağız:
1 —
Avrupa'nın son iki yüz yıllık tarihi.
a) Anarşizm: Bu dönemde azgınlaşan bir
hastalık; daha doğrusu Avrupa toplumlarının içine düştüğü buhranı sona erdirmek
için başvurulan cerrahî bir ameliyat.
b) Terörizm: Hiçbir felsefî veya sosyal
sisteme bağlanamaz. Her çağda, her ülkede insanlığın başına belâ olan bir öfke,
bir isyan, bir intikam belirtisidir.
BİR ÇAĞIN
OTOPSİSİ
Bir
İktisatçının Tespitleri
Önümde bir
kitap duruyor: Alman Sosyalizm'i. Yazarı: Sombart. Eseri Fransızcaya çeviren: "Dünyanın
bütün iktisatçılarını toplasanız, bir Sombart yapmaz" diyor. Ama "yalnız
iktisatçı değil Sombart. Sosyolog, tarihçi, hatta şair." Birinci
bölüm, ekonomi çağının eleştirisi. Sombart'a göre, kapitalist dönemin kötü yönü
ne politikası, ne iktisadiyatı. İnsan, mukaddeslerinden koparılmış, maddî
hazlar peşinde koşmağa mahkûm edilmiştir.
Suç, ne
patronda, ne işçide, ne makinada...
Çağdaşlarımıza
böyle bir yaşayış tarzı kabul ettiren: Şeytan. Marksizm de, Kapitalizm de
ekonomi çağının ürünü. Al birini vur ötekine. İkisi de insan dışı, ikisi de
maddeci.
Babil
kulesinde yaşıyoruz Sombart'a göre. Avrupa insanı doğru yoldan uzaklaştı... Bir
buçuk asırdır Avrupa'da ve Amerika'da olup bitenleri anlamak için Şeytan'ın
gücüne inanmak lâzım. Gördüklerimizi Şeytan'ın işi diye vasıflandırmaktan başka
çıkar yol yok. Mavera inancını yıktı Şeytan. İnsanları kibirlerinden
yakaladı. Tanrı'dan ne farkımız var demeye başladılar. Ve Şeytan içimizde uyuklayan
aşağılık insiyakları şahlandırdı : "Hırs, tama'ı, altın aşkı."
Bu insiyakların doludizgin at koşturacakları bir iktisat düzeni ilham etti: Kapitalist
ekonomi.
"Ve
Şeytan, Âdemoğlu'nu yüksek bir tepeye çıkardı. Arzın bütün ihtişamını gösterdi
ona. Bu ülkeler benim, dedi. Onları dilediğime bağışlayabilirim. Bana secde et,
bu nimetlerin hepsi senin." Âdem,
İblis'e boyun eğmedi ama çağımızın insanları secde ettiler.
Verdiği
sözü tuttu Şeytan. "Dünyada uzun zaman yaşayacaksın" demişti
insana. Üstelik eskisinden daha iyi yaşıyordu şimdi. Nüfustan daha hızlı
artıyordu servet. Keşifler keşifleri, icadlar icadları kovaladı. Ufak tefek
aksilikler de oluyordu şüphesiz. Meselâ medeni kavimler 1914'de, birbirini
boğazlıyordu. Adaaam, bu belâ da sona erdi nihayet. Herkes işine gücüne döndü.
Kulenin kuruluşu devam ediyordu.
Neredeyse
göklere varacaktı zirvesi. Sonsuz terakki, sonsuz refah.
Birden
yıldırım düştü kuleye. İşçiler kaçıştı. Mühendisler, temelleri yokladılar. Bir
de gördüler ki temeller hiç de sağlam değilmiş. Bina, geçen asırda, dünya
ülkelerinin Avrupa devletlerine bağlılıkları dikkate alınarak kurulmuş.
Modem cağ,
XVIII. asrın ortalarına doğru bulunan kok kömürü ile yaşıt. O zaman dünyada
kendi kendilerine yeten bir sürü millî ekonomi vardı. Başka ülkelerle ticaret
yapmağa girişiyorlarsa, sırf çıkarları içindi bu. Merkantilizm dönemi.
Liberalizm bu düzene son verecektir. Nihayet kapitalizm aşaması. Dünya
ekonomisi bambaşka bir zihniyetle teşkilâtlanır. Tâyin edici güç, artık,
devletlerin değil ferdlerin çıkarıdır. Amaç, millî ekonomilerin birbirine
ulanması değil, bütün dünyayı kucaklayan bir ekonomidir. Bu amaç zaman ve
mekâna boş veren, üretimi ve insanları görülmemiş bir biçimde seferber eden bir
teknik sayesinde gerçekleşebileceğe benziyordu. Ama bu işin olabilmesi için
sınaî ve meslekî alışkanlıkların, topyekûn ve her ülkede, değiştirilmesi de
lâzımdı. Öyle ki milletlerarası münasebetler yeni bir işbölümüne göre düzenlenmeli,
tabii kaynaklar veya yollar bakımından en iyi olan noktalarda yoğunlaşmalıydı.
Bu değişiklik büyük kapitalist milletlerin girişimleriyle gerçekleşti. Bu
devletler dünya üzerindeki hâkimiyetlerinin zirvesine ulaştılar böylece. Geçen
asrın özelliği, beyaz ırkın hâkimiyetidir.
Sanayileşmiş
Avrupa, yüz milyonlarca ahalisi olan bir şehre benzedi. Kıtayı oluşturan
memleketler birer sanayi devleti, daha doğrusu birer ihracat devleti haline
geldi. Dünyanın öteki ülkelerine mal ihraç eden birer sanayi devleti. Öteki
devletler, Batı Avrupa'nın etrafında birer banliyö gibiydiler. Görevleri, büyük
şehrin mamul mallarını tüketmek ve buna karşı ona hammadde, besin sağlamak.
Avrupalılarca kolonileştirilen ülkeler, pek tabii olarak, Avrupa'nın ürettiği
mallar için birer mahreç oldular. Bu ülkelerdeki yerli nüfusun da alışkanlarını
değiştirmek ve onları bu malların müşterisi yapmak lâzımdı. Hoş bu mallar da
çekiciydi ya!
Üstelik çok
da ucuzdu. Avrupa tüketim mallarına karşı düşkünlük artarken onları üretmek
arzusu da artıyordu. Bunun için araç ve gerece ihtiyaç vardı. Avrupa bu
milletlere "ulaşım vasıtalarınızı ıslah edin önce" diyordu. "Tabii,
lâzım gelen malzemeyi benden alacaksınız."
İnsan
oturmayan yerler üretim bölgesi oldu. Meskûn yerlerde mevcut üretim teşvik
edildi. Üretim yoksa yeni yeni üretim kolları sokuldu. Örnek mi istiyorsunuz?
İşte Mısır!
İki üç
nesil önce, ahalisini kendi toprağında yetişen ürünlerle besliyordu. Kendi
kendine yeten bir memleketti. Bir Avrupalı, "Mısır ihraç için neden
pamuk yetiştirmesin?" diye düşündü. Mısır, pamuk üretimine zorlandı.
Bugün, pamuk üreten ülkelerin dördüncüsü. Ama yiyeceğini dışardan getiriyormuş,
adaam!
Başka ülkeler için de aynı durum. Tabiat
şartlarına en uygun üretim geliştirildi. Mono kültür sisteminin kuruluş sebebi
bu: Brezilya'da kahve, Birmanya'da pirinç. Güney denizlerindeki adalarda
baharat, Küba'da şeker kamışı, Havana'da tütün vs. Arada, Avrupa'nın talepleri
artıyordu birden. O zaman üretim serada yetiştirilmişçesine hızlanıyordu.
Mesela araba sevdası yüzünden birçok bölgelerde kauçuk ekildi, yağmurdan
sonraki mantarlar gibi, kauçuk fışkırdı topraktan.
Avrupa
bezirgân ve sanayicileri, dünya ekonomisini kendi çıkarlarına uydurmak için ne
gibi metodlara başvuruyorlar?
Kapitalizmin
başlangıcındaki metodlara yani siyasî otoriteye. Siyasî otorite kolonyal
siyaset denilen biçime büründü; ilkellere karşı uygulanan bir politika, yani
her türlü cebir ve şiddet.
Klâsik
örnek, İngiltere'nin Hind'e yaptıkları. XIX. asrın başlarına kadar Hind'de
tekstil sanayi çok gelişmişti. Avrupa'ya bile mal gönderiyordu. İngiliz
mallarını ne yapsın?
Hindistan,
Britanya pamuğunun alıcısı olmalıydı. Çünkü İngiltere Avrupa savaşlarından beri
pamuğa batmıştı. Hind'e nasıl pamuk satabilirdi?
Sorun bir
komisyona havale edildi. Alınan karar şuydu: Hindistan'a pamuk satmak için,
önce Hindistan'ın tekstil sanayiini yok etmeli. İngiliz hükümeti, gümrük
resimleri vs. malî dalaverelerle rakip sanayii dize getirdi. Hind dokumacıları
işsiz kaldı; "ticaret tarihinde benzeri olmayan bir sefalet."
Zamanla,
tahakküm biçimleri uygarlaştı. Şiddetin yerine şarlatanlık geçti. Siyasî
vasıtaların yerini iktisadî vasıtalar aldı. Milletlerarası trafiği düzenleyen
parola : "barış, ticaret hürriyeti, kredi" oldu. Her şeyden önce usta
bir borçlandırma sistemi ihdas edildi. Böylece Batı Avrupa ülkeleri dünyayı
diledikleri gibi sömürebildiler.
Kapitalist
kazancın durmadan çoğalan fazlalıkları, yabancı ülkelere bazan borç, bazan
teşebbüs biçiminde yatırıldı. Dünya milletleri iki zıd kutba ayrıldılar: Borç
verenler, borçlular. Parayı dağıtan, milletlerarası sermayenin temsilcisi üç
beş banka.
Geçen
asırda önemli sayılabilecek siyasî karışıklıklar yok. Fakat mutlu bir içtimaî
düzen, temelinden yıkıldı. Baba ocağından kovuldu insanlar. Ya sokağa
döküldüler, ya gecekondulara sığınmak zorunda kaldılar.
Avrupa,
geçen asrın başlarına kadar, hürmete şayan bir takım cemaatlerin kucağında
yaşıyordu: Köy cemaatleri, aile toplulukları gibi. Bu cemaatler bir bir
kayboldu. Köyler boşaldı, şehir işçisini koruyan localar ortadan kalktı. Aile
topluluğu çöktü, ev diye bir şey kalmadı. Kadınlar pazarda iş aramağa başladılar.
Feminizm eskiden hayatını evinde kazanan kadınlara pazarlarda iş bulma
davasıdır.
Sonuç... Bir
zamanlar yerleşik olan sınıflar, şurda burda dolaşan yığınlar haline geldi.
Rüzgârla savrulan kum öbekleri gibi, aralarında hiçbir kaynaşma yok. Bu kum tepecikleri,
büyük şehirler ve sanayi bölgeleridir. O zamana kadar evde, tarlada, küçük
atölyelerde hayatını kazanan milyonlar, dev işletmelerin sinesinde eridi.
Proletarya veya işçi sınıfı denilen yığınlar böyle doğdu.
Yaşayış
tarzımız babalarımızınkinden çok başka. Hayatımızı düzenleyen tek faktör:
Ekonomi.
Üç ayrı
yoldan aynı feci akıbete sürükleniyoruz:
Entellektüalizasyon,
materyalizasyon,
egalizasyon.
Entellektüalizasyon: Ruhun
inisiyatifin, hürriyetin ve dilediğimiz gibi hareket etme kabiliyetinin bir
yana itilişi. Karar muhtariyetini kaybettik. Karşılaştığımız her durumda ne
yapacağımız önceden belli. Bir emirler ve yasaklar ağı ile kuşatılmışız. Bir
sistemin parçasıyız. Ferde kılavuzluk eden gönül değil, kendi dışında bir kafa.
Bir işletmeye giren herkes ruhunu vestiyere bırakıyor. İnsanın gerçekten insan
olduğu bir medeniyet sona ermiştir artık. Emeğin mahiyeti değişmiştir.
Materyalizasyon: Günümüz
insanı bir makinadır, daha doğrusu makinanın bir parçasıdır,
Egalizasyon: Yaşayış
şekillerimiz baştanbaşa yeknesaklaşıyor. Çağımızın vebası, bu yeknesaklaşma.
Üçü de aynı
hastalığın belirtileri: Rasyonalizasyon[1]
Değerin
biricik temeli, biricik ölçüsü: Servet. Tek
mertebeler dizisi var: Gelire ve sermayeye dayanan hiyerarşi. Değer adına ne
varsa, büyüsünü kaybetti. Daha doğrusu, tek hikmet-i vücudu kaldı: Para
kazanmak. Malı mülkü olmayan hiçtir. Aydın, hatırı sayılır geliri varsa itibar
görür.
Eskiden
servetin kaynağı siyasi idi. Siyasi nüfuzunuz varsa, servetiniz
de vardı. Bugün paranız varsa nüfuzunuz da var.
Paranın
kaynağı: İktisat. Seçkinler, iş hayatına akıl erdirenlerdir.
Para babaları ile siyasi şefler sarmaş-dolaş. Ülkeleri yönetenler, servet
sahipleri: Sarraflar, bankerler, bezirganlar veya sanayiciler.
Modern
toplumlarda iş adamlarının biricik rakibi: Yığın, büyük şehirlerin halkı, başka
bir deyişle: Proletarya. Denerleri, yoksulluklarından geliyor. Hiçbir çağda
benzeri görülmeyen bir kalabalık bu. Onlar da yönetime katılmak istiyorlar. Her
ülkede sınıf partileri kuruluyor. Ekonomik çağın en çarpıcı başkalığı: Sınıf
kavgası. Marx, her zaman sınıflar ve sınıf kavgaları vardı, der. Yanlış. Bu
kavga yoktu eskiden. Sınıflar da, sınıf kavgaları da ekonomi çağının ürünleri.
Devlet,
iktisadi çıkarların savunucusu. Hükümet
şeklinin fazla önemi yok. Demokrasi dediğimiz, sınıflar arasındaki uzlaşmanın
kanunileşmesi.
Savaşın
amacı da: Ya maddî çıkarları korumak ya-hut yeni
kazançlar sağlamak.
Düşman: Yoksul
kalabalık. Kalabalığın her mel'ânete başvurması kabil, onun için dikkatle
denetlenmesi şart.
Ortak bir
şuur yok artık.
Herkesin
konuştuğu dil başka.
Hırsızlarla
dolu bir panayırdayız.
Bezirgânlar
mallarını sürmek için sesleri çıktığı kadar bağırıyorlar.
Tam bir
yaygara.
Oysa
medeniyet üslûp demektir.
FİLOZOF KONUŞUYOR:
Guenon
diyor ki:
Çağdaş
insan garib bir önsezi içinde: bir şeylerin sonu gelecek.
Şüphesiz ki
bu topyekûn bir kıyamet olamaz.
Ama yine de
bir dünyanın sonu.
Bitecek
olan, bugünkü şekliyle Batı medeniyetidir.
Batı
medeniyetini dünyanın bütünü sayanlar, onun için kıyamet kopacakmış gibi telâşa
düşmektedirler. Hakikatte bir devrin sonu bu, daha doğrusu kozmik bir devrenin.
Mazide de böyle hadiseler olmuş, gelecekte de olacak. Bir kavim, bir ırk, bir
medeniyet silinecek tarihten. Bu defaki değişiklik çok umumî ve çok geniş, tesirini
bütün dünyada hissettirecek bir değişiklik.
Hind'e
göre, bugün Kali-Yuga'yı yani karanlık çağı yaşıyoruz. Kali-Yuga başlıyalı altı
bin yıl olmuş. Vaktiyle bütün insanların kolayca kavradığı hakikatleri
anlayamaz olmuşuz yavaş yavaş. İlâhi hikmet unutulmuş.
Tarihi
dediğimiz çağlar İsa'dan önce VI. asırda başlıyor. Sanki eski devirlerle arada
bir duvar var. O çağdan sonra oldukça düzenli bir kronolojiye sahibiz. Daha
önceki devirlerde ise birçok hadiselerin vukuu bir kaç asır farkla tesbit
edilebiliyor. Mısır'da ve Çin'de de öyle. Modernler bu çağlara masal çağı adını
veriyorlar. Yani klâsik dediğimiz Antikite, çok nisbî bir antikite.
Kali-Yuga'nın yarısına kadar çıkmaz.
Eski
Yunan'da felsefe: hikmet aşkı, yani hikmete bir hazırlık. Daha
sonra bu geçici merhale, hedef sanılmış ve felsefe hikmete bir hazırlık iken
hikmetin kendisi addolunmuştur; felsefe dindışılaşmıştır, beşerîleşmiş,
aklîleşmiştir. Bununla beraber ilâhi menşeî büsbütün kaybolmamıştır hizmetin.
Misterlerde yaşamış, filozofların ezoterik (bâtini) derslerinde devam etmiştir.
Felsefenin dünyevî olabilmesi için ezoterizmin dünyevî olarak kurulabilmesi
lâzımdır.
Ortaçağ,
Şarlman devrinden XIV. asrın başlarına kadar sürer. Yenilerin anlayamayacağı
zengin ve entelektüel bakımdan bereketli bir çağ. Modern buhranın başlangıcı,
XIV. asır. Ortaçağ medeniyeti bir Hıristiyan medeniyetidir. XIV. asırda çözülüş
başlar. İnanç birliğinin yerine, kan birliği yani kavmiyet geçer. Başka bir
deyişle Yeniçağ XVI. asırda değil, XIV. asırda başlamış. Rönesans'la Reform
birer netice. Ama birer yükseliş veya kalkınış değil, birer çöküştür. Rönesans,
bilgi sahasında bir kopuş ifade eder; Reform, din sahasında.
Şaşılacak
olan: Ortaçağın çabucak unutulması. XVIII. asır
aydınları için, böyle bir devir olmamıştır. Uzun zamandan beri bilinen fakat
halka yayılmayan bazı hakikatler yeni keşiflermiş gibi takdim edildi. Mesela
matbaa, meselâ Amerika. Oysa Ortaçağ boyunca, Avrupa ile Amerika arasında da
devamlı temaslar mevcuttu.
Ortaçağ'ın
bir karanlık devri olduğu da bir masal. Rönesans'ta ortaya atılan bir kelime,
modern çağın bütün programını hü-lasa eder: Hümanizm... Her şeyi insan ölçüsüne
irca etmek. Arzı fethetmek için arşdan vazgeçmek. Hümanizm, çağdaş laisizmin
ilk şekli. Zamanla hümanizm, insanın en aşağı insiyaklarını tatmin olarak
anlaşılacaktır. Kali-Yuga'nın son demlerine gelmiş bulunuyoruz. İnsanlık
bu badireden ancak bir alt üst oluşla kurtulabilir.
İğtişaşın
kaynağı: Batı. Oradan bütün dünyayı istilâ edeceğe benzer.
Hind'in mukaddes kitapları söylemiş : "Kastların iç içe girdiği,
ailenin yok olduğu bir devir" yaşıyoruz. Eski dünyanın sona erişi,
yeni bir dünyanın başlangıcı olacak.
Bugün aslî
cevherlerine sadık kalmış medeniyetlerle (Doğu medeniyetleri) aslî
cevherlerinden uzaklaşmış yani sapıtmış medeniyetler (Batı medeniyeti) karşı
karşıya. Dünyanın Doğu, Batı diye ayrılması doğru mu?
Hiç olmazsa
zamanımız için doğru. Avrupa ile Amerika'nın ortak bir medeniyetleri var. Doğu
için mesele o kadar basit değil. Çünkü Doğu, birçok medeniyetlerin vatanı.
Bu
medeniyetlerin müşterek vasıfları olduğu meydana çıkarsa, Doğu ile Batı
arasında farklılıktan, hatta zıddiyetten bahsedilebilir. Doğu medeniyetlerinin
ilk ortak vasfı, ananevî oluşlarıdır. Uzak Doğu'da Çin, Orta Doğu'da Hind,
Yakın Doğu'da İslâm medeniyeti. İslâm medeniyeti, Doğu ile Batı arasında
mutavassıt bir hat. Bilhassa Ortaçağ Batı medeniyetine yakın. Bugünkü Avrupa
medeniyeti ile mukayese edilince, Doğu.
Batı'da da
ananeye dayanan medeniyetler varken. Doğu ile Batı ihtilâfı yoktu. Bugün Batı
zihniyeti deyince modern zihniyet demek istiyoruz. Doğu zihniyeti deyince, aslî
cevherine sadık bir zihniyet. Modern Batı medeniyeti hariç, yer yüzündeki bütün
medeniyetler ilhamlarını Doğu'dan almış. Batı'nın da gelenekleri var. Son
miras: Atlantis kaynaklı. Bu kıtanın göçüşünden sonra meş'ale Doğu'ya intikal
eder.
BİR DE TARİHÇİYE KULAK VERELİM
Anarşi ne
zaman başladı?
Anarşistlere
sorarsak: yakın zamanlarda... Komünanın ferdasında veya müteakib yıllarda.
Anarşi
kelimesi Proudhon'un "Mülkiyet
Nedir?" inden sonra kullanılır oldu. Bununla beraber çağdaş anarşinin
öncüleri: Stirner'le Godvvin. Daha da çok Godwin.
Tarihçiler
anarşist eylemin ve düşüncenin köklerini 89 devriminde ve XVIII. yüzyıl
felsefesinde buluyorlar. Daha da eskiye çıkılamaz mı?
Çıkılır
elbet!
Ama o zaman
sonsuza kadar uzanmak ve belli bir hudut çizmekten vazgeçmek lâzım.
Oysa
anarşinin mahiyeti o kadar müphem değil. Anarşist, belli bir şeye isyan
etmektedir. Bu belli şey, hem eylemin biçimini, hem de düşüncesinin muhtevasını
tayin eder. Anarşi, mutlak olarak siyasi ve içtimai her türlü baskının
reddi diye tarif edilebilir. Ama anarşist, hedefi belli bir otorite
biçimine, mevcut otoriteye düşmandır. Bu yönü ile felsefeden uzaklaşır ve
tarihin malı olur. Modern anarşi, otoritenin modem biçimine -yani modern devlete-karşıdır,
zamanımızda bütün sosyal yapının belkemiği olan devlete. Demek ki modern
devletin doğuşu ve gelişmesine bağlıdır anarşinin tarihi.
Modern
devletin menşeini X. asra çıkarabiliriz. Ama asırlar boyu, başka otoriteler
arasında herhangi bir otorite, devlet. Hem de belki en çürüklerinden biri. Kilise
hükümdarları yönetmekteydi, feodal beyler de her ikisine kafa tutacak
çaptaydılar. Siyasi iktidar uzun ve ağır çabalar sayesinde dinî veya feodal
iktidara üstün gelebildi. Mutlak monarşi ancak XVII. asırda kurulabildi.
Kilisenin iktidarı da, rahiplerin iktidarı gibi, monarşiden doğmaktadır. O
zamana kadar iktidarın baskısını sarsmak beylerin veya kilisenin iktidarını
sarsmak demekti. Devrim, ya kilise dışına çıkmak (herezi), yahut köylü
ayaklanmaları idi. XVII. asırdan sonra, isyanın konusu: Devletin kendisi veya
devlet mefhumudur. İnsanın başka insanlar üzerindeki tahakkümünü red eden,
devleti red eder.
Devlete
isyanın ortaya çıkması ve bu isyanın anarşist bir isyan olmaması için, bir
baskının mevcut olması da, bu baskının ağır olması da yetmez. Bu
baskının bütün ağırlığı ile hissedilmesi ve gayrı meşru bir baskı olarak kabul
edilmesi iktidarla isyan eden halk arasında kuvvetten başka bir münasebet
kalmamış olması da lâzım. Eğer iktidara isyan eden kimse ona boyun eğmek suretiyle
sadece kendisinden daha büyük bir güce boyun eğmiş olduğuna inanıyorsa, ruhunda
ve gönlünde şu veya bu iktidar biçimi değil, iktidar fikrini mahkûm etmişse,
şuurlu olsun veya olmasın bir anarşisttir.
Oysa
insanlarla iktidar arasındaki bağlar uzun zaman kuvvet münasebetleri olarak
hissedilmemiştir. Sosyal bütün, kutsal bir bütün olarak görülmüştür. Üyeler
birbirine tesadüfen bağlı değildir. Modern tipte anarşist veya anarşizan
temayüller ilk defa olarak XVIII. asırda ortaya çıkmıştır. Çünkü o asırda bu
mistik bağlar kopmuş, hiç değilse gevşemiştir. Ve sosyal bütün, ilk defa olarak
dindışılaşmıştır.
Aydınlıklar
çağı felsefesinin ayırıcı vasfı: Dinin
tenkididir, en geniş manâsıyla dinin.
İnsanların
başka insanlarla veya tabiatla olan bütün münasebetleri, o zamana kadar, dinî
bir mahiyet taşıyordu. XVIII. asırda felsefe ve olayların tabiî gelişmesi
yüzünden bu münasebet laikleşti veya dindışına çıkarıldı.
Durkheim,
sosyalizmin kaynaklarını XVIII. asır düşüncesinde bulur. Sosyalizm, ona göre,
iktisadi faaliyetleri toplumun yönetici ve şuurlu merkezlerine bağlamak ister.
Böyle bir anlayışın ortaya çıkması için devletin mistik mahiyetinden ayrılması
ve din dışı bir iktidar olarak telâkki edilmesi lâzımdır.
"Toplum,
insanların üstünde kanat çırpan mutlak bir varlık olarak görülmemeli idi ki,
devlet -yozlaşmadan, haysiyetini kaybetmeden-insanlara yaklaşabilsin ve onların
ihtiyaçları ile uğraşabilsin."
Ne var ki,
dindışılaşmak devleti ferde yaklaştırmamış, ondan uzaklaştırmıştır. Evet, XVIII.
asırdan itibaren devletle toplumun özü ferdinki ile aynı sayılmıştır. Ama
toplum da, devlet de, Tanrı'dan gelen yakınlığı, senlibenliği, beraberliği
kaybetmişlerdir.
Mümin
Tanrısıyla gönül gönüledir. Yekpare bir varlık, mistik bir vücud
olarak hissedilen dini topluluklarda ferd hiçbir şey değildir ve her şeydir.
Düşünceler, imajlar, mitler, âyinler, bayramlar vasıtasıyla hissettirilir ona.
İşte XVIII. asra doğru Avrupa'nın geniş sosyal tabakalarında adamakıllı
sarsılan bu içtimai îmandır.
Gerçi
XVIII. asır nazariyecileri devlete karşı değildir. Hatta devletin daha da
güçlenmesini isterler. Hâkimiyetin menşei üzerinde tartışır fakat bu hâkimiyetin
zorunlu olduğunu kabul ederler. Hakikatte bu düşüncenin anarşik bir yönü
yoktur, ama yine de anarşist düşünce kısmen onlara dayanmıştır.
Çünkü
devlet, hem filozoflarda, hem de asrın düşüncesinde mukaddes mahiyetini
kaybetmiştir artık Bunda Hobbes'in payı büyük. Filozoflar, devleti, tabiatın
eseri değil, suni bir kuruluş olarak görüyorlardı. Devlet, başlangıçta insanlar
arasındaki cihan şümul savaşa son vermek için kurulmuştu.
Bir kelime
ile devlet halktan kopuyordu. Hukuk gittikçe, törelerden ve yaşayış
tarzından uzaklaşıyordu. Kanunlar, eşyanın mahiyetinden doğan ve nihai olarak
kâğıda geçirilen münasebetler değildi artık; kanun koyucunun iradesini belirten
keyfi kararlardı. Ortaçağda kültür -hiç değilse sanat alanında- bütün
topluma hitap ediyordu. Rönesans'ta ikiye bölündü, yan yana veya üst üste
yaşayan iki ayrı dünya doğdu. Feodal veya komünal tasarruf burjuva mülkiyetine
dönüştü. El sanayii geliştikçe, emek de tabii hayattan koptu. Kilise bile
desakralize oluyordu. Çünkü mistik bütüne inanç zayıflamıştı. Din, gittikçe,
kulla Tanrı arasında şahsi bir münasebetten ibaret sayılıyor, müminler bile
rahipler takımını bir müessese, bir iktidar, tufeyli bir kast olarak görüyordu.
Ne yana bakarsanız, hep aynı olay.
İnsanlar
bir rüyadan uyanmışcasına, düşman bir zemin üzerinde kendilerini yapayalnız
bulmaktadırlar. Tanrı, yoldaşları değildi artık. Hayat, tanrısallığını kaybetmiştir.
Toplumla
beraber ferd de desakralize (sakilleştirme) olmuştu.
Gerçi ferd, topluma kıyasla bu cihanşümul desakralizasyona daha çok
direnmiştir. Kalabalık imanını kaybetmemiş, imanını kaybeden kimseler bile
bütün aşırı sonuçlara kapılmamışlardı.
Bazılarına
göre insan, muhitin ve terbiyenin basit bir ürününden ibaret, el değmemiş bir
balmumu. Toplum keyfine göre şekillendirir bu balmumunu, hayra da hizmet
ettirir şerre de; köle de yapar, asi de. Marx, aşağı yukarı bir asır sonra
şöyle diyecektir :
"İnsan,
tek tek ferdlerde tecelli eden soyut bir varlık değildir, sosyal münasebetlerin
bütünüdür." Filhakika, insanın bu tepeden tırnağa
desakralizasyonu, mantıki olarak komünizme varır.
Filozofların
çoğu yarı yolda kalır. Onlara göre, tek başına ferdde insanın bütünü vardır.
İnsan, iyiliğe de yönelebilir, kötülüğe de. Sosyal düzen, ferd faaliyetlerinin
normal dengesinden doğar. Ferdi bozan ve ruhuna şer tohumları saçan toplumun
kendisi yani sosyal münasebetlerdir, çünkü müesseseler bozuktur. Toplumun etkisini
ortadan kaldırdık mı, insan doğuştaki iyiliğine kavuşur.
Demek ki her türlü iyiliğin ve kanunun kaynağı
ferddir. Anarşist doktrinin belli başlı yönlerinden biri de bu değil mi?
Anarşizm, o
zamanki ifadesine bakarsak, henüz mistisizmden kurtulamamıştır.
Anarşi, ilk
şekli ile eski toprak medeniyetinin Roma hukuku hâkimiyetine karşı isyanıdır,
ŞİDDET DOKTRİNLERİ
1918
sonrası Avrupa ve Asya tarihinin ayırıcı vasfı: Şiddetin gemi azıya almasıdır. Bütün
biçimleriyle şiddetin. Evet, XIV. asır boyunca da kanlı dramlara şahit olmuş
Batı. Önce dehşetle ürpermiş, sonra gelip geçici bunlar diye avunmuştu.
Yaşadığımız çağın yeniliği şu: Savaş, en etkin fikir adamlarına göre, eşsiz bir
tecrübedir, ahlakî ve yüceltici bir tecrübe; azizlere değil, silah elde can
veren kahramanlara perestiş edilmelidir. XIX. asrın göreci hümanitarizminden
1914'lerde koptu Avrupa. Tarihte benzeri görülmemiş olan bu boğazlaşma
insanlığın kalbini katılaştırmıştı, belki de, cinayet cinayeti davet etmiş,
savaş zincirleme bir kan davası olup çıkmıştı.
Savaş
sonrasında gelişen şiddet, eskiden olduğu gibi şuursuz insiyakî bir şiddet
değil. Uzun uzadıya ölçülüp biçilen doktrinlere dayanıyor. Bütün bu
doktrinlerin temelinde aynı gerekçe; heretiklerle dönekleri temizlemek.
Aldanmış
olanların son cezası: Ölüm.
Bu
konularda haklıyı haksızdan ayıran tek ölçü: Zafer.
Eski
katliamların teşvikçisi, din taassubu idi. Avrupa'da, bu taassub sükûnet
buluyordu ki siyasî taassubla milliyetçilik çıktı sahneye ve eski taassubu
unutturdu. Tanrıya sadakatin yerini, bir vatana veya bir sınıfa bağlılık aldı.
Şiddet
doktrinin tarihte birçok öncüleri var. Bu doktrin sulandırılmıştır bazan,
Robespierre'nin, Saint Just'ün terörist tasfiyesi gibi. Başka doktrinciler,
sınırları daha kesin ideolojik nazariyeler kurdular; mesela Marat, bir
biyolojist ve doktordu; amacı korkutmaktı önceleri, hayatının sonuna doğru
imha yanlısı oldu; ezilmesi gereken yalnız faal düşmanlar değil, muhalif
doğurabilecek bütün zümrelerdi.
Eski Yunan
ve Roma'da kanun dışı yollardan iktidara geçenlerin adı : "Tiran"dı.
Ortaçağ ve Rönesans İtalya'sında, iktidara götüren yol, çok defa
Conjuration'du. Babeuf için Conjuration, (gizli ittifak), devrimi
gerçekleştirecek eh emin yoldur. Bakunin, Blanqui, Georges, Sorel, Troçki,
Mussolini, Goebbels aynı doktrinin devamcıları.
1918'den
sonra şiddetin bir özelliği daha var: Süreklilik. O zamana kadar, yeni iktidar
sağlamlaşır sağlamlaşmaz, bir an önce meşruiyet kaftanına büründürülmeğe
çalışılırdı. Robespierre için terör üzücü bir dönemdi; mümkün olduğu kadar
çabuk sona erdirilmeliydi. Oysa 1918'den sonra birçok büyük devletler, müstakar
bir siyasî yönetim biçimi imiş gibi, teröre yaslandılar.
TERÖRİZM
Terörizm,
bir metod veya metodun dayandığı teori. Bu metoda
başvurarak örgütlenmiş bir grup veya parti şiddet yoluyla amaçlarını
gerçekleştirmeğe çalışır. Tedhiş eylemlerinin muhatabı, adı geçen toplulukların
emelleri karşısına engel olarak çıkan fertler, kurumlar veya devlet
temsilcileridir. Bazan mallar, makinalar, ormanlar, ekili topraklar da siyasî
terörizmin genel programına ek olarak tahrip konusu olabilir. Göz korkutmak
başka, terörizm başka. Korkutan, istekleri yerine gelmeyince sadece tehdit
eder. Bazı kimselerden, para sızdırmak veya istediğini yapmaya zorlamak için
korkutulur. Terörist tehdit etmez. Cana kıymak, yakıp yıkmak faaliyetinin bir
parçasıdır. Yakayı ele verince de, yargılanırken, kendini kurtarmaktan çok
doktrinini yaymağa çalışır. Korkutma ve sonunda şiddete başvurma, kazanç peşinde
koşan bir toplumun veya fesatçı gruplar arasındaki çatışmanın aşırı bir
tezahürü olsa da mantıkî bir neticesidir. Terörizm, fertlerden çok sosyal
gruplar ve güçler arasındaki mücadelede bir kavga metodudur. Her içtimaî
düzende görülebilir. Terör sahnesinde boy gösterenler terörün ister failleri
ister kurbanları olsunlar sosyal grupların veya hükümet sistemlerinin
temsilcisidirler. Şiddetin ve cana kıymanın amacı ne maddî bir kazançtır ne de
hücuma uğrayan kimseleri yıldırmak; toplumun veya hükümetin dikkatini geniş
ölçüde bir çatışmanın kaçınılmaz olduğuna çekmektir. Gizlilik içinde bir veya
bir kaç kişi tarafından girişilen tedhiş eylemi yığınların girişeceği tedhiş
eyleminin ne kadar müthiş olacağını ihtar eden bir işarettir. Umumiyetle başka
propaganda metodlarının susturulduğu yerlerde terörizme başvurulur.
Terörizme
başvuran yalnız siyasî örgütler ve partiler değildir. İktidarın el
değiştirmesini amaçlayan başka mahiyette topluluklar da teröre baş vurabilir ve
bunun için örgütlenebilir (Söz konusu olan iktidar mahiyet bakımından geniş
ölçüde değişebilir. Mesela: Bir milletin başka bir millet üzerindeki hâkimiyeti
yahut ekonomik bir sınıfın başka bir sınıf üzerindeki baskısı, taban tabana zıt
iki hükümet sistemini savunanlar arasındaki çatışma gibi haller de terörizme
yol açabilir. Metod olarak terörizmin özelliği şu:
Terörizm
yalnız iktidardaki hükümete yahut hâkim millete değil, halk yığınlarına da,
yerleşmiş düzenin sağlam ve yıkılmaz olmadığını göstermeğe çalışır. Terörcü
eylemin propaganda değeri terörist stratejide ana hedeflerden biridir. Terör
doğrudan doğruya hedef aldığı çevrelerin dışında geniş bir tepki uyandıramazsa
sosyal çatışma alanında etkili bir silah olamaz. Terörist faaliyetin mantığı,
terörist eylemin gerçek mahiyeti anlaşılmadan kavranamaz.
Terörizm,
kitle şiddeti, ayaklanma ve hükümet terörü gibi olaylardan birçok bakımdan
ayrılır. Bir hükümet tarafından başvurulan terör hukukî bir baskıdır ve
muhalefete karşı yönelmiştir. Oysa terörizm gerçek manasıyla kanuna güvensizlik
belirtir ve hükümet otoritesini demoralize etmek için muhalefetin başvurduğu
bir vasıtadır. Amacı, hükümetin gücünü azaltmak; bir devrimin veya bir karşı
devrimin başlatıcısı olmaktır. Terörist partinin meşruiyet gibi bir iddiası
yoktur. Hâlbuki hükümet, hiç değilse şeklen, kanuna bağlı kalmak zorundadır.
Şayet doğrudan doğruya dayanacağı kanunlar yoksa hükümet olağanüstü durum
olduğunu ileri sürer ve özel kararnameler çıkarır.
Gerçi
terörizm de şiddete başvurur ama bu kitle şiddetinden başkadır. Terörizm
hudutları dar bir örgüt tarafından yönetilir. Gerçekleştirmek istediği program
birçok hedefleri içeren büyük çapta bir programdır.
Kitle,
şiddeti her ne kadar terörist eyleme karşı bir tepki olarak görürse de
umumiyetle bir plânı yoktur, kontrol edilmesi de mümkün değildir ve rasyonel
bir motivasyona dayanmayabilir. Belli bir programı da yoktur. Yığın
ayaklanması, ideolojik olarak terörizme çok benzer ama bu ayaklanma da
önceden düşünülmüş olmayabilir. Ayaklanma, terörizme devrimci bir metod olarak
başvuran bir partinin hedeflerinden biri olabilir. Böyle olunca belli bir amaca
götürecek bir vasıtadır. Bununla beraber devrim stratejisinde iki olay
birbirine mutlaka bağlı değildir. Öyle durumlar olur ki kitle ayaklanması belli
sosyal hedeflere varmak için vasıta olarak kullanılabilir, ama mutlaka şart
olmayabilir de. Başka bir deyişle terörist metoda ihtiyaç olmayabilir. Blankistlerin
devrim anlayışı teröristlerinkine yakındır. Onlar da uzun uzadıya hazırlık
yapılmasından ve ayaklanmadan yanadırlar. Nitekim devrimci güçlerin iyiden
iyiye hazırlanması Bolşevik teoride de karşımıza çıkar. Bununla beraber
terörizmi Blankistler de Bolşevikler de belli başlı eylem vasıtaları arasında
saymazlar. Bu üç kavram arasında büyük farklar vardır. Blankistler için silahlı
ayaklanma iyi teşkilâtlanmış, eğitilmiş bir avuç savaşçının görevidir. Başarı
ümidi belirince silaha sarılırlar. Başarıya ulaşınca devrimci parti programını
tatbik eder. Bu programın daha önce halk tarafından benimsenmiş olup
olmamasının büyük bir önemi yoktur. Blanki'nin isyancı ordusu hiçbir zaman bir
kaç bin kişiyi aşmamıştır. Blankizm bir nazariye değil bir hükümet
darbesi, bir "Putsch" tekniğidir. Bolşeviklerin ise siyasî
ayaklanmadan anladıkları çok başka. Silahlı ayaklanma devrim olaylarına sıkı
sıkıya bağlıdır. Bütün ön tedbirler alındıktan sonra kullanılacak nihai bir
silah. Sık sık tekrarlanan ve Troçki'ye atfedilen bir görüş var: İyi
yetiştirilmiş seçkin bir kaç şok topluluğu, hükümeti uygun bir zamanda ele
geçirip tarihin akışını değiştirebilir. Oysa bu ne Troçki'nin ne de
Lenin'in fikridir.
Kâmil bir devrimci taktik olarak terörizm,
hiçbir zaman gerçek bir başarı kazanmamıştır. Hükümetler ister muhafazakâr
olsunlar, ister ihtilalci, önemli kişilere karşı girişilen terör eylemleri
karşısında gerilemek istemezler. İktidar hırsı, tadını tattıkça artar,
eksilmez. Bomba patlamaları yüzünden boşalan yerler çarçabuk doldurulur. Kaldı
ki devrim ayrı ayrı fertlerin hatta küçük organize grupların kahramanlığıyla
gerçekleşemez. (Bkz. Encyclopedia of the Social Sciences, Terrorism, J.B.S.
Hardman).
LOMBROSO'NUN
UYARILARI
Terörizmin
gemi azıya aldığı batı ülkelerinden biri de İtalya. Bunun
içindir ki o ülkenin fikir adamları hastalığa gönülden eğilmiş, teşhis ve
tedavisi için ömürlerini harcamışlar. Unutmayalım ki insanlık tarihinde hiçbir
problem büsbütün yeni değildir. Pozitif diye adlandırılan İtalya ceza
mektebinin konuya getirdiği aydınlığı küçümseyemeyiz. Bu mektebin üç büyük
temsilcisi: Lombroso, Ferri, Sighele. Elbette ki Avrupa'nın reçetelerini
uygulamağa kalkmak büyük bir hamakat ama hocaların söylediklerinden habersiz
olmak daha büyük bir hamakat.
Önce
Lombroso (1835 -1909) yu dinleyelim:
Zamanı
gelmemiş veya halkın istemediği reformların zorla uygulanması sık sık isyanlara
yol açar, meşru isyanlara. Meşru çünkü bu reformlar eşyanın mahiyetine
aykırıdırlar. Zamanın şartlarına uymayan tedbirlere başvurmak ya insan mizacını
tanımayanların işidir ya "astım—kestimciler"in
marifeti. Böyleleri, yenilerini getireceğim diye eski müesseseleri yıkar.
Herkes öyle
istediği için mi?
Yoo!
Başkaları tarafından veya başka topluluklarda
uygulandıklarını görmüştür de ondan. Her reform bir tedirginlik yaratır.
Hele yeniyi
eskiye bağlamıyorsa kurulan denge uzun ömürlü olmaz, devlet dağılır ve
devrimlerin arkası gelmez.
Mesela
Cromwell, İngiltere'de cumhuriyeti kurmak isteyince şiddetli bir muhalefetle
karşılaştı. Çünkü kralcı parti çok sağlam temellere dayanıyordu. İki yılda yedi
defa ayaklandı ve sonunda başarıya ulaştı.
Bilhassa
cumhuriyeti kurmak isteyenler böyle bir tehlikeyle karşı karşıyadırlar.
Guizot'nun dediği gibi, "halk istemedikçe cumhuriyet kurulmaz; zorla
kurulan krallık rejimleri çok görülmüştür. Oysa halkın iradesine dayanmayan
cumhuriyet uzun zaman yaşayamaz."
Her şeyi
ıslah etmek tutkusunun sonu, karşı devrimdir ister istemez. İnsanoğlu
hürriyetten de usanır.
SİYASİ SUÇ
Modern Batı
toplumlarında, en dikkate lâyık suç şekli bu.
Tepkilerini her yerde görüyoruz. Bu itibarla bir sosyal patoloji vak'ası olarak
incelense yeridir.
Hukukta,
taban tabana zıt nazariyelere yol açan bir başka mesele yok. Nice ünlü ceza
hukukçuları böyle bir suçun varlığından şüphe bile ettiler. Oysa her devirde ve
her yönetim biçiminde karşımıza çıkan bir olay. Ne var ki, siyasi suç hiç bir
zaman siyasi suç olarak incelenmemiş şimdiye kadar. İstibdat -ister saraydan
gelsin, ister sokaktan- bu hakikati ilmin dikkatinden kaçırmış, ya düşmanlarına
karşı bir silah olarak kullanmış, ya kendi inhisarında tutmak istemiş. Bunda
hürriyet nazariyecilerinin de büyük payı var. Üstadlar öze ineceklerine yüzeyde
kalmışlar. Olaylara değil de laflara takılmışlar. Biri çıkıp da adî suçlarda
kullanılan kıstasları, hiç değilse niyet bakımından farklı suçlara da uygulamağa
kalkınca çığlığı basmış hepsi de.
İyi ama
eski çağlardan zamanımıza kadar en hürriyetçi milletler bu suçları en sert
şekilde cezalandırmış. Atina'da halk hükümetini devirmek istediği
zannedilen herkes ölüme mahkûm edilmiş. Isparta'da devletin çıkarlarına aykırı
veya kendi çıkarları için konuşmağa yeltenenler cehenneme yollanmış. Halk ve
vatan düşmanlarının kellesini uçurtmuş, Cumhuriyet Roma'sı.
Zamanımızda
bile cezalar korkunç ve ağır. Siyasi suç tarif edilmiş midir acaba?
Siyasi
suçlu ahlaki ve sosyal bakımdan suçlu sayılabilir mi?
Sanmıyoruz.
Spencer, "adi suçlar zamanla ortadan kalkacak" diyordu. Bu
kehanet gerçekleşmedi. Bununla beraber siyasi suçların sayısı gittikçe
azalmaktadır.
Lombroso'ya
göre, manevî dünyada ağır basan: Atalet (inertie) kanunudur, madde dünyasında
olduğu gibi. Toplumda pek açık değildir bu hakikat. Dikkatimize ilk çarpan,
durgunluktan çok ilerleme. Ne var ki bu ilerleyiş ne kâinat çapındadır, ne
birdenbire belirir. Yenilik çok ağır değişmelerin toplamıdır.
Medeniyetle
barbarlık yan yana yaşamaktadır. Kaldı ki uygarlık diye adlandırdığımız
yenileşmeler çok kere ciladan ibaret. İnsanlar yeniden nefret ederler
(mizoneizm). Hayvanlar da öyle.
Çocuklar,
kadınlar ve ilkeller değişiklikten daha çok tedirgin olurlar. Bir nefis
müdafaasıdır mizoneizm. Alışkanlıkları alt üst eden yenilikler sinir
hastalıkları yaratır. Yığın, daima tutucudur.
Bununla
beraber insanoğlunun meçhule, yeniye, görülmemişe de özlemi vardır: Filoneizm.
Ama yeniye değil "yeniliklere" düşkün.
Mizoneizm, kaide; filoneizm,
istisna.
DEMEK Kİ
İLERLEYELİM DİYE HARCANAN ANÎ VE SERT GAYRETLER FİZYOLOJİYE AYKIRIDIR.
Ezilen bir
azınlık için başvurulacak tek kurtuluş çaresidir belki. Ama hukuk bakımından
antisosyal bir olaydırlar, bu itibarla bir suçturlar. Bu tepki insan tabiatına
dayandığı için etkiden çok daha şümullü, çok daha güçlü olur. Her terakki,
ancak ağır ağır gerçekleşince kabul edilebilir. Yoksa faydasız ve zararlı bir
çabadır. Geleneğe dayanmayan, zorunlu olmayan siyasi bir yeniliği kabul
ettirmeğe kalkışanlar yeniden hoşlanmayanları rahatsız eder, böylece cezai
müeyyidelerin uygulanmasını haklı çıkarırlar.
İHTİLÂLLER
İhtilâl
başkadır, ayaklanma başka. İhtilâl ağır, hazırlanmış, kaçınılmaz
bir vakıadır. Nevrotik bir dehâ veya tarihî bir tesadüf bu vakıayı olsa olsa
hızlandırır. Ayaklanma (revolte veya sedition) embrionun aşırı bir sıcaklıkta
zamansız ve yapay olarak kabuğu kırmasıdır; böylece, ölümünü hazırlamış olur
embrion.
İhtilâl,
tarihin tekâmüle koyduğu ad. Bir toplumda yeni şartlar ile yeni
siyasî durumlara uymayan bir düzen, dinî veya ilmî sistem mevcutsa, ihtilâl, bu
sistemi en az zarar, en çok başarı ile değiştirir. Bu itibarla ihtilâlin yol
açtığı iğtişaşlar pek fark edilmez ve ortaya çıkar çıkmaz kaybolur. İhtilâl
olgunlaşan civcivin kabuğunu kırmasıdır.
İhtilâlin
ayırıcı vasıflarından biri: Başarı. Embrionun olgunlaşma derecesine,
toplumların tekâmüle yatkınlık derecesine göre hemen veya az sonra
gerçekleşecek olan bir başarı.
Bir başka
vasfı: Ağır ve aşamalı olması -bu da başarılarının
bir sebebi. Çünkü ancak böyle olunca az çok sarsıntısız kabul edilir. Gerçi
çok defa eskiden yana olanları sindirmek için şiddete başvurmak lâzım gelir.
İhtilâller
az çok yaygın ve geneldirler; bütün toplum katılır ihtilâle. Ayaklanmalar daima
kısmîdir, bir kastın veya bir kaç kişinin eseridir. Yüksek sınıflar aşağı
yukarı hiçbir zaman ayaklanmaya katılmaz. İhtilâle bütün sınıflar katılır.
Bilhassa yüksek sınıflar. Tabii ihtilâl kendilerine karşı yapılmamışsa.
Başlangıçta
ihtilâllerin çoğu bir avuç insanın eseridir. Ama havayı koklayan, uykudaki
cihanşümul bir duyguyu sezen bir avuç insanın.
Bu itibarla
zaman geçtikçe öncüler de çoğalır. Bu zaman birkaç yüz yıl da olabilir.
İhtilâl, ihtilâl düşmanlarını bile kendi saflarına çeker.
Sosyal
dünya da -organik dünya gibi- ağır ve küçük çabalardan oluşur.
Ayaklanmaların
sebebi önemli değildir. Çok defa mahallî veya şahsî. Taklit, sarhoşluk, iklim.
Çok şiddetli fakat saman alevi gibi geçicidirler. Geri kavimlerde daha sık
tekrarlanırlar. Katılanlar namuslu kimselerden çok şerirlerdir.
İHTİLÂLLER
DAİMA NADİR GÖRÜLÜR. Geri kavimlerde hiç görülmez. Çok ciddi sebepler
veya yüksek idealler uğruna yapılır. Katılanlar da alelade suçlular değil,
tutkulu kimseler veya dâhilerdir.
"İhtilâl
düşünen sınıfların eseridir. Büyük değişiklikler yapan kol değil, kafa. İşe
yalnız kol karışıyorsa ihtilal değil, karışıklıklar çıkar ortaya"
(Bonfadini).
Kahramanlar
ölünce ayaklanma sona erer. Kahramanlar ölünce ihtilâl gelişir ve genişler.
Kısaca
ihtilâller fizyolojik birer olaydır. Ayaklanmalar, patolojik. İhtilâl hiçbir
zaman bir suç değildir. Ayaklanmalar daima suçtur.
Lombroso,
daha sonra siyasî suçlarda delilerin oynadığı büyük rolü belirtiyor...
Siyasî
suçlular arasında, deliler (aliene) büyük bir yer tutar. Suç nöbetlerine en çok
yakalanan onlardır. Ahlâk duygusundan mahrumdurlar, bu da onları içlerinden
geleni yapmağa zorlar. Üstelik zihnî dengeleri de yoktur, yani insiyaklarını
dizginleyemezler. Kendi kişiliklerine aşırı bir güven duyarlar, büyük
olduklarına inanırlar veya hayalî bir takım zulümlerin kurbanıdırlar. Bu
inançlarını çok defa aklı başında insanlara da kabul ettirirler. Kurulu düzene
düşman olan zayıf kimseler, gayrı memnunlar delinin toplum ve hükümete karşı
beslediği kini bölüşürler. Stendhal ne demiş: Korku içinde olan toplumları,
kıt zekâlı, gözü dönmüş kimseler yönetir."
Sebebi şu
olsa gerek: Deliler daha az mizoneisttir, yeniyi benimseyiverirler. Düşünüp
taşınmaz, sezgileriyle kapılırlar yeniye. Orijinalite, delilerle dâhilerin
ortak vasfıdır. Çıkarlarını hatta hayatını feda etmek için böyle bir coşkunluğa
ihtiyaç vardır. Yeni hakikatleri kalabalığa ancak deliler kabul ettirebilir. Kalabalık
hiçbir yenilikten hoşlanmaz, çok kere rahatını kaçıranlardan öcünü alır.
Delinin
fanatik ve sarsılmaz inancı ile dâhinin kılı kırk yaran kurnazlığı el ele
verince, uyanık yığınları harekete geçirecek bir güç doğar. Herkesi, hatta
düşünce adamlarını bile afallatan bir güç.
Deliler en
eski çağlardan beri peşine takmış toplumları. Mazideki başarıları da etkilerini
arttırır.
Elbette ki
mutlak bir kudretleri yok, hiçbir şeyi yoktan var edemezler. Zamanın ve
şartların hazırladığı hareketlere yön verirler sadece. Çünkü yeniye, orijinale
tutkundurlar. Son keşiflerden esinlenirler. Bunlara dayanarak istikbalde neler
olacağını sezmeğe çalışırlar.
Bu
düşünceler hâkim kanaatlere açıktan açığa ters düşüyorsa veya çok abes ise, hiç
bir etki uyandırmaz. Ama bu çılgın dâhiler, çoğunluğun düşüncesinden
ayrılmadıkları yahut gerçekten hissedilen ihtiyaçları dile getirdikleri zaman
büyük değişikliklerin yaratıcısı olurlar.
MATOİDLER
Lombroso,
toplumların alınyazısını değiştiren çılgın dâhileri uzun uzadıya anlattıktan sonra
başka bir konuya geçer: matoidler.
Bu taife
köylerde pek bulunmazmış. Kadınlar da matoid olmazmış.
Suçlulardan
ayrıldığı yön: Vicdan sahibi olmaları. Delilerden de farklıdırlar, ama çok
benzeşirler. Hezeyan etmezler, insiyaklarına daha az tabidirler ve duygularını
zapturapt altına alabilirler. Marazî bir irsiyetleri yoktur, yozlaşmamışlardır.
Daha çok, zamanından önce olgunlaştırılmış, hızlı bir kültür edinmişlerdir.
Dâhiye ve havariye benzerler, ama bu benzeyiş görünüştedir sadece. Ne
dâhidirler, ne havari. Kendi dehalarına inanmışlardır, düşüncelerine körü
körüne bağlıdırlar, başka herhangi fikre itibar etmezler. Arada bir yeni
ufuklara açıldıkları olur. Çünkü birçok dejenereler gibi, onlar da mizoneist
değildirler. (Nitekim anadan doğma birçok kör ve sağır, anti -mizoneist ve çok
defa cumhuriyetçi ve anarşisttirler). Her teşebbüsleri daha başlar başlamaz
akamete uğrar veya sapıtır; çünkü dehanın yaratıcı temeli olan zihnî güçten
nasipsizdirler.
Havariye
benzeyen yönleri: Tam bir diğergâm oluşlarıdır. İnsanlığın ızdıraplarını dert
ederler kendilerine.
Bazen çare
de sunarlar. Ama hep ayrıntılara takılıp kalırlar, bütünü göremezler ve çok
kere zıd aşırılıklara yönelerek kendi kendileriyle çelişirler. Şahsî gururları
söz konusu olunca, mühim olan sadece kendileridir. Diğergâmlıklarının altında
yatan: hep "ben"dir.
Başka bir
temayülleri de, boyuna eskiye dönmek. Yürürler ama hep geriye doğru. Cok defa
kıt kanaat yaşarlar. Hırsızlık yapmaz, kimseyi aldatmazlar.
Seciyelerinin
bir başka belirtisi de, durmadan yazmak. Basmakalıp cümleleri kendilerine göre
manalandırarak binlerce defa tekrarlarlar. Faydasız teferruat, altı çizilen ve
ayrı harflerle satırlar. Gerçek aydınların iğrendiği bu maskaralıklar
kalabalığın çok hoşuna gider. Dâhiden ürker kalabalık. Yazıları ne kadar saçma
sapansa, konuşurken o kadar makuldür matoidler.
Karışıklık
dönemlerinde, yığını çok etkilerler. Kanaatkârlık, dürüstlük, inançlarını
coşkunca savunmak büyük bir itibar sağlar onlara. Abes oldukları kadar
inatçıdırlar.
Harcı âlem
oldukları için avamın hoşuna giderler. Şahsî meselelerini dile dolar, aynı
konularda ısrar ederler. Adalet herkesin saygı duyduğu bir ihtiyaçtır. Onların
bu ısrarı bir nevi hakperestlik gibi görünür ve kalabalığı büyüler.
ŞİDDET
MEDENİYETİ - HİLE MEDENİYETİ
Sighele
(1868 — 1913), çağımızın dertlerine ışık tutan bir yazar. En ünlü eserlerinden
biri: Örgüt Psikolojisi. Girişi okuyalım:
İranlı
Mektupları'nın sevimli kahramanı Rica, Paris'e gelince tımarhaneleri görür,
şöyle anlatır izlenimlerini:
"Dışarıdakiler
kendini akıllı sansın diye, üç beş mecnunun içine tıkıldığı evler." Yerinde
bir hüküm. Aynı şeyi hapishaneler için de söyleyemez miyiz?
Dışarıdakiler
kendini namuslu sansın diye üç beş haytanın içine tıkıldığı binalar.
Hapsedilenler,
faili meçhul kalmış suçlarla, dışarıda kalan büyük suçlu ordusunun küçücük bir
bölümüdür, talihsizler bölümü.
Polis,
suçluları bulamıyor; adalet, cezalandıramıyor. Bence bunun sebebi şu olsa
gerek: Suçun şekli başkalaştı. Bir zamanlar suç kaba kuvvete dayanırken, şimdi
ince ve medenî oldu; gaddarlığın yerini hile aldı, şiddetin yerini dalavere.
Modern suçlu, adalelerinden çok beyni ile iş görür, büyük bir avantaj...
Biz hâlâ
delileri de şerirleri de peşin hükümlerle ele alıyoruz. Halk, delilik deyince,
ya hezeyanı anlar ya budalalığı. Mantık kurallarını çiğnemeden ve hiçbir hataya
düşmeden akıl yürüten bir insan, deli olamaz ona göre.
Suçluları
da tanımıyoruz. Avama sorarsanız, suçlu ya hırsızdır, ya katil. Hırsızlık yapan
veya adam öldüren deyince de gözünün önüne kılıksız kıyafetsiz, çirkin bir
insan gelir.
Toplum
ilerledi. Şimdi kan yerine altın, işkence yerine rüşvet geçerlidir.
İnsanlık bu
güne kadar iki çeşit medeniyet yaratmış, diyor Ferrero: şiddete dayanan
medeniyet, hileye dayanan medeniyet. Şiddete dayanan medeniyette, hayat kavgası
kaba kuvvetle; hileye dayanan medeniyetlerde ise, kurnazlık ve aldatmaca yolu
ile yapılır. Şiddete dayanan medeniyette, siyasî iktidar ve servet, silâh elde
fethedilir. Milletler arasındaki ticarî rekabet ordular ve donanmalar
vasıtasıyla çözümlenir, fertler arasındaki hukukî anlaşmazlıkların hal yolu da
düellodur. Hileye dayanan medeniyetlerde ise, siyasî iktidar tabanca kurşunları
ile değil para ile elde edilir.
Birincisi,
ilkel toplulukların medeniyeti. İkincisi, modern toplumların. Bazan aynı
toplumun içinde bu zıd medeniyetleri canlandıran tipler bir aradadır.
Zamanımızda
şiddet de geçerli, hile de. Şiddetten çok, hile. Umumiyetle
yabancı ülkeler için şiddet, kendi ülkemiz için hile. Milletlerin tarihinde bu
iki yol kesin olarak birbirinden ayrılabilir. Barbarlığın ayırıcı vasfı:
şiddettir; medeniyetin: hile.
Suç
toplumun gölgesidir. İnsicamlı bir bütün değildir toplum. Onun için
de her iki suç biçimi bir arada görülmektedir. Başka bir deyişle atavik suçlar
da var, gelişmiş suçlar da. Bazı ferdler vücut ve ruh bakımından hastadırlar,
hayat kavgasında şiddete başvururlar. Oysa medeniyet, cana kıyma, hırsızlık,
ırza geçme gibi yöntemleri lüzumsuz hâle getirmiştir. Bu suçlar, geçen
asırların yadigârı. Gelişmiş suçlar ise, modern toplumun ürünü.
Toplulukların
işlediği suçlar da ikiye ayrılabilir.
Ayak
takımının işlediği suçlar, yüksek sınıfların işlediği suçlar.
Ayak takımı
da, gelişmemiş ferdler gibi, şiddete başvurur:
isyan, katil, dinamit.
Yüksek
sınıflar ise, beyinleri ile iş görürler: sahtekârlık ve
hile.
Zamanımızda
her iki çeşit suçluluk çoğaldıkça çoğaldı. Bu artışı nasıl açıklayacağız?
Nordau,
ırkın sonu diyor. Bizce burjuva düzeninin sonu.
Münevver ve
müreffeh sınıfın işlediği suçlar patolojik olaylardır, bizi yönetmekte olan sosyal
düzenin bozukluğunu belirtir. Demek ki, bugünkü sistem, son günlerini yaşıyor.
Oysa yığının işlediği suçlar, yeni ortaya çıkan bir temayülün patolojik
belirtileri. Bir çağ doğmak üzeredir. Birinciler batan bir güneşin alameti,
ikinciler bir şafağın. Birinciler, ihtiyarlayan bir uzviyetin tereddisi, bunun
için de ihtiyatkâr, hesaplı, hilekâr. İkinciler coşkun, atak, hayâsız.
Yüksek
sınıf -sayıca olmasa da- dayandığı temel bakımından çoğunluğu temsil eder.
Aşağı sınıf ise azınlıktır. Azınlık daima, çoğunluktan daha cesur, daha küstah,
daha haşindir. Azınlık, fethetmek zorundadır. Çoğunluğa ise, yaptığı fetihleri
korumak düşer. Kazanılmış zafer, yumuşatır. Zafer susuzluğu ise, cesaret ve
gücü artırır.
Demek ki,
insanın amacı, yenmek değil boğuşmaktır. Azınlıklar her ülkenin yüz akı
olmuştur. Onlardaki meziyetler çoğunluklarda yoktur: şiddet ve ataklık.
Kurallara daha çok uyarlar, daha dürüsttürler. Meclislere bakalım. En canlı, en
dinamik kesim muhalefet, yani azınlıktır. İlimde güzel sanatlarda da öyle değil
mi?
En yiğit en
gözü pek düşünce ve sanat adamlarının hepsi de yeni ufuklar peşindedir. İbsen,
çoğunlukla azınlığın farklarını ne güzel anlatmış: "Çoğunluk hiçbir
zaman haklı değildir, anlıyor musunuz?
Hiç bir
zaman. Çoğunluğun haklı olduğu düpedüz yalan. Çoğunluk
dediğimiz kimseler zekâyı mı temsil ederler, hamakatı mı?
Yüz
kızartıcı ama dünyanın budalalarla dolu olduğu inkâr edilmez bir gerçek.
Öyledir diye aptallar mı yönetecek zekileri?
Evet,
çoğunluk güçlüdür ama haklı olmak için güçlü olmak yeter mi?
Haklı olan,
her zaman azınlıktır. Halkın sesi hakkın sesi imiş... Palavra.
Çoğunluğun
dile getirdiği hakikatler ne menem hakikatler?
Porsumuş,
çürümüş hakikatler değil mi?
Bir hakikat
o kadar köhneleşince, yalanlaşır. Hakikatler Mathusalem gibi uzun ömürlü
değildir.
Kabul
edilen bir hakikat en çok onbeş, yirmi yıl yaşar. Çoğunluğun ağzından düşmeyen
hakikatlerin hepsi de böylesine fersude, iğrenç ve bayat hakikatlerdir işte.
Millete gıda diye sundukları bu yavelerdir hep. Toplumun scorbut içinde çırpınması
bundandır."
ANARŞİDEN ANARŞİZME
Yıllar
geçmiş, burjuva demokrasisi kurulmuş, ama bu kehanet gerçekleşmemiştir.
Genel Bir
Yaklaşım
Önceleri
sosyal bir "olgu"ydu anarşi; keşmekeş, başsızlık,
hükûmetsizlik. Simgesi: öfkeli bir kadın... Gözleri
bağlı, saçları dağınık, entarisi paramparça ve ayağının altında: Kanun.
Sol elinde
yanan bir çıra, sağ elinde hançer. Yerde kırılmış bir asâ ile bir boyunduruk.
Dipte döğüşen mızraklılar ve uzakta alevler içinde bir şehir. (Bkz.
İconologoie, 1762, Vienne). Hukukçuya göre "Sosyal bir kaos, düzenin ve
güvenin yıkıcısı" (Portalis). Devlet adamı için, "mutlakıyetin
habercisi" (Napoleon). "Politikanın amacı anarşisiz hürriyet,
istibdatsız düzen" ama böyle bir rüya gerçekleşebilir mi?
XVIII. asır
oldukça karamsar: "Her hükümet ya istibdada kayar, ya anarşiye" (Encyclopédie
du XVIII siècle.) Geçen asrın liberallerine göre, bu hüküm yalnız mazi için
geçerli. İnsanlık şuurlanmıştır artık; anarşi halâ yaşıyorsa sorumlusu:
meşrûtiyet. Egemenlik hakkının sınırlanmadığı, görev ve yetkilerin kesin olarak
belirlenmediği, zıt prensiplerin anayasaca meşru sayıldığı ülkelerde gerçek bir
iktidar yoktur; ne güvenden söz edilebilir, ne otoriteden; rekabet vardır,
sürekli bir savaş vardır, anarşi vardır. İktidar bütün olarak halkın
temsilcilerine devredilince anarşi sona erecektir (Dictionnaire Politique,
Pagnerre Ed. 1840).
89
ihtilâlinden sonra "Jironden"lerin siyasî rakiplerini yermek için
kullandıkları "anarşist", 1840'tan itibaren öğünülecek bir
vasıf olmuştur. Hayalî bir adalet nizamına gönül verenler de, ferdî
hürriyetlerin coşkun sevdalıları gibi o bayrak altında toplanır. Her cinayeti
kutsallaşan bir ütopya olur anarşizm, zorbalığı, sömürüyü kökünden kazıyacak
bir "açıl susam açıl" olur.
Demek ki,
anarşi mefhumu da, anarşizm felsefesi gibi bir nazariye kılığına bürününce
yepyeni bir anlam kazanmıştır. Kelimeleri tarif etmeden girişilecek her
tartışma kısır kalmağa mahkûm. Anarşi deyince ne anlıyoruz?
Önce
anarşizmi tanıtalım.
Sosyalizm,
komünizm, demokrasi, monarşi gibi kelimeler olumlu bir doktrinin adıdırlar.
Nefiy belirten tek düşünce akımı: anarşizm. Anarşizm, hükümetsiz bir toplum,
hürriyetçi bir düzen kurmak iddiasındadır. Tarifler, etimolojinin çizdiği
sınırları aşacaktır ister istemez. Nitekim anarşi de, kendini daha aydınlık
lâfızlarla belirtmek ihtiyacını duyuyor çok defa: kolektivizm, hürriyetçi
komünizm, anarşist komünizm gibi. Ne var ki, kelimenin tarihten gelen bir
büyüsü var, bunun için de ölmüyor. Meselâ Ekim devriminden sonra, komünizm
kelimesi kullanılmaz oldu hemen hemen, hürriyetçiler (liberter) anarşist
kelimesini bayraklaştırdılar tekrar.
Filhakika
anarşi, mahiyeti, amacı, araçları söz konusu olduğu zaman, birbirine taban
tabana zıt iddialar sergiler. Nazarî olarak ele alınınca, anarşist doktrinlerin
hukuk ve mülkiyet konusunda hiçbir ortak yönleri yoktur. Hepsi de az çok yakın
bir gelecekte devletin ortadan kalkacağını ileri sürerler, o kadar. Ama anarşi,
yalnız nazarî değil ki!
Bir davranış bir tutum, bir yaşayış usulü de,
Önce bu garip olayın şuuruna varmamışsak, anarşistlerin karşısında tedirginlik
duymamız mukadderdir. Anarşist, ütüyopyalarını ballandıra ballandıra anlatırken
irkiliyoruz. Ama düşmanlarını eleştirir, kurulu düzenin savunucularını
yererken, hükümlerinin çok yerinde olduğunu kabul ediyoruz.
Anarşizm
başarıya ulaşamaz, hele modern dünyada. İnsana Don Kişot'un trajik asaletini
hatırlatır ister istemez. Yel değirmenlerinin toprağa fırlattığı Don Kişot'un.
Bu değirmenler makineleşen bir dünyanın sembolü. Hayata da insana da aldırmazlar.
Geçen asrın
sonlarında bir Fransız hukukçusu şöyle yazıyordu:
"Bugün
başrolde üç aktör var: parababası, politikacı, anarşist. Makinalaşan
realite, gemi azıya alan üretim, politikacı ile iş adamını eritti; artık
güçleri sadece görünüşte. Modern dünya belli bir insan tipi doğuruyor hep,
Janus'a benzeyen bir insan: bir yüzü ile robot, bir yüzü ile manda!
Reklâmın ve propagandanın biçimlendirdiği,
Pavlov'un köpekleri gibi şartlı reflekslerle harekete geçen bu insan karşısında
isyan ediyor anarşist. Ve öfke ile haykırıyor çağdaşlarına: "Ol veya
öl." İnsan, hürriyetini bir an önce elde edemezse, baskının pençesinde
uçuruma sürüklenecektir. 1888'de İspanyol anarşistleri, Valence'deki bir
toplantıda şöyle diyorlardı: "Toplum boyun eğerse ne âlâ. Cana kıymamıza
lüzum kalmaz. Karşı koymakta direnirlerse, ş errin ve rezaletin kökünü kazımak
lâzım, ama hepimiz ölecekmişiz, ölelim."
Bir kaç saf
ve babacan Rousseau'cu bir yana, anarşistlerin psikolojisi Marksistlerden daha
gerçekçidir. Bununla beraber devrim anlayışları çok daha ütopyacı. Dünyanın en
korkunç problemi önünde anarşist, Pascal'ın dilemmasını tazelemiştir. Seçtiği
yol: Pascal'ın tavsiye ettiği yolun tersi.
Anarşist
önce tabiatta türlerin kanlı çatışmasını görüyor. İnsanlığın tarihinde de şahid
olunan aynı kavga. Her zümre başkalarına söz geçirmek sevdasında, her zümrenin
içinde de kişiler. İnsanlar toplum içinde yaşamanın mükellefiyetlerine boyun
eğmekle bu temel bencilliği kamufle ediyorlar sâdece. Toplumda daha az
yetenekli, daha az kurnaz, daha az güçlü olan, kuvvetli tarafından ya
mahvedilir, ya köleleştirilir. İlkel klanların barbar şiddeti yerine otorite
geçmiştir.
Otoritenin
ayırıcı vasfı: geniş bir mülkiyettir. Ayakta
durmak için bir hukuk icad etmiştir, icra vasıtası da devlettir. Sosyalistin "iktisadi
yapı değiştirilirse, her şey düzelir" iddiası anarşisti güldürüyor.
Çünkü anlamıştır ki insanın biricik meselesi insandır. İktisadi münasebetler ne
kadar değişirse değişsin, insan hep aynı kalacaktır. Bunun içindir ki anarşist
insanın kucağında yaşayacağı yeni liberter (hürriyetçi) toplumun nasıl bir
toplum olacağını anlatırken, her şeyden önce insanoğlunun tekâmülü üzerinde
durur. Bakunin'in teklif ettiği seçim karşısındayız:
"Tanrı'yı
kabul etmek, insanlığın köleliğine evet demektir. Tanrı, insanın
hürriyetsizliğidir; insanın hürriyeti ilâhi heyulanın yok edilmesine bağlı.
Dilemma (çıkmaz-ikilem) bu, üçüncü yol yok ki tercih
edelim." Eski tanrılar iktidarlarını yeni bir puta aktardılar:
devlete.
Coğrafya bilgini Reclus'e göre, "gerçek
insan yalnız anarşisttir, kendi başlarına ayakta duramayan bütün o gevşek ve
tabansız varlıklar karşısında değerinin farkında olan tek insan. Karmakarışık
bir dünyada yaşıyoruz. Bu dünyanın peygamberi "hayır" diyendir belki
de. Böyle olunca da anarşist, yığının yiğit ve münzevi yol göstericisidir,
çığlığı günden güne yükselen bir kılavuz. Saygı görüşü de bundan değil mi?
Gençken
anarşizmin cazibesine kapılanlar, anarşizmi bir yana itseler de, bu eski
rüyadan bir türlü kurtulamıyorlar."
Terörizm,
sahnedeyken (1895—1913), nice açıklamaların konusu oldu. Ama kimse derin manasını
kavrayamadı. Kıtlığın, malî rezaletlerin eseri dediler. Ama bütün bunlar
terörizmi izaha yeterli değil. Bu gün terörizmi, bir dönemin çerçevesi içine
yerleştirerek daha kolay anlayabiliyoruz.
Çağ
boğuluyordu. İnsanlar boşluk içindeydiler, toplum bayağılaşmış, insanlık
korkunç bir illete yakalanmıştı. Korkunç, çünkü fazla ıstırap vermiyor ve
hastayı uyuşturuyordu. Lautréamont bir kaç havaî fişek savurdu, entelektüel
birer tepkiydi bunlar. Halk lafazanlıktan hoşlanmaz, havaî fişekler yetmez ona.
Bombalarla hücuma geçti.
Proudhon'la
Bakunin'in şakirtleri yanlış anlamalara yol açan anarşi kelimesini kullanmak
istemediler. Kaldı ki zamanla olgunlaşan Proudhon da hayatının sonlarında kendini
federalist diye tanıtmaktan hoşlanıyordu. Proudhon'un küçük burjuva şakirtleri
mütüelizm kelimesini tercih ettiler. Sosyalist şakirtleri ise,
kolektivizmi benimsediler; az sonra kolektivizm yerini komünizme bıraktı.
Anarşist Sebastien Faure çıkardığı gazetenin adını "Le Libertaire" (Hürriyetçi)
koydu. Bugün anarşistle liberter, eş anlamlı kelimeler.
Ama bu
lafızların ciddi bir mahzuru var. İfade etmek istedikleri doktrinin temel
yönünü belirtmiyorlar. Çünkü anarşi, her şeyden önce, sosyalizm demek.
Anarşist,
her şeyden önce, insanın insanı sömürmesini kaldırmak isteyen bir sosyalisttir.
Anarşizm:
Sosyalist düşüncenin kollarından biri; hürriyet endişesi, devleti bir an önce
ortadan kaldırma arzusu ağır basan bir sosyalizm. "Her anarşist
sosyalisttir, ama her sosyalist mutlaka anarşist değildir" (Fischer).
Bazı
anarşistler, kendilerinden başka su katılmamış ve tutarlı sosyalist yoktur
iddiasındadırlar. Ne var ki teröristler de bu zümreye katıldıklarından bazı
çağdaş anarşistler, karışıklığı önlemek istemiş, bizim sosyalizmimiz (veya
komünizmimiz) hürriyetçidir demişlerdir.
Asrın
başlarında yayınlanan Büyük Fransız Ansiklopedisi, anarşizmi şöyle tarif
ediyor:
"Her
baskıya, her disipline, her hükümete, her devlete, her iktidara, her otoriteye
açılan bir savaş... Bütün şekilleriyle siyasî, manevî, iktisadî baskının
kaldırılması; hükümetlerin organizmaları içinde erimesi; hâkimiyetin yerine
serbest anlaşmaların geçmesi... Emek, hiçbir dış güce boyun eğmeyecek, insan
kendi kendine teşkilâtlanacak ve tam bir bağımsızlık içinde yaşayacak;
ehliyetine göre üretecek, ihtiyacına göre tüketecek.
Aynı
yıllarda çıkan bir iktisat sözlüğüne göre (Nouveau Dictionnaire d'Economie
Politique par Say et Chaillet, cilt 2. 1900), ihtilalci anarşizmle, demokratik
sosyalizmin kökleri bir: işçi sınıfının acıları. İkisi için de sefaletin
sorumlusu: Çağdaş toplum.
Sosyalizm,
kurulu düzenin "eleştiri"si. Anarşizm, sosyalizmi de eleştirir. Yani
eleştirinin eleştirisi. Gerçi sosyalistler de otoriter devleti
reddederler. Despotik devlete, tanrı-devlete düşmandırlar. Devletin yerine
toplum geçmelidir. Kullandıkları esrarlı formül şu: "Kişilerin hükümeti
yerine, eşyanın yönetimi" (Engels). Ama anarşistler devleti toptan
reddederler. Mühim olan kişinin mutluluğu. Hürriyet olmadan mutluluk gerçekleşemez.
Demokrasi, yani halkın hâkimiyeti başka, siyasî hürriyet başka. Demokraside
halk iktidarını memurlara devretmek zorundadır, demek ki hep insanoğlunun
hükümeti, hep keyfîlik (Proudhon).
Altmış yıl
sonraki bir lügate başvuralım: Lalande'ın meşhur Felsefe Lügati (1960).
Anarşi: a)
Karışıklık (daha çok düzenleyici bir otorite yokluğundan doğan nizamsızlık),
b) Birçok
nevileri olan siyasî meslek. Hepsinin de ortak yönü: Ferde yukarıdan kabul
ettirilen her çeşit devlet teşkilâtının reddidir. Bu mânâda bazan anarchie
olarak yazılır. Bazan da anarşizm kullanılır ki daha doğrudur. Böylece
karışıklık mânâsına gelen mefhumla siyasî anarşi ayırt edilmiş olur.
Anarşist
mesleklerin ortak yönü, medenî kavimlerin yakın bir gelecekte devletsiz
yaşayacakları inancıdır. Godwin, Proudhon, Stirner, Tucker devleti kayıtsız ş
artsız reddeder. Bakunin ve Kropotkin için devrim yakın bir gelecekte, devleti
ortadan kaldıracaktır.
Devrimci
doktrinler de ikiye ayrılır:
a)
Direnişçiler (Tolstoy)
b)
İsyancılar (Stirner, Bakimin, Kropotkin.)
Anarşist
doktrinlerin üzerinde birleştikleri bir başka nokta: Üretim ve emeğin
kendiliğinden düzenleneceğine inanışları. Onlar da Fourier gibi her şeyin
(çekim sayesinde) tıkır tıkır işleyeceğini söylerler. Bir kelimeyle hepsi de iyimserdir.
Suavet daha
aydınlık (Dict. Economique et Social, 1969). Anarşizm bir hareketler ve
doktrinler bütünü, hepsinin ortak ve ayırıcı vasfı, ferdî değerin yüceltilmesi
ve netice olarak otoritenin reddi. Otorite halk üzerinde bir baskı ve sömürü
aracıdır.
Kısmen
Rousseau'ya (İçtimaî Mukavele) ve Hegel'e (insanın dinî, siyasî, iktisadî vs.
yabancılaşmalarla savaşı) dayanan anarşizm, XIX. asrın ikinci yarısında
geliştirildi. Liberalizmi hemen hemen Marx'la aynı açıdan eleştirir anarşizm.
Bütün vatandaşları kanun önünde eşit kılan 1789 ihtilali, onlara gerçek bir
eşitlik, iktisadî eşitlik kazandırmamıştır. Şu halde devletin yerini ferdler
arasında yapılacak sayısız anlaşmalar almalı, içtimaî münasebetleri onlar
düzenlemelidir. Mevcut devletler bir federasyon içinde toplanmalı; mülkiyet
tasarrufa (Possesion) dönüşmelidir. Liberal düşüncelerin mübalağası olan mutlak
bir ferdiyetçilik adına otoriteyi yeren anarşistler, otoritenin iktidardan
doğduğunu görmezlikten gelirler; bir takımı (Rus anarşistleri gibi) işi
yöneticilere karşı suikast tertibine kadar vardırır.
Anarşizm,
Rusya'da, İspanya'da, Fransa'da önemli bir rol oynadı. Siyasî bir parti içinde
mücadeleyi reddeden anarşistler daha çok sendikalar içinde kavga verdiler
(anarko - sendikalistler); sendikaların politika dışı kalmasında ve genel
grevden yanaydılar.
Ahlâk
bakımından çok titiz olan ve insanların hürriyeti için savaşan anarşistlerin
siyasî hayata katılmamış olmaları üzücüdür.
Şimdi de
bir sosyoloji kamusuna göz atalım (La Soçiologie; J. Caseneuve ve D. Victoroff
başkanlığında bir heyet, 1970) :
"Anarşi
de demokrasi veya despotizm gibi bir aynadan bir aynaya aksedercesine hem bir
ülkenin durumunu, hem ideal bir toplumu, hem siyasî bir mesleğin tarihçesini
ifade eder... Rousseau'nun tabiatta iyi ve hür olan insan inancından yola çıkan
anarşizm, tarih içinde üç akıma ayrılır: Hıristiyan anarşizmi, Tolstoy'un
öncülüğünde Çarlık Rusya'sında gelişir; ferdiyetçi anarşizm, pîri: Max Stirner,
komünist anarşizm. Proudhon, amaçlarını açıkça belirttiği için bugün de,
anarşizmin en büyük nazariyecisidir. Yönetilmek, yetkileri de bilgileri de,
faziletleri de olmayan yaratıklar tarafından gözaltında bulundurulmak,
casuslanmak, sürüklenmek, onların kanunlarına boyun eğmek, kurallarına lebbeyk
demek, güdülmek, tartaklanmak, damgalanmaktır. Proudhon için devlet bir
vahimedir, hür bir zekâya düşen vazife bu vâhimeyi müzelere ve kütüphanelere
kapatmaktadır.
"Anarşist
toplum olur mu?
Anarşiyle
toplum çelişen iki mefhum; bununla beraber çeşitli unsurların terkibinden doğan
anarşist bir toplum düşüncesi, zamanımızda da ütopyacı fikirlerin ve eylemlerin
kaynağı olmakta devam ediyor."
Bu öncüleri
biliyorlardı ki feda edilmişlerdir. Ne var ki infilakların tarrakası, (gümbürtü)
bayağılık ve can sıkıntısı yüzünden helak olacağa benzeyen insanlığı sarstı.
İktidardaki burjuvazi her alanda ölüm iştiyakını geliştiriyordu. Terörizm hayat
güçlerinin vahşî bir tepkisidir.
"Hürriyetçi" akımın
tarihî gelişmesi içinde, bir buhrandı terörizm. Ama Fransa'da buhran sona
ermiştir.
1895'de,
Louise Michel ile Sebastien Faure Le Libertaire gazetesini kurarlar. Artık
tarihin konusu da olmuştur anarşi. Taban tabana zıd hükümler karşısındayız.
Lombroso için anarşistler anormal kişilerdi. Ama avukatlarına göre, anarşist
bir cennet hayaline kaptırmıştır kendini. Bir mistiktir, bir zahittir, bir
meczuptur. İnanmıştır o kadar. Evet, bu zındık bir mümindir. Felsefeden çok,
dinin adamı. İman ettiği tanrı: Gizli bir güç, dünyadaki keşmekeşten sonsuz bir
ahenk yaratacak.
Hamon,
anarşistin ideal tipini tesbit etmiştir.
Bu ideal
tipin özelliği, isyan zihniyeti. Bu zihniyet çeşitli şekillerde belirebilir:
Muhalefet, eleştiri, yenicilik, büyük bir hürriyet aşkı, bencillik ve
ferdiyetçilik, sonsuz bir tecessüs, bilgi susuzluğu, aşırı bir diğergâmlık, çok
gelişmiş ahlâk duygusu, adalet aşkı, mantık düşkünlüğü, savaşçı bir ruh...
Kısaca anarşist, isyankâr, hürriyetçi, ferdiyetçi, diğergâm, mantıkçı, adalete
susamış, meraklı, propagandacı bir insandır. (Psychologie de L'anarchiste)
BİR TARİFE
DOĞRU
Anarşisti somut olarak tarif etmek çok güç.
Kanun dışı, toplum dışı, insanlık dışı demek meseleyi hal etmez. Bilgine göre,
nevropat. Sosyolog ve hukukçuya göre, deklase. (çevresinden
düşmüş- (sosyal) Anarşi, her türlü tasnife yan çizer. Geçici
bir durumdur, sürekli bir davranış değildir. Bir nevi toplum hastalığı.
Karışıklık
nereden geliyor?
Anarşi
lafzı eski Yunanca an ile arkhe'den türemiş. Anlamı aşağı yukarı: Otorite veya
hükümet yokluğu. İnsanoğlu binlerce yıl peşin bir hükme saplanmış: Devletle
hükümet olmadan toplumlar yaşılamaz. Onun için kelime de kötü mânâda
kullanılmış hep: Karışıklık, düzensizlik, kaos.
Nükte düşkünü Proudhon, anarşi kelimesine
sahip çıkmış. Yıkıcıdan çok, kurucu olan Proudhon, anarşiden düzensizliğin tam
tersini anlıyordu. Düzensizliği yaratan hükümetin kendisi idi. Ancak
hükümetsiz bir toplum tabiat düzenini yeniden kurabilir ve sosyal ahengi
gerçekleştirebilirdi. Böyle bir toplumu ifade için Batı dillerinde tek kelime
vardı: Anarşi.
Ama
Proudhon kalem savaşının coşkunluğu içinde anarşi kelimesini yalnız hükümetsiz
olarak değil, karışıklık anlamında da kullandı. Nitekim Bakunin de üstadı gibi
yapacak ve kelimenin bu çifte kullanılışı, keşmekeşi bir kat daha
arttıracaktır.
Oysa
kelimenin iki manası biribirinin tamamen zıddıdır. Anarşi, onlara göre, hem en
büyük kargaşalık, toplumun tepeden tırnağa çözülüşü; hem de devrimden sonra
kurulacak olan yeni bir düzen, sürekli ve rasyonel bir toplum düzeni. Temeli:
Hürriyet ve dayanışma.
Bazarov'u,
Cooper'in Kızılderililerine benzetir Vogüe. Şu farkla ki, Cooper'in
kahramanları içkiyle sarhoş turlar. Turgeniev'inki Hegel ve Büchner'le. Bu
Kızılderili, medeniyet dünyasında, savaş baltasıyla dolaşmaz, elinde neşter
var. Bazarov'un çocukları, Avrupa'nın devrimcileriyle kardeş; ne var ki
birinciler yabani, ötekiler evcil. Rus nihilisti kurt, Avrupa'nın devrimcisi
kuduz bir köpek, kurdun kudurması itinkinden çok daha tehlikeli.
Turgeniev'in
romanı yalnız geçen asrın Rus hayatına değil insanlığın alın yazısına da ışık
tutar. Nesiller arasındaki çatışma buhran çağlarının ezelî dramı. Bazarovlar
dün de yaşıyordu, yarın da yaşayacak. Kitapta anlatılan 1840'ların tutucu
babalarıyla 1860'ların devrimci çocukları arasındaki uyuşmazlık. Çocuklar
nesli, kendilerini yalnız kültürde değil kamu hayatının bütününde kabul
ettirmeğe başlamış: Hoyrat ve maddeci. Bu genç radikallerin tek vatanı var:
Nihilizm, Çevre iğrenç, hayat abes.
NİHİLİZM:
Bir kale,
bir zırh, bir gerekçe. Evet, Bazarov, yalnız 1869'ların değil, zamanımızın da
kahramanı. Bir Amerikan yazarı, "Adeta ilk Bolşevik, diyor.. Daha doğrusu
günümüzdeki öfkeli genç adamın orijinali." Ne var ki, bu şeytanî çehre,
Rus tarihinde sık sık karşımıza çıkar. Eleştirmek için bakar dünyaya, yermek için
konuşur.
Estetik
değerleri küçümser Bazarov, geleneğe ve bütün sosyal değerlere tepeden bakar.
Küstahtır, tok sözlüdür. Huy edinmiştir kabalığı. Beylik yargıların hüküm
sürdüğü bir dünyada şaşkınlık, öfke, tiksinti uyandırır.
Turgeniev'in
nihilisti beatnik (bitnik) olarak karşımıza çıkıyor şimdi. Her ikisinde de ödün
vermeyen bir doğruluk. Her ikisi de yalancı kelimelere düşman. İkisi için de
dünya yavanlıklarla dolu, insanı canından bezdiren yavanlıklar. Aynı çevreden
kopuş, aynı hayal kırıklığı ve aynı tahrip susuzluğu. Ne var ki Bazarov'la
arkadaşları yıkmak için yıkmak istemezler; amaçları: Yeni ve daha iyi bir
dünyayı kurmak için zemini temizlemek.
Nihilistler,
Rus tarihinin çeşitli dönemlerinde başka başka çehrelerle sahneye çıkarlar.
"Ecinniler" de daha korkunç, daha kıyıcıdırlar. Ellerinde neşter
değil tabanca ve bomba vardır. İktidar sertleştikçe, nihilist de zalimleşir. Denilebilir
ki Çarlar Rusya'sında sesini duyurmak isteyen her aydın bir parça nihilisttir.
Nihilist, anarşistin Rusya'daki adı.
Dünya
anarşizminin en tanınmış temsilcileri: Rus. Bir
Bakunin, bir Kropotkin, bir Tolstoy, hepsi de soylu. Hareketin merkezinde
Bakunin. Kimseye benzemeyen bir aristokrat. Almanları sevmez, Marx'a da düşman.
Dünya yangınını tutuşturacak olan Ruslardır ona göre. Anarşizm ayaklanma demek,
topyekûn ayaklanma. Eski dünyanın harabelerinden yeni bir dünya kurulacaktır.
Işık, Doğu'dan fışkıracak ve Batı'ya taşarak burjuva dünyasının karanlıklarını
yok edecektir. İnsanoğlunun gelişiminde üç aşama vardır: Hayvanlık, düşünce,
isyan. Devrimcilerin halkı eğitmesine ihtiyaç yoktur. Devrimcilik, dağınık
isyanları tek eylemde toplamak, eylem fırsatlarını yakalamaktır.
BATI
DÜŞÜNCESİNİN SON ARMAĞANI
Marksizm'den
bu yana Avrupalı kafası tek felsefe mektebi kurabilmiştir: Egzistansiyalizm.[2]
Egzistansiyalizm'in edebiyat çevrelerinde en tanınmış temsilcisi: Albert
Camus.
Camus'un
temel düşüncesi Sizif miti (1943) ile İsyan (1951)dadır. Hayatın içinde gelişen
bir düşünce karşısındayız. Kendi de söylüyor : "Düşünce, bir ömrün tecrübesiyle
kaynaşır ve bu tecrübeye göre biçimlenir."
Sizif
masalı ile İsyan eden insanı ayrı ayrı inceleyelim. Camus önsözde uyarıyor
bizi. Kitapta tasvirini yaptığı: Bir ruh hastalığı. Sorumluluğu
yüklenmemektedir. Mit, kısa bir zaman için geçerli, nasıl bir geleceğe
yöneliyor, kestiremeyiz.
Sizif
masalı'nın ana teması: İntihar. Kavramın imtiyazlı bir yeri var.
Yazarın düşüncesi oradan fışkırıyor. Camus, intiharı incelemekten çok bir
cevabı değerlendiriyor. Hayatın anlamı nedir sualine verilen cevap. Düzeyde
kalan izahlara iltifat etmiyor Camus.
Yargısı şu:
Hayat, abestir. Niçin katlanıyoruz?
Alışkanlıktan.
"Canına kıymak demek, bu alışkanlığın ne kadar abes olduğunu, yaşamak için
hiç bir ciddî sebep bulunmadığını, her Allah'ın günü didinmenin çılgınlığını ve
ıstırabın faydasızlığını anladım demektir". Kısaca, canına kıymak, hayatın
yaşamağa değmediğini kabul etmektir.
Camus, bir
müntehir adayı olarak, gündelik hayatın boşluğunu derinden derine duyar. Ama
can tatlı. Hayatın anlamı olmasa da, yaşamalı. Bu çelişkiden doğuyor Camus'un
cevabı ve kahramanlığını vurguluyor.
Hayatın
anlamsızlığını uzun uzadıya anlatır Camus. Hem gönlümüzle hem kafamızla duyarız
bu anlamsızlığı.
Düşüncenin
de, eylemin de eşiğinde abes var. Belki karışık, belki müphem. Ama kesin bir
duygu. Uzak, ama mevcud.
Bir
beklenmedik duygu, bir yolun dönemecinde veya bir lokantanın aralığında içinize
çöker. Ani ve rezil bir duygu. Birden yakalayıverir sizi. Ve bütün hayatınızı
değiştirir. Size mahsus bir tecrübe. Başkasına aktaramazsınız.
Uyanış, tramvay, dört saat çalışma, yemek,
tramvay, dört saat çalışma, yemek, sonra uyku ve Pazartesi, Salı, Çarşamba,
Perşembe, Cuma ve Cumartesi aynı yeknesaklık. Umumiyetle sıkılmadan yaparız bu
yolculuğu.
Jestlerimizin
otomatizmi de, gündelik hayatın dış ritmine uyar. Anlamsızlık, yalnız dışımızda
değil, içimizdedir de. "İnsanlar, insan dışı da ifraz eder. Bazı uyanık
anlarında, jestlerinin mekanik yönü, anlamsız pandomimleri çevresindeki herkesi
afallatır. Bir telefon kulübesinde adamın biri telefon eder. Ne söylediğini
duymazsınız. Mimiğini görürsünüz sadece. Neden yaşıyor bu adam dersiniz, ama
tedirgin de olmazsınız pek. Günün birinde abes duygusu yakalar sizi, iflah
olamazsınız artık."
"Abes,
insanın özlemleriyle, çağrısıyla dünyanın akıl dışı suskunluğu arasındaki
karşılaştırmadan doğar. Bir yanda insanın özlemleri, bir yanda irrasyonel. Bu
dramın üçüncü kahramanı, abestir."
Öyle mi
acaba?
Hakikatte
abes, gerçeğe sırtını çeviren, varlık probleminin çözümünü kendi içinde ariyan
ferdin yalnızlığından doğar. Egzistansiyalizmin temelinde de hayata karşı derin
bir bıkkınlık, gerçek bir nevroz vardır. Bir yazarın dediği gibi,
egzistansiyalist filozof, hayattan nefret eder ve insanlardan tiksinir.
Sizif
masalında, Anlaşmazlık'ta, Yabancı'da, cana kıyılır veya intihar edilir.
Kahramanlar marazi bir keyf duyar cana kıymaktan. Kör bir kaderdir bu. Deniz
kıyısında yaşamak isteyen parasız bir genç kız, para elde etmek için adam
öldürür ve en küçük bir nedamet duymaz. Sonunda intihar eder, ama öfkesinden.
Egzistansiyalist
roman kahramanları bir eser yaratmak, faydalı olmak için harekete geçmezler.
Eylemleri ister caniyane olsun, ister kahramanca, var olduklarını isbat için
bir imkân, bir araç Sızif, boyuna kayayı kaldırır, bunu yaparken kendi
varlığını vurgulamaktadır. Abesmiş! Olsun. Gücünü göstermek için bir kurallar
dehlizine kapanan sanatkârın aradığı da bu buruk tatmin değil mi?
Kendilerini,
hür olduklarına inandırmak için kan ter döken bu kahramanların gözünde mühim
olan tek şey bu saçma sapan davranışlardır.
İstesek de,
istemesek de öleceğiz. Demek, her şey anlamsız. İnsan olarak
yaşadığımız macera hiç bir işe yaramıyor.
Bu
anlaşılmaz dünya, bu saçma sapan gündelik hayat, ölümle sona erecek olan bu
sessiz komedi karşısında, şuur... Şuur uyanıncaya kadar gayet tabii ve rahat
olarak yaşanan gündelik hayat. Birdenbire sıkıcı ve mide bulandırıcı olmağa
başlar. Çünkü şuur, hayatın otomatik ritmi ile kaynaşmışken, bu ahenk
bozuluverir. Şaşırır insan. Ben ki şuurum, nasıl olmuş da kendi dışımda bir
varlıkla kaynaşabilmişim?
Şuur
ayrılır ve işlemeğe başlar. Anlarız ki şuur, tek güzel şey. Çünkü her şey
şuurla başlar, her şeyin değerini yapan şuurdur.
Bir yanda
şuur, ötede irrasyonel. İzlenecek üç yol var:
1 - Hayatın manası yoksa öldürürüm
kendimi.
Ama
kimsenin kendini öldürdüğü yok. İntihar bir çözüm değil, çünkü şuuru hesaba
katmıyor. Abes, şuurdan doğmuştur ve bir hakikat olarak yaşamalıdır.
2 - İkinci yol, ümid.
Şuurun
önünde abes duvarı var. Şuur yeni bir hayat arar. Bu dünyanın anahtarı olan
başka bir dünya hayali ile yaşar. Bir gün her şey aydınlanacaktır. Daha
şimdiden her şeyin bir hikmet-i vücudu olduğu düşünülebilir. İman söz
konusudur. Camus burada teselli metafiziklerini tahlil eder.
3 - Gerçek
çözüm yolu: İsyandır.
Uyuşukluğu
red etmek ve şuurdan yana olmak kahramanca bir çözüm. İsyan abes'e yöneliş,
abese bakış, şuuru abese fırlatıştır. Yaşamak, abesi yaşatmaktır. İsyanın
kaynağı gurur değil, şuurdur. Evet, isyan dünyayı alt eder, ama ümidsizdir,
çünkü mutlak bir ölüm düşüncesinden doğar, isyanla şuur ölümsüzleşmez.
İsyan eden
insan'da ortaya atılan ilk soru: "başkalarını
öldürebilir miyim?".
Söz konusu
olan, yaşadığı çağı anlamak. Çağımız cinayet çağı, katil, yargıç; günahsız,
suçlu iskemlesinde.
Birinci
kaziye: Her şey caizdir.
İkinci
kaziye: Başka bir insanı öldürmek caiz değildir. Çünkü
bütün insanların ortak yönü: Şuur.
Sizif
masalı, abesi anlatır. Abes, şuuru yaralar ve onun emellerine karşı gelir, ama
faydalıdır da: İsteyerek katlanılan bu yaralanış sonunda şuur uyanır ve ayakta
durur. Böyle bir deneme zorunludur. Çünkü peşin hükümlerin, prensiplerin kökünü
kazır. Şuurun zincirlerini kırar. Ona yeni bir silah verir: Şüphe. Ne var ki bu
abes denemesini aşmak lâzım. Bu hassasiyet ve temelindeki nihilizm, bir kalkış
noktası olmalıdır sadece. Saplanıp kalmak, çağımızın yanılgısı. Abes kendi
başına bir eylem kuralı belirtmez. Kalkış noktası olarak değeri vardır. İtici
bir güçtür, aynı anda ileri sürdüğü iki kaziyeyi bir yaratış sonunda aşmak
lâzım. Abes isyan sayesinde aşar kendini. Madem ki dünya abes, bu abes
karşısında isyan etmek lâzım. Şuur, isyanla beraber doğar. Evet, şuuru yaratan
isyan değildir. Eylemden önce değer vardır. Camus için; öz, varlıktan önce
gelir. Bizde korunması gereken ezeli bir değer yoksa niçin baş kaldıracağız?
İsyan,
insanoğlunun haysiyeti.
İsyan
ediyorum demek ki varız. Demek ki isyan egoist bir hareket
değil, çok defa bir fedakârlık. İsyan, gözleri kapalı bir züht.
ASİ
KÜFREDİYORSA, YENİ BİR TANRI BULMAK ÜMİDİ İLEDİR.
BİR ŞAHİDİN
SUÇLAMALARI
Tutku
yüzünden işlenen cinayetler başka, mantığa dayanan cinayetler başka. Ceza
kanunu aralarındaki farkı tek kelime ile kestirip atmış: Taammüd. Taammüd
yani düşünerek işlenmiş cinayet çağındayız, kusursuz cinayetler çağı. Bugünün
suçluları "seviyordum" diye bağışlanmak isteyen birer zavallı çocuk
değil artık. Basbayağı ergin kişiler. Mazeretleri de tartışılmaz: Felsefe. Her
şeyi kanıtlayabilirsiniz felsefe ile hatta katilleri yargıç yapabilirsiniz.
Rüzgârlı
Tepe'de Radcliff, Cathie'yi elde etmek için bütün insanları öldürmeğe hazırdır
ama bu cinayetin makul olduğunu veya herhangi bir sisteme dayandığını ileri
sürmek aklından geçmez. Öldürmeğe hazırdır o kadar. Başka bir mazeret aramaz.
Cinayet aşkın gücüne ve kişiliğe dayanır. Güçlü bir aşk her zaman görülmediği
için cinayet de bir istisnadır. Kapı ve pencere kırmak gibi bir kanunsuzluk.
Fakat günümüzde insanlar tabansız oldukları için bir doktrine sarılmak, yani
suçu bir takım sebeplere dayamak ihtiyacındadırlar. Böyle olunca da cinayet,
akıl gibi doğurganlaşmakta, kıyasın bütün biçimlerine bürünmektedir.
Eskiden
çığlık gibi yalındı, şimdi ilim gibi evrensel. Dün yargılanıyordu, bugün
dünyayı yargılamaktadır. Bu ne rezalet demeyeceğiz. Bu denemede de öteki
denemelerimizde olduğu gibi ânın gerçeğini kabul diyoruz. Bu gerçek mantığa
dayanan cinayettir. İşte amacımız dabu cinayetin gerekçelerini araştırmak
Zamanımızı anlamak için bir çaba bu deneme. Elli yılda yetmiş milyon insanı
yerinden yurdundan eden, köleleştiren, yok eden bir dönem ancak ve her şeyden
önce yargılanmalıdır diye düşünenler çıkar belki. Ama dönemin suçluluğu iyice
anlaşılmalı değil mi?
Bir
zamanlar zorba, şânını yüceltmek için kentleri yakıp yıkıyor, galibin arabasına
zincirlenen tutsak eğlenen kentlilere teşhir ediliyor, toplanan halk önünde
yırtıcı hayvanlara fırlatılıyordu. Bu kadar dobra dobra cinayetler karşısında,
vicdan metanetini koruyabilir, muhakeme berrak kalabilirdi. Ama hürriyet
bayrağı altındaki esir kampları insan sevgisi adına veya insanüstü uğruna
işlenen katliamlar muhakemeyi bir mânâda alt üst ediyor. Cinayet suçsuzluk
postuna bürününce (zamanımıza mahsus garib bir terslik), suçsuzluk kendini
savunmak zorundadır. Kitabın yapmak istediği, bu garib meydan okuyuşu kabul
etmek ve incelemek.
Mesele şu: Neden
suçsuz eyleme geçer geçmez cana kıyıyor?
Bu bir
alınyazısı mı acaba?
Karşımızdaki
insanı öldürmek veya öldürülmesine razı olmak hakkına sahip miyiz?
Önce bunu bilelim.
Zamanımızda her eylemin sonu dolaylı veya doğrudan cana kıymak olduğuna göre,
neden öldürüyoruz, öldürmesek olmaz mı?
Çözülmesi
gereken başlıca soru bu. Öldürmek, hakkımız yoksa tek çıkar yol intihar değil
mi?
İdeolojiler
çağında yaşadığımıza göre, cinayet işini anlamağa çalışmalıyız. Cinayet akla
uygunsa, hem devrimiz, hem de biz doğru yoldayız demektir. Değilse, düpedüz
çıldırmışız. Ya bir gerekçe bulacağız cinayete yahut eylemden vazgeçeceğiz.
Aydının görevi çağın gürültü patırtısı ve kan deryası içinde, kendisine sorulan
suâle açık seçik bir cevap bulmak. Çünkü hepimiz sorguya çekiliyoruz. Altmış
yıl önce inkâr çağındaydık. Cana kıymadan önce, uzun uzun düşünürdük. Bazan
intibara (kabarma) varırdı iş. Derdik ki; kanunda hile yapıyor, insanlar da,
bende öleyim bari. İntihar bir çözümdü. Bugünün ideolojisine göre, oyunun
kurallarına uymayan yalnız başkaları, o halde öldürelim. Tanyeri ağarırken
sırmalara bürünmüş katiller bir hücreye sokuluyor yavaşça; işleri öldürmek.
Demek ya
kendi canına kıyacaksın, ya başkalarının. Üçüncü bir yol yok. Abes kaçınılmaz. Her
şey mümkün, her şey manasız olduğuna göre, ölmüşüz veya öldürmüşüz ne farkeder?
Katil ne
haklı, ne de haksız. İnsan yakan fırınları tutuştursanız da olur, kendinizi
cüzzamlıların bakımına adasanız da olur. Hayır da, şer de, tesadüf ve kapris.
Peki,
elinizi kolunuzu bağlasanız, o zaman da başkalarının öldürülmesine rıza
göstermiş olmayacak mısınız?
Tek
hürriyetiniz var; insanların mükemmel olmadığından yakınmak. (Bkz. A.
Camus, L'Homme revolte)
TOPLU BİR BAKIŞ
Şiddet:
Avrupa'nın Tanrısı
Avrupa,
Makyavel'den beri kasideler okur şiddete. Hristiyanıyla, maddecisiyle,
sosyalistiyle bir sara nöbeti içindedir. Ama şiddet, tarihin hiçbir döneminde
çağımızdaki kadar yüceltilmemiştir. Sorel'in "Şiddet Üzerine
Düşünceler"iyle başlayan bir isteri nöbeti, Batı'nın sözde irfanını
bir cinayet kışkırtıcısı derekesine düşürdü. Camus doğru söylüyor: "Maverayla
göbek bağını koparmış bir dünyanın insanı ya intihar eder ya isyan."
Öldürmek, maddeci Batı'nın alın yazısı.
Kendini ve
daha da çok başkalarını öldürmek.
İnsan
insandan iğreniyor. Bir ana kucağı olan tabiat sonsuz bir mezbele.
Şehirler, kan deryası. Büyücü çırağı, topraktan fışkırttığı ifrit tohumlarını
tekrar yerin dibine sokmak için var gücüyle tedbir arıyor. Ne yazık ki şerrin
kaynağına bir türlü inemedi. Biz de temelleri çatırdayan bu yalancı, bu katil
medeniyetin şuursuz bir taklitçisi olarak aynı ölüm karnavalına katılmış
bulunuyoruz.
Batı'dan
ayrıldığımız tek taraf: Şuursuzluk.
Çılgınlığımıza
"bilimsel" bir yafta yapıştırdık: Anarşizm. Oysa bu kör
doğuşunun hiçbir izm'le uzak yakın münasebeti yoktur. Maâşerî bir kuduz, bir
kendi kendini tahrip cinneti. Avrupa kendi yarattığı ifritleri tepelemek için
elinden geleni yapıyor. Evliya-ı umur (iş başındakiler) Batının bu
gayretlerinden topyekûn habersiz.
Tekerlemelerle
avunmağa çalışıyoruz. Oysa bu büyük yangını şairane lakırdılarla söndürmeğe
yeltenmek fikrî sefaletimizin hazin bir hücceti, hazin ve lüzumsuz. Önümde bir
kitap duruyor: 1975'de Londra'da basılmış.
Adı: Şehir
Terörizmi.
Yazan:
Anthony Burton.
Aydın denen
devekuşları, niçin bu ikaz edici neşriyata eğilmezler?
ŞEHİR
TEDHİŞÇİLİĞİ (Şehir Terörü)
Ferdî
tedhiş, İslâm'ın da, Osmanlı'nın da tanımadığı bir âfet. Ülkemize,
bütün emraz-ı içtimaîye gibi, Batı'dan geldi. Teşhis ve tedavisini de Batı'dan
öğrenmek zorundayız. Kitabın arka kapağı yazarı şöyle tanıtıyor: "Anthony
Burton, İngiliz ordusunda 16 yıl görev yapmış. Görevinin son yıllarında kurmay
adaylarına milletler arası meseleler ve savaş tabiyesi üzerine dersler vermiş.
Londra Üniversitesi'nden mezun. Surrey Üniversitesi'nde master yapmış. Şimdi
serbest hoca ve yazar."
Ön kapakta
ise, kitap şöyle tanıtılıyor:
"Çok
acı, daha doğrusu çok ayıp... Bombalar patlar ve günahsız insanlar göz göre
göre öldürülür veya sakatlanırken gazetelerdeki iri başlıklar ve haber
bültenlerine öylesine alıştık ki, kılımız bile kıpırdamıyor artık. Birbirini
kovalayan her saldırıdan sonra içimizden yükselen öfke çabucak kaybediyor etkisini."
Bu kitapta
Tony Burton, şehir gerillasının ideolojik ve politik köklerini bir bir
inceliyor. Bakunin, Marighela, Guevara ve Debray gibi tedhişçilerin bu yolu
niçin seçtiklerini ve kullandıkları taktikleri enine boyuna araştırıyor.
Metodlarının ve görüşlerinin neye dayandığını ve birbirini kovalayan gerilla
gruplarınca neden benimsendiğini anlatıyor ayrıntılarıyla. Kısaca, okuyucuya
sunulan, bugün hepimizin karşı karşıya geldiği hayatî bir meselenin tahlili,
insanı altüst eden bir tahlil.
Heyhat...
Bu konuda "her şeyi anlamak, her şeyi affetmek" olmadığı gibi böyle
bir hoşgörü temenniye de şâyân değildir. Burton doğru söylüyor; "Hastayı
tedavi etmenin tek yolu derdini anlamaktır."
Şimdi de
yazarın önsözüne bir göz atalım. Kitabın amacı: Şehir tedhişçiliği adı verilen
çağdaş olayın arka plânına (background) az çok ışık tutmak. Şehir tedhişçiliği,
sokaklarda yapılan terörizm. Bu eylemin hedefi ya hükümetleri devirmek yahut da
-sömürgelerdeki bağımsızlık taleplerini kabule zorlamaktır, yabancı hükümetleri.
Birinci
bölümün başlığı: Tedhişin ana hatları. Burton, yazıya
Bertand de Jouvenal'den bir iktibasla giriyor: "Ne yazık ki zor'a göz
yummanın ne kadar tehlikeli olduğunu ancak iktidara zor'la yükselenler bilir.
Oysa meşru yollardan iktidara geçenler şiddet politikasıyla karşılaşınca apışıp
kalır ve tehlikeyi zamanında önleyemezler,
Şöyle
diyorlar bize: "Ne bir savaşı önlemek söz konusu, ne de uçurumun
kenarındayız. İçinde bulunduğumuz çağ bir yönetim buhranı çağı. İyi ama
stratejik uyuşukluk altında bile tedhiş gerekçesi saklı değil mi?
Bazan
örgütlenmiş bir tedhiş. Devletler çok kere, resmî beyanlarıyla yüreklendiriyor
tedhişçileri. Barış içinde bir arada yaşayacağız, diyorlar. Başka ülkelerin
içişlerine karışmamak prensipleriymiş.
Tedhiş
eylemcileri içinde çağdaş halk kahramanları var: Mao, Ho Chi-Minh, Che Guevera
gibi. Millî devletlerarasındaki savaşı ve kuvvet diplomasisini namussuzluk
sayan aydınlar var. Bunlar için tedhiş meşrudur, çünkü yukardan değil halktan
kaynaklanır. Halk ölecekmiş, nasılsa ölecek. Savaşlarda ölmüyor mu?
Bugün
devrimci tedhişle uğraşırken, bu tedhişin uzun bir zamanı kucaklayan tarihini
ve mazideki birçok örneklerini gözden kaçırıyoruz. Mesela eski Mısır'ın
papirüslerinde bile tedhişin izlerine rastlamak mümkün. Eski Yunan'ın site
devletlerindeki parti kavgaları tedhişten başka ne!
Mısır vakanüvisleri "Kan... Her
tarafta kan" diye feryat ediyor.
Sonra
yazar, tarihin şahadetine başvuruyor uzun uzun. Tüsidit'ü konuşturuyor.
Evet...
Güneş altında yeni bir şey yok. Fakat şehir tedhişinin derli toplu bir
nazariyesi yapılmamış geçen asırda. Tedhiş, 1871 Paris Komünasıyla bir devrim
aracı payesine yükseliyor. Sonra uslanmaz ve yaman terörist Blanki ve Lenin
anlatılıyor.
Çağdaş
tedhiş, millî sınırlar tanımaz Burton'a göre. Başıboş, deli dolu bir saldırı.
Bunun için tedbir almak son derece güç. Tedhişçiler sayıca az. Ama hepsi de
çılgın, hepsi de canından vazgeçmiş. Ve Burton, dünyadaki belli başlı tedhiş
gruplarını temsil ettikleri ideolojileriyle beraber bir bir sergiliyor. Kitap
344 büyük sayfa.
İçindekiler
aşağı yukarı şunlar:
1 — Tedhişin ana hatları
2 — Yaratıcı tedhiş
3 — Kıvılcım - Lenin'in yeniden keşfi
4 — Uzun bıçakları bileyin - Nazi ve faşist
tedhişi
5 — Kır gerillası mı?
Şehir
gerillası mı?
Metodolojik
tartışma
6 — Tupomaros yahut devrimci değişim için
yeni model
7 — Komünizm sonrası devrimciler - yeni sol
8 — Beyaz ve siyah ırkçılık
9 — Bölücü terör
10 —
Şehir gerillası konusunda İngiliz tecrübesi
11 — Yaşasın ölüm!
Ümitsizlikten doğan tedhiş
12 — Tepki
13 — Haşiye, tedhiş pazarı mı?
Batı Avrupa
için reçete Ekler:
1 — Şehir tedhişinin ideolojik kaynağı
2 — Şehir tedhişine yol açan şartlar
3 — Kuzey İrlanda'daki örgütler
Bibliyografya
SON DURAK: ANOMİ
Cevdet
Paşa'ya göre, dinlerin de sapıklıkların da kaynağı Asya.
İranlı
Mezdek hem sosyalizmin, hem komünizmin, hem nihilizmin piri.
İslamiyet
bu çılgınlıkları tasfiye etmiş.
Mezdek'in
çömezleri, ya isim değiştirerek yeraltında yaşamaya çalışmış yahut Avrupa'ya
sığınmış. Anarşizmin tarihini yazanlar Yunan-ı Kadim'e kadar
uzanır. Sonra Orta Çağ manastırlarına uğrarlar. Elbette ki XIX. asrı kızıla
boyayan bu mezheb-i siyasiyi Mazdeizm'e icra etmek yanlış. Böyle bir
akrabalıktan ancak anarşizmin tarih öncesi için söz edilebilir.
Devlet-i
Aliye'ye gelince... Nizama perestiş eden ceddimiz için nizamı tahribe yönelen
her davranış çılgınlıktı. Sultan faniydi, saltanat ebedî. Gerçi isyan ve
iğtişaş (karışıklık) insanlık tarihinin kaçınılmaz afetleri. Ama Osmanlı'da
hiçbir ayaklanmanın hedefi devleti yok etmek değildir.
XIX. asrın
sonlarında Çarlık Rusya'sını titreten nihilistler, Osmanlı için birer
ihtilâlciydiler. İhtilâl, dilimizin en korkunç, en karanlık kelimesiydi. Fitne,
fesat, fetret, o meş'um hercümercin belirtileri veya hazırlayıcısıydı. Türkçede
anarşiyi karşılayacak tek lâfız vardı: İhtilâl.
Avrupa'da
esen tedhiş rüzgârı XX. asrın başlarında ülkemize de uğradı. Anarşinin iğrenç
çehresini o zaman görür gibi olduk. Bir ermeni komitecinin Halife-i Rûy-i
Zemin'e fırlattığı bomba, garpperest bir şairimize tanınan mısralar ilham etti:
"Bir Lâhza-i Teehhür". Halûk'un babası, masum kardeşlerinin "bacak,
kelle, kol" ve kemiklerini havaya savuran bombayı bir "darbe-i
mübeccele", bir "dûd-i müntekim" olarak selâmladı.
İhtilâlin kanlı sancağını "alâmet-i tahlis" diye alkışladı bir başka
şair (A. Rıfkı). Fakat o meş'um tanrı henüz isimsizdir.
"Fevzâ"
kelimesi lügat hazinemize ikinci Meşrutiyetin armağanı. Başka bir deyişle
"Kamus-ı Okyanus" tercemesinde uyuyan bu köhne lâfzı dirilten, ikinci
Meşrutiyet intelijansiyasıdır.
Türk düşünce
tarihinde, anarşizme siyasî bir nazariye olarak yer veren ilk yazar -öyle
sanıyoruz ki- Bedii Nuri (1901). "Ulum-ı İktisadiye ve İçtimaiye
Mecmuası"nın o geniş tecessüslü muharriri bir Fransız sosyologunun
(Palante) -Revue Philosophique'de çıkan- uzunca bir tetkikini "Ferdiyûn
ve Fevzaviyûn" başlığı ile dilimize aktarır (a.g.m. cilt 3, s.
641-671). Makalenin Türk umumî efkârında herhangi bir iz bıraktığını
sanmıyoruz.
Anarşiye
felsefî bir mefhum olarak, vatandaşlık hakkı tanıyan ilk Türkçe lügat
"Kamûs-ı Felsefe" (1914). Rıza Tevfik, bu uzunca bendi (s. 227—233)
şöyle bir hükümle hülâsa eder: "Bugün bütün filozoflarla beraber
efkâr-ı münevvere eshabınca (aydınlar) şüphe kalmamıştır ki, anarşi, sırf bir
düstûr-ı itikat (inanç) olarak düşünülürse, dalâlet (sapıklık)tır. Eğer fiilî
ve amelî olursa cinnetten mütevellit bir cinayet, cinayet-i siyasiyedir."
Sevimli
"feylesof"umuz ve Proudhon'u anlayabilirdi, ne Bakunin'i; anarşizimle
anarşiyi birbirine karıştırması mukadderdi. Fevzaviyûn hakkındaki
makalesi Avrupa'nın müesses nizâmını ayakta tutmaya çalışan batılı üstadlardan
iktibas edilmiş bir gölge fikirler sergisidir. Bununla beraber, fevzaviyûn
mevheb-i içtimaisi uzun zaman Bedii Nuri ile Rıza Tevfik'in serseri
tecessüsünden başka bir meraklı bulamaz. Fevzâ, ne Selahi'nin lügatine
kabul edilir, ne Şemseddin Sami'nin, ne Redhouse'un. 1928'lerden sonra Hüseyin
Kâzım Kadri'nin büyük Türk Lügati'nde tekrar boy gösterir: "Her ferdin
her nevi vesâyet-i hükümetten âzâde olarak başlıbaşına tekâmülüne taraftar olan
meslek-i siyasî ve içtimaî. Hükümetsizlik, anarşi. Cemiyet-i beşeriyenin ancak
bu tarzda hukuk-ı tabiiyesini inkişaf ettirebileceğine ihtimal veren mezheb-i
ihtilâliyun."
Anarşizm,
otuz yıl sonra felsefî muhtevasından sıyrılarak T.D.K.'nın sözlüğünde karşımıza
çıkar:
"Anarşizm,
anarşistlerin mesleği."
Anarşist:
başsızlık taraflısı" (2. baskı, 1955).
Türk için
en büyük felaket: Başsızlık. Ferd, devletin emrinde, devlet, ferdin
hizmetindedir. Toplum yekpare bir bütün. Hodgâmlık sosyal uzviyetin tanımadığı
bir hastalık. Bambaşka bir ruh ikliminde gelişen anarşizm. Avrupa'nın diğer
emraz-ı içtimaiyesi gibi, ülkemize de uğrar zaman zaman. Ziya Paşa'nın:
“Cihan
nâmındaki bir maktel-i âme yolum düştü
Hükümet
derler anda bir nice salhaneler gördüm."
Feryadı,
tekerrürüne şâhid olmadığımız yabancı bir ses.
Fikret,
ferdiyetçi anarşizme zaman zaman yaklaşır:
"Kimseden
ümmid-i feyz etmem, dilenmem perr-ü bâl
Kendi
cevvim, kendi eflâkimde kendim tâirim."
diyen şair
"Tarih-i Kadim"de Stirner'i hatırlatır. Ama bunlar marazî bir
hassasiyetin kanat çırpışlarıdır sadece. Rüzgâr yine batıdan esmektedir. A.
Rıfkı, Bektaşilikten ihtilâlciliğe, ihtilâlcilikten Budizm'e geçer. Serseri ve
kararsız bir cevelân.
Son yılların
talebe hareketlerine gelince... Bunlar "23 Nisan" bayramında ellerine
tabanca ve dinamit lokumu tutuşturulan çocukların oynamağa heveslendikleri
kanlı bir oyundur. Anarşi?
Belki...
Anarşizm?
Hayır.
Kendi kendini tahrib eden bu zavallı nesil, anarşizmin belli başlı
nazariyecilerinden habersizdir. Zaten ne Bakunin çevrilmiştir Türkçeye, ne
Proudhon, ne Kropotkin, ne Elisee Reclus... Ne Stirner. Bize göre bu tehlikeli
macerayı vasıflandıracak kelime anarşiden çok "anomie"dir.
(Ümitsizlik; kanunsuzluk; uyumsuzluk)
Zira
sanayileşmiş ülkelerde saman alevi gibi parlayıp sönen talebe hareketleri bizde
müzmin bir hastalık gibi devam ediyor...
Anarşist
tedhişin hedefi: Devlettir.
Öğrenciler
birbirini yemekle meşgul, cinayetten çok intihara benzeyen bir çılgınlık bu.
Yabancı rüzgârların körüklediği bu yangını batılılaşma faciasının son perdesi
olarak görüyoruz. "Anomie" ama hiçbir ülkenin benzerini görmediği
vahim şümullü ve köklerini tarihin derinliklerine dayayan bir
"anomie". Kamuslardaki tariflerden hiçbiri ülkemizi tehdit eden büyük
tehlikeyi kucaklayamıyor. Zira Avrupa bizdeki değerler hercümercine hiçbir
çağda şâhid olmamış.
"Anomie"
(a. nefiy takısı, nomia: kanun, nizam) kanunsuzluk demek, sabit bir kanun
yokluğu.
Sosyoloji
Kamusu şöyle diyor:
"Anomi, Durkheim
tarafından uydurulan ve o zamandan beri sosyolojik tahlilde mühim bir yeri olan
mefhum." Sosyal İş Bölümü'nde (1893), "düzeni sağlayan ahlâk ve
hukuk kuralları ortadan kalkınca toplumun bütününü kucaklayan hastalık"
olarak tarif edilir. Tarihin belli dönemlerinde "davranışları
biçimlendiren ve idealleri inşa eden değerler sistemi ile ferdler arasındaki
münasibetier alt üst olur. Bu buhran toplumun bütününü sardığı zaman
"anomie" vardı; "anomie" dayanışmanın yok oluşudur."
Durkheim'e göre, sosyal iş bölümü kendine has bir dayanışma biçimi yaratır:
Organik dayanışma. Sosyal faaliyetlerin farklılaşması ile toplum üyelerinin
ortak duygularında değişmeler olur; bu da sosyal inançların gevşemesine yol
açar; toplum imajının yerini kişi imajı alır. Ferdler kendilerinde birtakım
kabiliyetler olduğuna inanırlar; toplum onlara belli roller verir; eğer bu
kabiliyetlerle, o rolleri birbirine uymuyorsa sosyal bütünleşme
gerçekleşemez... Çağdaş toplum, işbirliği ile rekabet, dayanışma ile çatışma
arasında bocalamaktadır. İktisadî anarşi ve -aile, kilise, korporasyon gibi-
ara kuruluşların zaafı yüzünden dengesizlik doğunca değerler sistemi bozulur;
kişinin amaç ve araçları ön plana geçer; çünkü sosyal düzen, sosyal ahengi
sağlayamaz artık.
Durkheim'in
"İntihar" adlı eserinde "anomie"nin bir başka yönüne
ışık tutulur; ferdle kucağında yaşadığı toplumun normları arasındaki münasebet
(bu normların ferd tarafından benimsenip benimsenmemesi). Ferdle sembolik
düzen arasındaki münasebeti ele alan bu inceleme, yalnızlaşan insanın sonsuz ve
baş döndürücü arzular içinde bocalayışını aydınlatır. Toplum, insanın
kaynağında yer alan bu bunalım kaybolur ama bütünleştirici müesseselerin
baskısı azalınca tekrar belirir, "anomie" budur işte.
"Anomie"nin izahı artık sadece sosyal düzen çerçevesi içinde
yapılmaz; arzuyla kanun arasındaki münasebeti ve kanunun arzuyu
beşerileştirmekteki aczi de dikkate alınmalıdır. "Anomie"
ölçüsüzlüğün hastalığıdır.
Merton'a
göre "anomie"nin kaynağı, toplumun teklif ettiği amaçlarla, bu
amaçları elde etmemizi sağlayan meşru vasıtalar arasındaki uyuşmazlıktır;
ferdin toplum tabakaları içindeki yerinden doğan bir uyuşmazlık.
Wirth ise
şöyle der: "Sosyal yönelişlerin dayandığı temel zayıflamışsa (yani herkes
başka bir telden çalıyorsa, ferdler arasında dayanışma kalmamışsa, değerler
levhası altüst olmuşsa),
toplum
yapısı çözülmeye yüz tutar; Durkheim bu çözülüşe "anomie" diyor, bir
nevi sosyal boşluk, içtimaî adem, intiharlar, cinayetler, kargaşalıklar
birbirini kovalar; çünkü ferdin yaşayışı artık bütünleşmiş ve müstakar bir
içtimaî zemine kök salmış değildir; hayat faaliyeti geniş ölçüde, manasını ve
hikmet-i vücûdunu kaybetmiştir.
TARİHTEN
GELEN SES
Anarşi,
anomi, terör.,.
Hangi adla
yâd edilirse edilsin, korkunç bir buhranın pençesindeyiz.
Teceddüd
illetinden doğan bir buhran.
Bin yıllık
bir medeniyet parça parça yıkılır, toplum hayatına yön veren inançlar yok
edilirken, şuursuz bir intelijansiya sevinç çığlıkları atıyordu. Ama zelzelenin
yaptığı ve yapacağı tahribatı bütün dehşetiyle sezen ve mezar kazıcılara
"Ne yapıyorsunuz?" diye haykıran vicdanlar da yok değildi. Mustafa
Sungur'un kitabı (Anarşi, Sebeb ve Çareleri, 1978), Bediüzzaman'ın bu korkunç
felaketi önlemek için nasıl yarım asır çalıştığını anlatıyor.
İktidar,
kulaklarına pamuk tıkamayıp Nurslu Münzevi'nin ihtarları üzerinde düşünmek
zahmetine katlansaydı. Ülkenin akıbeti bu kadar hazîn olmazdı belki. BEDİÜZZAMAN'A
GÖRE,
"dini
terk edip İslâmiyet seciyesinden çıkan bir Müslim, dalâlet-i mutlaka'ya düşer,
anarşist olur".
"Ruhunda
kemâlata medar hiç bir halet kalmaz, vicdanı tefessüh eder, hayât-ı içtimaiye
için bir zehir olur".
"Laubaliler
iyi bilsinler ki dinsizlikle kendilerini hiç bir ecnebiye sevdiremezler. Zira
mesleksizliklerini göstermiş olurlar."
Müslüman
başka bir dine giremez. Ne Hıristiyan olabilir, ne Yahudi, ne de Bolşevik.
"ÇÜNKÜ
BİR İSEVÎ MÜSLÜMAN OLSA, İSA ALEYHİSSELÂMI DAHA ZİYADE SEVER. BİR MUSEVÎ
MÜSLÜMAN OLSA, MUSA ALEYHİSSELÂMI DAHA ZİYADE SEVER. FAKAT BİR MÜSLÜMAN
MUHAMMED ALEYHİSSALATÜ VESSELAMIN ZİNCİRİNDEN ÇIKSA, DİNİNİ BIRAKSA, DAHA HİÇ
BİR DİNE GİREMEZ, ANARŞİST OLUR."
Kaynakça
Bkz: Cemil MERİÇ hzl: Mahmut Ali MERİÇ Kırk Ambar [Kitap]. - İstanbul :
İletişim, Cilt I 2009, Cilt II 2006. Sh:435-517
[1] (Bkz.
Ümrandan Uygarlığa, "Çağdaş uygarlık düzeyi")
[2] Varoluşçuluk: Varoluşçuluğu tanımlamak için, sözcüğün kendisinden
işe başlamak gerekir. Bu yeni türetilmiş sözcük "varoluş" (existence)
isminden, ilkin "varoluşsal" (existentiel) ve varoluşla ilgili
"existential" sıfatları türetilerek ve daha sonra "culuk"
son eki eklenerek ortaya çıkmıştır. Varoluşculuk, varoluşun önceliğini ya da
ilkinliğini benimseyen bir kuramdır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.