YAHUDİLİK VE BİZDEKİ TASAVVUF
Hzl: Paul B. FENTON
trc.: Salih ÇİFT
İslam tasavvufu ile Yahudi mistisizmi arasında karşılıklı bir etkileşim
söz konusudur. Tarihsel olarak bakıldığında oluşum döneminde Bağdat’ta
Yahudilik tasavvufu etkilemiştir. Bununla birlikte ilerleyen zaman içinde
tasavvufun Yahudi mistik düşüncesi üzerinde daimî bir tesirinin varlığına şahit
olunmaktadır. Dinler tarihi için büyük önem taşıyan bu durum şüphesiz henüz
ortaya çıkarılmakta olan inançlar arası alış verişler hususunda yeni ufuklar
sunmaktadır.
Doğudaki Menşeler
İslam düşüncesi ve maneviyâtının kapsamlı tesir alanı dahilinde,
mistisizm sahasındaki İsrail ile İsmail arasındaki etkileşim meselesi
karşılaştırmalı dinler tarihinin en ilgi çekici konularından biridir. Tarihsel
açıdan bakıldığında, Yahudilik başlangıçta, Bağdat’taki oluşum döneminde
tasavvufu etkilemiştir. Şaşırtıcı bir şekilde, alimler Doğu Neoplatonizmi ve
Hıristiyan dindarlığının bu dönemdeki zühd anlayışlarının gelişimine katkıda
bulunduğunu kabul ederlerken, diğer taraftan onları çevreleyen Yahudi muhitinin
sûfiler üzerinde bırakmış olduğu derin etkiyi gözden kaçırmaktadırlar.
Hakikaten, Babil Talmudu’nun
beşiği olan Mezopotamya, Yahudi ilim dünyasının merkezi durumundaydı,
dahası İslam fethinden sonraki Araplaştırma sürecini üstlenmeye hazır haldeydi.
Bağdat tasavvuf okulunun Talmudik geleneğine bağlı isimler arasında, sıdk ve
velayet gibi yeni gelişmeye başlayan tasavvufun öne çıkardığı erdemlerle kadîm
Rabbinik zühd ideallerini yaşadıkları
hayatla somutlaştıran bazı karizmatik şahsiyetler bulunabilir. Üstelik sûfi
menâkıbnâmeleri “İsrail’in çocukları arasında bulunan zâhidleri” konu
edinen ve İsrâiliyyat olarak bilinen çok sayıdaki örneği nakletmektedirler. Bu
rivayetlerden birçoğu Yahudi zâhidliğinin başlıca kaynaklarından olan Chapters
of the Fathers gibi eserlere dayanmaktadır.
Şüphesiz Talmudik literatürden kaynaklanmış olan ve bu dönemde
benimsenmiş olup İslam tasavvufunda gerçekten önemli bir rol oynayan özellikle
önemli bir görüş, kâinatın kendilerinin bereketi sayesinde ayakta durduğu gizli
veliler hiyerarşisi hakkındakidir. Bu gibi unsurlar dinler arası ilişki ya da
Yahudi kökenli mühtediler aracılığı ile İslam’a girmiş olmalıdır. Bununla
birlikte, tasavvuf kendini manevi bir güç olarak ortaya koyduğunda bu durum
Yahudiler için güçlü bir cazibe merkezi olmaya başlamıştı. Bağdat’taki
tasavvuf muhitlerinde çok sayıda Yahudi mühtedisi olduğuna şüphe yoktur, hatta
burada ilk sûfi şeyhlerinin sohbetlerine katılan Yahudilerin var olduğunu
bilmekteyiz.
Gerçekten de sûfi tabakât müellifleri, İbrahim el-Havvâs gibi
mutasavvıfların faaliyetleri neticesi İslam’a giren Yahudi mühtedilerin
hikayelerini nakletmekten ve bunu da şeyhin kerameti olarak takdim etmekten
hoşlanırlar. Bazı sûfi şeyhlerinin diğer din mensuplarına yönelik nispeten açık
tutumlarının bu tarz bağlantıları kolaylaştırdığına şüphe yoktur. Her ne kadar
dünyanın geçiciliği ve zühde dair tasavvufî fikirlerin izlerini IX. asırda
Bağdat’ta yaşayan Sa’adyah Ga’ön (Saadiah Gaon) (ö. 940) gibi Yahudi müelliflerinin
eserlerinde bulmak imkan dahilindeyse de, yalnızca Yahudi-Arap kültürel ortak
yaşamı esnasında ortaya konulan eserlerde kesin ip uçlarını tesbit etmek mümkün
olmaktadır.
İspanya’nın Altın Çağı
İber yarımadasının Yahudi, Hıristiyan ve müslümanlar arasındaki kültür
alış verişi açısından verimli bir coğrafya olduğu iyi bilinen bir gerçektir.
Çok daha sonraki bir dönemde müslüman sûfi Muhyiddin İbn Arabî (ö. 1240) ile
bir Yahudi hahamı arasında, kutsal metinlerin harflerinin tabiatı üzerine
cereyan eden teolojik münazaranın delilleri bugün elimizdedir. Bu tarz
ilişkilerin daha önceki zamanlarda da yaşandığı düşünülebilir. Endülüs’te
tasavvufun erken dönemde gelişmeye başlaması esas olarak sûfi İbn Meserre’nin
(886-931) fikirleri sayesinde olmuştur. Onun, Müslüman ve Yahudi Neoplatonizmi
üzerindeki etkisi olduğundan fazla gösterilirken, manevî mirasçısı olan Sehl
et-Tüsterî, son zamanlarda neşredilen eserlerinde de görüldüğü üzere, Arap
alfabesinin mistik rolü üzerine büyük vurgu yapmıştır. Bu disiplin İbn
Arabî’nin teozofik sisteminin temel unsurlarındandır ve aynı zamanda daha önce
işaret edildiği üzere Yahudiler’le üzerinde tartıştığı bir konudur. Talmudik
zamanlardan (üçüncü yüzyıldan dördüncü yüzyıla kadar) ve daha sonra Kabbala
döneminde, “gematriyah” olarak
bilinen bu aritmolojik kuramlar Yahudi tefsir anlayışının ve bâtınîliğinin
(esoterizminin) ana unsurlarından biri durumundaydı. Her iki dindeki mistik
kavramların gelişimi arasındaki çarpıcı benzerlik “harfler ilmi” ile sonraki
münasebetlerde, başlangıçta Yahudiliğin müslümanlar üzerindeki tesirin
varlığını şüpheye mahal bırakmayacak şekilde ortaya koymaktadır.
Her ne kadar tasavvufa ait belirgin edebî izler Solomon İbn Gabriel
(ö. 1057) ve Judah Halevi (1075-1141) gibi Endülüslü büyük Yahudi şairlerin
dinî şiirlerinde mevcutsa da, tasavvufî düşünceye derin bir saygıyı ifade eden,
ortaçağa ait ilk nesir çalışması Haham Bahyâ İbn Paqûdah’ın (ykş. 1080)
Arapça olarak kaleme aldığı ve zühd teolojisi üzerine yazılmış olan Ferâidu’l-kulûb’dur
(Kalblerin Vazifeleri). Bahyâ, Yahudi kardeşlerinin zâhirî kalıplara aşırı
bağlılığına ve dînî sathiliğe çare bulmak amacıyla bir seyr u sülûk rehberi
hazırladı. Ruha, tefekkür ve aşk yoluyla “İlâhi nûr” ile birleşmesinde
yol göstermeyi amaçlayan bu kılavuz, sûfilerin seyr u sülûklarında kat
ettikleri manevi makamları konu edinen risalelere dayanmaktaydı.
Bahyâ’nın tasavvufî kaynakları kullanışı tamamiyle gelişigüzel
değildir. O bazı mütefekkir sûfilerin salık verdikleri aşırı zühde ve nefsi
öldürmeye karşı çıkmakta ve Allah’da fenâ (ittihâd) meselesine ihtiyatla
yaklaşan bir anlayışı benimsemekteydi. Tevrat’la birlikte Kur’ân’dan naklettiği
İslamî özellikteki malzemeyi kamufle etmek maksadıyla katlandığı sıkıntılara
rağmen, eserinin girişinde yer alan ifadeleri, Yahudi cemaatine tanıtmakta
olduğu bu yeni zühd anlayışı ile ilgili endişelerini ortaya koymaktadır. O, şu
Talmudik özdeyişi delil göstermek suretiyle dindaşlarının kınamasına maruz
kalmanın önüne geçmiş oluyordu: “Her kim
hikmetli bir söz söylerse, o Yahudi olmasa bile bilge (hakîm) sıfatına layık
olur.” Kalbin Vazifeleri
Yahudi-Arap literatürünün klasikleri arasında kutsal dile çevrilen ilk eserdir.
Sahip olduğu İslamî damgayı büyük ölçüde zayıflatmış olan bu İbranice tercüme,
Yahudi okurlara tasavvufî kavramları aşılamak suretiyle, Yahudi maneviyatı
üzerinde sonuçları bugüne kadar gelen daimî bir tesir yapmıştı. İspanyol ve
daha sonra da özellikle Bahyâ’nın halvette tefekküre dair görüşleriyle
ilgilenen Filistinli Kabbalistleri etkiledikten sonra, Kalbin Vazifeleri
on sekizinci yüzyılda Polonyalı Hasidimler
tarafından yoğun bir şekilde okunmuştur. Onlar, sükût (quietism), zâhirî
ve bâtınî halvet ile ruh- beden mücadelesi gibi kendileri için temel bazı
görüşleri ondan ödünç almışlardı. Bu suretle biz ilk Hasidik müelliflerden olan
Polonyalı Jacob Joseph’in yazılarında şu meşhur rivayeti okumaktayız:
“Küçük savaştan dönüyoruz, şimdi daha büyük olan savaşa
(nefsle olana) hazırlanın.”
Bahyâ bu ifadeyi bir “bilge” nin sözü olarak nakletmektedir,
ancak hakikatte Müslüman kaynaklar bu ifadeyi Hz. Peygamber Muhammed
[salla’llâhu aleyhi ve sellem]e mal etmektedirler.
Sonraki bazı Endülüslü müelliflerin eserleri gibi çalışmalar Müslüman
sûfilerin yazılarıyla benzerlik arz etmektedir. Song of Songs (İlâhiler
İlâhisi) üzerine Arapça olarak İbn Aknîn (XIII. yy.) tarafından yapılan
simgesel (allegoric) tefsir (şerh), ilâhi aşkı konu alan tasavvufî bir
risaledeki şahsı ele almaktadır. Bundan daha dikkate değer olanı, müellifin
burada verdiği aşk tanımlarının, tasavvufun temel klasiklerinden olan
Kuşeyrî’nin Risâle’sinden derlenmiş olmaları gerçeğidir. Ayrıca
Tıbbu’n-nüfûs adlı eserinde İbn Aknîn, Cüneyd (ö. 910) ve İbn Edhem gibi
sûfilerden “şeyhu’t-tâife” ve “er-rûhâni’l-ekber” lakablarıyla söz etmekten
sakınmaz.
Şarkılar Song İngilizce çeviri
okurken 05:16 "O tamamen güzel" ama insanların çoğu bilmiyorum adamın adı özgün megilot
yılında verildi: bu diyerek açıklamasını bitirir. İşte ayette onaltı göründüğü
gibi eski İbranice yazılmış adıdır: מחמד. "Mahammad": O olarak okunur. Ben Yehuda'nın İbranice-İngilizce Sözlük
göre, doğru "Mahammad" olarak telaffuz edilir. bana inanmıyorsanız,
bu çevirmen bağlantılar gitmek adını yapıştırın מחמד
ve sonra İngilizce'ye çevirir. מחמד
"Muhammed" olarak tercüme olduğunu göreceksiniz. Ayrıca bakınız
ve orijinal Şarkılar Şarkı dinleyebilirsiniz Muhammed (İbranice "im"
fark lütfen saygı çoğul) Aşağıdaki bağlantıya isim tarafından açıklanan
İbranice form:
http://www.hebrewoldtestament.com/B22C005.htm...
"Hikko Mamittakim biz kullo
Muhammadim Zehdoodeh wa Zehrace Bayna Kudüs."
https://youtu.be/kQAny5Zp5Pk
Modern Hebrew
Paleo-Hebrew (Before 585 B.C.)
5:16
Hebrew Transliterated
5:16 ChKV MMThQYM VKLV MChMDYM ZH DVDY VZH Ur'yY BNVTh YUrVShLM.
Latin Vulgate
5:16 guttur illius suavissimum et totus desiderabilis talis est dilectus meus et iste est amicus meus filiae Hierusalem
King James Version
5:16 His mouth is most sweet: yea, he is altogether lovely. This is my beloved, and this is my friend, O daughters of Jerusalem.
American Standard Version
5:16 His mouth is most sweet; Yea, he is altogether lovely. This is my beloved, and this is my friend, O daughters of Jerusalem.
Bible in Basic English
5:16 His mouth is most sweet; yes, he is all beautiful. This is my loved one, and this is my friend, O daughters of Jerusalem.
Darby's English Translation
5:16 His mouth is most sweet: Yea, he is altogether lovely. This is my beloved, yea, this is my friend, O daughters of Jerusalem.
Douay Rheims Bible
5:16 His throat most sweet, and he is all lovely: such is my beloved, and he is my friend, O ye daughters of Jerusalem.
Noah Webster Bible
5:16 His mouth is most sweet: yes, he is altogether lovely. This is my beloved, and this is my friend, O daughters of Jerusalem.
World English Bible
5:16 His mouth is sweetness; Yes, he is altogether lovely. This is my beloved, and this is my friend, Daughters of Jerusalem. Friends
Young's Literal Translation
5:16 His mouth is sweetness -- and all of him desirable, This is my beloved, and this my friend, O daughters of Jerusalem! |
Bu örnekler Endülüs tasavvufu ile ilgilenen tarihçiler için büyük önem
taşımalarına rağmen münferit ve azdırlar. Hiç şüphe yok ki tasavvufun etkisinin
giderek kaybolmasıyla birlikte Mâlikî bağnazlığı İspanya toprağında
merhametsizce eza etmiştir. Bütün popülaritesine rağmen Bahyâ’nın kitabının
dahi, tasavvufun bir kolu olarak dikkate değer bir Yahudi zühd hareketine yol
açtığına dair hiçbir delil yoktur. Bununla birlikte sonraki asırlar tasavvufun
farklı yerlerde değişik coğrafyalara yayıldığına ve Yahudi maneviyatına tesir
ettiğine şahit olmuştur.
Mısır’da Yahudi Zühd Hareketi
Mısır uzun süre mistisizmin beşiği olmuştur. Therapeut ve Hıristiyan münzevîlerden hayli zaman sonra
bu ülke Zünnûn el- Mısrî (796-861) ve büyük sûfî şâir Ömer İbnü’l-Fârız (ö.
1235) gibi öncü müslüman mistikleri yetiştirmiştir. Tesirleri kesinlikle İslam
toplumunu da aşan Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî (ö. 1258), Ahmed el- Bedevî (ö. 1276),
Ebu’l-Abbâs el-Mürsî (ö. 1287) ve İbn Atâullah (ö. 1309) gibi karizmatik
şahsiyetler de burada yaşamışlardır. Bunların etkisiyle tasavvuf kurumsallaşma yoluna girmiş ve
şehir merkezlerinde önemli tarikatlar ortaya çıkmıştır. Şüphesiz onların
gittikçe artmakta olan manevî iştiyakları yerli Yahudi toplumu üzerinde yankı
uyandırmıştı. Üstelik Mısır, batıda Mehdî idaresi zulmünden, doğuda Haçlı
savaşlarından kaçıp gelen Yahudi kalabalıkların sığınağı haline gelmişti.
Mesiyanik umutların eşlik ettiği bu tarz sosyal karmaşalar muhtemelen mistik
yoğunluğu artırmıştır. Peripatetik (Meşşâî) felsefenin aşırı
rasyonalizminin hoşnutsuzluğu ile daha derûnî dînî yaşama şekilleri arayan
belli bazı
Yahudiler, sûfileri tam da özlemini duydukları manevî modeller olarak
görüyorlardı.
Her ne kadar tam olarak zamanı ve bu hareketle bağlantılı olan
şahısların kimler olduğu meçhul ise de, büyük alim ve lider Moses Maimonides
(1135-1204) döneminde çok sayıda Yahudi’nin tasavvufî hayat tarzını çoktan
benimsemiş oldukları görülmektedir. Hakikaten de “he-Hâsîd” (zâhid)
lâkabını taşıyan şahısların isimlerini içeren bir kısım doküman bugüne ulaşmıştır.
Bu yalnızca onursal bir sıfat olarak değil, bilakis sûfilere yakın bir manevi
anlayışı benimseyen kişileri işaret etmek için kullanılıyordu. Söz konusu dönem
boyunca Yahudiler’in tasavvufî literatüre olan ilgisi, Kahire/Genizah’da gün
ışığına çıkarılan çok sayıdaki belgeyle iyice tespit edilmiş olmaktadır. Antik
bir sinagogun sandık odası olan bu yerde (Genizah) on dokuzuncu yüzyılın
sonlarında keşfedilmiş olan, ortaçağdan kalma binlerce dinî yazma mevcuttu.
Bunlar arasında bu tür literatürün Yahudi okurlar nezdindeki popülaritesini
kanıtlayan ve bir sûfinin sahip olması gereken nitelikler üzerine kaleme
alınmış olan çok sayıda metin vardı. Bu yazmalar esas olarak iki çeşittir: Bir
tarafta Müslüman sûfilere ait Arap harfleriyle yazılmış, ya da Yahudi
okuyuculara kolaylık olsun diye İbranice harflerle tertip edilmiş metinler;
diğer yanda ise, Yahudi müelliflerin, sûfilerin ilhamlarına dair yazmış
oldukları zâhidâne eserler vardı.
Birinci kategoriye girenler arasında Bağdat’ın ilk dönem şeyhlerinden, Sühreverdî
tarafından XIII. yüzyılda kurulan İşrâkî okulun İşrâkîler’ine kadar, tasavvuf
literatürünün bütün eğilimlerini bulmak mümkündür. Cüneyd’e ait metinler,
Kuşeyrî Risâlesi’nden parçalar, Hallâc’ın şiirleri, Endülüslü sûfi
İbnü’l-Ârif’in Mehâsinu’l- mecâlis’i, Gazzâlî’nin tasavvufî otobiyografisi
el-Munkız mine’d-dalâl, Sühreverdî’nin Kelimâtü’t-tasavuufu ve Heyâkilu’n-nûru
bunlardan yalnızca birkaçıdır. Bunlara ilaveten yine bazı rivayetler,
hikayeler, anekdotlar ve bir kısım şeyhlere ait ilahiler de bu metinlerde
mevcuttur.
İkinci kategori Yahudi zahidlerin bizzat kendilerince telif
edilenlerden müteşekkildir. Bunların arasında, ahlakî yazmalar ve teolojik
risaleler, tasavvufî makamların tanımlanmasına ve hatta tefsire dair eserler
vardır. Her ne kadar bu eserler geleneksel Rabbinik konular üzerine bina edilse
de, kutsal metinlerdeki kıssaları tasavvufî düşünceye uygun olarak yeniden
yorumlama ve sıklıkla da Tevrat’taki şahsiyetleri tasavvuf yolunun şeyhlerine
benzer şekilde tasvir etme gayretini yansıtmaktadırlar. Bununla birlikte,
bunlar Müslümanlara ait metinlerin kabaca Yahudiliğe adapte edilmiş şekilleri
değil, orijinal teliflerdir ve ustalıklı bir şekilde Yahudi kutsal kitabına ve
Rabbinik yapıya uyarlanmışlardır.
Kendisi hakkında bir kısım önemli bilgilerin mevcut olduğu en önemli
müellif, büyük rasyonalist Yahudi filozofu Moses Maimonides’in oğlu rabbi
Abraham’dan (1186/1237) başkası değildir. Babasının ölümünü müteakiben
Abraham Mısır Yahudiliğinin rûhânî lideri olmuş ve daha sonra da siyasî bir
makam olan “Nâgîd” (Yahudiler’in önderi) konumuna getirilmiştir.
Gerçekte o yalnızca zamanın en önde gelen dinî ve siyasî lideri değildi, aynı
zamanda tasavvuf formundaki Yahudi zâhidliğinin de en ateşli savunucusuydu,
bundan dolayı “hasidût” olarak bilinmekteydi. Onun bu eğilimi ne zaman
benimsediği bilinmemektedir, ancak 1205 yılında babasının halefi olduğu dönemde
zaten zühd hayatının içinde olduğu kabul edilmektedir. Abraham Maimonides
Pentateuch (Tevrat’ın İlk Beş Kitabı) üzerine bir tefsir yazmış ve tıpkı
sûfi literatüründe Peygamber ve arkadaşlarının ilk dönem sûfilerinin
kıyafetleri içinde resmedilmeleri gibi, o da kadîm Yahudi karakterlerini
zâhidlere benzer şekilde tasvir etmiştir. Bununla birlikte, Abraham’ın, pek çok
açıdan babasının Mishneh Torah’ına (Code of Laws, Kanunların Özü)
benzeyen, ancak Müslümanların benimsediğine yakın güçlü bir mistisizmi
sergilemesiyle ondan ayrılan, en önemli eseri Kifâyetü’l-âbidîn’âir. Gerçekten
de Bahyâ’nın, İslamî kaynakları kullanma hususunda ortaya koyduğu endişelerin
aksine Abraham Maimonides, kadîm İsrail geleneğinin mirasçıları olarak gördüğü
sûfilere olan hayranlığını açık bir şekilde gösteriyordu. Eski İsrail
peygamberlerinin hakiki kıyafetlerinin, sûfilerin giydiği murakkalara
benzediğini söylediği yerde şöyle demektedir:
“Bizim, bu peygamberlerin giysileri ile sûfilerin
kullandıklarını karşılaştırmamızın yakışıksız bir iş olduğunu zannetme, zira bu
sonrakiler (sûfiler) İsrail peygamberlerini taklid etmiş, onların izinde
yürümüşlerdir, yoksa peygamberler onlarınkinden değil.”
Aynı şekilde, Kifâye’nin. müellifine göre sûfilerin yola giriş
merasiminde gerçekleştirilen, şeyhin hırka giydirmesi de esasen İsrail
peygamberlerinin bir uygulamasıdır:
“Harmanisini onun (Elisha) üzerine atmak suretiyle Elijah sanki
neşeli bir ifadeyle ona bu giysi ve kıyafetle olduğu gibi geri kalan bütün
tavırlarının da kendisine benzemesi gerektiğini ima etmekteydi. Böylece o ona,
Elijah’ın manevi arınışının kendisine (Elisha) geçtiğini ve onun da (Elijah)
ulaştığı makama ulaşmış olmaktaydı. Kadîm İsrail evliyasından haberdar ol ki,
İslam sûfilerinin adeti haline gelen ama bizim dindaşlarımızın pek az yerine
getirdikleri; “İsrail’in günahlarından dolayı”, yani
üstad müride hırkasını bağışlar ve böylece mürid mistik yola girmiş olur. “Onlar
senin kendi sözlerini aldılar” (Deuteronomy, 33: 3). Bizim neden onlardan
bazı şeyleri devraldığımızın ve kolsuz hırka v.b. giyme hususunda onları taklid
ettiğimizin asıl sebebi işte budur.”
Tasavvufî uygulamaların Yahudilik kaynaklı olduğu doğrultusundaki
görüş, bir başka yerde, sûfilerin riyazet eğitimi ile alakalı bölümde Abraham
tarafından tekrarlanır:
“Biz, İslam sûfilerinin uykuyla mücadele ederek nefsi
öldürme temrini yaptıklarını da görüyoruz ki muhtemelen bu (Kral) Davud’un
sözlerinden alınmıştır...O halde bizden alınan ve artık bizde bulunmayan
adetlerin yabancı bir milletin içinden nasıl yeniden ortaya çıktığını, şu
harika adetleri gözle de pişmanlıkla iç geçir! Ruhun gizlice ağlayacak...Zira
İsrail’in gururu onlardan alındı ve dünyanın başka milletlerine bağışlandı.”
Tamamen meşru anlayışa uygun şekilde eserler yazmış olan babasının
aksine Maimonides, Gazzâlî’nin İhyâu ulûmi’d-dîn’indeki gibi, müslüman
sûfilerin yöntemine uygun olarak, hükümlerin manevi değerlerine vurgu yapmış ve
onların ardındaki esrârı bahis konusu etmiştir. Kifâye müellifi, sürgünden
kaynaklanan çeşitli çileler sebebiyle Yahudiler’in unuttuğu ve artık sûfilerin
muhafaza etmekte oldukları geleneklerde mevcut olan bu sırlardan bazılarını
yeniden keşfedeceğine inanmaktaydı. Yahudi zâhidlerin Müslüman adetlerini açık
bir şekilde benimsemiş olmalarının asıl sebebi bu inançta ortaya çıkmaktadır.
Ayrıca, kendilerine “Peygamberlerin talebeleri” adını uygun gören bu
zâhidlerin İsrail’de peygamberliğin zuhurunun çok yakın olduğuna inandıkları da
anlaşılmaktadır. Onlar sûfilerin uygulamalarının yalnızca eski Yahudi kaynaklı
olduğuna inanmakla kalmıyor, ayrıca bunların “Peygamber’in tebliği”nin
de bütünleyici bir unsuru olduğunu kabul ediyorlardı. Bu suretle onların Yahudi
toplumunu yeniden oluşturmaları, aynı zamanda peygamberlik sürecini de
hızlandıracaktı.
Müslüman örneklerden ilham aldığı açık olan ve ibadetlerle ilgili pek
çok uygulamayı da içeren bu reformların amacı sinagogda icra edilen ibadetlerin
âdâb ve ehemmiyetini arttırmaktı. Yahudi şeriatinde mecburi olmasa da,
ibadetin başlangıcında el ve ayakların yıkanması “nâgîd” tarafından şart
koşuluyordu. Diğer taraftan, bu uygulama (abdest) Müslümanların geleneğinde
zorunluydu ve sûfi literatüründe bunun değeri üzerine özellikle vurgu
yapılıyordu. Abraham, camilerde olduğu gibi sinagogdaki ibadetlerde daima
Kudüs’e yönelip ibadet edenlerin belirli sıralar halinde dizilmesi şeklinde bir
düzenleme yapmıştı. O, ayakta durma, diz çökme ve başı sallama ile dua
esnasında elleri açıp ağlama gibi bazı ibadetlerde uyulması gereken değişik
şekiller hakkında tanımlamalar yapmıştı. Kutsal kitapta belirlenmiş olan
ibadetlere ilaveten, gece ibadet etmeyi ve gündüz oruç tutmayı da tavsiye etmekteydi.
Bununla birlikte zâhidlerin benimsediği en etkili ibadet yalnız başına
gerçekleştirilen tefekkürdür ki, sûfilerin “halvet” olarak bilinen
karakteristik uygulamalarından biridir. Burada mürid, kendisini ibadet ve
tefekküre daha iyi verebilmek maksadıyla, uzunca bir süre tenha ve karanlık bir
yerde toplumdan ayrı olarak yaşamalıdır. Abraham Maimonides bu icraatı
da Yahudi kaynaklı olarak görmektedir.
“Yine İslam sûfileri karanlık bir yerde inzivaya
çekilirler ve ruhun hassas tarafı ışığı dahi göremeyecek derecede köreltilene
kadar orada dururlar. Bu güçlü bir derûnî aydınlanmayı gerektirir ki onunla
ruh, dışarıdaki karanlıkla rahatsızlık duymayacak derecede, meşgul olsun.
Şimdi, rabbi Abraham “he-Hâsîd” karanlıkta inzivaya çekilme fikrinin İsaiah’ın şu
ifadesini çağrıştırdığının bilincindedir: İçinizden hanginiz Tanrı’dan korkup
ışığı olmadan karanlıkta yürüyen O’nun kulunun sesine kulak verir. Bırak
Tanrı’nın ismine güvensin, O’na dayansın (İsaiah, 50: 10).
Bilindiği üzere tasavvuf yolunun kendine mahsus en önemli
hususiyetlerinden biri de, manevi gelişimin bir üstadın rehberliğinde
gerçekleştirilmesi zorunluluğudur. Abraham Maimonides bu anlayışın kaynağını
eski peygamberlerin uygulamalarında bulmaktadır.
“Şunu bil ki, genellikle, vusûlün sâlimen gerçekleşmesi için
şu rivayette ifade edildiği gibi, daha önce bunu gerçekleştirmiş olan bir
rehberin mihmandarlığına tabi olmak gerekir. “Bir üstad edin”
(Abot, 1: 6). Kutsal kitabın üstad ve mürid ile ilgili ifadeleri iyi
bilinmektedir; Musa, müridlerinden biri olan kölesi Joshua’ya bu amaca ulaşması
hususunda yardımcı olmuştur. Peygamberler de aynı usûlü benimsemişlerdi.
Samuel’in rehberi Eli idi. Elisha’nınki Elijah ve Jeremiah da Neriah’ın oğlu
Barukh’un üstadı idi.
Ayrıca “Peygamberlerin talebeleri” ifadesi de, peygamberlerin o
insanların manevi rehberleri olmaları sebebiyle kullanılmıştır. Bu uygulama
başka milletler tarafından benimsenmiştir ki onlar Yahudi geleneğini taklid
ederek, şeyh-mürid, üstad-talebe ilişkisini kurumsallaştırmış- lardır...Şayet yolcu
(sâlik) kabiliyetli ve talimatlara sâdık olursa, o takdirde yetkin bir üstadın
rehberliğinde hedefe ulaşır.”
Ayrıca bazı Yahudi zâhidlerine ait metinlerde sûfilere özgü bir
uygulama olan zikirden, ya da “ruhsal hatırlama”dan, bahsedil-mekteyse
de bunun ne şekilde gerçekleştirildiğine dair hiçbir teferruata
ulaşılamamıştır. Uzun süreli ibadetler için zâhidler özel ibadet hücreleri
tesis etmişlerdir, örneğin Abraham Maimonides’in kendine mahsus bir sinangog
edindiği bilinmektedir.
Yukarıda zikredilen uygulamalara ilaveten, halvete dayalı bir zühd
eğitiminin değişik vecheleri diğer zâhid halkalarının mensuplarının eserlerinde
bulunabilir. Dikkate değer bir şekilde, geleneksel Yahudi ahlak anlayışının
aksine Yahudi zâhidler bazı sûfiler gibi bekarlığı savunmuşlar ve evlilikle
aile mesuliyetlerinin manevi muvaffakiyet için bir engel olduğunu
düşünmüşlerdir. Abraham’ın oğlu Obadyah Maimonides evlilik hakkında şunları
söylemektedir:
Şunu iyi bil ki, bu yolun hakiki sâlikleri evlenmeden evvel
ruhlarını arındırmaya gayret ederler, zira onlar, evlenip çoluk çocuğa
karıştıktan sonra manevi ilerleyiş ihtimalinin çok az olacağını
bilmektedirler.” Aynı müellif bütün
gereksiz eşyadan (israftan) uzak durmakta ve sıkı bir riyazeti salık
vermekteydi:
“Başını ört ve bırak gözyaşların dökülsün, zayıflığın ardından arınma
gelsin, gün boyu oruçlu olarak zamanını geçir. Basit şeylerden kaynaklanan
zevklerle sevince kapılma ve onların sebep olduğu sıkıntılardan dolayı da
kederlenme. Kısaca, onların derdiyle üzülme, sevinciyle mutlu olma. Manasız
işlerden ve gülmekten sakın, sessizliği şiar edin ve gerekmedikçe konuşma.
Mecbur kalmadığın sürece yemek yeme ve uyku galip gelmediği müddetçe uyuma,
kalb sürekli olarak bu gibi şeyleri arzulayacak ve zihin de onlarla meşgul
olacaktır.”
Abraham Maimonides ismi, şüphesiz bazı fasılalarla birlikte yaklaşık
iki yüz yıl sürecek olan ünlü Maimonides ailesi ile tasavvuf tarzındaki zühd
anlayışı arasındaki uzun ilişkiyi başlatmıştır. Hakikaten, yukarıda zikri geçen
Abraham’ın kendi oğlu Obadyah Maimonides’in (1228-1265), Makâlâtü’l-havziyye
isimli eserinden de anlaşılacağı üzere, tasavvufa güçlü bir temayülü vardı. Bu
kitap, sezilebilir olan alemle birleşmek suretiyle Tanrıya giden yola koyulan
manevi yolun yolcusu için ahlakî bir el kitabı ve mistik kılavuz durumundadır.
Bu metin kalbi, hayat veren marifet suyuyla doldurulabilmesi için öncelikle
temizlenmesi gereken bir havuza benzeten klasik tasavvufî kıyasa dayanmaktadır.
Mecâzî bir üslupla kaleme alınan bu risale tasavvufî terimlerle doludur. Ayrıca
Obadyah’ın, tasavvufî kalıpları geçmiş ecdadına tatbik etme eğilimi de dikkate
değerdir. Bu sayede Abraham, İsaac ve Jacob çölde inzivaya çekilen gezgin
dervişler olarak takdim edilebilmektedirler.
Tarihin, izlerini muhafaza ettiği Maimonidesler’in sonuncusu olan David
ben Joshua (ykş. 1335-1415) da tasavvufa ilgi duymuştur. Neoklasik Yahudi-Arap
literatürünün son ürünlerinden biri olan eseri el-Mürşid ile’t-teferrüd,
geleneksel Rabbinik Yahudi ahlak anlayışı ile tasavvuf yolunun manevi beyanlarının
en kapsamlı sentezini ortaya koymaktadır. Tasavvufun tarifini vererek başlangıç
yapıp, sûfi risale geleneğini takip eden müellif, öncelikle “hâsîdût”un bir
tanımlamasını yapar. Eser, manevî bir programın merkez unsuru olarak David
tarafından geliştirilen ve rabbilerce talim edilen, Sühreverdî’nin işrâkî
felsefesi ile tasavvuf yolunun manevî makamlarının ışığında oluşturulan ahlakî
bir düzenlemeye dayanmaktadır. Böylece o, başlangıç erdemi olan ve normalde
“ihtiyat” anlamındaki “zehirût”u, İşrâkîler’in “işrak” kavramıyla
ilişkilendirerek “parlamak” manasındaki “zhr” kökünden türetir, zira arınmak
için girilen bu yolun ilk adımı nûru arama sâikiyle atılır.
Maimonides ailesinin bu merkezî özelliği, zühd çevreleriyle bağlantılı
çok sayıda şahsın bu ünlü sülale ile ilişkili olmaları dolayısıyle de bir kere
daha ortaya çıkmaktadır. He-Hâsîd Abraham Ebû Rabî’ah, Mısır’daki Yahudi
dervişlerin liderlerinden biriydi. O, ilahi aşk ile kendinden geçen bir mistikle,
kendi arzularının objesi olan müşahede ettiği hayalinin arasında geçen simgesel
konuşmayı konu alan Song of Songs’un (İlahiler İlahisi) mistik şerhlerinden
birinin müellifiydi. Zühd halkalarının dikkate değer üstadlarından biri de
Abraham Maimonides’in rabbinik halkasına mensup olmakla kalmayıp aynı zamanda
kayınpederi de olan Rabbi Hanan’el ben Samuel’dir. Birkaç Genizah metninde o
“he-hâsîd” yani “zâhid” olarak anılmaktadır. Ayrıca dikkate değer sayıda
tefsirle ilgili eserin de müellifi olarak bilinmektedir ki bunlar, yalnızca bir
filozof değil, yaptığı izahlarda tasavvufî terimleri anımsatmasıyla aynı
zamanda bir mistik olarak onun mahiyetini ortaya koymaktadır. Dahası, Rabbi
Hannan’el faal bir zâhiddi, zira bazı belgeler onu damadının yanında bu hareketi
müdafaa eder şekilde tasvir etmektedir. Gerçekten de, bu yeni uygulamaların
başlangıcı muhalefetsiz olmamış ve zâhidler, dinler tarihindeki pek çok yeni
akım gibi sert tepkilerle karşılaşmışlardır.
Abraham
Maimonides, zühd hareketine son derece katkısı olan siyasî ve dinî prestijine
rağmen çok katı muhaliflerle yüz yüze gelmiştir. Hatta onlar, “yanlış fikirler”, “şeriata muhalif değişiklikler” ve
“Yahudilikle ilgisi olmayan” adetleri sinagoga sokma suçlamaları ile onu
Müslüman idarecilere şikayet edecek derecede ileri gitmişlerdi.
Muhalefet, nâgîd olarak Abraham’ın oğlu David Maimonides (1222-1300)
dönemi boyunca da sürmüştü ki, bahsi geçenin sinagogu bu dönemde kapatıldı ve
bir noktadan sonra Mısır’ı terke zorlanarak Akko’ya sığınmak zorunda kaldı. Bu
muhalefete bir de, söz konusu zühd yoluna girişin daha başlangıçta seçkin bir
azınlığa tahsis edildiği fikri eklenince, bu hareketin neden genelde kabul
görmediği açıklık kazanmaktadır. Ancak Doğu Yahudiliği’nin ortak çöküşüyle o da
zamanla unutulup gitmiştir.
Sonraki Tesirler
Bununla birlikte, tasavvuf geçen yüzyıllar içinde zaman zaman, bazı
Yahudiler için bireysel olarak câzibe merkezi olmaya devam etmiştir. Rabbi
David II Maimonides’in (1335-1415) tasavvufa ilgi duyduğundan daha önce
bahsedilmişti. Genizah’da muhafaza edilen ve Yahudi bir kadın tarafından ona
hitaben yazılan şikayetnâmede, kocasının onu terk edip kendini tasavvufa
vererek, Kahire dışında Mukattam dağındaki meşhur sûfî el-Kurânî’nin
rehberliğinde yaşamak üzere oradaki tekkeye gittiği söylenmektedir. XVI. yüzyıl
gibi geç bir dönemde Mısırlı büyük sûfi el-Şârânî otobiyografisinde
sohbetlerine iştirak eden ve kendisinden, çocuklarını korumak için muska
yazmasını isteyen Yahudi hayranları arasındaki şöhretinden bahsetmektedir.
Yahudiler başka yerlerde de sûfilerle olan münasebetlerini devam
ettirmişlerdir. Arap biyografi yazarı el- Kutûbî’nin verdiği bilgiye göre, Şam
Yahudileri, Maimonides’in “Aklı Karışıklara Kılavuz” (Guide of the Perplexed)
adlı eserini kendisinden okumak üzere sûfi Hasan İbn Hûd’un (XIII. yy.) evinde
toplanmaktaydılar. Acaba bu onların, adı geçen eseri tasavvuf ışığında
yorumlamaya çalıştıkları anlamına mı gelmekteydi? Tasavvufî kavramları
serbest bir şekilde kullanan ve tasavvuf şehidi Hallâc’ın mistik şiirlerinden
alıntılar yapan XV. asır Yemen Yahudileri’nin yazılarında da tasavvufun
izlerini bulmak mümkündür. İspanya’da büyük tercüme faaliyeti esnasında,
bilhassa Gazzâlî kardeşlerin eserleri olmak üzere, İbranice tercümelerin
aracılığı ile çok sayıda tasavvufî kavram Yahudi literatürüne sızmıştır. Aynı
şekilde, İslam dünyasının tamamen farklı bir bölgesinde, Rûmî ve Sa’dî gibi
şairlerin şiirleri Farsça’dan İbranîce’ye aktarılırken hiç şüphesiz tasavvufî
fikirler İranlı Yahudiler arasında yayılma imkanı bulmuştu. Bu bağlamda, İranlı
bir Yahudi ve daha sonra da Hindistan’da gezgin dervişlerden olan dikkate değer
isim Samed’i (ö. 1661) hatırlamak da faydalı olacaktır.
Erken Dönem Kabbalistleri
Bir başka bağlantı yeri, sürekli bir etkinin meydana geldiği Kutsal
topraklardır ki bunlardan Kudüs ve hatta Safed, XIII. yüzyılda
İslam kültürünün geliştiği yerlerdi. Rabbi Abraham Abu’l-Afiyyah’ın (ö.
1291’den sonra) halkasına yakın duran XIII. asır kabbalistleri yalnızca kendi
bâtınî sistemlerinde belli tasavvufî faaliyetlere yer vermekle kalmayıp, aynı
zamanda sûfilerin zikir ayinlerini doğrudan onlardan alarak uyguladıklarını da
kanıtlamaktadır. Abu’l-Afiyyah 1260 yılı civarındaki kısa Akko ziyareti
sırasında ya da diğer pek çok seyahatlerinden birinde başka bir yerde sûfilerle
karşılaşmış olmalıdır. Onun vecd haliyle ilgili metodunun esasını “hazkârâh”ın icrası teşkil etmekteydi ki, bu
Arapça'daki “zikir”e dikkat çekecek
şekilde benzemektedir. Kutsal kitapta beyan edilen ibadetlerden bağımsız
olarak, bu uygulamanın amacı müridi nebevî ilhama hazırlamaktı.
Abu’l-Afiyyah’ın yazılarında izah edilen ve açıkça tasavvufî tekniklerle
ilişkili olduğu belli olan tefekküre dayalı bu ritüel, tenha ve karanlık bir
yerde gerçekleştirilmekteydi.
Başlangıçtaki hazırlıkların ardından mürid beyaz kıyafetlere
bürünür, özel bir duruş alır ve nefes kontrolünün yanında baş hareketlerinin
eşliğinde “İlâhî İsmi” söylemeye başlar.
Abu’l-Afiyyah’ın doktrini doğuda da yayılmıştı. Akkolu İsaac, Shem Töb
İbn Ga’ön ve Shaarey Zedek isimli eserin meçhul müellifi onun bu tefekküre
dayalı yenilikçi Kabbalah yöntemini benimsemişler, dahası söz konusu metodu
tasavvuf kaynaklı unsurlarla da zenginleştirmişlerdi. Özellikle Akkolu İsaac’ın
(1270¬1340), yalnız kalarak tefekküre dalma (Arapça’da halvet, İbranice’de hitbödedût)
ve harfleri müşahede etme dahil, tasavvufî tekniklerle ilgili doğrudan bilgi
sahibi olduğu anlaşılmaktadır. Diğer taraftan o, David Maimonides ve ve zâhid
dostlarıyla Akko’da 1289 yılına dek süren sürgün hayatları esnasında tanışmış
olmalıdır.
Safed Kabbalistleri
Safed’in sıradışı Kabbalist okulunun tarihçileri, Mısır’ın yerlisi olan
Rabbi İsaac Lurya’nın (1534-1572) müridlerinin yeni uygulamalarını konu
edindikleri bölümde, İslamî çevrenin tesirini yeterli derecede hesaba
katmamışlardır. Luryanik Kabbala’nın tam
ortaya çıkmaya başladığı dönemde, kendi tekkesi de bulunan Safed’in, gelişmekte
olan bir sûfi merkezi olduğunu Türk seyyah Evliya Çelebi doğrulamaktadır. Bu
nedenle, kabbalistler tarafından uygulanmaya başlanan bazı mistik ritüellerin
ardında Müslümanların ziyaret törenlerine benzer bir şekilde evliya türbelerini
ziyaret ve oralarda dua etmek, bir velinin etrafında teessüs eden manevi
kardeşlik (tarikat- habûröt) ve sûfilerin semâ ayinleri gibi belli virdlerden
oluşan gece ibadeti (bakashshöt) bulunmaktadır. Bunların yanında en önemli
ritüel “hitbödedût” yani halvete çekilmekti. Yüz yıldan daha uzun süren bir
fasıladan sonra tasavvufî karakterli tefekkür unsurları XVI. yüzyılda kutsal
topraklara yerleşen İspanyol mültecilerin yazılarında yeniden ortaya çıktı. Bu
durum ekseriyetle Abu’l-Afiyyah’ın okulunun devamı olarak görülse de, Yahudi
sûfilerin düşünce sisteminden derlenen bu unsurların ayakta kalmış olabileceği
ihtimali göz ardı edilmemelidir. Bu anlayışı yeniden canlandıran ilk yazarlar arasında
Judah el-Butinî (ö. 15 19) eseri Sullam ha-aliyyah (Ladder of Ascension, Mirac
Merdiveni, başlığın bizzat kendisinde tasavvuf neşvesi mevcuttur) ve Pardes
rimmonim (Orchard of Pomegranetas, Nar Bahçeleri) isimli eseri ile Moses
Cordovero (ö. 1570) bulunmaktadır. Karanlık bir mekanda icra edilen tefekkür ve
nefes kontrolü uygulamasının gayesi ruhun derûnî aydınlanmasını temin etmektir.
Periodik itikaflar esnasında gerçekleştirilen diğer uygulamalarda da tasavvufun
tesiri ortaya çıkmaktadır: Riyazet, susma, oruç, uyku ve yemeği kısıtlama,
tevekkül ve bütün bunların fevkinde vecde gelebilmek için belli bir düzen
içinde İlahî İsimleri tekrar etme (zikir).
Şabbatîler (Sebetaycılar)
Yahudilerle Müslüman sûfiler arasında son önemli ilişki, trajik kaderi
dinini değiştirip İslam’a girmesine yol açan mistik mesih Shabbatay Zevi’nin
(Sebetay Sevi) (ö. 1675) neden olduğu dinî karışıklık esnasında
gerçekleşmiştir. Shabbatay Zevi, Edirne’de zorunlu ikamete tabi tutulduğu
dönemde gizlice Yahudilikle ilgili vecîbeleri yerine getirirken bir taraftan
Hızırlık Bektaşi tekkesindeki zikir âyinlerine katılmakta ve muhtemelen ünlü
Halvetî şeyhi Muhammed el-Niyazî (Mısrî) ile de görüşmekteydi. Kendisi gibi din
değiştiren ve “Dönme” olarak da bilinen müntesipleri, âyinlerinde okudukları
çok sayıda Türkçe şiiri ve bazı ritüelleri kendilerinden devraldıkları,
özellikle Bektaşi tarikatı olmak üzere, Türkiye’deki tarikatlarla yakın
ilişkilerini sürdürmüşlerdir.
Şurası iyi bilinen bir gerçektir ki, XVIII. yüzyıl Doğu Avrupa Hasidic
hareketi, bir zamanlar Türkler’in idaresinde olup Şabbatîlerin yatağı durumunda
bulunan Podolya’nın güney Polish eyaletinde ortaya çıkmıştır. Bu bölgedeki
hareket mensupları Osmanlı idaresindeki Selanik’te bulunan kardeşleriyle sıkı
bir ilişki içindeydiler. Tasavvufî fikirlerin Podolya’ya kadar sızıp orada
gelişmeye başlayan Hasidic hareketini etkileyecek boyuta ulaşmış olması
ilginçtir. “Zaddik” (Hasidic velileri)
silsileleri, evliya türbelerini ziyaret, bir âyin şekli olarak ilahi ve
sema oldukça çarpıcı ve tasavvufî modelleri akla getiren uygulamalardır.
Nihayet, bazan İlahi Esmâyı teşkil eden harflerin müşahedesi görüşüne eşlik
eden “hitbödedût” gerçeği, örneğin Brasilia'daki Hasidic çevrelerde önemli yer
edinmişti. Daha önce gördüğümüz gibi, her ne kadar bu uygulamalar muhtemel
İslâmî kaynaklı olsalar da, onların Hasidizm’deki varlığının izlerini, bir
zamanlar sûfi uygulamalardan etkilenmiş olan Yahudi kabbalist çevrelerine kadar
geri götürmek mümkündür.
Sonuç
Yahudi mistisizmi ve İslam tasavvufunun iki taraflı olarak birbirlerini
etkilemeleri, bu iki dinin olumlu etkileşimlerine dair en teferruatlı
incelemelerden birini gerekli kılmaktadır. Aslında bu durum, bâtınî (esoteric)
hatta bazan zâhirî alanlarda her iki tarafın diğerinden gelecek olan tesirlere
karşılıklı olarak açık olduğuna dair çok değerli bir delil ortaya koymaktadır.
Üstelik, Mısır’da Yahudi zühd hareketi ve kutsal topraklarda Kabbalist ekolü
ilgilendirenlerin yanında, farklı inançların kaynaşmasından doğan bu anlayışın,
Yahudi maneviyatının oluşum döneminin en bereketli ve yoğun olduğu zamanda
ortaya çıkmış olması dikkate değerdir. Dinler tarihi için büyük önem taşıyan
bu kesişme noktaları şüphesiz, dış hatları henüz keşfedilmekte olan
inançlararası alış verişlerde yeni ufuklar sunacaktır.
Kaynak:
Paul B. FENTON Çev.: Salih ÇİFT, Yahudilik ve Tasavvuf, T.C. ULUDAĞ
ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ Cilt: 13, Sayı: 1, 2004 s. 245-260
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.