Print Friendly and PDF

İSLÂM RESİM SANATINDA HZ. ALİ VE HÂVERNÂME

 


Hazırlayan: Sünbül KEÇELİOĞLU

GERÇEK VE EFSANELERLE ÖRÜLÜ BİR HAYAT: HZ. ALİ’NİN YAŞAM ÖYKÜSÜ

İslâm tarihinde Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’den sonra adından en çok sözü edilen kişi olan Hz. Ali’nin hayatı yüzyıllar öncesinden başlayarak günümüze kadar geçen süre içinde pek çok kez ele alınmış, sayısız tartışma, araştırma ve incelemelere konu olmuştur. Hz. Ali’nin yaşam öyküsü söz konusu olduğunda ‘gerçek hayatı’ ve ‘efsanevî hayatı’ olarak iki farklı öyküyle ya da başka bir ifadeyle ‘iki farklı Hz. Ali’ ile karşılaşılır. Bunlardan ilkinde peygamberin akrabası, İslâm devletinin dördüncü halifesi olarak elle tutulan, gözle görülen somut bir Hz. Ali yaşam öyküsü mevcuttur. Diğerinde ise İslâm toplumlarının farklı inanç ve kültürleriyle yoğrularak gelişen ilahî bir kimliğe sahip olduğu vurgulanan, menkıbe ve efsanelerle örülü Hz. Ali yaşam öyküsü anlatılmaktadır.

‘Hz. Ali’nin Yaşam Öyküsü’ olarak adlandırılan tezin bu bölümünde halifenin gerçek yaşam öyküsü rivayetlere yer verilerek anlatılmıştır. Hz. Ali’nin İslâm tarihi içindeki yeri, önemi vurgulanarak tarihî ve dinî kimlikten efsanevî kimliğe bürünmesindeki sürece dair kimi olaylara yer verilmiştir. Yaşam öyküsünün kronolojik olarak anlatıldığı bu bölüm kendi içinde ‘Bir Dönüm Noktası: Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] [salla'llâhü aleyhi ve sellem]’in Ölümü’, ‘Ayrılıkların Başlangıcı: Hz. Osman’ın Ölümü’, ‘Gerçekten Efsaneye: Hz. Ali’nin Ölümü’ olmak üzere üç ayrı alt başlık altında sunulmuştur. Söz konusu alt başlıkların belirlenmesinde Hz. Ali’nin hayatını şekillendiren ve günümüze kadar ulaşan kimliğinin oluşmasında etkili olan önemli olaylar dikkate alınmıştır. Bu olayların en başında gelen Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in ölümü, Hz. Ali’nin yaşamında önemli bir dönüşüme neden olur. İslâm dinini kabul ettiği andan itibaren Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in yanından ayrılmamış ve her alanda aktif görevler almışken Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in ölümüyle birlikte sırasıyla Hz. Ebu Bekir (hal. 632- 634), Hz. Ömer (hal. 634- 644) ve Hz. Osman’ın (hal. 644- 656) halifelik dönemlerinde devlet işleri ve askerî alanda görev almadığı görülür. Bu nedenle Hz. Ali’nin Peygamberle birlikte geçirdiği dönem ile Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in ölümünden sonraki üç halife dönemi ayrı ayrı ele alınmıştır. Hz. Ali’nin doğumundan başlayarak çocukluğu, Müslüman oluşu, İslâm dinine hizmetleri ‘Bir Dönüm Noktası: Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Ölümü’ alt başlığında aktarılan belli başlı konulardır.

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in ölümünden sonra Hz. Ebu Bekir (ölm. 634), Hz. Ömer (ölm. 644) ve Hz. Osman’ın (ölm. 656) İslâm Devleti’nin halifesi olarak seçilmesi, Hz. Ali’nin bu dönemdeki tutumu, 656 yılında halife olarak seçilmesinden sonra gelişen olaylar ve Hz. Ali’nin 661 yılındaki ölümü ‘Ayrılıkların Başlangıcı: Hz. Osman’ın Ölümü’ adını taşıyan bölümde anlatılmıştır.

Hz. Ali’nin dinî ve tarihî kişiliği, zaman içinde değişip gelişerek insanüstü niteliklerle donatılmış ‘ilâhî’ ve ‘ulu’ bir kimliğe dönüşmüştür. Hz. Ali’nin kimliğindeki bu değişim ‘Gerçekten Efsaneye: Hz. Ali’nin Ölümü’ başlığının ana konusunu oluşturmuştur. Hz. Ali’nin hayatının ‘gerçek’ten ‘efsane’ye doğru gelişen seyrinin Hz. Ali hayattayken başladığı ölümüyle birlikte artarak devam ettiği görülür. Bu sürece dair kimi araştırmacıların görüş ve önerileri dile getirilerek Hz. Ali’nin yaşam öyküsünde ‘kimlik değişimi’ne işaret eden olaylar anlatılmıştır.

Hz. Ali’nin hayatının anlatıldığı bölümde amaç, yaşam öyküsünün bütün ayrıntılarını veya tarihî, dinî kimlikten ulu ve menkıbelerle örülü bir kimliğe bürünmesindeki bütün tartışma ve görüşleri değerlendirmek, konuyla ilgili yeni tezler ileri sürmek değildir. Tezin genel kapsamı doğrultusunda Hz. Ali’nin hayatı günümüze kadar ulaşan farklı sıfat ve imgeleriyle birlikte İslâm tarihi bağlamında ele alınarak değerlendirilmiştir. Hz. Ali’nin yaşam öyküsündeki pek çok anın resimli el yazmalarda görselleştirildiği görülür. Bu nedenle resimli el yazmalarda ifadesini bulan anların ayrıntılarının yaşam öyküsü bölümü yerine ‘Resimli El Yazmalarda Hz. Ali’ bölümünde anlatılması tercih edilmiştir.

Hz. Ali’nin biyografisi İslâm tarihinin erken dönem kaynakları olarak adlandırılan pek çok kitapta yer almaktadır. Tezde Hz. Ali’nin hayatıyla ilgili rivayetler İbni Kuteybe[2] (ölm. 889), Taberî[3] (ölm. 923), İbn El- Esîr[4] (ölm. 1233), İbni Kesîr[5] (ölm. 1373) gibi önemli İslâm tarihçilerinin kitaplarından yararlanılarak derlenmiştir.[6] Bu kaynaklarda Hz. Ali’nin hayatının benzer rivayetlerle anlatılmış olduğu görülür. Zaman zaman bu rivayetler tek bir tarihçinin anlatımıyla aktarılmış ve diğer tarihçilerin benzer rivayetten söz ettiği bölümler dipnotlarda belirtilmiştir.

Hz. Ali’nin kimliğindeki değişimin seyrini izleyebilmek amacıyla yapılan tartışmalar günümüz araştırmacılarının görüş ve önerileri doğrultusunda ele alınmıştır. Görüş ve öneriler Hz. Ali’nin kimliğindeki değişime işaret eden olayların Hz. Ali yaşarken belirmeye başladığını gösterir. Hz. Ali’nin ölümünden sonra İslâm tarihindeki ilk Şiî hareketler olarak tanımlanan baş kaldırılar ‘ilâhî’ kimliğinin şekillenmesinde başlıca rolü oynayan faktörler olarak algılanabilmektedir. Hz. Ali’nin ‘ilâhî’ kimliğinin oluşmaya başlamasında İslâm tarihi ve dini bağlamında önemli yere sahip olan bazı olaylar öne çıkmaktadır. Günümüz araştırmacılarının dikkat çektiği olaylar sözü edilen İslâm tarihçilerinin anlatımlarından aktarılmıştır.

Hz. Ali’nin ölümünden sonra gelişen Şiî hareketler halifenin kimliğindeki değişim kadar İslâm mezheplerinin oluşumu açısından da önemlidir. Hz. Ali’nin daha sonra kimliğinin ayrılmaz parçaları olan ilâhî niteliklerinin temellerinin ilk Şiî ayaklanmalar sırasında ortaya atıldığı görülür. İslâm tarihi ile ilgili kaynaklar ayaklanmaları genellikle siyasî açıdan ele almışlardır. Oysa ayaklanmaların dinî yönü Hz. Ali ile yakından ilgilidir. Hz. Ali’nin önemli bir simge olarak öne çıkarıldığı Şiî ayaklanmaların dinî nitelikleri ve Hz. Ali’ye atfettikleri sıfatlar mezhep tarihçilerinin İslâm mezheplerinin oluşumunu, mezheplerin inanç ve düşüncelerini ele aldıkları eserlerden faydalanılarak tartışılmıştır. Şiî âlim Nevbahtî[7] (ölm. 912) ve Kummî[8] (ölm. 991) ile Sünnî âlim İbni Kuteybe[9] (ölm. 889) ve Bağdâdî’nin[10] (ölm. 1037) eserlerinde vermiş olduğu bilgilerden yola çıkarak Hz. Ali’ye mezheplerin atfettikleri sıfatlar irdelenmiştir.

Bu bölümde mezheplerin oluşumu bütün yönleriyle değil, tezin ana sorunu olan resim sanatında Hz. Ali imgesinin oluşumunu-dönüşümünü izleyebilmek amacıyla Hz. Ali’nin kimliğinin ilâhî nitelikler kazanması bağlamını aydınlatacak yanlarıyla ele alınmıştır. Bu nedenle Şiî Gulat fırkalar olarak adlandırılan ayaklanmalar içinde daha sonraki etkisi ve söylemi açısından öne çıkanlar hakkında bilgi verilmeye çalışılmıştır. Fırkaların sadece Hz. Ali’ye dair söylem geliştirmediklerini belirtmek gerekir. Fakat tezin amacına yönelik katkı sağlamaması nedeniyle bu konuda ayrıntılı açıklamalar getirilmemiştir. Gulat fırkaların Hz. Ali’ye atfettikleri sıfatların niteliği üzerinde durulmuştur. Şiî mezhebinin oluşum döneminden sonra etkisi bakımından en önemli Şiî mezhep olan İmamiye’nin Gulat fırkalara ait fikirleri belli bir düşünce sistemine dönüştürdüklerine yer verilerek Hz. Ali’nin efsanevî kimliğe dönüşüm süreci tarihsel olarak IX. yüzyıla kadar verilmeye çalışılmıştır. IX. yüzyıl Hz. Ali’nin kimlik değişiminin tamamlanma süreci olmamakla birlikte belli bir perspektif çizebilmek için yeterli görülmüştür.

II. 1. BİR DÖNÜM NOKTASI: HZ. MUHAMMED [SALLA’LLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM]’İN ÖLÜMÜ

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in amcası Ebû Talib ve Fatma’nın oğlu olarak Mekke’de 598 yılında doğan Hz. Ali’nin künyesi Alî bin Ebî Tâlib b. Abdulmuttallib b. Haşim b. Abdi Menaf’dır (Taberî/Yar- Shater 1987: VIII, 127; İbn El- Esîr/Tulum: 1985: III, 404; İbni Kuteybe/Ege t. y.: 139; İbni Kesîr/Keskin 1994: )

Taberî’de yer alan rivayete göre Fatma Kâbe’yi tavaf ettiği sırada Hz. Ali dünyaya gelir. Hz. Ali’nin doğduğunu duyunca Peygamber yanına gelir, göbeğini kesip, sünnet eder, dilini onun ağzına vererek nimetlerle doldurur. Fatma oğluna kendi babasının adı olan ve arslan anlamına gelen ‘Esed’ bir rivayete göre ise aynı anlamı taşıyan “Haydar” adını vermiştir. Fakat Peygamber ona Ali adını verir (Taberî/Yar- Shater 1987: VI, 17).

Hz. Ali beş yaşına geldiğinde Mekke’de çok şiddetli bir kuraklık ve buna bağlı olarak da kıtlık görülür. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] bunun üzerine geçim sıkıntısı çeken amcasına yardımcı olmak için beş yaşında olan Hz. Ali’ yi yanına alır ve on veya on bir yaşlarında iken ona İslâm dinini anlatır. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] peygamberliğini ailesine açıklamak için düzenlediği yemek sırasında “İçinizden kim bana yardımcı olursa kardeşim, vasim, halifem o olacak.” dediğinde Hz. Ali dışında hiç kimse bu davete olumlu yanıt vermez. Bunun üzerine Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], Hz. Ali’yi yanına çağırarak “Bundan sonra kardeşim, vasim, halifem sensin.” der. Böylece Hz. Ali hiç puta tapmadan çocuk yaşında İslâmiyeti kabul eder ve peygamberle birlikte ilk namazı kılar (Taberî/Yar- Shater 1987: VII 82; İbn El- Esîr/Tulum: 1985: III, 58; İbni Kesîr/ Keskin 1994: III, 39 )

Küçük yaşlardan itibaren peygamberin terbiyesi altında yetişen Hz. Ali onun sözünden çıkmamış ve hayatını onun uğruna tehlikeye atmaktan kaçınmamıştır. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Mekke’den Medine’ye hicreti sırasında Hz. Ali düşmanları oyalamak ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in kendisine verdiği emanetleri sahiplerine vermek için Mekke’de kalır (Taberî/Yar- Shater 1987:VII, 10; İbn El- Esîr/Tulum 1985: II, 104).

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Mekke’den ayrılmasından sonra Hz. Ali, kendi annesi Fatma ve peygamberin kızı Hz. Fatma ile birlikte Medine’ye gider. Burada Mekke’den göçenler ile Medineli Müslümanlar arasında dostluk ve dayanışmayı sağlamak amacıyla kan akıtılarak yapılan kardeşlik anlaşmasında Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Hz. Ali’yi kendisine kardeş seçer (Taberî/Yar-Shater 1987: VII, 15; İbn El- Esîr/ Tulum 1985: II, 104; İbni Kesîr/Keskin 1994: III, 269).

Hz. Ali, 623 yılında Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in kızı Hz. Fatma ile evlenir. Hz. Ali ile Hz. Fatma’nın sekiz yıl süren evliliklerinden Hasan, Hüseyin, Zeynep ve Ümmü Gülsüm adında çocukları olur. Peygamberin soyu Hz. Ali ve Hz. Fatma’nın evliliklerinden doğan çocuklarla devam eder. Hz. Fatma’nın ölümüne kadar başka kimseyle evlenmeyen Hz. Ali daha sonra pek çok evlilik yapar ( Taberî/Yar-Shater 1987: VIII, 18; İbn El- Esîr/Tulum1985: II, 104; İbni Kesîr/Keskin 1994: III, 145).

Hz. Ali, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’ in yaptığı Bedir (624), Uhud (625), Hendek (627), Hayber (629) ve Huneyn (631) savaşlarına katılır. Teke tek yapılan mücadelelerde gönüllü olarak yer alan Hz. Ali savaşlardan zaferle ayrılır. Kimi zaman sancaktar kimi zaman da komutan olduğu savaşlardan büyük cesaret göstererek bir kahraman olarak çıkan Hz. Ali, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in son savaşı olan Tebük Savaşı’na (631) peygamberin isteğiyle Medine’de halife olarak kaldığı için katılmamıştır. Hz. Ali, sadece savaşlarda değil barış zamanlarında da peygamberin en yakınındaki kişi olmuştur. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e kâtiplik ve vahiy kâtipliği yapmış, Hudeybiye Antlaşması’nı (628) yazmıştır. Hz. Ali, Beraat Suresi’nin (IX. Sure) ayetlerini peygamberin kendisini görevlendirmesi üzerine Mekke’ye giderek Müslümanlara okumuştur (Taberî/Yar- Shater 1987: VII, 54, 113, 119; İbn El- Esîr/Tulum1985: II, 115, 142, 167 ).

Cennetle müjdelenen on kişiden birincisi olarak gösterilen Hz. Ali’yi İbn El- Esîr, kısaya yakın orta boylu, iri gözlü, hafif göbekli, saçları dökük, sakalı gür, göğsü kıllı, sürekli gülümseyen güler yüzlü bir kişi olarak tanımlar (İbn Esîr/Tulum 1985: 404)

II. 2. AYRILIKLARIN BAŞLANGICI: HZ. OSMAN’IN ÖLÜMÜ

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in 632 yılında ölümüyle birlikte Hz. Ali’nin hayatında da değişiklikler olur. Yukarıda sözü edildiği gibi Hz. Ali, peygamber hayattayken her durumda İslâm dinine ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e hizmet etmiş, gerek savaşlarda gerek barış görüşmelerinde aktif olarak yerini almış, kendisine peygamber tarafından verilen görevleri başarıyla yerine getirmiştir. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in ölümünden hemen sonra bir grup Müslüman kendi aralarında toplanarak Hz. Ebu Bekir’i (ölm. 634) halife seçer. Hz. Ali halifeliğin kendi hakkı olduğunu söyleyerek Hz. Ebu Bekir’e bağlılık yemini etmez. Ancak eşi Hz. Fatma’nın ölümünden sonra Hz. Ebu Bekir’e bağlılığını bildirir. Hz. Ebu Bekir, ölmeden önce yerine Hz. Ömer’i (ölm. 644) halife tayin eder. Daha sonra Hz. Osman (ölm. 656) Hz. Ömer’in halifelik görevini bıraktığı, içinde Hz. Ali’nin de bulunduğu altı kişiden oluşan bir grup tarafından halife seçilir. Hz. Ali, ilk üç halife döneminde yapılan savaşların hiç birine katılmamış, kendisine önerilen görevlerden yalnızca Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer savaşa giderken onların yerine vekil olmayı kabul etmiştir. Adeta bir inziva dönemi olarak adlandırılabilecek bu süre içinde dinî konularda kendisine danışanlara yol gösterdiği ve bu konuda kendisine soru sorulmasını teşvik ettiği, bilgilerini herkesle paylaşmayı istediği belirtilir. İslâm dini ile ilgili bilgilerinden dolayı Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’a danışmanlık yaptığı söylenir (Taberî/Yar- Shater 1987: X, 75; İbn El- Esîr/Tulum1985: II, 289).

Hz. Osman zamanında çeşitli karışıklıklar çıktığında bu olayların içinde yer almamış, fakat Hz. Osman’a giderek onu bazı konularda uyarmış ve halkın şikâyetlerini dile getirmiştir. Hz. Ali, Hz. Osman’a karşı başlayan isyan sırasında oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i halifenin evinin önünde nöbete göndererek yardımcı olmuştur. 656 yılında çıkan isyanda Hz. Osman öldürülür. Yeni halife seçimi sırasında Hz. Ali’ye halifelik teklif edilir. Başlangıçta kabul etmediği bu görevi ısrarlar sonucu kabul eder (Taberî/Yar- Shater 1987: XV, 250, İbn El- Esîr/ Tulum 1986: III, 84, 195).

Hz. Ali halifeliği döneminde kendisinin hilafetini kabul etmeyen çeşitli gruplarla savaşmıştır. Hz. Ali’nin halife olması için ısrar eden, ona bağlılık yemini eden ilk kişiler arasında yer alan Talha (ölm. 656) ve Zübeyr (ölm. 657) daha sonra bu yeminlerinden dönerler. Hz. Osman’ın katillerinin bulunması ve cezalandırılması isteğiyle Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in eşi Hz. Ayşe ile birlikte Hz. Ali’nin karşısında yer alarak onunla savaşırlar. Cemel Savaşı (656) olarak bilinen bu savaşta Hz. Ali üstün gelir. Talha ve Zübeyr başta olmak üzere pek çok kişi ölür (İbn El- Esîr/Tulum 1986: III, 398).

Cemel Savaşı’ndan sonra Hz. Ali halifeliğini tanımayan Şam valisi Muâviye[11] ile savaşır. İki ordunun üç ay boyunca yaptıkları Sıffın Savaşı (657) Muaviye ordusunun ‘Hakem Olayı’ olarak bilinen Kur’an- ı Kerim yapraklarını mızraklarının ucuna takmalarıyla sona erer. Hz. Ali ve Muaviye kendilerine bir hakem tayin ederler. Muaviye’nin hakemi Amr b. el-As (ölm. 687) Hz. Ali’nin hakemi Ebu Musa el-Eşari (ölm. 666) hem Muaviye’yi hem de Hz. Ali’yi görevden alarak Müslümanların ileri gelenlerinden oluşan bir meclis oluşturmaya ve ikisi dışında bir halife seçmeye karar verirler. Amr b. el-As, Ebu Musa el- Eşari’ye kararı açıklamasını söyler. Ebu Musa verdikleri kararı bildirerek Muaviye’yi ve Hz. Ali’yi görevden aldığını söyler. Bunun üzerine Amr b. el-As, “Söylenenleri duydunuz. Ebu Musa kendi emirini görevden aldı. Ben de bunu kabul ediyor ve Muaviye’yi emir ilan ediyorum.” diyerek hile ile hakem olayını sonlandırmıştır. Hz. Ali’nin ordusundan bir grup hakem olayını kabul ettiği için Hz. Ali’den ayrılır. Hâricîler olarak adlandırılan bu grubun tamamına yakın bir bölümü Hz. Ali’ye karşı yaptıkları Nehrevan Savaşı’nda (658) ölür. Hâricîler, İslâm dünyasının yaşadığı tüm bu olayların sorumlusu olarak gördükleri Hz. Ali, Muaviye ve Amr b. El- As’ı öldürmeye karar verirler. Muaviye ve Amr b. el- As kendilerine yapılan saldırıdan yaralı olarak kurtulur. Hz. Ali ise Abdurrahman bin Mülcem el- Muradî tarafından Kûfe’de 661 yılında sabah namazında öldürülür. Hz. Ali’nin mezarı Kûfe’deki (bugünkü adı Necef) mescite gömülmüştür (Taberî/Yar- Shater 1987: XVII, 271; İbn El- Esîr/Tulum 1986: III, 400).

II. 3. GERÇEKTEN EFSANEYE: HZ. ALİ’NİN ÖLÜMÜ

Hz. Ali, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in amcasının oğlu, damadı, İslâm dininin yayılması için yapılan savaşların komutanı, İslâm devletinin dördüncü halifesiyken zaman içinde insanüstü özellikler atfedilen, yenilmez bir savaşçı ve Peygamberle eşit derecede olduğuna inanılan, Tanrısal vasıflarla donatılmış ‘ilâhî’, ‘mitolojik’ ya da ‘efsanevî’ bir kimlik olarak İslâm tarihindeki müstesna yerini almıştır.

Hz. Ali’nin kimliğindeki değişim belli tarihte gerçekleşen herhangi bir olayın sonucu olarak kesin tanımlamalarla ifade edilemeyecek kadar karmaşık bir sürece ve olaylar dizisine işaret eder. İslâm toplumunun yıllar içinde geçirdiği dinî, politik, toplumsal, psikolojik değişim ve gelişmelerin yanı sıra İslâm dininin Arabistan toprakları dışına yayılarak farklı kültür ve inançlarla karşılaşması Hz. Ali’nin kimliğindeki değişime çeşitli katkılar sağlayarak yön vermiştir.

Hz. Ali’nin İslâm dininin önemli bir kişisi konumundan bir efsaneye, ulu bir karaktere ne zaman, nerede ve nasıl dönüştüğü ile ilgili olarak araştırmacılar çeşitli öneriler sunmaktadırlar. Aşağıda görüşlerine yer verilen araştırmacılar Hz. Ali’nin yaşam öyküsünden yola çıkarak İslâm devletinin siyasî ve toplumsal yapısının gelişimi ve değişimini de göz önüne alarak Hz. Ali’nin ‘ulu’lanma serüvenine dair tespitlerde bulunurlar.

Hz. Ali’nin kimliğindeki değişimin ipuçları izlenirken aynı zamanda İslâm toplumunun geçirdiği aşamalar da adım adım takip edilebilir. Hz. Ali elle tutulan gözle görülen somut bir kişiden ‘ulu’ kimliğe doğru dönüşürken İslâm toplumu da onun adı ve adına iddia ettiği taleplerle değişimlere, ayrışmalara uğrar.

Hz. Ali’nin kimliğinin geçirdiği bu karmaşık evrimin siyasî, toplumsal ve dinî yönlerinin bütün ayrıntılarıyla saptanabilme ihtimali zordur. Fakat en genel ifadeyle Hz. Ali hayattayken başlayan ve yıllar içerisinde çeşitli etkilerle dönüşüp, değişerek biçimlenen bir süreçten söz etmek mümkündür.

Madelung, günümüzde özellikle Şiîler tarafından kullanılan ‘din-Ali’ deyiminden hareket ederek deyimin Hz. Ali’nin ululanması ile ilgili birtakım ipuçları sunabileceğini başta Taberî’nin tarih kitabı olmak üzere çeşitli deliller göstererek öne sürer (Madelung 1997: 309). Madelung’un tartıştığı “din-Ali” deyimi Taberî’de (ölm. 923) Cemel Savaşı (656) ile ilgili olarak aktarılan bölümde geçer.

Taberî’nin aktardığı rivayete göre Cemel Savaşı’nda Hz. Ali’nin hilafetini kabul etmeyen grubun yanında savaşan şair Amr b.Yesribî, Hz. Ali’nin arkadaşlarından üç kişiyi öldürür. Şair Yesribî öldürdüğü kişilerin ‘Ali’nin dininin taraftarları’ olduğunu ifade eden bir şiir söyler arkasından esir alınır. Savaşın sonunda esir alınan kişiler serbest kalırken Yesribî öldürülür (Taberî/Yar- Shater 1987: XVII: 187).

Taberî, Yesribî’nin öldürülme nedenleri ile ilgili herhangi bir açıklama yapmaz. Fakat Madelung, çeşitli delillerle şairin öldürülme nedeni olarak şiirinde ‘din-Ali’ deyimini kullanmasını gösterir. Bu kavramın Hz. Ali yaşarken kullanılmış olma ihtimali göz önünde bulundurulduğunda kimliğindeki değişimin daha da geriye götürülebilme ihtimali belirir. Bu noktadan hareketle Madelung, Hz. Ali’nin kimliğindeki değişimin Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in ölümünden (ölm. 632) hemen sonra başlamış olabileceğini öne sürer (Madelung 1997: 310).

‘Din-Ali’ deyiminin kullanılmaya başlandığı andan itibaren hangi anlamları içermiş olabileceği önemli bir noktadır. Hz. Ali’nin kimliğindeki değişimle ilgili olarak Amir- Moezzi, Madelung’un önerilerine katılır ve deyimin hem dinî hem de din-dışı anlamlar taşımış olabileceğini söyler (Amir- Moezzi 2005: 30).

‘Din- Ali’ Taberî’nin anlatımından hareketle Hz. Ali hayattayken kullanılan bir deyimdir. Üstelik şair Yesribî’nin de öldürülme nedeni olarak görülebilir. Madelung, savaş sırasında Hz. Ali’nin esirleri affetmiş olduğuna dikkat çeker ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in dininden başka bir dini çağrıştırdığı ifadesi nedeniyle şairin affedilmeyerek öldürülmüş olabileceğini söyler. Hz. Ali ve taraftarlarının savaşı Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in dini üzerine yapılmaktadır. Hz. Ali’ye muhalif olan bir kişi tarafından söylenmiş olmakla birlikte ‘din-Ali’ deyiminin taraftarlarınca da kullanılmış olma ihtimali vardır. Hz. Ali taraftarları deyimi peygamberin vasisi, meşru halifesi olduğu iddiasını içeren anlamlarda kullanılmış olmalıdır (Madelung 1997: 309)[12]

Taberî’nin aktarımı bize Hz. Ali’nin adı etrafında daha yaşarken ‘ulu’ ve ‘kutsal’ bir kimliğin küçük bir azınlık tarafından da olsa oluşturulmuş olduğunu gösterir. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in ölümünün hemen arkasından peygamber ailesi Ehl- i Beyt’in en önemli üyesi olması sıfatıyla ve peygamberin dinsel bilgisinin mirasçısı olması inancıyla Hz. Ali’yi halifeliğe en uygun kişi olarak gören -daha sonra Şiî olarak adlandırılacak- bir grubun var olduğu düşünülebilir. Başlangıçta Hz. Ali’nin yandaşlarının halifelik iddialarının temelinde peygamberin özelliklerinin Hz. Ali’ye akrabalık yoluyla kalıtsal olarak geçtiği düşüncesi yatar. İslâm öncesi Arabistan topraklarında var olan bu inanç İslâm diniyle birlikte aynı topraklarda devam etmiş ve Hz. Ali’nin peygamberin akrabası olması sıfatıyla halifelik iddiasının temelini oluşturmuştur (Madelung 1997: 310; Amir- Moezzi 2005: 42; Daftary/Özkaya 2001: 71).

Peygamberin ölümünden sonra Hz. Ebû Bekir’in ve Hz. Ömer’in halifelikleri süresince Hz. Ali’nin yanında yer alan kişiler uzun bir bekleyiş sürecine girer. Bu dönem aynı zamanda Hz. Ali’nin siyasî ve askerî olarak hiçbir faaliyette bulunmadığı ve sessizliğe büründüğü bir dönemdir. Hz. Osman’ın halifeliği döneminde bu durum değişmeye başlar. Hz. Osman döneminde toplumun çeşitli kesimlerinde çıkan karışıklıklar Hz. Ali’nin etrafındaki azınlığa yeni grupların katılmasına neden olur. Fakat bu gruplar daha çok siyasî amaçlarla Hz. Osman’a muhalif olarak Hz. Ali’nin yanında yer alır (Daftary 2001/Özkaya: 72).

Hz. Ali’nin hilâfetinden önce peygamberin mirasçısı olarak Hz. Ali’ye farklı nitelikler atfeden ve onun yanında siyasî amaçlarla yer alan iki farklı yapının birleşmesinden meydana gelen bir örgütlenme oluşmuştur. Bu örgütlenmenin içinde Araplar ve Arap olmayan Müslümanlar bir arada yer alır.

Hz. Ali’ye Medine’de 656 yılında halife olarak bağlılık yemini edilir. Fakat halife olduktan sonra eşitlikçi bir politika izlemesi Arap kabileleri arasında huzursuzluğa yol açar. Otoritesi İslâm topraklarına yayılmadan kendisine karşı çeşitli ayaklanmalar olmasına rağmen Kûfe’de Hz. Ali’nin yanında özel bağlarla yer alan kişiler de halifenin etrafında birleşirler (Daftary/Özkaya 2001: 74).

Hz. Ali halife seçildikten sonra Şiî hareketin dinsel boyutunda önemli bir aşama katedilir. Muaviye ile Hz. Ali arasındaki mücadele Arapları göçebe yaşamdan yerleşik hayata geçmelerinin de yarattığı psikolojik etkilerle kendilerine bir kurtuluş yolu aramaya iter. Şiî hareketin Hz. Ali’ye peygamberin akrabası olmasından kaynaklı kutsal anlamlar yüklemeleri bu insanların hareketin içine daha kolay dâhil olmalarını sağlar. Mevalî olarak adlandırılan Arap olmayan Müslümanların da insanüstü niteliklerle donatılmış hükümdar imgesine olan aşinalıkları Hz. Ali’nin halifelik iddiasında onun yanında yer almasını sağlar. Aynı zamanda Mevalîler Şiî hareketin ilâhî anlamlar yüklenmesine de aracılık etmiş olurlar (Wellhausen/Işıltan 1996: 147- 148; Daftary 2001/Özkaya: 76).

Hz. Ali’nin halifelik yıllarında Hz. Osman döneminde olduğu gibi yanında yer alan grupların tamamını Hz. Ali’ye özel nitelikler atfeden ve ona inanç derecesinde bağlı olan gruplar olarak nitelemek mümkün değildir. Sosyal ve ekonomik anlamda Araplarla eşit haklardan yararlanmak, Muaviye’nin uygulamalarına karşı gelmek olarak nitelenebilecek muhalefet hareketinin Hz. Ali’nin yanında yer alarak kendini ifade ettiği söylenebilir. Bu dönemde Hz. Ali Muaviye iktidarına karşı ya da başka bir deyişle Suriye’ye karşı Irak ve Kûfe muhalefetinin bir simgesi olmuştur. Hz. Ali’nin halifeliği döneminde dinî ve siyasî kimliği farklı grupların birlikteliğinin devam ettiği görülür (Wellhausen/Işıltan 1996: 90; Daftary/Özkaya 2000: 78).

Hz. Ali’nin 661 yılında öldürülmesi başlangıçta Hz. Ali’nin yanında sosyal ve ekonomik beklentilerle yer alan grupların dağılma sürecini başlatırken kendisine inançla bağlı olan Şiîler bağlılıklarını sürdürmeye devam etmiştir. Bu bağlılık Şiî hareketin Hz. Ali öldükten sonra devam etmesini sağlamıştır (Daftary/Özkaya 2001: 76).

Hz. Ali’nin öldürülmesinden sonra halife olarak İslâm devletinin başına geçen ve arkasından Emevi Devleti’ni (661- 750) kuran Muaviye’nin (hal. 661- 680) ve yerine geçen oğlu Yezid’in (hal. 680- 683) baskıcı politikaları, 680 yılında Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin’in ve ailesinden çok sayıda kişinin Kerbelâ’da ölümü Şiîliğin dinsel boyutunu adeta taçlandırmıştır (Kohlberg 1991:146; Madelung 1997: 310; Amir- Moezzi 2005: 52; Daftary/Özkaya 2001: 79).

Taberî, Hz. Ali’nin ölümünden sonra ailesi ve taraftarlarının çeşitli baskılara maruz kaldığı ile ilgili çok sayıda rivayet anlatır. Hz. Ali’nin ölümünün ardından taraftarları oğlu Hz. Hasan’a (ölm. 669) bağlılık yemini eder. Hz. Hasan Muaviye ile anlaşarak hilafetten vazgeçer. Muaviye Kûfe valisi olarak tayin ettiği Mugire b. Şu’be’ye (ölm. 670) Hz. Ali ve adamlarına küfretmeyi, onları kötülemeyi Hz. Osman ve taraftarlarını da övmeyi ihmal etmemesi konusunda uyarılarda bulunur. Vali bu uyarıları dikkate alarak kendisinden istenilenleri yerine getirir. Bunun yanı sıra Muaviye’nin yaptığı toplantılarda Hz. Ali hakkında etrafında bulunan kişileri lânet okumaları için teşvik ettiği hatta onları ödüllendirdiği, karşı çıkanları ise öldürerek cezalandırdığı rivayetleri Taberî tarafından anlatılmıştır (Taberî/Yar-Shater 1987: XVIII, 121).[13]

Emevî Devleti’nin hanedanı Yezid’in 683 yılında ölümü Hz. Ali’nin ve ailesinin intikamı adına başlatılan Şiî ayaklanmaları beraberinde getirir. Bu dönem, Şiîliğin ortaya çıkışı ve daha sonraki mezhepsel oluşumların başlangıcını teşkil eder. Özellikle Hz. Ali’nin hilafetinin başkenti Kûfe merkez olmak üzere baş gösteren ayaklanmalar Şiî mezhebinin oluşumu açısından önemli sonuçlar doğurur. Hz. Ali halife olduğu zaman kendisine özel bağlarla bağlı olan kişilerin sayıca az olması dikkati çeker. Hz. Ali’nin öldürülmesi ve Kerbelâ olayı Şiî harekete toplumsal bir açılım kazandırır. Hz. Ali hayattayken onun halifelik iddiasına destek veren Mevalî olarak adlandırılan Arap olmayan Müslümanların bütünüyle hareketin içinde yer almış olması toplumsal açılımın en başta gelen nedenidir.

Şiî ayaklanmalara Mevalî’nin destek vermesinin arkasında sosyo- ekonomik nedenler ve eski inançları ile Şiî söylemler arasındaki benzerlik yatar. İslâm dini Hz. Ebû Bekir zamanında (hal. 632-634) Arap yarımadası dışına yayılmaya başlar. Hz. Ömer zamanında (hal. 634-644) İran, Irak, Suriye’nin tamamına İslâm Devleti hakim olur. Fetihler Hz. Osman zamanında da (hal. 644-656) devam eder ve İslâm dini geniş bir coğrafyaya yayılır. Farklı din ve kültür çevresine mensup insanların İslâm egemenliğine girmesi ya da yeni toprakların ve dinsel unsurların İslâm coğrafyasının birer parçası olması inanç ve sosyal alanlarda etkileşimleri beraberinde getirir. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] zamanında İslâm dini daha çok Araplar arasında yayılmışken fetihlerle birlikte yavaş yavaş bu durumun değişmeye başladığı görülür. İslâm devletinin ilk dönemlerinde Arap ve Arap olmayan Müslümanlar arasında sosyo-ekonomik açıdan farklılık olmamakla beraber bu durum zamanla Arap Müslümanlar lehine değişime uğrar. Emevî iktidarı döneminde Arap Müslümanlara göre Mevalî ikinci sınıf muamale görür. Savaş ganimetlerinden Araplarla eşit olarak yararlanamaz. Emevî Devleti’nin koruması altında olan başka dinlere mensup topluluklardan alınan vergi Mevalî’den de talep edilir. Mevalî ise Müslüman olduğu için vergiyi ödemeye karşı çıkar. Fakat karşı çıkanlar şehir dışına sürülür. Arap olmayan Müslümanlara karşı iktidarın olumsuz tavrı

Mevalî’yi çeşitli arayışlar içine iter. Tüm bu gelişmelerin ardından belli başlı haklardan mahrum kalan ve daha çok İran kökenli Mevalî Kûfe’de Hz. Ali adıyla baş gösteren Şiî hareketine katılır (Aydınlı 2003: 8; Daftary/Özkaya 2001: 85).

Sosyo-ekonomik nedenlerin yanı sıra hükümdarların ilâhî vasıflara sahip olduğu ve hükümdarlığın kalıtsal olarak devredilmesi bilgisi İslâm öncesi inançlarında var olan Mevalî’nin Şiî harekete katılmasında etkili olmuştur. Mevalî bir yandan Şiî ilâhî söylemde kendi ifadesini bulurken bir yandan da ilâhî söyleme kendi inançlarından eklemeler yapmıştır (Wellhausen/Işıltan 1996: 148; Daftary/Özkaya 2001: 85).

Mevalî’nin eski inançlarındaki Yahudî- Hıristiyan geleneğini, Zerdüşt, Mani ve Mazdek inancındaki kimi unsurları ve mitolojik ögeleri Hz. Ali’nin kimliğine çeşitli dönüşümlerle aktarmaları halifenin tanrısal ve efsanevî niteliklerle donatılmasına katkılar sağlamış olmalıdır (Wellhausen/Işıltan 1996: 146; Daftary/Özkaya 2001: 86).

İslâm tarihinin mezhep ve devrimci hareketleri olarak tanımlanan Şiî ayaklanmalarının örgütlediği grupların bir bölümü Abbasi Devleti’nin (750-1258) oluşumuna katılır. Bir bölümü ise çeşitli ayrışmalarla başka gruplara dâhil olarak etkinliklerini kaybederler. Buna rağmen Şiî düşüncenin ve Hz. Ali’nin kimliğinin değişimine kalıcı etkiler sağlar (Buckley/Atalan 2005: 158).

Emevî devrindeki Şiî grupların ortaya çıkmasındaki siyasî ve toplumsal nedenleri, inandıkları görüşleri bütünüyle aydınlatabilmek mümkün olamamaktadır. Bunun en başta gelen nedeni mezhep tarihiyle ilgili günümüze ulaşmış kaynakların yetersiz olması ve kaynakların tarafsızlığına dair şüphelerdir. İlk dönem mezhep tarihçileri arasında yer alan Sünnî mezhebin savunucuları Bağdadî (ölm. 1037) ve Şiî mezhebinin önemli âlimlerinden Nevbahtî (ölm. 912) ve Kummî (ölm. 913) Emevî iktidarına karşı Hz. Ali adına yapılan ayaklanmaları dinî söylemlerindeki aşırılıklar nedeniyle Şiî Gulat olarak adlandırmışlardır. Gulat, Allah’tan başkasının ilâhî niteliklerine, imamın insan suretinde Tanrı olduğuna inanma ya da peygamberden sonra başka birine peygamberlik atfetme olarak tanımlanır (Bağdâdî/Fığlalı 1979: 40; Kummî/Fığlalı 1978: 114; Nevbahtî/Onat 2004: 95).

Sözü geçen mezhep tarihçileri fırkaları kendi inanç ve düşünceleri doğrultusunda yorumlamışlardır. Aynı yaklaşım İslâm tarihçileri arasında da görülür. Bu nedenle Şiî gulat fırkaların düşünceleri olarak öne sürülen iddiaların gerçek olup olmadığı, daha sonradan kendilerine suçlama niteliğinde atfedilip atfedilmediği çoğunlukla netlik kazanamamaktadır (Daftary 2006: 140; Tucker/Benli 2003: 221; Buckley/Atalan 2005: 137).

Gulat hareketlerin ortaya çıktığı ilk dönemde ortak özelliği insanüstü nitelikler atfettikleri imamlara duyulan abartılmış saygı ve sevgidir. İmamlar hilafetin gerçek sahipleri olarak görülürler. İmamın insanüstü nitelikleri, uluhiyet ‘Tanrılık sıfatı’, nübüvvet ‘Peygamberlik sıfatı’, hülul ‘Tanrı’nın bir bedene girmesi’ ve tenasüh ‘ölen kişinin başka bir bedende hayat bulması’ gibi konularda İslâm dininde var olmayan yeni görüş ve düşünceler ortaya atarlar. Aşırı görüş ve inançlar Hz. Ali’ye, Şiî imamlara ve zaman zaman Şiî hareketin önderlerine uyarlanmıştır (Bağdâdî /Fığlalı 1979: 22; Kummî /Fığlalı 1978: 71; Nevbahtî /Onat 2004: 111).

Muhtar Sakafî (ölm. 686), Ebû Haşim Abdullah (ölm. 717), Beyan b. Seman (ölm. 737), Abdullah b. Muaviye (ölm. 748) ilk Şiî Gulat hareketinin liderlerinden bazılarıdır. Liderler yetkilerini ilân ettikleri imamlardan alarak ayaklanmaları örgütlerler. Bu liderler arasında Muhtar, 684 yılında Kûfe’de Emevî iktidarına karşı başlattığı ayaklanmada Mevalî’yi bütünüyle Şiî oluşuma katması ve sonraki ayaklanmalar üzerindeki etkili olması nedeniyle dikkat çeker. Muhtar hareketi de dâhil olmak üzere bu dönemdeki Şiî ayaklanmalarda sadece Hz. Ali’ye değil üyesi olduğu Haşimî ailesinden pek çok kişiye insanüstü nitelikler yüklenmiştir. Şiî harekete Mevalî’nin katılımını sağlayan ve dinî inançları ön plana çıkaran Muhtar, Kûfe’yi taraftarlarıyla birlikte belli bir süre ele geçirir. Fakat Emevî ordusu tarafından ayaklanma bastırılır ve Muhtar öldürülür. Fikirleri Muhtariye, Sebeiye, Keysâniye olarak anılan fırkalar arasında yaşamaya devam eder (Nevbahtî/Onat 2004: 110; Bağdâdî /Fığlalı 1979: 38).

Bu dönemdeki bir başka ayaklanma ise Şiî harekete dolayısıyla Hz. Ali’ye aşırı inançların atfedilmesinde önemli rol oynayan Beyan b. Seman (ölm. 737) önderliğindeki ayaklanmadır. Beyaniye fırkası olarak gelişen bu grubun mensupları Allah’ın insan suretinde olduğunu öne sürerler. Ayaklanmanın lideri Beyan, falcılık ve sihirle uğraşmanın meşru olduğunu söylemiş ve kendisi de fal ve büyü ile ilgilenmiştir (Nevbahtî /Onat 2004: 121; Bağdâdî /Fığlalı 1979: 216).

Emevî iktidarının zayıflamasında etkin rol oynayan, birbirinden bağımsız olarak hareket eden Gulat fırkalar farklı inanç ve öğretilere rağmen zaman zaman benzer fikirler etrafında buluşmuşlardır. Bu benzerliğin en önemli yönü ayaklanmaların Hz. Ali ve ailesi adına başlatılması, Hz. Ali’ye, imamlara ve liderlerine ilâhî vasıflar yüklemesidir. İlk dönem Şiî hareketlerin Hz. Ali’ye atfettikleri ilâhî niteliklerin tanrısal simgeden peygamberliğe, gizli ilimlerin bilgesinden Mehdîliğe kadar uzanan geniş anlamlarla örülü bir ululanmayı ortaya koyduğu söylenebilir.

Peygamber Müslümanlar için Tanrı’nın yeryüzündeki vekilidir. Gulat fırkaların ortaya çıkmasıyla Tanrı’nın Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’den sonra başka aracılar ve elçilerle Müslümanlara seslendiği görüşü iddia edilir. Gulat inanışa göre Peygamberlik Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ile son bulmayarak Hz. Ali ve oğullarıyla devam etmiştir. Hz. Ali’nin peygamberliği ilâhîdir. Tanrı, Hz. Ali ve kendisinden sonra gelen imamların bedeninde ortaya çıkar. Daha sonra imamlara Peygamberlik atfetmeyen Şiî mezhepler bile bu düşüncelerin etkisiyle imamları tanrısal yol gösterici olarak kabul etmişlerdir (Bağdâdî/Fığlalı 1979: 23; Nevbahtî/Onat 2004: 121).

Hz. Ali’ye atfedilen ilâhi kimlikten biri onun Mehdî olmasıdır. Daftary, daha önce Mehdî kavramının Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için saygı belirtisi olarak kullanıldığından söz eder. Fakat Muhtar Sakafî ile birlikte kavrama dinî bir içerik verilmiştir (Daftary/Özkaya 2001: 81).

Muhtar, Hz. Ali ve ailesinin intikamını almak üzere Kûfe’de Hz. Ali’nin Havle isimli eşinden olan oğlu İbn Hanefiye’yi (ölm. 700) Mehdî ilân ederek ayaklanır. Mehdî, ayaklanmada baskı altında olan ve haksızlıklara maruz kalanlara yardım edecek, yeryüzüne adaleti getirecek, olağanüstü biçimde gelecek olan kurtarıcı imam anlamında kullanılmıştır (Bağdâdî/Fığlalı 1979: 23; Nevbahtî/Onat 2004: 121). Daha sonra Şiî mezhepler İbn Hanefiye’nin yanı sıra Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i Mehdî olarak ilân etmişlerdir (Bağdâdî /Fığlalı 1979: 213).

Gulat fikirler Hz. Ali’nin ‘ilâhî bilgi’ ye sahip olduğu iddiasını ileri sürerler. Hz. Ali’nin ‘bilge’liği peygamberden kaynaklanır. İnanışa göre Hz. Ali geçmişi ve geleceği bilir. Gizli ilimlerin kaynağıdır ve bunu Şiî imamlara aktarmıştır (Bağdâdî / Fığlalı 1979: 213).

Hz. Ali’nin bilgisi, Kur’an- ı Kerim’in gerçek anlamını, sırların bilgisini, İsm- i azam’ı ‘Allah’ın en büyük ismi’ ve gayb ilmini içerir. Hz. Ali’nin İsmi azam’ı bilmesi olağanüstü güçlere sahip olduğunun bir delili olarak öne sürülmüştür. Hz. Ali gayb ilmi sayesinde Müslümanların başına gelecek felaketlerle ilgili olarak onları uyarır.

Tüm bu niteliklerin yanı sıra Beyaniye fırkası gök gürlemesinin Hz. Ali’nin sesi, şimşeğin ise onun gülümsemesi olduğunu iddia etmiştir (Bağdâdî /Fığlalı 1979: 55).

Yukarıda Hz. Ali’ye atfedilen çoğu sıfat Şiîliğin oluşum dönemi olarak görülen Emevî iktidarına karşı başlatılan ayaklanmaların dinî simgeleri olarak karşımıza çıkar. Bu düşünce ve iddialar ortaya çıktıkları andan itibaren sistemli bir öğretiye dönüşmemiştir. Hz. Ali bu dönemde sayısız ilâhî vasıfların kaynağı olarak görülür. Hz. Ali’ye atfedilen ilâhî nitelikler imamlar aracılığıyla hareketin liderlerine kadar ulaştırılmıştır. Liderler hareketlerini ve iddialarını Hz. Ali adıyla meşrulaştırmak, halkın harekete katılımını ve desteğini sağlamış olmak adına böyle bir yola başvurmuş olabilirler.

Hz. Ali ve Muaviye arasında yapılan savaşların halifelik mücadelesi veren iki gruptan birinin mağlubiyetiyle tarih sahnesinden çekilmesi ve galip olanın yoluna devam etmesi şeklinde sonuçlanmadığı aşikârdır. Verilen mücadelenin sonunda öldürülen -mağlup olan- yoluna, olduğundan farklı bir kimliğe bürünerek siyasî, dinî, toplumsal yaşamdaki değişimler ve yenileşmelerle beraber ululaşarak, efsaneleşerek devam etmiştir. Hz. Ali’nin öldürülmesi kendi yaşam öyküsündeki değişime hız kazandırırken İslâm toplumundaki ayrılıkları da beraberinde getirir. Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hasan’ın Muaviye ile anlaşarak hilafetten çekilmesi, Emevî Devleti’nin kurulması ve Hz.

Hüseyin’in Kerbela’da ölümü Hz. Ali adına başlatılan Şiî hareketin önemli dönüm noktalarını oluşturur. Emevî iktidarı döneminde farklı liderlerle örgütlenen Hz. Ali ve ailesine karşı aşırı inançlar besleyen Şiî hareket Abbasi Devleti’nin (750-1258) kurulmasıyla büyük ölçüde sona erer. Şiîlik, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in temsil ettiği iki büyük kol şeklinde örgütlenir. Şiî Gulat fırkaların yukarıda sözü edilen fikirleri Şiî mezhebin sistemli bir örgütlenme halini almaya başlamasıyla birlikte yeniden ele alınır. Şiîliğin merkezi öğretisi olarak adlandırılabilecek çalışmaların 6. imam Cafer Sadık (ölm. 766) ve etrafındaki âlimler tarafından sistemleştirilmesi Hz. Ali’nin kimliğinin Şiî inancındaki konumunu İmamiye mezhebi başta olmak üzere belirginleştirir. İmamiye yukarıda ifade edilen çoğu görüşü belli bir çerçeveye oturtarak kendi bünyesine dâhil eder. Örneğin, Hz. Ali Peygamberin vasisi olarak tanrısal emirle atanmıştır. Hz. Ali Peygamberden kendisine kalıtsal olarak geçen dinî bilginin kaynağı olarak görülür. Hz. Ali’ye Tanrı tarafından ilim verilmiştir. Hz. Ali Allah’ın yeryüzündeki kanıtıdır (Nevbahtî /Onat 2004: 51).

Yukarıda sözü edilen gelişmelerin İslâm toplumları açısından da çeşitli sonuçları olmuştur. Müslümanlar Hz. Ali’nin İslâm dinindeki konumuna bakış açısından Şiî ve Sünnî -Haricîler dâhil edildiğinde üç- olarak iki ana mezhebe ayrılır. Sünnîler için Hz. Ali, İslâm büyüklerinden biri, peygamberin damadı, İslâm dininin dördüncü halifesi olarak daima saygın bir konumda olmuştur. Oysa Şiîler için Hz. Ali’nin ifade ettiği anlam farklıdır. Şiî inancına göre İslâm dinini Müslümanlara açıklamak ve onlara yol göstermek için meşru bir otorite gereklidir. Bu otorite yalnızca Ehl-i Beyt içinden olabilir. Peygamber tarafından kendisinin mirasçısı vasisi olarak atanan Hz. Ali, peygamber ailesinin en önemli kişisi, dinî bilgisinin/ilminin sahibidir. Hz. Ali bu nitelikleriyle peygamberin halefi olmaya en uygun kişidir. Hz. Ali, Peygamber tarafından Tanrı’nın emriyle atandığı için her türlü hatadan ve günahtan korunmuş ‘imam’dır (Strothmann 1970: 502; Fığlalı 1989: 374; Watt/Kılavuz 2001: 73- 74).

Peygamberden sonra halifeliğe en uygun kişi olarak Hz. Ali’nin olduğu inancını taşıyan Şiîler, Hz. Ali’nin halifeliği konusunda ortak düşüncelere sahip olarak birlikte hareket etmelerine rağmen zaman içinde gelişen toplumsal, dinî, siyasî ortamın etkisiyle Hz. Ali’nin, Allah ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] karşısındaki konumunu kavrayış farklarına göre değişik mezheplere ayrılırlar. Özellikle ilk Şiî hareket olarak görülen Muhtar ayaklanmasından sonra IX. yüzyılla birlikte Şiîlik farklı mezhepler altında yayılır. Bu mezheplerden bir kısmı Hz. Ali’ye Tanrı’ya ve Peygamber’ e atfedilen nitelikleri atfeder. Bir kısmı ise İslâm peygamberi olarak Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’i benimser. Hz. Ali’yi de Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] kendisinden sonra yerine geçmesini istediği için Peygamberin halefi olarak kabul ederler (Sachedina 2005: 4). Örneğin, Zeydilîk, İmamîlik, Nuseyrilik, Zeydilik, Rafizilik, İsmailiye, Dürzîlik, Alevilik gibi farklı kollara ayrılan Şiî mezhepler Hz. Ali’nin Peygamberin ölümünden sonra “ilk imam”, “ilk halife” olması gerektiği konusunda aynı inancı taşımalarına rağmen Rafizilik, Dürzîlik, İsmaililik ve Nuseyrilik Hz. Ali’ye tanrısal vasıflar yükleyerek Zeydilîk ve İmamîlik gibi daha “ılımlı” olarak nitelenen mezhep gruplarından “Galiye” (Aşırılık) olarak nitelendirilerek ayrılırlar (Bağdâdî /Fığlalı 1979: 24).

XI. yüzyıldan itibaren oluşmaya başlayan tarikatlarda da Hz. Ali’ye farklı bir önem verilmiştir. Ortak ögeler barındırmakla birlikte başta düşünce sistemleri ve biçimleri olmak üzere çeşitli farklılıklara sahip tarikatlar Şiî (heterodoks) ve Sünnî (Ortodoks) tarikatlar şeklinde örgütlenirler. Bunlar arasında Kalenderiye, Hurufiye, Haydariye ve Bektaşilik gibi tarikatlar Şiî tarikatlar olarak örgütlenmişlerdir. Şiî tarikatın veya kurucusunun silsilesi Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve Hz. Ali’ye dayandırılmıştır (Eyüboğlu 1997: 281- 82; Kara 2001: 29).

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in ölümünden başlayarak İslâm tarihinin geçirdiği siyasî, dinî, tarihî, sosyal oluşumlar Hz. Ali’nin kimliğindeki değişime çeşitli katkılar yapmıştır. Tüm bunların yanı sıra değinilmesi gereken bir başka nokta Hz. Ali’nin kişisel özelliklerinin de bu süreç içinde önemli rol oynadığıdır. Yukarıdaki tartışmalarda görüldüğü gibi İslâm tarihi ile ilgili gerek erken dönemler gerekse günümüzde kaleme alının pek çok kaynak Hz. Ali’nin Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’le olan özel bağının altını çizer.

Hz. Ali’nin küçük yaşlardan başlayarak Peygamberle birlikte yaşaması ve Peygamberin amcasının oğlu olarak en yakınındaki kişi olması, İslâm dinini ilk kabul eden kişisi -ya da kişilerden- olması, Hz. Fatma ile evlenerek Peygamber soyunun devamını sağlamış olması Hz. Ali’yi diğer Müslümanlara göre ayrıcalıklı bir konuma yerleştirir (Amir- Moezzi 2005: 50).

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] İslâm dinini açıklamaya başladığı andan itibaren bir takım sıkıntılarla karşılaşır. Bu sıkıntıların giderilmesi için Hz. Ali, Peygamberin yanında yer almış ve onun yoldaşı olmuştur. İslâm dininin yayılması için yapılan savaşlarda cesaret ve kahramanlığı ile ön plâna çıkmıştır. Savaşlarda her zaman etkin görevler aldığına dair pek çok rivayet cesur bir kişiliğe sahip olduğunu düşündürür. Şüphesiz bu cesareti etrafındaki kişilerce takdir edilmiştir.

Hz. Ali’nin dinî ve tarihî kimliğinin olağanüstü güçlere sahip yenilmez mitolojik bir kahramana, ilâhî bilgi ve sırlarla donatılmış bilgeye dönüşmesinde yaşam öyküsünün son katkısı ise şehit edilerek öldürülmesi olmuştur (Ocak 2005: XIV). Tüm bu özellikler bir araya gelerek Hz. Ali İslâm Devletinin halifesi, Peygamberin damadı, Ehl-i Beyt’in üyesi gibi sıfatlarının yanı sıra zaman zaman kimi tarikat ve tasavvuf akımlarınca Peygamberle eşit derecede olduğu ileri sürülen, ilâhî vasıflara sahip, keramet sahibi bir velî olarak İslâm tarihinde başka hiç kimsenin ulaşamadığı bir konuma yerleştirilmiştir.

EFSANENİN GÖRSEL YANSIMALARI

Hz. Ali’nin efsanevî boyuta taşınması sayısız sıfat ve imgelerin adı etrafında oluşması sonucunu doğurmuştur. Bu sıfat ve imgelerin bazıları Hz. Ali’nin İslâm kültürüne eklemlenmesinin uzantısını gözler önüne sermektedir. Yukarıda da işaret edildiği gibi Hz. Ali’nin kimliği ilâhî niteliklerle harmanlanarak bir dönüşüm geçirmiştir. Bu dönüşümün önemli bir halkasını Hz. Ali’de var olduğuna inanılan ilâhî bilgi oluşturur. Bu inancın zaman içinde biçimlenmesiyle Hz. Ali âlim ve bilge olarak anılmış, kendisine atfedilen hikmetli söz ve şiirler yoluyla İslâm kültüründe önemli bir yer edinmiştir. Edebiyat ve güzel sanatların sadece konusu değil bu alanlara katkı sağlayan ve hatta yön veren şairi, hattatı, nakkaşı olarak İslâm kültür hayatına dâhil olmuştur.

Hz. Ali’nin kimliğinin İslâm tarihinde gerçekten efsaneye doğru gelişen seyri içinde kimi olaylar göz önüne alındığında tarihsel bir perspektif çizmek mümkün olurken bu seyrin sonuçları olarak değerlendirilebilecek sadece dinî değil kültürel hayata dair dönüşümlerin tarihsel bağlamını ortaya koymak pek de mümkün olamamaktadır.

Hz. Ali’nin kimliğindeki değişimin yansımalarından olan bilge, şair, hattat, nakkaş niteliklerinin İslâm toplumlarına hangi tarihten itibaren ve ne şekilde girdiğini belirleyebilmek her zaman mümkün olamayabilir. Fakat İslâm tarihi ve kültürü ile ilgili çeşitli kaynakların Hz. Ali’ye yüklediği sanatçı imgesi onun Müslüman topluml arındaki algılanışına dair ipuçları içerir. İslâm âlimleri tarafından derlenerek bir kısmı günümüze ulaşan Hz. Ali’ye atfedilen pek çok söz ve şiir Hz. Ali’nin bilgeliğinin edebiyata aktarılma biçimi hakkında bizleri aydınlatabilir. Yaşadığı süre içinde cuma veya bayram hutbeleri başta olmak üzere Müslümanlara hitaben pek çok konuşma yapan, halifeliği boyunca çeşitli hükümler veren, komutanlarına, valilerine çeşitli konularda aldığı kararları bildiren Hz. Ali’nin söz konusu faaliyetlerinin ilk olarak yakın çevresi tarafından bir araya getirildiği düşünülür. Hz. Ali’ye atfedilen sözlerin onun tarafından söylendiğine dair şüpheler dile getirilmekle birlikte yakın çevresinin yanı sıra yaşadıkları çağın önemli âlimleri de Hz. Ali’nin hutbelerini, sözlerini uzun yıllar boyunca yazıya geçirerek günümüze kadar ulaşmasını sağlamıştır. Hz. Ali’ye atfedilen kitapların yazarları ile ilgili çeşitli rivayetler mevcuttur (Gölpınarlı 1970: 6; Ceyhan 2006: 51).

Hz. Ali’nin kâtibi Ubeydullah Ebû Rafi (ölm. 660) ve arkadaşı Zeyd bin Veheb Cuhanî (ölm. 714) Hz. Ali’nin, cuma ve bayram hutbeleri ile diğer toplantılarda yaptığı konuşmaları bir araya getirerek yazan kişilerin başında yer alır. Muhtar Sekafî’nin amcası İbrahim Sekafî’nin (ölm. 896) Hz. Ali’nin mektupları ve hutbelerinden oluşan kitaba sahip olduğu rivayet edilir. İlk kez Hz. Ali’nin kısa ve hikmetli sözlerini Mie Kelime (Yüz Söz) adıyla derleyen Arap şairi Câhiz’dir (ölm. 869). Cahiz’in Arapça olarak derlediği sözler Reşîdüddîn Vatvat’ın (ölm. 1182) Farsça tercüme ve açıklamalarıyla günümüze kadar ulaşmıştır. Kudâî (ölm. 1062), Şerif Murtaza (ölm. 1044) Fencekerdî (ölm. 1119- 20) gibi daha pek çok âlim tarafından Hz. Ali’nin sözleri Arap, Fars ve Türk edebiyatında farklı isimler altında uzun yıllar boyunca derlenmiştir (Gölpınarlı 1970: 6- 19)[14].

Hz. Ali adına yakın çevresi tarafından derlenen hikmet ve öğüt içerikli sözler Şiî ve Sünnî İslâm âlimleri tarafından da zikredilmiştir. İbn Sa’d (ölm. 845), İbn Kuteybe (ölm. 889), Belazurî (ölm. 892) gibi İslâm tarihçileri eserlerinde Hz. Ali tarafından söylendiğini belirttikleri hutbe, vaaz, şiir ve vecizelere yer vermişlerdir. (Gölpınarlı 1970: 9; Ceyhan 2006: 56).

Hz. Ali’ye atfedilen söz, şiir, hutbe, öğüt ve vaazlar Nehcü’l- belâga, Kasîdetü’l- Celcelûtiyye, Kasîdetü’z- Zeynebiyye, Dîvanu Emîri’l- mü’minîn Alî bin Ebî Tâlib, Hutbe-i Mûnika (Elifsiz bir hutbe), Emsâl-i Ali, el-Cefr el- Câmi ’a gibi çeşitli isimler altında bir araya getirilmiştir. Bu eserlerde İslâm dini ve tarihi ile ilgili bilgiler, mektuplar ve vasiyetler, geleceğe dair haberler Hz. Ali’ye atfedilerek yer almıştır (Ceyhan 2006: 94).

Şerif Radî (ölm. 1015) tarafından mektuplar, vecizeler, öğütler ve vaazlardan derlenen Nehcü’l- belâga (Belâgatin Yolu) Hz. Ali’ye atfedilen en tanınmış kitaptır. İçinde Hz.

Muhammed ve Kur’an- ı Kerim hakkında bilgiler, Müslümanlara öğütler ve uyarılar olmak üzere pek çok konu yer alır. Daha sonraki yıllarda bazen aynı isimle bazen de Nehcü’l- belâga" dan bazı bölümleri konu ederek farklı isimler altında İslâm âlimleri tarafından ele alınmıştır (Eyüboğlu 1997: 95; Ceyhan 2006: 77; Gölpınarlı 1970: 6).

Hz. Ali’nin söylediği iddia edilen şiirlerin, sözlerin içerikleri Hz. Ali’nin bilgeliğinin çok yönlü yansımalarını oluşturur. Kendisine yapılan haksızlıklar, halifelik mücadelesi sırasında yaptığı savaşların gerekçeleri, ahlâkla ilgili fikirleri, Müslümanlara öğütleri, çocuklarına vasiyeti çeşitli başlıklar altında derlenen kitaplarda dile getirilmiştir.

Müslümanlara öğüt veren ve onlara doğruyu ve iyiyi telkin eden sözlerinin yanı sıra Hz. Ali adına Şiî fırkaların oluşmaya başladığı dönemlerde iddia edilen gizli ilimlerin sahibi olduğu inancını yansıtan fikirlerin de kitaplarda derlenmiş olduğu görülür. Hz. Ali, ‘İsm- i Azam’ duasını bilir. Bu bilgisi farklı isimler altında Hz. Ali adına derlenmiştir (Ceyhan 2006: 73).

Herhangi bir kişinin yüce bir ismi bilmesi ve onu kullanması İslâm öncesi devirlerde farklı kültürlerin inançlarında yer alır. Örneğin, Eski Mısır’da en büyük Tanrıça İsis, Güneş Tanrısı Ra’nın üzerinde yüce ismini bilerek güç elde ettiğine inanılır. Benzer biçimde Musevîlerde de ‘İsm- i Azam’ inancı vardır. İran’ın İslâm öncesi kültüründe ‘İsm-i Azam’ı bilen kişinin çözülemeyen esrarın bilgisine ulaştığı inancı yaygındır (Tucker/Benli 2003: 228).

Şiî fırka inancı olarak ortaya atılan bazı fikirlerin daha sonraki yıllarda da desteklendiği ve farklı mezheplerin inançlarında yaşamaya devam ettiği bilinmektedir. Hz. Ali’nin ilâhî bilgisinden kaynaklanan ‘İsm- i Azam’a sahip olması konunun işlendiği pek çok kitabın İslâm âlimlerince ele alınmasının yolunu açarken gelecekten haber veren Cefr el- Câmi’a kitabı da Hz. Ali’ye atıfla ele alınmıştır.

İnanışa göre Hz. Ali gelecekten haber veren ‘cifr (cefr)’ ilmine sahiptir. Hz. Ali ve soyu dünyanın sonuna kadar olacak her türlü olaydan haberdar olacak bilgiyi Peygamber aracılığıyla etmiştir. ‘Cifr/cefr’ Arapça’da sütten kesilmiş kuzu, oğlak, içi taşla örülmemiş geniş kuyu anlamına gelir. Rivayete göre Hz. Ali, Kur’an-ı Kerim’in gizli anlamını Peygamberden öğrenir ve insanlara gerekli olan bütün bilgileri cefr adı verilen kuzu veya oğlak derisi üzerine yazarak Cefr el- Câmi’a adlı eseri meydana getirir. Geçmiş ve geleceğe dair bilgiler içeren kitaplar Cefr el- Câmi’a olarak anılmış ve Hz. Ali’nin yanı sıra İmam Cafer Sadık’a da ithaf edilmiştir. Bu kitabın varlığına dair fikirler ilk olarak Gulat fırkalar arasında yer alan Hattabiyye ile ortaya atılır. İmamiye Şiîlerinin öğretilerini derleyen Kuleynî (ölm. 941) tarafından yeniden ele alınarak Hz. Ali ve Cafer Sadık’a atfedilir. Benzer inanç İsmaili mezhebinde de etkisini sürdürmüştür. Zaman içinde geleceği haber veren bir ilim olarak ele alınan ‘cifr’le ilgili pek çok kitap kaynağı Hz. Ali’ye dayandırılarak İslâm edebiyatında yer almıştır (Tucker/Benli 2005: 23; Yurdagür 1993: 216; Ceyhan 2006: 84; Yaman 2002: 11).

Hz. Ali, Peygamberden kendisine aktarılan ilâhî bilgisiyle Müslümanlara hem dinî hem dünyevî hayata dair öğüt ve tavsiyeler verir. Bu nedenle Hz. Ali’ye atfedilen her sözün başta Şiîler için ilâhî anlamlarıyla algılanmış olduğu düşünülebilir. Kendisine atfedilen hikmetli sözler Şiî inancının propagandasının önemli bir aracı olurken Hz. Ali, bütün sıfatlarını da içine alan ilâhî bir rehber ve yol gösterici olarak İslâm kültüründe var olmuştur.

Farklı konularda öğüt ve tavsiye niteliğinde sözlerden oluşan metinler İslâm öncesi İran edebiyatının başta gelen konuları arasında yer alır. İslâm öncesi İran’da Zerdüşt dininin kutsal kitabı Avesta’dan kaynaklanarak yazılan öğüt verici hikmet dolu metinlerin varlığı bilinmektedir. Pehlevî dilinde olan metinler VIII. yüzyıldan başlayarak Arapça’ya tercüme edilmiştir. Din adamlarının, hükümdarların, filozofların özlü sözlerini tercüme eden ilk İslâm âlimleri arasında İbn Mukaffa (ölm. 757) ve Cahiz (ölm. 869) gelir. İslâm öncesi İran büyüklerinden aktarılan sözler İslâm dini ve kültürüne uygun olarak düzenlenir. Zaman zaman İran hükümdarları ve filozofları edebî eserlerde İslâm bilgeleri olarak yer almış, onların sözleri Arap âlimlerin sözleri olarak çeşitli eserlerde aktarılmıştır (Yıldırım 2005: 56; Özdoğan 2005: 40).

Arap edebiyatında öğüt ve tavsiye niteliklerinin konu alındığı tercüme faaliyetleri ile Hz. Ali’nin sözlerinin ilk olarak derlenmesi aynı yıllara rastlamaktadır. Özellikle Cahiz’in hem İran edebiyatından çeşitli hikmet ve öğüt dolu sözleri tercüme eden hem de Hz. Ali’nin sözlerini derleyen kişi olması Hz. Ali’ye atfedilen sözlerin İran inançlarından kimi etkiler taşımasını olanaklı kılar. İran’ın İslâm öncesi inanç ve ahlâk kuralları Hz. Ali kimliğinde İslâmî kimliğe bürünerek halk arasında yaşamaya devam etmiş olmalıdır. Hz. Ali’nin kimliğinin ilâhî niteliklere bürünmesinde İran’ın İslâm öncesi inançlarının etkisi göz önüne alındığında Hz. Ali’ye atfedilen sözlerin aynı inancın etkilerini taşımış olması ihtimal dâhilindedir.

Hz. Ali’ye atfedilen sözlerin ona ait olup olmadığı tartışılmakla birlikte Devletşah (ölm. 1494- 95?), Âşık Çelebi (ölm. 1572), Kâtip Çelebi (ölm. 1657), Dost Muhammed ve Gelibolulu Mustafa Âlî (ölm. 1600)[15] tarafından yazılan dönemin sanat ve kültür hayatına ışık tutan, farklı kültürlerin beğenilerini yansıtan kimi eserlerde Hz. Ali’nin sanatçı yönüne çeşitli atıflarda bulunulduğu görülür. İranlı âlim Devletşah (ölm. 1495?) İran edebiyatının en önemli kaynakları arasında gösterilen Tezkiret el- şuara isimli kitabında Arap şairleri ile Farsça şiir yazan şairleri tanıtır. 1487 yılında yazdığı kitabın sonunu Herat sarayında yetişen âlimlere ve Timurlu sultanı Hüseyin Baykara’ya (ölm. 1505) ayıran Devletşah, tezkiresinde Hz. Ali’ye şair niteliği yüklemekte tereddüt etmekle birlikte şiir söylediğini, Divariının meşhur olduğunu belirterek Hz. Ali’nin Divan’ından iki kıta şiire kitabında yer verir (Devletşah /Lugal 1963: 13).

Sünnî bir hanedan olan Osmanlı Devleti’nin yazarlarından Âşık Çelebi (ölm. 1572) 1568 yılında tamamlayarak Osmanlı padişahı Sultan II. Selim’e (sal. 1566- 1574) sunduğu Meşâirü’ş- şu’arâ adlı şairlerin biyografilerinden oluşan tezkiresinde Hz. Ali’yi Peygamber ailesinin en güzel şiir söyleyen ve şiirden en çok hoşlanan kişisi sayar. Hz. Ali’nin şiirlerinin kitap haline getirildiğini, insanların Hz. Ali’ye ait şiirlerden haberdar olduklarını belirtir (Âşık Çelebi /Meredith- Owens 1971: 13b).

Âşık Çelebi ve Devletşah Hz. Ali’yi şairliği ile anarken 1544 yılında Dost Muhammed Şiîliğin resmi devlet dini olarak kabul edildiği Safevî Devleti’nin hükümdarı Şah Tahmasp’ın (sal. 1524- 1576) kardeşi Bahram Mirza (ölm. 1549) için hazırladığı Albümün başına yazdığı önsözde Kelâm’ı nakış ve tezhiplerle süsleyen ilk kişi Hz. Ali’dir diyerek Hz. Ali’nin ‘sanatçı’ imgesinin çeşitliliği hakkında bizleri aydınlatır. Dost Muhammed, önsözünün ‘geçmişteki nakkaş ve müzehhipler’e ayırdığı bölümünde nakkaşların sarmal dal üslubu olarak adlandırdıkları yaprakların Hz. Ali’nin icadı olduğuna dair rivayete yer vermiştir (Thackston 1989: 343). Dost Muhammed aktardığı bu rivayetle dolaylı da olsa Hz. Ali’nin nakkaşlığına atıfta bulunur.

Osmanlı yazarı Gelibolulu Mustafa Âlî (ölm. 1600) 1587 yılında yazdığı Menâkıb-ı Hünerverân isimli kitabında vahiy kâtipleri arasında Hz. Ali’yi saydıktan sonra hüsn-i hat ve kûfî yazıda en üst düzeyde olduğunu belirtir (Mustafa Âlî/Cunbur 1982: 33- 34). Mustafa Âlî, yazı ve süslemede yetenekli olan Hz. Ali’yi kalemini kullanarak kalıcılığa, kılıcı Zülfikâr’ı kullanarak geçici dünyaya hâkim bir kişi olarak anlatır (Mustafa Âlî/Cunbur 1982: 39).

İslâm dininin farklı coğrafî bölgelere yayılarak çok sayıda İslâm devletinin kurulmuş olması, bu devletlerin bir kısmının Şiî veya Sünnî mezhepleri benimsemelerine karşın Hz. Ali’nin sanatçı kimliğine dair ortak algılar geliştirmiş oldukları yukarıda sözü edilen eserlerde dile getirilmiştir. Bu metinlerde Hz. Ali ‘şair’, ‘hattat’, ‘nakkaş’ olarak yüceltilmiş ve İslâm kültüründe dinî, tarihî ve efsanevî algılanma biçimlerinin farklı bir yansıması olarak yerini almıştır.

Hz. Ali’nin şairliği, hattatlığı ve nakkaşlığına yapılan sayısız göndermeler bu mesleklerin uygulayıcılarının toplumdaki saygınlığı ve konumu ‘Hz. Ali’nin sanatçı kimliği’ üzerinden onaylanıp meşrulaştırılırken diğer yandan da Hz. Ali’nin efsaneleşmiş kimliğinin uzantılarını oluşturmuştur (Bağcı 2005: 220).

III. 1. SANATLI YAZILARDA HZ. ALİ ‘PORTRE’Sİ

Hz. Ali’nin hayatı, İslâm tarihindeki yeri ve önemi, İslâm toplumları için ifade ettiği anlam ve adı etrafında gelişen tartışmalar İslâm tarihinin erken dönemlerine ait metinlerden başlayarak günümüze kadar tartışılagelmiştir. Metinlerin yanı sıra İslâm sanatının görsel ifade biçimlerinin kimi zaman yazı kimi zaman resimle hayat bulmuş örneklerinin Hz. Ali’nin İslâm toplumlarındaki imgesine dair kimi ipuçları taşıdığı görülebilir.

Bu bölümde İslâm resim sanatının en önemli alanını oluşturan el yazma kitap resimlerinde Hz. Ali’nin imgelerini tartışmadan önce anıtsal mimari örneklerde Hz. Ali adının yazı ile oluşturulmuş düzenlemeleri üzerinde durulacaktır. Bu bölüm Hz. Ali’nin adına, yer veren çeşitli yazı düzenlemelerinden meydana gelen örneklerle oluşturulmuştur. Amaç Hz. Ali’nin adının yer aldığı mimari örneklerin bir kataloğunu yapmak değildir. Seçilen örnekler üzerinden Hz. Ali imgesinin İslâm toplumlarındaki algılanışı ve sanatsal ifadeye dönüşümü tartışılmaya çalışılmıştır.

Tezin başlangıcında Hz. Ali’nin Şiî ve Sünnî İslâm toplumlarında farklı biçimde algılandığından söz edilirken Hz. Ali’nin Sünnîler için İslâm dininin önemli bir kişisi olarak kabul gördüğüne Şiî mezhep ve tarikatların Hz. Ali’ye yükledikleri sıfatların ilâhî nitelikli olduğuna değinilmişti. Halifenin ifade ettiği farklı anlamlar nedeniyle aşağıda Hz. Ali’nin ismine yer veren örnekler tartışılırken ait oldukları çevrenin dinî kimliği göz önünde bulundurulmaya çalışılmıştır. Örnekler resmî anlamda kendisini Şiî ya da Sünnî İslâm anlayışının temsilcisi olarak ifade eden devletlerin himayesi altında gelişen sanatsal faaliyetlerden seçilmiştir. Böylece Hz. Ali imgesinin görsel sanatlardaki ifadesinde mezhepsel tercih ve etkilerin olup olmadığı tartışmalarına yer verilmiştir.

İslâm sanatında yazı bir ifade aracı olmasının yanı sıra anıtsal yapılarda veya kullanılarak görsel/sanatsal dünyanın vazgeçilmez elemanlarından biri olmuştur. İslâm sanatında Arap harfleriyle Allah, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve dört halifenin isimleri başta olmak üzere Kur’an-ı Kerim’den ayetler ve kimi İslâm büyüklerinin sözlerinin güzel yazı anlamına gelen ‘hüsn- i hat’ ile yazılması önemli bir geleneği yansıtır. Arap yazısının gelişimine bağlı olarak değişik biçim ve formlarda karşımıza çıkan yazının yalnızca dekoratif amaçlarla anıtsal mimaride yer aldığı söylenemez. Yazı kompozisyonlar içinde barındırdığı anlam çerçevesinde dinî ve politik söylemler içeren mesajlar olarak okunabilir.

Hz. Ali adının anıtsal mimaride nakşedilmesini İslâm toplumlarının ona atfettiği sıfatların görsel bir dile dönüşmesinin yansımaları olarak görebilmek mümkündür. Hz. Ali’nin adının kimliğinde barındırdığı hangi niteliklerden kaynaklanarak görsel dünyaya ait örneklerde yer almış olduğununun tespit edilebilmesi güçtür. Bir başka güçlük ise yazı düzenlemelerinin Hz. Ali’nin sayısız sıfatlarından hangisine çağrışım yaptığına dair her hangi bir işaret barındırmamasıdır. Bu noktada belki göz önünde bulundurulması gereken şey, yazıya bakan/okuyan kişide yazının yaptığı çağrışımların farklı olabileceği ihtimalidir. Hz. Ali’nin İslâm toplumlarınca hemfikir olunarak kabul edilen bir kimliğe sahip olmaması tezde ‘yazı-portre’ olarak ifade edilecek kompozisyonların okunmasını ve anlamlandırılmasını zaman zaman güçleştirmektedir. Hz. Ali adının ‘yazı- portre’sinin kimliğinde barındırdığı ve toplumun hafızasında oluşmuş olan pek çok imgeye gönderme yaptığı göz ardı edilmemelidir. Aşağıda tartışılan örnekler kendilerini Şiî ve Sünnî geleneğin temsilcileri olarak tanımlayan İslâm hanedanlarının sanat ürünlerinde kullandıkları dilin -Hz. Ali adı açısından- ortak ya da farklı yönlerini açıklar nitelikte seçilmiştir.

Bu bölümde çeşitli kaynaklardan bir araya getirilerek elde edilen Hz. Ali’nin adının yer aldığı mimari örneklerin uzun bir tarihsel döneme ve farklı coğrafî alanlara yayıldığını söylemek mümkündür. Fakat bu bölümde Hz. Ali’nin adının dinî mimaride sıklıkla kullanılan bir öge olduğunu vurgulamak, bu amaçla adının yer aldığı örneklerin büyük bölümüne yer vermek yerine seçilen kimi örnekler üzerinden hareketle mimarî yapılarda yer alma nedenlerinin neler olabileceği üzerinde durularak siyasî ve dinî bağlamlarına dikkat çekmek ve Hz. Ali’nin kimliği açısından ifade edebileceği anlamları tartışmak tercih edilmiştir. Hz. Ali’nin imgesinin mimari yapılarda ifade edilişi, yer alma biçimi belli bir kronoloji takip edilmeye çalışılarak vurgulanmıştır. Yapılan örneklendirmelerde yer alan yazı süsleme ‘Allah, Muhammed, Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali’ isimlerinden oluşan ‘yazı-portre’ ile sınırlı tutulmuştur. ‘Yazı-portre’lerin yanı sıra başta Kur’an-ı Kerim ayetleri olmak üzere yapılarda yer alan diğer kompozisyonlara yer verilmemiştir.

İslâm mimarisinde önemli bir bezeme türü olan yazının simgesel anlamlarıyla kullanılması yaygın bir gelenektir. Kur’an- ı Kerim ayetleri, isimler belirli bir dinî- politik tutumu yansıtır. Hz. Ali’nin adı İslâm mimarisinde sıklıkla kullanılmıştır. Fakat dinî- politik tutumun keskinleştiği iki örnek seçilerek Hz. Ali adının anıtsal mimaride yer alma biçimi tartışılmıştır.

Örneklerden biri kendisini İsmaili Şiî bir devlet olarak tanımlayan Fatimi Devleti (909­1171) ile diğeri Sünnî İslâm geleneğinin temsilcisi olan Anadolu Selçuklu Devleti’nin (1075- 1318) anıtsal mimarîsinden seçilmiştir. Bu iki devletin himayesi altında yükselen mimarî örnekler farklı mezheplerin Hz. Ali’yi algılama biçimlerini yansıtması açısından önemlidir.

Hz. Ali adına yer veren anıtsal mimari örnekler sanatçı kimliğinde olduğu gibi Şiî veya Sünnî İslâm anlayışını benimseyen İslâm devletlerinin şüphesiz aynı simgesel anlamı taşımasa da ortak algılarını yansıtan bir dili kullandıklarına şahitlik eder niteliktedir.

Hz. Ali’nin adının yazı ile oluşturulmuş düzenlemelerinin erken örneklerini oluşturan Fatimi Devleti döneminde inşa edilmiş bir grup anıtsal yapının kimi zaman cephe kimi zaman iç mekân süslemelerinde ifadesini bulan Hz. Ali’nin adının yazıldığı örneklere girmeden önce neden anıtsal yapılarda Hz. Ali adının yer almış olabileceğini anlamlandırabilmek için Fatimi Devleti dinî- siyasî yapısına göz atmak gerekir.

Devletin temelleri 909 yılında İsmaili Şiî olan imam Ubeydullah (ölm. 934) tarafından Hz. Ali ve Hz. Fatma soyunun varisi olduğu iddiasıyla adını da Hz. Fatma’dan alarak Tunus’ta atılır. Mısır, Filistin ve Suriye’ye yayılan bu ilk Şiî devlette İsmaili düşünce yayılmak için özgür bir ortam bulur. Fatimiler İsmaili inancı doğrultusunda Peygamberin ruhanî ve siyasi otoritesinin devamı olduklarını iddia ederler ve devletin meşru liderini Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olarak tanımlarlar. İsmaililer Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in kendisinden sonra imam olarak Hz. Ali’yi atadığına, bu atamanın ilahî olduğuna inanırlar. İsmaili inancına göre Kur’an- ı Kerim’in anlamını açıklamak ve yorumlamak için ruhanî bilgiye ihtiyaç vardır. Bu bilgi Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’den Hz. Ali’ye geçmiştir. Böylece imamlık Hz. Ali ve Hz. Fatma’nın soyu ile devam edecektir (Crone- Hinds 1986: 99; Daftary 2001/Özkaya: 254).

Fatimiler Şiî bir devlet kurmalarına karşın Mısır’da Müslüman çoğunluğun Sünnî olduğu görülür (Lev 1991: 71). Fakat İsmaili öğreti Mısır’ın fethiyle birlikte devletin politikası ve kontrolü altında yayılmaya başlar. Örneğin 970’li yıllara gelindiğinde Şiîler için Peygamberin Hz. Ali’yi halife olarak atadığı gün olan Gadir- i Hum ve Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilmesinin anısına düzenlenen Aşure törenleri gelenekselleşir ve bir anlamda kurumsallaşır. Bunun yanı sıra Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], Hz. Ali, Hz. Hasan, Hüseyin’in ve Şiî imamların doğum günleri kutlanır (Lev 1991: 143; Sanders 1994: 124- 126). İsmaili âlim ve bilim adamları inançlarını temellendiren görüşlerini bir yandan devletin denetimi ve desteğinde camii ve medreselerde halka anlatırken diğer yandan Yakup Sicistânî (ölm. 971), Hamid Kirmanî (ölm. 1020), Şirazî (ölm. 1078) gibi âlimler de kaleme aldıkları dinî ve felsefî konularla İsmaili inancının gelişmesine katkıda bulunmuşlardır (Lev 1991: 71).

Fatimi Devleti hâkim olduğu topraklarda farklı İslâmî inanç ve farklı dinlerden olan topluluklara karşın İsmaili düşüncenin yayılıp gelişmesinde taraf olur ve ikiyüz yıldan fazla süren iktidarı süresince çeşitli iç karışıklıklarla karşı karşıya gelir. Halife Mustansır’ın (hal. 1036- 1094) hilafeti sırasında iç savaşın ve mezhep bölünmelerinin yaşandığı görülür. Halife Mustansır, baş gösteren karışıklığın giderilmesi için vezir Bedr el- Cemalî’den (ölm. 1094) yardım ister. Vezir Cemalî iç karışıklıklar sırasında İsmaili mezhebinin zarar gören manevî otoritesini -dolayısıyla devletin zayıflayan otoritesini- yeniden kurmaya çalışarak kargaşayı bastırma yoluna gider (Lev 10091: 71; Sanders 1994: 67; Daftary 2001/Özkaya: 242).

Bedr el- Cemalî’nin uyguladığı politikalara Şiî İsmaili inancının mimaride görülen yansımaları şahitlik eder. Vezir Cemalî’nin emriyle Kahire’de Mukaddem tepesinde kutsal anı mekanları olarak tanımlanan Meşhedîler inşa edilir. Bu yapılar Hz. Ali ve ailesinin Makam Türbeleri olarak yapılan simgesel anıt mezarlardır. Kahire’deki bu imar faaliyetleri devletin gücünü ve otoritesini yeniden kurmaya çalışırken Şiîlik vurgusu da belirgin biçimde Hz. Ali’nin adıyla veya Hz. Ali’nin halifeliğine delil olarak gösterilen Kur’an-ı Kerim’den seçilen ayetlerle yapılmıştır (Williams 1983: 39; Ettinghausen 1987: 179).

Hz. Ali’nin adının nakşedildiği örneklerden biri 1085 tarihli Bedr el- Cemalî Meşhedi’nde yer alır. Meşhedin dikdörtgen şeklindeki mihrabında Kur’an-ı Kerim’den ayetler yer alır. Yapının kubbesinin merkezinde ‘Muhammed’ ve ‘Ali’ isimleri birbirini tekrar eder biçimde altı kollu yıldız formlarıyla bir arada bulunmaktadır (Williams 1983: 39).

1122 yılında inşa edilen Ümmü Gülsüm Meşhedi’nden geriye yalnızca mihrap kalmıştır.[16] Hz. Ali’nin kızı Ümmü Gülsüm (ölm. 868) anısına inşa edilen binanın mihrabında ‘Muhammed’ ve ‘Ali’ isimleri sekiz kollu yıldız formlarının içinde yer almıştır. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve Hz. Ali’nin isimlerinin mihrapta karşılaşılan erken dönem örneği olması açısından önemli bir yere sahiptir (Williams 1985: 41).

1125 yılında Halife Mansur’un isteğiyle Kahire’de inşa edilen el- Akmar Camii, Meşhedî yapılarda olduğu gibi İsmaili mezhebinin inançlarını yazı dekorasyonla ifade eden örneklerden biridir. Caminin ön cephe yazı süslemelerinde Kur’an-ı Kerim’den seçilen ayetlerin genellikle Hz. Ali’nin Peygamber tarafından seçildiğine delil olarak gösterilen ayetler olduğu göze çarpar. Caminin ön cephesinin girişinin üzerinde yuvarlak madalyon içinde ‘Muhammed’ ve ‘Ali’ isimleri kûfî yazıyla yazılmıştır. Caminin ön cephesinin sol köşesinde de Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve Hz. Ali’nin isimleri Kur’an- ı Kerim ayetleri ile bir arada bulunmaktadır (Williams 1983: 44; Williams 1985: 40).

Fatimi Devleti’nin İsmaili mezhebini devletin resmi dini olarak benimsemesi ve bu inancın halk arasında yayılmasına aracılık etmesi sanatsal ifade biçimini de etkilemiştir. Halife ve vezirler tarafından inşa ettirilen anıtsal yapılar bir yandan devletin gücü ve görkemini yanısırken diğer yandan da devletin temellerinin dayandığı İsmaili inancının propagandası yapılmış olur. Hz. Ali, Fatimi Devleti’nin dinî kimlik tanımlamasının ve siyasî otoritesinin bir simgesi olarak anıtsal yapılarda ‘yazı-portresi’yle yer almıştır.

Sözü edilen örneklerde başka isimlere yer verilmeden Hz. Ali ile Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in adının yan yana yazılması halifenin Peygamberle eşit konumda olduğu inancına mimari süslemede yapılan bir gönderme olabilir. Fatimi Devleti’nin resmi ideolojisiyle birebir örtüşen bu ifade tarzı Anadolu Selçuklu Devleti’nin (1075- 1308) anıtsal örneklerinde daha farklı bir yansımayla karşımıza çıkmaktadır.

Anadolu Selçuklu Devleti’nin (1075- 1308) başta başkent Konya olmak üzere Beyşehir, Malatya, Akşehir, Tokat gibi pek çok şehrindeki mimarî yapıların yazı süsleme programında Hz. Ali’nin adının Fatimi yapılarında olduğu gibi sadece peygamberin adıyla nakşedilmediği görülür. 1240 yıllarındaki Moğol istilasından sonraya tarihlenen Anadolu Selçuklu yapılarının bir bölümünde Hz. Ali’nin ‘yazı- portre’sine zaman zaman ‘Allah, Muhammed, Ebû Bekir, Ömer, Osman’ isimleri eşlik etmektedir.

Hz. Ali’nin adı Konya’da 1242 tarihli Sırçalı Medrese’de ‘Allah’ ve ‘Muhammed’ isimleriyle birlikte yer almıştır. II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in (hal. 1237- 1246) emiri Bedrettin Muhlis tarafından iki katlı, iki eyvanlı ve açık avlulu olarak inşa ettirilen medresenin sağ tarafında türbe yer alır. Türbe giriş kapısı üzerindeki çini panoda Makilî yazı ile birbirini tekrar eden ‘Ali’ ismi okunur. Firuze ve patlıcan morundan oluşan Hz. Ali’nin ‘yazı- portre’ sine medresenin ana eyvan duvarında Makilî yazıyla firuze ve patlıcan moru çiniden oluşan birbirini tekrar eden ‘Rabbim Allah’, ‘Nebim Muhammed’ yazıları eşlik etmektedir (Konyalı 1964: 719; Şimşir 1990: 23; Şimşir 2001: 319; Karamağaralı Akgül 2006: 301).

Selçuklu veziri Sahip Ata Fahreddin Ali tarafından 1258 yılında Konya’da yapımına başlanan camii, türbe, hankâh (tekke), hamam, çeşme ve dükkânlardan oluşan Sahip Ata Manzumesinin çeşitli bölümlerinde Hz. Ali’nin adı Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve üç halife ile birlikte yer almıştır. Selçuklu veziri Sahip Ata ve ailesinin mezarlarının bulunduğu türbede kubbenin merkezinde ‘Muhammed, Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali’ isimleri kûfî yazıyla beş köşeli yıldızın kollarının bulunduğu hat üzerine firuze ve mor renklerden oluşan çini madalyon içine yerleştirilmiştir (Karamağaralı 1982: 52; Şimşir 2001: 324; Karamağaralı Akgül 2006: 301; Çakmakoğlu Kuru 2007: 57).

Kare plânlı caminin taç kapısında Hz. Ali ve Hz. Ebû Bekir’in isimleri karşılıklı panolarda yer almıştır. Camii taç kapısının solunda yer alan panoda Hz. Ali’nin adı Makilî yazı ile firuze ve patlıcan moru çinilerle birbirini tekrar eden kompozisyon içinde yer almaktadır. Benzer kompozisyon sağ panoda ‘Ebû Bekir’ ismiyle oluşturulmuştur (Karamağaralı 1982: 52; Şimşir 2001: 331; Şaman Doğan 2003: 155: Karamağaralı Akgül 2006:301; Çakmakoğlu Kuru 2007: 57).

Camii ile hankâhı bağlayan koridorun doğu duvarının üst bölümünde ise yazı süslemesi merkezde bulunan firuze ve siyah renkli çiniyle dörder ‘Ali’ isminin tekrar formundan oluşmuştur. Yapının bu bölümünde Hz. Ali’nin adından dışında herhangi başka bir yazı süsleme yer almamaktadır (Şimşir 2001: 324).

Konya’da XIII. yüzyıl sonu XIV. yüzyıl başına tarihlenen Tahir ile Zühre Mescidi’nde Hz. Ali’nin ‘yazı-portresi’ne Sahip Ata Türbesi’nde olduğu gibi ‘Muhammed, Ebû Bekir, Ömer, Osman’ isimleri eşlik etmektedir. Mescidin kubbesinin merkezinde beş kollu yıldız hemen dışında da birbiri içine geçmiş beş kollu yıldız motifi yer alır. Merkezdeki beş kollu yıldızı çevreleyen ikinci yıldız formunun uzayan kollarındaki hatlar üzerine ‘Muhammed, Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali’ isimleri çiçekli kûfî ile yazılmıştır (Konyalı 1964: 517; Şimşir 2001: 327; Çakmakoğlu Kuru 2007: 58).

Burada sözü edilecek son örnek Anadolu Selçuklularına bağlı olarak XIII. yüzyılın ikinci yarısında beylik olan Eşrefoğlu Beyliği’nin kurucusu adına yapılan Eşrefoğlu Süleyman Bey Camii’ dir. Camii, Anadolu’da Hz. Ali adı ile oluşturulmuş kompozisyonlar içinde belki de en dikkat çekici olandır. Camii, Eşrefoğlu Süleyman Bey (ölm. 1302) tarafından ahşap direkli, yedi sahınlı yaptırılmıştır (Tuncer 1986: 29­30; Şaman Doğan 2003: 158). Caminin minber kapısı üzerinde ahşap dört köşe levhanın ortasında ‘Ali’ ve ‘Allah’ yazısı bir arada nakşedilmiştir. Levhanın kenarlarında Makilî yazı ile ‘Muhammed, Ebû Bekir, Ömer, Osman’ isimleri yer almıştır (Karamağaralı 1982: 52; Karamağaralı Akgül 2006: 302; Çakmakoğlu Kuru 2007: 58).

Yukarıdaki örneklerde Hz. Ali’nin ismi farklı yazı kompozisyonları ile karşımıza çıkmaktadır. Farklılık ‘yazı-portre’nin anıtsal mimarideki yeri, biçimi, yazıların stili gibi pek çok başlık altında irdelenebilir. Fakat Hz. Ali ile bağlantılı olarak bakıldığında en önemli fark Hz. Ali’nin ismine eşlik eden ‘yazı-portre’lerde yer alan isimlerin değişkenliğidir. Anadolu Selçuklu mimarisinde Hz. Ali’nin adı tek başına ya da Allah ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ile birlikte zaman zaman da dört halifenin isimleriyle yan yana nakşedilmiştir. Hz. Ali’nin adının diğer halifelerin ‘yazı-portre’leriyle birlikte yer aldığı örnekler ile Allah ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in adıyla yer aldığı örneklerin farklı anlamlandırmalar barındırdığı iddia edilebilir.

Tek bir ikonografik şemanın yinelenmesiyle oluşturulmayan ‘yazı-portre’nin yapının neresinde yer alacağı ile ilgili kesin sınırların da belirginleşmemiş olduğu görülür. İsimler işlevleri farklı dini yapıların giriş kapısında, duvarda, minberde, mihrapta, kubbede yer almıştır.

Hz. Ali’nin adının diğer halifelerle bir arada bulunması (Sahip Ata Manzumesi, Tahir ile Zühre Mescidi) Anadolu Selçuklu mimarî eserlerinde Sünnî gelenekteki İslâm devletinin dört halifesine duyulan bağlılığa yapılan bir gönderme olarak ifade edilebilir. Fakat benzer göndermenin Hz. Ali adının binanın farklı yerlerine dağılmış olsa da (Sırçalı Medrese) okunduğunda ‘Ali’, ‘Allah’ ve ‘Muhammed’ olarak algılanan örneklerde bulunması ihtimali daha azdır. Hz. Ali’nin kendisinden önceki diğer üç halifeden farklı olarak ‘Allah’ ve ‘Muhammed’ ismiyle birlikte yer aldığı örnekler Hz. Ali’ye Şiî mezheplerin atfettiği ilâhî kimliğin anıtsal mimarideki dönüşümleri olarak okunabilir. Bu düşünceye en büyük katkıyı Beyşehir Eşrefoğlu Camii kompozsyonu yapmaktadır. ‘Allah, Muhammed, Ebû Bekir, Ömer, Osman’ isimlerinden oluşan süslemede ‘Allah’ ve ‘Ali’ ismi kompozisyonun merkezine alınmış diğer isimlerden farklılaştırılarak sunulmuştur.

Hz. Ali adının anıtsal mimaride kullanılmasıyla ilgili olarak yukarıda tartışılan örnekler Hz. Ali’nin İslâm sanatındaki imgesinin öneminin altını çizmektedir. Tartışılan Fatimi dönemindeki örneklerin oluşumu devletin resmi Şiî ideolojisinin etkileri olarak adlandırılabilir. Fakat Anadolu Selçuklu döneminin örneklerini değerlendirebilmek için devletin kendisini tanımlama biçiminin yanı sıra anıtsal örneklerin inşa edildiği dönemin sosyal hayatı ve bunu biçimlendiren etmenlerin de göz önünde bulundurulması gerekir.

Daha önce de sözü edildiği gibi Sünnî hilafetin hüküm sürdüğü Anadolu Selçuklu Devleti (1075- 1308) başkenti Konya olmak üzere Anadolu’ya hâkim olarak kurulur. Devletin kurulmasıyla X. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya başlamış olan Türkmen göçü artarak devam eder. Anadolu’ya gelen Türklerin tam olarak İslâm dinini özümseyemedikleri ve İslâm dinini kabul etmeden önceki inanç ve düşüncelerini yaşamaya devam ettikleri görülür. Devletin politikasının Sünnîlik üzerine kurulmasına ve Selçuklu sultanlarının en azından dış görünüşüyle Sünnî inancını kabul etmelerine karşın halkın XII. yüzyılda Orta Asya’da başlayan Moğol istilasıyla bu bölgeden Anadolu’ya gelen şeyhler, dervişler aracılığıyla Sünnî ve Şiî olmak üzere farklı mezhepleri, bu mezheplere bağlı tarikatları benimsedikleri görülür. Şehirlere yerleşen Türkmenlerin Sünnîliği benimsemelerine karşın kırsal bölgelere İslâmiyeti kabul etmeden önceki inançlarını tarikatlar içinde yaşatarak yaşayan Şiî gruplar yerleşmiştir. Moğol akınları ve iç karışıklıklar halkın kötümser ve karamsar düşüncelerin etkisiyle tarikatlar çevresine toplanması sonucunu doğurur. Şiî tarikatlar arasında yer alan Kalenderî, Yesevî, Haydarî ve Vefaî tarikatlarına mensup çok sayıda kişi Anadolu’ya gelir ve kendi öğretilerini yaymaya çalışırlar. 1243 yılında Kösedağ Savaşı’nda yenilgiye uğrayan Anadolu Selçuklu Devleti Moğol hâkimiyetine girer. Anadolu Selçuklu Sultanı sembolik olarak yaşamaya devam eder. Fakat yönetim Moğol egemenliği altındadır (Cahen/Üyepazarcı 2000: 207). Bu durum devletin sosyal ve dinî yaşantısını etkilediği gibi sanatsal ifade biçimlerinde de farklılıklara neden olur. Güçlerini ve etkilerini kaybeden Selçuklu Sultanları yerine yukarıdaki örneklerde izlendiği gibi devlet yönetiminde etkili olan vezir ve devlet adamları tarafından mimari faaliyetler yürütülmüştür. Ayrıca Moğol istilasıyla Anadolu’ya yalnızca şeyh ve dervişler değil çok sayıda sanatçı da gelir. Böylece Anadolu Selçuklu mimarisi Moğol istilası sonucu gelişen dinî, toplumsal ve sanatsal ortamın etkisiyle çeşitli değişimler geçirir. Bu değişimlerden biri mimari süslemede yer alan yazıların içerikleriyle ilgilidir. Moğol istilasından önce Anadolu Selçuklu yapılarında yazı süsleme olarak ‘Allah’ ve ‘Muhammed’ isimlerine yer verilmiştir. Daha sonra ise Anadolu’ya göçlerle Şiî etkisinin yayılmasının bir sonucu olarak Hz. Ali’nin adı sıklıkla işlenen bir motif

olmuştur. Moğol istilasıyla Anadolu’ya gelen sanatçıların Şiî inançlı oldukları ve bunun mimarinin genelinde değil ama süslemede, bazı ayrıntılarda yansımalarının görüldüğü söylenebilir (Karamağaralı 1982: 52; Karamağaralı Akgül 2006: 300).

Hz. Ali’nin ‘yazı-portresi’ Anadolu Selçuklu mimarisinde Şiî mezhep ve tarikatların kendisine yüklediği sıfatların bir yansıması olarak yer almıştır. Selçuklu Sultanlarının Sünnî mezhebin temsilcileri olmasına rağmen yapıların inşa edildiği yıllarda otoritelerinin zayıflaması, halk arasında Şiî inancının yayılması ve buna bağlı olarak Hz. Ali kimliğinin öne çıkmasıyla birlikte yukarıda tartışılan yazı kompozisyonlarının meydana gelmiş olabileceği ihtimal dâhilindedir. Hz. Ali’nin adının özellikle ‘Allah’ ve ‘Muhammed’ ismiyle yan yana yazıldığı örnekler Anadolu’da Hz. Ali’nin ilâhî kimliğiyle var olduğunun ve bu kimliğin mimaride yaygınlıkla kullanılan bir imgeye dönüştüğünün delilleri olarak karşımıza çıkmaktadır.

III. 2. RESİMLİ EL YAZMALARDA HZ. ALİ: YOLDAŞ- KAHRAMAN- EHL-İ BEYT ÜYESİ- HALİFE

Daha önceki bölümlerde ayrıntılı biçimde aktarıldığı gibi İslâm dünyasının en önemli kişilerinden biri olan Hz. Ali’nin beş yaşından itibaren Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in himayesi altına girmesi ve onunla yaşamaya başlaması yaşam öyküsündeki en önemli olaylardan birini oluşturur. Bu sayede Hz. Ali çocuk yaşında İslâm’a hizmet etmeye başlamış, kendisine Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’i örnek almış ve İslâm’ı en iyi bilenler arasında sayılmıştır. Peygamberle birlikte yaşaması bugün kimliğinin ayrı ayrı unsurları olarak nitelediğimiz ‘İslâm’ı ilk kabul eden kişi’, ‘peygamberin yoldaşı’, ‘ilim sahibi’ gibi niteliklerinin oluşmasında şüphesiz çok önemli bir yer tutar. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’le birlikte olduğu süre içinde bir yandan İslâm’ı en iyi şekilde öğrenmiş diğer yandan da bu dini yaymak için yapılan savaşların en ön saflarında yer alarak bir kahramana dönüşmüştür. Peygamberin ölümü Hz. Ali’nin hayatındaki önemli olaylardan bir diğeridir. Yıllarca İslâm dinine hem bir savaşçı hem de bir âlim olarak hizmet eden Hz. Ali, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in ölümüyle birlikte uzun süren bir sessizlik dönemine girmiştir. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman döneminde askerî ve idarî görevleri kabul etmeyerek Kur’an, hadis ve fıkıh ilmiyle ilgilenmiş olması bu sessizliğin daha çok devlet işleri alanında olduğunu gösterir. Hz. Ali, o dönemlerde yapılan hiçbir savaşa katılmamış fakat İslâmiyete hizmet etmeye devam etmiştir. Kendisi daima sıkıntılı ya da zor durumda insanların başvurduğu önemli bir kişi konumunda olmuştur. Halife Hz. Osman’ın ölümüyle (ölm. 656) sessizliğinin sona erdiği görülür. Halife seçilerek hayatında yeni ve mücadele içinde geçecek olan bir dönem başlar. Hz. Ali, halife olmasını kabul etmeyen gruplarla savaşmak için ordusunun başında tekrar savaş alanlarına dönmüştür. Yaşam öyküsündeki bu keskin dönüşümler daha sonra oluşacak olan kimliğindeki farklı ve zengin tanımlamalara zemin oluşturmuş, bazen İslâm dini ve tarihinin en önemli kişisi bazen bir kahraman olarak toplumların hafızalarında yer etmiş ve günümüze kadar ulaşmıştır. Şiî ve Sünnî mezhepler Hz. Ali’ye farklı değerler ve sıfatlar yüklemiş olmakla birlikte her iki grup için de her zaman saygın bir konumda olmuştur. Onun kimliği üzerine oluşturulan zengin anlatımlar Hz. Ali’yi İslâm’ın en renkli, adından en çok sözü edilen kişisi haline dönüştürmüştür. Sünnîler Peygamberin akrabası olması nedeniyle Hz. Ali’ye farklı bir anlam yüklemekle birlikte İslâm’ın dördüncü halifesi kabul edip diğer halifelerden üstün tutmazken Şiîler onu imam, resul, tarihin farklı dönemlerinde farklı bedenlerde ortaya çıkan ilahî bir varlık hatta Tanrı olarak görürler. Hz. Ali’nin adı etrafında oluşan nitelemeler adeta yaşam öyküsündeki hareketliliğin ve dönüşümlerin bir yansımasıdır. ‘İslâm’ı ilk kabul eden kişi’, ‘peygamberin damadı’, ‘peygamberin yoldaşı’, ‘Ehl-i Beyt’in üyesi’, ‘İslâm’ın dördüncü halifesi’, ‘ilim sahibi’, ‘İslâm dininin savaşçısı’ gibi pek çok niteliğe sahip Hz. Ali’nin gerçek ve efsanevî hayatı birbiri içine geçmiş ve farklı nitelikte el yazmalarında çok sayıda resme konu olmuştur.

Bu bölümde İslâm sanatının en önemli dalı olan resimli el yazmalarda Hz. Ali’nin imgeleri tartışılmıştır. Öncelikle Hz. Ali’nin resimlerine yer veren el yazmalar tespit edilmiştir. Hz. Ali’nin daha önceki bölümlerde değinilen ve kimliğinin ‘gerçek’ten ‘efsane’ye doğru olan seyrindeki değişimin görsel yansımaları İslâm resim sanatında ifade edilmiştir. Hz. Ali’nin tespit edilen resimlerinin halifenin çeşitli imgelerine gönderme yapan betimlemelerden oluştuğu görülmüştür. Bu nedenle Hz. Ali’nin içinde yer aldığı resimler kimi gruplara ayrılarak tartışılmıştır. Hz. Ali’ye ait resimlerin gruplandırılması yapılırken betimlemelerin kimliğine ait neler söylediği noktasından hareket edilerek dört başlık belirlenmiştir. Bu başlıklardan birincisi ‘Peygamberle Birlikte: Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Yoldaşı Hz. Ali’ adını taşır. Hz. Ali, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in evinde küçük yaşlardan itibaren onunla uzun yıllar birlikte yaşar. Hz. Ali böylece bir yandan Peygamberin terbiyesi altında yetişirken bir yandan da daha sonra İslâm dini ve tarihi açısından önem taşıyan tartışmaların temellerini oluşturacak anlar yaşanmaya başlar.

İkinci başlığı oluşturan ‘Savaşlar ve Zaferler: İslâm Dininin Savaşçısı, Kahramanı Hz. Ali’ el yazmalarda en çok resmedilen konuları içine alır. Resimler Hz. Ali’ nin Peygamberin dini yaymak için çeşitli gruplarla yaptığı savaşlardaki kahramanlıklarından ve insanüstü yetenekleriyle kazandığı bireysel mücadelelerinden kesitler sunar.

Üçüncü başlık Hz. Ali’nin Peygambere olan yakınlığını vurgulayan resimlerden oluşur ve ‘Peygamber Soyunun Devamı: Ehl-i Beyt’in Üyesi Hz. Ali’ adını taşır. Peygamberin akrabası olması Hz. Ali’nin kimliğinde barındırdığı en önemli sıfatları arasında yer alır. Peygamberle yakınlığını vurgulayan resimler bu başlığın tartışma konularını oluşturur.

İslâm toplumlarının Şiî ve Sünnî olarak gruplara ayrılmasının ana tartışma konularından biri şüphesiz Hz. Ali’nin halifeliğidir. Önceki üç başlık altında değerlendirilen imgelerinin hiç biri halifeliği kadar tartışma konusu olmamıştır. El yazmaların resimlerinde betimlenen ve onun halifeliğine gönderme yapan tasvirler ‘İslâm Devletinin Yöneticisi: Halife Hz. Ali’ adı altında dördüncü başlıkta ele alınmıştır.

Hz. Ali’nin İslâm toplumlarının kendisine yüklediği en önemli sıfatların görsel ifadeleri olan resimleri ele alınırken bulundukları metinlerin konuya dair ne söylediği bazı resimler hariç söz konusu edilmemiştir. Amaç resim ile metin arasındaki ikonografik ilişkiyi çözümlemek değildir. Resimlerin Hz. Ali’nin kimliğine dair neler söylediği ve söyleme biçimi göz önünde bulundurulmuştur.

Hz. Ali’nin el yazmalarda yer alan resimlerinin konuları yaşam öyküsünün anlatımında başvurulan erken dönem İslâm tarihi ile ilgili kaynaklardan aktarılmıştır. Hz. Ali’nin resimlerinin önemli bölümünün konularının tarih metinlerinde yer almış olması halifenin resimlerde tarihsel ve dinî bağlamda betimlendiği gerçeğini dile getirir. İslâm tarihi kronolojisiyle Hz. Ali’nin resimlerinin büyük çoğunluğu paralellik gösterir. El yazmalarda İslâm tarihi dışında Hz. Ali’nin daha çok efsane ve menkıbevî yaşam öyküsüyle ilgili resimler yer bulmuştur. Resimlenen menkıbe ve efsaneler Yeminî’den[17] (ölm. 1533) ve Şemseddin Sivasî’den[18] (ölm. 1597) aktarılmıştır. Yeminî, Bektaşî tarikatının ‘yedi ulular’ olarak isimlendirdiği şairlerden biridir. Osmanlı şairi Faziletnâme isimli mesnevîsinde Hz. Ali’nin doğumundan başlayarak yaşam öyküsünü menkıbelerle anlatmıştır. XVI. yüzyılın Osmanlı mutasavvıf şairlerinden olan Şemseddin Sivasî ise dört halifenin faziletlerini topladığı eseri Menâkıb- ı Çehar Yâr- ı Güzin'de Hz. Ali’nin erdemleri ile ilgili menkıbeleri derlemiştir.

Hz. Ali’nin kimi resimlerinin konuları tarih ve menkıbe kitaplarından yaralanılarak anlatılmıştır. Fakat zaman zaman sadece metne özgü konuların da canlandırılmış olduğunu belitmek gerekir. Bunlar içinde ünlü şair Dehlevî’nin (ölm. 1325) Hamse isimli eserinin kimi resimli nüshalarında karşılaşılan savaş sahneleri yer alır.

Metnin kendisinde aktarılan konunun canlandırıldığı bir resimden ve çözümlemesinde karşılaşılan güçlükten burada söz etmek gerekir. Konu ünlü İranlı şair Firdevsî (ölm. 1020) tarafından yazılan ve daha sonra İslâm resim sanatında en çok tasvir edilen eserler arasında yer alan Şehnâme’de betimlenmiştir. İslâm edebiyatında metinlerin başında gelenekselleşmiş olarak Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e övgü yapılan na’t isimli bölüm yer alır. Resmin konusu Şehnâme’nin na’t bölümüyle ilgilidir. Başka kaynaklar kullanılarak resmi anlamlandırmak mümkün olmadığı için bölümdeki diğer resimlerden farklı olarak konu Şehnâme’nin Türkçe çevirisinden aktarılmıştır.[19] Sözü edilen resimli nüshaların metninde konunun ne şekilde yer aldığı tespit edilmemiştir.

Hz. Ali’nin kimliğine dair ipuçları barındıran betimlemeler farklı edebî türdeki metinlerin resimlerinde yer almıştır. Hz. Ali’nin resimlerinin yer aldığı yazmalar Şiî ve Sünnî hanedanlıkların farklı merkezlerinde farklı beğeniye sahip sanatseverler için üretilmiştir. Resimli yazmaların bazılarının kim için, ne zaman ve nerede üretildiği ile ilgili kesin bilgiler olmakla birlikte bir grup yazma için bu sorular cevapsız kalmaktadır. Yeri geldiğinde konu ile bağlantılı olarak resmin içinde bulunduğu yazmanın -eğer biliniyorsa- kim için üretildiği zikredilmiştir.

Resimlerin anlatımında tercih edilen yöntem zaman zaman güçlüklere sebep olmuştur. Hz. Ali’nin yaşam öyküsündeki anlar kimi zaman Peygamberle kimi zaman kendi biyografisiyle ile ilgili olarak betimlenmiştir. Bazı konular çok sayıda el yazmada resimlenmiştir. Bazı konuların ise tek bir resimle ifade edildiği gözlenir. Aynı konunun birden fazla resmi bulunan örnekler kendi içinde karşılaştırmalı irdelenmiştir. Fakat tek resmin anlatıldığı bölümlerde bu tür karşılaştırmalar yapılamamıştır.

Hz. Ali’nin tespit edilen bütün resimlerine ulaşılamamıştır. Fakat resmin konusunun zikredilen örnekler dışında da tasvir edildiği dipnotlarla belirtilmiştir. Resimlere ait metinlerin konuları ve kim tarafından yazıldıkları, Hz. Ali’nin resmine yer veren kopyaları hakkında genel bilgiler Hz. Ali imgelerine geçmeden verilmiştir. Resimlerin yer aldığı metinler kendi içinde din, tarih, biyografi, edebiyat olmak üzere sınıflama yapılarak anlatılmıştır. Resmin yer aldığı el yazma ile ilgili olarak çeşitli bilgiler resimlerin anlatımından önce verilmiştir. Fakat zaman zaman resimlerin anlatıldığı bölümde ihtiyaç duyularak aynı bilgiler tekrar edilmek durumunda kalınmıştır.

Hz. Ali’nin tek yazmada birden fazla resminin bulunduğu örnekler Hz. Ali imgesine ait farklı atıflarda bulunur. Dolayısıyla aynı yazma farklı başlıklar altında sık sık dile getirilir. Bu nedenle konusu ve kim için yapıldığına dair hatırlatmalar her resim için yeniden dile getirilmemiştir. Gerekli olan kimi zamanlarda hatırlatmalar yapılmıştır.

Aşağıda ele alınan Hz. Ali’nin resimleri konusu edebiyat, tarih, din olan pek çok el yazmada karşımıza çıkar. Önemli bir diğer nokta ise metinlerin ana konusunun halifenin hayatına adanmış olmamasıdır. Fakat resimlerin büyük bölümünde İslâm dünyasındaki yeri ve önemi bağlamında Hz. Ali yer almıştır.

Hz. Ali’nin resmi en erken Varka ile Gülşâh adlı bir aşk öyküsünde yer alır. Birbirlerini çok sevmelerine rağmen bir türlü kavuşamayan Varka ile Gülşâh’ın aşkı Urva b. Hizam’ın hikâyesine dayanarak XI. yüzyıl şairi Ayyukî tarafından yazılarak Gazneli Sultan Mahmud’a sunulur (Ateş 1961: 145; İnal 1995: 49; Bağcı- Çağman- Renda- Tanındı 2006: 15).

Öykünün XIII. yüzyılın ilk yarısında Konya’da resimlendiği (TSMK. H. 841) düşünülür. Resimlerden birinde (y. 69b) Hz. Ali, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve üç halifeyle birlikte Şam Şahı’ndan aşıkların öyküsünü dinlerken görülür. İkinci resimde (y. 70a) öyküyü dinleyen Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] aşıkları diriltirken resimlenmiştir. Hz. Ali resimlerde halifelerle bir arada görülür.

Kimi edebî metinlerin na’t bölümlerini resimleyen sahnelerde Hz. Ali’nin betimlemeleriyle karşılaşılır. Na’t bölümlerini betimleyen bu sahnelerde kimi zaman Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve dört halifesi yer alırken kimi zaman da bu gruba Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in dâhil olduğu örnekler günümüze ulaşmıştır. Tezde elde edilen resimler arasında İslâm kitap sanatı içinde en ünlü edebî eserler arasında yer alan Şehnâme’de Hz. Ali’nin na’t ile bağlantılı olarak yer aldığı resimlerini görmekteyiz. XI. yüzyılın başında ünlü İranlı şair Firdevsî (ölm. 1020) tarafından yazılı ve sözlü geleneklerden yararlanarak kaleme alınan Şehnâme’de efsanevî İran hükümdarları ile Sasani devletinin sonuna kadar geçen süre içindeki İran tarihi anlatılır (Firdevsî/Lugal 1945: I-XI). Şehnâme’nin kimi resimli nüshalarında Hz. Ali önsözü betimleyen sahnelerde grup portre ile yer almıştır. Bu resimlerden bir bölümünde ise daha çok Şiî işverenler için yapılmış olduğu düşünülen Ehl-i Beyt’i dolayısıyla Hz. Ali ve ailesini yücelten bölümün resimlendiği gözlenir. Şehnâme’nin resimli nüshalarında yer alan bu resimler ‘Şiî Gemisi’ başlığı altında irdelenmiştir. Hz. Ali’nin grup portre içinde temsil edildiği örneklerden biri Şehnâme’nin XIII. yüzyıl sonu XIV. yüzyıl başına tarihlenen resimli kopyasında (WFGA. 1929. 26) karşılaşılır (Soucek 1988: 195; Fontana 1994: 14; Shani 2002: 177). Yazmanın kim için yapıldığına ilişkin kesin bilgiler mevcut olmamakla birlikte Raya Y. Shani İlhanlı hükümdarı Gazan Han’ın (sal. 1280- 1290) himayesi altında resimlendirilmiş olabileceğini ileri sürer (Shani 2002: 177).

1460 ve 1470’li yıllara atfedilen üç resimli Şehnâme’de önsözde Hz. Ali yer almıştır. Herat’a atfedilen nüshanın (TSMK. H. 1509) resminde (y. 7a) Hz. Ali’nin yer alıp almadığına dair farklı görüşler vardır (İnal 1970: 197; Shani 2002: 175). Diğer nüshada (TML. Ms. 5986) Hz. Ali resimde (y. 1a) Peygamber ve üç halifeyle birlikte görülür (Shani 2002: 175- 76). Aynı tarihlere atfedilen üçüncü Şehnâme’de (SPOI. C. 822) ‘Şiî Gemisi’nde (y. 11a) Hz. Ali betimlenmiştir (Fontana 1994: 30; Shani 2002: 180). Aynı konuyla 1525 tarihli Tahmasp Şehnâme (NYMMA. 70. 301. 1) olarak bilinen yazmada da karşılaşılır (Bahari 1996: 214).

Hz. Ali’nin resmini barındıran bir başka edebiyat eseri ise Beydeba tarafından İ. Ö. 300 yılı civarında yazılan hayvan masallarından oluşan Kelile ve Dimne ’dir. Kelile Dimne’nin Timurû şehzadelerinden biri için yapıldığı tahmin edilen 1460 ve 1470’li yıllara atfedilen Farsça versiyonunun resimli nüshasında da (TGSM. 827) Hz. Ali yazmanın önsözünün betimlemesinde Peygamber’le bir arada görülür (Binyon- Wilkinson- Gray 1933: 66; Fontana 1994: 23).

Hz. Ali’nin çeşitli etkinlikler içinde resimlendiği bir başka edebiyat eseri ise Hindistan’da Delhi Türk Sultanlığının saray şairi Emir Hüsrev Dehlevî’nin (ölm. 1325 civ.) Hamse" sidir. Tarihsiz Hamse" de (İSK. Halef Efendi 377) Hz. Ali’nin resmine Peygamberin gök yolculuğunu tasvir eden sahnede (y. 45a) yer verilmiştir (And 1998: 281). 1477- 78 tarihli Hamse nüshasında (TSMK. H. 795) Hz. Ali’nin düşmanıyla savaş anı (y. 28a) canlandırılmıştır (Brend 2003: 293).

Tarihî konulu metinlere geçmeden son olarak sözü edilecek yazma ise 1410- 11 yıllarında Timurlu sultanlarından İskender Sultan (ölm. 1415) için hazırlanan bir Mecmua" dır (LGC. LA. 161). Mecmua"nın bir bölümünü Hamdullah Mustafa’nın Târih-î Güzide ’si oluşturur. Bu bölüme ait resimde (y. 265b- 266a) Hz. Ali, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’le bir aradadır (Fontana 1994: 21; Soucek 1992: 122; Shani 2002: 149).

XIII. yüzyılın sonlarından itibaren Hz. Ali tarihî metinlerde yerini almıştır. Bunlardan biri tarihçi Taberi’nin (ölm. 923) Tarihü’l-Rüsul ve’l-Mülük adlı eserinin 963 yılında Samanî veziri Belâmî tarafından yapılmış Farsça çevirisidir. İslâm tarihinin anlatıldığı XIII. yüzyıl sonu XIV. yüzyıl başlarında hazırlanmış resimli nüshasında eserin birinci cildinde (WFGA. F. 1957.16) Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] devrindeki olaylar anlatılır. Hz. Ali Bedir Savaşı konulu resimde (y. 182a) yer alır. Yazmanın bir başka resminde (y. 157a) ise Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve kendisinden önceki halifelerle birliktedir alır. İkinci cilt (WFGA. F. 1947. 19) Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] dönemi ile Hz. Ali’nin halifelik dönemini kapsar. Resimlerden birinde (y. 18a) Hz. Ali Hendek Savaşı’nda görülmektedir (Soucek 1988: 196; Bağcı 2005: 225; Fontana 1994: 14).

Ünlü âlim Bîrûnî’nin (ölm. 1061?) el-Âsârü’l-Bakiye (Eski İnsanların Kronolojisi) adlı eseri ise çeşitli toplumların kullandığı takvimlerle ilgilidir. Tarihî olaylar takvimdeki günlerle bağlantılı anlatılmıştır. 1307- 8 yılına tarihlenen nüshanın (EUL. No. 161) resimlerinden birinde (y. 161a) Hz. Ali, Peygamber, eşi Hz. Fatma, oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile birlikte görülür. Aynı konu XVI. yüzyıla tarihlenen el-Âsârü’l- Bakiye’de de (PBN. 30) canlandırılmıştır. Erken tarihli nüshanın diğer resminde ‘Gâdîr- i Hum’ konusuna (y. 162a) yer verildiği görülür. Aynı konu XVI. yüzyıl nüshasında da yer almıştır (Soucek 1975: 120; İnal 1995: 63; Soucek 1998: 198; Fontana 1994: 15-16).

Hz. Ali bir dünya tarihi olan Camiü’t-Tevârih’in (Tarihler Topluluğu) resimli nüshalarında İslâm tarihi ilgili olarak yerini almıştır. 1298’den sonra İlhanlı hükümdarı Gazan Han’ın Rab-ı Reşîdî adı altında kurduğu mahallede hazırlanan Camiü’t- Tevârih en önemli tarih kitapları arasında yer alır. Moğol tarihi olarak tasarlanan esere dünya tarihi ve coğrafya kitabı da eklenmiştir İlhanlı Sultanı Olcayto döneminde 1314 yılında resimlenen Camiü’t- Tevârih kopyasında (KhC. K1) Hz. Ali, Bedir Savaşı’nın canlandırıldığı sahnede (y. 66a) yer almıştır. Aynı tarihli diğer kopyanın (TSMK. H. 1653) resminde (y. 163a) Hz. Ali, Uhud Savaşı’nda düşmanla savaşmaktadır (Ağaoğlu 1934: 183; İnal 1995: 66; Blair 1995: 69).

Tarih kitaplarından bir diğeri 1415- 17 yıllarında Timurlu Sultanı Şah Ruh’un (sal. 1405- 1447) saray tarihçisi Hafız-ı Ebru tarafından yazılan Külliyât-ı Târihedir. Peygamberler ve İslâmiyetin ilk yıllarının konu edildiği yazmanın resimli nüshasında (TSMK. B. 282) Hz. Ali, Hayber Savaşı’nın tasvir edildiği sahnede (y. 169a) yer almaktadır (Ağaoğlu 1934: 192; İnal 1995: 119- 120; Sims 2002: 224).

Timurlu döneminde yaşamış İranlı tarihçi Mirhond (ölm. 1498), 1483 yılında yazmaya başladığı eseri Ravzatü’s- Safa*da Adem’den başlayıp kendi çağına kadar olan tarihî olayları anlatır. Eserin 1595 yılında resimlenen nüshasında (DCBL. No. 254) Hz. Ali iki resimde karşımıza çıkar. Bunlardan birinde (y. 83b) Kâbe’de bulunan putları kırmaktadır. Diğerinde ise (y. 97b) Gadîr- i Hum canlandırılmıştır Arberry 1962: 30; Fontana 1994: 36).

Hz. Ali’nin resimlerinin yer aldığı tarih konulu eserlerden bir diğeri Osmanlı saray tarihçisi Seyyid Lokman Aşurî (1601’de sağ) tarafından yazılan Zübdetü’t- Tevârih’ dir. Seyyid Lokman, iki bölüm halinde genel dünya tarihi olarak hazırladığı eserinin birinci bölümünde kâinatın yaratılmasından başlayarak Hz. Âdem’den Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e kadar olan peygamberlerden söz eder. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in hayatı, dört halife, mezhep imamları, İslâm tarihi ile ilgili bilgiler birinci bölümün diğer konuları arasında yer alır. İkinci bölüm Osmanlı sultanlarına ayrılmıştır. Zübdetü’t- Tevârih’in resimli nüshalarından ilki (TİEM. 1973) Sultan III. Murad (1574- 1595) için hazırlanmıştır. 1583 tarihli nüshanın resimlerinden birinde (y. 46a) Hz. Ali Peygamber Miraç yolculuğuna çıkmadan evvel bir arada betimlenmiştir. Diğer resimde (y. 48a) Hz. Ali üç halifeyle birlikte karşımıza çıkar (Renda 1973: 461; 1977: 64).

Zübdetü’t- Tevârih’in 1583 tarihli diğer nüshası (DCBL. T. 414) Osmanlı sarayının Dârüssaâde Ağası Mehmet Ağa’ya (ölm. 1590) sunulmuştur. Bu nüshada tek bir resimde (y. 130a) Hz. Ali kendisinden önceki üç halifeyle yer almıştır (Renda 1991: 502).

1586 yılında tamamlanan ve Osmanlı veziriazamı Siyavuş Paşa’ya (ölm. 1602) sunulan Zübdetü’t- Tevârih’te (TSMK. H. 1321) ilk resimli nüshada olduğu gibi Hz. Ali iki sahnede tasvir edilmiştir. Bunlardan biri (y. 57a) Miraç öncesi Hz. Ali’yi Peygamber ile birlikte gösterir. Diğer resim (y. 60a) Hz. Ali ve üç halifeye ayrılmıştır ( Renda 1973: 452).

Hz. Ali’nin imgelerinin tartışıldığı tarih konulu sınıflamanın son eseri Zübdetü’t- Tevârih gibi Adem’den başlayarak Osmanlı padişahlarının tarihini içeren Silsilenamelerdir. Silsilenâmeler şecere şeklinde düzenlenmiştir ve Osmanlı Padişahlarının soyu Adem Peygambere kadar dayandırılır. XVI. yüzyıl sonları ve XVII. yüzyıl başlarında İstanbul’da ve Osmanlı idaresi altındaki Bağdat’ta hazırlanan Silsilenâmelerden Hz. Ali’nin resmine yer veren iki örnek ele alınmıştır. Bunlardan biri 1597 tarihli Bağdat’ta resimlenen Silsilenâme (TSMK. H. 1324) nüshasıdır. Hz. Ali resimde (y. 23b) Peygamber ve halifelerle bir arada görülür. Diğer Silsilenâme nüshası da (AEM. No. 8457) 1605’li yıllarda Bağdat’ta hazırlanmıştır. Bu kopyanın resminde (y. 7b) Hz. Ali, Peygamber’le birlikte tasvir edilmiştir. Resimler madalyon içinde yer alan ‘portre’ lerden oluşmuştur (Bayram 1982: 650; Renda 1984: 180; Bağcı 2000: 189; Bağcı- Çağman- Renda- Tanındı 2006: 253).

Hz. Ali’nin resimlerine yer veren bir grup yazmayı dinî metinler oluşturmaktadır. Makteller, Kısas-ı Enbiyalar, evliya menkıbeleri, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in biyografisinin anlatıldığı kitaplar dini metinler içinde zikredilecek eserleri oluşturur.

Daha çok Şiî çevrelerde benimsenen maktel türündeki metinlerin resimlerinde Hz. Ali’nin önemli bir yere sahip olduğu göze çarpar. Sözlük anlamı katledilen, öldürülen yer olan (Devellioğlu 2001: 576) maktel, birinin öldürüldüğü yer veya öldürülme zamanı, vahşice öldürülme, ölümlere sebep olan büyük savaş demektir. Cahiliye devrinde öldürülmelerden söz eden şiirlerde katl karşılığında kullanılmıştır. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] döneminden itibaren İslâm dini ile ilgili mücadeleler, hilafet nedeniyle olan öldürülmeler tarih, edebiyat kitaplarında maktel kelimesiyle ifade edilmiş, ayrı bölümler halinde yazılmıştır. Zamanla bu ölümlere verilen önem artmış tarihî ve edebî nitelikte maktel başlığı altında kitaplar kaleme alınmıştır (Güngör 2003: 455).

Maktellerin ana konusu ya da diğer bir deyişle ana kişisi Hüseyin’dir (ölm. 680). Hz. Fatma ile Hz. Ali’nin oğlu Hüseyin, 626 veya 627 yılında doğar. 662 yılında kardeşi Hasan’ın hilâfeti Muâviye’ye (ölm. 680) devretmesinden sonra Medine’de yaşamaya başlar. 676 yılında Muâviye oğlu Yezîd’in kendisinden sonra halife olmasını isteyince Hüseyin bunu kabul etmez ve Mekke’ye gider. Bunu duyan Kûfeliler onu şehre çağırılar. Hüseyin Kûfe’deki durumu öğrenmesi için amcasının oğlu Müslim b. Akil’i Kûfe’ye gönderir. Şehir halkı Hüseyin’e edecekleri bağlılık yemininden vazgeçmişlerdir. Fakat Müslim b. Akil bunu Hüseyin’e bildiremeden öldürülür. 680 yılında Hüseyin ailesiyle birlikte Kûfe’ye doğru yola çıkar. Bu sırada bazı kişiler şehre gitmemesi konusunda onu uyarırlar. Fakat o bu uyarılara rağmen geri dönmez. Yetmiş iki kişi ile Kerbelâ’ya gelir ve konaklar. Kerbelâ, Kûfe yakınlarında, Fırat nehri kıyısında ıssız bir çöl olan Taff mevkiinde yer alır. Yezîd’in ordusu Hz. Hüseyin ve ailesinin su ile bağlantılarını keserek onları etkisiz hale getirmeye karar verirler. Hz. Hüseyin ve yanındakiler günlerce aç ve susuz kalırlar. Yapılan savaş sonunda Hz. Hüseyin ve yanındakiler öldürülür. Hz. Hüseyin’in vücudunda öldüğünde otuz üç mızrak ve ok, otuz dört kılıç yarası vardır. Atlarla cesedinin üzerinden geçen düşmanları başını keserek Kûfe’de dolaştırırlar. Daha sonra esirlerle birlikte kesilen baş Şam’a gönderilir (İbni Kesîr/Keskin 1994: XI, 213). Hz. Hüseyin ve ailesinin bu trajik ölümü müslümanlar üzerinde derin izler bırakmış ve zamanla maktel türündeki eserlerin de başlıca konusunu oluşturmuştur.

İlk maktellerdeki bilgiler önemli kişilerin öldürülmelerini görenler ya da işitenler tarafından verilmiştir. İslâm dini uğruna ölenler bu eserlerin konusu olmakla birlikte daha çok peygamberin akrabaları ve özellikle Ali ve onun soyunun uğradığı zulüm ve katledilmeler anlatılmıştır. Bu ölümleri rivayet eden kişilerin kim oldukları eserlerde yer almakla beraber gerçeklere uymayan, dinî- efsanevî çeşitli unsurlara da yer verildiği ve destansı bir anlatımın yapıldığı görülür. Makteller Arap tarihi ve edebiyatının zengin alanlarından birini oluşturur. Kerbela olayından ilk söz eden tarihçi Ebû Mihnefdir (ölm. 773). Maktelü’l-Hüseyn adlı eseri kendisinden sonraki edebiyatçı ve tarihçilere kaynaklık etmiştir. Hicretin ilk yıllarındaki önemli olaylara ait olan otuz üç kitap yazdığı söylenir. Ünlü Arap tarihçisi Taberî (ölm. 923) Suriye ve Irak’ın fethi, Cemel ve Sıffın Savaşları, Haricilerle ilgili olaylarda Ebû Mihnefin eserlerini esas almıştır. Arapça maktellerin çoğunda Ebû Mihnefden rivayetler aktarılmıştır. Ebü’l- Ferec İsfahânî’nin (ölm. 966) Makatilü ’t- Tâlibiyyîn isimli eseri de Arap edebiyatındaki en ünlü makteller arasındadır. Eserde 925 yılına kadar öldürülen üç yüzden fazla kişinin biyografisi bulunur. Ebü’l- Ferec, eserinde ölümünü anlattığı kişinin özelliklerini, ölümüne yol açan olayları, öldürülüşün nasıl gerçekleştiğini ayrıntılarıyla verir. Metin düz yazı ve şiirden oluşur. X. yüzyıldan itibaren Arap edebiyatındaki maktellerin tamamı Hz. Hüseyin ve yakınlarının öldürülmelerine ayrılmıştır (Güngör 2003: 455).

Kerbela olayı İran edebiyatında sayısız eserlere konu olmuştur. Bunlardan biri tefsir ve hadis âlimi Hüseyin Vâiz-i Kâşifî’nin (ölm. 1505) Timurlu sultanı Hüseyin Baykara döneminde (sal. 1468- 1506) 1502 yılında Herat’ta Ravzatü’ş-Şühedâ (Şehitler Bahçesi) adıyla yazdığı Farsça makteldir (Öznal- Güder 1997: XIX). Eser kısa zamanda İslâm dünyasında tanınmış ve Şiîliği resmî mezhep kabul eden Safeviler döneminde bilhassa İran’da ‘ravza’ denilen matem toplantılarında ravzahanlar tarafından ezbere okunmuştur. Bu toplantılarda halk Hz. Ali ve ailesi için yas tutup ağlamıştır. İranlı din bilgini Ebu’l- Kâsım Zemahşerî (ölm. 1144) bir kitabında Hz. Hüseyin için ağlayanın ona cennette kavuşacağını, kendi için ağlayan ve ötekileri de ağlatanların sevap işlemiş olduklarını söyler. Bu anlayış Kâşifî’nin eserine de yansımıştır (And 2002b: 29).

Arap ve İran edebiyatının yanı sıra makteller Türk edebiyatının da en sevdiği konular arasında yer alır. Osmanlı edebiyatının ünlü şairi Hüseyin Lâmiî Çelebi’nin (ölm. 938/1532) Maktel-i Âl-i Resul ’ü ünlüdür. Lamiî Çelebi, eserinde Kanunî Sultan Süleyman’ın defterdarı Sinan Bey’in kendisini eserini yazması konusunda isteklendirdiğini belirtir. Eser bir giriş ve on bölümden oluşur. Önce Allah’a, peygambere ve onun ailesine yakarış yer alır. Hüseyin’den, savaş ve düşmanlıklardan söz eder. On bölümün ilki Ali’nin halife olması daha sonra şehit edilmesini konu alır. İkinci bölümü Muaviye’nin oğlu Yezid’i halife ilan etmesi, Hüseyin’in buna karşı çıkması oluşturur. Hüseyin’in Kerbela’ya gidişi, savaş hazırlıkları diğer bölümlerin konularıdır. Hüseyin ve yandaşlarının susuz bırakılmaları ve öldürülmeleri eserin beşinci bölümünde anlatılır. Hüseyin’in başının kesilmesi, ailesinin esir alınması, kesilen başının Şam’da Yezid’e getirilmesi, Hüseyin şehit olduğunda onun parmaklarını kesen devecinin başına gelenler, peygambere karşı olanların yok olması, Hz. Ali’ye baş kaldıranların öldürülmesi ayrı bölümler halinde anlatılmıştır. Onuncu bölümü peygamberin Medine’den Kerbela’ya gelerek orada şehit olacak çocukların kanlarını toplayıp bunları arındırılmaları için Ümmü Seleme’ye emanet etmesi, oğlu İbrahim’i Hüseyin uğruna fidye olarak vermesi oluşturur (And 2002b: 199).

Daha önce sözü edilen Kâşifî’nin Farsça Ravzatü’ş-Şühedâ adlı eserini ünlü şair Fuzulî (ölm. 1556) Hadîkatu’s- Su’adâ (Erenler Bahçesi) ismiyle Türkçe’ye tercüme eder. Eserini Kâşifi gibi on bölüm olarak yazmıştır. Düz yazı şeklinde kaleme aldığı eserinin her sayfasında şiirlere de yer vermiştir. Hikâyeleri düz yazı ile anlatırken duyguları şiirlerle ifade etmeyi tercih etmiştir (Fuzulî/Bayoğlu 1995: XXIX). Fuzulî, eserin önsözünde eseri kaleme almasındaki sebepleri şöyle anlatmıştır: “Her yıl muharrem ayında yas töreni yenilenir. Kerbelâ çölüne gelenler Hüseyin’in türbesinin çevresinde oturup şehitler için üzülürler. Her yerde Farsça ve Arapça olarak anlatılan Kerbelâ olayı ile ilgili bilgileri Arap ileri gelenleri ve Acem büyükleri alırlar. Üstün bir kavim olan Türkler gerçeği anlamaktan yoksun kalırlar. Bu sebeple, peygamber ailesinin şehitleri için tutulan yasın önemini anlatmak ben fakire düştü.” Eserini yazarken Kur’ân-ı Kerîm’den, tefsir, hadis, tarih kitaplarından ve kimi maktellerden yararlanmıştır. Önsözde yukarıda sözünü ettiği sebepleri sıralayan Fuzulî, birinci bölümde Adem, Nuh, İbrahim, Yakup, Yusuf, Musa, İsa, Eyyüb, Zekeriya ve Yahya peygamberlerin hayat hikayelerini, karşılaştıkları zorlukları, çektikleri sıkıntıları anlatır. İkinci bölümü Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in kabilesinden çektiği sıkıntılara, Bedir Savaşı sırasında ölen Hamza, Tayyar ve Haris’e ayırmıştır. Sonraki bölümlerde sırasıyla Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in ölümü, Kızı Fatma’nın ölümü işlenmiştir. Beşinci bölüm, Ali’nin hayatı ve şehit edilmesi üstüne kurulmuştur. Altıncı bölümde Hasan’ın hayatı ve zehirlenerek öldürülmesi, yedinci bölümde Hüseyin’in hayatından kesitler, Medine’den Mekke’ye gidişi anlatılır. Hüseyin’in amcasının oğlu Müslim’in ölümü sekizinci bölüm, Hüseyin’in Kerbelâ’ya giderken yaşadığı acı olaylar dokuzuncu bölümün konularıdır. Onuncu bölüm ise iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısımda Hüseyin’in dostlarının şehit edilmesi, ikinci kısımda da Hz. Hüseyin ile Ehl-i Beyt erkeklerinin Kerbela’da Yezîd’in askerleri tarafından acımasızca öldürülerek şehit edilmeleri anlatılmıştır (Fuzulî/Bayoğlu 1995: XXIX).

Kâşifî, Lâmiî Çelebi ve Fuzulî’nin yukarıda sözü edilen eserlerinin resimli kopyalarında Hz. Ali farklı etkinlikler içinde yer almıştır.

Lâmiî Çelebi’nin Maktel-i Al-i Resul’ünün XVII. yüzyıl başına atfedilen resimli kopyasında (TİEM. T 1958) Hz. Ali iki resimde karşımıza çıkar. Bunlardan birinde (y.

8a) Hz. Ali’ye bağlılık yemini edilmektedir. Diğer resmin (y. 9a) konusu ‘Nehrevan Savaşı’dır (Milstein 1990: 107).

XVI. yüzyıl sonu XVII. yüzyıl başına tarihlenen diğer Maktel-i Âl-i Resul’ün (LBL. Or. 7238) resimlerinden birinde (y. 9b) Hz. Ali’ye bağlılık yemini edilmektedir (Milstein 1990: 108; Titley 1981: 56).

Maktel-i Âl-i Resul’ün yanısıra Hadîkatu’s- Su’adâ’nın resimli nüshalarında da Hz. Ali’ye yer verilmiştir. Resimli kopyalardan biri (NYBM. No. 70. 143) 1602- 3 yıllarına tarihlenir. Resimde Hz. Ali, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Medine’deki vaazında (y. 73a) tasvir edilmiştir (Milstein 1990: 104; Çelik 1998: 24).

Aynı eserin XVI. yüzyıl sonuna tarihlenen kopyasında (TİEM. T 1967) bulunan resimde (y. 108b) Hz. Ali, Nehrevan Savaşı’nda yer alır (Çığ 1959: 57; Milstein 1990: 102; Çelik 1998: 26).

Hadîkatu’s- Su’adâ’nın XVII. yüzyıla tarihlenen diğer kopyasında (AEM. No. 573) Hz. Ali iki resimde yer almıştır. Resimlerden birinin (y. 68a) konusu ‘Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Medine’deki Son Vaazı’dır. İkinci resimde (y. 121a) ‘Hz. Ali’nin Ölümü’ tasvir edilmiştir (Çelik 1998: 24).

Hadîkatu’s- Su’adâ’nın tarihsiz nüshasında (PBL. Sup. Turc. 1088) yine Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Medine’deki son vaazında (y. 65a) Hz. Ali’ye yer verilmiştir. Diğer resminde (y. 104a) ‘Nehrevan Savaşı’ konu edilmiştir (Milstein 1990: 103; And 2002b: 324; Çelik 1998: 24, 26).

XVI. yüzyıl sonu XVII. yüzyıl başına atfedilen Hadîkatu’s- Su’adâ nüshası (LBL. Or. 12009) Hz. Ali’ye yukarıda sözü edilen resimlerden farklı bir konuda yer vermiştir. Resimde (y. 66b) Hz. Ali Peygamberle birlikte Müslüman şehitlerin mezarını ziyaret etmektedir. Diğer resimde (y. 120b) ise konu ‘Hz. Ali’nin Ölümü’dür (Titley 1981a: 44; Milstein 1990: 101; Çelik 1998: 24).

Kâşifî’nin Ravzatü’ş-Şühedâ, Lâmiî Çelebi’nin Maktel-i Âl-i Resul, Fuzulî’nin Hadîkatu’s- Su’adâ'nın isimli eserleri yüzyıllar boyunca beğeniyle okunmuş ve muharrem ayının vazgeçilmez unsurları halini almışlardır. Bu eserlerin farklı dönemlerde resimli ve resimsiz pek çok kopyaları hazırlanmıştır. Bu üç eserin resimli kopyalarına bakıldığında Kerbelâ ile ilgili resimlerin yanı sıra Hz. Yusuf, Hz. İbrahim gibi İslâm öncesi peygamberler ve Adem peygamber ile Havva’yı cennette gösteren bir kaç resme de yer verildiği görülür. Hz. Ali’nin Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] zamanında katıldığı savaşlar ve daha sonra Haricîlerle yapmış olduğu Nehrevan Savaşı da bu eserlerdeki resimlerin başlıca konularıdır. Bu üç eserin tesbit edilen on dört resimli nüshasının XVI. yüzyıl sonu ile XVII. yüzyıl başlarına tarihlendikleri görülür.

Hz. Ali’nin yaşamından kimi olayların anlatıldığı dinî metinlerin bir diğer grubunu oluşturan Kısâs- ı Enbiyâlar ise peygamber hikâyelerini içerir. Kur’an-ı Kerim ve Kitab­ı Mukaddes’te adı geçen peygamberlerin hayatları, yaşadıkları sıkıntılar ve yaptıkları mücadeleler anlatılır. Kur’an’da adı geçen tarihî ya da mitolojik kişilere yer verilir. Peygamber hikayeleri yaradılış ile başlayıp Hz. Adem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. Süleyman gibi İslâm öncesi peygamberlerin hikâyeleri ile devam eder. Hz. İsa, Hz. Hut ve Hz Salih, İdris, Harut ve Marud, Zahhak ve Nemrut gibi kişilerin hikâyelerine de yer verilmiştir (Milstein- Rührdanz- Schmitz 1999: 8). Tefsirlerde, İslâm tarihlerinde ve hadislerin açıklamalarında yer alan çeşitli bilgiler Kısâs- ı Enbiyâlarda da karşımıza çıkar. Özellikle Kur’an’da ismi geçen peygamberlerle ilgili bilgiler doğrudan ayet ve hadislere dayanılarak verilir (Cemiloğlu 2000: XXI).

Kısâs- ı Enbiyâ türünde eserlerin ilk örneklerine maktellerde olduğu gibi Arap edebiyatında rastlanır. Arap edebiyatı yazarlarından Ka’b el-Ahbar (ölm. 652) ve Vehb bin Münebbih (ölm. 728) en önemli kısas yazarlarındandır. Özellikle eserlerinde yer alan yaradılışın sırlarıyla ilgili bilgiler kendilerinden sonraki yazarlara kaynak teşkil etmiştir. Kısâî (ölm. 805), Sehl bin Abdullah et Tusterî (ölm. 896) ve Muhammed bin Abdülmelik el- Müsebbihî el- Harranî (ölm. 1029) en tanınmış Arapça kısas yazarlarındandır. İranlı yazar Sa’lebi (ölm. 1035) peygamber hikâyelerini derleyerek kitap halinde sunmuştur. ‘Kitapu Araisi’l- Mecaâlis fi Kasasi’il Enbiya' isimli yaradılıştan Hz.Muhammed zamanına kadar olan olayları içeren eserinde olayları Taberi tarihi gibi tarihî bir akış içinde anlatır (Milstein- Rührdanz- Schmitz 1999: 8).

İslâm resim sanatında söz konusu peygamber hikâyelerinin resimli kopyaları üretilmiştir. Haklarında bilgi bulunamayan Nişaburî, Cuveyrî, Deyduzamî[20] gibi Kısâs- ı Enbiyâ yazarlarının eserlerinin XVI. ve XVII. yüzyıllarda yaygın olarak resimlendirildikleri görülür. Fakat resimli nüshalarla ilgili aydınlatıcı bilgiler mevcut değildir.

Burada sözü edilecek resimli örneklerden ilki Nişaburî’nin Kısâs- ı Enbiyâ’sının 1575­76 yıllarına tarihlenen nüshasıdır (TSMK. H. 1228). Yazmada Hz. Ali, ‘Bedir Savaşı’ (y. 157b) ve ‘Hayber’in Fethi’ (y. 162a) konularında resimlendirilmiştir (Milstein- Rührdanz- Schmitz 1999: 215).

Aynı yıllara tarihlenen bir diğer Kısâs- ı Enbiyâ’da (TSMK. H. 1227) ‘Hayber’in Fethi’nde (y. 228a) yer alan Hz. Ali, ikinci resimde Miraç sahnesinde (y. 190b) arslan olarak karşımıza çıkar.

Eserin 1580 tarihli nüshası (NYPL. Spencer Pers. Ms. 46) Hz. Ali’yi yukarıda sözü edilen kopyalarda olduğu gibi Hayber’in fethi (y. 166a) sırasında canlandırmıştır. Diğer resimde (y. 176b- 177a) Hz. Ali kendisinden önceki üç halifeyle birlikte resimlenmiştir (Milstein- Rührdanz- Schmitz 1999: 122).

Kısâs-ı Enbiyâların bazılarında Hz. Ali’nin tek bir resimle temsil edildiği görülür. 1577 tarihli nüsha (BS. Diez A fol. 3) Hz. Ali’ye Miraç sahnesinde (y. 226b) yer vermiştir. 1579- 80 tarihli nüshada da (TSMK. R. 1536) Hz. Ali’nin yine aynı konuda (y. 190b) resvir edildiği görülür (Milstein- Rührdanz- Schmitz 1999: 185, 208).

Burada sözü edilecek son Kısâs-ı Enbiyâ nüshası tarihsizdir (TSMK. E. H. 1430). Hz. Ali ‘Hayber Fethi’ konulu resimde yer alır (Milstein- Rührdanz- Schmitz 1999: 210).

Dinî metinler içinde sözü edilecek bir grup el yazmayı ise evliya menkıbeleri oluşturur. Arapça ‘nekabe’ (isabet etmek, bir şeyden bahiste bulunmak, haber vermek) kökünden türeyen menkıbe sözlükte övünülecek iş, hareket ve davranış anlamına gelir (Ocak 1997: 27). Ayrıca tanınmış veya tarihe geçmiş kimselerin durumuna ait fıkralar veya hikâyeler anlamı da taşır (Devellioğlu 2001: 615). IX. yüzyıldan itibaren hadis külliyatlarında çoğul şekli olan menâkıb kelimesinin kullanıldığı görülmektedir. Bu eserlerdeki anlamı, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in ashabının fazilet ve meziyetleridir. Aynı yüzyılda tasavvuf tarihinde olağanüstü olaylar demek olan kerametleri nakleden küçük hikâyeler anlamında da kullanılmıştır. Başlangıçta bu kerametler peygamber mucizeleriyle olan benzerlikleri nedeniyle ulemanın tepkisini çekmiştir. Fakat peygamberlerin mucizeleri ile velilerin gösterdiği kerametler arasında çeşitli farklar olduğunu göstermek için çabalar sarfedilmiştir. Giderek Kur’an’da geçen peygamberler ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in mucizeleri, çeşitli kerametler halk arasında yayılarak ayrı bir biçime bürünmüştür. Halk arasında anlatılmaya başlanmış, bu anlatan kişilere de kıssahan denmiştir. Kıssahanlar ilk defa Hz. Osman zamanında ortaya çıkarlar ve Emeviler devrinde çoğalırlar. Bu kişilerin anlattıkları hikâyeler, tefsir ve tarih kitaplarına girmiştir. Bu şekilde oluşan menkıbeler bütün İslâm dünyasına yayılarak zenginleşip çoğalmıştır. Evliya menkıbelerinin gelişmesi 11. yüzyılda tasavvufun yayılmasıyla birlikte olmuştur. Evliya menkıbeleri mutasavvıfların yaşadıkları bölgelere ait özel tarih kitaplarında örneğin Hatib-i Bağdâdî, Tarihu Bağdad, İbn Funduk, Tarihu Beyhak gibi eserlerde, çeşitli meslek ve zümrelere mensup kişilerin hal tercümelerinde anlatılır (Ocak1997: 40).

Evliya menkıbeleri olarak ifade edeceğimiz bu eserlerin resimlenen örneklerinin bilinen en erken tarihlisi Şiî imamların biyografilerinin anlatıldığı Ahsenü’l-Kibar’dır. 1433 yılında İbn. Arabşah Muhammed’in tamamladığı Farsça bu eser Şiî imamlardan söz eden en erken tarihli metin olma özelliğine sahiptir. Eserin resimli nüshalarından biri (SPPL. Dorn 312) 1526’da Safevi Şahı Tahmasp için hazırlanmıştır (Stchoukine 1973: 47; Canby 2004: 108). Bu nüshada yer alan resimlerden birinde (y. 312a) Hz. Ali bir meleğe emir verirken resimlenmiştir (Stchoukine 1973: 47).

Safevî döneminde hazırlanan 1588 tarihli diğer nüshada (TGSK. Reg. 2252) Hz. Ali (y. ?) Peygamberi düşmanlardan korumak için yatağında yatarken tasvir edilmiştir. Diğer tasvirde (y. ?) ‘Gadir- î Hum’ canlandırılmıştır. Ahsenü’l-Kibar’da yer verilen bir diğer resmin konusu daha önceden Maktel türü eserlerde sıkça geçen ‘Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Medine’deki Son Vaazı’dır (y. ?) (Semsar 2000: 66).

Bu grubun önemli bir diğer eseri İranlı şair Câmî’nin (ölm. 1492)1478’de tamamladığı Nefehât- ül-üns adlı altı yüz büyük sufinin biyografisinden oluşan kitabıdır. Kitabında kerametleri sınıflandırmış, bunların ne gibi fiillerden ibaret olabileceklerini açıklamıştır (Ocak 1997: 29). Mucize ile keramet arasındaki farkı belirtmiş, ulu kişilerin kerametlerinden, ünlü şeyhlerin öykülerinden, bilgelerin mertebelerinden bahsetmiştir (And 2002b: 84). Câmî eserinde sufizmin dogmalarını anlatarak, tasavvuf terimlerinin açıklamalarına da yer vermiştir. Nefehât- ül-üns"ün 1595 tarihli resimli nüshasında (DCBL. Turc 474) Hz. Ali Maktellerin değişmez konuları arasında yer alan ‘Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Medine’deki Son Vaazı’nda (y. 177b) tasvir edilmiştir (Milstein 1990: 105).

Yukarıda sözü edilen el yazmalarından başka Hz. Ali’nin resimlerine Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in biyografisini içeren kitaplarda da karşılaşılır. Bunlardan biri Timurlu sultanı Hüseyin Baykara döneminde yaşamış bir şair olan Nizam tarafından 1516 yılında yazılmış olan Âsâr-ı Muzafferedir (Arberry 1962: 13; Rührdanz 2000: 201; Çağman- Tanındı 1996a: 133; Çağman- Tanındı 1996b: 39).

Eserin Safevî seçkinleri için yapılmış olduğu düşünülen resimli üç kopyası bilinmektedir. 1567 yılına tarihlenen kopya (DCBL. Pers 235) Hz. Ali’yi daha önce de sözü edilen etkinlikler içinde resimlemiştir. Bu resimlerden biri ‘Hayber’in Fethi’ (y. 132a) diğeri ise ‘Gadir- î Hum’dur (y. 152a) (Çağman- Tanındı 1996a: 145; Çağman- Tanındı 1996b: 40; Rührdanz 2000: 201- 216).

Eserin 1568 tarihli ikinci nüshasının (TSMK. H. 1233) resimlerinden biri Hz. Ali’yi Bedir Savaşı’nda (y. 96b) gösterir. Diğerinde ise Hayber’in Fethi (y. 158b) canlandırılmıştır (Çağman- Tanındı 1996a: 133; Çağman- Tanındı 1996b: 4; Rührdanz 2000: 201- 216).

Eserin bilinen son resimli kopyası (SPPL. Dorn 456) 1573 tarihlidir. Hz. Ali’ye Kâbe’deki putları kırarken (y. 124a) yer verilmiştir (Rührdanz 2000: 213).

III. 2. 1. Peygamberle Birlikte: Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Yoldaşı Hz. Ali

Hz. Ali’nin yaşam öyküsü bölümünde anlatıldığı gibi Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Peygamberliğini açıklamak üzere ailesini yemeğe davet eder. Hz. Ali, bu davete olumlu cevap vererek Müslüman olur. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Hz. Ali’yi küçük bir çocukken yanına alarak başlayan beraberlikleri Hz. Ali’nin İslâm dinini kabul etmesiyle birlikte yoldaşlığa dönüşerek devam eder. ‘Peygamberin Yoldaşı Hz. Ali’ başlığı altında Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve Hz. Ali’nin birlikteliğinin yansımaları olarak okunabilecek resimler irdelenmiştir. Bu başlık altında irdelenen resimlerde Hz. Ali Peygamberle birlikte yer almaktadır.

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Mekke’den Medine’ye hicreti (622) hem İslâm tarihi hem Hz. Ali’nin yaşam öyküsünde önemli bir yere sahiptir. Bölümün ilk resmini bu önemli anın betimlemesi oluşturur. Hicret sırasında Hz. Ali düşmanları şaşırtmak için Peygamberin yatağında yatarak bağlılığını gösterir. Aynı zamanda cesur bir davramış sergilemiş olur. Bölümün ikinci resminin konusu ise peygamber ve Hz. Ali’nin birlikteliğinin önemli yansımalarından biri olan farklı rivayetlerle anlatılan Hz. Ali’nin Kâbe’deki putları kırmasıdır. Her iki resmin konusu hem peygamberin hem de Hz. Ali’nin yaşam öyküsünün ortak anılarını oluşturur. Bölümün son resminde Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] müslüman şehitlerin mezarını ziyaret etmektedir. Hz. Ali’nin hayatıyla doğrudan ilgili olmayan fakat Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in hayatının bir parçası olan resimde Hz. Ali’ yi hemen peygamberin yanı başında görmekteyiz. Bu resimler, konunun merkezinde Hz. Ali olmasa da hafızalarda onun peygamberin ayrılmaz bir parçası olarak kabul gördüğünün görsel delilleridir.

III. 2. 1. 1. Hz. Ali’nin Düşmanları Şaşırtmak İçin Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Yatağında Yatması

Küçük yaşlardan itibaren peygamberin terbiyesi altında yetişen Hz. Ali onun sözünden çıkmamış ve hayatını onun uğruna tehlikeye atmaktan kaçınmamıştır. Bu anlardan birini Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Mekkeliler tarafından öldürülmek istemisi oluşturur. Mekkeliler her kabileden bir gencin katılımıyla Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’i öldürmeye karar verir. Bu sırada Cebrail tarafından peygambere Mekke’den Medine’ye hicret etmesi bildirilir. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] hicret için hazırlıklar yapmaya başlar ve hicret kararını Hz. Ali’ye bildirir. Hz. Ali’den Mekkeli düşmanlarını şaşırtmak ve oyalamak için kendisine yardım edip etmeyeceğini sorar. Hz. Ali’nin yardımı kabul etmesiyle peygamber Hz. Ali’den kendi yerine geçerek yatağında yatmasını ister. Bunun üzerine Hz. Ali düşmanları oyalamak ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in kendisine verdiği emanetleri sahiplerine vermek için Mekke’de kalır ve peygamberin hırkasına sarılarak onun yatağına yatar. Evin önüne gelen Mekkeli grup Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’i beklemeye başlar. Evden çıkan Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] düşmanlarının üzerine bir avuç toprak savurur ve kendisini görmelerini engeller. Sabah peygamberi öldürmek amacıyla eve giren düşmanlar Hz. Ali’ yi karşılarında bulur. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’ in yerini söylemeyen Hz. Ali’ yi döverek hapsederler. Daha sonra Hz. Ali serbest bırakılır. Hayatını peygamber için tehlikeye atan Hz. Ali, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’den üç gün sonra kendi annesi Fatma ve peygamberin kızı Hz. Fatma ile birlikte Medine’ye gider (İbn Esîr/Tulum 1985: 104; Taberî/Yar Shater 1987: XVII, 375; İbni Kesîr/Keskin 1994: 269).

Hz. Ali’nin peygamber için göze aldığı tehlikeyi ve ona bağlılığını ifade eden bu konunun tek resmi Şiî imamlarla ilgili yazılan ilk metin olduğu düşünülen Ahsenü’l- Kibar’ ın 1588’de tamamlanmış resimli nüshasında (TGSMK. No. 2252, y. ?) tasvir edilmiştir (Res. 1). Sahnenin merkezinde Hz. Ali başı haleli, yüzü peçeli yere serilmiş döşek üzerinde yatmaktadır. Sahnenin sağ ve solunda kimliği belirsiz kişiler yer almıştır. Hz. Ali’nin ayak ucundaki iki figür şaşkınlık içinde yerde yatan Hz. Ali’ye bakmaktadır.

III. 2. 1. 2. Hz. Ali’nin Kâbe’deki Putları Kırması[21]

Yeryüzünde kurulan ilk mescid olan Kâbe’yi Hz. Adem yapmıştır. Kâbe, Arap kavimleri için her zaman için kutsal bir mekân olmuştur. Burada hem Arap kavimlerinin hazineleri hem de bir takım putlar bulunmaktadır. X. yüzyılda yaşamış ve hayatının büyük bir bölümünü hadis derlemek için çeşitli İslâm şehirlerinde geçirmiş olan İmam Nesâi (ölm. 915), Kâbe’deki bu putların Hz. Ali tarafından kırıldığını onun ağzından şöyle rivayet eder: “Resûlullah ile yürüdüm, nihayet Kâbe’ye geldik. O benim omuzlarıma çıktı. Benim güçsüzlüğümü görünce, otur, dedi. Oturduğumda omuzlarına çıkmamı söyledi. Beni omzunda tuttu. İstersem göğün ufuklarını tutabileceğim bir keyfiyet göründü bana. Kâbe’nin üstüne çıktım. Sarı maden ya da bakırdan bir heykel vardı. Onu aşağıya at dediğinde hemen attım. Sonra kimseye görünmeden oradan uzaklaştık. Birilerinin bizi görmesinden korktuk (Nesâi/Erdoğan 1999: 96, 97).

İmam Nesâi, aktardığı rivayette Hz. Ali’nin küçük bir çocukken ve gizlilik içinde putları kırdığını dile getirirken kimi rivayetlerde bu olayın daha geç tarihlerde olduğu belirtilir. Dört halifenin çeşitli menkıbelerine Menâkıb-ı Çehar Yâr-ı Güzîn ’de yer veren Sivasî (ölm. 1597) olayı Mekke’nin fethiyle (632) bağlantılı olarak anlatır. Kâbe’deki bütün putların ayaklar altına alınarak ezildiğine değinir. Rivayete göre kâfirler tarafından zincirlerle tavana bağlanmış Hayber kapısından daha ağır putu peygamberin isteğiyle omuzlarına çıkan Hz. Ali kırmıştır (Sivasî/ Erdoğan 1981: 315).

Hz. Ali’nin putları kırması, peygamberin biyografisini konu alan Âsâr- ı Muzafferdin 1567 tarihli nüshası ile (RRL. Ms. IV. 29, y. 152b) 1573 tarihli nüshasında (SPRNL. Dorn 456, y. 124a) İslâm tarihinin anlatıldığı Ravzatü’s- Safâ’nın 1595 tarihli nüshasında (DCBL. No. 254, y. 83b) resimlenmiştir. Her üç resimde de sahnenin merkezde yüzü peçe örtülü, başı alev haleli Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve omuzları üzerinde Hz. Ali’yi taşımaktadır (Res. 2, 3, 4). Hz. Ali’nin de yüzü peygamberde olduğu gibi peçe ile örtülüdür ve başı halelidir. Yerde Hz. Ali tarafından kırılan putların parçaları görülmektedir

Hz. Ali’nin Kâbe’deki putları kırması Şiîliği resmi devlet dini olarak kabul eden Safevî döneminde resimlenen iki yazmada karşımıza çıkmıştır. Hz. Ali’nin resimlerde peygamberle eşit derecede kutsallaştırılarak betimlenmiş olduğu görülür. Bu durum yazmaların resimlendiği çevrede Hz. Ali’nin algılanma biçimini yansıtmaktadır.

III. 2. 1. 3. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in İlk Müslüman Şehitlerin Mezarlarını Ziyareti

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ölmeden önce yaptığı kimi etkinlikler içinde Müslüman şehitlerin mezarlarını ziyareti yer alır. Tarih kitaplarında bu ana ilişkin ayrıntılı bilgilerin yer almadığı görülür. Tarihçi İbn Kesir, peygamberin ölümünden önce Medine’de Müslüman şehitlerin mezarlarının olduğu Bakî mezarlığına giderek dua ettiği rivayetini aktarır. Bu ziyaret sırasında peygamberin yalnız ya da kendisine eşlik eden kişilerin olup olmadığına dair herhangi bir bilgi aktarmaz (İbn Kesîr/Keskin 1994: V, 388).

Yukarıda dile getirilen konu gerek İslâm tarihi ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in biyografisi bağlamında gerekse Hadîkatu’s- Su’ada’nın günümüze ulaşan resimli nüshaları bağlamında ele alındığında sıklıkla karşılaşılan bir tema olmadığı görülür. Konunun yalnızca Hadîkatu’s- Su’ada’nın XVI. yüzyıl sonu XVII. yüzyıl başına atfedilen nüshasında (LBL. Add. 12009, y. 66b) resimlenmiş olduğu bilinir. Sahnenin sağında yüzü peçeli, başında alevden hale bulunan kişi Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], hemen yanında Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] gibi alevden hale ve peçe ile kutsallaştırılmış kişi Hz. Ali olmalıdır (Res. 5). Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve Hz. Ali, sahnenin sağında yan yana dizilmiş mezarlığa doğru ellerini açmış dua etmektedir. Peygambere bu ziyaretinde Hz. Ali’nin yanı sıra kimliği belirsiz kişiler eşlik etmektedir.

Yukarıda tartışılan Hz. Ali’nin düşmanları şaşırtmak için Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in yatağında yatması, Hz. Ali’nin Kâbe’deki putları kırması temalarını hem peygamberin yaşamıyla hem de Hz. Ali’nin yaşamıyla bağlantılı olarak ele almak mümkündür. Bu nedenle resimler de bir anlamda Hz. Ali’nin yaşam öyküsü ile ilişkilendirilerek değerlendirilebilir. Resimleri Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in hayatındaki önemli anlarda Hz. Ali’nin oynadığı etkin rolün sıklıkla olmasa da resim sanatında ele alındığı biçiminde okumak mümkündür. Oysa peygamberin mezar ziyareti kendi biyografisi içinde öne çıkmayan, Hz. Ali biyografisinde de önem arzetmeyen bir temaya işaret eder. Konunun tek bir resimle olsa da görselleştirilmesi ve bu resimde peygamberin hemen yanında aynı kutsal simgelere bürünmüş olarak Hz. Ali’nin yer alması Hz. Ali’nin resim sanatındaki ikonografisi açısından önemlidir. Konunun en azından tarih kaynaklarında Hz. Ali’ ye işaret eder biçimde aktarılmadığı dikkate alınırsa ve resmin XVI. yüzyıl sonu XVII. yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti’nin eyalet merkezi Bağdat’ta daha çok Şiîler arasında rağbet gören maktel türü bir eserin resimli sayfalarında kendine yer bulmuş olduğu göz önünde tutulursa yazmanın Hz. Ali’yi peygamberin en yakınındaki kişisi ve ayrılmaz parçalarından biri olarak algılayan bakış açısının birer ürünü olarak görebilmek mümkündür. Resimler tartışıldıkça daha sık dile getirileceği üzere resimde Hz. Ali’nin peygamberle eşit derecede kutsallaştırılması da Hz. Ali’ye atfedilen ‘kutsal’ kimliğin resimsel yansımasıdır. Kimi zaman resimlerde bu kutsallığın sadece peygambere ait olduğu görülecektir.

III. 2. 2. Savaşlar ve Zaferler: İslâm Dininin Savaşçısı, Kahramanı Hz. Ali

Hz. Ali’nin İslâm kültüründeki algılanma biçimlerinden biri halifeye atfedilen kahramanlık imgesidir. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in peygamberliğini ilân etmesi ve Mekke’den Medine’ ye göçüyle birlikte İslâm dininin yayılması için farklı dinlere mensup topluluklara karşı savaş yapılır. Çocuk yaşta Müslüman olan Hz. Ali, peygamberin yakınında bulunmuş ve üstlendiği sorumlulukları başarıyla yerine getirmiştir. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in savaşların başlamasıyla birlikte Hz. Ali’ye komutan ve sancaktarlık gibi önemli görevler verdiği bilinmektedir. Hz. Ali peygamber hayatteyken yapılan savaşlarda gönüllü olarak ön saflarda mücadele etmiştir.

Gösterdiği kahramanlık ve cesareti nedeniyle Hz. Ali’ye Arslan, Allah’ın Arslanı, Haydar, Haydar- ı Kerrâr (Dönerek Yılmadan Saldıran), Şah-ı Merdan (Yiğitler Yiğidi) gibi isimler verilmiştir (Balaban 2005: 32).

İslâm tarihinin anlatıldığı çeşitli kaynaklarda Hz. Ali’nin savaşlardaki kahramanlıkları rivayetler ve menkıbelerle anlatılmıştır. Anlatılan rivayet ve menkıbeler Hz. Ali’nin İslâm ordusu için taşıdığı önemi vurgular niteliktedir. Arap geleneğine göre savaş düşman ordularından gönüllülerin teke tek mücadelesiyle başlar. Bu mücadele sonunda ordular karşı karşıya gelerek savaşır. Rivayetlere göre Hz. Ali teke tek yapılan savaşlarda daima gönüllü olmuş ve girdiği her mücadeleden galip ayrılmıştır. Savaşlardaki yiğitliği ve cesareti insanüstü niteliklerle bezenerek dile getirilmiştir.

Hz. Ali’ye atfedilen kahraman imgesi onun kimliğinin gerçekten efsaneye doğru değişen seyrinin bir yansımasıdır. İslâm dinini yaymak amacıyla katıldığı savaşlarda insanüstü başarıları tarih metinlerinden başlayarak anlatılmış ve giderek Hz. Ali destan kahramanına dönüşmüştür. Hz. Ali’nin kahramanlık imgesi olarak tartışılan resimlerin yer aldığı metinlerin asıl konusu Hz. Ali’nin yaşam öyküsü değildir. Genellikle İslâm tarihi ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in biyografisini anlatan metinlerin resimlerinde Hz. Ali’nin kahraman imgesiyle karşılaşılmaktadır. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve İslâm dini bağlamında ele alınan savaşlar görsel dile aktarılırken Hz. Ali’nin kahramanlık imgesinin resmin ana temasını oluşturduğu gözlenir.

İslâm resim sanatında Hz. Ali imgesinin tanınmasını sağlayan kendisine özel simgeler ve kodlar kullanılmıştır. Aynı zamanda kahramanlığının efsanevî ve menkıbevî yönüne katkılar sağlayan simge ve kodlar Hz. Ali’nin öyküden bağımsız olarak tanınmasının araçları olmuştur. Hz. Ali düşmanlarıyla girdiği mücadeleden kılıcı Zülfikâr ve atı Düldül’ün yardımlarıyla kahraman olarak ayrılır. Zülfikâr, Düldül ve Hz. Ali’nin hayatı boyunca yanından ayrılmayan sadık kölesi Kanber, halifeyle birlikte pek çok resimde kendine özgü ‘portre’siyle betimlenmiştir. Zülfikâr, peygamberin Hz. Ali’ye hediyesidir. Taberî, İbn El- Esir ve İbni Kesîr gibi İslâm tarihçileri Zülfikâr’ın Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in kılıçlarından biri olduğunu dile getirirler. Müslümanlara karşı savaşan bir kâfir olan el-As bin Münebbih el-Haccac’ın kılıcı olan Zülfikâr, Bedir Savaşı’ndan sonra peygambere ganimet olarak kalmıştır. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], kılıcı Hz. Ali’ye Bedir Savaşı’ndaki başarısından dolayı hediye eder (Taberî /Yar- Shater 1987: VIII, 98).

Tarihî kaynaklar Hz. Ali’nin kılıca sahip olmasıyla ilgili rivayeti aktarırlar. Fakat Hz. Ali’nin kahramanlığını dile getirdikleri rivayetlerde Zülfikâr’ın nitelikleri ve vasıflarına dair her hangi bir bilgiye yer vermedikleri görülür.

Zülfikâr’ın kelime anlamı ‘fukralı’ yani boğumlu demektir. Kılıçtaki çentiklerin boğuma benzetilmesi nedeniyle bu ismi almıştır (Topuzoğlu 1986: 649; Zygulski 1992: 49). Zülfikâr’ın Hint ya da Fars yapımı olma ihtimali olduğunu söyleyen Zygulski, görüşünü Zülfikâr’ın kavisli şekliyle destekler. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] zamanında Araplar düz kılıç kullanırlar. Zülfikâr, şekli nedeniyle Arap kılıçlarından ziyade o dönemde kılıç yapımında ünlü Hintlilerin eseri olmalıdır. Bu dönemde Araplar Hint kılıçlarına rağbet etmişler ve bu kılıçlardan edinmişlerdir (Zygulski 1992: 49).

Zülfikâr’ın kılıç ustaları tarafından sertliğinin arttırılması için çentikli yapıldığı, düz ve iki ağızlı olduğu, ağızlarından birinin ya da ikisinin üzerinde çentikler olduğu düşünülür. Fakat zaman içinde Zülfikâr’ın şekli çatal uçlu olarak düşünülmüştür. Çatal uçlu kılıçlar savaşmak için uygun değildir. Daha ziyade törenlerde güç sembolü olarak kullanılmıştır (Topuzoğlu 1986: 649; Zygulski 1992: 49).

Hz. Ali’nin savaşlarda en büyük yardımcısı olan ve çatal uçlu resmedilen Zülfikâr’ın, sihirli güçlere sahip olduğu, cennetten indirildiği, Hz. Ali’den sonra kimlere ulaştığıyla ilgili menkıbeler İslâm kültüründe yer etmiştir. Şiî inancının yayılmasıyla kılıca olağanüstü nitelikler atfedilmiş olmalıdır. Zaman içinde sihirli ve efsanevî nitelikleri Fars ve Türk edebiyatında dile getirilen Zülfikâr Hz. Ali’nin adaletini, gücünü ve yenilmez savaşçılığını temsil eder (Yıldıran Sarıkaya 2004: 368; Çetin 1997: 424).

Daha çok Şiîler, Zülfikâr’ın Hz. Adem tarafından Hz. Musa’nın asası, On Emir’in içinde bulunduğu Kutsal Sandık ve kendi tabutuyla birlikte Cennet Bahçesi’nden çıkarıldığına inanır. Kılıç, Hz. Ali’den Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e ulaşır. Daha sonra Zülfikâr’ın Abbasi ve Fatimiler’in eline geçtiği iddialar arasındadır (Hathaway 1999: 149, 151).

İslâm görsel kültüründe adalet, kahramanlık ve güç sembolü olan Zülfikâr, el yazma resimlerde çoğunlukla Hz. Ali ile birlikte tasvir edilmiştir. Bu resimlerde genellikle Hz. Ali düşmanını Zülfikâr’la öldürmektedir. Zülfikâr savaş etkinlikleri dışında zaman zaman Hz. Ali’nin belinde veya hemen yanındaki Kanber’in elinde ayrılmaz bir parça olarak resimlerde yer alır. Kendine özgü çatal uçlu şekliyle hem Hz. Ali’nin kahramanlığının hem de resimde tanınmasının araçlarından biri olmuştur.

Zülfikâr gibi Hz. Ali portresini bütünleyen diğer simge Düldül’dür. Zülfikâr’da olduğu gibi halifeye Düldül’ün de peygamber tarafından hediye edildiği rivayetler arasındadır. Mısır hükümdarı Mukavkıs peygambere boz renkli bir katır olan Düldül’ü hediye eder (Taberî/Yar Shater: 1987: 819; İbn El- Esîr/Tulum 1985: İbni Kesîr/Keskin 1994: 779). Dişi veya erkek olduğu hakkında kesin bilgi olmayan katıra hızlı yürüyüşü ve çevikliği nedeniyle ‘kirpi’ anlamına gelen Düldül adı verilmiştir. Kimi rivayetlere göre peygamberin Hz. Ali’ye hediye ettiği Düldül’e halifenin ölümünden sonra Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Muhammed Hanefi sahip olmuştur (Yardım 1994: 20). Hz. Ali’nin kılıcına atfedilen olağanüstü nitelikler Düldül’e de atfedilmiş, Fars ve Türk edebiyatında insanî vasıflara sahip, halifenin yardımcısı ve dostu olarak ele almıştır (Yıldıran Sarıkaya: 2004: 363; Çetin 1997: 417). Resimlerde Düldül’ün bütün vücudu beneklerle nakşedilmiştir. Zülfikâr gibi Düldül’ün de kendine has ‘portre’si Hz. Ali’nin kimliğinin tanınmasına olanak sağlar.

Hakkında çok fazla bilgi bulunmayan Hz. Ali’nin kölesi Kanber, Düldül ve Zülfikâr gibi resimlerde Hz. Ali’ye eşlik eder. Çoğunlukla koyu tenli betimlenen Kanber Hz. Ali’ye bazen Zülfikâr’ı bazen Düldül’ün yularını tutarak yardım eder.

‘İslâm Dininin Savaşçısı, Kahramanı Hz. Ali’ imgesi içinde onun teke tek yaptığı dövüşler, Bedir, Uhud Savaşları ve Hayber’in fethi gibi büyük savaşlarda gösterdiği kahramanlıklar, halife olduktan sonra yaptığı Nehrevan Savaşı tartışılmıştır. İslâm tarihinin önemli savaşlarının yanı sıra Hz. Ali’nin kahramanlığının insanüstü ve ilâhî yönünü vurgulayan meleğin yardımıyla kâfirle girdiği mücadele bölümde yer verilen diğer resimler arasındadır.

III. 2. 2. 1. Bedir Savaşı[22]

Bu bölümün tartışma konularından ilki Hz. Ali’nin kimi etkinlikler içinde betimlendiği Bedir Savaşı’na ait resimlerdir. Bedir Savaşı, Müslümanların Mekke’den Medine’ye göç ettikten sonra Müslüman olmayan Mekkelilerle yaptıkları ilk büyük savaştır. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Mekkeli tüccarlardan olan Ebû Süfyan (ölm. 652) başkanlığında Suriye’den Mekke’ye dönmekte olan zengin bir Kureyş kervanının varlığını haber alır. Bir ordu oluşturarak Bedir yakınlarına gelirler. Suya en yakın yerde konaklayarak savaş hazırlıklarına başlarlar. 624 yılında gerçekleşen savaş Arap adetince iki ordudan karşılıklı birer kişinin çarpışmaları ile başlar. Utbe, Şeybe ve Velid ortaya çıkarak karşılarına müslümanlardan çıkacak savaşçı isterler. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in ordusundan Hamza, Ubeyde ve Hz. Ali teke tek çarpışmak için meydana gelirler. Hamza ve Hz. Ali rakiplerini birer darbe ile öldürürler. Ubeyde ise düşman savaşçısı tarafından öldürülür. Müslümanlar savaştan galip çıkarlar (İbni Kesîr/Keskin 1994: 418; İbn El- Esîr/Tulum 1985: 107; Taberî/ Yar Shater 1987: 156 ). İbni Kesîr, Bedir Savaşı ile ilgili Hz. Ali’den nakledilen bir rivayeti anlatır. Bu rivayete göre Hz. Ali Bedir kuyusunda yüzerken şiddetli bir rüzgâr eser. Arkasından rüzgâr daha da şiddetlenir. Üçüncü kez rüzgârın esmesinde Mikâil bin melekle birlikte Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in sağına, bin melekle İsrafil ise soluna gelerek yerleşir (İbni Kesir/Keskin 1994: 418). Bedir Savaşı’na Müslüman ordusuna Mikail ve İsrafil’in yanı sıra Cebrail’in de katılarak yardım ettiği kimi rivayetlerle dile getirilmiştir. (İbni Kesîr/Keskin 1994: 418).

Camiü’t- Tevârih’in 1314 tarihli resimli nüshasında (KhC. K1, y. 66a) Bedir Savaşı öncesi Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in ailesinden kimi üyeleri savaşa teşvik ettiği an betimlenmiştir (Res. 6). Resimde yer alan diğer kişierde olduğu gibi Hz. Ali’nin de dinî kimliğinin vurgulanmadığı görülür. Tarihî bir yaklaşımla ele alındığı gözlenen sahnede Hz. Ali’ye ait özel simgelere de yer verilmemesi resimde yer alan figürlerin metinden bağımsız tespit edilebilmesini zorlaştırır. Sahneye at üstünde yedi figür üç grup halinde yerleşmiştir. Sheila Blair, ortadaki atlı iki figürden başını arkaya çevirerek konuşan kişinin Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], sağda yan yana betimlenmiş figürlerin Hz. Ali ile Hz. Hamza olduğunu söyler (Blair 1995: 69).

Camiü’t- Tevarih’in yanı sıra pek çok yazmada Bedir Savaşı’nın resimlerini bulmak mümkündür. Bunların arasında Âsâr-ı Muzaffer (TSMK. H. 1233, y. 96b), Kısâs-ı Enbiya (TSMK. H. 1228, y. 157b) Tarihü’l-Rüsul ve’l-Mülük (WFGA. F. 1957. 16, y. 182a) yer alır.

Bedir Savaşı’nın iki ordunun mücadelesi şeklinde resmedildiği Tarihü’l-Rüsul ve’l- Mülük’ün XIII. yüzyıl sonu XIV. yüzyıl başına atfedilen kopyasında (WFGA.F. 1957.16, y. 182a) hem peygamber hem Hz. Ali, halesiz ve peçesiz betimlenmiştir (Res. 7). Yazmanın resimlerinde peygamber de dâhil olmak üzere yer alan kişilerin Camiü’t- Tevârih’de olduğu gibi dinî kimlikleri vurgulanmamıştır. Yazma Hz. Ali’nin bir tarih metninde resimlendiği bilinen ilk örnekler arasında yer alır. Sahnenin merkezinde Hz. Ali at üzerinde düşmanla savaşmaktadır. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Müslüman ordusuna yardım eden meleklere doğru bakarken tasvir edilmiştir.

1568 tarihli Âsâr- ı Muzaffer’de (TSMK. H. 1233, y. 96b) sahnenin merkezinde at üzerinde, yüzü peçeli, başı haleli Hz. Ali yukarıda kendisini koruyan iki melek eşliğinde savaşmaktadır (Res. 8). Hz. Ali, Düldül’e binmiş, elindeki Zülfikâr’la düşmanını ikiye bölmektedir. Hz. Ali’nin savaşını hemen arkasında deve üzerinde yüzü peçe ile örtülü, başı alev haleli Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] kendisine eşlik eden atlılarla izlemektedir. Savaş alanında birbirlerine ok, kılıç, gürzle saldırmış figürler yer almıştır.

Peygamberin ve Hz. Ali’nin yüzünün peçe ile kapatılması ve başlarının hale ile çevrilmesi Hz. Ali’nin kahramanlığının yanı sıra ilâhî ve kutsal kimliğinin de resme yansıtıldığı biçiminde okunabilir. Safevî Devleti’nin Horasan valisi Muzaffer Bitikci için hazırlanan yazmada Bedir Savaşı, tarihsel bir olayın resimlenmesinden daha çok dinî yönü vurgulanan bir ifadeyle tasvir edilmiştir.

1575- 76 yıllarında resimlenen Kısâs-ı Enbiyâ ’da (TSMK. H. 1228, y. 157b) Bedir Savaşı konusunun resme aktarım biçimi farklıdır. Hz. Ali resimde Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’le birlikte sahnenin merkezinde atlı figürlerin gerçekleştirdiği savaşı izlemektedir (Res. 9). Diğer iki resimde savaşın ön saflarında çarpışan Hz. Ali, Kısâs-ı Enbiyâ’da ordunun en büyük komutanı peygamberle yan yana ve eşit derecede kutsal imgelerle bezenmiş olarak meydanda gerçekleşen savaşı izlemektedir

III. 2. 2. 2. Uhud Savaşı[23]

625 yılında Mekkelilerle Medineli Müslümanlar arasında Bedir Savaşı’ndan sonra yapılan ikinci büyük savaştır. Medine yakınındaki Uhud Dağı eteklerinde yapılan savaşta Hz. Ali düşman ordusunda bulunan pek çok savaşçıyı teke tek yaptığı savaşta öldürmüştür. Hz. Ali savaşırken Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’i öldürmek için etrafını kuşatan kâfirlerden peygamberi korumuştur (Kuteybe/Ege t.y.: 111; İbni Kesîr/Keskin 1994: 85; İbn El- Esîr/Tulum 1985: 145)

İbn El- Esîr, Uhud Savaşı’nda Hz. Ali’nin Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’i korumasıyla ilgili olarak aktardığı rivayette Cebrail’in “Ey Allah’ın Resulü korumak böyle olur.” dediğini dile getirmiştir. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] “O bendendir, ben de ondanım.” diyerek Cebrail’e karşılık vermiştir. Cebrail’in “Zülfikâr’dan başka kılıç Ali’den başka yiğit yoktur.” sözünün bu savaşta işitildiği de aktarılan rivayetler arasındadır (İbn El- Esîr/Tulum 1985: 147).

Uhud savaşına resimli el yazmalarda çok fazla yer verilmediği görülür. Konunun resimlendiği 1314 tarihli Camiü’t- Tevârih>de (TSMK. H. 1653, y. 163a) sahnenin merkezindeki Hz. Ali kılıcıyla düşmanını ortadan ikiye bölmektedir (Res. 10). Hemen yanında Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] bulunur. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve Hz. Ali’nin kutsal olduğunu belirten herhangi bir simgeye yer verilmemiştir

III. 2. 2. 3. Hendek Savaşı

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] düşmanlıkları yüzünden Benî Kaynuka ve Benî Nadîr adlı Yahudi kabilelerini Medine’den çıkarır. Onlar da Mekke’ye gelerek Kureyşlilerle birleşirler. 627 yılında Medine’yi kuşatma kararı alırlar. Bütün Müslüman olmayan boylar Müslümanların aleyhine birleşirler. Bu nedenle Hendek Savaşı’na ‘bölükler’ anlamına gelen ‘Ahzab Savaşı’ da denir. Tarihî kaynaklarda savaşla ilgili anlatımlarda Selmân Fârisî’nin oynadığı rol sıklıkla dile getirilmiştir. İranlı olan Selmân Fârisî kendi ülkesinde düşman saldırılarından hendek kazarak korunduklarını söyler. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] o güne kadar Arabistan’da bilinmeyen bu savunma şeklini uygulamaya karar verir. Şehrin saldırıya açık yerlerine hendek kazdırır. Hendeğin önüne gelen düşmanlardan Ebû Cehil, Amr bin Abdivedd, Dırar bin Hattab, Abdullah bin Mugire hendeği geçerler. Ali hemen onların önüne gelir. Amr meydan okur. Hz. Ali, Amr’ın karşısına çıkmak için peygamberden izin ister. Hz. Ali, Amr’ı İslâm’a davet eder. Bu daveti geri çeviren Amr, Hz. Ali ile kardeşinin oğlu olduğunu söyleyerek savaşmak istemez. Sonunda ikisi arasında savaş olur ve Amr başından ve omzundan yaralanarak ölür. Hz. Ali, daha sonra Abdullah bin Mugire’yi de öldürür (Taberî/Yar Shater 1987: 171; Kuteybe/Ege t.y.: 112; İbni Kesîr/Keskin: 1994: 184; İbn El- Esîr/Tulum: 1985: 170).

Târihü’l-Rüsul ve’l-Mülükde (WFGA. 1947. 19, 18a) sahnenin sağında atlı iki figür yer alır ve solda birbirlerine kılıçlarıyla saldıran kişileri izlerler. Bu kişilerden sağda belinde Zülfikâr ile halesiz ve peçesiz resimlenen Hz. Ali’dir. Karşısındaki ise İslâm dinine davet ettiği, kabul etmeyince savaşa çağırdığı Amr olmalıdır (Res. 11). XIII. yüzyıl sonu XIV. yüzyıl başına tarihlenen Tarihü ’l-Rüsul ve ’l-Mülük resimleri yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve Hz. Ali’ye herhangi bir kutsallık atfetmez. Olayların dinî değil tarihsel bir ifadeyle ele alındığı söylenebilir. Bu nedenle sadece resimden hareket ederek Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in resimde yer alıp almadığı ile ilgili olarak fikir ileri sürmek zordur. Fakat Hz. Ali’nin kimliğinin en önemli parçası olan Zülfikâr’la resimlenmiş olması tanımlanması konusunda şüpheye yer bırakmaz.

III. 2. 2. 4. Hayber’in Fethi [24]

Hayber, Suriye yolu üzerinde Medine’ye yüz elli kilometre uzaklıkta hurmalıkları ile ünlü, çok sağlam yedi kale bulunan ve Yahudilerin yaşadığı bir yerleşim yeridir. Yahudiler ile Müslümanlar arasındaki ticarî rekabet Hayber Savaşı’nın önemli nedenleri arasında yer alır. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] 628 yılında sefer düzenleyerek Hayber’de bulunan kaleleri kuşatır (Gölpınarlı 1996: 38; Fığlalı 1998: 25; Yılmaz 2003: 88-89).

Yukarıda da belirtildiği gibi Hz. Ali, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in İslâm dinini yaymak için yaptığı savaşlarda her zaman aktif görevler almış, cesaret ve karamanlığı ile girdiği bütün savaşlardan galip ayrılmıştır. Hz. Ali’nin savaşlardaki kahramanlıkları rivayet ve menkıbelerle dile getirilmiştir. Fakat Hayber Savaşı ile ilgili anlatılan rivayetler Hz. Ali’nin kahramanlığına övgüyle sınırlı değildir. İslâm tarihi ile ilgili kaynakların bir bölümünde Hayber Savaşı çeşitli rivayetlerle anlatılırken Hz. Ali’nin savaş sırasında komutanlık yapan Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’den daha üstün yeteneklere sahip olduğu özellikle vurgulanmıştır.

Rivayetlere göre Hayber’de bulunan kalelere Müslüman ordusu saldırılar düzenler. Fakat kaleler fethedilemez. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in komutan olarak Hz. Ebûbekir’e ve Hz. Ömer’e sancak verdiği ve kalelere saldırıya gönderdiği, fakat yine de fethin gerçekleşmediği rivayet edilir. Bunun üzerine Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] şöyle der: “Ben yarın sancağı öyle bir kimsenin eline vereceğim ki o, Allah ve Resul’ ünü sever. Allah ve Resulü de onu sever. Ve o, fetih kendisine müyesser oluncaya kadar geri dönmez.” sabah olunca Peygamber Hz. Ali’yi sorar. Hz. Ali’nin gözleri ağrımaktadır. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] tükürüğünü onun gözlerine sürer. “Allah’ım onu sıcaktan da koru soğuktan da.” diye dua ederek sancağı teslim eder. Daha sonra “Haydi hiç etrafına bakınmadan dosdoğru yürü. Allah senin elinde Hayber’in fethini müyesser kılacaktır” der. Hz. Ali ve beraberindekiler Hayber önünde düşmanla karşılaşırlar. İbni Kesîr, Hayber’in savaşçısı Merhab ile Hz. Ali’nin karşı karşıya geldiklerinde birbirlerini savaşa davet ettiklerini rivayet eder. Hz. Ali, Merhab’ın başını kılıcıyla dişlerine kadar ortadan ikiye kadar ayırır. Hz. Ali, kaleye yaklaşınca Yahudilerden biri elindeki kalkanı düşürür. Hz. Ali, kale kapısını kalkan olarak kullanır ve Hayber fethedilir. Bir rivayete göre kalenin kapısını sekiz kişi yerinden oynatamamıştır. Bazı rivayetlerde ise bu sayı kırk ve yetmiş olarak verilir (İbni Kesîr /Keskin 1994: IV, 319).

Hz. Ali’nin kahramanlığına dair pek çok rivayet barındıran Hayber Savaşı özellikle Kısâs-ı Enbiyâ’nın 1575- 76 yıllarına tarihlenen iki kopyası (TSMK. H. 1228, 162a; TSMK. H. 1227, y. 198b), 1580 tarihli kopyası (NYPL. Spencer. Pers. ms. 46, y. 166a) ve tarihsiz nüshası (TSMK. E.H. 1430, y. 195b) başta olmak üzere sıklıkla resimlenen konular arasında yer alır. Aynı konu 1415- 17 yılları arasında tamlanan Külliyât-ı Târih (TSMK. B. 282, y. 169a) ile Âsâr- ı Muzafferin 1567 (DCBL. Pers 235, y. 132a) ve 1568 tarihli (TSMK. H. 1233, y. 158b) nüshalarında da betimlenmiştir.

Hayber’in fethi çeşitli tarihî ve dinî metinlerin resimli nüshalarında belirgin bir ikonografik kalıbı yineleyerek canlandırılmıştır. Âsâr- ı Muzaffer ’in 1567 tarihli nüshasında (DCBL. Pers 235, y. 132a) Külliyât-ı Târih’de (TSMK. B. 282, y. 169a) Kısâs-ı Enbiyâ (TSMK. H. 1228, y. 162a; TSMK. H. 1227, y. 198b; TSMK. E.H. 1430, y. 195b; NYPL. Spencer. Pers. ms. 46, y. 166a) nüshalarında Hz. Ali’nin insanüstü güçle kale kapısını yerinden söküp kalkan olarak kullandığı an betimlenmiştir (Res. 12­17) Resimlerde Hz. Ali kale önünde tek eliyle kale kapısını başı hizasına kaldırırken görülür. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], Düldül ve Kanber sahnenin değişmez elemanlarıdır. Külliyât-ı Târih diğer resimlerden farklı olarak Hz. Ali’yi kutsal imgelerle tasvir etmemiştir. Sahnede başındaki hale ile tek kutsal kişi Hz. Ali’ye verdiği sancağı ve Düldül’ü taşıyan Kanber’in hemen yanında yer alan Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’dir. Hz. Ali’nin resimlerde Kanber, Düldül ve Zülfikâr’la birlikte yer alması XV. ve XVI. yüzyıllarda yaygın olan bir tutumu gösterir.

Hayber’in fethi konusu Âsâr-ı Muzaffer’in 1568 tarihli nüshasında (TSMK. H. 1233, y. 158b) yukarıda gelenekselleşmiş biçimde tasvir edilen resimlerden farklı bir ifadeyle canlandırılmıştır. İkonografik gelenekten ayrılan resim Hz. Ali’nin Merhab ile teke tek girdiği mücadeleyle betimlemiştir (Res. 18). Sahnenin sağında Düldül’e binmiş, başı alev haleli ve yüzü peçeli olan kişi Hz. Ali olmalıdır. Düldül resimde Hz. Ali’nin tanınmasına yardımcı olan önemli bir simgedir. Hz. Ali karşısında atı ve kendisi zırhlara

bürünmüş figürün muhtemelen Merhab’ın kafasını kılıcıyla ortadan ikiye bölmektedir. Hz. Ali ve Merhab’ın önünde savaştığı kaleden aşağıya askerler ok atmaktadır. Sağda Müslüman ordusuna mensup bir grup resimlenmiştir. Yukarıda sözü edilen örneklerden ikonografik açıdan Âsâr-ı Muzafferdin (TSMK. H. 1233, y. 158b) bir diğer farkı peygamberin tasvirine yer vermemesidir.

Hz. Ali’nin kahramanlık imgesinin olağanüstü vasıflarla donatılmasında Hayber Savaşı önemli bir simge olmuştur. Hz. Ali, Hayber’in fethinden önce de İslâm ordusuyla birlikte savaşmış ve önemli başarılar elde etmiştir. Fakat daha önceki başarıları İslâm ordusunun başarılarıyla birlikte anılırken Hayber Savaşı’nda kişisel başarıları anlatılmıştır. İslâm tarihi bağlamında Hayber Savaşı’nın ele alındığı pek çok tarihî metinde Hz. Ali’nin insanüstü yeteneğiyle göstermiş olduğu kahramanlık menkıbeleri dile getirilirken konunun betimlendiği el yazmalarda da Hz. Ali’nin bu yönü vurgulanmıştır.

Buraya kadar söz edilen, Hz. Ali’nin İslâm dininin savaşçısı ve kahramanı olarak yer aldığı resimlerin konuları peygamberin yapmış olduğu savaşlardır. Ana tema Hz. Ali’nin yaşam öyküsü ve onun kahramanlık öyküleri değildir. Dolayısıyla metinlerin başkahramanının Hz. Ali olmadığını söylemek yanlış olmaz. Buna rağmen İslâm tarihinin en önemli zaferleri resimsel dile aktarılırken ‘birincil’ ya da ‘tek’ simge olarak Hz. Ali’nin kahramanlık imgesi kullanılmıştır. Resimsel ifadede İslâm ordusunun başarıları Hz. Ali’nin başarılarıyla ‘eş’ ve ‘iç içe’ algılanmıştır. Yukarıda dikkat çekildiği gibi Hz. Ali, peygamberle birlikte zaman zaman aynı kutsal simgelerle tasvir edilmiştir. Bu resimler İslâm toplumlarının Hz. Ali’ye yüklediği ilâhî kimliğin resme aktarılmış görüntüleridir. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in İslâmiyeti yaymak için yaptığı önemli savaşların büyük bölümü resimlere aktarılmıştır. Fakat tespit edilen resimler ışığında değerlendirme yapılacak olursa Hayber Savaşı’nın resimlenmesi daha çok tercih edilmiş görünmektedir.

III. 2. 2. 5. Nehrevan Savaşı[25]

Hz. Ali, peygamberin ölümüyle birlikte savaş alanlarından çekilir ve yirmi yıldan fazla süren dönem boyunca İslâm’a savaşçı olarak değil âlim olarak hizmet eder. 656 yılında İslâm devletinin dördüncü halifesi olarak seçilmesi savaş alanlarına dönüşünü beraberinde getirmiştir. Hz. Ali’nin halifeliğini kabul eden ilk kişilerden olan Talha ve Zübeyr ile onlara katılan Peygamberin eşi Hz. Ayşe’nin önderliğinde toplanan grupla Cemel Savaşı (656), Muaviye ile Sıffın Savaşı (657) Haricîler ile Nehrevan Savaşı’nda (658) mücadele etmiştir. Hz. Ali’nin Peygamber zamanında katıldığı savaşlar İslâm resim sanatında sıklıkla işlenirken halifeliği süresince gerçekleştirdiği mücadelelerin resimleri sınırlı denilebilecek bir grup yazmada yerini almıştır. Hz. Ali’nin halifelik mücadelesine yer veren resimler maktel türünün örnekleri olan Ravzatü’s- Şühedâ, Maktel-i Âl-i Resul ve Hadikatü’s-Süeda’nın nüshalarıdır. Maktellerin dışında İslâm tarihinin anlatıldığı Tarihü’l-Rüsul ve’l-Mülük (WFGA. F. 1947. 19) tezde tartışılan el yazmaları içinde Hz. Ali’nin halifeliği sırasında yaptığı savaşa yer veren tek örnektir.

Hz. Ali’nin, Şam valisi Muaviye ve yandaşlarıyla savaşırken başlangıçta halifenin yanında yer alan fakat ‘Hakem Olayı’nı kabul ettiği gerekçesiyle ayrılan ve Haricîler olarak adlandırılan kişilerle arasında Nehrevan Savaşı (658) olur. Haricîlerin büyük bölümü öldürülür ve Hz. Ali’nin ordusu bu savaşta galip gelir (İbni Kesîr/Keskin 1996: VII, 375).

Nehrevan Savaşı, XVI. yüzyıl sonu XVII. yüzyıl başına atfedilen bir Hadikatü’s- Süeda nüshası (PBL. Sup. Turc. 1088, 104a) ve 1602 tarihli Maktel-i Âl- i Resul nüshasında (TİEM. T. 1958, 9a) tasvir edilmiştir.

Hadikatü’s- Süeda’da (PBL. Sup. Turc. 1088, 104a) Hz. Ali, başı hale ile çevrili olarak Düldül sırtında ordusunun başında karşıdan gelen kuvvetlere doğru ilerlemektedir (Res. 19) Maktel-i Âl- i Resul’de (TİEM. T. 1958, 9a) iki ordu birbiriyle savaş halindedir (Res. 20). Hz. Ali, elindeki Zülfikâr ile düşmanını ortadan ikiye bölmüş savaşmaktadır

Her iki resimde de Hz. Ali’nin başı haleli, yüzü peçesizdir. Maktel-i Âl- i Resul’de yer alan resimde tepe üstünde savaşa katılmayıp arkasında sıralanmış bir grupla olayı seyreden yüzü peçeli, başı alevden haleli bir figür Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] olabilir. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e resimde yer verilmesinin nedeni Şiî bir ifadenin yansıması olarak görülebilir. Peygamber Hz. Ali’nin savaşına destek vermek ve onun mücadelesinin meşru olduğunu simgelemek üzere betimlenmiş olmalıdır.

III. 2. 2. 6. Hz. Ali’nin Bir Kâfirin Başını Kesmesi

Hz. Ali, İslâm tarihinin en önemli savaşları bağlamında bir kahraman olarak resimli yazmalarda yer almıştır. Bir grup resimde ise Hz. Ali’nin bu savaşlardan bağımsız teke tek ‘inançsız’larla yaptığı mücadeleler tasvir edilmiştir. Bu tasvirler içinde Dehlevî’nin Hamse" sinin kimi nüshaları (TSMK. H. 795, 28a; TSMK. H. 794, y. 30a) yer alır. Daha önce dile getirildiği gibi Hz. Ali imgelerinin tartışıldığı bu bölümdeki resimlerin konularının İslâm tarihi ile ilgili kitaplardan derlendiği ve yeri geldikçe resmi anlamlandırmak adına kimi zaman başka kaynaklara başvurulduğundan söz edilmişti. Bu durumun söz konusu olduğu örneklerden biri resimli Hamse nüshalarında yer alan ve Hz. Ali’nin kahramanlık imgesinin içinde barındırdığı anlamı ifade eden resimlerdir.

Hz. Ali’nin Hendek Savaşı’nda İslâm düşmanları arasında yer alan Amr’ı öldürmesi kimi rivayetlerle anlatılır. Bu rivayetlerden birinde Hz. Ali, teke tek savaştığı Amr’ı yaralayarak göğsüne oturur. Çaresiz kalan Amr, Hz. Ali’nin yüzüne tükürür. Bunun üzerine kılıcını kınına sokup savaş meydanında dolaşan Hz. Ali, tekrar gelerek Amr’ın başını keser. Rivayete göre Hz. Ali, Amr’ı anında öldürürse savaşına kızgınlığının karışmış olmasından endişe etmiş ve bu yüzden öfkesinin geçmesini beklemiştir (İbn El- Esîr/Tulum: 1985: II, 170).

Hamse’nin bölümlerinden biri olan Matla Envar’da ‘cesaret’ temasının işlendiği bölümde Hz. Ali’nin savaşı, Allah yolunda savaşan kimsenin sadece din için savaştığını simgeleyen bir davranış olarak aktarılmıştır (Brend 2003: 3). Hz. Ali’nin Hamse resimlerinde kahramanlığının yanı sıra ‘örnek gazi tipi’nin bir temsilcisi olarak yer aldığı söylenebilir. Hz. Ali’nin daha sonra tartışılacak cenknamelerdeki imgesinin resimli edebiyat eserinde de benzer imgeyle yer aldığını bu resimler gösterir.

1562 tarihli Hamsemde (TSMK. H. 794, y. 30a) Hz. Ali elindeki kesik başı yanında iki küçük çocuk ve diğer müslümanlarla birlikte mescitte oturan Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in huzuruna getirirken betimlenmiştir. (Res. 21). Peygamberin iki yanında oturan çocuklar Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin olmalıdır Resimde Hz. Ali’nin kahramanlığıyla birlikte Ehl-i Beyt kavramına da vurgu yapıldığı görülür. Ehl-i Beyt üyesi dört kişi alevden hale ve yüzlerindeki peçeyle kutsallaştırılmıştır.

Hamse’nin 1477- 78 tarihli diğer nüshasında (TSMK. H. 795, 28a) bu kez Hz. Ali yere yatırdığı düşmanının kafasını hançerle kesmek üzeredir (Res. 22). Yüzü açık olarak tasvir edilmesine rağmen alevden halesi kutsallığını vurgulamaktadır.

III. 2. 2. 7. Hz. Ali’nin Emriyle Bir Meleğin Kâfiri Havaya Kaldırması

Hz. Ali bütün hayatı boyunca İslâm düşmanları ile savaşmış ve İslâm dininin yayılması için her türlü tehlikeyi göze almıştır. Bu mücadelesi onun İslâm toplumlarının hafızalarında kahraman olarak anılması sonucunu doğurmuştur. Hz. Ali’nin gerçek kimliğinin yanı sıra efsane ve menkıbelerle oluşturulan kimliğinde halifenin ilâhî vasıfları ön plana çıkarılmıştır. İslâm dininin savaşçısı Hz. Ali’nin kahramanlığı diğer imgelerinde olduğu gibi mucizevî, insanüstü ve ilâhî niteliklerle taçlandırılmıştır. Bunun görsel ifadesi Ahsenü’l- Kibar"da (St. Petersburg Dorn 312, y. 312) bulunur. 1526 tarihli yazmanın resminde Hz. Ali bir meleğe emir vermektedir. Sahnenin solunda kale yer alır (Res. 23). Kalenin en üstünde kimliği belirsiz dört figür, melek tarafından binanın neredeyse tepesine kadar havaya kaldırılmış beyaz saçlı figüre şaşkınlık içinde bakmaktadır. Sağda Hz. Ali Düldül’e binmiş, başı haleli, yüzü peçeli arkasında bulunan Kanber ile olayı seyreder. Hz. Ali’ye yüklenen kutsallık diğer birçok resimde olduğu gibi yüzündeki peçe ve başındaki hale ile desteklenmiştir. Allah’ın sözlerini peygamberlere ileten, sadece peygamberlerle konuşan bu göksel varlıklardan birine Hz. Ali’nin emir vermesi onun kahramanlık yönünün vurgulanmasından öte Allah’a olan yakınlığına yapılan sembolik bir göndermeyi içerir. Bu yönüyle onun, sıradan insanlardan farklı olduğu ve Allah’a peygamber kadar yakın olduğu inancı bu resimle simgeleşmiştir. Safevî şahı Tahmasp için hazırlanan ve imamların yaşamlarından kesitler sunan Ahsenü’l- Kibar"da Hz. Ali olağanüstü vasıflarla karşımıza çıkmıştır.

III. 2. 3. PEYGAMBER SOYUNUN DEVAMI: EHL-İ BEYT’İN ÜYESİ HZ. ALİ

Yukarıda anlatılan resimlerde Hz. Ali İslâm savaşçısı ve olağanüstü niteliklere sahip kahraman imgesiyle yer almıştır. Bu bölüm Hz. Ali’nin peygamber ailesi Ehl-i Beyt’in üyesi sıfatıyla yer aldığı resimlerden oluşmuştur. Resimlerde Hz. Ali, peygamberin yanında diğer İslâm büyükleri ve ailesinden kimi üyelerle birlikte görülür. Ev halkı anlamına gelen Ehl-i Beyt, ev sahibi ile onun eşini, çocuklarını, torunlarını ve akrabalarını içine alan bir anlam ifade eder. İslâm öncesi Arap toplumlarında kabilenin önemli ailesi Ehl-i Beyt tabiriyle ifade edilmiştir. İslâm tarihinde ise peygamber ailesi anlamında kullanılmış olmakla birlikte Ehl-i Beyt’in kimlerden oluştuğu konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Sünnî âlimler Ehl-i Beyt’in peygamberin hanımlarından veya hanımlarıyla birlikte çocukları ve akrabalarından oluştuğunu ileri sürerler. (Goldziher 1945: 207; Goldziher- Arendonk-Tritton 1960: 258).

Şiîler, Ehl- i Beyt kavramını Hz. Ali’nin halifeliğinin delillerinden biri olarak ileri sürerler. Bu nedenle Şiî mezheplerin oluşum süreci boyunca farklı anlamlar içerdiği görülür. İlk Şiî fırkaların oluştuğu dönemde Ehl-i Beyt, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in üyesi olduğu Kureyş kabilesinin Haşimî koluna mensup herkesi kapsamaktadır. Bu dönemde pek çok kişiye imamlık sıfatı yüklenmesi kavramın geniş bir çerçeveyi kapsadığını gösterir. Cafer Sadık, Ehl- i Beyt’i Hz. Ali ve Hz. Fatma’nın çocukları ve onların soyu ile sınırlar. Abbasi Devleti’nin kuruluşundan sonra 750’li yıllardan itibaren Ehl-i Beyt Şiîler için Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], kızı Hz. Fatma, damadı Hz. Ali, torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile imamlardan oluşan anlamıyla kullanılmıştır. Cafer Sadık’ın fikirlerini derleyen Kuleynî (ölm. 941), Ehl-i Beyt üyesi imamların kıyamete dek Hz. Ali ve Hz. Fatma’nın soyundan devam edeceğini bildirmiştir. X. yüzyıldan itibaren oluşan Şiî fırkaların çoğunluğu da kavramı bu içeriğiyle kullanmışlardır (Daftary 2001: 87; Goldziher- Tritton 1960: 258).

Ehl-i Beyt kavramıyla Şiîler Hz. Ali’nin doğuştan halifelik hakkını elde ettiğini ileri sürerek inançlarını temellendirmeye çalışmışlardır. Şiîler için Hz. Ali’nin Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in hem kan bağı hem de evlilik yoluyla akrabası olması, Hz. Ali’yi soy olarak en üstün dereceye konumlandırır. Arap geleneğinin de önemli bir parçasını yansıtan Hz. Ali’nin bu özelliği taraftarlarınca dile getirilmiş ve en önemli sıfatlarından biri olmuştur.

Bu kavramın resim diline dönüşen örnekleri ‘Ehl-i Beyt’in üyesi Hz. Ali’ başlığı içinde değerlendirilmiştir. Bu gruba ait resimler oluşturulurken Hz. Ali’nin bu resimlerde kimlerle yer aldığından daha çok yer alış biçimi ve konunun Ehl-i Beyt’e vurgu yapıp yapmadığı göz önünde bulundurulmuştur. Hz. Ali’nin daha önce söz edilen ‘Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Yoldaşı Hz. Ali’ ve ‘İslâm Dininin Savaşçısı, Kahramanı Hz. Ali’ başlıkları altında irdelenen resimler farklı konuda hazırlanmış el yazmalarda yer almıştır. Din, edebiyat, tarih, biyografi içerikli metinler Hz. Ali’yi farklı algılamalarla yansıtsa da benzer ya da aynı konular resimlenmiştir. Resimlerin konuları erken dönem İslâm tarihi ile ilgili kaynaklardan, Hz. Ali’nin menkıbe ve faziletlerini dile getiren kitaplardan derlenmiştir. Bu bölümü oluşturan resimler aynı konuyu ele alan farklı nüshalarda veya içerik açısından benzer kategoriye dâhil olan yazmalarda ifadesini bulmuştur. Resmin konuları -Hz. Ali’nin Peygamber’den Hz. Fatma’yı İstemesi hariç- İslâm tarihinde ele alınan konular olmaktan uzaktır. Bu nedenle resimlerin konularına ait bilgiler farklı kaynaklardan sağlanmıştır.

Hz. Ali’nin Peygamberden Hz. Fatma’yı istemesi, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Medine’deki Son Vaazı, Hz. Ali ve Oğulları ile Şiî Gemisi bölümün irdelenen resimlerinin konularıdır.

III. 2. 3. 1. Hz. Ali’nin Peygamber’den Hz. Fatma’yı İstemesi Hz. Ali 623 yılında Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in kızı Hz. Fatma ile evlenir. Daha önce Peygamberin kızını Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer istemiş fakat Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Allah’ tan bir işaret beklediğini söyleyerek bu teklifleri geri çevirmiştir. Hz. Ali ile Hz. Fatma’nın sekiz yıl süren evliliklerinden Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Zeynep ve Ümmü Gülsüm adında çocukları olur. Peygamberin soyu bu evlilikten olan çocuklardan devam eder (İbni Kuteybe/Ege t.y.: 145;Taberî/Yar Shater 1965:VIII, 18; İbn El- Esîr 1985: II, 104).

Peygamber soyuna ve onun devamlılığına vurgu yapan konu Ahsenü’l- Kibar’ da (TGSMK. 2252, y.?) yer alır. Resimde Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve Hz. Ali başları haleli, yüzleri peçeli olarak yanyana otururlar (Res. 24). Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve Hz. Ali’nin yanında bulunan kişiler bu önemli ana şahitlik etmektedir. Konunun Şiî imamların biyografisine adanmış eserin resimli nüshasında betimlenmiş olması Hz. Ali’nin kişisel yaşam öyküsünde peygamberin damadı kimliğini vurgulama isteğinin görsel simgesi olabilir.

III. 2. 3. 2. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Medine’deki Son Vaazı[26]

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], veda haccından sonra (632) hastalanır. Hz. Ali ve Peygamberin amcasının oğlu Fadl b. Abbas’ın yardımıyla mescide gelir. Minbere çıkarak “Kimin arkasına vurdumsa işte arkam, gelip vursun! Kimin malını aldımsa işte malım gelip alsın.” der. Öğle namazından sonra da aynı sözleri tekrar eder. Namazı Ebû Bekir’in kıldırmasını isteyerek minberden yine Ali ve Fadl’a dayanarak iner (Bursalı 1975: 184).

Fuzulî, Hz.Muhammed’in Medine’deki son vaazına peygamberin ölümünü anlattığı üçüncü bölümde değinir. Fuzulî, peygamberin hutbesinde “benden bir alacağı olan varsa gelip alsın, kimin bir soracağı varsa, sorsun. Rabbimin katına hiçbir takıntım olmadan, eteğimi zulüm görenlerin eli tutmadan gitmek istiyorum” diyerek namazını kıldığını söyler. Orada bulunan bir kişi “Benim senden üç dirhem alacağım var” dediğinde Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Hz. Ali’ye borcu ödemesini söyler. Sahabeden Ukkâşe “Tebük Savaşı’ndan gelirken deveye bir kamçı vurdun, deveye değdikten sonra kamçı bana değdi, canımı acıttı. Şimdi kısas istiyorum” der. Bunun üzerine Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] kamçının nasıl olduğunu tarif etmesini ister. Tarif üzerine Hz. Fatma’nın evinde bulunan kamçı getirtilir. Fatma peygamberin hasta olduğunu, kamçıya dayanacak gücünün olmadığını düşünerek Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i hazırlayıp“Ey ciğer köşelerim! Dedeniz bir durumla karşı karşıya kalmış adaletin uygulanması gerekiyor. Dedenizin yerine size kamçı vurulsun” der. Orada bulunan herkes peygambere kamçı vurulacağına bize vurulsun diyerek bağırırlar. Fakat Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] buna razı olmaz. Ukkâşe soyunan Peygamberin omzundaki mühre yüzünü sürer ve “Kısas istememin iki amacı vardır. Biri senin ne denli insaflı olduğunu halka göstermek, ikincisi de senin “Tenime dokunan insanı cehennem ateşi yakmaz” sözüne uyarak kutlu bedenine yüzümü sürüp cehennemden kurtulmaktı” diyerek kamçıyı elinden bırakır (Fuzulî/Bayoğlu 1995: 104, 105).

Konu, Hadikatü’s-Süeda’nın 1602- 3 tarihli nüshasında (NYBM. No. 70. 143, y. 73a), XVII. yüzyıla atfedilen nüshasında (AEM. No. 573, y. 68a) ve tarihsiz bir diğer nüshada (PBN. Sup. Tur. 1088, y. 65a) canlandırılmıştır. Aynı konu Câmî’nin 1595 tarihli Nefehât-ül-üns kopyasında (DCBL. Turc 474,y. 177b) resimlenmiştir.

Resimler birbirine yakın kompozisyon şeması içinde betimlenmiştir. Yüzü peçeli, vücudunun üst bölümü alevden haleli Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] minberde oturmaktadır. Minberin hemen yanında alevden hale ile çevrelenmiş Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i dizlerine oturtmuş halde betimlenmiştir. (Res. 25-28). Nefehât-ül-üns’’de Hz. Ali peygamber de olduğu gibi peçe ve hale ile kutsallaştırılmışken Hadikatü’s-Süeda’ da Hz. Ali yüzü açık yer almıştır. Hz. Ali resimlerde peygamberin torunlarının babası olarak ve peygamber soyunun devamlılığını sağlayan kişisi olarak yer almıştır. Resim Şiî inancının Hz. Ali’nin kimliğinde barındırdığı önemli niteliklerden biri olarak öne sürülen Ehl-i Beyt üyesi sıfatını görselleştirir.

‘Şiî Gemisi’ başlığında tartışılacak resimlerin konusu Firdevsî’nin ŞehnâmE sinin önsözüyle bağlantılıdır. Bu önsözün günümüze ulaşan kimi resimli el yazmalarda betimlendiği görülür. Raya Y. Shani, Şehnâme’nin önsözünün-orijinalliği tartışılır olmakla birlikte- Kur’an-ı Kerim’de, Kısâs-ı Enbiyâlarda geçen Nuh’un gemisi ile kavramsal bağlantısına dikkat çeker. Nuh tufanından kurtularak gemiye binen yolcuların Şiî eğilimlerin etkisiyle zaman zaman Ehl-i Beyt’in üyeleri olarak tanımlandığına işaret eden Shani, bu düşüncenin Firdevsî’nin önsözünde ‘inancın gemisi’ne dönüşerek farklı bir biçimde ele alındığını dile getirir (Shani 2002: 130).

Şehnâme’nin başında Peygamber ve dört halifeyi öven bölümde Hz. Ali ve Ehl-i Beyt vurgusunun öne çıktığı görülür. Firdevsî’ye göre Peygamber bir Güneş, ashabı da Ay gibidir. Doğru yol onların birbirlerine yakınlık ve bağlılıklarını kavramaktır. Firdevsî, kendisini Ehl-i Beyt’in kulu olarak görür ve şöyle devam eder: Ben peygamber vasisi Ali’nin ayağını bastığı toprağı övüyorum. Bilgili olan Tanrı, bu âlemi azgın bir rüzgârla dalgaları coşmuş bir deniz gibi yarattı. Bu denizin üzerinde, hepsi de yelkenlerini açmış yetmiş iki gemi yüzer. Bunların en büyüğü bir gelin kadar süslü ve bir horoz gibi oyalıdır. İşte bu gemide Muhammed ile onun vasisi Ali ve Ehl-i Beyt bulunmaktadır. Akıllı bir kimse ucu bucağı elli olmayan bu denizi uzaktan gördüğü vakit hiç kimsenin onda boğulmaktan kurtulamayacağını, dalgalarının kendisini de ezeceklerini anlar. Ve içinden: Eğer peygamber, vasisi olan Ali gibi iki yârim varken de boğulursam tacın, bayrağın, tahtın, cennetteki şarap ve bal ırmaklarının, süt çeşmesinin ve yardım suyunun ıssı benim elimden tutar der. Eğer öteki dünyada gözün varsa Nebi ve vasiden ayrılma! Ben daima Haydar’ın ayağının toprağıyım. Ali’ye düşman olanlar ancak piçlerdir. Tanrı öylelerini ateşte yakar. Kalbinde Ali’ye karşı düşmanlık ve kin besleyen kimse dünyanın en talihsiz insanıdır (Firdevsî/Lugal 1994: 47- 50).

Şehnâme’nin önsözünün resimlendiği örneklerde kimi zaman bir gemide Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], Hz. Ali ve oğulları ile yer alırken kimi zaman da geminin üyelerinin Peygamber ve dört halifeden oluştuğu görülür. Kimi resimlerde ise sözü edilen kişiler gemide yer almayıp grup portre biçiminde bir arada gösterilmişlerdir.

Şehnâme’nin resimli kopyaları arasında XIII. yüzyıl sonu XIV. yüzyıl başına tarihlenen nüshada (WFGA. F. 1929. 26, y.?), 1460-70’li yıllara atfedilen üç kopya (TSMK. H. 1509, y. 7b ; TML. Ms. 5986, y. 1a; SPOI. C. 822, y. 11a) ile 1530 yıllarına tarihlenen Tahmasp Şehnamesi’nin (NYMMA. 70. 301. 1. y. 18b) resimleri arasında sözü edilen önsözün resimlendiği görülür.

Konunun betimlendiği resimlerden ilkinde (TSMK. H. 1509, y. 7b) gemide üç kişi oturmaktadır (Res. 29). Bu kişilerin kim olduklarına dair farklı görüşler ileri sürülür. Güner İnal geminin ortasında başında kutsal hale ile oturan kişinin Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] olduğunu söyler. Gemide Peygamber’e sağında ve solunda oturan birer figür eşlik etmektedir. Peygamber’in elini ona doğru uzatarak konuştuğu kişi Hz. Ali’dir. İnal, sahnenin sağında oturan kişinin Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ile Hz. Ali’nin hısımlarından biri olduğuna değinir (İnal 1970: 199). Resimdeki kişilerin kim olduklarıyla ilgili Raya Y. Shani farklı bir görüş ileri sürer. Shani’ye göre Şehnâme’nin önsözünde Hz. Ali’ye ayrı bir önem atfedilmekle birlikte resimde Hz. Ali’ye yer verilmemiştir. Resimde peygambere torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in eşlik ettiğini ileri sürer. Resimde yer alan bu kişilerin giysilerinin renginden yola çıkarak görüşünü destekler. Yazara göre şehit olmasından ötürü Hz. Hüseyin’in resimde kırmızı renkle Hz. Hasan’ın ise yeşil renkle betimlendiğini belirtir. Kim için yapıldığı bilinmeyen yazmanın resminin önsözdeki önemine rağmen Hz. Ali’yi görmezden gelerek yalnızca peygamber ve torunlarını betimlemesini ise Sünnî bakış açısının yansıması olarak görür. (Shani 2002:

. İnal ve Shani’nin görüşlerinin yanı sıra resimde yer alan kişilerin Hz. Ali ve oğulları olması da ihtimal dâhilindedir.

Şiî gemisinin betimlendiği ikinci resimde (TML. Ms. 5986, y. 1a) yine geminin ortasında başında alevden halesiyle Peygamber oturur (Res. 30). Sağında ve solunda ikişerli gruplar halinde dört kişi bulunur. Herhangi kutsal bir simge taşımayan bu kişiler dört halifeyi temsil eder. Resimdeki bu kişilerden hangisinin Hz. Ali olduğu bilinmemektedir. Hz. Ali’yi diğer halifelerle birlikte hiçbir fark gözetmeden betimleyen bu resim de bir önceki resimde olduğu gibi Sünnî bir yaklaşımı çağrıştırır (Shani 2002:

.

Hz. Ali’nin bu resimde yer alma biçimi aynı zamanda aşağıda ‘Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Halifelerinden Biri Olarak Hz. Ali’ başlığında irdelenen resimlerle benzerlik taşır. Tartışılır olmakla birlikte Firdevsî’ nin önsözünde Hz. Ali’ye atfedilen önemin bu resimde görmezden gelindiği aşikârdır. Konunun sunulma biçimi Hz. Ali’yi daha çok Sünnî bir bakış açısı içinde ele alan düşünceyi yansıtır. Bu anlamda Hz. Ali’nin İslâm halifelerinden biri olarak tartışıldığı gruptaki resimlerle bir arada görülebilir.[28]

Şehnâme’nin önsözünün resimlenmesinde görülen bu yaklaşımların yanı sıra bir grup resim Hz. Ali ve ailesine daha fazla önem atfederek konuyu resimsel dile aktarmaktadır. Bu resimlerde Hz. Ali peygamber ailesinin bir üyesi olarak diğer halifeler olmaksızın oğullarıyla birliktedir. Bunu yansıtan ilk resimde (SPOI. C. 822, y. 11a) gemide dört kişi yer alır (Res. 31). Diğer iki resimle aynı tarihlere atfedilmekle birlikte bu resim Firdevsî’nin önsözünün resimsel tanıtımı yapar niteliktedir. Geminin dört yolcusu da Ehl-i Beyt üyeleridir. Bunlardan solda arkasındaki yastığa yaslanmış oturan ve diğerlerine göre daha büyük resmedilen kişi Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], hemen sağında ve solundaki iki çocuk ise Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’dir. Sahnenin en sağında, geminin uç kısmında elinde tuttuğu Kur’an ile Hz. Ali oturur. Hz. Ali, çoğu betimlemelerinde Zülfikâr, Düldül, Kanber’le ya da kendisini anımsatacak simgelerle bir arada görülür. Fakat hiçbir resimde elinde Kur’an’la yer almaz. Kur’an’ın Hz. Osman’a ait bir simge olarak resimlendiği örneklerle karşılaşmak mümkündür. Bu açıdan bakıldığında resim hem Peygamber soyuna hem de Kur’an’ın koruyuculuğuna dair referanslar barındırır. Resim Peygamber soyunun Hz. Ali ve oğullarıyla devam edeceğini dile getirir. Ayrıca Peygamber’in vasisi olarak Hz. Ali’nin daha sonra da oğullarının Kur’an’ın koruyucusu olarak simgeleştirildiği bir anlam içeriyor olmalıdır. Shani Şiî eğilimli bir patrona yazmanın adanmış olabileceğini belirtir (Shani 2002: 179).

Kompozisyon şeması farklı olmakla birlikte Tahmasp Şehnamesi nde de (NYMMA. 70. 301. 1. y. 18b) benzer düşüncenin aktarımıyla karşılaşılır. Sahnenin ortasında büyük bir gemi ve bu geminin sağ ve solunda daha küçük birer gemi yer alır (Res. 32). Büyük gemide yüzleri peçe ile örtülmüş başlarında alevden hale olan iki kişi karşılıklı oturmaktadır. Sağda başını saygıyla öne eğmiş olan Hz. Ali karşısında yer alan kişi ise Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’dir. Hemen yanıbaşlarında Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin aynı kutsal simgelere bürünmüş olarak ayakta durmaktadır.

Yukarıda sözü edilen resimli Şehnamelerde Firdevsî’nin önsözünün farklı biçimlerde ele alınmış örneklerinde zaman zaman Hz. Ali’nin kimliğinin öne çıktığı zaman zaman da Şiî gemisinde diğer halifelerle eşit konumda betimlendiği gözlenir. XIII. yüzyıl sonu XIV. yüzyıl başı İlhanlı dönemine atfedilen bir Şehname nüshasında (WFGA. F. 1929. 26, y. ?) ise Hz. Ali grup portre içinde yer almasına rağmen kimi ayrıntılar farklı biçimde temsil edildiğine işaret eder. Yazmanın önsözünü betimleyen resimde sahnenin merkezinde peygamber her iki yanında dört halifesi yer alır (Res. 33). Peygamber’in sağında üstte elinde kılıcıyla yer almıştır. Hemen altta beyaz sakallı kişi Hz. Ebû Bekir olmalıdır. Peygamber’in solunda üstte elinde kılıcı Hz. Ömer altta ise Hz. Osman betimlenmiştir. Hz. Osman’ın elindeki kitap Kur’an olmalıdır. Bu resimle ilgili olarak görüşlerini dile getiren Shani, kompozisyonun Hz. Ali’nin diğer halifelerle birlikte yer almasından hareket edildiğinde Sünnî ‘Ortodoks’ bir bakış açısının devamı olarak görülebileceğine dikkat çeker. Buna rağmen Hz. Ali’nin peygamberin hemen yakınında betimlenmiş olmasına işaret ederek resmin Firdevsî’nin önsözünün Hz. Ali’ye atfettiği önemi vurguladığını söyler. Resimde Hz. Ali’ye yapılan bu vurgunun yazmanın patronu olarak düşünülen Gazan Han’ın (sal. 1280- 1290) Şiî inancıyla bağlantılı olabileceğini belirtir (Shani 2002: 177).

III. 2. 4. İSLÂM DEVLETİ’NİN YÖNETİCİSİ: HALİFE HZ. ALİ

Hz. Ali’nin İslâm resim sanatı içinde yer alan son imgesi ‘Halife Hz. Ali’ başlığı altında irdelenecektir. Daha önceki bölümlerde ayrıntılı olarak anlatıldığı gibi Hz. Ali, Hz. Osman’ın ölümünün ardından İslâm devletinin dördüncü halifesi olur. Halifeliğini kabul etmeyen gruplarla mücadele eder ve bu mücadelenin sonunda öldürülür. Ölümüyle birlikte Hz. Ali’nin kimliğindeki değişim süreci önemli bir dönemece girer. Hz. Ali’ye ilâhî nitelikler atfedilir ve diğer insanlardan üstün olduğu çeşitli menkıbelerle dile getirilir. Şiîler Hz. Ali’nin peygamber daha hayattayken yerine halef olarak Hz. Ali’yi atadığına inanırlar. İnançlarını temellendirmek için Hz. Ali’nin yaşam öyküsündeki kimi anları delil olarak ileri sürerler. Bu bölümde yer alacak resimler seçilirken Hz. Ali’nin kimliği üzerinde yapılan tartışmalar göz önünde bulundurulmuştur. ‘Halife Hz. Ali’ başlığı kronolojik olmaktan çok kavramsal bir anlam taşımaktadır. Aşağıda tartışılan resimlerde Hz. Ali çoğu resimde olduğu gibi Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’le birliktedir. Bu açıdan bakıldığında resimler ‘Ehl- i Beyt’in Üyesi Hz. Ali’ başlığına dâhil edilebilir görünür. Oysa resimler Hz. Ali’nin hilafete en uygun kişi olduğuna işaret eden simgesel bir anlam barındırır. Bu yüzden aşağıda yer alan resimler Ehl-i Beyt kavramı içinde değerlendirilmeyip ‘Halife Hz. Ali’ adı altında tartışılmıştır. Bölümde yer alan resimlerin büyük bölümünü Hz. Ali’nin hilafet tartışmalarında önemli yer tutan konuların betimlemeleri oluşturmuştur. Bunların yanı sıra Hz. Ali’nin halife olarak yer aldığı ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’den bağımsız kendi biyografisine dair anların canlandırıldığı resimler de bu bölümün konuları arasında yer alır. Son olarak tartışılan resimlerde ise Hz. Ali kendisinden önceki üç halifeyle birlikte peygamberin yanında yer almaktadır.

III. 2. 4. 1. Miraç[29]

İslâm resim geleneğinde sıklıkla işlenen temalardan birini oluşturan miraç Kudüs’ten Arş’a doğru Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in yaptığı gökyüzü yolculuğunu ifade eder. Kur’an-ı Kerim’de İsrâ (17:1) ve Necm Suresi’nde (53:18) miraçdan söz edilir (Yazır ty. 29, 111). Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya gece yolculuğu yapar. Yedi kat gökyüzünde kendisinden önceki peygamberlerlerle karşılaşır (Robinson 1993: 101; Horovitz 1960: 346; Yavuz 2005: 134).

Edebiyat eserlerine miraç peygamberin yaşam öyküsünün en çarpıcı ayrıntılarından biri olarak girmiştir. XIII. yüzyıl ortalarından başlayarak resim sanatının önemli temalarından biri olmuştur. İslâm resim sanatında miraç bir yandan na’t bölümlerinde gelenekselleşen bir tema olarak resimlenirken bir yandan da İslâm tarihi ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in biyografisi bağlamında ele alınmıştır (Gruber 2005: 68).

Şiî hadisçiler kitaplarında miraç konusunu Hz. Ali ile bağlantılandırılarak anlatılmışlardır. Şiî inanışa göre Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], miraç yolculuğu sırasında kendi ismiyle birlikte ‘arş’ ta bulunan ‘Allah’ın tahtı’nın dört bacağında Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in isminin yazılı olduğunu görür. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in başta Gadîr- i Hum olmak üzere kendi yerine Hz. Ali’yi atamasının miraç gecesinde ‘arş’a çıktığında kendisine Allah tarafından bildirildiğine dair Şiî anlatımlar mevcuttur (Gruber 2005: 66)44.

Yukarıda sözü edilen Şiî inançların resim sanatında zaman zaman görselleştirildiği görülür. İslâm resim geleneğinde miraç temasını işleyen örneklerde genellikle Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Burak’a binmiş melekler eşliğinde gökyüzünde görülür. Kimi örneklerde ise bu sahneye altta Kâbe tasviri eşlik etmektedir. Özellikle XV. yüzyıldan itibaren bu şemanın tekrarlandığı görülür. Kimi resimlerde gelenekselleşmiş şemaya zaman zaman ‘Allah’, ‘Muhammed’, ‘Ali’ isimlerinin eklendiği görülür. XVI. yüzyıldan itibaren ise Hz. Ali miraç tasvirlerinde önemli bir yere sahip olarak karşımıza çıkar (Gruber 2005: 278).

Şiî inancına göre Cebrail, gökyolculuğu sırasında Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e eşlik ederken gökyüzünde önlerine bir arslan çıkar ve kükremesi ile onu korkutur. Bunun üzerine “Arslan senden bir nişan ister.” diyen bir ses işitilir. Peygamber son peygamber oluşunu belirten peygamberlik yüzüğünü arslanın ağzına atar ve yola devam ederler. Peygamber “Amcamın oğlu Ali burada olsaydı bu arslanın hakkından gelirdi.” diye düşünür. Sonra Allah’ın huzuruna çıkar. Hakkın didarını görür. Sessiz ve sözsüz olarak doksan bin sır söyleşir (Bozkurt 2006: 13-18). Bu arada peygamber Tanrı ile arasındaki perdenin kaldırılıp kaldırılamayacağını sormak cesaretini gösterir. Perde kaldırıldığında Ali’yi

Tezde zaman zaman baş vurulan kaynaklar arasında yer alan Kummî’nin Şiî inançlarının esaslarını ele aldığı kitabının Türkçe çevirisinde ‘arş’ın taşıyıcıları olarak Hz. Ali ve oğullarının ismi geçer. Fakat miraç ile bağlantısına rastlanmamıştır (Kummî/Fığlalı 1978: 46- 47). Bilgi Gruber’in tezine dayanılarak aktarılmıştır.

görür. O yüzden miraç Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Ali sırrına ermesi olarak Şiî inanışta yer alır (Fığlalı 1994: 247-248; Akar 1986: 24).

Hz. Ali’nin miracın meydana gelmesinde asıl amacın Hz. Ali’nin peygamberin yerine atanması olduğuna ilişkin Şiî inancının resim sanatındaki ifadesi ve örnekleri olarak görülebilecek bir grup miraç konulu resim günümüze ulaşmıştır. Bu eserler arasında kimi Kısas-ı Enbiya nüshaları (BS. Diez A fol. 3, y. 226b; TSMK. H. 1227, y. 190b; TSMK. R. 1536, y. 190b) ile Hamse kopyalarını (TSMK. R. 881, y. 48a; İSK. Halef Efendi 377, y. 45a ) sayabiliriz.

Sözü geçen el yazmalardaki resimlerde (BS. Diez A fol. 3, y. 226b; TSMK. H. 1227, y. 190b; TSMK. R. 881, y. 48a) genellikle Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Burak üzerinde, karşısına çıkan bir arslanla betimlenmiştir. Melekler Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in dört yanını çevrelemiş ona yolculuğunda eşlik etmektedir (Res. 34- 36). Bu resimlerin kimilerinde ise (TSMK. R. 1536, 190b; İSK. Halef Efendi 377, y. 45a) Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in elinde bulunan yüzüğü ya da mührü, arslana/Hz. Ali’ye verdiği an betimlenmiştir (Res. 37, 38).

Hz. Ali’ye bir arslan simgesiyle yer veren miraç resimlerinde Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in gökyolculuğundan öte bu yolculukta Hz. Ali’nin ‘vasi’ olarak atandığı vurgusunun ön plana çıkarıldığı söylenebilir. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] resimlerde pek çok örnekte olduğu gibi Burak’la birlikte yer alır. Fakat asıl işaret edilen ve öne çıkan kişi Hz. Ali olarak görülebilir.

Miraçta Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in karşısına Hz. Ali bir arslan olarak çıkmaktayken bazı resimlerde arslana hükmeden, onu dize getiren bir kahraman olarak da görülür. Örneğin Ahsen’ül-Kibar’da yer alan resimde (Res. 39) arslan insanların şaşkın bakışları arasında Hz. Ali’nin ayaklarına eğilmiş, Hz. Ali de onu başından tutmuştur. Resimde Hz. Ali’nin vahşi bir hayvanı ehlileştirmesiyle kahramanlığına vurgu yapılırken aynı zamanda Hz. Ali ve arslanın birlikteliğine de dikkat çekilmiştir. Hz. Ali’nin arslanla olan ilişkisinin yansımaları daha sonraki bölümlerde tartışılan resimlerde de kendini gösterir.

III. 2. 4. 2. Mübâhele[30]

Peygamber’in Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i ailesinin üyeleri olarak bir başka deyişle ‘Ehl-i Beyt’i olarak ilân ettiği tarihî bir olay olan ‘Mübâhele’ konusunun resimleri Hz. Ali ikonografisi içinde önemli bir yer oluşturur.

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] kervan yolları üzerinde dokuma ve dericiliğin geliştiği verimli vadisi ile çok zengin olan Necran şehrinde yaşayanları İslâm’a davet eder. Necran halkı daveti kabul ederek Müslüman olur. İslâm tarihinde Necranlılar ile Peygamber arasında karşılıklı lânetleşme anlamına gelen “Mübâhele” olarak bilinen olay gerçekleşir (Massignon 1971: 778; Schmucker 1993: 277; Fığlalı 1995: 96- 97).

Arap tarihçi İbn Esîr, kitabının 632 yılında meydana gelen olayları aktardığı bölümünde Necranlıların Müslüman olduktan sonra aralarından bir grup oluşturarak ‘Mübâhele’ yapılması isteğiyle peygamberle görüşmek üzere Medine’ye geldiklerinden söz eder. Bunun üzerine peygamber yanında Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ile birlikte Necran heyetinin yanına çıkar. Necranlılar onları görünce “Bunlar, öyle yüzlerdir ki eğer Allah’tan dağları yerinden oynatmasını isteyecek olsalar kesinlikle yerinden oynatır.” derler. Mübâhele yapmaktan vazgeçerek oradan ayrılırlar (İbn Esîr /Tulum 1985: II, 270).

Müslümanların bayram olarak kutladıkları, özellikle Şiî din adamları ve tarihçiler tarafından önemli bir gün olarak kabul edilen Mübâhele, Yemen’de hıristiyan yerleşimi olan Necran’dan bir grup hıristiyan din adamının peygamber tarafından Medine’ye çağrılarak aralarında yaptıkları bir tartışmayla başlar. Tartışmanın konusu Hz. İsa’ nın yaradılışıdır. Mübâhele, Kur’anı-Kerim’ de Al-i İmran (3: 61) suresinde şöyle anlatılır: Sana (gerekli) bilgi geldikten sonra artık kim bu konuda seninle tartışacak olursa, de ki: “Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da lanetleşelim; Allah’ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim.” Bu ayete Mübâhele (lanetleşme) ayeti denir ve hangi taraf yalancı ise ona Allah lanet etsin diye karşılıklı olarak lanetleşmek demektir (Yazır ty. : 385- 86).

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ‘heyetler yılı’ olarak anılan hicretin dokuzuncu yılında komşu ülkelere mektuplar gönderip kendisi ile antlaşma yapmalarını ister. Bu mektuplardan Necran’a da gönderilir. On dördü din adamı olan altmış kişilik bir grup peygamberle anlaşmak için Medine’ye gelirler. Bu kişiler İsa’nın kul olmadığını, Allah’ın oğlu olduğunu iddia ederler. Bu sırada yukarıda belirtilen ayet Mübâhele’yi emreder. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], Ali, Fatma, Hasan ve Hüseyin’i çağırıp “Ey Allah’ım! Bunlar benim Ehlim.” der ve Necranlıları Mübâhele’ye davet eder (Yılmaz 2003: 28; Fığlalı 1995: 96,97).

Çeşitli rivayetlere göre bu olay sırasında Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in üzerinde kıldan bir aba/hırka vardır. Hz. Hasan’ın elinden tutmuş, Hz. Hüseyin’i ise kucağına almıştır. Hz. Ali ve Hz. Fatma ile birlikte yürür. Onlardan dua edince âmin demelerini ister. Sonunda Necranlılar cizye vermeye razı olurlar (Yılmaz 2003: 28).

Kur’an-ı Kerim’de Ahzab Suresi’nde Ehl-i Beyt şöyle geçer (33: 33): “Hem vakarınızla evlerinizde durun da, ilk cahiliye dönemindeki kadınların çıkışı gibi, süslenip çıkmayın. Namaz kılın, zekât verin, Allah ve Resulüne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt, Allah sadece şunu istiyor: Sizden kiri uzaklaştırsın da sizi tertemiz pampak etsin” (Yazır ty.: 80). Bu ayet peygambere gönderildiğinde o, Ali, Fatma, Hasan ve Hüseyin’i abası altına alarak “Allah’ım bunlar benim Ehl-i Beyt’im’dir, onları günahlardan temizle” diyerek dua etmiştir ve bu beş kişiye Âl- i Abâ denilmiştir. Ehl-i Beyt kavramı içine kimlerin dâhil olduğu konusu Sünniler ve Şiîler arasında her zaman tartışılan bir konu olmuştur. Ehl-i Beyt’in peygamberin ailesi ve hanımlarını, bütün Haşimîoğullarını kapsadığı ileri sürülür. Şiîler ise genel anlamda on iki imam ve sahabîlerin Ehl-i Beyt üyesi olduklarını dile getirirler. Bunun yanı sıra ukarıdaki olaya işaret ederek Ehl-i Beyt’in Al-i Abâ’yı oluşturan Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’den oluştuğunu söylerler (Öz 1994: 498- 499).

Başka bir rivayete göre ise giydiği siyah abanın içine Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i alarak Ahzab suresinden (33: 33) “Ey Ehli Beyt! Allah sizi her türlü kirden gidermek ve tertemiz yapmak ister.” ayetini okur (Yılmaz 2003: 28; Fığlalı 1995: 97).

Mübâhele konusu resim sanatında sıklıkla ele alınan temalar arasında yer almaz. Bu temanın resimlendiği üç örnek tesbit edilebilmiştir.[31] Bunlardan ikisi tarihî olayları takvimlerdeki günlerle ilişkili olarak aktaran Bîrûnî’nin el-Âsârü’l-Bakiye’sinin 1307­08 yılına tarihlenen nüshası ile (EUL. No. 161, y. 161a) XVI. yüzyıla tarihlenen nüshasında (PBN. No. 30, y. ?) resmedilmiştir. Konu farklı metinlerin ve resimlerin bir araya geldiği 1410- 11 yıllarında hazırlananMecmua’da (LGC. LA. 161, y. 265b- 266a) hangi bağlamda resmedildiği bilinmemekle birlikte yer almıştır.

El-Âsârü’l-Bakiye’nin iki nüshasında da resimde sağında başını omuzlarına kadar kapatmış örtüsü ve siyah sakalıyla yer alan kişi Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], arkasında yer alan biri kadın, diğeri erkek figür ise Hz. Ali ve Hz. Fatma’dır. Hz. Ali’nin omuzlarından tuttuğu oğlu Hz. Hüseyin olmalıdır (Res. 40, 41). Hz. Hasan ise bu gruptan ayrı sahnenin ortasına daha yakın bir konumda peygamberin yanında resmedilmiştir. Bu grubun tam karşısında resmin solunda yer alan figür ise Necranlı rahipler olmalıdır. 1410- 11 tarihli Mecmua’da (LGC. LA. 161, y. 265b- 266a) konu çift sayfada yer alan kompozisyonla tasvir edilmiştir (Res. 42) Resimde sağda sahnenin ortasında elinde asası ile yer alan kişi Peygamber olmalıdır. Peygamberin arkasında oğullarıyla bir arada gösterilen kişi ise Hz. Ali olmalıdır. Yukarıda söz edilen resimlerden farklı olarak bu resimde Hz. Fatma’ya yer verilmediği görülür. Sahneye melekler ve Müslüman oldukları tahmin edilen kimliği belirsiz bir grup eşlik etmektedir. Solda ise kadın ve erkeklerden oluşan kişiler Necranlılar olmalıdır.

Şiîler için Hz. Ali ve ailesinin önemine, kutsallığına işaret ettiğine inanılan ve bayram olarak kutlanan bu gün el-Âsârü’l-Bakiye’de tarihî açıdan önemli bir gün olarak algılanmış, günün önemine dikkat çekilmiştir. el-Âsârü’l-Bakiye ’de İslâm takvimindeki önemli günlerden biri olarak daha çok Şiîler için özel anlam taşıyan Mübâhele’nin resmedilmek üzere seçilmesi yazmanın hazırlanmasında Şiî eğilimlerin etkinliğinin olabileceğini düşündürür. Yazmanın her iki kopyasında aşağıda tartışılacak olan Gadîr- i Hum olayının da resimlenmesi Şiî eğilimin etkisini vurgulamaktadır.

III. 2. 4. 3. Gadîr- i Hum[32]

Gadîr- i Hum, Şiîler için Hz. Ali’nin Peygamber’den sonra yerine vasi olarak atadığı özel bir gün olarak kabul edilir. Sünnî kaynaklarda Gadîr- i Hum’la ilgili rivayetler yer almakla birlikte Peygamber’in hutbesinde Hz. Ali’nin vasi olarak atandığına dair bir işaret olmadığını ifade etmişlerdir (Emini/Hüseyni-Akyol 1998: 53; Demircan 1996: 22).

Gadîr- i Hum, Mekke ile Medine arasında çok fazla yağmur yağdığı için bataklık haline gelmiş küçük bir gölcüğün bulunduğu yerdir. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Veda Haccı dönüşü 632 yılında Gadîr- i Hum’da konaklar kendisine eşlik edenlere hutbe okur (İbni Kesîr / : V, 36).

İmam Nesâî, Gadîr- i Hum’da Peygamberin söylemiş olduğu sözlerle ilgili rivayeti aktarır. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], Veda Haccı dönüşünde Gadîr- i Hum’da konakladığında ağaçların altının temizlenmesini emreder. Daha sonra “Size iki paha biçilmez şey bırakıyorum. Birincisi Allah’ın kitabı, diğeri de Ehl-i Beyt’im. Benden sonra onlara nasıl davranacağınıza dikkat edin” diyerek Hz. Ali’nin elini tutar. “Ben kimin velisi isem Ali de onun velisidir. Allah’ım bunu seveni sev, buna düşman olana sen de düşman ol” diyerek hutbesini tamamlar (Nesâî /Erdoğan 1999: 66- 72).

Tarihçi İbn Kesîr, Gadîr- i Hum’da Peygamberin söylemiş olduğu hutbeyle Hz. Ali’nin faziletini, güvenilirliğini, adaletini ve kendisine olan yakınlığını açıkladığını dile getirir. Gadîr- i Hum’da Peygamberin sözlerini rivayetlerle aktarır. Peygamber her tarafa haber göndererek kendisinden önde gidenlerin geri gelmelerini arkada kalanların da yetişmesini sağlayarak namaz kılar. İki ağacın altı temizlendikten sonra namaz kılmak için toplananlara ölümünün yaklaştığını söyler ve şöyle devam eder: “Ahirete göçmekte hepinizden önde bulunuyorum. Orada havuz başında bana ulaştığınız zaman sizden iki paha biçilmez şeyi soracağım. Size iki paha biçilmez şey bırakıyorum. Biri öbüründen daha da büyük. Allah’ın gökten yere uzatılmış ipi olan Allah’ın kitabı, diğeri de Ehl-i Beytim’dir. Bu ikisi havuz başında bana ulaşıncaya kadar birbirinden ayrılmaz. Bunu Rabbim’den diledim. Benden sonra ikisine yapışırsanız ebedî olarak sapmazsınız.” Hz. Ali’yi yanına çağırarak sağında tutar ve elini tutarak kaldırır. Her ikisinin de koltuk altlarının beyazlığı görünür. “Ben kimin mevlası isem bu da onun mevlasıdır. Daha sonra minber haline getirilen deve hamutlarının üzerine oturur ve dua eder. Allah’ım onu seveni sev; ona düşman olana düşman ol! Bu açıklamalar üzerine orada bulunanlar Hz. Ali’yi tebrik ederler. Ömer “Ne mutlu sana kadın ve erkek bütün müminlerin mevlası oldun” der (İbni Kesîr/Keskin 1994: V, 365- 372).

Şiî âlimler Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], Mekke’den Medine’ye dönerken Cebrail tarafından Mâide Suresi’nin bir ayetinin (5: 67) tebliğ edildiğini bunun üzerine Peygamber’in Gadîr- i Hum’da konaklayarak hutbe söylediğini ileri sürerler (Emini/Hüseyni-Akyol 1998: 53; Demircan 1996: 22).

Mâide Suresi’nin 67. ayetinde “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu kâfirlere yol göstermez” denilmektedir (Yazır ty.: 201).

Şiîler Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in yukarıda Nesâî ve İbni Kesîr’den aktarılan hutbe ile ilgili çeşitli iddialarda bulunmuşlardır. Şiî inancına göre Mâide Suresi’nin ayeti Hz. Ali’nin halifeliğini ilân için gönderilmiştir. Hz. Ali, Tanrı’nın emriyle ve Peygamber’in bildirmesiyle açıkça halife tayin edilmiştir (Demircan 1996: 37).

Şiîler Müslümanlar Gadîr- i Hum’u bayram günü olarak kutlar. İbn Kesîr, Şiîler tarafından bu günün bayram olarak kutlama adetinin ilk olarak Büveyhî Devleti (932­1055) tarafından 963 yılında başlatıldığını söyler. Gadîr- i Hum günü çarşı ve pazarların bayramlarda olduğu gibi gece açılması, borazanların çalınması, ateş yakılması, meşaleler kurulması emredilmiştir. (İbni Kesîr/Keskin 1994: XI, 416).

İbni Kesîr, zaman zaman bayram kutlamalarında Şiî ve Sünnîler arasında çatışmalar olduğunu aktarır. 991 yılında Bağdat’ta çıkan çarpışmalarda çok sayıda kişinin öldüğü rivayetini aktarır. Sünnîler, bu çarpışmaların yanı sıra Şiîlerin bayram kutlamasına alternatif bir bayram icat ederek de tepki göstermişlerdir. İbni Kesîr, 1008 yılında Sünnîlerin Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ile Hz. Ebû Bekir’in Hicret sırasında mağarada bulunduğu günü bayram olarak kutladıklarından söz eder (İbni Kesîr/ Keskin 1994: XI, 524).

Yukarıda sözü edilen bilgiler Gadîr- i Hum’un Şiîler için ifade ettiği anlamın önemini göstermektedir. Hz. Ali’nin Tanrı’nın isteğiyle halife olarak atandığının en büyük delili olarak ileri sürülen bu konu İslâm resim sanatında tarih ve biyografi konulu eserlerin resimlerinde canlandırılmıştır.

‘Mübâhele’ konusunda da değinilen Birunî’nin tarihî olayları takvimlerle ilişkili olarak aktardığı eseri el- Âsarü’l- Bakiye’nin Moğollar için 1307- 8 yıllarında resimlenen kopyasıyla (EUL. No. 161, y. 162a) XVI. yüzyıla tarihlenen kopyasında (PBN. 30, y.?) konunun aynı yaklaşımla betimlendiği görülür. İki resimde de sahnenin merkezinde yer alan Peygamber hemen yanında bulunan Hz. Ali’ye doğru elini uzatmış omzuna dokunmaktadır (Res. 43, 44). Resimlerde Peygamber ve Hz. Ali’nin kutsallığını vurgulayan her hangi bir simge yoktur. Hz. Ali’nin elinde bulunan çatal uçlu Zülfikâr kimliğini tanımlayan bir simge olarak yer almaktadır.

XVI. yüzyıldan itibaren resim sanatında daha sık işlendiği görülen bir konunun XIV. yüzyılda tarih/takvim konulu bir eserde resimlenmiş olması Hz. Ali ikonografisi açısından önemli bir yere sahiptir. Yukarıda sözü edildiği gibi X. yüzyıldan itibaren Şiîler tarafından bayram olarak kutlanan bir günün takvimle ilişkili metni resimlemek üzere seçilmiş olması eserin hazırlanmasında bu inancın etkisini yansıtır. Hz. Ali’nin Peygamber tarafından seçilmiş olduğu inancını yansıtan ve Şiî inancının temelinde yatan düşüncenin resme aktarılması olarak anlamlandırılabilecek konunun resimli en erken ifadesi el- Âsarü’l l-Bakiye’ de betimlenmiştir. Resimde peygamber ve Hz. Ali’ye kutsallık atfedilmediği dikkat çeker. Fakat konu seçimi dinî kimliğini çok açık biçimde yansıtmaktadır. Öte yandan resimde Zülfikâr’a yer verilmesi erken dönemlerden itibaren sanatçıların Hz. Ali’yi “portre”sini bütünleyen simgelerle bir arada algıladıklarını gösterir.

Gadîr- i Hum, Şiî imamlarla ilgili yazılan ilk metin olarak bilinen Ahsenü’l-Kibar’ ın 1588 tarihli nüshasında da (TGSM. 2252, y.?) yer almıştır. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in biyografisinin anlatıldığı Âsâr-ı Muzafferin 1576 yılında Safevî seçkinlerinden biri için hazırlanmış olduğu düşünülen nüshası ile (DCBL. Pers 235, y. 152a) İranlı tarihçi Mirhond’un ünlü tarih kitabı Ravzatü’s- Safâ’nın 1595 tarihli nüshasında da (DCBL. No. 254, 97b) aynı konu betimlenmiştir.

Birbirine yakın tarihlerde hazırlanmış olan yazmaların resimlerinde konunun benzer biçimde resme aktarıldığı görülür. Ahsenü ’l-Kibar ve Âsâr-ı Muzaffer nüshalarında Hz. Ali, peygamberle birlikte deve hamutlarından yapılmış bir yükselti üzerinde bulunur (Res. 45, 46). Ravzatü’s- Safâ’da sözü edilen resimlerden farklı olarak Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Hz. Ali’yi elinden tutarak yanına çıkardığı an resimlenmişlerdir (Res. 47). Üç resimde de Peygamber ve Hz. Ali’nin yüzü peçe ile kapatılmış ve başları alev hale ile çevrelenmiştir. XVI. yüzyılda tarih metinlerinin resimlerinde Hz. Ali’nin kutsal bir biçimde yer aldığı görülür.

III. 2. 4. 4. Hz. Ali’ye Bağlılık Yemini[33]

656 yılında Hz. Osman’ın öldürülmesi halk arasında çeşitli karışıklıkların çıkmasına neden olur. Halkın bir bölümü Osman’ın öldürülmesinden Hz. Ali’yi sorumlu tutarken bir bölümü de onun halife olmasını ister. Hz. Ali kendisine yapılan ısrarlar karşısında halifeliği kabul eder. Fakat müslümanların razılığıyla bu görevi kabul edeceğini belirterek bağlılık yemininin mescitte olmasını ister. Halk mescide toplanır. İlk olarak Talha yemin eder. Arkasından İslâm’a büyük hizmetlerde bulunan Zübeyr ve Mâlik Eşter yemin eder. Bu şekilde Hz. Ali dördüncü halife olur (İbni Kesir/Keskin: 1994: XI, 520).

Hz. Ali’nin biyografisi ve İslâm tarihinin önemli anlarından biri olan konuya resimli el yazmalarda çok fazla yer verilmemiştir. Osmanlı şairi Lamiî Çelebi’nin Maktel-i Âl-i Resul’ünün XVI. yüzyıl sonu XVII. yüzyıl başına atfedilen nüshası (TİEM. T 1958, y. 8a) ile XVII. yüzyıla atfedilen diğer nüshasında (LBL. Or. 7238, y. 9a) konu betimlenmiştir. İki resimde de yüzü açık, başı haleli Hz. Ali, önünde saygıyla diz çökmüş kimliği belirsiz figürün bağlılığını kabul ederken betimlenmiştir (Res. 48, 49). Hemen yanında Kanber Zülfikâr’ı taşırken görülmektedir.

III. 2. 4. 5. Hz. Ali’nin Ölümü [34]

İbn el- Esîr, Hz. Ali’nin öldürülmesini çeşitli rivayetlerle ahlatır. Hz. Ali’nin hilafet mücadelesinde başlangıçta onun yanında yer alan daha sonra ayrılan Hâricîler inançlarının önündeki en büyük engel olarak Muâviye, Amr ve Hz. Ali’yi görürler. Bu kişileri ortadan kaldırırlarsa sorunların çözüleceğine, öldürülen yandaşlarının da intikamlarının alınmış olacağına karar verirler. Abdurrahman bin Mülcem el-Murâdi, Hz. Ali’yi, Abdullah bin et- Temimî Muâviye’yi, Amr bin Sa’di et- Temimî de Amr bin el- Âs’ı öldürmeyi üzerlerine alırlar ve niyetlerini herkesten gizlerler. Mülcem, Nehrevan Savaşı’nda babası ve kardeşi öldürülen bir kadınla karşılaşır ve evlenmek ister. Kadın, Mülcem’e şartlarını yerine getirirse evleneceğini söyler. Bu şartlar arasında Hz. Ali’nin öldürülmesi de vardır. Kadın şartlarını kabul eden Mülcem’e yardım edecek bir kişi bulur. Daha sonra Mülcem, Şebib adlı bir kişiye Hz. Ali ile ilgili yaptığı plânları anlatır. Mescide gizlenip sabah namazında saldıracağını söylediğinde Şebib, ona karşı çıkar. Fakat sonra plâna dâhil olmayı kabul eder. Mülcem, “Ya Ali hüküm Allah’ındır. Senin ve adamlarının değil.” diyerek kılıçla Hz. Ali’nin başına vurur. Hz. Ali, etrafında bulunanlardan Mülcem’in yakalanmasını ister. Mülcem yakalanarak Hz. Ali’nin huzuruna getirilir. Hz. Ali, oğullarına ölecek olursa Mülcem’in de kendisi gibi öldürülmesini vasiyet eder. Yaralandıktan iki gün sonra Hz. Ali, 661 yılında ölür. Mezarı Kûfe’de (günümüzdeki adı Necef) mescittedir. (İbn El- Esîr/Tulum 1987: III, 397- 403).

Hz. Ali’nin ölümü Fûzulî’nin Hadikatü’s- Süeda’sının XVI. yüzyıl sonu XVII. yüzyıl başına atfedilen kopyası (LBL. Or. 12009, y. 120b) ile XVII. yüzyıla atfedilen başka bir kopyasında (AEM. No. 573, y. 121a) resimlenmiştir.

yüzyıl sonu XVII. yüzyıl başına atfedilen nüshada (LBL. Or. 12009, 120b) başı alev haleli ve yüzü peçeli Hz. Ali yaralı bir şekilde yerde yatmaktadır (Res. 50). Başucunda kendisi gibi hale ve peçe ile kutsallaştırılmış biçimde betimlenen iki kişi oğulları olmalıdır.

yüzyıla atfedilen nüshada (AEM. No. 573, y. 121a) Hz. Ali yaralı olarak betimlenmiştir (Res. 51). Yüzü bir önceki resimden farklı olarak peçe ile kapatılmamıştır. Başı alevden hale ile çevrelenmiştir. Sağ ve solunda Hz. Ali’yi kollarından tutan başları alev haleli kişiler Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin olmalıdır.

Hz. Ali’nin ‘Halife Hz. Ali’ imgesi içinde yukarıda sözü edilen resimlerde daha çok Şiî inancında önemli yer tutan konuların betimlendiği göze çarpar. Bu resimler İslâm tarihî ve Hz. Ali’nin kişisel yaşam öyküsünün önemli anlarından oluşmuştur. Hz. Ali’nin Şiî inancının kendisine yüklediği sıfatlarla yer aldığı resimlerin yanında diğer halifelerle bir arada gösterildiği örnekler de İslâm resim sanatında yer almıştır. Aynı başlık altında tartışılmış olmakla birlikte aşağıda sözü edilecek resimlerde Hz. Ali’nin algılanma biçiminin farklı olduğu göze çarpar. Hz. Ali, bu resimlerde İslâm devletinin dördüncü halifesi olarak ve kendisinden önceki halifelerden ayrı tutulmaksızın yer almıştır. Resimler daha çok Sünnî bir yaklaşımın resim diline aktarılması olarak okunabilir. Yukarıda sözü edilen betimlemelerden farklı olarak Hz. Ali, bu resimlerde bir grup portre içinde yer alır.

III. 2. 4. 6. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Halifelerinden Biri Olarak Hz. Ali

Hz. Ali’nin İslâm dininin dördüncü halifesi sıfatıyla yer aldığı resimlerin erken tarihli örnekleri Varka ile Gülşâh'ın XIII. yüzyılın ilk yarısına tarihlenen kopyasında (TSMK. H. 841) iki resimde bulunur.[35]

XIII. yüzyıl sonu XIV. yüzyıl başına atfedilen Taberî’nin Târihü’l-Rüsul ve’l-Mülük adlı eserinin Balami tarafından yapılan Farsça çevirisinin resimli nüshasının birinci cildinde de (WFGA. F. 1947. 19, y. 157a) Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve dört halife betimlenmiştir. Burada tartışılacak son resim ise Zübdetü ’t- Tevârih’in Osmanlı Sultanı III. Murad (1574- 1595) için 1583 tarihinde hazırlanan nüshasında (TİEM. 1973, 48a) yer alır.[36]

Hz. Ali’nin resimlerinin en erken örneklerini içinde barındırması nedeniyle de ikonografik açıdan önemli bir yere sahip Varka ile Gülşâh’ın resimlerinde Hz. Ali grup portrede yerini almıştır. İlk resimde (69b) sahnenin merkezinde bağdaş kurmuş oturan kişi Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’dir (Res. 52). Sağda iki sıra halinde dört figür yer alır ve kimliklerine dair kimi ipuçlarıyla tanınır. Üstte solda beyaz sakallı kişi Hz. Ebû Bekir, sağda elinde kitap tutan Hz. Osman olmalıdır. Hz. Osman’ın hemen altında Hz. Ömer yer almıştır. Onun yanında Hz. Ali, elinde Zülfikar’la betimlenmiştir. Resimde Hz. Ebû Bekir’in diğer halifelerden daha yaşlı biçimde tasvir edilmesi, Hz. Osman’ın Kur’an- Kerim’i toplatmasına işaret eder biçimde elinde kitapla gösterilmesi yalnızca Hz. Ali’nin değil diğer halifelerin de kimliklerini tanımlayacak simgelerin var olduğunu gösterir. İkinci resimde (y. 70a) Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in yanında yine halifeleri bulunmaktadır (Res. 53). Sağda yan yana sıralanan dört halifeden arkada betimlenen kişi Hz. Ali olmalıdır. Bir önceki resimde kullanılan simgelere yer verilmemiştir. Fakat Hz. Ali yanında bir ejderle resmedilerek diğer figürlerden ayrılmıştır. Hz. Ali’yi dört halife ile birlikte algılayan ve daha çok Sünnî bir yaklaşımı yansıttığı söylenebilmesine rağmen Varka ile Gülşâh’ın resimli kopyası Hz. Ali’ye ait kimi “özel” ayrıntıları içinde barındırır. Hz. Ali, adalet, kahramanlık ve hükümranlık simgesi Zülfikâr’la daha önce sözü edilen resimlerin çoğunda betimlenmiştir. Varka ile Gülşâh’ daki resim bu ifadenin en erken örneklerindendir. Oysa ikinci resimde hemen yanında ejderle betimlenmesi buraya kadar sözü edilen farklı imgeler altında tartışılan resimlerin hiç birinde yer almamaktadır.

Hz. Ali’nin imgeleri bağlamında tartışılan resimli el yazmalardan çeşitli yönleriyle ayrılarak ‘İslâm Resim Sanatında Hz. Ali’ bölümünün ‘Falnâme’ adı altında irdelenen resimlerle, tezin başlıca konuları arasında yer alan Havernâme’mn resimli nüshalarında Hz. Ali’nin ejderle mücadele ettiği kimi anlar resimlenmiştir. Özellikle Havernâme resimlerinde ejderle mücadelesi Hz. Ali’nin destan kahramanı imgesini vurgular. Fakat resimlerin hiç birinde ejder Hz. Ali’nin ‘portre’ sini bütünleyen bir ifadeyi yansıtmaz. Bu açıdan Varka ile Gülşah’da Hz. Ali’nin tek bir resimde de olsa ejderle birlikte yer alması XIII. yüzyılda Anadolu’da Hz. Ali’nin destan kahramanı kimliğiyle algılandığını ve ejderin de bu kimliğin sembolü olarak kullanıldığı düşündürür.

Varka ile Gülşâh resimlerinin Hz. Ali ikonografisi açısından bir başka önemi ise Zülfikâr ve ejder dışında diğer kişilerden farklı betimlenen ‘ portresi’dir. Resimlerde sadece Hz. Ali, siyah sarık, kızıl saç ve sakalla betimlenerek belirgin bir fiziksel görünüme bürünmüştür. Sözü edilen tüm bu ikonografik ayrıntılar Hz. Ali’nin bilinen ilk resimlerinden başlayarak kendine özgü biçimde ve daha sonra giderek yaygınlaşacak kimliğinin önemli tamamlayıcıları olacak simgelerle gösterildiğini gözler önüne serer.

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve halifeleri bir arada gösteren başka bir örnek ise XIII. yüzyıl sonu XIV. yüzyıl başlarında hazırlanan ve tarih metinlerinde yer alan Hz. Ali’nin bilinen en erken resimlerini barındıran Târihü’l-Rüsul ve’l-Mülük kopyasında (WFGA. F. 1957. 16, y. 157a) yer alır. Resim, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’i dört halifenin yanı sıra İslâm büyükleri ve aile üyelerinden oluşan kalabalık bir kompozisyonla betimler (Res. 54). Sahnenin yukarısında diz çökmüş çatal uçlu kılıcıyla Hz. Ali hemen tanınır. Kompozisyonda Hz. Ali’nin önünde yer verilen iki kişi Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin olmalıdır. Yazmanın resminde Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve dört halifenin bir arada gösterilmesi Sünnî bir yaklaşımı yansıtmakla birlikte Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in resmi Ehl-i Beyt kavramını çağrıştırır. Resimde yer alan kişiler yüzü açık ve halesiz betimlenmiştir.

Zaman zaman dile getirilen resimli yazmalarda na’t bölümünün betimlendiği örneklerden biriyle de Kelile ve Dimne"nin 1460’lara tarihlenen nüshasında (TGSK. No. 827, y.?) karşılaşılır. Resim Hz. Ali’yi daha önce tartışılan Şehnâme resmi (WFGA. F. 1929. 26, y.?) başta olmak üzere grup portre içinde gösterir. Sahnenin merkezinde Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] yer alır (Res. 55) Sağda yan yana dizilmiş üç kişiden yukarıda sözü edilen resimlerde olduğu gibi sakalları beyaz olarak betimlenen kişi Hz. Ebû Bekir, yanındaki Hz. Ömer ve Hz. Ömer’in yanında elinde kitap tutan ise Hz. Osman olmalıdır. Sahnenin solu Hz. Ali ve ailesine ayrılmış biçimde tasarlanmıştır. Hz. Ali hemen arkasında yer alan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’le birlikte görülür. Resim çerçevesinin dışında siyah tenli elinde kılıç tutan figür Hz. Ali’nin sadık kölesi Kanber olmalıdır. Resimde Hz. Ali kendisinden önceki üç halife ile bir arada gösterilmiş olmakla birlikte kompozisyon şeması ailesiyle birlikte Hz. Ali’yi diğer halifelerden ayrı gruplamıştır. Hz. Ali oğullarıyla birlikte gösterilen bu resimlerde İslâm devletinin dördüncü halifesi olmasının ötesinde Ehl-i Beyt üyesi kimliğiyle de ön plândadır. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve dört halifenin birlikte temsil edildiği resimler İslâm devletinin peygamberden sonraki kutsal yöneticilerinin imgeleri olarak okunduğunda Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in bu grup portreye dâhil edilmiş olması resmin içinde barındırdığı ifadeyi daha anlamlı kılar. Resimde Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] de dâhil olmak üzere yüzleri açık, başları halesiz yer almıştır.

Hz. Ali’nin İslâm devletinin halifesi sıfatıyla yer aldığı resimler Osmanlı tarihini dünya tarihi içinde aktaran ve sultanların soyağaçlarını içeren Zübdetü’t- Tevârih’in resimli nüshalarında bulunur. Hz. Ali yazmada yer alan resimlerde diğer halifelerle dinî/tarihî bağlam içinde ele alınmakla birlikte kimi ayrıntılar Hz. Ali’nin farklılığına işaret eder.

Osmanlı Sultanı III. Murad için hazırlanmaya başlanan ve 1583 yılında tamamlanan Zübdetü’t- Tevârih nüshasında (TİEM. 1973, y. 48a) dört halifenin bulunduğu resimde Hz. Ali kendine özgü simgeleriyle tasvir edilmiştir (Res. 56). Sahnenin üst bölümünde beyaz sakallı kişi Hz. Ebû Bekir ve yanında elinde kılıçla betimlenen kişi Hz. Ömer olmalıdır. Sahnede her ikisine de hizmetkârları olduğu düşünülen birer kişi eşlik etmektedir. Altta kendisine ait her hangi bir simge taşımayan hizmetkârı ile birlikte görülen kişi Hz. Osman olmalıdır. Hz. Osman’ın yanında Hz. Ali betimlenmiştir. Hz. Ali’nin hizmetkârı Kanber Zülfikâr’ı tutarken görülür. Sünnî Osmanlı sarayının eğilimini yansıtan bu resimde Hz. Ali kendine özgü ‘portre’sinin en önemli tamamlayıcılarıyla birlikte görülmektedir. Hz. Ali, diğer halifelerden farklı olarak resim sanatındaki yerleşik imgesiyle kendine özgü ikonografik ayrıntılarla resmedilmiştir. Hz. Ali’nin Kanber ve Zülfikâr’la birlikte resimlenmesi onun Osmanlı görsel kültüründeki algılanışını yansıtır. Resmin Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve halifelerini herhangi bir etkinlik içinde değil simgesel bir ‘portre’ biçiminde ele aldığı göz önünde bulundurulduğunda Hz.

Ali’nin ‘portre’sinin İslâm resim sanatının çoğu örneğinde olduğu gibi Osmanlı görsel kültüründe de kendisini anımsatan simgelerle bir bütün olarak algılandığını gösterir.

Hz. Ali’nin Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in halifelerinden biri olarak yer aldığı ve diğer halifelerle birlikte dinî/tarihî kimliğiyle betimlendiği yazmalardan biri Silsilename adıyla bilinen resimli yazmalarda karşımıza çıkar. Silsilenameler de Zübdetü’t- Tevârih’de olduğu gibi Osmanlı sultanlarının soyağacını Adem’den başlayarak anlatır. XVI. yüzyıl sonlarından başlayıp XVII. yüzyıl boyunca İstanbul ve Bağdat’ta hazırlanan resimli Silsilenâmeler şecere şeklinde düzenlenmiştir. Günümüze ulaşan Silsilenâme kopyalarında Hz. Ali daire şeklinde madalyonlar içinde yine simgesel “portre”siyle yer almıştır. Silsilenâme resimlerinde Hz. Ali kimi zaman kendisinden önceki üç halifeyle eş konumda betimlenirken kimi zaman da kendisine farklı anlamlar atfedildiği gözlenen resimlerle karşımıza çıkmaktadır. Silsilenâme resimleri aynı gelenek içinde Hz. Ali’nin görsel imgesindeki farklı tutumu sergilemesi açısından dikkat çekici bir örnekleme sunmaktadır.

Hz. Ali’nin Peygamber ve üç halifeyle birlikte hiçbir farklı yanı vurgulanmadan yer aldığı Silsilenâme nüshalarından biri (TSMK. H. 1324, y. 23b) 1597 tarihlidir. Resimde madalyonlar içinde Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve halifelerin betimlemelerine yer verilmiştir (Res. 57). Sadece peygamberin yüzü peçe ile kapatılarak ve başı alevden hale ile çevrilerek kutsallaştırılmıştır. Dört halife içinde Hz. Ali’nin kimliğine işaret eden her hangi bir vurgu yapılmamıştır. Osmanlı yönetiminde Şiîlerin çoğunlukla olduğu Bağdat’ta hazırlanan bu yazmanın resminde Hz. Ali diğer halifelerle birlikte ve eş değerde algılanmış ve resminde onu anımsatacak her hangi bir simgeye yer verilmemiştir. Resimdeki bu tutum yazmanın Sünnî bir alıcı için üretildiği ihtimalini düşündürür. XVII. yüzyıl sonunda İstanbul ve Edirne’de resimlenmiş olan bir grup Silsilenâme" de de benzer tutumun sergilendiği görülür. Hz. Ali bu resimlerde İslâm devletinin dördüncü halifese olarak diğer halifelerle yan yana görülür (Bağcı 2005: 232).

Oysa Bağdat’ta hazırlanan ve 1605’li yıllara atfedilen Silsilenâme nüshasında (AEM. 8457, y. 7b) Hz. Ali’nin daha farklı biçimde ele alındığı görülür (Res. 58). Resimde tek bir madalyon içinde Kâbe önünde Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve Hz. Ali betimlenmiştir. Her ikisinin yüzü peçeli başları alevden hale ile çevrelenmiştir. Aynı sayfada Hz. Ali on iki imamla birlikte yeniden betimlenmiştir. Bir önceki Silsilenamemde diğer halifelerle birlikte algılanarak resimlenen Hz. Ali bu resimde peygamberle eşit derecede kutsallaştırılarak tasvir edilmiştir. Bu nüsha Şiî bir işveren için hazırlanmış olmalıdır. Aynı çevrede ve yakın tarihlerde üretilen iki kopyada Hz. Ali’nin birbirinden farklı algılamalarla resimlerde yer alması dinî eğilimlerin Hz. Ali’nin imgelerini betimlemede önemli rol oynadığını göstermektedir (Bağcı 2005: 232).

III. 2. 5. Uğurlu Falların Habercisi: Mucizeleriyle Hz. Ali

‘İslâm Resim Sanatında Hz. Ali’ başlığından ayrılan ve Hz. Ali imgesinin algılanma biçimine dair farklı örnekler sunan resimli bir grup Falname bu bölümde tartışılacaktır. Yukarıda sözü edilen Siyer-i Nebî resimlerinde olduğu gibi Falname resimleri de çeşitli gerekçelerle Hz. Ali’nin resim sanatında karşımıza çıkan ve tarafımızdan kimi gruplamalar altında irdelenen betimlemelerinden ayrı tutularak değerlendirilmiştir. Bu gerekçelerin en başında resimli Falnamelerin İslâm sanatı içinde yer alma biçiminin diğer resimli örneklerden farklı olmasıdır. İslâm resim sanatında özellikle resim-metin ilişkisi açısından gelenekten ayrılan ve bu ayrılmanın Hz. Ali imgesine dair diğer örneklerden farklı olduğu düşünülen kimi yansımaları barındırması Falname resimlerinin ayrı başlık altında irdelenmesini gerekli kılmıştır.

İslâm resim geleneğinde el yazmalarda yer alan resimler metinden yola çıkarak yer alırken Falnamelerde ön plana çıkan asıl unsurun resim olması ve bu açıdan Hz. Ali imgesine dair söylediklerinin ‘farklı’ ve ‘özgün’ yanlarının bulunması tezde Falname resimlerinin diğer örneklerden ayrılarak fakat benzer bakış açısıyla irdelenmesinin tercih edilmesine sebep olmuştur. Bu ifade Hz. Ali’nin Falname resimlerinde kendisinden önce resimlenmiş örneklerden tamamen farklı olarak yeni bir imgeyle karşımıza çıktığı anlamını taşımaz. Falname resimleri Hz. Ali ikonografisi açısından yenilik barındırmaktan daha çok farklı konularda resimlenen el yazmalarında karşımıza çıkan ortak temaları canlandırmaktadır. Fakat bu temaların bir fal kitabında karşımıza çıkması Hz. Ali imgesinin çağrıştırdığı kimi anlamları okuyabilmeyi sağlayabilir.

İslâm kültüründe resimli ve resimsiz olarak günümüze ulaşmış fal kitapları mevcuttur. Resimsiz olan fal kitaplarına nazaran resimli Falnamelerin daha az olduğu söylenebilir. Resimli Falnamelerde genellikle metinde resme ilişkin öykülerin anlatısına yer verilmediği görülür. Falnameler geleneksel anlamda İslâm resim sanatında metnin resmi açıklama eğiliminden farklı bir betimleme diline sahiptir. İslâm kültüründe bilinen öyküleri canlandıran bu resimler bir anlamda öykülerini metin aracılığı olmadan kendileri dillendirirler. Falnamelerde metin yerine konuşan resimlerdir denilebilir.

Bu bölümün konusunu oluşturan resimli Falnamelerin en erken tarihlisi Safevî Şahı Tahmasp (hal. 1524- 76) adına düzenlenmiş olduğu düşünülen kitaptır. 1550 civarına tarihlenen ve günümüzde Tahmasp Falnamesi olarak adlandırılan eserin resimleri dağılmış haldedir. Tebriz ya da Kazvin’de hazırlandığı düşünülen yazmanın içinde bulunan 30 resim hakkında bilgi mevcuttur (Lowry- Namazee 1989: 128; Milstein- Rührdanz-Schmitz 1999: 66; Grabar 2000: 95; Canby 2004: 124).

Tahmasp Falname'sinin kendisinden sonraya tarihlenen resimli Falnamelere örnek teşkil ettiği düşünülür. Fakat Tahmasp Falname 'si ve resimli diğer Falnameler içlerinde ortak konular barındırmakla birlikte birbirlerinin kopyası değillerdir. (Milstein- Rührdanz-Schmitz 1999: 69).

Tahmasp Falname 'si dışında günümüze ulaşan ve aşağıda sözü edilen Falnamelerin Osmanlılar için üretilmiş olabileceği fikri ileri sürülür (Milstein-Rührdanz-Schmitz 1999: 69).

Bu Falnamelerden ilkinde (DSL. E. 445) 55 resim bulunur. Dresden Falname" sinin metni Farsça’dır. Ne zaman ve nerede ya da kim için hazırlandığı hakkında bilgi bulunmayan yazma araştırmacılar tarafından yazma 1575- 85 (Milstein-Rührdanz- Schmitz 1999: 68, 83) ile 1600 yılları arasına atfedilir (Rührdanz 1987: 36).

Bu bölümde tartışılacak Falnamelerden bir diğeri ise (TSMK. H. 1703) Kalender Paşa (ölm. 1616) tarafından Osmanlı sultanı I. Ahmed (1603- 1617) için derlenen Falnâme’dir. Kalender Paşa Falname"sinin metni Türkçe’dir. İçinde 35 resim bulunur (Sevin 1976: 209; Milstein-Rührdanz-Schmitz 1999: 68; Bağcı- Çağman- Renda- Tanındı 2006: 191).

Eserde Kalender Paşa tarafından yazılan bir önsöz yer alır. Önsöz yazmanın tarihlenmesiyle ilgili ipuçları verirken aynı zamanda kitabın nasıl kullanılacağını da açıklar. Kalender Paşa önsözünde eserini Sultan I. Ahmed için yazdığını belirtir ve resimlerin fala bakmak amacıyla yorumlanması ve kitabın kullanımı ile ilgili bilgiler verir. Eser Kalender Paşa’nın vezirlik yaptığı 1614- 16 yılları arasında derlenmiştir (Akar 2002: 192; Bağcı- Çağman- Renda- Tanındı 2006: 192).

Hz. Ali’nin resimlerine yer veren ve bu bağlamda tartışılacak olan son Falnâme (TSMK. H. 1702) ise XVI. yüzyılın ikinci yarısına atfedilir. İstanbul Falnâme" sinin içinde 60 resim bulunur ve metni Farsça’dır (Karatay 1961: 108; Milstein-Rührdanz- Schmitz 1999: 68,83; Akar 2002: 41).[37]

Resimli Falnâmelerde genellikle karşılıklı sayfaların birinde resim diğerinde ise fal metni yer alır. Metin kısa bir şiir ve falın açıklamasından oluşur. Falnâmelerde birbirini yinelememekle birlikte benzer konuların resimlendikleri görülür. Bunlar arasında burç ve gezegen sembolleri, peygamberler, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], cennet, cehennem, tarihî ve efsanevî kişiler, Ehl-i Beyt üyeleriyle Hz. Ali yer alır (Rührdanz 1987: 2-25; Canby 1994: 124; Milstein-Rührdanz-Schmitz 1999: 83; Akar 2002: 39; Bağcı- Çağman- Renda- Tanındı 2006: 193).

Resimli Falnâmelerin konuları arasında Hz. Ali’nin yaşam öyküsünden kimi kesitler ve Ehl-i Beyt üyeleri önemli bir yer tutar. Bilinen resimli ilk örneğin vücuda gelmesinde Şiî Safevî Devleti’nin hükümdarı Şah Tahmasp’ın rol oynaması Hz. Ali’nin ve Şiî imamların resimlerde sıklıkla karşımıza çıkmasını olağan kılabilir. Fakat benzer konuların Sünnî Osmanlı sultanı için derlendiği bilinen Falnâme"de (TSMK. H. 1703) betimlenmesi Hz. Ali’nin kimi imgelerinin İslâm kültüründeki ortak çağrışımları yansıtmasıyla açıklanabilir.

Hz. Ali, Falnâme resimlerinde genellikle İslâm dininin savaşçısı ve kahramanı olarak yer almıştır. Resimlerde kahramanlığının olağanüstü yanlarının vurgulandığı görülür. Hz. Ali, kendi yaşam öyküsüne dair kimi anların yanı sıra Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’le birlikte yan yana ve aynı kutsal simgelere bürünmüş olarak betimlenen çeşitli sahnelerde yer almıştır. Aşağıda tartışılan resimlerden de anlaşılacağı gibi sahnelerin önemli bir bölümü Hz. Ali’nin İslâm resim sanatındaki yerleşik imgelerinden oluşmuştur. Fakat Falnâme resimlerine özgü olduğu düşünülen bazı sahneler de mevcuttur. Hz. Ali’nin daha önce ele alınan resimleri ile kimi Falnâme resimlerinin konuları ortaktır. Bu ortak konulara dair bilgi önceki bölümlerde dile getirildiği için burada tekrar yer verilmemiştir. Bir grup resmin konusuyla ilk kez Falnâmelerde karşılaşılmıştır. Bu konular ‘İslâm Resim Sanatında Hz. Ali’ başlığında izlenen yöntemle dile getirilmiştir. Resimlerin konuları İslâm tarihi ile ilgili kaynaklardan derlenmiştir. Fakat zaman zaman bu kaynaklarda yeterli bilgiye ulaşılamamıştır. Bunlar arasında Hz. Ali’nin menkıbevî yaşam öyküsüne dair çeşitli anların resimleri yer alır. Hz. Ali’nin küçük bir çocukken ejderi öldürmesi ve Selman Farisî’yi kurtarması Falnâme resimlerinin Hz. Ali ikonografisi içindeki özgün betimlemelerini oluşturur. Bu menkıbeler için Bektaşî tarikatının ‘yedi ulular’ olarak isimlendirdiği şairlerden biri olan Yeminî’nin (ölm. 1533) Faziletnâme isimli mesnevisinden yararlanılmıştır.[38]

Falnâme resimlerinin konuları ile ilgili olarak yazmaların metinleri dışında başka kaynaklardan yararlanmak tezin bir önceki bölümünde yer alan resimlerle benzer bakış açısı oluşturma isteğinin yanı sıra Falnâme metinlerinden kaynaklanan bir gereksinim olduğunun da altı çizilmelidir. Tezin sınırları içerisine resimli Falnâmelerin metin okumaları dâhil edilmemiştir. Fakat İstanbul ve Kalender Paşa Falnâmelerinin metinleri ile ilgili bilgi Zuhal Akar’ın yüksek lisans tezinden (2002) elde edilmiştir. Burada resimlerin konularının metinde ayrıntılı biçimde yer almadığı görülmüştür. Kısa bir şiir ve fal açıklamasından oluşan metin resme göndermede bulunur. Fakat resmin konusunu ele almaz. Bu nedenle Falnâme resimlerini anlamlandırabilmek için metin dışında başka kaynaklara başvurmak gerekmektedir. Hz. Ali’nin Falnâme resimlerinde karşımıza

çıkan imgesi ele alınarak kendisinden önce resimlenen kimi örneklere ilişkin hatırlatma ve zaman zaman karşılaştırmalar yapılmıştır.

Resimler Hz. Ali’nin daha önceki bölümlerde tartışılan İslâm sanatının diğer örneklerinde canlandırılan ortak temalar içinden seçilirken bir yandan da Falnamelerde ifadesini bulan ve özgün olduğu düşünülen sahnelere de yer verilmeye çalışılmıştır. Böylece Hz. Ali’nin gelecekten haber verme amacı taşıyan, okuyucuya/dinleyiciye ya da fal sahibine resimler aracılığıyla çeşitli mesajların verildiği ve fal sahibinin yaşamında karşılaşacağı iyi ve kötü olayların metnin atıfta bulunduğu resimlerle aktarıldığı düşünülen Falnamelerde yer alma biçimi ele alınmıştır.

Hz. Ali’nin Falname resimlerinin önemli bir bölümünü kahramanlıklarının vurgulandığı resimler oluşturur. Bu resimlerin bir bölümü Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] zamanında yapılan kimi savaşlardaki Hz. Ali’nin etkinliklerine ayrılmıştır. Örneğin, Tahmasp (y. 19b), Dresden (y. 3b) ve İstanbul (TSMK. H. 1702) (y. 44b) Falnamelerinde Hz. Ali “İslâm dininin savaşçısı, kahramanı Hz. Ali” başlığında ele alınan ve resimli el yazmalarda sıklıkla karşımıza çıkan bir tema olan Hayber’in Fethi ile yer almıştır. Dresden (y. 38b) ve İstanbul (TSMK. H. 1702) (y. 15b) Falnamelerinde ise Hz. Ali’nin Hendek Savaşı’ndaki kahramanlığı canlandırılmıştır. Bu resimlerin yanı sıra İslâm tarihi ile ilişkilendirilmeksizin Hz. Ali’nin teke tek yaptığı savaşların da Falnamelerin resimleri arasında yer aldığı görülür.

Hz. Ali, İstanbul Falndme’sinde (TSMK. H. 1702) (y. 15b) Hendek Savaşı’nda başında alevden halesi, yüzü peçeli kutsal simgelere bürünmüş olarak karşımıza çıkmaktadır (Res. 59). Hz. Ali, Düldül’e binmiş karşısında biri atlı diğeri hemen onun yanında ayakta duran iki düşman askeriyle savaşmaktadır. Hz. Ali atın yanında duran düşman askerinin boğazını kılıcıyla kesmektedir.

Hz. Ali’nin ‘gerçek’ten ‘efsaneye’ doğru gelişen yaşam öyküsünde kahramanlıklarına dair pek çok menkıbenin oluşmuş olduğu gözlenir. Bu menkıbeler arasında Hayber’in Fethi’nde Hz. Ali’nin olaganüstü gücü sayesinde kale kapısını yerinden çıkararak kendisine siper yapması ve düşmanla kahramanca savaşması önemli bir yer tutar.

Hayber’in Fethi, Hz. Ali’nin kahramanlık imgesinin birer yansımaları olarak yer aldığı çok sayıda örnekle resim sanatında temsil edilmiştir. Külliyât-ı Târih, Âsâr-ı Muzaffer ve Kısâs-ı Enbiyâ’nın resimli nüshaları Hayber’in Fethi’nde Hz. Ali’nin kahramanlığını görsel dile aktaran örnekler arasında yer alır.

Hayber’in Fethi konusu Âsâr-ı Muzaffer in 1568 tarihli nüshası (TSMK. H. 1233,158b) hariç tezde yer verilen diğer örneklerde gelenekselleşmiş biçimde betimlenmiştir.

Tahmasp FalnâmeMinde (y. 19b) Hayber Savaşı’nda Hz. Ali kalenin kapısını kendisine siper yaparken canlandırılmıştır (Res. 60). Hemen arkasında Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] at üzerinde Hz. Ali’nin kahramanlığını izlemektedir. Dresden Falnâme’sinde (y. 3b) yine Hz. Ali kale kapısını bir eliyle yukarı doğru kaldırmıştır. Diğer eliyle düşmanını yere yatırmaktadır. Peygamber bu resimde de sahnenin değişmez kişilerindendir (Res. 61). İstanbul Falnâme’sinde (TSMK. H. 1702) Hayber’in fethinin canlandırıldığı resimde (y. 44b) Hz. Ali, diğer örneklerde olduğu gibi kale kapısını kendisine siper olarak kullanırken görülür (Res. 62). Başı haleli ve yüzü peçelidir. Belindeki kemerde ‘portre’sini bütünleyen Zülfikâr asılıdır.

Falnâme metinlerinin resimlerle ilişkisindeki farklılaşma göz önüne alındığında yalnızca Hayber’in Fethi’nde değil diğer resimlerde de Hz. Ali imgesi açısından önemli bazı noktalar dikkat çeker. Resimli Falnâmelerin metinleri hakkında elde edilen bilgiler bize resimlerle birebir bağlantı içinde olmadıklarını gösterir. Resimlerin metni açıklamaktan daha farklı bir işlevle yer aldıkları söylenebilir. Bu işlevi resimlerin metinden bağımsız ve tek başına anlam ifade ettiği, tanındığı biçiminde ifade etmek mümkündür. Fal sahibinin geleceğine yönelik olarak seçip açtığı sayfada karşısına çıkan metin resme atıfta bulunur ve gelecekten haber verir. Resim metnin anlatımını görsel dile aktarmayıp metinden ayrı kendi öyküsünü içinde barındırır. Falnâme resimleri metinde dile getirilmeyen pek çok simgesel anlamı içinde barındırıyor olmalıdır. Fal sahibi falındaki açıklamanın yanı sıra gelecekte kendisini bekleyen olayları simgeleştiren resimle de karşı karşıyadır. Bu açıdan bakıldığında Falnâmelerde yer alan resimlerin seçimi önem kazanmaktadır. Resimlerin toplumun günlük yaşamı içinde kolayca algılayıp tanıdığı, resmi okuyabilecek ve anlamlandıracak bilgiye sahip olması gerektiği düşünülebilir. Başka bir deyişle toplum hafızasında yer etmiş kimi hikâyelerin görsel biçimleri fal açıklamaları için seçilmiş olmalıdır. Bu şekilde fal sahibi resmin hikâyesini metin aracılığıyla değil kendi dağarcığında yer eden biçimiyle okur ve resmi kendisi anlamlandırmış olmalıdır diyebiliriz. İstanbul Falname" sinde resimlendirilen Hayber’in Fethi Hz. Ali’nin kahramanlık imgesini vurgularken bir yandan da fal sahibine Hz. Ali’nin toplum tarafından tanınan kimliği üzerinden geleceğe yönelik kehanetlerde bulunur.

Falname resimlerinde Hz. Ali zaman zaman kimliği belirsiz İslâm düşmanlarıyla savaşırken betimlenmiştir. Bu anların canlandırıldığı resimlerden biri İstanbul Falnâme’sinde (TSMK. H. 1702) (y. 33b) diğeri ise Kalender Paşa Falnâme’sinde (y. 26b) yer alır. Her iki resimde de Hz. Ali Düldül’e binmiş Zülfikâr ile savaş alanındaki düşmanını ortadan ikiye bölmektedir (Res. 63, 64). Hz. Ali’nin kahramanlık imgesi yüzündeki peçe ve başındaki alevden halesiyle kutsal bir ifadeyle sunulmuştur. Kalender Paşa Falnâme’sinde Düldül’ün ayakları altında yer alan melek Hz. Ali’ye yardıma gelmiş olmalıdır. Bu resim yukarıda sözü edilen Âsâr-ı Muzaffer ’in resimli kopyasında (TSMK. H. 1233) yer alan Bedir Savaşı’nda (y. 96b) Hz. Ali’nin melekler eşliğindeki resmini hatırlatır.

Hz. Ali’nin menkıbevî yaşam öyküsünün en önemli anlarından biri onun ejderle mücadelesidir. Hz. Ali’nin ejder öldürmesiyle ilgili çeşitli menkıbeler dile getirilmiştir. Örneğin, dinî- destanî kahramanlık hikâyeleri içinde yer alan ve ‘Hz. Ali Cenknâmeleri’ olarak tanımlanan bir dizi öyküde Hz. Ali’nin ejder öldürmesi sıklıkla ele alınmıştır. İslâm resim sanatında Hz. Ali’nin olağanüstü kahramanlığının simgelerinden biri olan ejder öldürme temasına Siyer-i Nebî’de ve daha sonraki bölümlerde ayrıntılı olarak irdelenen Hz. Ali’nin yaşam öyküsünün efsane ve masallarla dile getirilen Hâvernâme resimlerinde yer verilmesine rağmen burada dile getirilecek iki Falnâme resminde farklı yaklaşımın söz olduğuna dikkat çekmek gerekir. İstanbul Falnâme’sinin resminde (TSMK. H. 1702) (y. 11b) Hz. Ali beşikte yatmaktadır (Res. 65). Küçük bir bebek olarak yer aldığı sahnede üzerine saldıran ejderin çenesini elleriyle tutmaktadır. Alev şeklinde kanatları olan, sivri dişli ejderle Hz. Ali’nin mücadelesini sahnede yer alan kimliği belirsiz kişiler seyretmektedir. Dresden Falnâme’sinde de (y. 51b) Hz. Ali küçük bir bebekken ejderle savaşmaktadır (Res. 66). Diğer resimde olduğu gibi Hz. Ali beşikte yatmaktadır. Kendisine saldıran ejderin çenesini tutarak onu öldürmeye çalışmaktadır. Bu resimde diğer örnekten farklı olarak olaya tanıklık eden kişiler arasında Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] yer almıştır. Her ikisi de peçe ve hale ile aynı kutsal simgelere bürünmüş olarak betimlenmişlerdir. Dile getirilen bu iki resim İslâm resim sanatında Hz. Ali ikonografisinin özgün temalarından biri olarak iki Falname"de yer almıştır. Bu iki Falname resmi dışında Hz. Ali’nin küçük bir çocuk olarak ejder öldürdüğü başka örnek bilinmemektedir. Siyer-i Nebî ve Havername resimlerinde Hz. Ali ejderi öldürürken bir yetişkin olarak tasvir edilmiştir.

Hz. Ali’nin küçük bir çocukken ejderi öldürmesiyle ilgili rivayetlerden birini Yeminî aktarır. Menkıbeye göre Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in düşmanları arasında yer alan Ebu Cehl bir büyücüyle anlaşır. Büyücü ejder kılığına girerek Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve Hz. Ali’yi öldürmeye karar verir. Ejder kılığına giren büyücü bağırarak Kâbe’ye doğru yola çıkar. Onu görenler korkudan kaçacak yer arar. Ejder sokakta korkular saçarak Hz. Ali’nin evine gelir. Beşikte yatan Hz. Ali’ye saldırır. Hz. Ali, ejderin çenesini tutarak kuyruğuna kadar ikiye böler ve öldürür (Yeminî/Vaktidolu 2003: 45).

Üretim serüveni hakkında kesin yargılara ulaşılamayan fakat her ikisi de XVII. yüzyıl başlarına atfedilen iki Falname’de karşımıza çıkan resimlerin bir Osmanlı şairinin aktardığı menkıbeyle örtüşmesi dikkat çekicidir. Yeminî’nin metni ile iki Falname’de karşımıza çıkan ortak temaları Hz. Ali’nin yaşam öyküsünün olağanüstü biçime dönüşmesinin edebiyat ve resim alanındaki örnekleri olarak okumak mümkündür. Resimlerin konularına fal açıklamasında yer verilmediği hatırlanacak olursa resimlerin toplumun ortak hafızasında yer etmiş, bilinen ve resme bakan kişi tarafından söze gerek kalmaksızın tanınan imgelerden oluşturulmuş olduğu düşünülebilir.

Hz. Ali İslâm düşmanları ve efsanevî yaratıklarla mücadele eden bir kahraman olarak Falname resimlerinde yer almıştır. Kahramanlık imgesinin bir başka ifadesi Selman Farisi’yi kurtardığı sahnede görülür. İstanbul Falname's\ dışındaki (TSMK. H. 1702) diğer Falnamelerde konunun canlandırıldığı görülür. Tahmasp Falname" sinde (y. ?) Hz. Ali Zülfikâr ile bir arslanı öldürmektedir (Res. 67). Suyun içinde vücudunun üst bölümü çıplak betimlenen kişi Selman Farisi olmalıdır. Dresden Falname" sinde (y. 9b) temanın benzer biçimde ele alındığı görülür (Res. 68).

Hz. Ali’nin yukarıda değinilen ejder öldürme teması gibi bu tema da Falname resimleri içindeki özgün ifadelerden birini teşkil eder. Selman Farisî İslâm tarihi ile ilgili kaynaklarda Hendek Savaşı ile ilgili rivayetlerde karşımıza çıkmıştır. Savaşta hendek kazılarak düşman saldırılarından korunma fikrini ortaya atmıştır. Bunun yanı sıra yaşam öyküsü menkıbelerle dile getirilmiştir. Fakat resmin konusu olan Selman Farisî’nin Hz. Ali tarafından kurtarılmasına dair bir anlatımla Yeminî hariç gözden geçirilen kaynaklarda karşılaşılmamıştır. Yemînî, Hz. Ali’nin dokuzuncu fazileti olarak Selman Farisî’yi kurtarmasından söz eder. Menkıbeye göre Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] bir grup müslümanla mescitte otururken Selman içeri girer. İzin alarak kendi hikâyesini anlatır. Selman’ın ataları Fars ülkesinin hükümdarlarıdır ve puta taparlar. Hükümdar asıl adı Bihruz olan oğlu Selman’ın eğitimi için Hıristiyan bir âlim görevlendirir. Bu eğitim sırasında Selman İncil’den Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in son peygamber olarak dünyaya geleceğini öğrenir ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e gitmek için âlimden yardımcı olmasını ister. Fakat âlim Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in üç yüz yıl sonra geleceğini söyler. Âlim yıldız biliminden yararlanarak Selman’ın Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’i göreceğini ve Müslüman olacağını bildirir. Selman ve Hıristiyan âlimin aralarında geçen konuşma sarayda duyulur. Hükümdar oğlunu öldürtmeye karar verir. Vezir hükümdarı Selman’ı öldürmemesi konusunda ikna eder. ‘Deşt-i Erzen’ denilen dağlık yere bırakarak orada bulunan kükremiş arslan tarafından parçalanmasının kendisi için daha iyi olacağını söyleyerek hükümdarı ikna eder. Selman gezinmek için babasının söylediği yere gider. Burada bir çeşme vardır. Selman çeşme başında uykuya dalar. Daha sonra yıkanmak için suya girer. Bu sırada bir arslan koşarak giysilerinin üzerine yatar. Tanrı’ya ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e dua ederken korkunç bir nara işitir. Karşısına elinde kılıcıyla bir kişi çıkar ve arslanı ikiye böler. Selman, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e aradan üç yüz otuz üç yıl geçtiğini söyler. Kendisini arslandan kurtaran kişiye o gün çiçek demeti verdiğini, bu çiçek demetini Hz. Ali’nin koynundan çıkarıp gösterdiğini anlatır. Selman Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e kurtarıcısı Hz. Ali’yi bu olayla tanıdığını söyler. Yeminî rivayetine Hz. Ali’nin üstünlüklerini sıralayarak devam eder (Yeminî/Vaktidolu 2003: 145- 149).

Bu konunun Falnameler dışında betimlendiği bilinen örneklerine tesadüf edilmemiştir. Hz. Ali’nin fazileti ve kahramanlığının vurgulandığı konu Falnâmeler için oluşturulduğu düşünülen özgün temalar içinde yer alır. En erken resimli Falnâme’den başlayarak daha sonraki Falnâmelerde de yerini alan bu konu Hz. Ali ikonografisinin gelenekten farklı olan betimlemelerinden birini oluşturur. Burada üretim süreci hakkında daha fazla bilgiye sahip olduğumuz iki Falname' de de aynı konunun canlandırılmış olduğuna değinmek gerekir. Bunlardan biri diğer Falnâmelere kaynak teşkil ettiği düşünülen Tahmasp Falname' sidir. Diğeri ise Osmanlı padişahı I. Ahmed için derlenen Kalender Paşa Falname'sidir. Farklı mezheplerin ve kültürlerin temsilcileri için hazırlanmış fal kitaplarında Hz. Ali’nin İslâm resim sanatında daha önceki örneklerde karşılaşılmayan bir konuyla yer alması Hz. Ali’nin kimliğindeki ortak algıları yansıtması açısından önemli ipuçları sunar. Falnâmelerde fal metnini açıklamaktan öte resim lehine değişen metin-resim ilişkisi de hatırlanacak olursa Hz. Ali’nin bu resimlerde yer alma biçimi onun toplumların ortak hafızalarında yer etmiş kimi simgesel unsurları tespit etmeyi sağlar. Hz. Ali’nin küçükken ejderi öldürmesi, Selman Farisî’yi arslanın öldürmesine fırsat bırakmadan kurtarması gibi menkıbevî unsurların Falnâme resimleriyle ilk kez görsel dile aktarılmasında yazmaların üretildiği dönem ve kültür ortamında Hz. Ali’nin bu imgeleriyle tanınıyor olma ihtimali söz konusu olabilir. Falnâmelerin üretildiği dönemde Hz. Ali’nin yaşam öyküsünün sözü edilen anları çeşitli nedenlerle gündeme gelmiş ve yeni bir ikonografik modelin oluşturulmasını sağlamış olmalıdır. Diğer resimlerde Hz. Ali’nin bilinen temalarla karşımıza çıkmasına rağmen bazı resimlerde görülen bu özgün yaklaşımlar Falnâmelerin İslâm resim sanatı içinde gelenekten ayrılan yanlarının bulunmasıyla açıklanabilir.

Hz. Ali’nin resim sanatında yer alan ‘portresi’sini zaman zaman atı veya kılıcının tamamladığı görülür. Bu simgeler metinden bağımsız olarak resimde yer alan kişinin Hz. Ali olduğuna işaret eder. Hz. Ali’nin ‘portre’sini bütünleyen simgelerden biri Kalender Paşa Falnâme’sinde görülür. Resimde (y. 20b) sahne ortasında taht üzerinde bağdaş kurmuş oturan figür yer alır (Res. 69). Tahtın hemen yanında başı haleli bir çocuk diz çökmüş oturmaktadır. Sahne kimliği belirsiz kişilerle çevrelenmiştir. Tahtta oturan figürün boynuna Zülfikâr saplanmıştır. Zülfikâr’ı sahnenin solunda yukarıdan alevler içinde bir el tutmaktadır. Bu elin Hz. Ali’ye ait olduğu çatal uçlu Zülfikâr’ı tutmasından anlaşılmaktadır. Bu resimde Hz. Ali kılıcıyla temsil edilmektedir. Konu Dresden Falnâme’sinde de resmedilmiştir.

İstanbul Falnâme’sinde (TSMK. H. 1702) yer alan bir resim ise (y. 31b) Hz. Ali’ye yer vermeksizin sadece Zülfikâr’ı betimlemektedir (Res. 70). Sahnenin ortasında ne olduğu tam olarak bilinemeyen geometrik desenlerle süslü sandığa benzeyen ayaklı yükselti üzerinde yer alan Zülfikâr tasvir edilmiştir. Kılıcın sapında çift başlı ejder yer alır. Zülfikâr’ın altına birbirine çapraz şekilde yerleştirilen iki kılıç kını yerleştirilmiştir. Kompozisyona sağ üst köşede elindeki alevi Zülfikâr’ın üzerine doğru tutan melek eşlik etmektedir. Resimde Hz. Ali yer almaz. Fakat kılıcının Hz. Ali’yi temsil ettiği ve ona atıfta bulunduğu göz ardı edilemez. Bu resim Hz. Ali’nin fiziksel olarak yer almayıp fakat kendisini çağrıştırdığı özel simgelerle sahnede varlığını hissettirdiği farklı bir ifade biçimi olarak okunabilir. Resim sanatında daha önceki örneklerde gelenekselleşerek Hz. Ali portresinin bir bütün halinde algılandığı simgelerin parçalanıp farklı ifade diliyle yeni bir temsil biçimi oluşturduğu söylenebilir. Böylece Falnâmeler yalnızca resim-metin ilişkisi açısından değil içinde barındırdığı kimi yeni ikonografik biçimle de gelenekten ayrılan bir tutum sergilemektedir. Nitekim Hz. Ali’nin seyisi Kanber’in Düldül’le yer aldığı sahnelerde de benzer yaklaşımla karşılaşılır. Konu Tahmasp Falnâme’sinden başlayarak burada tartışılan Dresden, Kalender Paşa ve İstanbul Falnâmelerinde canlandırılmıştır. Kalender Paşa Falnâme" sinde yer alan resimde (y. 24b) Düldül ve hemen önünde Kanber betimlenmiştir (Res. 71). Diğer resimlerdeki gibi Düldül benekli, Kanber ise koyu tenlidir. Düldül’ün eğeri üzerinde alevden bir hale yer alır. Falnâme resimlerinde Hz. Ali’nin yüzünde peçe ve başındaki alevden halesiyle kutsallığının vurgulandığı görülmektedir.

Buraya kadar tartışılan Falnâme resimlerinin büyük bölümünü Hz. Ali’nin İslâm dininin savaşçısı olarak düşmanlarıyla yaptığı mücadeleler oluşturmuştur. Kimi resimler bu mücadelenin Hz. Ali’nin kahramanlığının ilâhî boyutunu taçlandıracak farklı bir ifadesini yansıtır. Bu resimlerden birinin konusu ‘Hz. Ali’nin mezarından uzanan eliyle düşmanını öldürmesi’dir. Tahmasp Falnâme’sinde (y. 22b) sahnenin ortasında bir kabir yer alır (Res. 72). Kabirden çıkan iki parmak alevle çevrelenmiştir. Kabirin hemen yanında korkuyla uzaklaşan figür görülür. Etrafta bu ana şahitlik eden kişiler betimlenmiştir. Aynı konu Dresden Falnâme’sinde de (50b) yer almıştır. Resimde Hz. Ali kabrinden uzattığı iki parmağıyla düşmanını ikiye bölmüştür (Res. 73). İstanbul Falnâme’sinde resimde (y. 21b) üzerinde kandiller yanan bir kabir tasvir edilmiştir (Res. 74). Kabrin bir köşesinden alevler içinde iki parmak görünmektedir. Bu alevler kabrin bulunduğu türbeyi kaplamıştır. Sağda Dresden Falnâme’sinde olduğu gibi aldığı darbeyle sırtından ikiye bölünmüş bir asker yer alır. Elindeki kılıcı yukarı doğru fırlamıştır. Hz. Ali bu resimde öldükten sonra gerçekleşen mucizevî etkinliğiyle temsil edilmiştir. Onun sıradan insanlardan farklı, ilahî kimliğe sahip olduğu ve kahramanlığının olağanüstü yanlarının vurgulandığı bu resimde Hz. Ali kabrinden çıkan iki parmağıyla düşmanı etkisiz getirmesiyle ilgili kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlanmamıştır.[39] Hz. Ali’nin mezarından uzattığı eliyle düşmanını öldürmesi Falnâme resimlerinin Hz. Ali ikonografisi açısından özgün örneklerinden birini teşkil eder. Hz. Ali’nin öldükten sonra gerçekleştirdiği bu keramet İslâm kültüründe Hz. Ali’ye tarikat ve tasavvuf akımlarının etkisiyle yüklenen ‘velî’ sıfatını çağrıştırır. Pek çok resimde din savaşçısı olarak yer alan Hz. Ali, Falnâme’nin bu resminde keramet sahibi bir ‘velî’ olarak karşımıza çıkar.

Yukarıdaki Falnâme resimleri Hz. Ali’yi kahraman imgesiyle canlandıran örnekleri yansıtır. Bu resimler kimi zaman başka el yazmalarda karşılaşılan kimi zaman ise Falnâmelere özgü temaların betimlendiği kompozisyonlardan oluşmuştur. Hz. Ali’nin bir kahraman olarak temsil edildiği bu resimlerin yanı sıra Hz. Ali ikonografisi açısından önem taşıyan ve ‘Halife Hz. Ali’ başlığında irdelenen Gadîr- i Hum ile Miraç temaların da Falnâmelerde betimlendiği görülür.

Şiîlerce Hz. Ali’nin Peygamber tarafından halife olarak işaret edildiğine inanılan Gadîr- i Hum olayı Falnamelerde Hz. Ali’ye yer veren resimlerin konuları arasında yer almıştır. Gadîr- i Hum, farklı içerikte metinlerin resimlerinde yer almıştır. Bu konu, Hz. Ali’nin yerleşik imgeleriyle bulunduğu Falname resimleri arasında yer alır ve yalnızca Dresden Falname’sinde betimlenmiştir. Resimde (y. 41b) diğer örneklerden farklı olarak Peygamber ve Hz. Ali tek bir beden olarak betimlenmiştir (Res. 75). Tek bir bedende yüzleri peçeli, başları haleli olarak yer almaktadırlar. Çevrelerinde bu ana şahitlik yapan kişiler bulunur.

Hz. Ali’nin resim sanatındaki yerleşik imgesinden bir olarak karşımıza çıkan Miraç teması da Falname resimlerinde betimlenmiştir. Hz. Ali’nin halifeliğinin delilleri arasında gösterilen bu temayla Kısas- ı Enbiya ve Hamse ’nin bazı resimli nüshalarında karşılışılmış ve irdelenmiştir. Bu resimlerde Hz. Ali Peygamber’in karşısına gökyolculuğu sırasında arslan şeklinde çıkmaktadır. Tahmasp ve Dresden Falnameleri Miraç konusuna yer vermiştir. Tahmasp Falname"sinin resminde (y. 26b) Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], Burak üzerinde melekler eşliğinde gökyüzünde seyahat ederken canlandırılmıştır (Res. 76). Sol üst köşede ön ayakları üzerinde yatmış ve ağzını Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in uzattığı yüzüğe doğru açmış arslan görülmektedir. Hz. Ali’nin bir arslan olarak karşımıza çıktığı diğer Miraç örneklerinde de bu kompozisyonun kimi ayrıntılarda farklı olmakla birlikte benzer biçimde temsil edildiği görülür. Dresden Falname’sinin resminde (y. 22b) peygamber Burak üzerinde alevle çevrelenmiş bir nur olarak tasvir edilmiştir (Res. 77). Sol üst köşede yer alan arslanın yeleleri de alev şeklinde betimlenmiştir.

Gadîr- i Hum ve Miraç konularının yanı sıra Hz. Ali’nin peygamberle bir arada göründüğü ve çeşitli etkinlikler içinde betimlendiği resimler de Falnamelere özgü temalar olarak karşımıza çıkar. Bu resimlerden biri Kalender Paşa Falname’sinde yer alır. Resimde (y. 15b) Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve Hz. Ali, Mescid-i Aksa’da betimlenmiştir (Res. 78). Sahnenin alt bölümünde yan yana oturmuş beş figür yer alır. Sahnenin üst bölümünde ise Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve Hz. Ali’yi temsil eden alevlerle kaplı iki nur görülür. Zaman zaman Hz. Ali’nin resimlerde yer alma biçimiyle ilgili yapılan tartışmalarda Peygamberle eşit derecede kutsallaştırıldığından ve resimlerde yüzünün peçe ile başının alevden haleyle çevrili olduğuna değinilmişti. Burada benzer bir yaklaşımla karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. İstanbul Falnâme’sinin resminde Hz. Ali yine Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ile birliktedir (Res. 79). Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve Hz. Ali’yi Kevser Nehri’nde canladıran resimde (y. 26b) Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] alevden halenin çevrelediği bir nur olarak temsil edilmiştir. Hz. Ali ise Peygamber’in hemen karşısında başında alev hale ve yüzü peçe ile örtülü olarak yer almıştır.

İstanbul Falnâme ’sinin bir başka resminde (y. 28b) Hz. Ali’ye Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in türbesini betimlerken yer verilmiştir (Res. 80). Resimde dilimli kemerlerle oluşan türbede içinden alevler çıkan iki kandil asılıdır. Bu kandillerin yanında iki sancak üzerinde ‘ya Muhammed’ ‘ya Ali’ yazıları okunmaktadır.

Hz. Ali’nin bu bölümde tartışılacak son resimleri Falnâmelere özgü temalar olarak karşımıza çıkar. Fakat resimlerin konuları Falnâmelere özgü olmakla birlikte resim sanatında karşılaşılan kimi Hz. Ali imgesini çağrıştıran örnekler arasında yer alır. Hz. Ali’ye yer veren bir grup resim onun Ehl-i Beyt üyesi kimliğine gönderme yaptığı temalar bağlamında irdelenmiştir. Falnâmelerdeki resimlerin bir bölümünü de Hz. Ali’nin Ehl-i Beyt üyeliğini vurgulayan temalar olarak okumak mümkündür.

Bunlardan biri Tahmasp, Dresden ve İstanbul Falnâmelerinde canlandırılan ‘Kıyamet’ temasıdır.

Öldükten sonra hayata dönme olarak tanımlanan Kıyamet, Kur’an-ı Kerim’de çeşitli ayetlerde kıyametin alametleri, oluş biçimi, sonraki aşamaları tanımlanır. İslâm mezhepleri arasında kıyametle ilgili konularda genel anlamda farklılıklar olmamakla beraber Şiî mezhepler arasında yer alan İmamiye mezhebi kıyametin çeşitli aşamalarında Ehl-i Beyt’e ve imamlara kimi ekinlikler atfeder. Bu inanca göre Kıyamette kişilere Hz. Ali ve ailesine karşı sevgi besleyip beslemediği, onları imam olarak tanıyıp tanımadığı gibi sorular yöneltilecektir. Cennete girişte Ehl-i Beyt sevgisi veya düşmanlığının etkili olduğu inancı yaygındır (Topaloğlu 2002: 521).

Tahmasp Falname" sindeki resimde (y. 6b) Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] yüzü peçeli başı alevden hale ile çevrili olarak oturur (Res. 81). Hemen yanında aynı kutsal simgelere bürünmüş olan Hz. Ali yer almıştır. Sahnenin yukarısında sağda altı solda beş kişi yüzleri peçeli ve başları haleli olmak üzere oturmaktadır. Beşli grubun yanında alevle çevrelenmiş bir nur yer almaktadır.

Dresden ve İstanbul Falnamelerinde Kıyamet konulu resimler birbirine benzer biçimde ele alınmıştır. Dresden Falname" sindeki ‘Kıyamet’ resimde (y. 19b) cennet ve cehennem bir arada betimlenmiştir (Res. 82). Sahnenin sağında bağdaş kurmuş, yüzü peçeli kişi Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] hemen yanında ayakta duran ise Hz. Ali olmalıdır. Onun da yüzü peçeli, başı halelidir.

İstanbul Falname’sindeki resim (y. 16b) kıyametle ilgili çeşitli olayları bir arada sunar (Res. 83). Sahnenin solunda elindeki ‘sur’u çalarak kıyameti haber veren melek görülür. Hemen yanındaki melek ise günah ve sevapların tartılacağı teraziyi tutar. Resmin sağ alt bölümünde muhtemelen cehennemi simgeleyen ateşle çevrelenmiş çukurda iki erkek figür yer almıştır. Sahnenin üst bölümünde sağda yüzleri peçeli, başları haleli dört figür betimlenmiştir. Bunlar Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin olmalıdır. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve Ehl-i Beyt’i muhtemelen cenneti simgeleyen ağaçlarla çevrili bir bahçede oturur. Hemen önlerinde cennet nehri Kevser akmaktadır. Solda başlarında hale bulunan üç figür oniki imam üyelerinden bir grup olabilir (Akar 2002: 176).

Falnamelerde resmedilen Kıyamet teması Şiî inancındaki Ehl-i Beyt kavramını çağrıştırır. Cennete giden kişiler olarak Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in yanında Hz. Ali ve oğulları temsil edilmiştir. Hz. Ali’yi Falnamelerde kimliğiyle gösteren kimi resimler daha önce irdelenmiştir. Fakat Ehl-i Beyt kavramını cennetle bir arada sunan tasvirle yalnızca Falname resimlerinde karşılaşılmaktadır.

Falname resimleri içinde tartışılacak son resmin konusu ‘Hz. Ali’nin Eli’dir. Yalnızca Kalender Paşa Falname" sinde (y. 33b) yer alan resim ‘Hamse-i Âl-i abâ’, ‘Pençe-i Âl-i abâ’, ‘Pençe-i Ehl-i Beyt’ gibi isimlerle anılmıştır. Bu elin Ehl- i Beyt üyelerini, Hz. Ali’nin aile üyelerini simgelediği belirtilir (Uzun 1988: 224; Derman 1977: 121;

Milstein- Rührdanz- Schmitz 1999: 85; Akar 2002: 151). Oysa fal resminin açıklamasında (y. 34a) bu elin Hz. Ali’nin Hayber fethindeki avuç içi olduğu hem şiirde hem de fal açıklamasında dile getirilmiştir.

Resimde bir el yer alır ve içine Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Cafer Sadık’ın isimleri yazılmıştır (Res. 84). Hz. Ali bu resimde Hayber Fethi’nde gösterdiği kahramanlığa gönderme yapılarak eliyle temsil edilmiştir. Souroudi, İran’da Hz. Ali’nin elinin kutsal bir imge olarak anıldığını belirtir ve insanların yeni ya da zor bir işe ‘Ali’nin eli benimle olsun’ diyerek başladıklarını belirtir (Souroudi 1980: 373).

Resimli Falnamelerde Hz. Ali mucize ve kerametleriyle yer almış zaman zaman Hz. Ali ikonografisindeki yerleşik şemaları tekrar ederken zaman da kendilerine özgü resim temalarıyla Hz. Ali’nin resim sanatındaki imgesine zenginlik katmışlardır.

HZ. ALİ’NİN TÜM KİMLİKLERİ: OSMANLI SARAYININ
YORUMU- SİYER- İNEBİMDE HZ. ALİ

Tez çalışması sürecinde Hz. Ali’nin resimli el yazmalarda karşılaşılan betimlemeleri ‘İslâm Resim Sanatında Hz. Ali’ ana başlık olmak üzere ‘Peygamberin Yoldaşı Hz. Ali’, ‘İslâm Dininin Savaşçısı, Kahramanı Hz. Ali’, ‘Ehl-i Beyt’in Üyesi Hz. Ali’ ve ‘Halife Hz. Ali’ alt başlıklarında irdelenirken bir grup yazmanın içlerinde barındırdıkları Hz. Ali resimleriyle söz konusu başlıklar altında irdelenmesi uygun görülmemiştir. Bunlardan ilki Peygamberin yaşam öyküsünü konu edinen Siyer-i Nebî adlı eserin XVI. yüzyıl sonlarında Osmanlı sarayı için hazırlanan resimli nüshasında bulunan Hz. Ali resimleridir. Diğerini ise Falnâme isimli yarı-dinî nitelikli olarak adlandırılabilecek bir grup resimli yazmadaki Hz. Ali betimleri oluşturur. Farklı başlıkta irdelenen bu resimler genel anlamda Hz. Ali’nin yukarıda sınıflandırması yapılan imgeleriyle örtüşmektedir. Fakat Siyer-i Nebî ve Falnâme resimlerinin kimi nitelikleri her ikisini ayrı ayrı ele almayı gerektirmiştir.

Şair Darîr (1400’de sağ) tarafından yazılan Siyer-i Nebî, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in hayatını doğumundan itibaren ele alır. Çocukluğu, gençlik dönemi, ticaret hayatı, evliliği ve Peygamber oluşu, İslâm dini adına gerçekleştirdiği savaşlar, Miraç yolculuğu, mucizeleri ve ölümü anlatılır. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in yaşam öyküsünün yanında erken İslâm edebiyatının kahramanlık ve romantik hikâyeleri de Siyer-i Nebî’de yer almıştır. Siyer-i Nebî’nin Peygamber’den sonra ikinci kahramanı Hz. Ali’dir.

Osmanlı kitap sanatının en ünlü eserlerinden olan Siyer-i Nebî Sultan III. Murad döneminde (sal. 1574-1595) hazırlanmaya başlanır ve Sultan III. Mehmed döneminde (sal. 1595-1603) tamamlanır. 6 cilt olarak tasarlanan kitapta toplam 814 resim bulunur. Bu resimlerde Hz. Ali ikinci ciltten başlamak üzere ya doğrudan kendi yaşam öyküsüyle ya da peygamberle ilgili olarak yer almıştır. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in yaşam öyküsünde olduğu gibi Hz. Ali’nin de doğumundan başlayarak resimlerde yer aldığı görülür. Yukarıda sözü edilen yazmaların hiç birinde Hz. Ali’nin yaşamı Siyer-i Nebî resimlerinde olduğu gibi ele alınmamıştır. Daha önce sözü edilen örneklerde Hz. Ali’nin İslâm tarihindeki yeri ve önemi bağlamında resimlerine yer verilmiştir. Oysa Siyer-i Nebî resimlerinde Hz. Ali’nin yaşam öyküsünün peygamberin ölümüne kadar olan bölümü adeta kronolojik bir biçimde görselleştirilmiştir. Bu yönüyle İslâm resim sanatındaki diğer betimlemelerden ayrılır. Resimlerde öne çıkan bir diğer unsur ise Hz. Ali’nin yaşam öyküsünün hem tarihsel gerçeklik hem de efsanevî biçiminin tek bir eserde bir araya gelmiş olmasıdır. Asıl konunun Peygamber’in yaşam öyküsü olduğu göz önüne alındığında, neredeyse Hz. Ali’nin İslâm sanatında karşımıza çıkan bütün imgelerinin bu betimlerde ifadesini bulmuş olması Siyer-i Nebî resimlerinin kendi içinde ayrıca ele alınmasını gerektirmiştir. Siyer-i Nebî’de yer alan resimler ‘Resimli El Yazmalarda Hz. Ali: Yoldaş- Kahraman- Ehl-i Beyt Üyesi- Halife’ ile ‘Hz. Ali Destanı: Hâvernâme" başlıkları altında tartışılan Hz. Ali imgeleriyle pek çok ortak yan barındırır. Her iki bölümde zaman zaman ‘farklılık’ ya da ‘özgün’ kimi yaklaşımlar olarak dile getirilen görsel ifadelerin bir bütün olarak Siyer-i Nebî resimlerinde yer aldığı görülür. Bir yanda Hz. Ali İslâm tarihi bağlamında resimlenirken diğer yanda efsanevî kahramanlık imgesiyle betimlenmiştir. Tüm bu gerekçeler nedeniyle Siyer-i Nebî resimleri bu bölümde ayrıca ele alınmıştır. Bölümde Hz. Ali’nin yer aldığı bütün resimlere yer verilmeyip tez bağlamında tartışılan Hz. Ali imgeleriyle çakışan, aynı zamanda da özgün olduğu düşünülen betimlemeler değerlendirilmiştir. Resimlerde tek bir konunun farklı aşamalarının gözler önüne serildiği görülür. Böyle durumlarda konunun bütün aşamalarına dair resimler ele alınmamış, içlerinden uygun görülen sahne seçilerek irdelenmiştir. Yeri geldiğinde konunun farklı aşamaları da dile getirilmiştir. Metinle ilgili gerekli görülen açıklamalar için Siyer-i Nebî’yi sadeleştirmiş biçimiyle sunan Gürtunca’nın kitabından yararlanılmıştır.[40] Fakat daha önceki bölümlerde olduğu gibi bu bölümde de amaç metinde anlatılan öykünün resim diline aktarılmasından çok Hz. Ali’nin hangi imgelerle resimlerde yer aldığını tartışmaktır. Zaman zaman Hz. Ali’nin daha önce sözü edilen resimlerine atıfta bulunularak çeşitli karşılaştırmalar yapılmıştır.

Siyer-i Nebî, Darîr (doğuştan kör) takma adıyla Mustafa b. Yûsuf b. Ömer ed’Darîr el- Erzenir-Rûmî tarafından Türkçe nesir ve nazım olarak yazılmıştır. Erzurum’da doğan ve 1377 yılına kadar Erzurum’da yaşayan Darîr’in hayatının bir bölümü Suriye ve Mısır’da geçmiştir. Darîr, Siyer-i Nebfy'i Mısır Sultanı Mansur Ali için yazmaya başlar. Fakat Mansur Ali’nin ölümü üzerine eserini 1388 yılında Sultan Berkûk’a (sal. 1382-1399) takdim eder (Tanındı 1984: 26; Erkan 1993: 498; Yıldıray 2006: 21).

Darîr’in eseri, Osmanlı yöneticilerinin de dikkatini çekmiş Sultan III. Murad’ın (sal. 1574-1595) isteği üzerine altı ciltlik resimli kopyası hazırlanmıştır. Fakat ölümü üzerine yarım kalan eser Sultan III. Mehmed’in (sal. 1595-1603) emriyle tamamlanmıştır (Grube 1965: 154; Fisher 1984: 76; Tanındı 1984: 32; Schmitz 1992: 238; Bağcı- Çağman-Renda- Tanındı 2006: 156).

Siyer-i Nebî’nin birinci cildi (TSMK. H. 1221) Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in soyu ve ataları hakkında bilgiyle başlar. Daha sonra Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in yaşamı doğumundan başlayarak ele alınır. Hz. Ali’nin yaşam öyküsü ve resimleriyle ikinci ciltte (TSMK. 1222) karşılaşılır. Yazmanın üçüncü cildi (NYPL. Spencer Col. Turk. ms. 3) Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Miraç yolculuğuyla başlar. Peygamberin Hz. Ali’yi ve Hz. Ebû Bekir’i insanları Müslümanlığa davet etmek için görevlendirmesi, peygamberin Mekke’den Medine’ye hicreti, Hz. Ali’nin peygamberin ailesini Medine’ye götürmesi bu cildin başta gelen konuları arasındadır (Grube 1965: 160- 69; Tanındı 1984: 33; Schmitz 1992: 238- 39).

Siyer-i Nebî’nin dördüncü (DCBL. T 419) cildi Hz. Fatma’nın doğumuyla başlar. Hz. Ali ile Hz. Fatma’nın evliliği, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] önderliğinde yapılan savaşlar, peygamberin mucizeleri anlatılır. Daha önceki ciltlerde rastlanmayan ketebe kaydı bu ciltte yer alır. Ketebe kaydında cildin 1594- 95 yılında kopya edildiği yazılıdır (Minorsky 1958: 35). Siyer-i Nebî’nin bu cildinin XVIII. yüzyıla ait kopya nüshası (TİEM. T 1974) Sultan II. Mahmud’un (sal. 1808-39) karısı Pertevniyâl Valide Sultan’ın (ölm. 1883) vakıf mührünü taşır (Tanındı 1984: 34; Bağcı- Çağman- Renda- Tanındı 2006: 157).

Altı cilt olarak tasarlanan eserin beşinci cildi günümüze ulaşmamıştır. Dördüncü ciltte olduğu gibi altıncı cildin (TSMK. H. 1223) ketebe kaydı da yazmanın tamamlandığı tarihi 1594-95 olarak kaydetmiştir. Diğer ciltlere oranla altıncı ciltte Hz. Ali’nin maceralarına daha çok yer verildiği görülür. İslâm ordusunun yaptığı savaşlar, fetihler, Kâbe’deki putların kırılması, Hz. Ali’nin olağanüstü kahramanlıkları bu ciltte ele alınan konular arasındadır ve pek çoğu görsel dile aktarılmıştır. Eser Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in ölümü üzerine Hz. Ebû Bekir’in halife olarak görevlendirilmesiyle son bulur (Tanındı 1984: 35).

Hz. Ali, Siyer-i Nebî resimlerinde doğumundan itibaren yer alır. Çocukluğu, peygamberle olan yakınlığı, İslâm dininin yayılması sırasında oynadığı etkin rol ile gerek metinde gerek resimlerde Siyer-i Nebî’nin Peygamberden sonraki en önemli kahramanları arasında Hz. Ali yer alır. Metinde yaşam öyküsü rivayetlerle dile getirilirken Cebrail’den gelen haberler doğrultusunda Peygamber’in Hz. Ali’yi çeşitli görevler için özel olarak seçtiği vurgulanmıştır. ‘Tanrı tarafından seçilmiş’ olan Hz. Ali karşımıza olağanüstü ve mucizevî güçlerle bezeli olarak çıkar. Siyer-i Nebî Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in yaşam öyküsünü dolayısıyla İslâm tarihini anlatırken bir yandan da İslâm dini ve tarihinde önemli rol oynayan kişileri de konu etmiş ve görsel biçime aktarmıştır. Fakat bu kişilerden hiçbirinin etkinliği Hz. Ali kadar dikkat çekici değildir. Hz. Ali, peygamberin yoldaşı, Ehl-i Beyt üyesi, din savaşçısı kimliğiyle çok sayıda resimde yer almıştır. Bunların bir bölümünü peygamberin yaşam öyküsündeki önemli anlar olarak görmek mümkün olmakla birlikte Hz. Ali’nin biyografisinin yansımaları biçiminde okumak da mümkündür. Hz. Ali Peygamberin öncülüğünde yapılan savaşlarda sancaktar, komutan olarak görev alır ve resimler bu anları yansıtır. Bunun yanı sıra Hz. Ali’nin tek başına görev aldığı ve başarıyla sonuçlandırdığı mücadeleler de eserde dile getirilmiştir. Özellikle bu bölümlerde peygamberin desteğiyle din savaşçısı olarak katıldığı mücadelelerde Hz. Ali’nin portresinin bir destan kahramanı biçiminde sunulduğu görülür. Resimlerin önemli bir bölümünde Hz. Ali konunun odağında olmamakla birlikte Peygamberin genellikle en yakınındaki kişi olarak kendi özgü ‘portre’siyle betimlenmiştir. Bu resimlerde konu Hz. Ali’ye işaret etmez fakat resimlerde kullanılan ‘portre’siyle sahnede kolayca tanınır. İslâm resim sanatındaki örneklerde genellikle Zülfikâr ve Düldül ile ‘portre’si tanımlanan Hz. Ali, Siyer-i Nebî resimlerinde bu simgelere ek olarak kendi özgü giysisiyle de çoğu sahnede fark edilir. Hz. Ali, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve ailesine atfedilen yeşil renkteki giysisiyle resimlerde yerini almıştır. Kimi resimlerde ise Hz. Ali’nin kırmızı giysiler içinde betimlendiği görülür. Aşağıda bu resimlerden sunulan kesitler Hz. Ali’nin Osmanlı sarayındaki görsel imgesinin algılanışını ifade eder. Ayrıca Siyer-i Nebî resimleri Hz. Ali’nin İslâm resim sanatında ön plâna çıkan imgelerinin bir bütün olarak yansımasını içermesi açısından farklı bir yere konumlanır.

Hz. Ali Siyer-i Nebî resimlerinde ikinci ciltten (TSMK. H. 1222) itibaren doğumundan başlayarak yer alır. Metinde Hz. Ali anne karnındayken gerçekleşen mucizevî işaretler dile getirilir. Kâbe’de doğduğu ve doğumuyla birlikte Peygamber’le olan özel ilişkisinden uzun uzun söz edilir. Çocukluğuna dair rivayetler anlatılır. Daha önce el yazmalarda örneği bulunmayan çocukluk dönemine ait kimi resimlerle ilk kez Siyer-i Nebî’de karşılaşılır. Bu yanıyla İslâm resim sanatında Hz. Ali ikonografisi bağlamında özel bir yere sahiptir. Çocukluk dönemine ait resimlerin konuları arasında Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Hz. Ali’yi ziyaret etmesi (TSMK. H. 1222, y. 112b), Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Hz. Ali’ye ismini vermesi (TSMK. H. 1222, y. 113b), Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Hz. Ali ve Hz. Hatice ile namaz kılması (TSMK. H. 1222, y. 283b) bulunur.

Hz. Ali ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in bir arada yaşadığı döneme ait rivayetlerin anlatıldığı bölümde Hz. Ali’nin peygamber ve Hz. Hatice ile namaz kılmasına yer verilmiştir. Rivayete göre Hz. Ali Peygamber’le Hz. Hatice’yi yan yana namaz kılarken görür. Peygamber’in sağına gelerek yanında durur ve peygamberin yaptıklarını tekrar eder. Bu sırada sekiz yaşında olan Hz. Ali çocuk yaşta Müslüman olur (Darîr/Gürtunca 1963: I, 364). Resimde (H. 1222, y. 283b) sahnenin ortasında vücudu alevden hale içinde yüzü peçeli Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] yer alır (Res. 85). Sağında Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] gibi ellerini birleştirmiş Hz. Ali, solunda Hz. Hatice bulunur. Hz. Hatice de Peygamber gibi yüzü kapalı ve başı hale ile çevrilmiş olarak betimlenmiştir. Oysa Hz. Ali’nin yüzü açık ve başında halesi yoktur. Daha sonraki Siyer-i Nebî resimlerinde de görüleceği üzere Hz. Ali hiçbir sahnede kutsal simgelerle ifade edilmemiştir. Resimde Hz. Ali genç bir delikanlı olarak tasvir edilmiştir.

Çocukluk anlarının yanı sıra Hz. Fatma ile olan evliliği de Siyer-i Nebî resimlerinde çeşitli evreleriyle yansıtılmıştır. Hz. Fatma’nın evliliği Darîr’in uzun uzun anlattığı rivayetlerden biridir. Hz. Ali’nin Hz. Fatma ile evlenmesi yaşam öyküsündeki kimi olaylarda olduğu gibi Cebrail tarafından Peygamber’e bildirilir. Böylece Hz. Ali’nin doğumundan itibaren ‘seçilmiş’ olduğu evliliğine ilişkin rivayetlerle de vurgulanmıştır. Cebrail, peygambere gelerek Tanrı’nın emriyle Hz. Fatma ve Hz. Ali’nin nikâhlarının cennette kıyıldığını haber verir. Cebrail, yeryüzünde de Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] tarafından nikâhı kıymasını bildirir (Darîr/Gürtunca 1963: II, 787).

Siyer-i Nebî resimlerine evlilik töreninin çeşitli anları dördüncü ciltte ve bu cildin kopya nüshasında rastlanır. Peygamberin arkadaşlarının Hz. Ali’yi evliliğinden dolayı kutlamaları (DCBL. T 419, y. 14a; TİEM T 1974, y. 5a), evlilik töreninde peygamberin Hz. Ali ile Hz. Fatma’nın ellerini birleştirmesi (DCBL. T 419, y. 24b; TİEM T 1974, y. 26b), Hz. Ali ile Hz. Fatma’nın düğün yemeğinin bitmemesi (TİEM T 1973, 21b) törenin görselleştiği ve İslâm resim sanatında Hz. Ali ikonografisinin özgün temalarını oluşturur.

Peygamberin Hz. Ali ile Hz. Fatma’nın ellerini birleştirdiği resimde (DCBL. T 419, y. 24b) Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve Hz. Fatma başları alevden haleli, yüzleri peçeli olarak betimlenmişlerdir (Res. 86). Sahnenin ortasında peygamber kızı ve damadının ellerini birleştirmiş biçimde yer alır. Hz. Ali yine kutsallaştırılmadan resimde yer almıştır. Metinde peygamberin Hz. Ali ile Hz. Ali’nin elini birleştirerek onları birbirlerine kavuşturduğundan söz edilir ve metin bu ana ilişkin daha fazla ayrıntı içermez (Darîr/Gürtunca 1963: II, 793). Bu resim Hz. Ali’nin daha sonraki resimlerde de karşımıza çıkacak “portre” sini yansıtır. Evlilik töreninde olduğu gibi pek çok resimde başındaki yeşil sarığı ve kızıl sakalıyla yer almıştır. Hz. Ali, gerek sarığıyla birlikte giysisi gerekse kızıl sakalıyla Siyer-i Nebî resimlerinde kendine has ‘portre’siyle diğer kişilerden kolaylıkla ayırt edilebilmektedir. Resimlerin çoğunda Hz. Ali bu görünümüyle yer almıştır.

Peygamber soyuna ve onun devamlılığına, Ehl-i Beyt’e vurgu yapan Hz. Ali ile Hz. Fatma’nın evliliği resimli örneklerde sık ele alınmamıştır. Tezde tartışılan resimli yazmalar içinde Ahsenü’l Kibar’da (TGSMK. 2252, y.?) Hz. Ali peygamberden Hz. Fatma’yı isterken betimlenmiştir. Siyer-i Nebî resimlerinde ise Hz. Ali’nin peygambere damat olması farklı anlarıyla ele alınmış ve gerek peygamberin yaşam öyküsü ve İslâm tarihi bağlamında gerekse Hz. Ali’nin biyografisindeki önemli anlardan biri olarak eserde resmedilmiştir.

Hz. Ali’nin peygamberin damadı olarak yer aldığı resimlerin yanı sıra peygamberin yoldaşı, savaşçısı olarak yer aldığı çok sayıda resim Siyer-i Nebî’de görülür. Bu resimlerden bir bölümü Siyer-i Nebî’nin özgün temaları olarak betimlenirken bir bölümü de başka resimli el yazmalarda karşımıza çıkan temalardan oluşmuştur. Yukarıdaki bölümlerde değinilen Hz. Ali’nin Kâbe’deki putları kırması ortak temalardan birini yansıtır. Siyer-i Nebî’de Mekke fethedildikten sonra Kâbe’deki büyük putun Hz. Ali tarafından parçalandığı anlatılır. Peygamber Kâbe’ye girdiğinde her yerin resimlerle kaplı olduğunu görür. Bunların hepsini kazıtır. Yalnızca duvarın en üstünde bulunan İbrahim peygamberin resmini Hz. Ali’yi omuzlarına alarak yıkatır. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Hz. Ali’yi omuzlarından indirir ve ileri yürüyerek Hubel isimli putu yerinden koparmasını ister. Hz. Ali kırk arşın uzunluğunda kara taştan yontulmuş putu parçalar (Darîr/Gürtunca 1963: III, 1286).

Resimde (TSMK. H. 1223, y. 303a) sahnenin ortasında Kâbe yer alır (Res. 87). Önünde yeşil sarığı ve kırmızı giysisiyle Hz. Ali putu parçalamaktadır. Etrafta olayı şaşkınlıkla seyreden kişiler vardır. Sahnede Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e yer verilmemiştir. Tezde bu olayın canlandırıldığı iki resim irdelenmiştir. Bunlardan biri Âsâr- ı Muzafferdin 1573 tarihli nüshasında (SPRNL. Dorn 456, y. 124a) diğeri ise Ravzatü’s- Safâ’nın 1595 tarihli nüshasında (DCBL. No. 254, y. 83b) yer almaktadır. Her iki resimde Hz. Ali peygamberin omuzlarında ve aynı kutsal simgelere bürünmüş olarak karşımıza çıkar. Oysa Siyer-i Nebî’de Hz. Ali peygamber olmaksızın resimde yer almış ve sıradan bir kişi olarak kutsallaştırılmadan putu kırarken tasvir edilmiştir.

Siyer-i Nebî resimlerinin çoğunda Hz. Ali kahraman kimliğiyle yer almıştır. Hz. Ali bu resimlerde Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in komutanı, sancaktarı, savaşın ön saflarında çarpışan savaşçısıdır. Daha önceki örneklerde olduğu gibi İslâm tarihinin en önemli savaşları Siyer-i Nebî’de de temsil edilmiştir ve pek çoğunda Hz. Ali baş kahramandır.

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] hayattayken onun önderliğinde gerçekleşen savaşların genellikle tarihî konulu eserlerin resimli kopyalarında ele alındığı görülür. Bu savaşlar Siyer-i Nebî de resimlenen konular arasında da yer alır. Siyer-i Nebî’nin resim programında olayların birbirini izleyen birden fazla sahneyle betimlenme yaklaşımı savaş konularının resme aktarımında da izlenir. İslâm ordusunun savaşmak üzere yola çıkışı, orduların karşılaşma ve mücadelesi, savaşın bitiminde elde edilen ganimetlerin paylışımı gibi anların resme aktarıldığı çok sayıda kompozisyon Siyer-i Nebî de yer alır. Bu savaşların önemli anlarında biri olarak zaman zaman Hz. Ali’nin ordunun sancağını taşırken ya da ön saflarda düşmanla mücadele ederken resmedildiği görülür. Siyer-i Nebîde Hz. Ali’nin kahramanlık imgesinin ordunun ön saflarında verdiği mücadeleyle vurgulandığı söylenebilir. Bir yandan da bu resimleri İslâm ordusunun mücadelesinin Hz. Ali’nin kahramanlığı üzerinden simgeleştirilmiş olarak okumak mümkündür. Ayrıca Siyer-i Nebî’de yer alan bu resimler İslâm dini adına gerçekleştirilen savaşların Hz. Ali’nin kahramanlığıyla iç içe geçtiği ve birlikte algılandığı bir anlayışın da ürünleridir.

Siyer-i Nebî’de Hz. Ali’nin yaşam öyküsü İslâm tarihi eşliğinde anlatılırken bir yandan da destansı ve efsanevî öğelerle bezeli, tek başına kâfirlerle mücadele ettiği ve bir destan kahramanı imgesiyle yer aldığı hikâyeler dile getirilmiştir. Bu hikâyelerde Hz. Ali Tanrı tarafından İslâm düşmanlarına karşı savaşmak üzere seçilmiş, olağanüstü güçlerle donatılmış ‘portre’siyle karşımıza çıkar. Kendisine verilen görevi başarıyla yerine getirerek İslâm dininin yayılmasına öncülük eder. Bu anlatımların görsel dile aktarıldığı örneklerde Hz. Ali’nin kahramanlık imgesi olağanüstü mücadeleleriyle vurgulanmıştır. Siyer-i Nebî’de yer alan Hz. Ali’nin efsanevî kahramanlık imgesi çeşitli yanlarıyla aşağıda ayrıntılı olarak irdelenen Hâvernâme’deki Hz. Ali imgesini çağrıştırır. Siyer-i Nebî’de bir destan kahramanı olarak yer aldığı resimler Hz. Ali’nin Osmanlı resim sanatındaki algılanışını gözler önüne seren önemli örnekler arasında yer alır. Hz. Ali’nin peygamberin yaşam öyküsünü anlatan bir eserde efsanevî kimliğiyle yer alması ve bu kimliğinin Osmanlı resim sanatında görsel dile aktarılması Hz. Ali imgesi açısından önemlidir. Hz. Ali’nin bir destan kahramanı olarak yer aldığı resimlerde Hz. Ali ejder öldürürken (TSMK. H. 1223, y. 70b), karşısına çıkan arslanı Zülfikâr’la ikiye bölerken (TSMK. H. 1223, y. 74b) ya da fethedilmesi çok güç bir kaleyi fethedebilmek için kimsenin yerinden oynatamadığı kayayı tek başına oynatarak kaleden içeri girerken (TSMK. H. 1223, y. 76b) canlandırılmıştır.

Hz. Ali’nin efsanevî kimliğine ilişkin resimlerin önemli bir bölümü Elvah b. Abid’in Peygamber’i ziyaretiyle başlayan maceraları betimler. Metne göre Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Azap Kalesi’ni fetheder ve Medine’ye döner. Peygamberin huzuruna Neccaroğulları kabilesinden Elvah b. Abid gelir ve kendisine kötülük eden kabile meliki Miskal b. Fassah’ı şikâyet eder. Elvah Müslüman olduğu için Miskal tarafından cezalandırılır. Malları, eşi, çocukları elinden alınır. Elvah eşi ve çocuklarını kurtarmak için peygamberden yardım ister. Bu sırada peygamberin yanına Cebrail gelir ve bu görev için Tanrı’nın arslanı, başlar kesici, kan dökücü, kâfir kırıcı Hz. Ali’yi görevlendirmesini Tanrı’nın emrettiğini bildirir. Hz. Ali Düldül’e binerek kendisine eşlik eden bir grup müslümanla Miskal’in bulunduğu Arz- Beyza’ya doğru yola çıkar. Arz-ı Beyza yolu ıssız, şehir ve kabilelerin olmadığı çöllerle kaplı ve su bulunmayan bir yoldur. Elvah’ın kılavuzluğunda ilerlerken yollarını kaybederler karşılarına gürültüyle dağ gibi koca bir ejderha çıkar. Hz. Ali’nin yanında bulunanlar korkudan kendilerinden geçer. Hz. Ali atından inip naralar atarak ejdere doğru ilerler. Bu sırada ejder Hz. Ali’yi sarmak ve kendisine çekmek ister. Hz. Ali Zülfikâr’ı eline alarak sekiz kulaç uzunluğundaki ejderin yüzüne indirir ve başını koparır (Darîr/Gürtunca 1963: III, 1159­1162).

Bu anın canlandırıldığı resimde (TSMK. H. 1223, 70b) Hz. Ali yine yeşil giysisi ve sarığıyla betimlenmiştir (Res. 88). Kayalıklar içinden çıkan ejderin metinde anlatıldığı gibi Zülfikâr’la başını koparmıştır. Hz. Ali’nin hemen arkasında Düldül ve onu tutan Kanber yer alır. Kanber ve Düldül’e ağzını ejdere doğru açmış arslan eşlik etmektedir. Hz. Ali’nin resim sanatındaki ‘portresi’ni tamamlayan bütün unsurların bir destan kahramanı olarak yer aldığı bu resimde bir araya geldiği görülür. Kılıcı çatal uçlu, Kanber ise koyu tenlidir. Düldül’ün ise yukarıdaki bölümlerde sözü edilen farklı örneklerin aksine vücudunun benekli olarak tasvir edilmediği görülür. Metinde sahnede yer alan önemli ayrıntılardan biri olan arslandan söz edilmemektedir. Hz. Ali’nin olağanüstü gücünün yansıtıldığı bu sahnede muhtemelen bu gücü pekiştirici ve ona atıfta bulunan bir simge olarak yer almış olmalıdır. Aynı zamanda Siyer-i Nebî’nin pek çok yerinde Tanrı’nın arslanı olarak dile getirilen Hz. Ali’nin sıfatına çağrışım yapan özel bir işaret olarak resimde arslan yerini almış olabilir.

Hz. Ali’nin Siyer-i Nebî tasvirleri arasından irdelenecek resimlerinden birinin konusu gerçekleştirdiği mucizeyle bağlantılıdır. Mucize, peygamberlerin peygamberliklerini ispatlamak için göstermiş oldukları olağanüstü olayları ifade eder. Peygamberlik iddiasında bulunan kişi ya da peygamberliği ispatlanmak istenen kimse için öncelikle onun mucizesinin ortaya konması gerekir. Peygamberlerin ortaya koyduğu mucizeler Tanrı’nın isteği ve iradesiyle gerçekleşir. Bu anlamda peygamberlerin mucizelerinin gerçekleştiricisi Tanrı’dır. Kur’an- ı Kerim’de adı geçen peygamberlerin çoğu çeşitli mucizeler göstermiştir. Fakat Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e mucize verilmediğine ilişkin çeşitli ayetler vardır. Buna rağmen Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e ait olduğuna inanılan çeşitli mucizeler İslâm inancında yer etmiştir (Erdemci 2006: 170; Bulut 2002: 43). Siyer-i Nebî’de Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e atfedilen mucizelere yer verildiği görülür. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in çocukluğundan başlayarak mucizeler gösterdiğini anlatır ve resimlerde bunların bir bölümü canlandırılmıştır. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in mucizelerinin resimli örneklerinin yaygınlıkla dile getirilen temalar arasında olmadığı görülür. Genellikle Peygamber’in Miraç yolculuğu resimli el yazmalarda sıklıkla ele alınan mucizeler arasında bulunur. Bu açıdan bakıldığında Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in gerçekleştirdiği mucizeler en çok Siyer-i Nebî’de görülür (Tanındı 1984: 30).

Hz. Ali, İslâm resim sanatında farklı kimliklerde ve farklı etkinliklerde çok sayıda örnekle temsil edilmiştir. Fakat daha çok peygamberlik alameti olarak görülen mucizelerin Hz. Ali’ye atfedilmiş olarak görsel biçime aktarıldığı resimli örneklerle karşılaşılmamıştır. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in yakını, komutanı, sancaktarı ve savaşçısı olarak yer aldığı Siyer-i Nebî’de Hz. Ali’nin peygamber adına göstermiş olduğu bir mucizeyle yer alması ve bunun resme aktarılması Hz. Ali imgesi açısından önemlidir. Hikâyeye göre Arap kabilelerinin önde gelen başkanlarından Mirdas oğlu Abbas Müslüman olur. Karısı, çocukları ve yetiştirdiği hayvanlarıyla birlikte Medine’ye gitmek istediğini peygambere bildirir. Peygamber Abbas’ın isteğini kabul eder. Fakat Abbas mağaralarda yetiştirdiği arılara ne yapacağını bilemez. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Hz. Ali’yi yanına çağırır ve Abbas’ın arılarını Medine’ye götürmesini ister. Bu mucizeyi Hz. Ali’nin gerçekleştirmesini ister. Hz. Ali, görevi kabul eder ve Abbas’la birlikte mağaralara gelir. Arıların peteklerine yaklaşır. Hz. Ali, arılara Tanrı’nın peygamberi Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] sizin Abbas nereye göç ederse oraya göç etmenizi buyuruyor diyerek mucizeyi gerçekleştirir. Hz. Ali nereye yürürse arılar da onu takip etmeye başlar ve Medine’ye kadar yol alırlar (Darîr/Gürtunca 1963: II, 836- 37).

Resimde (TİEM. T. 1974, y. 124a) Hz. Ali ve Abbas sahnenin sağında onları takip eden bir grup kadın ve erkekle ilerlemektedir (Res. 89). Sahnenin yukarısında arılar yer alır. Hz. Ali elini ileri uzatmış kendisiyle birlikte ilerleyen gruba yol göstermektedir.

Siyer-i Nebî’de peygamber adına mucize gösterme yalnızca Hz. Ali’ye özgü değildir. Peygamber’in kendisine verdiği yüzükle üzerine atılan taşlardan korunan Hz. Ömer’in Peygamber adına mucize gösterdiği hikâye Siyer-i Nebî’de yer almıştır. Bunun yanı sıra Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] adına türlü maceralara atılan ya da kendisine verilen görevleri yerine getiren kişilerin etkinliklerinin de eserde dile getirildiği görülür. Fakat bu olaylarda kişilerin rolünün Hz. Ali kadar etkin olmadığı göze çarpar. Ayrıca Hz. Ömer ile Hz. Ali benzer bir etkinlik içinde yer almalarına rağmen yalnızca Hz. Ali’nin mucize gösterdiği olayın görselleştirilmiş olması da dikkati çekmektedir. Bu resim Hz. Ali’nin resim sanatında farklı bir temayla yer alma biçimini yansıtırken Osmanlı nakkaşının görsel hafızasındaki Hz. Ali imgesinin zenginliğini de vurgular.

Hz. Ali’nin peygamberin ölümüne kadar olan yaşam öyküsünün neredeyse her anının Siyer-i Nebî resimlerinde görselleştirildiği görülmektedir. Hz. Ali’nin yaşamından kesitler bir yandan tarihî bağlamla dile getirilirken bir yandan da destan kahramanı kimliğine ilişkin pek çok anlatı Siyer-i Nebî’ de dile getirilmiştir. Eserde Peygamberin yanında Hz. Ali dışında İslâm dinine hizmetleriyle ya da kahramanlıklarıyla pek çok kişi yer alır. Fakat diğer kahramanların Hz. Ali’de olduğu gibi destansı maceralar içinde sunulmadıkları görülür. Siyer-i Nebî’ de sadece Hz. Ali’ye destan kahramanı imgesi atfedilmiş ve bu imgenin farklı biçimleri görsel dile aktarılmıştır. Eserde resimlenmek üzere Hz. Ali’nin bu imgesinin seçilmiş olması Osmanlı kültüründe Hz. Ali’nin dinî kimliğiyle değil efsanevî kimliğiyle de yer etmiş olduğunu gösterir.

V. HZ. ALİ DESTANI: HÂVERNÂME

Hz. Ali’nin yaşam öyküsünün ‘gerçek’ten ‘ilâhî’ kimliğe doğru gelişen seyrinin siyasî- dinî bağlamı ‘Hz. Ali’nin Yaşam Öyküsü’ bölümünde aktarılmıştı. Bu bağlam Hz. Ali’yi dinî bir imgeye dönüştürmekle kalmamış İslâm kültüründe hiç kimsenin sahip olmadığı bir konuma da yerleştirmiştir. Hz. Ali’nin mimaride ‘yazı-portre’siyle, el yazmalarda ise çeşitli etkinlikler içinde betimlenen imgesiyle yer almış olması kimliğinin sanatsal yansımalarını oluşturur.

‘Peygamberle Birlikte: Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in Yoldaşı Hz. Ali’, ‘Savaşlar ve Zaferler: İslâm Dininin Savaşçısı, Kahramanı Hz. Ali’, ‘Peygamber Soyunun Devamı: Ehl-i Beyt’in Üyesi Hz. Ali’ ve ‘İslâm Devletinin Yöneticisi: Halife Hz. Ali’ başlıkları altında tartışılan resimli yazmaların konuları Hz. Ali’nin yaşam öyküsüne adanmış olmamakla birlikte bu resimlerde Hz. Ali, tarihî ve dinî kimliğiyle yer almıştır. Tartışılan imgeler İslâm toplumlarının Hz. Ali’yi algılama ve bunu resim diline aktarma biçimini yansıtmaktadır. Hz. Ali’nin imgeleri göz önüne alınarak okunan resimler aynı zamanda İslâm tarihinin görsel dile aktarılan anlarını da oluşturmaktadır. Resimleri İslâm tarihi ve Hz. Ali’nin yaşam öyküsü olarak hem birlikte hem birbirinden ayrı anlamlandırmak mümkündür. Hz. Ali’nin resimlerinin İslâm sanatçılarının İslâm tarihi ile ilgili her hangi bir olayı betimlemede başvurdukları önemli bir simge olduğu da söylenebilir. Özellikle konusu İslâm tarihinin savaşları olan kompozisyonlar İslâm ordusunun savaşından daha çok Hz. Ali’nin kahramanlık imgesini vurgular biçimde resmedilmiştir.

Hz. Ali’nin kahramanlık imgesinin halkalarından biri olan, bu imgeyi bütünleyen Hâvernâme, yukarıda sözü edilen eserlerden farklı olarak Hz. Ali’nin yaşam öyküsüne adanmış bir eserdir. Hz. Ali’nin destansı yaşam öyküsünü anlatan Hâvernâme ‘İslâmî menkıbeler’, ‘dinî- kahramanlık hikâyeleri’, ‘dinî destanlar’ gibi edebiyat türleri içinde değerlendirilir. Hz. Ali’nin kahramanlık hikâyeleri sözlü gelenekte ve yazılı edebiyatta önemli bir yer tutar ve ‘Hz. Ali cenknâmeleri’ olarak isimlendirilir (Köprülü 1966: 366; Levend 1973: 123).

Hz. Ali’nin kahramanlık hikâyelerinin sözlü geleneğin, hikâye anlatımının konuları arasında yer aldığı bilinir. İslâmiyetten önce Arap kabileleri arasında yaygın olan masal, öykü, hikâye anlatımı İslâm dininin yayımlısıyla birlikte devam etmiştir. İyi ve kötü olayları rivayet etmek, çeşitli haberleri aktarmak olarak tanımlanan kıssa, Arap kabileleri arasında gerçekleşen savaşları ve mücadeleleri, hayalî anlatımları da içine alarak aktarmış ve “semer” denilen gece sohbetlerinin en sevilen konuları arasında yer almıştır. Kahramanlık hikâyelerinin yanı sıra kabileler arası yapılan anlaşmalar, gülünç ve eğlenceli hikâyeler gece sohbetlerinin vazgeçilmez konularını oluşturur. Halka iyi davranışları örnek göstererek kötülüklerden uzak durmalarını sağlamak, kahramanlarını yüceltmek ve onurlandırmak amacını taşıyan kıssalar İslâm dininin kabul edilmesiyle birlikte bazı değişimlere uğrayarak anlatılmaya devam edilmiş bir geleneğin temsilcileridir. İslâm dininin doğuşuyla birlikte gece sohbetlerinin konuları Kur’an-ı Kerim’de geçen peygamber hikâyeleri ve Müslümanların kâfirlere karşı yaptıkları savaşlarda gösterdiği kahramanlıklar olmuştur (Çetin 1991: 292; Cirit 2002: 68; Altunel 2002: 501).

Muhtemelen Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve ordusunun zaferleri anlatılırken savaşlarda ön plânda yer alan İslâm ordusunun önde gelen savaşçıları ve Hz. Ali’nin savaşlardaki başarıları da kıssaların içinde kendisine yer bulmuş olmalıdır.

İslâm dininin Arabistan’da yayılmaya başlamasıyla birlikte kıssa anlatıcıları bir yandan yeni dini insanlara anlatıp, yapılan savaşlardaki kahramanlıkları, başarıları överken zaman zaman siyasî amaçlara da hizmet eder hale gelmişlerdir. Kıssa anlatıcılarının öykülerine siyasî bazı unsurları ne zaman dâhil ettikleri tam olarak bilinmemekle birlikte Hz. Osman’ın ölümünden sonra Hz. Ali ve Muaviye arasında başlayan halifelik mücadelesinin bu ortamı hazırladığı düşünülür. Hikâyeleri nakleden kıssacılar kendi görüşleri doğrultusunda kıssa anlatmışlar ve taraftarlarını anlattıkları öykülerle yüreklendirip desteklemişlerdir (Cirit 2002: 109; Altunel 2002: 501).

İslâm’ın Şiî ve Sünnî olarak iki mezhebe ayrılmasının başkahramanı olan Hz. Ali’nin menkıbevî yaşam öyküsünün kıssaların başta gelen konularından olma ihtimali şaşırtıcı değildir. Hz. Ali’nin hilafete en uygun kişi olduğunu ispatlamak için kıssa anlatıcıları Hz. Ali’nin niteliklerini abartarak ve zenginleştirerek sunmuş olmalılar.

Sözlü ve yazılı gelenek şüphesiz birbirini etkilemiştir. Özellikle sözlü gelenekte anlatılan masallar, öyküler, kahramanlık hikâyeleri yazılı edebiyatın başvurduğu, etkilendiği başlıca kaynak olarak görülür. Sözlü anlatımlar yazılı metinlerin içinde bazı değişimlere ve eklemelere uğrayarak yer almış ve günümüze yazılı kaynaklar sayesinde ulaşmış olmalıdır. Tefsir, hadis ve tarih kitaplarında yer alan kimi öykülerin kıssa anlatıcılarının öyküleri olduğu düşünülür (Ebu Zehra 1970: 22- 23).

Başta Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] olmak üzere dört halife ve İslâm dinine hizmet etmiş önemli kişilerin yaşam öyküleri, sözleri ve örnek davranışları İslâm edebiyatının konuları arasında yer alır. İslâm büyükleriyle birlikte ya da onlardan bağımsız olarak Hz. Ali, yaşam öyküsünün yanı sıra faziletleri, erdemleri, söylediğine inanılan sözleri, şiirleri, kahramanlık hikâyeleri ve menkıbeleriyle İslâm edebiyatında yer almıştır.

Hz. Ali cenknâmelerinin kaynağını Arap edebiyatındaki destanlar oluşturur. İslâm edebiyatında dinî destanların kaynağı olarak VIII. yüzyılda İbn İshak’ın (ölm. 768) kaleme aldığı Siretü’n- Nebi isimli eseri gösterilir. Bu kitapta Peygamber’in hayatına ait bütün söylentiler, fıkralar, menkıbeler destan niteliğinde bir araya getirilmiştir (Kocatürk 1970: 96).

Dünyanın en önemli kahramanlık destanlarından biri olan şair Antere’nin (ölm. 614?) hayatını anlatan “Siret- i Antere” Arap halkının kıssa anlatıcılardan dinlediği hikâyelerin başında gelir. Asmaî (ölm. 828) tarafından kaleme alınan destan Antere’nin hayatını menkıbelerle anlatır. Müslümanlar arasında halk kahramanı olarak ün kazanan Antere Arap kahramanlığı ve cesaretinin sembolü olmuştur (Köprülü 1925: 11; Nutku 1976: 95- 96).

İslâm öncesi Arap toplumlarında anlatılarak İslâm dünyasında da ün kazanan kahramanlık hikâyeleri zaman içinde İslâm dininin yayılmasıyla birlikte kahramanlarının Müslüman olduğu, savaşçıların ise din uğruna savaştığı dinî- destanî hikâyeler biçimine bürünerek anlatılır ve kaleme alınır. Örneğin, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in amcası Hz. Hamza’nın yiğitlik ve cesaretinin konu edildiği Hamzanâme (ölm. 625) Emevilerin VIII. yüzyıl ortalarında Bizanslılara karşı yaptıkları savaşın komutanı Abdullah’ın (ölm. 739) kahramanlıklarının anlatıldığı Battalnâme, Emevi Devleti’nin yıkılarak yerine Abbasi Devleti’nin kurulmasında önemli rol oynayan Ebu Müslim (ölm. 755) etrafında oluşan Ebû Müslimnâme, en ünlü dinî- destanî hikâyeler arasında yer alır. Ebu Müslim, Hz. Hamza ve Hz. Ali’nin adı etrafında oluşan destanlar İslâm dininin yayıldığı farklı coğrafya ve kültürlerde benimsenmiş, çeviri ya da uyarlama yoluyla farklı kültürlerin ortak dili ve beğenisi konumunda olmuşlardır (Sezen 1991: 18; Köprülü 1966: 344).

Fars edebiyatının klasiklerinden olan Şehnâme, Firdevsi tarafından kendinden önceki geleneklere dayanılarak yazılmış, İslâm öncesi İran’ın tarihî ve efsanevî şahlarını, onların yardımcıları ile ezeli düşmanları Turanlılar ile mücadelelerini anlatan bir destandır. Kendinden sonraki pek çok destanı etkileyen Şehnâme’ nin yanı sıra İran’da XI. ve XII. yüzyıllarda bir kahraman etrafında olağanüstü olayların iç içe geçtiği kahramanlık öykülerini içeren çok sayıda eser kaleme alınmıştır. Hamzanâme, Battalnâme, Ebû Müslimnâme, Behmennâme, Samnâme, Barzunâme ve Hz. Ali cenknâmeleri Arap kaynaklı olmakla birlikte İran edebiyatında işlenen önemli destanlar arasındadır.

Arabistan ve İran’da tarihî kişilerin yaşam öykülerine menkıbevî unsurlar dâhil edilerek oluşturulan dinî- destanî kahramanlık öyküleri söylenip yazılırken Anadolu coğrafyasında da benzer eserlerin oluşturulduğu görülür. Türkler İslâmiyeti kabul etmeden önce ozanlar tarafından anlatılan Oğuz Kağan’ın kahramanlık öykülerini dinlemişlerdir. Müslüman olmalarıyla birlikte konularını İslâm dininden alan menkıbeler halk arasında anlatılmaya başlar. Fuat Köprülü, Hz. Ali’nin kahramanlık hikâyelerinin sözlü gelenekte var olduğu ve Türk edebiyatında halkın anlayacağı bir dille yazıya aktarıldığını belirtir. Daha sonra aydın sınıflar için bu hikâyelerin yeniden kaleme alındığını söyler. Fakat bu oluşumun tarihi hakkında bir değerlendirme yapmaz (Köprülü 1966: 369).

Hz. Ali’nin kahramanlık hikâyelerinde İslâm dininden önce önce yüzyıllar boyunca anlatılarak hafızalarda yer etmiş efsane ve masallar dinî bir kimliğe bürünerek yer almıştır. Halkın İslâmlaşmasına cenknâmelerin katkı sağladığı ileri sürülür. Başta Hz. Ali olmak üzere Hz. Hamza, Battal Gazi, gibi İslâm kahramanları “örnek Müslüman”ın temsilcileri olurlar (Köprülü 1925: 9; Nutku 1976: 89; Levend 1973: 123).

Timurlu dönemi şairlerinden İbn Hüsam’ın Farsça mesnevî biçiminde yazdığı Hâvernâme ya da Hâverannâme Hz. Ali’nin efsanevî kahramanlıklarını anlatır. Hâvernâme çeşitli kopyalarında barındırdığı tasvirleriyle sadece edebiyat alanının konusu olmaktan çıkarak İslâm resim sanatında da dikkatleri üzerine çekmiş ve adından söz ettirmiştir.

Hâvernâme’nin yazarı İbni Hüsam’ın asıl adı Şemseddin Muhammed ibni Hüsameddin Bircendî’dir. Hüsameddin Hasan’ın oğlu ve Şeyh Şemseddin Zahid’in torunu olarak Güney Horasan’ın Kuhistan bölgesinde Kaşif köyünde doğmuştur. Şairin 1380- 1470 yılları arasında yaşadığı tahmin edilir (Rieu 1966: 642; Anvari 2002: 12; Flügel 1865: 450; Safa 1998: 30; Zoka 1964: 17). Yar-shater, Timurlu şairi olarak söz ettiği İbni Hüsam’ın Şiî olduğunu ileri sürer (Yar-shater 1986: 967). İbn Hüsam, yaşadığı sürede dini sorumluluklarını yerine getirmeye çalışarak yaşayan dindar bir kişi olduğunu kendisi hayatını “geceleri dilim zikirle Peygambere ve onun Ehl-i Beyt’ine övgüyle meşgul olurdu. Gündüzleri ise geçimimi ve ihtiyaçlarımı karşılamakla uğraşırdım.” cümleleriyle ifade etmiştir. Gençliği ve eğitimi hakkında çok fazla bilgi bulunmayan İbn Hüsam Emir Seyyid Muhammed Şirazî’den ders almış, hocası tarafından hadis nakletmesi için kendisine izin verilmiştir (Anvari 2002: 12)[41].

Hem Farsça hem Arapça şiirleri olan İbni Hüsam medhiye yazmakta çok usta bir şairdir. Şiirlerinde daima Peygamber ve Ehl-i Beyt’i övmüş, sadece dinî şiirler yazmıştır. Kur’an ayetlerini, hadisleri, tarihî olay ve kişilikleri şiirlerinde kullanması en belirgin özellikleri arasında yer alır. Eserleri arasında gazeller, murabbalar ve bilmeceler bulunan İbni Hüsam, İranlı şair Reşîdüddîn Vatvat’ın (ölm. 1182?) Nesrü’l- leâlî adlı eserine dayanarak aynı ismi taşıyan bir eser yazmıştır (Anvari 2002: 12). İbni Hüsam “Nesebnâme” isimli eserinde ise Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in peygamberliğinin arkasındaki nedenler üzerinde durur ve onun soyunun Hz. Adem’e kadar dayandığını belirtir (Anvari 2002: 13). Divan’ında Kerbela temalı şiirlere yer vermiştir (Calasso 1979: 396). Çiftçilik yaparak geçimini sağlayan İbni Hüsam’ın mezarı Kaşif köyünde bir derenin kenarındadır (Nefisî 1984: 302).

İbni Hüsam eserini Şehnâme" nin vezninde mesnevî olarak kaleme alır. Hâvernâme"de Hz. Ali ve arkadaşları insanlara doğru yolu göstermek, İslâm dininini egemen kılarak puta tapmayı ortadan kaldırmak amacıyla bazen gerçek bazen hayalî ülkelere giderek savaşır. Hikâyede Hz. Ali’nin arkadaşlarını ve yoldaşlarını İslâm dininin ilk dönemleri ile dört halife dönemindeki fetihlerde isimleri sıkça geçen askerler ve komutanlar oluşturur (Anvari 2002: 13).

Hz. Ali, Zülfikâr ve Düldül’le birlikte kâfirlere karşı yaptığı mücadelelerden galip ayrılır. Böylece İslâm devleti ve dolayısıyla İslâm dini pek çok yerde yayılmış olur (Ethe 1903: 560; Flügel 1865: 450; Rypka 1959: 525; Titley 1977: 64; Stchoukine 1966: 42; Karatay 1961: 98; Calasso 1979: 410).

Havernâme'mn Hz. Ali’nin çevresinde oluşturulmuş hikâyelerden oluşması yazılmasındaki başlıca amacın İran’ın İslâmlaşması olması kadar Hz. Ali’ye ve Şiî inancına olan bağları da kuvvetlendirmeyi amaçlamış olması ihtimalini de gösterir (Calasso 1979: 386; Anvari 2002: 15).

Hâvernâme'mn günümüze ulaşmış az da olsa resimli kopyalarının mevcuttur. Bugün sahip olunan bilgiler ışığında Hâvernâme dışındaki diğer cenknâmelerin resimli kopyalarının varlığı bilinmemektedir. Hâvernâme’ nin resimli nüshalarının yanında farklı zamanlarda kaleme alınmış çok sayıda resimsiz nüshaları da mevcuttur. [42]

Hâvernâme"nin günümüze ulaşan resimli dört kopyası bilinir. Erken tarihli Hâvernâme nüshasından biri (TGSMK.) 1450 yılında istinsah edilmiştir ve içinde yer alan resimlerin bazılarında 1476 ile 1486 tarihleri kayıtlıdır. Yazmanın Günümüze dağılmış halde ulaşan nüshanın büyük bölümü Tahran’da Gülistan Sarayı Müzesi Kütüphanesi’ndedir. Cildinden çıkmış resimleriyle birlikte yüz elli beş resim barındırdığı tahmin edilir. Yaklaşık ynı tarihe ait diğer bir nüsha (RRL. Ms. IV. 13) iki cilt halindedir. Rampur’da Raza Kütüphanesi’nde bulunan nüsha 1450- 1476 yıllarında kopya edilmiştir. Birinci cildinde 20 resim ikinci cildinde ise 5 resim bulunur. Resimli bir diğer Hâvernâme (TSMK. H. 677) XV. yüzyıl sonu XVI. yüzyıl başına atfedilir. On beş resim barındıran İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde yer alan bu nüsha tamamlanmamış haldedir. Özgün eserin bir diğer resimli kopyası ise (LBL. Add. 19776) 1686 tarihinde istinsah edilmiştir. Londra British Kütüphanesi’nde bulunan nüshanın içinde yüz elli yedi resim bulunur.

Tezin bu bölümünün başlıca tartışma konusu İstanbul’daki Hâvernâme nüshasıdır. Hz. Ali’nin İslâm resim sanatında kendi yaşam öyküsüne ayrılmış bilinen ‘ilk’ ve ‘tek’ resimli eser olan Hâvernâme, Hz. Ali imgesi açısından önemli bir yere sahiptir. Amaç, Hz. Ali’nin Hâvernâme resimlerinde yer alan imgesini tartışmak ve günümüze kadar hakkında çok fazla bilgi bulunmayan eseri tanıtarak İslâm resim sanatındaki yeri ve önemini anlamlandırabilmektir. Bu amaçlar doğrultusunda İstanbul Hâvernâme’si üzerinde ayrıntılı olarak çalışılmıştır. Hâvernâme’nin metni okunarak içinde yer alan resimlerin konuları tespit edilmiştir. Fakat resimler tartışılmadan önce Hâvernâme’ nin konusu ve içinde barındırdığı hikâye hakkında fikir verebilmek amacıyla metnin kısa özeti sunulmuştur. ‘İstanbul Hâvernâme Öykülerinin Özeti’ başlığı altında öncelikli olarak metnin resimlenmiş olan bölümlerinde yer alan öyküler özetlenerek aktarılmıştır. Resimlerin doğrudan canlandırdığı bölümler daha sonra ayrıntılı olarak ele alındığı için burada sunulan özette bu bölümlere daha kısa yer verilmiştir. Bu özetten sonra yazmada yer alan resimler irdelenmiştir. Hikâyenin resim diline aktarılma biçimi tartışılarak ikonografik bağlantılar üzerinde durulmuştur. İslâm resim sanatında benzer konuları betimleyen diğer örnekler kimi karşılaştırmalar yapabilmek amacıyla yeri geldiğinde zikredilmiştir.

Tezin bu bölümünde günümüze ulaşan dört Hâvernâme nüshasının resimlerinin konularını karşılaştırmalı olarak aktarmak hedeflenmiştir. Fakat nüshalardaki çeşitli sorunlar bu karşılaştırmayı yapmayı güçleştirmiştir. Tahran’da bulunan Hâvernâme’nin resimleri çeşitli müze, kütüphane ve koleksiyonlara dağılmıştır. Bu nedenle resimlerin tamamının konularını saptayabilmek mümkün olamamıştır. İstanbul nüshasının ise hem metni hem de resimleri tamamlanmamıştır. İstanbul ve Tahran nüshalarında sözü edilen eksikler nedeniyle dört nüshayı birbiriyle karşılaştırmak ve resim programlarıyla ilgili kesin hükümlere ulaşmak mümkün olamamıştır. Bu yüzden resimlerin tamamının karşılaştırmalı olarak aktarılması yerine elde edilen bilgiler ışığında yeri geldikçe dört nüshaya kimi göndermelerde bulunmak tercih edilmiştir. Tezin asıl amacının İstanbul Hâvernâme’sinin resimleri olması nedeniyle diğer nüshalar hakkında genel bilgiler verilmesi yeterli görülmüştür.

V. 1. RESİMLİ HÂVERNÂMELER

V. 1. 1. Tahran Hâvernâme’ si

Erken tarihli resimli Hâvernâme\erden biri olan Tahran nüshası Mesnevî türünde yazılmıştır ve yirmi iki bin beş yüz beyitten oluşur. 27.5 x 38.5 cm. boyutlarındaki yazmanın Farsça metni nesih yazıyla dört sütun halinde yazılmıştır. Yazmanın ilk iki yaprağı tezhiplidir. Cildi sökülerek birbirinden ayrılan yaprakları Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde bulunan koleksiyonlara dağılmıştır. 685 yapraktan oluşan yazmanın 115 yaprağı resimli olmak üzere 645 yaprağı Tahran’da Gülistan Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde bulunur (Anvari 2002: 6). 10 resimli yaprak Dublin’de (DCBL. No. 293) yer alır (Arberry 1962: 60). Yazmanın 9 resimli yaprağı ise çeşitli koleksiyonlara dağılmış durumdadır (Grube 1962: 64- 70; Soudavar 1992: 138; Welch- Welch 1982: 60; Blair- Bloom 1994: 69; Welch 1972: 44; Gray 1961: 105). [43] Günümüz araştırmacılarının yayınları aracılığıyla yazmanın yüz otuz dört resminin konusu tespit edilebilmiştir. Geriye kalan yirmi bir resim hakkında bilgiye ulaşılamamıştır.

Hâvernâme'mn Tahran nüshası ile ilgili çeşitli bilgileri aktaran Zoka, yazmanın son yaprağında Arapça “Kutibe hidmet eş şerifet ’il- mevleviye fi seneti erbaa ve hamsin ve semanemia” (Bu kitap 854 yılında mübarek Mevleviye’ye hizmet için yazıldı) kaydının yer aldığını söyler. Ayrıca Farsça “Kemterin bendegan-i Farhad” olarak nakkaşın bazı resimlere imzasını nakşettiğini de Zoka, makalesinde belirtir. “Kulların en küçüğü Farhad” olarak adını resimlerinde açıklayan nakkaş Farhad, 1476, 1477 ve 1486 tarihleriyle de resimleri yaptığı zamanı imzasıyla birlikte kaydetmiştir. Zoka, Farhad nakkaşın imzasının yer aldığı iki resme dikkat çeker (Zoka 1964: 22).

Dağılan yazmanın 10 resimli yaprağına sahip Dublin Chester Beatty Kütüphanesi’nin kataloğunda resimlerin konularıyla birlikte beş resimde bulunan Farhad nakkaş imzası da belirtilmiştir. Nakkaşın imzasının yanında 1476 tarihinin de kayıtlı olduğu ifade edilmiştir (Arberry 1962: 61).

Yazmada yer alan resimler Akkoyunlu Türkmen devri Şiraz nakkaşhanelerinin üslubunu yansıtır. 1450 yılında İbn Hüsam hayattayken istinsah edilmeye başlanan Hâvernâme’nin hazırlanması ve resimlenmesinin uzun bir sürece yayıldığı yazmada yer alan bilgilerden anlaşılmaktadır.

V. 1. 2. Rampur Hâvernâme’ si

Yazmanın 23x16 cm. boyutlarındaki yazmanın birinci cildinin Farsça metni nesih yazıyla dört sütun halinde yazılmıştır. 716 yapraktan oluşan bu ciltte 20 resim yer alır. 23x16 cm. boyutlarında olan ikinci cildinin metni Farsça nesih yazıyla iki sütun halinde yazılmıştır. 163 yapraktan oluşan ikinci ciltte 5 resim bulunur (Schmitz- Desai 2006: 190).

1450- 1476 yıllarına atfedilen yazma muhtemelen Şiraz’da hazırlanmıştır. Resimler Türkmen devri resim üslubunu yansıtır. Kimi resimler ise aynı yüzyılın ikinci yarısında Hindistan’da eklenmiştir (Schmitz- Desai 2006: 190).

V. 1. 3. Londra Hâvernâme’ si

1686 tarihli Hâvernâme nüshası (LBL. Add. 19766) Hindistan Pencap’da hazırlanmıştır. 362 yapraktan oluşan yazmada 157 minyatür vardır. Yazmanın son yaprağında (362b) Abdülhakim Multani tarafından resmedildiği kayıtlıdır (Rieu 1966: 642; Titley 1983: 210; Titley 1977: 64; Melville 2006: 231).

Yazmada 1789 tarihinde Ali İbrahim Han tarafından yazılmış bir not yer alır. Bu notta İbn-i Hüsam’ın Horasan bölgesinde Hâveran’da yaşadığı belirtilir. Eserin adı şairin yaşadığı bu bölgeden kaynaklanmaktadır. Doğu ve batı anlamına gelen Hâverân, şiirde anlatılan kahramanlık hikâyelerinin geçtiği yerdir. Ayrıca söz konusu notta destanın özellikle İsfahan ve Horasan’da çok fazla bilindiği ifade edilerek anlatılanların tarihi gerçeklikten yoksun olduğu belirtilmiştir. Yazmanın bir hükümdar ya da emir için kopya edildiği de ifade edilmektedir. Yazmanın üzerinde İngilizce olarak eserin Kuzey Hindistan’da kopya edildiği yazılmıştır (Ethe 1980: 560- 561).

V. 1. 4. İstanbul Hâvernâme’ si

Bu bölümün tartışma konusunu İbni Hüsam’ın Hâvernâme isimli eserinin Türkçe tercümesi olduğu düşünülen İstanbul Hâvernâme’ sidir. Yazma 20x31 cm. boyutlarında ve 200 yapraktan oluşmuştur. Yazmada Osmanlı sultanı I. Ahmed’in (1603- 1617) mührü yer alır (Karatay 1961: 98; Stchoukine 1971: 42). Mıklebli kahverengi deri cildi vardır. Ser levha tezhibi dikdörtgen çerçeve içinde kıvrık dal, rumî ve çiçeklerle bezenmiş lacivert zemin üzerine altın yaldızla oluşturulmuştur (Res. 90). Merkezde içi kıvrık dal ve rumilerle oluşan dilimli şemse ve iki yanında yarım şemse yer alır. Dikdörtgen çerçevenin üst bölümünde yarım şemseler ve aralarında hatayi motifleri bulunur. Kompozisyon tığlarla sonlanmıştır. Merkezde bulunan dilimli şemsenin içinde “Kitâb-ı Hâvernâme” olarak eserin adı yazılıdır. Yazmanın metni yaldızlı cetvellerle birbirinden ayrılan dört sütun içine mesnevî biçiminde yirmi üç satır nesih yazıyla Türkçe olarak yazılmıştır. Metnin çoğu bölümünde yaldızlı cetvellerin çekilmemiş olduğu görülür. 200 yapraktan oluşan metin tamamlanmamış olarak günümüze ulaşmıştır.

El yazma, içinde on beş resim barındırır. Bunun yanı sıra 11 yaprakta resim için boş bırakılmış yer bulunur. Boş kalan bu alanlar yazmanın 50a yaprağından başlamak üzere metnin farklı yapraklarına (50a, 129a, 138a, 141b, 149a, 153a, 181a, 184a, 190b, 192b, 196b) dağılmış haldedir. Hikâyenin tamamlanan bölümünün boş alanlar dâhil edildiğinde yirmi altı resimle canlandırılmasının tasarlandığı düşünülür. Yazmada bulunan on beş resmin bazılarının da tamamlanamayarak yarım kaldığı görülür. Tamamlanmayan resimlerde ne zaman olduğu bilinemeyen tamamlamaya yönelik kimi müdahaleler göze çarpar. Bu müdahalelerle resimlerin eksik kalan çeşitli bölümleri tamamlanmasına rağmen yine de kompozisyonlarda bazı eksiklikler mevcuttur.

Hâvernâme, Hz. Ali’nin İslâmiyeti yaymak, puta tapmayı ortadan kaldırmak için kâfirlerle girdiği ve olağanüstü kahramanlıklar sergileyerek galibiyetle ayrıldıldığı savaşların dile getirildiği bir metindir. Hz. Ali’ye maceralarında erken İslâm tarihinin önemli kişilerinden olan Sa’d Vakkas, Malik Eşter ve Ebû Mihcen eşlik eder.

Sa’d bin Vakkas (600?-678?) gerçek hayatında genç yaşta İslâmiyeti kabul edip Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in övgüsünü kazanan İslâm kumandanlarından biridir. Bazı savaşlarda sancaktarlık başkomutanlık görevini üstlenmiş, Kûfe şehrini kurarak valiliğini yapmıştır. Büyük saraylarda ve gösteriş içinde yaşama arzusu nedeniyle sarayı halk tarafından yıkılan Sa’d Hz. Ömer tarafından görevinden alınmıştır. Hz. Ali halife olduğunda ona bağlılık yemini etmemiş ve ölümüne kadar sessiz bir hayat sürmüştür (Zettersteen 1967: 18- 20).

Hâvernâme’nin önemli kahramanlarından biri de Malik Eşter’ dir (ölm. 658). Hz. Osman’ın ölümünden sonra Kûfe’den ayrılarak Medine’ye gelir ve Hz. Ali’ye bağlılığını bildirir. Malik Eşter’in Hz. Osman’ı halifelikten almak için hareket eden isyancılara yardım ettiği ileri sürülür. Bizanslılara karşı savaşan Malik Eşter, Hz. Ali halife olduğu zaman ona isyan eden kişilerin karşısında yer alarak Hz. Ali’ye destek olmuştur. Cemel, Sıffın, Nehrevam savaşlarında önemli görevler üstlenir. Daha sonra Mısır valisi olarak görev yapar ve Muaviye’nin adamları tarafından öldürülür (Huart 1945: 397- 98).

Şair olarak bilinen Ebû Mihcen’in (ölm. 650) içki içtiği için Hz. Ömer tarafından cezalandırılırdığı rivayet edilir. Rivayete göre cezasını çekmek için sürgüne gönderilecekken kaçarak Sa’d’ın yanına gider. Kadisiye Savaşı’nda (636) Sa’d’a yardım eder. Hz. Osman zamanında İran’la yapılan savaşlardan birinde veya eceliyle öldüğüne dair rivayetler mevcuttur (Rhodokanakis 1945: 38; Talu 1994: 188).

Hz. Ali ve kendisine eşlik eden arkadaşları hayalî ülkelerde bu ülkelerin yine hayalî olan komutan ve askerleriyle savaşırlar. Müslüman olmayan ülke ve orduları dize getirmek için yaptıkları savaşlarda Hz. Ali ve arkadaşları olağanüstü yaratıklarla, büyü ve sihirle mücadele ederler. Öyküde, Hz. Ali’ye Sa’d Vakkas, Malik Eşter ve Ebû Mihcen yardımcı olmakla birlikte asıl kahramanın Hz. Ali olduğu daima hissettirilir.

Hâvernâme"de Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] hiçbir savaşta aktif olarak yer almaz. Anlatı boyunca genellikle Hz. Ali ve diğer kahramanların rüyalarına girerek onlara yol gösterir ve olayların seyrini belirler. Hâvernâme’de Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] yer almasına rağmen hiçbir karakter Hz. Ali kadar ön plânda değildir.

V. 1. 4. 1. İstanbul Hâvernâme Öykülerinin Özeti

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] mescitte ay gibi, ashabı ise onun etrafında yıldızlar gibi sıralanmış oturmaktadır. Peygamber geçmiş dönemlerden, ölmüş insanlardan söz açar ve “Benim önümden gidenlerden (ölenlerden) kimsenin haberi yok. Gittikleri yerde neler yaptıklarını bilmiyoruz. Onların kurtuluşları için hep birlikte dua edelim” der. İhlas Suresi’ni okumalarını söyler. Mescitte bulunanlar savaşlarda gösterilen kahramanlıklardan söz eder ve kahramanların en büyüğü olarak içlerinde bulunan Ali’yi işaret ederler. Tam o sırada mescite Ebû Mihcen gelir. Müslümanlar aralarında konuşmaya devam eder. Hayattayken insanların başına çeşitli olaylar gelir. Bazıları bir takım sıkıntılar çeker. Kimi kötülük kimi iyilik bulur. Ebû Mihcen’in savaş sırasındaki pehlivanlığından söz edilir. Sa’d Vakkas da mescite gelerek sohbete katılır. Daha sonra Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ve ashabı mescitten ayrılır (y. 8a- 8b).

Ebû Mihcen, eline gürzünü alıp atına atlayıp nice yollar, seller aşıp Medine’den yola çıkar. Gece gündüz demeden yol alır. Yolda Sa’d Vakkas ile karşılaşır. Birbirlerini gördükleri zaman sevinçten ağlarlar. Sa’d Vakkas, Şah yolunda pervane olduğunu, savaşmak için hazır olduğunu, ya savaş meydanında onurlu bir biçimde ölmeyi ya da dostlarına kavuşmayı dilediğini anlatır. Bu amaçlarla Mağrib Zemin’e doğru yola çıktığını söyler. Sa’d Vakkas ve Ebû Mihcen yola birlikte devam eder. Kuleleri gökyüzüne kadar uzanmış bir hisar görürler. Sa’d ve Ebû Mihcen kaledeki beylere asıl amaçlarının Mağrib Zemin’e gitmek olduğunu söyler. Kalenin beyleri Sa’d ve Ebû Mihcen’i üç gün misafir eder. Daha sonra iki arkadaş yollarına devam etmeye karar vererek yola koyulurlar. Yolda karşılarına çıkan bir kervanı kâfirlerin elinden kurtarırlar (y. 9a- 10a).

Sa’d ile Ebû Mihcen birlikte yol alırken Kıtar Şah ve ordusuyla karşılaşırlar. Kıtar Şah’ın ordusu savaş hazırlıklarına oklarını, alemlerini hazırlayarak başlar. Savaş meydanı Kıtar Şah’ın askerleriyle dolar. Arslanları bile parçalayan Kıtar savaş meydanında Dilfirûz’ u görür ve ondan hoşlanır. Ebû Mihcen nara atarak Kıtar’ı savaşa çağırır. Fakat Sa’d Vakkas ona engel olur. Sa’d ve Kıtar savaşa başlar. Kılıçlarının eni bir dağın yamacı kadardır. Savaşırken kılıçları ay gibi parlamaktadır. Kılıçlarıyla ve mızraklarıyla birbirini yenemeyeceklerini anlayarak yaylarıyla savaşa devam ederler. Fakat yine de birbirlerine üstünlük sağlayamazlar. Savaş aletlerini bırakırlar. O sırada Kıtar kaplan gibi hücum edip belinden çıkardığı altın hançeriyle Sa’d’ı esir alır. Sa’d’ın esir alındığını gören Ebû Mihcen “Kahramanların savaşının ne olduğunu sana öğreteyim. Sen savaştaki hızımı ve sabrımı bilemezsin.” diyerek Kıtar’a meydan okur. İkisi karşı karşıya gelerek savaşır. Kıtar’ın yaptığı saldırılar Ebu Mihcen’in atına gelir. Fakat at saldırılardan zarar görmez. Kıtar, Rum kalkanı, Hint kılıcıyla çeşitli savaş ustalıkları gösterir. Her taraf kanla dolduğu için atlar yerlerinden kıpırdayamaz hale gelir. Ebû Mihcen Kıtar’ın kalkanını ikiye böler. Yaralanan Kıtar savaşı terk ederek ordusunun yanına gelir. Kıtar’ı yaralı gören ordusunda kıyamet kopar. Askerler ellerine kılıçlarını, mızraklarını alarak Ebû Mihcen ile savaşa başlar. Ebû Mihcen kılıcıyla o kadar çok saldırı yapar ki kılıcı paramparça olur ve Sa’d’ı kurtaramadan savaş meydanından çekilmek zorunda kalır. Kıtar, esir aldığı Sa’d Vakkas’ı hemen öldürmek ister. Fakat komutanları buna engel olur. Bunun üzerine Kıtar, puthaneye giderek büyük put Lut’tan yardım ister. Lut’un içine giren şeytan “Sa’d Vakkas çok kötü bir adamdır ve senin düşmanındır hemen öldür. Ama önce Medine kentini dağıt. Savaşta çok mert olan Ali’nin karşısına çık.” der. Kıtar ile şeytanın yaptığı işbirliğini Dilfiruz duyar. Sa’d, Allah’a yalvarır. Kıtar’a eğer kendisini öldürürse Ali’nin onu asla bağışlamayacağını söyler. Kıtar’ın veziri Süfyan, Sa’d’ı zindanda tutmaya devam etmesi ve ordusuyla Ebu Mihcen’in peşinden gitmesi öğüdünü verir. Süfyan, Ebû Mihcen’i öldürdükten sonra Sa’d’ı öldürmenin daha kolay olacağını düşünür. Bu sırada Ebu Mihcen savaş hazırlıkları yapar ve ordusunu Kıtar’ın kalesinin önüne getirir. İki ordu birbiriyle acımasızca savaşır. Kıtar’ın askerleri korkuya kapılarak kaçar. Ebû Mihcen, Sa’d’ı bularak onu kurtarır. Bozguna uğrayan askerler Kıtar’a olanları anlatır. Ebû Mihcen’in üç yüz kişiyi öldürdüğünü kendilerinin zor kaçtıklarını anlatır. Bu haberi alan Kıtar hemen puthaneye koşar. Lut’un önüne gelerek ona tapınır. Lut’un içine giren şeytan Kıtar’a dediklerini yapmadığı için kızar. Ordusunu hazırlayarak şehirden uzaklaşan Sa’d ve Ebû Mihcen’in peşinden gitmesini söyler. Peygamber’le Ali, Sa’d ve Ebû Mihcen’in başına gelenlerden haberdar olur ve çok üzülürler. Ali, hemen onlara yardıma gitmesi gerektiğini düşünerek Kanber ile yola çıkar. Ali, Abbas’dan yadigâr omzundan beline doğru bağlanan giysisini giyip silahlarını kuşanıp, pazubentlerini bağlayarak arkadaşlarının yardımına koşar (y. 17a- 19a).

Ali ve Kanber cennet kadar güzel bir yere gelir. Ali abdest alır. Burada karşısına kalkan giymiş bir Zengi çıkar. Ali, Zengi’yi kemerinden tutarak yere atar. Zengi Ali’nin gücünden etkilenir. Kendisini bırakmasını aksi takdirde adamlarının gelerek Ali’ye zarar vereceklerini söyler. Bu sözleri söylediği anda bir toz bulutu kopar ve toz bulutunun içinden büyük bir ordu görünür. Zengi, ordusunu karşılamak ister fakat Ali onu ağaca bağlar. Ali, nara atarak zengi ordusunu karşılar ve üç bin kişiyi öldürür. Ordusu dağılan Zengi’yi Ali İslâm’a davet eder. Zengi davete olumlu cevap verir. Zafer Kalesi’nin şahı olduğunu açıklayarak Ali ile yoldaş olmak ister. Birlikte Zafer Kalesi’ne giderek halkına Müslüman olduğunu açıklar. Bunun üzerine kale halkı Müslüman olur (y. 19b- 20b).

Zafer Kalesi’nden ayrılan Ali yolda kâfirlerin saldırısına uğrayan müslümana yardım eder. Fakat bu sırada Kanber ve Peygamber’in atı Ukab, karşılarına çıkan Hâver ordusunun askerleri tarafından esir edilmiş ve Hâver diyarına götürülmüştür. Ali, Beyaz Kale’ye gelir ve Kıtar Şah’ı esir alır. Onu, İslâm’a davet eder. Fakat Kıtar bu daveti geri çevirir. Peygamber, Beyaz Kale halkının rüyasına girer. Böylece kale halkı Müslüman olur. Ali onlara namaz kılmayı öğretir. Ebû Mihcen, Sa’d’ı esaretten kurtarır ve Ali’nin peşinden Beyaz Kale’ye gelirler. Sa’d kalede olup bitenler hakkında bilgi almak için içeri girer. Karşısında Ali’yi görünce sevincinden bayılır. Ali, Sa’d’ın başına gelenleri dinler. Sa’d, Ebû Mihcen’e Ali’nin kalede olduğunu haber vermek ister. Fakat Ebû Mihcen’i bıraktığı yerde bulamaz. Kıtar savaş giysilerini giyerek Sa’d ve Ali’yi savaşa çağırır. Ebû Mihcen’i ise savaş meydanında göremeyince korkaklıkla suçlar. Savaş meydanında karşısına Ali çıkar ve onu İslâm’a davet eder. Rum kalkanlarını çekip ellerine kılıçlarını alarak savaşırlar. Ali, Zülfikâr ile Kıtar’ı başından başlayıp yüzünü ikiye bölecek şekilde yaralar. Yüzünün yarısı yokmuş gibi görünen Kıtar kaçmaya başlar. Sa’d, onun önünü keserek esir alır. Ali, Kıtar’ın çok sayıda askerini öldürür ve geri kalan askerleri İslâm’a davet eder. Hem askerler hem de kale halkı Müslüman olmayı kabul eder. Ali, esir aldığı Kıtar’ı huzuruna çağırır ve onu tekrar İslâm’a davet eder. Kıtar’ın bu daveti tekrar reddetmesi Sa’d’ın onun başını bedeninden ayırmasına sebep olur. Ali, Dilfiruz ile Sa’d’ı evlendirir (y. 21a- 24a)

Ali ve askerleri Hâver diyarına gelir. Hâver ordusuyla Ali’nin ordusu pek çok kez karşı karşıya gelerek savaşır. Ali askerlerine gece saldırısı yaparak Hâver Şahı Tahmas’ın ordusunu dağıtacaklarını söyler. O sırada Malik Eşter, Ali’yi bulmak ümidiyle günlerce ve gecelerce hiç durmadan yol almaktadır. Önünden gece baskını yapmak üzere hareket eden bir ordu görür. Bu ordunun Ali’nin ordusu olduğunu anlar. Hâver ordusu ile Ali’nin ordusu karşı karşıya gelir ve savaş başlar. Gece karanlığında askerler birbirlerini göremez. Gökyüzü oklarla kaplanır. Müslümanların kahramanlığından korkan Hâver ordusu şehre doğru kaçmaya başlar. Ali, ordusuyla onları takip eder. Şehir halkı kaleden Müslümanlara taş atar. Ali, yürüyerek kale kapısının önüne gelir ve kapıyı Hayber’i açan pazusuyla sökerek fırlatır. Kale halkı Müslümanların şehre girdiğini Tahmas’a haber verir. Hâver Şah kaçmayı başarır. Şehir halkı Müslüman olur. Tahmas’ın eşi ile iki oğulları Feribzer ve Yaşen, Ali’nin huzuruna gelerek Dilfiruz sayesinde doğru yolu bulduklarını ve Müslümanlığı kabul ettiklerini bildirirler. Ali, Hâver Şahı Tahmas’ın askerleri tarafından kaçırılan Peygamber’in atı Ukab’ın nerede olduğunu Feribzer ile Yaşen’e sorar. Onlar Tahmas’ın Ukab’ı kardeşi Cemşid’in sarayına yolladığını söyler. Ali, Feribzer’i Hâveran tahtına oturtarak on bin askerle Cemşid’in sarayına gitmeye karar verir (y. 37a- 38a).

Malik Eşter, Ali’nin peşinden gidip ona ulaşmaya çalışırken yolda bir bağa uğrar. Bu bağı Süleyman kurmuştur. Süleyman’ın bağı dört yanında mumlar yanan, mermer kapılı cennet gibi bir yerdir. Altından meyveleri olan ağaçlarla kaplı bu bağda Malik Eşter bir taht görür. Tahtın üzerinde Süleyman ve veziri Asaf’ın zerrinden yapılmış resimleri vardır. Malik, bağdan ayrılarak yola devam eder. Bu sırada Müslümanlar başlarında bir tane boynuz olan kurtların saldırısına uğrar. Malik, onların yardımına koşar. Kurtlarla yaptığı savaş sırasında yaralanarak hiç bilmediği bir yere gelir. Burada öleceğini Ali’yi bir daha göremeyeceğini düşünerek ağlar. Kendini bilmez biçimde uykuya daldığında rüyasında Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’i görür. Peygamber ona uyumamasını söyleyerek gitmesi gereken yönü işaret eder. Malik, o anda uyanır. Vücudundaki bütün yaraların iyileşmiş olduğunu görür. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in söylediği yöne doğru gider ve bir akarsuda giysilerini yıkar. Bilmediği bir şehre gelerek başından geçenleri orada bulunanlara anlatır. Yanına bir rehber alıp Hâver şehrine gider (y. 44b- 46a).

Ali ile Ebû Mihcen, Malik Eşter’den haber alamadıkları için endişelenirler. Ebu Mihcen, Ali’den ayrılarak Malik Eşter’i aramaya başlar (y. 59b- 60a).

Cemşid Şah ile Ali’nin ordusu savaş hazırlıkları yapar. Cemşid’in karşısına ansızın Malik Eşter gürzünü ve kılıcını alarak çıkar. Cemşid, ordusundan bir askerin Malik Eşter’in karşısına çıkmasını ister. Cemşid’in ordusunda cesareti ve gücüyle ünlü olan Behmen, Malik Eşter ile savaşmaya gönüllü olur. Birbirlerine gürzleriyle saldırırlar. Malik Eşter, Behmen’i öldürür. Behmen’in öldüğünü gören arkadaşları Malik Eşter’e saldırırlar. Fakat Malik Eşter onların birçoğunu öldürür. (y. 72a- 74b).

Malik Eşter’in karşısına savaşmak için bir Zengi çıkar. Başında külâhı elinde asasıyla çeşitli oyunlar sergiler. Malik Eşter’in ayağına elindeki asasıyla vurur. Malik Eşter, Ali’den başka hiç kimsenin Zengi’yi yenemeyeceğini düşünür ve Ali’nin yanına gelir. Başından geçenleri anlattığı zaman Ali ona güler. Askerler Zengi’den korktuğu için Malik Eşter ile alay eder (y. 75b- 76a).

Ali, Hâverân Şah ve Cemşid’in ordularıyla yapılan savaşta kendi askerlerinden kaç kişinin öldüğünü komutanlarına sorar. Pek çok askerin savaşta öldüğünü duyduğunda üzüntüye kapılır. Cemşid, veziriyle savaşı değerlendirir. Cemşid, Ali’nin savaştaki yeteneğinden etkilendiğini, böyle yiğit bir savaşçıyı daha önce görmediğini söyler. Bu sırada Çin Hakanı Dara, Ali’nin Cemşid ile yaptığı savaşı duyar ve Cemşid’e yardıma gelir. Malik Eşter ve Ebû Mihcen, Cemşid’in kendilerine saldırı hazırlığı yaptığını duyarlar. Dara’nın ordusu ile Ali’nin ordusu karşılaşır. Her yer kana bulanır. Ali, atına binip Zülfikâr’ı alarak Dara’nın bedenini ikiye ayırır. Dara’nın öldüğünü gören askerleri savaş alanını terk ederler (y. 79a- 80b)

Ali, Hâver Şah ile karşı karşıya geldiğinde tacını ve tahtını elinden aldığını fakat yine de doğru yolu seçmediğini söyleyerek onu savaşa çağırır. Hâver Şahı Tahmas askerlerine savaş emri verir. Ordular savaşmaya başlar. Her yer askerle dolar. Tozdan her yer karanlığa döner (y. 79a- 82a).

Ebû Mihcen, Cemşid ile savaşmak ister. Cemşid demirden bir gürz alarak savaş meydanına çıkar. Doksan hamle yapmalarına rağmen birbirlerini yenemezler. Savaşmak için yeniden bir araya geldiklerinde Cemşid, Ebû Mihcen ile değil Ali ile savaşmak istediğini söyler. Bu sırada Ali askerlere doğru baktığında Cemşid’i görür. Asıl niyetini anlar ve Ebû Mihcen’e askerlerin arasına dönmesini ve Cemşid’le kendisinin savaşacağını bildirir. Ali, Cemşid ile karşı karşıya kaldığında onu İslâm’a davet eder. Cemşid bunu kabul etmez. Ali, Zülfikâr’la Cemşid’e saldırır. Cemşid kolundan yaralanarak savaş meydanından uzaklaşır. Askerlerinin yanına gelen Cemşid’in yarasına misk sürülür. Cemşid, vezirine Ali’nin savaştaki yiğitliğini över. Ordu yeni bir savaşa karar verir. Fakat Ali’nin, Malik Eşter’in ve Ebû Mihcen’in karşısında direnemeyerek dağılır (y. 87b- 88b).

Cemşid, yenilgisinin hüznüyle taptığı putun yanına gelir. Kendisine bunca üzüntü verdiği için çektiği acıyı anlatır. “Ali’nin eceli benim elimden olacaktı fakat sen sözünde durmadın.” diyerek putu suçlar. Putun içine giren şeytan kendisini sevdiği için Cemşid’e bu acıyı yaşattığınıaçıklar. Cadılardan oluşan askerlerini Müslümanların üzerine göndererek Cemşid’i mutlu edeceğini söyler (y. 89a).

Ali ve askerlerinin kaldığı çadırlara cadılar saldırıda bulunur. Askerlerin bir bölümü cadılardan korkup kaçarken bir bölümü de onlarla savaşır. Ali, Zülfikâr’la savaşırken ordusundan hiç iz kalmadığını görür. Askerlerine ne olduğunu merak eder. Düldül’e binerek her tarafta askerlerini aramaya koyulur. Bu sırada Hâverân’ın kanlar içinde yerde yattığını görür. Bir ses ona Düldül’ün yularını serbest bırakarak yol almasını söyler. Bu sese kulak veren Ali’nin karşısına kendisine bir taşı siper etmiş cadılarla savaşmakta olan Ebû Mihcen çıkar. Ali, cadılara oklarla ve kılıcıyla saldırır. Birdenbire ağzından ateşler çıkan ejderha Ali’nin yoluna keser. Ali, Zülfikâr’la ejderhayı öldürür (y. 98b- 99a).

Ebû Mihcen, Ali’den ayrılarak Malik Eşter’i aramak üzere yola koyulur. Karşısına çıkan iki yoldan birinde at izi görür ve o yola gitmeye karar verir. Kendisini bir akarsuyun yanında bulur. Kenarlarında güller, nergisler, erguvanlar açmış akarsuyu ağaçlar çevrelemiştir. Ebû Mihcen akarsuya girip abdest alıp namaz kılmak ister. Atına su verdikten sonra onu bir ağaca bağlar. Üzerindeki giysileri ve savaş aletlerini suyun kenarına koyarak akarsuya girer. Akarsuyun yakınında büyük bir çadırdan Gülendam dışarı çıkar. Ebû Mihcen suyun içindeyken karşıdan Gülendam’ın geldiğini görür ve ona tutulur. Gülendam, gözlerini Ebû Mihcen’den kaçırır. Ebû Mihcen onunla konuşarak Müslüman olmasını sağlar (y. 100b- 101b).

Ebû Mihcen, Malik Eşter’i aramaya devam eder. Onun cadılardan oluşan ordu tarafından tuzağa düşürüldüğünden şüphelenir. Bilmediği bir kalenin önünde çok sayıda askerle karşılaşır. Ebû Mihcen merak edip yaklaştığında Malik Eşter’in kanlar içinde dört yanını çeviren askerlerle savaşmakta olduğunu görür. Malik Eşter’in vücudunda mızrakların açtığı yaralardan çeşme gibi kan akmaktadır. Yüzü sararır, bütün gücünü kaybeder ve olduğu yere düşer. Ebû Mihcen’in saldırısı karşısında askerler Malik Eşter’i bırakıp kaçmaya başlar. İki arkadaş yollarına devam ederken Sa’d Vakkas’la karşılaşırlar. Birbirlerine başlarından geçenleri anlatırlar (y. 102a- 103a).

Ali, İslâm düşmanlarıyla savaşarak bir deniz kenarına gelir. Fakat nereye gideceğini bilemez. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in kendisine yol göstermesi için dua eder. Denizden yeşil elbiseli bir kişi Ali’nin yanına gelerek onu sudan geçireceğini söyler. Ali elini uzatır. Yeşil elbiseli Hızır, Ali’yi rüzgâr gibi denizin üzerinden geçirir. Ali’ye Sanduk Dağı’nı gösterir ve oraya gitmesini, dağda bulunan sandığı getirmesini ister. Devlerin yaşadığı bu dağdan Ali sandığı almaya karar verir. Hızır Ali’yi bekleyeceğini ve sandıkla birlikte tekrar denizden geçireceğini söyler. Ali, Allah’a dua ederek dağa tırmanmaya başlar. Dağda altın işlemeli, baştan ayağa mücevherlerle süslü bir dev vardır. Ali, dağa ulaştığında bu dev bir kuyunun içine girer. Ali’nin dört yanını fil, arslan, ejderha görünüşlü yüzlerce dev kuşatıp dağa ulaşan bütün yolları kapatır. Ali, alevden oklarla devleri öldürür. Fakat öldürdüğü her bir devin yerini onlarca dev alır. Ali, devlerle savaşına devam ederken kuyudan eni yüz boyu üç yüz arşın uzunluğunda büyük bir ejderha çıkar. Ağzını açtığında üç dili görünür. Ali, Zülfikâr ile ejderhayı ikiye böler. Devler, Ali’yi bırakıp kaçarlar. Devleri kendisinden uzaklaştıran Ali, kuyunun başına gelir. Burada demirlerle bağlı pantere benzeyen bir dev görür. Panter kendisini bağlarından kurtardığı takdirde Ali’yi sandığın yanına götürme sözü verir. Ali ise Müslüman olduğu takdirde devi devlerin padişahı yapacağını söyler. Dev, bu teklifi kabul eder ve Ali onu demir zincirlerden kurtarır. Devin getirdiği sandığı alan Ali,

Hızır’ın yardımıyla oradan uzaklaşır. Ali, askerlerinin Cemşid ile savaşmaya gittiğini öğrenir ve Hâver Zemin’e doğru Cemşid’in peşinden yola çıkar. Cemşid’i bulamayan Ali, Cemşid’in karısından sandığı saklamasını ister (y. 110b- 112a).

Ali, Ebû Mihcen ile buluşarak Cemşid’i aramaya başlar. Gemiyle yaptıkları yolculuk sırasında fırtınaya yakalanırlar. Gemi paramparça olur ve askerler denizde kaybolur. Ali ve Ebû Mihcen kalkanları gemi olarak kullanır. Bu şekilde denizde yol alırken birdenbire karşılarına Hızır çıkar. Eline kalkanları alarak Ali ve Ebû Mihcen’i deniz kenarına çıkarır. Hızır, Ali’ye geldikleri yerin Nahid Şah’ın ülkesi Kahraman diyarı olduğunu ve onunla savaşması gerektiğini söyler. Şehre gelerek kendisini Hâver’in elçisi olarak tanıtan Ali, Nahid Şah’ın huzuruna çıkmak ister. Bunu duyan Nahid Şah külâhtan bir taç giyerek altın dokumalı, lacivert ve firuzeden yapılmış tahtına oturur. Şah tebdil-i kıyafet içinde olan Ali’yi huzuruna kabul eder. Orada altından bir taht üzerinde Hâver Şahı Tahmas da bulunmaktadır. Gelen kişinin Ali olduğunu anlayan Cemşid, korkudan titrer. Ali, kılıcını Cemşid’e doğru uzatır. Nahid Şah, buna bir anlam veremez. Ali’ye davranışının sebebini sorar. Askerlerinden korkmadan böyle davranmasının Ali için iyi olmayacağını anlatır. Ali, Nahid Şah’a üç şart ileri sürer ve bu şartları kabul ederse kendisine zarar vermeyeceğini bildirir. Ali’nin şartlarından biri Nahid Şah’ın Müslüman olması, ikincisi Tahmas’ı esir etmesi, üçüncüsü ise Peygamber’in atını serbest bırakmasıdır. Ali, bu şartları kabul etmediğinde kendisine neler olacağını Hâver Şahı’nın iyi bildiğini söyler. Tahtının ve tacının elinden gideceğini, kimseden haraç alamayacağını anlatır. Fakat Ali’nin teklifini kabul etmeyen Nahid Şah savaşa karar verir. Tahmas bir yol bularak kaçmak ister. Fakat o sırada Ebû Mihcen ve askerleri Ali’nin yardımına gelir. Her yer asker dolduğu için bir türlü kaçacak yol bulamaz. Tahmas hareme doğru kaçmaya başladığı zaman Ali, tek eliyle havaya kaldırdığı Nahid Şah’ı kendisine siper eder. Diğer elinde haçerini tutmaktadır. Ali, Nahid Şah’ın kemerini iyi tutamadığı için elinden düşürür. Bu sırada askerleri Nahid Şah’ı alarak oradan uzaklaştırır. Yüzünü soğuk suyla yıkayarak kendine gelmesini sağlarlar. Cemşid, Ali ile yapacakları savaşı kazanamayacaklarını Nahid Şah’a söyler. Haraç vererek barış yaparlarsa taht ve taçlarını kaybetmeyeceklerini anlatır. Ali’nin savaşçılığını bildiğini, dağdan hançeriyle kaplan indiren, heybetinden yeri inleten Ali’nin hiç yenilgiye uğramadığını söyler. Nahid Şah’ın böyle bir anlaşmayı kabul etmeye niyeti yoktur. Şehrin dışında iki ordu savaşa başlar. Kan gölüne dönen savaş meydanında yerde yatan ölülerden toprak görünmez olur. Ebû Mihcen’in ayağı yerdeki ölülerden birine takılır ve Ebû Mihcen yere düşer. Okları ve kalkanı zarar görür. Düşman askerleri tarafından esir alınır. Nahid Şah, bu duruma çok sevinir. Böylece Ali’yi yenmek kolay olacaktır. Nahid Şah, elleri ve gözleri bağlı olarak huzuruna çıkardığı Ebû Mihcen’i cellâdına öldürtmek üzereyken Hâver Şah’ı onu öldürürse Ali ve askerlerinin kendilerine saldıracağını söyler. Nahid Şah, Hâver Şah’ın sözünü dinler ve Ebû Mihcen’i öldürmeyip zindana atmaya karar verir. Ali, Ebû Mihcen’i aramaya başlar. Bütün şehri dolaşır. Şehir halkını İslâm’a davet eder. Hareme giden yolu bularak ilerlemeye başlar. Haremin eyvanında Cemşid Şah ile Nahid Şah’ı görür. Karşısında Ali’yi gören Cemşid Şah, Nahid Şah’ı terk ederek Ali ile işbirliği yapar. Ali ondan Nahid Şah’ı bağlamasını ister ve Ebû Mihcen’in nerede olduğunu sorar. Nahid Şah, onu öldürdüğünü bildirir. Bu söz üzerine Ali kılıcıyla Nahid Şah’ın boynunu bedeninden ayırır. Nahid Şah’ın ölümüyle Kahraman Ülkesi İslâm’ı kabul eder. Ali, Ebû Mihcen’in ölmediğini haber alır. Ali, Ukab’ın yerini bulur ve onu kurtarır. Malik Eşter’den haber alana dek Ali şehirde kalmaya karar verir. Endişe içinde uykuya daldığında rüyasında Peygamber’i görür. Peygamber, Malik Eşter ve Ebû Mihcen’in iyi olduğunu, Ali’nin Billûr Dağı’na gitmesi gerektiğini bildirir. Ayrıca Kanber’le dağda buluşacaklarını söyler. Ali, sabah olduğunda yola çıkmak için hazırlık yapar. Bu sırada Ebû Mihcen, Ali’yi bulur ve yanına gelir. Ali’nin askerleri, Billûr Dağı’nın bir adada olduğunu ve ancak denizden gidileceğini söyler. Ayrıca adanın askerlerinin insan yiyiciler olduğunu ve dağın başında bir kaplanın beklediğini, hiç kimsenin bu dağda yaşayanlarla yapılan savaşı kazanamadığını Ali’ye bildirirlir. Ebû Mihcen, Ali’ye Billûr Dağı’nı daha önceden gördüğünü bu nedenle kendisinin gitmek istediğini söyler. Ali, Ebû Mihcen’in isteğini kabul eder. Bunun üzerine Ebû Mihcen, yola koyulur. Ali, Billûr Dağı’nın yolunu bilen iki askerini yanına alarak Ebû Mihcen’in arkasından gitmeye karar verir ve deniz yolculuğu yaparak dağa ulaşır. Billûr Dağı’na ulaştığında askerlerinin su kenarında beklediklerini görür. Onların zor durumda kaldıklarına üzülür. Bu sırada Düldül, yerdeki tozları kaldırarak karşısına çıkan arslanla savaşmak üzeredir. Ali, nara atarak Düldül’ü savaş için yüreklendirir. Düldül, coşkuyla arslana saldırır ve üzerine çıkıp bekler. Ali, onların yanlarına gelerek arslanı kılıcıyla öldürür (y.119b- 126a).

Ali ve Düldül’ün arslanı öldürmesinden sonra askerler Ali’den ayrı geçirdikleri günlerde dağdaki devlerin seslerinden uyku uyuyamadıklarını, dağdan aşağıya kaplan ve arslanların indiğini anlatır. Bu sırada Ali ve Kanber de birbirlerine kavuşurlar. Kanber, Ali’nin Billûr Dağı’na gelme nedenini merak eder. Ali, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in isteği üzerine geldiğini, kendisine yol gösterdiğini söyler. Ali, Billûr Dağı’nın yanına gelerek dağa doğru baktığında kendi suretini görür ve ellerini açıp dua eder. Bu dağa daha önce hiç kimsenin gelip gelmediğini sorar. Bir ses Billûr Dağı’na daha önce Rüstem’in geldiğini söyler. Rüstem de bu dağa geldiğinde kendisinden sonra buraya gelecek başka biri var mı diye sormuş ve Ali neslinden bir kişini bu dağa ulaşacağı bilgisini almıştır. Ses, Rüstem’e Ali’nin kılıcıyla dünyayı ateşe vereceğini, önüne arslan, kaplan ne çıkarsa hepsini öldüreceğini ve burada bulunan devi yeneceğini, ondan daha yiğit başka bir kişinin olmadığını da söyler. Rüstem, bunları duyduktan sonra kendisinin o zamanda yaşıyor olursa Ali’nin hizmetine girmek istediğini söyler. Ali de Rüstem’in ona yoldaş olmasını ister ve dağa ayak basar. Ali, kuş uçmaz kervan geçmez Billûr Dağı’na on ağaç boyunca tırmanır. Dağın yarısında sanki ateş yanmakta yarısında ise soğuktan buz erimez haldedir. Gökten yağan yağmur buza dönüşür. Taşlar soğuk nedeniyle boynuz gibi olur. Eline Zülfikâr’ı alan Ali, dağda yürümeye devam eder. Virane bir yer ve o yerin içinde bir virane ev görür. Evin içinden çıkan su dağın eteğine doğru akar. Sanki o ev Kevser’dir. Su nur gibi parlamaktadır. Ali, suyun içinde ay yüzlü, siyah saçlı bir peri görür. İki elinde nurdan mum bulunan peri buhurdan kokular saçar. Ali, periden kendisine yol vermesini ister. Çünkü gitmek için başka yolu yoktur. Fakat peri Ali’yi yolundan çevirmeye çalışır. Ayağını buradan ileriye basmamasını, burayı terk etmesinin kendisi için iyi olacağını söyler. Ali, kendisinin Allah’ın arslanı olduğunu hiçbir düşmandan korkmayacağını söyler. Ali, perinin eline kılıcıyla vurur. Nara atar ve her yer mahşere döner. Peri ölür ve görünmez olur. Dağ başında bir duman belirir. Yeryüzünü tozlar kaplar. O dumanın içinden birdenbire bir ejderha çıkar. Ağzından ateşler saçar. Ali, nara atarak ejderhaya başından ayağına kadar kılıcını saplar ve öldürür. Ejderhayı öldürdüğü anda Ali’nin karşısına bir yılan çıkar. “Sen ne kadar kuvvetli olduğunu gösterdin. Geri dönmek için buradan bir yol bulamazsın.” diyerek vücudu kana bürünmüş bir halde görünmez olur. Bu sırada dağın üstüne gelen bir buluttan taşlar yağmaya başlar. Ali, bu zor durumdan kurtulmak için dua eder. Bir ses bunun için Ayet el-Kürsî’yi okuması gerektiğini söyler. Ali, Ayet el-Kürsî’yi okur okumaz gökyüzü aydınlığa kavuşur. Ali, dağa baktığında her yerin atlı ve yaya peri askerlerle dolduğunu görür. Onlar da elinde Zülfikâr’la ilerleyen Ali’yi görür. Periler dağın eteğini taşlarla çevirir. Dağ, fil, kaplan ve arslanla dolar. Öyle ki yer karıncaya bile dar gelir. Ali, eline kılıcını alarak o devlerden çoğunu öldürür. Dağın eteği kan gölüne döner. Gökyüzü ısınır ve Ali sonunda Ebû Mihcen’in yanına gelir (y.126b- 127b).

Ali ve Ebû Mihcen, Billûr Dağı’nda iken Malik Eşter, İnsan Yiyenler Adası’nda savaşmaktadır. Ali, Ebû Mihcen’i Malik Eşter’e yardıma gönderir. Malik Eşter’e adada bulunan devler, hançerleriyle, taşlarla saldırır. Malik Eşter, bu sırada Ebû Mihcen’in narasını duyar. Kalenin üzerine çıkarak dört bir yanı gözetlemeye başlar ve Ebû Mihcen’i görür. Devler, kaleye doğru hücum etmeye başlar. Ebû Mihcen hem kılıcıyla hem de gürzüyle çok sayıda devi öldürmeyi başarır. Malik Eşter ile Ebû Mihcen birbirlerine sarılarak başlarından geçenleri anlatırlar. Dağdaki ipekten kumaşları, mücevherleri, altın taçları üç gemiye yükleyerek oradan uzaklaşırlar (y.126b- 129a).

Tacı ve tahtı elinden alınan Hâver Şahı Tahmas, Ali ile savaşmak için sahil kenarında bir ordu toplar. Elindeki bütün hazinelerini askerlere dağıtır. Her geçen gün ordudaki asker sayısı çoğalır. Tahmas denize doğru çadır kurdurur. Av hayvanlarını, silahlarını toplar. Her yer bayrak ve çadırlarla dolar. Ordu sahraya doğru yola çıkar. Bu sırada Tahmas’ın ordusu tarafından yakınları öldürülen bir kişi gelerek Ali’ye başından geçenleri anlatır ve ondan yardım ister. Ali doğu ve batıdaki bütün zalimleri yok etmek için geldiğini söyleyerek ordusuyla yola koyulur. Ali, yola çıkar çıkmaz Tahmas’ın ordusunda Ali’nin Tahmas’a baskın düzenlediği ve onu öldürdüğü bilgisi yayılır. Bunu duyan ordu ne yaptığını bilmez biçimde birbirine girer. Baba oğul birbirlerine kılıç çekerler. Yerde kesilmiş başlar atların ayakları altında ezilir. Olanları duyan Tahmas savaş davullarının çalınmasını emreder. Atlar ve silahlar savaş için hazırlanır. Tahmas, başında gölgeliğiyle ordusunun ortasında yerini alır. Ali ve ordusu da savaşa hazırdır. Ali’nin başı üzerindeki sancakta “Yardım Allah’tandır.” yazmaktadır. Ordunun sağına Malik Eşter soluna ise Ebû Mihcen yerleşir. Ebû Mihcen kendisinin hem su hem ateş olduğunu söyleyerek Tahmas ordusundaki askerlere meydan okur. Meydan okumaya cevap veren yetmiş askeri öldürür. Tahmas’ın damadı Kırtas’ı kılıcıyla ikiye böler.

Tahmas damadının gömülmesini ister ve intikam almak için yeniden savaş meydanına döner. Fakat askerlerinden çoğu ölür. Komutanlarıyla görüşen Tahmas “Ali’nin karşısına yüz Rüstem çıksa yine de yenilmez. Ali karşımıza çıkmamasına rağmen ordusu bizi iki kere bozguna uğrattı.” diyerek ondan korktuğunu belli eder. Tahmas’ın ordusundan Kelahun on bin askerle Ali’nin ordusunu yeneceğini söyler. Tahmas, ona hediyeler verir. Yeniden savaş hazırlıkları başlar (y. 142b- 145a).

Ali ve ordusu Hâver Zemin’de karşısına çıkan herkesi yenmeyi başarır. Tahmas, Ali ile savaşabilmek için Salsal Şah’dan yardım ister. Salsal “Belimde altın kemer başımda altın tacımla tacı olan herkesin başıyım.” diyerek Tahmas’a yardıma karar verir. Salsal’ın karşısına çıkan yaşlı bir kişi Ali’nin asla yenilmediğini savaştan uzak durmasını söyler. Fakat Salsal, bunu dinlemez. Ali’nin ordusu Sahil Zemin’e gelir. Savaş hazırlıkları yapılır (y. 199b- 200a).

Yazmanın son yaprağı 200a Ali ile Tahmas’ın savaş hazırlıklarından söz eder. Yazmanın son yaprağından öykünün bitmediği ve anlatının yeni bir maceraya okuyucuyu hazırladığı anlaşılır.

V. 1. 4. 2. İstanbul Hâvernâme'’sinin Resimleri

V. 1. 4. 2. 1. Sa’d Vakkas ile Dilfiruz’un Evlilik Töreni (y. 23b, 15,5x12 cm.)

Hâvernâme’ nin ilk resmini Sa’d ile Dilfiruz’un evlenme töreni oluşturur. Hikâyede Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] Beyaz Kale halkının rüyasına girer. Halk, Hz. Ali’ye gelerek namaz kılmayı öğrenir. Daha sonra Hz. Ali, Beyaz Kale hükümdarı Kıtar’ı İslâm’a davet eder. Fakat Kıtar hiçbir zaman bu davete olumlu cevap vermez. Bunun üzerine Kıtar Şah esir alınır. Dilfiruz, Hz. Ali’nin yanına gelir. Hz. Ali, Dilfiruz’a Sa’d ile nikâhlanmak isteyip istemeyeceğini sorar. Dilfiruz bu kararı Hz. Ali’ye bıraktığını söyler. Hz. Ali, bu cevap karşısında Dilfiruz’un da Sa’d de gönlü olduğunu anlar. Gece olduğunda aşıkları nikâhlayarak Kıtar’ın yanına gider (y. 23a).

Resimde dilimli kemer altında birbirlerinin kollarından tutarak oturanlar Dilfiruz ve Sa’d olmalıdır (Res. 91). Solda diz çökmüş oturan kimliği belirsiz figür nikâh törenini izler Resim eserin tamamlanmamış kompozisyonlarından biridir. Sa’d ve Dilfiruz’un arkasında yer alan duvarın boyanmamış olduğu görülür. Bu alana sonradan yapıldığı tahmin edilen vazo içinde çiçekler yerleştirilmiştir. Kompozisyonda yer alan üç kişinin de başlıkları boyanmamıştır. Metinde aşıkların nikâhının ayrıntılı bir biçimde anlatılmadığı görülür. Bu nikâhı Ali uygun görür ve Dilfiruz’a söyler. Nikâhla ilgili tek ayrıntı ise nikâhın Ali tarafından gerçekleştirildiğidir. Oysa nakkaş bu merasimde Hz. Ali’ye yer vermeyip aşıkları yan yana resmetmeyi tercih etmiştir. Resimde nikâha şahit olan kişiden ise metinde söz edilmemiştir. Nakkaş metni birebir resimlemek yerine kendine özgü bir kompozisyon içinde sahneyi oluşturmuştur. Hz. Ali ve İslâm komutanlarının savaşlarının anlatıldığı, resimlendiği el yazmada bir nikâh merasiminin yer alması ve eserin ilk resmini oluşturması dikkat çekmektedir.

V. 1. 4. 2. 2. Hâver Kalesi’nin Fethi (y. 37b, 15,5x11 cm.)

İkinci resim, Hz. Ali’nin Hâver Kalesi’ni fethetmesini canlandırır. El yazmaya adını veren Hâver, İslâm düşmanlarından Tahmas’ın ülkesidir. Bütün hikâye boyunca Hz. Ali ve komutanları Hâver Şahı’nı yakalamak için mücadele eder.

Hikâye, Hz. Ali’nin elli bin kişilik bir ordu hazırlayarak Hâver şehrine gece saldırısı yapmayı planlamasıyla başlar. İki ordu karşılaşır ve birbirlerine hücum ederler. Hâver ordusunun askerleri İslâm ordusunu yenemeyeceğini anlar. Bunun üzerine savaşı bırakarak şehre doğru kaçarlar. Hz. Ali ve ordusu kaçan düşmanları izleyerek Hâver Kalesi’nin önüne ulaşır. Kalede bulunan askerler Hz. Ali ve ordusuna oklarla taşlarla saldırır. Hz. Ali yürüyerek kaleye doğru ilerler ve kalenin kapısını Hayber’i açtığı pazusuyla yerinden koparır ve atar (y. 37b- 38a).

Hikâyenin canlandırıldığı resimde Hz. Ali, yüzü açık, başı alev haleli belinde kılıcıyla Hâver Kalesi’nin önünde yer alır (Res. 92). Bir eliyle kalenin kapısını yukarıdan atılan oklardan korunmak için başına doğru siper etmiştir. Kapının üzerine Hz. Ali’ye atılan oklar saplanmıştır. Hz. Ali, kalenin önündeki hendeğe doğru ilerlemektedir. Arkasında Düldül ve Kanber bulunmaktadır. Düldül ve Kanber önceki bölümlerde sıklıkla sözü edilen kendilerine özgü ‘ portre’leriyle resimde yer almışlardır. Düldül üzerindeki beneklerle Kanber ise koyu teniyle sahnedeki diğer bireylerden kolaylıkla ayırt edilir.

Hz. Ali’nin Hâver Kalesi’ni fethettiği anı canlandıran resim, Âsâr- ı Muzaffer, Külliyât­ı Târih ve Kısâs-ı Enbiyâ gibi tarihî ve dinî nitelikli eserlerin kopyalarında karşımıza çıkan Hayber’in fethi kompozisyon şemasını yinelemektedir. Resim şemasının yanı sıra metnin de Hayber’in fethinin hemen tüm yazarlarca değinilen ortak temasından etkilendiği görülür. Hz. Ali’nin Hayber kapısını yerinden sökerek kalkan yaptığı anlatım Hâvernâme’de Hâver Kalesi’nin fethi anlatımında karşımıza çıkar. Hâver Kalesi’nin fethi hem metin hem görsel anlatımda Hayber’in fethinden izler taşır.

Hayber fethinin resimlendiği örneklerde Hz. Ali eline aldığı kapıyı kendisine siper olarak kullanırken betimlenmiştir. Hâvernâme’de Hz. Ali’nin Hayber’in fethi sırasındaki kahramanlığına atıfta bulunulmuştur. Ressamın bu anlatıma uygun bir biçimde konuyu resme aktarmıştır. Hikâye Hz. Ali’nin Hayber’deki kahramanlığına gönderme yaparken resim de Hayber’in fethine çağrışım yapan bir ifade diliyle konuyu betimlemiştir. Bu resimde dikkati çeken bir diğer nokta ise Hz. Ali’nin ayrılmaz parçalarından olan ve bütün hikâye boyunca önemli roller üstlenen Kanber ve Düldül’ün Hz. Ali’nin hemen arkasında yerlerini almış olmalarıdır. Oysa hikâyenin bu bölümünde Düldül ve Kanber yer almamaktadır. Hayber’in fethi resimlerinde ise sahnenin değişmez unsurları olarak Düldül ve Kanber Hz. Ali’ye eşlik eder. Düldül ve Kanber’in yanı sıra Hayber fethinin canlandırıldığı sahnelerde Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e de yer verilmiştir. Oysa Hâver’in fethinde hem öyküde hem de resimde Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] yer almamaktadır. Hz. Ali’nin Hâvernâme dışında yer alan diğer betimlemelerinde olduğu gibi Kanber ve Düldül bu resimde de Hz. Ali’nin “portre”sini tamamlayan unsurlar olarak yerlerini almışlardır.

V. 1. 4. 2. 3. Malik Eşter’in Hz. Süleyman’ın Bağı’na Gelmesi (y. 44b, 16x10,5 cm.) Hâvernâme resimlerinin çoğunu savaş veya teke tek mücadele sahneleri oluşturur. Savaş sahnesi dışında kalan betimlemelerden ilkinde Sa’d ve Dilfiruz’un nikâhı ikincisinde ise Malik Eşter’in Hz. Süleyman’ın Bağı’na gelmesi canlandırılmıştır. Son sahne ise Ebû Mihcen ile Gülendam’ın karşılaşma anını betimler.

Hikâye boyunca Hz. Ali ve komutanlarının yolları çeşitli nedenlerle ayrılır ve her birinin başından türlü maceralar geçer. Genellikle Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in rüyalarına girerek komutanlarına yol göstermesiyle kahramanlar tekrar bir araya gelir. Bu hikâyelerden birinde Malik Eşter, Hz. Ali’ye ulaşmak için yollara düşer. Üç gün boyunca hiç durmadan yol alır. Dördüncü günde yolu bir bağa düşer. Bu bağı Süleyman yapmıştır. Süleyman’ın bağı dört yanında alev alev mumlar yanan, mermer kapılı cennet gibi bir mekândır. Bu bağın kapısının kemeri mermerden yapılmıştır. Malik Eşter, bağda altından meyveleri olan bir ağaç ve ağacın altında “Süleyman’ın suretinin yazılı olduğu şahane bir taht”ın kurulmuş olduğunu görür. Bu tahtta Süleyman’ın sureti heybetli bir şekilde durmaktadır. Karşısında veziri Asaf yer alır. Tahtın üstünde altınla yazılmış yazıda dünyanın vefasızlığı dile getirilmiştir. Süleyman’ın bu dünyadan göçüp gittiği yadigâr olarak adının kaldığından söz edilir. Malik gözü yaşlı biçimde bu bağdan ayrılır (y. 44b).

Metinde Malik Eşter’in Hz. Ali’yi ararken uğradığı bağın Süleyman tarafından yapıldığı dile getirilir. Fakat Süleyman’ın hükümdar veya Peygamber olduğuna dair herhangi bir bilgiye rastlanmaz. Bağda veziri Asaf ile birlikte tahtında otururken betimlenen kişinin metinde anlatılan bilgiler ışığında Peygamber Süleyman olduğu anlaşılır.

Malik Eşter’in Süleyman Peygamber’in Bağı’na gelmesinin resmedildiği kompozisyonda üzerinde ‘Allah, Muhammed, Ali’ yazısının bulunduğu yarı aralanmış kapı Süleyman’ın Bağı’na girilen kapı olmalıdır (Res. 93). Resim Malik Eşter’in Süleyman Peygamber ve Asaf’ın “suret’ini gördüğü anı canlandırmaktadır. Kubbeli bir tahtta bağdaş kurmuş oturan Hz. Süleyman, karşısında diz çökmüş biçimde görülen figür ise veziri Asaf olmalıdır. Hz. Süleyman yüzü açık, başı halesiz olarak betimlenmiştir. Bu açıdan bakıldığında resimde, Peygamber Süleyman’ın hükümdar imgesiyle yer aldığı söylenebilir. Solda şaşkınlık içinde elini ağzına kapatmış, Süleyman Peygamber ve Asaf’a göre daha büyük biçimde resmedilen kişi Malik Eşter olmalıdır.

Bu resmin en önemli noktalarından biri şüphesiz sahnenin hemen yanında yarı aralanmış kapının üstünde yer alan ‘Allah, Muhammed, Ali’ yazısıdır. Şiirde böyle bir ifade ya da bunu hatırlatacak herhangi bir ima yer almamaktadır. ‘Allah, Muhammed, Ali’ yazısı nakkaşın kompozisyona kattığı özgün yorumlarından biridir.

V. 1. 4. 2. 4. Malik Eşter’in Behmen’in Savaşı (y. 73b, 15x12 cm.)

Hâvernâme’nin resimlerinde sadece Hz. Ali’nin savaşları değil komutanlarının savaşları da resmedilmiştir. Bu resimlerden biri Malik Eşter ile Behmen’in savaşıdır. Hâver Şahı’nın kardeşi Cemşid ile Hz. Ali’nin ordusu arasında gerçekleşen savaşta Malik Eşter düşman ordusuna meydan okur. Cemşid’in askerleri içinde savaşta pek çok kişiyi öldüren, güçlü bir savaşçı olan Behmen, Malik Eşter’in meydan okumasına karşılık verir. Malik Eşter, düşmanıyla karşı karşıya geldiğinde Behmen’i kendisiyle savaşmaması için ikna etmeye çalışır. Fakat Behmen, kendisinin gücünü öven bir konuşma yapar ve yüz panterin saldırısına bir panter saldırmış gibi karşılık verebileceğini belirtir. Malik Eşter hiç kimsede kendisinde bulunan ağır topuzun olmadığını söyleyerek bu savaştan kendisinin galip ayrılacağını dile getirir. Eline ağır topuzunu alarak Behmen’e saldırır. Behmen bu saldırıdan kalkanını başına çekerek kurtulur. Saldırı sırası Behmen’e gelir. Bu şekilde birbirlerine yüz hamle yaparlar. Malik, gökyüzüne başını kaldırarak “Canımı veren sensin kuvvetimi de ver” diyerek dua edip gürzüyle Behmen’in başına vurur. Göğsünden aşağıya kan akan Behmen, toprağa düşerek ölür. Behmen’in arkadaşları Malik Eşter’e saldırırlar. Fakat başarılı olamazlar. Malik hepsiyle savaşır ve onları öldürür. Sağ kalanlar ise kaçmaya başlar. Cemşid askerlerinin bu haline üzülür. Malik ise Hz. Ali’nin yanına gelir. Hz. Ali ona daha önce hiçbir savaşa katılmamış bir at hediye eder (y. 72b).

Resimde, sahnenin sağında bir elinde gürzü bir elinde kalkanıyla at sırtında Malik Eşter yer alır (Res. 94). Solda elindeki kalkanı ve kılıcını yere düşüren Behmen görülür.

Resimde Malik Eşter’in gürzünü Behmen’in kafasına indirdiği an betimlenmiştir. Yarım kalmış ve daha sonra tamamlanmış kompozisyonlardan biri olan resimde Malik Eşter ve Behmen bir tepenin önünde yer alırlar. Yarım kalan bu sahnede gökyüzü mavi renge daha sonradan boyanmıştır.

V. 1. 4. 2. 5. Malik Eşter’in Zengi ile Savaşı (y. 75a, 15x10,7 cm.)

Behmen ile girdiği mücadeleden başarıyla ayrılan Malik Eşter sonraki resimde bir Zengi ile savaşırken betimlenmiştir. Behmen’i öldürdükten sonra atına binerek yola koyulan Malik Eşter, bir Zengi ile karşılaşır. Koyu tenli Zengi’nin başında külahı, elinde asası vardır. Savaş meydanında Zengi dönerek, ayağını yukarı atarak türlü hünerler gösterir. Hâver Şahı vezirine Zengi’nin kim olduğunu sorar. Veziri ise daha önce böyle bir kişi görmediğini söyler. Zengi, elinden devlerin bile kurtulamayacağını söyler. Karşısına çıkan Hâver ordusundan Şeddad’ı öldürür. Daha sonra Malik’in yanına gelir. Hindu diliyle konuşan Zengi’nin ne dediğini kimse anlamaz. Zengi, eline asasını alarak Malik Eşter ile savaşmaya gelir. Malik Eşter’e hissettirmeden ayağına vurur. Ne olduğunu anlamayan Malik Eşter, onunla savaşmaktan vazgeçer. Malik Eşter’e göre Hz. Ali’den başka kimse bu Zengi’yi yenemez. Hz. Ali, Malik Eşter’e neden savaş meydanından döndüğünü sorar. Malik Eşter, savaşta yenilmediğini belirterek Zengi’nin kendisini gafil avladığını, elindeki asasıyla ayağına vurduğunu anlatır. Hz. Ali ve askerler arasında bu olay alay konusu olur (y. 74b).

Hikâyenin Malik Eşter ile Zengi’nin savaştığı bölümünün resme aktarıldığı görülür (Res. 95). Resimde atından yere düşmüş figür Malik Eşter olmalıdır. Zengi bir ayağını hafifçe kaldırmış, elinde sopasıyla Malik Eşter’in kafasına vurmaktadır Hikâyede Malik Eşter ile Zengi’nin mücadelesi nükteli bir yaklaşımla anlatılmıştır. İkilinin birbiriyle savaşmasından daha çok Malik Eşter’in düştüğü komik durum anlatılmıştır. Fakat resimde aynı tutumun sürdürülmediği görülür. Diğer resimlerdeki savaş sahnelerinden farkı yoktur. Öyküde Malik Eşter’in ayağına bir sopa darbesi aldığından söz edilir. Oysa resimde Malik Eşter yere düşmüş ve kafasına Zengi tarafından sopa ile vurulmaktadır. Malik Eşter’in aldığı darbe nedeniyle kafasının yaralandığı görülür. Hikâyedeki nükteli yaklaşımın resme yansımadığı görülür. Bir önceki resimde olduğu gibi bu sahnede de gökyüzü daha sonra boyanmıştır.

V. 1. 4. 2. 6. Hz. Ali’nin Dara ile Savaşı (y. 80b, 15,5x11 cm.)

Malik Eşter’in Zengi ile savaşından sonraki resmin konusu Hz. Ali’nin Çin Hakanı Dara ile savaşıdır. Malik Eşter ve Ebû Mihcen düşmanlarla girdikleri savaşta zor durumda kalır. Bu durumu haber alan Hz. Ali, savaş giysilerini giyip atına binerek yardıma koşar. Zülfikâr’ı eline alıp nara atarak düşman askerlerine “Ey lanetli kavim neden İslâm askerlerine kin bağladınız.” diye sorar. O sırada Dara’yı görür. Dara’ya doğru hamle eden Hz. Ali, Zülfikâr’la bedenini ikiye bölerek düşmanını öldürür. Dara’nın öldüğünü gören askerleri kaleye doğru kaçar (y. 80a).

Sahnenin sağında haleli ve yüzü açık olan Hz. Ali, Düldül’ ün üzerinde karşısındaki Dara’ya Zülfikâr’ı saplamaktadır (Res. 96). Dara’nın kılıcı ve kalkanı yere düşmüştür. Hz. Ali Dara’nın bedenini Zülfikâr’la başından göğsüne kadar ikiye bölmüştür. Tepenin arkasında sağ ve solda yer alan askerler savaşı izlemektedir (Res. 100).

V. 1. 4. 2. 7. Hz. Ali’nin Cemşid ile Savaşı (y. 88a, 15,5x10 cm.)

Hikâyede Hz. Ali’nin teke tek girdiği mücadelelerden biri Hâver Şahı’nın kardeşi Cemşid ile savaşıdır. Hz. Ali ile Cemşid karşı karşıya geldiklerinde Hz. Ali onu İslâm’a davet eder. Fakat Cemşid bu daveti geri çevirir. Kemerinden kılıcını çıkarır, kalkanını başına siper ederek savaşa başlar. Bu iki düşmanın savaşını meydanda bulunan askerler izlemektedir. Hz. Ali tekrar Cemşid’i dine davet eder. Eğer Müslümanlığı kabul ederse iki dünyada da adı ve namı olacağını, mutlu bir hayat süreceğini söyler. Müslüman olduğunda ahirette çok sevinç içinde olacağını belirtir. Cemşid, Hz. Ali’ye bu sözlerin cadılık olduğunu, daha fazla anlatmaması gerektiğini söyleyerek Hz. Ali’ye İslam’ı terk etmesi teklifinde bulunur. Karşılığında Cemşid’in Tanrıları Hz. Ali’ye sayısız nimetler sunacaktır. Bu teklif karşısında Hz. Ali eline ateşler saçan Zülfikâr’ı alarak savaşa başlar. Cemşid kalkanını başına çekerek bu saldırıdan korunmaya çalışır. Cemşid’in kalkanı çeliktendir ve üzeri altın nakışlıdır. Hz. Ali, kılıcıyla Cemşid’i bileğinden yaralar. Her yanı kana bulanan Cemşid’in eli tutmaz olur ve savaş meydanını kaçarak terk eder. Hz. Ali kaçan düşmanını kendisine çok kötülük etse bile kovalamaz. Bu nedenle Cemşid’in kaçmasına izin verir ve peşinden gitmez (y. 87b- 88a).

Sahnede tepe önünde iki kişi savaşmaktadır. Hz. Ali, sağda Düldül’e binmiş, başı haleli elinde tuttuğu Zülfikâr’ı havaya doğru kaldırarak önünde atı üstüne öne doğru yatmış Cemşid’e bakmaktadır (Res. 97). Cemşid’in kılıcı ve kalkanı yere düşmüş Hz. Ali’ye sırtı dönük biçimde meydanı terk etmektedir Gökyüzü altın yaldızla boyanmıştır.

V. 1. 4. 2. 8. Hz. Ali’nin Ejderi Öldürmesi (y. 99a, 15,5x6,5 cm.)

Hâvernâme’ nin çeşitli bölümlerinde Hz. Ali ve komutanlarının doğaüstü yaratıklarla yaptıkları savaşlar hikâye edilmiştir. Hz. Ali, karşısına çıkan devleri ejderleri, büyücüleri yenmeyi başarmıştır. Anlatılan bu hikâyelerin bazıları resimlenmiştir. Bu resimlerden birinde Hz. Ali, ejder öldürmektedir. Öykü, Ebu Mihcen’in cadılardan oluşan bir orduyla karşı karşıya gelmesiyle başlar. Hz. Ali, yaptıkları bir savaş sırasında yolları ayrılan Ebu Mihcen’i Düldül’e binerek aramaya başlar. Bu sırada Ebû Mihcen’i bir taşı kendisine siper etmiş, dört yanını cadılar çevrelemiş bir halde görür. Taşın üzerinde pantere benzeyen yaratıklar durmaktadır. Hz. Ali ve ordusu cadılarla savaşmaya başlar. Dört bir yandan oklar yağmaktadır. Hz. Ali, Zülfikâr’ını çıkararak ve naralar atarak düşmanın çoğunun başını gövdesinden ayırır. Ağzı cehennem gibi ateş dolu olan bir ejderha yıldırım gibi bir anda meydanda belirir. Ejderhayı gören cadılar çok sevinirler. Hz. Ali’nin bu ejderle başa çıkamayacağını düşünürler. Oysa Hz. Ali, Zülfikâr’la ağzından alevler saçan bu ejderhayı öldürür (y. 90a). Hikâyede Hz. Ali’nin öldürdüğü ejderle ilgili herhangi bir tanımlama ya da ejderle savaşının uzun bir anlatımla ifade edilmediği görülür. Öyküde Hz. Ali’nin cadılarla pantere benzeyen yaratıklarla savaşı daha dikkat çekmesine rağmen resimde ejderi öldürdüğü anın betimlemesi tercih edilmiştir. Resimde Hz. Ali, atının üzerinden öne doğru hamle yaparak Zülfikâr’ı ejdere saplamıştır (Res. 98). Başında alevden halesi bulunan Hz. Ali, ejderin gövdesini kılıç darbesiyle ikiye ayırmıştır.

Hz. Ali’nin ejderle mücadelesini betimleyen resmin teması İslâm sanatında kahramanların yiğitlik ve cesaretinin sembolü olarak sık sık yinelenmiş ve görsel dile yıllar boyunca aktarılmıştır. Başta Şehnâme olmak üzere Hamse, Iskendernâme, Siyer-i Nebî gibi eserlerin resimli nüshalarında kimi zaman birbirini yineler biçimde karşımıza çıkar. Bununla birlikte kahramanların ejderi öldürme biçimleri ya da kullandıkları silahlar zaman zaman farklılık gösterir ve resimde hangi kahramanın ejderi öldürdüğü bu yolla okunabilir. Resimlerdeki bu farklılıklara rağmen ejderler kimi anlatımlarda görüldüğü üzere bir kayanın ya da mağaranın önünde, ıssız çöllerde yaşadığı vurgusu verilerek betimlenmiştir (Tezcan 2001: 142). Yukarıda Hz. Ali’nin ejder öldürdüğü sahnede de bu yaklaşımları görmek mümkündür. Resimde diğer örneklerdeki gibi ejder kayalıkların arasından çıkmaktadır. Ejderi öldüren kahramanın Hz. Ali olduğu elindeki Zülfikâr’dan anlaşılmaktadır.

V. 1. 4. 2. 9. Ebû Mihcen ile Gülendam’ın Karşılaşması (y. 101a, 15x9 cm.)

Hâvernâme’de İslâm ordusunun kâfirlerle yaptığı çetin savaşların öykülerinin yanı sıra İslâm komutanlarının aşk öykülerinin de anlatımına yer verildiği görülür. El yazmanın ilk resminde Sa’d ve Dilfiruz’un evlilik töreni betimlenmiştir. Diğer aşk öyküsü ise Ebû Mihcen ile Gülendam arasında yaşanır. Ebû Mihcen, bir önceki öyküde Hz. Ali tarafından cadıların saldırısından kurtarılmıştır. Öykü, Ebu Mihcen’in Malik Eşter’i aramak için Hz. Ali’den ayrılmasıyla devam eder. Malik Eşter günlerce yol alır. Sonra su kenerına gelir ve dinlenmek için atını bir selvi ağacına bağlar. Ebû Mihcen üzerindeki giysileri ve savaş araç gereçlerini bir kenara çıkararak suya girer. Akarsuyun yakınında kadınların bulunduğu büyük bir çadırda bir kadın vardır. Şiirde en ince ayrıntılarına kadar tanımlanan Kamkar Şahı’nın kızı Gülendam’dır. O kadar güzeldir ki gül, onun saçını görünce kendisinden utanır. İki dudağı ab-ı hayata, boynu aya benzer. Şeker tadını bu güzel kadının dudaklarından almaktadır. Gülendam, çadırından ayrılarak akarsuya doğru gezintiye çıkar. Başında altın tacı, üzerinde Çin ipeğinden elbisesi vardır. Ebû Mihcen, suyun içindeyken Gülendam’ın geldiğini görür ve onun güzelliği karşısında titremeye başlar. Gülendam’ın müptelası olur. Gülendam, Ebû Mihcen’i görür görmez hemen gözlerini ondan kaçırır. Ebû Mihcen sudan çıkmak için Gülendam’dan kendisine yol vermesini ister. Daha sonra Gülendam’la sohbet eder. Onu İslâm’a davet eder. Bu davete Gülendam olumlu cevap vererek Müslüman olur (y. 100b- 101b).

Resimde Ebû Mihcen suyun içindedir. Sadece vücudunun üst bölümü görünmektedir. Solda başında tacı ile Gülendam at sırtında Ebû Mihcen’e doğru bakmaktadır (Res. 99).

V. 1. 4. 2. 10. Hz. Ali’nin Ejderi Öldürmesi (y. 111a, 20x9,5 cm.)

Ebû Mihcen ile Gülendam’ın karşılaşma anlarından sonraki resimde Hz. Ali ejder öldürürken görülmektedir. Ejderlerin, devlerin yaşadığı dağa Hızır’ın yardımıyla ulaşan Hz. Ali’nin amacı burada bulunan sandığı almaktır. Hz. Ali, bir kuyunun başına geldiği sırada kuyudan bir ejder çıkar. Ağzını açtığında iki ya da üç tane dili görünen bu ejderhanın eni yüz arşın boyu üç yüz arşındır ve gözleri ateş saçar. Hz. Ali kuyunun yanına gelerek Zülfikâr’la ejderi ikiye böler (y. 111b).

Resimde kayalıkların arasından çıkan ejderi Zülfikâr’la öldüren Hz. Ali yer almıştır (Res. 100). Kayalıkların hemen arkasında iki dev betimlenmiştir.

V. 1. 4. 2. 11. Hz. Ali’nin Nahid Şah ile Savaşı (y. 120b, 15,5x11,5 cm.)

Hz. Ali’nin maceraları Kahraman Ülkesi’nin hükümdarı Nahid Şah ile yaptığı savaşla devam eder. Kahraman Ülkesi’ne gelerek kendisini Hâver’in elçisi olarak tanıtan Hz. Ali, Nahid Şah’ın huzuruna çıkmak ister. Bunu duyan Nahid Şah tahtına oturarak elçiyi huzuruna çağırtır. Hz. Ali, Tebdil-i kıyafet ile içeri girer. Şah’ın külahtan bir taç giydiğini görür. Lacivert ve piruzeden oluşmuş tahtın dokuması altından yapılmıştır. Şahın elçileri de kurulan kürsüde oturmaktadırlar. Hz. Ali içeri girdiğinde Hâver Şahı Tahmas ile Cemşid Şah’ı da karşısında bulur. Nahid Şah’ı İslâm’a davet eden Hz. Ali, aldığı olumsuz cevap üzerine savaşmaya karar verir. Nahid Şah’ı tek eliyle havaya kaldırarak kendisine siper eder. Diğer elinde hançerini tutmaktadır. Fakat Hz. Ali, kemerini iyi tutamadığı Nahid Şah’ı elinden düşürür. Askerler onu Hz. Ali’den uzaklaştırır (y. 120a).

Resimde taht önünde Hz. Ali belinden kavradığı Nahid Şah’ı tek eliyle havaya kaldırmıştır (Res. 101). Metindeki anlatıma uygun olarak Hz. Ali’nin diğer elinde hançeri göze çarpar. Sahnenin sağında ve solunda yer alan figürler metinde sözü geçen Cemşid ve Hâver Şah ile Kahraman Ülkesi’nin vezirleri olmalıdır. Hz. Ali yüzü açık başı alev haleli betimlenmiştir. Tahtın arkasında bulunan duvarın boyanmayarak resmin yarım kaldığı görülür.

V. 1. 4. 2. 12. Hz. Ali’nin Nahid Şahı Öldürmesi (y. 123a, 17x13 cm.)

Hz. Ali Nahid Şah’ı havaya kaldırdığı sahneden sonraki resimde Nahid Şah’ı öldürmektedir. Hikâyede Hz. Ali’nin elinden kurtulan Nahid Şah ordusunu hazırlayarak savaş meydanına çıkar. Savaştan İslâm ordusunun galip ayrılacağını gören Cemşid Şah, Hz. Ali saflarına katılır. Nahid Şah’ı esir alan Hz. Ali, Cemşid Şah’a esiri bağlamasını söyler. Esir alınan Nahid Şah, Hz. Ali’ye Ebu Mihcen’i öldürdüğü yalanını söyler. Buna inanan Hz. Ali, Nahid Şah’ın boynunu bedeninden ayırır (y. 122b).

Resimde hikâye kubbeli bir mekân içinde canlandırılmıştır. Hz. Ali’nin yüzünde “ya Ali” yazısı okunmaktadır (Res. 102). Başında halesi vardır. Hz. Ali’nin Zülfikâr’la boynunu bedeninden ayırdığı Nahid Şah yerde yatmaktadır. Sağda kemerli bir kapı solda bu olayı şaşkınlıkla seyreden eli ağzında figür Hz. Ali’ye Nahid Şah’ı bağlayarak yardımcı olan                  Cemşid            Şah   olmalıdır.   Olayın   geçtiği   mekanın   duvarının   yine

boyanmamış olduğu dikkat çekmektedir.

V. 1. 4. 2. 13. Düldül’ün Arslanı Yaralaması (y. 126b, 19x15 cm.) Hâvernâme’rim bir başka resminde Düldül’ün arslanı yaralaması canlandırılmıştır. Hikâyede Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’i rüyasında gören Hz. Ali, onun isteği üzerine Malik Eşter’i Billur Dağı’nda aramak üzere yola çıkar. Hz. Ali, deniz yolculuğu yaparak dağa ulaşır. Bu sırada bir grup askerle Düldül deniz kenarında Hz. Ali’yi beklemektedir. Düldül, aniden karşılarına çıkan arslanla yerdeki tozları kaldırarak savaşmaya başlar. Bu sırada Hz. Ali gelir ve narasıyla Düldül’ü yüreklendirir. Hz. Ali’nin narasını duyan Düldül arslana saldırır. Fakat onu öldürmeyip üzerine çıkarak etkisiz hale getirir. Bunun üzerine Hz. Ali, arslanı kılıcıyla öldürür (y. 126a).

Düldül’ün arslanı yaraladığı resimde sahnenin sağında Düldül ve arslanın mücadelesi yer alır (Res. 103). Hz. Ali, kayalıkların arasında Düldül’ün arslanla mücadelesine bakmaktadır. Hz. Ali’nin başında alevden halesi, yüzünde ‘ya Ali’ yazısı görülür. Hikâyede arslanı Hz. Ali öldürmektedir. Fakat resim arslanın Düldül’le mücadele ettiği anı canlandırmıştır.

V. 1. 4. 2. 14. Hz. Ali’nin Peri Kılığına Giren Cadıyı Öldürmesi (y. 127a, 15,5x10 cm.)

Diğer bir resim yine Hz. Ali’nin Billur Dağı macerasına ayrılmıştır. Hz. Ali, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in isteğiyle kuş uçmaz kervan geçmez Billur Dağı’na on ağaç boyunca tırmanır. Dağın yarısında ateş yanmakta yarısında ise soğuktan buz erimez haldedir. Gökten yağan yağmur buz ve taşlar soğuktan boynuz gibi olur. Eline Zülfikâr’ı alan Hz. Ali, dağda yürümeye devam eder. Virane bir yer ve o yerin içinde bir virane ev görür. Evden çıkan su dağın ayağına doğru akar. Sudan sanki nurlar akmaktadır. Hz. Ali, suyun içinde ay yüzlü, siyah saçlı bir peri görür. İki elinde nurdan mum bulunan peri buhurdan kokular saçmaktadır. Hz. Ali, periden kendisine yol vermesini ister. Fakat peri Hz. Ali’yi yolundan çevirmeye çalışır. Peri, Hz. Ali’den ileriye adım atmamasını, Billur Dağı’nı terk etmesini ister. Hz. Ali, kendisini Allah’ın arslanı olarak tanıtır ve bu nedenle hiçbir şeyden korkmadığını periye söyler. Hz. Ali perinin eline kılıcıyla vurarak öldürür. Peri görünmez olur (y. 127a).

Resimde Hz. Ali ve kendisini yolundan alı koyan peri betimlenmiştir (Res. 104). Hz. Ali kayalıklar üzerinde kapısı kapalı, kubbeli yapı önünde duran uzun saçlı, kanatlı perinin eline doğru Zülfikâr’ı uzatmıştır. Hz. Ali’nin yüzününde ‘ya Ali’ yazısı okunmaktadır Metinde Hz. Ali’nin yürüyerek dağda ilerlemesinden söz edilir. Oysa resimde Hz. Ali, Düldül üzerinde bulunmaktadır. Metinde söz edilmese de Hz. Ali ile ilgili görsel kalıpların resimde yinelendiği görülür.

V. 1. 4. 2. 15. Ebû Mihcen’in Kırtas ile Savaşı (y. 145a, 15x10,5 cm.)

Hâvernâme'mn son resmi Ebû Mihcen’in Tahmas’ın askerini öldürmesine ayrılmıştır. Hâver Şahı Tahmas, Hz. Ali tarafından tacı ve tahtı elinden alındıktan sonra kardeşi Cemşid’in yanına sığınır. Burada yeni bir ordu kurar. Hz. Ali, Ebû Mihcen ve Malik Eşter ile savaş hazırlığı yapar. Ebu Mihcen hızlı bir ata binerek savaş meydanına çıkar ve pek çok düşman askeri öldürür. Daha sonra Ebû Mihcen’in karşısına kendisini arslanlar nesli Kırtas olarak tanıtan Tahmas’ın askeri çıkar. Kırtas’ın başında demirden miğferi vardır ve savaş giysisi çok süslüdür. Kırtas, Tahmas’ ın damadı ve orduların koruyucusu olduğunu söyleyerek Ebû Mihcen’e meydan okur. Fakat Ebû Mihcen onun sözlerini dikkate almaz. Keskin kılıçlarıyla savaşa başlarlar. Uzaktan bir toz bulutunu andırırlar. Ebû Mihcen, Kırtas’ı ikiye böler (y. 145a).

Konunun resimlendiği sahnede sağda at sırtında elinde kılıcı ile düşmanını belinden ikiye bölmüş figür Ebû Mihcen, solda aldığı kılıç darbesiyle vücudunun alt bölümü atı üzerinde üst bölümü atından yere düşmüş biçimde yatan ise Kırtas olmalıdır (Res. 105).

Hz. Ali’nin olağanüstü kahramanlık öykülerini anlatan İstanbul Hâvernâme’sinde resimlenmek üzere seçilen temalar çoğunlukla savaş sahnelerinden oluşmaktadır. Kimi sahneler İslâm resim sanatında yerleşik kompozisyonları yinelerken kimi sahneler ise ön örneği olmayan özgün modeller olarak karşımıza çıkar.

Şüphesiz metinde olduğu gibi resimlerin de başkahramanı Hz. Ali’dir. Yazmada bulunan on beş resmin dokuzu Hz. Ali’nin maceralarını betimler. Hz. Ali’nin yanı sıra Malik Eşter, Ebû Mihcen ve Sa’d Vakkas başlarından geçen serüvenlerle resimlere konu olmuştur. Hz. Ali resimlerde genellikle İslâm düşmanlarının hükümdarlarıyla teke tek savaşırken betimlenmiştir. Destan boyunca Hz. Ali bir yandan İslâm düşmanlarıyla savaşır bir yandan da olağanüstü yaratıklarla, sihir ve büyüyle mücadele eder. Fakat bu mücadelelerin görsel dile çok sayıda kompozisyonla aktarılmadığı görülür. Hz. Ali’nin başından geçen bu tür maceralar üç resimle Hâvernâme’de yer alır. Bunlardan iki sahnede Hz. Ali ejder öldürmekte diğerinde ise kendisini din adına yaptığı mücadeleden alıkoymak için peri kılığında karşısına çıkan bir cadıyı yok etmektedir. Hz. Ali’nin yer aldığı sahneler onun kahramanlığını ve gücünü vurgular nitelikte seçilmiştir. Hz. Ali’nin maceralarına destan boyunca eşlik eden Malik Eşter, Ebû Mihcen ve Sa’d Vakkas’ın kimi etkinlikleri de resimlenmek üzere seçilmiştir. Hz. Ali’den sonra resimlerde etkinliklerine en fazla yer ayrılan kişi Malik Eşter’dir. Destanda Hz. Ali’nin arkadaşı ve yoldaşı olarak yer alan Malik Eşter zaman zaman Hz. Ali zaman zaman da Hz. Ali’den bağımsız olarak türlü maceralara atılır. Başından geçen maceraların Hâvernâme’de üç sahne ile görselleştirildiği görülür. Hz. Ali ve Malik Eşter’in yanı sıra Ebû Mihcen ve Sa’d Vakkas’ın maceralarına da resimlerde yer verilmiştir. Hz. Ali’nin yer aldığı resimler onun kahramanlığını vurgular nitelikte seçilmesine rağmen Malik Eşter, Ebû Mihcen ve Sa’d Vakkas savaş ve aşk öyküleriyle resimlerde yer alır.

Hâvernâme’de betimlenen sahnelerin genellikle resimli el yazmalarda kahramanlık imgesinin simgesel betimlemeleri arasında yer alan yerleşik modelleri yinelediği görülür. Hem İslâm resim sanatında sıklıkla karşılaşılan kompozisyon şemaları hem de Hz. Ali ikonografisiyle ilişkili kompozisyonlar Hâvernâme’de yinelenmiştir. Özellikle kahramanların teke tek yaptıkları mücadeleler, Hz. Ali’nin ejder öldürmesi, arslanla mücadele İslâm resim sanatında kahramanları farklı olmakla birlikte sıklıkla yinelenen resimsel temalar arasındadır. Hz. Ali’nin ejder öldürdüğü ve arslanla mücadele anını canlandırılan sahneler hem resim sanatındaki yerleşik modelleri yineler hem de Hz. Ali’nin aşağıda irdelenecek olan Şehnâme kahramanı Rüstem ile çakışan imgesini gözler önüne serer.

Resim sanatında destan kahramanı kimliğinin başlıca motifleri arasında yer alan ejder öldürme teması Hâvernâme’de Hz. Ali’nin destansı kimliğinin en önemli yansımalarından biri olarak yer alır. Ejder öldürme teması İslâm resim sanatında sık karşılaşılan bir tema olmasına rağmen Hz. Ali’nin ejderle mücadele anının çok fazla resimlendiği söylenemez. Falnâme resimlerinde ve Siyer-i Nebîde Hz. Ali ejder öldürürken görülür. Fakat Falnâme resimlerinde bir yetişkin olarak değil küçük bir bebekken ejderi öldürmektedir. İslâm dininin savaşçısı kimliğiyle Siyer-i Nebî ve Hâvernâme resimlerinde Hz. Ali’nin ejderle mücadelesi tasvir edilmiştir.

Hz. Ali’nin Hâvernâme resimlerinde yerleşik modelleri yineleyen yaklaşımlar arasında yer alan bir başka sahne ise ejder öldürme temasından farklı bir bağlamla karşımıza çıkan Hâver Kalesi’nin fethidir. Bu sahne İslâm resim sanatında doğrudan Hz. Ali ikonografisinden kaynaklanarak yinelenen yerleşik bir modele işaret eder. Hz. Ali’nin İslâm resim sanatındaki imgeleri tartışılırken İslâm dininin savaşçısı ve kahramanı kimliği altında irdelenen Hayber’in Fethi konusu Hz. Ali ikonografisinde önemli bir yere sahiptir. Hayber’in Fethi dinî ve tarihî nitelikli resimli yazmalarda çok sık işlenen konular arasında yer alır ve sahne hemen tüm resimlerde Hz. Ali’nin kale kapısını yerinden sökerek kendisine siper yaptığı anı canlandırdığı ortak görsel bir kalıbı tekrar eder. Bunlar arasında XV. yüzyıl başına tarihlenen Külliyât-ı Târih ile XVI. yüzyıl sonlarına ait Âsâr-ı Muzaffer ve Kısâs-ı Enbiyâ ’nın resimli kopyaları yer alır. Hayber’in fethinde Hz. Ali’nin kahramanlık imgesinin resimsel biçimi Hâvernâme’de Hâver Kalesi’nin fethedildiği sahneye uyarlanmıştır. Hz. Ali destandaki en büyük düşmanları arasında yer alan Tahmas Şah’ın kalesini Hayber’de olduğu gibi kalenin kapısını yerinden söküp atarak fetheder. Hâver Kalesi’nin fethi resminde Hz. Ali kale kapısını sökerek kendisine siper yapmaktadır. Sahnede Hayber resimlerinde uygulanan kalıbın çok az farklılıkla neredeyse bire bir yinelendiği bir kompozisyon görülür. Bu sahne Hz. Ali’nin resim sanatında bilinen imgesinin farklı konuları resimlemek üzere yeniden ele alındığını gösteren örneklerden biridir.

Hz. Ali’nin yer aldığı bu resimlerin yanı sıra Malik Eşter’in Behmen’i, Ebû Mihcen’in Kırtas’ı öldürdüğü sahneler de genel kahramanlık ikonografisi içinde karşılaşılan kalıplaşmış modellere işaret eder.

Resimlerin bir bölümünde kimi zaman İslâm resim sanatı bağlamında kimi zaman doğrudan Hz. Ali ikonografisiyle bağlantılı olan yerleşik kahramanlık göstergesi sahnelerin yinelenmesinin yanında kahramanlık imgesiyle bire bir örtüşmeyen hatta kahramanların kimi zaman ‘çaresiz’, ‘komik’ ya da ‘başarısız’ olduğu mücadele anlarının betimlendiği örneklere de yer verilmiştir.

Hâvernâme kahramanları anlatı boyunca cesaret ve savaşçı kimlikleriyle ön plândadır. Bunun yanı sıra zaman zaman kahramanların aşk öykülerinin dile getirildiği ve bazı olayların nükteli bir yaklaşımla anlatıldığı görülür. Kahramanlık destanında İslâm kahramanlarının zor durumda kaldığı anların resimlenmek üzere seçilmiş olmasının nedeni tam olarak anlaşılamamakla birlikte bu sahneleri kahramanların sıradan insanlar olarak ifade edildiği betimlemeler olarak okumak mümkündür.

Bu anlara ilişkin resimlerin ilkinde Malik Eşter karşısına çıkan ve tek silahı elindeki sopa olan Zengi karşısında çaresiz kalır ve onunla savaşmayı bırakarak geri çekilir. Malik Eşter’in düşmanı karşısında vermiş olduğu bu tepki orduda alay konusu olur ve Hz. Ali’nin Malik Eşter’in bu durumunu nükteli bir yaklaşımla dile getirdiği görülür.

İkinci resim ise Hz. Ali’yi Malik Eşter’de olduğu gibi ‘çaresiz’ ya da ‘komik’ biçimde ele almaz. Fakat karşısına çıkan her engeli gücü ve cesaretiyle aşan, zaman zaman düşman ordusunu tek başına yok eden Hz. Ali, Hâvernâme’de tek bir sahnede ‘başarısız’ olduğu bir savaşla betimlenmiştir. Bütün anlatı boyunca olağanüstü gücü ve yenilmezliği vurgulanan Hz. Ali, Kahraman Ülkesi hükümdarı Nahid Şah’ın karşısında ‘başarısız’ olur. Tek eliyle havaya kaldırdığı Nahid Şah’ı kemerinden sıkıca yakalayamadığı için elinden düşürür ve bu durumdan yararlanan Nahid Şah Hz. Ali’nin elinden kurtulur. Olayın anlatısı Malik Eşter’de olduğu gibi nükteli bir biçimde sunulmamıştır. Fakat önemli olan Hz. Ali’nin her hangi bir mücadelede başarısız olduğu bir anın resim diline aktarılmış olmasıdır. Bu yönüyle resim Hz. Ali ikonografisi içinde farklı ve özgün bir yere sahiptir. Hemen bir sonraki resimde Nahid Şah Hz. Ali tarafından öldürülür.

Hâvernâme resimlerinin çoğunu İslâm resim sanatı ve Hz. Ali ikonografisi içinde değerlendirmek mümkünken ön örneği olmayan yalnızca İstanbul Hâvernâme’sinde betimlenen ‘Malik Eşter’in Hz. Süleyman’ın bağına gelmesi’ özgün kimi yanlarıyla diğer resimlerden ayrılır.

İslâm kültüründe önemli bir yere sahip olan Hz. Süleyman Kur’an- ı Kerim’de adı geçen peygamberler arasında yer alır. İ. Ö. X. yüzyılda yaşamış olan Hz. Süleyman yukarıda çeşitli vesilelerle dile getirilen Târihü ’l-Rüsul ve ’l-Mülük, Camiü ’t- Tevârih, Zübdetü’t- Tevârih, Kısâs-ı Enbiyâ, Falnâme kitaplarının kimi resimli nüshalarına yaşam öyküsünden bazı anlarla konu olmuştur.

İstanbul Hâvernâme’sinde yer alan resimde ise Süleyman Peygamber farklı bir bağlamla karşımıza çıkar. Resmin konusunun bulunduğu bölüm Hz. Süleyman üzerine değil Malik Eşter’in maceraları üzerine kurulmuştur. Hz. Süleyman dolaylı olarak öyküde yer alır. Malik Eşter’in Hz. Süleyman’ın yaptırdığı bağa gelmesi diğer Hâvernâme nüshalarının konuları arasında yer almaz. Bu açıdan resim İstanbul Hâvernâme’sine özgü bir temayı canlandırmaktadır. Kimi destanlarda kahramanların “dünyanın geçiciliği/faniliği” ile bağlantılı olarak geçmişte yaşamış ve yaptıklarıyla “ün kazanmış” hükümdarların ölümünü simgeleyen mekânlarla karşılaşmaları, türbelerini ziyaret etmeleri dile getirilir. İstanbul Hâvernâme’sinde de ‘dünyanın geçiciliği/faniliği’ Malik Eşter’in Hz. Süleyman imgesiyle vurgulanmıştır. Süleyman Peygamber kendi yaşam öyküsüyle değil İslâm kültüründe yer etmiş kimliğiyle karşımıza çıkmıştır. İstanbul Hâvernâme’si için özgün bir yaklaşım olarak okunabilecek bu resim aynı zamanda Süleyman Peygamber ikonografisi için de farklı bir yaklaşımı sergiler. İslâm resim sanatının Süleyman Peygambere yer veren örneklerinde bu temanın canlandırıldığı betimlemelere tesadüf edilmemiştir.[44]

İstanbul Hâvernâme’sinde resmedilen Ebû Mihcen ile Gülendam’ın karşılaşma sahnesi de İslâm resim sanatında ön örneği olmayan bir tema olarak görülür. Fakat Malik Eşter’in Hz. Süleyman’ın Bağını ziyaretinde olduğu gibi yalnızca İstanbul Hâvernâme’sine değil resimli Hâvernâmelere özgü bir tema olarak karşımıza çıkar. Aşağıda resimli Hâvernâmelerin konularının karşılaştırmalı olarak ele alındığı bölümde kimi temaların ortaklığı bağlamında sözü edilecek Ebû Mihcen ile Gülendam’ın karşılaşması sahnesi aynı zamanda Hâvernâme’nin savaş konuları dışında betimlenen az sayıdaki temalarından birini de oluşturur. Ebû Mihcen ile Gülendam’ın karşılaştığı anı canlandıran resim hem bu yanıyla hem de resimli Hâvernâme yazmalarındaki ortak tema bağlamıyla dikkati çekmektedir.

Zaman zaman resim sanatında karşılaşılan ortak tema ve kompozisyon şemasını yineleyen zaman zaman ise özgün yaklaşımların ifade edildiği İstanbul Hâvernâme’si metin-resim ilişkisi açısından irdelendiğinde bu ilişkinin farklı biçimlerini bir arada sunan örnekler içerdiği gözlenir. Genel anlamda metindeki anlatımın resme yansımasına özen gösterilmiştir. Kimi zaman da metinden bağımsız olarak resimlerde bazı ayrıntılara yer verildiği görülür. Hâvernâme betimlemelerinde İslâm resim sanatında kalıplaşmış kompozisyon şemalarının yinelendiği çok sayıda resimle karşılaşılır. Buna rağmen sözü edilen sahnelerin metindeki ayrıntıları resme aktarmaya özen gösterdikleri anlaşılır. Anlatıda özellikle Hz. Ali’nin savaşa hazırlanırken ayrıntıları verilmemekle birlikte savaş giysisi giydiğinden ya da düşmanının üzerine nasıl saldırdığından ve onları ne şekilde öldürdüğünden söz edilir. Buna rağmen resimlerin hiç birinde Hz. Ali savaş giysileri içinde görülmez. Fakat Hz. Ali’nin düşmanlarını öldürme biçimi resme bire bir aktarılmıştır. Hâvernâme betimlemelerinde resme aktarılan öyküde her zaman dile getirilmese de Düldül, Zülfikâr ve Kanber’in resimlerde Hz. Ali’ye eşlik etmesi, Hz. Ali’nin resim sanatındaki yerleşik imgesinin tekrar edildiğini gösterir.

Hz. Ali’nin Çin Hakanı Dara ve Cemşid ile savaştığı sahnede, Hz. Ali’nin Nahid Şah’ı tek eliyle havaya kaldırdığı resimde, Malik Eşter’in Behmen ile mücadelesinde metin ile resim arasında sıkı bir bağlantı gözlenirken Sa’d ile Dilfiruz’un evlenme töreninde Malik Eşter’in Zengi ile savaşında ve Hz. Ali’nin peri kılığında karşısına çıkan cadıyı öldürdüğü sahne ile Hâver Kalesi’nin fethinde metinde dile getirilmeyen ayrıntıların resimde yer bulduğu anlaşılır.

Metin ile resim arasındaki sıkı ilişkiyi yansıtan betimlemelerden birinde Malik Eşter ve Behmen savaşmaktadır. Anlatıda Malik Eşter’in Behmen’i kafasına vurduğu gürz ile öldürdüğü dile getirilir. Resim bu anı bire bir canlandırmaktadır. Hz. Ali’nin Nahid

Şah’ı bir eliyle havaya kaldırdığı ve daha sonraki resimde öldürdüğü sahnelerde de metindeki ayrıntıların resme aktarıldığı görülür. Anlatı Hz. Hz. Ali’nin Nahid Şah’ı bir eliyle havaya kaldırdığından diğer elinde hançerini tuttuğundan söz eder. Bu an görsel dile aktarılırken bütün ayrıntılarıyla ele alınmıştır. Aynı yaklaşım Hz. Ali’nin Nahid Şah’ı öldürdüğü sahnede de yinelenmiştir. Hz. Ali’nin Nahid Şah’ın boynunu bedeninden ayırarak öldürdüğü anlatının resme yansıtıldığı görülür.

Hz. Ali Çin Hakanı Dara ile savaştığı sahnede metin ile resim arasında sıkı bir ilişki gözlenir. Metinde Hz. Ali’nin eline Zülfikâr’ı alıp atına atlayarak Dara’nın bedenini ikiye böldüğünden söz edilir. Bu anlatımın tüm ayrıntılarıyla resme yansıtıldığı görülür. Burada anlatıda söz edilen bir ayrıntı dikkat çeker. Anlatıda Hz. Ali’nin savaş giysilerini giyerek Dara’nın karşısına çıktığı dile getirilmiştir. Oysa resimde Hz. Ali diğer sahnelerde yer aldığı giysileri içinde betimlenmiştir.

Tahmas’ın kardeşi Cemşid ile Hz. Ali’nin savaşının betimlendiği kompozisyon bir yandan metindeki önemli ayrıntıları resme yansıtırken bir yandan da metinden bağımsız olarak Hz. Ali’nin resim sanatındaki yerleşik ‘portre’sini sahneye taşımıştır. Anlatı Hz. Ali’nin Cemşid’i bileğinden yaraladığından, elinin tutmaz olduğundan söz eder. Resimde de bu anlatıya uygun bir betimleme görülür. Cemşid kolundan akan kanlarla yaralı biçimde savaş alanını terk etmektedir. Bu öyküde Hz. Ali’ye Düldül ve Zülfikâr’ın eşlik ettiğinden söz edilmez. Fakat Düldül ve Zülfikâr Hz. Ali’nin resim sanatında ‘portre’sini tamamlayan unsurlar olarak Hâvernâme’de yer almışlardır.

Sözü edilen betimlemelerin yanı sıra Hâvernâme resimlerinin bir bölümünde metinde anlatılan öykünün resim diline aktarılmasında yukarıdaki örneklere nazaran anlatıdan daha bağımsız bir yaklaşımın sergilendiği görülür. Bu durum kimi sahneler için İslâm resim sanatında sık karşılaşılan temaların belli görsel kalıplarla yinelenmesiyle açıklanabilirken kimi sahneler için Hz. Ali ikonografisinin birer yansıması olarak değerlendirilebilir. Bu tutumların daha açık olarak görüldüğü sahnelerin yanı sıra zaman zaman nakkaşın kişisel tercihi ya da yorumu olarak okunabilecek kompozisyonlarda Hâvernâme resimlerinde yer almıştır. Sözü edilen tutumun en belirgin yansıması Sa’d ile Dilfiruz’un evlilik töreninde ve Malik Eşter’in Zengi ile savaşında görülür. Metinde Sa’d ile Dilfiruz’un evliliği Hz. Ali’nin huzurunda olur ve nikâhlarını Hz. Ali kıyar. Fakat resmin bu anlatıdan uzak bir yaklaşımla betimlendiği görülür. Hz. Ali’nin yer almadığı resimde Sa’d ve Dilfiruz baş başadır. Sahnede çifte eşlik eden figürün kimliği belli değildir. Resimdeki bu yaklaşım nakkaşın bir tercihi olarak görülebilir. Bunun yanı sıra resim sanatında evlilik ya da aşk sahnelerinde karşımıza çıkan bir şemanın Hâvernâme’ye uyarlanmış biçimi olarak görmek de mümkündür. Malik Eşter’in Zengi ile savaşında da metinden bağımsız bir yaklaşımla anlatı görsel dile aktarılmıştır. Metinde Zengi’nin Malik Eşter ile arasında geçen mücadele anlatılırken Malik Eşter’in herhangi bir zarar görmesi dile getirilmemiştir. Anlatı Zengi’nin Malik Eşter’in ayağına sopa ile vurduğundan söz eder. Oysa resimde başından yaralanan Malik Eşter atından düşmüş yerde yatmaktadır. Zengi’nin elindeki sopa resimde metne ait tek ayrıntıya işaret eder.

Metin ile resim arasında sıkı bağlantının sezilmediği resimlerden biri Hz. Ali’nin ejder öldürdüğü anı canlandıran betimlemelerdir. İki resimde karşılaşılan ejder öldürme teması metindeki öyküyü anlatmaktan çok bilinen bir kompozisyonu tekrar etmektedir. Metinde iki resme ait anlatıda da Hz. Ali’nin ejderi öldürdüğü andan uzun uzun söz edilmediği görülür. Hz. Ali’nin olağanüstü yaratıklarla mücadelesinin bir parçası olarak yalnızca zikredilmesine rağmen resimlerde iki sahnede bu temanın ele alındığı göze çarpar. Hem resmin konusu olarak hem de görsel dile aktarımı olarak Hâvernâme’de yer alan ejder öldürme sahnelerini İslâm resim sanatında kahramanlık imgesi bağlamında karşılaşılan bir temanın Hz. Ali’ye uyarlanmış biçimleri olarak okumak mümkündür.

Metin resim bağlamında irdelenecek son sahne ise daha öncede ayrıntıları çeşitli defalar dile getirilen Hz. Ali’nin Hâver Kalesi’ni fethidir. Hâvernâme betimlemelerinin çoğu resim sanatındaki yerleşik temalarla bağlantılı olmakla birlikte Hâver Kalesi’nin fethinin doğrudan Hz. Ali ikonografisiyle bağlantılı olması bu resmi diğerlerinden farklı kılar. Resme metinde sözü edilen hikâyenin yalnızca bir bölümü yansımıştır. Anlatıya göre Hz. Ali Hâver Kalesi’ni eliyle yerinden sökmüştür. Resim bu ayrıntıyı ifade etmektedir. Fakat bunun yanı sıra metinde dile getirilmeyen Kanber ve Düldül de resmin önemli parçası olarak sahnede durmaktadır. Sahne pek çok resimli yazmada karşılaşılan Hz. Ali’nin Hayber’in fethi sırasında kale kapısını yerinden söktüğü anı canlandıran yerleşik kompozisyon şemasının Hâvernâme’de yinelendiği bir örneği temsil eder.

İstanbul Hâvernâme’sinin kim için, nerede ve ne zaman yapıldığına dair ketebe kaydı yoktur. Bu nedenle yazmanın tarihlendirilmesi ile ilgili olarak metninden, ve içinde yer alan resimlerden hareket edilerek kimi öneriler dile getirilmiştir. Yazmanın tarihlendirilmesinde metnin dil özellikleri açısından ayrıntılı biçimde incelenmediğini belirtmek gerekir. Aşağıda yer verilen önerilerle İstanbul Hâvernâme’sine tarihsel bir çerçeve oluşturmak ve resimleri İslâm sanatı içinde anlamlandırmak amaçlanmıştır. Bu amaçlar doğrultusunda İstanbul Hâvernâme’si hakkında araştırmacıların görüşlerine yer verilirken farklı kimi öneriler de dile getirilerek tartışmaya açılmıştır.

İstanbul Hâvernâme’sinin gerek metni gerekse resimlerine yönelik araştırmacılar tarafından yapılan kapsamlı çalışmalar mevcut değildir. Günümüze metni ve resimleri yarım kalmış halde ulaşan yazmanın F. Edhem Karatay, fiziksel tanıtımını yaparak, XVII. asırda istinsah edildiğini ve Osmanlı üslubunda on beş resim barındırdığını ileri sürmüştür (Karatay 1961: 98). Karatay’ın yazma ile ilgili verdiği bilgileri aktaran Ivan Stchoukine, yazmanın 1630- 1640 yıllarına ait olduğunu dile getirerek iki resmine kitabında yer vermiştir. Bu resimlerden biri Hz. Ali’nin Billur Dağı’ndaki periyi öldürmesini betimler. Diğer resimde ise Hz. Ali, Dara’yı öldürmektedir (Stchoukine 1971: 43- 44 res. X, b).

Serpil Bağcı ise Karatay ve Stchoukine’den farklı olarak İstanbul Hâvernâme’ sinin Akkoyunlu Şiraz nakkaşhanelerinin sanatçılarının üslubuyla XV. yüzyılda resimlendiğini ileri sürer (Bağcı 2005: 240).

İstanbul Hâvernâme’sinin resimleri metninin de Türkçe olduğu göz önünde bulundurularak İslâm resim sanatının kimi örnekleri ile karşılaştırılmıştır. Böylece elimizde tarihi, nerede ve kim için yapıldığı hakkında bilgi bulunamayan yazmanın ait olduğu çevre ve tarihi ile ilgili çeşitli ipuçları elde edilmeye çalışılmıştır. Yapılan karşılaştırmalar sonucunda yazmanın Osmanlı resim sanatının ürünü olabileceği gibi, başka kültür çevrelerinin beğenisiyle oluşmuş olabileceği de ihtimal olarak belirmiştir.

Hâvernâme’nin metni ile ilgili olarak tarafımdan görüşlerine başvurulan Prof. Dr. Osman Horata yazmanın imla özelliklerinden hareket ederek XVI. yüzyılda eski Anadolu Türkçesiyle yazıldığı görüşünü ifade etmiştir. Yazmanın diliyle ilgili olarak Horata’nın aktardığı görüş ve resimler göz önünde bulundurularak yazmanın XV. yüzyıl sonu XVI. yüzyıl başında hazırlanmış olabileceği fikri ön plana çıkmıştır. Çizilen bu tarihî çerçeve içinde İstanbul Hâvernâme’sinin Memluk Devleti’nin (1250- 1517) himayesi altında üretilmiş resimli yazmalar içinde yer alabileceği düşünülmüştür. Bu doğrultuda yazmanın Türkçe olması, Memluk devrinden günümüze ulaşan kimi resimli el yazmalar ve İstanbul Hâvernâme’sinin Topkapı Sarayı’na ulaşma serüveni göz önünde bulundurularak yazmanın Memluk devrine ait olabileceği ihtimali tartışılmıştır.

Memluk sarayında geçerli bir dil olarak Türkçe’nin kullanıldığını bilmekteyiz. Nitekim Memluk devrine ait günümüze metni Türkçe olan resimli yazmalar ulaşmıştır. Bunlar arasında Osmanlı şairi Ahmedî’nin (ölm. 1412) Iskendernâme isimli eserinin 1467- 68 tarihli resimli nüshası (İÜK. T 6044) yer alır (Atıl 1984: 163). Diğer resimli yazma ise Kahire’de 1501- 11 yılları arasında Memluk sultanı Kansu Gavri (sal. 1501- 1516) için Şerif Âmidî (ölm. 1514) tarafından Türkçe’ye tercüme edilen Firdevsî Şehnâme’sinin 1510 tarihli nüshadır (TSMK. H. 1519) (Atasoy 1968: 50; Atıl 1984: 163; Bağcı 1989: 34; Bağcı 2000: 165; Bağcı- Çağman- Renda- Tanındı- 2006: 94).

Sözü edilen Memluk yazmalarında bulunan resimler ile İstanbul Hâvernâme’si üslup açısından benzerlik taşımazlar. Fakat özellikle aynı dönemde metni Türkçe olan resimli yazmaların hazırlanmış olması İstanbul Hâvernâme’sinin de Memluk devrinde resimlendirilmiş bir yazma olma ihtimalini düşündürür.

İstanbul Hâvernâme’sinin Memluk devrinde hazırlanmış olma ihtimali Topkapı Sarayı’na nasıl ulaşmış olabileceği sorusunu akla getirir. Bu konuda herhangi bir bilgi mevcut değildir. İstanbul Hâvernâme’sinin bitmemiş bir yazma olması elçilik heyeti yoluyla Osmanlı padişahlarına hediye olarak gönderilmiş olan eserler arasında yer alma ihtimalini güçleştirir. Bir savaş ganimeti veya ticarî yollarla yazma İstanbul’a ulaşmış olabilir. Nitekim Osmanlı sultanı I. Selim’in (sal. 1512-1520) 1517 yılında Kahire’yi almasıyla ganimet olarak İstanbul’a saray hâzinesine gelmiş el yazmaların varlığı bilinmektedir. İstanbul Hâvernâme’sinin Yavuz Sultan Selim zamanında ganimet olarak hazineye geldiği kabul edilirse yazma 1517 yılından önceye tarihlenebilir. Bu ihtimalin yanı sıra İstanbul Hâvernâme’sinin tüccarlar aracılığıyla İstanbul’a ulaşmış olması da ihtimal dâhilindedir. Topkapı Sarayı’nda bu yollarla gelmiş çeşitli el yazmalar bilinmektedir (Bağcı-Çağman- Renda- Tanındı 2006: 94).

Daha çok varsayımlarla açıklanabilen bu ihtimalin yanı sıra bir başka ihtimal de İstanbul Hâvernâme"sinin Osmanlı sultanı II. Bayezid (sal. 1481-1512) devrine ait olabileceğidir. Bu dönemde Farsça’dan Türkçe’ye kimi eserlerin tercüme edilmiş ve İstanbul Hâvernâme’si de bu eserler arasında yer almış olabilir. İstanbul Hâvernâme’sinde yer alan resimleri herhangi bir resim geleneği içine dâhil etmek zordur. Fakat II. Bayezid’in saltanat yıllarının 1481 ile 1485 yılları arasındaki olaylarını anlatan ve 1495 civarında tamamlanmış olan Farsça manzum bir tarih kitabı olan Şehnâme-i Melik-i Ümmî’de (TSMK. H. 1123) yer alan resimlerden bazıları İstanbul Hâvernâme’sindeki kimi resimlerle benzerlik gösterir. Adından başka hakkında bilgi sahibi olunamayan Melik-i Ümmî tarafından yazılan Şehnâme İstanbul’a Tebriz’den göçmüş olduğu düşünülen Derviş Mahmud b. Abdullah Nakkaş tarafından istinsah edilmiştir. Mahmud yazmanın hem hattatı hem nakkaşıdır. Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta Şehnâme" de yer alan resimlerin Osmanlı resim geleneğinin birer temsilcisi olmaktan çok Akkoyunlu resim diline daha yakın olmasıdır (Bağcı- Çağman- Renda- Tanındı 2006: 48- 49; Yoltar 2002: 353; Akalay 1972: 39). Dolayısıyla İstanbul Hâvernâme’si de Osmanlı dönemine atfedilse de Osmanlı resim geleneğinin bir temsilcisi olmaktan uzaktır. Şehnâme’de olduğu gibi daha çok Akkoyunlu resim geleneği etkilerini barındırdığı belirtilmelidir.

Şehnâme’de bulunan resimler arasında özellikle bir sahne İstanbul Hâvernâme’sindeki bazı resimleri çağrıştırır. Resimde (y. 30b) Sultan Bayezid vezirleriyle bir arada gösterilmiştir. Sultan Bayezid solda ayaklı bir sandalyede oturur. Karşısında vezirleri sıralanmıştır. Resimde sütunlar üzerinde yer alan Bursa tipi kemer ve zeminde farklı boyutlarda yer alan altıgen çiniler dikkat çeker. İstanbul Hâvernâme’sinde Sa’d ile Dilfiruz’un evlilik töreni, Hz. Ali’nin Nahid Şah ile savaşı ve Hz. Ali’nin Nahid Şah’ı öldürmesi konusunun canlandırıldığı resimler Şehnâme’de sözü edilen mekansal unsurları hatırlatır. İstanbul Hâvernâme’sinin bilinmeyen sanatçısı resminde iç mekânda geçen olayları betimlemek için benzer unsurları tercih etmiştir. Sözü edilen benzerlikler İstanbul Hâvernâme’sinin Akkoyunlu resim geleneği etkisi altında Osmanlı saray nakkaşhanesinde üretilen bir yazma olabileceği tezini destekler. İstanbul Hâvernâme’si tarihî bir çerçeveye oturtulurken gerek metni gerekse resimleri göz önünde bulundurulmuştur. Bunların yanı sıra tezhipli ser levhası da yazmanın II. Bayezid dönemine ait olabileceğini göstermiştir. Dikdörtgen çerçeve içinde kıvrık dal, rumî ve çiçeklerle bezenmiş lacivert zemin üzerine altın yaldızla oluşturulmuş ser levha II. Bayezid dönemi tezhiplerini anımsatmaktadır.

Yukarıda ileri sürülen görüşler İstanbul Hâvernâme" siyle ilgili kesin olmayan kimi önermeleri içermektedir. Tüm bunların yanı sıra İstanbul Hâvernâme’sinin resimlerinin İslâm resim sanatının bilinen bir ekolünün temsilcisi veya herhangi bir resim geleneğinin takipçisi olduğunu söylemek zordur. İstanbul Hâvernâme resimlerinin kendine özgü ve İslâm resim sanatı içinde tek başına yer aldığı söylenebilir.

Aşağı yukarı XV. yüzyıl sonu XVI. yüzyıl başına tarihlendirilen İstanbul Hâvernâme’sinin kim için yapıldığı sorusu da kesin olarak bilinmemektedir. Yukarıda ayrıntılı biçimde irdelenen resimler yazmanın bir sultana adanmasından çok, devlet yöneticisi ya da bu sınıf haricinde sanatseverlerden biri için yapılmış olduğu izlenimini verir. Yazmanın bir yandan metni yazılırken bir yandan da resimlerinin yapılmış olduğu her ikisinin de yarım kalmış olmasından anlaşılmaktadır. Fakat eldeki bilgiler ışığında yazmanın metni ve resimlerinin hangi nedenlerden ötürü yarım kaldığı bilinememektedir.

VI. RESİMLİ HÂVERNÂMELERDE TEMALAR: BENZER VE FARKLI
YAKLAŞIMLAR

Bu bölümde günümüze ulaşan Hâvernâme nüshalarının resimlerinin konuları karşılaştırmalı olarak irdelenmiştir. Bu karşılaştırmayla nüshaların resimleri arasında ortak konuların olup olmadığı, İstanbul nüshasının nakkaşının Hâvernâme'yi görsel dile aktarırken seçtiği konuların özgünlüğü ve nakkaşın kimi tercihleri belirlenebilmiştir. Tahran ve Rampur nüshasının erken tarihli resimli Hâvernâmeler olduğu göz ardı edilmemekle birlikte İstanbul nüshası ile aralarında tarihsel olarak uzun bir dönemin olmadığını vugulamak gerekir.

Günümüze İbn Hüsam’ın eserinden kaynaklanarak aşağı yukarı birbirine yakın tarihlerde hazırlanmış üç yazma başta olmak üzere resimli dört Hâvernâme nüshası ulaşmıştır. Yazmaların resim programlarının birbirini yinelediğini söylemek zordur. Bu açıdan bakıldığında Tahran içinde barındırdığı yüz elli beş, Londra Hâvernâme’si ise yüz elli yedi sahne ile en çok resim barındıran nüshalardır. Rampur Hâvernâme’sinde ise iki ciltte olmak üzere yirmi beş resim bulunur. On beş sahne ile en az sayıda resim barındıran yazma ise İstanbul Hâvernâme’sidir. Tamamlanmayan resimleri göz önünde bulundurulduğunda İstanbul Hâvernâme’sinin yirmi altı resimli olarak tasarlandığı görülür.

Başlangıçta Tahran ve Londra Hâvernâme’sinin resimlerinin konularını karşılaştırmalı biçimde ele alarak Tahran Hâvernâme’sinin ulaşamadığımız yirmi bir resminin en azından konularını tespit edebileceğimiz düşünülmüştü. Fakat hem resimlerin konularının birbirini yinelememesi hem de Tahran nüshası ile ilgili problemlerin aşılamaması nedeniyle iki nüshanın resimleri karşılaştırmalı biçimde aktarılamamıştır.

Tahran Hâvernâme"sinin resimleri ve resimlerin konuları Saeed Anvari’nin (2002) kitabından aktarılmıştır. Kitapta yazmanın Tahran’da bulunan resimlerinin tamamı yer almıştır. Yazmanın yaprak numaralarının olduğu bölümlerin yıpranması nedeniyle resimlerin hangi yapraklarda betimlendiği bilinmemektedir. Bunun yanı sıra resimlerin konularının metin okumalarıyla tespit edilip edilmediği hakkında herhangi bir bilgi verilmemiştir. Zira zaman zaman resmin konularının sahnede yer alan kişileri de tanımlar biçimde açıklayıcı olarak ifade edilmesine karşın kimi zaman resmin konusunun genel ifadeler kullanılarak verildiği görülür. Bu durum resimlerin konu açısından karşılaştırılmalarını güçleştirmiştir. Örneğin, Hz. Ali’nin teke tek yaptığı mücadele veya ordusuyla birlikte yaptığı savaşlar ‘Hz. Ali’nin Savaşı,’ ‘İslâm Ordusuyla Kâfir Ordusunun Savaşı’ gibi genel ifadelerle tanımlanmıştır (Anvari 2002: 89, 119, 121). Resimlerin konularınının genel tanımlarla ifade edilmesi Londra nüshasındaki resimlerle bağlantı kurmayı güçleştirmiştir. Sözü edilen nedenlerden dolayı Tahran ve Londra nüshalarının resimlerinin tamamı ile ilgili karşılaştırmalara yer verilmemiştir. Her iki nüshada ortak konular olduğu tespit edilebilen bazı resimlere yer verilerek İstanbul Hâvernâme" si ile ilgili değerlendirmelerde bulunulmuştur. Tahran Hâvernâme"si ile ilgili resimler zikredildiğinde Anvari’nin kitabına gönderme yapılmış ve dipnotta resmin Anvari’nin kitabının hangi sayfasında olduğu belirtilmiştir.

Rampur Hâvernâme’si ile ilgili bilgiler hakkında ulaşabildiğimiz tek kaynak olan Barbara Schmitz ve Zeyaud- Din Desai’nin (2006) kitabından alınmıştır.

Londra Hâvernâme"sinin içinde yer alan resimlerin konuları için Titley’in (1977) British kütüphanesinin kataloğundan yararlanılmıştır. Katalogda yazmada yer alan resimlerin yaprak numaraları ve konuları yer almaktadır.[45] Çeşitli zoruklara rağmen Tahran ve Londra nüshalarının resim programları hakkında genel olarak fikir verebilmek mümkündür. Yapılan karşılaştırmada iki nüshanın resim programlarının bire bir aynı olmadığı görülür. Zaman zaman öykünün aynı bölümlerinin resimlenmesine karşılık kimi zaman da Tahran nüshasında betimlenmeyen bir konunun Londra nüshasında betimlendiği gözlenir. Lonra nüshasında tasvir edilmeyen çeşitli konulara ise Tahran nüshasında yer verilmiştir. Sözü edilen farklar yazmaların ilk resimlerinde kendisini gösterir. Tahran nüshasının ilk resminde Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in arkadaşları mescitte konuşurken resmedilmiştir (Anvari 2002: 139). Bu konu Londra nüshasında yer almaz ve nüshanın ilk resmini Miraç sahnesi (y. 7a) oluşturur (Titley 1977: 64). Oysa Miraç Tahran nüshasında -Anvari’nin sıralamasına göre- en son resimlenen konudur (Anvari 2002: 25). Londra nüshasında Ebû Mihcen’in dev karıncalarla savaşı (y. 82b), Hz. Ali’nin zehirli suyu içmemesi (y. 147b) konularının (Titley 1977: 64- 65) Tahran nüshasının elde edilen resimleri arasında yer almadığı görülür.

Yukarıda sözü edilen farklılıkların yanı sıra ortak konulu çok sayıda betimlemelerle karşılaşılır. Hz. Ali’nin İslâm düşmanlarından Salsal ile yaptığı savaş hem Tahran nüshasında (Anvari 2002: 60) hem de Londra nüshasında (y. 322b) yer almaktadır (Titley 1977: 64). Hz. Ali ve ordusunun pek çok kez karşı karşıya gelerek savaştığı düşmanları arasında yer alan Kıtar Şah ile maceralarının çeşitli aşamaları her iki nüshada tasvir edilen konular arasındadır. Bu resimlerden birinde Kıtar Şah puta tapmaktadır. Konu Tahran (Anvari 2002: 129) ve Londra nüshasında (y. 26a) canlandırılmıştır. Diğer resimde Hz. Ali’nin Kıtar Şah ile savaşı yine Tahran Hâvernâme’sinde (Anvari 2002:134) ve Londra Hâvernâme’sinde (y. 32b) betimlenmiştir (Titley 1977: 65). Her iki nüshada izlenen ortak ve farklı konulara dair örnekleri çoğaltmak mümkündür.

İstanbul Hâvernâme’sinin resimlerinin konuları esas alınarak Tahran ve Londra ve Rampur nüshalarıyla karşılaştırılmıştır. Bu karşılaştırmalarda İstanbul Hâvernâme’si ile Tahran, Londra ve Rampur Hâvernâmelerinde ortak olan temaların kompozisyonları üzerinde durularak yazmaların resim programları ele alınmış ve değerlendirilmiştir. Yapılan karşılaştırmalar sonucu İstanbul Hâvernâme’sine özgü konular tespit edilmiştir. İstanbul Hâvernâme’sinin, eksik yaprakları nedeniyle Tahran nüshası ile yapılan karşılaştırmalarında kesin hükümlere ulaşmak zor olmakla birlikte yine de İstanbul nüshasının resimleri için kimi değerlendirmeler yapabilmek mümkün olmuştur.

Tahran ve Londra nüshaları içlerinde barındırdıkları çok sayıda resimle destanda dile getirilen farklı öykülerin önemli bir bölümünü görsel dile aktarmaktadırlar. Resimlenmek üzere seçilen konuların farklı anlarını resimlerde izleyebilmek mümkündür. Her iki yazmada da resimlenmek üzere belli temaların seçilmesinden daha çok destanın neredeyse tamamının görsel dile aktarıldığı bir tutumla karşı karşıya kalınmaktadır. Farklı bir açıdan bakıldığında öyküler metinle dile gelirken resimler de bu öyküleri görsel olarak sunmakta ve resimsel dille anlatmaktadır. Oysa İstanbul ve Rampur Hâvernâmelerinde yer alan az sayıdaki betimlemeler metinde yer alan öykülerin içinden resimlenmek üzere seçilmiş temalardan oluşmuştur. İstanbul ve Rampur Hâvernâme’si ile Londra ve Tahran nüshaları arasında en dikkat çekici farklılıklardan birini resimleme yaklaşımındaki bu farklı tutum oluşturur. İstanbul ve Rampur Hâvernâme’si destanın kimi bölümlerini görsel dile aktarmaktadır. Dolayısıyla destandan resimlenmek üzere temaların ‘özel olarak seçilmiş’ olduğu görülür. Bu anlamda İstanbul Hâvernâme’si resim sanatındaki ‘geleneksel’ tutumu sergileyen bir ifade taşır. Aynı anlayış Rampur nüshası için de geçerlidir.

Yapılan karşılaştırmalar İstanbul Hâvernâme’sinin gerek Tahran gerekse Rampur ve Londra Hâvernâme\eriyle ortak temalarının olduğunu gösterir. Bunun yanı sıra dört yazmada da resmedilen konular mevcuttur. Kimi temalar ise yalnızca İstanbul Hâvernâme’sinde resmedilmiştir.

Tahran ve İstanbul nüshalarında aynı konunun resimlendiği dört sahne tespit edilmiştir. Yukarıda İstanbul Hâvernâme’sinin resimlerinin tartışıldığı bölümde ayrıntılı olarak irdelenen sahneler arasında yer alan Malik Eşter ile Behmen’in Savaşı (y. 73b) Tahran nüshasında (Anvari 2002: 93) betimlenen konular arasında yer alır. Her iki sahne iki atlı figürün düellosu şeklinde ifade edilmiştir. Tahran nüshasını betimlediği kimi resimlerine nakşettiği imzasıyla bilinen Farhad nakkaş, sahnenin sağına ve tepe arkasına yerleştirdiği askerlerle daha kalabalık bir kompozisyonu tercih etmiştir (Res. 106). İstanbul Hâvernâme’sinin bilinmeyen nakkaşı sahneyi yalnızca iki kişiyle oluşturmuştur. Her iki resimde de Malik olduğu düşünülen kişinin elindeki gürzü Behmen’in kafasına vurduğu an canlandırılmıştır.

İstanbul Hâvernâme' si ile Tahran Hâvernâme’sinin resimlerinin ikinci ortak konusu, Ebû Mihcen ile Gülendam’ın karşılaşma anını betimler. İstanbul nüshasında (y. 101a) Ebû Mihcen ve Gülendam baş başa görülür. Tahran nüshasında[46] Gülendam çadırının önünde nedimeleriyle şaşkınlık içinde vücudunun üst bölümü çıplak Ebû Mihcen’e bakmaktadır (Res. 107) (Welch- Welch 1982: 61).

Bir başka resim ise Düldül’ün arslanı yaralamasını betimler. Bütün öykü boyunca Hz. Ali’nin yanından ayrılmayan ve onun yaptığı savaşlarda zaman zaman önemli yardımlarda bulunan Düldül İstanbul nüshasında (y. 126a) arslanı yaralarken karşımıza çıkar. Tahran Hâvernâme’sinde de (Anvari 2002: 71) Düldül ile arslanın mücadelesi resmedilmiştir (Res. 108). Her iki sahnede Hz. Ali bu mücadeleyi izlerken yer almıştır.

Tahran ve İstanbul nüshalarının ortak konularından bir diğeri Hz. Ali’nin Hâver Kalesi’ni fethetmesidir. İstanbul nüshasını resimleyen sanatçı Hz. Ali’nin Hâver Kalesi’ni fethetmesi resminde (y. 37b) Hayber’in fethi için kalıplaşmış bir şemayı kullanmıştır. Aynı yaklaşımı Farhad nakkaş Tahran nüshasındaki resminde (Anvari 2002: 77) sergilemiştir (Res. 109).

Hz. Ali’nin dinî bir kahraman olarak karşımıza çıktığı ve Hz. Ali ikonografisi açısından özgün örnekleri barındıran resimli Hâvernâme nüshalarında ejder öldürme temasının sıklıkla betimlendiği görülür. Fakat daha önce de dile getirildiği gibi Tahran nüshasının resimlerinin zaman zaman genel ifadelerle tanımlanmasından dolayı resimleri karşılaştırmada kimi güçlükler meydana gelmiştir. Bu güçlüklerden biri de Hz. Ali’nin ejder öldürürken resimlendiği sahnelerde karşımıza çıkar. Tahran Hâvernâme’sinde hangi maceraları resimlediği bilinmemekle birlikte Hz. Ali’nin ejder öldürdüğü anı canlandıran pek çok sahne yer alır. Bu nedenle Hz. Ali’nin ejder öldürdüğü resimleri birebir karşılaştırma imkânı olamamıştır. Fakat her iki nüshada da bu temanın görsel örneklerinin mevcut olmasından dolayı İstanbul ve Tahran nüshalarındaki ortak konulara ejder öldürme sahneleri de dâhil olur.

İstanbul Hâvernâme’sinin Rampur Hâvernâme’si ile yapılan karşılaştırmasında iki nüshada resimlendirilen üç ortak tema tespit edilmiştir. Bu sahnelerden birincisi İstanbul Hâvernâme’sinin ilk resmini temsil eden Sa’d ile Dilfiruz’un evlilik törenini (y. 23b) canlandırır. Aynı tema Rampur nüshasının da (s. 59) ilk resmini oluşturur (Res. 110). Ortak ikinci tema İstanbul Hâvernâme’sinde (y. 127a) Hz. Ali’nin büyü ve sihirle mücadelesini betimleyen bir resim olarak dikkat çeken Hz. Ali’nin peri kılığına giren cadıyı öldürmesi sahnesidir. Aynı temanın Rampur nüshasında da (s. 286) canlandırılmış olduğu görülür (Res. 111). Her iki Hâvernâme’de yer alan son ortak tema Ebû Mihcen’in macerasıdır. İstanbul Hâvernâme’sindeki (y. 145a) son resim olan Ebû Mihcen’in Kırtas ile yaptığı savaş Rampur Hâvernâme’sinde de (s. 387) betimlenmiştir. Bunların yanı sıra Hz. Ali’nin Rampur Hâvernâme’sinde hangi maceralar içinde olduğu bilinmemekle birlikte ejder öldürdüğü anı canlandıran sahneler de yer almıştır. Bunlardan birinde Zülfikâr ile ejderi öldürürken görülür (Res. 112).

İstanbul Hâvernâme’sinin Londra Hâvernâme’si ile yapılan karşılaştırmasında ise her iki nüshada resimlendirilen beş ortak temayla karşılaşılır. Bunlardan ilkinde İstanbul nüshasında (y. 73b) Malik Eşter’in İslâm düşmanlarının askerleri arasında yer alan Behmen ile savaşı Londra nüshasında da (102a) betimlenmiştir. Ortak olan ikinci tema yine Malik Eşter’in macerasıyla ilgilidir. İstanbul nüshasında Malik Eşter’in Zengi ile savaşı (y. 75a) Londra nüshasında da (y. 231a) resmedilmiştir.

İstanbul Hâvernâme’sinde savaş sahneleri dışında resimlendirilen ender konular arasında yer alan Ebû Mihcen ile Gülendam’ın karşılaşması (y. 101a) Londra nüshasında da (y. 140b) görsel dile aktarılan temalar arasında bulunur.

Hz. Ali’ye maceraları sırasında eşlik eden Düldül İstanbul nüshasında (y. 126a) arslanı yaralarken görülür. Londra nüshasının resimlerinden biri (y. 174b) bu temaya ayrılmıştır.

Hz. Ali’nin Billûr Dağı’nda peri kılığında karşısına çıkan cadıyı öldürmesi İstanbul Hâvernâme’sinde yer alan resimlerden (y. 127a) biridir. Aynı tema Londra nüshasında da resimlenmiştir (y. 176a) ve iki nüsha arasındaki son ortak temayı oluşturur. Londra Hâvernâme’sinde de Tahran nüshasında olduğu gibi birebir karşılaştırma yapılamasa da Hz. Ali’nin ejder öldürme teması İstanbul Hâvernâme’si ile ortak konular kapsamına girmektedir.

Yukarıdaki karşılaştırmaların da gösterdiği gibi İstanbul Hâvernâme’sinde resimlenmek üzere seçilen temaların kimileri diğer nüshalarda da resimlenmiştir. Sözü edilen ortak temalar resimli Hâvernâme nüshalarında ortak ikonografik dilin varlığına işaret etmektedir. Özellikle dört Hâvernâme yazmasındaki resimlerin ortak konuları ele alındığında kimi kompozisyonlar bu ortaklığa dair önemli ipuçları barındırır. İstanbul Hâvernâme’si esas alınarak yapılan karşılaştırmada dört yazmada ortak olarak ele alınan konuların yalnızca Hz. Ali’nin ejder öldürdüğü sahnelerle sınırlı kaldığı görülür. Ayrıca daha önce sözü edilen kimi sıkıntılar nedeniyle Hz. Ali’nin ejder öldürdüğü sahnelerin İstanbul Hâvernâme’si hariç hangi maceralarla bağlantılı olarak resimlendiği bilinememektedir. Dolayısıyla dört Hâvernâme nüshasında Hz. Ali’nin ejder öldürürken yer aldığı sahnelerin birebir aynı maceraların betimlemeleri olduğunu söylemek güçtür. Yukarı da da görüldüğü gibi İstanbul ile Rampur Hâvernâme’si resim sayısı açısından yakın olmakla birlikte en az ortak tema barındıran nüshalardır. Rampur nüshası dışarıda bırakıldığında İstanbul Hâvernâme’sinin diğer nüshalarla daha çok ortak temalarının olduğu görülür. Bunlar arasında Hz. Ali’nin ejder öldürmesi, Malik Eşter’in Behmen ile savaşı, Düldül’ün arslanı yaralaması ve Ebû Mihcen ile Gülendam’ın karşılaşması yer alır. Bu sahneler göz önüne alındığında Malik Eşter’in Behmen’le savaşması, Düldül’ün arslanla mücadelesi, Hz. Ali’nin ejder öldürmesi Hâvernâmeler arasındaki ikonografik bağlantının yanı sıra resim sanatında sık ele alınan temalar olarak da değerlendirilebilir. Bir başka ifadeyle Hâvernâmeler arasındaki ikonografik ilişkiyi birebir açıklamayabilir. Oysa Ebû Mihcen ile Gülendam’ın karşılaşma anına yer veren resim ön örneği bulunmayan ve yalnızca resimli Hâvernâmelerde karşımıza çıkan bir temadır. Dolayısıyla bu yönüyle diğer ortak konulu resimlerden daha fazla Hâvernâme yazmalarındaki ikonografik ilişkiye işaret eder. Resimli üç Hâvernâmede gözlenen ortak temalar bir yandan Hâvernâmelere ait ikonografik dilin varlığını düşündürürken bir yandan da kendilerine özgü kimi sahnelerle İslâm resim sanatındaki yerlerini almışlardır.

Hz. Ali’nin olağanüstü kahramanlık öykülerini dile getiren Hâvernâme’nin az sayıda da olsa günümüze ulaşan resimli kopyaları Hz. Ali ikonografisi açısından önemli bir yere sahiptir. Erken tarihli resimli nüshalardan olan Tahran ve Rampur Hâvernâme leri Hz. Ali’nin resim sanatında görülen ilk örnekleri değildir. ‘İslâm Resim Sanatında Hz. Ali’ başlığı altında irdelenen resimler Hz. Ali’nin resim sanatının günümüze ulaşan ilk örneklerinden itibaren çeşitli etkinlikler içinde betimlendiğini göstermektedir. Fakat Hz. Ali’nin yaşam öyküsünü ele alış biçimi ve bunu görsel dile aktarmasının bir yenilik ve ilk olduğu söylenebilir. Hâvernâme’nin hem resimleri hem de metni resim sanatında sıklıkla ele alınan konuları yansıtmaz. Bu nedenle resimli Hâvernâmeler Hz. Ali ikonografisinin en özgün biçimlerini içinde barındırır. Elbette bu ikonografi İslâm resim sanatında yerleşmiş olan kahramanlık imgesinden izler taşır ve bu imgenin yinelenen kalıplarından birini oluşturur. Fakat Hz. Ali ikonografisindeki özgünlüğü göz ardı edilmemelidir.

Özgün olan sahnelerden biri İslâm resim sanatında aşk öyküsünü gelenekselleşmiş kalıpların dışında sunan bir biçimi yansıtır. Ebû Mihcen’in Gülendam ile karşılaşması Nizamî’nin XII. yüzyılda yazdığı daha sonra pek çok şairin tercüme ya da yeniden kaleme aldığı ünlü aşk öyküsü Hüsrev ile Şirin mesnevisinin resimli örneklerinde Hüsrev’in Şirin’i banyo yaparken gördüğü anı canlandıran kompozisyonu çağrıştırır. Fakat Hüsrev ile Şirin’de erkek kahramanın kadın kahramanı suyun içinde izlemesi teması resme aktarılmıştır. Hâvernâme’de ise Ebû Mihcen, dinlenmek üzere geldiği su kenarında giysilerini çıkarıp suyun içine girer ve bu sırada yanına gelen Gülendam Ebû Mihcen’i suyun içindeyken görür. Resim Gülandam’ın Ebû Mihcen’i suyun içinde gördüğü anı betimler. Bu sahne resim sanatındaki özgün temalardan biri olmasının yanı sıra günümüze ulaşan Tahran, Londra ve İstanbul Hâvernâmelerinde ele alınan ortak temalardan biri olmasıyla da dikkati çeker.

Yukarıda irdelenen resimli Hâvernâmeler Hz. Ali’nin kahramanlık imgesi betimlemelerinin önemli örneklerini oluşturmaktadır. Resimler bir yandan Hz. Ali ikonografisinin özgün biçimlerini yansıtırken bir yandan da İslâm resim sanatının diğer örneklerinde karşılaşılan yerleşik modellerin Hz. Ali’ye uyarlandığı betimlemelerden oluşur. Hz. Ali’nin efsanevî kahraman ‘portre’sinin çakıştığı hem metin hem görsel anlamda- Hâvernâme"den yıllar önce kaleme alınıp resimlenmiş Şehnâme ile olan bağlarına ve yerleşik modellerle oluşturulan betimlemelerine geçmeden önce İstanbul Hâvernâme’sinin özgün olduğu düşünülen bir resminden söz etmek gerekir. Bu resmin konusu ‘Malik Eşter’in Hz. Süleyman’ın Bağına Gelmesi’dir.

İslâm kültüründe önemli bir yere sahip olan Hz. Süleyman Kur’an- ı Kerim’de adı geçen peygamberler arasında yer alır. İ. Ö. X. yüzyılda yaşamış olan Hz. Süleyman yukarıda çeşitli vesilelerle dile getirilen Târihü ’l-Rüsul ve ’l-Mülük, Camiü ’t- Tevârih, Zübdetü’t- Tevârih, Kısâs-ı Enbiyâ, Falnâme kitaplarının kimi resimli nüshalarına yaşam öyküsünden bazı anlarla konu olmuştur.

İstanbul Hâvernâme" sinde yer alan resimde ise Süleyman Peygamber farklı bir bağlamla karşımıza çıkar. Resmin konusunun bulunduğu bölüm Hz. Süleyman üzerine değil Malik Eşter’in maceraları üzerine kurulmuştur. Hz. Süleyman dolaylı olarak öyküde yer alır. Malik Eşter’in yolu Hz. Süleyman’ın yaptırdığı bağa düşer. Bu bağda karşısına taht üzerinde oturan Hz. Süleyman’ın tasviri/sureti çıkar. Karşısında veziri Asaf yer almıştır. Tahtın üzerinde altınla yazılmış yazıda dünyanın faniliği vurgulanmıştır. Malik Eşter’in Hz. Süleyman’ın yaptırdığı bağa gelmesi diğer Hâvernâme nüshalarının konuları arasında yer almaz. Bu açıdan resim İstanbul Hâvernâme’sini betimleyen nakkaşın özgün bir yaklaşımı olarak algılanabilir. Metinde dünyanın faniliği Hz. Süleyman imgesiyle vurgulanmıştır. Süleyman Peygamber kendi yaşam öyküsüyle değil İslâm kültüründe yer etmiş kimliğiyle karşımıza çıkmıştır. İstanbul Hâvernâme’si için özgün bir yaklaşım olarak okunabilecek bu resim aynı zamanda Süleyman Peygamber ikonografisi için de farklı bir yaklaşımı sergiler. İstanbul Hâvernâme’sinin nakkaşı metindeki anlatıma uygun olarak Süleyman Peygamber’i tahtında veziriyle betimlemiştir. İslâm resim sanatının Süleyman Peygambere yer veren örneklerinde Hz. Süleyman’ın bağına ya da onun tasviri/suretinin betimlenmesine tesadüf edilmemiştir.[47]

VII. ŞEHNÂME’DEN HÂVERNÂME’YE UYARLANAN HZ. ALİ
İMGESİ

Hz. Ali, İstanbul Hâvernâme resimlerinde İslâm dinini insanlara anlatmak ve yaymak amacıyla bazen gerçek bazen hayalî ülkelere yolculuk yapan, olağanüstü güçlerle donanmış dinî bir kahramandır. Hz. Ali’nin kahramanlığının olağanüstü yanları yolculuk yaptığı ülkelerde karşısına çıkan acayip yaratıkları, devleri, büyücüleri, perileri ve ejderleri öldürmesi gibi masalsı ve destansı unsurlarla bezenmiştir. Hz. Ali’nin kahramanlık imgesinin önemli yansımalarından olan bu resimlerin temaları ve ikonografik modelleri İran destanı Şehnâme’de karşılaşılan mitolojik kahramanların özellikle Rüstem’in etkinlikleriyle çakışır. İstanbul Hâvernâmesinde ve Şehnâme’nin günümüze ulaşan resimli nüshalarındaki ortak temalar ‘ejder öldürme’, ‘peri öldürme’ ve ‘arslan öldürme’ olarak ifade edilebilir. Bu temalar hem metin hem de resimler arası bağlantıyı vurgular. Aynı zamanda dile getirilen temalar Hz. Ali ve Rüstem’in İslâm kültüründe kendilerine atfedilen ortak imgelerini yansıtır.

İki destandaki metin ve resimlerin ortak temalarının irdelenmesine geçmeden önce bazı araştırmacıların Şehnâme ve Hâvernâme arasında kurdukları bağlantıyla, Hz. Ali ile Rüstem’in çakışan imgesinden söz edilecektir.

Hz. Ali’nin Hâvernâme’de çizilen portresinin İran destanı Şehnâme ile olan bağlantısına dikkat çeken Giovanna Calasso, İbn Hüsam’ın hikâyesini ‘İran destanının İslâmlaşmış formu’ olarak tanımlar. Araştırmacıya göre Şehnâme’deki İran millî kahramanlarının yerini Hâvernâme’de başta Hz. Ali olmak üzere İslâm tarihinin erken dönemlerinde yaşamış olan tarihî ve dinî karakterler almıştır. Böylece kahramanlar inancın savunucularına dönüşmüştür. Yazar, Hz. Ali aracılığıyla savunulan İslâm inancının aslında Şiî inancı olduğunu, İbn Hüsam’ın kaleme aldığı bu şiirle Hz. Ali ve ailesini yüceltmeyi amaçlayan dinsel bir destan örneği sunmuş olduğunu dile getirir. Ayrıca yazar, şairin eserini Hz. Ali ve onun temsil ettiği İslâm’a adamış olduğunun söylenebileceğini belirtir (Calasso 1979: 385).

Calasso, Hz. Ali’nin kahramanlık hikâyelerinin edebî metinlerde yer aldığını ve yaygınlaştığını, geleneksel biçime büründüğünü söyler. Yazar, İran toplumunun İslâm dinini özümseme sürecini destan formunda ortaya koymuş ve toplumun bu dönüşümü edebiyat eserlerine yansıtmayı başarmış olduğunu ifade eder (Calasso 1977: 389).

Şehnâme kahramanı Rüstem ile Hz. Ali arasındaki ilişkiye dikkat çeken Sarah Souroudi, bu ilişkiyi Calasso gibi İran’ın İslâm dinini benimsemesiyle açıklar ve İran halk edebiyatında Rüstem’in maceralarının Hz. Ali’ye uyarlandığını söyler. İran halk hikâyelerinde Rüstem’in Hz. Ali aracılığıyla Müslüman olduğu örneklerin mevcudiyetinden söz eder. Rüstem’in bazı maceraları Hz. Ali’ye uyarlanırken bir yandan da Hz. Ali ve Rüstem’in çağdaş ve rakip olarak yer aldıkları öyküler İran edebiyatında bulunmaktadır. Bu öykülerde Hz. Ali ve Rüstem zaman zaman birbirl eriyle savaşırlar ve öykünün sonunda Rüstem müslüman olur (Souroudi 1980: 374).

Yukarıda sözü edilen araştırmacıların değindiği gibi Şehnâme ile Hâvernâme ya da Rüstem ve Hz. Ali arasında kimi bağlantılar mevcuttur. Şehnâme’de çizilen Rüstem portresi ve başından geçen maceralar Hz. Ali’nin Hâvernâme’deki portresini ve maceralarını hatırlatır (Calasso 1977: 386; Souroudi 1980: 374; Melville 2006: 220).

Rüstem, destanda insanüstü gücü ve cesaretiyle milli bir kahramandır. Arslana benzeyen, pehlivan yapılı Rüstem, bir fil gücüne sahip, yenilmez savaşçıdır. Türlü maceralar içinde yer aldığı Şehnâme’de karşısına çıkan dev, arslan, fil, ejderha ve canavarlarla savaşır. Rüstem’in insan gibi düşünen, sahibini çeşitli tehlikelerden koruyan, ceylan gibi, hızlı yürüyüşlü, vücudunda safran üzerine serpilmiş gül yaprakları gibi nakışları olan Rahş isimli atı vardır (Firdevsî/Lugal 1945: II, 328, 344)[48].

İstanbul Hâvernâme’sinde Hz. Ali’nin maceraları arasında yer alan ejderi ve periyi öldürmesi, Düldül’ün yardımıyla arslanı öldürmesi Rüstem’in maceralarını hatırlatan öykülerden bazılarıdır. Bu öyküler aynı zamanda İstanbul Hâvernâme’ sinde ve Şehnâme’nin XIV. yüzyıldan itibaren günümüze ulaşan resimli kopyalarında sıklıkla görsel dile aktarılan temalar arasında yer alır. Şüphesiz her iki destanın ortaklığı yalnızca bu maceralarla sınırlı olmasa gerektir. Fakat İstanbul Hâvernâme’sinde resimlenen konulardan yola çıkılarak hem metin hem de resimlerin kesiştiği ortaklığa dikkat çekilmiştir. Şehnâme’nin çok sayıda resimli nüshalarında aşağıda söz edilecek konuların resimleriyle karşılaşılır. Fakat bu bölümde amaç Şehnâme’nin İstanbul Hâvernâme’si ile ortak kimi temalarının hangi nüshalarda ne şekilde yer aldığı değildir. Bu yüzden resimli Şehnâme nüshalarına yer verilmemiştir. İstanbul Hâvernâme’sinin özet bölümünde ve resimlerin anlatıldığı bölümde burada yer verilen öyküler ayrıntılı olarak anlatıldığı için İstanbul Hâvernâme’sindeki öykünün yeniden anlatımı yapılmamıştır. Şehnâme’de öykülerin nasıl aktarıldığından kısaca söz edilmiştir. Böylece İstanbul Hâvernâme’sindeki öyküler de hatırlanmış olur.

İstanbul Hâvernâme’sinde Hz. Ali’nin Billûr Dağı’ndaki maceraları sırasında Düldül’ün arslanla savaşı, Şehnâme’de Rüstem’in atı Rahş’ın arslanı öldürmesini hatırlatır. Rüstem Mazenderan’da bulunan Keykavus Şah’ı kurtarmak için yola çıkar. Dinlenmek için mola verdiğinde uykuya dalan Rüstem’in atına arslan saldırır. Fakat Rahş hemen arslanın üzerine saldırarak onu öldürür (Firdevsî/Lugal 1945: II, 85- 87). Bu öykü Rüstem’in kahramanlık imgesinin Hz. Ali’ye atfedilen ya da dönüştürülen yanlarının sadece iki kahramanın imgesiyle sınırlı kalmadığını gösterir. Rüstem’in maceraları Hz. Ali’ye uyarlanırken Rahş’ın kimi niteliklerinin ve destanda oynadığı rolün de Düldül’e yüklenmiş olduğu söylenebilir. Rahş’ın yukarıda değinilen dış görünüşü de hatırlanırsa kahramanların atlarının yalnızca maceraları değil fiziksel yanları da kimi dönüşümlere uğramış görünmektedir.

İstanbul Hâvernâme’sinin nakkaşının Düldül’ün arslana saldırdığı anı betimlerken kendisine neredeyse bir kalıp olarak Şehnâme nüshalarında karşılaşılan aynı konunun betimlemelerinin bir ön örnek oluşturduğu düşünülebilir. Bu ifade nakkaşın herhangi bir Şehnâme nüshasını bire bir kopya ettiği anlamı taşımaz. Fakat Hz. Ali ikonografisi açısından sıklıkla karşılaşılan bir betimleme olmaması ve metinler arasındaki bağlantı hatırlandığında Şehnâme nüshalarından bazılarının nakkaşa örnek oluşturması ihtimali düşünülebilir (Bağcı 2005: 241).

Rüstem, Mazenderan yolculuğu sırasında karşısına çıkan ejderi atı Rahş’ın yardımıyla öldürür (Firdevsî/Lugal 1945: II, 91- 96). Hz. Ali de Billûr Dağı’nda ejderle mücadele eder. Hz. Ali’nin ve Rüstem’in türlü maceralar sırasında öldürdükleri ejderler her iki kahramanın cesaret ve gücünü ispatlayan önemli simgelerden biridir. Hz. Ali İstanbul Hâvernâme’sinde iki resimde ejderi öldürürken canlandırılmıştır. Bu resimler Şehnâme nüshalarında Rüstem’in ejder öldürürken görülen betimlerine benzer (Bağcı 2005: 241).

Rüstem’in Mazenderan’da başından geçen maceralardan biri olan cadı ile karşılaşması Hz. Ali’nin Billûr Dağı’nda bir su kenarında karşılaştığı peri ile olan maceralarını anımsatır. Rüstem çok güzel bir kadın olarak karşısına çıkan cadının bir anda yaşlı bir görünüme kavuştuğunu görür ve onu kılıcıyla öldürür (Firdevsî/Lugal 1945: II, 96- 98).

Hz. Ali’nin doğumundan başlayarak görsel dile aktarılan yaşam öyküsünde Hâvernâme destan kahramanı kimliğini vurgulayan ve yaşam öyküsüne adanmış tek resimli eser olmasıyla Hz. Ali ikonografisinde ayrı bir yere sahip olmuştur.

VIII. DEĞERLENDİRME

Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’in İslâm dinini aile fertlerine açıklamasıyla küçük yaşlardan itibaren peygamberin bakımı ve terbiyesi altında yetişen Hz. Ali İslâm dinini kabul ederek günümüze kadar ulaşan kimliğinin oluşmasındaki ilk adımı da atmış olur. Küçük yaşlardan itibaren Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’le birlikte yaşamaya başlamış ve peygamberin amcasının oğlu, damadı, torunlarının babası olmasının yanı sıra İslâm dinini en iyi bilen âlim, bilge sıfatlarıyla donatılmış ve kimliği üzerindeki tartışmalar bir yana herkesin dinî konularda başvurduğu, yardım istediği bir otorite olmuştur. Peygamberle yaşamı İslâm dinini en iyi şekilde öğrenmesini sağlarken yeni dinin yayılma sürecinde katıldığı savaşlar sıfatlarının yanına İslâm dininin savaşçısı, kahramanı ünvanını da eklemiştir.

İslâm dininin Şiî ve Sünnî olarak iki ana mezhebe ayrılmasının baş aktörü olan Hz. Ali, İslâm kültür ve sanatını yansıtan pek çok alanda sayısız sıfat ve imgeleriyle karşımıza çıkmaktadır. Hz. Ali’nin kimliği İslâm dünyasında peygamber de dâhil başka herhangi bir kişide görülmeyecek derecede efsane ve mitolojik unsurlarla beslenerek kutsallaştırılmış, İslâm dinî ve tarihînde elle tutulan somut bir Hz. Ali kimliğinden zaman zaman peygamber zaman zaman zaman da Tanrılık vasıfları atfedilen ilahî ve ulu bir karaktere dönüşmüştür. Şüphesiz bu dönüşüm İslâm dünyasının tarihî ve toplumsal olaylarının seyriyle yakından ilgilidir. Hz. Osman’ın ölümünden sonra halife seçilen Hz. Ali ile onun hilafetini tanımayan Muaviye arasındaki halifelik mücadelesi İslâm toplumları arasında çeşitli farklılıklar yaratırken Hz. Ali’nin ululaşması sürecine de önemli katkılar sağlamıştır. Sünnîler Hz. Ali’yi İslâm’ın dördüncü halifesi olarak kabul edip saygı duyarken Şiîler onu peygamber tarafından kendisinden sonra halife olarak seçilmiş bütün Müslümanların imamı olarak kabul etmişlerdir. Her fırsatta Hz. Ali’nin Kur’an- ı Kerim ve peygamberin sözleri delil getirilerek diğer müslümanlardan farklı, dolayısıyla hilafete layık tek kişi ve ‘seçilmiş’ olduğu vurgulanmıştır.

Hz. Ali’nin gerçek bir kimlikten ilahî dönüşüme daha hayattayken uğramaya başladığı, Muaviye ile arasındaki mücadelenin bu dönüşümü tetikleyen en önemli siyasî unsur olduğu düşünülür. Hayatının trajik bir ölümle sonlanması ailesi ve yandaşlarının Kerbelâ’da uğradıkları şiddet halifenin günümüze kadar ulaşan efsaneleşme süreci içinde önemli kilometre taşlarını teşkil etmektedir.

Hz. Ali’nin de kimliğini etkileyen dinî ve siyasî alandaki değişim ve dönüşümler kendi seyrini izlerken söz konusu değişim ve dönüşümlerin kültür- sanat alanına yansıması da kaçınılmaz olmuştur. Kimi zaman İslâm dini ve tarihi bağlamında ele alınan yaşam öyküsü kimi zaman da efsane ve mitolojik unsurlarla bezenmiş olarak sunulmuştur. Böylece farklı sıfat ve imgelerle İslâm kültürüne eklenen Hz. Ali görsel dünyanın da vazgeçilmez konularından olmuş ve sanatın farklı alanlarında farklı biçimlerde yer almıştır. Hz. Ali’nin kimliği ‘gerçek’ten ‘efsane’ye dönüşürken adına eklenen ‘ilâhî’ ve ‘ulu’ sıfatların yanı sıra ‘hattatların pirî’, ‘peygamber ailesinin en güzel şiir söyleyen kişisi’, ‘kalem ve kılıç ustası’ kimlikleri de onun efsaneleşme sürecinin sanata yansıyan imgelerinden izler taşır.

İslâm sanatının en yaygın alanlarından olan resimli el yazmalarda Hz. Ali, yaşam öyküsünün kimi anlarıyla temsil edilirken anıtsal mimaride de ‘yazı-portre’siyle yer almıştır. İslâm anıtsal mimarisinde geometrik ve bitkisel süslemelerin yanı sıra yazı da önemli bir yer işgal eder. Allah, Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem], Kuran-ı Kerim’den ayetler ve dört halifenin isimleri anıtsal mimaride sık kullanılan yazı kompozisyonlarının en önemli motifleridir. Tez kapsamı içinde Fatimi Devleti ile Anadolu Selçuklu Devleti’nin anıtsal mimarisinde karşılaşılan ‘Ali’ yazıları tartışma konusu edilmiştir. Şiî inancının resmi devlet dini olduğu Fatimi Devleti’nde Hz. Ali’nin ismine peygamberle birlikte yer verilmiştir. Oysa görünüşte Sünnî inancını benimseyen sultanlar tarafından yönetilen Anadolu Selçuklu yapıları göz önüne alındığında kompozisyonların farklılaştığı gözlenir. Anadolu Selçuklu yapılarında Fatimi yapılarından farklı olarak peygamber ve Hz. Ali’nin yanı sıra kendisinden önceki üç halifenin isimleriyle karşılaşmak mümkündür. Hz. Ali’nin adı tartışılan anıtsal yapıların giriş kapısı, duvarları, minberi, mihrabı ve kubbesi başta olmak üzere farklı alanlarında rastlanır. Dile getirilen örnekler Hz. Ali’nin İslâm sanatındaki imgesinin öneminin altını çizmektedir.

Fatimi dönemine ait yapılarda Hz. Ali adının siyasî/dinî tercihlerle özel olarak seçilip vurgulandığı söylenebilir. Fakat Anadolu Selçuklu döneminin örneklerini değerlendirebilmek daha zordur. Genel olarak Hz. Ali adının Moğol istilasından sonraya tarihlendirilen yapılarda daha sıklıkla karşılaşılan bir motif olduğu kabul edilir. Fakat bunun nedenlerini tam olarak açıklayabilmek mümkün olamamaktadır. Konuyla ilgili yapılan tartışmalar bu döneme ait irdelenen yapılarda Hz. Ali adına daha sık yer verilmiş olmasını Moğol istilasından sonra artan göç dalgası sonucunda Anadolu’ya gelen Şiî ustaların varlığıyla açıklar. Şüphesiz sanatçıların tartışılan yapılarda zaman zaman etkilerinin olması kaçınılmaz olmakla birlikte yapının banisinin bilgisi dışında ya da ondan bağımsız Hz. Ali ismine sanatçının tercihiyle yer verilmiş olma ihtimali zayıftır. Sözü edilen örneklerde Hz. Ali’nin ‘yazı-portresi’ Anadolu Selçuklu mimarisinde Şiî mezhep ve tarikatların kendisine yüklediği sıfatların bir yansıması olarak yer almış olmalıdır. Yapıların inşa edildiği yıllarda Selçuklu sultanlarının otoritelerinin zayıflaması, halk arasında Şiî inancının yayılması ve buna bağlı olarak Hz. Ali kimliğinin öne çıkması ‘yazı-portre’de Hz. Ali adının daha sık ele alınmasını etkilemiş olabilir. Hz. Ali’nin adının özellikle ‘Allah’ ve ‘Muhammed’ ismiyle yan yana yazıldığı örnekler Anadolu’da Hz. Ali’nin ilâhî kimliğiyle var olduğunun ve bu kimliğin mimaride yaygınlıkla kullanılan bir imgeye dönüştüğünün delilleri olarak karşımıza çıkar.

İslâm sanatının yaygın örneklerinden resimli el yazmalarda da Hz. Ali yaşam öyküsündeki zengin anlatımlarla yerini almıştır. Hz. Ali’ye yer veren resimli yazmaların en önemli ortak yanlarından biri konunun odağında yer almamış olsa da ‘dinî’, ‘tarihî’, ‘efsanevî’ imgeleriyle Hz. Ali’nin resimlerde temsil edilmiş olmasıdır. Hz. Ali, XIII. yüzyıldan başlayarak dinî, tarihî ve edebî konulu olmak üzere geniş bir yelpaze oluşturan eserlerin resimli kopyalarında yer alırken bir yandan da kendi yaşam öyküsüne adanmış Hâvernâme ile karşımıza çıkmıştır. Geniş bir coğrafyaya yayılan İslâm hanedanlıkları süresince üretilen resimli yazmalarda kimi zaman birbiriyle örtüşen kimi zaman birbirinden farklı temalar ve ikonografik yaklaşımlar içinde Hz. Ali resim sanatının sıklıkla betimlediği önemli imgelerden biri olmuştur.

Hz. Ali’nin İslâm tarihi boyunca ‘gerçek’ten efsane’ye doğru gelişen kimliğinin zengin bir yaşam öyküsü oluşturduğu ve bunun sanatsal ifadelerinin de aynı zenginlik içinde eserlere yansıdığı tez boyunca aktarılmıştır. Kimliğinde barındırdığı farklı imgeler resimli el yazmalarda ifadesini bulmuş ve Hz. Ali ikonografisi bu farklı imgelerin dinî, tarihî kimi zaman da edebî bağlam içinde gelişen seyriyle zenginleşmiştir.

İslâm diniyle ilgili günümüze ulaşan ilk betimlemelerden itibaren Hz. Ali’ye resim sanatında yer verildiği görülür. XIII. yüzyılın ilk yarısına tarihlendirilen Varka ile Gülşah’ın resimli nüshası kronolojik olarak Hz. Ali’nin bilinen ilk betimlemelerini içinde barındırır. Varka ile Gülşâh’ın resimleri Hz. Ali’ye yer veren erken tarihli betimlemeler olarak dikkat çekerken aynı zamanda Hz. Ali’nin daha sonraki resimlerde karşılaşılan kendisine özgü ‘portre’sinin de ilk örneklerini barındırır.

Hz. Ali’nin yer aldığı resimleri farklı açılardan okumak ve değerlendirmek mümkündür. Resimler Hz. Ali’nin yaşam öyküsünün görsel yansımaları biçiminde ele alınabilir. Bu bakış açısı bize kimi değerlendirme olanağı sunar. Hz. Ali, resim sanatında doğumundan itibaren yer almakta ve yaşam öyküsünün önemli anları neredeyse kronolojik biçimde takip edilebilmektedir. Resimlerde hem dinî/tarihî bir kişilik hem de bir efsane kahramanı olarak yer alır. Diğer bir bakış açısı ise Hz. Ali’nin biyografisi dışında bu resimlerin İslâm dinî ve tarihî bağlamında ifade ettiği anlamı içerir. Hz. Ali’nin yer aldığı resimler aynı zamanda İslâm tarihinin de betimlemeleridir. Peygamberden başka Hz. Ali dışında yaşam öyküsünün İslâm tarihiyle örtüştüğü ve bu örtüşmenin resim sanatına yansıdığı başka bir kişi yoktur denilebilir. İslâm dini ile ilgili tasvirler aynı zamanda peygamberin de yaşam öyküsünü ifade eder. Bu açıdan bakıldığında İslâm dinî/tarihî tasvirlerin büyük bir bölümünün Hz.Muhammed’in biyografisi bağlamında oluşmuş olması kaçınılmazdır. Oysa bu tutumun farklılaşıp biçim değiştirerek karşımıza çıktığı ikinci bir kişi ise Hz. Ali’dir. Şüphesiz resimlere yansıyan bu ifade Hz. Ali’nin İslâm tarihinde oynadığı etkin rol ile açıklanabilir. Fakat bu açıklama resimlerin tümü göz önüne alındığında eksik bir değerlendirme olarak kalır. Nitekim Hz. Ali çoğu resimde konunun odağında olmamasına rağmen peygamberin hemen yakınındaki kişi olarak yerini almıştır. Bu durum yazmaları resimleyen sanatçıların ve bu sanatçıların içinde yaşadıkları toplumun hafızasındaki yerleşik Hz. Ali imgesinin resimsel dile dönüşümünü ortaya koyar niteliktedir.

Hz. Ali’nin toplumun hafızasına yerleşmiş İslâm dini ve peygamberiyle bir arada algılanan imgesi resimlerinin betimlemesinde etkin rol oynamış, konunun odağında olmasa da resmin en önemli kişisinin yani peygamberin yakınında onun ayrılmaz parçası olarak tasvir edilmiştir.

Gerek İslâm tarihi gerek kendi kişisel biyografisini içeren resimlerde Hz. Ali, peygamberin en yakınındaki yardımcısı, yoldaşı, damadı, torunlarının babası, İslâm dininin savaşçısı, İslâm devletinin halifesi ve destan kahramanı olmak üzere kimliğinde barındırdığı sayısız sıfatlarla yer almıştır. Bu resimlerin zaman zaman Şiî ya da Sünnî inanç çevrelerinin Hz. Ali’ye bakış açısını sunan simgesel anlamlar yüklendikleri görülür. Kimi zaman resmin konusunun seçiminde kimi zaman da konunun görsel dile aktarım biçiminde bu eğilimleri hissetmek mümkün olmaktadır. Elbette sözü edilen bu değerlendirmeler üretim aşaması ile ilgili elimizde yeterince bilgi sahibi olabildiğimiz el yazmaları üzerinden yapılabilmektedir. Ancak zaman zaman resimde Hz. Ali’nin yer alma biçiminden hareketle yazmanın Şiî ya da Sünnî bir işverene ithaf edilmiş olabileceği de ileri sürülebilmiştir.

Hz. Ali’nin resimlerdeki imgesi kesin olmamakla birlikte kimi yazmaların tarihî çerçevesini çizmek için değil ama ait olabilecekleri çevrenin dinî eğilimlerini belirlemede göz önünde bulundurulabilen önemli bir ipucu olarak ele alınabilir olmaktadır. Hz. Ali’nin resimlerini içeren kompozisyonlar zaman zaman bu bakış açısıyla irdelenmiştir.

Tezde resimli yazmalar Hz. Ali’nin kimliği üzerinden tartışılırken aynı zamanda benzer içerikli yazmalarda aynı konunun betimlenme yaklaşımında benzer ve farklılıklara da değinilmiştir. Tartışılan resimlerde çoğunlukla savaş alanlarındaki etkinliğiyle yer almıştır. Bunun yanı sıra Şiîler tarafından Hz. Ali’nin ‘seçilmiş’liği ve peygamber tarafından bunun açıkça ilân edildiğinin delilleri arasında gösterilen ‘Gadîr-i Hum’, ‘Mübâhele’ gibi Hz. Ali’nin dinî/tarihî kimliğinin en önemli tartışma konularının başta tarih metinleri olmak üzere resimleri arasında yer bulmuş olduğu da göze çarpar. Bu resimleri İslâm tarihi çerçevesinde peygamberin yaşam öyküsü bağlamında resmedilen temalar olarak görmekten çok Hz. Ali’nin dinî- tarihî kimliğinin tartışmalı anlarının görsel biçime dönüşümü olarak görmek mümkündür.

Hz. Ali’nin özellikle peygamberin ölümünden sonra doğrudan biyografisiyle ilişkili resimlerine çok fazla tesadüf edilmez. Hz. Osman’ın ölümünden sonra halife oluşu, halifeliğini kabul etmeyen Müslüman gruplarla yaptığı savaşlar ve ölümü Hz. Ali’nin tek başına öne çıktığı ve peygamberden bağımsız kendi yaşam öyküsüyle var olduğu anlara işaret eder. Sözü edilen anların yalnızca maktel türü eserlerin resimli kopyalarında canlandırılmış olduğu görülür. Dolayısıyla yazmaların hitap ettikleri çevre kimi zaman resimlerin konularını belirlemede etkin olabilmektedir. Maktel resimleri Hz. Ali’nin kişisel biyografisini sunan ender örnekler arasında yer alır.

Günümüze ulaşan resimli yazmalarda Hz. Ali daha çok İslâm dininin savaşçısı kimliğiyle ön planda olmuştur. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] zamanında ve onun komutası altında yapılmış İslâm tarihinin en önemli savaşlarında Hz. Ali başkahramandır. Resimli yazmaları betimleyen sanatçılar bu savaşları Hz. Ali’nin teke tek yaptığı mücadele anlarıyla simgeleştirmişlerdir. Böylece resimler bir yandan Hz. Ali’nin kahramanlık imgesini biçimlendirmiş bir yandan da İslâm tarihinin savaşlarını görsel dile aktarmıştır. Bunun yanı sıra efsanevî kimliğinin uzantıları olarak görülebilecek sihirle büyüyle mücadelesi, ejderleri öldürmesi de İslâm kültürü içindeki Hz. Ali imgesinin görsel ifadelerini oluşturur.

Hz. Ali’nin farklı imgelerinin görsel yansımaları olan betimlemelerin yanı sıra Falnâme resimleri Hz. Ali’yi daha çok mucizevî etkinlikleriyle canlandırır. Hz. Ali ikonografisinde “farklı” ve “özgün” bir yere sahip olan bu kompozisyonlarda Hz. Ali geleceğe dair iyi ve uğurlu günlerin habercisi olarak yer alır. Efsanevî kimliğinin daha çok mucizelerle bezenerek sunulduğu Falnâme resimleri hem Hz. Ali’yi temsil eden imgeleriyle hem de resim sanatında betimleme diline getirdiği farklılıkla dikkat çekmektedir.

Hz. Ali’nin resim sanatında karşılaşılan imgeleri tartışılırken Hâvernâme’nin Hz. Ali’nin efsanevî yaşamına adanmış olmasıyla diğer örneklerden ayrıldığı vurgulanmıştır. Hz. Ali’nin resimli yazmaların kimilerinde ‘gerçek’ kimilerinde ise ‘efsane’ ve ‘mucize’lerle örülü kimliğinin betimlenmesi tercih edilmiştir. Söz konusu tercihin birbiriyle örtüşüp iç içe sunulduğu bir örnek olan Siyer-i Nebî resimleri ise Hz. Ali’nin resim sanatında karşılaşılan tüm kimliklerinin bir araya gelmiş görüntüsünün temsilini yansıtır. Hz. Ali doğumundan başlayarak yer aldığı resimlerde hem ‘gerçek’ kimliğiyle hem de ‘efsane’ kahramanı kimliğiyle yer almıştır.

Hz. Ali’nin tezde tartışılan resimli örneklerinin son halkasını Hâvernâme’nin resimli kopyaları oluşturur. İran’ın İslâm dinini özümseme sürecinin bir uzantısı olarak ele alınan Hâvernâme Timurlu dönemi şairlerinden İbn Hüsam tarafından 1427 yılında Şehnâme örnek alınarak yazılmıştır. Hz. Ali’nin hayalî ülkelerde hayalî İslâm düşmanlarıyla yaptığı savaşları konu alan eserde Hz. Ali efsane ve destan kahramanlarına ait sıfatlarla donatılmış olarak karşımıza çıkar. Eserde İslâm dinini yaymak inançsızlarla savaşmak üzere Tanrı tarafından özel olarak ‘seçilmiş’ olduğu vurgulanan dinî kimlikli bir destan kahramanıdır. Günümüze resimli dört nüsha ulaşmıştır. En erken tarihli olan nüshalardan Tahran Hâvernâme’si 1450 yılında istinsah edilmeye başlar. Yazma 1476 ile 1486 yılları arasında uzun bir süreç içinde betimlenmiştir. Günümüze dağılmış halde ulaşan ve 115 resimden oluşan yazmanın kimi tasvirlerinde nakkaş Farhad’ın imzası bulunur. Rampur nüshası ise 1450 ile 1476 yıllarına atfedilir. İki cilt halindeki bu nüshada yirmi beş resim vardır. 1686 tarihli Londra nüshası 157 resim barındırır. Tezde ayrıntılı olarak ele alınmaya çalışan İstanbul Hâvernâme’si hem metin hem resimleriyle tamamlanmamış biçimde günümüze ulaşmıştır ve 15 resim barındırır. Bu nüshanın resimlerinin İslâm resim sanatının bilinen bir ekolünün temsilcisi ya da herhangi bir resim geleneğinin takipçisi olduğunu söylemek zordur. Üretim sürecine ilişkin tarafımızdan kimi öneriler ortaya konmakla birlikte İslâm resim sanatında kimi resim geleneklerinin dışında bir yere sahip olduğu görüşü daha ağırlık kazanmaktadır. Resim programı açısından da bakıldığında İstanbul Hâvernâme’si içinde bulunan 15 resimle diğer nüshalardan ayrılır. Üç resimli nüsha resim temaları açısından ele alınmıştır. Fakat yapılan karşılaştırmalar ‘ Hâvernâmelere özgü resim programı’nın varlığı konusunda çok aydınlatıcı olmamakla kimi ortak ve farklı yanların tespitini sağlamıştır.

Hz. Ali’nin bir destan kahramanı imgesiyle temsil edildiği Hâvernâme resimlerinin temaları ve ikonografik modelleri İran destanı Şehname'de karşılaşılan mitolojik kahramanların özellikle Rüstem’in etkinlikleriyle çakışır. Bu açıdan bakıldığında Hâvernâme hem metin hem resim bağlamında İran destanının Hz. Ali’ye uyarlanmış biçiminden kesitler barındırır. İslâm resim sanatında diğer örneklerle birlikte Hz. Ali ikonografisinin özgün biçimlerini sunan imgeler olarak yer alır.

Gerek Tahran ve Rampur gerekse İstanbul Hâvernâme resimleri Hz. Ali imgesinin neredeyse tüm özellikleriyle XV. yüzyıl ortalarından itibaren tamamlandığını gösterir. Dinî ve elbette Arap kahraman kimliğiyle karşımıza çıkmaktadır. Daha önceki kimi resimlerde Hz. Ali daha çok Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem]’e bağlı ve dolaylı olarak yer alırken XV. yüzyıl ortalarından itibaren yazılı ve görsel kültürde destan kahramanı kimliğinin tüm niteliklerini kazanmış tek başına ve bağımsız bir imge haline gelmiştir. Hz. Ali’nin resim sanatındaki bu imgesi resimli yazmalarda örneğin maktel türü eserlerde çeşitlenip zenginleşerek XVI. yüzyılda da devam etmiştir. Günümüze ulaşan örnekler Hz. Ali’nin XVII. yüzyılda da resimli el yazmalarda benzer imgelerle betimlendiğini gösterir. Daha sonraki yüzyıllardan ulaşmış örneklere ise sık tesadüf edilmez.

Birbirinden farklı resim geleneğine sahip sanatçılar tarafından, farklı tarihlerde farklı içerikteki metinlerin yapraklarında ifadesini bulan resimler kalıplaşmış bir Hz. Ali ‘portre’sinin varlığını bize gösterir. Bu ‘portre’ zaman zaman belirli bir fiziksel biçimle karşımıza çıkarken zaman zaman da Hz. Ali imgesinin tamamlayıcı simgeleri olan Zülfikâr, Düldül ve Kanber ile tanımlı hale getirilmiştir. Resimlerde Hz. Ali genellikle kızıl saç ve sakalla ya da kendisine has giysiyle betimlenmiştir. Ayrıca bu türden fiziksel ayrıntılar olmasa da konuyla ilişkili olsun ya da olmasın hemen yanında betimlenen Zülfikâr, Düldül ve Kanber resimlerde Hz. Ali’nin tanınmasını sağlayan ve ‘portre’sini bütünleyen önemli simgeler olarak kompozisyonlarda yer alır.

Hz. Ali’nin kimi resimlerinde yüzünün peçe ile kapatıldığı ve başının kutsal nur halesiyle çevrelenmiş olduğu görülür. Bu yazmalarda karşılaşılan ‘kutsal’ Hz. Ali imgesi yazmaların hitap ettikleri çevrenin dinî eğilimleriyle ve Hz. Ali’yi algılama biçimleriyle yakından ilgilidir. Özellikle Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ile birlikte yer aldığı resimlerde peygamberle eşit biçimde kutsal simgelere bürünmüş olarak temsil edilmesi kendisine atfedilen kutsallığın görsel kültürdeki yansımaları olarak okunabilir.

XIII. yüzyıldan başlayarak XVII. yüzyıla kadar İslâm resim sanatının farklı içerikteki metinlerinin resimlerinde önemli bir imge olarak yer alan Hz. Ali İslâm toplumlarınca kendisine atfedilen bütün sıfatlarıyla temsil edilmiştir. Tartışılan resimler Hz. Ali’nin İslâm toplumları tarafından algılanışının görsel ifadeye yansıyan biçimlerini oluşturmaktadır.

 



[2]    İbni Kuteybe, el -Maarif. Nebiler ve Sahabilerin Sireti (Çev. Hasan Ege, İstanbul, t. y.)

[3]    Taberî, Târih el- rusul ve ’l- mülük (Yay. Haz. Yar- Shater, New York, 1987, XXXII cilt)

[4]    İbn El- Esîr, el-Kâmilfi’l- târih (Yay. Haz. Mertol Tulum, İstanbul, 1987, XII cilt)

[5]    İbni Kesîr, el- Bidâye ve’n- Nihâye. Büyük İslâm Tarihi (Çev. Mehmet Keskin, İstanbul, 1994- 1996, XV cilt).

[6]    İbni Kuteybe ve Taberî, Irak’ta Abbasi Devleti (750- 1258) zamanında yaşayan tarihçiler arasında yer alır. İbn El- Esîr, Eyyubî Devleti (1171- 1348) himayesinde yetişmiştir. İbni Kesîr (ölm. 1373) ise Memlûk Devleti (1250- 1517) zamanında yaşamış İslâm tarihçisidir.

[7]    Nevbahtî, Fıraku ’ş- Şia. Şiî Fırkalar (Çev. Hasan Onat ve Diğerleri, Ankara, 2004).

[8]    Kummî, Risaletü ’l- İtikadati’l- İmâmiyye. Şiî İmamiyenin İnanç Esasları, (Çev. Ethem Ruhi Fığlalı, İstanbul, 1978).

[9]    İbni Kuteybe, Te ’vilu Muhtelifi ’ l- Hadis. Hadis Müdafası, (Çev. Hayri Mehmet Kırbaşoğlu, İstanbul, 1979).

[10]   Bağdâdî, el- Fark Beyne ’l- Fırak. Mezhepler Arasındaki Farklar, (Çev. Ethem Ruhî Fığlalı, İstanbul, 1979).

[11]   Muaviye ibn Ebu Süfyan (ölm. 680) Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın halifeliği zamanında Suriye valisi olarak görev yapar. Hz. Ali’nin halifeliğini kabul etmez ve kendi halifeliğini ilân eder. 661- 680 yılları arasında İslâm devletinin halifesi olan Muaviye Emevî Devleti’nin kurucusudur (Aycan 2005: 332).

[12]  İbn El- Esîr, Cemel Savaşı ile ilgili Taberî’de yer alan rivayetleri sıralar. Fakat tezde kullanılan nüshada “din- Ali” deyimi şair Yesribî ile ilişkilendirilmemiştir. Deyim İbn El- Esîr’de Hz. Ali’nin ölümünden sonraki yıllarda Hz. Ali ve ailesi adına baş gösteren ayaklanmalardan biri olan Muhtar Sakafi’nin (ölm. 686) lideri olduğu olaylar sırasında Hz. Ali taraftarı bir kişi tarafından ifade edilmiştir. İbn El- Esîr de Taberî gibi deyimin anlamı üzerinde açıklama yapmamıştır (İbn El- Esîr /Tulum 1986: IV, 215).

[13]  Hz. Ali taraftarlarına karşı yapılan baskılar İbn Esîr tarafından da dile getirilmiştir (İbn El- Esîr/Tulum 1986: III, 480).

[14] Gölpınarlı Hz. Ali’nin hutbe ve sözlerinin kitap haline getirilmesiyle ilgili bilgileri hazırlamış olduğu Nehc’ül- Belâga isimli kitabında Muhammed Tusi’ye (ölm. 1067) dayanarak aktarmıştır (Gölpınarlı 1970: 6- 19).

[15]

Devletşah, Tezkıre-ı Devletşah, (Çev. Necatı Lugal, 1963), Aşık Çelebi, Meşâiru ş- şu arâ, (nşr. G. M. Meredith- Owens, London, 1971), Kâtip Çelebi, Keşf el- Zünun, (nşr. Kilisli Muallim Rifat- Şerefettin Yaltkaya, İstanbul, 1941- 1943, II cilt) Dost Muhammed, Bahram Mirza Albümü ’nün (TSMK. H. 2154) başına yazdığı önsözün metni A Century of Princes Sources on Timurid History and Art adlı kitapta yer alır (Wheeler M. Thackston, Washington D. C. - Los Angeles, 1989), Gelibolulu Mustafa Âlî Menâkıb-ı Hünerverân (Haz. Müjgan Cunbur, Ankara, 1982).

[16] Ümmü Gülsüm Meşhedi’nin mihrabı bugün Kahire İslâm Müzesi’nde bulunmaktadır.

[17]  Yeminî, Hazreti Ali’nin Faziletnâmesi, (Haz. Adil Ali Atalay Vaktidolu, İstanbul, 2003).

[18]    Sivasî, Menâkıb- ı Çehar Yâr- ı Güzin. Dört Büyük Halifeden Menkıbeler, (Sad. Hüseyin Erdoğan, İstanbul, 1981

[19]  Firdevsî, Şehnâme, (Çev. Necati Lugal, İstanbul, 1945).

[20] Tezde tartışılan resimlerin tamamı Nişaburî’nin Kısâs- ı Enbiyâ’sının resimli nüshalarında yer almaktadır.

[21] Bu konuÂsâr-1 MuzafferCe (DCBL. Pers. 235, y. 55a; SPPL. Dorn 456, y. 124a), Ravzatü’s-Safâ’da (DCBL. No. 254, y. 83b) resimlenmiştir. (Bkz. Katalog).

[22] Konu Camiü ’t- Tevârih (KhC. K1, y. 66a), Âsâr-ı Muzaffer (TSMK. H. 1233, y. 96b), Kısâs-ı Enbiyâ (TSMK. H. 1228, y. 157b) Tarihü’l-Rüsul ve’l-Mülük’de (WFGA. 1957. 16, y. 182a) resimlenmiştir.(Bkz. Katalog).

[23] Konu Kısas-1 Enbiya (LKC.) resimlenmiştir. (Bkz. Katalog).

[24] Bu konu Kısâs-1 Enbiyâlarda (TSMK. H. 1226; y. 228a; LKC. Y. 305b; LBL. Add. 18576; y. 158a; DCBL. Pers. Ms. 231, y. 275a) resimlenmiştir. (Bkz. Katalog).

[25] Bu konu, Hadikatü ’s- Süeda’da ( TİEM. T. 1967, y. 108b; LBL. Or. 7301,y. Y. 103b; NYBM. No. 70. 143, y. 162a) Ravzatü’s- Şüheda ( BS. MS. Diez A fol. 5, y. 95b) Maktel-i Âl- i Resul’de (LBL. Or. 7238 (dağılmış bir nüshanın tek yaprağı) tasvir edilmiştir. (BKz. Katalog).

[26]    Bu konu Hadikatü’s-Süeda’da (AEM. No. 573; NYBM. 70. 143; PBN. T. 1088; LBM. Or. 7301) Maktel-i Âl- i Resul'de (NYMMA. No. 55. 121.40(tek yaprak); LBM. Or. 7238) resmedilmiştir. (Bkz. Katalog).

[27]  Bu konu Firdevsî’nin Şehnâme' sinin TSMK. H. 1509, 7b; TML. Ms. 5986, y. 1a; SPOI. C. 822, y. 11a; LBL. Add. 15531, NYMMA. 70. 301. 1. (Tahmasp Şehnâmesi)’de yer alan nüshalarında resimlenmiştir. (Bkz. Katalog).

[28]   Daha önce dile getirildiği üzere Hz. Ali’nin resimli el yazmalarda bulunan betimlemeleri belli başlıklar altında tartışılırken öncelikle konunun içinde barındırdığı anlamlara göre gruplandırma yapılmıştır. Kimi resimler benzer şemaları yansıtmakla birlikte konu itibariyle farklı başlıklar altında değerlendirilmiştir. Bu nedenle yukarıda tartışılan resim şema olarak Hz. Ali’yi İslâm halifelerinden biri olarak algılayan resimleri çağrıştırmasına rağmen Hz. Ali ikonografisi açısından taşıdığı önem nedeniyle ayrı başlık altında tartışılmıştır. Şehnâmelerin önsözünü betimleyen resimlerin Hz. Ali ikonografisi açısından farklı anlamlar ifade etmesi ve kimliğine ilişkin çeşitli sıfatları çağrıştırması nedeniyle ‘Şiî Gemisi’ başlığında irdelenmesi uygun görülmüştür.

[29]    Bu konu Kısâs-ı Enbiyâ’da (BS. Diez A fol. 3; TSMK. H. 1227; TSMK. R. 1536) Tahmasp Falnamesi’nde resmedilmiştir. (Bkz. Katalo ve Ek 1).

[30]  Bu konu EUM. No. 161, PBN. No. 30’da bulunan el-Âsârü ’l-Bakiye nüshalarında resimlenmiştir. (Bkz. Katalog).

[31]  Konu Siyer-i Nebî’nin 3. cildinde (NYPL. Spencer Kol. y. 457b) de resimlenmiştir (Tanındı 1984, Res. 49). Fakat resimde Hz. Ali’ye yer verilmemiş olmasınan dolayı burada ele alınmamıştır. (Bkz. Ek 2).

[32]   Bu konu Ahsenü ’l-Kibar"da (TGSM. 2252), Âsâr-ı Muzaffer"de (DCBL. Pers 235), Falname"de (DSL. E. 445) resmedilmiştir (Bkz. Katalog ve Ek 1).

[33]   Bu konu, Maktel-i Âl-i Resul’ün (TİEM. T 1958, y. 8a; LBL. Or. 7238, y. 9a) kopyalarında görülür. (Bkz. Katalog).

[34]Bu konu Hadikatü ’s- Süeda’mn (AEM. No. 573;y. 121a; LBL. Or. 12009, y. 120b; NYBM. 70. 143, y. 73a) kopyalarında resimlenmiştir. (Bkz. Katalog).

[35] Varka ile Gülşâh'm resimli nüshasında (TSMK. H. 842) Hz. Ali’nin resimlerinin yer aldığı ilk sahnenin (y. 69b) konusu “Hz. Muhammed’in Şam Şahı’ndan Aşıkların Öyküsünü Dinlemesi”dir. İkinci resmin (y. 70a) konusu ise “Hz. Muhammed’in Aşıkları Diriltmesi”dir (Bkz. Ateş 1961: 151; Tanındı 1984: 16). Fakat burada resimlerde yer alma biçimi nedeniyle her iki konu Hz. Muhammed ve Dört Halife başlığı altında değerlendirilmiştir.

[36] Zübdetü’t- Tevârih’in diğer resimli nüshalarında da Hz. Ali yer alır. Fakat burada tek bir resimde tartışılması yeterli görülmüştür.

[37] İçinde otuz altı resim barındıran bir diğer Falnâme (REM. No. 71830) hakkında ayrıntılı bilgi bulunamaması ve resimlerine ulaşılamaması nedeniyle yer verilememiştir.

[38] Yemini, Hz. Ali’nin Faziletnâmesi (Haz. Adil Ali AtalayVaktidolu, İstanbul, 2003).

[39] Hz. Ali’nin doğumundan başlayarak efsanelerle bezenmiş yaşam öyküsünde Hz. Ali’nin tabutundan uzanan eliyle düşmanı öldürmesi konusuyla ilgili bilgilere ulaşılamamıştır. Fakat Hz. Ali öldükten sonra gerçekleşen kimi mucizevî olaylar çeşitli kaynaklarda anlatılmıştır. Bunlar arasında Hz. Ali’nin öldükten sonra kendi cenazesini taşıdığı rivayeti yer alır. Rivayete göre Hz. Ali, yaralandığı zaman oğullarına yüzü örtülü bir kişinin yanında bir deve ile gelerek kendisinin tabutunu isteyeceğini söyler. Oğullarından bu kişiye tabutu teslim etmelerini ister. Hz. Ali öldüğünde yüzü örtülü bir kişi gelir ve oğulları Hz. Ali’nin isteği üzerine tabutu gelen kişiye teslim eder. Daha sonra tabutu teslim ettikleri kişinin peşinden giderler. Peşinden gittikleri kişi yüzündeki örtüyü açtığında bu kişinin Hz. Ali’nin kendisi olduğunu görürler (Gölpınarlı 1978: 296). Bu menkıbenin Tahmasp Falnâmesi’nde (y. 25b) resimlendiği bilinir (Milstein- Rührdanz-Schmitz 1999: 83). Fakat yayınlarda bu resme yer verilmediği için herhangi bir değerlendirme yapmak mümkün olamamıştır. Tahmasp Falnâmesi ’nin yanı sıra bu konunun Osmanlı halk resimleri olarak nitelendirilen farklı malzemelerden yapılan kimi zaman levhalar şeklinde olan bir grup resimde canlandırıldığı görülür (Aksel 1967: 101).

[40] Darîr, Siyer-i Nebî, (Sad. M. Faruk Gürtunca, İstanbul, 1963, III cilt).

[41] Anvari, bu bilgileri aynı zamanda İbn Hüsam’ın akrabası da olan Heratlı Hişamî Vaiz’in (ölm. ?) Târih-i Hişam adlı eserine dayanarak aktarmıştır (Anvari 2002: 12).

[42] Bu kopyalardan üç tanesi India Office Library’de bulunur. Bunlardan biri (No. 896) hattat Mahmud bin Abdurrahman tarafından 1558 tarihinde kopya edilmiştir. Diğer bir kopya ise (No. 898) tarihsizdir. Üçüncü nüsha (No. 899) ise Hâvernâme’nin kısa bir bölümünden ibarettir ve tarihi hakkında herhangi bir bilgi yoktur. (Ethe 1903: 560; Calasso 1979: 384; Anvari 2002: 16). Bu Farsça eserler yanında günümüze ulaşmış Türkçe Hâvernâmeler de vardır. Bunlardan uluşabildiğimiz iki tanesi Ankara Türk Dil Kurumu Kütüphanesi’nde bulunur. Bunlardan biri (Yz. A. 45) 1792 tarihini taşır. Diğeri ise (Yz. A/6) 1815 tarihlidir. Ankara Milli Kütüphane’de bulunan Türkçe Hâvernâme ise (06 Mil. Yz. A. 1073) tarihsizdir.

[43] Yazmanın resimli yapraklarının bulunduğu koleksiyonlar ‘Ek 3’ te belirtilmiştir.

[44] Hz. Süleyman’ın resimli el yazmalarda yer alan betimlemelerinin konuları “Kaynakça” da belirtilen çeşitli müze ve kütüphane kataloglarının yanı sıra Bağcı’nın “Takdim Minyatürlerinde Farklı Bir Konu: Süleyman Peygamber’in Divanı” isimli makalesinden alınmıştır (Bağcı 1993: 35- 59).

[45] Londra Hâvernâme’sinin yüz on bir resmine ise British kütüphanesinin http.www.imagesonline. bl.uk/britishlibrary adresinden ulaşılmıştır.

[46] Tahran nüshasının bu resmi yazmadan ayrılarak çeşitli koleksiyonlara dağılan yapraklardan biridir. Bu yaprak Cenevre, Sadruddin Aga Khan Koleksiyonu’nda bulunur (Welch- Welch 1982: 60- 61).

[47] Hz. Süleyman’ın resimli el yazmalarda yer alan betimlemelerinin konuları “Kaynakça” da belirtilen çeşitli müze ve kütüphane kataloglarının yanı sıra Bağcı’nın “Takdim Minyatürlerinde Farklı Bir Konu: Süleyman Peygamber’in Divanı” isimli makalesinden alınmıştır (Bağcı 1993: 35- 59).

[48] Bu bölümde Rüstem’in kimliği ve maceraları ile ilgili bilgiler Şehnâme’nin Lugal tarafından yapılan Türkçe çevirisinden elde edilmiştir.



















































































































Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar