[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YÜZ ON ÜÇÜNCÜ KISMI
. Rahman ve
Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
İKİNCİ VASIL
Ruhani Sevgi
Ruhani sevgi, hem sevgili için hem de seven için sevmeyi kendinde barındıran
sevgi türüdür. Çünkü doğal sevgide seven, sevgiliyi sadece kendisi için sever.
Bilmelisin ki, ruhani sevgi şöyledir:
Seven akıl ve bilgiyle nitelenip aklıyla hüküm sahibi ve hikmetiyle bilen
olursa, işleri hikmetin gerektirdiği şekilde düzenler, onları ait oldukları
yerlerin dışına çıkarmaz. Bu durumda ise sevginin ne olduğunu, ‘seven’in
anlamını, sevilenin ne olduğunu ve sevilenden ne istenildiğini öğrenir: Acaba
sevgilisine ait bir irade ve ihtiyar var mı? Böyle ise, sevgilisinin sevdiği
(ve irade ettiği) şeyi sever. Onun iradesi yok mudur? Yok ise, sadece kendisi
için sever. Acaba sevgilisinin var olmasını istediği varlık ancak o varlıkta
mıdır? Bu kadarlık açıklamayla, varlığın sevilen olduğunu ve sevginin onda bulunduğunu
söyleriz. Bu varlık iradeyle nitelendiğinde -onu kendisi için değilonun için
sevmesi mümkündür. İradesi yok ise, sevdiğini kendisi için sevebilir. Burada
-sevgiliyi değilsevenin kendisini kastediyorum. Çünkü sevgilisi, herhangi bir
şey hakkında muhabbet veya amaç sahibi olmakla nitelenmez. Fakat bu sevgilinin
kendisinde var olduğu şey, bazen irade sahibi olabilir. Bu durumda seven, o
varlığın sevgilisini sevmesi gerekir. Böylelikle onu ‘onun için’ sever. Fakat
bu sevgi dolaylıdır ve muhabbet gerektirmiştir. Çünkü seven, özü gereği
sevgilisinin varlığını istedikten sonra, ona kavuşmak ister. Çünkü
sevgilisinin varlığı, ona kavuşmanın ta kendisidir, ki bu zorunludur. Bu durum
şu mısralarda dile getirilir:
Varlık zamanı vuslat zamanı
Sevgi zamanı! Artık yiyiniz ve içiniz
Bu mısra, bir müşahede mertebesinde
bize tecelli eden bir hakikatin tecelli ettiği yerde yazdığımız kasideden
alınmıştır. Tamamı şöyledir:
Arzu hakkmda Zeyneb'e
şaşırdım Bizim ondan başka yolumuz yoktu
Bize bir
nur göründüğünde
Meraları
aydınlatan ve bilinmezleri izhar eden
Nefsini ona ihsan etmiştir
Arzu her zaman yorar
Arzunun gerçekleşmesiyle
Umudun arasında bir süre yoktur
Çünkü arzu ya da heva
gerçekleştiğinde, rahadama ve sevinç gerçekleşir. Bu durumda nefes, sevilenin
nefsinde tasavvur ettiği şekilde sevilenin suretinde ortaya çıkar. Böylelikle
dıştan görülecek bir surette sevgiliyi ortaya çıkartır ve onun adına maksadı
gerçekleşir. Bir zaman olmaksızın, onunla nimedenir. Bu durum Amâ’nın varlığı
hakkında daha önce zikredilmişti. Biz de aynı kasidenin devamında
mısralarımızı şöyle tamamladık:
Allah Teâlâ’nın rahmetinden
düştüm hayrete Böyle olan birinden hayrete düşülür
Sevgi zamanı varlık zamanı O
da vuslat zamanı, yiyiniz ve içiniz
Aşk nerede, hastalık nerede
Kendinden geçme nerede, şaşırınız!
Elbisesi temizlenmiş ve
perdelenmiş Kimse ile bir ilişkisi de yoktur
Çünkü sevilen, daha önce de
belirttiğimiz gibi, madum olmalıdır yok ikenilk var oluş halindeki gibi
‘elbisesi temiz olandır.’ Çünkü kendisini kirletecek ve varlığının ilk zuhur
halinde onu kirletecek bir şey kazanmamıştır. Öyleyse aslolan temizliktir! Bu
durum ‘Her doğan fıtrat üzere doğar’ ifadesinde dile getirilir. Kastedilen
temizliktir. ‘Perdelidir’ sözümüz ise onun yokluğu demektir ki, varlığı görerek
bunu söyledik. ‘Kimse ile bir ilişkisi de yoktur’ dedik, çünkü yok olan (bir
şeyle) ilişkilendirilmez. Fakat seven, onu kendisi için ister. Kasidenin
sonunda mısraı tamamlayarak şöyle dedik:
Allah Teâlâ’ya şükür vacip
oldu O benim için bakire, ben dulum
Sevilen, bir yokluktan meydana
geldiği için, bakiredir. Daha önce ben seviyordum. Dolayısıyla dulum. Öyleyse
madum olan sevgili var olunca, iradeyle nitelenen bir varlıkta bulunabilir. Bu
seven, onu irade etmekle nitelenemez. Bu durumda onu mudaka -tıpkı doğal sevgi
gibikendisi için sevmesi gerekir. Sevilen ancak iradeyle nitelenen bir varlıkta
var olmuşsa, -söz gelişi Hakk veya bir cariye veya oğlan, bütün bu zikrettiklerimizin
dışında sevginin ilişeceği biri de yoktur-, bu durumda o mevcudun sevdiği şeyin
sevilmesi mümkün olabilir. Onun sevgilisi ise, kendisinde meydana gelebilir.
Sevilen sevenin irade ettiğini irade
etmiyor da olabilir. Bu durumda seven, aslı üzerinde sevgilisinin muhabbetini
korur. Çünkü daha önce söylediğimiz gibi sevgilisinin bir iradesi yoktur. Bu
nedenle sevdiğini sevmesi zorunlu değildir. Ki bu sevenin sevdiğini
sevmemektedir. Çünkü bu varlık, sevilenin kendisi değil, sevilenin varlık
mahallidir. Seven, o varlıkta sevileni yaratmaya güç yetiremez. Bu ancak seven
kendiliğinden buna imkân verirse olabilir. Sevilen varlığı bir mevcutta
bulunan şeylerden ise, sevilenin seveni var etmesi Hakkın ona olan inayetiyle
mümkündür. Bu durumda ona varlık verir. Hakkın bu tarz inayetine mazhar
olanlara örnek olarak, Hz. İsa ve Allah Teâlâ’nın dilediği kullarını verebiliriz.
Allah Teâlâ böyle bir şeyi verdiğinde, zorunlu olarak, sevgi onu sevileni var
etmeye sevk eder. Bu konu, elinizdeki kitabın dışında hakkında konuştuğumuz
tarzda incelenmiş halde bulamayacağın bir husustur. Zikrettiğimiz konuyu
inceleyeni görmedim. Sevenler çok, hatta varlıktaki herkes seven olabilir.
Fakat onlar, sevginin neyle ilgili olduğunu bilmiyor veya sevginin bulunduğu
varlıkla perdelenmiş olabilir. Bu durumda sevgilinin bulunduğu varlığın
sevgilileri olduğunu zannederler. Hâlbuki o, dolaylı olarak onların
sevgilisidir. Gerçekte ise, kimse sevilen için birini sevmez, herkes sevdiğini
kendisi için sever. Çünkü yok olan, iradeyle nitelenemez. Bu durumda seven, onu
kendisi için sever, iradesini sevgilisinin iradesi uğruna terk eder.
Gerçekte durum böyle olmayınca,
seven, sevgilisini kendisi için sevmiştir. Bunu anlayınız! İşte bu, doğal
suretten soyudanmış ruhani sevgidir. Onu giyerse ve -ilahi sevgi hakkında
söylediğimiz gibionda ortaya çıkarsa, bunun ruhani sevgide bulunması daha
yakındır. Çünkü o, âlemin suretlerinden her bir suretin hali üzerindedir.
Doğanın üstünde bulunabilir.
Bilmelisin ki, ruh, tahayyül edilen
bedenlerde doğal bir suret kabul eder -yoksa algılanabilen duyulur cisimlerde
suret kabul etmek değildir bu. Tahayyül edilen suretler doğal olarak algılanır.
Fakat onları gören herkes kendileriyle cisimleri ayırt edemez. Bu nedenle
sahabe, bir bedevi şeklinde gelince Cebrail’i tanımamış, onun tahayyül edilen
hayali bir beden olduğunu anlamamışlardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem onu kendilerine, ‘bu Cebrail’dir’ diye tanıtıncaya kadar onun bir bedevi
olduğundan kuşku duymamışlardı. Benzer şekilde, melek kendisine yakışıklı bir
erkek şeklinde göründüğünde Meryem de onu tanımamıştı. Meryem’de ruhlar
bedenlendiğinde onları tanıyacak bir alamet yoktu. Hakk kıyamet günü kullarına
tecelli eder ve kullar kendisini tanımadıkları için O’ndan kaçınırlar.
Tecelliye mazhar olanın kendisini tanımaması yönüyle ilahi mertebede ve suretlere
(giren) ruhanilikte hüküm birdir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın ilgi gösterdiği
kimselerin bir alameti olmalıdır ki bu sayede Hakkın tecellisi ile meleğin ya
da cinlerin ya da suretlerde görünme gücü verilen insanların zuhuru ayırt
edilir. Öyle insanlara Kadibu’l-Ban vb. örnek olarak verebiliriz. İnsanlar unsur
olan topraktan oluşan bu yaratılışta görenin gözünde halden Hakk girebildiğine
göre -hâlbuki o kendi suretindedir-, başkalaşma ruhlarda daha mümkündür. Kimi
gördüğüne, neyi gördüğüne ve gerçeğin ne olduğuna bakınız! Sana hayal âleminde
marifet bölümünü açıklamıştık, oraya bakmalısın!
Ruh doğal surette tecelli ettiğinde,
ilahi sevgi hakkında söylediğimiz gibi, hüküm onun üzerinde gerçekleşir. Bu,
söz konusu suretin zâhiri ve bâtını kabul etmesi bakımından birdir. Bundan
başka bir yöne gidemez, bunu bilmelisin. Böylelikle ruhani-doğal sevgi ile
ruhani sevgiyi, ‘kendisi için sevmek’ ile ‘sevgilisi için sevmeyi’ bir araya
getirir. Fakat bu durum, sevgilisi -daha önce de belirttiğimiz gibiirade sahibiyse
böyledir. Bu açıklamayla insanların neyi sevdiklerini bilmedikleri ortaya
çıkmıştır. Onların sevgilisi belirli bir varlıkta içkindir. Böylelikle onlar, o
varlığı sevdiklerini zannederler, hâlbuki gerçek böyle değildir. Sana
öğrettiğim şeyin değerini bilmelisin ve seni kendisini bilmemekten kurtardığı
için Allah Teâlâ’ya şükretmelisin. Bu kadarlık açıklama, maksadı anlatmaya
yeterlidir. Burada pek çok ayrıntı vardır. Kitaptaki amacımız ise esasları
anlatmaktır.
ÜÇÜNCÜ
VASIL
Doğal Sevgi
Doğal sevgi iki türdür: Doğal ve unsur kaynaklı sevgi. Burada ruhani sevginin
sonucundan söz etmeyi unuttuk, şimdi onu dile getireceğiz. Çünkü o, doğal
suret ile ilgilidir. Bu sevginin sonucu bir olmaktır. Bir olmak, sevenin
zatının sevilenin zatı, sevileninkinin de sevenin zatı haline gelmesidir ki,
Hulûlîlerin işaret ettikleri şey budur. Hâlbuki işin keyfiyeti hakkında
bilgileri yoktur.
Bilmelisin ki, doğal suret, cisim
veya beden gibi hangi halde ortaya çıkarsa çıksın ya da hangi nispede olursa
olsun, var olmayan sevilen kendisi madum (yok) olsa bilehalde temsil edilir. Dolayısıyla
onun hayali gözde ve mertebede kendisine uygun şekilde idrak edilen varlığı
vardır. İki sevgili kucaklaşıp birbirlerine sarıldıklarında, sevgililerden birinin
zatına nefes yayılır. Öpüşme esnasında, iki suretten her biri diğerine nefes
verir, birinin nefesi ötekinin içine ötekinin, nefesi berikinin içine girer.
Hayvani ruh, doğal suretlerde bu nefesten ibarettir. Nefes, nefes alıp
verenlerden her birinin ruhudur. Nefes alıp verirken öpüşme esnasında, daha
önce onunla hayat bulmuştu. Böylelikle daha önce Zeyd’e ait ruh (öpüşürken)
Amr’a ait olur. Bu nefes, sevgiden ortaya çıkmış ve bir sevgi sureti
kazanmıştır. Böylelikle sevgi hazzı kendisine eşlik etmişti. Kendisine geçtiği
kişide nefes ruh haline gelirken ötekinin nefesi diğerinde ruh olur. Bu durum,
her biri hakkında ‘bir olmak’ diye ifade edilir ve her biri, ‘ben sevdiğimim ve
sevdiğim benim’ diyebilir. Doğal suretlerde ruhani sevginin sonu budur. Bu
durum, bölüm başındaki kasidede ‘ruh ruh ile cisim cisim ile’ diye ifade
edilen şeydir.
Doğal sevgi konusuna dönersek, deriz
ki: Doğal sevgi, geneldir. Çünkü kendisiyle nitelenenlerden her birindeki
sevgi, halcikaderinin gerektirdiği şekilde doğal suretleri kabul etmiştir.
Böylelikle onlar, doğal suretlerin sevgilerinde kazandıkları vecd, özlem,
iştiyak, sevilene kavuşma arzusu, onu öpmek ve ona ulaşmak gibi davranışlar
kazanırlar. Bu konuda inanmayı icbar eden pek çok doğru rivayet gelmiştir.
Örnek olarak, ‘Bir insan Allah Teâlâ’ya kavuşmayı severse, Allah Teâlâ da ona
kavuşmayı sever’ hadisini verebiliriz. Bununla birlikte onun varlığı sürer ve
varlığını yitirmesi mümkün değildir. Çünkü ‘O, her
şeyi görendir ve gözetendir.’3311 Bununla birlikte O ve kulu hakkında
‘kavuşma’ ifadesi gelmiştir. Hakk kendini kullarına özlem duymakla, kulu tövbe
ettiğinde sevinmekle niteler. Bu sevinç, yiyeceğinin ve giyeceğinin bulunduğu
bineğini çölde yitiren bir adamın bineğini bulduğundaki sevincinden çoktur. Söz
konusu insan bineğini bulma ümidini yitirip ölümden eminken bineğini buluncaki
sevincinden daha çok kulu tövbe ettiğinde Allah Teâlâ sevinir. Bununla
birlikte Allah Teâlâ hiçbir şeye muhtaç değildir ve kudret ve iradesi
kullarına nüfuz etmiştir. Fakat burada ‘Her
şeye yaratılışım vermiştir’339 ayetindeki sırra balanız! Hakkın
eşyaya Hakk ettikleri mertebeyi aşırmadığını anlarsın. Bilginin üzerinde bir
mertebe yoktur. Allah Teâlâ, ‘Nezdimde söz değişmez’340 buyurur. Çünkü bir şeyin bilinenin
aksine gerçekleşmesi imkânsızdır. Bir şey kendisine göre (Allah Teâlâ’ya göre
değil) mümkün olsa bile, Allah Teâlâ’nın iki mümkünden birinin gerçekleşmesi
hakkındaki bilgisi ve iradesinin tekliği bakımından (bilinenden başka bir şeyin
gerçekleşmesi) mümkün değildir. İlahi meşiyet, onun varlığına ilişir ve
dolayısıyla var olması zorunludur. (Allah Teâlâ’ya göre) Var olması zorunlu
bir şey, bu hakikate göre, imkân özelliğiyle nitelenemez. Bu nedenle konunun
uzmanları, mümküne ‘mümkün’ adını vermekten ‘başkası nedeniyle varlığı
zorunlu’ adını vermeye yönelmişlerdir ki, bu, daha yerinde bir
isimlendirmedir. Bunun nedeni, meşiyetin tekliğidir. Bu nedenle Allah Teâlâ bu
ifadeyi kullandığı yerlerde ‘dileseydi (lev şâe)’341 demiştir. ‘Lev’ (ise), bir
imkânsızlığa bağlı imkânsızlığı belirtir. Meşiyet, daha önce söylendiği gibi
öne geçmiştir. Allah Teâlâ, ‘Kelimemiz kullarım hakkında öne
geçmiştir’342 buyurdu.
Öyleyse ‘başkasıyla varlığı zorunlu’ ismi, ‘mümkün’ isminden daha yetkin bir
adlandırmadır. Çünkü (var olma), tıpkı göz açıp kapamak gibi tek bir iştir.
İhtimal ortadan kalktığı için imkân da kalkar. Geride mutlak zorunluluk veya
sınırlı zorunluluk kalır.
Bilmelisin ki: Doğal sevgi bir
insanda bulunduğünda, bunun gereği, kişinin sevdiğini nimet ve haz elde etmek
üzere sevmesidir. Dolayısıyla onu ‘sevilenin zatı için’ değil, kendisi için
sever. Daha önce bu gerçeğin ilahi ve ruhani sevgiye yayıldığını da
belirtmiştik. Doğal sevginin ilkesi nimetlendirme ve iyilik değildir, çünkü
doğa, genelde bunu bilmez. Doğa, eşyayı özel olarak özü gereği sever.
Böylelikle ona kavuşmak ve yaklaşmak ister. Bu durum, bütün canlılarda
yaygındır, insanda bu özellik, ‘hayvan’ (canlı) olması yönünden bulunur.
Böylelikle başka bir nedenle değil, kendisinde bulunması nedeniyle gerçekte
hayvan onu sever. Fakat onun varlığının bilfiil bulunmasının anlamını bilemez.
Hayvan kendinde belli bir varlığa karşı bir kavuşma ve vuslat saiki bulur.
Kavuşma, gerçekte onun sevdiği şeydir ve bu da belli bir varlıkta olabilir. Bu
durumda -asalet bakımından değildolaylı olarak o varlığı sever. Öyleyse ona
kavuşmak, duyulur bir kavuşma ve duyulur bir yaklaşmadır. Bu durum ‘beden
beden ile’ sözümüzde dile getirdiğimiz husustur. İşte doğal sevginin sonu
budur.
İnsanın sevdiği belli bir varlık ile
cinsel ilişkiyse, sevginin sonu sevilenin gerçekleşmesidir. Bu nedenle
arzusunun ortaya çıkacağı yeri özler ve talep eder. Bu ise, -birisinde
değilikisinin arasında ortaya çıkabilir. Çünkü bu sevgi, iki İçişi arasındaki
bağdır. Aynı şey kucaklaşma ya da öpüşme veya sohbet -veya her ne isesöz konusu
olduğunda da geçerlidir. Burada bir şeyin ‘doğası’ ile ‘hakikati’ demek
arasında bir fark yoktur. Bütün bu ifadeler, onu anlatmak için geçerlidir. Bu
sevgi insanda diğer varlıklara göre daha yetkindir. İnsan âlemin bütün
hakikatlerini ve ilahi sureti kendinde toplar. İnsanın bir yönü mukaddes mertebeye
dönüktür, çünkü ondan ortaya çıkmış ve ‘ol’ sözünden meydana gelmiştir. İnsanın
bir de ruhuyla ruhlarla, bedeni yönünden de doğa ve unsurlar âlemiyle ilişkisi
vardır, insan, unsurların ve doğanın talep ettiği her şeyi özü gereği sever. Bu
yönüyle sadece cisimler-ceseder ve ruhlar âlemi vardır. Bunların bir kısmı
unsurlardan oluşan cisimler iken unsurdan oluşan her cisim doğal değildir. Bir
kısmı ise, unsurdan oluşmayan doğal cisimlerdir. Her doğal cisim unsurlardan
oluşmamıştır. Unsurlar cisimlerdendir. Doğa hakkında ise ‘unsurdan oluşmuş’
denilemez. Aynı şey melekler ve felekler için de geçerlidir. Bu nedenle Mele-i
a’lâ’nın didiştiğini ve ‘Sürekli ihtilaftadırlar, Rabbinin
merhamet ettiği hariç’343 ayetinin kapsamına girdiklerini
öğrendik. Onlar, rahmete mazhar olanlardan farklılaşır. Bu farklılık nedeniyle
onları yarattı. Başka bir ifadeyle farklılık olsun diye onları yarattı. Çünkü
ilahi isimler derece derecedir. Farklılık da buradan kaynaklanır. ed-Dâr ismi
başka, en-Nâfı ismi başka, el-Muiz ismi başka, el-Müzil ismi başka, el-Kâbız
ismi başka, elBâsıt ismi başkadır. (İsimlerdeki farklılığın tezahürü olarak)
Soğuk sıcaktan, yaşlık kuruluktan, karanlık aydınlıktan, yokluk varlıktan,
ateş sudan, safra balgamdan, hareket durmaktan, kulluk rablikten başkadır! Bütün
bu karşıdıklar farklılıklarını sürdürüyor değil midir? iki şahıs için bir
konudaki helal ve haram bir midir? Birine helal olan, diğerine haramdır.
Böylelikle (farklı mezheplere göre) iki farklı hüküm, tek bir şeye verilir.
Bakınız! Zıt doğanın hükmü nereden ortaya çıkmaktadır? Onun farklı oluşunun
ilahi ilimden kaynaklanan sebebi nedir? Bu durumda, Allah Teâlâ’dan başka
yaratıklardan hiç kimsenin dünya ve ahirette bir hükme sahip olmadığını
öğrenirsin. Öyle ki ahirette iki yer vardır: Görmek ve perde (yeri). Bize
işleri, kaynaklarını ve geliş yerlerini açıklayan Allah Teâlâ’ya hamd olsun.
Bizi bu konulan bilenlerden yapan Allah Teâlâ’ya hamd olsun. Allah Teâlâ, bizi
bilgisine göre Mutlu ettiklerinden kılsın!
Sevilen şeyin -çok veya azbelli bir
varlık ile kavuşmak olduğu ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte sevilen,
dostluk, karşılıklı oturmak, öpüşmek, sarılmak gibi sevilenin varlığının
hakikatinin ve sevenin hakikatinin gereğine göre farklılaşabilir. Öyleyse
sevilen, hakikati bakımından bir ve çeşit çeşit olandır. Özel anlamda sevilen
şey, kavuşma sevgisidir. Bu ise, ya sohbet veya sarılmak ya da öpmek şeklinde
gerçekleşir. İşte bu, sevilenin birde veya çokta türlenmesidir. Sevenin iki
şeyi sevmesi kesinlikle mümkün değildir, çünkü kalp onları sığdıramaz. Şöyle
diyebilirsin: Yaratılmışın sevgisinde bu böyle olabilir. Yaratıcının sevgisinde
ise böyle bir şey olamaz. Çünkü Allah Teâlâ ‘Onları sever’ buyurdu. Allah Teâlâ,
çok kişiyi sever.’ Şöyle deriz: ‘Sevgi, anlamı belli olan bir şeydir.
Tanımlanmasa bile, zevk yoluyla algılanır ve bilinir, fakat tasavvuru güçtür. Allah
Teâlâ’nın sevgisi ise, bilinmez. Çünkü Allah Teâlâ, ‘Benzeri
bir şey ol* mayan’dır,’344 Hakkın sevgisini (öğrenme arzuna)
gelirsek, bu, senin bir zorlamandır. Çünkü onu ancak Hakkın zatı bilir. Hakkın
zatı ise bilinemez. Dolayısıyla O’nunla ilişkisi bilinemeyeceği gibi sevgisi
de bilinemez. Allah Teâlâ kullarına onların dilleriyle ve -kendisiyle
ilişkilendirdikleri ve O’nu niteledikleri konulardaonlarm anlayacakları şekilde
hitap etti. Fakat bunların keyfiyeti bilinemez.
VASIL
Unsurdan Oluşan Şeylere Dair Sevgi
İkinci kısım,
unsurlardan oluşan şeylere dair sevgidir. Bu sevgi de doğal olsa bile iki kısım
arasında fark vardır: Doğal sevgi, birisini (göz ardı ederek) belli bir doğal
suret ile sınırlanmaz. Bu tarz sevgi, ötekiyle birlikte olduğu gibi her suret
ile birliktedir. Örnek olarak ilgili olduğu şey karşısında mıknatıs ile onun
kendi özelliği nedeniyle çekmesini verebiliriz. Unsur kaynaklı ise belli bir
doğal suret ile sınırlanan sevgidir. Örnek olarak, Kays ile Leyla Kays ile
Lebna arasındaki sevgiyi veya gurur ve güzellik sevgisini verebiliriz. Bu ise,
aralarındaki ilişkinin genelliğinden kaynaklanır ve bu durum mıknatıs-demir
ilişkisine benzer. Ruhani sevgide bunun benzeri, ‘Her
birimizin bir mafyamı vardır’345 ayetinde dile getirilirken ilahi
sevgideki benzeri, her ferdin inancıyla sınırlanmaktır. Ruhani temizlik de
doğala benzediği gibi ilahi olan bütün inançları bir görmede doğala benzer.
Sevgi Türlerinin Halleri
Daha önce söylediğimiz üzere,
sevginin dört adı olsa bile, her birinin diğerinde bulunmayan bir hali vardır.
Şimdi bunları açıklayacağız:
Bunlardan biri heva’dır. Heva iki
şekilde söylenir ve her ikisi de sevgide vardır. Birincisi, onun kalbe
düşmesidir. Bu, görünmeyenden görünene düşmektir. Bu yönüyle heva (kelime
anlamıyla) düşmek, kaymak demektir. Allah Teâlâ ‘Kaydığında
(heva) yıldıza yemin olsun’346 der. Heva, bu halde sevginin
isimlerinden biridir. Fiili ise, heviyeyehvî/yehva şeklindedir. Yehva, gelecek
zamanı bildirir. Bundan türetilmiş isim ise hevadır. Bu isim, düşmek
anlamındaki heva’dan mazi fiildir.
Şöyle denilir: Kalpte hevanın
gerçekleşmesinin nedeni üç şey veya bunlardan biri veya hepsidir: Bakmak,
duymak ve iyilik. En etkini bakmaktır. Bakmak onu izhar eder ve kavuşmayla
değişmez. Duymak ise öyle değildir, duymak kavuşmayla değişir. Çünkü hayalin
duyarak tasavvur ettiği suretin zikredilenin suretine uygun düşmesi uzak bir ihtimaldir.
iyilik nedeniyle sevmek ise maluldür ve ihsanın devamı karşılığındaki gaflet
onu yok eder. Çünkü ihsan eden, görülenden başkadır. İkinci tür hevaya gelirsek
bu, şeriatın hükmünün bulunmasıyla olabilir. Bu durum, Davud’a söylenen, ‘İnsanlar
arasında hüküm ver, hevana uyma’347 ayetinde dile getirilir. Başka bir
ifadeyle, ‘sevdiklerine uyma, benim sevdiklerime uy! Bu ise sana tayin ettiğim
şekilde hüküm vermektir.’ Sonra şöyle der: ‘Heva
seni yolumdan saptırır.’34" Yani seni
hayrete düşürür, telef eder, senin için belirleyip yürümeni istediğim yoldan şaşırtır.
‘Hevaya göre hüküm vermek’ budur. Burada heva, insanın sevdikleridir. Allah
Teâlâ Davud’a kendisi için belirlenen yoldan başka bir yola karşılık
geldiğinde, sevdiklerini terk etmeyi emretmiştir. Şöyle diyebilirsin: ‘Allah
Teâlâ ona bırakamayacağı bir şeyi yasaklamıştır. Çünkü hevadan ibaret olan
sevginin insandaki otoritesi güçlüdür, akıl onun karşısında duramaz.’ Buna
şöyle cevap verebiliriz: Allah Teâlâ onu heva duygusunu yok etmekle yükümlü
tutmadı, çünkü heva kaybolmaz. Heva, daha önce söylediğimiz gibi, farklı
şeylere ilişebilir ve birden çok varlıkta bulunabilir. Hevanın hakikatinin -ki
sevginin hakikati demektirbir veya birden çok varlıkla birleşmek olduğunu
açıklamıştık. Allah Teâlâ onda kendisi için şeriat yapılan hakikate bağlanmayı
istemiştir. Bu, Allah Teâlâ’nın yoludur. Heva ise onu Allah Teâlâ’nın yolu
olmayan pek çok yola bağlamıştır. Bu durum ‘hevaya
uyma5349 ifadesinin anlamıdır. Öyleyse Allah
Teâlâ, Davud’u yerine getiremeyeceği bir şeyle yükümlü tutmadı. Öyle bir şeyle
yükümlülük, Hakîm ve Âlim’in şeriat yapmayacağı bir şeydir. Allah Teâlâ’nın
bilgisinde iman etmeyeceği takdir edilmiş Ebu Cehil vb. inanmakla yükümlü tutulmasıyla
kanıt getirirsen şöyle deriz: Buna iki şekilde cevap verilebilir: Birincisi,
‘güç yetirilebilenle yükümlülük’ derken doğal olarak yükümlünün güç
yetiremeyeceği âdet haline gelmiş şeyleri kastetmekteyim. Örnek olarak, bir
araç olmaksızın ‘göğe yüksel’, ‘iki zıddı bir araya getir’, ayağa kalkamayan
birisine ‘ayağa kalk’ gibi emirleri verebiliriz. Allah Teâlâ insanı doğal
olarak gücü yetirebildiği işlerle yükümlü tutmuştur. Bu ise, iman ikrarı veya
onu söylemektir. Her ikisinde de insanm böyle şeyleri kesb veya ahlâk şeklinde
-ki hangisini istersen onu söyleyerine getirebilir. Bu nedenle bu fiille Allah
Teâlâ’nın kıyamet günü kula karşı kanıtı ortaya çıkar. Allah Teâlâ ‘De ki
Kesin delil Allah Teâlâ’ya aittir’350 buyurur. Allah Teâlâ insanı doğal
olarak güç yetiremeyeceği bir şeyle yükümlü tutsaydı, ‘Kesin
delil Allah Teâlâ’ya aittir’35' ayeti
doğru olmazdı. Aksine şöyle derdi: ‘Allah Teâlâ dilediğini yapandır.’ Nitekim
bir ayette ‘Yaptığından sorumlu tutulamaz’352 denilir. Bunun
anlamı şudur: ‘Beni niçin yükümlü tuttun?’ veya ‘bana niçin yasak koydun?’,
‘sana karşı çıkmamızı takdir ettiğini bildiğin halde, bize niçin emir verdin?’
diye bir soru Hakka sorulamaz. İşte bu ‘Yaptığından
sorumlu tutulamaz’353 ayetinin bağlamıdır. Allah Teâlâ bu
durumda onlara şöyle der: ‘Size yapabileceğiniz bir işi mi, yoksa
yapamayacağınız bir işi mi emrettim?’ Onların ‘doğal olarak yapabileceğimiz bir
işi emrettin’ demeleri gerekir. Allah Teâlâ onları yerine getirebilecekleri
bir fiil ile yükümlü tutmuş, böylece ‘O’nun
kesin delil sahibi olduğu, dileseydi onların hepsine hidayet edebileceği’354 sabit olmuştur. Çünkü onlar,
yükümlülük anında Allah Teâlâ’nın haklarındaki bilgisinden habersizdirler.
İkinci cevap şudur: Ona inanmanın
gerekliliği hakkında daha önce konuşulmuştu. Allah Teâlâ, Adem’in zürriyetini
belinden alırken bu gerçekleşmişti. Hükmü ise ahirette ortaya çıkar ve orada
herkes iman eder. Buna karşı, herkes dünya hayatında Allah Teâlâ’nın varlığını
kabul eder. Şirk koşsa bile bir mevcuda şirk koşar. Bu nedenle insanlardan
özellikle (varlığını bilmek değil) ‘Allah Teâlâ’yı birlemek’ talep edilmiştir.
Bu ise Hakkın sevdiğidir ve o onlarda bulunmaz (çünkü sevgi bulunmayana
ilişir). Öyleyse Allah Teâlâ, bu varlıklarda ortaya çıkmakla birlenmesini
sevmiştir. O halde Allah Teâlâ bir’i sevse bile onu çokta zuhuruyla sever.
Onunla niteleneni de sever. Öyleyse kim birlerse (tevhit) Allah Teâlâ onu
sever. Çünkü tevhit, Allah Teâlâ’nın sevdiği şeydir. Başka bir ifadeyle
tevhit, bu Idşide ortaya çıkmıştır. Allah Teâlâ birisini sevmezse, sevdiği şey
olan tevhit onda zuhur etmediği için sevmemiştir. Öyleyse hepsi sonunda imana
ulaşır. Bunu ‘rahmetin Allah Teâlâ’nın gazabını geçmesi’ şeklinde dile
getirmiştik. Böylelikle hevanın anlamını açıklamış olduk.
Sevgiye (hub) gelirsek, bu, arzunun
-diğer şeylere değilsadece Allah Teâlâ’nın yoluna ilişmesidir. Hub diğer
yolların ortaklığının (neden olduğu) kirlerden temizlenirse, duruluğu ve
saflığı nedeniyle ‘hub’ diye isimlendirilir. Suyun konulduğu kap bu nedenle
‘hubb’ diye isimlendirilmiştir. Su o kapta durulur, berraklaşır ve kiri dibine
çöker. Aynı şey yaratıkların sevgisinde de geçerlidir. Onlar, Hakkın
mertebesini sevip müşriklerin ilahlıkta kendisine ortak koştukları denklerden
soyudandığında, bu sevgi ‘hubb’ diye isimlendirilir. Allah Teâlâ onun hakkında ‘İman
edenler en çok Allah Teâlâ’yı sever™5 buyurur. Bunun nedeni, perde ortadan
kalktığında ‘Sakınanlar uyduklarından kaçınırlar”56 ayetinde belirtilen durumdur. ‘Uyanlar
keşke bir imkân olsaydı da, sizden uzaklaşsaydık’357 der. Böylelikle, orada onlara olan
sevgileri ortadan kalkar. Müminler ise Allah Teâlâ’yı sevmek hallerinde
kalırlar. Onlar, kendilerine Allah Teâlâ’ya karşı hiçbir yarar sağlamayan
ilahları hakkındaki sevgilerinden geri dönenlerden daha fazla bir şekilde Allah
Teâlâ’yı severler. Böylelikle kıyamet günü müşriklere özel anlamda Allah Teâlâ’yı
sevmeleri kalır. Çünkü onlar, dünya hayatında Allah Teâlâ’yı sevmiş olsalar
bile O’nunla birlikte ‘ilah’ olmaları anlamıyla ortakları da sevmişlerdir. Bu
vehim ve yanılgı olmasaydı onları sevmeyeceklerdi. Binaenaleyh onların sevdiği
şey ulûhettir (ilahlık). Böylelikle onlar, uluheti pek çok şeyde tahayyül
etmiş, onu sevmiş ve ortakları da sevmişlerdir. Kıyamet günü zikrettiğimiz
şekilde olunca, onlarda sadece Allah Teâlâ sevgisi kalır. Böylelikle ahirette Allah
Teâlâ’yı dünyadakinden daha çok severler. Çünkü dünyadaki sevgileri bölünmüştü.
Ahirette ise sevdikleri şeyi, ilahlığı sadece Allah Teâlâ’ta gördülderinde
sevgileri O’nda toplanır. Bu nedenle rahmet öne geçmiş, iki uç güçlenmiş,
içerdiği ortaklık nedeniyle ara zayıflamıştır. Bütün bunları daha önce
açıklamıştık. İşte sevgi (hubb) ve heva arasındaki fark budur.
Aşk, muhabbetin ifrat hali ya da
‘aşırı muhabbet’ demektir. Bu durum ‘îman
edenler en çok Allah Teâlâ’yı sever’358 ayetinde dile
getirilir. Aşk özellikleriyle birlikte ‘hub’ adını da alabilir ve sayesinde
‘hub’ (sevgi) diye isimlendirildiği kalpte ortaya çıkar. Sevgi insanı bütünüyle
kuşatır ve onu sevgilisinden başka her şeye karşı körleştirir. Bu hakikat onun
bedenine, güçlerine ve ruhunun bütün parçalarına yayılır, tıpkı kanın damarlarda
aktığı gibi akarak bütün eklemlerini kaplar. Varlığıyla bütünleşerek bütün
parçalarını isim ve ruh bakımından kuşatır. Artık onda bir başkasının
girebileceği bir yer kalmaz. Konuşması onunla, duyması onda, her şeydeki bakışı
ona dönüktür. Sevdiğini her surette görür. Gördüğü her şey için ‘odur’ der.
İşte böyle bir sevgi ‘aşk’ diye isimlendirilir. Züleyha’nın eli kesilip kanı
yere düştüğünde, akan kanın düştüğü yerlerde ‘Yusuf, Yusuf diye yazdığı
aktarılır. Bunun nedeni, Yusufun adının, tıpkı bir kan gibi bütün damarlarında
akmasıydı. Aynı şey kesilen kollarından akan kanla toprağa ‘Allah Teâlâ, Allah
Teâlâ’ diye yazılan Hallac’dan aktarılır. Kanın düştüğü her yerde böyle
yazılmıştı. Bu nedenle Hallaç şöyle der:
Her bir
organ ve eklemim Sizi
yad eder durur -
İşte bu durum aşk ile ilgilidir ve bu
insanlar sevgide kendilerini böyle kaybeden âşıklardır. Bu sevgi ‘ğaram’ diye
ifade edilir. Allah Teâlâ izin verirse, sevenlerin nitelikleri daha sonra
zikredilecektir.
(Sevgi için kullanılan başka bir
kelime olan ve meveddet ile aynı kökten gelen) Vüdd ise sevgi, aşk veya hevanın
-hangisi olursa olsunsabidiği ve sürekliliğidir. Bu duygunun bulunduğu kişi bu
hal üzere kalıp hiçbir hali değişmez ve onu sevginin hükmünden
uzaklaştırmazsa, iyide ve kötüde, üzen ve Mutlu eden durumlarda sevgisi sabit
olursa, bu hal ‘vüdd’ diye isimlendirilir. Sevgilinin kendisinde gözükmeyi
sevdiği varlıktan uzaklık ve kovulma anında söz konusu kişinin duygusu değişmez,
sevginin otoritesi altında kalmayı sürdürür -çünkü o, sevgilisinin
mazharıdırBu nedenle bu sevgi ‘vüdd’ diye isimlendirilir. Bu ifade ayette ‘Onlar
Rahman’a sevgi duyarlar (vüdd)’359 şeklinde dile getirilir.
Yani Allah Teâlâ nezdinde ve
kullarının kalplerindeki muhabbette sabittirler. Vüdd de bu demektir.
Sevginin sevilenlerde pek çok başka
hali vardır ki -Allah Teâlâ izin verirsebunları zikredeceğiz. Şevk, ğaram,
heyam (kendinden geçmek), kelf (hoşlanmak), ağlamak, üzülmek, yorulmak,
kırılmak, erimek gibi sevenlerin nitelendikleri ve şiirlerinde zikrettikleri
hususları ayrıntılı olarak açıklayacağız. Bazen sevgide pek çok hata ortaya
çıkar. Birincisi zikrettiğimizdir. Bu hata, sevilenin var olan bir şey olduğunu
zannetmeleridir. Hâlbuki sevilen, var olmayan bir şeydir. Sevgi, var olan bir
şeyde kendisini mevcut olarak görmek amacıyla ilişir. Onu gördüğünde, varlığını
o varlıkta sevdiği halin sürekliliğine geçer. Dolayısıyla sevilen, her zaman
var olmayandır. Sevenlerin çoğu bunu bilmez. Hakikatleri bilenler bunun
dışındadır. Bunların neyle ilgili olduklarını açıklamıştık. Bizim bu konudaki
sözlerimizin çoğu, aşırı sevgi hakkındadır, çünkü o akılları giderir,
taşkınlık, sürekli düşünce, gam, sıkılma, endişe, özlem, iştiyak, halin
değişmesi, rengin solması, ahmaklık, bunaklık, sevilen hakkında kötü zan gibi
durumlara yol açar. Kötü zan, sevdiğinin kendisinde gözükmesini istediğin
varlık hakkındadır. Sıradan insanlar, onun sevilen olduğunu zanneder. Biz ise,
o konuda iki görüşe ayrılırız: Bir kısmımız, sevgilinin kendisinde gözüktüğü
varlığın sevenin hayalindeki misaline bakar ve sevgilisinin varlığını onda
görür. Bu, ‘hayalde ona kavuşmak’ demektir. Böylelikle onunla bütünleşerek,
onu müşahede eder. Bu, dıştaki varlıkta kendisinden daha latif bir şekildeki
kavuşmadır. Mecnun’un dışarıdan gelen Leyla ile ilgilenmesini engelleyen bu sevgiydi.
Mecnun Leyla’ya, ‘Benden uzak dur, çünkü sende hissettiğim kesafet, bu hayali
müşahedenin latifliğini perdeliyor’ demişti. Çünkü Leyla onun hayalinde
dıştakinden daha latif ve daha güzeldi. Muhabbetin en latifi budur. Bu nitelik
sahibi, sürekli nimetlenir ve ayrılıktan şikâyet etmez.
Bizim bu nitelikteki sevenler
arasında ayrıcalıklı bir yerimiz vardır, çünkü sevenler içerisinde böylesinin
bulunması güçtür. Bunun nedeni, kesifliğin onlara hâkim olmasıdır. Bizce bunun
nedeni şudur: Kendini maddeden soyut anlamların sevgisine veren insanın manalar
kesifleştiğinde ulaşabileceği şey, onları hayale yerleştirmektir. Bundan
fazlasını yapamaz. En kesif hali hayal olan insan böyleyse, manaların latifliği
hakkında ne zannedersin? Hali böyle olan insan, Allah Teâlâ’yı sevebilecek kişidir,
çünkü onun Allah Teâlâ’yı sevmedeki son yeri, kendisini teşbihten soyutlamadığında
O’nu hayale indirmektir. Bu durum Peygamber’in, ‘O’nu görür gibi Allah Teâlâ’ya
ibadet et5 sözünde dile getirilir. Biz de, sevdiğimizde ve bu nitelikle
mevcut olduğumuzda, sevdiğimizin kesif âlemdeki duyulurlarda ortaya çıkmasını
isteriz. Bunu ise, güzelliğine güzellik giydirerek, onu hayale yükseltmekle
latifleştiririz. Onu kendisinden ayrılmanın ve uzaklaşmanın mümkün olmadığı bir
mertebeye yerleştiririz. O artık sürekli vuslat halindedir. Bu konuda şu
mısraları söyledik:
Mecnun’un hevasından bir
ümidi yok Uzaklıktan ve gurbetten şikâyet eder
Ben onun zıddıyım, çünkü
benim sevgilim Hayalimde, sürekli yakındır bana
Benim sevgilim bende ve
benim yanımda Niçin bana ait olmayanı söyleyeyim ki
Sevginin akılları gidereceğini
söylememizin nedeni sevenlerin şöyle demesidir: ‘Akılla idare edilen bir
sevgide hayır yoktur.’ Ebu Abbas elMakrani el-Kessad şöyle derdi: ‘Sevgi,
akıllardan çok nefslere hâkimdir.’ Böyle demişlerdir, çünkü akıl, sahibini
sınırlarken sevginin özelliği şaşırmak ve hayrettir. Hayret ise aklı dışlar,
çünkü akıl seni bir araya toplarken hayret dağıtır. Yusufun kardeşleri Yakub’a
şöyle demişti: ‘Sen eski dalaletindesin.’160
Burada Yusufiın sevgisindeki hayret halini kastetmişlerdi. Hayret dağıtır,
toplamaz. Bu nedenle ‘dağılma (bess)’ özelliğiyle nitelenmiştir ki bu, sevenin
himmetinin pek çok noktaya dağılmasıdır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlardan
pek çok kadın ve erkek...,36‘ Başka bir ayette ‘Dağılıp
toz duman haline geldiği...”62 denilir. Seven sevdiğinin hükmü
altındadır ve kendi kendini yönetemez. O, ancak kalbine egemen olan sevgi
sultanının emrettiği ve verdiği şeye göre hareket eder. Sevgisindeki
taşkınlığın bir tezahürü de, sevdiğinin her şahsın nezdinde güzel olduğunu ve
herkesin onu kendisinin gördüğü şekilde gördüğünü zannetmesidir. Bu da,
hayretin bir yönüdür. Buna şu deyim örnek verilir:
Her gözde güzeli görmek
sevgidendir
Yani Ey âşık! Sen herkesin sevdiğini
senin gibi güzel gördüğünü zannedersin. Sevenin dalaletinin bir yönü de,
sevgilisinin kendilerinden meydana geldiğini düşündüğü yönlerde şaşırmaktır.
Bunun üzerine ‘şöyle veya böyle veya şunu yapayım ki, bu fiille sevgilime
ulaşayım’ der. Hangi davranışa başlayacağı hakkında hayrete düşer, çünkü o, sevgilisinden
aldığı hazzın duyuda hayaldekinden daha büyük olduğunu zanneder. Bunun nedeni,
kesafetin sevene baskın gelmesidir. Aynı şekilde, uyku esnasında tahayyül
hazzından da habersizdir. Bu da hayalde haz almaktan daha güçlüdür. Çünkü
uykuda hayalden daha çok hayalle ittisal halindedir. Hayal ile ittisal ise,
dışta, yani duyulur ile ittisalden daha güçlüdür. O halde onun mana ile haz
alması, hayalle haz almasından daha güçlüdür. Böylelikle seven, dışta ittisale
ulaşmasını sağlayacak yönleri elde etmeye çalışarak hayrete düşer. Bunu ise, bu
konuda bilgi sahibine sorar ve bir çözüm bulurum diye düşünür. Şu ifade bu
konuda söylenmiştir:
Arzun sahih olsaydı, sana
çareler gösterilirdi
Yani, sevgiliye ulaşana kadar
yaptığın işlerde doğruyu bulurdun.
VASIL
Sevenlerin Özellikleri
Bu konuda zikredeceğim ille husus, Yunus b. Yahya b. Ebu’l-Hasen el-Haşimi
el-Abbasi el-Kassar’ın Kabe-i muazzama’nın Rükn-i Yemani bölgesinde 599 yılında
bana aktardığı şu hadisedir: Bize İbn Abdülbaki aktardı: Bize Ahmed b. Abdullah
aktardı: Bize Ahmed b. aktardı: Bize Abdullah b. Muhammed b. Cafer aktardı:
Bize müfessir Ebu Bekir edDineveri 288 yılında aktardı: Bize Muhammed b. Ahmed
Şemsâtî aktardı: ‘Zünnun’un şöyle dediğini duydum: ‘Allah Teâlâ’nın kalplerini
muhabbetinin saflığıyla doldurduğu kulları vardır. Onların ruhlarını kendisini
görmenin özlemiyle açmıştır. Nefslerini kendisine arzu duyduran ve kendisine
yaklaştıran Hakkı tenzih ederim. Böylelikle onların himmetleri ve gönülleri, Allah
Teâlâ için duru Hakk gelmiştir. Onları Vakfe’de durduran vahşetlerini
(yalnızlık ve kaçış) ünsiyete çeviren, hastalıklarının doktoru olan Allah
Teâlâ münezzehtir. İlahi! Senin için bedenlerini zayıflatmışlar, ellerini
senden gelecek ilave nimete açmışlardır. Sen onlara kendinden anlamanın tadını
tattırdın. Bu, onların hayatlarındaki en güzel tattır. Sen, onların nimederini
artırdın ve onlara göklerinin kapılarını açtın. Onların kalplerine melekûtunda
dolaşma imkânı, hatta sevenlerin muhabbetinin unutturduğu şeyleri verdin. Özlem
duyanların özlemi sana bağlandı. Ariflerin kalpleri sana döndü. Sadıkların
kalpleri seninle ünsiyet buldu. Korkanların korkusu sana yöneldi. Kendini sana
adayanların kalpleri sana komşu oldu. Rahatlık, onların bıkmasından umudunu
kesti. Gafletin onlara karşı arzusu azaldı. Onlar kendilerini ilgilendirmeyen
şeyleri düşünmekle dinginleşmediler. Yorgunluk ve uykusuzluktan bıkmadılar.
Dilleriyle O’nu söylediler, duruşlarıyla O’na yakardılar. Hatalarından dolayı
O’ndan af dilediler. Amellerinde ortaya çıkan yanlışları nedeniyle bağışlanma
istediler. Onlar, hüzünleri düşünerek kalpleri eriyenlerdir. Ebrar (İyiler)
gibi O’na hizmet ettiler.’
Allah Teâlâ kendilerinden razı olsun,
onların bir özelliği de zayıflıktır. Bu, onların yanları ve sırlarıyla ilgili
bir niteliktir. Bu sırrın onların sırlarına ilişmesinin nedeni şudur: Çünkü
sevenlerin ruhları duyular idrak ve hayal tasavvur edemeyecek kadar latif
olsalar bile, sevgi zikredeceğimiz bir mana nedeniyle -tıpkı serabın latifliği
gibionu latifleştirir. Susamış insan serabı su zanneder. Bunun nedeni
susamışlığıdır. Susama olmasaydı, onu su zannetmezdi, çünkü su ihtiyaç duyduğu
şeydir. Böylelikle kendisini istediği ve hayat sırrı kendisinde bulunduğu
için, sevgilisi olan suya yönelir. Suya geldiğinde ise bir şey bulamaz. Bir
şey bulamayınca, suyun yerine Allah Teâlâ’yı orada bulur. Böylelikle susamış,
görünürde suya yönelmişti. Allah Teâlâ ise farkında olmadığı yönden onu kendisine
yönlendirmişti. Allah Teâlâ farkında olmadığı yönden kuluna tuzak kurduğu gibi
kendisine iltica edişinde, O’na dönüşünde ve O’na itimat edişinde de farkında
olmadığı yönden kuluna ilgi gösterir. Bunu ise, sebepleri kuluna gösterdikten
sonra kaldırmasıyla yapar. Serapta tahayyül edilen suyun kaybolmasıyla Allah
Teâlâ’nın orada bulunması, kulun sebepler kesildiğinde Allah Teâlâ’ya yönelmesi
demektir. Bu esnada sevdiği (su) hakkında kapıların kapanmasıyla kul, her
şeyin idaresini ve sahipliğini elinde tutan Allah Teâlâ’ya yönelmiştir. Allah
Teâlâ’nın ondan istediği de buydu ve O’nun sevdiklerine karşı davranışı
böyledir: Allah Teâlâ onları ‘zorla ya da dileyerek’ kendisine çevirir. Aynı
şey ruhları için geçerlidir. Ruhlarının Allah Teâlâ’nın haklarını -ki bunları
farz kılan Allah Teâlâ’dıryerine getirdiklerini zannederler. Ruhları,
kendisini severek ve emrettiği yerde onları görsün diye, razı olduğu işleri
arzulamak üzere Allah Teâlâ’nın emriyle hareket ederler. Ruhların önünden
perde kalkıp gözleri keskinleştiğinde ise, kendilerini su şeklinde serap gibi
görürler. Onlar, Allah Teâlâ’nın haklarını yerine getirenin Allah Teâlâ -ki O
fiillerin yaratıcısıdırolduğunu görürler. Böylelikle Allah Teâlâ’yı, kendileri
zannettikleri şeyin aynı olarak görürler. Bu durumda kendi varlığı kalkar,
gördüğü ise Hakk olarak geride kalır. Nitekim serabın suyu kaybolur, serap ise
kendiliğinde görülür halde kalır. Ruh da kendiliğinde mevcut iken fail
değildir. Bu esnada insan, sevenin sevilenin kendisi olduğunu ve Hakkın
gerçekte kendisini sevdiğini ve ancak böyle bir şeyin olabileceğini öğrenir.
Ruhlarda budan daha latif bir erime ise, mümkün değildir.
Onların kesif yönleriyle ilgili
zayıflığa gelirsek, bu, duyunun ilgili olduğu renklerinin başkalaşması,
ederinin erimesidir. Bunun nedeni, sevgililerinin kendilerini yükümlü tuttuğu
işleri yerine getirmeyle düşüncelerinin meşguliyetidir. Sevgilileri bunları
farz kılmış, onlar da ‘sözlerini yerine getirme’ özelliği kazanmak için gayret
göstermişlerdir. Çünkü onlar bu konuda Allah Teâlâ’ya söz vermiş, O’na ve
peygamberine yeminle bağlanmışlar, O’nun ‘Ey iman
edenler! Sözlerinizi yerine getirin”63 dediğini duymuşlardır. Başka bir
ayette ‘Bana verdiğiniz sözü tutun”64 denilir. Onlar sözlerini bozmaz. ‘Allah Teâlâ’yı
üzerinize vekil ettiniz”65 İşte bu, bedenlerinin erimesinin sebebidir.
Sevenlerin bir özelliği de,
erimektir. Bu, onların beden ve ruhlarındaki gerçek bir niteliktir.
Bedenlerindeki erimenin nedeni, rutubetin ve yağın bulunduğu sevilen hazlı
yemekleri bırakmaktır. Bu yemekler nefsler tarafından sevilir, bedenlerde bir
nimet aydınlığı gerçekleştirir. Allah Teâlâ kendilerinden razı olsun, sevenler
şunu görmüşlerdir: Sevgili, onları huzurunda durmak ve insanlar uyurken
geceleyin kendileriyle konuşmak ve kendilerine tecelli etmek üzere ayakta
durmayla yükümlü tutmuştur. Onlar, bedenlerindeki yaşlıklardan dimağa doğru
buharların çıktığını, bunların duyuları ezdiğini ve kapladığını görürler. Bu
nedenle insanlar uyurken yalnız kaldıklarında Hakk ile münacat etmek üzere sevgilinin
önünde ayağa kalkmalarına uyku engel olur. Sonra bu buharlar, bedenlerinde bir
güç oluşturur. Bu güç, organları gereksiz işlerde çalışmaya sevk eder, hâlbuki
sevgilileri o işlerde kullanılmasını kendilerine yasaklamıştı. Bunun üzerine
sevenler, gerek duyulan ölçünün dışında yemeyi ve içmeyi bırakırlar.
Bedenlerindeki yaşlık azalır, nimetin aydınlığı kaybolur, dudakları kurur,
bedenleri zayıflar, uykuları gider, uykusuzlukları güçlenir. Bu durumda Hakkın
önünde durmaktan ibaret olan maksadarına ulaşırlar ve terk ettikleri şeyler
ölçüsünde yardım görürler. Bedenlerin erimesi budur.
Ruhların erimesine gelirsek, ruhlar,
marifetler ve bilgilerle nimetlenir. Çünkü onların hemcinsleriyle ünsiyet etmek
üzere, yüce topluluğun ruhlarıyla ilişkileri vardır. ‘İyilik
ve takvada yardımlaşın’366 ayetini duyduklarında, yardımlaşmayı
arzularlar, bu emirle muhatap olduklarını zannederler. Hâlbuki gerçek böyle
değildir. Bu ayet ile yükümlü olanlar, günah ve düşmanlığa karşı
yardımlaşmanın kendilerine yaraştığı kimselerdir. Bu nedenle ayetin ardından
olumsuzluk gelerek şöyle denilmiştir: ‘Günah
ve düşmanlıkta yardımlaşmayın, Allah Teâlâ’dan sakının.’367 Bu ise, yüce
topluluğun bir özelliği değildir. Bu konudaki hatalarını gördüklerinde ‘Allah
Teâlâ’dan yardım dileyin ve sabredin’368 ayetine dönmüşlerdir. Başka bir
ifadeyle, Allah Teâlâ karşısında nefslerinizi hapsedin. Bu ayet nedeniyle
hemcinslerinden ayrı düştüklerinde, ruhları erir, hâlbuki onlar daha önce
hemcinsleriyle oturup kalkmanın nimetinin aydınlığı içindeydiler. Onlar ‘O’nun
'benzeri bir şey yoktur’369 diye nitelenene bağlanmış,
kendileriyle Hakk arasında bağlanacakları bir benzerlik ilişkisi görmemişlerdi.
Bunun üzerine ‘Allah Teâlâ’yı bilmek’ kendilerine şöyle der: O, sana ancak
senin dilinle, lehçenle ve senin de kendilerinden biri olduğun insanların
diliyle hitap eder. Sen, sana hitap ettiği dilin anlamına dön! Çünkü o,
kendisini medlulünün hakikatinden çıkartmadığı gibi bilgisizliğinle de
(dildeki) bu hitabın O’nunla ilişkisini de anlayamazsın. Çünkü sana bildirdiği
nitelik, özü gereği O’nu arar. Çünkü Hakk, kendisini onunla nitelemiş,
nitelikleri ise bizden O’na dönük özel bir ilişkiyle gerçekleşmiştir. Bu
niteliğe bağlanıp zorunlu olarak sarıldığında, bu nitelik seni O’nun nezdine
ulaştırır. Bu durumda söz konusu niteliğin O’na nasıl ait olduğunu zevk ve
ilahi tecelli yoluyla öğrenirsin. Bu ise, senin erimeni artırır, en sonunda
mevhum bir noktaya dönersin. Nitekim şair şöyle der:
Sende o kadar eridim ki
Sanki mevhum bir nokta oldum
Nokta sadece vehimde var olabilir.
Öyleyse bu, erimede onların niteliklerini gösterir. Keşf ile desteklenmiş bir
haberde ulvi ruhların büyüklerinden biri olan İsrafil’in eridiği
aktarılmıştır. Bunun nedeni, Allah Teâlâ’nın büyüklüğünün onun kalbini her gün
yetmiş kere istila etmesidir. Öyle ki adeta, bir konuma döner. Nitekim kıyamet
günü Allah Teâlâ’nın kullarına karşı içlerinden büyüklük taslayanlar, adeta
zerre ve küçük şeyler gibi diriltilecektir. Bunun nedeni, dünyada onların
gösterdiği büyüklük ve yüceliktir. İşte bu, onların ruh ve bedenlerindeki
erimenin tarzıdır.
Sevenlerin başka bir özelliği
ğaramdır. Ğaram, üzüntü içinde sevgilide yok olmaktır. ‘Onun
azabı ğaram (çetin) idi...’370 Başka bir ifadeyle ğaram, sevgiliyi
müşahedeye bağlanarak, yok olmaktır. Çünkü (aynı kökten gelen ve borçlu
anlamındaki) ğarîm, borcun zorladığı kimse demektir ve bu nedenle ğarîm diye
isimlendirilmiştir. Bu kökten harf değişikliğiyle gelen başka bir kelime, ruğam
kelimesidir. Ruğam, toprağa yapışmak demektir, çünkü ruğam toprak demektir.
‘Rağime enfiıhu’, ‘burnu sürtünsün’ demektir. Çünkü burun, izzet yeridir. Duada
ise, ruğam (kelimesiyle) karşılık bulmuştur. Böylelikle onu toprağa sürterler.
Bu durumda ğaramın hükmü, sahibinde bir ters çevirme şeklinde tezahür eder.
Öyleyse o, zillet ile nitelenmiştir. Çünkü toprak, zelil olanların en
zelilidir. Bu nedenle yeryüzü mübalağa kipiyle ‘zelîl’ diye isimlendirildi,
çünkü zelil olan varlıklar, ona basar. Sevgi, sevenlerin kalplerinin, özlem
arzu duyanların kalplerinin, uykusuzluk ise uykusuzların nefslerinin ayrılmaz
özelliğidir. Sevenler, kendisiyle nitelendikleri sevginin kısımlarından
hareketle isimlendirilmiştir. Bütün bu özelliklere birden sahip olan ise ‘ğaram
sahibi (tutkulu)’ diye isimlendirilirken niteliği de ‘ğaram (tutku, aşırı
sevgi)’ diye isimlendirilir. Öyleyse ğaram, sevgi niteliğinden sevenin ayrılmaz
özelliği olan bütün özellikleri kuşatan genel bir isimdir. Sevenin, bundan
daha kuşatıcı bir niteliği yoktur.
Sevenlerin başka bir özelliği
şevktir. Şevk, sevgiliyle kavuşmaya dönük ruhani bir harekettir. Bunun yanı
sıra şevk -sevilen seven ile aynı cinsten isesevgiliyle kavuşmaya dönük
cisimsel, doğal ve duyusal bir harekettir. Onunla karşılaştığında ise -ki hangi
sevgili olursa olsunhareketinden durağanlık bulur. Kavuşmuş iken, bu hareketin
niçin geri döndüğüne şaşırır. Hareketin arttığını ve kavuşma halinde bile bir
korkunun kendisine ulaştığını görür. Anlar ki, korkusu, ayrılık ihtimaliyle
ilgilidir. Özlemden kaynaklanan hareketin vuslat halinin sürekliliğini istediğini
görür. Başka bir ifadeyle özlem, kavuşma esnasmda bile coşar. Nitekim şair
böyle bir durum hakkında şöyle der:
Özlemin en çok arttığı gün
Onun diyarına yaklaştığım gündür
Başka bir şair vuslat halindeki korku
hakkında belirttiğimiz durumu şöyle anlatır:
Onlara özlem duyarak
ağlıyorum Yaklaştıklarında ise ayrılacaklar diye ağlarım
Bu, kendinden başkasını sevenin
ödülüdür. O, sevilenin varlığını kendisinin dışında kabul etmiştir. Allah Teâlâ’yı
seviyor olsaydı, hali böyle olmazdı. Allah Teâlâ’yı seven kişi, ayrılıktan
korkmaz. Nasıl olur da, bir şey ayrılmaz özelliğini terk edebilir? Seven
sürekli O’nun avucundadır. Sevgilisi, daima onu görür ve kendisine şah
damarından daha yakındır. ‘Attığında sen atmadın, fakat AUah
attı.’371 Varlıkta
O’ndan başkası yok ise, ayrılık nerede kaldı? Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kulum
bana bir karış yaklaşınca, ona bir arşın yaklaşırım.’ Kardeşim! Allah Teâlâ
için mi, yoksa kendin için mi sevdiğini böyle öğrenirsin. Hakk âleme muhtaç
değil iken, kulu kendisini sevdiğinde, ona kavuşmak, onu kendisine
yaklaştırmak, meclisine getirtip seçkinlerinden yapmak üzere hızla ona koşar.
Sen böyle yapmaya daha layıksın! Bir şahıs seni sevince, seni kendi üzerinde
efendi yaparken kendisini hükmünün mahalli yapar. Bu durumda akıllı isen,
sevginin ve seni sevenin kadrini bilmelisin. Sevgisi karşısında Allah
Teâlâ’nın ahlâkıyla ahlâklanarak, O’na kavuşmak üzere kendisine koşmalısın!
Çünkü O, seni (senin O’nu sevmenden) önce sevmiştir. İşte bu da O’nun senin
üzerindeki (kudret) elidir ve hiçbir zaman ona denk olamazsın. Çünkü sevgi
O’ndan başladıktan sonra, sevgiye karşı yapacağın her iş, başlangıçta sana
yönelen bu (ilahi) sevginin sonucudur.
Sevenlerin bir özelliği de, heyam’dır
(kara sevda, kendinden geçmek). Onlar, kendilerinden geçmiş ve belli bir yöne
yönelmeksizin avare dolaşırlar. Allah Teâlâ’yı sevenler ise, bu niteliğe daha
layıktır. Bir insan (kendi gibi) bir yaratığı sevip avare dolaşabilmektedir. Bu
durum ise, sevginin kendisini sıkmasından ve sevdiğine vuslattan
ümitsizliğinden kaynaklanır. Allah Teâlâ’yı seven ise, vuslattan emindir.
İlah’ın (yer ile) sınırlanmadığı, kendisine yönelinecek belli bir mekânda
bulunmadığı malumdur. Hakkın hakikati böyle bir şeyi reddeder. Bu nedenle Allah
Teâlâ ‘Her nereye dönerseniz, Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır’372 buyurur. Başka bir ayette ise ‘Her
nerede iseniz, 0 sizinle beraberdir’373 buyurur. O halde (Allah Teâlâ sevgisinden)
kendinden geçenin sevgisi, her vadide ve her haldedir. Onun sevgilisi Haktır ve
Hakkı belli bir yönde aramaz. Yöneldiği her yönde ve durumda Hakk kendisine
tecelli eder. Binaenaleyh Hakkı sevenler, yaratıkları sevenlere göre, başıboş
ve avare dolaşma özelliğine daha layıktır. Sevenlerin nezdinde Allah Teâlâ,
her gözden görülen, her dille zikredilen, her konuşandan duyulandır. Arifler,
O’nu böyle bilir ve bu hakikat ile sevenlere tecelli eder.
Sevenlerin bir özelliği de,
inlemedir. Bu, kalbe yöneldiğinde onu daraltan yakıcı bir ışığın ateşidir. Bu
ateş, sevenin kendinde bulduğu tasadan birikerek, yoğunlaşmış bir halde ortaya
çıkar. Ateş dışarı çıkarken, sıcaklığın gücünün soluyan sesi duyulur. Aynı
şekilde, ateşin sesi de duyulur ve bu ‘inilti’ diye isimlendirilir. Böyle bir
şey, doğal cisimde meydana gelebilirken bazen bedenlenmiş surette de meydana
gelebilir. Bu nedenle suretten soyutlanmış anlam cesedenip surette gözüktüğünde
-tıpkı doğal cisimler gibi‘bu öfkenin suretidir’ veya ‘rızanın suretidir’
denilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendinden haber verirken şöyle
der: ‘Ben de bir beşerim, sizin gibi kızar, insanların razı oldukları gibi razı
olurum.’ ‘Benzeri olmayan Allah Teâlâ’374, kendisini
rıza ve gazap özelliğiyle nitelemiştir. Bu iki nitelik ve benzerleri, Hakkın
kendisini nitelediği özelliklerdir. Bu hakikatten ise, âlemde ortaya
çıkmıştır. Bu nedenle ‘Allah Teâlâ âlemi âlem hakkındaki bilgisiyle bilmiştir’
dedik. Ancak da böyle bir şey olabilirdi. Çünkü âlemde ortaya çıkan her hakikat
ve niteliğin kendisine döndüğü ilahi bir aslı vardır. Onun varlığını bu
niteliğe göre koruyan bu ilahi asıl olmasaydı, o nitelik var olmaz ve varlığı
sürmezdi. Bunu ise, Allah Teâlâ ehlinden tekler bilebilir. Bu, özel bir
bilgidir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ ona öfkelendi.’375 Bir rivayette, Allah Teâlâ’dan
öğrenen kişi için bundan daha güçlüsü yer almıştır. Bu ifade sahih bir hadiste
kıyamet günü nebilerin söyleyecekleri şu ifadedir: ‘Allah Teâlâ, bugün daha
önce hiç kızmadığı gibi kızmıştır. Bundan sonra da bir daha kızmayacaktır.’
Bu, öfkesini hadislik ve ortadan kalkmayla niteledi durumdan daha şiddedidir.
Bu makamda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kendisinden sonra gelen
sahabesine şöyle demiştir: ‘Yazık, yazık!’ Bunun nedeni, hal ve yerin
gereğidir. Çünkü siyaset sahibi, hükümlerinde hal ve mertebelere göre hareket
eder.
Sevenlerin bir özelliği de, gam ve
tasadır (kemed). Kemed kalpteki aşırı üzüntü demektir. Bu üzüntü nedeniyle
artık gözyaşı akmaz. Bu üzüntünün sahibi, ahlanır ve sızlanır. Bu üzüntü,
insanın geçmişe ya da eksik yapmaya karşı değil, içinde bulduğu bir üzüntüdür.
İşte bu, sevenlerin özelliklerinden biri olan bilinmeyen üzüntüdür. Onun
yegâne sebebi, bilhassa sevgidir. Tek ilacı ise, sevgiliye kavuşmaktır. Onunla
ilgilenmek, üzüntüyü hissetmekten kendisini alıkoyar. Sevgiliye kavuşmak
-zatların kavuşması gibi-gerçekleşmezse, bu durumda sevgili, ona emir verenlerden
olur. Seven de emirlerini yerine getirmekle ilgilenir ve bu sayede üzüntüsünden
kurtulur. Üzüntünün çoğu, seven ile sevgili arasında onu kendinden alıkoyacak
bir şey gerçekleşmediğinde tezahür eder. Sevenin (sevgili ile veya emirleriyle)
meşguliyet esnasında kaybolacak tek niteliği üzüntüdür.
Muhabbetin özellikleri pek çoktur.
Örnek olarak, dehşet, susmak, gayret, dilsizlik, hastalık, sıkılma, ezilme,
ağlama, rahatsızlık, vecd, seha gibi özellikleri verebiliriz. Bunlar,
sevenlerin şiirlerinde zikrettikleri terimlerdir. Bizim bu konudaki sözlerimiz
ise Allah Teâlâ’nın kullarını kulların Allah Teâlâ’yı sevmesiyle ilgilidir. Allah
Teâlâ kendilerindeki bir nitelik nedeniyle sevdiği kullarını zikrettiği gibi
bir takım nitelikleri nedeniyle başka bir gruptan sevgisini çekip almıştır. Allah
Teâlâ, kitabında ve peygamberinin dilinde bütün bunları belirtmiştir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar