BEKTAŞÎLİK
Hazırlayan: Ahmet UĞUR
BEKTAŞÎLİK
TARİKATININ OLUŞUMU
Anadolu’da Tasavvufî Hareketlilik ve
Dervişlerin Faaliyetleri
Anadolu’da
tarihî süreç içerisinde Ekberîlik, Mevlevîlik, Bektaşîlik, Bayramîlik,
Rifâîlik, Kâzerûnîlik, Kübrevîlik, Sühreverdîlik, Halvetîlik, Nakşibendîlik,
Kadirîlik, Vefâîlik, Kalenderîlik, Melâmîlik, Haydarîlik gibi farklı
tarikatlar, dinî ve sosyal zümreler faaliyet göstermiştir. Özellikle de
İslamiyet’in etkisi ve Horasan kaynaklı Türkmen babalarının faaliyetleri
Anadolu’da güçlü bir tasavvufî hareketliliğe zemin hazırlamıştır.
Anadolu’da
tarikat yapısının yaygınlık kazanmasında Anadolu’nun 13. yüzyıldaki durumunun
ve Anadolu’ya gerek Moğol baskısı sonucu gelen derviş topluluklarının ve
gerekse Anadolu’yu yurt edinme amaçlı yapılan göçlerin etkisi görülmektedir.
Kimi zaman tamamen bir tarikat yapısı arz eden bu gruplar, kimi zamansa dinî ve
sosyal bir zümre olarak varlıklarını belirli bir süre devam ettirmişlerdir. Bu
tasavvufî ya da sosyal oluşumlar genellikle kurucuları olan ya da öğretilerinin
sahibi olarak bağlı oldukları şeyhlerinin adıyla anılmışlardır.
Eski
Türk toplumlarında din adamı hüviyetindeki kamların yerini Türkleşme ve
İslamlaşma faaliyetleriyle birlikte halk arasında saygınlık kazanmış sûfî
dervişler, tarikat şeyhleri, veliler ve pirler almış, halk arasında “ata”,
“bab”, “baba” olarak bilinen belli aşiretlere mensup veli tipi ve bunların
etrafında kitabî din anlayışından farklı bir veli kültü Türkleşme ve İslamlaşma
faaliyetlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır (Eröz, 1990: 201).
Kendilerine ata, baba ve dede gibi unvanlar verilen bu dervişler, Türklerde
hâkim olan geleneksel hoşgörü anlayışını, Horasan Melâmetîliğini ve zühdî
tasavvuf anlayışını birleştirerek yerleşik kültüre mensup çevrelerde faaliyet
göstermişlerdir.
Moğol
baskısı sonucunda aşiretleriyle birlikte göç ederek Anadolu’ya gelen
dervişlerin bir aşiret ortamında yaşadıkları hatta bazı şeyhlerin aynı zamanda
aşiret reisi sıfatını taşıdıkları öteden beri bilinmektedir. Kaynaklarda ifade
edilen bazı cemaat ya da aşiret adlarının aynı bölgede yaşayan bazı ünlü şeyh
adlarıyla örtüşmesi, söz konusu şeyhlerin aşiret reisi oldukları yönünde önemli
bir kanıt oluşturmaktadır. Anadolu’da Babaîler, Alevîler ve Bektaşîlerle ilgili
çevrelerde önemli bir isim olan Dede Garkın’ın “Garkın” oymağının, yine Hacı
Bektaş’ın “Çepni” boyuna mensup “Bektaşlu” oymağının reisi olduklarına dair
kuvvetli tahminler mevcuttur (Ocak, 1996: 158-159). Siyasî faaliyetlerde de
bulunan bu dervişlerin, şehirlerdeki tekke ve zâviyelerde zikirle ve diğer
tasavvufî uygulamalarla meşgul olup “elinde asa, belinde teber, sürekli dolaşan
seyyah ve dilenci kimselerden farklı olarak bir cemaatin ya da oymağın reisi
sıfatıyla köyler kurup burada evlatları ve akrabalarıyla birlikte bir yaşam
sürmeleri” onların bulundukları bölgelerde yönlendirici bir güç olarak
faaliyetlerde bulunduklarının önemli bir göstergesidir (Barkan, 1975: 295,
333).
Anadolu
Selçuklu Devleti hükümdarlarının ve Anadolu coğrafyasında bulunan yerleşik
halkın Orta Asya, Suriye, Irak ve İran’dan gelen dervişlere karşı olan ılımlı
yaklaşımları Anadolu’ya birçok âlim, mütefekkir ve sanatkarın göç etmesine
sebep olmuştur. Genellikle tarikat şeyhinin işaret ettiği yerlere yerleşen
halifeler, kısa sürede bulundukları bölgelerde zâviyeler kurarak yeni mürid
toplulukları edinmişlerdir. Şehâbeddîn Sühreverdî, Muhyiddîn İbnü’l-Arabî,
Sadreddîn-i Konevî, Fahreddîn-i Irakî, Evhadüddîn- i Kirmânî, Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, Hacı Bektaş Velî, Necmeddîn-i Dâye Anadolu’da önemli
faaliyetlerde bulunmuş, kendilerine mürid toplulukları edinmiş mutasavvıf
şahsiyetlerden sadece birkaçıdır.
Muhyiddîn
İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd felsefesine dayanan Ekberîlik, Anadolu’da
faaliyet göstermiş tasavvufî gbir akımdır. “Şeyh-i Ekber” olarak da bilinen
Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, Anadolu’da Konya, Sivas ve Erzincan çevresinde vahdet-i
vücûd felsefesini yaymıştır (Uzunçarşılı, 1943: 297). İbnü’l-Arabî’nin
fikirleri daha sonra Sadreddîn-i Konevî, Müeyyiddîn Cendî, Abdurrezzâk
el-Kâşânî ve Dâvûd-i Kayserî gibi mutasavvıflar aracılığıyla çeşitli bölgelere
kadar ulaşmıştır (Öngören, 2012: 276; Kılıç, 1994: 545).
Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî’ye nispet edilen Mevlevîlik ise başlangıcında adap ve erkanı
belirlenmiş bir tarikat hüviyetinde olmayan bir yapılanmaya sahiptir.
Mevlevîlikte ilk tarikatlaşma çabaları Hüsâmeddîn Çelebi tarafından
başlatılmıştır. Hüsâmeddîn Çelebi’den sonra irşad makamına gelen Sultân
Veled’in babasının görüşlerini devam ettirmek ve vakfın gelirlerini artırmak
istemesi sebebiyle Türkmen beyleriyle iyi ilişkiler içerisinde olması
Mevlevîliğin geniş bir coğrafyaya yayılmasına olanak sağlamıştır. Mevlevîliğin
irşad makamına Sultân Veled’in oğlu Ulu Ârif Çelebi’nin gelmesiyle tarikatın
tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. Ulu Ârif Çelebi’nin gittiği her yerde
zâviye kurması ve propaganda amaçlı seyahatler gerçekleştirmesi ve Anadolu
Selçuklu Devleti’nin çöküşüyle birlikte Türkmen beylerinin ona intisap etmesi
Mevlevîliğin kuruluş sürecini hızlandırmıştır (Tanrıkorur, 2004: 468-469).
Ahmed
Yesevî’nin öğretilerinin Anadolu’daki yayıcısı olan Hacı Bektaş Velî’den adını
alan Bektaşîlik tarikatı ise Anadolu’da faaliyet göstermiş önemli tasavvufî
yapılanmalardan biridir. Yesevîlik öğretilerini, eski Türk inanışlarını ve
İslamiyet’e ait değerleri halka anlatma amacı taşıyan Bektaşî dervişler,
öncelikli olarak Anadolu’da Konya, Eskişehir, Uşak, Aydın ve Antalya
yörelerinde, fetih hareketleriyle paralel olarak da daha sonra Balkanlar’da
faaliyet göstermişlerdir (Öngören, 2012: 263).
Bayramîlik,
Hacı Bayram Velî’nin öğretileri etrafında kurulmuş olup Anadolu coğrafyasında
doğup büyüyen bir mutasavvıf tarafından kurulan ilk Türk tarikatlarındandır
(Bayramoğlu ve Azamat, 1992: 269; Yılmaz, 2004: 266). Medrese eğitimini Ankara
ve Bursa’da tamamladıktan sonra bir müddet müderrislik yapan Hacı Bayram Velî,
daha sonra “Somuncu Baba” diye bilinen Hamîdüddîn-i Aksarayî’ye intisap
etmiştir (İz, 2012: 56). Hacı Bayram Velî, müridlerini tıpkı Ahîlik
teşkilatında da olduğu bir meslek ve sanat dalına yönlendirmiştir. Bundan
dolayı da Bayramî dervişler, Ahî ve melâmet-meşrep olarak değerlendirilmiştir
(Yılmaz, 2004: 265). Bayramî dervişler, Anadolu’da Ankara, Bursa, Edirne başta
olmak üzere Bolu, Balıkesir, Kütahya, İskilip ve Gelibolu çevresinde faaliyet
göstermişlerdir (Öngören, 2012: 281).
Ahmed
er-Rifâî’ye nispet edilen ve İslam dünyasının ilk tarikatlarından biri olan
Rifâîlik (Tahralı, 2008: 99), Anadolu’da İzmir, Bergama ve Amasya’da yayılmış,
Irak kaynaklı bir tarikattır (Öngören, 2012: 283). Tarikat, Ahmed er-Rifâî’den
sonra Orta Doğu, Anadolu ve Balkanlar’da etkinlik göstermiştir. Rifâî
dervişler, siyah sarık sararlar, seccade üstünde otururlar ve ayin ve zikir
törenlerinde def ve bendir çalarlar. Rifâîlerin “Burhan” adını verdikleri şiş,
tığ ve kılıç gibi aletleri vücutlarının değişik yerlerine saplamak, ateşe
girmek, zehir içmek, cam parçalarını çiğnemek gibi uygulamaları vardır (Yılmaz,
2004: 246-247; Tahralı, 2008: 101).
13.
yüzyılda Anadolu’da faaliyet gösteren tarikatlardan biri olan Kâzerûnîlik,
İranlı mutasavvıf Ebû İshâk Kâzerûnî’nin kurduğu, İshâkiyye ya da Mürşidiyye
olarak da anılan (Öngören, 2000b: 20), kuruluş aşamasında İran’da Fars
bölgesinde faaliyet gösteren mahallî bir tarikattır. Cihada verdiği önemle
bilinen Kâzerûnîliğin Anadolu’da meşhur olması Yıldırım Bayezid’in Bursa’da bir
Kâzerûnî tekkesi kurdurmasıyla gerçekleşmiştir (Algar, 2002: 146-147). Bu tekke
daha sonra, Fatih Sultân Mehmed tarafından tamir ettirilmiştir (Öngören, 2012:
284).
Orta Asya kökenli üç
büyük tarikattan biri olan Kübrevîlik, Necmeddîn-i Kübrâ tarafından kurulmuştur
(Algar, 2006: 500). Kübrevîlik,
Anadolu’da Necmeddîn-i Kübrâ’nın
müridlerinden
Necmeddîn-i Dâye ve beraberindeki dervişleri aracılığıyla faaliyet göstermiştir
(Gökbulut, 2009: 144). Kübrevîliğin Anadolu’daki önemli temsilcilerinden biri
de Şemseddîn Muhammed (Emir Sultân) olup Yıldırım Bayezid ile yakın ilişkiler
içerisinde bulunmuştur. Yıldırım Bayezid’den sonra ise Çelebi Mehmed’in ve II.
Murad’ın da ona saygı gösterdikleri, onun eliyle kılıç kuşanıp duasını
aldıkları bilinmektedir. Ayrıca Emir Sultân, Osmanlı ordusunun bazı seferlerine
bizzat katılmış, müridlerini gazaya teşvik etmiştir (Öngören, 2012: 284-285).
Ebû
Hafs Şehâbeddîn Ömer es- Sühreverdî’nin kurduğu Sühreverdîlik, ilk zamanlarında
Irak, Suriye ve İran’da, Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî’nin vefatından sonra ise
Türkistan, Hindistan ve Anadolu’da yayılmıştır (Yılmaz, 2004: 248). Sühreverdîliğin
Anadolu’ya gelişi Anadolu Selçuklu Devleti dönemine rastlar. Fahreddîn-i Irakî
tarafından ve müridleri aracılığıyla Anadolu’da yayılma ortamı bulmuştur.
Sühreverdîlik 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Zeynüddîn Ebû Bekir Hâfî
tarafından kurulan Zeynîlik tarikatıyla Anadolu’daki faaliyetlerini devam
ettirmiştir (Öngören, 2000b: 18).
İslam
dünyasının en yaygın tarikatlarından olan Halvetîlik ise Ömer el-Halvetî
tarafından kurulmuş olup Anadolu’da faaliyet gösteren tarikatlardandır. Halvetîlik
başta kurulduğu bölge Azerbaycan olmak üzere, Anadolu, Balkanlar, Suriye,
Mısır, Kuzey Afrika, Sudan, Habeşistan ve Güney Asya’da yayılmıştır (Uludağ,
1997: 394). Halvetîliğin Anadolu’da yayılmasında Amasyalı Pir İlyâs’ın önemli
katkıları olmuştur. Osmanlı emirlerinden Yâkub Paşa, Pir İlyâs’a bağlı
Halvetîler adına 1412 yılında Amasya’da Çilehâne Tekkesi’ni kurdurmuştur. Bu
sayede Halvetîlik, Amasya ve Tokat çevresinde yayılma fırsatı bulmuştur.
Halvetîliğin en geniş yayılma alanı bulduğu dönem ise tarikatın ikinci piri
Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî zamanıdır. Şirvânî ve halifelerinin vasıtasıyla
Halvetîlik devlet adamlarının en çok rağbet ettiği tarikatlardan biri konumuna
yükselmiştir (Öngören, 2012: 286).
Nakşibendîlik,
14. yüzyılın ortalarında Muhammed Bahâeddîn Nakşibend tarafından kurulan,
temelinde Yesevîliğin, eski Zerdüşt dininin, Samanîliğin tesirleri bulunan,
Sünnî geleneğe bağlı yeni bir İslam anlayışı getirme eğilimi taşıyan bir
tarikattır (Eyüboğlu, 1998: 7). Nakşibendîlik, Nakşibendî şeyhlerinden
Ubeydullâh Ahrâr’ın halifelerinden Simavlı Molla Abdullah İlahî vasıtasıyla
Anadolu’da faaliyet göstermiştir (Algar, 2006: 337). Bahâeddîn Nakşibend
zamanında Türkistan, Anadolu ve Hindistan’da yayılan Nakşibendîlik, İmam
Rabbânî, Abdullah Dehlevî ve Mevlânâ Hâlid Bagdâdî gibi dervişlerin çabalarıyla
İslam dünyasının en yaygın tarikatı konumuna yükselmiştir (Yılmaz, 2004: 262).
Bağdat
kökenli bir tarikat olan Kadirîlik ise Abdülkadir Geylânî’nin kurduğu,
Anadolu’ya Hacı Bayram Velî’nin damadı ve müridi Eşrefoğlu Rûmî’nin getirdiği
bir tarikattır (Öngören, 2012: 292). Eşrefoğlu Rûmî tarikatın ikinci piri kabul
edilir ve pîr-i sânî unvanıyla anılır (Yılmaz, 2004: 244). Kadirîlik, Irak
başta olmak üzere İslam dünyasının hemen her tarafında faaliyet göstermiştir
(Azamat, 2001b: 131).
Anadolu’da
yukarıdaki tarikatların dışında Bâtınî özellikler sergileyen yapılanmalar da
görülmüştür. Bunlardan, pek çok derviş zümresini etkileyen Kalenderîlik,
Anadolu’da 13. yüzyılın başlarından itibaren etkisini göstermeye başlamış
tasavvufî bir hareketliliktir. Temelinde, dünyayı ve dünyevî değerleri
umursamamak, içinde yaşadıkları toplumun, toplumsal düzenin inanç ve
geleneklerine karşı çıkmak gibi inanç esaslarını barındıran Kalenderîliğin,
çağdaşı olan diğer Bâtınî tarikatlarla büyük benzerlik göstermesi, söz konusu
tarikatlarla birlikte varlığını devam ettirebilmesine olanak sağlamıştır.
Bâtınî
özellikler sergileyen bir diğer yapılanma 13. yüzyılda Anadolu’da etkin rol
oynayan Haydarîlik’tir. Kutbuddîn Haydar’ın kurduğu Haydarîlik, Horasan
Melâmetîliğinin öğretilerinden beslenmektedir. Hatta Haydarî dervişler,
melâmetî öğretilerin dışında değerlendirilirse Sünnî bir tarikata mensup
dervişlerden de farklı değillerdir (Yazıcı, 1998: 35). Bazı araştırmacılar Hacı
Bektaş’ın Haydarî bir derviş olarak Anadolu’ya geldiğini Baba İlyâs’la
tanışması dolayısıyla da Vefâîliğe girdiğini varsayarlar (Ocak, 1996: 63).
Yine
aynı şekilde Vefâîlik de Bâtınî özellikler gösteren bir tarikat yapılanmasına
sahiptir. Ocak’a göre Vefâîliğin Türkmen zümreleri arasında yayılmasının
sebebi, Horasan Melâmetîliğinin ve bundan gelişen Kalenderîlik öğretilerinin
Yesevîliğe benzemesidir (Erünsal ve Ocak, 1995: XLVI-XLVII). Vefâîliğin, Baba
İlyâs’ın müridlerinden olan Dede Garkın aracılığıyla Anadolu’ya getirildiği
kabul edilir. Dede Garkın’ın vefatıyla birlikte yerine Baba İlyâs geçmiş ve
tarikatın Amasya’nın Çat köyündeki zâviyesi merkezi konumuna yükselmiştir.
Burada kalabalık bir mürid topluluğuna hitap eden Baba İlyâs etrafta da büyük
bir şöhret kazanmıştır (Ocak, 1996: 94-104; Ocak, 1999: 60; Erünsal ve Ocak
1995:XLVI-XLVII). Baba İlyâs’ın mensup olduğu tarikatın öğretilerinin
Yesevîlikle olan benzerliği ve Türkmenler arasında sayılıp sevilmesi, 1240
yılındaki Babaî ayaklanmasına diğer derviş topluluklarının da katılmalarını
sağlamıştır. Ocak, Babaî isyanının gerek hazırlık safhasında ve gerekse
teşkilatlanmasında ve yönetilmesinde Yesevî, Kalenderi, Vefâî ve Haydarî gibi
heterodoks derviş zümrelerinin büyük rol oynadığı üzerinde önemle durur (Ocak,
1996: 62). Ayrıca Ocak, Anadolu’da Babaîliğin zamanla söz konusu zümreleri
kendi bünyesinde eriten ve kaynaştıran bir dinî akım hâline dönüştüğünden ve
Baba İlyâs’ın senkretik doktrininin bu zümreleri ortak bir hedef etrafında
birleştirdiğinden bahseder (Ocak, 1996: 201; Ocak, 1981: 297-298). Burada
üzerinde durulması gereken nokta, Bektaşîliğin farklı tasavvufî oluşumları mı
etkilediği yoksa onlardan etkilendiği mi meselesidir. Bilindiği gibi bütün
tasavvufî oluşumların hedefi çeşitli öğretiler ortaya koyarak ortak bir payda
etrafında halkı bir araya getirmek üzerine kuruludur. Böylesine ortak bir amaca
hizmet eden tasavvufî yapıların birbirlerinden etkilenmeleri ve dolayısıyla da
benzer yönlerinin olması kaçınılmazdır. Bir diğer mesele ise Bektaşîliğin
yapısı hakkında ortaya atılan “heterodoks” ve “senkretik”
terimlerinin/kavramlarının karmaşıklığıdır. Sözlük anlamı “kabul edilmiş din
kurallarına aykırı” olan heterodoks terimi/kavramı, Bektaşîliği tanımlama
noktasında yetersiz kalmaktadır. En azından Bektaşîliğin Balım Sultân öncesini
oluşturan ilk oluşum dönemi için ortaya atılabilecek bir ifade biçimi değildir.
Hacı Bektaş Velî’nin Velâyetnâmesi’nde yer alan dinî ve ahlâkî unsurların
incelenmesi bile tek başına yeterli olacaktır. Velâyetnâme’de din kurallarına aykırı
bir durumdan söz edilemez ancak, Eflâkî’nin Menâkıbu’l-Ârifîri inde yer
alan Bektaşîlerle, Vâhidî’nin Hâce-i Cihân ve Netîce-i Cân isimli
eserinde özellikle Bektaşîler gibi görünen ama gerçek Bektaşî öğretilerinden
haberi olmayan kişilerin özellikleri heterodoks tabirine uymaktadır.
Bektaşîliğin
Doğuşu ve Teşekkülü Hakkında Çıkan Tartışmalar
Hacı
Bektaş Velî’den adını alan, Balım Sultân, Abdâl Mûsâ, Sarı Saltuk, Hubyar
Sultân, Teslîm Abdâl, Seyyid Baba ve Mansûr Baba gibi birçok eren aracılığıyla
Anadolu’da ve Balkanlar’da faaliyet göstermiş Türk kökenli tasavvufî bir
tarikat olan Bektaşîliğin doğuşunun ortaya konulabilmesi için Anadolu’da var
olan başta Yesevîlik olmak üzere Kalenderîlik, Vefâîlik, Haydarîlik, Ahîlik ve
Hurûfîlik gibi tasavvufî dinamiklerin ve Bektaşîliğe doğrudan etki eden sosyal
ve tasavvuf! oluşumların faaliyetlerinin iyi bilinmesi gerekmektedir. Bu
sebeple de bu başlık altında, Bektaşî öğretisinin kökeni ve dayanakları
hakkında bilgilerle birlikte, araştırmacıların konuyla ilgili görüşleri
aktarılacaktır. Anadolu’da etkili olan bu tarikatlar ve faaliyetleri tez
içerisinde ayrı başlıklar altında ele alınacağından dolayı burada sadece
Bektaşîlikle olan ilgilerine değinilecektir.
Bektaşîliğin
ne olduğu hakkında birbirinden farklı tanımlamalar ortaya atılmışsa da
günümüzde hâlâ Bektaşîliğin tanımlanması noktasında belirli problemler
bulunmaktadır. Bu problemlerden belki de en önemlisi Bektaşîlik tarikatıyla
neredeyse iç içe geçmiş Alevîlik meselesidir. Bir diğer tartışma konusu ise
Bektaşîliğin tarikat mı yoksa dinî bir inanış şekli mi olduğudur. Her ne kadar
tartışmalar bu problemler üzerinden yürütülse de genel kanı Bektaşîliğin
tarikat olduğu yönünde birleşmektedir (Öz, 1999: 199).
Tarihî
geçmişinde farklı inanç ve kültürlerin bir arada bulunduğu Anadolu
topraklarında yaşanan olumsuz koşullar neticesinde halkın manevî huzura
kavuşabilmesi amacıyla Ahmet Yesevî, Hacı Bektaş Velî, Mevlânâ, Sadreddîn-i
Konevî, Yûnus Emre, Abdâl Mûsâ, Sarı Saltuk, Teslîm Abdâl, Seyyid Baba ve
Mansûr Baba gibi çeşitli mutasavvıf dervişler ortaya çıkmış, halkı bir arada
tutacak görüşlerini halka benimsetmeyi amaçlamışlardır.
Türklerin
İslamlaşması için önemli bir yere sahip bu dervişlerden birisi de Ahmet
Yesevî’nin görüşlerinin Anadolu topraklarında yayılmasına vesile olan Hacı
Bektaş’tır. Hacı Bektaş Velî ile ilgili bilgi veren kaynaklarda yaşadığı yüzyıl
hakkında çeşitli rivayetlere rastlanılmaktadır. Hacı Bektaş Velî’nin yaşadığı
yüzyılla ilgili ayrıntılı bir çalışma M. Fatih Köksal tarafından yapılmıştır. Köksal,
kaynaklardan hareketle Hacı Bektaş Velî’nin ölümüyle ilgili tespit ettiği 669
(1270/71), 672 (1273/74), 722 (1322/23), 723 (1323/24), 727 (1326/27), 728
(1327/28), 732 (1331/32), 733 (1332/33) ve 738 (1337/38) olmak üzere dokuz ayrı
tarihe işaret eder ve Hacı Bektaş’ın yaşadığı yüzyılla ilgi olarak 14. yüzyılın
ilk yıllarını gördüğünü belirtir (Köksal, 2016: 973). Bu tarih, Bektaşî çevre
tarafından kabul görmüş olan ve Velâyetnâme-i Hacı Bektaş Velî de de
geçen Hacı Bektaş
Velî’nin Orhan Gazi ile görüştüğü gerçeğini de destekler niteliktedir. Hacı
Bektaş Velî hakkında en eski bilgilerin bulunduğu kaynaklardan Menâkıbü’l-Ârifîn
(Yazıcı, 1973) ve Hâce-i Cân ve Netîce-i Cihân (Karabey, Şığva ve
Babür, 2015) isimli eserlerde bu bilgiye yer verilmese de muhtelif eserlerde,
Hacı Bektaş Velî’nin Osmanlı padişahlarıyla münasebeti aktarılır. Velâyetnâme-i
Hacı Bektaş Velî de (Duran; Gümüşoğlu, 2010: 699), Şakâ’iku’n-Nu’mâniyye’de
(Özcan, 1989: 44), Oruç Bey
Tarihînde
(Atsız, 2009: 21; Atsız, 2011b: 32),Mecmuâ-i Tevârih’te (Derin; Çabuk,
1985: 97),Mecmûatü’t-Tevârîhi’l-Mevleviyye"de (Zorlu, 2003: 214,
217), Hacı Bektaş Velî’nin Orhan Gazi ve I. Murad’la olan görüşmeleri açıkça
dile getirilmiştir.
Hacı
Bektaş Velî’nin yaşadığı yüzyılla ilgili tam olarak emin olunamamasına rağmen
içerisinde yetiştiği Horasan ve Horasan tasavvufî geleneği ile ilgili ayrıntı
bilgilere kaynaklar vasıtasıyla ulaşılabilmektedir. Oğuz Türklerinin yayılma
alanı olan Horasan, içerisinde çeşitli tasavvufî ekollerin bir arada bulunduğu
önemli kültür merkezlerinden biridir. Bu tasavvufî ekollerden biri de “kendini
göstermekten, keramet gibi sırları ifşa etmekten, açıkça zikretmekten kaçınan,
iç yüzü ile Hak, dış yüzü ile halkla beraber olan, nafile ibadetlerini bile
halktan gizleyen” kişilerin inancını taşıyan “Horasan Melâmîliği”dir (Özsoy,
2014: 95). Sözlük anlamı itibarıyla kınama, azarlama, paylama, çıkışma olan
Melâmet terimi/kavramı (Kanar, 2009: 2096), Melâmîlik adı etrafında tasavvufî
bir oluşum olarak varlığını sürdürmüştür. Melâmîliğin, doğuşu, yayılışı, diğer
tasavvufî formlara olan etkileri gibi çeşitli konularda birçok çalışma
yapılmıştır (Doğrul, 1950; Sunar, 1975; Bolat, 2004; Azamat, 2004; Özsoy, 2014;
Tatcı ve Anılır, 2014, Gölpınarlı, 1931). Bu çalışmaların geneli Melâmîliği, 9.
yüzyılda Türkistan, Nişabur, Mâverâünnehr başta olmak üzere Orta Asya
coğrafyasında gelişen bir hareket olarak görür ve Kübrevîlik, Mevlevîlik ve
Bayramîlik gibi tarikatların ortaya çıkmasındaki payından bahseder (Pala, 2010:
302). Melâmî ilkelerini benimseyen ve İslam kültürü ile Horasan Melâmîliğini
birleştirip Anadolu halkına anlatmayı gaye edinen Ahmet Yesevî, Lokman Perende,
Hacı Bektaş Velî, Taptuk Emre, Yûnus Emre, Şems-i Tebrizî, Mevlânâ ve Geyikli
Baba gibi pirler Anadolu’da İslamiyet’in yayılması ve tasavvufun canlanmasında
önemli roller üstlenmişlerdir. Anadolu’da faaliyet gösteren, Hacı Bektaş
Velî’den adını alan ve sonradan tarikat hüviyeti kazanan Bektaşîlik de ilk
ortaya çıktığı zamanlarda diğer tarikatlarla etkileşim içerisinde olmuştur. Bu
da diğer tarikatlarda da olduğu gibi Bektaşîliğin kökeniyle ilgili çeşitli
tezlerin ileri sürülmesine sebebiyet vermiştir.
Anadolu’daki
dinî zümreler ve faaliyetleri hakkında çalışmaları bulunan Ahmet Yaşar Ocak
Bektaşîliği, 13. yüzyılda Kalenderîlik içerisinde oluşan 15. yüzyılın ikinci
yarısında Hacı Bektaş Velî’nin ananeleri etrafında Anadolu’da genel karakter
yapısı şekillenmeye başlayan bir tarikat olarak değerlendirmektedir (1992:
373). Hatta 17. yüzyıldan itibaren ne Osmanlı ne de Avrupa kaynaklarında
kalenderî zümre hakkında herhangi bir bilginin bulunmamasını da Kalenderîliğin
önemini yitirip Bektaşîliğin Osmanlı Devleti’nin resmî tarikatı olmasına bağlar
(Ocak, 1999: 118; 2002: 27). Ocak’a göre Bektaşîliğin kültürel ögelerinin
meydana gelmesinde sadece Kalenderîlik değil, Türkmenler arasında geniş
taraftar kitlesine sahip olan ve Şeyh Edebalı aracılığıyla Osmanlı Devleti’nin
ortaya çıkmasında önemli roller üstlenen Vefâîlik de etkili olmuştur (Ocak,
1999: 60; 2013: 144). Yine Ocak, Yesevîliğin Anadolu’da 14. yüzyıldan itibaren
etkisini yitirdiğini, Yesevîlik öğretilerinin de Haydarîlik tarikatıyla
birlikte Bektaşîliğe geçtiğini savunur (Ocak, 1996: 62). Başka bir deyişle
Bektaşîlik, genel karakter yapısı şekillenmeye başladığından itibaren Yesevîlik,
Vefâîlik ve Haydarîlik gibi tarikatları domine ederek müstakil olarak
etkinliklerine bir anlamda son vermiş, bu üç tarikatı kendi bünyesinde
yoğurarak tasavvufî bir yapı ortaya çıkarmıştır. Bektaşîlik hakkında önemli
bilgiler veren Menâkıb-ı Hacı Bektâş-ı Velî de de Kalenderîlik ve
Haydarîlikle ilgili unsurlara rastlanmaktadır:
“Kırk
gün temâm oldukda Mevlânâ Molla Hünkâr’ı Hazret-i Hünkâr Hacı Bektaş Velî,
huzûruna okıyup halîfelerin birine buyurdı ki erkân-ı tarîk üzere tıraş idün ve
başuna külâhın tekbîr idüp geçürdi ve arkasın yapdı, yüzin sığadı” (Gölpınarlı,
1958: 98).
“Bıyıklarını
koyverir, sakalını tıraş ettirir, bazı defa da saçlarını, kaşlarını,
bıyıklarını, sakalını usturayla yürütür, davul, dümbelek, nefir çaldırır,
oynar, semâ eder, boynuna boyanmış aşık kemikleri takar, boynuzlu taç giyer,
kendisinin kılığına bürünmüş olan dervişleriyle beraber gezerdi”
(Gölpınarlı, 1958: 132).
Halil
İnalcık, konuyla ilgili araştırma yapan birçok araştırmacı ve tarihçi ile aynı
doğrultuda Bektaşîlik tarikatının daha çok halk arasında kendisine destek
bulduğunu, tarikatın özünde eski Kalenderî öğretilerin devam ettirildiğini ve
15. yüzyıldan sonra ise diğer tarikatlarla etkileşime girerek Osmanlı Devleti
içerisinde etkin konuma geldiğini söyler (2003: 201; 2016: 116).
Bektaşîliğin
özünde Kalenderî etkisinin yoğun bir biçimde hissedildiğini savunan bir diğer
araştırmacı da İlyas Üzüm’dür. Üzüm’e göre Bektaşîler, Hacı Bektaş Velî
etrafında 14. yüzyılın başlarından itibaren “Abdâlân-ı Rûm” ismiyle tanınan ya
da “ilk Bektaşîler” olarak bilinen Abdâl Kumral, Abdâl Mehmed ve Abdâl Mûsâ
gibi Rum abdâllarının Anadolu’daki etkinlikleri ile ilk faaliyetlerini
gerçekleştirmişlerdir. Bu dervişlerin dinî inanışları Kalenderdik, Vefâîlik ve
Haydarîlik tarikatı etkisindedir (Üzüm, 1997: 7).
Anadolu’daki
tasavvufî zümreleri araştıran Ünver Günay ve Vehbi Ecer ise Bektaşîliğin
Yesevîlik kanalıyla Anadolu’da faaliyet gösterdiğini, Bektaşîlik tarikatının
oluşumunda ise Vefâîlik etkisinin Hacı Bektaş Velî vasıtasıyla görüldüğü
düşüncesindedir (1999: 171). Muhtemelen bu durum üzerinde Hacı Bektaş Velî’yi
yanlı bir bakış açısıyla ele alan Âşıkpaşaoğlu Tarihi’nde (Atsız, 2011a:
206-207) veMenâkıbü’l-Ârifîn’de (Yazıcı, 1973: 370) Vefâîlik tarikatının
ruhanî önderi sayılan Baba İlyâs’ın halifesi olarak Hacı Bektaş’ın adının
zikredilmesi etkili olmuştur.
Mehmet
Eröz, Türkiye’de Alevîlik-Bektâşîlik kitabında Bektaşîliğin doğuşunun
Âşıkpaşazâde’nin ifadelerinden hareketle Hacı Bektaş Velî’nin ölümünden bir
yüzyıl sonra başladığına işaret eder ve eski Türk inanışlarının Bektaşîliğin
ilk yıllarında etkin olduğunu, sonraki yıllarda ise bu inanışların önemini
kaybetmeye başladığını belirtir (1990: 59-61). Eröz, aynı kitabında Bektaşîliği
Hristiyanlık ve Mûsevîlik gibi farklı dinlere bağlayanları eleştirerek
Bektaşîliğin kökenini eski Türk dini inançlarıyla birlikte Ahmet Yesevî’nin
tasavvufî öğretilerine dayandırır (1990: 203). Ayrıca Eröz, Eski Türk Dini
(Gök Tanrı inancı) ve Alevilik-Bektaşîlik isimli kitabında, Bektaşîlik
tarikatında olan uygulamaların eski Türk inanışlarında yer aldığını ve Şaman
âdetlerinin Bektaşîlikle olan benzerliklerinin bulunduğunu karşılaştırmalı
olarak ortaya koymuştur (Eröz, 1992).
Baki
Yaşar Altınok da Bektaşîlik tarikatının özünde, Ahmet Yesevî’nin etkisinin
olduğunu ve Anadolu’da güçlü bir tasavvuf cereyanının görülmesinde de
İslamiyet’e koşulsuz inanan ancak yaşam tarzlarında ilk Türk şamanlarının
davranışlarını sergileyen Türkmen babalarının ortaya koyduğu “Halk İslamı”nın
etkisinden bahseder (2012: 134135).
Bektaşî Dedebabalarından
olan Bedri Noyan ise Bektaşîliğin Caferîliğin Babagân kolunu oluşturduğunu
(1995: 13), Hacı Bektaş Velî vasıtasıyla
da Yesevîlik, Kalenderîlik,
Haydarîlik
ve Ahîlik gibi Türk tasavvuf kuramlarıyla birlikte eski Türk geleneklerinden
meydana gelmiş, “Türkler tarafından ortaya atılan ve Türkler arasında yayılan,
sonra sınırları da aşarak daha uzaklara kadar ulaşan bir dünya görüşü” olarak
tanımlamaktadır (Noyan, 1995: 88).
Alevîlik
ve Bektaşîlik hakkında önemli çalışmalara imza atmış, çalışmalarıyla diğer
araştırmacılara yol göstermiş araştırmacılardan birisi de İrene Melikofftur.
Bektaşîlik tarikatının yapısının diğer tasavvufî tarikatlara nazaran daha
karmaşık olduğunu belirten Melikoff, bu karmaşıklığın sebebini de tarikatın
temelindeki menkabevî inanışların etkilerine dayandırır (1993: 21). Melikoff,
Bektaşîliği, özünde Babaî öğretilerinin ve inanışlarının izlerine rastlanan,
birbirinden farklı birçok inanışın karıştığı, dili Türkçe bir halk öğretisi
olarak tanımlamaktadır (1993: 22). Bektaşîliğin tarihini ise ilk Türk
inanışlarına kadar götürerek “İslam öncesi çağlardan günümüze kadar sürüp
gelmiş, Türk halkı ile kaynaşmış, Türk halkı var oldukça var olacak” bir
hareket olarak görür (1993: 30). Ayrıca Anadolu Bektaşîliğinin halk arasında
başladığını, Ahîlik, Hurûfîlik ve Kızılbaşlıkla münasebeti sonucunda başta
Sünnî bir inanışı barındırırken sonradan Şiî bir hüviyet kazandığını belirtir
ve heterodoks bir yapı arzetmesini Hurûfî ve Kızılbaş etkileşimiyle
ilişkilendirir (Melikoff, 1993: 37-39; Melikoff ve diğerleri, 1997: 24;
Melikoff, 2011: 29; Karakaya-Stump, 2015). Melikoff, Ahmet Yaşar Ocak’ın
Bektaşîlik içerisindeki Kalenderî etkilerle ilgili görüşlerini reddederek
“Kalenderî-Bektaşî”, “Hurûfî-Bektaşî” tanımlamasının kullanılamayacağını da savunur
(2010: 96-98).
Osmanlı
tarihi araştırmacısı Ziya Nur Aksun ise Bektaşîliği, Osmanlı Devleti zamanında
kuvvetlenmiş, Anadolu, Rumeli ve Arnavutluk’ta yayılmış, temeli Sünnî inanışa
bağlı, neseb olarak ise Nakşibendîlik ve Yesevîlik öğretilerini barındıran,
sonraki dönemlerinde ise Babaîliğin halefi olmuş bir tarikat olarak tanımlar
(1994: 438; 2004: 139).
Türk Edebiyatında
İlk Mutasavvıflar isimli kitabında Köprülü, Yesevîlik tarikatına mensup
olan iki tarikat, Nakşibendîlik ve Bektaşîlikten bahsederek (2003: 128)
Bektaşîliğin
temellerini Yesevîlik öğretileriyle ilişkilendirir. Ayrıca Bektaşîliğin ilk
zamanlarından beri Müslüman ve Hristiyan cahil halk kitleleri arasında
kendisine taraftar bulduğunu, Horasan Melâmîliğiyle birlikte Kalenderî
öğretileri barındırdığını, 13. asırdan itibaren inançlarında eski Türk
şamanlığına ait unsurların etkisinin görülmeye başlandığını, 15. asırdan
itibaren de Hurûfî tesirinde kaldığını, bu sebepten dolayı da senkretik bir
yapı arz ettiğini belirtir (Köprülü ve Barthold, 2014: 277). Köprülü’nün
Bektaşîlik hakkındaki bir diğer görüşü, Bektaşîliğin Babaîliğin devamı
olduğudur (2013: 120). Köprülü, muhtelif kitaplarında bu düşüncesini
yinelemektedir:
“XIII.
yüzyılda Anadolu’da bilhassa halk kitlesi üzerinde en çok tesirli olan
şahsiyetlerden biri de Hacı Bektaş Velî’dir. Bu asırda Anadolu’yu baştan başa
kaplayan Babaî halîfelerinden Horasanlı bir Türk olup, Kırşehri civarında
“Suluca Kara Höyük’te yerleşmiş ve “Bâbâî-Bâtınî” akîdelerini yaymaya çalışarak
göçebeler arasında buna azamî nispette muvaffak olmuştu.
Tarîkat
silsilesini “Kutbüddîn Haydar, Lokmân-ı Serhasî, Ahmed Yesevî” gibi büyük Türk
şeyhlerine kadar götüren bu Türk sûfîsinin kurduğu Bektâşîlik, Türkler arasında
gelişerek kavmî ananeye uymaya çalışan, bütün tarîkatlar gibi “Muhtelif
unsurlardan karışmış” (syncretiste) bir mahiyettedir: Onun Kalenderîlik,
Yesevîlik, Haydarîlik izleri yâni Şâmânizmden Nev-Eflatunîler’e kadar muhtelif
mezhep ve mesleklerin türlü türlü kalıntısı hep birlikte mündemiçtir; ki bu
itibarla, onu “bâtınî” mahiyetteki Bâbâîlik’in alelade bir devamı saymak hiç de
yanlış değildir” (Köprülü: 2014: 322-323).
Köprülü,
Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar isimli kitabında, Bektaşîlik
tarikatıyla ilgili olarak ortaya attığı görüşlerine yer verdiği gibi,
kendisinden önce konu hakkında fikir beyan eden ve Bektaşîliğin Hacı Bektaş
Velî ile olan bağını reddeden G. Jacop’a yaptığı eleştirilere de yer vermiştir.
Köprülü, Jacop’un aksine tarikatın 16. yüzyıldan önce de Anadolu’da faaliyet
gösterdiği yönünde bir tez ileri sürerek bunu II. Bayezid’a yazılan Risâle-i
Kudsiyye'den alıntıladığı “Ve bir dahı meczûb-ı mutlak ve mahbûb-ı Hond-kâr
Hacı Bektaş Hazreti’dir kim ol dahı şol makâma cezb olmuştur kim aşk âlemidir
ve aşkın kisvelerinden bir kisve anın başında elfî tâcdır [...]” ifadeleriyle
desteklemektedir (Köprülü, 2003: 128). Risâle-i Kudsiyye’nin II.
Bayezid’e hitaben yazılıp içerisinde şeyhlerin taçlarındaki alâmetlerden ve
özellikle de Bektaşîlik tarikatı içerisinde önemli bir yeri olan “Elifî tac”dan
bahsediyor olması bile tarikatın 16. yüzyıl öncesinde de faaliyette olduğunun
önemli bir kanıtıdır.
Bektaşîliğin
daha kurulduğu ilk yıllardan itibaren Ahîliğin tesiri altında kaldığını
belirten Fığlalı (1996a: 117), Köprülü’nün Bektaşîlik hakkında belirttiği
tarikatın yapısındaki heterodoks ve Şiî etkileri reddererek Bektaşîlikteki
Horasan Melâmîliği ve eski Türk Şamanîliğinin tesirini savunur (1996a: 108).
Bektaşîliğin
özünde Yesevîlik öğretileriyle birlikte eski Türk inanışlarının olduğunu
savunan bir diğer araştırmacı Orhan Türkdoğan da Fığlalı gibi Bektaşîliğin
kökeninde Şiî etkilerin olmadığını belirtir. Ancak, Türklerin İslamiyet’e İran
üzerinden intisap etmeleri nedeniyle Şiîlikten etkilenmiş olabilecekleri
ihtimali üzerinde de durur (2004: 108).
Köprülü’nün
düşüncesine karşı çıkan bir diğer araştırmacı, İsmet Zeki Eyüboğlu’dur.
Eyüboğlu, Bektaşîlik tarikatı içerisinde Yesevîlikten bahsedilemeyeceğini,
Köprülü ve onun gibi düşünen araştırmacıların dayanak noktalarının, Âşıkpaşazâde
Tarihinden, gittiği yerlerdeki söylentileri, masalları, efsaneleri olduğu
gibi yazıya geçiren Evliya Çelebi’den ve birer masal niteliğinde taraflı olarak
yazılan velâyetnâmelerden oluştuğu
için
güvenilir olmadıklarını belirtir (1990a: 76; 1989: 77; 1990b: 185). Ayrıca
Eyüboğlu, Bektaşîliğin kaynağını ilkçağ Dionysos törenlerine kadar götürerek
içerisinde İran kökenli Şiîliğin de bulunduğunu vurgular (1998: 17) ve
Bektaşîliğin inanç bakımından Anadolu kaynaklı olduğunu söyler:
“Bektaşilik’in,
inanç bakımından, Anadolu kaynaklı olduğunu gösterecek kesin bir belge daha
vardır elimizde. Bu da, Bektaşilik’in özünü kuran yedi sayısıyla ilgili inanç
varlıklarının oluşturduğu kurumdur. Bütün çoktanrıcı Anadolu dinlerinde,
Anadolu düşüncesinde, ilkçağ Anadolu halk inançlarında, Sümer, Bâbil, Mısır,
İbrânî, Yunan bg. komşu Akdeniz uluslarında yedi sayısıyla ilgili sayısız inanç
vardır. Bunlar Bektaşilik’e kaynak sanılan Şamanlık’tan, Asya Türk dinlerinden
binlerce yıl öncedir. Bektaşilik’in doğuşundan, gelişiminden önce olduğu gibi
sonra da kurulan başka inanç kuramlarında, onunla ilgisi olmayanlarda, yedi
sayısının kutsallığını buluyoruz, biliyoruz. Bütün bu inanç varlıklarının
Asya’dan, Şamanlık’tan gelme olanağı yoktur. Buna önce, arada bulunan, binlerce
yıllık zaman uzunluğu engeldir. Bir toplumda önceden bulunup uygulananı
sonradan doğandan türetmek açık bir çelişmedir. Bu çelişmenin doğmasına yolaçan
olay da Bektaşilik’in kaynakları araştırılırken, ondan önceki Anadolu
uygarlıklarının, Akdeniz uygarlıklarının, bunların Anadolu insanları üzerindeki
etkilerinin, Anadolu halkının gönlünde yaşayan ilkçağ inanç varlıklarının
gözönünde bulundurulmamasıdır” (Eyüboğlu, 1990a: 79).
Ahmet T. Karamustafa
da Köprülü’nün Bektaşîliğin kökeni hakkında ortaya attığı iddiaların temelsiz
ve asılsız olduğunu, Anadolu’daki tasavvufî hareketliliğin temelinde Ahmet
Yesevî ve öğretilerinin aranmaması gerekliliğini belirtir (2005: 76) ve
Bektaşîliğin,
Osmanlı Devleti’nde “klâsik Bektaşî tarikatı, dolayısıyla özgün Bektaşîlerin
yanı sıra eski Kalenderler, Haydarîler ve Rum Abdâllarının inanç ve
uygulamalarının bir kaynaşımı” sonucunda ortaya çıktığı üzerinde durur
(Karamustafa, 2008: 102).
Suraiya
Faroqhi, Anadolu ’da Bektaşîlik isimli kitabında Bektaşîliğin kökeninin
Yesevîlik ve Orta Asya Türkleri arasında yaygın olan tasavvuf! düşüncelerle
yakından alakalı olduğunu belirterek tarikatın özünün Orta Asya Türk
inanışlarında aranması gerektiğini vurgular (2003: 12).
Yabancı
araştırmacılardan F.W. Hasluck, Bektaşîlik Tetkikleri adlı kitabında,
Bektaşîlik tarikatının adını Hacı Bektaş Velî’den aldığını ancak, tarikatın
inancıyla Hacı Bektaş Velî’nin hiçbir alakasının olmadığını belirttikten sonra,
Bektaşîliğin temelini Fazlullâh Hurûfî’nin kurduğu Hurûfîlik akımına bağlar
(2000: 46). Hurûfîliğin Anadolu’da 15. yüzyıldan itibaren görülmeye başladığı,
Bektaşî tekkeleri altında gelişme gösterdiği araştırmacılar arasında genel
kabul görmüştür (Gölpınarlı, 1973: 29; Usluer, 2009: 96). Ayrıca bazı
Hurûfîlerin korunmak amacıyla Bektaşî görünmeye çalıştıkları, bu sebeple de Bektaşî
şairler/yazarlar arasında Hurûfîliğin gelişme gösterdiği, araştırmacıların
ortak görüşleri arasındadır (Köprülü, 2003: 129). Hasluck’un Bektaşîliğin
kökeni hakkındaki görüşü, Bektaşîliğin tarikat olmadan öncesini reddeder
nitelikte olup Bektaşîliğin Anadolu’daki faaliyetlerinin -birçok araştırmacının
aksine- 15. yüzyıldan itibaren görülmeye başladığı yönündedir. Bektaşîlik
tarikatı hakkında birçok çalışması bulunan Köprülü’nün, Bektaşîliğe nüfuz etmiş
olan Hurûfîlik hakkındaki görüşleri Hasluck’un bu tezini çürütmektedir:
“Bektaşîlerin
içine daha XV. asrın ilk yarısında Hurûfîlerin ve Hurûfî akidelerinin karıştığı
ve bu suretle tarîkatın eski hüviyetinin bozularak, Bâtınî bir mahiyet aldığı
hakkındaki iddia, kısmen doğru ve kısmen yanlıştır: XV. asırda Anadolu’ya
yayılarak, Murâd II. devrinde ve Fatih devrinin ilk zamanlarında saraya kadar
nüfuz eden Hurûfîler, vezir Mahmud Paşa ve Fahreddîn Acemî’nin tesiri ile
şiddetli ve korkunç takibata uğratıldıktan sonra, Bektaşîler içine karışmak
sureti ile mevcudiyetlerini muhafaza edebilmişler ve propagandalarını devam
ettirmeye muvaffak olmuşlar idi. Nitekim Bâyezîd Il.’a karşı yapılan bir
suikastten sonra ışık veya torlak denilen Kalenderlere karşı da şiddetli
takibata girişilmiş ve bu vaziyet bunların da Bektaşîler içine karışmalarını
mucip olmuştur; lâkin daha bu hadiselerden önce de bu gibi zümrelere mensup
birçok dervişlerin Bektaşîler ile karışmış oldukları kolayca tahmin olunabilir.
Daha ilk kuruluşundan beri heterodoxe bir mahiyet gösteren ve akide itibarıyla
benzeri başka zümrelerden farklı olmayan Bektaşiliğin, Hurufî dalâletinin
karışması ile; böyle bir mahiyet aldığı iddiası, tarihi bakımdan asla kabul
olunamaz” (Köprülü ve Barthold, 2014: 276-277).
Hasluck’un
Bektaşîlik tarikatının Hurûfîlikle birlikte var olduğu ve Hacı Bektaş adının
ise yeniçerilerle birlikte anılmasının tamamen bir rastlantıdan ibaret olması
hakkında ortaya attığı görüşleri, Melikoff tarafından da reddedilmektedir:
“Onunla
ilgili bilgiler, F. W. Hasluck’a, bir klasik olmuş eserinde, Hacı Bektaş’ın
hiçbir tarihsel gerçeği olmadığını ve adının ancak bir boy adı olabileceğini
düşündürecek derecede dayanaksızdır. Yazara göre, Bektaşilik -var oluşu,
Timurleng’in oğlu Miranşah tarafından 1394’te Azerbaycan’da öldürülmüş olan
Esterâbâd’lı Fazlullâh’ın öğretisini yaymak üzere Anadolu ve Rumeli’ye dağılmış
bulunan müridleri yoluyla, Hurûfîliğe bağlı olarak- XV. yüzyıl başlarına
ulaşıyor olmalıdır. Hasluck’a göre, Hacı Bektaş, XV. yüzyıl öncesi,
Yeniçerilerce rastgele bir biçimde benimsenmiş ve Hurûfî-Bektaşî inanış
çerçevesinde adı kullanılmış bir boyun din ulusu idi” (Melikoff, 2010: 94).
John
Kingsley Birge Bektaşîlik Tarihi kitabında, Bektaşîliğin anlaşılabilmesi
için 13. yüzyılda Anadolu’da var olan mistik oluşumların incelenmesinin gerekliliğini
belirtir ve farklı bir yaklaşımla Bektaşîliğin temelinde, İslam, Hristiyan,
Grek ve Pagan kültürlerinin çeşitli öğretilerinin bulunduğunu söyler (1991:
22).
Bektaşîlik
içerisinde Hristiyan ve Pagan inanışlarının etkisinden bahseden bir diğer
araştırmacı Bernard Lewis’tir. Lewis, tarikatın kökeninde Orta Asya ve hatta
Türk-Moğol Şamanizminin etkisinden bahsettikten sonra, Bektaşîliğin, Hristiyan
halk ile Müslüman halk arasında bir bağ kurması noktasında önemli roller
üstlendiğini belirtir (Lewis, 1993: 402; Lewis, 1975: 180).
G.
Jacop, birçok araştırmacıyla aynı doğrultuda Bektaşîlik tarikatının kurucusu
olarak Balım Sultân’ı kabul eder. Ancak, konuyla ilgilenen diğer
araştırmacılardan farklı olarak Hasluck gibi Hacı Bektaş Velî’nin Bektaşîlik
tarikatıyla ilgisinin bulunmadığı tezini ortaya atar (2000: 46). Jacob, tıpkı Âşıkpaşazâde
Tarihinde de dile getirildiği gibi (Atsız, 2011a: 207) Hacı Bektaş’ın
tarikat kurup lider olabilecek yetkinlikte bir kişi olmadığını ileri sürer ve
Balım Sultân’ın tarikatın gerçek kurucusu olduğunu belirtir (Jacop, 1909: 24).
Jacob’un bu tezi -Bektaşîliğin, Yesevîlik öğretilerinin Anadolu’daki yansıması
olduğu araştırmacılar arasında genel kabul görmüş olmasına rağmen- Bektaşîliğin
Yesevîlikle olan bağını da reddeder niteliktedir.
Yukarıda
Bektaşîliğin kökeni ve etkilendiği dinî oluşumlar hakkında çalışması bulunan
araştırmacıların görüşlerine yer verilmiştir. Bektaşîliğin özünün ortaya
konulabilmesi için üzerinde durulması gereken bir diğer konu da Anadolu
Alevîliğinin Bektaşîlikle olan ilgisinin incelenmesi meselesidir. Anadolu
Alevîliğinin temelini, “Osmanlı Devleti’nin Sünnî siyasetine muhalif olarak
ortaya çıkmış bir hareket” olarak gören Eyüp Baş, bu hareketin Bektaşîlikle
olan yakınlaşmasını Alevîliğin temel esaslarından olan Hz. Alî ve ehl-i beyt
sevgisiyle tevellâ ve teberrâ inancının Bektaşîler arasında yaygın olmasına
bağlamaktadır (2011: 37).
Erkan
Yar ise Bektaşîliğin Alevîlikle birlikte anılmasının sebebini, Hacı Bektaş
Velî’nin öğrencilerinin Alevîlerin yaşadıkları bölgelerde mistik görüşleri
yayma çabalarıyla ilişkilendirir (2007: 18). Ona göre Bektaşîlik bu mistik
değerlerden beslenir ve Alevîlikle bu yolla kaynaşmıştır.
Bektaşîliğin
kökeni hakkında farklı inanışlarının etkilerinin bulunduğunu savunan araştırmacılar
da bulunmaktadır. Bu araştırmacılardan Sönmez Kutlu, Bektaşîliğin ilk olarak
Hanefîlik ve Maturîdîlikten etkilendiğini ileri sürer ve daha sonra içerisine
Kerrâmî, Zeydî-Mu’tezîlî, İsmâîlî/Bâtınî, Şiî-İmamî ve Caferî inançlara ait
unsurların yerleştiğini bunların da Bektaşî inanışında önemli bir yere sahip
olduğunu savunur (2006: 37-65).
Sonuç
olarak bakıldığında, Anadolu topraklarında tasavvufî manada etkin bir rol
oynayan Bektaşîlik tarikatının kökeni, araştırmacılar tarafından eski Türk dini
geleneklerine, Horasan Melâmîliğine, İslamiyete, Hristiyanlığa, Hurûfîliğe,
Râfizîliğe, Kalenderîliğe, Babaîliğe, Vefâîliğe, Alevîliğe, Maturidîliğe,
Bâtınîliğe, Kerrâmîliğe, Mu’tezîleye ve hatta İslamiyet dışı etkilere kadar
birçok tarikat ve inanışa dayandırılmıştır. Ancak, Anadolu’da faaliyet gösteren
tarikatlar hakkında çalışması bulunan araştırmacılar arasındaki ortak görüş
-Bektaşîliğin Yesevîlikle olan bağını reddenler hariç- Bektaşîliğin temelinde
Horasan Melâmîliği ile birlikte eski Türk geleneklerinin etkisinin yoğun bir
şekilde hissedildiği ve bu etkinin de Yesevî dervişler aracılığıyla Anadolu’ya
taşındığı yönünde birleşmektedir. Muhtemelen bu düşüncenin aksini iddia eden
araştırmacıların kaynakları, taraflı bir bakış açısıyla yazılmış olan Âşıkpaşazâde
Tarihi ve Menâkıbü’l- Ârifîri dir.
Bektaşîlikte
Tarikatlaşana Kadar Geçen Süreç
Bektaşîlik
tarikatı hakkında konuyla ilgili çalışma yapan araştırmacılar, tarikatın
kurucusunun kim olduğu, kuruluş aşamasında Hacı Bektaş’ın rolü, tarikatın piri
mi yoksa kurucusu mu olduğu, tarikatın ritüellerinin oluşmasında Balım
Sultân’ın etkisi ve katkısının ne olduğu gibi çeşitli sorulara cevaplar
aramışlardır. Her ne kadar tarikatın kurucusunun Hacı Bektaş Velî olmadığı ve
Bektaşîliğin Balım Sultân’la birlikte tarikat yapısına büründüğü araştırmacılar
arasında genel kabul görse de tarikatın mahiyetiyle ilgili tartışmalar hâlâ
devam etmektedir.
Bektaşîliğin
Balım Sultân’la birlikte bir tarikat olarak kendisini bulduğu araştırmacıların
kabul ettiği bir gerçektir (Şardağ, 1985; Özkırımlı, 1996). Ancak, Hacı Bektaş
Velî’den itibaren Bektaşîliğin tarikatlaşma eğilimi gösterdiği 16. yüzyıla
kadar geçen süreçteki Türk kültür hayatında etkinliği de inkar edilemez. Bu
sebeple Bektaşîlik gibi, çeşitli tarikatlara ait unsurları içerisinde
barındıran dinî oluşumların temelindeki kültürel değerleri incelemek gerekir.
Bu sayede Bektaşîliğin tarikatlaşmadan önceki durumu ortaya konulabilecektir.
Bektaşîlik tarikatıyla
ilgili olarak ortaya atılan fikirlerin genel olarak kaynağı Köprülü’nün Türk
Yurdu Dergisinde yayınladığı “Bektaşîliğin Menşeleri” isimli yazısındaki
düşünceleridir. Köprülü bu yazı dizisinde, Horasan bölgesindeki dinî
hareketliliğin temelinde, Bâtınî inançlarla birlikte Türklerin Horasan’da
Hristiyanlık, Hinduizm, Mazdeizm, Maniheizm gibi çeşitli inanışlarla etkileşime
girmelerinin etkili olduğunu ortaya atmıştır (Köprülü, 1341: 121-140). Köprülü, Türkmenlerin
heterodoks
mahiyyetteki
inançları benimsemelerinin altında da dinî inanışlarının Sünnî itikatlara
uymamasının yattığını, konargöçer gelenek içerisinde yetişen Türkmenlerin,
kadınlarla birlikte yaptıkları sazlı ve şaraplı şölenlerinin şeriat kurallarına
aykırı olması ve bu durumun onları Bâtınî inanışlara sevk ettiğini belirttikten
sonra Türkmenlerin eski geleneklerinde bulunan serbestliğin ancak ve ancak
Bâtınî ve aşırı Şiî toplulukların inanışlarında buldunduğunu, bu sebeple de
Türkmenler arasında Kızılbaşlık, Alevîlik ve Hurûfîlik gibi daha açık görüşlü
inanışların yaygınlık kazandığını vurgular (1341: 121140). Aynı yazının
devamında, Anadolu’da görülmeye başlayan Bâtınî inanmaların, İran ve Anadolu’da
bulunan yerli inançların, Hristiyanlıktan gelen Mu’tezîle’nin, eski Hint, Çin
ve Türk dinsel geleneklerinin Türkmenler arasında “Baba” adı verilen dervişler
kanalıyla Anadolu’ya geldiğini savunur (1341: 121-140). Yani, Anadolu’daki
tasavvuf! hareketliliğin temel sebebi, Oğuz Türklerinin Batı’ya olan
göçleridir. Birçok araştırmacı da bu düşünceyi desteklemiştir.[1]
Köprülü’nün
ortaya attığı bir diğer fikir, Osmanlı Devleti zamanında devletin desteğini
görmüş Sünnî bir tarikat olan Mevlevîliğin, Bektaşîliğin oluşması ve
yayılmasında ön planda bulunan “Türkmen Babaları”na karşı olan olumsuz
tutumlarının etkisi hakkındadır. Bu olumsuz bakış açısı Eflâkî’nin Menâkıbu’l-Ârifîri
inde de kendisini göstermiştir (Yazıcı, 1973: 370). Adı geçen eserde
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî övülürken Hacı Bektaş Velî ise şeriate uymayan bir
derviş olarak aksettirilmektedir.
Hacı
Bektaş Velî’nin yaşadığı dönemle ilgili bilgilerin büyük bir çoğunluğu -taraflı
bir bakış açısıyla yazılan eserler ve Hacı Bektaş Velî’nin daha çok menkabevî
yaşamı üzerine kurgulanan eserler hariç tutulmak üzere- sözlü kültür
vasıtasıyla günümüze kadar ulaşabilmiştir. Bektaşîlik hakkında yazarı bilinen
ya da bilinmeyen velâyetnâmeler, buyruklar, fütüvvetnâmeler, cönkler,
cenknâmeler, erkânnâmeler, makteller ve nasîhatnâmeler gibi tarikatın yapısı
hakkında bilgi veren eserler, Hacı Bektaş’ın vefatından sonra yazıya
geçirilmiştir. Her ne kadar bu eserlerde Hacı Bektaş Velî ile ilgili bilgiler
bulunsa da bu bilgiler daha çok onun menkıbevî yaşamı hakkındadır. Velâyetnâme-i
Hacı Bektaş Velî isimli eserde Hacı Bektaş, susam yaprağı üzerinde namaz
kılması, ayaklarıyla kayayı yoğurması, bir bıçakla taşı kesmesi, her şeyi taşa
çevirmesi, Arafat Dağı’ndaki çilehânede bir yumruğuyla pencere açması, ölen bir
çocuğu diriltmesi gibi olağanüstü özellikleriyle zikredilir. Eserde, Bektaşîlik
tarikatının ritüelleri hakkında herhangi bir bilgi bulunmaz (Gölpınarlı, 1958;
Korkmaz, 2006). Ancak, Bektaşîliğin temelinde bulunan Yesevîlik, Kalenderîlik,
Haydarîlik gibi tarikatların kültürel ögeleriyle birlikte eski Türk
inanışlarının izlerine rastlanır.
Hacı
Bektaş Velî’nin Ahmet Yesevî ile görüşmüş olabileceği fikri ise tarihî
kayıtlarla uyuşmamaktadır. Ancak, Velâyetnâme-i Hacı Bektaş Velî’nin
içerisindeki çeşitli hikâyelerde (Gölpınarlı, 1958: 16, 19, 81) ve Velâyetnâme-i
Hacım Sultân" da (Gülerer, 365, 366, 367, 378), Hacı Bektaş’ın Ahmet
Yesevî ile olan alakası sıklıkla dile getirilmiştir. Bu eserler her ne kadar
menkabevî hikâyeler üzerine kurgulansa da Bektaşîliğin tarikat olmadan önce
yaslandığı menşe hakkında bilgiler vermesi bakımından önemlidir.
Bektaşîliğin
Anadolu’da bir tarikat hüviyeti kazanmasında sadece Hacı Bektaş Velî’nin değil
onun yetiştirdiği dervişlerinin de büyük rolü olmuştur. Hacı Bektaş Velî’den
sonra Bektaşîlik tarikatının öğretilerinin yaşatılması aşamasında önemli
katkılar sunan dervişlerden biri olan Abdâl Mûsâ, Hacı Bektaş’ın
halifelerindendir. Silsileye göre Hacı Bektaş’ın halifesi Abdâl Mûsâ onun da
öğrencisi Kızıldeli lakabıyla bilinen Seyyid Alî Sultân’dır (Yıldırım, 2019:
124). Hacı Bektaş Velî’nin vefatından sonra zâviyenin başına Bâcıyân-ı Rûm’dan
olan Hatun Ana’nın müridi Abdâl Mûsâ geçmiştir (Ocak, 1992: 373). Abdâl Mûsâ,
Osmanlı Devleti zamanında çeşitli savaşlara katılarak gaziler arasında Hacı
Bektaş Velî’nin menkabelerinin yayılmasını sağlamıştır. Kızıldeli Dergahı’nın
şeyhlerinden olan Seyyid Alî Sultân ise Abdâl Mûsâ’nın mürididir. Tıpkı Abdâl
Mûsâ gibi Osmanlı Devleti’nin yanında müridleriyle birlikte savaşlara
katılmıştır. Hacı Bektaş öğretilerine sıkı sıkıya bağlıdır. Hatta, Rıza
Yıldırım onun 15. yüzyılda Rumeli’nin Hacı Bektaş’ı olarak düşünülebileceğini
ve Bektaşîliğin ana merkezinin Hacı Bektaş’tan ziyade Kızıldeli Dergahı
olduğunun abartı sayılamayacağını ileri sürer (Yıldırım, 2019: 134).
Bektaşîliğin
tarikat hüviyeti kazanmadan öncesi hakkındaki tartışmalardan biri “Bektaşî”
adıyla ilgilidir. Aslında Hacı Bektaş’ın yaşadığı dönemde bir tarikat kurmadığı
en azından bir tarikatı varsa da bunun adının Bektaşîlik olmadığı şimdilik elde
bulunan kaynakların verdiği bilgilerle tespit edilebilmektedir. Bu kaynaklardan
hareketle 13-14. yüzyıl arası dinî ve sosyal bir zümre olarak “Bektaşî”ler
adıyla bilinen bir gruptan bahsedilemez. Ancak, 15. yüzyıla gelindiğinde bu
dönem şairlerinden olan ve Seyyid Alî Sultân’dan nasîp alan Sâdık Abdâl (ö.
?)’ın Divanı’nda “Bektaşî” tabirine rastlanır ve hatta eserde Bektaşîliğin
tarikat olduğu, tekyelerinin bulunduğu belirtilir:
Ki zâhid
didi Bektaşî tarîki
Ne bilsin ma’nâsın ol giz tabâyi’
Ki Bektaşî
Hak ile Hak demekdür
Hemân oldur
bilirsen sana nâfi’
(Sâdık Abdâl Divanı, 46/10-11).
Nûr-ı hikmet sırrıdur Bektaşîyânun tekyesi Mürşid-i
kâmil olardur fehm idersen bî-gümân (Sâdık Abdâl Divanı, 59/14).
Râh-ı
Bektaşî’ de tâlib hizmet eyle nice yıl Yürüden cânsız kayayı sırrına itme
gümân
(Sâdık Abdâl Divanı,
59/16).
Bektaşîlik
tarikatının Balım Sultân’a kadar olan evresinde Hacı Bektaş Velî’nin temel
rolü, Anadolu’da Horasan Türk tasavvuf geleneğinin yayıcısı konumunda
olmasıdır. Yani Bektaşîliğin tarikat olmadan öncesi, Yesevîliğe bağlı düşünce
sisteminin Anadolu’daki bir yansımasıdır. Balım Sultân öncesi dönem Bektaşîliği
hakkında bilgi veren Baha Said de bu hususa dikkat çeker: “Hülâsa:
Bektaşîlerin ilk devre-i teşekkülinde Türk dili, Türk dini, Türk töresi,
Babaîlik, Ahîlik ve nihâyet müdevven olan İslâmî eşgâl-i tasavvuf, Hind, Irân,
efkâr-ı ma’neviyyesi, Türk efkâr-ı umûmiyyesine ‘aliyyü’t-tedrîc telkîn
edilmiştir” (Baha Said, 1927: 216).
Burada
üzerinde durulması gereken husus, Hacı Bektaş Velî hakkında ortaya atılan
iddiaların sorgulanmasıdır. Hacı Bektaş Velî, ne Âşıkpaşazâde’nin ortaya attığı
gibi tarikat kuramayacak kadar meczup bir derviş, ne de Eflâkî’nin eserinde yer
verdiği gibi şeriatten uzak bir pirdir. Hacı Bektaş, Türk kültüründe önemli bir
yere sahip olan Bektaşîlik tarikatına adını verebilecek kadar şöhret bulmuş,
birçok tarihî kaynakta adından söz ettirmiş menkabevî ve tarihî bir
şahsiyyettir.
Bektaşîlik
tarikatıyla yakından ilgilen araştırmacılar Bektaşîliğin oluşum evresini
çeşitli dönemlere göre ele almışlardır. John Kingsley Birge, Bektaşîliği üç
döneme ayırır. İlk dönem 13. yüzyılda Anadolu’daki tasavvufî yapılarla birlikte
Hacı Bektaş Velî’nin ele alındığı; ikinci dönem Balım Sultân’ın katkıları ve
Hurûfî etkilerin görülmeye başladığı; üçüncü dönem ise Bektaşîliğin
kaldırılmasından sonrasını içine alan dönemdir (Birge, 1991). Bektaşîliğin
oluşumu ve yayılışıyla ilgili bir diğer dönemlendirme Ahmet Yaşar Ocak’a
aittir. Ocak, Bektaşîliğin birinci evresini 13. yüzyılda başlayıp 15. yüzyılın
sonlarına kadar devam eden teşekkül evresi; ikinci evresini ise Balım Sultân’la
başlayan esas kuruluş ve gelişme evresi olarak adlandırır (Ocak, 1992: 373-379).
Bu başlık altında Balım Sultân dönemi Bektaşîliği hakkında bilgiler
verilecektir.
Bektaşîliğin
teşkilatlanmasında önemli roller üstlenen Balım Sultân’ın soyu hakkında çeşitli
söylenceler bulunmaktadır. Bunlardan en ilginç olanı, Matti Moosa’nın ortaya attığı
Balım Sultân’ın mucizevî doğum hadisesidir. Moosa, Balım Sultân’ın annesinin
bakire bir Hristiyan olduğunu ve bal yedikten sonra Balım Sultân’a hamile
kaldığını ortaya atar (1987: 444). Moosa, aynı eserinde on iki imamdan birisi
olan Muhammed Bâkır’ın annesinin de bakire bir Hristiyan olduğunu, bal yedikten
sonra Muhammed Bâkır’ı dünyaya getirdiğini söyleyerek bu iki doğum şekli
arasında benzerlik kurar ve bu durumun da aşırı Şiî mezhebine bağlı
inanışlardan kaynaklandığını söyler (1987: 443).
Balım
Sultân’ın doğum hadisesiyle ilgili Matti Moosa’nın naklettiğe benzer bir hikâye
J. Kingsley Birge’nin The Bektashi Order of Dervishes isimli eserinde de
yer almaktadır. Eserde, “Mürsel Baba’nın yaşının ilerlediği bi zamanda,
yaşadığı yer olan Dimetoka’da bir Bulgar prensesi yaşamaktadır. Bu prenses
evinin duvarına bir seccade asar ve kim bu seccadede namaz kılarsa onunla
evlenecektir. Bir gün Seyyid Alî Sultân ve Mürsel Baba bu prensesin evini
ziyaret ettiklerinde o seccadede namaz kılmak isterler ve izin almadan
seccadeyi serip namaz kılarlar. İkisi de çok yaşlı olduklarından prenses
bunlarla evlenmeyi akıllarından bile geçirmez ve altlarından seccadeyi hızlıca
çeker alır. Seyyid Alî Sultân prensesin bu gücünden dolayı şaşırır ve o gücün
Balım Sultân’dan geldiğini düşünür. Prensesten bir kase bal ister ve Mürsel
Baba prensesin ağzına balı sürer. O anda prenses Balım Sultân’a hamile kalır”
(Birge, 1937: 56; 1991: 64).
Balım
Sultân hakkında bilgi veren bir diğer araştırmacı Masûmî’dir. Masûmî, Balım
Sultân’ın Hacı Bektaş’ın evlatlığı olan Hatun Ana’nın çocuklarından “Çelebiler”
adıyla anılan zümreden olduğunu, annesinin Hristiyan bir Bulgar prensesi,
babasının ise Mürsel Baba adlı bir Bektaşî olduğunu belirtir (Öztürk: 2006:
241). Çoğu araştırmacının aksine Bektaşîliğin bütün ayin ve erkanının Balım
Sultân’dan önce şekillendiğini söyler (2006: 241). Tarikatın öğretilerinin
tamamımın Balım Sultân’dan önce oluşturulduğu her ne kadar kabul görmese de
Masûmî’nin ortaya attığı bu tez, yukarıda da bahsi geçen Sâdık
Abdâl
Divanı’nda desteklenmektedir. Sâdık Abdâl (ö. ?), eserinde Bektaşîler için
önemli bir yere sahip olan Balım Sultân’ın adını zikretmez. Ancak, Bektaşî
adını ve bu ad etrafında oluşmuş bir tarikatın varlığını haber verir:
Nûr-ı
hikmet sırrıdur Bektaşîyânun tekyesi Mürşid-i kâmil olardur fehm idersen
bî-gümân (Sâdık Abdâl Divanı, 59/14).
Balım
Sultân, Hacı Bektaş Velî türbesindeki kapı kitabesinde Hacı Bektaş’ın soyundan
Resûl Bâlî’nin oğlu olarak gösterilmektedir. Baha Said ise kabrinin üzerinde
“Hızr Bâlî bin Resûl Bâlî bin Hacı Bektaş Veliyyü’l-Horasanî nüvvıra
merkadühü” yazmasına rağmen, Bektaşî erenlerinde “bel oğlu” olmadığını “yol
oğlu” olduğunu, dolayısıyla Hızır Bâlî olarak da bilinen Balım Sultân’ın yol
oğlu olduğunu söyler ve Bektaşî şeyhlerinden Sersem Alî Baba ile bir Sırp
prensesinin çocuğu olduğunu belirtir (Baha Said, 1927: 314315; Türer, 2005:
234). Her ne kadar kitabesinde Resûl Bâlî’nin oğlu olduğu belirtilse de Babagân
Bektaşîleri, Balım Sultân’ı Resûl Bâlî’nin değil Mürsel Bâlî’nin oğlu olarak
görürler (Soyyer, 2019: 86).
Bedri
Noyan ise Balım Sultân’ın soyunu, İdris Hoca ile Kadıncık Ana’nın oğulları
Hızır Lâle’ye dayandırır. Hızır Lâle ise Hacı Bektaş’ın yol evlatlarındandır.
Balım Sultân’ın soy ağacı: “İdris Hoca ve Kadıncık Ana çiftinin oğlu Hızır Lâle
oğlu Resûl Bâlî oğlu Yûsuf Bâlî oğlu Mürsel Bâlî oğlu Balım Sultân”
şeklindedir. Annesi hakkında ise Sırp veya Macar prensesi ya da soylusu,
babasının ise Arnavut, Rum, Sırp ya da Macar soylu olan ve sonradan İslamiyet’i
benimsemiş Gedik Ahmet Paşa olabileceğini söyler (Noyan, 1998: 299-301). Her ne
kadar Balım Sultân’ın soyu hakkında çeşitli rivayetler ortaya atılsa da burada
önemli olan nokta Bektaşîliğin Balım Sultân’ın getirdiği düzenlemelerle
birlikte yaşadığı değişim ve dönüşümdür.
Bektaşîler
tarafından “pîr-i sânî” olarak kabul edilen Balım Sultân, Bektaşîliği yeniden
biçimlendirip teşkilatlanmasını sağlamıştır. Balım Sultân, II. Bayezid
tarafından Kızıl Deli Tekkesi’nden getirilmiş ve “Pir Evi” olarak da bilinen
Hacı Bektaş’taki merkez
tekkeye 1501 yılında
dedebaba olarak tayin edilmiştir. Hacı Bektaş Velî döneminde ve sonrasında
yetişen dervişler genellikle, Haydarî ve Kalenderî özellikler gösterirken,
Balım Sultân’ın Bektaşîlik dergahının başına getirilmesiyle birlikte
Bektaşîlik, Kalenderîlikten soyutlanmış, Hurûfîlik ve Şiîlik etkisinde ilerleme
göstermiştir (Ocak, 1992: 374-375; Türer, 2005: 234).
Bu yeni değişimler neticesinde, Bektaşîlik tarikatı içerisinde
hoşnutsuzluklar
görülmüş ve Bektaşîliğin otoritesi Hacı Bektaş’ın soyundan gelen “Çelebî
Bektaşîler” ve Hacı Bektaş’ın mücerret olduğundan dolayı kendilerini yol evladı
sayan “Babagân Bektaşîler” kolu olarak ikiye ayrılmıştır (Gündoğdu, 2007: 331).
Daha sonra Bektaşîler, her ne kadar Osmanlı Devleti tarafından fiilî bir müdahaleye
maruz kalmasa da II. Mahmud tarafından 1826 yılında Yeniçerilikle birlikte
kaldırılana kadar varlığını devam ettirmişlerdir. Tarikatın kaldırılmasıyla
birlikte Bektaşî tekkelerine Nakşî şeyhler tayin edilmiştir (Türer, 2005: 235).
Rıza
Yıldırım, Balım Sultân’ın Bektaşîlik tarikatı içerisinde yaptığı köklü
değişikliklerin kabul görmesinde, Balım Sultân’ın Osmanlı idaresi ile yakın
ilişkiler içerisinde olan ve aynı zamanda Hacı Bektaş Velî’nin soyundan gelen
Resûl Çelebi’nin oğlu Mahmud Çelebi ile aynı dönemde yaşaması ve Mahmud
Çelebi’nin babası olan Resûl Bâlî’nin kızıyla evlenmesi neticesinde Çelebi
ailesine damat olarak girmesinin etkili olduğunu belirtir (Yıldırım, 2019:
275).
Bektaşîlik,
ilk yıllarında çeşitli tasavvufî akımların tesirinde kalmış, teşkilatlanma
aşamasına gelene kadar Yesevîlik öğretileriyle birlikte birçok inanışı
bünyesinde toplamıştır. Tarikatın yapısında daha önce görülmeyen on iki imam
inancı, mücerredlik terimi/kavramı, şarap serbestliği, İslamî inanışlara
kayıtsızlık, kulağa küpe takmak, Hurûfîlik, teslîs ve hulûl inancı gibi
uygulamalar Balım Sultân’la birlikte Bektaşî ritüelleri arasına girmiştir (Baha
Said, 1927: 328). Bu inanışlarından dolayı da Bektaşîler, başta Sünnî bir yapı
arz ederken daha sonra Sünnî tarikatların dışında anılmaya başlamışlardır
(Türer, 2005: 234). Annemarie Schimmel’in Islamın Mistik Boyutları
isimli kitabında da Bektaşîliğin Horasan uzantısının katı bir Sünnî ideolojiyi
barındırdığından ve daha sonra ehli sünnet olmayan tüm akımları içerisine alan
bir tarikat olduğundan bahsedilir (Schimmel, 2001: 356).
Masûmî’nin
verdiği bilgilerden ve 15. yüzyıl şairlerden olan Sâdık Abdâl (ö. ?)’ın
şiirlerinden hareketle Bektaşîlikle ilgili olarak Balım Sultân öncesinde de bir
tarikat yapılanmasından söz edilebilir. Ancak, Anadolu’da Horasan Türk tasavvuf
geleneğinin devamı olan bu yapının, tarikatın ikinci piri olarak da bilinen
Balım Sultân’la birlikte köklü bir değişime giderek teşkilatlandığı ve “Balım
Sultân Erkânı” biçiminde yazılı kurallara bağlandığı da bir gerçektir.
On
iki imam olarak tanınan Hz. Alî, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz. Zeynelâbidîn, Hz.
Muhammed Bâkır, Hz. Cafer-i Sâdık, Hz. Mûsâ Kâzım, Hz. Alî Rıza, Hz. Takî, Hz.
Nakî, Hz. Hasan Askerî ve Hz. Muhammed Mehdî, hem Sünnî hem de Şiî inanışa
bağlı tarikatlar tarafından saygı duyulan kişilerdir. Balım Sultân’la birlikte
Bektaşîliğin erkanı hâline gelmişlerdir (Baha Said, 1927: 315-316). Baha Said
aynı yazısında Bektaşîlikte olan sekiz imamdan bahseder ve Balım Sultân’la
birlikte on iki imam inancının geldiğini söyler. Ancak, bu sekiz imamın
hangileri oldukları hakkında kendisi de herhangi bir bilgi vermez. Sekiz imamla
ilgili bir başka bilgiye İsmail Görkem’in Baha Said’in Anadolu’daki tasavvufî
zümrelerle ilgili yazdığı yazılarını derlediği Türkiye’de Alevî-Bektaşî, Ahî
ve NusayrîZümreleri isimli kitabında da rastlanılmıştır (2000: 96, 116,
119). Ancak burada da sekiz imamla ilgili pek bir bilgi bulunmaz.
Bektaşîlikte
kulağa küpe takan kişi, mücerredliği yani evlenmemeyi kabul etmiş, bir çeşit
keşişlik yolunu seçmiş kişidir. Balım Sultân’la birlikte gelen bu uygulama,
İslamî inanışın emrettiği evlilik anlayışıyla (Nahl, 72; Nûr, 32) taban tabana
zıttır. Ancak Balım Sultân’ın bu uygulamadaki amacı muhtemelen kendisini
tamamen tarikata adayan dervişler yetiştirmektedir. Aynı uygulama Osmanlı’da
yeniçerilerde de vardır. Bir yeniçeri emekli olana kadar evlenemez, tüm
sadakatiyle padişaha bağlı olmak zorundadır (Goodwin, 2008: 34). Ancak bu
uygulamanın Bektaşîlikten mi yeniçeriliğe yoksa yeniçerilikten mi Bektaşîliğe
geçtiği henüz tespit edilememiştir.
Bektaşî
inancında kulun geçmesi gereken dört kapı ve kırk makam bulunmaktadır. Bunlar:
Şeriat, tarikat, hakikat ve marifettir. Kul, ancak bu makamlardan geçtikten
sonra Allah’a ulaşır. Son makamda insan artık kendi nefsini kontrol edemeyecek
mertebeye gelir ve nefsi artık başkalarına aittir (Baha Said, 1927: 327). Bu
sebeple de Balım Sultân erkanında şeriat ve tarikat kapılarında şarabın yeri
yoktur. Ancak, hakikat kapısını aşan için şarap mübah, marifet kapısına ulaşan
için ise günahtır. Balım Sultân’dan önce şarabın Bektaşîlikte kullanımıyla
ilgili menâkıbnâmeler taranmış, herhangi bir bilgiye ulaşılamamıştır.
Balım
Sultân’ın Bektaşîliğe getirdiği yeniliklerden biri de teslîs ve hulûl
inancıdır. Teslîs, Hristiyanlıkta Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlemesinden meydana
gelmektedir. Hurûfîliğin[2] tesiriyle birlikte
Allah-Muhammed-Alî şeklinde Bektaşîliğe yerleşmiştir:
Kûh-ı kemer-i Hakk’da çü bî-rûh-ı sanemken Etdim beni ben
say’ ile insân-ı şerî’at
Bu himmeti mürşid-i nefes-i pîrden aldım Oldum hele ben
mazhar-ı îmân-ı şerî’at
Zîrâ ki
tarîkım Hacı Bektaş-ı Velî’dir
Allâh Muhammed ‘Alî ihsân-ı şerî’at
Ol hazret-i
hünkâr-ı cihân-ı pîr-i tarîkat
Erkân-ı
tarîkat dedi erkân-ı şerî’at
(Sâfî Baba Divanı, K. 4/45-48).
Baha
Said, Balım Sultân’ın tesiriyle Bektaşîliğe yerleşen uygulamalardan birinin de
hulûl inancı olduğunu söyler (Baha Said, 1927: 328). Allah’ın evren ve insanla
bütünleşip yeryüzünde tecellî etmesi anlamına gelen hulûl terimi/kavramı
üzerinde düşünülmesi gereken bir düşünce biçimidir. Allah’ın insan suretinde
görünmesi şeklinde metinlerde yer edinen bu terim/kavram, İslamî tasavvuf
anlayışına bağlı olarak vahdet-i vücûd felsefesi ekseninde
değerlendirilmelidir.
Yaşar
Ocak, 14. yüzyılın ikinci yarısında Elvan Çelebi tarafından yazılan Menâkıbü’l-
Kudsiyye fiMenâsıbi’l-Ünsiyye isimli eserde, hulûl inancına ait
unsurlarının bulunduğunu bu sebeple de Bektaşîlikte daha önceden hulûl
inancının olabileceğini belirtir (Ocak, 2012: 198-199) ve aşağıdaki beyitleri
örnek gösterir:
Âdemî sûretini sûretine
Kıldı mânend ol ulu Sübhân
(Menâkıbü’l-Kudsiyye, 1749).
Âdemî her ki bildi Hakk’ı
Âdemîden göründi ol Mennân
(Menâkıbü’l-Kudsiyye, 1767).
Söz
konusu beyitlerde ilk bakışta Allah’ın âdemî surette tezahürü söz konusudur.
Ancak bu doğru bir yaklaşım değildir. Tasavvufî manada, yeryüzünde bulunan her
şeyde Allah’tan bir parça bulunmaktadır. Bu durum, insanın yaratılışı hakkında
bilgiler veren Sâd suresinde “Hani, Rabbin meleklere şöyle demişti”: “Muhakkak
ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu şekillendirip içine ruhumdan üflediğim
zaman onun için saygı ile eğilin” (Sâd, 38/71-72) biçiminde zikredilmektedir.
Ancak bu, Allah’ı insan suretinde görmek demek değildir. Bu sebeple bu
beyitleri tasavvufî bir yorumla okumak gerekmektedir. Allah’ın varlıklarda
hulûl etmesi inancı mümkün olmadığı gibi, hem Kur’an’ın hükümlerine hem de akla
aykırı bir durumdur (Enâm, 6/101; Meryem, 19/65; İhlâs, 112/4).
Konuyla
ilgili olarak Ali İpek, Vahdet-i Vücûd isimli kitabında, “Hulûl ve
ittihadın tahakkuk edebilmesi için, iki ayrı varlığın olması gerekir. Ta ki
birinin diğerine nüfuzu yahut onunla birleşmesi mümkün olabilsin” der ve bu
sebeple de Allah’ın bir başka nesne ya da kişiye hulûl yoluyla benzemesinin
mümkün olmadığını belirtir (İpek, 1992: 56).
Aynı
eserinde yazar, Hallâc-ı Mansûr’un “Ene’l-Hak” sözünün yanlış anlaşıldığını, bu
sözle Hallâc’ın “Ben Hak oldum ve Hak’la birleştim” demek istemediğini, asıl
gayesinin “Ben yokum, mevcut olan ancak sensin” demek olduğunu belirtir ve
hulûl ile tecellî arasındaki farkın anlaşılamamasına değinir (1992: 57-58).
Alevî ve Bektaşî metinlerinde yer alan Allah’ın bir başka varlıkta tecellî
etmesi hadisedi de Hallâc-ı Mansûr’un söylemek istediği ile aynı şeydir. Yani
Hallâc-ı Mansûr’un görüşü, varlığın tek olduğu diğer varlıkların da ondan
meydana geldiği düşüncesini savunan vahdet-i vücûd felsefesinin bir
yansımasıdır. Yine benzer bir biçimde Alevî ve Bektaşî yazınında sıklıkla
zikredilen Hz. Alî’de Tanrı’nın dile geldiği, görünüş alanına çıktığı fikri de
Tanrı ile insan birliğine dayanan vahdet-i vücûd felsefesinden
kaynaklanmaktadır (Eyüboğlu, 1968: 93).
Velâyetnâme-i
Otman Baba isimli eserde de Turnacı Baba’yı görmeye giden Otman Baba’nın
yüzünde ve gönlünde Allah’ın tecellî etmesiyle ilgili ifadelere rastlanmaktadır:
“Pes
ol kân-ı velâyet ol aradan çün yola revân oldı. Dahı ol diyârda Turnacı Baba
dirler idi bir evliyâ var idi. Ol kân-ı velâyet ol evliyâya ugradı. Çün ol
Turnacı Baba ol kân-ı pür-haşmeti görüp müşâhede eyledi. Gördi kim ol elest
bezminde ve ‘âleminde rûhlara hitâb iden sırr-ı hakîkat ve zât-ı bî- misâl ol
kân-ı ‘âlî-cenâbun yüzi ve gönli levhinde tecellî eylemiş. Dahı nazarında
secde-i ‘izzet birle ol kân-ı vâlâ-rifate nâzlar ve niyâzlar eyledi” (Kılıç,
Arslan ve Bülbül, 2007: 83).
Yine
yukarıdaki ifadelerin de tasavvufî bir yoruma ihtiyacı vardır. Menâkıbnâmede,
Otman Baba’ya bir kutsiyet yüklemek amacıyla Allah’ın onun gönlünde tecellî
etmesine yer verilmiştir. Yani bu durum bir şirk koşma değil, Allah’tan bir
parçanın Otman Baba’da görülmesi ve bunun neticesinde de onun Allah dostu bir
şahsiyet olduğunun vurgulanması sebebiyledir.
Şairlerin/Yazarların
Bektaşî ve Bektaşîlik Algısı
Bektaşî
tabiriyle ilgili, Bektaşî tarikatına mensup olan kimseler (TDEKTA, 2001: 393),
Bektaşîliği benimseyen topluluk (Korkmaz, 1994: 56), Hacı Bektaş Velî
tarafından kurulan tarikattan olanlar (Hacıyeva ve Rıhtım, 2009: 70), tarikat
adı (Pakalın, 1971: 196) gibi tanımlar yapılmıştır. Tanımlardan da anlaşılacağı
gibi terimin/kavramın, tarikatın adı mı olduğu yoksa mensupları için mi
kullanıldığı noktasında bir karışıklık söz konusudur. Konuyla ilgili Rıza
Yıldırım’ın “Bektaşi Kime Derler?”: “Bektaşi” “Kavramının Kapsamı ve Sınırları
Üzerine Tarihsel Bir Analiz Denemesi” isimli bir yazısı bulunmaktadır.
Yıldırım, çalışmasında Bektaşî tabiri ile neredeyse iç içe geçmiş olan Alevî,
Kızılbaş gibi terimleri/kavramları da değerlendirmiştir. Hatta terimin/kavramın
literatürdeki karşılıkları olan “Alevî-Bektaşî” kullanımı üzerinde de durmuştur
(Yıldırım, 2010: 23-58).
Yıldırım,
çalışmasında Bektaşî diye tabir edilen dinî ve sosyal bir zümrenin varlığı ile
ilgili olarak 13. ve 14. yüzyılda bahsedilmesi için erken bir tarih olacağını
belirttikten sonra, Bektaşî terimine/kavramına 15. yüzyılda Sâdık Abdâl
Divanı’nda rastlandığını söyler (Yıldırım, 2010: 28). Sâdık Abdâl Divanı’nda
ise muhtemelen şairin Bektaşîliğin ilk dönemi diye tabir edilen 13. ve 15.
yüzyıl arası Bektaşîlik algısından dolayı şiirlerinde, Balım Sultân’la birlikte
gelen “dede”, “dedebaba” ve “halifebaba” gibi terimlere/kavramlara yer
vermediği görülür. Ayrıca şiirlerinde Balım Sultân’la ilgili en ufak bir bilgi
de yoktur. Bektaşîliğin mertebelerinden olan âşıklık, muhiblik, dervişlik ve
babalık gibi sözler Sâdık Abdâl Divanı’nda yer almaktadır.
Alevîlik
ve Bektaşîlik konusunda araştırma yapan birçok araştırmacının ortaya attığı
görüş, Bektaşîliğin Balım Sultân’la birlikte bir tarikat yapısına büründüğü
noktasında birleşmektedir. Ancak, 15. yüzyılda yaşamış ve muhtemelen de Balım
Sultân’la karşılaşmamış olan Sâdık Abdâl (ö. ?)’ın Divan’ında Bektaşîliğin daha
öncesinde bir tarikat olduğu, dergahının bulunduğu ve dervişlerinin olduğu
yönünde bilgiler bulunmaktadır:
Ki
zâhid didi Bektaşî tarîkı
Ne bilsin
ma’nâsın ol giz tabâyi’
(Sâdık Abdâl Divanı, 46/10).
Her ulüvvi tâc-ı
Bektaşî giyerler sâdıkân
Râh-ı
Hak’dur ol tarîkı andan isterler kirâm
(Sâdık Abdâl Divanı, 58/9).
Nûr-ı hikmet sırrıdur Bektaşiyânun tekyesi Mürşid-i
kâmil olardur fehm idersen bî-gümân (Sâdık Abdâl Divanı, 59/14).
Ki Bektaşî
tarîkında bana şâh
Fu’âdum
buldurup şimdi nümâyân
(Sâdık Abdâl Divanı, 60/25).
‘Âşık isen râh-ı
Bektaşî’ye gel
Cân ile kıl
bu tarîka rağbeti
(Sâdık Abdâl Divanı, 65/2).
Hacı
Bektaş Velî’nin Osmanlı padişahlarıyla görüşüp görüşmediği ile ilgili tarihî
kayıtlarda muhtelif rivayetler ortaya atılsa da Sâdık Abdâl Divanı’nda konuyla
ilgili bazı bilgiler bulunmaktadır. Sâdık Abdâl (ö. ?) bir şiirinde: “Şecâ’atle
nazar kılmış yeniçer kullarına ol/Sezâ oldı anınçün anlara ol fursat-ı kübrâ”
(Sâdık Abdâl Divanı, 3/15). ifadelerine yer verir ve Hacı Bektaş’ın
yeniçerilerle olan alakasına değinir.
Bektaşîlik
tarikatı hakkında bilgi veren bir diğer şair, 16. yüzyılda yaşamış olan Hatâyî
(ö. 1574)’dir. Şiirlerinde Şiî tesirleri hissedilen Hatâyî (ö. 1574)’nin
Divanı’nda Hz. Alî sevgisi göze çarpan bir özellik olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bu sebeple de Bektaşîlik hakkında verdiği bilgileri Şiî etkilerin
gerektirdiği doğrultuda okumak gerekir. Ancak, burada üzerinde durulması
gereken nokta Hatâyî (ö. 1574)’nin şiirlerinde yer verdiği Şiîliğin hangi özellikleri
barındırdığı meselesidir.
Yaygın
kullanımıyla “Hz. Muhammed’in vefatından sonra devlet yönetiminin Hz. Alî’ye ve
onun soyundan gelenlere ait olduğu düşüncesini taşıyan Şiîlik”, tarihî süreç
içerisinde Keysâniyye, Sebeiyye, Zeydiyye, İmâmiyye-İsnâaşeriyye, İsmâiliyye ve
Gâliyye gibi çeşitli biçimlerde faaliyet göstermiştir (Öz, 2010: 111-114).
Hatâyî (ö. 1574)’nin İran’da yaymaya çalıştığı Şiîlik ise bu kollardan
İsnâaşeriyye’yi teşkil etmektedir (Gündüz, 2010: 255; Fığlalı, 2001: 145).
Temelinde, on iki imam sevgisi ile birlikte Hz. Alî sevgisi yatmaktadır. Bu
durum, Şiî düşünce sisteminin bir gerekliliğidir ve diğer Şiî düşünceyi
benimseyen inanışlarda da on iki imam sevgisiyle birlikte Hz. Alî’nin
kutsallaştırılması görülmektedir. Ancak, gerek Sebeiyye ve gerekse Gâliyye
olsun bu sevgiyi aşırılığa kaçarak Hz. Alî’nin tanrısallaştırılması
doğrultusunda gerçekleştirmişlerdir. Sebeiyye ve Gâliyye inancına göre, Hz.
Alî’nin ve onun neslinden gelen imamların ilahlığı ve ölümsüzlüğü söz konusudur
(Fığlalı, 1988: 133; Öz, 1996: 334). Siyasî anlamda, Hz. Alî yanlısı olan bu
zümreler, ilk zamanlardan beri fikrî olarak aşırılığa kaçtıkları için bizzat
Hz. Alî tarafından reddedilmişlerdir. Hatta, Hz. Alî’nin ilahlaştırılması
yönünde çalışmaları ilk başlatan Abdullah b. Sebe, Hz. Alî tarafından yakılmaya
teşebbüs edilmiş fakat bundan vazgeçilerek Medâyin şehrine sürülmüştür
(Fığlalı, 1988: 133). Siyasî çıkarları doğrultusunda çeşitli fikirler öne atan
bu oluşumlar, tarihî süreç içerisinde farklı biçimlerde tezahür etmiştir.
Kârubânı çün dü ‘aşkın sırr-ı Hakk’ın başıyız Dest-i
Hayder’den şürb-i Kevser’in ayyâşıyız Şâha ‘aşkız dergeh-i âl-i âbâ ferrâşıyız
Biz gürûh-ı sultân-ı dehr zümre-i Bektaşîyiz Lâ-mekân iklîminin ‘azm edenin
yoldaşıyız
Fârigiz dünyâ-yı mâfihâya rağbet etmeden Geçmişiz havf-i
hatâdan halka minnet etmeden Dehri seyrândır garaz ‘azm-i seyâhat etmeden Biz
gürûh-ı sultân-ı dehr zümre-i Bektaşîyiz Lâ-mekân iklîminin ‘azm edenin
yoldaşıyız
Mest olup câm-ı ezelden kârı kıldık cûşumuz Dîdemiz Hakk’ı
görür Hakk’ı işitir gûşumuz Gûşumuzda halk-ı ‘âlem bizimdir mengûşumuz Biz
gürûh-ı sultân-ı dehr zümre-i Bektaşîyiz Lâ-mekân iklîminin ‘azm edenin
yoldaşıyız
Ey selâm bir nâz ile Hatâyî’yi ihcâr eden Münkire dâye-i
Hakk’ı taş ile ihbâr eden ‘Azm-i râha himmetiyle mû gibi dîdâr eden Biz gürûh-ı
sultân-ı dehr zümre-i Bektaşîyiz Lâ-mekân iklîminin ‘azm edenin yoldaşıyız[3] (Hatâyî Divanı, Muh.
73).
Ahmet
T. Karamustafa, Kızılbaşlığın en belirgin özelliğinin Hz. Alî’nin
tanrısallaştırılması ve Safevî şâhlarının ve dervişlerinin kendilerini dünya
şâhı olarak görmeleri olduğunu belirtir ve Hatâyî (ö. 1574)’nin, şiirlerinde
Hz. Alî’yi ilahlaştırdığını söyler (Karamustafa, 2015: 52). Şâh İsmâîl’in
yukarıdaki şiirinde Bektaşîlerin Allah’ın sırrının serveri, Hz. Alî’nin Kevser
ırmağının sakisi oluşu ve kendilerini bu ırmağın sarhoşu olan şâhları olarak
görmeleri söz konusudur. Ayrıca Hatâyî (ö. 1574), kendisinin ve
çevresindekilerin dünya nimetlerinden uzak durduklarını, Bektaşîlik öğretisinin
de bu olması gerektiği üzerinde durur. Bu şiirdeki düşünce, Hz. Alî’nin
ilahlaştırılması değil de Allah yolunda olan kişilerin Allah’ın yoldaşı olarak
görülmesi biçiminde yorumlanmalıdır.
Fakr-ı hâlde ey dil âbâdî kılan Bektaşî’dür Hırka-pûş olmış
velîkin kâm alan Bektaşî’dür Ziynet-i dünyâyı terk idüp abâ-pûş oldılar
Nâr-ı
aşku’llâha yanup yakılan Bektaşî’dür
Var mıdur dirsen haberdâr bu oyundan cüz’ice Oynadur hem
dahi oynar çok oyunbazdır hoca Oynananlardan oyundur ‘âlem oynar böylece
Oynadur hem dahı oynar oynayan Bektaşî’dür
Her harâbâtı
yüzinden görseler dirler velî
Hîç
dimezler sâhib-i Hünkâr Hacı Bektaş Velî
Mazhar-ı
sırr-ı hakîkat ondadur sırr-ı Alî
Sırrı sırr eyler bu dem sır saklayan Bektaşî’dür
Sakınup
ta’n itme cânâ dervîşe eyle hazer
Kalbinün her kûşesinde sırr-ı feyzu’llâh gezer Sırr-ı
esrâra haberdâr var mıdur dirsen eğer Bâtını Leylâ içün Mecnûn olan Bektaşî’dür
Nutk-ı
pîrden eyne mâ gûş eyle cânâ sen de bil Taş atan bizdendür ammâ attıran
bizden değül Bedrî ta’n ider seni ‘âlem sakın olma melûl Sen bilirsin bahr-ı
ummâna dalan Bektaşî’dür
(Özmen, 1998: 177).
17. yüzyıl Bektaşî şairlerinden Bedrî (ö. ?)’ye göre ise
Bektaşîler, dünyanın nimetlerini terk etmiş, sırtlarında keçeden bir abası
olan, Allah aşkıyla yanmış kalender kimselerdir. Bektaşî inancına göre Hz. Alî,
Allah’ın bazı sırlarına vâkıftır. Bu sebeple de şiirlerde Hz. Alî’nin sırrına
sıkça yer verilir. Ona göre tarikat yoluna giren can, pirini nerede olursa
olsun dinlemeli onun yolundan gitmelidir. Bedrî (ö. ?)’nin ortaya koyduğu
Bektaşîlik, yukarıda örnekleri verilen Sâdık Abdâl (ö. ?)’ın Bektaşîlik
algısından tamamen farklıdır. Bedrî (ö. ?)’nin şiirinde daha çok Balım
Sultân’la birlikte tarikatın içerisine yerleşen Hurûfîlik ve Hatâyî (ö.
1574)’nin şiirlerinde görülen Şiî etkiler hissedilmektedir.
Kim demiş
ki vâsıl-ı Rahmân olur Bektaşîler
Görmedim bir ehl-i Hak şeytân olur Bektaşîler
Sûretâ insân görürsün sanma insân anları Sûret-i insânda
hep hayvân olur Bektaşîler
Bî-haberdür
şerî’âtle tarîkatden hemân
Dîn-i Hak’da mutlakâ noksân olur Bektaşîler
Yolları râh-ı dalâlet oldugından her zamân Hakk’a karşı
bâ’is-i ‘isyân olur Bektaşîler
Ey Edîb havf it Hudâ’dan onlara olma yakın Hakk’ı idrâk
eylemez nâdân olur Bektaşîler (Harâbî Divanı, G. 248).
19. yüzyıl şairlerinden Edîb Harâbî (ö. 1916), Divanı’nda
Bektaşî olmayıp da kendisini Bektaşî diye nitelendiren kişiler için alaycı
ifadelere yer verir. “Sahte Bektaşîler” bu alaycı üslûpla açıklanmıştır.
Kendisini Bektaşî addeden zümrenin Allah’ın yolundan sapmış şeytan tabiatlı
kişilerden oluştuğu, görünüşü ile insana benzeyen ancak insan dışı bir varlık
oldukları, Allah’ın dinini bilmedikleri ve yollarının sapkınlık yolu olduğu
üzerinde durulan konulardandır. Ona göre gerçek Bektaşîler ise bu zümreden
tamamen farklıdır.
Anladık
ehl-i riyâ Bektaşîler de var imiş
Hem de merdûd-ı riyâ Bektaşîler de var imiş
Bu tarîk-i nâzenînde Bektaşîler de var imiş Bi’l-‘akis
gâyet kaba Bektaşîler de var imiş
İçlerinde
kâmil ü ‘irfanı var dîndârı var
Görmüşüz çok evliyâ Bektaşîler de var imiş
Hîç tarîkatden hakîkatden haberdâr olmayan La’net-i Hakk’a
sezâ Bektaşîler de var imiş
Biz
muhibb-i ehl-i beytüz dirler ammâ sayfâ kim
Düşmân-ı ‘âl-i ‘abâ Bektaşîler de var imiş
Bir pula
bir ‘ârif-i bi’llâhı iderler fedâ
Dîn ü îmânı para Bektaşîler de var imiş
Câhil ü
nâdân-ı bî-iz’ân u hayvân şarlatan
Maksad u gammâz belâ Bektaşîler de var imiş
Ehl-i ‘ırzun ‘ırzına geçmek içün cehd eyleyen Şehvete pek
müptelâ Bektaşîler de var imiş
La’net
olsun bunlara zîrâ ki ben hakke’l-yakîn
Gördüm erbâb-ı zînâ Bektaşîler de var imiş
Kendi irşâd
olmamış irşâda kalkmış ‘âlemi
Bir takım câhil baba Bektaşîler de var imiş
Taş atan
bizden demişler atdıran bizden degil
Hazret-i pîrden cüdâ Bektaşîler de var imiş
Bu tarîkde mürşid-i kâmil de ehlu’llâh da var Bendegân-ı
murtazâ Bektaşîler de var imiş
Togrı
Bektaşîlere cânum kurbân olsun fakat
Bir takım sahte edâ Bektaşîler de var imiş
Kim gocunursa bu sözden mutlaka var yâresi
Ey Harâbî bî-hayâ Bektaşîler de var imiş
(Harâbî Divanı, G.
284).
Edîb
Harâbî (ö. 1916)’nin bir başka gazelinde yine Bektaşî gibi görünen ancak gerçek
anlamda Bektaşî olmayan kimseler için de eleştiriler vardır. Yukarıdaki gazelde
hem Bektaşîlerin hem de Bektaşî olmayanların özellikleri hakkında bilgiler
verilir. Gerçek Bektaşîler, riyakâr değillerdir. İlim, irfan sahibi, Hz.
Alî’nin yolundan giden, Bektaşîliği kendisine yol edinmiş kimselerdir. Bunların
karşısında ise, iki yüzlü, tarikattan ve öğretilerinden haberi dahi olmayan,
Allah’ın lanetini kazanmış, ehl-i beyti sevdiklerini söyleyen ancak
düşünceleriyle âl-i abâya düşman olan, şehvete düşkün, dini ve imanı para
olmuş, herhangi bir bilgisi olmayan ancak bu bilgisiyle ahkam kesen sahte
Bektaşîler vardır.
Dehri im’ân ile seyrân eyleyen Bektaşî’dür Kendüyi her hâle
hayrân eyleyen Bektaşî’dür
Sun’-ı Hak her şeyde mevcûd oldugın fehm eyleyüp Birlügine
böyle îmân eyleyen Bektaşî’dür
Zâhir ü bâtın Hüve’llâh sırrına mazhar olup Cümle râz-ı
dilde pinhân eyleyen Bektaşî’dür
Bâde-i
‘aşk-ı İlâhî katresin nûş idicek
Mevcesin girdâb-ı ‘ummân eyleyen Bektaşî’dür
Cümlesi ehl-i basîret göz açıklardan olup ‘Âleme kendin nigeh-bân
eyleyen Bektaşî’dür
Hep
tasavvuf söyler anlar anı nâdân anlamaz
‘Ârifâne nutk her ân eyleyen Bektaşî’dür
İşbu ‘âlem hây hûsından Cesârî-veş geçüp Kûşe-i vahdetde
iskân eyleyen Bektaşî’dür (Cesârî Divanı, G. 192/7).
Bir
başka 19. yüzyıl Bektaşî şairi Cesârî (ö. 1829) ise Bektaşîlerin hasletlerini
sıralar. Ona göre Bektaşîler, Allah’ın birliğine inanan, görünen ve
görünmeyenin sırrına erişmiş, kalp gözü açık, tasavvuftan anlayan ve her zaman
ârifâne sözler söyleyen kişiler olarak tasvir edilir.
Bektaşîlerin
meziyetlerini sıralayan şairlerden biri de 19. yüzyıl Bektaşîlerinden Mehmed
Alî Hilmî Dedebaba (ö. 1908)’dır. Ona göre Bektaşîler şevk ehli, rindâne
kimselerdir. Kötü huylu zâhidlere karşı kayıtsızdırlar. Aşk şarabını içmiş
mestâne dünyada dolaşırlar. Dışardan onları görenler vîrâne sanırlar ama
bâtında Necef incisidirler. Verdikleri sözde dururlar ve bu söze karşı da
herhangi bir şüphe duymazlar. Canlarını Allah’a ulaşmak için feda etmişlerdir:
Ehl-i
şevkiz meşreb-i rindâneyiz Bektaşîyiz
Zâhid-i bed-hûlara bîgâneyiz Bektaşîyiz
Merd-i tecrîdiz ‘alâ’ikden geçip olduk berî Bî-tekellüf
sâkin-i mey-hâneyiz Bektaşîyiz
Bî-garaz bu bezm-i ‘işret-hâne-i ‘âlemdeyiz Câm-ı ‘aşk u
şevk ile mestâneyiz Bektaşîyiz
Mâlik-i genc-i rumûzuz bizdedir dürr-i Necef Gerçi
zâhir-bîne biz vîrâneyiz Bektaşîyiz
Murg-i şehbâz-ı kadîmiz âsumân-ı feyzde Tâ’ir-i takdîs ile
hem-lâneyiz Bektaşîyiz
Sâbitiz ikrârımızda şekkimiz yokdur bizim ‘ Ahd-i yâra ser
veren merdâneyiz Bektaşîyiz
Cânımız
kıldık fedâ Hilmî cemâlu’llâha biz
Şem’-i ‘aşka
yanmaga pervâneyiz Bektaşîyiz
(Hilmî Dedebaba Divanı, G. 74).
Yukarıda
Bektaşî şairlerin şiirlerinden hareketle Bektaşîler ve Bektaşîlik hakkında
değerlendirmeler yapılmıştır.[4] Bektaşîler hakkında önemli
bilgilerin bulunduğu manzum ve mensur karışık olarak kaleme alınmış eserlerden
biri de Vâhidî’nin Hâce-i Cihân Netîce-i Cân isimli eseridir. Eserde,
sadece Bektaşîler değil, Kalenderîler, Rum Abdâlları, Haydarîler, Câmiler,
Şems-i Tebrîzîler, Mevlevîler, Edhemîler, Âlimler ve Sûfîler hakkında bilgiler
de bulunmaktadır. Eserde, “Âmeden-i Tâyife-i Bektaşîyân Be-Hân-kâh- ı Hâce-i
Cihân” başlığı altında Bektaşîlerin bahsi geçmektedir. Vâhidî eserinde
öncelikli olarak Bektaşîlerin dış görünüşleri hakkında önemli bilgiler verilir:
“Gürûh-ı
Bektaşîler vücûh-ı tırâşîler başlarında ak keçeden birer düvâz-deh terk tâclar
ikişer karış enleri ve ikişer arış uzunları toruları sivri ve önleri ve artları
birer karış yirük ve torularında Seyyid Gâzî taşından birer büyük dügmeler ve
her dügmenün ucından aşaga sarkmış birer şarâbe yünden bükülmiş ve omuzlarına
dökilmiş ve kemer-i tâcun her birer yanlarında nakş-ı Lâ-ilâhe Illâ’llâh
ve birer yanlarında nakş-ı nâm-ı Muhammeden Resûlu’llâh ve kemer-i tâcun
birer yanlarında nakş-ı nâm-ı ‘Alî-i Murtazâ ve birer yanlarında nakş-ı nâm-ı
Hasan ü Hüseyn-i bâ-vefâ rıdvânu’llâhi ‘aleyhim ecma’în ve kemer-i tâc-ı
kûtâh ve sâde ve bunlarun kimi nemed- pûş ve kimi ‘abâda ve kimi cübbe-pûş ve
kimi kabâda hayl ü haşem ile ve tabl u ‘alem ile ve gül-bâng-ı salâvât ile ve
âvâze-i tekbîrât ile [...]” (Karabey, Şığva ve Babür, 2015: 215)
Vâhidî’nin
naklettiğine göre yukarıda bahsi geçen dervişler tekbirler getirerek Hâce-i
Cihân’ın tekkesine gelirler. Hâce-i Cihân onların bu hâlini görünce dehşete
düşer. Tekkenin sahibi olduğu için bir şey diyemez. Dervişleri, tekkesine davet
eder. Kalacakları yerleri gösterip “Buyurun, dedeler” der. Bektaşîler her biri
kendisine gösterilen yere otururlar. Hâce-i Cihân hizmetkârlarına işaret eder
ve sofra döşeyip yiyecek getirmelerini söyler. Bektaşîler bu yiyeceklerden
yerler. Allah’a ve dergaha dualar edip, dergahın önceki dervişlerini de yâd
ederler. Bir zaman sonra ellerine küçük bir davulla tef alırlar. Şevk ile coşup
dans ederler. Daha sonra ise sessiz bir vaziyette beklemeye başlarlar. Hâce- i
Cihân, başını kaldırıp “Hoş geldiniz, ayak bastınız dervişler. Nereden gelir,
hangi tayifedensiniz, piriniz kimdir, pirinizin pirine ne derler Dedeler?” der.
Bektaşî dervişlerinden Derviş Evhâdî ağzını açıp söyler: “Ey Hâce, biz Sâsân
diyarından geliriz. Acem erkeklerindeniz. Hepimiz Sâsânîleriz. Pirimizin adı
Baba Sefer Şâh-ı Sâsânî’dir. Onun pirinin de adına Baba Zeyneddîn-i Gûrânî”
derler. O sırada, Baba Sefer Şâh-ı Sâsânî, başını kaldırıp gözyaşları
içerisinde ağzını açıp şiir söyler. Şiir, Bektaşîlerin, Hacı Bektaş Velî’nin
yolunda oldukları, Allah’tan başkasına ülfet etmedikleri, tarikatın rehberi
oldukları, keyfince yaşadıkları, sûfî olmadıkları, Allah’ın dergahında makbul
kul oldukları, saçlarını ve sakallarını kesmelerinin sebepleri hakkındadır.
Bunların karşısında, Hâce-i Cihân da onlara “Cevâb Dâden-i Hâce-i Cihân
Be-Suhanân-ı Pîr-i Bektaşîyân” başlığı altında bir cevap verir. Asıl
Bektaşîlerin kendileri, yukarıda sayılan hasletlerin de kendilerinde var
olduğunu belirtir (Karabey, Şığva ve Babür, 2015: 215-222).
Yukarıdaki
hikâyede iki farklı zümreden bahsedilmektedir. Birincisi kendilerini Bektaşî
diye adlandıran ancak Bektaşî olmayan, diğeri ise kendilerini gerçek Bektaşîler
olarak gören zümredir. Aslında, bu durum birçok araştırmacının da ortaya attığı
gibi Bektaşîliğin yapısındaki karmaşıklığın bir göstergesidir. Yukarıda
bahsedilen ilk zümrenin, saçlarını, sakallarını, kaşlarını tıraş ettikleri
belirtildikten sonra sırtlarında ya bir aba ya da keçeden yapılmış bir hırka
olduğu söylenir. Bu özellikleriyle bu Bektaşîlerin ya Kalenderî ya da Haydarî
dervişler oldukları iddia edilebilir. Zaten Bektaşîlerin anlatıldığı bu
hikâyenin devamında da “Nesr” başlığı altında, Hacı Bektaş’ın dinî bilgiye
sahip, şeriata uygun hareket eden dindar bir şahsiyet olduğu söylendikten
sonra, dünyaya ilgisinin kalmadığı belirtilir. Hacı Bektaş, ölmeden bir süre
önce, Allah’ın emriyle, cezbe hâlinde olmuş, ahirete de bu halde gitmiştir. Bu
sebepten dolayı da daha meczup bir derviş iken rind meşrepli hilekâr dervişler
türemiştir (Karabey, Şığva ve Babür, 2015: 224). Yukarıda bahsedilen dervişler
de bunlardır. Kendilerine dünya ile alakasını kesmiş olan Hacı Bektaş’ı örnek
almışlar, onun yolundan gitmeyi tercih etmişlerdir.
Eserde,
Bektaşî gibi görünen dervişler birçok yönden eleştirilmiştir. Bu eleştirilerden
biri de Allah’ın isminin, dünya ve ahiret sultânları olarak anılan ehl-i beytin
adının ak keçeden yapılmış taçlarında yazılı olması meselesidir. Çünkü, o keçe
kimi zaman dizlerini üzerine alınacak kimi zaman da ya cenabet ya da taharetsiz
başa takılacaktır. Yeri geldiğinde eskiyip atılacaktır, böylelikle toprağa
bulaşacak ve kirlenecektir. Bu bile Bektaşî öğretilerinden uzak olduklarına bir
işarettir. Ayrıca adı geçen eserde sahte Bektaşîlerin, toplumda saygınlık
kazanmak istedikleri için bu keçeyi taktıkları dile getirilmektedir (Karabey,
Şığva ve Babür, 2015: 224).
Eserde bahsedilen gerçek Bektaşîler ise
Hâce-i Cihân’ın ağzından şöyle dile getirilir: “Bektaş, beş harftir. Birinci
harfi “bâ”dır, Bâ harfi manevî olgunluğa erişmektir. Yani, Bektaşî olan kimse
kendi sırrına vâkıftır. İlmiyle vâkıf olduğu bu derece men ‘arefe nefsehû
fe-kad ‘arefe Rabbehû[5]
derecesidir. İkinci harfi “kâf’tır. Kâf harfi, yeterli olmaya işarettir. Yani
Bektaşî olan kimse için bu dünyada bir lokma yiyecek ile bir hırka yeterlidir.
Çünkü dünyadan ahirete yoklukla gidecektir. Üçüncü harfi “tâ”dır. Tâ harfi,
toprağa işarettir. Yani Bektaşî olan kimse toprak gibi olup herkesin
ayaklarının altında olan, kimseyle dedikodusu olmayandır. Gönlünde dünya işi
yer edinmeyendir. Dördüncü harfi “elif”tir. Elif harfi, dostluğa ve bağlılığa
işarettir. Yani Bektaşî olan kimse, müminleri yabancı bilmeyip onlarla ahireti
için dostluk eder. Çünkü Resûl (a.s) Küllü mü’minin ihvetün[6]
buyurmuştur. Beşinci harf, “şîn”dır. Şîn harfi, kusurdur. Yani Bektaşî olan
kimse, her zaman hayâ içinde olmalıdır. Hayâsız olmamalı ve doğru hal ile
kabahatlerinden uzaklaşa ki hayâsına zarar gelmemelidir (Karabey, Şığva ve
Babür, 2015: 226-227).
BEKTAŞÎLİĞİN
İNANÇSAL TEMELLERİ
Anadolu’da,
İslamî inanca uygun yaşamak için tasavvufa yönelen kişiler etrafında büyük
kalabalıklar oluşmuş, Türklerin İslamiyet’i kabulleriyle birlikte ise çeşitli
tasavvufî fikirleri savunan mutasavvıflar ortaya çıkmıştır. Anadolu’da etkinlik
gösteren bu mutasavvıfların büyük bir çoğunluğu tasavvufî hayatın yoğun ve
hareketli bir biçimde yaşandığı Horosan’dan gelmişlerdir. “Baba” adını alan bu
dervişler, Anadolu’daki sosyal düzeni sağlamak, Anadolu’nun Türkleşme ve
İslamlaşma sürecine hız kazandırmak doğrultusunda faaliyetlerde bulunmuşlardır
(Köprülü, 1341: 121-140).
Türkler,
doğrudan İslam kültürüne ait ögeleri almamış, Anadolu’da bulunan tasavvufî
oluşumların öğretilerini kendi gelenekleri doğrultusunda yeniden
şekillendirmeyi tercih etmişlerdir. Bu da kültürler arası etkileşimi ortaya
çıkarmış ve araştırmacıların da belirttiği gibi Anadolu’da çok katmanlı
inanmalara ortam hazırlamıştır.
Bu
başlık altında Bektaşîliğin inançsal temellerini oluşturan eski Türk
inanışları, Melâmîlik, Yesevîlik, Kalenderdik, Vefâîlik, Haydarîlik, Hurûfîlik,
Ahîlik, Babaîlik hareketleri hakkında bilgiler verilecek ve bu inanışların
Bektaşîlikle ilgilerine değinilecektir.
Tarihi
süreç içerisinde Türkler Şamanizm, Budizm, Zerdüştîlik, Konfüçyüsçülük, Taoizm,
Maniheizm, Mûsevîlik, Hristiyanlık ve İslamiyet gibi çeşitli din veya
inanışlara meyletmişlerdir. Ancak, bazı araştırmacılar bu inanışlardan
Konfüçyüsçülük ve Taoizm’e temkinli yaklaşılması gerektiğini, diğer inanışların
temsilcilerinin Türkler arasında yoğun propaganda faaliyetlerinde bulunup inanç
esasları etrafında cemaatler oluşturduğunu belirtirler (Günay ve Güngör, 2003:
159).
Alevî
ve Bektaşî inançlarının Islâm Öncesi Temelleri isimli kitabında Ocak, Alevî
ve Bektaşî inançlarının temelinde eski Orta Asya şamanizminin etkisine değinir
ve Uzak Doğu inanışlarıyla, Budizm, Zerdüştîlik, Mazdekizm, Maniheizm gibi eski
İran dinlerinin katkılarından bahseder. Ayrıca eserde, Hristiyanlık ve
Mûsevîlik dininin etkilerine de yer verilmiştir (Ocak, 2012: 16).
Alevîlik
ve Bektaşîliğin ana kaynağının eski Türk dini olduğunu savunan bir diğer
araştırmacı, Mehmet Eröz’dür. Eröz, özellikle de Eski Türk Dini (Gök Tanrı
İnancı) ve Alevîlik Bektaşîlik isimli kitabında, Alevîlik ve Bektaşîliğin
inanç pratiklerinin İran Şiîliği kaynaklı olduğu yönünde tezlerin ileri
sürülmesinin ve bu tezlerden hareketle de eski Türk dininden ayrıştırılma
çabalarının kasıtlı olarak yapıldığını savunmaktadır (Eröz, 1992: 7). Eröz’den
başka Alevîlik ve Bektaşîliğin İran Şiîliğinden farklı bir karakterde olduğunu
sezen ve bu doğrultuda yazılar kaleme alan araştırmacılar, Baha Said, M. Fuad
Köprülü ve Hilmi Ziya Ülken’dir (Eröz, 1992: 7).
Alevî
ve Bektaşî inancıyla eski Türk inanışları arasında birçok yönden benzerlikler
bulunmakatdır. Eski Türklerde, Atalar kültünün bir gereği olması bakımından
“ocak” ve “ateş” terimlerine/kavramlarına bir kutsiyet atfedilmiştir. Ocak ile
genellikle aile bağdaştırılmış, ateş ise kötülüklerden arınma aracı olarak
görülmüştür. Halk arasında yaygın bir inanışa göre ocağa ve ateşe pis olduğuna
inanılan şeyler atılmaz, ocak ve ateş su ile söndürülmez. Yine aynı şekilde
ateş ile bedenin temizlenmesi Türkler arasında yaygın âdetlerdendir. Eski
Türklerde hastalar, evler ve ölüler “tütsüleme”ye tabi tutulur (Günay ve
Güngör, 2003: 77). Altaylılar ve Yakutlarda, ocağın “ilk ata” tarafından
yakılmış olması sebebiyle ocak, “aile sembolü” olarak kabul edilir ve kutsal
sayılır (Ocak, 2012: 249-250). Nitekim Yakutlar için ailenin sembolü “ev”, evin
sembolü de “ocak”tır ve evlilik “sönmez bir ateş yakma” şeklinde ifade edilir
(Günay ve Güngör, 2003: 103). Bu durum Alevî ve Bektaşî geleneğinde, ocağın
kutsal sayılması ve ona niyâz edilmesi şeklinde zuhur etmiştir. Ocağa atfedilen
bu kutsiyet, ocağın Alevî ve Bektaşî ritüellerinin gerçekleştirildiği meydanın
tam orta yerinde bulunmasıyla da kendisini gösterir.
Bektaşî
çevreyle ilgili menâkıbnâmelerde de ateş ve ocak terimlerine/kavramlarına
birçok anlatıda yer verilmektedir. Kimi menâkıbnâmelerde ateş, kötülüğe hizmet
eden kimseleri cezalandırma aracı olarak zikredilirken kimisinde ise ateşin
ululuğuna ve kutsallığına vurgu yapılmıştır. Velâyetnâme-i Hacı Bektaş Velf
de Hacı Bektaş’ın ve müridlerinin ateşin etrafında semâh etmeleri Alevî ve
Bektaşî yazınında ateşe verilen değeri ortaya koymaktadır:
“Ol
kutb-ı cihân ayag üzere turup cevânîş idüp semâ’a girdiler abdâllar dahı
Hazret-i Hünkârdan bu hâli görüp anlar dahı semâ’a girdiler bârî bu minvâl
üzere âteşi kırk kerre dolandılar andan ol kân-ı kerem ve sâhib-ümem Hazret-i
Hünkâr mübârek arkasından hırkasın çıkarup âteş üzerine bıragup fârig oldılar
âteş dahı yanup tamâm oldı otdan hîç eser kalmadı oturuşup kül oldı andan sonra
tekrâr Hazret-i Hünkâr kalkup ol küli cümle savurdı ol mübârek lafzından
dehânından öyle lafz-ı cemîl geldi ki bu külin düşdügi yirden odun bitsün alup
dün gün yakun huzûr idüp râhat olun eyligüm didi” (Duran ve Gümüşoğlu, 2010:
347).
Alevîlik
ve Bektaşîğin eski Türk gelenekleriyle en çok benzerlik taşıdığı bir başka
inanç, özellikle Bektaşîlerde görülen dört kapı kırk makamdır. Şamanizm’de de
buna benzer Doğu, Batı, Kuzey ve Güney’in kutsallaştırıldığı görülmektedir.
Yine eski Türk inanışında görülen Tanrı terimi/kavramı, Gökhan, Kızılhan,
Karahan ve Akhan şeklinde dörde ayrılmıştır. Bu isimler gelişigüzel verilmemiş
olup inanç düzeninin yansımasıdırlar (Eyüboğlu, 1998: 54). Ayrıca, eski
Türklerin “Kurgan” adı verilen mezarları ile kırk sayısının da münasebeti
bulunmakta olup “kırk” ve “an” ile kırklara ait bir dönemin geçkinlerinin
kutsal mekânı kastedilmektedir (Kalafat, 2006: 156).
Eski
Türklerde, halka mistik yöntemler aracılığıyla çeşitli telkinlerde bulunan
mesleklerden biri “kamlık”tır. Kamlar, yerine getirmekle yükümlü oldukları
görevleri
bakımından
Alevî ve Bektaşî inancı içerisindeki “dede” ve “baba”larla yakından ilişkilidirler.
Eröz, dede ve babaların tıpkı kamlarda da olduğu gibi; seçiliş şekillerinde,
kılık ve kıyafetlerinde, halk arasındaki itibarlarında ve dualarında birçok
benzer yönlerin bulunduğunu ortaya koymuştur (Eröz, 1992: 12-32).
Alevî
ve Bektaşî inancında önemli bir yere sahip olan âyîn-i cem ile kamların yapmış
oldukları dinî törenler arasında da fazlaca benzerliklerin olduğu göze
çarpmaktadır. Alevî ve Bektaşîlerce, tarikata yeni girenler, dervişlik
mertebesine yükselenler, babalık makamına erişenler, halifeliğe oturanlar ve
büluğ çağına erişen mücerredler için cem adı verilen törenler düzenlenir
(TDEKTA, 2001: 287). İşlevselliği yönüyle benzer bir uygulama şaman olacak
kişiler için de yapılmakta olup, tıpkı âyîn-i cemde olan kurban kesme, saz ve söz
eşliğinde içki içip dans etme gibi eylemler gerçekleştirilir (Yörükân, 2006:
90-91). Belirli farklılıklar olmakla birlikte genel olarak İslamiyet öncesi
Türklerde törenler, daire biçiminde oturularak, içki içme ve şaman dansları
eşliğinde yapılır. Ateş yakılarak gerçekleştirilen törenler genellikle gece
vakti yapılır (Erman, 2016: 283-284). Alevî ve Bektaşî geleneğinde ise cem
töreni, saz ya da bağlama eşliğinde semâh eşliğinde icra edilir. Şaman
törenlerinden farklı olarak çerağ yakılır ve bu törenler de gece vakti kapalı
mekanlarda gerçekleştirilir.
Melâmet,
“kınamak, kötülemek, ayıplamak gibi anlamlara gelmekte olup tasavvuf
literatüründe bir terim, bir makam ve bir tasavvuf anlayışının adı olarak
yaygın bir kullanım alanı bulunmaktadır” (Azamat, 2004: 24). Melâmîlik ise, 9.
yüzyıldan itibaren Horasan bölgesinde adından söz ettirmeyi başarmış, Ebû Hafs
Haddâd, Hamdûn Kassâr ve Ebû Osman el-Hîrî tarafından melâmet fikri etrafında
oluşturulmuş tasavvufî bir ekolün adıdır (Bolat, 2004: 12, 89).
Kimi
araştırmacılar Melâmîliği bir tarikat olarak görmemişler, “her tarikatta belli
ölçülerde iz bırakmayı başarabilmiş bir meşrep” (Bolat, 2004: 24), ya da “ehl-i
turuk nazarında ayrıca bir tarikat olmayıp bir neşe ve hâl” (Gölpınarlı, 1931:
190) olarak değerlendirmişlerdir. Melâmîlik, Melâmiyye-i Kadîme ya da
Melâmiyye-i Kassâriye, Melâmiyye-i Bayrâmiyye ve Melâmiyye-i Nûriyye olmak
üzere üç farklı şekilde etkinlik göstermiştir. Melâmiyye-i Kadîme, 9. yüzyılda
Horasan’da sûfîlikten ayrı bir akım olarak ortaya çıkmış, çeşitli tarikatlara
mensup şahsiyetler aracılığıyla da günümüze kadar gelmeyi başarmıştır (Ocak,
1999: 13; Bolat, 2004: 12-13, 24). Melâmiyye-i Kadîme’nin Melâmiyye-i Kassâriye
olarak adlandırılması ise Ebû Salih Hamdûn b. Ahmed b. Amarete’l-Kassâr
en-Nişaburî dolayısıyladır (Sunar, 1975: 9). Melâmîliğin ikinci devresi olan
Melâmiyye-i Bayrâmiyye, Hacı Bayram Velî’nin halifelerinden Akşemseddîn
tarafından kurulmuştur. Melâmîliğin üçüncü evresi ise Melâmîyye-i Nûriyye
adıyla Şeyh Seyit Muhammed Nûrü’l-Arabî’nin etrafında 19. yüzyılda ortaya
çıkmıştır (Sunar, 1975: 19; Bolat, 2004: 12-13).
Abdülbaki
Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmîler isimli kitabında, ister Bâtınî ister
şeriata bağlı olsun birtakım Türk tarikatlarının ortaya çıkması ve yayılmasında
Melâmetîliğin önemli bir akım olduğunu söyler. Hatta yazara göre Melâmîlik
Anadolu’daki tasavvufî yapılara o kadar etki etmiştir ki bu yapıların etkisini
yitirmesiyle Melâmiyye de Anadolu’daki nüfusunu kaybetmeye başlamış,
Melâmîlikte ikinci devre olarak da bilinen Melâmiyye-i Bayrâmiyye önem
kazanmıştır (1931: 26).
Melâmîlikte
esas olan kalbin tezkiye ve tasfiye edilmesidir. Bu da ancak mâsivânın kalpten
atılmasıyla gerçekleşir. Melâmî dervişler mâsivânın kalpten atıldığı bu duruma,
“gönül paklama” adını verirler (Sunar, 1975: 19). Sözü edilen “gönül paklama”
işini bir mürşid gerçekleştirebilir. Bektaşîlikte de benzer bir uygulama
bulunmaktadır. Bu yönüyle Melâmîlik ve Bektaşîlik benzer özellikler taşır. Tabi
buradaki ilişkiyi sadece bu benzerlikten dolayı değil, Melâmîlikten doğan
Kalenderîliğin Bektaşîlik üzerindeki etkisiyle de değerlendirmek gerekmektedir.
Ocak, Melâmîliğin, Kalenderîliği ortaya çıkardığını söyler. Ona göre,
“Kalenderîlik, mistik temellerini oluştururken, hem doğrudan doğruya hem de Melâmetîlik
vasıtasıyla Hint-İran mistisizmine dayanmıştır” (Ocak, 1999: 15). Ali Bolat
ise, Melâmetîlik isimli kitabında Kalenderîliğin Melâmîlikten doğan bir
hareket olmadığını, Kalenderîliğin temelinde Hint mistisizminden öğretiler
bulunduğunu belirtir (Bolat, 2004: 89). Ancak, Melâmetîlerin ve Kalenderîlerin
gerek yaşam tarzları ve gerekse inanç esasları birçok yönden benzerlik
taşımaktadır. Bu sebeple Ocak’ın Kalenderîliğin Melâmîlik vasıtasıyla ortaya
çıktığı yönündeki tezi daha kabul edilebilir bir görüştür.
Melâmîlikte insanın
yaratılış gayesi, Allah’ı bilmek ve ona ulaşmaktır. Allah’a ulaşmanın en yakın
yolu ise gönlün temizlenmesiyle olur. Bu yola girebilmek için de her şeyden
önce bireyin kendisindeki gurur ve şehveti kırması ve diğer insanlardan hoşlanması
icap eder (Sunar, 1975: 19). Bu
bağlamda Bektaşîlikteki gönlün ve nefsin temizlenmesi ve
dolayısıyla
Allah’a ulaşma gayesi ile Melâmîlikteki bireyin gurur ve şehvetini kırması
benzer özellikler taşır. Bununla birlikte Melâmîlikte olduğu gibi kişinin kendi
benliğini ortadan kaldırması Bektaşîliğin en temel esaslarındandır. Kişi ancak
bu sayede Bektaşî yoluna girebilecektir.
Hacı
Bektaş Velî’nin Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye isimli eserinin
giriş bölümünde, Allah’a ulaşabilmenin üç yolundan bahsedilir. Esere göre,
birinci yol hayvansal davranışlardan kurtulmak, ikincisi Allah’tan başkasından
kopmak, üçüncüsü ise maddî sıfatlardan kurtulmaktır. Yani, talibin yapması
gereken şey nefsini arındırmak, kalbini temizlemek ve ruhunu yüceltmektir (Duran
ve Gümüşoğlu, 2010: 341). Buradaki kalbin temizlenmesi, Melâmîlikteki gönül
paklama ile aynıdır. Yine benzer şekilde Bektaşî metinlerinde sıklıkla dile
getirilen men arefe nefsehû fe-kad arefe Rabbehû (Nefsini bilen Rabbini
bilir) sözü ile Melâmîlikteki kişinin şehvetinden vazgeçip nefsini temizlemesi
Allah’a ulaşma amacıyla yapması gereken bir davranış biçimidir.
Türkler,
kalabalık bir millet olduklarından ve bereketli topraklar arayarak konargöçer
şekilde yaşadıklarından dolayı geniş bir coğrafyaya dağılmışlardır. Bu
konargöçer yaşam tarzları nedeniyle birçok millet, kültür ve dinle temas ederek
onlardan etkilenmişlerdir. Türklerin dinî tarihleri üzerinde etkileri olan
tarikatlardan biri de Hoca Ahmed Yesevî’nin öğretilerini esas alan Horasan kaynaklı
Yesevîlik’tir.
Horasan’da
daha 13. yüzyılda Haydarîliğin oluşmasında tesiri olan Yesevîlik, Anadolu’da
Babaî ve Bektaşî tarikatlarının teşekkülünde de önemli bir tasavvuf! gelenek
olmuştur. Mâverâünnehr bölgesinde Nakşibendîliğin ortaya çıkması ve gelişmesi,
özellikle 15. yüzyılda bu sahada ve Nakşibendîliğin kuvvetlendiği Horasan’ın
merkezinde Yesevîliğin eski önemini azaltmıştır. Nakşibendîlik ise 16. yüzyılda
gelişerek Horasan’da, Afganistan’da ve Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli
bölgelerinde varlık göstermeye devam etmiştir (Köprülü ve Barthold, 2014:
233-236).
Orta
Asya’da, Ahmet Yesevî’nin fikirlerini ve Yesevîliği, Hâkim Ata, Mansur Ata,
Said Ata gibi halifeleri yaymışlardır. Mâverâünnehr ve Fergana vadisinde
Yesevîlik iyice tutunmuş ve Harezm sahasına kadar ulaşarak oradan da İran’a
girmiştir. Burada Zave şehrinde 12. yüzyıl sonlarında Kalenderîler ile
birleşerek Haydarîlik tarikatını doğurmuş ve Anadolu’ya girerek yerleşmiştir
(Ocak, 2014: 26-38). Yesevîlik Anadolu’da birçok tarikat içerisinde zamanla
erimiş, sülûk ve adabı ile bu tarikatlara ilham kaynağı olmuştur. Özellikle
Hacı Bektaş Velî vasıtasıyla Bektaşîlik tarikatına yerleşerek günümüze kadar
gelmiştir. Bektaşîlik, Anadolu’daki etkisini fetih hareketleriyle paralel
olarak bir zaman sonra Balkanlara da taşımış ve Avrupa içlerine kadar
ulaşmıştır.
Ahmet
Yesevî’den sonra onun takipçisi olan ve İslamiyet’i halkın anlayacağı biçimde
halka anlatan Yesevî dervişleri, yaşadıkları toprakları vatanlaştırmışlardır.
Özellikle Anadolu’ya göç eden ilim ve tasavvuf erbabı Yesevî dervişler, tekke,
ribat, zâviye vb. isimlerle de anılan kuruluşlarla Türk dinî ve sosyal
hayatındaki yerini almışlardır. Yesevî dervişler, ulaştıkları topraklarda,
bilhassa tehlikeli yol kavşaklarında, yolculara her türlü yardımı yaparak
sürekli gündemde kalmışlardır. Dervişler, bulundukları bölgelerdeki düşman
saldırılarını püskürtmekle kalmamış, iç dayanışma sağlayarak Anadolu’da etkin
olan Hristiyanların kalplerinin de İslamiyet’e ısınmalarına öncü olmuşlardır.
Ahmed
Yesevî ve onun kurduğu Yesevîliğin Anadolu’da en büyük temsilcisi şüphesiz ki
Hacı Bektaş Velî’dir. Velâyetnâme-i Hacı Bektaş Velî'de Ahmed Yesevî’nin
“doksan dokuz bin Türkistan pirlerinin sultanı” (Duran ve Gümüşoğlu, 2010:
161), sıfatıyla anılması bile Bektaşî çevreye mensup şahsiyetlerin Ahmed
Yesevî’ye verdikleri değeri göstermesi bakımından önemlidir.
Velâyetnâme-i
Hacı Bektaş Velf de -her ne kadar mümkün olmasa da- Hacı Bektaş Velî Ahmed
Yesevî’nin halifesi olarak zikredilmektedir. Eserde, zikredilen bu durum
muhtemelen Hacı Bektaş’ın öğretilerinin kaynağının ünlü bir mutasavvıf olan
Ahmed Yesevî’nin fikirlerinin bir devamı olduğunu belirtmek amacıyladır. Ancak,
Hacı Bektaş Velî, Ahmed Yesevî’nin öğrencilerinden Lokman Perende’den ders
almış bir velidir (Fığlalı, 1996a: 142; Kılıç , Kökel ve Bülbül, 2008: 23;
Durbilmez, 2019: 26). Bu sebeple de Yesevîlikle Bektaşîlik birçok yönden
birbirine benzer uygulamalara sahiptir. Her iki tarikatın ibadetlerinde
kullandıkları dilin Türkçe oluşu, zikir meclislerine kadınların ve erkeklerin
birlikte katılması, Türk halk vezniyle yazılmış ilahî ve deyişlerin rağbet
görmesi, kadınların çarşaf giymemesi, kuş donuna girip uçmak, kayaları ve
taşları hareket ettirmek, münafıkları hayvan şekline sokmak (Öztürk, 2000: 287)
gibi uygulamalar ve yazınlarda geçen ortaklıklar hem Yesevîlikte hem de
Bektaşîlikte zikredilmektedir.
Hacı
Bektaş Velî’ye atfedilen eserlerdeki kurgusal yapı ile Ahmet Yesevî’nin
eserlerindeki kurgusal yapıda da çeşitli benzerlikler bulunmaktadır. Hacı
Bektaş Velî’nin Makâlât isimli eseri “Dört Kapı-Kırk Makam” tertibi
üzere kurgulanmıştır. Bu tertip, Ahmet Yesevî’nin Fakr-name isimli
eseriyle hemen hemen aynıdır. Her ikisi de dört kapı (şeriat, tarikat, marifet,
hakikat) ve kırk makam hakkındadır. Fakr-nâme ve Makâlât isimli
eserlerde yer verilen “Dört kapıda zikredilen kırk makamın otuzu birbiriyle
ayniyet derecesinde benzerlik artzetmektedir. Diğer on makam ise; muhtevâ
itibarıyla aynı, sadece ifade de çok az farklılıklar” görülmekte ise de
benzerdir (Güzel, 2007: 233). Bu kapsamda Ahmed Yesevî’nin ve Hacı Bektaş
Velî’nin aynı kanaldan beslenen Türkistan’da başlayan tasavvuf geleneğinin
temsilcileri oldukları, her ikisinin de manen mürşid-mürid münasebetinde
bulundukları görülmektedir (Güzel, 2007: 14).
Yaşadığı
coğrafya içerisindeki halkın düzenine karşı çıkıp, dünyaya değer vermeyen ve bu
düşüncesini de giyimlerinde yansıtan kişilere “Kalender”, bu kişilerin mensup
oldukları tasavvufî akıma ise “Kalenderîlik” ya da “Kalenderiyye” isimleri
verilir. Bu tasavvufî akım, 10. yüzyıldan itibaren Orta Asya ve İran’da
görülmeye başlamış, Horasan Melâmetîliği ile etkileşimde bulunmuş ve Anadolu’ya
Moğol istilası sonucunda ortaya çıkan göçler neticesinde taşınmıştır (Azamat,
2001a: 253). Kalenderîliği Cemâleddin Sâvî adında bir derviş
tarikatlaştırmıştır (Yazıcı, 1993: 313).
Anadolu’da
şeriatçe uygun olmayan davranışları sergileyen tasavvufî oluşumların başında
şüphesiz ki Kalenderîlik gelmektedir. Mahrem yerleri hariç hemen hemen çıplak
gezen bu dervişler kaynaklarda, saçı, sakalı, kaşı, kirpiği kazınmış,
sırtlarında güneşten kurutulmuş koyun veya keçi postu taşıyan, dilencilikle
geçimini idame ettiren, içki ve uyuşturucuya düşkünlükleriyle tanınan kişiler
olarak tasvir edilmiştir (Karabey, Şığva ve Babür, 2015: 120-128). Kalenderi
zümrenin yapısıyla ilgili araştırma yapan Köprülü, Kalenderîlerin bu tür
davranışlar sergilemelerinde İslamiyet’i anlamaya çalışan derviş
topluluklarının, yeni dinin kurallarına tam anlamıyla vâkıf olamamaları ve
İslam öncesi inançlarından kopamamalarının etkisinin olduğunu ileri sürmektedir
(Köprülü, 2013: 118).
Moğol
baskısı sonucunda Anadolu’ya yapılan göçler nedeniyle, birçok Türkmen babası ve
derviş Anadolu’ya yerleşmiş ve Anadolu’da hem İslamiyet’in hem de Türkleşmenin
temellerini atmışlardır. Özünde eski Türk inançlarının öğretilerini taşıyan
Türkmen babaları, yeni öğrendikleri İslamî öğretileri, kendi inanç unsurlarıyla
birleştirmiş, Anadolu’da farklı senktretik oluşumlara zemin hazırlamışlardır
(Ocak, 1996: 18). Bu oluşumlardan biri olan Kalenderîlik, Bektaşîlikten
Mevlevîliğe kadar birçok tasavvufî yapıyı etkisi altında bırakmıştır.
Anadolu’da,
Bektaşîlik tarikatına adını veren ve Yesevîliğin yayılmasında etkin rol oynayan
dervişlerden biri olan Hacı Bektaş Velî, görünüşü itibarıyla genellikle
Kalenderî bir derviş olarak ele alınmaktadır. Hacı Bektaş Velî hakkında bilgi
veren kaynaklardan Ahmed Eflâkî’nin Menâkıbu’l-Ârifîn isimli eserinde
Hacı Bektaş, Baba Resûl’ün dervişlerinden birisi olarak zikredilmektedir
(Yazıcı, 1973: 370). Elvan Çelebi’nin Menâkıbu’l-Kudsiyye fî
Menâsıbi’l-Ünsiyye (Erünsal ve Ocak, 1995: 169-170) isimli eserinde ve Âşıkpaşazâde
Tarihinde (Atsız, 2011a: 206) de bu bilgiler yinelenir. Hacı Bektaş’ın
yaşamıyla ilgili en detaylı bilgi, Velâyetnâme-i Hacı Bektaş Velî
ismiyle yazılmış menâkıbnâmelerde anlatılmaktadır. Bu menâkıbnâmelerin çizdiği
Hacı Bektaş portresi, Kalenden dervişlerin dış görünüşleriyle büyük benzerlik
arz etmektedir (Duran, ve Gümüşoğlu, 2010: 187, 237, 579).
Velâyetnâme-i
Hacı Bektaş Veliye göre Ahmet Yesevî, halifeliğini kendi müridlerinden
birine verecek yerde, onlara itimat etmeyip “Çırçıplak Bir Abdâl’a” yani Hacı
Bektaş Velî’ye verir. Hacı Bektaş’ın müridleri, Ulu Abdâl, Kiçi Abdâl, Kara
Abdâl gibi abdâl lakabı taşımaktadır. Yine Velâyetnâme-i Hacı Bektaş Velide
Kalenderîlerin sık sık Hacı Bektaş tekkesine geldiğinden bahsedilmektedir.
Bundan başka tarikata yeni girenlerin tıpkı Kalenderi dervişlerde görülen bir
uygulama olan “çehâr-darb” yani saç, sakal, bıyık ve kaşlarını tıraş ettikleri
belirtilmektedir (Ocak, 2011: 67-68).
Vâhidî’nin
Hâce-i Cihân ve Netîce-i Cân isimli eserinde, Anadolu’da etkin olan
çeşitli zümreler hakkında ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır. Vâhidî eserinde,
Anadolu’daki tasavvufî zümreleri; Kalenderîler, Abdâllar, Haydarîler, Câmiler,
Bektaşîler, Şems-i Tebrîzîler, Mevlevîler, Edhemîler, Âlimler ve Sûfîler olarak
sınıflandırır ve haklarında bilgiler verir (Karabey, Şığva ve Babür, 2015:
35-51). Vâhidî’nin eserinde en çok eleştirilen zümre Kalenderîlerdir. Eserde Kalenderîler,
“Dîn-i Muhammedî’den ‘aleyhi’s- selâm fârig dünyâda halk arasında
mezmûm, ‘ukbâda Hâlık rahmetinden mahrûm bu sûret-i kabâhatle esîr-i nefs-i
emmâre olmuş” kişiler olarak zikredilir (Karabey, Şığva ve Babür, 2015: 128).
Kalenderîlik
tarikatının gelişim süreci, İslamiyet’ten önceki inanç ve geleneklerin yoğun
bir şekilde etkili olduğu dönem ve İslamiyet’in yayılmasıyla birlikte Orta
Asya’da etkili olan tasavvufî dönem olmak üzere birbirini tamamlayan iki kısım
olarak değerlendirilebilir. İlk olarak Kalenderîliğin eski Hinduizm, Budizm ve
Maniheizmin öğretileriyle, eski Türk gelenek ve inançlarını bünyesinde
barındıran bir anlayışı temsil ettiği söylenilebilir. İkinci olarak
Kalenderîlik, İslamiyetin Orta Asya, Kafkasya, Orta Doğu, Anadolu ve Rumeli coğrafyalarında
yayılması ve İslamî motiflerin eski Türk inanışlarına eklenmesiyle oluşmuş
tasavvufî bir oluşumdur. Anadolu’daki birçok tasavvufî yapının oluşması da bu
doğrultuda olmuştur. Temelinde, Kalenden öğretileri barındıran bu tasavvufî
hareketlerden biri de Bektaşîlik’tir.
12.
yüzyılda Irak merkezli bir tarikat olarak Seyyid Ebu’l-Vefâ tarafından
kurulmuştur. Ebu’l-Vefâ ve kurduğu Vefâîlik tarikatı hakkında, 14. yüzyılda
Vâsıtî tarafından yazılmış Tezkiretü’l-Muttakîn ve Tabsıratü’l-Muktedîn
isimli eserde bilgiler verilmektedir. Ayrıca bu esere Ebu’l-Vefâ Menâkıbı
adı da verilir (Şahin, 2012: 600). Eserde, Ebu’l-Vefâ’nın soyu İmam
Zeynelâbidîn’e kadar götürülür.
Vefâîlik
tarikatı, Ebu’l-Vefâ’nın ölümünden sonra, Ali b. Heytî, Ali el-Kürdî, Meâd el-
Kürdî, Câkir el-Kürdî, Boğa b. Batu, Abdurrahman b. Doğancı, Muhammed Türkmânî,
Şeyh Turhan, Şeyh Tekin, Muhammed b. Belikısa, Matar el-Bedrânî, Ahmed b. Baklî
el- Yemenî gibi halifeleri vasıtasıyla Irak ve Suriye’de geniş bir sahaya
yayılmış, ardından Anadolu’da faaliyet göstermeye başlamıştır (Şahin, 2012:
600).
Horasan
kaynaklı Yesevîliğin Anadolu’da yayılmasında rol oynayan ve Anadolu’da sosyal
ve kültürel bakımdan derin izler bırakan tarikatlardan biri olan Vefâîlik,
Yesevîlik ile çağdaş bir tarikat olup tıpkı onun gibi konargöçer Türkmenler
arasında yayılmış, farklı coğrafi bölgelerde teşekkül etmesine rağmen onunla
neredeyse ikiz denecek kadar benzerlik gösteren dinî bir oluşumdur. Her iki
tarikat da 13. yüzyılda ve 14. yüzyıl başlarında Anadolu’da bir arada
bulunmuşlardır. Vefâîliğin bir yandan 1240 yılında başlayan Babaî isyanının
itici gücü olması, öbür yandan Şeyh Edebalı ve Geyikli Baba vasıtasıyla Osmanlı
Devleti’nin kuruluşunda oynadığı rol, Anadolu ve Türkler üzerindeki etkisinin
önemli bir göstergesi olmuştur (Ocak, 2014: 213).
Ahmet
Yaşar Ocak ve İsmail E. Erünsal’ın neşrettiği Elvan Çelebi’nin Menâkıbu’l-
Kudsiyye fiMenâsıbi’l-Ünsiyye isimli çalışma, Anadolu’daki Vefâî dervişler
ve Vefâîlik tarikatı hakkındadır. Çalışmada, Anadolu’ya Vefâîliği taşıyan
kişinin Dede Garkın adında bir Türkmen şeyhi olduğu belirtilmektedir. Elvan
Çelebi eserinde, Dede Garkın’ı Vefâî bir derviş olan Baba İlyâs’ın halifesi
olarak göstermektedir (Ocak ve Erünsal, 1995: XLI). Dolayısıyla Dede Garkın’ın
da Vefâî bir derviş olduğu söylenilebilir.
16.
yüzyılda Vâhidî’nin yazdığı Hâce-i Cihân ve Netice-i Cân isimli eserde
Anadolu’da etkin olan birçok tasavvufî oluşum hakkında bilgiler verilmektedir.
İlginçtir ki bu eserde Vefâî dervişlerden ve Vefâîlikten hiçbir şekilde
bahsedilmez. Ancak şu bir gerçektir ki Vefâîlik tarikatı, 13. yüzyılda
Anadolu’da faaliyet gösteren dinî oluşumların arasında yer almaktadır.
Anadolu’daki en büyük temsilcisi Baba İlyâs’tır. Babaîler isyanının tabanını
teşkil edenler de başta Vefâî dervişlerden oluşmaktadır. Adı geçen eserde,
Vefâîler hakkında bilgiler verilmemesi de Vefâî dervişlerin muhtemelen Babaîler
isyanına olan katkılarından dolayıdır.
Anadolu’da
Bektaşîlik üzerinde etkisi görülen önemli dinî oluşumlardan biri de Haydarîlik’tir.
Tarikatın ortaya çıkmasında Yesevî ve Kalenderî öğretilerin payı büyüktür.
Uygulamaları o kadar birbirine benzemektedir ki araştırmacılar Haydarîliği,
Kalenderîliğin bir kolu olarak görürler (Ocak, 1996: 62).
Tarikatın
kurucusu kabul edilen Kutbuddîn Haydar’ın doğum tarihi bilinmemekle beraber
uzun bir ömür yaşadığı ve 13. yüzyılın ilk çeyreğinde vefat ettiği dikkate
alınırsa 12. yüzyılda dünyaya geldiği söylenebilir. Kutbuddîn Haydar ve
dervişlerinin Kalenderîlerin giydiklerine benzer elbiseler giyip boyunlarında
tavk-ı Haydarı denilen demir bir kolye taşıdıkları tespit edilmiştir. Haydarî
dervişleri Kalenderî dervişlerden ayıran en önemli fark, Kalenderîlikte olan
“çâr-darb” yani saç, sakal, kaş ve bıyıkların tıraş edilmesinin Haydarî dervişlerde
görülmemesidir (Yazıcı, 1998: 35).
Anadolu’da
Yesevîlik denince akla ilk gelen isim şüphesiz ki Yesevîlik, Vefaîlik ve
Haydarîlik tarikatlatlarıyla bağlantıları olan Hacı Bektaş Velî’dir. Bu
çerçevede Yesevîliğin Anadolu’daki akıbetinin ve dolayısıyla Bektaşîliğin
teşekkülünün açıklanabilmesi için Yesevîlik öğretilerini barındıran
Haydarîlik’le olan bağlarının ortaya konulması önem arzetmektedir. Velâyetnâme-i
Hacı Bektaş Velî den hareketle; “saçı, sakalı, kaşları kazınmış, aşağı
sarkan gür bıyıklı çırçıplak bir abdâl” olan Hacı Bektaş için Kalenderî ya da
Haydarı bir şeyh olduğu kanısına varılabilir. Yine aynı kaynakta yer alan, Hacı
Bektaş Velî’nin Ahmet Yesevî ve Kutbuddîn Haydar ile olan menkıbeleri, Hacı
Bektaş’ın Haydarîlikle olan bağını gözler önüne sermesi bakımından önemlidir.
Bektaşîlik
doğrudan Yesevîlik etkisinde kalmamış, Yesevî öğretilerinin savunucusu olan
Haydarîlik tarikatından etkilenmiştir. Bir anlamda; Anadolu’da ilk zamanlarda
Yesevîlik, Bektaşîlik tarikatına mensup şeyhler tarafından değil Haydarî
dervişler aracılığıyla varlık göstermiştir. Daha sonra ise Yesevî öğretileri
Bektaşîlik içerisinde de görülmeye başlamıştır. 14. yüzyılda Anadolu’da artık
Yesevîlikten bahsedilememektedir.
Bir
Haydarî dervişi olarak 13. yüzyılın ilk çeyreğinde kardeşi Menteş ile birlikte
Anadolu’ya gelen Hacı Bektaş, o dönem Anadolu’ya yerleşmiş ve
Melâmetî-Kalenderî bir nitelik arz eden Vefâîliğin temsilcisi olan Baba İlyâs’a
intisap etmiş bir velidir. 1240 yılında Babaî isyanı ve sonrasındaki etkileri
sonucu Vefâîlik tarikatı Anadolu’da zayıflamaya ve Haydarîlik tarikatı ise
gücünü ve etkisini artırmaya başlamıştır. 14. yüzyılda ise Sulucakarahöyük’teki
Hacı Bektaş zâviyesi Haydarîliğin merkezi olmuştur. Haydarîlik, 15. yüzyılın
son döneminde Ahmet Yesevî ve Hacı Bektaş öğretilerinin devamı niteliğinde
Bektaşîliği ortaya çıkarmıştır (Ocak, 2014: 233-234).
Hurûf;
Arapça’dan türetilmiş bir kelime olup harf sözcüğünün çoğuludur. Hurûfîliği bir
inanç olarak kuran kişi Şihâbüddîn Fazlullâh Esterâbâdî’dir. Bu öğreti harflere
ve sayılara dayanarak birtakım anlamlar ve inançlar ortaya çıkarmıştır. 1340
yılında Horasan’ın Esterâbâd şehrinde doğan Fazlullâh, on sekiz yaşında
tasavvufa yönelmiştir. Gördüğü bir rüya üzerine hacca gitmiş ve dönüşte
Tebriz’e geçmiştir. İsfahan’da kendi tasavvufî fikirlerini yaymaya çalışan
Fazlullâh, daha sonra uzun bir süre için inzivâ hayatı yaşamıştır. Tasavvufî
yorumları nedeniyle yaşadığı coğrafyada kendisini peygamber olarak görmüşlerdir
(Aksu, 1995: 278). Kendisine atfedilen ilahlık ve peygamberlik iddiaları
sebebiyle Timur’un oğullarından Miranşah’ın buyruğu ile tutuklanmış ve
hapsedilmiştir. 1394 yılında Alıncak Kalesi’nde öldürülmüştür. Cesedi
ayaklarına bağlanan bir iple çekilerek ibret olması amacıyla dolaştırılmıştır (Aksu,
1998: 409-410).
Fazlullâh’ın
peygamberlik iddialarını savunanlar olduğu gibi böyle bir iddiasının
bulunmadığını da belirten araştırmacılar vardır. Ferişteoğlu, Fazlullâh’ın
peygamberlik ya da ilahlık gibi bir iddiasının olmadığını, üstün bir âlim, şeyh,
müfessir ve şârih olduğunu söyler. Hidâyetnâme isimli eserinde
Fazlullâh’ın Allah’ın zuhuru ya da elçisi olduğunu ifade eden en ufak bir imâ
da bulunmaz (Şenödeyici, 2015: 125). Yine aynı şekilde, İslam geleneğinde
Allah’ın isminden sonra “celle celâlühû”, “celle ismühû” ya da “azze
ve celle” gibi terkiplere yer verilir. Hurûfîler de Fazlullâh’ın isminden
sonra bu terkipleri kullanmışlardır. Ancak bu kullanım, Fazlullâh’ın ilah
olarak kabul edilmesi için yeterli bir delil oluşturmaz (Usluer, 2009: 252).
Anadolu
inançlarının derin etkisi altında kalarak gelişen Hurûfîliğin özünü harfler ve
bu harflerin meydana getirdiği terminoloji oluşturur. En yüce varlık olan
Allah’tan, ruhtan, en düşük aşamada bulunan cansız maddeye değin varlık
türlerini doğuran birer harftir. Varlık demek harf ile biçimlenmek demektir.
Allah, harftir. Var olmak için belli bir harfle biçim kazanmak gerekir. Harfin
canlılığı hayatın özüdür, oluş ilkesidir ve yaratıcının öğesidir. Harflerin
özlerinde birer ışık, nur saklıdır. Harfler olmazsa karanlık bütün evreni
kaplar. Evren de bu harflerden oluşan bir bütündür. Yaratıcı özelliğine sahip
olan harfler yan yana gelince değişik varlık türleri oluşup biçimlenmektedir
(Birdoğan, 1996: 199200).
İnsan,
varlık türleri içerisinde en yüksek mertebeye sahiptir. İnsanın yüzünde ise
harfler bulunmaktadır. Bunlar birleşmiş, kaynaşmış ve bütünleşmiş bir
durumdadır. O yüzden Hurûfîlere göre semavî kitapların hepsinde de insan, en
yüksek mertebedeki varlıktır. Ses; harfin dile gelmesi, konuşması ve dahası
düşüncelerini açığa çıkarması demektedir. Harflerin mana âleminden görünüş
âlemine, duyularla algılanan evrene gelip ses biçimine dönüşmesi, sesin ortaya
çıkması sonucunu doğurur. Bir harf anlam âleminden sese dönüşürken varlık
türlerinin oluşumunu, görünür evrene çıkışını sağlar. Bu anlayışa göre insanın
yüzünü oluşturan göz, kaş, kulak, bıyık, ağız, sakal, burun birer harf olup
yedi yazıyı ve yedi Kur’an’ı göstermektedir. Kur’an’ın özü olan Fâtiha
suresinin yedi ayet olması insan yüzünde görülen yedi harfle bağlantılıdır
(Eyüboğlu, 1998: 430).
Fazlullâh’ın
felsefesinde sadece harflere değil âlemin yaratılışı ile ilgili düşüncelere de
yer verilmektedir. Ona göre, âlemin yaratılışından kıyamete değin üç aşama
bulunmaktadır. Bunlar, nübüvvet (peygamberlik), velâyet (velilik) ve ulûhiyet
(tanrısallık)’tir. “Nübüvvet halkası Hz. Âdem’de başlayıp Hz. Muhammed’de sona
ererken, velâyet halkası Hz. Alî’de başlayıp Fazlullâh’ta son bulmuştur.
Ulûhiyet ise Fazlullâh’ın eriştiği ilahî kudretle başlayıp kıyamete kadar
sürecek olan halkadır” (Bashir, 2013: 55).
îshâk
Efendi 1873 yılında yazdığı Kâşifü’l-Esrâr adlı kitabında, Fazlullâh’ın
halifelerinden Aliyyü’l-A’lâ’nın Anadolu’da etkinlik gösterdiğini, 15. yüzyılın
başlarında Bektaşî tekkelerine girdiğini ve Hacı Bektaş’ın fikirleriymiş gibi
Fazlullâh’ın düşüncelerini yaydığını belirtir (Usluer, 2009: 24). Ancak sözü
edilen ifade için herhangi bir tarihî destek verilmemiş, Hurûfîlik ve
Bektaşîlik birbirlerinden ayrı birer öğreti olarak düşünülmüştür (Noyan, 1999:
257). Burada Aliyyü’l-Alâ’nın Bektaşîliği kötülemek maksadıyla gerçekleştirdiği
çalışmalar ne kadar doğru ise Bektaşîliğin Hurûfî tesirler altında kaldığı da o
derece doğrudur. Konuyla yakından ilgilen araştırmacıların görüşleri de bu
doğrultudadır (Türkdoğan, 2004: 155; Köprülü, 2003: 323; Köprülü ve Barthold,
2004: 229).
Hurûfîliğin
Bektaşîliğe ne zaman nüfuz ettiği konusunda kesin bir tarih vermek mümkün
olmamakla birlikte ortaya çıkmasından sonra tüm Bâtınî akımları etkilediği
söylenilebilir. Özellikle Bektaşîliğin, Hurûfîlikten etkilendiğini savunan
düşünce, Bektaşîlikte de kutsal kabul edilen harfler ve sayıların ve yine ebced
alfabesinin kullanılmasının bir sonucudur (Gölpınarlı, 1973: 32; Noyan, 1999:
78).
Bektaşîlik,
Fatih Sultân Mehmed zamanında sakıncalı bir akım olarak değerlendirilmemiş,
yeniçerilerle sıkı ilişkiler içerisinde olmuş bir tarikat olarak görülmüştür.
Ancak bir kalender dervişin, II. Bayezid’e yaptığı suikast girişiminden sonra
Hurûfîler de dahil olmak üzere Anadolu’da faaliyet gösteren birçok tasavvufî
zümre kovuşturmaya maruz bırakılmıştır (Usluer, 2009: 25). Osmanlı
topraklarında süren bu kovuşturma ve cezalandırmalar esnasında Hurûfîler,
Bektaşî dergahlarına sığınmışlardır. Bu birliktelik de beraberinde Hurûfî
tesirlerin Bektaşîler arasında görülmesine zemin hazırlamıştır (Türkdoğan,
2004: 155; Köprülü, 2003: 323).
Anadolu’da
dinî ve sosyal bir zümre olarak önemli roller üstlenmiş tasavvufî zümrelerden
biri de Ahîliktir. Hacı Bektaş Velî’nin tavsiyesiyle Ahî Evrân tarafından kurulmuştur
(Çağatay, 1973: 24). Ahîlik, tarihî kaynaklarda “Anadolu Selçuklu Devleti ve
Osmanlı Devleti zamanında Anadolu’da yaşayan, göçebe Türkmen halkın ticaret,
sanat, gibi çeşitli meslek alanlarında yetişmelerini sağlayan bir örgütlenme
biçimi” olarak zikredilmektedir (Kazıcı, 1988: 540). Kendi usûl ve kurallarını
geliştiren Ahîler; ticarette dürüst olmaya, güzel ahlâka ve kardeşliğe riayet
edip yardımseverliği bir düzen hâline getirmişler, kendi toplumsal kurallarıyla
da halkı bir arada tutmayı hedeflemişlerdir.
Ahîlikle
ilgili üzerinde en fazla tartışılan konulardan biri ahî kelimesinin kökeni
hakkındadır. Araştırmacılar arasında “Ahî” sözcüğünün nereden geldiği ile
ilgili iki farklı görüş ortaya atılmıştır: Bu görüşlerden ilki “Ahî”
kelimesinin Arapçadaki “Ahiyye”nin tekili olan “ah” kelimesinden türetilip
“kardeş”, Ahî de “kardeşim” hakkındadır. Bu teze göre Ahîliğin ilk olarak
Araplarda Fütüvvet teşkilatı adıyla ortaya çıkması ve Arapça kökünden gelmiş
olabileceği ihtimali üzerinde sıkça durulmuştur (Şeker, 1993: 71-72). İkinci
görüş ise cömert, yiğit anlamındaki “Ahı” ile Türkçe’de “Akı”nın zamanla
değişime uğramasıyla ilgilidir. Türkçe’de “Ahı Baba” şeklindeki ifadelerin de
sebebi bu ikinci görüşten dolayıdır. Ahı kelimesi Arapça anlamıyla düşünüldüğünde
“Ahı Baba”/“Kardeşim Baba” diye bir tabir Türkçe’ye uygun düşmemektedir. Oysa
cömert, ve yiğit anlamını taşıyan gelen “Akı” kelimesiyle düşünüldüğünde Ahı
Baba tabirinin daha uygun olduğu görülmektedir (Güllülü, 1977: 18). Köksal ise
Ahî kelimesinin kökeniyle ilgili yapılan çalışmalardan bahsettikten sonra, eski
metinlerde Ahîlik (Ahılık), teriminin/kavramının geçtiğini, bu kelimenin de
anlam olarak “kardeşimlik” demek olduğunu belirtir ve uygunsuzluğu üzerinde
durur (Köksal, 2008: 56).
Ahîliğin
kuruluşu ve Anadolu’da yayılışı ile ilgili yapılan bazı araştırmalardan
hareketle Ahîlik, “Abbasi halifesi Nâsır li-Dînillâh tarafından
kurumsallaştırılan fütüvvet kurumunun millî ve yerlî unsurlarla donanmış bir
şeklidir” (Köksal, 2008: 57; Köksal, 2015: 93). Diğer bir görüşe göre,
Bağdat’ta erenlerden ders alan Ahî Evrân, Arapların kurduğu fütüvvet
teşkilatından etkilenerek, 1205’te Anadolu’ya gelmesinden kısa bir süre sonra
ilk olarak Kayseri’de Ahîlik teşkilatını kurmuştur (Bayram, 1991: 130-132).
Ahîlik,
konargöçer Türkmenler tarafından Anadolu halkını Türkleştirme ve İslamlaştırma
adına Hacı Bektaş Velî’nin tavsiyesiyle Anadolu’da kurulmuştur. “Anadolu’da
Ahîliğin şekillenmesi ve köylere kadar teşkilatlanması ise dinî, sosyo-ekonomik
ve politik bir mecburiyetin ürünü” olmuştur (Çağatay, 1973: 24). Günümüzde
Ahîliğin Bektaşîlikle ilgili olmadığı yolunda yorumlar yapılmakta ve farklı
araştırmacılar tarafından Ahîlik, Bektaşîlik ve Alevîlikten farklı ve ayrı
tutulmaya çalışılmaktadır (Birdoğan, 1996: 161). Oysa Ahîlik bir Bektaşî ve
Alevî tarikatıdır (Öz, 2001: 87; Eraydın, 1994: 388-389). Felsefesi ve ilkeleri
Hz. Alî sevgisi üzerine temellendirilmiştir. Ahîlik, Bektaşîliğin esnaf ve
zanaatkâr kesim içerisinde örgütlenme biçimidir (Öz, 2001: 121).
İsmet
Zeki Eyüboğlu’na göre Alevîlik ve Bektaşîliğin Anadolu’da ilk kolu Ahîlik
olmuştur (Eyüboğlu, 1998: 101-112). Burhan Kocadağ da, Ahîlerin görüş ve
felsefeleri bakımında Horasan erenleri, Babaîler ve Bektaşîlerle aynı olduğunu
kabul eder (Kocadağ, 1998: 93-94). Köprülü ise Ahîliğin ideolojik yapısını
oluşturan unsurların Bâtınîlik olduğunu söyler (Köprülü, 2003: 215).
Dolayısıyla Bâtınîlikten etkilenen Bektaşîliğin inanç esasları bağlamında
Ahîlikle paralellik gösterdiği inkar edilemez. Ayrıca, Ahî Evrân ile Hacı Bektaş’ın
Kırşehir’de bir araya geldikleri de Velâyetnâme-i Hacı Bektaş Velîde bildirilmektedir
(Coşan, 1986: XXVII; Duran ve Gümüşoğlu, 2010: 467, 489, 493, 509).
Ahî
Evrân ile Hacı Bektaş Velî arasındaki ilişki Ahî Evrân’in bir sohbet esnasında
“Kim dedi, bizi şeyh edinirse onun şeyhi Hacı Bektaş Hünkâr’dır”, diyecek kadar
samimidir. Her iki şeyh de Moğol istilası esnasında Türkmenler tarafından
desteklenen Sultân II. İzzeddin Keykâvus’un yanında yer almış, bu nedenle de
resmî takipten kurtulamamışlardır (Gölpınarlı, 1958: 50)
Fütüvvetnamelere
göre, Ahîliğin ananevi menşei Hz. Alî’ye dayanmaktadır (Eraydın, 1994: 384).
Hz. Muhammed, Hz. Alî’ye “Sen benim yoldaşımsın, ben Cebrâîl’in yoldaşıyım,
Cebrâîl de Allah’ın yoldaşıdır” der. Selmân-ı Fârisî’ye Alî’ye yoldaş olmasını
söyler. Selmân-ı Fârisî de Hz. Alî’nin elinden tuzlu su içerek ona yoldaş olur.
Bundan sonra Hz. Muhammed, Hz. Alî’ye: “Yâ Alî ben seni tamamlıyorum ve
olgunlaştırıyorum,” diyerek şalvarını giydirip beline kuşak bağlar (Erdoğan,
1993: 33). Ahîlikteki bele kuşak bağlama bu inancın bir ürünüdür. Ahîliğe
mensup kişiler arasındaki “kadeh sunmak, şalvar giydirmek ve bel bağlamak, yani
yoldaşlık ve kardeşlik kuralları da buradan gelmektedir” (Çağatay, 1990: 15).
Ahîliğe
girmek isteyen bir kişinin bir başka Ahî tarafından önerilmesi gerekir. Üye
olmak isteyenler şu ilkeleri benimsemelidir: Yalana karşı doğruyu söylemek;
cimriliğe karşı lütufkâr olmak; tembelliğe karşı çalışkan olmak; kibirliliğe
karşı alçakgönüllü olmak; tokluk ve lezzete karşı riyazet yapmak; kahır ve
zulme karşı halim ve adil olmak; hezeyana karşı marifet sahibi olmak (Kazıcı,
1988: 538).
Ahîler,
Anadolu Selçuklu Devleti döneminde ekonomik faaliyetlerin yanı sıra, askerî ve
siyasî faaliyetlerde bulunmuş, Bektaşî ve Yeniçeri ocaklarının yaptığı gibi
Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunda ve güçlenmesinde etkin rol oynamışlardır
(Kazıcı, 1988: 541). Horasan ereni, Rum abdâlı ve pir, eren, dede, baba olarak
adlandırılan Bektaşî ve Ahî dervişler askerlik örgütünün kurulmasında, devlet
yapısının oluşmasında, Osmanlı egemenliğinin topluma kazandırılmasında, tarikat
eğitiminin yaygınlaştırılmasında ve Balkanların fethedilmesinde önemli
katkılarda bulunmuşlardır (Öz, 2001: 123). Hatta, Osmanlı padişahlarından Osman
Bey, Orhan Bey ve I. Murad, Ahî olarak da bilinir (Eyüboğlu, 1998: 93).
Ahîlik
ve Bektaşîlik arasındaki ilişki hakkında Köprülü, Ahîlerin bir dönem Bektaşî
adını aldıklarını ve “Biz, Bektaşîlik ve -ondan pek az farklı olan-
Kızılbaşlıkla Ahîlik arasında ayin ve erkan itibarıyla büyük bir müşâbehet
görmekteyiz. Binâenaleyh Ahîlerin sekizinci asır sonlarında Bektaşî adını
alarak silsilelerini Hacı Bektaş Velî’ye isnad ve îsâl etmeleri bize göre baîd
bir ihtimal değildir. Bu ihtimal kabul edilmese bile, her halde Ahîliğin Bâtınî
mâhiyeti inkar edilemez” der (Köprülü, 2003: 212). Köprülü’nün Ahîlik ve
Kızılbaşlığı bir arada değerlendirmesi muhtemelen Ahîlik içerisindeki Bâtınî
ögelerle yakından ilişkilidir. Yine aynı şekilde Kızılbaşlık ve Bektaşîlikte
önem verilen ehl-i beyt sevgisine, tevellâ ve teberrâ inancına olan bağlılığın
Ahîlikte de yer verilmesi bu birlikteliğin birer kanıtıdır.
Ahîlik
ve Bektaşîlik arasında erkan ve ayin yönünden benzerliklerin bulunduğuna dikkat
çeken araştırmacılardan biri de Abdülbaki Gölpınarlı’dır. Gölpınarlı bu konuda,
“tığ-bend bağlama, meydan süpürülmesi, eşik ve kabul tercümanları, tâlibi
mürşide salavat ile teslim etme, tövbe, on iki imama salavat, telkîn ve şerbet
sunma” erkanlarının Bektaşîliğe fütüvvet kanalıyla geçtiğini, Kalenderîlerde
görülen “tıraş, sofra, tuğ, çerağ ve alem verilmesi”nin ise Bektaşîlikten
fütüvvet erkanına geçen uygulamalar olduğunu belirtir (Gölpınarlı, 1931: 54).
M. Fatih Köksal da konuyla ilgili “Âyîn, Erkân ve Âdâp Benzerlikleri Açısından
Ahîlik-Bektaşîlik Münasebeti” isimli yazısında Ahîlikle Bektaşîliğin benzer
yönlerini fütüvvetnâmeler ve buyruklar üzerinden açıklar. Köksal’a göre
Köprülü’nün ileri sürdüğü “Ahîlerin sekizinci asır sonlarında Bektaşî adını
alarak silsilelerini Hacı Bektaş Velî’ye isnad ve îsâl etmeleri bize göre baîd
bir ihtimal değildir” (Köprülü, 2003: 212) görüşü doğru değildir ancak; “gerek
Osmanlı’nın kuruluşu öncesinde gerek kuruluş döneminde ve gerekse sonraki
dönemlerde Bektaşîlik ve Ahîlik toplumsal dokumuzun iki güzel rengi, iki
zenginliği olmuştur” (Köksal, 2015: 106).
Vefâîye
tarikatının piri Şeyh Ebu’l-Vefâ’nın vefatından sonra bu tarikata bağlı
olanlar, Behcetü’t-Tevârîh yazarına göre esas adı Şücâaddîn İlyâs olan
Baba İlyâs-ı Horasanî’nin çevresinde toplanırlar (Öztoprak, 2009: 31). Vefâî
tarikatına mensup bir Türkmen şeyhi olan Baba İlyâs-ı Horasanî tarafından
rejime karşı tavır alınmaya başlanmıştır. Baba İlyâs’ın halifelerinden olan
Baba İshâk ise 12. yüzyılın başlarında Moğol saldırısı nedeniyle Horasan’dan
göçerek Anadolu’ya yerleşen bir derviştir. Baba İshâk, tasavvufî düşünceleri ve
din alanındaki bilgisinden dolayı kısa sürede saygı duyulan bir derviş olmuştur
(Şener, 1997: 28).
Babaîlîğe
mensup dervişler, mürşidlerine “baba” kendilerine de “Babaîler” ismini
verirler. Babaîlikte Baba İshâk bir peygamber olarak kabul edilir ve bundan
dolayı da bir diğer adı “Baba Resûl”dür (Ocak, 2014: 96). Baba İshâk’ın
peygamberliğine inanan bu Şiî-Bâtınî Türkmenler, halka mutluluk ve özgürlük
getirecekleri, arazileri eşit olarak herkese dağıtacakları, devlete verilen
vergileri kaldıracakları propagandasıyla 1239 yılında Anadolu Selçuklu
Devleti’ne başkaldırırlar. Ancak ayaklanma bastırılır ve Baba İshâk öldürülür.
Hacı
Bektaş Velî’nin Babaî isyanının başı olan Baba İshâk’la ilgisinden bahseden ilk
kaynakÂşıkpaşazâde Tarihimdir. Âşıkpaşazâde, Hacı Bektaş’ın kardeşi
Menteş ile birlikte Horasan’dan geldiğini ve Baba İshâk’ın halifesi olduğunu
belirtir (Atsız, 2011a: 206). Âşıkpaşazâde’nin verdiği bu bilgilerden hareketle
Hacı Bektaş’ın Babaî isyanına katıldığı da ileri sürülür. Baba İshâk’ı bu
isyânın içerisine dahil eden kaynaklardan bir diğeri de Ahmed Eflâkî’nin
yazdığı Menâkıbu’l-Ârifîridir. Bu kaynakta da Hacı Bektaş’ın Baba
Resûl’ün “halîfe-i has”ı olduğu üzerinde durulur (Yazıcı, 1973: 370). Benzer
ifadelere, Elvan Çelebi’ninMenâkıbu’l-Kudsiyye fîMenâsıbi’l-Ünsiyye
isimli eserinde de rastlanılır (Erünsal ve Ocak, 1995: 169-170). Ocak, bu üç
kaynakta yer alan Hacı Bektaş’ın Babaî şeyhleriyle olan ilgisini
değerlendirmiştir. Ona göre, Hacı Bektaş hakkında ortaya atılan bu iddialar
temelsizdir. Çünkü, eğer Hacı Bektaş Velî bu isyanı desteklemiş olsaydı, diğer
Babaî şeyhleri gibi ya öldürülmesi ya da cezalandırılması gerekirdi. Ancak,
Hacı Bektaş’ın herhangi bir ceza almadığı tarihî kaynaklarda ortadadır (Ocak,
2014: 178). Ocak’ın Hacı Bektaş’la ilgili bir diğer görüşü, ya tasvip etmediği
için bu isyana katılmamıştır ya da isyanda aktif bir rol oynamadığından dolayı
izini kaybettirmiş ve Sulucakarahöyük’te ortaya çıkmıştır (2014: 179). Aslında
yukarıdaki üç eserde yer alan Hacı Bektaş hakkındaki iddialar, taraflı bir
bakış açısıyla ortaya atılmıştır. Ocak, Hacı Bektaş Velî’nin Velâyetnâme-i
Hacı Bektaş Velîden hareketle kendi hâlinde bir derviş olduğunu söyler
(Ocak, 2014: 179). Ancak, Hacı Bektaş’ın Resûl Baba adında bir ulu halifesinin
olduğu adı geçen velâyetnâmede belirtilir (Duran ve Gümüşoğlu, 2010: 345). Her
ne kadar taraflı bir bakış açısıyla yazılan kaynaklarda Hacı Bektaş, Baba
İshâk’ın halifesi olarak zikredilse de Velâyetnâme-i Hacı Bektaş Velî
de, Baba İshâk olarak da bilinen Baba Resûl’ün Hacı Bektaş’ın halifesi olduğu
görülmektedir. Bundan dolayı da Hacı Bektaş’ın Babaîlerle olan ilişkisi inkar
edilemez.
Bektaşîlik
içerisinde sadece Babaîliğin değil, onun temsil ettiği tarikatların arasında
Melâmîlik, Vefâîlik, Kalenderîlik, Yesevîlik, Haydarîlik gibi farklı
tarikatların ve dinî oluşumların etkilerinin olduğundan yukarıda bahsedilmişti.
Bektaşî öğretileri, Bâtınîlik ve tasavvufa dayanmakla birlikte birçok tarikatı,
mezhebi ve farklı inanç sistemlerini içerisinde toplayarak eski ve yeni
birtakım inançlarla oluşmuştur. Bektaşîliğin ortaya çıkması ve Anadolu’da büyük
bir etki bırakması 13. yüzyılda Anadolu’nun karışıklığı ile de yakından
ilgilidir.
Anadolu Selçuklu Devleti’nin Moğollarla
sürekli çatışması nedeniyle bunalıma giren Anadolu halkının kendisini sığınacak
dinî ya da sosyal bir zümreye ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Ancak bu dönemde
Bektaşîlik, belirli kuralları olmayan bir tarikat hüviyetindedir. Nitekim
“Bektaşîlik” tarikatının adıyla ilgili ilk bilgiler 15. yüzyılda yaşadığı
farzedilen Sâdık Abdâl (ö. ?)’ın Divan’ında göze çarpar. Şu anki bilgilerden
hareketle 13. ve 14. yüzyılda “Bektaşîlik” adının kullanımına
rastlanılamamıştır (Yıldırım, 2010: 28). Hacı Bektaş Velî’nin kaynakların
verdiği bilgilerden hareketle Vefâî şeyhinin halifesi ve Haydarî bir derviş
olarak Anadolu’ya geldiği bilinmektedir. Ayrıca, şu da unutulmamalıdır ki Hacı
Bektaş Velî’nin, adına isnat edilen Velâyetnâme-i Hacı Bektaş Velî’de
dış görünüşüyle hem Kalenderî hem de Haydarî dervişlere benzediği
görülmektedir. Eğer Bektaşîlik adında bir tarikat yapılanmasından 15. yüzyıl
öncesinde bahsedilmiş olsaydı, Hacı Bektaş Velî diğer tarikatlarla birlikte
değil, doğrudan Bektaşîlik’le birlikte kaynaklarda anılırdı. Zaten Bektaşîliğin
oluşumu aşamasında Bektaşî dervişler, Kalenderi, Vefâî ve Haydarı gibi
tarikatlara mensup edilmişlerdir. Daha sonra ise Hurûfî ve Safevî etkisiyle
Hurûfî ve Kızılbaş adlarıyla da anılmışlardır. Kaynaklarda Bektaşî tabirinin
15. yüzyıldan sonra görülme sebebi de bu yöndedir. Onlar kendilerini tanıtırken
Bektaşî değil daha çok “Baba İlyâs müridi” ya da “Seyyid Ebu’l- Vefâ”
tarikatından olduklarını söylemişlerdir (Karabey, Şığva ve Babür, 2015: 42).
[1] Bu doğrultuda fikir beyan eden
araştırmacılar, “Bektaşîliğin Doğuşu ve Teşekkülü Hakkında Çıkan Tartışmalar”
başlığı altında değerlendirildiğinden dolayı burada araştırmacıların
çalışmaları tek tek zikredilmemiştir.
[2] Balım Sultân’la birlikte
Bektaşîliğe tesir eden Hurûfîlik hakkında “Hurûfîlik” başlığı altında bilgi
verileceğinden dolayı burada ayrıntıya girilmemiştir.
[3] Bu şiir, Sadeddin Nüzhet
Ergun’un hazırladığı Hatâyî Divanı Şah İsmail Safevî Edebî Hayatı ve
Nefesleri isimli kitabında yer almamaktadır. Şiir hakkında ayrıca bk.
Aslanoğlu, İbrahim (1992). Şah İsmail Hatayî (Divan, Dehnâme, Nasihatnâme ve
Anadolu Hatayîleri) . İstanbul: İstanbul Maarif Kitaphanesi Matbaası. s.
418. Aynı şiir, Selâmî Divanı’nda da yer almaktadır. Bk. Gülpınar, Hatice
(2004). Dîvân-ı Selâmî, Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü. s. 162, 3. Muhammes.
[4] Bektaşîler ve Bektaşîlik hakkında bilgi veren şiirler sadece bunlar
değildir. Farklı şairlerin şiirlerinde de Bektaşîlik hakkında bilgiler
verilmiştir. Diğer şiirler için bk. Azbî Divanı, 170; Fennî Divanı, 49; Cesârî
Divanı, 361; Racûlî Divanı, 5; Ziya Bey Kütüphanesi, 6706 No’lu Cönk, 87a, 89b;
Akbulut, Dilara (2004). “Bir Bektaşî Cöngü Üzerine Tetkîk”. Sivas: Cumhuriyet
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
[5] Kendini
bilen, şüphesiz Rabb’ini de bilir.
[6] Bütün
inananlar kardeştir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar