Print Friendly and PDF

VAZ‘-I CEDÎD mi, KEŞFİ KADÎM mi? Dücane CÜNDİOĞLU


 


YÜZÜNCÜ YIL ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ / 17-18 MAYIS 2001/KUR'AN ve DİL -Dilbilim ve Hermenötik- SEMPOZYUMU

 (Varlık/Nesne > Düşünce/Kavram > Dil/Sözcük Bağıntısına Dâir)

 “Ol peri ayıttı birgün düşüne girürem bir şeb / Nice yıllar geçüpdür görmedim uyku

Anlamı kısaca şöyle: Ma‘şûk âşıkına demiş ki: “Bir gece rüyana gireceğim, bekle!” Âşık da hicran ve dahî hüsran içerisinde bize diyor ki: “Bu habere o denli sevindim ki sevincimden yıllardır gözümü uyku tutmuyor.”

Ben de yetkililerinden sempozyuma katılmam için teklif aldığımda sevincimden -yıllardır değilse bile- haftalardır uyumaksızın buralara geldim, sevgiliyi görmek için. Çünkü ne de olsa Kur’an üzerine, dil üzerine, dilbilim üzerine uzun zamandır hasretini çekmekte olduğum bir şölene katılacaktım. Görmek istediklerimizin bir kısmını da gördük çok şükür. Fakat bir kısmım sadece... Babanzâde Ahmed Naim'in kayınpederi Fatih Sultan türbedarı Amiş Efendi birgün damadını sıkıntı içinde görünce kendisine şöyle demiş: “Matlubun husulü veya âdem-i husûlü nezdinde müsavi değilse nakıssın evlâdım”. Yani birşeyin olup olmaması sence eşit değilse, alman gereken daha çok yol var! O bakımdan, matlûbun hâsıl olup olmamasını önemsemiyor ve şimdilik sadece bulduklarımla yetiniyorum.

XVII. yüzyılın ünlü düşünürlerinden Melâmizâde Kemaleddin Efendi, “Dil, dilcilere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir!”der ki çok doğrudur.

Nitekim burada konuşmaları dinlerken epeyce not aldım, ama bütün bunları 20 dakikada özetleyebilme kabiliyetini hâiz olmadığım için mecburen bir kısmından vazgeçeceğim.

O halde temel bir tespitle konuya girelim:

“Batı dilbilimiyle İslam dilbilimi -birbirinden çok farklı varlık, düşünce ve dil tasavurâtına sahip olmaları sebebiyle- karşılaştırılamazlar.”

Batı dilbilimi, dili kutsaldan arındırdı. Çünkü varlığı kutsaldan arındırdı. Dolayısıyla Batı dilbilim geleneği (ve esasen bu geleneğin bir hâsılası olan çağdaş dilbilim), tamamlanmamış, ser-hoş, yolunu bulamamış ve bulması da pek mümkün olmayan bir gelenektir. Niçin? Çünkü dil, o dilin temsil ettiği bir kavram ve o kavramın temsil ettiği bir varlık anlayışıyla hakikî anlamını kazanır. Burada örnekler vermek isterdim ama zaten konunun mütehassısları burada olduğundan, ayrıca mal‘ûmu i‘lam etmeyi uygun bulmuyorum. Lâkin yine de kısa bir denemeyle meramımı anlatmaya çalışayım:

Batı'daki bilimsel gelişmelerle, o parlak teknolojik gelişmelerle ilgili anlatılan bir fıkrada, adamın biri Einstein'a der ki:

“Teknoloji ilerledi, bilim ilerledi. Biteviye devrimler oluyor. Neredeyse üç günde bir, bir bilimsel devrim yaşanıyor. (Nedense Batı'da sürekli devrim olur ya!) Ben neler olup bittiğini tam olarak anlamıyorum. Doğrusu, siz de uzun uzun anlatsanız yine olup bitenleri tam olarak anlayabileceğimi sanmıyorum. Acaba kısaca bilim'deki, fizik'teki, doğa bilimlerindeki bu muhteşem terakki ve tekâmülü bendenize bir iki cümleyle özetleyebilir misiniz?”

Einstein biraz düşünür, düşünür ve sonunda der ki:

“Size ancak bir şeylerin kımıldamaya başladığını söyleyebilirim.”

Batı dilbilimi için söyleyeceğimiz de ancak “bir şeylere kımıldıyor” demekten ibaret olacaktır.

Niçin? Çünkü temel sorun, dil'in düşünce'nin basit bir aracı haline dönüştürülmesi. Oysa dil, düşünce'nin basit bir aracı değildir. Onu istediğiniz gibi kesip biçemezsiniz. Bir dönemler TDK'nın yapmak istediği gibi dili dilediğinizce yönetemez, ona dilediğinizce biçim veremezsiniz. Ne var ki dünyevileştirilmiş, kutsaldan arındırılmış, modern ‘varlık’, ‘bilgi’ ve ‘dil’ anlayışı, tıpkı doğayı dilediğince dönüştürmek istediği gibi, dili de dilediğince dönüştürebileceğini zannetti ve doğaya müdahale ettiği gibi dile de müdahale etmeye kalkıştı. Oysa bizim geleneğimizde dil canlı bir organizmadır. O dili konuşanlar, onun üzerinde istediği gibi tasarrufta bulunamazlar; böyle birşeyi akıllarından bile geçirmezler. Heidegger'in dediği gibi, “Dil varlığın meskenidir”. Bu meskende olanı (varlığı) dikkate almaksızın salt meskenin kendisi üzerine konuşamayız. O bakımdan Melâmizâde Kemaleddin Efendi'nin -yukarıda aktardığım- tesbiti dilcileri tahfif etmek amacıyla söylenmiş olmayıp, dil'in kavram'la {zihin) ve varlıkla (doğa) ilişkisine işaret .etmek maksadına .matuftur; yani dil'in varlık ve düşünce'yle irtibatı gösterilmedikçe, 'aralarındaki köklü bağıntıya işaret edilmedikçe salt dil'in kendisi üzerinde konuşmak mümkün değildir; mümkün olsa bile bu doğru değildir.

Müsellem olduğu üzere: “İlim ma‘lûma tâbidir”; yani bilgi bilinene bağlıdır ve/veya bilinen (nesne) bilgiden öncedir. O halde ‘varlık’ ve (varlık'a ittibaen) ‘bilgi5, hakkında, başka bir deyişle ‘nesne’ ve ‘kavram' hakkında bir ön tasavvura sahip olmaksızın, bu tasavvurun dile getirilişi ve dile getiriliş yolları üzerinde de konuşamayız.

Fransız düşünürü Ernest Renan'ın 29 Mart 1883'de Sorbonne'da “İslam ve Bilim” başlıklı bir konferans verdiği ve bu konferansta öne sürdüğü iddialarla ilgili olarak kendisine İslam dünyasından birçok reddiyeler yazıldığı ma‘lûmdur. İşbu konferansında -özetle- şöyle der:

  1. “Müslümanlar felsefe ve bilim alanında söylediklerinin tamamını bizden (Batı'dan) aldılar, böylelikle Batı bilim ve felsefe mirasına bir süre bekçilik yapmış oldular. Yani bizden aldıklarını yine bize iade ettiler. Aralarında -o da nadiren- birkaç kişi çıktıysa da onlar da zındıklıkla suçlandılar. Hâsılı müslümanların insanlık tarihinde felsefe ve bilim adına bizzât üretmiş olmakla övünebilecekleri hiçbir şey yoktur.”

Bu arada haksızlık yapıyor görünmemek için kendisi müslümanların bizatihi orijinal katkılarıyla övünebilecekleri bir alana atıf yapmaktan kendini alamaz ve lütfen (!) şu itirafta bulunur:

“Bir konu hariç! Dil, ama sadece dil!”

Bugün İlahiyatçılarımızdan ilim tarihimizde başarılarımızla övünebileceğimiz alanlardan birkaçını saymalarını istesek, -sanırım- dil'i, dilbilim'i zikretmek ya akıllarına gelmez ya da zikredecek olurlarsa sonlara doğru bir yerlerde zikrederler. Oysa bu, İslam Medeniyeti'ne tarih içerisinde hiçbir sûrette şeref payesi vermeyi düşünmeyen mutaassıb bir pozitivistin bile itiraf etmek zorunda kaldığı bir durumdur.

Acaba İslâm düşünce geleneğinin dilbilim alanında bu denli güçlü, zengin ve derinlikli bir miras bırakabilmesinin temel sebebi nedir?

En şedîd muhaliflerinin bile itiraf ettiği üzere İslâm dilbilim mirasının böylesine büyük bir zenginlik ve derinlikle muttasıf olması, doğrudan İslâm'ın ‘varlık’ (nesne) ve ‘bilgi’ (kavram) tasavvuruyla alâkalıdır. Bu ‘varlık’ ve ‘bilgi’ tasavvuru nazar-ı itibara alınmaksızın ‘diPle ilgili yapılacak tüm açıklamalar, belki uzmanlar için bir nebze değer taşır ve fakat bize olup bitenleri anlamamızı, ihata etmemizi sağlayacak sağlıklı bir tasavvur, bir nüfûz kudreti vermez; bu kadarını bile vermediği gibi, içinde yaşadığımız dünyayı anlamak ve anlamlandırmak konusunda bize ihtiyacım duyduğumuz o köklü duruşu da kazandırmaz. Bu gerekçeyle burada ve şimdi ‘dil’ hakkında konuşmaya nereden başlamak gerektiğiyle ilgili olarak -klasik Osmanlı düşüncesi dolayımında- kısa bir parantez açmayı deneyeceğim.

Kazvinî'nin medreselerde de okutulan Şemsiyye adlı meşhûr Mantık risalesinin şârihi büyük düşünürümüz Kutbuddin er-Razî et-Tahtanî -ki kendisi tarihin tanık olduğu en büyük mantıkçılardan biridir- Tahrir’ul- Kavâid'il-Mantıkıyye adlı eserinde ilm'i, îlm-i Hudûrî ve İlm-i Husûlî olmak üzere ikiye ayırır: îlm-i Hudûrî için üç misâl verir:

Tanrı'nın bilmesi, insanın kendisini bilmesi ve mücerredâtın kendisini bilmesi ki bu üçüncüsü kadîm kozmoloji anlayışı içerisinde anlaşılacak bir keyfiyet taşır. İnsanın kendisini bilmesi ise, insanın kendini, kendi ‘ben’ini bilmesidir; yani insan hiçbir aracıya dayanmaksızın, dolayımsız olarak kendisini, kendi ben'ini bilir. İşte bu, mantıkta ‘özdeşlik ilkesi’ne meşrûiyetini kazandıran temel hareket noktasıdır. (Vâki vâkidir; vâki gayr-ı vâki olamaz; gayr-ı vâki gayr-ı vâkidir; gayr-ı vâki vâki olamaz.)

Descartes'ın, “Düşünüyorum öyleyse varım” şeklinde tamamiyle yanlış Türkçeleştirilen ünlü sözü cogito ergo sum -tam da bu bağlamda- Batı düşüncesinin modern formunu anlamak bakımından belki bize bir dayanak noktası teşkil edebilir. [Hemen belirtmeliyim ki ibarede geçen sum ‘varım’ değil, ‘benim’ demektir; yani I am thinking therefore I anı (Düşünüyorum o halde benim)].

Burada dikkat edilirse düşünme/düşünce varlık'tan ayrılmakla kalmıyor, varlığa tekaddüm de etmiş/ettirilmiş oluyor. Oysa ilm-i hudûrî'nın tanımı gereği insan kendi doğasını dolayımsız olarak bilir. Bu bilişte ‘bilen’ (âlim) ile ‘bilinen’ (ma‘lûm) müttehid'dir, birdir; çünkü insan hem bilen, hem de bilinen'dir. İnsanın benim bilmesinde ‘bilen’ kim? Elbette ‘ben’! Peki ‘bilinen’ kim? Yine ‘ben’! Dolayısıyla bilen'le bilinen bir ve aynı olduğu için bu bilgi (ben’in bilgisi) apaçıktır, dolayımsızdır ve yine bu nedenle kat‘îdir. Bu durumda düşünme/düşünce varlığa (ben'in varlığına) takdim edilemeyeceğinden ve dahî ‘bilen’le ‘bilinen’ bir ve aynı olacağından, düşünce varlık'tan önce gelmez; gelemeyeceği için de “Düşünüyorum, o halde benim (varım?)” denilemez. Nitekim Heidegger, Descartes'in bu temel zaafına açıkça işaret eder ve Was ist Metaphysik? adlı risalesinin girişinde Descartes'in ünlü benzetmesini ele alarak kendisine ciddi bir eleştiri yöneltir. Ma‘lûm olduğu üzere Descartes, Felsefe'yi bir ağaca benzetir ve Felsefe'den “kökleri metafizik, gövdesi fizik, dalları diğer ilimler olan bir ağaç” olarak söz eder. (Ainsi toute la Philosophie est comnıe un arbre, dont les racines sont la Metaphysique, le tronc est la Psysique, et les branches qui sortent de ce tronc sont toutes les autres sciences.)

Heidegger de haklı olarak şöyle sorar. İyi de bu ağaç nerede durur? Bu ağaç suyunu nereden alır, köklerini nereye salar? Kısacası hangi toprağın üzerinde durur bu ağaç? (Wir fragen, um bei diesem Bild zu,bleiberı: In welchem Boden finden die Wurzeln des Baumes der Philosophie ihren Halt?)        

Cevap açıktır oysa: “O ağaç, varlık toprağının üzerinde durur, suyunu oradan alır, varlık toprağından beslenir!”

İslâm düşünce geleneğinin ustalarını biraz yakından tanıyanlar için Heidegger'in bu eleştirisi aslında gayet tanıdıktır. Çünkü yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığım ilm-i hudûrî ile ılm-i husûlî ayrımı öteden beri bilinen bir şeydir. İlmi Husûlî, ben'in bilgisi değil, sen'in bilgisidir; obje'nin bilgisidir. Îlmî Hudûrî ise -bir kez daha söyleyelim- suje'nin bilgisidir. Dolayısıyla, insanın kendisini bilmesi (ben'in bilgisi) ile kendi dışında olanı bilmesi (sen'in bilgisi) birbirinden çok farklı iki düzlemde cereyan eder. îlim sen'in bilgisinden (ilm-i husûlî'den) ibaret addedildiğinde, ilim bizzât nesneİerin zihindeki tasavvuru (es-sûret'ul-hâsıla) ya da o tasavvurun husulü (husûl'üs-sûret) demek olur ki bu tarif hiç değilse Aristo'dan beri böyle yapılagelir.

İşte merâtib'ul-vücûd bağlamında varlık'tan (nesne), düşünce'den (kavram) ve dil'den (sözcük) söz ettiğimizde, doğrudan doğruya istisnasız olarak bütün klasik İslâmî ilimlerin ‘varlık’, ‘düşünce’ ve ‘dil’ tasavvurunun üzerinde yükseldiği geleneksel şemadan söz etmiş oluruz. Bu şema kâmilen şu sırayı izler: 1) vücûd-i aynî, 2) vücûd-i zihnî, 3) vücûd-i lisanî, 4) vücûd-i hattî. Yani varlığın kendisi, zihindeki sûreti/kavramı, dildeki varlığı ve son olarak yazıdaki varlığı.

Baş tarafa atıf yaparak söyleyecek olursak, “İlim ma‘lûma tâbidir” şeklindeki tesbıt, bütünüyle bir varlık tasavvurundan ortaya çıkmaktadır. Sözgelimi ateşin kendisi ‘vücûd-i aynî’dir, kavramı ‘vücûd-i zihnî’dir, zihindeki varlığıdır. (Ateşin kendisi yakar, zihindeki kavramı ise yakmaz.) ‘Ateş’ sözcüğüne gelince, bu da ‘ateş’ kavramının dil'deki varlığıdır. Bir de ateş'in yazıdaki varlığından söz edebiliriz ki bu varlığın son mertebesidir. Hüccetimiz İmam Gazâlî dil'in ve yazı'nın (varlığın dildeki ve yazıdaki tezahürlerinin) toplumdan topluma değiştiğini, zaman ve mekâna göre değişiklik arzettiğini, buna karşın ateşin aynî ve zihnî varlığının değişmediğini söyler ki gayet yerindedir. Çünkü ateş Arab'ı da Türk'ü de, İngiliz'i de, Eskimo'yu da yakar. ‘Ateş’ kavramı için de benzer şeyleri söyleyebiliriz. (Elbette bir Mecusî'nin ‘ateş’ kavramıyla başkalarının ‘ateş’ kavramı benzer değildir; ama unutulmamalıdır ki bu arazî bakımdan böyledir, zatî bakımdan değil!)

Sözün özü, müslümanlar ‘dil’ hakkında konuştuklarında ancak varlığın üçüncü mertebesinde iş görüyor olduklarını nazar-ı dikkate almak ve ilk iki mertebeyi gözönünde bulundurmaksızm salt dil üzerinde konuşulamayacağını anlamak zorundadırlar. ‘Dil’ hakkında konuşan müslüman bilim adamları bilmelidirler ki öncelikle nasıl bir ‘nesne’ ve ‘kavram’ anlayışına sahip olduklarını temellendirmedikçe, bu düzeye ilişkin kavrayışlarını açık-seçik bir biçimde ortaya koymadıkça ve tabiatıyla mevcut (!) varlık ve bilgi tasavvurlarının hesabını vermedikçe, ‘dil’ hakkında söylediklerini kimse ciddiye almayacaktır!

Müsaadenizle birkaç noktaya daha işaret edip konuşmamı sona erdirmek istiyorum.

Bugün burada Kuran çevirileri hakkında değerlendirmelerini dinlediğimiz bir arkadaşımız, verdiği örnekler arasında rahmet içinde ifadesinin aslında cennet içinde olarak çevrilmesi gerektiğine işaret ettiler ve rahmet sözcüğünün cennet anlamında kullanıldığı husûsunda bazı kaynaklara istinaden mütalaalar yürüttüler. Oysa sebebin zikredilip müsebbebiıı kastedilmesine dâir eski bir “belağat kaidesi” vardır; yani rahmet zikredilir ama cennet kastedilir (=“Rahmet sebebiyle cennettedir.”). Rahmet sözcüğü zikredildiğinde muhataptan cennet mânâsını kendi zihninde tamamlaması istenir. Takdir edersiniz ki bu bir söz sanatıdır, mecazdır; tıpkı parçayı zikredip bütünü kastetmek, bütünü zikredip parçayı kastetmek gibi. Dolayısıyla bir başkasının metne dışarıdan müdahele edip oradaki dili (‘sözcükleri’ demiyorum), üslûbu, anlatım tarzını, edâyı değiştirmek, rahmet sözcüğü yerine cennet sözcüğünü koymak hakkı yoktur. Metnin aslında olduğu gibi Türkçesinde de okur, sebebi gördüğünde müsebbebi anlamalı, hiç değilse mütercim Türkçe okurun da metindeki söz sanatının zevkine varmasına müsaade etmelidir.

Bu vesileyle söylemeliyim ki New York'ta rahmet yağmaz, rahmet (!) İstanbul'da yağar, Türkiye'de yağar. Londra'da belki yağmur çok yağar ama orada aslâ rahmet (!) yağmaz. Çünkü dil, içinde bir dünya tasavvuru taşır. O tasavvuru kendisinden aldığınızda, onu o tasavvurdan soyduğunuzda, dil, - bazılarının tekrarlayıp durdukları gibi- salt ‘iletişim/bildirişim’ düzeyine iner ki hiç kuşkusuz bu, dilin sadece bir tarafıdır. Oysa dil, bizâhihi varlığı dile getirmek, ifade etmek için sıradan bir araç değiîdir. Dil'in kendisi bizâtihi bir dünyadır. Dil'i naiv bir biçimde salt iletişime, bildirişime, hatta kullarla Tanrı arasında gerçekleşen sıradan bir haberleşmeye indirgemek demek, onu bütün yan anlamlarından, derin anlamlarından, daha da önemlisi ait olduğu, içinden çıktığı dünya tasavvurundan arındırmak demektir.

“Annem ağlıyor” dediğinizde bir haber cümlesi kurmuş olursunuz ve fakat “Anam ağlıyor” dediğinizde artık başka birşey söylemiş olursunuz. Çünkü Türkçe'de anam ve annem sözcükleri çok farklı anlamlara gelirler. Annesi Alman olan ve buna rağmen her dersinde öğrencilerini anadillerine (Türkçe'ye) önem vermeleri husûsunda teşvik eden bir hocamıza, derste bir talebesi, annesinin Alman olduğunu hatırlatıp, “Hocam! Siz bize anadilinize önem vermemizi telkin ediyorsunuz ama bildiğimiz kadarıyla sizin anneniz Alman” diyerek muziplik yapmaya çalışır. Tecrübeli Hocamız kendisine hemen şu cevabı verir: “Evlâdım! Benim ana dilim Türkçe, Almanca ise benim sadece anne dilim!”

Dil, âit olduğu varlık tasavvurundan soyulduğu takdirde, gerçekten de basit bir bildirişime, sıradan bir iletişim aracına dönüşür. Mesela şu tamlamayı ele alalım: el-hayat'ud-dünya ve'l-âhire. Bu tamlamada üç sözcük geçiyor: hayat, dünya ve ahiret.

Bu sözcüklerin üçü de Türkçe... Bu sözcükleri dilimizden arındırdığımız zaman, mesale hayat'ın yerine yaşam, ahireî'in yerine ötedünya dediğimizde dilde bir eksilme meydana gelir sanki, birşeyler uçar gider, sıyrılır; dil rayihasını, kokusunu kaybeder. Anadili Türkçe olan herkes sanırım söylemeye çalıştığım şeyi tam anlamıyla hissedecektir. Bu bakımdan dile müdahale, sadece bildirişime müdahale değildir, dilin özüne, dilin kendisine, dilin kendi içinde sakladığı dünya tasavvuruna müdahaledir.

Kendi dilimizi kutsaldan arındırdığımız an, şundan emin olunuz ki bizlerin varlık ve bilgi anlayışı da kendi kutsallarından; kendi öz tasavvurundan arın(dırıl)mış olacaktır. Çünkü kişinin herhangi bir (yabancı) dili kendi anadili gibi konuşması, biraz da o dille düşünmesi demektir. Türkçe konuşmak demek, salt Türkçe konuşmak demek değildir, Türkçe konuşmak, o dilin içinde saklı olan dünyanın diliyle konuşmak demektir. O halde Türkçe'nin sözcük hâzinesine, Türkçe'nin sözdizimine müdahale edip onu değiştirmeye kalkışmak, o dilde saklı dünya tasavvurundan vazgeçmek demektir. Sözgelimi yakın zamana kadar mantık kitaplarımızda sözsüz delâletin ‘tabii’ kısmını anlatmak amacıyla şöyle bir misâl verilirdi: “Aşık, ma'şûku rüyet zamanında vech-i âşıkta husûle gelen kırmızılığın aşka delaleti gibi”. Evet, ortaokul seviyesinde tahsil gören çocuklarımıza mantık hocaları böyle bir dille hitap ediyorlardı. Bu basit bir bildirişim değildir. Aşk sözcüğü, delâlet sözcüğü, âşık-ma ‘şûk sözcükleri, sadece salt bildirişimin/iletişimin aracı olarak kullanılan sözcükler değillerdi, ki hâlen de değillerdir. Bu sözcüklerin arkasında koca bir İslâm Tarihi, koca bir Türk tarihi, kısaca bin yıllık ciddi bir tecrübe vardır.

Özetle bugün ‘dil’ üzerine söylenenlerin tamamı, bugün revaçta olan teorilerin tümü, en nihayet Batı dilbilimi açısından ancak bir kımıltı düzeyindedir. Oysa İslam dilbilim geleneği, asırlar öncesinden bu sorunları - hiç mübalağa etmeden söylüyorum- mukayese kabul etmeyecek denli köklü bir biçimde açıklamış ve çözüme kavuşturmuştur. Binaenaleyh bugün ilim adamlarımızın temel tasası vaz ‘-ı cedid değil, keşf-i kadîm olmalıdır. Çünkü tarih keşf-i kadîm'i gerçekleştirememiş bir toplumun ciddiye alınabilir yeni şeyler (!) söyleyebildiğine bugüne değin tanık olmamıştır.

Sanırım, bundan sonra da olmayacaktır!

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar