YAŞAR KUTLUAY’IN MEZHEPLER TARİHÇİLİĞİ
Hazırlayan:
Ümmügülsüm ŞENTÜRK
Mezhep,
dini farklı anlama ve yaşama biçimleri olarak tanımlanabilir. Sosyolojik bir
gerçek olan bu farklılaşma her dinin tarihinde görülmüş ve görülmeye de devam
etmektedir. İslam Tarihi’ne baktığımız zaman ise Müslümanlar arasındaki ilk
siyasi ayrılıklar Hz. Osman’ın öldürülmesiyle zuhur etmeye başlamıştır.
Hz.
Muhammed zamanında, sahabenin aklına takılan sorular bizzat vahiy veya
Peygamberimizin içtihadıyla çözülüyordu. İlk iki halife döneminde ve üçüncü
halifenin ilk altı yılında herhangi bir ciddi zümreleşme faaliyetleri
görülmemişti. Ancak Hz. Osman’ın hilafetinin ikinci altı yılında dini, siyasi,
içtimai ve ekonomik bazı sebeplerden dolayı Halife’ye eleştiriler başlamıştı.
Ayrıca Halife yavaş yavaş kendisine destek olanların da güvenini kaybetmişti.
Oldukça yaşlanan Hz. Osman, kaybettiği güveni tekrar kazanamadığı gibi halkın
şikâyetlerini dindirmeyi de başaramamış ve sonunda isyancılar tarafında
hunharca öldürülmüştü. O’nun bu şekilde öldürülmesinin yankıları İslam
cemaatinde oldukça büyük olmuştur. Bu olayın ardından ilk defa Müslümanlar
birbirine kılıç çekmiş ve binlerce insan ölmüştür. Bu savaşların ardından
Haricilik doğmuştur. Emevi-Haşimi çekişmesi sonucunda ise Şiilik zuhur etmiştir.
Sonrasında da siyasi ve dini nitelikli diğer mezhepler ortaya çıkmıştır.
Ülkemizde
İslam Mezhepler Tarihi alanında ciddi çalışmalar özellikle Yusuf Ziya Yörükan
ve O’nun öğrencisi Yaşar Kutluay’la başlamıştır. Kutluay, kısa yaşamına çok
değerli eserleri sığdırmayı başarmış önemli bir şahsiyettir. Kutluay’ın bu
alanda ilk çalışması Islamiyette Itikadi Mezheplerin Doğuşu adlı
eseridir. Bu çalışmadan sonra mezheplerin tarihiyle birlikte günümüzdeki
durumunu da inceleyen Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri adında bir
kitap yazmıştır. Ardından da alanında ilk olan bir çalışmaya imzasını atmış ve
İslam Mezhepleri ile Yahudi Mezheplerini tanıttıktan sonra iki dinin
mezheplerini karşılaştırmaya tabi tutmuştur.
YAŞAR
KUTLUAY’IN HAYATI, KİŞİLİĞİ VE ESERLERİ
Çağıran
seslere der: size ev, konak, saray
Denizkızlarının koynunda yatar Yaşar Kutluay
Arif
Nihat ASYA
YAŞAR
KUTLUAY’IN HAYATI
Yaşar
Kutluay, 1931’de Silifke’de doğdu. En az üç yüz yıldan beri orada yaşamış,
tanınan Türkmen kökenli bir ailenin evladı idi.[1] Dört
çocuklu olan bu ailenin en büyük çocuğuydu.
Babası
Fahri Bey Mersin’de gazetecilik işiyle meşgulken, eşinin hastalığından dolayı
1946’da Ankara’ya göçlerinin ardından, devlet memurluğuna geçti ve Ziraat
Bakanlığı’nda çalışmaya başladı.
Yaşar
Kutluay, ilk ve ortaokulu Silifke ile İçel’de tamamlamış, liseyi ise Ankara
Atatürk Lisesi’nde okumuştur. Her zaman ilme meraklı olan Kutluay, lise eğitimi
bittikten sonra, annesinin doktor olması yönündeki yoğun isteğine karşı,
ilahiyat okumayı tercih etmiş, 1949 yılında Ankara’da yeni açılmış olan
İlahiyat Fakültesi’nin ilk öğrencilerinden olmuştur.
Memur
çocuğu olan Kutluay, kıt kanaat geçinen bir ailede büyür. Ama ailede sevgi ve
saygı her zaman varlığını korumuştur. Baba hafız, anne ise dönemin meşhur
sülalelerinden olan Müftüler Sülalesi’nden geliyordu. İslam dininin sade bir
şekilde yaşandığı; namaz kılınan, oruç tutulan, Kuran okunan bir ailedir
Kutluay ailesi.
Yaşar
Kutluay, her zaman yabancı dil öğrenmeye meraklı bir insan olmuştur. Bu ilgi ve
merakından dolayı, üniversitedeyken, sabahları bir hocadan Arapça dersi,
akşamları İngiliz Kültür Heyeti’nden İngilizce dersi, başka bir yerden Farsça
dersi almış ve bu dilleri kısa zamanda öğrenmiştir. İsrail’de kaldığı sürede,
dil okullarında İbraniceyi de öğrenmiştir. Daha sonraki yaşamında, Aramice,
Süryanice, İtalyanca ve Almanca dillerini de tam konuşamasa da anlama
seviyesine erişmiştir.
1949’da
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne başlayan Yaşar Kutluay, 1953’te
eğitimini bitirmiş ve bu okuldan mezun olmuştur. Fakültede akademik hayata
devam etmeyi hedeflemiş, ancak ilk sene bu gerçekleşemediği için, Ankara’da
imam hatip lisesinde 10 ay görev yapmıştır. 1953-1954 öğretim yılı sonunda
öğretmenliği bırakmış ve 07.09.1954’te Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi’nde asistan olarak göreve başlamıştır. Yeni görevine başlamasının
üzerinden iki ay geçtikten sonra askere gitmiş ve 30.04.1956’ta terhis olup
görevinin başına tekrar dönmüştür. Asistan Yaşar Kutluay, 24 Ekim 1958’de, İslamiyet’te
Itikadi Mezheplerin Doğuşu adlı doktora teziyle, jüri huzurunda imtihana
girmiş ve doktora ünvanını “iyi” dereceyle kazanmıştır.
07.02.1959
tarihinde, Türk-Irak Kültür Antlaşması esasları dâhilinde, Arap Dili ve
Edebiyatı üzerinde, bilgi, görgü ve ihtisasını artırmak üzere bir yıl süreyle
Bağdat’a gönderilmiştir. Ancak, 01.06.1959’da yaz tatilinden istifade ederek
yurda dönmüş ve tekrar Bağdat’a gitmek istememiş ve gitmemiştir. O’nun Bağdat’a
tekrar gitmek istememesinin nedenini Süleyman Hayri Bolay bize şöyle
anlatmaktadır:
“1958-1959 yıllarında, dönemin başbakanı Adnan Menderes, Irak’ta Musul
Bölgesi’nde, Kerkük’ü de içine alan, tampon bir Türk Devleti kurmak istiyordu.
Bunu da Irak Hükümeti’ne darbe yaptırarak elde etmeyi hedefliyordu. O dönemde,
Irak ordusu içinde albay olan Nazmi Tabakçalı’yı bu iş için ayarlamıştı. Türk
asıllı olan Albay’ın emrinde 7-8000 kişi vardı. Albay, emrindeki askerlerle
isyan edecek, hükümeti devirecek ve devlet kurulacaktı. İşler planlandığı gibi
yürüdü. Ancak Albay’ın bir hatası, işin sonuçlanamamasına neden olmuştu. Olayın
ardından, Irak Hükümeti, Albay’ı ve emrindeki bütün askerleri öldürdü.
Yukarıda
anlattığımız olaylar olurken Yaşar Kutluay Bağdat’taydı. Bu arada Türk
hükümeti, Nazmi Tabakçalı’nın emrindeki askerlerin ne kadarının öldürüldüğünü
öğrenmek istiyordu. Ancak güvenilir bir kaynak bulamamışlardı. Bağdat’taki Türk
Büyükelçi, milliyetçi yönü ağır basan Yaşar Bey’in bu iş için uygun olacağı
kanaatine varır ve O’nu yanına çağırır. Durumu anlatıp, gerekli bilgileri
öğrenmesini ister.
Yaşar
Kutluay, Bağdat’ın merkezinde bir pansiyonda kalıyordu. Pansiyonun altı ise
ünlü bir kulüptür. Bu kulübe bakanlar, milletvekilleri, üst düzey askeri
yöneticiler gelip giderler. Arada Yaşar Bey bu kulübe inip gelenlerle konuşur
ve buradan ahbap edinir. Bazen onlardan bilgi alırdı. Bir akşam Yaşar Bey’in de
içinde bulunduğu bir sohbet ortamında Iraklı bir albay, batılı bir büyükelçinin
sorusu üzerine Nazmi Tabakçalı’nın olayında 6-7000 kişinin öldürüldüğünü
söyler. Bu bilgi Yaşar Bey’in tam öğrenmek istediği şeydi. Bunun üzerine ertesi
gün hemen büyükelçinin yanına gider ve bilgiyi verir. Büyükelçi de Türk
hükümetine bildirir.
Daha
sonra Veziriye denilen yerde sefaretten Edebiyat Fakültesi’ne giderken polisler
tarafından Yaşar Bey yakalanır. Polisler casusluk suçlamasında bulunurlar. Bu
suçlamayı Yaşar Bey ne kadar inkâr etse de polisler onu götürmeye çalışırlar.
Yaşar Kutluay, büyükelçilikten birisi gelmedikçe gitmeyeceğini söyler. Bir süre
sonra büyükelçilikten bir görevli gelir ve onu kurtarır. Sınır dışı edilmez;
ancak yanına bir polis takılır.
Yaşar
Kutluay daha sonra sefarete gidip kendisini deşifre eden casusu aramaya başlar.
Araştırmalar sonucun da casusun büyükelçinin Ermeni asıllı sekreteri olduğunu
öğrenir. Bunun üzerine yaz tatili münasebetiyle geldiği Türkiye’den Bağdat’a
geri dönmez.”
Yaşar
Kutluay’ın fakülteden arkadaşı olan Necati Öner’in eşi Sabahat Hanım ile iş
arkadaşı olan Suzan Hanım çok iyi iki arkadaştır. Necati Beylerin bir kızı
olduğu zaman, bu aileye geçmiş olsuna giden Suzan Hanım’ı, aynı zamanda orada
olan Yaşar Bey görür ve beğenir. Yaşar Bey’in samimi teklifi Suzan Hanım’a
iletilir ve Suzan Hanım’ın teklifi kabul etmesiyle bir süre görüşmenin ardından
1959’da evlenirler. Bu evlilikten iki erkek çocukları olur. Bunlar 1961 doğumlu
Sina ve 1965 doğumlu Lütfi’dir.
31
Ocak 1961’de Rektör Suut Kemal Yetkin tarafından, Yaşar Kutluay ve Hüseyin
Atay’a Kuran tercümesi çalışmaları için 6 ay izin verilmiştir. Hüseyin Atay
böyle bir çalışma yapmaya nasıl karar verildiğini bize şöyle anlatmıştır:
“1960
ihtilalinden sonra Diyanet İşleri Başkanlığına Ömer Nasuhi Bilmen getirildi.
Süleymaniye Camii’nin imamının oğlu Adnan Ezgi de yardımcılığına seçildi.
Tarihçi olan Adnan Ezgi bu görevden çok memnun olmadı. Çünkü din kültürü
geçmişi yoktu. Aynı tarihte, Ankara Üniversitesi Rektörü olan Suut Kemal
Yetkin, Adnan Ezgi’ye fakülte hocalarının yardım ve desteğini kendisinden
esirgemeyeceğini söyleyerek rahatlatmaya çalıştı. Bu yardım için görevlendirilen
hocalar ise Yaşar Kutluay ve Hüseyin Atay olmuştu.
Yaşar
Kutluay ve Hüseyin Atay, genç, dinamik ve yeni bir şeyler yapma azmi içinde
olan iki hocaydı. Yapmak istedikleri yeniliklerin ilki, Diyanet İşleri
Başkanlığını ıslah etmekti. Bu amaç dâhilinde pek bir şey yapamadılar. Ancak
içinde yeni çalışmalar yapma arzusu olan Hüseyin Atay, Fransız bir yazar
tarafından hazırlanan konularına göre Kuran eserini tercüme etmeyi teklif etti.
Daha sonra, Fransızcadan Arapçaya tercüme edilen eseri inceleyen Hüseyin Bey, bu
eserin tercümesinin çok fazla bir şey ifade etmeyeceğine karar verdi. Ardından
Kuran-ı Kerim’i tercüme etme fikrini ortaya attı.
O
zaman ki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın İstişare Heyeti bu faaliyete zaten
başlamıştı. Heyet, Hüseyin Atay’a “bizim çalışmalarımıza bakın; beğenirseniz
devam edelim. Yoksa yeniden başlayalım” teklifinde bulunur. Bunun üzerine
çalışmayı inceleyen Hüseyin Atay, beğenmez ve yeniden başlarlar. Yaşar
Kutluay’la beraber 1960’da Kuran tercümesi yapılır. Yapılan tercüme Yaşar
Kutluay tarafından okunur ve Hüseyin Atay ile istişare heyetinden 3 kişi
tarafından kontrol edilir. Gereken düzeltmeler yapılır. Sonunda, 1961’de üç
cilt halinde basılır.
Tercümenin
bittiği dönemde Adnan Ezgi milletvekili olur ve Diyanet’ten sorumlu vekil tayin
edilir. Kuran tercümesini Arapçasız basmayı teklif eder; fakat Hüseyin Atay
bunu kabul etmez. Topkapı’da bulunan el yazma Kuran’dan fotoğraflar çekilip
yapılan tercümeyle birlikte basılır.
Kuran
tercümesinin ilk baskısı yapıldığı zaman bazı dergilerde, tercümeye eleştiriler
olsa da eser, Kuran üzerine yapılmış çalışmaların içinde, önemli bir yere sahip
olma hüviyetini hala kaybetmemiştir.”
Kuran
Tercümesi’nin basımı daha sonra bir süre durdurulur. Yaşar Kutluay’ın bunun
nedeni hakkındaki düşüncesini eşi şöyle anlatır: “Meal en temiz
Türkçeyle yazılmıştır. Bu meali okuyan köydeki imamın hurafesini bitirecek. Bu
da bazı kesimlerin hoşuna gitmeyecek.” Bu tercüme daha sonra 1990 yılına kadar
müteaddit defalar basılmıştır.
Dr.
Yaşar Kutluay, İsrail Sefareti ile yapılan temaslar sonucu, İsrail Hükümeti’nin
vermiş olduğu burstan faydalanarak, bilgi, görgü ve ihtisasını artırmak,
İbranice dilini öğrenmek maksadıyla, 11 Ocak 1962’den 31 Aralık 1963 tarihine
kadar, İsrail’de, Kudüs İbrani Üniversitesi’nde çalışmalarda bulunmaya
gitmiştir. Daha sonra da, kalma süresini bir yıl daha uzatmıştır. Yani toplam
iki yıl burada kalmış ve İbrani dilini öğrenip, Yahudilik üzerine araştırmalar
yapmıştır. Bu çalışmaların sonucu olarak, Türkiye’ye gelince, İslam ve
Yahudi Mezhepleri adında bir eser de yazmıştır. Eser hakkında geniş bilgi
ise, ileri de verilecektir.
Dr.
Yaşar Kutluay, doçentlik tezi olarak İslam Mezhepleri ile Yahudi Mezhepleri
ve Mukayeseleri adlı çalışmayı hazırlamıştır. Deneme dersi olarak ise
“Mezhepler Tarihi yönünden Nurculuk Hareketi” konusu verilmiştir. 20 Kasım
1964’deki deneme dersi imtihanını kazanmış ve 23 Kasım 1964’te doçentlik
unvanını almıştır.
İhtiyaç
hâsıl olması üzerine, 21 Ekim 1964’te Konya Yüksek İslam Enstitüsü’ne, haftada
bir gün giderek, burada İslam Dini ve Mezhepleri Tarihi dersi vermiştir.
Doç.
Dr. Yaşar Kutluay, bilimsel inceleme ve araştırmalarda bulunmak üzere, 8 Aralık
1966’da, bir yıl süreyle İngiltere’ye gitmiştir. İngiltere’de kaldığı müddetçe
boş durmamış ve farklı ağızlardan öğrendiğimiz kadarıyla, burada yaşayan
Türklerin milli bilincini uyandırmak adına konferanslar vermiştir. Eşi Suzan
Hanım bize, İngiltere’de yaptıklarını şöyle aktarmıştır:
“Londra’da
kaldığı müddetçe, orada, Türkiye’den gelip okuyan öğrencilerle her hafta bir
araya gelir ve onların sorunlarını dinlerdi. Onlara elinden geldiğince yardım
etmeye çalışırdı. Londra’da yaşayan Kıbrıslı Türklerin halini hiç beğenmezdi.
Kendilerini ikinci sınıf İngiliz vatandaşı olarak gördüklerini, Türkçeyi doğru
konuşamadıklarını, adet, gelenek ve göreneklerini unutmuş durumda olduklarını
söylerdi. Ben Fizik öğretmeni olduğum halde, bana bu Kıbrıslı Türklere Türkçeyi
öğretmemi istemişti; ama ben alanım olmadığı için yapamam kaygısıyla kabul
etmemiştim. Bu arada Yaşar Bey hiç boş durmuyordu. Türklerin milli bilincini
uyandıracak faaliyetlerde bulunuyordu.
Londra’dayken
British Museum’dan Theodor Herzl’in Hatıratı’nı ödünç alıp okudu. Almancaydı.
Çok ilginç bir kitap diyerek okuyup, gerekli notları aldı ve Türkiye’ye gelince
Hatırat’ın Türkiye ile ilgili olan bölümünü Türkçeye çevirip Siyonizm ve
Türkiye adıyla bastırdı.”
Siyonizm
ve Türkiye adlı bu kitap yazılırken çok
ilginç bir olay yaşanmıştır. Bu olayla ilgili kardeşi Kamil Kutluay bize
şunları anlattı:
“Kitabın
müsveddelerini ben daktilo ediyordum. Bu çalışmayı da pek bilen yoktu. Ancak
nasıl olduysa yapılan bu çalışmadan İsrail Büyükelçiliği de haberdar olmuş.
Ağabeyimi yemeğe davet etmişler. Yemekten sonraki sohbette büyükelçi, Yaşar
Ağabeyime şimdilerde bir çalışma yapıp yapmadığını sormuş. Ağabeyim
büyükelçinin neyi sormak istediğini hemen anlamış ve yaptığı çalışmayı
söylemiş. Elçi, kitaptan ne kadar bastıracağını sormuş. Ağabeyim “5000 tane”
cevabını vermiş. Bunun üzerine büyükelçi, “kitapları hepsini biz alsak olur
mu”, sorusunu sormuş. Ağabeyim “tabii alabilirsiniz; ama ben yine bastırırım”
demiş. Büyükelçi, “onu da biz alalım” demiş. Ağabeyim de, “o zaman biz de yine
bastırırız” demiş. Büyükelçi, “kitaptan ne kadar bastıracaksınız” sorusuna,
“kâğıt olduğu ve baskı yapıldığı müddetçe bastırırız” cevabını alınca Büyükelçi
lafı daha fazla uzatmamış. Ancak, “bu kitabı bastırmasanız iyi olur” uyarısında
bulunmuş. Bütün bu olanlara rağmen yine de kitap baskıya verilmişti.”
Yaşar
Kutluay’ın Londra’da iken oradaki Türkleri bilinçlendirmek için çalışmalar
yapıp, konferanslar verdiğini, Süleyman Hayri Bolay ve Yaşar Bey’in kardeşi
Kamil Kutluay da doğrulamaktadır.
Hayatını
çok dolu dolu yaşayan Yaşar Kutluay, 1969’da profesör olma gayreti içine
girmiştir. Aynı sene kitap yazımıyla da uğraşmaktadır. Bu yoğunluk içinde
dinlenmek için Ramazan Bayramı’nda, memleketi Silifke’ye gitmiştir. 12 Aralık
sabahı Silife’nin Taşucu mevkiinden bir balıkçı motoru ile arkadaşı Av. Erhan
Löker, Mersinli işadamı Mustafa Denizdelen ve motorun sahibi İsmet Şahin ile
oğlu Selami ve Hamdi Gençler eşliğinde altı kişi denize açılmışlardır. Saat 15
sularında kısa süren fırtınanın ardından deniz sakinleşmiş ama onlar
dönmemiştir. Gece de dönmeyince, ertesi gün Yaşar Kutluay’ın eşi, durumu
ailesine ve ailesi de yetkililere haber vermiştir. Günlerce, haftalarca
sahiller aranmıştır. Denizin dibini Mersin’den gelen donanmaya ait gemiler
incelemiş, motorlar ile koylarda ağlarla tarama yapılmış, uçaklar Kıbrıs’a
kadar denizi aramış, ancak hiçbir şey bulunamamıştır. Ne denizde motorun
battığını gösteren bir yağ sızıntısı, ne de sahilde, batan tekneden kıyıya
vuran gemi kalıntısı buluntu.
İmdat
Motoru’nun akıbeti hakkında, Lefkoşa Büyükelçiliği, Kıbrıs Rum motorları ve
İngiliz Egemen üstlerine mensup arama ve kurtarma ekiplerinin araştırmaları
neticesinde, motorun Kıbrıs sahillerine sığındığına dair bir bilgi elde
edilememiştir. Motorun Yunan adalarına
sürüklenebileceği ihtimali Atina Büyükelçiliğine intikal ettirilmiş ancak cevap
alınamamıştır.
17
Ocak 1970’de motorun sahibi İsmet Şahin’in cesedi Taşucu Bucağı’nın Tahta Liman
mevkiinde, Güvercinlik Adası karşısında bulunmuştur. Ancak Yaşar Kutluay
hakkında bir bilgiye ulaşılamamıştır.[2] Fırtınadan
altı ay sonra Haziran 1970’de, Liman Kalesi koyunda karaya 60 metre mesafede
denize açıldıkları tekne bulunmuştur. Ama yapılan incelemede teknedeki
bulgular, batışın çok yeni olduğunu göstermiştir.[3]
Aradan
geçen bunca yıla rağmen, ailesinin ve yakın dostlarının içinde az da olsa bir
ümit beslemesi, O’na olan sevginin ve O’na duyulan ihtiyacın bir göstergesidir.
YAŞAR
KUTLUAY’IN KİŞİLİĞİ
Yaşar
Kutluay’ın kişiliğiyle ilgili ayrı bir başlık yapmamızın amacı, hayatıyla
ilgili konuştuğumuz herkesin, O’nun kişiliğiyle ilgili çok şey anlatmalarıdır.
Ayrıca O’nun kişiliğiyle ilgili bize ipucu veren bazı olaylarda bu başlık
altında incelenecektir.
İlk
olarak, onu tanıyan herkesin ortak görüşü, O’nun çok cesur ve fikirlerini
söylemekten hiçbir zaman ve mekânda çekinmediğidir. Bununla ilgili olarak
kardeşi Kamil Kutluay, bize bir yazısında şu olayı anlatmaktadır:
“Darbenin
olduğu 1963 senesinde, Isparta’nın Karakurt Nahiyesi’nde köylülerin,
öğrencilere top oynattığı için linç ettiği öğretmenin haberi kamuoyunda çalkalanmaktadır.
O dönemde halkı aydınlatan tek yayın aracı radyo idi. Radyoda yapılan bir açık
oturumda köylülere ne yapılması gerektiği tartışılıyordu. Bir kişi, köylülerin
mecburi iskâna tabi tutulacağını söylüyor, başka biri civardaki bir barajın
kapaklarının açılarak köyün sular altında kalmasını teklif ediyordu. Başka
tekliflerde getiren konuşmacıların tamamı İslam Dini’ni suçluyordu. İşte o
sırada söz alan bir ilahiyatçı konuşmaya başladı. Şunları söyledi: “Hepinizi
çok üzgün görüyor ve şaşırıyorum. Bense sevinçliyim; çünkü böyle bir vahşet
ülkemizin kırk binden fazla köyünden sadece birinde olmuştur. Oysa son otuz
yıldır uygulanan din politikaları sebebiyle köylerimizin tamamında olmasından
korkulurdu. Sadece bir köyde olmasının sebebi; İslam Dini’nin ulviliği,
yüceliği ve Türk Milletinin bilgeliği, irfanıdır. Atatürk siyasete alet
edilmiş, müesseseleri çarpıtılmış, İsrailiyata bürünmüş, dünyevi menfaatlere
feda edilmiş, hurafelere boğulmuş bir dini hayat yaşayan, okumuşları yıllar
süren savaşlarda şehit olmuş, çoğunluğu cahil Osmanlı toplumundan, bir Türk
milleti oluşturmak için radikal inkılâplar yapıp geçti. Arkadan gelen
takipçiler, yapılanları tamamen yanlış anlayarak dini yasakladılar, namaz
kılanları takibe aldırıp dini eğitimi men ettiler. İnsanlar yeraltında, dini
bilmeyen sözde hocalardan yalan yanlış şeyler öğrendiler ve toplumun dini
hayatı adeta Osmanlı’nın bile gerisine düştü. Çare, eğitimin Tevhid-i Tedrisat
Kanunu’na uygun biçimde yapılması ve insanlara bu eğitimde dinlerinin de
öğretilmesidir.” Bu sözler etkili oldu, vaveyla sona erdi ve köylülere zulüm
yapılmaktan vazgeçildi. Bu ilahiyatçı Yaşar Kutluay idi.”[4]
1968’de
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde hoş olmayan bazı olaylar cerayan
etmekteydi. Ankara Üniversitesi Senatosuna mensup bazı profesörler, adeta
İlahiyat Fakültesi’nin ölüm fermanını yayınlamışlar ve bu yayınlarını da
mesnetsiz sebeplere dayamışlardı. Dönemin rektörü Suut Kemal Yetkin İlahiyatçı
profesörlerin sessiz kalmasını söylemekle birlikte kendisi de durumu düzeltme
çabası içinde değildi. Bu ölüm fermanı niteliğini taşıyan raporda İlahiyat
Fakültesi’nin başka bir fakülteye bağlanması ya da kapatılması teklif
ediliyordu.[5] İşte
böyle bir havanın estiği 1968 yılında bir fakülte kurulunda yaşanan ve Yaşar
Kutluay’ın cesaretini, hiçbir zaman olaylara sessiz kalmadığını gösteren bir
olayı Süleyman Hayri Bolay, bize şu şekilde anlatmıştır:
“1968’de
bir gün, fakülte kurulunda, Yaşar Bey Ankara Üniversitesi’nin rektörü ve aynı
zamanda önemli bir konuma sahip olup arası siyasetle iyi olan Suut Kemal
Yetkin’e “Yeter sizden çektiğimiz, çekilin gidin başımızdan, bizi rahat
bırakın.” diyerek toplantıdan kovmuştur. Suut Kemal Yetkin hiçbir cevap
vermeden orayı terk etmiştir. Ve bu olaydan sonra da sular durulma yoluna
girmiştir.” Bolay, O’nun sorunları tartışmaktan ve çözüm üretmekten çekinmeyen
kişiliği hakkında şu analizi yapar:
“Becerikli,
aklı eren bir insandı. Yaratıcı bir zekâya sahipti. Herkesle anlaşır, her çeşit
insanla diyaloga girer, münasebet kurardı. Karşı olanlar bile onu severdi.
İnanılmaz bir cesarete sahipti. Çok faaldi. Alışılmışın dışına çıkmayı severdi.
Hareket adamıydı. Devlet kademeleriyle münasebeti vardı. Dindarlığı ve
milliyetçi yönü kuvvetli olan bir insandı. Yaşasaydı, İlahiyat Fakültesi’nde
büyük hamleler yapacağına inandığım birisiydi. Çünkü İslami tefekkürü
değiştirmek ve geliştirmek adına kafasında çok projeleri vardı. Her zaman bir
şeylerin değişmesi gerektiğini, bir şey yapmadan durmanın doğru olmadığını
söylerdi. Eğer Allah ömür verip yaşasaydı, profesör olur olmaz rektör olurdu.
Ve bunu da kimse engelleyemezdi. Herkes O’na oy verirdi. O’nun dirayetine,
cesaretine, samimiyetine, yaratıcılığına ve hoşgörülülüğüne oy verirdi.
Hoşgörülüydü; ama yeri geldiğinde tavrını koyar, gerekeni yapardı.”
Yaşar
Kutluay’ı en iyi tanıyan ve O’nun en yakın arkadaşlarından birisi olan Necati
Öner’e sorduk. Aradan geçen onca yıl, esrarlı bir şekilde ve zamansız yitirilen
arkadaşın hüznünü silmeye yetmediği Necati Bey’in yüzünden anlaşılıyordu. Bize
biraz zorlanarak da olsa O’nun kişiliği hakkında yapmış olduğu şu tespitleri
söylemiştir:
“Yaşar
Bey normalin üstünde bir zekâya sahipti. Hazır cevaptı ve aynı zamanda da espriliydi.
Uyumlu bir insandı. Konya’ya birlikte ders vermeye giderdik. Hiçbir anlaşmazlık
yaşamadık. O, tam bir aksiyon adamıydı. Durağanlığı sevmez, yenilikler peşinde
koşardı. Dile olan yeteneğinden dolayı çok çabuk tercüme yapardı. Çok çabuk
yazı çıkarırdı. Dost olarak da mükemmel bir insandı.”
Birlikte
Kuran tercümesi yaptığı arkadaşı Hüseyin Atay ise Yaşar Kutluay hakkında bize
şunları söyledi:
“Oldukça
cesurdu. Fikirlerini her yerde çekinmeden söylerdi. Bir şeyi söyleşiyi oldukça
kibardı. Ortak çalışmaya yatkın, uyumlu bir insandı. Olaylara bakış açısı,
zihniyeti çok güzeldi. Dönemin olaylarından hiçbir zaman uzak kalmamış,
gerektiği yerde gerekeni yapmaktan bir an bile şüphe duymamıştır. Siyasetle de
bağlantısı vardı.”
Yaşar
Kutluay’ın kişiliğini yazarken, O’nunla on yılını paylaşmış olan, O’na iki
çocuk veren, hiçbir zaman yanından ayırmadığı eşi Suzan Kutluay’la konuşmamak
büyük bir eksiklik olacaktır. Bu nedenle Suzan Hanım’la da konuyla ilgili
konuştuk. O’nu zamansız kaybetmenin acısını hala yaşayan eşi, kişiliğiyle
ilgili oldukça önemli analizler yaptı:
“İnanılmaz
derecede çok okurdu. Dünyanın her yerinden tanıdıkları, dostları vardı.
Amerika, Almanya, Avusturya, Irak, Mısır vs. buradaki dostları sayesinde
alanında çıkan kitapları takip eder ve çoğu zaman bu eserler eline de geçerdi.
Çok geniş bir muhit sağlamayı başarmıştı. Alanı dışında çizgi roman okumayı
severdi. Ayrıca Türk müziğiyle ilgilenir, binlerce güfteyi hikâyesiyle bilirdi.
Edebiyatı çok iyiydi. Felsefeyle de yakından ilgilenirdi. Her zaman kaliteli
müzik dinlerdi. Okuduğu her şeyden not alma özelliği vardı. Aldığı notlarla
kısa zamanda kitap yazardı. Çok velüt bir insandı. Her şeyin tartışılması
gerektiğine inanırdı. Dinin tartışılmasının imana zarar vermeyeceğini, her
şeyin bilimsel temelde araştırılıp değerlendirilmesi gerektiğini söylerdi.
Dernekçi faaliyetleri olmadı; ama çok iyi bir organizatördü. Emekli olunca
siyasete atılacağını söylerdi. Yaşar Bey’in birçok projesi vardı. Bu
projelerinin çoğunu şimdi hatırlamam mümkün değil. Ama bunlardan biri
öğretmenler ve imamlar ile ilgiliydi. Köy öğretmenlerinin bir imamın dini
bilgisi derecesinde, dini bilgiye sahip olması gerektiğine inanırdı. Eğitim
fakültelerinde bu bilgilerle öğrencilerin donatılması ve ayrıca imamın da bir
öğretmenin bilgi ve görüşüne sahip olması gerektiğini söylerdi. İmam, aydın din
adamı modelini temsil etmeliydi. Böylelikle, öncelikle köylerde baş gösteren,
en başta dinle ilgili olmak üzere hurafelerin önüne geçilmiş olacaktı. Zekâtla
ilgili projeleri de vardı.[6] Yaşar
Kutluay, gittiği her yerde popülaritesiyle, insan ilişkilerindeki başarısıyla,
esprileriyle ilgi çekerdi. Hemen kendine bir çevre elde etmeyi başarırdı.
Londra’ya gittiğimizde, orada da çabucak bir çevre edinmiş ve birçok kimse
tarafından tanınmıştı. İslam Dini hakkında sorusu olanlar hep onu bulurdu. Çok
güzel cevaplar verip, insanları tatmin ettiği için soru soran bir daha gelir ve
adını duyan başkaları da onu bulurdu. Londra’da kaldığımız dönemdeki
büyükelçinin karısı kanserdi. Kutluay, her gün gidip o kadınla konuşur, ona
moral verir ve onu rahatlatmaya çalışırdı. Bu konuşmalar hasta kadın için çok
iyi gelmiştir. Sohbeti çok hoştu. Bu yüzden her yerde dinlenirdi. Dinimizi
insanlara çok güzel anlatırdı. O, bütün hücreleriyle Allah’a inanırdı. Desinler
diye bir şeyler yapmaktan hiç hoşlanmaz ve kendisi de yapmazdı. Takva sahibi
bir insandı. Dini, hayatında yaşama şekliyle dikkat çekerdi. Çalışkan, dürüst,
sözünün eri ve cömert bir insandı. İyi bir eş ve iyi bir aile babasıydı.
İnsanlara ve özellikle ailesine karşı, sevginin ötesinde büyük bir saygısı
vardı. Çok beyefendiydi. On yıllık evlilik hayatımızda hiç kavgamız olmadı.
Yaşar Bey’i kaybettiğim zaman yaşadığım acı tarif edilemez. Aradan ne kadar uzun
yıllar geçse de yokluğunun yeri hiç dolmadı. Ben O’nun ölümünün sadece bizim
için değil, Türk toplumu için de büyük bir kayıp olduğuna inanıyorum. Yaşasaydı
yapacağı çok şey vardı.”
Etrafı
tarafından genelde sevilen ve sayılan bir insan olan Yaşar Bey’i kardeşi Kamil
Kutluay, “idealim ve enes-i ruhum” diye nitelendirmektedir. Ayrıca bunlara ek
olarak şu değerlendirmeleri yaptı:
“O
benim rehberimdi. Her söylediğine kuşku duymadan inanırdım. Bir abiden çok
benim için bir babaydı. Dert ortağımdı. Her koşulda beni dinlerdi. Çalışkan,
dürüst, faziletli, yardımsever, cesaretli, güler yüzlü, insanları ve vatanını
seven bir insandı. Ağabeyimin erken ölümünden dolayı, onun cesareti ve olaylara
karşı çekinmez tavırları sayesinde yapacağı şeyler açısından, milletimizin
kaybının, ailemizin kaybından daha büyük olduğuna inanıyorum.”
Yaşar
Kutluay’la ilgili görüştüğümüz kişilerin, yukarıda da anlatıldığı üzere, ortak
görüşleri, O’nun çok cesur, yenilikçi, milliyetçi, insanlarla diyalogu iyi olan
ve idealist bir insan olduğudur. Olumsuz olan olaylara karşı sessiz kalmayan ve
her zaman yeni bir şeyler yapma çabası içinde olan Kutluay’ın, yaşasaydı,
ülkesi için yapacağı daha pek çok ideali vardı. Bu nedenle de erken ölümü
ülkesi, Türk milleti ve ilahiyat alanı için büyük kayıp olmuştur.
YAŞAR
KUTLUAY’IN YAZILARI
Yaşar
Kutluay arkadaşlarının anlattığına göre çok çabuk yazı yazabilen bir insandı.
Okuduğu her şeyi çok dikkatli okuyup not alır ve kısa zamanda bir eser meydana
getirirdi. Yabancı dile olan yeteneğinden dolayı farklı dillerden, Türkçeye
tercümeler de yapmıştır. İşte eşinin “velüt” olarak tanımladığı Kutluay, kısa
olan akademik hayatına çok eser sığdırmayı başarmıştır. Tercümelerinin yanında,
farklı dergilerde makaleleri ve bir gazetede de tefrika şeklinde yazıları yayınlanmıştır.
Bu bölümde, eserleri ve yazıları hakkında tek tek bilgi verilecektir.
ESERLERİ:
1.
İslamiyet’te ItikadiMezheplerin Doğuşu:
Bu çalışma, Yaşar Kutluay’ın ilk eseridir. 1959’da doktora tezi olarak
hazırlamış ve sonra da yayınlamıştır. Başta yer alan önsöz bölümünde yazar,
mezhep kavramının tanımını yapmış ve İslam Mezhepleri Tarihi’nin gelişmesini
birkaç merhaleye ayırmıştır. Daha sonra aynı bölümde İslam Mezheplerini
araştırırken kaynak kullanımının nasıl yapılabileceği hakkında bilgi vermiştir.
Yine önsöz bölümünde, İslam’dan önce Arapların ilmi seviyesini anlatmış ve
Arapların birçok eski medeniyet merkezlerinin bakiyeleri üzerinde veya
yakınında olmalarına, birçok fikir ekollerinin bulunduğu bölgelere komşu
bulunmalarına rağmen, teşekkül etmiş bir fikir ananesinden ziyade tecrübe ve
görgüye dayanan bazı “kaba” bilgilerden başka bir şeye sahip olmadıklarını
belirtmiştir.[7]
Bu şekildeki Araplar arasında bir düşünce sistemi geliştirmeyi başarmış olan
Hz. Muhammed, arkasında bir Kitap ve Sünnet, etrafında birleşmiş tek vücut bir
kitle bırakarak vefat etmiştir diyerek Önsöz’ü bitirmiştir.
Yazar
Önsöz’den sonra Birinci Kısma geçmiştir. Bu kısımda öncelikle ilk üç halifeden
bahsetmiş, ardından Hz. Osman’a yapılan eleştirilere ile Yahudiyken sonradan
Müslüman olan Abdullah b. Sebe’nin siyasi ve teolojik faaliyetlerine yer
vermiştir. Daha sonra Hz. Osman’ın katlini ve Hz. Ali’nin hilafetini
anlatmıştır.[8]
Cemel ve Sıffın savaşlarından da bahseden yazar, Hz. Osman’ı öldüren,
Cemel Savaşı’nı tetikleyen ve Sıffin Savaşı’nın kaybedilmesine neden olanların
Abdullah b. Sebe taraftarları olan Sebeiyye olduğunu belirmiştir. Son olarak
Şiilerin ve Haricilerin teolojik görüşlerini anlatmıştır.[9]
İkinci
kısımda yazar, İslam cemiyeti içinde çıkan münakaşa ve fikir ayrılıklarının
menşeinin yine bizzat İslam cemiyetinin kendisi olduğunu ispat etmeye
çalışmıştır. Bununla ilgili deliller ortaya koymuştur.[10]
Ardından Mutezile, Vasıliye, Cebriye ve Mürcie’den kısaca bahsederek ikinci
kısmı sonlandırır.[11] İslam
cemiyetinin içindeki fikir ayrılıklarının kaynağını anlatan kısa bir sonuç
bölümüne yer vererek kitabı bitirmiştir.[12]
2.
Tarihte
ve Günümüzde İslam Mezhepleri: Yaşar Kutluay bu eseri
1965’te yazmıştır. Kitap yedi bölümden oluşmaktadır. Bölümlere geçmeden önce
yazar Giriş kısmında mezhep kavramını açıklamıştır. İtikadi ve fıkhi
mezheplerin niçin bu isimlerle ayrıldığını ve bu mezheplerin çıkış sebeplerini,
fazla ayrıntıya girmeden genel itibariyle anlatmıştır.[13] Kitabın
Birinci Bölüm’ünde tarihte mezhep hareketlerinin başlama sebeplerine yer
verilmiştir. Yazar bu sebepleri içtimai ve dini sebepler ile siyasi sebepler
olmak üzere ikiye ayırmıştır. İçtimai ve dini sebepler içinde Arapların İslam
dini öncesi durumunu, ilmi seviyesini, hangi dinlerle temas halinde olduklarını
anlatmış ve ardından temas halinde oldukları Yahudilik, Hıristiyanlık ve
Mecusilik dinleri hakkında bilgi vermiştir. Bu dinlere mensup insanların
Müslüman olmasıyla bazı dini ayrılıkların meydana geldiğini belirmiştir.[14] Ardından
siyasi sebeplere geçmiştir. Bu başlık altında halifelerden, Hz. Osman’ın
öldürülmesinden ve olaylı ölümün ardından çıkan Hz. Ali zamanındaki olaylardan
bahsetmiştir. Bu olayların sonucunda ise Şii ve Harici mezheplerin ortaya
çıktığını belirtmiştir. İslam tarihinin ilk yıllarında çıkan kargaşaların
müsebbibi olarak Abdullah b. Sebe’yi göstermiştir.[15] Birinci
bölümün sonunda, İslam tarihinin ilk yıllarında mezheplerin dini iktidar
yolunda istismar ettiklerini, modern çağda ise batılı devletlerin İslam
ülkelerindeki mezhep ayrılıklarını kendi menfaatleri için kullandıklarını
söylemiştir.[16]
İkinci
Bölüm’ü, Müslümanlar arasında meydana gelen savaşların ardından ortaya çıkan
itikadi tartışmalar, kader meselesi ve Allah’ın sıfatları konusu ile bu
konularda ayrılığa düşen mezheplerin hangileri olduğu konuları oluşturmaktadır.[17]
Bu bölümde bahsedilen mezhepler, Cebriye,[18] Mutezile,[19] Mürcie,
Müşebbihe ve Mücessime’dir. Ancak yazar, Mürcie, Müşebbihe ve Mücessime’yi
müstakil ve sistematik mezhep olmaktan ziyade, genel bir görüşe verilmiş isim
olduğunu belirtmiştir.[20]
Üçüncü
Bölüm’de Haricilerin nasıl ortaya çıktığından, genel olarak görüşlerinden ve
ayrıldığı belli başlı kolları ile bu kolların görüşlerinden bahsetmiştir.[21] Bölümün
sonunda da, X. Yüzyılda Fatımiler, İbadiler ve Endülüs Emevi Devleti arasında
meydana gelen, mezheplerin dini siyasete nasıl alet ettiğiyle ilgili bir örnek
olay anlatmaktadır.[22]
Dördüncü
Bölüm’de de Şii kavramının anlamı, bu mezhebin nasıl ortaya çıktığı, görüşleri
ve Şii mezheplerin tasnifi yer almaktadır. Şii fırkaları genel itibariyle Gulat
(Galiye) ve İmamiye olmak üzere ikiye ayırmıştır. Galiye ve İmamiye sınıfına
giren mezhepleri de tek tek ele alıp açıklamıştır.[23] Bölümün
sonunda günümüzdeki İsmaili hareketleri anlatmıştır.[24]
Beşinci
Bölüm’de, mehdi fikrinden hareketle son yüzyılda ortaya çıkan iki büyük
hareketten bahsedilmiştir. Bunlar, görüşlerine kısaca değindiği Bahailik[25]
ve Ahmedilik’tir. [26]
Altıncı
Bölüm’de Ehli Sünnet ve’l-Cemaat’i kelami ve fıkhi yönden incelemiş[27]
ve son bölümde de Türkiye’deki mezhep ve tarikatların durumu üzerinde
durmuştur.[28] Bu
son bölümün konusu günümüzü ilgilendirmesi hasebiyle daha bir önem teşkil
etmektedir. Çünkü burada insanların niçin tarikatlara yöneldiğini de açıklamaya
çalışmış ve şeyhlerin yaptıkları yanlışlar üzerinde durmuştur.
Yaşar
Kutluay bu eserinde, mezheplerin günümüzde hangi bölgelerde yaşadığını, faaliyetlerini,
oluşturdukları cemiyetleri ve ortaya koydukları eserleri hakkında bilgi
vermiştir. İslam Mezhepler Tarihi’ni anlama açısından önemli bir eserdir. Ancak
klasik tarzda yazıldığı için eleştirilebilecek bazı noktaları vardır. Bu
noktalara daha sonra değinilecektir.
3.
İslam
ve Yahudi Mezhepleri: 1964’te doçentlik tezi olarak
hazırladığı bu çalışmayı daha sonra 1965’te yayınlamıştır. 1962 ve 64 yılları
arasında İsrail’de kaldığı dönemde, Kudüs İbrani Üniversitesi’nde Yahudi dini,
tefekkürü ve mezhep hareketleri üzerinde yapmış olduğu tetkikler sonucunda bu
eseri yazmaya karar verdiğini “önsöz” bölümünde söylemektedir. Ayrıca aynı
yerde, kitabı yazma amacının İslam dini ve Yahudi dininin mezhepleri arasında,
itikadi yönden, bir mukayese denemesine girişmek olduğunu belirtmiştir.[29]
Kitap
toplam üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüme geçmeden önce giriş kısmında
konudan bahsettikten sonra, İslamiyet’ten önce Arap Yarımadası’nın ve Arapların
durumu hakkında bilgi vermiştir.[30]
Ayrıca aynı yerde, Kuran-ı Kerim ve Hz. Muhammed, Kuran-ı Kerim’e yansıyan
sorular, ilk halife Ebu Bekr ve Ömer b. Hattab devri ile ilgili yazılara yer
verilmiştir.[31]
Birinci
Bölüm’de, Osman b. Affan’ın hilafeti devrinden başlayarak ilk İslam
mezheplerinin çıkmasına neden olan olayları incelemiş[32],
Harici ve Şii fırkalara, kollarıyla birlikte tafsilatlı olarak yer vermiştir.[33]
Sonunda da Mürcie ve Mutezile’den kısaca değinmiştir.[34] Birinci
Bölüm’de bahsedilen konuları fazla bir farklılık görmeksizin, yazarın İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu ve Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri
kitaplarında da bulmak mümkündür.[35]
İkinci
Bölüm’de ise Yahudi dini, kitapları,[36] yaşadığı
siyasi olayları, tarihte geçirdiği devirleri, bugünkü durumunu[37]
ve mezhepleri[38] üzerinde
durulmuştur.
Son
Bölüm’de, İslam Dini ve Yahudi Dini mezhepleri arasındaki paralel görüşlere
karşılaştırma yöntemini kullanarak yer vermiştir.[39]
YAPTIĞI
ÇEVİRİLER:
1.
Siyonizm
ve Türkiye: Tarihte çok acılar çekmiş, istilalara ve
kıyımlara uğramış, yurtlarından sürülmüş olan Yahudiler, her zaman Filistin’de
bir araya gelme ideali taşımışlardır. Yahudilerin Filistin’de toplanıp,
Süleyman Mabedi’ni yeniden inşa etme idealine Siyonizm denmektedir. XIX. Yüzyılda
baskıların artmasıyla birlikte, aralarında, bir devletin himayesinde bir araya
gelip koloniler halinde yaşamlarını sürdürebileceklerini ve mekânın da Filistin
olacağı fikri yavaş yavaş gelişmeye başladı. Bu ideali gerçekleştirmek için
farklı cemiyetler kuruldu. Bu karışık dönemde, hukuk tahsil etmiş, doktora
yapmış, Viyana’da bir gazetenin edebiyat ve siyaset konularındaki yazılarını
tertip ve tanzim eden Theodor Herzl adında genç bir adam sahneye çıkıyor. Bütün
dünya Yahudilerini Filistin’de toplayarak bir Yahudi Devleti kurma fikri
diyebileceğimiz Politik Siyonizm hareketinin kurucusu bu şahıstır. Bunun için
1895’de faaliyetlerine başlayan Theodor Herzl, 1904 yılındaki ölümüne kadar
bütün faaliyet ve düşüncelerini hatıra defterine geçirmiştir. Filistin’in
sahibi olması hasebiyle, hatıralarının bir kısım yerinde Türkiye, Sultan
Abdülhamit ve o zamanki devlet adamları yer almaktadır. İşte bu eserinde Yaşar
Kutluay, Theodor Herzl’in hatıralarının diğer bölümlerini hulasa etmiş, Türkiye
ile ilgili olan yerleri aynen vermiştir.
Bu
hatıraları naklettikten sonra da 1904 yılında Theodor Herzl’in ölümünün
ardından meydana gelen gelişmeleri ve Filistin’de Yahudi Devleti’nin kuruluşuna
kadar olup bitenleri anlatmıştır.
Yaşar
Kutluay, Londra’ya gittiği zaman British Museum’dan aldığı bu eseri Almancadan
Türkçeye çevirmiş ve 1968’de Türkiye’de yayınlamıştır.
2.
İslam
Düşüncesi ve Tarihteki Yeri: De Lacy O’leary’nin bu
kitabını Hüseyin Yurdaydın ile birlikte 1959’da Türkçeye çevirmiştir.
3.
İslam
Felsefe Tarihi:
İslam felsefe tarihini derli toplu biçimde ele alan ilk çalışma olması
hasebiyle önemli bir eserdir. T. J.de Boer eserini 1908’de yazmıştır. Kitap
1938’de Arapçaya çevrilmiştir. Daha sonra Yaşar Kutluay tarafından Türkçeye
kazandırılmış olan bu eser, bu konuda çalışanlara her zaman kaynak eser
olmuştur.
4.
Sapıklarla
Dinsizlerin Çeşitli Mezhepleri: Eser, Ebu Muhammed Osman
b. Abdullah b. El-Hasan el-Iraki el-Hanefi’ye aittir. Kutluay ilk önce 1961’de
eserin tahkikini yapmış, ardından 1962’de ise eseri Türkçeye tercüme ederek o
tarih itibariyle önemli bir eseri Türkçeye kazandırmıştır.
5.
Kur’an-ı
Kerim Tercümesi: Diyanet İşleri Başkanlığının
verdiği yetkiyle 1960-1961 yıllarında, Hüseyin Atay’la birlikte bu çalışmayı
yapmıştır. Bu tercümede özellikle sade bir dil kullanılmıştır. İlk yapıldığı
dönemde eleştirilere maruz kalsa da, benzeri olan çalışmalar içinde önemli bir
yere sahiptir.
Hüseyin Atay’la yaptığı Kur’an
tercümesinin birinci cüzünün çevirisi 1962 yılında, Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi’nin dördüncü cildinde de yayımlanmıştır.
6.
Hasan
Basri’nin Kader Hakkında Halife Abdülmelik b. Mervan’a Mektubu:
Lütfi
Doğan’la birlikte Arapçadan tercüme yapmıştır. İslamiyet’te İtikadi Mezheplerin
Doğuşu adlı kitabında da bu mektuba oldukça geniş yer vermiştir.[40]
1954’te yapılan bu tercüme Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi’nin üçüncü cildinde yayımlanmıştır.
MAKALELERİ:
1.
Mezhepler
Tarihi Yönünden Said Nursi ve Nurculuk: İslami
Tetkikler Enstitüsü Dergisi için kaleme almış olduğu bu yazı, kendi alanında
neşredilenlerin içinde, oldukça özgün bir yazıdır. Karşılaştırma yöntemini
kullanarak Şii Fırkaların görüşleri ile Said Nursi’nin takipçileri olan
Nurcuların görüşleri arasındaki benzerlikleri göstermiştir. Bu benzerlikleri
maddeler halinde sıraladıktan sonra şu sonuca varmıştır: “Said Nursi’nin ortaya
attığı bu hareket, bu haliyle tipik bir fırka hüviyetini taşımakta, geçirdiği
merhale ve istihaleler de bunu teyid etmektedir. Cemaatin bundan sonraki
vaziyeti ne olacaktır, ne gibi bir mecrada akacaktır, sorularının cevabını
zaman verecektir.”[41]
2.
İbadilere
Ait Bazı Metinler: 1967’de yazmış olduğu bu
makalesi, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisinde yayınlanmıştır.
Makaleye İslam mezheplerinin incelenmesinde kullanmış olduğu yöntemi belirterek
başlamıştır. Ardından İbadilerin bugün yaşadıkları bölgeleri saymıştır. Daha
sonra da bu mezhebe ait önemli eserleri tanıtmıştır. [42]
3.
Yusuf
Ziya Yörükhan’ın Makaleleri: Yaşar Kutluay bu
çalışmayı 1954’te yapmıştır. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisinde
yayınlanmıştır. Bu makalede yazar, Yusuf Ziya Yörükan’ın makalelerini, nerede
ve ne zaman yayınlandığını belirterek isimleriyle alt alta sıralamıştır.[43]
4.
Yahudi
Milliyetçiliğinden Alacağımız Dersler: Türk Yurdu
dergisi için 1968’de yazmış olduğu bu makalesinde, adından da anlaşılacağı
üzere Yahudilerin milliyetçi ruhundan bahsetmiştir. Ardından Türklerle
Yahudilerin bu konuda hiç benzemediğini, tarihte çok sıkıntılar çektiği halde
birlikte olmayı yine başarabilen Yahudilerin yanında Türklerin, büyük bir
medeniyetin mirasçılarıyken kendi kimliklerini bile korumayı başaramayıp batıyı
taklit eden mukallitler haline geldiğini söylemektedir. Bu nedenle Yahudilerin
milliyetçiliğinden biraz ders almamız gerektiği tespitini yapmaktadır. Böyle
yaparak Türk Milletinin kendini sömürgeleştirdiğini ifade etmektedir. [44]
5.
Türkiye’de
Din Eğitimi: Haftalık bir gazete olan Devlet
Mecmuası’nda yayınlanan bu makalesini 1969’da kaleme almıştır. Cumhuriyetten
sonra din eğitimi alnında yapılan inkılâplara yer vererek yazısına başlamıştır.
Türkiye’de insanların aksayan kurumları ıslah etmek yerine kapatmayı tercih
ettiğini, bu nedenle dini eğitim veren okulların da işlevini yerine
getiremediği iddia edilerek kapatılmasına karar verildiğini ifade etmiştir.
Ardından din eğitimi sokak aralarında bilgisiz insanların eline kalmış, yeterli
imam, müezzin, vaiz, müftü bulunamaz olmuştur. 1949-50 yıllarında imam hatip
okulları tekrar açılmaya başlanmış ve bir de ilahiyat fakültesi kurulmuştur.
İlk dört sene imam hatip okullarına yeterli öğretmen bulunamamış, bu açık daha
sonra biraz kapansa da düzenlenen eğitim-öğretim
programları
ihtiyaca cevap verecek nitelikte hazırlanamamıştır. Ancak ilahiyat fakültesi
kayda değer bir gelişmeyi kısa zamanda başarmıştır.[45]
6.
Okullarda Din Eğitimi ve Imam-Hatip Okulları:
“Türkiye’de
Din Eğitimi” yazısından iki hafta sonra aynı mecmuada bu makaleyi yazmıştır. Bu
yazısında ülkeyi dinsiz bırakma çabalarının ilki olarak imam hatip okullarının
ve İstanbul Üniversitesi’ne bağlı ilahiyat fakültesinin kapanmasını, ayrıca din
derslerinin programlarının ne kadar kötü olduğunu konu almıştır. Dinsiz bir
toplum olamayacağı için, insanlar, dini ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla bu
konuda yetersiz olan kişilere başvurmuştur. Yazarımız Türk toplumunun dini
inancındaki bu günkü sapmaların kaynağının işte bu dönem olduğunu ifade etmiş
ve makalenin sonunda din dersinin önemi üzerinde durmuştur.[46]
7.
Eski Tehlikenin Yeni Yüzü: İslam
ülkelerindeki özellikle de memleketimizdeki misyonerlik faaliyetlerine
dikkatleri çektiği bu yazısı Diyanet Dergisi’nde yayınlanmıştır. Birçok
makalesinde olduğu gibi dini eğitimin önemine burada da vurgu yapıldığı
görülmektedir.[47]
KİTAP
TANITIMLARI:
1.
God
and Man in the Koran, Semantics of the Koranic Weltanschauung - Toshihiko
Izutsi. Tokyo da 1964’te yazılan bu eserin tanıtım
yazısı 1967 tarihli Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi’nin XIV.
Cildinin 293-294 sayfaları arasında yayınlanmıştır.
2.
A
History of Muslim Philosoply with Short Accounts of Other Disciplines and the
Modern Renaissance in Muslim Lands: 1963’te
Pakistan’da bir komite tarafından hazırlanan kitabın tanıtımını, Yaşar Kutluay,
1965 tarihli Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi’nin XIII. Cildinin
56-57 sayfaları arasında yayınlanmıştır.
3.
His
Life and Works: İranlı bir bilim adamı olan
Soheil M. Afnan’ın İbn Sina’yı etraflı bir şekilde ele aldığı bu eserini Yaşar
Kutluay genel hatlarıyla tanıtmıştır. Tanıtım yazısı Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi’nde yer almaktadır. Cilt VII, tarih 1960, sayfa
179-180.
4.
Arabic
Thought and its Place in History - De Lacy O’Leary:
Daha sonra tercümesini de yaptığı bu eserin tanıtım yazısı da aynı dergide
yayınlanmıştır. Cilt V, sayı 1-4, tarih 1958, sayfa 206-208.
5.
Mohammedanism-An
Historical Survey - H. A. R Gibb: 1950’de
Londra’da yazılan eserin tanıtım yazını da yine aynı dergide görmekteyiz. Cilt
IV, sayı 1-2, tarih 1955, sayfa 95-97.
6.
İslam’dan
Önce Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Doç. Dr. Neşet Çağatay: 1957’de
yazılan eserin tanıtımını, 1959’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisinde yayınlamıştır. Cilt VI, sayı 1-4, tarih 1959, sayfa 159-162.
F. YAZMIŞ OLDUĞU BAZI ANSİKLOPEDİ MADDELERİ
1.
Sümame:
Sümame b. Aşras Ebu Me’an el-Numayri el-Basri adlı bu Mutezile kelamcısı
hakkında 1967’de, İslam Ansiklopedisi’nde kısa bir yazı yazmıştır.[48] Bu
kelamcı hakkında bilgi toplarken iyi bir saha araştırması yaptığı açıkça
görülmektedir.
2.
Fıkıh:
Fıkıh ilmi hakkında bilgi verdiği bu yazısı 1968’de Türk Ansiklopedisi’nde yer
almaktadır.[49]
3.
Gafir:
1969’da yazdığı bu yazısında, Kuran’ın kırkıncı suresi olan ve genel itibariyle
el-Mümin suresi diye bilinen Gafir suresinin içeriği hakkında bilgi
verilmektedir.[50]
Türk Ansiklopedisi’nin XVII. Cildinin 107. sayfasında yer almaktadır.
4.
Gayb
ve Ricat: Üzerinde çokça çalıştığı Şii
mezhebine ait olan bu doktrinler hakkında bilgi verdiği yazısı, 1969’da, Türk
ansiklopedisi’nde yayınlanmıştır. [51]
[52]
5.
Hilafet:
Türk Ansiklopedisi’nde 1969’da çıkan bu yazısı oldukça önemli bilgileri ihtiva
etmektedir. Hilafet makamı hakkında üç farklı görüşten ve bunların tarihteki
tezahürlerinden bahsetmiştir. İlki Hilafetin Kureyşliliği görüşü, ikincisi
Harici görüş, üçüncüsü ise Şiilerin benimsediği görüştür.
G. BAZI
GAZETE VE DERGİLERDE ÇIKAN YAZILARI:
1.
Ankara
Üniversitesi Senatosu Üyelerine Açık Mektup:
Adından da anlaşılacağı üzere Yaşar Kutluay’ın Ankara Üniversitesi senato
üyelerine yazılmış, mektup niteliğinde bir yazıdır. Yazı 1969’de Devlet
Mecmuası’nda yayınlanmıştır. Bu yazıyı neden, basını araya koymadan, doğrudan
senatoya yazmadığını da yazısında kendisi açıklamaktadır. Bu konudaki ifadesi
şöyledir. “İlahiyat Fakültesi’nin kararlarının, üniversitenin büro kısmında
kalıp sizlere ulaşmadığını birçok kere gördüğümden dolayı, bu husustaki
maruzatımı açık mektup şeklinde yapmak zorunda kaldım.” Yaşar Kutluay’ın bu
mektubu, Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakültelerine ait beş profesörün hazırlayıp
senatoya sunmuş olduğu, İlahiyat fakültesinin bir nevi ölüm fermanını taşıyan
komisyon raporuna bir cevap niteliğindedir. Rapordaki İlahiyat Fakültesine
karşı yapılan saldırıların hepsine mektubunda, tek tek cevap vermiştir.
Komisyon kararının son maddesi İlahiyat Fakültesi’nin kapanması ya da bir başka
fakülteye bağlanması gerektiğini ifade ediyordu. Bu ve diğer maddeler teker
teker incelendikten sonra karşılık olarak İlahiyat Fakültesi Genel Kurulu
toplanmış ve yedi maddelik bir karar almıştır. Yaşar Kutluay, yazısının sonunda
bu yedi maddeden oluşan kararlara yer vermiştir.
2.
Tercüman
Gazetesinde Çıkan Yazı Dizisi: Yaşar
Kutluay, 1969 senesinin Ramazan ayı boyunca, Salı ve Cuma günleri Tercüman
gazetesinde yazı yazmıştır.[53]
3.
Radyo
’da Çıkan Konuşmaları: Yaşar Kutluay, o dönemin
en yaygın iletişim aracı olan radyoda da konuşmalar yapmıştır. Bu konuşmalar;
“İslam Ahlakı” ve “İslam ve Zekât” başlığı altında iki konuşmadır. Bu
konuşmaların içeriği, gazete yazılarınınki ile aynıdır.
YAŞAR KUTLUAY’IN MEZHEPLER TARİHÇİLİĞİ
YAŞAR KUTLUAY’IN MEZHEPLERE VE MEZHEPLER TARİHİNE
BAKIŞI
MEZHEP ANLAYIŞI
Yaşar
Kutluay’ın mezhep anlayışından kastımız, O’nun mezhep kavramını nasıl
tanımladığıyla ilgilidir. Kutluay’ın mezhep tanımını çok ayrıntılı olmamakla
beraber kitaplarında açıkça görmek mümkündür.
Kutluay’ın
mezhep tanımını ilk defa, Islamiyette Itikadi Mezheplerin Doğuşu adlı
eserinde yaptığını görüyoruz. İslam Mezhepleri Tarihi’nin, memleketimizde
üzerinde en az durulmuş konulardan biri olduğunu belirttikten sonra, mezhebi
şöyle açıklamaktadır: “İlk olarak itikadi sahada ortaya çıkmış olan mezhepler,
Arapçada fırka olarak tanımlanmaktadır.[54] Mezhepler,
itikadi meselelerde Peygamberin çizmiş olduğu yoldan, çeşitli sebeplerle az
veya çok inhiraf etmiş olan topluluklardır. İlk İslam Mezheplerinin çıkışları
sözüyle de, işte bu fırkaların tarih sahnesinde görünmeleri kastedilmektedir.”[55]
Yaşar
Kutluay, bu açıklamasında, mezheplerin itikadi yönünü ön plana çıkarmış ve bu
farklılaşmaların nedeninin sadece teolojik sorunlara bağlamıştır. Ancak
özellikle Hz. Osman’ın ölümünden sonra gelişen olaylara baktığımız zaman ayrılıkların
ilk etapta siyasi alanda olduğunu görüyoruz. Ayrıca içtimai ve iktisadi bazı
sebeplerin etkisiyle de zuhur eden ilk ayrılıklar daha sonra kendilerine dini
bir çerçeve çizmişlerdir. Bununla birlikte mezheplerin “Peygamberin çizmiş
olduğu yoldan inhiraf etmiş” olduğunu söyleyerek normatif bir tanım
yapmaktadır. Bu tanım mezhep kavramını tanımlamaktan çok, bütün mezhepleri
genel bir değerlendirmeye tabi tutmuş görünümü vermektedir.
Başka
bir eserinde de konuyla ilgili şunları söylemektedir: “Peygamberimiz zamanında
ashab, dinle ilgili yahut gündelik hayata ilişkin sorular sorar, ya Kur’an-ı
Kerim ya da Peygamberimiz bu soruları cevaplandırırdı. Zaten bu sorular genel
itibariyle ameli meselelerle ilgiliydi.[56] [57] Daha
sonraki yıllarda çeşitli sebeplerle kelami ve felsefi karakterli sorular ortaya
atıldı ve itikadi konularda ayrılıklar oldu. Bu ayrılanlar zamanla sistemli bir
grup meydana getirdiler ve mezhep toplulukları meydana geldi. Bu mezheplerin tarihteki
isimleri “Fırka”, bazen de “Nıhle” olmuştur. Fıkıh sahasında olan ayrılıklardan
bunlar farklıdır. Ancak Türkçede her iki tipe de mezhep denilmektedir. ”64
Burada
mezhep oluşumlarının kelami ve felsefi karakterli soruların ortaya atılmasıyla
meydana geldiğini ifade eden Kutluay, mezheplerin oluşumunda etken olan siyasi,
içtimai ve ekonomik vb. diğer unsurları yadsımaktadır. Kutluay’ın mezheplerin
sadece itikadi yönünü ileri çıkartması, bu gruplaşmaların en büyük etkeni olan
siyasi yönüne değinmemesi bazı açılardan sorunludur. Yukarıda zikrettiğimiz
mezhep tanımı da bu sebeple eksiktir.
Mezhepler,
önceleri sadece içtihadi, daha sonraları siyasi ve itikadi olan ihtilaf ve
münakaşaları sistemleştirerek, bir bakıma, birer “dünya görüşü” hüviyeti
kazandıklarını [58] ifade
eden Kutluay, oldukça doğru bir tespit yapmıştır. Ancak ayrılıkların ilk olarak
içtihat alanında başladığı fikrine katılmak mümkün değildir. Çünkü olayların
arka planına baktığımız zaman görüyoruz ki, ilk anlaşmazlıklar siyasi alanda
olmuştur. Hilafet makamına kimin daha layık olduğu ve halifenin uygulamalarıyla
ile ilgili ve buna benzer tartışmalar, içtihat farkıyla açıklanabilecek hususlar
değildir. Bu nedenle mezhepler önce siyasi alanda ihtilafa düşmüşler, daha
sonra itikadi sistemlerini oluşturmuşlardır demek daha doğru olacaktır.
Genel
itibariyle mezhepler dinin anlaşılma biçimleriyle ilgili tezahürleridir. Dini
nitelikli beşeri oluşumlar[59] olan
mezhepler, siyasi, içtimai, iktisadi, coğrafi, tarihi ve benzeri sebeplerin,
dinin anlaşılmasında farklılıklar yaratmasıyla, belirli fikirlerin ya da
şahısların etrafında odaklaşmalar sonucu meydana gelmiştir. Bu odaklaşmalar
zamanla sistematik bir özellik kazanarak, kurumsallaşmış ve Kutluay’ın dediği
gibi birer dünya görüşü hüviyeti kazanmıştır. Sonuç olarak mezhepler sosyal
hayatta derin izler bırakarak varlıklarını sürdürmüş ve sürdürmeye de devam
etmektedirler.[60]
Mezhep
cereyanları, İslam tefekkür tarihinde yaşanan değişimleri, gelişimleri
yansıttığı için, çıkışlarından itibaren takip edilerek tarihi bir incelemeye
tabi tutulduğunda, İslam tefekkür tarihi de ortaya konulmuş olacaktır. [61]
Bu nedenle de mezheplerin çıkışlarından itibaren gösterdikleri gelişmelerin
doğru tespit edilmesi oldukça önemlidir.
MEZHEPLERİN DOĞUŞ SEBEPLERİNE BAKIŞI
Dini
farklı anlama ve yorumlama biçimleri olan mezheplerin, tarih sahnesine
çıkışlarında birçok sebep rol oynamıştır. Bu sebeplerin neler olduğu konusunda
bilim adamları farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Yaşar Kutluay’a baktığımızda
mezheplerin doğuş sebeplerini iki maddede açıkladığını görüyoruz. Bunlar:
1-
İçtimai
ve buna bağlı olarak dini sebepler,
2-
Siyasi
sebepler. Bunun içinde iktidar sahibi olmak isteyen kimselerin bu emellerini
gerçekleştirmek için dini ve bazı kimseleri istismar etmeleri de
düşünülmelidir.[62]
Mezheplerin
zuhur ediş nedenlerini tespit etmek adına, Kutluay’ın yapmış olduğu tasnif
önemli bir adımdır. Ancak yapılan bu tasnif eksik olmakla birlikte, içerikleri
de tam olarak doldurulmamıştır. Özellikle Kutluay’ın, bu tasnifi yapmış olduğu
eserinde içtimai sebeplere getirdiği açılım oldukça yetersizdir. Başka
eserlerinden yararlanarak bu madde hakkındaki fikirlerini tespit etmeye
çalışsak da yine fazla bir şeye ulaşmamız mümkün olmamaktadır.
Kutluay,
içtimai sebepleri açıklarken önce, İslamiyet öncesi Arap toplumu hakkında
kısaca bilgi vermiş, sonrasında ise Arap toplumuna yakın medeniyetlerin fikri
vaziyetini incelemiştir.[63]
Mezheplerin
ortaya çıkışlarında içtimai sebeplerin doğru tespit edilmesi ve anlaşılabilmesi
için İslamiyet öncesi Arap toplumunun iyi tanınması gerektiği konusunda bütün
bilim adamları hemfikirdir. Çünkü her medeniyetin sahip olduğu bir zihin yapısı
vardır. Bireylerin olaylara bakış açısını bu zihin yapısı, yani kayıtsız-
şartsız bağlandığı hükümleri, kavramları ve inançları belirler.[64] Bu
nedenle mezheplerin doğuş sebeplerini anlamak, Arap insanının doğup-büyüdüğü
toplumu yakından tanımakla mümkündür.
Arabistan
Yarımadası’ndaki İslamiyet öncesi dönem “Cahiliye dönemi” olarak
adlandırılmaktadır. Bu ismi neden aldığı konusunda farklı görüşler vardır.
Genel olarak bilgisizlik, inançsızlık, itaatsizlik, hamiyetsizlik ve gururluluk
anlamlarına gelen “cahiliye”, Kuran ıstılahı olarak “ilahı bilmemek veya
Allah’ın indirdiğinden başkasına uymak” demektir.[65]
Kutluay da, ticaretin çok gelişmiş olduğu Arapların, uzun yıllardan beri çevre
ülkelerle ilişki içinde olduğunu ve bu nedenle de içlerine kapalı, medeniyetten
uzak bir yaşantı içine hiçbir zaman girmediklerini belirttikten sonra şu
açıklamayı getirmektedir: “Arapların cahilliği, dini konulardaki
bilgisizlikleri, inanç, adet ve geleneklerdeki yanlış uygulamalarıdır. Yoksa bu
çağda yaşayan Araplar, bütün bütün medeniyetten mahrum bir durumda değillerdi.
Arapların etraftan habersiz, içe kapalı bir toplum olmadığını, o devirden
elimize geçen şiirlere bakıldığında açıkça görmek mümkündür.”[66] Şiirlere
yansıyan tesirleri daha iyi anlamak için çevre bölgelerdeki fikri hareketleri
inceleyen Kutluay, sonrasında şu sonuca varmaktadır: “Kendilerine yakın
medeniyetlerle devamlı ilişki içinde olan Araplar, ne bu bölgelerdeki
fikirlerden ne de kendi içlerinde az da olsa yaşayan Yahudi ve Hıristiyanlardan
fazla etkilenmemişlerdir. En çok şiir ve edebiyata önem verdiklerinden dolayı
dilleri çok gelişmiş olan, ancak ekseriyeti göçebe olup, az bir kısmı yerleşmiş
ve ziraatla uğraşan bu kavmin kültürü, yaşadıkları hayatın zaruretlerinden
doğan tecrübe ve adetlerin geliştirdiği bilgilerin ötesinde değildir. Sonuç
itibariyle, doğal ve basit bir yaşam tarzının sonucu olarak düşünce yapıları da
basit olan Araplarda[67],
teşekkül etmiş bir fikir ananesine rastlamak mümkün değildir.”[68]
İslamiyet
öncesi Arap toplumunun fikri vaziyetleri hakkında isabetli bilgiler veren
Kutluay, o dönemin sosyal yaşantısı içinde önemli bir etkiye sahip olan
kabilecilik anlayışı üzerinde hiç durmamıştır. Çoğunluğu göçebe olarak yaşayan
bu halkın, dini ve siyasi birlikten yoksun oluşu uzun ömürlü devletlerin bu
topraklarda kurulmasına engel olmuştur. Devamlı sosyal ve siyasi kaosun hüküm
sürdüğü Arap Yarımadası, kabileler halinde yaşıyor ve bu kabileler arasındaki
üstünlük yarışı sık sık savaşların çıkmasına neden oluyordu. Mekke’nin iki
büyük ailesi Ümevi ve Haşimi kabileleri arasında devamlı yaşanan kanlı kavgalar
bu duruma bir örnek olarak gösterilebilir.[69] Arap
toplumundaki kabilecilik doğru anlaşılmazsa, sonraki devirlerde çıkacak olan
siyasi çatışmaları doğru yorumlayabilmek mümkün olmayacaktır.
Kutluay’ın
içtimai sebepler başlığı altında yer verdiği bir diğer husus, farklı dinlerde
olan insanların İslamiyet’e girmesiyle, bu kişilerin eski dinlerindeki bazı
unsurları İslam kisvesine büründürerek yaşamaya devam etmiş olmasıdır.[70]
Bu durum da doğal olarak dini anlama ve yaşamada farlılıklara yol açmıştır.
İslam fethinin hızlı bir şekilde ilerlemesiyle birlikte farklı kültür ve dinde
olan insanlar İslam’la tanışıp bu dine girmişlerdir. Ancak hayatının büyük bir
bölümünü kurallarına göre yaşadığı dinini, kültürünü ve adetlerini bir çırpıda
silmesi mümkün değildir. Bu nedenle İslam dinine aykırı olmayan unsurları,
“Müslümanlaştırma”[71]
yoluna gitmişlerdir. Örneğin “Mesih-mehdi” inancı Hıristiyanlık ve
Yahudilikten etkilenerek şekillenmiş ve İslam kültürü içinde varlığını bütün
canlılığıyla devam ettirmektedir.
İslamiyet’in
eski din ve kültürlerle karşılaşması sonucunda, kişinin önceki dininde cevabını
bulamadığı birçok sorunun yanıtını girdiği yeni dinde arayacağını ve
gerektiğinde iki dinin bazı hükümlerini birleştireceğini söyleyen Kutluay,
sonrasında şu hususlara değinmiştir: “Bu dinlerin din bilginleri, geçişleri
önlemek için İslam’a hücum edip, kendi dinlerinin daha doğru olduğunu ispata
çalışmışlardır. Bir taraftan İslam’a yapılan hücumları önlemek, diğer taraftan
öteki dinleri öğrenerek karşı hücuma geçmek gereğini duyan Müslümanlar da o
dinleri öğrenmeye giriştiler. Yoğun bir tercüme faaliyeti başladı. Bunun
sonucunda eski Yunanın bütün felsefi tefekkürü İslam dünyasına intikal etti.
İslam bu açıdan da incelenmeye başlandı. İşte önce siyasi ayrılıklar sonucu
ortaya çıkan gruplar bu içtimai şartların tesiriyle dini kisveye büründüler.
İtikadi mezhep olarak tarih sahnesinde göründüler.”[72]
Dini
sebeplerin içinde sayabileceğimiz bir diğer husus da “vahiylerin üslubudur”.[73] Kur’an-ı
Kerim’in bazı ayetleri muhkem, yani anlatmak istediği husus oldukça açık iken,
bazı ayetleri ise müteşabih olup çok farklı yorumlanabilecek niteliktedir.
Fığlalı’nın da mezheplerin doğmasında önemli bir etken olarak zikretmiş olduğu
müteşabih ayetler[74] hakkında
Kutluay şunları söylemektedir: “Müteşabih ayetler konusunda Peygamber zamanında
ve dört halife devrinde herhangi bir ayrılık yaşanmamış, sadece bu ayetler izah
edilmeye çalışılmıştır. Ancak sonrasında bu ayetler, Ehl-i Sünnet muarızlarına,
daima fikirlerini müdafaa edecek ve karşısındakileri susturacak bir dayanak
olmuştur. Örneğin üzerinde en çok tartışılan kader konusunda Kur’an-ı Kerim’in
çok net bir hüküm ihtiva etmemesi Müslümanların kutuplaşmalarına yol açmış,
birbirlerine çok zıt görüşleri savunanlar bile kendi görüşlerini teyid
edebilecek ayetleri Kur’an’da bulabilmişlerdir.”[75] Ayrıca
aynı Kur’an’a bu kadar farklı açıklamaların getirilmesinin bir nedeni de
Kutluay’a göre, İslam’ın getirmiş olduğu tefekkür emri ile düşünce
özgürlüğüdür.[76]
Kutluay’ın,
mezheplerin doğuş sebeplerini açıklarken değinmediği önemli bir husus vardır
ki, o da insan unsurudur. Mezhepleri doğru anlamada insan unsurunun önemini
kavramak önemlidir. Çünkü mezhepler, insanların dini anlama ve yaşama çabasının
ürünüdür.[77]
Allah her insanı farklı yaratmıştır. Bütün insanların duyguları, düşünceleri,
olaylara ve durumlara bakış açıları farklıdır. Bu farklılıklar insanların
“yeteneklerinden, bilgi birikimlerinden, kapasitelerinden ve içinde yetişmiş
olduğu ortamlardan”[78] kaynaklanmaktadır.
“Aynı kültürel, siyasi, ekonomik ve dini ortamlarda yetişen insanlar dahi dini
farklı yaşayabilmektedir. İşte, temelde bu farklılıkların sebebi, insanın
yaratılıştan kendine özgü olan tabiatında aranmalıdır.”[79]
İnsan ürünü olan mezhepleri anlamada, bireyler arasında yaratılıştan
gelen farklılıkları göz ardı etmek, mezhepleri doğru anlama yolunda büyük bir
kayıp olacaktır.
Siyasi
Sebepler
Mezhep
cereyanlarının kronolojik olarak tespit edilmesiyle, İslam tefekkür tarihinin
de ortaya konulacağını ifade eden Kutluay, İslam Mezhepler Tarihi’nin
gelişimini dört safhaya ayırmıştır:
1-
Çıkış
sebepleri ve ileri sürdükleri iddiaları tamamen siyasi olan ilk mezhepler
2-
Bu
mezheplerde dini meselelerin tartışmaya başlandığı dönem (Başka bir eserinde bu
maddeyi şu şekilde ifade etmektedir: “Bu mezheplerin iddia ve görüşlerini
“Kitab”a isnat etme gayretlerinin görüldüğü dönem.”[80])
3-
Kaderiye,
Mutezile vs. nin ortaya çıkması ile itikadi mezheplerin teşekkülü
4-
İtikadi
tartışmalara gayri İslami unsurların da girmesiyle hâsıl olan yeni durum.”[81]
Daha
önce ilk ayrılmaların sebebinin içtimai nedenlerden dolayı olduğunu söyleyen
Kutluay, burada yapmış olduğu tasnifte siyasi nedenleri ilk sıraya koymuştur.
Ayrıca üçüncü maddede yer vermiş olduğu mezheplerin de sadece itikadi yönünü
öne çıkarmıştır. Teolojik bir bakış açısı sergileyen Kutluay, Haricilik ve Şia
dışındaki diğer mezheplerin siyasi yönüne yazılarında hiç değinmemektedir.
Bu
sayılan dört aşamanın daha iyi anlaşılabilmesi için özellikle Halife Osman b.
Affan devrinden başlayarak Abbasilerin son dönemlerine kadar geçen sürede
yaşanan olaylara yakından bakmak gerekir.
Siyasi
sebeplerin mezheplerin doğuşundaki öneminin farkında olan Kutluay öncelikle,
Araplardaki kabilecilik ruhuna ve İslam’ın bu konuyla ilgili getirmiş olduğu
yeniliğe dikkatleri çekmiştir: “İslam dini, Araplar için tamamen yeni esaslar
ihtiva ediyordu. Allah’ın huzurunda bütün insanların eşit sayılması bu
yeniliklerin içinde en önemlilerinden biriydi. Çünkü Araplarda, insanlara,
mensup olduğu aile veya kabileye göre değer verilirdi. Hz. Muhammed liderliği
döneminde insanları şahsi kabiliyetlerine göre değerlendirip,
görevlendirmiştir. Ancak İslam’ın bu konudaki tutumu, Araplar arasındaki “nesep
ve kabile tutkunluğunu” tamamen ortadan kaldıramamıştır. Daha sonraları
yaşanacak olan çatışmaların altında yatan sebeplere bakıldığında bu daha iyi
görülecektir.”[82]
Yıllarca
kabileler halinde belli bir düzenin hâkim olmadığı bir ortamda yaşayan
Arapların bir devlet nizamını hemen benimseyip adapte olmaları beklenemezdi.
Nitekim öyle de oldu ve Hz. Peygamber’in vefatından sonra mensup olduğun soy,
kabile ne ise kıymetin ona göre belirlenmeye tekrar başlandı. Örneğin Hz. Ebu
Bekir’in Beni Saide Sofası’nda toplanan ve bir halife seçmeye çalışan gruba,
Hz. Muhammed’in Kureyşli olduğunu ve yeni seçilecek olan halifenin de Kureyşli
olması gerektiğini söylemesi bunu açıkça gösterir. Hâlbuki bizzat Kur’an-ı
Kerim[83] ve
Peygamberin uygulamaları, nesep yoluyla Hz. Muhammed’e yakınlığın hiçbir
faydasının olamayacağını göstermektedir.
“İslam
nizamı ehliyete çok önem vermiştir. Çünkü Allah, Müslümanlara “emaneti ehline
teslim etmeyi.”[84] emretmiştir.”[85]
İslam Devleti’ni kuran ve yöneten Hz. Muhammed’in uygulamaları da her zaman bu
yönde olmuştur. İslam’ın azılı düşmanlarından olan Amr b. As’ı Müslüman olunca
Silahlı Kuvvetler Başkomutanlığı’na tayin etmesi, Üsame b. Zeyd’i daha bir
delikanlıyken Ürdün’e sefere gidecek olan ordunun başına getirmesi[86],
Attab b. Esid gibi daha yirmili yaşlardaki bir gencin Mekke’ye vali olması[87]
gibi uygulamalar, ehliyete verilen kıymetin birer göstergesidir.
İslam’ın
ilk yıllarını genel hatlarıyla anlatan Kutluay, ilk iki halife döneminde
herhangi bir ayrılığın yaşanmadığını söylemiş ve Hz. Osman’ın hilafet süresini
2329 ve 30-35 yılları arasında olmak üzere ikiye ayırmıştır. “İlk altı yıl
sükûnet dönemi, ikinci altı yıl ise ihtilafların derinleşerek tefrikaya döndüğü
dönem.”[88] Hz.
Osman’ın Hilafet yıllarını eski Arap kültürüne geri bir dönüş olarak gören ve
bu dönemi ikiye ayıran Kutluay, bu hilafet dönemini şu şekilde anlatmaktadır:
“Osman
b. Affan, cömert, yumuşak kalpli ve İslam’ın ilk yıllarında Müslümanlar için
çok fedakârlıklar yapmış bir insandır. Ancak halifeliği döneminde hoşnutsuzluk
yaratan bazı uygulamaları olmuştur. Öncelikle Beytu’l-Mal’i hesapsızca
harcaması bunların başındadır. Emevi ailesi için yüksek miktarlarda harcamalar
yapmış, seferlere iştirak etmeyen bazı yakınlarına harp ganimetlerinden
vermiştir. Önemli bazı sahabeleri işlerinden almış ve yerlerine yakınlarını
vazifelendirmiştir. Babasını öldürme işine karıştığına inandığı kişileri
sorgusuz katleden Ubeydullah b. Ömer hakkında kısası tatbik etmeyip diyeti
bizzat ödemesi de hoş karşılanmamıştır. Mushafları yaktırması da tepki
çekmiştir. Bunların yanında şahsi kırgınlıkları olanlar da vardı. Şehit
babasının vasiyetiyle yanında büyüttüğü Muhammed b. Ebi. Huzeyfe, kendisi için
bir vazife istemiş, liyakati olmadığı gerekçesiyle Hz. Osman tarafından geri
çevrilmiştir. Buna kızan Muhammed, Mısır’a gitmiş ve Osman aleyhinde konuşmaya
başlamıştır.”[89] Kutluay’ın
Hz.
Osman’ın
hilafet dönemiyle ilgili eksik bıraktığı hususlar da bulunmaktadır: Hz.
Osman’ın valilerinin yanlış icraatları da tepki çekmiş bundan dolayı Osman
sorumlu tutulmuştur. Halife’nin Kureyş-Emevi eksenli bir aristokrasi kurmaya
çalıştığı[90]
görünümü O’na her zaman destek olan Medinelileri de rahatsız etmiş,
desteklerini kaybetmesine neden olmuştur. Bu arada Kureyş’in merkezi
otoritesinden Kufeliler de oldukça rahatsızdır. Mısır’da ise vali İbn Ebi
Serh’in icraatları iyice göze batmaktadır.[91]
Hz.
Osman dönemi olaylarının arka planında yatan başka bir sebep de tarihi
Emevi-Haşimi çekişmesi olmuştur. Mekke’nin fethinden sonra zoraki Müslüman olan
ve Hz. Osman’ın halife olmasıyla birlikte kendilerini iktidarda bulan
Ümeyyeoğulları[92]
eskiye dayanan bazı duygularının uyanmasıyla Müslüman toplumunu rahatsız eden
uygulamalar içine girmişlerdir. Bu da halifeye olan eleştirileri bir kat daha
artırmıştır.
Kutluay,
Halife’nin yanlış icraatlarına karşı olanların başında olan Muhammed b. Ebi.
Huzeyfe, Muhammed b. Ebu Bekir ve Abdullah b. Sebe’nin Mısır’da bir grup
oluşturup, halifenin üstüne gönderdiğini belirttikten sonra şu tespitlerde
bulunmuştur: “Yahudi iken Müslüman olan Abdullah b. Sebe’nin, şahsı ve
faaliyetleri karanlık olsa da Osman aleyhinde gruplanmalara sebep olan kişi
olduğu bilinmektedir. Başlarda Ali taraftarlığı yapmış ve Hz. Ali’nin hilafete
Osman’dan daha layık olduğunu etrafa yaymıştır. Faaliyetlerini ikiye ayırabileceğimiz
İbn Sebe, ilk önce Hz. Osman ve Ali devrinde siyasi faaliyetler göstermiş, daha
sonra Ali’nin şahsıyla ilgili itikadi fikirler ortaya atmıştır.[93]
Kimliği
hakkında kesin bilgilere sahip olunmadığını söylediği İbn Sebe hakkında eski
kaynaklarda verilen bilgiler tamamen Seyf b. Ömer’den mervidir. Hz. Osman’a
karşı yürütülen faaliyetlerin bir numaralı planlayıcısı olan İbn Sebe’den
kaynakların bahsetmeme sebebini ise, bu şahsın, daima ikinci planda ve perde
arkasında kalmayı başarmış olmasına bağlamaktadır.[94]
Olayların
birinci derecede planlayıcısı olarak gösterdiği ve karanlık bir insan olduğunu
söylediği İbn Sebe’nin kimliği hakkında tarih kitaplarında çok farklı
rivayetler vardır. İbn Sebe ile ilgili en dikkat çekici rivayetlerin ise Seyf
b. Ömer’den geldiği doğrudur. O’nun Hz. Osman dönemiyle ilgili anlattıkları
içinde ise çokça çelişkiye rastlanılmaktadır. Örneğin İbn Sebe’in kimliğiyle
ilgili verdiği bilgilerde şöyle bir farklılık vardır. Abdullah b. Sebe’nin
Yemenli bir Yahudi olduğunu söyleyen Seyf, Basra’daki faaliyetlerini anlatırken
O’nun Abdulkays’tan olduğunu söylemektedir. Bu bir çelişki olmakla birlikte,
ayrıca Abdulkays denilen kabilenin Yahudilikle ilişkisi yoktur. Hıristiyan ve
Putperesttirler.[95]
Kutluay
İbn Sebe’nin faaliyetlerinin sonucunda Mısır’dan 600 kişilik bir grubun umre
bahanesiyle yola çıktığını, ancak Mekke’ye değil, başkent Medine’ye geldiğini
söyledikten sonra şu tespitleri yapmaktadır: “Hz. Osman, Ali’yi onlarla
konuşmak için gönderir ve grup ikna olup geri döner. Ancak dönüş yolunda ilginç
bir haber bu yolculara ulaşır. Geri döndüklerinde yine onlarla konuşan Hz. Ali,
niçin döndüklerini sorar. Yolda, kendilerinin öldürülmesini emreden bir mektubu
taşıyan Halife Hz. Osman’ın habercisini yakaladık derler. Mısır Valisi’nin
kendilerini cezalandırmalarından korktukları için de geri dönmüşlerdi. Bu
mektuptan nasıl haberdar oldukları bilinmeyen Basralı ve Kufeli gruplar da
Mısırlı dostlarına yardım için Medine’ye döndüklerini söylerler. Bu defa
kararlı olan asiler, Halife’nin evini muhasara altına alırlar. Hz. Osman
onlarla konuşup, asileri yatıştırmaya çalışsa da bir işe yaramaz ve birkaç gün
süren muhasaranın sonunda, evinde, isyancılar tarafından hunharca öldürülür.”[96]
Görüldüğü
gibi Hz. Osman’ın öldürüldüğü fitne olaylarının müsebbibi olarak Kutluay,
Abdullah b. Sebe’yi göstermektedir. İlk önce Halifenin yanlış icraatlarına az
da olsa yer veren yazar, sonrasında bütün suçu İbn Sebe’ye atmıştır.
Kitaplarında Basra ve Kufe’de de faaliyet göstermiş olduğunu söylediği İbn
Sebe’nin en fazla kalıp taraftar topladığı yerin Mısır olduğunu ifade etmiştir.
Mısır’da da Muhammed b. Ebi Bekir ve Muhammed b. Ebi Huzeyfe’yi yanına çekmeyi
başardığını ve faaliyetlerini onlarla sürdürdüğünü söylemiştir. Gerçekten Hz.
Osman muhalifi olan bu şahıslar halifeye karşı faaliyetlerde bulunmuşlardır;
ancak bu İbn Sebe’nin yönlendirmesi ekseninde olmamıştır.[97]
Şahsi fikirleri doğrultusunda öyle harekette bulunmuşlardır. Çünkü Hz. Ali
adına bu faaliyetleri yürüttüğünü ve Ali’nin hilafete Osman’dan daha layık
olduğunu ifade eden İbn Sebe’nin, bu düşüncesine taraftar olduklarına dair bir
girişimleri olmamıştır. Ayrıca diğer şehirlerde taraftarları olarak verilen
isimlerle İbn Sebe’nin karşılaşmış olması ya da faaliyet göstermesi tarihi
veriler ışığında mümkün değildir.[98]
İbn
Sebe her yerde Hz. Ali’nin Osman’dan hilafete daha layık olduğunu söyleyerek
taraftar toplamaya çalışmıştır iddiası doğru olsaydı; o zaman Medine’ye gelen
isyancıların ilk işi, Osman’ın bu makama sahip olmadığını söyleyerek Ali’yi
başa geçirmeye çalışmaları olurdu. Ancak işin iç yüzüne bakıldığında
isyancıların bütün şikâyetlerinin valileriyle ilgili olduğu görülmektedir.
Zaten Medine’ye halife’yi öldürme niyetiyle gelmeyen isyancılar burada 40 gün
kalmışlardır.[99]
Ayrıca çok büyük bir grup olmadıkları için şehri muhasara etme gibi bir
hareketleri de söz konusu değildi. Hz. Osman’a yapılan eleştirilerin tamamı hep
icraatlarıyla alakalı olmuştur. O’nun haksız yere halife olduğu şeklinde
herhangi bir itiraza hiçbir yerde rastlanılmamaktadır.[100]
İsyancılar
Medine’de kaldıkları süre zarfında Halife’yle görüşmüşler, şikâyetlerini
bildirmişler ve valilerinin azl edileceği sözünü aldıktan sonra şehirlerine
doğru yola çıkmışlardır. Ancak dönüş yolunda Mervan’ın Mısır valisine
isyancıları cezalandırması yönünde bir mektup yazıp altına Hz. Osman’ın mührünü
basması ve bu mektubun isyancıların eline geçmesi işin rengini değiştirmiştir.
Mektubu alan Mısırlılar Medine’ye geri dönmüşlerdir. Mektubu yazmakla skandal
çıkaran Mervan, halkı küçümseyici ve Emevi üstünlüğünü vurgulayan sözleriyle
iyice tepki çekmiş, isyancıları devamlı kışkırtıcı hareketler sergilemiştir.
Mervan’ın kendilerine teslim edilmesini isteyen Mısırlılar, istekleri olmayınca
Halife’nin evini muhasara altına almışlardır. Birkaç sahabe oğullarını
Halife’yi korumaları için gönderse de pek bir işe yaramaz ve Halife evinde öldürülür.
Bu olaylar esnasında Abdullah b. Sebe veya Sebeiyye’nin adı hiçbir şekilde
geçmemektedir. Ayrıca eğer bu olaylara sebep İbn Sebe ve Sebeiyye ise Osman’ın
öldürülüşünden en çok onların faydalanması gerekirdi. Ancak öyle olmamış,
Muaviye Osman’ın kanını talep iddiasıyla Ali’yle savaşıp Emevi saltanatını
kurmuş ve Mervan’da Medine valiliğini almıştır.[101]
Kutluay’ın
sahabe konusundaki hassasiyetinden dolayı Hz. Osman’ı savunma yönünde bir
söylem geliştirdiğini görüyoruz. Ayrıca
Medinelilerin yardımını da halifenin yumuşak huyluluğundan ve Müslüman kanının
dökülmesini istemediğinden kabul etmediğini söyleyerek, oradaki halkı da
suçluluk durumundan kurtarmaktadır. Hâlbuki muhasara altındayken zor durumda
kalan Hz. Osman yardım talep etme girişiminde bile bulunamamıştır. Çünkü
Halife, Medinelilerin desteğini yitirdiğini çok iyi biliyordu. Eğer Medineliler
Halifelerini korumak isteselerdi bir avuç isyancıyı alt edebilirlerdi. Olaylara
karışmayıp seyirci olmuşlar, Halife’den kurtulmak istediklerini sözleriyle
olmasa da hareketleriyle ifade etmişlerdir. Çünkü bu olayların öncesinde, Hz.
Osman’ın hilafeti zamanında Ümeyyeoğullarının iktidar sarhoşluğuna kapılıp
topluma üstten bakmaları, Osman’ın Medine’deki tabanını yitirmesine neden
olmuştu.[102]
Burada
bir şeye daha değinmenin gerekli olduğu kanaatindeyiz. Şam’da, Kufe’de,
Basra’da ve Mısır’da faaliyetlerinden bahsedilen İbn Sebe’nin bu şehirlerdeki
karışıklıklarla bir ilişkisi olmadığı, tarih kitaplarına baktığımız zaman
görülmektedir. Seyf rivayetlerinde, Şam’da Osman muhalifi olan Ebu Zer’in İbn
Sebe’den etkilenerek faaliyetlerine başladığını haber vermektedir. Ancak, Hz.
Osman ve Muaviye’nin iktisadi uygulamalarını eskiden beri benimsemeyen Ebu Zer,
bu yöndeki fikirlerini Şam’da bir Yahudi’den almış olamaz. Karşılaşmaları
tarihi olarak zaten mümkün olmayan bu iki şahıs ve ilişkisi hakkında verilen
bilgiler yanlıştır.[103]
Bu nedenle Şam’da bir Sebeiyye’nin varlığından ve faaliyetlerinde
bahsetmek mümkün değildir. Kufe’ye bakıldığında ise, burada gerçekleşen isyan
girişimleri, Sebeiyye’nin işinin olmadığını, bizzat halkın halife ve valilerin
uygulamalarını beğenmedikleri için karşı geldiklerini görülmektedir.[104] Basra’da
İbn Sebe’den etkilenip halkı ayaklandırdığı iddia edilen Hukeym b. Cebele ise
eşraftan olup, zaten Osman’ın uygulamalarını eleştirip sık sık cezalandırılan
birisidir. Abdullah b. Sebe’den etkilenip Halife’ye karşı geldiği ya da Ali
taraftarı olduğu kesinlikle söylenemez.[105]
Kutluay,
“Sebeiyye” deyimi ile Hz. Osman’ın katli olayına karışan bütün topluluk
kastedilmektedir demektedir. Sonraları bu deyimin müfrit Şiilerin adı olarak
kullanıldığını, bazen de hakaret ifade etmek üzere ileri sürüldüğünü
belirtmiştir.[106]
Ancak Hz. Osman dönemi olayları içerisinde kullanılan Sebeiyye
kavramının, her hangi bir fırka ya da gruba işaret etmekten öte sadece Osman
muhaliflerine verilen bir isim olduğunu belirtilmelidir. Ayrıca Hz. Osman
dönemini anlatırken, Seyfin çağdaşlarının bu kavramı o dönem için kullanmamış
olmaları bu iddiayı güçlendirmektedir.[107]
Kutluay
fitne olayların sonucunu şu şekilde değerlendirmektedir: “656 yılında olan bu
acı olayın akisleri uzun yıllar devam etmiştir. Bu yıl bir bakıma “Eshab”
devrinin de sonudur. Yani bu tarihe kadar her konuda anlaşan sahabenin arasında
artık cepheler meydana gelmiştir. Sonrasında ise kılıçlar çekilmiş ve
Müslümanlar birbirini öldürmüştür.[108] İşte
Hz. Osman’ın bu şekildeki katlinden, Sıffin’deki tahkim meselesine kadar geçen
yaklaşık iki senelik süre, İslam Mezhepler Tarihi açısından çok önemlidir.
Çünkü bu zaman içinde, İslam’da en büyük tefrika hareketlerinden Havariç ve
Şia’nın tohumları atılmış ve yetişmiştir.”[109]
Kutluay,
Hz. Osman’ın ikinci devresine kadar sahabe arasında herhangi bir ayrılığın
hiçbir şekilde yaşanmadığını ifade etmektedir. Biraz iddialı olan bu yaklaşım
tam olarak doğruyu yansıtmamaktadır. İslam’ı daha tam içlerine sindirememiş,
hayat düzenleri tamamen değişen ve değişmeye devam eden bir kitlenin hemen her
konuda anlaşması biraz zor görünmektedir. Belki kılıca sarılacak kadar ciddi
sorunlar olmamıştır; ama “bu kitle arasında da fikir ayrılıkları yaşanmıştır.”[110]
İlk halifenin seçiminde bile kırgınlıklar olmuş, Ebu Bekir başa geçtikten sonra
da birçok sorunla uğraşmıştır. Ayrıca Havariç ve Şia’nın zuhur ediş sebeplerinin
Hz. Osman’ın öldürülüşü ile Sıffin Hadise’si arasındaki iki yıllık sürede
oluştuğunu söylemek yanlış olur. Çünkü İslam toplumundaki bu ilk ve ciddi
tefrika hareketlerinin sebeplerinin iki yıllık sürede olgunlaşması mümkün
değildir.
Kutluay
Hz. Osman’ın öldürülüşünün ardından gelişen olayları şu şekilde anlatmaktadır:
“Hz. Osman’ın öldürülmesinin ardından Hilafet makamına Hz. Ali getirilir. Ancak
Halife’ye biat sadece Medine’de olmuştur. Şehirlere gönderdiği bazı valiler
kabul edilmemiş ve geri gönderilmişti. En şiddetli itirazı da Şam bölgesinden
alır. Çünkü Şam Valisi Muaviye, ilk önce Hz. Osman’ın kanını talep etmektedir.
Sadece Muaviye değil, içlerinde Talha, Zübeyr, Hz. Aişe, Basra ve Kufe valileri
ile Mekke’de bulunan Ümeyye ailesi mensupları da bunu talep ediyordu. Ancak Hz.
Ali’nin ilk etapta bir şey yapması mümkün değildi. Çünkü Hz. Osman’ı öldürenler
iki bin beş yüz kişilik bir gruptu. Ayrıca şehre de hâkimlerdi. Karşılıklı
konuşma ve nasihat işe yaramıyor, “Sebeiyye” bu teklifleri kabul etmiyordu.
Halife ortalık sakinleşene kadar beklenilmesi gerektiğini düşünüyordu. Ne var
ki, birçok kişi aynı fikirde değildi ve Hz. Ali’nin, Osman’ın katillerini bulma
konusunda gereken çabayı göstermediğini düşünüyorlardı.”[111]
Kutluay’ın
Hz. Ali’nin başa geçirilme hikâyesini anlatırken bazı çelişkilere düştüğü
görülmektedir. En başta, isyancılar iki bin beş yüz kişi değil, dokuz yüz kişi
civarındadır.[112] Ayrıca
şehre teslim olma gibi bir durum da söz konusu değildir. Bir diğer durumda Hz.
Ali’yi halife yapmak için bu mücadeleleri veren Sebeiyye nasıl oluyor da Ali
başa geçince isyana devam edip, kargaşayı sonlandırmıyor. Halife olan Ali’yi de
dinlemiyorlar. Hatta O’nu tehdit bile ettikleri oluyor. Kapalı bir nokta da,
Sebeiyye’nin kabul etmediği tekliflerin neler olduğudur. Zaten amaçlarına
ulaşmış değiller midir? Burada Sebeiyye’nin asıl amacının ne olduğu konusunda
bir belirsizlik ortaya çıkmaktadır.
Talha,
Zübeyr, Hz. Aişe ve Basralılar birleşip, Hz. Osman’ı öldürenleri cezalandırmak
maksadı ile yola çıktıklarını söyleyen Kutluay, Hz. Ali’nin ordusuyla
karşılaştıklarında savaş yapma düşüncelerinin olmadığını, konuşarak bir hal
çaresi bulunabileceğine inandıklarını belirtmektedir.[113] Sonrasında
ise Seyf b. Ömer’in rivayetlerinde karşımıza çıkan, savaşın seyrine dair bazı
hususlara yer veren Kuluay, şu açıklamalara yer vermektedir: “Hz. Ali’nin
ordusunda, Medine’de Osman b. Affan’ın katline katılan ve Sebeiye genel adı
altında toplanan kimseler de bulunmaktaydı. İki ordu elçiler vasıtasıyla
Osman’ın katillerinin cezalandırılması hususunda anlaşınca Sebeiye mensupları
telaşa kapıldı. Çünkü durumları Medine’deki gibi değildi. Burada kendilerine
karşı bir hareket yapıldığında karşı koymaları mümkün değildi. Öldürülme
ihtimalleri çok yüksekti. Buna bir çözüm yolu bulmak için Abdullah b. Sebe ve
adamları gizli bir toplantı yaptı. Dikkatlerin kendileri üzerine çekilmemesi
için iki tarafın savaş yapması gerekiyordu. Bunun için İbn Sebe, güneş doğmadan
karanlıkta, adamlarının bir kısmını Basralıların üzerine, bir kısmını ise
Kufelilerin üzerine gönderdi. Basralıların saldırdığını düşünen Kufeliler ve
Kufelilerin saldırdığını düşünen Basralılar hemen silaha sarıldılar. Savaş
fiilen başlamış oldu. Abdullah b. Sebe ve adamları emellerine ulaşmışlardı.”[114]
Kutluay,
Talha, Zübeyr, Hz. Aişe ve Basralıların Osman’ın intikamını almak için yola
çıktıklarını belirttikten sonra Ali’yle karşı karşıya geldiklerini
söylemektedir. Böyle bir cinayetten Ali’nin sorumlu tutulup, sırf bu nedenle
O’nla savaşa girişilmesi anlaşılır bir durum değildir. Talha, Zübeyr ve Hz.
Aişe’nin karşı gelişlerinin altında başka nedenler aramak daha doğru olacaktır.
Başta Osman muhalifi iken birden saf değiştiren Hz. Aişe’nin Hz. Ali’ye karşı
ifk hadisesine dayanan bir kırgınlığı ya da yönetime dair bazı istekleri
olabilir. Zübeyr ve Talha’ya gelince, Ali’ye beyat ettikleri halde bu
beyatlarından vazgeçmelerinin altında istedikleri görevleri almamaları
yatabilir.[115]
Sonuçta
bir araya gelen ordunun savaşmak gibi bir niyetlerinin olmadığını söyleyen Kutluay,
Sebeiyye’nin faaliyetleriyle çatışmanın başladığını ifade etmektedir. Ancak
zaten ortam iki tarafın anlaşma yapmasına pek müsait değildir. Çünkü Aişe,
Talha ve Zübeyr tarafı Ali tarafından 600 kişiyi savaştan önce bir çatışmada
öldürmüştür. Bu olayın birden unutulup anlaşma yapılması mümkün değildir. Bir
de eğer Sebeiyye ölüm korkusu içinde savaşı başlattıysa nasıl bu korkuyla bir
savaş ortamının içine kendilerini atabildiler, anlaşılır durum değildir.[116]
Eğer bu kargaşaları Sebeiyye’nin çıkardığını kabul etsek, karşımıza şöyle
bir soru daha çıkmaktadır. Cemel Vakası gibi büyük bir savaştan galip çıkan Hz.
Ali, ilk defa Müslümanların kanlarının dökülmesine neden olan bir avuç insanı,
en azından savaştan sonra, cezalandırması gerekmez miydi?[117]
Bir diğer nokta da bu kadar önemli işlere adı karışan İbn. Sebe nasıl oluyor da
olayların sonucunda kayboluyor. Ne Osman’ın öldürülmesinden sonra, ne de Cemel
savaşı sonunda ismine kesinlikle rastlanılmıyor.
Netice
itibariyle Seyf b. Ömer’in kendi dönemi olan Hicri II. Asırda bir sahabe
savunması içine girdiğini ve bütün olayların müsebbibi olarak bir şahıs icat
ettiğini görüyoruz.[118] Kutluay
da Seyfin rivayetlerine itibar ederek aynı tavır içine girmekte, sahabe
kutsiyetine zarar gelmemesi için Sebeiyye’yi günah keçisi olarak ilan
etmektedir. Yoksa bu dönemde olaylara sebep olan böyle bir grubun varlığı söz
konusu değildir.
Yaşar Kutluay Müslümanlar arasında yaşanan bu olayların ardından halkın
birkaç bölüme ayrıldığı tespitini yapmaktadır:
1-
Tarafsızlar.
Hz. Peygamberin vefatından sonra teşekkül eden bu grup, ne halife seçimine ne
de sonraki olaylara karışmamıştır. “Mutezile” olarak isimlendirilen bu gruba
siyasi bir fırka gözüyle bakmak yanlış olur.
2-
Ali
Yanlıları. Hz. Osman’dan sonra hilafete en layık kişinin Hz. Ali olduğunu kabul
eden kesim.
3-
Ümeyye
ailesi mensupları. Bu grubun lideri Muaviye idi. Hz. Osman’ın kanını talepte
her yolu meşru görüyordu. Burada Ümeyye ailesi mensupları demekten ziyade, Ali
karşıtları dense daha doğru olur kanaatindeyiz. Çünkü Ümeyye ailesine mensup
olmadığı halde Ali karşıtı olan insanlar da mevcuttu.
4-
Sebeiyye
grubu. Son derece müfrit Ali taraftarıdırlar. Daha sonraları ortaya çıkacak
olan Şii gulat fırkaların çekirdeği sayılırlar.[119]
Kutluay’ın
yapmış olduğu ilk üç sınıflandırmaya katılmak mümkünken, sonuncusuna katılmak
pek mümkün değildir. Çünkü daha önce de ifade ettiğimiz gibi Sebeiyye diye bir
grubun varlığından bu dönemde söz etmek olanaksızdır. Çünkü bu isim Osman
karşıtlarına verilmekle birlikte, daha sonra ortaya çıkan Gulat Şia ve müfrit
Haricilerin tarihi olayları kullanarak eleştirilmesi için de kullanılmıştır.[120]
Kutluay’ın İslam Ümmeti’nin içinde saydığı Sebeiyye’yi, savunduğunu söylediği
fikirlere bakarsak, İslam Cemaati içinde değerlendirmemiz mümkün değildir.[121] Bu
grubun itikadi fikirlerine baktığımızda bunu daha iyi anlayabiliriz. Ayrıca
Hicri II. asrın başlarına kadar Hz. Ali ve ailesi hakkında, kaynaklarda her
hangi bir müfrit düşüncenin varlığından bahsedilmez.
Kutluay’ın
Sıffin savaşıyla ilgili değerlendirmelerine baktığımızda yine Abdullah b. Sebe
ve taraftarlarının oynadığı oyunları görüyoruz. Şam valisi Muaviye’nin halife
olma arzusunu “Osman’ın kanını talep” kisvesine bürüyerek biatı reddedip ve harekete
geçmesiyle, 657 yılında Müslümanlar bir kez daha karşı karşıya gelirler ve
Sıffin Savaşı başlar. Hz. Ali savaştan galip çıkacağı sırada, Muaviye’nin adamı
olan Amr b. As’ın tavsiyesi üzerine Muaviye’nin askerleri mızraklarının ucuna
Mushaf sahifelerini takar ve karşı tarafı Allah’ın hükmüne davet eder. Hz. Ali,
tatbik edilen bu uygulamanın bir hile olduğunu anlar ve savaşa devam edilmesini
emreder. “Ancak Sebeiye yine iş başındadır. Daha sonra harici olarak anılacak
bir grup Hz. Ali’nin yanına gelerek, savaşı kesip Allah’ın kitabına uyması
gerektiğini yoksa Hz. Osman’a yaptıklarını ona da yapacaklarını söylerler.
Sonrasında iki taraf işi hakemlere bırakmaya karar verir. Bunun üzerine savaşı
durduran gruptaki bazı kişiler Ali’nin yanına gelip bu sefer “hükmü ancak Allah
verir” sözünü ortaya atarlar. Halife de aynı kanaatte olduğunu söyler. Gruptaki
Hurkus b. Zuheyr “o zaman kararından dön ve bizimle düşmanlara karşı savaş”
derler. Ancak Hz. Ali artık antlaşma yapıldığını ve geri dönülmeyeceğini söyler.
Kararında ısrar eden Hurkus, Halife’yi Allah’ın Kitabı’nı bırakarak insanların
hakemliğine uymakla suçlar. Ardından da kendisi gibi düşünenlerle birlikte
ordudan ayrılıp Harura denilen yerde toplanırlar. Burada toplananlar “La Hukme
illa Lillah” sözünü bayraklaştırmışlardır. Bu bayrağın altında toplananlara ise
“el-Muhakkemet el-Ula” adı verilir. “Haruriye” de denilen bu grubun en genel
ismi “Hariciler” dir.”[122]
Haricilerin
ortaya çıkışlarının Sıffin Savaşı’ndaki hakem olayıyla birlikte olduğunu
söyleyen Kutluay, Hz. Ali’yi savaşı bırakmaya zorlayanlarla, ordudan ayrılıp
siyasi bir grup oluşturanların aynı kişiler, yani “Sebeiye” grubunun üyeleri
olduğu tespitini yapmaktadır.[123]
Kutluay
burada bir kavram kargaşası içine girmiştir dersek yanlış olmayacaktır
kanaatindeyiz. Çünkü Hz. Ali’nin nass ve tayinle halife olduğuna inanan ve bu
uğurda mücadeleler veren grup olan Sebeiyye nasıl oluyor da, bu şekilde bir
misyon yükledikleri şahsı her fırsatta dinlemeyip zor durumda bırakıyorlar.
Ayrıca, tarih kitapları göstermektedir ki, Seyf b. Ömer’den rivayet ettiği ve
Sıffin’de ismi geçen Sebeiyye’ye mensup olmakla birlikte ilk Harici liderler
olarak sayılan isimler, hiçbir zaman Ali muhalifi olamayacak kişilerdir.[124] Burada
açıkça görülüyor ki, Ali taraftarlarının Sebei olarak isimlendirmesi,
Muaviye’nin Ali’yi yıpratma politikasından başka bir şey değildir.
Kutluay’ın
Havariç ve Şia’nın menşeiyle ilgili yapmış olduğu değerlendirmesi de üzerinde
durulması gereken önemli bir husustur. Kutluay bu konuda şunları söylemektedir:
“Hz. Osman’ın katlinde rol alan Basralı grubun başındaki kişi, Sıffin’de savaşı
bıraktıktan sonra hakem olayına karşı çıkan ve Hz. Ali’ye cephe alan
Haricilerin başındaki isimler aynıdır. Hurkus b. Zuheyr ve Şureyh b. Evfa.
Cemel Savaşı öncesi yapılan gizli toplantıda da bu isimler yer almaktadır.
Sonuç itibariyle Haricilerin menşeini Sıffin Savaşı ve hakem olayından öncelere
götürerek Sebeiye’ye bağlamak gerekir. Bu durumda birbirinin tamamen zıddı olan
Haricilik ve Şiilik (müfrit Şii mezhepleri) menşede ayniyet göstermektedir.”[125]
Düşünce
itibariyle tamamen farklı olan bu iki akımın menşeinin aynı olması mümkün
değildir. Ayrıca Haricilik, bir defada, hemen, bir olayla vücut bulmuş bir
fırka olamaz. Bu hareketin doğuşuna tesir eden birçok sebep mevcuttur. [126]
Hariciliğin doğuşuyla ilgili Kutluay’ın ileri sürdüğü fikirler daha sonra
ayrı bir başlık altında değerlendirileceği için burada bu kadarla yetineceğiz.
Buraya
kadar anlatılan bölümde, mezheplerin ortaya çıkışında siyasi sebeplerin neler
olduğu üzerinde durduğunu söyleyen Kutluay itikadi sebepleri ise şöyle
belirtmektedir: “İtikadi sebeplerin başında “kader meselesi” gelmektedir. Bu
meselenin ortaya çıkışı, Müslümanlar arasında vuku bulan savaşlarda ölenlerin
ve öldürenlerin durumunun ne olacağı sorusuyla olmuştur. Kardeş kavgalarının
yaşandığı bir cemiyette, Müslümanların işledikleri fiillerin dini yönden
hükmünü verme çalışmalarının yanında, Allah’ın sıfatları konusunda da zıt
görüşler zuhur etmiştir. Kader konusunda Kuran-ı kerim’in kesin bir hükmünün
olmaması da bu konudaki tartışmaları körüklemiştir. Çünkü birbirinin tamamen
zıttı düşünen gruplar bile, kendi görüşlerini destekleyici ayetler ileri
sürebilmişlerdir. Haricilerin ortaya çıkıp her iki grubu da tekfir etmesi
meseleyi iyice karıştırmıştır. Sonuç itibariyle bu ve benzeri sorular da
mezheplerin çıkmasına neden olmuştur.”[127]
Kutluay’ın
burada itikadi ve siyasi sebepleri keskin çizgilerle ayırması, İslam tarihinde
çıkan çatışmalara baktığımız zaman çok da isabetli olmamıştır. Çünkü bütün
yaşanan olayların altında birçok farklı sebepler mevcuttur ve bunlar iç içedir.
Ayrıca itikadi sebepler başlığı altında bir sıralama yapacak olursak, kader
meselesi ve Allah’ın sıfatları dışında sayabileceğimiz başka maddeler de
olacaktır. Özellikle başka kültürlerle karşılaşılması ve diğer din
mensuplarının İslam’a girmesi gibi sebepler sonucunda Müslümanlar arasında pek
çok sorunun zuhur ettiğini görüyoruz. Mesih-Mehdi inancı, karizmatik lider
anlayışı bunlardan birkaçıdır.
MEZHEPLER TARİHİ KAYNAKLARIYLA İLGİLİ DEĞERLENDİRMELERİ
Yaşar
Kutluay, mezhepler hakkında bilgi alabileceğimiz ilk kaynakları ve kaynakların
başına gelenleri şu şekilde anlatmaktadır: “Hicretin daha birinci yüzyılından itibaren
ortaya çıkmaya başlayan siyasi ve itikadi mezheplerin mensupları, fikir, görüş
ve davalarını ispat gayesiyle, tartışma konusu olan her meselede bir “makale”
yazmışlardır. Ancak bizzat mezhep mensupları tarafından yazılan bu makalat
şeklindeki eserlerin çoğu günümüze kadar ulaşamamıştır. Aradan çok uzun zaman
geçmiş olması, harpler, yangınlar, istilalar ve mezhep kavgaları gibi sebepler,
mezhep ileri gelenlerinin görüşlerini asıl bildiren bu eserlerin ortadan yok
olmasına neden olmuştur.”[128] Mezheplerin
birinci elden ilk kaynakları olan makalat türü eserlerle ilgili Kutluay’ın
yapmış olduğu değerlendirme oldukça isabetlidir. Farklı sebeplerle elimize
ulaşmayan bu eserlerin kayboluşu, ilk dönem mezhepleriyle ilgili doğru
bilgilerin tespitini oldukça zorlaştırmıştır. Çünkü bugün Mezhepler Tarihi
araştırıcılarının yararlandığı kaynaklar, Hicri III. Asırda, ikinci ya da
üçüncü şahıslar tarafından yazılan birçok mezheplerin görüşlerini toplayan
eserler niteliğindedir. Bu tür kitaplara “Milel ve Nihal kitapları”
denilmiştir. Yaşar Kutluay’ın, "milel ve nihal kitapları ile ilgili olarak
bu eserler, mezhepleri red ve cerh için yazılmış olan ve çoğunlukla polemiğe
kayan kitaplardır.”[129]
tanımını da yapmaktadır.
Yazar,
milel ve nihal kitapları için yaptığı birinci tanımda, bu kitaplarda birçok
mezhebin görüşlerinin yansıtıldığını, ikinci tanımda ise bu eserlerin yazılma
amacının mezhepleri red ve cerh için olduğunu ifade etmektedir.
İlk
kaynakları çeşitli sebeplerle kayıp ettiğimizi belirten Kutluay, bunun
sakıncalarını şu şekilde ifade etmektedir: “Bir mezhebin görüşünü tespit
edebileceğimiz asıl eserler ortadan kalktığı için, sonraki müelliflerin çeşitli
mezhepler hakkında verdikleri bilgilerle ve onların eserlerinden yaptıkları
nakillerle yetinmek zorundayız. Bu ise, araştırmacıyı yanlışa götürme ihtimali
yüksek bir yoldur.[130]
Bizzat bu eserlerden birinin yazarı bu durumu şu şekilde belirtmektedir:
“Dinler ve mezheplere dair eser yazan, onların fikirlerinden bahseden
kimselerden, anlattığını yanlış anlatan, kendisinden başka şekilde düşünenin
sözünü naklederken mugalâta yapan, hasımlarını kötülemek için kasden yalan
hikâyeler söyleyen, ihtilaf edenlerin muhalefetlerini rivayet ederken doğru
hareket etmeyerek, sözlerine onların delillerini çürütecek ilaveler yapanların
bulunduğu bir gerçektir.”[131] Bu
yazarlardan bazıları daha da ileri gitmiş ve muhalifleri için “sapık, kâfir”[132]
gibi tanımlamalarda bulunmuşlardır. Kendi mezhebinden olmayanlara bu şekilde
bakan bir müellifin, hükümlerinde ve rivayetlerinde ne kadar tarafsız
kalabileceği ortadadır.[133]
Yaşar
Kutluay burada çok doğru bir tespit yapmaktadır. Ancak bu tespiti yapmakla
birlikte kendisi de aynı yanılgıya düşmekten kurtulamamıştır. İbn Sebe hakkındaki
rivayetleri bunun göstergesidir.
Tarihteki
İslam fırkalarından bahseden milel ve nihal kitaplarının öteden beri en meşhur
ve doğruya en yakın kabul edilenin Şehristani’nin “el-Milel ve’n-Nihal”i
olduğunu belirten Kutluay, Şehristani’nin İbn Hazm ve Bağdadi’ye tercih
edilmesinin nedenini ise bu iki yazarın, oldukça mutaassıp olup, Sünni görüşe
aykırı olan her sistemi olduğu gibi nakletmekten ziyade, onlara hücum etmesi
olarak göstermektedir.[134]
Yazar’ın
burada Şehristani’yi güvenilir bir kaynak olarak kabul ettiğini görmekteyiz.
Ancak oldukça değerli olan bu eserin tamamen güvenilir olduğunu söylemek mümkün
değildir. Çünkü en başta Şehristani meşhur 73 fırka hadisine göre eserini
yazmıştır. Bu da eserinin objektifliğini kaybetmesi demektir.
Bütün
bu sakıncalarına rağmen, milel ve nihal kitaplarının kıymetinin inkârının
mümkün olmadığını söyleyen Kutluay, sözlerine şöyle devam etmektedir: “Çünkü
bir müellif ne kadar mutaassıp ve tarafgir olursa olsun söylediklerinde bir
gerçek payı vardır. Bu gerçekleri bulmak ise ancak, bu kitapların dışında kalan
ve o döneme ait eserlerle mukayese ederek bir sonuca varma şeklinde olur.
İslamiyet’in ilk yıllarından zamanımıza intikal etmiş olan, şiirler, ensab kitapları,
hadisler, tefsirlerde muhtelif sebeplerle söylenmiş sözler ve bunların yanında
Taberi ve Belazuri gibi güvenilir tarihçilerin eserleri bu yolda rehberlik
edebilir.”[135]
Yazarın
burada getirdiği yöntem oldukça önemlidir. Çünkü bu alana getirdiği yeni bir
yöntem olan karşılaştırma yöntemi, doğru bilgiye ulaşmak için kullanılabilecek
yöntemlerin bir basamağını oluşturmaktadır diyebiliriz. Eserlerini yazarken bu
yöntemi çok fazla kullandığını görmesek de, bu durum yaptığı çalışmaların
hiçbir şekilde değerini düşürmeyecektir.
İSLAM
MEZHEPLERİNE BAKIŞI
Yaşar
Kutluay’ın ilk siyasi mezhepler olan Hariciler ve Şiilerin menşeini Abdullah b.
Sebe’ye ve O’nun gösterdiği faaliyetlere bağladığını belirtmiştik. Buradaki
Şiilerden kasıt, “Hz. Ali hakkında ifrat derecesine varan inançlara sahip
müfrit Şii mezhepleridir. Bu mezheplerin bugün yaşamakta olan İmamiye ve
Zeydiye gibi Şii mezheplerle ilgisi yoktur.”[136] Kutluay,
eserlerinde en çok bu iki mezhebe yer vermiştir.
1. ŞİA
Şia
kavramının tanımını yaparak yazısına başlayan Kutluay, bu konuda şunları
söylemektedir: “Arapça bir kelime olup “taraftarlık” anlamına gelen Şii
kelimesi, Ali ile Muaviye arasındaki anlaşmazlıkta Ali’nin tarafında olanlar
için kullanılmıştır. Hilafet konusunda Hz. Ali’ye hak veren, O’nun hilafetini
meşru tanıyan herkes bu tarifin içine girmektedir. Ayrı bir mezhep halinde
teşekkül eden ve günümüze kadar gelmiş olan Şiilik ise: “Hz. Ali’nin nass ve
tayinle halife olduğunu, hilafetin ancak O’nun soyundan gelenlere ait olduğu,
bunun halkın seçemeyeceğini, bunun dinin esasına ait bir rükun olduğunu kabul
eden kimselere verilen addır. İmamların büyük-küçük günahlardan münezzeh
olduklarında ve “kavlen, fiilen ve aklen teberi ve tevelliyi kabul etmek
gerektiği hususunda”[137]
-Zeydiye hariç- bütün Şii fırkaları birleşirler.”[138]
Şia’nın
ayırıcı özelliği olan Hz. Ali ve imamlarla ilgili inançlarına tanımında yer
veren Kutluay sonrasında Şiilerin iddialarının menşeini incelemektedir:
“Şiilerin iddiaların menşei Gadir-i Hum olayına dayanmaktadır. Maide Suresi’nin
67. ayeti, “Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu
yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur.
Doğrusu Allah kâfirlere yol göstermez.” şeklindeki ifadesinde Hz. Ali’nin
halifeliğine işaret edildiğini, Peygamberin Ali’nin halifeliğini söylemeye
korkmaması gerektiğini ifade etmektedir. Gadir-i Hum’da Peygamber Hz. Ali’yi
yanına çağırmış, “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır” diyerek O’nun
halifeliğini ilan etmiş ve herkeste biat etmiştir. Ancak Hz. Ebu Bekir ve Hz.
Ömer’in iktidar hırsı ve halkı baskı altında tutmalarından dolayı, Ali’ye
halife olarak biat edilmemiştir. Hz. Ali de “takiyye” icabı ses çıkarmamıştır.”[139]
Kutluay’ın
yer verdiği şekliyle, bugün yaşayan Şiilerin iddiaları sadece Gadir-i Hum’a
dayanmamaktadır. Kırtas hadisesi, Peygamberin Taif seferine giderken yerine
Ali’yi bırakması, bazı hadis ve ayetler de Şiilere göre Hz. Ali’nin imamlığına
delildir.[140]
Kutluay’ın bilgi vermekle yetinip, hiçbir şekilde değerlendirme yapmadığı ve
yapılmasının da anlamsız olduğunu düşündüğü Şiilerin Gadir-i Hum meselesine biz
kısaca temas edeceğiz.
İlk
önce şunu belirtmek gerekir ki, Kuran tek üstünlük ölçüsünün takva olduğunu
belirtmiş ve hiçbir soya, kavme ayrıcalık tanımamıştır. Ayrıca Peygamberimiz de
hayatında Kuran’ın bu ilkesine göre davranmış kimseye ayrıcalıklı muamele
yapmamış, görev verirken liyakate önem vermiştir. Bu nedenle Ehl-i Beyt’in
diğer Müslümanlardan üstün ve ayrıcalıklı bir tarafı yoktur. İkinci olarak
birçok zorluk çekmiş, taşlanmış, canına kastedilmiş, yurdundan kovulmuş olan
Peygamber nasıl oluyor da bu emri açıkça tebliğ etmekten korkuyor? Zaten bir
peygamber Allah’tan aldığı emirleri insanlara tam olarak açıklamazsa görevini
ifa etmemiş olur ki bu da mümkün değildir. Ayrıca eğer gerçekten bu olay
olmuşsa ve bu hadis sahihse, Hz. Ali’nin ya da bütün sahabenin Sakife gününde
olsun, Şura seçimlerinde veya Sıffin savaşında olsun bu durumu hiçbir şekilde
dile getirmemesi oldukça ilginçtir. Sonuç itibariyle kaynaklar gösteriyor ki,
“Gadir-i Hum denilen bölgede konaklayan sahabenin Ali’yle ilgili bazı
şikâyetlerini dinleyen Peygamber, Ali’den duyulan hoşnutsuzluğu bertaraf etmek
ve İslam cemaatinin birliğinin en ufak hadiselerle bile bozulmaması için bu
hadisi söylemiştir. Ne var ki sonrasında bu hadis yanlış yorumlanmış ve derin
ayrılıklara neden olmuştur.”[141]
Şiiliğin
tarih sahnesine bir mezhep olarak ne zaman çıktığını inceleyen Kutluay, Tahkim
hadisesinden sonra Muaviye’ye karşı Ali’nin yanında yer alanların mevcut
olduğunu ancak bunların sistemli bir mezhep hüviyeti taşımadığını belirttikten
sonra şu değerlendirmeleri yapmıştır: “Şiilerin ne zaman siyasi bir grup olarak
ortaya çıkışları kesin ve belirli hatlarla bilinmemektedir. Ancak tarih
sahnesine zuhurları, Muaviye’nin Irak valilerinin, camilerindeki hutbelerinde
Hz. Ali aleyhine konuşmaları ve cemaatin bir kısmının bunu protesto etmesiyle
olmuştur. Cemaatin içinde ilk itirazı yapan Hucr b. Adiyy olmuştur. Diğerleri
de buna katılmıştır. Şiddete başvurmaya kalkışan vali değiştirilir. Yerine
gelen vali de çok farklı davranmaz. İtidal yolunu seçmeyen merkez Şam, Hucr’u
ortadan kaldırır. Bunun üzerine protestolar artar; ancak hala teşkilatlı bir
grubun varlığı söz konusu değildir.”[142]
Şiilerin
tarih sahnesine çıkışlarının Hucur b. Adiyy hadisesiyle olduğunu söyleyen
Kutluay, aynı zamanda bu olayın yaşandığı dönemde hala sistemli bir Şii
mezhebinden bahsedilemeyeceğini söylemektedir. Burada yazar, tarih sahnesine
çıkıştan neyi kastetmektedir, anlaşılmamaktadır. Herhalde, burada Şii
kelimesini sadece Ali taraftarı olmak anlamında kullanmaktadır. Ancak bu şekilde
çelişki ortadan kalkmaktadır.
Hucr
b. Adiyy ve taraftarları Muaviye’ye beyat etmekle birlikte, O’nun valilerinin
Hz. Ali ve yakınlarını kötüleme faaliyetlerine dayanamayıp karşı gelen küçük
bir gruptur. Başka ekonomik ve sosyal şartların da hazırladığı bu hareket,
aslında, Emevi iktidarına karşı yapılmış basit bir isyan girişimden başka bir
şey değildir. Ayrıca bu harekette hiçbir Şii fikrin zuhur ettiği
görülmemektedir.[143]
Hucur
b. Adiyy hareketinin ilk Şii hareketi olarak değerlendirilemeyeceğini belirten
Kutluay, bu mezhebin zuhur edişinde önemli bir etken olan Kerbela hadisesini
şöyle anlatmaktadır: “Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hasan, ne babasının intikamını almak
ve ne de Muaviye’ye karşı harekete geçmek gibi niyetlerle herhangi bir
girişimde bulunmamıştır. Ancak diğer oğlu Hüseyin Muaviye’nin oğlu Yezid başa
geçince O’nun halifeliğini kabul etmemiş ve Kufelileri de yanına alarak Şam’a
hareket etmiştir. Bunu haber alan Yezid’in valileri askerleriyle birlikte
harekete geçmiş ve Kerbela’da, 680 tarihinde, Hz. Hüseyin’in yanında olan aile
efradı ve bir kısım Kufeli insafsızca öldürülmüştür. Tarihe Kerbela Faciası
diye geçen bu olay, yeni bir fitne kapısı açmış ve Kerbela şehitlerinin
intikamını alma bahanesiyle birçok kimse, emelleri uğruna eylemlerde
bulunmuştur.”[144]
Kutluay’ın da
işaret ettiği gibi fitne hadisesinden sonra İslam Toplumunun aldığı en büyük
ikinci yara Kerbela hadisesidir. Peygamberimizin gözünden bile sakındığı torunu
hunharca öldürülmüştür. Ne var ki burada sadece tek taraflı bir suçtan
bahsetmek mümkün olmasa da sonucun böyle olması hiç kimsenin dileği olamaz. Hz.
Hüseyin’in iktidara karşı gelmesi ve bunu yaparken biraz acemice davranması, ayrıca
destekleme sözü verenlerin O’nu yalnız bırakması olayın bu şekilde bitmesinin
nedenleri arasındadır. Kanaatimizce koltuğunu korumaya çalışan Yezid, bunun
yolunu yanlış seçmiştir.
Kerbela
olayından sonra yaşanan Tevvabun hareketini tam bir kırılma noktası olarak
değerlendirin Kutluay, bundan sonra sahneye iktidar için Hüseyin b. Ali adına
Abdullah b. Zübeyr, O’ndan sonra da Muhammed b. El-Hanefiye adına Muhtar es-
Sakafi çıktığını belirtmiştir. İlk Ali tarafgirliğini sistematik bir şekilde
ortaya koyan kişinin Abdullah b. Sebe olduğunu söyleyen yazar, ikinci sıraya
Muhtar es-Sakafi hareketini koymaktadır.[145] Ancak
şu belirtilmelidir ki, bu hareketlerde Hz. Ali’nin soyunun, hiçbir zaman
başrolü oynadığı görülmemektedir.
Şiiliğin
ilk zuhur edişinin hangi olayla olduğunu net olarak ifade etmeyen Kutluay,
Abdullah b. Sebe’nin ortaya koyduğunu iddia ettiği “sistematik Ali
tarafgirliği” sözünden neyi kastetmektedir, açık değildir. Eğer Şiilik
mezhebinden bahsediyorsa, kendi içinde çelişecektir. Çünkü Şiiliğin daha Hucr
b. Adiyy döneminde dahi tam olarak zuhur etmediğini kendisi söylemektedir.
İkinci Şiilik hareketini de Muhtar’ın faaliyetlerinin olduğunu söylemesi, Şii
mezhebiyle ilgili kronolojik sırayı iyice çıkmaza sokmaktadır.
Daha
öncede belirttiğimiz gibi Şiiliğe ait fikirlerin ilk belirtileri Hicri birinci
asrın sonlarıyla ikinci asrın başlarında görülmektedir. Bu tarihlerden
öncesinde ne Şiilikten ne de Şii fikirlerden bahsetmek mümkün değildir.[146] Bu
nedenle İbn Sebe’nin hareketini Şiilik hareketi olarak değerlendiremeyeceğimiz
gibi, Muhtar’ın hareketini de aynı bağlamda Şiilik hareketi olarak
değerlendiremeyiz.
Muhtar
es-Sakafi, Ümeyye iktidarına karşı kin besleyen, Emevi valilerinden Ubeydillah
b. Ziyad’la aralarında geçen bazı tatsız olaylardan dolayı ondan intikam almak
isteyen bir şahıstır. Muhtar, Kerbela olayından sonra Hüseyin’in kanını talep
iddiasını sloganlaştırarak, Muhammed el-Hanefiyye’nin adını kullanarak bu
harekete girişmiştir. Kısmi başarılar elde etse de mevaliye verdiği haklar
sonunu getirmiştir. Ayrıca Muhtar, Kutluay’ın iddia ettiğinin aksine[147],
hareketi esnasında herhangi gulat bir fikir ileri sürmemiş, hatta başarı elde
ettiği zaman Muhammed el- Hanefiye’ye sırtını dönmüştür.[148]
Şii
mezheplerin tasnifine bakıldığında ise konuyla ilgili eser yazan müelliflerin,
farklı görüş noktalarından hareket ettikleri için, tasniflerinin de farklı
olduğu görülmektedir. Yaşar Kutluay Şii mezheplerini şu şekilde tasnif
etmiştir:
I-
Gerek
Ali b. Ebi Talip ile soyu ve gerekse bizzat şahısları hakkında “gulve gitmiş”
olanların meydana getirdikleri ve “Galiye” adı altında ele alınabilecek gruplar
II-
Ali b.
Ebi Talip ve soyunun imamette diğerlerinden ziyade hakkı olduğunu genellikle
kabul etmekle beraber, imamların sırası konusunda düştükleri anlaşmazlıklarla
bölünen ve “İmamiye” adı altında toplayabileceğimiz grup.[149]
Galiye
Sınıfına Giren Mezhepler
Yaşar
Kutluay kendine has bir tasnif yapmakla birlikte, Şii mezheplerin kollarından
bahsederken klasik milel-nihal kitaplarının metodunu uygulamıştır. Ayrıca,
Şehristani’nin veya Bağdadi’nin eserlerinde vermiş olduğu bazı fırkalara kendi
kitabında yer vermemiştir. Bununla birlikte Şehristani’nin el-Milel’inde yer
almayan Şeriiye ve Gurabiye gibi bazı fırkaları Bağdadi’nin eserinden
yaralanarak kitabına eklemiştir. 73 fırka hadisine göre mezhepleri tamamlama
çalışması veya mezhepleri tasdik ya da red etme gibi bir gayret içine
girmemiştir. Fakat mezheplerin yüzeysel bir şekilde ele alınıp, nerede doğup
geliştiği, hangi olaylardan etkilendiği gibi konulara yer verilmemiştir. Kaynak
eserlerde yer alan bilgilerin özeti şeklinde mezhepler hakkında genel
bilgilerin verilmesiyle yetinilmiştir. Ayrıca mezhebin ana bünyeden ayrılırken
hiçbir kaidenin belirlenmemiş olması, muhalif bir fikirle bile hemen farklı bir
mezhep oluşturması da dikkat çekicidir. Kaynak eserlerde yazarların fırkaları
tarihi, siyasi, içtimai ve diğer şartlarla irtibatlandırma yoluna gitmeyip,
mezhebi bir şahısla başlatıp doğruca fikri vermekle yetinmesi hatasına Yaşar
Kutluay da düşmüştür. Sonuç itibariyle mezhebi anlayabilmek için yeterli bilgi
verilmemiş, klasik bir yöntemle, mezhebin kurucusu ve mezhebe ait birkaç fikir
verilip geçilmiştir. Kutluay’ın Gulat fırkalar arasında saydığı mezhepler
sırasıyla şunlardır: 1-Sebeiyye, 2-Muhtariye, 3-Haşimiyye, 4-Beyaniyye,
5-Mugiriyye 6-Cenahiyye, 7-Mansuriyye 8-Hattabiyye 9-Şeriiye 10-Gurabiye. Bu
saymış olduğumuz mezhepler tek tek ele alınmayacak, önemine binaen Sebeiye
Mezhebi’ne değinilip geçilecektir.
Sebeiye
Kutluay’ın
bu mezhep hakkında söyledikleri şunlardır:
“Sebeiye’nin
kurucusu olarak kabul edilen Abdullah b. Sebe, San’alı bir Yahudi’dir. Annesi
siyahîdir. Osman b. Affan zamanında Müslüman olmuş, sonrasında ise Müslüman
diyarlarda gezerek sapık fikirlerini insanlar arasında yaymaya başlamıştır. O,
Mısır’da halk arasında şöyle bir konuşma yapmıştır: “Gariptir ki insanlar, Hz.
İsa’nın geri döneceğine inanırlar da, Hz. Muhammed’in geri döneceğini
söyleyenleri yalanlarlar. Oysaki Allah Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur:
“Kuran’a uymayı sana farz kılan Allah, seni döneceğin yere döndürecektir.”
(Kasa Suresi, 85) Dolayısıyla Hz. Muhammed’in geri dönmesi Hz. İsa’nın
dönmesinden daha doğrudur.” Bu görüş halk arasında kabul görür ve “dönüş”
(ric’at) inancı ortaya çıkar. O, bundan sonra şu görüşü ileri sürer: “Her
peygamberin bir vasisi vardır. Hz. Muhammed’in vasisi de Hz. Ali’dir. Muhammed
peygamberlerin, Ali de vasilerin sonuncusudur. Öyleyse Hz. Muhammed’in
vasiyetine uymayıp, hakkı olmayarak ümmetin başına geçen Osman b. Affan’a karşı
harekete geçilmelidir.”[150]
Abdullah b. Sebe’nin ortaya atmış olduğu bu vesayet doktrini, gulv’ün ilk
basamağını teşkil etmektedir. Bununla beraber, müfrit Şii fırkalarında görülen
“Tevakkuf, gaybet ve tenasüh” fikirlerini ilk ortaya atan da İbn Sebe’dir.[151] Abdullah
b. Sebe bu şekildeki sapık görüşlerini bütün memlekete yaymıştır. Kendi gibi
düşünenlerle de gizli mektuplar vasıtasıyla haberleşmiş ve İslam toplumunun ilk
parçalanışı için zemin hazırlanmıştır. İlk kaynak eserlerde “Sebeiye” deyimi
ile Hz. Osman’ın katli olayına karışan bütün topluluk kastedilmektedir. Bu
aşamada, Sebeiye, bir mezhep değil, Halife Osman’a karşı gelenlere verilen
genel bir addır. Sonraları bu deyim müfrit Şiilerin genel ismi olmuştur.
Abdullah b. Sebe’ye izafetle, daha sonra Sebeiye adında, Şii karakterli bir
mezhep kurulmuştur. Sonuç itibariyle, müfrit Ali taraftarı olan Sebeiye grubu,
tarihin ileri safhalarında zuhur eden müfrit Şii fırkaların çekirdeği
mesabesindedir.”[152]
Kuyluay’ın yukarıda vermiş
olduğumuz Sebeiyye’ye ait bilgiler Taberi’deki Seyf b. Ömer’in rivayetlerinde
ya da Milel-Nihal kitaplarında yer almaktadır. Bu kaynaklarda yer aldığı
şekliyle fitne olaylarının müsebbibi olarak tarih sahnesine çıkan İbn Sebe,
birden bire Cemel savaşından sonra ortadan kaybolmaktadır. Bu kadar olaylara
karışan bir şahıs nasıl oluyor da Sıffin ve sonrasında gelişen olaylarda göze
batan hiçbir faaliyet göstermiyor, ilginçtir.[153] Başka
kaynaklarda ise İbn Sebe’nin siyasi faaliyetlerinden hiç bahsedilmeksizin
sadece Hz. Ali hakkında aşırı fikirler ileri süren şahıs olarak
tanıtılmaktadır.[154]
Burada şu hususa değinilmelidir
ki, Halife’nin bazı icraatlarını beğenmeyip O’na karşı bir siyasi tavır içine
giren dönemin seçkin sahibeleri, nasıl oluyor da, bir Yahudi mühtedisinin
müfsid fikirlerine kanıverecek derecede zayıf ve kararsız olabiliyorlar. Eğer
burada Hz. Osman devrinde vuku bulmuş olaylara ismi karışmış sahabelerin
davranışlarını mazur göstermek için, bütün suçu bir şahısa yüklemek gibi bir
davranış sergileniyorsa, bunun çok ahlaki olduğu söylenemez. Çünkü böylelikle
ashabın muhtemel hataları tarihi bakımında ört-bas edilmiş olmaktadır.[155]
Sonuçta kimliği ve yaptıkları
konusunda oldukça farklı rivayetler bulunan bu şahsın, Seyf b. Ömer tarafından
sahabe karizmasını kurtarmak için kurgulandığı düşüncesi, Mezhepler tarihi
araştırmacıları arasında ağır basan görüştür. Çünkü bir şahsın İslam tarihinde
derin izler bırakan bu kadar büyük olaylara tek başına neden olması beklenemez.
Siyasi, sosyal, ekonomik vb. sebeplerle birbirine giren sahabenin bu
yaptıklarını örtbas etmek için Seyf bir günah keçisi icat etmiştir. Tarihi
yeniden inşa eden Seyf, olayların akışına göre de bu günah keçisine bazı
misyonlar yüklemiştir. Ne var ki İbn Sebe’nin bütün bunları yaparken neyi
amaçlamış olabileceği konusuna açıklık getirememiştir. Yaşar Kutluay da Seyfin
bu rivayetlerine itibar ederek kitabında yer vermiş ve sahabeye biçmiş olduğu
rollerden ötürü belirlenen günah keçisini, bütün olayların müsebbibi olarak
göstermiştir.
II-
İmamiye Grubu
Kutluay
bu gruptakileri ş öyle tanımlamaktadır: “Hz. Ali’den başlayarak onun iki oğlu
Hasan ve Hüseyin’e ve onların çocuk ve torunlarına imamet nispet edenlerdir.
Sırasıyla bu üç isimden sonra Ali Zeynelabidin de dördüncü imam olarak hepsince
kabul edilir; ancak ayrılıklar bu dördüncü imamdan sonra başlar. Çoğunluğunda
ileride gelmesi beklenen bir mehdi veya imam bulunmaktadır.” Bu bölümde yer
alan fırkalar da sırasıyla şunlardır: 1-Zeydiye 2-Bakıriyye 3-Caferiyye 4-Museviyye
5-İsnaaşeriyye 6-İsmailiyye veya Batıniye [156]
Kutluay’ın
Gulat fırkaları anlatırken izlediği yöntem burada da aynıdır. Ancak farklı
olarak İmamiye grubunda yer alan ve günümüzde hala yaşayan bazı mezheplerin
bugünkü durumu hakkında genel bir bilgi verilmiştir.
Günümüzde
yaşaması ve kayda değer taraftarları, çalışmaları olması hasebiyle İşnaaşeriye
ile İsmailik mezhebine daha fazla yer vermiştir. Ancak Kutluay bu mezheplerden
bahsederken tamamen Şii kaynaklardan yararlanmıştır. İmamların hayatını
anlatırken tarihi kaynakların verdiği bilgilere çok kısa değinmiş, Şii
ananesine göre onları okuyucuya tanıtmıştır. Bunun yanında bu mezheplerin
siyasi tarihini daha tafsilatlı ele almıştır. Özellikle İsmailik hakkında
oldukça geniş bilgi vermiştir. Mezhebin doğuşunu hazırlayan içtimai faktörlere
değinmiş, tarihte gösterdiği başarılara yer vermiş ve sonuç bölümünde günümüz
İsmaili hareketlerinden bahsetmiştir.[157]
Ancak birçok Batıni fikre sahip olan İsmailik de gulat mezhepler altında
sayılabilir ya da ayrı bir başlık altında değerlendirilebilirdi
düşüncesindeyiz.
HARİCİLER
VEYA HAVARİC
Haricilerin tarih sahnesine
çıkışı Sıffin Savaşı’ndaki tahkim meselesinden sonradır diyen Kutluay, yönetim
ile Hariciler arasındaki savaşların, Emevi saltanatının sonlarına kadar
aralıklarla devam ettiğini, pek çok Müslüman kanının bu çatışmalarda
döküldüğünü belirtmiştir.[158]
Kutluay’ın, tarihleri hakkında
kısaca bilgi verdiği Haricilerin menşeini de Sebeiyye bağladığını daha önce
söylemiştik. Fitne olaylarına karışan, Cemel vakasını tetikleyen kişilerin
bazılarıyla, Sıffin savaşında tahkimi başta kabul edip sonra reddeden kişilerin
aynı olduğunu söylemiştir. Ayrıca Sıffin savaşında başta hakemleri kabul edip
sonra reddeden ve Ali’ye de reddetmesi için baskı yapan Hurkus b. Züheyr,
“Osman’a yaptığımızı sana da yaparız” diyerek Ali’yi tehdit bile etmiştir. Bu
da gösteriyor ki Osman’ın öldürülmesine karışan Sebeilerin liderlerinden
Hurkus, burada da tahkimi reddederek Haricilerin başına geçmiştir diyen
Kutluay, “yani sonuç itibariyle Haricilerin menşei de Sebeiler olmaktadır”
değerlendirmesini yapmaktadır.[159]
Burada ilk önce şu hususa
dikkat çekilmelidir. Hz. Ali’nin, Allah’ın ve Peygamberin emriyle halife
olduğuna inanan Sebeiyye mensupları, nasıl oluyor da böyle bir liderin, tahkim
konusundaki kararını tartışıyor, hatta O’na itiraz edebiliyor. Ayrıca Cemel de
olsun, Sıffin’de olsun devamlı Ali’ye karşı faaliyet gösteren bu isimlere Ali
taraftarı demek nasıl mümkün olur. Bunun yanında, Hz. Ali’yi öldüren İbn
Mülcem’in de bir Harici olması açıklanabilir bir durum değildir. Çünkü eğer
Haricilik Sebei menşeli bir mezhep olsaydı, İbn Mülcem Ali’nin katili değil,
O’nun ilahlığını savunan bir şahıs olması gerekirdi. Bunun yanında Osman’a
ayaklananlar arasında olup, Sıffin’den sonra Haricilere katılan Hurkus b.
Züheyr ve Şureyh b. Evfa gibi isimler hiçbir kaynakta Sebei olarak
adlandırılmamıştır.[160]
Sonuç itibariyle Haricilik ve
Sebeiyye’nin ilişkilendirmesi mümkün değildir. Çünkü Sebeiyye, daha önce de
temas ettiğimiz gibi, Hariciliğin doğduğu dönem olan Sıffin Savaşı esnasında
herhangi bir oluşuma delalet etmemektedir. Bu kavramı Hz. Osman ve Ali dönemine
taşıyan şahıs, sadece Seyf b. Ömer olmuştur.[161]
Kutluay’ın, Haricilerin menşeini
Sıffin ve hakem meselesinden öncelere götürerek Sebeiye’ye bağladığını
söylemiştik. Hariciliğin zuhur edişini tek bir olayla açıklamaya çalışmayan
Kutluay isabetli bir yol seçmiştir. Çünkü hiçbir dini-siyasi hareket tek bir
sebebin sonucunda oluşmamış ve birden bire ortaya çıkmamıştır. Ancak yukarıda
da açıkladığımız gibi Hariciliğin menşeinin Sebei’ye bağlaması yanlıştır. Bu
nedenle Hariciliğin oluşmasında etken olan başka sebepler aranmalıdır.
İlk olarak Haricilik mezhebine
mensup kişilerin sosyal tabanına baktığımız zaman çoğunluğunun yerleşik hayata
sonradan geçmiş olan Bedevi Araplar olduğunu görüyoruz. Önceleri çölde
hayatlarını sürdüren bu kişilerden İslam’ı kabul ettikten sonra yavaş yavaş
yerleşik hayata geçmeye başlayanlar oldu. Bunun sonucunda çok ciddi kültür
değişmeleri yaşadılar. Çölün sınırsız ve güce dayalı yaşamından şehir
kurallarının dinin getirdiklerinin sınırları içinde bir hayat sürmeye
başladılar. Ayrıca her şeyi yüzeysel algılayan, derine inmeyi gerekli görmeyen
bu kişiler Kuran’ı da yüzeysel bir şekilde yorumladılar. İşte Haricilerin
ortaya çıkmasında bu hızlı sosyal değişimin büyük etkisi olmuştur. Bunun
yanında Hz. Osman zamanında doğan otorite boşluğunun, Kureyş’in merkezi
otoritesine duyulan tepkinin de bu mezhebin zuhurunda rolü vardır.[162] Hz.
Ebu Bekir ve Ömer zamanında huzurlu bir hayat yaşayan bu insanlar, Hz. Osman
zamanında yitirilen düzenin arayışı içine girdiler. Adil ve otoriter bir nizam
fikrine temayül eden Hariciler, kendi içtimai ve etnik yapılarının gerektirdiği
mizaç istikametinde, fazla derine girmeden Kuran’a dayalı bir düzen kurmak
istediler. Bunun içinde tahkim meselesinden sonra faaliyete geçtiler. Kuran’ın
hakemliğine güvendikleri için ve sırf dini duygularla tahkimi kabul
ettiklerinde Muaviye’nin resmen haklılığını onayladıklarını anlayarak hata
ettiklerini fark edip tevbe etmişler ve Ali’nin de tevbe etmesini
istemişlerdir. Hz. Ali ahitten geri dönülemeyeceğini söyleyip onlara itiraz
edince, Hariciler de on iki bin kişiyle birlikte Ali’nin ordusundan ayrılıp
Harura’ya çekildiler.[163]
Kutluay’ın kitabına geri
dönecek olursak O’nun hakkında bilgi verdiği Harici mezhepler şunlardır:
1-Ezarika 2-Necedat 3-Beyhesiye 4-Acaride, Acaride’nin kolları a)Meymuniye
b)Hamziyye c)Şuaybiyye d)Hazımiyye e)Saltıyye f)Ahnesiyye g)Şeybaniyye h)
Mukremiyye 5-Sufriyye 6-İbadiyye[164]
Kaynak eserlerde geçtiği
şekliyle Kutluay’ın tasnifleri arasında bazı farklılıklar olmakla birlikte
içerikleri genel itibariyle aynıdır. Örneğin, Ahsaniyye, Şeybaniyye ve
Mukremiyye, Bağdadi ve Şehristani’nin eserinde Sealibe adında bir mezhebin tali
kolu olarak yer almaktadır. Ayrıca Eşari’nin on beş tane saydığı Acaride’nin
kollarını[165],
Şehristani on tane saymakta[166] ve
bu farklılığın nedenini Kutluay şu şekilde açıklamaktadır: “Aslında her iki
müellif de aynı şeyleri anlatmaktadırlar. İsim farkları, şubeleri ana kola
bağlamadaki görüş farkından ileri gelmektedir.”[167]
Kutluay, bu eserinde Sealibe mezhebini Harici mezhepler arasında saymamaktadır.
Ayrıca mezheplerin fikirlerine sayarken bazı eklemeler yaptığı olmuştur.
Mesela, Ezarika’nın görüşlerini sıralarken yukarıda ismi geçen kaynak eserlerde
yer almayan artı olarak iki madde vermiştir.[168] Mezhepler
hakkındaki bilgileri genel itibariyle özetleyip vermiştir. Kendisi de
mezheplerin bütün kollarını tek tek ele almayacağını, belli başlılarını kısaca
zikredip geçeceğini Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri adlı eserinde
belirtirken[169],
İslam ve Yahudi Mezhepleri adlı eserinde Eşari’nin tasnifini esas alarak
fırkaları ve tali kollarını sırasıyla ele almıştır.
İslam ve Yahudi Mezhepleri
kitabında fazladan sayılan Acaride’nin kolları şunlardır: 1- İsimsiz bir fırka
2-Halfiye 3-Malumiyye 4-Meçhuliyye 5-Sealibe 6- Mabediye 7-Ruşeydiye veya
Uşriye 8-Etrafiye.[170]
MUTEZİLE
Hz. Muhammed ve ilk iki halife
zamanında birlik ve beraberlik içinde yaşayan İslam toplumunda ilk kırılmalar
Hz. Osman zamanında yaşanmaya başlamıştır. Hz. Peygamberin iki kızıyla
evlendiği için “Zinnureyn” lakabı verilmiş, İslam’a ilk giren Müslümanlardan
olan ve Müslümanlara en kötü zamanlarında maddi anlamda çok yardımı dokunan bir
sahabe ve aynı zamanda İslam toplumunun başında olan Halife, bir grup isyancı
tarafından, hiç de zorlukla karşılaşmadan öldürülmüştü. Doğal olarak bunun
yansımaları da büyük olacaktı. Tarihe fitne hadisesi olarak geçen bu olaydan
sonra ilk defa Müslümanlar birbirine kılıç çekmiş, cennetle müjdelenen
sahabeler dindaşları tarafından öldürülmüştür. Böyle bir ortamda hangi tarafın
haklı olduğu, öldürenin mi, yoksa ölenin mi masum olduğu sorusu kafaları
karıştırmıştı. İşte Müslümanlar arasında yaşanan bu ihtilaflara çözüm
arayışları[171] içinde
zuhur eden bir oluşum da Mutezile olmuştur.
Kutluay, kitaplarında Mutezile
mezhebinin teşekkül sürecini şu şekilde nakletmektedir. “Vasıl b. Ata Hasanu’l
Basri’nin ders verdiği meclisinin müdavimlerindendi. El-Basri fasıklar için,
‘Onlar mümin ve muvahhiddirler; işledikleri masiyet kalplerindeki imana zarar
vermez.’ görüşünü ilan ettiği bir zamanda Vasıl itiraz ederek ‘menzile beyne’l
menzileteyn/ küfür ve iman arasında üçüncü bir menzile’ görüşünü ileri sürdü.
Bunun üzerine Hasanu’l Basri O’nu meclisinden tard etti. Bu meclisin ve
Müslümanların görüşlerinden ayrıldıkları için kendilerine “Mutezile” denildi.
Mezhebin kurucusu sayılan Vasıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd bu görüşleri
doğrultusunda kendilerini takip edenlerle bir grup oluşturmuşlardır. Vasıl b.
Ata’nın fikirlerinde Mutezile’nin meşhur “usul-u hamsesi” tamamlanmamıştır.
Bununla beraber kendisi hicri ikinci yüzyılın başında, daha önce misli
görülmeyen bir sistemi ortaya atmıştır. ‘Kul, hayr, şer, iman, küfür, taat ve
masiyetin failidir. Fiillerine göre cezalandırılır. Allah onu bu fiilleri
işlemeye muktedir kılmıştır.’ Fikrini ortaya atarak kader meselesini net ve
sarih hükümlere bağlamıştır.[172]
Vasıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd’le başlayan itizal hareketi kuvvetlenerek Halife
Memun devrinden itibaren Abbasilerin resmi mezhebi haline gelmiştir. Aklın
nakil karşısında daha üstün olduğunu savunan Mutezililer kayıtsız şartsız fikir
özgürlüğünü savunmaları gerekirken böyle olmamış, herkesi kendileri gibi
düşünmeye zorlamış ve kendileri gibi düşünmeyenleri de takip ettirmişlerdir. Bu
ve benzeri hareketleri de sonlarını getirmiştir.”[173]
Kutluay, Hasanu’l Basri’nin
öğrencisi olan Vasıl b. Ata’nın, farklı düşüncesinden dolayı meclisten
kovulduğunu söylemektedir. Hâlbuki Hasanu’l Basri talebesinin fikri ayrılığına
dikkat çekmek için “Vasıl bizden ayrıldı” demekle yetinmiş, kovma gibi bir
harekette bulunmamıştır.[174] Ayrıca
Vasıl’ın üçüncü bir menzil fikriyle Müslümanlardan ayrıldığını söylemesi,
Mutezile’yi İslam dairesi içinde telakki etmediği izlenimini uyandırmaktadır.
Mutezile’nin savundukları fikirlere baktığımızda İslam dışı sayılmalarını
gerektirecek bir düşünceye rastlanılmamaktadır. Mezhebin kurucusu olarak da
Kutluay, Vasıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd’i saymaktadır. Ancak bu iki şahsın
yaşadığı dönemde, henüz Mutezile kavramının bir mezhebe ad olarak
kullanılmadığını görmekteyiz. Çünkü daha Mutezile bu dönemde diğer fırkalardan
ayrılmış ve sistemini oluşturmuş durumda değildir. Kutluay’ın da yukarıda
işaret ettiği gibi Vasıl ve Amr dönemlerinde, Mutezile’nin diğer fırka ve
gruplardan ayırt edici özelliği olan beş temel prensibinin hepsi teşekkül
etmemiş, küçük kelami meselelerin dışında tartışmalar yapılmamıştır. Bu nedenle
Vasıl ve Amr’ı mezhebin kurucusu olarak ifade etmek yanlış olacaktır. Ancak
yaşadıkları dönemin şartları itibariyle ortaya attıkları fikirler, Mutezile
tarihi için önemli bir kırılma noktası olarak değerlendirilebilir.[175]
Yaşar Kutluay’ın genel
itibariyle Mutezile hakkındaki düşüncelerini ilk iki eserinde yer aldığı
şekliyle size yukarıda vermiştik. Ancak Kutluay başka bir eserinde, Mutezile
hakkında farklı bir görüş ileri sürmektedir. “Başlangıçta fırkadan ziyade bir
“makale” hüviyetinde olan Mutezile, sonraları başlı başına felsefi bir ekolün
temsilcisi olmuştur.[176] İnsanın
durumu meselesinde, Haricilerin müfrit iddiaları yanında bir yol arama
gayretinden dolayı Vasıl b. Ata meşhur görüşünü ileri sürmüştür.[177]
Günümüzde varlığını sürdürmeyen Mutezile, kelami veya felsefi bir sistem olarak
tarihten silinmiştir.”[178] Kutluay
diğer eserlerinde Mutezile hakkında “sistematiğini oturtmuş tek itikadi mezhep”
tanımlamasında bulunurken, bu eserinde ise, Mutezile’nin İslam toplumunda
yaşanan karmaşa ortamında bir yol bulma çabasıyla ortaya çıkmış bir fikir[179] olduğunu
söylemektedir.
Sonuç itibariyle, Kutluay’ın
Mutezile hakkında varmış olduğu farklı kanaatlere bakılacak olursa O’nun, bu
mezhep hakkında kesin bir yargısının olmadığını söylememiz mümkündür.
Özellikle Mihne sürecindeki
faaliyetleri ile aklı ön palana çıkaran yorumlarıyla İslam tarihinde derin
izler bırakan Mutezile mezhebini burada Kutluay, mezhep olmaktan çıkarıp
felsefi veya kelami bir ekol olarak tanımlamaktadır. Belli bir taraftar
kitlesine ve literatüre sahip olan, siyasi ve itikadi görüşlerini belirlemekle
beraber sistemini oturtmuş olan Mutezile’nin mezhep tanımlamasından
çıkarılmasının çok doğru olmayacağı kanaatindeyiz.
CEBRİYE
Yaşar Kutluay’ın Haricilik ve
Şia dışındaki diğer mezhepleri ele alış şeklini Cebriye’yi incelerken de
görüyoruz. Mezhebin kurucusu olarak bilinen kişinin ismi verildikten sonra
hemen mezhebin görüşlerine geçilmiş, mezhebin teşekkül sürecine dair hiçbir
bilgiye yer verilmemiştir. Cebriye hakkındaki fikirleri kısaca şöyledir:
“Kader konusunda ileri sürülmüş en müfrit görüş cebr ifadesidir. Bu görüşü ilk
ortaya atan konusunda farklı rivayetler vardır. Fakat Cehm b. Safvan ismi öne
çıkmaktadır. Zorlama anlamına gelen cebr, insanın hiçbir iş yapma kudretinin ve
iradesinin olmadığı görüşüdür. İnsan rüzgâr önünde uçan tüy gibi her işinde
Allah’ın mutlak iradesine bağlıdır. Allah, daha insanları yaratmadan, hayatı
boyunca o insanın yapacaklarını en ince ayrıntısına kadar tespit etmiştir.
İnsan istesin ya da istemesin bu tespit edilenlere göre yaşamak zorundadır.[180]
İşte bu şekilde, hiçbir fiili kulun yapamayacağını söyleyip bunları Allah’a
izafe edenlere “Cebriye” denilir.”[181]
Yaşar
Kutluay’a göre bu mezhep tam bir sistem meydana getirebilmiş değildir.[182] Böyle
düşünen Kutluay yine de Cebriye’yi mezhep olarak adlandırmaktadır. Çünkü daha
sonraki eserlerinde Cebriye’yi kast ederek “bu mezhep”[183] ifadesini
kullandığını görüyoruz. Bununla beraber Kutluay’ın, Cebriye’nin bir mezhep
hüviyetine sahip olacak sistemi meydana getirmediği fikrinin daha isabetli
olduğu düşüncesindeyiz. Çünkü farklı birçok kesimden kişinin cebri düşüncelere
sahip olduğunu görebiliyoruz.
MÜRCİE
Yaşar
Kutluay, eserlerinde Mürcie’ye oldukça az yer vermiştir. Bunun nedeni de
Mürcie’yi bir mezhep olarak kabul etmemesi olsa gerektir. Kutluay’ın yer
verdiği kadarıyla bu mezhep hakkındaki fikirleri şu şeklidedir:
“Kelimenin kökü “İrca”,
“geriye bırakma, erteleme” anlamına gelmektedir. İnsanların işledikleri fiiller
ve bunların sonucu konusunda ortaya atılmış bir görüştür.
Haricilerin
ve Mutezile’nin görüşleri arasında ortalama bir görüşün ifadesidir. “İnsan iyi
ya da kötü işler yapabilir. Onun hakkındaki hükmü hemen vermemek ve Allah’a
bırakmak gerekir. Allah dilerse affeder. Dilerse cezalandırır.” görüşünü
savunurlar. Mutezile gibi sistematik bir doktrin olmaktan ziyade birçok mezhep
mensupları tarafından benimsenmiş münferit bir görüş bu isim altında ifade
edilmiştir. Mürcie’ye ait genel fikirlerin farklı mezhep mensupları tarafından
benimsenmiş olması da bunu göstermektedir.” [184]
Kutluay,
Mürcie hakkında, “Müslümanların Ali b. Talib devrinden sonra karşı karşıya
gelmeleriyle ortaya çıkan “insanın durumu” meselesinde irca görüşü, Haricilerin
müfrit iddiaları yanında bir orta yol bulma çabasından başka bir şey değildir.”
demektedir.[185]
[186] Böyle
bir çabanın mezhebin oluşumunda etkisi olduğu yadsınamaz. Ancak Mürcie’yi
sadece orta yolu bulmaya çalışanların ortak görüşünün genel adı olarak
değerlendirmek yanlış olacaktır.
“Büyük
günah işleyenlerin durumunu Allah’a bırakanlar” olarak anılan bu grubun başını
Abdullah b. Ömer çekmektedir. Hz. Osman’ın öldürülmesiyle başlayan ve
Ali-Muaviye çekişmesiyle devam eden fitneden uzak duran bu kimseler, Hicri
I.asırda Mürcie’nin ilk nüveleri olmuştur. İrca fikrinin siyasi bir tavır
hüviyeti kazanıp kurumlaşması ve zümrelere mal olması Hicri I.asrın ikinci
yarısında olmuştur.
Görüldüğü
üzere Mürcie Mutezile’den önce oluşmuş bir mezheptir. Yani irca görüşü
Haricilerin ve Mutezile’nin büyük günah işleyen kişilerin durumu hakkındaki
görüşlerine binaen orta yolu bulmak için çıkmamıştır. Asıl Mutezile,
Haricilerin ve Mürcie’nin aynı konu ile ilgili görüşlerine itibar etmeyen Vasıl
b. Ata’nın üçüncü bir menzil fikrini ortaya atmasıyla oluşmaya başlamış bir
mezheptir.[187]
Yani o dönem itibariyle Mürcie, sadece belli kişilerin fikri olmaktan ziyade
bir tabana sahip, siyasi- itikadi fikirlerini sistemleştirmiş bir mezhep
hüviyetindedir. Ayrıca Müslümanlar arasında ayrım yapılmasına karşı çıkmaları,
birlik ve beraberliği savunmaları gibi fikirlerinden dolayı, özellikle Mevali
çevresi[188] olmak
üzere, geniş bir taraftar kitlesi toplamayı başarmıştır.
MÜŞEBBİHE
ve MÜCESSİME
Bunlar
da müstakil ve sistematik bir mezhep olmaktan ziyade, Mürcie gibi, genel bir
görüşe verilmiş isimlerden ibarettir diyen Kutluay, bu ikisi hakkında şunları
söylemiştir: “Kuran’da geçen Allah’ın eli, yüzü gibi kavramlar tartışma konusu
olmuş ve bu kavramları bazıları tevil ederken bazıları da kelimelere sadık
kalmayı tercih etmişlerdir. İşte bu kavramları olduğu gibi kabul edenlere,
benzetenler anlamına gelen “Müşebbihe” veya cisimlendirenler anlamına gelen
“Mücessime” denmiştir. “Allah’ı insanlara benzetmeleri ve Allah’ın da bir cismi
olduğunu ileri sürmelerinden” dolayı bu ismi almışlardır. Bir kısmı Allah’ın
zatını, bir kısmı ise sıfatlarını benzetmişlerdir.”[189]
Görüldüğü
üzere Kutluay, bu iki düşüncenin ne zaman ve hangi sebeplerle zuhur ettiği,
toplumda nasıl yankı bulduğu, önde gelen isimleri gibi soruların cevabına yer
vermemiştir. Sadece öne çıkan görüşlerini vermekle birlikte, bu ikisinin mezhep
hüviyeti taşımadığını belirtip geçmiştir.
Hicri
II. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkmaya başlayan Müşebbihe’nin ilk
temsilcileri içinde Mudar b. Muhammed, Ebu Muhammed el-Esedi gibi isimler yer
alır. Görüşlerini delillendirirken müteşabih ayetleri kullanmışladır. İnanç
konularının hepsine dair özgün fikirleri bulunmayan Müşebbihe, müstakil bir
ekol hüviyeti taşımamaktadır. Çünkü değişik fırkalara mensup âlimlerde de
Allah’ın zatı ve sıfatları hakkında Müşebbihe’nin görüşünü benimseyenler var
olmuştur.[190]
Aynı
şekilde Mücessime de müstakil bir fırkayı belirtmekten ziyade çeşitli gruplar
içinde tecsime dayalı anlayışları kabul edenleri nitelemek için kullanılmış bir
kavramdır.[191]
Müşebbihe
ve Mücessime fikirlerinin ilk olarak Şia’dan çıktığı kabulü daha yaygındır.[192]
BAHAİLİK
ve AHMEDİLİK
Mehdi,
kurtarıcı anlamına gelmektedir. Zor durumlar yaşayan, istediği başarıları elde
edemeyen milletlerde ümitlerini bir mehdiye bağlama temayülü her zaman
görülmüştür. Çağımızda yaşanan dini hareketlerden Bahailik ve Ahmedilik mehdi
fikrinden hareketle ortaya çıkmışlardır.
Kutluay,
“Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri” adlı kitabında bu iki hareketten
kısaca bahsetmiştir. Bahailik hakkında söyledikleri şunlardır:
“Menşei,
Seyid Ali Muhammed’in 1844’teki hareketine dayanmaktadır. Hz. Muhammed’in
soyundan geldiğini söyleyen Ali Muhammed, kendisine vahiyle “bab” olduğunun
bildirildiğini ortaya attı. Kapı anlamına gelen bab, kendisinden sonra gelecek
daha önemli bir kişinin habercisi demektir. Sonrasında “mehdi” ve
“peygamberlik” iddialarında da bulunan Ali Muhammed, İran’da huzursuzluk
çıkarttığı için 1850’de yakalanıp idam edilmiştir.[193]
Ali Muhammed’den sonra hareketin başına Mirza Hüseyin Ali (Bahaullah) geçti ve
ikinci devir başladı. Bahaullah’ın İran’dan sürgün edilip, İstanbul, Edirne,
Selanik ve Hayfa’ya gönderilmesi, hareketin İran dışına çıkmasına neden oldu.
Bahaullah’ın peygamberliğini ilan etmesiyle iş mahiyet değiştirdi. Hz.
Muhammed’in son peygamber ve İslam’ın son din olduğunu red ettiler.
Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Musevilikten modası geçmiş, nesh edilmiş dinler
olarak bahsetmektedirler. Kendilerine ait dini kitaplar, belirli ibadetler,
dini bayramlar oluşturan Bahailik, böylelikle yeni bir din hüviyeti kazanmış
oldu.”[194]
Hareketi
doğrudan Ali Muhammed’le başlatan Kutluay, bu şahsa gelene kadar Bahaîliğin
nasıl evrelerden geçtiği üzerinde durmamıştır. Ayrıca bu hareketin çıkış
sebeplerine de hiç değinmemiştir.
İran’ın
içinde bulunduğu dini, ekonomik, siyasi ve toplumsal durum, bu hareketin ortaya
çıkmasında etkili olmuştur. Zor zamanlardan geçen İran halkı, Şii inançlarının
da gereği olarak bir mehdi beklentisi içine girerler. İlk önce Babilik adıyla
ortaya çıkan bu hareketin doğuşunda birinci derecede Şia’nın mehdilik fikri
etkili olmuştur. Babilik, Ali Muhammed’in öldürülmesinden sonra, Mirza Hüseyin
Ali’yle birlikte Bahailik adı altında faaliyetlerine devam etmiştir.[195]
Kutluay’ın
anlattıklarına dönecek olursak, O’nun Bahaîliğin siyasi tarihinden de
bahsetmediğini görüyoruz. Görüşleri üzerinde de çok durmayan Kutluay,
Bahaîliğin yeni bir din hüviyeti kazanmış olduğunu belirmektedir. Ancak
Bahailik, Şii temeller üzerine gelişmiş bir mezhepten başka bir şey değildir.
Şiiliğin gulat hareketlerinden birisidir de denilebilir. Bahaîler, İslam,
Batınilik, Hurufilik, Hıristiyanlık ve Yahudilikten aldıkları bazı prensipleri
birleştirerek, kendilerine senkretik bir din oluşturmaya çalışmaktadırlar.[196] Ancak
bunu tam olarak başarabildikleri söylenemez.
Daha
sonra farklı bir başlık altında Ahmedilik’ten bahseden Kutluay, bu hareketten
de yüzeysel olarak bahsedip geçmiştir.
Hindistan’da
Kaydan şehrinde zuhur eden, Mirza Gulam Ahmed’in başlattığı ve Kadyanilik de
denilen bu hareketin mehdi konusu ile doğduğunu belirttikten sonra, Gulam
Ahmed’in bazı faaliyetlerinden ve eserlerinden bahsetmiş, ardından da bu şahsın
ölümünden sonra Kadyani Cemaatinin faaliyetleri üzerinde durmuştur.
Yaşar
Kutluay burada da aynı yöntemi kullanmış, özet sayılabilecek bilgiler verip
geçmiştir. Daha çok Gulam Ahmed’in kitaplarında savunmuş olduğu fikirler
üzerinde durmuş, çağdaş dini bir hareket diyebileceğimiz Kadiyaniliği nasıl,
hangi sebeplerle ve ne gibi bir ortamda zuhur ettiğine dair bir bilgi vermemiştir.
Bu hareketin tarihçesini de Kutluay’ın yazılarında bulmak mümkün değildir.
EHL-İ
SÜNNET ve CEMAAT
Yaşar
Kutluay “ana kol” olarak vasıflandırdığı Ehl-i Sünnet’le ilgili kayda değer bir
bilgi vermemiştir. Meşhur “73 fırka” hadisini nakledip bu hadisle ilgili
fikirlerini beyan ettikten sonra, kimlere Ehl-i Sünnet denilebileceğini
belirtip, bu kesime mensup kişilerin hangi alanlarda çalışma yaptığına
değinmiştir. Kutluay’ın Ehl-i Sünnet’le ilgili söylediklerine geçmeden önce
malum hadis hakkındaki değerlendirmelerine yer vereceğiz: “Ortaya çıkan her
mezhep kendi gittiği yolun doğru yol olduğunu, kendileri dışında kalanların ise
sapık olduğunu iddia etmiştir. İddialarını güçlendirmek için ise kullandıkları
meşhur bir hadis vardır. Bu hadis şöyledir: “Peygamber buyurmuştur ki, daha
önceki ümmetlerden Yahudiler 71, Hıristiyanlar 72 fırkaya ayrılmışlardır.
Ümmetim de 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan yalnız bir tanesi doğru yolda
olacak, diğerleri cehenneme girecektir. Doğru yolda olan benim ve arkadaşlarımın
izinden yürüyendir.” Hatta bu rivayetin daha sonra hudutlarını genişletilmiş ve
ismen Haricilerden, Mutezile’den, Şiilerden, Sünnilerden bahseden rivayetler
ortaya atılmıştır.[197]
Mezhepleri inceleyen müelliflerin de bu 73 rakamını dikkate alarak tasnif
yaptıkları görülmektedir. Oysa sahih hadis mecmuaları bu rivayetlere itibar
etmemektedir. “Kitap ve sünnet” gibi iki miras ve rehber bırakan Hz.
Peygamber’in, müstakbel mezhepleri isim ve sayılarına kadar haber vermesi
imkânsızdır ve hayatında takip ettiği yol da bunu göstermektedir. Bu itibarla
doğrudan doğruya isimlere, fiillere değinen rivayetleri sahih kabul etmek
mümkün değildir.”[198]
Kutluay’ın
bu hadis hakkındaki fikrine katılmamak mümkün değildir. Çünkü İslam toplumunun
bölünmesini arzulaması imkânsız olan Peygamberimiz, ilk olarak yaşadığı dönemde
Müslümanların aklına böyle bir şey sokmuş olamaz. Ayrıca gaybı bilemeyeceğini
her fırsatta dile getiren ve Kuran ayetleriyle bunu desteleyen Peygamberimiz,
geleceğe dair böyle bir değerlendirme yapmış olamaz. Bu nedenle de yazarın 73
fırka hadisiyle ilgili söyledikleri oldukça isabetlidir. Ancak kullandığı
klasik kaynakların bu hadis ışığında yazıldığını ve Kutluay’ın bu kaynaklardaki
bilgileri, çoğu zaman olduğu gibi aktardığını gördüğümüzde, hadise yaptığı
eleştiriye çok sadık kalmadığını görüyoruz.
Birçok
mezhep çıkmasına rağmen her zaman bir “ana kol”un var olduğunu söyleyen
Kutluay, ayrılıkların da hep bu ana koldan olduğunu belirtmiştir. Ehl-i Sünnet
ve-l Cemaat olarak isimlendirdiği bu “ana bünye” hakkında şu bilgileri
vermiştir: “Hz. Osman’dan sonra baş gösteren çatışmalar ve Müslümanların karşı
karşıya gelmesiyle, Peygamber ve arkadaşları zamanındaki var olan düzeni
bozmuştu. Bozulan bu düzende şu veya bu görüşle ortaya çıkan mezheplerin, cephe
aldıkları bir ana kol vardı. Bu ana kol, Allah’ın kitabı ve Hz. Peygamberin
sünneti ile amel eden kimselerdi. Fakat İslam’a yeni unsurların girmesi, farklı
cemiyetlerle münasebetlerin kurulması gibi sebepler yüzünden içtimai bünye her
yıl biraz daha değişiyordu. İslam bir yandan diğer dinlere anlatılmalı, bir
yandan da gelecek hücumlara hazırlıklı olmalıydı. İşte bu ve benzeri sebeplerle
“itikad” konuları üzerinde çalışmalar bahsettiğimiz bu ana kolda da başladı.
Çalışmalar belli başlı iki cepheye karşı idi. Biri gayri İslami unsurlara,
ikincisi de kader, cebr, teşbih, tecsim gibi görüş ve iddiaların peşindeki
Müslümanlara yönelikti. Bu devirde öne çıkan isimler, İmam Azam Ebu Hanife ve
Süfyan es-Sevri gibi din âlimleriydi.[199] Yunan
felsefesinin İslam’ın içine girmesiyle, yeni metod ve mantık kullanılmaya
başlanmış, hiç duyulmamış problemler ortaya atılmıştı. Bu hareketin başını
çeken Mutezile ve diğer mezheplere karşı “ana kol” diyebileceğimiz Ehl-i
Sünnet’in içinden bilginler çıkmıştır. Bu bilginlerin başını El-Hasan el-Eşari
ile Ebu Mansur Maturidi çekmektedir.”[200]
Her
dönemde, Resulullah ve ashabının dini uygulamalarına uyan ve ondan ayrılmayan
Müslüman çoğunluğa verilen bir ad olan Ehl-i Sünnet ve-l Cemaat[201],
tam olarak ne zaman kelami ve siyasi görüşlerini sistemleştirip bir mezhep
olarak zuhur etmiştir sorusunun cevabını Kutluay’ın yazısında bulmak mümkün
değildir. Sadece “Hz. Osman ve sonrasında çıkan karışıklıklar içinde şu veya bu
görüşle ortaya çıkan mezheplerin cephe aldıkları ana kol” şeklinde genel bir
açıklama yapıp geçmiştir. Herhangi bir tarihi bilgiye yer vermemiştir.
Diğer
mezhepleri ele alış şekliyle ilgili yaptığımız eleştiri burada da geçerlidir.
Kutluay’ın yazılarında, mezhebin oluşumuna sebebiyet veren durumları, geçirdiği
teşekkül sürecini, hangi tarihte sistemli bir oluşum meydana getirdiği gibi
soruların cevabı mevcut değildir.
Ehl-i
Sünnet ve-l Cemaat, Harici, Şii, Mutezili olmayan Müslümanların çoğunluğunu
teşkil eden zümreler için, hicri üçüncü asırdan itibaren kullanılmışsa da,
kelami ve siyasi görüşleri ile sistemleşmiş, belli toplumsal yapı ve yapılara
karşılık olarak kullanımı daha sonralara tekabül etmektedir. Ancak bu dönemden
itibaren Ehl-i Sünnet ve benzeri kavramların “Müslümanların büyük çoğunluğunu
temsil eden zümreler için yaygın bir tarzda” kullanıldığını görmekteyiz.[202]
Kutluay,
yazısının devamında kısaca Eşarilik ve Maturidilikten bahsetmiş, Eşari’nin
“Sünni kelam sistemini” kurduğunu belirttikten sonra bu iki itikadi sistemin
“hak” mezhep olduğunu söylemiştir. Eşarilik ve Maturidiliğe oldukça kısa
değinmiştir. Ancak üzerinde durduğu bilgiler özet niteliğinde önemli
bilgilerdir.
Buraya
kadar Ehl-i Sünnet hakkındaki fikirlerini vermiş olduğumuz Kutluay, başka bir
eserinde, aynı konuyla ilgili şunları söylemektedir. “Müslümanlığın ana grubunu
teşkil eden bu ekolün teşekkülüne kadarki devre ile zamanımıza kadarki durumu
“İslam Kelam Tarihi” veya doğrudan “Kelam”ın konusu içinde kalmaktadır. Çok az
istisnası ile bütün “milel ve nihal” kitaplarında fırka diye isimlendirilen
“Ehli Sünnet ve-l Cemaat”a mezhep gözüyle bakmak belirttiğimiz durum
muvacehesinde yanlış olacaktır.”[203]
Daha
önceki eserlerinde mezhep olarak andığı Ehl-i Sünnet’e burada, mezhep gözüyle
bakmanın yanlış olacağını söyleyen Kutluay, çelişkiye düşmektedir. Ayrıca niçin
mezhep kabul edilmemesi gerektiğiyle ilgili burada söyledikleri, yeterli ve
açık değildir.
YAHUDİLİK HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
Yahudi
Mezheplerine Bakışı
İslam
ve Yahudi Mezheplerini karşılaştırmak için yazdığı eserinde Kutluay, ilk önce
İslam mezhepleri hakkında bilgi vermiş ve ardından da Yahudi mezheplerinden
bahsetmiştir. İslam mezheplerini nasıl ele aldığından yukarıda bahsetmiştik. Şimdi
de Yahudi mezheplerine bakışı üzerinde duracağız.
Yazısının
başında mezheplere girmeden önce din olarak Yahudilikten bahsedeceğini söyleyen
yazarın bunu tam olarak yaptığı söylenemez. Kutluay, İslam dininin temelinin
Yahudilik olduğunu söyleyen yazarlara karşılık olarak “İki din arasında gerek
bünye gerekse esaslar bakımından ayniyet bulmak imkânsızdır. İtikad ve amel
bakımından İslamiyet, sadece iki kaynağa Kitap ve Sünnet’e dayanırken,
Yahudilikte durum farklıdır”[204] dedikten
sonra Yahudi dininin kaynaklarını anlatmaya geçmiştir.
Bu
dine mensup olan kişiler, dünya literatüründe, Yahudi, İbrani, İsrailoğulları
gibi adlarla anılmaktadırlar.[205] Özellikle
İslam dünyasında Musevi tanımlaması da bu kişiler için kullanılmaktadır.[206] Yahudiliğin
daha iyi anlaşılabilmesi için ilk önce bu kavramları açıklanması gerekmektedir.
Bu nedenle Kutluay, Yahudi kaynaklarını anlatmaya geçmeden önce, bu kavramın
nerden geldiğini, ilk ne zaman kullanıldığını, milli din hüviyetini kazanmış
olan bu dinin mensuplarının soyunun geldiği yeri ve Yahudiliğin doğup
gelişmesinin nasıl olduğu gibi konulara değinmesi daha isabetli olurdu.
Yahudiliğin tam olarak tanımını da yapmayan Kutluay, yazısına eksik bilgi
vererek başlamıştır denilebilir.
Kutluay,
Yahudi kaynakları olarak Tanah, Mişna ve Talmud hakkında bilgi vermiştir. Bu
kitapların nasıl meydana getirildiğini, içeriğinde genel olarak nelerden
bahsedildiğini tafsilatlı bir şekilde anlatan yazar, aynı zamanda bu üç kitabın
Yahudiler açısından ehemmiyeti üzerinde de durmuştur.[207]
Yahudilikte
üzerinde en kuvvetle durulan hususun Allah’ın birliği olduğunu söyleyen
Kutluay, ardından ölümden sonra dirilme doktrininin İran dininden Yahudiliğe
geçmiş bir inanç olduğunu belirtmiştir.[208] Çünkü
Yahudi kutsal kitaplarında Ahiret, cennet, cehennem gibi inanç esasları yer
almamaktadır.
Bu
kısa açıklamaların ardından Yahudiliğin iman esaslarının nasıl oluşturulduğunu
tarihi bilgilere yer vererek ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır. Yahudiliğin
kutsal kitaplarında, Müslümanlıkta olduğu gibi, belirlenmiş iman esasları
mevcut değildir diyen Kutluay, “İslam dünyasıyla temastan sonra böyle bir
ihtiyacı hisseden Yahudiler, teolojik sistemlerini oluşturma gayreti içine
girmişler ve XIII. yüzyılda Moşe ben Maimın tarafından oluşturulan on üç maddelik
esasları kabul ederek bu ihtiyacı doldurmuşlardır.”[209] tespitini
yapmaktadır. Yani İslam dünyasıyla karşılaşılana kadar Yahudilikte nelerin iman
esasları olduğu hususu açık ve net olarak belirtilmiş değildi. Sonrasında
yazar, Yahudilikte, ölümden sonra dirilme inancının[210]
ve Mesih’e intizarın[211] nasıl
olduğu konusu üzerinde durmuş, ardından da Yahudilerin Babil esaretinden sonra
yaşadıklarından bahsetmiştir.[212]
Kutluay
bu ön bilgileri verdikten sonra Yahudi mezheplerine geçmiştir.
a) İsa’dan Önce Ortaya Çıkan Yahudi Mezhepleri
Şamronim
Şamronim’i
“bir mezhep olmaktan çok müstakil bir din hüviyetine bürünen itizal hareketi”[213] olarak
tanımlayan Kutluay, ilk olarak bu ismin nerden geldiğini ve köklerinin nereye
dayandığı üzerinde durmuştur.[214] İsrail
soyundan gelmeyen Şamronim cemaatinin nasıl bu dini seçtiklerini söyledikten
sonra, Yahudilerin bunları hiçbir zaman tam bir Yahudi olarak kabul
etmediklerini, devamlı birbirine düşmanca hisler besleyen[215] bu
iki grubun Tevrat’ının da ayrı olduğunu belirtmiştir.
İkisi
de Musa’ya gelen kitap olduğu halde Şamronim Tevratı ile Yahudi Tevratı
arasında pek çok fark vardır diyen Yaşar Kutluay, bu iki Tevratı, karşılaştırma
metodunu kullanarak, birkaç misalde incelemiştir. Örneğin, Şamronim’de Allah’ın
dünyayı yedi günde yarattığı söylenirken, diğerinde altı günde yarattığı
yedinci günde dinlendiği ifade edilir.[216]
Şamronim’in
tarihi ve itikadi görüşleri hakkında bilgi verdikten sonra nasıl ortadan
kaybolduklarını açıklayarak bu mezheple ilgili yazısına son vermiştir.[217]
Daha sonra da diğer mezheplere geçen Kutluay, Şamronin dışındaki Yahudi
mezheplerini üç grupta incelemiştir. Yazarın tasnifi şu şekildedir:
1-
M.Ö.
II. yüzyılda ortaya çıkan Peruşim, Sadukim ve İsiyim
2-
Miladi
VIII. yüzyıldan itibaren doğuda, İslam dünyasında yaşayan Yahudiler arasında,
İslam Düşüncesinden etkilenilerek ortaya çıkan İseviye, Yudganiye, Ananiye ve
Karaim grubu
3-
Orta
Çağ’da ortaya çıkan mistik Kabala hareketi ile XIX. yüzyılda Doğu Avrupa ve
Rusya Yahudileri arasında zuhur eden Hasidut hareketi[218]
Görüldüğü
üzere birinci gruptaki Hıristiyanlık öncesi zuhur eden mezhepleri çıktıkları
ortak tarihe binaen bir sınıf olarak belirlemiştir. İkinci grubu da İslam’ın
etkisiyle çıkan mezheplere ayırmıştır. Son grubu ise niçin ayrı olarak
değerlendirdiği açık değildir. Kabala hareketi de İslam dünyasının etkisinde
kalmış bir mezheptir. Ayrıca bu son gruptaki mezhepler hakkında çok yetersiz
bilgi vermiş, üzerlerinde çok az durmuştur.
ii)
Peruşim, Sadukim ve İsiyim
Amacımız
Yahudi mezheplerine tek tek size tanıtmak olmadığı için, bu üç mezhebi
anlatırken Kutluay’ın nasıl bir yol izlediğinden bahsedip geçeceğiz.
İlk
önce şunu belirtmek gerekir ki, Kutluay Yahudi mezheplerini, İslam
mezheplerinden daha tafsilatlı olarak ele almıştır. Mezheplerin isimlerini
nereden aldıklarını, Tevrat’a ve diğer Yahudi kaynaklarına bakışını, inanç
esaslarını, tarihi olarak geçirdiği evreleri ve günümüze nasıl intikal ettiğini
ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır. Kutluay’ın bütün bunları anlatırken oldukça
fazla kaynak araştırması yaptığı da açıkça görülmektedir. Bununla birlikte
Yahudi mezheplerinden bahseden ilk yazılı kaynaklar hakkında ayrıca bilgi
vermiştir.
Kutluay,
bu mezheplerden bahsederken, zaman zaman mezheplerin görüşlerini de karşılaştırdığı
olmuştur. Özellikle Peruşim ve Sadukim mezhebinin birbirine çok zıt görüşler
taşıdıklarını söyleyen Kutluay, önemli bir noktaya dikkatleri çekmiştir. Farklı
düşünen bu iki grubun hiçbir zaman birbirini tekfir etmediğini belirtmiş ve
bunun nedeninin de bu mezheplerin varlıklarını sürdükleri dönemde belirlenmiş
bir Yahudi itikadi sistemlerinin olmadığını söylemiştir.[219]
Kutluay’ın
Sadukim ve Peruşim mezhepleri hakkında söylediği bazı hususlar şöyledir: “Bu
iki mezhep arasındaki ilk ayrılık, din ve devlet işlerinin birlikte ya da ayrı
yürütülmesiyle ilgili olmuştur. Din ve devlet işlerini ayırmak isteyen
Sadukim’e karşı Peruşim, “devletin kaderinin Allah’a ait olduğunu” ileri sürdü.
Devletin başındakiler Sadukim’in görüşlerine itibar ettiler. Ancak sonrasında
Miladi 70 yılında Sadukim mezhebinin ortadan kalkmasıyla, Yahudilerin hayatı
Peruşi öğretilerine göre düzenlendi.[220] Bu
iki mezhebin ayrıldıkları bir diğer önemli husus “yeniden dirilme ve gelecek
dünya ile ilgilidir. Çünkü Sadukim bu doktrini kabul etmemektedir. Ancak bu
aksi kanaatte olmaları dinden çıkmış sayılmalarına neden olmamıştır. Bu da
gösteriyor ki, M.Ö. II. yüzyılda Yahudi inancında yerleşmiş bir “ahiret”
mefhumu yoktu.”[221]
Yazarın
dikkatleri çekmiş olduğu farklılıklar bunlarla sınırlı değildir. Ancak biz bu
kadarına değinmekle yetineceğiz. Görüldüğü üzere Kutluay, karşılaştırma metodunu
her yerde olduğu gibi burada da kullanmış, böylelikle okurlarının mezhepleri
daha yi algılamasına yardımcı olmuştur.
Daha
sonra İsiyim mezhebine yer veren Kutluay, bu mezhebin kurallarıyla ilk
kilisenin kuralları arasında oldukça benzerlik olduğunu belirtmiştir.[222]
Kutluay
kitabında, İsiyim’e yer veren eski kaynaklarda mezhebe dair bilgileri tek tek
vermektedir. Yer yer kaynakları da karşılaştırmaya tabii tutmuş ve Peruşim’le
İsiyim’in aralarındaki benzerlik ve farklılıklara değinmiştir. Kaynakların
verdikleri bilgileri karşılaştırarak, Kurman mağaralarında bulunan ve M.Ö. 150
ile M. S. 50 yılları arasına tarihlenen yazıtlarda adı geçen mezhebin İsiyim
olduğunu söylemiştir. Ardından Kurman yazıtlarında verilen bilgilere dayanarak,
Hıristiyanlıkla bu mezhep arasındaki benzerlikleri sıralamıştır.[223] Oldukça
münzevi karakterli olan bu mezhebin hiçbir varlık ve tesir gösteremediğini de
belirtmiştir.[224]
3) Orta
Çağ’da Ortaya Çıkan Yahudi Mezhepleri
İslam’ın
etkisiyle zuhur eden bu mezhepleri Kutluay’ın ikinci grupta değerlendirdiğini
daha önce ifade etmiştik. Bu mezheplerle ilgili yazarın dikkatleri çektiği
husus, Mesih bayrağıyla zuhur etmiş olmalarıdır.[225]
Emeviler
döneminde çıkan İseviye’nin, devletin içinde bulunduğu kargaşalıktan
yararlanarak isyan ettiğini belirtmiştir. Ayrıca, İseviye’nin Mesih inancının
geleneksel Yahudi Mesih inancından farklı olduğunu söyledikten sonra, bu mezhepteki
Mesih’in Şii fırkalardaki mehdi inancıyla daha yakın bir paralellik
gösterdiğini ifade etmektedir.[226]
Burada
Kutluay’ın belirtmiş olduğu en önemli husus, iki din mensuplarının hangi alanda
etkileşim gösterdiğiyle ilgilidir.
İkinci
olarak ele aldığı mezhep Yudaganiye’dir. Hakkında çok fazla bilgiye yer
vermediği bu mezhebin, İseviye’den ve Mutezile’den aldığı görüşlerle sistemini
oluşturduğu üzerinde durmuştur.[227]
Son
olarak Karaim mezhebine yer vermiştir. Bu mezhep üzerinde diğerlerine göre daha
çok durmuştur. Bu hareketin dogmatik ve kuru kaideler içinde bunalmış olan
Talmudik görüşe bir tepki olarak meydana geldiğini ve günümüzde de hala
varlığını sürdürdüğünü belirtmiştir.[228]Bu
mezhebin Ebu Hanife’yle olan ilişkisine dair anlattıkları ilginçtir.[229]
Tarihi gerçekliği üzerinde hiç durmadan vermiş olduğu bilgiler doğru olup
olmama konusunda düşündürücüdür.
Yahudilikteki Mistik Hareketlere Bakışı
Kabala
ve Hasidut
Son
olarak üzerinde durmuş olduğu mezhepler hakkında vermiş olduğu bilgiler oldukça
sınırlıdır. Kabala ile ilgili söylediği ve dikkatleri çeken sadece iki husus
vardır. İlki, “İslam Dünyasının tesiri altında kalan Kabala hareketi, İhvan-ı
Safa2nin mukallidi görünümündedir.”[230]
İkincisi, “İzmirli sahte Mesih Şabtay Svi’nin de mensup bulunduğu bu hareket
XIX. yüzyılda bilhassa doğu Avrupa ve Rusya Yahudileri arasında Hasidut adı
altında yeniden hayat bulmuştur.”[231]
Bu hareketlerin nasıl doğduğu, ne gibi gelişmeler gösterdiği, ne zaman zuhur
ettiği gibi bilgilere yazarımız yer vermemiş, küçük bir özet bilgi verip
geçmiştir. Son olarak da Yahudilik içinde çıkış olan Mesihler üzerinde
durmuştur.
Sahte
Mesihler
Yahudilikte
önemli bir yere sahip olduğunu bildiğimiz Mesih inancı, bu dinde özellikle,
M.S. 70 yılında Roma istilasıyla birlikte Mabedin yıkılmasının ardından, halk
arasında kuvvet kazanmıştır. Yahudilerin iman esaslarının içine de giren bu
inanç, kötü niyetli insanlar tarafından kullanılmıştır. Halkın bu inancını
kullanarak, Mesih olduklarını ilan eden birçok insan çıkmış ve kalkıştıkları
hareketler hüsranla sonuçlanmıştır.
Yaşar
Kutluay, kitabının Yahudilerle ilgili olan bölümün sonunda, silahlı mücadeleye
girmiş olan ve tarihte yankı yapmış sahte Mesihlerden birkaçıyla ilgili bilgi
vermektedir. Son olarak da Osmanlı topraklarında çıkmış olan ve sonrasında
üyeleri dönme olarak anılan sahte Mesih Şabtay Svi’den bahsetmiştir.[232]
***
Yahudi
mezheplerine bakışı başlığı altında, Yaşar Kutluay’ın, İslam ve Yahudi
mezheplerini karşılaştırmalı bir şekilde incelediği eserinde Yahudilikle ilgili
vermiş olduğu bilgileri özet halinde vermeye çalıştık. Görüldüğü üzere Kutluay,
Yahudi Dini’nin kaynaklarını önce tanıtmış, sonrasında kısaca Yahudilerin
geçirdiği tarihi evreleri ve Yahudi iman esaslarının nasıl oluştuğunu anlatmış,
ardından da çıkış tarihlerine göre tasnif etmiş olduğu Yahudi mezheplerini tek
tek ele almıştır. Ve en sonda da sahte Mesihlere yer vermiştir.
İslam
mezheplerini anlatırken değinmiş olduğu kaynak sıkıntısına burada da dikkati
çektiği görülmektedir. Mezhepleri anlatan kaynakların fazla olmadığını,
olanların da objektif bakış açısıyla yazılmadığı için yanıltıcı bilgiler
içerdiğini söylemiştir. Kullandığı kaynaklar hakkında zaman zaman bilgi vermiş
ve yer yer de Yahudi dini kitaplarındaki bilgileri kullanmıştır. Kaynaklar
arasında karşılaştırmaya gittiği de olmuştur. Önemli gördüğü bazı hususlara
okurların dikkatini çekmek için, birden fazla değindiği görülmektedir. Yahudi
mezheplerinin birbirleri arasındaki benzerlik veya ayrılıkları anlatırken yine
karşılaştırma metodunu kullanmıştır. Mezheplerin görüşlerine yer verirken
Yahudiliğin aslından ne kadar ayrıldıklarına dair fikirlerini de beyan ettiği
olmuştur. Güvenilir olduğuna inandığını belirttiği Şehristani’nin eserini
burada da kullanmıştır. Kullandığı kaynakların çokluğundan ve çeşitliliğinden
konuyla ilgili iyi bir kaynak çalışması yaptığı görülmektedir. Oldukça iyi bir
çalışma olan kitabı, İslam mezhepleriyle ilgili önemli bir eser olmasının
yanında Yahudilikle ilgili de önemli bir çalışmadır.
İSLAM DÜŞÜNCESİNE VE MEZHEPLER TARİHİNE YAPTIĞI
KATKILAR
A) KARŞILAŞTIRMALI MEZHEPLER TARİHÇİLİĞİ
Mezhepler
tarihine Yaşar Kutluay’ın yaptığı en önemli katkılardan ilki, belki de O’nun
kullanmış olduğu karşılaştırma metodudur diyebiliriz. Daha önce de
belirttiğimiz gibi, Kutluay, kaynaklardaki doğru bilgilere de ancak
karşılaştırma yaparak ulaşabileceğimizi söylemiştir.[235] Çünkü
elimizdeki Milel-Nihal kitapları objektif bir bakış açısıyla yazılmadığı için
okuyucuyu yanıltıcı niteliktedir. Ancak yine de oldukça kıymetli olan bu
eserlerden doğru bilgileri bulmak için, Kutluay, mezheplerin zuhur ettiği
dönemde yazılmış olan başka eserlerle milel-nihal kitapları arasında
karşılaştırma yapılabileceğini belirtmektedir.[236]
Kaynakları
kullanırken bu şekilde bir metod kullanan Kutluay, bizzat İslam mezhepleri
arasında da karşılaştırmaya gitmiştir. Bununla yetinmemiş, İslam ve Yahudi
mezheplerini de karşılaştırarak bu alanda ilk çalışmayı yapmıştır. Ayrıca XX.
Yüzyılda ortaya çıkan bir hareket olan Nurculuk ile Şii mezheplerini
karşılaştırmak suretiyle yine orijinal bir çalışma yapmış ve bazı önemli
sonuçlara varmıştır.
Kutluay,
ilk siyasi fırkalar olan Haricilik ve Şia arasında kısmen de olsa bir
karşılaştırma yapmıştır. Bu iki mezhebin tamamen birbirine zıt olduğunu
söyleyen yazar, her iki oluşumun menşeini Abdullah b. Sebe’ye bağlamaktadır.
İmametin Hz. Ali ve soyunun hakkı olduğunu söyleyen Şia’ya karşı Havaric, adil
olduktan sonra hür, köle herkesin imam olabileceğini ileri sürmüştür. Hz. Ali
ve soyunun günahsız, hatasız olduğunu Şiiler savunurken, Hariciler Ali’nin
tahkimi kabul ederek küfre düştüğünü söylemiştir.[237]
Bu maddeleri çoğaltmak mümkündür. Ancak bu kadarın yeterli olacağı
kanaatindeyiz.
Kutluay’ın
Yahudi ve İslam mezhepleri arasında nasıl bir paralellikler bulduğu noktasına
gelince O, bu konuda şunları söylemektedir: “İki dinin mezhepleri
incelendiğinde görülüyor ki, her iki taraftaki cephelerin teşekkülü, cemiyetin
kargaşa içinde olduğu dönemlerdir. Nasıl, Peruşim, Sadukim ve İsiyim, yeni
kurulan Yahudi Devleti’nin hangi prensiplerle yönetileceği hususundaki
çekişmeler sonucu ortaya çıkmış cepheler ise, İslam dünyasında imamet konusunda
çıkan anlaşmazlıklar sonucu da birbirine zıt iki grup olan Havaric ve Şia zuhur
etmiştir.”[238]
Burada
Kutluay, sosyolojik bir gerçeği iki din arasındaki paralellik olarak ifade
etmektedir. Her toplumda yaşanan gerginlikler bazı kırılmalara yol açar.
Cemiyetin kargaşa içinde olduğu dönemlerde mezheplerin zuhur etmesi oldukça
normal olmakla birlikte, her dinde görülmesi muhtemel doğal olan bir durumdur.
Kutluay
daha sonra, “İslam ve Yahudi mezheplerine baktığımız zaman, aralarındaki
paralellikler bilhassa Orta Çağ mezheplerinden Karaim hariç, o devir ve daha
sonraki sistemler ile Şiiler arasında bulunmaktadır.”[239]
demektedir. Bunun nedeni ise tamamen sosyal şartlardır. Çünkü aynı toplumda
yaşayan farklı dinlere mensup insanlar ister istemez birbirinden
etkilenecektir. Bunun sonucu olarak da böyle toplumlarda zuhur eden farklı din
mezheplerinde ortak noktalar bulmak zor olmayacaktır. Yahudiliğin Orta Çağ’da
çıkan mezhepleri, çoğunluğu Müslüman olan Irak ve çevresinde meydana gelmiştir.
Bu bölgelerdeki çoğunluğun Şii olması hasebiyle, o tarihte çıkan Yahudi
mezheplerinde Şii unsurlara rastlanılması çok şaşırtıcı olmasa gerekir.
Kutluay’ın
iki din mezhepleri arasında saydığı paralelliklere geri dönecek olursak
üzerinde durmuş olduğu diğer hususlar şunlardır: “İslam inancına göre, nübüvvet
müessesesi Hz. Âdem ile başlamış ve Hz. Muhammed ile son bulmuştur.
Peygamberlerin farkı vahiy almasıdır ve aralarında bir fark yoktur. Ancak
Yahudilikte durum farklıdır. Peygamberler Allah’ın yeryüzünde hükümranlığının
temsilcisidir ve dünyanın sonuna kadar, Musa’nın halefi olacak bir nebi
bulunacaktır. Şii fırkalarında gördüğümüz nübüvvet inancında olduğu gibi. Şii
fırkaları ile Yahudi görüşleri arasında benzerliklerin mevcudiyeti kesindir.
Mansuriyye’nin kurucusunun “semaya yükseltilip, orada Allah’ın başına mesh
ederek, ey oğul git benden tebliğ et” denildiği şeklindeki iddiasının, yarım
asır sonra zuhur eden İseviye tarafından aynen tekrarlanması tesiri açıkça
göstermektedir. O da semaya yükseltilmekte, Rab O’nun da başına mesh etmekte ve
görev vermektedir.”[240]
Daha
sonra Yahudi Mesihleri ile Şii’lerin mehdilerinin birbirine çok benzediğini
söyleyen yazar bu konuda şu örneklere değinmiştir: “Sahte Mesihlerin
taraftarlarının Mesih’in ölümünden sonra “O ölmemiştir, tekrar dönecektir”
şeklindeki iddiaları ile Şii’lerdeki liderlerin ölümünden sonra, cemaatin
imamları hakkındaki görüşleri aynıdır. Yaşanan olumsuz olayların ya da
mağlubiyetlerin ardından geri geleceğine ve intikamını alacağına inanılan mehdi
inancı, cemaatin dağılmasını önlemeyi başarmıştır. Ebu İsa ve Yudgan’da görülen
Mesih karakteri de tamamen Şiilerinki gibidir. Taraftarları onların da
ölmediklerine ve yakında dönüp vazifelerini tamamlayacaklarına inanmışlardır.”[241]
Allah’ın
veya cüz’i ilahinin, peygamberler veya imamlara hulul eden ruhunun tenasuh
yoluyla birinden diğerine geçtiği inancı Şii mezheplerin çoğunda görülmektedir
diyen Kutluay, aynı doktrinin Şabtay Svi’nin taraftarlarının öğretilerinde
mevcut olduğu tespitini yapmaktadır. “Dönme mezhebine göre Mesih’in ruhu
uluhiyetin bir parçasıdır. Allah zatını her çağda mükemmel bir insanın
vücudunda izhar eder. Mesih’in bu ruhu kendisini İsa ve Muhammed’de temsil ve
izhar ettikten sonra tam ifadesini Şabtay Svi’de bulmuştur.. ,”[242]
Şii
ve Yahudi Mezhepleri arasında olduğunu söylediği bir diğer benzerlik de Şii
imamlarının ümmi oldukları halde, vahy ve ilham yolu ile yahut melekler
aracılığı ile her şeyi bilip, kitaplar yazması durumunun aynen Ebu İsa
el-İsfehani’de de göze çarpmasıdır. “Kendisi ümmi bir terzi olduğu halde, sırf
vahiy yardımı ile eserler telif etmiştir. Yine sahte Mesihlerde de bu durum
görülmektedir.”[243]
Buraya
kadar saymış olduğu paralelliklerde dikkati çeken diğer husus hep tek taraflı
bir etkilenmenin olmasıdır. Kutluay, devamlı Yahudi mezheplerin Şii
mezheplerden etkilendiğiyle ilgili örnekler vermiş, tam tersi yönünde bir tesir
üzerinde hiç durmamıştır. Ancak etkilenmenin tek taraflı olması gerçeğe çok
yakın görünmemektedir. Mutlaka Şiilerin de Yahudilerden aldığı hususlar vardır.
Örneğin Mesih-Mehdi inancının Yahudilikten Şiiliğe geçmiş olabileceği daha
kuvvetli bir ihtimaldir.
Yaşar
Kutluay’ın yapmış olduğu karşılaştırmaların, İslam toprakları üzerinde çıkmış
olan Yahudi mezhepleri ile Şiilerin gulat fırkaları arasında olduğu
görülmektedir. Genel olarak Mesih, ricat ve hulul inançlarıyla ilgili iki din
mezhepleri arasında bir paralellikten bahseden Kutluay, kanaatimizce, her
toplumda ve dinde kısmen de olsa yansımaları görülen bu inançları iki tarafın
benzeyen fikirleri olarak lanse etmektedir. Ayrıca İslam toplumu içinden çıkmış
olan Yahudi sahte Mesihlerin, Şiilerin mehdi inancından bir şeyler taşıması
oldukça doğaldır. Kutluay’ın yaptığı çalışma alanında ilk olması açısından
önemli olsa da, değindiği hususlar ve iki din mezhepleri arasında dikkati
çektiği benzerlikler, birbirlerine çok fazla tesir etmişlerdir fikrini
desteklemede yetersizdir.
Son
olarak, Kutluay’ın Nurculuk ile Şii mezhepleri arasında yapmış olduğu
karşılaştırmaya yer vereceğiz. Bir dergide yayınlamış olduğu makalesinde,
konuyla ilgili düşüncelerini belirten Kutluay, yazısının başında, Nurculuğun
kurucusu Said Nursi ve eseri Risale-i Nur hakkında bilgi vermektedir. Daha
sonra da Said Nursi’ye izafe edilen özelliklerin benzerlerini İslam Mezhepleri
Tarihi’nde aramıştır. Bulduğu benzerlikler sırasıyla şöyledir:
1-
Said
Nursi’nin doğduğu andan itibaren insanüstü özellikler göstermesi şeklindeki
inanç, Şii imamlarının hemen hemen hepsinde bulunmaktadır.
2-
Said
Nursi’nin çok küçük yaşta iken ilahi bir lütuf ile bütün ilimleri hemen
öğrenmesi ve hayatında hiç kimseye soru sormayıp her soruya cevap vermesi
durumu da Şii imamlarına has bir özelliktir.
3-
Bazı
gerçeklere ilhamla vakıf olması özelliği de Said Nursi’ye has olmayıp, Şii
imamları ve Muhtar es-Sakafi de de görülmektedir. İstikbalde olacak olaylarla
ilgili Muhtar haber vermekte ve eğer söylediği doğru çıkmazsa Allah sözünden
döndü demekte idi. Said Nursi de gelecekle ilgili bazı haberler vermiş, ancak
muğlak kullandığı cümleler te’vile çok açık olmuştur.
4-
Kuran-ı
Kerim’in kendisinin yazdığı risalelere ve nurculara işaretler bulunduğu, bu
işaretlerin risaleler dolayısıyla kendisine de raci olduğu görüşüne de yine Şii
mezheplerde rastlanmaktadır.
5-
Said
Nursi’nin ayrıca birçok harikulade işler yaptığı iddia edilmektedir. O’nun
yaptığını söyledikleri olayların paralelini ancak İsa peygamberde görmemiz
mümkündür.
6-
Said
Nursi’nin bir gün öldürüleceğini, daha doğrusu şehit edileceğini iddia etmesi
de İsnaaşeriyye imamları ile paylaştığı bir özelliktir. Bu mezhepte imamlarının
hepsinin şehit edildiğine inanmaktadır.
7-
Said
Nursi’nin 60 yaşından sonra risalelerinin hepsinde siyasetten kaçındığını,
eskiden hedeflediği şeraite uygun devlet kurma çabasından vazgeçtiğini, şimdi
sadece İslam dünyasında kaybolma tehlikesinde gördüğü imanı kurtarma
faaliyetine giriştiğini belirtmiştir. Kanlı isyanların ardından, bir çok Şii
imamları da “kendilerinin siyasetle alakadar olmadıklarını, ilim, ibadet ve
zikirle vakit geçirdiklerini” ileri sürmüşlerdir.
8-
Şii
mezheplerinin hepsinde görülen ricat inancına göre, mezhepler ölen imamlarının
gerçekte ölmediğini, bir gün tekrar zuhur edip yarım kalan işini
tamamlayacağını iddia etmişlerdir. Bu inancı Said Nursi’nin ölümünden sonra
O’nun taraftarları arasında yer alan küçük bir grupta da görmekteyiz.[244]
Yukarıda
sıraladığı benzerliklerin ardından Kutluay, şu sonuca varmaktadır: “Said
Nursi’nin ortaya attığı bu hareket, bu haliyle tipik bir fırka hüviyeti
taşımakta, geçirdiği merhale ve istihaleler de bunu teyid etmektedir. Cemaatin
bundan sonraki vaziyeti ne olacaktır, ne gibi bir mecrada akacaktır,
sorularının cevabını ise bize zaman verecektir.”[245]
Kutluay’ın
yukarıda vermiş olduğumuz çalışması, üzerinde fazla durulmamış olan Nurculuk
hareketine farklı bir bakış açısı sunmaktadır. Bu açıdan oldukça özgün ve
değerli bir çalışmadır.
Bu
bölümde vermiş olduğumuz örnekler O’nun karşılaştırma metodunu her alanda
kullanmaya çalıştığını göstermektedir. Böylelikle mezhepler arasındaki
etkileşim hakkında bize ipuçları vermektedir. Yahudi ve İslam mezheplerinde
yaptığı mukayesede olduğu gibi. Yeni oluşumlara nasıl bakmamız gerektiğiyle
ilgili düşüncesini de kullandığı bu metot sayesinde anlamamız mümkündür.
Örneğin, Nurculukla ilgili fikrini beyan etmeden önce, onu, geçmiş fırkalarla
mukayese etmiş ve sonrasında vardığı sonucu açıklamıştır.
KAYNAK
KRİTİĞİ
İslam
Mezhepler Tarihi’nin asıl kaynakları olan ve Hicri 1. ve 2. yüzyılda bizzat
mezhep mensupları tarafından yazılan birinci el kaynaklar çeşitli sebeplerden
dolayı günümüze ulaşmış değildir. Sonrasında, IV. yüzyılda yazılan ve birçok
mezhebi içinde barındıran milel-nihal türü kitaplar ise mezhep taassupluğu, 73
fırka hadisinin etkisi gibi nedenlerle araştırmacıyı yanıltıcı bilgilere
sahiptir. İşte bu sebepler, mezhepler tarihi alanında çalışan kişiyi kaynak
kritiği konusunda daha titiz olmaya mecbur kılmaktadır. Bu mecburiyetten dolayı
mezhepler tarihçileri doğru bilgiye ulaşmak için farklı metotlar
geliştirmişlerdir.
Mezhepler
hakkında bilgi veren elimizdeki en eski kitapların güvenilir olmadığını Kutluay
da belirtmiş ve bu kaynaklardaki doğru bilgilere ancak karşılaştırma yöntemiyle
ulaşabileceğimizi söylemiştir. Mezheplerin çıktığı ve milel- nihal kitaplarının
yazıldığı döneme ait başka alanlardaki kaynaklarla karşılaştırma yaparak doğru
bilgiye ulaşılabileceğini belirtmiştir.[246]
Kutluay
kaynaklardaki tarafgirlikle ilgili önemli bir örnek de vermektedir. “Mutezile
mezhebinin kurucusu sayılan Vasıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd’in bu fikirleri kimden
ilham alarak ortaya attıkları meselesinde kesin bir hüküm vermek için elimizde
yeterli delil bulunmamaktadır. Bu mezhebin muhalifi olan müellifler, bunların
fikirlerini naklederken objektif kalmamaktadırlar. Biruni meşhur eserinde,
“Mutezile’nin Allah’ın ilmi konusundaki sözlerinin cahil halka, “Allah’ın ilmi
yoktur diyorlar” şeklinde nakledilerek onların husumetini bu mezhep üzerine çekmek
gayreti güdüldüğünden şikâyet etmektedir. Bu mezhep üzerinde şimdiye kadar
yapılmış olan çalışmalarda da “menşe” meselesinden ziyade, sonraki devirlerdeki
gelişmelerinden bahsedilmektedir.”[247]
Klasik
mezhepler tarihi kaynaklarında görülen 73 fırka hadisine göre tasnifler yapıp,
daima bu rakamı bulmaya çalışan müelliflerin, bu yaptıklarının yanlış olduğunu
kitaplarında belirtmiştir. Ayrıca Peygamberimizin bu şekilde bir hadis rivayet
edemeyeceğini, hayatında takip ettiği yol gereği böyle bir şey yapmasının
imkânsız olduğunu da ifade etmiştir. [248]
Yaşar
Kutluay, mezheplerle ilgili bilgi veren hadislerin, sonraki devirlerdeki mezhep
kavgalarının mahsulü olduklarını belirtmiştir. Çünkü Peygamberin hayatı
devamınca, Müslümanlar arasında muayyen fikirler etrafında bir fırkalaşma
olmamıştır.[249]
Yani burada şöyle bir sonuca ulaşmak mümkündür. Mezhepler itikadi sistemlerini
oluştururken, savundukları fikirleri Peygamber’in ağzından söyletme yoluna
gitmişler ve tarihi kafalarına göre yeniden inşa etmişlerdir. Ayrıca muhalif
oldukları mezhepleri de yine Peygamberin ağzından kötüleme yoluna gitmişlerdir.
Bu nedenle yazarın, mezheplere dair hadislerin sonraki devir mezhep
kavgalarından dolayı çıkmıştır tespiti oldukça isabetlidir.
Kutluay,
milel-nihal kitaplarının içinde en güvenilir olanın Şehristani olduğunu, İbn
Hazm ve Bağdadi’nin eserlerini yazarken, Sünni görüşün etkisinde kaldıklarını
söylemiştir.[250] Ayrıca
tarihçi olan Taberi ve Belazuri’nin de güvenilir olduğunu zikrettikten sonra,
Taberi’den sonraki kaynaklara gidildikçe mezhep tarafgirliğinin kaynaklara
iyice girdiğini ve işlerin içinden çıkılmaz bir duruma geldiğini belirtmiştir.[251] Şehristani’nin
veya Taberi’nin eserlerinin kıymetli olduğu herkesçe malumdur. Ancak Kutluay,
bu eserlere çok fazla itibar edip, bu kaynaklardaki bilgilere kitabında olduğu
gibi yer vermiştir. Bir değerlendirmeye taabi tutmamıştır.
Kaynakların
kullanımı konusunda titiz olunması gerektiğini söyleyen Kutluay, Abdullah b.
Sebe hakkında bu titizliği göstermemiştir. Çünkü bu şahıs hakkında eski
kaynaklarda verilen bilgiler, tamamen Seyf b. Ömer’den mervidir. Böyle önemli
bir şahıs hakkında tek bir kişiden gelen rivayetlere itibar etmesi verdiği
bilgilerin güvenilirliğini sarsmaktadır.[252]
İSLAM
KELAMININ MENŞEİYLE İLGİLİ SÖYLEDİKLERİ
Yaşar
Kutluay, Islamiyette Itikadi Mezheplerin Doğuşu adlı ilk eserinde İslam
kelamının menşeiyle ilgili olarak bazı hususlara değinmiştir. Bazı müsteşrikler
İslam’da tartışılan ilk kelamı konuların, Hıristiyanlığın etkisiyle konuşulmaya
başlandığını, doğal olarak İslam’da kelamın doğmasının sebebinin dış etkenli
olduğunu iddia etmişlerdir. Bu iddiayı savunanlar, Hıristiyan din adamı olan
St. John of Damascus’un Bilgi Kaynağı adlı eserin yazılmasının hemen
ardından Arapçaya çevrildiğini ve İslam âlimlerinin de bu eserdeki fikirlerden
etkilenerek irca, Allah’ın sıfatları gibi kelami konuları tartışmaya
başladıklarını söylemişlerdir. Bunun doğru olmadığına inanan Kutluay, İslam
kelamının menşeinin yine İslam Cemaatinin bünyesinde yaşanan olaylar ve
İslam’ın getirdiği yenilikler olduğunu savunmuştur. Çok doğru fikirlere isabet
ettiğini düşündüğümüz Kutluay’ın konuyla ilgili söyledikleri şunlardır:
“Hz.
Muhammed’in Medine’ye hicret etmesinden ve müşriklerle olan ilişkilerin
neticesinde kurulan İslam devleti zamanla gelişme göstermiş ve farklı din
mensuplarını hâkimiyetleri altına almışlardır. Müslümanların fethettiği
yerlerdeki farklı din mensuplarına tamamen dini serbestlik tanıması, Hıristiyan
cemaatinin faaliyetlerini hızlandırmıştır. Dinlerini yayma faaliyetleri
göstermekle birlikte Hıristiyan din adamları, dönemin tablosunu yansıtan
eserler yazmışlardır. Bu eserlerdeki en önemli iddialarından biri, İslam
cemiyeti içinde çıkan kelami sorunların ve mezhep cereyanlarının menşeinin
dışarıda olduğudur. Yani Hıristiyanların Müslümanlar üzerindeki etkileriyle
kader, Allah’ın sıfatları ve insanın hürriyeti gibi konular konuşulmaya
başlanmış ve sonrasında mezhepler çıkmıştır. Bu iddialarda bulunanlar, Müslümanların,
Hıristiyan din adamı St. John of Damascus’un yazmış olduğu Bilgi Kaynağı
adlı eserden etkilendiklerini söylemişlerdir. Ölümü St. John’den çok önce olan
Hasan’ul Basri, karışıklıkların en yoğun yaşandığı Halife Abdulmelik b.
Mervan’ın, kaderi soran bir mektup göndermesi üzerine Halife’ye cevap olarak 16
sahifelik bir risale yazan kişidir. Bu risaleye bakıldığında, kader
meselesinin, Allah’ın sıfatları konusunun çok daha önceleri Müslümanlar
arasında konuşulduğu görülmektedir.”[253]
Bu
mezheplerin asıl doğuşuna sebebiyet veren durumlar, İslam cemiyetinin bünyesi
ile Kur’an-ı Kerim’in ortaya koymuş olduğu yeni zihniyettir diyen Kutluay’a
katılmamak mümkün değildir. Çünkü bu yeni zihniyette tam bir tefekkür hürriyeti
vardı ve dini sahipleyen bir üst sınıfı kabul etmiyordu. Her akıl sahibinin
tefekkür etmesi emrediliyordu. İslam dünyasında Müslüman’ın Müslüman kanını
dökmesi sonucu ortaya çıkan ölenlerin öldürenlerinin durumunun ne olacağı
sorusu, ayrıca Kuran’ın kader konusunda açık ve kesin hükümler barındırmaması
da bu oluşumlara sebep olmuştur. Birbirine zıt fikirlere sahip kişiler bile
kendi görüşlerini destekleyen ayetleri Kuran’da bulabiliyordu. Bu da işi daha
da çıkmaza sokuyordu. İşte bu ve benzeri nedenlerle başlayan kelami
tartışmalara, dış tesirler de sadece sürat katmış, yön vermiş ve alanını
genişletmiştir. Yoksa bizatihi bu hareketlerin başlatıcısı olmamıştır.[254] Örneğin,
Abbasiler döneminde özellikle Yunan felsefesinden yapılan tercümelerin, İslam
cemiyetindeki tartışmalara nasıl bir hız kattığı, ancak çıkan problemlerin ilk
tetikleyicisi olmadığı bilinmektedir.
NORMATİF
- TEOLOJİK ANLAYIŞ
Genel
itibariyle makalat yazarlarına baktığımız zaman bir gerçeği bariz şekilde
görüyoruz. O da yazarların, kendilerinin bulunmuş olduğu çizgiden sıyrılıp
olaylara objektif bakamamasıdır. Ehl-i Sünnet’e mensup bu yazarlar, incelemiş
oldukları mezhepleri mensubu oldukları cemaate yakınlıklarına göre kıymet
biçmişlerdir. Tamamıyla normatif olan bu bakış açısı sonraki devir mezhepler
tarihçilerini de yanılgıya götürmüştür. Bu gerçeği fark eden Yaşar Kutluay, İbn
Hazm ve Bağdadi’nin eserlerini eleştirmiş, Şehristani’nin eserini bu nedenle
güvenilir olarak değerlendirmiştir. Ancak Kutluay’ın yazılarına baktığımız
zaman da mensup olduğu çizgiyi fark etmemek mümkün değildir. Çünkü O da, Ehl-i
Sünnet’i ana bünye olarak ele almış ve ilk zuhur eden mezhepler olan Haricilik
ve Şia’yı “ilk tefrika hareketleri” olarak değerlendirmiştir. Yine Şii
mezheplerini gruplandırırken Ehl-i Sünnet’e yakınlıklarını dikkate almıştır.
Şöyle ki Kutluay’ın “Ehl-i Sünnet muarızları, müteşabih ayetleri kullanarak
fikirlerini müdafaa etmişler ve karşısındakileri susturmuşlardır”[255] görüşü
de O’nun bulunduğu çizgiyi açıkça göstermektedir. Ayrıca itikad konuları
üzerinde çalışmaya başlayan ana kol olarak değerlendirdiği Ehl-i Sünnet’in
mensuplarının, bu çalışmaları iki cepheye karşı yaptıklarını söylemektedir.
Biri, gayri İslami unsurlara, ikincisi de kader, cebr, teşbih, tecsim vb. gibi
görüş ve iddialar peşindeki Müslüman gruplara yönelik olmuştur. Gayri İslami
unsurlara karşı yapılan çalışma oldukça doğaldır. Ancak İslam Cemaati içinde farklı
görüşlere mensup kişilere karşı bir çalışmanın başlatıldığının ifade edilmesi
ve çalışmaya başlayanların ana kol olarak değerlendirilmesi açık bir şekilde
Kutluay’ın normatifliğini yansıtmaktadır.[256]
Yaşar
Kutluay’ın gelenekçiliğinin fark edildiği bir başka yön de kişilere göre
kullandığı üslup şeklidir. Burada kastettiğimiz, Abdullah b. Sebe[257] ve
Muhtar es- Sakafi[258] gibi
bazı şahıslar hakkında çirkin sayılabilecek kelimeler kullanırken, Ali b. Talip[259]
ve Osman b. Affan[260] gibi
bazı şahısları ise savunma girişiminde bulunmasıdır.
Yaşar
Kutluay, ilk zuhur eden Şii ve Harici mezheplerin siyasi nedenlerle ortaya
çıktığını ve sonradan teolojik yönlerini oluşturduklarını ifade etmiştir. Ancak
diğer mezheplerin çıkış nedenlerini tamamen itikadi sebeplere bağlamıştır. İlk
kitabının ismi olan “itikadi Mezheplerin Doğuşu” başlığı bile O’nun
mezheplere bakışını göstermektedir. Mutezile, Cebriye ve Ehl-i Sünnet hakkında
bilgi verirken tamamen teolojik yönleri üzerinde durmuştur. Ayrıca Mürcie,
Müşebbihe ve Mücessime’nin bir cemaat oluşturmaktan ziyade belli münferit
görüşlere verilmiş isimler olduğunu söylemektedir. Tarihte önemli bir yere
sahip olan Mürcie’yi mezhep olarak saymaması da O’nun teolojik bakış açısının
bir yansımasıdır. Mezhepler hakkında yazmış olduğu son kitabı “İslam ve
Yahudi Mezheplerinde Mutezile’yi ve Ehl-i Sünnet ve-l Cemaat’i de mezhep
olmaktan çıkaran Kutluay’ın aynı bakış açısının yansıması bu kitabında daha
belirgin olarak görülmektedir.
YAŞAR
KUTLUAY’IN TESPİT ETTİĞİ ÇAĞDAŞ SORUNLAR VE BUNLARA GETİRMİŞ OLDUĞU ÇÖZÜM
ÖNERİLERİ
Mezheplerin
başlangıçlarında dinin iktidar yolunda istismarı söz konusudur. Şiilerin,
Haricilerin zuhur ediş süreçlerine baktığımız zaman bu açıkça görülmektedir.
Ayrıca “mezhepler tarihi bu istismarın tipik örnekleriyle doludur”[261]
tespiti hiç de mübalağalı olmaz. Dinin, belli şahısların emelleri uğruna
istismar edilmesi olayı, tarihin tozlu sayfalarında kalmamış, yakın zamanda ve
günümüzde de yaşanmış ve yaşanmaya da devam etmektedir.
Dinin
istismarı olayını, muayyen zamanlarda Anadolu topraklarında çıkan isyanlarda da
görmekteyiz. Anadolu, Türklerin işgal edip yerleşmesinden sonra birçok
tarikatın yuvalandığı, beslendiği ve geliştiği yer olmuştur. Özellikle Moğol
istilasından sonra İslam ülkelerinden kaçan erenler bu topraklara sığınmıştır.
Anadolu Türklerini tekkelere kapatmayan bu erenler, Osmanlının kuruluşunda
önemli rol oynamışlardır. Sonrasında ise işin rengi biraz değişmiş ve Türkmen
reisleri bu kişileri yanlarına çekerek onların halk üzerindeki nüfuzlarını
kullanmaya başlamıştır. Osmanlı devlet nizamının güçlenmesiyle bu kişilerin
tesirlerinin azaldığını, Türk hükümdarlarının erenlerin faaliyetlerine
karışmadıklarını söyleyen Kutluay, daha sonra gelişen olayları şöyle
anlatmaktadır: “Ancak bu tasavvufi cereyanlar sadece şiirde, kitapta, tekkede
ve mescitlerde kaldığı sürece merkezi otorite bu şahıslara müdahale etmemiştir.
Yalnız müritlerinin yahut taraftarlarının sayısının kâfi miktarda arttığını,
binaenaleyh artık iktidarı ele geçirebileceğini zanneden şeyhler, devletin
zayıf zamanını kollayarak isyanlara girişmişlerdir. İşte bu faaliyetler de
dinin siyasete aletin tipik örneklerindendir.”[262]
Osmanlı
döneminde, şeyhlerin kendilerine güvenecek duruma geldikten sonra devlete isyan
edip, siyasi bazı çıkarlar elde etme girişimlerinin açıkça dinin siyasete alet
edilmesi olduğunu söyleyen yazar, Cumhuriyetin ilanından sonra da bu
tarikatların vaziyetlerinin değişmediği ve hatta daha da kötüye gittiği
tespitini yapmaktadır. Memleketimizde kurulan bu tarikatların tekkelerinin,
asırlar geçtikçe dejenere olduğunu, şeyhlik postlarına kifayetsiz, bilgisiz
kişilerin oturduğunu, bir ilim ve sanat yeri olan bu merkezlerin böylelikle
dejenere olduğunu belirten Kutluay, “Cumhuriyetten sonra tekke ve zaviyelerin
kapatılmasına dair kanunun umumi tasvip kazanmasının sebeplerinden biri de bu
olsa gerektir” diyerek önemli bir hususa açıklık getirmektedir. Fakat bu kanuna
rağmen tarikatların faaliyetleri hız kesmeksizin hala devam etmektedir. Bunun
başlıca sebebini ise Kutluay şu şekilde açıklamaktadır: “Allah’la kul arasında
üçüncü bir şahsı koymayı kesinlikle reddeden İslam Dini’nin mensuplarının hala
dedelere, babalara ve şeyhlere bağlanıp onlardan medet umması, halkın, dinin
esaslarına tam anlamı ile vakıf olamamasıdır. Aslına bakılırsa bu cereyan
mensupları, aslında o hareketin sistematik görüşünü dahi bilmemektedirler.”[263]
Yaşar
Kutluay’ın yaşadığı tarihte vuku bulan siyaset-tarikat ilişkisiyle ilgili bazı
tespitleri olmuş ve bunlara eserlerinde yer vermiştir. Bu konuyla ilgili
söyledikleri şunlardır: “Son zamanlarda siyasi partilerin bu durumdan istifade ile
bu tip vatandaşların oylarını toplamak için giriştikleri dini istismar yolu
esef vericidir. Tarikat liderleri partiler arası mekik dokumakta, partilere
giriş beyannameleri bizzat parti genel başkanları tarafından imza edilmektedir.
Bir siyasi partinin ise sadece bir mezhep zümresine hitap ettiği bilinen bir
gerçektir. Hâlbuki tarihten ders alınmalı, oy uğruna memleketin bütünlüğü
tehlikeye atılmamalıdır.”[264]
Dinin
istismarının her zaman memleketin başına felaketler getireceği inancında olan
Kutluay, ülkemizde yaşanan bu tür faaliyetlerin de ülke geleceği için ne kadar
tehlikeli olduğuna işaret etmiştir. Ülkemizde tarikat faaliyetlerinin devam
etmesinin nedeninin Türk halkının İslam Dini hakkındaki cehaletleridir diyen
Kutluay, 1962’de yaptığı bir radyo konuşmasında halkın dini yönünün
aydınlatılmaması durumunda neler yaşanabileceğine dair örnekler vermiş, bu
konuda devlet politikasının nasıl olması gerektiğiyle ilgili ipuçlarına yer
vermiştir.[265]
Yaşar
Kutluay’ın bunlara ek olarak dinin farklı emeller uğruna kullanıldığına dair
bir diğer önemli tespiti ise, XIX. ve XX. asırlarda, batılı devletlerin, İslam
dünyasındaki mezhep ayrılıklarını kendi menfaatleri için kullanmasıdır.
Hindistan, İran, Arabistan, Libya vb. ülkelerinde son asır içinde girişilen
faaliyetler bunun tipik örnekleridir.[266]
Kutluay’ın,
farklı yazılarında, üzerinde durduğu önemli bir konu da “bir Müslüman’ın nasıl
olması gerektiği” sorusunun cevabıdır. 1969’un Ramazan Ayı boyunca, Tercüman
Gazetesi’ne Salı ve Cuma günleri yazı yazan Kutluay, ilk önce köşesinde,
Müslüman kimliğini tanımlamıştır. Ayrıca radyo konuşmalarında da aynı konudan
bahsetmiştir.
“Kelime-i
şahadete gönülden inanmak Müslüman olmak için yeterlidir. Bu temel ilkenin
yanında Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlere, ahirete, hayrın ve
şerrin Allah’tan olduğuna istisnasız iman etmek gerekir. Bu ilk adımdır. Bu
adımı geçenler için geçerli olacak ikinci adım İslam’ın şartlarını öğrenmek ve
uygulamaktır. Bunlar, kelime-i şahadeti kabul etmek, namaz kılmak, oruç tutmak,
hacca gitmek, zekât vermektir. Bunları kabul edip uygulayan kişi İslam’ın
sahasına girmiş olur; ancak Müslümanlık sadece bunlara uymakla olmaz. Bir bütün
olan kutsal kitabımız Kuran-ı Kerim’e baktığımızda, görüyoruz ki, Müslümanlık
sadece iman ve ibadet kalıplarına sıkıştırılmış bir din değildir. Müslümanlık
bir “hayat tarzı”, bir nizamdır. Bu hayat tarzının öğrenilip benimsenmesi ve
uygulanması sonucu ancak dünya ve ahiret mutluluğuna ulaşılabilir. İman
esaslarına inanan ve İslam’ın esaslarını kabul eden kimse Müslümanlığın asgari
haddini halletmiş olur. Asıl iş ise bundan sonradır. Bu da ahlak sahasıdır.
Aslında Müslümanların vazifeleri iki büyük kısma ayrılmaktadır diyebiliriz.
Bunların birincisi insanın Allah’a karşı olan vazifeleridir ki bunlar; O’na
doğru bir şekilde inanmak, emrettiği ibadetleri yerine getirmektir. Emrettiği
ibadetlerden oruç ve namaz Allah’la kul arasında kalır. Fakat yalnız Allah’ı
değil, diğer Müslümanları da ilgilendiren ibadetler vardır. Bunlar zekât ve
sadaka ile infak gibi emirlerdir. Bir bakıma varlık vergisi de diyebileceğimiz
zekatı vermeyen Müslüman Allah’a karşı sorumlu olduğu gibi, o vereceği miktar
üzerinde hakkı olan diğer Müslümanlara karşı da sorumludur. Kul hakkına ayrı
bir önem veren dinimizde bu ibadetin haliyle ayrı yeri vardır. Ancak kabul
etmek lazımdır ki, günümüzde zekat müessesi memleketimizde işlememektedir. Eğer
işlemiş olsaydı çoğunluğu Müslüman olan bu ülkede açta açıkta kimse kalmazdı.
Bunun sebebi biraz da halkımızın bu konudaki bilgisizliğidir. Camilerin dolduğu
Ramazan Aylarında bu konuda vaazlar verilerek halk bilinçlendirilmelidir. Diğer
bir husus da zekâtın toplanması meselesidir. Yaşanan olumsuzluklardan dolayı
halkın müesseselere itimadı kalmamıştır. Ancak güvenilir bir kurum olan Diyanet
İşleri Başkanlığı bu görevi üstlenebilir.”[267]
Kutluay,
gazetedeki bu yazı dizisinde, yukarıda yer vermiş olduğumuz genel bilgileri
verdikten sonra Müslümanlara bazı tavsiyelerde bulunmaktadır: “Sonuç olarak
artık kendimize tam bir Müslüman mıyız sorusunu sormalıyız. Müslümanlığın
sadece iman ve ibadetten ibaret olmadığını bir hayat tarzı olduğunu fark edip,
Müslümanlara düşen çok görevlerin olduğunu anlamalıyız. Kişinin imtihan dünyası
olan bu yerde yaptığı iyiliklerin mükâfatını alacağını, ancak İslam ahlakına
uygun bir yaşayış tarzıyla örnek insan olunabileceğini halkımıza anlatmalıyız.
Bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığına ve din adamlarına büyük iş düşmektedir.”[268]
Müslüman
kimliğini tanımlarken daha ziyade ahlak üzerinde duran Kutluay, biran önce bir zekat
müessesesinin de kurulması gerektiğini ifade etmektedir. Müslümanlığın bir
hayat tarzı olduğunu söylemiş ve bu hayat tarzını halka doğru şekilde anlatmak
için din adamlarına çok iş düştüğünü belirtmiştir.
Yaşar
Kutluay’ın dikkatleri çektiği bir diğer husus, Türklerin Yahudi
milliyetçiliğinden alması gereken derslerin neler olduğuyla ilgilidir. Bu
konuda şu değerlendirmeleri yapmaktadır: “Eski bir tarihe sahip olmakla
birlikte uzun yıllar sürgünlerde kalan, çok sıkıntılar yaşayan Yahudiler
kimliklerini hiçbir zaman kaybetmemişler ve sonunda kendi devletlerini kurmaya
muvaffak olmuşlarıdır. Ancak hiçbir zaman başka devletin hâkimiyeti altına
girmeyen, oldukça zengin bir medeniyete ve zenginliğe sahip olan Türkler ise
Batılıların iktisadi anlamda gelişme göstermesi, yeni buluşlara imza atmasıyla,
yanlış bir batı hayranlığı içine girmiştir. Türk milli medeniyeti, kültürü her
yerde küçük görülmeye başlanmıştır. Özlerine ait olan her şeyi batılılaşma
uğruna birer birer bırakan Türkler tabiri caizse kendi kendilerini
sömürgeleştirmişlerdir. Hâlbuki batılıların gelişmesi karşısında batma
korkusuyla onları taklit etmek yerine alternatif yollar bulunabilirdi.
Türk-İslam cemiyeti bütün kâinatı kuşatan bir bakış açısı edinip, maddi ve
manevi kurtuluşunu bu yolda aramalıdır.”[269]
Osmanlı’nın
son dönemleriyle, Cumhuriyetin ilanından sonra, Türklerin kendilerini tehlikeli
düzeyde kaptırdıkları Batı hayranlığının, Türk milletine nelere mal
olabileceğini açıkça belirten Kutluay, devamında ise kurtuluş reçetesinin
Türklerin Müslüman kimliklerinde mevcut olduğunu ve burada aranması gerektiğini
söylemiştir.
Kutluay’ın
Türkiye’deki din eğitimiyle ilgili de çok önemli yazıları mevcuttur. Bu
yazılarında değindiği hususlar ise şöyledir: “Medreselerin kapanmasından sonra
Tevhidi Tedrisat kanununa rağmen ülkeyi dinsiz bırakma faaliyetleri
gösterilmiştir. Okullardaki din dersleri kaldırılmış, imam hatipler
kapatılmıştır. Ancak dinsiz bir toplumun olamayacağı sosyolojik bir gerçektir.
Bu nedenle yaklaşık otuz yıl, halk kifayetsiz kişilerden dini öğrenmiştir. Bu
dönemin açtığı yaralar hala tamir edilememiştir. 1951 yılından sonra imam
hatipler açılmış ancak program ve müfredat konusunda oldukça eksik
bırakılmıştır. Talim terbiyeye bu konuda yapılan uyarılar da fayda
vermemektedir.”[270]
Türkiye’deki
din eğitimine ve sorunlarına bu yazısında değinen Kutluay, iyi bir din eğitimi
olmadığı müddetçe Türk halkının hurafelerden kurtulamayacağını belirtmiştir.
Bir din adamının dini bilgilerinin yanında müsbet ilimler hakkında da eğitim
alması gerektiğini söylemiştir. Bir radyo konuşmasında da dini eğitimin
öneminden bahseden Kutluay, halkın bu eğitimden yoksun bırakıldığı zaman yanlış
dini inanışlardan dolayı ne gibi olaylar yaşanabileceğine dikkatleri çekmiştir.[271]
Kutluay’ın
bu yazılarında Ülkemiz için oldukça önemli ve hassas konulara değindiğini
görüyoruz. Cumhuriyet’in ilk yıllarında dini eğitim konusunda yapılan yanlış
politikaların sonucunu acı bir şekilde bütün halkımız yaşamıştır. Tarih her
zaman göstermektedir ki dinsiz insan olabilir; ama dinsiz bir toplum asla. Bu
gerçekten hareketle devlet toplumunu dini konularda doğru bir şekilde
eğitmelidir. Eğer baştaki insanlar bu işin ciddiyetini anlamazlarsa, toplum aç
kalan dini yönünü bir şekilde doldurmaya çalışacaktır. Belki bu yöntemler bazen
illegal olacak, farklı düşünceli insanlar, bu saf halkı kandıracaklardır. Bunun
sonucunda da hurafelerin yuvalandığı halkın arasındaki yanlış inanışları yok
etmek tahmin edemeyeceğimiz kadar uzun yıllar alacaktır. İşte bu sosyolojik
gerçeğe Kutluay, bir kere daha dikkatleri çekmeye çalışmıştır. O, sadece dini
eğitim değil, doğru bir içerikle ve doğru bir yöntemle verilmesi gereken bir
eğitimden makalesinde bahsetmektedir. Dini eğitimin eksikliğinden dolayı
yaşanabilecek diğer bir tehlikeye de, başka bir yazısında işaret etmektedir:
“Müslüman
dünyasında ve bilhassa da Türkiye’de, Batı Kilise’si, buradaki halkı Hıristiyan
yapmak için misyonerlik faaliyetleri yürüttüğü herkesçe bilinen bir gerçektir.
Memleketimizde son iki yüz yıldır denedikleri özel okullar, hastaneler, ihtiyaç
bölgelerine gönderilen misyoner doktorların çalışmaları gözle görülür bir kazanç
getirmemiştir. Bunun üzerine bıkmadan emellerine ulaşmaya çalışan bu kişiler
yeni metotlar geliştirmişleridir. Yurdumuzda uyguladıkları yeni metotta ise
hedef, din eğitimi görmemiş gençler, aydınlar ve doğrudan doğruya köylü
halkımızdır. Maalesef ki Hıristiyanlık geniş halk kitlelerimizin yanında, din
adamlarımızın da layıkıyla bilmediği bir alandır. Dilimizde bu konuda ciddi
eserler yayınlanmadığı gibi, okullarımızda da Hıristiyanlık öğretilmemektedir.
Ayrıca İncil ve Hıristiyanlık hakkında İslamiyet’in Kurani görüşü ortaya
konulmamıştır. İslami görüşün kabul ettiği Hıristiyanlık nedir, bugün mevcut
olan Hıristiyanlık nedir ve aralarındaki alaka ve münasebet konularını işleyen,
dilimizde yazılmış eserler yoktur. Hele din eğitimi görmemiş aydınlarımız ve
gençlerimiz henüz İslam’ın esaslarını bilmediklerinden, bu esaslara yapılan
hücumların mahiyetlerini, gerçek maksatlarını anlamaktan uzaktırlar.”[272]
Batı
Kilisesi’nin yurdumuzda giriştiği kendi dinlerini ikame etme faaliyetlerine
karşı Müslüman olarak, din adamı olarak, Diyanet İşleri teşkilatı olarak neler
yapabiliriz sorusuna Kutluay şu cevapları vermektedir: “Akla gelen ilk çareler
olarak şunlar düşünülebilir: a) Yazılı ve sözlü propagandalarını teferruatı ile
ele almak b) Her birinde ileri sürülen görüşlere Kuran-ı Kerim ve akla
dayanarak cevaplar vermek c) Mevcut din adamlarımızdan mümkün olduğu kadar
çoğunu bir araya getirerek Yahudi ve Hıristiyan dinlerini öğretmek ve onlara bu
iki din ile İslamiyet arasındaki derin farkları anlatmak, mukayese yapmak d)
Her iki din ile İslamiyet’in tarihteki münasebetlerini ele alarak, bu
münasebetlerin bugünkü durumlarını tespit etmek.”[273]
Kutluay,
1965 yılında yazmış olduğu bu makalede oldukça önemli bir sorunu gündeme
getirmiştir. Özellikle II. Vatikan Konsili’nden sonra metot değiştiren Batı
Kilise’si İslam ülkelerindeki faaliyetlerine başka bir yüzle hızla vermiştir.
Bizim ülkemizde de din eğitimi görmemiş kemsi hedef aldıklarını söyleyen
Kutluay’ın biraz iyimser davrandığını söylemek yanlış olmaz. Din eğitimi almış
ya da almamış her kesime ulaşmaya çalışan misyonerler, çoğu bölgelerimizde de
kısmi başarılara ulaşmışlardır. Maddi yönden zayıf olan kemsi de para ile
kandıran misyonerlerin kitaplarını, CD’lerini ilkokul öğrencilerin elinde bile
görebiliyoruz. Halkımızın bu konudaki cahilliğine bundan 43 yıl önce işaret
eden Kutluay’ın yaptığı tespitlerin hala geçerli olması çok acıdır. Günümüzde
dahi bu konuda tam bir eğitim verilmediği gibi din adamlarımız da halkın
Hıristiyanlıkla ilgili sorularına cevap verecek ya da halkı bu yönde
aydınlatacak nitelikte değildir. Bu nedenle, Kutluay’ın getirmiş olduğu çözüm
önerilerinden özellikle üçüncü maddesinin ivedilikle uygulamaya geçirilmesi
gerektiği kanaatindeyiz.
Yaşar
Kutluay’ın yukarıda işaret ettiği sorunlarla paralel olan ve başka bir
yazısında bahsettiği bir probleme daha değinmeyi faydalı olacağını düşünüyoruz:
“Memleketimizde
yayınlanan dini konularda yazılmış eselerin konularına baktığımız zaman,
Kuran-ı Kerim’e yönelerek iman esaslarını konusunu ele bir kitap göremiyoruz.
Bugün içinde yaşadığımız toplumda dini işler hakkında bilen bilmeyen herkes
konuşup yazmakta ve bu nedenle din hücuma uğrayıp, dinle ilgisi olmayan bazı
hususlar dinin esaslarında gibi gösterilmektedir. Dolayısıyla din adamlarımıza,
büyük iş düşmektedir. Bunların başında Kuran-ı Kerim’i sadece mezarlıklarda
ölülerin ruhu için veya camilerde cemaatin musiki zevkini tatmin için
okutturmakla yetinmeyerek, Müslümanlara anlatmak; imanı ile. Ameli ile, ahlakı
ile, davranışları ile o ilahi kanuna uygun hayatın çerçevesini çizmek gelir.
Bunun için de ilk yapılacak şey, Kuran-ı Kerim’e dönmek, O’nu tekrar ve tekrar
anlayarak, inceleyerek, düşünerek okumak, böylece O’ndan ilham almaktır.”[274]
Hüseyin
Atay’a ait olan bir eseri tanıtırken söylediği bu sözler önemini hala yitirmiş
değildir. Çünkü halkımızın Kuran konusunda cehaletini günümüzde de yok edebilmiş
değiliz. Bırakın okumamış kemsi, okumuş kesim bile dini kitabının içeriğinden
habersizdir. Belki Kutluay’ın bu yazısının ardından Kuran’ın farklı birçok
konusu üzerine ilmi çalışmalar yapılmıştır. Ancak halka indiğimiz zaman bu
çalışmalardan bihaber olduğunu görmek, oldukça düşündürücüdür. Yaşar Kutluay’ın
sık sık vurguladığı “din adamlarının üzerine çok sorumluluk düşmektedir” sözü
burada önemini bir kere daha göstermektedir. Çünkü ancak halkla iç içe olan din
adamlarımız bu ilmi çalışmaları halka tanıtabilir, okuyup öğrenmeleri konusunda
onları teşvik edebilir.
SONUÇ
Yaşar
Kutluay, Hicri III. asırda Milel-Nihal eserleriyle başlayan mezheplerin
tarihini yazma geleneğinin Cumhuriyetten sonra ilk temsilcileri arasında yer
alan önemli isimlerinden biridir.
Kutluay’ın
İslam Mezhepler Tarihi alanına yaptığı önemli katkılar vardır. Bunlardan ilki
karşılaştırmalı mezhepler tarihçiliğidir. Yaşar Kutluay, kaynak kritiği
yaparken, eserler arasında karşılaştırma yöntemi kullanılarak daha doğru
bilgiye ulaşılabileceğini söylemiş ve Mezhepler Tarihi kaynaklarını nasıl
kullanmalıyız sorusuna cevap bulmaya çalışmıştır. Ayrıca kaynakları kullanırken
uygulanabileceğini ifade ettiği karşılaştırma yöntemini, başka alanlara da
tatbik ettiğini görüyoruz. Örneğin İslam ve Yahudi mezheplerinin
karşılaştırmasını yapmış ve böylelikle bu iki din mensuplarının birbirlerinden
ne kadar ve hangi konularda etkilendiğini tespit etmeye çalışmıştır. Vardığı
sonuçlar çok orijinal olmamakla birlikte alanında yapılan ilk tespitler olması hasebiyle
kıymetli bir çalışmadır. Ayrıca aynı yöntemi kullanarak bir cemaat olan
Nurculukla ve Şii mezhepleri arasındaki benzerliklere değinmiş ve bu cemaatin
mezhep olma yolunda ilerlediği hususuna dikkatleri çekmiştir. Yine aralarında
karşılaştırma yaparak mezhepler hakkında vermiş olduğu bilgiler, okuyucunun
daha sistematik bir şekilde konuyu algılamasını sağlamaktadır.
Kutluay’ın
İslam Kelamının menşeinin yine İslam toplumunun kendisi olduğunu söyleyerek
yaşadığı dönem itibariyle yeni bir konuya dikkatleri çekmiştir. Kutluay,
müsteşriklerin, İslam toplumu içinde çıkan ilk münakaşaların sebebi olarak
Hıristiyanlığı göstermesine karşılık bir cevap yazmıştır. İlk dönemde yaşanan
karışıklıklar ve İslam’ın hızla yayılması birçok kelami problemi beraberinde getirmiştir.
Bu nedenle konu sıkıntısı hiç yaşamayacak olan İslam kelamcılarının dışarıdan
etkilenmediği hususunda Kutluay’a katılmamak mümkün değildir.
Mezhepler
Tarihi alanında önemli bir isim olmakla beraber kıymetli çalışmalar da vermiş
olan Kutluay’ın, fitne hadisesi ve sonrasında gelişen olayların müsebbibi
olarak Abdullah b. Sebe’yi göstermesi, yazarın önemli çıkmazlarından biridir.
Sonrasında yapılan çalışmalar ışığında bu isim üzerinde tekrar düşündüğümüzde,
İbn Sebe’yi günah keçisi olarak ilan eden yazarların bunu sahabe karizmasını
korumak için yaptığı görüşü ağır basmaktadır. Kendisiyle ilgili rivayetlerin
Seyf b. Ömer’den geldiği İbn Sebe’nin, şahsiyeti ve faaliyetleri konusunda
birçok çelişki tespit edilmiştir. Kutluay da, sahabeye karşı duyduğu
muhabbetten ötürü Seyfin icat ettiği bu günah keçisiyle ilgili bilgilere,
tarihi bir değerlendirmeye tabi tutmadan eserlerinde yer vermiş ve bütün
olayları başlatan kişi olarak Abdullah b. Sebe’yi göstermiştir. Ayrıca
Kutlauy’ın Şia ve Havariç gibi birbirinden tamamen farklı iki mezhebin
menşeinin aynı olduğu konusunda ileri sürdüğü görüş, kabul edilebilecek gibi
değildir. Tabanı, çıkış sebepleri, görüşleri ve faaliyetleri birbirinden çok
farklı olan bu iki mezhebin menşee itibariyle aynı olması mümkün değildir.
Kutluay,
İbn Hazm, Bağdadi gibi yazarları mutaassıplıkla itham edip, eserlerinin çok
taraflı olduğunu söylemekte; ancak kendisi de sahabeyi savunma ve Abdullah b.
Sebe ve Muhtar es-Sakafi gibi isimleri eleştirerek aynı hataya düşmektedir. Bu
durum da Kutluay’ın normatif bir bakış açısına sahip olduğunu, Mezhepler Tarihi
yazarında olması gereken objektiflik özelliğini taşımadığını göstermektedir.
Kutluay’ın
içine düştüğü yanılgılardan biri de, Şiilik ve Haricilik dışındaki diğer
mezheplerin siyasi yönü üzerinde hiç durmadan itikadi yönlerinden bahsederek,
teolojik bir bakış açısı sunmasıdır. Her mezhebin dini yönlerinin yanı sıra
siyasi bir arka planlarının olduğu gerçeğini yadsımıştır. Bunu yapmasının
nedeni diğer mezheplerin fazla bir siyasi etkinliği olmaması olabilir. Ancak
Mutezile mezhebi için aynı şeyi söylemek mümkün değildir.
Mürcie’yi
mezhep olarak kabul etmeyen Kutluay, irca görüşünün aykırı bir fikir
olmamasından ve her kesimden taraftar bulmasından dolayı böyle bir izlenime
kapılmış olabilir. Ancak sonrasında yapılan çalışmalarda Mürcie’nin bir mezhep
hüviyetine sahip olduğu tespit edilmiştir.
Yaşadığı
dönemdeki problemlere hiçbir zaman duyarsız kalmayan Kutluay, Türk toplumun
kronik bir sorunu haline gelen dini eğitimin üzerinde çokça durmuştur. Halkın
doğru bir dini eğitim almadığında hurafelere itibar edeceğini bilen ve bunu
bizzat gören Kutluay, dini eğitimin gerekliliğini bu açıdan yaklaşarak ifade
etmiştir. Ne var ki günümüzde hala “din eğitimi zorunlu mu yoksa seçmeli mi
olmalıdır” sorusunun tartışılıyor olması aradan geçen yaklaşık yarım asırda
ülkemizde pek bir şeyin değişmediğini göstermektedir.
Milliyetçi
yönü ağır basan Kutluay, Yahudi milliyetçiliğini de Türklere örnek
göstermiştir. Batı hayranlığıyla Osmanlının son dönemlerinde ve Cumhuriyetin
ilk yıllarında tarumar olan Türk milletinin kendisine gelmesi gerektiğini
savunan Kutluay, bunun için yaşadıkları onca zorluğa rağmen milliyetçi
ruhlarını kaybedip tarihe karışmayan Yahudileri Türklere misal olarak
göstermiştir.
Ülkemizde
yaşanan misyonerlik faaliyetleri karşısında da suskun kalmayan Kutluay’ın, bu
tehlikeli faaliyetlere karşı alınabilecek önlemler geliştirmesi, O’nun
toplumsal olaylara karşı duyarlılığının ve uygulamaya yönelik bir şeyler
yapılması gerektiğine inancının bir başka göstergesidir. O, her zaman
fikirlerini belirtirken nasıl uygulamaya geçirilebileceği hususuna da açıklık
getirmiş ve yıkıcı olmak için eleştirme yolu yerine yapıcı olmak eleştirmeyi
tercih etmiştir.
BİBLİYOGRAFYA
Adam,
Baki,
Dinler Tarihi, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayınları,
Eskişehir 1999.
Akbulut,
Ahmet,
Sahabe Dönemi iktidar Kavgası, Ağaç Yayınları, Haziran 2001.
Akoğlu,
Muharrem,
Mihne Sürecinde Mu’tezile, İz Yayıncılık, İstanbul 2006
Bağdadi,
Ebu Mansur Abdulkaahir, El-Fark Beyne-l Fırak, Ankara 1991.
Bouthoul,
Gaston,
Zihniyetler, Çev: Semlin Evrim, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Rektörlüğü Yayınları, İstanbul 1975.
El-Eşari,
Ebu-l
Hasan, Makalatu-l islamiyyun, İstanbul 1929.
Eş-Şehristani,
Muhammed
Abdulkerim, El-Milel ve-n Nihal, Ter. Mustafa Öz, Ensar Neşriyat,
İstanbul 2005.
Fığlalı,
Ethem
Ruhi, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, Selçuk Yayınları, Ankara 1991.
“Hariciliğin
Doğuşu ve Fırkalar”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt:22, Ankara 1978.
“İlk
Şii Olayları”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:26, Ankara
1982.
“İslam
Mezhepleri Tarihi Araştırmalarında Karşılaşılan Bazı Problemler”, Uluslar arası
Birinci İslam Araştırmaları Sempozyumu, Dokuz Eylül Üniversitesi Yayınları,
İzmir 1985.
Hizmetli,
Sabri,
İslam Tarihi, Ankara 1999.
Korkmaz,
Sıddık,
Tarihin Tahrifi-İbn SebeMeselesi, Araştırma Yayınları, Ankara 2005
Kutluay,
Yaşar,
Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, Pınar Yayınları, İstanbul 2003
-
İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu, Pınar Yayınları,
İstanbul, 2003
-
İslam
ve Yahudi Mezhepleri, Anka Yayınları, Ankara, 2001
-
Siyonizm
ve Türkiye, Çatı Kitapları, İstanbul 2005.
-
“İbadiler
Ait Bazı Metinler”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Cilt:15,
Ankara 1967
-“Kuran’a
Göre İman Esasları Adlı Eser Hakkında”, Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi 1961,
Ankara 1962, s. 251-254. (tanıtma)
-
“Eski
Tehlikenin Yeni Yüzü”, Diyanet Dergisi, Cilt: IV, Sayı: 7-8, Ankara 1965.
-
“Türkiye’de
Din Eğitimi”, Devlet Mecmuası, Ankara 7 Nisan 1969.
-
“Okullarda
Din Eğitimi ve İmam Hatip Okulları”, Devlet Mecmuası, Ankara 21 Nisan 1969.
-
“Yahudi
Milliyetçiliğinden Alacağımız Dersler”, Türk Yurdu Dergisi, Cilt:7, Sayı: 1-2,
Ankara 1968.
-1969
yılının Aralık ayında Tercüman Gazetesinde Çıkan Yazı Dizisi
Onat,
Hasan,
Emeviler Devri Şii Hareketleri, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1993
“Şiiliğin
Doğuşu Meselesi”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt:36, Ankara 1997
“Mezhep
Kavramı ve Mezheplerin Doğuş Sebepleri”, Oş Devlet Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi İlmi Dergisi, Kırgızistan 2004.
Onat,
Hasan
(Editör), İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, Ankuzem Yayınları, Ankara, 2006
Sofuoğlu,
Cemal,
Gadir-i Hum Meselesi, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi Cilt:26
1983
Tümer,
Günay-
Küçük Abdurrahman, Dinler Tarihi, Ocak Yayınları, Ankara 1988.
Üzüm,
İlyas,
“Mücessime”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 31, İstanbul
2006.
Yavuz,
Yusuf
Şevki, “Müşebbihe”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 22,
İstanbul 2006.
EKLER
Ek.1.
YAŞAR KUTLUAY’DAN VE ESERLERİNDEN BAHSEDEN YERLER
1- Türkiye Makaleler Bibliyografisi, 1959
(I) - 1961 (I), İstanbul-Ankara, 1956-1970: Burada Kutluay’ın yazmış olduğu
makalelere yer verilmiştir.
2- Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Kürsü
1967, s.17
3- Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 1969
Yılı Mezunlar Albümü, Ankara 1969.
Bu
iki yerde, Yaşar Kutluay’ın kısa bir hayat hikayesi ve yazmış olduğu eserleri
bulunmaktadır.
4- Zeki
Velidi Togan, Not, “İslami Tetkikler Enstitüsü Dergisi”, III/3-4
(1959-1960), s. 225226: Burada Velidi Togan, Yaşar Kutluay’ın Said Nursi ve
Nurculukla ilgili makalesi hakkında kısa bir yorum yapmıştır.
5- Osman
Akgül, Röportaj: Konya Yüksek İslam Enstitüsünün İlk Mezunlarını Vermesi
Münasebetiyle Neler Dediler..., Yeni Ümit Dergisi, Yıl 2, sayı 16, (Haziran
1966), s.13-23. :Bu yazıda, Enstitü hocalarından olan Kutluay’a Akgül’ün
düşüncelerini sorması üzerine, Kutluay, mezun olan öğrencilere vermiş olduğu
nasihatler yer almaktadır.
6-
Ahmet
Kabaklı, “Gün Işığında”,Tercüman Gazetesi, 19 Aralık 1969, s.2
7-
“Hürriyet”,
15
Aralık 1969, s.1.
8-
“Tercüman”,
15
Aralık 1969, s.1.
9-
“Devlet
Mecmuası”, 22 Aralık 1969.
10- Haberler, Selçuklu
Araştırmaları Dergisi, I (1969), s.243, dipnot.
Bu
son beş yerde Kutluay’ın bir tekne gezisi sırasında kayboluşu haber verilmektedir.
11- Yaşar
Kutluay, “Siyonizm ve Türkiye”, 2. Baskı, İstanbul 1973, s. 5 (Kamil
Kutluay tarafından yazılan önsöz) : Bu yazıda Kamil Kutluay, abisi Yaşar
Kutluay hakkında kısaca bahsetmektedir.
12- Süleyman
Tülücü “Yıllar Sonra Bir Bilim Adamının Ardından - Doç. Dr. Yaşar Kutluay,
Hayatı Ve Eserleri”, Diyanet İlmi Dergisi, Cilt.20, Sayı.4, Ankara 1984,
s.23-29: Bu yazıda Tülücü, Kutluay’ın ölümünün 15. yıl dönümünde onu tanıtan
kısa bir yazı yazmış ve Yaşar Kutluay ile ciddi bir çalışma yapılmamış olmasının
acı bir durum oluğunu ifade etmiştir.
Ek.2. Yaşar Kutluay’ın 1969 Yılının Ramazan Ayında Tercüman Gazetesinde
Çıkan Yazı Dizisi
MÜSLÜMAN OLMAK (I)
Müslüman
olmak ne demektir ve nasıl Müslüman olunur? Görünüşte cevaplandırılması çok
kolay iki sorudur bunlar. Hemen denilir ki, Müslüman olmak, Allah’ın Kuran-ı
Kerim’de inanılmasını emrettiği iman esaslarını kabul etmek ve ibadetleri
yerine getirmek ile kabildir. Daha kısası Kelime-i Şahadet dediğimiz cümleyi
söyleyip, buna yürekten inanmak, Müslüman olmak için kâfidir. ‘La ilahe
illellah, Muhammed resulullah’ cümlesi dinin temelidir. ‘Amentü’ diye formüle
edilmiş olan esaslara istisnasız olarak iman etmek şarttır. Allah’a,
meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve
şerrin Allahtan olduğuna ve ölümden sonra dirilmenin gerçekliğine inanmayan
kimse İslam halkasına dâhil olmaz. Bu iman, aslında Müslüman olmanın ilk
adımıdır. İkinci adım, birinci adımı atmış olanlar içindir. İmandan sonra
öğrenilecek ve yapılacak hususlar İslam’ın şartları adı altında formüle
edilmiştir. Birinci maddesinde Kelime-i Şahadet, diğerlerinde de namaz, oruç,
hac ve zekât zikredilir. İbadetlerin farz olması, daha doğrusu bir kimsenin bu
ibadetlerle mükellef olması için evvela onun iman etmesi gereklidir. İnanmayan,
inanarak ilk adımı atmayan kimseye diğer adımların, ibadetlerin hiçbir faydası
yoktur.
Günümüzde
yanlış anlaşılan yahut eksik bilinen husus Müslümanlığın yukarıda tarif
edilenden ibaret bulunduğu hususudur.
Kuran-ı
Kerim incelenecek olursa görülür ki orada böyle kısa ve kesin şekilde maddelere
bölünmüş bir Müslümanlık anlatılmamaktadır. Kutsal kitabımız başından sonuna
kadar bir bütündür ve bu bütünlük içinde pek çok hususa temas edilmektedir.
İşte kitap bu bütünlüğü ile ele alınacak olursa Müslümanlığın bir takım
maddeler içerisine sıkıştırılmış kaideler heyeti mecmuası olmadığı
anlaşılacaktır. Kuran-ı Kerimin anlattığı şekliyle Müslümanlık, sadece iman ve
ibadet kalıplarına taksim edilmiş bir din değildir., dinden daha ileri bir
şeydir. Müslümanlık bir ‘hayat tarzı’dır. Müslümanlık bir nizamdır.
Bu
hayat tarzının öğrenilmesi, benimsenmesi ve uygulanması sonunda dinin hedefi
olan dünyevi ve uhrevi saadete ulaşılabilir. İslam’ın emrettiği yahut kurduğu
nizamda insan yalnız ferd olarak ele alınmamıştır. Belki iman etme bakımından
ferde hitap edilmiştir. Fakat Müslüman olarak insan içtimai bir varlık olarak
düşünülmüştür. İnsanın Müslümanlıktaki vazifeleri bu bakımdan önemlidir. Ancak
bu önem cemiyetimizde hakkı ile ve etraflıca bilinmemektedir. Dinimizin
Müslümanlara tahmil ettiği vazifeler bu bakımdan iki büyük kısma ayrılmaktadır.
Bunun birincisi, İnsanın Allah’a karşı olan vazife ve mesuliyetleridir.
MÜSLÜMAN OLMAK (II)
İslam
dininin birinci derecede kaynağı Kuran-ı Kerim’dir. Kutsal kitabımızda inanılması,
yapılması, sakınılması, kaçınılması emredilen birçok husus vardır. Bunlar
emredilirken teferruata inilmeden sadece kısa yoldan ifade edilmiştir. Mesela
‘namaz kılınız’ ‘zekât veriniz’ ‘Allahın size verdiklerinden başkalarına da siz
veriniz’ vb. buyrulmaktadır. Bu işlerin nasıl yapılacağı anlatılmamaktadır.
Misali biraz daha açıklama istersek şöyle diyebiliriz. Kuran-ı Kerimde namaz
kılınması emrolunmuştur. Fakat nasıl namaz kılınacağı gösterilmemiştir. Vakit
namazlarını ele alalım. Sabah namazının ilk rekâtının, öğle namazının dört
rekâtının farz olduğuna dair bir hüküm yoktur. Keza, sadece zekât verilmesi
emri tekraren ve defaatle emredilmiştir, fakat hangi maddelerden ve ne nispette
verileceği gibi teferruata inilmemiştir. İşin bu yönünü, bu emirlerin nasıl
yerine getirileceğini anlatan, Müslümanlara öğreten Hazreti Peygamberdir.
Hazreti Peygamberin söyledikleri ve yaptıklarının heyeti mecmuası bizim
kitaptan sonra gelen ikinci kaynağımızdır ki buna sünnet denilir.
Bu
durumdan haberi olmayan, sadece Kuran-ı Kerim tercümelerine dayanılarak İslam
Dini ve müesseseleri üzerinde fikir yürüten, hüküm veren bazı kimseler garip
görüşler ortaya atmaktadırlar. Bunların belli başlı iddialarından birisi beş
vakit namazın Kuran-ı Kerimde zikredilmemiş olduğudur. Oysa Kuran-ı Kerimin
metninde aradan geçen on dört asra rağmen nasıl bir ihtilaf ortaya çıkmamışsa,
günde beş vakit namazın farziyyetinde de bir anlaşmazlık olmamıştır. Bunun
sebebi Kuranı- ı Kerimin binlerce sahabeden bir sonraki nesle ‘tevatür’ yoluyla
intikal etmiş olmasıdır. Kısım kısım nazil olan ayetler Hazreti Peygamberin
arkadaşları tarafından okunarak ve hıfzedilerek tek kelimesi değiştirilmeden
sonraki Müslümanlara emanet edilmiştir. Tıpkı bunun gibi beş vakit namaz ve bu
namazların farz ve sünnet olan rekâtları da tevatür yoluyla nesilden nesile
doğrudan doğruya Peygamberimizden gelmiştir. Üzerinde bu kadar uzun zamana
rağmen anlaşmazlık çıkmayışının sebebi de budur.
Birbirinden
ayrılmaz bu ana kaynak olmaksızın, bu kaynaklara tam ve hakkıyla nüfuz
edilmeksizin İslam dininin hiçbir müessesi üzerinde konuşmaya imkân yoktur.
Günümüzde İslam dininin yanlış anlaşılmasının, birbirini tutmaz görüş ve
iddiaların ortaya atılmasının sebebini bu eksiklikte aramak lazımdır.
Şimdi
bu iki kaynağın ışığı altında insanı, onun Allah’la ve diğer insanlarla olan
münasebetlerini gözden geçirelim.
MÜSLÜMAN OLMAK (III)
İslam
dini tatbikatta üç ana bölüme ayrılarak ele alınmaktadır. Bunlar; itikat,
ibadet ve ahlak bölümleridir.
İtikat,
yani inanma bölümünü inceleyen, konuları ve delillerini tetkik ve münakaşa eden
müstakil ilim dalları dâhil teessüs etmiştir. Nelere ve nasıl inanılmasının
Akaid ilmi öğretirken, Müslümanların tarih boyunca geçirdikleri içtimai ve
kültürel değişmelerin sonucu olarak bir kelam ilmi doğmuştur. Daha önceki
günlerde bahsettiğimizi ve kısacık bir formüle sığdırılmış olan iman esasları,
kelam yönünden ele alındığı zaman ciltler dolusu kitabı dolduracak görüşlere
kaynak olmaktadır. Bu gelişmenin çok uzun ilmi, tarihi ve içtimai sebepleri
vardır. Bunlara girişmeden bu kadarcık basit bir formülden nasıl olup ta bu
kadar derin meselelerin çıktığını bir misalle anlatalım. İmanın birinci
adımında Allaha iman vardır. Amentü billahi dediğimiz zaman kastettiğimiz
budur. ‘Allaha inandım.’ Demekle mesele hallolmuyor. Dünyada milyonlarca insan
da Allaha inanmaktadır. Müslüman’ın kabul ettiği Allah ile diğerleri arasındaki
fark nereden ileri geliyor? O zaman cümleyi biraz genişletmek gerekiyor. ‘Bir
olan Allaha inandım.’ Böylece tevhid görüşü ortaya çıkıyor ama Allahın birliği
görüşü de Müslümanlığa has değildir. Allah birdir diyen başka din mensupları da
vardır. O zaman Allahın sıfatları ve bu sıfatların mahiyeti gibi yeni bir saha
ortaya çıkmaktadır. Kuranı Kerimde Allah birçok yerlerde kendisinden bahsetmiş
ve birçok sıfatlar saymıştır. Bu sıfatların incelenmesi, her birinin diğeriyle
münasebeti üzerinde durulması Allaha iman konusunu hem son derece geliştirecek,
hem de diğer dinlerde olduğundan tamamen farklı, İslam’a mahsus hale
sokacaktır.
İman
esaslarının her maddesi için durum aynıdır. Buna bir de diğer din mensuplarının
anlayış farkına ilaveten İslami mezhep hareketlerinin ortaya attıkları değişik
görüş ve iddialar eklenirse durum daha iyi anlaşılır.
İman
konusunda, sadece formüldeki maddeleri sayıp, bunlara inandım diyen bir kimse
ile en geniş şekilde konuları inceleyip delilleri gözden geçirip inandım diyen
kimse arasında Müslüman olmak bakımından fark yoktur, ikisi de Müslüman’dır,
Ama Kuranı Kerim deki ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ hükmünün ışığı
altında düşünecek olursak iki bilgi derecesi arasındaki büyük farkı anlamış
oluruz.
İster
en dar, ister en geniş anlamda olsun, iman etmek, inanmak hususu İslam dininde
tamamen insan ile Allah arasında kalan bir husustur. Allah, kulunun inanmasına
emretmektedir. İnanırsa mükâfat, inkâr ederse de ceza vaat etmektedir. Bu
mukavelede diğer insanları ilgilendiren bir şey yoktur.
MÜSLÜMAN OLMAK (IV)
İnanmak
veya inanmamanın sadece insan ile Allah arasında kalan bir husus olduğunu
söylemiştik. Denilebilir ki Müslümanlığı diğer dinlerden ayıran en büyük
hususiyetlerden birisi budur. Kuranı Kerimin ‘Dinde zorlama yoktur.’ Hükmünde
bütün İslam tarihi boyunca o kadar sadakatle riayet edilmiştir ki bu rivayet
çoğu zaman Müslümanların aleyhine olmuştur. İspanyadaki yedi yüzyıllık
Müslüman-Arap hâkimiyeti boyunca Hıristiyan ve Musevi dinleri ve dini
müesseseleri en küçük bir zarar görmemişlerdir. Her iki dine ait emanetler
varlıklarını eskiden olduğu gibi, belki mezhep kavgalarından uzak kaldıkları
için daha büyük rahatlık ve huzur içinde devam ettirmişlerdir. Fakat buradaki
Müslüman hâkimiyetinin bitiminden yarım asır geçmeden İspanyada tek yabancı din
mensubu bırakılmamıştır. Dinlerini değiştirenler alıkonulmuş, bunun dışındaki
Müslümanlar ya kılıçtan geçirilmiş, ya sürgün edilmiştir.
Orta
Avrupa’daki Osmanlı hâkimiyeti için de aynı şeyler söylenebilir. İstanbul’daki
Fener Rum Patrikhanesinden, Bulgaristan ve Yunanistan Ortodokslarına, Sırp,
Hırvat ve Macar Protestanlarına, Katoliklerine kadar ister Hıristiyan, ister
Musevi hiçbir din mensubuna dini konuda baskı yapılmamıştır. Bu dinlere mensup
cemaatler en geniş din hürriyetini Osmanlı hâkimiyeti devrinde görmüşlerdir.
Fakat devlet zayıflayıp bölgelerden çekilir çekilmez, Müslümanlık ve
Müslümanlar en ağır baskılarla karşı karşıya bırakılmışlardır.
Dinde
zorlama yoktur prensibi bir başka yönden İslam dininin kendi bünyesi içerisinde
de tatbik edilmektedir. Nasıl iman, Allah ve kul arasında ise ibadetler de
Allah ile kul arasında bırakılmıştır.
Her
dinde olduğu gibi Müslümanlıkta da belirli ibadetler vardır, İslami ibadetler
bedenen, malen ve hem bedenen, hem malen olmak üzere üçe ayrılmaktadır.
Birinciye namaz, ikinciye zekât, üçüncüye de hac misal gösterilir. Oruç birinci
grupta mütalaa edilir. Bu ibadetlerden herhangi birini yerine getirmeyen
kimseye müdahale edecek, edebilecek bir makam veya merci yoktur. İslamiyet’in
önemli hususiyetlerinden birisi Allah ile kul arasına üçüncü bir şahıs veya
makamın girememesidir. Namaz kılmakta veya oruç tutmakta tembellik eden yahut
kendisine farz olduğu halde hac ve zekât borcunu yerine getirmeyen bir
Müslüman’a hiç kimse Allah adına müdahalede bulunup onu zorlayamaz. Ancak gerek
ailedeki bir yakını ve gerek herhangi bir din kardeşi tarafından gayet yumuşak
şekilde ibadetlerin mahiyeti anlatılarak ikaz ve tavsiyede bulunabilir.
Zorlamaya katiyen girişilemez. Bu ikaz ve tavsiyede göz önünde bulundurulacak
husus, insanın bir ibadetleri yapmakta Allaha karşı sorumlu olduğudur. Yalnız
üzerinde önemle durulacak bir cihet de insanın sorumluluğunun bütün ibadetlerde
yalnız Allaha değil, diğer insanlara, Müslümanlara karşı da sorumlu olduğudur.
İşte burada karşımıza Allah ve kul hakkı konusu çıkmaktadır.
MÜSLÜMAN OLMAK (V)
Bir
Müslüman’ın kıldığı namaz veya tuttuğu oruç karşılığında bir ecir yani bu
ibadetin bir karşılığı vardır. Bu karşılığı vermek doğrudan doğruya Allaha
mahsustur. Allah namaz kılınmasını emretmiştir, oruç tutulmasını emretmiştir.
Artık bu emrin sebebi, hikmeti üzerinde uzun boylu durmak lüzumsuzdur. Namazı
bir jimnastik, orucu da bir perhiz olarak alıp da tıbbi faydalarından ötürü
farz kılındığını düşünmek yanlıştır. Öyle olsaydı sakat, hasta v.s. kimselerden
bu mükellefiyetlerin sakıt olması gerekirdi, hâlbuki böyle bir şey yoktur.
Namaza hazırlanırken su bulamayan kimse teyemmüm edecek, ayağa kalkamayan
oturacak, oturamayan yattığı yerden ima ile kılacaktır. Hasta veya yolcu olup
da oruç tutamayan kimse iyileştiği zaman bu oruçlarını ödeyecektir. Öyleyse
ibadet edilirken, bu ibadetin niçin farz kılındığı düşünülmeksizin emir yerine
getirilecektir.
Bütün
ibadetler Kuranı Kerimde belirtildiğine, emrolunduğuna göre bunlardan
hiçbirinin inkârı bahis konusu olamaz. Daha doğrusu kutsal kitabımızdaki
herhangi bir hükmün inkârı bütünüyle kitabın inkârı demek olur ki, bu durumdaki
bir kimsenin Müslümanlığından bahsedilemez, fakat bu emirleri ve kitabın
bütününü kabul etmekle beraber herhangi bir sebeple, sırf ihmal ve tembellik
sonucu bu emirlerin gereğinin yapamayan kimsenin sorumluluğu sadece Allaha
karşıdır. O dilerse rahmet sıfatları gereği kuluna merhamet eder, affeder,
bağışlar, dilerse azab eder. Bu sadece ve sadece Allaha bağlıdır.
Fakat
yalnız Allah değil, diğer Müslümanları da ilgilendiren ibadetler vardır. Bunlar
zekât ve sadaka ile infak gibi emirlerdir. Yalnız memleketimizde değil,
bütünüyle İslam dünyasında pek ihmal edilen bir cihet üzerinde biraz durmamız
faydalı olacaktır.
Zekât
tamamen mala ve paraya dayalı bir ödeme emridir. ‘Temizlik’ kökünden gelen bir
kelime, belirli bir ölçüde paraya ve mala sahip olan bir Müslüman’ın her yıl bu
varlığının belirli miktarını muhtaç Müslümanlar için vermesi ve böylece geri
kalanını dini yönden temiz kılmış olması anlamına gelir. Buna bir bakıma varlık
vergisi de denilebilir. Bu vergiyi vermesi gerekirken vermeyen bir kimse, bu hareketiyle
yalnız Allaha karşı değil, o vereceği miktar üzerinde hakkı olan bütün
Müslümanlara karşı da sorumludur. Onların haklarını yemiş zimmetine geçirmiş
durumdadır. Allah bu durumda rahmet ve mağfiret sıfatları ile ancak Allaha
karşı olan sorumluluğundan kurtarmış olur. Diğer Müslümanların haklarını, yani
alacaklarını affedecek bir merci yoktur. ‘Bir hardal tanesi kadar’ dahi
haksızlık yapılmaz şeklideki Kuranı Kerim hükmü son derecede açıktır.
Buraya
kadar anlattıklarımızı hülasa edecek olursak: Müslümanlığın iman esaslarına
inanan ve İslam esaslarını kabul eden bir kimse Müslüman’dır. Fakat bu
Müslümanlık tabir caizse Müslümanlığın asgari haddidir. Asıl Müslümanlık bu
hadden sonra tezahür edecektir. Bu da ‘ahlak’ sahasıdır. Müslümanlardan
müteşekkil bir cemiyeti, diğer cemiyetlerden ayıran ferik vasıflar vardır.
Ahlak dediğimiz zaman, dar manada kişinin hal ve gidişi anlaşılmalıdır. Bu çok
geniş tatbikat sahası üzerinde ayrıca duracağız.
ALLAH’IN VE KULUN HAKKI
Sorumluluk
müessesesi İslam Dininde önemli müesseselerden biridir. Her Müslüman gerek dini
gerek dünyevi işlerinde Allah’a ve diğer Müslümanlara karşı sorumluluklar
taşımaktadır.
Allah’a
karşı olan sorumlulukların başında ibadetler gelir. Her Müslüman, Allah
tarafında emredilen belirli ibadetleri yapmaya, hem de ihlas ile, samimiyetle
yapmaya mecburdur. Bunu, üzerinde en çok söz söylenmiş bir ibadet olan namazı
ele alarak anlatabiliriz.
Hazreti
Muhammed tarafından “Dinin temel direği” olarak tavsif edilmiş olan günde beş
vakit namaz erkek, kadın her Müslüman’a farzdır. Bu, tamamen Allah ile kul
arasında kalan, başka kimseyi ilgilendirmeyen bir ibadettir. “Müminlerin
miracıdır.” Denmesinin sebebi, kalp huzuru içinde, dış dünya ile her türlü
alakasını kesip, kendisini tamamen Allah’a bağlayarak namaz kılan bir kimsenin
manen Allah katına “orucunu”, yükselmesini sağlanmasındadır. Allah, kulun
ibadetine muhtaç bulunmadığına göre asıl maksat bu gibi kulun yükselmesi, huzur
ve saadete erişmesidir. Hal böyle olduğuna göre bu ibadete riyanın karışması
lazımdır. “Gösteriş”’e günlük hayatta dahi cevap vermeyen bir dinin, riyayı bu
kadar ulvi bir işte nasıl karşılayacağı sarihtir. Ma’un suresinin şu ayetleri
ne kadar açıktır “vay o namaz kılanların hali ki onlar kıldıkları namazdan
gafil olanlardır, onlar gösteriş yapanlardır...” Meali “vay” kelimesi ile
karşılanan hitap aslında “Veyl” dir ve gösteriş için namaz kılanlara kullandığı
gibi “tartıyı eksik tartanlara”, “dedikodu edenlere” de kullanılmaktadır.
Allah’ın “Veyl” dediği kimselerin ne olacağı da sadece O’na bağlıdır.
Ne
var ki Allah, Kur’anı Keriminde kullarını bir defa tehdit ve inzar, etmişse
dört defa da rahmet ve mağfiret ile müjdelenmekte, teselli etmektedir.
Kitabımıza göre Allah’ın affetmeyeceği hiçbir günah yoktur, ancak şirk bunun
dışındadır. Allah’a ortak koşmaktan başka her türlü günah O’nun affına mazhar
olabilir, O’nun rahmetinden, merhameinden ümit kesilmez. Esasen rahmetten
ümidin kesilmesi, İslam’a göre, “büyük suç” lardandır. Ama bütün bu kaideler
Müslüman’ın Allah’a karşı olan sorumlulukları için varittir. Allah’a kaşı
işlenmeyen, diğer Müslümanlara karşı işlenen suçun, günahın, haksızlığın
bağışlanması konusu ayrıdır.
Kul
hakkına tecavüzün, diğer bir insana zulmün İslam’daki hükmü hakkında büyük
tarih ve fıkıh âlimi Cevdet Paşa’nın bir risalesini nakletmek isteriz. Cevdet
Paşa, henüz Müslüman olmuş bir yabancıya, Müslümanlığı ve bu meranda Allah ve
kul hakkını anlatırken şöyle bir misal anlatır: “Bir insan fevri, asabi, zalim
tabiatlı ise, eşine karşı da kendisine hâkim olamayıp zulmediyorsa o kimsenin
evlenmeyip zina etmesi evladır. Zina her ne kadar büyük bir suç ise de sadece
Allah’a karşı sorumluluğu gerektirir ve affı mümkündür. Hâlbuki bir şahsa
yapılan zulüm böyle değildir, affedilemez”. Zina gibi Kitabın açıkça zikredip
kaçınılmasını emrettiği büyük bir günah, bir şahsa yapılan zulmün yanında hafif
kalmaktadır.
ZEKÂT MÜESSESİ KURULMALIDIR
Zekât’ın
farziyeti bütün Müslümanlarca bilinmekte ve buna inanılmaktadır. Dindeki
önemini belirtmek için şunu söyleyebiliriz ki, İslam Dini tarihinde ilk icma’ı
ümmet bu konuda teşekkül etmiştir. Hazreti Peygamber’in vefatını müteakip
Hilafet makamına getirilin Hazreti Ebu Bekir devrinin ilk günlerinde, bazı Arap
kabilelerinin, Müslümanlığın bütün vacibatını yerine getirmekle beraber, zekât
vermek istememeleri üzerine tutulacak yol hususunda Halifenin vaziyeti gayet
kesindi: Bir din ya bütün emirleriyle kabul edilir, ya da edilmez. Mademki bu
kimseler zekâtı reddetmektedirler, öyleyse dinden çıkmışlardır. Bu kesin tutum
karşısında bazı tenkidler yapılmış ise de, dinin bir küll olduğu ve istisna
kabul etmeyeceği hususu az zamanda herkes tarafından kabul edilmişti.
O
devirlerde zekât, hususi memurlar tarafından toplanır ve devlet hazinesine
(Beytü’l-Mal) yatırılırdı. Bu meblâğ Emirül Müminin tarafından Allah’ın
emrettiği yolda sarfedilirdi.
Kabul
etmek lazımdır ki, günümüzde, zekât müessesesi memleketimizde işlememektedir.
Bilenler de bu vecibeyi hakkı ile yerine getirmemektedir. Burada, acaba öyle
midir? Sorusuna mahal yoktur. Zira bir yıllık milli hasılasının 90 milyar Türk
lirası tuttuğu memlekette toplanması gereken yıllık zekât miktarı asgari bir
hesapla 15 milyarın üzerinde bulunmak lazım gelir. Fiilen sarfedilen devlet
bütçesinin 20 milyar civarında olduğu düşünülecek olursa ve memleketimiz
halkının yüzde doksandokuzunun - Elhamdülillah - Müslüman olduğu nazara
alınırsa, yıllık bu kadar muazzam bir meblağ ile neler yapılmazdı?
Eğer
yüzde doksan dokuzumuz Müslüman’sa, aç, yoksul ve çıplak kalmazdı.
Eğer
Müslümanlar dinin gereğinin asgari şartını yerine getirseler memleketimizde
fukaralık üzerine siyasi doktrin propagandası yapılmazdı.
Eğer
bu nispette Müslüman var ise, sokakta, parkta, köprü altında yatan bulunmazdı.
Okumak isteyen herkes okul ve yurt bulabilirdi.
Bu
durumda halkı irşat ve harekete geçirmek din adamlarına düşmektedir. Bu husus
Diyanet İşleri Başkanlığı ve Teşkilatına kanunla da tahmil edilmiştir. Öyle ise
halkımızın camilere en çok devam ettikleri bu ayda bu mevzu dikkatle ele
alınmalı, vaaz ve hutbelerde konu teferruatı ile anlatılmalı ve bilhassa
devlete verilen vasıtalı ve vasıtasız vergilerin zekâtla hiçbir şekilde alakası
bulunmadığı anlatılmalıdır. Radyo’da Perşembe günleri ve iftar saatlerinde dini
mevzulara ayrılan dakikaların büyük kısmı bu konuya verilmelidir.
Asıl
önemli husus, zekâtın toplanmasıdır. Bunu hangi müessese yapacaktır? Yıllardır
görülen ve duyulan türlü suistimaller halkın birçok müesseseye olan itimadını
ortadan kaldırmıştır. Ama hamdolsun din adamları ve bütünüyle Diyanet Teşkilatı
hiçbir zaman böyle bir şaibenin altında kalmamıştır. Vereceği paranın son
kuruşuna kadar, Allah’ın emrettiği yere sarfedileceğine inanan Müslümanlar
zekât ve sadakalarını memnuniyetle bu müesseseye vereceklerdir. Yeter ki bu yol
muhterem Diyanet İşleri Reisine açılsın ve eldeki bütün imkânlarla halka
intikal ettirilsin. Zekâtını vermeyen varlıklı bir Müslüman nasıl vebal altında
ise, zannederim din adamları da en az aynı derecede vebal altındadırlar.
ZEKÂT VE ÖTESİ
“Sana
ne sarfedeceklerini sorarlar, de ki, sarfettiğiniz mal, ana, baba, yakınlar,
yetimler, düşkünler, yolcular içindir. Yaptığınız her iyiliği Allah şüphesiz
bilir”
Kuran-ı
Kerim
İslam
Dini, belirli miktardaki para ve maldan fazlası için ödenmesi farz olan zekât
müessesesini kurmuştur. Bu para ve maldan zekât verilirken aslolan bunların
elde edilmesinin üzerinden tam bir yıl geçmiş olmasıdır. Bu sebeple devlete
ödenen vergi ile zekâtın hiç alakası yoktur. Mesela, yüz bin lira sermaye ile
çalışan bir tüccar, yılsonunda yirmi bin lira kazanmış ise ancak onun belirli
bir yüzdesini vergi olarak verir. Hâlbuki burada zekâta tabi olan asıl
sermayedir. Onun zekâtının ödenmesi, eğer o tüccar Müslüman ise farzdır. Eğer
ödenmezse, zekât ile temizlenmemiş olan sermayenin Allah indindeki cezası çok
ve pek çok ağırdır ve affı bahis konusu değildir.
Zekât
müessesesi İslam Dini’nin koyduğu asgari varlık vergisidir. Bunun dışında da
hayır işlenmesi, malın ve paranın sarfedilmesi Kuran-ı Kerim’de tekrar ve
tekrar bildirilmiştir. Bu nasıl olacaktır?
Bu
sualin cevabını hayali yahut tasavvuri olarak değil, müşahhas misallerle vermek
kabildir:
“İslam
Sanatları Tarihi” ilminin kendisine mevzu seçtiği ve Anadolu’da mesela Selçuklu
Devleti zamanından kalma tespit ettiği yüzlerce Han, Kervansaray, Hankah,
Şifahane, Medrese, Darulhadis binası vardır. Bu ilim bugün bunların sadece
sanat değeriolanları ile ilgilenmekte, planlarını, tezyinatını, mimarisini
incelemektedir. İşin bu cephesini bir tarafa bırakarak, bu binaların Selçuklu
devrindeki fonksiyonlarını incelersek sorumuzun cevabı kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
O
devirde hemen her şehirde fakirlerin ve yolcuların hiçbir karşılıksız yeyip,
içip ve yatabileceği Hankahlar ve Hanlar mevcuttu. Muhtaç olan, kendini muhtaç
kabul eden herkes buralara gider karnını doyurur, yatardı. Bu işin ücreti,
orayı terk ederken müessesenin banisinin ruhuna bir fatiha hediye etmekten
ibaretti. Bir şehirden diğerine yolculuk eden kimse, altı-sekiz saat yol
gidince, yolu üzerinde bir Kervansaray bulurdu. Orada hayvanı alınır, kendisi
yıkanır, temizlenir, yer ve yatardı. Ayrılırken ödeyeceği de fatihadan
ibaretti. İlim tahsil etmek isteyen herkes, o devirlerin Üniversiteleri
mesabesindeki Medreselere, Darulhadislere gelir ve şahsına tahsis edilen
hücrede tahsilinin sonuna kadar kalırdı.
Selçuklu
Devleti, iktisadi bakımdan hiç de parlak durumda değildi. Daima Batı’da Bizans
ve Haçlı, Doğu’da Moğol orduları ile savaşmak, silâhaltında ordu beslemek
zorunda olan bir devletti. Ama tebaası Müslüman’dı ve Müslümanlığın gereklerini
harfiyen yerine getirmekteydi.
Bu
müesseselerin günümüze uygun olanları, benzerleri bugün nerededir? Bugün
milletçe durup düşünmek zorundayız. Müslüman mıyız, değil miyiz? Müslümanlığın
sadece iman ve ibadetten ibaret olmadığını, bir hayat tarzı, bir dünyaya bakış
nizamı olduğunu, Müslümanlara düşen büyük görevler olduğunu bilmek ve bildirmek
ve hatırlamak zorundayız. Burada Diyanet Teşkilatımıza, din adamlarımıza büyük
vazifeler düşmektedir. Bu işin şerefi derecesinde vebali de vardır ve bu vebal
hepimizindir.
Ek. 3. Yaşar Kutluay’ın Devlet Mecmuası’nda Çıkan Makaleleri
1) TÜRKİYE’DE DİN EĞİTİMİ
Bizim
eski hastalıklarımızdan birisi de durumundan, gelişmesinden memnun olmadığımız
müesseseleri ıslah etmeye uğraşmaktansa onu yıkıp ortadan kaldırmaktır. Bu
hastalık çok daha geniş ölçüde günümüzde de nüksetmiş gibidir. Dikkat edilirse
son yılların en çok kullanılan sloganı “bugünkü düzenin değişmesi” dir. Bu
düzen değişmeli, bu düzenle ilerlememize imkân yoktur, bu bozuk düzenin
gidişine dur denmelidir manşetleri her gün gazeteleri kaplamaktadır. Hâlbuki
memlekette hükümferma olan “düzen” hiç şüphesiz bir anayasa ve demokrasi
nizamıdır. Bunun aksayan, düzeltilmeye muhtaç kısımları elbette vardır ve
olacaktır, ama işi o taraftan alırsak aksaklıkları düzeltme ve ıslah çareleri
sorulacaktır; fakat bu nizamı topyekûn kötüler de değişmelidir dersek sanki
daha müspet davranmış, meseleyi kökünden halledilmiş sayanlar vardır.
Din
eğitim müesseseleri mevzuunda da bu mantıkla hareket edilmiştir. Cumhuriyetin
ilk yıllarında birbiri ardı sıra girişilen inkılâp hareketleri sırasında medreseler,
imam hatip okulları ve bilahare de İlahiyat Fakültesi birbiri ardından
kapatılmışlardır. Bu müesseselerin o günkü durumları tatminkâr görülmemiş,
vazifelerini layıkıyla yapmadıkları ve cemiyete zararlı oldukları mülahazaları
ile hepsi lağvedilmişlerdir. Tanzimat’tan itibaren bu müesseselerin
bünyelerinde giriştikleri ıslahat ve yenileşme hamlelerine, Medreseden
Darülfünuna (Üniversite) geçiş çalışmalarına bakılmamış, bu çalışmaların
süratlendirilmesi yoluna katiyen gidilmemiştir. Bunların toptan kapatılmalarının
“din meselesini” kökünden halledeceği vehmine düşülmüştür.
Tevhidi
Tedrisat Kanunu hükümete din adamı ve hizmetlerini yetiştirmek için gerekli
okulların açılması vazifesini yüklediği halde o yola gidilmemiş, dinin
cemiyetin vazgeçilmez bir unsuru olduğu gerçeğinden kaçınılmak istenmiştir.
Memleketimize
din hizmetlisi olarak çalışanların toplamının 60 bin civarında olduğu
anlaşılmaktadır. Bu kadar geniş bir kitleyi yetiştiren ocaklar tamamen ortadan
kaldırılınca ne olacaktı? Camiler, mescitler yıkılacak, din hizmetleri görülmez
mi olacaktı? Elbette hayır. Fakat boşalan kadrolar “yarım” hatta “çeyrek”
yetişmiş kimseler tarafından doldurulacaktı. Bilgisine, salahiyetine güvenen
filan ve falan hocalar açacakları tamamen özel kurslarla eleman yetiştireceklerdi.
Bu elemanlar beliren ihtiyaçları karşılayacaklardı. Nitekim bu durumu yalnız
cemiyet değil bizzat hükümet de kabul etmiş ve imtihanla vaiz ve müftü ve din
görevlisi tayin için talimatname hazırlamıştır. Bu talimatname Diyanet İşleri
Başkanlığında yıllar yılı tatbik edilmiştir. Müezzinler için sadece kıraat,
imamlar için kıratın yanında basit din bilgisi, vaizler için bunların yanında
Arapça, tefsir, hadis, fıkıh bilgisi, müftülerde ayrıca feraiz bilme şartı bu
talimatın hükümlerindendi.
Müspet
bilgilerden mahrum, ilk ve orta tahsil görmemiş kimseleri bu vazifelere
getirilmesi elbette mahzurlu idi, bunlar için de tek müspet sebep ortada yoktu.
Bu
mahzurların ve cemiyetin bu cephesinin takviye edilmesi zaruretinin fark
edilmesi 1949-1950 yılına rastlamaktadır. Zamanın hükümeti ve Milli Şefi ya
girilen çok partili devrede yapılan tartışmaların sonucu yahut da çok yaklaşan
umumi seçimlerde şirin görünebilmek için süratle bir düzine İmam hatip okulu ve
bir ilahiyat fakültesi açtı. Bu okulları açma kararının arkasından ortaya dini
dersleri okutabilecek öğretmen bulma meselesi bütün azameti ile ortaya çıktı.
İmam hatip okullarının 1949-1953 yılları arasındaki bütün öğretmenleri tam
manası ile ve meşhur tabirle “alaylı” idiler. Aynı kifayetsizlik Milli Eğitim
Bakanlığı için de bahis konusu idi. Bunun en tipik örneği zamanın Talim ve
Terbiye Dairesinin hazırladığı ders ve müfredat programıdır.
1953
yılında İlahiyat Fakültesi mezunlarının ilk partisinin bu okullarda vazife
almasından itibaren tenkid edilen, ıslahı istenen bu programlar için Bakanlıkça
birkaç defa teşebbüse geçilmiş, her defasında kurulan ihtisa komisyonları
“Programın ıslah kabul etmeyecek kadar bozuk olduğu, binaenaleyh tamamen
yeniden hazırlanması gerektiğini” ileri sürmüşler ise de en küçük ilerleme elde
edilebilmiş değildir.
İmam
hatip okullarının ilk mezunlarını vermelerinden az sonra yine alelacele açılan
Yüksek İslam Enstitülerinin ders ve müfredat programları için de aynı hükmü
vermek haksız ve yanlış olmayacaktır. Bu programları hazırlayan en salahiyetli
müessese olan Talim Terbiye Dairesinde hala bu işlerden anlayan değil aza,
raportör bile bulunmaması bu kifayetsizliğin sebebini açıkça göstermektedir.
Açılışından
bu güne geçen yirmi yıl içinde imam hatip okullarının ve yüksek İslam
enstitülerinin programları anlatıldığı şekilde dururken ilahiyat fakültesi çok
dikkate değer tekâmül merhalelerinden geçmiştir. 1949 yılında açıldığı zaman
tayin edilen dört kurucu profesörden sadece birisinin İslam disiplin
derslerinden birini okutabildiği, diğer dersler için öğretim görevlisi bile
bulunamadığı bir vakıa iken, bugün ulaşılan merhale Milli Eğitim Bakanlığına
bağlı müesseselere nazaran son derece ileri ve tatminkârdır. Gelecek yazımızda
meselenin bu cephesi üzerinde duracağız.
2) OKULLARDA DİN EĞİTİMİ VE İMAM HATİP OKULLARI
DEVLET’in
birinci sayısında Türkiye’de Din Eğitimi konusunu ana hatları ile ele alıp, bu
sahada 3 Mart 1924 yılında çıkartılan “Tevhidi Tedrisat Kanunu”na aykırı
hareket edilerek memleketi açıktan açığa dinsiz bırakılması yoluna gidildiğini
belirtmiştik. Gerçekten bu kanunun mucip sebepleri olarak “bir kısmı
Marifet-i Umumiye Nezaretinde, bir kısmı Bâb-ı Meşihatte, bir kısmı ise
vilayet, sancak ve kazalarda kuzât ve hükkâm mütevelliler idaresine”
bulunan din eğitim müesseselerini bir tek ele, Milli Eğitim Bakanlığının
kontrolüne almak gösterilmiştir. Tanzimattan beri devam eden ikili sistem son
verilecek, bütün okullar “Maarif Vekaleti yüksek diniyat mütehassısları
yetiştirmek üzere Darülfünunda bir İlahiyat Fakültesi tesis ve imamet gibi
hidematı diniyenin ifası vazifesiyle mükellef memurların yetişmesi için de ayrı
mektepler küşad” edecekti. Fakat ilk yıldan itibaren görülen tatbikat bu
kanunun asıl maksadını apaçık gösteriyor. İlk iş olarak bütün dereceli
okullardaki “din ve ahlak” dersleri kaldırılıyor, çocuklara din terbiye ve
bilgisi verilmesi görevi velilere, ana babalara terk ediliyordu. Bunun yanı
sıra Medreselerin yerini tutmak üzere açılan 29 İmam Hatip Okulunun sayısı 1925
yılında 26’ya 1926 yılında 20’ye 1939 yılında da sıfıra düşüyordu.
İmam
Hatip Okulu sayısındaki bu sihirli düşüşün paraleli İstanbul Darülfünununa
(Üniversite) bağlı İlahiyat Fakültesi öğrenci sayısında da görülmektedir.
285’den başlayan rakam her yıl 205’e 201’e iniyor ve tamamen bitmesi beklenmeden
1933 Üniversite reformunda bu fakültenin yeniden açılması “unutuluveriyor” du.
Bunlar
1924 yılından itibaren tatbikatı görülen zihniyetin tabii sonuçlarıdır. İmam
Hatip Okullarından yetişenlere, İlahiyat Fakültesinden mezun olacaklara vazife
verilmeyeceği tebliğ edilmiş, fiiliyat da bunu doğrulamıştır. Yıllarca
tahsilden sonra aç kalmak istemeyenler de okulları terk etmişlerdir.
Gidilen
yol, ad ı res men ifade edilmemekle beraber “dinsiz” bir cemiyete doğrudur.
Zannedilmiştir ki İmam hatip Okulları, İlahiyat Fakültesi kapanır, okullardan
din dersleri kaldırılır; bu iş ailelere terk edilirse din de cemiyetten
tedricen kalkar, yok olur.
Halbuki
Sosyoloji, Etnoloji Dinler Tarihi, Antropoloji v.b. ilimlerin tarihleri bugüne
kadar yaşamış dinsiz bir cemiyet tespit edememişlerdir. Öyle olunca bu boşluğun
meydana gelmeyeceği, gelemeyeceği bilinmeli, bu boşluğun sosyoloji kanunları
uyarınca dolacağı beklenmeli idi. Nitekim öyle olmuş, din hizmetleri
şehirlerden başlayarak köylere kadar kelimenin tam anlamı ile alaylıların eline
geçmiştir. Bu din adına yıkıcı durum tam otuz yıl sürmüştür. Bugün hala
düzeltilemeyen aksaklıklar bu otuz yıl içinde ekilen tohumların meyvelerinden
ibarettir.
1951
yılından itibaren açılmaya başlanan İmam Hatip Okullarının verdiği mezunların
bu ihtiyacı hemen karşılaması, din adamamı davasının derhal çözülmesi de
beklenemezdi. Bunun birinci sebebi mezun sayısının mahdut olmakla beraber, asıl
sebep bu okulların ders programları ve ders programları müfredatlarıdır. Bu
konuda yıllardan beri selâhiyet sahiplerinin yaptıkları çalışmalar Talim
Terbiye Dairesinin dosyalarında tozlanmaya terkedilmiştir. Milli Eğitim Bakanı,
seleflerinin yolunda gittiği sürece de tozlanmaya devam edecektir. Bu program
konusunu sonraya bırakarak birkaç satırla ilk ve orta öğretimde din eğitimi
konusuna temas edelim.
Gerek
İlkokullar ve gerekse orta tahsil müesseseleri için hazırlanmış olan din
dersleri müfredat programlarına ve ders kitaplarına bakacak olursak şunu
görürüz: Her sınıfta haftada bir saatlik zamana sıkıştırılmış din öğretimi.
Halbuki din birinci derecede inanca ve terbiyeye dayanır, öğretim eğitimi takip
eder. Öyle olmadığı takdirde bazı maddeleri ezberleyip bilahare unutmaktan
başka bir tesiri olmaz.
Batılı
memleketlerdeki tatbikat buna misal gösterilebilir. Daha ilkokul öncesi
yuvalarda çocuklara Allah’ın varlığı, insanların O’nun kulu olduğu, o’nun
verdiği nimetlere teşekkür edilmesi gerektiği şeklinde başlayan “eğitim”
öğretim müesseselerinin her kademesinde devam eder. Yukarı sınıflarda bu
eğitimin üzerine öğretim getirilir. Bu memleketlere giden ve “laik” eğitim
görmüş gençlerimizin oralardaki faal dini hayat karşısında şaşırıp “peki biz
neyiz” şeklindeki buhranlarına şahit olduğumda bu gençlerle Londra Halkevinde
yaptığım seminerlerin sonunda müştereken varılan husus bu olmuştu.
Ek. 4. Yaşar Kutluay’ın Türk Yurdu Dergisi’nde Çıkan Makalesi YAHUDİ
MİLLİYETÇİLİĞİNDEN ALACAĞIMIZ DERSLER
Benzer
hiçbir yönleri olmadığı hemen ileri sürülebilecek iki millet varsa herhalde
onlar da Türkler ile Yahudilerdir. Birisi iki bin yıldır dünyanın dört
bucağında azınlık halinde yaşamakta, diğeri ise daha uzun bir müddetten beri
müstakil, hükümran devletler kurarak, sadece hâkimiyet sahasını genişletip
darlaştırarak günümüze kadar gelmektedir. Temeldeki bu karakter farkına daha
birçokları ilave edilebilir. Böyleyken dahi bizim Yahudi milliyetçiliğinden
alınacak derslerimiz olduğu kanaatindeyiz.
Konuyu
aydınlatabilmek için biraz eski yıllara dönmemiz gerekecektir. Bu yıllar
miladın ilk asrının ikinci yarısıdır. Büyük İskender’in istilası ile siyasi
hâkimiyeti kaybeden Yahudiler, onun generalleri zamanında din serbestîsinden de
mahrum kalmışlar, arkasından Roma’nın işgali ile iyice çaresizliğe düşmüşler. Bu
çaresizlik içinde, son ümitle, kudretli roma imparatorluğuna karşı isyan
etmişler, savaşmışlar, fakat üstün ve organize kuvvetler karşısında tarumar
olmuşlar, yarım milyondan fazla Yahudi kılıçtan geçirilmiş, sağ kalan iki
milyona yakın kısmı o günkü dünyanın esir pazarlarına sevk sevkedilmiş,
dinlerinin mihverini teşkil eden Mukaddes Süleyman Mabed’i yıkılmıştır.
Kudüs şehrinde kalan ihtiyarlar ile kadınlar, Siyon Dağı üzerindeki Mabed’ten
kalan tek hatıra, batı duvarı önüne gidip ağlamaktan başka bir şey
yapamamaktadırlar. Gidilecek iki yol vardır: Ya feleğin hükmüne boyun eğmek ve
tarih sahnesinden silinip gitmek, yahut mücadeleye girişerek dini ve ona bağlı
olan Yahudi milletini kurtarmak. İşte bu ikinci yol, birçoğumuzun manasını
bilmeyip çeşitli gizli teşekküllerle karıştırdığı Siyonizm’in yoludur ve
Siyonizm de Yahudi Milliyetçilik Teşkilatının adıdır.
Eski
dünyanın tek ve kudretli hâkimi Roma İmparatorluğunun en parlak devrini
yaşadığı yıllarda kurulan Siyonizm, kendi tarihinin en feci devrini yaşayan bir
milletin bu azamet karşısında mağlubiyeti kabul etmeyerek bir ideale
sarılışının sembolüdür. Akdeniz havzasında küçük köle grupları halinde dağılmış
olan bir millet, efendisine ait olan bir bölgeyi ele geçirip, Mabed’i tekrar
yapıp, o Mabed çevresinde bir zamanlar Hz. Davud ve Süleyman tarafından
kurulmuş Büyük Yahudi Krallığını ihya etmeyi ideal olarak benimsemekte,
benimseyebilmektedir. Siyonist teşkilatın ideal olarak tespit ettiği hedeflerin
ilki olan Filistin’de bir Yahudi Devleti kurma fikri 1948 yılında, teşkilatın
kurulmasından tam 1878 yıl sonra gerçekleşmiştir. 1878 yıl ideallerde en küçük
bir değişiklik olmamış, sadece çalışma şekil ve metotlarında farklar ortay
çıkmıştır. Teklif edilen ileri sürülen metotlar üzerinde anlaşmazlıklar,
mücadeleler olmuştur, fakat sonunda daima elbirliğine, işbirliğine gidilmiştir.
Her mesele sadece Yahudi menfaatleri açısından, o gözle ele alınmış
değerlendirilmiştir.
Bugün
Hudüs’ün, dolayısıyla Siyon Dağı’nın tamamen ele geçirildiği tarihte Tel-
Aviv’de yükselen bir sese Londra, Paris ve New-York teşkilatının onu
destekleyerek cevap vermesi, her vesile ile milyon ve milyarla döviz
nehirlerini Filistin’e akıtması teşkilatın nasıl her zamankinden daha faal
durumda çalıştığının bariz delilidir. İdeallerini köstekleyecek her engel
ortadan kaldırılmakta, hiç değilse zararsız hale getirilmektedir.
Türk
Milliyetçilik hareketlerinin tarihi bu kadar eski değildir. Doğumundan bu yana
uzun asırlar geçmemiştir. Dolayısıyla canlı, heyecanlı ve faal olması lazımdır.
Ama gerçek buna uymamaktadır. Hareketin ideali nedir? Turan mı, Anadolu mu? Yoksa
her iki görüşte devrini tamamladı ve yenisi de tespit edilmedi mi? Kimin
peşinden gideceğiz, Ziya Gökalp’ın mı, Remzi Oğuz Arık’ın mı, yoksa her biri
farklı düşüncede görünen milliyetçi mütefekkirlerin mi?
Giriştiği
yeni hamle ile bütün milliyetçilerin organı haline gelmekte olan TÜRK YURDU’nun
eski mevkiini tekrar alarak bir ilim ve fikir mecmuası hüviyeti ile meseleleri
her cihetten ele alıp canlı bir organ haline gelmesini temenni ederim. Türk
milliyetçiliğinin karşıtlığı birçok problemlerle iki bin yıla yakın mazisinde
pek çok defa karşılanıp halletmiş bulunan Siyonizm’in birçok hususlarda ışık
tutacağına kaniim. Yeri geldikçe bu meseleleri teker teker ele almaya
çalışacağız.
Buhar
makinelerinin batıda ilk homurdandıkları günlerde, kültür postunu üç kıt’a
üzerine sermiş bir imparatorluğumuz vardı. “Eski Dünya” dedikleri mülkün en
nüfuzlu sahibi bizdik. En ufak bir aşağılık duygusu bulunmayan, başı dik bir
medeniyetin, yaşayan ve yaşatan temsilcisi idik. Medeni varlığımızı meydana
getiren hücrelerin yapısını biliyorduk. Beş bin yıllık bir mücadele içinde
molekül molekül inşa ettiğimiz ölçüler bizimdi. Sistem bizim, düzen bizim,
ahkâm bizimdi. Mantığımızın kemendini, Ekvator’un değil, Semavat’ın beline
dolamıştır. Engin bir tarih tecrübesi ve ilahi kanunlar üzerine oturttuğumuz
ruhumuzla, medeniyet kervanının önünde yürüyen yine bizdik.
Niçin
medeniyet sirkinin en büyük taklitçisi haline geldik? Onsekizinci asır
Avrupa’sının esiri bulunduğu mantığından kurtuluşu ve insanlık emrine sunduğu
birkaç yeniliğin doğurduğu panik, o güne kadar hassasiyetle işleyen çarkların
arasına bir avuç kum atmıştı. Sömürge siyaseti ve yeni ticaret yollarının
açılmasıyla güçlenen Avrupa, Merkantilizm’in kuru para üzerine kurulmuş
zenginlik anlayışını bırakmış, istihsal üzerine kurulan bir zenginliğin ancak
geçer akçe olabileceğini anlamıştı. Afrika’nın, Asya’nın, Amerika’nın,
Okyanusya’nın istiap gücü sonsuz olan pazarları, Avrupa’da bozuk düzen de olsa,
faaliyete geçen, tezgâhlarının, atölyelerinin malumatını bir dev açlığı ile
yutmaya başlamıştı. Bu mallarla yüklü olarak batının limanlarından ayrılan
gemiler, avdetlerine dünya görüşleri zenginlik üzerine kurulmuş, haris bir
zihniyetin istihsal gücünü kamçılayan hazineler getirmişlerdir. İstihsal-
Talep- Yeni buluşlar üçlüsünün üzerinde, dikilen Batının iktisadi gücünün
Türk İmparatorluğundaki yankısı “Eyvah batıyoruz...” olmuştur.
Dünyada
hiçbir şey bu feryat kadar manasız değildir. o devirde ne kadar önemli
gözükürse gözüksün, olanlar nihayet bir konjonktür değişikliğinden ibarettir.
Britanya adaları ile Tuna arasına sıkışmış Batı iktisadiyatı, kafasını Türk
İmparatorluğunun demir duvarlarına vurmak çaresizliğini, birkaç haçlı seferi
kaybettikten sonra anlamış ve kendi kabuğunda boğulmamak için başka yollar
araştırmaya koyulmuştur. Limanlarda pinekleyen gemilere, Yeni Dünyaların
kapıları açıldığı gün, Avrupa’nın iktisadi hinterlandı birkaç misli büyümüştür.
Hâlbuki Avrupa’nın başka mübadele sahasına geçmesiyle, Türk İmparatorluğunun
iktisadi sahası o nispette daralmıştır.
Artık,
dünya yeni bir iktisadi konjonktür içine girmiştir. Türk İmparatorluğunun
sınırlarına uğramadan da Hind’in baharatını, Çin’in ipeğini Avrupa pazarlarına
dökmek mümkün olmuştur. Yeni konjonktür, istihsalini, sonu gelmeyen bir sel
gibi beş kıtanın pazarlarına dökmek için, gemicilerin altın hırsını tahrik
etmek kafi gelmiştir. Buna karşılık, eski mübadele yolları üzerinde artık
bolluk ve refah bitmeyecek, yeni düzene ayak uydurmayan devletler göçecek, ama
onların yaratıcısı olan medeniyetler mükemmeliyetleri ölçüsünde yaşamaya devam
edeceklerdir.
Avrupa
iktisadiyatının yaptığı büyük hamle Türk İmparatorluğu içinde yanlış
değerlendirilmiştir. Yeni şartların karşısında bocalayan İmparatorluğun
intibaksızlığı, Türk- İslam medeniyetinin zaafı olarak kabul edilmiştir.
Batıkların da teşvikiyle, Türk’ün Dünya Görüşü, geniş çapta tasalluta uğramış,
bunun yanı sıra inkişaf eden aşırı bir Batı hayranlığı, Milletimizi, maymun
karakterli “mukallit mefkûrecilerin” izanına terk etmiştir. Gerileme devrinin
fikir kavgalarında, batan gemilerin farelerinin telaşı hakim olmuş, değişen
iktisadi konjonktür üzerinde mesnetsiz mütalaalar ileri sürülerek, Türk
enerjisi “Batılılaşma” kazığına sıkı sıkıya raptedilmiştir. Eriyen
İmparatorluğun derdine iktisadi, ahlaki, siyasi ve sosyal devalar
araştırılacağına, Milli Medeniyetimizi koskoca bir “”Modası Geçti” yaftası ile
ambara göndermek, dâhiyane bir tedbir gibi ruhlara yamanmak istenmiştir.
Milli
Medeniyet ve Hars her sahada ve her yönü ile hor görülmüştür. Tarihte ilk defa
olarak büyük bir millete: “Senin olan her şeyden vazgeç. Özünü yitir. Batılı
ol.” denilmeye cesaret edilmiştir. Bir milletin kendi arzusu ile “kendini
sömürgeleştirmesinin” dünya tarihinde her halde ikinci bir örneği yoktur.
Kendilerini
yeni şartlar karşısında bulan devletlerin bekasına çareler getirmek her zaman
mümkündür. Hatta devasız bir derde müptela olsa bile, o devlet yıkılır, aynı
medeniyetten yeni bir siyasi kuvvetin fışkırması mukadderdir. Ama milli
medeniyetlerinden feragat eden milletleri, erimekten, yenilmekten, silinmekten,
yok olmaktan başka bekleyen bir akıbet yoktur. Türk-İslam medeniyeti açısından
bütün kâinatı görmek, her şeyi onun ölçülerine göre değerlendirmek, var oluşun
da, maddi ve manevi kurtuluşunda yegâne yoludur. Bu değerleri insanlık üzerinde
hâkim kılmak insanlığa yapacağımız en büyük hizmettir. Kozmopolitlerin ve
Sosyalistlerin her zaman milliyetçiliğe karşı birleşmelerinin sebebi,
Milliyetçilerin bu büyük fikri bayrak yapmalarıdır. Çünkü bugün küfrün
rüyaları, yüz milyonluk bir millet, altı yüz milyonluk bir ümmetin heyulasıyla
paramparçadır.
Ek. 5. Yaşar Kutluay’ın Diyanet İlmi Dergisi’nde Çıkan Makalesi
ESKİ TEHLİKENİN YENİ YÖNÜ
Müslüman
dünyasında ve bilhassa memleketimizde Batı kilisesinin giriştiği geniş bir
faaliyetin bulunduğu herkesçe bilinene bir gerçektir. Özel suretle
yetiştirilmiş misyonerler Hıristiyan olmayan ülkelerde kendi dinlerini yaymak
için kilise teşkilatının geniş maddi imkânlarından da faydalanarak, bıkıp
usanmak bilmeyen bir inatla çalışırlar, yollarında sebat ederler. Bu
kimselerin, daha doğrusu teşkilatın her din mensubu ülkeler ve milletler için
özel metotları vardır. Yıllarca, bazen yüzyıllarca denedikleri bir metodun
verimli olmadığını gördükleri zaman daha yenilerini bulup onları tatbike
koyulurlar, fakat her hal ü karda bu faaliyetlerini terk etmezler.
Memleketimizde
son iki yüz yıldır denedikleri özel okullar ve hastaneler ile ihtiyaç
bölgelerine gönderdikleri misyoner doktorların çalışmaları gözle görülür bir
kazanç getirmemiş, faaliyet gösterilen şehirlerde dinini bırakıp da
Hıristiyanlığa geçen Müslüman’a rastlanılmamıştır. Fakat asırlar süren
çalışmaların boşa gitmiş olmasından fütur getirmemişler, eski metotlarının
aksak tarafları ile yeni tatbik edilecekler üzerinde -organları olan
dergilerde- tartışmalara, münazaralara girişmişlerdir. Bu yayınlardan ancak
eski metotları öğrenmek kabildir, yeni teklifler elbette gizli tutulmaktadır.
Yurdumuzda
son aylarda yahut son birkaç yıldır girişilen çalışmalarına bir göz atınca
bahsedilen yeni metot ortaya çıkmaktadır. Buna göre yeni hedef, din eğitimi
görmemiş gençler, aydınlar ve doğrudan doğruya köylü halkımızdır.
Kabul
etmek gerektir ki, Hıristiyanlık yalnız din eğitimi görmemiş kimseler yahut
geniş halk kitleleri değil, din adamlarımız tarafından dahi layıki ile bilinmemektedir.
Dilimizde Hıristiyanlığı gerçek mahiyeti ile anlatan ilmi ve ciddi bir eser
yayınlanmamıştır. Din eğitimi yapan, din adamı yetiştiren okul ve müesseselerde
Hıristiyanlık öğretilmemekte, esasen öğretecek kifayetli bilginlerimiz de
ortalıkta gözükmemektedir. Hıristiyanlık hakkında, gerek halkımızın, gerek din
adamlarımızın bilgileri Incil’in tahrife uğramış bir kitap olduğu ve
Hıristiyanların teslisi kabul ettikleri gibi çok umumi esaslardır. Bundan
başka, gerek İncil ve Ahd-i Atik ve gerekse Hıristiyanlık hakkında İslamiyet’in
resmi, yani Kur’ani görüşü kesinlikle ortaya konulmuş, öğretilmiş değildir.
İslami görüşün kabul ettiği Hıristiyanlık nedir, bugün mevcut olan
Hıristiyanlık nedir ve aralarındaki alaka ve münasebet konularını işleyen, dilimizde
yazılmış eserler yoktur. Hele din eğitimi görmemiş aydınlarımız ve gençlerimiz
henüz İslam’ın esaslarını bilmediklerinden, bu esaslara yapılan hücumların
mahiyetlerini, gerçek maksatlarını anlamaktan uzaktırlar.
Bahsettiğimiz
hususlar ilk bakışta herkesin tespit edebileceği basitlik ve açıklıkta
olduğundan Hıristiyan propaganda teşkilatı tarafından da fark edilmiş ve yeni
metot bu müşahedeye istinat ettirilmiştir.
Bir
misal olarak “Hıristiyanlığın hakkında çoğunluğun yaptığı yanlış görüşler”
başlığı altında dağıtılan ve teşkilatın İsviçre’deki merkezi tarafından
hazırlandığı ifade edilen iki sayfalık mektubu gösterebiliriz ki, şöyle
başlamaktadır: “İncil değiştirilmiştir fikri Batı dünyasında dinsizler ve
Hıristiyanlığın tenkitçileri tarafından az çok kabul edilmiş bulunmaktadır.
Fakat bugün, Batı dünyasında tahsis görmüş bir kimsenin, bu çürük fikre
başvurduğu çok az rastlanan bir şeydir. Dünyanın her köşesinde hala, dinin
aleyhinde yazılar yazan birçok münekkitler vardır ve dinsizlik çoğalmaktadır. Mademki
öyle, niye din aleyhine yazı yazan münekkitler bu yukarıda söylenen ‘İncil
değiştirilmiştir’ fikrini değiştirmişlerdir? Bu olayın çok basit olan cevabı
şudur: İlim, Kurtarıcı İsa’nın iki bin yıl önce öğrettikleri ile elimizde
bulunan İncil’in öğrettiklerinin tamamen birbirinin aynı olduğunu ispatlamış
bulunmaktadır. Evet, ‘Metne ait’ tenkit ilmi hiç şüphe götürmez bir şekilde,
İncil’in değişmemiş olduğunu teyit ediyor.”
İfade
nasıl başlamakta, nasıl devam etmekte ve ne sonuca varmaktadır. Bir defa daha
okunursa, bu, anlaşılır. “İncil değiştirilmiştir” fikri her ne kadar kabul
edilmiş ise de bugün bunu kabul edecek kimse pek az bulunur. Niçin böyledir?
Çünkü “Tenkit İlmi” hem de hiç şüphe götürmez bir şekilde “Elimizde bulunan
İncil’in öğrettikleri ile” Hz. İsa’nın öğrettiklerinin aynı olduğunu “Hiç şüphe
götürmez bir şekilde” ispat etmektedir. Kullanılan ifadeler, gerek burada gerek
başka yerlerde böylesine elastikidir, yuvarlaktır. Münekkit gözü ile okumayan
herhangi bir kimse ileri sürülenleri safiyane kabul edebilir. Maalesef
belirtmeliyiz ki bazı kabul edenleri de tespit etmiş bulunmaktayız.
Hâlbuki
Batı ilim dünyasında yapılmış çalışmalara kısaca bir göz atmak, hem de
paragrafta belirtildiği gibi, son yıllarda yazılmış eserleri gözden geçirmek,
ileri sürülen iddianın ne kadar boş ve mesnetsiz olduğunu anlamaya kâfidir.
Bilindiği gibi Hıristiyanlığın kutsal yazıları ikiye ayrılır, birincisi Ahd-i
Atik, ikincisi ise Ahd-i Cedid’dir. Ahd-i Atik aslında Museviliğin mukaddes
kitabıdır ki büyük kısmı İbranice pek az bir bölümü de Aramice yazılıdır ve üç
esas bölüme ayrılmıştır. Bunlar Tora (Tevrat), Neviim (Nebiler), ve Ketubim
(Yazılar)’dir. Birinci bölümü teşkil eden ve beş kısımdan teşekkül eden
“Tevrat” hem Museviler ve hem de Hıristiyanlar tarafından Hazreti Musa’ya
vahyedildiği şekilde zamanımıza intikal etmiş olarak kabul edilir. Biri,
Yahudi, diğeri Hıristiyan iki ilim adamı ise eserlerinde şu görüşü müttefiken
müdafaa ve kabul ederler: “Musa’nın bir kanun vazıı olduğundan şüphe edilemez,
fakat Tevrat’ın bugünkü metninden bir tek unsuru dahi ona irca etmek
imkânsızdır” (bak. A.Bentzen, Introduction to the Old Testament, C.I. p.112 ve
T. James Meek. Heprew Origins, p. 37. Her iki eserde New-York’ta 1948 ve 1960
yıllarında basılmıştır. ) Ahd-i Atik’in Tevrat7tan sonra gelen bölümlerinin
nasıl yazılmış olduğu hakkında da yine bir batılı kaynaktan aynen nakilde
bulunmak yolunu seçeceğiz: “Tevrat’ın kanunlarına tam riayeti sağlamak
üzere, ileri gelen ailelerin temsilcilerinden ve başında Büyük Kohen’in (Baş
Kâhin) bulunduğu yetmişler meclisini kurdular. Bu meclis İsrail Devleti’nin
yıkılışına kadar devam etti. Bunlar Kitap’ın eski karakterli harflerini
değiştirip zamanlarına uydurdular. Gençleri yetiştirmek için dini okullar
açtılar. Bu okuldaki öğretmenlere ‘Soferim’ (Yazıcılar) denilirdi. Soferim’in
iki vazifesi vardı: Tevrat’ı açıklamak ve bunun cemiyet ve ferd tarafından
tatbikini sağlamak. Soferim, Tevrat’ın beş kitabından başka nebilerin sözlerini
de Kitab’a ‘ek’ olarak yazdılar ki isimlerini bu çalışmalardan almışlardır.
Önce ilk peygamberler (Yeşu, Hakimler, Samuel ve Krallar) sonra üç kitap (İşaya,
Yeremya, Ezekyel) ve daha sonra da oniki küçük peygamber gelir (Hoşea, Amos,
Yoel, Obadya, Yona, Mika, Nahum, Habakkuk, Zafeniya, Haggay, Zekeriya ve Malaki).
Bu arada bazı müelliflere göre israili olmayan yabancı asıllı bazı kitaplar da
israilileştirilerek kitaba eklendi.”(bak. H. Hirsch Graetz, History of the
Jews, C. I pp. 396-400 ve Robert H. Preiffer, Introduction to the Old
Testament, p. 23. yazarların ilki Yahudi, diğeri Hıristiyan’dır. )
Yahudi
tarihinde ilk büyük itizal hareketi olan Şomronim’in zuhuruna sebep işte bu
Soferim’in faaliyetleridir. Soferim bir yandan gençlerin eğitimi ile meşgul
olurken, diğer taraftan da yazdıkları yeni yeni “Kitap”ları Tevrat’a eklemeye,
yazısını ve okunuşunu değiştirmeye başlamışlardı. Şomronim ise sade bu
ilaveleri değil, harflerin karakterlerinin değişmesini bile kabul etmiyorlardı.
Nitekim Tevratlarını eski şekliyle uzun müddet muhafaza etmişlerdir.
Şomronim’in Tevrat’ı (yani bugün ellerinde bulunanı) ile Yahudi ve
Hıristiyanların bugün ellerinde bulunan Tevrat arasında pek çok farklar
bulunmuktadır ve bunların sayısı altı bine ulaşmaktadır. (bak. A.von Gal, Der
Hebraisch der Samaritaner adlı eserinde bu farkları sayar. İki Tevrat
arasındaki farklara işaret eden diğer bir eser de şudur: John W. Nutt,
Fragments of a Samaritan Targum, metin kısmı pp. 6-65.)
Kutsal
kitaplarının birinci kısmı hakkında kısaca söylenenler ve mahiyeti bunlardır.
İkinci kısım, yani Ahd-i Cedid, yani dilimizde “İncil” adı ile anılanlar için
söylenecekler de yukarıdakilerden farklı olmayacaktır. Ahd-i Cedid’in talihi
bir bakıma Ahd-i Atik’den de kötüolmuştur. Nitekim Tevrat’tan Malaaki’ye kadar
bütün Ahd-i Atik koleksiyonunun meydana gelişi bin yıl kadar devam eden bir
zaman içinde olmasına rağmen Yahudiler, yani İsrailoğulları dini yönden bir
takibe uğramış değillerdi. Bu sebeple meydana gelen değişiklikler zamanın
uzunluğu ve Soferim’in çalışmaları yahut gayretleri yüzünden ortaya çıkmıştı. Halbuki
Hıristiyanlık daha doğuşundan itibaren gizli faaliyette bulunmak zorunda kalmış
ve daha ilk asırdan itibaren dejenere olma yoluna girmiştir. Bir Hıristiyan
İlahiyat Profesörünün “Ahd-i Cedid” başlıklı ansiklopedi maddesinde
söylediklerinden alacağımız birkaç cümle bunu daha iyi belirtecektir: “Her ne
kadar ilk yazmaların birçoğu, bilhassa Mısır’da bir papirüs koleksiyonu da
bulunmuş ise de, Ahd-i Cedid’in müellif tarafından yazılmış bir tek nüshasına
dah malik bulunmamaktayız... Elimizde sadece istinsah edilmiş nüshalar vardır,
fakat bu kopyaları ile asılları arasında kaç nüsha gelip geçmiştir
bilememekteyiz. Genellikle bizim Ahd-i Cedid’imiz ikinci asır sonunda yazılmış
metinlerden intikal etmiş görünmektedir. Keysarya’lı Eusebius, dördüncü asrın başlarında
Hıristiyan Kitaplarını dört kısma ayırmıştır: 1- Muteber, 2- Şüpheli veya
münakaşalı, 3- Gayr-i mevsuk, 4- Sapık..” (F. Clifton Grant, New Testament, pp.
530-531, Encyclopedia of Religion içinde).
Profesörün
yazısında bahsedilen metinler ve ikinci asra kadar uzanan Ahd-i Atik nüshaları
ise yunanca yazılmışlardır. İstanbul’da Kitab-ı Mukaddes Şirketi tarafından
yayılan Türkçe tercümesinin başında da “Eski yunanca aslına göre” kaydı
bulunmaktadır. Halbuki dini ortaya atan Hz. İsa’nın konuştuğu dil yunanca değil
aramicedir. Filistin ve civarında zamanımızdan yirmi asır önce yaşamakta olan
İsrailoğullarının o devirde kullandıkları dil yunanca değil aramicedir. Halka
hitabeden kimsenin, anlaşılabilmesi için, konuşulan dille hitabetmesi zarureti
vardır. Aramice konuşan bir topluluğa ise yunanca hitabedilmesi muhaldir.
Nitekim Hz. İsa’nın bu dili konuştuğuna yine bugünkü İncil Şehadet etmektedir.
Matta İncilinde yunanca metinde “İsa, Eli Eli lama sabaktani diye yüksek sesle
bağırdı” şeklinde doğrudan doğruya Hz. İsa’nın dilinden nakilde
bulunulmaktadır. Sahifenin altında verilen notta bu cümlenin daha önce Zebur’da
kullanılmış olduğu belirtilmektedir. Halbuki Zebur’da bu cümle arami değil
İbrani şekliyle geçer: “Eli Eli lama ‘avaztani”. Hz. İsa herhalde Allah’a
arami, halka yunan diliyle hitap etmiyordu. O halde sorulacak sual şudur: Yunan
dil ve kültürünün hâkim bulunduğu bölgelerde bulunan yunanca Ahd-i Cedid
metinlerinin asıl kaynakları, arami diliyle yazılmış olanları nerededir?
Bahsettikleri “Modern Metin Tenkidi İlmi” bu hususta neler söylemektedir,
söyleyebilirler mi? Metin Tenkidi İlmini ilgilendiren kısma kolayca cevap
vermek kabildir: Bu ilim, asıl metni bulamadığı için bu konuda konuşma yolunu
ihtiyar ediyor ve tek cümle sarfetmiyor.
Maksadımız
eski ve Yeni Ahidlerin ilmi tenkidini yapmak, mahiyetlerini açıklamak olmayıp
sadece bilginlerin bu konudaki görüşlerini bir nebze olsun belirtmekti.
Batılıların, yani Yahudi ve Hıristiyan fakat ilim haysiyetine sahip
müelliflerden başka, onların görüşleri dışında bizi asıl ilgilendiren
dinimizin, Kuran-ı Kerim’in bu konudaki görüşleridir. Bu görüşler bütün din
bilginlerimizce malumdur. Fakat bu kâfi midir? Bu kâfi olmayış iki sebeptendir:
Birincisi, mahiyetleri ne olursa olsun, İslami görüş ne derse desin, geniş
Hıristiyan dünyasınca ve -bir avuç da olsa- Musevilerce kutsal kitap yahut
kitaplar olarak kabul edilmektedirler. İkincisi, bahsettiğimiz tenkitler sadece
mahiyetlerine racidir, bunların bir de muhtevaları vardır. Günümüzde hemen
hiçbir şey bilinmeyen bu kitapların muhtevaları, yani her iki dinin, Yahudi ve
Hıristiyanlığın “İlmi Kelam”larıdır. Bu ilmin Batıdaki adı Dogma İlmi’dir.
İslami esaslara hücum eden bu dinlerin mensuplarına cevap verebilmek,
saldırılarını tesirsiz bırakabilmek için onların dayandıkları temelleri bilmek
ve bu temellerin münakaşasını yapabilmek gereklidir. Bu konularda ise dilimizde
yazılmış, mübalağasız, tek satır yoktur. O zaman ortaya yabancı dil bilme
meselesi çıkacaktır.bütün din adamlarımızın bu mevzuları araştırabilecek derecede
yabancı dil bilmeleri idealdir, ama ne yapalım ki, daha uzun yıllarda ideal
olarak kalacaktır.
Batı
kilisesinin memleketimizde giriştiği, önce İslamı yıkıp sonra da yerine kendi
dinini ikame etme faaliyetine seyirci kalamayacağımıza göre, Müslüman olarak,
din adamı olarak, Diyanet İşleri teşkilatı olarak neler yapabiliriz?
Akla
ilk gelen çareler olarak şunları tespit edebiliriz: a) Yazılı veya sözlü
propagandalarını teferruatı ile ele almak b) Her birinde ileri sürülen
görüşlere Kuran-ı Kerim ve akla dayanarak cevaplar vermek, c) Mevcut din
adamlarımızdan mümkün olduğu kadar çoğunu bir araya getirerek Yahudi ve
Hıristiyan dinlerini öğretmek ve onlara bu iki din ile İslamiyet arasındaki
derin farkları anlatmak, mukayese yapmak, d) Her iki din ile İslamiyet’in
tarihteki münasebetlerini ele alarak, bu münasebetlerin bugünkü durumlarını
tespit etmek...
Memleketimizi
saran eski tehlikenin yeni yönü hakkında yazılacak çok şey vardır. Şimdilik bu
kadarla yetineceğiz.
Ek. 6. Yaşar Kutluay’ın Devlet Mecmuası’nda Çıkan Yazısı
ANKARA ÜNİVERSİTESİ ÜYELERİNE AÇIK MEKTUP
Sayın
Senato Üyeleri,
Tam
beş aydan beri Ankara Üniversitesi Senatosunun gündeminde sizin kararınızı
bekleyen bir komisyon teklifi bulunmaktadır. Bu bir bakıma Hukuk ve Siyasal
Bilgiler Fakültelerine mensup beş profesörün hazırladığı İlahiyat Fakültesinin
ölüm fermanıdır.
Sizlerin,
yirmi yıl önce bu fakültenin açılmasına karar veren senato üyelerinin
yürüdükleri ilim, tarafsızlık ve akıl yolunda üniversitenin haysiyetine yakışır
şekilde bu rapora hak ettiği cevabı vereceğinize tamamen inanmaktayım. Fakat
İlahiyat Fakültesi’nin bütün ilmi ve idari kurullarının verdiği kararların
üniversitenin büro kısmında kalıp sizlerin yüksek ıttılaınıza ulaşmadığını
defaatla gördüğümden, bu husustaki maruzatımı açık mektup şeklinde yapmak
zorunda kaldım.
Sayın
Üyeler,
1968
yılının bahar aylarında İlahiyat Fakültesi öğrencileri boykota girmişlerdir.
Bunun sebebi, kamuoyuna, bir kız talebenin başını açmayı reddetmesi gibi sudan
bir mesnede dayalı gösterilmiştir. Oysa fakülteden uzaklaştırma cezası verilen
iki de erkek öğrenci mevcuttur. Ve boykot sırasında öğrencilerin yayınladıkları
bildiriler ve bunlarda ileri sürülen talepler meydandadır. Sebep veya sebepler
çok daha deri ve Şümullüdür.
İlahiyat
Fakültesi’nin geçen yılki yönetim kurulunun o zaman ki dekan başkanlığında iki
eksik üye ile yaptığı bir toplantısında, iki erkek ve bir hanım öğrenciye tart
cezası verilmişti. Bu öğrencilere isnat edilen suçlar bir ihtarı, nihayet
birkaç günlük uzaklaştırmayı gerektirecek nitelikteyken ve hukuki prosedüre de
bakılmadan en ağır ceza verilme yoluna gidilmişti. Bu hareket fakültenin
sabırlı, sakin munis öğrencilerine karşı bardağı taşıran son damla olmuştu.
Karar açıklandığı anda öğrenciler bahçeye dökülmüştü. O güne, o ana kadar hürmette
kusur etmedikleri, daima destekledikleri Dekan Hüseyin Yurdaydın’a başvuruyor,
karardaki aksaklıkları anlatıyor, hiç değilse meselenin yeniden gözden
geçirilmesini yalvararak istiyorlardı. Mesele basına da intikal etmişti. Bir
kısım gazete ve dergiler Dekanı ve bu hadiseye adı karışan öğretim üyelerini
çok ağır bir dille tenkit ediyorlardı. Onları, samimiyetsizlik, gaddarlık,
dinsizlik v.b. ile itham ediyorlardı.
Dekan
henüz profesörlüğe yükseltilip akabinde bu makama getirilmesinin acemiliği
içinde bulunuyordu. Talebe ve toplum psikolojisinden habersizdi. Bu sebeple
hareketler karşısında şuursuz çırpınışlarla bocalıyordu. Bu durumda fakülte
genel kurulu fevkalade toplantıya çağırıldı ve mesele ele alındı. Genel kurul,
sadece bir muhalife karşı, verilen cezaları lüzumundan çok ağır buldu. Ayrıca
haklarında ağır neşriyatta bulunulan öğretim üyelerini ittifakla tenzih etti.
Öğrencileri itidale ve kanun hudutları içinde kalmaya çağırdı.
Hadise
bir kısım basında yukarıdakinin tam tersi bir hava içinde ele alındı. İsim
verilmeden, bazı öğretim üyelerinin ağzından beyanatlar uydurularak fakültede
gericiliğin kol gezdiği, fakültenin nurcuların, şeriatçıların, saltanatçı ve
hilafetçilerin faaliyet sahasına döndürüldüğü ifade edildi. İsnat edilen her
madde Anayasa ve Ceza Kanunu muvacehesinde suç, hem de ağır suçlardı. 20 Nisan
1968’de başlayan bu kampanya aralıksız bir hafta devam etti.
Biz,
Fakülte olarak bu neşriyata karşı çıkıp beyanat verme yoluna gidebilirdik,
fakat, Rektörün, “Siz susunuz, beyanat üniversite adına verilsin.” talimatına
uyduk ve Genel Kurulun büyük ekseriyeti imzalarımızla rektörlüğe başvurduk;
mektubumuzda olayların başlangıcını, sebeplerini, olup bitenleri naklettikten
sonra, meselenin Üniversite Senatosuna getirilmesini, geniş çapta bir Araştırma
Komisyonu kurulmasını, İlahiyat Fakültesinde yukarıda bahsedildiği şekilde
gerici, nurcu, şeriatçı, hilafetçi, saltanatçı, cumhuriyet düşmanı v.b. varsa
tespit edilerek haklarında kanuni işlem yapılmasını, eğer yolsa bunun kamuoyuna
açıklanmasını ve bu iftirada bulunanlar hakkında işlem yapılmasını istedik.
İşte 30 Nisan 1968 günü kurulan komisyon bu talebin sonucudur. Yüksek Senatoca
bu komisyona verilen görev “İlahiyat Fakültesinin sorunlarını gerçek biçimde
incelemektir.”
Sayın
Üyeler,
Şimdi
30 Nisan 1968 tarihine kadar olup bitenleri ve fakültenin sorunlarını gerçek
biçimde incelemekle görevli komisyonun ne yaptığına bakalım:
“İlk
olarak ilahiyat fakültesinin öğretim üye ve yardımcılarına birer mektup
göndererek, kendilerinden, fakültedeki huzursuzluk ve olayları yaratan
sorunların aydınlatılmasını, bu arada, sözü geçen kurumun bugün ki öğretim ve
araştırma faaliyetinin, kuruluş amaçları bakımından doyurucu olup olmadığı,
fakültenin kuruluşundan bu yana normal bir gelişme gösterip göstermediği sorularının
cevaplandırılmasını istemiş ve öğrencilerin, arkadaşları, fakülte idaresi ve
öğretim üyeleri ile olan ilişkileri hakkındaki bilgilerini, kanıtlarını,
sorunların çözüm yolları hakkındaki teklifleri bildirmelerini rica etmiştir.”
İlahiyat
Fakültesinin yirmiye yakın öğretim üye ve yardımcısının sorulara verdikleri
mufassal cevapların sayın komisyon üyeleri üzerindeki tesiri budur. Üzerinde
dahi durmayarak : “Bunlar ekli dosyalardır” demekten ibarettir.
Fakültede yedi ila yirmi yıldan beri çalışan, ders veren idarecilik eden
kişilerin görüşleri böylece bir kenara itildikten sonra raporda “çağırıp
konuştukları öğrencilerin anlattıklarından tutulan notlara” geçilmektedir.
Bir
kısım öğrenciler diyorlar ki: Fakültenin bazı derslerinde öğretim üyesi yoktur.
Hala öğretim görevlileri tarafından okutulmaktadır. Bazı hocalar ise
kifayetsizdir. Nitekim bize Emevi ve Abbasi devirleri tarihini okutan öğretim
üyesi notlarında ana kaynakları değil, İslam Ansiklopedisi tercümesini
göstermektedir. Bazen zikrettiği Arapça ana kaynaklarda da verdiği cilt ve
sahifeler tutmamakta, metin gösterilip ne buyurduğu sorulduğunda rahatça “ben
Arapça bilmem, onun için bir şey söyleyemeyeceğim” diyebilmektedir. Bu
öğretim üyesi derslerinde sorulan sorulara cevap bulamamanın sıkıntısından
Dekanlığa baş vurarak “Ya derslerimde hazır bulununuz, ya da bana soru soru
sorulmasını yasak ediniz” diyebilmektedir.
İlahiyat
Fakültesinde “10 Kasım’da anma törenleri yapılmıyormuş” diyebilen sayın
komisyon üyeleri zahmet edip tahkik etselerdi, İlahiyat Fakültesinde bu törenin
yapıldığını, konferansların verildiğini ve fakat yukarıda anlatılan sayın
öğretim üyesinin Atatürk hakkında bir konferans vermek üzere Dekanlıkça yapılan
nazik ricayı cevapsız bıraktığını öğrenebilirlerdi.
Raporda,
“Öğretim üyeleri arasında Fakültenin kuruluş amaçlarının nelerden ibaret
olduğu hususunda anlaşma bulunmadığını görülmektedir.” buyrulmaktadır.
Tamamen hukukçulardan müteşekkil bir komisyonun bu sonuca nasıl vardığına
şaşmamak kabil değildir. İlahiyat Fakültesinin açılma sebebi Tevhidi Tedrisat
Kanununun emrinin yerine getirilmesine bağlıdır. Bu kanun, bu fakültenin “yüksek
diniyyat mütehassası” yetiştireceğini söyler. 1949 yılında Büyük Millet
Meclisinde fakültenin kadro kanunu dolayısıyla yapılan müzakerelerde de bu hususun
üzerinde ısrarla durulur. “Bu fakülte eskiden olduğu gibi bir Edebiyat ve
Sosyoloji Fakültesi olmayacaktır. Esas dini dersler olacak ve asrın anlayışına
uygun din adamları, din mütehassısları yetiştirecektir.” Fakat 1949’dan bu yana
fakültenin ders programları incelendiğinde görülür ki gidiş mükemmel bir
İlahiyat Fakültesi teşkilinden ziyade, dağınık bir edebiyat Fakültesi haline
dönmektedir. Bunun sebebi gayet basittir. Memleketimizde temel dersleri
okutabilecek eleman yoktur. Nitekim bundan beş yıl önce fakülte genel kurulu
zayıf bir ekseriyetle fakültenin manevi ilimler fakültesi haline getirilmesini,
ilahiyatın, tarih ve felsefe gibi bir kol olmasını kararlaştırmıştır. Ankara
Üniversitesi Senatosu, bunun yanlış olduğunu, İlahiyat Fakültesi’nin din adamı
yetiştirmek yolunda çalışması gerektiğini haklı ve doğru olarak karara bağlamış
ve sadece ilahiyatla ilgili sahalarda bir ihtisaslaşmaya gidilmesini tavsiye
etmişti. İşte komisyon raporunda “Bugün fakülteye hâkim olduğu anlaşılan bir
görüşe göre fakülte dini ilimlere gereken önemi vermemiş ve temel konular
ikinci derecede dersler şeklinde okutulmuştur. Buna karşılık, diğer tutum
tarafları bu şekilde düşünenleri medrese öğretimine ve şer’i esasların hâkim
olduğu bir eğitim sistemine dönüşe arzulamakla suçlandırmaktadırlar.
Komisyonumuza gelen bilgiye göre, fakültenin ders programının birinci yönde
değiştiren bir yöneltmelik 1968 yılı içinde Senatodan geçmiş bulunmaktadır.” şeklinde
adeta Senatoyu da tehdit ve ihbar havası taşıyan ifadenin aslı budur. Yıllardan
beri süren çalışmaların konusu şudur: Öğrenciler yirmiden fazla dersin altında
bunalmaktadırlar. Bunların hafifletilmesi lazımdır. Ama hiçbirinden
vazgeçilmesi de imkânsızdır. Öyle ise takip edilecek yol ne olmalıdır? Gaye
yüksek seviyeli din adamı yetiştirmek olduğuna nazaran önce temel derslerin
tespiti gerekmektedir. Bunlar; Tefsir, Hadis, Kelam ve İslam Hukuku’dur. Bu
dört dersi hakkıyla bilmeyen kişi din adamı olamaz. Bunun dışındaki dersler
öğrenciyi forme edecek, görüş ufkunu açacak ve günümüze layık bir aydın olarak
yetiştirecek derslerdir. Bu itibarla İslam Tarihi, Türk ve İslam Felsefesi ve
Tasavvuf, İslam Dini Mezhepler Tarihi, Felsefe Tarihi, Sistematik Felsefe,
Mantık, İslam Türk Edebiyatı, İslam Felsefesi ve Tasavvur, İslam Dini Esasları,
Kur’an-ı Kerim ile yabancı dil dersleri ilk iki sınıfa mecburi dersler olarak
konmuştur. Üçüncü ve dördüncü sınıflarda ise yukarıda sayılan temel derslerin
yanı sıra ilk iki sınıfta okutulan derslere Efigrafi-Paleografi. Dini Musiki,
Farsça dersleri de eklenip iki gruba ayrılmış ve öğrencilerin bunlardan en az
ikisini seçmeleri mecburiyeti kararlaştırılmıştır.
Gariptir
ki programa itiraz eden tek görüş muhalefet sebebi olarak “Son iki sınıfta Türk
Tarihi okutulmayacak, Türk Tarihi programdan kaldırıldı. Öğrenciler Emevi ve
Abbasilerden sonra hemen İnkılâp tarihine geçecekler. Bu yanlıştır.” Hükmünü
gösterebilmiştir. Burada sormak lazımdır. Türk Tarihini teferruatı ile bilmek
sadece İlahiyat Fakültesi için mi şarttır? Hukuk, Siyasal Bilgiler, Edebiyat Fakülteleri
öğrencilerinin ihtiyacı hiç mi yoktur ki tek saat bile görmemektedirler? Kaldı
ki Tarih Fakültesinde dahi Türk Tarihi söylenildiği şekilde öğretilemez. Bu
Üniversiter öğretimin kabul etmediği bir yoldur. Üniversite, öğrencilerini
ayakta kütüphane haline getirmeyi değil, onları sağlam metod sahibi birer
araştırıcı olarak yetiştirmeyi istihdaf eder. Üniversitede öğretim üyesi er yıl
aynı konuyu baştan alıp sona kadar anlatmaz, anlatamaz, anlatmamalıdır. O zaman
adı Üniversite değil meslek okulu olur. Üniversitede derslerin sabit müfredat
programı bulunmamasının sebebi budur. Eğer öğrenci ortaokulda okuduğu, lisede
biraz daha genişini gördüğü tarihin biraz daha genişini Üniversite de görecekse
o zaman iş başkalaşır, oraya Üniversite de değil artık mahiyetini yitirdiği
zamanlardaki anlamı ile medrese denilir. Nitekim program müzakereleri sırasında
muhalif kalan öğretim üyesi bu itirazını Senatoya arz etmemiştir.
Doç.
Dr. Yaşar KUTLUAY
“Bugün
için İlahiyat Fakültesinin öğretim üyeleri ve öğrencileri kendi aralarında
hasım kampları şeklinde bölünmüşlerdir.”ifadesini de
ciddiye almaya imkan yoktur. Komisyon üyelerinin meseleye tek taraflı
baktıkları anlaşılmaktadır. Yukarıdaki ifadenin altındaki satırlar, bu ders
yılı başında Üniversite Senatosu Üyelerine dağıtılan ve altında imza bulunmayan
bir beyannameden alınmalıdır. Oysa üç gün sonra İlahiyat Fakültesinin BÜTÜN
öğrencilerinin isimlerini taşıyan bir beyanname ile bu iddialar teker teker
reddedilmiş, birinci beyannamenin Fakülte dışından art niyetli kimselerce
uydurulduğu ispat edilmiştir. Öyle iken, imzasız beyanlara raporda sahifeler
ayrılmak nasıl izah edilebilir?
“Bir
taşra vilayetinin merkez vaizinin komisyonumuzun raportörü Uğur Alacakaptan’a
göndermiş olduğu ve Senatoda okunmasını istediği mektubunda (Mektup 3.1.1969
günlüdür.) aynen şöyle denilmektedir: fakülteyi ziyaretimde havanın hiçte iyi
olmadığını gördüm. Bir kısım hocalar (Doçent - Profesör) Atatürk düşmanlığını,
inkılap ve hatta farkında olmadan bölücülükle din düşmanlığını, milli birliği dağıtıcılığı
talebeler kanalı ile adeta kuvvetle körüklemektedir.”
Bu
“Taşra Merkez Vaizi” ne mühim adamdır ki, kurulan
komisyonun raportörünü ismen bilmektedir. Soruya muhatap olan öğretim üyeleri
olarak bizler sadece komisyon başkanının adını bilirken, bu taşralı vaiz Hukuk
Fakültesi Dekanının raportör olduğunu bilip mektup yazmakta, bu mektup, raporun
bir sahifesini işgal etmektedir. Öte yandan İlahiyat Fakültesinin bütün öğretim
üyeleri ittifakla Genel Kurul kararı alarak iddia ve isnatları merciine iade etmekte
fakat sayın komisyonun dikkatini dahi çekememektedir.
Fakülteyi
bir ziyaret edivermekle cümle doçent ve profesörleri tanıyan, onların- gizli,
hem de çok gizli olması gereken- hainane faaliyetlerini görüp hemen tespit
edebilen bu isimsiz vaizin, harika kişinin mektubu 3 Ocak 1969 tarihini
taşımaktadır. 30 Nisan 1968 günü kurulan bir Araştırma Komisyonu acaba hangi
hukuk kuralı ile dokuz ay sonraki ve bu mahiyetteki bir mektubu nazarı itibara
alabilmektedir?
Sayın
Üyeler,
Raporun
sonuç kısmına gelince, ağlamak mı gülmek mi lazım bilinmez. Komisyonun Hukukçu
olan üyeleri bakınız ne diyorlar? “İlahiyat Fakültesinin öğrencileri ile
öğretim üye ve yardımcılarının iddaları arasında, Türk Ceza Kanununa ve ceza
hükümlü bazı kanunlara göre suç teşkil edebilecek olaylara ilişkin olanlar
vardır.” Yani bazı iddialar ortaya atılmaktadır ki bunlar suç nitelindedir.
Komisyonun kuruluş sebebi nedir? Bu iddialar ileri sürülüyor, bakın bakalım kim
bunlar, bulun getirin. Komisyonun vardığı sonuç, dokuz ay incelemeden sonra tam
başlangıç noktasıdır.
İkinci
sonuç daha enteresan: “İlahiyat Fakültemiz, öğretim üyeleri ve öğrencileri
arasındaki bölünme ve bu nedenle dışarıdan ve içeriden gelen olumsuz etkilere
kolaylıkla ve endişe verici bir şekilde kapılacak durumda olması yüzünden
üniversiteler kanununun 3.maddesinde öngörülen görevlerini yerine getirebilme
imkânlarını önemli ölçüde yitirmiş görünmektedir. Fakültenin bilimsel
görevlerini, kendisinden beklenen biçimde yerine getirebilmesini sağlayacak
reformist tedbirlerin alınabilmesinin öğrenciler, öğretim üyeleri ve fakülte
idaresi arasındaki ilişkilerin normale dönebilmesinin ve fakültenin asıl
amaçlarının tespit edilerek bunlara götürecek yolların tayininin böyle bir
atmosfer içinde gerçekleştirilmesinin mümkün olmayacağı kanısındayız.
“Öte
yandan, fakülte içinde devrim aleyhtarı, şeriatçı ve Atatürk’e karşı çıkan
kuvvetli bir akımın ve zümrenin varlığını gösteren emare ve deliller de
mevcuttur. Bunlar muvacehesinde gerçek durumun ne olduğunun anlaşabilmesi ve
gerektirdiği tedbirlerin alınabilmesi de bugün ki ortam içinde mümkün
görülememektedir.”
İlahiyat
Fakültesi Öğretim Üyeleri ve öğrencilerinin kuruluşundan bu yana geçen yirmi
yıl içinde hangi olumsuz etkilere uydukları, endişe verici bir tarz da
kapıldıklarını öğrenmek isteriz. Bu fakülteden hiç kimse bu güne kadar “olumsuz
akımlara” kapıldığı için değil mahkemeye, karakola dahi gitmemiştir. Gizli
Komünist Partisi üyeliği veya Türkiye’de Şeriatçı devlet kurma hareketine
katılma sebebiyle Tevfik edilen öğrenci ve öğretim üyelerinin hiç birisi
ilahiyat Fakültesinden değildir.
Fakülte
içinde ise hava çoktan normale dönmüş, ders programlarında gerekli ve gerçekçi
reform yapılmış, yeni yönetmelik 1968 Temmuzunda yüksek Senatonun tasdikinden
geçerek bu ders yılı başında uygulamasına geçilmiştir.
Hal
böyle iken komisyon, raporunun son maddesinde İlahiyat Fakültesinin ya başka
bir Fakülteye bağlanmasını, ya da derslerinin diğer bir fakülteye nakledilerek
kapatılmasını teklif edebilmiştir. Buna en güzel cevabı İlahiyat Fakültesi Yönetim
Kurulu 28 Mayıs 1969 günü toplanarak bu raporu inceledikten sonra ve ittifakla
vermiştir. Bu bu yedi maddelik kararı yüksek ıttılaınızı derin saygılarımla
sunarım.
“1-
Beş kişilik komisyonca hazırlanan rapor ilim zihniyeti ile bağdaşmaz, peşin
hükümlü, objektiflikten uzak, maddi delillerden mahrum hissi bir ithamnameden
ibarettir.”
“2-
İlahiyat Fakültesinin öğrenci ve öğretim üyelerine devrim düşmanı, saltanatçı,
hilafetçi gibi isnatlar kendi bünyesinden değil, belli kaynaklardan
gelmektedir. Genel Kurulumuz 14 aydan beri bu iftiraları ikinci defa olarak
reddeder.
Genel
Kurulumuz, İlahiyat Fakültesini memleketin istikbalinin ve Anayasa düzeninin
bir teminatı olarak görülür.”
“3-
Meşhur rapora karşıt olarak İlahiyat Fakültesi dış ülkelerdeki benzerlerinin
hiçbir şekilde gerisinde olmadığını, yaptığı ilmi yayınlar ve yetiştirdiği
aydın ve olgun din adamları ile isbat etmiştir.”
“4-
Memleketimizdeki yüksek öğrenim kurumlarında her türlü aşırı ve zararlı akımlar
kol gezerken bunların doğurduğu anarşi, kanlı olaylar ve tahribat görmezden
gelinirken, her türlü zararlı cereyanların dışında, memleket menfaatları ve
ilim yolunda bulunan İlahiyat Fakültesine indi ve peşin hükümlerle hücumda
bulunulması büyük haksızlıktır.
“5-
Bu dedi - kodu havası içinde Rektörlüğümüzün Fakültemiz işlerinde bir yıldan
beri çıkardığı devamlı engellemenin bizde doğurduğu üzüntüyü belirtmek
isteriz.”
“6-
Bu raporun ilmi zihniyet ve sağduyusundan emin bulunduğumuz Ankara Üniversitesi
Senatosunda gerekli tepkiyi uyandıracağına inanmaktayız.”
Kamuoyuna
ittifakla ve saygılarımızla arz ederiz.
[1] Kutluay,
M. Kamil, “Yaşar Kutluay”, Siyonizm ve Türkiye, Giriş, s.6.
[2]İçişleri Bakanlığı adına; Yusuf
DANIŞMAN, Müsteşar Muavini, 23 Ocak 1970.
[3] Kutluay,
M. Kamil, “Yaşar Kutluay”, Giriş, Siyonizm ve Türkiye, s.7.
[4] Kutluay, M. Kamil, “YaşarKutluay”,
Siyonizm ve Türkiye, s.6.
[5] Devlet
Mecmuası, Ankara 1968.
[6] Yaşar
Kutluay’ın zekat konusuyla ilgili projeleri hakkında bilgi vermiş olduğu yazısı
Ek:2’de verilmiştir.
[7] Kutluay,
İslamiyette ItikadiMezheplerin Doğuşu, Pınar Yay., Ankara 2003, s. 21
[8] Kutluay, İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 45-67.
[9] A.g.e., s. 68-86.
[10] A.g.e., s. 95-107.
[11] A.g.e., s. 107-113.
[12] A.g.e., s. 119-120.
[13] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, Pınar Yay., Ankara 2003, s. 9-15.
[14] Kutluay, “Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 17-28.
[15] A.g.e., s.28-66.
[16] A.g.e., 66-67.
[17] A.g.e., s. 69-72.
[18] A.g.e., s.72-73.
[19] A.g.e., s.73-82.
[20] A.g.e., s.82-85.
[21] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 87-104.
[22] A.g.e., s.102.
[23] A.g.e., s. 105-133.
[24] A.g.e., s. 134.
[25] A.g.e., s. 138-141.
[26] A.g.e., s. 141-143.
[27] A.g.e., s. 145-152.
[28] A.g.e., s.153-158.
[29] Kutluay, Yaşar, İslam ve
Yahudi Mezhepleri, Anka Yay., İstanbul 2004, Önsöz bölümü.
[30] A.g.e., s. 19-24.
[31] A.g.e., s. 24-57.
[32] A.g.e., s. 59-88.
[33] A.g.e., s. 88-161.
[34] A.g.e., s.161-162.
[35] Karşılaştınnız: Kutluay, İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 9-89. Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam
Mezhepleri, s. 9-136.
[36] Kutluay, İslam ve Yahudi
Mezhepleri, s. 165-173.
[37] A.g.e., s. 173-196.
[38] A.g.e., s. 196-274.
[39] A.g.e., s. 283-294.
[40] Kutluay, İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 101-106.
[41] Kutluay, Yaşar, “Mezhepler
Tarihi Yönünden Said Nursi ve Nurculuk”, İslami Tetkikler Enstitüsü Dergisi,
Edebiyat Fak. Matbaası, C. III, sayı 3-4, Ankara, 1959-1960, s.211-225.
[42] Kutluay, Yaşar, “İbadilere
Ait Bazı Metinler”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
Ankara, 1967, s.141-149.
[43] Kutluay, Yaşar, “Yusuf
Ziya Yörükan’ın Makaleleri”, A.Ü.İ.F.D., Ankara, 1954, s. 93-95.
[44] Kutluay, Yaşar, “Yahudi
Milliyetçiliğinden Alacağımız Dersler”, Türk Yurdu, C.7, sayı 1-2
Ankara, 1968, s.343-344.
[45] Kutluay, Yaşar, “Türkiye’de
Din Eğitimi”, Devlet Mecmuası, Ankara, 7 Nisan 1969, s.8.
[46] Kutluay, Yaşar, “Okullarda
Din Eğitimi ve İmam Hatip Okulları”, Devlet Mecmuası, Ankara,
[47] Kutluay, Yaşar, “Eski
Tehlikenin Yeni Yüzü”, Diyanet Dergisi, C. IV, sayı 7-8
(Temmuz-Ağustos), Ankara, 1965, s. 106-110.
[48] Bkz. İslam Ansiklopedisi,
XI/232.
[49] Bkz. Türk Ansiklopedisi,
XVI/282-283.
[50] Bkz. Türk Ansiklopedisi,
XVII/107.
[51] Bkz. Türk Ansiklopedisi,
XVII/175.
[52] Bkz. Türk Ansiklopedisi,
XIX/239-240
[53] Bu
yazıları Ek.2’de aynen verilmiştir.
[54] Kutluay, Yaşar, Islamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.10.
[55] A.g.e. s.9.
[56] Kutluay, İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.10.
[57] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s.14.
[58] Kutluay, İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.10.
[59] Kutlu, Sönmez,
“Siyasi-İtikadi Düşünce Ekollerinin Ortaya Çıkış Sebepleri”, İslam Düşünce
Ekolleri Tarihi adlı kitap içerisinde, İlitam, Ankara 2000, s.5
[60] Onat, A.g.e., s. 5-6.
[61] Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin
Doğuşu, s. 10.
[62] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s.14.
[63] A.g.e., s.17-28.
[64] Bouthoul, Gaston, Zihniyetler,
Çev: Semlin Evrim, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul
1975, s.20-21.
[65] Hizmetli, Sabri, İslam
Tarihi, Ankara 1999, s.136-138.
[66] Kutluay, İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.13-14.
[67] Hizmetli, İslam Tarihi,
s. 141.
[68] Kutluay, İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.19-21.
[69] Hizmetli, İslam Tarihi,
s.112,125.
[70] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s.26.
[71] Fığlalı, Çağımızda
İtikadi İslam Mezhepleri, s.20.
[72]A.g.e., s. 26-28.
[73] A.g.e., s.15
[74] A.g.e., s.15-19.
[75] Kutluay, İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 23-35.
[76] A.g.e., s. 23.
[77] Onat, Hasan, “Mezhep Kavramı
ve Mezheplerin Doğuş Sebepleri”, Oş Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İlmi
Dergisi, 2004, s.11.
[78] A.g.m., s.12.
[79] Kutlu, Sönmez,
“Siyasi-İtikadi Düşünce Ekollerinin Ortaya Çıkış Sebepleri”, s.26.
[80] Kutluay, İslam ve Yahudi
Mezhepleri, s.22.
[81] Kutluay, İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 11-12.
[82] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s.29.
[83] Bakara 124, Al-i İmran 68,
Hud 45,46.
[84] Nisa 58, Mu’minun 8.
[85] Akbulut, Ahmet, Sahabe
Dönemi İktidar Kavgası, s.27.
[86] Akbulut, Ahmet, Sahabe
Dönemi İktidar Kavgası, s.26
[87] Kutluay, İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 24
[88] Kutluay, İslam ve Yahusdi
Mezhepleri, s.59.
[89] Kutluay, İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.49-52.
[90] Korkmaz, Sıddık, Tarihin
Tahrifi- İbn Sebe Meselesi, Araştırma Yayınları, Ankara, 2005, s.41.
[91] Onat, Hasan, Emeviler
Devri Şii Hareketleri, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, s. 32-34.
[92] Onat, Hasan, “Şiiliğin Doğuşu
Meselesi”, s. 98.
[93] Kutluay, İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.52.
[94] Kutluay, İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 53-55.
[95] Korkmaz, Tarihin Tahrifi-
İbn Sebe Meselesi, s.29-30.
[96] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s.44-48.
[97] Korkmaz, Tarihin
Tahrifi- İbn Sebe Meselesi, s. 39-40.
[98] Ayrıntılı bilgi için bak.
Korkmaz, Tarihin Tahrifi- İbn Sebe Meselesi, s. 24-35.
[99] Korkmaz, Tarihin
Tahrifi- İbn Sebe Meselesi, s. 46.
[100] Onat, Hasan, Emeviler
Devri Şii Hareketleri, s. 34.
[101] Korkmaz, Tarihin
Tahrifi-İbn SebeMeselesi,s. 46-49.
[102] Onat, Hasan, “Şiiliğin
Doğuşu Meselesi”, AÜİFD., s.98.
[103] Korkmaz, Tarihin Tahrifi-
İbn Sebe Meselesi, s. 24-29.
[104] A.g.e., s. 31-35.
[105] Korkmaz, Tarihin Tahrifi-
İbn Sebe Meselesi, s 29-31.
[106] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 50
[107] Korkmaz, Tarihin Tahrifi-
İbn Sebe Meselesi, s. 50-51.
[108] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 48,49.
[109] Kutluay, İslam ve Yahudi
Mezhepleri, s.83.
[110] Fığlalı, Ethem Ruhi, “İslam
Mezhepleri Tarihi Araştırmalarında Karşılaşılan Bazı Problemler”, Uluslararası
Birinci İslam Araştırmaları Sempozyumu, Dokuz Eylül Üniversitesi Yayınları,
İzmir, 1985, s.376.
[111] Kutluay, “İslam ve Yahudi
Mezhepleri ”, s.52-53.
[112] Korkmaz, Tarihin Tahrifi-
İbn Sebe Meselesi, s. 49.
[113] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s.53,54.
[114] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 55-57.
[115] Korkmaz, Tarihin Tahrifi-
İbn Sebe Meselesi, s. 55.
[116] A.g.e., s. 59-60.
[117] Korkmaz, Tarihin Tahrifi-
İbn Sebe Meselesi, s.60.
[118] A.g.e., 61.
[119] Kutluay, “Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri”, s.62.
[120] Korkmaz, Sıddık, “Tarihin
Tahrifi-İbn SebeMeselesi”,s. 50.
[121] Bağdadi, Mezhepler
Arasındaki Farklar, Ter: Ethem Ruhi Fığlalı, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara
1991, s.177-178.
[122] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 59-63
[123] A.g.e., s. 63.
[124] Korkmaz, Tarihin Tahrifi-
İbn Sebe Meselesi, s. 58-59.
[125] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 64-66.
[126] Fığlalı, Ethem Ruhi,
“Hariciliğin Doğuşu ve Fırkalara Ayrılışı”, AÜİFD, C. S. s. 246.
[127] Kutluay,
Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 69-72.
[128] Kutluay, Yaşar, İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.12.
[129] Kutluay, İslam ve Yahudi
Mezhepleri, s.19.
[130] Kutluay, İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.12-13.
[131] Ebu’l Hasan el-Eşari, Makalatu’lİslamiyyin,
İstanbul 1929, s.2-3.
[132] Bağdadi, El-Fark Beyne-l
Fırak, s.156, 198 vd.
[133] Kutluay, İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.13.
[134] Kutluay, İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.77.
[135] A.g.e., s. 13.
[136] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 66.
[137] Kutluay, İslam ve Yahudi
Mezhepleri, s. 114.
[138] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 105.
[139] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s.106,107.
[140] Geniş bilgi için bak. Onat,
Hasan, “Şiiliğin Doğuşu Meselesi”, s.84-87.
[141] Onat, Hasan, “Şiiliğin
Doğuşu Meselesi”, s.92-94, Sofuoğlu, Cemal, “Gadir-i Hum Meselesi”, s.462-466.
[142] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s.108.
[143]
Daha geniş bilgi için bak. Onat, Hasan, Emeviler Devri Şii Hareketleri,
s. 43-61., Korkmaz, Tarihin Tahrifi- İbn Sebe Meselesi,s.71-72.
[144]Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s.108-109.
[145] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s.111.
[146] Onat, Emeviler Devri Şii
Hareketleri, s.142.
[147] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s.110-111.
[148] Onat, Emeviler Devri Şii
Hareketleri, s. 112-114, Korkmaz, Tarihin Tahrifi- İbn Sebe Meselesi,
s.73-74.
[149] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 111.
[150] Taberi, Tarih,
s.2942-44.
[151] Kutluay, İslam ve Yahudi
Mezhepleri, s. 71.
[152] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 42-43,50-59.
[153] Fığlalı, E.Ruhi, Çağımızda
İtikadi İslam Mezhepleri, Selçuk Yay., Ankara 1991, s.291.
[154] Onat, Hasan, Şiiliğin Doğuşu Meselesi, s.97.
[155] Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri,
s.299.
[156] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s.119-130.
[157] A.g.e., s.127-136.
[158] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 87-89.
[159] A.g.e., s.60-66.
[160] Korkmaz, Tarihin Tahrifi-
İbn Sebe Meselesi, s.173-174.
[161] Aynı yer.
[162] Kutlu, İslam Düşünce
Ekollerinin Çıkış Sebepleri, s. 52-53.
[163] Fığlalı, “Hariciliğin Doğuşu
ve Fırkalar”, s. 247-248.
[164] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s.91-100.
[165] Ebu’l Hasan el-Eşari, Makalatu’lİslamiyyin,
s. 88-90.
[166] Eş- Şehristani, Muhammed
Abdülkerim, el-Milel ve-Nihal, Ter. Mustafa Öz, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2005,
s.131-134.
[167] Kutluay, İslam ve Yahudi
Mezhepleri, s.98.
[168] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s.93.
[169] A.g.e., s.96.
[170] Kutluay, İslam ve Yahudi
Mezhepleri s. 98-106.
[171] Kutlu, İslam Düşünce
Ekollerinin Çıkış Sebepleri, s. 70.
[172] Kutluay, Yaşar, İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 109-111.
[173] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 74.
[174] Akoğlu, Muharrem, Mihne
Sürecinde Mutezile, İz yayıncılık, İstanbul, 2006, s. 34.
[175] Akoğlu, Mihne Sürecinde
Mutezile, s.36-37.
[176] Kutluay, İslam ve Yahudi
Mezhepleri s.21.
[177] A.g.e., s.162.
[178] Kutluay, “İbadilere Ait Bazı
Metinler”, A.Ü.İ.F.D., c.? Sayı.? s.141.
[179] Kutluay, İslam ve Yahudi
Mezhepleri s.162.
[184] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 82.
[185] Kutluay, İslam ve Yahudi
Mezhepleri, s.162.
[186] Kutlu, Sönmez, “İslam
Düşünce Ekollerinin Çıkış Sebepleri” , İslam Düşünce Ekolleri Tarihi,
İlitam, s.63
[187] Akoğlu, Mihne Sürecinde
Mutezile, s.33.
[188] Kutlu, “İslam Düşünce
Ekollerinin Çıkış Sebepleri” s.64.
[189] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s.83-84.
[190] Yavuz, Yusuf Şevki,
“Müşebbihe”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.22, İstanbul 2006,
s.157-158.
[191] Üzüm, İlyas, “Mücessime”,
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.31, İstanbul 2006, s. 449-450
99 Aynı
yer.
[193] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s.138.
[194] A.g.e.,s.138-141.
[195] Kutlu, “İslam Düşünce
Ekollerinin Çıkış Sebepleri” s.245-246.
[196] Kutlu,
“İslam Düşünce Ekollerinin Çıkış Sebepleri” s.249.
[197] Kutluay,
Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 145-146.
[198]A.g.e.,, s.146.
[199] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 146-147.
[200] A.g.e., s.148.
[201] Kutlu, “İslam Düşünce
Ekollerinin Çıkış Sebepleri” s. 145.
[202] A.g.e., s.146
[203] Kutluay, İslam ve Yahudi
Mezhepleri, s.20-21.
[204] A.g.e., s. 163-164.
[205] Küçük, Abdurrahman-Tümer,
Günay, Dinler Tarihi, Ocak Yay., Ankara 1988, s.110.
[206] Adam, Baki, Dinler
Tarihi, Anadolu Üni. Açıköğretim Fakültesi Yay., Eskişehir 1999, s.35.
[207] Kutluay, İslam ve Yahudi
Mezhepleri s. 165-171.
[208] A.g.e., s.171-172.
[209] Kutluay, İslam ve Yahudi
Mezhepleri s. 181.
[210] A.g.e., s.183.
[211] A.g.e., s. 185.
[212] A.g.e., s. 190-196.
[213] A.g.e., s. 212.
[214] A.g.e. s. 196-197.
[215] A.g.e., s.198- 199.
[216] Bak. Kutluay, “İslam ve
Yahudi Mezhepleri” s.201.
[217] A.g.e., s.201-211.
[218] A.g.e., s.212.
[219] Kutluay, İslam ve Yahudi
Mezhepleri s.213.
[220] A.g.e., s. 230-232, 228.
[221] A.g.e., s.234.
[232] Daha
geniş bilgi için bak. Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri, s. 272-282.
[235] Kutluay, İslam ve Yahudi
Mezhepleri, s.20, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.12-13.
[236] Aynı yerler.
[237] Kutluay, İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 82-84.
[238] Kutluay, İslam ve Yahudi
Mezhepleri, s. 286.
[239] A.g.e., s.289.
[240] Kutluay, İslam ve Yahudi
Mezhepleri, s. 286-288.
[241] A.g.e., s. 290-292.
[242] A.g. e., s. 293.
[243] A.g.e., s.293-294.
[244] Kutluay, Yaşar, “Mezhepler
Tarihi Yönünden Said Nursi ve Nurculuk”, İslami Tetkikler Enstitüsü
Dergisi, C.III, Sayı. 3-4.
[245] Kutluay, “Mezhepler Tarihi
Yönünden Said Nursi ve Nurculuk”
[246] Kutluay,
İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 13.
[247] Kutluay, İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.110.
[248] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s.146.
[249] Kutluay, İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 35.
[250] A.g.e., s. 77-78.
[251] Kutluay, “İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu”, s. 46.
[252] A.g.e., s.52.
[253] Kutluay, İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 95-112.
[254] A.g.e., s.119-120.
[255] Kutluay, İslamiyette
İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 27-28.
[256] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 147.
[257] Daha
geniş bilgi için bak. Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu,
s. 53-55, 73. Kutluay,
[261] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 67.
[262] A.g.e., s. 154-157.
[263] Kutluay,
Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 157-158.
[264] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 157-158.
[265] Bak. Kutluay, M. Kamil, Siyonizm
ve Türkiye, kitabının başlangıç bölümü.
[266] Kutluay, Tarihte ve
Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 67.
[267] Kutluay, Yaşar, 1969’da
Tercüman gazetesinde çıkan yazı dizisinden alınmıştır.
[268] Aynı yer.
[269] Kutluay, “Yahudi
Milliyetçiliğinden Alacağımız Dersler”, Türk Yurdu Dergisi, C. 7, sayı, 1-2,
Ankara, 1968, s. 343-344.
[270] Kutluay, “Türkiye’de Din
Eğitimi” Devlet Mecmuası, 7 Nisan 1969, Ankara, s.8. , “Okullarda Din Eğitimi
ve İmam Hatip Okulları”, 21 Nisan 1969, s.8.
[271] Bak.
Kutluay, M. Kamil, Siyonizm ve Türkiye, kitabının başlangıç bölümü.
[272] Kutluay, Yaşar, “Eski
Tehlikenin Yeni Yüzü”, Diyanet Dergisi, c. IV, sayı 7-8, Ankara, 1965, s. 106.
[273] A.g.m. s. 110.
[274] Kutluay,
Yaşar, “Kur’an’a Göre İman Esasları Adlı Eser Hakkında”, Diyanet İşleri
Başkanlığı Dergisi 1961, Ankara 1962, s. 251-254. (Tanıtma)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar