HZ. OSMAN DÖNEMİ...SOSYOLOJİK BİR YAKLAŞIM
Hazırlayan:
Osman DERTLİ
Sosyolojik bakış ilk
başta toplumsal olay ve olgulara çok boyutlu bakışı ifade etmektedir. Çoklu ve
karmaşık nedensellik ilkesi bu anlamda sosyolojik bakışın en önemli
esaslarından biridir. Sosyolog sahip olduğu bu çoklu bakış açısıyla toplumsal
olayların birden fazla nedeninin bulunabileceğini ya da birkaç olayın tek bir
sebebi olabileceğini her zaman aklında bulundurur. Sosyolog toplumsal olayların
çok karmaşık ve göreli bir yapıya sahip olduğunun farkındadır. Ayrıca O, sosyal
fenomenlerin, kişiden kişiye, kültürden kültüre, toplumdan topluma değişebilen
anlam ve içeriklere sahip olduğunu bilir. Bu nedenle sosyolog, tabiat
olaylarında olduğu gibi “A’nın nedeni B’dir” türünden tek yönlü bir açıklama
yapmaktan, toplumsal olaylar hakkında kestirmeden, sağduyu bilgisiyle veya ön
yargıyla kesin önermeler kurmaktan kaçınır.[1]
Sosyolojik bakışın diğer bir önemli
noktası ise insanın yapma etmelerini toplumsal olayların bir parçası olarak
değerlendirmektir. Sosyolojik bakış, insan tarafından gerçekleştirilen eylemi
veya meydana gelen her hangi bir olayı, tek başına ve bireyi merkeze alarak
değerlendirmez, aksine o, eylem ve olayları insanın kurmuş olduğu,
birliktelikleri, ilişkileri ve etkileşimleri merkeze alarak yani grup odaklı
düşünerek ele alır. Çünkü insanlar toplum içerisinde birbirlerine bağımlı
olarak, bir arada ve birbirleriyle ilişki kurarak yaşarlar. Bu bağımlılık ve
ilişki insan eylemlerinin toplumsal zeminde anlam ve değer kazanmasına yol
açar. Dolayısıyla herhangi bir eylemi toplumsal zeminden soyutlayarak
değerlendirmek onun tam manasıyla anlaşılmasını ortadan kaldırır.[2]
Sosyolojik bakışı farklı kılan bir
başka husus ise sosyal problemlerin analizinde değişebilirlik ilkesini dikkate
almaktır. Şu bir gerçektir ki hiçbir toplum hareketsiz değildir. Her toplum
kendine özgü dinamiklerle az ya da çok değişimi yaşar ve tecrübe eder.
Dolayısıyla değişim her insan topluluğu için kaçınılmazdır ve insanın yaşadığı
her yerde ve her zamanda kendini gösteren sosyal bir fenomendir. Sosyolog bu
gerçekten hareketle toplumun her zaman aynı kalmadığını, sosyal ilişkilerde ve
bu ilişkileri belirleyen kurumlarda zamanla bir değişimin vuku bulduğunu
göstermeye çalışır.
Sosyolojik bakış,
aynı zamanda sağduyunun sınırlarını aşarak toplumsal ilişkiler hakkında daha
derin, sağlıklı ve doğru bilgiler elde etme imkânı sunar. Sosyoloji topluma ait
sıradan bilgileri kendisi için yeterli görmez. O herkesin aklına gelmeyen,
sorgulamaktan ve sormaktan kaçındığı şeyleri gündeme getirerek, kesin olarak
doğru bilinenlerin yanlış olabileceğini ortaya koymaya çalışır. Sosyolojik
bakış, tecrübe edilenleri yeniden değerlendirmeye, doğru bilenen birçok şeyin
yanlış olduğunu düşünmeye teşvik eder. Bu tavrıyla sosyolojik bakış, toplumsal
olay ve olguları sorgular, eleştirir, bunlar üzerindeki yanlış anlayışları
yıkar, sırrı ifşa eder, var olan büyüleri ve ezberleri bozar ve çoğu şeyin
göründüğü gibi olmadığını ortaya koyar.[3]
Sosyolojik
düşünmenin katkıda bulunduğu bir başka nokta ise insana duyarlılık, empatik bir
bakış açısı ve sorumlu yaklaşım kazandırmasıdır. Sosyolojik düşünme sayesinde
insan çevresindekileri, onların hasletlerini ve düşlerini, kaygılarını ve
acılarını biraz daha iyi anlamaya çalışır. Sosyolojik düşünmek ayrıca insanın
hoşlanmadığı ve bu nedenle çevresinden uzak tuttuğu insanların hayat tarzlarını
empati yaparak anlamasına yardımcı olur.[4] Kısacası sosyolojik bakışla
insan, “kendi inanç, düşünce ve ideolojisine aykırı bile olsa toplumu,
toplumsal olay ve olguları, toplumsal gerçekliği bilimsel okumaya tabi tutar.
Sosyolojik bakış, insana araştırma yapmadan sıradan, alışageldik sağduyu
bilgisiyle toplum hakkında, toplumsal hayatta meydana gelen olaylar hakkında
hükümler yürütmenin yanlışlığını gösterir ve bilimsel çalışmalardan sonra ancak
konuşmanın doğru olacağını öğretir.”[5]
Araştırmanın Konusu,
Önemi ve Amacı
Hz. Osman dönemi ile
ilgili hem müstakil eser hem de akademik makale olarak günümüzde birçok çalışma
bulunmaktadır. Ancak bu çalışmaların çoğu genellikle İslam tarihçileri
tarafından ve tarihi rivayetlerin aktarımı şeklinde kaleme alınmış eserlerdir.
Bu anlamda Hz. Osman dönemi ile ilgili hemen hemen sosyolojik merkezli bir
çalışma yok gibidir. Biz de bu durumu dikkate alarak tezimizin konusunu ‘Hz.
Osman döneminde meydana gelen siyasi, iktisadi, dini ve toplumsal olayların
sosyolojik açıdan tahlili’ olarak belirledik. Diğer taraftan Hz. Osman
döneminde ortaya çıkan olayların günümüze yansımalarını ve bu yansımaların
sosyolojik açıdan değerlendirilmesini de tezin konusu içerisine dâhil ederek
siyasi, dini ve sosyal olayların geçmişten günümüze etkilerini ortaya koymaya
çalıştık.
Sosyolojinin
ve sosyoloğun sahip olduğu ve yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız bakış
açısı, hem dünde hem de bugünde meydana gelen toplumsal olayları anlamak ve
anlamlandırmak adına vazgeçilmezdir. Özellikle tezimiz bağlamında
değerlendirdiğimizde sosyolojik bakış açısı İslam tarihi ve tecrübesinin bir
parçası olan Hz. Osman dönemini ve bu dönemde meydana gelen olayları anlamada
çok daha önemlidir. Çünkü bu döneme dair çalışmalar dikkatle incelendiğinde
ortaya çıkan husus, genelde tarihi olgulara, yerleşik algıların şekillendirdiği
bir ön kabulle bakılmış olmasıdır. Örneğin Sünni dünyada bu döneme ait yerleşik
algı, Ashab’a gelebilecek her türlü eleştiriyi ortadan kaldıracak şekilde
olmuştur. Bu algıya göre sahabe arasında var olan ilişki her durumda kardeşlik
ve muhabbet ekseninde sürmüştür. Ayrıca bu dönemde tarihsel olgular, çoğu zaman
insan unsuru, yaşanan acılar, mutluluklar, başarı ya da başarısızlık dikkate
alınmadan istatistiki bilgiler ön plana çıkarılarak inceleme konusu
yapılmıştır. Bu tür çalışmalarda savaşta ölen insan sayısı, orduya katılan
asker sayısı, elde edilen ganimetler ön plana çıkarılırken, savaşın ortaya
çıkardığı sosyal etki ve sonuçlara çok da işaret edilmemiştir.[6] Diğer
taraftan bu dönemde yaşayanlar ve yaşananlar hakkında kırmızı çizgiler
çizilerek onları koruma altına alma anlayışı mevcut çoğu çalışmalarda kendini
gösteren bir başka husustur. Bu anlamda bir kişi ya da olay hakkında sorgulama,
eleştirme ve yanlışlama gibi bir değerlendirme içerisinde bulunmak çok zordur.
Çünkü bu dönemde yaşayanlardan biri cennetle müjdelenmiş, diğeri peygamberin
damadı ve bir öteki ise vahiy kâtibidir. Hâlbuki sosyolojik bakış, bu döneme
dair bir çalışma yapmak istediğinde toplumda yaşayanları ve yaşananları
kutsamadan, yerleşik algılar oluşturmadan ve insan eylemini toplumla, toplumsal
olay ve olgularla ilişkilendirerek açıklamaya çalışacaktır. Diğer taraftan
sosyolojik bakış, toplumsal olay ve olguların birçok yönünün ve nedeninin
olabileceğini dikkate alarak tekli açıklamalardan kaçınacak, sosyal değişmeyle
birlikte toplumdaki dini değer ve algıların, anlayışların ve yaşayışların
farklılaşabileceğini bizlere hatırlatacaktır. Bu nedenle diğer çalışmalardan
farklı olarak Hz. Osman döneminde yaşananları sosyolojik bakış açısıyla
incelemek ve değerlendirmek önemlidir.
Tezimizi önemli
kılan bir başka husus ise geçmişten günümüze müslüman dünyasında yaşananları
anlama çabasına katkı sunmasıdır. Bilindiği gibi Hz. Osman döneminde meydana
gelen ve o günkü toplumu derinden etkileyen dini, siyasi, ekonomik ve toplumsal
olaylar, üzerlerinden uzun yıllar geçmesine rağmen günümüz İslam toplumlarını
etkilemeye, onların toplumsal anlayışlarına yön vermeye devam etmektedir. Bugün
İslam dünyasında kendini gösteren Şii-Sünni tartışmaları, güç ve ideoloji
kavgaları ve dünyevileşme arzuları vd. dünden günümüze yansıyan ve Müslüman
toplumları ciddi bir çıkmazın içine sokan problemler olarak karşımızda
durmaktadır. Dolayısıyla Hz. Osman döneminde ortaya çıkan ve günümüze kadar
etkileri devam eden dini, siyasi ve sosyal olayları anlamaya çalışmak, aslında
bugünün İslam dünyasında yaşananları anlamaya çalışmaktır. Bu nedenle tez
önemli görülmektedir. Yine sosyolojik metotlar ile İslam tarihini okumaya
çalışmak tezi önemli kılan bir başka noktadır. Çünkü bu çalışmada klasik bir
İslam tarihi okuması yapılmamakta, tarihi olayların kronolojik olarak
aktarılması düşünülmemektedir.
Hz. Osman döneminde yaşanan olayları
sosyolojik bakış açısıyla incelemedeki temel amacımız ise, hem döneme dair
ayakları yere basan bir tarih anlayışına katkıda bulunmak hem de bu dönemde
yaşananları sosyo-kültürel zeminde anlamaya çalışmaktır. Şu bir gerçek ki,
tarihin her hangi bir döneminde vuku bulan dini, siyasi, sosyal ve iktisadi
olayı bağlamından kopararak soyut bir okumayla anlamaya çalışmak çok sağlıklı
bir sonuç vermeyecektir. Toplumsal hayattaki sürekliliği, kopuşları,
kırılmaları, değişimi ve dönüşümü dikkate almadan sadece âna odaklanarak bir
okuma yapmak, o dönemde yaşanan sosyal olay ve olguları anlamaya ciddi bir
katkı sağlamayacaktır. Örneğin İslam tarihi bağlamında Arap toplumunun asabiyet
anlayışını dikkate almadan Hz. Osman’ın iktidara gelişini ve İslam öncesine
dayanan Emevi-Haşimi rekabetini göz ardı ederek Hz. Ali ve Hz. Osman şahsında
ortaya çıkan iktidar mücadelesini anlamaya çalışmak eksik bir çalışma
olacaktır. Hz. Osman’ın bireysel ve sosyal kimliğini bilmeden onun halifeliği
döneminde almış olduğu kararları değerlendirmek soyut, Hz. Osman’ın şehit
edilmesinin nedeni olarak sadece Abdullah b. Sebe’nin faaliyetlerini göstermek
toplumsal zeminden uzak bir açıklama olacaktır. Dolayısıyla tarihin her hangi
bir döneminde yaşanan toplumsal olayları sosyolojik zeminde değerlendirmek
dönemi anlamak adına önemlidir. Bu bağlamda İslam tarihi açısından içerisinde
ciddi toplumsal kırılmalar bulunduran Hz Osman döneminde yaşananların
sosyolojik arka planını ortaya koymak ve yaşananları toplumsal zeminde
açıklamak bu çalışmanın temel amacını oluşturmaktadır. Ayrıca bu çalışmada
amacımız Hz. Osman döneminde yaşananları kronolojik bir tarih içerisinde nakil
ve rivayetleri aktarmak değil, aksine o dönemde yaşananları anlamaya ve
açıklamaya çalışmaktır.
Hz. Osman döneminde
yaşanan olayları sosyo-kültürel zeminde ve sosyolojik bakış açısıyla incelerken
kullanmış olduğumuz yöntem ise tarihi yöntem ve dolaylı gözlem tekniği
olmuştur. Bilindiği üzere genelde sosyoloji özelde din sosyolojisi, kullandığı
yöntemlerle sadece bugünün toplumlarını ve bu toplumların kültürel, dini ve
sosyal yapılarını incelemekle kalmaz, aynı zamanda geçmiş toplumların kültürel,
dini ve sosyal yapılarını da inceler.[7] Tarihe mâl olmuş toplumların
incelenmesinde ise sosyoloji ve din sosyolojisi, tarihi yöntemi kullanmaktadır.
Ancak tarihi yöntemin yazılı bilgi ve belgelere dayalı olması ve yazılı kültür
tarihinin insanlığın belli bir dönemini kapsaması nedeniyle sosyoloji ve din
sosyolojisi yazısız tarihi ve toplumları incelemek için etnoloji, etnografya,
antropoloji gibi diğer bilim dallarından ve onların yöntemlerinden de istifade
etmektedir. İşte geçmişte yaşayan toplumları anlamaya yönelik yapılan bu tür
araştırmalarda Sosyoloji ve din sosyolojisi dolaylı gözlem tekniğine
başvurmaktadır. Dolaylı gözlem ilk olarak, kaynak, bilgi ve belgelerin, kalıntı
ve buluntuların aranıp bulunması, ikinci olarak da bulunan bilgi ve belgelerin
değerlendirilmesi olmak üzere iki aşamadan oluşan bir araştırma tekniğidir. Bu
çalışmada da tarihe mal olmuş bir dönem incelendiği için tarihi yöntem ve
dolaylı gözlem tekniği kullanılmıştır. Çalışmada ilk önce Hz. Osman dönemi,
öncesi ve sonrasına dair var olan kaynaklar, bilgi ve belgeler toplanmış, daha
sonra konuyla ilgili veriler değerlendirilerek yorumlanmaya çalışılmıştır. Bu
arada kaynakların sıhhati ve konuya temel teşkil eden sosyal olayların
gerçekliğini tespit etmek için tarihi karşılaştırma yöntemi kullanılmıştır.
Tarihi karşılaştırma yöntemi ile Dinler Tarihi,
Karşılaştırmalı Dinler Tarihi ve
öteki çeşitli dini ilimlerin verileri Sosyoloji bilimi açısından mukayese
edilmeye çalışılmıştır.[8]
Hz. Osman dönemini incelerken yöntem
konusunda dikkate aldığımız bir başka husus ise tarihsel sosyoloji
disiplinidir. Tarihsel sosyoloji özellikle 1980’li yılların başında sosyal
bilimler içerisinde kullanılmaya başlayan bir disiplindir. Skocpol’e göre
tarihsel sosyoloji “büyük ölçekli yapıların ve temel değişim süreçlerinin
doğasını ve etkilerini anlamaya adanmış, sürekli, hep yenilenen bir araştırma
geleneğidir.”[9] Bu araştırma
geleneğine bağlı olarak yapılan tarihsel sosyolojik incelemeler şu
karakteristiklerin hepsine ya da bir kaçına sahiptirler: “En temel olarak
zamana ve mekâna somut bir şekilde yerleşmiş olduğu anlaşılan toplumsal yapılar
ya da süreçlerle ilgili sorular sorarlar. İkincisi, süreçleri zaman içinde ele
aldıkları gibi, sonuçların nedenlerini açıklamada zamansal ardışıklığı da
ciddiye alırlar. Üçüncüsü, pek çok tarihsel çözümleme, bireysel yaşamlarda ve
toplumsal dönüşümlerde niyet edilen ve edilmeyen sonuçların açığa çıkmasından
anlam çıkarmak için, önemli eylemlerin ve yapısal bağlamların etkileşimine
dikkat eder. Son olarak tarihsel sosyolojik incelemeler, özgül türden toplumsal
yapıların ve değişim kalıplarının tikel ve değişik özelliklerini aydınlatır.”[10]
Tarihi bir olayın sosyolojik açıdan
incelenmesinde genelde üç farklı yöntem kullanılmaktadır. Bu yöntemlerden ilki
genel sosyolojik modelin tarihsel bir olaya uygulanmasıdır. İkincisi ise
“tarihteki nedensel düzenlilikleri çözümlemeye” çalışan ve bunun için tarihsel
örüntüleri açıklamak için ısrarla ‘neden’ sorusunu yönelten yöntemdir. Üçüncü
yöntem ise yorumlayıcı tarihsel sosyoloji olarak da ifade edilen ve genellikle
“anlamlı bir tarihsel yorum geliştirmek için kavramların kullanıldığı”
yöntemdir. Bu yöntemde çoğu zaman ne oldu sorusu sorulur ve her olayın belirli
özelliklerini tesbit etmek için bazı kavramlar sabit olarak kullanılır.[11] Bizde bu
çalışmamızda tarihsel sosyolojinin yorumlayıcı yöntemden istifade ederek Hz. Osman
döneminde yaşanan bazı olayları daha önce tespit edilmiş belli sosyolojik
kavramlar etrafında yorumlamaya çalıştık. Bu bağlamda Hz. Osman’ın iktidara
gelişini, seçkinler, akraba yanlısı politikasını nepotizm ve öldürülmesini
meşruiyet krizi gibi kavramlarla inceledik.
İslam tarihi açısından önemli bir
yer teşkil eden Hz. Osman dönemi, tarihi olguların yanında içerisinde çok
sayıda sosyolojik veriyi de barındırmaktadır. Dolayısıyla Hz. Osman dönemini
sosyoloji ilminin ortaya koymuş olduğu yöntemlerle okumak mümkündür. Ayrıca bu
dönemde yaşanan olayların ortaya çıkmasında birçok faktör belirleyici olmuştur.
Bunlar arasında Hz. Osman’ın kişisel özellikleri olduğu gibi, siyasi, dini,
iktisadi ve toplumsal alanlarda kendini gösteren değişmeler de önemli bir yer
teşkil etmektedir. Diğer taraftan bu döneminde yaşanan ve fitne olarak
adlandırılan olaylar geçmişten günümüze İslam dünyasında görülen din temelli
ayrışmalara ve toplumsal parçalanmalara zemin oluşturmuştur. Bu temel varsayımın
yanında tezimizin diğer varsayımları ise şunlardır:
Hz. Osman’ın halife seçilmesinde
hem O’nun şahsi özelliklerinin hem de siyasi ve toplumsal konjoktürün etkisi
olmuştur.
Halifeyi belirlemek için Hz.Ömer
tarafından oluşturulan şûrada dikkate alınan temel husus toplumsal hafızada yer
alan seçkinlik algısıdır.
Bu seçkinlik algısının temsilcileri olan Hâşimiler ve
Ümeyyeoğulları geçmişten gelen asabiyet temelli mücadeye bağlı olarak iktidar
için ciddi bir caba ortaya koymuşlardır.
Hz. Osman’ın nepotizm yanlı politikası
aristokrasinin tekrar yükselmesine ve devletin mülk haline dönüşmesine zemin
hazırlamıştır.
Toplumda muhalif bir tavrın
gelişmesinde ve iktidar ile toplum arasında meşruiyet krizi yaşanmasında
nepotizmin, yükselen aristokrasinin ve devletin mülk haline getirilişinin büyük
etkisi olmuştur.
Hz. Osman döneminde iktisadın
temelini savaş ekonomisi oluşturmuştur. Savaş ekonomisi aynı zamanda gündelik
hayatta, dini ve zihinsel algılarda ciddi değişimi beraberinde getirmiş, sosyal
mobilitelerin yaşanmasına neden olmuştur.
Hz. Osman döneminde özellikle
karizmatik bir lider olan Hz. Peygamberin vefatına bağlı olarak toplumsal ve
dini anlamda gruplaşmalar kendini göstermeye başlamıştır.
Ortaya çıkan siyasi ve dini
ihtilaflar Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle son bulmamış, aksine artarak devam
etmiştir. Bugün İslam dünyasında yaşanan ihtilaf, tartışma ve ayrışmanın
toplumsal zeminini Hz. Osman döneminde
^(yaşanan olaylar oluşturmaktadır.
Herhangi bir konuda akademik çalışma
yapılmak istendiğinde araştırmacılar tarafından genellikle üç yönlü bir usül
takip edilmektedir. Bunlardan birincisi , araştırılmak istenen konu hakkında
yazılı hale getirilmiş birincil kaynakların derlenip toplanması ve okunmasıdır.
İkincisi ise aynı konu hakkında birincil kaynaklara bağlı olarak ancak farklı
yöntemler kullanılarak daha sonraki dönemlerde kaleme alınan eserlerin
incelenmesidir. Üçüncü olarak ise konu ile ilişkisi direkt ya da dolaylı olan
ve değişik disiplinler çerçevesinde yazılı hale getirilen tez, makale vb. gibi
çalışmaların değerlendirilmeye tabi tutulmasıdır. Biz de tezimizi hazırlayıp
yazılı hale getirirken bu usülü takip ettik. İlk önce İslam tarihinin ilk ve
temel kaynaklarını ele alıp konumuzla ilgili yönlerini belirlemeye çalıştık. Bu
çerçevede İslam tarihi klasikleri olarak da ifade edilen Taberi’nin Tarih’i,
İbn’ül Esir’in ‘el- Kamil fit-Tarih’i Yakubi’nin Tarih’i, Suyuti’nin Halifeler
Tarihi’i, İbn Kuteybe’nin el- İmame ve’s- Siyase’si, İbn Kesir’in el-
Bidaye’si, İbn Hıbban’ın es- Siretün- Nebeviyye ve Ahbaru’l Hulefa’sı, İbn
Hişam ve Salim b. Zekvan’ın es- Sire’si, Şihab ez-Zuhri ve Vakidi’nin
Megazi’leri, Belazuri’nin Ensabu’l Eşraf ve Fütuh’ul Büldan’ı, İbn Sa’d’ın
Tabakat’ı gibi birçok temel eser tezimizde kullanılan kaynaklar arasında yer
almaktadır.
Tezimizde istifade ettiğimiz ikincil
kaynaklar ise Hz. Osman döneminin de yoğun olarak ele alındığı ve genellikle
yukarıda saydığımız birincil kaynaklar refarans gösterilerek kaleme alınmış
eserlerdir. Ancak bu eserlerin yazarları klasik tarihçilerden farklı olarak ele
aldıkları konuları rivayet etmekten çok değişik açılardan yorumlamalara tabi
tutmuşlardır. Abdulaziz Duri’nin İlk Dönem İslam Tarihi, Muhammed Hamidullah’ın
İslam Peygamberi, H. İbrahim Hasan’ın Siyasi, Dini, Kültürel, Sosyal İslam
Tarihi, Sabri Hizmetli’nin İslam Tarihi, Cabiri’nin İslam’da Siyasal Akıl,
Sallabi’nin Hz. Osman, Mehmet Azimli’nin Dört Halifeyi Farklı Okumak-Hz. Osman,
Murat Akarsu’nun Kabile Bürokrasisi ve Hz. Osman, Adem Apak’ın, İslam Tarihi-2
ve Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, Adnan Demircan’ın Raşid Halifeler, Fitne,
Lütfi Kazancı’nın Şehid Halife Hz. Osman, İbrahim Sarıçam’ın Hz. Osman gibi
birçok eser bu kaynaklar arasında yer almaktadır. Ayrıca Bernard Lewis, Corci
Zeydan, Julius Welhausen, C. Brockelman, Hodgson ve W. Montgomery Watt gibi
birçok Batılı yazarların eserleri de tezimizde istifade ettiğimiz kaynaklar
arasında bulunmaktadır.
Tezimizde kullandığımız kaynaklar
arasında hiç şüphesiz günümüze kadar Hz. Osman dönemi ile ilgili yapılan
akademik çalışmalar da yer almaktadır. Bu çerçevede ulaştığımız tez ve
makaleleri okuyarak konumuzla ilgili yönlerini değerlendirmeye çalıştık.
Özellikle Sabri Hizmetli’nin “Tarihi Rivayetlere Göre Hz. Osman’ın
Öldürülmesi’, Halil İbrahim Hancabay’ın “ Hz. Osman’ın Halife Seçilmesi” İsmail
Hakkı Atçeken’in “Hz. Osman Dönemi İç Olaylarında Mervan b. Hakem’in Rolü”,
Nizamettin Parlak’ın “Hz. Ömer’in Şurasındaki Halife Adayları”, Adem Apak’ın “
Hz. Osman’ın Hilafet Döneminde Ümeyyeoğulları’nın Devlet İdaresindeki Yeri”, Halis
Demir’in “Meşruiyet açısından Hz. Osman’ın Öldürülmesinin İncelenmesi” gibi
makaleler tezimizde sıklıkla müracat ettiğimiz kaynaklar arasında yer
almaktadır.
Tezimizin kaynakları
konusunda burada ifade etmemiz gereken bir başka husus ise çalışmamızın sosyolojik
yönünü ilgilendiren eserlerdir. İbn Haldun’un Mukaddime’si başta olmak üzere,
Anthony Giddens, Hans Freyer, Sulhi Dönmezer, Amiran Kurtkan Bilgiseven,
Mustafa. Erkal, Zeki Aslantürk ve Tayfun Amman’ın Sosyoloji, Joseph Fichter’in
Sosyoloji Nedir, Hans Freyer, Joachim Wach ve Ünver Günay’ın Din Sosyoloji
kitapları araştırmamızda müracaat ettiğimiz Sosyoloji kaynaklarından
bazılarıdır. Bunun yanında Zygmunt Bauman’ın Sosyolojik Düşünmek, Martin
Slattery’in Sosyolojide Temel Fikirler, Goerge Ritzer, Jeffery Stepnısky’in
Sosyoloji Kuramları gibi eserlerinden de istifade ettik. Yine ülkemiz
Üniversitelerinde akademik çalışmalarına devam eden hocalarımızdan Mustafa
Tekin, Ali Çoşkun, Abdurrahman Kurt, Necdet Subaşı, Mehmet Bayyiğit, Niyazi
Akyüz ve İhsan Çapcıoğlu gibi akademisyenlerin eserlerinden bir hayli
faydalandık.
İslam
tarihinin bir parçası olan Hz. Osman dönemi doğal olarak, genellikle tarihciler
tarafından inceleme konusu yapılmıştır. Tarihciler eserlerinde bu döneme dair
siyasi, sosyal ve iktisadi anlamda bir değerlendirme yapmaktan çok tarihi
rivayetleri aktarma yoluna gitmiştir. Ancak Hz. Osman dönemine dair aktarılan
bu tarihi rivayetler, bize göre müslüman dünyasını anlamak ve anlamlandırmak
için içerisinde ciddi sosyolojik veriler bulundurmaktadır. Bu nedenle tarihi
rivayetler içerisindeki sosyolojik verileri tespit etmek için tezimiz Hz. Osman
dönemini merkeze almış ve bu dönemi inceleme konusu yapmıştır. Bu anlamda
tezimiz Hz. Osman dönemi ile sınırlıdır. Diğer taraftan hiçbir toplumsal olay
aniden ortaya çıkmaz anlayışı gereği tezimiz Hz. Osman döneminde yaşanan
olaylara etkileri ve sonuçları bakımından geçmişten geleceğe farklı dönemleri
de genel olarak inceleme konusu yapmıştır.
Burada
ifade edilmesi gereken bir başka husus ise İslam tarihine yönelik sosyolojik
eser ve araştırmaların çok az olduğudur. Bu çerçevede günümüze kadar hem genel
İslam tarihinin hem de Hz. Osman döneminin bize sunmuş olduğu rivayet
zenginliği ve tecrübe, akademik camiada çok fazla sosyolojik bir
değerlendirmeye tabi tutulmamış, İslam tarihinde yaşanan birçok olayın
sosyolojik arka planına dair bazı istisnalar hariç ciddi bir araştırma ortaya
konmamıştır. Nitekim sahabe üzerine yapılan tezlere baktığımızda 1953-2010
yılları arasında 198 yüksek lisans, 53 doktora olmak üzere toplam 251 tez
yapılmış ve bu tezlerden sadece beş tanesi Felsefe ve Din Bilimleri alanlarında
yapılmıştır.[12] Yök tez
verilerine göre ise 1993-2019 yılları arasında Hz. Osman dönemi ile ilgili doğrudan
ya da dolaylı olarak 16 yüksek lisans, 3 doktora tezi olmak üzere toplam 19 tez
yapılmış ve yapılan bu tezlerin hemen hepsi İslam tarihi alanında olmuştur.
Felsefe ve Din Bilimleri alanında Hz. Osman dönemiyle ilgili YÖK verilerine
göre hiçbir çalışma yapılmamıştır.[13] Sosyolojik olarak İslam
tarihinin ilk dönemine dair ise Hayri Erten’in yapmış olduğu Hz. Ömer ile
ilgili çalışması ve bazı hocaların yazmış olduğu sosyolojik makaleler dışında
çok fazla akademik çalışma yok gibidir. Şüphesiz bu durum yapmış olduğumuz
çalışmayı sınırlandırmakta ve bir takım zorluklarla karşılaşmamıza neden
olmaktadır. Biz araştırmamızı sınırlandıran ve bazı sorunlarla karşılaşmamıza
neden olan bu durumdan özellikle son yıllarda yapılan çalışmalardan istifade
ederek aşmaya çalıştık. Bu anlamda Mustafa Tekin’in editörlüğünde ortaya konan
‘Sünnet Sosyolojisi’, ‘Mezhep Sosyolojisi’ Gustav Mensching’in ‘İslam’ın
Sosyolojisi’ gibi özel sosyoloji çalışmalarından, Yümni Sezen’in ‘İslam’ın
Sosyolojik Yorumu’, Mustafa Aydın’ın ‘İslam’ın Tarih Sosyolojisi’, Hayri
Erten’in ‘Din Sosyolojisi Açısından Hz. Ömer Dönemi ve Olayları’ ve Cabiri’nin
‘İslam’da Siyasal Akıl’ gibi eserlerinden, Adnan Demircan ve Adem Apak gibi
hocaların kitaplarında verdikleri tarihi bilgilerin yanında ortaya koymuş
oldukları değerlendirmelerden çokça istifade ettik.
BİRİNCİ BÖLÜM
İSLAM’DAN ÖNCE (HİCAZ) ARAP TOPLUMU
Tarihin çok eski zamanlarından beri,
kendi isimleriyle anılan yarımadada yaşayan Araplar köken olarak, Aramiler,
İbraniler ve Süryanilerin de içerisinde olduğu Sami ırkına dayanmaktadırlar.[14] Araplar,
genellikle, Bâide ve Bâkiye Araplar olmak üzere iki gruba ayrılır. Baide
Araplar, eski zamanlarda yaşamış ve tarih sahnesinden çekilmiş Ad, Semud ve
Amelika kavimler iken, Bâkiye olanlar ise varlıklarını günümüze kadar sürdüren
Araplardır.[15] Bakiye
Araplar da araştırmacılar tarafından ikiye ayrılarak, gerçek Arap anlamında
Arab-ı Aribe ve Arap dilini öğrenerek sonradan Araplaşmış anlamında Arab-ı
Müsta’ribe şeklinde inceleme konusu yapılmıştır. Arab- ı Aribe olarak
isimlendirilen ve ilk önceleri Yemen ve çevresinde oturan daha sonraları kuzey
bölgelere göç eden Arapların başında Kahtaniler gelirken, Musta’ribe Arapların
başında ise Adnaniler gelmektedir ki bunların soyunun, Kahtanilerden Cürhümlü
bir kadınla evlenen Hz. İsmail’e dayandığı ifade edilmektedir.[16]
Büyük bir kesimi sıcak iklim
kuşağında yer alan ve yağışların az, yazların ise aşırı sıcak olduğu Arap
yarımadası, coğrafyacılar tarafından farklı zamanlarda farklı bölgelere
ayrılmıştır. Yarımadayı, Yemen, Necid, Hicaz ve Tihame gibi dört bölgeye ayıran
coğrafyacılar olduğu gibi, Yemen, Hicaz ve Necid gibi üç bölgeye ayıranlar da
vardır. Günümüzde ise bu ayırım, daha çok siyasi şekillenmeler çerçevesinde
yapılmıştır.[17] Hicaz
bölgesi, Hz. Peygamberin doğduğu ve yaşadığı toprakları içerisinde barındırması
ve İslam’ın ilk muhataplarının yaşadığı bölge olması nedeniyle İslam tarihi
açısından önem arz etmektedir. Bu bölge, Hz. Peygamber zamanında, Mekke, Medine
ve Taif gibi şehirleri ve bu şehirlerde yaşayan önemli bir nüfusu içerisinde
barındırmasına rağmen, genelde göçebe hayatı ve kültürünün hâkim olduğu bir
coğrafyadır. Dolayısıyla bölgede bedevilerin yanında, yerleşik olarak yaşayan
ancak bedevi kültürünü tam manasıyla terk edemeyen Arap kabileleri de
bulunmuştur. Mekke’de Adnânililerin önemli kollarından Kureyş kabilesi
otururken, Medine’de ise, Yemen bölgesinden göç eden Evs ve Hazrec kabileleri
yaşamlarını sürdürmüştür.[18]
Genel olarak coğrafya, iklim
şartları, yenilen ve içilen gıdalar insanın psikolojisini, sosyal hayatını ve
düşünce dünyasını derinden etkiler.[19] Bu bağlamda Arap yarımadasında
yaşayan insanların ahlakı, mizacı, ruh yapısı ve buna bağlı olarak ortaya konan
hal ve hareketleri üzerinde çevrenin çok büyük etkisi vardır. Çöl hayatı ve bu
hayatın getirmiş olduğu zorluklar ve tehlikeler Arapları cesur, şecaat sahibi
yapmış, sade düşünmeye, kendisini öncelemeye ve yarın üzerine kaygılar
taşımamaya itmiştir. Arabistan’ın iklimi, ekonomik ve sosyal şartları, dini ve
kültürel unsurları orada yaşayan insanları, özgürlüğe düşkün, gelenek ve
göreneklere bağlı kimseler eylemiştir. Bu bölgede yaşayanlar için mala ve mülke
bağlı olarak gücü elde etme temel amaç, erkek evlat sahibi olma değerli, şan,
şöhret ve itibar sahibi olma ise övünme vesilesiydi; çünkü çölde hayatta kalmak
için güce, erkek evlada, mala ve mülke ihtiyaç vardı. Bunları elde etmek için
ise ortaya konulan her tavır ve davranış normal olarak görülmüştür.[20]
İslam dininin tebliğinden önceki
dönem Cahiliye dönemi ve o dönemde yaşayan insanlar cahil olarak
nitelendirilmiştir. Bu nitelendirme, her ne kadar, salt kelimenin isminden yola
çıkarak, o dönemde yaşayan insanların, cahil, bilgisiz, ilimden haberdar
olmayan kimseler olduğu anlayışını akla getirmiş olsa da, aslında bu, o dönemde
yaşayan insanlarının sosyal hayatlarında sergiledikleri eylemlerden yola
çıkılarak yapılan bir nitelendirmedir. Cahiliye insanının sosyal hayatında
adaletten, hak ve hukuktan, düzenden ve sağlam bir akideden bahsetmek mümkün
olmadığı için bu döneme cahiliye dönemi denmiştir.[21] Tam da bu noktada cahiliye
kelimesinin sosyal hayattaki karşılığını göstermesi açısından Cafer b. Ebi
Talib’in Habeşistan Kralı Necaşi’ye hitaben ifade ettikleri dikkat çekicidir: “
Ey Kral! Biz müşrik bir kavimdik, putlara tapar, ölmüş eti yer, komşuya kötülük
eder, haramları helal sayar, birbirimizin ve başkalarının kanını dökerdik.”[22] Dolayısıyla
cahiliye insanı, medeni insanın karşıtı, hak ve hukuka riayet etmeyen, kaba,
hoyrat, saldırgan ve şiddet eğilimli bir insandır. O, sinirli, hemen darılan,
en ufak şeyde heyecanlanan bir insan portresine sahiptir. Aynı zamanda o, kavga
ve savaşta sabırlı, öç almak istediğinde ısrarcı, ikram ve konukseverlikte ise
eli açıktır. Çöl onun pratik zekâsını geliştirmiş, dilini akıllıca kullanmasına
neden olmuştur. Onun tek düşüncesi ve yegâne amacı ânı yaşamak üzerine
kuruludur.[23] Çöl
hayatında derin düşüncelere dalmak, yarını düşünmek onun için anlamsızdır.
Çünkü çöldeki düzensiz hayata, beklenmedik tehlike ve felaketlere karşı her an
hazırlıklı olmak mümkün değildir. Dolayısıyla Arap için, gerçekleştiremeyeceği
şeyleri düşünmek yerine kaygısız olmak daha mantıklıdır.[24]
Cahiliye
insanının zihniyetinde güce dayalı bir anlayış söz konusudur. Yaşadıkları
coğrafyanın zorluklarıyla mücadele etmek ve hayatta kalabilmek için güce
ihtiyaç duyan Araplar, buna göre değer yargıları belirlemişler, değerli ve
değersiz ayrımına gitmişlerdir. Bu anlayışın bir sonucu olarak, hayatta
kalmanın, savaşları kazanmanın, mal ve mülk elde edebilmenin yegâne kaynağı
olan erkek değerli, kadın ise değersizdir. Onlar için, savaşçı ve cesur bir
erkeğe sahip olmak, fiziki gücü yetersiz, baskın ve savaşlarda esir düşen,
namusuna halel getiren bir kadına sahip olmaktan daha anlamlıdır. Dolayısıyla
kadının toplumda asıl görevi değerli olan erkek evladı dünyaya getirmek ve
büyütmekten başka bir şey değildir.[25] Bu nedenle cahiliye insanı
pragmatist bir anlayışa sahiptir. Başta hayatı paylaştığı insan olmak üzere
sahip olduğu her şey kendisine sağladığı fayda kadar önemlidir. Öyle ki deve
çölde hayatını sürdürmesi için vazgeçilmez, kadın ise kendisine erkek çocuk
verdiği ölçüde değerlidir. Aksi takdirde kadının, çadırının direğine bağladığı
deve kadar değeri yoktur.[26] Cahiliye
insanının bu çerçevede kimliğini belirleyen bir başka unsur ise heva ve
hevesine düşkün olması, hırsının ve ihtirasının peşinden koşmasıdır. Heva ve
hevesini tatmin etmek için şan, şöhret ve otorite sahibi olma, daha çok mala
mülke ve evlada sahip olma onun temel gayesidir. Bunlara sahip olmak, toplumda
değerli ve her konuda haklı olmayı beraberinde getirmiştir. Bu anlayış toplumda
adaletin yerine, güçlünün hukukunu tesis etmiş ve adı konulmamış kast
tabakalarının oluşmasını sağlamıştır. Neticede cahiliye kültürü zulüm üreten ve
zulmü meşrulaştıran bir sosyal yapının ortaya çıkmasına neden olmuştur.[27]
Askeri ve ekonomik anlamda gücü elde
eden Cahiliye insanı, zamanla sahip olduğu imkânlara bağlı olarak kendisinin
diğer insanlardan hem maddi hem de manevi anlamda farklı bir statüde olduğunu
düşünmüştür. Maddi anlamdaki güç, kendisine seçilmişlik duygusu vermiş ve
kendisinin tanrı tarafından onaylandığı anlayışını beraberinde getirmiştir.
Cahiliye Arapları "risâlet ve Allah katında seçkin olmak gibi hususları
bile kişilerin sahip oldukları güce göre değerlendirilmesi gerektiğini
düşünmüşlerdir. Onlar bundan hareketle Hz. Muhammed’in risâletine karşı çıkmış
ve risâletin olsa olsa gücü elinde bulunduran iki zengin kişiden birisinin
hakkı olabileceğini ileri sürmüşlerdi. Zira Hz. Muhammed’in sosyal statüsü ve
ekonomik durumu böylesi bir seçkinlik için onlara göre uygun değildir."[28] Onların bu
anlayışını Kur’an’ı Kerim Zuhruf sûresinin 31. Ayetinde şöyle dile getiriyordu;
"Bu Kur’an, iki şehrin birinden (Mekke ve Taif) bir büyük adama (Mekke’li
Velid b. Muğire ya da Taifli Urve b. Mes’ud es- Sekafi ‘ye) indirilmeli değil
miydi? dediler."
"Şiirinin
zenginliği, atının çevikliği, kılıcının parlaklığı ve keskinliğiyle, yayı ve
oku ile övünen"[29] Arap insanı,
bu övündüğü şeyleri gücü elde etmek, herkes arasında şan ve şöhret kazanmak,
korku ve hayranlık uyandırmak için çoğu zaman birbirlerine karşı
kullanmışlardır. Kabile asabiyetine ve bazen çok küçük nedenlere bağlı olarak
uzun yıllar süren kan davaları ve kabileler arası savaşlar Arap insanı için
artık normal bir durum haline gelmiştir. Kabilesi uğruna ölmek ve öldürmek,
malını ve canını ortaya koymak en büyük fedakârlık ve kutsal bir görevdir.
Kabileye mensup birinin bir başka kişi ve kabile tarafından her ne sebeple
olursa olsun öldürülmesi kabul edilebilir değildir. Böyle bir durumun vuku
bulması halinde kendi kabilelerine ait bireyin kanının yerde kalmaması artık
onlar için bir onur ve namus meselesidir. Nadiren diyet söz konusu olsa da
temel olan kanın kanla yıkanacağı anlayışıdır. Katilin ait olduğu kabile için
ise kişiyi karşı tarafa vermek kendileri için büyük bir utanç vesilesi ve
şanlarına sürülmüş bir kara leke olarak görülmüştür.[30] Bütün bunlar cahiliye
Arap’larının zihni alt yapısını
dolayısıyla sosyal hayatını belirlemede asabiyetin ne kadar etkili olduğunu
göstermektedir. Aynı zamanda Arap insanının geleneğe aşırı bağlanması, geçmişe
körü körüne teslim olması, onun düşünme ve sorgulamadan uzak bir birey olmasına
neden olmuştur. Dolayısıyla zihni dünyasını kulaktan dolma bilgi, atalardan
gelen gelenek, inanç ve adetlerle kurgulayan cahiliye insanının hayatında,
tavır ve davranışlarında olumlu izler görmek pek mümkün değildir.
Kısacası
İslam’dan önce Arapların zihni dünyasını belirleyen temel etkenler, yaşadıkları
çevrenin şartları, katı gelenekçilik, ben duygusu ve dünyevi bağlılıktır. Çöl
hayatı ve bu hayatın zorlukları onları güçlü olmaya itmiş, güçlü olmak için ise
mala, mülke ve evlada ihtiyaç duymuşlar ve bunlara önem vermişlerdir. Çöl
hayatı onlara ‘anlık yaşama’ anlayışını getirmiş, hayatlarında gelecek
kaygısına yer vermemiştir. Çöl hayatının sadeliği, Arap’ların zihnini berrak
kılmış, basit düşünmeye itmiştir. Geçmişten tevarüs eden ve varlığını güçlü
olarak devam ettiren gelenek ve adetler, toplumun dolayısıyla bireylerin
dünyaya bakışlarını derinden etkilemiştir. Genel anlamda ahiret tasavvuru
olmadığı için, dünyanın zevk ve sefasından olabildiğince istifade etmeyi
hayatının temel gayesi edinmişlerdir. Bu gaye onların yaptıkları dini
ritüellerde dahi kendini göstermiştir. Kurban kesmek, sadaka vermek adaklar
adamak gibi ibadetlerin temel gayesi sağlıklı olmak, servet kazanmak,
savaşlarda zafere ulaşmak, erkek evlat sahibi olmak gibi dünyevi beklentilerin
gerçekleşmesi içindi.[31] Bunun
yanında ortaya koymuş olduğu ve müspet olarak değerlendirilebilecek davranışlar
da belli bir dünyevi beklentiyi içerisinde barındırmaktadır. Şeref, asalet,
cömertlik, yiğitlik ve saygı görme gibi davranışlar, hem kişilik olarak kendini
tatmin etmeye, hem de başkalarının kendisine ve kabilesine karşı hayranlık
duymaya yönelik tavır ve davranışlardır.[32] Bu tavır ve davranışlar
aslında Arap insanında var olan benlik duygusunun sosyal hayata yansımasıdır.
Bu duygu zamanla hırs ve kinle birleşerek sosyal hayatta belli kişi ve
grupların diğer insanları üzerinde tahakkümü beraberinde
getirmiştir.
Böylece toplumda sınıflaşmalar meydana gelmiş ve insanlar farklı sosyal
tabakalara ayrılmıştır.[33]
İslam öncesi, Arap yarımadasının
siyasi açıdan örgütlenmesine bakıldığında parçalı bir yapının olduğu dikkat
çekmektedir. Arabistan’ın kuzey ve özellikle güney bölgelerinde siyasi açıdan
güçlü, kurumlan oturmuş ve belli bir politik anlayışa sahip devlet yapılanması
söz konusuyken, yarımadanın ortası olan Hicaz bölgesinde böyle bir devletin
varlığından bahsetmek mümkün değildir. Güney Arabistan’da özellikle iklim
şartlarının elverişli, verimli toprakların bulunmuş olması ve önemli ticaret
yollarının varlığı bu bölgede, geçen asırlar boyunca güçlü ve nüfuzlu
devletlerin kurulmasına neden olmuştur. Bu devletler içerisinde Mainliler,
Sebeliler ve Himyerililer gibi devletler vardı. Kuzey Arabistan’da ise
Nabatiler, Tedmürlüler, Gassaniler ve Hireliler gibi devletler hüküm sürmüştür.[34] Ancak
İslam’ın doğduğu zamanda bu bölgelerde siyasi anlamda boşluklar ve
belirsizlikler söz konusudur.
Güney ve Kuzey Arabistan’da kurulan
bu devletlerde siyasi örgütlenme mutlakiyet esası üzerine bina edilmiştir.
İktidar gücü ise büyük yetkilere sahip fakat kutsal yönü bulunmayan melikler
eliyle kullanılmış, bu güç çoğunlukla babadan oğula bazen de kardeşten kardeşe
tevarüs etmiştir. Ancak VII. yüzyılın başlarında Arap yarım adasında büyük
devletlerden ziyade değişik aşiretler ve onların oluşturduğu kabileler
tarafından kurulan şehir-site devletleri ya da feodal düzen söz konusudur.
Çeşitli kabileler ve bunlara dayanan siyasi güçler o dönemde yarımadayı
yönetmişlerdir.[35]
Hicaz
bölgesinde Arabistan’ın güney ve kuzey bölgelerinde olduğu gibi bir devlet ve
siyasi organizasyondan bahsetmek mümkün değildir. Wellhausen’in
ifadesiyle “Araplarda hâkim bir kudretle bağımsız olarak işleyen bir nizam
yoktu. Devlet ne bir enstitü ne de bir ülke olmayıp bir topluluk idi. Hakikatte
bir devlet yok millet vardı. Ortada organizasyon yoktu, devlet memurları değil
yalnız aile, soy ve kabile reisleri vardı.”[36] Dolayısıyla bu bölgede siyaset
genellikle kabile ekseninde yapılmış, devletin yerine getirmesi gerekli olan
bir takım görev ve yetkiler kabileler ve onların seçtikleri kişiler tarafından
yerine getirilmiştir. Özellikle bedevi yaşam içerisinde varlığını devam ettiren
hicaz bölgesi Araplarında hükümet etme görevi kabile reisi tarafından icra
edilmiştir. Kabile reisi hem padişah, hem hâkim hem de komutandır; ancak bu
konum mutlak değildir. Kabile reisi için akıllı, yetenekli ve ileri görüşlü
olmak aranan özelliklerdir. Aynı özelliklere sahip birden fazla aday olması
durumunda en yaşlı ve ünlü olan kabile tarafından seçilmiştir.[37] Reis
seçiminde anlaşmazlık meydana geldiğinde kâhinlere müracaat edilmiş ve kura
çekilmiştir.[38] “Kabilenin
siyasi örgütlenmesi ilkeldi. Reis, eşit hak sahipleri arasından seçilen 'seyyid'
veya 'şeyh' idi. Şeyh kabile halk efkârına yol göstermekten çok, buna uygun
hareket eder, vazife yükleyemez ve ceza veremezdi”.[39] Kabilede reisin asıl görevi
istişare heyetini organize etmek savaş ilan etmek, barış anlaşması yapmak,
misafirleri ağırlamak vb. işlerdir. Araplar için kabile reisi otorite düşkünü
değil, kabilesinin sorun ve yükünü üstlenen kişidir.[40] Önemli konularda kabilenin
belli kollarına mensup etkili ve nüfuzlu kişilerle istişareler yapılarak
kararlar alınmıştır. Dolayısıyla Arap siyasetinde istişare ve hakemlik önemli
bir olgudur. Kabile reisliğinde babadan oğula veraseti söz konusu değildir;
ancak Arap geleneğinde kabile reisi olan kişi ölünceye kadar bu görevi yerine
getirmiştir.[41] Dolayısıyla
“krallık ve monarşi diyebileceğimiz bir yönetim sistemi yoktu. Yönetim sistemi
bir tür başkanlık, riyaset ve şeflik (kabile şeyhliği) tarzında idi.”[42]
Hicaz
bölgesinin en önemli şehri olan Mekke’de ise siyasi yapılanma bazı
araştırmacılar tarafından farklı şekillerde izah edilmiş olsa da içinde
bulunduğu bölgenin siyasi anlayışından çok da farklı değildir.[43]
Araştırmacılar özellikle Kusay b. Killab’tan İslam’ın ortaya çıktığı döneme
kadar uygulamaya konulan yönetim tarzlarına bakarak bir takım tanımlamalar
yapmışlardır. Kusay b. Killab Mekke’de hâkimiyeti gerçekleştirip tek elde
topladıktan sonra iskân faaliyetlerinde bulunmuş, Kureyş kabilesini merkeze
alarak kabileleri Kâbe’nin etrafına yerleştirmişti. Bu sürecin sonunda Kâbe
hizmetlerini yürütmek adına bir takım siyasi ve sosyal kurumlar ihdas etmişti.
Kusay b. Killab’ın bu uygulamalarından yola çıkarak onun Mekke’de yönetimi
monarşiye dönüştürdüğü bazı araştırmacılar tarafından iddia edilmiştir. Kusay
b. Killab’tan sonra yönetim parçalanmış, tek kişilik yönetim anlayışına karşı
çıkan aristokrat sınıf, görev ve yetkileri kendi aralarında paylaşmışlardı.
Buna bağlı olarak Mekke’de siyaset, ekonomik, sosyal ve siyasal açıdan
kendilerini üstün gören elit bir sınıf yani aristokratlar eliyle yürütüldüğü
söylenmiştir. Ancak bu elit sınıf gücü tek bir elde değil de çok farklı kişiler
arasında paylaştığı için bu yönetim tarzının oligarşiye dönüştüğünü ifade
edenler olmuştur.[44] “Mekke'de
hemen hemen yegâne hükümet teşkilatı, senato, yani Mele idi. Bu çeşitli
oymakların başları ve ileri gelenlerinden oluşan bir meclisti. Bu meclis sadece
meseleleri görüşürdü ve kendisinin yürütme yetkisi yoktu. Her oymak nazari
olarak bağımsızdı ve istediğini yapabilirdi. Böylece etkili kararlar ancak oy
birliği ile alınan kararlardı.”[45] Bu senatoda
görev alabilmek için ise kişinin kabilesinin gücü, zenginliği ve etkinliği,
kendisinin ise ticari ve mali alanda ortaya koymuş olduğu üstün başarısı
belirleyici bir rol oynamıştır. Özetle Mekke’de bir kralın veya hükümdarın
varlığından bahsetmek mümkün değildir. İslam’ın vahyedilmeye başladığı dönemde
Mekke’yi on kişilik bir meclis idare ettiğinden, o dönemde oligarşik bir
yönetim tarzı söz konusudur.[46]
Hicaz
bölgesinde sınırları belli, kurumsal yapısı oluşmuş ve politik sistemi gelişmiş
bir devlet yapılanmasından bahsetmek mümkün değildir.[47] Bunun nedenleri incelendiğinde
coğrafi, bireysel ve sosyal açıdan birçok sebebin olduğu görülmektedir.
Bölgenin büyük bölümünün çöl, tabiat ve iklim şartlarının elverişsiz ve çetin
olması, ulaşım ağının yetersizliği bu bölgede güçlü ve sistemli bir devletin
kurulmasını engelleyen coğrafi nedenler arasındadır. Var olan topraklarının yer
altı ve yer üstü zenginliğinin o dönemde yetersiz olması hem bölge dışında
mevcudiyetini sürdüren devletlerin buraya ilgisiz kalmasına neden olmuş; hem de
yerel halkın zihin dünyasında bir devlet anlayışının oluşmasını engellemiştir.
Otlak ve su peşinde koşan bedeviyi belli bir devlete ait sınırlar içerisine
hapsetmek mümkün değildir. Çöl hayatı ona sınırsızlığı daha doğrusu özgürlüğü
vaadetmiştir. Arap insanı yaşadığı coğrafyanın etkisiyle hürriyetine düşkün,
özgürce yaşamayı seven ve özgürlüğüne zarar verecek hiçbir anlayışı ve sistemi
kabul etmeyen bir yapıya sahiptir. Araplar otoritenin hemen hepsine
başkaldırmışlar ve karşı durmuşlardır. Kendilerine hükmetmek ve özgürlüklerini
ellerinden almak isteyen kişilere karşı kin ve nefret duymuş, onunla mücadeleye
girişmiş ve intikam almaya çalışmıştır.[48] Öyle ki asabiyet bağının güçlü
olduğu ortamda dahi kendilerinden olan Osman b. Hüveyris’in Bizans tarafından
Mekke emiri olarak gönderilmesi, onlar tarafından asla kabul görmemiş,
Mekke’nin hür bir memleket olduğuna işaret edilerek Mekkelilerin asla bir krala
boyun eğmeyeceği dile getirilmiştir.[49] Arapların çoğuna göre asıl
hayat çöldedir, şehir onlar için hapishaneden farklı değildir. İşte Araplardaki
bu özgürlük anlayışı onların sürekli ve düzenli bir devlet kurmalarını
engellemiş ve dolayısıyla da toplumda onlar tarafından tesis edilen ne bir
nizam nede bir hukuk sistemi kurulabilmiştir.[50] Abdulaziz Duri’nin
ifadesiyle “Yarımadanın ortasındaki arazinin genişliği, tabiatın sertliği,
ulaşımın zorluğu ve bedeviliğin yaygınlığı birleşik bir devletin ortaya
çıkmasını ve hakiki bir politik sistemi engellemiştir.”[51]
İslam öncesi toplumda sosyal nizamı
belirleyen hukuki sistemin temelini sözlü gelenek, örf ve adetler
oluşturmuştur. Sözlü hukuk, örf ve adetler ise geçmişe bağlılığı beraberinde
getirmiş ve geçmişi kutsamıştır. Geçmişe yönelik bu kutsayıcı yaklaşım o
dönemde düzenli bir devletin kurulmasını engelleyen nedenlerden bir diğeridir.
Kendi kabilesi ile övünen, kabilesi için her şeyi göze alan, diğerlerine karşı
maddi ve manevi alanda sağladığı üstünlüğü bir övünme vesilesi olarak gören
Arap insanının ortak bir bilinç etrafında toplanması mümkün değildir. Ayrıca
asabiyete bağlı olarak Arap toplumunda itaat kültürünün yaygın olması devlet
kurma önünde ciddi bir engeldir. İnsanların başka bir kabilenin hâkimiyeti
altına girmesi, o kabilenin reisine itaat etmesi mümkün değildir. Savaşlarda
dahi aynı düşmana karşı bir araya gelen kabilelerin ordu komutanını her gün
farklı bir kabileden seçmesi kendisinden başkasına itaat etmeme anlayışının bir
sonucudur. Dolayısıyla böyle bir anlayışa sahip kişilerin ortak bir bilinç
geliştirerek devlet kurmaları mümkün değildir.[52]
Arabistan topraklarında özellikle
Hicaz bölgesinde siyasi açıdan güçlü bir devletin kurulmamasının nedenini, çok
sayıda kabile ve cemaatlerin bulunmasına bağlayan İbn Haldun, onların görüş ve
ihtilaflarının çok çeşitli olduğunu bununda ortak bir anlayışının gelişmesini
engellediğini ifade etmiştir. Her ne kadar asabiyet İbn Haldun’un teorisine
göre devlet kurmak için temel olsa da aynı zamanda parçalanmayı da beraberinde
getirmiştir.[53] Kabile
hayatı ve asabiyeti çoğunlukla toplumsal çözülmenin ve düzensizliğin ana
nedenidir. Kabilenin bir ferdinin öldürülmesi, hakarete uğraması, siyasi
rekabet ve iktidar kavgası, uzun süren savaşlara neden olduğundan, bu savaş ve
mücadeleler ise Arabistan’ın çöllerini kana buladığından ve ortalığı darmadağın
ettiğinden kabilelerin varlıkları temelden sarsılmaktadır. Hiçbir otorite,
hiçbir güç, bu kaosu engelleyememektedir. Adem Apak, kaosa neden olan bu
asabiyet duygusunun Araplarda kavmiyet şuuruna erişemediğini ifade ederek,
kabileler halinde yaşadıkları için onlarda millet bilincinin gelişmediğini dile
getirmiştir. Araplar millet bilincine, ancak başka milletlerle karşılaştıkları
ve onlarla mücadeleye girdiklerinde ulaşabilmişlerdir.[54] Dolayısıyla İslam öncesi Arap
toplumunda kabile üyelerini bir arada tutan asabiyet duygusunun
bütünleştirmenin yanında parçalayıcı bir etkiye sahip olması, güçlü devletlerin
kurulmasını engelleyen bir başka neden olarak ifade edilmektedir.
Burada ifade edilmesi gereken bir
başka husus ise, her ne kadar hicaz bölgesinde özellikle Mekke’de güçlü bir
devlet ve ona bağlı siyasi sistem ve kurumlar olmasa da, Adnan Demircan’ın
ifade ettiği gibi orada bir siyaset vardır.[55] Bu siyaset birazda çöl
hayatının belirlediği kabile yapılanmasıyla yerine getirilmiştir. Özellikle
asabiyet, hukuki ve siyasi düzenin yokluğunda cahiliye insanının can, mal ve
namus güvenliğini sağlayan caydırıcı bir güç, toplumsal hayata nizam veren bir
unsurdur.[56] Asabiyet
duygusunun yoğunluğu ve onun temelini oluşturan nesep bağı, kabile üyelerini
birbirine bağlama, karşılaşabileceği tehlikelere karşı koruma gibi siyasi
fonksiyonlar icra etmiştir. “Araplar için nesebe bağlılık ve ona duyulan
ihtiyaç, adeta bugünkü insanın kendi haklarını koruyan bir devlete ve bir
vatana duyduğu ihtiyaç gibidir.”[57]
Netice olarak hicaz bölgesinin
bulunduğu coğrafya, sahip olduğu iklim şartları ile bölge insanının bireysel ve
toplumsal yapısı, orada güçlü bir devletin ortaya çıkmasına engel olmuştur.
Çölde yaşayan Arap insanının özgürlüğe düşkünlüğü, asabiyete bağlılığı ve buna
bağlı olarak kabileler arasında iktidar ve güç mücadeleleri ve uzun yıllar
süren savaşlar onların siyaset anlayışlarını ve siyasi yapılanmalarını derinden
etkilemiştir. Bu durum ise Hicaz bölgesinde güçlü bir siyasi yapının ortaya
çıkmasına engel olmuştur.
İslam öncesi
Arapların sosyal yapısını belirlemede yaşadıkları coğrafya ve iklimin belirgin
bir etkisi vardır. Yaşadıkları coğrafya, yaşam tarzları ve üretim şekilleri
Arapların bedevi ve hadari olarak isimlendirilmesine neden olmuştur. Çölde
yaşayan ve hayvanları için otlak ve su peşinde koşturan dolayısıyla göçebe bir
hayat sürdürenlere bedevi, yerleşik hayatı benimseyen, köy, kasaba ve
şehirlerde kendilerine ait mahallelerde yaşayanlara ise hadari denmiştir.[58] Ancak, bedevilik ve hadarilik arasında,
ticaret kervanlarının konaklamak için uğradıkları vaha ve vadilerde yarı göçebe
olarak yaşayan kabilelerde vardı. Bedeviler geçimlerini çölde besledikleri
hayvanlardan, yaptıkları baskınlardan, kervanlara deve satarak ve muhafızlık
yaparak, zaman zaman da ihtiyaç duydukları malları ticaret yoluyla takas ederek
temin etmişlerdir.[59] Bedeviler için esas olan zaruri olanı
elde etmektir. Yaşayacak kadar yemek, gölgelenecek kadar ev onlar için
yeterlidir. Onlar deve kılından yaptıkları çadırlarda gölgelenirken
besledikleri hayvanların etini ve sütünü tüketmişlerdir. Tarımla uğraşma, el
işleri, el sanatları ve denizcilik faaliyetleri bedeviler tarafından hakir
görülen meslek alanlarıdır.[60] Bedeviler yaşadıkları hayat tarzına
bağlı olarak sert mizaçlı, kaba, uygun olmayan davranışlara sahip, kabile ile
ilgili olmayan ahlaki emir ve yaptırımlara zor uyum sağlayan dolayısıyla dini
öğretilere daha kapalı kimselerdir.[61] Hadariler ise ihtiyacından fazlasına
sahip olan, belli bir yerde yerleşik olarak yaşayan, yaşam tarzlarında
zenginlik ve refahın izleri görülen toplumlardır. Yiyecek ve içeceklerinde
çeşitliliğin, konaklamada ise sağlam yapıların tercih edildiği hadari hayat
tarzında temel gaye, iyiyi, güzeli ve lüksü elde etme ve konfor içinde yaşama
üzerine kurulmuştur. Hadariler içerisinde Taif ve Medine gibi şehirlerde
ziraatla uğraşanlar olduğu gibi, tarıma elverişli olmayan Mekke gibi şehirlerde
ticaretle meşgul olanlar vardı.[62] Burada ifade
edilmesi gereken bir başka husus ise, Arap toplumunda her ne kadar bedevi ve
hadari şeklinde bir ayırım yapılmış olsa da bedevi ve hadariler arasında yaşam
tarzı olarak keskin bir ayrım yapmak zordur. Şehirde yaşayanlar arasında,
bedevilere ait bazı yaşam özellikleri görülürken, çölde yaşayanlar arasında
hadari gibi davrananlar da vardır.[63]
Çölde yaşayan, su ve ‘kaçan ot’[64] peşinde
koşan bedeviler ile şehirde yaşayan ve temel amacı konforu elde etme olan
hadarilerin yaşam şartları ve geçim araçları farklı olsa da sosyal yapılarını
belirleyen unsur aynıdır. Bu sosyal yapıyı belirleyen ise çöl hayatının
ürettiği ve kendine has bir sistemi olan kabiledir. Topraktan gıdasını elde
edemeyen, sürüsüne yeteri kadar otlak bulamayan bedevi, geçimini sağlamak için
başka çareler aramak durumunda olmuştur. Bulduğu çare ise genelde güce, silaha
dayalı, ölme ve öldürmenin kaçınılmaz olduğu çapulculuk, gasp gibi yollardır.
Dolayısıyla bedevi, çölde hayatta kalabilmek için rekabete, rekabet için insan
kaynağına ihtiyaç duymaktadır. Çoğunluğu bedevi hayat tarzını benimseyen
coğrafya ve iklime bağlı olarak çölde yaşayan bu Arap insanının, ıssız bucaksız
olan ve birçok tehlikeyi içerisinde barındıran Arabistan çöllerinde çekirdek
aileden oluşan bir aile kurumuyla hayatta kalması mümkün değildi. Bütün bu
sebepler, temelde kan bağına dayalı, erkek soyundan gelen küçük ailelerin bir
araya gelmesine ve kabilelerin oluşmasına neden olmuştur.[65] Ancak kabile anlayışı, çöl
hayatının doğurduğu bir sonuç olsa da şehirlerde yaşayanlar dahi kabileler
halinde yaşamışlardır. Mekke’de yaşayan Kureyş Kabilesi ve Medine’de yaşayan
Evs ve Hazrec kabileleri bunun en güzel örnekleridir. Bu kabileler, kendi
akrabalarının oluşturduğu mahallelerde yaşamış ve genelde birbirleriyle
iletişim halinde olmuşlardır.
Bir toplumu toplum yapan, onu
oluşturan bireylerinin belli ortak değerler etrafında birleşmeleri ile
mümkündür. Bireyleri bir arada tutan bazen bir toprak parçası yani vatan, bazen
din duygusu bazen de aynı soydan gelme gibi ortak değerler olabilmektedir. Daha
önceki bölümde ifade edildiği gibi Hicaz bölgesinde siyasi yapılanma
bireylerini bir vatan şuuruna taşımamıştı. Çölde devamlı göç halinde olan
bedevilerin sınırları belli bir toprak içerisinde yaşamaları onlar için
hapishaneden farksızdı. Dolayısıyla bu anlayış onları ortak toprak paydasında
buluşturamamıştır. Aynı zamanda bu bölgede yaşayan Arapların, dini anlayışlarında
da homojen bir yapı yoktu. Puta tapıcılığın yaygın olduğu bir toplumda, her
kabilenin kendisine ait bir putu olması dahi din duygusunun birleştirici değil
ayrıştırıcı bir unsur olduğunu göstermektedir. Bu nedenle Hicaz bölgesindeki
Arapları bir arada tutan bağ ne vatan nede din bağıdır. Onları bir arada tutan
genellikle baba tarafından kan bağına dayanan, üyelerini dışardan gelecek her
türlü tehlikeye karşı, beraber hareket etmeyi sağlayan, birlik ve dayanışma
ruhu dediğimiz “asabiyet” bağıdır.[66] Arap insanı çölde hayatta
kalabilmek için, küçük ailelerin bir araya gelmesiyle oluşan kabilelere,
kabileler ise, asabiyet ruhuna ihtiyaç duymuştur. Asabiyet kabilelerin ruhu,
ana unsuru ve toplumsal düzenin kaynağıdır. “Kabileyi insanın bedeni olarak
değerlendirmek mümkün olursa asabiyeti de bedene can veren onun her türlü maddi
ve manevi varlığını düzenleyen, adeta canlılığını sağlayan ruh olarak kabul
etmek gerekir”[67]
Arap toplumunu kabile etrafında
birleştiren asabiyet ruhu, sosyal hayat içiresinde çeşitli fonksiyonlar icra
etmekte, aynı zamanda tezatlıkları da içerisinde barındırmaktadır. Asabiyet bir
taraftan toplumsal bütünleşmeyi sağlarken, diğer taraftan toplumsal çözülmeye
neden olmakta, kabile üyelerine aidiyet ve kimlik kazandırırken, aynı zamanda bireyselliği
ve dışlanmayı beraberinde getirmektedir.[68] Örneğin asabiyetin, sosyal
bütünleşme bağlamında Arap toplumu için hayati bir fonksiyonu vardır. Kabileler
halinde yaşayan Araplar, savaşın ve ihtilafın eksik olmadığı çölde, hayatlarını
sürdürebilmek için birbirleriyle dayanışma içerisinde olmak durumundadılar.
Hicazda uzun yıllar süren savaşlar dikkate alındığında toplumda, bir arada
olmaya duyulan ihtiyaç kaçınılmazdır. İşte bu ihtiyacı karşılayan ve toplumsal
bütünleşmeyi sağlayan, kabile ve asabiyet ruhudur. Asabiyet, bu topraklarda
kabile bireyleri arasındaki dayanışmayı, yardımlaşmayı, birbirini korumayı ve
bir bütün içerisinde yaşamayı sağlayan birlik ruhu ve bu ruhtan doğan
kuvvettir.[69]
Toplumsal yapı sınırlı kaynakların
eşitsiz dağıtımına bağlı olarak içerisinde çatışmayı ve rekabeti
barındırmaktadır. Bu rekabet ve çatışma, İslam’dan önce Arap toplum yapısında
hem ekonomik gerekçelere hem de kabile ve asabiyet anlayışına bağlı olarak çok
daha yaygındır. Arap yarımadasında ekonomik kaynakların az olması, toplumsal
yapının ana unsuru olan kabileler arasında çatışma ve kavgayı beraberinde
getirmiştir. Yetersiz otlak ve su kaynakları, bütün Araplara yetmediği için,
bunlara sahip olmak için savaş kaçınılmazdı.[70] Toplumsal hayatın sıradan
olayı olarak kabul edilen bu savaşlar, günler, aylar hatta yıllar sürmekteydi.
Ayrıca asabiyet ruhuna bağlı olarak yaşanan çatışmalar toplumsal düzene zarar
vermekteydi. Asabiyet anlayışı toplumda, kendi kabilesinden olmayanlar için
parçalayıcı, yıkıcı bir rol oynamıştır. Kabile üyelerine bir başka kabile
tarafından saldırı uzun yıllar süren savaşlara ve kan davalarına neden
olmuştur.[71] Yine çatışma
ve rekabet bazen aynı kabileye mensup bireyler arasında dahi kendini
göstermiştir. Darb-ı mesel olarak ifade edilen şu söz kabile anlayışının ve
asabiyetin toplumsal çatışmaya nasıl etki ettiğini göstermesi açısından dikkat
çekicidir: “ Ben ve kardeşim amcaoğluna karşıyız, ben ve amcaoğlu yabancıya
karşıyız”.[72] Dolayısıyla
Arap toplumunun kabile ve asabiyet anlayışı, insanların birbirleri arasındaki
ilişkide düşmanlığı, çatışmayı ve rekabeti sıradanlaştıran ve toplumsal düzeni
bozan temel unsurdu. Bunun yanında Abdurrahman Kurt, toplumda özellikle
Mekke’de asabiyet ruhunun, gelişen ekonomik ve ticari ilişkiler neticesinde
zayıfladığını dile getirerek servet birikimiyle birlikte toplumda var olan
cemaat bağının gevşemeye başladığını ifade etmiştir. Ona göre, Mekke’de ticari
hayat, servetin belli kesimler elinde toplanmasına ve bu serveti elinde
tutanların ise kabile ve asabiyetten bağımsız hareket etmesine neden olmuştur.
Bu durumun yaygınlaşması ise, Mekke’de bedevi asabiyetinin zayıflamasına yol
açmış, bunun sonucunda da toplumsal çözülme süreci yaşanmaya başlamıştır.[73]
Cahiliye toplumunun temel
unsurlarından olan kabile ve asabiyet ruhu, üyesine aidiyet ve kimlik duygusu
kazandırma fonksiyonuna da sahiptir. Kabile içerisinde yaşayan ve asabiyet
ruhuna mensup bireyler, hayatta kalmanın tek yolunun bir kabileye mensup
olmaktan geçtiğinin ve bu mensubiyetin kendisine aynı zamanda bir sorumluluk
yüklediğinin farkındadır. Bu mensubiyet ve sorumluluk kabileye gönülden
bağlılığı beraberinde getirmiş ve kabilenin değerleri çerçevesinde sosyalleşen
bireyler ortaya çıkarmıştır. İnsanlar kabilesi içeresinde, kabilesinin
kimliğiyle yaşamışlardır.[74] Aynı zamanda
kabile kimliği, kişiler üzerinde bir denetim ve sorumluluk unsurudur. “Asabiyet
sayesinde kabilede yaşayan her fert, kendisinin bir cemaatten sorumlu olduğu
bilincine ulaşır; aynı şekilde kabile topluluğu da kendine bağlı fertlerden her
birinin sorumluluğunu yüklenir. Sonuçta kabile için fert, fert için kabile
kuralı gerçekleşir.”[75] Diğer
taraftan kabilenin kimliği ile çatışan, sorumluluklarını yerine getirmeyen ve
kabilenin çıkarlarına aykırı davranan kişiler, kabilenin korumasından mahrum kalmıştır.
Kabile, bu şekilde davranan üyelerini ‘hal’ denilen ve kabilenin himayesinden
çıkartma olarak anlaşılan uygulamayla sistemin dışına itmiştir. Bu üyeler için
toplumda ‘hâli’, ‘târid’, ve ‘la’in’ gibi nitelendirmeler kullanılmıştır ki, bu
nitelendirmeler uzaklaştırılmış, kovulmuş ve lanetlenmiş anlamlarına
gelmektedir. Bu tür durumlarla karşılaşan kişilerin isimleri panayırlarda,
çarşılarda ilan edilerek artık kabilenin onlarla hiçbir bağının kalmadığını,
onların kendi başlarına kaldıklarını, ortaya koydukları davranışlardan
kabilesinin sorumlu olmadığı ilan edilmiş olurdu.[76] Kovulan bireyler hayatta
kalmak için başka kabilelerin himayesi altına girmek zorundadır aksi durumda
can güvenliği tehlikeye girmektedir. Hiçbir kabilenin himayesine giremeyen hal
üyeleri çölde tek başına hayatta kalamadıkları için bir araya gelerek çeteler
oluşturmuşlar ve ticaret kervanlarının yollarını keserek gasp ve yağmacılığı
meslek edinmişlerdi.[77] Bu durum
toplumda güven duygusunun zedelenmesine neden olmuştu. Neticede Arap
toplumunda, kabile anlayışı ve asabiyet duygusuna bağlı olarak ortak bir ideal
uğrunda bütünleşme, bir araya gelme söz konusu olmuş olsa da, basit nedenlerle
uzun süren savaşlar, çatışmalar ve hal uygulaması, toplumsal parçalanmayı
beraberinde getirmiştir.[78]
Hemen
hemen her toplumda olduğu gibi cahiliye toplumunda da bireylerin sahip
oldukları maddi ve manevi haklar, birbirinden çok farklıdır. Yaşam kalitesi,
sahip olunan mal mülk, statü ve makam insanlar arasında eşit değildi.
Dolayısıyla Arap toplumunu oluşturan insanlar, soy-sop, meslek, servet ve sahip
olunan haklara bağlı olarak hür, mevali ve köle gibi toplumsal tabakalara
ayrılmışlardır. Bu tür tabakalaşmanın altında cahiliye insanının hayata bakış
açısı yatmaktadır. Toplumda atalara, soya ve nesebe aşırı bağlılık, şan ve
şerefe, güce ve itibara aşırı düşkünlük, insanlar arasında sınıfsal ayrımın
belirleyicileri arasında yer almıştır. Yine cahiliye insanının mevcut benlik
duygusu ve dünyevi bir hayat tasavvuru sosyal tabakaların oluşmasında etkin bir
unsurdur. Benlik duygusunu tatmin etmek arzusunda olan insan, kin ve hırsla
belli kişi ve gruplara üstünlük sağlamaya çalışmıştır. Üstünlüğü sağlamasıyla
kendisi şan ve şerefe nail olmuş, gücü ve kuvvetiyle korku salmış ve hayatın
merkezine kendisini koymuştur. Dolayısıyla kendisi hem maddi hem de manevi
alanda birinci sınıf, üstünlük sağladıkları ise ikinci sınıf hatta daha
değersiz bir konumdadır.[79]
Arap toplumsal yapısının en temel
unsuru olan kabileler, hür, mevali ve kölelerden oluşmuştur. En üst tabakayı
hürler oluştururken, hürler sınıfının belirlenmesinde, kan bağı ile birbirine
bağlı olmak, gücü ve kuvveti elinde bulundurmak, savaş alanlarında üstünlük
göstermek, kâhinlik ve şairlik gibi ayırıcı niteliklere sahip olmak gibi
faktörler etkilidir. Bu faktörler, aynı zamanda hür bireylerin kabile
içerisinde farklı konumlara sahip olmalarına neden olmuştur. Örneğin, hür olan
erkek ve hür olan kadın arasında sosyal konumları açısından ciddi farklılık söz
konusudur. Yine aynı soydan gelmesine rağmen, kendine has yetenekleriyle bir
kabile üyesinin diğerlerinden daha üstün bir pozisyon elde etmesi mümkündür.[80] İkinci
tabakayı oluşturan sosyal sınıf ise ne tam hürlerin haklarına sahip ne de
köleler gibi kötü şartlar içerisinde yaşayan, sınırlı haklara sahip olan ve
farklı çeşitlerini içerisinde barındıran mevalilerdir. Mevali sınıfını
genellikle kabile içerisinde hürler tarafından azat edilen köle, cariye ve
onların çocukları oluşturmaktadır. Bunun yanında mevali sınıfı içerisinde
kabileye farklı şekilde dâhil olan bireyler söz konusudur. Bunlar, Itk
mevlalığı gibi, azat edilmiş kölelerden, akit mevlalığı gibi anlaşma, katılma
veya sığınma yoluyla kabileye dâhil olanlardan ve rahim mevlalığı gibi, evlilik
yoluyla kabileye dâhil olanlardan oluşan mevlalık çeşitlerinden bazılarıdır.[81] Arap
toplumunda mevali uygulamasının, köleler ve cariyeler gibi alınıp satılmama,
evlilik, miras ve diyet gibi konularda kendine mahsus hukuku vardır. Mevaliler,
köleler gibi alınıp satılamaz, hür bir kadınla evlenemez ve her hangi bir suç
işlediğinde kendisi için diyetinin yarısı ödenirdi.[82] Kabilelerin son tabakasını ise
köleler ve cariyeler oluşturmaktadır. Bunlar, savaş meydanlarında esir olarak
alınan, diğer memleketlerden getirilip pazarlarda satılan, köle ve cariyelerin
dünyaya getirdiği çocuklardan oluşan kişilerdir. Bir mal statüsünde olan
köleler, sahibi tarafından satılıp alınan, hibe edilen, istediğinde de
öldürülen, bağ ve bahçede, ev işlerinde çalıştırılan zaman zaman askeri güç
olarak kullanılan kimselerdir. Kölelik müessesi genellikle şehirlerde yaşayan
kabilelerde görülmektedir.[83]
Cahiliye insanının hayata bakış
açısı ve buna bağlı olarak oluşturduğu değer yargıları toplumda yer alan kadın
ve kız çocuğu algısını da derinden etkilemiştir. Şan, şeref ve güç elde etmek
için mala ve mülke, mal ve mülk elde etmek için ise savaşa, yağmaya, gaspa
ihtiyaç duyan insan için en önemli şey erkek çocuğa sahip olmaktır. Dolayısıyla
bedeviler arasında erkek değerlidir. Savaşın hâkim olduğu bir toplumda askeri
güce sahip olmadığı gibi, savaş anında esir düşerek kabilesini utanılacak bir
duruma sokan kadının o toplumda değerli olması düşünülemezdi.[84] Bazı hür
kadınlar istisna edilse de cahiliye toplumunda kadınlar, bir meta gibi
kullanılan, namusa leke getirme tehlikesine sahip ve cinsel arzularını tatmin
için var olan bir nesnedir. Bu bakış acısana bağlı olarak kız çocuğuna sahip
olmak utanılacak bir durumdur. Güce, mala, mülke ve aşirete bağlı olarak bazı
kadınlar toplumda belli bir statüye sahip olsalar da, kadınların çoğunluğu
miras ve boşanma gibi haklardan mahrum ve tamamen erkeğin egemenliği altında
yaşayan kimselerdir.[85]
Cahiliye dönemi
sosyal hayatında adaletsizlik, düzensizlik ve güvensizlik söz konusudur. Güçlü
olanın her zaman haklı olduğu, zayıfın ezildiği, yağmalamanın, adam öldürmenin sıradanlaştığı
sosyal hayatta, kumar, şarap, içki, zina ve faiz yaygındı. Ayrıca sık sık
eğlence meclisleri düzenlenirdi.[86] Bunun
yanında cahiliye toplumunda cömertlik, misafirperverlik,
yardımlaşma ve dayanışma, namusa düşkünlük gibi müsbet davranışlar da görülmekteydi.[87]
Bir toplumda var olan ekonomik
temelli faaliyetlerin belirlenmesinde malların üretilmesi, tüketilmesi ve
dağıtılması gibi etkenlerin yanında doğal şartlar ve iklim koşulları etkili
olmaktadır.[88] Arap
Yarımadası’nın ekonomik hayatını belirleyen unsurların başında ise bölgenin
coğrafi yapısı ve tabiat şartları gelmiştir. Verimli olan topraklarda özellikle
Güney ve Kuzey Arabistan ile Orta Arabistan’ın dar bölgelerinde tarıma yönelik
faaliyetler gerçekleştirilirken; suyun yetersiz ve hava şartlarının uygun
olmadığı topraklarda hayvancılık ve ticari faaliyetler yapılmıştı. Tarıma
elverişli bölgelerden Yemen bölgesinde buğday, hurma, Yemame bölgesinde buğday
ve arpa gibi tahıl ürünleri, Taif’de, üzüm, zeytin, arıcılık ve bal Medine’de
ise hurma, buğday, arpa ve pancar gibi ürünler yetiştirilmiştir.[89] Ancak suyun
yetersiz, toprağın verimsiz ve havanın aşırı sıcak olduğu Hicaz bölgesinin
büyük bir kısmında tarımdan ziyade hayvancılık ve ticaret yapılmıştır.[90] Bu bölgede
özellikle dağlık ve kayalık araziler ile çöl ve kurak olan bölgelerde yaşayan
bedeviler, daha çok hayvancılıkla uğraşmışlardır. Ancak beslenen hayvan tabiat
şartlarına bağlı olarak ihtiyacı karşılayacak sayıda değildir. Araplar için
sahip olduğu özelliklere ve zor hayat şartlarını kolaylaştırmasına bağlı olarak
en önemli hayvan devedir. Gerek taşımacılık gerek beslenme açısından deve, çöl
hayatınınım vaz geçilmezidir. Açlık ve susuzluğa dayanması, çölün zor
şartlarına katlanabilmesi ve uzun mesafelere yük taşıyabilmesi deveyi değerli
kılmıştır. Bunun yanında Araplar için deve kadar önemli olmasa da at
yetiştiriciliği yaygındı. Gündelik hayatı kolaylaştırmak ve gerekli besin
ihtiyacını karşılamak için ise devenin yanında keçi, koyun, arı, tavuk ördek ve
benzeri hayvanlarda bu bölgede yetiştirilenler arasındaydı.[91]
Ticaret,
Arabistan bölgesinin en canlı ve en hareketli iktisadi faaliyetiydi. Bölgenin
belli kısımları hariç arazinin hem ziraat hem de hayvancılık için çok da uygun
olduğu ifade edilemez. Ziraat ve hayvancılık yapılan bölgelerde ortaya çıkan
ürünlerin ve beslenilen hayvanların bölge insanının geçim ihtiyacını
karşılaması da mümkün değildi. Dolayısıyla bu durum, Arabistan insanını ürünsüz
ülkelerin yaşam tercihi olan ticarete yönlendirmiş ve ticaret özellikle de son
dönemde Hicaz bölgesinin ekonomik hayatını belirleyen en önemli unsur olmuştur.[92] İlk
dönemlerde Güney ve Kuzey Arabistan’da kurulu devletlerin ve bir siyasi düzenin
olmasına bağlı olarak Yemen’den Şam’a kadar belli ürünlerin ticari meta olarak
transfer edildiği dikkat çekmektedir. Hindistan ticareti ile bağlantılı olarak,
Yemen’den alınan altın, ipek, kalay, baharat, pamuk, fildişi, tütsü ve koku
gibi malzemeler kuzey bölgelerine taşınırken, kuzeyden buğday, yağ, şarap,
zeytin, bakliyat, kumaş, boya ve kap kacak gibi ürünler güneye ticari meta
olarak taşınmıştır.[93] Hicaz
bölgesinde ticari faaliyetlerin yoğunlaşması ise özellikle Romalıların zamanla
güneyden kuzeye yapılan ticari faaliyetleri kontrol altına almasıyla
başlsmıştır. I. Yüzyıldan itibaren sekteye uğramaya başlayan Yemenlilerin
Ticari faaliyetleri artık Hicaz Arapları tarafından yürütülmüştür. Özellikle
Mekkeliler şehirde Bizans, Habeşistan, Yemen ve İran devletleri ile çölde ise
bedevi reisleriyle yaptıkları anlaşmalarla ticari alanda söz sahibi olmuş ve
ciddi kazançlar elde etmişlerdi.[94] Hicaz
bölgesinde bulunan Taif ve Medine şehirleri de Mekke kadar etkin olmamakla
beraber ticari faaliyetlerin yapıldığı şehirler arasında yer almışlardır. Mekke
şehrinde zirai ürünler yetişmediği için, ticari faaliyetler daha çok, şehre
getirilen kuru üzüm, parfüm, Yemen kumaşı, demir ve silah gibi ürünlerin
tüccarlar tarafından alınıp satılması şeklinde sürdürülürken, Taif ve Medine
şehirlerinde ise üretime bağlı olarak üzüm, şarap, bal, hurma, arpa gibi
ürünlerin pazarlanması şeklinde olmuştur. Bunun yanında özellikle deri, şarap
ve zeytinyağı üretimi için küçük sanayi kuruluşlarının olduğu ifade edilen
Taifde halk büyük ekonomik kazanç elde etmiş ve refah seviyesini ciddi anlamda
yükseltmişti.[95] Hicaz
bölgesindeki ticari hayat, dini ve kültürel unsurlar sayesinde canlı tutulmuş,
Kâbe gibi dini ve panayırlar gibi hem dini hem de dünyevi merkezler sayesinde
ticaret, yerellikten uluslararası boyuta taşınmıştır.[96] Ticaretteki bu gelişmişlik
aynı zamanda kendine has alışveriş şekillerinin ortaya çıkmasına neden
olmuştur. Muhadara (Ağaçtaki ürünün henüz olgunlaşmadan satışı)[97], Tasriye
(Hayvanın bol sütlü gözükmesi için birkaç gün sütünün sağılmadan çarşıya
çıkarılması)[98],
Hablü’l-habale (Gebe hayvanın karnındaki dişi yavrusunun ileride doğacak olan
yavrusunun satışı)[99] vb.
gibi alış veriş muameleleri bunlar arasındadır. Ancak bu alış veriş şekilleri
“müşteriyi kandırma, fiyat artırma maksadıyla müşteri gibi gözükme, mal
sahibinin bilgisizliğinin istismarı suretiyle değerinden daha ucuza alarak
pazarda daha pahalıya satma gibi kul hakkını ihlal eden hususları”[100] içerisinde
barındırmaktadır. Yine faiz ve tefecilik Araplar tarafından ticari faaliyetler
içerisinde en çok kullanılan yöntemler arasındadır.[101] Ticari sahada malların satışı
ya takas, ya altın ve gümüş miktarıyla takdir, ya da altın ve gümüş mukabilinde
nakit para ile gerçekleştirilmiştir. Kullanılan para birimleri ise genelde
İranlılar ile Rumların tedavüldeki para birimleri olan sikkelerdi.[102]
Arabistan ve özellikle Hicaz bölgesinde
var olan bu ticari hayatın toplumsal manada bir takım sebep ve sonuçları
olmuştur. Mekke Kur’an’ı Kerim’de Hz. İbrahim’in dilinden ‘ekin bitmez bir
vadi’[103] olarak
nitelendirilmiştir. Ekin bitmeyen, suyu kıt ve çevresi kayalıklarla kuşatılmış
bir vadide kurulan Mekke’de ziraat ya da hayvancılığın yapılması mümkün
olmadığından, orada yaşayanlar için tek çare ticaret yapmaktı. Bunun yanında
Kâbe gibi kutsal bir mekânın orada olması ve insanların belli zamanlarda
Kâbe’yi ziyaret etmesi, ticari hayatı teşvik eden bir başka unsurdu. Ayrıca
Yemen ve Suriye arasında yer alan ticaret yollarının kavşak noktasında bulunan
Mekke, kervanların sıklıkla uğradığı yerler arasında yer almakta bu da ticari
hayata olumlu katkı sunmuştur. Siyasi manada kurumsal bir yapının olmadığı
bölgede ticaretin sağlıklı yapılabilmesi için en önemli unsur güvenlik
meselesidir. Peygamber efendimizin büyük dedelerinin bölge ülkeleri ve bedevi
reisleriyle yaptığı anlaşmalarla bu güvenlik sorunu çözülmüştür.[104] Böylece
istikrar ve güven ortamına kavuşan Mekke ve Hicaz bölgesinde ticaret önemli bir
noktaya taşınmış oldu.
Bunun
yanında Mekkeliler Kâbe gibi kutsal beldenin hizmetlerini yerine getirerek
itibar sahibi olmuşlardır. Bütün bunlar, Kureyş kabilesini aristokrasinin
zirvesine taşımıştır. Bu aristokrat kabilenin üyeleri, Mekke toplumunun siyasi,
ekonomik ve dini hayatını yönetmiştir. Böyle bir güce sahip olan kişilerin
toplumsal ve dini değişmeyi hemen kabul etmesi mümkün değildir. Câbirî’ye göre
Mekkelilerin özellikle maddi gücü elinde bulunduranların Hz. Muhammed’e karşı
çıkmalarının altında yatan sebep ekonomik çıkarlarının zarara uğrayacağı
korkusudur. Onların korkusu putlarının ve tanrılarının yok olması değil, onlar
vesilesiyle elde ettikleri gelir ve ganimetin yok olacağı anlayışıdır.[105] Dolayısıyla
ticarete bağlı olarak elde edilen güç toplumsal ve dini değişmeyi engelleyici
bir fonksiyon icra etmiştir. Diğer taraftan Mekke’deki bu ticari gelişmişlik ve
ekonomik anlamdaki zenginlik toplumdaki cemaat duygusunda zayıflamayı
beraberinde getirmiştir. Toplumdaki kabile asabiyeti, insanların hayatında
kendini gösteren zenginlikle beraber zayıflamaya başlamıştır.
‘şerefte
üstünlük yerine servette üstünlük’[106] anlayışının hâkim olmaya başladığı
toplumda mala-mülke aşırı güven bireysel güveni beraberinde getirmiş ve bu
durum kişilerin kabilesinden bağımsız hareket etmesine neden olmuştur. Ticari
hayat Mekkelilere aynı zamanda diğer kültürlerle etkileşim halinde olma fırsatı
sunmuş, Yemen’e, Suriye’ye Habeşistan’a yapılan seferler onlara kültürel manada
bir zenginlik katmıştır. İran ve Bizans’a yapılan seferlerde Hintli, Çinli
tüccarlarla karşılaşan Mekkeliler, ticaretin yanında kültürel alışverişte de
bulunmuşlardır.[107] Bu durum Mekkelileri kapalı bir toplum
olmasını engellemiş, dini, siyasi ve kültürel durumlardan haberdar olmasına
imkân vermiştir.
İslam öncesi Arap toplumunda tek bir
dini anlayıştan bahsetmek mümkün değildir. Gerek tanrı, gerek ahiret inancı
konusunda cahiliye Arapları arasında farklı yaklaşımlar olduğu gibi, dini
ritüel ve ibadetlerde de farklılık söz konusudur.[108] Pek çok eski inanç sisteminin
olduğu cahiliye toplumunda güneşe, aya, yıldızlara tapanların yanında, melek ve
cin gibi metafizik varlıklara inanan, putlara ve kâhinlere dini anlayışlarında
yer verenler de vardı. Yaşadıkları bölgenin etkisiyle uçsuz bucaksız çöl ve
dağlarda cinlerin yaşam sürdüklerine inanan ve onların hayır ve şerre muktedir
olduklarını düşünen Araplar ile tevhit inancını hatırlatan bazı ibadet ve
geleneklere sahip olan Hanifler aynı bölgede yaşamışlardır.[109] Bunun yanında Arabistan’ın
bazı bölgelerinde Yahudi ve Hristiyan inancına sahip kişiler de vardı. Ancak
İslam’ın indiği dönemde en yaygın dini anlayış putperestliktir.[110] Bu parçalı
dini anlayışın bir sonucu olarak kurumsallaşan bir inanç sistemi ve düzenli bir
ibadet anlayışı -hac ibadeti istisna- özellikle Hicaz bölgesi Araplarında
kendine yer bulamamıştır. Ayrıca çoğu göçebe veya yarı göçebe olarak yaşayan
Arapların bu yaşam tarzının etkisi, dini anlayışlarında kendini göstermiş, dini
anlayışları kendi gözlemleri ve pratik tecrübeleri neticesinde şekillenmiş ve
bu duruma bağlı olarak da ibadetleri basit kalmıştır.[111]
Hicaz bölgesinde Hz. İbrahim ile
başlayan ancak belli bir süre sonra yozlaştırılan, tahrif edilen bir tevhit
inancının varlığı söz konusudur. Bu tevhit inancı, İbn al-Kalbi’ye göre
İsmailoğlularının Mekke’de sayılarının çoğalması ve bu nüfus artışına bağlı
olarak şehri terk etmek zorunda kalanların, giderken yanlarında kutsal beldeden
götürdükleri taşlara gösterdikleri ihtiram ile bozulmaya başlamıştır. Onlar
kutsal eve ve beldeye duydukları sevgi ve saygının bir sonucu Mekke’den
ayrılırken mutlaka yanlarına taşlar alır, sonra gittikleri yerde bu taşların
etrafında, Kâbe’yi tavaf eder gibi dönerlerdi. Bu süreç daha sonra onları,
hoşlarına giden şeylere tapmaya götürmüştü.[112] Puta tapmanın Mekke’de somut
hale gelmesi ise, kaynaklarda yer verilen bilgilere göre, Amr b. Luhay’ın
Suriye’ye yapmış olduğu tedavi amaçlı bir seyahatin sonunda bölgeden Mekke’ye
getirmiş olduğu putlar ile başladığı ifade edilmektedir.[113] Ancak puta tapıcılığın
Mekke’de sadece bu olaya indirgenerek başlatılmasının doğru olmadığını ifade
eden Mahfuz Söylemez, Amr b. Luhay’ın putları Mekke’ye getirmesini, Kâbe ve
Mekke’nin Cürhümlüler zamanında sarsılan imajını tekrar düzeltmek adına yapmış
olduğu bir adım olarak değerlendirmektedir. Amr b. Luhay Suriye’ye yapmış
olduğu seyahat esnasında civardaki kabile reisleriyle görüşmüş onların puta
taptıklarını, kendi putlarından başkasına itibar etmediklerini görmüştü. Onlara
bu putlarını kutsal Kâbe’ye koymayı teklif etmiş böylece hem kabilelerin
tanrılarına meşruiyet kazandırmış hem de Mekke’yi dini ve ekonomik anlamda
tekrar canlandırmıştı.[114] İslam’dan
önce Kâbe’de 360’a yakın put vardı. Bu putlar içerisinde en önemlisi Hübel’dir.
Araplar Hübel’in önünde kurban keser, yapılacak işler için fal oku çekerdi.
Bunun yanında Taif, Medine ve diğer şehir ile çölde yaşayan kabilelerin
kendilerine ait putları vardır.[115] Bunun
sonucu olarak tâğut adında put evleri inşa edilmiş ve dini ayinler buralarda
yapılmıştır. Kabileler içerisinde tâğutlar inşa edemeyenler, Kâbe’de ya da
diğer tapınaklarda ibadet ederlerdi. Çölde yaşayanlar ise kurdukları çadırlar
arasından birini tapınak olarak belirlemişlerdir. Yine her evde bir put
bulunmakta ve ev halkı bu putlara tapmaktadır. İnsanlar yolculuk öncesi ve
sonrası evlerde bulunan bu putlara ellerini yüzlerini sürerlerdi.[116] Araplar
taptıkları bu putlar ile her şeyi yaratan, evrendeki bazı olaylara düzen veren
sonra yüceliğine bağlı olarak bu âlemden çekilen Allah ile irtibata
geçtiklerine inanırlardı. Cahiliye Araplarına göre, ancak bir takım aracılar
vasıtasıyla Allah ile iletişim kurabilmek, ona dua edebilmek ve ondan yardım
istemek mümkündür.[117] Araplar
putlara kendisi ile yüce yaratıcı arasında şefaatçi olmaları, onların Allah
nezdinde değerli olması, dolayısıyla putları memnun etmenin Allah’ı memnun
etmek olarak görülmesi ve Allah’ın bu putlar vesilesiyle yeryüzüne müdahale
ettiği anlayışına sahip oldukları için tapmaktaydılar.[118] Onlar putlara hediye takdim
ederek, tavaf yaparak, kurban keserek, hac ederek vb. şekillerde ibadet
ederlerdi. Bunun yanında Arapların dini hayatlarında sihir, büyü ve cin ile
ilgili inançlar vardır. Bu inançların var olan diğer inanç sistemleriyle
birleşmesi sonucunda kâhinlik kurumu ve arraf topluluğu ortaya çıkmıştır.
Arraflar ve kâhinler cahiliye Arapları tarafından din adamı olarak kabul
edilmektedir. Bunun yanında putlarla, mâbetlerle ve tâğutlarla ilgilenen fal ve
kurban gibi bazı dini ayinleri yöneten ‘Sadin’ ve ‘Hacib’ adında din adamları
vardır. Sadin; hizmetçi, Kâbe hizmetçisi veya put evlerinin hizmetçisi
demektir. Hicâbe ise Kâbe’nin bakımı, kapısının ve anahtarlarının muhafazası ve
kapının belli zamanlarda ziyaretçilere açılması gibi hizmetleri yerine getiren
kimsedir. Sadin ve hacibler rütbe ve itibar açısından Arap toplumunun üst
tabakalarında yer almışlardır. İlahlar adına emir ve nehiy yetkisine sahip olan
sadin ve hacibler toplum içerisinde bir takım ayrıcalıklara sahip olmuşlardır.[119]
Cahiliye
Araplarının ahiret inancına sahip olup olmadıkları konusunda farklı yaklaşımlar
söz konusu olsa da, genellikle onların yeniden dirilmeyi ve hesaba çekilmeyi
kabul etmedikleri görüşü hâkimdir. Cahiliye Arapları özellikle toplumun ileri
gelenleri, yeniden dirilmenin ve hesaba çekilecek olmanın imkânsız ve boş bir
beklenti olduğunu iddia etmişlerdir. Sahip oldukları bu düşüncenin temelinde,
maddi ve manevi anlamda belli gücü elde etmiş olmaları yatmaktadır. Onlar para,
mal-mülk ve diğer güç unsurları ile zaten diğer insanlardan ayrıydı, onlar
seçkin ve ayrıcalıklı kişilerdi. Bu maddi ve manevi güç Allah tarafından
kendilerine bahşedilmiş bir nimetti. Dolayısıyla Allah, verilecek olanı bu
dünyada hem kendilerine hem de diğerlerine vermişti. Artık onlara göre ahirette
kendileri için artı değer ifade edecek bir durum yoktu, ahiret hayatı olsa dahi
onların durumunun bu dünyadakinden daha iyi olacağı muhakkaktı. Bu düşüncenin
bir sonucu olarak toplumda var olan sosyal sistem ve tabakalaşma ilahi iradenin
bir tecellisi olarak görülmüştür. Mekkeli Müşrikler, sosyo-ekonomik açıdan kötü
durumda olanların Allah tarafından cezalandırılması sonucu bu durumda
olduklarına inanmakta, buna bağlı olarak onlara yardım etmek, onları
bulundukları pozisyondan kurtarmak Allah’ın iradesine karşı çıkmak olarak kabul
edilmektedir. Onlar bu düşünceye bağlı olarak sosyo-ekonomik durumu kötü
olanları itip-kakmış, azarlamış, doyurmamış ve yardım etmemiştir. Böylece hem
sahip oldukları sosyal konumlarını ilahi güce dayandırmışlar hem de ellerindeki
gücü kaybetmemeye yönelik refleksler geliştirmişlerdir.[120] Bütün bunlar sahip oldukları
maddi ve manevi gücü kaybetme korkusunun bir sonucudur. Araplardaki bu ahiret
inancı ve dini anlayış, var olan toplumsal sınıflara meşruiyet kazandırmış,
sınıflar arasında meydana gelebilecek bir değişimi mümkün kılmıştır.
İnsanların sahip oldukları din ve
anlayışları bazı durumlarda sosyal değişmeye neden olurken bazen de değişimi
engelleyici bir unsur olabilmektedir. Bu açıdan bakıldığında Arapların sahip
oldukları dini anlayış, hem sosyal değişmeyi engelleyici bir unsur hem de
sosyal değişimin nedeni olma gibi dikotomiyi içerisinde barındırmaktadır.
Bilindiği gibi, Arapların düşünce ve anlayışlarının şekillenmesinde çevrenin ve
kendilerine atalarından miras kalan kültürün çok büyük etkisi söz konusudur.
Gelenek ve ata kültürü cahiliye Arapları için vazgeçilmezdir. Atalara bu derece
bağlılık onların dini anlayışlarının oluşmasında da önemli rol oynamıştır.
Putperest atalarının inançlarına ve onların hatırasına körü körüne bağlılık,
cahiliye Araplarının yeni bir dini anlayışı kabul etmeleri yönünde en büyük
engel olmuştur. “Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz ancak onları
taklit ederiz”,[121] “Onlara
Allah’ın indirdiğine uyun! denildiği zaman onlar, ‘Hayır! Biz atalarımızı
üzerinde bulduğumuz yola uyarız.’ Dediler...”[122] Ayetleri Araplardaki mevcut
din anlayışının toplumda meydana gelebilecek sosyal ve dini alanlarda yeni bir
değişimi engellediğini ifade etmektedir. Dolayısıyla toplumda atalardan gelen
dini anlayış ve kültür, sosyal değişimi engelleyici bir unsur olmuştur. Bunun
yanında parçalı bir dini anlayış, ortak akide eksikliği, adil olmayan
sosyo-ekonomik düzen, iktisadi, hukuki ve ahlaki alanlarda meydana gelen sosyal
bulanımlar Arabistan’da yeni bir dinin gelişine zemin hazırlamıştır. Çünkü
dinler genellikle düzenli barış ve huzurlu ortamların aksine, karışıklıkların,
buhranların ve düzensizliğin olduğu toplumlarda ortaya çıkmıştır.[123] Araplarda
yaşanan mevcut durum bu anlamda sosyal değişime zemin hazırlaması açısından
dikkat çekicidir.
Dinin, toplumsal hayatta insanın
gerçekleştirdiği eylem ve davranışları meşrulaştırması açısından önemli bir
fonksiyonu vardır. İnsanlar ortaya koydukları bazı tavır ve davranışları, belli
amaçları gerçekleştirmek için ve belli gerekçelere dayandırarak yapar.[124] Bu gerekçe
kimi zaman gelenek, kimi zaman hukuk, kimi zaman da din temelli olabilir. Dini
gerekçelerle ortaya konan eylemler, çoğu zaman toplum tarafından sorgulanmadığı
gibi din merkezli bu eylemlerin toplum tarafından kabullenilmesi de kolay olur.
Aynı zamanda din ve dine dayalı uygulamalar, bazı insanlar tarafından,
kendilerine imtiyaz ve üstünlük sağlamak için kullanılabilir. Bu bağlamda
kutsala dair maddi ve manevi değerlere sahip olmak, seçilmişlik ve üstünlük
duygusunu sağlayan unsurların başında gelmektedir. Bu durum cahiliye
Araplarında özellikle Mekke’de yaşayanlarda kendini açık bir şekilde
göstermektedir. Fil hadisesi, Kâbe, Kâbe hizmetleri ve hac gibi dini temelli
unsurlar Kureyşlileri hem sosyal anlamda hem de bireysel manada seçilmişlik duygusuna
götürmüştür.[125] Habeşistan
valisi Ebrehe’inin başarısızlıkla sonuçlanan Kâbe’yi yıkma teşebbüsü ve bu
süreçte gerçekleşen olaylar toplumda büyük yankı uyandırmıştı. Toplum fil
hadisesinin başarısızlıkla sonuçlanmasının arkasında ilahi bir gücün varlığına
inanmış ve bu gücün Kureyş’e açıktan bir destek olduğunu düşünmüştü. Bu
düşünceyi Araplar “bunlar Allah’ın ailesidir, Allah onların yerine savaştı,
düşmanlarının hakkından geldi” diyerek dile getirmişlerdir.[126] Dolayısıyla bu olay ve bu
olayın sonucunda ortaya çıkan düşünce, toplumda Kureyş Kabilesine ilgiyi
artırmış ve toplumu onlara karşı saygı duymaya itmiştir. Bu din merkezli
anlayış toplumsal açıdan Kureyş’e üstünlük sağlamış ve belli imtiyazların
tanınmasına fırsat sunmuştur. Fil hadisesinin kendilerine sağladığı üstünlük ve
seçilmişlik algısını iyi değerlendiren Kureyş ve diğer kabileler, bu üstünlük
algısını Kâbe’ye hizmeti ve Mekke’ye gelen hacıları ağırlama şerefini gündeme
getirerek güçlendirmişlerdir. Mekkeliler kendilerini Kâbe’nin hizmetkârı olarak
addedmiş ve bundan dolayı da ayrıcalıklı olduklarını düşünmüşlerdir. Onlar
“Bizler İbrahim’in oğullarıyız, haremin halkıyız, Beyt’in idarecileriyiz,
Mekke’nin sakinleriyiz, Araplardan hiçbirinin bizim gibi hakkı yoktur, bizim
gibi yeri yoktur”[127] diyerek
kendilerini diğerlerden farklı bir konuma yerleştirmişlerdir. Bu farklılık
‘Hums’ fikrinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Hums, cahiliye döneminde
Mekke’de yaşayan ve Kâbe’nin hizmetinde bulunan Kureyş ve onunla ittifakı ya da
akrabalığı olan Kinane ve Huzaa gibi kabilelere denmektedir. Hums ehli Kâbe’ye
hizmet etmelerinden dolayı seçilmiş ve ayrıcalıklı insanlardır.[128] Din temelli
bu ayrıcalık, hums ehli tarafından kendi çıkarlarını meşrulaştırmak için bir
araç haline dönüştürülmüştür. Hums ehli olanlar, Mekke’ye dışardan gelen
yabancılar ve tüccarlar için bir takım esaslar ortaya koyarak, onların Mekke’ye
yiyecek ve içecek getirmelerini yasaklamış, ihtiyaç duyduklarını Mekke’den
tedarik etme zorunluluğu getirmişti. Yabancılar, hac zamanı Kâbe’yi kendi getirdikleri
elbiselerle tavaf edemeyecek, ya Mekkelilerden elbise satın alacak veya
kiralayacak ya da Kâbe’yi çıplak tavaf edecekti. Bunun yanında Mekkeliler,
yabancıların Harem dâhilinde ticaret yapmalarını büyük günah saymış, onlar için
ibadet yapmanın daha faziletli olduğu dile getirerek, kendilerine ticari alanda
avantaj sağlamışlardı. Bütün bunlar Mekkelilerin kendi ekonomik çıkarları için
kutsalın nasıl araçsallaştırıldığını göstermektedir. Dolayısıyla din cahiliye
toplumunda meşrulaştırıcı bir unsur olarak kullanılmıştır.[129]
Burada ifade edilmesi gereken bir
başka husus ise, Hicaz bölgesinde parçalı bir dini yapının olmasına rağmen
kabileler arasında din merkezli bir tartışmanın ya da dine dayalı bir savaşın
olmadığıdır. Her ne kadar Hristiyan olan Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkma teşebbüsü
olsa da bu dışardan bir müdahaleydi. Aynı dine mensup mezhepler arasında
yıllarca süren savaşlar dikkate alındığında her kabilenin kendine ait putu
olmasına rağmen putlar arası savaşların olmaması bu anlamda dikkat çekicidir. Bunun
sebebi olarak ortak payda olan Kâbe’de her kabilenin putlarına yer verilmesi
önemli bir unsur olsa gerektir. Yine yaşamak için ticarete, mala ve mülke
ihtiyaç duyan Mekkelilerin güvenlik anlayışını merkeze taşıması bir başka sebep
olarak ifade edilebilir. İstikrarın ve güvenin olmadığı topraklarda, sermayenin
kaçacağı iktisadi bir gerçektir. Bunun farkında olan Mekkeli tüccarlar
kabileler arasında dini merkezli bir kaosa fırsat vermemişlerdir. Çünkü onlar
için kutsal mekân ve araçlar yukarıda da ifade edildiği üzere ekonomik çıkarlar
için bir araçtı.
Cahiliye Araplarının gündelik
hayatlarında din ile ilişkileri yaşadıkları çevreyle ilgili olarak değişiklik
arz etmektedir. Şehirde yaşayanlar ile çölde yaşayanlar arasında
dini anlayış ve yaşayışları açısından ciddi farklılıklar vardır. Göçebe hayat
tarzının bir sonucu olarak Bedeviler gündelik hayatta dini anlamda bir takım
emir ve yasakları yerine getirmekte zorlanmışlardır. “Bu zorluk onların yüksek
kültürlerin doğduğu, geliştiği merkezlere olan fiziki mesafelerinin uzaklığıyla
daha da artmakta ve buna bağlı olarak da bedeviler dini öğretilere karşı
nispeten daha kapalı, daha kavrayışsız kalmaktadır.”[130] Yine onlar diğer göçebe toplumlarında olduğu
gibi dindarlık düzeyi ve düzenli ibadet anlayışı düşük olan kimselerdir.
“Bedevi için tanrı daha çok devesi, sürüsü ve ailesi gibi sahip olduğu bir kaç
şeyi korumasını beklediği bir varlıktı. Bunun ötesinde karmaşık inanç
sistemleri ve düzenli ibadetler onu ilgilendirmezdi.”[131] Dine bağlılık konusunda ise Mekkeliler diğer
Hicaz Araplarına göre daha ilerideydiler. Mekkelilerin Allah’ın evinin
hizmetinde bulunmaları, ona sahip olmaları ve hac zamanı panayırlarda ticaret
yapmaları, onları din konusunda daha tutucu yapmıştır.
İnsanların yaşam tarzları, kültürel
hayatın oluşmasında ve oluşan kültürel değerlerin sonraki nesillere
aktarılmasında çok önemli bir etkiye sahiptir. Hadari olan ile göçebe olarak
yaşayan insanlar arasında hayatı sürdürme açısından farklar olduğu gibi gündelik
hayata dair ortaya konan düşünce, edebiyat, sanat ve bilgiye dair kültürel
unsurlar arasında da ciddi farklar vardır. Göçebe olarak yaşayanlar anı
yaşadığı ve günü kurtarma telaşı içerisinde olduğu için, sonraki nesillere
aktaracağı kültürel unsurlar sınırlıdır. Sınırlı olan bu kültürel unsurlar ise
göçebe insanı için gündelik hayatta duyulan bir ihtiyacın neticesinde ortaya
çıkan unsurlardı. Bilindiği gibi Araplar genellikle göçebe olarak yaşadıkları
için, kültürleri çöl hayatının kendilerine sunduğu imkânlar çerçevesinde
şekillenmiştir. Onların kültürel hayatları, hemen hemen bu hayatın zaruretleri
neticesinde ortaya çıkan tecrübe, adet ve geleneklerin sunduğu bilgiden başka
bir şey değildir. Astroloji, meteoroloji, kiyafet ve firaset bu hayatın doğurduğu
kültürel unsurlardan bazılarıdır.[132]
Arabistan’ın coğrafi yapısı ve iklim
şartları, çölde hayat süren Araplarda astroloji bilgisinde belli bir seviyeye
ulaşmasında etkili olmuştur. Uçsuz bucaksız çöllerin var olduğu bölgede,
rüzgârlara bağlı olarak yer değiştiren kum tepeciklerinin varlığı ve
karanlıktan dolayı yer tespitinin zorluğu, ticaretle uğraşan ve çölde devamlı
hareket halinde olan Arapları, geceleri açık ve bulutsuz olan gökyüzüne
yöneltmiş bu da astroloji ilminin gelişmesine neden olmuştur. Onlar yıldızlara
bakarak yön tayininde bulunmuş aynı zamanda havanın yağmurlu ve rüzgârlı olup
olmamasını yıldızlara bağlamışlardır. Bunun yanında bulutların şekil ve
renklerinden yola çıkarak yağmurun yağıp yağmayacağını tespit etmeye
çalışmışlardır.[133] Yine coğrafyanın
etkisine bağlı olarak ‘kıyafe’ ilmi gelişmiş, bu ilim sayesinde kumlar üzerinde
iz takibi, insanların fiziki yapısına bakarak babasının kim olduğu gibi
bilgiler elde edilmiştir. Ayrıca insanın tavır ve davranışlarından, derisinin
renginden, fiziki yapısından ve konuşma tarzından hareketle onun psikolojik
durumu hakkında bilgi edinme yolu olan ‘firaset’ Araplar tarafından kullanılan
bir yöntemdi.[134] Aslında
Arapların kültürel hayatlarının en önemli unsurları şiir, hitabet ve nesep
bilgisidir. Özellikle şiir iletişim araçlarının başında gelmekte, toplumda
meydana gelen siyasi, sosyal ve kültürel olaylar şiirle dile getirilmiştir.
Şiir Arap için bazen övme, övülme, hicvetme ve kahramanlık gibi unsurların dile
gelişi, bazen de muhataplarını yok edici bir güç ve silahtı. Kabilenin sahip
olduğu iyi bir şair, geçmişten tevarüs eden nesebe dair bilgilerin, hatıraların
ve kahramanlıkların yeni nesillere ulaştırılmasında önemli bir görevi yerine
getirirken aynı zamanda aklıyla, hitabetiyle ve şiirleriyle diğer kabilelere
karşı bir övünme vesilesidir.[135] Hitabet ise
şiir kadar etkili olmasa da, küçük yaştan itibaren çocuklara öğretilmeye
çalışılan ve genelde savaş meydanlarında yapılan intikam yeminlerinde, nişan ve
düğünlerde, taziyelerde ve özellikle panayırlarda etkili şekilde kullanılan bir
konuşma sanatıdır.[136]
Araplarda hâkim olan asabiyet
duygusu ve geçmişe bağlılık, onlarda atalarını tanıma hususunda belli bir
hassasiyeti beraberinde getirmiştir. Bu hassasiyet neticesinde soy ilmi
diyebileceğimiz “İlmu’l Ensab” gelişmiştir. Bu ilim sayesinde Araplar soylarını
tanıma imkânı bulmuş ve bu bilgiyi sözlü gelenek içerisinde sonraki nesillere
aktararak toplum içinde saygın bir yer edinme fırsatı yakalamışlardır.
Araplarda sözlü gelenek yazılı geleneğe göre daha yaygındır.[137] Toplumda
okuma yazma oranı tarihçilerin genel kanaatine göre düşüktür. Ancak bazı
araştırmacılar İslam’dan önce Araplarda okuma yazmanın yaygın olduğu
görüşündedirler. Ticarete bağlı ülkeler arası ilişkiler ve bu bağlamda alacak
verecek üzerine düzenlenen senetler, Hristiyan ve Musevilerin dini metinleri ve
antlaşmalara yönelik vesikaların varlığı bu kanaatin oluşmasında etkili
olmuştur.[138] Bunun
yanında geçmiş ve geleceğe dair haberlere sahip oldukları düşünülen kâhin ve
arraflar, Arap toplumunda önemli bir yer işgal etmektedir. Kâhinler aynı
zamanda manevi tıbbın öncüleridirler. Bir kişi hastalandığında kâhine başvurur,
kâhin hastayı okuyarak üfleyerek onu iyileştirmeye çalışırdı. Yine bu dönemde
doğal tıp araçlarını kullanan tabiplerin varlığı da bir gerçektir.[139]
İslam
öncesi Arap toplumunun sanatsal faaliyetleri ise diğer kültürel faaliyetlerde
olduğu gibi insanların ihtiyaçları çerçevesinde şekillenmiştir. Çölde
yaşayanların ortaya koydukları sanatsal faaliyetler, koyun yününün ve keçi
kılının örülmesiyle elde edilen giyim eşyası, çadır ve çuval gibi el
sanatlardır, bunun dışında sanata dair bir etkinlikleri yoktur. Şehirlerde ise
yüzük, bilezik gibi süs eşyası, kılıç, mızrak gibi savaş malzemeleri
üretilmektedir. Yine bölgelerin üretim faaliyetlerine bağlı olarak farklı
faaliyetler dikkat çekmektedir. Taif’te dericiliğe bağlı olarak ortaya konan
ürünler söz konusu iken Yemen’de dokumacılık ve kumaş işçiliği büyük üne
kavuşmuştur.[140] Kısacası
Arapların yaşam tarzı özellikle göçebelik ve çöl, onların kültürel hayatınının
şekillenmesinde önemli bir etkiye sahip olmuştur. Astrolojiden hitabete, ensab
ilminden tıp ilmine, yemek kültüründen giyim tarzına kadar hemen her alanda bu
durum kendini açık bir şekilde göstermektedir.
İSLAM’DAN SONRA (HİCAZ)
ARAP TOPLUMU
Din içinde doğduğu toplumu, kendi
değer yargılarına göre değiştirmek ve dönüştürmek, kendi öğretisi ve hayat
tasavvuru çerçevesinde inşa etmek ister.[141] Bu değişimi ve dönüşümü icra
ederken de geçmişin, dini, ahlaki sosyal ve kültürel hayata dair topluma sunmuş
olduğu değerleri, öğretileri ve ilkeleri sorgular ve bu sorgulama neticesinde
bazılarını ortadan kaldırır, bazılarını dönüştürür ve bazılarını da devam
ettirir. Zamanla nüfuzunun artışına bağlı olarak toplumu, kendi isteği
doğrultusunda yönetmeye ve yönlendirmeye çalışır.[142] Bu değişimi gerçekleştirirken
din, toplumsal hayatta en büyük temsilcisi ve savunucu olan peygamberden destek
alır. Weber’in karizmatik liderler içerisinde saydığı ve karizmatik kişiliğin
kendisinde en belirgin şekilde görüldüğü peygamberlerin şahsi ve ahlaki
özellikleri, vahye muhatap olmaları ve kutsal bir vazife ile
görevlendirilmeleri, içinde yaşadığı toplumu yeni bir dini anlayışa davet
etmelerine neden olur.[143] Bu davet
ile birlikte sahip oldukları karizmaya bağlı olarak peygamberler, bir taraftan
içinde bulundukları toplumda tebliğ ettikleri mesajların kökenlerini bulup
çıkarmaya çalışırken diğer taraftan da yerleşik olana, geleneksel olana meydan
okur. Bu meydan okumanın başarıya ulaşması durumunda peygamberler, hem
kendisine tabi olanların zihin dünyasında hem de toplumsal hayatta büyük bir
değişimi gerçekleştirir.[144]
610 yılında Mekke toplumunda ortaya
çıkan İslam dini, tıpkı diğer dinlerde olduğu gibi içerisinden çıktığı toplumu
değiştirmek ve dönüştürmek istemiştir. Bu değişimi ve dönüşümü yüce yaratıcının
vahyettiği kitabı Kur’an’ı Kerim ve O’nun seçmiş olduğu peygamberi Hz. Muhammed
ile gerçekleştirmiştir. Hz. Muhammed, Kur’an’ı Kerim’in ortaya koymuş olduğu
değerler, öğretiler ve ilkeler çerçevesinde toplumun ahlaki, hukuki, dini,
sosyal ve iktisadi hayatını derinden etkilemiş, değiştirmiş ve dönüştürmüştür.[145] O içinde
yaşadığı toplumu ve toplumun ortaya koyduğu ilke ve değerleri kırk yaşına kadar
gözlemlemiş, ilahi vahye muhatap olmasıyla birlikte mevcut toplumdaki dini,
sosyal, ekonomik ve kültürel hayata dair ciddi eleştiriler getirmiş ve var olan
yanlışları ortadan kaldırmak için mücadele etmiştir. Dolayısıyla İslam dini ve
onun peygamberi, getirmiş olduğu yeni ilkeler, değerler ve inançlarla bireysel
ve toplumsal alanda ciddi değişimler meydana getirmiştir.[146] Bu değişimi de toplumu
oluşturan bütün kurumlan kökten değiştirerek değil yanlışı eleyerek, bazısını
dönüştürerek ve belli bir ‘sosyal akışkanlık’[147] içerisinde
gerçekleştirmiştir.
Tezimizin ikinci bölümünü oluşturan
İslam’dan sonra Arap toplumunun zihni, siyasi, sosyal, ekonomik, dini ve
kültürel yapısını, yeni dinin ve onun peygamberinin fert ve toplumsal hayatta
oluşturmaya çalıştığı değişimi ve dönüşümü takip ederek ortaya koymaya
çalışacağız. Bunu da, Hz. Peygamber dönemi, Hz. Ebu Bekir dönemi ve Hz. Ömer
dönemi ile sınırlandırarak toplumun üçüncü halife Hz. Osman dönemine kadar
nasıl bir değişim ve dönüşüm geçirdiğini tespit ederek gerçekleştireceğiz.
Böylece Hz. Osman döneminde yaşanan olaylara bütüncül bakma fırsatı yakalamış
olacağız. Ancak burada ifade edilmesi gereken husus İslam dininin, Arap
toplumunda arzuladığı değişim ve dönüşümün hemen gerçekleşmesi mümkün
olmadığından,[148] İslam
sonrası toplumsal yapıyı incelerken mevcut tutum ve davranışlarını terk
etmeyen, eski geleneksel yapıyı muhafaza eden bir toplumun varlığını gözden
kaçırmamak gerekmektedir. İslam sonrası Arap toplumunda yeni dini kabullenmeyen
ve ona ciddi muhalefet gösterenler ile yeni dini benimseyen ve hayatını yeni
dinin inanç ilkelerine göre yaşayanların bir arada olduğu unutulmamalıdır. Öyle
ki Hz. Peygamberin, nüfusu on binlerle[149] ifade edilen Mekke’de on üç
yıl süren tebliğ sürecinin sonunda Müslüman olanların
sayısının iki yüz[150] civarında kalması bu gerçeği ifade etmesi
açısından dikkat çekicidir. Ayrıca yeni dini seçip Müslüman olanların
cahiliyeden kalan bazı anlayışları terk etme noktasında sorunlar yaşadıklarını
da burada ifade etmek yerinde olacaktır. Dolayısıyla İslam sonrası Arap toplumu
ifadesinden en azından İslam’ın ilk döneminde homojen bir yapıdan bahsetmek
mümkün değildir.
Hz. Muhammed Dönemi (Hicaz) Arap Toplumu
Miladi 610 yılında
Kur’an’ı Kerim’in ilk ayetlerinin Hz. Muhammed’e indirilmeye başlaması ile
Hicaz bölgesinde özellikle Mekke’de yeni bir dönemin başladığı muhakkaktır. Bu
yeni dönemin belirleyicileri ise İslam Dini ve onun peygamberi Hz. Muhammed
olmuştur. Allah, Cebrail aracılığıyla peygamberine vahyettiği ayetlerle bireyin
ve toplumun zihin dünyasında belli bir değişimi gerçekleştirmek istemiştir. Hz.
Muhammed ise şahsiyeti, rol modelliği ve bireylerle kurmuş olduğu sosyal
ilişkilerle bu değişime katkı sunmuştur.[151] Hz. Peygamberin yirmi üç
yıllık tebliğ süreci içerisinde ortaya koymuş olduğu söylem ve eyleminde, O’na
inanarak destek veren arkadaşlarıyla gerçekleştirmiş olduğu sosyal sistemde
İslam dini, değişimin temel unsurdu. İslam Dini ve Hz. Peygamber, Mekke
toplumunun geleneksel dini anlayışına, dünya görüşüne, değerlerine,
kültürlerine ve hayat tarzına karşı dini ve toplumsal bir tepki göstermiştir.
İslam dininin topluma sunmuş olduğu ilahi mesaj, atalardan tevarüs eden
inançlara, sosyal adaletsizliklere, güce ve ekonomiye dayalı çıkar ilişkilerine
ve asabiyete bağlı toplumsal düzensizliklere meydan okumuştur. Mekke
aristokrasisi, bu meydan okumaya, Hz. Peygambere ve onun ilahi davetine ciddi
tepkiler göstermiştir. Müslümanlar bazen işkencelerle bazen boykotlarla
karşılaşmış nihayetinde yaşadıkları topraklardan hicret etmek zorunda
kalmışlardı. Hicret edilen topraklarda Hz Peygamber ve arkadaşları
ilahi vahyin
önderliğinde ciddi mücadele ortaya koymuşlar ve bu mücadelenin sonunda
Medine’den başlamak üzere Hicaz ve Arabistan topraklarında sosyal, siyasal,
ekonomik, dini ve kültürel hayatta büyük bir değişimi gerçekleştirmişlerdir.[152] Bu değişim cahiliye hayat anlayışının
İslami hayat anlayışına, kabile topluluklarının akide toplumuna ve güce dayalı
üstünlüğün takvaya dayalı üstünlüğe dönüşmesinin adıdır. Kısaca Hz. Peygamber
yaşadığı dönemde toplumsal hayatı oluşturan temel kurumlarda İslam’a dayalı
ciddi bir değişim ve dönüşüm gerçekleştirmiştir.
Hz. Muhammed’e vahyin indirilmeye
başlamasıyla birlikte toplumun zihni, siyasi, dini vb. yapısında Kur’an’ı
Kerim’in rehberliği ve Hz. Peygamberin önderliğinde bir değişim gerçekleştirilmeye
başlanmıştı. Elbette ki bu değişim ilk önce bireysel, daha sonra ise toplumsal
boyutta kendini göstermiştir. Bireysel manada İslam dini, cahiliye insanının
zihin dünyasında kendine yer bulan yanlış tasavvurları ortadan kaldırarak
onların zihni dünyasını yeniden inşa etmek ve iradelerini özgürleştirmek
istemişti. Bunun için dinin ilk yaptığı şey, cahiliye insanının düşünmeyen,
tefekkür etmeyen, taassup ve tahakküm altında olan iradesini özgürleştirmek ve
dönüştürmek olmuştur. Vahiy insanları sorgulamaya, tefekkür etmeye ve iradeyi
kuşatan zincirlerden kurtulmaya teşvik etmiştir. Bilindiği gibi cahiliye Arap
toplumu bireysel ve siyasal manada özgürlüğüne düşkün, başkaları tarafından
yönetilmeyi kabul etmeyen bir yapıya sahipti. Nitekim Bizans Kralı tarafından
Mekke emiri olarak görevlendirilen Osman b. Hüveyris’e, başta kendi kabilesi ve
Mekke halkı büyük bir tepki göstermiş ve ona ‘ Mekke’nin hür bir memleket
olduğunu ve bir krala boyun eğmesinin asla söz konusu olamayacağını’ ifade
etmişlerdi. Ancak özgürlüklerine bu kadar düşkün olan bir toplumun bireyleri,
fikir ve irade açısından özgür değildi. Onların iradeleri ve iman anlayışları
atalarından tevarüs eden bir anlayışla şekillenmişti. Nesebine bağlılığı ve
geçmişi ile övünmesiyle tanınan Arap toplumu atalarına sorgusuz ve sualsiz
bağlı olduğu için iradeleri bağımsız değildi. Onların iradeleri âdeta geçmişle
kuşatılmış ve zincirlere vurulmuştu. Bu irade kişisel ve toplumsal hayata dair
eleştirel bir anlayışa sahip değildi; aksine geçmişi kutsayan ve taassuba varan
bir bağlılık içerisindeydi. İşte ilk vahiy insanların iradeleri üzerinde var
olan tahakkümü, esareti ortadan kaldırmış, geçmişi ve ataların dini
anlayışlarını büyük bir sorgulamadan geçirmiştir. Böylece var olan irade
özgürleştirilmiş, sorgulayan, eleştiren bir noktaya taşınmıştır.[153] Bu irade
sayesinde bireysel ve toplumsal hayatta büyük bir değişim ve dönüşüm
yaşanmıştır.
Artık düşünen, sorgulayan ve özgür
iradeye sahip olan bireyler hem gönül dünyalarındaki hem de toplumdaki
parçalanmışlıktan kurtulmak için yeni dinin onlara teklif ettiği “Tevhid”
ilkesi etrafında toplanmaya başlamışlardı. Tevhid anlayışı, bireysel manada
madde-ruh dengesini, sosyal manada toplum birliğini, hem ferdi hem de sosyal
hayat bağlamında dünya ahiret dengesini ifade etmektedir.[154] Mala, mülke, güce, heva ve
hevesine düşkün olan cahiliye insanına İslam dini, bunların bir övünme değil
bir imtihan vesilesi olduğunu hatırlatarak sadece maddi değil manevi yönün de
insan için önemini ortaya koymuştur. Bunun için şirk, puta tapma ve batıl
inançlarla parçalanmış gönülleri, tek olana, her şeye gücü yetene, bütün
insanlığın yaratıcısı olana çağırarak bu parçalanmışlıktan kurtarmak
istemiştir. İslam dini kişi için belirleyici olanın artık her şeyin yaratıcısı,
kuvvet ve kudretin sahibi olan Allah olduğunu vurgulayarak insanların dünyaya
bakış açısını değiştirmeyi hedeflemiştir. Nihayetinde İslam dini ve onun
peygamberi başta Mekke’nin ileri gelenleri olmak üzere bütün insanlığı her
şeyin yaratıcısı ve âlemlerin Rabbi olan bir tek Allah’a imana davet ederek,
fertlerin zihni dünyasını O’nun emir ve nehiyleriyle yeniden inşa etmeye
başlamıştır.
Toplumsal manada ise İslam dini
insanları, Allah’a, Peygamberine ve ona vahyedilene inanma etrafında toplayarak
tevhidi sağlamıştır. Bu tevhid, kabile ve asabiyet merkezli ilişkileri
toplumsal alanda belirleyici olmaktan çıkarmış, yerine din kardeşliğine bağlı
bir birlikteliği ihdas etmiştir. Bu inanç birlikteliği, kabile ilişkilerine
bağlı olarak düşman olan Evs ve Hazrec kabilelerini bir araya getirirken, aynı
zamanda birbirleriyle kan bağı olmayan insanları kardeş ilan eden bir tevhidi
içerisinde barındırmıştır. Yine bu inanç birlikteliği fakirle zengini, köle ile
efendiyi, kadın ile erkeği tek olan Allah karşısında bir tarağın dişleri gibi eşit
görmüştür.[155]
Elbette ki İslam dini ferdi ve
toplumsal hayatta devrim niteliğinde değişiklikler meydana getirmiştir.[156] Vahiy
kişiyi hem kendisine hem çevresine karşı bir takım sorumluluklar çerçevesinde
inşa ederken toplumda geçmişten gelen bazı yanlış düşünce, davranış ve
uygulamaları iptal etmiş bazılarını da ıslah etmeye çalışmıştır. Ancak İslam
dini ve Hz. Peygamber, oluşturmaya çalıştığı ferdi ve toplumsal hayatta
geçmişin izlerini Müslümanların zihin dünyasından tamamen silememiştir. Hz.
Peygamberin “ümmetimde cahiliye adetlerinden kalma dört şey vardır ki bunları
(kolaylıkla) terk edemezler; bunlar asalet ile övünme, nesepleri kötüleme,
yıldızlarla yağmur isteme ve bağıra çağıra ölülere yas tutma”[157] hadisi tam
da bu gerçeğe işaret etmektedir. Bu çerçevede Hz. Peygamber, kabile üstünlüğüne
ve kan bağına dayanan sosyal sistemi İslam kardeşliğine dayanan bir sisteme
dönüştürmeye gayret etmiş, bu yönde zihinlerdeki algıları yıkmak için insanlara
bir takım hatırlatmalarda bulunmuştur.[158] “Ey İnsanlar! Allah sizden
cahiliye gururunu ve atalarla övünme âdetini gidermiştir...”[159] “Kim
kabilecilik propagandası yaparak veya kabileciliğe destek vererek yolunu
şaşırmış bir topluluğun bayrağı altında öldürülürse onun ölümü cahiliye ehlinin
ölümü gibidir”[160] hadisleri,
Arap toplumunda yerleşik olan yanlış algıları ortadan kaldırmaya yönelik
çabalardan bazılarıdır.
Ancak cahiliye insanının zihin
dünyasında kendine önemli bir yer bulan, asabiyete bağlı tavır ve davranışlar
bazı durumlarda tekrar kendini göstermiş, bütün çaba ve gayretlere rağmen
kişisel ve toplumsal hafızada varlığını sürdürmüştür. Ebu Zer ile Bilal-i
Habeşi arasında yaşanan bir tartışma sonucunda Ebu Zer’in Bilal’in zenci
annesinden dolayı onu ayıplaması cahiliye zihniyetinin bireysel manada bir
tezahürüdür. Hz. Peygamberin bu bağlamda “Ey Ebu Zer! Onu anasından dolayı mı
ayıplıyorsun? Demek ki sen, kendisinde hala cahiliyeden izler bulunan bir
kimsesin’ yönündeki uyarısı bu manada dikkat çekicidir. Toplumsal boyutta ise
cahiliye zihniyetinin izleri bazen Ensar ve Muhacir, bazen de Evs ve Hazrec
kabileleri arasında tezahür etmiştir. Ensar ve Muhacirlerden iki kişinin
Müreysi kuyusunun başında ilk önce kimin su çekmesi konusunda ortaya çıkan
anlaşmazlığa bağlı olarak yaşanan tartışmada tarafların “Yetiş Ey Ensar” “Yetiş
Ey Muhacir” çağrısına kulak veren Muhacirler ve Ensar olay mahallinde karşı
karşıya gelmişlerdi. Olayın asabiyet kavgasına dönüşme tehlikesini gören Hz.
Peygamber “bu cahiliye çağrıları da nedir!” diyerek ortaya çıkacak muhtemel bir
çatışmayı engellemişti.[161] Yıllardır
Medine’de beraber yaşayan Evs ve Hazrec kabileleri kendi aralarında uzun bir
süre devam eden anlaşmazlıkları İslam’ın birleştirici gücüyle ortadan
kaldırmış, aralarında 120 yıl süren düşmanlığı barışa ve selamete
dönüştürmüştü.[162] Ancak din
kardeşliği etrafında toplanan ve peygambere dost olan bu iki kabile arasında
zaman zaman cahiliye zihniyetinin izleri ortaya çıkmaktaydı.[163] Nitekim bir
gün Evs ve Hazrec kabilelerine ait Müslüman topluluğun bulunduğu bir ortamda
Yahudi bir kimsenin bu iki kabile arasında eskilere dair yaşanan rekabet
üzerine dile getirdiği şiirler, Evs ve Hazreclileri tahrik etmiş ve bu tahrikin
neticesinde kılıçlar çekilmişti. Bu durumdan haberdar olan Hz. Peygamber,
yaşanan bu üzüntü verici hadisenin üzerine “Ey Müslümanlar, Allah’tan korkun
Allah’tan korkun, nedir bu cahiliye çağrıları, Allah size İslam’ı verdikten,
onu size ikram ettikten, cahiliye bağını sizden kopardıktan, sizi küfürden
kurtardıktan ve kalplerinizi ısındırdıktan sonra mı böyle yapıyorsunuz?”[164] diyerek
onlara ciddi bir ikazda bulunmuştu.
Netice olarak Hz. Muhammed’e vahyin
indirilmeye başlamasıyla beraber Hicaz Arap toplumunu oluşturan zihni, dini,
siyasi ve sosyal yapılarda ciddi bir değişim ve dönüşüm söz
konusu olmuştu. İslam dini ilk olarak Arap toplumunun geçmişten gelen ve
ataların örf, adet ve inançlarını kutsayan anlayışların tahakküm altına aldığı
iradeyi özgürleştirmeye çalışmıştır. Vahiy sorgulayan, düşünen ve özgürce karar
veren bir irade arzuladığı için, cahiliye zihniyetinin temelini oluşturan “Biz
atalarımızı bir din üzere bulduk, biz ancak onları taklit ederiz”[165] şeklinde dile getirilen taassuba ve taklide
karşı çıkmış, onlara “Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu bulamamış
idiyseler”[166] şeklinde cevaplar vererek zihinlerini
geçmişin yanlışlarından kurtararak temizlemek ve özgürleştirmek istemiştir.
Özgürleşen, düşünen ve sorgulayan irade artık tek olan Allah’ı kabul etmiş ve
onun ayetleri ve peygamberinin rehberliğinde ferdi ve toplumsal hayatı yeniden
inşa etmiştir. İslam dini ile tanışan insanlar birbirleriyle kenetlenerek,
asabiyete, kabile üstünlüğüne, kan bağına dayalı toplumsal yapıyı, akideye,
takvaya ve din kardeşliğine dayalı bir yapıya dönüştürmüştür. Ancak Arap
insanının bireysel ve toplumsal hayatında güçlü bir yere sahip olan kabile
üstünlüğü ve asabiyete dayalı anlayışlar, Müslüman bireylerin zihin dünyasından
tamamen atılamamış, zaman zaman bireysel ve toplumsal alanda kendini
göstermiştir.
İster maddi ister manevi, hangi
gerekçeyle olursa olsun, toplumsal bağlamda ortaya çıkan her türlü bir araya
geliş, içerisinde siyasallaşma potansiyelini barındırmaktadır. “Dünyevi olmayan
bir duygunun bir araya getirdiği insanlar arasında zamanla pekâlâ, politik,
ekonomik ve sınıfsal dayanışma doğabilmektedir. Bu son derece doğal
karşılanması gereken insani bir gereklilik, sosyolojik veridir”[167] Bu bağlamda
Hz. Peygamber ve ona inanan Müslümanlar, tebliğin ilk zamanlarında her ne kadar
siyasi gerekçelerle bir araya gelmemiş olsalar da, ortaya çıkan şartlara bağlı
olarak politik düşünmek ve buna göre hareket etmek durumunda kalmışlardı.
Bilindiği gibi Hz. Peygamberin, babasının erken yaşta vefat etmesine bağlı
olarak, İslam dininin tebliğinden önce kabilesi içerisinde reislik gibi her
hangi bir siyasi tecrübesi yoktu. O peygamberlikle görevlendirildiğinde de
Müslümanlar arasında idarecilik rolünü üstlenmemiş kendisinin sadece bir resûl
olduğunu ifade etmişti. Hatta Hz. Peygamber, müşrikler tarafından davasından
vazgeçmesi karşılığında kendisine teklif edilen krallık gibi siyasi makamları
kabul etmemiş, temel gayesinin Allah’a inanan bir toplum oluşturmak olduğunu
ifade etmişti. Dolayısıyla bütün bunlar Hz. Muhammed’in en azından İslam’ın
tebliğinin ilk yıllarında siyasi olarak bir beklenti içerisinde olmadığını
göstermektedir.[168] Ancak Hz.
Muhammed’in ve O’na inananların Mekke’de yaşadıkları sıkıntılı süreç,
kendilerini farklı alternatifler üzerinde düşünmeye itmiştir. Bu çerçevede
faaliyetlerini yürüten Hz. Peygamber, hac zamanı Mekke’ye gelen kabilelerle
görüşmeler yapmış onlara İslam’ı anlatmıştı. Bu davetler neticesinde kendine
inananların çıkmasını uman Hz. Peygamber, böylece yaşadıkları sıkıntılı
süreçten kurtulmak istemişti. Nihayet Hz. Peygamberin daveti, Medine’den
gelenler tarafından karşılık bulmuş ve Medineliler Akabe denilen yerde Hz.
Peygambere biat ederek, bütün Mekkeli Müslümanları Medine’ye davet etmişlerdi.
Medineli Müslümanlar Akabe’de, Hz. Peygambere farklı zamanlarda biat etmiş, Hz.
Peygamber ve davasını savunmak adına ortaya ciddi irade koymuşlardı. Bütün bu
sürecin sonunda Hz. Peygamber Akabe’ye katılan Müslümanlar arasından
temsilciler seçerek onları Medine’de kabilelerine karşı sorumlu kılmış, Mekkeli
Müslümanlarında Medine’ye hicretlerine izin vermişti. Dolayısıyla Hz. Peygamber
ve Medineli Müslümanların ortaya koymuş oldukları bu tavır ve davranışlar
ileride kurulacak siyasi yapının hazırlıkları olarak görülmüş ve Akabe biatları
İslam devletinin temelinin atıldığı ilk aşama olarak değerlendirilmiştir.[169]
Hz. Peygamberin ve Mekkeli
Müslümanların Medine’ye hicreti sosyal ve siyasal anlamda toplumda yeni bir
anlayışın oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu bağlamda, Muhacir ve Ensar
arasında tesis edilen kardeşlik, Medine’de o dönemde yaşayan Müşrik, Yahudi ve
1500 kadar Müslüman arasında[170]
gerçekleştirilen Medine anayasası antlaşması ve Medine sınırlarının
belirlenmesi gibi uygulamalar, Hz. Peygamber tarafından ortaya konan sosyal ve
siyasal eylemlerden bazılarıdır. Bütün bunlar ve diğer siyasi ve toplumsal
uygulamaların ortaya çıkardığı neticeler, İslam’dan önce Hicaz bölgesinde var
olan siyasi yapıdan farklı bir durumun ortaya çıkacağını göstermiştir.
İslam’dan önce Hicaz bölgesinde
güçlü bir devlet geleneği ve kurumları oluşmuş siyasi bir yapıdan bahsetmek
mümkün değildir. Ancak Hz. Peygamber, Medine’ye yerleşmesinden sonra ortaya
koymuş olduğu siyasi ve toplumsal faaliyetlerle halkı, kendi başkanlığı altında
birleştirmeyi ve bir devlet idaresine kavuşturmayı başarmıştır.[171] O,
Medine’de yaşayanları bir araya getirerek imzalamış olduğu antlaşma ile ülke,
halk ve siyasi otorite gibi devleti oluşturan unsurların belirlenmesini
sağladı.[172] Medine
Vesikası olarak adlandırılan bu antlaşmanın maddeleri çerçevesinde ortaya konan
irade ile Hz. Peygamber, dini ve siyasi otorite olarak tanınmış, O’nun devletin
başı olduğu açık bir şekilde kabul edilmişti. Bu vesika ile herkes Medinelilik
etrafında birleştirilmiş, devletin sınırları tayin edilerek bir vatan şuurunun
oluşması sağlanmıştır.[173] Aynı
zamanda bu vesika ile devletin işleyişinde gerekli olan hukuki, siyasi ve
toplumsal düzenlemeler yapılarak kamu düzeni sağlanmaya çalışılmıştır.[174] Yine
Peygamber efendimiz, Medine’ye hicretinden sonra gerçekleştirmiş olduğu nüfus
sayımı ve Medine’nin sınırlarının belirlenmesi ile devletleşme yönünde önemli
bir adım atmış oldu. O nüfus sayımı yaparak devletin asli unsuru olan halkın
sayısını öğrenmiş, böylece Müslümanların siyasi ve askeri gücünü belirlemiştir.[175] Bu siyasi
güce bağlı olarak politik kararlar almış ve devleti oluşturma aşamasında
stratejiler geliştirmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber, vatan bilincinden mahrum olan
insanlara bu şuuru kazandırmak için Medine’nin sınırlarını belirlemiş ve bu sınırlar
içerisinde kalan toprakları Medine Site devletinin vatan toprağı saymıştır.[176] Hz.
Peygamber tarafından ortaya konulan bu tür faaliyetler neticesinde Hicaz
bölgesinde güçlü bir devlet kurulmuş ve bu devletin siyasi, askeri ve hukuki
kurumlan oluşturulmuştur.[177] Öyle ki Hz.
Peygamberin vefatından önce Arabistan toprakları bu devletin otoritesi altına
girmiş, çoğu göçebe ve yarı göçebe olarak ve dağınık kabileler halinde yaşayan
Araplar bu devletin himayesinde birleşip millet haline gelmişlerdir.[178]
Hz. Peygamber dönemi ortaya konan
siyasi ilişkilerin temelinde akide bağlılığı ve buna dayalı İslam kardeşliği
yer almıştır.[179] Siyasette
kabile ve kabileye bağlı ilişkiler cahiliye döneminde olduğu gibi belirleyici
olmaktan çıkarılmış, daha önce kabile sistemi üzerine kurulu sosyal ve siyasal
düzen, İslam ile birlikte akide birlikteliği ve devlet düzeni üzerine
kurulmuştur. İslam dininin Peygamberi, toplumda var olan gelenek ve kabile
düşüncesinin yerine, devlet ve kanun düşüncesini yerleştirerek insanları belli
bir sistemin etrafında toplamıştır.[180] Yine İslam ile birlikte
Arapların itaat anlayışında ciddi bir siyasi değişim söz konusu olmuştur.
Araplar kendi kabilesinden olmayan birine itaat etmeyi yenilgi ve esaret olarak
görmüştü.[181] “Kabile
dışındaki otorite bedevilere yabancı gelen bir düşünceydi; onlar kabile
geleneği dışında herhangi bir kanun tanımazdı. Oysa İslam otoritenin yalnız
Allah’a ait olduğunu, otoritenin ancak onun adıyla var olacağını belirterek,
yönetimin adaleti gerçekleştirmeyi ve ümmeti koruması gerektiğini açıkladı.”[182] Kur’an’ı
Kerim’de İslam dinini benimseyenlerin Allah Resûlune itaat etmeleri istenmiş ve
anlaşmazlık durumu söz konusu olduğunda O’nun nihai hakem olarak kabul edilmesi
gerektiği ifade edilmiştir.[183] Böylece Hz.
Peygamber toplumda hem dini hem siyasi otorite olarak kabul edilmiş ve
kendisine dini ve dünyevi konularda biat edilerek toplumda var olan siyasi
parçalanmışlığa son verilmiştir.[184]
İslam’dan sonra siyasi yapıda ortaya
çıkan bir başka farklılık ise sosyal ve siyasal nizamı belirleyen unsurlarda
meydana gelen değişmedir. Hicaz bölgesinde özellikle Mekke’de yasayı,
güçlülerin şekillendirdiği sözlü gelenek oluşturmaktadır. O dönemde yazıya
dökülmüş veya herkes tarafından kabul edilen bir hukuki yapıdan bahsetmek
mümkün değildir. Toplumda geçerli olan güçlünün hukuku idi. Dolayısıyla
toplumda dez avantajlı gruplar içerisinde yer alan yetimler, yoksullar,
kadınlar, zayıflar ve köleler hep ezilmekte hak ve hukuk aramada hep mağdur
olmaktaydılar. İslam ile birlikte toplumda Kur’an’ı Kerim’in ve Hz. Peygamberin
ortaya koymuş olduğu ilkeler çerçevesinde bir dini ve Medine antlaşması
çerçevesinde ise bir beşeri hukuk yazılı hale getirilmiştir.[185] Böylece
adalet temelli bir hukuk sistemi kurularak, fertlerin hatta kabilelerin kendi
haklarını kendilerinin koruması yöntemi kaldırılmış, hukuki meselelerde merkezi
otorite yani devlet yetkili kılınmıştır.[186]
Kur’an’ı Kerim ve Hz.Peygamber,
devletin yönetim biçimi ve idare şekli konusunda kesin bir belirlemede
bulunmamıştır. İslam dini, devleti ve siyaseti belli bir gayeyi gerçekleştirmek
için aracı bir kurum olarak görmüştür.[187] Bu nedenle hangi devlet ve
siyaset tarzı adil bir toplum düzeni kurmayı ve hukuk devleti ilkeleri
çerçevesinde hareket etmeyi kabul eder ve bunu gerçekleştirmeyi gaye edinirse,
bu İslam adına geçerli olan bir devlet ve siyaset tarzıdır.[188] Bu iki amacı gerçekleştirme
hedefiyle Hz. Peygamber, vahyin rehberliğinde toplumu idare etmek için bir
takım ilkeler belirlemiştir.[189] Bunların
başında istişare mercii gelmektedir. Toplumu ilgilendiren idari hususlarda Hz.
Peygamber, tecrübeli insanların birikiminden istifade etmiş ve ortaya konan
görüşler çerçevesinde hareket etmiştir. Bazen dünyevi konularda bazen de vahyin
hüküm beyan etmediği dini hususlarda ashabıyla istişarelerde bulunan Hz.
Peygamber, bu istişarelerin sonucunda savaşa girme, savaş esirleri, ordunun
savaş meydanına yerleştirilmesi, ezanın meşru kılınması gibi devleti ve toplumu
ilgilendiren konularda önemli kararlar almıştır.[190] Allah’ın “Onların işleri,
aralarında danışma iledir”[191] ayeti
çerçevesinde hareket eden Hz. Peygamber, Müslümanlara da işlerini istişare ile
yapmaları tavsiyesinde bulunmuş, kendisi de Ebu Hureyre’nin ifadesiyle
“ashabıyla en çok istişare eden”[192] kişi olmuştur.
Hz. Peygamberin toplumu idare etmede
ortaya koymuş olduğu temel prensiplerden biri de devlet idaresinde
görevlendirilecek kişilerde ehliyet ve liyakatin aranması olmuştur. Devleti
idare eden kişileri belirlemede, Hz. Peygamber dönemi siyasetinde esas olan
soy-sop üstünlüğü, toplumsal konum, zenginlik veya sosyal sınıf değil, inanç ve
değerler çerçevesinde liyakat, yetenek ve ehliyetti.[193] Vali, elçi, kadı, vergi
memuru, öğretmen ve komutan olarak atananlar arasında bazen bir Arap, bazen bir
Farslı, bazen bir hür, bazen bir azatlı köle, bazen yaşlı, bazen de genç biri
vardı. Bu anlayışla Hz. Peygamber Yemen’e, Taife, Mekke’ye ve diğer bölgelere
valiler, Uhud’da, Mute’de, Hayber’de orduların başına komutanlar atamış Bizans
ve Sasani İmparatorluklarına, Mısır Hükümdarına, Yemame ve Umman meliklerine
elçiler göndermiş, böylece bir devlet için gerekli olan dâhili ve harici
teşkilatın oluşması için gayret göstermiştir.[194]
Hz.
Peygamber ve O’nun etrafında birleşen Müslümanların oluşturmuş olduğu devletin
kurulmasında, salt olmasa da, bir takım sosyal ve siyasal gerekçeler söz
konusudur. Her ne kadar Hz. Peygamberin İslam tebliğinin ilk yıllarında
herhangi bir siyasi amacı olmasa da yaşanan süreç O’nu siyasi düşünmeye ve bu
çerçevede davranmaya itmiştir. Bu siyasi düşüncenin oluşmasında Mekke ve Medine
‘de var olan mevcut sosyal ve siyasal yapının etkilerini görmek mümkündür.
Öncelikle Mekke’de açık davetin başlamasıyla, Mekkeli Müşrikler Müslümanlara
karşı, süreç içerisinde şiddeti artan psikolojik baskı, fiziki şiddet ve
toplumsal yaptırım uygulamışlardı. Bu baskıların temelinde Mekkelilerin hem Hz.
Peygamberi hem de onun davetini kendileri açısından siyasi bir tehlike[195] olarak
görmeleri, kişisel çıkarlarının, ekonomik ve siyasi üstünlüklerinin kaybolacağı
endişesi yatmaktaydı. Müşrikler bu tereddütlere bağlı olarak Müslümanlara karşı
ortaya koymuş oldukları şiddet ve baskıyı siyasi bir bütünlük ve belli bir
siyasi organizasyon içinde yapmışlardı. Öyle ki siyasi organizasyonlar
çerçevesinde Medine’ye hicret eden Müslümanlara karşı Yahudilerle antlaşmalar
yaparak onları baskı altında tutmayı arzulamışlardı.[196] Bunun yanında maddi ve manevi
güçlerini kullanarak hem bireysel hem de sosyal alanda Müslümanların yaşam
hakkına müdahale etmişlerdi. Ebu Cehil’in Müslüman bir ferdin hem şahsiyetine
hem ekonomik hem de sosyal konumuna yönelik ortaya koymuş olduğu tavır tam da
bunu göstermektdir. “Eğer bir kimse Müslüman olursa Ebu Cehil onu suçlar, rezil
eder ve: Senden daha hayırlı olan atanın dinini bıraktın, şimdiden sonra aklına
güvenmeyiz, fikrine önem vermeyiz, şerefin iki paralık olur, derdi. Eğer tüccar
ise iflas edersin, malın telef olur, derdi. Eğer zayıfsa onu döver ve
diğerlerini ona kışkırtı.”[197] Dolayısıyla
Hz. Peygamberin ve Müslümanların, Müşriklerin sistematik olarak ortaya
koydukları şiddete ve baskılara karşılık verebilmesi, ancak siyasi ve toplumsal
açıdan organize olmakla mümkündü. Bu organizasyonun ve siyasi teşkilatlanmanın,
bütün çabalara rağmen Mekke’de gerçekleşmemesi ve din temelli toplumsal
birliğin orada sağlanamaması, Hz. Peygamberi, tebliği devam ettirmek, hayatta
kalabilmek ve siyasi bir yapı gerçekleştirmek için içerisinde Mekke’nin
olmadığı başka tercihlere yönlendirmiştir.[198] Bu tercihin bir sonucu olarak
Medine’ye hicret eden Hz.
Peygamber,
karşılaştıkları sorunlara cevap üretmek için orada, siyasi ve toplumsal
örgütlenmeyi gerçekleştirmiş ve Mekkeli Müşriklerle mücadelesinde başarıya
ulaşmıştır.[199] Hz. Peygamberin Medine’de gerçekleştirmiş
olduğu siyasi ve toplumsal örgütlenmeye, orada merkezi bir otoritenin olmaması
ve uzun yıllar süren savaşlar ve düşmanlıkların varlığı, olumlu yönde katkı
sunmuş ve siyasi yapının kurulmasını hızlandırmıştır. Bunun yanında
Hamidullah’ın ifadesiyle “İslam’ın istikbalini düşünmek” Hz. Peygamberin en
temel gayesiydi. Bunu gerçekleştirmek için Mekke’de başlayan tebliğ sürecinde
namaz ve oruç gibi ibadetleri Müslümanlara vazetmek yeterli değil aksine daha
sert ve sağlam tedbirlere başvurmak gerekmişti. Bu bağlamda Medine’de toplumu
tam bir bütünlük ve dayanışma içerisine sokmak, Müslümanların hak ve hukukunu
tayin ve tespit etmek ve şehirdeki mevcut parçalanmışlığı ortadan kaldırmak
aynı zamanda adliye, eğitim, maliye, askerlik vb. alanlarda bir takım
müesseseler kurmak için toplumsal hayatı teşkilatlandırmak gerekli olmuştu.
Bunun için Hz. Peygamberin sahip olduğu manevi imtiyaz ve güçlerin dışında
birtakım dünyevi güçlere de ihtiyaç duymuştu. Bu ihtiyaç ancak siyasi ve
toplumsal yapılanmanın sonucunda ortaya çıkan bir devlet ile giderilmişti.[200]
Hz. Peygamber, vahiy
almaya başlamasının ilk anından vefat edinceye kadar Kur’an’ı Kerim’in
rehberliğinde içinde yaşadığı toplumun dini, siyasi, sosyal ve ekonomik
yapılarında mevcut olan yanlışlıkları düzelterek yeni bir toplum inşa etme
gayreti içeresinde olmuştur.[201] Bu toplumu
oluşturmak için Mekke’de ciddi çabalar gösteren Hz. Peygamber, vahiy merkezli
çağrılarına toplumsal bir karşılık bulamamış aksine ciddi bir muhalefetle
karşılaşmıştı. Ancak Hz. Peygamberin çağrısına Mekke’de yaşayanlar içerisinden
fert olarak karşılık veren, onun peygamberliğini ve getirmiş olduğu öğretileri
kabul edenler elbet de olmuştu. Dolayısıyla Mekke’de Hz.
Peygambere inananların oluşturmuş
olduğu birliktelik sosyolojik açıdan Müslüman bir topluluk olarak
nitelendirilebilir. Aynı inanca sahip, aynı merkezden beslenen ve bir lider
etrafında toplanan, ancak siyasi bir yaptırım gücü ve kuvveti olmayan bu
küçücük ‘cemaat’ yapısı, teşkilatlanmasını tamamlayamayan ve özgür olamayan bir
topluluktur.[202] Hayati
tehlikesi bulunan, inandığı değerler uğruna şehit veren, işkence gören ve aç
bırakılan bu topluluk, siyasi, toplumsal, ekonomik ve askeri anlamda
teşkilatlanmış bir yapıya ulaşmak için yani toplum olabilmek için Mekke’den Medine
‘ye hicret etmek durumunda kalmıştır. Dolayısıyla ilk İslam toplumunun
temelleri hicretle atılmış, Mekke’de ortaya çıkan inanç temelli topluluk,
Medine’de İslam toplumuna dönüşmüştür.
Akabe biatları ile başlayan
Medine’ye hicret, Müslümanlar için hem siyasi hem sosyal hem de ekonomik
anlamda ciddi sonuçlar doğurmuştur. Özellikle hicret, yeni bir toplumun
oluşmasına zemin hazırlaması açısından önemlidir. Bilindiği gibi, İslam
toplumunun oluşumu, onüç yıl boyunca Mekke’de yaşanan baskı, şiddet ve zulmün neticesinde
Müslümanların, Medine’ye hicret edip orda yaşamaya başlamalarıyla
gerçekleşmişti. Hz. Peygamber, kendisi de Medine’ye hicret ettikten sonra, ilk
önce İslam toplumunun temelini oluşturan Ensar ve Muhacir arasında, daha sonra
ise içerisinde diğer din mensuplarının da bulunduğu gruplarla görüşmeler ve
antlaşmalar yaparak sağlam bir toplum yapısı oluşturma gayreti içerisinde
olmuştu. Hz. Peygamberin oluşturmaya çalıştığı toplum yapısı, elbette ki
cahiliye toplumunu meydana getiren temel değer ve anlayışlardan tamamen faklı
unsurları içerisinde barındırmaktadır. Cahiliye toplumu kabile asabiyeti
çerçevesinde oluşurken[203], İslam
toplumu akide asabiyeti etrafında toplanmıştır. Cahiliye toplumunda insanları
birbirine bağlayan kan bağı iken, İslam toplumunda insanları birbirine bağlayan
din bağıdır. Mal, mülk, güç ve iktidar cahiliye toplumunda kişiye üstünlük
sağlarken, İslam toplumunda takva, bireyi üstün ve değerli kılınmıştır.
Cahiliye toplumunda kadın ve kız çocuğu hemen her alanda değersiz görülürken, İslam
toplumunda bu durum ortadan kaldırılmış, kadına dini ve sosyal anlamda belli
haklar tanınmıştır. Kısaca Hz. Peygamberin ve Müslümanların Medine’ye hicreti,
cahiliyeden çok farklı bir toplumsal yapı ortaya çıkarmıştır.[204] Şimdi
hicretle oluşmaya başlayan bu yeni toplumunun genel yapısını ortaya koymaya
çalışalım.
İslam dini ve onun peygamberi Hz.
Muhammed, ilahi vahyin öğretileri çerçevesinde yeni bir toplum inşa etmiştir.
İnşa edilen bu yeni toplum içerisinde her ne kadar bedevi hayat tarzını
benimseyenler olmuş olsa da, amaçlanan ve bu çerçevede gerçekleştirilen toplum,
şehir merkezli ve medeni bir toplumdur. Hem İslam dininin çıkmış olduğu ortam
hem de Hz. Peygamberin uygulamaları ve sözleri bu medeni toplumu inşa etmenin
temellerini içerisinde barındırmaktadır. Başta İslam dininin çıkmış olduğu
ortam bu inşa sürecinde önemli bir mihenk taşını oluşturmaktadır.[205] Abdulaziz
Duri’nin ifadesiyle “İslam Mekke’nin medeni ortamında doğdu. Onun ilke ve
yönlendirmeleri temelinde medeniydi. Böylece bedevilik akımına ve birçok temel
konuda onun eğilimlerine karşı koydu.”[206] Dolayısıyla sosyologlar
tarafında da ifade edildiği gibi, din yerine büyüsel güçlere inanma eğiliminin
yaygın olduğu, kavrayış ve anlayışın dini öğretilere daha kapalı olduğu,[207] kaba-saba
davranışların sergilendiği köy (bedevi) hayat tarzının[208] aksine, İslam dini “ zekâ
için bereketli toprak”[209]ın,
entelektüel hayatın, güvenin, istikrarın ve beşeri ilişkilerde zarafet ve
nezaketin merkezi olan şehir (hadari) hayatı üzerine bir toplum inşa etmeye çalışmıştır.[210] Hz.
Peygamberin Medine’ye hicretinden sonra adı Yesrib olan, küçük köyler,
çiftlikler, kaleler vs. den oluşan yerin adını, kent, şehir anlamına gelen
Medine’ye dönüştürmesi,[211] onun,
bedevi bir toplumdan ziyade, şehirli bir toplum oluşturma gayretinin somut
göstergelerinden birisidir. Yesrib’in Medine ismini almasıyla birlikte, Medine,
İslam medeniyetinin oluşması ve bu medeniyetinin dünyaya yayılması bakımından
önemli bir rol oynamıştır.[212] Mustafa
Tekin’in ifadesiyle “tarihsel süreç içerisinde İslam en büyük açılımı şehir
ortamlarında yapmıştır.”[213] Dolayısıyla
Hz. Muhammed, medeni ve şehirli bir toplum oluşturmak için büyük bir çaba
göstermiş, şehirli bir hayat anlayışını oluşturmak adına Medine’de bir takım
uygulamalar ortaya koymuş, [214] aksi olan bedeviliği
ve badiyede yaşamayı ise pek olumlu karşılamamıştır.[215] Ancak sosyal hayatın bir
gerçeği olan bedeviliği ve badiye yaşam tarzını da bu medenileşme sürecinde
hiçbir zaman göz ardı etmemiştir.
Hz. Peygamber Medine’ye hicret
ettiğinde toplumu oluşturan unsurlar çok farklı ve parçalıdır. Bu parçalı yapı,
Müşrik ve Müslüman Araplar ile Yahudiler’ den meydana gelen kabilelerden
oluşmaktadır. Hicretle beraber bu parçalanmış yapıya Kureyş ve diğer Arap
kabileler de katılmış, böylece toplumdaki çeşitlilik daha da artmıştır.[216] Medine’de
ortaya çıkan kabile merkezli bu çeşitlilik içerisinde Hz. Peygamber, sağlam ve
sürekliliği olan aynı zamanda örnek bir toplumun temelini oluşturmak adına
birbirini tamamlayan girişimlerde bulunmuştur.[217] Bu girişimlerin başında cahiliye
toplumunda da temelleri olan[218] kardeşlik
anlaşması ve Medine Yahudileri ile yapmış olduğu antlaşma gelmektedir.[219] Hz.
Peygamberin ortaya koymuş olduğu bu girişimler, cahiliye toplumunun belirleyici
unsuru olan kabilenin yerine ümmet bilincini yerleştirmeye yönelik adımlardır.
Bu ümmet bilinci oluşturma cabası ilk dönemlerde, Medine’de oluşturulmaya
çalışılan toplumun birlik ve beraberliğini sağlamak adına farklı gruplarını da
kapsamaktadır. “İlk dönem İslam toplumunun kendisini tanımlamak için kullandığı
“ümmet” kavramı başlangıç itibariyle salt Müslüman kimliklerin oluşturduğu
bireyleri kapsamamakta, Medine vesikasında da işaret edildiği gibi Yahudi,
Müşrik unsurları da içerisine almaktaydı. Dolayısıyla ilk ümmet sadece dini bir
birlikteliği değil, siyasi, iktisadi ve hatta askeri bir birlikteliği de
karşılıyordu.”[220] Oluşturulan
bu ümmet, hicretten sonra kabilenin seçeneği olarak ortaya çıkan ve insanları
belli bir amaç etrafında toplayan birlikteliğin adıdır. Bu birliktelik
içerisindeki ilişkiler ‘kabilede olduğu gibi nesebe değil, ortak ülkü ve
yönelişe ve imama (yani öndere) uymaya’[221] dayanmaktadır. Nitekim Hz.
Peygamber’in Medine’de uygulamaya koyduğu ümmet birlikteliği içerisinde,
Yahudi, Evs, Hazrec ve Kureyş gibi birçok kabile yer almış, ancak bütün bu
kabileler, Hz. Peygamberin önderliğinde ortak toprak ve ortak amaç etrafında
bir araya gelmişti. Ancak ortak hedefler doğrultusunda Hz. Peygamber tarafından
ümmet şemsiyesi altına alınan Yahudilerin, zamanla ortaya koymuş oldukları
olumsuz eylemler, onların bu ümmet birlikteliğinin dışında kalmasına neden
olmuştu. Yahudiler, İslam’ın Medine’de yayılmaya başlaması ve bunun neticesinde
Müslümanların orada hem siyasi hem de ekonomik anlamda giderek güçlenmesi gibi
gerekçelere bağlı olarak, Müslümanlara karşı, müşrik ve münafıklarla işbirliği
yapmış ve Medine antlaşmasını ihlal etmişlerdi. Ayrıca onlar, Evs ve Hazrec
arasına fitne sokarak toplumsal bütünlüğü bozmaya çalışmışlar, Hendek savaşında
Müslümanları arkadan vurarak onlara büyük ihanet etmişlerdi.[222] Bütün bu
olumsuz süreçlerin sonunda şartlara bağlı olarak Yahudiler ümmet
birlikteliğinin dışına çıkarılmıştır.[223] Yahudilerin ümmet birliğinden
çıkarılmasıyla birlikte Medine’de Ensar ve Muhacir arasında daha önce temeli
atılan din kardeşliği, var olan ümmetin bütün yapısını belirlemeye başlamıştır.
Siyasi, askeri ve ekonomik gerekçelerle diğer kabileleri de içerisine alan
genel bir ümmet anlayışı, yerini artık içerisine şahadetle girilen özel bir
ümmete, İslam ümmetine bırakmıştır.[224] Bu İslam ümmetinin
ya da toplumunun temelini cahiliye döneminde olduğu gibi kabile değil akide
oluşturmuş, toplumu oluşturan bireyler arasındaki ilişkiyi kabile asabiyeti
değil, din bağı belirlemiştir. Elbette ki bu din bağı yani ümmet duygusu dünden
bugüne Müslümanlar için ortak bir duyguyu ve hedefi ifade etmektedir. Dünyanın
neresinde, hangi ulustan olursa olsun her Müslüman, ümmet olma duygusunu bugün
dahi canlı tutmakta, birlik ve beraberliği arzulamaktadır. Herhangi bir olumsuz
durumda, savaşta ve afette bu arzusunu tavır ve davranışlarla açık bir şekilde
göstermektedir.
Hz. Peygamber İslam toplumunun
temelini, Ensar ve Muhacir arasında Bedir savaşından önce gerçekleştirmiş
olduğu kardeşlik anlaşmasıyla oluşturmaya başlamıştır.[225] Bu kardeşlik anlaşması
cahiliye döneminde olduğu gibi bir kabilenin diğer kabilenin himayesi altına
girme gibi ya da iki kabilenin diğer kabilelere karşı müdafaa veya saldırma
gayesiyle oluşturulan birliktelikten tamamen farklıdır. Eskiden olduğu gibi
kabilenin hükm-i şahsiyetinin yerini birey olarak tek tek Müslümanların aldığı
bu kardeşleştirme anlaşması, kabile aidiyetinden ziyade bir akide etrafında
toplanmayı temel alan yeni bir toplumun oluşumunu ifade etmektedir.[226] Bu
kardeşlik anlaşması, fertler arasında kan bağı yerine akide ve imana dayanan
yeni bir bağ oluşturmanın adıdır. Bu anlaşma “kan davası, otlak ve su için
savaş düşüncesini ilke edinen”[227] fertleri,
“din uğruna cihat ve ümmeti savunmak ve himaye etmek için” savaşmayı ilke
edinen, bunu yaparken de her ne durumda olursa olsun adaletten ayrılmayan
kişilere dönüştürmüştür. Bu anlaşma, kabileler arasında ortaya çıkan
düşmanlıkları, toplumda var olan sosyal adaletsizlikleri, mal ve güç merkezli
üstünlükleri ortadan kaldırıp, kardeşlik, dayanışma, sevgi ve adalet merkezli
bir toplum oluşturmanın adıdır.[228] Bu ilkeler
çerçevesinde gelişen ve büyüyen Müslümanlar artık İslam toplumunu oluşturmaya
başlamışlardır. Oluşturulan bu İslam toplumu içerisinde ırk, renk ve cinsiyet
ayrımı yapılmadan her milletten, köle, hür, zengin ve fakir farkı olmaksızın
her tabakadan insan yer almıştır. Bu insanları bir araya getiren kan bağı ya da
kabile menfaatleri değil, Allah’a iman ve Hz. Muhammed’e bağlılıktı. İnanç
merkezli bu bağlılık savaşta akrabalarına karşı davasını savunmaya, sosyal
hayatta aç, susuz, evsiz barksız kalan kardeşini korumaya, ihtiyacını
karşılamaya neden olmuştur. Nihayetinde İslam dini, cahiliye döneminde sosyal
hayatın temel belirleyicisi olan kabilenin, asabiyetin ve nesep bağının yerine
din kardeşliğini temel alan, alt kimlikleri içerisinde muhafaza eden ve inanan
her bireyi ümmet şemsiyesi altında toplayan bir İslam toplumu oluşturmuştur.
Hz.
Peygamberin döneminde oluşturulan İslam toplumu cahiliye döneminde olduğu gibi
sınıf ayrımı üzerine inşa edilmemiştir. “Kast, sınıf ve aristokrasi gibi doğuştan
geldiği kabul edilen ayrıcalıklı statülerin yerini çalışmakla kazanılan ve
ehliyete dayanan konumlar almıştır. Hür, mevla- köle, zengin-fakir,
kuvvetli-zayıf, kadın-erkek, genç-ihtiyar kim olursa olsun inanan herkes eşit
kabul edilmiştir.”[229] Bireyler
arasındaki üstünlük ölçüsü seçkin bir kabileye mensubiyet, para, mal, güç, şan
ve şöhret değil, insanın Allah katındaki değeri ve takva sahibi olmasıdır. Bu
çerçevede İslam dini ve Onun Peygamberi, toplum içerisinde var olan köle ve
mevalilere, cahiliye döneminde olduğu gibi alınan satılan bir meta gözüyle
bakmamış, onlara şeref ve haysiyet sahibi bir insan olarak yaklaşmıştır.[230] Hz.
Peygamber döneminde köle ve cariyeler, ailenin bir ferdi olarak telakki edilmiş
ve onların özgürlüklerine kavuşmaları konusunda hem dini hem de beşeri boyutta
uygulamalara yer verilmiştir. Köle ve cariyelerin hukukunun korunması ve kendi
yediklerinden onlara da yedirilmesi konusunda efendilerine tavsiyelerde bulunan
Hz. Peygamber, zaman zaman onları devlet idaresinde görevlendirerek, onlara
verdiği değeri ortaya koymuştur. Dolayısıyla Hz. Peygamber, insanları
neseplerine, soylarına ve sosyal statülerine bakarak sınıflara ayıran cahiliye
döneminin katı ve dar toplumsal anlayışını yıkarak onun yerine insanı sırf
insan olduğu için değerli kılan kardeşlik anlayışını ikame etmiştir. İnsanları
bir tarağın dişleri gibi eşit gören Hz. Peygamber toplumdaki ayrımcılığa son
vermeye çalışmış, O, “Ey insanlar! Bilesiniz ki, Rabbiniz bir, atanız da
birdir. Arap’ın Arap olmayana Arap olmayanında Arap’a; beyazın siyaha siyahın
da beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur.. ,”[231] diyerek insanları eşitlik ve
hak temelinde bir araya getirerek İslam toplumunu oluşturmuştur.
İslam toplumunun
en önemli özelliklerinden biri de cahiliye döneminde haktan ve hukuktan mahrum
olan, horlanan ve hakir görülen kadının, İslam ile birlikte hem bireysel hem de
toplumsal mana da değer kazanmasıdır. Hz. Peygamberin vahyin rehberliğiyle
Medine’de oluşturmaya başladığı İslam toplumunda kadınlar cahiliye döneminde
maruz kaldıkları haksız uygulamalardan kurtulmuş ve sosyal hayatta daha fazla
görünür olmuştu. İslam ilk önce cahiliye toplumunda kız çocuklarına karşı
çarpık zihniyeti ortadan kaldırarak, toplumda kadına bakışı olumlu yönde
değiştirmiştir.[232] İslam, toplumda utanç vesilesi olarak görülen kız çocuğunu,
cenneti elde etmeye vesile olan bir kız çocuğuna,[233] Kadını ne boşayıp ne de boşamayıp
ortada bırakan[234], ona anasının sırtı muamelesi yaparak[235] eziyet eden bir anlayıştan; miras,
mehir, evlenme ve eğitim gibi birçok alanda hak sahibi olarak gören bir
anlayışa dönüştürmüştür. İslam toplumunda kadın sadece bir fert olarak değil;
eş, anne ve evlat gibi sosyal konumu güçlü bir aktör olarak görülmüştür.[236] Özet olarak ifade etmek gerekirse İslam
toplumunda kadınlar, cahiliye döneminde mahrum bırakıldıkları sosyal ve
ekonomik hakları elde etmeye ve İslam dini ile bireysel ve sosyal alanlarda hak
ettikleri itibarı tekrar kazanmaya başlamışlardır.
Hz. Peygamberin hicretten sonra
Medine’de ortaya koymuş olduğu bazı siyasi ve sosyal faaliyetler, halkın kendi
önderliği altında toplanmasına ve nihayetinde bir devletin kurulmasına neden
olmuştu. Kurulan bu devletinin tam manasıyla siyasi bağımsızlığı elde
edebilmesi için iktisadi bağımsızlığa da ihtiyacı olduğu muhakkaktı. Hz.
Peygamber, kendisine vahiy indirilmeden önceki dönemlerde yapmış olduğu ticari
faaliyetlerden elde etmiş olduğu tecrübeye ve Mekke’de risaletle beraber
Müslümanların ekonomik anlamda yaşadıkları sıkıntı ve maruz kaldıkları
ambargolara[237] bağlı
olarak güçlü bir devletin, iktisadi bağımsızlık olmadan gerçekleşemeyeceğini
çok iyi bilmekteydi. Bu nedenle Hz. Peygamber hicretten hemen sonra toplumu
iktisadi yönden sağlam temellere oturtmak için bir takım dini ve sosyal
kararlar almış ve bu kararları uygulamaya koymuştur. Dini anlamda, faiz,
karaborsacılık, simsarlık, yapay fiyat artışı gibi iktisadi hayatı olumsuz
etkileyen konularda vahyin rehberliğinde yasak koyan[238] Hz. Peygamber, sosyal anlamda
ise pazarlar kurarak, ticaretle uğraşanları vergiden muaf tutarak ve ticaret
için güvenli ortamlar oluşturarak devletin iktisadi hayatını güçlendirmeye
çalışmıştır.
Hz. Peygamber ve arkadaşlarının
Medine’ye hicret etmesiyle birlikte Medine’de oluşmaya başlayan İslam toplumu,
özellikle hicretin ilk yıllarında iktisadi anlamda ciddi sorunlarla karşı
karşıya kalmışlardır. Hz. Peygamberin talimatıyla Medine’ye hicret eden
Muhacirler, sahip oldukları her şeyi geride bırakmak zorunda kalmışlardı.
Medine’de yaşayan Ensar ise yıllardır kendi aralarında süren savaşların sonunda
maddi güçlerini Yahudilere kaptırmışlar, neticede en geniş tarım arazilerine
sahip olan ve Medine’de ticarete yön veren Yahudiler olmuştu.[239] Dolayısıyla
hem zirai hem de ticari anlamda Medine’de Yahudiler hâkim güçtü. Ensar ise
geçimini genellikle tarımdan temin ediyor, bağ ve bahçe işleri ile uğraşıyordu.
Daha çok tarımla uğraşan bir toplum olan Ensar,[240] hurma bahçelerinden elde
ettikleri geliri de Hz. Peygamber tarafından gerçekleştirilen kardeşleştirmeyle
birlikte Muhacirlerle paylaşmışlardı. Bütün bu süreç üretimin az, nüfusun fazla
olmasına bağlı olarak Müslümanların ekonomik anlamda ciddi sorunlar yaşamasına
neden olmuştu. Bu ekonomik sıkıntılardan kurtulmak adına Hz. Peygamber
Muhacirlerin bahçe işlerinde Ensar kardeşlerine yardım etmelerini istemiş,
Muhacirlerde her ne kadar ziraattan anlamamış olsalar da, hurma ağaçlarının
budanması, sulanması, toprağın sürülmesi, hurmaların toplanması gibi iş
yoğunluğunun arttığı dönemlerde Medineli kardeşlerine yardım etmişlerdi.
Nitekim Hz. Ömer ve Medineli kardeşi, Hz. Peygamberden daha fazla istifade
etmek için hurma hasadını değişmeli olarak yapmışlardı. [241] Hz. Ali ise bu dönemde
ziraatla uğraşan sahabeler arasındaydı.[242] Ancak Muhacirler, özellikle
kendi uzmanlık alanlarının bir gereği olarak daha çok Medine’de ticarete
atılmışlardı. Abdurrahman b. Avf,[243] Osman b. Affan[244] ve Ebu
Bekir gibi sahabeler bunların başında gelmektedir.[245]
Hz. Peygamber, Medine’de ticareti
kendi tekelinde toplayan Yahudilerin piyasadaki hâkimiyetini kırmak için
Muhacirlerin tecrübelerinden de istifade ederek yeni pazar arayışlarına
girmişti. Kurmak istediği pazar ile Hz. Peygamber, Müslümanların yaşadığı
ekonomik sıkıntıları ortadan kaldırmayı hedeflemiş, özelliklede Yahudilerin ve
Müşriklerin pazarlarda uyguladıkları cahiliyeye ve dini anlayışlarına uygun
ticari faaliyetlere alternatif oluşturmaya çalışmıştı. Böylece kurulacak
pazarlarda İslami ilke ve prensipler çerçevesinde Müslümanların ticaret yapması
sağlanmış olacak ve devletin istikbali için problem teşkil edecek olan Yahudilerin
ticari hegemonyasına son verilecekti.[246] Bunun için araştırmalara
başlayan Hz. Peygamber, Medine’de bulunan pazarları dolaşmış ve bazı
değerlendirmelerde bulunmuştu. Dolaştığı her pazarda “burası sizin pazarınız
olamaz”[247] diyerek
arayışlarını sürdüren Hz. Peygamber nihayet Beni Sa’ide bölgesinde eski
kabristanlık olan geniş bölgeyi[248] “işte sizin
pazarınız budur, burası daraltılmayacak ve buradan vergi alınmayacak”[249] buyurarak
yeni pazar yeri belirlemişti. Bu pazarda Yahudilerin pazarında olduğu gibi
vergi ve kendi pazarını parselleyip ücret karşılığı kiraya verme olmadığı için
tüccarlar pazara rağbet göstermişler ve nihayetinde ticaret canlanmıştı. Bu
pazar, erken gelenlerin iyi yerleri aldığı, yabancı tüccarların alış verişte
bulunduğu, şiirlerin okunduğu ve ballı suların pazar esnafına dağıtıldığı bir
yerdi.[250] Medine
pazarında bölgede yetişen zirai ürünlerin hemen hemen hepsi satılmaktaydı.
Bunun yanında bu pazarda bazı mesleki faaliyetlerin yapıldığı, kadınların kendi
elleriyle ürettikleri malları sattıkları ifade edilmektedir. Ayrıca Medine’ye
dışarıdan kervanlar gelerek bölge halkının ihtiyaç duymuş olduğu ürünleri ithal
etmişlerdi.[251] Medine
pazarlarında hayvandan, ziraata, giyimden ev eşyasına, yiyecekten içeceğe
insanların ihtiyaç duydukları her şey alınıp satılmıştır.[252]
Medine
toplumunun iktisadi hayatını etkileyen bir başka husus ise seriyye, gazve ve
savaşlardan elde edilen ganimetler gelmektedir. Hz. Peygamber Medine
topraklarında iç güvenliği sağladıktan sonra dışa yönelmiş özellikle Mekke’den
gelecek tehditlere karşı önlemler almıştı. Mekkeli Müşriklerin Müslümanları
sürekli tehdit etmeleri ve civar Müşrik kabilelerini onlara karşı kışkırtmaları
Hz. Peygamberi her zaman tedbirli olmaya itmiştir. Bu tedbirin bir gereği
olarak Müslümanlar her an savaşa hazırlıklı olmak durumunda kalmışlardı. Bu
durumun, iktisadi anlamda Müslümanların hayatına olumlu ve olumsuz yansımaları
olmuştur. Düşman tehdidinin sürekli gündemde olması, hem Müslümanların sağlıklı
olarak ticaret yapmasını engellemiş hem de ticaret kervanlarının şehre güvenli
bir şekilde girmesini zorlaştırmıştı. Şehirde üretilen mahsulün nüfusun
artmasıyla beraber kendine yetmemesi ve dışardan kervanların güvenlik sebebiyle
Medine’ye girememesi Müslümanları zor durumda bırakmıştı. Bu düşman tehdidini ortadan
kaldırmak adına ilk önceleri küçük askeri birliklerden oluşan seriyyelerin ve
bazen Hz. Peygamberin katıldığı gazvelerin ve nihayetinde yapılan savaşların
sonucunda elde edilen ganimetlerin, Müslümanların ekonomik hayatına olumlu
yönde katkıları olmuştu.
Huneyn savaşında elde edilen
ganimetler ve Hayber’in fethedilmesi Müslümanların ekonomik anlamda
rahatlamalarına sebep olmuştu.[253] Yine Medine
Yahudilerinin geride bıraktıkları arazi ve mallar Müslümanlara kalan ganimetler
arasında yer almıştı.[254] Neticede
fetihlerle birlikte verimli araziler ve bol miktarda ganimet Müslümanların
eline geçmiş oldu.
Hz.
Peygamber dönemi İslam toplumu hicri yedinci yıla kadar ekonomik anlamda ciddi
sıkıntılar yaşamıştır. Özellikle düşman tehdidinin bir sonucu olarak ziraatın
tam yapılamadığı ve ticari ilişkilerin geliştirilemediği bir süreçte, toplumda
yiyecek, giyecek ve geçim sıkıntısı çok ileri boyuttaydı. Öyle ki; Müslümanlar
bazen bir iki hurmayla günlerini geçiriyor, giyecek elbise dahi bulamıyordu.
Ancak bu olumsuz durum, Müslümanların birbirlerine kenetlenmesine neden olmuş,
insanlar sahip oldukları her şeyi ihtiyaç sahibi kardeşleriyle paylaşmıştı. Hz.
Peygamber dönemi İslam toplumu, çıkar merkezli, kendini önceleyen ve tüketimi
amaç edinen bireylerden çok, paylaşan ve kardeşini kendine tercih eden
bireylerden oluşmaktadır. Dolayısıyla iktisadi hayat, ilk dönem İslam
toplumunun sağlam temeller üzerine kurulmasına ve sosyal bütünlüğün
sağlanmasına çok büyük katkıda bulunmuştur. Aynı zamanda Medine toplumunda
iktisadi hayatın temellerini oluşturan ziraat, ticaret ve ganimet gibi ekonomik
merkezli alanlarda, Hz. Peygamberin ortaya koymuş olduğu temel ilkeler, gayri
meşru yollarla mal edinmeyi, malların belli kesimin elinde toplanmasını,
zenginle fakir arasında uçurumun oluşmasını engellemiştir. Üretici ve
tüketicinin sahip oldukları hakları korumak, pazarın güvenliğini sağlamak,
eksik tartı ve ölçünün önüne geçmek için denetleme teşkilatı kuran Hz.
Peygamber, böylece topluma iktisadi hayatta güven vermişti. Hz. Peygamber tarafından
ortaya konan bu ve buna benzer diğer uygulamalarla, güçlünün her türlü hakka
sahip olduğu, güçsüzün malının gasp edildiği, faiz ve tefecilikle bireylerin
sömürüldüğü bir ticari hayata son verilmiş, adalet ve güven temelli bir
iktisadi hayat tesis edilmiş oldu.
Hz. Muhammed
dönemi (Hicaz) Arap toplumunun dini yapısını belirleyen ana unsur, hiç şüphesiz
İslam dinidir. İslam dini içinde doğduğu toplumun çarpık dini anlayışını,
tevhid ilkesini temele alarak değiştirmek ve dönüştürmek istemiştir. Bu
değişimi ve dönüşümü fertten başlayarak topluma yayma gayreti içerisinde olan
Hz. Muhammed, İslam dinini ilk önce aile fertlerine sonra yakın akrabalarına ve
en son tüm insanlığa tebliğ etmeye çalışmıştı.[255] Bu çerçevede Hz. Muhammed, Allah’tan
aldığı vahiyle ilk önce insanların inanç dünyalarını puta tapmaktan ve Allah’a
şirk koşmaktan temizlemek istemiş, ahireti ise inkâr etmekten vazgeçirmeye
çalışmıştı. Bunun için O, Mekke’de putlara tapan, ahirete inanmayan, öldükten
sonra dirilmeyi kabul etmeyen, yanlış Allah ve melek tasavvuruna sahip
kişileri, tek olan Allah’a inanma ve ondan başka hiçbir varlığa kulluk etmeme
ilkesi etrafında toplamaya gayret etmişti.[256] Daha sonra bu ilkeye bağlı olarak ferdi
ve toplumu ilgilendiren diğer tüm alanlarda değişim ve dönüşümü sağlamıştı.
Hz. Peygamberin 23
yıllık dini tebliğ sürecinin iki boyutu vardır.[257] Birinci boyut genelde tevhid,
nübüvvet ve ahiret gibi temel inanç konularının fertlerin kalplerine
yerleştirilmeye çalışıldığı Mekke dönemidir. Teori dönemi olarak da ifade
edilen bu dönemde başta putperest Mekke halkı olmak üzere bütün insanlık,
kâinatın yaratıcısı ve âlemlerin Rabbi olan Allah’a iman etmeye ve O’na
kullukta bulunmaya davet edilmişti. Ayrıca bu dönem, ahiret, öldükten sonra
dirilme, cennet ve cehennemin üzerinde çokça durulduğu ve ahiretin
gerçekleşeceğinin sık sık dile getirildiği bir dönemdi.[258] Bunun yanında ferdi ve
toplumsal alanlarda görülen bazı yanlışları ortadan kaldırmak adına adam
öldürme, kız çocuklarını diri diri toprağa gömme, haksızlık, zulüm vb. gibi
uygulamalar bu dönemde yasaklanan konular arasındaydı. Beşeri ilişkiler
bağlamında ise, iyiliği emretmek, ana babaya iyi davranmak, adaletli olmak gibi
hasletler yine bu dönemde emredilen hususlardı.
Dolayısıyla Mekke dönemi, akidenin
temele alındığı, insanların İslam dininin temel esaslarına inanmaya davet
edildiği ve aynı zamanda bireysel ve toplumsal alanda ahlaki ilkelerin
uygulanmaya konulduğu bir dönemdir.[259] Dini tebliğin ikinci boyutunu
ise Medine dönemi oluşturmaktadır. Mekke’de ortaya konan temel ilkelerin
teoriden pratiğe aktarıldığı ve sosyal hayata dair dini ilkelerin uygulamaya
konulduğu Medine dönemi, toplumsal, hukuki, ailevi ve ibadet hayatına dair
düzenlemeleri içerisinde barındıran bir dönemdir.[260] Mekke’de iman ve inanç üzerine
inşa edilen bireyin, sosyal hayatına yönelik emir ve yasaklar tedrici olarak
Medine’de uygulanmaya başlanmıştı. Hz. Aişe’nin de ifade ettiği gibi “insanlar
İslam’da toplandıkları zaman helal ve haram konularını içeren sureler” bu
dönemde inmeye başladı.[261] Aile
hukukunu ilgilendiren boşanma ve miras, siyasi hayatı ilgilendiren savaş ve
savaş hukuku, toplumsal hayatı ilgilendiren zekât, oruç ve toplu ibadet gibi
hususlar bu dönemde inen surelerde ele alınan konular arasında yer almıştır.
Dini tecrübenin sosyal hayattaki tezahürleri olan ibadet ve muamelata yönelik
uygulamalar yine bu dönemde daha görünür olmaya başlamıştır.
İslam dini için kişilerin tek olan
Allah’a, ahirete, peygambere inanması kadar yüce yaratıcıya ibadet etmesi de
bir o kadar önemlidir. Nitekim “ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk
etsinler diye yarattım”[262] ve
“ölünceye kadar rabbine kulluk et”[263] ayetleri bu gerçeği açıkça
ortaya koymaktadır. İslam dininde kulluğun en önemli göstergelerinden biri
ibadet etmektir. Yüce yaratıcı ile iletişim kurabilmenin adı olan ibadet,
kişinin yerine getirmesi gereken bir sorumluluktur. Kişi ibadet ederek Allah
tarafından kendisine yüklenen sorumluluktan kurtulurken, aynı zamanda kulluğunu
üst seviyeye çıkarmakta ve gönül dünyasını ihya etmektedir. Ancak her ibadetin
bireysel yönü olduğu gibi topluma yönelik tarafı da vardır. İslam’ın temel
esasları içerisinde sayılan namaz ve hac ibadetinin bir cemaatle yapılması,
zekâtın ve sadakanın toplumda yardımlaşma ve dayanışmayı sağlaması, bu
ibadetlerin topluma yansıyan yönlerinden sadece bir kaçıdır. Dolayısıyla “bütün
ibadetler ve ibadet niyetiyle yapılan tüm iş ve davranışlar, kul ile Allah
ilişkisini düzenlemekle kalmayıp, ferdin psiko-sosyal duruşunu belirlemekte ve
toplumun yapısını inşa etmektedir”[264]
İslam dini, cahiliye dönemi ibadet
anlayışının aksine, kendisine inananları belli zamanlarda belli şartlarda belli
ibadetleri yapmakla mükellef kılmıştır. Bu mükellefiyet, kişinin inanç
dünyasını sağlamlaştırırken aynı zamanda ona belli bir disiplin kazandırmaktadır.
Diğer taraftan yerine getirilen ibadetlerin sosyal hayatta icra ettiği
fonksiyonlar düşünüldüğünde İslam dininde ibadetlerin sadece kişisel olmadığı
daha iyi anlaşılacaktır. Örneğin namaz ibadeti, bireysel manada insanları
kötülükten alıkoyarken aynı zamanda belli vakitte yerine getirilmesi
gerektiğinden kişiye bir zaman bilinci vermektedir. Sosyal manada ise namaz,
cemaatle icra edildiğinde ferdin sosyalleşmesi, insanların birbirleriyle
kaynaşması, insanlar arasında birlik ve beraberliğin, sevgi ve dayanışmanın
gerçekleşmesi gibi önemli fonksiyonları yerine getirmektedir. Nitekim namaz
ibadetinin sosyal hayata katkısının farkında olan Hz. Peygamber, hicret
esnasında Kuba’da İslam’ın ilk mescidini[265] inşa etmiş ve ilk Cuma
namazını[266] burada
kılmıştı. Medine’de ilk işi Mescid-i Nebevi’yi[267] inşa etmek olan Hz.
Peygamber, bu mescidi sosyal hayatın merkezi kılmış, Müslümanların dini ve
dünyevi ihtiyaçlarının karşılandığı bir kurum haline getirmişti. Günlük (beş
vakit), haftalık( Cuma), senelik (bayram) olan namazların cemaatle kılınması
durumunda, kuru kalabalıkların nasıl nitelikli bir topluluk haline dönüştüğü
Hz. Peygamber döneminde açıkça görülmüştü. Ayrıca namaz ibadetinin cemaatle
icra edildiği mescit ve camilerin sosyal hayatta yerine getirdiği fonksiyon,
İslam dininde kurumsal yapıların önemini açıkça ortaya koymaktadır. Bu açıdan
Medine’de peygamber mescidi, bir taraftan eğitim merkezi, bir taraftan sosyal
dayanışma ve danışma merkezi bir taraftan da devletin idare edildiği hükümet
merkezi gibi görevleri yerine getirerek tam olarak hayatın merkezinde olmuştur.
Aynı şekilde zekât, hem ferdi hem de sosyal yönü bulunan ibadetlerden biridir.
Zekâtını veren bir Müslüman bencillik, mala düşkünlük, cimrilik ve aşırı hırs
gibi süfli hasletlerden kurtulurken, aynı şekilde fakire vermiş olduğu malla
sosyal dengenin sağlanmasına ve toplumsal refahın artmasına olumlu katkıda
bulunur.[268] Böylece
toplumda zenginle fakir arasında oluşabilecek uçurumu engelleyen zekât ibadeti,
ekonomik temelli keskin bir sosyal tabakanın oluşmasına fırsat vermez.
Dolayısıyla namazın ve zekâtın yanında, hac, kurban ve sadaka gibi İslam
dininin, inananlarına emretmiş olduğu ibadetler, cahiliye döneminde olduğu gibi
sadece dünyevi amaçlara ulaşmak için yapılan ibadetlerden[269] ziyade, hem kişinin rabbine
kulluğunu göstermek hem de toplumsal bütünlüğü, toplumsal kaynaşma ve
dayanışmayı sağlamak adına çok önemli anlamlar taşımaktadır.
Hz. Peygamberin İslam dinini tebliğ
etmeye başlamasıyla beraber bu dine karşı kabuller ve reddedişler toplumda
kendini göstermeye başlamıştır. İslam dinine karşı gösterilen bu tavır toplumda
yeni dini kimliklerin oluşmasına, var olan dini kimliklerin ise
belirginleşmesine neden olmuştur. Hz. Peygamberin özellikle Mekke’de 13 yıllık
tebliği, Mü’min ve Müşrik gibi inanç temelli grupların ortaya çıkmasına neden
olurken, hicretten sonra Medine’de Mü’minlerin oluşturduğu dini grubun yanında
Münafık olarak ifade edilen Mü’minlerin içerisinde ama Mü’min olmayan bir
topluluktan bahsetmek mümkündür. Bunun yanında Hz Peygamberin Medine’de
Yahudilerle daha sonra İslam dininin yayılmasına bağlı olarak Hristiyan
gruplarla ilişkisi Hz. Muhammed dönemi toplumun dini yapısını belirleyen
unsurlar arasında yer almıştı.
Freyer’in ifadesiyle her yüksek din
aynı zamanda bu dini tesis eden ve kuran bir kimsenin ortaya çıkışını
beraberinde getirir. Dinin kurucusu olarak ifade edilen bu kimseler (Buda,
Konfüçyüs, Peygamber), dini insanlara anlatan, öğreten ve uygulayanlardır.
Dinin topluma tebliğ edilmeye başlanmasıyla birlikte insanlar bu kurucuların
etrafında toplanmaya başlar.[270] İşte bu
toplanma din merkezli bir grubun oluşmasının ilk aşamasıdır. İlk tilmizler
halkası olarak da ifade edilen bu grup, din kurucuların ve peygamberlerin
tebliğine tabi olmaları neticesinde toplumda var olan hâkim inançtan ayrılarak
yeni bir dini cemaatin ilk aşamasını oluşturmaktadır. Din kurucusuna tabi
olması ve onun tebliğ ettiği ilkelere gönülden bağlanması bu ilk cemaat
içerisinde olan bireyleri, yaşadıkları toplumun değerleri, kültürleri ve inançlarıyla
karşı karşıya getirir. Bu karşı karşıya geliş beraberinde maddi ve manevi
imkânlardan yoksun olma gibi bir sonuç doğurur. İşte Hz. Muhammed’in İslam
dinini tebliğ etmeye başlamasıyla beraber kendisine ilk inananlar İslam dininin
tilmizler cemaatini oluşturmuştu.[271] Bu tilmizler cemaatiyle
başlayıp daha sonra genişleyen ve Allah’a, peygamberine ve ona vahyedilene
inanmayı temel ilke olarak kabul eden topluluk Mü’minler topluluğu olarak ifade
edilmiştir. İlk Mü’minler Wach’ın ifade ettiği dini tecrübenin ifade
şekillerinden biri olan akide etrafında bir araya gelen ve bu çerçevede
Mekke’nin hâkim zihniyetiyle ciddi sorunlar yaşayan, ailesiyle karşı karşıya
gelen, malından ve mülkünden mahrum kalan kimselerdir. Ortak akide, ortak
tapınma ve ortak bir dini yaşayış etrafında kenetlenen Mü’minler, Mekke ve
Medine’de servet, meslek ve soy üstünlüğü gibi farkları bir kenara bırakıp
toplumda din kardeşliği dolayısıyla yeni bir dini cemaati tesis etmişlerdir.[272] Neticede
Mü’min olarak ifade edilen bu dini cemaat Hz. Muhammed ile birlikte cahiliye
toplumunun dini yapısında köklü değişiklikler meydana getirmiş ve toplumda yeni
bir dini anlayışın oluşmasını sağlamıştır.
Her din, ortaya çıktığı toplumu
kendi inanç esasları etrafında toplamak, değiştirmek ve dönüştürmek ister.
Ancak toplumsal değişimin temel faktörü olan din her zaman toplumların lehine
olumlu bir fonksiyon icra etmez. Bazı durumlarda anomi ve sapmalara, toplumda
ayrışmaya, saflaşmaya ve toplumsal düzensizliğe neden olabilir.[273] Mekkeliler
açısından bu durum değerlendirildiğinde yeni bir din olan İslam onlara göre,
toplumda huzursuzluğa, düzensizliğe ve çatışmaya neden olmuştu. İslam dini ile
birlikte toplumda ayrışma ve saflaşma kendini göstermişti. Onlara göre yeni
dinin kitabı olan Kur’an’ı Kerim, babayla oğlun, kardeşle kardeşin ve kocayla
hanımın arasını açan bir kitaptı;[274] dolayısıyla toplumda
düzensizliğin ve kaosun tek nedeni İslam dini ve onun peygamberi Hz.
Muhammed’di. Kendilerince olumsuz olarak görülen bu duruma son vermek adına
Mekkeli aristokratlar, İslam dinine, onun Peygamberine ve Mü’minlere karşı dini
bir kimlik etrafında toplanmışlardı. Bu dini kimlik, Kur’an’ı Kerim’de ortaya
konan, putlardan yardım isteme, Allah’ı ve ahiret gününü yalanlama, Allah’a
ortak koşma gibi ortak inanç ve nitelik etrafında toplanan bireylerin
oluşturmuş olduğu Müşrik kimliğidir. Kendilerince İslam ile birlikte kaybolan
toplumsal düzeni tekrar sağlamak adına Müşrikler, Müslümanlara karşı ilk önce
sözlü, sonra fiili ve daha sonra toplumsal tavır geliştirmişlerdi. Nihayetinde
bu tavır, Müşrikler tarafından Mekke’nin fethedilmesine kadar sürdürülmüştü.
Hz. Muhammed Mekke’den Medine’ye
hicret ettiğinde Medine toplumu içerisinde Müşrik Araplar, Müslüman Araplar ve
Ehl-i Kitaptan Yahudi ve az sayıda Hristiyan gibi farklı etnik ve dini gruplar
bulunmaktaydı. Ancak Hz. Muhammed Medine’de siyasi alanda belli bir üstünlük
elde etmeye başlamasıyla, yeni bir grup ortaya çıktı.[275] Bu grup, “inançsızlıklarından
dolayı ayıplanmamak, bazı maddi menfaat elde etmek veya Müslümanların gücünden
çekinmek”[276] gibi
sebeplere bağlı olarak Mü’minlerin içinde; ancak Allah’a ve peygamberine
inanmayan, inanmış gibi yapan, dini gruptan çok, bir nevi çıkar grubu olarak
nitelendirilebilecek Münafıkların oluşturduğu gruptur. Nitekim Kur’an’ı Kerim
“Sizi gözetleyip duranlar; eğer size Allah’tan bir zafer nasip olursa,
"Sizinle beraber değil miydik?" derler. Kâfirler kazançlı çıkarsa (bu
defa onlara) "Üzerinize kol kanat gerip müminlerden sizi korumadık
mı?" derler.”[277] Ayetiyle
Münafıkların bir çıkar, bir menfaat grubu olduğuna işaret eder. Yine
Münafıkların, Huneyn savaşı sonucu elde edilen ganimetlerin dağıtımı esnasında
Hz. Muhammed’i adaletsizlikle itham etmeleri, onların daha çok mal elde etme
arzusunun bir göstergesidir.[278] Ayrıca
düşmana karşı maddi ve manevi güç paylaşımında hiçbir zaman Müslümanlarla bir
arada olmayan Münafıklar, Uhud ve Hendek savaşında, Tebük seferinde
Müslümanlara maddi ve manevi destek vermekten kaçınmışlardı. Elbette ki
Münafıkların bir araya gelmesinde menfaat ortaklığının yanında, psiko-sosyal
etkenlerden de söz etmek mümkündü. Münafıkların lideri olarak kabul edilen
Abdullah b. Ubey’in lider olma beklentisini Hz. Muhammed’in Medine’ye
hicretiyle kaybetmesi, onda saldırganlık ve kıskançlık duygusunu beraberinde
getirmişti. Müslümanların siyasi anlamda güçlü olması, Abdullah b. Ubey’in
onlara karşı açıktan bir tavır almasını engelledi.[279] O da kıskançlığını ve
saldırganlığını gizli olarak, İslam toplumuna nifak sokarak tatmin etme yoluna
gitmişti. Bunun yanında Münafıklar, Kur’an’ı Kerim’de ifade edildiği gibi
psikolojik açıdan kalplerinde hastalık bulunan[280] kimselerdi. Hastalıkları
nedeniyle sağlam bir karakter sergileyemeyen, net bir tavır ve davranış ortaya
koyamayan Münafıklar, Hz. Muhammed döneminde toplumsal düzeni bozma adına fitne
ve fesat çıkarmışlardı. Bazen Mekkeli Müşrikler, bazen Medineli Yahudiler ile
bir araya gelerek Müslümanlar aleyhine faaliyetler düzenleyen Münafıklar, bazen
de iftira atarak ve dedikodu yaparak toplumu fitne tuzağına çekmeye
çalışmışlardır. Öyle ki Hz. Muhammed’in eşine yönelik iftira[281] ve Beni
Mustalik Gazvesinde Muhacirler ile Ensar arasında çıkan tartışma[282],
Münafıkların İslam toplumunda oluşturmaya çalıştığı fitne faaliyetlerinden
sadece bir kaçıdır. Dolayısıyla Münafıklar, Hz. Muhammed dönemi İslam
toplumunda sayıları hiç te azımsanmayacak kadar olan, toplum içerisinde fitne
çıkarmaya çalışan ve inanmadığı halde inanmış gibi yapan çıkar grubu olarak
kendini göstermiştir.
Arap Yarımadası’na ne zaman
geldikleri tam olarak bilinmeyen Yahudiler[283], Hz. Muhammed dönemi
toplumsal hayatında önemli bir unsur olarak yer almıştır. Hz. Peygamber’in
Medine’ye hicret etmesinden itibaren vefatına kadar devam eden on yıllık
süreçte Müslümanlar ile Yahudiler arasında Mekke dönemine nazaran daha çok
sosyal, siyasi ve dini bir takım ilişkiler kurulmuştu. Ehl-i Kitaptan olan ve
Hz. Peygamber tarafından İslam toplumu içerisinde bir dini cemaat olarak kabul
edilen Yahudilerin sayısı Mekke’de yok denecek kadar azdı.[284] Mekke’de varlığından söz
edilen Yahudilerin, genellikle ticari alandaki yetkinliklerine bağlı olarak
panayırlara gelen orada ticaret ve kâhinlik yapan kimseler olduğu ifade
edilmektedir. Dolayısıyla Hz. Muhammed İslam dinini tebliğe başladığı Mekke’de
ancak bu pazarlarda karşılaştığı Yahudilerle sınırlı bir iletişim içerisinde
olmuştu. Yahudiler, Mekke’de daha çok Hz. Peygambere karşı ciddi muhalefet
gösteren Müşriklerle görüşmüşlerdir. Özellikle Araplara karşı bilgi ve kültür
seviyesi olarak üstün konumda olan Yahudiler, onlardan gelen din, peygamberlik
ve ilahi kitaplar hakkında sorulara muhatap olmuşlar, daha sonra bu sorular,
İslam dininin ortaya çıkmasıyla, Hz. Peygamber ve İslam hakkında olmaya
başlamıştı. Müşrikler Hz. Muhammed’i zor durumda bırakmak adına Yahudi din
adamlarıyla istişare etmiş, Yahudi din adamları de onlara Hz. Peygambere
sormaları için bir takım sorular iletmişti.[285] Dolayısıyla Mekke’de Hz.
Peygamberle sınırlı oranda ve dolaylı bir iletişim halinde olan Yahudiler ile
Hz. Peygamber arasında hicretten önce ciddi bir ihtilaf söz konusu olmamıştır.
Bunun sebepleri arasında Mekkeli Müşriklerin Hz. Peygambere karşı ortaya
koydukları muhalefetin Yahudiler tarafından yeterli görülmesi ve Mekke’de zayıf
konumda olan Müslümanların henüz kendileri için bir tehlike oluşturmaması
gösterilmektedir.[286]
Mekke’de
yok denecek kadar az olan Yahudiler, Medine’de ise toplumun asli unsurları
arasında yer almaktadır. Bir rivayete göre Babil kralı Bühtunnassar’ın başka
bir rivayete göre ise Rum kayserlerinden Titus’un Kudüs’e saldırması
neticesinde Arap yarımadasının farklı bölgelerine göç etmek durumunda kalan
Yahudiler’ den bazıları, Medine’ye gelmişlerdi.[287] Medine’ye ilk geldiklerinde
şehrin kenar mahallerine yerleşen Yahudiler, zamanla şehrin hâkimiyetini ele
geçirmişlerdi. Ancak
Yemen’de oluşan bir sel neticesinde Medine’ye
göç eden Evs ve Hazrec kabileleri ile girdikleri siyasi mücadeleyi kaybeden
Yahudiler, şehrin hâkimiyetini zamanla Araplara bırakmak zorunda kalmışlardı.[288] Bu durumun
bir neticesi olarak Medine’de toplum Araplar ve Yahudilerden oluşan bir yapıya
dönüşmüştü. Siyasi açıdan hâkimiyetlerini kaybeden Yahudiler, iktisadi, dini ve
kültürel açıdan Medine’de Araplardan daha üstün durumdaydılar. Dini hayat
yönünden kapalı cemaatler halinde yaşayan Yahudiler, eğitim, öğretim, ibadet ve
hukuki işlerini yürütmek için Beytü’l Midras adında kurumlar oluşturmuşlardı.[289] Bu
kurumlarda Yahudi şeriatını ve dini ilimleri öğreten din adamları vardı.[290] Buralarda
Tevrat, Zebur okunur dini ayinler düzenlenir, eğitim ve öğretim faaliyetleri
yapılır, aynı zamanda hukuki sorunlar çözülürdü. Hz. Peygamber döneminde
Yahudiler, tek tanrıya, peygambere, cennet ve cehenneme, ölümden sonra
dirilişe, hesaba inanmakta, temizlik, namaz, oruç gibi ibadetleri yerine
getirmekteydiler.[291]
Hz.
Muhammed Medine’ye hicret ettikten sonra Yahudilerle hicretin ilk yıllarında
siyasi, dini ve toplumsal alanlarda düzene, barışa ve hoşgörüye dayalı
ilişkiler kurmuştu. Uzun yıllar birbirlerine karşı düşmanca tavır sergileyen
Evs ve Hazrec kabileleri ile Yahudi kabilelerini Medine Vesikası etrafında
birleştiren Hz. Peygamber, böylece Yahudilerle siyasi birliktelik tesis
etmişti.[292] Bunun
yanında Hz. Peygamber yapılan bu antlaşma ile Yahudileri dini bir cemaat olarak
tanıyarak onlara dinlerini rahatça yaşama imkânı tanımıştı.[293] Yahudilerin ehl-i Kitaptan
olması nedeniyle onlara karşı ılımlı ve olumlu davranan Hz. Peygamber,
Müşriklerin mescide girmesini yasaklarken; Yahudilerin ise mescide girmesine
izin vermişti. Ayrıca Hz. Peygamber, Yahudilerin cenazeleriyle karşılaştığında
ayağa kalkarak cenazeye saygı göstermiş,[294] onların kestiklerinin
yenebileceği ve kadınlarıyla evlenebileceği
yönünde izinler vermişti.[295] Böylece
Yahudilere karşı olumlu ilişki geliştiren Hz. Peygamber, Medine’de din temelli
bir çatışmaya fırsat vermek istememiştir. Ancak zamanla Yahudiler, Hz. Peygamberin
ortaya koymuş olduğu barış temelli niyet ve uygulamaları istismar ederek
İslam’a ve Müslümanlara karşı düşmanca bir tavır sergilemiş, bunun sonucunda da
Hz. Muhammed tarafından Medine’den sürülmüşlerdi.
Yaşadığı
dönemde Hz. Muhammed’in, bir başka dini grup olan Hristiyanlarla ilişkisi,
Mekke ve Medine’de Hristiyan inancına sahip çok az sayıda insanın bulunması
sebebiyle toplumsal olmaktan ziyade bireyseldir. Bunun yanında Hz. Peygamberin
Hudeybiye anlaşmasından sonra Hristiyan devlet yöneticilerine ve kabilelere
davet mektupları göndermesi ve Necran Hristiyanlarının Hz. Peygamber ile
görüşme yapmak için Medine’ye gelmeleri çerçevesinde onlarla ilişki kurmuş
ancak bu dini davet çerçevesinde gerçekleştirilen diplomatik bir ilişki
olmuştu. Bu dini davet merkezli diplomatik ilişkilerin bir sonucu olarak İslam
dinine girmeyen ancak İslam topraklarında yaşamayı kabul eden Hristiyanlara
dinlerini yaşama konusunda teminat verilmiş ve onlardan vergi alınmaya
başlanmıştı.[296] Ayrıca Hz.
Peygamberin Necran Hristiyanlarına karşı Medine’de göstermiş olduğu ilgi,
ortaya koymuş olduğu tavır ve yapmış olduğu anlaşma, ileride Müslümanların
Hristiyan toplumlarla kuracağı ilişkilerde temel olmuştu. Hz. Muhammed’in
yaşadığı dönemde Yahudi ve Hristiyan inancına sahip dini grupların yanında
ateşe tapan Mecusiler ile hayır ve şerrin iki ayrı güç tarafından var edildiği
inancına sahip Sabiiler vardı.[297] Hz.
Peygamber İslam’ı kabul etmeyen Mecusilerden cizye alınmasını istemiş[298] olsa da,
onların kadınlarıyla evlenilmemesini[299] ve kestiklerinden
yenilmemesini emretmişti.[300]
Hz.
Peygamber’in diğer dini gruplarla ilişkisinde belirleyici noktalardan birisi
de, oluşturulmaya çalışılan İslam toplumuna bir kimlik kazandırma çabasıdır
Toplumsal açıdan kimlik, bir sosyal grubun, toplumun ya da milletin kendi öz
varlığını diğerinden ayırt etmeyi ve ötekinden ayrılmayı ifade etmektedir.
Toplumsal kimlik, aynı zamanda toplumu oluşturan bireylerin ortak değerler
etrafında birleşmesini, tasada ve sevinçte aynı tavrı sergilemesini içerisinde
barındırmaktadır. Bu bağlamda bireyin ve toplumun değerlerinin oluşmasında,
belirlenmesinde ve korunmasında din önemli bir fonksiyon icra etmektedir. Aynı
zamanda din, toplum içerisinde kendine inananları ortak inanç, değer ve
idealler etrafında birleştirerek kolektif bir bilincin oluşmasına katkıda
bulunmaktadır.[301] Bu bağlamda
Hz. Peygamber, yeni bir toplum inşa ederken Yahudi ve Hristiyanlara benzememeyi
temel alarak kendine özgü toplumsal bir kimlik oluşturmaya çalışmıştı. O “kim
bir kavme benzerse o da onlardandır”[302] diyerek Müslümanların Yahudi
ve Hristiyanlardan farklı tavır ve davranış sergilemeleri gerektiğini ifade
etmiş ve bunu uygulamalarında göstermişti. Hz. Peygamber, insanları namaza
çağırma konusunda ortaya atılan çan çalma, ateş yakma gibi Hristiyan ve Mecusilere
ait dini sembolleri kabul etmemiş, Müslümanlara has olan ezanı meşru kılmıştı.[303] Yahudilerin
tutmuş olduğu Aşure orucunu Müslümanlara da tavsiye eden Hz. Peygamber ancak
onlara benzememek adına bir gün öncesinde ilave oruç tutacağını ifade etmişti.[304] Saç ve
sakalın görüntüsü,[305] selamlaşma[306] gibi
konularda da diğer din mensuplarından farklı tavırlar sergilenmesini isteyen
Hz. Peygamber, böylece İslam toplumunu diğerlerinden ayırt ederek, Müslümanlara
ait özgün bir kimlik oluşturmaya çalışmıştı.
Dinin en önemli
fonksiyonlarından biri hiç şüphesiz bireye ve topluma belli bir anlayış
kazandırmasıdır. Kazandırmış olduğu anlayış çerçevesinde hem bireyi hem toplumu
değiştiren ve dönüştüren din, aynı zamanda bireyi yeni bir dünya düzeni tesis
etmek için motive eder. Berger’in ifadesiyle “hayata anlam ve gaye kazandıran
din, insanının dünya kurma girişiminde stratejik bir rol oynamaktadır.”[307] İnsan tarafından kurulmak istenen dünya
düzeninin en önemli unsurlarından biri hiç şüphesiz kültürel hayattır. Bu
bağlamda Kültürel hayatın oluşmasında ve gelişmesinde de diğer alanlarda olduğu
gibi dinin bireye ve topluma kazandırmış olduğu zihniyet önemli bir etkiye
sahiptir. Hz. Muhammed dönemi toplumun kültürel hayatını belirleyen temel unsur
da, fert ve topluma yeni bir anlayış ve yaşam tarzı sunan İslam diniydi. İslam
dini ile birlikte toplumun siyasi, dini ve sosyal hayatında olduğu gibi
kültürel hayatında da ciddi değişim söz konusu olmuştur. Cahiliye döneminde çöl
hayatının bir sonucu olarak tecrübe, adet ve gelenek etrafında oluşan kültürel
hayat İslam ile birlikte dini esaslar etrafında şekillenmeye başlamıştı. İslam
dini ortaya koymuş olduğu ilkelerle, “puta tapıcılık ve kabile asabiyeti”[308] merkezli cahiliye dönemi kültürel
hayatını vahiy merkezli kültürel hayata dönüştürmüştü. Aynı zamanda İslam ile
birlikte bedevi kültür anlayışının yerini medeni kültür anlayışı, sözlü kültür
anlayışının yerini ise yazılı kültür anlayışı almaya başlamıştı.
Hz. Muhammed’in, Mekke’den Medine’ye
hicretinin ardından eski adı Yesrib olan şehrin ismini Medine’ye dönüştürmesi
toplumun kültürel hayatında ciddi değişikliklerin olacağına dair ilk işareti
içerisinde barındırmaktadır. Bedevi hayatın tam karşısında olmayı ifade eden
Medine kelimesi, göçebelikten ziyade yerleşik olmayı, kaba olmaktan ziyade
nezaket ehli olmayı, anı yaşmaktan ziyade belli bir gaye için yaşamayı ve en
önemlisi ilim ve sanatla kültürel hayatı zenginleştirmeyi ifade etmektedir.[309] Dolayısıyla
Medine ismini alan Yesrib şehri Müslümanlara, yaşama, çalışma, öğrenme ve belli
kurumları oluşturma imkânı sunan yeni bir yerleşim yeridir.[310] Hz. Muhammed Medine’de hem
kişisel hem toplumsal ihtiyaca yönelik iskân ve imar faaliyetleri
gerçekleştirmiş, birey için asli ihtiyaçlardan olan, mutluluk kaynağı evler[311] ve
konaklama merkezleri, toplum için ise siyasetten hukuka, savaştan barışa ve
eğitimden ibadete toplumu bütünleştiren, birleştiren, geliştiren ve her türlü
sorunun çözüldüğü kurumsal yapılar inşa etmiştir. Birey için oluşturmuş olduğu
yaşam alanlarını İslam’ın esasları çerçevesinde inşa eden Hz. Peygamber,
Müslümanlarda belli bir kültürel anlayışın oluşmasını sağlamıştır. Bu kültürel
anlayışın bir sonucu olarak Müslümanlar, komşuya rahatsızlık verecek, onun
güneşini engelleyecek yüksek katlı evler yerine sade, şatafattan uzak az katlı
evler inşa etmeyi tercih etmişti.[312] Evini inşa eden birey
yerleşik hayata geçerek göçebelikten kurtulmuş, böylece zaman ve mekân bilinci
ve aidiyeti kazanmış ve süreç içerisinde kültürel hafızasını inşa etmişti. Bu
kültürel hafıza sayesinde Müslümanlar, dünden bugüne kendine has mekânlar, ilim
merkezleri ve medeniyetin beşiği şehirler kurmuştur. Toplumsal ihtiyacı
karşılamak adına ise her türlü kurumu içerisinde barındıran Mescidi Nebevi’yi
şehrin merkezine inşa eden Hz. Peygamber, böylece İslam medeniyetinin ilk
kurumsal yapısını tesis etmiş oldu. Meydana getirdiği kurumsal yapı ile
toplumun kültürel hayatının dönüşmesine ciddi katkı sağlayan Hz. Peygamber,
özellikle Mescidi Nebevi içerisinde tesis ettiği eğitim ve öğretim kurumuyla
kültürel hayatın zenginleşmesini sağladı. Suffa mektebi olarak isimlendirilen
bu eğitim ve öğretim kurumu, cahiliye döneminde etkili olan sözlü kültürün
yazılı kültüre, cahiliye toplumunun bilgi toplumuna dönüşmesinde önemli bir
fonksiyon üstlenmişti. Bu kurumsal yapının oluşumu ve icra ettiği faaliyetler
neticesinde meydana gelen dönüşümde elbette ki İslam dininin ve Hz. Muhammed’in
ortaya koymuş olduğu ilkeler belirleyici olmuştu. Kur’an’ı Kerim tarafından
ilim sahiplerinin övülmesi,[313] ilk inen
ayetlerin oku emri ile başlaması[314] ve Hz. Peygamberin ilmi
teşvik edici sözleri[315] ve bu
yöndeki faaliyetleri[316] ilmi ve
kültürel hayatın oluşmasına etki eden ilkelerden sadece bir kaçıdır. Öyle ki bu
ilkeleri kendisine rehber edinen Müslümanlar eğitim ve öğretim faaliyetlerine ciddi
katılım göstermiş nihayetinde tefsirde, hadiste fıkıhta yetkinliğe
ulaşmışlardı.[317] Hamidullah’ın
ifadesine göre zamanla Suffe mektebinde okuyan öğrenci sayısı 400’e kadar
yükselmişti.[318] Bunun
yanında Kur’an’ı Kerim’in kalem üzerine yemin etmesi ve Hz. Muhammed’in
kendisine vahyedilen ayetleri kayıt altına aldırması yazıya dayalı bir kültürün
gelişmesine katkı sağlamıştı. Hz. Peygamberin vahiy kâtiplerinin zamanla kırka
kadar yükselmesi,[319] eğitim ve
öğretimde yazma ve okuma için öğretmenler tahsis edilmesi, özellikle yazı
uzmanı olan Sa’id ibn As’ın öğretmen olarak tayin edilmesi, yazının toplum için
önemine ve zamanla geldiği konuma işaret etmesi açısından cahiliye dönemiyle
karşılaştırıldığında dikkat çekicidir. [320]
Hz. Muhammed dönemi
toplumun kültürel hayatında, cahiliye döneminde olduğu gibi şiir ve hitabet
etkili bir şekilde kullanılmıştır. Ancak cahiliye döneminde övme, övülme ve
düşmanı yerme aracı olarak kullanılan şiir, Hz. Peygamber döneminde, İslam
düşmanlarına jkarşı bir mücadele aracı olarak fonksiyon üstlenmiştir. Mekke’de
Müşrik şairlerin de içinde bulunduğu kimselerin kendisine karşı yapmış olduğu
sözlü saldırılara karşı Hz. Peygamber, Müslümanlardan yardım istemiş, Hassan b.
Sabit, Ka’b b. Malik ve Abdullah b. Revaha gibi Müslüman şairler bu çağrıya
karşılık vererek Hz. Muhammed’e şiirleriyle yardım etmişlerdi.[321] Ayrıca Hz.
Muhammed döneminde etkili iletişim aracı olan şiirle, cahiliye döneminin
olumsuz değer yargıları eleştirilmiş ve hicvedilmiş, böylece İslam dininin
tebliğine katkı sağlanmıştı. Bu yöndeki katkıları nedeniyle Hz. Peygamber,
İslam şairleri olan Hassan b. Sabit ve Abdullah b. Revaha için övücü ifadeler
kullanmıştı.[322] Şiirin
yanında Hz. Peygamber, Arapların küçük yaştan itibaren çocuklarına öğrettikleri
hitabet sanatını da İslam’ın tebliğinde etkili bir şekilde kullanmıştı.
Hutbelerde, vaazlarda ve ashabıyla sohbetlerinde yapmış olduğu konuşmalar
hitabet sanatının en önemli göstergeleri arasında yer almıştır. Öyle ki; Corci
Zeydan’a göre İslami dönemde hitabet ve hatipler, gayret ve çabaları artırmak,
taraftar kazanmak, düşmanın kalbine korku salmak gibi fonksiyonları yerine
getirmesi nedeniyle şiir ve şairin önüne geçmişti.[323] Hz. Muhammed dönemi
toplumunda yine astroloji, kıyafe ve tıp ilimleri kullanılmıştır. Özellikle tıp
ve sağlık konusunda Hz. Peygamberin ciddi teşvikleri söz konusudur. Ancak Hz.
Peygamber, tıp ilmini yanlış, gerçek olmayan ve hurafeye dayanan cahiliye
anlayışı ve tedavi yöntemlerinden arındırmak istemiş ve hasta olanların uzman
hekimler tarafından tedavi edilmesini istemişti.[324] Yine sosyal hayatın bir
gereği olarak Hz. Muhammed döneminin kendisine ait bir eğlence kültürü vardı.
Özellikle düğün, bayram ve spor yarışmaları bu eğlence kültürünün birer
parçasıydı. Düğünlerde, bayramlarda, ticaret kervanlarının yolcu edilmesi ve
karşılanmasında davul ve def çalınarak insanlar eğlenmişlerdi.[325] Hz.
Muhammed’in eğlence kültürüne karşı tavrı İslami usullere aykırı olmaması
kaydıyla olumlu olmuştu.[326] Kültürel
hayatın göstergelerinden biri olan giyim ve kuşam coğrafyaya bağlı olarak
cahiliye döneminden çok farklılık göstermemiş İslam’dan önce kullanılan
elbiseler, İslam’dan sonra da kullanılmaya devam etmişti. Genellikle pamuk ve
yün dokumadan üretilen elbiseler, erkekler için sarık ve topuklara kadar uzanan
dikişsiz kumaştan, kadınlar için başörtüsü ve uzun entarilerden oluşmuştu.
Hz. Ebu Bekir Dönemi
(Hicaz) Arap Toplumunun Genel
Yapısı
Hz.
Muhammed’in 23 yıllık tebliğ süreci içerisinde yerine getirdiği hem dini hem de
dünyevi görevleri vardı. Dini görevi, Allah’tan aldığı vahyi insanlara tebliğ
etmek ve öğretmek olan Hz. Peygamberin, dünyevi görevi ise İslam dininin
öğretileri çerçevesinde yeni bir toplum inşa etmek ve oluşan toplumda dinin
emir ve yasaklarını uygulamaya geçirmekti.[327] Bu bağlamda Medine’de kurmuş
olduğu devletin hem dini hem de siyasi lideri olan Hz. Peygamber, almış olduğu
vahyi insanlara tebliğ etmiş, öğretmiş aynı zamanda ferdi ve toplumsal hayatı
İslam’ın ortaya koymuş olduğu ilkeler çerçevesinde düzenlemişti. Ancak Hz.
Muhammed’in peygamberlik yani dini görevi, hicretin 11. Yılı Rebiülevvel ayında
vefat etmesiyle son bulmuştu.[328] Artık vahiy
alan, dini konularda hüküm beyan eden bir peygamber, dini bir otorite yoktu.
Toplumda karşılaşılan dini ve sosyal problemlere çözüm üreten, dini konularda
kendisine danışılan ve tilmizlerine yol gösteren bir din kurucusu artık
yaşamıyordu. Diğer taraftan Hz. Muhammed’in Medine’ye hicretiyle üstlenmiş
olduğu ve dünyevi görev olarak kabul edilen siyasi otoritesi, yani devlet
başkanlığı görevi ise devam etmekteydi. Hz. Peygamberin vefatına kadar
sürdürmüş olduğu bu dünyevi görev, ortaya koymuş olduğu değerler doğrultusunda
kendisine inananlar tarafından elbette ki sürdürülecekti. Ancak devletin
yönetim tarzına dair, İslam dini ve Hz. Peygamber tarafından herhangi bir
belirleme söz konusu olmadığı için bu siyasi otoritenin başına kimin geleceği,
nasıl geleceği ve toplumu nasıl yöneteceği belli değildi. Buna bağlı olarak
dini ve siyasi otoritenin vefatı ve devlet yönetimine dair belirsizlik toplumda
ciddi tartışmaları ve sosyal olayları beraberinde getirmişti. Hz. Peygamberin
vefatıyla birlikte Ensar ve Muhacir arasında kimin devlet başkanı olacağı
üzerine Ben-i Sâ’ide’de tartışmalar yapılırken[329], bazı kabileler siyasi
otorite eksikliğinden istifade ederek devlete karşı isyan etmişlerdi. Bazı
şahıslar ise Hz. Peygamberin vefatının öncesi ve sonrasında kendilerini dini
otorite sahibi olarak görmüş ve peygamberliklerini ilan etmişlerdi. Dolayısıyla
iki yıl üç ay gibi kısa bir süreyi içerisinde barındıran Hz. Ebu Bekir’in
halifelik dönemi,[330] Hz.
Peygamberin vefatıyla ortaya çıkan dini ve siyasi otorite kaynaklı toplumsal
olayların meydana geldiği bir dönem olmuştu.
İnsan sosyal bir varlık olduğu için
tarihten günümüze kadar hiç yalnız yaşamamıştır.[331] Kişisel isteklerini,
gereksinimlerini karşılamak ve belli hedeflerini gerçekleştirmek için insan
mutlaka bir başkasına ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç hali insanların bir araya
gelmesine ve bir arada yaşamasına neden olur. Bir arada yaşamanın gereği olarak
insan, istek ve emellerini gerçekleştirmek adına kendini yönlendirecek ve
yönetecek liderler seçerler. Bu doğrultuda seçtikleri lidere toplumun sosyal ve
siyasal düzenini sağlamak adına meşru ölçüler içerisinde bir otorite ve bu
otoriteyi kullanma yetkisi verirler. Weber’e göre meşru bir biçimde gücün
kullanımı olarak tanımlanan otorite, meşruluğunu bazen gelenekten, bazen
karizmadan bazen de yasalardan alabilir. Weber meşru otorite tiplerini üçe
ayırmaktadır: meşruluğunu gelenekten, görenekten yani geçmişten alan geleneksel
otorite, meşruluğunu yasalardan alan yasal-ussal otorite ve meşruluğunu liderin
sahip olduğu olağan üstü ve karizmatik özelliklerden alan karizmatik otorite.
Karizmatik otorite genelde tanrı vergisi olan bireysel, sıra dışı özelliklere
sahip kişilerin otoritesini ifade etmektedir.[332] Bu kişiler bir
peygamber, büyük bir savaşçı ya da bir parti lideri olabilir.[333] Bu bağlamda
karizmatik bir otorite olan Hz. Muhammed meşruluğunu ilahi vahye muhatap
olması, yüce yaratıcı ile iletişim halinde olması ve kişisel özelliklerinden
almaktadır. Bu özellikleri nedeniyle insanlar O’na tabi olmuş ve O’nu takip
etmişlerdi. Ancak Hz. Muhammed’in vefat etmesiyle karizmatik otorite sona ermiş
ve insanlar bu otorite boşluğunu gidermek için ciddi bir tartışma içerisine
girmişti. Tartışmaların neticesinde halife bize göre geleneksel otorite tipine
uygun bir şekilde belirlenmiştir. Geleneksel otorite meşruluğunu geçmişin örf,
adet ve geleneklerinden alan bir otorite tipidir. Geleneksel otoritede
iktidarın meşru kabul edilmesi, iktidarın elde ediliş biçimi ve iktidarın hangi
yöntemle değişeceği geçmişteki uygulamalar çerçevesinde belirlenmektedir.[334] Bu açıdan
Beni Sâide’de toplanan sahabeler geçmişten edindikleri tecrübe ve uygulamalara
dayanarak yeni bir otorite belirlemiştir. Şimdi otorite (halife) belirleme sürecinde
yaşanan tartışmaların geleneksel otorite ile ilişkisini ortaya koyarak Hz. Ebu
Bekir’in halifeliğini anlamaya çalışmak yerinde olacaktır.
Arap siyasetinde eskiden beri bazı
hususlar belirleyici unsur olarak yer almaktadır. Bunların en önemlilerinden
biri hiç şüphesiz istişare ve hakemliktir. Araplar önemli bir konuda karar
almadan önce bir araya gelerek o konu hakkında istişare ederdi. Eğer
istişareden olumlu bir sonuç çıkmazsa bu durum Araplar açısından değerli
görülen kâhinlere ya da falcılara taşınarak onlardan hakemlik yapılması
istenmekteydi. Gelenekten beslenen bu istişare yöntemi Hz. Ebu Bekir’in halife
seçilmesi sürecinde de işletilmiştir. Bilindiği gibi Hz. Peygamber vefat
ettiğinde daha henüz defin işlemleri gerçekleşmeden Ensar Beni Sâide’de
toplanarak devleti kimin yöneteceği konusunda istişarelerde bulunmaya
başlamıştı. Bu istişare sürecine daha sonra Muhacirlerden Hz. Ebu Bekir, Hz.
Ömer ve Ebu Ubeyde b. Cerrah dâhil olmuş ve kimin halife olması konusunda uzun
bir tartışma yaşanmıştı. Bu tartışma sürecinin sonunda Hz. Ebu Bekir halife
olarak belirlenmişti.[335] Dolayısıyla
Beni Sâide’de yapılan istişareler ve tartışmalar geleneksel otoriteyi
belirlemenin bir yansımasıydı. Bunun yanında Beni Sâide’de aday olarak ortaya
çıkan kişiler, Arap siyasetinde kabile reisini belirlemede dikkate alınan
özelliklere sahip kişilerdi. Araplar kabile reisi seçerken kişinin en yaşlı, en
yetenekli ve en ileri görüşlü olanını tercih ederlerdi. Eğer aynı özelliklere
sahip iki aday söz konusu olursa en yaşlı ve en ünlü olan kabilenin reisi
olarak belirlenirdi. Bu bağlamda Beni Sâide’de Ensar’ın adayı olan Sa’d b.
Ubade Hazrec kabilesinin reisi ve yaşlı bir kimseydi. O ikinci Akabe biatına,
Uhud, Hendek ve diğer savaşlara katılan ve on iki kişilik temsilciler heyetine
giren bir sahabeydi.[336] Ayrıca
O, erken dönemde Müslüman olan, Medineli Müslümanlar tarafından sözü dinlenen,
itibar sahibi ve saygın bir kimseydi.[337] Halife adayı olarak ilk önce
Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde tarafından teklif edilen ve daha sonra Ensar tarafından da
teklif kabul edilip halife seçilen Hz. Ebu Bekir ise diğerlerinden ayırıcı
niteliklere sahip bir kimseydi. Nitekim rivayetlerde Hz. Ömer ve Ebu Übeyde
tarafından onun üstünlüğüne ve diğerlerinden ayırıcı niteliklerine işaret
edilmek üzere şu ifadeler dile getirilmişti: “Allah’a yemin ederiz ki bu konuda
biz senin başına emir olamayız. Çünkü sen muhacirlerin en faziletlisi ve İslam
dininin en değerli buyruğu olan namazda Rasülullah’ın halifesisin. Elini uzat
da sana biat edelim.”[338] Bu
özelliklerine bağlı olarak Ensar’da aynı kanaatleri paylaşmış olmalı ki Hz. Ebu
Bekir’in halifeliğini kabul etmişlerdi. Dolayısıyla İslam devletinin başkanı
seçilirken Müslümanlar geçmişteki tecrübelerinden istifade ederek kendilerince
nitelik sahibi, üstün vasıflara sahip ve yaşlı olan iki kişiden birini, daha
ünlü olanını tercih etmişti.[339] Ayrıca
geleneksel Arap siyasetinde kabile reisi otorite düşkünü olmayan, sırf
kabilesinin sorunlarını ve yükünü üstlenmek için göreve talip olan kişi olarak
ifade edilirdi. Halife olarak seçilen Hz. Ebu Bekir’de ilk önce halifelik
makamına talip olmamış ancak Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde’nin teklifi ve ısrarıyla bu
makama getirilmişti. Hz. Ebu Bekir bu dönemde otoritenin imkânlarından ziyade
devletin sorunlarıyla baş etmek durumunda kalmış, Müslümanların ayrılığa
düşmemesi için gayret göstermişti. Hz. Aişe’nin konuyla ilgili ifadesi bu
bağlamda sorumluluğu üstlendiğinin en açık göstergesidir: “Resûlullah vefat
edince Araplar dinlerinden döndüler, Yahudilik ve Hristiyanlık kendini
gösterdi, münafıklık meydana çıktı. Müslümanlar kış gecesinde yağmura tutulmuş
koyun sürüsü gibi oldular. Çünkü Hz. Peygamber Sallallahu aleyhi ve sellem’i
kaybetmişlerdi. Sonunda Allah onları Ebu Bekir’in üzerinde birleştirdi.”[340] “Resûlullah
(sav) vefat edince babamın karşılaştığı zorluklar sağlam dağlara yüklenseydi,
onları paramparça ederdi. Medine’de nifak hâkimdi. Allah’a yemin ederim ki
babam, insanların ihtilafa düştükleri her konuyu, İslamiyet’teki değer ve
ilgisine göre en süratli bir şekilde çözdü.”[341] Bütün bu ifadeler Hz. Ebu
Bekir’in nasıl bir sorumluluk üstlendiği, hangi zorluklarla mücadele ettiğini
ortaya koymaktaydır. Dolayısıyla halife seçiminde geçmişin siyasetinde önemli
ve etkin olan istişare, liderin niteliği ve sorumluluğu gibi hususlar Beni
Sâide’de işletilmiş ve kullanılmıştı. Bu bağlamda Hz. Ebu Bekir’in halifeliği
geleneksel otorite belirleme sürecinin özelliklerini taşımaktaydın
Hz. Ebu Bekir’in halife seçilme
sürecinde yine Arap siyasetinde belirleyici olan kabilecilik anlayışının
izlerini görmek de mümkündür. Bilindiği gibi kabile ilişkileri ve siyaseti
İslam’dan önce de, İslam’dan sonra da toplumsal hayatın merkezinde kendine yer
bulmuş dünden bugüne tartışmaların odağını oluşturmuştu. Beni Sâide’de
halifenin seçilmesi hususunda yapılan kabile merkezli tartışmalar ve bu
tartışmanın ardından ortaya çıkan sonuçlar hem Hz. Ebu Bekir döneminde hem daha
sonraki dönemde İslam dünyasını meşgul eden siyasi, dini ve toplumsal
ihtilafların başlangıcını oluşturmuştu. Nitekim Evs ve Hazrec arasında eskilere
dayanan kabile rekabeti ve Kureyş içi tartışmalar bu durumun ilk somut
göstergeleridir. Evs’liler Beni Sâide’de “Allah’a yemin olsun eğer Hazrec bu
işin başına bir defa geçecek olursa bu konuda onlar ebediyen sizin üzerinizde
olur ve ebediyen bu işte bir payınız olmaz. Haydi, kalkın ve Ebu Bekir’e biat
edin.”[342] diyerek
geçmişten gelen kabilecilik anlayışlarını siyasetin merkezine taşımışlardı.
Yine Hz. Ebu Bekir’in halife seçilmesi ve kendisine biat edilmesinden sonra
Hâşimoğulların ve Hz. Ali’nin halifeye biatı konusunda ortaya konan rivayetler
Kureyş içinde de kabile merkezli tartışmaların olduğunu göstermektedir. Bütün
bunlar halifelik seçiminde kabile siyasetinin dolayısıyla geleneğin ne yönde
etkili olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Câbirî’nin ifadesiyle “Ebu Bekir’e
Hz. Peygamberin halifesi olarak bey’at edilmesi sırasında gerçekleşen olayların
belirleyicisi veya okuma biçimi ne ‘akide’ ne de ‘ganimet’tir, tek belirleyici
‘kabile’ mantığıdır.”[343]
İslam devletinin siyasi ve dini
lideri olan Hz. Muhammed’in vefatından sonra siyasi otorite, bütün tartışmalara
rağmen sükûnetle belirlenmişti. Seçime yönelik ortaya çıkan itirazlar bu
dönemde toplumsal olmaktan çok bireysel olarak kalmıştı. Ancak siyasi
otoriteden daha çok dini otorite olan Hz. Peygamberin vefatı kendisinden sonra
dini otorite eksikliğine bağlı olarak toplumsal olayların meydana gelmesine
neden olmuştu. Yalancı peygamberler, Ridde savaşları bu sosyal olaylardan bir
kaçıdır. Şimdi Hz. Ebu Bekir döneminde dini otorite eksikliğine bağlı olarak
meydana gelen olayları değerlendirmeye çalışalım.
Dini
otorite tipleri içerisinde şahsi karizmaya sahip olan ve sahip olduğu bu şahsi
karizmayı, ilahi vahye muhatap olması, yüce yaratıcı tarafından seçilmiş olması
nedeniyle kazanan peygamberler,[344] sözleri,
eylemleri, tavır ve davranışlarıyla, karizmaları ve liderlik özellikleriyle
toplumları derinden etkilerler.[345]
Peygamberler özellikle dini tecrübeyi elde etmesi ve yüce yaratıcıyla kurmuş
olduğu ilişkisi sayesinde, toplum içerisinde mevcut olan düzeni ilahi varlığın
isteği doğrultusunda değiştirmek ve dönüştürmek isterler. Onların temel amacı
yüce yaratıcıdan almış olduğu vahyi muhataplarına ulaştırarak, hem bu dünyada
hem de ahirette kurtuluşa ermelerini sağlamaktır. Bunu gerçekleştirmek için ise
peygamberler, almış oldukları vahiyle yüce yaratıcı adına muhataplarıyla
iletişime geçer ve onlara neyin doğru neyin yanlış olduğunu gösterirler.
Dolayısıyla ilahi vahye muhatap olan peygamberin hayatta olması kendisini takip
eden tilmizleri için dini hayatlarını düzenlemek adına çok önemlidir.[346] Dini
konularda her hangi bir şüpheye düşen ya da sorun yaşayan bir tilmiz, bu sorunu
çözmek için dini otorite sahibi peygambere müracaat edip, sorununa cevap
bulabilir. Ancak dini otoritenin vefatı bu imkânı ortadan kaldırmaktadır. Dolayısıyla
peygamberin vefatından sonra dini hayatta karşılaşılan sorunların çözümü
konusunda tilmizler bir takım tereddüt ve sorun yaşarlar. Hz. Ebu Bekir’in
halifeliği döneminde Kur’an’ı Kerim’in toplatılıp toplatılmaması, Fedek
arazisinin miras bırakılıp bırakılmaması, bazı kabilelerin namaz kılmayı kabul
edip zekât vermeyi reddetmesi gibi konular sahabe arasında dini otoritenin
vefatına bağlı olarak yaşanan tartışmalardır. Bunun yanında yine bu dönemde
sahte peygamberlere ve onlara tabi olanlara karşı yürütülen mücadele ilk etapta
siyasi olarak görülse de dini otoriteyle yakından ilişkisi olan bir meseledir.
Hz. Muhammed’in vefatının ardından
dini otorite eksikliğine bağlı olarak toplumda ortaya çıkan tereddütlerin bir
tanesi zekât meselesidir. Hz. Ebu Bekir döneminde devlete karşı bir takım isyan
hareketleri başlamıştı. Bu isyan hareketleri içerisinde dinden dönen ve sahte
peygamberlerin etrafında toplananlar olduğu gibi İslam dini içerisinde kalma
arzusunda olan ancak devlete zekât vermek istemeyen kabileler de vardı.[347] Devlete
zekât vermeme konusunun bir takım siyasi gerekçeleri söz konusu olsa da
Müslümanlar arasında bu konu üzerinde yapılan tartışmalar direkt dini
otoriteyle ilgilidir. Bazı kabileler, Hz. Peygamberin vefatından sonra namaz
kılmaya devam edeceklerini ancak zekât vermeyeceklerini iletmek üzere
elçilerini halifeye gönderdiler.[348] Bunun üzerine Ashab arasında
bu kabile ve gruplara karşı nasıl bir yol izlenmesi gerektiği konusunda
tartışma yaşandı. Halife ve kendisiyle aynı kanaati paylaşan sahabeler, zekât
vermek istemeyenlerin öldürülmesi gerektiği görüşünü dile getirirken, başta Hz.
Ömer olmak üzere önde gelen bazı sahabeler ise Hz. Muhammed’in “İnsanlarla La
ilahe illallah deyinceye kadar savaşmayla emrolundum. Bunu söyleyen herkes
bizim kardeşimiz olur” sözünü dile getirerek bu görüşe karşı çıktılar. Halife
bu itirazlara “Allah’a yemin ederim ki, namaz ile zekâtın arasını ayıranlara
karşı savaşacağım. Çünkü zekât malın hakkıdır. Onlar şayet Resûlullah’a
verdikleri hayvanın yularını dahi benden esirgerlerse yine de onlarla
savaşacağım.”[349] diyerek
zekât vermek istemeyenlere karşı kararlılığını ortaya koymuştu. Bu durum
aslında Müslüman olanlara karşı yine Müslüman olanların nasıl bir tavır
geliştirmesine yönelik Cemel ve Sıffın savaşından çok önce yapılan dini,
(kelami) bir tartışmadır. Dolayısıyla dini otorite eksikliği dini alanı
ilgilendiren bir konuda otoriteyi takip eden tilmizleri arasında tereddütlere
neden olmuş ve daha sonra bu tartışmalar toplumsal ve dini ayrışmaları
beraberinde getirmişti. Aynı durum Kur’an’ın toplatılması konusunda da
karşımıza çıkmaktadır. 632 yılında Yemâme savaşında çok sayıda hafız şehit
olmuştu. Şehit sayısının fazlalığı, kemiklere, derilere, odun parçaları üzerine
yazılan ve bir araya henüz toplanmayan Kur’an’ın kaybolma endişesini ortaya
çıkarmıştı. Bu endişeyi taşıyan Hz. Ömer, durumu halife Hz. Ebu Bekir’e
iletmiş, Hz. Ebu Bekir ise Peygamberin yapmadığı bir işi kendisinin yapmasının
mümkün olmadığını ifade etmişti. Hz. Ömer’in ısrarı halifedeki tereddüdü ortadan
kaldırmış ve nihayet toplatılmasına karar verilmişti.[350] Buhari’nin bu konudaki hadisi
hem halifenin hem de Kur’an’ı toplama heyetinin başındaki Zeyd b. Sabit’in
tereddütlerini ortaya koyması açısından dikkat çekicidir.[351] Dini otoritenin yerine
getirmediği bir konuyu sosyolojik açıdan ifade edilen tilmizler nasıl yerine
getirebilirdi, bu mümkün olabilir miydi? Dolayısıyla bu yaşananlar ashabın
Peygambersiz bir hayata uyum konusunda nasıl tereddütler yaşadıklarının açık
bir göstergesidir. Yine Fedek arazisinin mirası konusunda halife Hz. Ebu
Bekir’in Hz. Peygamber’in hadisinden yola çıkarak Hz. Fatma’nın talebini geri
çevirmesi bu açıdan dikkat çekicidir. Hz. Fatma halifeden peygamberin mirasını
talep etmiş, halifede peygamberlerin miras bırakmayacağını ifade ederek bu
talebi geri çevirmişti. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir ile Hz. Fatma arasında
tartışma yaşanmış ve Hz. Fatma halifeye biat etmemişti.[352] Bu konuyu değerlendiren bazı
yazarlar aslında halifenin dünyevi bir konuda dini bir karar verdiğini, beşer
olan peygamberin geride bıraktığı mirasının gayet tabi bir şekilde mirasçıları
tarafından alınabileceğini ifade etmişlerdir.[353] Nitekim bu yanlış
karar halife Ömer b. Abdülaziz tarafından kaldırılarak Hz. Peygamberin geride
bıraktığı miras, Hz. Fatma’nın mirasçılarına verilmeye başlanmıştı.[354] Dolayısıyla
halifenin yanlış kararı Hâşimi’lerin halifeye karşı tepki göstermelerine neden
olmuş, Hz. Peygamberin mirası zamanla toplumda dini ve siyasi malzeme konusu
yapılmış, bu malzemeler üzerinden ihtilaflar derinleştirilmiştir.
Hz. Ebu Bekir döneminde meydana
gelen ve toplumu en çok meşgul eden olaylardan biri de ridde hadiseleridir. Hz.
Ebu Bekir halife seçildikten sonra toplumda büyük çatışmalara neden olan ridde
olaylarına karşı ciddi mücadele ortaya koymuştu. Öyle ki; Bedir savaşından
sonra en çok şehit verilen Yemâme savaşı bu mücadelenin boyutunu göstermesi
açısından dikkat çekicidir. Hz. Peygamberin vefatından önce ve sonra yalancı
peygamberlerin ortaya çıkmasında ve ridde olaylarının yaşanmasında siyasi
nedenler söz konusu olduğu gibi dini nedenlerde vardı. Arabistan toplumunda
İslam’dan önce kâhinler ve falcılar ayrıcalıklı bir konuma sahipti. Araplar her
hangi bir problemle karşılaştıklarında sorunlarını çözmek için kâhinlere
müracaat ederlerdi. Toplumda karizmatik olarak görülen, soyut varlıklarla
iletişime geçtiklerine inanılan ve dini otorite olarak kabul edilen bu
kâhinlere, rahiplere ve falcılara insanlar itibar ederdi.[355] İşte Hz. Ebu Bekir döneminde
kendilerini peygamber olarak ilan eden kişiler, geçmişe dayanan bu algıyı da
kullanarak, yüce yaratıcıyla iletişime geçtiklerini ifade etmişler böylece
toplumda itibar kazanmaya ve destek toplamaya çalışmışlardı. Dünyevi
hedeflerine ulaşmak için dini otoritenin eksikliğinden de istifade eden bu
kişiler, peygamberlik makamını kendi çıkarları için meşrulaştırıcı bir araç
olarak kullanmışlardı. Diğer taraftan Hz. Peygamberin vefatından önce ve sonra
kendilerini peygamber olarak ilan edenlerin takipçileri ise özellikle İslam’ın
ilk tilmizleri içerisinde olmayan, İslam’ı tam olarak içselleştirememiş ve
geçmişin izlerini hayatından tam olarak silememiş kimselerdi. İrtidat eden bu
kişiler, Hz. Peygamberin vefatından önce İslam dinine toplu olarak giren ve
Medine’den çok uzaklarda yaşayan, eski inanış ve anlayışını tam manasıyla terk
edemeyen insanlardı.[356] Nitekim
yalancı peygamberlere inanıp irtidat edenler genellikle Medine, Mekke ve Taif
dışında yaşayan kabilelerdi.[357] Bu
insanlar, eski inanç ve alışkanlıklarına bağlı olarak peygamber ile kâhin,
hanif ya da falcı arasında bir fark görmüyorlardı. Bundan dolayı yalancı
peygamberlerin ortaya çıkması ve onlara itibar edilmesi, daha önce kâhinlere,
falcılara ve haniflere gösterilen ilgiden başka bir şey değildi.[358] Bütün
bunlar ridde olaylarının arka planında İslam dinini içselleştiremeyen
bireylerde geçmişten tevarüs eden dini anlayışın ve dini otorite algısının
etkisini ortaya koymaktadır.
Hz. Muhammed’in vefatından sonra Hz.
Ebu Bekir döneminde yaşanan olayları dini ve siyasi otorite bağlamında
değerlendirdikten sonra toplumun genel yapısına dair birkaç hususu dile
getirmek yerinde olacaktır. Hz. Ebu Bekir’in halifeliği iki yıldan birkaç ay
fazla olan zamanı kapsamaktadır. Bu nedenle Hz. Ebu Bekir döneminde toplumun
zihni, dini, sosyal ve kültürel yapısında, Hz. Peygamber ve Hz. Ömer dönemine
kıyasla çok büyük bir değişim gerçekleşmemiştir.[359] Hz. Ebu Bekir döneminde
toplumu oluşturanların çoğu Hz. Peygamberi gören ve onun terbiyesinde yetişen
kimselerdi. Bu durum toplumsal yapıda birlik ve beraberliğin devam etmesine
neden olmuştu. Dini anlayış ve yaşayış konusunda da Hz. Peygamberin örnekliği
Ashabın zihninde canlı olduğu için dini anlamda ciddi bir ihtilaf söz konusu
olmamıştı. Ancak halifenin belirlenmesi ve siyasi otoritenin düzeni tekrar
sağlaması neticesinde başlayan fetih hareketleri, hem farklı kültürlerle
karşılaşmayı hem de maddi zenginliği beraberinde getirdiği için bu dönem,
toplumsal yapıda homojenliğin kaybolmaya başladığı ilk zaman dilimi olarak
değerlendirilebilir.
Hz. Ömer Dönemi
(Hicaz) Arap Toplumunun Genel Yapısı
Hz. Ömer dönemi, Hz. Peygamber ve
Hz. Ebu Bekir dönemi ile karşılaştırıldığında toplumun genel yapısında belirgin
farkların ortaya çıktığı bir dönem olarak kendini göstermektedir. Bu belirgin
farkın oluşmasında özellikle Hz. Ebu Bekir döneminde başlayan ve Hz. Ömer
döneminde hız kazanan fetih hareketlerinin etkisi büyüktür. Fetih hareketleri
toplumun siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel hayatında ciddi değişimi
beraberinde getirmişti. Öyle ki fetihler, İslam devletinin hâkimiyet alanının
gelişmesine, nüfusun artmasına, toplumun ekonomik açıdan ciddi bir refah
seviyesine ulaşmasına neden olmuştu. Aynı zamanda fetih hareketleri, homojen
bir yapıya sahip olan İslam toplumunu, farklı dini, siyasi ve kültürel
değerlere mensup milletleri içerisine dâhil ederek heterojen bir yapıya
dönüştürmüştü. Bunun yanında sefere çıkmak için merkezden ayrılan Müslüman
askerlerin fethettikleri topraklarda kalarak hayatlarını oralarda devam
ettirmeleri siyasi ve toplumsal alanlarda yeni şartların ortaya çıkmasına yol
açmıştı. Bütün bunların sonucunda halife Hz. Ömer karşılaşılan yeni durumlara
siyasi ve sosyal çözümler üretmek ve devleti daha işlevsel hale getirmek için
bir takım uygulamalar ortaya koymuş ve belli kurumların oluşmasına öncülük
etmişti.
Hz. Ömer, Hz. Peygamber ve Hz. Ebu
Bekir’den devraldığı ve kurumsallaşmasını henüz tam manasıyla
gerçekleştirememiş olan İslam devletini, kurumsal bir yapıya dönüştürmek için
bir takım faaliyetler ortaya koymuştu. Kendi halifeliği döneminde devletin
duymuş olduğu sosyal, siyasal, ekonomik alanlardaki ihtiyaçlara ve karşılaştığı
problemlere cevap vermek adına yeni kurumlar ihdas eden Hz Ömer, aynı zamanda
önceki dönemde mevcut olan bazı kurumlan dönüştürmüş ve geliştirmiştir. Hz.
Peygamber ve Hz. Ebu Bekir döneminde toplanan malların basit bir şekilde
dağıtım işlevini üstlenen beytülmâl kurumu, Hz. Ömer döneminde savaşlardan elde
edilen ganimetlerin ve antlaşmalar yoluyla devlete geçen malların artmasına
bağlı olarak daha işlevsel ve kurumsal hale getirilmişti.[360] Halife Ömer bu kurumun yönetilmesi
ve bu kuruma ait malların korunması için görevliler tayin etmiş ve taşrada
beytülmâl şubelerinin açılmasına öncülük etmişti. Böylece Hz. Ömer beytülmâli
kurumsal bir yapıya dönüştürmüştü.[361] Beytülmâl kurumunda toplanan
ve koruma altına alınan malların hak sahiplerine sistemli bir şekilde
dağıtılmasına ise Hz. Ömer, divan teşkilatını kurarak çözüm bulmuştu. Fetihler
sonucu beytülmâlde toplanan cizye, haraç ve vergilerden elde edilen gelirlerin
dağıtımı konusunda farklı devletlerin tecrübelerinden ve bazı sahabelerin
tavsiyelerinden yola çıkarak divan teşkilatını kuran Hz. Ömer, divan defterleri
oluşturtmuştu.[362] Divan
defterlerine kaydedilecek kişileri belirlemek için soy cetvelleri hazırlatan
Hz. Ömer, divan defterinin başına soyca Hz. Peygamberin akrabası olan Beni
Hâşim’i kaydettirmişti. Her ne kadar divan defterlerin başına Hz. Peygambere
yakın kabilelerden başlamak üzere kayıtlar yapılmışsa da maaş miktarları, Bedir
savaşına katılanlar öncelikle dikkate alınmak suretiyle tayin ve tespit
edilmişti. Dolayısıyla maaş miktarı ve ödemesinde kabile sıralaması değil,
İslam’a girmedeki öncelik belirleyici olmuştu.[363] Bütün bu uygulamalar Hz.
Ömer’in divan teşkilatına verdiği önemi ortaya koymaktadır. Ancak Hz. Ömer’in
uygulamaya koyduğu ve işlevsel hale getirdiği atiye dağıtım sistemi, zamanla
toplumda ciddi rahatsızlık meydana getirmişti. Özellikle Hz. Osman döneminde
divan teşkilatının çalışma sistemi toplumsal olayların meydana gelmesinde
etkili olmuştu. Çünkü bu sistem maddi açıdan toplumda aristokrat bir sınıfın
ortaya çıkmasına, alt tabaka ile üst tabaka arasında ciddi bir farkın meydana
gelmesine neden olmuştu. Nitekim Hz. Ömer bu olumsuzluğu fark etmiş olmalı ki
ölmeden önce bu uygulamayı kaldırmayı düşündüğünü ve herkesin maaşlarını
eşitleyeceğini ifade etmişti. O “Seneye kadar sağ kalırsam insanların (gelir
düzeyi) en düşük olanlarını, mutlaka (gelir düzeyi) en yüksek olanlara
kavuşturacağım.” diyerek bu konudaki rahatsızlığını ortaya koymuştu.[364] Bunun
yanında Hz. Ömer kendi döneminde maddi imkânların artışına bağlı olarak
koruyucu tedbirler almaya çalışmıştı. Bu çerçevede Muhacir Kureyşlilerin
Medine’den ayrılıp başka şehirlere göç etmelerine müsaade etmemişti.[365]
Muhacirlerin Medine’de kalmasında ısrar eden halife savaşa katılmak isteyenlere
Hz. Peygamberle yapmış oldukları mücadelenin kendileri için yeterli olduğunu
ifade etmişti. Hz. Ömer vali olarak atadıkları kişilerin mal varlıklarını
öncesi ve sonrasıyla kıyas ederek onların valilik dönemlerinde aşırı mal elde
etmelerini engellemiş, fazla mallara el koymuştu.[366] Ayrıca O, orduda görevli
askerlerin devamlı olarak savaşa hazır olmaları ve asker kalmaları için toprak
almalarını ve tarımla uğraşmalarını yasaklamıştı.
Hz.
Ömer beytülmâl ve divan teşkilatı kurumunun yanında adli ve askeri
teşkilatlanmaya da öncülük eden bir halifedir. O, Hz. Peygamber ve Hz. Ebu
Bekir döneminde edindiği tecrübelerden yola çıkarak adalet kurumunu oluşturmuş,
bu çerçevede başta Medine olmak üzere birçok önemli şehirlere kadılar tayin
etmişti.[367] Kadıları
büyük bir titizlikle seçen Hz. Ömer, onları denetlemeyi ihmal etmemişti. Hz.
Ömer, adliye teşkilatı çerçevesinde
seferde olan askerler arasında çıkacak ihtilafları çözmek için de askeri
kadılar görevlendirmişti.[368] Yine Hz.
peygamber döneminde gönüllülük üzerine tesis edilen askeri teşkilat, Hz. Ömer
ile birlikte daha sistemli hale getirilmişti. Orduda görev alan askerler
divanlara kaydedilerek kendilerine ve ailelerine maaşlar bağlanmıştı. Halife
ordu birlikleri için karakol ve kışlalar kurmuş, askeri harekâtta kullanılmak
için üsler ve şehirler tesis etmişti. Bunun yanında Hz. Ömer şehirlerin inşası,
takvim uygulaması, arazi ölçümü, cizye ve haraç miktarlarının belirlenmesi,
teravih namazının cemaatle kılınması gibi hususları ilk defa gündeme taşıyan ve
uygulamaya koyan halifeydi.[369]
Hz.
Ömer döneminde gerçekleştirilen fetih hareketlerinin ve halifenin devlet
yönetimine dair tesis etmiş olduğu kurumların toplumsal hayata farklı
yansımaları söz konusu olmuştur. Özellikle fetihlerin toplumsal yapıyı derinden
etkilediği muhakkaktır. İran, Suriye ve Mısır gibi kadim geleneğe sahip
beldelerin fethedilmesi ve bu fetihlerden ciddi ganimetler elde edilmesi fert
ve toplumsal hayatın değişmesine ve dönüşmesine neden olmuştur. Hz. Peygamber
döneminde gündelik hayatı devam ettirmek için ihtiyaç duyulan mal ve mülk, Hz.
Ömer döneminde ihtiyaç fazlasına, lükse ve refaha dönüşmüştü.[370] Refah
seviyesinin ve kişi başına düşen gelirin artmasıyla birlikte Müslümanlar, Şam,
Mısır ve diğer bölgelerdeki hayat standartlarına sahip olmayı arzulamışlardı.[371] Daha fazla
yeme, daha güzel giyinme ve daha iyi evlerde oturma Müslüman bireylerin amacı
olmaya başlamıştı. Öyle ki ganimetlerin çokluğu karşısında ağlayan Hz. Ömer,
“Allah’a yemin ederim, Allah bunları kime verdiyse bunlar birbirlerini
kıskanmış, birbirlerine kin beslemişlerdir. Birbirlerini kıskananları da
mutlaka Allah birbirine düşürür.”[372] diyerek Müslümanların mal
karşısında yaşayacakları zaaflara işaret etmişti. Fetihler aynı zamanda farklı
din ve kültürlere mensup toplumlarla Müslümanların karşılaşmasına neden olmuş,
bu karşılaşma birbirleriyle etkileşimi beraberinde getirmiştir. Bu etkileşimin
bir sonucu olarak bazı gayri Müslim toplumlar İslam dinini benimsemişti. Bunun
yanında
Müslümanlar arasında ehli kitap
kadınlarla evlilik yaygınlaşmaya başlamıştı. Hz. Ömer, bu duruma müdahale
ederek gayri Müslim kadınlarla evliliği yasaklamıştı. Yahudi bir kadınla evli
olan Huzeyfe’den hanımından boşanmasını isteyen halife gerekçe olarak ecnebi
kadınların tatlı dilli ve aldatıcı olduklarını, evliliğin kabul edilmesi durumunda
kendi kadınlarına üstün geleceklerini ileri sürmüştü. Hz. Ömer Müslümanlara
cazip gelen ve yaygınlaşmaya başlayan bu evlilikleri yasaklayarak Müslüman
kadınların haklarını korumaya çalışmıştı. Nitekim bu evliliklerin sonunda
özellikle de yeni Müslüman olan kimselerin Araplarla evlenmeye başlamasıyla
aile fertleri farklı soylardan oluşmaya başlamıştı.[373] Ayrıca farklı kültürlerle
etkileşimin sonucunda dini ve ahlaki değerlere bağlılık konusunda bir
zayıflamanın olduğu görülmekteydi. Fethedilen bölgelerde İslam’ı seçen
bireylerin dinin hükümlerini tam manasıyla içselleştirememeleri, dini anlayış
ve yaşantılarında bir takım olumsuzlukları beraberinde getirmişti.[374] Bu olumsuz
tutum ve davranışlar Hz. Osman döneminde yaşanan ve harici damarı besleyen
toplumsal olayların ilk işaretlerini taşıması açısından önemlidir.
Fetih hareketlerinin toplumsal
hayata bir başka yansıması ise nüfusun ciddi oranda artmasıdır. Hz. Ömer
döneminde eskiye oranla nüfus iki üç kart artmış ve hâkim unsur olan Müslüman
nüfus neredeyse azınlık durumuna düşmüştü.[375] Fethedilen
bölgelerde ki insanların çoğunun gayri Müslim olması bu durumun ana sebebidir.
Dolayısıyla Hz. Ömer ortaya koymuş olduğu siyasi, askeri ve sosyal
politikalarda fethedilen topraklardaki demografik yapıyı dikkate almak
durumundaydı. Bu çerçevede fethedilen Irak, Suriye ve Mısır bölgelerinde
yaşayan gayri Müslim tebaa ve onların arazileri üzerine yapılan tartışmalar ve
bu tartışmalar neticesinde halifenin almış olduğu kararlar bu durumun somut
göstergesidir. Hz. Ömer, fethedilen bu toprakların ganimet olarak dağıtılmasını
isteyen bazı sahabelerin görüşlerine itiraz etmiş, O bu toprakların yerli
halkın elinde kalmasının daha sağlıklı olacağını düşünmüştü.[376] Hz. Ömer
Sa’d b. Ebu Vakkas’a mektup göndererek arazi ve nehir gibi taşınmaz malların
sahiplerine bırakılmasını istemiş, aksi takdirde sonraki nesillere bir şey
kalmayacağını belirtmişti.[377] Bu karara
bağlı olarak fethedilen toprakları zimmilere kiralamış ve topraklardan elde
edilen gelirden haraç vergisi almaya başlamıştı. Böylece Hz. Ömer, gayri Müslim
tebaanın işsiz kalmasını, toprakların belli bir kesimin elinde toplanmasını
engellemiş ve devlete sürekli gelir sağlayan bir kazanç kapısı oluşturmuştu.[378] Aynı
zamanda toprakların askerlere dağıtılması durumunda askeri, ekonomik ve sosyal
problemlerin ortaya çıkması muhtemeldi. Bunlar, askerlerdeki cihat
motivasyonunun araziye kayacağı, toprağını kaybedenlerin tekrar kendi
arazilerine kavuşmak için farklı tavırlar geliştirebileceği gibi askeri,
araziden, tarımdan pek anlamayan Arapların bu toprakları olumlu kullanamaması
durumunda ekonomik değerlerinin ve gelirinin düşmesi gibi ekonomik, arazilerin
dağıtılması durumunda arazi sahiplerinin geçimlerini temin etmek için başka
bölgelere göç etmek zorunda kalmaları ve toprakların belli kesimin elinde
toplanması gibi sosyal problemler olarak ifade edilebilir.[379]
Hz.
Ömer döneminde gerçekleştirilen fetih hareketlerinin kurumsal ve toplumsal
hayata yansımalarını ortaya koyduktan sonra Hayri Erten’in dönemin toplumsal
yapısına dair yapmış olduğu bazı tespitlerle konuyu özetlemek yerinde
olacaktır.[380] Hz. Ömer
döneminde nüfus iki üç kat artmış, topluma farklı din ve kültürlere mensup
kişiler katılmış ve devletin coğrafi hâkimiyet alanı genişlemişti. Buna bağlı
olarak toplum karmaşık bir yapıya dönüşmüş, toplumda farklılaşma ve iş bölümü
kendini göstermeye başlamıştı. Hz. Ömer döneminde kişisel görülen valilik,
kadılık, askerlik gibi roller kurumsallaşmış, siyasi örgütlenme
gerçekleştirilmiş, buna bağlı olarak toplumda sosyal roller daha belirgin hale
gelmiş ve sosyal tabakalaşma ortaya çıkmıştı. Toplum mekanik dayanışmalı
toplumdan organik dayanışmalı topluma, cemaatten cemiyete dönüşmeye başlamıştı.
Farklı kültür ve milletlerle temasın sonucunda dini yaşayış ve anlayışlarda bir
takım gevşeme söz konusu olmuş, tüketime, lüks yiyeceğe ve giyeceğe yönelim ve
boşanmalar artmış, zanaatkârlarda dürüstlük duygusu zayıflamıştı. Hz. Ömer bazı
dini hükümleri sosyal olaylar bağlamında değerlendirerek, kıtlık zamanında
zekât toplatmamış, bazı had cezalarını uygulamamıştı. Aynı zamanda
Müslümanların maddi ve manevi alanda güçlendiklerine dikkat çekerek Müellefe-i
Kulub’e zekât vermemeyi benimsemişti.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
HZ. OSMAN’IN HAYATI VE KİŞİLİĞİ
KARİZMATİK OTORİTEDEN ASABİYET OTORİTESİNE
Hz. Ömer, hicri 23 yılı 27 zilhicce
(4 Kasım 644) günü sabah namazını kıldırdığı sırada Ebu Lü’lü tarafından
saldırıya uğramış ve bu saldırının neticesinde yaralanmıştı.[381] Bu
yaralanma sonucu evine kaldırılan halifeye, kendisinden sonra halifelik
makamına geçecek kişi için, belli dönemlerde belli teklifler yapılmıştı.[382] Ancak
Hz. Ömer, kendisine yapılan teklifleri kabul etmeyerek halifenin belirlenmesi
için aşere-i mübeşşereden o sırada hayatta olan altı kişiden bir şûra
oluşturmuştu.[383] Hz.
Ömer tarafından belirlenen bu şûra, yapmış olduğu istişareler sonucunda Hz.
Osman’ı halife ilan etmiş, ardından halk, gruplar halinde yeni halifeye biat
etmeye başlamıştı. Hz. Osman’ın halife olarak belirlenmesinde elbette ki şûra
heyeti ve halk tarafından bir takım hususlar dikkate alınmıştı. Bu hususlar
arasında hem geleneksel anlayışın izlerini hem de Hz. Osman’ın şahsi
özelliklerini görmek mümkündür. Örneğin Hz. Osman’ın yumuşak huylu bir
karaktere sahip, halim selim ve merhametli olması, onun toplum tarafından
halife olarak kabulü noktasında olumlu bir rol oynamıştı. Çünkü toplum, sert
mizaçlı, halka karşı sert davranan[384] ve sahabenin bazı taleplerine
olumlu bakmayan[385] Hz.
Ömer’den sonra, daha yumuşak tabiatlı bir kişinin halife olmasını istemişti.
Bunun yanında Hz. Osman’ın diğer şûra üyeleri içerisinde en yaşlı olması halife
olarak belirlenmesinde dikkate alınan bir başka husustu. Çünkü Arap siyasi
geleneğinde üyeler içerisinden en yaşlı ve tecrübeli kişi kabilenin reisi
olarak belirlenmekteydi.[386] Yine Hz.
Osman’ın halife olarak belirlenmesinde kabilelerin sosyal
gücü ve konumu dikkate alınmış ve halifelik seçiminde bu kabilelerin ortaya
koymuş olduğu faaliyetler etkili olmuştu.[387] Burada ifade edilen birkaç örnek dahi, Hz.
Osman’ın halife seçilmesinde ve sonraki süreçlerde onun bireysel, sosyal ve
siyasal özelliklerinin etkili olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, Hz. Osman
döneminde yaşanan olayları anlama ve değerlendirmede toplumsal olayların
yanında onun bu özelliklerinin belirlenmesi ve değerlendirmesi ayrıca önem arz
etmektedir.
Kureyş kabilesinin
Ümeyye koluna mensup bir ailenin çocuğu olan Hz. Osman, fil vakasından altı yıl
sonra Taifte dünyaya gelmişti. Babası Affan b. Ebi’l As, annesi Erva bint
Küreyz’dir. Hz. Osman’ın anneannesi Hz. Peygamberin halası olan Ümmü Hâkim el
Beyda bint Abdulmuttalib’dir.[388] Onun soyu
hem anne hem de baba tarafından Hz. Peygamberin soyu ile Abdulmenafta
birleşmektedir. Hz. Osman’ın babası Mekke’de ticari faaliyetlerde bulunan ve bu
faaliyeti sebebiyle farklı ülkelere seyahat eden birisidir. Nitekim o ticari
bir seyahat için çıkmış olduğu Şam’da ölmüştü. Babasının ölümü üzerine ticaret
işlerini üzerine alan Hz. Osman, maddi manada ciddi imkânlara kavuşmuştu.[389] Özellikle
kumaş ve elbise ticareti yapan Hz. Osman, kazanmış olduğu malı, kârdan belirli
bir miktar karşılığında ortaklık yaptığı kimselere verirdi.[390] Hz. Osman’ın Müslüman
olmasında yine Mekke’de ticaretle uğraşan Hz. Ebu Bekir’in katkısı olmuştu.[391] Dolayısıyla
ticaret, Hz. Osman’ın dini ve ekonomik hayatında ciddi bir rol oynamıştı.
Hz. Osman’ın gençliğine dair pek
fazla bilgi bulunmamakla birlikte[392] onun Müslüman olmadan önce
bir evlilik yaptığı ve bu evlilikten Amr adında bir oğlu olduğu rivayet
edilmektedir. Bu sebeple Hz. Osman, Hz. Peygamberin kızı Rukiyye’ile
izdivacından olan oğlu dünyaya gelene kadar Ebu Amr künyesi ile anılmıştır.[393] Hz. Osman
farklı rivayetler söz konusu olsa da Hz. Peygamberin kızı Rukiyye ile
nübüvvetten sonra evlenmiş ve bu evlilikten Abdullah adında bir oğlu olmuş,
ancak oğlu Abdullah altı yaşında iken vefat etmişti.[394] Hz. Osman Mekke’de itibar
sahibi olmasına rağmen İslam’ı kabul etmesi nedeniyle diğer sahabeler gibi
ailesi tarafından işkenceye tabi tutulmuş ve bir takım yaptırımlarla karşı
karşıya bırakılmıştı. Mekke’de Müslümanlar için hayatın daha da zorlaşması
üzerine Hz. Peygamber Habeşistan’a hicret çağrısında bulunmuş, Hz. Osman ve eşi
Rukiyye de bu çağrıya ilk cevap verenler içerisinde olmuş ve Habeşistan’a
hicret etmişlerdi.[395] Daha sonra
Medine’ye hicret eden Hz. Osman Bedir savaşına eşinin kızamık hastalığına
yakalanması nedeniyle katılamamıştı. Bedir savaşından üç gün sonra eşi
Rukiyye’yi kaybeden Hz. Osman, Hz. Peygamber tarafından Bedir savaşına katılan
gaziler gibi muameleye tabi tutulmuş ve ganimetten kendisine pay verilmişti.[396] Kızı
Rukiyye’nin vefatı sonrası Hz. Peygamber, Hz. Osman’ı 624 yılında diğer kızı
olan Ümmü Gülsüm ile evlendirmişti. Hz. Osman bu evlilik sebebiyle Zü’n-Nureyn,
iki nur sahibi olarak nitelendirilmişti. Ümmü Gülsüm ile evliliği de çok uzun
sürmeyen Hz. Osman, onu Tebük savaşı sonrası kaybetmişti.[397]
Hz.
Osman Medine’ye hicret ettikten sonra Mekke’de yapmış olduğu ticari
faaliyetleri devam ettirmiş ve ekonomik anlamda büyük kazançlar elde etmişti.
Bu zenginliğine bağlı olarak Medine’de Müslümanların karşı karşıya kaldıkları
sıkıntıları azaltmak ve maddi imkânlarını karşılamak adına ciddi fedakârlıklar
yapmıştı. Hz.
Osman Medine’de şehrin su ihtiyacını
karşılamak için Rûme kuyusunu satın almış, Tebuk’te ise ordunun teçhizi için
yüklü miktarda bağışta bulunmuştu.[398] Bedir hariç bütün seferlere
katılan Hz. Osman, Hz. Peygamber tarafından bazen Medine’ye vekil bırakılmış,
Hudeybiye’de ise elçi olarak görevlendirilmişti.[399] Hz. Peygamberin vahiy
kâtipliğini yapan Hz. Osman, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer döneminde de halifenin
kâtiplik görevini yerine getirmiş, aynı zamanda danışma meclisinde bulunmuştu.[400]
Hz. Osman Hz.
Peygamberin kızlarından hariç yedi evlilik daha gerçekleştirmiş ve bu evliliklerden
dokuz oğlu altı ya da yedi kızı dünyaya gelmişti. Hz. Osman hicri 35 senesinde
(17 Haziran 656) Kur’an-ı Kerim okurken isyancılar tarafından 82 yaşında şehit
edilmişti.[401]
Hz. Osman’ın Kişisel Özelliklerinin Psiko-Sosyal Açıdan
Tahlili
Hz. Osman’ın kişisel
özellikleri hem on iki yıl süren halifeliği döneminde hem de daha sonraki
süreçte ciddi tartışma konusu yapılmıştır. Halifeliği döneminde Hz. Osman’ın
yumuşak huylu olmasının istismâra ve eleştiriye neden olması, sonraki süreçte
ise onun cesaret sahibi olmadığının gündeme getirilmesi bu anlamda yapılan
tartışmalardan sadece bir kaçıdır. Dolayısıyla Hz. Osman döneminde yaşanan
sosyal, siyasal vb. olayları anlamada onun şahsiyetinin tanınması önem arz
etmektedir.
İnsanın kişiliğinin oluşumunda onun
biyolojik özellikleri önemli bir rol oynamaktadır. Özellikle kişinin fiziki
görünüşü, zekâ, yetenek, huy ve mizaç gibi özelliklerinin oluşumunda biyolojik
bir olgu olarak kalıtımın önemli bir etkisi söz konusudur.[402] Ancak biyolojik özelliklerin
yanında insanın kişiliğinin oluşumunda yaşadığı çevrenin, içinde bulunduğu
toplumun ve kültürün etkisi de büyüktür. Hatta büyük bir ölçüde insan
çevresinin ürünüdür.[403] Kişi üyesi
olduğu toplumun alışkanlıklarını, tutumlarını, kurallarını ve inançlarını
toplum içinde ve insanlarla ilişki kurarak öğrenir.[404] Dolayısıyla kişiliği yani
şahsiyeti oluşturan ve onu etkileyen unsurlar içerisinde biyolojik yapı, soya
çekim, huy ve mizaç gibi özelliklerin yanında insanın yaşadığı çevre, toplum,
sosyal ilişkiler ve sosyo-ekonomik faktörler de yer almaktadır. Bu bağlamda bir
tanımlama yapmak gerekirse şahsiyet “bir ferdin bütün ilişkileri, tutumları,
yetenekleri, konuşma tarzı, dış görünüşü ve çevresine uyumunu ifade eden
özelliklerinin ahenkli bir bütünü” olarak tanımlanabilir.[405]
Hz. Osman’ın şahsiyetiyle ilgili
gündeme getirilen konulardan birisi O’nun cesaret ehli olmadığı meselesidir.
Örneğin Bernard Lewis, Hz. Osman’ın halife seçilmesinin, toplumda büyük bir
şaşkınlık yarattığını ifade ettikten sonra, bunun nedenini Hz. Osman’ın
“Araplar gözünde korkunç bir kusur olan iktidarsızlığı ve korkaklığı ile
tanınmış”[406] olmasına
bağlamıştır. Ayrıca Hz. Osman’ın Uhud ve Huneyn’de savaş meydanından kaçması,
onun korkaklığı ile ilişkilendirilerek tenkit konusu yapılmıştır.[407] Bilindiği
gibi Hz. Peygamber, Mekkelilerin Bedir savaşının intikamını almak için büyük
bir orduyla Medine’ye saldıracakları istihbaratını almıştı. Bunun üzerine
konuyu ashabıyla istişare etmiş ve bu istişarenin neticesinde özellikle
gençlerin ısrarıyla düşmanla şehir dışında savaşmaya karar vermişti. Uhud’da
savaşın başlamasıyla Müslümanlar ilk anda üstünlüğü elde etmiş ancak daha sonra
Ayneyn tepesindeki okçuların Hz. Peygamberin talimatını ihmal etmeleri ve
bulundukları yeri terk etmeleri neticesinde savaş tersine dönmüş ve İslam
ordusu dağılmaya başlamıştı. İşte bu sırada bazı sahabeler savaş meydanını terk
edip farklı yönlere kaçmışlardı. Kaçanlar arasında Hz. Osman’da bulunmaktaydı.[408] Hz. Osman
birkaç kişiyle Medine istikametinde bulunan el- Celab dağına gitmiş ve orada üç
gün kalmıştı. Daha sonra Hz. Osman ve arkadaşları Hz. Peygamberin yanına
dönmüşlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber onlara “orada uzun bir süre kaldınız”
diyerek bir nevi sitemini dile getirmişti.[409] Huneyn savaşında ise düşmanın
âni saldırısı sonrası İslam ordusundan hemen hemen hiç kimse Hz. Peygamberin
yanında kalmamış, herkes bir taraflara kaçışmaya başlamıştı.[410] Bu
kaçışanlar arasında Hz. Osman da vardı. Hz. Peygamberin çağrıları neticesinde
Müslümanlar Hz. Peygamberin etrafında tekrar toplanmış ve nihayet savaş
kazanılmıştı. İşte bu iki hâdiseye ve halifeliği döneminde almış olduğu
kararlara bağlı olarak Hz. Osman’ın korkak bir kimliğe sahip olduğu ifade
edilmiş ve onun siyasi faaliyetleri eleştirilmiştir. Bu eleştiri ve tenkit daha
sonraki dönemlerde dile getirilmiş olsa da bize göre Hz. Osman’ı ve dönemini
anlamak adına onun bu şahsi kimliğini tahlil etmek önemlidir. Çünkü güçlü bir
iradeyi ve etkin bir karar alma sürecini içerisinde barındıran devlet
yönetiminin bu tarz karaktere sahip olan bir kişi eliyle yürütülmesi hem
toplumu hem de siyasi yapıyı olumsuz yönde etkileyecektir.
Arapların
gündelik hayatında ve sosyal yapılarının oluşumunda çölün belirgin bir etkisi
söz konusudur. Bu bağlamda en basit anlatımla çölde yaşayan insanlar bedevi,
şehirde yaşayan insanlar ise hadarî olarak isimlendirilmektedir. Bedevi ve
hadarîler arasında yaşam şartlarına bağlı olarak bir takım farklılıklar söz
konusudur. İbn Haldun’a göre bedeviler, surlar ve kapılarla muhafaza edilmeyen
yerlerde yaşayan, kuvvet ve yiğitliklerine güvenerek ucu bucağı olmayan ıssız
ve kimsesiz arazilerde tek başına kalabilen, devamlı tedbirli ve silah taşıyan,
metanet ve cesaret ehli kimselerdir. Bedevi zaruri olanın peşinde olduğu için
serttir, haşindir. Çölde hayatta kalabilmek için korkusuz, cesur, ihtiyatlı ve
tedbirli olmak bedevi için vazgeçilmezdir. Hadariler ise refah ve bolluk içinde
yaşayan, mallarını ve canlarını savunma işini, kendilerini idare edenlere,
valilere, hükümdarlara ve bekçilere bırakan, surlar ve kaleler arkasında yaşayan
kimselerdir.[411] Hadariler
şehirde belli kanuni hükümler çerçevesinde yaşadıkları ve bu hükümleri sıkı
sıkıya tatbik ettikleri için metanetleri bozulmuş ve karşı koyma dirençleri yok
olmuş kimselerdir.[412] Bu nedenle
onlar pısırık ve çekingen kimseler olup, metin, yiğit, yürekli, gözüpek,
dayanıklı ve atılgan insanlar değildir. Bedeviler ise tam aksine belli bir
kanuna ve düzene bağlı olmadıkları ve uçsuz bucaksız sahralarda serbest ve hür
olarak yaşadıkları için metanet, cesaret ve mukavemet sahibi, yaşadıkları
şartlara bağlı olarak daha gürbüz, metin yiğit, gözüpek ve yürekli kimselerdir.[413] Bu
çerçevede Hz. Osman’ın yaşam tarzına baktığımızda onun bedevilikten çok hadari
özelliklerini taşıyan bir kişiliğe sahip olduğunu görmekteyiz. Hz. Osman,
Mekke’de yani şehirde yaşayan, ticaretle uğraşan ve maddi açıdan büyük
imkânlara sahip bir kimsedir.[414] O, ince
ruhlu, sakin, tartışmayı sevmeyen ve yumuşak mizaçlı bir karaktere sahipti.
Temizliğe ve düzene özen gösteren, süslenmeyi, güzel giyinmeyi ve güzel yemek
yemeyi seven birisiydi. O güzel yüzlü, yumuşak tenli ve zarif bedenliydi.[415] Bu
özellikler, Hz. Osman’ın hayatında çok ciddi sıkıntılarla karşılaşmadığının,
dolayısıyla onun şecaat ve cesaret yönünün çok da gelişmediğinin, sahip olduğu
imkânların onun mukavemet ve metanet gücünü zayıflattığının ipuçlarını
içeresinde barındırmaktadır. Dolayısıyla onun şehirde yaşamasına, çölün
tehlikelerinden uzak olmasına, maddi açıdan güçlü olmasına, soyunun toplumda
güçlü ve itibar sahibi olmasına bağlı olarak bireysel manada çok ta cesur
olmayan, tahammül ve karşı koyma direnci zayıf bir karaktere sahip olduğunu
ifade etmek mümkündür. Bundan dolayı da Hz. Osman, Uhud ve Huneyn savaşında
direnç ve cesaret gösterememiş olabilir. Ancak burada açıklığa kavuşturulması
gereken bazı hususlar söz konusudur. Zayıf ve korkak olarak kabul edilen Hz.
Osman’ın özellikle siyasi açıdan
cesur kararlar aldığını görmekteyiz. Bu kararların başında devrin dört
dâhisinden biri olan Amr b. As’ı valilikten azletmesi gelirken,[416] bir
başka kararında ise Hz. Peygamber tarafından Medine’den sürgüne gönderilen,
kendisinden önceki iki halife tarafından affedilmeyen ve rivayetlerde ahlaki
açıdan zafiyeti olan amcası Hakem b. el-As’ın bağışlanıp Medine’ye
getirttirilmesi dikkat çekmektedir.[417] Yine hiçbir siyasi tecrübesi
olmayan Mervan b. Hakem’i daha yirmili yaşlarda devletin başkâtibi yapması,
onun siyasi açıdan almış olduğu cesur kararlara örnek gösterilebilir. Gerçekten
de Hz. Osman’ın halife olduktan sonra ortaya koymuş olduğu bu icraatlar cesaret
isteyen konulardır. Amr b. As siyasi açıdan dâhi, zeki, cesur ve yetenekli bir
idareciydi. Hz. Ömer onun için “Amr dünyada kaldıkça hep idareci olmalıdır”[418] diyerek
onun bu yeteneğine dikkat çekmişti. Dolayısıyla bu dâhiyi kullanmak yerine onu
görevden almak gerçekten cesaret isteyen bir durumdur. Ayrıca ahlaki açıdan
ciddi zafiyetleri bulunan, Hz. peygamberi taklit eden hatta odasını gözetleyen
ve bu sebeple sürgün edilen birisini Hakem b. el-As’ı affetmek büyük bir
cesaret istemektedir.[419] Öyle ki; bu
kişi hem Hz. Ebu Bekir hem de Hz. Ömer tarafından “Hz. Peygamberin
affetmediğini biz de affetmeyiz” denilerek reddedilen bir kişiydi.[420] Toplum
tarafından itibarı sarsılmış birini Medine’de on binlerce sahabenin olduğu bir
zamanda halife olur olmaz affetmek korkaklıkla değil ancak cesaretle izah
edilebilir. Dahası Hakem b. el-As’ı affetmenin yanında onun hiçbir siyasi
birikimi olmayan yirmi[421] yaşındaki
oğlunu, devletin başkâtibi, bugün ki karşılığıyla başbakan yapmak gerçek manada
cesaret isteyen bir meseledir.[422] Burada
ifade ettiğimiz örnekler dahi siyasi açıdan Hz. Osman’ın cesaret gerektiren
kararlar aldığını ve uyguladığını göstermektedir. Korkak, pısırık ve zayıf bir
kimsenin bu kararları alması pek mümkün değildir. O halde bu durum nasıl izah
edilebilir? Bir tarafta savaş meydanlarını terk eden, Hz. peygamberin en
sıkıntılı olduğu, dişlerinin kırıldığı, yüzünün yaralandığı ve yetmiş şehidin
verildiği bir savaşta meydanı terk edip kaçmak ve üç gün sonra geri dönmek,
diğer tarafta ise ilk iki halifenin dahi göze alamadığı kararları almak ve
uygulamak. Bize göre bu durumun hem bireysel hem de sosyal yönü bulunmaktadır.
Hz. Osman hadari bir toplumda hadari bir birey olarak yaşamıştır. Fert olarak
şehirli bir hayat sürdüren, rahat ve konfor içinde yaşayan bir kimsenin
psikolojik açıdan şecaat ve metanet duygusunu geliştirmesi pek mümkün değildir.
Böyle bir kimsenin savaş meydanlarında ölümle karşı karşıya kalması ve savaşın
dehşetini hissetmesi onun için tahammül edilebilir bir durum değildir. Bu
nedenle Hz. Osman’ın kendisinden bir bedevi gibi savaşçı olmasını, savaş
alanlarında cesaret ve metanet göstermesini beklemek çok da doğru değildir. Bu
anlamda Hz. Osman’ın hiçbir zaman ordu komutanı olarak tayin edilmemesi onun bu
durumunu destekler mahiyettedir. Yine “Hz. Ömer’in başına gelenin kendi başına
da gelmesinden korktuğu için caminin içine ilk defa parmaklıklar yaptırması” bu
durumla yakından alakalıdır.[423] Dolayısıyla
bireysel manada Hz. Osman’ın cesaret ve metanet ehli olmadığını, bunun nedeni
olarak ise yaşadığı hadari hayat tarzının onun bireysel kimliğine ve
psiko-sosyal kişiliğine etki ettiğini söylemek mümkündür.
Hz. Osman’ın siyasi açıdan cesaret
göstererek almış olduğu kararların altında ise bize göre onun bireysel
kimliğinden çok, sosyal kimliğinin etkisi yer almaktadır. Bir kişi bireysel
olarak cesaret ehli bir karaktere sahip olmayabilir. Ancak o sosyal açıdan
güçlü olabilir. Sosyal açıdan güçlü olmasının nedenleri arasında onun maddi
imkânları, sosyal konumu, rolü, statüsü ve en önemlisi Arap toplumu bağlamında
değerlendirdiğimizde kabilesinin etkinliği ve gücü yer almaktadır. Arap
toplumunda bir birey kabilesi kadar değerli, kabilesi kadar güçlüdür. Kişi
kabilesiyle anlam kazanır, kabilesiyle hayatta kalır. Kabilesinden târid
edildiğinde ya çölde ölümü bekler ya da yaşamak için bir başka kabilenin
himayesine girer. Arap toplumunda kişiyi anlamlı kılan ait olduğu kabilesinin
gücü ve kuvvetidir. Her ne kadar İslam ile birlikte kabile aidiyetleri din
aidiyetinin altında yer alsa da zaman zaman siyasi ve sosyal alanlarda ikincil
aidiyetler baskın hale gelmiştir.
Bu çerçevede Hz. Osman’ın mensup
olduğu Ümeyyeoğulları kabilesi toplumda geçmişten gelen bir güce ve itibara
sahipti. Ümeyyeoğullarının soy olarak kendisine dayandığı Ümeyye b. Abdişems
hem mal gücü hem de insan gücü açısından çok büyük imkânları olan birisiydi.
Zengin bir tüccar olan Ümeyye öldüğünde geride büyük bir miras bırakmıştı. Aynı
zamanda çocukları kalabalık olan Ümeyye, Arap toplumunda, itibarın belirleyici
unsurları olan nesep şerefi, mal ve evlat çokluğuna sahip olması nedeniyle
itibarlı bir kimseydi. Bunun yanında ordu komutanlığı gibi kutsal bir vazifeyi
yürütmesi onu toplum nezdinde daha da itibarlı kılmaktaydı.[424] Ümeyye’den tevarüs
eden bu güç ve itibar toplumda zaman zaman zayıflasa da Ümeyyeoğulları için varlığını
hiçbir zaman kaybetmemiştir. Bazen İslam’ın karşısından bazen de yanında yer
alarak Ümeyyeoğulları siyasette ve toplumda belirleyici bir unsur olarak hep
var olmuştur. Öyle ki; Ümeyye b. Abdişems’ten yıllar sonra bile Ümeyyeoğulları
siyasette belirleyici, toplumda güçlü ve nüfus olarak kalabalıktı. Nitekim
Câbirî’ye göre Hz. Osman’ın halife seçilmesinde Ümeyyeoğullarının kalabalık
olmasının büyük bir etkisi olmuştu.[425]
Bize göre Hz. Osman’ın siyasi
anlamda cesaret gerektiren kararlar almasında belirleyici olan unsurların
başında, Ümeyyeoğulları’nın güçlü, kuvvetli ve kalabalık olması yer almaktadır.
Hz. Osman kabilesinin bu gücü ve kuvvetine dayanarak siyasi ve toplumsal
anlamda kendince cesaret gerektirecek kararlar almıştır. O bireysel cesaretiyle
yapamayacaklarını sosyal cesaretiyle yapmıştır. Bu durum halifeliğinin başında
da sonunda da böyledir. Nitekim kendisine karşı muhalefetin ve eleştirilerin
artması üzerine Müslümanlara irâd ettiği bir hutbesinde o şöyle demişti: “Fakat
Allah’a yemin ederim ki taraftarlarımın sayısı sizden daha çoktur,
yardımcılarım daha yakındır, sayıca daha kalabalığım ve yardım görmeye daha
layığım.”[426]
Hz. Osman’ın hadari yaşam tarzı ile
yakından ilişkili olan bir başka kişisel özelliği ise onun yumuşak huylu, halim
selim bir karaktere sahip olmasıdır. Ancak Hz. Osman’ın bu özelliği halifeliği
döneminde zamanla bir otorite boşluğu meydana getirmiş, siyasi ve toplumsal
rahatsızlığa neden olmuş, hem devlet adamları hem de halk tarafından istismar
edilmesine yol açmıştır. Aslında devlet yöneticilerinin halim selim bir
karaktere sahip olması toplumsal bütünlüğün sağlanmasında önemli bir
özelliktir. Kur’an’ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın “Sen onlara sırf Allah’ın lütfu
sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz
etrafından dağılır giderlerdi.. ,”[427] şeklindeki hitabı yumuşak
huylu olmanın toplumsal birlikteliğe nasıl bir katkı sağladığını açıkça ortaya
koymaktadır. Nitekim Hz. Peygamber de yumuşak huylu bir kimseydi ve O’nun bu
özelliği sayesinde etrafında binlerce insan toplanmış ve davasını savunmaya
başlamıştır. Ancak Hz. Peygamberin bu özelliği hiçbir zaman devleti ve toplumu
zafiyete uğratmamıştır. O, yeri geldiğinde toplumsal düzeni bozanlara karşı
sert, devleti zâfiyete uğratacak eylem ve davranışlarda bulunanlara karşı
acımasız olmuştur. Mescidi Dırar’ı yıktırması, Yahudileri şehirden
uzaklaştırması, İslam dinini alaya alan azılı müşriklerin yakalandıkları yerde
öldürülmesi, Tebük savaşına mazeretsiz katılmayanlara boykot uygulaması gibi
hususlar bunlardan sadece bazılarıdır.[428] Dolayısıyla Hz. Muhammed
devlet ve toplum idaresinde bu dengeyi güzel sağlamış, yumuşak huyluluğunu
yerli yerinde kullanmayı başarmıştır. Ancak Hz. Osman bu konuda ciddi zaaflara
düşmüştü. Onun halife seçilmesinde müspet rol oynayan yumuşak huyluluğu daha
sonra kendisinin ortaya koymuş olduğu icraatlar neticesinde ciddi eleştiriye
tabi tutulmuş ve büyük bir zafiyetin ortaya çıkmasına neden olmuştur. İnsanlar
halifenin yumuşak huyluluğundan istifade ederek, devlet başkanına ve emirlerine
karşı lakayt davranmışlar ve devletin işleyişini zaafa uğratmışlardır.
Burada halifenin kişisel
özelliklerinden olan yumuşak huyluluğunun devlet idaresinde meydana getirmiş
olduğu olumsuzluklardan bazılarına değinmek yerinde olacaktır. Bir gün Hz. Osman,
Mescid-i Nebevi’de hutbe okurken kendisine kızan bir kişi ayağa kalkarak
halifenin elindeki Hz. Peygamberden kalma asayı kırmıştı. [429] Yine rivayetlerde Bedir
ehlinden olan Ebu Nuaym, kör ve yaşlı bir sahabenin zaaflarından istifade
ederek O’na, mescitte namaz kılan halifeye sopasıyla vurdurmuştu.[430] Bu
örnekler, devlet başkanı olarak Hz. Osman’ın bireysel zafiyetinin meydana
getirmiş olduğu olumsuz durumlardır. Halifenin yumuşak huyluluğu ve akrabasına
düşkünlüğü siyasi açıdan ise daha büyük sorunları beraberinde getirmiştir. Hz.
Osman valilerine karşı yumuşak davranmış, valilerin almış oldukları kararları
denetime tabi tutmamıştı. Bu durum toplumda valilere ve Hz. Osman’a karşı ciddi
bir tepkinin ortaya çıkmasına neden olmuştu. Nitekim Hz. Ali, Hz. Osman’ın vali
tercihlerini eleştirirken halifenin akrabalarına karşı yumuşak davrandığına
dikkat çekmiş ve “Ömer tayin ettiği valilerinden herhangi birisinin en ufak
hatasını işittiği anda onu en büyük bir cezaya çarptırır ve sürekli olarak
kulağının dibinde ona baskı yapardı. Fakat sen bunu yapmıyorsun. Bu konuda
biraz yavaş düştün ve akrabalarına karşı da yumuşak davrandın.”[431] diyerek onu
eleştirmişti. Bu bağlamda halifenin göreve getirdiği kimseler onun bu
zafiyetinden yararlanmış, halifenin halim selim oluşunu istismar etmiş ve bir
bakıma devlet idaresinde halifeyi baypas etmişlerdi. Öyle ki bir tarafta
devletin başkâtibi Mervan, diğer tarafta Muaviye halifeden habersiz, halife
adına önemli kararlar alıp uygulamışlardı. İbn Sa’d’da yer alan bir rivayet bu
durumu açıkça ortaya koymaktadır. “İnsanlar Mervan b. Hakem’i kendisine
yaklaştırdığı ve onun sözlerini dinlediği için Hz. Osman’ı ayıplıyorlardı. Halk
Hz. Osman’a isnad edilen birçok hususu onun emretmediğine, bu yapılanların
ancak Mervan’ın şahsi görüş ve tasarrufu olduğuna inanıyorlardı.”[432] Mervan’ın
bu olumsuz tavır ve davranışlarını gören Hz. Osman’ın eşi halifeyi bu konuda
“Sen Mervan’a itaat ettiğin anda o seni helake götürür. Mervan’ın insanların
katında hiçbir itibarı, heybeti ve sevgisi yoktur. Bundan dolayı insanlar seni
bir tarafa iter bırakırlar.” şeklinde uyarırken,[433] Hz. Ali’de Muaviye’nin halife
karşısındaki durumuna “Fakat Muaviye bugün sana danışmadan bir sürü iş
çeviriyor ve ‘Osman böyle emretti’ diye konuşup duruyorken sen bunu biliyorsun
ve onu alıkoymuyorsun ” diyerek itiraz etmişti.[434]
Hz. Osman sadece kendi akrabalarına
yumuşak davranmamış aynı zamanda halka karşı da benzer tavır ve davranışlar
sergilemiştir. Nitekim Mescidi Harâm’ı genişletmek için istimlak ettiği evlerin
sahipleri Hz. Osman’a gelip itiraz ettiklerinde ve bağırıp çağırdıklarında
halife onlara karşı şimdiye kadar göstermiş olduğu yumuşak tavır ve davranışa
işaret ederek: “Yumuşaklığım size cesaret verdi. Ömer size bunu yaptı. Ona hiç
kimse bağırmadı. Oysa ben onun yaptığını yaptım. Bana bağırıp çağırdınız.”[435] şeklinde
karşılık vermişti. Bu bağlamda bir başka örnek ise Hz. Ali ile yapmış olduğu
bir tartışmanın ardından Hz. Osman’ın minbere çıkarak halka hitap etmesi
gösterilebilir. Hz. Osman halka “Vallahi İbn el- Hattab’ı kınamadığınız
hususlarda beni ayıplıyor kınıyorsunuz. Böyle bir durumda size ayağıyla bir
tekme vurur ve eliyle şamar atar veya lisanıyla size gerekeni söylerdi de
ondan. Ben ise size karşı son derece yumuşak davrandım, size omuzlarımı destek
yaptım, elimi ve dilimi sizden uzak tuttum, size bana karşı cesaretli olmanıza
meydan verdim.”[436] tarzında
hitap ederek onlara karşı nasıl davrandığını açıkça ortaya koymuştu.
Burada ifade edilmesi gereken en
önemli husus, devlet başkanı olan Hz. Osman’ın bu özelliğini ölçülü ve dengeli
kullanamamasıdır. Yumuşak huyluluk, halim selim olmak, insan için güzel bir
haslettir. Devleti idare edenlerde ise bu özellik halkın kendisini sevmesine,
etrafında toplanmasına ve devlete bağlanmasına olumlu katkıda bulunur.[437] Sert, katı,
kibirli ve halka tepeden bakan devlet başkanının zamanla halk nazarında
sevgisini kaybedeceği muhakkaktır. Ancak yumuşak huyluluk devleti yönetenlerde
idareyi zafiyete uğratmamalıdır. Devlet başkanı nerede anlayışlı nerede sert ve
tavizsiz olması gerektiğini iyi belirlemelidir. Aksi takdirde Hz. Osman’da
olduğu gibi devlet idaresi zaafa uğrayacak ve devlet başkanı otoritesini
kaybedecektir.[438] Hz. Osman
ilk zamanlarda insanlara hep yumuşak davranmış, ortaya koyması gereken bazı
sert tavırları zamanında sergileyememişti. Daha sonra ise kendisine karşı
yükselen seslere sert karşılık vermiş, zaman zaman Peygamberin sahabesini
dövmüş, dövdürmüş ve onlara ağır hakaretlerde bulunmuştu. Bu durum halifenin
halim selim özelliğini dengede kullanamadığının açık bir göstergesidir. Nitekim
kendisi de bunun farkına vararak halka hitâbında şöyle demişti: “Fakat size
dişlerimi gıcırdatmak zorunda kaldım. Bana daha önceden yapamadıklarımı
yaptırdınız, ağzıma almadığım şeyleri söylettiniz”.[439]
Hz. Osman’ın bireysel özellikleri
çerçevesinde en dikkat çeken ve en çok eleştirilen konulardan birisi de onun
akrabalarına karşı aşırı düşkün olmasıdır.[440] Hz. Osman, hem halife olmadan
önce hem de halife olduktan sonra akrabalarına karşı aşırı ilgi gösteren,
onları koruyup kollayan, zamanla onların devletin maddi ve manevi imkânlarından
istifade etmesini sağlayan bir kimseydi. Ancak Hz. Osman’ın akrabalarına karşı
bu ilgisi, halife olmadan önce toplumsal bir anlam taşımazken, halifeliği
döneminde muhalefetin hatta isyanın temel motivasyonu haline gelmişti. Bu
nedenle Hz. Osman’ın akrabalarına aşırı düşkünlüğünün temel nedenlerini tespit
etmek, halifeliği döneminde ortaya koymuş olduğu akraba yanlısı politikaları
anlamamıza yardımcı olacaktır.
Daha önce ifade edildiği üzere Arap
toplum yapısını oluşturan temel unsur kabiledir, kabileyi ayakta tutan ise
asabiyet duygusudur.[441] Asabiyet,
kişinin kendisini yardıma çağıran özellikle baba tarafından akrabasını, ister
haklı ister haksız olsun mücadele ettiği kişi ve gruplara karşı savunmasını ve
korumasını sağlayan birlik ve dayanışma duygusudur.[442] Asabiyet duygusunu besleyen
ve ayakta tutan kan bağıdır. İbn Haldun’a göre insanlarda sıla-ı rahim ve
akrabalık bağı tabii bir şeydir. İnsanlar kendisinde mevcut olan bu bağ
nedeniyle, akrabalarının zarara, zulme ve tecavüze uğraması karşısında üzülür,
kendini zelil hisseder ve bu durum onun ağrına gider. Bu olumsuz duygu ve
düşünceden kurtulmak için ise akrabasına her durumda yardım etmek ister, onu
korur ve savunur.[443]
Asabiyet duygusu insanda tabii
olduğu kadar, aynı zamanda sosyolojik açıdan da bir gerekliliktir. Özellikle
hayat şartlarının çok zor olduğu, hayatta kalmanın büyük bir mücadele
gerektirdiği ortam ve şartlarda asabiyet duygusu, insanın ihtiyaç duyduğu temel
duygulardan birisidir. Bu nedenle cahiliyeden önce Hicaz topraklarında asabiyet
duygusu, hayatın vazgeçilmezleri arasındadır.[444] Her ne kadar, İslam dini ile
bu duygu nesep asabiyetinden akide asabiyetine dönüştürülmüş olsa da toplumda
varlığını hiçbir zaman kaybetmemiştir. Dolayısıyla bireysel hayatta tabii ve
toplumsal hayatta bu kadar güçlü ve etkin olan asabiyet duygusunu, insanların
hemen terk etmesini beklemek, zalim, kâfir ya da müşrik de olsa akrabalarına
karşı tamamen ilgisiz kalmasını düşünmek çok ta gerçekçi olmayacaktır. Bu
gerçekten hareketle, Hz. Osman’ın müşrik olan akrabalarına dahi ilgi
gösterdiğini ve onlara rahatlıkla yardım ettiğini söyleyebiliriz. Bilindiği
üzere Uhud savaşında Müslümanlar zor durumda kalmış ve yetmişe yakın şehit
vermişlerdi. Bu şehitler arasında Hz. Peygamberin amcası Hz. Hamza da vardı.
Ebu Süfyan’ın eşi ve diğer müşrikler, Bedir savaşının intikamını almak adına
şehitlere işkence yapmış, onların burunlarını ve kulaklarını kesmiş,
bağırsaklarını çıkarıp boyunlarına halka yapmışlardı.[445] Hz. Hamza’ya işkence edenler
arasında Ümeyyeoğulları’ndan Muaviye b. Muğire’de vardı. Hz. Osman’ın akrabası
olan Muaviye b. Muğire, Uhud savaşından sonra Medine’ye gelmiş ve Hz. Osman’dan
sığınma talep etmişti. Hz. Osman ilk etapta bu teklife sıcak bakmasa da daha
sonra teklifi kabul etmiş, eman dilemek için Hz. Peygamberden ricada
bulunmuştu. Muaviye b. Muğire için Hz. Peygamberden üç gün izin alan Hz. Osman,
onun şehri terk etmesi için atını ve yiyeceğini temin etmiş ancak Muaviye şehri
üç gün içinde terk etmemiş, bunun üzerine Hz. Peygamberin emriyle sahabe
tarafından öldürülmüştü.[446] Hz.
Osman’ın Hz. Peygamber’in acısının çok canlı olduğu bir zamanda, Hz. Hamza’ya
işkence eden birisini himaye etmesi ve onun için af dilemesi, kendisinde mevcut
olan akrabaya karşı tabii sevgi ve ilgisinin, aynı zamanda toplumda var olan
güçlü asabiyet duygusunun bir sonucu olabilir. Ancak insanda tabii olan bu
sevgi, ilgi ve asabiyet, Hz. Osman’da asabiyetin aşırılığını ifade eden bir
taassuba dolayısıyla zamanla zafiyete dönüşmüştür.
Hz. Osman’ın akrabalarına karşı
göstermiş olduğu ilginin sebepleri arasında, insanın varlığında tabii ve
toplumsal hayatta baskın olan asabiyet duygusunun yanında dini gerekçeler de
söz konusu olabilir. İslam dini cahiliye asabiyetinin temel mottosu olan “ister
zalim olsun ister mazlum, kandaşın ve soydaşın yardımına ve savunmasına koş”[447] sözüne dini
bir anlam katmıştı. Hz. Peygamber bir gün sahabesiyle sohbet ederken “zalimde
olsa mazlumda olsa kardeşine yardım et” şeklinde bir ifade kullanmış bunun
üzerine ashap çok şaşırmıştı. Çünkü kabile taassubunun güçlü olduğu Araplar
arasında bu özdeyiş herkes tarafından bilinmekteydi.[448] Şimdi herkes tarafından
bilinen ve cahiliye düşüncesinde önemli bir yeri olan bu ifade Hz. Peygamber
tarafından kullanılması nasıl anlaşılmalıydı? Sahabe “Ey Allah’ın Resûlu
mazluma yardım ederiz ancak zalime nasıl yardım edeceğiz? diye sorunca Hz.
Peygamber, “onu da zulümden men edersin, zulümden alıkoyarsın, işte bu ona
yardım etmektir.” buyurdu.[449] Bu nedenle
Müslüman bireylerin inanmayan akrabalarının İslam ile şereflenmesini arzulaması
ve bu yönde çaba sarf etmesi anlaşılabilir bir durumdur. Her ne kadar Hz.
Peygamber, İslam dinini bütün insanlığa tebliğ etmek için gönderilmiş olsa da
açık tebliğe akrabalarından başlaması, amcası Ebu Talib’in Müslüman olmasını
çok arzulaması bu anlamda değerlendirilebilir.[450] Yine hata yapan bir kişiyi
hatasından döndürmek, dönmesi için çalışmak ve hatalarının farkına varmasını
sağlamak, Müslümanlar için dini bir gereklilik ve motivasyon kaynağıdır.
Hz. Osman’ın Mekke’de Müslüman olan
hatta vahiy kâtipliği yapan ve daha sonra dinden dönüp Mekke’ye giden Abdullah
b. Sa’d b. Ebu Serh için Mekke’nin fethinde Hz. Peygamberden af dilemesi bu
bağlamda değerlendirilebilir. Sa’d b. Serh Mekke’de Müslüman olmuş ve Hz.
Peygambere vahiy kâtipliği yapmıştı. Ancak o daha sonra İslam dininden çıkıp tekrar
Kureyş’e katılmıştı. Bu nedenle Hz. Peygamber Mekke fethi sırasında, kendisinin
görüldüğü yerde öldürülmesi için izin vermişti. Ancak Sa’d yaptıklarından
pişman olmuş ve Hz. Osman’a müracaat ederek kendisinin bağışlanması için Hz.
Peygambere ricada bulunmasını istemişti. Hz. Osman, Sa’d’ı da yanına alarak
peygamberin huzuruna çıkmış ve sütkardeşinin affedilmesini talep etmişti. Hz.
Peygamber bu talep karşısında yüzünü çevirmiş, Hz. Osman ise Hz. Peygamberin
her yüz çevirişinde karşısına geçerek Sa’d’ın affedilmesi konusunda ısrarcı
olmuş ve nihayet Hz. Peygamber onu affetmişti.[451] Buraya kadar anlatılanlar ve
verilen örnekler çerçevesinde Hz. Osman’ın akrabalarına karşı düşkünlüğünü
tabii, sosyal ve dini gerekçelerle açıklamak mümkündür. Hz. Osman’ın kendi
fıtratında var olan akraba sevgisi, sosyal hayatta güçlü olan asabiyet duygusu
ve özellikle Müslüman olduktan sonra dini gerekçesi, onun akrabalarına
düşkünlüğünün nedeni olabilir. Nitekim Hz. Osman halifeliği döneminde
akrabalarına göstermiş olduğu aşırı düşkünlükten dolayı eleştirilince,
kendisinin sadece sıla-ı rahimi gözettiğini ifade etmiş ve bu durumu dini bir
gerekçeyle açıklamış ya da meşrulaştırmıştır.[452]
Hz. Osman’ın özellikle halifeliği
döneminde akrabalarına karşı göstermiş olduğu ilginin ve düşkünlüğün nedenleri
arasında yaşının ilerlemesi ve yukarıda ifade edildiği gibi bireysel anlamda
cesaret ehli olmaması sayılabilir. Hz. Osman halife olarak ilan edildiğinde
yetmiş yaşına dayanmaktaydı.[453] Bu yaş onun
halife seçilmesinde olumlu rol oynamıştı. Çünkü Arap siyaset geleneğinde diğer
geleneksel toplumlarda olduğu gibi ileri yaşlılık, tecrübe, otorite ve olgunluk
olarak algılanmaktaydı.[454] Bu nedenle
Araplar kabile reisi belirlerken adaylar arasında yaşı büyük olanı tercih
ederlerdi. Bu açıdan Hz. Osman’ın halife seçilmesi hem geleneğe uygun hem de
tecrübeyi, otoriteyi ve olgunluğu ifade ettiği için toplum tarafından olumlu
bulunmuştu.[455]
Ancak yaşın ilerlemiş olması yani
ihtiyarlık aynı zamanda biyolojik, psikolojik ve sosyolojik açıdan bazı
dezavantajları da beraberinde getirmektedir. Yaşlılık dönemi fiziksel olarak
gerilemeyi, biyolojik olarak kapasitede azalmayı, toplumsal rollerde ve yaşamda
esnekliği, bireysel ve toplumsal beklenti düzeyinde giderek artan bir düşüşü
içerisinde barındıran bir dönemdir.[456] Yaşlılık doğumdan ölüme kadar
devam eden bir süreç olması nedeniyle birey için, fiziki ve ruhsal gücünün geri
dönülmez bir şekilde kaybolmasını ifade etmektedir.[457] Fiziksel ve ruhsal gücün
kaybolma gösterdiği bu süreçte yaşlı insan, bedeni ve ruhi gereksinimlerini
karşılamak için başkalarına ihtiyaç duyar.[458] Aynı zamanda fiziki ve ruhsal
yönden gerileyen, sosyal rol ve statüsünü, etrafındaki sevdiklerini yavaş yavaş
kaybeden yaşlı birey giderek yalnızlaşır. İşte yalnızlıktan kurtulma ve
ihtiyaçlarını karşılama isteği, yaşlı insanda bir başkasına bağlanma duygusunu
beraberinde getirir.[459] Bu bağlanma
ise genellikle tanıdığı, güvendiği ailesine, akrabasına ve yakın dostlarına
olur.
Bu bağlamda Hz. Osman halifeliği
döneminde yaşına bağlı olarak zayıflayan fiziki ve ruhsal gücünü çok güvendiği
akrabalarını etrafında toplayarak geri kazanmak istemiş olabilir. Nitekim
İsmail Atçeken, Hz. Osman’ın yaşının ilerlemesine bağlı olarak kendisine
yakınlık gösterenlere ihtiyaç duyduğunu, kabilesinin de bu durumu açıkça istismar
ettiğini ifade ederek onun bu durumuna dikkat çekmiştir.[460] Aynı zamanda Hz. Osman,
yaşlılığın getirmiş olduğu yalnızlıktan kurtulmak için etrafına kendi
akrabalarını toplamış olabilir. Çünkü O, Hz. Peygamber, Ebu Bekir, Ömer gibi
yakın arkadaşlarının vefat etmesiyle ve halifeliği döneminde ortaya koymuş
olduğu icraatlar neticesinde de Hz. Ali, Ebu Zer, Ammar, Abdullah b. Mesud gibi
meşhur sahabelerin kendisinden uzaklaşmasıyla giderek yalnızlaşmıştı. Netice
olarak yalnızlığına çare bulmak için, çok güvendiği akrabalarını etrafında
toplayan Hz. Osman, yine akrabalarının da bahane edilmesiyle şehit edilmiş ve
çok az kişiyle defnedilmek durumunda kalmıştı.[461]
Hz. Osman’ın yaşlılığı yanında
cesaret ehli olmaması, onun halifeliği döneminde akrabalarına ilgi göstermesinin
ve onlara idari görevler vermesinin bir başka nedeni olarak sayılabilir. Siyasi
açıdan belli bir sorumluluğu üstlenen kişilerin hem ferdi hem de sosyal açıdan
bir takım özellikleri taşıması beklenir. Devlet yönetme işi kararlılık, irade,
güç ve cesaret ister. Bu bağlamda Hz. Osman bir Hz. Ömer, bir Hz. Ebu Bekir
değildi. Hz. Ömer gibi karizmatik bir otoriteye, güçlü bir iradeye ve büyük bir
cesarete sahip değildi.[462] Halifenin
devlet yönetiminde kendisi için olumsuz olan bu durumları, akrabalarını
etrafında toplayarak tolere etmeye çalışmış olması mümkündür. Daha önce dile
getirdiğimiz gibi bireysel açıdan zayıf ve cesaret ehli olmayan Hz. Osman
kabilesini dolayısıyla akrabalarını devlet idaresine taşıyarak kendisini ve
yönetimini güçlü kılmak istemiş olabilir.[463] Ancak göreve getirmiş olduğu
akrabaları Hz. Osman’ın bu zafiyetini ve iyi niyetini kullanarak onu istismar
etmişler ve devleti güçlü kılmak yerine Ümeyyeoğulları’nı güçlü kılma gayreti
içerisinde olmuşlardı.[464]
Hz. Osman’ın en önemli özelliklerinden
biri de onun cömertliğidir ki bu, Machiavelli’nin de vurguladığı gibi idareci
için iyi bir özelliktir. Ancak cömertlik yerinde kullanılmadığında yarardan çok
zarar getirebilmektedir.[465] Hz. Osman,
hem halifeliğinden önce hem de halifeliği döneminde cömertliği ile gündem
oluşturan bir kimsedir. Halife olmadan önce özellikle Medine’de Müslümanların
su ihtiyacını karşılamak için, Rume kuyusunu satın alması,[466] Tebük savaşında ordunun
teçhizatını sağlamak adına ciddi bağışlarda bulunması,[467] Hz. Ebu Bekir’in halifeliği
döneminde yaşanan bir kıtlık esnasında Medine’ye gelen kendine ait yiyecek
yüklü bin develik kervanı, tüccarların bütün tekliflerine rağmen, Medine
halkına ücretsiz dağıtması[468] onun
cömertliğine dair örneklerden bazılarıdır. Bu bağışlar, Hz. Osman’ın hem Hz.
Peygamber ve hem de toplum nezdinde itibarının artmasına neden olmuştu. Ancak
halife olmadan önce Hz. Osman’a itibar kazandıran bu özellik, halifeliği
döneminde ise kendine karşı ciddi bir muhalefetin ortaya çıkmasına sebep
olmuştu. Çünkü Hz. Osman, halife olduktan sonra, akrabalarına karşı bu
özelliğini üst seviyeye çıkarmış, damadına, amcasının oğluna ve diğer
akrabalarına ciddi bağışlarda bulunmuştu. O, zekât mallarından amcası Hakem’e
100.000 dirhem, Fedek arazisini Mervan b. Hakem’e vermiş, damadına Basra
Beytülmâlinden 1.600 dirhem verilmesini emretmiş, hanımı Naile’ye 5000 dirhem
ödeme yapmıştı.[469] Bu bağış ve
ikramlar toplum tarafından devletin maddi ve manevi imkânlarının bizzat halife
Hz. Osman tarafından akrabalarına peşkeş çekildiği şeklinde algılanmış ve Hz.
Osman’a bu yönde ciddi eleştiri yapılmış ve tepki gösterilmişti.[470] Hz. Osman
bu eleştirilere, akrabalarını gözettiğini ve onlara yardım ettiğini dile
getirerek şu karşılığı vermişti: “Ey İnsanlar! Ebu Bekir ve Ömer bu mal
(hazine)konusunda ‘kendilerini ve akrabalarını men etmek’ şeklinde bir yoruma
gittiler. Ben ise onu sıla-ı rahimime (akrabalarıma harcamaya) yordum.”[471] “Ebu Bekir
ve Ömer kendi nefislerine bazı konularda zulmetmişlerdi. Ancak onların
yaptıkları takdire şayandı. Rasülullahta akrabasına veriyordu. Bende aynı
şekilde zorluk içinde olan yaşayan ve geçim darlığı çeken kimselere veriyorum.
Elimi ihtiyaç sahiplerine sonuna kadar açtım. Eğer bu konuda beni hatalı
görüyorsanız söyleyin, bende sizin kararınıza tabi olayım. ”[472]
Hz. Osman’ın hem takdir edilmesine
hem de eleştirilmesine sebep olan cömertliği konusunda birkaç hususa değinmek
yerinde olacaktır. Arap toplumunun en önemli özelliklerinden biri onların
cömert olmasıdır. Araplar başkasına ikram etmeyi, yedirmeyi ve içirmeyi çok
önemseyen bir millettir.[473] Öyle ki
yolda kalan, yolunu kaybeden insanlar için ateşler yakan Araplar, aynı zamanda
bu ateşle misafirlerine büyük ziyafetler vermişlerdir. Örneğin, cömertliği ile
meşhur olan Hatem et- Tai, bir gün kölesine “Ey hizmetçim ateş yak, çünkü gece
soğuk, rüzgâr serttir. Umulur ki ateşini geçen biri görür. Eğer ateşin bir
misafir getirirse sen hürsün.” şeklinde hitap etmişti.[474] Elbette ki Arapların cömert
olmasının altında yatan temel motivasyon özellikle İslam’dan önce şan, şöhret
ve övünmedir. Onlar yolculara ikram ederek büyük bir şeref sahibi olmakta ve bu
özellikleriyle birbirilerine karşı övünmekteydiler.[475] Bu nedenle sosyalleşmesini
böyle bir toplum içerisinde tamamlayan kişilerin, toplumun ortaya koyduğu tavır
ve hareket modellerini, örneklerini ve düşünme biçimlerini öğrenmesi
kaçınılmazdır.[476] Hz.
Osman’da toplumun kendisine sunmuş olduğu bu tavır ve örnekliği maddi imkânları
çerçevesinde karakterinin bir parçası haline getirmiş olabilir.
Diğer taraftan İslam’dan sonra
insanlara yardım etme, cömertlik ve ikramda bulunma cahiliye anlayışından
tamamen başka bir anlam kazanmış, Müslümanlar için hem bu dünyayı hem de
ahireti kazanma ve Allah’ın rızasını elde etme yollarından biri olarak
görülmüştür. İslam dini ile gelen bu anlayış farklılığını ifade etmesi
açısından Ebu Mes’ud el- Ensari’nin ifadeleri bu anlamda dikkat çekicidir.
“Rasülullah bize sadaka vermeyi emrettiğinde, imkânı olmayanlar çarşıya gider,
hamallık yapar, bir müd (yaklaşık bir kilo hurma) kazanırdı (o kazandığı ile
sadaka verirdi) bugün onlardan bazılarının yüz binlik serveti vardır. (Ama
sadaka vermezler)”.[477] Dolayısıyla
maddi açıdan ciddi bir güce sahip olan Hz. Osman bu manevi ruh ve motivasyonla
ve Kur’an’ı Kerim’de yer alan ‘yakınlarına iyilik etme’[478] emri çerçevesinde
akrabalarına karşı cömert davranmış olabilir. Nitekim kendisine yöneltilen
eleştirilere karşı Hz. Osman, bu yönde bir cevap vererek yaptıklarını dini
açıdan meşru göstermeye çalışmıştı. Bütün bu hususlar beraber
değerlendirildiğinde Hz. Osman’ın cömert bir kişiliğe sahip olmasında dinin ve
geleneğin ciddi bir etkisinin olduğunu ifade etmek mümkündür. Dini ve
geleneksel anlayışın, onun şahsiyeti üzerindeki etkisini göstermesi açısından
şu rivayet dikkat çekicidir. O kendisini kuşatanlara şöyle hitap etmişti: “Size
karşı yalnız Allah’a seslenir ve Rasülullah’ın sahabesinden gayrısını da
yardıma çağırmam. Siz Rasülullah’ın ‘Her kim ki Elem Ordusu’nu teçhiz eder
cennet onun içindir’ buyurduğunu bilmez misiniz? Ben onları teçhiz etmedim mi?
Ve siz Rasüllah’ın ‘Her kim Rume kuyusunu açar, ona cennet vardır’ buyurduğunu
bilmez misiniz? O kuyuyu açtıran ben değil miyim?”[479]
Hz. Osman’ın kişisel özellikleri
bağlamında ifade edilmesi gereken bir başka husus ise onun siyasi ve sosyal
kişiliği ile ilgilidir. Hz. Osman siyasi açıdan güçlü bir karaktere, Hz. Ömer
gibi karizmatik bir otoriteye sahip olmamakla birlikte bize göre devleti
yönetecek kadar ciddi bir siyasi birikime sahipti. Hz. Osman’ın sadece ordu
komutanlığı yapmamasına bağlı olarak devlet idaresinde siyasi bir tecrübesinin
olmadığını ve bu durumunda halifeliği döneminde yaşanan olumsuz hadiselerin
sebepleri arasında ifade edilmesi kanaatimizce çok doğru değildir. Çünkü Hz.
Osman’ın hayatına baktığımızda vahiy kâtipliğinden danışma meclisinde
bulunmasına, şehirde vekil bırakılmasından elçi gönderilmesine kadar siyasi
açıdan bir takım görevler üstlendiğini görmekteyiz. Hz. Osman okuma yazma bilen
sayılı kimselerden birisidir. Onun bu birikimi Hz. Peygamberin vahiy kâtipleri
arasında bulunmasına neden olmuştur. O aynı zamanda Hz. Peygamberin Zâtürrika
denilen bir yere savaşa çıktığında ve Zu Emer mevkiinde bulunan Gatafan
kabilesiyle savaş için sefere çıktığında kendi yerine Medine’de vekil bıraktığı
bir kimsedir.[480] Yine Hz.
Osman, Hudeybiye seferinde Hz. Peygamber tarafından Mekkeli müşriklerle görüşme
yapmak için görevlendirilen bir elçiydi.[481] Ayrıca Hz. Osman, hem Hz. Ebu
Bekir hem de Hz. Ömer döneminde danışma meclisinde bulunmuş, kâtiplik yapmış ve
zaman zaman kritik kararlar içerisinde yer almış bir kimseydi. Hz. Ebu Bekir’in
ölüm döşeğinde iken kendisinden sonra yerine kimin halife olması konusunda bir
belge yazdırmak istemiş ve bunun için kâtibi olan Hz. Osman’ı çağırmıştı. Hz.
Osman, Ebu Bekir’in ifadelerini yazarken halife bayılmış, yerine geçecek
kişinin ismini yazdıramamıştı. Bunun üzerine belgeyi Hz. Osman tamamlamış ve
“benden sonra Ömer b. Hattab’ı size halife tayin ettim” cümlesini belgeye
eklemişti. Hz. Ebu Bekir ayıldığında Hz. Osman’dan yazdığını okumasını istemiş,
yazılanları duyunca da tekbir getirerek Hz. Osman’ı övmüş ve “vallahi sen
gerçekten de o hilafet makamına layıksın” demiştir. [482] Ayrıca Hz. Osman siyaset için
gerekli olan hitabete, güzel konuşmaya sahip bir kimsedir. Sosyal ilişkileri
kuvvetli, halife olduğunda halkının dertleriyle ilgilenen, onlarla konuşan ve
onların içinde olan Hz. Osman, onlara fiyatları, istikballerini ve hastalarını
sormuştu.[483] Bütün
bunlar aslında Hz. Osman’ın devlet başkanlığı için gerekli olan siyasi ve
sosyal kişiliğe, bilgi birikimine sahip olduğunu göstermektedir. Ancak Hz.
Osman’ın en büyük zafiyeti bireysel, sosyal ve siyasal kişiliğini doğru yer ve
zamanda kullanamamasıdır.
Hz.
Osman’ın kişiliğiyle ilgili olarak buraya kadar ifade ettiğimiz ve tahlil
etmeye çalıştığımız özellikler, onun halifeliği bağlamında araştırmacılar
tarafından en çok gündeme getirilen ve eleştirilen hususlar arasında yer
almaktadır. Ancak Hz. Osman’ın herkes tarafından takdir edilen ve topluma rol
model olabilecek şahsi özellikleri de vardır. O’nun en dikkat çeken özelliği
hayâ sahibi olmasıdır.[484] Hz.
Peygamber, kendisinden meleklerin dahi hayâ ettiği bir kişi olarak nitelediği
Hz. Osman’a sadece söz ile iltifat etmemiş, Hz. Osman’ın ev yerini bizzat kendi
tespit ederek onu kendine komşu kılmıştı.[485] Hz. Osman aynı zamanda
nezaket ehli, zarif ince huylu bir kimsedir. İbadete düşkün, takva sahibi bir
kişiliğe sahiptir.[486] Rivayetlerde
onun her vakitte abdest aldığı ifade edilmektedir. Diğer taraftan okuma-
yazmayı seven ve ilim ehli olan Hz. Osman Mekke’de okuma yazma bilen on yedi
kişiden biridir.[487] Fıkıh ve
nesep ilminde Özellikle hadis ve hac ilminde söz sahibi olan Hz. Osman, Hz.
Peygambere vahiy kâtipliği yapmış, Kur’an’ı cem edenler arasında bulunmuş ve
halifeler içerisinde onu ilk ezberleyen kimse olmuştur.487 [488] Hz. Osman
temiz ve düzenli olmaya özen gösteren, güzel giyinmeyi seven bir kişidir.[489] O yumuşak
huylu, merhamet ehli ve çekingen bir kimsedir.[490] Bu özellikler refahın
dolayısıyla tüketimin arttığı bir toplumda özellikle Hz. Peygamberin terbiyesiyle
yetişmeyen bireyler için rol model olarak alınabilecek güzel özelliklerdi.
Ancak onlar halifenin bu güzel hasletlerini dini bir çerçevede değil dünyevi
bir bakış açısıyla değerlendirerek bir zafiyet olarak görmüşlerdi. Hz. Osman
fiziki olarak “ne kısa, ne de uzun; orta boylu, güzel yüzlü, kızıla çalan
renkte açık tenli, yüzünde çiçek hastalığından izler kalmış, oldukça sakallı,
uzuvları heybetli ve iki omuzunun arası gayet geniş, baldırları kalınca,
kolları uzun ve üzeri tüylerle kaplı biriydi. Başı kıvır kıvır saçlıydı ve
tepesi de keldi, tüm insanlar içinde en güzel dişlere sahipti, safrana boyanmış
perçemleri kulaklarının üzerine düşerdi ve dişlerini de altından tellerle
bağlardı.”[491] Kısacası
Hz.Osman, bir şehir beyefendisi, mütevazı, ilim ve hayâ sahibi bir kişiliğe
sahip, yaşam tarzına bağlı olarak giyinmeyi ve süslenmeyi seven bir kişidir.
HZ. OSMAN DÖNEMİNDE MEYDANA GELEN
OLAYLARIN
SOSYOLOJİK AÇIDAN TAHLİLİ
Sosyal bir varlık olan insan,
tarihin hiçbir anında yalnız yaşamamış, varlığını her zaman belli bir topluluk
içerisinde devam ettirmiştir. Bu durum insan için temel bir gerçekliktir.[492] Bu
gerçekliğe bağlı olarak toplumdaki insanlar birbirlerine bağımlı ve
birbirleriyle iletişim ve etkileşim halinde olmuşlardır [493]Toplumsal hayat, iki ya da
daha fazla insanın iletişim ve etkileşimine bağlı olarak bilinçli bir şekilde
ortaya koydukları ilişkiler ağını ifade etmektedir. Bu ilişkiler ağının bir
sonucu olarak ise toplumsal olaylar, olgular, kurumlar ve gruplaşmalar meydana
gelmektedir.[494] İşte
sosyoloji toplumsal hayatta insanların birbirleriyle iletişimlerinin sonucunda
ortaya çıkan sosyal olayları, olguları, kurum ve grupları inceleyen bir
bilimdir.[495] O toplumsal
olay ve olguları incelediği için bireyle ve tek tek bireylerin sorunlarıyla
değil toplumsal sorun ve olaylarla ilgilenmektedir. Sosyolojinin bir bilim
olarak ilgilendiği toplumsal olay ise “birden fazla kişiyi ilgilendiren,
başlangıcı ve sonu belli olan, sosyal, ekonomik, dini alanlarda meydana gelen
oluşum ve değişimi”[496] ifade etmektedir.
Hz. Osman döneminde özellikle
halifeliğin ikinci altı yıllık döneminde sosyal, siyasi, ekonomik ve dini
alanlarda ciddi oluşumlar ve değişimler meydana gelmiş, bu oluşum ve değişime
bağlı olarak ise toplumsal hayatta ciddi tartışmalar ve ihtilaflar kendini
göstermeye başlamıştı. Siyasi alanda halife seçimi, vali tercihleri, halifenin
azli gibi tartışmalar, ekonomik alanda fetihler neticesinde elde edilen
ganimetler ve bu ganimetlerin dağıtımı, ekonomik refah ve bu refaha karşı
itirazlar, dini alanda ise kutsallara yönelik tutum ve algıların değişmesi vb.
nedenler toplumsal olaylara zemin oluşturan, toplumda büyük bir kaosa ve
çatışmaya hatta gruplaşmalara yol açadan hususlardan
bazılarıdır. Bunun yanında Hz. Osman döneminde farklı kültürlerle karşılaşmanın,
yeni yerleşim yerleri edinmenin ve maddi açıdan belli bir zenginliğe ulaşmanın
etkisiyle toplumsal hayatta, gündelik alışkanlıklarda ve zihni tasavvurlarda
ciddi değişim ortaya çıkmış ve bu değişime bağlı olarak toplumsal alanlarda
çözülme ve bozulma başlamıştı.[497] Bu bölümde, Hz. Osman döneminde kendini
gösteren toplumsal olaylar ve bu olayların ortaya çıkardığı sonuçlar ele
alınmaya, anlaşılmaya ve tahlil edilmeye çalışılacaktır. Bunu yaparken tek tek
fertler değil toplumsal olaylar ele alınacaktır. Yine Hz. Osman dönemi,
toplumsal olaylar üzerine bir değer atfedilerek değil, Freyer’in dediği gibi
“olması gereken değil, olan” merkeze alınarak değerlendirilmeye tabi
tutulacaktır.[498] Bu dönemde yaşanmışlara belli algılarla
değil, eleştirel bakış açısıyla yaklaşılacak, dönem ve kişiler kutsanmadan ve
suçlanmadan değerlendirilmeye çalışılacaktır.
Hz. Osman Döneminde Meydana Gelen Siyasi Olayların
Sosyolojik Tahlili
İnsan toplumsal hayatta olduğu gibi
siyasi hayatta da belirli roller üstlenmekte ve bu roller çerçevesinde siyasi
eylem ve davranışlar ortaya koymaktadır. Siyasi hayatta insanın, belirli roller
üstlenmesi ve bu rollerin gereğini yerine getirmesinde psiko-sosyal unsurların
önemli bir etkisi söz konusudur. Bu çerçevede iktidar olma ve kişisel menfaatlerini
koruma arzu ve güdüsü, kişinin siyasi hayatta varlığını ve etkinliğini
belirleyen önemli bir psikolojik unsur olarak dikkat çekmektedir. İktidarın
sunduğu imkân ve cazibe alanları ise insanda tabii olan bu iktidar olma
arzusunu daha da kışkırtmakta ve neticede önü alınamaz hale getirmektedir. Öyle
ki insan kendisinde var olan bu tabii fıtratı tatmin etmek için iktidarı
istemekte ve bu iktidarı elde etmek için her yolu meşru görmektedir. Başta
olma, başkan olma, gücü elinde bulundurma, şan ve şöhret sahibi olma onun için
artık vazgeçilmez bir unsur haline gelmektedir. Ancak insanın iktidarda olma
arzusunun altında yatan bu psikolojik etkinin yanında sosyo-kültürel unsurlarda
iktidarı isteme konusunda önemli bir rol oynamaktadır. Bu bağlamda Arap toplumunu
örnek olarak vermek mümkündür. Özellikle Arap toplumunun sosyal ve kültürel
yapısını belirleyen asabiyet, iktidarda olmayla bağlantılı olarak siyasetin
dolayısıyla riyaset ve devletin kaynağını oluşturması açısından dikkat
çekicidir.[499]
Arap
toplumunda asabiyet duygusu, şan ve şöhret sahibi olmanın, kahramanlıklar
sergilemenin ve bütün kabilelerden üstün olma gayretinin yani iktidarda olma
arzusunun temel sosyal ve kültürel motivasyonlarından birisidir. Her ne kadar
bu asabiyet duygusu, İslam dini ile birlikte yerini inanç birlikteliğine, ümmet
bilincine ve İslam kardeşliğine bırakmış olsa da Arap’ların zihninde ve sosyal
hayatında varlığını hiçbir zaman kaybetmemiştir. Nitekim daha Hz. Peygamber
hayatta iken Medine de yaşayan Evs ve Hazrec kabilesinin Müslüman üyelerinin,
eski düşmanlıkları üzerine tartışmaya girmesi ve bu tartışmanın neticesinde
Ensar’ın kılıçlarını çekip savaşma noktasına gelmesi bu durumun somut
göstergelerinden birisidir. İslam dini ile birlikte üstü küllenen asabiyet
duygusu ve kabileler arasındaki iktidar kavgası, Hz. Osman döneminde etkisini
ve etkinliğini tekrar göstermeye başlamıştı. Hz. Ömer’den sonra yaşanan hilafet
seçimi, Emevi- Haşimi rekabeti, valilerin tayini, halifeye karşı rekabet,
muhalefet ve isyan gibi siyasi ve sosyal olaylar, Araplardaki bu asabiyet
duygusuna ve diğer sosyal olaylara bağlı olarak iktidarı elde etme ya da
iktidardan menfaat devşirme mücadelesine dönüşmüştü. Kısacası Hz. Osman
döneminde insandaki iktidar olma arzusu, Araplarda var olan asabiyet duygusuyla
birleşince iktidar mücadeleleri şiddetlenmiş, başta Emevi -Haşimi rekabeti
olmak üzere iktidar ve muhalefet arasında siyasi, sosyal, ekonomik ve dini
alanlarda çeşitli ihtilaflar meydana gelmişti.
Şûra ve Hz. Osman’ın
Halife Seçilmesi
Hz. Ömer, Hicri
23 yılında, Zilhicce ayının 27. günü mescitte cemaate sabah namazı kıldırırken,
daha önce sahibine ödediği günlük ücret nedeniyle kendisinden indirim talebinde
bulunan Mugire b. Şu’be’nin kölesi Ebu Lü’lü tarafından hançerlenmişti.[500] Bu hançerlenmenin ardından ağır bir
şekilde yaralanan halife mescitten evine taşınmış ve burada hekim tarafından
muayeneden geçirilmişti. Bu muayenenin neticesinde hekim, kendisinin fazla
yaşamayacağını ifade ederek “geceye kadar yaşayacağını düşünmüyorum. Ne yapmak
istiyorsan yap!”[501] şeklinde Hz. Ömer’e bir tavsiyede
bulunmuştu. Bu durumdan haberdar olan Müslümanlar ise hemen kendi aralarında
Hz. Ömer’den sonra kimin halife olacağı konusunda konuşmaya başlamışlar ve
zaman zaman da Hz. Ömer’den, kendisinden sonra yerine birisini halife tayin
etmesini istemişlerdi. Hatta bazı Müslümanlar, Hz. Ömer’e oğlu Abdullah’ı, Hz.
Ali ve Hz. Osman gibi isimleri halife adayı olarak teklif etmişlerdi. Ancak Hz.
Ömer bütün bu teklifleri, bazı gerekçeler ileri sürerek reddetmiş ve işi Hz
Ali, Hz. Osman, Abdurrahman b. Afv, Sa’d b. Ebi Vakkas, Talha ve Zübeyr’den
oluşan altı kişilik şûraya bırakmıştı.[502]
Hz. Ömer’in vefatının ardından
Kureyş kabilesinden seçilen bu altı sahabe, halifeyi belirlemek üzere bir araya
gelmiş, ancak halifenin kim olması gerektiği konusunda yapılan ilk müzakereler
tartışmalı geçmiş ve şûra üyeleri arasında rekabet çok çabuk kendini
göstermişti.[503] Uzun süren
müzakerelerden bir sonuç elde edilemeyince Abdurrahman b. Avf, adaylıktan
çekildiğini ifade ederek, diğer üyelerin kabul etmesi halinde şûrada hakem
olabileceğini belirtmişti. Hz. Ali dışındaki diğer üyeler, Abdurrahman b. Avfın
bu teklifini kabul ettmiş, Hz. Ali ise bazı çekinceleri olduğunu, eğer bu
çekincelere dair kendisine teminat verilirse Abdurrahman b. Avf’ı hakem olarak
kabul edebileceğini ifade etmişti. Abdurrahman b. Avf, Hz. Ali’nin
çekincelerine karşı teminat verdikten sonra alacağı kararlara saygı duyulmasını
şûra üyelerinden talep ederek halifeyi belirlemek için çalışmalarına
başlamıştı.[504] İlk önce
şûra üyeleri ile görüşmelere başlayan Abdurrahman b. Avf, onların kimi halife
olarak görmek istedikleri yönündeki kanaatlerini öğrenmeye çalıştı. O gün
Medine’de bulunan şûra üyelerinden Hz. Zübeyr Hz. Ali’yi tercih edeceğini, Sa’d
ise Hz. Osman’dan yana olduğunu ifade etmişti.[505] Abdurrahman b. Avf, şûra
üyelerinin kanaatini öğrendikten sonra, sahabenin ileri gelenleri, komutanlar,
kabile reisleri ile istişarelerde bulunmuş ve onlara kimi halife olarak görmek
istediklerini sormuştu.[506] Genç,
ihtiyar, kadın, erkek Medine sokaklarında karşılaştığı herkesle konuşan
Abdurrahman b. Avf, nihayet tayin edilen sürenin dolduğu gün sabah namazında
mescitte toplanan şûra üyeleri ve ashabın önde gelenlerinin huzurunda Hz.
Osman’ın elini tutup kaldırarak “Allah’ım şahit ol! Allah’ım şahit ol! Ben
benim boynumda ve üzerimde olan emaneti Osman’ın boynuna bu şekilde yüklemiş
oldum” diyerek onu halife ilan etmişti.[507]
Abdurrahman b. Avf
tarafından Hz. Osman’ın halife ilan edilmesi elbette ki, o gün için büyük bir
sorunu çözmüştü. Ancak şûranın çalışmaya başladığı ilk andan Hz. Osman’ın
halife ilan edilmesine kadar geçen sürede yaşananlar sorunun çok da sağlıklı
çözülmediğine işaret etmektedir. Şûrada gündeme gelen akrabalık ilişkileri,
asabiyet temelli mücadele ve rekabet, kavga ve gürültüler bu durumu açıkça
ortaya koymaktadır. Şûra ve halife seçim süreci, uyumdan çok çatışmanın,
mutabakattan çok ihtilafın toplumsal zeminini oluşturması açısından dikkat
çekicidir. Bu bağlamda şûra, hem geçmişteki rekabetlerin izlerini hem de
gelecekte ortaya çıkacak siyasi ve toplumsal olayların ipuçlarını içerisinde
barındıran ve buna bağlı olarak siyasi ve toplumsal gruplaşmaların ortaya
çıkmasına zemin oluşturan bir süreçtir. Bu süreçle yakından
alakalı olan bir başka konu ise Hz. Ömer’in kendisinden sonra yerine birini
neden halife tayin etmediği meselesidir. Halbuki Hz. Ömer, Hz. Peygamberin
vefatından sonra Beni Sâide gölgeliğinde önemli bir sorumluluk üstlenmiş ve Hz.
Ebu Bekir’in halife olması için ciddi caba ortaya koymuştu. Ancak Hz. Ömer, bu
caba ve arzuyu kendisinden sonra iktidara gelecek kişi için göstermemiş ve
herhangi bir kişiye halifelik için işarette bulunmamıştı. Peki, neden Hz. Ömer
bu konuda aynı sorumluluğu tekrar üstlenmemiş ve kendisinden sonra halife tayin
etmeyerek işi şûraya havale etmişti?
Toplumsal Şartların Siyasi Alana Etkisi: Neden Hz. Ömer
Yerine Halife Tayin Etmedi?
Toplumsal hayatın
vazgeçilmez bir unsuru olan siyaset, öncelikle iki toplumsal gereksinimi
karşılamayı kendisine hedef edinir. Bunlardan ilki fertlerin güvenliklerinin
sağlanması, diğeri birey ve grupların sosyal ve iktisadi hayatta ihtiyaç
duyduklarının karşılanması için sistemli çalışmaların yürütülmesidir. Bu
hedefleri gerçekleştirmek için ise siyaset, sahip olduğu gücü yani iktidar
olgusunu kullanmak durumundadır. Bu anlamda iktidar, karar alma, aldığı kararı
uygulama ve uygulatma gücünü içerisinde barındıran siyasi bir olgudur. Ancak bu
siyasi olgu toplumun içinde bulunduğu şartlara bağlı olarak zaman zaman
kararlarını uygulamaya geçirmekte zorlanır. Diğer bir ifade ile coğrafi,
demografik, ekonomik, kültürel ve toplumsal şartlar, siyasi hayatın
belirlenmesinde ve iktidarın siyasi olarak belli tasarruflarda bulunmasında
önemli bir etkiye sahiptir.[508] Bazen bu
şartlar iktidarı belli kararlar almaya zorlarken bazen de belli siyasi adımları
uygulamaktan vazgeçirebilmektedir. Nitekim günümüzde ortaya konan toplumsal
eylemler, iktidarları iktisadi, siyasi ve sosyal alanlarda belli kararları
almaya zorlamaktadır. Bu çerçevede Hz. Ömer’in de kendi dönemindeki siyasi ve
sosyal konjektüre bağlı olarak belli konularda karar almakta zorlandığını ifade
etmek mümkündür. Bunların başında ise kendisinden sonra yerine halife tayin
etmesi gelmektedir.
Hz. Ömer döneminde devlet, yapılan
fetihler neticesinde büyük gelirler elde etmiş, bu durum ise toplumsal hayatta
ciddi bir değişimi beraberinde getirmişti. Özellikle ekonomik alanda insanların
yaşam standartları çok yükselmiş, maddi açıdan insanlar belli bir refaha
kavuşmuşlardı.[509] Bu maddi
zenginlik, insanların zihin ve gönül dünyalarında bir paradigma değişimini de
beraberinde getirmişti. Hz. Peygamber zamanında yaşam için zaruri olan mala ve
mülke sahip olma anlayışı ve var olanı Allah için tasadduk etme arzusu, Hz.
Ömer döneminde daha çok yeme, daha güzel giyinme ve daha lüks evlerde oturma
anlayışına dönüşmeye başlamıştı. İnsanlar bu dönemde daha fazlasına sahip olma
arzusu içerisinde olmuş ve bunu gerçekleştirmek için büyük bir hırs ortaya
koymuşlardı. Nitekim Kureyş’in, halife tarafından kendisine verilen ata ile
yetinmeyip Medine dışına çıkma ve savaşlara katılıp daha fazla ganimet elde
etme isteği ve bu isteğe Hz. Ömer’in “Kureyş’in boğazlarını yakalayacağım,
ateşe düşmelerini engelleyeceğim” diyerek karşı çıkması bu arzu ve hırsı ortaya
koyması açısından dikkat çekicidir.[510] Hz. Ömer döneminde mala ve
mülke karşı artan bu arzu ve istek, zamanla insanlar arasında rekabetin ortaya
çıkmasına neden olmuştu.
Ayrca Hz. Ömer’in uygulamaya koyduğu
ata dağıtım sistemi, toplumda gelir dağılımı açısından ciddi bir sorun
oluşturmaya başlamıştı.[511] Bu dağıtım
sistemi fakir ile zengin arasında ekonomik açıdan ciddi bir uçurum meydana
getirmiş ve kamuoyu nezdinde rahatsızlığa yol açmıştı. Nitekim Hz. Ömer,
toplumda ekonomik açıdan aristokrat bir sınıfın oluştuğunu fark ederek “Seneye
kadar sağ kalırsam insanların (gelir düzeyi) en düşük olanlarını, mutlaka
(gelir düzeyi) en yüksek olanlara kavuşturacağım.” diyerek bu konudaki
rahatsızlığını ortaya koymuştu.[512] Diğer
taraftan Hz Ömer döneminde toplumsal yapı homojenlikten uzaklaşmaya başlamış,
devlet idaresi altında farklı dine ve kültüre mensup kişiler yer almaya
başlamıştı.[513] Bu durum
Müslümanların gündelik hayatlarında ve dini anlayışlarında bir takım değişimi
beraberinde getirmişti.[514] Bu dönemde
dini yaşayış ve anlayışta bazı gevşemeler kendini göstermiş, tüketime, lüks
yiyeceğe ve giyeceğe yönelim ve boşanmalar artmış, zanaatkârlarda dürüstlük
duygusu zayıflamıştı. Hz. Ömer kendi döneminde yaşanan bu ekonomik gelişmeleri
ve toplumdaki hızlı değişimi dikkate alarak devleti idare etmenin daha da
zorlaşacağını düşünmüş, bu nedenle de yerine birisini halife tayin etmekten
çekinmişti.
Hz. Ömer’in kendisinden sonra halife
tayin etmemesinin en önemli sebeplerinden birisi de hiç şüphesiz toplumda
kendini tekrar göstermeye başlayan asabiyet eğilimidir. İslam dini ve bu dinin
peygamberi Hz. Muhammed, Arap kültür ve toplumsal yaşamında önemli yer teşkil
eden kabile ve asabiyet anlayışını azaltmaya çalışmış, İslam toplumunda
kabileyi ve asabiyeti belirleyici unsur olmaktan çıkarmak için ciddi çaba
göstermişti. Ancak, bütün çabalara rağmen bu anlayış ortadan kaldırılamamış,
Hz. Peygamber döneminde dahi varlığını bir şekilde devam ettirmişti. Nihayet
Hz. Peygamber’in vefatıyla birlikte kabilecilik ve asabiyet duygusu siyasi ve
sosyal şartlara bağlı olarak yavaş yavaş alevlenmeye, özellikle de Raşid
Halifeler döneminin sonlarına doğru ön plana çıkmaya başlamıştı.[515] Nitekim Hz.
Ömer’in yaralanması ile vefatı arasında yaşananlar, Müslümanlar arasında
kabilecilik ve asabiyet anlayışının boyutlarını ortaya koyması açısından dikkat
çekicidir. Bir gün Hz. Ömer yaralı bir şekilde yatağında yatarken dışarda bir
gürültü işitmiş, bunun sebebini sorunca insanların kendisiyle görüşmek istediği
ifade edilmişti. Hz. Ömer’in izni üzerine içeri giren bir grup, “Ya Emire’l
Mü’minin! Osman’ı yerine halife seç” şeklinde bir talepte bulunmuş ancak halife
bu teklifi kabul etmemişti. Hz. Osman’ın halife olmasını isteyen grup dışarı
çıktıktan sonra bir başka grup içeri girmiş onlarda “Ya Emire’l Mü’minin Ali’yi
yerine halife seç” diyerek bir başka yönde talepte bulunmuşlardı.[516] Yine Hz.
Ömer tarafından belirlenen şûra heyeti bir odaya çekilip halifeyi belirlemek
için toplandıklarında aralarında yaşanılan tartışma dışardan duyulmaya
başlanmış, bunun üzerine Abdullah b. Ömer “Subhanallah! Daha Emire’l Mü’minin
ölmüş değildir, bunlar neyin münakaşasını yaparlar!” diyerek bu duruma tepki
göstermiş ve Hz. Ömer’de istişare heyetinden seçimi, kendisinin vefatından
sonraya bırakılmasını istemişti.[517]
Bütün bunlar insanlarda kabilecilik
ve asabiyete bağlı olarak iktidarı elde etme gayretinin ve hırsının somut
göstergeleridir. Bu nedenle Sa’id b. Zeyd tarafından “keşke Müslümanlardan
birisini yerine işaret etseydin” teklifine Hz. Ömer, Müslümanlardaki bu duruma
işaret ederek: “Arkadaşlarımda kötü bir hırs gördüm” şeklinde cevap vermişti.[518]
İnsanlardaki bu hırs gerçekten de Hz. Ömer’i korkutmuş, özellikle Beni Hâşim
ile Beni Ümeyye arasında tarihten gelen iktidarı elde etme hırsı halifeyi
endişelendirmişti. Nitekim tarihi rekabetin Hz. Ömer dönemindeki temsilcileri olan
Hz. Ali ve Hz. Osman, iktidarı elde etmek için ciddi caba göstermişlerdi.[519] Hz. Ömer
ise, bu iki büyük ve nüfuzlu sahabede var olan iktidar arzusunu bildiği için
onları direkt halife olarak tayin etmek istememiş, bu iki sahabe eliyle
halifeliğin bir “aile hilafetine” dönüşmesini engellemeye çalışmıştı.[520] Bu nedenle
hem Hz. Osman hem de Hz. Ali’ye vefat etmeden önce uyarılarda bulunan Hz. Ömer,
göreve gelmeleri durumunda kendi kabilelerini iktidara taşımamaları yönünde
tavsiyede bulunmuş, Hz. Ali’ye “Ey Ali! Eğer sen bu işi yüklenecek olursan aman
Hâşimoğulları’nı insanların başına getirmekten sakın” derken Hz. Osman’a da “Ey
Osman! Şayet sen Müslümanların bu işlerini yüklenecek olursan sakın Ebu
Muaytoğulları’nı insanların başına musallat etmeyesin”[521] diyerek onlardaki asabiyet
merkezli iktidar arzularına dikkat çekmişti. Ancak Hz. Ömer’in bütün
uyarılarına rağmen iktidar hırsı Hz. Ali ve Hz. Osman’da daha da büyümüş, öyle
ki bu hırs, halifenin cenaze namazında dahi kendini göstermişti: “Ömer vefat
edip üzerine namaz kılınmak üzere cenazesi musallaya konulunca, karşıdan
gelmekte olan Ali ve Osman’dan birisi namaz kılmaya yöneldi. Abdurrahman b. Avf
bunun emirliğe karşı bir hırs olduğunu söyleyerek, ikiniz dışında, bir kişinin
bu iş için görevlendirildiğini siz de biliyorsunuz” [522] diyerek onların namaz
kıldırmalarına izin vermemişti.
Neticede bütün bu yaşananlar
kabilecilik ve asabiyet anlayışının Arap toplumunun ve dolayısıyla
Müslümanların hâlâ ‘yumuşak karnı’ olduğunu göstermektedir. Bu sebeple
insanlardaki iktidar hırsının, kabile taassubu ve asabiyet duygusunun
boyutlarını bizzat ölüm döşeğinde tecrübe eden ve bu durumun halifelik ve
toplumsal birlik için ciddi bir tehlike olduğunu düşünen Hz. Ömer, kendisinden
sonra yerine birisini halife tayin etmekten çekinmiş ve işi şûraya havale
etmişti. [523]
Yine bu bağlamda Hz. Ömer’in şûra
sürecinde yapmış olduğu bazı değerlendirmeler dikkat çekici ve bize göre
toplumdaki değişim ve asabiyet eğilimiyle yakından ilişkilidir. Özellikle Hz.
Ömer’in şûra üyeleri hakkında yapmış olduğu değerlendirmeleri, toplumsal alanda
meydana gelen değişmelerden ayrı düşünmek mümkün değildir. Örneğin, Hz. Talha
hakkında, zengin olması, güzel giyinmesi, kıymetli eşyalar kullanması ve bu
sebeple halkın onu taklit edeceği yönünde yaptığı değerlendirme toplumda
meydana gelen ekonomik değişmeyle, Hz. Ali ve Hz. Osman hakkında yaptığı
kabilelerine düşkünlük vurgusu, toplumda yükselen asabiyet eğilimiyle yakından
ilgilidir.[524] Hz. Ömer’in
yukarıda ifade ettiği bireysel zafiyetlere sahip bir kimsenin halife olması
durumunda toplumsal zeminde kendine yer bulan, asabiyet, kabile mücadeleleri,
rant kavgaları, servet düşkünlüğü gibi durumlar kendini daha belirgin hale
getirecek ve merkezi yönetimde ciddi zafiyet oluşturacaktı. Bu nedenle Hz.
Ömer, idari açıdan zafiyeti olmayan, mal ve mülk peşinde koşmayan ve asabiyeti
öncelemeyen bir halife adayı aramıştı.[525] Eğer böyle bir aday
bulabilseydi mutlaka yerine birisini vekil olarak bırakacaktı. Nitekim Hz.
Ömer, kendisinden sonra eğer yaşasalardı Ubeydullah ile Huzeyfe’nin
azatlısı Sâlim’i yerine vekil tayin edebileceğini ifade etmesi bu açıdan dikkat
çekidir.[526] Çünkü Ubeydullah, başkomutan olarak görev yapmış olmasına rağmen,
mala ve mülke ilgi göstermeyen, öldüğünde yalnız silahlarını, bir koyun postunu
ve bir su testisini geride bırakan bir kimseydi.[527] Huzeyfe’nin azatlısı Sâlim ise
eski bir köle olması nedeniyle güçlü bir aile nüfuzuna ve güçlü asabiyet bağına
sahip bir kimse değildi.[528] Dolayısıyla bu vasıflara sahip bir aday
bulamadığı için Hz. Ömer, işi şûraya bırakmış, kendisi bu mana da sorumluluk
üstlenmek istememişti.
Kusay’dan Şûraya
Seçkinlik Algısının İnşası
İnsan yaşamak,
varlığını sürdürmek ve zaruri ihtiyaçlarını gidermek için bir başkasına ihtiyaç
duyar. Bu ihtiyaç, beraberinde toplumsal bir yaşamı ve yardımlaşmayı getirir.[529] Toplumsal
yaşam ise zorunlu olarak insanları iletişim halinde olmaya ve birbirlerinin
ihtiyaçlarını karşılamaya, insanın ihtiyaç duyduğu şeyi elde etmeye ve elde
edemediğini bir başkasından zorla almaya davet eder. Diğeri ise elindekini
vermemek için ötekine karşı bütün çaba ve gayretini ortaya koyar. Böylece
toplumsal yaşamda ihtiyaç duyulanı elde etme ve sahip olunanı vermeme
mücadelesi kendini göstermeye başlar. Bu durum, toplumda kargaşaya, kan dökmeye
ve neslin yok olmasına neden olur. İşte toplum bu kaos ve kargaşayı önlemek ve
neslin devamını sağlamak için bir güce ihtiyaç duyar. Bu güç ise İbn Haldun’a
göre insanlar üzerinde otoritesini kurmuş ve hâkimiyetini gerçekleştirmiş bir
yöneticidir.[530] Yöneticinin
varlığı, toplumsal hayatta düzen ve insanın yaşamını devam ettirmesi için bir
gerekliliktir. Ancak burada ortaya çıkan temel mesele yöneticinin kim olduğu ya
da olması gerektiğidir.
Siyasi düşünce tarihi içerisinde
yöneticinin hangi özelliklere sahip olması ya da kimin yönetici olması
gerektiği meselesi kadim bir meseledir. Bir başka ifade ile toplumun kim
tarafından ve nasıl yönetilmesi gerektiği meselesi, geçmişten günümüze
tartışılan bir konudur. Eski Yunan düşüncesi içerisinde Platon, toplumun bir
Filozof kral tarafından yönetilmesi gerektiğini dile getirirken Farabi
Medine’tül Fâzıla’sında ideal toplumun uyarıcı bir Peygamber ve filozof
niteliklerine sahip kişiler tarafından yönetilmesi gerektiğini ifade etmiştir.[531] İbn Haldun
ise ideal olandan çok, var olan siyasetten hareketle toplumun ancak asabiyeti
güçlü, mal ve vergi toplamada, elçi göndermede, hudutları korumada hâkimiyet
sahibi ve sahip olduğu gücün üstünde herhangi bir başka güç bulunmayan kimseler
tarafından yönetilebileceğini ifade etmiştir.[532] Modern dönem siyaset düşünürlerinden
Mosca ve Pareto ise toplumun seçkin bir azınlık tarafından yönetildiğini öne
sürmüşlerdir. Mosca’ya göre bütün toplumlar yöneten ve yönetilen olmak üzere
iki sınıftan oluşmaktadır. Yönetenler sınıfı örgütlenmiş seçkin azınlıklardan
meydana gelirken, yönetilenler sınıfı ise örgütlenmemiş yığınlardır.[533] Tarihten bu
güne kadar bütün toplumların iyi örgütlenmiş seçkin azınlıklar tarafından
yönetildiğini iddia eden Mosca, tıpkı Pareto gibi yönetici sınıfın
diğerlerinden entelektüel, maddi ve ahlaki açıdan üstün olduğunu ifade
etmektedir. Ona göre seçkinlerin sahip olduğu gücün temelinde yöneticilerin
birlikteliği ve iç bütünlüğü olduğu gibi aynı zamanda onların yönettikleri
kişiler tarafından zekâ, servet, itibar ve soyluluk gibi üstünlüklere sahip
oldukları düşüncesi yer almaktadır. Mosca’ya göre bu seçkinler yönetimi için
gerekli olan nitelikler topluma ve zamana göre değişebilmektedir. Herhangi bir
dönemde askeri cesaret, gücün anahtarı iken başka bir dönem manevi güç,
diplomasi veya hitabet toplum üzerinde belirleyici olabilmektedir. İnsanların
kendilerinden ziyade soyut ilkelere itaati tercih ettiğini de iddia eden Mosca,
otoriteyi siyasal ve ekonomik güç kadar ideolojik temellerde de inşa etme
gerekliliğine vurgu yapar. Ona göre Feodalizm sadece toprak sahipliği ve askeri
güce değil, kralların kutsal hakları düşüncesine dayanmaktadır.[534]
İslam öncesi Arap toplumunda
yönetenleri belirleyen en temel nitelik asabiyettir. Asabiyeti güçlü, ekonomik
ve askeri güce sahip kişiler toplumu yöneten kimselerdir. Aynı zamanda
yöneticiler, toplum üzerindeki otoritelerini maddi gücün yanında soyut
ilkelerle de güçlendirebilmişlerdir. Nitekim Kureyş kabilesinin lideri Kusay
ilk önce Mekke’de kardeşinin yardımıyla yani asabiyet ve askeri güçle Huza’a
kabilesine galip gelmiş ve şehrin yönetimini ele geçirmişti. Bu galibiyetin
ardından Kusay, sahip olduğu maddi üstünlüğünü manevi değerlerle de
destekleyerek Mekke’deki otoritesini sağlamlaştırmıştı. O, söylem ve
eylemleriyle ilk önce Kureyş kabilesi mensuplarında bir üstünlük algısı
oluşturmuş ve daha sonra bu algıyı bütün topluma hâkim kılmaya çalışmıştı. Bu
manevi üstünlük algısının temeline de Kâbe’yi koyan Kusay, Kâbe’ye sahip
olmanın Allah’a komşu olmak anlamına geldiğini ifade etmişti. O Mekke’de
üstünlüğü sağladıktan hemen sonra Kâbe’nin etrafına ilk önce Kureyş kabilesini
yerleştirmiş ve onlara: “Ey Kureyş halkı! Siz Allah’ın komşuları ve onun
Harem’inin sakinlerisiniz” şeklinde hitap ederek onlarda bir üstünlük algısı
inşa etmişti.[535] Kâbe
merkezli üstünlük algısı, daha sonra merkezden taşraya yayılarak toplumun bütün
kesimlerinde kabul görmüş ve böylece Kureyş kabilesinin maddi otoritesinin
yanında manevi otoritesi toplum nezdinde sağlamlaştırılmıştı. Özellikle fil
hadisesinden sonra Kureyş’in seçkin bir kabile olduğu anlayışı, başta kabilenin
kendi üyeleri olmak üzere diğer bütün Araplar nezdinde somut hale gelmiş,
söylem ve eylemlerde bu durum kullanılmaya başlanmıştı. Daha önceki bölümlerde
de ifade edildiği üzere Kureyş fil hadisesinden sonra söylemlerinde
kendilerinin İbrahim’in (a.s) çocukları, Kâbe’nin sahibi ve Mekke’nin
idarecileri olduklarını ifade etmişler, buna bağlı olarak da kendilerinin diğer
Araplardan üstün olduklarını söylemişlerdi.[536] Eylemde ise Hums
anlayışını uygulamaya geçirerek kendilerini diğer kabilelerden ayrıcalıklı bir
konuma yerleştirmişlerdi. Ticarette ve askeri alanda gerçekleştirmiş oldukları
başarıları bu manevi güçle de birleştiren Kureyş, diğer Araplar nezdinde
otoritesini sağlamlaştırmış ve etkin hale getirmişti.
İslam dini ile birlikte toplumdaki
üstünlük algısı farklı bir boyuta taşınmış olsa da, Kureyş’in diğer
kabilelerden üstün olduğu anlayışı, varlığını zihinlerde hala devam
ettirmiştir. Nitekim Beni Sâide’de dile getirilen ‘Arapların Kureyş’ten
başkasına boyun eğmeyeceği’ anlayışı zihinlerdeki bu seçilmişlik ve üstünlük
algısının ifade edilmesinden başka bir şey değildir. Ayrıca Hz. Ömer tarafından
şûraya seçilen Hz. Ali, Osman b. Affan, Talha, Zübeyr, Abdurrahman b. Avf ve
Sa’d b. Ebu Vakkas’ın Kureyş kabilesinden olması bu manada dikkat çekicidir.[537] Her ne
kadar bu isimlerin belirlenmesinde ‘kamuoyu temsilcisi’ olma, İslam’a ilk girme
ve cennetle müjdelenme gibi bir takım nitelikler dikkate alınmış olsa da bize
göre bu konuda en belirleyici olan husus üyelerin Kureyş kabilesinden
olmasıdır.[538] Dolayısıyla
İslam’dan önceki Kureyş merkezli üstünlük anlayışı İslam’dan sonra da hem
bireysel hem de toplumsal anlamda varlığını güçlü bir şekilde devam
ettirmiştir.
Ancak Hz. Peygamber’in vefatından
sonra Beni Sâide’de yaşanan tartışma ve Hz. Osman’ın halife seçilme süreci
dikkatle incelendiğinde geleneksel üstünlük anlayışının daha özele kaydığı
görülecektir. Ekonomik ve askeri gücün yanında Kâbe merkezli geleneksel
üstünlük anlayışı, yerini Hz. Peygamberi merkeze alarak üstünlük sağlama
anlayışına dönüşmüştür. Beni Sâide gölgeliğinde Muhacir ve Ensar arasında
yaşanan tartışmada üstünlüğü elde etmek için araçsallaştırılan ilk konu, Hz.
Peygambere yardım etme meselesidir. Muhacir ve Ensar ayrı ayrı kendilerinin Hz.
Peygambere en çok yardım eden kimseler olduklarını belirterek halifenin kendi
içlerinden seçilmesi gerektiğini ifade etmişlerdi. Bu tavır geçmişten tevarüs
eden hem kabile siyaseti hem de sosyal hayatla ilişkisi olan bir durumdu.
Cahiliye dönemi Arap kültüründe ve sosyal hayatında kabilelerin en temel
amaçlarından biri şan ve şöhret sahibi olma arzusudur. Kabileler birbirlerine
karşı atalarıyla, cesaretleriyle, savaşlarıyla ve cömertlikleriyle övünür ve
bunu panayırlarda, pazarlarda dile getirirlerdi. Böylece şanlarını ve
şöhretlerini artırır ve birbirlerine karşı üstünlük sağlamaya çalışırlardı. Bu
manada fil hadisesi, Kâbe, Kâbe hizmetleri ve hac gibi hususlar örnek olarak
ifade edilebilir. Nitekim Mekkeliler kendilerini Kâbe’nin hizmetkârı olarak
addetmiş ve bundan dolayı da ayrıcalıklı olduklarını düşünmüşlerdi. Onlar
“Bizler İbrahim’in oğullarıyız, haremin halkıyız, Beyt’in idarecileriyiz,
Mekke’nin sakinleriyiz, Araplardan hiçbirinin bizim gibi hakkı yoktur, bizim
gibi yeri yoktur”[539] diyerek
kendi üstünlüklerini ortaya koymuşlardı. Bu üstünlük mücadelesi farklı
zamanlarda ve farklı mekânlarda, İslam’dan öncede İslam’dan sonra da gündeme
getirilen bir husustu. Değişen sadece üstünlük vesilesi olarak görülen
değerlerdi.
Bu çerçevede Beni Sâide’de sahabenin
halifenin kendilerinden olması yönünde ortaya koydukları ilk argüman kendi
üstünlüklerini ifade etmiş olmalarıdır. İbn Esir’de yer alan rivayete göre Hz.
Peygamberin vefatından sonra Sâideoğulları sakifesinde toplanan Ensar halife
olarak Sa’d b. Ubade’yi belirledi. Bunun üzerine Sa’d b. Ubade orada
toplananlara: “Ey Ensar topluluğu sizin öyle bir geçmişiniz ve üstünlüğünüz var
ki; bu Araplardan hiç kimseye nasip olmamıştır.” şeklinde hitaba başlayarak Hz.
Muhammed’in on yıldan fazla kavmi arasında kalmış olmasına rağmen O’na çok az
kimsenin inandığını, inananların O’nu koruyamadıklarını, dinini himaye
edemediklerini ve kötülüğü O’ndan savamadıklarını gündeme getirerek bunları
Ensar’ın sağladığını ve Hz. Muhammed’i ve dinini Ensar’ın yücelttiğini ifade
etmiş ve “o halde insanlar bir tarafa bu işe kendinizi layık görmelisiniz.
Çünkü bu onlardan çok sizindir.”[540] diyerek halifelik makamına
kendilerinden başka kimsenin hakkı olmadığı yönünde düşüncesini ortaya
koymuştu. Buna karşın Hz. Ebu Bekir’in Beni Sâide’de halifelik için dile
getirdiği ifadeler Sa’d b. Ubade’ninkinden çok ta farklı değildi. O Muhacirlerin
Hz. Peygambere, hiç kimsenin inanmadığı bir dönemde tabi olduklarını, onların
karşılaştıkları sorunlara sabrettiklerini ifade ettikten sonra “bu bakımdan
onlar bu yeryüzünde Allah’a ilk ibadet edenler ve Allah ve Resûlu’ne ilk iman
eden kimseler oldular. Onlar Resûlullah’ın dostları ve O’nun aşiretinin
efradıdırlar. O bakımdan Hz. Muhammed’den sonra bu işte insanlar arasında en
çok söz sahibi olan kimseler onlardır.”[541] diyerek halifeliğin kendi
hakları olduğunu dile getirmişti. Bütün bunlar tıpkı geçmişte olduğu gibi
Arapların birbirlerine karşı üstünlük mücadelesinin Ensar ve Muhacir’in
dilinden farklı argümanlarla gündeme taşınmasından başka bir şey değildir.
Siyasi olan otoritenin, siyasi meziyetlere sahip Ensar ya da Muhacir
içerisinden biri tarafından yürütülmesi gerektiği tartışılmalı iken, Hz.
Muhammed ve İslam dinine yardım üzerinden üstünlük ve makam elde etme
mücadelesinin gündeme taşınması eski alışkanlıkların devam ettiğinin açık
göstergesidir.
Bu
alışkanlığın elbette ki kabile siyaseti ile doğrudan ilişkisi vardır. Nitekim
bu üstünlük mücadelesi halife seçimi esnasında Ensar ve Muhacir üstünlüğünden
Kureyş üstünlüğüne dönüşmüştü. Muhacirler Kureyş’in Hicaz’da en itibarlı kabile
olduğunu ve diğer kabilelerin ondan başkasına boyun eğmeyeceğini gündeme
getirerek, kendi kabilelerinin diğerlerinden üstün olduğunu ifade etmişlerdi.
Hz. Ebu Bekir Arapların halifelik makamına Kureyş’ten başkasını düşünmeyeceğini
dile getirerek, bunu tıpkı fil olayından sonra ortaya konan anlayış
çerçevesinde “onların soyları şerefli, memleketleri kutsaldır”[542] diyerek
gerekçelendirmiş ve böylece kabilesinin diğer kabilelerden üstün olduğunu
açıkça ifade etmişti. Burada ifade edilmesi gereken bir husus da “İmamlar
Kureyş’tendir”[543] hadisinin
halifelik seçiminde gündeme getirilmesidir. Her ne kadar hadis üzerine ilim
adamları tarafından farklı değerlendirilmeler yapılmış olsa da bize göre bu
hadis geçmişte var olan üstünlük algısının yansımasından başka bir şey
değildir.[544]
Hz.
Peygamber merkezli bu üstünlük anlayışı şûra sürecinde ise daha da somut hale
getirilerek, Hz. Peygambere nesep yakınlığı üzerinden siyasi otoriteyi elde
etme mücadelesine dönüşmüştür. Hâşimoğulları şûra sürecinde kendilerinin Hz.
Peygamberin akrabaları olduklarını ifade ederek halifenin Hz. Ali olması
gerektiğini vurgularken aynı düşünceyi Ümeyyeoğulları’da gündeme taşıyarak
halifenin Hz. Osman olması gerektiğini savunmuşlardı. Bu durum seçilmiş bir
kabile olarak kabul edilen Kureyş’in içerisinde yine iki seçkin ailenin iktidar
mücadelesinden, yani otorite için seçkinlerin seçkinlerle mücadelesinden başka
bir şey değildir. Nitekim Abdurrahman b. Avfın hakemlik görevini üstlendikten
sonra hem Hz. Ali hem de Hz. Osman ile yapmış olduğu görüşmelerde kullanmış
olduğu ifadeler ikisinin de Hz. Peygambere yakın olmasından dolayı halifeliğin
kendi hakları olduğu yönündeki söylemlerini ve anlayışlarını ortaya
koymaktadır. Abdurrahman b. Avf, bu görüşmelerde Hz. Ali’ye: “Sen Hz.
Peygambere ve İslam’a olan yakınlığından, dindeki hassasiyetinden ve dine olan
bağlılığından dolayı bu işe en ehil ve hak sahibi olduğunu söylüyorsun” diyerek
eğer halifeliğin kendisi dışında birisine verilmesi durumunda bu makama kimi
daha layık gördüğünü sormuştu. Aynı şekilde Hz. Osman’a da: “Ben Abdi Menafın
ileri gelenlerindenim, Resûlullah’ın yakın akrabasıyım ve amcasının oğluyum.
Benim de İslam’da sebatım ve faziletim vardır. Bu iş bana havale edilmesi
gerekiyor diyorsun. Fakat bu iş sana değil de bir başkasına havale edilseydi,
sen kimi layık görürdün?” şeklinde sorular yöneltmiş ve ikisinin de bu yöndeki
görüşlerini almak istemişti.[545] Ancak
burada bizim dikkatimizi çeken Hz. Ali ve Osman’ın kimi halifelik makamına
layık görmelerinden çok, bu makama kendilerini layık görmelerinin
gerekçelerdir. Onlara göre halifeliğe en çok kendileri layıktı; çünkü hem
peygamberin akrabalarıydılar hem de dine hizmet bakımından ileri noktadaydılar.
Evet, iki sahabe de Hz. Peygamberin akrabasıydı ve bunu Medine’de yaşayan
herkes biliyordu. Ancak bunun halifeliğe layık olma ile ilişkilendirilmesi bize
göre siyasi amaç için dini söylemin kullanmasından başka bir şey değildir.
Nitekim Hz. Ali’nin yolda karşılaştığı Sa’d b. Ebi Vakkas’a “Sana şu oğlumun
Resûlullah’a olan yakınlığını, amcam Hz. Hamza’ya akrabalığını hatırlatarak
bana karşı
Abdurrahman’la
birlikte Osman’a yardımcı ve destek olmamanızı dilerim”[546] şeklindeki ifadeleri, bu düşüncenin somut göstergelerinden
biridir. Dolayısıyla siyasi amaçlara ulaşmak için Beni Sâide’de başlayan Hz.
Peygambere nesebi yakınlığın dile getirilmesi, şûra sürecinde daha da özel hale
getirilmiş ve bu durum daha sonraki dönemlerde siyasi ve dini gruplaşmanın
temelini oluşturmuştur.[547] Elbette ki seçkinlerin bu iktidar
mücadelesinde otoriteye sahip olmak için gündeme getirilen sadece nesep
yakınlığı değildir. Aynı zamanda seçkinlerin iç bütünlüğü (asabiyet), toplumun
iktisadi ve idari durumu, halife adaylarının bireysel özellikleri gibi
hususlarda otoritenin belirlenmesinde etkili olmuştur.
İki Seçkin Kabilenin İktidar Mücadelesi: Emevi- Haşimi
Rekabeti
İbn Haldun’a göre kabile merkezli
toplumlarda, başkanlığı elde etmek isteyen kişilerin bir takım özelliklere
sahip olmaları gerekmektedir. Örneğin asabiyetin baskın olduğu bir toplulukta
özel riyasete, yani kendi kabilesinin, aşiret ve akrabasının yönetimine talip
olan kişi, yine o kabileden, o kabilenin soyundan olmalıdır. Bunun yanında,
şerefli ve herkes tarafından tanınan atalara sahip olması kabile başkanlığına
aday olan kişi için istenen bir başka özelliktir. Genel riyasete yani diğer
kabileler üzerinde otorite sahibi olmak için ise galibiyete ihtiyaç
duyulmaktadır.[548] Şu bir
gerçektir ki asabiyet merkezli toplumlarda başkan olmak için belli bir mücadele
ortaya koymak ve bu mücadelenin ardından galibiyete ulaşmak esastır. Eğer
ortaya konan mücadele zaferle neticelenmez ise diğer topluluk veya kabileler
üzerinde üstünlük sağlamak ve onlara boyun eğdirmek mümkün değildir.
Dolayısıyla başkanlık ve otorite için galibiyet şarttır. Galibiyeti
gerçekleştirmek için ise kavim içerisindeki diğer asabiyetlerden daha güçlü ve
onları tek tek yenilgiye uğratan bir asabiyetin var olması gerekmektedir.[549] Bu asabiyet
gücünü koruduğu ve diğer topluluklar üzerinde
galibiyeti gerçekleştirdiği sürece
riyasetini devam ettirir. Aksi durumda ise iktidarını kaybeder ve yerini
kendisinden daha güçlü bir asabiyete ve guruba bırakır.[550]
Bu
bağlamda şûrada yaşananlar, asabiyetler arasında izleri geçmişe dayanan
başkanlığı elde etme mücadelesinden başka bir şey değildir. Özellikle Kureyş
kabilesinin iki güçlü kolu olan Ümeyye ve Hâşimoğulları arasında yaşanan riyaset
mücadelesi bu durumla yakından ilgilidir. Ümeyye ile Hâşimoğulları arasında
bilindiği üzere İslam’dan önce başlayan ve Endülüs Emevileri’nin yıkılmasına
kadar süren riyaset merkezli bir mücadele söz konusudur.[551] Bu mücadele iki sülale
arasında ilk önce, Mekke’nin idaresini elinde bulunduran Abdülmenaf’ın ölümüyle
kendisini göstermiş, ardından Abdulmuttalip ile Harb b. Ümeyye arasında, daha
sonra Risalet döneminde ve sahabe devrinde büyüyerek devam etmişti. Kusay’dan
sonra Mekke idaresini elinde bulunduran Abdülmenafın ani ölümü üzerine, Mekke
idaresinin bir parçası olan Sikaye ve Rifade oğlu Hâşim’in, Kıyade ise diğer
oğlu Abdüşşems’in idaresine geçmişti. Hâşim bu idari görevler çerçevesinde
birçok fedakârlıklarda bulunmuş, mallarının bir kısmını ikram için harcamış ve
insanlara zor zamanlarında çokça yardım etmişi. Bu özellikleri nedeniyle Hâşim
toplumda şan ve şöhret sahibi, şerefli bir kişi olarak görülüyordu.[552] Bu durum,
babası Abdüşşems’in ölümü üzerine Kıyade görevini üstlenen Ümeyye’yi çokça
rahatsız etmişti. Çünkü O kendisini hem maddi hem de siyasi açıdan amcasına
denk görmüş, şan ve şeref konusunda O’ndan eksik bir tarafının olmadığını
düşünmüştü. Bu şan ve şerefe sahip olmak ve Kureyş liderliğini elde etmek için
Ümeyye b. Abdüşşems, amcasıyla ciddi bir rekabete girmiş ancak kâhinin kendi
aleyhine vermiş olduğu kararla bu mücadeleden mağlubiyetle ayrılmıştı. Beni
Hâşim ile Beni Ümeyye arasında gerçekleşen bu ilk riyaset merkezli mücadele
Ümeyye’in on yıl süreyle Şam’a sürgün olarak gönderilmesiyle neticelenmişti.[553]
İslam’dan önce bu iki kabile
arasında ortaya çıkan bir diğer mücadele ise Peygamber efendimizin dedesi
Abdülmuttalib ile Ebu Süfyan’ın babası Harb b. Ümeyye arasında gerçekleşmişti.
Rivayetlere göre Abdülmuttalib’in himayesi altında bulunan Yahudi komşusu,
ekonomik ihtiras ve aralarında geçen bir tartışmaya bağlı olarak Harb b. Ümeyye
tarafından öldürtülmüştü. Bundan haberdar olan Abdülmuttalib Harb’den öldürülen
Yahudi’nin kan bedelini istemiş ancak Harb bunu kabul etmeyerek suçunu inkâr
etmişti. Bunun üzerine Abdülmuttalib ile Harb b. Ümeyye arasında ciddi bir
tartışma çıkmış ve bu iki asabiyet lideri birbirlerine karşı ağır hakaretlerde
bulunmuşlardı. Nihayet Abdülmuttalib ve Harb b. Ümeyye, işi tıpkı dedeleri gibi
hakeme götürmüş, hakemde Abdülmuttalib lehinde karar vererek Harb b. Ümeyye’nin
haksız olduğuna hükmetmişti.[554] Her ne
kadar rivayetlerde ortaya çıkan bu mücadelenin bir Yahudi’nin hakkını aramak
olarak ifade edilmiş olsa da, aslında Abdülmuttalib ile Harb b. Ümeyye arasında
var olan, riyaset mücadelesinden başka bir şey değildir. Harb b. Ümeyye Beni
Hâşim’in elinde bulunan Rifade ve Sikaye görevleri nedeniyle onları kıskanmış
ve bunu ele geçirmek için ciddi caba sarf etmişti. Abdülmuttalib de sahip
olduğu bu gücü Ümeyyeoğullarına kaptırmama mücadelesi vermişti. Neticede Hâşim
ve Ümeyye arasında başlayan bu iktidar savaşı ve gruplaşma Abdülmuttalib ve
Harb b. Ümeyye arasında yaşananlarla daha da belirgin hale gelmiş ve nihayet
Risalet’le birlikte derin bir ayrılığa dönüşmüştü.[555]
Hz.
Muhammed 610 yılında peygamberliğini ilan edince, Mekke’de kendisine karşı
büyük bir muhalefet meydana gelmişti. Özellikle eskiye dayanan düşmanlıkların
ve üstünlük mücadelesinin bir sonucu olarak Mekke’de yaşayan kabileler,
atalarının dinine bağlılık gerekçesi altında kendi iktidarlarını ve dünyevi
menfaatlerini korumak adına Hz. Peygambere ve onun getirmiş olduğu dine karşı
ciddi bir muhalefet göstermişlerdi.[556] Bu muhalif tavrı
sergileyenlerin başında ise hiç şüphesiz Ümeyyeoğulları gelmekteydi. Ümeyyeoğulları
Risalet’ten hemen önce, siyasi ve ticari alanda en önemli rakipleri olan
Hâşimoğullarına karşı ilk defa üstünlük sağlamıştı. Özellikle siyasi ve
iktisadi hayatta ortaya koymuş oldukları çabalar neticesinde Mekke’de belli bir
konuma yükselen Ümeyyeoğulları, toplumda giderek söz ve itibar sahibi
olmuşlardı.[557] Öyle ki
Risalet’in ilk yıllarında Ümeyyeoğulları’nın liderleri toplumda sözü dinlenen
şahıslar haline gelmişti.[558] Bunun
karşısında ezeli rakipleri olan Hâşimoğulları ise bilhassa Abdülmuttalib’in vefatının
ardından kan kaybetmeye başlamış ve zamanla Ümeyyeoğulları karşısında her
açıdan büyük bir mağlubiyete uğramışlardı.[559] İşte tarihi mücadelenin kendi
lehlerine döndüğü böyle bir dönemde Hâşimoğulları’ndan birisinin
peygamberliğini ilan etmesi, Ümeyyeoğulları tarafından kendi iktidarlarını
ellerinden almaya yönelik bir teşebbüs olarak algılandı. Bu algının bir sonucu
olarak Ümeyyeoğulları, kendi iktidarlarını korumak adına İslam’a ve onun
peygamberine karşı düşmanca tavır ortaya koydular.[560] “Onlar ellerinde bulunan
Mekke’nin en zengin, en itibarlı ailelerinden olma imtiyazının Hz. Peygamber
vasıtasıyla tarihi rakipleri olan Hâşimoğulları’na geçmesini istemiyorlardı.”[561] Bunu
engellemek adına Hz. Peygamber ve Müslümanlara karşı Mekke’de siyasi baskılar
uygulayan Ümeyyeoğulları, hicretten sonra ise Müslümanlara karşı Bedir hariç
diğer savaşları bizzat organize etmiş, onlar aleyhine gerçekleştirilen her
türlü faaliyetin içinde olmuşlardı. Ancak Ümeyyeoğulları, bütün çabalarına
rağmen Müslümanlar karşısında iktidarlarını muhafaza edememiş ve özellikle
Mekke’nin fethiyle birlikte büyük bir mağlubiyete uğramışlardı. Bu mağlubiyet,
kökü cahiliye dönemine dayanan ve İslam’ın tebliğ döneminde de yaklaşık yirmi
yıl süren Ümeyyeoğulları ile Hâşimoğulları arasındaki düşmanlığı ve iktidar
kavgasını geçici olarak sona erdirmişti.[562] Ta ki şûrada Hz. Osman ve Hz.
Ali’nin halife olmak için karşı karşıya geldiği zamana kadar.[563]
Tarihi
rekabetin temsilcileri olan Beni Hâşim ve Beni Ümeyye, iktidarı elde etmek için
bu kez şûrada karşı karşıya gelmişlerdi. Bilindiği üzere Abdurrahman b. AvfTn
şûra üyeleri ile yaptığı görüşmeler neticesinde beklenildiği gibi Hz. Ali ve
Hz. Osman’ın adı ön plana çıkmıştı. Çünkü o dönemde hem Hz. Ali’nin hem de Hz.
Osman’ın mensup olduğu Beni Hâşim ve Beni Ümeyye Kureyş içerisinde asabiyeti en
güçlü iki kabileydi. Müslümanların birçoğu da şûra içerisinde yer alan diğer
adayları bu iki sahabeye denk saymıyordu. Dolayısıyla halifeliğin Hz. Ali ya da
Osman’dan birine verileceği düiünülmekyetdi. İşte bu ihtimali kendi lehlerine
çevirmek için hem Hâşimiler hem de Emeviler şûra sürecinde ciddi çaba ortaya
koymuşlardı. Hâşimiler Hz. Peygamberin vefatından beri halifelik makamına
kendilerinin layık olduğuna inanmış ve artık zamanın geldiğini düşünmüşlerdi.
Ümeyyeoğulları ise uzun süre uzak kaldıkları iktidarı tekrar elde etmek için
şûrayı bir fırsat olarak görmüş ve bunun için tıpkı rakipleri gibi lobi
çalışmaları yürütmüşlerdi.[564] Hem
Hâşimoğulları hem de Ümeyyeoğulları, kendilerinin o gün ki temsilcileri olan
Hz. Ali ve Hz. Osman’ı iktidara taşımak için birbirleriyle çetin bir mücadele
sürdürüyordu. Bu mücadele “ daha güçlüsüyle doğmak üzere bir süre için İslam’ın
örttüğü cahiliye döneminde aralarında geçen mücadeleden”[565] farklı değildi. Başta Hz.
Abbas olmak üzere Hâşimiler halifeliğin kendi hakları olduğuna inanmış, bunun
için daha Hz. Peygamber vefat etmeden önce bir takım teşebbüslerde bulunmuş ve
bu arzularını Hz. Ömer’in ölüm döşeğinde olduğu dönemde dahi sürdürmüşlerdi.
Hz. Abbas Hz. Peygamber vefat etmeden önce Hz. Ali’ye gelerek ondan, Hz.
Peygambere kendisinden sonra ümmetin başına kimin geçeceğini sormasını istemiş,
ancak Hz. Ali bu talebi geri çevirmişti. Hz. Ömer ölüm döşeğinde iken bu kez
Hz. Abbas, Hz. Ömer’e giderek kimi halife bırakmak istediği yönünde sorular
yöneltmiş, Hz. Ali ve Hz. Osman hakkındaki kanaatlerini öğrenmek istemişti.[566] Halifeliği
elde etme konusunda Hz. Ali tarafından kendisi gibi gerekli gayretin ortaya
konmadığını ve Hz. Ali’nin kendisine yapılan ikazları dikkate almadığını
düşünen Hz. Abbas “sana herhangi bir konuda bir teklif ile geldiğim zaman
mutlaka sevmediğim ve arzu etmediğim bir şekilde dönmüşümdür.
Resûlullah (S.A.V.) vefat etmeden
önce sana bu işi kimin yükleneceği konusunda soru sormanı istedim, fakat sen bu
işten yan çizdin, vefatından sonra bu işe acele etmeni istedim, yine aynı
şekilde vazgeçtin. Ömer seni şûraya dâhil ettiği zaman: “onlardan uzak dur,
aralarına girme.” dedim, yine kabul etmedin. Vallahi bu işi Osman yüklenecek
olursa mutlaka onu bir kötülükle yüklenecek”[567] diyerek tepkisini ortaya
koymuştu. Hz. Abbas’ın halifeliği elde etme konusunda ortaya koymuş olduğu bu
mücadele, Hâşimoğulları’nın iktidarı elde etme arzusunun somut bir
göstergesidir. Aynı zamanda bu mücadele, onların hilafet makamına nasıl
baktıklarını da açıkça ortaya koymaktadır. Zira Hâşimi’lerin en büyük
temsilcisi olan Hz. Abbas’a göre “bu vazifeyi bizzat Hz. Ali layıkıyla yapar
fikri değil, Hâşimi olan Ali bu makama gelmelidir düşüncesi ön plandaydı.” [568]
Ümeyyeoğulları da uzun yıllar uzak
kaldıkları iktidarı tekrar elde etmek için tıpkı rakipleri Haşimoğulları gibi
büyük bir çaba ortaya koymuşlardı. Öyle ki Misver b. Mahreme, Hz. Osman’ın
halife seçilmesi konusunda Emeviler’in şûra başkanı olan Abdurrahman b. Avfa
ciddi bir baskı yaptığını ifade etmişti.[569] Ayrıca Ümeyyeoğulları, toplum
içerisinde taraftarlarının çok oluşundan da istifade ederek Hz. Osman lehine
bir kamuoyu desteği oluşturmuş, böylece halife belirleme sürecinde halk ile
istişare eden Abdurrahman b. Avfın görüşünü etkileyerek, Hz. Osman’ın halife
seçilmesi için büyük bir çaba ortaya koymuşlardı.[570] Ancak Ümeyyeoğulları’nın
ortaya koymuş olduğu bütün bu çabalar, aslında Hz. Osman’dan çok kendi
kabilelerini iktidara taşıma gayretinden başka bir şey değildir. Nitekim halife
ilan edildikten sonra Hz. Osman’ın evinde toplanan Ümeyyeoğulları’na kabilenin
reisi Ebu Süfyan’ın “Ey Ümeyyeoğulları! Hilafeti top oynarcasına birbirinize
devredin. And olsun ki ben onu sizin için daima arzu ediyor ve çocuklarınıza
miras bırakmanızı istiyorum.”[571] şeklindeki
hitabı bu anlayışın açık ve net ifadesidir. Ayrıca Ebu Süfyan’ın, halife
seçiminden sonra Hz. Hamza’nın kabrine giderek ayağıyla kabri tekmelemesi ve
“Ey Hamza! Dün bizimle uğrunda savaştığın şeye bugün biz sahip olduk, hâlbuki
biz hilafete Teym ve Adiyy’den daha layık değildik.”[572] şeklinde bir ifade kullanması
hem Beni Ümeyye’nin iktidarı elde etme mücadelesine hem de Beni Hâşim ile
girdiği rekabete işaret etmektedir.
Bu rekabette dikkat çeken bir başka
husus ise siyaseten daha tecrübeli ve etkili kabile üyelerine sahip olmasına
rağmen Ümeyyeoğulları’nın Hz. Osman’ı desteklemeleridir. Ümeyyeoğulları’nın Hz.
Osman’ı desteklemelerinin arkasında kabile üyelerinin büyük kısmının İslam’a
geç girmeleri yatmaktadır. Onlar Hz. Ali gibi bir adayın karşısında siyeseten
etkili bir kişinin çok başarılı olamayacağını biliyorlardı. Bu anlamda İslam’a
ilk giren, çoğu zaman Hz. Peygamberin yanında bulunan ve Müslümanlar nezdinde
itibarı olan Hz. Osman’ı desteklemek iktidarı elde etme yolunda en akılcı
olanıydı. Diğer taraftan Ümeyyeoğulları’nın İslam dinine girmeden önce Mekke’de
siyasetin ve askeri gücün başında olması ve bu çerçevede ciddi tecrübe elde
etmeleri, toplumun halife seçim sürecinde Ümeyyeoğullarını dolayısıyla Hz.
Osman’ı desteklemelerinde önemli rol oynamıştı. Toplum tıpkı Beni Sâide
gölgeliğinde dile getirilen Arapların Kureyş’ten başkasına boyun eğmeyeceği
anlayışına uygun olarak siyasi anlamda tecrübesi çok, asabiyeti güçlü,
kalabalık bir nüfusa sahip olan ve diğer kabilelerin de iktidarlarını
rahatlıkla kabul edecekleri Ümeyyeoğulları’na mensup birinin halife seçilmesine
olumlu bakmıştı.
Beni Hâşim ve Beni Ümeyye’nin Hz.
Ömer’den sonra kendi adaylarını seçtirmek için ortaya koydukları bu mücadele,
Hz. Peygamberin vefatından sonra Müslümanlar arasında ilk defa toplumsal
parçalanmayı ve gruplaşmayı beraberinde getirmiş ve ilk fitneye neden olmuştur.
Bundan sonraki süreçte bu mücadele artık hem Emevi ve Hâşimiler arasında hem de
toplumsal alanda derin bir ayrılığa dönüşmeye başlamıştır. Çünkü halifelik için
ortaya konan rekabet, sadece bu iki kabile arasında kalmamış, toplumu oluşturan
diğer kabileler arasında da kendine yer bulmuş ve Müslümanlar arasında Hz.
Osman ve Hz. Ali taraftarları şeklinde gruplaşmalar oluşmaya başlamıştır.[573] Öyle ki bu
gruplar arasında sözlü tartışma dahi meydana gelmiş ve bu tartışma çatışmaya
varacak derecede ileriye taşınmıştı. Halifenin ilan edileceği sabah mescitte
Abdurrahman b. Avf bir hutbe irat etmiş ve orada toplanan Müslümanlardan halife
seçimi konusunda kendisine tavsiyelerde bulunmalarını talep etmişti. Bunun
üzerine Ammar b. Yâsir: “Müslümanların ihtilafa düşmesini istemiyorsan Hz.
Ali’ye bey’at et.” demiş, arkasından Mikdâd b. el-Esved kalkıp: “Ammar doğru
söyledi, eğer Ali’ye bey’at edecek olursan bizde işittik ve itaat ettik.”
diyerek Ammar’a destek vermişti. Sonra İbn Ebi Serh ayağa kalkarak: “ Eğer
Kureyşin ihtilafa düşmesini istemiyorsak Osman’a bey’at et.” diyerek
Abdurrahman’dan tam aksi yönde bir talepte bulunmuş, sonra Abdullah b. Ebi
Rabia: “Evet doğru söyledin; eğer Osman’a bey’at edecek olursan bizde işittik
ve itaat ettik.” diyerek İbn Ebi Serh’i desteklemişti. Bu sözler üzerine Ammar,
Abdullah b. Ebi Serh’e küfretmiş ve O’na “Sen ne zamandan beri Müslümanlara
nasihat etmeye başladın?” diyerek karşılık vermişti. Bunun üzerine
Hâşimoğulları ile Ümeyyeoğulları arasında karşılıklı sözler söylenmeye ve ağır
hakaretler edilmeye başlanmıştı.[574]
Bu
tartışma ve gruplaşmanın yanında Ümeyyeoğulları ve Hâşimoğulları dışındaki
diğer Kureyş kabilelerin çoğu, halifenin bu iki kabileden çıkmasına çokta sıcak
bakmayarak onlardan ayrı bir tarafta yer almışlardı. Onlara göre Hâşimoğulları
hilafeti bir kere ele geçirirse artık bırakmaz ve halifelik başka aile ve
kabilelere geçmezdi. Hz. Osman’ın halife olması durumunda ise onun
zafiyetlerinden yararlanıp iktidarı tamamen ele geçirecek ve yeni çekişmelere
neden olacak bir Ümeyyeoğulları endişesi söz konusuydu.[575] Bu düşünce ve endişeyi
taşıyanlar kendilerini Emevi- Hâşimi rekabetinin dışında tutarak farklı bir
tavır sergilemişlerdi. Bütün bu tartışmaların sonunda toplumda, daha sonraki
süreçte yaşanan sosyal, siyasal ve ekonomik olayların etkisiyle büyüyecek gruplaşmalar
ve kamplaşmalar meydana gelmeye başlamıştı.
Seçkinlerin İktidar Mücadelesine Etki Eden Diğer Sosyolojik
ve Psikolojik Faktörler
Şûra sürecinde Hz. Osman ve Hz. Ali
özelinde tekrar kendini gösteren Emevi- Hâşimi rekabetinin yanında başka
sosyolojik ve psikolojik faktörler de halifeyi belirlemede etkili olmuştur.
Bunların başında hiç şüphesiz şûra üyeleri arasındaki akrabalık ilişkileri
gelmektedir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Hz. Ömer’in, yerine halife
bırakma konusunda taşıdığı tereddütler içerisinde toplumda tekrar yükselmeye
başlayan insanlardaki asabiyet eğilimi yer almaktaydı. Bu nedenle O, şûra
üyelerine eğer halife seçilirlerse akrabalarını insanların başına musallat
etmemeleri yönünde tavsiyede bulunmuş ve bu yöndeki endişelerini dile getirmişti.
Ancak Hz. Ömer’i halife tayin etmekten alıkoyan bu endişe, hem şûra üyelerinin
daha çalışmalara başlamadan önce hem de çalışmaları esnasında kendini açık bir
şekilde göstermişti. Hz. Ömer vefat etmeden önce şûranın çalışma usul ve
yöntemine dair bir takım belirlemelerde bulunmuştu. Bunlardan biri, şûra heyeti
arasında oyların eşit olması durumunda Abdurrahman b. Avfın bulunduğu tarafın
tercih edilmesi yönündeydi.[576] Bu
durumdan haberdar olan Hz. Ali, Abdurrahman b. Avfın diğer şûra üyeleri
arasındaki akrabalık ilişkilerini göz önünde bulundurarak amcası Hz. Abbas’a bu
işin kendilerinden gittiğini ifade etmişti. O, Sa’d’ın amcası oğlu
Abdurrahman’a muhalefet etmeyeceğini, Abdurrahman’ın ise Hz. Osman’ın eniştesi
olduğunu dolayısıyla Hz. Osman’a karşı gelemeyeceğini belirterek şûra üyeleri
arasındaki akrabalık ilişkilerini daha heyet toplanmadan dile getirmişti.[577] Bu
anlayışın bir devamı olarak Hz. Ali, şûra heyetinin çalışmaları esnasında
akrabalık ilişkilerini tekrar gündeme getirerek, adaylıktan çekilip hakem olma
yönünde talepte bulunan Abdurrahman b. Avf a diğer üyelerden farklı olarak
akraba ayrımı yapmaması yönünde kendisine teminat verilmesini istemiş, aksi
takdirde Abdurrahman’ın hakemliğini kabul etmeyeceğini ifade etmişti.[578] Yine şûra
sürecinde akrabalık ilişkilerinin ve kabileler arasında geçmişte yaşanan bazı
olumsuz hadiselerin üyeler üzerindeki etkilerine işaret etmesi bakımından
Abdülbaki Gölpınarlı’nın tespitleri bu anlamda dikkat çekicidir:
“Abdurrahman’ın zevcesi ana tarafından Osman’ın kız kardeşiydi. Sa’d b. Ebû
Vakkas, Abdurraman’ın amcasının oğluydu. Her ikisi de Zühreoğulları’ndandı.
Abdurrahman’ın anası Ümeyye’nin oğlu Süfyan’ın kızıydı. Ali bu boylardan birçok
kişiyi öldürmüştü. Talha, Teym boyundandı, bu boy ile Haşimoğulları’nın arası
açıktı. Görülüyor ki bu şurada soy-boy gayreti, hırs ve istek hâkimdi.” [579]Ayrıca
toplumdaki asabiyet duygusunun psikolojik anlamda yoğunluğu Hz. Ali’nin halife
seçilmesi konusunda olumsuz bir sonuç doğurmuş olması muhtemeldir. Hz. Ali,
İslam’a ilk giren ve Hz. Peygamber vefat edene kadar hep O’nun yanında bulunan
bir sahabedir. O, Hz. Peygamberle birçok savaşa katılmış ve bu savaşlarda
mevcut Müslümanların müşrik olan birçok akrabasını öldürmüştür. Bu durum toplum
içerisinde Hz. Ali’ye karşı bir hoşnutsuzluk meydana getirmiş olabilirdi.[580]
Halife belirleme sürecinde kabileler
arasındaki rekabet ve asabiyet ilişkilerinin yanında toplumun geleneksel
anlayışının etkilerini de görmek mümkündür. Arap toplumunda kabile reisleri
genellikle en yaşlı üyeler arasından seçilmekteydi.[581] İslam’dan sonra da bu
geleneksel anlayış varlığını toplumda devam ettirmişti. Nitekim Ubeyde b.
Cerrah’ın, Hz. Peygamberden sonra halife seçilen Hz. Ebu Bekir’e biat etme
konusunda tereddüt gösteren Hz. Ali’ye karşı kullandığı ifadeler bu anlayışın
devam ettiğini göstermektedir. O “Ey amcaoğlu sen gençsin, bunlar ise kavminin
yaşı geçkin insanları. Onların tecrübesine ve olaylara ilişkin bilgisine, bu
konuda tahammül ve vukufuna sahip değilsin” diyerek halifelik konusunda yaşın
ve tecrübenin gerekli olduğunu vurgulamıştı.[582] Yine bu bağlamda gençlerin
geleneksel toplum yapısında idari makamlarda bulunması pek olumlu
karşılanmamaktaydı. Nitekim genç yaşta Hz. Peygamber tarafından ordu komutanı
yapılan Usame b. Zeyd’in gençliği ve tecrübesizliği eleştiri konusu yapılmış ve
onun komutanlığının kabullenilmesi Hz. Peygamberin ashabı tarafından dâhi zor
olmuştu.[583] Dolayısıyla
bu anlayışın bir sonucu olarak Hz. Ali değil Hz. Osman halife olarak tercih
edilmiştir.
Hz. Osman’ın halife seçilme sürecinde
etkili olan unsurlardan biri de, onun yumuşak huylu, halim selim ve merhametli
olmasıdır.[584] Hz.
Osman’ın bu özelliği halife seçilmesinde olumlu rol oynamış ve toplumun halife
olarak kendisini tercih etmesinde ve kabullenmesinde ciddi katkıda bulunmuştur.
Tıpkı Hz. Ömer’in halife seçilmesi sürecinde ve sonrasında onun sert mizacının
olumsuz olarak gündeme getirilmesi gibi. Hz. Ömer sert mizaçlı bir karaktere
sahipti. Onun bu özelliği bazı sahabeler tarafından hem halifeliği öncesi hem
halifeliği dönemde zaman zaman gündeme getirilip şikâyet konusu yapılmıştı. Hz.
Ebu Bekir rahatsızlığının artmasının ardından kendisinden sonra yerine geçecek
kişi için Hz. Ömer’i işaret etmesi üzerine sahabeden bazıları Hz. Ömer’in bu
özelliğine işaret ederek, “Sertliğini bildiğin halde kendinden sonra Ömer’i
üzerimize halife etmeni sorduğu zaman Rabbine ne diyeceksin?” şeklinde itiraz
etmişlerdi.[585] Yine Hz.
Ömer’in halifeliği sürecinde sahabenin ileri gelenleri onun bu özelliğinden
halkın çok şikâyetçi olduğunu dile getirerek halifeyi uyarma gereği duymuşlar
ve “Ey Müminlerin Emiri! İnsanlara yumuşak davran! Çünkü sana bir kişi geliyor,
senin heybetin onun ihtiyacını söylemesini engelliyor. O da sonunda seninle
konuşmadan dönüyor.” diyerek halifenin bu olumsuz özelliğine dikkat çekmişlerdi.
Bunların yanında Hz. Ömer’in sahabeye karşı sert tutumu, onları Medine dışına
göndermemesi ve onları ciddi denetime tabi tutması, sahabe arasında ciddi
rahatsızlık meydana getirmişti. Halk artık halifenin bu tutumundan sıkılmıştı.
Bu nedenle toplum böyle sert ve katı olan bir halifeden sonra yumuşak huylu
birisinin halife olmasını istiyordu.[586] Nitekim Welhausen, Hz.
Osman’ın halife seçilmesini bu durumla ilişkilendirerek şu ifadeleri
kullanmıştır: “Altı kişilik Şûra, bir kardinal meclisi gibi aralarından biri
üzerinde ittifak edeceklerdi. Altı sahabe üstünlüğü tanımak istemedikleri için
Ali’yi atladılar ve Ümeyye ailesinden yaşlı bir zat olan Osman’ı seçtiler. Bu
zât aralarında en gevşek ve en ehemmiyetsiz olanı idi. Bu vasıflar onların
hoşuna gidiyordu; işe bigâne birisini kral yapmak istiyor, başlarına yeni bir
Ömer getirmek istemiyorlardı.”[587] Yine bazı
araştırmacılar, halife adayları içerisinde olan Hz. Ali’nin Hz. Ömer’e yakın
özelliklere sahip olması ve Müslümanların müşrik akrabalarını savaşlarda
öldürmesi nedeniyle halk tarafından tercih edilmediğini, onun yerine
insanların, mülayim ve hoşgörülü Hz. Osman’ı başlarında görmek istediklerini
ifade etmişlerdir.[588] Dolayısıyla
Hz. Osman’ın yumuşak huylu olması toplumun siyasi ve sosyal açıdan kendisi
etrafında toplanmasına neden olmuş, onun halife olarak seçilmesine bu anlamda
olumlu katkı sunmuştu. İbn Sa’d bu duruma işaret ederek Hz. Osman’ın halifelik
yaptığı on iki yılın ilk altı yılında birçok önemli işin yapıldığını ve yapılan
işlerin halk tarafından kabul edildiğini ve hiçbir itiraza tabi tutulmadığını
ifade ettikten sonra şöyle demiştir: “ Hatta O, Kureyş’e Ömer b. El- Hattab’dan
daha sevimli hale gelmişti. Çünkü Ömer onlara karşı sert idi. Osman halife
olunca onlara yumuşak davrandı ve insanlarla irtibatını kuvvetl endirdi.”[589]
Netice olarak ifade etmek gerekirse
şûra süreci, sadece altı kişinin bir araya gelip devlet başkanını seçme
hadisesi değildir. Aksine içerisinde toplumsal gerçekliği, geleneksel
anlayışları, kabile rekabetlerini, toplumsal ayrışmayı, asabiyet, din ve
siyaset ilişkilerini, adayların bireysel ve sosyal özelliklerini ve bunların
etkilerini içerisinde barındıran bir süreçtir.[590] Hz. Ömer sosyal ve ekonomik
hayattaki değişim ve toplumdaki asabiyet eğiliminin yükselişine bağlı olarak
yerine halife tayin etmemiş ve işi şûraya havale etmişti. Şûra üyelerini ise
seçilmişlik algısının bir sonucu olarak Kureyş kabilesine mensup üyelerden
oluşturmuş, ancak bu üyelerin seçilme gerekçelerini ‘Allah’ın kendilerinden
razı olduğu kimseler’ şeklinde izah ederek üyeler için dini
bir meşruiyet zemini oluşturmuştu. Üyeler halife seçimi için bir araya
geldiklerinde hem bireysel hem de toplumsal alanda siyasi bir rekabet ve
gruplaşma meydana gelmiş, bu gruplaşma eski kabile mücadelelerini, asabiyet
ilişkilerini gündeme getirmiş ve bu anlamda ciddi tartışmalar ortaya çıkmıştı.
Halife seçimi sürecinde üyeler arasındaki akrabalık ilişkileri ve nesebi
yakınlık dile getirilerek siyasi amaç için manevi araçlar kullanılmış, aynı
zamanda hem toplumdaki geleneksel algı ve anlayışlar hem de halifelik için adı
öne çıkan Hz. Ali ve Hz. Osman’ın bireysel özellikleri halife seçimi sürecinde
belirleyici hususlar arasında yer almıştı. Buna bağlı olarak adaylar arasından
daha yaşlı ve tecrübeli, önceki halifeden farklı olarak daha yumuşak huylu,
halim selim olan birisi halife olarak seçilmişti.
Hz. Osman halife
seçildikten sonra devleti idare etmek için kendisinden önceki iki halifenin
aksine farklı bir yönetim anlayışı ortaya koymuş ve bu yönetim anlayışını
uygulamaya geçirmek için ciddi bir çaba içerisinde olmuştu. Sahip olduğu
yönetim anlayışını devletin bütün bölgelerinde hâkim kılmak isteyen Hz. Osman,
kendisine en çok yardımcı olabilecek kişilerin akrabaları olduğunu düşünmüştü.
Bu nedenle O, güvendiği ve inandığı akrabalarını önemli görevlere getirmek
suretiyle siyasetini başarılı kılmaya çalışmıştı. Ayrıca Hz. Osman valiliklere
atamış olduğu akrabaları ile merkez ile taşra arasında yönetim birlikteliğinin
sağlamayı hedeflemiş, böylece merkezle taşra arasında muhalif bir sesin ve
anlayışın ortaya çıkmasını engellemek istemişti. Diğer taraftan Hz. Osman
akraba merkezli yönetim anlayışıyla göreve getirdiklerinin kendisine daha fazla
itaatkâr ve bağlı olacaklarını düşünerek otoritesini sağlamlaştırmak
arzusundaydı. Ancak Hz. Osman tarafından önemli görevlere getirilen
Ümeyyeoğulları halifenin beklentilerini gerçekleştirmekten ziyade kendi maddi
ve manevi imkânlarını artırmanın gayreti içerisinde olmuştu. Neticede
Ümeyyeoğulları, Hz. Osman vesilesi ile Hz. Peygamber döneminde kaybetmiş
oldukları eski nüfuzlarını tekrar kazanma fırsatı yakalamış ve hem merkez hem
de taşra yönetiminde etkin hale gelmişlerdi. Öyle ki siyaseten elde ettikleri
imkânlar sayesinde Ümeyyeoğulları, toplumun en zengin ve en aristokrat sınıfı
olmuştu. Fakat
İktidar ve Kayırmacılık (Nepotizm): Devlet İmkânlarının
Ümeyyeoğulları’na Tahsisi
Toplumsal hayatta fertler
birbirleriyle farklı şekilde ve seviyede iletişime girmekte ve birbirlerine
karşı farklı tutum ve davranışlar sergilemektedir. Bu tutum ve davranış
içerisinde belki de en dikkat çekeni, bireylerin kan bağı ve değişik yakınlık
ilişkileri çerçevesinde birbirlerine karşı; arka çıkmaları, korumaları,
kollamaları ve desteklemeleridir. Genellikle toplumsal kültür ve anlayıştan
destek alan ve çoğu zaman toplum tarafından olağan ve sıradan görülen bu tutum
ve davranış, sosyal bilimlerde ‘kayırmacılık’ olarak ifade edilmektedir.
Kayırmacılık toplumsal hayatın hemen her alanında kendini göstermiş olsa da
terim olarak kamusal alanda kan bağı, akrabalık eş-dost ilişkileri,
hemşericilik ve ideolojik yakınlık çerçevesinde bireyin kendisinden olana
iltimas etmesi, ona kamunun maddi ve manevi imkânlarını tahsis etmesi şeklinde
tanımlanmaktadır.[591]
Kayırmacılık terimiyle ifade edilmek istenen aslında akraba, eş, dost veya
siyasi nüfuz kullanılarak ayrıcalıklı bir durumun ortaya çıkması ve bunun
sürdürülmesi, bir başka ifadeyle yakınların korunup kollanması ve onlara çıkar
sağlanmasıdır.[592] Bu bağlamda
yönetim kadrosunda yer alan bireylerin diğer insanlarla yakınlık ilişkilerini
merkeze alarak ortaya koydukları tavır ve davranış, yukarıda genel olarak ifade
edilen kayırmacılığın farklı türlerinin ortaya çıkmasına ve tanımlanmasına
neden olmaktadır. Örneğin bir bireyin niteliklerine bakılmaksızın sadece
politikacı, bürokrasi ve kamu görevlileri ile olan eş, dost ilişkileri esas
alınarak yapılan kayırmacılığa ‘eş dost kayırmacılığı’ yani ‘Kronizm’,
bireylerin akrabalık ilişkileri esas alınarak devlet kadrolarında istihdam
edilmesine ise ‘akraba kayırmacılığı’ yani ‘Nepotizm’ denilmektedir. Aynı
kabile ve aşiretten insanların kayrılması ise ‘Tribalizm’ olarak ifade
edilmektedir.[593]
Bir kişinin kendi gücünü ve
otoritesini kullanarak akrabalarını kamunun belli kadrolarında
görevlendirmesinin (Nepotizm) altında yatan temel motivasyon duygusal
yakınlıktır, yani nesnellikten çok öznelliktir. Bu duygusal yakınlık çoğu zaman
istihdam edilecek kadrolara liyakatten çok akrabalık ilişkilerinin dikkate
alınmasını beraberinde getirmektedir. Liyakatin öncelenmeyerek öznel bir
yaklaşımla kamuya yapılan atama ve istihdam ise toplumda devlete ve idarecilere
karşı bir güvensizlik oluşmasına ve adalet duygusunun yaralanmasına neden olur.[594] Ayrıca bu
durum ileri boyutta devlete ve idarecilere karşı sosyal bir tepkinin ve
neticede ciddi bir muhalefetin oluşmasına yol açar. Nepotizm (Akraba Kayırmacılığı)
aynı zamanda içerisinde menfaat ilişkilerini barındıran, hem kayırana hem de
kayrılana maddi ve manevi kazanç sağlayan bir tutum ve davranıştır. Bu tutum ve
davranış, kayırana itibar ve iktidar, şan ve şeref, güven ve itaat
kazandırırken, kayrılana da belli alanlarda hem psikolojik hem de ekonomik
kazanç sağlar. Kayıran kişi bulunduğu yüksek konum itibariyle kamunun belli
makamlarını ve imkânlarını akrabalarına tahsis eder. Bu tahsis, akrabalar
tarafından kayırana karşı bir minnet duygusu içerisinde olmayı, ona bağlanmayı
ve sadakat göstermeyi beraberinde getirir. Böylece kayıran, etrafındaki
akrabalar sayesinde hem iktidarını artırır hem de kendisini güvende hisseder.[595] Akrabalar
da kayıran tarafından kendilerine sunulan imkân ve imtiyazlar sayesinde toplumdaki
diğer bireylere karşı psikolojik ve ekonomik üstünlük elde ederler. Onlar
getirildikleri makamların maddi ve manevi gücü sayesinde kendilerini birinci
sınıf ve elit olarak görürken diğer insanları hakir ve ikinci sınıf olarak
görürler. Aynı zamanda bu bireyler devletin maddi ve manevi imkânlarını artık
kendi mülkleri gibi görmeye başlar ve bu imkânların kullanılmasında
kendilerinin her türlü yetki ve tasarrufa sahip olduklarını düşünürler.
Kayırmacılık, hemen her toplumda ve
geçmişten günümüze varlığını sürdüren bir tavır ve davranıştır. Bugün haktan ve
adaletten saparak bir kişiyi veya grubu akrabalık ilişkileri çerçevesinde
korumak, kollamak ve desteklemek olarak tanımlanan kayırmacılık, dün geleneksel
Arap toplumunda zalimde olsa mazlumda olsa akrabasına yardım etme olarak
tanımlanan asabiyetten başka bir şey değildir.
Hz. Osman halife seçildikten sonra
kendinden önceki halifelerin aksine farklı bir yönetim anlayışı ortaya koyarak,
başta devlet kâtibi olmak üzere devletin önemli kademelerine kendi ailesine
mensup kişilerden atamalar yapmıştı.[596] Günümüz siyasi anlayışı
çerçevesinde devletin ikinci adamı pozisyonunda olan, o dönem devletin
sekretarya görevini yürüten ve halifenin mührünü taşıma sorumluluğuna sahip
devlet kâtipliği görevine amcasının oğlu Mervan b. Hakem’i getiren Hz. Osman,
Kûfe valiliğine anne bir kardeşi Velid b. Ukbe’yi atamıştı.[597] Hz. Osman daha sonra Mısır
valiliğine sütkardeşi Abdullah b. Sa’d b. Ebi Serh’i, Basra valiliğine
dayısının oğlu Abdullah b. Amir’i tayin etmişti.[598] Hz. Ömer zamanından beri Şam
valiliği yapan Muaviye b. Ebu Süfyan’ı kendi halifeliği döneminde de yönetimde
bırakan Hz. Osman, daha önce Kûfe’ye atadığı anne bir kardeşi Velid b. Ukbe’yi
halkın şikâyeti üzerine görevden almış, ancak yerine tekrar Ümeyye ailesinden
olan Said b. el- As’ı vali olarak görevlendirmişti.[599] Yine halifeliği süresince Hz.
Osman, Müslümanların ileri gelenlerinden oluşan ve devlet işlerinin görüşülüp
karara bağlandığı şûra müessesini de adeta aile meclisine çevirmiş, böylece
taşra yönetiminde olduğu gibi merkezi yönetiminde de Ümeyyeoğulları’nı etkin
kılmıştı.[600]
Hz. Osman tarafından
gerçekleştirilen bütün bu atamalar, her ne kadar idari bir tasarruf olarak
görülse de toplum tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Çünkü O, devletin önemli
idari kadrolarını sadece kendi akrabalarına tahsis etmiş, toplum içerisinde
Ümeyyeoğulları dışında siyasi ve askeri alanda başka tecrübeli ve yetenekli
insanlar olmasına rağmen bütün bu atamalarda liyakatten çok akraba ilişkilerini
dikkate almıştı.[601] Nitekim Hz.
Osman tarafından Kûfe’ye vali olarak atanan Velid b. Ukbe ile görevi devreden
Sa’d b. Ebi Vakkas arasında geçen ifadeler bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.
Sa’d b. Ebi Vakkas Velid’e “Bizden ayrıldıktan sonra senin mi zekân arttı,
yoksa biz mi ahmaklaştık? demiş bunun üzerine Velid, “Ey Eba İshak! Ne biz zeki
olduk ne de sen aptallaştın, fakat kavmim bizi seçti, hakkımızda böyle düşünme,
her şey böyledir ve herkes böyle davranır, bu mülk bir gün birisi tarafından
ertesi gün bir başkası tarafından yenir” şeklinde karşılık vermişti. Sa’d ise:
“Bu görevleri artık bir saltanat haline getirdiğinizi görüyorum” diyerek
tepkisini ortaya koymuştu.[602] [603] Yine
devletin önemli kadrolarına atanan bu valilerin Hz. Osman ile akrabalığı
dışında belirgin özellikleri olmaması halifenin liyakatten çok akraba
ilişkilerini dikkate aldığının bir başka göstergesidir. Çünkü seçilen valilerin
çoğu genç, idari açıdan ciddi tecrübesi olmayan ve kamuoyunda olumsuz algıya
sahip kimselerdi. 603 Bu nedenle Hz. Osman, Medine’nin önde gelen sahabeleri
tarafından ciddi anlamda eleştirilmiştir. Başta Hz. Ali olmak üzere Talha ve
Zübeyr daha önce hiçbir siyasi ve askeri tecrübesi olmayan yirmi beş yaşındaki
Abdullah b. Amir’in[604] Basra’ya
vali olarak atanması üzerine halifeye ‘akraba kayırmacılığı’ üzerinden itiraz
etmişler ve kendisine daha önceki halife tarafından yapılan ‘Ümeyyeoğulları’nı
insanların başına musallat etme’ şeklindeki tavsiyeyi hatırlatarak Hz. Osman’ın
akraba yanlısı uygulamalarına karşı çıkmışlardı.[605] Yine bu bağlamda daha yirmi
beşli yaşlarda olan, siyasi alanda hiçbir yetkinliği ve dini alanda yeterli
donanım sahibi olmayan Mervan b. Hakem’in devlet kâtipliğine getirilmesi, Said
b. el-As’ın otuz yaşında Kufe valisi olarak görevlendirilmesi, atamalarda
halifenin nesep yakınlığını dikkate aldığına dair başka örneklerdir. Hz.
Osman’ın bu anlamda bir başka uygulaması ise Medine’de önde gelen sahabeler
bulunmasına rağmen şûra heyetini sadece Ümeyyeoğulları’na mensup gençlerden
oluşturmuş olmasıdır.[606] Medine’de
Hz. Ali, Talha, Ebu Eyyub el-Ensari, Sa’d b. Ebi Vakkas gibi sahabeler
dururken, devletin önemli işlerini idari tecrübeleri ve toplum üzerinde
önemsenecek nüfuzları olamayan kişilerle istişare etmesi, Hz. Osman’ın asabiyet
merkezli uygulamalarından başka bir şey değildir.[607]
Hz. Osman’ın halifeliği süresince
nepotizm bağlamında değerlendirilecek bir başka uygulaması ise, O’nun başta
Ümeyyeoğulları olmak üzere yakın akrabalarına maddi anlamda ciddi bağış ve
lütuflarda bulunmuş olmasıdır.[608] Hz. Osman,
başta amcası Hakem b. el- As olmak üzere amca çocuklarına, damadına, hanımına
ve diğer akrabalarına nakit olarak beytülmalden birçok bağışta bulunmuş, aynı
zamanda bazı kamu alanlarının gelirlerini de akrabalarına tahsis etmişti.[609] Hz. Osman,
hanımı Nâile’ye beytülmalden 5.000 dirhem ödeme yapmış, damadına da Basra
valisinden 1.600 dirhem verilmesini emretmişti.[610] Aynı zamanda Irak’tan
getirilen ganimetleri kızları ve ailesine kâseler içinde dağıtan halife, yine
damadına Basra valisinden büyük miktarda para verilmesini emretmişti.[611] Amcası
Hakem b. el- As ve oğlu Mervan’a Afrika ganimetlerinden ciddi bağışta bulunan
Hz. Osman, Fedek arazisini Mervan’a ve Medine çarşısının gelirini Mervan’ın
Kardeşi Haris’e tahsis etmişti.[612] Yine devlet
hâzinesinden akrabalarına borçlar dağıtan Hz. Osman, bu borçların geri
ödenmesinde de gerekli özeni göstermemiş hatta bazı akrabalarının beytülmâle
olan borçlarını almayarak kendilerine bağışlamıştı.[613]
Aristokrasinin Yükselişi ve Devletin Mülk Haline Gelişi
Tarihin her döneminde ve bütün
toplumlarda bir eşitsizliğe rastlamak mümkündür. Servet ve güç anlamında hemen
hemen hiçbir farkın olmadığı en yalın toplumlarda bile bu eşitsizlik söz
konusudur. Örneğin bir kişi avcılık alanında özel bir yeteneğe sahip olmasıyla
ya da atalarının ruhlarına özel bir erişimi olduğu için toplumun öteki
bireylerindan farklı ve daha yüksek bir statü elde edebilmektedir. İşte toplumu
oluşturan kişi ya da gruplar arasında var olan bu eşitsizliğin yol açtığı
farklılaşma, hiyerarşik bir yapının, yani “eşitsizlik hiyerarşisinin” ortaya
çıkmasına neden olmakta, bu durum ise tabakalaşma olgusunu meydana
getirmektedir. Bu çerçevede tabakalaşma “farklı insan grupları arasındaki
yapılaşmış eşitsizlikleri” ifade etmektedir.[614] Diğer bir ifade ile sosyal
tabakalaşma, “belirli bir nüfusun hiyerarşik olarak, yani sosyal manada üst
üste gelen sınıflar halinde farklılaşmasıdır”.[615] Sosyal olarak sınıfların
farklılaşması ise aynı zamanda sınıflar arasında bir mesafenin var olduğuna
işaret etmektedir. Bu gerçekten hareketle toplumların, daha çok tercih edilenin
en üstte, daha az ayrıcalıklı olanın da en altta olduğu bir hiyerarşi içinde
tabakalardan oluştuğunu ifade etmek mümkündür.[616]
Toplumsal tabaka içerisinde,
hiyerarşinin en üstünde genellikle sosyal anlamda prestijli, politik anlamda
güçlü ve iktisadi anlamda değerli olana sahip seçkin kimseler yer almaktadır.
Bu seçkin zümre eğer iktidarı da elinde bulundurursa buna aristokrasi
denmektedir. Aristokratlar, siyasi iktidar üzerinde etkili olan, toplumun
yönetiminde doğrudan ya da dolaylı olarak önemli rol oynayan, toplumun yüksek
ve seçkin tabakasında yer alan siyasi elitler, dini elitler, askeri elitler ya
da aydın elitler gibi çeşitli sosyal gruplardır.[617]
İslam’dan önce Arap tolumunda özellikle
Mekke’de aristokratik bir yapının varlığı sözkonusudur. Bu aristokratik yapının
temelinde ise Mekke’de oturan Kureyş kabilesi yer almaktadır. Çünkü Kureyş
kabilesi diğer Arap kabileler üzerinde güçlü bir nüfuza, saygın bir konuma
sahipti. Araplar Kureyş kabilesine itaat etmekte, saygı duymakta ve onu
kendilerine örnek almaktaydılar. Kureyş kabilesinin aristokrat bir kabile
olmasında elbette ki Kâbe’nin sağlamış olduğu sosyal prestijin, ticaret
aracılığıyla elde edilen maddi güçün ve siyaseten sahip olduğu yüksek konumun
önemli bir etkisi vardır. Diğer taraftan Kureyş kabilesi Kâbe’de üstlendikleri
görevlere bağlı olarak kendi içerisinde de hiyerarşik bir yapıya sahipti. Bu
anlamda Kâbe’nin muhafızlığını ya da Kâbe’ye ziyarete gelenlerin yemek ve su ihtiyacını
karşılama gibi görevleri üstlenen kabileler diğerlerine göre daha seçkin ve
yüksek bir konumda bulunmaktaydılar. Ancak Kureyş kabilesinin siyasi ve sosyal
yapısına bağlı olarak ortaya çıkan dünya merkezli aristokrasi anlayışı İslam
dini ile birlikte farklı bir alana taşınmıştır. Maddi anlamda güçlü, sosyal
anlamda itibar sahibi ve politik olarak etkili olan aristokratlar ve toplumun
ileri gelenleri Müslüman fertler için sıradan kişiler haline gelmişlerdi. İslam
ile birlikte aristokrasiyi belirleyen artık kişilerin dünyevi konumları değil
dini anlamda üstlendikleri rollerdi.
Toplumsal
yapıda çeşitli kesimlerin, sınıfların ve tabakaların olması tabiidir. Bu durum
Müslüman toplumlar söz konusu olduğunda da geçerliliğini korumaktadır. Nitekim
derecelendirme veya hiyerarşik bir yapılanma benzer bir şekilde Müslümanlar
arasında da gözlenmektedir. Hiç şüphesiz Müslümanlar arasındaki
derecelendirmenin ölçütü manevi anlamda insanın sahip olduğu takvasıdır. Ancak
takvanın toplumsal göstergeleri açık ve net olmadığından toplumsal anlamda ön
plana çıkan, üstte ve ileride olmayı belirleyen, özellikle ilk İslam toplumunda
Allah’a ve Rasulüne yakın olma ve bu uğurda çekilen çilelerdir. Bu anlamda
Mekke’de on üç yıl boyunca Hz. Peygamberin yanında bulunan, her türlü zorluğa
ve işkenceye tahammül eden ve nihayetinde bütün maddi imkânlarını geride
bırakarak göç eden Muhacirler ile onlara kucak açan ve her durumda Hz.
Peygambere yardımcı olan Ensar müslüman toplumda seçkin bir konum elde
etmişlerdir. Hem Muhacirler hem de Ensar Kur’an ve hadislerde çokça övülmenin
bir sonucu ve ortaya koydukları fedakârlıklar nedeniyle seçkinleşmiş, yükselmiş
ve İslam toplumunun üst tabakası haline gelmişlerdi. Bunun yanında İslam
toplumu içerisinde Bedir savaşına katılmaları, Uhud savaşında gazi olmaları,
Rıdvan biatında bulunmaları ve cennetle müjdelenmeleri nedeniyle bazı sahabeler
daha seçkin, daha özel ve erdemli olarak kabul edilmişlerdir. Nitekim Hz.
Peygamber kamu görevlerinin çoğunu bu sahabelere vererek, onlarla her konuyu
istişare ederek ve onlara güvenerek bu sahabelerin özel konumuna işaret
etmişti.[618] Diğer
taraftan Hz. Ömer’in ata dağıtım sisteminde insanların İslam’a hizmetlerini
dikkate alması ve ona göre maaş bağlaması muhacir ve ensarın İslam toplumunda
seçkin ve imtiyaz sahibi olduklarına vurgu yapan bir başka uygulama olarak
dikkat çekmektedir. Ancak İslam’da hizmete, imana, imandaki kıdeme ve denenmiş
sadakate dayanan bu imtiyaz ve seçkinlik anlayışı, yani İslam aristokrasisi Hz.
Osman döneminde tekrar siyasi ve iktisadi temelli aristokratik anlayışa
dönmeye, din temelli seçkinlik ve üstünlük anlayışı maddiyata ve politik güce
indirgenmeye başlamıştır.
Hz. Osman döneminde seçkinlik
algısının değişmesinde bize göre en önemli unsur halifenin ortaya koymuş olduğu
nepotizm temelli yönetim anlayışıdır. Hz. Osman hem siyasi hem de iktisadi
anlamda belli imkânları özelde Ümeyyeoğullarına genelde ise Kureyş kabilesine
tahsis etmişti. O valilerini ve şûra meclisini kendi akrabalarından oluşturmak
süretiyle Ümeyyeoğullarını politik gücün zirvesine taşımıştı. Hz. Osman’ın
ortaya koymuş olduğu bu yönetim anlayışında İslam’a hizmette önde olmak
belirleyici değildi. Nitekim atamış olduğu valiler içerisinde ve oluşturmuş
olduğu şûra meclisinde, muhacir ve ensardan ziyade tulekadan olan, dini anlamda
ciddi zaafları olan kişiler yer almaktaydı. Diğer taraftan Hz. Osman, sahip
olduğu siyasi güce bağlı olarak devletin maddi imkânlarını kendi akrabalarına
hesapsızca dağıtmıştı. Amcası, hanımı, damadı bu ihsan sayesinde büyük gelirler
elde etmişler, maddi anlamda toplumun zirvesinde yer almışlardı. Ayrıca ikta
dağıtım sisteminde Hz. Osman’ın Kureyş kabilesi mensuplarını öncelemesi
toplumsal anlamda ciddi farkların oluşmasına yol açmıştı. Bu durum ise zamanla
servetin belli gruplar elinde toplanmasına, Kureyş merkezli aristokrat bir
sınıfın tekrar ortaya çıkmasına ve zengin ile fakir arasında maddi anlamda
büyük bir uçurumun meydana gelmesine yol açmıştı.[619] Neticede toplumda Kureyş
temelli bir aristokrat sınıf ile fetihlerin durmasına bağlı olarak ganimetleri
azalan, işsiz kalan ve sadece maaşlarla yetinmek zorunda kalan çoğunluğu
askerlerden oluşan fakir ve yoksul bir tabaka kendini göstermeye başlamıştı. Bu
durum ise fakir ve yoksul tabakanın Hz. Osman’a karşı büyük öfke duymasına ve
onun yönetim anlayışına itiraz etmesine neden olmuştu.[620]
Hz. Osman’ın ortaya koymuş olduğu
nepotizm temelli yönetim anlayışı zamanla Ümeyyeoğulları ve Kureyş kabilesi
mensupları arasında kendilerinin seçkin ve aristokrat bir sınıf olduğu fikrini
beraberinde getirmişti. Onlar, Hz. Osman sayesinde iktidarı kendilerine mülk
edinmenin ve bu mülkten istedikleri şekilde tasarrufta bulunmanın bir sonucu
olarak hem siyasi hem de iktisadi anlamda kendilerini toplumun en güçlü ve en
seçkin kimseleri olarak görmişlerdi. Bu anlayışa bağlı olarak Ümeyyeoğulları,
toplumun diğer fertlerine karşı aşağılayıcı ve küçük düşürücü tavırlar
sergilemeye başlamışlardı. Onların bu tavırları o kadar ileriye gitmişti ki
sokaklarda ‘falan geliyor savulun yoldan’ denilerek insanlara rahatsızlık
verilmeye başlanmıştı. Yine Ümeyyeoğulları “Biz Kureyşiyiz” diye her tarafta
hava atmaya ve toplumun diğer kesimlerine üstünlük taslamaya başlamışlar, İslam
dinine ciddi hizmetleri bulunan ve toplumun önderleri olan sahabelere karşı
saygısız tavır ve davranış içerisinde olmuşlardı.[621] Yönetime dair şikâyetleri
halifeye iletmek için giden Ammar b. Yasir ve halife ile arası bozuk olan
Abdullah b. Mes’ud, Ümeyyeoğulları tarafından feci bir şekilde dövülmüşlerdi.[622]
Hz. Osman döneminde dünyevi temelli
bir aristokrasinin ortaya çıkmasında halifenin yönetim anlayışıyla birlikte
iktidara gelenlerin devlete bakış açısı da önemli bir etkiye sahiptir. Hz.
Osman’dan önceki iki halife devleti kendileri için bir emanet olarak görürken,
Hz. Osman ve Ümeyyeoğulları ise devleti bir mülk olarak telakki etmişlerdi. Bu
anlayışa bağlı olarak devletin bütün imkânlarını kendilerinin hakkı olarak
görmüş ve toplumun diğer kesimlerini bu haktan mahrum bırakarak aristokrasinin
zirvesine çıkmışlardı.
Ümeyyeoğulları Hz. Ömer’in vefatının
ardından iktidarı elde etmek için ciddi gayret ve çaba ortaya koymuşlardı. Bu
çabanın arkasında ise geçmişte kaybettikleri maddi ve manevi imkânları yeniden
elde etme, kabilelerinin eski güç, iktidar ve itibarlarını tekrar kazanma gibi
sebepler yer almaktaydı. Bunun yanında Ümeyyeoğulları’nın hilafete bakış
açıları da iktidarı elde etmek için ortaya konan çabanın altında yatan başka
bir nedendi. Onlar devleti ve devletin imkânlarını kendileri için bir mülk
olarak telakki etmiş ve bu mülke sahip olmak için ciddi gayret ortaya
koymuşlardı.[623] Bu anlayışa
bağlı olarak Ümeyyeoğulları’nın o dönemdeki lideri Ebu Süfyan, bir taraftan
kendi kabile üyelerine hilafeti çok arzuladığını ve bunun kimseye
kaptırılmaması gerektiğini ifade etmiş, diğer taraftan halife seçilen Hz.
Osman’a da emirliğin dünyalık bir iş olduğunu söylemiş ve ondan yeryüzü
vadilerinin Ümeyyeoğulları’na verilmesini talep etmişti.[624] Yine bu anlamda Hz. Osman
tarafından Kûfe’ye vali olarak atanan Velid b. Ukbe, Sa’d b. Ebi Vakkas’a bu
işin bir mülk olduğunu, bu mülkü sabah birisinin akşam başka birisinin
tadacağını ifade etmişti.[625] İşte bu
amaç ve anlayışı gerçekleştirmek için Ümeyyeoğulları o dönemde Hz. Peygamberin
ashabı arasında kişiliği ve asaletiyle halifeliğe layık olanlardan Hz. Osman’ı
desteklemiş ve neticede O’nun iktidara gelmesini sağlamışlardı. Hz. Osman’ın
kabilesinden aldığı destek ile iktidara gelmesi, bunun yanında şahsi
karizmasının kabile karizması karşısında eksikliği, O’nun kabilesinden bağımsız
siyaset yapmasını engellemişti. Bu durumun bir sonucu olarak da Hz. Osman, çoğu
zaman siyasette kabilesinin anlayışı çerçevesinde bir yönetim tarzı sergilemiş
ve kamunun imkânlarını ciddi anlamda akrabalarına tahsis ederek devletin mülk
haline getirilmesine neden olmuştu.
Bu mülk anlayışının bir sonucu olarak
iktidarı ele geçiren Ümeyyeoğulları, artık herkesi kendi ailelerinin memuru ve
her şeyi kendi mülkleri olarak görmeye başlamışlardı. Başta Hz. Osman olmak
üzere devletin valileri devlet memurlarını kendi özel memurları olarak
görmüşlerdi. Bir gün Hz. Osman, amcasına hazineden verilmek üzere beytülmâl
görevlisi Abdullah b. Erkam’dan para istemiş, Abdullah ise bu talebi geri
çevirmişti. Bunun üzerine Hz. Osman Abdullah’a kızarak “sen bizim hazine
memurumuzsun.” deyince Abdullah b. Erkam “Ben Müslümanların beytülmâlinin
gözeticisiyim, senin sülalenin hazine bekçisi değilim.” şeklinde karşılık
vermiş ve mescitte herkesin huzurunda beytülmâlin anahtarını Hz. Osman’ın önüne
fırlatmıştı.[626] Aynı
şekilde Ammar b. Yâsir hazineden kendi akrabaları için para isteyen halifeye
‘ben sizin değil devletin görevlisiyim’ diyerek Hz. Osman’ın emrini yerine
getirmemiş ve görevinden istifa etmişti.[627] Taşrada ise Abdullah b.
Mes’ud Kûfe valisi Velid ile beytülmâl konusunda yaşadığı bir tartışmanın
ardından hâzinenin anahtarını valinin önüne atarak “ben Müslümanların
hazinecisi olduğumu düşünüyordum, ama yok eğer sizin hazine görevliniz isem
buna ihtiyacım yoktur” diyerek görevinden ayrılmıştı.[628] Yine bu anlamda Hz. Osman
tarafından Kûfe’ye vali olarak atanan Sa’id b. el As şehrin ileri gelenleriyle
yapmış olduğu bir toplantıda “Kûfe arazisinin tümü Kureyş’in bahçesidir” sözünü
kullanarak devlete ait olan bütün arazileri Kureyş ailesine has kılmıştı. Ancak
şehir halkı bu düşünceyi kabul etmemiş ve ‘kendileri sayesinde fethedilen topraklar
nasıl olur da Kureyş’e ait olur’ diyerek valiye tepki göstermişlerdi.[629] Bütün bu
örnekler Ümeyyeoğulları’nın devlete ve devlet yönetimine nasıl baktıklarını
açıkça ortaya koymaktadır. Onlar için devlet bir mülktü ve bu mülkten sadece
kendileri istifade edebilirlerdi. Bu anlayışın bir sonucu olarak ta devletin
maddi ve manevi imkânlarını sınırsız bir şekilde kullanmışlar ancak toplumun
diğer kesimlerine bu kadar cömert davranmamışlardı. Öyle ki kendilerine
muhalefet eden Abdullah b. Ebu Mes’ud ve Hz. Aişe gibi önde gelen sahabelerin
atalarında kesintiye gitmişlerdi.[630]
Bu
aristokratik tavır ise toplumda devletin Ümeyyeoğulları tarafından bir mülk
haline dönüştürüldüğü anlayışının yaygınlaşmasına neden olmuştu. Nitekim bu
anlayışın bir sonucu olarak, Hz. Osman isyancılar tarafından kuşatıldığında
Medine’de bulunan Muhacir ve Ensar halifeyi destekleyecek ve onu kurtaracak bir
tavır içinde olmamışlardı. Hz. Osman taraftarı olarak bilinen bazı kimseler,
halifeyi kurtarmak için Medine’nin önde gelen sahabelerinden yardım
istemişlerdi. Bu kişilerden Hz. Osman’ın beytülmâl görevlisi olan Zeyd b. Sabit
Ensar’a çağrıda bulunarak “Siz Allah’a ve onun elçisine yardım ettiniz. Öyle
ise Peygamberin halifesine de yardım ediniz” dediğinde Sehl b. Hüneyf, Zeyd’in
bu isteğine halifenin bağışlarına işaret ederek: “Ey Zeyd, Osman seni
Medine’nin hurmaları ile doyurdu” şeklinde karşılık vermiş ve teklifi kabul
etmemişti. Bunun üzerine Zeyd, Eyyüp el- Ensari’ye başvurmuş o da “Sen yardım
et ona, çünkü sana çok hurma ağacı verdi” diyerek
Zeyd’in yardım
teklifini aynı gerekçeyle reddetmişti.[631] Neticede Hz. Osman’ın ve
Ümeyyeoğulları’nın devleti kendi mülkleri olarak görmelerine bağlı olarak
uyguladıkları siyaset ve aristokratik tavır, halife ve valilerinin halk
nezdinde büyük bir güven kaybına neden olmuş ve bu güven kaybı halifeyi en zor
anında savunmasız bırakmıştı.
Meşruiyet Krizi ve Hz. Osman’ın Şehid
Edilmesi
İnsanlar arasında bireysel,
toplumsal ve ekonomik alanlarda bir takım farklılıklar söz konusudur. Bazı
insanlar toplumsal hayatta güçlü niteliklere sahip iken bazıları zayıf
olabilmektedir. Bazıları maddi anlamda büyük imkânları elinde bulundururken
bazıları da bu imkânlardan yoksun olabilmektedir. Bütün bu farklılıklar bir
yandan toplumsal hayatta bir takım eşitsizliklerin ortaya çıkmasına neden
olurken diğer taraftan bir kişi ya da grubun diğerine itaat etmesi ya da
diğerini kendisine itaat ettirmesi sonucunu doğurur. Bu itaat etme ya da
ettirme beraberinde yönetmeyi, yönetilmeyi ve etkilemeyi getirmektedir. Bu bağlamda
en az iki insan arasında meydana gelen ve birinin diğeri üzerindeki yönetme,
yönlendirme ve etkileme gücüne sahip olmayı ifade eden iktidar, Kapani’nin
tanımlamasıyla “başkalarının davranışlarını etkileyebilme, kontrol edebilme
olanağı” olarak ifade edilmektedir.[632] Weber tarafından
ise iktidar toplumsal eylem temelinde “bir insanın, ya da bir dizi insanın,
toplu bir eylemde, eylemlerine katılan başkalarının direnişine rağmen bile
olsa, kendi iradelerini gerçekleştirme olanağı” olarak tanımlanmaktadır.[633] İktidar
ilişkisi toplumsal hayatın hemen her alanında karşımıza çıksa da siyasi anlamda
farklı bir ilişkiye işaret etmektedir. Gündelik hayatta iktidar belli kişiler
arasında belli sınırlar içerisinde kendini gösterirken, siyasal iktidar, bütün
toplum üzerinde diğer bir ifadeyle toplum içerisindeki birey, grup ve kurumlar
üzerinde kendini gösteren bir ilişki türüdür. Bu anlamda siyasal iktidarı,
toplum adına karar alma, kural koyma ve kuralları uygulama, yürütme ve yönetme
yetkisi olarak tanımlamak mümkündür. Siyasal iktidarın en temel niteliklerinden
birisi ülke içerisinde yaşayan bütün insanlar ve topluluklar üzerinde bağlayıcı
kararlar almak ve bu kararları uygulamaktır. Aynı zamanda siyasal iktidar diğer
bütün iktidarlardan daha üstün, maddi güç ve kuvvet kullanma niteliğine sahip,
rıza ve itaate dayalı bir iktidardır.[634] Ancak siyasal iktidarlar,
ellerinde bulundukları yürütme ve yönetme, toplum adına karar alma, kural koyma
ve bu kuralları uygulama yetkisini mutlaka bir kaynağa dayandırmak zorundadır.
Diğer bir ifade ile toplumun, siyasi iktidar tarafından alınan kararlara rıza
göstermesinin ve itaat etmesinin altında toplumda hâkim olan ve meşru olarak
kabul edilen bir inancın yer alması gerekmektedir. İşte bu gereklilik meşruiyet
kavramıyla yakından ilişkilidir. Kısaca toplum tarafından kabul edilme,
onaylanma anlamı taşıyan meşruiyet, siyasal gücün ve onun uygulamaya geçirdiği
kararların toplum nezdinde kabul görmesi ve onaylanmasını ifade etmektedir.
Başka bir tanımlamayla iktidarın, halkın tamamı veya çoğunluğu tarafından
tanınması ve kabul edilmesi olan meşruiyet, siyasi bağlamda “yönetimi altındaki
insanlar üzerinde yönetme hakkına sahip olduğu bilinciyle otoritesini kuran
yönetimin, yönettiği toplum tarafından onaylanması ve tanınması şeklinde kendini
gösteren yönetsel güç kurumu olarak” tarif edilebilir.[635] Eğer iktidar ile
toplum arasında var olan ve iktidarın kabulünü sağlayan bu meşruiyet zamanla
anlamını yitirir ve kaybolursa toplumsal bir kriz ortaya çıkar. Krizle birlikte
artık halk iktidarın taleplerine karşılık vermez ve emirlerini yerine getirmez.
Hatta krizin derinleşmesiyle halk iktidara karşı itiraz, muhalefet ve isyan
eder. İktidar ise varlığını devam ettirmek ve kendisine karşı yapılan isyanları
ortadan kaldırmak için ise zaman zaman baskıya, şiddete ve sürgüne başvurur.
Ancak bu durum sürdürülebilir olmadığı için iktidar gücünü ve otoritesini
kaybeder ve nihayetinde yıkılır. Bu anlamda Hz. Osman döneminin son altı
yılında yaşanan ve halifenin şehid edilmesi ile son bulan sürecin altında bize
göre iktidar ile toplum arasınada ortaya çıkan meşruiyet krizinin önemli bir
etkisi vardı ve Hz. Osman bu meşruiyet krizine bağlı olarak şehid edilmişti.
Hz. Osman istişareler sonucunda
Abdurrahman b. Avf tarafından 644 yılında halife ilan edilmişti. Onun
halifeliği genel olarak toplum tarafından olumlu karşılanmış, özellikle
halifeliğinin ilk altı yılında ortaya koymuş olduğu yönetim anlayışı toplum
tarafından kabul görmüş ve ciddi bir itirazla karşılaşmamıştı. Ancak daha
sonraki dönemlerde Hz. Osman’ın uygulamaya koymuş olduğu kararlar, hem merkez
hem de taşra tarafından siyasi, sosyal, ekonomik ve dini anlamda onaylanmamaya
ve kabul edilmemeye başlanmıştı. “Osman halife olarak görev yaptığı on iki
yılın ilk altı senesinde (birçok) iş yaptı. İnsanlar onun hiçbir şeyini
yadırgamadı... Sonra insanların idaresini hafife aldı. Son altı yılında
akrabalarına ve yakın aile çevresine idari görevler verdi. Mısır’ın beşte
birini Mervan’a tahsis etti. Akrabalarına mal verdi. .Mal mülk edindi.
Hazineden borç aldı... İşte insanlar onun bu davranışını yadırgadı.”[636] Bu
yadırgama zamanla halifenin kararlarına itiraza ve emirlerine itaat ememeye
dönüşmüş, halifenin atamış olduğu valiler artık toplum tarafından kabul
edilmemeye ve vali oldukları şehirlere sokulmamaya başlanmıştı. Hatta bazı
şehirler, istedikleri kişilerin vali olarak atanmasını halifeye dayatmaya
başlamışlardı. Nitekim Hz. Osman’ın Kûfe valisi Said b. el-As toplantı için
gittiği Medine’den dönüşünde Kûfeli isyancılar tarafından valisi olduğu şehre
sokulmamış ve geri gönderilmişti. Valiyi şehre sokmayan isyancılar, Musa el-
Eş’ari’yi kendilerine vali olarak seçmiş ve bu durumu mektupla Hz. Osman’a
bildirerek, onun valiliğini tasdik etmesini istemişlerdi.[637] Hz. Osman ise isyancıların bu
talebini toplu isyana dönüşme korkusuyla onaylamak zorunda kalmıştı. Yine
halife Hz. Osman, Mısırlılar tarafından kendisine dayatılan Muhammed b. Ebi
Bekir’i Mısır’a vali olarak atamak zorunda kalmıştı.[638] Bütün bu örnekler, “Geriye
kalanların en hayırlısı olarak”[639] ve “O’ndan
başka birisini halifeliğe denk görülmediği”[640] ifade edilerek halife seçilen
ve halifeliği toplumun çoğunluğu tarafından onaylanan ve meşru görülen Hz.
Osman’ın zamanla meşruiyetini kaybettiğini, bu meşruiyetin kaybedilişine bağlı
olarak da toplumda ciddi krizler yaşandığını göstermektedir. Yaşanan krizler
ise hem iktidar hem de toplum açısından yıllar süren ciddi sorunları
beraberinde getirmiştir. Bir defa siyasi iktidar toplumdaki meşruiyet algısıyla
bağını koparmış, değişen meşruiyet algısına bağlı olarak meşruiyet
dayanaklarını güncelleyememiş ve toplumla uyumlu hale
getirememişti. Bu duruma bağlı olarak yaşanan siyasi, ekonomik ve toplumsal
sorunlara çözüm üretememiş hatta kriz ortamında iktidarını devam ettirmek için
zaman zaman şiddete, sürgüne ve ekonomik yaptırımlara başvurmuştu. Toplumun
büyük bir bölümü ise bu meşruiyet krizine bağlı olarak, Hz. Osman’ın iktidarına
karşı sözlü ve fiili eylemlere başvurmuş, isyan etmiş, azlini istemiş ve
neticede halifeyi şehid ederek onun iktidarına son vermişti. Dolayısıyla Hz.
Osman’ın şehid edilmesiyle son bulan bu süreçte iktidarın meşruiyet
kaynaklarını ve bu kaynakların değişimine bağlı olarak yaşanan krizleri, bu
krizlerin nedenlerini ve sonuçlarını ortaya koymak o dönemi anlamak adına
önemlidir.
Hz. Osman İktidarının Meşruiyet Kaynağı
Siyasi iktidarın
varlığı, devamlılığı, toplum üzerinde otorite kurabilmesi, düzen ve istikrar
sağlayabilmesi için en önemli faktör meşruiyettir. Meşruiyete ve meşrulaştırıcı
bir desteğe sahip olmayan siyasi iktidarın varlığını sürdürmesi zordur.
“Meşruiyet, siyasal iktidarın varlık sebebi ve devam etmesinin tek
güvencesidir. Siyasal iktidarın yasa, emir ve eylemlerinin birey ve toplum
nezdinde kabul görüp uyulmasının tek dayanağıdır.”[641] Bu nedenle siyasi iktidarın
istikrarlı, güçlü ve dayanıklı olabilmesi için içinden çıkmış olduğu toplumun
dini, hukuki ve sosyokültürel gibi meşruiyet vasıtalarına dayanmak zorundadır.[642] Siyasal
iktidar, Weber’e göre meşruiyetini geleneğe, hukuka ve karizmaya
dayandırmaktadır. Geleneksel otoritede siyasal iktidarlar, meşruluğunu çok eski
zamanlara dayanan gelenekten ve bu geleneğin kutsal olduğu inancından
almaktadır. Toplum geleneklere uygun olarak yönetimde bulunanların kutsal
olduğuna inandığı için yöneticilerin kararlarına ve uygulamalarına itaat eder.
Bu durum, siyasi iktidarın egemenliğine ve toplumu yönetmesine olanak sağlar ve
ona meşruluk kazandırır. Karizmatik otoritede ise iktidarın meşruiyeti, olağan
üstü niteliklere sahip olduğuna inanılan bir kimseye güven ve itaate
dayanmaktadır. Toplum iktidarı elinde bulunduran kişide tanrı vergisi ve olağan
üstü bir alamet gördüğü için ona bağlılık gösterir ve kurduğu sisteme itaat
eder.
Yasalara ve akılcı kurallara dayanan
otoritede ise siyasi iktidar meşruiyetini hukuki kurallardan almaktadır. Siyasi
iktidar hukuk kurallarına ve akılcı kurallara uygun davrandığı sürece meşrudur.[643] Ancak
burada ifade edilmesi gereken bir husus ise siyasi iktidarların dayandığı
meşruiyet kaynakları toplumdan topluma değişebilmesidir. Diğer taraftan bu
meşruiyet kaynaklarının biri, bir kaçı veya hepsi aynı anda siyasi iktidarların
toplum tarafından kabulünde ve onanmasında etkili olabilmektedir. Bir toplumda
hem gelenekler hem de dini anlayışlar aynı anda siyasi iktidarın meşruiyet
kaynağı olarak kendini gösterebilir.[644]
Öncelikle
ifade edilmelidir ki Hz. Ömer’den sonra iktidara gelen Hz. Osman’ın meşruiyeti
geleneğe ve dini anlayışa dayanmaktadır. Geleneksel ve dini meşruiyete bağlı
olarak Hz. Osman’ın halifeliği toplum tarafından onanmış ve onun iktidar olarak
ilk dönemde hayata geçirmiş olduğu uygulamalar kabul görmüştü. Arapların
geleneksel anlayışında kabile reisi, bilgi sahibi, cömert ve güzel konuşan, hem
maddi hem de manevi açıdan güçlü kişilerden seçilirdi. Ayrıca asabiyeti güçlü,
maddi anlamda zengin ve kalabalık bir kabileye mensup olmak kabile reisi olarak
seçilecek kişilerde aranan en önemli özellikler arasında yer almaktaydı. Yine
aynı özelliklere sahip adaylar arasından en yaşlısının tercih edilmesi,
seçilecek kişinin istişare ile ve hayat boyu seçilmiş olması bu anlamda
geleneksel Arap siyasetini belirleyen unsurlar içerisindeydi. [645] Bu bağlamda
Hz. Osman’ın halife seçilmesinde etkili olan hususlara baktığımızda geleneksel
Arap siyasi anlayışının izlerini görmek mümkündür. Hz. Osman, şûra heyeti
içerisinde ve halk arasında yapılan istişareler sonucunda halife olarak ilan
edilmişti. Halife seçilmesinde kabilesinin çok büyük etkisi söz konusu olmuştu.
Aynı zamanda zenginliği ve cömertliği onun halife olmasında etkili olan
hususlar arasında yer almıştı. Ayrıca yaşı, bilgisi ve halk nezdindeki itibarı
onun halife olarak seçilmesinde etkili olmuştu. Bütün bunlar Hz.
Osman iktidarının toplum tarafından
kabul edilmesinde olumlu rol oynayan geleneksel meşruiyet kaynaklarıdır.
Hz. Osman iktidarının dini anlamda
meşruiyet temellerini oluşturan hususlar ise daha halife ilan edilme aşamasında
kendini göstermektedir. Abdurrahman b. Avf halifeyi ilan etmeden önce Hz. Ali
ve Osman’ı yanına çağırarak bazı konularda onlardan söz almak istemişti. İlk
önce Hz. Ali’den, ‘Allah’ın kitabı, Hz. Peygamberin sünneti ve kendinden önceki
halifelerin yolunu izlemesi’ konusunda kendisine söz vermesini isteyen
Abdurrahman, ondan ‘gücüm ve bilgim yettiği ölçüde’ cevabını almıştı. Daha
sonra aynı konuda Hz. Osman’dan söz isteyen Abdurrahman b. Avf, onun güçlü bir
irade ortaya koyarak ‘evet’ demesi üzerine Hz. Osman’ı halife ilan etmişti.[646] Allah’ın
kitabı ve Hz. Peygamberin sünnetinin ortaya koymuş olduğu ilkeler ile Hz. Ebu
Bekir ve Ömer’in devlet idaresinde takip etmiş oldukları usullere itaat ve
riayet Hz. Osman’ın iktidarını halk tarafından meşru kılacak temel hususlardı.
Bu çerçevede ortaya konan ve ilk iki halife tarafından da takip edilen adalet,
liyakat ve istişare gibi temel ilkelere uyulması iktidarın toplum nezdinde
meşruiyetini artıracak niteliklerdi.
Hz. Osman’ın halifeliğini dini
anlamda meşru kılan bir başka husus ise onun cennetle müjdelenmiş ve vefat
ettiğinde Allah Resûlu’nün razı olduğu kişiler arasında yer almış olmasıdır.
Hz. Ömer yaralandığında sahabeden bazıları ısrarla kendisinden sonra birisinin
yerine halife tayin edilmesini istemişti. Hz. Ömer ise bundan kaçınarak işi
kendisinin belirlediği altı kişiden oluşan şûraya havale etmişti. Şûraya dâhil
ettiği isimleri belirlemede ise toplumun dini anlamda önem verdiği hususları
kendisine referans edinmişti. O hilafet işinizi “vefat ettiğinde Allah
Resûlu’nün kendilerinden razı olduğu”[647] ve “bunlar cennet
ehlindendir”[648] dediği şu
altı kişiye havale ediyorum demişti. Böylece Hz. Ömer, Hz. Osman’ın da dâhil
olduğu şûra üyelerinin toplum nezdinde kabulünü sağlamış ve bu üyeler üzerinde
meydana gelecek tartışmaların önüne geçmişti. Nitekim
şûraya dâhil edilen üyelere ne Ensar ne de Muhacirlerden ciddi bir itiraz
gelmemiş ve onların halife adaylıkları herkes tarafından kabul görmüştü.
Elbette ki bu kabulün altında dini otorite olan Hz. Peygamberin referanslığı
önemli bir etkiye sahipti. Dolayısıyla şûra üyeleri arasından halife seçilen
Hz. Osman’ın ve onun iktidarının toplum tarafından kabul görülmesinde bu
referansın önemli bir meşruiyet kaynağı oluşturduğu muhakkaktı.
Nedenleri ve
Sonuçlarıyla Meşruiyet Krizi
Meşruiyet süreklilik arz etmeyen,
toplumda meydana gelen gelişmelere bağlı olarak değişen bir olgudur.
Meşruiyetin kaynağı belli bir dönem sonra toplumdaki siyasi, dini ve kültürel
anlayışlarda meydana gelen gelişmeler neticesinde değişime uğrayabilir.
Meşruiyeti var eden şartlar ve besleyen kaynaklarda böyle bir değişimin meydana
gelmesi durumunda ise siyasi iktidarların meşruiyeti sorgulanmaya başlanır ve
ona karşı gösterilen toplumsal destekte zamanla bir azalma kendini gösterir.[649] Böyle
bir durumda eğer siyasi iktidar meşruiyet kaynağını değiştiremez ve
dönüştüremez ise yani toplumda mevcut meşruiyet anlayışıyla uyumlu hale
getiremez ise ortaya genellikle meşruiyet krizi çıkar. Diğer bir ifadeyle meşru
bir kaynağa dayanan siyasal iktidar, meşruiyetin kaynakları ile bağını koparır
ve toplumsal kabule aykırı tavır ve anlayışlar ortaya koyarsa ya da siyasi
iktidarın sundukları ile toplumun beklentileri arasında farklılık ve uçurum
meydana gelirse meşruiyet krizinin ortaya çıkması kaçınılmazdır.[650] “Meşruiyet
krizi, bir iktidarın var olma, varlığını sürdürme üzerine kurduğu ilke ve
değerlerin toplum tarafından kabul edilmemesi ve toplumsal rızanın zayıflaması
anlamında bir sistem sorunudur. Bu sorunun bir ucunda, iktidardan beklentileri
olan fert veya iktidardan inanç ve kültürüyle uyumlu davranışlar bekleyen
toplum, bir başka ucunda ise bu taleplere makul, adil, sürekli ve meşru
cevaplar üretemeyen iktidar vardır.”[651] Meşruiyet krizi ortaya
çıktığında siyasal iktidar ile toplum arasında bir güven bunalımı meydana
gelir. Bu güven bunalımı beraberinde, kanunlara uymamayı, emirlere itaat
etmemeyi, siyasi iktidarın eylem ve söylemlerini onaylamamayı ve kabul etmemeyi
getirir. Bunun sonucunda toplum, siyasi iktidara karşı muhalif bir tavır
sergilemeye başlar ve bu muhalif tavrını eylemlerle, protestolarla ve nihayet
şiddet hareketleriyle göstermeye çalışır. Siyasal iktidar ise ortaya çıkan
meşruiyet krizinde kendi varlığını sürdürebilmek için toplum tarafından kendine
karşı ortaya konan eylemlere, bir takım yaptırımlarla, güç ve kuvvet
kullanımıyla karşılık verir. Ancak toplumsal meşruiyetini kaybettiği için çoğu
zaman başarıya ulaşamaz ve iktidarını kaybeder.[652]
Hz.
Osman döneminde iktidar ile toplum arasında meşruiyet krizinin ortaya
çıkmasının ana nedenlerinden biri hiç şüphesiz halifenin toplum tarafından
kabul ve onayına temel teşkil eden geleneksel ve dini meşruiyet kaynaklarıdır.
Bilindiği gibi Arap siyasi geleneğinde kabile reisi olarak seçilen kişi hayat
boyu bu görevi yerine getirmekte, ölüm vb. olağan üstü bir durum olmadıkça
görevinden ayrılmaz ya da görevinin bırakılması kendisinden istenmezdi.
Genellikle doğal yoldan görevinin son bulması gerektiği anlayışına bağlı olarak
Araplar, kabile reisi ile kabile üyeleri arasında her hangi bir sorun
yaşandığında reislerini görevden alma ve azletme gibi siyasi bir tecrübeye
sahip değillerdi. Aynı zamanda kabile reisinin geleneksel anlayış çerçevesinde
üyeleri üzerinde hâkim olmaktan çok onlara hakemlik yaptığı düşünüldüğünde
reisin kendisine karşı yapılan toplu muhalefete karşı nasıl bir tavır takınması
gerektiği de somut değildi.[653] Dini
anlamda da devlet başkanının görevinin nasıl sona ereceği konusunda ne Kur’an’ı
Kerim ne de sünnette herhangi bir hüküm bulunmamaktaydı. İslam’ın bu temel iki
kaynağında sadece devlet başkanının adil olması ve devlet işlerinin istişare
ile yürütülmesi gibi birkaç husus yer almaktaydı.[654] Ayrıca Hz.
Peygamber, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in siyasi iktidarları döneminde
devlet başkanının görevi bırakması
yönünde de toplumda herhangi bir tartışma yaşanmamış, Hz. Peygamber ve diğer
iki halife de hayatlarının sonuna kadar iktidarlarını sürdürmüşlerdi.
Dolayısıyla iktidar ile toplum arasında her hangi bir kriz meydana geldiğinde
ne şekilde ve nasıl davranılması gerektiği konusunda ne Arap siyasi geleneğinde
ne de Kur’an ve sünnette somut bir çözüm önerisi yoktu. Bu konuda geleneksel ve
dini meşruiyet kaynaklarında her hangi bir çözümün olmaması ve geleneğe göre
reisin ömür boyu seçilmiş olduğu anlayışı ise, tarihte ciddi siyasi sorunların
ve sonuçların ortaya çıkmasına neden olmuştu. Öyle ki bu çözümsüzlüğün
doğurduğu en acı sonuç, İslam tarihinde ilk defa henüz hayatta iken adalet
vasfını yitirdiği gerekçesiyle devlet başkanlığı görevinin bırakılması
kendisinden istenen Hz. Osman’ın şehid edilmesi olmuştur.[655]
Hz.
Osman döneminde yaşanan meşruiyet krizinin altında yatan bir başka husus ise
iktidarın, meşruiyet kaynakları bağlamında toplumun beklentilerine cevap
verememesidir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Hz. Osman’ın halife seçilmesinde
en önemli nedenlerden biri Kur’an ve sünnete tabi olacağı ve kendisinden önceki
iki halifenin yolunu takip edeceği yönünde ortaya koymuş olduğu güçlü iradesiydi.
Ancak Hz. Osman, oniki yıllık iktidarı döneminde çoğu zaman bu iradesinin
aksine uygulamalarda bulunmuş, Hz. Peygamber ve kendinden önceki iki halefinin
yolunu takip etmemişti.[656] Bu anlamda
bazı örnekleri ifade etmek gerekirse, Hz. Osman, Hz. Peygamber ve ilk iki
halifenin bağışlamadığı ve sürgününü sonlandırmadığı Hakem b. el- As’ı,
affetmiş, sürgün cezasına son vermiş ve onu Medine’ye getirmişti. Hz. Ebu Bekir
ve özellikle Hz. Ömer kendi akrabalarını halifelikleri döneminde önemli
görevlere getirmemişken, Hz. Osman bütün önemli görevlere kendi akrabalarını
atamıştı. Hz. Ömer atamış olduğu valileri her konuda ciddi bir denetime tabi
tutarken Hz. Osman valilerini hiçbir şekilde denetlememişti. Hz. Ömer kendi
günlük ihtiyacını karşılayacak kadar hazineden maaş alırken ve akrabalarını
hazine malından uzak tutarken, Hz. Osman, eşine, akrabalarına ve valilerine
hazineden ciddi bağışlarda bulunmuştu. Kendinden önceki halifeler, devlet
idaresinde liyakati öncelerken, Hz. Osman genç henüz devlet tecrübesi olmayan
kişileri önemli görevlere getirmişti. Devlet işlerinde toplumun değer verip,
saygı duyduğu kişilerle oluşturulan istişare meclisleri, Hz. Osman döneminde
sadece Ümeyyeoğulları’ndan oluşturulmuştu.[657] Hz. Peygamber ve
ilk iki halife tarafından Mina’da iki rekât olarak kılan namaz, Hz. Osman
tarafından dört rekât olarak kılınmaya başlanmıştı.[658] Bütün bu uygulamalar,
toplumun beklentilerinden çok uzak olduğu için halifeye ve onun iktidarına
karşı ciddi itirazların yükselmesine neden olmuştu. Öyle ki halife hem merkezde
hem de taşrada artık Allah Resûlu’nün sünnetini terk eden, seleflerine
muhalefet eden, eş, dost ve akrabalarını kayıran, adaleti gözetmeyen bir kişi
olarak görülmeye başlanmıştı. Nitekim Hz. Ali, Hz. Osman’ı valilerine karşı
Ömer gibi davranmadığı için eleştirmiş,[659] Hz. Âişe, halifenin Hz.
Peygamberin sünnetini eskittiğini ifade etmiş,[660] Talha ve Zübeyr,
Onun, Ümeyyeoğulları’nı başlarına musallat ettiğinden şikâyet etmiş, halk ise
valilerinin uygulamalarından ciddi rahatsızlık duymuştu.[661] İktidar ise kendine
yöneltilen eleştirilere, “sıla-i rahimi gözetiyorum” diyerek cevap vermiş ve
yaptıklarını dini anlamda meşrulaştırmaya çalışmıştı. Halife bu
meşrulaştırmasını daha da ileriye taşımış ve adaleti terk ettiği gerekçesiyle
devlet başkanlığından ayrılmasını isteyen muhaliflere “Allah’ın giydirdiği
gömleği çıkarmam” diyerek şûra tarafından belirlenen iktidarını Allah’a
dayandırmıştı.[662] Bütün
bunlar, toplumun iktidara karşı bir güven bunalımı yaşadığına ve iktidar
tarafından gerçekleştirilen uygulamalarının kabul görmediğine işaret ederken,
iktidar açısından ise toplumda kaybetmiş olduğu otoritesini ve meşruiyetini
dini temellere dayandırarak sürdürme gayretini ortaya koymaktadır. Neticede,
iktidarın toplumun beklentilerine makul cevap verememesi ve meşruiyet
kaynakları konusunda toplum ve iktidar arasında farklı yaklaşım ve anlayışların
meydana gelmesi siyasi anlamda bir meşruiyet krizinin çıkmasına neden olmuştu.
Hz.
Osman döneminde yaşanan meşruiyet krizinin bir başka nedeni ise iktisadi ve
içtimai hayatta meydana gelen değişmelerdir. Halifeliğinin ilk altı yılında Hz.
Ömer döneminde başlayan fetih hareketlerini devam ettiren Hz. Osman, İran,
Suriye ve Mısır topraklarına valileri aracılığıyla seferler düzenlemişti.
Devlet bu seferlerden ciddi ganimet elde etmiş, elde ettiği ganimetleri de
Müslümanlara dağıtmaya başlamıştı. Bu durum toplumda ciddi bir zenginlik
meydana getirmiş, lüks ve refah artmıştı.[663] Bu fetih hareketleri ve
toplumsal hayatta meydana gelen zenginlik ve refah ise bireyselleşmeyi
beraberinde getirmişti. Aynı zamanda toplumsal yapı homojen bir yapıdan
heterojen bir yapıya dönüşmüş, devleti oluşturan tebaanın içerisinde farklı
meşruiyet algılarına sahip kişiler yer almaya başlamıştı. Bir tarafta bedevi
hayatın içinden gelen ve her hangi bir otoritenin emrine girmek istemeyen
kişiler, diğer tarafta ekonomik ve siyasi gerekçelerle Kureyş otoritesine karşı
çıkan kabileler ortaya çıkmaya başlamıştı.[664] Aynı zamanda toplumda Hz.
Peygamberin dostlarına saygı duymayan, onları döven ve hakaret eden kişiler
kendini gösterirken, diğer tarafta bu dostların farklı bölgelere dağılmalarıyla
onların etrafında toplanan ve onları dini otorite olarak gören insanlar
toplumsal yapıda yer almaya başlamıştı. Muaviye’nin ifadesiyle bir tarafta ne
Ali’yi, ne onun peygambere olan yakınlığını, ne Ammar’ı ne de onun dindeki
önceliğinden habersiz bireyler toplumda yer alırken diğer tarafta Abdullah b.
Mes’ûd etrafında toplanan, onun Kur’an okuyuşunu savunan ve onu dini otorite
olarak gören kişiler vardı.[665] Yine Hz.
Osman dönemi toplumunda bir tarafta artan zenginliğe, lükse ve israfa dini
temelli itirazlar yükseltenler, diğer tarafta maddi imkânlarını daha da fazla
artırmak ya da var olan imkânlarını kaybetmemek için otoriteye muhalefet
edenler toplumda yer almaya başlamıştı. Bütün bunlar toplumu oluşturan
bireylerin meşruiyet algılarında zamanla bir değişimin meydana geldiğini açıkça
ortaya koymaktadır. Hz. Osman’ın halife seçildiği dönemdeki toplumun meşruiyet
algısı ile son yıllarındaki meşruiyet algısı arasında yaşanan sosyal ve
ekonomik değişmelere bağlı olarak çok büyük farklılık meydana gelmişti. Bu
farklılık ise toplum ile iktidar arasında meşruiyet krizinin ortaya çıkmasına
neden olmuştu.
Hz.
Osman’ın yönetim anlayışı ve toplumda meydana gelen değişmelere bağlı olarak
ortaya çıkan Meşruiyet krizi, iktidara karşı ilk önce ikazı sonra itirazı ve en
sonunda isyanı beraberinde getirmişti. Başta Medine’nin önde gelen sahabeleri
olmak üzere birçok kişi iktidarın uygulamalarından duydukları memnuniyetsizliği
ilk önce sözlü olarak dile getirmiş ve halifeyi uyarma gereği duymuşlardı. İbn
Esir’de yer alan bir rivayete göre bazı sahabeler Hz. Ali’ye gelerek halifeden
duydukları rahatsızlıkları ifade etmişler, bunun üzerine Hz. Ali, Hz. Osman’ın
yanına giderek kendisine iletilen konularda onu uyarmış ve kendisinden adil
olmasını, zalim olmamasını istemişti.[666] Yine bazı sahabeler, halifeyi
başkâtibi Mervan olmak üzere diğer Ümeyyeoğulları konusunda uyarmış,
kendisinden bu konuda dikkatli olmasını istemişlerdi. Hatta eşi Nâile dahi
Mervan konusunda Hz. Osman’ı ikaz etme gereği duymuştu.[667] Bu sözlü uyarılar merkezle
sınırlı kalmamış taşradan da bazı kimseler Hz. Osman’a temsilciler göndererek
ondan yaptığı yanlışlardan dolayı ‘Allah’tan korkmasını ve tövbe etmesini’
istemişlerdi.[668] Hz. Osman
kendisine yapılan bu uyarıları çoğu zaman dikkate almamış ve uygulamalarında
ciddi bir değişime gitmemişti. Bunun neticesinde bazı kimseler, halifenin ve
valilerinin talimatlarını yerine getirmemeye ve emirlerine itiraz etmeye
başlamışlardı. Medine’de Ammar b. Yâsir, Abdullah b. Mes’ûd, Abdurrah b. Avf ve
Abdullah b. Erkam gibi birçok sahabe halifenin emirlerini yerine getirmeyerek
görevlerinden ayrılmışlardı. Kûfeliler ve Mısırlılar da Hz. Osman ve
valilerinin ortaya koymuş oldukları söz ve eylemlere itiraz ederek karşı
çıkmışlar, bu karşı çıkış ve itiraz zamanla halifenin valilerini tanımama ve
vali oldukları şehre sokmama boyutuna ulaşmıştı. Öyle ki bu itirazlar,
halifenin emirlerine boyun eğen bir topluluk yerine, topluluğun taleplerine
boyun eğer bir halife şeklinde karşı yaptırıma dönüşmüştü. Ve nihayet dile
getirilen ikaz ve itirazlar zamanla başta Kûfe olmak üzere Mısır ve Basralıların
isyanına dönüşmüş, Medineliler de bu isyana dolaylı olarak destek vererek Hz.
Osman’ın iktidarını sonlandırmak istemişlerdi.
İktidar ile toplum arasında
meşruiyet krizi ortaya çıktığında siyasi iktidar kendi varlığını devam ettirmek
için bir takım yaptırımlara, güce ve kuvvete başvurur. Bu bağlamda Hz. Osman ve
valileri kendi iktidarlarını devam ettirmek için yönetim anlayışlarına yapılan
ikaz, itiraz ve isyanlara bazen güç kullanarak, bazen maddi yaptırımlara
başvurarak bazen de sürgüne göndererek karşılık vermeye çalışmıştı.[669] Ammar
b. Yâsir, aralarında Miktad b. Amr ve Zübeyr’in de bulunduğu bazı kişilerin
halifenin hatalarını ortaya koyan şikâyet mektubunu Hz. Osman’a iletmek için
huzuruna çıktığında halife tarafından sorguya çekilmiş, azarlanmış, sürgünle
tehdit edilmiş ve bayılıncaya kadar dövülmüştü.[670] Aynı şekilde Kûfe valisi ile
yaşadığı tartışma neticesinde halife tarafından Medine’ye çağrılan Abdullah b.
Mes’ûd, Hz. Osman tarafından “bakın bakın kara böcek geldi” diyerek hakarete
uğramış, taraftarları tarafından kaburgaları kırılıncaya kadar dövülmüş ve bu
tartışmaya bağlı olarak maaşı kesilmişti.[671] Abdullah b. Mes’ûd bu olay
üzerine Medine’den ayrılmak istemiş ancak bu talebi Mervan tarafından kabul
edilmeyerek Medine’de yaşamaya mahkûm edilmişti. Vefat edinceye kadar Hz. Osman
ile konuşmayan Abdullah halife tarafından tekrar ödenmeye başlanan maaşı kabul
etmemiş hakkını ahirette alacağını ifade ederek kendisine yapılanlara karşı
tepkisini ortaya koymuştu. Hz. Osman ile Abdullah b. Mes’ûd arasında yaşanan
tartışmaları odasından dinleyen Hz. Âişe ise bu olayda Abdullah’ı desteklemiş
ve halifeyi kullanmış olduğu ifadeler yüzünden azarlamıştı. [672] Bunun
üzerine Hz. Osman Hz. Âişe’ye kızmış ve onunda maaşında kesintiye gitmişti.[673] Yine
toplumdaki dünyevileşmeye karşı çıkan ve bunu dile getiren Ebu Zer, Hz. Osman
tarafından sürgüne gönderilmişti. Hz. Ömer döneminde başlayan toplumdaki
zenginlik, Hz. Osman döneminde daha da artmış ve bu dönemde bazı sahabeler
aşırı derecede mal-mülk edinmiş ve dünya malına aşırı derecede ilgi göstermeye
başlamışlardı. Bu aşırılık toplumda olduğu gibi iktidarda olanlarda da kendini
göstermiş, Hz. Osman ve valileri maddi anlamda büyük imkânlara kavuşmuşlardı.
Toplumda artan zenginlik ve iktidardaki aşırı lüks ve israf beraberinde tepkiyi
getirmiş ve bazı sahabeler tarafından eleştirilmeye başlanmıştı. Bu
sahabelerden Ebu Zer hem merkezde Hz. Osman’ı hem de taşrada vali Muaviye’yi
dünyevileşme konusunda uyarmaya ve itirazlarını dile getirmeye başlamıştı. Bu
itiraz, Şam’da bulunan ve giderek zenginleşen Ümeyyeoğulları’nı rahatsız etmiş
ve neticede Ebu Zer, Hz. Osman’a şikâyet edilmişti.[674] Halife tarafından Medine’ye
çağrılan Ebu Zer, burada da itirazlarına devam etmiş ancak itirazlarını
sürdürmesi üzerine şiddete uğramış, arkadaşlarıyla görüştürülmeyerek yalnızlığa
mahkûm edilmiş ve neticede Rebeze’ye sürülmüştü. Ebu Zer Medine’den ayrılırken
ağlamış ve vefat edinceye kadar orada yaşamak zorunda kalmıştı.[675] İktidar
siyasi olmayan ancak yaptığı eleştiriler neticesinde kendilerine karşı toplumda
var olan muhalif tavrın artmasından endişe ederek yani iktidarını korumak ve
sürdürmek için, Ebu Zer’i yalnızlığa, açlığa ve yokluğa mahkûm etmişti.[676]
Merkezde iktidarın uygulamış olduğu
bu yaptırımlar, taşrada ekonomik, siyasi, sosyal ve dini gerekçelerle ortaya
çıkan muhalif hareketlere karşı da uygulanmıştı. Taşrada bazı kimseler maddi
imkânların eşit dağıtılmadığı, bazıları ise valilerin söylem ve eylemlerindeki
yanlışlığı dile getirerek iktidara karşı muhalif tavır takınmaya ve şehirlerde
huzursuzluk çıkarmaya başlamışlardı. Özellikle Kûfe’de valilerin söylem ve
eylemleri ve bu duruma bağlı olarak onların makamlarında yaşanan tartışmalar
bazı kimseleri valilere ve halifeye karşı tavır takınmaya itmişti. Bu bağlamda
Eşter en-Nehâi, Mâlik b. Hâris gibi şahısların bireysel ve sosyal kimliklerine
bağlı olarak şehirde meydana getirdikleri huzursuzluğu önlemek adına Hz. Osman
bu kimseleri Şam’a sürgün etmişti.[677] Aynı şekilde Basra’da
suçsuzluğu sonradan anlaşılan İbn Abdülkays, kendisine yapılan iftira neticesinde
halife tarafından Şam’a sürgüne gönderilmişti.[678] Mısır’da ise kendisini
halifeye şikâyet etmek için Medine’ye giden bazı kimseler, geri döndüklerinde
vali Abdullah b. Sa’d tarafından şiddete uğramış, hatta vali içlerinden birini
döverek öldürmüştü.[679] İktidar
tarafından ortaya konan bu baskı ve şiddet kendisine karşı yürütülen muhalefeti
azaltmak yerine daha da artırmış ve bu muhalefet neticede isyana dönüşerek Hz.
Osman’ın yönetimine son vermişti.
Hz. Osman iktidarına yönelik ikaz ve
itirazların artmasına bağlı olarak uygulamaya koymuş olduğu yaptırımlardan
istediği sonucu elde edemeyince bu defa taşraya müfettişler göndererek
sorunları yerinde tespit etmek istemişti. Mısır’a göndermiş olduğu Ammar b.
Yasir dışında bütün müfettişlerden olumlu yanıtlar alan Hz. Osman aynı zamanda
yaşanan sorunları istişare etmek için valileriyle toplantı yapmıştı.[680] Bu
toplantıda ülkede yaşanan sorunları çözmek adına valileri halifeye bir takım
teklifler sunmuştu. Abdullah b. Amir sorunların çözümü için halkın cihatla
meşgul edilmesini, Sa’id b. el-As, fitne çıkaranların öldürülmesini, Muaviye
ise her valinin kendi yöntemleriyle bu sorunları ortadan kaldırmayı teklif
etmişti. Mısır valisi Abdullah b. Sa’d ise yaşanan sorunların ekonomik kaynaklı
olduğunu düşünerek huzursuzluk çıkaranlara mal mülk verilmesini teklif etmişti.[681] Bu
teklifler toplumda meydana gelen huzursuzluğun nasıl çözülmesinden çok ne
şekilde etkisiz hale getirileceği üzerineydi. Dolayısıyla yapılan toplantıda
ortak bir karara varılamamış ve toplantı sonuçsuz kalmıştı.[682]
İktidar tarafından ortaya konan ve
varlığını devam ettirmeye yönelik bütün cabalar, toplumda güven ve huzuru tesis
edememiş, aksine var olan meşruiyet krizini daha da derinleştirmişti. Özellikle
taşrada Hz. Osman ve iktidarına karşı artan hoşnutsuzluk zirve yapmış ve artık
halifenin görevi bırakması gerektiği anlayışı hâkim olmaya başlamıştı. Bu
bağlamda yönetime karşı rahatsızlıklarını iletmek isteyen Kûfe, Mısır ve
Basra’dan bazı gruplar Medine’ye gelmiş halife adına Hz. Ali ile görüşmeler
yapmışlardı.[683] Yapılan
görüşmeler neticesinde halifeden belli taahhütler alan bu gruplar
memleketlerine geri dönmeye başlamışlar ancak Mısır’dan gelen grubun valiye
gönderilen gizli bir mektubu bulması üzerine tekrar Medine’ye dönmüşlerdi.
Medine’ye gelen isyancılar halifeden mektubun kim tarafından yazıldığını
öğrenmek ve eğer kendisi yazdı ise istifa etmesini yok başkâtibi Mervan yazdı
ise onun kendilerine teslim edilmesini istemişlerdi.[684] Ancak isyancılar bu iki
talebe de olumlu karşılık bulamayınca halifeye karşı tedrici olarak yaptırımlar
uygulamaya başlamışlardı. İlk zamanlar halifenin mescide gelmesine izin veren
isyancılar, daha sonra onun evinden çıkmasına müsaade etmemiş ve kırk dokuz gün
süren kuşatmanın ardından Hz. Osman’ı evinde Kur’an okurken şehid etmişlerdi.[685] Böylece
iktidar ile toplum arasında yaşanan meşruiyet krizi İslam tarihinin en acı
sonuçlarından birini doğurmuş ve İslam toplumunda fitnenin kapısını açmıştı.[686] Açılan
fitne kapısı ise toplumun daha sonraki süreçte siyasi, sosyal ve dini yapısında
parçalanmalara yol açmış ve belli siyasi ve dini anlayışların kurumsallaşmasına
zemin oluşturmuştu.
Hz. Osman Döneminde
Meydana Gelen İktisâdi Olayların
Sosyolojik Tahlili
Biyolojik ve sosyal bir varlık olan
insan, hayatını devam ettirebilmek için maddi ve manevi birçok şeye ihtiyaç
duyar. Bu ihtiyaç, özellikle maddi olana ihtiyaç duyma hali, sosyal hayat
içerisinde bir takım ekonomik ilişkiler kurulması zorunluluğunu beraberinde
getirir. Çünkü yaşamını sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğu maddi imkânların
yetersizliği ya da var olan imkânların sadece kendisi tarafından elde
edilememesi, insanı diğerleri ile ekonomik ilişki kurmaya iter. İnsanın sosyal
hayatta varlığını devam ettirmek için kurmuş olduğu ekonomik ilişkiler ise,
zamanla ihtiyaç duydukları maddi imkânların alınıp verilmesine bağlı olarak
belli bir ortak düşüncenin, değerin ve kurumun oluşmasına neden olur. Bu
bağlamda ortaya çıkan en önemli kurum, mal ve hizmetlerin üretimini, dağıtımını
ve tüketimini örgütleyen, yetersiz kaynakların, sınırsız insan isteklerine
bölüştürülmesini sağlayan ekonomi kurumudur.[687]
Bütün toplumlar, devletin işleyişini
sağlıklı olarak yerine getirebilmek, gelir ve giderleri düzenli olarak tespit
etmek ve bu tespit ettiği gelir ve gideri gerekli yerlere harcayabilmek için
ekonomik kurumlara ve bir mali sisteme ihtiyaç duyar. Ancak toplumların ihtiyaç
duyduğu bu ekonomik kurum ve mali sistem “kültürün ve toplumun organizasyon
yoğunluğuna, mevcut kaynakların, teknoloji ve servetin dağılımına göre”
farklılık arz eder.[688] Başka bir
ifadeyle toplumların gerçekleştirmiş olduğu ekonomik faaliyetlerin
belirlenmesinde onların sahip oldukları mal ve hizmetlerin üretilmesi,
tüketilmesi ve dağıtılması gibi etkenlerin yanında doğal şartlar, yer altı ve
yer üstü zenginlikler ve iklim koşulları gibi maddi, dini inanç ve kültür gibi
manevi unsurlar etkili olabilmektedir.[689] Örneğin bazı toplumlarda
coğrafya ve iklim şartlarına bağlı olarak bir ekonomik faaliyet ortaya
çıkarken, başka bir toplumda ise dini inanç ve anlayışa bağlı olarak bir
ekonomik faaliyet kendini göstermektedir.[690]
Arabistan, coğrafi olarak sıcak ve
kurak bir iklim kuşağında bulunan, genellikle yağışların çok az ve sıcaklığın
çok fazla olduğu bir bölgedir. Bu coğrafi konum ve iklim şartları o bölgede
yaşayan insanların ekonomik faaliyetlerinin şekillenmesinde önemli rol
oynamıştır. Bitki örtüsünün zayıf, su kaynaklarının yetersiz olması ve hava
sıcaklığının ellileri bulması bu coğrafyada iktisadi faaliyetler içerisinde yer
alan tarım ve hayvancılığın yapılmasını belli alanlarla ve belli türlerle
sınırlandırmıştı. Bu tür faaliyetlerin sınırlı olması ise Arapları, hayatını
devam ettirebilmek için başka geçim kaynaklarına yönlendirmişti.[691] Hiç
şüphesiz bu geçim kaynakları içerisinde en önemlileri yine coğrafya ve iklime
bağlı olarak ortaya çıkan ganimet ve ticaret olmuştu. Ganimet ve ticaret
İslam’dan önce olduğu gibi İslam’dan sonra da iktisadi faaliyetler içerisinde
önemli bir yer teşkil etmişti. Özellikle fetih hareketlerinin başlamasıyla
birlikte devletin maddi kaynağının büyük bir bölümü savaşlarda elde edilen
ganimetlerden oluşmaya başlamıştı. Nitekim Hz. Ömer ve Hz. Osman döneminde
savaşlardan elde edilen ganimet ve vergiler, yani savaş ekonomisi artık
devletin iktisadi faaliyetlerini belirleyen ana unsur haline gelmişti.
Hz. Osman’ın halifeliğinin ilk
yıllarında önceki halifeler ile başlayan fetih hareketleri yoğun bir şekilde
devam etmişti.[692] Bu fetih
hareketleri neticesinde elde edilen ganimetlere bağlı olarak hem devletin hem
de toplumun maddi gelirleri ciddi artış göstermiş ve toplumun refah seviyesi
ileri boyutlara taşınmıştı. Ancak daha sonra ki dönemlerde yapılan fetihler
maddi anlamda gelir getirmekten çok devlet bütçesine yük olmaya başlamış ve
ciddi harcamalar yapılarak çıkılan seferlerden de istenilen ve beklenilen bol
ganimet elde edilememişti.[693] Bu duruma
bağlı olarak artık devletin ve toplumun iktisadi faaliyetinin temelini
oluşturan savaş ekonomisi bozulma sürecine girmişti. Savaş ekonomisinin
bozulmasıyla birlikte fetih dönemlerinde daha fazla kazanmaya alışan, maddi
anlamda ciddi gelirler elde elden başta askerler olmak üzere toplumun bazı
kesimleri bu durumdan rahatsızlık duymaya başlamışlardı. Ayrıca devletin
iktisadi faaliyetlerini yöneten idarecilerin fetihler ile elde edilen gelirler
üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunmaları bu rahatsızlığı daha da
artırmıştı. Neticede savaş ekonomisine bağlı olarak toplumun büyük bir
kesiminde ekonomik temelli krizler ve problemler ortaya çıkmaya başlamış ve bu
krizler siyasi iktidara karşı isyana zemin hazırlamıştı. Hz. Osman döneminde
savaş ekonomisi bir taraftan devletin gelirlerinin artmasına, halkın
zenginleşmesine ve refahının yükselmesine neden olurken, diğer taraftan
devletin gelirlerinin azalmasına, toplumda ekonomik temelli bazı problemlerin
ve huzursuzlukların çıkmasına zemin oluşturmuştu. Aynı zamanda savaş ekonomisi
bireysel ve toplumsal hayatta birçok değişime neden olmuş, toplumun
alışkanlıklarında, gündelik yaşantısında, giyim ve yemek kültüründe önemli farklılıkların ortaya çıkmasında rol oynamıştı. Bu nedenle Hz.
Osman döneminin en önemli iktisadi faaliyeti olan savaş ekonomisinin sosyolojik
temellerini ve dinamiklerini ve bunun toplumsal olaylara yansımalarını ortaya
koymak Hz. Osman dönemini anlamamıza katkıda bulunacaktır.
Savaş Ekonomisi: Refahın ve Krizin Ekonomisi
İnsanlar hayatlarını devam
ettirebilmek için beslenmek, gıda temin etmek ve maişetlerini kazanmak
zorundadır. Bu zorunluluk insanları bir arada yaşamaya ve birbirleriyle
yardımlaşmaya sevk eder. Ancak bu bir arada yaşama ve yardımlaşma durumu,
tabiatın insanlara dayattığı yol ve yöntemlere göre değişiklik arz
edebilmektedir. Örneğin ot bitmeyen, hiçbir tarımsal ürünün yetiştirilmediği ve
suyun çok az olduğu bölgelerde insanlar zorunlu gıdayı elde edebilmek için bir
yerden başka bir yere koşarken yani göçebe halinde yaşarken, verimli ve sulak
arazilerde yaşayanlar, ihtiyaç duyduklarını kolay elde ettikleri için
çoğunlukla yerleşik hayatı tercih eder, refah ve bolluk içinde yaşarlar.
Dolayısıyla insanların yaşadıkları bölgelerin coğrafi konumu, yer altı ve yer
üstü zenginliği, onların fert ve toplumsal hayatlarının oluşumu ve
şekillenmesinde önemli bir etkiye sahiptir. Aynı zamanda bu durum insanların
hayatlarını devam ettirmek için ihtiyaç duydukları maişeti kazanma yollarında
da yani iktisadi faaliyetlerinin şekillenmesinde de belirleyici olmaktadır.
Hicaz bölgesi genellikle verimsiz,
kurak ve çorak toprakların yer aldığı, su kaynaklarının yetersiz, sıcaklığın
ise çok fazla olduğu bir bölgedir. Bu coğrafi konum, elverişsiz topraklar,
zorlu iklim koşulları, bölgenin ekonomik imkânlarını yetersiz kılmış ve
sınırlandırmıştı. Dolayısıyla Hicaz’da yaşayan çoğu insanın hayatta kalabilmesi
ve maişetini temin edebilmesi ancak bu sınırlı ve yetersiz maddi kaynaklara
sahip olmasıyla mümkündü. Bu da ister istemez bölgede yaşayan kabileler
arasında rekabete, mücadeleye ve savaşa yol açmaktaydı.[694] Câbiri’nin ifadesiyle
“bölgelerin verimsizliği ve toprakların yağmurdan ve yeşillikten mahrum olması,
burada yaşayan halkları hayatlarını idame ettirecek ve ihtiyaçlarını giderecek
şeyleri elde etmek için savaşmaya mecbur bırakıyordu.”[695] Bu mecburiyetin altında yatan
ana saik ise hiç şüphesiz başkalarının elinde olan maddi kaynaktı. Bölge
insanının çoğu, yaşamak ve maişetini elde etmek için toprağın kendilerine sunmadığı
maddi kaynak ihtiyacını, ancak başkalarının elinde bulunan malı ve parayı gasp
ederek karşılamaktaydı. Onlar maddi imkânlarının azalmasına bağlı olarak hayati
bir tehlike yaşayacaklarını düşündükleri anda bütün üyeleriyle bir araya gelip
komşusu olan kabileye saldırır, mal-mülk, çoluk-çocuk demeden her şeye el koyar
ve galibiyet şarkıları söyleyerek geri döner.[696] Onların hayatları yani
‘rızıkları mızraklarındadır’.[697] Bu
durum ise yağma ve savaştan elde edilen ganimeti iktisadi hayatın merkezine
taşımış ve onu değerli kılmıştı. Öyle ki zamanla ganimete sahip olma arzusu
ferd ve toplumsal hayatın vazgeçilmez unsuru, sosyal ve ekonomik ilişkilerin
merkezi haline gelmişti. Neticede tarım ve hayvancılığın sınırlı olduğu bu
bölgede ticaretle birlikte ganimet en önemli geçim kaynağı, savaş ekonomisi ise
en önemli iktisadi faaliyet olarak ortaya çıkmaktaydı.[698]
Savaş ekonomisi kendisine ait
üretim, tüketim ve dağıtım yöntemiyle diğer ekonomik modellere göre farklılık
arz etmektedir. Bu bağlamda coğrafyanın ortaya çıkardığı zorunluluğa bağlı
olarak tezahür eden savaş ekonomisinin dayandığı güç iktisadi olmaktan çok
bedene, cesarete ve tecrübeye dayanan savaş gücüdür. Savaş ekonomisi kendisine
maddi kaynağı, bedevi toplumlarda otlaklar ve hayvansal ürünlerden elde edilen
ya da ticaret kervanlarının korunmasından dolayı alınan vergilerden sağlarken,
hadari toplumlarda düzenli orduların zaferleri neticesinde mağlup olanlardan
alınan haraç, cizye ve öşür gibi vergilerden ve savaş sonrası el konulan
mallardan temin etmektedir. Dolayısıyla savaş ekonomisi üretimden çok, hazır
olan mal varlığına sahip olma üzerine kurulu bir iktisadi faaliyettir. Ayrıca
savaşa dayalı ekonomide elde edilen bu hazır mallar “ yatırım yapmak üzere
değil, tüketilmek üzere toplanan” mallardır.[699] Yaşadıkları hayat tarzının
bir gereği olarak günlük düşünen ve gelecek tasavvuru çok olmayan bedeviler,
yağma ve savaştan elde ettikleri ganimeti kendi aralarında hemen dağıtır ve
tüketirlerdi. Bedevi asabiyetinin mülke dönüştüğü aşamada da bu anlayış devam
etmiş, savaş sonrası elde edilen maddi kaynak bir kısmı savaşçılara bir kısmı
da devlet başkanına olmak üzere hemen dağıtılmıştır. Devlet başkanı ve
savaşçılar da bu malları üretime dönüştürmekten çok ya diğerleriyle paylaşmış
ya da tüketmiştir. Kasacası savaş ekonomisi “kum yığınları gibi rüzgârların
kolaylıkla toplayıp bir yere yığdığı ve fırtınaların daha da kolay bir şekilde
dağıtıp etrafa saçtığı bir servet üzerine kurulu” iktisadi faaliyetti.[700]
Yine savaşa dayalı ekonomilerin
temeli sağlam olmadığı için herhangi bir olumsuzlukla karşı karşıya kalması
durumunda krize girmesi mümkündür. Kuraklığa bağlı kıtlık, aşırı lüks ve israf,
toplumsal kaos ve kargaşa, fetihlerin durmasına bağlı olarak ganimetin azalması
gibi bazı olumsuz nedenler hazırı elde etme üzerine kurulan devletin ekonomik
yapısını sarsıntıya uğratır ve krize sokar. Bu kriz ise daha da ileri boyutlara
taşınarak devletin yıkılmasına neden olur.[701]
Cahiliye döneminde Arap toplumunun
iktisadi hayatında önemli rol oynayan savaş ekonomisi ve ganimet İslam’dan
sonra da etkinliğini artırarak devam ettirmişti. Hz. Peygamberin Medine’ye
hicreti ile birlikte kurumsallaşmaya başlayan İslam devletinin, gelir
kaynakları arasında savaşlardan elde edilen ganimet, önemli bir yer tutmaya
başlamıştı. Her ne kadar müşriklerle girilen savaşlarda Hz. Peygamberin temel
amacı barışı tesis etmek, tehlikeleri ortadan kaldırmak ve dini yaymak olsa da
bu savaşların sonucunda İslam ordusu ciddi ganimet elde etmişti. Özellikle
Bedir, Hayber ve Huneyn gibi savaşlarda elde edilen ganimetler bu anlamda
önemli bir gelir kaynağı oluşturmuştu. Ancak bu ganimetler o dönemde devletin
diğer gelirleri ile birlikte sadece Müslümanların zaruri ihtiyaçlarını
karşılamaya yetmişti. Nitekim Hz. Ömer’in Hayber fethinden sonra elde edilen ganimetler
sayesinde karınlarının doymaya başladığını ifade etmesi ganimetin hala maişeti
elde etme açısından önemli bir gelir kaynağı olduğunu ortaya koymaktadır.[702] Ancak Hz.
Ebu Bekir döneminde başlayan ve Hz. Ömer döneminde artarak devam eden fetih
hareketleri, ganimeti toplumsal hayatta zaruri ihtiyaçlarını karşılayan bir
iktisadi araç olmaktan çıkarmış, zenginliğin, refahın ve lüksün kaynağı haline
getirmişti.[703] Savaşa
dayalı ekonominin temel kaynağı olan ganimetler bu dönemde o kadar artmıştı ki
devletin beytülmâli bu malları artık almaz olmuştu. Hatta bu ganimetler
devletin en önemli iktisadi kuramlarından biri olan divan teşkilatının
kurulmasına zemin oluşturmuştu. Nitekim Hz. Ömer, artan malların dağıtımı
konusunda tereddütler yaşamış, bunun üzerine arkadaşlarıyla istişare ederek bu
artan malları düzenli bir şekilde dağıtmak için divan teşkilatının kurulmasına
karar vermişti. Ayrıca Hz. Ömer, Medine’ye gönderilen milyonlarca dirhem
tutarındaki haraç vergileri karşısında şaşkınlığını gizleyememiş ve gözyaşlarını
tutamamıştı.[704]
Hz. Osman döneminde devletin
iktisadi yapısını belirleyen en önemli şey tıpkı kendisinden önceki halife
döneminde olduğu gibi savaş ekonomisi ve bu ekonomiye bağlı savaş gelirleridir.
Özellikle savaş sonrası sahip olunan hazır malların toplanılması bu dönemde
devlet bütçesinin ana geliri haline gelmişti. Öyle ki, ganimet, haraç ve
cizyeden elde edilen gelirlerin tutarı milyonlara ulaşmış ve Hz. Osman hazine
daireleri kurmak durumunda kalmıştı.[705] Nitekim Afrika’ya yapılan
fetihler neticesinde elde edilen ganimetlerden merkeze gönderilen miktar iki
milyon beş yüz bin dinar ve üç yüz kıntar ( bir kıntar 42,33 dinar) altını
bulmuştu.[706] Afrika
fetihlerine katılan askerler içerisinde atlılara üç bin dinar yayalara bin
dinar verilmişti.[707] Murat Akarsu’nun
bu dağıtımdan yola çıkarak yapmış olduğu hesaba göre Kuzey Afrika’nın fethinden
elde edilen ganimetin toplamı yirmi dört milyon dinarı bulmakta, bu miktarın
hazineye gönderilen kısmı ise altı milyon dinar gibi yüklü bir meblağa tekabül
etmekteydi.[708] Haraç ve
cizye vergileri ise fetihlerin en son aşamaya gelmesine bağlı olarak toplamda
iki yüz yirmi milyon gibi büyük bir rakama ulaşmıştı.[709] Bu dönemde Merv halkıyla
yıllık iki milyon, Azerbaycan halkıyla sekiz yüz bin,[710] Belh halkıyla dört yüz bin,[711] Tus halkıyla
altı yüz bin dirhem[712]
karşılığında anlaşmalar yapılmıştı. Yine Kuzey Afrika’da Berberiler ve
patrikleriyle yapılan anlaşmada bir milyon beş yüz yirmi bin,[713] Kıbrıs
halkıyla yapılan anlaşmada yedi bin[714] ve İskenderiye halkı ile
yapılan anlaşmada on sekiz bin dinar[715] gibi ciddi gelirler elde
edilmişti. Savaş sonrası elde edilen bütün bu gelirler ise beytülmâlin
dolmasına ve devlet bütçesinin ciddi anlamda güçlenmesine neden olmuştu.
Hz. Osman döneminde iktisadi hayatın
temelini oluşturan gelirlerin elde edilmesi gibi dağıtılması da savaş
ekonomisiyle yakından ilgilidir. Daha önce ifade edildiği üzere savaşa dayalı
ekonomide elde edilen ganimet, haraç ve cizye gibi başkasına ait olan hazır
mallar, yatırım yapmak üzere değil tüketilmek üzere toplanan mallardır. Bu
nedenle savaş sonrası elde edilen mallar, hazinede fazla bekletilmeden hemen
dağıtılmaktadır. Bu anlamda diğer halifeler döneminde olduğu gibi Hz. Osman’ın
halifeliğinde de devletin iktisadi politikası, genel olarak elde edilen
gelirlerin hazinede fazla bekletilmeden doğrudan halka para ya da mal olarak
dağıtılması şeklindeydi.[716] Halk ise
geleceğe dair uzun planlar yapmadığı için kendisine dağıtılan para ve malları
hemen tüketmekteydi. Bu nedenle savaşa dayalı ekonomiden elde edilen gelir ne
kadar çok ise tüketim ve dağıtımda o kadar çok olmaktadır. Hz. Ömer ve Hz.
Osman’ın elde edilen malların dağıtımı konusundaki ifadeleri ve uygulamaları bu
durumla yakından alakalıdır. Hz. Ömer malların dağıtımı konusunda “mal arttığı
müddetçe bende onlara (dağıttığım payı) mutlaka artıracağım. Onlara (bu
malları) tek tek saydıkça sayacağım. Şayet bu (şekildeki sayım ve dağıtım) beni
yorarsa ölçek ile ölçeceğim. Şayet bu da beni yorarsa hesapsız ve ölçüsüz bir
şekilde gelişi güzel dağıtacağım.” şeklinde ifadeler kullanmış ve bir defasında
yüklü miktarda gelen ganimetleri mescitte avuç avuç insanlara dağıtmıştı.[717] Hz. Osman
ise daha iktidara gelir gelmez savaşa dayalı gelirlerdeki artışa bağlı olarak
mevcut maaşlara yıllık yüz dirhem zam yapmıştı.[718] Ayrıca O, insanlara hitap
ederek “Ey insanlar! Atiyyelerinizi almaya gidin”, “Ey insanlar giyecek
hakkınızı almaya gidin”, “Ey insanlar yağ ve bal payınızı almaya gidin”, “Ey
insanlar güzel kokudan payınızı alın” şeklinde çağrılarda bulunmuş ve insanlar
da dağıtılan bu malları eksiksiz olarak almışlardı.[719] Diğer taraftan Hz. Osman,
merkeze akan mallardan özellikle kendi akrabalarına ve Kureyş’in ileri
gelenlerine bol bol ihsanlarda bulunmuş, hesapsızca dağıtmıştı.[720] Amcasına,
yeğenine, damadına, eşine ve diğer akrabalarına büyük miktarlarda bağışta
bulunan Hz. Osman, aynı zamanda Kureyş’in ileri gelenlerinden Zübeyr b. Avvam,
Talha b. Ubeydullah gibi bazı sahabelere hazineden ihsanlarda bulunmuştu.[721] Dolayısıyla
Hz. Osman döneminde artan gelirlere bağlı olarak herkese devlet hazinesinden
ciddi mal ve para dağıtılmıştı.[722] İnsanlar da
aldıkları bu mal ve paraları üretime dönüştürmek yerine tüketmeye yönelmiş, bol
bol harcayarak günün nimetlerinden ve anın zevklerinden istifade etmeye
başlamışlardı. Karnını doyuracak bir ekmeğe, giyecek bir elbiseye ve başını
sokacak bir eve ihtiyacı olan insanlar, bu dönemde elde ettikleri mallar ve
paralar sayesinde, leziz yemekler yemeğe, ipek elbiseler giymeye ve lüks evlerde
yaşamaya başlamışlardı.[723]
Toplama ve dağıtma üzerine kurulan
savaşa dayalı iktisadi yapının en önemli özelliklerinden biri hiç şüphesiz
maddi kaynağının sürekli ve sağlam temellere dayalı olmamasıdır. Çünkü
kaynağını savaşlardan elde ettiği gelirlerden oluşturan ve elde ettiğini de
üretime dönüştürmekten çok tüketime yönlendiren savaş ekonomisi, savaşların
durması, yenilgi, vb. gibi olumsuz bir durumla karşılaştığında yani maddi
kaynakları kesintiye uğradığında ciddi krizlerle karşı karşıya kalır. Hz. Osman
döneminde uygulanan savaşa dayalı iktisadi yapı, tam da bu nedenle krize
girmiş, kaynağının çoğunu savaştan elde ettiği gelirlere dayandırdığı için
ciddi problemlerle karşı karşıya kalmıştı. Hatta bu iktisadi yapı, Hz. Osman’ın
öldürülmesine yol açan toplumsal olayların en önemli nedenlerinden birisi
olmuştu. Bilindiği gibi Hz. Osman döneminde devletin sınırları ulaşabildiği son
noktaya kadar ulaşmış ve fetih hareketleri artık durma noktasına gelmişti.
Fetihlerin durma noktasına gelmesiyle birlikte iktisadi yapının en önemli gelir
kaynağı olan humuslarda ise azalma meydana gelmişti. Ayrıca devletin ciddi
harcamalar yaparak düzenlediği seferler neticesinde beklenilen maddi gelirin
elde edilememesi hazineye büyük yük getirmeye başlamıştı. Diğer taraftan bazı
eyalet valilerinin fetihlerden elde ettikleri ganimetleri merkeze
göndermemeleri ve bu ganimetler üzerinde de istedikleri gibi tasarrufta
bulunmaları merkezi bütçedeki gelir açığını daha da artırmıştı. Bunun yanında
Hz. Osman’ın zekât mallarının toplanması konusunda ortaya koymuş olduğu
uygulama, ihtida hareketlerinin artması ve toplumun genelinde yaşanan alım
gücünün azalması zekât, cizye ve haraç gibi gelirlerde büyük bir düşüş meydana
getirmişti. Devlet gelirlerinde meydana gelen bu düşüşler ise, bütçedeki gelir
gider dengesini bozmuş ve neticede devletin ekonomik anlamda büyük bir kriz
yaşamasına neden olmuştu.[724]
Savaş ekonomisinin iktisadi
kaynağını oluşturan fetihlerin durması ve buna bağlı olarak gelirlerin azalması
devlet bütçesini sarsıntıya uğrattığı gibi ferd ve toplumsal hayatta da
ekonomik temelli bir takım sorunların ortaya çıkmasına neden olmuştu. Özellikle
savaş meydanlarında mücadele eden askerler ile onların yaşadıkları ordugâh
şehirlerde bu sorunlar kendini açık şekilde göstermeye başlamıştı. Fetihlerin
devam ettiği dönemlerde askerler büyük gelirler elde etmekte ve bu duruma bağlı
olarak lüks bir hayat yaşamaktaydılar. Ancak fetihlerin durma noktasına gelmesi
ya da yapılan seferlerden istenilen gelirin elde edilememesi, harcamaya, dağıtmaya
ve konforlu bir hayat sürmeye alışan bu askerleri sadece devletin verdiği
maaşla yetinmek zorunda bırakmıştı. Bu durum ise özellikle askerlerin
çoğunlukla yaşadığı şehirlere sıcak para girişini azaltmış, piyasada alım
gücünü düşürmüş ve nihayet toplumda maddi krize neden olmuştu.[725] Diğer
taraftan iyi bir maaş beklentisiyle askere yazılan çok sayıda bedevi, Irak ve
Mısır’a göç etmek durumunda kalmış ancak yaşanan ekonomik kriz nedeniyle
beklentilerini karşılayamamışlardı.[726] Ayrıca fetihlerin durması, maişetini
askerlikten elde eden kişileri, yaşadıkları ordugâh şehirlere dönmek zorunda
bırakmış ve bu durum Kûfe, Basra gibi ordugâh şehirlerde istihdam sorununu
ortaya çıkarmıştı. Bütün bu olumsuz durumlar ise askerler başta olmak üzere
toplumun büyük bir kesiminde iktidara karşı rahatsızlığa neden olmuştu.[727]
Diğer
taraftan savaş ekonomisinin ortaya çıkardığı maaş dağıtım sisteminin işleyişi
ve iktidarın iktisadi anlamdaki politikaları, toplumda ortaya çıkan maddi
temelli rahatsızlığın daha da artmasına sebebiyet vermişti. Hz. Ömer döneminde
oluşturulan divan teşkilatında maaş dağıtımı eşitlikten çok, Hz. Peygambere
yakınlık ve İslam’ı kabul etmede önceliği dikkate alan bir derecelendirmeye
dayanmaktadır. Bu derecelendirmeye göre Bedir savaşına katılanlara yılda beş
bin, Bedir’den Hudeybiye’ye kadar Müslüman olanlara dört bin, Hudeybiye’den
ridde savaşlarına kadar geçen sürede Müslüman olanlara üç bin, ridde
savaşlarından Kadisiye ve Yermuk savaşlarına kadar Müslüman olanlara iki bin ve
bu dönemden sonra Müslüman olanlara ise bin dirhem maaş bağlanacaktı. Hiç
şüphesiz divan teşkilatının bu şekilde düzenlenmesinin altında, Ensar ve
Muhaciri diğerlerinden üstün tutma ve maaşta öne geçirme anlayışı yatmaktadır.[728] Bu duruma
bağlı olarak Kureyş kabilesine mensup olan bazı kimseler gerek fetihlerden elde
edilen ganimetler gerekse divandan aldıkları maaşlarla ekonomik anlamda büyük
bir güce sahip olmuşlardı. Bu maddi gücün yanında ticarette göstermiş oldukları
başarı da Kureyş’in servetinin ciddi anlamda artmasına neden olmuştu. Bu durum
ise toplumda iktisadi anlamda bir uçurumun oluşmasına yol açmıştı.
İktidarın toplum nezdinde özellikle
ordugâh şehirlerde rahatsızlığa neden olan bir başka uygulaması ise savaşlardan
elde edilen toprakların ve ganimetlerin kamu malı kabul edilip askerlere
dağıtılmamasıdır. Hz. Ömer döneminde yapılan fetihlerde elde edilen Irak ve
Suriye’nin verimli toprakları halife tarafından kamulaştırılarak devlete ait
kılınmıştı. O dönemde bu uygulamaya geleneksel anlayışın bir tezahürü olarak
bazı itirazlar dile getirilmiş olsa da elde edilen ganimetin büyüklüğüne bağlı
olarak bu karar çok fazla gündem oluşturmamıştı.[729] Ancak Hz. Osman döneminde
fetihlerin durması neticesinde azalan gelir ve yaşanan ekonomik kriz,
askerlerin kamulaştırılan topraklara ilgi duymalarına neden olmuştu. Özellikle
halife ve valilerinin bu topraklardan elde edilen gelirler üzerindeki
tasarrufları, maddi açıdan sıkıntı yaşayan bireylerde ciddi rahatsızlık meydana
getirmişti. Valiler bu toprakları kendilerine ait bir mülk olarak görürken ve
elde edilen ganimetlerin bir kısmını Allah hakkı diyerek kendileri için
ayırırken, fetihlere katılan askerler ise bu toprakların ve gelirlerinin kendi
hakları olduğunu dile getirmişlerdi. Diğer taraftan Hz. Osman’ın bu toprakları
özensiz bir şekilde yakınlarına ve Kureyş’in ileri gelenlerine ikta olarak
dağıtması, askerler tarafından kendi haklarının adaletsiz bir şekilde
başkalarına dağıtıldığı duygusu uyandırmış bu da halifeye karşı öfkenin
artmasına neden olmuştu.[730]
Hz. Osman savaş ekonomisinin ortaya
çıkardığı sorunları çözmek, özellikle fetihlerin durması neticesinde devlet
bütçesinde meydana gelen açığı kapatmak ve toplumdaki ekonomik temelli krizi
ortadan kaldırmak için bir takım kararlar almak durumunda kalmıştı. Bu
kararların başında savaşa katılan askerlerin elde ettikleri ganimetlerin
istedikleri bölgelerde satılmasına izin vermek olmuştu. Hz. Ömer fetihlerin
kesintiye uğramaması için askerlerin ticaret ve ziraat ile uğraşmasına müsaade
etmemişti. Kendilerine ticaret yasak edildiği için savaşçılar elde ettikleri
ganimetleri sadece kendi yaşadıkları bölgede satabiliyorlardı. Bu ise o
bölgelerde arz fazlalığı meydana getirmekte ve fiyatların düşmesine neden
olmuştu. Hz. Osman bu yasağı kaldırarak askerlerin sahip oldukları malları
istedikleri bölgelerde satabilecekleri yönünde izin vermiş ve böylece onların
yaşadıkları maddi sorunlara bir nebze olsun çözüm bulmak istemişti.[731] Diğer
taraftan Hz. Osman devlet tarafından kamulaştırılan ancak sahipleri olmadığı
için kiraya verilmeyen ve işletilmeyen arazileri gelirleri artırmak için Kûfe
ve Kureyş’in ileri gelenlerine ikta olarak vermişti.[732] Ancak Hz. Osman’ın bu
uygulaması ekonomik temelli sorunlara çözüm üretmekten çok özellikle Kûfe’de
rahatsızlığın artmasına neden olmuştu. Ayrıca Hz. Osman devlet bütçesinden
yapılan harcamalarda kısıtlamalara gitmiş, halkın ve askerlerin maaşlarında
indirim yapmış ve ganimeti artırmak için fetihler düzenlemişti.[733] Ancak Hz.
Osman’ın yaşanan ekonomik krizi ortadan kaldırmak için müracaat ettiği bu
uygulamalar, devletin ve toplumun yaşadığı iktisadi sorunlara çözüm olamamıştı.
Buraya kadar
anlatılanlardan anlaşılacağı üzere Hz. Osman döneminde refahın ve krizin
yaşanmasında, gelirlerin toplanmasında ve dağıtılmasında, zengin ve fakir
arasında uçurumun meydana gelmesinde kısacası devletin iktisadi yapısının
belirlenmesinde en önemli unsur hiç şüphesiz savaş ekonomisi olmuştu. Fetihler
sayesinde hem devlet hem de toplum ciddi anlamda gelirlere sahip olmuş, büyük
servet edinmişti. Elde ettiklerini üretime dönüştürmekten çok dağıtan ve
harcayan iktidar ve toplum, fetihlerin durmasıyla gelirlerinde büyük kayıp
yaşamış ve ekonomik krize girmişti. Ortaya çıkan kriz özellikle atalarla
yetinmek durumunda kalan askerleri ve ordugâh şehirlerde yaşayan halkı zor
durumda bırakmış ve onların fakirleşmesine neden olmuştu. Bu durum iktidarın
iktisadi faaliyetlerinin sorgulanmasına ve eleştirilmesine yol açmıştı. İktidar
ise yaşanan ekonomik krizi çözmek için bir takım uygulamalara başvurmuş ancak
uygulamalar sorunları çözmekten çok, daha da büyütmüştü. Bu
durum ise Hz. Osman’a karşı isyanın ve fitnenin ortaya çıkmasında önemli
etkenlerden biri olmuştu.
Savaş (Ekonomisi), Sosyal Değişme ve Gündelik Hayat
İster geleneksel ister endüstriyel
olsun geçmişten günümüze kadar hemen her toplum, hızı, yönü ve boyutları farklı
olsa da belli bir değişim sürecinden geçmiştir. Değişmeyen, sabit kalan bir
toplumun varlığından bahsetmek pek mümkün değildir.[734] Nitekim bazı
düşünür ve filozoflar bu anlamda değişmenin zorunlu, değişmeye karşı koymanın
ise akıntıya kürek çekmekten başka bir anlam ifade etmediğini dile
getirmişlerdir. Heraklitos’un, “aynı nehre iki defa giremeyiz” ve
Aristoteles’in, “çevremizde gördüğümüz şeyler sürekli değişmektedir”[735] şeklindeki
ifadeleri aslında bu gerçeği ortaya koymaktadır. Dolayısıyla bireysel ve
toplumsal hayatın maddi ve manevi her alanında belli bir değişim ve
hareketlilikten bahsetmek mümkündür. Ancak değişme nötr bir kavram olduğundan,
toplumda meydana gelen değişimin yönünü tayin etmek, değişimin olumlu ya da
olumsuz olduğunu tespit etmek o toplumda meydana gelen gelişme ve ilerlemelerle
ya da çözülme veya bozulmalarla mümkün olmaktadır.
Belirli bir tarihsel dönem
içerisinde doğada, toplumda ve insanda gözlenen farklılaşmaları ifade etmek
için kullanılan değişme kavramı sosyoloji dilinde ise belli bir zaman
diliminde, kesintisiz ve kolektif olarak toplumun temel kurumlarında ve
yapısında meydana gelen değişiklikleri ifade etmektedir.[736] Diğer bir ifadeyle zaman
içerisinde bir toplumun yapısında, bu yapının çeşitli fonksiyonlarında ve
bireylerin üstlendiği toplumsal rollerde; yani toplumdaki ilişkiler sisteminde,
toplumsal kurumlarda ve bireylerin davranışlarında meydana gelen ve toplumun
yapısını derinden etkileyen değişiklikler, sosyal değişme kavramıyla ifade
edilmektedir.[737] Sosyal
değişme toplumun dünya görüşü ve hayat tarzında meydana gelen farklılaşmayı ve
bu farklılaşmanın ailenin örgütlenişinde, hayat kazanma yollarında, dinsel
davranışlarda, insanlar tarafından benimsenen değerlerde ve kullanılan
teknolojide oluşturduğu etkiyi ve toplumun temel kurum ve örgütlenişinde ortaya
çıkardığı kaymaları belirlemesi açısından önemlidir.[738]
Diğer taraftan
toplumda meydana gelen değişimin hızı, yönü, derecesi ve boyutları zamana ve
bir toplumdan diğerine göre farklılık arz edebilmektedir. Ayrıca birçok faktör,
toplumda gerçekleşen değişmenin hızını ve boyutlarını etkileyebilmektedir. Bu
faktörler arasında coğrafya, nüfus, din, ideolojiler keşifler, buluşlar,
çatışmalar ve askerler yer almaktadır. Elbette ki; toplumsal hayatta meydana
gelen değişmelerde bu faktörlerden bazıları diğerlerine göre daha fazla etkili
olabilmektedir. Ancak hiçbir faktör toplumsal değişmeyi belirleyen temel etken
değildir.[739]
Hz. Osman döneminde bireysel ve
toplumsal hayatta bir takım farklılaşma ve değişmenin gerçekleştiği
muhakkaktır. Bu dönemde ferd ve toplum, mevcut tutum ve davranışlarını terk
etmeye ve kendine yeni bir anlayış ve yaşam tarzı belirlemeye başlamıştı. Bu
değişim ve farklılaşmanın altında yatan en önemli etken, diğer bir ifadeyle
değişimi belirleyen en önemli faktör ise bize göre fetih hareketleridir. Çünkü
fetihler neticesinde artan gelirler toplumda büyük zenginlik ve refah meydana
getirmiş, bu durum ise bireylerin tutum ve davranışlarında ciddi değişikliklere
neden olmuştu. Öyle ki toplum kanaat toplumu olmaktan çıkmış ve refah toplumuna
dönüşmüştü.[740] Refah
toplumunda ise cariye, ağırlığınca gümüş paraya, at on bin, deve bin, bir hurma
ağacı ise bin dinara satılmaya başlamış, kadınlar kendileriyle evlenmek isteyen
kişilerden mehir olarak ev talep etmiş, halife ve valiler gösterişli konaklar
ve saraylar yaptırmıştı.[741] Bu dönemde
maddi açıdan büyük imkânlara kavuşan toplum, sahip olduklarını artırmak adına
gayrimenkul alım satımı ve inşaatına, var olanların iyileştirilmesine hatta
lüks hale getirilmesine, dönemin şartlarına göre aşırı tüketime, sadelikten çok
uzaklaşan bir yemek kültürüne yönelmeye başlamıştı.[742] Bu yönelme zamanla toplumsal
hayatta harcama ve lüksün sıradanlaşmasına hatta bir bedevi kadının dahi ipek
elbise giymeyi alışkanlık haline getirmesine neden olmuştu.[743] Bu dönemde başta Kureyş
kabilesinin ileri gelenleri olmak üzere birçok kimse ciddi zenginliğe
ulaşmıştı. Hz. Osman şehit edildiğinde Medine’de yedi köşk, 150 bin dinar ve 30
milyon dirhem para, ülkenin farklı bölgelerinde değerli araziler, köşkler ve
birçok hayvan geriye bırakmıştı.[744] Zübeyr b. Avvam Medine’de on
bir ev ve Basra, Kufe ve Mısır’da farklı evlere sahip olarak ve milyonlarca
dirhem ve binlerce köle ve hayvanı geride bırakarak vefat etmişti. Talha b.
Ubeydullah, 30 milyon dirhemlik mal varlığına ve Kufe’de meşhur bir eve sahip,
vefatı sırasında hazine görevlisinin yanında 2.200 bin dirhem bulunan bir
kimseydi. Sa’d b. Ebi Vakkas ise Akik bölgesinde tavanı yüksek, avlusu geniş ve
üstünde balkonları bulunan bir ev inşa etmiş ve öldüğünde ise geriye 250 bin
dinar bırakmıştı. Bunun yanında Miktad b. Esved, Zeyd b. Sabit gibi birçok
sahabi, baltacıklarla parçalanabilen altın ve gümüşler, milyonları bulan dirhem
ve binlerce dinara, içi dışı kireçlenmiş ve balkonları bulanan evlere sahip
olarak bu dünyadan göç etmişlerdi.[745]
İslam toplumunda maddi imkânların
artması ve insanların aşırı derecede zengin olması ferd ve toplumun günlük
yaşantısından alışkanlıklarına, yeme içmesinden kılık kıyafetine, kültürel
anlayışlarından dini değerlerine kadar birçok alanda değişime neden olmuş ve
insanların dini anlamda uygun olmayan davranışlar sergilemesine yol açmıştı.[746] Taberi’nin
ifadesiyle dünya malları çoğalıp, insanlar aşırı derecede
zengin olunca, Medine’de meydana gelen ilk kötü adet güvercin uçurmak ve
sapanla taş atmak olmuştu. “lk şer işler kendini Medine’de göstermiştir; dünya
zenginleşmiş, insanların şişmanlığı hat safhaya çıkmıştır; insanlar göklere
güvercin uçurup bunlara yaylarla ok atmaya koyuldular.”[747] Bunun yanında toplumda tavla oynama
yaygınlaşmaya, kıssa anlatımı artmaya ve insanlar içkili âlemler düzenlemeye
başlamıştı. Gayrimüslimlerin toplumda görünürlüğünün artmasına bağlı olarak ise
sihir ve sihirbazlar sosyal hayatta kendine yer bulmaya başlamış, Kûfe’de
Yahudi bir sihirbaz rahatlıkla gösteri yapabilmişti.[748] Ayrıca toplumda nefis yemek kültürü
yaygınlaşmaya ve halifenin sofrasında çeşit çeşit ve pahalı yemekler ikram
edilmeye başlanmıştı. Hz. Osman’ın sofrasında Hz. Ömer’in yemeklerinden daha
nefis ve daha pahalı olanlar ikram edilmekte, sofrada has buğday unundan
yapılmış ekmek ve her akşam ikram edilen kuzu bulunmaktaydı. Hz. Osman’a
kendisinin lüks yemekler yediği, Hz. Ömer’in ise bu şekilde davranmadığı
yönünde itirazlar dile getirilince, halife, hiç kimsenin Ömer kadar takvalı
olamayacağını ifade etmek durumunda kalmıştı.[749] Gündelik hayatta meydana gelen bu değişim ve
insanların ortaya koydukları uhrevi olmaktan çok dünyevi merkezli tavır ve
davranışlar, beraberinde din temelli itirazların ortaya çıkmasına neden
olmuştu. Artan zenginlik ve refaha bağlı olarak değişen yaşam tarzları dini
hassasiyet taşıyan sahabeler tarafından başta iktidara karşı olmak üzere
muhalif bir tavrın sergilenmesine yol açmıştı.
Dinler bir inanç sistemi olması ve
içerisinde inanca, pratiğe ve topluma yönelik ilkeler barındırması nedeniyle
inananlarının zihin dünyasını ve onların gündelik hayata dair ortaya koydukları
tavırları belli ölçüde şekillendirmek isterler. Bu çerçevede her dinin bir
dünya görüşü vardır. Dolayısıyla fertler, bağlı oldukları dinlerin ilkeleri
çerçevesinde hem bu dünyaya hem de öbür dünyaya karşı belli bir tavır
geliştirirler. Bu durum bir yandan dünya nimetlerinin (ekonomik varlıklar)
peşinden koşan, diğer yandan Tanrının istediği davranış biçimlerini ortaya
koymaya çalışan insanı karşımıza çıkarmaktadır. Bu da insanın ortaya koyduğu
davranışların, dini söyleme uyumlu ya da dini söylemle çelişen boyutlarını din
ve ekonomi çerçevesinde incelenmesi sonucunu doğurmaktadır.[750]
Bu bağlamda İslam’ın ortaya koymuş
olduğu iktisadi anlayışın tespiti, Müslüman bireylerin hem bu dünyaya hem de
öbür dünyaya karşı nasıl bir tavır sergilemesi noktasında önemli bir yer teşkil
etmektedir. İslam dini, Müslümanın tamamen dünyevileşmeden ve dini
hassasiyetlerini bir kenara bırakmadan ekonomik faaliyetlerini bir bütünlük içinde
sürdürmesini talep etmektedir. İslam, yarın ölecekmiş gibi ahiret için, hiç
ölmeyecekmiş gibi bu dünya için çalışma düsturu çerçevesinde orta yolu ve
dengeyi içerisinde barındıran bir iktisadi anlayışa sahiptir. Bu iktisadi
anlayış aynı zamanda İsrâ süresinde ifade edildiği üzere, bu dünya için elini
açıp saçmama, öbür dünya için de elini boynuna bağlamama gibi israfa ve
cimriliğe karşı bir tavrı içerisinde barındırmaktadır.[751]
İslam’ın ortaya koymuş olduğu bu
iktisadi tavrın karşısında, Müslümanlar arasında insani bir zafiyet olarak
kendini gösteren hastalık ise dünyevileşme olgusudur. Dünyevileşmeyi, kişinin
kendisini dünyanın cazibesine kaptırması, önceliğini dünya nimetlerine vermesi,
davranışlarını ve hayata bakış açısını oluşturan dini düşünce, anlayış ve
değerlerini yavaş yavaş hayatının merkezinden uzaklaştırması ve önemini
yitirmesi olarak tanımlamak mümkündür.[752] Dünyevileşme kişinin emeğini,
gücünü ve ilgisini maddi ve manevi meselelerin bütününde dünyevi unsurlara
yoğunlaştırmasıdır.[753] Dünyevi
olana yoğunlaşmasıyla beraber insan, dini inanç, değer ve sembolleri yavaş
yavaş gündelik hayatının dışında bırakmaya başlar, uhrevi olan onun için
anlamını giderek yitirir ve neticede “dünyevileşme ahiret hayatını ve hesabını
Bulaştırarak kişiyi dünyevi haz ve yaşamın içine hapseder.”[754] Kısacası dünyevileşme, daha
önce egemen olan bir takım dini ve ideolojik kalıpların, artık bireyin ortaya
koymuş olduğu davranışlarda etkinliğini ve işlevini giderek kaybetmesi ve dini
olanın bireysel ve toplumsal hayatta anlamını ve değerini yitirmesidir.[755]
İslam dünyasında dünyevileşme
olgusunun ilk tezahürlerini, hiç şüphesiz içerisinde farklı boyutları
bulundurmuş olsa da, Hz. Peygamber döneminde görmek mümkündür. Hz. Peygamber
daha hutbede iken şehre gelen mal yüklü bir kervanı karşılamak için sahabenin
hutbeyi terk edip gitmesi, Uhud savaşında Hz. Peygamberin bütün uyarılarına
rağmen ganimet toplamak için okçuların bulundukları yeri terk etmesi, Huneyn
savaşında elde edilen ganimetten bazılarının daha fazla pay talep etmesi gibi
örnekler, Hz. Peygamber döneminde yaşanan dünyevileşme tezahürlerinden
bazılarıdır. Özellikle sıcaklığın çok fazla olduğu bir mevsimde, meyvelerin
olgunlaşma ve hasat edilme döneminde bazı sahabenin Tebük seferine katılma
konusunda ihmalkârlık ve gevşeklik göstermesi, Müslümanların ilk dönemde ortaya
koydukları dünyevileşme eğilimlerinin somut göstergelerinden birisidir.[756] Bu durum
Kur’an-ı Kerim’de açık bir şekilde dile getirilmiş ve: “Ey iman edenler! Size
ne oldu ki, "Allah yolunda seferber olun" denilince yerinize çakılıp
kaldınız; yoksa âhiretten vazgeçip de dünya hayatıyla yetinmeye razı mı
oldunuz? Hâlbuki dünya hayatının sağladığı fayda âhiretinkine göre pek azdır.”[757] denilerek
Müslümanların dünyaya meyletmeleri kınanmıştır.
Hz. Peygamber döneminde her ne kadar
Müslümanlar arasında bir takım dünyevileşme tezahürleri görülmüş olsa da bu
durum o günün maddi ve manevi şartlarına bağlı olarak bireysel, daha doğrusu
zihinsel olmaktan öte gidememiştir. Esasen İslam tarihinde dünyevileşme, ferdi
ve sosyal hayatta somut olarak ilk defa kendini Hz. Osman döneminde göstermeye
başlamıştır. Çünkü bu dönemde kılıç ile elde edilen ganimetler, bir taraftan
Müslümanların dünyaya meyletmelerine, zenginlik ve refah içinde hayat
sürmelerine, zevk ve eğlenceye dalmalarına yol açarken, diğer taraftan onların
ahireti unutmalarına, dini hassasiyet ve motivasyonlarını kaybetmelerine neden
olmuştu.[758] Daha önce
var olanla yetinmek durumunda kalan hatta çoğu zaman ihtiyacını karşılamakta
zorlanan Müslümanlar Hz. Osman döneminde mal biriktirmeye, farklı bölge ve
şehirlerde birden fazla ev edinmeye, saraylar ve köşkler inşa etmeye
başlamışlardı. Müslümanlar bu dönemde tahayyül edemeyecek miktarda paraya,
baltacıklarla parçalanan gümüş ve altına, binlerce deveden oluşan mal yüklü kervanlara
sahip olmuşlardı. Zenginlik ve lüks, çeşit çeşit yemekler, pahalı elbiseler,
zevk ve eğlence artık fert ve toplum hayatının vazgeçilmezleri arasındaydı.[759] Hz. Osman
döneminde insanlar aşırı şişmanlamaya, sokaklarda kuş uçurarak eğlenmeye, içki
partileri düzenlemeye, tavla oynamaya ve kıssa anlatmaya başlamışlardı.[760] Aynı
zamanda bu dönemde kadınsı erkeklerden oluşan profesyonel müzisyenler
Muhannesun adıyla ortaya çıkarak düğünlerde şarkı söylemeye başlamışlar ve
insanları eğlendirmeye çalışmışlardı.[761] Ayrıca toplumda artan gayri
Müslim nüfusa bağlı olarak sihirbazlık ve fal bakma daha görünür hale gelmişti.
İsraf ve savurganlık artık sıradan bir hal almış, aşırı tüketim toplumda
kendini göstermeye başlamıştı.[762]
Diğer taraftan artan dünyevileşmeye
bağlı olarak kişisel ve toplumsal hayatta din ve ahiret duygusu giderek
azalmaya başlamış, dinin emir ve yasakları kamusal alanda dahi ihlal edilir
olmuştu. Bolluk içinde yüzen zenginler çoğu zaman Kur’an ahlakıyla uyuşmayan
davranışlar sergilemeye başlamışlardı.[763] Bu dönemde Şam sokaklarında
şarap yüklü develer ve faizli alışverişler kendini gösterir olmuştu.[764] Kûfe’de
ise devletin valisi sarhoş halde iken sabah namazı kıldırmış hatta cemaatin
istemesi halinde namazı artırabileceğini ifade ederek dini duyarlılıktaki
zafiyetini ortaya koymuştu.[765] Yine
Tuleka’dan olan ve dini özümsemeyen bazı valiler ahireti ihmal ederek mala,
mülke ve servete yönelmişler, lükse ve dünyaya meyletmişlerdi.
Hz. Osman döneminde görülmeye
başlanan bu dünyevileşme tezahürleri, toplumsal hayatta bir takım itirazların
ortaya çıkmasına neden olmuştu. Özellikle toplumda gelir adaletsizliğinin,
aşırı mal biriktirme arzusunun ve lüks hayatın yaygınlaşması ve devlet
idarecilerinin krallar gibi lüks hayat yaşayarak gündelik hayatta
sergiledikleri dünyevileşme tezahürleri bazı sahabeler tarafından ciddi şekilde
eleştirilmişti.[766] Bu
sahabeler, hem davet hem de devlet döneminde maddi anlamda büyük imkâna
kavuşamayan, ya da şahsi hayatında zühd ve takvayı tercih eden bireylerden
oluşmaktaydı. Onlar, Câbiri’nin ifadesiyle dünyevileşen, zenginliklerine
zenginlik katan ve dini hassasiyetlerini kaybedenlere karşı ‘dini vicdanı’
temsil eden kimselerdi.[767] Nitekim
bunların başında Hz. Peygamberin hayat standartlarını yaşamak ve yaşatmak
isteyen ve hayatında bunu bizzat tatbik eden Ebu Zer gelmekteydi.
Ebu Zer daha önceki hayatının aksine
Hz. Osman döneminde oldukça çalkantılı bir hayat yaşamış, özellikle Şam’da
ikamet ettiği dönemde vali Muaviye ile tartışmalara girmiş ve onun
dünyevileşmeye dair ortaya koymuş olduğu bazı harcamalarını ciddi şekilde
eleştirmişti. Muaviye’nin Şam’da el- Hamrâ adında ihtişamlı bir saray
yaptırmasından rahatsız olan Ebu Zer, valiye “Ey Muaviye, bu sarayı Allah’ın
malı ile yaptırdıysan bu ihanettir, yok eğer bu sarayı kendi malınla yaptırdıysan
o zaman israftır.” diyerek büyük bir tepki göstermişti.[768] Ayrıca Şam sokaklarında
halife ve yönetimini Kur’an ve sünnete aykırı işler yaptı diyerek halka şikâyet
eden Ebu Zer, iktidarı bencillik ve kayırmacılıkla suçlamış hatta
Ümeyyeoğulları’nı ‘ateş taşıyan kervan’ olarak vasıflandırmıştı.[769] Bunun
yanında insanların dünyevi hırs ve arzuları peşinde koştuklarını gören Ebu Zer,
“Altın ve gümüş yığıp da onları Allah yolunda sarf etmeyenler var ya, işte
onları elem dolu bir azapla müjdele”[770] ayetini gündeme getirerek
insanları uyarma gereği duymuş, ayrıca bu konuda vali Muaviye ile tartışmaya
girmişti. Vali bu ayetin Hristiyanlar ile ilgili olduğunu söylerken Ebu Zer,
ayetin hem Hristiyanlar hem de Müslümanlar için nazil olduğunu ifade ederek
Muaviye’ye karşı çıkmıştı.[771]
Ebu Zer Şam’da bulunduğu sürede
sadece iktidara ve onun uygulamalarına itiraz etmemiş aynı zamanda bazı
Müslümanların ihtiyaç fazlası malları, Allah yolunda sarf etmeyip biriktirme
yarışına girmelerini de eleştirmişti. O sokaklarda Kur’an’dan ayetler okuyarak
insanları mal biriktirmemeye, ellerindekini hemen ihtiyaç sahiplerine dağıtmaya
davet etmişti. Ebu Zer Şam sokaklarında “Ey zenginler ve ey günahkâr fakirler!
O altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanların cehennem ateşiyle
yanıp kavrulacaklarına dair haberler vardır. Onların yüzleri, önleri ve
sırtları bu ateşten demirlerle dağlanacaktır.” şeklinde insanlara hatırlatmada
bulunarak dünyevileşmeye karşı görüşlerini dile getirmişti.[772] O’nun bu görüşleri özellikle
fakir ve yönetime karşı muhalif olan kesimlerde ilgi görmeye başlamıştı. Bu
ilgi beraberinde insanların zenginlere ve yönetime karşı olumsuz tavır
sergilemelerine yol açmış, bunun üzerine Şam valisi halkın Ebu Zer ile
konuşmasını yasaklayarak ona karşı bir takım tedbirler almaya çalışmıştı.[773] Ancak
bundan da bir sonuç alamayan Muaviye, Ebu Zer’i toplumda fitneye sebep oluyor
diyerek Hz. Osman’a şikâyet etmişti. Bunu üzerine Ebu Zer’in kendisine
gönderilmesini isteyen Hz. Osman, böylece Şam’da meydana gelebilecek olumsuzlukları
önlemeye çalışmıştı.
Hz. Osman’ın çağrısı üzerine
Medine’ye gelen Ebu Zer, halife tarafından sorguya çekilmiş ve “Şamlılar senin
dilinin uzunluğundan şikâyet ediyor, sebebi nedir?” diyerek kendisinden bir
açıklama yapmasını istemişti. Bunun üzerine Ebu Zer, insanların dünyaya
meylettiğini, büyük bir lüks ve israf içinde yaşadıklarını dile getirmiş ve
insanları bu yanlıştan döndürmek için mücadele ettiğini halifeye ifade etmişti.
Halife ise bu açıklamalara “insanları zühd ve takvaya mecbur edemeyeceğini,
onlara sadece iktisatlı olmaları yönünde telkinlerde bulunabileceğini” ifade
ederek bu düşünceye karşı çıkmıştı.[774] Ebu Zer, daha önce de bu
yönde Hz. Osman ile tartışmaya girmiş, onun kendi akrabalarına devletin maddi
imkânlarını tahsis etmesini şiddetli bir şekilde eleştirmişti. Hac dönüşü
Medine’de bulunduğu sırada Mervan b. Hakem’e, Haris b. Hakem’e ve Zeyd b.
Sabit’e Hz. Osman tarafından devletin hâzinesinden paralar verildiğini duyan
Ebu Zer, “Kâfirlere elem dolu bir azabı müjdele” ayetini okuyarak tepkisini
dile getirmişti. Yine halifenin hazineden maaş alıp alamayacağı konusunda Hz.
Osman ve ona bu konuda destek veren Ka’b el Ahbar ile tartışan Ebu Zer, bu
tartışmanın sonunda Ahbar’a elindeki asasıyla vurarak “Ey Yahudi’nin oğlu bize
dinimizi sen mi öğretiyorsun?” diyerek tepki göstermişti. Bunun üzerine Hz.
Osman “ Ey Ebu Zer insanlardan elini ve dilini çek!” diyerek ona karşı
rahatsızlığını dile getirmişti.[775] Halife
tarafından dile getirilen bu rahatsızlık Ebu Zer tarafından çok da dikkate alınmamış,
zaman zaman Mescidi Nebevi ve farklı ortamlarda dünyevileşmeye karşı
itirazlarını sürdürmeye devam etmişti. Bunun üzerine Ebu Zer, siyasi iktidar
tarafından toplumun huzurunu bozduğu gerekçesiyle Rebeze’ye gönderilmişti.
Rebeze’ye yerleştikten sonra iki yıl daha yaşayan Ebu Zer Hicri 32 (653)
yılında yokluk içinde vefat etmişti.[776] Ölüm haberi Medine’ye
ulaştığında Hz. Osman ona rahmet dilemiş ancak hem o dönemde hem de sonraki
yıllarda bu konuda kendisine yapılan eleştirilerden kurtulamamıştı.
Ebu
Zer’in Hz. Osman döneminde dünyevileşmeye karşı ortaya koymuş olduğu muhalif
tavrın arkasında elbette ki bir takım gerekçeler söz konusudur. Öncelikle ifade
edilmelidir ki Ebu Zer kişisel hayatında dünyaya meyletmekten çok zühd ve
takvayı tercih eden bir kimseydi. Onun bu tür bir hayat anlayışını
benimsemesinde hiç şüphesiz Medine’ye hicret ettikten sonra Suffe ehline dâhil
olmasının ve Hz. Peygamberin hizmetinde bulunmasının büyük bir etkisi olmuştu.
Suffe ehli genelde maddi anlamda
imkânları yetersiz olan insanlardan oluşmaktaydı. Onlar geçim darlığı içinde
zâhidane bir hayat yaşayan, hatta pek çoğunun üzerine giyebilecek elbisesi
olmayan ve bazılarının namaz kılarken açlıktan ayakta durmakta zorlandığı
kimselerdi. Suffe ehli genellikle günlerini Hz. Peygamberi dinlemekle
geçiriyor, ilim ve zikirle meşgul oluyordu. Onların rol modelleri Hz.
Peygamberdi.[777] Dolayısıyla
böyle bir ortamda yaşayan, hatta Suffe ehlinin akşam yemekleri için zenginlerin
evlerine dağıtıldığında dahi zenginlerin evlerine gitmeyip hep Hz. Peygamber’in
sofrasına misafir olan Ebu Zer, Hz. Osman döneminde ortaya çıkan dünyevileşme
eğilimlerine karşı çıkmış ve bu durumu takvadan, dini duyarlılıktan, Kur’an ve
Hz. Peygamberin sünnetinden uzaklaşmak olarak telakki etmişti.[778] Bu nedenle
O, Hz. Osman döneminde Hz. Peygamber döneminin aksine bilmediği işlerin ortaya
çıktığını, bunların Kur’an ve sünnette olmadığını ifade ederek iktidarı
dünyevileşme bağlamında eleştirmişti.[779] Ayrıca Ebu Zer’in, daha
sonraki dönemlerde insanların zühd ve takvayı terk ettiklerini düşünerek,
toplumda ortaya çıkan dünyevileşmeye karşı halifeden bir takım yaptırımlar
uygulamasını istemesi bu durumla yakından alakalıdır.[780] Çünkü O Suffede dünyadan çok
zikir ve ibadetle meşgul olmakta ve insanların da bu şekilde yaşamalarını
arzulamaktaydı. Ancak Hz. Osman Ebu Zer’in bu talebine: “Ben zühd ve takvaya
bağlanmaları konusunda insanları mecbur edemem” diyerek karşı çıkmıştı.
Ebu Zer’in dünyevileşmeye karşı
yürütmüş olduğu muhalefetin altında yatan bir başka gerekçe ise bize göre zenginliğe
ve lükse karşı siyasi ve sosyal hayatta denetleyici ve dengeleyici bir unsurun
ortadan kalkmış olmasıdır. Bilindiği gibi İslam toplumunda maddi refah ve
zenginlik ilk olarak kendini Hz. Ömer döneminde göstermişti. Toplum bu dönemde
maddi olarak ciddi imkânlara kavuşmuştu. Ancak elde edilen maddi zenginliğe
rağmen toplumsal hayatta dünyevileşme tezahürleri kendini açık bir şekilde
göstermemişti. Bunun başlıca nedeni ise Hz. Ömer’in dünyevileşme eğilimlerine
karşı ortaya koymuş olduğu sert tavrı ve uygulamaya geçirdiği idari
tasarruflarıdır. Hz. Ömer, halifeliği döneminde sade bir hayat yaşayan,
hazineden dahi maaş almakta tereddüt eden bir kimseydi. O kendi yaşantısında
var olan sadeliği aynı zamanda valilerinden de istemiş, valilerin sahip oldukları
malları görev öncesi ve sonrası sayıma tabi tutarak onları denetlemişti.
Valilerin görevde oldukları dönemde aşırı mal sahibi olmalarını ciddi
denetimler yaparak engelleyen Hz. Ömer, onların lükse ve israfa kaçan tavır ve
davranışlarına asla müsamaha göstermemişti. Hz. Ömer, Kûfe valisi Sa’d b. Ebi
Vakkas’ın imaret dairesine tahtadan bir kapı taktırdığını ve kendi konağını
kamıştan güzel bir şekilde yaptırmış olduğunu öğrenir öğrenmez, hemen kapının
ve evin yakılması talimatını vermişti.[781] Bunun yanında Hz. Ömer,
Medine’de bulunan ashabın maddi imkân elde etmek için başka bölgelere gitmek
istemesine karşı çıkmış, onların dünyevileşme arzularını engellemişti.[782] Hz. Osman
döneminde ise bu durum tamamen ortadan kalkmış hatta dünyevileşmeye müsamaha
gösteren bir idari anlayış ortaya çıkmıştı. Bu dönemde sahabenin diğer
şehirlere göç etmelerine izin verilmiş, onların gittikleri yerlerde aşırı mal
biriktirmelerine ses çıkartılmamıştı. Bunun üzerine sahabenin çevresinde
bulunanlarda “onlar mala mülke sahip oluyor, biz niye olmayalım” diyerek mal ve
mülk edinme yarışına girmişlerdi.[783] Valiler ise topluma bu
anlamda örnek olmaktan çok, devletin imkânlarını kullanarak şatafatlı
saraylarda lüks ve konfor içinde yaşamaya başlamışlardı. İşte ortaya çıkan bu
dünyevileşmeye dur diyecek bir denetleme unsuru olmadığı için bu görevi dini
bir sorumluluk olarak Ebu Zer üstlenmiş oldu. O bir nevi Hz. Ömer’in misyonunu
üstlenerek toplumun dünyevileşmesini engellemeye çalıştı. Ancak bireysel olan
bu dini vicdani tavır idare tarafından hiç de hoş karşılanmamıştı.
Ebu
Zer’in Hz. Osman döneminde muhalif bir tavır ortaya koymasının bir başka
gerekçesi ise siyasi iktidarın nepotizm yanlısı uygulamalarıdır. Hz. Osman
halifeliği döneminde akrabalarına hem maddi hem de manevi birçok imkân tanımıştı.
Bu durum başta Ebu Zer olmak üzere birçok sahabeyi rahatsız etmişti. Onlar,
akrabaları için
halifenin beytülmalden istediği gibi tasarrufta bulunmasından, onlara yüksek
miktarda bağışlar yapmasından, akrabalarını önemli mevkilere atamasından ve Ümeyyeoğulları’nın
devleti kendi mülkü gibi görmesinden ciddi rahatsızlık duymuşlardı.[784] Nitekim Ebu
Zer Medine’de bulunduğu dönemde halifenin akrabalarına yapmış olduğu
bağışlardan haberdar olunca rahatsızlığını Kur’an’dan ayet okuyarak dile
getirmişti. Ona göre Müslümanlara ait olan malın bu şekilde dağıtılması caiz
değildi. Yine O, Muaviye’nin şikâyeti üzerine Medine’ye çağrıldığında halifeye
“çocukları tayin ediyorsun, adam kayırıyorsun, Tülakaya yakınlık gösteriyorsun”
diyerek onun akraba yanlısı politikasına tepki göstermişti.[785] Ebu Zer aynı
zamanda toplumda zengin ile fakir arasında meydana gelen uçuruma da kayıtsız
kalmamış, ganimetler üzerinden gerçekleştirilen ve adil olmayan paylaşımlara da
karşı çıkmıştı. O toplumda meydana gelen zenginleşmeden değil, zenginleşen
bireylerin ortaya koymuş olduğu tavır ve davranışlardan rahatsız olmuştu. Bir
tarafta malın belli ellerde toplanması ve mal biriktirme yarışı, diğer tarafta
ise bu maldan yoksun ve geçim derdi içerisinde olan bireylerin varlığı Ebu
Zer’i rahatsız eden bir husustu.[786] Bu nedenle o cami
avlularında, sokak başlarında, çarşı ve pazarlarda Tevbe süresi 34 ve 35.
Ayetleri okuyarak insanları uyarma gereği duymuş, onları mal biriktirme
yarışından uzaklaştırmak istemişti. Netice olarak ifade etmek gerekirse Ebu
Zer’in ortaya koymuş olduğu bu muhalif tavır, siyasi olmaktan çok bireysel ve
vicdani bir tavırdı. Onun tavrı toplumda artan dünyevileşmeye, dünyevileşmenin
neticesinde ortaya çıkan dini ilgisizliğe ve adil olamayan paylaşımaydı.
Hz. Osman Döneminde
Meydana Gelen Toplumsal
Tarihin
herhangi bir döneminde ortaya çıkan sosyal olaylar, kendiliğinden ve aniden
ortaya çıkmaz. Bütün toplumsal olaylar belli bir zaman ve belli bir süreç
içerisinde bir takım sosyal, siyasal ve iktisadi etkilere ve gerekçelere bağlı
olarak yavaş yavaş tezahür ederler. Şu bir gerçektir ki insan ilişkilerine
bağlı olarak ortaya çıkan hemen her sorunun arkasında birbirleriyle bağlantılı
birçok faktör bulunmaktadır. Bu faktörler arasında siyaset ve iktisat
olabildiği gibi sosyal ve kültürel yaşamda söz konusu olabilmektedir. Çünkü
insanlar sadece içgüdüleriyle hareket etmez ve eylemde bulunmazlar. Herhangi
bir sosyal ve kültürel yaşayışa sahip olmaksızın yerinde kararlar veremezler.
Onların ortaya koymuş oldukları tavır ve davranışlarda, birbirleriyle ilişkiye
bağlı olarak ortaya çıkan sorunlarda, mutlaka sosyal ve kültürel hayatın
belirleyici etkisi vardır.[787] Dolayısıyla
insanların sosyal ve kültürel anlayışlarını dikkate almadan sosyal olayları
değerlendirmek ve yorumlamak eksik ve yanlıştır. Bu anlamda Hz. Osman döneminde
yaşanan hadiselerin ortaya çıkmasında sadece halifenin bireysel özellikleri,
siyasi kararları veya ekonomik unsurlar etkili olmamıştır. Bunun yanında
toplumsal alanda yaşanan bazı değişimlerin ve yeniliklerin de önemli etkisi söz
konusudur. Özellikle fetihlere bağlı olarak yaşanan göç dalgası, yeni
kültürlerle ve milletlerle karşılaşma, şehir hayatına katılma gibi hususlar bu
anlamda belirleyici etkenler olarak dikkat çekmektedir. Nitekim Hz. Osman
dönemine bakıldığında toplum artık statik bir yapıda değildir. Göç ve sosyal
mobilite hemen her yerde ve her alanda kendini göstermektedir. Toplumda saf
dini birliktelikten ve homojen bir yapıdan bahsetmek mümkün değildir. Kabile
anlayışı ve asabiyeti artık sadece Hicaz bölgesinde belirleyici olmaktan çıkmış
ve çöldeki rekabet yeni kurulan şehirlere taşınmıştı. Ayrıca şehir hayatı
buralara göç eden bedeviler için uyumu ve uyumsuzluğu içerisinde
barındırmaktaydı. Diğer taraftan bu dönemde Hz. Peygamberin öğretisiyle ve
terbiyesiyle yetişen neslin sayısı giderek azalmış, insanların gündelik
hayatını ve zihni tasavvurlarını belirleyen çoğu zaman dünyevi yaklaşımlar
olmaya başlamıştı. Bütün bunlar, Hz. Osman döneminde yaşanan hadiselerin ortaya
çıkmasında dolaylı ya da direkt bir etkiye sahip olan hususlardı.
Toplumdaki
dinamik yapıya vurgu yapan ve nüfusu oluşturan fertler arasındaki hareketliliği
ortaya koyan mobilite (hareketlilik), en genel yorumuyla fertlerin zamanda, mekânda
veya sosyal yapıdaki her türlü devinimine ve göçüne işaret eden bir kavramdır.[788] Mobilitenin fiziki, ekonomik ve sosyal
olmak üzere üç çeşitinden bahsetmek mümkündür. Bu anlamda herhangi bir fert
veya grubun bir coğrafyadan diğerine bir devinim gerçekleştirmesi fiziki
hareketlilik, kişinin sınıf sisteminde bir konumdan diğerine geçişi ise
ekonomik hareketlilik olarak tanımlanmaktadır. Fertlerin, ailelerin ve sosyal
grupların toplum içinde sahip oldukları bir statüden diğer bir statüye geçişini
ifade etmek için ise genellikle sosyal mobilite kavramı kullanılmaktadır.
Sosyal mobilite bir toplumdaki toplumsal tabakalaşma sistemi içerisinde
genellikle fertlerin bazen de grupların farklı konumlar arasındaki
hareketliliğidir.[789] Ancak bu hareketlilik tek yönlü değildir.
Sosyal mobilite doğası gereği çok yönlü hareketliliği içerisinde barındıran bir
süreçtir. Bu çerçevede aynı ya da benzer statüler arasında yatay bir
hareketlilik olabileceği gibi farklı statüler arasında aşağı veya yukarı
şeklinde dikey bir hareketlilikte söz konusu olabilmektedir.[790]
İster fiziki ister
sosyo-ekonomik anlamda olsun kişinin hareketliliği farklılaşmamış konumlar
arasında yer alıyorsa, diğer bir ifadeyle kişinin veya grubun hayat tarzında,
dünya görüşünde ve gelir seviyesinde herhangi bir artış ve yükselme yoksa buna
yatay hareketlilik denir. Yatay hareketlilikte söz konusu olan aynı toplumsal
tabaka içerisinde yer alanların benzer statüler arasındaki geçişleri veya
coğrafi bölgeler arasındaki hareketlilikleridir. Örneğin bir ülke içerisinde
gerçekleşen iç göçler ile bir köyde tarım işçisi olan kişinin şehirde inşaat
işçisi konumuna geçişi yatay hareketliliğe işaret etmektedir.[791] Dikey
hareketlilik ise kişilerin bir statüden diğerine, bir sınıftan diğerine
devinimi olarak tanımlanmaktadır. Dikey hareketlilik aşağı ve yukarı olmak
üzere iki yönü bulunan bir süreçtir. Kişi elde etmiş olduğu imkânlar, almış
olduğu eğitim vb. gibi nedenlere bağlı olarak bulunduğu konumdan bir üste
çıkabileceği gibi sahip olduklarını kaybederek bir alt sınıfa düşebilir. Diğer
taraftan zaman boyutu dikkate alınarak kuşaklar arası ve kuşaklar içi sosyal
hareketlilikten de bahsetmek mümkündür. Bu anlamda kuşaklar arası mobilite,
farklı kuşakların göstermiş olduğu hareketliliği, ebeveyn ile çocuklar arasında
meydana gelen sosyal pozisyonlardaki farklılığı, ikincisi ise bir kişinin
yaşamı boyunca ortaya koymuş olduğu sosyal hareketliliği ifade etmektedir.[792]
Karmaşık ve çok
yönlü olan sosyal hareketliliğin ortaya çıkmasında ve hareketliliğin yatay veya
dikey olarak gerçekleşmesinde etkili olan birçok faktör söz konusudur. Bunlar
içerisinde demografik, siyaset ve ekonomi gibi objektif faktörler
bulunabileceği gibi, kişinin yeteneği ve başarı motivasyonu gibi sübjektif
faktörler de yer alabilmektedir.[793] Hareketliliğin gerçekleşmesinde
en önemli faktörlerinden biri, doğurganlık oranlarının sosyal sınıflara göre
farklılık arzetmesidir. Özellikle üst sınıfta çocuk sahibi olma oranın düşük
olması ‘zirvede her zaman bir yer vardır’ anlayışına bağlı olarak dikey
hareketliliğe neden olan bir faktördür. Diğer taraftan sosyal hareketliliğe
etki eden ve demografik etmenle yakından ilişkili olan bir başka husus ise
göçlerdir. Bir toplum içerisinde bir mekândan başka bir mekâna göç toplumsal
hareketliliğin ortaya çıkmasında önemli rol oynamaktadır. Örneğin yabancı bir
ülkeden veya kırsal bir bölgeden gelen göçmenler genellikle geldikleri sosyal
yapının tabanına yerleşirler. Bu durum ise yerleşilen yerdeki yerli halkın bir
üst tabakaya çıkmasına yol açar. Böylece bu göç hareketiyle yerli halkın
statüsü yükselmiş olur. Ayrıca sahip olunan servet ve gelir, toplumda egemen
olan yönetim anlayışı, ailenin yapısı, değer algısı, kişilerin arzu ve
istekleri de sosyal hareketliliğin gerçekleşmesinde etkili olan faktörlerdir.[794]
İslam
tarihinin en çalkantılı dönemlerinde biri olan Hz. Osman zamanında toplumsal
hayatta birçok hareketlilikten bahsetmek mümkündür. Özellikle fetih
hareketlerine bağlı olarak yaşanan yatay ve dikey hareketlilikler toplumsal
yapıda birçok değişimi beraberinde getirmiştir. Hz. Osman döneminde yatay
hareketlilik içerisinde değerlendirilebilecek en önemli husus bir mekândan
başka bir mekâna göçü içerisinde barındıran fiziki hareketliliktir. Bilindiği
üzere Hz. Osman, kendi döneminde göç ve nüfus poltikalarında değişikliğe
giderek, sahabenin ve diğer insanların farklı bölge ve şehirlere göç etmelerine
ve fetihlere katılmalarına izin vermişti. Bu duruma bağlı olarak Medine’den
Kuzey bölgelere ciddi göç hareketliliği meydana gelmiş ve Arap Yarımadası’nda
bazı şehirlerin nüfusları oldukça azalmıştı. Bunun yanında Hz. Osman’ın cihada
katılmanın ve savaşta nöbet tutmanın faziletine vurgu yaparak insanları
fetihlerin yapıldığı yerlere gitmeye teşvik etmesi, göç hareketliliğini artıran
başka bir husus olmuştu. Ayrıca Hz. Osman, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’den farklı
olarak tutarsız bedevi Arapların fetihlere katılmalarına müsade etmişti. Hz.
Osman bu bedevi Arapların seferlere çıkmalarına izin vererek onları dedikodu ve
fitneden uzak tutmaya, seferlerle meşgul etmeye çalışmıştı. Mala ve mülke, ganimete
ve köle edinmeye düşkün olan bu insanlar ise Hz. Osman’ın bu kararını
memnuniyetle kabul etmiş ve koşa koşa savaş bölgelerine gitmişlerdi.[795] Yine çok
sayıda Arap kabilesi, çöl hayatının yetersiz maddi imkânlarından kaynaklanan
itici faktöre ve savaşlardan elde edilen ganimet gibi çekici faktöre bağlı
olarak Hicaz bölgesinden fetihlere katılmak için Suriye, İran ve Irak gibi
bölgelere göç etmişlerdi. Neticede Hz. Osman’ın uygulamaya geçirmiş olduğu bu
fetih ve göç politakası toplumsal yapıda ciddi anlamda fiziki hareketliliğe yol
açmıştı.
Hz. Osman döneminde fiziki
dolayısıyla yatay hareketliliğe neden olan bir başka konu ise savaşlarda esir
edilen köle ve cariyelerin başta Medine olmak üzere değişik şehirlere
gönderilmesidir. Hz. Ömer döneminde başlayan bu durum Hz. Osman zamanında
artarak devam etmişti. Özellikle Hz. Osman döneminde Medine şehri, sahabenin
kuzey bölgelere göç etmesine bağlı olarak bir taraftan kendi yerli nüfusunu
kaybetmiş, diğer taraftan da savaşlarda esir edilen kimselere ve kölelere ev
sahipliği yapmaya başlamıştı.[796] Nitekim Hz.
Osman’ın valilerinden birinin, ailelerden oluşan yüz köleyi Medine’ye
göndermesi yaşanan hareketliliğe işaret etmesi açısından dikkat çekicidir. Bu
bağlamda dikkat çeken başka bir örnek ise fitne olayları yaşandığı dönemde
Medine’de sadece erkeklerden oluşan yirmi bin kişinin olmasıdır. Şehirdeki
kadın ve çocukların bu sayıya eklenmesi ile ortaya çıkan durum Hz. Osman
döneminde hareketliliğin büyüklüğünü açıkça ortaya koymaktadır.[797] Yine
ülkenin diğer şehirlerinden Medine’ye yapılan bu göç hareketlerinin yanında
kişisel tercihlere ve idarenin uygulamasına bağlı olarak Medine’den diğer
şehirlere de göçler gerçekleşmişti. Bu bağlamda bazı sahabeler kendi
arzularıyla bazıları ise idari görevler için Medine’den ayrılarak başka
bölgelere gitmişlerdi. Ayrıca iktidara karşı muhalif tavır sergileyenlerin
bulundukları şehirlerden farklı bölgelere sürgüne gönderilmesi de toplumda
hareketliliğe yol açmış ve insanların farklı bölgelere göç etmelerine neden
olmuştu.
Hz. Osman döneminde göçlere bağlı
olarak ortaya çıkan bu yatay hareketlilik, ferdlerin sosyal statülerinde bir
takım değişimleri beraberinde getirmişti. Bu dönemde insanların sosyal
statüleri, başta fetih ve göç olmak üzere birçok faktörün etkisiyle aşağı ve yukarı
yönde harekete maruz kalmıştı. Özellikle fetih bölgelerine yapılan göçler
neticesinde elde edilen ekonomik imkânlar hem sahabelerin hem de bedevilerin
sosyal statülerini yukarı doğru hareketlenmesine neden olmuştu. Bilindiği üzere
Hz. Ömer döneminde devam eden fetihlerle birlikte askerler ciddi ganimet elde
etmeye ve mal varlıklarını giderek artırmaya başlamışlardı. Medine’de bulunan
ve bu seferlere katılmaktan men edilen Muhacirler ise ısrarla Hz. Ömer’den
kendilerine izin verilmesini talep etmişlerdi. Hz. Ömer ise onların maddi ve
manevi anlamda yeterli imkânlara sahip olduklarını, kendileri için Hz.
Peygamberle seferlere katılmanın en büyük şeref olduğunu ifade ederek,
Muhacirlerin sefere çıkmalarını yasaklamış ve onların belli bir süreliğine ve
izin ile diğer vilayetlere gitmelerine müsade etmişti. Hz. Ömer sahabenin
Medine dışına mal mülk edinmek için çıkmak istediğini düşünerek ‘onların
yakalarından tutup ateşe düşmelerine engel olacağım’ demişti.[798] Hz. Osman
halife olunca Muhacirlere uygulanan bu yasağı kaldırmış ve onların diğer
vilayetlere gitmelerine izin vermişti. Bu izin sahabenin “dünyayı görmesine,
dünyanın da sahabeyi görmesine” ve onların yerleştikleri şehirlerde zenginlik
görüntüleri sergilemelerine neden olmuştu.[799] Ve bu durum onların ekonomik
anlamda statülerinin yükselmesine sebebiyet vermişti. Diğer taraftan sahabenin
farklı şehirlere göç etmesi toplumdaki değer algısına bağlı olarak onların
sosyal statülerinin yukarı doğru hareketlenmesine ve seçkinler zümresinde yer
almasına yol açmıştı. Özellikle Hz. Muhammed’i hayatlarında görmeyen insanlar,
Hz. Peygamber’e dostluk eden ve Kur’an’ın indirilişine şahit olan sahabelere
büyük değer atfederek, onlara saygı duymuşlar ve onların etrafında toplanmaya
başlamışlardı. Bu durum hem sahabenin sosyal statülerinin yukarı doğru
yükselmesine hem de çevrelerinde bulunan insanların onlar sayesinde kendilerine
üstünlük sağlamasına neden olmuştu.[800]
Fetihlere
katılmak için yapılan göçlere ve bu göçler neticesinde elde edilen gelirlere
bağlı olarak sosyal statülerinde değişme olan bir başka grup ise bedevilerdir.
Daha önceleri çölde deve güderek hayatlarını sürdüren bedevi Araplar, savaşlara
katılmak için yapılan göçler neticesinde artık komşu topraklara akınlar yapan
askerler olmuşlardı. Bu askerlik süreci hem onların maddi anlamda büyük gelir
sahibi olmalarına hem de belli bir sosyal statü kazanmalarına yol açmıştı.
Ayrıca eskiden su ve otlak peşinde koşturan bedevilerin yerleşik hayata
katılmaya başlamaları onların sosyal statülerinde değişikliklere yol açan başka
bir husustu. Özellikle fetihlerin durmasıyla birlikte seferlerden dönen
bedevilerin daha önce yaşadıkları çöllere ve kara çadırlara değil de ordugâh
şehirlere ve kendileri için lüks sayılabilecek bir hayata dönmeleri onların
sosyal statülerinde yukarıya doğru bir hareketliliğe neden olmuştu.
Bedeviler artık şehir hayatına
katılmaya, şehrin maddi ve manevi imkânlarından istifade etmeye ve şehirde söz
sahibi olmaya başlamışlardı. Diğer taraftan bedeviler tarafından çölden savaş
meydanlarına, savaş meydanlarından şehirlere yapılan bu yatay hareketlilik,
daha önce bu şehirlere yerleşen ehlü-l Eyyam’ın sosyal statülerinde yukarı
doğru bir hareketliliği beraberinde getirmişti. Sosyal mobilite bağlamında şu
bir gerçektir ki şehirlere alt statülerden insanların göç edip yerleşmesi, daha
önce oralara yerleşenlerin bir üst statüye çıkmasına ve onların şehrin
seçkinleri haline gelmesine yol açar. Bu anlamda Kûfe’de, Basra’da Ehlü’l Eyyam
alt statüden gelen bedeviler sayesinde bir üst statüye çıkmışlar ve kendilerini
sehrin seçkinleri olarak nitelendirmişlerdi. Nitekim bu anlayışa bağlı olarak
Kûfe’de er-Revadıf ve Ehlü’l Eyyam mücadelesi yaşanmıştı.
Hz. Osman döneminde dikkat çeken bir
başka sosyal hareketlilik ise köle ve cariye olarak ele geçirilenlerin sosyal
hayata özellikle aile hayatına dâhil olmalarıdır. Daha önce de ifade edildiği
üzere savaşlarda ele geçirilen esirlerin çok büyük kısmı ya askerlere
dağıtılmış ya da başkent Medine’ye gönderilmişti. Özellikle Hz. Ömer döneminde
çok sayıda köle ve cariye başkente gönderilmiş ve burada gazilere dağıtılmıştı.
Gaziler ise zamanla kendilerine dağıtılan bu cariyelerle evlilik yapmış ve
onlardan çocuk sahibi olmaya başlamışlardı. Nitekim Hz. Ömer bir konuşmasında
bu duruma işaret ederek, Medinelilerin cok sayıda esiri cariye olarak
aldıklarını ifade etmiş ve onlardan çocuk sahibi olduklarında artık bu
cariyeleri satmamalarını talep etmişti.[801] Cariyelerle yapılan bu
evlilikler ise belli bir zaman sonra hem şehrin demografik yapısında hem de
toplumun aile kurumunda önemli değişmelere neden olmuştu. “Arap evlerine Fars,
Roma'lı, Suriye'li, Mısır'lı ve berberi olmak üzere çeşitli milletlere mensup
olan unsurlar girdi. Arap evi Arap evi olmaktan çıktı, türlü unsurlardan
karışık bir ev haline geldi. Evin sahibi ise Arap idi. Bu cariyeler baba
cihetinden Arap, anne cihetinden yabancı olan iki kan karışmış çocuklara yüklü
(hamile) oldular.”[802]
Cariyelerden dünyaya gelen bu çocuklar ise zamanla topumda farklı bir statüde
yer almışlar ve özellikle Hz. Osman döneminde gençlik çağına ulaşmalarına bağlı
olarak sosyal hayatta farklı roller üstlenmeye başlamışlardı.[803] Diğer
taraftan İslam hâkimiyeti altına giren yabancı beldelerde yaşayan insanların
farklı gerekçelerle Müslüman olmaları, onların sosyal statülerinde
hareketliliğe neden olan bir başka husustu. Zimmiler gerek sosyal gerek
iktisadi gerek se dini gerekçelerle ihtida edip Müslüman olunca artık Müslüman
bir toplumun Müslüman bir ferdi olarak toplumsal hayata katılmışlar ve toplumda
farklı roller üstlenmeye başlamışlardı. Bu durum ise toplumsal anlamda yeni bir
durumun ortaya çıkmasına yol açmıştı.[804]
Toplumsal hayatta iktisadi, siyasi
ve sosyal gerekçelerle gerçekleşen bu sosyal hareketlilik özellikle Hz. Osman
döneminde bir takım sorunları ve uyumsuzlukları beraberinde getirmiştir. Bu
anlamda sahabeinin farklı şehirlere göç etmeleri ve orada farklı roller
üstlenmeleri yerli halka olumsuz yansımış ve ilk fitnenin tezahürleri görülmeye
başlamıştı. Nitekim Taberi’nin rivayetine göre şehir halkları sahabeleri
kendilerine örnek alarak “onlar mal ve mülk ediniyorlar, bizde onları tanıyor
ve kendimize örnek biliyoruz, şu halde bizde mülk edinmeye başlarız” diyerek
birbirleriyle rekabete girmiş ve aşırıya gitmişlerdi. Bu durum ise Müslümanlar
arasında ortaya çıkan ilk zaafa neden olmuş ve bütün Müslümanlara sirayet eden
ilk fitneye yol açmıştı.[805] Yine
bedevilerin şehir hayatına katılmaları, onların hayat tasavvurlarında ve yaşam
tarzlarında bir takım uyumsuzluğu beraberinde getirmişti.[806] Bedeviler bir
taraftan şehrin maddi imkânlarından, lüks ve refahtan istifade etmek istiyor,
diğer taraftan ise şehir hayatının bazı tezahürlerini kendileri için sıkıcı
buluyorlardı. Gönül dünyalarında yaşadıkları bu çelişki ve yeni yaşam tarzına
karşı gösterdikleri bu uyumsuzluk zamanla bedevileri sosyal hayatta
problemlerin kaynağı haline getirmişti.
Sosyal mobilitenin toplumsal hayata
olumsuz yansıyan bir başka yönü ise köle ve esirlerin şehir hayatına
katılmaları ve Müslümanların cariyelerden çocuk sahibi olmalarıdır. Bu durum
hem dini hem de sosyal olarak kuşaklar arası farklılığa neden
olmuş ve kuşak çatışmasının yaşanmasına yol açmıştı. Çünkü bu çocuklar anne ve
babalarından tamamen farklı bir dünyada yetişmeye başlamışlardı. Nitekim Hz.
Ömer bu durumun farkına vararak “bu cariyelerin çocuklarından Allah’a
sığınırım” diyerek endişesini dile getirmişti.[807] Ayrıca Hz. Osman döneminde sosyal
hareketliliğin neden olduğu bir başka olumsuz durum ise toplumun homojen bir
yapıdan heterojen bir yapıya dönüşmüş olmasıdır. Fetih hareketlerine bağlı
olarak yaşanan hareketlilik bir taraftan İslam topraklarının fiziki anlamda
genişlemesine; diğer taraftan ise Müslümanların farklı kültür ve dini
anlayışlarla karşılaşmasına neden olmuştu.[808] Bu durum ise İslam topraklarında düzensiz ve
kozmopolit bir yapının ortaya çıkmasına, farklı kültür ve dini anlayışların
birbirlerinden etkilenmelerine yol açmıştı. Özellikle Suriye, İran ve Mısır
gibi bölgelere yapılmış olan seferler, Kıptî, Yahudi, Rum, Fars Berberi, Ermeni
ve Türkler gibi farklı etnik köken ve dini anlayışlara mensup insanların ve bu
insanlara ait yabancı kültürlerin toplumun bir parçası haline gelmesi
şehirlerin homojen yapısını bozmuş, sosyal yapıda bir takım uyumsuzluk ve
olumsuzlukların ortaya çıkmasına neden olmuştu.[809] Ayrıca bu hareketlilik toplumsal hayatta dini
ve ahlaki ilkelerin giderek zayıflamasına, kişisel dünyasında dinden çok
dünyevi unsurların belirleyici olduğu bir neslin ortaya çıkmasına sebebiyet
vermişti.
Şehirleşme: Yeni Mücadele Alanı
İnsanoğlu barınma, beslenme, korunma
ve değiş-dokuş gibi maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılama gerekçesiyle
yerleşik hayata geçmiş ve bu yerleşik hayat zamanla farklı unsurları da içine
katarak şehirleşmenin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Yerleşik hayata
geçişten şehirleşmeye giden süreçte ise insanoğlu bir takım hususları dikkate
alarak bir iskân düzeni ve politikası oluşturmaya çalışmıştır. Bu anlamda
insanın dikkate aldığı hususlardan biri fiziki çevredir. Çünkü coğrafya bazen
insana belli şeyleri yapabilme ve yerine getirebilme imkânı sunarken bazen de
insanı sınırlandırmakta ve belli imkânlardan yoksun bırakmaktadır.[810] Nitekim
insanlık tarihine baktığımızda kutup ve çöl gibi insanı sınırlandıran ve belli
şeylerden yoksun bırakan coğrafyalar, şehirlere ve medeniyetlere çok fazla ev
sahipliği yapamamıştır. Bunun aksine su kaynaklarının bol, toprağın verimli
olduğu, deniz ve nehir kaynaklarının kesiştiği bölgelerde ise yerleşim ve
dolayısıyla medeniyetler gelişme göstermiştir.[811] İnsanoğlunun iskân düzenini
oluştururken dikkate aldığı bir başka ve en önemli husus ise içerisinde
yaşadığı toplumun karekterinin, örfünün, âdetinin, müesseselerinin yer aldığı
kültürel unsurlardır. Bu anlamda toplumların sosyal yapıları, hayat
tasavvurları ve dini anlayışları kurulacak iskânın nerede, nasıl ve ne şekilde
olması noktasında önemli roller üstlenmiştir. Örneğin benzer amaç için inşa
edilen bir ev dahi, batı toplumuna göre farklı mimari özellikleri içerisinde
barındırırken, aynı ev doğu toplumlarında sosyo-kültürel unsurlara bağlı olarak
daha farklı şekilde tasarlanmış ve inşa edilmiştir.[812] Dolayısıyla bir yerleşim yeri
sosyologlar için sadece bir mekân değil aynı zamanda toplumun gündelik
hayatını, yaşam tarzını, sosyal yapısını, dini ve kültürel değerlerini yansıtan
bir anlam dünyasıdır.
İnsan tarafından fiziki şartlara ve
kültürel değerlere göre oluşturulan yerleşim alanları ve iskân düzeni diğer
taraftan insanlar arasında bir takım sosyal ilişkilerin kurulmasına,
gelişmesine veya bozulmasına sebebiyet verir. Bir köy, bir mahalle veya bir
şehir, farklı toplumsal grupların oluşumuna, müesseselerin teşekkülüne, beşeri
ilişkilerin kurulmasına veya bozulmasına imkân tanıyan sosyal alanlardır.
Nitekim köy ve mahalle gibi geleneksel hayat tarzının hâkim olduğu yerleşim
yerlerinde beşeri ilişkilerin güçlü, aidiyet bilincinin yüksek olduğu bir
toplumdan bahsetmek mümkün iken, modern hayat tarzının hâkim olduğu büyük
şehirlerde ise tam tersi bir durum söz konusudur. Geleneksel yerleşim
yerlerinde dini ve kültürel unsurlar baskın iken modern şehirlerde rasyonalite,
teknoloji ve iktisadi unsurlar belirleyici olabilmektedir. Aynı zamanda bu
yerleşim alanlarının niteliği insanların zihniyet, tutum ve davranışlarında,
gündelik hayatlarında etkili olabilmekte ve belli değişimleri beraberinde
getirmektedir.[813]
Verilen bu bilgiler ışığında geleneksel
toplumlarda oluşturulan şehirlere bakıldığında bir takım ortak özelliklerin
varlığı hemen dikkat çekmektedir. Geçmişte kurulan kentler, askeri
faaliyetlerin yoğunluğuna bağlı olarak genellikle surlarla çevrilmiş ve bu
surlar aynı zamanda şehri kırsal kesimden ayıran bir unsur olarak görülmüştü.
Şehrin merkezinde halka ait büyük alanlar yer almış ve bu alanlar çoğu zaman
pazar olarak kullanılmıştı. Politik ve dini merkez olarak inşa edilen saraylar
ve mâbedler ise şehrin tam merkezinde bulunmuş ve ana yapılar olarak dikkat
çekmişlerdi. Toplumun şeçkinleri ve idarecileri ya merkezde ya da merkeze yakın
bölgelerde ikamet etmiş, toplumu oluşturan daha alt tabakadaki insanlar ise
şehrin kenar mahallelerinde ya da surların dışında yaşamışlardı. Geleneksel şehirlerde
dini ve etnik gruplar genellikle ayrı ayrı mahallelere yerleştirilmiş ve bu
grupların üyeleri bu mahallelerde hem yaşamlarını sürdürmüş hem de
çalışmışlardı. Onların evleri ve iş yerleri çoğunlukla aynı mekândı. Bu
şehirlerde iletişim ve hareketlilik sınırlı ve nüfus yoğunluğu azdı. Şehirde
hareketliliği sağlayan tüccarlar ve askerlerdi. Yapılan savaşlara bağlı olarak
bazen askerler bazen de toplumsal göçler şehrin nüfus yapısını belirleyen
unsurlardı. Özellikle dışardan gelen göçler şehir hayatının hem demografik hem
de kültürel yapısını değiştirmekteydi.[814]
İlk çağlarda şehirlerin temel
yapısını oluşturan ve yukarıda kısaca özetlenen hususlar hiç şüphesiz İslam
devletinin fethedip yerleştiği şehirlerde de varlığını devam ettiren, hatta
İslam tarihinde ilk defa kurulan şehirlerde de dikkate alınan hususlardır.
İslam tarihi içerisinde ilk olarak şehir kurma faaliyeti Hz. Ömer döneminde
gerçekleşmiş ve şehirlerin kurulmasında hem fiziki çevrenin durumu hem de sosyokültürel
unsurlar dikkate alınmıştır.[815] Hz. Ömer,
ordu komutanlarına ve valilerine bazen askeri bazen ekonomik bazen de
sosyo-kültürel gerekçelere dayanarak Irak’ta ve Mısır’da şehirler kurmaları
talimatını vermişti.[816] Bu
çerçevede Utbe b. Gazvan tarafından Irak’ta Basra[817], Sa’d b. Ebu Vakkas tarafından
Kûfe[818] ve Amr b.
As tarafından Mısır’da Fustat[819] şehirleri
kurulmuştu. Bu şehirler ilk anda askerlerin ihtiyaçlarını karşılayacak,
savaştan döndükleri zaman toplanacak ve kışları geçirecekleri ordugâhlar olarak
kurulmuş şehirlerdi. Bunun yanında fethedilen bölgenin hâkimiyetini elde
tutmak, düşman tarafından gerçekleştirilecek saldırıları engellemek, ordunun
sevk ve idaresini hızlı bir şekilde sağlamak şehirlerin kurulmasında yer alan
diğer askeri gerekçelerdi.[820] Ayrıca
şehirlerin kurulmasında, Müslüman askerlerin diğer din ve milletlerden
etkilenmemeleri, cihad ülkülerini kaybetmemeleri ve çöle tekrar dönmemeleri
gibi kültürel ve sosyal gerekçeler de belirleyici olmuştu. Yine yaşadıkları
şehrin kendilerinde meydana getirmiş olduğu sağlık sorunlarına bağlı olarak Hz.
Ömer döneminde Müslümanlar için Kûfe gibi yaşantılarına uygun bazı şehirler
inşa edilmişti. Nitekim Kûfe temiz havası, verimli tarım arazisi ve stratejik
konumu dikkate alınarak kurulan bir şehirdi.[821]
Hz. Ömer döneminde askeri, siyasi ve
sosyal gerekçelere bağlı olarak kurulan bu şehirlerin inşa edilme sürecinde
başka faktörler de göz önünde bulundurulmuştu. Bunların başında Arapların
psiko-sosyal özellikleri gelmektedir.[822] Araplar için çöl hayatın bir
parçasıdır. Çöl hayatından uzak kalmaları onların hem fiziki hem ruhsal
yapılarında olumsuzluklar meydana getirmektedir. Nitekim kendisine heyet olarak
gelen kişilerin simalarındaki ve renklerindeki değişikliği fark eden Hz. Ömer
bunu Sa’d b. Ebu Vakkas’a sormuş, O da Arapların zayıflamasına ve renklerinin
solmasına yaşadıkları şehirlerin neden olduğunu ifade etmişti.[823] Başka
rivayetleri de içerisinde bulunduran bu hâdise üzerine Arapların psiko-sosyal
yapısını çok iyi bilen Hz. Ömer, “Araplar deve ile yaşarlar; deveye yarayan
yerler ancak onlara da yarar” diyerek Arapların psiko-sosyal durumlarına dikkat
çekmişti.[824] Aynı
zamanda düşmanların hiçbir zaman hâkimiyet sağlayamadığı çöller, Araplar için
bazen tehlikelerden sığınılacak bir liman, bazen haberleşme ağı bazen de
dinginliğin merkezi olmuştu.[825] Bu
açıdan Hz. Ömer döneminde kurulan şehirlerin çölle bağlantısı olmasına ve
verimli araziler üzerinde kurulmasına dikkat edilmişti. Böylece şehirlerin hem
gündelik su ve gıda ihtiyacı verimli arazilerden karşılanmış hem de çöl
vasıtasıyla şehrin ve insanların güvenliği sağlanmış olmaktaydı. Ayrıca Hz.
Ömer, şehirlerin mutlaka Medine ile kara bağlantısı olması gerektiğini ifade
ederek, kurulacak şehirler ile hilafet merkezi arasında deniz ya da nehirlerin
bulunmamasına özen göstermişti.[826] Aynı
zamanda fetihlere katılan askerlerin ağırlıklı olarak bedevi oldukları
düşünüldüğünde çöl kenarlarında kurulan şehirlerle bedevilerin yerleşik hayata
geçişi kolaylaşmış olacaktı.
Kurulan şehirlerde dikkate alınan
bir başka husus ise yerleşim planlamasında kabile siteminin uygulanmasıdır. İlk
olarak askeri karargâh olarak kurulan şehirler, her birinde ayrı bir kabilenin
veya bir kabileye mensup grupların oturduğu mahallelere bölünerek
oluşturulmuştu.[827] Çünkü hem
ordu kabilelerden oluşmakta hem de fetih için savaşa katılan askerler yanlarına
aile fertlerini alarak fethedilen bölgelere göç etmişlerdi. Dolayısıyla sosyal
hayatın vazgeçilmez bir unsuru olan kabile hayatı iskân faaliyetlerinde dikkate
alınan bir unsurdu. Basra’da, Kûfe’de ve Fustât’ta farklı kabileler, farklı
mahallelere yerleştirilmişti.[828] Örneğin
Basra İlk önce yedi mahalleye, daha sonra nüfusun artmasıyla birlikte beş ana
bölgeye ayrılmıştı.[829] Ayrılan bu
bölgelerde başta Temim ve Bekir b. Vail kabileleri olmak üzere Hicazdan gelen
Kureyş, Kinâne ve Kays-ı Ayan kabilelerine mensup kişiler ile Medineli Ensar
yerleştirilmişti.[830] Kûfe’de ise
şehir dört ana kısma ayrılmış, şehrin doğu tarafına Yemenliler, batı tarafına
ise Nizarlılar yerleştirilmişti. Şehre ilk yerleştirilenler arasında Süleym,
Sakif, Hemdan vb. kabileler vardı. Her kabile kendilerine gösterilen
mahallelere yerleşmiş ve kendi istekleri doğrultusunda mahallelerini inşa
etmişti.[831]
Ancak şehrilerin kurulmasında
dikkate alınan bu fiziki ve sosyo-kültürel unsurlar, özellikle Hz. Osman
döneminde bir takım toplumsal sorunların yaşanmasına neden olmuştur.
Bedevilerin şehir hayatına intibakta zorlanması, siyasi ve iktisadi menfaatleri
uğruna şehire yerleştirilen kabilelerin birbirleriyle mücadeleleri toplumsal
hayatta tefrikanın ve fitnenin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Ve nihayetinde
bu uyumsuzluk, mücadele ve tefrika yerelden merkeze taşınarak siyasi iktidara
karşı muhalefete dönüşmüş ve halifenin şehid edilmesine yol açmıştır.
Şu bir gerçektir ki yaşanılan şehrin
fiziki yapısı, iklim koşulları, yenilen ve içilen gıdalar, yapılan zirai ve
iktisadi faaliyetler insanların psikolojileri, düşünce dünyaları, sosyal
yaşantıları üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Bu anlamda yaşanılan şehirler,
insana belli bir karakter kazandırırken, insanlarda ortaya koymuş oldukları
sosyo-kültürel faaliyetlerle aynı şekilde bu şehirlere belli bir ruh katmakta,
huy ve ahlak kazandırmakta ve şehirlere özgü çeşitli özelliklerin ortaya
çıkmasına imkân tanımaktadır.[832] Şehir ve
insan arasındaki bu karşılıklı ilişki ise zamanla insanların gündelik hayatında
ve sosyal yapısında bir takım değişmelere neden olmaktadır. Şehirle ilişkiye
bağlı olarak ferd ve toplumsal hayatta kendini gösteren bu değişim ise
beraberinde uyumu ve uyumsuzluğu getirmekte, insanlar arasında farklı tavır ve
danranışların ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Hz. Ömer döneminde Arapların
psiko- sosyal özellikleri dikkate alınarak kurulan şehirlerde bu durumu görmek
mümkündür. Bilindiği üzere çöl Araplar için vazgeçilmezdi. Onlar bir şehri
fethettiklerinde dahi şehrin merkezine yerleşmeyip çadırlarını çölle bağlantısı
olan kenar mahallelere kurarlardı. Yerli halka karışmadan ordugâhlarda yaşayan
bu Müslüman Araplar, bahar geldiğinde hayvanlarını çayıra çıkarır, çayır zamanı
geçince tekrar çadırlara dönerlerdi. Onlar için ‘rüzgârların kanat çırptığı bir
çadır, muazzam saraylardan daha değerliydi’. Çöl onlar için dinginliğin ve
güvenliğin adresiydi. Bu nedenle ilk zamanlar onlar için şehir hayatına
katılmak ve ziraatle uğraşmak çok kabul edilebilir görünmemişti.[833] Ancak bu
durum zamanla, özellikle şehirlerin kurulmasıyla değişmeye başlamıştı. Daha
önce çölde deve güderek yaşayan bu insanlar, askeri seferlere katılmış ve bu
seferler neticesinde o çok sevdikleri kara çadırlara değil, ordugâh şehirlere,
nispeten lüks hayata dönmüşlerdi. Artık onlar ziraatle uğraşıyor ve şehir
hayatında ticarete katılıyor, refah içerisinde ve sıkıntısız bir şekilde
yaşıyorlardı. Bununla birlikte bu Araplar geçmişlerinden tamamen kurtulamıyor,
eski hürriyetlerinin özlemini yaşıyorlardı. Onlar tam anlamıyla şehir hayatına
intibak edemiyor, çöl ve şehir arasında bocalayıp duruyorlardı. Bu durum ise
onların gönül dünyalarında parçalanmaların ve gerginliklerin yaşanmasına neden
oluyordu. Ve nihayet yaşanılan bu uyumsuzluk ve bunalım, gerginlik ve
huzursuzluk Hz. Osman’ın katli ile zirveye ulaşmış ve toplumda ciddi sorunlara
yol açmıştı.[834]
Diğer taraftan bu şehirlerde
sosyo-kültürel anlayışa bağlı olarak ortaya konan iskân düzeni, kabile merkezli
yerleşim anlayışı Hz. Osman döneminde ihtilafların ve çekişmelerin ortaya
çıkmasına neden olan bir başka husustu. “Arapların gerek bütün bir kabile
olarak, gerekse parçalar halinde yeni mekânlara iskân edilmeleri, genel olarak
Arap toplumu, özelde ise kabile hayatı üzerinde derin etkiler bıraktı. Ortaya
çıkan yeni şartların en önemli sonuçlarından biri de Arapların rekabet
merkezlerinin Yarımada’dan Irak, Suriye ve Mısır gibi yeni fethedilen bölgelere
taşınmasıdır. Artık bundan sonra iktidar mücadelesinin merkezi Mekke veya
Medine değil, yeni inşa edilen şehirler olacaktır. Göçlerin diğer önemli bir
sonucu da Arap kabile biriminin, daha geniş ve derin irtibat boyutuna ulaşması,
Mezhi, Hemdân, Becîle Has’am gibi dar kapsamlı kabilelerden Mudâr, Rebia, Nizar,
Adnân, Kahtân gibi daha geniş soy birliklerine dönüşmesidir.”[835] Bu durum
hak ve menfaatleri korumada ittifak arayışları ve siyasette denge unsurunu
gözetme gibi bir takım sonuçları beraberinde getirmişti. Yeni kurulan
şehirlerde küçük kabilelerin yerini büyük kabile birliktelikleri aldığı için
asabiyete bağlı olumsuzluklar artık sadece yereli değil bütün bölgeleri
etkilemekteydi. Nitekim Hz. Osman’ın şehit edilmesinde bu olumsuz durumun
etkisi söz konusu olmuştu.[836]
Ayrıca şehirlerde yaşayan insanlarda
artan vatan aidiyeti bir taraftan farklı kabileleri bir araya getirirken diğer
taraftan aynı kabile üyeleri arasında parçalanmaya yol açmıştı. Basra, Kûfe ve
Şam gibi farklı kabile birlikteliklerinden oluşan şehir halkları, ortak bir
ideal ve hedef doğrutusunda bir araya gelebilmiş, tek vücut olabilmiş ve bu
uğurda silahlara sarılıp bir arada savaşabilmişlerdi. Halbuki savaşan bu şehir
halkları, şehri kabile kabile kendi aralarında pay etmiş kimselerdi. Diğer
taraftan şehirlerarası meydana gelen savaşlarda Basra’da bulunan Yemen
kabileleri, Kûfe’de bulunan Yemenlilerle, Basra’da bulunan Mudarlılar, Kufe’de
bulunan Mudarlılarla savaşmışlardı. Sonuçta şehirlerde ortaya çıkan bu yeni
durum çöldeki ‘nesep şovanizminin, vatan şovanizmine’ dönüşmesine, dolayısıyla şehir
asabiyetine bağlı kabileler arası mücadelelerin yaşanmasına neden olmuştu.[837]
Yine bu şehirlere farklı kabilelerin
yerleşmesi, daha önce çöl hayatında varlığını devam ettiren kabileler arası
ittifakların ve ihtilafların bu şehirlere taşınmasına yol açmıştı. Özellikle
Hz. Ömer’in daveti neticesinde birbirleri arasındaki ihtilafları unutup omuz
omuza Suriye, İran ve Irak topraklarında savaşan farklı kabileler, Hz. Osman
döneminde fetihlerin durmasıyla eski düşmanlıklarını gündeme getirerek bu
şehirlerde birbirlerine karşı rekabete girişmişlerdi.[838] Başta Kûfe’de olmak üzere
kökü çok eski dönemlere dayanan Mudar ve Yemen kabileleri arasındaki rekabet
özellikle Hz. Osman döneminde tekrar kendini göstermeye başlamıştı.[839]
Aynı zamanda bu şehirler, kabileler
arasında meydana gelen çekişmelerin yanında savaş ekonomisine bağlı olarak
Ehlu’l Eyyam ve er-Revadif çekişmesine sahne olmuştu. Bilindiği üzere Irak
bölgesinin fethinde başından beri yer alan ve kurulan şehirlere ilk
yerleşenlere Ehlu’l Eyyam denilmektedir. Bu kimseler öncü olmanın verdiği
avantajla hem maddi anlamda ciddi imkânlara kavuşmuşlar hem de şehir hayatına
hızlı intibak sağlayarak şehrin üstün ve önder insanları olmuşlardı. Daha
sonraki dönemlerde farklı bölgelerden bu şehirlere göç eden ve çoğunluğunu bedevilerin
oluşturduğu kimselere ise Revadıf denilmişti. Bu bedevi gruplar şehre sonra
yerleşmenin bir sonucu olarak Ehlu’l Eyyam’dan on kat daha az maaş
almaktaydılar. Bu durum ise Ehl’ul Eyyam ile Revadıf arasında maddi anlamada
bir eşitsizliğin ve bu eşitsizliğe bağlı olarak ciddi ihtilafların ortaya
çıkmasına yol açmıştı. Ortaya çıkan maddi temelli ihtilaflar ise toplumsal
hayatta bir takım düzensizliği ve kaosu beraberinde getirmişti.[840]
Toplumsal yapıda meydana gelen
değişmeleri, parçalanmaları veya bütünleşmeleri anlamak ve anlamlandırmak için
dikkate alınması gereken hususlardan biri de zihniyet ve onun değişimidir.
Çünkü zihniyet değişimi ile toplumsal değişme arasında ciddi bir ilişki söz
konusudur. Aslında toplumsal değişme, belli bir anda kişilerin tutumlarında,
tavır ve davranışlarında meydana gelen değişim ve dönüşümün yani zihinlerdeki
değişim ve dönüşümün sosyal hayata yansıması, toplum üzerindeki sonucudur. Bu
nedenle zihinlerdeki değişimi anlamadan her hangi bir toplumda ortaya çıkan
siyasi, iktisadi, dini ve sosyal değişmeleri anlamak çok da mümkün değildir.[841]
“Toplumsal grubun örtük refarans
sistemi”,[842] “bireyin
davranışlarında sürdürdüğü değer ve inançların toplamı”,[843] toplum içindeki bireyin
eşyaya, çevreye ve yabancıya karşı bakış açısı, çalışmaya ve kazanmaya karşı
takındığı tavır [844] olarak
tanımlanan zihniyetin ve buna bağlı olarak toplumsal yapının, her hangi bir
değişime uğraması için Muchielli’ye göre üç faktörün eş zamanlı olarak tezahür
etmesi gerekmektedir. Bunlardan ilki, içinde bulunulan durumun, sosyal
şartların kişi ya da gruplar üzerinde değişime yönelik güçlü bir baskı
uygulaması ve bu baskının çoğunluk tarafından hissedilmesidir. Zihinlerde her
hangi bir değişimin gerekli olduğuna duyulan inanç veya ihtiyaç, ancak değişime
yönelik zorlayıcı bir baskı karşısında ortaya çıkar. Eğer bu baskı olmaz ve
zihinlerde hissedilmez ise değişimin gerçekleşmesi mümkün değildir. Zorlayıcı
baskının ortaya çıkmasında ise iç etkenlerin yanında daha çok dış etkenlerin
belirleyiciliği söz konusudur. Bu anlamda savaş, doğal afet, göç, şehirleşme ve
iktisadi zenginlik, gelişen teknoloji, iletişim araçları, moda, popüler kültür
ve medya gibi araçların değişimi zorlayan dış etkenler olduğunu söylemek
mümkündür.[845]
Değişimin gerçekleşebilmesi için
gerekli olan ikinci faktör ise toplumda özgürlük alanlarının bulunmasıdır. Bir
toplumda özgür bir ortam yok, toplumsal kontrol baskın ve geleneksel anlayışlar
hala etkin ise değişimin gerçekleşmesi çok mümkün değildir. Çünkü özgürlüğün olmadığı
zaman ve mekânlarda değişime yönelik arzular, istekler ve baskılar, çevrede
yaşanan değişmeler ve dayatmalar hâkim unsurlar tarafından genellikle dikkate
alınmaz ve göz ardı edilir. Değişimi gerçekleştirmek isteyenler ya da değişimi
sağlayan azınlıklar ise özgür bir alan olmadığı için dışlanmaya ve
ötekileştirmeye maruz kalırlar. Bu durum ise değişim zorunluluğunun hem kişi
hem de gruplarda baskın bir şekilde hissedilmesinin önünde büyük bir engel
teşkil eder.[846]
Değişim için gerekli olan üçüncü
faktör ise kişi ya da grup üyelerinin mevcut durumda ortaya çıkan ihtiyaçlara
cevap verebilen ve yeterince değerlenmiş olan yeni sosyal ve kültürel
modellerden haberdar olmasıdır. Grup üyeleri bu modellerden genellikle kendi
kültürel gruplarının dışında değişik deneyler yaşamış kişilerin saygın bir
şekilde ve yeni davranış modelleri edinmiş olarak tekrar sahip oldukları eski
kültüre dönmeleri neticesinde haberdar olurlar. Kente çalışmak için giden ve
oradan yeni tavır ve davranışlar edinerek köylerine dönenlerin durumu buna iyi
bir örnektir. Diğer taraftan şu bir gerçektir ki en önemli değişik ve
yenilikler mevcut şartların gerekli ihitiyaçları karşılayamadığı, etkinlik ve
alışkanlıkların ihtiyaçlara cevap veremediği ortamlarda ortaya çıkar. Bu durum
ise kendini genellikle yabancı bir kültürle temas halinde gösterir. Grup
yabancı bir kültürle girmiş olduğu iletişim sayesinde ihtiyaç duyduklarını
farklı araçlarla ve daha kolay karşılayabileği kanısına varabilmektedir. Bu
kanı grup üyeleri tarafından yabancı kültür içerisinde bulunan kişi ve
grupların rol model olarak alınmasına ve yabancı zihniyetlerin benimsenmesine
neden olur. Böylelikle dışarıdan alınan model zihinde ve toplumsal hayatta
değişimi gerçekleştiren bir unsur olarak kendini gösterir. Elbette ki değişimin
gerçekleşmesinde sadece dışarıdan transfer edilen modeller değil aynı zamanda
iç bünyenin ürettiği, grup içerisinde değişimi gerçekleştiren, gruptan farklı,
aykırı kimselerin varlığı da etkili olabilmektedir.[847]
İslam
tarihi içerisinde Hz. Osman dönemi hem kuşaklar arası değişimin yani nesil
değişiminin hem de zihniyet değişimin en fazla yaşandığı ve buna bağlı olarak
sosyal hayatta farklı tavır ve tasavvurların kendini gösterdiği bir dönem
olarak dikkat çekmektedir. Bu durumun ortaya çıkmasında elbette ki zihniyet
değişimi için gerekli olan faktörlerin tezahür etmesinin önemli bir etkisi
olmuştur. Çünkü Hz. Ömer döneminde başlayan ve Hz. Osman zamanında da devam
ettirilen fetihler ve bu fetihlere bağlı olarak ortaya çıkan maddi zenginlik ve
sosyal şartlar, kişi ve gruplar üzerinde değişime yönelik ciddi baskı uygulamış
ve bu baskı çoğunluk tarafından hissedilmişti. Özellikle Hz. Ömer döneminde
İran ve Bizans gibi iki büyük medeniyete sahip bölgelere yapılan fetihler ve
buralardan elde edilen ciddi ganimetler adeta toplumu kendine çekiyor ve onlara
yeni yaşam tarzı ve imkânı sunuyordu. Bu fetihler ve ganimetlerden önce bir
parça ekmek, bir kuru hurma, günlük giyebileceği bir elbise, sade bir ev ve bu
evin içinde hurma liflerinden yapılmış yataklarla gündelik hayatlarını
sürdürmeye çalışan Müslümanlar, fetihler neticesinde önlerine serilen dünya
nimetleri ve yeryüzü hazineleri karşısında kendilerini tutmakta
zorlanıyorlardı. Fethe, orduya katılın, sefere çıkın denildiğinde çöldeki
bedeviler bu çağrıya koşarak cevap veriyor, yeni imkânlara ve sosyal şartlara
kavuşmak için adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Hatta fetihle gelen bu baskı
o kadar yoğundu ki Hz. Peygamberin ilk tilmizleri dahi bu baskıya dayanamıyor,
Medine dışına çıkarak servetin kendilerine sunmuş olduğu yeni dünyaya adım
atmak istiyorlardı. Ancak Hz. Ömer döneminde lüksün, refahın ve ganimetin
meydana getirmiş olduğu bu değişim baskısı, halifenin ortaya koymuş olduğu
denetim anlayışı ve otoriter tavrı nedeniyle zihinlerde ciddi değişimin
gerçekleşmesini engelliyordu. Halife Ömer, sahabenin Medine dışına çıkmasına
müsade etmiyor, dünyanın onları görmesini, onların da dünyayı görmesini
istemiyor, ‘boğazlarından tutup onların ateşe düşmesini engelleyeceğim’
diyordu. Diğer taraftan Hz. Ömer, valilerinin mal varlıklarının tespitini
yapıp, bu malların süreç içerisindeki değişimini takip ettiriyordu. Yapılan
denetimler neticesinde bu idarecilerin mal varlıklarında aşırı bir değişme söz
konusu olduğunda, valileri azarlıyor, mallarına el koyuyor hatta onları görevden
alıyordu. Nitekim Hz. Ömer, Amr b. As’ın sahip olduğu mallarda aşırı artış
olduğunu görünce bu malların yarısına el koyarak beytülmale aktarmıştı.[848] Yine Sa’d
b. Ebu Vakkas’ın valilik sarayına şatafatlı bir kapı yaptırdığı haberini alan
Hz. Ömer, derhal o kapının yakılması talimatını vermişti. Aynı zamanda O,
seferlere katılan askerlerin tam olarak şehir hayatına katılmasına rıza
göstermiyor ve onların ziraatle meşgul olmasını istemiyordu. Kısacası Hz. Ömer,
sosyal hayatta yaşanılan değişim baskısı karşısında, ortaya koymuş olduğu
denetim ve otoriter tavır neticesinde, kişisel ve toplumsal hafızada ciddi bir
değişimin olmasını engellemişti. Ancak kişi ve gruplara yönelik dışarıdan gelen
bu değişim baskısı karşısında Hz. Osman’ın halife olduktan sonra özgürlük
alanlarını genişletmiş olması toplumda zihniyet değişimine dolayısıyla
toplumsal değişime sebebiyet vermişti.
Daha önce ifade edildiği üzere
toplum, Hz. Ömer’in ortaya koymuş olduğu otoriter yönetimden sıkılmış, bu
nedenle de tekrar başlarında yeni bir Ömer görmemek için şûra sürecinde halim,
selim ve yumuşak huylu olan Hz. Osman’ı desteklemişlerdi. İbn Sa’d’da yer alan
bir rivayete göre Hz. Osman’ın halife olması Kureyş’e Hz. Ömer’den daha sevimli
gelmişti. Çünkü o, Hz. Ömer gibi sert değil, aksine insanlara yumuşak davranan
bir kimseydi.[849] Aslında
toplum tarafından Hz. Osman’ın halife olması yönündeki bu talep ve destek, bize
göre sosyal şartların değişime yönelik toplum üzerindeki baskısından başka bir
şey değildir. Yine insanların Hz. Osman’ın halife olması yönündeki taleplerinin
arkasında yatan sebep Hz. Ömer döneminde sınırlandırılmış olan özgürlük
alanlarının açılacağı yönündeki beklentidir. Nitekim Hz. Osman halife olur
olmaz, sahabenin diğer şehirlere çıkmasına izin vermiş, onların mal mülk edinmelerine
imkân tanımıştı. O valilerini ve idarecilerini denetlememiş, hatta onlara maddi
bağışlarda bulunmuştu. İnsanların zenginleşmesine, lüks ve refah içerisinde
yaşamasına karışmamış, bu konuda kendine itirazda bulunlara da ‘ben onları zühd
ve takvaya bağlanmaları konusunda mecbur edemem’ diyerek cevap vermişti.
Dolayısıyla Hz. Osman’ın insanlara karşı takınmış olduğu bu yumuşak tavrı ve
buna bağlı özgürlük alanlarını açmış olması toplumdaki zihinsel değişimi
besleyen hususlar olmuştur.
Diğer taraftan bu dönemde Müslüman
toplumun, yabancı kültürlerle, kendi grubu içerisinde olmayan insanların tavır
ve davranışlarıyla, onların yaşam tarzlarıyla karşılaşmış olması zihinsel
değişime neden olan bir başka faktördür. Çünkü Hz. Osman döneminde demografik
yapı artık salt Araplardan ve sadece Müslümanlardan oluşmuyordu. Fars, Rum,
Türk, Ermeni, Yahudi, Kipti, Mecusi gibi farklı ırklara ve inançlara mensup
kişiler artık sosyal hayatın merkezindeydiler. Bu insanlar kendi kültürleriyle,
kendi tavır ve davranışlarıyla, kendi yaşam tarzlarıyla hayatlarını
sürdürmekteydiler. Müslümanlar bu kültürün içine ya girerek ya da bu kültürü
gözlemleyerek kendilerine yeni davranış modelleri ediniyorlardı. Diğer taraftan
çölden ve çadırdan çıkıp şehir hayatına katılmak insanlar için yeni yaşam
biçimi demekti. Bütün bunlar insanların zihinlerinde, tavır ve davranışlarında
ciddi değişime neden olmuştu. Nitekim Hz. Osman döneminde zihinlerdeki bu
değişime bağlı olarak toplumsal hayatta daha önceki dönemden çok farklı tavır
ve davranışlar sergilenir olmuş, dini hassasiyet ve duyarlılık giderek azalmaya
başlamıştı. Tezimizin sosyal değişme ve gündelik hayat başlığı altında ifade
ettiğimiz gibi bu dönemde eğlence ve içki âlemleri, tavla oyunları, güvercin
uçurma yarışmaları, aşırı lüks tüketim, şişmanlayacak kadar yeme ve içme gibi
tavır ve davranışlar artık toplumsal hayatta görünür olmaya başlamıştı.
Hz. Osman döneminde yaşanan zihinsel
değişim ve buna bağlı olarak ortaya çıkan farklı tavır ve davranışlarla
yakından ilişkili olan bir başka konu ise sosyal mobilite içerisinde
değerlendirilen kuşaklar arası hareketliliktir. Kuşaklar arası hareketlilik, anne
ve baba ile çocuklar arasında meydana gelen sosyal pozisyonlardaki farklılığı
ifade etmektedir. Sosyal pozisyonlardaki farklılık ise içinde bulunduğu şartlar
gereği kişinin, değişik bakış açısına, farklı tavır ve davranışlar
sergilemesine neden olmaktadır. Bu durum ise zaman zaman kuşaklar arası
ihtilaflara yol açmakta hatta çatışmaların yaşanmasına sebebiyet vermektedir.
Hz. Osman döneminde ortaya çıkan olumsuzluklarda bu kuşaklar arası uyumsuzluğun
berlirgin etkisi olduğunu söylemek mümkündür. Bu duruma işaret etmesi
bakımından Muhammed b. Ebu Bekir ve Muhammed b. Ebu Huzeyfe’nin durumu dikkat
çekicidir. Her iki isimde Hz. Peygamberin en yakın arkadaşları olan Hz. Ebu
Bekir ve Ebu Huzeyfe’nin çocuklarıdır. Bu iki seçkin sahabe Hz. Peygamberin
terbiyesiyle yetişen ve her daim O’nun yanında bulunan kimselerdi. Birisi Hz.
Peygamberin hicret yolculuğunda kendisine eşlik eden, Kur’an’ı Kerim’de iki
kişiden biri olarak ifade edilen Hz. Ebu Bekir, diğeri ise inancı için
babasıyla savaş meydanında çarpışmayı göze alan Ebu Huzeyfe’ydir. Onlar
Müslümanların birilik ve beraberliğine önem veren ve bu uğurda mücade eden
sahabeler arasında yer almışlardı. Ancak Muhammed b. Ebu Huzeyfe ve Muhammed b.
Ebu Bekir babalarının aksine, Hz. Osman zamanında kendi dünyalık beklentileri
doğrultusunda Mısır’da dedikoduya ve fitneye öncülük eden, iktidara karşı
muhalif tavır sergileyen kimselerdi. Bu muhalif tavır neticesinde Muhammed b.
Ebu Huzeyfe, Hz. Osman’a karşı ordu hazırlatmış ve bu orduyu Medine’ye
göndermişti. Muhammed b. Ebu Bekir ise Hz. Osman’ı öldürmek için odasına
girmiş, halifenin sakalından tutarak ona hakaret etmişti. Sahabe ve çocukları
arasında ortaya çıkan bu farklı tavır ve davranış bize göre kuşaklar arası
anlayış farklılığından başka bir şey değildir. Nitekim Hz. Osman kendisine
hakaret edip sakalından çekiştiren Muhammed b. Ebu Bekir’e: ‘Baban Ebu Bekir
sağ olsaydı senin yaptığın davranışı asla yapmazdı’ diyerek baba ve oğul
arasındaki tavır ve davranış farklılığına işaret etmişti. Yine bu iki ismin,
babalarının küçük yaşta vefat etmelerine bağlı olarak yine iki seçkin
sahabenin, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin himayesinde yetişmesine rağmen
kendilerinden önceki nesilden farklı tavır ve davranış sergilemesi kuşaklar
arası farklılığa işaret eden bir başka örnek olarak dikkat çekmektedir.[850]
Hz. Osman döneminde kuşaklar arası
farklılıkla yakından ilişkisi olan bir başka husus ise sahabe neslinin giderek
toplumda azalmış olmasıdır. Bu dönemde Hz. Peygamber’in terbiyesi altında
yetişen onun rehberliğinde hayatını sürdüren sahabe neslinin sayısı giderek
azalmaya ve yavaş yavaş toplumun merkezinden çekilmeye başlamıştır. Bu seçkin
sınıfın azalmasına karşın toplumda Hz. Peygamberin terbiyesinden mahrum, dini
duyarlılığı azalmış, saf ve salt inançtan çok, örfi ve yerel özelliklerle
şekillenmiş bir dini anlayışa sahip kişiler çoğunluğu oluşturmaya başlamıştı.[851] Nitekim Hz.
Aişe “Medine’de insanların ayak takımı ve köle gibi insanlar çoğaldı” diyerek
bu duruma işaret etmişti.[852] Yine Velid
b. Ukbe’den sonra Kûfe’ye vali olarak atanan Said b. el-As’ın şehir halkıyla
ilgili Hz. Osman’a yazmış olduğu bir mektupta “Kûfelilerin ıstırap içinde
olduklarını, şerefli ve üstün insanların kahredilip İslam’ın ileri ileri gelen
şahsiyetlerinin zillete uğratıldıklarını, buna karşılık buraya hâkim olanların
daha sefil kimseler ve bedevi Araplar olduğunu, üstün ve şeref sahibi kimselere
iltifat edilmediğini”[853] ifade
etmesi toplumda yaşanan nesil değişimini açıkca ortaya koymaktadır. Aynı
şekilde Muaviye’nin, sahabenin ileri gelenlerine karşı yapmış olduğu bir
konuşmada: “Ey sahabe topluluğu, bu ihtiyar hakkında size hayır tavsiye ederim.
Eğer o sizin aranızda öldürülürse, Allah’a yemin olsun ki burayı size karşı
atlılarla doldururum. Şayet sizden ona bir zarar gelirse, sonuçta
bu sizin için bir felaket olur. Ben Şam’da öyle adamlar bıraktım ki, onlar
Ali’yi de, onun peygambere olan yakınlığını da, Ammar’ı da, onun dindeki
önceliğini de hiç tanımazlar.”[854] şeklinde hitapta bulunması toplumda meydana
gelen kuşaklar arası değişime ve anlayış farklılığına işaret etmesi açısından
dikkat çekicidir. Sonuç olarak zihinlerdeki değişim ve bunun toplumsal hayata
yansıması, diğer taraftan sahabe nesli ile ahdas (yeni yetme) [855] neslinin yer değiştirmesi Hz. Osman döneminde
çok sancılı olmuş, problemlere yol açmış ve halifenin öldürülmesi gibi İslam
tarihi açısından hiç de hayırlı olmayan olayların gerçekleşmesine zemin
hazırlamıştı.
Hz. Osman Döneminde
Meydana Gelen Dini Olayların
Sosyolojik Tahlili
Ferd ve toplumsal hayatta fıtri bir
gerçekliğe sahip olan din, tarihin her evresinde ve dünyanın her yerinde var
olan bir olgudur. Bu nedenle insanlık tarihi içerisinde dinden ve dini
yaşayıştan uzak, tümüyle ateist ve dinsiz bir toplumun varlığı hiçbir zaman söz
konusu olmamıştır.[856] Bazı
düşünürlerin ifade ettiği gibi insanlığın en eski tarihine gidildiğinde
edebiyatsız, felsefesiz, bilimsiz, kanunsuz ve servetsiz bir toplum bulmak
mümkündür, ancak mabedsiz ve mabudsuz bir toplum bulmak asla söz konusu
değildir.[857] İnsanlık
ile din arasında geçmişten günümüze kadar ayrılmaz bir birliktelik vardır.
İnsanlığın din ile geçmişten gelen bu birlikteliği aynı zamanda din ve insan
arasında sıkı bir ilişkinin ve etkileşimin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu
ilişkinin ve etkileşimin bir sonucu olarak toplumların bilgi, inanç, ahlak,
zihniyet ve örgütlenişleri üzerinde dinin; baskın kültür kalıplarıyla da
toplumun dini düşünce, inanç ve ritüeller üzerinde ciddi bir etkisi olmuştur.[858] Ancak bu
karşılıklı etkileşimde Wach’ın da ifade ettiği gibi dinin toplum üzerindeki
etkisi daha belirleyici olmuştur.[859]
İnsan topluluklarıyla ciddi bir
etkileşim halinde olan din, aynı zamanda kişisel ve toplumsal hayatta bir takım
sosyal işlevler üstlenmektedir. Din kişisel anlamda, insanların aşkın olan ile
bağ kurmalarını sağlama, içinde yaşadıkları dünyayı tanıma ve anlamlandırma
gibi işlevler üstlenirken, toplumsal anlamda ise inananlarına zihniyet
kazandırma, toplumu bütünleştirme ve eylemleri meşrulaştırma gibi sosyal
işlevler yerine getirmektedir.[860] Elbette ki
dinin toplumsal hayatta sadece olumlu işlevi söz konusu değildir, aynı zamanda
din toplumda olumsuz, yapıcı olmayan işlevler de üstlenmektedir. Bu anlamda
din, bazen insanları bir takım inanç, değer ve normlar etrafında toplarken
bazen de toplumda kendisinin kurumsallaşmasına veya ‘karizmanın rutinleşmesine’
bağlı olarak çatışmanın kaynağı olabilmektedir. Dolayısıyla din toplumsal
hayatta sadece fonksiyonel değil, disfonksiyonel olarak da rol oynamaktadır. [861]
Dinin toplumsal hayatta olumlu rol
oynayan en önemli işlevlerinden biri bütünleştirmedir. İnsanları bir araya
getiren, bir arada tutan, bir amaç etrafında birleştiren bir takım sosyal
olgular vardır. İnsanları belli değerler etrafında bir araya getiren en önemli
sosyal olgulardan biri hiç şüphesiz dindir. Nitekim Wach, dinin toplumsal
hayatta yapıcı ve birleştirici yönünün, ihtilaf ve parçalayıcı yönünden kat kat
fazla olduğunu ifade etmektedir.[862] Din toplum içinde meydana
gelen kaosa, bunalıma, çaresizliğe ve umutsuzluğa karşı insanlara umudu ve
pozitif düşünmeyi telkin ederek toplumun bütünleşmesinde olumlu katkı sunar.
Din aynı zamanda insanlara yardımlaşma duygusu kazandırarak iyilikte ve
kötülükte birbirlerine maddi ve manevi yönden destek olmalarını sağlar ve
böylece toplumun kaynaşmasına yardımcı olur.[863] Ayrıca din, toplumun tüm
bireyleri tarafından ortaklaşa yapılan dini ayin ve törenler sayesinde sosyal
hayatta sembolik bütünleşme işlevi görür. Dinin sembolik bütünleştirici işlevi
dini gün ve bayramlarda zirve noktaya ulaşır. Bu zaman dilimlerinde toplumda
var olan birliktelik ruhu, kardeşlik ve yardımseverlik duygusu güçlenir ve
toplum adeta birbirine kenetlenir.[864]
Dinin en önemli sosyal işlevlerinden
birisi de kendisine inananlara belli bir zihniyet kazandırmasıdır. Dinler
içinde çıktığı toplumu kendi öğretileri çerçevesinde değiştirmek ve dönüştürmek
ister. Aynı zamanda dinler, kendine inananlara belli bir zihniyet ve anlayış
telkin eder, belli bir yaşam tarzı sunar ve onları belli bir dünya görüşü
etrafında toplar. Belli bir görüş etrafında toplanan insanlar ise dinin sunmuş
olduğu anlayış ve öğretilerle bir dünya kurma teşebbüsünde bulunurlar. Bu
duruma bağlı olarak insanlar, eşyaya, tabiata ve sosyal olaylara karşı olumlu
ya da olumsuz bir takım tutum ve tavır geliştirirler. Doğumdan ölüme kadar hayatın
her anını kuşatan bu tutum ve tavır hayata anlam ve gaye kazandırır, insana bu
dünyada bir yere ait olma duygusu verir.[865]
Sosyal işlevleri bakımından dinin en
yaygın, en derinlikli ve en etkili işlevlerinden biri de hiç şüphesiz insan
tarafından bireysel ve toplumsal hayatta ortaya konan davranışlara meşruiyet
kazandırmasıdır.[866] İnsan
düşünen ve düşüncesini eyleme dönüştürmek isteyen bir varlıktır. O eyleme
dönüştürdüğü davranışın haklılığını kanıtlamak için kendini mutlaka sözlü veya
yazılı bir referansa müracaat etme zorunda hisseder. Aynı zamanda insan,
toplumsal hayatta karşılaştığı ve üstesinden gelmekte zorlandığı olayları iç
dünyasında anlamlandırmak ve kabullenmek için kendine bir takım dayanaklar
arar. Din bu anlamda kişinin yapmış olduğu davranışı kendi vicdanında
meşrulaştıran en önemli referans kaynaklarından biridir. Siyasal anlamda ise
din, iktidarın ve siyasi kararların yönetenler tarafından benimsenmesinde ve
iktidarın kendi otoritesini sağlamlaştırmasında ciddi bir etkiye sahiptir. Bu
anlamda din, dünyevi olan siyasi iktidarı toplum nezdinde meşrulaştıran ve
dünyevi iktidara karşı itaati sağlayan önemli bir yapı olarak kendini
göstermektedir.
Meşruluğun, geçerliliğin,
haklılığın, yasallığın dinden ve dini kaynaklardan sağlandığı bir durumu ifade
etmek için kullanılan dini meşruiyet kavramı, kaynağını kutsala, aşkın olana ve
dinden etkilenen geleneğe dayandıran bir meşrulaştırma türüdür.[867] Dini
meşruiyeti, bireysel, sosyal ya da siyasal her hangi bir eylemi dine ve dini
kaynaklara dayandırarak haklılaştırma, açıklama ve geçerlilik kazandırma olarak
tanımlamak mümkündür. Dini meşruiyet Berger’in ifadesiyle, beşeri açıdan
tanımlanan gerçekliği, nihai, evrensel ve kutsal bir gerçekliğe bağlayarak ya
da insani olanı, insanüstü veya insan dışı olgulara dönüştürerek haklılaştırma
cabasıdır.[868] Din bunu,
insanın düşüncelerine ve eylemlerine kutsallık kazandırmak, toplumsal
kurumları, siyasal ve toplumsal düzeni ise kutsal bir çerçeveye yerleştirmek
suretiyle yerine getirir ve onları meşrulaştırır. Dolayısıyla dini meşruiyet
özellikle toplumsal hayatta meşrulaştırma gücünü kutsalla olan yakın
ilişkisinden almaktadır.
Dini meşrulaştırmanın en etkili ve
en güçlü şekilde kullanıldığı alanlardan birisi de siyaset alanıdır. Siyasal
iktidarlar, kendi varlıklarını halk nezdinde kabul ettirmek ve aldıkları
kararları uygulayabilmek için dinden ve dinin meşrulaştırıcı rolünden oldukça
yararlanmaktadırlar. Nitekim dini, meşrulaştırıcı bir araç olarak kullanmayan
hemen hemen hiçbir siyasi iktidar yok gibidir. Din ve dini unsurlar, halkın
iktidarı benimsemesinde ve idari kadrolara itaat etmesinde en önemli
etkenlerden biridir. Weber’in de tespit ettiği gibi, toplumda gücün kullanımını
haklı gösteren, açıklayan ve rasyonalize eden dindir. Bu anlamda İnsan sadece
güç ve imtiyaz istemekle kalmaz aynı zamanda onun kendine ait bir hak olduğu
hissini duymak, kendi haklılığı konusunda insanları ikna etmek ve o noktada
insanlara açıklama getirmek ister.[869] Bütün bunları yapabilmesi
için ise insan, dinin meşrulaştırma işlevine müracaat eder. Diğer taraftan dini
meşruiyet, halkın siyasi iktidar tarafından kendilerine telkin edilen bazı
düşünce ve tasavvurları kabul etmesinde ya da bazı davranışların
engellenmesinde önemli bir rol oynar. Özellikle bazı elit kesimlerin sosyal
yapıyı kendi menfaatleri doğrultusunda yönlendirme ya da devletlerin halk
nezdinde kendi egemenliklerini sürdürme durumu söz konusu olduğunda dinin
meşrulaştırma gücü bunlar tarafından etkili bir şekilde kullanılır.
Bunun yanında dini meşrulaştırmalar,
toplumsal ve siyasal alanda sadece mevcut sosyal durum ve siyasal düzenlemeleri
haklılaştırmak, açıklamak ve geçerli kılmak için kullanılmazlar. Dini
meşrulaştırmalar diğer taraftan var olan sosyal ve siyasal düzeni eleştirmek,
reddetmek ve ona karşı muhalefet etmek için de kullanılabilmektedir.
Dolayısıyla dini meşrulaştırmalar sadece elitler ya da iktidarlar tarafından
kullanılan bir meşrulaştırma aracı değil, aynı zamanda zayıf, ayrılıkçı ve
muhalif gruplar tarafından da iktidara karşı eylemlerini meşrulaştırmak için kullanılan
bir araçtır.[870]
Dinin bütünleştirme işlevinin
yanında parçalama ve çatıştırma işlevi de bulunmaktadır. Din kendi inananları
arasında ortaya koymuş olduğu ilkeler çerçevesinde bir bütünlük sağlarken daha
genel anlamda dışarıya karşı çatıştırma işlevi görebilir.[871] Ortaya çıkan her yeni bir
din, bireyi ve toplumu kendi öğretileri çerçevesinde değiştirip dönüştürmek
istediğinden mevcut dini, inanç ve yaşam biçimlerine meydan okur ve muhalefet
eder. Bu da yeni din ile mevcut din arasında çatışmanın çıkmasına yol açar.
Diğer taraftan aynı dini gelenek içinde ortaya çıkan yorum ve anlayış
farklılıkları din merkezli çatışmalara ve bölünmelere yol açabilmektedir. Aynı
dini topluluk içerisinde çatışma ve parçalanmanın zuhur etmesinde ise
genellikle doktrin tartışmaları ile kutsal metin ve kurucu tarihsel gelenek
üzerindeki yorum ve anlayış farklılıkları etkili olmaktadır.[872] Ayrıca güç,
prestij, ayrıcalık elde etme ve kendi menfaatlerini koruma arzusu da aynı dini
grup içerisinde çatışmanın bir başka nedeni olabilmektedir. Yine dinin zamanla
kurumsallaşmasına, bürokratik örgütlenmesine ya da karizmanın rutinleşmesine
bağlı olarak aynı dini topluluk içinde itirazların, protestoların ve isyanların
çıkması mümkündür. Bu anlamda dinin parçalama ve çatıştırma işlevine bağlı
olarak meydana gelen olaylara
Haçlı Seferlerini, Protestan ve
Katolikler ile Şii ve Sünniler arasında yaşanan çatışmaları örnek olarak vermek
mümkündür.[873]
Burada ifade edilmesi gereken bir
başka husus ise içerisinde bütünleşme, parçalama ve çatışmayı barındıran dini
gruplar meselesidir.[874] Geçici
olsun sürekli olsun, büyük olsun küçük olsun her toplum, içerisinde sayısız
gruplar barındırmaktadır. Bunlardan birisi de sosyal grupların özel bir türünü
oluşturan ve insanların bir araya gelip grup oluşturmasında dinin belirleyici
olduğu dini gruplardır.[875] Genel
olarak yoğun bir manevi hayat sürme isteğinin bir araya getirdiği insan
toplulukları şeklinde tanımlanan dini grup kavramı,[876] daha özelde “aynı ilgi ve
yönelimler içinde genel toplumsal yapıda birbirlerinden ayrışan,
farklılıklarıyla bariz bir yapı özelliğine sahip, din dili, aktivite ve temsil
açısından ana bünyeyle arasına mesafe koyan sosyal grupları ifade etmek için
kullanılmaktadır.”[877]
Şu
bir gerçektir ki bütün dinler başlangıçta kendi bulunduğu sosyal çevrede
karizma sahibi peygamber veya dini önderler rehberliğinde küçük bir dini grup
olarak ortaya çıkarlar.[878] Bu dini
grup süreç içerisinde yaygınlaşır ve içinden çıktığı toplumda hâkim konuma
gelir. Karizmatik liderin manevi şahsı etrafında toplanan ve ilk cemaat olarak
nitelendirilen bu hâkim dini grup, daha sonra özellikle karizmatik liderin
ölümünün ardından parçalanma ve dağılma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Ancak
dini liderin etrafındaki tilmizlerin ortaya koymuş oldukları yoğun caba bu
grubun dağılmasına engel olur. Bu aşamadan sonra özellikle dini cemaatin
devamlılığını sağlamak adına dini inançlar, ritüeller ve öğretiler, kurucu dini
liderin kaybolan karizmasının yerini almaya başlar ve zamanla bunlar kurumsal
bir yapıya dönüşür. Dinin kurumsallaşması ve karizmanın rutinleşmesiyle
birlikte aynı dini grup içerisine inanç esasları, dini pratikler ve ibadetler
üzerinde bir takım anlayış ve yorum farklılıkları ortaya çıkmaya başlar. Bu
anlayış, yorum ve uygulama farklılıkları beraberinde ihtilafı ve çatışmayı
getirir. Meydana gelen ihtilaf ve çatışmalar ise büyük dinlerin kendi içlerinde
kilise, mezhep ve fırka gibi çeşitli alt gruplara ayrılmasına yol 879
açar.[879]
Hz.
Peygamberin manevi otoritesi etrafında toplanan, onun rehberliğinde hayatlarına
şekil veren ve karşılaştıkları problemlere cevap bulan sahabeler, onun ölümü
ile birlikte dini ve dünyevi konularda bir takım ihtilaflar yaşamaya
başlamışlardı. Daha Hz. Peygamberin cenazesi defnedilmeden ilk cemaat arasında
kimin halife olması gerektiği konusunda tartışmalar meydana gelmişti. Ayrıca
karizmatik otoritenin ilk tilmizleri, Hz. Peygamberin vefatının ardından
karşılaştıkları problemlere çözüm üretmek için kutsal metinler, dini doktrinler
ve ritüeller üzerinde birbirinden farklı anlayışlar ortaya koymaya
başlamışlardı. İlk cemaat arasında ortaya çıkan bu tartışma ve anlayış
farklılıkları daha sonra siyasi, sosyal, kültürel ve dini etkilere bağlı olarak
daha da artmış ve Hz. Osman döneminde kendini ciddi şekilde göstermeye
başlamıştı. Bu dönemde aynı dini sınırlar içerisinde ilk ciddi çatışmalar ve
dini gruplaşmalar ortaya çıkmıştı. Ayrıca Hz. Hz. Osman döneminde bazı dini
ritüeller ve kutsallar üzerinde halifenin farklı uygulamalarına bağlı olarak
ihtilaflar ortaya çıkmış ve tartışmalar yaşanmıştı. Cuma iç ezanı, Mina namazı,
Kur’an’ı Kerim’in çoğaltılması, Hz. Peygamberin mührünün kaybedilmesi, ilk
cemaatin üyelerine kötü davranılması bunlardan bazılarıdır. Dolayısıyla Hz.
Osman döneminde meydana gelen din merkezli tartışma ve ihtilafların sosyolojik
anlamda değerlendirilmesi gerekmektedir. Tezimizin bu bölümünde Hz. Osman
döneminde yaşanan din merkezli tartışmaları yukarıda kısaca özetlemeye
çalıştığımız teorik bilgiler ışığında değerlendirmeye ve teorik bilgilerin bu
döneme yansıyan pratik yönlerini bulmaya çalışacağız.
Kutsal Metinler ve Dini Doktrinler
Hz. Osman
döneminde Kutsal metinlerin farklı yorumlanması bağlamında sahabe arasında
ortaya çıkan ilk tartışma Ubeydullah b. Ömer’in kısas edilmesi meselesidir. Hz.
Ömer’in oğlu Ubeydullah, babasının intikamını almak için Ebu Lü’lü’ye yardım
ettiği iddia edilen Hürmüzan ve Hristiyan bir köle olan Cüfeyne ile bu kişileri
bulmak için gittiği evde kendisine kapıyı açan ve hiçbir suçu olmayan Ebu
Lü’lü’nin küçük kızını öldürmüştü.[880] Bu olay üzerine Sa’d b. Ebu Vakkas,
Ubeydullah b. Ömer’i yakalayarak hapsetmişti. Hz. Osman halife olunca dinde
büyük bir gedik açtığını ve fitneye sebep olduğunu düşündüğü Ubeydullah
hakkında hüküm vermek için ashap ile istişare etmişti. Bu istişarede başta Hz.
Ali olmak üzere bazı sahabeler, öldürülürken La ilahe illallah diyerek can
veren Hürmüzan’a karşılık Ubeydullah’ın kısas edilmesi gerektiğini ifade
etmişlerdi. Çünkü O, Kur’an’da cezası açık olan bir hükmü çiğnemiş ve Müslüman
birisini öldürmüştü.[881] Halkın büyük çoğunluğu ise Hürmüzan ve
Cüfeyne’ye lanet okuyarak, “Siz Ömer’in oğlunu da mı arkasından göndermek
istiyorsunuz? ”diyerek halifeye bu konuda itirazlarını dile getirmişlerdi. Amr
b. el As ise yapmış olduğu konuşmada, Ömer’den sonra Ubeydullah’ın da
öldürülmesinin toplumda büyük bir infiale yol açacağını ifade etmişti. Bunun
üzerine Hz. Osman, ben onun velisiyim diyerek Ubeydullah’ı diyet karşılığında
affetmek zorunda kalmıştı.[882] Ancak bu hadise toplumda büyük bir
huzursuzluğun ve kargaşanın meydana gelmesine yol açmıştı.
Ubeydullah b.
Ömer’in yargılanması süreci ve bu yargılamadan sonra verilen karar bazı sahabe
tarafından hukuki olmaktan çok siyasi, suça göre değil kişiye göre bir karar
olarak algılanmış ve eleştirilmişti. Başta Hz. Ali olmak üzere bazı sahabeler
kısas hükmünün Kur’an’da açık olduğunu dolayısıyla hükmün kesinlikle
uygulanması gerektiğini düşünmüşlerdi. Nitekim Mikdad, Ubeydullah’ın velisi
olduğunu ifade eden halifeye: “Senin Allah ve Resûlu’nün olan bir şeyi hibe
etmeye hakkın yoktur.”
diyerek Hz. Osman’ın vermiş olduğu
karara itiraz etmişti.[883] Hz. Ali ise
alınan kararın adil bulmamış ve cezalandırılmayarak serbest bırakılan
Ubeydullah’a: “Ey Fasık! Eğer bir gün elime fırsat geçerse, Hürmüzan’ın yerine
seni öldüreceğim.” şeklinde tepkisini dile getirmişti.[884] Ayrıca sahabeden bazıları Hz.
Osman’ın almış olduğu bu kararı, Kur’an’ın koymuş olduğu sınırları aşma olarak
değerlendirmiş ve kısa bir süre önce Kur’an ve Sünnete kesin bir şekilde bağlı
olacağını ifade eden halifeye karşı şüphe duymaya başlamışlardı.[885] Nitekim
karardan duyulan rahatsızlık nedeniyle bazı insanlar Ubeydullah’ı dillerine
dolamış ve şiirlerine konu edinmişlerdi. Öyle ki halife toplumda oluşacak
tepkiyi azaltmak için Ubeydullah’ı Medine’den Kûfe’ye göndermek zorunda
kalmıştı.[886] Halife tarafından
alınan bu karar toplumun vicdanını yaralamıştı. Bazıları tarafından adil
görülmeyen ve hukuki olmaktan çok siyasi olarak görülen bir kararla göreve
başlayan Hz. Osman, iktidarının son yıllarında yine adaleti terk ettiği
gerekçesiyle bazı muhalif kesim tarafından iktidardan uzaklaştırılmak
istenmişti.[887]
Ubeydullah’ın yargılanması meselesi,
toplumda birçok kişinin dâhil olduğu kargaşa ve ihtilafa neden olmuş, dini ve
hukuki bir mesele siyasi bir meseleye dönüşmüş, başta Hz. Ali olmak üzere bazı
kesim tarafından muhalefet nedeni olarak görülmüştü. Bu muhalefet geçmişte
yaşanan Emevi- Hâşimi çekişmesini tekrar gündeme getirmiş ve zamanla iktidar
karşıtlarının Hz. Ali’nin etrafında toplanmasına yol açmıştı.[888] Ayrıca
kutsal kitabın metni ve ifade etmiş olduğu hüküm bu meselede sahabe arasında
farklı yorumlanmış ve bu yorumlanış daha sonra ortaya çıkacak olan dini, siyasi
ve toplumsal bölünmeler yolunda zemine döşenen bir taş olmuştu.
Hz. Osman döneminde yaşanan ve
özellikle dinin kurumsallaşması sürecinde önemli bir mihenk taşı olan,
içerisinde bütünleşme ve parçalanmayı barındıran bir başka mesele ise Kur’an’ı
Kerim’in çoğaltılması meselesidir. Hz. Ömer döneminde başlayan ve Hz. Osman
döneminde de artarak devam eden fetih hareketleri, devletin hem hâkimiyet alanını
genişletmiş hem de var olan nüfusunu ciddi şekilde arttırmıştı. Nüfusun
artmasına ve coğrafyanın genişlemesine bağlı olarak ise İslam dünyasında
özellikle Müslümanlığı yeni kabul eden ve genellikle Arap olmayan halk arasında
Kur’an’ı Kerim’i okuyuş farklılıkları ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu farklılık
ise belli bir zaman sonra Müslümanlar arasında Kur’an merkezli ciddi
tartışmaların yaşanmasına neden olmuştu. Hz. Osman bu konuda kendisine gelen
şikâyetleri de dikkate alarak ashab ile istişare yapmış ve neticede Kur’an’ın
çoğaltılarak belli merkezlere gönderilmesine karar vermişti. Bu karar ise
beraberinde başka tartışmaları ve ihtilafları getirmişti.[889]
Öncelikle ifade edilmelidir ki Hz.
Osman’ın bu kararı, Hz. Peygamberin vefatından ardından dinin kurumsallaşması
adına ciddi bir adımdır. Bu anlamda Kur’an’ı Kerim’in çoğaltılıp farklı
bölgelere gönderilmesi, karizmatik liderin yokluğunda ortaya çıkan boşluğun
Kur’an ile doldurulması imkânını vermiş ve peygamberin manevi şahsiyeti
etrafında toplanan ilk cemaatin daha sonra Kur’an’ı Kerim etrafında
toplanmasına yol açmıştır. Nitekim çoğaltılıp farklı bölgelere gönderilen
Kur’an nüshaları toplumda büyük kabul görmüş ve bu kabul günümüze kadar da
sürmüştür. Ayrıca Kur’an’ın okunuşunda farklı lehçelerin terkedilip Kureyş
lehçesinin esas alınarak çoğaltılması, onun cem ve tertibi toplumsal
bütünleşmeye olumlu katkı sunmuş ve sahabe arasında meydana gelen Kur’an
merkezli birçok ihtilafın ortadan kalkmasına neden olmuştu.[890]
Diğer taraftan Kur’an’ı Kerim’in
çoğaltılması sürecinde yaşanan tartışma ve ihtilaflar, ilk tilmizlerin Hz.
Peygamberin vefatından sonra toplumda oynadıkları rolü göstermesi açısından
dikkat çekicidir. Karizmatik liderin veya din kurucusunun vefatının ardından
ortaya çıkan boşluğu genellikle onun en yakınında bulunan arkadaşları
doldurmaya çalışır. Cemaatin diğer üyeleri ise peygambere en yakın olan bu
kimselere karizmanın sirayet ettiğini düşündüğünden onlara ilgi ve alaka
gösterir. Ayrıca onları peygamberin ilk halkasında bulunmaları ve peygamberin
mirasını taşımaları nedeniyle kendine rol model alır. Ortaya çıkan bu anlayış
ve algının bir sonucu olarak, cemaatin diğer üyeleri peygamberin yokluğunda ilk
tilmizlerin etrafında toplanmaya başlar ve onlardan dini öğrenmeye çalışır. Bu
durum ise tilmizlerin farklı kişilik, anlayış ve bilgi düzeylerine bağlı olarak
toplumsal zeminde gruplaşmaların ortaya çıkmasına yol açar. Nitekim Hz. Ömer,
Medine’den ayrılıp başka bölgelere göç etmek isteyen sahabelere bu endişeden
dolayı izin vermek istememişti. Ancak Hz. Osman’ın iktidara gelmesiyle beraber
bu endişe gerçekleşmeye başlamış, ülkenin farklı bölgelerinde sahabenin
karizmasına bağlı olarak ilk gruplaşmalar kendini göstermeye başlamıştı. Bu
gruplaşmanın en somut göstergelerinden biri ise Kur’an’ın çoğaltılması
sürecinde yaşanan olaylardı.
İslam tarihçileri, Kur’an’ın cem ve
tertip edilmesine sebep olarak, Azerbaycan seferinde bulunan İslam ordusu
içerisinde değişik bölgelerden gelen askerlerin Kur’an’ı farklı şekillerde
okumalarını göstermektedirler. Ordu içerisinde bulunan Kûfeli askerler Abdullah
b. Mes’ud’un, Şamlı askerler Ubey b. Kâb’ın, Basralı askerler ise Ebu Musa el-
Eş’ârî’inin kıraati üzerine Kur’an’ı okumaktaydılar. Ortaya çıkan bu farklı
okuyuşlar ise ihtilafı ve tartışmayı beraberinde getirmiş ve Kûfeliler,
“Abdullah b. Mes’ud’un okuyuşu en doğru okuyuştur”, Şamlılar “Ubey’in okuyuşu
en doğru okuyuştur”, Basralılar ise “Ebu Musa’nın okuyuşu en doğru okuyuştur”
diyerek birbirlerine karşı kendi okuyuşlarını savunmuşlardı. Bu olaya şahit
olan Huzeyfe ise “ insanlar Kur’an’ı okuma konusunda ihtilafa düşecekler ve bir
daha bunun etrafında birleşmeleri mümkün olmayacaktır.” diyerek vali Said b. el
As’a endişesini dile getirmişti.[891] Görüldüğü üzere bizzat Hz.
Peygamber’den Kur’an öğrenen Ebu Musa,[892] vahiy kâtipliği yapan Ubey,[893] Hz.
Peygamberin ailesinden zannedilecek kadar yakınında bulunan Abdullah b. Mes’ud[894] gittikleri
bölgelerde halkın teveccühüne mazhar olmuşlardı. Bu teveccühe bağlı olarak
insanlar onların etrafında toplanmış, bu sahabelerden Kur’an, fıkıh ve tefsir
gibi dini ilimler tahsil etmişlerdi. Neticede ilk tilmizlerle halk arasında
ortaya çıkan bu ilişki aynı din içerisinde farklı aidiyetlerinin ve farklı
grupların ortaya çıkmasına yol açmıştı. Öyle ki; bu aidiyetin bir sonucu olarak
Abdullah b. Mes’ud Kur’an’ın çoğaltılmasına ve tek bir lehçe ile okunmasına
karşı çıkmış ve öğrencilerinden kendisine ait nüshaların takip edilmesini
istemişti. Öğrencileri de yaklaşık iki yıl boyunca bütünün içinde ayrı bir grup
olarak Abdullah b. Mes’ud’un kıraatini takip etmişlerdi.[895]
Hz. Osman döneminde dini doktrinler
bağlamında değerlendirmesi gereken bir başka konu ise Abdullah b. Sebe
meselesidir. Her ne kadar bazı araştırmacılar tarafından varlığı tartışmalı
olarak görülse de[896] Abdullah b.
Sebe, İslam tarihi kaynaklarında Hz. Osman döneminde ortaya çıkan
karışıklıkların sorumlularından biri olarak gösterilmektedir. Taberi’nin Seyf
b. Ömer’den naklettiği rivayete göre Yemenli bir Yahudi olan Abdullah b. Sebe,
Hz. Osman döneminde Müslüman olduktan sonra Basra, Kûfe, Şam ve Mısır gibi
İslam beldelerini dolaşarak oralarda insanların dini anlayışlarına aykırı
fikirler yaymaya başlamıştı. Abdullah b. Sebe özellikle Mısır’da rec’at ve
vasilik görüşlerini ortaya atarak toplumda fitne çıkarmaya ve İslam ümmetinin
birlik ve beraberliğini bozmaya çalışan bir kimseydi. O, insanların Hz. İsa’nın
dünyaya tekrar döneceğine inandıkları halde Hz. Muhammed’in tekrar geri
dönmeyeceğine inanmalarının şaşılacak bir durum olduğunu ifade ederek “hâlbuki
Hz. Muhammed dünyaya dönmeye Hz. İsa’dan daha layıktır” diyerek dinin temel
akidesine aykırı görüşleri toplumda yaymaya çalışmıştı. Abdullah b. Sebe ayrıca
insanlara “her peygamberin vasisi vardır, Hz. Muhammed’in vasisi de Hz.
Ali’dir” şeklinde telkinlerde bulunmuştu.[897] O, Hz. Ali’den önceki
halifelerin hilafet konusunda Hz. Peygamberin vasiyetini çiğnemeleri nedeniyle
zulüm işlediklerini ifade etmiş, bu nedenle Hz. Osman’ın görevden azledilip
yerine Hz. Ali’nin getirilmesi gerektiğini iddia etmişti.[898] Abdullah b. Sebe bu
düşünceleriyle Hz. Ali’nin mevkiini yükseltip, Hz. Osman’ı da yererek hem bu
iki sahabe arasında husumet oluşturmak, hem de Beni Hâşim ve Beni Ümeyye
arasında geçmişe dayanan ayrılığı derinleştirmek istemişti.[899] Ayrıca İbn Sebe, halkı
iktidara karşı isyan etmeye teşvik etmiş, bunu başarılı kılmak için de çeşitli
gizli sohbetler ve mektuplaşmalar tertip etmişti. Diğer taraftan O, “iyiliği
emretme kötülükten men etme” düşüncesi çerçevesinde insanlara halifenin ve
valilerin yolsuzluklarını açığa çıkarma çağrısında bulunarak toplumdaki
huzursuzluğu artırmaya çalışmıştı.[900]
Abdullah b. Sebe tarafından dile
getirilen rec’at ve vasi görüşü, İslam toplumunda inanç temelli grupların
oluşmasında önemli bir noktadır. Abdullah b. Sebe’nin bu görüşleri, bazı
araştırmacılar tarafından farklı dini grupların kurumsallaşmasına temel
oluşturduğu, özellikle Sebeiyye mezhebi ile Şia’nın rec’at görüşünün bu
düşünceler etrafında şekillendiği ifade edilmektedir. Ayrıca Şia’nın temel
inançlarından biri olan “ölülerin tekrar dirileceğine ve tekrar yeryüzüne
döneceğine” dayanan ve Abdullah b Sebe’nin etkisiyle ortaya çıktığına inanılan
rec’at görüşünün Yahudilik, Hristiyanlık ve eski Yunan kültüründe izlerinin
bulunması, İslam toplumunun farklı din ve kültürlerden etkilenmesine işaret
etmesi açısından dikkat çekicidir. Her ne kadar bazı araştırmacılar tarafından
Hz. Osman döneminde bu düşüncelerin var olduğu, bilindiği ve savunulduğu pek
kabul edilmese de,[901] toplumdaki
gayri Müslim nüfus dikkate alındığında rec’at ve vasi görüşünün dile getirilme
ihtimali mümkün görünmektedir. Çünkü Hz. Ömer ve Hz. Osman döneminde sınırların
ve nüfusun artmasına bağlı olarak Müslümanların gayri Müslimlerle önemli
ilişkiler içerisinde olduğu bir gerçektir. Öyle ki bu ilişki gayri Müslim
kadınlarla aile kuracak kadar ileri boyutlara taşınmıştı. Ayrıca diğer dinlere
mensup bireylerin etkisiyle gündelik hayatta İslam dinine aykırı eylemlerin
görünür olmaya başlaması, Müslümanların bu kimselerden etkilendiğinin açık bir
göstergesidir. Diğer taraftan Ka’b el- Ahbâr ve Vehb b. Münebbih gibi kişilerin
halk arasında israiliyatı yaymaya çalıştıkları dikkate
alındığında bazı insanların bu düşünceleri kabul etmesi imkân dâhilindedir.[902] Dolayısıyla Müslümanlarla bu kadar ilişki
içerisinde olan gayri Müslimlerin akidevi konularda da farklı düşünceleri
gündeme getirmiş olmaları ve Müslümanların bu düşüncelerden etkilemeleri mümkün
gözükmektedir.
Hz. Osman döneminde dini doktrinler
üzerine farklı anlayışlar ortaya çıktığı gibi dini ritüellerin uygulanması
yönünde de bazı farklılıklar kendini göstermiştir. Özellikle yerleşmiş dini
ibadetlerin uygulamaları konusunda halifenin bir takım içtihatlarda ve
yeniliklerde bulunması bu tartışmaların merkezini oluşturmaktadır. Hz. Osman,
kendi dönemine kadar aynı şekilde devam eden Cuma namazında tek ezan
uygulamasını iki ezana çıkararak yeni bir usul ortaya koymuştu.[903] Hz.
Peygamber dâhil kendinden önceki iki halife döneminde Cuma günü imam hutbeye
çıktığında okunan ezan, Hz. Osman’ın kararıyla imam minbere çıkmadan önce bir
kere daha okunmuştu. Hz. Osman’ın bu uygulaması genellikle sahabe tarafından
olumlu karşılanmıştı. Ancak Abdullah b. Ömer ikinci ezan uygulamasının Hz.
Peygamberin sünnetinde olmadığını ifade ederek bu uygulamaya karşı çıkmış ve bu
uygulamayı bidat olarak değerlendirmişti.[904]
Hz. Osman’ın dini ritüeller
konusunda ortaya koymuş olduğu bir diğer farklı uygulaması ise Hz. Peygamber,
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer zamanında iki rekât olarak kılınan Mina namazını dört
rekât olarak kılmasıdır. Hz. Osman 649 yılında hacda bulunduğu sırada Mina’da
ve Arafat’ta namazı dörder rekât olarak kılmış, bunun üzerine Müslümanlar onun
aleyhine konuşmaya başlamışlardı.[905] Hatta sahabeden bazıları
halifeyi bu yaptığından dolayı kınamışlardı. Hz. Osman’ın bu uygulamasından
haberdar olan Hz. Ali ve Abdurrahman b. Avf, her hangi bir yeni bir durumun
meydana gelmemesine ve zamanın değişmemesine rağmen neden böyle bir değişikliğe
gittiğini halifeden öğrenmek istemişlerdi. Bu iki sahabeye göre Hz.
Peygamberin, Hz. Ebu Bekir’in ve Hz. Ömer’in iki rekât olarak kıldıkları namazı
değiştirecek her hangi bir durum söz konusu değildi. Hz. Osman ise kendisinin
namazı iki rekât olarak kıldığında Yemenli bazı hacı ve bazı Müslümanların
mukimin namazının iki rekât olduğu kanaatine vardıklarını ve bunu
dillendirdiklerini, dolayısıyla bu yanlışı düzeltmek için de namazı dört rekât
olarak kıldığını ifade etmişti.[906] Başka bir
rivayette ise Hz. Osman, bu yaptığının sünnet olduğunu belirterek, Hz.
Peygamberden “kim bir beldeden evli olursa mukim namazı kılsın” buyurduğunu
ifade etmişti.[907]
Hz. Osman’ın yerleşmiş olan dini
ibadetler konusunda farklı uygulamalara gitmesi ve yeni içtihatlarda bulunması
bize göre din ve toplum arasındaki iletişimin ve etkileşimin somut
göstergelerini içerisinde barındırmaktadır. Daha öncede ifade ettiğimiz üzere
din ve toplum arasındaki etkileşime bağlı olarak dinin, toplumların bilgi,
inanç ve ahlakları üzerinde etkisi olduğu gibi toplumların da dini düşünce,
inanç ve ritüeller üzerinde etkisi söz konusudur. Bu anlamda Hz. Osman’ın dini
ibadetler konusunda yeni uygulamalara gitmesi toplumun din üzerindeki etkisine
işaret etmektedir. Nitekim Hz. Osman döneminde Medine’de nüfus artışına bağlı
olarak Cuma için okunan tek ezan insanları toplamaya yetmemişti. Diğer taraftan
bahçe ve tarlalarında çalışan bazı Müslümanlar, tek olan ezanı işittiklerinde
mescide gitmelerine rağmen namaza yetişememişlerdi.[908] Bu durumun bir sonucu olarak
Hz. Osman, vaktin yaklaştığını Müslümanlara haber etmek ve ezanın herkes
tarafından işitilmesini sağlamak üzere pazar yerinde bir ikinci ezan okunmasına
karar vermişti. Bu karar ile Hz. Osman, toplumsal yapıda ortaya çıkan
ihtiyaçları dikkate aldığını göstermiş ve yeni bir içtihatta bulunarak sorunu
çözme yoluna gitmişti.
Hz.
Osman’ın Mina’da seferi olarak kılması gereken namazı mukim gibi kılmasını ise
sosyolojik olarak dini cemaatin büyümesi ve bu cemaat içerisine farklı
kişilerin dâhil olmasıyla açıklamak mümkündür. Peygamber veya din kurucusuyla
beraber ilk defa ortaya çıkan dini grup, inanca, ibadetlere ve ahlaka dair her şeyi
peygamberi ya da din kurucusunu takip ederek öğrenir. Peygamberin ya da
karizmatik liderin ölümü ile bu görev, onun en yakınında bulunan arkadaşlarına
tevarüs eder. Hz. Osman döneminde de sayıca artan Müslümanlar, daha önceki
dönemlerde olduğu gibi dine dair bilgileri Hz. Peygamberin sahabelerinden
öğrenmişlerdi. Hz. Osman da bu anlamda Yemenli bazı Müslümanların Mina’da
kılınan namazlara bakarak seferde ve hazarda namazın iki rekât olduğu gibi
yanlış bir düşünceye sahip olduklarını görünce, hem devlet başkanı hem de
peygamberin sahabesi olarak bu yanlışı düzeltmek istemiş, bu nedenle de namazı
dört rekât kılmıştı.[909] Ayrıca Hz.
Peygamberin vefatının ardından sahabenin kendi bilgi birikimi ve tecrübesine
bağlı olarak dini konularda farklı anlayışlara sahip olması mümkündür. Nitekim
Hz. Osman bu konuda kendine sorular yönelten Hz. Ali ve Abdurrahman b. Avf’a
“bu benim görüşümdür” diyerek cevap vermişti.[910] Abdurrahman b. Avf ise Hz.
Osman’ın bu görüşüne katılmayarak, İslam’ın bu konudaki delilinin belli olduğunu
ve Hz. Peygamber dâhil diğer iki halifenin de namazı iki rekât kıldığını ifade
ederek geleneksel görüşün savunuculuğunu yapmıştı. O ayrıca yolda karşılaştığı
Abdullah b. Mes’ud’a “öğrendiğin şeyler değiştirilmiş bulunuyor” diyerek bir
nevi halifenin uygulamasının doğru olmadığını ifade etmişti. Diğer taraftan
rivayetler bize aynı dini cemaate ait üyelerin aynı zaman ve mekânda namazı
farklı şekilde kıldıklarını göstermektedir. Mina namazını, Abdurrahman b. Avf
arkadaşlarıyla iki rekât olarak kıldığını ifade ederken Abdullah b. Mesud ise
arkadaşlarıyla ayrılık ve ihtilaf çıkmasın diye namazı dört rekât kıldığını
ifade etmişti.[911] Bu durum
ise dini ritüellerin sembolik bütünleştirici fonksiyonundan çok toplumsal
bütünlüğü bozucu fonksiyonuna işaret etmektedir.
İnsan yaşamında
sıra dışı olduğu ve olağan üstü karakter taşıdığı düşünülen bir takım kutsallar
ve kutsal değerler söz konusudur. Fert ve toplum hayatında bu kutsal ve kutsal
değerler, insan için sıradanlaştırılmaması, dokunulmaması ve bozulmaması
gereken bir alan olarak görülmektedir. Bu nedenle kutsallara yönelik her hangi
bir olumsuz tavır ve davranış insan tarafından asla kabul edilemez. İnsan bu
alanı tartışılmaz olarak gördüğünden, kutsalı ve kutsal değerleri
sıradanlaştırmaya ve tartışma açmaya yönelik her eyleme karşı şiddetli bir
tepki ve direnç gösterir. Bu kutsalları gerektiğinde korumak ve savunmak için
ise her türlü mücadeleyi ve fedakârlığı ortaya koyar.[912]
İnsanın kutsallar uğruna her türlü
fedakârlığı ortaya koymasında elbette ki bir takım sebepler söz konusudur.
Öncelikle insan için kutsal, güçlü bir dini duygu uyandıran ya da uyandırması
gereken, tapınılacak ve uğrunda can verilecek derecede sevilen, kudsi ve
mukaddes olarak görülen bir olgudur. Ayrıca kutsalın yaratıcı ile olan
ilişkisinden doğan özel bir niteliğe sahip olması, onu insan için anlamlı
kılmaktadır. Diğer taraftan kutsalın doğaüstü bir varlık veya güçte ya da
onunla temas sonucunda bazı varlıklarda bulunulduğuna inanılan aşkın bir
nitelik olarak görülmesi, insan için onu değerli kılan bir başka husustur.[913] Nitekim
kutsalı belirleyen en temel niteliklere baktığımızda bu durumu açıkça görmek
mümkündür. Doğaüstü varlığa veya güce duyulan korku ve sevgi karışımı bir his,
bir şeye veya nesneye ilahi gücün teması, dokunulmaz ve ihlal edilemez olma,
başka kişi ve nesnelere özellikle el temasıyla nakledilir olma gibi hususlar
bir şeyi kutsal kılan temel nitelikler olarak görülmektedir.[914] Dolayısıyla
bir kısım eşyanın, bazı insanların ve hayvanların, bazı yer, olay ve
faaliyetlerin, menşei ve özü itibariyle, gizemli ve tabiatüstü bir güçle
temasta olduğu anlayışı bu nesnelerin insan tarafından kutsal görülmesine ve
bunlara kutsallık atfedilmesine yol açmaktadır.[915]
İnsanın sahip olduğu bu kutsal ve
kutsallık algısı Hz. Osman döneminde ortaya konan bazı olumsuz uygulamalar
neticesinde bize göre iktidara karşı muhalif bir tavrın ortaya çıkmasına ve
iktidarın eleştirilmesine neden olmuştur. Özellikle din kurucusunun yanında
bulunan, vahyin indirilişine şahit olan ve Hz. Peygamber tarafından
gökyüzündeki yıldızlar olarak nitelendirilen sahabeye karşı halife ve iktidar
mensuplarının olumsuz tavrı, hem Ashap hem de daha sonraki nesiller için kabul
edilemez bir durum olarak görülmüştür. Öyle ki bu olumsuz tavır ve davranış halifenin
öldürülmesinin asli nedenleri arasında gösterilmiştir.[916] Daha önceki bölümlerde
değişik bağlamlarda dile getirdiğimiz üzere bazı sahabeler, Hz. Osman ve
idarecilerinin ortaya koymuş olduğu bazı uygulamaları çok doğru bulmamış, bu
nedenle zaman zaman halifeye karşı ciddi eleştiride bulunmuş ve itirazlarını
dile getirmişlerdi. Bu eleştiri ve itirazlar ise iktidar tarafından çok da
kabul görmemiş, hatta bu eleştiri ve itirazlar hakaret ve dayakla karşılık
bulmuştu.
İktidarın sahabeye karşı olumsuz
tavrı içerisinde en dikkat çekici örneklerden birisi hiç şüphesiz Abdullah b.
Mes’ud’a karşı yapılanlardır. Abdullah b. Mes’ud Kûfe’de hazineden sorumlu
memur iken dönemin valisi ile hazineye ait borcun ödenmesi konusunda tartışma
yaşamış ve bu tartışmanın neticesinde görevinden istifa etmişti. Görevinden
ayrılmasına razı olmayan Abdullah b. Mes’ud’un Kûfe’deki Kur’an talebeleri
valiye tepki göstermiş ve rahatsızlıklarını dile getirmişlerdi. Bu muhalif
tavırdan hoşnut olmayan vali, Abdullah’ı fitne çıkardığı gerekçesi ile halifeye
şikâyet etmiş, bunun üzerine Hz. Osman, Abdullah b. Mes’ud’un Medine’ye
gönderilmesi talimatını vermişti. Hz. Osman’ın halka hitap ettiği bir sırada
Medine’ye gelen Abdullah, mescide girdiğinde halife tarafından “bakın bakın
kara böcek geldi” denilerek hakarete uğramıştı. Bunun üzerine İbn Mes’ud, “ ben
böyle biri değilim, ben Hz. Peygamberin Bedir’de ve Rıdvan biatında
arkadaşıyım” diyerek halifeye karşılık vermişti. Bu konuşmalara şahit olan Hz.
Aişe ise Hz. Osman’a “sen Resûlullah’ın arkadaşına bu sözleri nasıl söylersin”
diyerek tepkisini dile getirmişti. Bu tartışma esnasında Abdullah b. Mes’ud
kaba bir şekilde mescitten çıkarılmak istenmiş, halifenin köleleri ve adamları
tarafından tartaklanmış, dövülmüş ve kaburga kemikleri kırılmıştı. [917] Ayrıca bu
olaylar üzerine iktidar tarafından Abdullah b. Mes’ud’un maaşı kesilmiş, başka
bir şehre göç etme talebi olumlu karşılanmamış ve ölünceye kadar Medine’de
zorunlu ikamete mecbur bırakılmıştı. Yaşanan bu olumsuzluklar üzerine Abdullah,
Hz. Osman ile konuşmamış ve sonradan kendisine tekrar bağlanan maaşı almayarak
halifeye karşı tepkisini göstermişti. Ayrıca o vasiyetinde cenaze namazının Hz.
Osman tarafından kıldırılmaması yönünde talimat vererek halife ile yaşadığı
kırgınlığı son noktaya kadar taşımıştı.[918]
Aynı şekilde iktidarın
uygulamalarına itiraz eden ve eleştiren Ammar b. Yasir’de halife ve
taraftarları tarafından şiddete maruz kalmıştı. Ammar b. Yasir diğer insanlar
gibi halifenin beytülmalden kendi akrabaları için tasarrufta bulunmasını eleştirmiş,
bunun üzerine H. Osman, “Ey idrarını tutamayan Sümeyye’nin oğlu! Sen hangi
cüretle bana karışıyorsun!” diyerek onun mescitten çıkarılmasını emretmiş ve
adamlarına bayıltıncaya kadar dövdürmüştü.[919] Halifenin yapmış olduğu
uygulamadan haberdar olan Hz.Aişe, Hz. Peygamberin saçını, elbisesini ve
ayakkabısını çıkararak “Vallahi Resûlullah’ın bıraktığı saçı, ayakkabısı ve
elbisesi eskimedi, ancak Osman onun sünnetini eskitti.” diyerek kızgınlığını ve
tepkisini dile getirmişti.[920] Başka bir
rivayette ise halifenin hatalarını dile getirmek için huzura çıkan Ammar b.
Yasir, başkâtip Mervan b. Hakem’in tahrikleri neticesinde Hz. Osman tarafından
dövülmüştü. Hz. Osman Ammar’ın bacak aralarına tekme atarak onun bayılmasına ve
fıtık hastalığına yakalanmasına sebep olmuştu.[921] Ayrıca Ebu Zer’in ölümü
üzerine ona yapılanlara dair pişmanlık ifadeleri kullanan ve halifeye bu konuda
sitemde bulunan Ammar b. Yasir, Hz. Osman tarafından sürgüne gönderilmek
istenmiş, ancak Hz. Ali’nin araya girmesiyle bu sürgün engellenmişti.[922]
Hz. Osman ve yöneticileri tarafından
sahabeye yönelik tepkiyle karşılanan bir başka olumsuz tavır ise iktidarın
uygulamalarına göstermiş olduğu itirazın bir sonucu olarak Ebu Zer’in
hırpalanması, Medine’de arkadaşlarıyla görüştürülmeyerek yalnızlığa mahkûm
edilmesi ve neticede Rebeze’ye sürgün edilmesi gelmektedir. [923]
Hz. Osman’ın, vahyin inişine şahit
olan, peygamberin terbiyesiyle yetişen, onun övgüsüne mazhar olan kısacası Hz.
Peygamberin manevi şahsiyetinin kendilerine sirayet ettiği ashaba karşı olumsuz
tavır ve davranışlar içerisinde olması, daha çok yerelde olmak üzere insanlar
tarafından kanaatimize göre kutsala karşı saygısızlık olarak algılanmıştır.
Özellikle Hz. Peygamberi görmekten ve onunla aynı ortamı paylaşmaktan mahrum
olan insanlar, sahabeye karşı yapılanları ilk tilmizlerin manevi şahsiyetine
yönelik bir saldırı olarak görmüştür. Çünkü onlara göre sahabe, Hz. Peygamberle
beraber oturmuş, beraber yemek yemiş, beraber ağlamış, beraber gülmüş ve
düşmana karşı beraber mücadele etmiş değerli ve kıymetli kimselerdi. Sahabe
onlar için ilahi vahye muhatap olmuş peygamberin yakın dostu, peygamberin
övgüsünü kazanmış saygın kimselerdi. Dolayısıyla Hz. Peygamberle bu yakın
münasebet ve ilişkiden mahrum olanlar için sahabenin bu özel durumu anlamlı, değerli
ve kıymetli görülmekteydi. Bu nedenle hem Medine’de hem de taşrada yaşayan
insanlar için saygın, değerli ve ayrıcalıklı konuma sahip olan sahabeye karşı
iktidar tarafından ortaya konan muamele kabul edilemezdi. Bu anlamda Hz. Aişe
tarafından sahabeye karşı ortaya konan olumsuz tavır ve davranışlara karşı, Hz.
Peygamberin eşyalarının ortaya çıkartılıp insanlara gösterilerek Hz. Osman’ın
sünneti terk ettiğinin ifade edilmesi bize göre insanlardaki kutsal algısıyla
yakından alakalıdır. Ayrıca Ebu Zer’in yokluk ve sıkıntı içerisinde tek başına
vefat etmesi nedeniyle başta Abdurrahman b. Avf olmak üzere diğer sahabenin
halifeye tepki göstermesi, halifeyle tartışması hatta halifeye küsmesi,
insanların peygamberin dostlarına karşı duymuş olduğu muhabbetin bir
göstergesidir.
Hz. Osman döneminde insanlardaki
kutsal algısına bağlı olarak iktidarın eleştirilmesine neden olan başka bir
konu ise bize göre “Tuleka” olarak isimlendirilen kişilerin önemli görevlere
getirilmiş olmasıdır. Bu anlamda iktidar tarafından Hz. Peygamberle ilişkileri
problemli olan insanların el üstünde tutulması ve kılıç zoruyla Müslüman olan,
idam edilmekten kurtarılan ve münafık olarak ilahi damga yiyen kimselerin
önemli mevkilere getirilmesi toplumu ciddi şekilde rahatsız etmişti.[924] Bu rahatsızlık
iktidarın Hz. Peygamberin dostlarına karşı olumsuz muamelesiyle
karşılaştırıldığında daha ileri boyutlara taşınmıştı. Nitekim Hz. Osman
döneminde iktidar tarafından Ebu Zer’in sürgüne gönderilmesi, diğer taraftan
Hz. Peygambere karşı alaycı tavırlar içerisinde bulunan ve bu nedenle sürgüne
gönderilen Hakem b. As’ın affedilmiş olması toplumun vicdanını derinden
yaralamıştı.[925] Aynı
şekilde bir taraftan Hz. Peygamberin Kur’an’ı dinlemekten hoşlandığı Abdullah
b. Mesud’un halifenin adamları tarafından kaburgaları kırılıncaya kadar
dövülmesi, diğer taraftan Hz. Peygamberin vahiy kâtibi iken irtidat edip
Mekke’ye kaçan Abdullah b. Sa’d b. Ebi Serh’in iktidar tarafından vali olarak
görevlendirilmiş olması toplum için çok da kabul edilebilir bir durum değildi.
Yine Hz. Peygamber tarafından zekât toplamakla görevlendirilen ancak görevini
hakkıyla yerine getirmeyip yalan söyleyen ve bu nedenle hakkında ayet inen
Velid b. Ukbe’nin vali olarak atanması insanlar tarafından anlaşılabilir
değildi.[926] Bu nedenle
hem iktidar hem de önemli görevlere getirilen ve manevi açıdan sabıkalı olan
valiler insanların tenkit ve eleştirilerinden kurtulamamışlardı. Nitekim Amr b.
Zurâre “Osman, bildiği halde hakkı terk etti. İyilerini aldatarak kötü
olanlarınızı üzerinize vali tayin etti.” diyerek bu duruma tepkisini dile
getirmişti.[927]
Kutsal ve dini semboller bağlamında
insanlar tarafından Hz. Osman’ın tenkit edildiği bir başka konu ise onun Hz.
Peygamberin mühür olarak kullandığı yüzüğü kaybetmiş olmasıdır. Hz. Osman 650
yılında Müslümanların su ihtiyacını gidermek için Medine’ye iki mil mesafede
bulunan bölgede bir kuyu açtırmıştı. Eris olarak bilinen bu
kuyunun yapım çalışmaları esnasında Hz. Osman, üzerinde “Muhammed Resûlullah”
yazılı olan Hz. Peygamberin yüzüğünü kuyuya düşürmüştü. Bunun üzerine yüzüğün
bulunması için kuyunun suyu boşaltılmış ve üç gün boyunca arama yapılmış, ancak
bütün uğraşlara rağmen yüzük bulunamamıştı.[928] Bu durum her ne kadar basit bir olay olarak
görülmüş olsa da Hz. Osman’ın öldürülmesinin gerekçeleri arasında sayılmıştı.[929] Diğer taraftan Hz. Osman’ın artan ihtiyaçlar
doğrultusunda dinin en önemli sembollerinden olan Kâbe’yi ve Mescidi Nebevi’yi
genişletmek istemesi bazı kimseler tarafından çok hoş karşılanmamış ve “Mescidi
genişletti sünneti tağyir etti” diyerek eleştirilmişti.[930] Yine dini semboller çerçevesinde Hz. Osman’ın
eleştirildiği diğer bir mesele ise, onun minberde Resûlullah’ın üzerinde
durduğu basamağın üzerine çıkıp hutbe irade etmesi gelmekteydi. Hâlbuki ki Hz.
Ebu Bekir ve Hz. Ömer, Hz. Peygamberin minberde durduğu basamağı kullanmayı,
O’nun manevi şahsiyetine bir saygısızlık olarak telakki etmiş, bu nedenle de
minberde daha aşağı basamaklarda durmayı tercih etmişlerdi.[931]
İslam tarihçileri genelde Hz.
Osman’ın on iki yıl süren ( 644-655) iktidarını, yaşanan siyasi, sosyal ve
iktisadi olaylara bakarak iki döneme ayırmaktadırlar. Bu anlamda tarihçiler
tarafından birinci altı yıllık dönem daha çok Müslümanlar arasında sükûnetin ve
huzurun, birlik ve beraberliğin hâkim olduğu bir dönem olarak
nitelendirilirken, ikinci altı yıllık dönem ise Hz. Osman’ın şehit edilmesi ile
son bulan, toplum içerisinde hem ekonomik, hem sosyal hem de siyasi alanlarda
huzursuzluğun ve iç karışıklığın kendini gösterdiği dönem olarak kabul
edilmektedir.[932] Ancak şu
unutulmamalıdır ki hiçbir sosyal olay aniden ortaya çıkmamakta, her sosyal
olayın geçmişe dayanan bir yönü bulunmaktadır. Dolayısıyla, her ne kadar
yukarda ifade edilen ayırım, Hz. Osman döneminin ikinci yarısında meydana gelen
dâhili olay ve problemler temel alınarak yapılmış olsa da, ortaya çıkan
problemlerin sebeplerini sadece o dönem içerisinde aramak yanlış olacaktır.
Çünkü Hz. Osman’ın halifeliğinin ikinci döneminde ortaya çıkan iç
karışıklıklar, temelleri geçmiş dönemlere dayanan problemlerin dışavurumundan
başka bir şey değildir.[933] Diğer
taraftan Hz. Osman döneminde meydana gelen olaylar, sadece geçmiş dönemlere
dayanan olayların dışavurumu olmamış, aynı zamanda gelecek dönemlerde
kurumsallaşan ve belli bir kurumsal kimliğe kavuşan mezheplerin oluşumuna da
kaynaklık etmiştir. Nitekim Hz. Osman döneminde yaşananlar, özellikle dini
gruplar bağlamında Şia’nın, Hariciliğin ve Mürcie’nin oluşmasında önemli bir
etkiye sahip olmuştu.
İslam
dini ve Hz. Peygamber, Arap kültür ve toplumsal hayatında önemli bir yer teşkil
eden kabilecilik ve asabiyet anlayışını azaltmak ve İslam toplumunda asabiyeti
belirleyici unsur olmaktan çıkarmak için ciddi çabalar ortaya koymuştur. Ancak
bütün çabalara rağmen kabilecilik ve asabiyet anlayışı, toplumsal hayatta tam
manasıyla ortadan kaldırılamamıştı. “Cahiliye döneminde Araplar öncelikle
kabile ilişkileri ve çıkarları etrafında bir araya gelirken, Hz. Peygamber
döneminde öncelikle inanç noktasında buluşuyorlardı. Ancak Raşid Halifeler
döneminin sonlarından itibaren kabilecilik yeniden ön plana çıkmaya başladı.”[934] Özellikle
Hz. Osman döneminde kabilecilik ve asabiyet temelli tartışmalar toplumsal
hayatın hemen her alanında kendini göstermeye başlamıştı. Bu dönemde genelde
kabilecilik ve asabiyet anlayışı, özelde ise Emevi- Hâşimi çekişmesi, ilk önce
halifenin seçilmesi için oluşturulan şûra heyeti etrafında yapılan tartışmalar
ile kendini göstermiş, daha sonra ise Hz. Osman’ın siyasi ve ekonomik alanda
ortaya koyduğu yönetim anlayışıyla somut hale gelmişti. Diğer taraftan bu
dönemde bazı kesimler tarafından iktidarı elde etme ya da iktidara muhalefet
etmeye yönelik siyasi ve toplumsal alanlarda bir takım dini argümanlar
kullanılmaya başlanmıştı. Özellikle Hâşimoğulları’nın Hz. Peygambere
akrabalıklarını gündeme getirerek hilafeti elde etmeyi arzulaması, siyasete
dini anlamda psikolojik unsurlar katıldığına işaret etmekteydi. Yine bu anlamda
Hz. Osman döneminde fitnenin tetikleyici unsurlarından sayılan Abdullah b.
Sebe’nin vasiyet görüşüne yer
vermesi ve Hz. Peygamberin vasisinin Hz. Ali olduğunu gündeme taşıması, kabile
ve asabiyet merkezli mücadelelere farklı bir boyut katmıştı. Neticede Hz. Osman
döneminde yaşanan bütün bu mücadele, muhalefet ve tartışmalar daha sonraki
dönemlerde ortaya çıkacak olan Şiiliğin oluşmasına zemin hazırlamıştı.
Diğer taraftan Hz.
Osman ve valilerinin siyasi, iktisadi ve toplumsal alanda ortaya koymuş olduğu
yanlı politikalar Hz. Ali döneminde belirginleşmeye başlayacak olan Harici
damarın beslenmesinde önemli bir etkiye sahip olmuştur. Özellikle Hz. Osman’ın
vali atamalarında ve mali politikalarında akraba yanlısı uygulamaları, hem
Araplar hem de Arap olmayanlar içerisinde ciddi bir muhalefetin oluşmasına yol
açmıştı. Câbiri tarafından merkez ve çevresel muhalefet[935] olarak nitelendirilen bu
oluşum, zamanla halifeyi iktidardan uzaklaştırmak için bir takım eylemler
içerisine girmişti. Halifeyi iktidardan uzaklaştırmak isteyenlerin başında ise
bedevi kökenli insanlar yer almıştı. Bilindiği gibi bedevilerin çoğu kültürleri
düşük, ufukları dar, genelde ilimden uzak cahil insanlardan oluşmaktaydı.
Onların çoğu fakirdi ve çöllerde zor hayat şartları altında yaşamaktaydılar. Bu
bedevi Araplar Hz. Osman döneminde ise savaşlara gönderilmeye başlanmıştı. Mala
ve ganimete aşırı düşkün olan bedeviler, savaşlarda ciddi gelir elde etmiş ve
maddi olarak belli bir zenginliğe ulaşmışlardı . Ancak fetihlerin durması ve
savaşlardan elde edilen gelirin azalmaya başlamasıyla birlikte belli ekonomik
konfora ulaşan bedeviler, bu konforu kaybetme endişesine bağlı olarak gözlerini
Hz. Osman’ın Ümeyyeoğulları’na tanıdığı imkânlara dikmişlerdi. İlginin iktidara
ve yönetim anlayışına yönelmesi ise beraberinde eleştiri ve tepkiyi getirmişti.
Onlara göre Hz. Osman Ümeyyeoğulları’na hemen her alanda çok büyük imtiyaz ve
iltimas sağlamakta, atadığı valilere ve akrabalarına ekonomik anlamda adil
olmayan haklar vermekteydi. Dolayısıyla devletin başında adalet vasfını yitiren
bir halife vardı ve bu halife artık görevi bırakmalıydı. Bunun için ise merkezi
otoriteyi temsil eden Kureyş bu haktan vazgeçmeliydi. Bu insanlar için zaten
halifenin Kureyş’ten olması bir zorunluluk değil, aksine köle de olsa âlim,
cesur ve adil bir kimse çok rahat halife olabilirdi. Ayrıca iktidara bu
eleştirileri getiren ve ekonomik anlamda belli bir seviyeye ulaşan bedeviler,
çölden uzaklaşıp yerleşik hayata geçerek hızlı bir kültürel değişim
yaşamışlardı. Bu hızlı değişim onların şehir hayatına uyumu konusunda bir takım
problemleri ise beraberinde getirmişti. Diğer taraftan fetihler neticesinde
binlerce Arap olmayan insan Müslüman olmuş, yeni Müslüman olan bu insanlarda
ise itikadi anlamda taassuba varan yüzeysel bir din anlayışı hâkim olmaya
başlamıştı. Bütün bunlar bir araya geldiğinde ise Hz. Osman döneminde toplumsal
bir uyumsuzluk ortaya çıkmıştı. İşte bu uyumsuzluk ve bu duruma bağlı olarak
ortaya çıkan tartışmalar, eleştiriler ve eylemler daha sonra kurumsallaşacak
olan Harici mezhebinin oluşmasına zemin hazırlamıştı.
Hz. Osman döneminde
yaşanan siyasi ve toplumsal olay ve tartışmaların ortaya çıkardığı bir başka
dini grup ise özellikle Hz. Osman’ın öldürülmesiyle somutlaşmaya başlayan
Murcie mezhebidir. Bilindiği gibi Hz. Osman’ın kuşatılması ve şehit edilmesi
sürecinde hem Muhacirlerin hem de Ensarın çoğu, muhaliflere açık bir destek
vermeseler de, Hz. Osman’ın şehit edilmesini engellemek adına da ciddi bir çaba
ortaya koymamışlardı. Özellikle Hz. Aişe, Zübeyr, Talha, Eyüb el Ensari gibi
sahabenin önde gelen isimleri bu dönemde ya Medine’den uzaklaşmayı ya da
olaylara sessiz kalmayı tercih etmişlerdi. [936] Sabri Hizmetli bu duruma
işaret ederek ,“ Ancak Allah’ın kitab’ı, Peygamber’in sünneti üzere ittifakla
Hz. Osman’a biat etmiş olan ashap ve Medineli Müslümanlar, Rasulüllah’ın şehri
Medine’yi kana bulayan; İslam’ın payitahtını muhasara eden olaya; yani itaat
etmek, nefisleri kadar korumak üzere ahdi misakta bulundukları, biat ettikleri
imamlarının, anarşistler tarafından günlerce muhasara edilmesine, aç-susuz
bırakılmasına, mescide gelmesinin ve namaz kıldırmasının engellenmesine ve
nihayet feci şekilde katledilmesine, evlerine çekilerek seyirci kaldılar. Sanki
bu iş bir an önce başkaları tarafından bitirilsin de şu adamdan kurtulalım
derecesine beklediler.” diyerek sahabenin Hz. Osman’ın şehit edilmesi sürecinde
ortaya koydukları bu tavrı eleştirmektedir.[937] Akbulut ise, Hz. Osman
kuşatıldığında Medine’de Hz. Peygamber’in ashabından on binden fazla
Müslümanın, eli silah tutanın ise yirmi binden fazla olduğuna işaret ederek, bu
kadar büyük sayıya rağmen Hz. Osman’ın şehit edilmesinin, hatta cenazesinin çok
az kişi ile kaldırılmasının nedenini, sahabenin halifeye karşı olumsuz tavır
takınmasıyla izah etmektedir.[938]
Diğer
taraftan bazı sahabeler ise bu dönemde yaşanan hadiseleri fitne olarak
değerlendirdikleri için Medine’de yaşanan olaylara ilgisiz hatta uzak kalmayı
tercih etmişlerdi. Genel olarak İslam tarihçileri tarafından tarafsızlar olarak
nitelendirilen bu kişilerin başında Sa’d b. Ebî Vakkas, Abdullah b Ömer, Usame
b. Zeyd gibi sahabeler gelmektedir. Bu sahabeler kimin haklı kimin haksız
olduğu hususunda yorum yapmayan, siyasete sıcak bakmayan ve herhangi bir
dünyalık beklentisi içinde olmayan kişilerdi.[939] Bu kişiler özellikle Hz.
Osman’ın şehit edilmesi ve Hz. Ali’nin halife olması üzerine yaşanan süreçte
ortaya çıkan ihtilaflara ve yaşanan hadiselere tarafsız kalan kimselerdi.
Nitekim Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra Medine’ye dönen ve şüpheciler diye
adlandırılan gaziler, Medine’de kimin haklı kimin haksız olduğu konusunda
tereddüt yaşamışlardı. Bu gaziler Medine’dekilere “biz sizi birlik beraberlik
içerisinde bırakmıştık. Şimdi ise sizin ayrılığa düştüğünüzü, bir kısmınızın,
“Hz. Osman mazlum olarak öldürüldü o ve ashabı adil kişilerdi” bazınızın ise,
“Hz. Ali ve ashabı daha adil ve doğrudur” dediğinizi görüyoruz. Hâlbuki bize göre
onların hepsi güvenilir ve doğruluğu kabul edilen kimselerdir. Biz onlardan hiç
birisinden nefret etmez, lanet etmeyiz ve aleyhlerinde şahitlikte bulunmayız.
Onların durumlarını Allah’a irca ederiz. Allah kıyamet gününde o ikisi arasında
hüküm verecektir.”[940] diyerek
bu siyasi çekişmelerde taraf olmadıklarını açıkça ortaya koymuşlardı. İşte bu
kimseler, Hz. Osman döneminde Emevi-Haşimi çekişmesine müdahil olmayan,
iktidardan da herhangi bir talepte bulunmayan ancak aynı zamanda halifenin
ortaya koymuş olduğu icraatları da tasvip etmeyen kimseler olarak, kendilerini
tarafsız olarak isimlendirmişlerdi. Bu durum ise düşünce olarak Mürcie
mezhebinin Hz. Osman döneminde ortaya çıkan ilk aşamasıydı.
Özetle “Hz.
Ömer’in öldürülmesinden sonra, yeni halifeyi belirleyecek şûrada ve öncesinde
Ali ve Osman’ın karşı karşıya gelmesi, kökleri İslam öncesine dayanan
Emevi-Haşimi çekişmesini tekrar su yüzüne çıkarmıştır. Su yüzüne çıkan bu
çekişme, Hz. Osman’ın ölümüne yol açan olaylar, Hz. Ali’nin Osman’ın
öldürülmesinden sorumlu tutulması ve akabinde Cemel ve Sıffın savaşı gibi bir
takım sosyal sonuçlar meydana getirmiştir. Tarihi süreçte yaşanan bu çekişme ve
olaylar belli bir zihniyetin oluşmasına etki etmiş ve neticede Harici, Mürcie
ve Şia gibi mezhepler ortaya çıkmıştır.”[941] İslam ümmeti Hz. Osman’ın şehit
edilmesiyle birlikte kendisini camia olarak nitelemekten uzaklaşarak, görünüşte
hepsi Müslüman ancak görüş ve düşünceleri, hedef ve beklentileri farklı olan
gruplara başka bir ifadeyle “Şialar”a[942] dönüşmüştü. Şiatü Ali, Şiatü Osman gibi.
Din merkezli tartışmalar
çerçevesinde Hz. Osman döneminde gündeme getirilmesi gereken bir başka konu ise
dinin meşrulaştırıcı bir araç olarak kullanılması meselesidir. Dinin
meşrulaştırıcı bir unsur olarak en etkin kullanıldığı alanlardan biri siyaset
alanıdır. Siyasal iktidarlar, gerçekleştirdikleri ya da gerçekleştirmek
istedikleri eylemlerin halk nezdinde kabulünü sağlamak, muhalefet de mevcut
sosyal ve siyasal düzeni eleştirmek, iktidar tarafından ortaya konan eylemleri
reddetmek için dinin meşrulaştırıcı gücünden sıklıkla istifade etmişlerdir.
Nitekim Hz. Osman döneminde de bu durum açıkça kendini göstermiştir. Bir
tarafta halife, ortaya koymuş olduğu eylemleri meşru göstermek ve iktidardaki
varlığını devam ettirmek için dine müracaat ederken diğer tarafta muhalefet,
siyasal iktidarın hâkimiyetine son vermek ve kendi eylemlerini haklı göstermek
için dini, meşrulaştırıcı bir araç olarak kullanmıştı.
Hz. Osman, on iki yıllık iktidarı
döneminde birçok faaliyet içerisinde bulunmuş, siyasi ve sosyal açıdan önemli
kararlar almıştı. Ancak Hz. Osman’ın almış olduğu kararlardan bazıları halk
tarafından zaman zaman ciddi eleştirilere tabi tutulmuştu. Bu eleştirilerin
başında yer alan ve belki de iktidarının yıkılmasında ana gerekçe olarak
gösterilen temel konu ise, onun akraba yanlısı politikası olmuştu. İnsanların
Hz. Osman’a iktidarı döneminde yönelttiği ilk eleştiri konusu, halifenin
Ümeyyeoğulları’na siyasi ve iktisadi anlamda büyük imtiyaz ve iltimasta
bulunmuş olmasıdır. Özellikle Afrika gelirlerinden Mervan’a vermesi, eşine,
kızlarına ve akrabalarına evler inşa etmesi, hazineden akrabalarına bağışta
bulunması Hz. Osman’a yöneltilen eleştirilerin başında gelmektedir. Hz. Osman
ise kendine yöneltilen eleştirilere “Ey insanlar! Ebu Bekir ve Ömer bu mal
(hazine) konusunda ‘kendilerini ve akrabalarını ondan men etmek’ şeklinde bir
yoruma gittiler. Ben ise onu sıla-i rahime (akrabalarıma harcamaya) yordum.”
diyerek cevap vermişti.[943] Halifenin
vermiş olduğu bu cevaptan haberdar olanlar ise akrabaya yapılan yardımın takdir
edilecek bir durum olduğunu ifade etmişler ancak başta Mervan olmak üzere bazı
kimselere çok fazla verildiğini, buna ise razı olmadıklarını dile
getirmişlerdi.[944] Görüldüğü
üzere Hz. Osman kendisine yöneltilen eleştirilere dini bir gerekçe ile cevap
vermeye ve böylece yaptıklarının halk nezdinde kabulünü sağlamaya çalışmıştı.
İnsanların çoğu bu gerekçeyi kabul etmiş ve halifenin akrabalarına yapmış
olduğu yardımı bu konuşmanın akabinde takdirle karşılamıştı. Yine bu anlamda
Hz. Osman, kendisinden görevi bırakma talebinde bulunan isyancılara “Allah’ın
bana giydirdiği gömleği asla çıkarmam” şeklinde cevap vererek sahip olduğu
iktidarı manevi otoriteyle ilişkilendirmişti.[945] O, şûra tarafından kendisine
tevdi edilen beşeri görevin aslında kendisine Yüce Allah tarafından
yüklendiğini ifade ederek halifelik makamına kutsallık atfetmişti. Böylece
iktidarını devam ettirme arzusunu dini bir gerekçeyle ortaya koymuştu.
Hz.
Osman’a karşı muhalif tavır sergileyen ve halifeyi iktidardan uzaklaştırmak
isteyenler de ortaya koymuş oldukları eylemleri haklı kılmak için çoğu defa
dini argümanlara müracaat etmişler ve böylece yaptıklarını dini açıdan meşru
göstermek istemişlerdir. Muhalifler, halife tarafından ortaya konan siyasi,
iktisadi, dini ve sosyal eylemleri eleştirirken gerekçe olarak bunların
Allah’ın emirlerine uygun olmama ve kendisinden önce Peygamber başta olmak
üzere diğer halifelerin sünnetini bozma olarak açıklamışlardır. Onlar, Hz.
Osman’ı Allah’ın emirlerini çiğneyen, haktan sapan, ayetlerde var olan
hükümleri uygulamayan ve Hz. Peygamberin sünnetinde olmayan şeyleri ihdas eden
kişi olarak görüyorlardı.[946] Bu nedenle
Hz. Osman iktidardan uzaklaştırılmalıydı. Eğer iktidarı bırakmaz ise yine
onlara göre Kur’an’da yer alan ‘yeryüzünde fesat çıkarma, Müslümanlara karşı
isyan etme ve haktan sapma’ gibi gerekçelerle Hz. Osman’ın öldürülmesi
mümkündü.[947] Dolayısıyla
muhalifler de, iktidarı yıkma ve halifeyi öldürme adına ortaya koymuş oldukları
eylemleri haklı göstermek için dini meşrulaştırıcı bir araç olarak
kullanmışlardı.
HZ. OSMAN DÖNEMİNDE YAŞANAN OLAYLARIN
GÜNÜMÜZE YANSIMALARI
Tarihin
herhangi bir döneminde gerçekleşen toplumsal olayların etkileri sadece kendi
dönemleri ile sınırlı kalmamakta, daha sonraki dönemleri ve toplumları da
derinden etkileyebilmektedir. Özellikle içerisinde siyasi rekabeti, toplumsal
çatışma ve parçalanmayı barındıran olayların bıraktığı izler ve etkiler asırlar
boyu devam edebilmektedir. Bu anlamda Hz. Osman döneminde yaşanan ve o günkü
toplumu derinden etkileyen olaylar, üzerinden yıllar geçmesine rağmen günümüz
İslam dünyasını etkilemeye, Müslümanların siyasi, dini ve toplumsal
anlayışlarına yön vermeye devam etmektedir. Öyle ki bu dönemde yaşanan
ihtilaflar, tartışmalar ve çatışmalar Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle son
bulmamış, aksine etkinliğini artırarak devam ettirmiş, yeni oluşum ve sorunlara
yol açmış ve İslam dünyasında derin ayrılıklara neden olmuştur. Ve nihayet bu
derin ayrılık, süreç içerisinde kurumsal bir yapıya bürünerek varlığını bugüne
kadar taşımıştır. Bu bağlamda Ümeyyeoğulları ile Hâşimoğulları arasında
geçmişte kendini gösteren kabile merkezli güç ve iktidar mücadelesi bugün dini
bir yapıya bürünerek Sünni- Şii anlayışı ekseninde varlığını devam
ettirmektedir. Müslümanların siyasi tarihinde ortaya çıkan kavgalar, ihtilaflar
ve savaşlar bugün Yemen’de Suudi Arabistan ile İran arasında kendini
göstermektedir. İslam tarihinin ilk asrında halifelerin iktidara geliş ve
iktidardan gidişlerinin neden olduğu sorunlar, halifeyi devirmek için yapılan
darbeler ve yöneticilerin sergilediği statükocu tavır ve davranışlar bugün hâla
İslam dünyasında ciddi bir sorun olarak ortada durmaktadır. Dün yüzeysel din
anlayışının bayraktarlığını yapanlar Hariciler iken, bugün bu anlayışın
temsilciliğini ise İşid ve Boko-Haram gibi örgütler yapmaktadır. Dolayısıyla
geçmişten bugüne tevarüs eden Müslümanlar arasındaki ayrılıklar ve kavgalar
bugün İslam dünyasını derinden etkilemekte, bu etkileyiş siyasi, dini ve
toplumsal zeminde kendini açık bir şekilde göstermektedir.
Ümmet Birlikteliğinden Toplumsal Parçalanmaya
Hz.
Osman döneminden günümüze yansıyan en önemli sorun alanlarından biri hiç
şüphesiz Ümmet anlayışının zedelenmiş olmasıdır. Özellikle Hz. Peygamberin uzun
yıllar etkinliğini ortadan kaldırmak için mücadele ettiği kabilecilik ve
asabiyet anlayışının bu dönemde tekrar siyasi ve toplumsal yapıda belirleyici
olmaya başlaması ümmet birlikteliğinin ve toplumsal bütünlüğün zedelendiği ilk
aşama olması açısından dikkat çekicidir. Hz. Peygamber ümmet kavramını ilk defa
Medine sözleşmesinde kullanmış O, Muhacirleri, Ensarı ve onlarla beraber bu
sözleşmeyi imzalayan Müşrik ve Yahudileri bir ümmet olarak nitelendirmişti.
Ayrıca Hz.Peygamber, Medine sözleşmesi ile farklı kabilelere mensup muhacirleri
Kureyşli Müslümanlar olarak ifade etmiş, onları bir bütün olarak ele almıştı.[948] Elbette ki
bu sözleşmede kullanılan ümmet kavramı içerdiği kelime anlamı çerçevesinde
ortak amaç için bir araya gelen topluluğu ya da grubu ifade etmişti. Bu anlamda
Medine vesikası o gününün şartları gereği dini bir birliktelikten ziyade,
Medine’de yaşayanlar arasında siyasi ve sosyal birlikteliği sağlamak için imza
altına alınmış bir sözleşmedir.[949] Ancak daha
sonra Medine sözleşmesinde ifade edilen bu ümmet birlikteliği Yahudilerin dışarda
kalması ile daha bir özel anlam kazanmış ve sadece iman ile içerisine dâhil
olunan akidevi bir birlikteliğe dönüşmüştü.[950] O birlikteliğin adı ise
Ümmet-i Muhammed ya da İslam ümmeti olmuştu. Artık Allah’a ve Rasulüne inanan
herkes bu birliğin doğal üyesiydi. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle “mutedil ve
hayırlı olma, ifrat ve tefritten uzak olma, insanlara iyiliği emredip, onları
kötülükten men etme”[951] bu ümmetin
temel özellikleriydi. İslam ümmetinin üyeleri “birbirini sevmede, birbirine
merhamet etmede, birbirine şefkat etmede bir beden”, “taşları birbirine
yapışmış bir bina” gibi bir bütünü oluşturmaktaydı. Ümmet-i Muhammed’in üyeleri
arasında dil, ırk, kabile, şan ve şeref gibi unsurlar değil, sadece din
kardeşliği belirleyici olmaktaydı.
Ancak
Hz. Peygamberin kısa bir süre içerisinde gerçekleştirmiş olduğu din kardeşliği
Râşid halifeler döneminde yavaş yavaş etkinliğini kaybetmeye, özellikle de Hz.
Osman döneminde yerini kan kardeşliğine ve asabiyete bırakmaya başlamıştı. Bu
dönemde Hz. Peygamberin Medine sözleşmesinde Kureyş kabilesi ertafında
birleştirdiği Muhacirler, Ümeyyeoğulları ve Hâşimoğulları gibi kendi yerel
kabileleri etrafında birleşerek, kabilelerinin savunuculuğunu yapmışlardı. Ve
nihayet Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle birlikte Müslümanlar, farklı gruplara
bölünerek, kimisi Hz. Ali taraftarı, kimisi de Hz. Osman taraftarı olmuştu. Bu
taraf oluş iktidarı elde etmek adına İslam tarihinin en acı olaylarına, Cemel
ve Sıffın gibi savaşların yaşanmasına neden olmuş, ümmet içerisinde derin
yaralar açmıştı. Yaşanan acı tecrübeler neticesinde iktidarı ele geçiren
Emeviler ise kavmiyetçiliği siyasetin merkezine taşıyarak ümmet birlikteliğini
ciddi bir şekilde zedelemişti. Nitekim Emevi halifeleri milliyetçilik yaparak
mevâlileri Arapların elde ettiği haklardan mahrum bırakmış ve onları ümmetin
dışında tutmuşlardı. Ayrıca Kerbala gibi İslam tarihinin en acı hadiselerinden
biri bu dönemde yaşanmış, Abdullah b. Zübeyr gibi muhalif hareketler kanlı bir
şekilde bu dönemde bastırılmıştı. Emevilerden sonra iktidara gelen Abbasiler
ise kendinden önceki iktidardan çok da farklı davranmamış, binlerce Müslümanı
şehit etmişti. Örneğin Abbasiler Şam’a girdiklerinde elli bin kişiyi öldürmüş,
Ümeyyeoğullarına mensup devlet yöneticilerinin mezarlarını tahrip ederek kemiklerini
ortalığa çıkartmışlardı. Musul’da isyan edenler için camide toplanmaları
halinde eman verileceğini ifade eden Abbasiler, camide toplanan on bin insanın
hayatına son vermişti. Ayrıca Emevilerden tevarüs eden Arap ırkçılığı bu
dönemde daha da ileri boyutlara taşınmıştı.[952] Neticede İslam tarihinin ilk
döneminde ümmet birlikteliği yerini kabile asabiyetine bırakmış, kabile
asabiyetide Emevilerle birlikte ırkçılığa dönüşmüş, bu duruma bağlı olarak ta
Ümmet-i Muhammed siyasi anlamda parçalara ayrılarak birlik ve beraberliğini
kaybetmişti. Hz. Peygamberin tesis etmiş olduğu paylaşmacı ve dayanışmacı
siyaset Hz. Osman döneminden başlayarak parçalayıcı ve yıkıcı bir siyasete
dönüşmüştü.
Diğer taraftan Müslümanlar arasında
meydana gelen bu iktidar mücadeleleri, toplumda sağduyunun kaybolmasına
istikrarsızlığa, güven bunalımına ve binlerce masum insanın hayatını
kaybetmesine neden olmuştu. İktidar hırsı, istişare ve fedakârlıklarla
çözülecek birçok problemi derinleştirmiş ve çözülemez hale getirmişti. Öyle ki
iktidarı elde etmek için ortaya konan hırs, mücadele ve rekabet, Müslümanın
hayatını bir Zımmi’ninkinden daha değersiz kılmıştı. Bu durum ise hem içerde
hem de dışarda Müslümanların zayıflamasına, siyasi, iktisadi ve kültürel alanda
güç kaybetmesine yol açmıştı.[953]
Hz. Osman döneminde hemen her alanda
tekrar kendini göstermeye başlayan kabilecilik ve asabiyet anlayışı, Emeviler
döneminde ortaya çıkan kavmiyetçi siyaset, bugün İslam dünyasının hala en
önemli problemlerinden biri olmaya devam etmekte ve ümmet birlikteliğinin
oluşmasını engellemektedir. Fransız ihtilalinden sonra ortaya çıkan milliyetçi
akım ve ulus devlet anlayışı bu durumu açık bir şekilde göstermiştir. Bugün
kendi ırkını diğer ırklardan daha üstün gören anlayış, hangi coğrafyadan, hangi
kavim ve ırktan olursa olsun bütün Müslümanları ortak din paydası altında
buluşturan ümmet birlikteliğinin önünde en büyük engellerden birisidir.
Bazılarının kendilerini üstün ve seçilmiş bir ırk olarak görüp diğerlerini
aşağılaması, Müslümanlar arasında tefrikaya ve ayrışmaya neden olmaktadır.
Diğer taraftan birinci dünya savaşından sonra kabile ve mezhep farklılıkları ve
buna bağlı olarak Arap dünyasının yeniden dizayn edilmesi ümmet dayanışmasını
sarsan bir başka husus olmuştur. Kendi mezhebini en doğru yol olarak telakki
edip onu siyasete hâkim kılarak, diğerlerini tahkir eden, onlara kendi
doğrularını kabul ettirmeye çalışan mezhebî taassup, bugün ümmet birlikteliğine
ciddi zararlar vermektedir. Günümüzde Müslüman nüfusun yoğun olarak yaşadığı
bölge ve devletlerin çoğunda iç savaş, kabileler arası iktidar mücadelesi ve
mezhep savaşları yaşanmaktadır. Diğer taraftan İslam toplumunda kültürel bir
zenginlik olarak farklı cemaat ve tarikatların gönül yapmak yerine, gönül
yıkmaya çalışması, ayrışmanın ve parçalanmanın bir aracı olması İslam ümmetine
ciddi zararlar vermektedir. ‘Allah’ın ipine sımsıkı sarılması’ istenen
Müslümanların dini değerlerden uzaklaşarak dünyevi olana
yönelmesi ümmetin parçalanmasına neden olmaktadır. Bugün Kaddafi sonrası
Libya’da, Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de binlerce masum Müslüman, kabileler arası
savaşlar neticesinde ölmektedir. Müslüman ülkelerde yaşanan bu acı hadiseler
karşısında ise Ürdün Haşimi Kırallığı, Suud Arap Kırallığı, Kuveyt ve Katar vb.
gibi yönetimlerinde kabilelerin olduğu devletler, hiçbir şey yapmamakta, ümmet
birlikteliğini gerçekleştirmek için hiçbir adım atmamaktadır.[954] İslam dünyasındaki çoğu ülke bugün
birlikteliğin ve dayanışmanın değil ayrışmanın ve çatışmanın tarafında yer
almaktadır. Bu durum ise geçmişten günümüze kabilecilik ve asabiyet
anlayışının, ümmet birlikteliğine hala zarar verdiğini açıkça ortaya
koymaktadır.
Kabileler Arası İktidar Mücadelesinden Mezhepsel Bölünmeye:
Şii ve Sünni Ayrışma
Hz. Osman döneminde kendini
göstermeye başlayan ve kabileler arası mücadelerle yakından ilişkisi olan bir
başka sorun alanı ise mezhepsel oluşumlardır. Özellikle Hz. Osman’ın halife
seçilmesinden şehid edilmesine kadar yaşanan süreçte ortaya çıkan kabilevi
rekabet, siyasi, sosyal ve iktisadi nedenler bu sorun alanının zeminini oluşturması
açısından önemlidir. Ancak Hz. Osman döneminde kendini gösteren bu sorun alanı
daha sonra yaşanan olayların etkisiyle bazen aynı ortamda çoğu zaman da zemin
ve kılık değiştirerek günümüze kadar varlığını devam ettirmiştir. Bilindiği
gibi mezhep olgusu ister beşeri ister vahyi kökenli olsun bütün dinlerde var
olan, özellikle din kurucusunun veya peygamberin vefatının ardından toplumda
kendini gösteren ihtilaflara bağlı olarak ortaya çıkan evrensel bir olgudur. Bu
anlamda mezheplerin oluşumunda tarihi süreç içerisinde ortaya çıkan siyasi
sosyal ve iktisadi olayların, çekişmelerin, düşüncelerin ve kültürel
yozlaşmaların etkisi büyüktür. “Zira mezhepler dinle birlikte değil, daha
sonraki bir süreçte ete kemiğe bürünerek tarihe çıkmışlardır. Saf bir din
anlayışı olmayıp dönemin soru(n)ları ve konjoktürü ile şekillenirler.”[955] İslam
tarihi tecrübesine baktığımızda mezheplerin ortaya çıkmasında bu durum açıkça
kendini göstermektedir. Bağdâdi ve Şehristâni’ye göre Müslümanlar arasında
ortaya çıkan, Hz. Peygamberin vefatı, Fedek arazisi, Ridde olayları, imamet,
şûra meselesi, Hz. Osman’ın öldürülmesi, Cemel savaşı gibi ihtilaflar mezhepsel
oluşumları besleyen ilk siyasi ve sosyal olaylardı.[956] Dolayısıyla mezhepleri, dini
bir zorunluluktan ziyade insanların akletme, düşünme veya olayları farklı
değerlendirme ve olaylara değişik çözüm önerileri üretebilme gayretinin doğal
bir sonucu olarak ifade etmek mümkündür. [957]
İslam
tarihinin ilk döneminde ortaya çıkan ve mezhepsel oluşumlara etki eden siyasi
ve sosyal olaylar içerisinde zikredilmesi gereken en önemli hususlardan biri
bize göre Hz. Osman döneminde ortaya çıkan kabileler arası ihtilaf ve
rekabettir. Çünkü bu durumun hem geçmişe dayanan hem de geleceğe yansıyan yönü
bulunmaktadır. Ayrıca Hz. Osman döneminde yaşanan kabileler arası ihtilaf ve
rekabetin Hz. Peygamberden sonra sosyal bir boyut kazanması bu durumu anlamlı
kılan bir başka husustur. Tezimizin ilgili bölümünde ifade ettiğimiz üzere
Ümeyyeoğulları ile Hâşimoğulları arasında iktidarı elde etmek için geçmişte
ciddi bir rekabet söz konusu olmuştu. Bu rekabet Hz. Peygamberden sonra şûra
sürecinde kendini tekrar göstermiş ve iki kabileyi halifelik makamı için bir
kez daha karşı karşıya getirmişti. Şûra neticesinde Hz. Osman’ın halife
seçilmesi ve iktidarı döneminde akraba yanlısı bir politika izlemesi bu iki
kabile arasında geçmişten gelen sorun alanlarının büyümesine neden olmuş, var
olan ayrılığı derinleştirmiş ve keskinleştirmişti. Diğer taraftan Hz. Osman’ın
uygulamalarından rahatsız olan diğer kabilelerin de bu sürece dâhil olması
neticesinde Hz. Osman’ın şehit edilmesi toplumda var olan ihtilafları ve
sorunları çözülemez hale getirmişti. Özellikle Hz. Osman’ın şehit edilmesi
gerekçe gösterilerek daha sonra sahabe arasında yaşanan Cemel ve Sıffın savaşı
ve Emeviler döneminde
Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi gibi
siyasi olayların İslam dünyasında dini bir zemine taşınması çözümsüzlüğü
kurumsal bir yapıya dönüştürmüştü. Bu yapının ana unsurunu ise ilk anda
kabilevi rekabet ve siyasi hareket olarak ortaya çıkan, ancak süreç içerisinde
dini bir boyut kazanan Şiilik, Sünnilik ve Haricilik gibi dini siyasi mezhepler
oluşturmuştu.
Hz. Osman döneminden başlayarak
kabilevi rekabetin mezhepsel bölünmeye doğru evrilmesi aynı zamanda Müslümanlar
arasında yaşanan siyasi ihtilafların dini alana taşınmasına neden olmuştu.
Özellikle kurumsallaşma sürecinde olan mezheplerin geçmişte yaşanan olaylara
yönelik farklı okumalar yapması ve bu okumaları din ile irtibatlandırması bu
duruma yol açan ana nedendi. Bu anlamda geçmişte yaşanan iktidar mücadelesi
Şiiler için bir hakkın gasbı, Sünniler için ise faziletlilerin hakkı olarak
görülmüştü. Hariciler için Hz. Osman’ın iktidardan indirilmesi adaletin gereği,
Sünniler için ise halifenin şehid edilmesiydi. Şiiler için imamet, İlahi
Kudretin takdiri- ki bu takdir Ehl-i Beyt’e aittir-, Hariciler için şûranın seçimi,
Sünniler için ise Kureyş’in hakkıydı. Büyük günah işleyen Haricilere göre
kâfir, Mutezileye göre ne kâfir ne mü’min, Ehl-i Sünnete göre ise günahkâr
mü’mindi. Hz. Ali ve taraftarları tahkimi kabul ettiği için Hariciler
tarafından tekfir edilen kimseler iken, vasi olan Hz. Ali’nin yönetim hakkını
elinden alan çoğu sahabi ise Şiaya göre mürtetti.
Mezheplerin kurumsallaşma süreçinde
tarihi olaylara yönelik yapmış oldukları din temelli bu yorumlar, dinin
parçalayıcı ve çatışmacı fonksiyonuna bağlı olarak toplumsal alanda ciddi
krizlerin ve ayrışmaların ortaya çıkmasına neden olmuştu. Artık siyasi ve
sosyal alanda belirleyici olan, ümmet kardeşliğinden çok mezhep aidiyetiydi.
Nitekim başta Hariciler olmak üzere Şia ve Mutezile gibi mezhepler
kendilerinden olmayanları bazen tekfir, bazen tahkir etmişler, bazen de vahşi
bir şekilde öldürmüşlerdi. Örneğin Hariciler, yolda rastladıkları Abdullah b.
Habbab b. Erett ve hamile eşini veya cariyesini Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman ve Hz.
Ali konusunda sorguya çektikten sonra istedikleri cevapları alamadıkları için
acımasızca şehit etmişlerdi.[958] Onlar yolda
rastladıkları bir Müslümanı sırf kendi düşüncelerinden olmadığı için şehit
ederken diğer taraftan Hristiyan birisini öldürmüyor hatta ondan aldıkları
hurma ağacının parasını ödüyorlardı. Şia ise Emeviler döneminde Hz. Ali’ye
yapılan lanete bir tepki olarak kendi iktidarları döneminde ilk iki halife
başta olmak üzere Hz. Osman ve Hz. Aişe’ye aynı şekilde hutbelerde lanet
ediyor, onları aşağılıyorlardı. Mutezile mezhebi ise kendi anlayışını
benimsemeyen kadıları ve âlimleri devlet eliyle özellikle Abbasi halifesi
Me’mun döneminde baskı ve zulümlere maruz bırakıyordu. Kısacası Müslümanlar
arasında ortaya çıkan mezhepsel yorum ve anlayış farkı dini ve sosyal alanda
keskin hatlar oluşturmuştu. Siyasi anlamda ise bu hat dünden bugüne özellikle
Şii-Sünni mezheplerine referansla Emevi- Hâşimi, Fatimi-Selçuklu ve Osmanlı-
Safavi devletleri arasında kendini göstermişti. Şimdi hem dini hem de siyasi
gerekçelere bağlı olarak ortaya çıkan Şii Sünni bloklaşmanın tarihi seyrine
kısaca değinelim.
Kısaca
“Hz. Peygamber ile ashap cemaatinin dinin temel konularında takip ettikleri
yolu benimseyenlere” Ehl-i Sünnet, bu mezhebe bağlı olanlara “sağlam ve doğru
inancı benimseyenler” anlamında Sünni denilmektedir.[959] Ehl-i Sünnet’in başlangıcı
bizim de tezimizde dile getirdiğimiz gibi ilk siyasi ihtilaflara dayanmaktadır.
Hz. Osman döneminden başlayarak Hz. Ali ve Muaviye arasında yaşanan iktidar
mücadelesi ve bu mücadelenin sonunda binlerce Müslümanın öldürülmesi,
iman-küfür sınırı, kader, büyük günah işleyenlerin durumu gibi meselelerin
gündeme gelmesine ve tartışılmasına yol açmıştı. Bu tartışmaların yanında
Şia’nin ilk üç halifeyi gayri meşru görmesine bağlı olarak meydana gelen
ihtilaflar, Ehl-i Sünnet ve-l Cemeat kavramını gündeme getirmiş ve Sünnet
kavramıyla ‘ashabın genel temayülü’ cemaat kavramıyla da ‘çoğunluğun siyasi
görüşü’ ifade edilmeye çalışılmıştır. Bu anlayış çerçevesinde Şiilere karşı hem
dört halifenin hem de Muaviye’nin meşruiyiteni kabul edenlere Osmaniyye
denilmişti. Bu isimlendirmeyle birlikte Müslümanlar, hariciler dışarda
tutularak siyasi anlamda büyük çoğunluğu teşkil eden Osmaniyye ve azınlık
durumunda bulunan Şia gibi iki gruba ayrılmıştı.[960]
Bu ayrılık daha sonraki süreçte hem
siyasi hem dini hem de sosyal gerekçelerle derinleştirilerek Sünni-Şii
mücadelesine dönüştürülmüştü.
Şia mezhebi ise kendisini Hz. Ali ve
onun kızı Fatıma’nın soyundan gelen imamların günahsız ve masum olduğuna
inanan, onların nas ve tayinle atandığını iddia eden İslam fırkalarının ortak
adıdır. Hz. Ali neslinin iktidara gelmesini arzulayan bazı grupların, Özellikle
Emevi iktidarının sonlarına doğru Hz. Ali soyuna mensup bazı kişiler için
rec’at, gaybet, mehdilik, nas ve tayin gibi fikirleri ileri sürmesi ve bu
fikirlerin zamanla bazı kesimler tarafından benimsenmiş olması Şiiliğin
teşekkülüne zemin hazırlamıştır. İslam tarihinin ilk dönemlerinde temel çıkış
noktalarını Emevi muhalifliği ve Hz. Ali neslinin iktidara gelmesi üzerine
kuran Şiiler, iktidarı elde edememelerine bağlı olarak bu muhalif tavırlarını
Emevilerden sonra kurulan Abbasiler döneminde de göstermişler ve iktidara sahip
olmak için amcaoğullarıyla ciddi kavga ve mücadele içerisine girmişlerdir.
Şiilerin durumu ancak Buveyhilerin Abbasi iktidarına el koyması neticesinde
değişmiştir. Şii bir aileye mensup Büveyhilerin iktidara gelmesi, Şiilere
mezhebi düşüncelerine kaynaklık edecek olan birçok eserin yazılı hale
getirilmesine fırsat sunmuş ve bu dönemde dini ayin ve törenlerini rahatlıkla
icra edebilmelerine imkân tanımıştı. Diğer taraftan Şiiler bu dönemde sahip
oldukları güce ve kavuşmuş oldukları rahatlığa bağlı olarak Sünnilere karşı
olumsuz davranışlar sergilemeye ve taşkınlıklar yapmaya başlamışlardı. Bu durum
ise Sünnilerin bir araya gelmelerine yol açarak ilk defa Şii-Sünni
kutuplaşmasını başlatmıştı.[961]
Selçuklular döneminde ise Şiilere
karşı gösterilen baskıcı tavır, onları belli bir süre geri planda kalmaya itmiş
olsa da Moğolların Selçuklu iktidarına son vermeleri neticesinde özellikle İran
ve Bağdat’ta tekrar hâkim konuma gelmişlerdi. 15. Yüzyılda ise Sünniler ve
Şiiler arasında şiddetli çatışmalar meydana gelmiş, bu çatışma alanı Safevi ve
Osmanlı döneminde derin boyutlara ulaşmıştı. Bu dönemde bir tarafta kendi
gücünü göstermek ve hâkimiyetini sağlamlaştırmak adına Sünnilere baskı
uygulayan bir Safevi devleti, diğer tarafta kendi siyasi anlayışı çerçevesinde
Sünniliği savunan Osmanlı devleti vardı. Şiiliğin koruyuculuğunu Safeviler,
Sünnilerin koruyuculuğunu ise Osmanlılar üstlenmişti. Bu dönemde iki devlet
arasındaki siyasi rekabet, mezhepsel kimlikleri üzerinden meşrulaştırılmaya
çalışılmıştı. Daha sonraki süreçte özellikle Safevi devletinin yıkılmasıyla
birlikte İran Şah’ı Nadir’in ve Osmanlı padişahı II. Abdulhamid’in Şii Sünni
mezhepleri arasında bir uzlaştırma gayretleri olmuş ancak klasik kaynaklarda
yer alan ön yargılar ve düşmanca tavırlar nedeniyle beklenen sonuç elde
edilememiştir. İran devrimi, doksanlı yıllarda Lübnan ve Irakta meydana gelen
gelişmeler, özellikle Irak’ta Şiilerin iktidara gelmesi gibi faktörler ise son
dönemde Sünni bilinçlenmeye ve mezhepsel kimliklerin tekrar harekete geçmesine
neden olmuş ve bu durum ise iktidarları değiştirmek için yeni mücadele
alanlarına yol açmıştı.[962]
Modern dönemde ise Şii-Sünni
ilişkilerinde başta İran devrimi olmak üzere birçok husus belirleyici olmuştu.
İran devrimi bir taraftan Sünni olsun Şii olsun bölgedeki İslamcıları harekete
geçirirken diğer taraftan İran’ın jeopolitik konumunun yükselmesine yol
açmıştı. Ayrıca bu devrim bölgedeki Şii azınlıkların cesaretlenmesine,
kimliklerinin güçlenmesine, mezhepsel bilinçlerinin ve iktidarı ele geçirme
hırslarının artmasına neden olmuştu. Yine devrimden sonra İran-Irak savaşı
etrafında oluşturulan algı modern dönemde Sünni Şii bloklaşmada önemli bir
fonksiyon üstlenmişti. Bu savaşla sanki Suudi Arabistanın desteklediği Irak’ın
dolayısıyla Saddam Hüseyin’in Sünni bloku temsil ettiği, İran’ın ise Şii dünya
için savaştığı algısı oluşturulmuş ve bu algı mezhebi gerilimin artmasına yol
açmıştı. Modern dönemde Şii-Sünni ilişkilerine etki eden bir başka husus ise
ABD’nin Irak’ı işgali ve burada Şii merkezli yönetimin iktidara getirilmiş
olmasıdır. İktidara gelen Şii yönetimin Irak’ta Sünniler üzerinde yapmış olduğu
baskı ve Sünnileri demografik olarak azaltma politikaları bu bölgede bazı
devletlerde rahatsızlığa ve büyük bir tepkiye neden olmuştu. Özellikle İran’ın
bu bölgede hâkimiyetini artırmasına bağlı olarak Irak’ın Arap kimliğini
kaybetmesinden korkan Suudi Arabistan, bu alana ilgisini artırarak hem
Suriye’de hem de Yemen’de Şii bloğun karşısında durmayı kendisine vazife
kılmıştı.[963] Bu durum
ise modern dönemde Şii Sünni ilişkilerinde siyasi amaçlar için mezhepsel
çatışmaların tekrar yaşanmasına yol açmıştı. Hatta Müslüman toplumlar kendi
tarihlerinde hiç olmadığı kadar din, mezhep ve etnik temelli bir çatışmaya
doğru sürüklenmişti. Nitekim son yıllarda İslam dünyasında Şii ve Sünni-Selefi
ekolleri temsil ettiklerini ifade eden devletler arasında yaşanan güç
mücadelesi milyonlarca masum insanın ölmesine neden olmuştu. Daha kısa bir
zaman önce, 1980 yılında patlak veren ve sekiz yıl süren İran-Irak savaşında
bir milyona yakın müslüman ölmüş, iki milyon civarında insan da yaralanmıştı.
Irak tarafından başlatılan bu savaşın gerekçelerinden biri ise İran’daki Şii
hükümetin Irak’ta yaşayan Şiileri Sünni hükümete karşı harakete geçirme
endişesiydi. Bugün Suudi Arabistan, aynı gerekçelerle Yemen’deki Şii kökenli
Husilere karşı operasyon yapmaktadır. Yemen’de süren bu mezhep temelli savaş
ise ülkeyi dünyanın en fakir ülkesi yapmış ve binlerce insanın ölmesine neden
olmuştur.
Diğer
taraftan modern dönemde bu bölgelerde yaşanan iktidar mücadeleleri ve dışardan
gelen müdahaleler bugün İşid ve Boko Haram gibi harici temelli aşırı grupların
ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Bu gruplar, dini metinleri kendi
ideolojisi çerçevesinde yorumlayarak tıpkı Hariciler gibi İslam dinin temel
ilkelerine aykırı eylemlerde bulunmuş ve kendi düşüncesinde olmayan insanları
vahşice öldürmüşlerdir. Dolayısıyla dün Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle başlayan
acı olaylar, bugün bir Müslümanın Allahu Ekber nidalarıyla başka bir Müslümanı
öldürmesiyle devam etmektedir. Ne üzücüdür ki bugün İslam dünyasında yeni
Kerbala’lar yaşanmakta, bazılarının iktidar hırsına masum insanlar kurban
edilmekte, bu durum ise birlik ve beraberliğin sağlanmasını imkânsız
kılmaktadır. Peki, Müslümanlar arasında birlik beraberliği imkânsız kılan,
toplumsal parçalanmaya etki eden ve mezhepsel çatışmalara neden olan hususlar
nelerdir? Neden Şii ve Sünni mücadeleler dünden bugüne varlığını hala devam
ettrirmektedir?
Mezhepler arası gerilimlerin ve
çatışmaların altında yatan en önemli sebeplerden biri hiç şüphesiz
kendilerinin, dinle özdeş olmamalarına rağmen din yerine konulması ve din gibi
algılanmalarıdır. Onlar tarihi süreçte kendilerine “kurtuluşa erecek fırka”
veya Allah tarafından seçilmişlik gibi özel bir misyon yükleyerek, zaman zaman
kendilerini dinin gerçek sahibi olarak görmüş, kendilerinden farklı düşünen,
kendi ilkelerini kabul etmeyenleri tekfir etmiş, mallarını ve canlarını helal
saymıştır. Onlar için tek hakikat kendi görüşleridir. Abdulkadir Bağdadi’ye
göre bu hakikati kabul etmeyen İmamiyye Şia’sı Mütezile gibi mezhepler “sapık
ve zındık”, ve “ümmetin Mecusileri ve Hristiyanları”dır. Şiilere göre ise herhangi
bir imama tabi olmadan ölen cahiliye ölümü üzere ölmüştür. Dolayısıyla bütün bu
hakikat savunuculuğu ve tekfir mekanizması mezhepsel birlikteliğin ve toplumsal
bütünlüğün önünde en büyük engel olarak durmaktadır.[964] Diğer taraftan mezhep
aidiyetinin zamanla bağnazlığa ve dışlamacılığa dönüşmesi, tarihte yaşananlara
refaranslar yapılarak Müslümanlar arasındaki farklılığın pekiştirilmesi
mezhepler arasındaki çatışmayı artıran hususlardır. Bugün mezhepler
varlıklarını devam ettirebilmek ve kendi etki alanlarını genişletmek için diğer
mezheplere karşı düşmanca bir tavır sergileyerek kimliklerini yeniden inşa etme
gayreti içerisindedirler. Kimlikleri için gerekli olan malzemeyi ise tarihin
geçmiş sayfalarında arayıp bulurak, kendi bakış açılarına göre yeniden
yorumlamaktadırlar. Bu yorumlamanın neticesinde ise tarihteki bir olay, bir
kişi, bir sembol dinin ve inancın bir parçası haline getirilmekte ve
karşıtlığın bir aracı olarak kullanılmaktadır. Artık tarihte olmuş bitmiş bir
olaya, yaşayan bir şahsa veya sembole yapılan bir saldırı mezheplerin kendi
kutsallarına yapılmış bir saldırı olarak algılanmakta ve bu saldırıları ortadan
kaldırmak için çatışma ve savaş makul görülmektedir.
Mezhepler arası mücadele ve
çatışmaların bir başka nedeni ise iktidarı elinde bulunduranların kendi
otoritelerini devam ettirmek, ekonomik çıkarlarını korumak adına mezhepleri
siyasetlerine alet etmeleri, otoriteleri için mezhepsel farklılıklardan
istifade etme arzularıdır. Ayrıca iktidarda bulununların kendi mezhebinden veya
dini düşüncesinden olmayan toplumsal gruplara karşı sert bir politika izlemesi,
dış müdahaleler ve ikdisadi nedenler İslam dünyasında çatışmayı artıran diğer
sebepler olarak kendini göstermektedir. Özellikle dış müdahaleler ve yabancı
işgaller Ortadoğu’da Şii Sünni çatışmasını artıran etkenleler arasında yer
almaktadır. Örneğin İşid’in ortaya çıkmasında ve Irak’ta yerel güçlerin
özellikle Sünnilerin İşid’i bir “kurtuluş ordusu” olarak görmesinde
Amerikan’nın işgalinin büyük etkisi olmuştu. Çünkü Amerika’nın Irak’ı
işgalinden sonra ortaya koymuş olduğu Şii merkezli politika mezhep kavgası ve
mezhepçi temizlik hareketinin yaşanmasına neden olmuştu. Bu dönemde ABD’nin
desteğini alan Şiiler ise Bağdat’ta birçok mahalleyi Sünnilerden arındırmış,
Sünnileri şehirden kovmak için mücadele etmiş ve nihayetinde şehri Şiilerin
çoğunlukta yaşadıkları bir yer kılmışlardı.[965] Diğer taraftan bu bölgede
yaşayan insanların gündelik ihtiyaçlarını karşılamada sorunlar yaşamaları,
açlık ve sefalet içerisinde her gün süren çatışmalar arasında yaşam mücadelesi
vermeleri ve dini bilgideki yetersizlikleri onların neoselefi hareketlere
katılmalarına neden olmaktadır. [966] Bu durum ise mezhepler
arasında yeni çatışma alanlarının ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir.
İslam dünyasında artan bu mezhepsel
gerilim ve çatışma alanını daraltmak için Müslümanlar hem entelektüel zeminde
hem de siyasi zeminde belli adımlar atmak zorundadır. Bunların başında
siyasetin teo-politik siyaset yerine daha çoğulcu ve demokratik bir siyaset
tarzını benimsemesi gelmektedir.[967] Ayrıca mezhepsel farklılıklar
arasındaki gerilim ve çatışmanın azaltılması için medotolojik bir kabulün
toplumsal zeminde kendisine yer bulması gerekmektedir. “Metodolojik kabul, -her
bir mezhebin kendisi dışındaki mezhepleri kabulü- görüş ve düşüncelerini kabul
etme zorunluluğu olmadan, onların da birer mezhep olarak tanınmaları, ona
inananların rahatça görüşlerini ifade edebilecekleri ortamın sağlanması”[968] anlayışını
içerisinde barındırmaktadır. Diğer taraftan genelleyici yaklaşımlardan kaçarak
insanların birbirlerine saygı duymalarını sağlamak, mezhep kardeşliğinden
ziyade İslam kardeşliğine vurgu yapmak, kurucu ilkelere dönmek, tarihi mezhep
taassubundan arındırarak yazmak, diyalog ve iletişimi engelleyen mezhebi
metinlerin eleştirisini yaparak yeniden ele almak ve eskiye ait Şii-Sünni
çatışmacı dilini geride bırakarak yeni nesil için yeni söylemler geliştirmek
mezhepler arası çatışmayı azaltacak adımlar olarak ifade edilebilir.[969]
Kaydı Hayat Yönetim Anlayışından Mülk Haline Getirilen
Devlete
Geçmişten günümüze İslam dünyasında
kendini gösteren bir başka sorun alanı ise devletin kim tarafından ve nasıl
yönetileceği meselesidir. Öyle ki bu mesele daha Hz. Peygamberin cenazesi
ortada iken gündeme gelen ve uğrunda en çok kan dökülen konulardan birisidir.
Bilindiği üzere Hz. Muhammed, peygamberlik görevinin yanında devlet başkanlığı
görevini de yürütmekteydi. Hz. Peygamber vefat edince O’nun dini olan
peygamberlik görevi sona ermiş, dünyevi olan devlet başkanlığı görevi ise
yerine geçecek kişi belirlenmediği için ortada kalmıştı. Bunun üzerine Hz.
Peygamberin arkadaşları günün siyasi ve sosyal şartlarını dikkate alarak ve
gelenekten de faydalanarak yönetici sorununu çözmeye çalışmışlardı. Ancak
sahabe tarafından, özellikle geleneksel anlayıştan istifade edilerek uygulamaya
geçirilen yönetim anlayışı devlet idaresinde bir takım sorunlar yaşanmasına
neden olmuştu ki bu sorunlar günümüz Müslüman toplumlarında hala devam
etmektedir.
Geleneksel yönetim anlayışının neden
olduğu en önemli sorunlardan biri devleti yönetecek kişinin ‘kaydı hayat’ şartı
ile bu göreve gelmesi ya da getirilmesidir. Bu yönetim anlayışında kabile reisi
seçilen kişi, görevini ölünceye kadar sürdürür ve herhangi bir olağan üstü
durum olmadığı sürece kendisinden kabile reisliğini bırakması talep edilmez.
Özellikle görevi devralıp kendisine biat edildiğinde, iyi olsun kötü olsun
herkesin ona itaat etmesi esastır. Hiç kimse iktidarı elde etmek için reisin
yerine geçme iddiasıyla ortaya çıkamaz. Kabile reisinin uygulamaları ile ilgili
herhangi bir rahatsızlık durumu ortaya çıkarsa bu durum meşru bir zeminde dile
getirilir. Görüş ayrılığı ya da icraatlerden dolayı duyulan rahatsızlık hiç
kimseye reisin görevi bırakması yönünde çağrıda bulunma hakkı vermez. Ayrıca
iktidarda bulunanlara karşı herhangi bir itham ve iddia gündeme getirilse dahi
bunların doğru olup olmadığını inceleyecek ve gereğini yerine getirecek
kurumsal bir alt yapı da söz konusu değildir. Bu durum ise iktidarın almış
olduğu kararları hesap sorulamaz hale getirmekte, muhalefette bulunanların
iktidara karşı meşru zeminde hareket etmesini ve yönetime dâhil olmasını
engellemektedir.[970]
Hz. Peygamberin vefatının ardından
geleneğe bağlı olarak sahabe tarafından halifelik için uygulanan ve yukarıda
kısaca özetlenen bu ‘kaydı hayat’ yönetim anlayışı, o gün için alternatifi
olmayan bir yöntem olmuş olsa da bize göre siyaseten içerisinde bir takım
problemleri ve riskleri barındırmaktadır. ‘Kaydı hayat’ anlayışının içerisinde
taşıdığı en önemli risklerden biri, iktidardakilerin devleti bir mülk olarak
görmesine sebebiyet vermesidir. Ömür boyu yönetimde bulunma ve yaptıklarından
dünyevi olarak la yüs’el olma anlayışı, iktidarda bulunan bir kimse için
kendisine emanet edilen görevin zamanla bir mülk olarak görülmesine sebebiyet
vermektedir. Devletin bir mülk olarak görülmesi, idareyi liyakat ve adaletten
yoksun kılma, statükocu bir yönetim sergileme ve kendi rant ekonomisini
oluşturma gibi yönetsel zafiyetlerin içerisine sürüklemektedir. Bu durum ise
toplumun hem siyasi hem sosyal hem de iktisadi anlamda bir takım problemlerle
karşı karşıya kalmasına yol açmaktadır.
Ümeyyeoğulları şûra sürecinde
iktidarı elde etmek için büyük çaba sarf etmişler, Hz. Osman’ı halife seçtirmek
için hem kamuoyu hem de şûra üyeleri nezdinde ciddi faaliyetlerde bulunmuşlardı.
Bize göre bu çabanın ortaya konmasında, ‘kaydı hayat’ şartıyla iktidarı elinde
bulundurma anlayışının etkisi büyüktür. İktidarı elde eden Ümeyyeoğulları
zamanla kendilerine emanet edilen devlet yönetimini kendi mülkleri haline
getirmişlerdi. Öyle ki daha Hz. Osman halife seçilir seçilmez,
Ümeyyeoğulları’nın o dönemdeki lideri Ebu Süfyan, kendi kabile üyelerine
çağrıda bulunarak ‘hilafeti bir top gibi kendi aralarında döndürmelerini ve
çocuklarına miras bırakmalarını’ tavsiye etmiş ve bu mülkün hiçbir zaman
kendilerinden gitmesini istememişti. Aynı şekilde Kûfe’de göreve getirilen
Velid b. Ukbe, valilik makamını tadılması gereken bir mülk olarak görmüş, Sa’id
b. el-As ise Sevad arazisinin tümünü Kureyş’in bahçesi olarak olarak ifade
etmişti. Hz. Osman ise, verdiği emri yerine getirmeyen hazineden sorumlu
Abdullah b. Erkam’a ‘sen bizim hazine memurumuzsun’ diyerek tepki göstermiş,
Abdullah’ta “ben Müslümanların beytülmâlinin gözeticisiyim, senin sülalenin
hazine bekçisi değilim.” diyerek bu anlayışa karşı çıkmış ve görevinden istifa
etmişti. On iki yıl süren halifeliğin sonunda ise Hz. Osman, kendisine
Müslümanlar tarafından emanet edilen görevi artık ‘Allah’ın kendisine giydirmiş
olduğu bir gömlek’ olarak yorumlamış ve bu gömleği ömrünün sonuna kadar çıkarmayacağını
ifade etmişti.
Ümeyyeoğulları’nın devleti kendi
mülkleri gibi görme anlayışı, iktidarın uygulamaya geçirdiği siyasi ve iktisadi
kararlara dolaylı ve direkt olarak hemen yansımıştı. Hz. Osman halife seçilir
seçilmez bu anlayışı da dikkate alarak idari kadroların hemen hepsine kendi
akrabalarını atamış ve istişare meclisini Ümeyyeoğulları’ndan oluşturmuştu.
Çünkü mülke sahip olmanın gereği adalet ve liyakatten çok kendine yakın olanı
görevlendirmekti. Ayrıca devletin bir mülk olarak algılanması beraberinde sahip
olunanı istediğine dağıtma anlayışını getirmekteydi. Bu nedenle Hz. Osman
devletin hem idari hem iktisadi imkânlarını kendi akrabalarıyla paylaşmıştı. O,
Sevad arazisini kendi kabilesinden olanlara ikta olarak dağıtmış, ganimetlerden
akrabalarına bol bol ihsanda bulunmuştu. Bütün bunlar zamanla statükocu bir
tavrın ve oligarşik bir yapının ortaya çıkmasına neden olmuştu. Ümeyyeoğulları
mülke yani devlete sahip olmaları nedeniyle her şeyi yapmayı kendilerinde bir
hak olarak görüymüş, Medine sokaklarında ‘falan geliyor savulun’ diyerek
insanlara rahatsızlık vermiş, ‘biz Kureyş’iz’ diyerek başkalarına karşı alaycı
bir tavır takınmışlardı. Yapılan yanlışlar dile getirildiğinde ise insanlar
dövülmüş, maaşları kesilmiş hatta sürgüne gönderilmişlerdi. Çünkü onlar kaydı
hayat yönetim anlayışına göre yaptıklarından hesaba çekilemezdi, çekilse dahi
yapılanları denetleyecek bir yapı da yoktu. Dolayısıyla geleneksel siyaset
anlayışının ortaya çıkardığı bakış açısı sorun üretmeye başlamış, üretilen sorunlara
da cevap verememişti. Bu durum ise ölünceye kadar devleti yönetme ve
yönettiğini bir mülk olarak görme anlayışının darbelerle son bulmasına neden
olmuştu.[971]
Adalet ve Liyakatten
Nepotizme
Geçmişten günümüze insanların huzur
ve mutluğu genellikle iki sebeple ya kazanılmış ya da kaybedilmiştir. Bunlardan
birincisi adalet ikincisi ise ehliyettir. Bir toplumda emanetler ehline verilir
ve adalete riayet edilirse huzur ve güven kendini gösterir. Eğer emanete
hıyanet edilir, iş ehline verilmez ve işi ehline verme konusunda adalet
gözetilmezse o zaman o toplumda huzursuzluk, güven bunalımı, kavgalar ve
şavaşlar kendini göstermeye başlar. Hz. Peygamber’in ifadesiyle emanet ehline
verilmediği zaman “kıyamet kopar”, devlet idaresi keyfileşir, fitne ve fesad
toplumsal alana hakim olur, güven zedelenir ve neticede kaos ve kargaşa ortaya
çıkar. Böylece devletin ve milletin kıyameti kopar, geleceği kararır, adalet
tesis edilmediği için hem devlet hem de millet zulüm görmüş olur.[972] Bu nedenle
Kur’an’ı Kerim’de emanetin ehline verilmesi emredilmiş ve “Allah size,
emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman
adaletle hükmetmenizi emreder...”[973] buyrulararak
inananlardan bu konuda hassasiyet gösterilmesi istenmiştir. Hz. Abbas’ın ehli
olmadığı bir işi Hz. Peygamberden talep etmesi bu ayetin indiriliş gerekçesi
olarak gösterilmektedir. Hz. Peygamber Mekke’yi fethettiğinde Kâbe hizmetleri
ile ilgili birçok uygulamayı gözden geçirmiş, bazılarını kaldırmış bazılarını
ise yeniden düzenlemişti. Düzenleme yapmış olduğu işlerden biri olan Mescidi
Haram ve çevresinin bakım hizmetleri, yıllardan beri Abdüddaroğulları adına
Osman b. Talha tarafından yürütülmekteydi. Peygamberimiz Osman b. Talha’dan
Kâbe’nin anahtarını aldığında Abbas anahtara elini uzatarak “Ya Resülullah
Sikâye (su hizmetleri) ve Hicâbe (örtü ve anahtarın korunması) bizim olsun”
dediğinde bu ‘emanet ayeti’ inmiş ve bunun üzerine Hz. Peygamber anahtarı Osman
b. Talha’ya tekrar vermişti.[974] İslam
tarihinde yaşanmış bu hadiseye ilahi emirle müdahale edilmesi ve yanlışın
vahiyle düzeltilmesi emaneti ehline teslim etmenin önemini açıkça ortaya
koymaktadır. Dolayısıyla kim olduğuna bakılmaksızın işi ehliyet ve liyakat
sahibine teslim etmek hem görevi veren hem de alan açısından büyük bir
sorumluluğu ifade etmektedir.
Kur’an’ı Kerim tarafından ortaya
konan emaneti ehline verme ilkesi hem Hz. Peygamber tarafından hem de ilk iki
halife tarafından dikkate alınan ve uygulamaya geçirilen bir ilkedir. Bu ilke
çerçevesinde devlet idaresinde görevlendirmeler yapan Hz. Peygamber, ehliyet ve
liyakat açısından yeterli olmamasına rağmen kendisinden makam ve mevki
talebinde bulunan arkadaşlarına sorumluluk vermemişti. Nitekim “Ya Resulalllah
beni âmil olarak görevlendirmiyor musun?” diyen Ebu Zer’e: “Ey Ebu Zer, sen
zayıf bir kimsesin. Bu görev ise bir emanettir. Layık olduğu için onu alan ve
gereğini hakkıyla yerine getirenler dışında (bu tür görevler) kıyamet günü
rezillik ve pişmanlıktır.”[975] diyerek
emaneti sahiplenmede ehliyet ve liyakatin önemine dikket çekmişti. Hz. Peygamberin
vefatının ardından halifelik görevini üstlenen Hz. Ebu Bekir’de yöneticilerini
ehil insanlardan seçmeye gayret göstermiş, akrabalık, eş, dost, nüfuz gibi
hususları yönetici atamada hiçbir zaman dikkate almamış ve vazifeye ehil ve
layık olanları atamıştı. Adaletiyle ün salmış Hz. Ömer ise Ebu Lü’lü tarafından
hançerlenmesinin ardından halifelik makamına ısrarla oğlu Abdulah’ın
bırakılması yönünde tavsiyede bulunan arkadaşlarına “hanımını dahi boşayamayan”
birini nasıl devletin başına tayin ederim diyerek bu talebleri geri çevirmişti.
Hz. Ömer halifeliği sürecinde idari kadrolara yönetici atama veya azletmede
temel refarans olarak ehliyet ve liyakatı almıştı. O etrafında aşere-i
mübeşşere’den, Bedir ashabından binlerce insan olmasına rağmen, insan yönetmede
ve idare etmede kabileyetli olan Amr b. A’s, Muğire b. Şu’be gibi kişileri
yönetici olarak atamış, yönetimde zafiyet gösteren ve idari açıdan zayıf olan
Ammar b. Yasir ve Şurahbil b. Hasene gibi sahabeleri görevden almıştı.[976] Ayrıca Hz.
Ömer, hiçbir zaman akrabalarını önemli görevlere getirmemişti. Hatta O,
amcaoğlu ve aynı zamanda eniştesi olan Sa’id b. Zeyd’i aşere-i mübeşşere’den
olmasına rağmen akrabası olduğu için şûraya dâhil etmemişti. Dolayısıyla hem
Hz. Peygamber hem de Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer devlet yönetiminde ehliyet ve
liyakate özen göstermiş, istismara ve iltimasa neden olmaması için akrabalarını
idari pozisyonlara getirmemişti.
Hz.
Osman iktidara geldiğinde ise seleflerinden tamamen farklı bir yönetim anlayışı
ortaya koyarak yönetici görevlendirmelerinde ehliyet ve liyakatten çok akraba
ilişkilerini dikkate almış ve ona göre atamalarda bulunmuştu. Hz. Peygamber Hz.
Ali hariç hiçbir Hâşimi’yi önemli görevlere getirmemişken, Hz. Ebu Bekir ve Hz.
Ömer özelikle akrabalarını idari görevlerden uzak tutarken, Hz. Osman bütün
önemli valiliklere, devlet kâtipliğine kendi akrabalarını atamış ve devletin
iştişare meclisini Ümeyyeoğulları’ndan oluşturmuştu. Halifenin bu atamalarda
refarans kaynağı bize göre ehliyet ve liyakatten çok akraba yakınlığı yani
nepotizmdir. Her ne kadar bazı tarihçiler tarafından Hz. Osman’ın atamış olduğu
akrabalarının görevlerinde başarılı kişiler olduğu ifade edilmiş olsa da bu
kanaat bize göre çok doğru değildir. Nitekim başarılı görülen Velid b. Ukbe
Kûfe’ye vali olarak atandığında şûra üyesi ve Kûfe valisi
Sa’d b. Ebu Vakkas’ın Velid’e “bu göreve gelmek için senin mi zekân arttı yoksa
biz mi ahmaklaştık” diyerek tepki göstermesi bu atamanın liyakatten çok uzak
olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Ayrıca İslam devlet yönetiminde ehliyet ve
liyakatın yanında ahlaki tavır ve davranış da önemli görevlere atanacak
kişilerde aranan özellikler arasında yer almaktadır. Bu anlamda Velid’in içki
içtiği, namazı sarhoş olarak kıldırdığı gibi rivayetler dikkate alındığında Hz.
Osman’ın bu atamada çok da seçici davranmadığı görülmektedir. Diğer taraftan
uzun yıllar babasının sürgün cezası nedeniyle Taif’de yaşayan Mervan b.
Hakem’in hiçbir siyasi tecrübesi olmamasına rağmen yirmili yaşlarda devletin en
önemli kurumunun başına getirilmesini ehliyet ve liyakatle açıklamak mümkün
değildir. Bu olsa olsa nepotizmdir. Dolayısıyla Hz. Osman’ın ortaya koymuş
olduğu bu yönetim anlayışı problemli ve sorunlu bir anlayıştı. Daha önce ifade
ettiğimiz üzere ehliyet ve adalet toplumun huzurunun mihenk taşlarıdır. Bu
taşlarda sarsılma meydana geldiğinde toplumda huzur ve güven kalmaz ve adalet
duygusu zayıfladığında iktidarın hiçbir adımı toplumsal zeminde karşılık
bulmaz. Nitekim Hz. Osman’a döneminde yapılan en büyük eleştiri uygulamış
olduğu akraba yanlısı poltikadan kaynaklanmıştır. Bu politikadan dolayı Hz.
Osman adaletten uzaklaşmakla itham edilmiş ve adaleti terkettiği için görevi
bırakması kendisinden istenmiştir. Akraba yanlısı politikanın bir sonucu olarak
toplumsal zeminde güven kaybeden Hz. Osman, en zor anında yalnız kalmış,
kendisine uzanacak bir el bulamamıştır. Medine’de Hz. Osman isyancılar
tarafından kuşatıldığında Hz. Peygamberin sahabeleri ‘Osman falancaya yedirdi,
falancayı besledi falancayı görevlendirdi, kendisine onlar yardım etsin’ diyerek
halifeyi isyancılarla başbaşa bırakmışlardı. Kısaca ehliyet ve liyakatten
yoksun bir yönetim anlayışı Hz. Osman döneminde huzurun, mutluluğun ve refahın
kaybolmasına, kaosun, karkaşanın ve İslam ümmetinin kıyameti yaşamasına neden
olmuştu.
Belirli bir zaman ve mekânda ortaya
çıkan toplumsal olayların, meydana geldikleri anda sosyologlar tarafından her
zaman gözlemlenmesi, değerlendirilmesi ve yorumlanması pek mümkün değildir. Bu
nedenle sosyolog, özellikle geçmişte yaşanan toplumsal olay ve olguları
değerlendirmek ve bu değerlendirmenin ardından belli ilkelere ulaşmak
istediğinde tarihi bilgi ve belgelere müracaat etmek zorundadır. Bu açıdan
tarih, sosyolog için bir labaratuvar niteliğindedir. Sosyolog, tarih
labaratuvarında belli bir döneme dair araştırma yaparken sosyolojik bakış
açısıyla hareket eder ve olaylara dair farklı sorular sorarak görülmeyeni
göstermek ve düşünülmeyeni düşündürmek ister. Sosyoloğun derdi tarihte yaşanmış
olayların öncesini ve sonrasını, toplumsal zeminini, bugüne yansımalarını belli
sosyolojik ilkeler çerçevesinde ortaya koyarak dönemi anlamaya çalışmaktır.
Aslında ortaya konan bütün çaba dünü, bugünü ve geleceği inşa eden insanın
yapıp etmelerini anlamak ve anlamlandırmaktır. Bizde bu çerçevede İslam
tarihinde önemli bir yere sahip olan ve Müslümanlar açısından toplumsal
kırılmaları içerisinde barındıran Hz. Osman dönemini bu sosyolojik bakış
açısıyla anlamaya ve yorumlamaya çalıştık. Tarihi ve kişileri kutsamadan, belli
ideolojiler çerçevesinde geçmişe yaslanmadan sadece olanı bir bütünlük içinde
inceleme gayreti içinde olduk. Bu inceleme, anlama ve yorumlama çabasını,
sosyolojinin bize sunmuş olduğu medot ve yöntemlerle ortaya koymak istedik.
Neticede Hz. Osman döneminde ‘Ne oldu’ sorusunu sorduk ve bu soruya sosyolojinin
kavramlarıyla cevap vermeye çalıştık. Şimdi bu soruların cevaplarını kısaca
özetlemeye çalışalım.
Şu bir gerçektir ki
dün bugünden, bugün gelecekten kopuk değildir. Geçmişin bugüne yansıyan birçok
yönü ve etkisi vardır. Bu etkiyi belirlemek için ise geçmiş toplumun zihni,
siyasi, iktisadi, dini ve kültürel yapısını ortaya koymak elzemdir. Hicaz Arap
toplumunun da bu anlamda İslam’dan önce zihin dünyasını belirleyen temel
unsurlar yaşadıkları coğrafya, katı gelenekçilik, ben duygusu ve dünyevi
bağlılıktır. Çöl hayatı Arapları güçlü kılmaya, güçlü olmak için ise mala,
mülke ve evlada sahip olmaya zorlamış, onları sade düşünmeye ve anlık yaşamaya
itmiştir.
Hicaz bölgesinin bulunduğu coğrafya,
sahip olduğu iklim şartları ve sosyal yapı bu bölgede güçlü bir devletin
kurulmasını olumsuz etkilemiştir. Arazinin genişliği, tabiatın sertliği, ulaşım
şartlarının zorluğu, bedeviliğin yaygın oluşu, kabileler arası rekabet ve savaş
belli bir devletin ortaya çıkmasını ve gerçek manada bir politakanın icra
edilmesini engellemiştir. Bedevi ve hadari bir yaşam tarzına sahip olan
Araplarda esas olan kabile ve asabiyettir. Arap toplumunda kabile beden,
asabiyet ise bu bedenin ruhu gibidir. Hicaz bölgesinin iktisadi yapısını
belirleyen en önemli husus ise ticaret ve ganimettir. Tarım ve hayvancılık
coğrafi yapıya ve iklim şartlarına bağlı olarak sınırlıdır. Hicaz bölgesindeki
ticari hayat dini ve kültürel unsurlarla canlı tutulmuş, Kâbe ve panayırlar
sayesinde ticaret uluslararası boyuta taşınmıştır. Bu bölgede İslam’dan önce tek
bir dini anlayıştan bahsetmek mümkün değildir. Hem inanç hem dini ritüeller
konusunda parçalı bir durum söz konusudur. Ancak hâkim olan dini anlayış puta
tapıcılıktır. Araplar genellikle çölde ve göçebe olarak yaşadıkları için
kültürel unsurları çölün kendilerine sunmuş olduğu imkân çerçevesinde
şekillenmiştir. Çöl hayatının zaruretleri çerçevesinde ortaya çıkan astroloji,
meteoroloji, kıyafet ve firaset ilmi bu kültürel unsurlardan bazılarıdır.
Ayrıca Araplardaki asabiyet duygusu ve geçmişe bağlılık atalarını tanıma
konusunda belli hassasiyetin ortaya çıkmasına neden olmuş, bu hassasiyet ise
soy ilmi denilen ‘İlmu’l Ensab’ın gelişmesine yol açmıştır. Arapların
atalarıyla övünme arzusu şiir kültürünü yaygınlaştırmıştır. Bu nedenle kültürel
hayatta sözlü gelenek yazılı geleneğe göre daha yaygındır.
Vahyin
indirilmeye başlanmasıyla birlikte Arap toplumunun zihni, siyasi ve sosyal
yapısında ciddi bir değişim ve dönüşüm söz konusu olmuştur. İslam dini ilk önce
geçmişten gelen ve zihni dünyayı esareti altına alan taassub ve taklide karşı
çıkarak iradeyi özgürleştirmek istemiştir. Böylece özgür irade sahibi olan,
düşünen ve sorgulayan insanlar hem gönül dünyalarındaki hem de toplumdaki
parçalanmışlıktan kurtularak İslam’ın onlara teklif ettiği tevhid ilkesi etrafında
toplanmaya başlamıştır. Siyasi olarak ta ortak bir bilinç, ortak bir vatan ve
merkezi bir yapılanmadan mahrum olan Hicaz Arap toplumu, Medine’de Hz.
Peygamberin önderliğinde yeni bir devletin temelini atmış ve bu devletin siyasi
kurumlarını oluşturmaya başlamıştır. Hz. Peygamber toplumda var olan gelenek ve
kabile düşüncesinin yerine, devlet ve kanun düşüncesi yerleştirerek insanları
belli bir sistemin etrafında toplamıştır. Hz.
Peygamber döneminde toplumsal yapıyı
belirleyen temel unsur cahiliyeden farklı olarak din kardeşliği olmuş, toplumda
kan asabiyetinin yerini inanç asabiyeti almaya başlamıştır. Ayrıca Hz.
Peygamber Medineye hicret ettikten sonra ortaya koymuş olduğu faaliyetlerle bir
ümmet birlikteliği oluşturmuş ve insanları belli bir amaç etrafında
toplamıştır. Diğer taraftan Hz. Muhammed bu dönemde bedevi bir toplumdan ziyade
medeni bir toplum inşa etmek için ciddi bir çaba ortaya koymuştur.
İslam Dininin ve Hz. Peygamberin
devletin yönetimine dair her hangi bir belirleme yapmaması, peygamberin
vefatının ardından devletin başına kimin geleceği, nasıl geleceği ve devletin
nasıl yönetileceği sorusunu gündeme getirmiştir. Bu soruya Müslümanlar
geleneksel anlayışın imkânları çerçevesinde çözüm üretmiş ve Hz. Ebu Bekir’i
halife seçmişlerdir. Halife seçerken ise dikkate aldıkları hususlar istişare,
en yaşlı ve en ünlü olanın reis olması, kabile asabiyeti gibi geleneksel
ilkelerdir. Ayrıca Hz. Ebu Bekir döneminde toplumu meşgul eden yalancı
peygamberler ve ridde gibi bazı olaylar her ne kadar siyasi olaylar olarak
görülse de, bize göre dini otoritenin eksikliğine bağlı olarak ortaya çıkan
toplumsal olaylardır. Bu durumun altında yatan en önemli husus ise, İslam
dinini içselleştirememiş insanların geçmişten gelen dini anlayış ve otorite
algılarını hala canlı tutmuş olmalarıdır. Hz. Ömer dönemi ise Hz. Peygamber ve
Hz. Ebu Bekir Dönemi ile karşılaştırıldığında toplumsal yapıda belirgin
farkların ortaya çıktığı bir dönemdir. Bu durumun ortaya çıkmasına neden olan
en önemli husus fetih hareketleridir. Fetih hareketleri, devletin coğrafi
olarak genişlemesine, nüfusun artmasına, toplumun iktisadi olarak ciddi bir
refah seviyesine ulaşmasına, homojen bir yapının heterojen bir yapıya
dönüşmesine neden olmuştur. Hz. Ömer karşılaşılan bu durumlara çözüm üretmek
için ise bir takım uygulamalar ortaya koymuş ve belli kurumların oluşmasına
öncülük etmiştir.
Hz.
Osman fil hâdisesinden altı yıl sonra doğmuş, Hz. Ebu Bekir’in telkinleri ile
müslüman olmuş önemli bir şahsiyettir. O’nun bireysel özellikleri hem halifeliği
döneminde hem de halifeliğininden sonra ciddi tartışma konusu yapılmıştır. En
çok tartışılan şahsi özelliklerinin başında, Hz. Osman’ın yumuşak huylu, halim
selim, cesaretten yoksun bir kişiliğe sahip olması, akrabalarına karşı aşırı
düşkün ve cömert olması gibi hususlar gelmektedir. Hz. Osman gerçekten yumuşak
huylu, halim selim bir karaktere sahiptir. O’nun bu karakteri halife
seçilmesinde olumlu bir rol oynamıştır. Ancak Hz. Osman’ın yumuşak huyluluğu
daha sonra devlet yönetimini zaafa düşürmüş, Muaviye ve Mervan gibi
idarecilerin kendi başına hareket etmesine neden olmuştur. Hz. Osman’ın
şahsiyeti bağlamında gündeme getirilen bir başka konu ise onun güçlü bir
kişiliğe sahip olmadığıdır. Bu kanaatin oluşmasında Hz. Osman’ın Uhud savaşında
meydandan kaçması ve üç gün boyunca saklanması etkili olmuştur. Hz. Osman’ın
şehirde yaşamasına, çölün tehlikelerinden uzak olmasına, maddi açıdan zengin
olmasına bakarak onun hadari olduğunu, bundan dolayı da çok cesur olmayan,
tahammül ve karşı koyma direnci zayıf bir karaktere sahip olduğunu söylemek
mümkündür. Ancak bireysel olarak cesur olmayan Hz. Osman, siyasi olarak kendi
döneminde cesur kararlar almıştır. O dönemin dört dâhisinden biri olan Amr b.
As’ı görevden almış, Hz. Peygamberin sürgüne gönderdiği ve kendinden önceki
halifelerin affetmediği Hakem b. As’ı Medine’ye getirtmiş, yirmi yaşlarında
olan Mervan’ı başkâtip yapmıştır. Hz. Osman’ın siyaseten cesur kararlar
almasında onun kabilesinin güçlü, kuvvetli ve kalabalık olması etkili olmuştur.
Hz. Osman’ın bireysel özellikleri bağlamında en çok eleştirilen bir başka konu
ise O’nun akrabalarına karşı aşırı düşkün olması gelmektedir. Gerçekten Hz.
Osman hem halifeliğinden önce hem de halifeliğinden sonra akrabalarına karşı
aşırı ilgi ve alaka gösteren, maddi ve manevi anlamda ciddi destekte bulunan
bir kimsedir. Hz. Osman’ın akrabalarına aşırı düşkün olmasının altında bize
göre biyolojik, psikolojik, sosyolojik ve dini gerekçeler yer almaktadır. Hz.
Osman doğuştan gelen tabii sevgiye, toplumsal asabiyete, dini emir ve
gerekçelere, yaşının ilerlemesine ve kabilesinin gücünü kullanma isteğine bağlı
olarak akrabalarına aşırı ilgi ve alaka göstermiştir. Hz. Osman’ın halife
olmadan önce takdir edilen ancak halife olduktan sonra eleştirilmesine en çok
neden olan bir başka özelliği ise O’nun cömertliğidir. Özellikle halifeliği
döneminde akrabalarına devletin imkânlarından önemli bağışlarda bulunması
toplumda ciddi tepkiye neden olmuştur. Arap toplumunun en önemli
özelliklerinden biri cömert olmaktır. Onlar cömertlikleri ile övünür, şan ve
şöhret elde ederlerdi. Sosyalleşmesini bu toplum içerisinde tamamlayan Hz.
Osman’ın geleneksel anlayış çerçevesinde aşırı cömertlik göstermesi
anlaşılabilir bir durumdur. Ayrıca Hz. Osman akrabalarına ihsanda bulunmasını
sıla-i rahim ile açıklamaya çalışmış, böylece yaptıklarını dini açıdan meşru
göstermek istemiştir.
Hz. Osman siyasi açıdan Hz. Ömer
gibi güçlü bir karizmaya sahip değildir. Ancak Hz. Osman vahiy kâtipliği ve
elçilik yapmış, istişare meclisinde devamlı bulunmuş, Hz. Peygamber tarafından
Medine’ye vekil bırakılmış bir kimsedir. Sadece O’nun ordu komutanlığı
yapmamasını gerekçe göstererek siyaseten güçlü bir kimliğe sahip olmadığını
söylemek çok gerçekçi değildir. Hz. Osman ayrıca herkes tarafından takdir
edilen ve topluma rol model olabilecek çok önemli özelliklere sahiptir. Hz.
Osman hayâ sahibi, nazif, nezaket ehli, ibadete düşkün ve takva ehli bir
kimsedir. O Mekke’de okuma yazma bilen on yedi kişiden biri, ilim ehli,
Kur’an’ı cem edenler arasında bulunan ve halifeler içerisinde onu ilk
ezberleyendir.
Hz. Ömer’den sonra yaşanan şûra
süreci ve Hz. Osman’ın halife seçilmesi altı kişinin bir araya gelip sadece
devlet başkanını seçme durumu değildir. Hz. Osman’ın halife seçilmesi ile son
bulan bu süreç içerisinde toplumsal gerçekliği, geleneksel anlayışları, kabile
rekabetlerini, seçkinlerin iktidar mücadelesini, toplumsal ayrışmayı, asabiyet,
din ve siyaset ilişkilerini, adayların bireysel ve sosyal özelliklerini
barındıran bir süreçtir. Hz. Ömer toplumsal hayatta meydana gelen sosyal ve
iktisadi değişime ve asabiyet duygusunun yükselmesine bağlı olarak kendisinden
sonra yerine birisini halife tayin etmemiş, işi şûraya havale etmişti. Şûra
üyelerinin belirlenmesinde dini gerekçeler gündeme getirilse de asıl neden
seçilmişlik algısıdır. Seçkinlerin iktidar mücadelesine sahne olan halife
seçimi beraberinde eski kabile mücadelerini ve nesebi yakınlıklarını gündeme
getirmiş ve siyasi amaçlar için manevi araçların kullanılmasına yol açmıştır.
Netice de geleneksel anlayışın bir sonucu olarak asabiyeti güçlü, yaşlı ve
tecrübeli olan Hz. Osman halife seçilmiştir. Hz. Osman halife seçildikten sonra
ilk altı yıl, genellikle sukünet içerisinde geçmiş, ancak daha sonraki yıllarda
kendisine karşı toplumda ciddi bir muhalefet ortaya çıkmıştır. Hz. Osman’a
karşı kendini gösteren muhalefetin altında yatan sebeplerden biri nepotizmdir.
Hz. Osman’ın devlet yönetiminde uyguladığı akraba kayırmacılığı ve akrabalarına
tanımış olduğu maddi iltimas ve imtiyaz toplumda rahatsızlığa neden olmuş,
adalet ve güven bunalımı meydana getirmiştir. Ayrıca Hz. Osman döneminde ortaya
çıkan siyasi sorunlardan biri de meşruiyet krizinin yaşanmasıdır. Geride
kalanların en hayırlısı ve ondan başka kimsenin halifeliğe denk bulunmadığı
ifade edilerek iktidara getirilen ve halifeliği toplumun çoğunluğu tarafından
meşru görülen Hz. Osman, daha sonra ortaya koymuş olduğu icraatlerle toplum
nezdinde meşruiyetini kaybetmiştir. Hz. Osman’ın meşruiyetini kaybetmesinin en
önemli nedeni toplumun iktadardan beklentilerine bağlı olarak meşruiyet
dayanaklarını güncelleyememiş olmasıdır. Halifenin meşruiyetini kaybetmeye
başlamasıyla beraber siyasi ve toplumsal alanda krizler kendini göstermiş ve
neticede toplumun büyük bir kısmı iktidara karşı sözlü ve fiili eylemlere
başvurmuştur. Yaşanan meşruiyet krizi İslam tarihinin en acı olaylarından biri
olan Hz. Osman’ın şehit edilmesine ve toplumun parçalara bölünmesine yol
açmıştır.
Cahiliye
döneminde Arap toplumunun iktisadi hayatında önemli bir rol oynayan savaş
ekonomisi ve ganimet İslam’dan sonra da özellikle Hz. Osman döneminde de
etkinliğini artırarak devam ettirmiştir. Savaş ekonomisi üretimden çok, hazır
olan mal varlığına sahip olma anlayışı üzerine kurulu bir iktisadi faaliyettir.
Savaşa dayalı ekonomide elde edilen hazır mallar yatırım yapmak için değil,
tüketilmek için toplanan mallardır. İster devlet başkanı olsun ister savaşçı
olsun ganimet olarak elde ettikleri malları kendi aralarında hemen dağıtmakta
ve tüketmektedirler. Dolayısıyla savaş ekonomisi özellikle Arap toplumu için
serveti hızlı bir şekilde toplama ve yığma aynı şekilde derhal etrafa dağıtıp
saçma anlayışına dayanmaktadır. Savaş ekonomisi bu anlayışın bir sonucu olarak
Hz. Osman döneminde bir taraftan devletin gelirlerinin artmasına, halkın
zenginleşmesine ve refahın yükselmesine neden olurken diğer taraftan gelirin
azalmasına, toplumda ekonomik kriz yaşanmasına sebebiyet vermiştir. Hz. Osman
döneminde yapılan fetih hareketlerine bağlı olarak ciddi ganimet elde edilmiş
ve bu ganim etler avuç avuç insanlara dağıtılmıştır. İnsanlar ise elde
ettiklerini hemen tüketmiş, üretime dönüştürmemiştir. Bu durum özellikle
fetihlerin durması neticesinde toplumda iktisadi sorunlara yol açmıştır. Aynı
zamanda savaş ekonomisi ferd ve toplumsal hayatta birçok değişime neden olmuş,
toplumun alışkanlıklarında, gündelik yaşantısında giyim ve yemek kültüründe
önemli farklılıkların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Neticede hemen her
alanda kendini gösteren bu hızlı değişim, toplumsal hayatta dini ve vicdani
itirazların ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Hz. Osman döneminde artık toplum
statik bir yapıda değildir. Göç ve sosyal mobilite hemen her yerde ve her
alanda kendini göstermiş ve bu duruma bağlı olarak sınıflar arasında
değişkenlikler ortaya çıkmıştır. Toplum artık saf dini birliktelikten ve
homojen bir yapıdan oluşmamakta, farklı dini ve kültürel unsurları içerisinde
barındırmaktadır. Arap toplumunda belirleyici olan kabile anlayışı ve asabiyeti
artık sadece Hicaz bölgesinde etkili olmaktan çıkmış ve çöldeki rekabet yeni
kurulan şehirlere taşınmıştır. Hz. Ömer döneminde fiziki ve sosyo-kültürel
unsurlar dikkate alınarak kurulan şehirler, Hz. Osman zamanında çöldeki
kabileler arası rekabetin ve mücadelenin yeni adresi olmuştur. Her kabile kendi
siyasi ve iktisadi menfati uğruna bu şehirlerde ya ittifaklar kurmuş ya da
birbirleriyle savaşmışlardır. Bu durum ise toplumsal hayatta özellikle Hz.
Osman döneminde şiddetin, tefrikanın ve fitnenin başlamasına neden olmuştur.
Ayrıca şehir hayatı özellikle bedevi Araplarda bir takım uyumsuzluğa, psiko-sosyal
açıdan gerilime yol açmıştır. Bu uyumsuzluk ve gerilim ise toplumda saldırgan
tavırların sergilenmesine sebebiyet vermiştir. Diğer taraftan bu dönemde Hz.
Peygamberin öğretisiyle ve terbiyesiyle yetişen neslin sayısı giderek azalmış,
insanların gündelik hayatını ve zihni tasavvurları değişime uğramıştır. Bu
değişimin gerçekleşmesinde fetih ve ganimete bağlı olarak dış baskının, Hz.
Osman’ın özgürlük alanlarını genişletmesinin ve farklı kültür ve anlayışlarla
karşılaşmanın çok büyük etkisi olmuştur. Bu etkilerin sonucunda zihinlerde
ciddi değişim meydana gelmiş ve gündelik hayat bu zihni değişime göre
şekillenmeye başlamıştır. Öyle ki artık eğlence, lüks ve refah arzulanan ve
talep edilen olmuş, dini hassasiyet ise giderek etkinliğini kaybetmeye başlamıştır
Hz. Peygamber hayatta iken onun
manevi otoritesi etrafında toplanan, onun rehberliğinde hayatlarını düzenleyen
ve karşılaştıkları maddi ve manevi problemlere onunla cevap bulan sahabeler,
Hz. Peygamberin vefatının ardından dini ve dünyevi konularda kendi aralarında
bir takım ihtilaflar yaşamaya başlamışlardır. Nitekim daha Hz. Peygamberin
cenazesi ortada iken ilk cemaat arasında kimin halife olması gerektiği konusu
bunlardan sadece birisidir. Ayrıca karizmatik otoritenin ilk tilmizleri, Hz.
Peygamberin vefatının ardından karşılaştıkları problemlere çözüm üretmek için
kutsal metinler, dini doktrinler ve ritüeller üzerinde birbirinden farklı
anlayışlar ortaya koymuşlardır. İlk cemaat arasında ortaya çıkan bu tartışma ve
anlayış farklılıkları daha sonra siyasi, sosyal, kültürel ve dini etkilere
bağlı olarak daha da artmış ve Hz. Osman döneminde kendini ciddi şekilde
göstermiştir. Bu dönemde yaşananlar aynı dini sınırlar içerisinde ilk dini
grupların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Ayrıca Hz. Hz. Osman döneminde
halifenin farklı uygulamalarına bağlı olarak sahabeler arasında bazı dini
ritüeller ve kutsallar üzerinde ihtilaflar ortaya çıkmış ve tartışmalar
yaşanmıştır. Cuma iç ezanı, Mina namazı, Kur’an’ı Kerim’in çoğaltılması, Hz.
Peygamberin mührünün kaybedilmesi, ilk cemaatin üyelerine kötü davranılması
bunlardan bazılarıdır. Diğer taraftan din, Hz. Osman döneminde hem iktidar hem
de muhalefet tarafından yaptıklarını haklı göstermek adına güçlü bir şekilde
meşrulaştırma aracı olarak kullanılmıştır.
Acar, Cafer: |
İlk İslam Fetihleri
-Dört Halife Dönemi Fetihlerinin Arka Planı-, Kahramanmaraş, SAMER, 2020. |
Acar, Cafer: |
İslam’da Savaş -Cahiliye ve Risalet Döneminde Savaş Olgusu-, Kahramanmaraş, SAMER, 2020. |
Açık, Fatih: |
“Hicret Sonrası İlk İslam Medeniyetinin İnşa Sürecinde
Toplumsal Kurumların Yapısı”, Akademik Bakış Dergisi-Uluslar Arası Hakemli
Sosyal Bilimler E- Dergisi, Sayı 52, 2015, s. 285-309. |
Ağırakça, Ahmed: |
Hz. Osman, İstanbul,
Beyan Yayınları, 2018. |
Ak, Bilal: |
“Yaşlılık Psikolojisi”, Aile ve Toplum, Yıl I,
Cilt I, Sayı 2, 1991, s. 67-71. |
Akarsu, Murat: |
Kabile Bürokrasisi ve Hz Osman, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2015. |
Akay, Nejdet: |
“Hz. Osman Dönemi Fitne Olayları ve Temel Sebepleri”,
(Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Marmara Üniv. Sosyal Bilimler Enst.
İlahiyat Anabilim Dalı, İslam Mezhepleri Tarihi Bilim Dalı, 2012. |
Akbulut, Ahmet: |
Sahabe Dönemi İktidar Kavgası, Ankara, Otto Yayınları, 2015. |
Akdemir, Furat: |
“Hz. Osman Dönemi Olaylarının Müslüman İman Algısına
Yansıması”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı 60,
Cilt 11, 2018, s. 11971206. |
Akdoğan, Ali: |
Sosyal Değişme ve Din,
İstanbul, Rağbet Yayınları, 2004. |
Akgül, Ahmet: |
“Cahiliyeden Hz. Peygamber Devrinin Sonuna Kadar Ticari
Hayat”, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Harran Üniv. Sosyal Bilimler
Enst. İslam Tarihi ve Sanatları Anabililim Dalı,
2000. |
Akpınar, Ömer Faruk: |
“Hz. Osman’ın Hadis Rivayetindeki Yeri”, (Baılmamış
Yüksek Lisans Tezi), Selçuk Üniv. Sosyal Bilimler Enst. Temel İslam
Bilimler Anabilim Dalı Hadis Bilim Dalı, Konya, 2011. |
Akyüz, Vecdi: |
Kur’an’da Siyasi Kavramlar, İstanbul, Kitabevi, 1998. |
Akyüz, Niyazi-Çapcıoğlu, İhsan: |
“Dini Gruplar Sosyolojisi ve Yeni Dini Hareketler”, Din
Sosyolojisi El Kitabı, Ankara, Grafiker Yayınları, 2012. |
Akyüz, Niyazi: |
“Dinlerin Teşekkülünde Dini Liderlerin Karizması”, Dini
Araştırmalar, Cilt I, Sayı 3, 1999, s. 43-64. |
Akyüzoğlu, İlyas: |
“Medine Site Devletinin Sosyo-politik Alt Yapısı”, Yalova Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl 6,
Sayı XI, 2016 s. 200-232. |
Algül, Hüseyin: |
İslam Tarihi,
İstanbul, Gonca Yayınevi, I- IV,1986. |
Algül, Hüseyin: |
“Asr-ı Saadet’te İdari Hayat”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te
İslam, ed. Vecdi Akyüz, İstanbul, Ensar Neşriyat, 2007. |
Algül, Hüseyin: |
“Asr-ı Saadette
İdari Hayata Bakış”, İstanbul, Din- Devlet İlişkileri Sempozyumu, İstanbul, Umut Matbaacılık,1996. |
Algül, Hüseyin: |
“Muhacirun-Ensar Üzerine Bir Araştırma”, Uludağ Üniv.
İlahiyat Fak. Dergisi, Cilt V, Sayı 5, 1993, s. 25-52. |
Ali, Cevad: |
İslam Öncesi Arap Tarihi- 1, terc. Dursun Hazer, Fethullah Zengin, Ankara, Ankara Okulu Yayınları,
2018. |
Altıntaş, Ramazan: |
“Cahiliye Arap Toplumunda Kadın”, Diyanet İlmi Dergi, Cilt
37, sy.1, 2001, s. 61-86. |
Alver, Köksal: |
“İslam Şehrini Kurmak: Hz. Peygamber’in Şehir Tasavvuru”,
TYB Akademi, Dil Edebiyat ve Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl 15, Sayı 15,
2015, s. 73-85. |
Apak, Adem: |
Anahatlarıyla İslam Öncesi
Arap Tarihi ve Kültürü, 2.
bs. İstanbul, Ensar Yayınları, 2014. |
Apak, Adem: |
İslam Siyaset Geleneğinde Amr b. el-As, Ankara, Anakara Okulu Yayınları, 2016. |
Apak, Adem: |
Ana hatlarıyla İslam Tarihi - 2, İstanbul, Ensar Neşriyat, 2017. |
Apak, Adem: |
Erken Dönem İslam Tarihinde Asabiyet, İstanbul, Ensar Yayınları, 2016. |
Apak, Adem: |
Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, İstanbul, İnsan Yayınları, 2015. |
Apak, Adem: |
Kur’an’ın Geliş Ortamında Arap Toplumu, İstanbul,
KURAMER, 2017. |
Apak, Adem: |
“Hz.Peygamber’in Hicret Sonrası Medine’de Örnek Toplum Oluşturma Adımları Üzerine”, Hz.
Muhammed ve Mesajı, ed. M. Mahfuz Söylemez, İslami İlimler Dergisi
Yayınları, 2014. |
Apak, Adem: |
“Vahiy Öncesinde Hz. Peygamberin Gönderildiği Sosyo-Kültürel ve Dini Ortam”, Hz. Peygamberin Doğduğu Çevre ve Toplum, Derleyen:
Adnan Demircan, Siyer Yayınları, 2015. |
Apak, Adem: |
“Hz. Osman’ın Hilafet döneminde Ümeyyeoğulları’ın Devlet İdaresindeki Yeri”, Uludağ Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, 1998, Sayı 7, Cilt
7, s. 487-522. |
Apak, Adem: |
“Hz. Osman’ın Halifeliği Döneminde Meydana Gelen Siyasi
Problemler ve Sebepleri Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, Usul İslam
Araştırmaları, Temmuz- Aralık 2005, sayı 4, s.57-170. |
Apak, Adem: |
“Hz. Osman Dönemi Fetihleri”, Uludağ Üniv. İlahiyat
Fak. Dergisi, Cilt 9, Sayı 9, 2000, s. 437-446. |
Apak, Adem: |
“Muhammed b. Ebu Bekir es-Sıddık”, DİA, İstanbul,
Cilt XXX, 2005, s. 518. |
Apak, Adem: |
“Hz. Osman Dönemi Emevi İdarecileri”, (Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi), Uludağ Üniv. Sosyal Bilimler Enst. İslam Tarihi ve Sanatları
Anabilim Dalı, İslam Tarihi Bilim Dalı, 1995. |
Arabacı, Fazlı: |
“Din ve Siyaset”, Ana
Başlıklarıyla Din Sosyolojisi, ed.
Niyazi Akyüz, İhsan Çapcıoğlu, Ankara, Gündüz Eğitim ve Yayıncılık, 2008. |
Arı, Mehmet Salih: |
“Cahiliye Toplumundan Medeni Topluma Geçiş Süreci: Yeni
Bir Sosyal Düzenin Doğuşu”, İSTEM, Cilt II, Sayı 4, 2004, s. 173-188. |
Arı, Mehmet Salih: |
“Üsâme b. Zeyd” DİA, Cilt XLII, 2012, s. 361-362. |
Arslan, Hüseyin: |
Dini Gruplar ve Siyaset, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2012. |
Arslan, Mustafa: |
“İlk Müslüman Toplumunun Oluşumu ve Hz. Muhammed:
Kardeşleştirme Olayı Üzerine Tarihsel Bir Din Sosyolojisi İncelemesi”,
Ankara, Sünnet Sosyolojisi, ed. Mustafa Tekin, Eskiyeni Yayınları,
2013. |
Arslan, Mustafa: |
“İslam’ın İlk
Döneminde Toplumsallaşma Olgusuna Sosyolojik Bir Bakış: Kardeşleştirme
Örnek Olayı”, Yeni Bir Toplum İnşası, Derleyen Adnan Demircan, İstanbul Siyer Yayınları, 2015. |
Arslantürk, Zeki, Amman,
Tayfun: |
Sosyoloji, İstanbul,
Kaknüs Yayınları, 2000. |
Askeri, Murteza: |
Abdullah b. Sebe Masalı, terc. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul, Baha Yayınevi,
1974. |
Aslantaş, Nuh: |
“Hz. Peygamberin Çağdaşı Yahudilerin İnanç-İbadet ve Dini
Hayatları ile İlgili Bazı Tespitler”, Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi,
Sayı 34, 2008, s. 55-92. |
Asunakutlu, Tuncer: |
“Kayırmacılığın
Temelleri: Benzerlik ve Benzemezlik”, Yönetim ve Örgüt Açısından
Kayırmacılık, ”, Yönetim ve örgüt açısından kayırmacılık, ed. Ramazan Erdem, İstanbul, Beta Basım, 2010. |
Atalmış, Hamit: |
“İslam Tarihinde İlk Darbe Girişimi ve Hz. Osman’ın Şehid
Edilmesi”, Van Yüzüncü Yıl Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi,
Sayı 37, 2017, s. 183-208. |
Atçeken, İsmail Hakkı: |
“Asr-ı Saadet’te Yahudilerle İlişkilere Genel Bir Bakış” Diyanet
İlmi Dergi ( Peygamberimiz Hz. Muhammed Özel Sayısı), 2003, s. 433-452. |
Atçeken, İsmail Hakkı: |
“Hz. Osman Dönemi İç Olaylarında Mervan B. Hakem’in
Rolü”, Selçuk Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı IX, 2000, s. 315-348. |
Avcı, Casim: |
“Kufe”, DİA, Cilt XXVI, 2002, s. 339-342. |
Avcı, Casim: |
“Muhammed b. Ebu Huzeyfe, DİA, İstanbul, Cilt XXX, 2005, s. 519. |
Avcı, Casim, Öztürk, Recep: |
“Kabile”, DİA, Cilt XXIV, 2001, s. 30-32. |
Ayar, Kenan: |
Sahabe Dönemi Siyasi Olaylarında Kur’an’ın Rolü, Ankara,
Ankara Okulu Yayınları, 2014. |
Aycan, İrfan: |
Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebu Süfyan, Ankara, Otto Yayınları, 2018. |
Aycan, İrfan, Söylemez, M.
Mahfuz: |
İdeolojik Tarih Okumaları, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 1999. |
Aycan, İrfan: |
“Mervan I”, DİA, Cilt XXIX, 2004, s. 225227. |
Aycan, İrfan: |
“İslam Toplumunda Eğlence Sektörünün Ortaya Çıkışı”, Ankara
Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Cilt 38, Sayı 1, 1998, s. 155194. |
Aydın, Mustafa: |
İslam’ın Tarih Sosyolojisi, İstanbul, Pınar Yayınları, 2015. |
Aydın, Zeynel Abidin: |
“Hz. Osman ve Sonrası Dönemde Kur’an’ın Metinleşme Tarihi”, (Basılmamış Doktora Tezi) Ankara Üniv. Sosyal Bilimler
Enst. Temel İslam Bilimleri Tefsir Anabilim Dalı, 2008. |
Aydınalp, Halil: |
“Sosyal Çatışma
Sürecinde Din”, Din Sosyolojisi El Kitabı, ed. Niyazi Akyüz, İhsan Capcıoğlu, Ankara, Grafiker Yayınları, 2012. |
Aydınlı, Yaşar: |
Farabi’de Tanrı-İnsan İlişkisi, İstanbul, İz Yayıncılık, 2008. |
Aydınlı, Abdullah: |
“Ebû Zer el-Gıfârî”, DİA, Cilt X, 1994, s.
266-269. |
Aytaç, Ömer: |
“Kayırmacı
İlişkilerin Sosyolojik Temeli”, Yönetim ve Örgütsel Açıdan Kayırmacılık, ed.
Ramazan Erdem, İstanbul, Beta Basım, 2010. |
Azimli, Mehmet: |
Cahiliyye’yi Farklı Okumak, 4.
bs. Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2016. |
Azimli, Mehmet: |
Siyeri Farklı Okumak,
Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2016. |
Azimli, Mehmet: |
Dört Halifeyi Farklı Okumak-2 Hz. Ömer, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2017. |
Azimli, Mehmet: |
Dört Halifeyi Farklı Okumak-3 Hz. Osman, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2017. |
Azimli, Mehmet: |
“Hulefa-i Raşidin Dönemi Halife Seçimleri”, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi,
VII, Sayı 1, 2007, 3559. |
Azizova, Elnura: |
Cahiliye’den
İslam Toplumuna Ticari Hayat Üzerine Bazı Tespitler”, Bakü Devlet Üniv. İlahiyat Fak. İlmi Mecmuası, No:14,
2010, s. 105-114. |
Bahar, Halil İbrahim: |
Sosyoloji, Ankara,
Usak Yayınları, 2009. |
Bakır, Abdulhalik: |
“Basra”, DİA, Cilt V, 1992, s. 108-111. |
Baktır, Mustafa: |
“Suffe”, DİA, Cilt XXXVII, 2009, s. 469470. |
Bal, Faruk: |
“Çölün Ekonomisi: İslam Öncesi Arap Yarımadası’nda
Ticaret, Ortaklık, Para ve Kredi”, Akademik ORTA DOĞU, Cilt IX, Sayı
1, 2014, s. 95-118. |
Balcı, İsrafil: |
Peygamberlik Öncesi Hz. Muhammed, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2016. |
Balcı, İsrafil: |
“ Peygamber Sonrası Hayata İntibak ve İslâm Toplumunda
Yaşanan Süreç”, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, 2006, Cilt
VI, Sayı I, s. 53-75. |
Balcı, İsrafil: |
“Hz. Ebu Bekir Döneminde İç Siyaset ve İdare”, Ondokuz
Mayıs Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 11, 1999, s. 185-215. |
Balcı, İsrafil: |
“Bir Yalnız Sahabi Ebu Zer Gıfari”, Ondokuz Mayıs
Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 10, 1998, s. 351-386. |
Barlak, Hasan: |
“Arap
Kabilecilik Anlayışının Hz. Osman Dönemi Siyasi Gelişmelere Etkisi”, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ondokuz Mayıs Üniv. Sosyal Bilimler Enst. İslam Tarihi ve
Sanatları Anabilim Dalı, 2006. |
Bauman, Zygmunt: |
Sosyolojik Düşünmek,
çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 2003. |
Bayyiğit, Mehmet: |
“Din Sosyolojisinin Doğuşu ve Gelişimi”, Din Sosyolojisi,
ed. Mehmet Bayyiğit, Konya, Palet Yayınları, 2013. |
Belâzurî, Ahmed b. Yahya b.
Cabir: |
Ensâbü’l
Eşrâf-Hz. Peygamberin Hayatı ve Şahsiyeti Siyasi ve Askerî Mücadeleleri, tahk. Süheyl Zekkari, Riyad Zerkali, çev ed. Adnan
Demircan, çev. Hikmet Akdemir, İstanbul, İlkharf Yayınevi, Cilt I-II, 2018. |
Belâzurî, Ahmed b. Yahya b.
Cabir: |
Ensâbul Eşraf, tahk.
Süheyl Zekkari, Riyad Zerkali, Darul Fikr, Cilt VI, 2015. |
Belâzurî, Ahmed b. Yahya b.
Cabir: |
Fütuhu’l Büldân,
terc. Mustafa Fayda, İstanbul, Siyer Yayınları, 2013. |
Berger, Peter L.: |
Dinin Sosyal Gerçekliği, çev. Ali Çoşkun, İstanbul, İnsan Yayınları, 1993. |
Berger, Peter L.: |
Kutsal Şemsiye, çev.
Ali Coşkun, İstanbul, Rağbet Yayınları, 2000. |
Berger, Peter L.: |
“Dini Kurumlar”, çev. Adil Çiftçi, Dokuz Eylül Üniv.
İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı IX, 1995, s. 425-465. |
Beroje, Sahip: |
“Hz. Peygamber’in
Ticari Hayata İlişkin Bazı Hukuki Düzenlemeleri”, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, ed. M. Mahfuz Söylemez, İslami İlimler Dergisi
Yayınları, 2007. |
Bilgin, Vejdi: |
Câhiliye’den İslâm’a Geçiş: Tebliğ ve Sosyal Akışkanlık”,
Uludağ Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Cilt 14, Sayı: 1, 2005, s. 123142. |
Bilgiseven, Amiran Kurtkan: |
Genel Sosyoloji,
İstanbul, Filiz Kitabevi, 1983. |
Birekul, Mehmet, Yılmaz, Fatih Mehmet: |
Peygamber Günlerinde Sosyal Hayat ve Aile Sosyolojik Bir
İnceleme, Konya, Yediveren
Kitabevi, 2001. |
Bozkurt, Nebi: |
“Minber”, DİA, Cilt XXX, 2005, s. 101103. |
Brockelman, Carl: |
İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi, çev. Neşet Çağatay, 2. bs. Ankara Üniv. İlahiyat Fak.
Yayınları, 1964. |
Buhari, Ebû Abdillâh Muhammed
b. İsmâîl b. İbrâhîm el-Cu‘fî: |
Sahihi Buhari, Çağrı
Yayınları, İstanbul, 1992. |
Bursalı, Mustafa Necati: |
Âlemlere Rahmet Hz. Muhammed Aleyhisselam, tetkik ve takdim A. Fikri Yavuz, İstanbul Çelik
Yayınevi, 1978. |
Büyükcoşkun, Kudret: |
“Arabistan’’, DİA, Cilt III, 1991, s. 248252. |
Câbiri, Muhammed Âbid: |
Arap Ahlaki Aklı,
çev. Muhammet Çelik, İstanbul, Mana Yayınları, 2016. |
Câbiri, Muhammed Âbid: |
İbn Haldun’un Düşüncesi: Asabiyet ve Devlet, çev. Muhammet Çelik, İstanbul, Mana Yayınları, 2018. |
Câbiri, Muhammed Âbid: |
İslam’da Siyasal Akıl,
İstanbul, Kitapevi, 1997. |
Can, Yılmaz: |
İslam Şehirlerinin Fiziki Yapısı, Ankara, TDV Yayınları, 1995. |
Canan, İbrahim: |
“Hz. Peygamber’in Münafıklara Karşı Takip Ettiği
Siyaset”, Diyanet Dergisi, Cilt XVI, Sayı 4, 1977, s. 241-250. |
Canatan, Ayşe: |
Sosyal Yönleriyle Yaşlılık, Ankara, Palme Yayıncılık, 2008. |
Cevizci, Ahmet: |
Felsefe Sözlüğü,
İstanbul, Paradigma Yayınları, 1999. |
Cilacı, Osman: |
Günümüz Dünya Dinleri,
Ankara, DİB Yayınları, 1995. |
Çağatay, Neşet: |
İslam’dan Önce Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Yayınları, 1957. |
Çağatay, Tahir: |
Günün Sosyolojisine Giriş, Ankara, Ankara Üniv. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
Yayınları, 1968. |
Çağrıcı, Mustafa: |
“Arap”, DİA, Cilt
III, 1991, s. 316-321. |
Çağrıcı, Mustafa: |
“Asabiyet”, DİA,
Cilt III, 1991, s. 453-55. |
Çalışkan, Muhammed Selman: |
“Mekke Müşriklerinin Ahiret-Ceza İnancı”, Cahiliye Araplarının Ahiret İnancı, ed.
M. Mahfuz Söylemez, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2016. |
Çelik, Celalettin: |
“Dini Gruplar Sosyolojisi”, Din Sosyolojisi, ed.
Mehmet Bayyiğit, Konya, Palet Yayınları, 2013. |
Çelik, Celalettin |
“Sosyal Çatışma ve Din”, Din Sosyolojisi,
r ed. Mehmet Bayyiğit, Konya, Palet Yayınları, 2013. |
Çelik, Celaleddin: |
“Göç, Kentleşme ve Din”, Din Sosyolojisi, ed.
Niyazi Akyüz, Ankara, İhsan Çapcıoğlu, Grafiker Yayınları, 2012 |
Çelikkol, Yaşar: |
“Cahiliye Döneminde Mekke”, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara Üniv. Sosyal Bilimler Enst. İslam Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı Doktora, Ankara, 2002. |
Cerrahoğlu, İsmail: |
“Abdullah Mes’ud”, DİA, Cilt I, 1988, 114117. |
Çetin, Halis: |
“Siyasetin Evrensel Sorunu: İktidarın
Meşruiyeti-Meşruiyetin İktidarı”, Ankara Üniv. Siyasal Bilgiler Fak.
Dergisi, Cilt 58, Sayı 3, 2003, s. 61-87. |
Cevdet, Ahmet Paşa: |
Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa, İstanbul, Bedir Yayınevi, Cilt I, 1981. |
Coşkun, Ali: |
Sosyal Değişme ve Dini Normlar, İstanbul, Dem Yayınları, 2005. |
Coşkun, Ali: |
“Dinin Sosyal Gerçekliği, Dünyevileşme, İslam ve
Türkiye”, Din Eğitimi Araştırma Dergisi, Sayı 19, 2008, s. 13-24. |
Coşkun, Ali: |
“Din ve Kimlik”, Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı
24, 2003, s. 5-23. |
Dabaşi, Hamid: |
İslam’da Otorite, terc.
Süleyman Gündüz, İstanbul, İnsan Yayınları, 1994. |
Dağ, Ahmet Emin: |
Şii-Sünni İlişkileri (Güç Mücadelesinin Anatomisi), İstanbul,
İnsamer, 2019. |
Daryal, Ali Murat: |
İslam’ın Doğuş ve İlk Yayılışının Psiko- Sosyal Açıdan
Tahlili, İstanbul, İlahiyat Fak. Vakfı
Yayınları, 4. Baskı, 2014. |
Deliser, Bilal: |
“Medeni Ayetlerde Hz. Peygamber’in Örnekliği Bağlamında
Toplumsal İnşa”, Cumhuriyet Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Cilt XVII,
Sayı 1, 2013, s. 187-213. |
Demir, Ömer, Acar, Mustafa: |
z Sosyal Bilimler Sözlüğü, Vadi Yayınları, 1997. |
Demir, Halis: |
“Meşruiyet Açısından Hz. Osman’ın Öldürülmesinin İncelenmesi”, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi,
2008, s. 77-119. |
Demir, Mustafa: |
“Hz. Osman Dönemi Fitne Olaylarının Sosyoekonomik
Boyutları”, İslamiyat, Cilt VII, Sayı 1, 2004, s. 155-170. |
Demircan, Adnan: |
Bedevi, İstanbul,
Endülüs Yayınları, 2018. |
Demircan, Adnan: |
Fitne Kardeşlerin Savaşı, İstanbul, Beyan Yayınları, 2015. |
Demircan, Adnan: |
Cahiliyeden İslam’a Kadın ve Aile, 2. Baskı, İstanbul, Beyan Yayınları, 2017. |
Demircan, Adnan: |
Elçinin Çevresindeki İnsanlar, İstanbul, Beyan Yayınları, 2016. |
Demircan, Adnan: |
Haricilik Mezhebinin Doğuşu Bağlamında Din-Siyaset İlişkisi, Beyan Yayınları, 2015. |
Demircan, Adnan: |
İslam Tarihi’nin İlk Döneminde Önderler ve İhtilaflar,
İstanbul, Beyan Yayınları, 2015. |
Demircan, Adnan: |
Raşid Halifeler,
İstanbul, Beyan Yayınları, 2015. |
Demircan, Adnan: |
Kabile Topluluklarından Akide Toplumuna, İstanbul,
Beyan Yayınları, 2009. |
Demircan, Adnan: |
“Rasulullah’ın Münafıklarla İlişkileri”, İslam’da İnsan Modeli ve Hz. Peygamber Örneği, Ankara, TDV Yayınları, 1995. |
Demircan, Adnan: |
“Medine Vesikası Bağlamında Hz. Peygamber’in Yahudilerle Bir Arada Yaşama Tecrübesi”, Önder
Peygamber ve Yeni Bir Devletin Kuruluşu, Derleyen, Adnan Demircan,
İstanbul, Siyer Yayınları, 2015. |
Demircan, Adnan: |
“Son Peygamberin Geldiği Coğrafya
ve Toplum: Hicaz
Bölgesi ve Cahiliye Arapları”, Hz Peygamberin Doğduğu Çevre ve Toplum,
Derleyen, Adnan Demircan İstanbul, Siyer Yayınları, 2015. |
Demircan, Adnan: |
“Cahiliye Araplarında Kız Çocuklarını Gömerek Öldürme
Âdeti”, İSTEM, Yıl 2, Sayı 3, 2001, s. 9-30. |
Demirci, Kürşat: |
“Kutsiyet”, DİA, Cilt XXVI, 2002, s. 495496. |
Demirci, Abdurrahman: |
“Hz. Peygamber ve Dört Halife Döneminde Gayri Müslim
Politikalar”, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara Üniv. Sosyal Bilimler
Enst. İslam Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı, 2012. |
Demirezen, İsmail: |
“Türkiye’de Muhafazakâr Kesimin Değişen Hayat Tarzı”, Hitit Üniv. Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, Cilt IX, Sayı 2, 2016, s. 547-560. |
Demirezen, İsmail: |
“Tüketim Toplumunun Oluşumu ve Din ile Etkileşimi”, Dinbilimlari Akademik Araştırma Dergisi,
Cilt X, Sayı 1, 2010, s. 97-109. |
Dindi, Korkut: |
“İslam Öncesi Arapların
Dünyasında Cin ve Şeytanın Yeri”, Cahiliye Araplarının Ulûhiyet Anlayışı, ed. M. Mahfuz Söylemez, Ankara Okulu Yayınları, 2015. |
Doğan, İsmail: |
Sosyoloji Kavramlar ve Sorunlar, İstanbul, Sistem Yayıncılık, 2.Basım, 1998. |
Dönmezer, Sulhi: |
Sosyoloji, Ankara,
Savaş Yayınevi, 1982. |
Dûri, Abdulaziz: |
İlk Dönem İslam Tarihi,
çev. Hayrettin Yücesoy, İstanbul, Endülüs Yayınları, 2016. |
Ebu Davud, Süleyman b. Eş'as
Es- Sicistani: |
Süneni Ebu Davud, Çağrı
Yayınları, İstanbul, 1992. |
Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam: |
Kitab’ul Emval, çev.
Cemalettin Sayık, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2016. |
Ebu Yusuf, Yakub b. İbrahim el-Kûfî: |
Kitab’ul Harac, çev.
Ali Özek, İstanbul Üniv. Yayınları, 1973. |
Ebu Zehra, Muhammed: |
İslam’da İtikadî, Siyasî ve Fıkhî Mezhepler Tarihi,
çev. Sıbgatullah Kaya, İstanbul, Çelik Yayınevi, 2015. |
Ed-Dineverî, Ebu Hanîfe: |
El- Ahbâru’t- Tıvâl- Eskilerin Haberleri, çev. Zekeriya Akman, Hüseyin Siyabend Aytemur, Ankara,
Ankara Okulu Yayınları, 2017. |
Efe, Adem: |
“Karizmatik bir Lider Olarak Hz. Peygamber ve O’nun Gerçekleştirdiği Bazı Sosyal ve
Kültürel Değişmeler”, Önder Peygamber ve Yeni Bir Devletin Kuruluşu,
Derleyen Adnan Demircan, İstanbul, Siyer Yayınları, 2015. |
Emin, Ahmet: |
Fecru’l İslam, çev.
A. Serdaroğlu, Ankara, Kılıç Kitabevi, 1976. |
Er, İzzet: |
Din Sosyolojisi,
Ankara, Akçağ Yayınları, 1998. |
Erdoğan, Mehmet: |
"Sosyal Değişme Karşısında İslam Hukuku", Sosyal Değişme ve Dini Hayat, İstanbul,
İSAV. Yayınları, 1991. |
Erkal, Mehmet: |
“Beytülmal”, DİA, Cilt VI, 1992, s. 90-94. |
Erkal, E. Mustafa: |
Sosyoloji, (Toplumbilimi), İstanbul, Filiz Kitabevi, 1983. |
Erkol, Ahmet: |
“Tarihi Süreçte
Müslümanlarda Birey İktidar İlişkilerine Dair Bir Değerlendirme”, e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi,
Sayı VI, Kasım 2011, s. 12-26. |
Erten, Hayri: |
Model Müslüman Toplumun Sosyolojisi- Hz. Ömer Dönemi-, İstanbul, Kitaparası Yayınları, 2019. |
Erten, Hayri: |
“Hz. Ömer Döneminde Toplumsal Değişme”, Selçuk Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, 1996,
Sayı VI, s. 297-305. |
Erten, Hayri: |
“Hz. Ömer Döneminde Sosyal Yapı ve Değişme”, Marife, Yıl
1, Sayı 1, 2001, s. 175-193. |
Erul, Bünyamin: |
“Ubey b. Kâ’b”, DİA, Cilt XX, 2012, s. 272-274. |
Eserperk, Altan: |
“Sosyal Mobilite ve Eğitim”, Ankara Üniv. Eğitim Fak.
Dergisi, Sayı 1, Cilt 9, 1976, s. 389-401. |
Evkuran, Mehmet: |
“Peygamber, Karizma ve Siyasal Otorite - Hz. Muhammed’in
Liderlik Tecrübesi Üzerine Bir Analiz-”, Önder Peygamber ve Yeni Bir
Devletin Kuruluşu, Derleyen Adnan Demircan, İstanbul, Siyer Yayınları,
2015. |
El- Bağdadi, Abdulkadir: |
Mezhepler Arasındaki Farklar, çev. E. Ruhi Fığlalı, Ankara, TDV Yayınları, 2014. |
El-Farabi, Ebu Nasr: |
Medinet’ül Fâzıla, çev.
Nafiz Danışman, Ankara, MEB Yayınları, 2001. |
El-Farabi, Ebu Nasr: |
İhsâ’ül Ulûm, çev.
Ahmet Ateş, İstanbul, MEB Yayınları, 1990. |
El-Vâkidî, Ebu Abdullah
Muhammed b. Ömer: |
Hz.
Peygamber’in Savaşları (Kitâbü’l- Megâzî), Tahkik, Marsden Jones, terc. Musa K. Yılmaz, İstanbul, İlkharf Yayınevi, 2013. |
Fayda, Mustafa: |
Hz. Ömer Zamanında Gayr-ı Müslimler, İstanbul, Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Yayınları, 1989. |
Fayda, Mustafa: |
Hulefâ-yı Râşidîn Devri Dört Halife Dönemi, İstanbul, Kubbealtı, 2018. |
Fayda, Mustafa: |
"Bedevi", DİA, Cilt V,1992, s. 311-317. |
Fayda, Mustafa: |
"Cahiliye", DİA, Cilt VII, 1993,
s.17-19. |
Fayda, Mustafa: |
“Hulefa’i Raşidin”, DİA, Cilt XVIII, 1998, s.
324-338. |
Fayda, Mustafa: |
“Hz. Ömer”, DİA, , Cilt XXXIV, 2007, s. 44-51. |
Fıchter, Joseph H.: |
Sosyoloji Nedir, çev. Nilgün
Çelebi, Ankara, Anı Yayıncılık, 2012. |
Fığlalı, Ethem Ruhi: |
Türkiye’de Alevilik Bektaşilik, İstanbul, Selçuk Yayınları, 1991. |
Fığlalı, Ethem Ruhi: |
İbadiyenin Doğuşu ve Görüşleri, Ankara, Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Yayınları, 1983. |
Fığlalı, Ethem Ruhi: |
“Hariciliğin Doğuşuna Tesir Eden Bazı Sebepler”, Ankara
Üni. İlahiyat Fak. Dergisi, 1975, Sayı 20, s. 219-257. |
Fığlalı, Ethem Ruhi: |
“Abdullah b. Sebe”, DİA, Cilt I, 1988, s. 133-134. |
Freyer, Hans: |
Din Sosyolojisi,
çev. Turgut Kalpsüz, Ankara, Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Yayınları, 1964. |
Freyer, Hans: |
Sosyolojiye Giriş,
çev. Nermin Abadan, Ankara, Ajanstürk Matbaası, 1957. |
Furseth, Inger, Repstad,
Pal: |
Din
Sosyolojisine Giriş, çev. İhsan
Çapcıoğlıu, Halil Aydınalp, Ankara, Birleşik Yayınları, 2013. |
Geçit, Mehmet Salih: |
“İslam Dünyasında Din-Siyaset İlişkisinin Tarihcesine
Genel Bir Bakış”, Universal Journal of Theology, Volume I, Issue, I,
s. 31-50. |
Giddens, Anthony: |
Sosyoloji, Yayıma
Haz. Hüseyin Özel, Cemal Güzel, Ankara, Ayraç Yayınevi, 2000. |
Giddens, Anthony: |
Sosyoloji, Yayıma
Haz. Cemal Güzel, İstanbul, Kırmızı Yayınları, 2012. |
Gölpınarlı, Abdulbaki: |
Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik, İstanbul,
Der Yayınları, 1979. |
Güç, Ahmet: |
“Dinlerde Kutsal ve Kutsallık Anlayışları”, Dinler Tarihi
Araştırmaları-1, Dinler Tarihi Yayınları,
Ankara, 1998. |
Güç, Ahmet: |
“Putperestlik”, DİA, İstanbul, 2007, Cilt XXXIV,
2007, s. 365-368. |
Günaltay, Şemseddin: |
İslam Öncesi Araplar ve Dinleri, sad. M. Mahfuz Söylemez, Mustafa Hizmetli, 3. bs,
Ankara, Ankalara Okulu Yayınları, 2016. |
Günay, Ünver: |
Din Sosyolojisi,
İstanbul, İnsan Yayınları, 1998. |
Güler, Mehmet Nuri: |
“İslam Devleti’nin İlk Başkenti Medine’de Tedavül Eden
Mal ve Hizmetler İle Geçim Düzeyleri”, Hz. Peygamber Döneminde Kurumsal
Yapının Oluşumu, Derleyen: Adnan Demircan, İstanbul, Siyer Yayınları,
2015. |
Gündüz, Şinasi: |
"Cahiliyenin Kültürel Kodları", Milel ve
Nihal, 13, (1), 2016, s. 8-27. |
Gündüz, Şinasi: |
Cahiliye Dönemi Arap Putperestliği”, Cahiliye
Araplarının İlahları, ed. M. Mahfuz Söylemez, Ankara, Ankara Okulu
Yayınları, 2016. |
Gündüz, Şinasi: |
“Kutsal Hakkında Konuşmak: Dinsel Söylemde Mitos”, Milel
ve Nihal, Cilt 6, Sayı 1, Ocak-Nisan 2009, s. 9-26. |
Gündüz, Şinasi: |
“Ölümden Sonra Diriliş ve Hesap İnancına Muhalefetin Temelleri”, Cahiliye |
|
Araplarının Ahiret İnancı, ed. Mahfuz Söylemez. Ankara Okulu Yayınları, 2016. |
Güngör, Özcan: |
“Yaşlılık ve Din”, Din Sosyolojisi El Kitabı, ed.
Niyazi Akyüz, İhsan Çapcıoğlu, Ankara, Grafiker Yayınları, 2012. |
Güzel, Ahmet: |
“Muaviye ve Hz. Osman’a Muhalefeti Ekseninde Ebu Zerr
el-Ğıfarî”, Marife, 2012, s. 43-68. |
Hakyemez, Cemil: |
“Nasıl Bir Şii-Sünni Birlikteliği?”, Eski Yeni,
Sayı 25 İlkbahar, 2012, s. 70-80. |
Hakyemez, Cemil: |
“Sünnü-Şii İlişkilerinde Temel Sorunlar ve Çözüm
Önerileri”, İç Tehdit ve Riskler Işığında İslam Dünyasının Geleceği, Haz.
Ahmet Emin Dağ, İstanbul, İnsamer, 2016. |
Hamidullah, Muhammed: |
İslam Peygamberi,
çev. Salih Tuğ, İstanbul, İrfan Yayıncılık, Cilt II, 1996. |
Hamidullah, Muhammed: |
“El-İlaf Vaya İslam’dan Önce Mekke’nin
İktisadi-Diplomatik Münasebetleri”, çev. İsmail Çerrahoğlu, Ankara Üniv.
İlahiyat Fak. Dergisi, Cilt IX, 1961, s. 213-222. |
Hançabay, Halil İbrahim: |
“Hz. Osman’ın Halife Seçilmesi” EKEV Akademi Dergisi,
Sayı 58, Kış 2014, s. 375-394. |
Hançabay, Halil İbrahim: |
“Halifeliği Dönemimde Hz. Osman’la Hz. Ali Dışındaki Şûra
Üyeleri Arasındaki İlişkiler”, (Basılmamış Yüksek Lisan Tezi), Marmara
Üniv. Sosyal Bilimler Enst. İlahiyat Anabilim Dalı, İslam Tarihi Bilim Dalı,
İstanbul, 2009. |
Hasan, Hasan İbrahim: |
Siyasi, Dini, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, terc. İsmail Yiğit, Sadrettin Gümüş, 2. bs. İstanbul,
Kayıhan Yayınları, Cilt I- II,1987. |
Hatipoğlu, M. Said: |
“İslam’da İlk Siyasi Kavmiyetçilik Hilafetin Kureyşliliği”, Ankara Üniv. İlahiyat Fak.
Dergisi, Cilt 23, Sayı 1, 1979, s. 121-213. |
Hayyât, B. Halife: |
Halife b. Hayyât Tarihi, çev. Abdulhalik Bakır, Ankara, Bizim Büro Basımevi, 2008. |
Hayyât, Halife: |
Et-Tarih-İlk Kronolojik İslam Tarihi, çev. Ömer Sabuncu, Mahmut Sabuncu, Ankara Okulu
Yayınları, 2019. |
Hizmetli, Sabri: |
İslam Tarihi -İlk Dönem-, 9.bs. Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2015. |
Hizmetli, Sabri: |
“Tarihi Rivayetlere Göre Hz. Osman’ın Öldürülmesi”, Ankara
Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı XXVII, 1985, s. 149-176. |
Hizmetli, Sabri: |
“Genel Olarak Raşid Halifeler Dönemi Olayları: Sonuçları
ve Etkileri”, Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Cilt XXXIX, Sayı 1,
1999, s. 27-54. |
Hitti, K. Philip: |
Siyasi ve Kültürel İslam Tarih -1, çev. Salih Tuğ, İstanbul, Marmara Üniv. İlahiyat Fak.
Yayınları, 1995. |
Hodgson, G.S. Marshall: |
İslam’ın Serüveni-1,
çev. Berkay Ersöz, Ankara, Phoenix Yayınevi, 2017. |
İbnü’l Esir, Ebü'l-Hasan
İzzeddin Ali b. Muhammed b. Abdülkerim: |
El- Kâmil fit-Tarih Tercümesi, terc. Ahmet Ağırakça ve Arkadaşları, Ocak Yayıncılık,
Cilt II, 2016: |
İbn Haldun, Ebu Zeyd
Veliyyüddin Abdurrahman b. Muhammed: |
Mukaddime, Haz.
Süleyman Uludağ, 2. bs. İstanbul, Dergâh Yayınları, Cilt I-II, 1988. |
İbn Hanbel, Ebû Abdillâh
Ahmed b. Muhammed b. Hanbel eş-Şeybânî el- Mervezî : |
El- Müsned, Beytü’l-Efkari’d-Düvelliyye, Ürdün, 2005. |
İbn Hişam, Ebu Muhammed Cemaleddin Abdülmelik: |
Es-Siretü’n Nebeviyye,
terc. Abdülvehhab Öztürk, İstanbul, Kahraman Yayınları, Cilt I, 2016. |
İbn Hibban, Ebû Hâtim Muhammed b. Hibban b. Ahmed
et-Temîmî: |
Es-Siretü’n- Nebeviyye ve Ahbâru’l- Hulefâ, terc. Harun Bekiroğlu, Ankara, Ankara Okullu Yayınları,
2017. |
İbn İshak, Ebû Abdillâh
Muhammed: |
-Kitâbü's-Siyer ve'l-Meğazi- Hz. Peygamberin Hayatı ve Gazveleri, thk. |
|
Süheyl Zekkâr, terc. Ali Bakkal, İstanbul, İlk Harf
Yayınları, 2013. |
İbn İshak, Ebû Abdillâh Muhammed: |
Siyeri İbn İshak, Hz. Muhammed’in Hayatı, Yayına Haz. Muhammed Hamidullah, 2. bs. İstanbul, Düşün Yayınları, 2012. |
İbn al- Kalbi, Ebü’l-Münzir Hişâm b. Muhammed : |
Putlar Kitabı, çev. Beyza
Düşüngen, Ankara, Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Yayınları, 1968. |
İbn Kesir, Ebü'l-Fida İmadüddin İsmail b. Ömer: |
El-Bidaye ve’n- Nihaye, Büyük İslam Tarihi, Cilt VII, çev. Mehmet Keskin, İstanbul, Çağrı Yayınları, 1994. |
İbn Kuteybe, Ebu Muhammed Abdullah Bin Müslim Ed-Dineveri: |
El- İmame ve’s-Siyâse,
terc. Cemalettin Saylık, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2017. |
İbn Kuteybe, Ebu Muhammed Abdullah Bin Müslim Ed-Dineveri: |
El- Maarif- Nebiler ve Sahabilerin Sireti, terc. Hasan Ege, İstanbul, Şelâle Yayınevi, t.y. |
İbn Zebâle,
Muhammed b. el-Hasen: |
Ahbâru’l-Medîne Medine Tarihi, çev. Mehmet Fatih Yılmaz, Ankara, Ankara Okulu Yayınları,
2018. |
İlhan, Süleyman, Aytaç, Ömer: |
“Türkiye’de Kayırmacı eğilimlerin oluşmasında
toplumsal ve kültürel yapının rolü”, Yönetim ve örgüt açısından
kayırmacılık, ed. Ramazan Erdem, İstanbul, Beta Basım, 2010. |
İbn Mace, Ebû Abdillâh Muhammed b. Yezîd Mâce el-Kazvînî: |
Sünen-i İbn Mace, Çağrı
Yayınları, İstanbul, 1992. |
İbn Sa’d, Ebû Abdillâh Muhammed b. Sa‘d b. Menî‘ el-Kâtib
el-Hâşimî el- Basrî el-Bağdâdî: |
Tabakât, Çeviri ed. Adnan Demircan, İstanbul, Siyer Yayınları,
Cilt I-XI, 2015. |
İbn Şihâb Ez- Zühri, Ebû Bekr Muhammed b. Müslim b.
Ubeydillâh: |
El-Meğazî, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2016. |
İbn Zekvân, Salim: |
Es-Sîre, terc. Harun
Yıldız, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2017. |
İşcan, Mehmet Zeki: |
“Şii-Sünni İlişkileri: Çatışmaya Giden Süreç”, Journal of Islamic Research, Yıl 2018, Sayı 29,
s. 241-256. |
Kahraman, Ahmet: |
Dinler Tarihi,
İstanbul, Marifet Yayınları, 1984. |
Kallek, Cengiz: |
“Asr-ı Saadet’te Devlet ve Piyasa İlişkisi”, Bütün
Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, ed. Vecdi Akyüz, İstanbul, Ensar
Neşriyat, Cilt III, 2007. |
Kallek, Cengiz |
“Pazar” DİA, Cilt XXXIV, 2007, s. 194203. |
Kalınkara, Velittin: |
■z Temel Gerontoloji
Yaşlılık Bilimi, Ankara, Nobel Yayıncılık, 2011. |
Kandemir, M. Yaşar: |
“Ebû Mûsâ el Eş’arî”, DİA, Cilt X, 1994, s.
190-192. |
Kapani, Münci: |
Politika Bilimine Giriş, Ankara, Bilgi Yayınevi, 2007. |
Kapar, M. Ali: |
“Hz. Peygamber Toplumunu Meydana Getiren Unsurlar”, Selçuk
Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı IX, 2000, s. 13-28. |
Karacelil, Süleyman: |
Büyük Tehlike: Dünyevileşme, İstanbul, Nesil Yayınları, 2008. |
Karacelil, Süleyman: |
“Toplumsal Göstergelerde Dünyevileşme”, Eski Yeni,
Sayı 14, 2009, s. 34-44. |
Kaşıkcı, Osman: |
“İslâm-Osmanlı Hukukunda Devlet Başkanının Görevinin Sona Ermesi”, Atatürk Üniv.
Erzincan Hukuk Fak. Dergisi, Cilt 5, Sayı 1-4, 2001, s. 95-120. |
Kayaoğlu, İsmet: |
İslam Kurumlar Tarihi,
Ankara, Ankara Üni. İlahiyat Fak. Yayınları, 1985. |
Kazancı, Ahmet Lütfi: |
Şehit Halife Emirü’l Mü’minin Hz. Osman, İstanbul,
Ensar Neşriyat, 2015. |
Kazancı, Ahmet Lütfi: |
“Cahiliye Devri İnsanında Akli Durum” Uludağ Üniv.
İlahiyat Fak. Dergisi, , Sayı 2, Cilt II, 1987, s.121-129. |
Kazancı, Ahmet Lütfi: |
“Cahiliye Döneminde Müspet Davranışlar”, Uludağ Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Cilt I,
Sayı 1, 1986, s. 103-110. |
Kazımov, Shamo: |
“Müsteşriklerin Hz. Osman Dönemi Olaylarına Yaklaşımları”, (Basılmamış Yüksek Lisans
Tezi), Süleyman Demirel Üniv. Sosyal Bilimler Enst. İslam Tarihi ve
Sanatları Anabilim Dalı, İslam Tarihi Bilim Dalı, Isparta 2015. |
Kelpetin, Mahmut: |
Hulefa-i Raşidin Dönemi Tarihi- Seyf bin Ömer ve Tarihçiliği-, İstanbul, Siyer Yayınları, 2012. |
Keskin, Mustafa: |
“Din ve Toplum İlişkileri Üzerine Bir Genelleme”, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi,
Sayı II, 2004, s. 7-21. |
Kettâni, Muhammed Abdülhay: |
Hz. Peygamberin Yönetimi, çev. Ahmet Özel, İstanbul, İz Yayıncılık, Cilt I-II,
2012. |
Kirman, M. Ali, Özpolat, Abdullah: |
“İslam, Seküler ve Kutsal”, Çukurova Üniv. İlahiyat
Fak. Dergisi, Cilt 17, Sayı 2, Temmuz-Aralık 2017, s. 19-41. |
Kılıç, Ünal: |
Peygamber ve Dört Halife Günlerinde Şehir Yönetimi ve
Valilik, Konya, Yediveren Kitap, 2004. |
Kılıç, Ünal: |
“Kûfelilerin Hz. Osman’a Muhalefet Etmelerinin
Sebepleri”, Cumhuriyet Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, 2002, VI/II, s.
239260. |
Ziyaeddin, Kırboğa: |
“Toplumsal Tezahürleri Bağlamında Zihniyet Değişimi ve Din”, (Basılmamış Doktora Tezi), Necmettin
Erbakan Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Felsefe ve Din Bilimleri Ana Bilim
Dalı, Din Sosyolojisi Bilim Dalı, Konya 2016. |
Koçyiğit, Talat: |
“Abdullah b. Ubey b. Selül”, DİA, İstanbul, 1988, Cilt
I, s. 139-140. |
Koçyiğit, Tahsin: |
“Medine’deki Uygulamalarından Hareketle- Hz.
Peygamber’in Şehir Tasavvuru Hakkında Bazı Değerlendirmeler”, Süleyman Demirel Üniv. İlahiyat
Fak. Dergisi, Sayı 31, 2013, s. 73-88. |
Komisyon: |
Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, Ankara, Cilt II,
1998. |
Komisyon: |
Kur’an Yolu Tefsiri, Ankara,
DIB Yayınları, Cilt II, 2006. |
Komisyon: |
Hadislerle İslam,
ed. Mehmet Emin Özafşar vd. 2. Bs. Ankara, DİB Yayınları, Cilt I-VII, 2013. |
Kongar, Emre: |
Toplumsal Değişme ve Türkiye Gerçeği, İstanbul, Remzi Kitabevi, 2004. |
Kongar, Emre: |
Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, İstanbul, Remzi Kitabevi, 2004. |
Korkmaz, Abdullah: |
“Sosyal Hareketlilik: Eğitim ve Mesleğin Sosyal Hareketliliğe
Etkisi”, İstanbul Üniv. Sosyoloji Konferansları Dergisi, Sayı 31,
2005, s. 79-92. |
Korkmaz, Sıddık: |
Tarihin Tahrifi- İbn Sebe Meselesi-, Ankara, Araştırma Yayınları, 2005. |
Koyuncu, Mevlüt: |
“Medine Şehir Devleti”, Süleyman Demirel Üniv. Fen Edebiyat Dergisi, 2009, s. 87-103. |
Köktaş, M. Emin: |
Din ve Siyaset Siyasal Davranış ve Dindarlık, Ankara, Vadi Yayınları, 1997. |
Köten, Akif: |
“Hz.
Peygamber’in İmamet Tasarrufu- Devlet Başkanı Olarak Hz. Peygamber’in
Tasarrufları”, Din, Devlet İlişkileri Sempozyumu, İstanbul, Umut Matbaacılık, 1996, s. 100. |
Kurt, Abdurrahman: |
Din Sosyolojisi,
Bursa, Dora Yayınları, 2011. |
Kurt, Abdurrahman: |
İslam’ın İlk Döneminde İmanın Toplumsal Yansıması,
Bursa, Emin Yayınları, 2009. |
Kurt, Abdurrahman: |
“İslam’ın Ortaya Çıkışında Sosyo-Kültürel Bağlam”, Uludağ Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Cilt 20,
Sayı 1, 2011, s. 15-28. |
Kurt, Abdurrahman: |
“Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Yönden İslam Öncesi Mekke
Toplumu”, Uludağ Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Cilt 10, Sayı 2, 2001,
s. 97-122. |
Kutlu, Sönmez: |
“Mürcie Mezhebi: Doğuşu, Fikirleri, Edebiyatı ve İslam
Düşüncesine Katkıları”, Gazi Üniv. Çorum İlahiyat Fak. Dergisi, Cilt
I, No 1, 2012, s. 168-210. |
Kutlu, Sönmez: |
“Müslümanlar Arasında Barışı Tehdit Eden Mezhep Çatışmasının
Temel Dinamikleri ve Çözüm Yolları", Dini Araştırmalar ve Küresel
Bakış- Sempozyum-Cilt I, ed. Muhiddin Okumuş ve diğerleri, Konya, Türkiye
İmam Hatipliler Vakfı Yayınları, 2016. |
Kuzgun, Şaban: |
“Hanif’, DİA, Cilt XVI, 1997, s. 33-39. |
Mustafa Sabri Küçükaşcı |
"Hicaz", DİA, Cilt XVII, 1998, s.
433-437. |
Lewis, Bernard: |
Tarihte Araplar, çev.
Hakkı Dursun Yıldız, 5. bs. İstanbul, Ağaç Kitabevi Yayınları, 2009. |
Machiavelli, Niccolo: |
Hükümdar, çev. Gaye
Demircioğlu, Ayşe Çavdar, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2017. |
Makrizi, Takıyüddin: |
Emevi-Hâşimi Çekişmesi,
çev. İrfan Aycan, Abdülhalik Bakır, Ankara, Rehber Yayınları, 1993. |
Mardin, Şerif: |
Din ve İdeoloji, İstanbul, İletişim Yayınları, 2017. |
Mes’udi, Ebü’l Hasan Ali b.
Hüseyin b. Ali: |
Mürûcü’z Zeheb, thk. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, Kahire, Cilt II, 1964. |
Mes’udi, Ebü’l Hasan Ali b.
Hüseyin b. Ali: |
Mürûcü’z Zeheb- Altın Bozkırlar-, çev. Ahsen Batur, İstanbul, Selenge Yayınları, 2004. |
Mensching, Gustav: |
İslam’ın Sosyolojisi, çev. Ahmet Çekin, İslami
Araştırmalar Dergisi, Cilt 19, Sayı 4, s. 559-574. |
Mevdudi, Ebu’l Ala : |
Hilafet ve Saltanat,
çev. Ali Genceli, İstanbul, Hilal Yayınları, 1980. |
Mucchielli, Alex: |
Zihniyetler, çev.
Ahmet Kotil, İstanbul, 1991. |
Müslim, Ebü’l-Hüseyn Müslim
b. el- Haccâc b. Müslim el-Kuşeyrî: |
Sahihi Müslim, Çağrı
Yayınları, İstanbul, 1992. |
Onat, Hasan, Kutlu, Sönmez: |
İslam Mezhepleri Tarihi, Ankara, Grafiker Yay. 2014. |
Ozankaya, Özer: |
Toplumbilim, İstanbul,
Cem Yayınları, 1994. |
Okiç, M.Tayyib: |
“İslâmiyette İlk Nüfus Sayımı”, Ankara Üniv, İlahiyat
Fak. Dergisi, Cilt VII, Sayı 1, Ankara, 1958, s.11-20. |
Okumuş, Ejder: |
Toplumsal Değişme ve Din, İstanbul, İnsan Yayınları, 2003. |
Okumuş, Ejder: |
Meşruiyet Ekseninde Din ve Devlet, İstanbul, Pınar Yayınları, 2003. |
Okumuş, Ejder: |
“Hz. Muhammed ve Toplumsal Değişim”, Hz. Muhammed ve
Mesajı, ed. M. Mahfuz Söylemez, İslami İlimler Dergisi Yayınları, 2014. |
Okumuş, Ejder: |
“Din ve Siyaset”, Din Sosyolojisi, ed. Mehmet
Bayyiğit, Konya, Palet Yayınları, 2013. s. 210. |
Okumuş, Ejder: |
“Sosyolojinin Din Sorunsalı”, Din Sosyolojisi, ed.
Mehmet Bayyiğit, Konya, Palet Yayınları, 2013. |
Öğmüş, Harun: |
Cahiliye Devrinde Araplar, İstanbul, İz yayıncılık, 2003. |
Önkal, Ahmet: |
“Amr b. As” DİA, Cilt III, 1991, s. 79-81. |
Önkal, Ahmet: |
“Hazrec”, DİA, Cilt XVII, 1998,s. 143144. |
Öz, Şaban: |
“İktidar Aracı Olarak Kan Talebi Olgusunun Hz. Osman-Hz. Hüseyin Perspektifinde Karşılaştırmalı Bir Analiz”, Çeşitli
Yönleriyle Kerbela, ed. Âlim Yıldız, Sivas, Asitan Yayınları, Cilt I,
2010. |
Öz, Şaban: |
“Kabileden Ümmete
Müslüman Arap Ulusunun Doğuşunda Altyapı Hazırlıkları”, İSTEM, Yıl 10, Sayı 19, s. 33-55. |
Öz, Şaban: |
“İlk Dönem
İslâm Toplumunda Değişime Direnç Üzerine Teşhisi Bir Değerlendirme”, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 13, Cilt VII, s. 57-96. |
Özaydın, Abdulkerim: |
“Arap”, DİA, Cilt III, 1991, s. 321-324. |
Özaydın, Abdulkerim: |
“Hac”, DİA, Cilt XIV, 1996, s. 386-389. |
Özel, Ahmet: |
“Yönetici Peygamber Olarak Hz. Muhammed”, DİVAN İlmi Araştırmalar, Sayı XX,
2006/1, s. 1-44. |
Özkan, Mustafa: |
“İlk Dönem İslam Tarihi Siyasi Çatışmalarının Dışında Kalmaya Çalışanlar: Tarafsızlar”, Dicle Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Cilt X, Sayı 1, s. 5988. |
Özkanan, Arzu, Erdem, Ramazan: |
“Yönetimde Kayırmacı Uygulamalar Üzerine Nitel Bir Çalışma”, MAKÜ İktisadi ve İdari
Bilimler Fak. Dergisi, 2015, Cilt II, Sayı 4, s. 7-28. |
Özkanan, Arzu, Erdem, Ramazan: |
“Yönetimde Kayırmacı Uygulamalar: Kavramsal Bir Çerçeve”, Süleyman Demirel Üniv. Sosyal Bilimler Enst. Dergisi, 2014, Sayı 20, s. 179-206. |
Özkuyumcu, Nadir: |
“Asr-ı Saadet’te Yahudilerle İlişkiler”, Bütün
Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam ed. Vecdi Akyüz, İstanbul, Ensar
Neşriyat, Cilt II, 2007. |
Palabıyık, M. Hanefi: |
“İslam Öncesi Arap Düşüncesinde
Din ve Din Adamları”, Cahiliye
Arapların Ulûhiyet Anlayışı, ed. M.
Mahfuz Söylemez, Ankara Okulu Yayınları, 2015. |
Palabıyık, M. Hanefi: |
“Hz. Peygamber’in Devlet Kurma Faaliyeti (Tarihi Arka
Plan ve Teşrii Açısından)”, Atatürk Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, 2002,
Sayı 17, s. 99-126. |
Palabıyık, M. Hanefi: |
“Cahiliye Dönemi ve İslam’ın İlk Yıllarında Okuma-Yazma
Faaliyetleri”, Atatürk Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 27, 2007, s.
31-68. |
Parladır, Selahaddin: |
“Asr-ı Saadet’te Eğitim”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, ed. Vecdi Akyüz, İstanbul, Ensar Neşriyat, Cilt III,
2007. |
Parlak, Nizamettin: |
“Hz. Ömer’in Şûrasındaki Halife Adayları,”, İSTEM, Cilt X, Sayı 20, 2012, s.
75-92. |
Pekdemir, Köksal: |
“Zihniyet, Din ve Toplumsal Değişim İlişkisi: Ülgener Örneği”, Tasavvur-Tekirdağ İlahiyat Dergisi, 4, Sayı 1, 2018, s. 13-32. |
Pırlanta, İsmail: |
“Hz. Peygamber
Döneminde Eğlence Hayatı”, Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 10/1 Winter 2015, s. 635658. |
Radî, Eş-Şerif: |
Hz. Ali Nehcü’l Belâga,
çev. Adnan Demircan, İstanbul, Beyan Yayınları, 2016. |
Rahman, Fazlur: |
Ana Konularıyla Kur’an,
çev. Alparslan Açıkgenç, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 1999. |
Rıtzer, Goerge, Stepnısky,
Jeffery: |
Sosyoloji Kuramları,
çev. Himmet Hülür, Ankara, Deki Basım Yayın, 2014. |
Safa, Mustafa: |
Hz. Peygamber Döneminde Medine’nin Sosyal Yapısı, Ankara, Araştırma Yayınları, 2015. |
Sağlam, Hadi: |
“İslam İdare Hukukunda Yönetim Şekli”, Universal Journal of
Teology, Volume II, Issue I, 2017, s. 36-57. |
Sallâbî, Ali Muhammed: |
Üçüncü Halife Hz. Osman, terc. Ayhan Ak, İstanbul, Ravza Yayınları, 2016. |
Sancaklı, Saffet: |
“Hz.
Peygamber’in Medine Döneminde Tesis Ettiği Kardeşleştirme( Muahat) Projesinin Günümüz Bireysel ve Toplumsal Hayat Açısından Önemi ve Analizi”, Yeni Bir
Toplum İnşası, Derleyen Adnan Demircan, 2015. |
Sarı, Mehmet Salih: |
“Cahiliye Toplumundan Medeni Topluma Geçiş Süreci: Yeni
Bir Sosyal Düzenin Doğuşu”, İSTEM, Sayı 4, 2004, s. 175190. |
Sarıbıyık, Mustafa: |
“Erken Dönem İslam Tarihinde Merkez - Çevre Çatışması”, Elektronik
Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 12, Sayı 47, 2013, s. 339-348. |
Sarıcık, Murat: |
Hz. Ali İlk Üç Halifeyle Kavgalı mıydı? İstanbul, Nesil Yayınları, 2012. |
Sarıcık, Murat: |
“Cahiliye Döneminde Arap Yarımadası Panayırları”, Süleyman
Demirel Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 31, 2013, s. 109-140. |
Sarıçam, İbrahim: |
Hz. Osman, Ankara,
TDV Yayınları, 2014. |
Sarıçam, İbrahim: |
Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, 5 bs. Ankara, DİB Yayınları, 2007. |
Sarıçam, İbrahim: |
Emevi-Haşimi İlişkileri, 4. bs. Ankara, TDV. Yayınları, 2015. |
Sarıçam, İbrahim: |
Hz. Peygamberin Peygamber Olarak Gönderildiği Ortam”, Hz. Peygamberin Doğduğu Çevre ve
Toplum, Derleyen: Adnan Demircan, Siyer Yayınları, 2015. |
Sarıkaya, M. Saffet: |
“Müslümanlar Arasında Fırkalaşma ve Hz. Peygamber’in
Şahsında Dini Zihniyetin Yeniden Teşekkülü”, Süleyman Demirel Üniv.
İlahiyat Fak. III. Kutlu Doğum Sempozyumu, Isparta, Süleyman Demirel
Üniv. İlahiyat Fak. Yayınları, No: 9, 2001. |
Sarıtaş, Adem: |
“Ebû Zer el- Ğıfârî Hayatı ve Şahsiyeti”, (Basılmaış
Yüksek Lisans Tezi), Selçuk Üniv. Sosyal Bilimler Enst. İslam Tarihi ve
Sanatları Anabilim Dalı İslam Tarihi Dalı, Konya, 1998. |
Savaş, Rıza: |
“Cahiliye Devrinde Kadın Algısı”, TDV Kur’an ve Kadın Sempozyumu, 2010. |
Sezen, Yumni: |
Sosyoloji Açısından Din, İstanbul, Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Vakfı Yayınları, 1993. |
Sezen, Yumni: |
Sosyolojide ve Din Sosyolojisinde Temel Bilgiler ve
Tartışmalar, İstanbul, İFAV, 1990. |
Seyyid, Eymen Fuad: |
“Kahire”, DİA, Cilt XXIV, 2001, s. 173174. |
Sırma, İhsan Süreyya: |
İslamî Tebliğin Örnek Halifeler Dönemi, İstanbul, Beyan Yayınları, 26. Baskı, 2017. |
Sinanoğlu, Ahmet Faruk: |
“Dini Gruplar ve Grup Fanatizminin Toplumsal Boyutları”, İstanbul
Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi,
2014, s. 33-39. |
Sinanoğlu, Ahmet Faruk: |
Müslüman Arap
Medeniyetinin İnşası Bağlamında Cahiliye Dönemi Toplumsal Yapıda Ortaya Çıkan Değişmeler”, TÜBAR, XXIX, 2011,
s. 375-385. |
Slattery, Martin: |
Sosyolojide Temel Fikirler, Yayına Haz. Ümit Tatlıcan, Gülhan Demiriz, İstanbul,
Sentez Yayıncılık, 2014. |
Skocpol, Theda: |
“Sosyolojinin Tarihsel İmgelemi”, Tarihsel Sosyoloji / Bloch’tan Vallerstein’a Görüşler ve Yöntemler, ed. Theda Skocpol, çev. Ahmet Fethi, İstanbul, Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, 2014. |
Skocpol, Theda: |
“Tarihsel Sosyolojide Yeni Gündemler ve Yinelenen
Stratejiler”, Tarihsel Sosyoloji / Bloch’tan Vallerstein’a Görüşler ve
Yöntemler, ed. Theda Skocpol, çev. Ahmet Fethi, İstanbul, Tarih Vakfı
Yurt Yayınları, 2014. |
Söylemez, Mehmet Mahfuz: |
Kûfe’nin Siyasi Tarihi, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2017. |
Söylemez, Mehmet Mahfuz: |
Bedevîlikten Hadarîliğe Kûfe, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2015. |
Söylemez, Mehmet Mahfuz: |
“Cahiliye Arap İnancında Putların Yeri”, Cahiliye
Arapların Ulûhiyet Anlayışı, ed. M. Mahfuz Söylemez, Ankara, Ankara Okulu
Yayınları, 2015. |
Söyleyici, Hüseyin: |
“Hassan b. Sabit” DİA, İstanbul, 1997, Cilt XVI,
s. 399-402. |
Subaşı, Necdet: |
Din Sosyolojisi,
İstanbul, Dem Yayınları, 2014. |
Suyûtî, Celaleddin: |
Halifeler Tarihi,
çev. Onur Özatağ, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 2014. |
Swıngewood, Alan: |
Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, terc. Osman Akınhay, İstanbul, Agora Kitaplığı, 2009. |
Şakir, Mahmud: |
Dört Halife, çev.
Ferit Aydın, İstanbul, Kahraman Yayınları, 1994. |
Şehristani, Ebü’l-Feth Tâcüddîn Muhammed b. Abdilkerîm b.
Ahmed: |
Milel ve Nihal- Dinler, Mezhepler ve Felsefi Sistemler
Tarihi, çev. Mustafa Öz, İstanbul,
Litera Yayınları, 2008. |
Şeker, Dursun Ali: |
“Hz. Osman (ra) Döneminde Devlet Yapısı ve Sosyal Hayat”,
(Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Harran Üniv. Sosyal Bilimler Enst. İslam
Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı, İslam Tarihi Bilim Dalı, Şanlıurfa,
1998. |
Şibli, Mevlana: |
İslam Tarihi: Asr-ı Saadet, terc. Ömer Rıza Doğrul, nşr. Osman Zeki Mollaoğlu,
İstanbul, Eser Neşriyat, 1977. |
Şimşek, Emre: |
“Almanya’da
Selefilik - NRW Örneği”, (Basılmamış Doktora tezi), Cumhuriyet Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Mezhepler Tarihi Anabilim Dalı, Sivas 2019. |
Taberi, Ebu Cafer Muhammed
Cerir: |
b. Târihu’r-Rusül ve’l- Müluk, thk. M. Ebu’l Fadıl İbrahim,
Kahire, Cilt I-IV, t.y. |
Taberi, Ebu Cafer Muhammed
Cerir: |
b. Tarih-i Taberi, terc. M. Faruk Gürtunca,
İstanbul, Sağlam Yayınları, I-IV, 2008. |
Taberi, Ebu Cafer Muhammed
Cerir: |
b. Târihu’t-Taberî
-1, terc. Cemalettin Saylık, Ankara, Ankara okulu Yayınları 2018. |
Taberi, Ebu Cafer Muhammed Cerir: |
b. Târihu’t-Taberî -2, 3, terc. Cemalettin Saylık, Ankara, Ankara okulu Yayınları 2019. |
Taplamacıoğlu, Mehmet: |
Din Sosyolojisi,
Ankara, Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Yayınları, 1963. |
Tekin, Mustafa: |
Din Sosyolojisi, İstanbul, Rağbet Yayınları, 2016. |
Tekin, Mustafa: |
“Fizikle Metafizik Arasında Mezhepler- Sosyolojik Bir
Bakış”, Gerilim ve Çatışma Arasında Mezhep- Mezhep Sosyolojisi-, ed.
Mustafa Tekin, Ankara, Eskiyeni Yayınları, 2017. |
Tekin, Mustafa: |
"Kur’an-ı Kerim’de Bedevilik, Dini Sosyolojik Yaklaşım", Avrupa İslam Üniv. İslami
Araştırmalar Dergisi, Yıl 2, Sayı 3, Mayıs 2009, s.102-114. |
Tekin, Mustafa: |
“Kur’an-ı Kerim’deki Aşiret, Kabile ve Kureyş
Kavramlarının Din Sosyolojisi Açısından Tahlili”, İslami Araştırmalar
Dergisi, Cilt 14, Sayı 3-4, s. 450-454. |
Tekin, Mustafa: |
“Değişen Dindarlığın Dünyevileşme Boyutu”, Eski Yeni, Sayı 10, 2008, s. 1420. |
Tekin Mustafa: |
“Mezhep Krizi- Sosyolojik Bir Yaklaşım”, İslam’ın Hakikati ve Mezhep Sorunu, |
|
Ankara, Anadolu İlahiyat Akademisi Yayınları, 2016. |
Tekin Mustafa: |
“Dini Düşünce Çeşitliliğinin Dini- Toplumsal Tezahürleri Olarak Mezhepler”, Journal of Islamic Research, Yıl 2018, Sayı 29, s. 231-240. |
Terzi, Mustafa Zeki: |
Hz. Peygamber ve Hulafa-yi Raşidin Döneminde Askeri
Teşkilat, İstanbul, Siyer Yayınları,
2017. |
Terzi, Mustafa Zeki: |
“Hz. Peygamber Döneminde Askeri Teşkilat”, Diyanet İlmi Dergi, Cilt XXXIX, Sayı
III, s. 7-32. |
Tezcan, Mahmut: |
Sosyal ve Kültürel Değişme, Ankara, Ankara Üniv. Eğitim Bilimleri Fak. Yayınları,
1984. |
Tirmizi, Ebu İsa Muhammed b.
İsa b. Sevre: |
Sünen, Çağrı
Yayınları, İstanbul, 1992. |
Tolan, Barlas: |
Sosyoloji, Ankara,
Adım Yayınları, 1993. |
Topaloğlu, Fatih: |
“Hz. Ali’nin Hz. Osman Devri Siyasi Olaylarına Yönelik
Tutumu”, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Dokuz Eylül Üniv. Sosyal
Bilimler Enst. Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı, İzmir, 2001. |
Turner, S. Brayn: |
Max Weber ve İslam,
çev. Yasin Aktay, İstanbul, Vadi Yayınları, 1991. |
Türk, Gül Dilek: |
“İbn Haldun Bağlamında Yönetim Sistemlerinin Meşruiyet Sorunu ve Meşruiyetin İnşası”, ( Basılmamış Doktora Tezi), Marmara
Üniv. Sosyal Bilimler Enst. Halkla İlişkiler Anabilim Dalı, İstanbul,
2018. |
Türkdoğan, Orhan: |
Değişme, Kültür ve Sosyal Çözülme, İstanbul, Birleşik Yayınları, 1990. |
Uğur, Mücteba: |
“Asr-ı Saadet’te Sosyal Hayat”, Bütün Yönleriyle Asr-ı
Saadet’te İslam, ed. Vecdi Akyüz, İstanbul, Ensar Neşriyat, 2007. |
Uludağ, Süleyman: |
İslam Siyaset İlişkileri, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1998. |
Uslu, Recep: |
“Hums”, DİA, İstanbul, 1998, Cilt XVIII, s. 364-365. |
Usta, Niyazi: |
“Ekonomi ve Din”, Din Sosyolojisi El Kitabı, ed.
Niyazi Akyüz, İhsan Çapcıoğlu, Ankara, Grafiker Yayınları, 2012. |
Uyanık, Mevlüt: |
“Arap Baharı’nın Mezhepçilik ve Kabilecilik Bağlamında Analizi”, Eskiyeni, Sayı 25,
2012, s. 84-93. |
Ülgener, Sabri: |
Zihniyetler, Aydınlar ve İzmler, Ankara Mayaş Yayınları, 1982. |
Ünalan, Sıddık: |
“Hz. Muhammed’in Arabistan Yarımadasındaki Yahudilerle İlişkileri”, Fırat Üniv.
İlahiyat Fak. Dergisi, 2015, s. 49-71. |
Varol, Bahaüddin: |
“Raşid Halifeler Dönemi Toplumsal Değişme Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, İSTEM, Yıl
3, Sayı 5, 2005, s. 195-214. |
Vergin, Nur: |
Siyasetin Sosyolojisi, Kavramlar, Tanımlar, Yaklaşımlar, İstanbul, Doğan Kitap, 2008. |
Yakubî, Ahmed b. Ebî Ya‘kub
el- Abbasi: |
Yakubi Tarihi, I-II, Beyrut
1960. |
Yaman, Ahmet: |
“Tarihi ve Hukuki Yönleriyle Medine Sözleşmesi”, Önder
Peygamber ve Yeni Bir Devletin Kuruluşu, Derleyen Adnan Demircan,
İstanbul, Siyer Yayınları, 2015. |
Yaşaroğlu, Hasan: |
“İslam’ın İlk Kapitalizm İtirazı Ebu Zer El Gıfârî ve Ebu
Zer Hareketi”, Turkısh Sudies, Volume 8/12, 2013, s. 1421-1433. |
Yavuz, Sefer: |
“Din ve Ekonomi”, Ana
Başlıklarıyla Din Sosyolojisi, ed.
Niyazi Akyüz, İhsan Çapcıoğlu, Ankara, Gündüz Eğitim ve Yayıncılık, 2008. |
Yavuz, Sefer: |
“Zihniyet ve Din”, Din Sosyolojisi El Kitabı, ed. Niyazi
Akyüz, İhsan Capcıoğlu, Ankara, Grafiker
Yayınları, 2012. |
Yavuz, Yusuf Şevki: |
“Ehl-i Sünnet”, DİA, İstanbul, 1994, Cilt X, s. 525-530. |
Yazıcı, Mahmut: |
“İlahiyat Fakültelerinde Shabelerle İlgili Tamamlanmış
Yüksek Lisans ve Doktora Tezleri Üzerine Bir İnceleme”, EKEV Akademi
Dergisi, Yıl 18, Sayı 59, 2014. s. 457-488. |
Yazıcı, Selim: |
Ya’kûbî’nin Tarihine Göre Hz. Osman Dönemi”, (Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi), Atatürk Üniv. Sosyal Bilimler Enst. İslam Tarihi ve
Sanatları Anabilim Dalı, Erzurum, 2016. |
Yıldırım, Yavuz: |
“Hz. Peygamberin Devlet Başkanlığı”, Vahyin Nüzulünün
1400. Yılında Hz. Muhammed, İstanbul, İSAV Yayınları, 2011. |
Yıldız, Hakkı Dursun: |
Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, İstanbul, Çağ Yayıncılık, Cilt I-II, 1992. |
Yıldız, Hakkı Dursun: |
“Arabistan”, DİA, İstanbul, 1991, Cilt III, s.
252-258. |
Yıldız, Murat: |
“Bağlanma Kuramı Açısından Yaşlılık Dönemine Genel
Bakış”, Cumhuriyet Üni. Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 36, Sayı I,
Haziran 2012, s. 1-30. |
Yılmaz, Hayati: |
“Toplumsal Dönüşümde
Hz. Peygamber’in Kişiliğinin Etkisi” Sünnetin Bireysel ve Toplumsal Değişimindeki Rolü Sempozyumu, Konya
İlahiyat Derneği Yayınları, No: 3, 2008. |
Yiğit, İsmail: |
“Hz. Peygamberin Medine Dönemi Faaliyetleri”, Çeşitli Yönleriyle Hz. Peygamber’in
Hayatı- Medine Dönemi-, Derleyen Adnan Demircan, Siyer Yayınları, 2016. |
Yiğit, İsmail: |
“Hz. Osman”, DİA, 2007, Cilt XXXIII, s. 438-443. |
Zengin, Fethullah: |
"Cahiliye Araplarında Bazı İyi Ahlak Örnekleri ve
Sebepleri Üzerine Bir Değerlendirme", İnönü Üniv. İlahiyat Fak.
Dergisi, 2016 /2, s.53-69. |
Zeydan, Corci: |
İslam Uygarlıkları Tarihi, çev. Nejdet Gök, 5. bs. İstanbul, İletişim Yayınları,
Cilt I-II, 2016. |
Wach, Joachim: |
Din Sosyolojisi, çev. Ünver
Günay, İstanbul, Marmara Üniv. İlâhiyat
Fak. ■z Vakfı Yayınları, 1995. |
Wach, Joachim: |
Din Sosyolojisine Giriş, çev. Battal İnandı, Ankara, Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Yayınları,
1987. |
Watt, W. Montgomery: |
Islam
and Integratıon of Socıety, Routledge and Kegan Paul, Third Impression, 1966. |
Watt, W. Montgomery: |
Hz. Muhammed Mekke’de,
çev. Rami Ayas, Azmi Yüksel, Ankara, Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Yayınları,
1986. |
Watt, W. Montgomery |
İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, İstanbul, Birleşik Yayınları, 1998. |
Weber, Max: |
Ekonomi ve Toplum, çev.
Latif Boyacı, İstanbul, Yarın Yayınları, Cilt I, 2012. |
Weber, Max: |
Sosyoloji Yazıları,
çev. Taha Parla, 5. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2003. |
Welhausen, Julius: |
Arap Devleti ve
Sukutu, çev. Fikret Işıltan, Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Yayınları, 1963. |
Welhausen, Julius: |
İslam’ın İlk Devrinde Dini ve Siyasi Muhalefet Partileri, çev. Fikret Işıltan, Ankara, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, 1989. |
https://www.independentturkish.com: 22.09.2019,
(Çevrimiçi) Hasan Turabi
Ömer el- Beşir’i Anlatıyor: Onlar Bizim
Kardeşimiz Değiller
[1] Mustafa E. Erkal, Sosyoloji ( Toplumbilimi), İstanbul,
Filiz Kitabevi, 1983, s. 56-57, 60, Ejder Okumuş, “Sosyolojinin Din Sorunsalı”,
Din Sosyolojisi, ed. Mehmet Bayyiğit, Konya, Palet Yayınları, 2014, s.
83.
[2]
Zygmunt Bauman, Sosyolojik Düşünmek, çev. Abdullah Yılmaz, İstanbul,
Ayrıntı Yayınları, 2003, s. 16, 23, Joseph H. Fıchter, Sosyoloji Nedir,
çev. Nilgün Çelebi, Ankara, Anı Yayıncılık, 2012, s. 3.
[3]Anthony
Giddens, Sosyoloji, Yayıma Haz. Hüseyin Özel, Cemal Güzel, Ankara, Ayraç
Yayınevi, 2000, s. 3, Okumuş, “Sosyolojinin Din Sorunsalı”, Din Sosyolojisi,
ed. Mehmet Bayyiğit, s. 84-85.
[4] Bauman, Sosyolojik
Düşünmek, s. 26.
[5] Okumuş, “Sosyolojinin
Din Sorunsalı”, Din Sosyolojisi, ed. Mehmet Bayyiğit, s. 85.
[6]
Adnan Demircan, Fitne Kardeşlerin Savaşı, İstanbul, Beyan Yayınları,
2015, s. 41-42.
[7]
Erkal, Sosyoloji (Toplumbilim), s. 57.
[8] Ünver Günay, Din
Sosyolojisi, İstanbul, İnsan Yayınları, 1998, s. 71-73.
[9] Theda Skocpol, “Sosyolojinin Tarihsel
İmgelemi”, Tarihsel Sosyoloji / Bloch’tan Vallerstein’a Görüşler ve
Yöntemler, ed. Theda Skocpol, çev. Ahmet Fethi, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, 2014, s. 7.
[10] Skocpol,
“Sosyolojinin Tarihsel İmgelemi”, Tarihsel Sosyoloji / Bloch’tan
Vallerstein’a Görüşler ve Yöntemler, s. 2.
[11] Skocpol, “Tarihsel
Sosyolojide Yeni Gündemler ve Yinelenen Stratejiler”, Tarihsel Sosyoloji /
Bloch’tan Vallerstein’a Görüşler ve Yöntemler, s. 406, 407, 413, Mustafa
Arslan, “İslam’ın İlk Döneminde Toplumsallaşma Olgusuna Sosyolojik Bir Bakış:
Kardeşleştirme Örnek Olayı”, Yeni Bir Toplum İnşası, Derleyen Adnan
Demircan, İstanbul, Siyer Yayınları, 2015, s. 167-168.
[12] Mahmut Yazıcı, “İlahiyat Fakültelerinde
Shabelerle İlgili Tamamlanmış Yüksek Lisans ve Doktora Tezleri Üzerine Bir
İnceleme”, EKEV Akademi Dergisi, Yıl 18, Sayı 59, 2014. Felsefe Ve Din
Bilimleri Alanında yapılan tezlerin 4 tanesi ise Din Sosyolojisi alanında
yapılmıştır. Bu tezler: Hayri Erten, “Din Sosyolojisi Açısından Hz. Ömer
Dönemi ve Olayları”, (Selçuk Üniv. Yüksek Lisans, Yıl 1995), Nimet Yılmaz, “Hz.
Aişe’nin İlk Müslüman Topluma Sosyolojik Etkileri”, (Marmara Üniv. Yüksek
Lisans, Yıl 1998), M. Fatih Yılmaz, “Sosyolojik Açıdan Hicri I-II Asırda
İslam Toplumunda Sosyal Hayat ve Aile Yapısı”, (Selçuk Üniv. Yüksek Lisans,
Yıl 2004), M. Mustafa Yüksel, “Karizmatik Lider Örneği Olarak Hz. Ömer”, (
Selçuk Üniv. Yüksek Lisans, Yıl 2006). Felsefe ve Din Bilimleri alanında
yapılan diğer tez ise Din Eğitimi alanında Mahmut Dündar tarafından yapılmıştır.
“Hulefa-i Raşidin Döneminde Eğitim ve Öğretim”, (Van Yüzüncü Yıl Üniv.
Yüksek Lisans, Yıl 1999).
[13] www.tez.yok.gov.tr.
Erişim: 5.02.2020.
[14] Hasan İbrahim Hasan, Siyasi, Dini, Kültürel,
Sosyal İslam Tarihi, terc. İsmail Yiğit, Sadrettin Gümüş, 2. bs. İstanbul,
Kayıhan Yayınları, Cilt I, 1987, s. 26, Hakkı Dursun Yıldız, “Arabistan”, DİA,
İstanbul, Cilt III, 1991, s. 252.
[15] Cevad Ali, İslam Öncesi Arap Tarihi- 1, terc.
Dursun Hazer, Fethullah Zengin, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2018, s. 263,
Şemseddin Günaltay, İslam Öncesi Araplar ve Dinleri, sad. M. Mahfuz
Söylemez, Mustafa Hizmetli, 3. bs, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2016, s.
35-36, İbrahim Hasan, Siyasi, Dini, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, Cilt
I, s. 26.
[16] Cevad Ali, İslam Öncesi Arap Tarihi- 1, s.
332, İbrahim Sarıçam, “Hz. Peygamberin Peygamber Olarak Gönderildiği Ortam”, Hz.
Peygamberin Doğduğu Çevre ve Toplum, Derleyen: Adnan Demircan, Siyer
Yayınları, 2015, s. 102, Adem Apak, Anahatlarıyla İslam Öncesi Arap Tarihi
ve Kültürü, 2. bs. İstanbul, Ensar Yayınları, 2014, s. 84-97.
[17] Bernard Lewis, Tarihte
Araplar, çev. Hakkı Dursun Yıldız, 5. bs. İstanbul, Ağaç Kitabevi
Yayınları, 2009, s. 34, Kudret Büyükcoşkun, “Arabistan’’, DİA, İstanbul,
Cilt III, 1991, s. 248-250.
[18] Hakkı Dursun Yıldız, Doğuştan Günümüze Büyük
İslam Tarihi, İstanbul, Çağ Yayıncılık, Cilt I, 1992, s. 107-108, Adnan
Demircan, "Son Peygamber’in Geldiği Coğrafya ve Toplum: Hicaz Bölgesi ve
Cahiliye Arapları", Hz. Peygamberin Doğduğu Çevre ve Toplum,
Derleyen Adnan Demircan, s. 18, Mustafa Sabri Küçükaşcı, "Hicaz", DİA,
İstanbul, Cilt XVII, 1998, s. 433-437.
[19] İbn Haldun, Mukaddime,
Haz. Süleyman Uludağ, 2. bs. İstanbul, Dergâh Yayınları, Cilt I, 1988, s.
343-351.
[20] Cafer Acar, İslam’da
Savaş-Cahiliye ve Risalet Döneminde Savaş Olgusu-, Kahramanmaraş, SAMER,
2020, s. 39-40.
[21] Ali Murat Daryal, İslam’ın
Doğuş ve İlk Yayılışının Psiko-Sosyal Açıdan Tahlili, İstanbul, İlahiyat
Fak. Vakfı Yayınları, 4. Baskı, 2014, s. 237, Mustafa Fayda,
"Cahiliye", DİA, İstanbul, Cilt VII, 1993, s. 17.
[22] Muhammed İbn İshak, Siyeri
İbn İshak, Hz. Muhammed’in Hayatı, Yayına Haz. Muhammed Hamidullah, 2. bs.
İstanbul, Düşün Yayınları, 2012, s. 280.
[23] Sabri Hizmetli, İslam
Tarihi -İlk Dönem-, 9.bs. Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2015, s. 157.
[24] W. Montgomery Watt, Hz. Muhammed Mekke’de,
çev. Rami Ayas, Azmi Yüksel, Ankara, Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Yayınları,
1986, s. 27-28, Philip K. Hitti, Siyasi ve Kültürel İslam Tarih -1, çev.
Salih Tuğ, İstanbul, Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Yayınları, 1995, s. 47.
[25] Günaltay, İslam
Öncesi Araplar ve Dinleri, s. 120, Mustafa Fayda, "Bedevi", DİA,
İstanbul, Cilt V, 1992, s. 314.
[26] Mustafa Tekin, "Kur’an-ı Kerim’de
Bedevilik, Dini Sosyolojik Yaklaşım", Avrupa İslam Üniv. İslami
Araştırmalar Dergisi, Yıl 2, Sayı 3, Mayıs 2009, s. 109-113, Apak, İslam
Öncesi Arap Tarihi ve Kültürü, s. 127-128.
[27] Şinasi Gündüz,
"Cahiliyenin Kültürel Kodları", Milel ve Nihal, 13, (1), 2016,
s. 8-27.
[28] Gündüz,
"Cahiliyenin Kültürel Kodları", s. 21-22, Gustav Mensching, İslam’ın
Sosyolojisi, çev. Ahmet Çekin, İslami Araştırmalar Dergisi, Cilt 19,
Sayı 4, 2006, s. 562.
[29] Neşet Çağatay, İslam’dan
Önce Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Yayınları,
1957, s. 89.
[30] Harun Öğmüş, Cahiliye Devrinde Araplar, İstanbul,
İz yayıncılık, 2003, s. 86-100, Çağatay, İslam’dan Önce Arap Tarihi ve
Cahiliye Çağı, s. 88, Apak, İslam Öncesi Arap Tarihi ve Kültürü, s.
132-134.
[31]
Mustafa Çağrıcı, “Arap”, DİA, İstanbul, Cilt III, 1991, s. 319.
[32]Fethullah Zengin, "Cahiliye Araplarında Bazı İyi Ahlak
Örnekleri ve Sebepleri Üzerine Bir Değerlendirme", İnönü Üniv. İlahiyat
Fak. Dergisi, 2016 /2, s.53-69, Apak, İslam Öncesi Arap Tarihi ve
Kültürü, s. 116.
[33] Apak, İslam Öncesi
Arap Tarihi ve Kültürü, s. 158.
[34] Hitti, Siyasi ve Kültürel İslam Tarih -1,
s. 79- 130, Abdulaziz Dûri, İlk Dönem İslam Tarihi, çev. Hayrettin
Yücesoy, İstanbul, Endülüs Yayınları, 2016, s. 72, Çağatay, İslam’dan Önce
Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, s. 10-65, Apak, İslam Öncesi Arap Tarihi
ve Kültürü, s. 19-70.
[35] Lewis, Tarihte
Araplar, s. 38.
[36] Julius Wellhausen, Arap
Devleti ve Sukutu, çev. Fikret Işıltan, Ankara Üniv. İlahiyat Fak.
Yayınları, 1963, s. 2.
[37] Corci Zeydan,
İslam Uygarlıkları Tarihi, çev. Nejdet Gök, 5. bs. İstanbul, İletişim
Yayınları, Cilt I, 2016, s. 47-48, Yıldız, Doğuştan Günümüze Büyük İslam
Tarihi, Cilt I, s. 112.
[38] Günaltay, İslam
Öncesi Araplar ve Dinleri, s. 116.
[39] Lewis, Tarihte
Araplar, s. 43.
[40] Marshall.G.S. Hodgson, İslam’ın Serüveni-1,
çev. Berkay Ersöz, Ankara, Phoenix Yayınevi, 2017, s. 195, Çağatay, İslam’dan
Önce Arap Tarihi ve Cahiliye, s. 87-88, Apak, İslam Öncesi Arap Tarihi
ve Kültürü, s. 130.
[41] Mehmet Azimli, Cahiliyye’yi
Farklı Okumak, 4. bs. Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2016, s. 115.
[42] Süleyman Uludağ,
İslam Siyaset İlişkileri, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1998, s. 80-81.
[43] Hodgson, İslam’ın
Serüveni-1, s. 202
[44] Yaşar Çelikkol, “Cahiliye Döneminde Mekke”,
(Basılmamış Doktora Tezi), Ankara Üniv. Sosyal Bilimler Enst. İslam Tarihi
ve Sanatları Anabilim Dalı Doktora, Ankara, 2002, s. 189-190, Lewis, Tarihte
Araplar, s. 50, Günaltay, İslam Öncesi Araplar ve Dinleri, s. 19.
[45] Watt, Hz. Muhammed
Mekke’de, s.16.
[46] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi,
çev. Salih Tuğ, İstanbul, İrfan Yayıncılık, Cilt II, 1996, s. 853, Çelikkol, “Cahiliye
Döneminde Mekke”, s. 191.
[47] İbrahim Hasan, Siyasi,
Dini, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, Cilt I, s. 73-74.
[48] Çağatay, İslam’dan
Önce Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, s. 89.
[49] İbn Hişam, es-Siretü’n
Nebeviyye, terc. Abdülvehhab Öztürk, İstanbul, Kahraman Yayınları, Cilt I,
2016, s. 289.
[50] Çağatay, İslam’dan
Önce Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, s. 89, Apak, İslam Öncesi Arap Tarihi
ve Kültürü, s. 125.
[51] Duri, İlk Dönem
İslam Tarihi, s. 74.
[52] Günaltay, İslam Öncesi Araplar ve Dinleri, s.
116, Adnan Demircan, Kabile Topluluklarından Akide Toplumuna, İstanbul,
Beyan Yayınları, 2009, s. 96, Apak, İslam Öncesi Arap Tarihi ve Kültürü,
s. 217.
[53] İbn Haldun, Mukaddime,
Cilt I, s. 496.
[54] Adem Apak, Erken
Dönem İslam Tarihinde Asabiyet, İstanbul, Ensar Yayınları, 2016, s. 47.
[55] Demircan, Kabile Topluluklarından Akide
Toplumuna, s. 95.
[56] Öğmüş, Cahiliye
Döneminde Araplar, s. 65, Mustafa Çağrıcı, “Asabiyet”, DİA,
İstanbul, Cilt III, 1991, s. 453.
[57] Apak, İslam Öncesi
Arap Tarihi ve Kültürü, s. 210.
[58] Carl Brockelman, İslam Milletleri ve
Devletleri Tarihi, çev. Neşet Çağatay, 2. bs. Ankara Üniv. İlahiyat Fak.
Yayınları, 1964, s. 5, İbrahim Hasan, Siyasi, Dini, Kültürel, Sosyal İslam
Tarihi, Cilt I, s. 87, Zeydan, İslam Uygarlıkları Tarihi, Cilt II,
s. 211-213, Abdulkerim Özaydın, “Arap”, DİA, İstanbul, Cilt III, 1991,
s. 321, Mustafa Fayda, “Bedevi”, DİA, İstanbul, Cilt V, 1992, s. 311.
[59] Hodgson, İslam’ın
Serüveni-1, s. 192.
[60] İbn Haldun, Mukaddime,
Cilt I, s. 415-418, İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, 5
bs. Ankara, DİB Yayınları, 2007, s. 35.
[61] Abdurrahman Kurt,
“Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Yönden İslam Öncesi Mekke Toplumu”, Uludağ Üniv.
İlahiyat Fak. Dergisi, Cilt 10, Sayı 2, 2001, s. 108.
[62] Adem Apak, “Vahiy Öncesinde Hz. Peygamberin
Gönderildiği Sosyo-Kültürel ve Dini Ortam”, Hz. Peygamberin Doğduğu Çevre ve
Toplum, Derleyen Adnan Demircan, s. 177, İbn Haldun, Mukaddime, Cilt
I, s. 416, İbrahim Sarıçam, Emevi-Haşimi İlişkileri, 4. bs. Ankara, TDV.
Yayınları, 2015, s. 22-23.
[63] Mehmet Salih Sarı, “Cahiliye Toplumundan Medeni
Topluma Geçiş Süreci: Yeni Bir Sosyal Düzenin Doğuşu”, İSTEM, Sayı 4,
2004, s. 177, Kurt, “Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Yönden İslam Öncesi Mekke
Toplumu”, s. 107-108.
[64] Faruk Sinanoğlu,
“Müslüman Arap Medeniyetinin İnşası Bağlamında Cahiliye Dönemi Toplumsal Yapıda
Ortaya Çıkan Değişmeler”, TÜBAR, XXIX, 2011, s. 381.
[65] Casim Avcı, Recep Öztürk, “Kabile”, DİA,
İstanbul, Cilt XXIV, 2001, s. 30-32, Günaltay, İslam Öncesi Araplar ve
Dinleri, s. 30-31, Lewis, Tarihte Araplar, s. 42-43, Sarıçam, Hz.
Muhammed ve Evrensel Mesajı, s. 35-36, Adem Apak, Kur’an’ın Geliş
Ortamında Arap Toplumu, İstanbul, KURAMER, 2017, s. 162.
[66] Zeydan, İslam
Uygarlıkları Tarihi, Cilt II, s. 213-214, Mensching, İslam’ın Sosyolojisi,
s. 562, Çağrıcı, “Asabiyet”, DİA, İstanbul, Cilt III, 1991, s. 453.
[67] Apak, Erken Dönem
İslam Tarihinde Asabiyet, s. 48.
[68] Hitti, Siyasi ve
Kültürel İslam Tarih -1, s. 51.
[69] İbn Haldun, Mukaddime,
Cilt I, s. 121, Emre Kongar, Toplumsal Değişme ve Türkiye Gerçeği,
İstanbul, Remzi Kitabevi, 2004, s. 66, Çağrıcı, “Asabiyet”, DİA,
İstanbul, Cilt III, 1991, s. 321.
[70] İbrahim Hasan, Siyasi, Dini, Kültürel,
Sosyal İslam Tarihi, Cilt I, s. 88, Demircan, Kabile Topluluklarından
Akide Toplumuna, s. 30.
[71] Acar, İslam’da Savaş-Cahiliye ve Risalet
Döneminde Savaş Olgusu-, s. 131-135, Öğmüş, Cahiliye Döneminde Araplar,
s. 343-345.
[72]Muhammed
Abid Câbirî, İslam’da Siyasal Akıl, İstanbul, Kitapevi, 1997, s. 152.
[73] Abdurrahman Kurt, “İslam’ın Ortaya Çıkışında
Sosyo-Kültürel Bağlam”, Uludağ Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Cilt 20,
Sayı 1, 2011, s. 17-18.
[74]Adnan Demircan, “Son Peygamberin Geldiği Coğrafya ve
Toplum: Hicaz Bölgesi ve Cahiliye Arapları”, Hz Peygamberin Doğduğu Çevre ve
Toplum, Derleyen, Adnan Demircan, s. 27.
[75]
Apak, Kur’an’ın Geliş Ortamında Arap Toplumu, s. 204.
[76] Zeydan, İslam
Uygarlıkları Tarihi, Cilt II, s. 227-228, Avcı, Şentürk, “ Kabile”, DİA,
İstanbul, Cilt XXIV, 2001, s. 31, Apak, Erken Dönem İslam Tarihinde Asabiyet,
s. 28.
[77] Zeydan, İslam
Uygarlıkları Tarihi, Cilt II, s. 228, Acar, İslam’da Savaş-Cahiliye ve
Risalet Döneminde Savaş Olgusu-, s. 44-45, Apak, Erken Dönem İslam
Tarihinde Asabiyet, s. 28.
[78] Muhammed Abid Câbiri,
İbn Haldun’un Düşüncesi: Asabiyet ve Devlet, çev. Muhammet Çelik,
İstanbul, Mana Yayınları, 2018, s. 208.
[79] Öğmüş, Cahiliye
Döneminde Araplar, s. 333, Apak, İslam Öncesi Arap Tarihi ve Kültürü,
s. 198.
[80] Kurt, “Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Yönden İslam
Öncesi Mekke Toplumu”, s. 111, Günaltay, İslam Öncesi Araplar ve Dinleri,
s. 116, Demircan, Cahiliye Arapları, s. 53, Azimli, Cahiliyye’yi
Farklı Okumak, s. 54.
[81] Çağatay, İslam
Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye, s. 120, Apak, Kur’an’ın Geliş Ortamında
Arap Toplumu, s. 171-174
[82] Zeydan, İslam Uygarlıkları Tarihi, Cilt
II, s. 232-236, Apak, Kur’an’ın Geliş Ortamında Arap Toplumu, s. 171,
Demircan, Cahiliye Arapları, s. 54-55, Sarıçam, Hz. Muhammed ve
Evrensel Mesajı, s. 40.
[83] Zeydan, İslam Uygarlıkları Tarihi, Cilt
II, s. 230-231, Çağatay, İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye, s. 119,
Apak, Kur’an’ın Geliş Ortamında Arap Toplumu, s. 174-177, Demircan, Cahiliye
Arapları, s. 56.
[84] Adnan Demircan, “Cahiliye Araplarında Kız
Çocuklarım Gömerek Öldürme Âdeti”, İSTEM, Yıl 2, Sayı 3, 2001, s. 18,
Rıza Savaş, “Cahiliye Devrinde Kadın Algısı”, TDV Kur’an ve Kadın Sempozyumu,
2010, s. 73, Öğmüş, Cahiliye Döneminde Araplar, s. 188, Günaltay, İslam
Öncesi Araplar ve Dinleri, s. 119-123.
[85] Ramazan Altıntaş, “Cahiliye Arap Toplumunda
Kadın”, Diyanet İlmi Dergi, Cilt 37, sy.1, 2001, s. 83, Adnan Demircan,
“Son Peygamberin Geldiği Coğrafya ve Toplum: Hicaz Bölgesi ve Cahiliye
Arapları”, Hz. Peygamberin Doğduğu Çevre ve Toplum, Derleyen Adnan
Demircan, s. 34, Çağatay, İslam’dan Önce Arap Tarihi ve Cahiliye, s.
121-122.
[86] Abdulkerim Özaydın,
“Arap”, DİA, İstanbul, Cilt III, 1991, s. 322, Apak, İslam Öncesi
Arap Tarihi ve Kültürü, s. 119-121
[87] A. Lütfi Kazancı,
“Cahiliye Döneminde Müspet Davranışlar”, Uludağ Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi,
Cilt I, Sayı 1, 1986, s. 103-110.
[88] Özer Ozankaya, Toplumbilim,
İstanbul, Cem Yayınları, 1994, s. 342.
[89] Faruk Bal, “Çölün Ekonomisi: İslam Öncesi Arap
Yarımadası’nda Ticaret, Ortaklık, Para ve Kredi”, Akademik ORTA DOĞU,
Cilt IX, Sayı 1, 2014, s. 99-101, Mustafa Safa, Hz. Peygamber Döneminde
Medine’nin Sosyal Yapısı, Ankara, Araştırma Yayınları, 2015, s. 79-80,
Çağatay, İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, s. 140, Apak, Kur’an’ın
Geliş Ortamında Arap Toplumu, s. 251-257, Özaydın, “Arap” DİA, İstanbul,
Cilt III, 1991, s. 322.
[90] İbrahim Hasan, Siyasi,
Dini, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, Cilt I, s. 83.
[91] Hodgson, İslam’ın Serüveni-1, s.
196-197, İsrafil Balcı, Peygamberlik Öncesi Hz. Muhammed, Ankara, Ankara
Okulu Yayınları, 2016, s. 46, Watt, Hz. Muhammed Mekke’de, s. 8-9, Apak,
Kur’an’ın Geliş Ortamında Arap Toplumu, s. 259-264, Sarıçam, Hz.
Muhammed ve Evrensel Mesajı, s. 44, Hizmetli, İslam Tarihi, s.
147-148, Özaydın, “Arap”, DİA, İstanbul, Cilt III, 1991, s. 322.
[92] Günaltay, İslam
Öncesi Araplar ve Dinleri, s. 28-29.
[93] Çağatay, İslam
Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, s. 139-140, Apak, İslam Öncesi Arap
Tarihi ve Kültürü, s. 168-178, İbrahim Hasan, Siyasi, Dini, Kültürel,
Sosyal İslam Tarihi, Cilt I, s. 84.
[94] W. Montgomery Watt, Islam and Integratıon
of Socıety, Routledge and Kegan Paul, Third Impression, 1966, s. 4-5, Murat
Sarıcık, “Cahiliye Döneminde Arap Yarımadası Panayırları”, Süleyman Demirel
Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 31, 2013, s. 110, Apak, Kur’an’ın
Geliş Ortamında Arap Toplumu, s. 266-267.
[95] Çağatay, İslam’dan Önce Arap Tarihi ve
Cahiliye Çağı, s. 139-144, Watt, Hz. Muhammed Mekke’de, s.10-11,
Azimli, Cahiliyye’yi Farklı Okumak, s. 61, Safa, Hz. Peygamber
Döneminde Medine’nin Sosyal Yapısı, s. 82-83.
[96] Sarıcık, “Cahiliye Döneminde Arap
Yarımadası Panayırları”, s. 109-137, Apak, Kur’an’ın Geliş Ortamında Arap
Toplumu, s. 269-270.
[97] Buhari, Büyu, 85.
[98] Buhari, Büyu, 64.
[99] Buhari, Büyu, 51.
[100] Elnura
Azizova, “Cahiliye’den İslam Toplumuna Ticari Hayat Üzerine Bazı Tespitler”, Bakü
Devlet Üniv. İlahiyat Fak. İlmi Mecmuası, No:14, 2010, s. 111.
[101] Hadislerle
İslam, ed. Mehmet Emin Özafşar vd. 2. Bs. Ankara, DİB Yayınları, Cilt VI,
2013, s. 183.
[102] Apak, Kur’an’ın
Geliş Ortamında Araplar, s. 272-273.
[103] Kur’an’ı Kerim, İbrahim Sûresi, Ayet 37.
[104]Muhammed Hamidullah, “El-İlaf Vaya İslam’dan Önce Mekke’nin
İktisadi-Diplomatik Münasebetleri”, çev. İsmail Çerrahoğlu, Ankara Üniv.
İlahiyat Fak. Dergisi, Cilt IX, 1961, s. 217218, Balcı, Peygamberlik
Öncesi Hz. Muhammed, s. 47.
[105] Câbiri, İslam’da Siyasal Akıl, s. 217.
[106] Abdurrahman Kurt, İslam’ın
İlk Döneminde İmanın Toplumsal Yansıması, Bursa, Emin Yayınları, 2009,
s.161.
[107] Hamidullah, “El-İlaf
Vaya İslam’dan Önce Mekke’nin İktisadi-Diplomatik Münasebetleri”, s. 220.
[108] İbrahim Hasan, Siyasi,
Dini, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, Cilt I, s. 95-97.
[109] Geniş bilgi için, Şaban Kuzgun,
“Hamt”, DİA, İstanbul, Cilt XVI, 1997, s. 33-39, Adnan Demircan,
Haniflik ve Hanifler Üzerine Bazı Düşünceler”, s. 149, Korkut Dindi, “İslam Öncesi
Arapların Dünyasında Cin ve Şeytanın Yeri”, Cahiliye Araplarının Ulûhiyet
Anlayışı, ed. M. Mahfuz Söylemez, Ankara Okulu Yayınları, 2015, s. 79.
[110] Mehmet Mahfuz Söylemez, “Cahiliye
Arap İnancında Putların Yeri”, Cahiliye Arapların Ulûhiyet Anlayışı, ed.
M. Mahfuz Söylemez, s. 9.
[111] Demircan, Cahiliye Arapları, s. 64.
[112]İbn al- Kalbi, Putlar Kitabı, çev. Beyza Düşüngen, Ankara, Ankara
Üniv. İlahiyat Fak. Yayınları, 1968, s. 26-27, İbn Hişam, es-Siretü’n
Nebeviyye, Cilt I, s. 119.
[113] İbn al- Kalbi, Putlar
Kitabı, s. 27-28, İbn Hişam, es-Siretü’n Nebeviyye, Cilt I, s. 118.
[114] Söylemez, “Cahiliye
Arap İnancında Putların Yeri”, Cahiliye Arapların Ulûhiyet Anlayışı, ed.
M.
Mahfuz Söylemez, s. 11.
[115] Ahmet Güç, “Putperestlik”, DİA,
İstanbul, Cilt XXXIV, 2007, s. 367, Geniş bilgi için, Cahiliye Araplarının
İlahları, ed. M. Mahfuz Söylemez, Ankara Okulu Yay. 2016, İsrafil Balcı, Peygamberlik
Öncesi Hz. Muhammed, s. 53-93.
[116] İbn Hişam, es-Siretü’n
Nebeviyye, Cilt I, s. 125, Apak, İslam Öncesi Arap Tarihi ve Kültürü,
s. 275.
[117] Şinasi Gündüz,
“Cahiliye Dönemi Arap Putperestliği”, Cahiliye Araplarının İlahları, ed.
M. Mahfuz Söylemez, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2016, s. 19-21.
[118] Söylemez, “Cahiliye
Arap İnancında Putların Yeri”, Cahiliye Araplarının Ulûhiyet Anlayışı,
ed. M. Mahfuz Söylemez, s. 16-17.
[119] M. Hanefi Palabıyık, “İslam Öncesi
Arap Düşüncesinde Din ve Din Adamları”, Cahiliye Arapların Ulûhiyet Anlayışı,
ed. M. Mahfuz Söylemez, s. 116, 146.
[120] Muhammed Selman Çalışkan, “Mekke
Müşriklerinin Ahiret-Ceza İnancı”, Cahiliye Araplarının Ahiret İnancı,
ed. M. Mahfuz Söylemez, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2016, s. 154-153,
Şinasi Gündüz, “Ölümden Sonra Diriliş ve Hesap İnancına Muhalefetin Temelleri”,
Cahiliye Araplarının Ahiret İnancı, ed. M. Mahfuz Söylemez, s. 199.
[121] Kur’an’ı Kerim,
Zuhruf Sûresi, Ayet 23.
[122] Kur’an’ı Kerim,
Bakara Sûresi, Ayet 170.
[123] Kurt, İslam’ın İlk
Döneminde İmanın Toplumsal Yansıması, s. 162.
[124] Fazlı Arabacı, “Din
ve Siyaset”, Ana Başlıklarıyla Din Sosyolojisi, ed. Niyazi Akyüz, İhsan Çapcıoğlu,
Ankara, Gündüz Eğitim ve Yayıncılık, 2008, s. 348-349.
[125] Mustafa Tekin,
“Kur’an-ı Kerim’deki Aşiret, Kabile ve Kureyş Kavramlarının Din Sosyolojisi
Açısından Tahlili”, İslami Araştırmalar Dergisi, Cilt 14, Sayı 3-4, s.
453.
[126] İbn Hişam, es-Siretü’n
Nebeviyye, Cilt I, s. 94.
[127] İbn Hişam, es-Siretü’n
Nebeviyye, Cilt I, s. 258.
[128] Balcı, Peygamberlik
Öncesi Hz. Muhammed, s. 86-89.
[129] Recep Uslu, “Hums”, DİA, İstanbul, Cilt XVIII,
1998, s. 364-365, Abdulkerim Özaydın, “Hac”, DİA, İstanbul, Cilt XIV, 1996,
s. 387, Çağatay, İslam’dan Önce Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, s.
103-104, Öğmüş, Cahiliyye Döneminde Araplar, s. 165-270, Apak, İslam
Öncesi Arap Tarihi ve Kültürü, s. 287-288.
[130] Kurt, “Sosyo-Ekonomik
ve Kültürel Yönden İslam Öncesi Mekke Toplumu” s. 106-107.
[131] Demircan, Cahiliye
Arapları, s. 67.
[132] Çağatay, İslam’dan Önce Arap
Tarihi ve Cahiliye Çağı, s.127-128, İbrahim Hasan, Siyasi, Dini,
Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, Cilt I, s. 89-90.
[133] Zeydan, İslam
Uygarlıkları Tarihi, Cilt I, s. 562-568, Apak, İslam Öncesi Arap Tarihi
ve Kültürü, s. 212-222.
[134] İbrahim Hasan, Siyasi, Dini,
Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, Cilt I, s. 90-91, A. Lütfı Kazancı,
“Cahiliye Devri İnsanında Akli Durum” Uludağ Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi,
, Sayı 2, Cilt II, 1987, s. 126.
[135] Demircan, Cahiliye
Arapları, s. 117, Apak, İslam Öncesi Arap Tarihi ve Kültürü, s.
179-212.
[136] Zeydan, İslam
Uygarlıkları Tarihi, Cilt I, s. 592-596, Sarıçam, Hz. Muhammed ve
Evrensel Mesajı, s. 43, Nihad M. Çetin, “Arap”, DİA, İstanbul, Cilt
III, 1991, s. 276-308.
[137] Demircan, Cahiliye
Arapları, s.116.
[138] Çetin, “Arap”, DİA,
Cilt III, 1991, s. 276, M. Hanefi Palabıyık, “Cahiliye Dönemi ve İslam’ın İlk
Yıllarında Okuma-Yazma Faaliyetleri”, Atatürk Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi,
Sayı 27, 2007, s. 66.
[139] Çağatay, İslam’dan Önce Arap
Tarihi ve Cahiliye Çağı, s. 133, Zeydan, İslam Uygarlıkları Tarihi,
Cilt I, s. 571, 575-579.
[140] Çağatay, İslam’dan Önce Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, s,
137-138.
[141] Ali Akdoğan, Sosyal
Değişme ve Din, İstanbul, Rağbet Yayınları, 2004, s. 114.
[142] Mehmet, Erdoğan, "Sosyal
Değişme Karşısında İslam Hukuku", Sosyal Değişme ve Dini Hayat, İstanbul,
İSAV. Yayınları, 1991, s. 31.
[143] Joachim Wach, Din
Sosyolojisi, çev. Ünver Günay, İstanbul, Marmara Üniv. İlâhiyat Fak. Vakfı
Yayınları, 1995, s. 416.
[144] Max Weber, Ekonomi ve Toplum, çev.
Latif Boyacı, İstanbul, Yarın Yayınları, Cilt I, 2012, s. 363364, Günay,
Din Sosyolojisi, s. 336, Ejder Okumuş, Toplumsal Değişme ve Din,
İstanbul, İnsan Yayınları, 2003, s. 126-127.
[145] Wach, Din
Sosyolojisi, s. 417.
[146] Yumni Sezen, Sosyoloji
Açısından Din, İstanbul, Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Vakfı Yayınları, 1993,
s. 382-383, Ejder Okumuş, “Hz. Muhammed ve Toplumsal Değişim”, Hz. Muhammed
ve Mesajı, ed. M. Mahfuz Söylemez, İslami İlimler Dergisi Yayınları, 2014,
s. 359.
[147] Vejdi Bilgin, “Câhiliye’den
İslâm’a Geçiş: Tebliğ ve Sosyal Akışkanlık”, Uludağ Üniv. İlahiyat Fak.
Dergisi, Cilt 14, Sayı 1, 2005, s. 131.
[148] Günay, Din
Sosyolojisi, s. 324-326.
[149] Hamidullah, İslam
Peygamberi, Cilt I, s. 27.
[150] Watt, Hz. Muhammed
Mekke’de, s. 171-179, Câbiri Mekke döneminde Müslüman olan erkeklerin
sayısının 267 olduğunu ifade etmektedir. Câbiri, İslam’da Siyasal Akıl,
s. 295.
[151] Hayati Yılmaz, “Toplumsal
Dönüşümde Hz. Peygamber’in Kişiliğinin Etkisi” Sünnetin Bireysel ve
Toplumsal Değişimindeki Rolü Sempozyumu, Konya İlahiyat Derneği Yayınları,
No: 3, 2008, s. 111123, Bilal Deliser, “Medeni Ayetlerde Hz. Peygamber’in
Örnekliği Bağlamında Toplumsal İnşa”, Cumhuriyet Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi,
Cilt XVII, Sayı 1, 2013, s. 187-213.
[152] Mustafa Tekin, Din
Sosyolojisi, İstanbul, Rağbet Yayınları, 2016, s. 269, Okumuş, Toplumsal
Değişme ve Din, s. 128-129.
[153] Ahmet Varol, “Tarihi
Süreçte Müslümanlarda Birey İktidar İlişkilerine Dair Bir Değerlendirme”, e-
Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi, Sayı VI, Kasım 2011, s. 18.
[154] M. Saffet Sarıkaya, “Müslümanlar
Arasında Fırkalaşma ve Hz. Peygamber’in Şahsında Dini Zihniyetin Yeniden
Teşekkülü”, Süleyman Demirel Üniv. İlahiyat Fak. III. Kutlu Doğum Sempozyumu,
Isparta, Süleyman Demirel Üniv. İlahiyat Fak. Yayınları, No: 9, 2001, s. 101.
[155] Mensching, İslam’ın
Sosyolojisi, s. 562-563.
[156] Şaban Öz, “İlk Dönem
İslâm Toplumunda Değişime Direnç Üzerine Teşhisi Bir Değerlendirme”, Kahramanmaraş
Sütçü İmam Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, 13, 2009, s. 59.
[157] Müslim, Cenaiz, 29.
[158] Duri, İlk Dönem
İslam Tarihi, s. 82.
[159] Tirmizi, Tefsirul
Kur’an, 49.
[160] Müslim, İmare, 57.
[161] İbn Hişam, es-Siretü’n
Nebeviyye, Cilt III, s. 399-400, Müslim, Birr, 61.
[162] Ahmet Önkal,
“Hazrec”, DİA, İstanbul, Cilt XVII, 1998, s. 144.
[163] Hamidullah, İslam
Peygamberi, Cilt I, s. 213.
[164] İbn Hişam, es-
Siretü’n Nebeviyye, Cilt II, s. 232.
[165] Kur’an’ı Kerim,
Zuhruf Sûresi, Ayet 23.
[166] Kur’an’ı Kerim,
Bakara Sûresi, Ayet 170, Maide Sûresi, Ayet 104.
[167] Mehmet Evkuran, “Peygamber,
Karizma ve Siyasal Otorite - Hz. Muhammed’in Liderlik Tecrübesi Üzerine Bir
Analiz-”, Önder Peygamber ve Yeni Bir Devletin Kuruluşu, Derleyen Adnan
Demircan, İstanbul, Siyer Yayınları, 2015, s. 93.
[168] Hamidullah, İslam
Peygamberi, Cilt II, s. 871.
[169] Ahmet Akbulut, Sahabe Dönemi
İktidar Kavgası, Ankara, Otto Yayınları, 2015, s 39, Mevlüt Koyuncu,
“Medine Şehir Devleti”, Süleyman Demirel Üniv. Fen Edebiyat Dergisi,
2009, s. 90, Devlet kelimesi tezimizde toplumsal bir organizasyonu ifade etmek
için kullanılmaktadır. İslam tarihi içersinde siyasal anlamda devlet kelimesi
ilk defa Abbasiler için kullanılmıştır. Vecdi Akyüz, Kur’an’da Siyasi
Kavramlar, İstanbul, Kitabevi, 1998, s. 19.
[170] Hamidullah, İslam
Peygamberi, Cilt I, s. 183.
[171] Hizmetli, İslam
Tarihi, s. 271.
[172] İlyas Akyüzoğlu, “Medine Site
Devletinin Sosyo-politik Alt Yapısı”, Yalova Sosyal Bilimler Dergisi,
Yıl 6, Sayı XI, 2016, s. 219, Akif Köten, “Hz. Peygamber’in İmamet
Tasarrufu-Devlet Başkanı Olarak Hz. Peygamber’in Tasarrufları”, Din, Devlet
İlişkileri Sempozyumu, İstanbul, Umut Matbaacılık, 1996, s. 100.
[173] Adnan Demircan,
“Medine Vesikası Bağlamında Hz. Peygamber’in Yahudilerle Bir Arada Yaşama
Tecrübesi”, Önder Peygamber ve Yeni Bir Devletin Kuruluşu, Derleyen,
Adnan Demircan, s. 116.
[174] Medine Vesikası ile
ilgili geniş bilgi için bkz: Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, s.
188213.
[175] M.Tayyib
Okiç, “İslâmiyette İlk Nüfus Sayımı”, Ankara Üniv, İlahiyat Fak. Dergisi,
Cilt VII, Sayı 1, Ankara, 1958, s. 11-20.
[176] Hamidullah, İslam
Peygamberi, Cilt I, s.193, Koyuncu, “Medine Şehir Devleti” s. 93-94.
[177] Mustafa Zeki Terzi, “Hz.
Peygamber Döneminde Askeri Teşkilat”, Diyanet İlmi Dergi, Cilt XXXIX,
Sayı III, s. 7-32, Mehmet Birekul, Fatih Mehmet Yılmaz, Peygamber Günlerinde
Sosyal Hayat ve Aile Sosyolojik Bir İnceleme, Konya, Yediveren
Kitabevi, 2001, s. 88
[178] Ahmet Özel, “Yönetici Peygamber
Olarak Hz. Muhammed”, DİVAN İlmi Araştırmalar, Sayı XX, 2006/1, s.
12,13, İsmail Yiğit, “Hz. Peygamberin Medine Dönemi Faaliyetleri”, Çeşitli
Yönleriyle Hz. Peygamber’in Hayatı- Medine Dönemi-, Derleyen Adnan
Demircan, Siyer Yayınları, 2016, s. 31.
[179] Demircan, Kabile
Toplumundan Akide Toplumuna, s. 99.
[180] Câbiri, İslam’da
Siyasal Akıl, s. 189, Duri, İlk Dönem İslam Tarihi, s. 82.
[181] Demircan, Kabile
Toplumundan Akide Toplumuna, s. 96
[182] Duri, İlk Dönem
İslam Tarihi, s. 82
[183] Kur’an’ı Kerim, Al-i
İmran Sûresi, Ayet 31-32, Nisa Sûresi, Ayet 59, 61, 65.
[184] Şaban Öz, “Kabileden Ümmete
Müslüman Arap Ulusunun Doğuşunda Altyapı Hazırlıkları”, İSTEM, Yıl 10,
Sayı 19, 2012, s. 39.
[185] Öz, “Kabileden
Ümmete Müslüman Arap Ulusunun Doğuşunda Altyapı Hazırlıkları”, s. 48.
[186] Hamidullah, İslam
Peygamberi, Cilt II, s. 918.
[187] Varol, “Tarihi
Süreçte Müslümanlarda Birey İktidar İlişkilerine Dair Bir Değerlendirme”, s.
19.
[188] Uludağ, İslam
Siyaset İlişkileri, s. 35.
[189] Muhammed Ebu Zehra, İslam’da
İtikadî, Siyasî ve Fıkhî Mezhepler Tarihi, çev. Sıbgatullah Kaya, İstanbul,
Çelik Yayınevi, 2015, s. 34.
[190] Hadislerle İslam,
Cilt VII, s. 215.
[191] Kur’an’ı Kerim, Şûra
Sûresi, Ayet 38.
[192] Tirmizi, Cihad, 35.
[193]Hanefi Palabıyık, “Hz. Peygamber’in Devlet Kurma Faaliyeti
(Tarihi Arka Plan ve Teşrii Açısından)”, Atatürk Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi,
2002, Sayı 17, s. 113, Özel, “Yönetici Peygamber Olarak Hz. Muhammed”, s. 14,
Hüseyin Algül, “Asr-ı Saadet’te İdari Hayat”, Bütün Yönleriyle Asrı
Saadet’te İslam, ed. Vecdi Akyüz, İstanbul, Ensar Neşriyat, 2007, s. 388.
[194]Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, s. 294-304,
[195] Evkuran, “Peygamber,
Karizma ve Siyasal Otorite - Hz. Muhammed’in Liderlik Tecrübesi Üzerine Bir
Analiz-”, Önder Peygamber ve Yeni Bir Devletin Kuruluşu, Derleyen Adnan
Demircan, s. 101.
[196] Yavuz Yıldırım, “Hz.
Peygamberin Devlet Başkanlığı”, Vahyin Nüzulünün 1400. Yılında Hz. Muhammed,
İstanbul, İSAV Yayınları, 2011, s. 189-190.
[197] İbn Hişam, es-Siretü’n
Nebeviyye, Cilt I, s. 409.
[198] Adem Apak, “Hz.Peygamber’in
Hicret Sonrası Medine’de Örnek Toplum Oluşturma Adımları Üzerine”, Hz.
Muhammed ve Mesajı, ed. M. Mahfuz Söylemez, İslami İlimler Dergisi
Yayınları, 2014, s. 348.
[199] Öz, “Kabileden
Ümmete Müslüman Arap Ulusunun Doğuşunda Altyapı Hazırlıkları”, s. 38,
Akyüzoğlu, “Medine Site Devletinin Sosyo-politik Alt Yapısı” s. 211.
[200] Hamidullah, İslam
Peygamberi, s. 188-189, Hüseyin Algül, “Asr-ı Saadette İdari Hayata Bakış”,
İstanbul, Din- Devlet İlişkileri Sempozyumu, Umut Matbaacılık, 1996, s.
94.
[201] M. Ali
Kapar, “Hz. Peygamber Toplumunu Meydana Getiren Unsurlar”, Selçuk Üniv.
İlahiyat Fak.
Dergisi, Sayı IX, 2000, s. 13.
[202] Mustafa Arslan, “İlk Müslüman
Toplumunun Oluşumu ve Hz. Muhammed: Kardeşleştirme Olayı Üzerine Tarihsel Bir
Din Sosyolojisi İncelemesi”, Ankara, Sünnet Sosyolojisi, ed. Mustafa
Tekin, Eskiyeni Yayınları, 2013, s. 243-244, Mehmet Salih Arı, “Cahiliye
Toplumundan Medeni Topluma Geçiş Süreci: Yeni Bir Sosyal Düzenin Doğuşu”, Yeni
Bir Toplum İnşası, Derleyen Adnan Demircan, s. 55-56.
[203] Câbirî, İslam’da
Siyasal Akıl, s. 189.
[204] Yümni Sezen, İslam’ın
Sosyolojik Yorumu, İstanbul, İz Yayıncılık, 2004, s. 81.
[205] Okumuş, “Hz. Muhammed
ve Toplumsal Değişme”, s. 361.
[206] Duri, İlk Dönem
İslam Tarihi, s. 82.
[207] Kurt, “Sosyo-Ekonomik
ve Kültürel Yönden İslam Öncesi Mekke Toplumu” s. 104-107.
[208] Tekin, “Kur’an’ı Kerim’de
Bedevilik Dini Sosyolojik Yaklaşım”, s. 105.
[209] Bauman, Sosyolojik
Düşünmek, s. 81.
[210] Sinanoğlu, “Müslüman
Arap Medeniyetinin İnşası Bağlamında Cahiliye Dönemi Toplumsal Yapıda Ortaya
Çıkan Değişmeler”, s. 379.
[211] Watt, Hz. Muhammed
Mekke’de, s. 149.
[212] Daryal, İslam’ın Doğuş
ve İlk Yayılışının Psiko-Sosyal Açıdan Tahlili, s. 229-230.
[213] Tekin, “Kur’an’ı Kerim’de
Bedevilik Dini Sosyolojik Yaklaşım” s. 105.
[214] Köksal Alver, “İslam
Şehrini Kurmak: Hz. Peygamber’in Şehir Tasavvuru”, TYB Akademi, Dil Edebiyat
ve Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl 15, Sayı 15, 2015, s. 73-85.
[215] Ebu Davud, Sayd, 4.
[216] Saffet Sancaklı, “ Hz.
Peygamber’in Medine Döneminde Tesis Ettiği Kardeşleştirme( Muahat) Projesinin
Günümüz Bireysel ve Toplumsal Hayat Açısından Önemi ve Analizi”, Yeni Bir
Toplum İnşası, Derleyen Adnan Demircan, s. 232.
[217] Mustafa Aydın, İslam’ın
Tarih Sosyolojisi, İstanbul, Pınar Yayınları, 2015, s. 112.
[218] Günaltay, İslam
Öncesi Araplar ve Dinleri, s. 110.
[219] İbrahim Hasan, Siyasi,
Dini, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, Cilt I, s. 136, Arı, “Cahiliye
Toplumundan Medeni Topluma Geçiş Süresi: Yeni Bir Sosyal Düzenin Doğuşu”, s.
186.
[220] Öz, “Kabileden Ümmete
Müslüman Arap Ulusunun Doğuşunda Altyapı Hazırlıkları”, s. 51-52.
[221] Câbirî, İslam’da
Siyasal Akıl, s. 189-190.
[222] Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı
Enbiya ve Tevarih-i Hulefa, İstanbul, Bedir Yayınevi, Cilt I, 1981, s.
148-159.
[223] Hüseyin Algül, “Muhacirun-Ensar
Üzerine Bir Araştırma”, Uludağ Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Cilt V, Sayı
5, 1993, s. 42-43, Öz, “Kabileden Ümmete Müslüman Arap Ulusunun Doğuşunda
Altyapı Hazırlıkları”, s. 53.
[224] Aydın, İslam’ın
Tarih Sosyolojisi, s. 131-133.
[225] İbn Sa’d, Tabakât, Çeviri
ed. Adnan Demircan, İstanbul, Siyer Yayınları, Cilt I, 2015, s. 226, İbn
Hişam, es-Siretün-Nebeviyye, Cilt II, s. 160.
[226] İbrahim Hasan, Siyasi,
Dini, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, Cilt I, s. 139, Apak, “Hz.
Peygamber’in Hicret Sonrası Medine’de Örnek Toplum Oluşturma Adımları Üzerine”,
s. 349-350.
[227] Duri, İlk Dönem
İslam Tarihi, s. 82.
[228]Yiğit, “Hz. Peygamberin Medine Dönemi Faaliyetleri”, Çeşitli
Yönleriyle Hz. Peygamberin Hayatı- Medine Dönemi-, Derleyen Adnan Demircan,
s. 14.
[229] Sarıçam, Hz.
Muhammed ve Evrensel Mesajı, s. 315.
[230] Safa, Hz.
Peygamber Döneminde Medine’nin Sosyal Yapısı, s. 129-130.
[231] İbn Hanbel, V, 411.
[232] Adnan Demircan, Cahiliyeden
İslam’a Kadın ve Aile, 2. Baskı, İstanbul, Beyan Yayınları, 2017, s. 11-15,
Marshall.G.S. Hodgson, İslam’ın Serüveni-1, s. 234.
[233] Tirmizi, Birr, 13.
[234] Kur’an’ı Kerim,
Bakara Sûresi, Ayet 229, Tirmizi, Talak, 16.
[235] Kur’an’ı Kerim, Mücadele Sûresi,
Ayet 1-2, Ebu Davud, Talak, 16-17.
[236] Fatih Açık, “Hicret Sonrası İlk
İslam Medeniyetinin İnşa Sürecinde Toplumsal Kurumlann Yapısı”, Akademik
Bakış Dergisi-Uluslar Arası Hakemli Sosyal Bilimler E- Dergisi, Sayı 52,
2015, s. 303, Demircan, Cahiliyeden İslam’a Kadın ve Aile, s. 11-62,
Kapar, “Hz. Peygamber Toplumunu Meydana Getiren Unsurlar”, s. 27, Demircan, Kabile
Topluluklarından, Akide Toplumuna, s. 55-58.
[237] İbn Hişam, es-Siretü’n
Nebeviye, Cilt I, s. 246, İbnü’l Esir, el- Kâmil fit-Tarih Tercümesi,
terc.
Ahmet Ağırakça ve Arkadaşları, Ocak
Yayıncılık, Cilt II, 2016, s. 72
[238] Cengiz Kallek, “Asr-ı
Saadet’te Devlet ve Piyasa İlişkisi”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam,
ed. Vecdi Akyüz, İstanbul, Ensar Neşriyat, Cilt III, 2007, s. 332-347
[239] Hizmetli, İslam
Tarihi, s. 308.
[240] Azimli, Cahiliye’yi
Farklı Okumak, s. 255.
[241] Hamidullah, İslam
Peygamberi, s. 181.
[242] Muhammed Abdülhay el-Kettâni, Hz.
Peygamberin Yönetimi, çev. Ahmet Özel, İstanbul, İz Yayıncılık, Cilt II,
2012, s. 167.
[243] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s.137, Hamidullah, İslam Peygamberi, s. 182.
[244] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 64.
[245] Safa, Hz. Peygamber Döneminde
Medine’nin Sosyal Yapısı, s. 201
[246] Sahip Beroje, “Hz. Peygamber’in
Ticari Hayata İlişkin Bazı Hukuki Düzenlemeleri”, Hz. Muhammed ve Evrensel
Mesajı, ed. M. Mahfuz Söylemez, İslami İlimler Dergisi Yayınları, s. 613614,
Kallek, “Asr-ı Saadet’te Devlet ve Piyasa İlişkileri”, Bütün Yönleriyle
Asr-ı Saadet’te İslam, ed. Vecdi Akyüz, s. 328.
[247] İbn Mace, Ticaret,
40.
[248] Cengiz Kallek, “Pazar”
DİA, İstanbul, Cilt XXXIV, 2007, s. 195, Kallek, “Asr-ı Saadet’te Devlet
ve Piyasa İlişkileri”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, ed. Vecdi
Akyüz, s. 328.
[249] Kettânı, Hz. Peygamberin
Yönetimi, Cilt II, s. 231,İbn Mace, Ticaret, 40, Hamidullah, İslam
Peygamberi, Cilt II, s. 958.
[250] Köse, Medine’de
Sosyal Hayat, s. 93.
[251] Ahmet Akgül, “Cahiliyeden Hz.
Peygamber Devrinin Sonuna Kadar Ticari Hayat”, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi),
Harran Üniv. Sosyal Bilimler Enst. İslam Tarihi ve Sanatları Anabililim Dalı,
Şanlıurfa 2000, s. 54.
[252] Mehmet Nuri Güler, “İslam
Devleti’nin İlk Başkenti Medine’de Tedavül Eden Mal ve Hizmetler İle Geçim
Düzeyleri”, Hz. Peygamber Döneminde Kurumsal Yapının Oluşumu, Derleyen:
Adnan Demircan, İstanbul, Siyer Yayınları, 2015, s. 86-104.
[253] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt II, s. 111,155, W. Montgomery Watt, İslam and Integratıon of Socıety, Routledge
and Kegan Paul, Third Impression, 1966, s. 18-19.
[254] İbn Hişam, es-Siretü’n
Nebeviyye, Cilt III, s. 334.
[255] Hizmetli, İslam
Tarihi, s. 226.
[256] Mücteba
Uğur, “Asr-ı Saadet’te Sosyal Hayat”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam,
ed. Vecdi Akyüz, s.144.
[257] Kurt, İslam’ın İlk
Döneminde İmanın Toplumsal Yansıması, s. 192.
[258] Demircan, Kabile Topluluklardan
Akide Toplumuna, s. 25.
[259] Sarıçam, Hz.
Muhammed ve Evrensel Mesajı, s. 113.
[260] Safa, Hz.
Peygamber Döneminde Medine’nin Sosyal Yapısı, s.148, Demircan, Kabile
Topluluklardan Akide Toplumuna, s. 26.
[261] Sarıçam, Hz.
Muhammed ve Evrensel Mesajı, s. 113.
[262] Kur’an’ı Kerim,
Zâriyat Sûresi, Ayet 56.
[263] Kur’an’ı Kerim, Hicr
Sûresi, Ayet 99.
[264] Hadislerle İslam,
Cilt II, s. 33.
[265] İbn Hişam, es-Siret’ün
Nebeviyye, s. 149.
[266] Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı
Enbiya ve Tevarihi Hulefa, Cilt I, s. 97.
[267] İbn Hişam, es-Siret’ün
Nebeviyye, s. 151.
[268] İzzet Er, Din
Sosyolojisi, Ankara, Akçağ Yayınları, 1998, s. 169.
[269] Çağrıcı, “Arap”, DİA,
İstanbul, Cilt III, 1991, s. 319
[270] Hans Freyer, Din
Sosyolojisi, çev. Turgut Kalpsüz, Ankara, Ankara Üniv. İlahiyat Fak.
Yayınları, 1964, s. 50-51.
[271] Tekin, Din
Sosyolojisi, s. 247.
[272] Mehmet Taplamacıoğlu,
Din Sosyolojisi, Ankara, Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Yayınları, 1963, s.
17.
[273] Okumuş, Toplumsal
Değişme ve Din, s. 125.
[274] İbn Hişam, es-Siret’ün
Nebeviyye, s. 339.
[275] İbrahim Canan, “Hz. Peygamber’in
Münafıklara Karşı Takip Ettiği Siyaset”, Diyanet Dergisi, Cilt XVI, Sayı
4, 1977, s. 241.
[276]Adnan Demircan, “Rasulullah’ın Münafıklarla İlişkileri”, İslam’da
İnsan Modeli ve Hz. Peygamber Örneği, Ankara, TDV Yayınları, 1995, s. 141.
[277] Kur’an’ı Kerim, Nisa
Sûresi, Ayet 141.
[278] İbnü’l Esir, el-
Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II, s. 231, İbn Hişam, es-Siretü’n Nebeviyye,
Cilt IV, s. 210,
[279] Talat Koçyiğit,
“Abdullah b. Ubey b. Selül”, DİA, İstanbul, Cilt I, 1988, s. 140.
[280] Kur’an’ı Kerim, Bakara Sûresi,
Ayet 10, Muhammed Suresi, Ayet 59.
[281] İbnü’l Esir, el-
Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II, s. 165.
[282] İbnü’l Esir, el-
Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II, s. 161.
[283] Nadir Özkuyumcu,
“Asr-ı Saadet’te Yahudilerle İlişkiler”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te
İslam, ed. Vecdi Akyüz, Cilt II, s. 179, Hamidullah, İslam Peygamberi,
Cilt I, s. 552.
[284] Hamidullah, İslam
Peygamberi, Cilt I, s. 108, 552.
[285] İbn Hişam, es- Siretü’n
Nebeviyye, Cilt II, S.170,Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’an,
çev. Alparslan Açıkgenç, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 1999, s. 226-227,
İsmail Hakkı Atçeken, “Asrı Saadet’te Yahudilerle İlişkilere Genel Bir Bakış”,
Ankara, Diyanet İlmi Dergi ( Peygamberimiz Hz. Muhammed Özel Sayısı),
2003, s. 434-439.
[286] Sıddık Ünalan, “Hz. Muhammed’in
Arabistan Yarımadasındaki Yahudilerle İlişkileri”, Fırat Üniv. İlahiyat Fak.
Dergisi, 2015, s.59.
[287] Özkuyumcu, “Asr-ı Saadet’te
Yahudilerle İlişkiler”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, ed.
Vecdi Akyüz, Cilt II, s. 179.
[288] Atçeken, “Asr-ı Saadet’te
Yahudilerle İlişkilere Genel Bir Bakış” s. 440. Özkuyumcu, “Asr-ı Saadet’te
Yahudilerle İlişkiler”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, ed.
Vecdi Akyüz, Cilt II, s. 180.
[289] İbn Hişam, es-
Siretü’n Nebeviyye, Cilt II, s. 225.
[290] Safa, Hz.
Peygamber Döneminde Medine’nin Sosyal Yapısı, s. 61-62.
[291] Nuh Aslantaş, “Hz.
Peygamberin Çağdaşı Yahudilerin İnanç-İbadet ve Dini Hayatları ile İlgili Bazı
Tespitler”, Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 34, 2008, s.
55-92.
[292] İbn Hişam, es-Siretü’n
Nebeviyye, Cilt II, s. 157.
[293] Hamidullah, İslam
Peygamberi, Cilt I, s. 108, 552, Özkuyumcu, “Asr-ı Saadet’te Yahudilerle
İlişkiler”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, ed. Vecdi Akyüz,
Cilt II, s. 193.
[294] Buhari, Cenaiz, 49.
[295] İbn Hanbel, III, 270,
Kur’an’ı Kerim, Maide Sûresi, Ayet 5.
[296] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt I, s.340-341.
[297] Kur’an’ı Kerim, Hac
Sûresi, Ayet17.
[298] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt I, 264.
[299] Ebu Davud, İmare, 31.
[300] Abdurrahman Demirci, “Hz.
Peygamber ve Dört Halife Döneminde Gayri Müslim Politikalar”, (Basılmamış
Doktora Tezi), Ankara Üniv. Sosyal Bilimler Enst. İslam Tarihi ve Sanatları
Anabilim Dalı, 2012, s.176.
[301] Ali Çoşkun, “Din ve
Kimlik”, Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 24, 2003, s. 6-7.
[302] Ebu Davud, Libas, 4.
[303] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt I, s. 234- 235, Buhari, Ezan, 1.
[304] Müslim, Sıyam, 133.
[305] Buhari, Enbiya, 50,
Libas, 67.
[306] Tirmizi, İsti’zan, 7.
[307] Peter L. Berger, Dinin
Sosyal Gerçekliği, çev. Ali Çoşkun, İstanbul, İnsan Yayınları, 1993, s. 52.
[308] Uğur, “Asr-ı
Saadet’te Sosyal Hayat” Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, ed.
Vecdi Akyüz, Cilt I, s. 148.
[309] Sinanoğlu, “Müslüman
Arap Medeniyetinin İnşası Bağlamında Cahiliye Dönemi Toplumsal Yapıda Ortaya
Çıkan Değişmeler”, TÜBAR, XXIX, 2011, s. 378.
[310] Tahsin Koçyiğit, “ -Medine’deki
Uygulamalarından Hareketle- Hz. Peygamber’in Şehir Tasavvuru Hakkında Bazı
Değerlendirmeler”, Süleyman Demirel Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı
31, 2013, s. 73-81.
[311] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 464, İbn Hanbel, I, 169.
[312] Hadislerle İslam,
Cilt VII, s. 396.
[313] Kur’an’ı Kerim, Zümer
Sûresi, Ayet 9, Mücadele Sûresi, Ayet 11.
[314] Kur’an’ı Kerim, Alak
Sûresi, Ayet 1-5.
[315] Buhari, İlim 10,
Tirmizi, İlim 2.
[316] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt II, 19.
[317] Zeydan, İslam
Uygarlıkları Tarihi, Cilt I, s. 607-612.
[318] Hamidullah, İslam
Peygamberi, Cilt II, s. 769.
[319] Selahaddin Parladır,
“Asr-ı Saadet’te Eğitim”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, ed.
Vecdi Akyüz, Cilt III, s. 203.
[320] Hamidullah, İslam
Peygamberi, Cilt II, s. 768.
[321] Hüseyin Söyleyici,
“Hassan b. Sabit” DİA, İstanbul, Cilt XVI, 1997, s. 400.
[322] Tirmizi, Edeb, 70,
Müslim, Fedailü’s- Sahabe, 152.
[323] Zeydan, İslam
Uygarlıkları Tarihi, Cilt I, s. 725- 726.
[324] Sarıçam, Hz.
Muhammed ve Evrensel Mesajı, s. 324.
[325] Buhari, Nikâh, 64,
Müslim, İdeyn, 18.
[326] İsmail Pırlanta, “Hz. Peygamber
Döneminde Eğlence Hayatı”, Turkish Studies International Periodical For The
Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 10/1 Winter
2015, s. 644.
[327] Uludağ, İslam Siyaset
İlişkileri, s. 86-87, Mustafa Fayda, “Hulefa’i Raşidin”, DİA,
İstanbul, Cilt XVIII, 1998, s. 325, Adem Apak, Ana Hatlarıyla İslam Tarihi -
2, İstanbul, Ensar Neşriyat, 2017, s. 19, M. Said Hatipoğlu, “İslam’da İlk
Siyasi Kavmiyetçilik Hilafetin Kureyşliliği”, Ankara Üniv. İlahiyat Fak.
Dergisi, Cilt 23, Sayı 1, 1979, s. 156.
[328] İbn’ül Esir, el-
Kâmil fi’t- Tarih, Cilt II, s. 276, İbn Sa’d, Tabakât, Cilt II, 275.
[329] Ahmed b. Yahya b. Cabir el-
Belâzurî, Ensâbü’l Eşrâf-Hz. Peygamberin Hayatı ve Şahsiyeti Siyasi ve
Askerî Mücadeleleri, tahk. Süheyl Zekkari, Riyad Zerkali, çev ed. Adnan
Demircan, çev. Hikmet Akdemir, İstanbul, İlkharf Yayınevi, 2018, Cilt II,
s.283-295, İbn Sa’d, Tabakât, Cilt III, s. 203, İbn’ül Esir, el-
Kâmil fi’t- Tarih, Cilt II, s. 277-278.
[330] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 228.
[331] İbn Haldun, Mukaddime,
Cilt I, s. 271, Niyazi Akyüz, “Dinlerin Teşekkülünde Dini Liderlerin
Karizması”, Dini Araştırmalar, Cilt I, Sayı 3, 1999, s. 43.
[332] B.S.Turner, Max
Weber ve İslam, çev. Yasin Aktay, İstanbul, Vadi Yayınları, 1991, s. 40,
Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, İstanbul, Paradigma Yayınları, 1999, s.
712-713.
[333] Arslantürk, Amman, Sosyoloji,
s. 190.
[334] Ömer Demir, Mustafa
Acar, Sosyal Bilimler Sözlüğü, İstanbul, Vadi Yayınları, 1997, s. 134.
[335] İbn’ül Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, 278-284, İbn Hişam, es- Siretü’n Nebeviyye, Cilt
IV, s. 402-406.
[336] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 680-681.
[337]Adnan Demircan, Haricilik Mezhebinin Doğuşu Bağlamında Din-Siyaset
İlişkisi, İstanbul, Beyan Yayınları, 2015, s. 18.
[338] İbn’ül Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 283.
[339] Mehmet Azimli, “Hulefa-i Raşidin
Dönemi Halife Seçimleri”, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VII,
Sayı 1, 2007, s. 42.
[340] Ahmed b. Yahya
el-Belâzuri, Fütuhu’l Büldân, terc. Mustafa Fayda, İstanbul, Siyer
Yayınları, 2013, s. 112, İbn Hişam, es- Siretü’n Nebeviyye, Cilt IV, s.
411.
[341] Belâzuri, Fütuhu’l
Büldân, s. 112, Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyave Tevarih-i Hulefa,
Cilt I, s. 285.
[342] İbn’ül Esir, el-Kââmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 283.
[343] Câbirî, İslam’da
Siyasal Akıl, s. 280.
[344] Max Weber, Sosyoloji
Yazıları, çev. Taha Parla, 5. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2003, s.
96.
[345] Adem Efe, “Karizmatik bir Lider
Olarak Hz. Peygamber ve O’nun Gerçekleştirdiği Bazı Sosyal ve Kültürel
Değişmeler”, Önder Peygamber ve Yeni Bir Devletin Kuruluşu, Derleyen
Adnan Demircan, s. 64.
[346] Dabaşi, İslam’da
Otorite, s. 96.
[347] İbn Kuteybe,
el- İmâme ve’s-Siyâse, s. 43,-44, Mahmut Kelpetin, Hulefa-i Raşidin
Dönemi Tarihi- Seyf bin Ömer ve Tarihçiliği-, İstanbul, Siyer Yayınları,
2012, s. 58.
[348] Belâzurî, Fütuhu’l
Büldân, s. 111, İbn’ül Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II, s. 295.
[349] Buhari, Zekât, 1, İbn Kuteybe, el-
İmâme ve’s-Siyâse, s. 43, İbn’ül Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II,
s. 295, Belâzürî, Fütuhu’l Büldân, s. 111, Kelpetin, Hulefa-i Raşidin
Dönemi Tarihi- Seyf bin Ömer ve Tarihçiliği-, s. 54.
[350] İbn’ül Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 598.
[351] Buhari, Fezailü’l
Kur’an, 3.
[352] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 315-316.
[353] Akbulut, Sahabe Dönemi İktidar
Kavgası, s. 122, İsrafil Balcı, “Hz. Ebu Bekir Döneminde İç Siyaset ve
İdare”, Ondokuz Mayıs Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 11, 1999, s.
205.
[354] Belâzürî, Fütuhu’l Büldân,
s. 35, Murat Sarıcık, Hz. Ali İlk Üç Halifeyle Kavgalı mıydı? İstanbul,
Nesil Yayınları, 2012, s. 256.
[355] Hamid Dabaşi, İslam’da
Otorite, terc. Süleyman Gündüz, İstanbul, İnsan Yayınları, 1994, s. 4445.
[356] Apak, Ana
Hatlarıyla İslam Tarihi-2, s. 59-60.
[357] İbn’ül Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 293.
[358] Câbirî, İslam’da
Siyasal Akıl, s. 397.
[359] Câbirî, İslam’da Siyasal Akıl, s. 342.
[360] İbn’ül Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 552, Mehmet Erkal, “Beytülmal” DİA,
İstanbul, Cilt VI, 1992, s. 91.
[361] Erkal, “Beytülmal” DİA,
İstanbul, Cilt VI, 1992, s. 91-92, Apak, Ana Hatlarıyla İslam Tarihi-2, s.
153.
[362] İbn Sa’d, Tabakât, Cilt
III, s.341-342, İbn’ül Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II, s.438, Adnan
Demircan, İslam Tarihi’nin İlk Döneminde Önderler ve İhtilaflar,
İstanbul, Beyan Yayınları, 2015, s. 55-58.
[363] İbn’ül Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 438-439, İbn Sa’d, Tabakât, Cilt III, s.
341-347.
[364] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 349-351.
[365] Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler
Tarihi, s. 36, Akbulut, Sahabe Dönemi İktidar Kavgası, s. 130,
Câbirî, İslam’da Siyasal Akıl, s. 359.
[366] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 356.
[367] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 325, Sabri Hizmetli, “Genel Olarak Raşid Halifeler Dönemi
Olayları: Sonuçları ve Etkileri”, Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi,
1999, Cilt XXXIX, Sayı 1, s. 36-38.
[368] Apak, Ana
Hatlarıyla İslam Tarihi-2, s. 160.
[369] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s.. 324-325.
[370] Demircan, İslam
Tarihi’nin İlk Döneminde Önderler ve İhtilaflar, s. 33,
[371] Sabri Hizmetli,
“Genel Olarak Raşit Halifeler Dönemi Olayları: Sonuçları ve Etkileri”, s. 47.
[372] İbn’ül Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 456.
[373]Mustafa Fayda, Hz. Ömer Zamanında Gayr-ı Müslimler, İstanbul,
Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Yayınları, 1989, s. 177, Mustafa Fayda, “Hz. Ömer”,
DİA, İstanbul, Cilt XXXIV, 2007, s. 51.
[374] Hayri Erten, Model
Toplumun Sosyolojisi- Hz. Ömer Dönemi, İstanbul, Kitaparası Yayınları,
2019, s. 47-48.
[375] Hayri Erten, “Hz.
Ömer Döneminde Sosyal Yapı ve Değişme”, Marife, Yıl 1, Sayı 1, 2001, s.
177.
[376] İbn’ül Esir, El-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 456, Ebu Yusuf, Kitab’ul Harac, çev. Ali
Özek, İstanbul Üniv. Yayınları, 1973, s. 57-58, Kenan Ayar, Sahabe Dönemi
Siyasi Olaylarında Kur’an’ın Rolü, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2014, s.
90-91.
[377] Belâzürî, Fütuhu’l
Büldân, s. 302.
[378] Ebu Ubeyd Kasım b.
Sellam, Kitab’ul Emval, çev. Cemalettin Sayık, Ankara, Ankara Okulu
Yayınları, 2016, s. 80.
[379] Adnan Demircan, Raşid Halifeler,
İstanbul, Beyan Yayınları, 2015, s. 66, Mehmet Azimli, Dört Halifeyi Farklı
Okumak-2 Hz. Ömer, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2017, s. 117-118, Julius
Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu, s. 14.
[380] Erten, Model Toplumun
Sosyolojisi- Hz. Ömer Dönemi, s. 199-208, Hayri Erten, “Hz. Ömer Döneminde
Sosyal Yapı ve Değişme”, Marife, Yıl 1, Sayı 1, 2001, s. 175-193, Hayri
Erten, “Hz. Ömer Döneminde Toplumsal Değişme”, Selçuk Üniv. İlahiyat Fak.
Dergisi, Konya, Sayı VI, 1996, s. 297308.
[381] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir
Taberi, Târihu’r-Rusül ve’l- Müluk, thk. M. Ebu’l Fadıl İbrahim, Kahire,
Cilt IV, s. 191, İbn Sa’d, Tabakât, Cilt III, s. 65, 400, 430, İbn’ül Esir,
El-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II, s. 544.
[382] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 227.
[383] İbn Sa’d, Tabakât, Cilt
III, s.398-403, İbn’ül Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II, s. 557,
Taberi, Târih, Cilt IV, s191-192, Halil İbrahim, Hançabay, “Hz. Osman’ın
Halife Seçilmesi” EKEV Akademi Dergisi, Sayı 58, Kış 2014, s. 377.
[384] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 68, Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyave Tevarih-i Hulefa,
Cilt I, s. 335, İbrahim Hasan, Siyasi, Dini, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, Cilt
I, s 316.
[385] Mehmet Azimli, Dört
Halifeyi Farklı Okumak-3 Hz. Osman, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2017,
s. 32.
[386] Duri, İlk Dönem
İslam Tarihi, s. 102, Welhausen, Arap Devleti ve Sükûtu, s. 19.
[387] Câbirî, İslam’da
Siyasal Akıl, s. 295, Duri, İlk Dönem İslam Tarihi, s. 102,105.
[388] İbn Sa’d, Tabakât, Cilt
III, s. 56, Taberi, Târih, Cilt IV, s 420, Celaleddin Suyûtî, Halifeler
Tarihi, çev. Onur Özatağ, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 2014, s. 162, İbn’ül
Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt III, s.
53, Ahmed b. Yahya b. Cabir el- Belâzurî, Ensâbul Eşraf,
tahk. Süheyl Zekkari, Riyad Zerkali, Darul Fikr, Cilt VI, 2015, s. 99.
[389] Ali Muhammed Sallâbî,
Üçüncü Halife Hz. Osman, terc. Ayhan Ak, İstanbul, Ravza Yayınları,
2016, s. 12.
[390] Murat Akarsu, Kabile
Bürokrasisi ve Hz Osman, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2015, s. 12.
[391] Suyûtî, Halifeler
Tarihi, s. 161-162, İsmail Yiğit, “Hz. Osman”, DİA, Cilt XXXIII,
2007, s. 438.
[392] Ahmet Lütfı Kazancı, Şehit
Halife Emirü’l Mü’minin Hz. Osman, İstanbul, Ensar Neşriyat, 2015, s. 26.
[393] Belâzurî, Ensâb,
Cilt IV, s. 99, İbn Hibban, es-Siretü’n- Nebeviyye ve Ahbâru’l- Hulefâ,
s. 401, Suyûtî, Halifeler Tarihi, s. 161-162, Sallâbî, Hz. Osman, s.
7.
[394] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 56, Taberi, Târih, Cilt IV, s 419, İbn’ül Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt III, s. 53.
[395] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 58, Taberi, Târih, Cilt IV, s 419,Belâzurî, Ensâb,
Cilt VI, s. 100, İbrahim Hasan, Siyasi, Dini, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi,
Cilt I, s.323.
[396] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 59, Belâzurî, Ensâb, Cilt VI, s. 108.
[397] Suyûtî, Halifeler
Tarihi, s. 161, İbn’ül Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt III, s. 53.
[398] İbn Zebâle, Ahbâru’l-Medîne
Medine Tarihi, çev. Mehmet Fatih Yılmaz, Ankara, Ankara Okulu Yayınları,
2018, s. 161, İbn Hişam, Siret, Cilt IV, s. 238 İbrahim Hasan, Siyasi,
Dini, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, Cilt I, s. 324.
[399] İbn Hişam, es-Siret’ün
Nebeviyye, Cilt III, s. 427, İbn Sa’d, Tabakât, Cilt III, s. 60,
Suyûtî, Halifeler Tarihi, s. 161, Demircan, İslam Tarihinin İlk
Döneminde Önderler ve İhtilaflar, s. 82.
[400] İbn Sa’d, Tabakât, Cilt
III, s. 224, 341. İbrahim Hasan, Siyasi, Dini, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi,
Cilt I, s. 324, Mustafa Necati Bursalı, Âlemlere Rahmet Hz. Muhammed
Aleyhisselam, tetkik ve takdim A. Fikri Yavuz, İstanbul, Çelik Yayınevi,
1978, s. 439.
[401] İbn Sa’d, Tabakât, Cilt
III, s. 84, Hz. Osman’ın farklı yaşta, farklı günde ve farklı tarihlerde
öldürüldüğüne dair rivayetler vardır. Taberi, Târih, Cilt IV, s.
417-418, bkz. Suyûtî, Halifeler Tarihi, s. 173, İbn’ül Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt III, s. 48-49. Aynı durum evliliği ve çocukları için de
söz konusudur.
[402]Sulhi Dönmezer, Sosyoloji, Ankara, Savaş Yayınevi, 8. Baskı,
1982, s. 147-148, Zeki Arslantürk, Tayfun Amman, Sosyoloji, İstanbul,
Kaknüs Yayınları, 2000, s. 171.
[403] Halil İbrahim Bahar, Sosyoloji,
Ankara, Usak Yayınları, 2009, s. 87, Yümni Sezen, Sosyolojide ve Din
Sosyolojisinde Temel Bilgiler ve Tartışmalar, İstanbul, İFAV, 1990, s. 99.
[404] Ozankaya, Toplumbilim,
s. 145.
[405] Zeki Aslantürk,
Tayfun Amman, Sosyoloji, s. 173-174.
[406] Lewis, Tarihte
Araplar, s. 83.
[407] İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-
Nihaye, Büyük İslam Tarihi, Cilt VII, çev. Mehmet Keskin, İstanbul, Çağrı
Yayınları, 1994, s. 327, Azimli, Hz. Osman, s. 21, Demircan, İslam
Tarihi’nin İlk Döneminde Önderler ve İhtilaflar, s. 106.
[408] Belâzurî, Ensâbü’l Eşrâf-Hz.
Peygamberin Hayatı ve Şahsiyeti, Cilt I, s. 563, Ebu Cafer Muhammed b.
Cerir Taberi, Târihu’t- Taberî-2, çev. Cemalettin Saylık, Ankara, Ankara
Okulu Yayınları, 2019, s. 502, Ebu Abdullah Muhammed b. Ömer el-Vâkidî, Hz.
Peygamber’in Savaşları (Kitâbü’l-Megâzî), Tahkik, Marsden Jones, terc. Musa
K. Yılmaz, İstanbul, İlkharf Yayınevi, 2013, s. 257.
[409] Muhammed İbn
İshak, Hz. Peygamberin Hayatı ve Gazveleri, thk. Süheyl Zekkâr, terc.
Ali Bakkal, İstanbul, İlk Harf Yayınları, 2013, s. 442, İbn Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 133.
[410] İbn Hişam, es-Siretü’n
Nebeviyye, s. 143.
[411] İbn Haldun, Mukaddime,
Cilt I, s. 424.
[412] İbn Haldun, Mukaddime,
Cilt I, s. 425.
[413] Süleyman Uludağ’ın
dipnotu, İbn Haldun, Mukaddime, Cilt I, s. 426.
[414] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 62, 64, Sarıçam, Hz. Osman, s. 97, Akarsu, Kabile Bürokrasisi
ve Hz. Osman, s. 278, İbrahim Hasan, Siyasi, Dini, Kültürel, Sosyal
İslam Tarihi, Cilt I, s. 337.
[415] İbn Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 53, İbn Sa’d, Tabakât, Cilt III, s. 82,
Belâzuri, Ensâb, Cilt VI, s. 104, İbrahim Hasan, Siyasi, Dini,
Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, Cilt I, s. 337.
[416] Adem Apak, İslam Siyaset
Geleneğinde Amr b. el-As, Ankara, Anakara Okulu Yayınları, 2016, s. 9,
Ahmet Önkal, “Amr b. As” DİA, İstanbul, Cilt III, 1991, s. 80, Kelpetin,
Hulefa-i Raşidin Dönemi Tarihi- Seyf bin Ömer ve Tarihçiliği-, s. 244.
[417] Belâzürî, Ensâbü’l Eşrâf-Hz.
Peygamberin Hayatı ve Şahsiyeti, Cilt I, s. 281, Akarsu, Kabile
Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 196.
[418] Önkal, “Amr b. As”,
s. 80.
[419] Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 255-256.
[420] Adem Apak, Hz.
Osman Dönemi Devlet Siyaseti, İstanbul, İnsan Yayınları, 2015, s. 66.
[421] İsmail Hakkı Atçeken yirmi beş
yaşında olabileceğini ifade etmektedir. bknz. İsmail Hakkı Atçeken, “Hz. Osman
Dönemi İç Olaylarında Mervan B. Hakem’in Rolü”, Selçuk Üniv. İlahiyat Fak.
Dergisi, Sayı IX, 2000, s. 320.
[422] İrfan Aycan, “Mervan I”, DİA,
İstanbul, Cilt XXIX, 2004, s. 226, Azimli, Hz. Osman, s. 87, Atçeken,
“Hz. Osman Dönemi İç Olaylarında Mervan B. Hakem’in Rolü”, s. 320-321.
[423] Suyûtî, Halifeler Tarihi, s. 175.
[424] Sarıçam, Emevi-Haşimi
İlişkileri, s. 81, Welhausen, Arap Devleti ve Sükûtu, s. 19, Ethem
Ruhi Fığlalı, İbadiyenin Doğuşu ve Görüşleri, Ankara, Ankara Üniv.
İlahiyat Fak. Yayınları, 1983, s. 36.
[425] Câbirî, İslam’da
Siyasal Akıl, s. 295.
[426] İbn Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt III, s. 21.
[427] Kur’an’ı Kerim, Ali
İmran Sûresi, Ayet 159.
[428] İbn Hişam, es-Siretü’n
Nebeviyye, Cilt IV, s. 251, 100, 252.
[429] Yıldız, Doğuştan
Günümüze Büyük İslam Tarihi, Cilt II, s. 268.
[430] Azimli, Hz. Osman,
s. 69.
[431] İbn Esir, , el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt III, s. 21.
[432] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt V, s. 36.
[433] İbn Esir, , el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt III, s. 35, Akarsu, Kabile Bürokrasisi ve Hz. Osman,
s. 64.
[434] İbn Esir, , el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt III, s. 21, Taberi, Târih, Cilt IV, s. 338.
[435] Taberi, Târih, Cilt IV, s.
338-339, Belâzuri, Futühu’l Büldân, s. 51, İbn Esir, , el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 577, İbrahim Sarıçam, Hz. Osman, Ankara, TDV
Yayınları, 2014, s. 72, Akarsu, Kabile Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 150.
[436] İbn Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt III, s. 21, Taberi, Târih, Cilt IV, s. 338-339.
[437] Zeki Aslantürk,
Tayfun Amman, Sosyoloji, s. 188.
[438] Demircan, Raşid
Halifeler, s. 93.
[439] İbn Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt III, s. 21.
[440] Akarsu, Hz Osman,
s.194, Demircan, Raşid Halifeler, 93.
[441] Günaltay, İslam
Öncesi Araplar ve Dinleri, s. 30-31, Apak, Erken Dönem İslam Tarihinde
Asabiyet, s. 23.
[442] Apak, Erken Dönem
İslam Tarihinde Asabiyet, s. 40, Çağrıcı “Asabiyet”, DİA, İstanbul,
Cilt III, 1991, s. 453.
[443] İbn Haldun, Mukaddime,
s. 431.
[444] Apak, İslam Öncesi
Arap Tarihi ve Kültürü, s. 143.
[445] İbn Hişam, es-Siretü’n
Nebeviyye, Cilt III, s. 122, İbn Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II,
s. 134.
[446] İbn Hişam, es-Siretü’n
Nebeviyye, Cilt III, s. 138, İbn Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II,
s. 139. Sarıçam, Emevi-Haşimi İlişkileri, s. 176-177.
[447] İbn Haldun, Mukaddime,
s. 119.
[448] Hadislerle İslam,
Cilt VII, s. 227.
[449] Buhari, Mezâlim 4,
İkrah 7.
[450] Kur’an’ı Kerim, Şuara
Sûresi, Ayet 214-215, Belâzürî, Ensâbü’l Eşrâf-Hz. Peygamberin Hayatı ve
Şahsiyeti, Cilt II, s. 321, Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyave
Tevarih-i Hulefa, Cilt I, s. 85.
[451] İbn Hişam, , es-Siretü’n
Nebeviyye, Cilt IV, s. 100, Kettâni, Hz. Peygamberin Yönetimi, Cilt
I, s.
265, Sarıçam, Hz. Osman, s.
36-37.
[452] Suyuti, Halifeler
Tarihi, s. 168, İbn Sa’d, Tabakât, Cilt III, s. 69.
[453] Hz. Osman’ın şehit edildiğinde 82
yaşında olduğu rivayeti ve 12 yıl süren halifeliği dikkate alınırsa yetmiş yaşında
olması muhtemeldir. İbn Sa’d, Tabakât, Cilt III, s. 84, Akarsu 67
yaşında olduğunu ifade etmektedir. Akarsu, Kabile Bürokrasisi ve Hz. Osman,
s. 35.
[454] Özcan Güngör, “Yaşlılık ve Din”,
Din Sosyolojisi El Kitabı, ed. Niyazi Akyüz, İhsan Çapcıoğlu, Ankara,
Grafiker Yayınları, 2012, s. 257.
[455] Ethem Ruhi Fığlalı, Türkiye’de
Alevilik Bektaşilik, İstanbul, Selçuk Yayınları, 1991, s. 41.
[456] Ayşe Canatan, Sosyal
Yönleriyle Yaşlılık, Ankara, Palme Yayıncılık, 2008, s. 13.
[457] Velittin Kalınkara, Temel
Gerontoloji Yaşlılık Bilimi, Ankara, Nobel Yayıncılık, 2011, s. 7-8.
[458] Bilal Ak, “Yaşlılık
Psikolojisi”, Aile ve Toplum, Yıl I, Cilt I, Sayı 2, 1991, s. 67.
[459] Murat Yıldız, “Bağlanma Kuramı
Açısından Yaşlılık Dönemine Genel Bakış”, Cumhuriyet Üni. Sosyal Bilimler Dergisi,
Cilt 36, Sayı I, Haziran 2012, S.18-19.
[460] Atçeken, “Hz. Osman
Dönemi İç Olaylarında Mervan B. Hakem’in Rolü”, s. 321.
[461] İbn Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt III, s. 49, İbn Sa’d, Tabakât, Cilt III, s. 84-85.
[462] Ethem Ruhi Fığlalı, İbadiyenin
Doğuşu ve Görüşleri, s. 33,Akarsu, Kabile Bürokrasisi ve Hz. Osman,
s. 277, Demircan, Fitne, s. 59.
[463] W. Montgomery Watt, İslam
Düşüncesinin Teşekkül Devri, İstanbul, Birleşik Yayınları, 1998, s 13.
[464]Ayar, Sahabe Dönemi Siyasi Olaylarında Kur’an’ın Rolü, s. 140,
Fığlalı, İbadiyenin Doğuşu ve Görüşleri, s. 36,
[465] Niccolo
Machiavelli, Hükümdar, çev. Gaye Demircioğlu, Ayşe Çavdar, İstanbul,
Dergâh Yayınları, 2017, s. 72.
[466] Suyuti, Halifeler
Tarihi, s. 163, Kazancı, Hz. Osman, s. 42.
[467] İbn Hişam, es-Siretü’n Nebeviyye,
Cilt IV, s. 238, el-Vâkidî, Hz. Peygamber’in Savaşları
(Kitâbü’l-Megâzî), s. 820.
[468] Sarıçam, Hz. Osman,
s. 40, Kazancı, Hz. Osman, s.13.
[469] Akarsu, Kabile
Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 199.
[470] Ayar, Sahabe
Dönemi Siyasi Olaylarında Kur’an’ın Rolü, s. 141.
[471] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 69, Suyuti, Halifeler Tarihi, s. 168.
[472] Taberi, Târih,
Cilt IV, s. 345.
[473] Kazancı, “Cahiliye
Döneminde Müsbet Davranışlar”, s. 105.
[474] Yıldız, Doğuştan
Günümüze Büyük İslam Tarihi, Cilt I, s. 154.
[475] Zengin,
"Cahiliye Araplarında Bazı İyi Ahlak Örnekleri ve Sebepleri Üzerine Bir
Değerlendirme", s. 58.
[476]Zeki Aslantürk, Tayfun Amman, Sosyoloji, s. 172,
İsmail Demirezen, “Türkiye’de Muhafazakâr Kesimin Değişen Hayat Tarzı”, Hitit
Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt IX, Sayı 2, 2016, s. 550.
[477] Buhari, Zekât, 10.
[478] Kur’an’ı Kerim, Nahl
Sûresi, Ayet 90, Enfal Sûresi, Ayet 41.
[479] Suyuti, Halifeler Tarihi,
s. 163, Belâzuri, Ensâb, Cilt VI, s. 105-106.
[480] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 60.
[481] İbn Hişam,
es-Siretü’n Nebeviyye, Cilt III, s. 427.
[482] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 225.
[483] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 60, 62, 63. Belâzuri, Ensâb, Cilt VI, s. 104.
[484] Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 105. Sallâbi, Hz. Osman, 42-44.
[485] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 59, Kettâni, Hz. Peygamberin Yönetimi, Cilt II, s. 458,
İbrahim Hasan, Siyasi, Dini, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, Cilt I, 337.
[486] Sallâbî, Hz.
Osman, 99-118.
[487] Sarıçam, Hz. Osman, s.
97-104, Yiğit, “Hz. Osman”, DİA, İstanbul, Cilt XXXIII, 2007, s.442,
Ayrıca bkz. Ömer Faruk Akpınar, “ Hz. Osman’ın Hadis Rivayetindeki Yeri”,
(Baılmamış Yüksek Lisans Tezi), Selçuk Üniv. Sosyal Bilimler Enst. Temel
İslam Bilimler Anabilim Dalı Hadis Bilim Dalı, Konya, 2011.
[488] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt II, s. 360, Belâzuri, Ensâb, Cilt VI, s. 104, Suyuti, Halifeler
Tarihi, s. 161, Kettâni, Hz. Peygamberin Yönetimi, Cilt I, s. 265,
Akarsu, Hz. Osman, 276-279.
[489] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 61.
[490] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 60, 68, Kazancı, Hz. Osman, s. 91.
[491] Suyuti, Halifeler
Tarihi, s. 162, Belâzuri, Ensâb, Cilt VI, s. 103, İbn Kesir, el-Bidaye
ve’n- Nihaye, Büyük İslam Tarihi, Cilt VII, s. 313.
[492] Günay, Din
Sosyolojisi, s. 13-16, Aslantürk, Amman, Sosyoloji, s. 20, İbn
Haldun, Mukaddime, Cilt I, s. 271-273.
[493] Fıchter, Sosyoloji
Nedir, s. 123.
[494] Mehmet Bayyiğit, “Din
Sosyolojisinin Doğuşu ve Gelişimi”, Din Sosyolojisi, ed. Mehmet
Bayyiğit, s. 4-5.
[495] Abdurrahman Kurt, Din
Sosyolojisi, Bursa, Dora Yayınları, 2011, s. 20.
[496] Bayyiğit, “Din
Sosyolojisinin Doğuşu ve Gelişimi”, s. 5.
[497] Geniş Bilgi için bkz. Dursun Ali
Şeker, “Hz. Osman (ra) Döneminde Devlet Yapısı ve Sosyal Hayat”, (Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi), Harran Üniv. Sosyal Bilimler Enst. İslam Tarihi ve
Sanatları Anabilim Dalı, İslam Tarihi Bilim Dalı, Şanlıurfa, 1998.
[498] Hans Freyer, Sosyolojiye Giriş,
çev. Nermin Abadan, Ankara, Ajanstürk Matbaası, 1957, s. 16, Freyer, Din
Sosyolojisi, s. 18.
[499] İbn Haldun, Mukaddime, Cilt I, s. 450, 480, Câbiri,
İbn Haldun’un Düşüncesi: Asabiyet ve Devlet, s. 223-224. Ayrıca bkz.
Hasan Barlak, “Arap Kabilecilik Anlayışının Hz. Osman Dönemi Siyasi Gelişmelere
Etkisi”, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ondokuz Mayıs Üniv. Sosyal
Bilimler Enst. İslam Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı, Samsun, 2006.
[500] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 191, İbn Sa’d, Tabakât, Cilt III, s.395-400, Suyuti, Halifeler
Tarahi, s. 146-147.
[501] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 229. İbn Sa’d, Tabakât, Cilt III, s. 401, İbn Kuteybe, el-
İmâme ve’s- Siyâse, s. 49.
[502] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 229, Ez- Zührî, el- Meğazî, s. 134, İbnü’l Esir, el- Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 556-557.
[503] İbrahim Hasan, Siyasi,
Dini, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, Cilt I, s. 326.
[504] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 231, Hançabay, “Hz. Osman’ın Halife Seçilmesi” s. 384.
[505] Suyuti, Halifeler
Tarihi, s. 166. İbn Sa’d, Sa’d b. Ebi Vakkas’ın Abdurrahman’dan yana görüş
belirttiğini ifade etmektedir. İbn Sa’d, Tabakât, Cilt III, s. 398.
[506] İbn Kuteybe, el-
İmâme ve’s-Siyâse, s. 55, Ez- Zühri, el- Meğazî, s. 168. Suyuti, Halifeler
Tarihi, s. 165.
[507] İbnü’l Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 562, Taberi, Târih, Cilt IV, s. 232,238, İbn
Hibban, es- Siretü’n- Nebeviyye ve Ahbâru’l- Hulefâ, s. 401-402, İbn
Kesir, el-Bidaye ve’n- Nihaye, Büyük İslam Tarihi, Cilt VII, s. 241.
[508] Bahar, Sosyoloji, s. 221.
[509] Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı
Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, Cilt I, s. 416.
[510] Taberi, Târih, Cilt IV, s.
396- 397, Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, s. 36, Câbirî, İslam’da
Siyasal Akıl, s. 358-359.
[511] Câbirî, İslam’da
Siyasal Akıl, s. 357-358.
[512] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s.349-351, Demircan, İslam Tarihi’nin İlk Döneminde Önderler ve
İhtilaflar, s. 61.
[513] Ahmet Emin, Fecru’l
İslam, çev. A. Serdaroğlu, Ankara, Kılıç Kitabevi, 1976, s. 157, İbn Sa’d,
Tabakât, Cilt III, s. 415.
[514] İbn Hibban, es-Siretü’n-
Nebeviyye ve Ahbâru’l- Hulefâ, s. 367,370, Öz, “İlk Dönem İslam Tarihinde
Değişime Direnç Üzerine Teşhisi Bir Değerlendirme”, s. 74.
[515] Demircan, Kabile
Topluluklarından Akide Toplumuna, s. 26.
[516] Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı
Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, Cilt I, s. 423.
[517] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 229, İbnü’l Esir, el- Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II, s. 557, Ez-
Zührî, el Meğazî, s.167-168.
[518] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 403, Suyuti, Halifeler Tarahi, s. 149.
[519] Eş-Şerif er- Radî, Hz.
Ali Nehcü’l Belâga, çev. Adnan Demircan, İstanbul, Beyan Yayınları, 2016,
s. 81, 150.
[520] İhsan Süreyya Sırma, İslamî
Tebliğin Örnek Halifeler Dönemi, İstanbul, Beyan Yayınları, 26. Baskı,
2017, s. 147, Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, s. 88, Akarsu, Kabile
Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 18.
[521] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 400, Belâzurî, Ensâb, Cilt VI, s. 120, İbnü’l Esir, el-
Kâmil fi’t- Tarih, Cilt II, s. 544, İbn Kuteybe, el- İmâme ve’s-Siyâse,
s. 54.
[522] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 433, Taberi, Târih, Cilt IV, s. 230.
[523] Bahaüddin Varol, “Raşid Halifeler
Dönemi Toplumsal Değişme Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, İSTEM, Yıl 3,
Sayı 5, 2005, s. 201-202, Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i
Hulefâ, Cilt I, s. 417.
[524] Belâzurî, Ensâb,
Cilt VI, s. 121, İbn Kuteybe, el- İmâme ve’s-Siyâse, s. 53, Ez- Zühri, el-
Meğazî, s. 134, Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ,
Cilt I, s. 417-418.
[525] Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı
Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, Cilt I, s. 419.
[526] Taberi, Tarih, Cilt
IV, s 227, İbn Kuteybe, el- İmame ve’s-Siyâse, s. 52.
[527] Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı
Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, Cilt I, s. 418.
[528] Sırma, İslamî
Tebliğin Örnek Halifeler Dönemi, s. 147, Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet
Siyaseti, s. 88.
[529] Ebu Nasr el-Farabi, Medinet’ül
Fâzıla, çev. Nafiz Danışman, Ankara, MEB Yayınları, 2001, s. 79, Yaşar
Aydınlı, Farabi’de Tanrı-İnsan İlişkisi, İstanbul, İz Yayıncılık, 2008,
s. 90, İbn Haldun, Mukaddime, Cilt I, s. 272.
[530] İbn Haldun, Mukaddime, Cilt
I, s. 537, Câbiri, İbn Haldun’un Düşüncesi: Asabiyet ve Devlet, s.
[531] Tekin, Din
Sosyolojisi, s. 40, Ebu Nasr el-Farabi, İhsâ’ül Ulûm, çev. Ahmet
Ateş, İstanbul, MEB Yayınları, 1990, s. 43.
[532] İbn Haldun, Mukaddime,
Cilt I, s. 537.
[533] Martin Slattery, Sosyolojide
Temel Fikirler, Yayına Haz. Ümit Tatlıcan, Gülhan Demiriz, İstanbul, Sentez
Yayıncılık, 2014, s. 89-90, Alan Swıngewood, Sosyolojik Düşüncenin Kısa
Tarihi, terc. Osman Akınhay, İstanbul, Agora Kitaplığı, 2009, s. 201-202.
[534] Slattery, Sosyolojide
Temel Fikirler, s. 89-90, Nur Vergin, Siyasetin Sosyolojisi, Kavramlar,
Tanımlar, Yaklaşımlar, İstanbul, Doğan Kitap, 2008, s. 124-128.
[535] Belâzürî, Ensâbü’l
Eşrâf-Hz. Peygamberin Hayatı ve Şahsiyeti, Cilt I, s.114.
[536] İbn Hişam, es-Siretü’n
Nebeviyye, Cilt I, s. 258.
[537] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 229, İbnü’l Esir, el- Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II, s. 557,
Nizamettin Parlak, “Hz. Ömer’in Şûrasındaki Halife Adayları,”, İSTEM,
Cilt X, Sayı 20, 2012, s. 75-92.
[538] İbn Sa’d, Tabakât, Cilt
III, s. 65, İbnü’l Esir, , El-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II, s. 557, Câbirî,
İslam’da Siyasal Akıl, s. 289, Duri, İlk Dönem İslam Tarihi, s.
100, Apak, Ana Hatlarıyla İslam Tarihi -2, s. 172, Azimli, Dört
Halifeyi Farklı Okumak-2 Hz. Ömer, s. 190-191.
[539] İbn Hişam, es-Siretü’n
Nebeviyye, Cilt I, s. 258.
[540] İbn’ül Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 280, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir Taberi, Tarihu’t
Taberi-3, çev. Cemalettin Saylık, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2019, s.
214-219, İbn Kuteybe, el- İmame ve’s-Siyâse, terc. Cemalettin Saylık,
Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2017, s. 27-31, İbn Şihâb Ez- Zühri, el-
Meğazî, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2016, s. 130-131.
[541] İbn’ül Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 281, Ez- Zühri, el- Meğazî, s. 131.
[542] Belâzurî, Ensâbü’l Eşrâf-Hz.
Peygamberin Hayatı ve Şahsiyeti, Cilt II, s. 286, İbn Hişam, es-
Siretü’n Nebeviyye, Cilt IV, s. 405, Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyave
Tevarih-i Hulefa, Cilt I, s. 291.
[543] Buhari, Menakıb, 1,
2.
[544] Hatipoğlu, “İslam’da İlk Siyasi
Kavmiyetcilik Hilafetin Kureyşliliği”, Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi,
Cilt 23, Sayı 1, 1979, s. 122-209, Câbirî, İslam’da Siyasal Akıl, s.
270-271, Akbulut, Sahabe Dönemi İktidar Kavgası, s. 71-74, Apak, Ana
Hatlarıyla İslam Tarihi -2, s. 39-41.
[545] Taberi, Târih, Cilt IV, s. 231, İbn’ül Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 560.
[546] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 231, Belâzuri, Ensâb, Cilt VI, s. 126, Hançabay, “Hz. Osman’ın
Halife Seçilmesi”, s. 386.
[547] İsrafil Balcı, “
Peygamber Sonrası Hayata İntibak ve İslâm Toplumunda Yaşanan Süreç”, Önder
Peygamber ve Yeni Bir Devletin Kuruluşu, Derleyen Adnan Demircan, s. 216.
[548] Câbiri, İbn
Haldun’un Düşüncesi: Asabiyet ve Devlet, s. 224-227.
[549] İbn Haldun, Mukaddime,
Cilt I, s. 436.
[550] Câbiri, İbn
Haldun’un Düşüncesi: Asabiyet ve Devlet, s. 227, Tekin, Din Sosyolojisi,
s. 70.
[551] İrfan Aycan, M.Mahfuz
Söylemez, İdeolojik Tarih Okumaları, Ankara, Ankara Okulu Yayınları,
1999, s. 156- 160, Apak, Erken Dönem İslam Tarihinde Asabiyet, s. 86.
[552] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt I, s. 64-65, İbnü’l Esir, el- Kâmil fi’t-Tarih, Cilt I, s 412.
[553] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt I, s. 63, Belâzuri, Ensâb, Cilt I, s. 68, Sarıçam, Emevi-Haşimi
İlişkileri, s. 89-91.
[554] Belâzürî, Ensâbü’l Eşrâf-Hz.
Peygamberin Hayatı ve Şahsiyeti, Cilt I, s.145-146, Apak, Hz. Osman
Dönemi Devlet Siyaseti, s. 25-26.
[555] Sarıçam, Emevi-Haşimi
İlişkileri, s. 99-100, Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, s.
26.
[556] Mevlana Şibli Numani,
İslam Tarihi: Asr-ı Saadet, terc. Ömer Rıza Doğrul, nşr. Osman Zeki
Mollaoğlu, İstanbul, Eser Neşriyat, 1977, Cilt I, s. 159-160.
[557] Akbulut, Sahabe
Dönemi İktidar Kavgası, s. 143.
[558] Watt, Hz. Muhammed
Mekke’de, s. 99, Apak, Erken Dönem İslam Tarihinde Asabiyet, s. 93.
[559] Belâzürî, Ensâbü’l
Eşrâf-Hz. Peygamberin Hayatı ve Şahsiyeti, Cilt I, s. 121.
[560] Akbulut, Sahabe
Dönemi İktidar Kavgası, s. 143, Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti,
s. 31.
[561] Apak, Hz. Osman
Dönemi Devlet Siyaseti, s. 40.
[562] Sarıçam, Emevi-Haşimi
İlişkileri, s. 197, Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, s. 67,
Apak, Erken Dönem İslam Tarihinde Asabiyet, s. 94, Geniş Bilgi İçin bkz.
Fatih Topaloğlu, “Hz. Ali’nin Hz. Osman Devri Siyasi Olaylarına Yönelik
Tutumu”, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Dokuz Eylül Üniv. Sosyal Bilimler
Enst. Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı, İzmir, 2001.
[563] İbrahim Hasan, Siyasi,
Dini, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, Cilt I, s. 328.
[564]Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevarihi Hulefa, Cilt I, s.
427, Hizmetli, İslam Tarihi, s.
431, Apak, Hz. Osman Dönemi
Devlet Siyaseti, s. 92.
[565] Câbirî, İslam’da
Siyasal Akıl, s. 291.
[566] İbn Kuteybe, el-
İmâme ve’s-Siyâse, s. 27, Apak, Ana Hatlarıyla İslam Tarihi-2, s.
176.
[567] İbnü’l Esir, el-
Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II, s. 559, Taberi, Târih, Cilt IV, s. 230.
[568] Adem Apak, “Hz.
Osman’ın Hilafet döneminde Ümeyyeoğullan’ın Devlet İdaresindeki Yeri”, Uludağ
Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 7, Cilt VII, 1998, s. 492.
[569] Kazancı, Hz.
Osman, s. 83.
[570] Duri, İlk Dönem
İslam Tarihi, s. 102.
[571] Ebü’l Hasan Ali b. Hüseyin b. Ali
Mes’udi, Mürûcü’z Zeheb, thk. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, Kahire,
Cilt II, 1964, s. 351-352, Akarsu, Kabile Bürokrasisi ve Hz. Osman, s.
195, Sarıçam, Emevi-Haşimi İlişkileri, s. 235, Apak, Hz. Osman Dönemi
Devlet Siyaseti, s. 96.
[572] Takıyüddin Makrizi, Emevi-Hâşimi Çekişmesi, çev.
İrfan Aycan, Abdülhalik Bakır, Ankara, Rehber Yayınları, 1993, s. 3.
[573] İbrahim Hasan, Siyasi,
Dini, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, Cilt I, s. 327-328.
[574] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 232-233, İbnü’l Esir, el- Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II, s. 561.
[575] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 233, Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevarihi Hulefa, Cilt
I, s.
427, Duri, İlk Dönem İslam Tarihi,
s. 102, Apak, Ana Hatlarıyla İslam Tarihi-2, s. 176.
[576] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 65, Taberi, Târih, Cilt IV, s. 229, Belâzurî, Ensâb,
Cilt VI, s. 124.
[577] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 230, Belâzurî, Ensâb, Cilt VI, s. 124, İbn’ül Esir, el- Kâmil
fi’t- Tarih, Cilt II, s. 563.
[578] Belâzurî, Ensâb,
Cilt VI, s. 127, İbn’ül Esir, el- Kâmil fi’t- Tarih, Cilt II, s.
559-560, İbrahim Hasan, Siyasi, Dini, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi,
Cilt I, s. 327.
[579] Abdulbaki Gölpınarlı,
Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik, İstanbul, Der Yayınları, 1979,
s. 75.
[580] Fığlalı, “Hariciliğin
Doğuşuna Tesir Eden Bazı Sebepler”, Sayı 20, s. 227, Apak, Hz. Osman Dönemi
Devlet Siyaseti, s. 94, Akarsu, Kabile Bürokrasisi ve Hz. Osman, s.
31.
[581] Zeydan, İslam
Uygarlıkları Tarihi, Cilt I, s. 47-48.
[582] İbn Kuteybe, el-
İmame ve’s-Siyâse, s. 36.
[583] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt II, s. 252-253, Mehmet Salih Arı “Üsâme b. Zeyd” DİA, İstanbul,
Cilt XLII, 2012, s. 362.
[584] İbn Esir, , el-Kâmil fi’t-Tarih,
Cilt III, s. 53, İbrahim Hasan, Siyasi, Dini, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi,
Cilt I, s. 323, Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Hulefa, Cilt I, s. 491,
Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, s. 39.
[585] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 224, İbn Kuteybe, el- İmâme ve’s-Siyâse, s. 46.
[586] İbrahim Hasan, Siyasi,
Dini, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, Cilt II, s. 26-27.
[587] Welhausen, Arap Devleti ve
Sükûtu, s. 19, Ayrıca bkz. Shamo Kazımov, “Müsteşriklerin Hz. Osman Dönemi
Olaylarına Yaklaşımları”, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Süleyman Demirel
Üniv. Sosyal Bilimler Enst. İslam Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı, İslam
Tarihi Bilim Dalı, Isparta 2015.
[588] E. Ruhi Fığlalı,
“Hariciliğin Doğuşuna Tesir Eden Bazı Sebepler”, Ankara Üni. İlahiyat Fak.
Dergisi, Ankara, Sayı 20, 1975, s. 227, Azimli, Hz. Osman, s. 32,
Demircan, Raşid Halifeler, s. 84.
[589] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 68, Suyûtî, Halifeler Tarihi, s. 168.
[590] Geniş Bilgi için bkz. Halil
İbrahim Hançabay, “Halifeliği Dönemimde Hz. Osman’la Hz. Ali Dışındaki Şûra
Üyeleri Arasındaki İlişkiler”, (Basılmamış Yüksek Lisan Tezi), Marmara Üniv.
Sosyal Bilimler Enst. İlahiyat Anabilim Dalı, İslam Tarihi Bilim Dalı,
İstanbul, 2009.
[591] Arzu Özkanan, Ramazan
Erdem, Yönetimde Kayırmacı Uygulamalar: Kavramsal Bir Çerçeve”, Süleyman
Demirel Üniv. Sosyal Bilimler Enst. Dergisi, Sayı 20, 2014, s. 180-181.
[592] Süleyman İlhan, Ömer Aytaç,
“Türkiye’de Kayırmacı eğilimlerin oluşmasında toplumsal ve kültürel yapının
rolü”, Yönetim ve örgüt açısından kayırmacılık, ed. Ramazan Erdem,
İstanbul, Beta Basım, 2010, s. 61- 83.
[593] Arzu Özkanan, Ramazan
Erdem, “Yönetimde Kayırmacı Uygulamalar Üzerine Nitel Bir Çalışma”, MAKÜ
İktisadi ve İdari Bilimler Fak. Dergisi, Cilt II, Sayı 4, 2015, s. 10-11.
[594] Tuncer Asunakutlu, “Kayırmacılığın
Temelleri: Benzerlik ve Benzemezlik”, Yönetim ve Örgüt Açısından
Kayırmacılık, ed. Ramazan Erdem, s. 41-60.
[595] Ömer Aytaç, “Kayırmacı
İlişkilerin Sosyolojik Temeli”, Yönetim ve Örgütsel Açıdan Kayırmacılık,
ed. Ramazan Erdem, s. 3-26.
[596] Ebu Hanîfe ed-
Dineverî, el- Ahbâru’t- Tıvâl- Eskilerin Haberleri, çev. Zekeriya Akman,
Hüseyin Siyabend Aytemur, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2017, s. 201.
[597] Belâzurî, Ensâb, Cilt VI,
s. 138, İbn Esir, , el-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II, s. 572, Ahmet Cevdet
Paşa, Kısas-ı Enbiyave Tevarih-i Hulefa, Cilt I, s. 433, Atçeken, “Hz.
Osman Dönemi İç Olaylarında Mervan B. Hakem’in Rolü”, s. 321, Apak, Erken
Dönem İslam Tarihinde Asabiyet, s. 176.
[598] Taberi, Târih, Cilt IV, s.
264, Belâzurî, Fütuhu’l Büldân, s. 255, İbn Esir, , el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 579, 587, Ayrıca bkz. Adem Apak, “Hz. Osman Dönemi
Emevi İdarecileri”, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Uludağ Üniv. Sosyal
Bilimler Enst. İslam Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı, İslam Tarihi Bilim Dalı,
Bursa, 1995.
[599] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 277-278, Belâzurî, Fütuhu’l Büldân, s. 318, İbn Esir, , el-Kâmil
fi’t- Tarih, Cilt II, s. 592, Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti,
s. 136.
[600] Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı
Enbiyave Tevarih-i Hulefa, Cilt I, s. 464, Hodgson, İslam’ın Serüveni-1,
s. 272-273, Ayrıca bkz. Adem Apak, “Hz. Osman’ın Hilafeti Döneminde
Ümeyyeoğullan’nın Devlet İdaresindeki Yeri”, Uludağ Üniv. İlahiyat Fak.
Dergisi, Sayı 7, Cilt VII, 1998, s. 487-521.
[601] Ebu’l Ala Mevdudi, Hilafet
ve Saltanat, çev. Ali Genceli, İstanbul, Hilal Yayınları, 1980, s. 131,
Sırma, İslamî Tebliğin Örnek Halifeler Dönemi, s. 165.
[602] İbn Esir, , el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 572-573, Akarsu, Hz. Osman, s. 42.
[603] Salim b. Zekvân, es-Sîre,
terc. Harun Yıldız, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2017, s. 59, İbn Kuteybe, el-
İmâme ve’s-Siyâse, s. 62-63, Demircan, Raşid Halifeler, s. 94.
[604] Hayyât, Halife b.
Hayyât Tarihi, s. 206.
[605] Julius Welhausen, İslam’ın İlk
Devrinde Dini ve Siyasi Muhalefet Partileri, çev. Fikret Işıltan, Ankara,
Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1989, s. 3-4, Akarsu, Hz. Osman, s.51, Ahmet
Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevarihi Hulefa, Cilt I, s. 464.
[606] Ünal Kılıç, Peygamber
ve Dört Halife Günlerinde Şehir Yönetimi ve Valilik, Konya, Yediveren
Kitap, 2004, s. 148..
[607] İbn Kuteybe,
el- İmâme ve’s-Siyâse, s. 63, Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve
Tevarihi Hulefa, Cilt I, s. 464.
[608] Suyuti, Halifeler
Tarihi, s. 168, İbn Kuteybe, el- İmâme ve’s-Siyâse, s. 63, Zekvân, es-Sîre,
s. 56.
[609] İbn Kuteybe, El-
Maarif- Nebiler ve Sahabilerin Sireti-, terc. Hasan Ege, İstanbul, Şelâle
Yayınevi, t.y., s. 133.
[610] Akarsu, Kabile
Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 199.
[611] Zekvân, es-Sîre,
s. 57,
[612] Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 136, İbn Esir, , el-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II, s. 58, İbn
Kuteybe, el- İmâme ve’s-Siyâse, s. 63, Apak, Ana Hatlarıyla İslam
Tarihi -2, s. 205.
[613] Hüseyin Algül, İslam
Tarihi, İstanbul, Gonca Yayınevi, Cilt II, 1986, s. 456, Câbirî, İslam’da
Siyasal Akıl, s. 363, Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevarihi
Hulefa, Cilt I, s. 437
[614] Giddens, Sosyoloji,
2000, s. 256, Dönmezer, Sosyoloji, s. 304.
[615] Amiran Kurtkan
Bilgiseven, Genel Sosyoloji, İstanbul, Filiz Kitabevi, 1983, s. 143.
[616] Bilgiseven, Genel Sosyoloji,
s. 143, Giddens, Sosyoloji, 2000, s. 256.
[617] Münci Kapani,
Politika Bilimine Giriş, Ankara, Bilgi Yayınevi, 2007, s. 128, Uludağ,
İslam Siyaset
İlişkileri, s. 77.
[618] Uludağ, İslam Siyaset İlişkileri, s. 81-83.
[619] Mustafa Fayda, Hulefâ-yı Râşidîn
Devri Dört Halife Dönemi, İstanbul, Kubbealtı, 2018, s. 312, Câbirî, İslam’da
Siyasal Akıl, s. 362-364, Demircan, Fitne, s. 138-139, Akarsu, Kabile
Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 141, Apak, Ana Hatlarıyla İslam Tarihi-2,
s. 229.
[620] İbrahim Hasan, Siyasi,
Dini, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, Cilt II, s. 30.
[621] Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı
Enbiya ve Tevarihi Hulefa, Cilt I, s. 465.
[622] Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 147, 161, İbn Kuteybe, el- İmâme ve’s-Siyâse, s. 63, Zekvân,
es-Sîre, s. 60.
[623] Apak, Hz. Osman Dönemi
Devlet Siyaseti, s. 94.
[624] Mes’udi, Mürûcü’z
Zeheb, Cilt II, s. 351-352.
[625] İbn Esir, , el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 572-573.
[626] Belâzuri, Ensâb, Cilt VI,
s. 209, farklı rivayetler için Zekvân, es-Sîre, s.57, Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 140,173, Ya’kubî, Tarih, Beyrut, 1960, Cilt II, s. 168-169,
Azimli, Hz. Osman, s. 71, Selim Yazıcı, “Ya’kûbî’nin Tarihine Göre Hz. Osman
Dönemi”, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Atatürk Üniv. Sosyal Bilimler
Enst. İslam Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı, Erzurum, 2016, s. 45.
[627] Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 173.
[628] Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 140.
[629] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 323, İbnü’l Esir, el- Kâmil fi’t-Tarih, Cilt III, s. 8.
[630] Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 148, Azimli, Hz. Osman, s. 109, Apak, Ana Hatlarıyla İslam
Tarihi- 2, s. 214.
[631] İrfan Aycan, Saltanata Giden
Yolda Muaviye b. Ebu Süfyan, Ankara, Otto Yayınları, 2018, s. 93.
[632] Kapani, Politika
Bilimine Giriş, s. 49.
[633] Swıngewood, Sosyolojik
Düşüncenin Kısa Tarihi, s. 201.
[634] Kapani, Politika
Bilimine Giriş, s. 52-53.
[635] Ejder Okumuş, Meşruiyet
Ekseninde Din ve Devlet, İstanbul, Pınar Yayınları, 2003, s. 33.
[636] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s.68, İbn Kuteybe, el- İmâme ve’s-Siyâse, s. 56, Suyuti, Halifeler
Tarihi, s. 168, Ez- Zühri, el- Meğazî, s. 164.
[637] Halife b. Hayyât, Et-Tarih-İlk
Kronolojik İslam Tarihi, çev. Ömer Sabuncu, Mahmut Sabuncu, Ankara Okulu
Yayınları, 2019, s. 147, İbnü’l Esir, el- Kâmil fi’t-Tarih, Cilt III, s.
17-19, Taberi, Târih, Cilt IV, s. 332.
[638] Suyuti, Halifeler
Tarihi, s. 169, İbn Kuteybe, el- İmâme ve’s-Siyâse, s. 69.
[639] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s.67, Suyuti, Halifeler Tarihi, s. 166.
[640] İbn Hibban, es-Siretü’n-
Nebeviyye ve Ahbâru’l- Hulefâ, s. 402, Suyuti, Halifeler Tarihi, s.
165.
[641] Halis Çetin, “
Siyasetin Evrensel Sorunu: İktidarın Meşruiyeti-Meşruiyetin İktidarı”, Ankara
Üniv. Siyasal Bilgiler Fak. Dergisi, Cilt 58, Sayı 3, 2003, s. 62.
[642] Ejder Okumuş, “Din ve
Siyaset”, Din Sosyolojisi, ed. Mehmet Bayyiğit, s. 210.
[643] Freyer, Sosyolojiye Giriş,
s. 89-90, Goerge Rıtzer, Jeffery Stepnısky, Sosyoloji Kuramları, çev.
Himmet Hülür, Ankara, Deki Basım Yayın, 2014, s. 132-138,Vergin, Siyasetin
Sosyolojisi, Kavramlar, Tanımlar, Yaklaşımlar, s. 64-74, Inger Furseth, Pal
Repstad, Din Sosyolojisine Giriş, çev. İhsan Çapcıoğlıu, Halil Aydınalp,
Ankara, Birleşik Yayınları, 2013, s. 258-259, Kurt, Din Sosyolojisi, s.
121-122.
[644] Okumuş, “Din ve
Siyaset”, Din Sosyolojisi, ed. Mehmet Bayyiğit, s. 210.
[645] Adnan Demircan, Bedevi,
İstanbul, Endülüs Yayınları, 2018, s. 62-66, Duri, İlk Dönem İslam Tarihi,
s.101, Zeydan, İslam Uygarlıkları Tarihi, Cilt I, s. 47-48, Azimli, Cahiliyye’yi
Farklı Okumak, s. 115.
[646] İbnü’l Esir, el-
Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II, s. 562, İbn Kuteybe, el- İmâme ve’s-Siyâse,
s. 55, Ez- Zühri, el- Meğazî, s. 164.
[647] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 65, İbn Kuteybe, el- İmâme ve’s-Siyâse, s. 52.
[648] İbnü’l Esir, el-
Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II, s. 557.
[649] Kapani, Politika Bilimine Giriş,
s. 89, Çetin, “ Siyasetin Evrensel Sorunu: İktidarın Meşruiyeti- Meşruiyetin
İktidarı”, s. 83, Gül Dilek Türk, “ İbn Haldun Bağlamında Yönetim Sistemlerinin
Meşruiyet Sorunu ve Meşruiyetin İnşası”, ( Basılmamış Doktora Tezi), Marmara
Üniv. Sosyal Bilimler Enst. Halkla İlişkiler Anabilim Dalı, İstanbul, 2018,
s, 53.
[650] Okumuş, Meşruiyet
Ekseninde Din ve Devlet, s. 47, Türk, “ İbn Haldun Bağlamında Yönetim
Sistemlerinin Meşruiyet Sorunu ve Meşruiyetin İnşası”, s. 54.
[651] Halis Demir,
“ Meşruiyet Açısından Hz. Osman’ın Öldürülmesinin İncelenmesi”, Kahramanmaraş
Sütçü İmam Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, 2008, s. 81.
[652] Kapani, Politika
Bilimine Giriş, s. 92.
[653] Demircan, Bedevi,
s. 64, Azimli, Cahiliyye’yi Farklı Okumak, s. 115, Demircan, Fitne,
s. 129.
[654] Osman Kaşıkcı,
“İslâm-Osmanlı Hukukunda Devlet Başkanının Görevinin Sona Ermesi”, Atatürk
Üniv. Erzincan Hukuk Fak. Dergisi, Cilt 5, Sayı 1-4, 2001, s. 96.
[655] Demircan, Haricilik
Mezhebinin Doğuşu Bağlamında Din-Siyaset İlişkisi, s. 68, Demir, “
Meşruiyet Açısından Hz. Osman’ın Öldürülmesinin İncelenmesi”, s. 101.
[656] İbn Kuteybe, el-
İmâme ve’s-Siyâse, s. 60, 62.
[657] İbn Kuteybe, el-
İmâme ve’s-Siyâse, s. 63, Suyuti, Halifeler Tarihi, s. 168, Zekvân, es-Sîre,
s. 59, Apak, Ana Hatlarıyla İslam Tarihi-2, s. 183-184, Azimli, Hz.
Osman, s. 84-85.
[658] İbn’ül Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 590-591.
[659] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 338.
[660] Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 162.
[661] Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 133.
[662] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 69,71, İbn’ül Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt III, s. 39,
Halife b. Hayyât, Et-Tarih-İlk Kronolojik İslam Tarihi, s. 148.
[663] Câbirî, İslam’da
Siyasal Akıl, s. 361.
[664] Akarsu, Kabile
Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 1142-143.
[665] İbn Kuteybe, el-
İmâme ve’s-Siyâse, s. 58, Apak, Ana Hatlarıyla İslam Tarihi-2, s.
223.
[666] İbn’ül Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt III, s. 20, er-Radî,
Nehcü’l Belâga, s. 176.
[667] İbn’ül Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt III, s. 35, Apak, Ana
Hatlarıyla İslam Tarihi-2, s. 204.
[668] İbn’ül Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt III, s. 18.
[669] Sabri Hizmetli,
“Tarihi Rivayetlere Göre Hz. Osman’ın Öldürülmesi”, Ankara Üniv. İlahiyat
Fak. Dergisi, Sayı XXVII, 1985, s. 164.
[670] Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 161-162, İbn Kuteybe, el- İmâme ve’s-Siyâse, s. 63, Zekvân, es-Sîre,
s. 60.
[671] Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 147, İbn Sa’d, Tabakât, Cilt III, s. 178.
[672] Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 148-149.
[673] Akarsu, Kabile
Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 166, Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti,
s.
[674] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt IV, s. 255.
[675] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 283-284, İbn’ül Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt III, s. 600-602.
[676] Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 167-16, Azimli, Hz. Osman, s. 113, Akarsu, Kabile
Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 162-163.
[677] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 276-277, Hizmetli, “Tarihi Rivayetlere Göre Hz. Osman’ın Öldürülmesi”,
s.164
[678] İbn’ül Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt III, s. 7-14,
[679] İbn Kuteybe, el-
İmâme ve’s-Siyâse, s. 69, Suyuti, Halifeler Tarihi, s. 169, İbn
Hibban, es- Siretü’n- Nebeviyye ve Ahbâru’l- Hulefâ, s. 411.
[680] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 341, İbn’ül Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt III, s. 24.
[681] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 333-334, İbn’ül Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt III, s. 18.
[682] Apak, Ana
Hatlarıyla İslam Tarihi-2, s. 239.
[683] Halife b. Hayyât, Et-Tarih-İlk
Kronolojik İslam Tarihi, s. 145-146, Taberi, Târih, Cilt IV, s.
358-360, İbn’ül Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt III, s. 28-32, Akbulut, Sahabe
Dönemi İktidar Kavgası, s. 155.
[684] İbn Kuteybe, el-
İmâme ve’s-Siyâse, s. 74, İbn’ül Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt
III, s. 38-39, Suyuti, Halifeler Tarihi, s. 170.
[685] İbn’ül Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt III, s. 47-48, Akbulut, Sahabe Dönemi İktidar Kavgası,
s. 158.
[686] Akbulut, Sahabe Dönemi İktidar
Kavgası, s. 163, Ayrıca bkz. Nejdet Akay, “Hz. Osman Dönemi Fitne Olayları
ve Temel Sebepleri”, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Marmara Üniv. Sosyal
Bilimler Enst. İlahiyat Anabilim Dalı, İslam Mezhepleri Tarihi Bilim Dalı,
İstanbul, 2012.
[687] Sefer Yavuz, “Din ve
Ekonomi”, Ana Başlıklarıyla Din Sosyolojisi, ed. Niyazi Akyüz, İhsan
Çapcıoğlu, s. 356, Aydın, İslam’ın Tarih Sosyolojisi, s. 225.
[688] Zeki Aslantürk,
Tayfun Amman, Sosyoloji, s. 333.
[689] Necdet Subaşı, Din
Sosyolojisi, İstanbul, Dem Yayınları, 2014, s. 209.
[690] Dönmezer, Sosyoloji,
s. 334-335, Rıtzer, Stepnısky, Sosyoloji Kuramları, s. 148.
[691] İbrahim Hasan, Siyasi,
Dini, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, Cilt I, s. 83-84, Demircan, Bedevi,
s. 80.
[692] Adem, Apak, “Hz.
Osman Dönemi Fetihleri”, Uludağ Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 9,
Cilt 9, 2000, s. 436-447.
[693] Hizmetli, İslam
Tarihi, s. 478-479, Demircan, Fitne, s. 138-141.
[694] Demircan, Cahiliye Arapları, s. 105, İbrahim Hasan, Siyasi,
Dini, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, Cilt I, s. 74, 88, Bernard Lewis, Tarihte
Araplar, s. 42, Demircan, Bedevi, s. 73.
[695] Câbiri, İbn
Haldun’un Düşüncesi: Asabiyet ve Devlet, s. 338.
[696] Ahmet Emin, Fecru’l
İslam, s. 37, Câbiri, İbn Haldun’un Düşüncesi: Asabiyet ve Devlet,
s. 338, Demircan, Bedevi, s. 76.
[697] İbn Haldun, Mukaddime,
Cilt I, s. 470, Câbiri, İbn Haldun’un Düşüncesi: Asabiyet ve Devlet,
s.
218.
[698] Duri, İlk Dönem
İslam Tarihi, s. 70-71.
[699] Câbiri, İbn Haldun’un
Düşüncesi: Asabiyet ve Devlet, s. 339.
[700] Câbiri, İbn Haldun’un
Düşüncesi: Asabiyet ve Devlet, s. 339.
[701] Câbiri, İbn Haldun’un
Düşüncesi: Asabiyet ve Devlet, s. 349.
[702] Mehmet Azimli, Siyeri
Farklı Okumak, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2016, s. 418.
[703] Cafer Acar, İlk İslam
Fetihleri- Dört Halife Dönemi Fetihlerinin Arka Planı-, Kahramanmaraş,
SAMER, 2020, s. 102-103, Varol, “Raşid Halifeler Dönemi Toplumsal Değişme
Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, s. 203-204.
[704] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 341, 352.
[705] Suyûtî, Halifeler
Tarihi, s. 167.
[706] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 256, Akarsu, Kabile Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 90.
[707] Hayyât, Halife b.
Hayyât Tarihi, s. 205.
[708] Akarsu, Kabile
Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 91, Câbiri, İslam’da Siyasal Akıl, s.
362.
[709] Köse, Medine’de
Sosyal Hayat, s. 260.
[710] Taberi, Târih, Cilt IV, s.
246, Belâzurî, Fütuhu’l Büldân, s. 374.
[711] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 313.
[712] Belâzurî, Fütuhu’l
Büldân, s. 465.
[713] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 256.
[714] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 262.
[715] Belâzurî, Fütuhu’l
Büldân, s. 255.
[716] Köse, Medine’de
Sosyal Hayat, s. 267.
[717] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 351, 353, Köse, Medine’de Sosyal Hayat, s. 255.
[718] İbn Kesir, el-Bidaye
ve’n- Nihaye, Büyük İslam Tarihi, Cilt VII, s. 243, Mustafa Zeki Terzi, Hz.
Peygamber ve Hulafa-yi Raşidin Döneminde Askeri Teşkilat, İstanbul, Siyer
Yayınları, 2017, s. 34.
[719] İbn Kuteybe, el-
İmâme ve’s-Siyâse, s. 56.
[720] Zekvân, es-Sîre,
s. 57, Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, s. 140, Azimli, Hz.
Osman, s. 48-49.
[721] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 117, Akarsu, Kabile Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 107.
[722] Suyûtî, Halifeler
Tarihi, s. 167-168, Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i
Hulefa, Cilt I, s. 454.
[723] Duri, İlk Dönem
İslam Tarihi, s.111, Köse, Medine’de Sosyal Hayat, s. 95.
[724] Mehmet Mahfuz Söylemez, Kûfe’nin Siyasi Tarihi, Ankara, Ankara
Okulu Yayınları, 2017, s. 2628.
[725] Mustafa Demir, “Hz. Osman Dönemi
Fitne Olaylarının Sosyoekonomik Boyutları”, İslamiyat, Cilt VII, Sayı 1,
2004, s. 167, Söylemez, Kûfe’nin Siyasi Tarihi, s. 26.
[726] Akarsu, Kabile
Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 139.
[727] Söylemez, Kûfe’nin
Siyasi Tarihi, s. 28.
[728] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 341-345, Belâzuri, Futühu’l Büldân, s. 515, Duri, İlk
Dönem İslam Tarihi, s.109, Apak, Ana Hatlarıyla İslam Tarihi-2, s.
227.
[729] Mehmet Mahfuz Söylemez, Bedevîlikten
Hadarîliğe Kûfe, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2015, s. 305, Ünal Kılıç,
“Kûfelilerin Hz. Osman’a Muhalefet Etmelerinin Sebepleri”, Cumhuriyet Üniv.
İlahiyat Fak. Dergisi, 2002, VI/II, s. 256.
[730] İbrahim Hasan, Siyasi, Dini,
Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, Cilt II, s. 31, Duri, İlk Dönem İslam
Tarihi, s.110, Algül, İslam Tarihi, Cilt 2, s. 454, Akarsu, Kabile
Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 143, Azimli, Hz. Osman, s. 51.
[731] İbnü’l Esir, el-
Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II, s. 595-596, Söylemez, Kûfe’nin Siyasi Tarihi,
s. 32.
[732] Söylemez, Bedevîlikten
Hadarîliğe Kûfe, s. 313, Demir, “Hz. Osman Dönemi Fitne Olaylarının
Sosyoekonomik Boyutları”, s. 166.
[733] Sabri Hizmetli, “Genel Olarak
Raşid Halifeler Dönemi Olayları: Sonuçları ve Etkileri”, Ankara Üniv.
İlahiyat Fak. Dergisi, Cilt XXXIX, Sayı 1, 1999, s. 36-38, Demir, “Hz.
Osman Dönemi Fitne Olaylarının Sosyoekonomik Boyutları”, s. 167, Akarsu, Kabile
Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 143.
[734] Erkal, Sosyoloji (Toplumbilim),
s. 172, Tekin, Din Sosyolojisi, s. 264.
[735] Cevizci, Paradigma
Felsefe Sözlüğü, s. 205.
[736] Barlas Tolan, Sosyoloji,
Ankara, Adım Yayınları, 1993, s. 276.
[737] Ali Coşkun, Sosyal
Değişme ve Dini Normlar, İstanbul, Dem Yayınları, 2005, s. 52.
[738] Emre Kongar, Toplumsal
Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, İstanbul, Remzi Kitabevi, 2004, s.
55.
[739] Mahmut Tezcan, Sosyal ve
Kültürel Değişme, Ankara, Ankara Üniv. Eğitim Bilimleri Fak. Yayınları,
1984, s. 2. Ayrıca bkz. Orhan Türkdoğan, Değişme, Kültür ve Sosyal Çözülme,
İstanbul, Birleşik Yayınları, 1990, s. 69, Bilgiseven, Genel Sosyoloji,
s. 278-279, Erkal, Sosyoloji (Toplumbilim), s. 198-201.
[740] Apak, Ana
Hatlarıyla İslam Tarihi -2, s. 227.
[741] İbn Kuteybe, el- İmâme
ve’s-Siyâse, s. 57, Taberi, Târih, Cilt IV, s. 263, Akarsu, Kabile
Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 132.
[742] Köse, Medine’de
Sosyal Hayat, s. 273.
[743] Duri, İlk Dönem
İslam Tarihi, s. 111.
[744] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 83, İbn Kesir, el-Bidaye ve’n- Nihaye, Büyük İslam Tarihi, Cilt
VII, s. 313.
[745] Câbirî, İslam’da
Siyasal Akıl, s. 266-370, Azimli, Hz. Osman, s. 49, Apak, Ana
Hatlarıyla İslam Tarihi -2, s. 228, Demir, “Hz. Osman Dönemi Fitne
Olaylarının Sosyoekonomik Boyutları” s. 167.
[746] Muhammed Âbid El-
Câbiri, Arap Ahlaki Aklı, çev. Muhammet Çelik, İstanbul, Mana Yayınları,
2016, s. 75-76, İbn Kuteybe, el- İmâme ve’s-Siyâse, s. 57, Sallâbî, Hz.
Osman, s. 328-329.
[747] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 398, Suyuti, Halifeler Tarihi, s. 176, Algül, İslam Tarihi,
Cilt 2, s. 454.
[748] Akarsu, Kabile
Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 132-133, Azimli, Hz. Osman, s. 56.
[749] Taberi, Târih, Cilt IV, s.
401, İbrahim Hasan, Siyasi, Dini, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, Cilt I,
s. 337, Hizmetli, İslam Tarihi, s. 528.
[750] Niyazi Usta “Ekonomi
ve Din”, Din Sosyolojisi El Kitabı, ed. Niyazi Akyüz, İhsan Çapcıoğlu, s.
578.
[751] Sezen, İslam’ın
Sosyolojik Yorumu, s. 280-289.
[752] Cevizci, Paradigma
Felsefe Sözlüğü, s. 275.
[753] Süleyman Karacelil, Büyük
Tehlike: Dünyevileşme, İstanbul, Nesil Yayınları, 2008, s. 11.
[754] Mustafa Tekin,
“Değişen Dindarlığın Dünyevileşme Boyutu”, Eski Yeni, Sayı 10, 2008, s.
18.
[755] Ali Çoşkun, “ Dinin Sosyal
Gerçekliği, Dünyevileşme, İslam ve Türkiye”, Din Eğitimi Araştırma Dergisi,
Sayı 19, 2008, s. 20.
[756] el-Vâkidî, Hz.
Peygamber’in Savaşları (Kitâbü’l-Megâzî), s. 844, Süleyman Karacelil,
“Toplumsal Göstergelerde Dünyevileşme”, Eski Yeni, Sayı 14, 2009, s. 35.
[757] Kur’an’ı Kerim, Tevbe
Sûresi, Ayet 38.
[758] Sallâbî, Hz. Osman, s.
328, Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, s. 153-154, Ahmed Ağırakça,
Hz. Osman, İstanbul, Beyan Yayınları, 2018, s. 68-69.
[759] İbn Kuteybe, el-
İmâme ve’s-Siyâse, s. 57, Taberi, Târih, Cilt IV, s. 263, Akarsu, Kabile
Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 132, Köse, Medine’de Sosyal Hayat, s.
273.
[760] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 398, Suyuti, Halifeler Tarihi, s. 176, Akarsu, Kabile
Bürokrasisi ve Hz.
Osman, s. 132-133, Azimli, Hz. Osman, s. 56.
[761] İrfan Aycan, “İslam
Toplumunda Eğlence Sektörünün Ortaya Çıkışı”, Ankara Üniv. İlahiyat Fak.
Dergisi, Cilt 38, Sayı 1, 1998, s. 161.
[762] Akarsu, Kabile
Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 132-133, Azimli, Hz. Osman, s. 56.
[763] Câbiri, Arap
Ahlaki Aklı, s. 77.
[764] İsrafil Balcı, “Bir Yalnız Sahabi
Ebu Zer Gıfari”, Ondokuz Mayıs Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı 10,
1998, s. 368-369.
[765] İbnü’l Esir, el- Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 594, îbn Kuteybe, el- İmâme ve’s-Siyâse, s.
63, Ebü’l Hasan Ali b. Hüseyin b. Ali Mes’udi, Mürûcü’z Zeheb- Altın
Bozkırlar-, çev. Ahsen Batur, İstanbul, Selenge Yayınları, 2004, s.
214-215.
[766] Hizmetli, “Tarihi
Rivayetlere Göre Hz. Osman’ın Öldürülmesi”, s. 168.
[767] Câbiri, Arap
Ahlaki Aklı, s. 77.
[768] Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 167.
[769] Aycan, Saltanata
Giden Yolda Muaviye b. Ebu Süfyan, s. 83, Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet
Siyaseti, s. 154.
[770] Kur’an’ı Kerim, Tevbe
Sûresi, Ayet 34-35.
[771] İbn Sa’d, Tabakât, Cilt IV,
s. 255, Adnan Demircan, Elçinin Çevresindeki İnsanlar, İstanbul, Beyan
Yayınları, 2016, s. 104.
[772] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 283, İbnü’l Esir, el- Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II, s. 600.
[773] Abdullah Aydınlı,
“Ebû Zer el-Gıfârî”, DİA, İstanbul, Cilt X, 1994, s. 267.
[774] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 284, İbnü’l Esir, el- Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II, s. 601, Ahmet
Güzel, “Muaviye ve Hz. Osman’a Muhalefeti Ekseninde Ebu Zerr el-Ğıfârî”, Marife,
2012, s. 50-51.
[775] Taberi,
Târih, Cilt IV, s. 284, İbnü’l Esir, el- Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II,
s. 601, Ağırakça, Hz. Osman, s. 81.
[776] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt IV, s. 233-234.
[777] Mustafa Baktır,
“Suffe”, DİA, İstanbul, Cilt XXXVII, 2009, s. 469-470.
[778] Aydınlı, “Ebû Zer
el-Gıfârî”, DİA, İstanbul, Cilt X, 1994, s. 267.
[779] Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 167.
[780] Adem Sarıtaş, “Ebû Zer el- Ğıfârî
Hayatı ve Şahsiyeti”, (Basılmaış Yüksek Lisans Tezi), Selçuk Üniv. Sosyal
Bilimler Enst. İslam Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı İslam Tarihi Dalı,
Konya, 1998, s. 32-50.
[781] Belâzuri, Futühu’l
Büldân, s. 316.
[782] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 396- 397, Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, s. 36.
[783] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 397, Câbirî, İslam’da Siyasal Akıl, s. 359.
[784]Ayar, Sahabe Dönemi Siyasi Olaylarında Kur’an’ın Rolü, s. 152.
[785] Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 167.
[786] Hasan Yaşaroğlu,
“İslam’ın İlk Kapitalizm İtirazı Ebu Zer El Gıfârî ve Ebu Zer Hareketi”, Turkısh
Sudies, Volume 8/12, 2013, s. 1421-1423, Azimli, Hz. Osman, s.
116-117.
[787] Fıchter, Sosyoloji Nedir, s. 15.
[788] Bilgiseven, Genel
Sosyoloji, s. 277, Fıchter, Sosyoloji Nedir, s. 180.
[789] Freyer, Sosyolojiye Giriş,
s. 111-112, Erkal, Sosyoloji (Toplumbilim), s. 167, Ozankaya, Toplumbilim,
s. 750, Altan Eserperk, “Sosyal Mobilite ve Eğitim”, Ankara Üniv. Eğitim
Fak. Dergisi, Sayı 1, Cilt 9, 1976, s. 389.
[790] Freyer, Sosyolojiye
Giriş, s. 112, İsmail Doğan, Sosyoloji Kavramlar ve Sorunlar, İstanbul,
Sistem Yayıncılık, 2.Basım, 1998, s. 268.
[791]Fıchter, Sosyoloji Nedir, s. 183-183, Giddens, Sosyoloji,
2000, s. 281, Erkal, Sosyoloji(Toplumbilim), s. 169, Bahar, Sosyoloji,
s. 109, Tahir Çağatay, Günün Sosyolojisine Giriş, Ankara, Ankara
Üniv. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, 1968, s. 75-83.
[792] Fıchter, Sosyoloji
Nedir, s. 183-183, Giddens, Sosyoloji, 2000, s. 281, Doğan, Sosyoloji
Kavramlar ve Sorunlar, s. 268-269, Bahar, Sosyoloji, s. 109,
Abdullah Korkmaz, “Sosyal Hareketlilik: Eğitim ve Mesleğin Sosyal Hareketliliğe
Etkisi”, İstanbul Üniv. Sosyoloji Konferansları Dergisi, Sayı 31, 2005,
s. 80.
[793] Doğan, Sosyoloji
Kavramlar ve Sorunlar, s. 273-273, Korkmaz, “Sosyal Hareketlilik: Eğitim ve
Mesleğin Sosyal Hareketliliğe Etkisi”, s. 83-84.
[794] Fıchter, Sosyoloji
Nedir, s. 189, Doğan, Sosyoloji Kavramlar ve Sorunlar, s. 273.
[795] Hizmetli, İslam
Tarihi, s. 443.
[796] Zeydan, İslam
Uygarlıkları Tarihi, Cilt II, s. 273.
[797] Köse, Medine’de
Sosyal Hayat, s. 115-116.
[798] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 396- 397, Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, s. 36.
[799] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 397, Câbirî, İslam’da Siyasal Akıl, s. 358-359.
[800] Azimli, Hz. Osman,
s. 54.
[801] Köse, Medine’de
Sosyal Hayat, s. 117.
[802] Ahmet Emin, Fecru’l
İslam, s. 154.
[803] Zeydan, İslam
Uygarlıkları Tarihi, Cilt II, s. 454-455.
[804] Lewis, Tarihte
Araplar, s. 99, Ahmet Emin, Fecru’l İslam, s. 158-159, Demircan, Fitne,
s. 135.
[805] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 397, Câbirî, İslam’da Siyasal Akıl, s. 359.
[806] Watt, İslam
Düşüncesinin Teşekkül Devri, s 13-14.
[807] Ahmet Emin, Fecru’l
İslam, s. 158.
[808] Ahmet Emin, Fecru’l
İslam, s. 146-147, Demircan, Fitne, s. 134, Apak, Ana Hatlarıyla
İslam Tarihi-2, s. 224.
[809] Mahmud Şakir, Dört Halife,
çev. Ferit Aydın, İstanbul, Kahraman Yayınları, 1994, s. 337-338, Akarsu, Kabile
Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 131.
[810] Bilgiseven, Genel Sosyoloji, s. 100, Dönmezer, Sosyoloji,
s. 71.
[811]İbn Haldun, Mukaddime, Cilt I, s. 277-278.
[812] Erkal, Sosyoloji (Toplumbilim), s. 171-172.
[813] Freyer, Sosyolojiye Giriş,
s. 133, Celaleddin Çelik, “ Göç, Kentleşme ve Din”, Din Sosyolojisi, ed.
Niyazi Akyüz, İhsan Çapcıoğlu, s. 297-298.
[814] Giddens, Sosyoloji,
2000, s. 500-501.
[815] İsmet Kayaoğlu, İslam
Kurumlar Tarihi, Ankara, Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Yayınları, 1985, s.
117, Kılıç, Peygamber ve Dört
Halife Günlerinde Şehir Yönetimi ve Valilik, s. 83.
[816] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 325.
[817] Belâzurî, Fütuhü’l
Büldân, s. 396-397, Abdulhalik Bakır, “Basra”, DİA, İstanbul, Cilt
V, 1992, s. 108-109.
[818] Belâzurî, Fütuhü’l
Büldân, s. 313-314, İbn’ül Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II, s.
461-463, Casim Avcı, “Kufe”, DİA, İstanbul, Cilt XXVI, 2002, s. 339.
[819] Eymen Fuad Seyyid,
“Kahire”, DİA, İstanbul, Cilt XXIV, 2001, s. 173-174.
[820] Robert Mantran, İslam’ın
Yayılış Tarihi, s. 93.
[821] Kılıç, Peygamber ve Dört Halife
Günlerinde Şehir Yönetimi ve Valilik, s. 84-85, Demircan, İslam
Tarihi’nin İlk Döneminde Önderler ve İhtilaflar, s. 67-74, Demircan, Raşid
Halifeler, s. 6667.
[822] Ahmet Emin, Fecru’l
İslam, s. 145.
[823] İbn’ül Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 460-461.
[824] Belâzurî, Fütuhü’l Büldân,
s. 313, İbn Hibban, es-Siretü’n- Nebeviyye ve Ahbâru’l- Hulefâ, terc.
Harun Bekiroğlu, Ankara, Ankara Okullu Yayınları, 2017, s. 377, Halife b.
Hayyât, Halife b. Hayyât Tarihi, çev. Abdulhalik Bakır, Ankara, Bizim
Büro Basımevi, 2008, s. 175, Demircan, İslam Tarihi’nin İlk Döneminde
Önderler ve İhtilaflar, s. 69.
[825] Bernard Lewis, Tarihte
Araplar, s. 78.
[826] İbn’ül Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 462, Zeydan, İslam Uygarlıkları Tarihi, Cilt
II, s. 306307, Demircan, İslam Tarihi’nin İlk Döneminde Önderler ve
İhtilaflar, s. 58.
[827] Demircan, Fitne
Kardeşlerin Savaşı, s. 22.
[828] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 325-326.
[829] Yılmaz Can, İslam
Şehirlerinin Fiziki Yapısı, Ankara, TDV Yayınları, 1995, s. 54.
[830] Abdulhalik Bakır,
“Basra”, DİA, İstanbul, Cilt V, 1992, s. 108-109, Apak, Ana
Hatlarıyla İslam Tarihi-2, s. 163.
[831] Zeydan, İslam
Uygarlıkları Tarihi, Cilt II, s. 309, Casim Avcı, “Kufe”, DİA,
İstanbul, Cilt XXVI, 2002, s. 339, Apak, Ana Hatlarıyla İslam Tarihi-2,
s. 165.
[832] Zeydan, İslam
Uygarlıkları Tarihi, Cilt II, s. 309.
[833] Zeydan, İslam
Uygarlıkları Tarihi, Cilt II, s. 306, Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül
Devri, s 14.
[834] Watt, İslam
Düşüncesinin Teşekkül Devri, s 14.
[835]Apak, Ana Hatlarıyla İslam Tarihi-2, s. 167.
[836] Wellhausen, Arap
Devleti ve Sükûtu, s. 13, Apak, Ana Hatlarıyla İslam Tarihi-2, s.
168.
[837] Zeydan, İslam
Uygarlıkları Tarihi, Cilt II, s. 309.
[838] Demircan, Fitne,
s. 137, Apak, Ana Hatlarıyla İslam Tarihi-2, s. 167.
[839] Söylemez, Bedevîlikten
Hadarîliğe Kûfe, s. 323-330.
[840]Söylemez, Bedevîlikten Hadarîliğe Kûfe, s. 335,
Kılıç, “Kûfelilerin Hz. Osman’a Muhalefet Etmelerinin Sebepleri”, s. 252-253.
[841] Alex Mucchielli, Zihniyetler,
çev. Ahmet Kotil, İstanbul, 1991, s. 59.
[842] Mucchielli, Zihniyetler,
s. 7.
[843] Sefer Yavuz,
“Zihniyet ve Din”, Din Sosyolojisi El Kitabı, ed. Niyazi Akyüz, İhsan
Capcıoğlu, s. 589.
[844] Sabri Ülgener, Zihniyetler,
Aydınlar ve İzmler, Ankara, Mayaş Yayınları, 1983, s. 19.
[845] Mucchielli, Zihniyetler,
s. 61-63, Köksal Pekdemir, “Zihniyet, Din ve Toplumsal Değişim İlişkisi:
Ülgener Örneği”, Tasavvur-Tekirdağ İlahiyat Dergisi, 4, Sayı 1 2018, s.
19.
[846] Mucchielli, Zihniyetler,
s. 63-64, Köksal Pekdemir, “Zihniyet, Din ve Toplumsal Değişim İlişkisi: Ülgener
Örneği”, s. 19.
[847] Mucchielli, Zihniyetler,
s. 66-67, Köksal Pekdemir, “Zihniyet, Din ve Toplumsal Değişim İlişkisi:
Ülgener Örneği”, s. 20, Ziyaeddin Kırboğa, “Toplumsal Tezahürleri Bağlamında
Zihniyet Değişimi ve Din”, (Basılmamış Doktora Tezi), Necmettin Erbakan
Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Felsefe ve Din Bilimleri Ana Bilim Dalı, Din
Sosyolojisi Bilim Dalı, Konya, 2016, s. 22-23.
[848] Kılıç, Peygamber
ve Dört Halife Günlerinde Şehir Yönetimi ve Valilik, s. 192-193.
[849] İbn Sa’d, Tabakât, Cilt III, s. 68, Suyûtî, Halifeler Tarihi,
s. 168.
[850] İbn Sa’d, Tabakât, Cilt
III, s. 79-80, İbnü’l Esir, el- Kâmil fi’t-Tarih, Cilt III, s. 47, Geniş
Bilgi için Adem Apak, “Muhammed b. Ebu Bekir es-Sıddık”, DİA, İstanbul,
Cilt XXX, 2005, s. 518, Casim Avcı, “Muhammed b. Ebu Huzeyfe, DİA, İstanbul,
Cilt XXX, 2005, s. 519.
[851] Apak, Hz. Osman
Dönemi Devlet Siyaseti, s. 149, Akarsu, Kabile Bürokrasisi ve Hz. Osman,
s. 131, Varol, “Raşid Halifeler Dönemi Toplumsal Değişme Üzerine Bazı
Değerlendirmeler”, s. 206-207.
[852] Köse, Medine’de
Sosyal Hayat, s. 113.
[853] İbnü’l Esir, el-
Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II, s. 595.
[854] İbn Kuteybe, el-
İmâme ve’s-Siyâse, s. 58, Apak, Ana Hatlarıyla İslam Tarihi -2, s.
223.
[855] Azimli, Hz. Osman,
s. 55-57.
[856] Freyer, Din
Sosyolojisi, s. 31, Osman Cilacı, Günümüz Dünya Dinleri, Ankara, DİB
Yayınları, 1995, s. 24.
[857] Sezen, İslam’ın
Sosyolojik Yorumu, s. 90, Günay, Din Sosyolojisi, s. 55, Ahmet
Kahraman, Dinler Tarihi, İstanbul, Marifet Yayınları, 1984, s. 14.
[858] Freyer, Din
Sosyolojisi, s. 64-65, Okumuş, Toplumsal Değişme ve Din, s. 99-100,
M. Emin Köktaş, Din ve Siyaset Siyasal Davranış ve Dindarlık, Ankara,
Vadi Yayınları, 1997, s. 13.
[859] Joachim Wach, Din
Sosyolojisine Giriş, çev. Battal İnandı, Ankara, Ankara Üniv. İlahiyat Fak.
Yayınları, 1987, s. 17.
[860] Şerif Mardin, Din ve İdeoloji,
İstanbul, İletişim Yayınları, 2017, s. 155, Mustafa Keskin, “ Din ve Toplum
İlişkileri Üzerine Bir Genelleme”, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi,
Sayı II, 2004, s. 11.
[861] Wach, Din
Sosyolojisi, s. 66-67, Ejder Okumuş, “Sosyolojinin Din Sorunsalı”, Din
Sosyolojisi, ed. Mehmet Bayyiğit, s. 96.
[862] Günay, Din
Sosyolojisi, s. 314.
[863] Sezen, İslam’ın
Sosyolojik Yorumu, s. 104, Okumuş, Toplumsal Değişme ve Din, s.70,
110.
[864] Peter L. Berger,
“Dini Kurumlar”, çev. Adil Çiftçi, Dokuz Eylül Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi,
Sayı IX, 1995, s. 432.
[865] Berger, Dinin Sosyal Gerçekliği,
s. 52, İsmail Demirezen, “Tüketim Toplumunun Oluşumu ve Din ile Etkileşimi”, Dinbilimlari
Akademik Araştırma Dergisi, Cilt X, Sayı 1, 2010, s. 104-105, Günay, Din
Sosyolojisi, s. 324-326, Okumuş, Toplumsal Değişme ve Din, s. 68-69.
[866] Berger, Dinin
Sosyal Gerçekliği, s. 65.
[867] Okumuş, Toplumsal
Değişme ve Din, s. 88.
[868] Berger, Dinin
Sosyal Gerçekliği, s. 61-67.
[869] Berger, “Dini
Kurumlar”, s. 433.
[870] Okumuş, Toplumsal
Değişme ve Din, s. 91.
[871] Anthony Gıddens, Sosyoloji,
Yayıma Haz. Cemal Güzel, İstanbul, Kırmızı Yayınları, 2012, s. 582.
[872] Halil
Aydınalp, “Sosyal Çatışma Sürecinde Din”, Din Sosyolojisi El Kitabı, ed.
Niyazi Akyüz, İhsan Capcıoğlu, s. 771-779.
[873]Inger Furseth, Pal Repstad, Din Sosyolojisine Giriş,
çev. İhsan Çapcıoğlıu, Halil Aydınalp, s. 271275, Celalettin Çelik, “ Sosyal
Çatışma ve Din”, Din Sosyolojisi, ed. Mehmet Bayyiğit, s. 182-195,
Okumuş, Toplumsal Değişme ve Din, s. 72.
[874] Ahmet Faruk Sinanoğlu, “ Dini
Gruplar ve Grup Fanatizminin Toplumsal Boyutları”, İstanbul Üniv. İlahiyat
Fak. Dergisi, 2014, s. 36.
[875] Wach, Din
Sosyolojisi, s. 89, Tekin, Din Sosyolojisi, s. 245.
[876] Hüseyin Arslan, Dini
Gruplar ve Siyaset, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2012, s. 28.
[877] Subaşı, Din
Sosyolojisi, s. 113.
[878] Freyer, Din Sosyolojisi, s.
41,50, Tekin, Din Sosyolojisi, s. 247.
[879] Freyer, Din
Sosyolojisi, s. 52-53, Gıddens, Sosyoloji, 2012, s. 595, Niyazi
Akyüz, İhsan Çapcıoğlu, “Dini Gruplar Sosyolojisi ve Yeni Dini Hareketler”, Din
Sosyolojisi El Kitabı, ed. Niyazi Akyüz, İhsan Çapcıoğlu, s. 507-523,
Celalettin Çelik, “ Dini Gruplar Sosyolojisi”, Din Sosyolojisi, ed.
Mehmet Bayyiğit, s. 277-301.
[880] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, s. 418-419, İbnü’l Esir, el- Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II, s.
565-566.
[881] Kur’an’ı Kerim,
Bakara Suresi, Ayet 178.
[882] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 239-241, İbn Sa’d, Tabakât, Cilt III, s. 418-419, Fayda, Hulefâ-yı
Râşidîn
Devri Dört Halife Dönemi, s. 351.
[883] Yakubî, Tarih, Cilt
II, s. 164, Akarsu, Kabile Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 36.
[884] Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 130, îbn Hibban, es-Siretü’n- Nebeviyye ve Ahbâru’l- Hulefâ,
s. 399.
[885] Akbulut, Sahabe Dönemi İktidar
Kavgası, s. 141-142, Ayar, Sahabe Dönemi Siyasi Olaylarında Kur’an’ın
Rolü, s. 127-130.
[886]Taberi, Târih, Cilt IV, s. 239-241, îbnü’l Esir, el- Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 566, Algül, İslam Tarihi, Cilt 2, s. 398.
[887] Kazancı, Hz. Osman,
s.188-89, Azimli, Hz. Osman, s. 124-129.
[888] îbn Sa’d, Tabakât, Cilt
III, s. 418-419, Akbulut, Sahabe Dönemi İktidar Kavgası, s. 141-142,
Akarsu, Kabile Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 36.
[889] Geniş Bilgi İçin Zeynel Abidin
Aydın, “Hz. Osman ve Sonrası Dönemde Kur’an’ın Metinleşme Tarihi”, (Basılmamış
Doktora Tezi) Ankara Üniv. Sosyal Bilimler Enst. Temel İslam Bilimleri
Tefsir Anabilim Dalı, 2008.
[890] Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı
Enbiya ve Tevarihi Hulefa, Cilt I, s. 449, Azimli, Hz. Osman, s.
133.
[891] Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı
Enbiya ve Tevarihi Hulefa, Cilt I, s. 447, Akarsu, Kabile Bürokrasisi ve
Hz. Osman, s. 146, Azimli, Hz. Osman, s. 134.
[892] M. Yaşar Kandemir,
“Ebû Mûsâ el Eş’arî”, DİA, İstanbul, Cilt X, 1994, s. 190-192.
[893] Bünyamin Erul, “Ubey
b. Kâ’b”, DİA, İstanbul, Cilt XX, 2012, s. 272-273.
[894] İsmail Cerrahoğlu,
“Abdullah Mes’ud”, DİA, İstanbul, Cilt I, 1988, s. 114-117.
[895] Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı
Enbiya ve Tevarihi Hulefa, Cilt I, s. 449.
[896] Sıddık Korkmaz, Tarihin
Tahrifi- İbn Sebe Meselesi-, Ankara, Araştırma Yayınları, 2005, Murteza
Askeri, Abdullah b. Sebe Masalı, terc. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul,
Baha Yayınevi, 1974, Azimli, Hz. Osman, s. 63-67, Akarsu, Kabile
Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 197.
[897] İbnü’l Esir, el-
Kâmil fi’t-Tarih, Cilt III, s. 23, Taberi, Tarih-i Taberi, Cilt III,
s. 556-556, Algül, İslam Tarihi, Cilt II, s. 404-405.
[898] Taberi, Târih, Cilt IV, s.
340-341.
[899] Hizmetli, “Tarihi
Rivayetlere Göre Hz. Osman’ın Öldürülmesi”, s. 170.
[900] Ethem Ruhi Fığlalı, “
Abdullah b. Sebe”, DİA, İstanbul, Cilt I, 1988, s. 133-134.
[901] Kelpetin, Hulefa-i
Raşidin Dönemi Tarihi- Seyf bin Ömer ve Tarihçiliği-, s. 256.
[902] Algül, İslam
Tarihi, Cilt 2, s. 407-409, Câbirî, İslam’da Siyasal Akıl, s. 432.
[903] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 401.
[904] Akarsu, Kabile
Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 153.
[905] Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 150, Taberi, Târih, Cilt IV, s. 276, İbn’ül Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 590-591.
[906] Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 150, İbn’ül Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II, s. 590-591.
[907] Akarsu, Kabile
Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 153.
[908] Demircan, Fitne,
s. 78.
[909] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 276, İbn’ül Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II, s. 590-591.
[910] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 276, İbn’ül Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt II, s. 591, İbn
Kesir, el-Bidaye ve’n- Nihaye, Büyük İslam Tarihi, Cilt VII, s. 253-254.
[911] İbn’ül Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 591.
[912] Şinasi Gündüz,
“Kutsal Hakkında Konuşmak: Dinsel Söylemde Mitos”, Milel ve Nihal, Cilt
6, Sayı 1, Ocak-Nisan 2009, s. 12.
[913] Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu,
Ankara, Cilt II, 1998, s. 939, M. Ali Kirman, Abdullah Özpolat, “İslam, Seküler
ve Kutsal”, Çukurova Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Cilt 17, Sayı 2, Temmuz-Aralık
2017, s. 21-22.
[914] Peter Berger, Kutsal
Şemsiye, çev. Ali Coşkun, İstanbul, Rağbet Yayınları, 2000, s. 21, Kürşat
Demirci, “Kutsiyet”, DİA, İstanbul, Cilt XXVI, 2002, s. 495-496.
[915] Ahmet Güç,
“Dinlerde Kutsal ve Kutsallık Anlayışları”, Dinler Tarihi Araştırmaları-1, Dinler
Tarihi Yayınları, Ankara, 1998, s. 340.
[916] Akarsu, Kabile
Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 158.
[917] Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 140, 146-147, Yakubî, Tarih, Cilt II, s. 170.
[918] Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 147-148, Yakubî, Tarih, Cilt II, s. 170
[919] Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 161.
[920] Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 162, Yakubî, Tarih, Cilt II, s. 175.
[921] İbn Kuteybe, el-
İmâme ve’s-Siyâse, s. 63, Belâzuri, Ensâb, Cilt VI, s. 162-163,
Zekvân, es-Sîre, s. 60.
[922] Azimli, Hz. Osman,
s. 119, Akarsu, Kabile Bürokrasisi ve Hz. Osman, s. 169-170.
[923] Apak, Hz. Osman
Dönemi Devlet Siyaseti, s. 153-158.
[924] İbn Kuteybe, el-
İmâme ve’s-Siyâse, s. 62-63, Mevdudi, Hilafet ve Saltanat, s.
131-135, Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebu Süfyan, s. 77.
[925] Fayda, Hulefâ-yı
Râşidîn Devri Dört Halife Dönemi, s. 353.
[926] İbn’ül Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 573.
[927] Aycan, Saltanata
Giden Yolda Muaviye b. Ebu Süfyan, s. 78.
[928] İbn’ül Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt II, s. 599, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir Taberi, Tarih-i
Taberi, terc. M Faruk Gürtunca, İstanbul, Cilt III, 2008, s. 547-548.
[929] Algül, İslam
Tarihi, Cilt 2, s. 399-400, Azimli, Hz. Osman, s.137.
[930] Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 150.
[931] İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-
Nihaye, Büyük İslam Tarihi, Cilt VII, s. 244, Nebi Bozkurt, “Minber”, DİA,
İstanbul, Cilt XXX, 2005, s. 101.
[932] Yiğit, “Osman”, DİA,
İstanbul, Cilt XXXIII, 2007, s. 439, Sarıçam, Hz. Osman, s. 74.
[933] Adem Apak, “ Hz.
Osman’ın Halifeliği Döneminde Meydana Gelen Siyasi Problemler ve Sebepleri
Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, Usul İslam Araştırmaları, Temmuz- Aralık
2005, sayı 4, s. 158.
[934] Demircan, Kabile
Topluluklarından Akide Toplumuna, s. 26.
[935] Câbiri, İslam’da Siyasal Akıl, s.371-372, Mustafa Sanbıyık,
“Erken Dönem İslam Tarihinde Merkez-Çevre Çatışması”, Elektronik Sosyal
Bilimler Dergisi, Cilt 12, Sayı 47, 2013, s. 339-348.
[936] Welhausen, Arap Devleti ve
Sükûtu, s. 23, Şaban Öz, “İktidar Aracı Olarak Kan Talebi Olgusunun Hz.
Osman-Hz. Hüseyin Perspektifinde Karşılaştırmalı Bir Analiz”, Çeşitli
Yönleriyle Kerbela, ed. Âlim Yıldız, Sivas, Asitan Yayınları, 2010, Cilt
I, s. 277.
[937] Hizmetli, İslam
Tarihi, s. 438.
[938] Akbulut, Sahabe
Dönemi İktidar Kavgası, s. 162-163.
[939] Mustafa, Özkan, “ İlk
Dönem İslam Tarihi Siyasi Çatışmalarının Dışında Kalmaya Çalışanlar:
Tarafsızlar”, Dicle Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Cilt X, Sayı 1, s.
59-69.
[940] Sönmez Kutlu, “Mürcie
Mezhebi: Doğuşu, Fikirleri, Edebiyatı ve İslam Düşüncesine Katkıları”, Gazi
Üniv. Çorum İlahiyat Fak. Dergisi, Cilt I, No 1, 2012, s. 176-177.
[941] Hasan, Onat, Sönmez,
Kutlu, İslam Mezhepleri Tarihi, Ankara, Grafiker Yay. 2014, s. 69.
[942] Demircan, Fitne, s.79.
[943] İbn Sa’d, Tabakât,
Cilt III, 69, Suyuti, Halifeler Tarihi, s. 168.
[944] Taberi, Târih, Cilt
IV, s. 345.
[945] İbn Sa’d, Tabakât, Cilt
III, 71, İbn Kuteybe, el- İmâme ve’s-Siyâse, s. 76, İbn Hibban, es-Siretü’n-
Nebeviyye ve Ahbâru’l- Hulefâ, s. 416, İbn’ül Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih,
Cilt III, s. 39 Hayyât, Halife b. Hayyât Tarihi, s. 217.
[946] Belâzuri, Ensâb,
Cilt VI, s. 157, Zekvân, es-Sîre, s. 61.
[947] İbn’ül Esir, el-Kâmil
fi’t-Tarih, Cilt III, 42, Ayar, Sahabe Dönemi Siyasi Olaylarında
Kur’an’ın Rolü, s. 165-178, Furat Akdemir, “Hz. Osman Dönemi Olaylarının Müslüman
İman Algısına Yansıması”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı
60, Cilt 11, 2018, s. 1203.
[948] Hamidullah, İslam
Peygamberi, s. 188-213.
[949] Ahmet Yaman, “Tarihi
ve Hukuki Yönleriyle Medine Sözleşmesi”, Önder Peygamber ve Yeni Bir
Devletin Kuruluşu, Derleyen Adnan Demircan, s. 134, Aydın, İslam’ın
Tarih Sosyolojisi, s. 131.
[950] Mensching, İslam’ın
Sosyolojisi, s. 563.
[951] Kur’an-ı Kerim,
Bakara Suresi, Ayet 143, Al-i İmran Suresi, Ayet 110.
[952] Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevarihi Hulefa,
Cilt I, s. 619,Suyuti, Halifeler Tarihi, s. 480-482, Mevdudi, Hilafet
ve Saltanat, s. 263-270, Mehmet Salih Geçit, “İslam Dünyasında Din- Siyaset
İlişkisinin Tarihcesine Genel Bir Bakış”, Universal Journal of Theology,
Volume I, Issue, I, s. 42.
[953] Demircan, Fitne,
s. 147.
[954] Mevlüt Uyanık, “Arap
Baharı’nın Mezhepcilik ve Kabilecilik Bağlamında Analizi”, Eskiyeni,
Sayı 25, 2012, s. 84-93.
[955] Mustafa Tekin,
“Fizikle Metafizik Arasında Mezhepler- Sosyolojik Bir Bakış”, Gerilim ve
Çatışma Arasında Mezhep- Mezhep Sosyolojisi-, ed. Mustafa Tekin, Ankara,
Eskiyeni Yayınları, 2017, s. 21.
[956] İslam Tarihinde ayrılığa neden
olan hadiseler hakkında geniş bilgi için bkz: Abdulkadir El- Bağdadi, Mezhepler
Arasındaki Farklar, çev. E. Ruhi Fığlalı, Ankara, TDV Yayınları, 2014,
Şehristani, Milel ve Nihal- Dinler, Mezhepler ve Felsefi Sistemler Tarihi,
çev. Mustafa Öz, İstanbul, Litera Yayınları, 2008.
[957] Sönmez Kutlu, “Müslümanlar
Arasında Barışı Tehdit Eden Mezhep Çatışmasının Temel Dinamikleri ve Çözüm
Yolları”, Dini Araştırmalar ve Küresel Bakış- Sempozyum-Cilt I, ed.
Muhiddin Okumuş ve diğerleri, Konya, Türkiye İmam Hatipliler Vakfı Yayınları,
2016, s. 171.
[958] Suyuti, Halifeler
Tarihi, s. 202-203, İbn Esir, , el-Kâmil fi’t-Tarih, Cilt III, s.
196-197.
[959] Yusuf Şevki Yavuz,
“Ehl-i Sünnet”, DİA, İstanbul, 1994, Cilt X, s. 525.
[960] Yavuz, “Ehl-i
Sünnet”, s. 525.
[961] Cemil Hakyemez,
“Nasıl Bir Şii-Sünni Birlikteliği?”, Eski Yeni, Sayı 25 İlkbahar, 2012,
s. 71-74, Kutlu, “Müslümanlar Arasında Barışı Tehdit Eden Mezhep Çatışmasının
Temel Dinamikleri ve Çözüm Yolları”, s. 173-174.
[962] Cemil Hakyemez,
“Sünnü-Şii İlişkilerinde Temel Sorunlar ve Çözüm Önerileri”, İç Tehdit ve
Riskler Işığında İslam Dünyasının Geleceği, Haz. Ahmet Emin Dağ, İstanbul,
İnsamer, 2016, s. 97.
[963] Mehmet Zeki İşcan,
“Şii-Sünni İlişkileri: Çatışmaya Giden Süreç”, Journal of Islamic Research,
Yıl 2018, Sayı 29, s. 245, Ahmet Emin Dağ, Şii-Sünni İlişkileri (Güç
Mücadelesinin Anatomisi), İstanbul, İnsamer, 2019, s. 4-5.
[964] Kutlu, “Müslümanlar
Arasında Barışı Tehdit Eden Mezhep Çatışmasının Temel Dinamikleri ve Çözüm
Yolları”, s. 176-177.
[965] İşcan, “Şii-Sünni
İlişkileri: Çatışmaya Giden Süreç”, s. 252-253.
[966] Mustafa Tekin, “Mezhep Krizi-
Sosyolojik Bir Yaklaşım”, İslam’ın Hakikati ve Mezhep Sorunu, Ankara,
Anadolu İlahiyat Akademisi Yayınları, 2016, s. 205-206, Selefilik hakkında
geniş bilgi için bkz. Emre Şimşek, “Almanya’da Selefilik - NRW Örneği”,
(Basılmamış Doktora tezi), Cumhuriyet Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Mezhepler Tarihi Anabilim Dalı, Sivas 2019.
[967] İşcan, “Şii-Sünni
İlişkileri: Çatışmaya Giden Süreç”, s. 255.
[968] Mustafa Tekin, “Dini Düşünce
Çeşitliliğinin Dini-Toplumsal Tezahürleri Olarak Mezhepler”, Journal of
Islamic Research, Yıl 2018, Sayı 29, s. 239.
[969] Hakyemez, “Sünnü-Şii
İlişkilerinde Temel Sorunlar ve Çözüm Önerileri”, İç Tehdit ve Riskler
Işığında İslam Dünyasının Geleceği, s. 112-123, Kutlu, “Müslümanlar
Arasında Barışı Tehdit Eden Mezhep Çatışmasının Temel Dinamikleri ve Çözüm
Yolları”, s. 176-177.
[970] Azimli, Cahiliyye’yi Farklı Okumak, s. 115,
Demircan, Fitne, s. 118.
[971] Hamit Atalmış,
“İslam Tarihinde İlk Darbe Girişimi ve Hz. Osman’ın Şehid Edilmesi”, Van
Yüzüncü Yıl Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 37, 2017, s.
183-208.
[972] Kur’an Yolu
Tefsiri, Komisyon, Ankara, DİB Yayınları, Cilt II, 2006, s. 81, Hadi
Sağlam, “İslam İdare Hukukunda Yönetim Şekli”, Universal Journal of Teology,
Volume II, Issue I, 2017, s. 48.
[973] Kur’an’ı Kerim, Nisa
Suresi, Ayet 58.
[974] el-Vâkidî, Hz.
Peygamber’in Savaşları (Kitâbü’l-Megâzî), s. 698-699, Kur’an Yolu
Tefsiri, Cilt
2, s. 81-83.
[975] Müslim, İmâre, 16.
[976] Apak, Ana Hatlarıyla İslam Tarihi-2, s. 112, Kılıç,
Peygamber ve Dört Halife Günlerinde Şehir Yönetimi ve Valilik, s.
119-121.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar