Print Friendly and PDF

YAŞAR KUTLUAY’IN MEZHEPLER TARİHÇİLİĞİ

Bunlarada Bakarsınız




Hazırlayan: Ümmügülsüm ŞENTÜRK

Mezhep, dini farklı anlama ve yaşama biçimleri olarak tanımlanabilir. Sosyolojik bir gerçek olan bu farklılaşma her dinin tarihinde görülmüş ve görülmeye de devam etmektedir. İslam Tarihi’ne baktığımız zaman ise Müslümanlar arasındaki ilk siyasi ayrılıklar Hz. Osman’ın öldürülmesiyle zuhur etmeye başlamıştır.

Hz. Muhammed zamanında, sahabenin aklına takılan sorular bizzat vahiy veya Peygamberimizin içtihadıyla çözülüyordu. İlk iki halife döneminde ve üçüncü halifenin ilk altı yılında herhangi bir ciddi zümreleşme faaliyetleri görülmemişti. Ancak Hz. Osman’ın hilafetinin ikinci altı yılında dini, siyasi, içtimai ve ekonomik bazı sebeplerden dolayı Halife’ye eleştiriler başlamıştı. Ayrıca Halife yavaş yavaş kendisine destek olanların da güvenini kaybetmişti. Oldukça yaşlanan Hz. Osman, kaybettiği güveni tekrar kazanamadığı gibi halkın şikâyetlerini dindirmeyi de başaramamış ve sonunda isyancılar tarafında hunharca öldürülmüştü. O’nun bu şekilde öldürülmesinin yankıları İslam cemaatinde oldukça büyük olmuştur. Bu olayın ardından ilk defa Müslümanlar birbirine kılıç çekmiş ve binlerce insan ölmüştür. Bu savaşların ardından Haricilik doğmuştur. Emevi-Haşimi çekişmesi sonucunda ise Şiilik zuhur etmiştir. Sonrasında da siyasi ve dini nitelikli diğer mezhepler ortaya çıkmıştır.

Ülkemizde İslam Mezhepler Tarihi alanında ciddi çalışmalar özellikle Yusuf Ziya Yörükan ve O’nun öğrencisi Yaşar Kutluay’la başlamıştır. Kutluay, kısa yaşamına çok değerli eserleri sığdırmayı başarmış önemli bir şahsiyettir. Kutluay’ın bu alanda ilk çalışması Islamiyette Itikadi Mezheplerin Doğuşu adlı eseridir. Bu çalışmadan sonra mezheplerin tarihiyle birlikte günümüzdeki durumunu da inceleyen Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri adında bir kitap yazmıştır. Ardından da alanında ilk olan bir çalışmaya imzasını atmış ve İslam Mezhepleri ile Yahudi Mezheplerini tanıttıktan sonra iki dinin mezheplerini karşılaştırmaya tabi tutmuştur.

YAŞAR KUTLUAY’IN HAYATI, KİŞİLİĞİ VE ESERLERİ

Çağıran seslere der: size ev, konak, saray
Denizkızlarının koynunda yatar Yaşar Kutluay

Arif Nihat ASYA

YAŞAR KUTLUAY’IN HAYATI

Yaşar Kutluay, 1931’de Silifke’de doğdu. En az üç yüz yıldan beri orada yaşamış, tanınan Türkmen kökenli bir ailenin evladı idi.[1] Dört çocuklu olan bu ailenin en büyük çocuğuydu.

Babası Fahri Bey Mersin’de gazetecilik işiyle meşgulken, eşinin hastalığından dolayı 1946’da Ankara’ya göçlerinin ardından, devlet memurluğuna geçti ve Ziraat Bakanlığı’nda çalışmaya başladı.

Yaşar Kutluay, ilk ve ortaokulu Silifke ile İçel’de tamamlamış, liseyi ise Ankara Atatürk Lisesi’nde okumuştur. Her zaman ilme meraklı olan Kutluay, lise eğitimi bittikten sonra, annesinin doktor olması yönündeki yoğun isteğine karşı, ilahiyat okumayı tercih etmiş, 1949 yılında Ankara’da yeni açılmış olan İlahiyat Fakültesi’nin ilk öğrencilerinden olmuştur.

Memur çocuğu olan Kutluay, kıt kanaat geçinen bir ailede büyür. Ama ailede sevgi ve saygı her zaman varlığını korumuştur. Baba hafız, anne ise dönemin meşhur sülalelerinden olan Müftüler Sülalesi’nden geliyordu. İslam dininin sade bir şekilde yaşandığı; namaz kılınan, oruç tutulan, Kuran okunan bir ailedir Kutluay ailesi.

Yaşar Kutluay, her zaman yabancı dil öğrenmeye meraklı bir insan olmuştur. Bu ilgi ve merakından dolayı, üniversitedeyken, sabahları bir hocadan Arapça dersi, akşamları İngiliz Kültür Heyeti’nden İngilizce dersi, başka bir yerden Farsça dersi almış ve bu dilleri kısa zamanda öğrenmiştir. İsrail’de kaldığı sürede, dil okullarında İbraniceyi de öğrenmiştir. Daha sonraki yaşamında, Aramice, Süryanice, İtalyanca ve Almanca dillerini de tam konuşamasa da anlama seviyesine erişmiştir.

1949’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne başlayan Yaşar Kutluay, 1953’te eğitimini bitirmiş ve bu okuldan mezun olmuştur. Fakültede akademik hayata devam etmeyi hedeflemiş, ancak ilk sene bu gerçekleşemediği için, Ankara’da imam hatip lisesinde 10 ay görev yapmıştır. 1953-1954 öğretim yılı sonunda öğretmenliği bırakmış ve 07.09.1954’te Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde asistan olarak göreve başlamıştır. Yeni görevine başlamasının üzerinden iki ay geçtikten sonra askere gitmiş ve 30.04.1956’ta terhis olup görevinin başına tekrar dönmüştür. Asistan Yaşar Kutluay, 24 Ekim 1958’de, İslamiyet’te Itikadi Mezheplerin Doğuşu adlı doktora teziyle, jüri huzurunda imtihana girmiş ve doktora ünvanını “iyi” dereceyle kazanmıştır.

07.02.1959 tarihinde, Türk-Irak Kültür Antlaşması esasları dâhilinde, Arap Dili ve Edebiyatı üzerinde, bilgi, görgü ve ihtisasını artırmak üzere bir yıl süreyle Bağdat’a gönderilmiştir. Ancak, 01.06.1959’da yaz tatilinden istifade ederek yurda dönmüş ve tekrar Bağdat’a gitmek istememiş ve gitmemiştir. O’nun Bağdat’a tekrar gitmek istememesinin nedenini Süleyman Hayri Bolay bize şöyle anlatmaktadır:

1958-1959 yıllarında, dönemin başbakanı Adnan Menderes, Irak’ta Musul Bölgesi’nde, Kerkük’ü de içine alan, tampon bir Türk Devleti kurmak istiyordu. Bunu da Irak Hükümeti’ne darbe yaptırarak elde etmeyi hedefliyordu. O dönemde, Irak ordusu içinde albay olan Nazmi Tabakçalı’yı bu iş için ayarlamıştı. Türk asıllı olan Albay’ın emrinde 7-8000 kişi vardı. Albay, emrindeki askerlerle isyan edecek, hükümeti devirecek ve devlet kurulacaktı. İşler planlandığı gibi yürüdü. Ancak Albay’ın bir hatası, işin sonuçlanamamasına neden olmuştu. Olayın ardından, Irak Hükümeti, Albay’ı ve emrindeki bütün askerleri öldürdü.

Yukarıda anlattığımız olaylar olurken Yaşar Kutluay Bağdat’taydı. Bu arada Türk hükümeti, Nazmi Tabakçalı’nın emrindeki askerlerin ne kadarının öldürüldüğünü öğrenmek istiyordu. Ancak güvenilir bir kaynak bulamamışlardı. Bağdat’taki Türk Büyükelçi, milliyetçi yönü ağır basan Yaşar Bey’in bu iş için uygun olacağı kanaatine varır ve O’nu yanına çağırır. Durumu anlatıp, gerekli bilgileri öğrenmesini ister.

Yaşar Kutluay, Bağdat’ın merkezinde bir pansiyonda kalıyordu. Pansiyonun altı ise ünlü bir kulüptür. Bu kulübe bakanlar, milletvekilleri, üst düzey askeri yöneticiler gelip giderler. Arada Yaşar Bey bu kulübe inip gelenlerle konuşur ve buradan ahbap edinir. Bazen onlardan bilgi alırdı. Bir akşam Yaşar Bey’in de içinde bulunduğu bir sohbet ortamında Iraklı bir albay, batılı bir büyükelçinin sorusu üzerine Nazmi Tabakçalı’nın olayında 6-7000 kişinin öldürüldüğünü söyler. Bu bilgi Yaşar Bey’in tam öğrenmek istediği şeydi. Bunun üzerine ertesi gün hemen büyükelçinin yanına gider ve bilgiyi verir. Büyükelçi de Türk hükümetine bildirir.

Daha sonra Veziriye denilen yerde sefaretten Edebiyat Fakültesi’ne giderken polisler tarafından Yaşar Bey yakalanır. Polisler casusluk suçlamasında bulunurlar. Bu suçlamayı Yaşar Bey ne kadar inkâr etse de polisler onu götürmeye çalışırlar. Yaşar Kutluay, büyükelçilikten birisi gelmedikçe gitmeyeceğini söyler. Bir süre sonra büyükelçilikten bir görevli gelir ve onu kurtarır. Sınır dışı edilmez; ancak yanına bir polis takılır.

Yaşar Kutluay daha sonra sefarete gidip kendisini deşifre eden casusu aramaya başlar. Araştırmalar sonucun da casusun büyükelçinin Ermeni asıllı sekreteri olduğunu öğrenir. Bunun üzerine yaz tatili münasebetiyle geldiği Türkiye’den Bağdat’a geri dönmez.”

Yaşar Kutluay’ın fakülteden arkadaşı olan Necati Öner’in eşi Sabahat Hanım ile iş arkadaşı olan Suzan Hanım çok iyi iki arkadaştır. Necati Beylerin bir kızı olduğu zaman, bu aileye geçmiş olsuna giden Suzan Hanım’ı, aynı zamanda orada olan Yaşar Bey görür ve beğenir. Yaşar Bey’in samimi teklifi Suzan Hanım’a iletilir ve Suzan Hanım’ın teklifi kabul etmesiyle bir süre görüşmenin ardından 1959’da evlenirler. Bu evlilikten iki erkek çocukları olur. Bunlar 1961 doğumlu Sina ve 1965 doğumlu Lütfi’dir.

31 Ocak 1961’de Rektör Suut Kemal Yetkin tarafından, Yaşar Kutluay ve Hüseyin Atay’a Kuran tercümesi çalışmaları için 6 ay izin verilmiştir. Hüseyin Atay böyle bir çalışma yapmaya nasıl karar verildiğini bize şöyle anlatmıştır:

“1960 ihtilalinden sonra Diyanet İşleri Başkanlığına Ömer Nasuhi Bilmen getirildi. Süleymaniye Camii’nin imamının oğlu Adnan Ezgi de yardımcılığına seçildi. Tarihçi olan Adnan Ezgi bu görevden çok memnun olmadı. Çünkü din kültürü geçmişi yoktu. Aynı tarihte, Ankara Üniversitesi Rektörü olan Suut Kemal Yetkin, Adnan Ezgi’ye fakülte hocalarının yardım ve desteğini kendisinden esirgemeyeceğini söyleyerek rahatlatmaya çalıştı. Bu yardım için görevlendirilen hocalar ise Yaşar Kutluay ve Hüseyin Atay olmuştu.

Yaşar Kutluay ve Hüseyin Atay, genç, dinamik ve yeni bir şeyler yapma azmi içinde olan iki hocaydı. Yapmak istedikleri yeniliklerin ilki, Diyanet İşleri Başkanlığını ıslah etmekti. Bu amaç dâhilinde pek bir şey yapamadılar. Ancak içinde yeni çalışmalar yapma arzusu olan Hüseyin Atay, Fransız bir yazar tarafından hazırlanan konularına göre Kuran eserini tercüme etmeyi teklif etti. Daha sonra, Fransızcadan Arapçaya tercüme edilen eseri inceleyen Hüseyin Bey, bu eserin tercümesinin çok fazla bir şey ifade etmeyeceğine karar verdi. Ardından Kuran-ı Kerim’i tercüme etme fikrini ortaya attı.

O zaman ki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın İstişare Heyeti bu faaliyete zaten başlamıştı. Heyet, Hüseyin Atay’a “bizim çalışmalarımıza bakın; beğenirseniz devam edelim. Yoksa yeniden başlayalım” teklifinde bulunur. Bunun üzerine çalışmayı inceleyen Hüseyin Atay, beğenmez ve yeniden başlarlar. Yaşar Kutluay’la beraber 1960’da Kuran tercümesi yapılır. Yapılan tercüme Yaşar Kutluay tarafından okunur ve Hüseyin Atay ile istişare heyetinden 3 kişi tarafından kontrol edilir. Gereken düzeltmeler yapılır. Sonunda, 1961’de üç cilt halinde basılır.

Tercümenin bittiği dönemde Adnan Ezgi milletvekili olur ve Diyanet’ten sorumlu vekil tayin edilir. Kuran tercümesini Arapçasız basmayı teklif eder; fakat Hüseyin Atay bunu kabul etmez. Topkapı’da bulunan el yazma Kuran’dan fotoğraflar çekilip yapılan tercümeyle birlikte basılır.

Kuran tercümesinin ilk baskısı yapıldığı zaman bazı dergilerde, tercümeye eleştiriler olsa da eser, Kuran üzerine yapılmış çalışmaların içinde, önemli bir yere sahip olma hüviyetini hala kaybetmemiştir.”

Kuran Tercümesi’nin basımı daha sonra bir süre durdurulur. Yaşar Kutluay’ın bunun nedeni hakkındaki düşüncesini eşi şöyle anlatır: “Meal en temiz Türkçeyle yazılmıştır. Bu meali okuyan köydeki imamın hurafesini bitirecek. Bu da bazı kesimlerin hoşuna gitmeyecek.” Bu tercüme daha sonra 1990 yılına kadar müteaddit defalar basılmıştır.

Dr. Yaşar Kutluay, İsrail Sefareti ile yapılan temaslar sonucu, İsrail Hükümeti’nin vermiş olduğu burstan faydalanarak, bilgi, görgü ve ihtisasını artırmak, İbranice dilini öğrenmek maksadıyla, 11 Ocak 1962’den 31 Aralık 1963 tarihine kadar, İsrail’de, Kudüs İbrani Üniversitesi’nde çalışmalarda bulunmaya gitmiştir. Daha sonra da, kalma süresini bir yıl daha uzatmıştır. Yani toplam iki yıl burada kalmış ve İbrani dilini öğrenip, Yahudilik üzerine araştırmalar yapmıştır. Bu çalışmaların sonucu olarak, Türkiye’ye gelince, İslam ve Yahudi Mezhepleri adında bir eser de yazmıştır. Eser hakkında geniş bilgi ise, ileri de verilecektir.

Dr. Yaşar Kutluay, doçentlik tezi olarak İslam Mezhepleri ile Yahudi Mezhepleri ve Mukayeseleri adlı çalışmayı hazırlamıştır. Deneme dersi olarak ise “Mezhepler Tarihi yönünden Nurculuk Hareketi” konusu verilmiştir. 20 Kasım 1964’deki deneme dersi imtihanını kazanmış ve 23 Kasım 1964’te doçentlik unvanını almıştır.

İhtiyaç hâsıl olması üzerine, 21 Ekim 1964’te Konya Yüksek İslam Enstitüsü’ne, haftada bir gün giderek, burada İslam Dini ve Mezhepleri Tarihi dersi vermiştir.

Doç. Dr. Yaşar Kutluay, bilimsel inceleme ve araştırmalarda bulunmak üzere, 8 Aralık 1966’da, bir yıl süreyle İngiltere’ye gitmiştir. İngiltere’de kaldığı müddetçe boş durmamış ve farklı ağızlardan öğrendiğimiz kadarıyla, burada yaşayan Türklerin milli bilincini uyandırmak adına konferanslar vermiştir. Eşi Suzan Hanım bize, İngiltere’de yaptıklarını şöyle aktarmıştır:

“Londra’da kaldığı müddetçe, orada, Türkiye’den gelip okuyan öğrencilerle her hafta bir araya gelir ve onların sorunlarını dinlerdi. Onlara elinden geldiğince yardım etmeye çalışırdı. Londra’da yaşayan Kıbrıslı Türklerin halini hiç beğenmezdi. Kendilerini ikinci sınıf İngiliz vatandaşı olarak gördüklerini, Türkçeyi doğru konuşamadıklarını, adet, gelenek ve göreneklerini unutmuş durumda olduklarını söylerdi. Ben Fizik öğretmeni olduğum halde, bana bu Kıbrıslı Türklere Türkçeyi öğretmemi istemişti; ama ben alanım olmadığı için yapamam kaygısıyla kabul etmemiştim. Bu arada Yaşar Bey hiç boş durmuyordu. Türklerin milli bilincini uyandıracak faaliyetlerde bulunuyordu.

Londra’dayken British Museum’dan Theodor Herzl’in Hatıratı’nı ödünç alıp okudu. Almancaydı. Çok ilginç bir kitap diyerek okuyup, gerekli notları aldı ve Türkiye’ye gelince Hatırat’ın Türkiye ile ilgili olan bölümünü Türkçeye çevirip Siyonizm ve Türkiye adıyla bastırdı.”

Siyonizm ve Türkiye adlı bu kitap yazılırken çok ilginç bir olay yaşanmıştır. Bu olayla ilgili kardeşi Kamil Kutluay bize şunları anlattı:

“Kitabın müsveddelerini ben daktilo ediyordum. Bu çalışmayı da pek bilen yoktu. Ancak nasıl olduysa yapılan bu çalışmadan İsrail Büyükelçiliği de haberdar olmuş. Ağabeyimi yemeğe davet etmişler. Yemekten sonraki sohbette büyükelçi, Yaşar Ağabeyime şimdilerde bir çalışma yapıp yapmadığını sormuş. Ağabeyim büyükelçinin neyi sormak istediğini hemen anlamış ve yaptığı çalışmayı söylemiş. Elçi, kitaptan ne kadar bastıracağını sormuş. Ağabeyim “5000 tane” cevabını vermiş. Bunun üzerine büyükelçi, “kitapları hepsini biz alsak olur mu”, sorusunu sormuş. Ağabeyim “tabii alabilirsiniz; ama ben yine bastırırım” demiş. Büyükelçi, “onu da biz alalım” demiş. Ağabeyim de, “o zaman biz de yine bastırırız” demiş. Büyükelçi, “kitaptan ne kadar bastıracaksınız” sorusuna, “kâğıt olduğu ve baskı yapıldığı müddetçe bastırırız” cevabını alınca Büyükelçi lafı daha fazla uzatmamış. Ancak, “bu kitabı bastırmasanız iyi olur” uyarısında bulunmuş. Bütün bu olanlara rağmen yine de kitap baskıya verilmişti.”

Yaşar Kutluay’ın Londra’da iken oradaki Türkleri bilinçlendirmek için çalışmalar yapıp, konferanslar verdiğini, Süleyman Hayri Bolay ve Yaşar Bey’in kardeşi Kamil Kutluay da doğrulamaktadır.

Hayatını çok dolu dolu yaşayan Yaşar Kutluay, 1969’da profesör olma gayreti içine girmiştir. Aynı sene kitap yazımıyla da uğraşmaktadır. Bu yoğunluk içinde dinlenmek için Ramazan Bayramı’nda, memleketi Silifke’ye gitmiştir. 12 Aralık sabahı Silife’nin Taşucu mevkiinden bir balıkçı motoru ile arkadaşı Av. Erhan Löker, Mersinli işadamı Mustafa Denizdelen ve motorun sahibi İsmet Şahin ile oğlu Selami ve Hamdi Gençler eşliğinde altı kişi denize açılmışlardır. Saat 15 sularında kısa süren fırtınanın ardından deniz sakinleşmiş ama onlar dönmemiştir. Gece de dönmeyince, ertesi gün Yaşar Kutluay’ın eşi, durumu ailesine ve ailesi de yetkililere haber vermiştir. Günlerce, haftalarca sahiller aranmıştır. Denizin dibini Mersin’den gelen donanmaya ait gemiler incelemiş, motorlar ile koylarda ağlarla tarama yapılmış, uçaklar Kıbrıs’a kadar denizi aramış, ancak hiçbir şey bulunamamıştır. Ne denizde motorun battığını gösteren bir yağ sızıntısı, ne de sahilde, batan tekneden kıyıya vuran gemi kalıntısı buluntu.

İmdat Motoru’nun akıbeti hakkında, Lefkoşa Büyükelçiliği, Kıbrıs Rum motorları ve İngiliz Egemen üstlerine mensup arama ve kurtarma ekiplerinin araştırmaları neticesinde, motorun Kıbrıs sahillerine sığındığına dair bir bilgi elde edilememiştir. Motorun Yunan adalarına sürüklenebileceği ihtimali Atina Büyükelçiliğine intikal ettirilmiş ancak cevap alınamamıştır.

17 Ocak 1970’de motorun sahibi İsmet Şahin’in cesedi Taşucu Bucağı’nın Tahta Liman mevkiinde, Güvercinlik Adası karşısında bulunmuştur. Ancak Yaşar Kutluay hakkında bir bilgiye ulaşılamamıştır.[2] Fırtınadan altı ay sonra Haziran 1970’de, Liman Kalesi koyunda karaya 60 metre mesafede denize açıldıkları tekne bulunmuştur. Ama yapılan incelemede teknedeki bulgular, batışın çok yeni olduğunu göstermiştir.[3]

Aradan geçen bunca yıla rağmen, ailesinin ve yakın dostlarının içinde az da olsa bir ümit beslemesi, O’na olan sevginin ve O’na duyulan ihtiyacın bir göstergesidir.

YAŞAR KUTLUAY’IN KİŞİLİĞİ

Yaşar Kutluay’ın kişiliğiyle ilgili ayrı bir başlık yapmamızın amacı, hayatıyla ilgili konuştuğumuz herkesin, O’nun kişiliğiyle ilgili çok şey anlatmalarıdır. Ayrıca O’nun kişiliğiyle ilgili bize ipucu veren bazı olaylarda bu başlık altında incelenecektir.

İlk olarak, onu tanıyan herkesin ortak görüşü, O’nun çok cesur ve fikirlerini söylemekten hiçbir zaman ve mekânda çekinmediğidir. Bununla ilgili olarak kardeşi Kamil Kutluay, bize bir yazısında şu olayı anlatmaktadır:

“Darbenin olduğu 1963 senesinde, Isparta’nın Karakurt Nahiyesi’nde köylülerin, öğrencilere top oynattığı için linç ettiği öğretmenin haberi kamuoyunda çalkalanmaktadır. O dönemde halkı aydınlatan tek yayın aracı radyo idi. Radyoda yapılan bir açık oturumda köylülere ne yapılması gerektiği tartışılıyordu. Bir kişi, köylülerin mecburi iskâna tabi tutulacağını söylüyor, başka biri civardaki bir barajın kapaklarının açılarak köyün sular altında kalmasını teklif ediyordu. Başka tekliflerde getiren konuşmacıların tamamı İslam Dini’ni suçluyordu. İşte o sırada söz alan bir ilahiyatçı konuşmaya başladı. Şunları söyledi: “Hepinizi çok üzgün görüyor ve şaşırıyorum. Bense sevinçliyim; çünkü böyle bir vahşet ülkemizin kırk binden fazla köyünden sadece birinde olmuştur. Oysa son otuz yıldır uygulanan din politikaları sebebiyle köylerimizin tamamında olmasından korkulurdu. Sadece bir köyde olmasının sebebi; İslam Dini’nin ulviliği, yüceliği ve Türk Milletinin bilgeliği, irfanıdır. Atatürk siyasete alet edilmiş, müesseseleri çarpıtılmış, İsrailiyata bürünmüş, dünyevi menfaatlere feda edilmiş, hurafelere boğulmuş bir dini hayat yaşayan, okumuşları yıllar süren savaşlarda şehit olmuş, çoğunluğu cahil Osmanlı toplumundan, bir Türk milleti oluşturmak için radikal inkılâplar yapıp geçti. Arkadan gelen takipçiler, yapılanları tamamen yanlış anlayarak dini yasakladılar, namaz kılanları takibe aldırıp dini eğitimi men ettiler. İnsanlar yeraltında, dini bilmeyen sözde hocalardan yalan yanlış şeyler öğrendiler ve toplumun dini hayatı adeta Osmanlı’nın bile gerisine düştü. Çare, eğitimin Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na uygun biçimde yapılması ve insanlara bu eğitimde dinlerinin de öğretilmesidir.” Bu sözler etkili oldu, vaveyla sona erdi ve köylülere zulüm yapılmaktan vazgeçildi. Bu ilahiyatçı Yaşar Kutluay idi.”[4]

1968’de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde hoş olmayan bazı olaylar cerayan etmekteydi. Ankara Üniversitesi Senatosuna mensup bazı profesörler, adeta İlahiyat Fakültesi’nin ölüm fermanını yayınlamışlar ve bu yayınlarını da mesnetsiz sebeplere dayamışlardı. Dönemin rektörü Suut Kemal Yetkin İlahiyatçı profesörlerin sessiz kalmasını söylemekle birlikte kendisi de durumu düzeltme çabası içinde değildi. Bu ölüm fermanı niteliğini taşıyan raporda İlahiyat Fakültesi’nin başka bir fakülteye bağlanması ya da kapatılması teklif ediliyordu.[5] İşte böyle bir havanın estiği 1968 yılında bir fakülte kurulunda yaşanan ve Yaşar Kutluay’ın cesaretini, hiçbir zaman olaylara sessiz kalmadığını gösteren bir olayı Süleyman Hayri Bolay, bize şu şekilde anlatmıştır:

“1968’de bir gün, fakülte kurulunda, Yaşar Bey Ankara Üniversitesi’nin rektörü ve aynı zamanda önemli bir konuma sahip olup arası siyasetle iyi olan Suut Kemal Yetkin’e “Yeter sizden çektiğimiz, çekilin gidin başımızdan, bizi rahat bırakın.” diyerek toplantıdan kovmuştur. Suut Kemal Yetkin hiçbir cevap vermeden orayı terk etmiştir. Ve bu olaydan sonra da sular durulma yoluna girmiştir.” Bolay, O’nun sorunları tartışmaktan ve çözüm üretmekten çekinmeyen kişiliği hakkında şu analizi yapar:

“Becerikli, aklı eren bir insandı. Yaratıcı bir zekâya sahipti. Herkesle anlaşır, her çeşit insanla diyaloga girer, münasebet kurardı. Karşı olanlar bile onu severdi. İnanılmaz bir cesarete sahipti. Çok faaldi. Alışılmışın dışına çıkmayı severdi. Hareket adamıydı. Devlet kademeleriyle münasebeti vardı. Dindarlığı ve milliyetçi yönü kuvvetli olan bir insandı. Yaşasaydı, İlahiyat Fakültesi’nde büyük hamleler yapacağına inandığım birisiydi. Çünkü İslami tefekkürü değiştirmek ve geliştirmek adına kafasında çok projeleri vardı. Her zaman bir şeylerin değişmesi gerektiğini, bir şey yapmadan durmanın doğru olmadığını söylerdi. Eğer Allah ömür verip yaşasaydı, profesör olur olmaz rektör olurdu. Ve bunu da kimse engelleyemezdi. Herkes O’na oy verirdi. O’nun dirayetine, cesaretine, samimiyetine, yaratıcılığına ve hoşgörülülüğüne oy verirdi. Hoşgörülüydü; ama yeri geldiğinde tavrını koyar, gerekeni yapardı.”

Yaşar Kutluay’ı en iyi tanıyan ve O’nun en yakın arkadaşlarından birisi olan Necati Öner’e sorduk. Aradan geçen onca yıl, esrarlı bir şekilde ve zamansız yitirilen arkadaşın hüznünü silmeye yetmediği Necati Bey’in yüzünden anlaşılıyordu. Bize biraz zorlanarak da olsa O’nun kişiliği hakkında yapmış olduğu şu tespitleri söylemiştir:

“Yaşar Bey normalin üstünde bir zekâya sahipti. Hazır cevaptı ve aynı zamanda da espriliydi. Uyumlu bir insandı. Konya’ya birlikte ders vermeye giderdik. Hiçbir anlaşmazlık yaşamadık. O, tam bir aksiyon adamıydı. Durağanlığı sevmez, yenilikler peşinde koşardı. Dile olan yeteneğinden dolayı çok çabuk tercüme yapardı. Çok çabuk yazı çıkarırdı. Dost olarak da mükemmel bir insandı.”

Birlikte Kuran tercümesi yaptığı arkadaşı Hüseyin Atay ise Yaşar Kutluay hakkında bize şunları söyledi:

“Oldukça cesurdu. Fikirlerini her yerde çekinmeden söylerdi. Bir şeyi söyleşiyi oldukça kibardı. Ortak çalışmaya yatkın, uyumlu bir insandı. Olaylara bakış açısı, zihniyeti çok güzeldi. Dönemin olaylarından hiçbir zaman uzak kalmamış, gerektiği yerde gerekeni yapmaktan bir an bile şüphe duymamıştır. Siyasetle de bağlantısı vardı.”

Yaşar Kutluay’ın kişiliğini yazarken, O’nunla on yılını paylaşmış olan, O’na iki çocuk veren, hiçbir zaman yanından ayırmadığı eşi Suzan Kutluay’la konuşmamak büyük bir eksiklik olacaktır. Bu nedenle Suzan Hanım’la da konuyla ilgili konuştuk. O’nu zamansız kaybetmenin acısını hala yaşayan eşi, kişiliğiyle ilgili oldukça önemli analizler yaptı:

“İnanılmaz derecede çok okurdu. Dünyanın her yerinden tanıdıkları, dostları vardı. Amerika, Almanya, Avusturya, Irak, Mısır vs. buradaki dostları sayesinde alanında çıkan kitapları takip eder ve çoğu zaman bu eserler eline de geçerdi. Çok geniş bir muhit sağlamayı başarmıştı. Alanı dışında çizgi roman okumayı severdi. Ayrıca Türk müziğiyle ilgilenir, binlerce güfteyi hikâyesiyle bilirdi. Edebiyatı çok iyiydi. Felsefeyle de yakından ilgilenirdi. Her zaman kaliteli müzik dinlerdi. Okuduğu her şeyden not alma özelliği vardı. Aldığı notlarla kısa zamanda kitap yazardı. Çok velüt bir insandı. Her şeyin tartışılması gerektiğine inanırdı. Dinin tartışılmasının imana zarar vermeyeceğini, her şeyin bilimsel temelde araştırılıp değerlendirilmesi gerektiğini söylerdi. Dernekçi faaliyetleri olmadı; ama çok iyi bir organizatördü. Emekli olunca siyasete atılacağını söylerdi. Yaşar Bey’in birçok projesi vardı. Bu projelerinin çoğunu şimdi hatırlamam mümkün değil. Ama bunlardan biri öğretmenler ve imamlar ile ilgiliydi. Köy öğretmenlerinin bir imamın dini bilgisi derecesinde, dini bilgiye sahip olması gerektiğine inanırdı. Eğitim fakültelerinde bu bilgilerle öğrencilerin donatılması ve ayrıca imamın da bir öğretmenin bilgi ve görüşüne sahip olması gerektiğini söylerdi. İmam, aydın din adamı modelini temsil etmeliydi. Böylelikle, öncelikle köylerde baş gösteren, en başta dinle ilgili olmak üzere hurafelerin önüne geçilmiş olacaktı. Zekâtla ilgili projeleri de vardı.[6] Yaşar Kutluay, gittiği her yerde popülaritesiyle, insan ilişkilerindeki başarısıyla, esprileriyle ilgi çekerdi. Hemen kendine bir çevre elde etmeyi başarırdı. Londra’ya gittiğimizde, orada da çabucak bir çevre edinmiş ve birçok kimse tarafından tanınmıştı. İslam Dini hakkında sorusu olanlar hep onu bulurdu. Çok güzel cevaplar verip, insanları tatmin ettiği için soru soran bir daha gelir ve adını duyan başkaları da onu bulurdu. Londra’da kaldığımız dönemdeki büyükelçinin karısı kanserdi. Kutluay, her gün gidip o kadınla konuşur, ona moral verir ve onu rahatlatmaya çalışırdı. Bu konuşmalar hasta kadın için çok iyi gelmiştir. Sohbeti çok hoştu. Bu yüzden her yerde dinlenirdi. Dinimizi insanlara çok güzel anlatırdı. O, bütün hücreleriyle Allah’a inanırdı. Desinler diye bir şeyler yapmaktan hiç hoşlanmaz ve kendisi de yapmazdı. Takva sahibi bir insandı. Dini, hayatında yaşama şekliyle dikkat çekerdi. Çalışkan, dürüst, sözünün eri ve cömert bir insandı. İyi bir eş ve iyi bir aile babasıydı. İnsanlara ve özellikle ailesine karşı, sevginin ötesinde büyük bir saygısı vardı. Çok beyefendiydi. On yıllık evlilik hayatımızda hiç kavgamız olmadı. Yaşar Bey’i kaybettiğim zaman yaşadığım acı tarif edilemez. Aradan ne kadar uzun yıllar geçse de yokluğunun yeri hiç dolmadı. Ben O’nun ölümünün sadece bizim için değil, Türk toplumu için de büyük bir kayıp olduğuna inanıyorum. Yaşasaydı yapacağı çok şey vardı.”

Etrafı tarafından genelde sevilen ve sayılan bir insan olan Yaşar Bey’i kardeşi Kamil Kutluay, “idealim ve enes-i ruhum” diye nitelendirmektedir. Ayrıca bunlara ek olarak şu değerlendirmeleri yaptı:

“O benim rehberimdi. Her söylediğine kuşku duymadan inanırdım. Bir abiden çok benim için bir babaydı. Dert ortağımdı. Her koşulda beni dinlerdi. Çalışkan, dürüst, faziletli, yardımsever, cesaretli, güler yüzlü, insanları ve vatanını seven bir insandı. Ağabeyimin erken ölümünden dolayı, onun cesareti ve olaylara karşı çekinmez tavırları sayesinde yapacağı şeyler açısından, milletimizin kaybının, ailemizin kaybından daha büyük olduğuna inanıyorum.”

Yaşar Kutluay’la ilgili görüştüğümüz kişilerin, yukarıda da anlatıldığı üzere, ortak görüşleri, O’nun çok cesur, yenilikçi, milliyetçi, insanlarla diyalogu iyi olan ve idealist bir insan olduğudur. Olumsuz olan olaylara karşı sessiz kalmayan ve her zaman yeni bir şeyler yapma çabası içinde olan Kutluay’ın, yaşasaydı, ülkesi için yapacağı daha pek çok ideali vardı. Bu nedenle de erken ölümü ülkesi, Türk milleti ve ilahiyat alanı için büyük kayıp olmuştur.

YAŞAR KUTLUAY’IN YAZILARI

Yaşar Kutluay arkadaşlarının anlattığına göre çok çabuk yazı yazabilen bir insandı. Okuduğu her şeyi çok dikkatli okuyup not alır ve kısa zamanda bir eser meydana getirirdi. Yabancı dile olan yeteneğinden dolayı farklı dillerden, Türkçeye tercümeler de yapmıştır. İşte eşinin “velüt” olarak tanımladığı Kutluay, kısa olan akademik hayatına çok eser sığdırmayı başarmıştır. Tercümelerinin yanında, farklı dergilerde makaleleri ve bir gazetede de tefrika şeklinde yazıları yayınlanmıştır. Bu bölümde, eserleri ve yazıları hakkında tek tek bilgi verilecektir.

ESERLERİ:

1. İslamiyet’te ItikadiMezheplerin Doğuşu: Bu çalışma, Yaşar Kutluay’ın ilk eseridir. 1959’da doktora tezi olarak hazırlamış ve sonra da yayınlamıştır. Başta yer alan önsöz bölümünde yazar, mezhep kavramının tanımını yapmış ve İslam Mezhepleri Tarihi’nin gelişmesini birkaç merhaleye ayırmıştır. Daha sonra aynı bölümde İslam Mezheplerini araştırırken kaynak kullanımının nasıl yapılabileceği hakkında bilgi vermiştir. Yine önsöz bölümünde, İslam’dan önce Arapların ilmi seviyesini anlatmış ve Arapların birçok eski medeniyet merkezlerinin bakiyeleri üzerinde veya yakınında olmalarına, birçok fikir ekollerinin bulunduğu bölgelere komşu bulunmalarına rağmen, teşekkül etmiş bir fikir ananesinden ziyade tecrübe ve görgüye dayanan bazı “kaba” bilgilerden başka bir şeye sahip olmadıklarını belirtmiştir.[7] Bu şekildeki Araplar arasında bir düşünce sistemi geliştirmeyi başarmış olan Hz. Muhammed, arkasında bir Kitap ve Sünnet, etrafında birleşmiş tek vücut bir kitle bırakarak vefat etmiştir diyerek Önsöz’ü bitirmiştir.

Yazar Önsöz’den sonra Birinci Kısma geçmiştir. Bu kısımda öncelikle ilk üç halifeden bahsetmiş, ardından Hz. Osman’a yapılan eleştirilere ile Yahudiyken sonradan Müslüman olan Abdullah b. Sebe’nin siyasi ve teolojik faaliyetlerine yer vermiştir. Daha sonra Hz. Osman’ın katlini ve Hz. Ali’nin hilafetini anlatmıştır.[8] Cemel ve Sıffın savaşlarından da bahseden yazar, Hz. Osman’ı öldüren, Cemel Savaşı’nı tetikleyen ve Sıffin Savaşı’nın kaybedilmesine neden olanların Abdullah b. Sebe taraftarları olan Sebeiyye olduğunu belirmiştir. Son olarak Şiilerin ve Haricilerin teolojik görüşlerini anlatmıştır.[9]

İkinci kısımda yazar, İslam cemiyeti içinde çıkan münakaşa ve fikir ayrılıklarının menşeinin yine bizzat İslam cemiyetinin kendisi olduğunu ispat etmeye çalışmıştır. Bununla ilgili deliller ortaya koymuştur.[10] Ardından Mutezile, Vasıliye, Cebriye ve Mürcie’den kısaca bahsederek ikinci kısmı sonlandırır.[11] İslam cemiyetinin içindeki fikir ayrılıklarının kaynağını anlatan kısa bir sonuç bölümüne yer vererek kitabı bitirmiştir.[12]

2.    Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri: Yaşar Kutluay bu eseri 1965’te yazmıştır. Kitap yedi bölümden oluşmaktadır. Bölümlere geçmeden önce yazar Giriş kısmında mezhep kavramını açıklamıştır. İtikadi ve fıkhi mezheplerin niçin bu isimlerle ayrıldığını ve bu mezheplerin çıkış sebeplerini, fazla ayrıntıya girmeden genel itibariyle anlatmıştır.[13] Kitabın Birinci Bölüm’ünde tarihte mezhep hareketlerinin başlama sebeplerine yer verilmiştir. Yazar bu sebepleri içtimai ve dini sebepler ile siyasi sebepler olmak üzere ikiye ayırmıştır. İçtimai ve dini sebepler içinde Arapların İslam dini öncesi durumunu, ilmi seviyesini, hangi dinlerle temas halinde olduklarını anlatmış ve ardından temas halinde oldukları Yahudilik, Hıristiyanlık ve Mecusilik dinleri hakkında bilgi vermiştir. Bu dinlere mensup insanların Müslüman olmasıyla bazı dini ayrılıkların meydana geldiğini belirmiştir.[14] Ardından siyasi sebeplere geçmiştir. Bu başlık altında halifelerden, Hz. Osman’ın öldürülmesinden ve olaylı ölümün ardından çıkan Hz. Ali zamanındaki olaylardan bahsetmiştir. Bu olayların sonucunda ise Şii ve Harici mezheplerin ortaya çıktığını belirtmiştir. İslam tarihinin ilk yıllarında çıkan kargaşaların müsebbibi olarak Abdullah b. Sebe’yi göstermiştir.[15] Birinci bölümün sonunda, İslam tarihinin ilk yıllarında mezheplerin dini iktidar yolunda istismar ettiklerini, modern çağda ise batılı devletlerin İslam ülkelerindeki mezhep ayrılıklarını kendi menfaatleri için kullandıklarını söylemiştir.[16]

İkinci Bölüm’ü, Müslümanlar arasında meydana gelen savaşların ardından ortaya çıkan itikadi tartışmalar, kader meselesi ve Allah’ın sıfatları konusu ile bu konularda ayrılığa düşen mezheplerin hangileri olduğu konuları oluşturmaktadır.[17] Bu bölümde bahsedilen mezhepler, Cebriye,[18] Mutezile,[19] Mürcie, Müşebbihe ve Mücessime’dir. Ancak yazar, Mürcie, Müşebbihe ve Mücessime’yi müstakil ve sistematik mezhep olmaktan ziyade, genel bir görüşe verilmiş isim olduğunu belirtmiştir.[20]

Üçüncü Bölüm’de Haricilerin nasıl ortaya çıktığından, genel olarak görüşlerinden ve ayrıldığı belli başlı kolları ile bu kolların görüşlerinden bahsetmiştir.[21] Bölümün sonunda da, X. Yüzyılda Fatımiler, İbadiler ve Endülüs Emevi Devleti arasında meydana gelen, mezheplerin dini siyasete nasıl alet ettiğiyle ilgili bir örnek olay anlatmaktadır.[22]

Dördüncü Bölüm’de de Şii kavramının anlamı, bu mezhebin nasıl ortaya çıktığı, görüşleri ve Şii mezheplerin tasnifi yer almaktadır. Şii fırkaları genel itibariyle Gulat (Galiye) ve İmamiye olmak üzere ikiye ayırmıştır. Galiye ve İmamiye sınıfına giren mezhepleri de tek tek ele alıp açıklamıştır.[23] Bölümün sonunda günümüzdeki İsmaili hareketleri anlatmıştır.[24]

Beşinci Bölüm’de, mehdi fikrinden hareketle son yüzyılda ortaya çıkan iki büyük hareketten bahsedilmiştir. Bunlar, görüşlerine kısaca değindiği Bahailik[25] ve Ahmedilik’tir. [26]

Altıncı Bölüm’de Ehli Sünnet ve’l-Cemaat’i kelami ve fıkhi yönden incelemiş[27] ve son bölümde de Türkiye’deki mezhep ve tarikatların durumu üzerinde durmuştur.[28] Bu son bölümün konusu günümüzü ilgilendirmesi hasebiyle daha bir önem teşkil etmektedir. Çünkü burada insanların niçin tarikatlara yöneldiğini de açıklamaya çalışmış ve şeyhlerin yaptıkları yanlışlar üzerinde durmuştur.

Yaşar Kutluay bu eserinde, mezheplerin günümüzde hangi bölgelerde yaşadığını, faaliyetlerini, oluşturdukları cemiyetleri ve ortaya koydukları eserleri hakkında bilgi vermiştir. İslam Mezhepler Tarihi’ni anlama açısından önemli bir eserdir. Ancak klasik tarzda yazıldığı için eleştirilebilecek bazı noktaları vardır. Bu noktalara daha sonra değinilecektir.

3.   İslam ve Yahudi Mezhepleri: 1964’te doçentlik tezi olarak hazırladığı bu çalışmayı daha sonra 1965’te yayınlamıştır. 1962 ve 64 yılları arasında İsrail’de kaldığı dönemde, Kudüs İbrani Üniversitesi’nde Yahudi dini, tefekkürü ve mezhep hareketleri üzerinde yapmış olduğu tetkikler sonucunda bu eseri yazmaya karar verdiğini “önsöz” bölümünde söylemektedir. Ayrıca aynı yerde, kitabı yazma amacının İslam dini ve Yahudi dininin mezhepleri arasında, itikadi yönden, bir mukayese denemesine girişmek olduğunu belirtmiştir.[29]

Kitap toplam üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüme geçmeden önce giriş kısmında konudan bahsettikten sonra, İslamiyet’ten önce Arap Yarımadası’nın ve Arapların durumu hakkında bilgi vermiştir.[30] Ayrıca aynı yerde, Kuran-ı Kerim ve Hz. Muhammed, Kuran-ı Kerim’e yansıyan sorular, ilk halife Ebu Bekr ve Ömer b. Hattab devri ile ilgili yazılara yer verilmiştir.[31]

Birinci Bölüm’de, Osman b. Affan’ın hilafeti devrinden başlayarak ilk İslam mezheplerinin çıkmasına neden olan olayları incelemiş[32], Harici ve Şii fırkalara, kollarıyla birlikte tafsilatlı olarak yer vermiştir.[33] Sonunda da Mürcie ve Mutezile’den kısaca değinmiştir.[34] Birinci Bölüm’de bahsedilen konuları fazla bir farklılık görmeksizin, yazarın İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu ve Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri kitaplarında da bulmak mümkündür.[35]

İkinci Bölüm’de ise Yahudi dini, kitapları,[36] yaşadığı siyasi olayları, tarihte geçirdiği devirleri, bugünkü durumunu[37] ve mezhepleri[38] üzerinde durulmuştur.

Son Bölüm’de, İslam Dini ve Yahudi Dini mezhepleri arasındaki paralel görüşlere karşılaştırma yöntemini kullanarak yer vermiştir.[39]

YAPTIĞI ÇEVİRİLER:

1.   Siyonizm ve Türkiye: Tarihte çok acılar çekmiş, istilalara ve kıyımlara uğramış, yurtlarından sürülmüş olan Yahudiler, her zaman Filistin’de bir araya gelme ideali taşımışlardır. Yahudilerin Filistin’de toplanıp, Süleyman Mabedi’ni yeniden inşa etme idealine Siyonizm denmektedir. XIX. Yüzyılda baskıların artmasıyla birlikte, aralarında, bir devletin himayesinde bir araya gelip koloniler halinde yaşamlarını sürdürebileceklerini ve mekânın da Filistin olacağı fikri yavaş yavaş gelişmeye başladı. Bu ideali gerçekleştirmek için farklı cemiyetler kuruldu. Bu karışık dönemde, hukuk tahsil etmiş, doktora yapmış, Viyana’da bir gazetenin edebiyat ve siyaset konularındaki yazılarını tertip ve tanzim eden Theodor Herzl adında genç bir adam sahneye çıkıyor. Bütün dünya Yahudilerini Filistin’de toplayarak bir Yahudi Devleti kurma fikri diyebileceğimiz Politik Siyonizm hareketinin kurucusu bu şahıstır. Bunun için 1895’de faaliyetlerine başlayan Theodor Herzl, 1904 yılındaki ölümüne kadar bütün faaliyet ve düşüncelerini hatıra defterine geçirmiştir. Filistin’in sahibi olması hasebiyle, hatıralarının bir kısım yerinde Türkiye, Sultan Abdülhamit ve o zamanki devlet adamları yer almaktadır. İşte bu eserinde Yaşar Kutluay, Theodor Herzl’in hatıralarının diğer bölümlerini hulasa etmiş, Türkiye ile ilgili olan yerleri aynen vermiştir.

Bu hatıraları naklettikten sonra da 1904 yılında Theodor Herzl’in ölümünün ardından meydana gelen gelişmeleri ve Filistin’de Yahudi Devleti’nin kuruluşuna kadar olup bitenleri anlatmıştır.

Yaşar Kutluay, Londra’ya gittiği zaman British Museum’dan aldığı bu eseri Almancadan Türkçeye çevirmiş ve 1968’de Türkiye’de yayınlamıştır.

2.    İslam Düşüncesi ve Tarihteki Yeri: De Lacy O’leary’nin bu kitabını Hüseyin Yurdaydın ile birlikte 1959’da Türkçeye çevirmiştir.

3.    İslam Felsefe Tarihi: İslam felsefe tarihini derli toplu biçimde ele alan ilk çalışma olması hasebiyle önemli bir eserdir. T. J.de Boer eserini 1908’de yazmıştır. Kitap 1938’de Arapçaya çevrilmiştir. Daha sonra Yaşar Kutluay tarafından Türkçeye kazandırılmış olan bu eser, bu konuda çalışanlara her zaman kaynak eser olmuştur.

4.    Sapıklarla Dinsizlerin Çeşitli Mezhepleri: Eser, Ebu Muhammed Osman b. Abdullah b. El-Hasan el-Iraki el-Hanefi’ye aittir. Kutluay ilk önce 1961’de eserin tahkikini yapmış, ardından 1962’de ise eseri Türkçeye tercüme ederek o tarih itibariyle önemli bir eseri Türkçeye kazandırmıştır.

5.    Kur’an-ı Kerim Tercümesi: Diyanet İşleri Başkanlığının verdiği yetkiyle 1960-1961 yıllarında, Hüseyin Atay’la birlikte bu çalışmayı yapmıştır. Bu tercümede özellikle sade bir dil kullanılmıştır. İlk yapıldığı dönemde eleştirilere maruz kalsa da, benzeri olan çalışmalar içinde önemli bir yere sahiptir.

Hüseyin Atay’la yaptığı Kur’an tercümesinin birinci cüzünün çevirisi 1962 yılında, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi’nin dördüncü cildinde de yayımlanmıştır.

6.     Hasan Basri’nin Kader Hakkında Halife Abdülmelik b. Mervan’a Mektubu: Lütfi Doğan’la birlikte Arapçadan tercüme yapmıştır. İslamiyet’te İtikadi Mezheplerin Doğuşu adlı kitabında da bu mektuba oldukça geniş yer vermiştir.[40] 1954’te yapılan bu tercüme Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi’nin üçüncü cildinde yayımlanmıştır.

MAKALELERİ:

1.    Mezhepler Tarihi Yönünden Said Nursi ve Nurculuk: İslami Tetkikler Enstitüsü Dergisi için kaleme almış olduğu bu yazı, kendi alanında neşredilenlerin içinde, oldukça özgün bir yazıdır. Karşılaştırma yöntemini kullanarak Şii Fırkaların görüşleri ile Said Nursi’nin takipçileri olan Nurcuların görüşleri arasındaki benzerlikleri göstermiştir. Bu benzerlikleri maddeler halinde sıraladıktan sonra şu sonuca varmıştır: “Said Nursi’nin ortaya attığı bu hareket, bu haliyle tipik bir fırka hüviyetini taşımakta, geçirdiği merhale ve istihaleler de bunu teyid etmektedir. Cemaatin bundan sonraki vaziyeti ne olacaktır, ne gibi bir mecrada akacaktır, sorularının cevabını zaman verecektir.”[41]

2.    İbadilere Ait Bazı Metinler: 1967’de yazmış olduğu bu makalesi, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisinde yayınlanmıştır. Makaleye İslam mezheplerinin incelenmesinde kullanmış olduğu yöntemi belirterek başlamıştır. Ardından İbadilerin bugün yaşadıkları bölgeleri saymıştır. Daha sonra da bu mezhebe ait önemli eserleri tanıtmıştır. [42]

3.    Yusuf Ziya Yörükhan’ın Makaleleri: Yaşar Kutluay bu çalışmayı 1954’te yapmıştır. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisinde yayınlanmıştır. Bu makalede yazar, Yusuf Ziya Yörükan’ın makalelerini, nerede ve ne zaman yayınlandığını belirterek isimleriyle alt alta sıralamıştır.[43]

4.    Yahudi Milliyetçiliğinden Alacağımız Dersler: Türk Yurdu dergisi için 1968’de yazmış olduğu bu makalesinde, adından da anlaşılacağı üzere Yahudilerin milliyetçi ruhundan bahsetmiştir. Ardından Türklerle Yahudilerin bu konuda hiç benzemediğini, tarihte çok sıkıntılar çektiği halde birlikte olmayı yine başarabilen Yahudilerin yanında Türklerin, büyük bir medeniyetin mirasçılarıyken kendi kimliklerini bile korumayı başaramayıp batıyı taklit eden mukallitler haline geldiğini söylemektedir. Bu nedenle Yahudilerin milliyetçiliğinden biraz ders almamız gerektiği tespitini yapmaktadır. Böyle yaparak Türk Milletinin kendini sömürgeleştirdiğini ifade etmektedir. [44]

5.    Türkiye’de Din Eğitimi: Haftalık bir gazete olan Devlet Mecmuası’nda yayınlanan bu makalesini 1969’da kaleme almıştır. Cumhuriyetten sonra din eğitimi alnında yapılan inkılâplara yer vererek yazısına başlamıştır. Türkiye’de insanların aksayan kurumları ıslah etmek yerine kapatmayı tercih ettiğini, bu nedenle dini eğitim veren okulların da işlevini yerine getiremediği iddia edilerek kapatılmasına karar verildiğini ifade etmiştir. Ardından din eğitimi sokak aralarında bilgisiz insanların eline kalmış, yeterli imam, müezzin, vaiz, müftü bulunamaz olmuştur. 1949-50 yıllarında imam hatip okulları tekrar açılmaya başlanmış ve bir de ilahiyat fakültesi kurulmuştur. İlk dört sene imam hatip okullarına yeterli öğretmen bulunamamış, bu açık daha sonra biraz kapansa da düzenlenen eğitim-öğretim

programları ihtiyaca cevap verecek nitelikte hazırlanamamıştır. Ancak ilahiyat fakültesi kayda değer bir gelişmeyi kısa zamanda başarmıştır.[45]

6.    Okullarda Din Eğitimi ve Imam-Hatip Okulları:Türkiye’de Din Eğitimi” yazısından iki hafta sonra aynı mecmuada bu makaleyi yazmıştır. Bu yazısında ülkeyi dinsiz bırakma çabalarının ilki olarak imam hatip okullarının ve İstanbul Üniversitesi’ne bağlı ilahiyat fakültesinin kapanmasını, ayrıca din derslerinin programlarının ne kadar kötü olduğunu konu almıştır. Dinsiz bir toplum olamayacağı için, insanlar, dini ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla bu konuda yetersiz olan kişilere başvurmuştur. Yazarımız Türk toplumunun dini inancındaki bu günkü sapmaların kaynağının işte bu dönem olduğunu ifade etmiş ve makalenin sonunda din dersinin önemi üzerinde durmuştur.[46]

7.       Eski Tehlikenin Yeni Yüzü: İslam ülkelerindeki özellikle de memleketimizdeki misyonerlik faaliyetlerine dikkatleri çektiği bu yazısı Diyanet Dergisi’nde yayınlanmıştır. Birçok makalesinde olduğu gibi dini eğitimin önemine burada da vurgu yapıldığı görülmektedir.[47]

KİTAP TANITIMLARI:

1.    God and Man in the Koran, Semantics of the Koranic Weltanschauung - Toshihiko Izutsi. Tokyo da 1964’te yazılan bu eserin tanıtım yazısı 1967 tarihli Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi’nin XIV. Cildinin 293-294 sayfaları arasında yayınlanmıştır.

2.    A History of Muslim Philosoply with Short Accounts of Other Disciplines and the Modern Renaissance in Muslim Lands: 1963’te Pakistan’da bir komite tarafından hazırlanan kitabın tanıtımını, Yaşar Kutluay, 1965 tarihli Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi’nin XIII. Cildinin 56-57 sayfaları arasında yayınlanmıştır.

3.    His Life and Works: İranlı bir bilim adamı olan Soheil M. Afnan’ın İbn Sina’yı etraflı bir şekilde ele aldığı bu eserini Yaşar Kutluay genel hatlarıyla tanıtmıştır. Tanıtım yazısı Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi’nde yer almaktadır. Cilt VII, tarih 1960, sayfa 179-180.

4.    Arabic Thought and its Place in History - De Lacy O’Leary: Daha sonra tercümesini de yaptığı bu eserin tanıtım yazısı da aynı dergide yayınlanmıştır. Cilt V, sayı 1-4, tarih 1958, sayfa 206-208.

5.        Mohammedanism-An Historical Survey - H. A. R Gibb: 1950’de Londra’da yazılan eserin tanıtım yazını da yine aynı dergide görmekteyiz. Cilt IV, sayı 1-2, tarih 1955, sayfa 95-97.

6.    İslam’dan Önce Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Doç. Dr. Neşet Çağatay: 1957’de yazılan eserin tanıtımını, 1959’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisinde yayınlamıştır. Cilt VI, sayı 1-4, tarih 1959, sayfa 159-162.

F. YAZMIŞ OLDUĞU BAZI ANSİKLOPEDİ MADDELERİ

1.    Sümame: Sümame b. Aşras Ebu Me’an el-Numayri el-Basri adlı bu Mutezile kelamcısı hakkında 1967’de, İslam Ansiklopedisi’nde kısa bir yazı yazmıştır.[48] Bu kelamcı hakkında bilgi toplarken iyi bir saha araştırması yaptığı açıkça görülmektedir.

2.    Fıkıh: Fıkıh ilmi hakkında bilgi verdiği bu yazısı 1968’de Türk Ansiklopedisi’nde yer almaktadır.[49]

3.    Gafir: 1969’da yazdığı bu yazısında, Kuran’ın kırkıncı suresi olan ve genel itibariyle el-Mümin suresi diye bilinen Gafir suresinin içeriği hakkında bilgi verilmektedir.[50] Türk Ansiklopedisi’nin XVII. Cildinin 107. sayfasında yer almaktadır.

4.    Gayb ve Ricat: Üzerinde çokça çalıştığı Şii mezhebine ait olan bu doktrinler hakkında bilgi verdiği yazısı, 1969’da, Türk ansiklopedisi’nde yayınlanmıştır. [51] [52]

5.    Hilafet: Türk Ansiklopedisi’nde 1969’da çıkan bu yazısı oldukça önemli bilgileri ihtiva etmektedir. Hilafet makamı hakkında üç farklı görüşten ve bunların tarihteki tezahürlerinden bahsetmiştir. İlki Hilafetin Kureyşliliği görüşü, ikincisi Harici görüş, üçüncüsü ise Şiilerin benimsediği görüştür.

G. BAZI GAZETE VE DERGİLERDE ÇIKAN YAZILARI:

1.     Ankara Üniversitesi Senatosu Üyelerine Açık Mektup: Adından da anlaşılacağı üzere Yaşar Kutluay’ın Ankara Üniversitesi senato üyelerine yazılmış, mektup niteliğinde bir yazıdır. Yazı 1969’de Devlet Mecmuası’nda yayınlanmıştır. Bu yazıyı neden, basını araya koymadan, doğrudan senatoya yazmadığını da yazısında kendisi açıklamaktadır. Bu konudaki ifadesi şöyledir. “İlahiyat Fakültesi’nin kararlarının, üniversitenin büro kısmında kalıp sizlere ulaşmadığını birçok kere gördüğümden dolayı, bu husustaki maruzatımı açık mektup şeklinde yapmak zorunda kaldım.” Yaşar Kutluay’ın bu mektubu, Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakültelerine ait beş profesörün hazırlayıp senatoya sunmuş olduğu, İlahiyat fakültesinin bir nevi ölüm fermanını taşıyan komisyon raporuna bir cevap niteliğindedir. Rapordaki İlahiyat Fakültesine karşı yapılan saldırıların hepsine mektubunda, tek tek cevap vermiştir. Komisyon kararının son maddesi İlahiyat Fakültesi’nin kapanması ya da bir başka fakülteye bağlanması gerektiğini ifade ediyordu. Bu ve diğer maddeler teker teker incelendikten sonra karşılık olarak İlahiyat Fakültesi Genel Kurulu toplanmış ve yedi maddelik bir karar almıştır. Yaşar Kutluay, yazısının sonunda bu yedi maddeden oluşan kararlara yer vermiştir.

2.    Tercüman Gazetesinde Çıkan Yazı Dizisi: Yaşar Kutluay, 1969 senesinin Ramazan ayı boyunca, Salı ve Cuma günleri Tercüman gazetesinde yazı yazmıştır.[53]

3.    Radyo ’da Çıkan Konuşmaları: Yaşar Kutluay, o dönemin en yaygın iletişim aracı olan radyoda da konuşmalar yapmıştır. Bu konuşmalar; “İslam Ahlakı” ve “İslam ve Zekât” başlığı altında iki konuşmadır. Bu konuşmaların içeriği, gazete yazılarınınki ile aynıdır.

II. BÖLÜM

YAŞAR KUTLUAY’IN MEZHEPLER TARİHÇİLİĞİ

YAŞAR KUTLUAY’IN MEZHEPLERE VE MEZHEPLER TARİHİNE BAKIŞI

MEZHEP ANLAYIŞI

Yaşar Kutluay’ın mezhep anlayışından kastımız, O’nun mezhep kavramını nasıl tanımladığıyla ilgilidir. Kutluay’ın mezhep tanımını çok ayrıntılı olmamakla beraber kitaplarında açıkça görmek mümkündür.

Kutluay’ın mezhep tanımını ilk defa, Islamiyette Itikadi Mezheplerin Doğuşu adlı eserinde yaptığını görüyoruz. İslam Mezhepleri Tarihi’nin, memleketimizde üzerinde en az durulmuş konulardan biri olduğunu belirttikten sonra, mezhebi şöyle açıklamaktadır: “İlk olarak itikadi sahada ortaya çıkmış olan mezhepler, Arapçada fırka olarak tanımlanmaktadır.[54] Mezhepler, itikadi meselelerde Peygamberin çizmiş olduğu yoldan, çeşitli sebeplerle az veya çok inhiraf etmiş olan topluluklardır. İlk İslam Mezheplerinin çıkışları sözüyle de, işte bu fırkaların tarih sahnesinde görünmeleri kastedilmektedir.”[55]

Yaşar Kutluay, bu açıklamasında, mezheplerin itikadi yönünü ön plana çıkarmış ve bu farklılaşmaların nedeninin sadece teolojik sorunlara bağlamıştır. Ancak özellikle Hz. Osman’ın ölümünden sonra gelişen olaylara baktığımız zaman ayrılıkların ilk etapta siyasi alanda olduğunu görüyoruz. Ayrıca içtimai ve iktisadi bazı sebeplerin etkisiyle de zuhur eden ilk ayrılıklar daha sonra kendilerine dini bir çerçeve çizmişlerdir. Bununla birlikte mezheplerin “Peygamberin çizmiş olduğu yoldan inhiraf etmiş” olduğunu söyleyerek normatif bir tanım yapmaktadır. Bu tanım mezhep kavramını tanımlamaktan çok, bütün mezhepleri genel bir değerlendirmeye tabi tutmuş görünümü vermektedir.

Başka bir eserinde de konuyla ilgili şunları söylemektedir: “Peygamberimiz zamanında ashab, dinle ilgili yahut gündelik hayata ilişkin sorular sorar, ya Kur’an-ı Kerim ya da Peygamberimiz bu soruları cevaplandırırdı. Zaten bu sorular genel itibariyle ameli meselelerle ilgiliydi.[56] [57] Daha sonraki yıllarda çeşitli sebeplerle kelami ve felsefi karakterli sorular ortaya atıldı ve itikadi konularda ayrılıklar oldu. Bu ayrılanlar zamanla sistemli bir grup meydana getirdiler ve mezhep toplulukları meydana geldi. Bu mezheplerin tarihteki isimleri “Fırka”, bazen de “Nıhle” olmuştur. Fıkıh sahasında olan ayrılıklardan bunlar farklıdır. Ancak Türkçede her iki tipe de mezhep denilmektedir. ”64

Burada mezhep oluşumlarının kelami ve felsefi karakterli soruların ortaya atılmasıyla meydana geldiğini ifade eden Kutluay, mezheplerin oluşumunda etken olan siyasi, içtimai ve ekonomik vb. diğer unsurları yadsımaktadır. Kutluay’ın mezheplerin sadece itikadi yönünü ileri çıkartması, bu gruplaşmaların en büyük etkeni olan siyasi yönüne değinmemesi bazı açılardan sorunludur. Yukarıda zikrettiğimiz mezhep tanımı da bu sebeple eksiktir.

Mezhepler, önceleri sadece içtihadi, daha sonraları siyasi ve itikadi olan ihtilaf ve münakaşaları sistemleştirerek, bir bakıma, birer “dünya görüşü” hüviyeti kazandıklarını [58] ifade eden Kutluay, oldukça doğru bir tespit yapmıştır. Ancak ayrılıkların ilk olarak içtihat alanında başladığı fikrine katılmak mümkün değildir. Çünkü olayların arka planına baktığımız zaman görüyoruz ki, ilk anlaşmazlıklar siyasi alanda olmuştur. Hilafet makamına kimin daha layık olduğu ve halifenin uygulamalarıyla ile ilgili ve buna benzer tartışmalar, içtihat farkıyla açıklanabilecek hususlar değildir. Bu nedenle mezhepler önce siyasi alanda ihtilafa düşmüşler, daha sonra itikadi sistemlerini oluşturmuşlardır demek daha doğru olacaktır.

Genel itibariyle mezhepler dinin anlaşılma biçimleriyle ilgili tezahürleridir. Dini nitelikli beşeri oluşumlar[59] olan mezhepler, siyasi, içtimai, iktisadi, coğrafi, tarihi ve benzeri sebeplerin, dinin anlaşılmasında farklılıklar yaratmasıyla, belirli fikirlerin ya da şahısların etrafında odaklaşmalar sonucu meydana gelmiştir. Bu odaklaşmalar zamanla sistematik bir özellik kazanarak, kurumsallaşmış ve Kutluay’ın dediği gibi birer dünya görüşü hüviyeti kazanmıştır. Sonuç olarak mezhepler sosyal hayatta derin izler bırakarak varlıklarını sürdürmüş ve sürdürmeye de devam etmektedirler.[60]

Mezhep cereyanları, İslam tefekkür tarihinde yaşanan değişimleri, gelişimleri yansıttığı için, çıkışlarından itibaren takip edilerek tarihi bir incelemeye tabi tutulduğunda, İslam tefekkür tarihi de ortaya konulmuş olacaktır. [61] Bu nedenle de mezheplerin çıkışlarından itibaren gösterdikleri gelişmelerin doğru tespit edilmesi oldukça önemlidir.

MEZHEPLERİN DOĞUŞ SEBEPLERİNE BAKIŞI

İçtimai ve Dini Sebepler

Dini farklı anlama ve yorumlama biçimleri olan mezheplerin, tarih sahnesine çıkışlarında birçok sebep rol oynamıştır. Bu sebeplerin neler olduğu konusunda bilim adamları farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Yaşar Kutluay’a baktığımızda mezheplerin doğuş sebeplerini iki maddede açıkladığını görüyoruz. Bunlar:

1-    İçtimai ve buna bağlı olarak dini sebepler,

2-    Siyasi sebepler. Bunun içinde iktidar sahibi olmak isteyen kimselerin bu emellerini gerçekleştirmek için dini ve bazı kimseleri istismar etmeleri de düşünülmelidir.[62]

Mezheplerin zuhur ediş nedenlerini tespit etmek adına, Kutluay’ın yapmış olduğu tasnif önemli bir adımdır. Ancak yapılan bu tasnif eksik olmakla birlikte, içerikleri de tam olarak doldurulmamıştır. Özellikle Kutluay’ın, bu tasnifi yapmış olduğu eserinde içtimai sebeplere getirdiği açılım oldukça yetersizdir. Başka eserlerinden yararlanarak bu madde hakkındaki fikirlerini tespit etmeye çalışsak da yine fazla bir şeye ulaşmamız mümkün olmamaktadır.

Kutluay, içtimai sebepleri açıklarken önce, İslamiyet öncesi Arap toplumu hakkında kısaca bilgi vermiş, sonrasında ise Arap toplumuna yakın medeniyetlerin fikri vaziyetini incelemiştir.[63]

Mezheplerin ortaya çıkışlarında içtimai sebeplerin doğru tespit edilmesi ve anlaşılabilmesi için İslamiyet öncesi Arap toplumunun iyi tanınması gerektiği konusunda bütün bilim adamları hemfikirdir. Çünkü her medeniyetin sahip olduğu bir zihin yapısı vardır. Bireylerin olaylara bakış açısını bu zihin yapısı, yani kayıtsız- şartsız bağlandığı hükümleri, kavramları ve inançları belirler.[64] Bu nedenle mezheplerin doğuş sebeplerini anlamak, Arap insanının doğup-büyüdüğü toplumu yakından tanımakla mümkündür.

Arabistan Yarımadası’ndaki İslamiyet öncesi dönem “Cahiliye dönemi” olarak adlandırılmaktadır. Bu ismi neden aldığı konusunda farklı görüşler vardır. Genel olarak bilgisizlik, inançsızlık, itaatsizlik, hamiyetsizlik ve gururluluk anlamlarına gelen “cahiliye”, Kuran ıstılahı olarak “ilahı bilmemek veya Allah’ın indirdiğinden başkasına uymak” demektir.[65] Kutluay da, ticaretin çok gelişmiş olduğu Arapların, uzun yıllardan beri çevre ülkelerle ilişki içinde olduğunu ve bu nedenle de içlerine kapalı, medeniyetten uzak bir yaşantı içine hiçbir zaman girmediklerini belirttikten sonra şu açıklamayı getirmektedir: “Arapların cahilliği, dini konulardaki bilgisizlikleri, inanç, adet ve geleneklerdeki yanlış uygulamalarıdır. Yoksa bu çağda yaşayan Araplar, bütün bütün medeniyetten mahrum bir durumda değillerdi. Arapların etraftan habersiz, içe kapalı bir toplum olmadığını, o devirden elimize geçen şiirlere bakıldığında açıkça görmek mümkündür.”[66] Şiirlere yansıyan tesirleri daha iyi anlamak için çevre bölgelerdeki fikri hareketleri inceleyen Kutluay, sonrasında şu sonuca varmaktadır: “Kendilerine yakın medeniyetlerle devamlı ilişki içinde olan Araplar, ne bu bölgelerdeki fikirlerden ne de kendi içlerinde az da olsa yaşayan Yahudi ve Hıristiyanlardan fazla etkilenmemişlerdir. En çok şiir ve edebiyata önem verdiklerinden dolayı dilleri çok gelişmiş olan, ancak ekseriyeti göçebe olup, az bir kısmı yerleşmiş ve ziraatla uğraşan bu kavmin kültürü, yaşadıkları hayatın zaruretlerinden doğan tecrübe ve adetlerin geliştirdiği bilgilerin ötesinde değildir. Sonuç itibariyle, doğal ve basit bir yaşam tarzının sonucu olarak düşünce yapıları da basit olan Araplarda[67], teşekkül etmiş bir fikir ananesine rastlamak mümkün değildir.”[68]

İslamiyet öncesi Arap toplumunun fikri vaziyetleri hakkında isabetli bilgiler veren Kutluay, o dönemin sosyal yaşantısı içinde önemli bir etkiye sahip olan kabilecilik anlayışı üzerinde hiç durmamıştır. Çoğunluğu göçebe olarak yaşayan bu halkın, dini ve siyasi birlikten yoksun oluşu uzun ömürlü devletlerin bu topraklarda kurulmasına engel olmuştur. Devamlı sosyal ve siyasi kaosun hüküm sürdüğü Arap Yarımadası, kabileler halinde yaşıyor ve bu kabileler arasındaki üstünlük yarışı sık sık savaşların çıkmasına neden oluyordu. Mekke’nin iki büyük ailesi Ümevi ve Haşimi kabileleri arasında devamlı yaşanan kanlı kavgalar bu duruma bir örnek olarak gösterilebilir.[69] Arap toplumundaki kabilecilik doğru anlaşılmazsa, sonraki devirlerde çıkacak olan siyasi çatışmaları doğru yorumlayabilmek mümkün olmayacaktır.

Kutluay’ın içtimai sebepler başlığı altında yer verdiği bir diğer husus, farklı dinlerde olan insanların İslamiyet’e girmesiyle, bu kişilerin eski dinlerindeki bazı unsurları İslam kisvesine büründürerek yaşamaya devam etmiş olmasıdır.[70] Bu durum da doğal olarak dini anlama ve yaşamada farlılıklara yol açmıştır. İslam fethinin hızlı bir şekilde ilerlemesiyle birlikte farklı kültür ve dinde olan insanlar İslam’la tanışıp bu dine girmişlerdir. Ancak hayatının büyük bir bölümünü kurallarına göre yaşadığı dinini, kültürünü ve adetlerini bir çırpıda silmesi mümkün değildir. Bu nedenle İslam dinine aykırı olmayan unsurları, “Müslümanlaştırma”[71] yoluna gitmişlerdir. Örneğin “Mesih-mehdi” inancı Hıristiyanlık ve Yahudilikten etkilenerek şekillenmiş ve İslam kültürü içinde varlığını bütün canlılığıyla devam ettirmektedir.

İslamiyet’in eski din ve kültürlerle karşılaşması sonucunda, kişinin önceki dininde cevabını bulamadığı birçok sorunun yanıtını girdiği yeni dinde arayacağını ve gerektiğinde iki dinin bazı hükümlerini birleştireceğini söyleyen Kutluay, sonrasında şu hususlara değinmiştir: “Bu dinlerin din bilginleri, geçişleri önlemek için İslam’a hücum edip, kendi dinlerinin daha doğru olduğunu ispata çalışmışlardır. Bir taraftan İslam’a yapılan hücumları önlemek, diğer taraftan öteki dinleri öğrenerek karşı hücuma geçmek gereğini duyan Müslümanlar da o dinleri öğrenmeye giriştiler. Yoğun bir tercüme faaliyeti başladı. Bunun sonucunda eski Yunanın bütün felsefi tefekkürü İslam dünyasına intikal etti. İslam bu açıdan da incelenmeye başlandı. İşte önce siyasi ayrılıklar sonucu ortaya çıkan gruplar bu içtimai şartların tesiriyle dini kisveye büründüler. İtikadi mezhep olarak tarih sahnesinde göründüler.”[72]

Dini sebeplerin içinde sayabileceğimiz bir diğer husus da “vahiylerin üslubudur”.[73] Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetleri muhkem, yani anlatmak istediği husus oldukça açık iken, bazı ayetleri ise müteşabih olup çok farklı yorumlanabilecek niteliktedir. Fığlalı’nın da mezheplerin doğmasında önemli bir etken olarak zikretmiş olduğu müteşabih ayetler[74] hakkında Kutluay şunları söylemektedir: “Müteşabih ayetler konusunda Peygamber zamanında ve dört halife devrinde herhangi bir ayrılık yaşanmamış, sadece bu ayetler izah edilmeye çalışılmıştır. Ancak sonrasında bu ayetler, Ehl-i Sünnet muarızlarına, daima fikirlerini müdafaa edecek ve karşısındakileri susturacak bir dayanak olmuştur. Örneğin üzerinde en çok tartışılan kader konusunda Kur’an-ı Kerim’in çok net bir hüküm ihtiva etmemesi Müslümanların kutuplaşmalarına yol açmış, birbirlerine çok zıt görüşleri savunanlar bile kendi görüşlerini teyid edebilecek ayetleri Kur’an’da bulabilmişlerdir.”[75] Ayrıca aynı Kur’an’a bu kadar farklı açıklamaların getirilmesinin bir nedeni de Kutluay’a göre, İslam’ın getirmiş olduğu tefekkür emri ile düşünce özgürlüğüdür.[76]

Kutluay’ın, mezheplerin doğuş sebeplerini açıklarken değinmediği önemli bir husus vardır ki, o da insan unsurudur. Mezhepleri doğru anlamada insan unsurunun önemini kavramak önemlidir. Çünkü mezhepler, insanların dini anlama ve yaşama çabasının ürünüdür.[77] Allah her insanı farklı yaratmıştır. Bütün insanların duyguları, düşünceleri, olaylara ve durumlara bakış açıları farklıdır. Bu farklılıklar insanların “yeteneklerinden, bilgi birikimlerinden, kapasitelerinden ve içinde yetişmiş olduğu ortamlardan”[78] kaynaklanmaktadır. “Aynı kültürel, siyasi, ekonomik ve dini ortamlarda yetişen insanlar dahi dini farklı yaşayabilmektedir. İşte, temelde bu farklılıkların sebebi, insanın yaratılıştan kendine özgü olan tabiatında aranmalıdır.”[79] İnsan ürünü olan mezhepleri anlamada, bireyler arasında yaratılıştan gelen farklılıkları göz ardı etmek, mezhepleri doğru anlama yolunda büyük bir kayıp olacaktır.

Siyasi Sebepler

Mezhep cereyanlarının kronolojik olarak tespit edilmesiyle, İslam tefekkür tarihinin de ortaya konulacağını ifade eden Kutluay, İslam Mezhepler Tarihi’nin gelişimini dört safhaya ayırmıştır:

1-    Çıkış sebepleri ve ileri sürdükleri iddiaları tamamen siyasi olan ilk mezhepler

2-    Bu mezheplerde dini meselelerin tartışmaya başlandığı dönem (Başka bir eserinde bu maddeyi şu şekilde ifade etmektedir: “Bu mezheplerin iddia ve görüşlerini “Kitab”a isnat etme gayretlerinin görüldüğü dönem.”[80])

3-     Kaderiye, Mutezile vs. nin ortaya çıkması ile itikadi mezheplerin teşekkülü

4-     İtikadi tartışmalara gayri İslami unsurların da girmesiyle hâsıl olan yeni durum.”[81]

Daha önce ilk ayrılmaların sebebinin içtimai nedenlerden dolayı olduğunu söyleyen Kutluay, burada yapmış olduğu tasnifte siyasi nedenleri ilk sıraya koymuştur. Ayrıca üçüncü maddede yer vermiş olduğu mezheplerin de sadece itikadi yönünü öne çıkarmıştır. Teolojik bir bakış açısı sergileyen Kutluay, Haricilik ve Şia dışındaki diğer mezheplerin siyasi yönüne yazılarında hiç değinmemektedir.

Bu sayılan dört aşamanın daha iyi anlaşılabilmesi için özellikle Halife Osman b. Affan devrinden başlayarak Abbasilerin son dönemlerine kadar geçen sürede yaşanan olaylara yakından bakmak gerekir.

Siyasi sebeplerin mezheplerin doğuşundaki öneminin farkında olan Kutluay öncelikle, Araplardaki kabilecilik ruhuna ve İslam’ın bu konuyla ilgili getirmiş olduğu yeniliğe dikkatleri çekmiştir: “İslam dini, Araplar için tamamen yeni esaslar ihtiva ediyordu. Allah’ın huzurunda bütün insanların eşit sayılması bu yeniliklerin içinde en önemlilerinden biriydi. Çünkü Araplarda, insanlara, mensup olduğu aile veya kabileye göre değer verilirdi. Hz. Muhammed liderliği döneminde insanları şahsi kabiliyetlerine göre değerlendirip, görevlendirmiştir. Ancak İslam’ın bu konudaki tutumu, Araplar arasındaki “nesep ve kabile tutkunluğunu” tamamen ortadan kaldıramamıştır. Daha sonraları yaşanacak olan çatışmaların altında yatan sebeplere bakıldığında bu daha iyi görülecektir.”[82]

Yıllarca kabileler halinde belli bir düzenin hâkim olmadığı bir ortamda yaşayan Arapların bir devlet nizamını hemen benimseyip adapte olmaları beklenemezdi. Nitekim öyle de oldu ve Hz. Peygamber’in vefatından sonra mensup olduğun soy, kabile ne ise kıymetin ona göre belirlenmeye tekrar başlandı. Örneğin Hz. Ebu Bekir’in Beni Saide Sofası’nda toplanan ve bir halife seçmeye çalışan gruba, Hz. Muhammed’in Kureyşli olduğunu ve yeni seçilecek olan halifenin de Kureyşli olması gerektiğini söylemesi bunu açıkça gösterir. Hâlbuki bizzat Kur’an-ı Kerim[83] ve Peygamberin uygulamaları, nesep yoluyla Hz. Muhammed’e yakınlığın hiçbir faydasının olamayacağını göstermektedir.

“İslam nizamı ehliyete çok önem vermiştir. Çünkü Allah, Müslümanlara “emaneti ehline teslim etmeyi.”[84] emretmiştir.”[85] İslam Devleti’ni kuran ve yöneten Hz. Muhammed’in uygulamaları da her zaman bu yönde olmuştur. İslam’ın azılı düşmanlarından olan Amr b. As’ı Müslüman olunca Silahlı Kuvvetler Başkomutanlığı’na tayin etmesi, Üsame b. Zeyd’i daha bir delikanlıyken Ürdün’e sefere gidecek olan ordunun başına getirmesi[86], Attab b. Esid gibi daha yirmili yaşlardaki bir gencin Mekke’ye vali olması[87] gibi uygulamalar, ehliyete verilen kıymetin birer göstergesidir.

İslam’ın ilk yıllarını genel hatlarıyla anlatan Kutluay, ilk iki halife döneminde herhangi bir ayrılığın yaşanmadığını söylemiş ve Hz. Osman’ın hilafet süresini 23­29 ve 30-35 yılları arasında olmak üzere ikiye ayırmıştır. “İlk altı yıl sükûnet dönemi, ikinci altı yıl ise ihtilafların derinleşerek tefrikaya döndüğü dönem.”[88] Hz. Osman’ın Hilafet yıllarını eski Arap kültürüne geri bir dönüş olarak gören ve bu dönemi ikiye ayıran Kutluay, bu hilafet dönemini şu şekilde anlatmaktadır:

“Osman b. Affan, cömert, yumuşak kalpli ve İslam’ın ilk yıllarında Müslümanlar için çok fedakârlıklar yapmış bir insandır. Ancak halifeliği döneminde hoşnutsuzluk yaratan bazı uygulamaları olmuştur. Öncelikle Beytu’l-Mal’i hesapsızca harcaması bunların başındadır. Emevi ailesi için yüksek miktarlarda harcamalar yapmış, seferlere iştirak etmeyen bazı yakınlarına harp ganimetlerinden vermiştir. Önemli bazı sahabeleri işlerinden almış ve yerlerine yakınlarını vazifelendirmiştir. Babasını öldürme işine karıştığına inandığı kişileri sorgusuz katleden Ubeydullah b. Ömer hakkında kısası tatbik etmeyip diyeti bizzat ödemesi de hoş karşılanmamıştır. Mushafları yaktırması da tepki çekmiştir. Bunların yanında şahsi kırgınlıkları olanlar da vardı. Şehit babasının vasiyetiyle yanında büyüttüğü Muhammed b. Ebi. Huzeyfe, kendisi için bir vazife istemiş, liyakati olmadığı gerekçesiyle Hz. Osman tarafından geri çevrilmiştir. Buna kızan Muhammed, Mısır’a gitmiş ve Osman aleyhinde konuşmaya başlamıştır.”[89] Kutluay’ın Hz.

Osman’ın hilafet dönemiyle ilgili eksik bıraktığı hususlar da bulunmaktadır: Hz. Osman’ın valilerinin yanlış icraatları da tepki çekmiş bundan dolayı Osman sorumlu tutulmuştur. Halife’nin Kureyş-Emevi eksenli bir aristokrasi kurmaya çalıştığı[90] görünümü O’na her zaman destek olan Medinelileri de rahatsız etmiş, desteklerini kaybetmesine neden olmuştur. Bu arada Kureyş’in merkezi otoritesinden Kufeliler de oldukça rahatsızdır. Mısır’da ise vali İbn Ebi Serh’in icraatları iyice göze batmaktadır.[91]

Hz. Osman dönemi olaylarının arka planında yatan başka bir sebep de tarihi Emevi-Haşimi çekişmesi olmuştur. Mekke’nin fethinden sonra zoraki Müslüman olan ve Hz. Osman’ın halife olmasıyla birlikte kendilerini iktidarda bulan Ümeyyeoğulları[92] eskiye dayanan bazı duygularının uyanmasıyla Müslüman toplumunu rahatsız eden uygulamalar içine girmişlerdir. Bu da halifeye olan eleştirileri bir kat daha artırmıştır.

Kutluay, Halife’nin yanlış icraatlarına karşı olanların başında olan Muhammed b. Ebi. Huzeyfe, Muhammed b. Ebu Bekir ve Abdullah b. Sebe’nin Mısır’da bir grup oluşturup, halifenin üstüne gönderdiğini belirttikten sonra şu tespitlerde bulunmuştur: “Yahudi iken Müslüman olan Abdullah b. Sebe’nin, şahsı ve faaliyetleri karanlık olsa da Osman aleyhinde gruplanmalara sebep olan kişi olduğu bilinmektedir. Başlarda Ali taraftarlığı yapmış ve Hz. Ali’nin hilafete Osman’dan daha layık olduğunu etrafa yaymıştır. Faaliyetlerini ikiye ayırabileceğimiz İbn Sebe, ilk önce Hz. Osman ve Ali devrinde siyasi faaliyetler göstermiş, daha sonra Ali’nin şahsıyla ilgili itikadi fikirler ortaya atmıştır.[93]

Kimliği hakkında kesin bilgilere sahip olunmadığını söylediği İbn Sebe hakkında eski kaynaklarda verilen bilgiler tamamen Seyf b. Ömer’den mervidir. Hz. Osman’a karşı yürütülen faaliyetlerin bir numaralı planlayıcısı olan İbn Sebe’den kaynakların bahsetmeme sebebini ise, bu şahsın, daima ikinci planda ve perde arkasında kalmayı başarmış olmasına bağlamaktadır.[94]

Olayların birinci derecede planlayıcısı olarak gösterdiği ve karanlık bir insan olduğunu söylediği İbn Sebe’nin kimliği hakkında tarih kitaplarında çok farklı rivayetler vardır. İbn Sebe ile ilgili en dikkat çekici rivayetlerin ise Seyf b. Ömer’den geldiği doğrudur. O’nun Hz. Osman dönemiyle ilgili anlattıkları içinde ise çokça çelişkiye rastlanılmaktadır. Örneğin İbn Sebe’in kimliğiyle ilgili verdiği bilgilerde şöyle bir farklılık vardır. Abdullah b. Sebe’nin Yemenli bir Yahudi olduğunu söyleyen Seyf, Basra’daki faaliyetlerini anlatırken O’nun Abdulkays’tan olduğunu söylemektedir. Bu bir çelişki olmakla birlikte, ayrıca Abdulkays denilen kabilenin Yahudilikle ilişkisi yoktur. Hıristiyan ve Putperesttirler.[95]

Kutluay İbn Sebe’nin faaliyetlerinin sonucunda Mısır’dan 600 kişilik bir grubun umre bahanesiyle yola çıktığını, ancak Mekke’ye değil, başkent Medine’ye geldiğini söyledikten sonra şu tespitleri yapmaktadır: “Hz. Osman, Ali’yi onlarla konuşmak için gönderir ve grup ikna olup geri döner. Ancak dönüş yolunda ilginç bir haber bu yolculara ulaşır. Geri döndüklerinde yine onlarla konuşan Hz. Ali, niçin döndüklerini sorar. Yolda, kendilerinin öldürülmesini emreden bir mektubu taşıyan Halife Hz. Osman’ın habercisini yakaladık derler. Mısır Valisi’nin kendilerini cezalandırmalarından korktukları için de geri dönmüşlerdi. Bu mektuptan nasıl haberdar oldukları bilinmeyen Basralı ve Kufeli gruplar da Mısırlı dostlarına yardım için Medine’ye döndüklerini söylerler. Bu defa kararlı olan asiler, Halife’nin evini muhasara altına alırlar. Hz. Osman onlarla konuşup, asileri yatıştırmaya çalışsa da bir işe yaramaz ve birkaç gün süren muhasaranın sonunda, evinde, isyancılar tarafından hunharca öldürülür.”[96]

Görüldüğü gibi Hz. Osman’ın öldürüldüğü fitne olaylarının müsebbibi olarak Kutluay, Abdullah b. Sebe’yi göstermektedir. İlk önce Halifenin yanlış icraatlarına az da olsa yer veren yazar, sonrasında bütün suçu İbn Sebe’ye atmıştır. Kitaplarında Basra ve Kufe’de de faaliyet göstermiş olduğunu söylediği İbn Sebe’nin en fazla kalıp taraftar topladığı yerin Mısır olduğunu ifade etmiştir. Mısır’da da Muhammed b. Ebi Bekir ve Muhammed b. Ebi Huzeyfe’yi yanına çekmeyi başardığını ve faaliyetlerini onlarla sürdürdüğünü söylemiştir. Gerçekten Hz. Osman muhalifi olan bu şahıslar halifeye karşı faaliyetlerde bulunmuşlardır; ancak bu İbn Sebe’nin yönlendirmesi ekseninde olmamıştır.[97] Şahsi fikirleri doğrultusunda öyle harekette bulunmuşlardır. Çünkü Hz. Ali adına bu faaliyetleri yürüttüğünü ve Ali’nin hilafete Osman’dan daha layık olduğunu ifade eden İbn Sebe’nin, bu düşüncesine taraftar olduklarına dair bir girişimleri olmamıştır. Ayrıca diğer şehirlerde taraftarları olarak verilen isimlerle İbn Sebe’nin karşılaşmış olması ya da faaliyet göstermesi tarihi veriler ışığında mümkün değildir.[98]

İbn Sebe her yerde Hz. Ali’nin Osman’dan hilafete daha layık olduğunu söyleyerek taraftar toplamaya çalışmıştır iddiası doğru olsaydı; o zaman Medine’ye gelen isyancıların ilk işi, Osman’ın bu makama sahip olmadığını söyleyerek Ali’yi başa geçirmeye çalışmaları olurdu. Ancak işin iç yüzüne bakıldığında isyancıların bütün şikâyetlerinin valileriyle ilgili olduğu görülmektedir. Zaten Medine’ye halife’yi öldürme niyetiyle gelmeyen isyancılar burada 40 gün kalmışlardır.[99] Ayrıca çok büyük bir grup olmadıkları için şehri muhasara etme gibi bir hareketleri de söz konusu değildi. Hz. Osman’a yapılan eleştirilerin tamamı hep icraatlarıyla alakalı olmuştur. O’nun haksız yere halife olduğu şeklinde herhangi bir itiraza hiçbir yerde rastlanılmamaktadır.[100]

İsyancılar Medine’de kaldıkları süre zarfında Halife’yle görüşmüşler, şikâyetlerini bildirmişler ve valilerinin azl edileceği sözünü aldıktan sonra şehirlerine doğru yola çıkmışlardır. Ancak dönüş yolunda Mervan’ın Mısır valisine isyancıları cezalandırması yönünde bir mektup yazıp altına Hz. Osman’ın mührünü basması ve bu mektubun isyancıların eline geçmesi işin rengini değiştirmiştir. Mektubu alan Mısırlılar Medine’ye geri dönmüşlerdir. Mektubu yazmakla skandal çıkaran Mervan, halkı küçümseyici ve Emevi üstünlüğünü vurgulayan sözleriyle iyice tepki çekmiş, isyancıları devamlı kışkırtıcı hareketler sergilemiştir. Mervan’ın kendilerine teslim edilmesini isteyen Mısırlılar, istekleri olmayınca Halife’nin evini muhasara altına almışlardır. Birkaç sahabe oğullarını Halife’yi korumaları için gönderse de pek bir işe yaramaz ve Halife evinde öldürülür. Bu olaylar esnasında Abdullah b. Sebe veya Sebeiyye’nin adı hiçbir şekilde geçmemektedir. Ayrıca eğer bu olaylara sebep İbn Sebe ve Sebeiyye ise Osman’ın öldürülüşünden en çok onların faydalanması gerekirdi. Ancak öyle olmamış, Muaviye Osman’ın kanını talep iddiasıyla Ali’yle savaşıp Emevi saltanatını kurmuş ve Mervan’da Medine valiliğini almıştır.[101]

Kutluay’ın sahabe konusundaki hassasiyetinden dolayı Hz. Osman’ı savunma yönünde bir söylem geliştirdiğini görüyoruz. Ayrıca Medinelilerin yardımını da halifenin yumuşak huyluluğundan ve Müslüman kanının dökülmesini istemediğinden kabul etmediğini söyleyerek, oradaki halkı da suçluluk durumundan kurtarmaktadır. Hâlbuki muhasara altındayken zor durumda kalan Hz. Osman yardım talep etme girişiminde bile bulunamamıştır. Çünkü Halife, Medinelilerin desteğini yitirdiğini çok iyi biliyordu. Eğer Medineliler Halifelerini korumak isteselerdi bir avuç isyancıyı alt edebilirlerdi. Olaylara karışmayıp seyirci olmuşlar, Halife’den kurtulmak istediklerini sözleriyle olmasa da hareketleriyle ifade etmişlerdir. Çünkü bu olayların öncesinde, Hz. Osman’ın hilafeti zamanında Ümeyyeoğullarının iktidar sarhoşluğuna kapılıp topluma üstten bakmaları, Osman’ın Medine’deki tabanını yitirmesine neden olmuştu.[102]

Burada bir şeye daha değinmenin gerekli olduğu kanaatindeyiz. Şam’da, Kufe’de, Basra’da ve Mısır’da faaliyetlerinden bahsedilen İbn Sebe’nin bu şehirlerdeki karışıklıklarla bir ilişkisi olmadığı, tarih kitaplarına baktığımız zaman görülmektedir. Seyf rivayetlerinde, Şam’da Osman muhalifi olan Ebu Zer’in İbn Sebe’den etkilenerek faaliyetlerine başladığını haber vermektedir. Ancak, Hz. Osman ve Muaviye’nin iktisadi uygulamalarını eskiden beri benimsemeyen Ebu Zer, bu yöndeki fikirlerini Şam’da bir Yahudi’den almış olamaz. Karşılaşmaları tarihi olarak zaten mümkün olmayan bu iki şahıs ve ilişkisi hakkında verilen bilgiler yanlıştır.[103] Bu nedenle Şam’da bir Sebeiyye’nin varlığından ve faaliyetlerinde bahsetmek mümkün değildir. Kufe’ye bakıldığında ise, burada gerçekleşen isyan girişimleri, Sebeiyye’nin işinin olmadığını, bizzat halkın halife ve valilerin uygulamalarını beğenmedikleri için karşı geldiklerini görülmektedir.[104] Basra’da İbn Sebe’den etkilenip halkı ayaklandırdığı iddia edilen Hukeym b. Cebele ise eşraftan olup, zaten Osman’ın uygulamalarını eleştirip sık sık cezalandırılan birisidir. Abdullah b. Sebe’den etkilenip Halife’ye karşı geldiği ya da Ali taraftarı olduğu kesinlikle söylenemez.[105]

Kutluay, “Sebeiyye” deyimi ile Hz. Osman’ın katli olayına karışan bütün topluluk kastedilmektedir demektedir. Sonraları bu deyimin müfrit Şiilerin adı olarak kullanıldığını, bazen de hakaret ifade etmek üzere ileri sürüldüğünü belirtmiştir.[106] Ancak Hz. Osman dönemi olayları içerisinde kullanılan Sebeiyye kavramının, her hangi bir fırka ya da gruba işaret etmekten öte sadece Osman muhaliflerine verilen bir isim olduğunu belirtilmelidir. Ayrıca Hz. Osman dönemini anlatırken, Seyfin çağdaşlarının bu kavramı o dönem için kullanmamış olmaları bu iddiayı güçlendirmektedir.[107]

Kutluay fitne olayların sonucunu şu şekilde değerlendirmektedir: “656 yılında olan bu acı olayın akisleri uzun yıllar devam etmiştir. Bu yıl bir bakıma “Eshab” devrinin de sonudur. Yani bu tarihe kadar her konuda anlaşan sahabenin arasında artık cepheler meydana gelmiştir. Sonrasında ise kılıçlar çekilmiş ve Müslümanlar birbirini öldürmüştür.[108] İşte Hz. Osman’ın bu şekildeki katlinden, Sıffin’deki tahkim meselesine kadar geçen yaklaşık iki senelik süre, İslam Mezhepler Tarihi açısından çok önemlidir. Çünkü bu zaman içinde, İslam’da en büyük tefrika hareketlerinden Havariç ve Şia’nın tohumları atılmış ve yetişmiştir.”[109]

Kutluay, Hz. Osman’ın ikinci devresine kadar sahabe arasında herhangi bir ayrılığın hiçbir şekilde yaşanmadığını ifade etmektedir. Biraz iddialı olan bu yaklaşım tam olarak doğruyu yansıtmamaktadır. İslam’ı daha tam içlerine sindirememiş, hayat düzenleri tamamen değişen ve değişmeye devam eden bir kitlenin hemen her konuda anlaşması biraz zor görünmektedir. Belki kılıca sarılacak kadar ciddi sorunlar olmamıştır; ama “bu kitle arasında da fikir ayrılıkları yaşanmıştır.”[110] İlk halifenin seçiminde bile kırgınlıklar olmuş, Ebu Bekir başa geçtikten sonra da birçok sorunla uğraşmıştır. Ayrıca Havariç ve Şia’nın zuhur ediş sebeplerinin Hz. Osman’ın öldürülüşü ile Sıffin Hadise’si arasındaki iki yıllık sürede oluştuğunu söylemek yanlış olur. Çünkü İslam toplumundaki bu ilk ve ciddi tefrika hareketlerinin sebeplerinin iki yıllık sürede olgunlaşması mümkün değildir.

Kutluay Hz. Osman’ın öldürülüşünün ardından gelişen olayları şu şekilde anlatmaktadır: “Hz. Osman’ın öldürülmesinin ardından Hilafet makamına Hz. Ali getirilir. Ancak Halife’ye biat sadece Medine’de olmuştur. Şehirlere gönderdiği bazı valiler kabul edilmemiş ve geri gönderilmişti. En şiddetli itirazı da Şam bölgesinden alır. Çünkü Şam Valisi Muaviye, ilk önce Hz. Osman’ın kanını talep etmektedir. Sadece Muaviye değil, içlerinde Talha, Zübeyr, Hz. Aişe, Basra ve Kufe valileri ile Mekke’de bulunan Ümeyye ailesi mensupları da bunu talep ediyordu. Ancak Hz. Ali’nin ilk etapta bir şey yapması mümkün değildi. Çünkü Hz. Osman’ı öldürenler iki bin beş yüz kişilik bir gruptu. Ayrıca şehre de hâkimlerdi. Karşılıklı konuşma ve nasihat işe yaramıyor, “Sebeiyye” bu teklifleri kabul etmiyordu. Halife ortalık sakinleşene kadar beklenilmesi gerektiğini düşünüyordu. Ne var ki, birçok kişi aynı fikirde değildi ve Hz. Ali’nin, Osman’ın katillerini bulma konusunda gereken çabayı göstermediğini düşünüyorlardı.”[111]

Kutluay’ın Hz. Ali’nin başa geçirilme hikâyesini anlatırken bazı çelişkilere düştüğü görülmektedir. En başta, isyancılar iki bin beş yüz kişi değil, dokuz yüz kişi civarındadır.[112] Ayrıca şehre teslim olma gibi bir durum da söz konusu değildir. Bir diğer durumda Hz. Ali’yi halife yapmak için bu mücadeleleri veren Sebeiyye nasıl oluyor da Ali başa geçince isyana devam edip, kargaşayı sonlandırmıyor. Halife olan Ali’yi de dinlemiyorlar. Hatta O’nu tehdit bile ettikleri oluyor. Kapalı bir nokta da, Sebeiyye’nin kabul etmediği tekliflerin neler olduğudur. Zaten amaçlarına ulaşmış değiller midir? Burada Sebeiyye’nin asıl amacının ne olduğu konusunda bir belirsizlik ortaya çıkmaktadır.

Talha, Zübeyr, Hz. Aişe ve Basralılar birleşip, Hz. Osman’ı öldürenleri cezalandırmak maksadı ile yola çıktıklarını söyleyen Kutluay, Hz. Ali’nin ordusuyla karşılaştıklarında savaş yapma düşüncelerinin olmadığını, konuşarak bir hal çaresi bulunabileceğine inandıklarını belirtmektedir.[113] Sonrasında ise Seyf b. Ömer’in rivayetlerinde karşımıza çıkan, savaşın seyrine dair bazı hususlara yer veren Kuluay, şu açıklamalara yer vermektedir: “Hz. Ali’nin ordusunda, Medine’de Osman b. Affan’ın katline katılan ve Sebeiye genel adı altında toplanan kimseler de bulunmaktaydı. İki ordu elçiler vasıtasıyla Osman’ın katillerinin cezalandırılması hususunda anlaşınca Sebeiye mensupları telaşa kapıldı. Çünkü durumları Medine’deki gibi değildi. Burada kendilerine karşı bir hareket yapıldığında karşı koymaları mümkün değildi. Öldürülme ihtimalleri çok yüksekti. Buna bir çözüm yolu bulmak için Abdullah b. Sebe ve adamları gizli bir toplantı yaptı. Dikkatlerin kendileri üzerine çekilmemesi için iki tarafın savaş yapması gerekiyordu. Bunun için İbn Sebe, güneş doğmadan karanlıkta, adamlarının bir kısmını Basralıların üzerine, bir kısmını ise Kufelilerin üzerine gönderdi. Basralıların saldırdığını düşünen Kufeliler ve Kufelilerin saldırdığını düşünen Basralılar hemen silaha sarıldılar. Savaş fiilen başlamış oldu. Abdullah b. Sebe ve adamları emellerine ulaşmışlardı.”[114]

Kutluay, Talha, Zübeyr, Hz. Aişe ve Basralıların Osman’ın intikamını almak için yola çıktıklarını belirttikten sonra Ali’yle karşı karşıya geldiklerini söylemektedir. Böyle bir cinayetten Ali’nin sorumlu tutulup, sırf bu nedenle O’nla savaşa girişilmesi anlaşılır bir durum değildir. Talha, Zübeyr ve Hz. Aişe’nin karşı gelişlerinin altında başka nedenler aramak daha doğru olacaktır. Başta Osman muhalifi iken birden saf değiştiren Hz. Aişe’nin Hz. Ali’ye karşı ifk hadisesine dayanan bir kırgınlığı ya da yönetime dair bazı istekleri olabilir. Zübeyr ve Talha’ya gelince, Ali’ye beyat ettikleri halde bu beyatlarından vazgeçmelerinin altında istedikleri görevleri almamaları yatabilir.[115]

Sonuçta bir araya gelen ordunun savaşmak gibi bir niyetlerinin olmadığını söyleyen Kutluay, Sebeiyye’nin faaliyetleriyle çatışmanın başladığını ifade etmektedir. Ancak zaten ortam iki tarafın anlaşma yapmasına pek müsait değildir. Çünkü Aişe, Talha ve Zübeyr tarafı Ali tarafından 600 kişiyi savaştan önce bir çatışmada öldürmüştür. Bu olayın birden unutulup anlaşma yapılması mümkün değildir. Bir de eğer Sebeiyye ölüm korkusu içinde savaşı başlattıysa nasıl bu korkuyla bir savaş ortamının içine kendilerini atabildiler, anlaşılır durum değildir.[116] Eğer bu kargaşaları Sebeiyye’nin çıkardığını kabul etsek, karşımıza şöyle bir soru daha çıkmaktadır. Cemel Vakası gibi büyük bir savaştan galip çıkan Hz. Ali, ilk defa Müslümanların kanlarının dökülmesine neden olan bir avuç insanı, en azından savaştan sonra, cezalandırması gerekmez miydi?[117] Bir diğer nokta da bu kadar önemli işlere adı karışan İbn. Sebe nasıl oluyor da olayların sonucunda kayboluyor. Ne Osman’ın öldürülmesinden sonra, ne de Cemel savaşı sonunda ismine kesinlikle rastlanılmıyor.

Netice itibariyle Seyf b. Ömer’in kendi dönemi olan Hicri II. Asırda bir sahabe savunması içine girdiğini ve bütün olayların müsebbibi olarak bir şahıs icat ettiğini görüyoruz.[118] Kutluay da Seyfin rivayetlerine itibar ederek aynı tavır içine girmekte, sahabe kutsiyetine zarar gelmemesi için Sebeiyye’yi günah keçisi olarak ilan etmektedir. Yoksa bu dönemde olaylara sebep olan böyle bir grubun varlığı söz konusu değildir.

Yaşar Kutluay Müslümanlar arasında yaşanan bu olayların ardından halkın birkaç bölüme ayrıldığı tespitini yapmaktadır:

1-   Tarafsızlar. Hz. Peygamberin vefatından sonra teşekkül eden bu grup, ne halife seçimine ne de sonraki olaylara karışmamıştır. “Mutezile” olarak isimlendirilen bu gruba siyasi bir fırka gözüyle bakmak yanlış olur.

2-   Ali Yanlıları. Hz. Osman’dan sonra hilafete en layık kişinin Hz. Ali olduğunu kabul eden kesim.

3-   Ümeyye ailesi mensupları. Bu grubun lideri Muaviye idi. Hz. Osman’ın kanını talepte her yolu meşru görüyordu. Burada Ümeyye ailesi mensupları demekten ziyade, Ali karşıtları dense daha doğru olur kanaatindeyiz. Çünkü Ümeyye ailesine mensup olmadığı halde Ali karşıtı olan insanlar da mevcuttu.

4-   Sebeiyye grubu. Son derece müfrit Ali taraftarıdırlar. Daha sonraları ortaya çıkacak olan Şii gulat fırkaların çekirdeği sayılırlar.[119]

Kutluay’ın yapmış olduğu ilk üç sınıflandırmaya katılmak mümkünken, sonuncusuna katılmak pek mümkün değildir. Çünkü daha önce de ifade ettiğimiz gibi Sebeiyye diye bir grubun varlığından bu dönemde söz etmek olanaksızdır. Çünkü bu isim Osman karşıtlarına verilmekle birlikte, daha sonra ortaya çıkan Gulat Şia ve müfrit Haricilerin tarihi olayları kullanarak eleştirilmesi için de kullanılmıştır.[120] Kutluay’ın İslam Ümmeti’nin içinde saydığı Sebeiyye’yi, savunduğunu söylediği fikirlere bakarsak, İslam Cemaati içinde değerlendirmemiz mümkün değildir.[121] Bu grubun itikadi fikirlerine baktığımızda bunu daha iyi anlayabiliriz. Ayrıca Hicri II. asrın başlarına kadar Hz. Ali ve ailesi hakkında, kaynaklarda her hangi bir müfrit düşüncenin varlığından bahsedilmez.

Kutluay’ın Sıffin savaşıyla ilgili değerlendirmelerine baktığımızda yine Abdullah b. Sebe ve taraftarlarının oynadığı oyunları görüyoruz. Şam valisi Muaviye’nin halife olma arzusunu “Osman’ın kanını talep” kisvesine bürüyerek biatı reddedip ve harekete geçmesiyle, 657 yılında Müslümanlar bir kez daha karşı karşıya gelirler ve Sıffin Savaşı başlar. Hz. Ali savaştan galip çıkacağı sırada, Muaviye’nin adamı olan Amr b. As’ın tavsiyesi üzerine Muaviye’nin askerleri mızraklarının ucuna Mushaf sahifelerini takar ve karşı tarafı Allah’ın hükmüne davet eder. Hz. Ali, tatbik edilen bu uygulamanın bir hile olduğunu anlar ve savaşa devam edilmesini emreder. “Ancak Sebeiye yine iş başındadır. Daha sonra harici olarak anılacak bir grup Hz. Ali’nin yanına gelerek, savaşı kesip Allah’ın kitabına uyması gerektiğini yoksa Hz. Osman’a yaptıklarını ona da yapacaklarını söylerler. Sonrasında iki taraf işi hakemlere bırakmaya karar verir. Bunun üzerine savaşı durduran gruptaki bazı kişiler Ali’nin yanına gelip bu sefer “hükmü ancak Allah verir” sözünü ortaya atarlar. Halife de aynı kanaatte olduğunu söyler. Gruptaki Hurkus b. Zuheyr “o zaman kararından dön ve bizimle düşmanlara karşı savaş” derler. Ancak Hz. Ali artık antlaşma yapıldığını ve geri dönülmeyeceğini söyler. Kararında ısrar eden Hurkus, Halife’yi Allah’ın Kitabı’nı bırakarak insanların hakemliğine uymakla suçlar. Ardından da kendisi gibi düşünenlerle birlikte ordudan ayrılıp Harura denilen yerde toplanırlar. Burada toplananlar “La Hukme illa Lillah” sözünü bayraklaştırmışlardır. Bu bayrağın altında toplananlara ise “el-Muhakkemet el-Ula” adı verilir. “Haruriye” de denilen bu grubun en genel ismi “Hariciler” dir.”[122]

Haricilerin ortaya çıkışlarının Sıffin Savaşı’ndaki hakem olayıyla birlikte olduğunu söyleyen Kutluay, Hz. Ali’yi savaşı bırakmaya zorlayanlarla, ordudan ayrılıp siyasi bir grup oluşturanların aynı kişiler, yani “Sebeiye” grubunun üyeleri olduğu tespitini yapmaktadır.[123]

Kutluay burada bir kavram kargaşası içine girmiştir dersek yanlış olmayacaktır kanaatindeyiz. Çünkü Hz. Ali’nin nass ve tayinle halife olduğuna inanan ve bu uğurda mücadeleler veren grup olan Sebeiyye nasıl oluyor da, bu şekilde bir misyon yükledikleri şahsı her fırsatta dinlemeyip zor durumda bırakıyorlar. Ayrıca, tarih kitapları göstermektedir ki, Seyf b. Ömer’den rivayet ettiği ve Sıffin’de ismi geçen Sebeiyye’ye mensup olmakla birlikte ilk Harici liderler olarak sayılan isimler, hiçbir zaman Ali muhalifi olamayacak kişilerdir.[124] Burada açıkça görülüyor ki, Ali taraftarlarının Sebei olarak isimlendirmesi, Muaviye’nin Ali’yi yıpratma politikasından başka bir şey değildir.

Kutluay’ın Havariç ve Şia’nın menşeiyle ilgili yapmış olduğu değerlendirmesi de üzerinde durulması gereken önemli bir husustur. Kutluay bu konuda şunları söylemektedir: “Hz. Osman’ın katlinde rol alan Basralı grubun başındaki kişi, Sıffin’de savaşı bıraktıktan sonra hakem olayına karşı çıkan ve Hz. Ali’ye cephe alan Haricilerin başındaki isimler aynıdır. Hurkus b. Zuheyr ve Şureyh b. Evfa. Cemel Savaşı öncesi yapılan gizli toplantıda da bu isimler yer almaktadır. Sonuç itibariyle Haricilerin menşeini Sıffin Savaşı ve hakem olayından öncelere götürerek Sebeiye’ye bağlamak gerekir. Bu durumda birbirinin tamamen zıddı olan Haricilik ve Şiilik (müfrit Şii mezhepleri) menşede ayniyet göstermektedir.”[125]

Düşünce itibariyle tamamen farklı olan bu iki akımın menşeinin aynı olması mümkün değildir. Ayrıca Haricilik, bir defada, hemen, bir olayla vücut bulmuş bir fırka olamaz. Bu hareketin doğuşuna tesir eden birçok sebep mevcuttur. [126] Hariciliğin doğuşuyla ilgili Kutluay’ın ileri sürdüğü fikirler daha sonra ayrı bir başlık altında değerlendirileceği için burada bu kadarla yetineceğiz.

Buraya kadar anlatılan bölümde, mezheplerin ortaya çıkışında siyasi sebeplerin neler olduğu üzerinde durduğunu söyleyen Kutluay itikadi sebepleri ise şöyle belirtmektedir: “İtikadi sebeplerin başında “kader meselesi” gelmektedir. Bu meselenin ortaya çıkışı, Müslümanlar arasında vuku bulan savaşlarda ölenlerin ve öldürenlerin durumunun ne olacağı sorusuyla olmuştur. Kardeş kavgalarının yaşandığı bir cemiyette, Müslümanların işledikleri fiillerin dini yönden hükmünü verme çalışmalarının yanında, Allah’ın sıfatları konusunda da zıt görüşler zuhur etmiştir. Kader konusunda Kuran-ı kerim’in kesin bir hükmünün olmaması da bu konudaki tartışmaları körüklemiştir. Çünkü birbirinin tamamen zıttı düşünen gruplar bile, kendi görüşlerini destekleyici ayetler ileri sürebilmişlerdir. Haricilerin ortaya çıkıp her iki grubu da tekfir etmesi meseleyi iyice karıştırmıştır. Sonuç itibariyle bu ve benzeri sorular da mezheplerin çıkmasına neden olmuştur.”[127]

Kutluay’ın burada itikadi ve siyasi sebepleri keskin çizgilerle ayırması, İslam tarihinde çıkan çatışmalara baktığımız zaman çok da isabetli olmamıştır. Çünkü bütün yaşanan olayların altında birçok farklı sebepler mevcuttur ve bunlar iç içedir. Ayrıca itikadi sebepler başlığı altında bir sıralama yapacak olursak, kader meselesi ve Allah’ın sıfatları dışında sayabileceğimiz başka maddeler de olacaktır. Özellikle başka kültürlerle karşılaşılması ve diğer din mensuplarının İslam’a girmesi gibi sebepler sonucunda Müslümanlar arasında pek çok sorunun zuhur ettiğini görüyoruz. Mesih-Mehdi inancı, karizmatik lider anlayışı bunlardan birkaçıdır.

MEZHEPLER TARİHİ             KAYNAKLARIYLA    İLGİLİ DEĞERLENDİRMELERİ

Yaşar Kutluay, mezhepler hakkında bilgi alabileceğimiz ilk kaynakları ve kaynakların başına gelenleri şu şekilde anlatmaktadır: “Hicretin daha birinci yüzyılından itibaren ortaya çıkmaya başlayan siyasi ve itikadi mezheplerin mensupları, fikir, görüş ve davalarını ispat gayesiyle, tartışma konusu olan her meselede bir “makale” yazmışlardır. Ancak bizzat mezhep mensupları tarafından yazılan bu makalat şeklindeki eserlerin çoğu günümüze kadar ulaşamamıştır. Aradan çok uzun zaman geçmiş olması, harpler, yangınlar, istilalar ve mezhep kavgaları gibi sebepler, mezhep ileri gelenlerinin görüşlerini asıl bildiren bu eserlerin ortadan yok olmasına neden olmuştur.”[128] Mezheplerin birinci elden ilk kaynakları olan makalat türü eserlerle ilgili Kutluay’ın yapmış olduğu değerlendirme oldukça isabetlidir. Farklı sebeplerle elimize ulaşmayan bu eserlerin kayboluşu, ilk dönem mezhepleriyle ilgili doğru bilgilerin tespitini oldukça zorlaştırmıştır. Çünkü bugün Mezhepler Tarihi araştırıcılarının yararlandığı kaynaklar, Hicri III. Asırda, ikinci ya da üçüncü şahıslar tarafından yazılan birçok mezheplerin görüşlerini toplayan eserler niteliğindedir. Bu tür kitaplara “Milel ve Nihal kitapları” denilmiştir. Yaşar Kutluay’ın, "milel ve nihal kitapları ile ilgili olarak bu eserler, mezhepleri red ve cerh için yazılmış olan ve çoğunlukla polemiğe kayan kitaplardır.”[129] tanımını da yapmaktadır.

Yazar, milel ve nihal kitapları için yaptığı birinci tanımda, bu kitaplarda birçok mezhebin görüşlerinin yansıtıldığını, ikinci tanımda ise bu eserlerin yazılma amacının mezhepleri red ve cerh için olduğunu ifade etmektedir.

İlk kaynakları çeşitli sebeplerle kayıp ettiğimizi belirten Kutluay, bunun sakıncalarını şu şekilde ifade etmektedir: “Bir mezhebin görüşünü tespit edebileceğimiz asıl eserler ortadan kalktığı için, sonraki müelliflerin çeşitli mezhepler hakkında verdikleri bilgilerle ve onların eserlerinden yaptıkları nakillerle yetinmek zorundayız. Bu ise, araştırmacıyı yanlışa götürme ihtimali yüksek bir yoldur.[130] Bizzat bu eserlerden birinin yazarı bu durumu şu şekilde belirtmektedir: “Dinler ve mezheplere dair eser yazan, onların fikirlerinden bahseden kimselerden, anlattığını yanlış anlatan, kendisinden başka şekilde düşünenin sözünü naklederken mugalâta yapan, hasımlarını kötülemek için kasden yalan hikâyeler söyleyen, ihtilaf edenlerin muhalefetlerini rivayet ederken doğru hareket etmeyerek, sözlerine onların delillerini çürütecek ilaveler yapanların bulunduğu bir gerçektir.”[131] Bu yazarlardan bazıları daha da ileri gitmiş ve muhalifleri için “sapık, kâfir”[132] gibi tanımlamalarda bulunmuşlardır. Kendi mezhebinden olmayanlara bu şekilde bakan bir müellifin, hükümlerinde ve rivayetlerinde ne kadar tarafsız kalabileceği ortadadır.[133]

Yaşar Kutluay burada çok doğru bir tespit yapmaktadır. Ancak bu tespiti yapmakla birlikte kendisi de aynı yanılgıya düşmekten kurtulamamıştır. İbn Sebe hakkındaki rivayetleri bunun göstergesidir.

Tarihteki İslam fırkalarından bahseden milel ve nihal kitaplarının öteden beri en meşhur ve doğruya en yakın kabul edilenin Şehristani’nin “el-Milel ve’n-Nihal”i olduğunu belirten Kutluay, Şehristani’nin İbn Hazm ve Bağdadi’ye tercih edilmesinin nedenini ise bu iki yazarın, oldukça mutaassıp olup, Sünni görüşe aykırı olan her sistemi olduğu gibi nakletmekten ziyade, onlara hücum etmesi olarak göstermektedir.[134]

Yazar’ın burada Şehristani’yi güvenilir bir kaynak olarak kabul ettiğini görmekteyiz. Ancak oldukça değerli olan bu eserin tamamen güvenilir olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü en başta Şehristani meşhur 73 fırka hadisine göre eserini yazmıştır. Bu da eserinin objektifliğini kaybetmesi demektir.

Bütün bu sakıncalarına rağmen, milel ve nihal kitaplarının kıymetinin inkârının mümkün olmadığını söyleyen Kutluay, sözlerine şöyle devam etmektedir: “Çünkü bir müellif ne kadar mutaassıp ve tarafgir olursa olsun söylediklerinde bir gerçek payı vardır. Bu gerçekleri bulmak ise ancak, bu kitapların dışında kalan ve o döneme ait eserlerle mukayese ederek bir sonuca varma şeklinde olur. İslamiyet’in ilk yıllarından zamanımıza intikal etmiş olan, şiirler, ensab kitapları, hadisler, tefsirlerde muhtelif sebeplerle söylenmiş sözler ve bunların yanında Taberi ve Belazuri gibi güvenilir tarihçilerin eserleri bu yolda rehberlik edebilir.”[135]

Yazarın burada getirdiği yöntem oldukça önemlidir. Çünkü bu alana getirdiği yeni bir yöntem olan karşılaştırma yöntemi, doğru bilgiye ulaşmak için kullanılabilecek yöntemlerin bir basamağını oluşturmaktadır diyebiliriz. Eserlerini yazarken bu yöntemi çok fazla kullandığını görmesek de, bu durum yaptığı çalışmaların hiçbir şekilde değerini düşürmeyecektir.

İSLAM MEZHEPLERİNE BAKIŞI

Yaşar Kutluay’ın ilk siyasi mezhepler olan Hariciler ve Şiilerin menşeini Abdullah b. Sebe’ye ve O’nun gösterdiği faaliyetlere bağladığını belirtmiştik. Buradaki Şiilerden kasıt, “Hz. Ali hakkında ifrat derecesine varan inançlara sahip müfrit Şii mezhepleridir. Bu mezheplerin bugün yaşamakta olan İmamiye ve Zeydiye gibi Şii mezheplerle ilgisi yoktur.”[136] Kutluay, eserlerinde en çok bu iki mezhebe yer vermiştir.

1. ŞİA

Şia kavramının tanımını yaparak yazısına başlayan Kutluay, bu konuda şunları söylemektedir: “Arapça bir kelime olup “taraftarlık” anlamına gelen Şii kelimesi, Ali ile Muaviye arasındaki anlaşmazlıkta Ali’nin tarafında olanlar için kullanılmıştır. Hilafet konusunda Hz. Ali’ye hak veren, O’nun hilafetini meşru tanıyan herkes bu tarifin içine girmektedir. Ayrı bir mezhep halinde teşekkül eden ve günümüze kadar gelmiş olan Şiilik ise: “Hz. Ali’nin nass ve tayinle halife olduğunu, hilafetin ancak O’nun soyundan gelenlere ait olduğu, bunun halkın seçemeyeceğini, bunun dinin esasına ait bir rükun olduğunu kabul eden kimselere verilen addır. İmamların büyük-küçük günahlardan münezzeh olduklarında ve “kavlen, fiilen ve aklen teberi ve tevelliyi kabul etmek gerektiği hususunda”[137] -Zeydiye hariç- bütün Şii fırkaları birleşirler.”[138]

Şia’nın ayırıcı özelliği olan Hz. Ali ve imamlarla ilgili inançlarına tanımında yer veren Kutluay sonrasında Şiilerin iddialarının menşeini incelemektedir: “Şiilerin iddiaların menşei Gadir-i Hum olayına dayanmaktadır. Maide Suresi’nin 67. ayeti, “Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kâfirlere yol göstermez.” şeklindeki ifadesinde Hz. Ali’nin halifeliğine işaret edildiğini, Peygamberin Ali’nin halifeliğini söylemeye korkmaması gerektiğini ifade etmektedir. Gadir-i Hum’da Peygamber Hz. Ali’yi yanına çağırmış, “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır” diyerek O’nun halifeliğini ilan etmiş ve herkeste biat etmiştir. Ancak Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in iktidar hırsı ve halkı baskı altında tutmalarından dolayı, Ali’ye halife olarak biat edilmemiştir. Hz. Ali de “takiyye” icabı ses çıkarmamıştır.”[139]

Kutluay’ın yer verdiği şekliyle, bugün yaşayan Şiilerin iddiaları sadece Gadir-i Hum’a dayanmamaktadır. Kırtas hadisesi, Peygamberin Taif seferine giderken yerine Ali’yi bırakması, bazı hadis ve ayetler de Şiilere göre Hz. Ali’nin imamlığına delildir.[140] Kutluay’ın bilgi vermekle yetinip, hiçbir şekilde değerlendirme yapmadığı ve yapılmasının da anlamsız olduğunu düşündüğü Şiilerin Gadir-i Hum meselesine biz kısaca temas edeceğiz.

İlk önce şunu belirtmek gerekir ki, Kuran tek üstünlük ölçüsünün takva olduğunu belirtmiş ve hiçbir soya, kavme ayrıcalık tanımamıştır. Ayrıca Peygamberimiz de hayatında Kuran’ın bu ilkesine göre davranmış kimseye ayrıcalıklı muamele yapmamış, görev verirken liyakate önem vermiştir. Bu nedenle Ehl-i Beyt’in diğer Müslümanlardan üstün ve ayrıcalıklı bir tarafı yoktur. İkinci olarak birçok zorluk çekmiş, taşlanmış, canına kastedilmiş, yurdundan kovulmuş olan Peygamber nasıl oluyor da bu emri açıkça tebliğ etmekten korkuyor? Zaten bir peygamber Allah’tan aldığı emirleri insanlara tam olarak açıklamazsa görevini ifa etmemiş olur ki bu da mümkün değildir. Ayrıca eğer gerçekten bu olay olmuşsa ve bu hadis sahihse, Hz. Ali’nin ya da bütün sahabenin Sakife gününde olsun, Şura seçimlerinde veya Sıffin savaşında olsun bu durumu hiçbir şekilde dile getirmemesi oldukça ilginçtir. Sonuç itibariyle kaynaklar gösteriyor ki, “Gadir-i Hum denilen bölgede konaklayan sahabenin Ali’yle ilgili bazı şikâyetlerini dinleyen Peygamber, Ali’den duyulan hoşnutsuzluğu bertaraf etmek ve İslam cemaatinin birliğinin en ufak hadiselerle bile bozulmaması için bu hadisi söylemiştir. Ne var ki sonrasında bu hadis yanlış yorumlanmış ve derin ayrılıklara neden olmuştur.”[141]

Şiiliğin tarih sahnesine bir mezhep olarak ne zaman çıktığını inceleyen Kutluay, Tahkim hadisesinden sonra Muaviye’ye karşı Ali’nin yanında yer alanların mevcut olduğunu ancak bunların sistemli bir mezhep hüviyeti taşımadığını belirttikten sonra şu değerlendirmeleri yapmıştır: “Şiilerin ne zaman siyasi bir grup olarak ortaya çıkışları kesin ve belirli hatlarla bilinmemektedir. Ancak tarih sahnesine zuhurları, Muaviye’nin Irak valilerinin, camilerindeki hutbelerinde Hz. Ali aleyhine konuşmaları ve cemaatin bir kısmının bunu protesto etmesiyle olmuştur. Cemaatin içinde ilk itirazı yapan Hucr b. Adiyy olmuştur. Diğerleri de buna katılmıştır. Şiddete başvurmaya kalkışan vali değiştirilir. Yerine gelen vali de çok farklı davranmaz. İtidal yolunu seçmeyen merkez Şam, Hucr’u ortadan kaldırır. Bunun üzerine protestolar artar; ancak hala teşkilatlı bir grubun varlığı söz konusu değildir.”[142]

Şiilerin tarih sahnesine çıkışlarının Hucur b. Adiyy hadisesiyle olduğunu söyleyen Kutluay, aynı zamanda bu olayın yaşandığı dönemde hala sistemli bir Şii mezhebinden bahsedilemeyeceğini söylemektedir. Burada yazar, tarih sahnesine çıkıştan neyi kastetmektedir, anlaşılmamaktadır. Herhalde, burada Şii kelimesini sadece Ali taraftarı olmak anlamında kullanmaktadır. Ancak bu şekilde çelişki ortadan kalkmaktadır.

Hucr b. Adiyy ve taraftarları Muaviye’ye beyat etmekle birlikte, O’nun valilerinin Hz. Ali ve yakınlarını kötüleme faaliyetlerine dayanamayıp karşı gelen küçük bir gruptur. Başka ekonomik ve sosyal şartların da hazırladığı bu hareket, aslında, Emevi iktidarına karşı yapılmış basit bir isyan girişimden başka bir şey değildir. Ayrıca bu harekette hiçbir Şii fikrin zuhur ettiği görülmemektedir.[143]

Hucur b. Adiyy hareketinin ilk Şii hareketi olarak değerlendirilemeyeceğini belirten Kutluay, bu mezhebin zuhur edişinde önemli bir etken olan Kerbela hadisesini şöyle anlatmaktadır: “Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hasan, ne babasının intikamını almak ve ne de Muaviye’ye karşı harekete geçmek gibi niyetlerle herhangi bir girişimde bulunmamıştır. Ancak diğer oğlu Hüseyin Muaviye’nin oğlu Yezid başa geçince O’nun halifeliğini kabul etmemiş ve Kufelileri de yanına alarak Şam’a hareket etmiştir. Bunu haber alan Yezid’in valileri askerleriyle birlikte harekete geçmiş ve Kerbela’da, 680 tarihinde, Hz. Hüseyin’in yanında olan aile efradı ve bir kısım Kufeli insafsızca öldürülmüştür. Tarihe Kerbela Faciası diye geçen bu olay, yeni bir fitne kapısı açmış ve Kerbela şehitlerinin intikamını alma bahanesiyle birçok kimse, emelleri uğruna eylemlerde bulunmuştur.”[144]

Kutluay’ın da işaret ettiği gibi fitne hadisesinden sonra İslam Toplumunun aldığı en büyük ikinci yara Kerbela hadisesidir. Peygamberimizin gözünden bile sakındığı torunu hunharca öldürülmüştür. Ne var ki burada sadece tek taraflı bir suçtan bahsetmek mümkün olmasa da sonucun böyle olması hiç kimsenin dileği olamaz. Hz. Hüseyin’in iktidara karşı gelmesi ve bunu yaparken biraz acemice davranması, ayrıca destekleme sözü verenlerin O’nu yalnız bırakması olayın bu şekilde bitmesinin nedenleri arasındadır. Kanaatimizce koltuğunu korumaya çalışan Yezid, bunun yolunu yanlış seçmiştir.

Kerbela olayından sonra yaşanan Tevvabun hareketini tam bir kırılma noktası olarak değerlendirin Kutluay, bundan sonra sahneye iktidar için Hüseyin b. Ali adına Abdullah b. Zübeyr, O’ndan sonra da Muhammed b. El-Hanefiye adına Muhtar es- Sakafi çıktığını belirtmiştir. İlk Ali tarafgirliğini sistematik bir şekilde ortaya koyan kişinin Abdullah b. Sebe olduğunu söyleyen yazar, ikinci sıraya Muhtar es-Sakafi hareketini koymaktadır.[145] Ancak şu belirtilmelidir ki, bu hareketlerde Hz. Ali’nin soyunun, hiçbir zaman başrolü oynadığı görülmemektedir.

Şiiliğin ilk zuhur edişinin hangi olayla olduğunu net olarak ifade etmeyen Kutluay, Abdullah b. Sebe’nin ortaya koyduğunu iddia ettiği “sistematik Ali tarafgirliği” sözünden neyi kastetmektedir, açık değildir. Eğer Şiilik mezhebinden bahsediyorsa, kendi içinde çelişecektir. Çünkü Şiiliğin daha Hucr b. Adiyy döneminde dahi tam olarak zuhur etmediğini kendisi söylemektedir. İkinci Şiilik hareketini de Muhtar’ın faaliyetlerinin olduğunu söylemesi, Şii mezhebiyle ilgili kronolojik sırayı iyice çıkmaza sokmaktadır.

Daha öncede belirttiğimiz gibi Şiiliğe ait fikirlerin ilk belirtileri Hicri birinci asrın sonlarıyla ikinci asrın başlarında görülmektedir. Bu tarihlerden öncesinde ne Şiilikten ne de Şii fikirlerden bahsetmek mümkün değildir.[146] Bu nedenle İbn Sebe’nin hareketini Şiilik hareketi olarak değerlendiremeyeceğimiz gibi, Muhtar’ın hareketini de aynı bağlamda Şiilik hareketi olarak değerlendiremeyiz.

Muhtar es-Sakafi, Ümeyye iktidarına karşı kin besleyen, Emevi valilerinden Ubeydillah b. Ziyad’la aralarında geçen bazı tatsız olaylardan dolayı ondan intikam almak isteyen bir şahıstır. Muhtar, Kerbela olayından sonra Hüseyin’in kanını talep iddiasını sloganlaştırarak, Muhammed el-Hanefiyye’nin adını kullanarak bu harekete girişmiştir. Kısmi başarılar elde etse de mevaliye verdiği haklar sonunu getirmiştir. Ayrıca Muhtar, Kutluay’ın iddia ettiğinin aksine[147], hareketi esnasında herhangi gulat bir fikir ileri sürmemiş, hatta başarı elde ettiği zaman Muhammed el- Hanefiye’ye sırtını dönmüştür.[148]

Şii mezheplerin tasnifine bakıldığında ise konuyla ilgili eser yazan müelliflerin, farklı görüş noktalarından hareket ettikleri için, tasniflerinin de farklı olduğu görülmektedir. Yaşar Kutluay Şii mezheplerini şu şekilde tasnif etmiştir:

I-   Gerek Ali b. Ebi Talip ile soyu ve gerekse bizzat şahısları hakkında “gulve gitmiş” olanların meydana getirdikleri ve “Galiye” adı altında ele alınabilecek gruplar

II-    Ali b. Ebi Talip ve soyunun imamette diğerlerinden ziyade hakkı olduğunu genellikle kabul etmekle beraber, imamların sırası konusunda düştükleri anlaşmazlıklarla bölünen ve “İmamiye” adı altında toplayabileceğimiz grup.[149]

Galiye Sınıfına Giren Mezhepler

Yaşar Kutluay kendine has bir tasnif yapmakla birlikte, Şii mezheplerin kollarından bahsederken klasik milel-nihal kitaplarının metodunu uygulamıştır. Ayrıca, Şehristani’nin veya Bağdadi’nin eserlerinde vermiş olduğu bazı fırkalara kendi kitabında yer vermemiştir. Bununla birlikte Şehristani’nin el-Milel’inde yer almayan Şeriiye ve Gurabiye gibi bazı fırkaları Bağdadi’nin eserinden yaralanarak kitabına eklemiştir. 73 fırka hadisine göre mezhepleri tamamlama çalışması veya mezhepleri tasdik ya da red etme gibi bir gayret içine girmemiştir. Fakat mezheplerin yüzeysel bir şekilde ele alınıp, nerede doğup geliştiği, hangi olaylardan etkilendiği gibi konulara yer verilmemiştir. Kaynak eserlerde yer alan bilgilerin özeti şeklinde mezhepler hakkında genel bilgilerin verilmesiyle yetinilmiştir. Ayrıca mezhebin ana bünyeden ayrılırken hiçbir kaidenin belirlenmemiş olması, muhalif bir fikirle bile hemen farklı bir mezhep oluşturması da dikkat çekicidir. Kaynak eserlerde yazarların fırkaları tarihi, siyasi, içtimai ve diğer şartlarla irtibatlandırma yoluna gitmeyip, mezhebi bir şahısla başlatıp doğruca fikri vermekle yetinmesi hatasına Yaşar Kutluay da düşmüştür. Sonuç itibariyle mezhebi anlayabilmek için yeterli bilgi verilmemiş, klasik bir yöntemle, mezhebin kurucusu ve mezhebe ait birkaç fikir verilip geçilmiştir. Kutluay’ın Gulat fırkalar arasında saydığı mezhepler sırasıyla şunlardır: 1-Sebeiyye, 2-Muhtariye, 3-Haşimiyye, 4-Beyaniyye, 5-Mugiriyye 6-Cenahiyye, 7-Mansuriyye 8-Hattabiyye 9-Şeriiye 10-Gurabiye. Bu saymış olduğumuz mezhepler tek tek ele alınmayacak, önemine binaen Sebeiye Mezhebi’ne değinilip geçilecektir.

Sebeiye

Kutluay’ın bu mezhep hakkında söyledikleri şunlardır:

“Sebeiye’nin kurucusu olarak kabul edilen Abdullah b. Sebe, San’alı bir Yahudi’dir. Annesi siyahîdir. Osman b. Affan zamanında Müslüman olmuş, sonrasında ise Müslüman diyarlarda gezerek sapık fikirlerini insanlar arasında yaymaya başlamıştır. O, Mısır’da halk arasında şöyle bir konuşma yapmıştır: “Gariptir ki insanlar, Hz. İsa’nın geri döneceğine inanırlar da, Hz. Muhammed’in geri döneceğini söyleyenleri yalanlarlar. Oysaki Allah Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur: “Kuran’a uymayı sana farz kılan Allah, seni döneceğin yere döndürecektir.” (Kasa Suresi, 85) Dolayısıyla Hz. Muhammed’in geri dönmesi Hz. İsa’nın dönmesinden daha doğrudur.” Bu görüş halk arasında kabul görür ve “dönüş” (ric’at) inancı ortaya çıkar. O, bundan sonra şu görüşü ileri sürer: “Her peygamberin bir vasisi vardır. Hz. Muhammed’in vasisi de Hz. Ali’dir. Muhammed peygamberlerin, Ali de vasilerin sonuncusudur. Öyleyse Hz. Muhammed’in vasiyetine uymayıp, hakkı olmayarak ümmetin başına geçen Osman b. Affan’a karşı harekete geçilmelidir.”[150] Abdullah b. Sebe’nin ortaya atmış olduğu bu vesayet doktrini, gulv’ün ilk basamağını teşkil etmektedir. Bununla beraber, müfrit Şii fırkalarında görülen “Tevakkuf, gaybet ve tenasüh” fikirlerini ilk ortaya atan da İbn Sebe’dir.[151] Abdullah b. Sebe bu şekildeki sapık görüşlerini bütün memlekete yaymıştır. Kendi gibi düşünenlerle de gizli mektuplar vasıtasıyla haberleşmiş ve İslam toplumunun ilk parçalanışı için zemin hazırlanmıştır. İlk kaynak eserlerde “Sebeiye” deyimi ile Hz. Osman’ın katli olayına karışan bütün topluluk kastedilmektedir. Bu aşamada, Sebeiye, bir mezhep değil, Halife Osman’a karşı gelenlere verilen genel bir addır. Sonraları bu deyim müfrit Şiilerin genel ismi olmuştur. Abdullah b. Sebe’ye izafetle, daha sonra Sebeiye adında, Şii karakterli bir mezhep kurulmuştur. Sonuç itibariyle, müfrit Ali taraftarı olan Sebeiye grubu, tarihin ileri safhalarında zuhur eden müfrit Şii fırkaların çekirdeği mesabesindedir.”[152]

Kuyluay’ın yukarıda vermiş olduğumuz Sebeiyye’ye ait bilgiler Taberi’deki Seyf b. Ömer’in rivayetlerinde ya da Milel-Nihal kitaplarında yer almaktadır. Bu kaynaklarda yer aldığı şekliyle fitne olaylarının müsebbibi olarak tarih sahnesine çıkan İbn Sebe, birden bire Cemel savaşından sonra ortadan kaybolmaktadır. Bu kadar olaylara karışan bir şahıs nasıl oluyor da Sıffin ve sonrasında gelişen olaylarda göze batan hiçbir faaliyet göstermiyor, ilginçtir.[153] Başka kaynaklarda ise İbn Sebe’nin siyasi faaliyetlerinden hiç bahsedilmeksizin sadece Hz. Ali hakkında aşırı fikirler ileri süren şahıs olarak tanıtılmaktadır.[154]

Burada şu hususa değinilmelidir ki, Halife’nin bazı icraatlarını beğenmeyip O’na karşı bir siyasi tavır içine giren dönemin seçkin sahibeleri, nasıl oluyor da, bir Yahudi mühtedisinin müfsid fikirlerine kanıverecek derecede zayıf ve kararsız olabiliyorlar. Eğer burada Hz. Osman devrinde vuku bulmuş olaylara ismi karışmış sahabelerin davranışlarını mazur göstermek için, bütün suçu bir şahısa yüklemek gibi bir davranış sergileniyorsa, bunun çok ahlaki olduğu söylenemez. Çünkü böylelikle ashabın muhtemel hataları tarihi bakımında ört-bas edilmiş olmaktadır.[155]

Sonuçta kimliği ve yaptıkları konusunda oldukça farklı rivayetler bulunan bu şahsın, Seyf b. Ömer tarafından sahabe karizmasını kurtarmak için kurgulandığı düşüncesi, Mezhepler tarihi araştırmacıları arasında ağır basan görüştür. Çünkü bir şahsın İslam tarihinde derin izler bırakan bu kadar büyük olaylara tek başına neden olması beklenemez. Siyasi, sosyal, ekonomik vb. sebeplerle birbirine giren sahabenin bu yaptıklarını örtbas etmek için Seyf bir günah keçisi icat etmiştir. Tarihi yeniden inşa eden Seyf, olayların akışına göre de bu günah keçisine bazı misyonlar yüklemiştir. Ne var ki İbn Sebe’nin bütün bunları yaparken neyi amaçlamış olabileceği konusuna açıklık getirememiştir. Yaşar Kutluay da Seyfin bu rivayetlerine itibar ederek kitabında yer vermiş ve sahabeye biçmiş olduğu rollerden ötürü belirlenen günah keçisini, bütün olayların müsebbibi olarak göstermiştir.

II- İmamiye Grubu

Kutluay bu gruptakileri ş öyle tanımlamaktadır: “Hz. Ali’den başlayarak onun iki oğlu Hasan ve Hüseyin’e ve onların çocuk ve torunlarına imamet nispet edenlerdir. Sırasıyla bu üç isimden sonra Ali Zeynelabidin de dördüncü imam olarak hepsince kabul edilir; ancak ayrılıklar bu dördüncü imamdan sonra başlar. Çoğunluğunda ileride gelmesi beklenen bir mehdi veya imam bulunmaktadır.” Bu bölümde yer alan fırkalar da sırasıyla şunlardır: 1-Zeydiye 2-Bakıriyye 3-Caferiyye 4-Museviyye 5-İsnaaşeriyye 6-İsmailiyye veya Batıniye [156]

Kutluay’ın Gulat fırkaları anlatırken izlediği yöntem burada da aynıdır. Ancak farklı olarak İmamiye grubunda yer alan ve günümüzde hala yaşayan bazı mezheplerin bugünkü durumu hakkında genel bir bilgi verilmiştir.

Günümüzde yaşaması ve kayda değer taraftarları, çalışmaları olması hasebiyle İşnaaşeriye ile İsmailik mezhebine daha fazla yer vermiştir. Ancak Kutluay bu mezheplerden bahsederken tamamen Şii kaynaklardan yararlanmıştır. İmamların hayatını anlatırken tarihi kaynakların verdiği bilgilere çok kısa değinmiş, Şii ananesine göre onları okuyucuya tanıtmıştır. Bunun yanında bu mezheplerin siyasi tarihini daha tafsilatlı ele almıştır. Özellikle İsmailik hakkında oldukça geniş bilgi vermiştir. Mezhebin doğuşunu hazırlayan içtimai faktörlere değinmiş, tarihte gösterdiği başarılara yer vermiş ve sonuç bölümünde günümüz İsmaili hareketlerinden bahsetmiştir.[157] Ancak birçok Batıni fikre sahip olan İsmailik de gulat mezhepler altında sayılabilir ya da ayrı bir başlık altında değerlendirilebilirdi düşüncesindeyiz.

HARİCİLER VEYA HAVARİC

Haricilerin tarih sahnesine çıkışı Sıffin Savaşı’ndaki tahkim meselesinden sonradır diyen Kutluay, yönetim ile Hariciler arasındaki savaşların, Emevi saltanatının sonlarına kadar aralıklarla devam ettiğini, pek çok Müslüman kanının bu çatışmalarda döküldüğünü belirtmiştir.[158]

Kutluay’ın, tarihleri hakkında kısaca bilgi verdiği Haricilerin menşeini de Sebeiyye bağladığını daha önce söylemiştik. Fitne olaylarına karışan, Cemel vakasını tetikleyen kişilerin bazılarıyla, Sıffin savaşında tahkimi başta kabul edip sonra reddeden kişilerin aynı olduğunu söylemiştir. Ayrıca Sıffin savaşında başta hakemleri kabul edip sonra reddeden ve Ali’ye de reddetmesi için baskı yapan Hurkus b. Züheyr, “Osman’a yaptığımızı sana da yaparız” diyerek Ali’yi tehdit bile etmiştir. Bu da gösteriyor ki Osman’ın öldürülmesine karışan Sebeilerin liderlerinden Hurkus, burada da tahkimi reddederek Haricilerin başına geçmiştir diyen Kutluay, “yani sonuç itibariyle Haricilerin menşei de Sebeiler olmaktadır” değerlendirmesini yapmaktadır.[159]

Burada ilk önce şu hususa dikkat çekilmelidir. Hz. Ali’nin, Allah’ın ve Peygamberin emriyle halife olduğuna inanan Sebeiyye mensupları, nasıl oluyor da böyle bir liderin, tahkim konusundaki kararını tartışıyor, hatta O’na itiraz edebiliyor. Ayrıca Cemel de olsun, Sıffin’de olsun devamlı Ali’ye karşı faaliyet gösteren bu isimlere Ali taraftarı demek nasıl mümkün olur. Bunun yanında, Hz. Ali’yi öldüren İbn Mülcem’in de bir Harici olması açıklanabilir bir durum değildir. Çünkü eğer Haricilik Sebei menşeli bir mezhep olsaydı, İbn Mülcem Ali’nin katili değil, O’nun ilahlığını savunan bir şahıs olması gerekirdi. Bunun yanında Osman’a ayaklananlar arasında olup, Sıffin’den sonra Haricilere katılan Hurkus b. Züheyr ve Şureyh b. Evfa gibi isimler hiçbir kaynakta Sebei olarak adlandırılmamıştır.[160]

Sonuç itibariyle Haricilik ve Sebeiyye’nin ilişkilendirmesi mümkün değildir. Çünkü Sebeiyye, daha önce de temas ettiğimiz gibi, Hariciliğin doğduğu dönem olan Sıffin Savaşı esnasında herhangi bir oluşuma delalet etmemektedir. Bu kavramı Hz. Osman ve Ali dönemine taşıyan şahıs, sadece Seyf b. Ömer olmuştur.[161]

Kutluay’ın, Haricilerin menşeini Sıffin ve hakem meselesinden öncelere götürerek Sebeiye’ye bağladığını söylemiştik. Hariciliğin zuhur edişini tek bir olayla açıklamaya çalışmayan Kutluay isabetli bir yol seçmiştir. Çünkü hiçbir dini-siyasi hareket tek bir sebebin sonucunda oluşmamış ve birden bire ortaya çıkmamıştır. Ancak yukarıda da açıkladığımız gibi Hariciliğin menşeinin Sebei’ye bağlaması yanlıştır. Bu nedenle Hariciliğin oluşmasında etken olan başka sebepler aranmalıdır.

İlk olarak Haricilik mezhebine mensup kişilerin sosyal tabanına baktığımız zaman çoğunluğunun yerleşik hayata sonradan geçmiş olan Bedevi Araplar olduğunu görüyoruz. Önceleri çölde hayatlarını sürdüren bu kişilerden İslam’ı kabul ettikten sonra yavaş yavaş yerleşik hayata geçmeye başlayanlar oldu. Bunun sonucunda çok ciddi kültür değişmeleri yaşadılar. Çölün sınırsız ve güce dayalı yaşamından şehir kurallarının dinin getirdiklerinin sınırları içinde bir hayat sürmeye başladılar. Ayrıca her şeyi yüzeysel algılayan, derine inmeyi gerekli görmeyen bu kişiler Kuran’ı da yüzeysel bir şekilde yorumladılar. İşte Haricilerin ortaya çıkmasında bu hızlı sosyal değişimin büyük etkisi olmuştur. Bunun yanında Hz. Osman zamanında doğan otorite boşluğunun, Kureyş’in merkezi otoritesine duyulan tepkinin de bu mezhebin zuhurunda rolü vardır.[162] Hz. Ebu Bekir ve Ömer zamanında huzurlu bir hayat yaşayan bu insanlar, Hz. Osman zamanında yitirilen düzenin arayışı içine girdiler. Adil ve otoriter bir nizam fikrine temayül eden Hariciler, kendi içtimai ve etnik yapılarının gerektirdiği mizaç istikametinde, fazla derine girmeden Kuran’a dayalı bir düzen kurmak istediler. Bunun içinde tahkim meselesinden sonra faaliyete geçtiler. Kuran’ın hakemliğine güvendikleri için ve sırf dini duygularla tahkimi kabul ettiklerinde Muaviye’nin resmen haklılığını onayladıklarını anlayarak hata ettiklerini fark edip tevbe etmişler ve Ali’nin de tevbe etmesini istemişlerdir. Hz. Ali ahitten geri dönülemeyeceğini söyleyip onlara itiraz edince, Hariciler de on iki bin kişiyle birlikte Ali’nin ordusundan ayrılıp Harura’ya çekildiler.[163]

Kutluay’ın kitabına geri dönecek olursak O’nun hakkında bilgi verdiği Harici mezhepler şunlardır: 1-Ezarika 2-Necedat 3-Beyhesiye 4-Acaride, Acaride’nin kolları a)Meymuniye b)Hamziyye c)Şuaybiyye d)Hazımiyye e)Saltıyye f)Ahnesiyye g)Şeybaniyye h) Mukremiyye 5-Sufriyye 6-İbadiyye[164]

Kaynak eserlerde geçtiği şekliyle Kutluay’ın tasnifleri arasında bazı farklılıklar olmakla birlikte içerikleri genel itibariyle aynıdır. Örneğin, Ahsaniyye, Şeybaniyye ve Mukremiyye, Bağdadi ve Şehristani’nin eserinde Sealibe adında bir mezhebin tali kolu olarak yer almaktadır. Ayrıca Eşari’nin on beş tane saydığı Acaride’nin kollarını[165], Şehristani on tane saymakta[166] ve bu farklılığın nedenini Kutluay şu şekilde açıklamaktadır: “Aslında her iki müellif de aynı şeyleri anlatmaktadırlar. İsim farkları, şubeleri ana kola bağlamadaki görüş farkından ileri gelmektedir.”[167] Kutluay, bu eserinde Sealibe mezhebini Harici mezhepler arasında saymamaktadır. Ayrıca mezheplerin fikirlerine sayarken bazı eklemeler yaptığı olmuştur. Mesela, Ezarika’nın görüşlerini sıralarken yukarıda ismi geçen kaynak eserlerde yer almayan artı olarak iki madde vermiştir.[168] Mezhepler hakkındaki bilgileri genel itibariyle özetleyip vermiştir. Kendisi de mezheplerin bütün kollarını tek tek ele almayacağını, belli başlılarını kısaca zikredip geçeceğini Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri adlı eserinde belirtirken[169], İslam ve Yahudi Mezhepleri adlı eserinde Eşari’nin tasnifini esas alarak fırkaları ve tali kollarını sırasıyla ele almıştır.

İslam ve Yahudi Mezhepleri kitabında fazladan sayılan Acaride’nin kolları şunlardır: 1- İsimsiz bir fırka 2-Halfiye 3-Malumiyye 4-Meçhuliyye 5-Sealibe 6- Mabediye 7-Ruşeydiye veya Uşriye 8-Etrafiye.[170]

MUTEZİLE

Hz. Muhammed ve ilk iki halife zamanında birlik ve beraberlik içinde yaşayan İslam toplumunda ilk kırılmalar Hz. Osman zamanında yaşanmaya başlamıştır. Hz. Peygamberin iki kızıyla evlendiği için “Zinnureyn” lakabı verilmiş, İslam’a ilk giren Müslümanlardan olan ve Müslümanlara en kötü zamanlarında maddi anlamda çok yardımı dokunan bir sahabe ve aynı zamanda İslam toplumunun başında olan Halife, bir grup isyancı tarafından, hiç de zorlukla karşılaşmadan öldürülmüştü. Doğal olarak bunun yansımaları da büyük olacaktı. Tarihe fitne hadisesi olarak geçen bu olaydan sonra ilk defa Müslümanlar birbirine kılıç çekmiş, cennetle müjdelenen sahabeler dindaşları tarafından öldürülmüştür. Böyle bir ortamda hangi tarafın haklı olduğu, öldürenin mi, yoksa ölenin mi masum olduğu sorusu kafaları karıştırmıştı. İşte Müslümanlar arasında yaşanan bu ihtilaflara çözüm arayışları[171] içinde zuhur eden bir oluşum da Mutezile olmuştur.

Kutluay, kitaplarında Mutezile mezhebinin teşekkül sürecini şu şekilde nakletmektedir. “Vasıl b. Ata Hasanu’l Basri’nin ders verdiği meclisinin müdavimlerindendi. El-Basri fasıklar için, ‘Onlar mümin ve muvahhiddirler; işledikleri masiyet kalplerindeki imana zarar vermez.’ görüşünü ilan ettiği bir zamanda Vasıl itiraz ederek ‘menzile beyne’l menzileteyn/ küfür ve iman arasında üçüncü bir menzile’ görüşünü ileri sürdü. Bunun üzerine Hasanu’l Basri O’nu meclisinden tard etti. Bu meclisin ve Müslümanların görüşlerinden ayrıldıkları için kendilerine “Mutezile” denildi. Mezhebin kurucusu sayılan Vasıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd bu görüşleri doğrultusunda kendilerini takip edenlerle bir grup oluşturmuşlardır. Vasıl b. Ata’nın fikirlerinde Mutezile’nin meşhur “usul-u hamsesi” tamamlanmamıştır. Bununla beraber kendisi hicri ikinci yüzyılın başında, daha önce misli görülmeyen bir sistemi ortaya atmıştır. ‘Kul, hayr, şer, iman, küfür, taat ve masiyetin failidir. Fiillerine göre cezalandırılır. Allah onu bu fiilleri işlemeye muktedir kılmıştır.’ Fikrini ortaya atarak kader meselesini net ve sarih hükümlere bağlamıştır.[172] Vasıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd’le başlayan itizal hareketi kuvvetlenerek Halife Memun devrinden itibaren Abbasilerin resmi mezhebi haline gelmiştir. Aklın nakil karşısında daha üstün olduğunu savunan Mutezililer kayıtsız şartsız fikir özgürlüğünü savunmaları gerekirken böyle olmamış, herkesi kendileri gibi düşünmeye zorlamış ve kendileri gibi düşünmeyenleri de takip ettirmişlerdir. Bu ve benzeri hareketleri de sonlarını getirmiştir.”[173]

Kutluay, Hasanu’l Basri’nin öğrencisi olan Vasıl b. Ata’nın, farklı düşüncesinden dolayı meclisten kovulduğunu söylemektedir. Hâlbuki Hasanu’l Basri talebesinin fikri ayrılığına dikkat çekmek için “Vasıl bizden ayrıldı” demekle yetinmiş, kovma gibi bir harekette bulunmamıştır.[174] Ayrıca Vasıl’ın üçüncü bir menzil fikriyle Müslümanlardan ayrıldığını söylemesi, Mutezile’yi İslam dairesi içinde telakki etmediği izlenimini uyandırmaktadır. Mutezile’nin savundukları fikirlere baktığımızda İslam dışı sayılmalarını gerektirecek bir düşünceye rastlanılmamaktadır. Mezhebin kurucusu olarak da Kutluay, Vasıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd’i saymaktadır. Ancak bu iki şahsın yaşadığı dönemde, henüz Mutezile kavramının bir mezhebe ad olarak kullanılmadığını görmekteyiz. Çünkü daha Mutezile bu dönemde diğer fırkalardan ayrılmış ve sistemini oluşturmuş durumda değildir. Kutluay’ın da yukarıda işaret ettiği gibi Vasıl ve Amr dönemlerinde, Mutezile’nin diğer fırka ve gruplardan ayırt edici özelliği olan beş temel prensibinin hepsi teşekkül etmemiş, küçük kelami meselelerin dışında tartışmalar yapılmamıştır. Bu nedenle Vasıl ve Amr’ı mezhebin kurucusu olarak ifade etmek yanlış olacaktır. Ancak yaşadıkları dönemin şartları itibariyle ortaya attıkları fikirler, Mutezile tarihi için önemli bir kırılma noktası olarak değerlendirilebilir.[175]

Yaşar Kutluay’ın genel itibariyle Mutezile hakkındaki düşüncelerini ilk iki eserinde yer aldığı şekliyle size yukarıda vermiştik. Ancak Kutluay başka bir eserinde, Mutezile hakkında farklı bir görüş ileri sürmektedir. “Başlangıçta fırkadan ziyade bir “makale” hüviyetinde olan Mutezile, sonraları başlı başına felsefi bir ekolün temsilcisi olmuştur.[176] İnsanın durumu meselesinde, Haricilerin müfrit iddiaları yanında bir yol arama gayretinden dolayı Vasıl b. Ata meşhur görüşünü ileri sürmüştür.[177] Günümüzde varlığını sürdürmeyen Mutezile, kelami veya felsefi bir sistem olarak tarihten silinmiştir.”[178] Kutluay diğer eserlerinde Mutezile hakkında “sistematiğini oturtmuş tek itikadi mezhep” tanımlamasında bulunurken, bu eserinde ise, Mutezile’nin İslam toplumunda yaşanan karmaşa ortamında bir yol bulma çabasıyla ortaya çıkmış bir fikir[179] olduğunu söylemektedir.

Sonuç itibariyle, Kutluay’ın Mutezile hakkında varmış olduğu farklı kanaatlere bakılacak olursa O’nun, bu mezhep hakkında kesin bir yargısının olmadığını söylememiz mümkündür.

Özellikle Mihne sürecindeki faaliyetleri ile aklı ön palana çıkaran yorumlarıyla İslam tarihinde derin izler bırakan Mutezile mezhebini burada Kutluay, mezhep olmaktan çıkarıp felsefi veya kelami bir ekol olarak tanımlamaktadır. Belli bir taraftar kitlesine ve literatüre sahip olan, siyasi ve itikadi görüşlerini belirlemekle beraber sistemini oturtmuş olan Mutezile’nin mezhep tanımlamasından çıkarılmasının çok doğru olmayacağı kanaatindeyiz.

CEBRİYE

Yaşar Kutluay’ın Haricilik ve Şia dışındaki diğer mezhepleri ele alış şeklini Cebriye’yi incelerken de görüyoruz. Mezhebin kurucusu olarak bilinen kişinin ismi verildikten sonra hemen mezhebin görüşlerine geçilmiş, mezhebin teşekkül sürecine dair hiçbir bilgiye yer verilmemiştir. Cebriye hakkındaki fikirleri kısaca şöyledir:
“Kader konusunda ileri sürülmüş en müfrit görüş cebr ifadesidir. Bu görüşü ilk ortaya atan konusunda farklı rivayetler vardır. Fakat Cehm b. Safvan ismi öne çıkmaktadır. Zorlama anlamına gelen cebr, insanın hiçbir iş yapma kudretinin ve iradesinin olmadığı görüşüdür. İnsan rüzgâr önünde uçan tüy gibi her işinde Allah’ın mutlak iradesine bağlıdır. Allah, daha insanları yaratmadan, hayatı boyunca o insanın yapacaklarını en ince ayrıntısına kadar tespit etmiştir. İnsan istesin ya da istemesin bu tespit edilenlere göre yaşamak zorundadır.[180] İşte bu şekilde, hiçbir fiili kulun yapamayacağını söyleyip bunları Allah’a izafe edenlere “Cebriye” denilir.”[181]

Yaşar Kutluay’a göre bu mezhep tam bir sistem meydana getirebilmiş değildir.[182] Böyle düşünen Kutluay yine de Cebriye’yi mezhep olarak adlandırmaktadır. Çünkü daha sonraki eserlerinde Cebriye’yi kast ederek “bu mezhep”[183] ifadesini kullandığını görüyoruz. Bununla beraber Kutluay’ın, Cebriye’nin bir mezhep hüviyetine sahip olacak sistemi meydana getirmediği fikrinin daha isabetli olduğu düşüncesindeyiz. Çünkü farklı birçok kesimden kişinin cebri düşüncelere sahip olduğunu görebiliyoruz.

MÜRCİE

Yaşar Kutluay, eserlerinde Mürcie’ye oldukça az yer vermiştir. Bunun nedeni de Mürcie’yi bir mezhep olarak kabul etmemesi olsa gerektir. Kutluay’ın yer verdiği kadarıyla bu mezhep hakkındaki fikirleri şu şeklidedir:

Metin Kutusu: 187
188
189
190
“Kelimenin kökü “İrca”, “geriye bırakma, erteleme” anlamına gelmektedir. İnsanların işledikleri fiiller ve bunların sonucu konusunda ortaya atılmış bir görüştür.

Haricilerin ve Mutezile’nin görüşleri arasında ortalama bir görüşün ifadesidir. “İnsan iyi ya da kötü işler yapabilir. Onun hakkındaki hükmü hemen vermemek ve Allah’a bırakmak gerekir. Allah dilerse affeder. Dilerse cezalandırır.” görüşünü savunurlar. Mutezile gibi sistematik bir doktrin olmaktan ziyade birçok mezhep mensupları tarafından benimsenmiş münferit bir görüş bu isim altında ifade edilmiştir. Mürcie’ye ait genel fikirlerin farklı mezhep mensupları tarafından benimsenmiş olması da bunu göstermektedir.” [184]

Kutluay, Mürcie hakkında, “Müslümanların Ali b. Talib devrinden sonra karşı karşıya gelmeleriyle ortaya çıkan “insanın durumu” meselesinde irca görüşü, Haricilerin müfrit iddiaları yanında bir orta yol bulma çabasından başka bir şey değildir.” demektedir.[185] [186] Böyle bir çabanın mezhebin oluşumunda etkisi olduğu yadsınamaz. Ancak Mürcie’yi sadece orta yolu bulmaya çalışanların ortak görüşünün genel adı olarak değerlendirmek yanlış olacaktır.

“Büyük günah işleyenlerin durumunu Allah’a bırakanlar” olarak anılan bu grubun başını Abdullah b. Ömer çekmektedir. Hz. Osman’ın öldürülmesiyle başlayan ve Ali-Muaviye çekişmesiyle devam eden fitneden uzak duran bu kimseler, Hicri I.asırda Mürcie’nin ilk nüveleri olmuştur. İrca fikrinin siyasi bir tavır hüviyeti kazanıp kurumlaşması ve zümrelere mal olması Hicri I.asrın ikinci yarısında olmuştur.

Görüldüğü üzere Mürcie Mutezile’den önce oluşmuş bir mezheptir. Yani irca görüşü Haricilerin ve Mutezile’nin büyük günah işleyen kişilerin durumu hakkındaki görüşlerine binaen orta yolu bulmak için çıkmamıştır. Asıl Mutezile, Haricilerin ve Mürcie’nin aynı konu ile ilgili görüşlerine itibar etmeyen Vasıl b. Ata’nın üçüncü bir menzil fikrini ortaya atmasıyla oluşmaya başlamış bir mezheptir.[187] Yani o dönem itibariyle Mürcie, sadece belli kişilerin fikri olmaktan ziyade bir tabana sahip, siyasi- itikadi fikirlerini sistemleştirmiş bir mezhep hüviyetindedir. Ayrıca Müslümanlar arasında ayrım yapılmasına karşı çıkmaları, birlik ve beraberliği savunmaları gibi fikirlerinden dolayı, özellikle Mevali çevresi[188] olmak üzere, geniş bir taraftar kitlesi toplamayı başarmıştır.

MÜŞEBBİHE ve MÜCESSİME

Bunlar da müstakil ve sistematik bir mezhep olmaktan ziyade, Mürcie gibi, genel bir görüşe verilmiş isimlerden ibarettir diyen Kutluay, bu ikisi hakkında şunları söylemiştir: “Kuran’da geçen Allah’ın eli, yüzü gibi kavramlar tartışma konusu olmuş ve bu kavramları bazıları tevil ederken bazıları da kelimelere sadık kalmayı tercih etmişlerdir. İşte bu kavramları olduğu gibi kabul edenlere, benzetenler anlamına gelen “Müşebbihe” veya cisimlendirenler anlamına gelen “Mücessime” denmiştir. “Allah’ı insanlara benzetmeleri ve Allah’ın da bir cismi olduğunu ileri sürmelerinden” dolayı bu ismi almışlardır. Bir kısmı Allah’ın zatını, bir kısmı ise sıfatlarını benzetmişlerdir.”[189]

Görüldüğü üzere Kutluay, bu iki düşüncenin ne zaman ve hangi sebeplerle zuhur ettiği, toplumda nasıl yankı bulduğu, önde gelen isimleri gibi soruların cevabına yer vermemiştir. Sadece öne çıkan görüşlerini vermekle birlikte, bu ikisinin mezhep hüviyeti taşımadığını belirtip geçmiştir.

Hicri II. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkmaya başlayan Müşebbihe’nin ilk temsilcileri içinde Mudar b. Muhammed, Ebu Muhammed el-Esedi gibi isimler yer alır. Görüşlerini delillendirirken müteşabih ayetleri kullanmışladır. İnanç konularının hepsine dair özgün fikirleri bulunmayan Müşebbihe, müstakil bir ekol hüviyeti taşımamaktadır. Çünkü değişik fırkalara mensup âlimlerde de Allah’ın zatı ve sıfatları hakkında Müşebbihe’nin görüşünü benimseyenler var olmuştur.[190]

Aynı şekilde Mücessime de müstakil bir fırkayı belirtmekten ziyade çeşitli gruplar içinde tecsime dayalı anlayışları kabul edenleri nitelemek için kullanılmış bir kavramdır.[191]

Müşebbihe ve Mücessime fikirlerinin ilk olarak Şia’dan çıktığı kabulü daha yaygındır.[192]

BAHAİLİK ve AHMEDİLİK

Mehdi, kurtarıcı anlamına gelmektedir. Zor durumlar yaşayan, istediği başarıları elde edemeyen milletlerde ümitlerini bir mehdiye bağlama temayülü her zaman görülmüştür. Çağımızda yaşanan dini hareketlerden Bahailik ve Ahmedilik mehdi fikrinden hareketle ortaya çıkmışlardır.

Kutluay, “Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri” adlı kitabında bu iki hareketten kısaca bahsetmiştir. Bahailik hakkında söyledikleri şunlardır:

“Menşei, Seyid Ali Muhammed’in 1844’teki hareketine dayanmaktadır. Hz. Muhammed’in soyundan geldiğini söyleyen Ali Muhammed, kendisine vahiyle “bab” olduğunun bildirildiğini ortaya attı. Kapı anlamına gelen bab, kendisinden sonra gelecek daha önemli bir kişinin habercisi demektir. Sonrasında “mehdi” ve “peygamberlik” iddialarında da bulunan Ali Muhammed, İran’da huzursuzluk çıkarttığı için 1850’de yakalanıp idam edilmiştir.[193] Ali Muhammed’den sonra hareketin başına Mirza Hüseyin Ali (Bahaullah) geçti ve ikinci devir başladı. Bahaullah’ın İran’dan sürgün edilip, İstanbul, Edirne, Selanik ve Hayfa’ya gönderilmesi, hareketin İran dışına çıkmasına neden oldu. Bahaullah’ın peygamberliğini ilan etmesiyle iş mahiyet değiştirdi. Hz. Muhammed’in son peygamber ve İslam’ın son din olduğunu red ettiler. Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Musevilikten modası geçmiş, nesh edilmiş dinler olarak bahsetmektedirler. Kendilerine ait dini kitaplar, belirli ibadetler, dini bayramlar oluşturan Bahailik, böylelikle yeni bir din hüviyeti kazanmış oldu.”[194]

Hareketi doğrudan Ali Muhammed’le başlatan Kutluay, bu şahsa gelene kadar Bahaîliğin nasıl evrelerden geçtiği üzerinde durmamıştır. Ayrıca bu hareketin çıkış sebeplerine de hiç değinmemiştir.

İran’ın içinde bulunduğu dini, ekonomik, siyasi ve toplumsal durum, bu hareketin ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Zor zamanlardan geçen İran halkı, Şii inançlarının da gereği olarak bir mehdi beklentisi içine girerler. İlk önce Babilik adıyla ortaya çıkan bu hareketin doğuşunda birinci derecede Şia’nın mehdilik fikri etkili olmuştur. Babilik, Ali Muhammed’in öldürülmesinden sonra, Mirza Hüseyin Ali’yle birlikte Bahailik adı altında faaliyetlerine devam etmiştir.[195]

Kutluay’ın anlattıklarına dönecek olursak, O’nun Bahaîliğin siyasi tarihinden de bahsetmediğini görüyoruz. Görüşleri üzerinde de çok durmayan Kutluay, Bahaîliğin yeni bir din hüviyeti kazanmış olduğunu belirmektedir. Ancak Bahailik, Şii temeller üzerine gelişmiş bir mezhepten başka bir şey değildir. Şiiliğin gulat hareketlerinden birisidir de denilebilir. Bahaîler, İslam, Batınilik, Hurufilik, Hıristiyanlık ve Yahudilikten aldıkları bazı prensipleri birleştirerek, kendilerine senkretik bir din oluşturmaya çalışmaktadırlar.[196] Ancak bunu tam olarak başarabildikleri söylenemez.

Daha sonra farklı bir başlık altında Ahmedilik’ten bahseden Kutluay, bu hareketten de yüzeysel olarak bahsedip geçmiştir.

Hindistan’da Kaydan şehrinde zuhur eden, Mirza Gulam Ahmed’in başlattığı ve Kadyanilik de denilen bu hareketin mehdi konusu ile doğduğunu belirttikten sonra, Gulam Ahmed’in bazı faaliyetlerinden ve eserlerinden bahsetmiş, ardından da bu şahsın ölümünden sonra Kadyani Cemaatinin faaliyetleri üzerinde durmuştur.

Yaşar Kutluay burada da aynı yöntemi kullanmış, özet sayılabilecek bilgiler verip geçmiştir. Daha çok Gulam Ahmed’in kitaplarında savunmuş olduğu fikirler üzerinde durmuş, çağdaş dini bir hareket diyebileceğimiz Kadiyaniliği nasıl, hangi sebeplerle ve ne gibi bir ortamda zuhur ettiğine dair bir bilgi vermemiştir. Bu hareketin tarihçesini de Kutluay’ın yazılarında bulmak mümkün değildir.

EHL-İ SÜNNET ve CEMAAT

Yaşar Kutluay “ana kol” olarak vasıflandırdığı Ehl-i Sünnet’le ilgili kayda değer bir bilgi vermemiştir. Meşhur “73 fırka” hadisini nakledip bu hadisle ilgili fikirlerini beyan ettikten sonra, kimlere Ehl-i Sünnet denilebileceğini belirtip, bu kesime mensup kişilerin hangi alanlarda çalışma yaptığına değinmiştir. Kutluay’ın Ehl-i Sünnet’le ilgili söylediklerine geçmeden önce malum hadis hakkındaki değerlendirmelerine yer vereceğiz: “Ortaya çıkan her mezhep kendi gittiği yolun doğru yol olduğunu, kendileri dışında kalanların ise sapık olduğunu iddia etmiştir. İddialarını güçlendirmek için ise kullandıkları meşhur bir hadis vardır. Bu hadis şöyledir: “Peygamber buyurmuştur ki, daha önceki ümmetlerden Yahudiler 71, Hıristiyanlar 72 fırkaya ayrılmışlardır. Ümmetim de 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan yalnız bir tanesi doğru yolda olacak, diğerleri cehenneme girecektir. Doğru yolda olan benim ve arkadaşlarımın izinden yürüyendir.” Hatta bu rivayetin daha sonra hudutlarını genişletilmiş ve ismen Haricilerden, Mutezile’den, Şiilerden, Sünnilerden bahseden rivayetler ortaya atılmıştır.[197] Mezhepleri inceleyen müelliflerin de bu 73 rakamını dikkate alarak tasnif yaptıkları görülmektedir. Oysa sahih hadis mecmuaları bu rivayetlere itibar etmemektedir. “Kitap ve sünnet” gibi iki miras ve rehber bırakan Hz. Peygamber’in, müstakbel mezhepleri isim ve sayılarına kadar haber vermesi imkânsızdır ve hayatında takip ettiği yol da bunu göstermektedir. Bu itibarla doğrudan doğruya isimlere, fiillere değinen rivayetleri sahih kabul etmek mümkün değildir.”[198]

Kutluay’ın bu hadis hakkındaki fikrine katılmamak mümkün değildir. Çünkü İslam toplumunun bölünmesini arzulaması imkânsız olan Peygamberimiz, ilk olarak yaşadığı dönemde Müslümanların aklına böyle bir şey sokmuş olamaz. Ayrıca gaybı bilemeyeceğini her fırsatta dile getiren ve Kuran ayetleriyle bunu desteleyen Peygamberimiz, geleceğe dair böyle bir değerlendirme yapmış olamaz. Bu nedenle de yazarın 73 fırka hadisiyle ilgili söyledikleri oldukça isabetlidir. Ancak kullandığı klasik kaynakların bu hadis ışığında yazıldığını ve Kutluay’ın bu kaynaklardaki bilgileri, çoğu zaman olduğu gibi aktardığını gördüğümüzde, hadise yaptığı eleştiriye çok sadık kalmadığını görüyoruz.

Birçok mezhep çıkmasına rağmen her zaman bir “ana kol”un var olduğunu söyleyen Kutluay, ayrılıkların da hep bu ana koldan olduğunu belirtmiştir. Ehl-i Sünnet ve-l Cemaat olarak isimlendirdiği bu “ana bünye” hakkında şu bilgileri vermiştir: “Hz. Osman’dan sonra baş gösteren çatışmalar ve Müslümanların karşı karşıya gelmesiyle, Peygamber ve arkadaşları zamanındaki var olan düzeni bozmuştu. Bozulan bu düzende şu veya bu görüşle ortaya çıkan mezheplerin, cephe aldıkları bir ana kol vardı. Bu ana kol, Allah’ın kitabı ve Hz. Peygamberin sünneti ile amel eden kimselerdi. Fakat İslam’a yeni unsurların girmesi, farklı cemiyetlerle münasebetlerin kurulması gibi sebepler yüzünden içtimai bünye her yıl biraz daha değişiyordu. İslam bir yandan diğer dinlere anlatılmalı, bir yandan da gelecek hücumlara hazırlıklı olmalıydı. İşte bu ve benzeri sebeplerle “itikad” konuları üzerinde çalışmalar bahsettiğimiz bu ana kolda da başladı. Çalışmalar belli başlı iki cepheye karşı idi. Biri gayri İslami unsurlara, ikincisi de kader, cebr, teşbih, tecsim gibi görüş ve iddiaların peşindeki Müslümanlara yönelikti. Bu devirde öne çıkan isimler, İmam Azam Ebu Hanife ve Süfyan es-Sevri gibi din âlimleriydi.[199] Yunan felsefesinin İslam’ın içine girmesiyle, yeni metod ve mantık kullanılmaya başlanmış, hiç duyulmamış problemler ortaya atılmıştı. Bu hareketin başını çeken Mutezile ve diğer mezheplere karşı “ana kol” diyebileceğimiz Ehl-i Sünnet’in içinden bilginler çıkmıştır. Bu bilginlerin başını El-Hasan el-Eşari ile Ebu Mansur Maturidi çekmektedir.”[200]

Her dönemde, Resulullah ve ashabının dini uygulamalarına uyan ve ondan ayrılmayan Müslüman çoğunluğa verilen bir ad olan Ehl-i Sünnet ve-l Cemaat[201], tam olarak ne zaman kelami ve siyasi görüşlerini sistemleştirip bir mezhep olarak zuhur etmiştir sorusunun cevabını Kutluay’ın yazısında bulmak mümkün değildir. Sadece “Hz. Osman ve sonrasında çıkan karışıklıklar içinde şu veya bu görüşle ortaya çıkan mezheplerin cephe aldıkları ana kol” şeklinde genel bir açıklama yapıp geçmiştir. Herhangi bir tarihi bilgiye yer vermemiştir.

Diğer mezhepleri ele alış şekliyle ilgili yaptığımız eleştiri burada da geçerlidir. Kutluay’ın yazılarında, mezhebin oluşumuna sebebiyet veren durumları, geçirdiği teşekkül sürecini, hangi tarihte sistemli bir oluşum meydana getirdiği gibi soruların cevabı mevcut değildir.

Ehl-i Sünnet ve-l Cemaat, Harici, Şii, Mutezili olmayan Müslümanların çoğunluğunu teşkil eden zümreler için, hicri üçüncü asırdan itibaren kullanılmışsa da, kelami ve siyasi görüşleri ile sistemleşmiş, belli toplumsal yapı ve yapılara karşılık olarak kullanımı daha sonralara tekabül etmektedir. Ancak bu dönemden itibaren Ehl-i Sünnet ve benzeri kavramların “Müslümanların büyük çoğunluğunu temsil eden zümreler için yaygın bir tarzda” kullanıldığını görmekteyiz.[202]

Kutluay, yazısının devamında kısaca Eşarilik ve Maturidilikten bahsetmiş, Eşari’nin “Sünni kelam sistemini” kurduğunu belirttikten sonra bu iki itikadi sistemin “hak” mezhep olduğunu söylemiştir. Eşarilik ve Maturidiliğe oldukça kısa değinmiştir. Ancak üzerinde durduğu bilgiler özet niteliğinde önemli bilgilerdir.

Buraya kadar Ehl-i Sünnet hakkındaki fikirlerini vermiş olduğumuz Kutluay, başka bir eserinde, aynı konuyla ilgili şunları söylemektedir. “Müslümanlığın ana grubunu teşkil eden bu ekolün teşekkülüne kadarki devre ile zamanımıza kadarki durumu “İslam Kelam Tarihi” veya doğrudan “Kelam”ın konusu içinde kalmaktadır. Çok az istisnası ile bütün “milel ve nihal” kitaplarında fırka diye isimlendirilen “Ehl­i Sünnet ve-l Cemaat”a mezhep gözüyle bakmak belirttiğimiz durum muvacehesinde yanlış olacaktır.”[203]

Daha önceki eserlerinde mezhep olarak andığı Ehl-i Sünnet’e burada, mezhep gözüyle bakmanın yanlış olacağını söyleyen Kutluay, çelişkiye düşmektedir. Ayrıca niçin mezhep kabul edilmemesi gerektiğiyle ilgili burada söyledikleri, yeterli ve açık değildir.

YAHUDİLİK HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

Yahudi Mezheplerine Bakışı

İslam ve Yahudi Mezheplerini karşılaştırmak için yazdığı eserinde Kutluay, ilk önce İslam mezhepleri hakkında bilgi vermiş ve ardından da Yahudi mezheplerinden bahsetmiştir. İslam mezheplerini nasıl ele aldığından yukarıda bahsetmiştik. Şimdi de Yahudi mezheplerine bakışı üzerinde duracağız.

Yazısının başında mezheplere girmeden önce din olarak Yahudilikten bahsedeceğini söyleyen yazarın bunu tam olarak yaptığı söylenemez. Kutluay, İslam dininin temelinin Yahudilik olduğunu söyleyen yazarlara karşılık olarak “İki din arasında gerek bünye gerekse esaslar bakımından ayniyet bulmak imkânsızdır. İtikad ve amel bakımından İslamiyet, sadece iki kaynağa Kitap ve Sünnet’e dayanırken, Yahudilikte durum farklıdır”[204] dedikten sonra Yahudi dininin kaynaklarını anlatmaya geçmiştir.

Bu dine mensup olan kişiler, dünya literatüründe, Yahudi, İbrani, İsrailoğulları gibi adlarla anılmaktadırlar.[205] Özellikle İslam dünyasında Musevi tanımlaması da bu kişiler için kullanılmaktadır.[206] Yahudiliğin daha iyi anlaşılabilmesi için ilk önce bu kavramları açıklanması gerekmektedir. Bu nedenle Kutluay, Yahudi kaynaklarını anlatmaya geçmeden önce, bu kavramın nerden geldiğini, ilk ne zaman kullanıldığını, milli din hüviyetini kazanmış olan bu dinin mensuplarının soyunun geldiği yeri ve Yahudiliğin doğup gelişmesinin nasıl olduğu gibi konulara değinmesi daha isabetli olurdu. Yahudiliğin tam olarak tanımını da yapmayan Kutluay, yazısına eksik bilgi vererek başlamıştır denilebilir.

Kutluay, Yahudi kaynakları olarak Tanah, Mişna ve Talmud hakkında bilgi vermiştir. Bu kitapların nasıl meydana getirildiğini, içeriğinde genel olarak nelerden bahsedildiğini tafsilatlı bir şekilde anlatan yazar, aynı zamanda bu üç kitabın Yahudiler açısından ehemmiyeti üzerinde de durmuştur.[207]

Yahudilikte üzerinde en kuvvetle durulan hususun Allah’ın birliği olduğunu söyleyen Kutluay, ardından ölümden sonra dirilme doktrininin İran dininden Yahudiliğe geçmiş bir inanç olduğunu belirtmiştir.[208] Çünkü Yahudi kutsal kitaplarında Ahiret, cennet, cehennem gibi inanç esasları yer almamaktadır.

Bu kısa açıklamaların ardından Yahudiliğin iman esaslarının nasıl oluşturulduğunu tarihi bilgilere yer vererek ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır. Yahudiliğin kutsal kitaplarında, Müslümanlıkta olduğu gibi, belirlenmiş iman esasları mevcut değildir diyen Kutluay, “İslam dünyasıyla temastan sonra böyle bir ihtiyacı hisseden Yahudiler, teolojik sistemlerini oluşturma gayreti içine girmişler ve XIII. yüzyılda Moşe ben Maimın tarafından oluşturulan on üç maddelik esasları kabul ederek bu ihtiyacı doldurmuşlardır.”[209] tespitini yapmaktadır. Yani İslam dünyasıyla karşılaşılana kadar Yahudilikte nelerin iman esasları olduğu hususu açık ve net olarak belirtilmiş değildi. Sonrasında yazar, Yahudilikte, ölümden sonra dirilme inancının[210] ve Mesih’e intizarın[211] nasıl olduğu konusu üzerinde durmuş, ardından da Yahudilerin Babil esaretinden sonra yaşadıklarından bahsetmiştir.[212]

Kutluay bu ön bilgileri verdikten sonra Yahudi mezheplerine geçmiştir.

a) İsa’dan Önce Ortaya Çıkan Yahudi Mezhepleri

Şamronim

Şamronim’i “bir mezhep olmaktan çok müstakil bir din hüviyetine bürünen itizal hareketi”[213] olarak tanımlayan Kutluay, ilk olarak bu ismin nerden geldiğini ve köklerinin nereye dayandığı üzerinde durmuştur.[214] İsrail soyundan gelmeyen Şamronim cemaatinin nasıl bu dini seçtiklerini söyledikten sonra, Yahudilerin bunları hiçbir zaman tam bir Yahudi olarak kabul etmediklerini, devamlı birbirine düşmanca hisler besleyen[215] bu iki grubun Tevrat’ının da ayrı olduğunu belirtmiştir.

İkisi de Musa’ya gelen kitap olduğu halde Şamronim Tevratı ile Yahudi Tevratı arasında pek çok fark vardır diyen Yaşar Kutluay, bu iki Tevratı, karşılaştırma metodunu kullanarak, birkaç misalde incelemiştir. Örneğin, Şamronim’de Allah’ın dünyayı yedi günde yarattığı söylenirken, diğerinde altı günde yarattığı yedinci günde dinlendiği ifade edilir.[216]

Şamronim’in tarihi ve itikadi görüşleri hakkında bilgi verdikten sonra nasıl ortadan kaybolduklarını açıklayarak bu mezheple ilgili yazısına son vermiştir.[217] Daha sonra da diğer mezheplere geçen Kutluay, Şamronin dışındaki Yahudi mezheplerini üç grupta incelemiştir. Yazarın tasnifi şu şekildedir:

1-    M.Ö. II. yüzyılda ortaya çıkan Peruşim, Sadukim ve İsiyim

2-    Miladi VIII. yüzyıldan itibaren doğuda, İslam dünyasında yaşayan Yahudiler arasında, İslam Düşüncesinden etkilenilerek ortaya çıkan İseviye, Yudganiye, Ananiye ve Karaim grubu

3-    Orta Çağ’da ortaya çıkan mistik Kabala hareketi ile XIX. yüzyılda Doğu Avrupa ve Rusya Yahudileri arasında zuhur eden Hasidut hareketi[218]

Görüldüğü üzere birinci gruptaki Hıristiyanlık öncesi zuhur eden mezhepleri çıktıkları ortak tarihe binaen bir sınıf olarak belirlemiştir. İkinci grubu da İslam’ın etkisiyle çıkan mezheplere ayırmıştır. Son grubu ise niçin ayrı olarak değerlendirdiği açık değildir. Kabala hareketi de İslam dünyasının etkisinde kalmış bir mezheptir. Ayrıca bu son gruptaki mezhepler hakkında çok yetersiz bilgi vermiş, üzerlerinde çok az durmuştur.

ii) Peruşim, Sadukim ve İsiyim

Amacımız Yahudi mezheplerine tek tek size tanıtmak olmadığı için, bu üç mezhebi anlatırken Kutluay’ın nasıl bir yol izlediğinden bahsedip geçeceğiz.

İlk önce şunu belirtmek gerekir ki, Kutluay Yahudi mezheplerini, İslam mezheplerinden daha tafsilatlı olarak ele almıştır. Mezheplerin isimlerini nereden aldıklarını, Tevrat’a ve diğer Yahudi kaynaklarına bakışını, inanç esaslarını, tarihi olarak geçirdiği evreleri ve günümüze nasıl intikal ettiğini ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır. Kutluay’ın bütün bunları anlatırken oldukça fazla kaynak araştırması yaptığı da açıkça görülmektedir. Bununla birlikte Yahudi mezheplerinden bahseden ilk yazılı kaynaklar hakkında ayrıca bilgi vermiştir.

Kutluay, bu mezheplerden bahsederken, zaman zaman mezheplerin görüşlerini de karşılaştırdığı olmuştur. Özellikle Peruşim ve Sadukim mezhebinin birbirine çok zıt görüşler taşıdıklarını söyleyen Kutluay, önemli bir noktaya dikkatleri çekmiştir. Farklı düşünen bu iki grubun hiçbir zaman birbirini tekfir etmediğini belirtmiş ve bunun nedeninin de bu mezheplerin varlıklarını sürdükleri dönemde belirlenmiş bir Yahudi itikadi sistemlerinin olmadığını söylemiştir.[219]

Kutluay’ın Sadukim ve Peruşim mezhepleri hakkında söylediği bazı hususlar şöyledir: “Bu iki mezhep arasındaki ilk ayrılık, din ve devlet işlerinin birlikte ya da ayrı yürütülmesiyle ilgili olmuştur. Din ve devlet işlerini ayırmak isteyen Sadukim’e karşı Peruşim, “devletin kaderinin Allah’a ait olduğunu” ileri sürdü. Devletin başındakiler Sadukim’in görüşlerine itibar ettiler. Ancak sonrasında Miladi 70 yılında Sadukim mezhebinin ortadan kalkmasıyla, Yahudilerin hayatı Peruşi öğretilerine göre düzenlendi.[220] Bu iki mezhebin ayrıldıkları bir diğer önemli husus “yeniden dirilme ve gelecek dünya ile ilgilidir. Çünkü Sadukim bu doktrini kabul etmemektedir. Ancak bu aksi kanaatte olmaları dinden çıkmış sayılmalarına neden olmamıştır. Bu da gösteriyor ki, M.Ö. II. yüzyılda Yahudi inancında yerleşmiş bir “ahiret” mefhumu yoktu.”[221]

Yazarın dikkatleri çekmiş olduğu farklılıklar bunlarla sınırlı değildir. Ancak biz bu kadarına değinmekle yetineceğiz. Görüldüğü üzere Kutluay, karşılaştırma metodunu her yerde olduğu gibi burada da kullanmış, böylelikle okurlarının mezhepleri daha yi algılamasına yardımcı olmuştur.

Daha sonra İsiyim mezhebine yer veren Kutluay, bu mezhebin kurallarıyla ilk kilisenin kuralları arasında oldukça benzerlik olduğunu belirtmiştir.[222]

Kutluay kitabında, İsiyim’e yer veren eski kaynaklarda mezhebe dair bilgileri tek tek vermektedir. Yer yer kaynakları da karşılaştırmaya tabii tutmuş ve Peruşim’le İsiyim’in aralarındaki benzerlik ve farklılıklara değinmiştir. Kaynakların verdikleri bilgileri karşılaştırarak, Kurman mağaralarında bulunan ve M.Ö. 150 ile M. S. 50 yılları arasına tarihlenen yazıtlarda adı geçen mezhebin İsiyim olduğunu söylemiştir. Ardından Kurman yazıtlarında verilen bilgilere dayanarak, Hıristiyanlıkla bu mezhep arasındaki benzerlikleri sıralamıştır.[223] Oldukça münzevi karakterli olan bu mezhebin hiçbir varlık ve tesir gösteremediğini de belirtmiştir.[224]

3) Orta Çağ’da Ortaya Çıkan Yahudi Mezhepleri

İslam’ın etkisiyle zuhur eden bu mezhepleri Kutluay’ın ikinci grupta değerlendirdiğini daha önce ifade etmiştik. Bu mezheplerle ilgili yazarın dikkatleri çektiği husus, Mesih bayrağıyla zuhur etmiş olmalarıdır.[225]

İseviye, Yudganiye, Karaim

Emeviler döneminde çıkan İseviye’nin, devletin içinde bulunduğu kargaşalıktan yararlanarak isyan ettiğini belirtmiştir. Ayrıca, İseviye’nin Mesih inancının geleneksel Yahudi Mesih inancından farklı olduğunu söyledikten sonra, bu mezhepteki Mesih’in Şii fırkalardaki mehdi inancıyla daha yakın bir paralellik gösterdiğini ifade etmektedir.[226]

Burada Kutluay’ın belirtmiş olduğu en önemli husus, iki din mensuplarının hangi alanda etkileşim gösterdiğiyle ilgilidir.

İkinci olarak ele aldığı mezhep Yudaganiye’dir. Hakkında çok fazla bilgiye yer vermediği bu mezhebin, İseviye’den ve Mutezile’den aldığı görüşlerle sistemini oluşturduğu üzerinde durmuştur.[227]

Son olarak Karaim mezhebine yer vermiştir. Bu mezhep üzerinde diğerlerine göre daha çok durmuştur. Bu hareketin dogmatik ve kuru kaideler içinde bunalmış olan Talmudik görüşe bir tepki olarak meydana geldiğini ve günümüzde de hala varlığını sürdürdüğünü belirtmiştir.[228]Bu mezhebin Ebu Hanife’yle olan ilişkisine dair anlattıkları ilginçtir.[229] Tarihi gerçekliği üzerinde hiç durmadan vermiş olduğu bilgiler doğru olup olmama konusunda düşündürücüdür.

Yahudilikteki Mistik Hareketlere Bakışı

Kabala ve Hasidut

Son olarak üzerinde durmuş olduğu mezhepler hakkında vermiş olduğu bilgiler oldukça sınırlıdır. Kabala ile ilgili söylediği ve dikkatleri çeken sadece iki husus vardır. İlki, “İslam Dünyasının tesiri altında kalan Kabala hareketi, İhvan-ı Safa2nin mukallidi görünümündedir.”[230] İkincisi, “İzmirli sahte Mesih Şabtay Svi’nin de mensup bulunduğu bu hareket XIX. yüzyılda bilhassa doğu Avrupa ve Rusya Yahudileri arasında Hasidut adı altında yeniden hayat bulmuştur.”[231] Bu hareketlerin nasıl doğduğu, ne gibi gelişmeler gösterdiği, ne zaman zuhur ettiği gibi bilgilere yazarımız yer vermemiş, küçük bir özet bilgi verip geçmiştir. Son olarak da Yahudilik içinde çıkış olan Mesihler üzerinde durmuştur.

Sahte Mesihler

Yahudilikte önemli bir yere sahip olduğunu bildiğimiz Mesih inancı, bu dinde özellikle, M.S. 70 yılında Roma istilasıyla birlikte Mabedin yıkılmasının ardından, halk arasında kuvvet kazanmıştır. Yahudilerin iman esaslarının içine de giren bu inanç, kötü niyetli insanlar tarafından kullanılmıştır. Halkın bu inancını kullanarak, Mesih olduklarını ilan eden birçok insan çıkmış ve kalkıştıkları hareketler hüsranla sonuçlanmıştır.

Yaşar Kutluay, kitabının Yahudilerle ilgili olan bölümün sonunda, silahlı mücadeleye girmiş olan ve tarihte yankı yapmış sahte Mesihlerden birkaçıyla ilgili bilgi vermektedir. Son olarak da Osmanlı topraklarında çıkmış olan ve sonrasında üyeleri dönme olarak anılan sahte Mesih Şabtay Svi’den bahsetmiştir.[232]

***

Yahudi mezheplerine bakışı başlığı altında, Yaşar Kutluay’ın, İslam ve Yahudi mezheplerini karşılaştırmalı bir şekilde incelediği eserinde Yahudilikle ilgili vermiş olduğu bilgileri özet halinde vermeye çalıştık. Görüldüğü üzere Kutluay, Yahudi Dini’nin kaynaklarını önce tanıtmış, sonrasında kısaca Yahudilerin geçirdiği tarihi evreleri ve Yahudi iman esaslarının nasıl oluştuğunu anlatmış, ardından da çıkış tarihlerine göre tasnif etmiş olduğu Yahudi mezheplerini tek tek ele almıştır. Ve en sonda da sahte Mesihlere yer vermiştir.

İslam mezheplerini anlatırken değinmiş olduğu kaynak sıkıntısına burada da dikkati çektiği görülmektedir. Mezhepleri anlatan kaynakların fazla olmadığını, olanların da objektif bakış açısıyla yazılmadığı için yanıltıcı bilgiler içerdiğini söylemiştir. Kullandığı kaynaklar hakkında zaman zaman bilgi vermiş ve yer yer de Yahudi dini kitaplarındaki bilgileri kullanmıştır. Kaynaklar arasında karşılaştırmaya gittiği de olmuştur. Önemli gördüğü bazı hususlara okurların dikkatini çekmek için, birden fazla değindiği görülmektedir. Yahudi mezheplerinin birbirleri arasındaki benzerlik veya ayrılıkları anlatırken yine karşılaştırma metodunu kullanmıştır. Mezheplerin görüşlerine yer verirken Yahudiliğin aslından ne kadar ayrıldıklarına dair fikirlerini de beyan ettiği olmuştur. Güvenilir olduğuna inandığını belirttiği Şehristani’nin eserini burada da kullanmıştır. Kullandığı kaynakların çokluğundan ve çeşitliliğinden konuyla ilgili iyi bir kaynak çalışması yaptığı görülmektedir. Oldukça iyi bir çalışma olan kitabı, İslam mezhepleriyle ilgili önemli bir eser olmasının yanında Yahudilikle ilgili de önemli bir çalışmadır.


İSLAM DÜŞÜNCESİNE VE MEZHEPLER TARİHİNE YAPTIĞI KATKILAR

A) KARŞILAŞTIRMALI MEZHEPLER TARİHÇİLİĞİ

Mezhepler tarihine Yaşar Kutluay’ın yaptığı en önemli katkılardan ilki, belki de O’nun kullanmış olduğu karşılaştırma metodudur diyebiliriz. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kutluay, kaynaklardaki doğru bilgilere de ancak karşılaştırma yaparak ulaşabileceğimizi söylemiştir.[235] Çünkü elimizdeki Milel-Nihal kitapları objektif bir bakış açısıyla yazılmadığı için okuyucuyu yanıltıcı niteliktedir. Ancak yine de oldukça kıymetli olan bu eserlerden doğru bilgileri bulmak için, Kutluay, mezheplerin zuhur ettiği dönemde yazılmış olan başka eserlerle milel-nihal kitapları arasında karşılaştırma yapılabileceğini belirtmektedir.[236]

Kaynakları kullanırken bu şekilde bir metod kullanan Kutluay, bizzat İslam mezhepleri arasında da karşılaştırmaya gitmiştir. Bununla yetinmemiş, İslam ve Yahudi mezheplerini de karşılaştırarak bu alanda ilk çalışmayı yapmıştır. Ayrıca XX. Yüzyılda ortaya çıkan bir hareket olan Nurculuk ile Şii mezheplerini karşılaştırmak suretiyle yine orijinal bir çalışma yapmış ve bazı önemli sonuçlara varmıştır.

Kutluay, ilk siyasi fırkalar olan Haricilik ve Şia arasında kısmen de olsa bir karşılaştırma yapmıştır. Bu iki mezhebin tamamen birbirine zıt olduğunu söyleyen yazar, her iki oluşumun menşeini Abdullah b. Sebe’ye bağlamaktadır. İmametin Hz. Ali ve soyunun hakkı olduğunu söyleyen Şia’ya karşı Havaric, adil olduktan sonra hür, köle herkesin imam olabileceğini ileri sürmüştür. Hz. Ali ve soyunun günahsız, hatasız olduğunu Şiiler savunurken, Hariciler Ali’nin tahkimi kabul ederek küfre düştüğünü söylemiştir.[237] Bu maddeleri çoğaltmak mümkündür. Ancak bu kadarın yeterli olacağı kanaatindeyiz.

Kutluay’ın Yahudi ve İslam mezhepleri arasında nasıl bir paralellikler bulduğu noktasına gelince O, bu konuda şunları söylemektedir: “İki dinin mezhepleri incelendiğinde görülüyor ki, her iki taraftaki cephelerin teşekkülü, cemiyetin kargaşa içinde olduğu dönemlerdir. Nasıl, Peruşim, Sadukim ve İsiyim, yeni kurulan Yahudi Devleti’nin hangi prensiplerle yönetileceği hususundaki çekişmeler sonucu ortaya çıkmış cepheler ise, İslam dünyasında imamet konusunda çıkan anlaşmazlıklar sonucu da birbirine zıt iki grup olan Havaric ve Şia zuhur etmiştir.”[238]

Burada Kutluay, sosyolojik bir gerçeği iki din arasındaki paralellik olarak ifade etmektedir. Her toplumda yaşanan gerginlikler bazı kırılmalara yol açar. Cemiyetin kargaşa içinde olduğu dönemlerde mezheplerin zuhur etmesi oldukça normal olmakla birlikte, her dinde görülmesi muhtemel doğal olan bir durumdur.

Kutluay daha sonra, “İslam ve Yahudi mezheplerine baktığımız zaman, aralarındaki paralellikler bilhassa Orta Çağ mezheplerinden Karaim hariç, o devir ve daha sonraki sistemler ile Şiiler arasında bulunmaktadır.”[239] demektedir. Bunun nedeni ise tamamen sosyal şartlardır. Çünkü aynı toplumda yaşayan farklı dinlere mensup insanlar ister istemez birbirinden etkilenecektir. Bunun sonucu olarak da böyle toplumlarda zuhur eden farklı din mezheplerinde ortak noktalar bulmak zor olmayacaktır. Yahudiliğin Orta Çağ’da çıkan mezhepleri, çoğunluğu Müslüman olan Irak ve çevresinde meydana gelmiştir. Bu bölgelerdeki çoğunluğun Şii olması hasebiyle, o tarihte çıkan Yahudi mezheplerinde Şii unsurlara rastlanılması çok şaşırtıcı olmasa gerekir.

Kutluay’ın iki din mezhepleri arasında saydığı paralelliklere geri dönecek olursak üzerinde durmuş olduğu diğer hususlar şunlardır: “İslam inancına göre, nübüvvet müessesesi Hz. Âdem ile başlamış ve Hz. Muhammed ile son bulmuştur. Peygamberlerin farkı vahiy almasıdır ve aralarında bir fark yoktur. Ancak Yahudilikte durum farklıdır. Peygamberler Allah’ın yeryüzünde hükümranlığının temsilcisidir ve dünyanın sonuna kadar, Musa’nın halefi olacak bir nebi bulunacaktır. Şii fırkalarında gördüğümüz nübüvvet inancında olduğu gibi. Şii fırkaları ile Yahudi görüşleri arasında benzerliklerin mevcudiyeti kesindir. Mansuriyye’nin kurucusunun “semaya yükseltilip, orada Allah’ın başına mesh ederek, ey oğul git benden tebliğ et” denildiği şeklindeki iddiasının, yarım asır sonra zuhur eden İseviye tarafından aynen tekrarlanması tesiri açıkça göstermektedir. O da semaya yükseltilmekte, Rab O’nun da başına mesh etmekte ve görev vermektedir.”[240]

Daha sonra Yahudi Mesihleri ile Şii’lerin mehdilerinin birbirine çok benzediğini söyleyen yazar bu konuda şu örneklere değinmiştir: “Sahte Mesihlerin taraftarlarının Mesih’in ölümünden sonra “O ölmemiştir, tekrar dönecektir” şeklindeki iddiaları ile Şii’lerdeki liderlerin ölümünden sonra, cemaatin imamları hakkındaki görüşleri aynıdır. Yaşanan olumsuz olayların ya da mağlubiyetlerin ardından geri geleceğine ve intikamını alacağına inanılan mehdi inancı, cemaatin dağılmasını önlemeyi başarmıştır. Ebu İsa ve Yudgan’da görülen Mesih karakteri de tamamen Şiilerinki gibidir. Taraftarları onların da ölmediklerine ve yakında dönüp vazifelerini tamamlayacaklarına inanmışlardır.”[241]

Allah’ın veya cüz’i ilahinin, peygamberler veya imamlara hulul eden ruhunun tenasuh yoluyla birinden diğerine geçtiği inancı Şii mezheplerin çoğunda görülmektedir diyen Kutluay, aynı doktrinin Şabtay Svi’nin taraftarlarının öğretilerinde mevcut olduğu tespitini yapmaktadır. “Dönme mezhebine göre Mesih’in ruhu uluhiyetin bir parçasıdır. Allah zatını her çağda mükemmel bir insanın vücudunda izhar eder. Mesih’in bu ruhu kendisini İsa ve Muhammed’de temsil ve izhar ettikten sonra tam ifadesini Şabtay Svi’de bulmuştur.. ,”[242]

Şii ve Yahudi Mezhepleri arasında olduğunu söylediği bir diğer benzerlik de Şii imamlarının ümmi oldukları halde, vahy ve ilham yolu ile yahut melekler aracılığı ile her şeyi bilip, kitaplar yazması durumunun aynen Ebu İsa el-İsfehani’de de göze çarpmasıdır. “Kendisi ümmi bir terzi olduğu halde, sırf vahiy yardımı ile eserler telif etmiştir. Yine sahte Mesihlerde de bu durum görülmektedir.”[243]

Buraya kadar saymış olduğu paralelliklerde dikkati çeken diğer husus hep tek taraflı bir etkilenmenin olmasıdır. Kutluay, devamlı Yahudi mezheplerin Şii mezheplerden etkilendiğiyle ilgili örnekler vermiş, tam tersi yönünde bir tesir üzerinde hiç durmamıştır. Ancak etkilenmenin tek taraflı olması gerçeğe çok yakın görünmemektedir. Mutlaka Şiilerin de Yahudilerden aldığı hususlar vardır. Örneğin Mesih-Mehdi inancının Yahudilikten Şiiliğe geçmiş olabileceği daha kuvvetli bir ihtimaldir.

Yaşar Kutluay’ın yapmış olduğu karşılaştırmaların, İslam toprakları üzerinde çıkmış olan Yahudi mezhepleri ile Şiilerin gulat fırkaları arasında olduğu görülmektedir. Genel olarak Mesih, ricat ve hulul inançlarıyla ilgili iki din mezhepleri arasında bir paralellikten bahseden Kutluay, kanaatimizce, her toplumda ve dinde kısmen de olsa yansımaları görülen bu inançları iki tarafın benzeyen fikirleri olarak lanse etmektedir. Ayrıca İslam toplumu içinden çıkmış olan Yahudi sahte Mesihlerin, Şiilerin mehdi inancından bir şeyler taşıması oldukça doğaldır. Kutluay’ın yaptığı çalışma alanında ilk olması açısından önemli olsa da, değindiği hususlar ve iki din mezhepleri arasında dikkati çektiği benzerlikler, birbirlerine çok fazla tesir etmişlerdir fikrini desteklemede yetersizdir.

Son olarak, Kutluay’ın Nurculuk ile Şii mezhepleri arasında yapmış olduğu karşılaştırmaya yer vereceğiz. Bir dergide yayınlamış olduğu makalesinde, konuyla ilgili düşüncelerini belirten Kutluay, yazısının başında, Nurculuğun kurucusu Said Nursi ve eseri Risale-i Nur hakkında bilgi vermektedir. Daha sonra da Said Nursi’ye izafe edilen özelliklerin benzerlerini İslam Mezhepleri Tarihi’nde aramıştır. Bulduğu benzerlikler sırasıyla şöyledir:

1-   Said Nursi’nin doğduğu andan itibaren insanüstü özellikler göstermesi şeklindeki inanç, Şii imamlarının hemen hemen hepsinde bulunmaktadır.

2-   Said Nursi’nin çok küçük yaşta iken ilahi bir lütuf ile bütün ilimleri hemen öğrenmesi ve hayatında hiç kimseye soru sormayıp her soruya cevap vermesi durumu da Şii imamlarına has bir özelliktir.

3-   Bazı gerçeklere ilhamla vakıf olması özelliği de Said Nursi’ye has olmayıp, Şii imamları ve Muhtar es-Sakafi de de görülmektedir. İstikbalde olacak olaylarla ilgili Muhtar haber vermekte ve eğer söylediği doğru çıkmazsa Allah sözünden döndü demekte idi. Said Nursi de gelecekle ilgili bazı haberler vermiş, ancak muğlak kullandığı cümleler te’vile çok açık olmuştur.

4-   Kuran-ı Kerim’in kendisinin yazdığı risalelere ve nurculara işaretler bulunduğu, bu işaretlerin risaleler dolayısıyla kendisine de raci olduğu görüşüne de yine Şii mezheplerde rastlanmaktadır.

5-   Said Nursi’nin ayrıca birçok harikulade işler yaptığı iddia edilmektedir. O’nun yaptığını söyledikleri olayların paralelini ancak İsa peygamberde görmemiz mümkündür.

6-   Said Nursi’nin bir gün öldürüleceğini, daha doğrusu şehit edileceğini iddia etmesi de İsnaaşeriyye imamları ile paylaştığı bir özelliktir. Bu mezhepte imamlarının hepsinin şehit edildiğine inanmaktadır.

7-   Said Nursi’nin 60 yaşından sonra risalelerinin hepsinde siyasetten kaçındığını, eskiden hedeflediği şeraite uygun devlet kurma çabasından vazgeçtiğini, şimdi sadece İslam dünyasında kaybolma tehlikesinde gördüğü imanı kurtarma faaliyetine giriştiğini belirtmiştir. Kanlı isyanların ardından, bir çok Şii imamları da “kendilerinin siyasetle alakadar olmadıklarını, ilim, ibadet ve zikirle vakit geçirdiklerini” ileri sürmüşlerdir.

8-    Şii mezheplerinin hepsinde görülen ricat inancına göre, mezhepler ölen imamlarının gerçekte ölmediğini, bir gün tekrar zuhur edip yarım kalan işini tamamlayacağını iddia etmişlerdir. Bu inancı Said Nursi’nin ölümünden sonra O’nun taraftarları arasında yer alan küçük bir grupta da görmekteyiz.[244]

Yukarıda sıraladığı benzerliklerin ardından Kutluay, şu sonuca varmaktadır: “Said Nursi’nin ortaya attığı bu hareket, bu haliyle tipik bir fırka hüviyeti taşımakta, geçirdiği merhale ve istihaleler de bunu teyid etmektedir. Cemaatin bundan sonraki vaziyeti ne olacaktır, ne gibi bir mecrada akacaktır, sorularının cevabını ise bize zaman verecektir.”[245]

Kutluay’ın yukarıda vermiş olduğumuz çalışması, üzerinde fazla durulmamış olan Nurculuk hareketine farklı bir bakış açısı sunmaktadır. Bu açıdan oldukça özgün ve değerli bir çalışmadır.

Bu bölümde vermiş olduğumuz örnekler O’nun karşılaştırma metodunu her alanda kullanmaya çalıştığını göstermektedir. Böylelikle mezhepler arasındaki etkileşim hakkında bize ipuçları vermektedir. Yahudi ve İslam mezheplerinde yaptığı mukayesede olduğu gibi. Yeni oluşumlara nasıl bakmamız gerektiğiyle ilgili düşüncesini de kullandığı bu metot sayesinde anlamamız mümkündür. Örneğin, Nurculukla ilgili fikrini beyan etmeden önce, onu, geçmiş fırkalarla mukayese etmiş ve sonrasında vardığı sonucu açıklamıştır.

KAYNAK KRİTİĞİ

İslam Mezhepler Tarihi’nin asıl kaynakları olan ve Hicri 1. ve 2. yüzyılda bizzat mezhep mensupları tarafından yazılan birinci el kaynaklar çeşitli sebeplerden dolayı günümüze ulaşmış değildir. Sonrasında, IV. yüzyılda yazılan ve birçok mezhebi içinde barındıran milel-nihal türü kitaplar ise mezhep taassupluğu, 73 fırka hadisinin etkisi gibi nedenlerle araştırmacıyı yanıltıcı bilgilere sahiptir. İşte bu sebepler, mezhepler tarihi alanında çalışan kişiyi kaynak kritiği konusunda daha titiz olmaya mecbur kılmaktadır. Bu mecburiyetten dolayı mezhepler tarihçileri doğru bilgiye ulaşmak için farklı metotlar geliştirmişlerdir.

Mezhepler hakkında bilgi veren elimizdeki en eski kitapların güvenilir olmadığını Kutluay da belirtmiş ve bu kaynaklardaki doğru bilgilere ancak karşılaştırma yöntemiyle ulaşabileceğimizi söylemiştir. Mezheplerin çıktığı ve milel- nihal kitaplarının yazıldığı döneme ait başka alanlardaki kaynaklarla karşılaştırma yaparak doğru bilgiye ulaşılabileceğini belirtmiştir.[246]

Kutluay kaynaklardaki tarafgirlikle ilgili önemli bir örnek de vermektedir. “Mutezile mezhebinin kurucusu sayılan Vasıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd’in bu fikirleri kimden ilham alarak ortaya attıkları meselesinde kesin bir hüküm vermek için elimizde yeterli delil bulunmamaktadır. Bu mezhebin muhalifi olan müellifler, bunların fikirlerini naklederken objektif kalmamaktadırlar. Biruni meşhur eserinde, “Mutezile’nin Allah’ın ilmi konusundaki sözlerinin cahil halka, “Allah’ın ilmi yoktur diyorlar” şeklinde nakledilerek onların husumetini bu mezhep üzerine çekmek gayreti güdüldüğünden şikâyet etmektedir. Bu mezhep üzerinde şimdiye kadar yapılmış olan çalışmalarda da “menşe” meselesinden ziyade, sonraki devirlerdeki gelişmelerinden bahsedilmektedir.”[247]

Klasik mezhepler tarihi kaynaklarında görülen 73 fırka hadisine göre tasnifler yapıp, daima bu rakamı bulmaya çalışan müelliflerin, bu yaptıklarının yanlış olduğunu kitaplarında belirtmiştir. Ayrıca Peygamberimizin bu şekilde bir hadis rivayet edemeyeceğini, hayatında takip ettiği yol gereği böyle bir şey yapmasının imkânsız olduğunu da ifade etmiştir. [248]

Yaşar Kutluay, mezheplerle ilgili bilgi veren hadislerin, sonraki devirlerdeki mezhep kavgalarının mahsulü olduklarını belirtmiştir. Çünkü Peygamberin hayatı devamınca, Müslümanlar arasında muayyen fikirler etrafında bir fırkalaşma olmamıştır.[249] Yani burada şöyle bir sonuca ulaşmak mümkündür. Mezhepler itikadi sistemlerini oluştururken, savundukları fikirleri Peygamber’in ağzından söyletme yoluna gitmişler ve tarihi kafalarına göre yeniden inşa etmişlerdir. Ayrıca muhalif oldukları mezhepleri de yine Peygamberin ağzından kötüleme yoluna gitmişlerdir. Bu nedenle yazarın, mezheplere dair hadislerin sonraki devir mezhep kavgalarından dolayı çıkmıştır tespiti oldukça isabetlidir.

Kutluay, milel-nihal kitaplarının içinde en güvenilir olanın Şehristani olduğunu, İbn Hazm ve Bağdadi’nin eserlerini yazarken, Sünni görüşün etkisinde kaldıklarını söylemiştir.[250] Ayrıca tarihçi olan Taberi ve Belazuri’nin de güvenilir olduğunu zikrettikten sonra, Taberi’den sonraki kaynaklara gidildikçe mezhep tarafgirliğinin kaynaklara iyice girdiğini ve işlerin içinden çıkılmaz bir duruma geldiğini belirtmiştir.[251] Şehristani’nin veya Taberi’nin eserlerinin kıymetli olduğu herkesçe malumdur. Ancak Kutluay, bu eserlere çok fazla itibar edip, bu kaynaklardaki bilgilere kitabında olduğu gibi yer vermiştir. Bir değerlendirmeye taabi tutmamıştır.

Kaynakların kullanımı konusunda titiz olunması gerektiğini söyleyen Kutluay, Abdullah b. Sebe hakkında bu titizliği göstermemiştir. Çünkü bu şahıs hakkında eski kaynaklarda verilen bilgiler, tamamen Seyf b. Ömer’den mervidir. Böyle önemli bir şahıs hakkında tek bir kişiden gelen rivayetlere itibar etmesi verdiği bilgilerin güvenilirliğini sarsmaktadır.[252]

İSLAM KELAMININ MENŞEİYLE İLGİLİ SÖYLEDİKLERİ

Yaşar Kutluay, Islamiyette Itikadi Mezheplerin Doğuşu adlı ilk eserinde İslam kelamının menşeiyle ilgili olarak bazı hususlara değinmiştir. Bazı müsteşrikler İslam’da tartışılan ilk kelamı konuların, Hıristiyanlığın etkisiyle konuşulmaya başlandığını, doğal olarak İslam’da kelamın doğmasının sebebinin dış etkenli olduğunu iddia etmişlerdir. Bu iddiayı savunanlar, Hıristiyan din adamı olan St. John of Damascus’un Bilgi Kaynağı adlı eserin yazılmasının hemen ardından Arapçaya çevrildiğini ve İslam âlimlerinin de bu eserdeki fikirlerden etkilenerek irca, Allah’ın sıfatları gibi kelami konuları tartışmaya başladıklarını söylemişlerdir. Bunun doğru olmadığına inanan Kutluay, İslam kelamının menşeinin yine İslam Cemaatinin bünyesinde yaşanan olaylar ve İslam’ın getirdiği yenilikler olduğunu savunmuştur. Çok doğru fikirlere isabet ettiğini düşündüğümüz Kutluay’ın konuyla ilgili söyledikleri şunlardır:

“Hz. Muhammed’in Medine’ye hicret etmesinden ve müşriklerle olan ilişkilerin neticesinde kurulan İslam devleti zamanla gelişme göstermiş ve farklı din mensuplarını hâkimiyetleri altına almışlardır. Müslümanların fethettiği yerlerdeki farklı din mensuplarına tamamen dini serbestlik tanıması, Hıristiyan cemaatinin faaliyetlerini hızlandırmıştır. Dinlerini yayma faaliyetleri göstermekle birlikte Hıristiyan din adamları, dönemin tablosunu yansıtan eserler yazmışlardır. Bu eserlerdeki en önemli iddialarından biri, İslam cemiyeti içinde çıkan kelami sorunların ve mezhep cereyanlarının menşeinin dışarıda olduğudur. Yani Hıristiyanların Müslümanlar üzerindeki etkileriyle kader, Allah’ın sıfatları ve insanın hürriyeti gibi konular konuşulmaya başlanmış ve sonrasında mezhepler çıkmıştır. Bu iddialarda bulunanlar, Müslümanların, Hıristiyan din adamı St. John of Damascus’un yazmış olduğu Bilgi Kaynağı adlı eserden etkilendiklerini söylemişlerdir. Ölümü St. John’den çok önce olan Hasan’ul Basri, karışıklıkların en yoğun yaşandığı Halife Abdulmelik b. Mervan’ın, kaderi soran bir mektup göndermesi üzerine Halife’ye cevap olarak 16 sahifelik bir risale yazan kişidir. Bu risaleye bakıldığında, kader meselesinin, Allah’ın sıfatları konusunun çok daha önceleri Müslümanlar arasında konuşulduğu görülmektedir.”[253]

Bu mezheplerin asıl doğuşuna sebebiyet veren durumlar, İslam cemiyetinin bünyesi ile Kur’an-ı Kerim’in ortaya koymuş olduğu yeni zihniyettir diyen Kutluay’a katılmamak mümkün değildir. Çünkü bu yeni zihniyette tam bir tefekkür hürriyeti vardı ve dini sahipleyen bir üst sınıfı kabul etmiyordu. Her akıl sahibinin tefekkür etmesi emrediliyordu. İslam dünyasında Müslüman’ın Müslüman kanını dökmesi sonucu ortaya çıkan ölenlerin öldürenlerinin durumunun ne olacağı sorusu, ayrıca Kuran’ın kader konusunda açık ve kesin hükümler barındırmaması da bu oluşumlara sebep olmuştur. Birbirine zıt fikirlere sahip kişiler bile kendi görüşlerini destekleyen ayetleri Kuran’da bulabiliyordu. Bu da işi daha da çıkmaza sokuyordu. İşte bu ve benzeri nedenlerle başlayan kelami tartışmalara, dış tesirler de sadece sürat katmış, yön vermiş ve alanını genişletmiştir. Yoksa bizatihi bu hareketlerin başlatıcısı olmamıştır.[254] Örneğin, Abbasiler döneminde özellikle Yunan felsefesinden yapılan tercümelerin, İslam cemiyetindeki tartışmalara nasıl bir hız kattığı, ancak çıkan problemlerin ilk tetikleyicisi olmadığı bilinmektedir.

NORMATİF - TEOLOJİK ANLAYIŞ

Genel itibariyle makalat yazarlarına baktığımız zaman bir gerçeği bariz şekilde görüyoruz. O da yazarların, kendilerinin bulunmuş olduğu çizgiden sıyrılıp olaylara objektif bakamamasıdır. Ehl-i Sünnet’e mensup bu yazarlar, incelemiş oldukları mezhepleri mensubu oldukları cemaate yakınlıklarına göre kıymet biçmişlerdir. Tamamıyla normatif olan bu bakış açısı sonraki devir mezhepler tarihçilerini de yanılgıya götürmüştür. Bu gerçeği fark eden Yaşar Kutluay, İbn Hazm ve Bağdadi’nin eserlerini eleştirmiş, Şehristani’nin eserini bu nedenle güvenilir olarak değerlendirmiştir. Ancak Kutluay’ın yazılarına baktığımız zaman da mensup olduğu çizgiyi fark etmemek mümkün değildir. Çünkü O da, Ehl-i Sünnet’i ana bünye olarak ele almış ve ilk zuhur eden mezhepler olan Haricilik ve Şia’yı “ilk tefrika hareketleri” olarak değerlendirmiştir. Yine Şii mezheplerini gruplandırırken Ehl-i Sünnet’e yakınlıklarını dikkate almıştır. Şöyle ki Kutluay’ın “Ehl-i Sünnet muarızları, müteşabih ayetleri kullanarak fikirlerini müdafaa etmişler ve karşısındakileri susturmuşlardır”[255] görüşü de O’nun bulunduğu çizgiyi açıkça göstermektedir. Ayrıca itikad konuları üzerinde çalışmaya başlayan ana kol olarak değerlendirdiği Ehl-i Sünnet’in mensuplarının, bu çalışmaları iki cepheye karşı yaptıklarını söylemektedir. Biri, gayri İslami unsurlara, ikincisi de kader, cebr, teşbih, tecsim vb. gibi görüş ve iddialar peşindeki Müslüman gruplara yönelik olmuştur. Gayri İslami unsurlara karşı yapılan çalışma oldukça doğaldır. Ancak İslam Cemaati içinde farklı görüşlere mensup kişilere karşı bir çalışmanın başlatıldığının ifade edilmesi ve çalışmaya başlayanların ana kol olarak değerlendirilmesi açık bir şekilde Kutluay’ın normatifliğini yansıtmaktadır.[256]

Yaşar Kutluay’ın gelenekçiliğinin fark edildiği bir başka yön de kişilere göre kullandığı üslup şeklidir. Burada kastettiğimiz, Abdullah b. Sebe[257] ve Muhtar es- Sakafi[258] gibi bazı şahıslar hakkında çirkin sayılabilecek kelimeler kullanırken, Ali b. Talip[259] ve Osman b. Affan[260] gibi bazı şahısları ise savunma girişiminde bulunmasıdır.

Metin Kutusu: Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 50.Metin Kutusu: 263
264
265
Yaşar Kutluay, ilk zuhur eden Şii ve Harici mezheplerin siyasi nedenlerle ortaya çıktığını ve sonradan teolojik yönlerini oluşturduklarını ifade etmiştir. Ancak diğer mezheplerin çıkış nedenlerini tamamen itikadi sebeplere bağlamıştır. İlk kitabının ismi olan “itikadi Mezheplerin Doğuşu” başlığı bile O’nun mezheplere bakışını göstermektedir. Mutezile, Cebriye ve Ehl-i Sünnet hakkında bilgi verirken tamamen teolojik yönleri üzerinde durmuştur. Ayrıca Mürcie, Müşebbihe ve Mücessime’nin bir cemaat oluşturmaktan ziyade belli münferit görüşlere verilmiş isimler olduğunu söylemektedir. Tarihte önemli bir yere sahip olan Mürcie’yi mezhep olarak saymaması da O’nun teolojik bakış açısının bir yansımasıdır. Mezhepler hakkında yazmış olduğu son kitabı “İslam ve Yahudi Mezheplerinde Mutezile’yi ve Ehl-i Sünnet ve-l Cemaat’i de mezhep olmaktan çıkaran Kutluay’ın aynı bakış açısının yansıması bu kitabında daha belirgin olarak görülmektedir.

YAŞAR KUTLUAY’IN TESPİT ETTİĞİ ÇAĞDAŞ SORUNLAR VE BUNLARA GETİRMİŞ OLDUĞU ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Mezheplerin başlangıçlarında dinin iktidar yolunda istismarı söz konusudur. Şiilerin, Haricilerin zuhur ediş süreçlerine baktığımız zaman bu açıkça görülmektedir. Ayrıca “mezhepler tarihi bu istismarın tipik örnekleriyle doludur”[261] tespiti hiç de mübalağalı olmaz. Dinin, belli şahısların emelleri uğruna istismar edilmesi olayı, tarihin tozlu sayfalarında kalmamış, yakın zamanda ve günümüzde de yaşanmış ve yaşanmaya da devam etmektedir.

Dinin istismarı olayını, muayyen zamanlarda Anadolu topraklarında çıkan isyanlarda da görmekteyiz. Anadolu, Türklerin işgal edip yerleşmesinden sonra birçok tarikatın yuvalandığı, beslendiği ve geliştiği yer olmuştur. Özellikle Moğol istilasından sonra İslam ülkelerinden kaçan erenler bu topraklara sığınmıştır. Anadolu Türklerini tekkelere kapatmayan bu erenler, Osmanlının kuruluşunda önemli rol oynamışlardır. Sonrasında ise işin rengi biraz değişmiş ve Türkmen reisleri bu kişileri yanlarına çekerek onların halk üzerindeki nüfuzlarını kullanmaya başlamıştır. Osmanlı devlet nizamının güçlenmesiyle bu kişilerin tesirlerinin azaldığını, Türk hükümdarlarının erenlerin faaliyetlerine karışmadıklarını söyleyen Kutluay, daha sonra gelişen olayları şöyle anlatmaktadır: “Ancak bu tasavvufi cereyanlar sadece şiirde, kitapta, tekkede ve mescitlerde kaldığı sürece merkezi otorite bu şahıslara müdahale etmemiştir. Yalnız müritlerinin yahut taraftarlarının sayısının kâfi miktarda arttığını, binaenaleyh artık iktidarı ele geçirebileceğini zanneden şeyhler, devletin zayıf zamanını kollayarak isyanlara girişmişlerdir. İşte bu faaliyetler de dinin siyasete aletin tipik örneklerindendir.”[262]

Osmanlı döneminde, şeyhlerin kendilerine güvenecek duruma geldikten sonra devlete isyan edip, siyasi bazı çıkarlar elde etme girişimlerinin açıkça dinin siyasete alet edilmesi olduğunu söyleyen yazar, Cumhuriyetin ilanından sonra da bu tarikatların vaziyetlerinin değişmediği ve hatta daha da kötüye gittiği tespitini yapmaktadır. Memleketimizde kurulan bu tarikatların tekkelerinin, asırlar geçtikçe dejenere olduğunu, şeyhlik postlarına kifayetsiz, bilgisiz kişilerin oturduğunu, bir ilim ve sanat yeri olan bu merkezlerin böylelikle dejenere olduğunu belirten Kutluay, “Cumhuriyetten sonra tekke ve zaviyelerin kapatılmasına dair kanunun umumi tasvip kazanmasının sebeplerinden biri de bu olsa gerektir” diyerek önemli bir hususa açıklık getirmektedir. Fakat bu kanuna rağmen tarikatların faaliyetleri hız kesmeksizin hala devam etmektedir. Bunun başlıca sebebini ise Kutluay şu şekilde açıklamaktadır: “Allah’la kul arasında üçüncü bir şahsı koymayı kesinlikle reddeden İslam Dini’nin mensuplarının hala dedelere, babalara ve şeyhlere bağlanıp onlardan medet umması, halkın, dinin esaslarına tam anlamı ile vakıf olamamasıdır. Aslına bakılırsa bu cereyan mensupları, aslında o hareketin sistematik görüşünü dahi bilmemektedirler.”[263]

Yaşar Kutluay’ın yaşadığı tarihte vuku bulan siyaset-tarikat ilişkisiyle ilgili bazı tespitleri olmuş ve bunlara eserlerinde yer vermiştir. Bu konuyla ilgili söyledikleri şunlardır: “Son zamanlarda siyasi partilerin bu durumdan istifade ile bu tip vatandaşların oylarını toplamak için giriştikleri dini istismar yolu esef vericidir. Tarikat liderleri partiler arası mekik dokumakta, partilere giriş beyannameleri bizzat parti genel başkanları tarafından imza edilmektedir. Bir siyasi partinin ise sadece bir mezhep zümresine hitap ettiği bilinen bir gerçektir. Hâlbuki tarihten ders alınmalı, oy uğruna memleketin bütünlüğü tehlikeye atılmamalıdır.”[264]

Dinin istismarının her zaman memleketin başına felaketler getireceği inancında olan Kutluay, ülkemizde yaşanan bu tür faaliyetlerin de ülke geleceği için ne kadar tehlikeli olduğuna işaret etmiştir. Ülkemizde tarikat faaliyetlerinin devam etmesinin nedeninin Türk halkının İslam Dini hakkındaki cehaletleridir diyen Kutluay, 1962’de yaptığı bir radyo konuşmasında halkın dini yönünün aydınlatılmaması durumunda neler yaşanabileceğine dair örnekler vermiş, bu konuda devlet politikasının nasıl olması gerektiğiyle ilgili ipuçlarına yer vermiştir.[265]

Yaşar Kutluay’ın bunlara ek olarak dinin farklı emeller uğruna kullanıldığına dair bir diğer önemli tespiti ise, XIX. ve XX. asırlarda, batılı devletlerin, İslam dünyasındaki mezhep ayrılıklarını kendi menfaatleri için kullanmasıdır. Hindistan, İran, Arabistan, Libya vb. ülkelerinde son asır içinde girişilen faaliyetler bunun tipik örnekleridir.[266]

Kutluay’ın, farklı yazılarında, üzerinde durduğu önemli bir konu da “bir Müslüman’ın nasıl olması gerektiği” sorusunun cevabıdır. 1969’un Ramazan Ayı boyunca, Tercüman Gazetesi’ne Salı ve Cuma günleri yazı yazan Kutluay, ilk önce köşesinde, Müslüman kimliğini tanımlamıştır. Ayrıca radyo konuşmalarında da aynı konudan bahsetmiştir.

“Kelime-i şahadete gönülden inanmak Müslüman olmak için yeterlidir. Bu temel ilkenin yanında Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlere, ahirete, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna istisnasız iman etmek gerekir. Bu ilk adımdır. Bu adımı geçenler için geçerli olacak ikinci adım İslam’ın şartlarını öğrenmek ve uygulamaktır. Bunlar, kelime-i şahadeti kabul etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, zekât vermektir. Bunları kabul edip uygulayan kişi İslam’ın sahasına girmiş olur; ancak Müslümanlık sadece bunlara uymakla olmaz. Bir bütün olan kutsal kitabımız Kuran-ı Kerim’e baktığımızda, görüyoruz ki, Müslümanlık sadece iman ve ibadet kalıplarına sıkıştırılmış bir din değildir. Müslümanlık bir “hayat tarzı”, bir nizamdır. Bu hayat tarzının öğrenilip benimsenmesi ve uygulanması sonucu ancak dünya ve ahiret mutluluğuna ulaşılabilir. İman esaslarına inanan ve İslam’ın esaslarını kabul eden kimse Müslümanlığın asgari haddini halletmiş olur. Asıl iş ise bundan sonradır. Bu da ahlak sahasıdır. Aslında Müslümanların vazifeleri iki büyük kısma ayrılmaktadır diyebiliriz. Bunların birincisi insanın Allah’a karşı olan vazifeleridir ki bunlar; O’na doğru bir şekilde inanmak, emrettiği ibadetleri yerine getirmektir. Emrettiği ibadetlerden oruç ve namaz Allah’la kul arasında kalır. Fakat yalnız Allah’ı değil, diğer Müslümanları da ilgilendiren ibadetler vardır. Bunlar zekât ve sadaka ile infak gibi emirlerdir. Bir bakıma varlık vergisi de diyebileceğimiz zekatı vermeyen Müslüman Allah’a karşı sorumlu olduğu gibi, o vereceği miktar üzerinde hakkı olan diğer Müslümanlara karşı da sorumludur. Kul hakkına ayrı bir önem veren dinimizde bu ibadetin haliyle ayrı yeri vardır. Ancak kabul etmek lazımdır ki, günümüzde zekat müessesi memleketimizde işlememektedir. Eğer işlemiş olsaydı çoğunluğu Müslüman olan bu ülkede açta açıkta kimse kalmazdı. Bunun sebebi biraz da halkımızın bu konudaki bilgisizliğidir. Camilerin dolduğu Ramazan Aylarında bu konuda vaazlar verilerek halk bilinçlendirilmelidir. Diğer bir husus da zekâtın toplanması meselesidir. Yaşanan olumsuzluklardan dolayı halkın müesseselere itimadı kalmamıştır. Ancak güvenilir bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı bu görevi üstlenebilir.”[267]

Kutluay, gazetedeki bu yazı dizisinde, yukarıda yer vermiş olduğumuz genel bilgileri verdikten sonra Müslümanlara bazı tavsiyelerde bulunmaktadır: “Sonuç olarak artık kendimize tam bir Müslüman mıyız sorusunu sormalıyız. Müslümanlığın sadece iman ve ibadetten ibaret olmadığını bir hayat tarzı olduğunu fark edip, Müslümanlara düşen çok görevlerin olduğunu anlamalıyız. Kişinin imtihan dünyası olan bu yerde yaptığı iyiliklerin mükâfatını alacağını, ancak İslam ahlakına uygun bir yaşayış tarzıyla örnek insan olunabileceğini halkımıza anlatmalıyız. Bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığına ve din adamlarına büyük iş düşmektedir.”[268]

Müslüman kimliğini tanımlarken daha ziyade ahlak üzerinde duran Kutluay, biran önce bir zekat müessesesinin de kurulması gerektiğini ifade etmektedir. Müslümanlığın bir hayat tarzı olduğunu söylemiş ve bu hayat tarzını halka doğru şekilde anlatmak için din adamlarına çok iş düştüğünü belirtmiştir.

Yaşar Kutluay’ın dikkatleri çektiği bir diğer husus, Türklerin Yahudi milliyetçiliğinden alması gereken derslerin neler olduğuyla ilgilidir. Bu konuda şu değerlendirmeleri yapmaktadır: “Eski bir tarihe sahip olmakla birlikte uzun yıllar sürgünlerde kalan, çok sıkıntılar yaşayan Yahudiler kimliklerini hiçbir zaman kaybetmemişler ve sonunda kendi devletlerini kurmaya muvaffak olmuşlarıdır. Ancak hiçbir zaman başka devletin hâkimiyeti altına girmeyen, oldukça zengin bir medeniyete ve zenginliğe sahip olan Türkler ise Batılıların iktisadi anlamda gelişme göstermesi, yeni buluşlara imza atmasıyla, yanlış bir batı hayranlığı içine girmiştir. Türk milli medeniyeti, kültürü her yerde küçük görülmeye başlanmıştır. Özlerine ait olan her şeyi batılılaşma uğruna birer birer bırakan Türkler tabiri caizse kendi kendilerini sömürgeleştirmişlerdir. Hâlbuki batılıların gelişmesi karşısında batma korkusuyla onları taklit etmek yerine alternatif yollar bulunabilirdi. Türk-İslam cemiyeti bütün kâinatı kuşatan bir bakış açısı edinip, maddi ve manevi kurtuluşunu bu yolda aramalıdır.”[269]

Osmanlı’nın son dönemleriyle, Cumhuriyetin ilanından sonra, Türklerin kendilerini tehlikeli düzeyde kaptırdıkları Batı hayranlığının, Türk milletine nelere mal olabileceğini açıkça belirten Kutluay, devamında ise kurtuluş reçetesinin Türklerin Müslüman kimliklerinde mevcut olduğunu ve burada aranması gerektiğini söylemiştir.

Kutluay’ın Türkiye’deki din eğitimiyle ilgili de çok önemli yazıları mevcuttur. Bu yazılarında değindiği hususlar ise şöyledir: “Medreselerin kapanmasından sonra Tevhidi Tedrisat kanununa rağmen ülkeyi dinsiz bırakma faaliyetleri gösterilmiştir. Okullardaki din dersleri kaldırılmış, imam hatipler kapatılmıştır. Ancak dinsiz bir toplumun olamayacağı sosyolojik bir gerçektir. Bu nedenle yaklaşık otuz yıl, halk kifayetsiz kişilerden dini öğrenmiştir. Bu dönemin açtığı yaralar hala tamir edilememiştir. 1951 yılından sonra imam hatipler açılmış ancak program ve müfredat konusunda oldukça eksik bırakılmıştır. Talim terbiyeye bu konuda yapılan uyarılar da fayda vermemektedir.”[270]

Türkiye’deki din eğitimine ve sorunlarına bu yazısında değinen Kutluay, iyi bir din eğitimi olmadığı müddetçe Türk halkının hurafelerden kurtulamayacağını belirtmiştir. Bir din adamının dini bilgilerinin yanında müsbet ilimler hakkında da eğitim alması gerektiğini söylemiştir. Bir radyo konuşmasında da dini eğitimin öneminden bahseden Kutluay, halkın bu eğitimden yoksun bırakıldığı zaman yanlış dini inanışlardan dolayı ne gibi olaylar yaşanabileceğine dikkatleri çekmiştir.[271]

Kutluay’ın bu yazılarında Ülkemiz için oldukça önemli ve hassas konulara değindiğini görüyoruz. Cumhuriyet’in ilk yıllarında dini eğitim konusunda yapılan yanlış politikaların sonucunu acı bir şekilde bütün halkımız yaşamıştır. Tarih her zaman göstermektedir ki dinsiz insan olabilir; ama dinsiz bir toplum asla. Bu gerçekten hareketle devlet toplumunu dini konularda doğru bir şekilde eğitmelidir. Eğer baştaki insanlar bu işin ciddiyetini anlamazlarsa, toplum aç kalan dini yönünü bir şekilde doldurmaya çalışacaktır. Belki bu yöntemler bazen illegal olacak, farklı düşünceli insanlar, bu saf halkı kandıracaklardır. Bunun sonucunda da hurafelerin yuvalandığı halkın arasındaki yanlış inanışları yok etmek tahmin edemeyeceğimiz kadar uzun yıllar alacaktır. İşte bu sosyolojik gerçeğe Kutluay, bir kere daha dikkatleri çekmeye çalışmıştır. O, sadece dini eğitim değil, doğru bir içerikle ve doğru bir yöntemle verilmesi gereken bir eğitimden makalesinde bahsetmektedir. Dini eğitimin eksikliğinden dolayı yaşanabilecek diğer bir tehlikeye de, başka bir yazısında işaret etmektedir:

“Müslüman dünyasında ve bilhassa da Türkiye’de, Batı Kilise’si, buradaki halkı Hıristiyan yapmak için misyonerlik faaliyetleri yürüttüğü herkesçe bilinen bir gerçektir. Memleketimizde son iki yüz yıldır denedikleri özel okullar, hastaneler, ihtiyaç bölgelerine gönderilen misyoner doktorların çalışmaları gözle görülür bir kazanç getirmemiştir. Bunun üzerine bıkmadan emellerine ulaşmaya çalışan bu kişiler yeni metotlar geliştirmişleridir. Yurdumuzda uyguladıkları yeni metotta ise hedef, din eğitimi görmemiş gençler, aydınlar ve doğrudan doğruya köylü halkımızdır. Maalesef ki Hıristiyanlık geniş halk kitlelerimizin yanında, din adamlarımızın da layıkıyla bilmediği bir alandır. Dilimizde bu konuda ciddi eserler yayınlanmadığı gibi, okullarımızda da Hıristiyanlık öğretilmemektedir. Ayrıca İncil ve Hıristiyanlık hakkında İslamiyet’in Kurani görüşü ortaya konulmamıştır. İslami görüşün kabul ettiği Hıristiyanlık nedir, bugün mevcut olan Hıristiyanlık nedir ve aralarındaki alaka ve münasebet konularını işleyen, dilimizde yazılmış eserler yoktur. Hele din eğitimi görmemiş aydınlarımız ve gençlerimiz henüz İslam’ın esaslarını bilmediklerinden, bu esaslara yapılan hücumların mahiyetlerini, gerçek maksatlarını anlamaktan uzaktırlar.”[272]

Batı Kilisesi’nin yurdumuzda giriştiği kendi dinlerini ikame etme faaliyetlerine karşı Müslüman olarak, din adamı olarak, Diyanet İşleri teşkilatı olarak neler yapabiliriz sorusuna Kutluay şu cevapları vermektedir: “Akla gelen ilk çareler olarak şunlar düşünülebilir: a) Yazılı ve sözlü propagandalarını teferruatı ile ele almak b) Her birinde ileri sürülen görüşlere Kuran-ı Kerim ve akla dayanarak cevaplar vermek c) Mevcut din adamlarımızdan mümkün olduğu kadar çoğunu bir araya getirerek Yahudi ve Hıristiyan dinlerini öğretmek ve onlara bu iki din ile İslamiyet arasındaki derin farkları anlatmak, mukayese yapmak d) Her iki din ile İslamiyet’in tarihteki münasebetlerini ele alarak, bu münasebetlerin bugünkü durumlarını tespit etmek.”[273]

Kutluay, 1965 yılında yazmış olduğu bu makalede oldukça önemli bir sorunu gündeme getirmiştir. Özellikle II. Vatikan Konsili’nden sonra metot değiştiren Batı Kilise’si İslam ülkelerindeki faaliyetlerine başka bir yüzle hızla vermiştir. Bizim ülkemizde de din eğitimi görmemiş kemsi hedef aldıklarını söyleyen Kutluay’ın biraz iyimser davrandığını söylemek yanlış olmaz. Din eğitimi almış ya da almamış her kesime ulaşmaya çalışan misyonerler, çoğu bölgelerimizde de kısmi başarılara ulaşmışlardır. Maddi yönden zayıf olan kemsi de para ile kandıran misyonerlerin kitaplarını, CD’lerini ilkokul öğrencilerin elinde bile görebiliyoruz. Halkımızın bu konudaki cahilliğine bundan 43 yıl önce işaret eden Kutluay’ın yaptığı tespitlerin hala geçerli olması çok acıdır. Günümüzde dahi bu konuda tam bir eğitim verilmediği gibi din adamlarımız da halkın Hıristiyanlıkla ilgili sorularına cevap verecek ya da halkı bu yönde aydınlatacak nitelikte değildir. Bu nedenle, Kutluay’ın getirmiş olduğu çözüm önerilerinden özellikle üçüncü maddesinin ivedilikle uygulamaya geçirilmesi gerektiği kanaatindeyiz.

Yaşar Kutluay’ın yukarıda işaret ettiği sorunlarla paralel olan ve başka bir yazısında bahsettiği bir probleme daha değinmeyi faydalı olacağını düşünüyoruz:

“Memleketimizde yayınlanan dini konularda yazılmış eselerin konularına baktığımız zaman, Kuran-ı Kerim’e yönelerek iman esaslarını konusunu ele bir kitap göremiyoruz. Bugün içinde yaşadığımız toplumda dini işler hakkında bilen bilmeyen herkes konuşup yazmakta ve bu nedenle din hücuma uğrayıp, dinle ilgisi olmayan bazı hususlar dinin esaslarında gibi gösterilmektedir. Dolayısıyla din adamlarımıza, büyük iş düşmektedir. Bunların başında Kuran-ı Kerim’i sadece mezarlıklarda ölülerin ruhu için veya camilerde cemaatin musiki zevkini tatmin için okutturmakla yetinmeyerek, Müslümanlara anlatmak; imanı ile. Ameli ile, ahlakı ile, davranışları ile o ilahi kanuna uygun hayatın çerçevesini çizmek gelir. Bunun için de ilk yapılacak şey, Kuran-ı Kerim’e dönmek, O’nu tekrar ve tekrar anlayarak, inceleyerek, düşünerek okumak, böylece O’ndan ilham almaktır.”[274]

Hüseyin Atay’a ait olan bir eseri tanıtırken söylediği bu sözler önemini hala yitirmiş değildir. Çünkü halkımızın Kuran konusunda cehaletini günümüzde de yok edebilmiş değiliz. Bırakın okumamış kemsi, okumuş kesim bile dini kitabının içeriğinden habersizdir. Belki Kutluay’ın bu yazısının ardından Kuran’ın farklı birçok konusu üzerine ilmi çalışmalar yapılmıştır. Ancak halka indiğimiz zaman bu çalışmalardan bihaber olduğunu görmek, oldukça düşündürücüdür. Yaşar Kutluay’ın sık sık vurguladığı “din adamlarının üzerine çok sorumluluk düşmektedir” sözü burada önemini bir kere daha göstermektedir. Çünkü ancak halkla iç içe olan din adamlarımız bu ilmi çalışmaları halka tanıtabilir, okuyup öğrenmeleri konusunda onları teşvik edebilir.

SONUÇ

Yaşar Kutluay, Hicri III. asırda Milel-Nihal eserleriyle başlayan mezheplerin tarihini yazma geleneğinin Cumhuriyetten sonra ilk temsilcileri arasında yer alan önemli isimlerinden biridir.

Kutluay’ın İslam Mezhepler Tarihi alanına yaptığı önemli katkılar vardır. Bunlardan ilki karşılaştırmalı mezhepler tarihçiliğidir. Yaşar Kutluay, kaynak kritiği yaparken, eserler arasında karşılaştırma yöntemi kullanılarak daha doğru bilgiye ulaşılabileceğini söylemiş ve Mezhepler Tarihi kaynaklarını nasıl kullanmalıyız sorusuna cevap bulmaya çalışmıştır. Ayrıca kaynakları kullanırken uygulanabileceğini ifade ettiği karşılaştırma yöntemini, başka alanlara da tatbik ettiğini görüyoruz. Örneğin İslam ve Yahudi mezheplerinin karşılaştırmasını yapmış ve böylelikle bu iki din mensuplarının birbirlerinden ne kadar ve hangi konularda etkilendiğini tespit etmeye çalışmıştır. Vardığı sonuçlar çok orijinal olmamakla birlikte alanında yapılan ilk tespitler olması hasebiyle kıymetli bir çalışmadır. Ayrıca aynı yöntemi kullanarak bir cemaat olan Nurculukla ve Şii mezhepleri arasındaki benzerliklere değinmiş ve bu cemaatin mezhep olma yolunda ilerlediği hususuna dikkatleri çekmiştir. Yine aralarında karşılaştırma yaparak mezhepler hakkında vermiş olduğu bilgiler, okuyucunun daha sistematik bir şekilde konuyu algılamasını sağlamaktadır.

Kutluay’ın İslam Kelamının menşeinin yine İslam toplumunun kendisi olduğunu söyleyerek yaşadığı dönem itibariyle yeni bir konuya dikkatleri çekmiştir. Kutluay, müsteşriklerin, İslam toplumu içinde çıkan ilk münakaşaların sebebi olarak Hıristiyanlığı göstermesine karşılık bir cevap yazmıştır. İlk dönemde yaşanan karışıklıklar ve İslam’ın hızla yayılması birçok kelami problemi beraberinde getirmiştir. Bu nedenle konu sıkıntısı hiç yaşamayacak olan İslam kelamcılarının dışarıdan etkilenmediği hususunda Kutluay’a katılmamak mümkün değildir.

Mezhepler Tarihi alanında önemli bir isim olmakla beraber kıymetli çalışmalar da vermiş olan Kutluay’ın, fitne hadisesi ve sonrasında gelişen olayların müsebbibi olarak Abdullah b. Sebe’yi göstermesi, yazarın önemli çıkmazlarından biridir. Sonrasında yapılan çalışmalar ışığında bu isim üzerinde tekrar düşündüğümüzde, İbn Sebe’yi günah keçisi olarak ilan eden yazarların bunu sahabe karizmasını korumak için yaptığı görüşü ağır basmaktadır. Kendisiyle ilgili rivayetlerin Seyf b. Ömer’den geldiği İbn Sebe’nin, şahsiyeti ve faaliyetleri konusunda birçok çelişki tespit edilmiştir. Kutluay da, sahabeye karşı duyduğu muhabbetten ötürü Seyfin icat ettiği bu günah keçisiyle ilgili bilgilere, tarihi bir değerlendirmeye tabi tutmadan eserlerinde yer vermiş ve bütün olayları başlatan kişi olarak Abdullah b. Sebe’yi göstermiştir. Ayrıca Kutlauy’ın Şia ve Havariç gibi birbirinden tamamen farklı iki mezhebin menşeinin aynı olduğu konusunda ileri sürdüğü görüş, kabul edilebilecek gibi değildir. Tabanı, çıkış sebepleri, görüşleri ve faaliyetleri birbirinden çok farklı olan bu iki mezhebin menşee itibariyle aynı olması mümkün değildir.

Kutluay, İbn Hazm, Bağdadi gibi yazarları mutaassıplıkla itham edip, eserlerinin çok taraflı olduğunu söylemekte; ancak kendisi de sahabeyi savunma ve Abdullah b. Sebe ve Muhtar es-Sakafi gibi isimleri eleştirerek aynı hataya düşmektedir. Bu durum da Kutluay’ın normatif bir bakış açısına sahip olduğunu, Mezhepler Tarihi yazarında olması gereken objektiflik özelliğini taşımadığını göstermektedir.

Kutluay’ın içine düştüğü yanılgılardan biri de, Şiilik ve Haricilik dışındaki diğer mezheplerin siyasi yönü üzerinde hiç durmadan itikadi yönlerinden bahsederek, teolojik bir bakış açısı sunmasıdır. Her mezhebin dini yönlerinin yanı sıra siyasi bir arka planlarının olduğu gerçeğini yadsımıştır. Bunu yapmasının nedeni diğer mezheplerin fazla bir siyasi etkinliği olmaması olabilir. Ancak Mutezile mezhebi için aynı şeyi söylemek mümkün değildir.

Mürcie’yi mezhep olarak kabul etmeyen Kutluay, irca görüşünün aykırı bir fikir olmamasından ve her kesimden taraftar bulmasından dolayı böyle bir izlenime kapılmış olabilir. Ancak sonrasında yapılan çalışmalarda Mürcie’nin bir mezhep hüviyetine sahip olduğu tespit edilmiştir.

Yaşadığı dönemdeki problemlere hiçbir zaman duyarsız kalmayan Kutluay, Türk toplumun kronik bir sorunu haline gelen dini eğitimin üzerinde çokça durmuştur. Halkın doğru bir dini eğitim almadığında hurafelere itibar edeceğini bilen ve bunu bizzat gören Kutluay, dini eğitimin gerekliliğini bu açıdan yaklaşarak ifade etmiştir. Ne var ki günümüzde hala “din eğitimi zorunlu mu yoksa seçmeli mi olmalıdır” sorusunun tartışılıyor olması aradan geçen yaklaşık yarım asırda ülkemizde pek bir şeyin değişmediğini göstermektedir.

Milliyetçi yönü ağır basan Kutluay, Yahudi milliyetçiliğini de Türklere örnek göstermiştir. Batı hayranlığıyla Osmanlının son dönemlerinde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında tarumar olan Türk milletinin kendisine gelmesi gerektiğini savunan Kutluay, bunun için yaşadıkları onca zorluğa rağmen milliyetçi ruhlarını kaybedip tarihe karışmayan Yahudileri Türklere misal olarak göstermiştir.

Ülkemizde yaşanan misyonerlik faaliyetleri karşısında da suskun kalmayan Kutluay’ın, bu tehlikeli faaliyetlere karşı alınabilecek önlemler geliştirmesi, O’nun toplumsal olaylara karşı duyarlılığının ve uygulamaya yönelik bir şeyler yapılması gerektiğine inancının bir başka göstergesidir. O, her zaman fikirlerini belirtirken nasıl uygulamaya geçirilebileceği hususuna da açıklık getirmiş ve yıkıcı olmak için eleştirme yolu yerine yapıcı olmak eleştirmeyi tercih etmiştir.

BİBLİYOGRAFYA

Adam, Baki, Dinler Tarihi, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayınları, Eskişehir 1999.

Akbulut, Ahmet, Sahabe Dönemi iktidar Kavgası, Ağaç Yayınları, Haziran 2001.

Akoğlu, Muharrem, Mihne Sürecinde Mu’tezile, İz Yayıncılık, İstanbul 2006

Bağdadi, Ebu Mansur Abdulkaahir, El-Fark Beyne-l Fırak, Ankara 1991.

Bouthoul, Gaston, Zihniyetler, Çev: Semlin Evrim, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Rektörlüğü Yayınları, İstanbul 1975.

El-Eşari, Ebu-l Hasan, Makalatu-l islamiyyun, İstanbul 1929.

Eş-Şehristani, Muhammed Abdulkerim, El-Milel ve-n Nihal, Ter. Mustafa Öz, Ensar Neşriyat, İstanbul 2005.

Fığlalı, Ethem Ruhi, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, Selçuk Yayınları, Ankara 1991.

“Hariciliğin Doğuşu ve Fırkalar”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:22, Ankara 1978.

“İlk Şii Olayları”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:26, Ankara 1982.

“İslam Mezhepleri Tarihi Araştırmalarında Karşılaşılan Bazı Problemler”, Uluslar arası Birinci İslam Araştırmaları Sempozyumu, Dokuz Eylül Üniversitesi Yayınları, İzmir 1985.

Hizmetli, Sabri, İslam Tarihi, Ankara 1999.

Korkmaz, Sıddık, Tarihin Tahrifi-İbn SebeMeselesi, Araştırma Yayınları, Ankara 2005

Kutluay, Yaşar, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, Pınar Yayınları, İstanbul 2003

-      İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003

-      İslam ve Yahudi Mezhepleri, Anka Yayınları, Ankara, 2001

-      Siyonizm ve Türkiye, Çatı Kitapları, İstanbul 2005.

-     “İbadiler Ait Bazı Metinler”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Cilt:15, Ankara 1967

-“Kuran’a Göre İman Esasları Adlı Eser Hakkında”, Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi 1961, Ankara 1962, s. 251-254. (tanıtma)

-     “Eski Tehlikenin Yeni Yüzü”, Diyanet Dergisi, Cilt: IV, Sayı: 7-8, Ankara 1965.

-      “Türkiye’de Din Eğitimi”, Devlet Mecmuası, Ankara 7 Nisan 1969.

-     “Okullarda Din Eğitimi ve İmam Hatip Okulları”, Devlet Mecmuası, Ankara 21 Nisan 1969.

-     “Yahudi Milliyetçiliğinden Alacağımız Dersler”, Türk Yurdu Dergisi, Cilt:7, Sayı: 1-2, Ankara 1968.

-1969 yılının Aralık ayında Tercüman Gazetesinde Çıkan Yazı Dizisi

Onat, Hasan, Emeviler Devri Şii Hareketleri, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1993

“Şiiliğin Doğuşu Meselesi”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:36, Ankara 1997

“Mezhep Kavramı ve Mezheplerin Doğuş Sebepleri”, Oş Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İlmi Dergisi, Kırgızistan 2004.

Onat, Hasan (Editör), İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, Ankuzem Yayınları, Ankara, 2006

Sofuoğlu, Cemal, Gadir-i Hum Meselesi, Ankara Üniversitesi İlahiyat

Fakültesi Dergisi Cilt:26 1983

Tümer, Günay- Küçük Abdurrahman, Dinler Tarihi, Ocak Yayınları, Ankara 1988.

Üzüm, İlyas, “Mücessime”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 31, İstanbul 2006.

Yavuz, Yusuf Şevki, “Müşebbihe”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 22, İstanbul 2006.


EKLER

Ek.1. YAŞAR KUTLUAY’DAN VE ESERLERİNDEN BAHSEDEN YERLER

1-      Türkiye Makaleler Bibliyografisi, 1959 (I) - 1961 (I), İstanbul-Ankara, 1956-1970: Burada Kutluay’ın yazmış olduğu makalelere yer verilmiştir.

2-     Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Kürsü 1967, s.17

3-     Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 1969 Yılı Mezunlar Albümü, Ankara 1969.

Bu iki yerde, Yaşar Kutluay’ın kısa bir hayat hikayesi ve yazmış olduğu eserleri bulunmaktadır.

4-      Zeki Velidi Togan, Not, “İslami Tetkikler Enstitüsü Dergisi”, III/3-4 (1959-1960), s. 225­226: Burada Velidi Togan, Yaşar Kutluay’ın Said Nursi ve Nurculukla ilgili makalesi hakkında kısa bir yorum yapmıştır.

5-      Osman Akgül, Röportaj: Konya Yüksek İslam Enstitüsünün İlk Mezunlarını Vermesi Münasebetiyle Neler Dediler..., Yeni Ümit Dergisi, Yıl 2, sayı 16, (Haziran 1966), s.13-23. :Bu yazıda, Enstitü hocalarından olan Kutluay’a Akgül’ün düşüncelerini sorması üzerine, Kutluay, mezun olan öğrencilere vermiş olduğu nasihatler yer almaktadır.

6-      Ahmet Kabaklı, “Gün Işığında”,Tercüman Gazetesi, 19 Aralık 1969, s.2

7-      “Hürriyet”, 15 Aralık 1969, s.1.

8-      “Tercüman”, 15 Aralık 1969, s.1.

9-      “Devlet Mecmuası”, 22 Aralık 1969.

10-     Haberler, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, I (1969), s.243, dipnot.

Bu son beş yerde Kutluay’ın bir tekne gezisi sırasında kayboluşu haber verilmektedir.

11-      Yaşar Kutluay, “Siyonizm ve Türkiye”, 2. Baskı, İstanbul 1973, s. 5 (Kamil Kutluay tarafından yazılan önsöz) : Bu yazıda Kamil Kutluay, abisi Yaşar Kutluay hakkında kısaca bahsetmektedir.

12-      Süleyman Tülücü “Yıllar Sonra Bir Bilim Adamının Ardından - Doç. Dr. Yaşar Kutluay, Hayatı Ve Eserleri”, Diyanet İlmi Dergisi, Cilt.20, Sayı.4, Ankara 1984, s.23-29: Bu yazıda Tülücü, Kutluay’ın ölümünün 15. yıl dönümünde onu tanıtan kısa bir yazı yazmış ve Yaşar Kutluay ile ciddi bir çalışma yapılmamış olmasının acı bir durum oluğunu ifade etmiştir.

Ek.2. Yaşar Kutluay’ın 1969 Yılının Ramazan Ayında Tercüman Gazetesinde Çıkan Yazı Dizisi

MÜSLÜMAN OLMAK (I)

Müslüman olmak ne demektir ve nasıl Müslüman olunur? Görünüşte cevaplandırılması çok kolay iki sorudur bunlar. Hemen denilir ki, Müslüman olmak, Allah’ın Kuran-ı Kerim’de inanılmasını emrettiği iman esaslarını kabul etmek ve ibadetleri yerine getirmek ile kabildir. Daha kısası Kelime-i Şahadet dediğimiz cümleyi söyleyip, buna yürekten inanmak, Müslüman olmak için kâfidir. ‘La ilahe illellah, Muhammed resulullah’ cümlesi dinin temelidir. ‘Amentü’ diye formüle edilmiş olan esaslara istisnasız olarak iman etmek şarttır. Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allahtan olduğuna ve ölümden sonra dirilmenin gerçekliğine inanmayan kimse İslam halkasına dâhil olmaz. Bu iman, aslında Müslüman olmanın ilk adımıdır. İkinci adım, birinci adımı atmış olanlar içindir. İmandan sonra öğrenilecek ve yapılacak hususlar İslam’ın şartları adı altında formüle edilmiştir. Birinci maddesinde Kelime-i Şahadet, diğerlerinde de namaz, oruç, hac ve zekât zikredilir. İbadetlerin farz olması, daha doğrusu bir kimsenin bu ibadetlerle mükellef olması için evvela onun iman etmesi gereklidir. İnanmayan, inanarak ilk adımı atmayan kimseye diğer adımların, ibadetlerin hiçbir faydası yoktur.

Günümüzde yanlış anlaşılan yahut eksik bilinen husus Müslümanlığın yukarıda tarif edilenden ibaret bulunduğu hususudur.

Kuran-ı Kerim incelenecek olursa görülür ki orada böyle kısa ve kesin şekilde maddelere bölünmüş bir Müslümanlık anlatılmamaktadır. Kutsal kitabımız başından sonuna kadar bir bütündür ve bu bütünlük içinde pek çok hususa temas edilmektedir. İşte kitap bu bütünlüğü ile ele alınacak olursa Müslümanlığın bir takım maddeler içerisine sıkıştırılmış kaideler heyeti mecmuası olmadığı anlaşılacaktır. Kuran-ı Kerimin anlattığı şekliyle Müslümanlık, sadece iman ve ibadet kalıplarına taksim edilmiş bir din değildir., dinden daha ileri bir şeydir. Müslümanlık bir ‘hayat tarzı’dır. Müslümanlık bir nizamdır.

Bu hayat tarzının öğrenilmesi, benimsenmesi ve uygulanması sonunda dinin hedefi olan dünyevi ve uhrevi saadete ulaşılabilir. İslam’ın emrettiği yahut kurduğu nizamda insan yalnız ferd olarak ele alınmamıştır. Belki iman etme bakımından ferde hitap edilmiştir. Fakat Müslüman olarak insan içtimai bir varlık olarak düşünülmüştür. İnsanın Müslümanlıktaki vazifeleri bu bakımdan önemlidir. Ancak bu önem cemiyetimizde hakkı ile ve etraflıca bilinmemektedir. Dinimizin Müslümanlara tahmil ettiği vazifeler bu bakımdan iki büyük kısma ayrılmaktadır. Bunun birincisi, İnsanın Allah’a karşı olan vazife ve mesuliyetleridir.

MÜSLÜMAN OLMAK (II)

İslam dininin birinci derecede kaynağı Kuran-ı Kerim’dir. Kutsal kitabımızda inanılması, yapılması, sakınılması, kaçınılması emredilen birçok husus vardır. Bunlar emredilirken teferruata inilmeden sadece kısa yoldan ifade edilmiştir. Mesela ‘namaz kılınız’ ‘zekât veriniz’ ‘Allahın size verdiklerinden başkalarına da siz veriniz’ vb. buyrulmaktadır. Bu işlerin nasıl yapılacağı anlatılmamaktadır. Misali biraz daha açıklama istersek şöyle diyebiliriz. Kuran-ı Kerimde namaz kılınması emrolunmuştur. Fakat nasıl namaz kılınacağı gösterilmemiştir. Vakit namazlarını ele alalım. Sabah namazının ilk rekâtının, öğle namazının dört rekâtının farz olduğuna dair bir hüküm yoktur. Keza, sadece zekât verilmesi emri tekraren ve defaatle emredilmiştir, fakat hangi maddelerden ve ne nispette verileceği gibi teferruata inilmemiştir. İşin bu yönünü, bu emirlerin nasıl yerine getirileceğini anlatan, Müslümanlara öğreten Hazreti Peygamberdir. Hazreti Peygamberin söyledikleri ve yaptıklarının heyeti mecmuası bizim kitaptan sonra gelen ikinci kaynağımızdır ki buna sünnet denilir.

Bu durumdan haberi olmayan, sadece Kuran-ı Kerim tercümelerine dayanılarak İslam Dini ve müesseseleri üzerinde fikir yürüten, hüküm veren bazı kimseler garip görüşler ortaya atmaktadırlar. Bunların belli başlı iddialarından birisi beş vakit namazın Kuran-ı Kerimde zikredilmemiş olduğudur. Oysa Kuran-ı Kerimin metninde aradan geçen on dört asra rağmen nasıl bir ihtilaf ortaya çıkmamışsa, günde beş vakit namazın farziyyetinde de bir anlaşmazlık olmamıştır. Bunun sebebi Kuranı- ı Kerimin binlerce sahabeden bir sonraki nesle ‘tevatür’ yoluyla intikal etmiş olmasıdır. Kısım kısım nazil olan ayetler Hazreti Peygamberin arkadaşları tarafından okunarak ve hıfzedilerek tek kelimesi değiştirilmeden sonraki Müslümanlara emanet edilmiştir. Tıpkı bunun gibi beş vakit namaz ve bu namazların farz ve sünnet olan rekâtları da tevatür yoluyla nesilden nesile doğrudan doğruya Peygamberimizden gelmiştir. Üzerinde bu kadar uzun zamana rağmen anlaşmazlık çıkmayışının sebebi de budur.

Birbirinden ayrılmaz bu ana kaynak olmaksızın, bu kaynaklara tam ve hakkıyla nüfuz edilmeksizin İslam dininin hiçbir müessesi üzerinde konuşmaya imkân yoktur. Günümüzde İslam dininin yanlış anlaşılmasının, birbirini tutmaz görüş ve iddiaların ortaya atılmasının sebebini bu eksiklikte aramak lazımdır.

Şimdi bu iki kaynağın ışığı altında insanı, onun Allah’la ve diğer insanlarla olan münasebetlerini gözden geçirelim.

MÜSLÜMAN OLMAK (III)

İslam dini tatbikatta üç ana bölüme ayrılarak ele alınmaktadır. Bunlar; itikat, ibadet ve ahlak bölümleridir.

İtikat, yani inanma bölümünü inceleyen, konuları ve delillerini tetkik ve münakaşa eden müstakil ilim dalları dâhil teessüs etmiştir. Nelere ve nasıl inanılmasının Akaid ilmi öğretirken, Müslümanların tarih boyunca geçirdikleri içtimai ve kültürel değişmelerin sonucu olarak bir kelam ilmi doğmuştur. Daha önceki günlerde bahsettiğimizi ve kısacık bir formüle sığdırılmış olan iman esasları, kelam yönünden ele alındığı zaman ciltler dolusu kitabı dolduracak görüşlere kaynak olmaktadır. Bu gelişmenin çok uzun ilmi, tarihi ve içtimai sebepleri vardır. Bunlara girişmeden bu kadarcık basit bir formülden nasıl olup ta bu kadar derin meselelerin çıktığını bir misalle anlatalım. İmanın birinci adımında Allaha iman vardır. Amentü billahi dediğimiz zaman kastettiğimiz budur. ‘Allaha inandım.’ Demekle mesele hallolmuyor. Dünyada milyonlarca insan da Allaha inanmaktadır. Müslüman’ın kabul ettiği Allah ile diğerleri arasındaki fark nereden ileri geliyor? O zaman cümleyi biraz genişletmek gerekiyor. ‘Bir olan Allaha inandım.’ Böylece tevhid görüşü ortaya çıkıyor ama Allahın birliği görüşü de Müslümanlığa has değildir. Allah birdir diyen başka din mensupları da vardır. O zaman Allahın sıfatları ve bu sıfatların mahiyeti gibi yeni bir saha ortaya çıkmaktadır. Kuranı Kerimde Allah birçok yerlerde kendisinden bahsetmiş ve birçok sıfatlar saymıştır. Bu sıfatların incelenmesi, her birinin diğeriyle münasebeti üzerinde durulması Allaha iman konusunu hem son derece geliştirecek, hem de diğer dinlerde olduğundan tamamen farklı, İslam’a mahsus hale sokacaktır.

İman esaslarının her maddesi için durum aynıdır. Buna bir de diğer din mensuplarının anlayış farkına ilaveten İslami mezhep hareketlerinin ortaya attıkları değişik görüş ve iddialar eklenirse durum daha iyi anlaşılır.

İman konusunda, sadece formüldeki maddeleri sayıp, bunlara inandım diyen bir kimse ile en geniş şekilde konuları inceleyip delilleri gözden geçirip inandım diyen kimse arasında Müslüman olmak bakımından fark yoktur, ikisi de Müslüman’dır, Ama Kuranı Kerim deki ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ hükmünün ışığı altında düşünecek olursak iki bilgi derecesi arasındaki büyük farkı anlamış oluruz.

İster en dar, ister en geniş anlamda olsun, iman etmek, inanmak hususu İslam dininde tamamen insan ile Allah arasında kalan bir husustur. Allah, kulunun inanmasına emretmektedir. İnanırsa mükâfat, inkâr ederse de ceza vaat etmektedir. Bu mukavelede diğer insanları ilgilendiren bir şey yoktur.

MÜSLÜMAN OLMAK (IV)

İnanmak veya inanmamanın sadece insan ile Allah arasında kalan bir husus olduğunu söylemiştik. Denilebilir ki Müslümanlığı diğer dinlerden ayıran en büyük hususiyetlerden birisi budur. Kuranı Kerimin ‘Dinde zorlama yoktur.’ Hükmünde bütün İslam tarihi boyunca o kadar sadakatle riayet edilmiştir ki bu rivayet çoğu zaman Müslümanların aleyhine olmuştur. İspanyadaki yedi yüzyıllık Müslüman-Arap hâkimiyeti boyunca Hıristiyan ve Musevi dinleri ve dini müesseseleri en küçük bir zarar görmemişlerdir. Her iki dine ait emanetler varlıklarını eskiden olduğu gibi, belki mezhep kavgalarından uzak kaldıkları için daha büyük rahatlık ve huzur içinde devam ettirmişlerdir. Fakat buradaki Müslüman hâkimiyetinin bitiminden yarım asır geçmeden İspanyada tek yabancı din mensubu bırakılmamıştır. Dinlerini değiştirenler alıkonulmuş, bunun dışındaki Müslümanlar ya kılıçtan geçirilmiş, ya sürgün edilmiştir.

Orta Avrupa’daki Osmanlı hâkimiyeti için de aynı şeyler söylenebilir. İstanbul’daki Fener Rum Patrikhanesinden, Bulgaristan ve Yunanistan Ortodokslarına, Sırp, Hırvat ve Macar Protestanlarına, Katoliklerine kadar ister Hıristiyan, ister Musevi hiçbir din mensubuna dini konuda baskı yapılmamıştır. Bu dinlere mensup cemaatler en geniş din hürriyetini Osmanlı hâkimiyeti devrinde görmüşlerdir. Fakat devlet zayıflayıp bölgelerden çekilir çekilmez, Müslümanlık ve Müslümanlar en ağır baskılarla karşı karşıya bırakılmışlardır.

Dinde zorlama yoktur prensibi bir başka yönden İslam dininin kendi bünyesi içerisinde de tatbik edilmektedir. Nasıl iman, Allah ve kul arasında ise ibadetler de Allah ile kul arasında bırakılmıştır.

Her dinde olduğu gibi Müslümanlıkta da belirli ibadetler vardır, İslami ibadetler bedenen, malen ve hem bedenen, hem malen olmak üzere üçe ayrılmaktadır. Birinciye namaz, ikinciye zekât, üçüncüye de hac misal gösterilir. Oruç birinci grupta mütalaa edilir. Bu ibadetlerden herhangi birini yerine getirmeyen kimseye müdahale edecek, edebilecek bir makam veya merci yoktur. İslamiyet’in önemli hususiyetlerinden birisi Allah ile kul arasına üçüncü bir şahıs veya makamın girememesidir. Namaz kılmakta veya oruç tutmakta tembellik eden yahut kendisine farz olduğu halde hac ve zekât borcunu yerine getirmeyen bir Müslüman’a hiç kimse Allah adına müdahalede bulunup onu zorlayamaz. Ancak gerek ailedeki bir yakını ve gerek herhangi bir din kardeşi tarafından gayet yumuşak şekilde ibadetlerin mahiyeti anlatılarak ikaz ve tavsiyede bulunabilir. Zorlamaya katiyen girişilemez. Bu ikaz ve tavsiyede göz önünde bulundurulacak husus, insanın bir ibadetleri yapmakta Allaha karşı sorumlu olduğudur. Yalnız üzerinde önemle durulacak bir cihet de insanın sorumluluğunun bütün ibadetlerde yalnız Allaha değil, diğer insanlara, Müslümanlara karşı da sorumlu olduğudur. İşte burada karşımıza Allah ve kul hakkı konusu çıkmaktadır.

MÜSLÜMAN OLMAK (V)

Bir Müslüman’ın kıldığı namaz veya tuttuğu oruç karşılığında bir ecir yani bu ibadetin bir karşılığı vardır. Bu karşılığı vermek doğrudan doğruya Allaha mahsustur. Allah namaz kılınmasını emretmiştir, oruç tutulmasını emretmiştir. Artık bu emrin sebebi, hikmeti üzerinde uzun boylu durmak lüzumsuzdur. Namazı bir jimnastik, orucu da bir perhiz olarak alıp da tıbbi faydalarından ötürü farz kılındığını düşünmek yanlıştır. Öyle olsaydı sakat, hasta v.s. kimselerden bu mükellefiyetlerin sakıt olması gerekirdi, hâlbuki böyle bir şey yoktur. Namaza hazırlanırken su bulamayan kimse teyemmüm edecek, ayağa kalkamayan oturacak, oturamayan yattığı yerden ima ile kılacaktır. Hasta veya yolcu olup da oruç tutamayan kimse iyileştiği zaman bu oruçlarını ödeyecektir. Öyleyse ibadet edilirken, bu ibadetin niçin farz kılındığı düşünülmeksizin emir yerine getirilecektir.

Bütün ibadetler Kuranı Kerimde belirtildiğine, emrolunduğuna göre bunlardan hiçbirinin inkârı bahis konusu olamaz. Daha doğrusu kutsal kitabımızdaki herhangi bir hükmün inkârı bütünüyle kitabın inkârı demek olur ki, bu durumdaki bir kimsenin Müslümanlığından bahsedilemez, fakat bu emirleri ve kitabın bütününü kabul etmekle beraber herhangi bir sebeple, sırf ihmal ve tembellik sonucu bu emirlerin gereğinin yapamayan kimsenin sorumluluğu sadece Allaha karşıdır. O dilerse rahmet sıfatları gereği kuluna merhamet eder, affeder, bağışlar, dilerse azab eder. Bu sadece ve sadece Allaha bağlıdır.

Fakat yalnız Allah değil, diğer Müslümanları da ilgilendiren ibadetler vardır. Bunlar zekât ve sadaka ile infak gibi emirlerdir. Yalnız memleketimizde değil, bütünüyle İslam dünyasında pek ihmal edilen bir cihet üzerinde biraz durmamız faydalı olacaktır.

Zekât tamamen mala ve paraya dayalı bir ödeme emridir. ‘Temizlik’ kökünden gelen bir kelime, belirli bir ölçüde paraya ve mala sahip olan bir Müslüman’ın her yıl bu varlığının belirli miktarını muhtaç Müslümanlar için vermesi ve böylece geri kalanını dini yönden temiz kılmış olması anlamına gelir. Buna bir bakıma varlık vergisi de denilebilir. Bu vergiyi vermesi gerekirken vermeyen bir kimse, bu hareketiyle yalnız Allaha karşı değil, o vereceği miktar üzerinde hakkı olan bütün Müslümanlara karşı da sorumludur. Onların haklarını yemiş zimmetine geçirmiş durumdadır. Allah bu durumda rahmet ve mağfiret sıfatları ile ancak Allaha karşı olan sorumluluğundan kurtarmış olur. Diğer Müslümanların haklarını, yani alacaklarını affedecek bir merci yoktur. ‘Bir hardal tanesi kadar’ dahi haksızlık yapılmaz şeklideki Kuranı Kerim hükmü son derecede açıktır.

Buraya kadar anlattıklarımızı hülasa edecek olursak: Müslümanlığın iman esaslarına inanan ve İslam esaslarını kabul eden bir kimse Müslüman’dır. Fakat bu Müslümanlık tabir caizse Müslümanlığın asgari haddidir. Asıl Müslümanlık bu hadden sonra tezahür edecektir. Bu da ‘ahlak’ sahasıdır. Müslümanlardan müteşekkil bir cemiyeti, diğer cemiyetlerden ayıran ferik vasıflar vardır. Ahlak dediğimiz zaman, dar manada kişinin hal ve gidişi anlaşılmalıdır. Bu çok geniş tatbikat sahası üzerinde ayrıca duracağız.

ALLAH’IN VE KULUN HAKKI

Sorumluluk müessesesi İslam Dininde önemli müesseselerden biridir. Her Müslüman gerek dini gerek dünyevi işlerinde Allah’a ve diğer Müslümanlara karşı sorumluluklar taşımaktadır.

Allah’a karşı olan sorumlulukların başında ibadetler gelir. Her Müslüman, Allah tarafında emredilen belirli ibadetleri yapmaya, hem de ihlas ile, samimiyetle yapmaya mecburdur. Bunu, üzerinde en çok söz söylenmiş bir ibadet olan namazı ele alarak anlatabiliriz.

Hazreti Muhammed tarafından “Dinin temel direği” olarak tavsif edilmiş olan günde beş vakit namaz erkek, kadın her Müslüman’a farzdır. Bu, tamamen Allah ile kul arasında kalan, başka kimseyi ilgilendirmeyen bir ibadettir. “Müminlerin miracıdır.” Denmesinin sebebi, kalp huzuru içinde, dış dünya ile her türlü alakasını kesip, kendisini tamamen Allah’a bağlayarak namaz kılan bir kimsenin manen Allah katına “orucunu”, yükselmesini sağlanmasındadır. Allah, kulun ibadetine muhtaç bulunmadığına göre asıl maksat bu gibi kulun yükselmesi, huzur ve saadete erişmesidir. Hal böyle olduğuna göre bu ibadete riyanın karışması lazımdır. “Gösteriş”’e günlük hayatta dahi cevap vermeyen bir dinin, riyayı bu kadar ulvi bir işte nasıl karşılayacağı sarihtir. Ma’un suresinin şu ayetleri ne kadar açıktır “vay o namaz kılanların hali ki onlar kıldıkları namazdan gafil olanlardır, onlar gösteriş yapanlardır...” Meali “vay” kelimesi ile karşılanan hitap aslında “Veyl” dir ve gösteriş için namaz kılanlara kullandığı gibi “tartıyı eksik tartanlara”, “dedikodu edenlere” de kullanılmaktadır. Allah’ın “Veyl” dediği kimselerin ne olacağı da sadece O’na bağlıdır.

Ne var ki Allah, Kur’anı Keriminde kullarını bir defa tehdit ve inzar, etmişse dört defa da rahmet ve mağfiret ile müjdelenmekte, teselli etmektedir. Kitabımıza göre Allah’ın affetmeyeceği hiçbir günah yoktur, ancak şirk bunun dışındadır. Allah’a ortak koşmaktan başka her türlü günah O’nun affına mazhar olabilir, O’nun rahmetinden, merhameinden ümit kesilmez. Esasen rahmetten ümidin kesilmesi, İslam’a göre, “büyük suç” lardandır. Ama bütün bu kaideler Müslüman’ın Allah’a karşı olan sorumlulukları için varittir. Allah’a kaşı işlenmeyen, diğer Müslümanlara karşı işlenen suçun, günahın, haksızlığın bağışlanması konusu ayrıdır.

Kul hakkına tecavüzün, diğer bir insana zulmün İslam’daki hükmü hakkında büyük tarih ve fıkıh âlimi Cevdet Paşa’nın bir risalesini nakletmek isteriz. Cevdet Paşa, henüz Müslüman olmuş bir yabancıya, Müslümanlığı ve bu meranda Allah ve kul hakkını anlatırken şöyle bir misal anlatır: “Bir insan fevri, asabi, zalim tabiatlı ise, eşine karşı da kendisine hâkim olamayıp zulmediyorsa o kimsenin evlenmeyip zina etmesi evladır. Zina her ne kadar büyük bir suç ise de sadece Allah’a karşı sorumluluğu gerektirir ve affı mümkündür. Hâlbuki bir şahsa yapılan zulüm böyle değildir, affedilemez”. Zina gibi Kitabın açıkça zikredip kaçınılmasını emrettiği büyük bir günah, bir şahsa yapılan zulmün yanında hafif kalmaktadır.

ZEKÂT MÜESSESİ KURULMALIDIR

Zekât’ın farziyeti bütün Müslümanlarca bilinmekte ve buna inanılmaktadır. Dindeki önemini belirtmek için şunu söyleyebiliriz ki, İslam Dini tarihinde ilk icma’ı ümmet bu konuda teşekkül etmiştir. Hazreti Peygamber’in vefatını müteakip Hilafet makamına getirilin Hazreti Ebu Bekir devrinin ilk günlerinde, bazı Arap kabilelerinin, Müslümanlığın bütün vacibatını yerine getirmekle beraber, zekât vermek istememeleri üzerine tutulacak yol hususunda Halifenin vaziyeti gayet kesindi: Bir din ya bütün emirleriyle kabul edilir, ya da edilmez. Mademki bu kimseler zekâtı reddetmektedirler, öyleyse dinden çıkmışlardır. Bu kesin tutum karşısında bazı tenkidler yapılmış ise de, dinin bir küll olduğu ve istisna kabul etmeyeceği hususu az zamanda herkes tarafından kabul edilmişti.

O devirlerde zekât, hususi memurlar tarafından toplanır ve devlet hazinesine (Beytü’l-Mal) yatırılırdı. Bu meblâğ Emirül Müminin tarafından Allah’ın emrettiği yolda sarfedilirdi.

Kabul etmek lazımdır ki, günümüzde, zekât müessesesi memleketimizde işlememektedir. Bilenler de bu vecibeyi hakkı ile yerine getirmemektedir. Burada, acaba öyle midir? Sorusuna mahal yoktur. Zira bir yıllık milli hasılasının 90 milyar Türk lirası tuttuğu memlekette toplanması gereken yıllık zekât miktarı asgari bir hesapla 15 milyarın üzerinde bulunmak lazım gelir. Fiilen sarfedilen devlet bütçesinin 20 milyar civarında olduğu düşünülecek olursa ve memleketimiz halkının yüzde doksandokuzunun - Elhamdülillah - Müslüman olduğu nazara alınırsa, yıllık bu kadar muazzam bir meblağ ile neler yapılmazdı?

Eğer yüzde doksan dokuzumuz Müslüman’sa, aç, yoksul ve çıplak kalmazdı.

Eğer Müslümanlar dinin gereğinin asgari şartını yerine getirseler memleketimizde fukaralık üzerine siyasi doktrin propagandası yapılmazdı.

Eğer bu nispette Müslüman var ise, sokakta, parkta, köprü altında yatan bulunmazdı. Okumak isteyen herkes okul ve yurt bulabilirdi.

Bu durumda halkı irşat ve harekete geçirmek din adamlarına düşmektedir. Bu husus Diyanet İşleri Başkanlığı ve Teşkilatına kanunla da tahmil edilmiştir. Öyle ise halkımızın camilere en çok devam ettikleri bu ayda bu mevzu dikkatle ele alınmalı, vaaz ve hutbelerde konu teferruatı ile anlatılmalı ve bilhassa devlete verilen vasıtalı ve vasıtasız vergilerin zekâtla hiçbir şekilde alakası bulunmadığı anlatılmalıdır. Radyo’da Perşembe günleri ve iftar saatlerinde dini mevzulara ayrılan dakikaların büyük kısmı bu konuya verilmelidir.

Asıl önemli husus, zekâtın toplanmasıdır. Bunu hangi müessese yapacaktır? Yıllardır görülen ve duyulan türlü suistimaller halkın birçok müesseseye olan itimadını ortadan kaldırmıştır. Ama hamdolsun din adamları ve bütünüyle Diyanet Teşkilatı hiçbir zaman böyle bir şaibenin altında kalmamıştır. Vereceği paranın son kuruşuna kadar, Allah’ın emrettiği yere sarfedileceğine inanan Müslümanlar zekât ve sadakalarını memnuniyetle bu müesseseye vereceklerdir. Yeter ki bu yol muhterem Diyanet İşleri Reisine açılsın ve eldeki bütün imkânlarla halka intikal ettirilsin. Zekâtını vermeyen varlıklı bir Müslüman nasıl vebal altında ise, zannederim din adamları da en az aynı derecede vebal altındadırlar.

ZEKÂT VE ÖTESİ

“Sana ne sarfedeceklerini sorarlar, de ki, sarfettiğiniz mal, ana, baba, yakınlar, yetimler, düşkünler, yolcular içindir. Yaptığınız her iyiliği Allah şüphesiz bilir”

Kuran-ı Kerim

İslam Dini, belirli miktardaki para ve maldan fazlası için ödenmesi farz olan zekât müessesesini kurmuştur. Bu para ve maldan zekât verilirken aslolan bunların elde edilmesinin üzerinden tam bir yıl geçmiş olmasıdır. Bu sebeple devlete ödenen vergi ile zekâtın hiç alakası yoktur. Mesela, yüz bin lira sermaye ile çalışan bir tüccar, yılsonunda yirmi bin lira kazanmış ise ancak onun belirli bir yüzdesini vergi olarak verir. Hâlbuki burada zekâta tabi olan asıl sermayedir. Onun zekâtının ödenmesi, eğer o tüccar Müslüman ise farzdır. Eğer ödenmezse, zekât ile temizlenmemiş olan sermayenin Allah indindeki cezası çok ve pek çok ağırdır ve affı bahis konusu değildir.

Zekât müessesesi İslam Dini’nin koyduğu asgari varlık vergisidir. Bunun dışında da hayır işlenmesi, malın ve paranın sarfedilmesi Kuran-ı Kerim’de tekrar ve tekrar bildirilmiştir. Bu nasıl olacaktır?

Bu sualin cevabını hayali yahut tasavvuri olarak değil, müşahhas misallerle vermek kabildir:

“İslam Sanatları Tarihi” ilminin kendisine mevzu seçtiği ve Anadolu’da mesela Selçuklu Devleti zamanından kalma tespit ettiği yüzlerce Han, Kervansaray, Hankah, Şifahane, Medrese, Darulhadis binası vardır. Bu ilim bugün bunların sadece sanat değeriolanları ile ilgilenmekte, planlarını, tezyinatını, mimarisini incelemektedir. İşin bu cephesini bir tarafa bırakarak, bu binaların Selçuklu devrindeki fonksiyonlarını incelersek sorumuzun cevabı kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

O devirde hemen her şehirde fakirlerin ve yolcuların hiçbir karşılıksız yeyip, içip ve yatabileceği Hankahlar ve Hanlar mevcuttu. Muhtaç olan, kendini muhtaç kabul eden herkes buralara gider karnını doyurur, yatardı. Bu işin ücreti, orayı terk ederken müessesenin banisinin ruhuna bir fatiha hediye etmekten ibaretti. Bir şehirden diğerine yolculuk eden kimse, altı-sekiz saat yol gidince, yolu üzerinde bir Kervansaray bulurdu. Orada hayvanı alınır, kendisi yıkanır, temizlenir, yer ve yatardı. Ayrılırken ödeyeceği de fatihadan ibaretti. İlim tahsil etmek isteyen herkes, o devirlerin Üniversiteleri mesabesindeki Medreselere, Darulhadislere gelir ve şahsına tahsis edilen hücrede tahsilinin sonuna kadar kalırdı.

Selçuklu Devleti, iktisadi bakımdan hiç de parlak durumda değildi. Daima Batı’da Bizans ve Haçlı, Doğu’da Moğol orduları ile savaşmak, silâhaltında ordu beslemek zorunda olan bir devletti. Ama tebaası Müslüman’dı ve Müslümanlığın gereklerini harfiyen yerine getirmekteydi.

Bu müesseselerin günümüze uygun olanları, benzerleri bugün nerededir? Bugün milletçe durup düşünmek zorundayız. Müslüman mıyız, değil miyiz? Müslümanlığın sadece iman ve ibadetten ibaret olmadığını, bir hayat tarzı, bir dünyaya bakış nizamı olduğunu, Müslümanlara düşen büyük görevler olduğunu bilmek ve bildirmek ve hatırlamak zorundayız. Burada Diyanet Teşkilatımıza, din adamlarımıza büyük vazifeler düşmektedir. Bu işin şerefi derecesinde vebali de vardır ve bu vebal hepimizindir.

Ek. 3. Yaşar Kutluay’ın Devlet Mecmuası’nda Çıkan Makaleleri

1) TÜRKİYE’DE DİN EĞİTİMİ

Bizim eski hastalıklarımızdan birisi de durumundan, gelişmesinden memnun olmadığımız müesseseleri ıslah etmeye uğraşmaktansa onu yıkıp ortadan kaldırmaktır. Bu hastalık çok daha geniş ölçüde günümüzde de nüksetmiş gibidir. Dikkat edilirse son yılların en çok kullanılan sloganı “bugünkü düzenin değişmesi” dir. Bu düzen değişmeli, bu düzenle ilerlememize imkân yoktur, bu bozuk düzenin gidişine dur denmelidir manşetleri her gün gazeteleri kaplamaktadır. Hâlbuki memlekette hükümferma olan “düzen” hiç şüphesiz bir anayasa ve demokrasi nizamıdır. Bunun aksayan, düzeltilmeye muhtaç kısımları elbette vardır ve olacaktır, ama işi o taraftan alırsak aksaklıkları düzeltme ve ıslah çareleri sorulacaktır; fakat bu nizamı topyekûn kötüler de değişmelidir dersek sanki daha müspet davranmış, meseleyi kökünden halledilmiş sayanlar vardır.

Din eğitim müesseseleri mevzuunda da bu mantıkla hareket edilmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında birbiri ardı sıra girişilen inkılâp hareketleri sırasında medreseler, imam hatip okulları ve bilahare de İlahiyat Fakültesi birbiri ardından kapatılmışlardır. Bu müesseselerin o günkü durumları tatminkâr görülmemiş, vazifelerini layıkıyla yapmadıkları ve cemiyete zararlı oldukları mülahazaları ile hepsi lağvedilmişlerdir. Tanzimat’tan itibaren bu müesseselerin bünyelerinde giriştikleri ıslahat ve yenileşme hamlelerine, Medreseden Darülfünuna (Üniversite) geçiş çalışmalarına bakılmamış, bu çalışmaların süratlendirilmesi yoluna katiyen gidilmemiştir. Bunların toptan kapatılmalarının “din meselesini” kökünden halledeceği vehmine düşülmüştür.

Tevhidi Tedrisat Kanunu hükümete din adamı ve hizmetlerini yetiştirmek için gerekli okulların açılması vazifesini yüklediği halde o yola gidilmemiş, dinin cemiyetin vazgeçilmez bir unsuru olduğu gerçeğinden kaçınılmak istenmiştir.

Memleketimize din hizmetlisi olarak çalışanların toplamının 60 bin civarında olduğu anlaşılmaktadır. Bu kadar geniş bir kitleyi yetiştiren ocaklar tamamen ortadan kaldırılınca ne olacaktı? Camiler, mescitler yıkılacak, din hizmetleri görülmez mi olacaktı? Elbette hayır. Fakat boşalan kadrolar “yarım” hatta “çeyrek” yetişmiş kimseler tarafından doldurulacaktı. Bilgisine, salahiyetine güvenen filan ve falan hocalar açacakları tamamen özel kurslarla eleman yetiştireceklerdi. Bu elemanlar beliren ihtiyaçları karşılayacaklardı. Nitekim bu durumu yalnız cemiyet değil bizzat hükümet de kabul etmiş ve imtihanla vaiz ve müftü ve din görevlisi tayin için talimatname hazırlamıştır. Bu talimatname Diyanet İşleri Başkanlığında yıllar yılı tatbik edilmiştir. Müezzinler için sadece kıraat, imamlar için kıratın yanında basit din bilgisi, vaizler için bunların yanında Arapça, tefsir, hadis, fıkıh bilgisi, müftülerde ayrıca feraiz bilme şartı bu talimatın hükümlerindendi.

Müspet bilgilerden mahrum, ilk ve orta tahsil görmemiş kimseleri bu vazifelere getirilmesi elbette mahzurlu idi, bunlar için de tek müspet sebep ortada yoktu.

Bu mahzurların ve cemiyetin bu cephesinin takviye edilmesi zaruretinin fark edilmesi 1949-1950 yılına rastlamaktadır. Zamanın hükümeti ve Milli Şefi ya girilen çok partili devrede yapılan tartışmaların sonucu yahut da çok yaklaşan umumi seçimlerde şirin görünebilmek için süratle bir düzine İmam hatip okulu ve bir ilahiyat fakültesi açtı. Bu okulları açma kararının arkasından ortaya dini dersleri okutabilecek öğretmen bulma meselesi bütün azameti ile ortaya çıktı. İmam hatip okullarının 1949-1953 yılları arasındaki bütün öğretmenleri tam manası ile ve meşhur tabirle “alaylı” idiler. Aynı kifayetsizlik Milli Eğitim Bakanlığı için de bahis konusu idi. Bunun en tipik örneği zamanın Talim ve Terbiye Dairesinin hazırladığı ders ve müfredat programıdır.

1953 yılında İlahiyat Fakültesi mezunlarının ilk partisinin bu okullarda vazife almasından itibaren tenkid edilen, ıslahı istenen bu programlar için Bakanlıkça birkaç defa teşebbüse geçilmiş, her defasında kurulan ihtisa komisyonları “Programın ıslah kabul etmeyecek kadar bozuk olduğu, binaenaleyh tamamen yeniden hazırlanması gerektiğini” ileri sürmüşler ise de en küçük ilerleme elde edilebilmiş değildir.

İmam hatip okullarının ilk mezunlarını vermelerinden az sonra yine alelacele açılan Yüksek İslam Enstitülerinin ders ve müfredat programları için de aynı hükmü vermek haksız ve yanlış olmayacaktır. Bu programları hazırlayan en salahiyetli müessese olan Talim Terbiye Dairesinde hala bu işlerden anlayan değil aza, raportör bile bulunmaması bu kifayetsizliğin sebebini açıkça göstermektedir.

Açılışından bu güne geçen yirmi yıl içinde imam hatip okullarının ve yüksek İslam enstitülerinin programları anlatıldığı şekilde dururken ilahiyat fakültesi çok dikkate değer tekâmül merhalelerinden geçmiştir. 1949 yılında açıldığı zaman tayin edilen dört kurucu profesörden sadece birisinin İslam disiplin derslerinden birini okutabildiği, diğer dersler için öğretim görevlisi bile bulunamadığı bir vakıa iken, bugün ulaşılan merhale Milli Eğitim Bakanlığına bağlı müesseselere nazaran son derece ileri ve tatminkârdır. Gelecek yazımızda meselenin bu cephesi üzerinde duracağız.

2) OKULLARDA DİN EĞİTİMİ VE İMAM HATİP OKULLARI

DEVLET’in birinci sayısında Türkiye’de Din Eğitimi konusunu ana hatları ile ele alıp, bu sahada 3 Mart 1924 yılında çıkartılan “Tevhidi Tedrisat Kanunu”na aykırı hareket edilerek memleketi açıktan açığa dinsiz bırakılması yoluna gidildiğini belirtmiştik. Gerçekten bu kanunun mucip sebepleri olarak “bir kısmı Marifet-i Umumiye Nezaretinde, bir kısmı Bâb-ı Meşihatte, bir kısmı ise vilayet, sancak ve kazalarda kuzât ve hükkâm mütevelliler idaresine” bulunan din eğitim müesseselerini bir tek ele, Milli Eğitim Bakanlığının kontrolüne almak gösterilmiştir. Tanzimattan beri devam eden ikili sistem son verilecek, bütün okullar “Maarif Vekaleti yüksek diniyat mütehassısları yetiştirmek üzere Darülfünunda bir İlahiyat Fakültesi tesis ve imamet gibi hidematı diniyenin ifası vazifesiyle mükellef memurların yetişmesi için de ayrı mektepler küşad” edecekti. Fakat ilk yıldan itibaren görülen tatbikat bu kanunun asıl maksadını apaçık gösteriyor. İlk iş olarak bütün dereceli okullardaki “din ve ahlak” dersleri kaldırılıyor, çocuklara din terbiye ve bilgisi verilmesi görevi velilere, ana babalara terk ediliyordu. Bunun yanı sıra Medreselerin yerini tutmak üzere açılan 29 İmam Hatip Okulunun sayısı 1925 yılında 26’ya 1926 yılında 20’ye 1939 yılında da sıfıra düşüyordu.

İmam Hatip Okulu sayısındaki bu sihirli düşüşün paraleli İstanbul Darülfünununa (Üniversite) bağlı İlahiyat Fakültesi öğrenci sayısında da görülmektedir. 285’den başlayan rakam her yıl 205’e 201’e iniyor ve tamamen bitmesi beklenmeden 1933 Üniversite reformunda bu fakültenin yeniden açılması “unutuluveriyor” du.

Bunlar 1924 yılından itibaren tatbikatı görülen zihniyetin tabii sonuçlarıdır. İmam Hatip Okullarından yetişenlere, İlahiyat Fakültesinden mezun olacaklara vazife verilmeyeceği tebliğ edilmiş, fiiliyat da bunu doğrulamıştır. Yıllarca tahsilden sonra aç kalmak istemeyenler de okulları terk etmişlerdir.

Gidilen yol, ad ı res men ifade edilmemekle beraber “dinsiz” bir cemiyete doğrudur. Zannedilmiştir ki İmam hatip Okulları, İlahiyat Fakültesi kapanır, okullardan din dersleri kaldırılır; bu iş ailelere terk edilirse din de cemiyetten tedricen kalkar, yok olur.

Halbuki Sosyoloji, Etnoloji Dinler Tarihi, Antropoloji v.b. ilimlerin tarihleri bugüne kadar yaşamış dinsiz bir cemiyet tespit edememişlerdir. Öyle olunca bu boşluğun meydana gelmeyeceği, gelemeyeceği bilinmeli, bu boşluğun sosyoloji kanunları uyarınca dolacağı beklenmeli idi. Nitekim öyle olmuş, din hizmetleri şehirlerden başlayarak köylere kadar kelimenin tam anlamı ile alaylıların eline geçmiştir. Bu din adına yıkıcı durum tam otuz yıl sürmüştür. Bugün hala düzeltilemeyen aksaklıklar bu otuz yıl içinde ekilen tohumların meyvelerinden ibarettir.

1951 yılından itibaren açılmaya başlanan İmam Hatip Okullarının verdiği mezunların bu ihtiyacı hemen karşılaması, din adamamı davasının derhal çözülmesi de beklenemezdi. Bunun birinci sebebi mezun sayısının mahdut olmakla beraber, asıl sebep bu okulların ders programları ve ders programları müfredatlarıdır. Bu konuda yıllardan beri selâhiyet sahiplerinin yaptıkları çalışmalar Talim Terbiye Dairesinin dosyalarında tozlanmaya terkedilmiştir. Milli Eğitim Bakanı, seleflerinin yolunda gittiği sürece de tozlanmaya devam edecektir. Bu program konusunu sonraya bırakarak birkaç satırla ilk ve orta öğretimde din eğitimi konusuna temas edelim.

Gerek İlkokullar ve gerekse orta tahsil müesseseleri için hazırlanmış olan din dersleri müfredat programlarına ve ders kitaplarına bakacak olursak şunu görürüz: Her sınıfta haftada bir saatlik zamana sıkıştırılmış din öğretimi. Halbuki din birinci derecede inanca ve terbiyeye dayanır, öğretim eğitimi takip eder. Öyle olmadığı takdirde bazı maddeleri ezberleyip bilahare unutmaktan başka bir tesiri olmaz.

Batılı memleketlerdeki tatbikat buna misal gösterilebilir. Daha ilkokul öncesi yuvalarda çocuklara Allah’ın varlığı, insanların O’nun kulu olduğu, o’nun verdiği nimetlere teşekkür edilmesi gerektiği şeklinde başlayan “eğitim” öğretim müesseselerinin her kademesinde devam eder. Yukarı sınıflarda bu eğitimin üzerine öğretim getirilir. Bu memleketlere giden ve “laik” eğitim görmüş gençlerimizin oralardaki faal dini hayat karşısında şaşırıp “peki biz neyiz” şeklindeki buhranlarına şahit olduğumda bu gençlerle Londra Halkevinde yaptığım seminerlerin sonunda müştereken varılan husus bu olmuştu.

Ek. 4. Yaşar Kutluay’ın Türk Yurdu Dergisi’nde Çıkan Makalesi YAHUDİ MİLLİYETÇİLİĞİNDEN ALACAĞIMIZ DERSLER

Benzer hiçbir yönleri olmadığı hemen ileri sürülebilecek iki millet varsa herhalde onlar da Türkler ile Yahudilerdir. Birisi iki bin yıldır dünyanın dört bucağında azınlık halinde yaşamakta, diğeri ise daha uzun bir müddetten beri müstakil, hükümran devletler kurarak, sadece hâkimiyet sahasını genişletip darlaştırarak günümüze kadar gelmektedir. Temeldeki bu karakter farkına daha birçokları ilave edilebilir. Böyleyken dahi bizim Yahudi milliyetçiliğinden alınacak derslerimiz olduğu kanaatindeyiz.

Konuyu aydınlatabilmek için biraz eski yıllara dönmemiz gerekecektir. Bu yıllar miladın ilk asrının ikinci yarısıdır. Büyük İskender’in istilası ile siyasi hâkimiyeti kaybeden Yahudiler, onun generalleri zamanında din serbestîsinden de mahrum kalmışlar, arkasından Roma’nın işgali ile iyice çaresizliğe düşmüşler. Bu çaresizlik içinde, son ümitle, kudretli roma imparatorluğuna karşı isyan etmişler, savaşmışlar, fakat üstün ve organize kuvvetler karşısında tarumar olmuşlar, yarım milyondan fazla Yahudi kılıçtan geçirilmiş, sağ kalan iki milyona yakın kısmı o günkü dünyanın esir pazarlarına sevk sevkedilmiş, dinlerinin mihverini teşkil eden Mukaddes Süleyman Mabed’i yıkılmıştır. Kudüs şehrinde kalan ihtiyarlar ile kadınlar, Siyon Dağı üzerindeki Mabed’ten kalan tek hatıra, batı duvarı önüne gidip ağlamaktan başka bir şey yapamamaktadırlar. Gidilecek iki yol vardır: Ya feleğin hükmüne boyun eğmek ve tarih sahnesinden silinip gitmek, yahut mücadeleye girişerek dini ve ona bağlı olan Yahudi milletini kurtarmak. İşte bu ikinci yol, birçoğumuzun manasını bilmeyip çeşitli gizli teşekküllerle karıştırdığı Siyonizm’in yoludur ve Siyonizm de Yahudi Milliyetçilik Teşkilatının adıdır.

Eski dünyanın tek ve kudretli hâkimi Roma İmparatorluğunun en parlak devrini yaşadığı yıllarda kurulan Siyonizm, kendi tarihinin en feci devrini yaşayan bir milletin bu azamet karşısında mağlubiyeti kabul etmeyerek bir ideale sarılışının sembolüdür. Akdeniz havzasında küçük köle grupları halinde dağılmış olan bir millet, efendisine ait olan bir bölgeyi ele geçirip, Mabed’i tekrar yapıp, o Mabed çevresinde bir zamanlar Hz. Davud ve Süleyman tarafından kurulmuş Büyük Yahudi Krallığını ihya etmeyi ideal olarak benimsemekte, benimseyebilmektedir. Siyonist teşkilatın ideal olarak tespit ettiği hedeflerin ilki olan Filistin’de bir Yahudi Devleti kurma fikri 1948 yılında, teşkilatın kurulmasından tam 1878 yıl sonra gerçekleşmiştir. 1878 yıl ideallerde en küçük bir değişiklik olmamış, sadece çalışma şekil ve metotlarında farklar ortay çıkmıştır. Teklif edilen ileri sürülen metotlar üzerinde anlaşmazlıklar, mücadeleler olmuştur, fakat sonunda daima elbirliğine, işbirliğine gidilmiştir. Her mesele sadece Yahudi menfaatleri açısından, o gözle ele alınmış değerlendirilmiştir.

Bugün Hudüs’ün, dolayısıyla Siyon Dağı’nın tamamen ele geçirildiği tarihte Tel- Aviv’de yükselen bir sese Londra, Paris ve New-York teşkilatının onu destekleyerek cevap vermesi, her vesile ile milyon ve milyarla döviz nehirlerini Filistin’e akıtması teşkilatın nasıl her zamankinden daha faal durumda çalıştığının bariz delilidir. İdeallerini köstekleyecek her engel ortadan kaldırılmakta, hiç değilse zararsız hale getirilmektedir.

Türk Milliyetçilik hareketlerinin tarihi bu kadar eski değildir. Doğumundan bu yana uzun asırlar geçmemiştir. Dolayısıyla canlı, heyecanlı ve faal olması lazımdır. Ama gerçek buna uymamaktadır. Hareketin ideali nedir? Turan mı, Anadolu mu? Yoksa her iki görüşte devrini tamamladı ve yenisi de tespit edilmedi mi? Kimin peşinden gideceğiz, Ziya Gökalp’ın mı, Remzi Oğuz Arık’ın mı, yoksa her biri farklı düşüncede görünen milliyetçi mütefekkirlerin mi?

Giriştiği yeni hamle ile bütün milliyetçilerin organı haline gelmekte olan TÜRK YURDU’nun eski mevkiini tekrar alarak bir ilim ve fikir mecmuası hüviyeti ile meseleleri her cihetten ele alıp canlı bir organ haline gelmesini temenni ederim. Türk milliyetçiliğinin karşıtlığı birçok problemlerle iki bin yıla yakın mazisinde pek çok defa karşılanıp halletmiş bulunan Siyonizm’in birçok hususlarda ışık tutacağına kaniim. Yeri geldikçe bu meseleleri teker teker ele almaya çalışacağız.

Buhar makinelerinin batıda ilk homurdandıkları günlerde, kültür postunu üç kıt’a üzerine sermiş bir imparatorluğumuz vardı. “Eski Dünya” dedikleri mülkün en nüfuzlu sahibi bizdik. En ufak bir aşağılık duygusu bulunmayan, başı dik bir medeniyetin, yaşayan ve yaşatan temsilcisi idik. Medeni varlığımızı meydana getiren hücrelerin yapısını biliyorduk. Beş bin yıllık bir mücadele içinde molekül molekül inşa ettiğimiz ölçüler bizimdi. Sistem bizim, düzen bizim, ahkâm bizimdi. Mantığımızın kemendini, Ekvator’un değil, Semavat’ın beline dolamıştır. Engin bir tarih tecrübesi ve ilahi kanunlar üzerine oturttuğumuz ruhumuzla, medeniyet kervanının önünde yürüyen yine bizdik.

Niçin medeniyet sirkinin en büyük taklitçisi haline geldik? Onsekizinci asır Avrupa’sının esiri bulunduğu mantığından kurtuluşu ve insanlık emrine sunduğu birkaç yeniliğin doğurduğu panik, o güne kadar hassasiyetle işleyen çarkların arasına bir avuç kum atmıştı. Sömürge siyaseti ve yeni ticaret yollarının açılmasıyla güçlenen Avrupa, Merkantilizm’in kuru para üzerine kurulmuş zenginlik anlayışını bırakmış, istihsal üzerine kurulan bir zenginliğin ancak geçer akçe olabileceğini anlamıştı. Afrika’nın, Asya’nın, Amerika’nın, Okyanusya’nın istiap gücü sonsuz olan pazarları, Avrupa’da bozuk düzen de olsa, faaliyete geçen, tezgâhlarının, atölyelerinin malumatını bir dev açlığı ile yutmaya başlamıştı. Bu mallarla yüklü olarak batının limanlarından ayrılan gemiler, avdetlerine dünya görüşleri zenginlik üzerine kurulmuş, haris bir zihniyetin istihsal gücünü kamçılayan hazineler getirmişlerdir. İstihsal- Talep- Yeni buluşlar üçlüsünün üzerinde, dikilen Batının iktisadi gücünün Türk İmparatorluğundaki yankısı “Eyvah batıyoruz...” olmuştur.

Dünyada hiçbir şey bu feryat kadar manasız değildir. o devirde ne kadar önemli gözükürse gözüksün, olanlar nihayet bir konjonktür değişikliğinden ibarettir. Britanya adaları ile Tuna arasına sıkışmış Batı iktisadiyatı, kafasını Türk İmparatorluğunun demir duvarlarına vurmak çaresizliğini, birkaç haçlı seferi kaybettikten sonra anlamış ve kendi kabuğunda boğulmamak için başka yollar araştırmaya koyulmuştur. Limanlarda pinekleyen gemilere, Yeni Dünyaların kapıları açıldığı gün, Avrupa’nın iktisadi hinterlandı birkaç misli büyümüştür. Hâlbuki Avrupa’nın başka mübadele sahasına geçmesiyle, Türk İmparatorluğunun iktisadi sahası o nispette daralmıştır.

Artık, dünya yeni bir iktisadi konjonktür içine girmiştir. Türk İmparatorluğunun sınırlarına uğramadan da Hind’in baharatını, Çin’in ipeğini Avrupa pazarlarına dökmek mümkün olmuştur. Yeni konjonktür, istihsalini, sonu gelmeyen bir sel gibi beş kıtanın pazarlarına dökmek için, gemicilerin altın hırsını tahrik etmek kafi gelmiştir. Buna karşılık, eski mübadele yolları üzerinde artık bolluk ve refah bitmeyecek, yeni düzene ayak uydurmayan devletler göçecek, ama onların yaratıcısı olan medeniyetler mükemmeliyetleri ölçüsünde yaşamaya devam edeceklerdir.

Avrupa iktisadiyatının yaptığı büyük hamle Türk İmparatorluğu içinde yanlış değerlendirilmiştir. Yeni şartların karşısında bocalayan İmparatorluğun intibaksızlığı, Türk- İslam medeniyetinin zaafı olarak kabul edilmiştir. Batıkların da teşvikiyle, Türk’ün Dünya Görüşü, geniş çapta tasalluta uğramış, bunun yanı sıra inkişaf eden aşırı bir Batı hayranlığı, Milletimizi, maymun karakterli “mukallit mefkûrecilerin” izanına terk etmiştir. Gerileme devrinin fikir kavgalarında, batan gemilerin farelerinin telaşı hakim olmuş, değişen iktisadi konjonktür üzerinde mesnetsiz mütalaalar ileri sürülerek, Türk enerjisi “Batılılaşma” kazığına sıkı sıkıya raptedilmiştir. Eriyen İmparatorluğun derdine iktisadi, ahlaki, siyasi ve sosyal devalar araştırılacağına, Milli Medeniyetimizi koskoca bir “”Modası Geçti” yaftası ile ambara göndermek, dâhiyane bir tedbir gibi ruhlara yamanmak istenmiştir.

Milli Medeniyet ve Hars her sahada ve her yönü ile hor görülmüştür. Tarihte ilk defa olarak büyük bir millete: “Senin olan her şeyden vazgeç. Özünü yitir. Batılı ol.” denilmeye cesaret edilmiştir. Bir milletin kendi arzusu ile “kendini sömürgeleştirmesinin” dünya tarihinde her halde ikinci bir örneği yoktur.

Kendilerini yeni şartlar karşısında bulan devletlerin bekasına çareler getirmek her zaman mümkündür. Hatta devasız bir derde müptela olsa bile, o devlet yıkılır, aynı medeniyetten yeni bir siyasi kuvvetin fışkırması mukadderdir. Ama milli medeniyetlerinden feragat eden milletleri, erimekten, yenilmekten, silinmekten, yok olmaktan başka bekleyen bir akıbet yoktur. Türk-İslam medeniyeti açısından bütün kâinatı görmek, her şeyi onun ölçülerine göre değerlendirmek, var oluşun da, maddi ve manevi kurtuluşunda yegâne yoludur. Bu değerleri insanlık üzerinde hâkim kılmak insanlığa yapacağımız en büyük hizmettir. Kozmopolitlerin ve Sosyalistlerin her zaman milliyetçiliğe karşı birleşmelerinin sebebi, Milliyetçilerin bu büyük fikri bayrak yapmalarıdır. Çünkü bugün küfrün rüyaları, yüz milyonluk bir millet, altı yüz milyonluk bir ümmetin heyulasıyla paramparçadır.

Ek. 5. Yaşar Kutluay’ın Diyanet İlmi Dergisi’nde Çıkan Makalesi

ESKİ TEHLİKENİN YENİ YÖNÜ

Müslüman dünyasında ve bilhassa memleketimizde Batı kilisesinin giriştiği geniş bir faaliyetin bulunduğu herkesçe bilinene bir gerçektir. Özel suretle yetiştirilmiş misyonerler Hıristiyan olmayan ülkelerde kendi dinlerini yaymak için kilise teşkilatının geniş maddi imkânlarından da faydalanarak, bıkıp usanmak bilmeyen bir inatla çalışırlar, yollarında sebat ederler. Bu kimselerin, daha doğrusu teşkilatın her din mensubu ülkeler ve milletler için özel metotları vardır. Yıllarca, bazen yüzyıllarca denedikleri bir metodun verimli olmadığını gördükleri zaman daha yenilerini bulup onları tatbike koyulurlar, fakat her hal ü karda bu faaliyetlerini terk etmezler.

Memleketimizde son iki yüz yıldır denedikleri özel okullar ve hastaneler ile ihtiyaç bölgelerine gönderdikleri misyoner doktorların çalışmaları gözle görülür bir kazanç getirmemiş, faaliyet gösterilen şehirlerde dinini bırakıp da Hıristiyanlığa geçen Müslüman’a rastlanılmamıştır. Fakat asırlar süren çalışmaların boşa gitmiş olmasından fütur getirmemişler, eski metotlarının aksak tarafları ile yeni tatbik edilecekler üzerinde -organları olan dergilerde- tartışmalara, münazaralara girişmişlerdir. Bu yayınlardan ancak eski metotları öğrenmek kabildir, yeni teklifler elbette gizli tutulmaktadır.

Yurdumuzda son aylarda yahut son birkaç yıldır girişilen çalışmalarına bir göz atınca bahsedilen yeni metot ortaya çıkmaktadır. Buna göre yeni hedef, din eğitimi görmemiş gençler, aydınlar ve doğrudan doğruya köylü halkımızdır.

Kabul etmek gerektir ki, Hıristiyanlık yalnız din eğitimi görmemiş kimseler yahut geniş halk kitleleri değil, din adamlarımız tarafından dahi layıki ile bilinmemektedir. Dilimizde Hıristiyanlığı gerçek mahiyeti ile anlatan ilmi ve ciddi bir eser yayınlanmamıştır. Din eğitimi yapan, din adamı yetiştiren okul ve müesseselerde Hıristiyanlık öğretilmemekte, esasen öğretecek kifayetli bilginlerimiz de ortalıkta gözükmemektedir. Hıristiyanlık hakkında, gerek halkımızın, gerek din adamlarımızın bilgileri Incil’in tahrife uğramış bir kitap olduğu ve Hıristiyanların teslisi kabul ettikleri gibi çok umumi esaslardır. Bundan başka, gerek İncil ve Ahd-i Atik ve gerekse Hıristiyanlık hakkında İslamiyet’in resmi, yani Kur’ani görüşü kesinlikle ortaya konulmuş, öğretilmiş değildir. İslami görüşün kabul ettiği Hıristiyanlık nedir, bugün mevcut olan Hıristiyanlık nedir ve aralarındaki alaka ve münasebet konularını işleyen, dilimizde yazılmış eserler yoktur. Hele din eğitimi görmemiş aydınlarımız ve gençlerimiz henüz İslam’ın esaslarını bilmediklerinden, bu esaslara yapılan hücumların mahiyetlerini, gerçek maksatlarını anlamaktan uzaktırlar.

Bahsettiğimiz hususlar ilk bakışta herkesin tespit edebileceği basitlik ve açıklıkta olduğundan Hıristiyan propaganda teşkilatı tarafından da fark edilmiş ve yeni metot bu müşahedeye istinat ettirilmiştir.

Bir misal olarak “Hıristiyanlığın hakkında çoğunluğun yaptığı yanlış görüşler” başlığı altında dağıtılan ve teşkilatın İsviçre’deki merkezi tarafından hazırlandığı ifade edilen iki sayfalık mektubu gösterebiliriz ki, şöyle başlamaktadır: “İncil değiştirilmiştir fikri Batı dünyasında dinsizler ve Hıristiyanlığın tenkitçileri tarafından az çok kabul edilmiş bulunmaktadır. Fakat bugün, Batı dünyasında tahsis görmüş bir kimsenin, bu çürük fikre başvurduğu çok az rastlanan bir şeydir. Dünyanın her köşesinde hala, dinin aleyhinde yazılar yazan birçok münekkitler vardır ve dinsizlik çoğalmaktadır. Mademki öyle, niye din aleyhine yazı yazan münekkitler bu yukarıda söylenen ‘İncil değiştirilmiştir’ fikrini değiştirmişlerdir? Bu olayın çok basit olan cevabı şudur: İlim, Kurtarıcı İsa’nın iki bin yıl önce öğrettikleri ile elimizde bulunan İncil’in öğrettiklerinin tamamen birbirinin aynı olduğunu ispatlamış bulunmaktadır. Evet, ‘Metne ait’ tenkit ilmi hiç şüphe götürmez bir şekilde, İncil’in değişmemiş olduğunu teyit ediyor.”

İfade nasıl başlamakta, nasıl devam etmekte ve ne sonuca varmaktadır. Bir defa daha okunursa, bu, anlaşılır. “İncil değiştirilmiştir” fikri her ne kadar kabul edilmiş ise de bugün bunu kabul edecek kimse pek az bulunur. Niçin böyledir? Çünkü “Tenkit İlmi” hem de hiç şüphe götürmez bir şekilde “Elimizde bulunan İncil’in öğrettikleri ile” Hz. İsa’nın öğrettiklerinin aynı olduğunu “Hiç şüphe götürmez bir şekilde” ispat etmektedir. Kullanılan ifadeler, gerek burada gerek başka yerlerde böylesine elastikidir, yuvarlaktır. Münekkit gözü ile okumayan herhangi bir kimse ileri sürülenleri safiyane kabul edebilir. Maalesef belirtmeliyiz ki bazı kabul edenleri de tespit etmiş bulunmaktayız.

Hâlbuki Batı ilim dünyasında yapılmış çalışmalara kısaca bir göz atmak, hem de paragrafta belirtildiği gibi, son yıllarda yazılmış eserleri gözden geçirmek, ileri sürülen iddianın ne kadar boş ve mesnetsiz olduğunu anlamaya kâfidir. Bilindiği gibi Hıristiyanlığın kutsal yazıları ikiye ayrılır, birincisi Ahd-i Atik, ikincisi ise Ahd-i Cedid’dir. Ahd-i Atik aslında Museviliğin mukaddes kitabıdır ki büyük kısmı İbranice pek az bir bölümü de Aramice yazılıdır ve üç esas bölüme ayrılmıştır. Bunlar Tora (Tevrat), Neviim (Nebiler), ve Ketubim (Yazılar)’dir. Birinci bölümü teşkil eden ve beş kısımdan teşekkül eden “Tevrat” hem Museviler ve hem de Hıristiyanlar tarafından Hazreti Musa’ya vahyedildiği şekilde zamanımıza intikal etmiş olarak kabul edilir. Biri, Yahudi, diğeri Hıristiyan iki ilim adamı ise eserlerinde şu görüşü müttefiken müdafaa ve kabul ederler: “Musa’nın bir kanun vazıı olduğundan şüphe edilemez, fakat Tevrat’ın bugünkü metninden bir tek unsuru dahi ona irca etmek imkânsızdır” (bak. A.Bentzen, Introduction to the Old Testament, C.I. p.112 ve T. James Meek. Heprew Origins, p. 37. Her iki eserde New-York’ta 1948 ve 1960 yıllarında basılmıştır. ) Ahd-i Atik’in Tevrat7tan sonra gelen bölümlerinin nasıl yazılmış olduğu hakkında da yine bir batılı kaynaktan aynen nakilde bulunmak yolunu seçeceğiz: “Tevrat’ın kanunlarına tam riayeti sağlamak üzere, ileri gelen ailelerin temsilcilerinden ve başında Büyük Kohen’in (Baş Kâhin) bulunduğu yetmişler meclisini kurdular. Bu meclis İsrail Devleti’nin yıkılışına kadar devam etti. Bunlar Kitap’ın eski karakterli harflerini değiştirip zamanlarına uydurdular. Gençleri yetiştirmek için dini okullar açtılar. Bu okuldaki öğretmenlere ‘Soferim’ (Yazıcılar) denilirdi. Soferim’in iki vazifesi vardı: Tevrat’ı açıklamak ve bunun cemiyet ve ferd tarafından tatbikini sağlamak. Soferim, Tevrat’ın beş kitabından başka nebilerin sözlerini de Kitab’a ‘ek’ olarak yazdılar ki isimlerini bu çalışmalardan almışlardır. Önce ilk peygamberler (Yeşu, Hakimler, Samuel ve Krallar) sonra üç kitap (İşaya, Yeremya, Ezekyel) ve daha sonra da oniki küçük peygamber gelir (Hoşea, Amos, Yoel, Obadya, Yona, Mika, Nahum, Habakkuk, Zafeniya, Haggay, Zekeriya ve Malaki). Bu arada bazı müelliflere göre israili olmayan yabancı asıllı bazı kitaplar da israilileştirilerek kitaba eklendi.”(bak. H. Hirsch Graetz, History of the Jews, C. I pp. 396-400 ve Robert H. Preiffer, Introduction to the Old Testament, p. 23. yazarların ilki Yahudi, diğeri Hıristiyan’dır. )

Yahudi tarihinde ilk büyük itizal hareketi olan Şomronim’in zuhuruna sebep işte bu Soferim’in faaliyetleridir. Soferim bir yandan gençlerin eğitimi ile meşgul olurken, diğer taraftan da yazdıkları yeni yeni “Kitap”ları Tevrat’a eklemeye, yazısını ve okunuşunu değiştirmeye başlamışlardı. Şomronim ise sade bu ilaveleri değil, harflerin karakterlerinin değişmesini bile kabul etmiyorlardı. Nitekim Tevratlarını eski şekliyle uzun müddet muhafaza etmişlerdir. Şomronim’in Tevrat’ı (yani bugün ellerinde bulunanı) ile Yahudi ve Hıristiyanların bugün ellerinde bulunan Tevrat arasında pek çok farklar bulunmuktadır ve bunların sayısı altı bine ulaşmaktadır. (bak. A.von Gal, Der Hebraisch der Samaritaner adlı eserinde bu farkları sayar. İki Tevrat arasındaki farklara işaret eden diğer bir eser de şudur: John W. Nutt, Fragments of a Samaritan Targum, metin kısmı pp. 6-65.)

Kutsal kitaplarının birinci kısmı hakkında kısaca söylenenler ve mahiyeti bunlardır. İkinci kısım, yani Ahd-i Cedid, yani dilimizde “İncil” adı ile anılanlar için söylenecekler de yukarıdakilerden farklı olmayacaktır. Ahd-i Cedid’in talihi bir bakıma Ahd-i Atik’den de kötüolmuştur. Nitekim Tevrat’tan Malaaki’ye kadar bütün Ahd-i Atik koleksiyonunun meydana gelişi bin yıl kadar devam eden bir zaman içinde olmasına rağmen Yahudiler, yani İsrailoğulları dini yönden bir takibe uğramış değillerdi. Bu sebeple meydana gelen değişiklikler zamanın uzunluğu ve Soferim’in çalışmaları yahut gayretleri yüzünden ortaya çıkmıştı. Halbuki Hıristiyanlık daha doğuşundan itibaren gizli faaliyette bulunmak zorunda kalmış ve daha ilk asırdan itibaren dejenere olma yoluna girmiştir. Bir Hıristiyan İlahiyat Profesörünün “Ahd-i Cedid” başlıklı ansiklopedi maddesinde söylediklerinden alacağımız birkaç cümle bunu daha iyi belirtecektir: “Her ne kadar ilk yazmaların birçoğu, bilhassa Mısır’da bir papirüs koleksiyonu da bulunmuş ise de, Ahd-i Cedid’in müellif tarafından yazılmış bir tek nüshasına dah malik bulunmamaktayız... Elimizde sadece istinsah edilmiş nüshalar vardır, fakat bu kopyaları ile asılları arasında kaç nüsha gelip geçmiştir bilememekteyiz. Genellikle bizim Ahd-i Cedid’imiz ikinci asır sonunda yazılmış metinlerden intikal etmiş görünmektedir. Keysarya’lı Eusebius, dördüncü asrın başlarında Hıristiyan Kitaplarını dört kısma ayırmıştır: 1- Muteber, 2- Şüpheli veya münakaşalı, 3- Gayr-i mevsuk, 4- Sapık..” (F. Clifton Grant, New Testament, pp. 530-531, Encyclopedia of Religion içinde).

Profesörün yazısında bahsedilen metinler ve ikinci asra kadar uzanan Ahd-i Atik nüshaları ise yunanca yazılmışlardır. İstanbul’da Kitab-ı Mukaddes Şirketi tarafından yayılan Türkçe tercümesinin başında da “Eski yunanca aslına göre” kaydı bulunmaktadır. Halbuki dini ortaya atan Hz. İsa’nın konuştuğu dil yunanca değil aramicedir. Filistin ve civarında zamanımızdan yirmi asır önce yaşamakta olan İsrailoğullarının o devirde kullandıkları dil yunanca değil aramicedir. Halka hitabeden kimsenin, anlaşılabilmesi için, konuşulan dille hitabetmesi zarureti vardır. Aramice konuşan bir topluluğa ise yunanca hitabedilmesi muhaldir. Nitekim Hz. İsa’nın bu dili konuştuğuna yine bugünkü İncil Şehadet etmektedir. Matta İncilinde yunanca metinde “İsa, Eli Eli lama sabaktani diye yüksek sesle bağırdı” şeklinde doğrudan doğruya Hz. İsa’nın dilinden nakilde bulunulmaktadır. Sahifenin altında verilen notta bu cümlenin daha önce Zebur’da kullanılmış olduğu belirtilmektedir. Halbuki Zebur’da bu cümle arami değil İbrani şekliyle geçer: “Eli Eli lama ‘avaztani”. Hz. İsa herhalde Allah’a arami, halka yunan diliyle hitap etmiyordu. O halde sorulacak sual şudur: Yunan dil ve kültürünün hâkim bulunduğu bölgelerde bulunan yunanca Ahd-i Cedid metinlerinin asıl kaynakları, arami diliyle yazılmış olanları nerededir? Bahsettikleri “Modern Metin Tenkidi İlmi” bu hususta neler söylemektedir, söyleyebilirler mi? Metin Tenkidi İlmini ilgilendiren kısma kolayca cevap vermek kabildir: Bu ilim, asıl metni bulamadığı için bu konuda konuşma yolunu ihtiyar ediyor ve tek cümle sarfetmiyor.

Maksadımız eski ve Yeni Ahidlerin ilmi tenkidini yapmak, mahiyetlerini açıklamak olmayıp sadece bilginlerin bu konudaki görüşlerini bir nebze olsun belirtmekti. Batılıların, yani Yahudi ve Hıristiyan fakat ilim haysiyetine sahip müelliflerden başka, onların görüşleri dışında bizi asıl ilgilendiren dinimizin, Kuran-ı Kerim’in bu konudaki görüşleridir. Bu görüşler bütün din bilginlerimizce malumdur. Fakat bu kâfi midir? Bu kâfi olmayış iki sebeptendir: Birincisi, mahiyetleri ne olursa olsun, İslami görüş ne derse desin, geniş Hıristiyan dünyasınca ve -bir avuç da olsa- Musevilerce kutsal kitap yahut kitaplar olarak kabul edilmektedirler. İkincisi, bahsettiğimiz tenkitler sadece mahiyetlerine racidir, bunların bir de muhtevaları vardır. Günümüzde hemen hiçbir şey bilinmeyen bu kitapların muhtevaları, yani her iki dinin, Yahudi ve Hıristiyanlığın “İlmi Kelam”larıdır. Bu ilmin Batıdaki adı Dogma İlmi’dir. İslami esaslara hücum eden bu dinlerin mensuplarına cevap verebilmek, saldırılarını tesirsiz bırakabilmek için onların dayandıkları temelleri bilmek ve bu temellerin münakaşasını yapabilmek gereklidir. Bu konularda ise dilimizde yazılmış, mübalağasız, tek satır yoktur. O zaman ortaya yabancı dil bilme meselesi çıkacaktır.bütün din adamlarımızın bu mevzuları araştırabilecek derecede yabancı dil bilmeleri idealdir, ama ne yapalım ki, daha uzun yıllarda ideal olarak kalacaktır.

Batı kilisesinin memleketimizde giriştiği, önce İslamı yıkıp sonra da yerine kendi dinini ikame etme faaliyetine seyirci kalamayacağımıza göre, Müslüman olarak, din adamı olarak, Diyanet İşleri teşkilatı olarak neler yapabiliriz?

Akla ilk gelen çareler olarak şunları tespit edebiliriz: a) Yazılı veya sözlü propagandalarını teferruatı ile ele almak b) Her birinde ileri sürülen görüşlere Kuran-ı Kerim ve akla dayanarak cevaplar vermek, c) Mevcut din adamlarımızdan mümkün olduğu kadar çoğunu bir araya getirerek Yahudi ve Hıristiyan dinlerini öğretmek ve onlara bu iki din ile İslamiyet arasındaki derin farkları anlatmak, mukayese yapmak, d) Her iki din ile İslamiyet’in tarihteki münasebetlerini ele alarak, bu münasebetlerin bugünkü durumlarını tespit etmek...

Memleketimizi saran eski tehlikenin yeni yönü hakkında yazılacak çok şey vardır. Şimdilik bu kadarla yetineceğiz.

Ek. 6. Yaşar Kutluay’ın Devlet Mecmuası’nda Çıkan Yazısı

ANKARA ÜNİVERSİTESİ ÜYELERİNE AÇIK MEKTUP

Sayın Senato Üyeleri,

Tam beş aydan beri Ankara Üniversitesi Senatosunun gündeminde sizin kararınızı bekleyen bir komisyon teklifi bulunmaktadır. Bu bir bakıma Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakültelerine mensup beş profesörün hazırladığı İlahiyat Fakültesinin ölüm fermanıdır.

Sizlerin, yirmi yıl önce bu fakültenin açılmasına karar veren senato üyelerinin yürüdükleri ilim, tarafsızlık ve akıl yolunda üniversitenin haysiyetine yakışır şekilde bu rapora hak ettiği cevabı vereceğinize tamamen inanmaktayım. Fakat İlahiyat Fakültesi’nin bütün ilmi ve idari kurullarının verdiği kararların üniversitenin büro kısmında kalıp sizlerin yüksek ıttılaınıza ulaşmadığını defaatla gördüğümden, bu husustaki maruzatımı açık mektup şeklinde yapmak zorunda kaldım.

Sayın Üyeler,

1968 yılının bahar aylarında İlahiyat Fakültesi öğrencileri boykota girmişlerdir. Bunun sebebi, kamuoyuna, bir kız talebenin başını açmayı reddetmesi gibi sudan bir mesnede dayalı gösterilmiştir. Oysa fakülteden uzaklaştırma cezası verilen iki de erkek öğrenci mevcuttur. Ve boykot sırasında öğrencilerin yayınladıkları bildiriler ve bunlarda ileri sürülen talepler meydandadır. Sebep veya sebepler çok daha deri ve Şümullüdür.

İlahiyat Fakültesi’nin geçen yılki yönetim kurulunun o zaman ki dekan başkanlığında iki eksik üye ile yaptığı bir toplantısında, iki erkek ve bir hanım öğrenciye tart cezası verilmişti. Bu öğrencilere isnat edilen suçlar bir ihtarı, nihayet birkaç günlük uzaklaştırmayı gerektirecek nitelikteyken ve hukuki prosedüre de bakılmadan en ağır ceza verilme yoluna gidilmişti. Bu hareket fakültenin sabırlı, sakin munis öğrencilerine karşı bardağı taşıran son damla olmuştu. Karar açıklandığı anda öğrenciler bahçeye dökülmüştü. O güne, o ana kadar hürmette kusur etmedikleri, daima destekledikleri Dekan Hüseyin Yurdaydın’a başvuruyor, karardaki aksaklıkları anlatıyor, hiç değilse meselenin yeniden gözden geçirilmesini yalvararak istiyorlardı. Mesele basına da intikal etmişti. Bir kısım gazete ve dergiler Dekanı ve bu hadiseye adı karışan öğretim üyelerini çok ağır bir dille tenkit ediyorlardı. Onları, samimiyetsizlik, gaddarlık, dinsizlik v.b. ile itham ediyorlardı.

Dekan henüz profesörlüğe yükseltilip akabinde bu makama getirilmesinin acemiliği içinde bulunuyordu. Talebe ve toplum psikolojisinden habersizdi. Bu sebeple hareketler karşısında şuursuz çırpınışlarla bocalıyordu. Bu durumda fakülte genel kurulu fevkalade toplantıya çağırıldı ve mesele ele alındı. Genel kurul, sadece bir muhalife karşı, verilen cezaları lüzumundan çok ağır buldu. Ayrıca haklarında ağır neşriyatta bulunulan öğretim üyelerini ittifakla tenzih etti. Öğrencileri itidale ve kanun hudutları içinde kalmaya çağırdı.

Hadise bir kısım basında yukarıdakinin tam tersi bir hava içinde ele alındı. İsim verilmeden, bazı öğretim üyelerinin ağzından beyanatlar uydurularak fakültede gericiliğin kol gezdiği, fakültenin nurcuların, şeriatçıların, saltanatçı ve hilafetçilerin faaliyet sahasına döndürüldüğü ifade edildi. İsnat edilen her madde Anayasa ve Ceza Kanunu muvacehesinde suç, hem de ağır suçlardı. 20 Nisan 1968’de başlayan bu kampanya aralıksız bir hafta devam etti.

Biz, Fakülte olarak bu neşriyata karşı çıkıp beyanat verme yoluna gidebilirdik, fakat, Rektörün, “Siz susunuz, beyanat üniversite adına verilsin.” talimatına uyduk ve Genel Kurulun büyük ekseriyeti imzalarımızla rektörlüğe başvurduk; mektubumuzda olayların başlangıcını, sebeplerini, olup bitenleri naklettikten sonra, meselenin Üniversite Senatosuna getirilmesini, geniş çapta bir Araştırma Komisyonu kurulmasını, İlahiyat Fakültesinde yukarıda bahsedildiği şekilde gerici, nurcu, şeriatçı, hilafetçi, saltanatçı, cumhuriyet düşmanı v.b. varsa tespit edilerek haklarında kanuni işlem yapılmasını, eğer yolsa bunun kamuoyuna açıklanmasını ve bu iftirada bulunanlar hakkında işlem yapılmasını istedik. İşte 30 Nisan 1968 günü kurulan komisyon bu talebin sonucudur. Yüksek Senatoca bu komisyona verilen görev “İlahiyat Fakültesinin sorunlarını gerçek biçimde incelemektir.”

Sayın Üyeler,

Şimdi 30 Nisan 1968 tarihine kadar olup bitenleri ve fakültenin sorunlarını gerçek biçimde incelemekle görevli komisyonun ne yaptığına bakalım:

“İlk olarak ilahiyat fakültesinin öğretim üye ve yardımcılarına birer mektup göndererek, kendilerinden, fakültedeki huzursuzluk ve olayları yaratan sorunların aydınlatılmasını, bu arada, sözü geçen kurumun bugün ki öğretim ve araştırma faaliyetinin, kuruluş amaçları bakımından doyurucu olup olmadığı, fakültenin kuruluşundan bu yana normal bir gelişme gösterip göstermediği sorularının cevaplandırılmasını istemiş ve öğrencilerin, arkadaşları, fakülte idaresi ve öğretim üyeleri ile olan ilişkileri hakkındaki bilgilerini, kanıtlarını, sorunların çözüm yolları hakkındaki teklifleri bildirmelerini rica etmiştir.”

İlahiyat Fakültesinin yirmiye yakın öğretim üye ve yardımcısının sorulara verdikleri mufassal cevapların sayın komisyon üyeleri üzerindeki tesiri budur. Üzerinde dahi durmayarak : “Bunlar ekli dosyalardır” demekten ibarettir. Fakültede yedi ila yirmi yıldan beri çalışan, ders veren idarecilik eden kişilerin görüşleri böylece bir kenara itildikten sonra raporda “çağırıp konuştukları öğrencilerin anlattıklarından tutulan notlara” geçilmektedir.

Bir kısım öğrenciler diyorlar ki: Fakültenin bazı derslerinde öğretim üyesi yoktur. Hala öğretim görevlileri tarafından okutulmaktadır. Bazı hocalar ise kifayetsizdir. Nitekim bize Emevi ve Abbasi devirleri tarihini okutan öğretim üyesi notlarında ana kaynakları değil, İslam Ansiklopedisi tercümesini göstermektedir. Bazen zikrettiği Arapça ana kaynaklarda da verdiği cilt ve sahifeler tutmamakta, metin gösterilip ne buyurduğu sorulduğunda rahatça “ben Arapça bilmem, onun için bir şey söyleyemeyeceğim” diyebilmektedir. Bu öğretim üyesi derslerinde sorulan sorulara cevap bulamamanın sıkıntısından Dekanlığa baş vurarak “Ya derslerimde hazır bulununuz, ya da bana soru soru sorulmasını yasak ediniz” diyebilmektedir.

İlahiyat Fakültesinde “10 Kasım’da anma törenleri yapılmıyormuş” diyebilen sayın komisyon üyeleri zahmet edip tahkik etselerdi, İlahiyat Fakültesinde bu törenin yapıldığını, konferansların verildiğini ve fakat yukarıda anlatılan sayın öğretim üyesinin Atatürk hakkında bir konferans vermek üzere Dekanlıkça yapılan nazik ricayı cevapsız bıraktığını öğrenebilirlerdi.

Raporda, “Öğretim üyeleri arasında Fakültenin kuruluş amaçlarının nelerden ibaret olduğu hususunda anlaşma bulunmadığını görülmektedir.” buyrulmaktadır. Tamamen hukukçulardan müteşekkil bir komisyonun bu sonuca nasıl vardığına şaşmamak kabil değildir. İlahiyat Fakültesinin açılma sebebi Tevhidi Tedrisat Kanununun emrinin yerine getirilmesine bağlıdır. Bu kanun, bu fakültenin “yüksek diniyyat mütehassası” yetiştireceğini söyler. 1949 yılında Büyük Millet Meclisinde fakültenin kadro kanunu dolayısıyla yapılan müzakerelerde de bu hususun üzerinde ısrarla durulur. “Bu fakülte eskiden olduğu gibi bir Edebiyat ve Sosyoloji Fakültesi olmayacaktır. Esas dini dersler olacak ve asrın anlayışına uygun din adamları, din mütehassısları yetiştirecektir.” Fakat 1949’dan bu yana fakültenin ders programları incelendiğinde görülür ki gidiş mükemmel bir İlahiyat Fakültesi teşkilinden ziyade, dağınık bir edebiyat Fakültesi haline dönmektedir. Bunun sebebi gayet basittir. Memleketimizde temel dersleri okutabilecek eleman yoktur. Nitekim bundan beş yıl önce fakülte genel kurulu zayıf bir ekseriyetle fakültenin manevi ilimler fakültesi haline getirilmesini, ilahiyatın, tarih ve felsefe gibi bir kol olmasını kararlaştırmıştır. Ankara Üniversitesi Senatosu, bunun yanlış olduğunu, İlahiyat Fakültesi’nin din adamı yetiştirmek yolunda çalışması gerektiğini haklı ve doğru olarak karara bağlamış ve sadece ilahiyatla ilgili sahalarda bir ihtisaslaşmaya gidilmesini tavsiye etmişti. İşte komisyon raporunda “Bugün fakülteye hâkim olduğu anlaşılan bir görüşe göre fakülte dini ilimlere gereken önemi vermemiş ve temel konular ikinci derecede dersler şeklinde okutulmuştur. Buna karşılık, diğer tutum tarafları bu şekilde düşünenleri medrese öğretimine ve şer’i esasların hâkim olduğu bir eğitim sistemine dönüşe arzulamakla suçlandırmaktadırlar. Komisyonumuza gelen bilgiye göre, fakültenin ders programının birinci yönde değiştiren bir yöneltmelik 1968 yılı içinde Senatodan geçmiş bulunmaktadır.” şeklinde adeta Senatoyu da tehdit ve ihbar havası taşıyan ifadenin aslı budur. Yıllardan beri süren çalışmaların konusu şudur: Öğrenciler yirmiden fazla dersin altında bunalmaktadırlar. Bunların hafifletilmesi lazımdır. Ama hiçbirinden vazgeçilmesi de imkânsızdır. Öyle ise takip edilecek yol ne olmalıdır? Gaye yüksek seviyeli din adamı yetiştirmek olduğuna nazaran önce temel derslerin tespiti gerekmektedir. Bunlar; Tefsir, Hadis, Kelam ve İslam Hukuku’dur. Bu dört dersi hakkıyla bilmeyen kişi din adamı olamaz. Bunun dışındaki dersler öğrenciyi forme edecek, görüş ufkunu açacak ve günümüze layık bir aydın olarak yetiştirecek derslerdir. Bu itibarla İslam Tarihi, Türk ve İslam Felsefesi ve Tasavvuf, İslam Dini Mezhepler Tarihi, Felsefe Tarihi, Sistematik Felsefe, Mantık, İslam Türk Edebiyatı, İslam Felsefesi ve Tasavvur, İslam Dini Esasları, Kur’an-ı Kerim ile yabancı dil dersleri ilk iki sınıfa mecburi dersler olarak konmuştur. Üçüncü ve dördüncü sınıflarda ise yukarıda sayılan temel derslerin yanı sıra ilk iki sınıfta okutulan derslere Efigrafi-Paleografi. Dini Musiki, Farsça dersleri de eklenip iki gruba ayrılmış ve öğrencilerin bunlardan en az ikisini seçmeleri mecburiyeti kararlaştırılmıştır.

Gariptir ki programa itiraz eden tek görüş muhalefet sebebi olarak “Son iki sınıfta Türk Tarihi okutulmayacak, Türk Tarihi programdan kaldırıldı. Öğrenciler Emevi ve Abbasilerden sonra hemen İnkılâp tarihine geçecekler. Bu yanlıştır.” Hükmünü gösterebilmiştir. Burada sormak lazımdır. Türk Tarihini teferruatı ile bilmek sadece İlahiyat Fakültesi için mi şarttır? Hukuk, Siyasal Bilgiler, Edebiyat Fakülteleri öğrencilerinin ihtiyacı hiç mi yoktur ki tek saat bile görmemektedirler? Kaldı ki Tarih Fakültesinde dahi Türk Tarihi söylenildiği şekilde öğretilemez. Bu Üniversiter öğretimin kabul etmediği bir yoldur. Üniversite, öğrencilerini ayakta kütüphane haline getirmeyi değil, onları sağlam metod sahibi birer araştırıcı olarak yetiştirmeyi istihdaf eder. Üniversitede öğretim üyesi er yıl aynı konuyu baştan alıp sona kadar anlatmaz, anlatamaz, anlatmamalıdır. O zaman adı Üniversite değil meslek okulu olur. Üniversitede derslerin sabit müfredat programı bulunmamasının sebebi budur. Eğer öğrenci ortaokulda okuduğu, lisede biraz daha genişini gördüğü tarihin biraz daha genişini Üniversite de görecekse o zaman iş başkalaşır, oraya Üniversite de değil artık mahiyetini yitirdiği zamanlardaki anlamı ile medrese denilir. Nitekim program müzakereleri sırasında muhalif kalan öğretim üyesi bu itirazını Senatoya arz etmemiştir.

Doç. Dr. Yaşar KUTLUAY

“Bugün için İlahiyat Fakültesinin öğretim üyeleri ve öğrencileri kendi aralarında hasım kampları şeklinde bölünmüşlerdir.”ifadesini de ciddiye almaya imkan yoktur. Komisyon üyelerinin meseleye tek taraflı baktıkları anlaşılmaktadır. Yukarıdaki ifadenin altındaki satırlar, bu ders yılı başında Üniversite Senatosu Üyelerine dağıtılan ve altında imza bulunmayan bir beyannameden alınmalıdır. Oysa üç gün sonra İlahiyat Fakültesinin BÜTÜN öğrencilerinin isimlerini taşıyan bir beyanname ile bu iddialar teker teker reddedilmiş, birinci beyannamenin Fakülte dışından art niyetli kimselerce uydurulduğu ispat edilmiştir. Öyle iken, imzasız beyanlara raporda sahifeler ayrılmak nasıl izah edilebilir?

“Bir taşra vilayetinin merkez vaizinin komisyonumuzun raportörü Uğur Alacakaptan’a göndermiş olduğu ve Senatoda okunmasını istediği mektubunda (Mektup 3.1.1969 günlüdür.) aynen şöyle denilmektedir: fakülteyi ziyaretimde havanın hiçte iyi olmadığını gördüm. Bir kısım hocalar (Doçent - Profesör) Atatürk düşmanlığını, inkılap ve hatta farkında olmadan bölücülükle din düşmanlığını, milli birliği dağıtıcılığı talebeler kanalı ile adeta kuvvetle körüklemektedir.”

Bu “Taşra Merkez Vaizi” ne mühim adamdır ki, kurulan komisyonun raportörünü ismen bilmektedir. Soruya muhatap olan öğretim üyeleri olarak bizler sadece komisyon başkanının adını bilirken, bu taşralı vaiz Hukuk Fakültesi Dekanının raportör olduğunu bilip mektup yazmakta, bu mektup, raporun bir sahifesini işgal etmektedir. Öte yandan İlahiyat Fakültesinin bütün öğretim üyeleri ittifakla Genel Kurul kararı alarak iddia ve isnatları merciine iade etmekte fakat sayın komisyonun dikkatini dahi çekememektedir.

Fakülteyi bir ziyaret edivermekle cümle doçent ve profesörleri tanıyan, onların- gizli, hem de çok gizli olması gereken- hainane faaliyetlerini görüp hemen tespit edebilen bu isimsiz vaizin, harika kişinin mektubu 3 Ocak 1969 tarihini taşımaktadır. 30 Nisan 1968 günü kurulan bir Araştırma Komisyonu acaba hangi hukuk kuralı ile dokuz ay sonraki ve bu mahiyetteki bir mektubu nazarı itibara alabilmektedir?

Sayın Üyeler,

Raporun sonuç kısmına gelince, ağlamak mı gülmek mi lazım bilinmez. Komisyonun Hukukçu olan üyeleri bakınız ne diyorlar? “İlahiyat Fakültesinin öğrencileri ile öğretim üye ve yardımcılarının iddaları arasında, Türk Ceza Kanununa ve ceza hükümlü bazı kanunlara göre suç teşkil edebilecek olaylara ilişkin olanlar vardır.” Yani bazı iddialar ortaya atılmaktadır ki bunlar suç nitelindedir. Komisyonun kuruluş sebebi nedir? Bu iddialar ileri sürülüyor, bakın bakalım kim bunlar, bulun getirin. Komisyonun vardığı sonuç, dokuz ay incelemeden sonra tam başlangıç noktasıdır.

İkinci sonuç daha enteresan: “İlahiyat Fakültemiz, öğretim üyeleri ve öğrencileri arasındaki bölünme ve bu nedenle dışarıdan ve içeriden gelen olumsuz etkilere kolaylıkla ve endişe verici bir şekilde kapılacak durumda olması yüzünden üniversiteler kanununun 3.maddesinde öngörülen görevlerini yerine getirebilme imkânlarını önemli ölçüde yitirmiş görünmektedir. Fakültenin bilimsel görevlerini, kendisinden beklenen biçimde yerine getirebilmesini sağlayacak reformist tedbirlerin alınabilmesinin öğrenciler, öğretim üyeleri ve fakülte idaresi arasındaki ilişkilerin normale dönebilmesinin ve fakültenin asıl amaçlarının tespit edilerek bunlara götürecek yolların tayininin böyle bir atmosfer içinde gerçekleştirilmesinin mümkün olmayacağı kanısındayız.

“Öte yandan, fakülte içinde devrim aleyhtarı, şeriatçı ve Atatürk’e karşı çıkan kuvvetli bir akımın ve zümrenin varlığını gösteren emare ve deliller de mevcuttur. Bunlar muvacehesinde gerçek durumun ne olduğunun anlaşabilmesi ve gerektirdiği tedbirlerin alınabilmesi de bugün ki ortam içinde mümkün görülememektedir.”

İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyeleri ve öğrencilerinin kuruluşundan bu yana geçen yirmi yıl içinde hangi olumsuz etkilere uydukları, endişe verici bir tarz da kapıldıklarını öğrenmek isteriz. Bu fakülteden hiç kimse bu güne kadar “olumsuz akımlara” kapıldığı için değil mahkemeye, karakola dahi gitmemiştir. Gizli Komünist Partisi üyeliği veya Türkiye’de Şeriatçı devlet kurma hareketine katılma sebebiyle Tevfik edilen öğrenci ve öğretim üyelerinin hiç birisi ilahiyat Fakültesinden değildir.

Fakülte içinde ise hava çoktan normale dönmüş, ders programlarında gerekli ve gerçekçi reform yapılmış, yeni yönetmelik 1968 Temmuzunda yüksek Senatonun tasdikinden geçerek bu ders yılı başında uygulamasına geçilmiştir.

Hal böyle iken komisyon, raporunun son maddesinde İlahiyat Fakültesinin ya başka bir Fakülteye bağlanmasını, ya da derslerinin diğer bir fakülteye nakledilerek kapatılmasını teklif edebilmiştir. Buna en güzel cevabı İlahiyat Fakültesi Yönetim Kurulu 28 Mayıs 1969 günü toplanarak bu raporu inceledikten sonra ve ittifakla vermiştir. Bu bu yedi maddelik kararı yüksek ıttılaınızı derin saygılarımla sunarım.

“1- Beş kişilik komisyonca hazırlanan rapor ilim zihniyeti ile bağdaşmaz, peşin hükümlü, objektiflikten uzak, maddi delillerden mahrum hissi bir ithamnameden ibarettir.”

“2- İlahiyat Fakültesinin öğrenci ve öğretim üyelerine devrim düşmanı, saltanatçı, hilafetçi gibi isnatlar kendi bünyesinden değil, belli kaynaklardan gelmektedir. Genel Kurulumuz 14 aydan beri bu iftiraları ikinci defa olarak reddeder.

Genel Kurulumuz, İlahiyat Fakültesini memleketin istikbalinin ve Anayasa düzeninin bir teminatı olarak görülür.”

“3- Meşhur rapora karşıt olarak İlahiyat Fakültesi dış ülkelerdeki benzerlerinin hiçbir şekilde gerisinde olmadığını, yaptığı ilmi yayınlar ve yetiştirdiği aydın ve olgun din adamları ile isbat etmiştir.”

“4- Memleketimizdeki yüksek öğrenim kurumlarında her türlü aşırı ve zararlı akımlar kol gezerken bunların doğurduğu anarşi, kanlı olaylar ve tahribat görmezden gelinirken, her türlü zararlı cereyanların dışında, memleket menfaatları ve ilim yolunda bulunan İlahiyat Fakültesine indi ve peşin hükümlerle hücumda bulunulması büyük haksızlıktır.

“5- Bu dedi - kodu havası içinde Rektörlüğümüzün Fakültemiz işlerinde bir yıldan beri çıkardığı devamlı engellemenin bizde doğurduğu üzüntüyü belirtmek isteriz.”

“6- Bu raporun ilmi zihniyet ve sağduyusundan emin bulunduğumuz Ankara Üniversitesi Senatosunda gerekli tepkiyi uyandıracağına inanmaktayız.”

Kamuoyuna ittifakla ve saygılarımızla arz ederiz.



[1] Kutluay, M. Kamil, Yaşar Kutluay, Siyonizm ve Türkiye, Giriş, s.6.

[2]İçişleri Bakanlığı adına; Yusuf DANIŞMAN, Müsteşar Muavini, 23 Ocak 1970.

[3]  Kutluay, M. Kamil, “Yaşar Kutluay”, Giriş, Siyonizm ve Türkiye, s.7.

[4]  Kutluay, M. Kamil, “YaşarKutluay”, Siyonizm ve Türkiye, s.6.

[5]  Devlet Mecmuası, Ankara 1968.

[6]  Yaşar Kutluay’ın zekat konusuyla ilgili projeleri hakkında bilgi vermiş olduğu yazısı Ek:2’de verilmiştir.

[7]  Kutluay, İslamiyette ItikadiMezheplerin Doğuşu, Pınar Yay., Ankara 2003, s. 21

[8]  Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 45-67.

[9]  A.g.e., s. 68-86.

[10] A.g.e., s. 95-107.

[11] A.g.e., s. 107-113.

[12] A.g.e., s. 119-120.

[13] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, Pınar Yay., Ankara 2003, s. 9-15.

[14] Kutluay, “Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 17-28.

[15] A.g.e., s.28-66.

[16] A.g.e., 66-67.

[17] A.g.e., s. 69-72.

[18] A.g.e., s.72-73.

[19] A.g.e., s.73-82.

[20] A.g.e., s.82-85.

[21] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 87-104.

[22] A.g.e., s.102.

[23] A.g.e., s. 105-133.

[24] A.g.e., s. 134.

[25] A.g.e., s. 138-141.

[26] A.g.e., s. 141-143.

[27] A.g.e., s. 145-152.

[28] A.g.e., s.153-158.

[29] Kutluay, Yaşar, İslam ve Yahudi Mezhepleri, Anka Yay., İstanbul 2004, Önsöz bölümü.

[30] A.g.e., s. 19-24.

[31] A.g.e., s. 24-57.

[32] A.g.e., s. 59-88.

[33] A.g.e., s. 88-161.

[34] A.g.e., s.161-162.

[35] Karşılaştınnız: Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 9-89. Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 9-136.

[36] Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri, s. 165-173.

[37] A.g.e., s. 173-196.

[38] A.g.e., s. 196-274.

[39] A.g.e., s. 283-294.

[40] Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 101-106.

[41] Kutluay, Yaşar, “Mezhepler Tarihi Yönünden Said Nursi ve Nurculuk”, İslami Tetkikler Enstitüsü Dergisi, Edebiyat Fak. Matbaası, C. III, sayı 3-4, Ankara, 1959-1960, s.211-225.

[42] Kutluay, Yaşar, İbadilere Ait Bazı Metinler”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara, 1967, s.141-149.

[43] Kutluay, Yaşar, Yusuf Ziya Yörükan’ın Makaleleri”, A.Ü.İ.F.D., Ankara, 1954, s. 93-95.

[44] Kutluay, Yaşar, “Yahudi Milliyetçiliğinden Alacağımız Dersler”, Türk Yurdu, C.7, sayı 1-2 Ankara, 1968, s.343-344.

[45] Kutluay, Yaşar, “Türkiye’de Din Eğitimi”, Devlet Mecmuası, Ankara, 7 Nisan 1969, s.8.

[46] Kutluay, Yaşar, “Okullarda Din Eğitimi ve İmam Hatip Okulları”, Devlet Mecmuası, Ankara,

[47] Kutluay, Yaşar, “Eski Tehlikenin Yeni Yüzü”, Diyanet Dergisi, C. IV, sayı 7-8 (Temmuz-Ağustos), Ankara, 1965, s. 106-110.

[48] Bkz. İslam Ansiklopedisi, XI/232.

[49] Bkz. Türk Ansiklopedisi, XVI/282-283.

[50] Bkz. Türk Ansiklopedisi, XVII/107.

[51] Bkz. Türk Ansiklopedisi, XVII/175.

[52] Bkz. Türk Ansiklopedisi, XIX/239-240

[53] Bu yazıları Ek.2’de aynen verilmiştir.

[54] Kutluay, Yaşar, Islamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.10.

[55] A.g.e. s.9.

[56] Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.10.

[57] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s.14.

[58] Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.10.

[59] Kutlu, Sönmez, “Siyasi-İtikadi Düşünce Ekollerinin Ortaya Çıkış Sebepleri”, İslam Düşünce Ekolleri Tarihi adlı kitap içerisinde, İlitam, Ankara 2000, s.5

[60] Onat, A.g.e., s. 5-6.

[61] Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 10.

[62] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s.14.

[63] A.g.e., s.17-28.

[64] Bouthoul, Gaston, Zihniyetler, Çev: Semlin Evrim, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul 1975, s.20-21.

[65] Hizmetli, Sabri, İslam Tarihi, Ankara 1999, s.136-138.

[66] Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.13-14.

[67] Hizmetli, İslam Tarihi, s. 141.

[68] Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.19-21.

[69] Hizmetli, İslam Tarihi, s.112,125.

[70] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s.26.

[71] Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, s.20.

[72]A.g.e., s. 26-28.

[73] A.g.e., s.15

[74] A.g.e., s.15-19.

[75] Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 23-35.

[76] A.g.e., s. 23.

[77] Onat, Hasan, “Mezhep Kavramı ve Mezheplerin Doğuş Sebepleri”, Oş Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İlmi Dergisi, 2004, s.11.

[78] A.g.m., s.12.

[79] Kutlu, Sönmez, “Siyasi-İtikadi Düşünce Ekollerinin Ortaya Çıkış Sebepleri”, s.26.

[80] Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri, s.22.

[81] Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 11-12.

[82] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s.29.

[83] Bakara 124, Al-i İmran 68, Hud 45,46.

[84] Nisa 58, Mu’minun 8.

[85] Akbulut, Ahmet, Sahabe Dönemi İktidar Kavgası, s.27.

[86] Akbulut, Ahmet, Sahabe Dönemi İktidar Kavgası, s.26

[87] Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 24

[88] Kutluay, İslam ve Yahusdi Mezhepleri, s.59.

[89] Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.49-52.

[90] Korkmaz, Sıddık, Tarihin Tahrifi- İbn Sebe Meselesi, Araştırma Yayınları, Ankara, 2005, s.41.

[91] Onat, Hasan, Emeviler Devri Şii Hareketleri, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, s. 32-34.

[92] Onat, Hasan, “Şiiliğin Doğuşu Meselesi”, s. 98.

[93]  Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.52.

[94]  Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 53-55.

[95]  Korkmaz, Tarihin Tahrifi- İbn Sebe Meselesi, s.29-30.

[96]  Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s.44-48.

[97]  Korkmaz, Tarihin Tahrifi- İbn Sebe Meselesi, s. 39-40.

[98]  Ayrıntılı bilgi için bak. Korkmaz, Tarihin Tahrifi- İbn Sebe Meselesi, s. 24-35.

[99]  Korkmaz, Tarihin Tahrifi- İbn Sebe Meselesi, s. 46.

[100] Onat, Hasan, Emeviler Devri Şii Hareketleri, s. 34.

[101] Korkmaz, Tarihin Tahrifi-İbn SebeMeselesi,s. 46-49.

[102] Onat, Hasan, “Şiiliğin Doğuşu Meselesi”, AÜİFD., s.98.

[103] Korkmaz, Tarihin Tahrifi- İbn Sebe Meselesi, s. 24-29.

[104] A.g.e., s. 31-35.

[105] Korkmaz, Tarihin Tahrifi- İbn Sebe Meselesi, s 29-31.

[106] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 50

[107] Korkmaz, Tarihin Tahrifi- İbn Sebe Meselesi, s. 50-51.

[108] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 48,49.

[109] Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri, s.83.

[110] Fığlalı, Ethem Ruhi, “İslam Mezhepleri Tarihi Araştırmalarında Karşılaşılan Bazı Problemler”, Uluslararası Birinci İslam Araştırmaları Sempozyumu, Dokuz Eylül Üniversitesi Yayınları, İzmir, 1985, s.376.

[111] Kutluay, “İslam ve Yahudi Mezhepleri ”, s.52-53.

[112] Korkmaz, Tarihin Tahrifi- İbn Sebe Meselesi, s. 49.

[113] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s.53,54.

[114] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 55-57.

[115] Korkmaz, Tarihin Tahrifi- İbn Sebe Meselesi, s. 55.

[116] A.g.e., s. 59-60.

[117] Korkmaz, Tarihin Tahrifi- İbn Sebe Meselesi, s.60.

[118] A.g.e., 61.

[119] Kutluay, “Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri”, s.62.

[120] Korkmaz, Sıddık, “Tarihin Tahrifi-İbn SebeMeselesi”,s. 50.

[121] Bağdadi, Mezhepler Arasındaki Farklar, Ter: Ethem Ruhi Fığlalı, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara 1991, s.177-178.

[122] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 59-63

[123] A.g.e., s. 63.

[124] Korkmaz, Tarihin Tahrifi- İbn Sebe Meselesi, s. 58-59.

[125] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 64-66.

[126] Fığlalı, Ethem Ruhi, “Hariciliğin Doğuşu ve Fırkalara Ayrılışı”, AÜİFD, C. S. s. 246.

[127] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 69-72.

[128] Kutluay, Yaşar, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.12.

[129] Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri, s.19.

[130] Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.12-13.

[131] Ebu’l Hasan el-Eşari, Makalatu’lİslamiyyin, İstanbul 1929, s.2-3.

[132] Bağdadi, El-Fark Beyne-l Fırak, s.156, 198 vd.

[133] Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.13.

[134] Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.77.

[135] A.g.e., s. 13.

[136] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 66.

[137] Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri, s. 114.

[138] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 105.

[139] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s.106,107.

[140] Geniş bilgi için bak. Onat, Hasan, “Şiiliğin Doğuşu Meselesi”, s.84-87.

[141] Onat, Hasan, “Şiiliğin Doğuşu Meselesi”, s.92-94, Sofuoğlu, Cemal, “Gadir-i Hum Meselesi”, s.462-466.

[142] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s.108.

[143] Daha geniş bilgi için bak. Onat, Hasan, Emeviler Devri Şii Hareketleri, s. 43-61., Korkmaz, Tarihin Tahrifi- İbn Sebe Meselesi,s.71-72.

[144]Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s.108-109.

[145] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s.111.

[146] Onat, Emeviler Devri Şii Hareketleri, s.142.

[147] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s.110-111.

[148] Onat, Emeviler Devri Şii Hareketleri, s. 112-114, Korkmaz, Tarihin Tahrifi- İbn Sebe Meselesi, s.73-74.

[149] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 111.

[150] Taberi, Tarih, s.2942-44.

[151] Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri, s. 71.

[152] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 42-43,50-59.

[153] Fığlalı, E.Ruhi, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, Selçuk Yay., Ankara 1991, s.291.

[154] Onat, Hasan, Şiiliğin Doğuşu Meselesi, s.97.

[155] Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, s.299.

[156] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s.119-130.

[157] A.g.e., s.127-136.

[158] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 87-89.

[159] A.g.e., s.60-66.

[160] Korkmaz, Tarihin Tahrifi- İbn Sebe Meselesi, s.173-174.

[161] Aynı yer.

[162] Kutlu, İslam Düşünce Ekollerinin Çıkış Sebepleri, s. 52-53.

[163] Fığlalı, “Hariciliğin Doğuşu ve Fırkalar, s. 247-248.

[164] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s.91-100.

[165] Ebu’l Hasan el-Eşari, Makalatu’lİslamiyyin, s. 88-90.

[166] Eş- Şehristani, Muhammed Abdülkerim, el-Milel ve-Nihal, Ter. Mustafa Öz, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2005, s.131-134.

[167] Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri, s.98.

[168] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s.93.

[169] A.g.e., s.96.

[170] Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri s. 98-106.

[171] Kutlu, İslam Düşünce Ekollerinin Çıkış Sebepleri, s. 70.

[172] Kutluay, Yaşar, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 109-111.

[173] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 74.

[174] Akoğlu, Muharrem, Mihne Sürecinde Mutezile, İz yayıncılık, İstanbul, 2006, s. 34.

[175] Akoğlu, Mihne Sürecinde Mutezile, s.36-37.

[176] Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri s.21.

[177] A.g.e., s.162.

[178] Kutluay, “İbadilere Ait Bazı Metinler”, A.Ü.İ.F.D., c.? Sayı.? s.141.

[179] Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri s.162.

Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s.72.

Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 112.

A.g.e., s.113.

Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 73.

[184] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 82.

[185] Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri, s.162.

[186] Kutlu, Sönmez, İslam Düşünce Ekollerinin Çıkış Sebepleri , İslam Düşünce Ekolleri Tarihi, İlitam, s.63

[187] Akoğlu, Mihne Sürecinde Mutezile, s.33.

[188] Kutlu, “İslam Düşünce Ekollerinin Çıkış Sebepleri s.64.

[189] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s.83-84.

[190] Yavuz, Yusuf Şevki, “Müşebbihe”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.22, İstanbul 2006, s.157-158.

[191] Üzüm, İlyas, “Mücessime”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.31, İstanbul 2006, s. 449-450

[192]

99 Aynı yer.

[193] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s.138.

[194] A.g.e.,s.138-141.

[195] Kutlu, “İslam Düşünce Ekollerinin Çıkış Sebepleri” s.245-246.

[196] Kutlu, “İslam Düşünce Ekollerinin Çıkış Sebepleri” s.249.

[197] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 145-146.

[198]A.g.e.,, s.146.

[199] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 146-147.

[200] A.g.e., s.148.

[201] Kutlu, “İslam Düşünce Ekollerinin Çıkış Sebepleri” s. 145.

[202] A.g.e., s.146

[203] Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri, s.20-21.

[204] A.g.e., s. 163-164.

[205] Küçük, Abdurrahman-Tümer, Günay, Dinler Tarihi, Ocak Yay., Ankara 1988, s.110.

[206] Adam, Baki, Dinler Tarihi, Anadolu Üni. Açıköğretim Fakültesi Yay., Eskişehir 1999, s.35.

[207] Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri s. 165-171.

[208] A.g.e., s.171-172.

[209] Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri s. 181.

[210] A.g.e., s.183.

[211] A.g.e., s. 185.

[212] A.g.e., s. 190-196.

[213] A.g.e., s. 212.

[214] A.g.e. s. 196-197.

[215] A.g.e., s.198- 199.

[216] Bak. Kutluay, “İslam ve Yahudi Mezhepleri” s.201.

[217] A.g.e., s.201-211.

[218] A.g.e., s.212.

[219] Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri s.213.

[220] A.g.e., s. 230-232, 228.

[221] A.g.e., s.234.

Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri, s. 235.

A.g.e., s. 237-247.

A.g.e., s. 148.

A.g.e, s.251.

Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri, s. 251-255.

A.g.e., s. 255.

A.g.e., s. 258-259.

Bak. Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri s. 259-261.

A.g.e., s. 271.

Aynı yer.

[232] Daha geniş bilgi için bak. Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri, s. 272-282.

[235] Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri, s.20, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.12-13.

[236] Aynı yerler.

[237] Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 82-84.

[238] Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri, s. 286.

[239] A.g.e., s.289.

[240] Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri, s. 286-288.

[241] A.g.e., s. 290-292.

[242] A.g. e., s. 293.

[243] A.g.e., s.293-294.

[244] Kutluay, Yaşar, “Mezhepler Tarihi Yönünden Said Nursi ve Nurculuk”, İslami Tetkikler Enstitüsü Dergisi, C.III, Sayı. 3-4.

[245] Kutluay, “Mezhepler Tarihi Yönünden Said Nursi ve Nurculuk

[246] Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 13.

[247] Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.110.

[248] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s.146.

[249] Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 35.

[250] A.g.e., s. 77-78.

[251] Kutluay, “İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu”, s. 46.

[252] A.g.e., s.52.

[253] Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 95-112.

[254] A.g.e., s.119-120.

[255] Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 27-28.

[256] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 147.

[257] Daha geniş bilgi için bak. Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 53-55, 73. Kutluay,

Daha geniş bilgi için bak. Kutluay, İslamiyette İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s. 80-81.

A.g.e., s. 74.

A.g.e., s. 50-52. Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 46-49.

[261] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 67.

[262] A.g.e., s. 154-157.

[263] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 157-158.

[264] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 157-158.

[265] Bak. Kutluay, M. Kamil, Siyonizm ve Türkiye, kitabının başlangıç bölümü.

[266] Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, s. 67.

[267] Kutluay, Yaşar, 1969’da Tercüman gazetesinde çıkan yazı dizisinden alınmıştır.

[268] Aynı yer.

[269] Kutluay, “Yahudi Milliyetçiliğinden Alacağımız Dersler”, Türk Yurdu Dergisi, C. 7, sayı, 1-2, Ankara, 1968, s. 343-344.

[270] Kutluay, “Türkiye’de Din Eğitimi” Devlet Mecmuası, 7 Nisan 1969, Ankara, s.8. , “Okullarda Din Eğitimi ve İmam Hatip Okulları”, 21 Nisan 1969, s.8.

[271] Bak. Kutluay, M. Kamil, Siyonizm ve Türkiye, kitabının başlangıç bölümü.

[272] Kutluay, Yaşar, “Eski Tehlikenin Yeni Yüzü”, Diyanet Dergisi, c. IV, sayı 7-8, Ankara, 1965, s. 106.

[273] A.g.m. s. 110.

[274] Kutluay, Yaşar, “Kur’an’a Göre İman Esasları Adlı Eser Hakkında”, Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi 1961, Ankara 1962, s. 251-254. (Tanıtma)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar