HZ. ÂİŞE’NİN HAYATI, ŞAHSİYETİ VE HZ. PEYGAMBER SONRASI İSLÂM TARİHİNDEKİ ROLÜ
Hazırlayan:
Recep ERKOCAASLAN
İnsanlık
tarihinin gördüğü en büyük dönüşümlerden birinin mimarı olan Hz. Peygamber’in
hayatının her alanı ve öğretisinin bütün yönleri geniş halk kitleleri
tarafından ilgi konusu olmaktadır. Bunun doğal bir sonucu olarak Hz.
Peygamber’in etrafında bulunan ve İslâm dinine hizmet eden bütün insanlar da bu
ilginin bir parçasını oluşturmaktadır.
Kuşkusuz maddî
ve manevî anlamda ömrünü İslâm’a hizmet yolunda harcayan pek çok sahâbî
bulunmaktadır. Bu sahâbîler içerisinde ilk halife Hz. Ebû Bekir’in kızı ve Hz.
Peygamber ile evliliği sebebiyle de tüm müminlerin annesi olan Hz. Âişe en
nadide yere sahip olanlardan birisidir. Özellikle onun ilmî anlamda İslâm
dinine yapmış olduğu katkılar, kesinlikle hemcinsleriyle mukayese edilemeyecek
derecede büyüktür.
Hz. Peygamber
toplumsal konumu ve Allah’ın kendisine lütfettiği özel durumu sebebiyle pek çok
evlilik yapmıştır. Fakat Hz. Peygamber’in yaptığı bu evliliklerde iki hanımı
özellikle öne çıkmaktadır. Bunlardan ilki maddî ve manevî anlamda İslâm’ın
inkişafı uğrunda ömrünü harcayan Hz. Hatice’dir. O, Hz. Peygamber’e risâlet
görevi verildiği ilk andan itibaren vefat ettiği bi‘setin 10. yılına kadar Hz.
Peygamber’in en büyük destekçisi olmuştur. İslâm’a ve Hz. Peygamber’e karşı
yapılan saldırılarda Hz. Peygamber’in yegâne sığınağı olmuş, bu zorlu dönemde
sahip olduğu maddî varlığının tamamını İslâm’a hizmet yolunda harcamış ve
eşinin yaşadığı sıkıntıların tamamını kendisi de en derin şekilde hissetmiştir.
Hz.
Peygamber’in eşleri içerisinde ikinci olarak öne çıkan ümmü’l-müminîn ise Hz.
Âişe’dir. Hz. Âişe Hz. Hatice’nin vefatından sonra Hz. Peygamber için büyük bir
teselli kaynağı olmuştur. Hz. Âişe hem Hz. Hatice’nin vefatından sonra Hz.
Peygamber için bir teselli olmuş, hem de o körpe dimağıyla İslâm’ın bütün
karelerinin fotoğrafını çekerek Hz. Peygamber’in vefatının ardından toplumun
irşadı noktasında en büyük hizmeti gerçekleştirenlerden birisi olmuştur. Hz.
Âişe yetiştirdiği talebeleri sayesinde vefatından çok sonraları bile İslâm
âleminin irşadına büyük katkı sağlamıştır.
Hz. Âişe
özellikle Ehl-i sünnet açısından İslâm’a yaptığı hizmetler sebebiyle erişilmez
bir konumdadır. Fakat Şîa’nın başını çektiği bazı fırkalar özellikle Hz. Ali’ye
karşı giriştiği muhalefet ve Cemel Savaşı ile sonuçlanan çıkışı sebebiyle Hz.
Âişe’ye karşı derin bir düşmanlık duymakta, onu hiçbir güzel vasfı olmayan bir
muhteris gibi görmekte ve göstermeye çalışmaktadırlar.
Benzer şekilde
oryantalistler de Hz. Âişe üzerinden hem Hz. Peygamber’e hem de ilk halife olan
Hz. Ebû Bekir’e eleştirilerde bulunmaktadırlar. Oryantalistler özellikle Hz.
Âişe’nin evlilik yaşı üzerinden, geçmişi günümüz bakış açısıyla
değerlendirerek, Hz. Peygamber hakkında çeşitli ithamlarda bulunmaktadırlar. Bu
bakış açılarının ilmî bir üslup içerisinde değerlendirilmesi ve bunlara cevap
verilmesi bir gerekliliktir.
Dilimizde Hz.
Âişe’nin biyografisi üzerine akademik bir çalışma yapılmamış olup, yapılan
biyografi çalışmalarının da akademik hassasiyetlerden büyük ölçüde uzak olması
sebebiyle, tezimiz bu alandaki bir boşluğu doldurmaya katkı sağlayacaktır. Buna
ek olarak Hz. Âişe üzerine yapılan çalışmalarda Hz. Peygamber’in merkeze
alındığı, Hz. Âişe’nin ise ikinci planda kaldığı görülmektedir. Bizim çalışmamız
Hz. Âişe merkezli olmasıyla da diğer çalışmalardaki bu eksikliği doldurmaya
katkı sunacaktır.
Ayrıca
dilimizde Hz. Âişe üzerine yapılan çalışmalarda Hz. Âişe’nin siyasi olaylardaki
rolünün çok kısa olarak incelendiği görülmektedir. Bu yüzden tezimizde Hz.
Âişe’nin siyasi olaylardaki rolü ayrıntılı bir şekilde ele alınarak bu konudaki
eksiklik de giderilmeye çalışılmıştır.
Hz. Âişe
’nin Hayatı, Şahsiyeti ve Hz. Peygamber Sonrası İslâm Tarihindeki Rolü
isimli doktora tezimizde Hz. Âişe’nin hayatının bütün yönlerini üç bölüm
halinde inceledik. Hz. Âişe’nin hayatının bir kişi tarafından bütün yönleriyle
detaylı bir şekilde incelenemeyeceği bir vakıadır. Özellikle Hz. Âişe’nin
hadisçiliği, tefsirciliği ve fıkıhçılığı gibi konular bir veya birkaç doktora
çalışması yapılabilecek kadar geniş konulardır. Bu gerçeği göz önünde
bulundurarak Hz. Âişe’nin genel manada tarih ilmine konu olacak yönleri
üzerinde durmaya çalıştık. Çok daha derinlemesine çalışma gerektiren hususlarda
özet mahiyetinde bazı bilgileri vererek konuyu ana hatlarıyla belirtmeye
çalıştık.
Tezimizin ilk
bölümünde Hz. Âişe’nin hayatının Hz. Peygamber’in vefatına kadarki bölümü
hakkında bilgi vermeye gayret ettik. Bu bölümde genel olarak Hz. Âişe’nin Mekke
hayatı, nesebi, doğum tarihi, İslâm’ı kabul etmesi, Hz. Peygamber ile
nişanlanması ve Hz. Âişe’nin hicreti konuları ele alınmıştır. Hz. Âişe’nin
Medine hayatını konu edinen kısımda ise Hz. Âişe ile Hz. Peygamber’in
evlilikleri, Hz. Âişe’nin evi, Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’le ve onun diğer
eşleriyle ilişkileri, Hz. Âişe’nin katıldığı gazveler ve bu gazvelerdeki rolü,
Îlâ Olayı ve son olarak da Hz. Âişe’nin dilinden Hz. Peygamber’in vefatı
incelenmiştir.
Bu bölüm
içerisinde özellikle son dönemde tartışma konusu haline gelen Hz. Âişe’nin
evlilik yaşı tüm yönleriyle detaylı bir şekilde ele alınmıştır.
Yine bu bölüm
içerisinde işlediğimiz Benî Mustalik Gazvesi ve İfk Olayı konularını da önemine
binaen çok detaylı bir şekilde incelemeye gayret gösterdik.
Tezimizin
ikinci bölümünde ise Hz. Âişe’nin genel özellikleri incelenmeye gayret edildi.
Hz. Âişe’nin mizacı, ahlâkı, ibadetlere düşkünlüğü, tesettür hassasiyeti,
faziletleri, cömertliği, geçim kaynakları, eğlence ve mizah konusundaki tutumu
ve son olarak Hz. Âişe’nin ilmi ve İslâmî ilimlere katkısı aktarılmaya
çalışılmıştır.
Bu bölümde
incelediğimiz konular içerisinde Hz. Âişe’nin hadisçiliği başlığı özellikle
geniş tutulmaya çalışılmıştır. Malum olduğu üzere Hz. Âişe’nin yaşadığı süreç
içerisinde İslâmî ilimler tefsir, hadis ve fıkıh gibi özel branşlara
ayrılmıyordu. Bu ilimlerin tamamı büyük oranda rivayete dayalı bir şekilde
diğer insanlara aktarılıyordu. İlgili yerde görüleceği üzere bazen Hz. Âişe’nin
aktardığı bir rivayet tefsir, hadis, fıkıh ve hatta kelam ilimleriyle alakalı
malumatı bünyesinde barındırabiliyordu. Hadis ilminin bu manada kapsayıcı
içeriği ve Hz. Âişe’nin İslâmî ilimlere kazandırdığı eleştirel bakış açısını göstermesi
açısından bu başlığa da diğerlerine nispeten daha fazla önem verdik.
Tezimizin
üçüncü bölümünde ise sırasıyla Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz.
Hasan ve Muâviye’nin yönetime geliş şekilleri ve zikredilen bu dönemlerdeki
yönetimlere Hz. Âişe’nin herhangi bir etkisi bulunup bulunmadığını inceledik.
Son olarak da Hz. Âişe’nin vefatı konusunu ele aldık.
Bu bölüm
içerisinde özellikle Hz. Osman’a karşı başlayan muhalefetin sonrasındaki
kısımlar Hz. Âişe ile doğrudan irtibatlı olmamasına rağmen konuların daha iyi
anlaşılabilmesi için özet olarak ele alınmıştır. Çünkü Hz. Osman’ın öldürülmesi
ve Cemel Savaşı birbirini tetikleyen bir olaylar zinciridir. Müslümanların
birbirleriyle savaşmasıyla sonuçlanan bu olayların nasıl başladığı ve bu olaylarda
Hz. Âişe’nin ne gibi bir etkisi olduğu tüm yönleriyle ele alınmaya çalışıldı.
Fakat burada
şunu da belirtmekte fayda görüyoruz. Hz. Osman’ın öldürülmesi, Cemel ve Sıffîn
savaşları İslâm tarihindeki en büyük kırılma noktalarının başlangıcıdır. Bu
tarihten sonra taraflar kendi görüşlerini desteklemek, muhaliflerin
düşüncelerini de yermek amacıyla hadis uydurmaya başlamışlardır.[1] Hadis uydurma faaliyetleri
özellikle Hz. Osman’ın vefatından sonra yoğunlaşmıştır. Hz. Ali
taraftarlarından birisinin söylediği: “Allah belalarını versin! Ne kadar
muhteşem bir ilmi ifsat ettiler.”[2]
sözü meydana gelen yıkımın büyüklüğünü göstermesi açısından önemlidir. Bazı İslâm âlimleri bu yıkımı
sayısal olarak da belirtmişlerdir. Hz. Ali ve Ehl-i beyt hakkındaki uydurma
rivayetlerin üç yüz binden fazla olduğu ifade edilmiştir.[3]
Bunun doğal
bir sonucu olarak bütün İslâm tarihi, hadis ve diğer İslâmî ilimlerin
kaynaklarına bu uydurma rivayetler az veya çok girmiştir. Uydurma rivayetlerin
özellikle kendini hissettirmeye başladığı dönem Hz. Osman’ın katlinden sonraki
süreçtir. Bu dönemde taraflar kendilerini haklı muarızlarını haksız gösteren o
kadar fazla rivayeti kaynaklara sokmuşlardır ki olayların nasıl meydana
geldiğini tespit etmek neredeyse imkânsız bir hal almıştır.
Bu zikrettiğimiz
sebeplerden dolayı Hz. Osman’ın vefatından itibaren başlayan dönemi aktarırken
biz de çok zorlandık. Birbiriyle tenakuz halindeki onlarca rivayet arasından
bazılarını tercih mecburiyetinde kaldık. Öncelikle güvenilirlikleri daha yüksek
olan hadis kaynaklarını tercih etmeye çalıştık, fakat bu hadis kaynaklarında
Hz. Osman’ın öldürülmesi ve Cemel Savaşı gibi konulara neredeyse hiç
değinilmemiş olması sebebiyle güvenilirlikleri daha zayıf olan hadis
kaynaklarına ve İslâm tarihi kaynaklarına müracaat etmemiz zaruri bir hale
geldi. Bu kaynaklar içerisinde de daha tarafsız olma ihtimali yüksek olan,
Şiîlik ithamına maruz kalmayan âlimlerin eserlerine öncelik verdik. Şiî
uydurması olduğu açık olan bazı rivayetleri de görülmesi açısından kaydettik.
Ehl-i sünnet
âlimleri, sahâbeye biçilen erişilmez ve dokunulamaz insan profili yüzünden
Cemel Savaşı hakkında yorum yapmaktan, hatta rivayetleri aktarmaktan bile
kaçınmışlardır. Sahâbeyi eleştirmenin zındıklıkla eş tutulduğu[4] bir ortamda bu gayet
anlaşılabilir bir tepkidir.
Ehl-i sünnet
âlimlerinin bu konulardaki tavrını Ömer b. Abdülazîz (ö. 101/720) veya İmam
Şâfiî (ö. 204/819)’ye nispet edilen şu sözler gayet güzel özetlemektedir:
“Allah onların kanının ellerimize bulaşmasından bizi korudu. Öyleyse biz de
dilimizle o kanlara dalmayalım.”[5]
Bir yanda
sahâbe hakkında en ufak bir söz söylemekten kaçınan Ehl-i sünnet anlayışı;
diğer tarafta sahâbeye küfretmeyi dinin bir parçası olarak kabul eden, hatta bu
yaptıkları tel’in ve hakaretlerden sevap almayı uman Şiî anlayış bulunmaktadır.
Bu durumda rivayetlerin Hz. Ali’yi haklı çıkarması ve karşısında yer alan tüm
sahâbîlerin haksız gösterilmesi kaçınılmaz bir vakıadır. İşte bu sebeple bu
dönem olaylarını konu edinen yazarların büyük bir kısmı maalesef Şiî
rivayetlerinin etkisi altında kalmış, Hz. Ali’yi mutlak haklı, karşısında yer
alanları da mutlak haksız olarak görmüşlerdir. Biz çalışmamızda mümkün olduğu
kadar bu hataya düşmemeye özen gösterdik. Olayları mümkün olduğunca objektif
bir bakış açısıyla ele almaya çalıştık. Fakat belirttiğimiz gibi rivayetlerde
çok ciddi tenakuzlar ve muğlaklıklar bulunduğu için bize göre en doğru olan
rivayetleri tercihe mecbur kaldık. Yani Hz. Osman’ın öldürülmesi ve Cemel
Savaşı’nı işlediğimiz kısımların tarihî doğrular olduğunu iddia etmemiz mümkün
değildir. Bizim yaptığımız sadece rivayetler içerisinden bir tercih bütününü
ortaya koymak olmuştur.
Çalışmamızın
genelinde rivayetleri özetleyerek aktarmaya gayret ettik. Fakat rivayetlerin
tamamının görülmesinin gerekli olduğunu düşündüğümüz durumlarda rivayetlerin
tamamını verdik. Birkaç defa kullanmak mecburiyetinde kaldığımız rivayetlerin
bazılarını çok fazla tekrara düşmemek adına, daha önce kullandığımız yere atıf
yaparak özet bir şekilde aktardık.
İslâm tarihi
çalışmalarında özellikle Hz. Peygamber dönemi için en önemli kaynak Kur’ân-ı
Kerîm’dir. Çalışmamızın neredeyse her aşamasında ve özellikle İfk Olayı’nda Kur’ân
âyetlerine müracaat ettik. Âyetlerin tercümelerinde bir komisyon tarafından
hazırlanan Kur’ân-ı Kerîm meâlini kullandık.[6]
Çalışmamızda
ikinci dereceden öneme sahip diğer kaynaklar hadis eserleridir. Hz. Âişe’nin
gerek hayatını gerekse İslâmî ilimlere yaptığı katkıyı en güzel biçimde ortaya
koyan eserler olması sebebiyle birçok hadis külliyatından istifade etmeye
çalıştık. Bunlardan özellikle Kütüb-ü Tıs'a~ olarak isimlendirilen hadis
kaynaklarını sayfa sayfa tarayarak inceledik. Bu eserlerden istifade ederken
imkânlar ölçüsünde tercümelerinden de faydalandık. Hadisleri kaynak olarak
gösterirken Concordance' ın hadis gösterme kaidelerini esas aldık. Buna
göre Dârimî (ö. 255/869), Buhârî (ö. 256/810), İbn Mâce (ö. 215/888), Ebû Dâvûd
(ö. 215/889) ve Tirmizî (ö. 219/892)’nin eserleri dipnot gösterilirken kitâb
adından sonra bâb numarası verilmiştir. İmam Mâlik (ö. 119/195) ve Müslim (ö.
261/815)’in eserleri dipnot olarak gösterilirken kitâb adından sonra hadis
numarası verilmiştir. Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) ve diğer bütün hadis
kaynaklarında ise cilt ve sayfa numarası verilmiştir.
Çalışmamızda
en çok istifade ettiğimiz eserler ilk dönem siyer kaynakları ve tabakât
kitaplarıdır. Çalışmamızın her safhasında büyük fayda sağlayan ilk eserimiz
Vâkidî (ö. 201/822)’nin Kitâbü ’l-Megâzî isimli eseridir.[7] [8]
[9] [10]
[11] [12]
[13] [14]
Hz. Peygamber’in gazve ve seriyyelerinin kronolojik bir şekilde ele alındığı bu
eserde rivayetler dağınık olarak verilmektedir. Vâkidî, Ahmed b. Hanbel ve
Buhârî gibi çok önemli hadisçiler tarafından zayıf olarak kabul edilmesine
karşın bir kısım hadisçiler tarafından da güvenilir olarak kabul edilmiştir.[15]
İkinci
başvuru kaynağımız ise İbn Hişâm (ö.218/833)’ın es-Sîretü’n-Nebeviyye
isimli eseridir.[16] İbn Hişâm’ın önemi ise İmam
Şâfiî’nin: “Megâzîde derinleşmek isteyen kimse Muhammed b. İshâk (ö. 218/833)’a
muhtaçtır.”[17] dediği İbn İshâk’ın Siretü
İbn ishâk adıyla meşhur olan Kitâbü’l-Mübtede’ ve’l-Meb‘as ve ’l-Megâzî
isimli eserini yeniden tertip etmiş olmasındadır. İbn Hişâm şöhretini bu esere
borçludur. Eseri hazırlarken İbn İshâk’ın en meşhur râvilerinden olan Ziyâd b.
Abdullah el-Bekkâî (ö. 183/799)’nin Kûfî-Bağdâdî adıyla meşhur olan nüshasını
esas alarak eseri kısaltmış, bu arada bazı ilavelerde bulunmuştur. Kitap
zamanla onun adıyla anılır olmuştur. Kıftî (ö. 646/1248), İbn Hallikân (ö.
681/1282), Zehebî (ö. 748/1347), İbn Kesîr (ö. 774/1373), Sehâvî (ö.902/1497)
ve İbnü’l-İmâd (ö. 1089/1679) gibi müellifler, bu eseri Hz. Peygamber’in
hayatına dair en iyi siyer kitabı olarak kabul etmişlerdir.[18]
İbn İshâk’ın eserinden günümüze ulaşan bazı parçaları bir araya getiren
Muhammed Hamîdullah (ö. 1423/2002)’ın Sîretü İbn İshâk el-Müsemmâ bi Kitâbi
’l-Mübtede ’ ve ’l-Meb ‘as ve ’l-Megâzî isimli tahkik çalışmasından da
faydalanmış bulunuyoruz.[19] Ayrıca İbn Hişâm’ın kitabına
bir şerh yazan Süheylî (ö. 581/1185)’nin Ravzü’l-Ünüf fî Şerhi
Sîreti’n-Nebeviyye isimli eserinden de istifade ettik.[20]
Bir diğer
başvuru kaynağımız Vâkidî’nin talebesi İbn Sa‘d (ö. 230/845)’ın et-
Tabakâtü’l-Kübrâ adlı eseridir.[21]
Cerh ve ta‘dil âlimleri hocasına nispetle onu daha güvenilir kabul
etmektedirler.[22] Çalışmamızın her safhasında
kullanmış olduğumuz bu eser güvenilirlik ve kaynaklık teşkil etme yönünden çok
önemli bir konumda bulunmaktadır.
İbn Kuteybe
ed-Dîneverî (ö. 276/886)’nin el-Me‘ârif1 ve el-îmâme ve’s-
Siyâse1 isimli eserleri de çalışmamız açısından kıymetli
eserlerdir. Özellikle el- îmâme ve ’s-Siyâse isimli eser Hz. Osman’ın
öldürülmesi ve Cemel Savaşı ile ilgili çok önemli bilgiler sunmaktadır.
Başvuru
kaynaklarımızın bir diğeri de Belâzürî (ö. 279/892)’nin Ensâbü’l- Eşrâf9
ve Fütûhu ’l-Büldân2 isimli eserleridir. Sistemli umumi
tarihçiliğin ilk örneğini veren kişi olarak nitelendirilen[23]
[24] [25]
[26] [27]
Belâzürî’nin özellikle Ensâbü’l-Eşrâf isimli eseri çalışmamız açısından
önemli bir eserdir.
Önemli başvuru
kaynaklarımız arasında Taberî (ö. 310/923)’nin Târîhu’l- Ümem ve ’l-Mülûk
adlı eseri de vardır.[28] Döneminin sayılı âlimlerinden
olan ve hemen hemen her alanda çağının en iyilerinden sayılan Taberî’nin[29] söz konusu olan eseri de çalışmamızda
dikkatle kullanılmıştır. Taberî’nin eseri umumi bir tarih olup yaratılıştan
başlayıp 302/914 yılına kadar olan olayları inceler. Özellikle Hz. Osman’ın
öldürülmesi ve Cemel Savaşı’na geniş yer ayırdığı için öncelikli kaynaklarımız
arasında yer almıştır.
Taberî’nin
râvilerinden olan Seyf b. Ömer et-Temimî (ö. 180/796)’nin çeşitli kaynaklarda
ve özellikle Taberî’de bulunan rivayetlerinin bir araya getirilmesiyle
oluşturulan el-Fitne ve Vak‘atü’l-Cemel isimli bir çalışma
bulunmaktadır.[30] Bu çalışma, özellikle Hz.
Osman’ın öldürülmesi ve Cemel Savaşı konularında çok önemli olmasına rağmen bu
rivayetlerin alındığı temel kaynakları kullandığımız için bu eseri kaynak
olarak kullanmaya gerek görmedik.
Ayrıca konumuz
hakkında muhtasar bilgiler ihtiva eden Halîfe b. Hayyât (ö. 240/855)’ın et-lârıhf2' İbn Habîb (ö. 245/859)’in
el-Muhabber\[31]
[32]
Ya‘kûbî (ö. 292/905)’nin Tarîhu ’l-Ya‘kûbfsi,[33]
Beyhakî (ö. 458/1066)’nin Delâilü’n-Nübüvve ve Ma‘rifetü Ehvâli
Sâhibi’ş-Şerî‘a"sı,[34] İbn Abdilber (ö. 463/1071)’in ed-Dürer
fi îhtisâri’l-Megâzî ve’s-Siyer[35]
ve el-îstî‘âb fi Ma‘rifeti ’l-Eshâb ı[36]
ve İbn Hazm (ö. 469/1076)’ın Cevâmi‘u’s-Sîreti’n-Nebeviyye" si[37] çalışmamız açısından değerli
bilgiler ihtiva etmektedirler.
İlk dönem
kaynaklarından son olarak İbnü’l-Esîr (ö. 630/1233)’in el-Kâmil fi
't-lârilff [38]
ve Üsdü ’l-Gâbe fîMa‘rifeti ’'s-Sahâbe’si,[39]
Zehebî’nin Târîhu ’l-îslâm ve Tabakâtü’l-Meşâhîr ve’l-A‘lâm’ı[40] ve Siyeru A
‘lâmi’n-Nübelâi’sı,[41] İbn Kesîr’in el- Bidâye ve
’n-Nihâye"si[42] ve İbn Hacer el-Askalânî (ö.
852/1449)’nin el-îsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe[43]
isimli eserleri de çalışmamızda dikkate aldığımız önemli eserlerdir.
Coğrafî
mekânlar hakkındaki bilgiler hususunda özellikle Yâkût el-Hamevî (ö.
626/1229)’nin Mû‘cemü’l-Büldan3 isimli eserini tercih ettik.
Ayrıca Hz.
Âişe hakkında özel bir çalışma yapan Sa‘îd el-Afgânî (ö. 1417/1998)’nin Âişetü
ve’s-Siyâsiyyetü[44]
[45]
isimli eserinden de oldukça istifade ettik. Hz. Âişe’nin siyasi olaylardaki
rolü üzerine yazılmış bu eser özellikle Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra
gelişen olayları açıklama hususunda önemli bir kaynaktır.
Şiîler’in Hz.
Âişe’ye bakış açısını göstermesi açısından Murtazâ Askari’nin The Role of
‘A’ishah in the History of İslam[46]
isimli eserini de çalışmamızda mümkün olduğu nispette kullandık. Bu eserin en
dikkat çekici tarafı Hz. Âişe hakkında yazılmasına rağmen Hz. Ali’nin daha
geniş bir şekilde anlatılmasıdır. Yazar mezhep taassubunun da etkisiyle Hz.
Âişe’yi daima kötü göstermeye çalışmış, Hz. Âişe’nin en güzel özelliklerini
bile, ...ama ile başlayan cümlelerle olumsuzlamaya çalışmıştır.
Hz. Âişe ile
ilgili dilimizde yapılan çalışmaları da dikkatle incelemeye özen gösterdik.
Sadece Hz. Âişe’yi konu alan kitapları da diğer araştırmacıların istifadesini
kolaylaştırmak adına burada özet bir şekilde tanıtmanın faydalı olacağını
düşünüyoruz. Tespit edebildiğimiz kadarıyla Hz. Âişe ile ilgili dilimiz de on
üç biyografi,[47] beş tarihi roman,[48] üç hadis çalışması,[49] dört çocuk kitabı[50] ve on yüksek lisans tezi45
bulunmaktadır.
Bu eserler
arasından özellikle Bünyamin Erul’un Zerkeşî (ö. 794/1392)’nin el-îcâbe
li-Îradi mâ îstedrekethu Âişe ale ’s-Sahâbe4 isimli eserine
yaptığı Hz. Âişe ’nin Sahâbeye Yönelttiği Eleştiriler isimli çevirisini
özellikle zikretmek gerekmektedir. Erul’un yaptığı tahric, tahkik ve
eklemelerle kitap yeni bir eser hüviyeti kazanmıştır. Aynı şekilde Nevzat
Aşık’ın Hazreti Âişenin Hadisciliği isimli eseri de istifade ettiğimiz
titiz bir çalışmadır.
Türkçe eserlerden M. Asım Köksal
(ö. 1419/1998)’ın îslâm Tarihi'1 ve Muhammed Hamîdullah’ın îslâm
Peygamberi' isimli eserleri çalışmamız açısından oldukça
önemlidir.
Zikrettiğimiz
bu eserlerin yanı sıra konumuzla ilgili çağdaş araştırmalardan, makalelerden ve
ansiklopedi maddelerinden de imkânlar nispetinde faydalandık. Bu ansiklopediler
içerisinde özellikle Milli Eğitim Bakanlığı îslâm Ansiklopedisi ve Türkiye
Diyanet Vakfı Islâm Ansiklopedisi çalışmamızın her bölümünde istifade
ettiğimiz çok kıymetli eserlerdir.
HZ. PEYGAMBER DÖNEMİNDE HZ. ÂİŞE MEKKE DÖNEMİNDE
HZ. ÂİŞE
Hz. Âişe’nin Nesebi ve Doğum Tarihi
Âişe bint Ebû
Bekir es-Sıddîk b. Ebû Kuhâfe b. Âmir b. Amr b. Kâ‘b b. Sa‘d b. Teym b. Mürre
b. Ka‘b b. Lüeyy b. Gâlib’dir.[51] [52]
Annesi Ümmü
Rûmân Âmir b. Uveymir b. Abdişems b. Attâb b. Üzeyne b. Sübey‘ b. Dühmân b.
Hâris b. Ganm b. Mâlik b. Kinâne’dir.50
Hz. Âişe’nin
nesebi baba tarafından, altıncı cedleri olan Mürre b. Ka‘b’da, anne tarafından
ise on birinci ataları Kinâne’de Rasûlullah’ın nesebiyle birleşir.[53] [54]
[55]
Hz. Âişe nübüvvetin 4.52 veya 5.53
yılında doğmuştur. İlk dönem İslâm tarihi kaynaklarında genel kabul
gören bu tarihe modern çalışmalarda çeşitli sebeplerden dolayı itiraz edilmiştir.
Bu konuyu Hz. Âişe ile Hz. Peygamber’in evliliği bölümünde detaylı bir şekilde
inceleyeceğimiz için burada ayrıntıya girmeyeceğiz.
Hz.
Âişe’nin İslâm’ı Kabul Etmesi
Bazı ilk dönem
müverrihleri Hz. Âişe’yi, henüz küçük yaşta olduğunu belirterek, ilk müslümanlar
arasında zikretmiştir.[56] Muhtemelen böyle bir tasnif
Hz. Ebû Bekir ve Hz. Âişe’nin faziletleri dolayısıyla yapılmıştır. Çünkü Hz.
Âişe o yıllarda bilinçli bir şekilde İslâm’ı kabul edebilecek bir yaşta
değildi. Nitekim Hz. Âişe: “Kendimi bildim bileli anne ve babam müslümandı.”[57] diyerek ilk müslümanların
çoğunluğunun aksine kendisinin müslüman bir aile içerisinde yetiştiğini
belirtmektedir.
Hz. Âişe dönemin şartlarına uygun olarak bir aileye süt evlat
olarak verilmişti. Kaynaklarda bu aile hakkında fazla malumat olmamakla
birlikte Hz. Âişe’nin süt amcası Eflah[58] ve süt kardeşi[59] tarafından farklı tarihlerde ziyaret edildiğine dair bilgiler
bulunmaktadır.
Hz.
Âişe’nin Hz. Peygamber ile Nişanlanması[60]
Hz. Peygamber
için bi‘setin 10. yılı çok sıkıntılı bir dönemdi. Hz. Peygamber bu yılda en
büyük destekçisi Ebû Tâlib’i, takriben otuz beş gün sonra da Hz. Hatice’yi
kaybetmişti. Bu iki büyük kayıp sebebiyle bu seneye “senetü’l-hüzn/hüzün yılı”
denilmiştir.[61] Rasûlullah’ı derinden
yaralayan bu iki kaybın hüznünü kısmen azaltması umuduyla Osman b. Maz‘ûn’un
karısı Havle bint Hakîm Rasûlullah’a gelerek: “Ya Rasûlallah! Evlenmeyecek
misin?” diye sordu. Hz. Peygamber: “Kimle evleneyim?” diye sorunca Havle:
“Dilersen bekâr, dilersen dul bir hanımla evlenebilirsin.” dedi. Bunun üzerine
Rasûlullah: “Bekâr kim? Dul kim?” diye sordu. Havle: “Kız olarak, yaratılanlar
arasında sana en sevimli olan kişinin kızı Âişe bint Ebû Bekir’dir. Dul olarak
ise, sana iman eden ve tabi olan Sevde bint Zem‘a’dır.” dedi. Hz. Peygamber: “Benim
için her ikisiyle de görüş.” buyurdu. Bunun üzerine Havle, Hz. Âişe’nin annesi
Ümmü Rûmân’a gelerek: “Ey Ümmü Rûmân! Allah’ın size nasip ettiği hayır ve
bereketi biliyor musun?” deyince Ümmü Rûmân: “O nedir?” diye sordu. Havle:
“Rasûlullah Âişe’yi istiyor.” deyince Ümmü Rûmân: “Ben de bunu isterim. Ancak
Ebû Bekir gelecek onu bekleyelim.” dedi. Hz. Ebû Bekir geldiği zaman Havle
durumu ona anlattı. Hz. Ebû Bekir: “Bu nasıl olabilir? Âişe onun kardeşinin
kızıdır.” dedi.
Bunun üzerine
Havle Rasûlullah’a dönerek Hz. Ebû Bekir’in kendisine söylediklerini anlattı.
Rasûlullah: “Ebû Bekir’e dön ve ikimizin kardeş olduğunu söyle. Fakat biz
sadece din kardeşiyiz. Bu sebeple Âişe bana eş olabilir.” buyurdu. Havle, Hz.
Ebû Bekir’in yanına dönüp Rasûlullah’ın kendisine anlattıklarını haber verince
Hz. Ebû Bekir Havle’ye: “Beni biraz bekle.” diyerek evden ayrıldı. Bu sırada
Ümmü Rûmân Havle’ye Hz. Ebû Bekir’in Hz. Âişe’yi daha önce Mut‘im b. Adî’nin
oğluna söz verdiğini ve Hz. Ebû Bekir’in asla sözünden dönmeyeceğini söyledi.
Hz. Ebû Bekir,
yanında eşi Ümmü’l-Fetâ da bulunan Mut‘im b. Adî’ye gelerek: “Bu kızın işi
hakkında ne diyorsun?” diye sordu. Mut‘im karısına dönerek: “Bu konuda sen ne
düşünüyorsun?” dedi. Bunun üzerine Mut‘im’in karısı Ümmü’l- Fetâ Hz. Ebû Bekir’e
dönerek: “Eğer biz oğlumuzu kızınla evlendirirsek, sen onu dinimizden çevirip
kendi dinine sokacaksın.” dedi. Hz. Ebû Bekir, Mut‘im b. Adî’ye dönerek: “Bu
konuda sen ne düşünüyorsun?” deyince Mut‘im b. Adî: “Söylenilenleri işittin.”
şeklinde cevap vererek karısıyla aynı fikirleri paylaştığını Hz. Ebû Bekir’e
bildirdi.
Bunun üzerine
Hz. Ebû Bekir sözünü bozmuş olmadığı için, oradan gönül rahatlığı içerisinde
ayrıldı. Hz. Ebû Bekir Havle’ye: “Rasûlullah’ı buraya davet et.” dedi. Havle
Rasûlullah’a gelerek durumu kendisine bildirdi. Böylece Hz. Peygamber ve Hz.
Âişe’nin nikâhı kıyılmış oldu.[62]
Konuyla ilgili
başka bir rivayette Hz. Peygamber’in, Hz. Âişe’yi bizzat kendisinin Hz. Ebû
Bekir’den istediği aktarılmaktadır. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir: “Ben senin ancak
kardeşinim.” diye cevap vermiştir. Hz. Peygamber ise: “Sen Allah’ın dinine ve
kitabına göre benim kardeşimsin. O da bana helaldir.” buyurmuştur.[63]
Böylelikle Hz. Peygamber ve Hz. Âişe’nin nişanı bi‘setin 10.
senesinde yapılmış oldu.[64] O tarihte Hz. Âişe henüz küçük olduğu için fiilî evlilik ileri
bir tarihe bırakılmıştı. Bu sıkıntılı günlerden sonra Hz. Âişe ile nişanı, Hz.
Peygamber için büyük bir sevinç vesilesi olmuştu.[65]
İslâm’ın Mekke
dönemi bütün müslümanlar için çok sıkıntılı bir dönemdi. Hz. Âişe henüz yaşı
çok küçük olmasına rağmen çekilen sıkıntıların ruhu üzerinde bıraktığı derin
izler sebebiyle olsa gerek, hicret olayını en ince ayrıntılarına kadar bize
aktarmaktadır. Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir’in hicretini anlattığı
bu rivayetler hadis ve İslâm tarihi kaynakları aracılığıyla bize ulaşmıştır.[66]
Rasûlullah ve
Hz. Ebû Bekir Medine’ye vardıktan bir müddet sonra ailelerini de yanlarına
getirmek istemişlerdi. Bunu Hz. Âişe şöyle anlatmaktadır: “Rasûlullah, Medine’ye
hicret ettiği zaman bizi ve kızlarını Mekke’de bırakmıştı. Medine’ye varınca
azatlı kölesi Zeyd b. Hârise ile Ebû Râfk’i iki deve ve bir de ihtiyaç
duyacakları şeyi satın almak üzere Ebû Bekir’den aldığı beş yüz dirhem
harçlıkla birlikte bize gönderdi. Ebû Bekir de, Abdullah b. Üraykıt’ı iki veya
üç deve ile onların yanına katıp zevcesi Annem Ümmü Rûmân’ı, beni ve kız
kardeşim Esmâ’yı bindirerek göndermesini Abdullah b. Ebû Bekir’e emretti.
Beraber yola çıktık. Kudeyd’e geldiğimizde Zeyd b. Hârise o beş yüz dirhemle üç
deve daha satın aldı. Yolda Talha b. Ubeydullâh’a rastladık. O da Ebû Bekir’in
ev halkı ile birlikte hicret etmek istiyordu. Hep birlikte Mekke’den yola
çıktık. Ebû Râfi‘ Fâtıma’yı, Ümmü Gülsüm’ü ve Sevde bint Zem‘a’yı; Zeyd de Ümmü
Eymen’i ve oğlu Üsâme’yi bindirip yola çıktı. Abdullah b. Ebû Bekir, Ümmü
Rûmân’ı ve iki kız kardeşini alıp yola çıktı. Talha b.
Ubeydullâh ise, kendi başına yola çıktı. Hep beraber konuşa konuşa Mina
mevkiinden Beyz’a[67] ulaştığımız zaman, devem kaçtı. Ben, hevdecin[68] içindeydim. Annem de yanımdaydı. Annem: ‘Eyvâh
kızcağızım! Eyvâh gelinciğim!’ diyerek çırpınıyordu. Yüce Allah devemizi
döndürüp bizi devemize ve selâmete kavuşturdu. Nihâyet Medine’ye geldik. Ben,
Ebû Bekir’in ev halkı ile birlikte indim. O zaman, mescid ve mescid civarındaki
odalar yapılmış bulunuyordu. Rasûlullah’ın ev halkı, kendi odalarına indiler.”[69] Hz. Ebû Bekir’in ailesi Medine’ye gelince, Sunh’da[70] oturan Benû Hârise b. Hazrec’in bölgesine inmişlerdi.[71]
MEDİNE DÖNEMİNDE HZ. ÂİŞE
Muhâcirlerin ve Hz. Âişe’nin Hummaya
Yakalanması
Hicretten kısa
bir süre sonra Medine’nin havasına alışık olmayan muhâcirler humma hastalığına
yakalandılar. Humma hastalığına yakalananlar arasında Hz. Ebû Bekir ve Bilâl de
bulunmaktaydı. Hz. Âişe ziyaret esnasında onların şu şiirleri okuduğuna şahit
olmuştu. Hz. Ebû Bekir:
Her kime sorulursa sabah olduğunda sıhhati, Ölüm ona
ayakkabısının bağından daha yakındır. Bilâl ise:
Keşke bir kez
olsun geçirsem geceyi,
İzhirlerle ve
Celîllerle dolu bir vadide.
Acaba görecek
miyim bir gün Mecenne pınarlarını ,
Bir gün tüm
görkemiyle karşıma dikilecek mi Şâme ve Tafîl dağları.
Bilâl bu
sıkıntıları kendilerine yaşattıkları için Mekkeli müşriklerin ileri gelenlerine
şöyle beddua ederdi: “Allah’ım onlar bizi nasıl yurdumuzdan atıp bu vebalı
topraklara gönderdilerse, sen de Şeybe b. Rebî‘a’yı, Utbe b. Rebî‘a’yı ve
Ümeyye b. Halefi rahmetinden uzaklaştır!”
Bu
yaşananlardan sonra Hz. Peygamber şöyle dua etmişti: “Allah’ım Medine’yi bize
Mekke’yi sevdiğimiz gibi hatta Mekke’ye olan sevgimizden daha fazla sevdir.
Allah’ım sâ‘ımıza ve müddümüze[72] bereketler ver. Medine’yi
hastalıklardan temizle, sağlıklı bir yer eyle. Buradaki hummayı Cuhfe’ye
gönder!”
Hz. Âişe: “Biz
Medine’ye geldiğimizde burası yeryüzünün en vebalı bölgesi idi. Buthân’dan akan
pis sular hastalık saçıyordu.” demiştir.[73]
Hz. Âişe de Medine’ye geldikten bir süre sonra humma
hastalığına yakalanmıştı. Bu hastalık sebebiyle Hz. Âişe’nin saçları da
dökülmüştü. Hz. Âişe iyileştikten sonra saçları tekrar çıkmış ve bir hayli
uzamıştı.[74] Hz. Âişe tekrar sağlığına kavuştuktan sonra
annesi Ümmü Rûmân Hz. Âişe’nin kilo alıp Rasûlullah ile evliliğe hazırlanması
için Hz. Âişe’ye sümne[75] ilacını vermeye başladı. Fakat Hz. Âişe kilo almadı. Daha sonra
Ümmü Rûmân Hz. Âişe’ye yaş hurma ile salatalığı beraber yedirerek onun kilo
almasını ve vücudunun gelişmesini sağladı.[76]
Hz.
Peygamber’in Hz. Âişe ile Evliliği
Aradan uzunca
bir süre geçtikten sonra Hz. Ebû Bekir Hz. Peygamber’e gelerek: “Yâ Rasûlallah!
Âişe ile evlenmekten seni alıkoyan ne?” diye sordu. Hz. Peygamber mehir
sebebiyle evlenemediklerini söyleyince Hz. Ebû Bekir kendisine on iki buçuk
ukıyye[77] gönderdi. Hz. Peygamber bu
parayı Hz. Âişe’ye mehir olarak verdi.[78]
Hz. Âişe’nin mehrinin dört yüz dirhem[79]
veya kırk-elli dirhem değerindeki ev eşyalarından ibaret[80]
olduğu şeklinde haberler bulunmakla birlikte sahâbeden gelen daha muteber
rivayetler Hz. Peygamber’in eşlerine beş yüz dirhem mehir verdiği yönündedir.[81] Bu sebeple Hz. Âişe’nin de
mehrinin beş yüz dirhem olduğunu ifade edebiliriz. Hz. Ümmü Habîbe’nin mehrini
Rasûlullah yerine Necaşî verdiği için onun mehri çok daha yüksektir.[82]
Hz. Peygamber
ile evliliklerini Hz. Âişe şöyle anlatmıştır: “Ben kız arkadaşlarımla beraber
bir tahterevalli (veya salıncak) üzerinde oynarken Ümmü Rûmân bana seslendi.
Hemen yanına gittim. Niçin beni çağırdığını bilmiyordum. Elimden tutarak beni
kapının yanında durdurdu. Nefes nefese kalmıştım. Biraz sakinleştikten sonra
Ümmü Rûmân beni odaya aldı. İçeride bazı ensâr kadınları vardı. Kadınlar:
‘Hayırlı, uğurlu ve mübarek olsun.’ dediler. Ümmü Rûmân da beni onlara teslim
etti. Kadınlar başımı yıkayıp beni hazırladılar. Birden Rasûlullah kuşluk vakti
ansızın çıkageldi. Kadınlar da beni ona teslim etti.”[83]
Rasûlullah Hz. Âişe’den başka bakire biriyle evlenmemişti.[84]
Hz. Âişe ve
Rasûlullah’ın evlilik tarihi hususunda iki rivayet bulunmaktadır. Bir rivayete
göre Şevval 1/Nisan 623 tarihinde evlenmişlerdir.[85]
Diğer bir rivayete göre Şevval 2/Mart 624 tarihinde Bedir Gazvesi’nden sonra
evlenmişlerdir.[86] Yukarıda belirttiğimiz gibi
Hz. Âişe Medine’ye ulaştıktan bir müddet sonra humma hastalığına yakalanmış ve
saçları dökülmüştü. Hz. Âişe’nin tekrar sağlığına kavuşması, kilo alması ve
kendi ifadesiyle saçlarının tekrar gürleşmiş olması için bir hayli zamana
ihtiyaç vardır. Bu sebeple ikinci rivayetin daha makul olduğunu düşünüyoruz.
Buna göre Hz. Peygamber ve Hz. Âişe Şevval 2/Mart 624 tarihinde evlenmiş
olmalıdırlar. Tarih hususunda ihtilaf olmayan tek konu Hz. Âişe’nin şevvâl
ayında evlenmiş olmasıdır. Birçok rivayette Hz. Âişe bunu övgüyle dile
getirmiştir.
Örneğin Hz.
Âişe şöyle demiştir: “Hz. Peygamber benimle şevvâl ayında nikâhlandı ve şevvâl
ayında evlendi. Onun hangi hanımı onun yanında benden daha değerlidir.” Bu
sebeple Hz. Âişe, yakını olan kimselerin şevvâl ayında evlenmelerini isterdi.[87]
Şevvâl ayının
özellikle zikredilmesinin sebebi ise; insanların eski dönemlerde şevvâl ayında
meydana gelen bir tâ‘ûn hastalığı sebebiyle bu ayı uğursuz saymalarıydı.[88] Hz. Âişe bu bâtıl inancın
hiçbir kıymeti olmadığını kendi düğününü örnek göstererek insanlara
anlatmaktaydı.
Hz. Âişe ile
Hz. Peygamber’in düğün yemeği ensârın getirdiği hediyelerden oluşan büyük bir
meyve tabağındaki hurmalardan ve et yağına benzeyen bir yemekten ibaretti. Bu
yemek Mescid-i Nebevî’de yenilmişti.[89]
Esmâ bint Umeys’den gelen başka bir rivayette Hz. Âişe’nin
düğün ziyafeti olarak sadece bir maşrapa dolusu süt bulunduğu zikredilmektedir.[90]
Hz.
Âişe’nin Hz. Peygamber ile Evlilik Yaşı Meselesi
Hz. Âişe’nin
doğum tarihi olarak İslâm tarihi kaynaklarında genellikle bi‘setin 4.[91] [92]
veya 5.90 yılı
zikredilmektedir.
Hz. Âişe’nin
yaşı ve dolayısıyla evlilik yaşı ilk dönem İslâm tarihi kaynaklarınca konu
edilmemiş ve rivayetlerde verilen rakamlar, tartışılmaya gerek duyulmamıştır.
Ancak günümüze yaklaşıldıkça Hz. Âişe’nin evlilik yaşının modern bakış açısına
göre çok küçük görülmesi ve konunun bazı oryantalistler tarafından suistimal
edilmesi sebebiyle bu konu tartışılmaya başlanmıştır. Bazı yazarlar Hz.
Âişe’nin evlilik yaşının, bilinenin aksine, daha yüksek olduğunu iddia etmişler
ve bu iddialarını destekleyen çeşitli deliller ortaya koymuşlardır. Bazı
yazarlar ise Hz. Âişe’nin evlilik yaşının rivayetlerde aktarılan dokuz, on yaş
civarı olduğunu ve bu yaş aralığının o dönem şartları içerisinde gayet normal
olduğunu savunmuşlardır.
Biz burada her
iki tarafın da görüşlerini ve delillerini ortaya koyup Hz. Âişe’nin doğum
yılını ve dolayısıyla evlilik yaşını tespit etmeye çalışacağız. Çalışmamızda
ilk olarak Hz. Âişe’nin evlilik yaşının bilinenden daha yüksek olduğunu iddia
edenlerin görüşlerini ele alacağız.
Tespit
edebildiğimiz kadarıyla Hz. Âişe’nin evlilik yaşı hususuna ilk olarak itiraz
eden Ömer Rıza Doğrul (ö. 1371/1952)’dur[93]
Günümüze yaklaşıldıkça da Hz. Âişe’nin evlilik yaşı üzerinde gerçekleştirilen
tartışmalar giderek yoğunlaşmıştır. Doğrul ve onun gibi düşünen yazarlar, Hz.
Âişe’nin bi‘setin 4. veya 5. yılında doğduğunu gösteren rivayetlere itiraz
etmiş, o dönemlerde bugünkü manasıyla nüfus dairelerinin olmadığını, sadece
bazı önemli kişilerin doğum tarihlerinin tespitine çalışıldığını, ancak yapılan
yaş tespiti çalışmalarının da çok sağlıklı olmadığını iddia etmişlerdir. Hz.
Âişe’nin evlilik yaşının bilinenden daha büyük olduğunu ispat sadedinde çeşitli
argümanlar ileri sürmüşlerdir.
Bu
argümanlardan ilki Buhârî’nin Sahîh’inde geçen: “Ben Mekke’de oynayan
bir kız iken Muhammed’e: ‘Bilakis kıyamet onlara vaat edilen asıl saattir ve o
saat daha belalı ve daha acıdır.’[94] âyeti nâzil olmuştu.”
şeklindeki rivayettir.[95] Bu iddianın sahipleri aynı
sûrede geçen “Şakku’l-Kamer” olayı üzerinden bir yıl tayinine girişmiş ve
sûrenin en geç bi‘setin 10. yılında nâzil olduğu sonucuna ulaşmışlardır.
Bi‘setin 10. senesinde Hz. Âişe’nin, Hz. Peygamber’e nâzil olan âyetleri takip
edecek ve bu âyetleri ezberinde tutabilecek bir yaşta olması gerektiğini belirterek,
Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber ile nişanlandığı bu yılda altı yaşında değil en
azından on yaşında olmasının zaruret olduğunu iddia etmişlerdir. Bu durumda Hz.
Âişe Hz. Peygamber ile evlendiği tarihte en az on üç yaşında olmalıdır. Yine bu
âyetin bi‘setin 4. yılında inme ihtimali de bulunduğunu, bu sebeple Hz.
Âişe’nin evliliği esnasında on sekiz veya on dokuz yaş civarında bile
olabileceğini ifade ederler.[96]
Bazı yazarlar
tarafından, Hz. Âişe’nin ifade ettiği Kamer sûresinin 46. âyetinin Medenî olduğu
ifade edilmesine rağmen[97] genelde tefsir kaynaklarında
sûrenin ve dolayısıyla zikri geçen âyetin Mekkî olduğu görüşü ağır basmaktadır.[98] Burada ifade
edildiği şekilde sûrede ifade edilen “Şakku’l-Kamer” hadisesinin tarihi
üzerinden konuyu ele almanın daha doğru olacağını düşünüyoruz. Bu olayın
tarihini kesin olarak bilmememize rağmen bi‘setin 8. veya 9. yılında vuku
bulduğuna dair rivayetler bulunmaktadır.[99]
Bu tarihi esas alacak olursak, bi‘setin 4. veya 5. yılında doğmuş olan Hz.
Âişe’nin bu tarihte dört veya beş yaşlarında olduğu ortaya çıkar. Bu yaş
aralığı da Hz. Âişe’nin ilgili rivayette belirttiği: “Ben Mekke’de oynayan bir
kız iken” ifadesine uygun düşer. Ayrıca şunu da ifade etmek isteriz ki Hz. Âişe
bu rivayette belirtilen mevzuları Hz. Peygamber’den, babasından veya bir
başkasından dinlemiş ve aktarmış da olabilir. Bu sebeple böyle muğlak bir konu
üzerinden Hz. Âişe’nin yaşını tespit etmeye çalışmak bizi doğru bir sonuca
ulaştırmayacaktır.
Bazı
kaynaklarda Hz. Âişe’nin kız kardeşi Esmâ’nın hayatından bahsedilirken Esmâ’nın
yüz yaşına kadar yaşadığı, 73/692 senesinde vefat ettiği ve Hz. Âişe’den on yaş
büyük olduğu beyan edilmektedir.[100]
Esmâ 73/692 yılında yüz yaşında vefat ettiğine ve Hz. Âişe’den on yaş büyük
olduğuna göre Esmâ’nın hicret yılında yirmi yedi yaşında olması icap eder.
Esmâ, Hz. Âişe’den on yaş büyük olduğu için Hz. Âişe’nin hicret yılında on yedi
yaşında olması gerekir, 99denilmektedir.
Hz. Âişe’nin
evlilik yaşının daha büyük olduğunu iddia edenlerin en mantıklı delili bu
rivayettir. Ancak bize göre burada yanlış bir kıyas söz konusudur. Çünkü İslâm
tarihi kaynaklarında Hz. Âişe ve Esmâ bint Ebû Bekir hakkındaki rivayetleri
karşılaştırdığımızda Hz. Âişe hakkındaki malumatımızın çok daha fazla olduğu
görülecektir. Ayrıca Esmâ bint Ebû Bekir’in yaşının belirtildiği kaynaklar Hz.
Âişe’nin yaşının zikredildiği kaynaklar kadar güvenilir değildir. Bu sebeple
hakkında daha az ve daha muğlak bilgi bulunan, Esmâ bint Ebû Bekir üzerinden
Hz. Âişe’nin yaşını tespit etmek ve buradan hareketle Hz. Âişe’nin yaşının daha
büyük olduğunu söylemek doğru değildir. Ayrıca Esmâ’nın vefat yaşı da
ihtilaflıdır.[101] [102]
Bu sebeple Hz. Âişe ve Esmâ bint Ebû Bekir arasında bir kıyaslama yapılacak
olursa buradan Hz. Âişe’nin yaşının daha büyük olduğu bilgisine ulaşılamaz.
Aksine Esmâ bint Ebû Bekir’in yaşının yanlış hesaplandığı sonucuna ulaşılır.
Yine benzer
bir kıyaslama Hz. Fâtıma’nın yaşı üzerinden yapılmıştır. Bazı rivayetlerde Hz.
Fâtıma’nın Hz. Âişe’den beş yaş büyük olduğu zikredilir. Bu durumda Hz.
Fâtıma’dan beş yaş küçük olan Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’e ilk vahyin geldiği
yıl doğmuş olması gerekir. Vahyin ilk geldiği yıl doğmuş olan Hz. Âişe’nin de
hicret esnasında yaklaşık on üç yaşında, evlendiği tarihte ise on dört veya on
beş yaşında olması gerektiği iddia edilmiştir.[103]
Hz. Âişe’nin
evlilik yaşını ifade eden rivayetler Kütüb-ü Sitte gibi kaynaklarda
geçmesine rağmen doğruluğu sorgulanmaktadır. Fakat çok daha zayıf bir rivayet
şayet kendi görüşleri doğrultusunda ise hemen kabul edilmekte ve yanlış
olabileceği ihtimali üzerinde durulmamaktadır. Bu yaklaşım tarzı, olaya ilmî
noktadan değil, duygusal noktadan hareketle yaklaşıldığının en önemli
kanıtıdır. Ayrıca Hz. Fâtıma’nın Hz. Âişe’den beş yaş büyük[104]
olduğunu belirten rivayetlerin yanı sıra sekiz yaş büyük[105]
olduğunu belirten rivayetler de bulunmaktadır. Ayrıca Hz. Fâtıma’nın hangi
senede doğduğu da ihtilaflıdır.
Hz. Âişe’nin evlenme yaşının daha büyük olduğunu savunan
bazı yazarlar, o dönem şartları içerisinde Hz. Âişe’nin yaşının tam olarak
tespit edilemeyeceği tezini savunmaktadırlar. Çünkü o dönemde, kaynaklarda
verilen rakamların bazen tam rakamı ifade etmeyip tahmini olabileceğini ifade
ederler. Bu iddialarını desteklemek için İslâm tarihi kaynaklarında bulunan
benzer birçok ihtilafı delil olarak zikrederler.[106]
Buna ek olarak Hz. Âişe’nin doğumundan ve yaşından bahseden rivayetlerin
hepsinin kaynağının Hz. Âişe olduğunu zikrederek, hiçbir insanın kendi doğumu
konusundaki şehadetinin kabul edilemediği gibi, Hz. Âişe’nin bu konudaki
şehadetini kabul hususunda da ihtiyatlı davranmamız gerektiğini belirtirler.[107]
Bize göre bu
zikredilen iddialar kısmen doğru olsa da bazı yönlerden uygun değildir. O
dönemde nüfus dairelerinin olmadığı ve birçok sahâbenin yaşı hususunda ihtilaf
bulunduğu doğrudur. Fakat Hz. Âişe hakkındaki malumatımız sahâbenin büyük
çoğunluğundan belki de hepsinden daha fazladır. Ayrıca Hz. Âişe’nin yaşı
hususundaki malumat diğer sahâbeninkinden farklı olarak Buhârî ve Müslim gibi
çok güvenilir kaynaklardan bize ulaşmıştır.
Yine eski
dönemlerde kişilerin yaşlarının yaklaşık ifadelerle zikredilmiş olduğu
doğrudur. Kişi kendi yaşı hususunda bir veya iki yıl yanılabilir. Bu makul bir
aralıktır. Fakat bu yaş farklılığı özellikle Hz. Âişe gibi entelektüel bir
insan için on yıl farklı olamaz.
Hz. Âişe’nin yaşının daha büyük olduğunu iddia eden
yazarlara göre Hz. Peygamber’in Hz. Hatice’nin vefatından sonra evini idare
edecek, çocuklarına bakacak kimsesi kalmamıştır. Onlara göre Hz. Peygamber’in
böyle bir ortamda çocuk yaşta birisiyle evlenmesi mantıklı değildir. Hz.
Âişe’nin yaşının daha büyük olduğunu düşündüğümüzde bu evlilik akla daha uygun
gelmektedir. Aynı yazarlar Hz. Peygamber’in, Hz. Âişe’den önce Hz. Sevde ile
evliliğini de kabul etmemektedirler. Ancak Hz. Sevde’nin Hz. Âişe’den önce
evlendiği şeklindeki rivayetlerin kabul edilmesi durumunda da sonucun
değişmeyeceğini, çünkü Hz. Sevde’nin bu vazifeyi ifaya kudretinin olmadığını
savunurlar. Onlara göre Hz. Sevde yaşlı, iri yarı ve hizmete muhtaç bir
kadındı. Onun ev işleriyle, ev idaresiyle, çocuk terbiyesiyle meşgul olmaya
takat ve mecali yoktu. Bunu ancak genç, dinç ve muktedir bir kadın yapabilirdi,
demektedirler.[108] [109]
Burada öne
sürülen iddialar da birçok yönden yanlışlıklar ihtiva etmektedir. Örneğin Hz.
Peygamber söylenildiği gibi ev işlerine bakacak genç birisine muhtaç olmasına
rağmen, niçin Hz. Âişe ile olan evliliğini üç veya dört yıl erteleyip Hz. Âişe
ile 2/624 yılında evlenmiştir? Hz. Peygamber iddia edildiği gibi evlatları
bakıma muhtaç olan bir baba olsaydı, Hz. Âişe ile hemen evlenirdi. Ayrıca daha
önce zikredildiği üzere Hz. Peygamber’in en küçük kızı Hz. Fâtıma bile Hz.
Âişe’den büyüktü.
Hz. Sevde ile
Rasûlullah’ın daha önce evlendiğini belirten rivayetin kuvvetli olmaması
iddiasına gelince bu doğru bir iddia değildir. Hz. Peygamber ile Hz. Âişe’nin
nikâhı önce yapılmış olabilir. Fakat fiilî evlilik noktasında Hz. Âişe Hz. Sevde
nin dört yıl kadar gerisindedir.
Hz. Sevde’nin
iri yarı ve hizmete muhtaç olması iddiasına gelince, bu bilgiyi dolaylı yoldan
destekliyebilecek bir rivayet bize Hz. Âişe’den Veda Haccı sırasında
nakledilmiştir ki[110] bu, zikredilen tarihten
yaklaşık on üç yıl sonra meydana gelen bir durumdur. Bu sebeple burada
zikredilen iddialar Hz. Âişe’nin yaşı sadedinde delil olarak gösterilemez.
Yine bu
yazarlara göre birçok ilim dalında otorite olan Hz. Âişe acaba bütün bu kudret
ve gücü dokuz yaşından on sekiz yaşına kadar Hz. Peygamber’e eşlik etmekle mi
kazanmıştı? Dokuz yaşında olan bir çocuk bu muazzam mevzuları kavrayabilir ve
dokuz sene içinde henüz on sekiz yaşında iken en yaşlı ve tecrübeli hatta her
biri ilim sahasında uzman olan insanlarla bu vadide yarışabilir miydi? Bu
sebeplerden dolayı Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’le on sekiz yaşlarında evlenerek
onun olgunluğundan istifadeye başladığını ve yirmi yedi yaşlarına varıncaya
kadar Hz. Peygamber’in öğrenim ve irşadından istifade ettiğini kabul etmenin
daha tutarlı ve mantıklı olduğunu iddia etmektedirler.[111]
Bu iddiaların
tam aksine ilmî açıdan küçük yaşlar ezber kabiliyetinin çok daha gelişmiş
olduğu dönemlerdir. İmam Şâfiî ve İbn Sînâ (ö. 428/1037) gibi âlimlerin henüz
on beş yaşlarında iken ilmi birikim noktasında çok üst seviyelere çıktıkları
bilinen bir gerçektir.[112] Bize göre Hz. Âişe’nin dokuz
yaşında Hz. Peygamber ile evlenip on sekiz yaşına kadar Hz. Peygamber ile yaşadıklarını
hafızasında kaydetmesi, Hz. Peygamber’in vefatından sonrasına tekabül eden on
sekiz yaşından sonraki yıllarda da gelişen muhakeme yeteneğiyle birlikte fetva
verebilmesi tarihi olaylara gayet uygun düşmektedir.
Konuyla ilgili
başka bir iddia da Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’den önce Cübeyr b. Mut‘im ile
nişanlı olması üzerinden dile getirilmektedir. Doğrul, kaynaklarda zikredilen
bir rivayetin yanlış bir tercümesinden yola çıkarak Hz. Âişe’nin Hz.
Peygamber’le evlenmeden önce Cübeyr b. Mut‘im’in[113]
oğluyla nişanlı olduğunu zikretmektedir. Hz. Peygamber Hz. Âişe’ye talip olduğu
zaman da bu nişan devam etmekteydi. O zaman Cübeyr b. Mut‘im ile ailesi
müslümanlığı kabul etmemişlerdi. Hz. Peygamber, Hz. Âişe’ye talip olunca,
Cübeyr b. Mut‘im’in ne diyeceği sorulmuş, Cübeyr’in hanımı, Hz. Âişe’nin
müslüman olmasına atıfta bulunarak: “Şayet bu kız benim evime girerse, benim
oğlumu dininden çıkarır. Ben bunu istemem.”[114]
demişti. Bu olay üzerine Cübeyr’in oğlu ile Hz. Âişe arasındaki nişan
bozulmuştu. Doğrul, bu yanlış tercümeden yola çıkarak bu nişanın nübüvvetten
önce meydana gelmiş olması gerektiğini savunmaktadır. Çünkü Hz. Ebû Bekir gibi
samimi bir müslümanın nübüvvetten sonra kızını bir müşrikle nişanlaması mümkün
değildir. Bu durumda Hz. Âişe nübüvvetten önce doğmuş olmalıdır.[115]
Dipnotlarda da
belirttiğimiz üzere Hz. Âişe’nin kendisine nişanlandığı kimse Cübeyr b.
Mut‘im’in oğlu değil, Mut‘im b. Adî’nin oğlu Cübeyr’dir. Aktarılan ilk yanlış
bilgi budur. İkinci yanlış bilgi ise Mut‘im’in karısı Ümmü’l-Fetâ’nın: “Şayet
bu kız benim evime girerse, benim oğlumu dininden çıkarır. Ben bunu istemem.”
şeklindeki sözleridir. Bu rivayetin doğru tercümesinde Ümmü’l-Fetâ bu sözü Hz.
Ebû Bekir’le ilgili söylemektedir. Yani oğlu Cübeyr’i dininden çevirmesinden
korktuğu kişi Hz. Âişe değil, Hz. Ebû Bekir’dir.
Hz. Âişe iddia
edildiği gibi İslâm’dan sonra doğmuş olsaydı Hz. Ebû Bekir müşrik bir kişiye
kızını asla vermezdi, şeklindeki iddia ise, İslâm’ın ilk yayılış yıllarının
bilgisine tam vakıf olamamanın bir sonucudur. Nübüvvetin gelişinden sonra
müşriklere kız verilmediği görüşü yanlıştır. Çünkü Mekke döneminde böyle bir
yasak bulunmamaktaydı. Bu yasağı bildiren âyet[116]
Medine’de inmişti. Mekke döneminde, sadece Hz. Ebû Bekir değil, Hz. Peygamber
bile müşrik olan amcası Ebû Leheb’in iki oğluna kızları Rukıyye ve Ümmü
Gülsüm’ü nikâhlamıştı. Amcası, oğullarına baskı yapıp, kızlarını boşatıncaya
kadar da Hz. Peygamber kızlarının nikâhını bozmamıştı.[117]
Bu iddia
sahiplerinin geneli, muteber hadis kaynaklarındaki rivayetleri görmezden gelmeyi
tercih etmişlerdir. Fakat bazı yazarlar, Hz. Âişe’nin altı yaşında nikâhlanıp
dokuz yaşında fiilî olarak evlendiği şeklindeki rivayetin Buhârî, Müslim, Ebû
Dâvud, Nesâî ve İbn Mâce gibi kaynaklarda niçin yer bulduğu şeklindeki bir
soruyu da şöyle cevaplamaktadırlar. Onlara göre bu rivayetlerin râvisi olan
Hişâm’ın babası Urve’den rivayet ettiği hadislerin hepsi Irak menşeli olduğu
için şüphelidir.
Bu şüphenin
sebebi ise bu rivayetlerin Medineliler tarafından bilinmiyor olmasıdır.[118] [119]
Sırf Irak
menşeli olduğu ve Medine’de bilinmediği gibi bir gerekçeyle başta Buhârî ve
Müslim olmak üzere Kütüb-ü Sitte yazarlarının naklettiği rivayetleri bir
kalemde güvenilemez görmek, bilimsel bir tavır olmayıp, ancak keyfilik ile izah
edilebilir. Ayrıca Hz. Âişe’nin evlilik yaşını zikreden rivayetler sadece
Hişâm’dan 117 gelmemektedir.
Görüldüğü
üzere Hz. Âişe’nin yaşının büyük olduğunu iddia eden yazarlar olaya duygusal
yaklaşmakta ve bazı yorumlarla Hz. Âişe’nin yaşını daha büyük göstermeye
çalışmaktadırlar. Fakat bu kadar rivayet, sadece yorumla reddedilemez.
Rivayetlerin aksine getirilen deliller ise, bilimsel olmaktan ziyade
tepkiseldir.[120]
Hz.
Âişe’nin evlilik yaşını daha büyük göstermeye çalışan yazarların bu
gayretlerinin altında iki temel sebep yatmaktadır. Birincisi, bu evlilik
sebebiyle Hz. Peygamber hakkında bazı oryantalistler ve ateistler tarafından
uygunsuz sözlerin zikredilmesidir. Bazı yazarlar bu faktörü eserlerinde açıkça
zikretmişlerdir.[121] Örneğin Hz.
Peygamber ve Hz. Âişe’nin evlilikleri hakkında Turan Dursun (ö. 1411/1990):
“Oyun çocuğu ile evlenecek kadar kadınlara düşkündü.”[122]
Dozy (ö. 1300/1883): “Ellilik bir erkekle yaşına mahsus oyuncaklarla oynayan on
yaşında bir çocuğu birleştiren garip bir izdivaç!”[123]
Abbott (ö. 1428/1981): “Hiç kimse yaşı epey ileri olan Muhammed ile çocuk
yaştaki Âişe’nin evliliği fikrini aklına getirmemiştir.”[124]
Watt (ö.1427/2006): “Elli üç yaşındaki bir adam ile on yaşlarındaki bir kız
arasındaki bu tuhaf ilişki, karı koca ilişkisinden ziyade bir baba kız ilişkisi
gibi olmalıdır.”[125] şeklinde tasvirlerde
bulunmuşlardır. Hatta daha da ileri giderek Hz. Peygamber için “şehvet düşkünü”
ve “sübyancı” gibi nitelendirmelerde de bulunmuşlardır.
Hâlbuki
oryantalistlerin ilk ürünlerini vermeye başladıkları dönemlerde bile Hz.
Peygamber’in çok eşliliği eleştirildiği halde, onun Hz. Âişe ile evliliği bir
saldırı mevzusu yapılmamıştır. Hz. Âişe’nin evlilik yaşının bir saldırı unsuru
haline getirilmesi “aydınlanma sonrası Avrupa değerleri” çerçevesinde
başlamıştır.[126] [127]
Bazı
yazarların Hz. Âişe’nin evlilik yaşını büyük gösterme gayretlerinin ikinci
önemli nedeni ise, günümüz şartlarının değer algısıyla geçmişi yorumlama
gayretidir. Ülkemizde ve batıda Hz. Âişe’nin evlilik yaşını on yedi veya on
sekiz yaş aralığında göstermeye çalışan yazarların bu gayretlerinin sebebi
günümüz dünyasında evlenme için bu yaş aralığının normal olarak görülmesidir.
Yıllar |
Evlenen Sayısı |
Ev.
Yaşı (15-19) |
Ev. Yaşı (19-24) |
Ev. Yaşı (25-29) |
Ev. Yaşı (30-34) |
Ev. Yaşı (35-39) |
1940 |
34.179 |
11.931 |
10.559 |
5.050 |
2.661 |
1.629 |
1945 |
42.939 |
12.648 |
19.296 |
3.508 |
2.909 |
1.612 |
1985 |
209.399 |
66.620 |
92.697 |
30.657 |
7.762 |
2.986 |
1991 |
459.624 |
158.266 |
189.648 |
73.062 |
20.021 |
7.581 |
2000 |
461.417 |
122.116 |
199.168 |
91.997 |
25.011 |
10.859 |
Türkiye’de
evlilik yaşının yıllara göre dağılımını gösteren yukarıdaki tabloda da
görüleceği üzere sadece altmış yıllık bir süreç zarfında bile evlilik yaşının
genel tablo içerisinde sürekli bir şekilde yükseldiği görülmektedir. 2000
yılındaki veriler incelendiğinde evlilik yaşının on yedi, on sekiz rakamının da
üzerine çıktığı muhtemelen ilerleyen tarihlerde normal evlilik yaşı aralığının
yirmi beş-yirmi dokuz olarak kabul edileceği görülmektedir. Bu yüzyılın
araştırmacıları, toplumda hâkim olan genel kanaatin yönlendirmesiyle Hz.
Âişe’nin evlenme yaşını on yedi, on sekiz yaş aralığına çekme eğilimi
göstermişlerdir. İleriki yıllarda değişen toplumsal kabuller sebebiyle bu
rakamın da sorgulanabileceği akla gelmektedir.[128]
Günümüz
araştırmacıları Hz. Âişe’nin yaşını on yedi, on sekiz aralığına çekmek için
rivayetleri epeyce zorlamışlardır. Hatta sadece rivayetler zorlanmakla da
kalmamış, Hz. Âişe’nin evlilik yaşını dokuz veya on civarında görenlere,
günümüz bakış açısından hareketle hakaretler bile edilmiştir.[129]
Bize göre Hz.
Âişe’nin Hz. Peygamber ile evlilik yaşı meselesi gayet açıktır. Şu anda
elimizde bulunan veriler ışığında bunun aksinin iddia ve ispatı mümkün
gözükmemektedir. Öncelikle Hz. Âişe’nin evlilik yaşı sadece İslâm tarihi
kaynaklarından değil, İslâm âleminin genel kabulüne mazhar olmuş çok önemli
hadis eserleriyle bize aktarılmıştır.
Hz. Âişe’nin
evlilik yaşı hususunda iki rivayet ağır basmaktadır. Bazı rivayetlerde Hz.
Âişe’nin Hz. Peygamber ile altı yaşında nikâhlandığı,[130]
fiilî evliliğin ise dokuz yaşında başladığı rivayet edilmektedir.[131] Bazı rivayetlerde ise, Hz.
Peygamber’in Hz. Âişe ile yedi yaşında nikâhlandığı[132]
ve Hz. Âişe on yaşında iken evlendikleri rivayet edilmektedir.[133] Bu evlilik dokuz yıl[134] [135]
sürmüş Hz. Âişe on 133 sekiz
yaşında iken Rasulullah vefat etmiştir.
Hz. Âişe’nin evlilik yaşı, o
günün şartlarına göre evlenmek için normal bir yaş aralığıdır. Çünkü sıcak
bölgelerde kızların sekiz, dokuz yaş civarında ergenlik dönemine girdikleri
ifade edilmektedir.[136]
Nitekim bazı insaflı oryantalistler de Hz. Âişe’nin evliliğinin o dönem
şartları içinde normal olduğunu belirtmişlerdir.[137]
Bunun yanı
sıra Hz. Peygamber’in Hz. Âişe ile olan evliliği, o dönemde uygulanan küçük
yaştaki evliliklerin ilk örneği değildir. Benzer örnekler o dönemde olduğu gibi
günümüzde de bulunmaktadır. Örneğin Hz. Peygamber’in kızı Hz. Zeyneb, Hz.
Peygamber otuz yaşında iken doğmuştu.[138]
Hz. Zeyneb nübüvvetten önce teyzesinin oğlu Ebü’l-Âs b. Rebi‘ ile evlenmişti.[139] [140]
Bu durumda Hz. Zeyneb evlendiği esnada en fazla on yaşındaydı.
Bir başka küçük yaşta evlilik,
Hz. Ömer ile Hz. Ali’nin küçük kızı Ümmü Gülsüm arasında yaşanmıştır. Ümmü
Gülsüm, Hz. Ömer’le henüz bulûğ çağına gelmemiş bir kız iken evlenmiş, bu
evlilik Hz. Ömer’in şehit edilmesine kadar 138 devam etmiştir.
Hişâm b.
Urve’nin naklettiğine göre, babası Urve, oğlunu altı yaşındayken nikâhlamış,
ancak vefat etmesi üzerine, beş yaşındaki geline dört bin dinar miras
düşmüştür.[141]
Sahâbeden Amr
b. Âs’ın, oğlu Abdullah’tan on bir, on iki yaş büyük olduğu bilinmektedir. Bu
rivayete göre, Amr yaklaşık on, on bir yaşlarında evlenmiş olmalıdır. On
yaşında erkeklerin evlilik gerçekleştirebildiği bir yörede, daha erken
ergenliğe giren kızların dokuz yaşında evlilik yapması kadar normal bir şey
olamaz.[142]
Arap
kültüründe yer alan bu durumun günümüzde de devam ettiğini, Muhammed Esed’in
Medine’de iken başından geçen evlilik göstermektedir. On bir yaş civarında bir
çocukla evlendirilen Esed’in bu evliliği kabul etmemesi üzerine Araplar
kendisine şöyle demişlerdir: “Kız kocasının yatağında daha çabuk büyür.”[143]
Burada şu
noktayı da zikretmeliyiz; eğer Hz. Peygamber’in bu evliliği içinde yaşadığı
toplum tarafından garip bir evlilik olarak karşılanmış olsaydı. Hz. Peygamber
aleyhinde en küçük fırsatı dahi kaçırmayan Mekkeliler, yahudiler ve münafıklar
bu durumu dillerine dolayacaklar ve Hz. Peygamber aleyhine kullanacaklardı.
Nitekim Hz. Peygamber’in Hz. Zeyneb bint Cahş ile evliliği, haram aylarda kan
dökülmesiyle sonuçlanan Batn-ı Nahle/Abdullah b. Cahş Seriyyesi ve kıblenin
değiştirilmesi olayında Hz. Peygamb er aleyhine bir hayli propaganda
yapılmıştı. Fakat Hz. Âişe ile evliliğinden dolayı Hz. Peygamber’in kınandığı
şeklinde bir rivayet bize ulaşmamıştır.[144]
Şimdi de Hz.
Âişe’nin evliliğinin daha büyük yaşta olduğunu söyleyenlerin görmek
istemedikleri rivayetleri inceleyelim. Hz. Âişe’nin evliliği ile başlayıp Hz.
Peygamber’in vefatına kadar geçen süreyi kapsayan bu rivayetlerin tamamında Hz.
Âişe’nin yaşının gayet küçük olduğu açıkça görülmektedir.
Hz. Âişe Hz.
Peygamber ile evlilik sürecini tasvir eden bir rivayette: “Ben kız
arkadaşlarımla oynayacak bir yaşta iken Rasûlullah ile evlenmiştim. Annem beni
evde tutup dışarı çıkmama izin vermeyinceye kadar evli olduğumu anlamamıştım. O
andan sonra artık evlenmiş olduğumu hissettim. Annem bunu haber verene kadar da
ona hiçbir şey sormadım.” demiştir.[145]
Bu rivayet Hz.
Âişe’nin henüz evli olduğunu bile idrak edemeyecek kadar küçük olduğunu
göstermesi açısından çok önemlidir.
Hz. Peygamber
ile evlilik gününü anlattığı başka bir rivayette Hz. Âişe: “Ben kız
arkadaşlarımla beraber bir tahterevalli (veya salıncak) üzerinde oynarken Ümmü
Rûmân bana seslendi. Hemen yanına gittim. Bana ne yapacağını bilmiyordum.
Elimden tutarak beni kapının yanında durdurdu. Nefes nefese kalmıştım. Biraz
sakinleştikten sonra Ümmü Rûmân beni odaya aldı. İçeride bazı ensâr kadınları
vardı. Kadınlar: ‘Hayırlı, uğurlu ve mübarek olsun.’ dediler. Ümmü Rûmân da
beni onlara teslim etti. Kadınlar başımı yıkayıp beni hazırladılar. Birden
Rasûlullah kuşluk vakti ansızın çıkageldi. Kadınlar da beni ona teslim etti.”
demiştir.[146]
Magsood bu
rivayete kendince bir açıklama getirerek, bu rivayetin Hz. Âişe’nin küçük
olduğuna delalet etmediğini iddia etmektedir. O günümüzde de bazı gençlerin
bahçeleri içindeki salıncaklarda arkadaşlarıyla beraber sallanıp sohbet
etmekten zevk aldığını hatırlatmaktadır.[147]
Fakat rivayetler bununla sınırlı değildir. Daha ileri tarihlerde meydana gelen
birçok rivayette Hz. Âişe’nin oyuncaklarla oynadığı görülmektedir.
Örneğin Urve
Hz. Âişe’nin ilk evlilik yıllarını anlatan şu rivayetlerde onun oyuncaklarından
bahsetmektedir: “Peygamber Âişe ile evlendiği esnada Âişe’nin oyuncak bebekleri
yanındaydı.”[148] “Âişe’nin oyuncak bebekleri
vardı. Rasûlullah içeri girdiği zaman elbisesiyle onları gizlerdi. Bunu
Rasûlullah’ın kendisini oyuncaklarla oynamaktan menetmemesi için yapardı.”[149]
Benzer şekilde
doğrudan Hz. Âişe’nin ağzından aktarılan rivayetlerde de, Hz. Âişe
oyuncaklarından bahsetmiştir: “Ben oyuncak bebeklerle oynardım. Bazen yanımda
kız arkadaşlarım da bulunurdu. Rasûlullah yanıma girdiğinde arkadaşlarım
yanımdan giderlerdi. Rasûlullah gittiği zaman onlar tekrar yanıma girerlerdi.”[150] “Ben Rasûlullah’ın
evindeyken oyuncak bebeklerle oynardım. Benimle birlikte oynayan kız
arkadaşlarım da vardı. Rasûlullah yanımıza girdiği zaman arkadaşlarım ondan
kaçarlardı, o da onları benimle oynasınlar diye tekrar yanıma gönderirdi.”[151]
Hz. Âişe’nin
oyuncaklarından bahsedilen rivayetler sadece ilk evlilik yıllarıyla sınırlı
değildir. Hz. Peygamber’in vefatına yakın yıllarda bile Hz. Âişe oyuncaklarıyla
oynamaya devam etmiştir. Rasûlullah Tebûk veya Hayber Gazvesi’nden döndükten
sonra aniden esen bir rüzgâr Hz. Âişe’nin oynadığı oyuncak bebeklerin
üzerindeki örtüyü açmıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Ey Âişe! Bunlar
nedir?” diye sordu. Hz. Âişe de: “Bunlar benim oyuncak bebeklerim.” dedi.
Rasûlullah oyuncakların arasında bezden yapılmış iki kanatlı bir at gördü ve:
“Ey Âişe! Peki, bu nedir?” deyince Hz. Âişe: “Attır.” dedi. Hz. Peygamber:
“Peki bunun üzerindekiler nedir?” deyince Hz. Âişe: “Kanatlarıdır.” karşılığını
verdi. Rasûlullah da: “İki kanatlı at öyle mi?” buyurdu. Hz. Âişe: “Süleyman
peygamberin kanatlı atları olduğunu duymadın mı?” şeklinde cevap verince Hz.
Peygamber azı dişleri görülecek şekilde gülmüştü.[152]
[153]
Hayber
Gazvesi’nin 7/628 tarihinde, Tebük Gazvesi’nin de 9/630 tarihinde gerçekleştiği
göz önüne alındığında Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’in vefatına yakın zamanlarda
bile hâlâ oyuncaklarının olduğu açıkça görülür.
Oyuncaklarıyla
ilgili bu rivayetlerin yanı sıra Hz. Âişe ısrarla evliliğinin tüm dönemlerinde
yaşının küçük olduğunu ve bu sebeple çeşitli konularda cahil olduğunu
belirtmiştir. Fakat Hz. Âişe’nin yaşını daha büyük görmek isteyen yazarlar bu
rivayetleri görmemezlikten gelmeyi tercih etmişlerdir.
Hz. Âişe ilk
evlilik yıllarını belirten şu rivayette: “Hz. Peygamber benimle evlendiğinde
belinde kemer olan küçük bir çocuktum. Hz. Peygamber ile evlendikten sonra
Allah bana küçük olduğum halde bir hayâ (sorumluluk bilinci) verdi.” 151 demiştir.
Daha sonraki
yılları tasvir eden şu rivayette de Hz. Âişe: “(Bir bayram günü) Habeşliler
mızraklarıyla oynuyorlardı. Rasûlullah bana perde oldu, ben de onları
seyrediyordum. Ben kendim bırakıp gidinceye kadar onları seyredip durdum. Küçük
yaştaki bir kız çocuğunun eğlenceye ne kadar düşkün olacağını siz takdir edin (
…).” demek suretiyle evlendiği
esnada yaşının oyuna ve eğlenceye çok müsait bir yaş olduğunu ısrarla
belirtmiştir.[154]
6/627
tarihinde meydana gelen İfk Olayı aktarılırken de üç yerde Hz. Âişe’nin yaşının
küçük olduğu zikredilmiştir. İlk olarak, kendisinin bir ihtiyaç için
hevdecinden inmesi ve karargâhtan uzaklaşması esnasında yardımcılarının
kendisinin yokluğunu fark etmeyerek hevdeci deveye yüklediklerini, o gün
vücudunun hafif olduğunu ve yaşının küçük olduğunu ()[155]
bu sebeple yardımcılarının kendisinin yokluğunu fark etmediklerini
zikretmiştir.
İkinci
olarak Berîre, Hz. Âişe’nin masumluğunu ifade eden şehadetinde, genç bir kız
olan ( …) Hz. Âişe’nin tek kusurunun hamur yoğurduktan sonra
yattığını ve
evin keçisinin gelerek hamuru yediğini, bu sebeple kendisini birçok kez
kınadığını söylemişti.[156]
Üçüncü olarak
Hz. Âişe suçsuzluğunu müdafaa etmek maksadıyla Hz. Ya‘kub’un oğullarına hitap
ettiği âyeti aktarırken: “Ben o gün küçük yaşta bir kızdım (jJl 41^^ jj^jj Ul).
Kur’ân’dan fazla bir şey okumamıştım.”[157]
demek suretiyle yaşının o tarihte bile küçük olduğunu ısrarla tekrarlamıştır.
Konuyla ilgili
aktaracağımız son rivayet ise Hz. Peygamber’in vefat ettiği andaki durumu
vasfetmektedir. Hz. Âişe: “Rasûlullah benim evimde ve göğsümde öldü. Onun
hakkında hiç kimseye haksızlık etmedim. Sefihliğimden ve yaşımın küçüklüğünden …) olacak ki Rasûlullah gözetimimde iken
ruhu kabz olunduğu halde onun başını bir yastığın üzerine koyup, kadınlarla
birlikte göğsüme ve yüzüme vurmaya başladım.” demiştir.[158]
Rivayette görüldüğü üzere Hz. Âişe Hz. Peygamber’in vefat ettiği anda bile
yaşının küçüklüğünden ve belli konulardaki cahilliğinden yakınmaktadır.
Hz. Âişe’nin
yaşı sadedinde bu rivayetlerin delil olarak yeterli olduğunu düşünüyoruz. Ancak
diğer yazarların dikkatini çekmeyen bir diğer rivayeti de burada zikretmek
istiyoruz. Hz. Âişe: “Hatice’yi kıskandığım kadar Rasûlullah’ın hanımlarından
hiçbirini kıskanmadım. Çünkü Rasûlullah onu çok anardı. Hâlbuki onu hiç
görmemiştim. (^S t$jjlj Uj)”
demiştir.[159]
Bu rivayette
Hz. Âişe, Hz. Hatice’yi hiç görmediğini zikretmektedir. Burada kastedilen Hz.
Hatice ile kumalık ilişkisi içerisinde olmadıkları anlamına gelebilir. Fakat
rivayette Hz. Âişe açık bir şekilde “Hâlbuki onu hiç görmemiştim. ( …)” demektedir. Tarihi gerçeklerle de
örtüşen bu rivayet bize göre önemlidir. Bi‘setin 4. veya 5. yılında doğan Hz.
Âişe pekâlâ bi‘setin 10. yılında vefat eden Hz. Hatice’yi hiç görmemiş
olabilir.
Sonuç olarak
Hz. Âişe’nin evlendiğinde ve hatta evlendikten sonra bile yaşının küçük
olduğunu belirten bunca rivayet varken, bazı muğlak tarihlendirmeler ve
yorumlar üzerinden bunun aksini ispat etmek mümkün değildir.
Hz. Peygamber
Medine’ye hicret ettikten sonra ilk iş olarak buraya bir mescid yapmaya karar
verdi. Mescid için uygun olan yerin Mâlik b. Neccâr oğullarının hurma kuruttuğu
alan olduğu tespit edilince, mescidin buraya yapılmasına karar verildi.[160] Hz. Peygamber bu süre
içerisinde Zeyd b. Hârise ile birlikte Ebû Eyyûb el-Ensârî’ye misafir oldu.[161] Rasûlullah burada bulunan
ağaçların kesilmesini emretti. Ayrıca bölgede daha önce bulunan mezarlar da
açılarak kemikler başka bir yere defnedildi.[162]
Yüz zirâ[163] uzunluğunda ve yüz zirâ
genişliğinde yapılan Mescid-i Nebevî’nin yüksekliği de üç zirâydı. Rasûlullah
bizzat kendisi mescidin inşaatında çalışıyordu. Mescidin inşaatında taş ve
kerpiç kullanılmıştı.[164] Yerden bir zirâ yükselinceye
kadar temeller taş ile, üst kısmı ise kerpiçle örüldü.[165]
Mescidin üç kapısı bulunmaktaydı. Rasûlullah hurma kütüğünden yapılan
direklerle desteklenmiş bir de çatı yaptırdı. Bu çatının üzeri de hurma yaprakları
ve dalları ile örtüldü. Mescidin üzerine yapılan bu örtü içeridekileri
yağmurdan korumuyordu. Sadece bir gölgelik vazifesi görüyordu.[166] Rebiyülevvel ayında başlayan
inşaat yaklaşık yedi ay sürmüş ve şevval ayında tamamlanmıştı.[167] Rasûlullah mescidin hemen
yanına kerpiçten iki adet oda yaptırmıştı. Bunlardan kapısı mescide doğru
açılanı Hz. Âişe’ye tahsis etti. Hz. Sevde’nin odasının kapısı ise Âl-i
Osman’ın arkasına açılıyordu.[168] Bu iki oda mescidin doğu
duvarının dış yüzeyine bitişik olarak sıralanmıştı.[169]
Mescidin olduğu gibi bu odaların da çatıları hurma dalları ve yapraklarıyla
örtülmüştü.[170] Evlerin çatılarının,
yapraksız hurma dallarından örülmüş olan kıl sergilerle örtülmüş olduğu da
rivayet edilir.[171]
Hz.
Peygamber’in eşleri için yapılan iki odanın sayısı zamanla Hz. Peygamber’in
yaptığı yeni evlilikler sebebiyle dokuza çıkmıştı. Bu yeni odalar Hz. Âişe’nin
odası ile kıble arasında, yani mescidin doğusuna düşen kısımda yapıldı.[172]
Mescid’i
Nebevî ilk olarak Hz. Peygamber döneminde, Hayber Gazvesi sonrasında ihtiyaca
cevap veremediği için genişletildi.[173]
Daha sonra sırasıyla Hz. Ömer ve Hz. Osman döneminden başlayıp günümüze kadar
birçok defa genişletme çalışmaları yapılmıştır.[174]
Konumuzla da alakalı olarak Mescid-i Nebevî’de o güne kadar yapılan en büyük
genişletme çalışması 88/707 tarihinde Emevî Halifesi Velîd b. Abdülmelik
zamanında yapılmıştır. Velîd, Medine valisi olan Ömer b. Abdülazîz’e mescidin
genişletilmesini emretmişti. Bu olay Medine halkını derinden yaralamış, birçok
kimse gözlerinin yaşını tutamamış, Medineliler Hz. Peygamber’in vefat ettiği
gündeki gibi ağlaşmışlardı.[175]
Saîd b.
Müseyyeb de: “Vallahi! Bu binaların aslî haliyle bırakılmalarını, ne kadar arzu
ederdim. Medinelilerden yeni yetişenler ve Medine’ye dışarıdan gelenler,
Rasûlullah’ın hayatında ne ile yetindiğini görselerdi; mal yarışına ve
karşılıklı övünmeye rağbet etmezlerdi.” diyerek bu yoldaki üzüntüsünü
açıklamıştır.[176]
Bu
rivayetlerden de anlaşıldığı üzere ümmühâtü’l-müminînin odaları çok mütevazı
yerlerdi. Rivayetlerde belirtildiğine göre evlerin genişlikleri altı-yedi zirâ,
derinlikleri de on zirâ kadardı.[177]
Ümmühâtü’l-müminînin evleri o kadar dardı ki Hz. Peygamber namaz kılarken,
yatağında uzanmakta olan Hz. Âişe, Rasûlullah secdeye gideceği zaman ayaklarını
toplamak zorunda kalıyordu.[178] Ümmühâtü’l-müminînin evleri
çok muhafazalı olmadığı için keler benzeri hayvanlar rahatlıkla girebiliyordu.
Hz. Âişe keler ve benzeri hayvanları öldürebilmek için evinin bir kenarında
sopa 177 bulunduruyordu.[179]
Ergenlik
çağına henüz yeni girmiş olan Hasan b. Ebü’l-Hasan eliyle bu odaların tavanına
rahatlıkla uzanabilmişti.[180]
Hz. Âişe’nin
evinin tek kanatlı, dağ selvisi veya abanoz ağacından yapılmış olan bir kapısı
vardı.[181]
Hz. Âişe’nin
evi çok sadeydi. Odanın içindeki bütün eşyalar bir sedir, bir hasır, bir yatak,
bir yastık, un ve hurma koymak için iki çanak, bir su kabı ve su içmek için bir
tastan ibaretti.[182] Hz. Âişe ve Rasûlullah’ın
yatağı tabaklanmış deridendi. İçi de hurma lifi doluydu.[183]
Hz.
Peygamber’in mübarek cesedi bu odaya defnedildikten sonra Hz. Âişe yine burada
ikamet ediyordu. Bir müddet sonra kendisinin kaldığı yer ile Kabr-i şerif
arasına bir duvar yaptırmıştı. Bir gün Hz. Peygamber’i rüyasında görmüş ve bu
rüya üzerine odadan ayrılmıştı.[184] Hz. Âişe kendi odasında
sıkıştığı için veya Hz. Âişe’nin gördüğü rüya sebebiyle odadan çıkmak
mecburiyetinde kaldığı için Hz. Sevde onu kendi odasına almış ve öldükten sonra
kendi odasının Hz. Âişe’ye kalması için •
vasiyette
bulunmuştu.
Kâsım b. Muhammed Hz. Âişe’den izin alarak Hz. Peygamber ve
iki arkadaşının mezarlarını incelemiş ve onları şu şekilde tavsif etmiştir:
“Kabirler ne yükseltilmişti, ne de büsbütün alçaktı. Kırmızı, düz yerde, boylu
boyuna uzanmış duruyorlardı. Rasûlullah’ın kabrini önde, Ebû Bekir’in başının
Nebi’nin omuzları 184 hizasında, Ömer in başının
da Nebi nin ayaklarının yanında olduğunu gördüm.
Hz.
Peygamber ve Hz. Âişe’nin Birbirlerine Olan Sevgileri
Rivayetlerden
anlaşıldığına göre Hz. Peygamber ve Hz. Âişe birbirlerini çok seviyorlardı.
Peki, bu sevginin altında yatan sebepler nelerdi? Acaba Hz. Peygamber sadece
güzelliği için mi Hz. Âişe’yi seviyordu? Bazı rivayetlerde Hz. Âişe’nin güzel
olduğu zikredilse de, Hz. Peygamber’in diğer eşlerinden daha güzel olduğu
yönünde elimizde bir bilgi bulunmamaktadır. Hz. Peygamber’in eşlerinden bir ay
ayrı kalması ile sonuçlanan Îlâ Olayı sırasında Hz. Ömer’in Hz. Hafsa’ya
kızarken söylediği: “Kızcağızım şu güzelliği ve Rasûlullah’ın sevgisi
dolayısıyla kendisini beğenen o kadının (Hz. Âişe) hali seni aldatmasın...”[185] [186]
[187] sözü Hz. Âişe’nin güzelliğine
bir kanıt olarak ileri sürülebilir. Yine zayıf bir rivayet olmakla birlikte
Uyeyne b. Hısn tarafından söylenen sözlerde Hz. Âişe’nin güzelliğine delil
getirilebilir. Uyeyne b. Hısn yanında Hz. Âişe bulunurken Hz. Peygamber’in
yanına girmişti. Bu olay hicâb âyetinden önceydi. Uyeyne: “Yâ Rasulâllah! Bu
Hümeyrâ kim?” diye sorunca Hz. Peygamber: “Bu Âişe bint Ebû Bekir’dir.” dedi.
Uyeyne: “Onun karşılığında sana eşlerimden en güzel olanı vereyim mi?” deyince
Hz. Peygamber: “Hayır.” dedi. Uyeyne çıktıktan sonra Hz. Âişe: “Yâ Rasûllah! Bu
adam kim? diye sorunca Hz. Peygamber: “Kavminin kendisine itaat ettiği bir
ahmaktır.” dedi.[188] Tespit edebildiğimiz
kadarıyla Hz. Âişe’nin güzel olduğunu belirten sadece bu iki rivayet
bulunmaktadır. Öyleyse Hz. Peygamber’in Hz. Âişe’ye karşı beslediği derin
sevginin başka sebepleri vardı. Bize göre bu sevginin en büyük sebebi Hz. Âişe
ile olan evliliğinin Allah tarafından Hz. Peygamber’e bildirilmesidir. Hz.
Peygamber Hz. Âişe’ye: “Sen bana rüyamda iki defa gösterildin. Bir kişi senin
sûretini ipek bir kumaş üzerinde taşıyor ve: ‘Bu senin zevcendir.’ diyordu.
Örtüyü açınca seni gördüm. Eğer bu Allah’tan ise onu muhakkak
gerçekleştirecektir, dedim.”[189] buyurmuştu. Hz.
Peygamber bu sebeple Allah tarafından kendisi için zevce olarak seçilen Hz.
Âişe’ye, diğer eşlerine nispeten sevgi anlamında biraz daha farklı
davranmıştır. Hz. Peygamber Hz. Âişe’nin ilme karşı olan iştiyakını da fark
etmiş ve kendisinden sonra insanlara İslâm’ı tebliğ edecek bu zeki zevcesine
daha fazla zaman ayırmaya çalışmıştır. Hz. Âişe’nin rivayet ettiği hadis sayısı
ve diğer eşlerinin rivayet ettikleri hadis sayıları karşılaştırıldığında Hz.
Peygamber’in bu kararında ne kadar haklı olduğu ortaya çıkmaktadır.
Hz.
Peygamber’in hizmetinde bulunan Enes tarafından Hz. Peygamber ve Hz. Âişe’nin
sevgisi İslâm’daki ilk aşk olarak nitelendirilmiştir.[190]
Rasûlullah’ın Hz. Âişe’ye olan sevgisi aşikârdı. Bu sebeple insanlar hediye
verecekleri zaman Hz. Peygamber Hz. Âişe ile birlikteyken daha mutlu olduğu
için, birlikte geçirecekleri günün gelmesini bekliyorlardı.[191]
Doğal olarak bu durum Hz. Peygamber’in diğer eşlerinin tepkisine sebep
oluyordu.[192]
Hz.
Peygamber’in kendisi için: “Sen bana hurmanın kaymağından daha sevimlisin.”[193] dediği Hz. Âişe hayızlı iken
bir şey içer, sonra onu Peygamber’e verirdi. O da ağzını Hz. Âişe’nin değdiği
yere koyarak içerdi. Aynı şekilde Hz. Âişe kemiğin etini ısırır, sonra onu
Peygamber’e verirdi. Hz. Peygamber de yemeğe Hz. Âişe’nin ağzının değdiği
yerden başlardı.[194] Hz. Peygamber’in bu uygulamasının
bir sebebi de toplumdaki yanlış bir algıyı ortadan kaldırmaktı. Zira İslâm
öncesi dönemlerde hayız halindeki kadın pis olarak telakki edilirdi. Onunla
aynı odada dahi oturmak istemezlerdi.[195]
Hz. Peygamber bu fiiliyle bir hurafeyi de yıkmayı hedeflemiştir.
Bir gün Hz.
Âişe Hz. Peygamber’e Yemenli on bir kadının, aralarındaki konuşmalarından
bahsetmişti. Bu kadınlardan on birincisi olan Ümmü Zer eski kocası Ebû Zer’i
kendisini boşamasına ve yeni kocasından da çok memnun olmasına rağmen çok fazla
övmüştü. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Ben sana Ümmü Zer’e nispetle Ebû Zer
gibiyim.” buyurmuştu. Hz. Âişe de aynı nezaketle cevap vermişti: “Sen benim
için Ebû Zer’den daha hayırlısın.”[196]
Hz. Peygamber
Hz. Âişe’ye olan sevgisi sebebiyle ne hazarda ne de seferde ondan ayrılmak
istiyordu. Rasûlullah sefere çıkacağı zaman hanımları arasında kura çekerdi.
Kurada Hz. Âişe’nin adı çıkmazsa yüzü değişirdi. Seferden döndüğü zaman da
hanımlarını ziyarete Hz. Âişe ile başlardı.[197]
Rasûlullah’ın
güzel çorba yapan İranlı bir komşusu vardı. Bir gün Rasûlullah için çorba yapıp
onu davet etmeye gelmişti. Hz. Peygamber Hz. Âişe’yi kastederek: “Bunu da davet
ediyor musun?” buyurmuştu. Komşusu: “Hayır.” cevabını verince Rasûlullah da
onun davetini kabul etmemişti. Komşusu bir müddet sonra tekrar Rasûlullah’ı
davet etmeye gelmişti. Rasûlullah: “Bunu da davet ediyor musun?” diye sormuştu.
Onun tekrar: “Hayır.” cevabını vermesi üzerine Rasûlullah da daveti tekrar
kabul etmemişti. Sonra komşusu tekrar dönerek Rasûlullah’ı davet etmişti. Rasûlullah
aynı şekilde: “Bunu da davet ediyor musun.” diye sorduğunda Hz. Peygamber’in
komşusu bu kez: “Evet.” cevabını vermişti. Bunun üzerine kalkarak peş peşe
yürümüşler ve komşularının evine gitmişlerdi.[198]
Rasûlullah
hergün ikindi namazını kılınca teker teker hanımlarını dolaşır ve bu turunu Hz.
Âişe ile noktalardı. Hz. Âişe’nin yanına geldiğinde ona sarılırdı.[199]
Hz. Âişe
Rasûlullah’ın kendisini ne kadar çok sevdiğini bilmesine rağmen zaman zaman
bunu teyit ettirme gereği duyuyordu. Bir gün Hz. Peygamber’e: “Ya Rasûlallah!
Bana olan sevgin nasıldır?” diye sormuştu. Hz. Peygamber: “Düğüm gibidir.”
buyurdu. Hz. Âişe bundan sonra Hz. Peygamber’e sevgisini sorarken: “Ya
Rasûlallah! Düğüm nasıldır?” derdi. Hz. Peygamber de: “İlk günkü gibidir.”
buyururlardı.[200]
Hz. Peygamber
sevgili eşi Hz. Âişe’nin yaşının gereği olan isteklerini de anlayışla
karşılıyordu. Bir bayram günü Habeşliler’in mızraklarıyla yaptıkları oyunları
Hz. Âişe bıkana kadar beraber izlemişlerdi.[201]
Bir sefer dönüşünde Rasûlullah Hz. Âişe’ye: “Gel seninle yarışalım.” demişti.
Yapılan bu yarışı Hz. Âişe kazanmıştı. Daha sonra yapılan bir yarışta Hz.
Peygamber Hz. Âişe’yi geçince omuzlarının arasına vurarak şöyle buyurdu: “Bu,
öncekinin karşılığı olsun!”[202]
Hz.
Peygamber’in Hz. Âişe’ye karşı olan sevgisini göstermesi açısından şu rivayet
de önemlidir. Rasûlullah Amr b. Âs’ı Zâtü’s-Selâsil Seriyyesi’nde kumandan
olarak tayin etmişti. Henüz yeni müslüman olan Amr b. Âs, sahâbenin en önde
gelenlerinin yer aldığı bir askeri birliğe komutan olarak atanmanın verdiği
gururla, savaştan sonra Rasûlullah’ın yanına gidip: “En çok sevdiğin insan
kimdir?” diye sordu. Hz. Peygamber: “Âişe’dir.” buyurdu. Amr: “Ya erkeklerden
kimdir?” diye sordu. Hz. Peygamber: “Babasıdır.” karşılığını verdi. Amr: “Sonra
kimdir?” diye sordu. Hz. Peygamber: “Ömer’dir.” deyip daha başka birtakım
kimseleri de saydı. Amr: “Beni en sonuncuları olarak sayar korkusuyla sustum.”[203] demiştir.
Rasûlullah Hz.
Âişe’ye olan sevgisini ölüm anında bile tekrarlamıştı. Rasûlullah: “Ölümüm bana
kolay gelsin diye Allah bana cennette Âişe’yi gösterdi. Âdeta onun avuçlarına
bakıyor gibiydim.” buyurmuştur.[204]
Görüldüğü
üzere rivayetlerde genellikle Hz. Peygamber’in Hz. Âişe’ye olan sevgisi dile
getirilmektedir. Rivayetler Hz. Âişe kanalıyla geldiği için Hz. Âişe genellikle
Hz. Peygamber’in kendisine olan teveccühünü anlatmıştır. Fakat Hz. Âişe de Hz.
Peygamber’i çok seviyordu. Hz. Âişe’nin yaptığı tüm kıskançlıklar bu sevgili
eşini kimseyle paylaşmak istememesinin bir tezahürüydü.
Bir gün Hz.
Peygamber Hz. Âişe’nin günü olmadığı halde onun evinde uzanmak için Hz.
Âişe’nin kapısını çalmıştı. Hz. Âişe kapıyı açmak hususunda biraz ağır
davranmıştı. Kapıyı açtığı zaman Hz. Peygamber: “Kapını çaldığımı duymuyor
musun?” diye Hz. Âişe’ye sorunca o: “Duydum. Fakat benim günüm dışındaki bir
günde senin kapıma geldiğini diğer hanımlarının da duymasını istedim.” demişti.[205]
Hz. Âişe Hz.
Peygamber’in yanındaki kıymetini bilmesine rağmen bazen kıskançlık sebebiyle
kendisinin diğer hanımlarından farklı olduğunu Hz. Peygamber’e hatırlatma
gereği duyuyordu. Hz. Ümmü Seleme’nin yanından gelen Hz. Peygamber’e: “Ey
Allah’ın Rasûlü! Ne dersin? Sen bir vadiye konaklasan, o vadide bir kısmı
yenilmiş bir ağaç ile ondan hiç yenilmemiş bir ağaç bulsan, hangisinden deveni
otlatırsın.” diye sordu. Hz. Peygamber: “Kendisinden otlanmamış olandan
otlatırdım.” buyurdu. Bununla Hz. Âişe eşleri içerisindeki tek bakire olanın
kendisi olduğunu Hz. Peygamber’e hatırlatmak istemişti.[206]
Hz. Âişe
kendilerini Rasûlullah’a bağışlayan kadınları ayıplar: “Hiçbir kadın kendini
mehirsiz olarak hibe eder mi?” derdi. Hz. Âişe kendisi de çok iyi biliyordu ki
Hz. Peygamber gibi bir eş için kendisini hibe etmek ayıplanacak bir davranış
değil , aksine bir faziletti. Fakat sevgili eşini daha fazla kadınla paylaşmak
istemediği için buna itiraz ediyordu. Daha sonraları: “Onlardan dilediğini
geriye bırakır, dilediğini de yanına alırsın. Bıraktığın hanımlarından arzu
ettiğini tekrar yanına almanda, senin üzerine bir günah yoktur.”[207] âyeti inince Hz. Âişe:
“Vallahi! Rabbi’nin senin arzunu yerine getirmekte acele ettiğini görüyorum.”
demişti.[208]
Hz. Âişe’nin
kıskançlıklarından dolayı, Hz. Hatice’ye laf etmesi müstesna, Hz. Peygamber
tarafından azarlandığı rivayet edilmemektedir. Hz. Peygamber bu tarz
davranışları normal karşılayarak: “Kıskanç kadın vadinin üst tarafıyla alt
tarafını birbirinden ayırt edemez.” buyurmuştu.[209]
Hz. Âişe’nin
özellikle kıskançlık sebebiyle Hz. Peygamber’e kızdığı zamanlar da oluyordu.
Bir gün Hz. Peygamber Hz. Âişe’ye: “Ben senin benden hoşnut olduğun zamanları da,
bana kızgın olduğun zamanları da bilirim.” buyurdu. Hz. Âişe ise: “Peki bunu
nasıl biliyorsun.” diye sordu. Hz. Peygamber: “Sen benden hoşnut isen: ‘Hayır
Muhammed’in Rabbi hakkı için!’ diyerek yemin edersin. Kızgın olduğun takdirde
ise: ‘Hayır İbrahim’in Rabbi hakkı için!’ diye yemin edersin.” buyurdu. Bunun
üzerine Hz. Âişe: “Evet. Allah’a yemin ederim ey Allah’ın Rasûlü! Ancak senin
ismini anmamakla kalırım.” dedi.[210]
Hz. Âişe’nin
söz ve davranışlarında Hz. Peygamber’e karşı olan sevgisi aşikârdı. Aşağıdaki
rivayetlerde bu sevginin tezahürleri açıkça görülmektedir.
Bir gün Hz.
Peygamber ayakkabısını tamir ediyor, Hz. Âişe de yün eğiriyordu. Hz. Âişe
Rasûlullah’a baktığında alnının terlediğini gördü. Onun teriyle birlikte bir
nurun ortaya çıkması onu şaşırtmıştı. Hz. Âişe’nin bu halini gören Rasûlullah:
“Ya Âişe! Ne oldu?” dedi. Hz. Âişe de: “Yâ Rasûlallah! Senin alnından terinle
birlikte çıkan nur beni şaşırttı. Ebû Bekir el-Hüzelî seni görse şu şiire senin
daha layık olduğunu anlardı.” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Ebû Bekir el-
Hüzelî ne demişti?” buyurunca Hz. Âişe şu şiiri okudu.
Her türlü
pislikten temizlen,
Fesattan ve
gaflet hastalığından,
Ailenin yüzüne
baktığında,
Parlayan bir
şimşek gibiydi.
Hz. Peygamber
ellerini yere koyarak kalktı ve Hz. Âişe’yi alnından öptükten sonra: “Ey Âişe!
Beni sevindirdiğin gibi Allah’da seni sevindirsin.” buyurdu. [211]
Hz. Âişe Hz.
Peygamber’e olan sevgisinin büyüklüğünü şu mısralarla da dile getirmişti:
Mısır’da onun
yanağının vasıflarını duysalardı,
Yûsuf hakkındaki
pazarlıkta bir kuruş ödemezlerdi.
Züleyha’yı
levm edenler onun alnını görseler,
Ellerini
değil, kalplerini keserlerdi.[212]
Hz. Âişe,
Rasûlullah’ı çok iyi tanıdığı için onun hoşlanmadığı şeyleri yapmaktan da
özellikle kaçınırdı. O dönemde kadınlar arasında çok yaygın olan kınayı Hz.
Peygamber hoşlanmadığı için kullanmıyordu. Bir kadın kendisine gelerek kına
yakmanın hükmünü sormuştu. Hz. Âişe de: “Caizdir. Fakat ben hoşlanmıyorum.
Çünkü sevgilim Rasûlullah kına kokusundan hoşlanmaz.” dedi.[213]
Aralarındaki
sevgiye rağmen Hz. Peygamber’in nadiren de olsa Hz. Âişe’ye kızdığı olaylar
olmuştur.
Hz. Peygamber,
bir ticaret kervanına yapılan baskında esir edilen Mugîre b. Muâviye için Hz.
Âişe’ye: “Şu esiri bekle, kaçırma.” buyurmuş, kendisi de evden çıkıp gitmişti.
Hz. Âişe, bir kadınla konuşmaya dalınca Mugîre, sezdirmeden oradan kaçmıştı.
Hz. Peygamber eve döndüğünde Mugîre’yi göremeyince: “Esir nerede?” diye sordu.
Hz. Âişe: “Vallâhi! Bilmiyorum. Ondan gaflet etmişim. Biraz önce, şurada
duruyordu.” dedi. Hz. Peygamber: “Allah, senin kolunu kurutsun!” dedikten sonra
dışarı çıktı ve halka seslendi. Ashâbdan bazıları Mugîre’yi aramaya gittiler.
Mugîre b. Muâviye Mekke’ye giden yolda Savreyn’de[214]
Sa‘d b. Ebû Vakkâs’ın kumandası altındaki yedi kişilik bir birlikle karşılaştı.
Havvat b. Cübeyr, onu yakalayıp ikindiden sonra Medine’ye getirdi ve Hz.
Peygamber’e teslim etti. Hz. Peygamber eve dönünce Hz. Âişe’nin ellerini
evirip-çevirip incelediğini görünce: “Sana ne oldu?” buyurdu. Hz. Âişe de:
“Hangi elim kuruyacak diye bakıyorum. Sen peygamberlerin duasıyla dua ettin.”
dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber kıbleye yönelerek ellerini kaldırdı ve: “Ey
Allah’ım! Ben de nihayet bir insanım. İnsanların kızdıkları gibi benim de
kızdığım, darıldığım olabilir. O halde erkek veya kadın müminlerden her kimin
aleyhinde dua edersem. Sen benim o duamı onun hakkında rahmet kıl.” diyerek dua
buyurdu.[215]
Dinî alanda
yapılan hatalar da Hz. Peygamber’in müsamaha göstermediği konulardan biriydi.
Hz. Âişe Rasûlullah’a bir kişiden, taklidini yaparak bahsetttiğinde Hz.
Peygamber kendisine: “Benim şu kadar veya bu kadar menfaatim olsa bile
birisinin taklidini yapmak hoşuma gidip beni sevindirmez.” buyurdu. Yine başka
bir seferde Hz. Âişe: “Ey Allah’ın Rasûlü! Safiyye küçücük bir kadındır.” deyip
eliyle onun kısa oluşunu göstermişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Öyle bir
söz ettin ki o söz denize karışsaydı denizin suyu değişirdi.” buyurmuştu.[216]
Bir gün Hz. Peygamber Hz. Âişe’nin odasına girdiğinde evde,
üzerinde sûretler bulunan bir perde gördü. Derhal Hz. Peygamber’in yüzünün
rengi değişti, sonra perdeyi alıp parçaladı ve: “Şüphesiz bu sûretleri yapan
kimseler kıyamet gününde insanlar arasında azabı en şiddetli olacak
kimselerdendir.” buyurdu.[217]
Hz. Âişe’nin
yıllar geçmesine rağmen bir çocuk sahibi olamaması kendisini çok üzüyordu. Hz.
Peygamber’in diğer eşlerinin eski kocalarından çocukları olmasına rağmen
kendisinin böyle bir nimetten yoksun olması Hz. Âişe’yi derinden etkiliyordu.
İşte böyle bir zamanda Hz. Âişe Rasûlullah’a gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü!
Bütün kadın arkadaşlarımın bir künyesi var. Ben de bir künye alabilir miyim?”
diye sormuştu. Rasûlullah ise Hz. Âişe’nin kız kardeşi Esmâ’nın oğlunu
kastederek: “Sen de oğlun hükmünde olan Abdullah ile künyelen.” buyurmuştu. Bundan
sonra Hz. Âişe “Ümmü Abdullah” künyesini almıştı.[218]
Belki de Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’den bu isteğinin altında ondan bir çocuk
sahibi olma özlemi yatıyordu. Hz. Peygamber’in bunun için dua etmesini temenni
ediyordu.[219]
Hz. Âişe’nin
Ümmü Abdullah diye künyelenme sebebi olarak Abdullah isminde bir çocuğu olup
küçükken vefat ettiği şeklinde rivayetler de bulunmaktadır. Fakat bu rivayet
güvenilir değildir.[220] Hz. Âişe’nin Hz.
Peygamber’den bir çocuğu olmadığı ve kendisinin hamile de kalmadığı bazı
kaynaklarda özellikle zikredilir.[221]
Hz. Âişe’nin
evlat özlemini Âişe Abdurrahman beliğ bir şekilde ifade etmiştir: “Hz. Âişe’nin
çocuk doğuramamaktan meydana gelen mahrumiyet acısını Abdullah’ın annesi diye
çağırılmakla veya bütün müminlerin annesi olmakla giderdiğini kabul eden de
kadının yaratılışını bilmiyor demektir. Bunlar onun, hiçbir kocanın
ulaşamayacağı üstünlüğe sahip sevgili eşinden evlât edinme arzusunu
söndürememiştir.”[222]
İbn Abbâs’tan
nakledilen şu rivayet de Âişe Abdurrahman’ı desteklemektedir: “Rasûlullah:
‘Ümmetimden bulûğa ermeden önce iki çocuğunu kaybedeni Allah cennete sokar.’
Bunun üzerine Hz. Âişe: ‘Peki bulûğa ermeden önce sadece bir çocuğunu kaybeden
ne olacak?’ diye sorunca Rasûlullah buyurdu ki: ‘Ey Müveffeka! Bulûğa ermeden
önce bir çocuğunu kaybedeni de Allah cennete sokacak.’ Bu defa Hz. Âişe: ‘Ya
bulûğa ermeden vefat eden çocuğu olmayanın durumu ne olacak?’ diye sorunca
Rasûlullah: ‘Bu durumda önde gidenleri ben olacağım ve onların benim gibi büyük
kayıpları olmayacaktır.’ buyurdu.”[223]
Hz. Âişe ve
Hz. Peygamber birbirlerini çok iyi anlıyorlardı. Hz. Âişe’nin en son sorduğu
soruyla kendi durumunu sorduğunu Hz. Peygamber anlamıştı ve aynı incelikle
cevap vermişti. Çocuğu olmayan bu kadının kaybı ben olacağım ve onun kaybı
gerçekten çok büyük olacak.
Hz. Âişe’nin “Ümmü Abdullah” künyesinden başka Hz.
Peygamber’in kendisi için kullandığı çeşitli lakapları vardı. “Sıddîk’in kızı”,[224] “Şükayrâ (sarışıncık, kumralcık)”,[225] “Hümeyrâ (kızılcık)”[226] ve “Müveffeka (başarılı)”[227] bu lakaplardan bazılarıdır.
Hz.
Âişe’nin Hz. Peygamber’in Diğer Hanımlarıyla İlişkileri
Hz. Âişe’nin
Hz. Peygamber’in diğer eşleriyle ilişkilerini incelediğimizde rivayetlerin
genellikle aralarında meydana gelen kıskançlıklar üzerinde durduğunu görürüz.
Hz. Âişe Rasûlullah’ın neredeyse tüm eşleriyle bazı kıskançlık durumları
yaşamıştı. Fakat Rasûlullah gibi değerli bir eşin birçok kumayla birlikte
paylaşılması sebebiyle aralarında bu tarz kıskançlıkların yaşanması doğal
karşılanmalıdır.
Örneğin Hz.
Âişe, Rasûlullah’ın ilk eşi Hz. Hatice ile Hz. Peygamber’in hanesinde hiç yan
yana bulunmamıştı. Buna rağmen Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’in en fazla
kıskandığı eşi Hz. Hatice’ydi. Hz. Âişe, Hz. Peygamber’in Hz. Hatice’ye karşı
olan büyük sevgisini her hissettiğinde bu kıskançlık depreşiyor ve bazen Hz.
Peygamber’e sitem şeklinde zuhur ediyordu. Bu durum Hz. Âişe’nin bize aktardığı
rivayetlerde açık bir şekilde görülmektedir.[228]
Hz. Peygamber
Hz. Hatice’ye derin bir muhabbetle bağlıydı. Hz. Âişe’nin Hz Haticeyi kıskanma
sebeplerinden birisi buydu. Diğer bir sebep ise Hz. Hatice’nin, Hz. Âişe’nin
ulaşamadığı büyük bir onura ulaşmış olması, onun Rasûlullah ile tek başına
evlilik hayatı yaşamış olmasıydı. Hz. Âişe bu durumu şöyle aktarmıştır:
“Rasûlullah, Hatice vefat edene kadar onun üzerine başka bir kadınla
evlenmedi.”[229]
Hz. Âişe’nin
Hz. Hatice’yi kıskanmasının son sebebi ise Hz. Hatice’nin Rasûlullah’tan
çocukları olmasıydı. Kendisinin böyle bir nimetten mahrum olması Hz. Âişe’yi
derinden yaralıyordu.
Burada dikkat
çekmek istediğimiz bir nokta bulunmaktadır. Müslim’de Hz. Hatice’nin fazileti
bağlamında zikredilen dokuz rivayetin altı tanesi, Buhârî’de geçen yedi
rivayetin dördü Hz. Âişe’ye aittir. Bu da bize göstermektedir ki Hz. Âişe’nin
kıskançlığı bile bir hayra vesile olmuştur. Hz. Âişe’nin Hz. Hatice’ye olan
kıskançlıkları olmasa Hz. Peygamber, Hz. Hatice hakkında bunları
söylemeyecekti. Yine benzer şekilde Hz. Âişe de bu rivayetleri bize
ulaştırmasaydı, Hz. Hatice’nin fazileti ve Hz. Peygamber’in ona olan sevgisi
hakkındaki bilgilerimiz eksik kalacaktı.
Hz. Âişe ile
Hz. Sevde’nin ilişkilerine baktığımızda ise Hz. Âişe’nin Hz. Sevde ile oldukça
uyumlu olduğu görülmektedir.
Rasûlullah’ın
eşleri iki gruptu. Hz. Âişe, Hz. Hafsa, Hz. Safiyye ve Hz. Sevde birinci grupta
yer alıyordu. Hz. Ümmü Seleme ve Rasûlullah’ın diğer hanımları ise ikinci
grupta yer alıyordu.[230] Bu rivayetten de anlaşıldığı
üzere Hz. Âişe ve Hz. Sevde Hz. Peygamber’in hanelerinde yaşanan olaylarda
birlikte hareket ediyorlardı. Hz. Âişe Hz. Sevde’yi çok sever ve onun hakkında:
“Kadınlar içinde kendisi gibi olmayı arzuladığım tek kadın Sevde’dir. Fakat o,
biraz sert bir mizaca sahiptir.” derdi.[231]
Hz. Sevde de
Hz. Âişe’yi çok severdi. Bazı rivayetlerde sebebi belirtilmeksizin Hz.
Peygamber’in Hz. Sevde’yi boşamak istediği zikredilmiştir. Hz. Sevde bunun
üzerine Rasûlullah’a: “Benim erkeklere ihtiyacım yok. Fakat ben kıyamet gününde
senin eşin olarak diriltilmeyi istiyorum.” demiş ve kendi gününü Hz. Âişe’ye
vermişti.[232] Hz. Âişe Hz. Sevde’nin bu
fedakârlığı sebebiyle diğer eşlerinden farklı olarak Hz. Peygamber ile iki gece
birlikte geçiriyordu.
Hz. Âişe’nin
Hz. Ümmü Seleme ile olan ilişkilerine baktığımızda ise Rasûlullah’ın bu iki
zevcesi arasında ciddi bir rekabet olduğunu görürüz. Hz. Ümmü Seleme Hz. Âişe
ve grubuna muhalefet eden ümmühâtü’l-müminînin başında yer alıyordu.[233] Hz. Ümmü Seleme ve Hz. Âişe
arasında ciddi bir rekabet vardı. Hz. Ümmü Seleme öncelikle güzel bir kadındı.
Bu güzelliği sebebiyle daha ilk günden Hz. Âişe tarafından kıskanılmaya
başlanmıştı.
Hz. Âişe’den
gelen bir rivayete göre o: “Rasûlullah Ümmü Seleme ile evlenince insanların
onun güzelliğinden bahsetmelerinden dolayı çok üzülmüştüm. Sakinleşip de onu
görmek için gittiğimde bana anlatılandan da güzel olduğuna şahit oldum. Bu
durumu Hafsa’ya anlattım. Hafsa: ‘Vallahi, hayır! Bu ancak bir kıskançlıktır.
O, onların dediği kadar güzel değildir.’ dedi. Ben onun Ümmü Seleme’yi
görmesini temenni ettim. Onu görünce de: ‘Onu gördüm güzel, fakat söylenildiği
gibi güzel değildir.’ dedi. Onu daha sonra da gördüm. Yemin olsun ki Hafsa’nın dediği
gibiydi. Fakat ben hâlâ kıskanıyordum.” demiştir.[234]
Hz. Âişe’nin
Hz. Ümmü Seleme’yi kıskanma nedeni sadece güzelliği değildi. Hz. Ümmü Seleme
aynı zamanda kültürlü ve hikmet sahibi bir insandı. Hudeybiye Antlaşması
sırasında Hz. Peygamber’e verdiği tavsiyeyle kendisini sıkıntıdan kurtarması
sahip olduğu basiret ve ferasetin en büyük delillerinden birisidir.
Hz. Âişe’nin
kendisi için fazilet bağlamında zikrettiği birçok şeyi Hz. Ümmü Seleme de
yaşamıştı. Hz. Ümmü Seleme’nin Dıhye sûretinde Cebrail’i görmesi,[235] Hz. Ümmü Seleme ve
Rasûlullah’ın aynı su kabından gusül abdesti alması[236]
ve Hz. Peygamber’in oruçlu iken Hz. Ümmü Seleme’yi öpmesi bunlardan
bazılarıdır.[237]
Yine Hz.
Âişe’den aktarılan benzer bir kıskançlık rivayetinde o: “Bir defasında
Rasûlullah yanıma geldi. Ona: ‘Gün boyunca neredeydin?’ diye sorduğumda o: ‘Ey
Hümeyrâ! Ümmü Seleme’nin yanındaydım.’ dedi. Ben de: ‘Ümmü Seleme’ye doymadın
mı?’ deyince güldü. Sonra: ‘Ya Rasûlallah! Bana söyler misin? İki vadiye insen
ve biri otlatılmış, diğeri de otlatılmamış ise hayvanlarını hangisinde
otlatırsın?’ diye sorunca o: ‘Otlatılmamış olanda!’ dedi. Ben de: ‘Ben diğer
eşlerin gibi değilim. Ben hariç, senin diğer eşlerin daha önce başka erkeklerin
yanındaydılar.’ dedim. Bunun üzerine Rasûlullah gülümsedi.” demiştir.[238]
Tabi
kıskançlık tek taraflı değildi. Hz. Âişe’nin Hz. Ümmü Seleme’yi kıskandığı gibi
Hz. Ümmü Seleme de Hz. Âişe’yi kıskanıyordu.
Müslümanlar,
Rasûlullah’ın hoşnutluğunu kazanmak maksadıyla hediyelerini getirmek için Hz.
Âişe’nin gününü beklerlerdi.[239] Bu durumun doğal bir sonucu
olarak Hz. Peygamber’in eşleri bundan rahatsızdı. Hz. Peygamber’in eşleri bu
uygulamaya bir son verilmesi için Hz. Peygamber’le konuşmaya karar vermişler ve
bu konuşma için en uygun kişinin Hz. Ümmü Seleme olacağında fikir birliği
etmişlerdi. Hz. Ümmü Seleme Rasûlullah’a hanımlarının tepkisini dile getirince
Hz. Peygamber ona karşılık vermemişti. Bunun üzerine Hz. Ümmü Seleme aynı şeyi
Rasûlullah’a tekrar aktardı. Fakat Hz. Peygamber yine herhangi bir cevap
vermedi. Hz. Ümmü Seleme aynı şeyi üçüncü defa Rasûlullah’a tekrarlayınca Hz.
Peygamber: “Âişe’yi kıskanarak beni üzme. Çünkü Âişe’den başka hiçbirinizin
yatağında bana vahiy gelmedi.” buyurdu.[240]
Aralarında
geçen benzer tüm olumsuzluklara rağmen Hz. Âişe ve Hz. Ümmü Seleme arasındaki
rekabet daima mutedil bir seviyede kalmıştır.
Hz. Ümmü
Seleme Hz. Âişe vefat ettiği zaman: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki
o, Hz. Peygamber’e insanların en sevimli olanıydı. Babası bundan müstesnadır.”
demişti.[241]
Hz. Âişe ve
Hz. Hafsa’nın ilişkilerine baktığımızda aralarında bazı kıskançlık halleri
zuhur etmiş olsa da Rasûlullah’ın bu iki eşinin gayet uyumlu olduklarını
görürüz. Hz. Hafsa, Hz. Âişe’nin grubunda yer alıyordu.[242]
Hz. Peygamber hanelerinde yaşanan olaylarda genellikle birlikte hareket
ediyorlardı.[243]
Fakat bazen
kıskançlıklar da olmuyor değildi. Bu kıskançlıklardan bazıları İslâm tarihi ve
hadis kaynakları aracılığıyla bize ulaşmıştır.
Hz. Âişe’den
gelen bir rivayete göre o: “Rasûlullah ashâbıyla birlikte benim odamda idi. Ben
onun için yemek yapmıştım. Kumam Hafsa da yemek yapmıştı. Hafsa’nın yemeği
benimkinden daha güzeldi. Ben cariyeme: ‘Git onun yemeğini dök.’ demiştim.
Cariyem de ona yetişti. Rasûlullah’ın önüne koyacağı sırada yemeği döktü ve
çanak da kırıldı. Yemek de oraya dağılmıştı. Rasûlullah çanağın parçalarını
birleştirdi, deriden yapılmış sofra üzerine dökülen yemeği topladı. Sonra
sahâbîleriyle birlikte o yemekleri yediler. Sonra Rasûlullah, benim çanağımı
içerisindeki yemekle birlikte Hafsa’ya götürüp verdi ve şöyle buyurdu: ‘Kabınız
yerine kabı alınız, içindekileri de yiyiniz.’ Ben yaptığım bu işin etkisini
Rasûlullah’ın yüzünde hiç görmedim.” demiştir.[244]
Bazı rivayetlerde yemeği gönderen ve yemeği döken ümmü’l-müminînin isimleri
zikredilmemiştir.[245]
Yine benzer
bir kıskançlık hadisesinde Hz. Âişe, Hz. Peygamber’in Hz. Hafsa’nın yanında
normalden uzun kalmasını kıskanmış ve bunun sebebini sormuştu. Hz. Âişe’ye
yakınlarından bir kadın ona küçük bir tulum bal hediye etti. Ondan şerbet yapıp
Hz. Peygamber’e içiriyor denildiğinde o: “Vallahi ona karşı bir hile
düzenleyeceğim.” diyerek Sevde bint Zem‘a’ya: “Rasûlullah sana gelip
yaklaşacak. Sana yaklaştığı zaman: ‘Sen megâfîr mi[246]
yedin?’ de. O sana: ‘Hayır.’ diyecektir. O zaman ona: ‘O halde benim senden
aldığım bu koku da nedir?’ de. O da sana: ‘Hafsa bana bir miktar bal şerbeti
içirdi.’ diyecektir. Sen de ona: ‘Bu balı yapan arı urfut denilen ağaca konmuş
olmalıdır.’ de. Ben de aynı şeyleri söyleyeceğim. Ey Safiyye! Sen de böyle
söyle.” demişti.
Rasûlullah
zikredilen bu üç eşinin yanına girdiği zaman aralarında kararlaştırdıkları
şeyleri kendisine sırayla söylemişlerdi. Daha sonra Hz. Peygamber Hz. Hafsa’nın
yanına gidince: “Yâ Rasûlallah! Sana o bal şerbetinden vereyim mi?” diye sormuş
Rasûlullah ise: “Hayır. Onu istemiyorum.” buyurmuştu.
Bu olaydan
sonra Hz. Sevde, Hz. Âişe’ye: “Vallahi, biz onu bundan mahrum ettik.” demiş Hz.
Âişe de ona: “Sus, sesini çıkarma.” demişti.[247]
Hz. Âişe’nin
Hz. Hafsa’ya yaptığı bir hile de Hz. Peygamber’in vefat hastalığı esnasındaydı.
Hz. Âişe Hz. Peygamber’in hastalığı sırasında babasının Hz. Peygamber’in yerine
geçerek namaz kıldırmasını istemiyordu. Şayet Hz. Peygamber’e bir şey olursa
onun mihrabına geçecek kişinin uğursuz sayılacağını düşünüyordu. Bu sebeple Hz.
Peygamber: “Ebû Bekir’e söyleyin insanlara namazı kıldırsın.” diye emir
verdiğinde Hz. Âişe: “Ebû Bekir senin yerine geçtiği zaman hıçkıra hıçkıra
ağlamaktan sesini cemaate ulaştıramaz. Ömer’e söyle namazı o kıldırsın.”
demişti. Hatta Hz. Hafsa’dan Rasûlullah’a gidip aynı şeyleri söylemesini
istedi. Hz. Hafsa da Hz. Peygamber’e giderek aynı şeyleri söyledi. Bunun
üzerine Rasûlullah: “Durun bakalım. Daha fazla üstüme gelmeyin. Yûsuf’un başını
derde sokan siz kadınlar değil misiniz zaten? Söyleyin Ebû Bekir’e namazı
kıldırsın.” diyerek emrini tekrarladı. Hz. Hafsa bu olay üzerine Hz. Âişe’ye:
“Senden bana bir fayda geleceğini zaten hiç düşünmüyordum.” demiştir.[248]
Fakat hile
yapan her zaman Hz. Âişe değildi. Hz. Hafsa da Hz. Âişe’yi bazen oyuna
getiriyordu. Rasûlullah bir sefere Hz. Âişe ve Hz. Hafsa ile birlikte çıkmıştı.
Rasûlullah gece olduğunda Hz. Âişe ile beraber yürür, onunla konuşurdu. Bir gün
Hz. Hafsa, Hz. Âişe’ye: “Bu gece sen benim deveme binsen, ben de senin devene
binsem, sen de değişik manzara seyretsen, ben de değişik manzara seyretsem.”
dedi. Hz. Âişe de bu teklifi kabul etti. Hz. Âişe Hz. Hafsa’nın devesine bindi.
Hz. Hafsa da Hz. Âişe’nin devesine bindi. Gece Hz. Peygamber Hz. Âişe’nin
devesine geldiğinde üzerinde Hz. Hafsa’nın olduğunu gördü. Hz. Peygamber Hz.
Hafsa’ya selâm verip bir sonraki mola yerine kadar onunla birlikte yürüdü. Hz.
Âişe oyuna getirilmiş olduğunu da fark ederek mola yerine indiklerinde ayağını
izhir otlarının içine sokarak: “Ey Rabbim! Bana bir akrep veya yılan musallat
et de beni soksun. Artık Peygamber’e bir şey diyemiyorum.” demişti.[249]
Hz. Âişe ile
Hz. Zeyneb bint Cahş’ın ilişkilerine baktığımızda Rasûlullah’ın bu iki eşinin
arasında ciddi bir rekabet olduğu görülmektedir.
Hz. Zeyneb
bint Cahş güzel bir kadındı. Bunun yanı sıra annesinin Hz. Peygamber’in halası
olması ve baba tarafından soylu bir aileye mensup olması sebebiyle de Hz. Âişe
için ciddi bir rakipti. Ayrıca Hz. Zeyneb için başka bir üstünlük vesilesi daha
söz konusuydu. Hz. Zeyneb bint Cahş hakkında “...Zeyd, o kadından ilişiğini
kesince biz onu sana nikâhladık...”[250]
âyeti inmişti. Bu âyet sebebiyle Hz. Zeyneb, Hz. Peygamber’in diğer hanımlarına
karşı övünür ve şöyle derdi: “Sizleri kendi aileleriniz evlendirdi. Beni ise
yedi kat semanın üstünden Allah evlendirdi.”[251]
Hz. Âişe ve
Hz. Zeyneb arasındaki kıskançlık çift taraflıydı. Bazı olaylarda Hz. Âişe’nin
kıskançlık gösterdiği, bazı olaylarda ise Hz. Zeyneb’in kıskançlık gösterdiği
görülmektedir.
Allah
Rasûlü’nün hanımları iki gruptu. Hz. Âişe, Hz. Hafsa, Hz. Safiyye ve Hz. Sevde
birinci grupta yer alıyordu. Hz. Ümmü Seleme ve diğer hanımları ise ikinci
grupta yer alıyordu. Müslümanlar, Rasûlullah’ın Hz. Âişe’nin yanında daha mutlu
olduğunu bildikleri için Rasûlullah’a bir şey armağan etmek istediklerinde Hz.
Âişe’nin odasında geceleyeceği gün gelinceye kadar hediyelerini
geciktirirlerdi. O gün gelince armağanlarını Hz. Âişe’nin odasına
gönderirlerdi.
Bunun üzerine
Hz. Âişe’ye muhalif olan ümmühâtü’l-müminîn sırasıyla Hz. Ümmü Seleme ve Hz.
Fâtıma’yı Rasûlullah’a göndererek bu konuda adaletin tesis edilmesini
istediklerini belirttiler. Fakat her iki aracı da olumlu bir cevapla dönmedi.
Bunun üzerine
Hz. Peygamber’in hanımları Hz. Zeyneb bint Cahş’ı Rasûlullah’a gönderdiler. O
da Hz. Peygamber’in yanına geldi ve ölçüsüzce bağırarak: “Hanımların Ebû
Kuhâfe’nin kızı konusunda adaletli olmanı istiyorlar.” dedi. Sonra oturmakta
olan Hz. Âişe’ye yönelerek ağır sözler söyledi. Allah Rasûlü, bir karşılık
verecek mi acaba, diye Hz. Âişe’ye baktı. Hz. Âişe de Hz. Zeyneb’e karşılık
vererek onu susturdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber Hz. Âişe’ye bakarak: “Bu, Ebû
Bekir’in kızıdır.” buyurdu.[252]
Hz.
Peygamber’in zevceleri her gece Rasûlullah ile kalma sırası o gün hangi
hanımında ise o evde bir araya gelirlerdi. Hz. Âişe’nin evinde toplandıkları
bir gün Rasûlullah elini Hz. Zeyneb’e uzatmış, Hz. Âişe de kendi sırasının
olduğu günde bu durumu kabullenemeyerek: “O Zeyneb’tir.” demişti. Bunun üzerine
Hz. Peygamber de elini hemen Hz. Zeyneb’ten çekmişti. Müteakiben Hz. Âişe ve
Hz. Zeyneb tartışmaya başlamışlardı. Sesleri o derece yükselmişti ki namaz
kılmak için mescide gelmiş olan Hz. Ebû Bekir bu gürültüleri işitmiş ve: “Yâ
Rasûlallah! Namaza çık! Onların da ağızlarına toprak saç!” demişti. Bunun
üzerine Hz. Peygamber namazı kıldırmak için çıkmıştı. Hz. Peygamber namazı bitirdiği
zaman Hz. Ebû Bekir, Hz. Âişe’nin yanına gelerek kendisine ağır laflar
söylemiş: “Sen böyle mi yapıyorsun?” 251 demişti.[253]
Hz. Hafsa
hakkındaki bilgileri aktarırken anlattığımız bal şerbeti olayının bir benzeri
de Hz. Zeyneb bint Cahş hakkında rivayet edilmiştir.[254]
Her ne kadar
iki kuma arasında ciddi bir rekabet söz konusu olsa da bu itidalli bir seviyede
kalmış ve birbirleri hakkında her zaman hüsnü zan beslemişlerdir. Hz.
Âişe’nin Hz.
Zeyneb hakkındaki kanaatleri bunu göstermektedir. Hz. Âişe Hz. Zeyneb hakkında:
“Din hususunda Zeyneb bint Cahş’tan daha hayırlı, Allah’a karşı takvalı, doğru
sözlü, akrabalık bağlarını gözeten, emanete çok riayet eden ve sadaka veren
başka bir kadını asla görmedim.”[255]
“Ben ondan daha hayırlı bir kadın görmedim. O çok sadaka veren, akrabalık
bağlarına önem veren biriydi. Her konuda hayır yapmayı seven ve Allah’a
yaklaşmayı isteyen fedakâr biriydi. Fakat çabuk hiddetlenip hemen
sakinleşirdi.” demiştir.[256]
Hz. Âişe’nin
Hz. Zeyneb hakkındaki kanaatlerinin benzerlerini de Hz. Zeyneb Hz. Âişe
hakkında beslemekteydi. Örneğin İfk Olayı’nda Hz. Zeyneb’in Hz. Âişe aleyhine
kullanabileceği çok önemli bir koz eline geçmişti. Fakat aralarındaki rekabet
gerçekleri örtmelerine veya değiştirmelerine sebebiyet verecek kadar ciddi
boyutlara ulaşmamıştır. İfk Olayı’nda Hz. Peygamber kendisine Hz. Âişe
hakkındaki dedikodular konusundaki görüşünü sorduğunda Hz. Zeyneb: “Görmediğimi
gördüm demekten gözlerimi, duymadığımı duydum demekten kulaklarımı koruyorum.
Onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum.” demişti.[257]
Hz. Zeyneb’in kız kardeşi olan Hamne bint Cahş ise Rasûlullah’ın yanında kız
kardeşinin konumunu yüceltmek için bu dedikoduların yayılmasında aracı olmuştu.[258]
Hz. Zeyneb
vefat ettiği zaman Hz. Âişe: “Çok hamd eden, dullara ve yetimlere infak eden
kadın gitti.” demişti.[259]
Zeyneb bint
Cahş vefat ettiğinde Hz. Âişe ağlamış, onu hayırla yâd ederek merhamet
dilemişti. Hz. Âişe’ye bu konu sorulduğunda: “Sâliha bir kadındı.” demişti.
Urve: “Ey teyzeciğim! Rasûlullah, hangi eşine daha çok meyletmişti?” diye
sorduğunda Hz. Âişe: “Çok meylettiğini düşünmüyorum. Fakat Zeyneb bint Cahş ve
Ümmü Seleme’nin onun katında bir değeri vardı. Her ikisi de benden sonra
Rasûlullah’a sevimli gelen iki kimseydi.” demişti.[260]
Hz. Âişe ile
Hz. Ümmü Habîbe’nin ilişkilerine baktığımızda Rasûlullah’ın bu iki zevcesinin
arasında bir anlaşmazlık olduğuna dair herhangi bir rivayet bulunmamaktadır.
Rivayetlerden anlaşıldığı üzere Hz. Ümmü Habîbe ve Hz. Âişe Rasûlullah’ın
sağlığında sadece üç yıl birlikte kalmışlardı. Bu zaman zarfı içerisinde
aşağıdaki rivayetten anlaşılacağı üzere aralarında bazı küçük anlaşmazlıklar
vuku bulmuş olmalıdır.
Hz. Ümmü
Habîbe, vefat edeceği zaman Hz. Âişe’yi çağırıp şöyle demişti: “Kumalar
arasında cereyan eden bazı şeyler bizim de aramızda cereyan etmiş olabilir.”
Bunun üzerine Hz. Âişe: “Allah, beni ve seni bağışlasın. Bütün bu olup biten
şeylerde ben hakkımdan vazgeçtim ve hakkımı sana helal ettim.” dedi. Hz. Ümmü
Habîbe de: “Beni memnun ettin. Allah da seni memnun etsin.” şeklinde karşılık
verdikten sonra Hz. Ümmü Seleme’ye de haber göndererek kendisinden helallik
diledi. Hz. Ümmü Seleme de ona aynı şeyleri söylemişti.[261]
Hz. Âişe ile
Hz. Cüveyriye’nin ilişkilerine baktığımızda aralarında çeşitli kıskançlık
durumları meydana gelmiş olmakla birlikte Rasûlullah’ın bu iki eşi arasında
ciddi bir rekabet söz konusu değildi.
Hz. Cüveyriye
Benî Mustalik Gazvesi esnasında esir edilmişti.[262]
Hz. Cüveyriye esirlerin paylaşımı sırasında Sâbit b. Kays veya amcasının
oğlunun hissesine düşmüştü.[263] Hz. Cüveyriye onlarla dokuz
ukiyye[264] altın karşılığında mükâtebe[265] yapmıştı.[266]
Hz. Âişe’nin
bildirdiğine göre Hz. Cüveyriye çok tatlı ve güzel bir kadındı. Kendisini gören
herkes onu almak isterdi. Hz. Peygamber savaş bittikten ve esirler
dağıtıldıktan bir müddet sonra ashâbı ile birlikteyken Hz. Cüveyriye kendisine
gelip yaptığı mükâtebede kendisine yardım etmesini istemişti. Hz. Âişe, Hz.
Cüveyriye’yi gördüğü zaman bu durumdan hoşlanmamış ve kendi gördüğü güzelliği
Rasûlullah’ın da görüp onunla evlenmek isteyeceğini düşünmüştü. Hz. Cüveyriye,
Hz. Peygamber’in yanına girdiğinde: “Ya Rasûlallah! Ben Cüveyriye bint Hâris b.
Ebî Dırâr’ım. Kavmimin efendisiyim. Senin de bildiğin durum bize ulaştı. Ben
Sâbit b. Kays’ın hissesine düştüm. Sâbit bana kaldıramayacağım bir yük yükledi.
Bana yardım et.” dedi. Hz. Peygamber: “Sana bundan daha hayırlısını söyleyeyim
mi?” dedi. Hz. Cüveyriye: “Ya Rasûlallah! O nedir?” diye sorunca Hz. Peygamber:
“Ben senin borcunu ödeyeyim ve seninle evleneyim.” dedi. Hz. Cüveyriye de bu
teklifi kabul etti.[267]
Hz.
Peygamber’in Hz. Cüveyriye ile evlendiği haberi insanlara ulaştığında ellerinde
bulunan cariye konumuna sokulmuş Benî Mustalik esirleri Hz. Peygamber’in
akrabaları olduğu için serbest bırakıldı. Hz. Âişe’ye atfedilen bir rivayete
göre yüz aile halkı insan o gün azat edilmiştir. Hz. Âişe: “Akrabalarına bu
derece faydası ve bereketi dokunan başka bir kadın bilmem.” demişti.[268]
Hz. Cüveyriye
gibi esir olduktan sonra Hz. Peygamber’in eşi olma şerefine ulaşan Hz. Safiyye
ile Hz. Âişe arasında da bazı olaylar yaşanmış olmakla birlikte Hz. Safiyye ile
Hz. Âişe arasında ciddi bir rekabet yaşanmamıştır.
Hz. Safiyye
güzelliği sebebiyle Hz. Âişe’nin rakibiydi. Fakat kendisinin yahudi kökenli
olması soy yönünden bir rekabeti mümkün kılmıyordu. Hz. Âişe kendisini Hz.
Safiyye’den üstün gördüğü için aralarında çok büyük bir çekişme yoktu. Hz.
Safiyye de Hz. Peygamber’in eşleri arasındaki gruplaşmada safını Hz. Âişe
tarafında belirlemişti.[269] Aralarında bazı kıskançlık
durumları pek tabidir ki gerçekleşmişti. Bu kıskançlıklardan ilki Hz. Safiyye
gelir gelmez vuku bulmuştu.
Hz. Âişe’den
gelen bir rivayete göre o: “Rasûlullah Safiyye bint Huyey ile yeni evlenmiş
iken Hayber’den dönüp Medine’ye gelince ensâr kadınları yanıma gelip
Safiyye’den bahsettiler. Ben de onu görmek için tanınmayacak bir kıyafetle
yüzümü örtüp gittim. Rasûlullah beni gözümden tanıdı. Bunun üzerine ben, hemen
geri döndüm ve hızlıca yürüdüm. Rasûlullah arkamdan gelip bana yetişti, beni
bağrına basıp: ‘Safiyye’yi nasıl buldun?’ diye sordu. Ben de: ‘Bırak beni!
Yahudiler arasından yahudi bir kadındır.’ dedim.” demişti.[270]
Hz. Safiyye
yahudi olduğu için Hz. Peygamber’in eşleri tarafından birçok kere tahkir
edilmişti. Fakat Hz. Peygamber Hz. Safiyye’yi bu saldırılardan sürekli
korumuştur. Hz. Safiyye yaşanan bu olaylardan birisini şöyle anlatmıştır:
“Rasûlullah, yanıma girmişti. Ben de Âişe ile Hafsa’nın benim aleyhime
söyledikleri bir sözü kendisine bildirdim. Bunun üzerine Rasûlullah: ‘Sen de
onlara: Siz benden nasıl hayırlı olabilirsiniz? Benim kocam Muhammed, babam
Hârûn, amcam ise Mûsâ’dır.’ demeliydin.” Râvilerin belirttiğine göre Hz. Âişe
ve Hz. Hafsa Hz. Safiyye’ye: “Biz Rasûlullah’a senden daha kıymetliyiz. Hem
amcakızları durumunda olup aynı kabiledeniz hem de Peygamberin hanımlarıyız.
Sen ise yahudilerdensin.” demişlerdi.[271]
Hz. Peygamber
kendisinden başka sığınacağı bir yer olmayan Hz. Safiyye’yi diğer eşlerinin
baskılarından mümkün olduğu kadar korumaya çalışıyordu. Bir defasında Hz. Âişe,
Hz. Safiyye hakkında: “Safiyye’nin şöyle böyle kusurlarının olması sana yeter.”[272] dediğinde Hz. Peygamber: “Sen
öyle bir söz söyledin ki eğer o söz deniz suyuyla karıştırılmış olsaydı deniz
suyunu bulandırırdı.” buyurmuştu.[273]
Bu kıskançlık
hadiselerine rağmen yukarıda da zikrettiğimiz gibi Hz. Âişe ile Hz. Safiyye müttefikti.
Bu sebepledir ki bir defasında Hz. Peygamber ile arası bozulan Hz. Safiyye ara
buluculuk görevini Hz. Âişe’ye havale etmişti.
Hz. Peygamber
kaynaklarda sebebi zikredilmeyen bir dargınlık sebebiyle Hz. Safiyye bint
Huyey’e darılmıştı. Bunun üzerine Hz. Safiyye Hz. Âişe’ye gelerek: “Ey Âişe
bugünkü sıram sana ait olsun, yeter ki Rasûlullah’ı benden razı etmeye çalış.”
demişti. Hz. Âişe de bu teklifi kabul ederek zaferanla boyanmış bir başörtüsü
alıp kokusunun yayılması için üzerine su serperek Rasûlullah’ın yanına oturdu.
Hz. Peygamber: “Ey Âişe benden uzak dur! Bugün senin günün değildir.” buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Âişe: “Bu Allah’ın bir lütfudur, onu dilediğine verir.” demiş
ve kendisiyle Hz. Safiyye arasındaki olayı anlatmış, Rasûlullah da Hz. Safiyye’den
razı olmuştu.[274]
Yine bir
cariye olan Hz. Mâriye de güzelliği sebebiyle Hz. Âişe tarafından çok
kıskanılan bir ümmü’l-müminîndi. Fakat Hz. Âişe ile Hz. Mâriye arasında da
ciddi bir rekabet mevcut değildi.
Hz. Âişe Hz.
Mâriye ile yaşadıklarını şöyle özetlemiştir: “Mâriye’yi kıskandığım kadar başka
bir kadını kıskanmadım. Bu da onun güzel bir kadın ve kıvırcık saçlarının
olmasından kaynaklanıyordu. Rasûlullah onu çok beğenmişti. Geldiği ilk günde
onu Hârise b. Nu‘mân’a ait bir eve yerleştirdi. Bize komşu idi. Rasûlullah gece
gündüz onun yanına giderdi. Öyle oldu ki biz Mâriye’den dolayı korkmaya
başladık. Bu durumdan, Mâriye de korktu. Rasûlullah da onu Âliye mevkiine
yerleştirdi. Rasûlullah oraya ara sıra gidiyordu. Bu bize daha ağır gelmeye
başladı. Derken Allah ona bir çocuk nasip etti. Biz ise çocuk sahibi olmaktan
mahrum kaldık.”[275]
İbrahim’in
doğmasından sonra Hz. Mâriye’ye karşı kıskançlık daha da artmıştı. Bir rivayete
göre Hz. Peygamber Hz. İbrahim’i kucağına alıp Hz. Âişe’ye götürmüş: “Şuna bir bak!
Nasıl bana benziyor mu?” diye sormuştu. Hz. Âişe: “Ben, bir benzerlik
göremiyorum.” demişti. Hz. Peygamber: “Beyazlığında ve semizliğinde de mi
benzerlik göremiyorsun?” diye sorunca Hz. Âişe: “Kim deve sütüyle beslense,
beyaz ve semiz olur.” demişti.[276]
Hz. Âişe’nin
Hz. Mâriye’yi güzelliğinden ve kendisine bahşedilen çocuk nimetinden dolayı
kıskanması doğal bir durumdur. Fakat Şiî kaynaklarında bu kıskançlığın iftira
boyutuna taşındığı şeklinde rivayetler bulunmaktadır. Ehl-i sünnet
kaynaklarında bulunmayan bu ve benzer rivayetlerin doğruluğunu kabul etmek
mümkün değildir. Şiî tefsirlerinde geçen bir rivayete göre Hz. Peygamber’in
oğlu İbrahim öldüğü zaman Rasûlullah çok üzülmüştü. Hz. Âişe ise Hz.
Peygamber’e: “Niçin üzülüyorsun? O Cüreyc’in oğludur.” diyerek Hz. Mâriye’ye
iftira etmiş, bunun akabinde Nûr sûresinin iftira hükümlerini zikreden âyetleri
indirilmiştir.[277]
“Ey Peygamber!
Eşlerinin rızasını gözeterek Allah’ın sana helal kıldığı şeyi niçin kendine
haram ediyorsun?...”[278] âyetinin nüzûl sebebinin de
Hz. Mâriye’ye karşı olan bu kıskançlık olduğu rivayet edilmektedir.
Rasûlullah’ın kendisiyle çok ilgilenmesi üzerine Hz. Âişe ve Hz. Hafsa
Rasûlullah onu kendisine haram kılıncaya kadar rahat bırakmamışlardı. Bunun
üzerine bu âyet nâzil olmuştu.[279]
Hz. Âişe ile
Hz. Meymûne’nin ilişkilerine baktığımızda aralarında herhangi bir olumsuzluk
yaşandığını görmemekteyiz. Hz. Meymûne Rasûlullah’ın evlendiği son hanımıydı.
Bu sebeple Hz. Âişe ile kuma olarak çok uzun bir süre yaşamadıkları için olsa
gerek Hz. Âişe ile Hz. Meymûne’nin ilişkileri bağlamında kaynaklarda herhangi
bir rivayete rastlayamadık.
Sadece Hz.
Meymûne’nin Hz. Âişe’den önce vefat ettiğini belirten bir rivayet de Hz. Âişe
Hz. Meymûne hakkında: “O aramızda Allah’a karşı en takvalı olanımız, akrabalık bağını
en çok gözetenimizdi.” demiştir.[280]
Hz.
Âişe’nin Katıldığı Gazveler
Hz. Âişe çok
cesur bir kadındı. Bir defasında Hz. Peygamber’e: “Ey Allah’ın Rasûlü!
Biliyoruz ki en faziletli amel cihâddır. Peki, biz cihâd edemeyecek miyiz?”
diye sormuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Hayır, siz kadınlar için en
faziletli cihâd kabul olunmuş bir hacdır.” cevabını verdi. Hz. Âişe: “Bunu
Rasûlullah’tan işittikten sonra cihâdı (haccı) asla terk etmem.”[281] demişti.
Hz. Peygamber
hazarda olduğu gibi seferde de Hz. Âişe yanında olduğu zaman mutlu oluyordu.
Fakat adalet gereği Rasûlullah bir yolculuğa çıkacağı zaman hanımları arasında
kura çeker, kura kime çıkarsa onu yanında götürürdü. Kurada Hz. Âişe’nin adı
çıkmazsa yüzü değişirdi. Seferden döndüğü zaman da hanımlarını ziyarete Hz.
Âişe ile başlardı.[282]
Hz.
Peygamber’in uyguladığı bu kural gereği bazen Hz. Âişe’nin adı kurada çıkıyor
ve böylelikle Hz. Âişe de sefere katılıyordu.
Hz. Âişe’nin
Hz. Peygamber ile katıldığı ilk gazve Uhud Gazvesi’dir. Hz. Peygamber ile Mekke
müşrikleri arasında gerçekleşen bu savaş Şevvâl 3/Mart 625 tarihinde
gerçekleşmiştir.[283] Bu savaşa Mekkeli müşrikler
üç bin kişi[284] ile müslümanlar ise yedi yüz
kişi ile katılmışlardı. Okçuların Hz. Peygamber’in emrini dinlememesi sebebiyle
müslümanlar bu savaşı kaybetmişlerdi. Çoğunluğu ensârdan olan seksen civarında
şehit verilmişti. Müşriklerin kaybı ise yirmi üç kişiydi.[285]
Hz. Âişe Uhud
Gazvesi’nde yaşanan mağlubiyetin sebebini şöyle açıklamıştır: “Uhud Gazvesi’nde
müşrikler hezimete uğramışlardı. Bu sırada şeytan müslümanlara: ‘Ey Allah’ın
kulları, arkanızdakilere dikkat edin, onlara saldırın!’ diye olanca gücüyle
bağırdı. Bunun üzerine öndeki grupla arkada kalan müslüman savaşçılar birbirine
girdi. Bu hengâmede Huzeyfe b. Yemân, babası Yemân’ın müslümanların saldırısına
uğradığını gördü ve: ‘Ey Allah’ın kulları, o benim babam, o benim babam!’ diye
bağırdı. Ancak, Allah’a yemin ederim ki onu öldürünceye kadar devam ettiler.
Huzeyfe ise o gün babasını öldürenlere: ‘Allah sizleri affetsin!’ diye dua
etti.”[286]
Hz. Âişe’nin
Uhud Gazvesi’ndeki görevi mücahitlere su taşımak ve yaralılarla ilgilenmekti.
Hz. Âişe’nin Uhud’da kılıçla çarpışmak isteyip Rasûlullah’ın buna müsaade
etmediği yönünde bir bilgi bulunmakla beraber[287]
kaynaklarda böyle bir rivayeti göremedik. Bu bilginin yukarıda zikrettiğimiz
Hz. Âişe’nin cihâda katılma yönündeki isteğinin yanlış anlaşılmasından
kaynaklandığını düşünüyoruz.
Enes b. Mâlik Hz. Âişe’nin bu gazvedeki görevini şöyle anlatmıştır:
“Uhud Gazvesi’nde müslümanlar bozguna uğramış ve Rasûlullah’ın yanından
uzaklaşıp dağılmışlardı. Ben Âişe ile Ümmü Süleym’i gördüm. Eteklerini
toplamışlardı ve ayak bileklerindeki halhallar görünüyordu. Onlar seke seke
omuzlarında kırbalarla su taşıyorlar ve mücahitlere su içiriyorlardı. Sonra
dönüyor, kırbalarını doldurup tekrar mücahitlere su veriyorlardı.”[288]
Hendek Gazvesi
Zilkade 5/Mart 627 tarihinde gerçekleşmiştir.[289]
Yahudilerin organize ettiği savaşta Mekkelilerden ve çeşitli kabilelerden
oluşan on bin kişilik bir ordu kurulmuştu.[290]
Medine’de savunma yapan İslâm mücahitlerinin sayısı ise üç bin kişiydi.[291] Müslümanlar yaptıkları
istişareler neticesinde Selmân’ı Fârisî’nin tavsiyesi üzerine Medine’nin
etrafına hendek kazmaya karar vermişlerdi.[292]
Kazılan Hendek müşriklerin şehre girmesini engellemişti. Ancak Medine’de
bulunan Benî Kurayza yahudilerinin Mekkeli müşriklerle ittifak yaparak
müslümanlarla olan antlaşmalarını bozmaları sebebiyle müslümanlar çok zor
günler yaşadılar.[293] Yahudilerin bu
ihaneti sebebiyle şehirdeki kadınlar daha muhafazalı olan evlere
yerleştirildiler. Hz. Âişe bu süre zarfında Medine kalelerinin en sağlamı olan
Benî Hârise kalesinde idi. Hz. Âişe: “Bu bizim üzerimize örtünme emri nâzil
olmadan önceydi.” demiştir.[294] Benû Kureyza yahudileri Hz.
Peygamber’in hanımlarının burada olduğunu bildiği için kaleye saldırdılar.
Fakat kaleye tırmanan kişinin Safiyye bint Abdülmuttalib tarafından öldürülmesi
üzerine yanlarında korumalar olduğunu düşünerek bu niyetlerinden vazgeçtiler.[295] Müşrik ordusu Medine’yi on
beş gün muhasara ettikten sonra herhangi bir başarı gösteremeden geri
dönmüştür.[296]
Bu gazvenin
hemen devamında gerçekleşen Benû Kurayza Gazvesi’nin başlangıcını ise Hz. Âişe
şöyle anlatmıştır: “Rasûlullah Ahzâb Gazvesi’nden ayrılır ayrılmaz, banyoya
girdi. Bu esnada Cebrail gelerek: ‘Silahı bıraktınız mı? Biz henüz bırakmadık.
Kurayza oğullarına kalk.’ dedi.” Hz. Âişe: “Hâlâ gözümün önündedir, kapının
aralığından Cebrail’i görür gibiyim, başını toz kaplamıştı.” demiştir.[297]
Hz. Âişe bu gazvenin hemen sonrasında karşılaştığı ilginç bir
olayı da şöyle aktarmaktadır: “Kureyza oğullarından bir tek kadından başka
hiçbir kadın öldürülmedi. O kadın yanımda konuşuyordu ve kasıla kasıla
gülüyordu. Hâlbuki Rasûlullah kılıçla onların erkeklerini öldürüyordu. Derken
sahibini görmediğim bir ses: ‘Falanca kadın nerededir.’ diye seslendi. Kadın
da: ‘Benim ve buradayım.’ diye cevap verdi. Ben o kadına: ‘Bu halin nedir?’
dedim. O da: ‘Bir olaya karıştım, o yüzden aranmaktayım.’ dedi. Hemen götürülüp
boynu vuruldu. Ben o kadına olan şaşkınlığımı hâlâ unutamıyorum. Çünkü o
öldürüleceğini bildiği halde yine de gülüyordu. Bu kadın değirmen taşını Hallâd
b. Süveyd’in üzerine atıp onu şehit eden kadındı.[298]
Benî
Mustalik Gazvesi[299]
Şaban 6/Aralık
627[300] tarihinde Benî Mustalik
kabilesinin reisi olan Hâris b. Ebî Dırâr, kendi kavmi ve ikna edebildiği diğer
Arap kabileleriyle birlikte Hz. Peygamber’le savaşmak için at ve silâh tedarik
ederek yola çıktı.[301] Hz. Peygamber o yönden gelen
kervanlar sayesinde durumdan haberdar olunca,[302]
halkı yanına çağırarak onlara hazırlanmalarını emretti.[303]
Hz. Peygamber içerisinde otuz süvari[304]
olan yedi yüz kişilik bir orduyla Medine’den ayrıldı.[305]
Hz. Peygamber
yolculuk esnasında ilk olarak Halâik[306]
denilen mevkide bir mola verdi.[307] İslâm ordusu yoluna devam
edip Bek‘a’[308] denilen mevkide durdukları
zaman bir müşrik casusunu yakaladılar. Yakalanan casustan bilgi almak
istediler. Fakat casus inkâr yoluna giderek bilgisinin olmadığını söyledi. Hz.
Ömer onu öldürmekle tehdit edince casus, Benî Mustalik kabilesinden biri
olduğunu ve Hâris b. Ebî Dırâr’ın büyük bir toplulukla birlikte kendilerine
doğru geldiğini haber verdi. Kendisinin de müslümanların Medine’den ayrılıp
ayrılmadığını öğrenmek için gönderildiğini itiraf etti. Ömer b. Hattâb bu
haberi Hz. Peygamber’e getirdiğinde, Hz. Peygamber casusa İslâm’a girmesini
teklif etti. Fakat casus eğer kabilesi İslâm’ı kabul ederse kendisinin de
İslâm’ı kabul edeceğini aksi takdirde dinini değiştirmeyeceğini söyledi. Bunun
üzerine Hz. Ömer onu öldürmek için izin istedi. Hz. Peygamber bu izni verince
casus infaz edildi.[309]
Casusunun
öldürülmesi ve İslâm ordusunun yola çıktığı haberi Benî Mustalik kabilesine
ulaştığı zaman Hâris b. Ebî Dırâr ve beraberindekiler çok korktu. Benî Mustalik
kabilesinin anlaştığı kabilelerin tamamı bu haber üzerine onları terk etti.[310]
Bundan sonra
İslâm ordusu bir kuyu kenarındaki el-Müreysî‘ bölgesine ulaştı. Müreysî‘,
Kudeyd[311] yakınlarında bir yer olup[312] Benî Mustalik kabilesinin su
kaynaklarından biriydi.[313]
Müslümanlar
kuyunun yanında toplandılar ve savaş için son hazırlıklarını yaptılar. Hz.
Peygamber ashâbını saf şeklinde dizdi. Muhâcirlerin sancağını Hz. Ebû Bekir’e,
ensârın sancağını ise Sa‘d b. Ubâde’ye verdi.[314]
Hz. Peygamber
Hz. Ömer’e onları İslâm’a davet etmesini emretti. Hz. Ömer kendisine söyleneni
yaptı. Fakat Benî Mustalik kabilesi bunu reddetti.[315]
İlk olarak, savaşı başlatan oku onlardan biri attı. Karşılıklı olarak bir
müddet ok atıldıktan sonra Hz. Peygamber müslümanlara saldırı emri verdi. Saf
sistemiyle savaşan müslümanlar, hep birlikte düşman üzerine hücum ettiler.[316] Kısa bir süre içinde Benî
Mustalik kabilesinden on kişi öldürüldü ve kaçamayan bütün kabile mensupları
esir edildi. müslümanlar erkek, kadın ve çocuklardan çok sayıda esir aldılar.
Ayrıca büyükbaş ve küçükbaş birçok hayvan ganimet olarak alındı.[317] Müslümanlardan sadece bir
kişi yanlışlıkla, bir müslüman tarafından öldürüldü.[318]
Bu savaşa
katılmış olan İbn Ömer’den gelen başka bir rivayette ise, İslâm ordusunun, Benî
Mustalik kabilesine hayvanlarını suladıkları sırada baskın yaptığı
bildirilmektedir.[319]
Bazı
kaynaklarda ani baskın yapıldığını belirten rivayetin daha doğru olduğu ifade
edilirken[320] bazılarında ise “düşmanın
önce İslâm’a davet edildiği” rivayetinin daha doğru olduğu belirtilmektedir.[321] Nitekim Mevlânâ Şiblî (ö.
1333/1914), ani baskın yapıldığı yolundaki rivayeti Buhârî ve Müslim’de
geçmesine rağmen senedinin munkatı‘[322]
olduğu gerekçesiyle kabul etmemektedir.[323]
Fakat müslümanlardan sadece bir kişinin yanlışlıkla öldürülmesi[324] [325]
baskın yapıldığı 323
yolundaki rivayetleri güçlendırmektedır.
Benî Mustalik Gazvesi’ndeki Nifak Hareketleri
Bu gazve
esnasında İslâm ordusunun içerisinde daha önce hiçbir savaşta olmadığı kadar
münafık bulunmaktaydı. Bu insanların niyeti Allah yolunda savaşmak olmayıp
gerçek niyetleri dünyalık bir şeyler elde etmekti. Sefer yapılacak yerin yakın
olması onları bu konuda daha da isteklendirdi.[326]
Münafıklar ellerine geçen her fırsatı Hz. Peygamber’in aleyhine kullanmaya
çalışıyorlardı. Münafıkların ilk arabozuculuk faaliyetleri, savaşın hemen
bitiminde su sebebiyle çıkan bir kavgayı büyütmeye çalışmak şeklinde olmuştur.
Savaş
bittikten sonra müslümanlar suyu az olan Müreysi‘ kuyusunun başında
kendilerinin ve hayvanlarının su ihtiyacını gidermek için toplanmışlardı. Benî
Sâlim[327] kabilesinin müttefiki olan
Sinân b. Veber el-Cühenî, Benî Sâlim kabilesinden bir genç ile birlikte su
çekmek için kuyunun başına geldi. Hz. Ömer’in yardımcılığını yapan Cehcâh b.
Saîd el-Gıfârî de[328] su çekmek için kuyunun yanına
geldi. Sinân ve Cehcâh su çekmek için kovalarını kuyuya sarkıttıklarında iki
kova birbirine dolandı ve kuyudan yalnız Sinân’ın kovası çıktı. İkisi de
kovanın kendisine ait olduğunu iddia ederek tartışmaya başladılar. Tartışma
büyüdü ve Cehcâh, Sinân’a vurarak yaralanmasına sebep oldu. Bunun üzerine Sinân
ensârı yardıma çağırdı. Cehcâh da muhâcirleri yardıma çağırınca ortalık karıştı
ve silâhlar kınından çekildi. Fakat muhâcirlerin büyükleri olaya el atarak
Sinân’dan hakkını terk etmesini rica 327 ettiler. Sinân hakkından vazgeçince ortalık yatıştı.[329]
Abdullah b.
Übey[330] [331]
bu olay meydana geldiği sırada bazı münafıkların da bulunduğu bir grubun içinde
oturuyordu. Bu grubun içinde henüz çocuk 329 denilebilecek yaşta olan Zeyd b. Erkam da
bulunuyordu.
Abdullah b.
Übey’e, Sinân ve Cehcâh’ın durumları ulaşınca oldukça sinirlendi ve: “Vallahi!
Ben böyle bir rezalet görmedim. Ben bu durumu zaten istemiyordum. Fakat kavmim
bana karşı geldi. Biz kendi beldemizde hiç kimseye muhtaç olmayacak kadar büyük
bir topluluktuk. Fakat Kureyş’in Celâbîbleri[332]
bize galip geldiler. Onlarla bizim durumumuz eskilerin söylediği: ‘Semirt
köpeğini, yesin seni.’ sözü gibidir. Andolsun! Eğer Medine’ye dönersek, üstün
olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır.” [333]
dedi.[334]
Daha sonra
kavminden bir topluluğa dönerek: “Bunu kendinize siz yaptınız. Onları beldenize
ve evlerinize soktunuz, mallarınıza ortak ettiniz ve sonunda zengin oldular.
Fakat bunu yapmasaydınız başka bir beldeye gideceklerdi. Sizler onların 333 uğrunda savaşıp
evlatlarınızı yetim bıraktınız ve azaldınız, onlar ise çoğaldı.[335] Muhammed’in
yanındakilere hiçbir şey vermeyin, böylelikle onun etrafından dağılsınlar.”
demiştir.[336]
Abdullah b.
Übey’in bu sözlerini işiten Zeyd b. Erkam Hz. Peygamber’e gelerek Abdullah b.
Übey’in sözlerini haber verdi.[337] Hz. Peygamber bu durumdan
hoşlanmadı ve yüzünün rengi değişti. Çünkü Abdullah b. Übey’in söylediği bu
sözler etrafa yayılmadan küçük bir grubun içinde kalacak ve kimse bu sözleri
duymayacaktı. Zaten Abdullah bu söylediklerini yapacak durumda değildi. Fakat Zeyd’in
bu durumu Hz. Peygamber’e bildirmesiyle kısa bir süre içerisinde bu söz askerin
arasında yayıldı. Artık herkes bunu konuşuyordu.[338]
Tam bu sırada Zeyd’in kendisini şikâyet ettiğini duyan Abdullah b. Übey ve
beraberindekiler Hz. Peygamber’e gelerek Abdullah’ın böyle bir şey
söylemediğine yemin ettiler. Rasûlullah da şahidi bulunmayan Zeyd’i haksız
buldu.[339] Gerçi Hz. Peygamber de
Zeyd’in haklı olduğunu biliyordu. Fakat o an için yapılması en uygun olan şey
bu konuyu burada kapatmaktı. Çünkü kavmi içinde önemli bir mevkiye sahip olan
Abdullah b. Übey’i cezalandırmak ters bir tepkiye yol açabilirdi.
Hz. Peygamber
Hz. Ömer’den insanların yolculuk için hazırlanmalarını ilan etmesini istedi.[340] Hz. Peygamber devesi Kasvâ’ya
binene kadar sahâbe hiçbir şey anlamadı. Henüz hava çok sıcaktı ve Rasûlullah
hava serinleyene dek yola çıkmazdı.[341]
Hz.
Peygamber’i ilk olarak Üseyd b. Hudayr karşıladı. Hz. Peygamber’e selâm verip,
niçin bu saatte hareket ettiğini sordu. Hz. Peygamber: “Arkadaşının haberi sana
ulaşmadı mı?” şeklinde mukabele edip, İbn Übey’in söylediklerini Üseyd b.
Hudayr’a nakletti. Bunun üzerine Üseyd b. Hudayr: “Dilersen onu Medine’den
çıkarırsın. Sen azizsin, o ise zelildir. Ya Rasûlallah! Ona merhamet et.
Muhakkak Allah onu senin yoluna getirecektir. Sen gelmeden önce halkımız ona
krallık tacı hazırlıyordu. Onu başlarına kral yapacaklardı. Fakat Allah seni
bize gönderince durum değişti. Senin onun hakkı olan krallığı ondan aldığını
düşünüyor.”[342] dedi.
Hz. Peygamber
bütün gün ve gece hiç mola vermeden yolculuğa devam etti. Kırbacıyla hayvanını
dürtüyor, hayvanını acele gitmesi için zorluyordu. Hiç kimse namaz kılmak veya
acil bir ihtiyacını gidermek haricinde hayvanından inemiyordu. Sonunda sabah
oldu fakat Rasûlullah güneş yükselene kadar yolculuğa devam etti.[343]
Hz. Peygamber
insanları böyle yorucu bir yolculuğa İbn Übey’in sözleri hakkında konuşmamaları
için sevk etmişti. Nitekim ordu mola vermek için durduğu anda herkes kendisini
derin bir uykuda buldu.[344]
Ordu tekrar
yolculuğa başladıktan bir müddet sonra İbn Übey hakkında Münâfikûn sûresinin
ilgili âyetleri[345] indirildi.[346] Kendisini yalanlayan bir
vahiy indiği için müslümanlar, Abdullah b. Übey’e selâm vermemeye başladılar.
Bir söz söylediğinde kimse onu dikkate almıyordu. Müslümanlar tarafından
tersleniyor, azarlanıyordu.[347] O derece itibarı azalmıştı ki
artık oğlu bile kendisine karşı tavır almıştı. Hatta Medine’ye dönüşte
babasının[348] [349]
önüne geçerek Rasûlullah izin verene dek onu şehre sokmamıştı.
İslâm ordusu
geri dönerken en-Nakî’ bölgesinin üst tarafındaki Bek‘a’[350]
kuyusunun yanında insanlara zorluk çıkaran şiddetli bir rüzgâr estiği ve
bu sebeple müslümanların korktuğu[351]
rivayet edilir. Hz. Peygamber onlara korkmalarına gerek olmadığını, bu rüzgârın
büyük bir kâfirin ölümü sebebiyle estiğini haber vermiştir. Müslümanlar
Medine’ye döndüklerinde Rifâ‘a b. Zeyd b. et-Tâbût’un öldüğü haberini aldılar.
Bu kişi Benî Kaynukâ‘ yahudilerinden biri olup münafıklara yardım ediyordu.[352]
Ubâde b.
Sâbit, Abdullah b. Übey’e Rifâ‘a b. Zeyd b. et-Tâbût’un öldüğünü Hz. Peygamber’in
haber verdiğini söyleyince Abdullah üzüntü içinde dizlerinin üzerine
çökekalmıştı.[353] Münafıklar açısından işler
yolunda gitmiyordu. Hem sevdikleri bir müttefiklerini kaybetmişlerdi, hem de
inen âyetlerle birlikte elebaşları olan Abdullah b. Übey halk arasındaki
itibarını iyice kaybetmişti. Fakat münafıklar hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar ve
içlerindeki kini her fırsatta ortaya döküyorlardı.
İfk,
kaynaklarda Hz. Âişe’ye iftira edilmesi olayına verilen isimdir. Asıl ve
esasından çevrilmiş, gerçeği değiştirilmiş söz demektir.[354]
Kişiye ansızın ulaşıncaya kadar, kendisinin bile hiç hissetmediği bir bühtan
olduğu da söylenmiştir.[355]
Kaynakların
ittifakla bildirdiğine göre İfk Olayı Benî Mustalik Gazvesi’nin dönüşünde
meydana gelmiştir.353 [356] Bunun tek istisnası
Abdülvâhid b. Hamza’dan gelen bir rivayettir. Bu rivayette İfk Olayı’nın Kaza
Umresi sırasında meydana geldiği bildirilmektedir.[357]
Hz. Peygamber
Benî Mustalik Gazvesi’ne Hz. Âişe ile birlikte çıkmıştı.[358]
Bazı kaynaklarda Benî Mustalik Gazvesi’nde Hz. Peygamber’in yanında Hz.
Âişe ile birlikte Hz. Ümmü Seleme’nin de olduğu ifade edilir.[359] Bu gazve hicâb âyetinin
inmesinden sonra meydana gelmişti.[360]
Bu gazve
esnasında Hz. Peygamber, hanımlarının yolculuğu ile iki kişiyi
görevlendirmişti. Bunlardan biri Rasûlullah’ın kölesi Ebû Mevhibe’ydi.[361]
Hz. Âişe veya
Hz. Ümmü Seleme hevdece oturduğu zaman hevdeci kaldırıp devenin üzerine koyuyorlardı.
Daha sonra iplerle hevdeci sıkıca bağlayıp, devenin yularını alarak
götürüyorlardı.[362]
Hz.
Peygamber’in hanımları karargâhın kenarında ikamet ediyorlardı ve oraya hiç
kimse yaklaştırılmıyordu. Rasûlullah bazen Hz. Âişe’nin, bazen Hz. Ümmü
Seleme’nin yanına geliyordu.[363]
Ordu Medine’ye
yaklaştığında Rasûlullah bir yerde[364]
mola verdi ve gece olunca insanlara hareket etmeleri için emir verdi. Hz. Âişe
bir ihtiyacı için hevdecinden çıkmış ve karargâhtan uzaklaşmıştı.[365]
Hz. Âişe’nin
boynunda Rasûlullah ile evlendiği zaman annesinin taktığı bir gerdanlık vardı.[366] Hz. Âişe ihtiyacını giderip
karargâha geri döndüğünde boynundaki kolyenin düştüğünü fark etti. Daha önceden
gitmiş olduğu yerlerden dönerek gerdanlığı aramaya başladı. Bu sırada ordu
hareket etmiş, çevrede sadece birkaç deve kalmıştı. Hz. Âişe orada bir ay kalsa
dahi yardımcılarının onu almadan gitmeyeceğini düşünüyordu. Hz. Âişe uzun bir
aramadan sonra gerdanlığı bulmayı başarmıştı. Fakat yardımcıları Hz. Âişe’nin
hevdecin içinde olduğunu zannederek, hevdeci deveye yüklemişler ve yolculuğa
başlamışlardı.364 [367] Hz. Âişe karargâha geri
döndüğünde orada hiç kimsenin kalmadığını gördü. Kendisinin yokluğunu fark
edince nasıl olsa dönerler deyip elbisesine bürünüp oraya uzandı.[368]
Ordunun
artçılığını yapan, yani askeri geriden takip ederek unutulan eşyaları vs. alan[369] Safvân b. Mu‘attal es-Sülemî[370] sabaha yakın Hz. Âişe’yi fark
etti. Hicâb âyetinin nâzil olmasından önce Hz. Âişe’yi görmüş olduğu için onu
tanıdı. Safvân b. Mu‘attal es-Sülemî orada olduğunu duyurmak için istircâ‘[371] çekti. Hz. Âişe onu fark
edince hemen yüzünü örtmüştü. Hz. Âişe, Safvân b. Mu‘attal’dan istirca‘dan
başka hiçbir söz işitmedi.[372] Hemen Safvân devesini
çöktürüp Hz. Âişe’ye sırtını döndü. Hz. Âişe deveye bindikten sonra hızlı bir
şekilde askerlere yetişmek için yolculuğa başladılar. Karargâha vardıklarında
öğleye yakındı. İşte tam bu sırada karargâhta bir uğultu koptu. Başlarını
Abdullah b. Übey’in çektiği bir grup Hz. Âişe hakkında iftira tohumlarını
ekmeye başladılar. Fakat Hz. Âişe bu olup bitenlerden haberdar değildi.[373]
Abdullah b.
Übey iftiranın ilk tohumlarını burada atmıştı. Abdullah b. Übey, Hz. Âişe’nin
Safvân b. Mu‘attal’ın devesi üzerinde geldiğini görünce yanındakilere
gelenlerin kimler olduğunu sordu. Bunların Hz. Âişe ve Safvân b. Mu‘attal
olduğunu öğrenince: “Vallahi! Ne o ondan, ne de o diğerinden kurtulur.
Peygamberinizin ailesi, bir adamla gecelemiş, sonra da devesinin yularından
tutup yanınıza gelmiş.” dedi.[374]
Abdullah b.
Übey’in şöyle dediği de iddia edilmiştir: “Safvân güzel ve genç olduğuna göre,
Âişe elbette onu Peygamber’e tercih eder.”[375]
Fakat şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki bazı müsteşrikler kendi söylemek
istedikleri şeyleri tarihi şahsiyetlere söylettirerek hiç ahlâkî olmayan bir
yolla okuyucunun kafasında soru işaretleri bırakmak istemişlerdir. Baktığımız
onlarca kaynak arasında buna uzaktan yakından benzeyen bir rivayet görmedik.
Aynı zihniyette olan bazı yazarlar da bu bilgiyi esas alarak Safvân b.
Mu‘attal’ın yakışıklı olduğunu eserlerinde kaydetmiş bulunmaktalar.[376] Hatta ne acıdır ki aynı
hataya müslüman yazarlar da düşmüştür.[377]
Bu yolla tarihî gerçeklerle uzaktan yakından alakası olmayan bir bilgi
kaynaklara sokulmuş olmaktadır.
İslâm ordusu
Medine’ye döndüğü sıralarda Hz. Âişe ağır bir hastalığa yakalandı. Hz. Âişe olup
bitenlerden haberdar değildi. Hz. Peygamber’in ve Hz. Âişe’nin anne ve
babasının kulağına bu dedikodular ulaşmıştı. Hiç kimse Hz. Âişe’ye bu konuyla
ilgili bir şey söylemiyordu. Fakat eskiden hastalandığında Hz. Peygamber
kendisine gösterdiği şefkati artık göstermiyordu. Rasûlullah, Hz. Âişe’nin
yanına girip selâm veriyor ve sadece: “Nasılsınız?” diyordu. Hz. Âişe bunun
kendi hatası olduğunu düşünmüş ve Rasûlullah’ın kendisine küstüğünü sanmıştı.[378]
dönem Arap
toplumunda evlerde tuvalet yoktu. Özellikle kadınlar, tuvalet ihtiyaçlarını,
gece şehirdeki boş arazilere giderek görüyorlardı. Bir gece Hz. Âişe tuvalet
ihtiyacı için Ümmü Mistah[379] ile beraber giderken, Ümmü
Mistah muhtemelen fazla uzun olan elbisesine takılarak tökezledi ve gayri
ihtiyari bir şekilde Allah Mistah’ı[380]
kahretsin dedi. Hz. Âişe: “Bedir Gazvesi’ne katılan bir adam için ne kötü şey
söyledin.” dedi. Bunun üzerine Ümmü Mistah Hz. Âişe’ye kendisi hakkında
söylenen sözleri haber verdi.[381] Hz. Âişe’ye hakkındaki
dedikoduları haber verenin ensârdan bir kadın olduğu da rivayet edilir.[382]
Bu duydukları
Hz. Âişe’ye çok ağır gelmişti, öyle ki tuvalet ihtiyacı için çıkmasına rağmen
oraya gidecek gücü kendinde bulamadı ve geri döndüler.[383]
Hz. Âişe’nin hastalığının üzerinden yirmi küsur gün geçmişti. Hastalığı
azalmaya başlamıştı. Fakat bu haberden sonra Hz. Âişe’nin hastalığı tekrar
artmaya başladı. Gece gündüz sürekli ağlıyordu. Öyle ki ciğerlerinin
parçalanacağını zannetmeye başlamıştı. Hz. Âişe bu olaydan sonra Hz.
Peygamber’den izin alarak ailesinin yanına gitti.[384]
Olayın ayrıntılarını onlardan öğrenmek istiyordu. Hz. Âişe evine gelir gelmez,
annesine veryansın ederek, niçin insanların söylediklerini kendisine haber
vermediğini sordu. Bunun üzerine annesi, Hz. Âişe’ye bu duruma sabır
göstermesini, yanında kumaları olan, kocası kendisini seven güzel ve genç bir
kadın hakkında bu tür söylentilerin olmasının doğal olduğunu dile getirdi. Hz.
Âişe bu duruma fazlasıyla üzülmüştü, bütün geceyi uyumadan ve ağlayarak
geçirdi.[385]
Dedikoduların
bir hayli çoğalması üzerine Hz. Peygamber kararsızlığa düşerek Hz. Ali ve Üsâme
b. Zeyd’i çağırarak onlarla istişare etti. Üsâme b. Zeyd söylenenlerin yalan
olduğunu ve Hz. Âişe’de iyilikten başka bir şeyi bilmediğini söyledi. Hz. Ali
ise: “Ya Rasûlallah! Allah sana bu hususta bir sınırlama koymamıştır. Onu boşa
ve başka bir kadınla nikâhlan. Fakat Âişe’nin cariyesine sor, o sana doğruyu
söyler.” dedi. [386] [387]
Uzun bir süre
vahyin inmemiş olması gerçekten büyük bir sıkıntıyı beraberinde getirmişti.
Şimdi bir an için vahyin gelmediğini düşünelim. Hz. Âişe’nin suçsuz olduğu
kesin bir şekilde ispatlanabilir miydi? İki kişi arasında cereyan eden bir olay
ve bu iki kişi sanık mevkiindeydiler. O halde başka şahit de olmadığına göre
vahiyle hakikat bildirilmese Hz. Âişe ve Safvân b. Mu‘attal’ın suçsuzluğuna
birçok insan inanmayacaktı. Bu durumda Hz. Peygamber sürekli bir sıkıntının,
kuşkunun içinde kalacaktı. İşte bu sebeple Hz. Ali, Hz. Âişe’yi sevmediğinden
değil Hz. Peygamber’in üzülmesine dayanamadığı için ona Hz. Âişe’yi boşamasını
tavsiye etti. Aşağıda ayrıntılı bir şekilde göreceğimiz gibi Hz. Peygamber’e
vahiy inmeye başladığı sırada Hz. Âişe’nin ifadesiyle anne ve babası
söylenenleri doğrulayacak bir vahyin gelmesinden oldukça korkmuşlardı. Öyle ki
neredeyse korkudan öleceklerdi. Söylenilen bu sözler anne ve babasının
psikolojisini dahi bu denli etkilemişken Rasûlullah’ın damadının bu
söylenilenlerden etkilenerek böyle bir tavsiyede bulunması düşmanca bir tavır
olarak değerlendirilmemelidir.
Fakat hangi
niyetle söylemiş olursa olsun, Hz. Ali’nin yaklaşımı doğru bir yaklaşım
değildi. Çünkü Hz. Peygamber’in eşini boşamasıyla problem halledilmeyecekti.
Daha sonra iffetli bir müslüman kadının başına aynı şey geldiğinde kocası Hz.
Peygamber’i örnek alarak eşini boşayacaktı. Bu kötü bir r.385 sünnet olmaz mıydı?
Bu iki
istişareden sonra Hz. Peygamber, Berîre’yi[388]
çağırarak Hz. Âişe hakkında ne düşündüğünü sordu. Berîre, Hz. Âişe’nin altından
daha değerli olduğunu, onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmediğini, eğer
bu söylenenler gerçek ise Allah’ın bunu kendisine haber vereceğini söyledi.
Ardından genç bir kız olan Hz. Âişe’nin tek kusurunun hamur yoğurduktan sonra
yattığını ve evin keçisinin gelerek hamuru yediğini, bu sebeple kendisini
birçok kez kınadığını söyledi.[389]
Bazı
rivayetlerde Berîre geldiği zaman Hz. Ali’nin kalkarak ona sert bir tokat
vurduğu[390] ve Rasûlullah’a, doğru söyle
dediği rivayet edilir.[391]
Daha sonra Hz.
Peygamber Hz. Zeyneb bint Cahş’ı çağırarak onun da görüşünü dinledi. Hz.
Zeyneb, Rasûlullah’ın hanımları içinde Hz. Âişe’ye denk sayılabilecek tek
hanımı idi. Bu yüzden Hz. Âişe, Hz. Zeyneb’in rekabet sebebiyle kendisini
kötülemesinden korkmuştu. Hz. Zeyneb: “Görmediğimi gördüm demekten gözlerimi,
duymadığımı duydum demekten kulaklarımı koruyorum. Onun hakkında hayırdan başka
bir şey bilmiyorum.” dedi.[392]
Sonra Hz.
Peygamber, Ümmü Eymen ile istişare etti. Ümmü Eymen de Hz. Zeyneb’in söylediği
gibi: “Görmediğimi gördüm demekten gözlerimi, duymadığımı duydum demekten
kulaklarımı koruyorum. Onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum.” dedi.[393]
Bazı
kaynaklarda: “Rasûlullah gerçeği haber verecek olan vahyin de gecikmesi ile
oldukça sıkılmıştı. Zamanının çoğunu evinde geçiriyordu. Bu durumu ashâbına
danıştı. Hz. Ömer yanına gelerek: ‘Ya Rasûlallah! Allah senin bedenine pis
sinekleri kondurmazken, bedenini böyle pisliklerden koruyorken, nasıl olur da
aileni böyle kötü bir işten korumaz.’ dedi. Hz. Osman ise: ‘Gölgeni insanlar
basmasın veya pisliklerin üzerine düşmesin diye yere düşürmeyen Allah, nasıl
olur da ailenin ırzını insanların kirletmesine izin verir.’ dedi. Sonra Hz. Ali
gelerek: ‘Ya Rasûlallah! Hatırlıyor musun? Sen bize namaz kıldırırken Cebrail
sana gelerek terliklerinin pis olduğunu onları çıkartman gerektiğini
bildirmişti. Terliğindeki pislik sana bildirildiği, onları çıkartman gerektiği
sana emredildiği halde nasıl olur da ailene bir pislik bulaşıp da onu çıkartman
sana emredilmesin.’ dedi. Daha sonra Hz. Ali oldukça üzgün olan Hz. Peygamber’e
ailesini boşamasını önerdi.”[394] şeklinde bir rivayet
bulunmakla birlikte ilk dönem kaynaklarında geçmeyen bu rivayete şüpheyle
yaklaşmak gerektiğini düşünüyoruz.
Hz. Peygamber
bütün bu istişarelerden sonra minbere çıkarak: “Bana ve aileme eziyet eden bu
kimselerden beni kim kurtarır? Vallahi! Öyle bir adama iftira ediyorlar ki
bugüne kadar onda hayırdan başka bir şey görmedim. Benimle birlikte olması
müstesna hiç evime girmedi.” dedi.[395]
Bazı kaynaklarda Hz. Peygamber’in bu konuşmayı istişareleri yapmadan önce
yaptığı kaydedilir.[396]
Bunun üzerine
Üseyd b. Hudayr[397] ayağa kalkarak: “Ya Rasûlallah!
Eğer bu kişi Evs kabilesinden ise biz ona kâfi geliriz. Eğer kardeşlerimiz
Hazrec kabilesinden ise emret gereğini yerine getirelim. Vallahi, bu insanların
boyunlarının vurulması haktır!” dedi. Bunun üzerine Sa‘d b. Ubâde kabile
asabiyetinin verdiği öfkeyle ayağa kalkarak: “Vallahi, yalan söylüyorsun, senin
onu (Abdullah b. Übey b. Selûl) öldürmeye gücün yetmez. Eğer bu iftiracıların
kendi kabilenden olduğunu bilsen bunu söylemezdin, ancak biliyorsun ki onlar
Hazrec’tendir.” dedi. Üseyd b. Hudayr ayağa kalkarak: “Vallahi, sen yalan
söylüyorsun. Sen münafıksın ki onlar adına hareket ediyorsun.” dedi. Bu
konuşmalardan sonra iki kabile üyeleri arasında sesler yükselmeye başladı.
Rasûlullah minberden aşağı inip onları sakinleştirdi.[398]
Bu sırada Hâris b. Hazme kılıcını kuşanmış olarak atının üzerinde geldi ve: “O
münafığın başını koparayım.” dedi. Fakat Üseyd b. Hudayr, kılıcını bırakmasını
Rasûlullah’ın izni olmadan bunun yapılamayacağını, şayet Rasûlullah’ın böyle
bir şeyi istediğini bilseler kendilerinin ondan önce bunu yapacağını ifade
etti.[399]
Dedikoduların
ortaya çıkmasının üzerinden bir ay[400]
geçmesine rağmen durumu aydınlatan bir vahiy hâlâ inmemişti. Hz. Peygamber, Hz.
Âişe’nin yanında anne, babası ve ensârdan bir kadın da varken gelerek oturdu
ve: “Ya Âişe! Bana senin hakkında bazı şeyler ulaştı. Eğer bu söylenenlerden
uzaksan, Allah senin masumiyetini ortaya koyacaktır. Fakat insanların söylediği
böyle bir günaha bulaşmış isen Allah’a tövbe et, çünkü kul günahını itiraf eder
ve tövbe ederse, Allah onun tövbesini kabul eder.” dedi. Hz. Peygamber sözünü
bitirdiğinde Hz. Âişe’nin hüznü o derece arttı ki göz pınarları kurumuştu. Hz.
Âişe babasına dönerek Rasûlullah’a karşılık vermesini istedi, fakat Hz. Ebû
Bekir: “Rasûlullah’a ne cevap vereceğimi bilemiyorum.” dedi. Bunun üzerine Hz.
Âişe, annesine dönerek Rasûlullah’a karşılık vermesini istedi. Annesi de, Hz.
Ebû Bekir’in verdiği cevabı verdi. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Muhakkak siz
söylenen sözlerin etkisi altında kalmış durumdasınız, eğer ben bu söylenenlerle
hiçbir alakam yok desem bana inanmazsınız; fakat Allah biliyor ben bu
söylenenlerden uzak olduğum halde, söylenen şeyi yaptım desem, beni tasdik
edersiniz. Vallahi, size bu hususta verebileceğim tek örnek, Yûsuf’un babasının
söyledikleridir: ‘Bilakis nefisleriniz size (kötü) bir işi güzel gösterdi.
Artık (bana düşen) hakkıyla sabretmektir. Anlattığınız karşısında (bana) yardım
edecek olan, ancak Allah’tır.’[401] dedi. Hz. Âişe, bu duruma çok
fazla öfkelenmişti, yatağın üzerine biraz uzandı. Fakat Allah’ın, onun masumiyetini
ortaya çıkaracağına olan inancı tamdı.[402]
Bu olay Hz.
Ebû Bekir’i de çok fazla üzmüştü: “Vallahi! Araplar içinde Ebû Bekir ailesi
kadar sıkıntı çeken başka bir aile bilmiyorum. Böyle bir söylenti, bize Allah’a
ibadet etmediğimiz Câhiliye döneminde bile söylenmemişti.” dedi. Hz. Ebû Bekir
kızarak, Hz. Âişe’ye yöneldi. Hz. Âişe ise: “Vallahi, söylediğiniz bu şey
yüzünden Allah’a tövbe etmeyeceğim.” dedi.[403]
Hz. Âişe
Allah’ın kendisini bu sıkıntılardan kurtaracağını biliyordu. Rasûlullah’ın bir
rüya görmesini veya kendisine Allah’ın bir şekilde masumiyetini haber
vereceğini umuyordu. Fakat namazlarda okunacak olan bir Kur’ân âyeti ile bu
sıkıntıdan kurtarılacağını tahmin etmiyordu.[404]
Bu
konuşmaların hemen sonrasında Hz. Peygamber’i vahiy hali kapladı. Hz. Peygamber
elbisesiyle yüzünü kapattı. Hemen Rasûlullah’ın başının altına deriden bir
yastık kondu. Hz. Âişe masumiyetini ortaya çıkaracak bir vahiy ineceğini
düşünerek seviniyordu. Fakat anne ve babası insanların söylediği şeyleri
doğrulayan bir vahyin gelmesinden oldukça korkuyorlardı. Hz. Âişe’nin
ifadesiyle, neredeyse korkudan öleceklerdi. Hz. Peygamber’in vahiy hali
geçince, alnındaki ter damlalarını sildi ve gülerek: “Müjde, ey Âişe! Allah
masumiyetini ortaya çıkardı.” dedi. Hz. Ebû Bekir kalkarak kızının başını öptü.[405] Annesi Hz. Âişe’ye, kalkıp
Rasûlullah’a teşekkür etmesini söyledi. Fakat Hz. Âişe teşekkür etmeyeceğini,
yalnızca Allah’a şükür edeceğini söyledi.[406]
Hz. Ebû Bekir Rasûlullah’a böyle söylediği için kızını kınamıştı.[407]
Bu sırada Nûr
sûresinin ilgili âyetleri nâzil olmuştu.[408]
Hz. Peygamber derhal sevinçle insanların arasına çıktı. Minbere çıkıp Allah’a
layık olduğu şekilde şükretti ve Hz. Âişe’nin masumluğunu müjdeleyen âyetleri
okudu.[409]
Hz. Âişe ve
Safvân b. Mu‘attal’ın masumiyetini ortaya koyan âyetlerin nâzil olmasından
sonra bu iftirayı yayanlara kazf cezası uygulandı. Bazı rivayetlerde kazf
cezasının[410] Abdullah b. Übey, Mistah b.
Üsâse ve Hassân b. Sâbit’e uygulandığı belirtilmektedir.[411]
Bazılarında Mistah b. Üsâse, Hassân b. Sâbit ve Hamne bint Cahş’ın isimleri
verilir.[412] Bazı çalışmalarda Hassân b.
Sâbit’e kazf cezasının tatbik edilmediği iddia edilmektedir.[413] Bize göre kendilerine kazf
cezası uygulananlar Mistah b. Üsâse ve Hamne bint Cahş olmalıdır. İlerdeki
bölümlerde ayrıntılı bir şekilde göreceğimiz üzere Safvân b. Mu‘attal bu iftira
olayına karıştığı için Hassân’ı kılıçla ağır bir şekilde yaralamıştı. Bu
yaralanma olayı sebebiyle Hassân’a kazf cezası uygulanmış olamayacağını
düşünmekteyiz. Abdullah b. Übey’e gelince Vâkidî onun hakkında kendisine kazf
cezasının vurulmadığını belirten bir rivayetten sonra: “Bizce doğru olan da
budur.” der.[414] Vâkidî’nin tespiti bize göre
de doğru olmalıdır. Çünkü iki sebepten Abdullah b. Übey’e kazf cezasının
uygulanmaması gerekiyordu. İlki kazf, ancak itirafla veya bir delille sabit
olur. O ise iftira ettiğini itiraf etmedi. Ayrıca hiç kimse onun iftirada
bulunduğuna dair şahitlik etmedi. Abdullah b. Übey bunları açıkça konuşmayacak
kadar zeki bir insandı. O kendi gibi münafıklar arasında bu tür konuşmaları yapmıştı.[415] İkincisi kavmi içinde güçlü
bir konuma sahip olan Abdullah b. Übey’e kazf cezası uygulanması durumunda bu
durum çeşitli karışıklıklara sebep olabilirdi.[416]
İbn İshâk’tan aktarılan bir rivayette ise müslümanlardan biri
Hassân ve arkadaşlarına uygulanan kazf cezasıyla ilgili bir şiir söylemiştir.
Bu şiirde Hassân, Hamne ve Mistah’ın yaptıkları bu çirkin iftiradan ve
Rasûlullah’a verdikleri sıkıntılardan ötürü Allah’ın gazabını üzerlerine
çektiklerini ve böyle bir cezayı hak ettiklerini vurgulamıştır.[417]
Hz. Âişe’nin
masumiyetini ortaya çıkaran âyetler Nûr sûresinin 11-20. âyetleridir.[418] Kur’ân’da İfk Olayı’nın
özellikle psikolojik ve sosyolojik sebepleri üzerinde durulur. Tarihi
rivayetlerde gözden kaçan birçok noktayı Kur’ân ortaya koymuştur.
İfk Olayı
denilince akla sadece dört isim gelmektedir. Bu kişiler Abdullah b. Übey,
Mistah b. Üsâse, Hassân b. Sâbit ve Hamne bint Cahş’tır. Fakat Kur’ân’da İfk
Olayı’nı ortaya atan grup hakkında usbe[419]
tabiri kullanılmakta olup bu tabirin on ile kırk kişi arasındaki bir topluluk
hakkında kullanılması yaygındır.[420]
Bazı kaynaklarda bu olaya karışanların çoğunluğu Hazrec’den on sekizi aşkın
kişi olduğu rivayet edilir.[421] Ayrıca âyetlerde bunun bir
kötülük değil aksine bir hayır olduğu belirtilmektedir. Gerçekten çok büyük
sıkıntılar çekmelerine rağmen gelen bu vahiyle birlikte bütün müslümanlar ve
özellikle Hz. Âişe çok rahatlamıştır. Hz. Âişe kendisi hakkında inen bu
âyetlerle her zaman kıvanç duymuştur.[422]
Buna mukabil
Selighsohn, İfk Olayı’nın Hz. Âişe’yi Hz. Peygamber’in gözünden düşürdüğünü
söyler. Bu yazara göre Hz. Peygamber, Hz. Âişe’nin masumiyetini ortaya koyan
âyetleri kendi uydurmuştu. Fakat Hz. Peygamber’in kafasında bazı şüpheler
kaldığını bu sebeple daha sonraki seferlerde Hz. Âişe’yi yanına almadığını
ifade etmiştir.[423]
Bu yazarın
yorumunun isabetli olmadığını göstermek için şu rivayet yeterlidir. 8/629
tarihinde Amr b. Âs kumandasında gönderilen Zâtüsselâsil Seriyyesi’nin
dönüşünde Amr b. Âs ilk müslümanlardan birçoğunun başına komutan olarak
getirilmiş olmanın gururuyla Hz. Peygamber’in nazarında çok kıymetli biri
olduğunu düşünmüştü. Bu sebeple savaş dönüşünde Hz. Peygamber’e gelerek
insanlar içinde en sevdiği kişinin kim olduğunu sormuş, Hz. Peygamber de:
“Âişe” diye cevap vermişti. Bunun üzerine erkeklerden en sevdiği kişinin kim
olduğunu sormuş Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in de aralarında
bulunduğu birçok isim saymıştı. Amr b. Âs sıranın kendisine gelmeyeceğinden
korkarak sormaya devam etmekten vazgeçmişti.[424]
Bu rivayet Hz. Peygamber’in nazarında Hz. Âişe’nin ne kadar değerli olduğunu
İfk Olayı’nın onun kıymetinden hiçbir şey eksiltmediğini göstermek için
yeterlidir. Nitekim Caetani bu olaydan sonra Hz. Peygamber’in yanında Hz.
Âişe’nin kıymetinin daha da arttığını söylemektedir.[425]
İlgili
âyetlerde elebaşılık yapan kimseye büyük bir azabın dokunacağı
bildirilmektedir. Kaynaklarda bu elebaşının kim olduğu hususunda ihtilaf
vardır. Âyette geçen elebaşının Hassân b. Sâbit olduğunu söyleyenler olmuştur.[426] Âyette belirtilen büyük
azabın ise Hassân b. Sâbit’in kör olması olduğu bildirilmiştir.[427] Benzer şekilde
Sâ‘dî Çelebi (ö. 945/1539) de, Hassân’ın çolak kalmasının sebebinin Hz. Âişe’yi
övmek için yazdığı şiirinde “Eğer iddia etmiş olduğunuz şeyi söylemişsem elim
kırılsın”[428] şeklindeki bedduasının kabul
olması sebebiyledir, demiştir.[429] İbn Kesîr ve Bikâî (ö.
885/1480) ise Hassân hakkında bu şekilde görüşler belirtmenin yanlış olduğunu
çünkü Hassân’ın faziletleri ve menkıbeleri çok olan bir sahâbî olduğunu
belirtmişlerdir.[430]
Bize göre de
Hz. Peygamber’in onun hakkında: “Hassân, müminler ve münafıklar arasında bir
perdedir. O münafıkları sevmez, müminlere de buğzetmez.”[431]
buyurduğu bir kişinin bu olayın ele başı olarak böyle büyük bir azap tehdidinin
muhatabı olması mümkün değildir. Ya‘kûbî ise günahın büyüğünü üstlenenin Hamne
bint Cahş olduğunu bildirir.[432] Taberî ise bu kişilerin
Abdullah b. Übey, Mistah ve Hamne bint Cahş olduğunu kaydeder.[433] Fakat Abdullah b. Übey
haricindeki kişiler samimi birer müslümandı. Bu kişilerin bu olayda yer almalarının
sebebini ayrı bir başlık altında ileride inceleyeceğiz. Genel olarak kabul
edilen görüşe göre bu kişi Abdullah b. Übey’di. Geçen bölümlerde Abdullah b.
Übey’in su yüzünden çıkan kavgayı büyütmeye çalıştığına temas edilmişti.
Kendisi hakkında inen âyetlerle Abdullah b. Übey büyük bir itibar kaybı
yaşamıştı. Bu sebeple dikkatlerin başka bir yöne çekilmesi onun için büyük bir
rahatlama vesilesi olacaktı. Bu sebeple olayın elebaşılığını o üstlenmişti.
Nitekim İbn Hişâm bu kişinin Abdullah b. Übey olduğunu İbn İshâk’ın kesin bir
şekilde zikrettiğini beyan eder.[434]
Ayrıca Emevî halifelerinden Velîd b. Abdülmelik’in günahın büyüğünü üstlenen
kişinin Hz. Ali olduğunu iddia ettiğini kaynaklar haber vermektedir. Fakat
Zührî, Velîd b. Abdülmelik’e bu kişinin Abdullah b. Übey olduğunu kesin bir
şekilde bildirmiştir.[435] [436]
Nûr sûresinin
on ikinci âyetinin ise Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd hakkında nâzil olduğu
bildirilir. Buna göre, âyetlerin inmesinden evvel Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin
hanımı, Ebû Eyyûb’e: “Âişe hakkında söylenen sözleri işitmiyor musun?” demiş.
Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî: “Duyuyorum, fakat bunlar yalandır. Ya Ümmü
Eyyûb! Sen böyle bir şey yapar mısın?” diye sormuş. Ümmü Eyyûb’un: “Vallahi,
yapmam.” demesi üzerine o: “Âişe senden daha hayırlıdır.” şeklinde mukabelede bulunmuştur.
İslâm’ın güzel
bir prensibi de ilgili âyetlerden öğrenilmektedir. Kişi suçu ispatlanıncaya
kadar suçsuz hükmündedir. Kur’ân her hususta olduğu gibi burada da güzel bir
prensip ortaya koymuş, böyle bir iddiayı savunanların dört şahit getirmeleri
gerektiğini bildirmiştir. Zaten meydana gelen olay, şüphe celp edecek bir olay
da değildir. Zira müminlerin annesi Hz. Âişe, Safvân b. Mu‘attal’ın biniti
üzerinde öğle vakti, bütün ordunun gözleri önünde, Hz. Peygamber aralarında iken
gelmiştir. Şayet itham edildikleri kötülüğü yapmış olsalardı, herkesin gözü
önünde gelmezler gizlice gelirlerdi.[437]
Nûr sûresi on
dört ile yirmi birinci âyetler arasında Allah’ın merhameti olmasaydı, bu
iftiradan dolayı iftiracılara büyük bir azabın dokunacağı bildirilmektedir.
Âyette kastedilen ve tövbeleri kabul edilenlerin Hassân b. Sâbit, Mistah b.
Üsâse ve Hamne bint Cahş gibi müslümanlar olduğu, Abdullah b. Übey ve onun
gibilerin ise bu gruba dâhil olmadığı zikredilir.[438]
Nûr sûresi on
beşinci âyette ise iftiracıların bu olayı önemsiz görerek boş lafa daldıkları
bildirilmektedir. Bize göre olaya müslümanlar arasından ismi karışanların en
büyük yanılgılarını bu âyet ortaya koymaktadır. Bazı müslümanlar Hz. Âişe
hakkındaki dedikoduları önemsiz bir gıybet konusu gibi görerek, çeşitli
meclislerde dile getiriyorlardı. Kaynaklarda bir atıf bulunmamakla beraber bize
göre bu olayın yayılmasında Hz. Âişe’nin hastalığı da etkili olmuştur. Yukarıda
geçtiği gibi Hz. Âişe Medine’ye iner inmez ağır bir hastalığa yakalanmıştı.
Bazı insanlar Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’e ihanetinin cezası olarak böyle bir
hastalığa yakalandığını dile getirmiş olabilirler.
Münafıklar
olayı bilinçli bir şekilde organize ediyordu. Bu olay sayesinde Hz.
Peygamber’in ve müslümanların ne kadar büyük bir sıkıntıya maruz kalacaklarını
biliyorlardı. Saf mizaçlı bazı müslümanlar ise bu olaydan Hz. Peygamber’in ve
İslâm toplumunun ne derece büyük bir yara alacağını hesaba katmıyorlardı.
Nitekim bu b ir aylık süre Hz. Peygamber’in elini kolunu bağlamış ve hiçbir
icraat yapılamamıştır.
Hz. Âişe’nin
masumiyetini ortaya koyan âyetler indikten sonra Hz. Ebû Bekir, ihtiyaç sahibi
olan akrabası Mistah’a, Hz. Âişe’ye iftira edenler arasında olduğu için yardım
etmemek için yemin etti. Fakat bu hususla ilgili: “İçinizden faziletli ve
servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere
(mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler, bağışlasınlar; feragat
göstersinler. Allah’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok
bağışlayandır, çok merhametlidir.”[439]
âyeti inince bu yemininden vazgeçmiştir.[440]
Bununla birlikte Hz. Ebû Bekir’in, Mistah’ı hicveden bir şiir söylediği rivayet
edilmiştir.[441]
Abdullah b.
Abbas’ın, Hz. Âişe ile ilgili âyetleri tefsir ederken şöyle söylediği rivayet
edilir: “Allah Yûsuf’u Züleyha’nın ehlinden bir şahitle, Mûsâ’yı yahudilerin
sözlerinden bir taşla, Meryem’i oğlunun beşikte konuşmasıyla, Âişe’yi ise
Kur’ân ile haklarında söylenilenlerden beri etmiştir. Allah bunu muhakkak
Rasûlullah’ın mertebesinin yüceliğini ortaya çıkarmak için yapmıştır.”[442]
Zemahşerî de (ö. 538/1144) Hz. Âişe hakkında inen âyetlerle
ilgili şöyle demiştir: “Eğer Kur’ân’ı incelesen ve orada asilere vaat edilen
cezaları araştırsan, Yüce Allah’ın Hz. Âişe’ye yapılan iftiraya öfkelendiği
kadar hiçbir şeye öfkelenmediğini görürsün.”[443]
Yukarıda da
belirttiğimiz gibi İfk Olayı’na ismi karışanlar çoğunluğunu münafıkların
oluşturduğu bir topluluktur. Fakat dört kişinin ismi bu olayda öne çıkmaktadır.
Bunlar Abdullah b. Übey, Mistah b. Üsâse, Hassân b. Sâbit ve Hamne bint
Cahş’tır.
Bu olayın
elebaşılığını yürüten Abdullah b. Übey’in niçin böyle bir faaliyete giriştiği
bellidir. Geçen bölümlerde yer yer belirttiğimiz gibi Abdullah b. Übey, Hz.
Peygamber Medine’ye gelmeden önce Medine’nin kralı olmak üzereydi. Hz.
Peygamber’in Medine’ye gelmesiyle birlikte onun bu hayalleri suya düşmüştü.
Bunun tek sorumlusunun Hz. Peygamber olduğunu düşünen Abdullah b. Übey,
müslüman olmuş görünmesine rağmen içten içe her zaman Hz. Peygamber’e kin
besliyordu ve bu kinini her fırsatta ortaya döküyordu. İfk Olayı ona böyle bir
fırsatı vermişti.
Hassân b.
Sâbit’in ise niçin bu olayda Hz. Âişe’nin aleyhine konuştuğu kaynaklarda
zikredilmemektedir. Çağdaş siyer yazarlarından bazıları Hassân ile Safvân’ın
aralarının açık olduğunu Hassân’ın iftiracılarla birlikte hareket etmesinin
sebebinin bu dargınlık olduğunu belirtirler.[444]
Fakat ilk dönem kaynaklarında böyle bir bilgi yer almadığı için kesin bir şey
söylemek güçtür. Durum ne olursa olsun Hassân b. Sâbit daha sonra yaptıklarına
pişman olmuş ve Hz. Âişe’yi öven şiirler söylemiştir. Ayrıca bu şiirlerinde
kendisinin böyle bir şeyi söylemediğini sadece bazı dedikoducuların bunu
kendisine atfettiklerini iddia eder.[445]
Hz. Âişe, Hassân b. Sâbit’ten hep iyilikle bahsederdi. Bir gün Urve b.
Zübeyr’in, Hassân’a küfrettiğini işitince: “Ey oğulcuğum! Ona küfretme. Çünkü
o: ‘Benim, babamın ve babamın babasının namusu, Muhammed ve ailesi için bir
kalkandır.’ diyordu.”[446]
Bazı
rivayetlerde ise Hz. Âişe’nin az da olsa Hassân’a kırgın olduğu belirtilir. Bir
rivayette müslüman bir kadının Hz. Âişe’nin yanında Hassân b. Sâbit’in kızını
övdüğünü, Hz. Âişe’nin ise: “Fakat babası...” şeklinde üstü kapalı bir şekilde
Hassân’a kızdığını belirtir.[447] Benzer bir rivayette ise
Hassân b. Sâbit’in Hz. Âişe’yi bir şiirle övdüğü, fakat Hz. Âişe’nin: “Sen
böyle değilsin.” dediği rivayet edilmektedir. Hadisi rivayet eden Mesrûk, Hz.
Âişe’ye: “Niçin bu adamı evine sokuyorsun?” dediğinde Hz. Âişe: “O,
Rasûlullah’ı savunurdu.” şeklinde karşılık vermiştir.[448]
Mistah’ın bu
olaya karışmasının sebebi de ilk dönem kaynaklarında belirtilmemektedir. Çağdaş
siyer yazarlarından bazıları Hz. Ebû Bekir’in yardımlarıyla hayatını devam
ettiren Mistah’ın bir kişilik zafiyeti olabileceğini, Hz. Ebû Bekir’e duyduğu
haset sebebiyle böyle bir şey yapmış olabileceğini ifade ederler.[449]
Mistah
ilerleyen yaşlarında gözlerini kaybetmiştir. Bazıları bunu attığı iftiradan
dolayı dünyadayken uğradığı bir musibet olarak değerlendirmişlerdir.[450]
Hamne bint
Cahş ise Hz. Zeyneb’in kız kardeşidir. Rasûlullah’ın yanında kız kardeşi Hz.
Zeyneb’in konumunu yüceltmek için bu dedikoduların yayılmasında aracı olmuştur.[451] Fakat Hamne kendisi için
uğraştığı kız kardeşinden destek görememiş, Hz. Zeyneb Hz. Âişe hakkında
olumsuz hiçbir şey söylememiştir.[452]
Hz. Peygamber İfk Olayı’na ismi karışanlar hakkında Hz.
Âişe’ye: “Kıyamet gününde Allah Âişe’ye iftira edenlere, tüm mahşer halkının
gözü önünde seksener kamçı vurarak cezalandıracaktır. İçlerinden muhâcirlerin
bağışlanmasını Rabbi’mizden isteyeceğiz. Bunun için de ey Âişe senden izin
isteyeceğiz.” buyurmuştu. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Ya Rasûlallah! Seni hak ile
gönderene yemin ederim ki senin sevincin, bana benim sevincimden daha sevimli
ve değerlidir.” şeklinde karşılık vermişti.[453]
Safvân b. Mu‘attal’ın İfk Olayı’ndaki Tavrı
İfk Olayı
tamamıyla Hz. Âişe’nin üstüne kurulduğu için Hz. Âişe’yi özel bir bölümle
anlatmanın gereği yoktur. Fakat Safvân b. Mu‘attal’ın bu olaydaki tavrı
önemlidir.
Safvân b.
Mu‘attal kendisi hakkında böyle bir iftiranın olduğunu duyunca: “Sübhanallah!
Vallahi ben, daha hiçbir dişinin eteğini kaldırmış değilim.” demiştir.[454]
Kaynaklarda
Safvân b. Mu‘attal’ın bu olayda özel olarak Hassân b. Sâbit ile ilgilendiği
belirtilir. Hassân hem iftirayı atanlar arasında yer alıyordu; hem de bir
şiirinde Safvân b. Mu‘attal’a ve kabilesine[455]
hakaret etmişti.[456] Hassân b. Sâbit söylediği
şiirlerle müşrik oldukları için Kureyş kabilesini, Safvân’ı ve Mudar kabilesini
aşağılıyordu.[457]
Safvân,
beraber Medine’ye geldiği Cu‘ayl b. Surâka’ya, Hassân’ı attığı iftiradan dolayı
öldürmeyi teklif etti. Cu‘ayl bunu reddederek: “Rasûlullah’ın yapmamızı
emretmediği bir şeyi yapamam. Sakın sen de böyle bir şey yapma.” dedi.[458] Fakat Hassân’a çok kızan
Safvân b. Mu‘attal, kabilesinden bazı kimselerle birlikte otururken ona
kılıcıyla saldırdı[459] ve Hassân’ı başından
yaraladı.[460]
Safvân b.
Mu‘attal, Hassân’a vurduğu anda ensârdan Sâbit b. Kays b. Şemmâs onu yakaladı
ve elini arkasından bağladı. Safvân’ı ite kaka Benî Hârise b. Hazrec bölgesine
götürürlerken yolda Abdullah b. Revâha[461]
onlara rastladı. Yaptıkları bu işten Rasûlullah’ın haberdar olup olmadığını
sorduğunda, olmadığını söylediler. Abdullah b. Revâha yapılmaması gereken bir
işe cüret ettiklerini, Safvân’ı bırakmalarını söyledi. Akabinde Abdullah b. Revâha
onları durumu izah etmeleri için Rasûlullah’a götürdü. Hz. Peygamber’in
huzuruna vardıklarında olup bitenleri Rasûlullah’a haber verdiler. Bunun
üzerine Hz. Peygamber, Safvân b. Mu‘attal’a kızarak bunu niye yaptığını sordu.
Safvân, Hassân’ın kendisini sefihlikle hicvettiğini ve kendisine müslüman
olduğu için haset ettiğini söyledi. Bunun üzerine Rasûlullah, Hassân’a dönerek:
“İslâm üzere olan bir kavmi sefihlikle mi itham ediyorsun?” diyerek onu
azarladı. Hz. Peygamber, Hassân’dan, Safvân’ın bu hareketine iyilikle karşılık
vermesini istedi. Hassân da: “Ya Rasûlallah! Hakkım senin olsun.” diyerek
kısastan vazgeçti. Hz. Peygamber buna karşılık Hassân’a, Sîrîn isimli bir Kıpti
köle ve Ebû Talha tarafından tasadduk edilen bir bahçeyi verdi. Hassân’ın Abdurrahman
isimli oğlu, Sîrîn’den dünyaya gelmiştir.[462]
Ayrıca Sa‘d b. Ubâde’nin de, Hassân’a hakkından vazgeçtiği için bir bahçe ve
biraz da eşya verdiği rivayet edilmektedir.[463]
Bazı
kaynaklarda Safvân’ın vurduğu darbe sebebiyle Hassân’ın gözlerinin kör olduğu kaydedilir.[464] Hassân’ın bu darbe
neticesinde bir gözünün ve iki elinin sakatlandığı da rivayet edilir.[465] Fakat Hassân’ın kör olmasının
veya ellerinin çolak kalmasının bu darbe sebebiyle olmadığını düşünüyoruz.
Nitekim Hassân’ın bir elinin, işlevini önemli ölçüde yitirmesi bu olaydan önce
meydana gelmişti. Hassân’ın Hz. Peygamber ile birlikte savaşlara
katılamayışının sebebi de buydu. Gözlerinin kör olması ise Hz. Ömer zamanında
olmuştur.[466]
Daha sonra Safvân’ın, hasûr[467] olduğu anlaşılmıştır.[468] Safvân 19/640 tarihinde Ermenilerle yapılan savaşlarda şehit
olmuştur.[469]
3. 2. 4. İfk Olayı Hakkında Yapılan
Değerlendirmeler
Hz. Âişe
Kur’ân ile temize çıkarıldığı için müslümanların büyük bir kısmı İfk Olayı
hakkında konuşmaya lüzum görmemişlerdir. Fakat yukarıda da kısmen geçtiği gibi
müsteşrikler imalı bir şekilde bu olayı İslâm aleyhine kullanmaya
çalışmışlardır.
Çok eski tarihlerden beri İfk
Olayı İslâm düşmanları tarafından İslâm’a saldırmak için kullanılan bir malzemeolarak
görülmüştür. Bunun tespit edebildiğimiz ilk örneği Bakıllâni’nin Bizans
sarayına yaptığı bir elçilik görevi sırasında karşılaştığı bir soru şeklinde
olmuştur. Papazlardan bazıları imparatorlarının huzurunda Bâkıllânî’ye şu
soruyu sormuşlardı: “Peygamberinizin iftiraya uğrayan zevcesi Âişe’ye ne olmuştu?”
Bâkıllânî hiç duraksamadan onlara şu cevabı verdi: “Âişe ile Meryem iftiraya
uğradılar. Aziz ve Celil olan Allah onların suçsuzluklarını açıkladı. Âişe
kocası olan, ama çocuk doğurmayan bir kadındı. Meryem ise kocasız olduğu halde
bir çocuk doğurdu. Şu halde Âişe’nin Meryem’e nispetle daha suçsuz olması
gerekir. Ama her ikisi de kendilerine yapılan iftiralardan uzak ve suçsuz
kadınlardır. Fâsid bir zihne bu hususta bir kuşku gelecek olursa, yani Âişe’nin
suçlu olduğu ihtimali aklına gelecek olursa Meryem’in ona nispetle daha çok
kuşku uyandırması gerekir. Ama Allah’a hamd olsun ki her ikisi de semadan gelen
ilahi vahiy ile suçsuz ve temiz iki kadın olarak tanıtılmışlardır. Allah’ın
selâmı ikisinin de üzerine olsun.”[470]
Oryantalistlerin
İfk Olayı üzerinden İslâm’a saldırıları günümüze kadar aralıksız bir şekilde
devam etmiştir. Örneğin Juynboll: “Âişe hakkında ileri sürülen iddialar ister
tamamıyla bir iftira, isterse bir başka sebeple olsun ateş olmayan yerden
dumanın tütmeyeceğini makul olarak göstermektedir. Hiç kimse bu olayın üzerine
bütünüyle sünger çekmeyi başaramamış ve isnad kümelerinde görüleceği üzere, o
olayı hafızalarından silememiştir.”[471]
demek suretiyle dolaylı yoldan Hz. Âişe’nin böyle bir şey yapmış olabileceğini
iddia etmektedir. Müsteşriklerin genel tavrı şudur: Kesin yargılardan uzak
durarak okuyucunun kafasında olumsuz soru işaretleri bırakmaya çalışmak.
Nitekim Watt
da nâzil olan âyetlerin Hz. Peygamber tarafından uydurulduğunu ima etmektedir.
Ona göre Hz. Peygamber, Hz. Âişe’nin aleyhinde somut bir delil olmadığı için ve
hamile olmadığı belli olacak kadar beklediği için Hz. Âişe’nin lehinde karar
vermiştir.[472] [473]
Abbott ise:
“Âişe’nin masumiyetini kanıtlamak ve Muhammed’in haremindeki ayrıcalıklı yerini
yeniden sağlamak için gökten özel bir vahiy alındı.” 471 demektedir.
Eserlerini
incelediğimiz müsteşrikler içerisinde Hz. Âişe’ye karşı en olumsuz yaklaşanın
Bodley (ö. 1428/1970) olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. O İfk konusunu
bitirdiği son cümlesinde: “Bütün mesele karanlık içindedir ve gerçeğin ne
olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz.” demektedir.[474]
Fakat metin içerisinde yaptığı tasvirlerden anlaşıldığı kadarıyla Hz. Âişe’nin
bu olayda suçlu olduğuna kesinlikle inanmaktadır.
İnsaf sahibi olan müsteşrikler ise Hz. Âişe’nin suçsuzluğunu
kesin bir şekilde belirtmişlerdir. Örneğin Sir William Muir (ö. 1323/1905),
kitabında İfk Olayı’nı kaydettikten sonra: “Âişe’nin bu hadiseden önceki ve
sonraki hayatı, onun masumiyetine katiyetle inanmak ve her şüpheyi bertaraf
etmek için kâfidir.” 474 demiştir.
İslâm’a bakış
açısı itibariyle oryantalistlerden farklı olmayan İlhan Arsel (ö. 1431/2010)
de, İfk Olayı’nda Hz. Âişe’nin herhangi bir kusurunun bulunmadığını ikrar
etmektedir. Hz. Âişe’nin suçsuzluğunu ortaya koyan âyetlerin ise aleyhte bir
delil bulunamadığı ve Hz. Peygamber’in Hz. Âişe’ye zaafı olduğu için Hz. Peygamber
tarafından uydurulduğunu ifade etmektedir.
İslâm
âlimleri, “Namuslu, kötülüklerden habersiz mümin kadınlara zina isnadında
bulunanlar, dünya ve ahirette lânetlenmişlerdir.”[475]
[476] [477]
[478] âyetinden sonra Hz. Âişe’ye
söven, ona iftira edenin kâfir olduğunda icmâ’ etmişlerdir. Zira o bu
davranışıyla Kur’ân ile inatlaşmaktadır.[479]
İmâm-ı Âzam
Ebû Hanîfe (ö. 150/767), el-Vasiyye isimli eserinde: “Hz. Hatice’den
sonra gelmiş geçmiş kadınların en faziletlisi Hz. Âişe validemizdir. O,
müminlerin annesidir. Zinadan ve Rafizîler’in isnad ettikleri iftiradan
beridir. Hz. Âişe’ye zina iftirasında bulunan veled-i zinadır.”[480] demiştir. Fakat onun bu
sözleri olaya ismi karışan sahâbeyi kapsamaz. O Hz. Âişe’nin masumiyetine dair
âyetler indiği halde inat edip Hz. Âişe’nin suçsuzluğuna inanmayanlar hakkında
bu sözleri sarf etmiştir.
Hz. Âişe’nin
bizzat ilahi beyanla aklanması onun aleyhinde müslümanların söz söylemesine
olanak bırakmamıştır. Bu sebeple ılımlı Şiîler Hz. Âişe’nin masumiyetini
sorgulamamışlardır. Fakat siyasi sebeplerle Hz. Âişe’yi eleştiren bazı Şiî
grupları rivayeti değiştirmek suretiyle Hz. Âişe’ye farklı bir yönden iftiraya
devam etmişlerdir. Şiî tefsirlerinde geçen bu rivayete göre Hz. Peygamber’in
oğlu İbrahim öldüğü zaman Rasûlullah çok üzülmüştü. Hz. Âişe ise Hz.
Peygamber’e: “Niçin üzülüyorsun? O Cüreyc’in oğludur.” diyerek Hz. Mâriye’ye
iftira etmiş, bunun akabinde Nûr sûresinin ilgili âyetleri indirilmiştir.[481]
Ilımlı
Şiîler’in Hz. Âişe’ye duyduğu saygıyı göstermesi açısından şu rivayetler de
ilgi çekicidir. Safevî Devleti’nde bir yıl hükümdarlık yapan II. İsmail (ö.
985/1577), halifesi olan, Bulgar halifeyi Hz. Âişe’ye lanet etmeyi caiz gördüğü
gerekçesiyle azletmiş ve bu kişi koruculardan da dayak yiyerek üç ay yatakta
yatmak zorunda kalmıştı.[482]
Hasan b. Yezid er-Râî, Taberistan’ın büyüklerinden biriydi.
Her sene Bağdat halkına dağıtmak üzere on bin dinar götürürdü. Bir gün yanına
Şiî taraftarlarından bir kişi geldi ve Hz. Âişe hakkında kötü sözler söyleyerek
onu hoş olmayan şeylerle zikretti. Bunun üzerine Hasan b. Yezid, hizmetçisine
adamı öldürmesini söyledi. Şiîler Hasan b. Yezid’e, adam kendi taraftarlarından
olduğu için hücum etmeye kalkıştılar. O da: “Bu adam Hz. Peygamber’e iftira
etmiştir. Kur’ân’da: ‘Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü
kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara
yaraşır...’[483] buyrulmaktadır. Eğer Âişe kötü olup, Hz. Peygamber onu
nikâhladıysa, o halde Hz. Peygamber’in de kötü olması gerekir. Oysa o,
tertemizdir. Âişe de tertemizdir. Üstelik onun temizliği vahiyle tescil
edilmiştir.” diyerek onları dinlemedi. Hizmetçisine dönerek adamı öldürmesini
emretti; o da bu emri yerine getirdi.[484]
Hz. Âişe Vesilesiyle Teyemmüm Âyetinin İnmesi
Bazı
kaynaklarda teyemmüm âyetinin Benî Mustalik Gazvesi’nin dönüşü esnasında
indirildiği rivayet edilmektedir. Vâkidî yer belirtmeksizin Hz. Âişe’nin bir
mola yerinde gerdanlığını düşürdüğünü, bunu aramak için Hz. Peygamber’in mola
verdiğini ve müslümanların suyu olmayan bu yerde sabahlamalarının akabinde
özellikle Hz. Ebû Bekir olmak üzere bütün müslümanların Hz. Âişe’ye
sinirlendiğini rivayet eder. Ordunun susuz olarak sabahlamasının akabinde ise
teyemmüm âyetinin nâzil olduğunu[485]
bildirir.[486]
Konuyla ilgili
Ammar b. Yâsir’den gelen başka bir rivayet şöyledir: “Âişe’nin gerdanlığı
yüzünden Zâtülceyş’te hapis olduğumuzda Rasûlullah’ın yanındaydık. Neredeyse
güneş doğmak üzereydi. Teyemmüm âyeti nâzil olduğunda ellerimizle toprağı mesh
ettik, sonra kollarımızı mesh ettik. Bu seferimizde iki namazı birleştirerek
kılıyorduk.”[487]
Bu ruhsatın
gelmesini müteakip Useyd b. Hudayr: “Ey Ebû Bekir ailesi, bu sizin sayenizde
gelen ilk hayırlı iş değildir.” demiştir.[488]
Teyemmüm
hadisesinin Benî Mustalik Gazvesi esnasında olup olmadığı ihtilaflıdır. Bazı
kaynaklarda, rivayetlerde geçen Beydâ’ ve Zâtülceyş bölgelerinin Mekke ile
Hayber arasında olduğu bildirilmektedir. Bu güzergâhın ise müslümanların Benî
Mustalik Gazvesi esnasında kullandığı güzergâh olamayacağını, bu sebeple
teyemmüm âyetinin bu gazve esnasında indirilmediğini ifade ederler. Ebû Ubeyd
el-Bekrî (ö. 487/1094) ise Beydâ’ ve Zâtülceyş bölgelerinin Hayber yolu
üzerinde değil Mekke yolu üzerinde olduğunu bildirir.[489]
Teyemmüm
hadisesinin Zâtürrikâ’ Gazvesi’nde veya Mekke’nin Fethi esnasında olduğunu
söyleyenler de olmuştur.[490] Bazıları ise Ebû Hüreyre’nin:
“Teyemmümün nasıl alınacağını bilmiyordum.” şeklindeki ifadesinden hareketle bu
olayın Benî Mustalik Gazvesi esnasında olmadığı sonucunu çıkarmışlardır. Çünkü
Ebû Hüreyre 7/628 tarihinde müslüman olmuştu.[491]
Teyemmüm ile
ilgili olarak Kur’ân’da iki âyet bulunmaktadır. Bunlardan ilki: “Ey iman
edenler! Siz sarhoş iken -ne söylediğinizi bilinceye kadar- cünüp iken de -
yolcu olan müstesna- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur
veya bir yolculuk üzerinde bulunursanız yahut sizden biriniz ayakyolundan
gelirse yahut kadınlara dokunup da (bu durumlarda) su bulamamışsanız o zaman
temiz bir toprakla teyemmüm edin: Yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz
Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır.” âyetidir.[492]
Konuyla ilgili ikinci âyet ise: “Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız
zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızı meshedip
topuklara kadar ayaklarınızı da (yıkayın). Eğer cünüp oldunuz ise, boy abdesti
alın. Hasta yahut biriniz tuvaletten gelirse yahut da kadınlara dokunmuşsanız
(cinsi birleşme yapmışsanız) ve bu hallerde su bulamamışsanız temiz toprakla
teyemmüm edin de yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla meshedin.
Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi temiz kılmak ve
size (ihsan ettiği) nimetini tamamlamak ister; umulur ki şükredersiniz. [493] âyetidir.
Hz. Âişe’den
rivayet edilen olayda hangi âyetin nâzil olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir.[494] Nisâ sûresindeki âyet
mevzubahis edilirse yukarıda görüldüğü üzere içkiliyken namaza
yaklaşılmamasından bahsetmektedir ki o halde bu âyetin bir bütün olarak nâzil
olduğu düşünülürse, bu âyet 4/625 tarihinden önce nâzil olmuştur. Çünkü içkiyi
kesin olarak yasaklayan âyet genel kabule göre Rebiyülevvel 4/Ağustos 625
tarihinde[495] nâzil olmuştur. Fakat âyetin
parçalar halinde indirilmiş olabileceği ihtimalini de göz önünde tutarak kesin
bir şey söylemek mümkün gözükmemektedir.
Bize göre teyemmüm
âyetinin Benî Mustalik Gazvesi esnasında nâzil olduğu görüşü doğru değildir.
Çünkü bu gazve esnasında gerdanlığın iki kere düşmüş olması uzak bir
ihtimaldir. Ayrıca böyle bir olay iki kere zuhur etmiş olsaydı rivayetlerde
güçlü şekilde buna atıfta bulunulurdu.
Îlâ, Tahyîr ve Tahrim Olaylarında Hz. Âişe
Sözlükte
“yemin etmek” anlamına gelen îlâ kelimesi terim olarak kocanın yemin, adak veya
bir şarta bağlamak suretiyle eşiyle cinsel ilişkide bulunmayı kendisine
yasaklamasını ifade eder.[496] Îlâ ve Tahyîr Olayı ise, Hz.
Peygamber’in eşlerinden bir ay süreyle ayrı kalması olayıdır. Bu olayın temel
sebebi Hz. Peygamber’in eşlerinin toplumun refahının artmasına paralel olarak
kendilerinin de birtakım maddî imkânlardan faydalanmak istediklerini Hz.
Peygamber’e iletmeleriydi. Her ne kadar Hz. Peygamber bunun mümkün olmadığını
söylese de bu isteklerinde ısrar etmişlerdi.[497]
Zaten var olan bu gerginliğin üzerine Hz. Hafsa’nın Hz. Peygamber’in kendisini
tembihlemesine rağmen bir sırrını Hz. Âişe’ye ifşa etmesi, Hz. Peygamber’i çok
öfkelendirmiş ve bir ay müddetle hanımlarının yanına girmeyeceğine yemin
etmişti. Bu süreçte bütün müslümanlar Hz. Peygamber’in tüm hanımlarını
boşadığını düşünerek çok üzülmüşlerdi. Aradan yirmi dokuz gün geçtikten sonra
Hz. Peygamber ilk olarak Hz. Âişe’nin yanına girdi.
Hz. Âişe Hz.
Peygamber’e: “Sen bizim yanımıza bir ay girmemek için yemin etmiştin. Biz tam
yirmi dokuz gün geçirdik. Ben günleri teker teker sayıyorum.” dedi. Hz.
Peygamber ise: “Ay (bazen) yirmi dokuz gündür.” dedi. O ay yirmi dokuz gün
sürmüştü.
Hz. Peygamber
Hz. Âişe’ye: “Sana bir şey soracağım. Anne babana danışmadan acele karar vermen
gerekmiyor.” buyurdu. Sonra Hz. Peygamber kendisine vahyedilen: “Ey Peygamber!
Eşlerine şöyle söyle. Eğer dünya dirliğini ve süsünü (refahını) istiyorsanız,
gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle salıvereyim. Eğer
Allah’ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu diliyorsanız, bilin ki Allah, içinizden
güzel davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”[498]
âyetlerini okudu.
Bunun üzerine
Hz. Âişe: “Ben bu konuda mı anne babama danışacağım. Elbette ki ben Allah’ı,
Rasûlü’nü ve ahiret yurdunu tercih ediyorum.” dedi. Sonra Hz. Peygamber diğer
hanımlarını da aynı şekilde muhayyer bıraktı. Onlar da aynen Hz. Âişe’nin
söylediğini söylediler.[499] Hz. Âişe’nin ifadesine göre
bu bir aylık ayrılık, bir talak olarak sayılmamıştı.[500]
Bazı
rivayetlerde Hz. Âişe’nin Rasûlullah’ı tercih ettiği ve Rasûlullah’tan
kendisine söylediklerini diğer hanımlarına söylememesini istediği rivayet
edilmektedir. Hz. Peygamber ise: “Onlardan biri bana sormaya görsün, hemen
kendisine haber veririm. Çünkü Allah beni zorlaştırıcı ve şaşırtıcı değil lâkin
öğretici ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi.” buyurmuştur.[501]
Îlâ ve Tahyîr Olayı’nın sebebi olarak başka bir rivayet daha
bulunmaktadır. Hz. Âişe’den gelen bu rivayette, Rasûlullah’ın hanımlarından Hz.
Zeyneb bint Cahş’ın Rasûlullah tarafından kendisine verilen hediyeyi iade
etmesinden dolayı Hz. Âişe’nin: “Zeyneb senin hediyeni küçümsedi.” demesi
üzerine, Rasûlullah’ın kızdığı ve tüm hanımlarına yaklaşmamaya yemin ettiği
ifade edilmektedir.[502]
İ. Hz. Âişe’nin Dilinden Hz. Peygamber’in
Vefatı
Kuşkusuz Hz.
Âişe’nin hayatında en derin iz bırakan olayların başında Hz. Peygamber’in
vefatı gelmektedir. Hz. Peygamber vefat ettiğinde henüz on sekiz yaşında[503] olan Hz. Âişe bu olayı tüm
ayrıntılarıyla bize aktarmıştır. Biz de hadis ve İslâm tarihi kaynaklarında
bulunan bu rivayetleri bir araya getirerek ağırlıklı olarak Hz. Âişe’nin
rivayetleri üzerinden Hz. Peygamber’in vefatını anlatmayı uygun bulduk.
Hz. Peygamber
Hz. Meymûne’nin evindeyken vefatına sebep olan hastalığı başlamıştı. Aynı gün
çıkıp Hz. Âişe’nin evine geldi. Hz. Âişe rahatsızlığı sebebiyle: “Vay başıma
gelen!” dedi. Hz. Peygamber ise buna mukabil: “Senin benden önce ölmeni,
namazını kıldırmayı ve seni kabre defnetmeyi arzularım.” dedi. Bunun üzerine
Hz. Âişe: “Öyle sanıyorum ki gerçekten benim ölmemi istiyorsun. Eğer ben
ölürsem, sen o günün akşamı bir hanımınla birlikte olursun.” dedi. Hz.
Peygamber: “Asıl benim vay başıma gelen!” dedi. Sonra Hz. Meymûne’nin evine
döndü ve hastalığı şiddetlendi.[504]
Hz.
Peygamber’in hastalığı ağırlaşıp ağrısı şiddetlendiğinde Hz. Âişe’nin evinde
bakılması için diğer eşlerinden izin istedi, onlar da izin verdiler. Hz.
Peygamber bir tarafında Abbâs diğer tarafında da başka bir adam[505] olduğu halde ayaklarını yerde
sürüyerek çıktı. Hz. Peygamber evine girip ağrısı şiddetlendikten sonra:
“Üzerime bağları çözülmemiş yedi kırba su dökün. Belki biraz halka vasiyette
bulunurum.” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, eşlerinden Hafsa’ya ait olan bir
leğene oturtuldu. Üzerine dökülen sular kendisini biraz rahatlattı ve ashâbının
karşısına çıktı.[506]
Rasûlullah’ın
ağrıları çok şiddetliydi. Hatta Hz. Âişe: “Rasûlullah’tan daha şiddetli ağrı
çeken kimse görmedim.”[507] demiştir. Bu ağrılar gün
geçtikçe daha da şiddetleniyordu. Hz. Peygamber’in eşleri de imkânlar ölçüsünde
bu hastalığı tedavi etmek için çeşitli yollar deniyorlardı. Yine böyle bir
gayretin sonucu olarak Rasûlullah’a bir ilacı istememesine rağmen zorla içirmişlerdi.
Rasûlullah bir müddet sonra kendisine gelince: “Ben size ağzıma ilaç koymaktan
vazgeçmenizi işaret etmedim mi?” dedi. Ümmühâtü’l-müminîn: “Ama bu hastanın
ilaçtan hoşlanmayışından dolayıdır diye düşünmüştük.” dediler. Bunun üzerine
Rasûlullah: “Abbâs hariç gözümün önünde bu evde ağzına ilaç konulmadık kimse
kalmasın. Çünkü Abbâs bunu yaparken yanınızda değildi.” buyurmuştu.[508]
Rasûlullah
için sadece ilaç tedavisi yapılmıyordu. Bir yandan Hz. Âişe kendisine Nas ve
Felak sûrelerini okuyup ağrısı ve sancısı şiddetlenince sağ eliyle mesh
ediyordu. Bazen de daha faziletli olduğu için Rasûlullah’ı kendi eliyle mesh
ediyordu.[509]
Rasûlullah’ın
vefatına yakın Hz. Âişe’nin kardeşi Abdurrahman kendisini ziyarete gelmişti.
İçeriye giren Abdurrahman’ın elinde dişlerini temizlediği bir misvak vardı.
Rasûlullah onun elindeki misvaka bakıyordu. Hz. Âişe bunu fark edince
Abdurrahman’dan misvağı kendisine vermesini istedi. Abdurrahman’dan aldığı bu
misvağı kırıp ucunu dişleriyle ezerek yumuşattıktan sonra Rasûlullah’a verdi.
Rasûlullah Hz. Âişe’nin göğsüne yaslanmış iken dişlerini bu misvakla
temizlemeye başladı.[510]
Hz. Peygamber,
bu hastalığı sırasında Hz. Âişe’ye: ‘Ey Âişe! Hâlâ Hayber’de yemiş olduğum o
yemeğin acısını hissediyorum. İşte bu vakitler o zehirden kalp damarımın
koptuğunu hissettiğim vakittir.” demişti.[511]
Rasûlullah
artık ölüm vaktinin geldiğini hissediyordu. Hz. Âişe’ye: “Evde bulunan
altınları ne yaptın?” diye sormuştu. Hz. Âişe: “Yanımdalar ey Allah’ın Rasûlü!”
dedi. Rasûlullah: “Onları bana getir.” buyurdu. Hz. Âişe sayıları beş ile dokuz
arasında olan altınları getirince onları avuçlarına aldıktan sonra: “Muhammed
bunlar yanında olduğu halde Allah’a kavuşursa, Allah katındaki konumunun ne
olacağını zannediyor? Ey Âişe! Bunları infak et.” buyurdu.[512]
Hz. Peygamber
bütün gücü tükenip insanlara namaz kıldıracak takati bile kendisinde
bulamayınca Hz. Âişe’ye: “Ebû Bekir’e söyleyin insanlara namazı kıldırsın.”
diye emir vermişti. Hz. Âişe: “Ebû Bekir senin yerine geçtiği zaman hıçkıra
hıçkıra ağlamaktan sesini cemaate ulaştıramaz. Ömer’e söyle namazı o
kıldırsın.” dedi ve hatta Hz. Hafsa’dan Rasûlullah’a gidip aynı şeyleri
söylemesini istedi. Hz. Hafsa da gidip: “Ebû Bekir senin yerine geçtiği zaman
hıçkıra hıçkıra ağlamaktan sesini cemaate ulaştıramaz. Ömer’e söyle namazı o
kıldırsın.” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah: “Durun bakalım. Daha fazla üstüme
gelmeyin. Yûsuf’un başını derde sokan siz kadınlar değil misiniz zaten?
Söyleyin Ebû Bekir’e namazı kıldırsın.” diyerek emrini tekrarladı. Hz. Hafsa bu
olay üzerine Hz. Âişe’ye: “Senden bana bir fayda geleceğini zaten hiç
düşünmüyordum.”[513] demiştir.
Hz. Âişe Hz.
Ebû Bekir’in namaz kıldırmasını niçin istemediğini de şöyle ifade etmiştir: “Bu
hususta Rasûlullah’ın vazgeçmesi için müracaat etmiştim. Beni ona çokça müracaat
etmeye iten tek sebep ise insanların ondan sonra onun makamında duracak bir
kimseyi ebediyyen sevmeyeceklerine dair kalbime yerleşen kanaat olmuştu. Bana
göre bir kimse onun makamında duracak olursa mutlaka insanlar onun bu halini
uğursuz kabul ederlerdi. Bu sebepten dolayı Rasûlullah’ın bu işi Ebû Bekir’den
başkasına havale etmesini istemiştim...[514]
İnsanların babamın sesini duyduklarında, Peygamber’e ne kötü haleftir,
diyeceklerini düşündüm. Bunu Ömer için söylemeleri babam için söylemelerinden
daha iyiydi.”[515]
Rasûlullah
sağlıklı iken: “Peygamberlerin hepsi cennetteki yerlerini gördükten sonra
öldüler. Sonra muhayyer bırakıldılar.” demişti. Başı Hz. Âişe’nin dizinde iken
rahatsızlanıp bayılmış; sonra uyanıp bir müddet tavana baktıktan sonra:
“Allahım! Refîk-i a‘la” diye dua etmişti. Hz. Âişe Rasûlullah’ın kendilerini
tercih etmediğini düşünürken bu duanın sağlıklı iken kendilerine söylediği söz
olduğunu anımsamıştı. Bu sözler Hz. Peygamber’in son sözleri olmuştu.[516]
Hz. Peygamber
29 Safer 11/27 Mayıs 632 tarihinde Çarşamba günü[517]
hasta oldu ve 12 Rebiyülevvel 11/7 Haziran 632 tarihinde Pazartesi günü[518] altmış üç yaşındayken vefat
etti.[519] Salı günü defnedildi.[520] Hz. Peygamber vefat ettiğinde
üzerinde Yemen yapımı kaba kumaştan bir izar ile yamalanmaktan keçeleşmiş,
“mülebbede” denilen bir giysi vardı.[521]
Rasûlullah,
başı Hz. Âişe’nin göğsündeyken vefat etmişti. Bu sebeple Hz. Âişe:
“Rasûlullah’ın vefatını gördükten sonra artık hiç kimsenin ölümünün şiddetinden
korkmam.”[522] demiştir.
Rasûlullah
vefat ettiğinde, Hz. Ebû Bekir Medine’nin Avâlî tarafında oturan eşi Habîbe
bint Hârice’nin yanında idi. Sahâbîlerden bazıları ise Hz. Peygamber’in
vefatını kabullenemeyerek: “Peygamber ölmemiş fakat vahiy geldiği andaki bir
hal onu yakalamış.” demeye başlamışlardı. Hz. Ebû Bekir mescide gelip, doğrudan
Hz. Peygamber’in odasına girdi. Vefat eden Hz. Peygamber’in yüzünü açtı. İki
gözünün arasından öptü ve şöyle dedi: “Sen, Allah’ın iki sefer öldüreceği bir
kimse değilsin. Rasûlullah gerçekten vefat etmiştir.” Hz. Ömer bu esnada mescidin
bir tarafında: “Vallahi! Rasûlullah ölmemiştir. O, münafıklardan pek çok
kimsenin ellerini ve ayaklarını kesmedikçe ölmeyecektir.” diyerek bağırıyordu.
Hz. Ebû Bekir kalkıp minbere çıktı ve şöyle hitab etti: “Kim, Allah’a kulluk
ediyorsa şüphesiz Allah diridir. Kim de Muhammed’e kulluk ediyorsa bilsinler ki
Muhammed vefat etmiştir.” dedi ve şu âyetleri okudu: “Muhammed sadece bir
elçidir. Ondan önce de başka elçiler gelip geçtiler. Öyleyse o ölür veya
öldürülürse ökçeleriniz üzerine geri mi döneceksiniz... Ökçeleri üzere gerisin
geri dönen kişi hiçbir şekilde Allah’a zarar veremez. Hâlbuki Allah kendisine
şükreden herkesin karşılığını mutlaka verecektir.”[523]
Bunun üzerine Hz. Ömer: “Ben bu âyeti sanki o güne kadar hiç okumamış
gibiydim.” demiştir.[524] [525]
Sahâbîler
Rasûlullah’ın naaşını yıkamak istedikleri zaman şöyle konuştular: “Yemin olsun
ki biz ne yapacağımızı bilmiyoruz. Diğer ölülerimizin elbiselerini soyduğumuz
gibi Rasûlullah’ı da elbiselerinden soyalım mı? Yoksa elbisesi üzerinde iken mi
yıkayalım?” Bu konuda ayrılığa düştükleri bir sırada Allah onlara bir uyku hali
verdi ve böylece uyumayan hiçbir kimse kalmadı. Sonra kim olduğunu
bilemedikleri bir kimse evin bir köşesinden onlara hitaben: “Peygamberi
elbisesi üzerinde iken yıkayınız.” diye seslendi. Kalktılar ve Rasûlullah’ın
gömleği üzerinde olduğu halde yıkamaya başladılar. Rasûlullah’ı elleri yerine
gömleğiyle 523 ovuşturuyorlardı.
Hz.
Peygamber’i Hz. Ali, Hz. Abbâs, Fadl b. Abbâs, Üsâme b. Zeyd ve Hz.
Peygamber’in kölesi Şükrân birlikte yıkamışlardı.[526]
Hz. Âişe daha sonraki yıllarda: “Şimdi hatırıma gelen daha önce gelseydi
Rasûlullah’ı hanımlarından başkası yıkamazdı.” demiştir.[527]
Hz. Peygamber pamuktan dokunmuş, ince, beyaz ve üç kat bezle kefenlenmişti.[528]
Rasûlullah’ın
defnedilmesi konusunda da değişik görüşler ortaya çıkmıştı. Hz. Ebû Bekir
Rasûlullah’tan işitip halen unutmadığım bir söz vardır: “Allah peygamberlerin
ruhunu defnedilmek istediği yerde kabzeder. Öyleyse onu yatağının olduğu yere
defnediniz.” diyerek bu problemin de çözülmesini sağlamıştı.[529]
Hz.
Peygamber’in vefatıyla ilgili son tartışma konusu kabrinin lahd şeklinde mi
yoksa şakk şeklinde mi kazılacağı olmuştu. Bu sebeple sahâbîler arasında
ihtilaf ortaya çıktı, sesler yükseldi. Bunun üzerine Hz. Ömer: “Rasûlullah’ın
yanında ne hayatta iken ne de vefat ettiği anda bağıramazsınız. Şakk ve lahd
türü mezar kazan her iki kimseye de haber gönderiniz.” dedi ve haber
gönderildi. Lahd şeklinde mezar kazan kimse önce geldi. Rasûlullah için lahd
modeli kabir kazıldı ve Rasûlullah oraya defnedildi.[530]
Hz. Âişe Hz.
Peygamber hayattayken rüyasında odasına üç tane ay düştüğünü görmüş ve bu
rüyasını Hz. Ebû Bekir’e anlatmıştı. Rasûlullah vefat edip Hz. Âişe’nin odasına
defnedilince Hz. Ebû Bekir Hz. Âişe’ye gelerek: “Rüyanda gördüğün aylardan biri
ve en hayırlısı budur.” demişti.[531]
Hz. Peygamber
miras olarak hiçbir dinar, dirhem, koyun ve deve bırakmamıştı.[532] Geriye bıraktığı tek şey
beyaz katırı, silahı ve sadaka olarak bıraktığı bir araziydi.[533]
HZ. ÂİŞE’NİN ÖZELLİKLERİ RASÛLULLAH İLE
EVLİLİĞİNİN KARAKTERİNE ETKİLERİ
Günümüzde Hz.
Âişe ile ilgili yapılan çalışmalarda Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber ile evliliğinin
onun ruh dünyası ve karakteri üzerinde nasıl bir etki yarattığı hususuna
neredeyse hiç değinilmemiştir.
Bize göre Hz.
Âişe’nin Hz. Peygamber ile evliliği kendisine ilmî, kültürel ve psikolojik
anlamda büyük katkılar sağlamıştır. Örneğin Hz. Âişe’nin sahip olduğu özgüvenin
çok yüksek olmasında Hz. Peygamber ile olan evliliğinin çok büyük tesiri
vardır. Çünkü Hz. Ebû Bekir çok iyi bir baba olmasına rağmen bazen kızını
dövmekten de kaçınmamaktaydı. Evliliğinden sonra bile Hz. Ebû Bekir bazen Hz.
Âişe’yi dövüyordu.[534] Yine rivayetlerde Hz.
Âişe’nin annesinin de bazen onu dövdüğü şeklinde rivayetler bulunmaktadır.
Rasûlullah
bazen Hz. Ebû Bekir’in evine gider: “Ey Ümmü Rûmân! Sana Âişe’ye iyi bakmanı
tavsiye ediyorum, onu koru.” derdi. İşte bu sayede Hz. Âişe’nin evi içinde
saygın bir konumu vardı. Rasûlullah hemen her gün Hz. Ebû Bekir’i ziyaret
ederdi. Yine böyle bir ziyaret sırasında Hz. Âişe’nin evin kapısının arkasında
saklanmış vaziyette hüzünle ağladığını gördü. Hz. Peygamber, ona neden
ağladığını sorunca, o da annesini şikâyet etti. Hz. Peygamber bu duruma
üzülerek Ümmü Rûmân’a: “Ey Ümmü Rûmân! Ben sana Âişe’yi muhafaza etmeni
söylememiş miydim?” dedi. O da: “Yâ Rasûlallah! O, benim hakkımda Sıddîk’a bazı
şeyler söyleyip onun bize kızmasına neden oldu.” dedi. Bunun üzerine
Rasûlullah: “Şayet böyle yapsa da ona hayırla davran.” deyince Ümmü Rûmân:
“Bundan sonra ben de kesinlikle onu üzmeyeceğim.” dedi.[535]
Rivayette de
görüldüğü üzere Hz. Peygamber Ümmü Rûmân’a ne olursa olsun Hz. Âişe’ye iyi
davranmasını tavsiye etmişti. Doğal olarak Rasûlullah’ın bu tavsiyesinden sonra
Ümmü Rûmân Hz. Peygamber ile evlenene kadar kızının bir dediğini iki etmeyecekti.
Hz. Peygamber ile altı yaşında nikâhlanan Hz. Âişe bu tarihten sonra bu
evliliğin bir nimeti olarak el üstünde tutulmuş ve bu durum onun kendisine olan
güvenini olumlu yönde etkilemişti.
Bazı yazarlar
ise bizim düşüncemizin tersine Hz. Âişe’nin çok küçük yaşta Hz. Peygamber ile
evlenmesinin onun ruh dünyası üzerinde olumsuz etkileri olduğunu
savunmaktadırlar. Watt: “Elli üç yaşındaki bir adam ile on yaşlarındaki bir kız
arasındaki bu tuhaf ilişki, karı koca ilişkisinden ziyade bir baba kız ilişkisi
gibi olmalıdır.” demektedir. İlhan Arsel de: “Yaşlı erkekle evlenen kız çocuk,
kocasını bir baba gibi bilmekte, ona körü körüne boyun eğmekte ve köle gibi
onun hizmetlerini görmektedir... Kendilerinden çok yaşlı erkeklerle evlenen
kızların tüm yaşamlarının trajedi şeklini aldığı bir gerçektir.”[536] demektedir.
Fakat kadın
psikolojisi üzerine çok değerli bir çalışma yapan Nevzat Tarhan durumun hiç de
iddia edildiği gibi olmadığını şöyle izah ediyor:
Hayat bir alış
veriştir ve hiçbir şey dört dörtlük değildir. Evlenecek insanların birbirlerine
yüzde yüz uymalarını beklemek yanlıştır. Tarafların özellikleri yüzde seksen
uyuşuyorsa, o evliliğe engel olmak doğru değildir. Evlilikten iyi sonuç
alınabilmesi için, sevginin karşılıklı ve hayata bakış açısının ortak olması, ruh
ve kişiliklerin uyuşması lâzımdır. Evlilikte en büyük engel, insanın değişime
kapalı olmasıdır. İnsan değişime açıksa, herkesle evlenebilir; bunun hiçbir
sınırlaması yoktur.
Eşler
arasındaki yaş farkının fazlalığı, başlangıç için sorun olmayabilir, ama yaş
ilerledikçe bir tarafın fedakârlık yapması gereken durumların ortaya çıkacağı
da gözden kaçırılmamalıdır. Eğer taraflar uzun vadede bu fedakârlığa, yani yaş
farkının muhtemel sonuçlarını göğüslemeye hazırsa, evlilik açısından hiçbir
sakınca yoktur. Kişiler, eşlerinin ileri yaşlarda fiziksel gücünü kaybedeceğini
düşünerek bunu kabul ediyorlarsa, evlilik gerçekleşebilir. Evliliğin en büyük
düşmanı, sabit fikirli olmaktır.[537]
Tarhan’ın
ifade ettiği gibi bir evlilikte asıl olan, kişilerin birbirlerine karşı anlayışlı
olabilmeleridir. Hz. Âişe ve Rasûlullah’ın evliliğinde de bu unsur açıkça
görülmektedir. Hz. Peygamber genç eşi Hz. Âişe’nin isteklerine karşı son derece
anlayışlıydı. Hz. Âişe’nin oyuncaklarıyla ve arkadaşlarıyla oynamasına müsade
ediyor hatta arkadaşlarının Hz. Âişe ile birlikte vakit geçirmesi için onları
teşvik ediyordu.[538] Bazen Hz. Peygamber Hz.
Âişe’nin bu eğlence isteklerini ilerleyen yaşına rağmen bizzat kendisi
karşılamaya çalışıyordu. Bir bayram günü Habeşliler’in mescidde yaptıkları gösteriyi
Hz. Âişe bıkana kadar beraber izlemişlerdi. Hz. Âişe bunun ne kadar uzun
sürdüğünü belirtmek açısından: “Küçük yaştaki bir kız çocuğunun eğlenceye ne
kadar düşkün olacağını siz takdir edin.”[539]
demişti.
Yine Benî
Mustalik Gazvesi’nin dönüşünde Rasûlullah Hz. Âişe’ye: “Gel seninle yarışalım.”
demişti. Yapılan bu yarışı Hz. Âişe kazanmıştı. Daha sonra yapılan bir yarışta
Hz. Peygamber Hz. Âişe’yi geçince omuzlarının arasına vurarak şöyle buyurdu:
“Bu, öncekinin karşılığı olsun!”[540]
Hz. Peygamber
Hz. Âişe’yi etrafındaki birçok tazyikten de kurtarmıştır. Kendisini döven
babasına engel olması[541] Hz. Âişe’yi şikâyet etmek
için gelen kızı Hz. Fâtıma’ya onu sevmesini tavsiye etmesi[542]
bu örneklerden bazılarıdır. Hz. Peygamber’in Hz. Âişe’ye olan bu yoğun ilgisi
bize göre Hz. Âişe’nin biraz da aşırı özgüvenli olmasına sebep olmuştur. Cemel
Savaşı’nda Hz. Âişe’yi evinden çıkarıp savaş meydanlarına götüren de bu aşırı
öz güvendir.
Hz. Âişe’nin
kendi konum ve kıymetini çok iyi bildiğini göstermesi açısından mektuplarına başlarken
yaptığı giriş çok önemlidir.
Hz.
Âişe besmeleden sonra, Masumluğu gökten indirilmiş olan, Allah’ın sevgilisinin
sevgilisi, Ebû Bekir’in kızı Âişe’den...” ifadesini kullanırdı.[543]
HZ.
ÂİŞE’NİN ZAAFLARI
Bu başlık
altında öncelikle Şiî ve oryantalistlerin Hz. Âişe’ye bakış açısını göstermesi
açısından birer örnek verdik. Daha sonra Hz. Âişe hakkında rivayetlerin
genelinden edindiğimiz izlenimler neticesinde bir karakter analizi yapmaya
çalıştık.
Hz. Âişe’nin
karakterini ılımlı bir Şiî olan Askari şu şekilde betimlemektedir: “Âişe asabi,
fevri ve asi bir mizaca sahipti. Etkileyici yapısı, durumu çabuk analiz edip
karar alabilme yeteneği, keskin zekâsı ve aşırı kıskançlığı da onun mizacının
bir parçasıdır...[544] Akrabalarına fanatiklik
derecesinde bağlıdır ve düşmanlığı çok çetindir.”[545]
Oryantalist
Bodley ise Hz. Âişe’nin karakterini şu sözlerle açıklar: “Haşin, inatçı,
sorumluluk duygusu duymayan, her şeyin kendi etrafında dönmesini isteyen bir
kadındı ve şayet müslüman olmamış olsaydı tarihteki eşlerine rastladığımız ünlü
kraliçelerden biri olabilirdi. Kötü bir biçimde ölmemiş olması biraz şans,
biraz da kocasının haleflerinin, peygamberlerinin hatırasına olan hürmeti ve
onun hatırı için onu korumalarındandır.”[546]
Öncelikle Şiî
ve oryantalistlerin genel yaklaşımını özetleyen yukardaki tanımlamalara
katılmadığımızı belirtelim. Hz. Âişe’nin olumlu yönlerini ve İslâm’a yaptığı
eşsiz hizmetlerini tezimizin içinde oldukça detaylı olarak işledik. Fakat tüm
insanların olduğu gibi Hz. Âişe’nin de bazı zaafları bulunmaktaydı. Biz bu
kısımda Hz. Âişe üzerine yapılan çalışmalarda eksik bırakıldığını düşündüğümüz,
Hz. Âişe’nin karakterindeki zaaflar hakkında çeşitli bilgileri aktarmaya gayret
edeceğiz.
Tespit
edebildiğimiz kadarıyla Hz. Âişe’nin genel karakter yapısında eksiklik olarak
niteleyebileceğimiz iki özellik bulunmaktadır. Bu iki özellik Hz. Âişe’nin
fevri bir şekilde öfkeli olması ve kendisine yapılan olumsuz davranışlar
hususunda kolay kolay affedici olamamasıdır.
İlk olarak Hz.
Âişe’nin fevri ve öfkeli yapısı hakkında bize ulaşan bazı rivayetleri aktarmak
istiyoruz.
Hz. Âişe’nin
bir elbisesi çalınmıştı. Bunun üzerine Hz. Âişe çalan kimseye beddua etmeye
başladı. Hz. Peygamber de ona: “Böyle beddua ederek onun günahını hafifletme.”
buyurdu.[547]
Hz. Âişe’ye,
binmesi için bir deve getirilmişti. Hz. Âişe binerken deve bir tarafa eğilince,
deveye lanet okudu. Bunun üzerine Rasûlullah: “Deveye binme; çünkü ona lanet
ettin.” buyurdu.[548]
Bir defasında
yahudiler Hz. Peygamber’e gelerek: “Ölüm senin üzerine olsun!”[549] dediler. Hz. Âişe bunu
duyunca onlara lanet okumaya başladı. Bunun üzerine Rasûlullah: “Ne oldu, niye
böyle lanet okuyorsun?” deyince Hz. Âişe: “Sen onların ne dediklerini duymadın
herhalde?” dedi. Hz. Peygamber ise: “Sen de benim dediğimi duymadın galiba. Ben
de onlara, sizin üzerinize de, dedim.” buyurdu.[550]
Burada Hz. Peygamber’in verdiği tepkiyle Hz. Âişe’nin verdiği tepki
kıyaslandığında Hz. Peygamber’in çok daha yumuşak bir şekilde yahudilere
gereken cevabı verdiği görülmektedir.
Rasûlullah
bazı günlerde kırlardaki sel yataklarına gezintiye çıkardı. Bu şekilde sahraya
çıkmak istediği bir günde Hz. Âişe’ye zekâtlık develerden iyi bir deve gönderdi
ve: “Ey Âişe! Bu deveye karşı yumuşak ol, yumuşaklık hangi işte olursa olsun
mutlaka onu güzelleştirir. Herhangi bir işte ve şeyde yumuşaklık yoksa onu
lekeler.” buyurdu.[551] Bu rivayette görüldüğü üzere
Hz. Peygamber de Hz. Âişe’nin bu sert mizacını bildiği için, gönderdiği deveye
yumuşak davranması, hususunda onu uyarmıştı.
Hz. Âişe’nin
karakterindeki ikinci olumsuzluk kendisine karşı yapılan hataları kolay kolay
affedememesiydi. Bu yargımızı destekleyecek örnek bir olay İslâm tarihi ve
hadis kaynaklarında mevcuttur.
Abdullah b.
Zübeyr Hz. Âişe’nin yaptığı bir bağış ya da bir alışverişi hakkında: “Vallahi,
ya Âişe bu işten vazgeçer ya da ben onu bu tasarruftan men ederim!” demişti.
Hz. Âişe
Abdullah’ın bu sözünü işitince: “Bu sözü o mu söyledi?” diye sordu. Bunu
bildirenler: “Evet.” dediler. Bunun üzerine Hz. Âişe: “O halde Allah adına
yemin ediyorum ki ebediyyen İbnü’z-Zübeyr ile konuşmayacağım.” dedi.
Aralarındaki
dargınlık uzayıp gidince İbnü’z-Zübeyr onun yanına ara buluculuk yapacak
kimseler gönderdi. Fakat Hz. Âişe: “Vallahi, hayır. Onun hakkında ebediyyen
kimsenin ara bulucuğunu kabul etmem ve yeminimi de bozmam.” dedi.
Bu hal
İbnü’z-Zübeyr için uzayıp gidince o Misver b. Mahreme ile Ab- durrahman b.
Esved b. Abdi Yegûs ile konuştu ve ikisine: “Allah adına size and veriyorum.
Beni mutlaka Âişe’nin huzuruna girdiriniz. Çünkü onun benimle ilişkiyi koparmayı
adaması ona helal değildir.” dedi.
Bunun üzerine
Misver ve Abdurrahman ridâlarına bürünerek İbnü’z- Zübeyr’i de yanlarına alıp
gittiler. Hz. Âişe’nin huzuruna girmek için izin istediler. Hz. Âişe:
“Giriniz.” dedi. Onlar: “Hepimiz mi?” dediler. Hz. Âişe beraberlerinde
Abdullah’ın olduğunu bilmediği için: “Evet, hepiniz giriniz.” dedi.
Onlar içeri
girince İbnü’z-Zübeyr de hicâbın arkasına geçerek, Hz. Âişe’nin boynuna
sarıldı, ona yalvarıp yakarmaya, ağlamaya başladı. Misver ile Abdurrahman da
ona yalvarmaya başladılar. Mutlaka onunla konuşması, mazeretini kabul etmesi
gerektiğini söylediler. O ikisi: “Senin de bildiğin gibi Peygamber küslüğü
yasakladı. Müslümanın müslüman kardeşine üç günden fazla küs durması helal
olmaz.” dediler. Onlar Hz. Âişe’ye bu şekilde birçok söz sarf ettiler. Hz. Âişe
de ağlayarak: “Kuşkusuz ben nezrettim. Nezir de ağır bir iştir.” diyordu. Fakat
Misver ile Abdurrahman, İbnü’z-Zübeyr ile konuşuncaya kadar ona ısrar edip
durdular.
Sonuçta Hz.
Âişe Abdullah’ı affetti. Bu adağı dolayısıyla da kırk köle[552]
azat etti. Daha sonraları yaptığı o adağını hatırladıkça gözyaşları başörtüsünü
ıslatıncaya kadar ağlıyordu.[553]
Öncelikle
Abdullah b. Zübeyr Hz. Âişe’nin en çok sevdiği kişilerden birisiydi. Hz.
Âişe’nin Abdullah’ı anne babasından istediği ve Abdullah’ın Hz. Âişe’nin
himayesinde büyüdüğü bu sebeple Hz. Âişe’ye “anne” şeklinde hitap ettiği
yönünde bilgiler bulunmaktadır.[554] Daha önceki bölümlerde
zikrettiğimiz üzere Hz. Âişe’nin künyesi “Ümmü Abdullah, yani Abdullah’ın
annesiydi.”[555] Burada zikredilen Abdullah,
Abdullah b. Zübeyr’dir.
Abdullah’ın
kardeşi Urve b. Zübeyr: “Âişe, Rasûlullah ile Ebû Bekir’den sonra Abdullah b.
Zübeyr kadar başkasını sevmemişti. Babam ile Âişe’nin, İbn Zübeyr’e yaptıkları
kadar başka bir kimseye hayır duada bulunduklarını görmedim.” demiştir.[556] Hz. Âişe Cemel Savaşı’nda
Abdullah’ın öldürülmediği müjdesini getiren kişiye on bin dirhem vermişti.
Ayrıca bu müjdeli haber dolayısıyla hemen Allah’a şükür secdesi yapmıştı. [557]
Ayrıca Hz.
Âişe Hz. Peygamber’den şu buyruğu da aktaran kişilerden birisidir: “Bir
müslümanın bir müslümana üç günden fazla küsmesi helâl olmaz. Müslüman küstüğü
kardeşiyle karşılaştığında selâm verir. Bu selâmlaşma üç defa olur da o kimse
selâmı almazsa onun günahını da o yüklenmiş olur.”[558]
HZ. ÂİŞE’NİN AHLÂKI
Dokuz yıl
boyunca, gece ve gündüz tüm ibadetlerine dikkat eden, geçmiş ve gelecek
günahları bağışlanmasına rağmen[559] ayakları şişinceye kadar
namaz kılan[560] Hz. Peygamber’in
eğitim ve gözetiminde yetişmiş olan Hz. Âişe ömrünün her safhasında
ibadetlerine çok dikkat etmişti.
Hz. Âişe Hz.
Peygamber hayatta olduğu süre içinde de vefatından sonra da Allah korkusunu
derinden hissederdi. Hz. Âişe bir gün cehennem azabını hatırlayarak ağlamaya
başlamıştı. Bu durumu gören Hz. Peygamber: “Seni ağlatan nedir?” buyurdu. Hz.
Âişe de: “Cehennemi hatırladım da onun için ağlıyorum.” dedi ve Rasûlullah’a:
“Siz kıyamet günü aile halkınızı hatırlayacak mısınız?” diye sordu. Rasûlullah
da şöyle buyurdu: “Üç yerde hayır. Ameller tartılırken amellerin ağır mı hafif
mi geldiğini öğreninceye kadar, kendisine amel defteri verileceği sırada
kişinin kitabının sağından mı solundan mı yoksa arkasından mı verileceğini
bilinceye kadar ve sırâttan geçme esnasında yani sırât köprüsü cehennem üzerine
kurulup kişiye buradan geç denildiği zaman kimse kimseyi hatırlamaz.”[561]
Hz. Âişe
özellikle Hz. Peygamber’in vefatından sonra bütün gayretini ilme ve ibadetlere
vermişti. O sadece farz namazlarla iktifa etmiyordu. Hz. Peygamber’den gördüğü
nafile namazlara da büyük bir hassasiyetle devam ediyordu. Hatta Hz.
Peygamber’in sürekli kılmadığı duhâ namazını her gün özenle kılıyordu. Bunun
sebebini ise şöyle açıklıyordu: “Ben, Rasûlullah’ın duhâ nafilelerini kıldığını
hiç görmedim. Fakat ben onu kılıyorum. Rasûlullah halk amel eder de üzerine
farz olur, endişesiyle yapmak istediği bir işi bazen terk ederdi.”[562]
Namazlarında
Hz. Peygamber’in gösterdiği hassasiyeti kendisi de göstermeye çalışıyor.
Kıldığı namazı içselleştiriyordu. Hz. Âişe’nin yeğeni Kâsım onun namazını şöyle
anlatmıştır: “Ben sabahları Âişe’nin evine uğrar ona selâm verirdim. Yine bir
sabah geldim. Ayakta tesbih ediyordu: ‘Allah bize lütfetti ve bizi vücudun
içine işleyen azaptan korudu’[563] âyetini okuyordu. Dua edip
ağlıyor ve bunu tekrar ediyordu. Bir müddet bekledim. Sonra sıkılıp gittim.
Çarşıyı dolaştıktan sonra geldim. Bıraktığım vaziyetteydi. Namazda kıyamda
duruyor ve ağlıyordu.”[564]
Hz. Âişe bazen
namazını kadınlarla birlikte cemaat olarak kılardı. Ezan okuyup, kamet
getirdiği ve kadınlara ortalarında durarak imamlık yaptığı şeklinde rivayetler
bulunmaktadır.[565]
Hz. Âişe yolculukta
namazlarını kısaltmayıp dört rekât olarak kılardı. Yine bir yolculuk esnasında
insanlardan namazlarını tamamlamalarını istediğinde kendisine: “Rasûlullah
yolculukta iki rekât kılmıyor muydu?” dediler. Bunu üzerine Hz. Âişe:
“Rasûlullah o zaman savaş halindeydi ve korkuyordu. Sizler de mi
korkuyorsunuz?” demişti.[566] Hz. Âişe seferilikle
namazları ruhsat hükümlerini kullanarak iki rekât kılmak yerine azimeti tercih
ederek dört rekâta tamamlamasının nedenini şu sözleriyle açıklamaktaydı: “Kişi
seferde dört rekât kılarsa, iyi olur. İki rekât kılarsa da iyidir. Allah
ziyadeleştirme durumunda azap etmez. Fakat noksanlaştırma konusunda belki azap
edebilir.”[567]
Hz. Âişe Hz.
Peygamber hayatta iken fazla nafile oruç tutmazdı. Hatta ramazan ayından kalan
kaza orucu borçlarını şaban ayına kadar bekletirdi.[568]
Hz. Âişe’nin bu şekilde davranmasının sebebi Hz. Peygamber’e olan
düşkünlüğüydü. Hz. Peygamber şaban ayının neredeyse tamamını oruçlu geçirdiği
için[569] kendi kaza oruçlarını da bu
aya bırakırdı.
Hz. Âişe Hz.
Peygamber’in vefatından sonra oruç ibadetine de ayrı bir ehemmiyet vermişti.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Âişe sürekli oruç tutardı.[570] Kendisinin yıl boyu oruçlu
olduğu, oruca sadece Kurban ve Ramazan bayramlarında ara verdiği de gelen
rivayetler arasındadır.[571]
Hz. Âişe
kendisinden fetva isteyenlere nasslarda yer alan kolaylık hükümlerini
hatırlatıp onları kendi tercihlerine bıraktığı halde kendi hayatındaki
uygulamalarda ruhsat hükümleri yerine azimeti tercih ettiğini görmekteyiz.
Kendisini çok zorlamasına rağmen seferlerde de oruç tutmaya devam etmesi bunun
en güzel örneklerinden biridir.[572]
Hz. Âişe bir
gün: “Ey Allah’ın Rasûlü! Biliyoruz ki en faziletli amel cihâddır. Peki, biz
cihâd edemeyecek miyiz?” diye Hz. Peygamber’e sormuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
“Hayır, siz kadınlar için en faziletli cihâd kabul olunmuş hacdır.” buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Âişe: “Bunu Rasûlullah’tan işittikten sonra cihâdı (haccı)
asla terk etmem.” demişti.[573] Hz. Âişe Hz. Peygamber’den
duyduğu bu müjdeden sonra haccı hiç terk etmemişti. Rasûlullah, Veda Haccı’nda:
“Artık bu sınırlamanın ortaya çıkış zamanıdır.” dediği için
Hz. Zeyneb ile Hz. Sevde, Veda Haccı’ndan sonra hac etmemişlerdi. Hz. Âişe’nin
içinde bulunduğu Hz. Peygamber’in diğer zevceleri ise Veda Haccı’ndan sonra da
hacca giderlerdi.[574]
Hz. Âişe ve
Hz. Peygamber’in diğer eşleri hicâb âyeti indirilmeden önce toplumdaki diğer
kadınlar gibi rahat hareket edebiliyorlardı. Hicâb âyetinin indirilmesinden
sonra Hz. Peygamber’in eşleri topluma karışmamaya daha fazla dikkat etmek
zorunda kalmışlardı. Bu âyetin indirilme sebebi kaynaklarda şöyle geçmektedir:
Rasûlullah, Hz. Zeyneb bint Cahş ile evlendiği günün gecesinde bir düğün
ziyafeti vermişti. Bu ziyafetin sonrasında sahâbeden bazıları oturup sohbete dalmıştı.
Hz. Peygamber çıkıyor, sonra tekrar dönüyordu. Fakat sahâbeden olan bu zatlar
sohbetlerini bitirip kalkmıyorlardı. Bunun üzerine Allah: “Ey iman edenler!
Siz, bir yemeğe çağırılmadıkça, zamanını gözetmeksizin, Peygamber’in evlerine
girmeyin. Ancak davet edildiğiniz vakit girin. Yemeği yediğinizde hemen
dağılın, sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz Peygamber’i üzmekte, fakat o
(size bunu söylemekten) utanmaktadır. Ama Allah, hakkı söylemekten çekinmez.
Peygamber’in hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin.
Bu, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz bir
davranıştır. Sizin Allah’ın Rasûlünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun
hanımlarını nikâhlamanız asla caiz olamaz. Çünkü bu, Allah katında büyük (bir günah)
tür.”[575] âyetini indirmişti.[576]
Hz. Âişe’den
hicâb âyetinin indirilişi hakkında iki farklı rivayet daha gelmektedir. Bu
durum Hz. Âişe’nin hicâb âyeti olarak tavsif ettiği âyetin başka âyetler olma
ihtimalini akla getirmektedir. Yine Ahzâb sûresinde geçen: “Ey Peygamber
hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah’tan)
korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir eda ile konuşmayın; sonra
kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılır. Güzel söz söyleyin. Evlerinizde
oturun, eski Câhiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın,
zekâtı verin, Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Ey Ehl-i beyt! Allah sizden,
sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”[577]
âyetleri de Hz. Peygamber’in hanımları için özel şartlar getirmektedir. Hz.
Âişe hicâb âyetiyle bu âyetleri de kastediyor olabilir.
Bu rivayetlere
göre hicâb âyetinin indiriliş sebebini Hz. Âişe şöyle anlatıyor: “Hz.
Peygamber’in hanımları geceleyin tuvalet ihtiyaçlarını gidermek üzere menâsı‘
denilen geniş bir araziye çıkardı. Hz. Ömer, Hz. Peygamber’e: ‘Hanımlarını
ört.’ diyordu. Rasûlullah ise bunu yapmıyordu. Nihayet bir gece Hz.
Peygamber’in hanımlarından Sevde bint Zem‘a yatsı namazı vaktinde çıktı. Sevde
uzun bir kadındı. Ömer örtü konusunda âyetin gelmesini şiddetle arzuladığı için
ona: ‘Ey Sevde biz seni tanıdık.’ dedi. Bunun üzerine Allah hicâb âyetini
indirdi.”[578]
Hz. Âişe’den
gelen bir başka rivayet de şöyledir: “Ben, Rasûlullah ile birlikte hays[579] yemeği yerken Ömer bize
uğradı. Rasûlullah Ömer’i yemeğe çağırdı o da geldi, yemek yerken eli benim
parmağıma dokununca: ‘Ay!’ diye hayret ettiğini ifade etti ve dedi ki: ‘Eğer
beni dinlemiş olsalar, sizi hiçbir göz asla görmezdi.’ Bundan sonra hicâb âyeti
indi.”[580] [581]
Sebebi her ne
olursa olsun bu âyetin indirilişinden sonra Hz. Peygamber’in eşleri mahremi
olmayan erkeklerle konuşurken daha dikkatli davranmışlardı. Ümmühâtü’l-müminîn
mahremi olmayan kişilerle konuşurken perde arkasından konuşuyordu.
Hz. Âişe hem
Hz. Peygamber döneminde hem de Hz. Peygamber’in vefatından sonra tesettüre çok
riayet ederdi. Hz. Âişe’nin Hz. Peygamberle birlikteyken yaşadığı bazı olaylar
ondaki bu hassasiyeti oluşturmuştu. Bir gün Hz. Âişe’nin kızkardeşi Esmâ bint
Ebû Bekir, Rasûlullah’ın yanına gelmişti. Üzerinde ince bir elbise vardı.
Rasûlullah ondan yüz çevirip şöyle buyurdu: “Ey Esmâ! Kadın hayız görmeye
başladığında onun vücudundan şu ve şu organı dışındaki yerlerinin başkasına
görünmesi uygun olmaz.” buyurdu. Hz. Peygamber kendi yüzü ile iki elini işaret
etmişti.
Hz. Âişe’nin
yine Hz. Peygamber döneminde tesettür hassasiyetinin sınırlarını çizmesine
sebep olan bir olay da süt amcası Eflah’ın, hicâb âyetinin indirilmesinden
sonra kendisini ziyaret etmek istemesiydi. Hz. Âişe bunun uygun olup olmadığını
bilemediği için kendisine izin vermek istememişti. Hz. Peygamber gelince
yaşanan durumu kendisine anlatmış, Hz. Peygamber ise ona izin vermesini
emretmişti.[582]
Hz. Âişe Hz.
Peygamber’den sonra aynı hassasiyeti özenle devam ettirmeye çalışıyor; aynı
hassasiyete sahip olan ilk muhâcir hanımlardan da övgüyle bahsederek onlar
hakkında: “Allah Teâlâ ilk muhâcir kadınlara merhametiyle muamele etsin.
‘Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler.’[583]
âyeti indirilince, onlar elbiselerini yırtıp elde ettikleri parça ile başlarını
örttüler.” diyordu.[584]
Hz. Âişe
kendisi tesettüre çok dikkat ettiği gibi aynı zamanda etrafında bulunan
kimseleri de irşad ediyordu. Bir gün Hafsa bint Abdurrahman, Hz. Âişe’nin
huzuruna girmişti. O sırada Hafsa’nın üzerinde ince bir başörtüsü vardı. Hz.
Âişe onu alıp ikiye yırtarak kalın bir başörtüsü haline getirmişti.[585]
Hıms halkından
bazı kadınlar kendisinden fetva almak üzere Hz. Âişe’nin huzuruna girmişlerdi.
Hz. Âişe onlara: “Belki de siz hamamlara giden kadınlarsınız.” demişti. Onlar
da: “Evet.” demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Âişe Rasûlullah’ın şöyle dediğini
zikretmişti: “Elbisesini kocasının evinden başka yere çıkaran hiçbir kadın
yoktur ki kendisiyle Allah arasındaki hayâ perdesini yırtmış olmasın.”[586]
Hz. Âişe, Hz.
Peygamber’den sonra da her sene hacca giderdi. Hac esnasında erkeklere
karışmamaya özellikle dikkat ederdi. Hacda bir kadın kendisine: “Ey müminlerin
annesi! Haydi Hacerü’l-Esved’i istilam edelim.” demişti. Hz. Âişe ise ona: “Sen
git.” diyerek bunu yapmaktan kaçınmıştı.[587]
Hz. Âişe tavaf sırasında da yüzünü peçe ile örterdi.[588]
Ebû Abdullah
Sâlim Sebelân isminde Hz. Âişe’nin ücret karşılığı çalıştırdığı ve emanetlerini
kendisine teslim ettiği mükâteb bir köle vardı. Sâlim köle olduğu için Hz.
Âişe’nin yanına rahatlıkla girebiliyordu. Hz. Âişe onun yanına oturur
kendisiyle konuşurdu. Bir gün Sâlim Hz. Âişe’ye gelerek: “Ey müminlerin annesi
bereket olması için bana dua et.” dedi. Hz. Âişe: “Ne oldu?” diye soruca o:
“Allah yardım etti ve borçlarımı ödeyip hürriyetime kavuştum.” dedi. Bunun
üzerine Hz. Âişe: “Allah hürriyete kavuşmanı senin hakkında mübarek kılsın.”
diye dua etti ve onunla arasına perdesini çekti. O günden sonra Sâlim Hz.
Âişe’yi bir daha görmedi.[589]
İshâk isminde
görme engelli olan birisi Hz. Âişe’nin huzuruna girmişti. Hz. Âişe kendisine karşı
örtününce İshâk: “Seni görmediğim halde niçin örtünüyorsun?” dedi. Bunun
üzerine Hz. Âişe: “Her ne kadar sen beni görmüyorsan da ben seni görüyorum.”
dedi.[590]
Hz. Âişe
Rasûlullah’ın defnedildiği odasına girer ve elbiselerini çıkarıp: “Onlar benim
kocam ve babamdır.” deyip rahat bir şekilde otururdu. Aynı odaya Hz. Ömer
defnedildikten sonra: “Vallahi! Artık Ömer’e karşı hayâmdan dolayı buraya tam
tesettürlü bir şekilde gireceğim” demişti.[591]
Hz. Âişe bu hassasiyetinin bir sonucu olarak kadınlara: “Beni
kocalarınıza vasfetmeyin.” derdi.[592]
HZ.
ÂİŞE’NİN FAZİLETLERİ
Hz. Âişe’nin
faziletlerinin en büyüğü: “Peygamber, müminlere kendi canlarından daha
yakındır. Eşleri, onların analarıdır...”[593]
âyetinde geçen tüm müslümanların annesi olmasıdır. Allah bu âyetle Hz. Peygamber’in
hanımlarını bütün müslümanların annesi olarak nitelendirmiş ve kendisinden
sonra onlarla evlenilmesini yasaklamıştır. Bir rivayette Hz. Âişe bu âyeti
kendisi tefsir etmiştir: Bir kadın Hz. Âişe’ye: “Ey Anneciğim!” deyince Hz.
Âişe: “Ben senin annen değilim. Sizin erkeklerinizin annesiyim.” demişti.[594]
Hz. Âişe’nin
Kur’ân da geçen ikinci fazileti kendisinin tertemiz olduğudur. İfk Olayı
bölümünde ayrıntılı bir şekilde açıkladığımız gibi Hz. Âişe’ye zina iftirası
atıldığı zaman Allah onun temizliğini âyetlerle açıklamıştı.[595]
Hz.
Peygamber’in yeğeni Urve bu âyetler hakkında: “Şayet Âişe’nin hiçbir fazileti
bulunmasaydı bile, İfk Olayı fazilet ve üstünlük olarak ona yeterdi. Onun
hakkında indirilen âyetler kıyamete kadar okunmaya devam edecek.” demiştir.[596]
Hz.
Peygamber’den de Hz. Âişe’nin faziletine dair birçok rivayet gelmiştir.
Hz. Peygamber:
“Erkeklerden kemale erenler çoktur. Kadınlardan ise Meryem bint İmrân ile
Firavun’un karısı Asiye’den başka kemale eren yoktur. Âişe’nin diğer kadınlara
üstünlüğü tiridin[597] sair yiyecekler üzerine
üstünlüğü gibidir.”[598] buyurmuştur.
Yine Hz.
Âişe’ye, Cebrâil’in Hz. Peygamber aracılığı ile selam söylemesi[599] ve Rasûlullah’ın:
“Âişe cennette hanımımdır.”[600] buyurması onun
faziletlerinden bazılarıdır.
Hz. Âişe
yalnızca kendisine verilen faziletleri bir arada zikretmiştir. Bazı
rivayetlerde Hz. Meryem’i bu kıyastan ayrı tutarak bütün kadınları
zikretmiştir. Bazılarında ise sadece Hz. Peygamber’in hanımlarını zikretmiştir.
Çeşitli rivayetlerde Hz. Âişe farklı özellikler zikrettiği için konuyu bir
rivayet bütünlüğü içinde ele almamız mümkün olmadı. Tekrara düşmemek adına
çeşitli rivayetlerdeki farklı faziletleri sırayla zikretmeyi uygun bulduk.
1.
) Rasûlullah bakire olarak yalnız
benimle evlendi.
2.
) Benden başka anne babası muhâcir
olan yoktu.
3.
) Allahu Teâla benim suçsuz
olduğumu gökyüzünden bildirdi.
4.
) Cebrail ipek kumaşın içinde
sûretimi gökten getirip: “Onunla evlen!
5. )Muhakkak ki o senin zevcendir.” dedi.
6.
) Ben ve Rasûlullah aynı kaptan
yıkandık ve bu benden başkasına nasip olmadı.[601]
Bazı
rivayetlerde bu şekilde geçse de bunun aksini gösteren rivayetler de
bulunmaktadır. Hz. Ümmü Seleme[602] ve Hz. Meymûne de[603] Hz. Peygamber ile aynı kaptan
yıkanmışlardır.
) Rasûlullah namaz kılarken ben onun önünde uzanmıştım ve
bunu benden başka hanımı yapmadı.
Bu durum da
sadece Hz. Âişe’nin yaşadığı bir olay değildi. Benzer rivayetler Hz. Zeyneb
bint Cahş ve Hz. Meymûne’den de gelmektedir.[604]
Muhtemelen Hz. Âişe bu rivayetleri bilmediği için bunun kendisine has bir durum
olduğunu düşünüyordu.
) O, benimle iken (aynı yataktayken) vahiy inerdi ve bu da
benden başka hanımlarına nasip olmadı.
) Allah, onun ruhunu teslim alırken o benim kucağımda idi.
(Ruhu teslim alınırken benden ve meleklerden başka buna kimse şahit olmadı.)
) Gece kalma sırası bende iken vefat etti ve benim evime
defnedildi.
) Rasûlullah ben yedi yaşındayken beni nikâhladı.
) Yine dokuz yaşında benimle zifafa girdi.
) Cebrail’i gördüm ve onu benden başka herhangi bir kadın
görmedi.
Hz. Ümmü
Seleme’nin de Dıhye sûretinde Cebrail’i gördüğü rivayet edilmiştir.[605]
) Rasûlullah’a hanımları içinde en sevimli olan bendim.
) Babam sahâbe içinde Rasûlullah’ın en sevdiği kimse idi.
) Rasûlullah benim evimde hastalandı.
) Rasûlullah’ın tedavisiyle ben ilgilendim.
) Ben Sıddîk ve Halife’nin kızıyım.
) Ben güzelin yanında güzel olarak yaratıldım.
) Bana bol rızık ve mağfiret vaat olundu.
) Rasûlullah’ın dünyadaki son azığı benim tükürüğümdü. Bir
misvak getirildi. Rasûlullah: “Ey Âişe! Onu yumuşat.” dedi. Ben de misvağı
ağzımla yumuşattım.
Hz. Âişe’nin
fazileti hakkında Hz. Peygamber’den rivayet edilen birçok haber olması
sebebiyle ümmühâtü’l-müminîn içerisinde fazilet açışından Hz. Âişe ile kıyas
edilebilecek tek ümmü’l-müminîn olan Hz. Hatice arasında çeşitli kıyaslamalar
yapılmıştır.
Ehl-i sünnet
âlimlerinin bazılarına göre Hz. Âişe Hz. Peygamber’in kızlarının ve oğullarının
annesi olan Hz. Hatice’den daha üstündü.[606]
[607]
Hz. Âişe’nin
Hz. Hatice’den daha faziletli olduğunu savunanlar Hz. Peygamber’den gelen:
“Erkeklerden kemale erenler çoktur. Kadınlardan ise Meryem bint İmrân ile
Firavun’un karısı Asiye’den başka kemale eren yoktur. Âişe’nin diğer kadınlara
üstünlüğü tiridin sair yiyecekler üzerine üstünlüğü gibidir.”[608] rivayetini buna delil olarak
göstermişlerdir.[609]
Bazı âlimler
daha da ileri giderek Hz. Âişe’nin babasından bile daha faziletli olduğunu
iddia etmişlerdir. Fakat Zehebî’nin de ifade ettiği gibi bu kabul edilebilir
bir kıyaslama değildir.[610]
Şiîler ve
Ehl-i sünnetin bir kısmı ise Hz. Hatice’nin daha faziletli olduğunu iddia
ederler. [611]
Hz. Hatice’nin
daha faziletli olduğunu ileri sürenler özellikle şu rivayeti delil olarak
kullanmışlardır: Bir gün Cebrail Hz. Peygamber’e gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü!
İşte Hatice geliyor. Yanında bir kap, içinde de biraz katık var. O yanına
geldiğinde ona Rabbi’nden selâm söyle, onu gürültü ve yorgunluk bulunmayan
cennette içi oyulmuş inciden mamul bir evle müjdele!” dedi. Daha önce
belirttiğimiz üzere Hz. Âişe Cebrail’in selâmına mazhar olmuştur. Fakat Hz.
Hatice doğrudan Allah’ın selâmına mazhar olmuştur.[612]
Konuyla ilgili
pek çok âlim görüş belirtmiş ve her iki ümmü’l-müminîn üstün taraflarını
zikretmişlerdir. Ancak bu konuda fikir beyan etmek gereksizdir. Zira hüküm
Allah’a aittir.[613]
Metin içerisinde de Hz. Âişe’nin faziletine dair pek çok
rivayeti zikrettiğimiz için tekrara düşmemek adına onları buraya almadık. İbn
Abbâs’ın belirttiği gibi: “Hz. Âişe Rasûlullah’ın zevcesiydi. Onun hakkını
ancak Allah’ın kör ettiği kimse takdir edemez.”[614]
HZ. ÂİŞE’NİN CÖMERTLİĞİ ve GEÇİM KAYNAKLARI
Müslümanlar
Medine’ye hicret ettikten sonra evlerini ve eşyalarını Mekke’de terk ettikleri
için çok büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalmışlardı. Medine’deki tüm
müslümanlar bu genel yoksulluktan nasiplenmekteydi. Bazı dönemlerde gazve ve
seriyyelerden gelen ganimetler sebebiyle yahut başka sebeplerle[615] kısmî bir rahatlama olsa da
genellikle müslümanların maddî durumları çok iyi değildi. Hz. Peygamber’in
aileleri de müslümanların yaşadığı yokluğun aynısını hatta daha fazlasını
yaşıyorlardı. Zaten Hz. Peygamber Allah’tan geçinebileceklerinden fazla rızık
da istemiyordu.[616]
Bir gün Ebû
Talha ve birkaç sahâbî Rasûlullah’ın yanına gelerek açlıktan şikâyet etmişler
ve karınlarına bağladıkları taşları göstermişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber
karnını açmış ve kendisinin karnına iki taş bağladığı görülmüştü.[617] Bazı dönemlerde açlık o kadar
şiddetliydi ki Rasûlullah insanlara tek tek hurma dağıtıyordu.[618] Hz. Peygamber bazen yiyecek
bir şey bulamadığı için oruç tutmak zorunda kalıyordu. Rasûlullah Hz. Âişe’nin
yanına gelip: “Yanınızda yiyecek bir şey var mı?” der. Hz. Âişe yiyecek bir şey
bulunmadığını söylerse Hz. Peygamber: “Öyleyse ben oruca niyet ediyorum.”
buyururdu.[619] O dönemdeki yokluğu
göstermesi açısından Enes b. Mâlik’ten gelen şu rivayet de ilginçtir: “Hz.
Peygamber’in hanımları tabaklarla birbirlerine çekirge hediye ederlerdi.”[620]
Hz. Ömer döneminde yapılan
fetihlerle birlikte büyük bir ganimet akışı başlamış ve insanlar
zenginleşmişlerdi. Bu zenginliğin insanları şımartmaması için uğraşan Hz. Ömer
bir gün hutbedeyken: “Gerçekten ben Rasûlullah’ı bütün gün kıvranıyor, karnını
doyuracak kötü hurma bulamıyorken gördüm.” demişti.[621]
Ebû Hüreyre de
Hz. Peygamber ailesinin maddî durumunu şöyle ifade etmiştir: “Hz. Muhammed’in
aile halkı, ruhu kabzedilinceye kadar üç gün arka arkaya doya doya yemek
yememişlerdir.”[622]
Mesrûk bir gün
Hz. Âişe’nin yanına gitmiş ve birlikte yemek yemeye başlamışlardı. Bu esnada
Hz. Âişe: “Bir yemekten doyduğum zaman ağlamak isterim ve ağlarım.” dedi.
Mesrûk bunun nedenini sorduğunda Hz. Âişe: “Rasûlullah’ın dünyadan ayrılıp
gittiği anı hatırlarım. Vallahi et ve ekmekten günde iki defa karnını
doyurmamıştı.” demişti.[623]
Bazen üç ay
geçer ve Rasûlullah’ın evlerinde yemek pişirmek için ateş yakılmadığı olurdu.
Bu haldeyken nasıl hayatta kalıyordunuz diye soran Urve’ye Hz. Âişe: “Hurma ve
suyumuz vardı. Tabi bir de ensârdan bazı komşulardan ikramlar gelirdi. Allah
Rasûlü’ne süt ikram ederlerdi. O da bize onu içirirdi.” demişti.[624]
Hayber
Gazvesi’nden sonra kısmî bir rahatlama olmuştu. Rasûlullah Hayber’i çıkan meyve
veya ekinin yarısı mukabilinde yahudilere bırakmıştı. Buradan gelen ürünlerden
zevcelerine her sene kuru hurmadan seksen, arpadan yirmi vesk[625] olmak üzere yüz vesk
veriyordu.[626] Hz. Âişe: “Hayber
fethedilince, şimdi karnımız hurmaya doyacak, dedik.” demiştir.[627] Muhtemelen Hayber’den gelen bu hurmaları kastederek Hz.
Âişe: “Hz. Peygamber bizim iki siyah denilen hurma ve sudan doyduğumuz zamanda
vefat etti.”[628]
demiştir. Bu dönemdeki yokluk sadece yiyecekleri kapsamıyordu. Hz. Âişe: “Ben
Rasûlullah’ın fazladan elbisesi olup dürülerek kaldırıldığını görmedim.”[629] demiştir. Yine Abdullah b.
Eymen’den gelen bir rivayete göre babası Hz. Âişe’nin yanına girip üzerinde beş
dirhem değerinde, kalın bir gömlek olduğunu gördü. Hz. Âişe: “Gözünü kaldır da
cariyeme bak. O, bu elbiseyi ev içinde giymekten utanır. Allah Rasûlü hayatta
iken benim böyle bir gömleğim vardı. Medine’de (zifaf için) süslenen bütün
kadınlar haber gönderip bu gömleğimi ödünç isterdi.” demişti.[630] Bu yokluk hali Rasûlullah
vefat edene kadar devam etti. Hz. Peygamber vefat ettiğinde zırhı otuz sâ‘[631] arpa karşılığında bir
yahudide rehin olarak bulunuyodu.[632]
Hz. Âişe’nin evinde ise bir miktar arpadan başka yiyecek hiçbir şey yoktu. Hz.
Âişe: “Ben bu arpayı çok uzun bir süre yediğim halde bitiremedim. Sonra bir ara
kalan arpayı tarttım. Bunun üzerinden çok geçmeden arpa tükendi.” demiştir. [633]
Hz. Âişe’nin
bu yokluk yıllarında bile çok cömert olduğunu gösteren birçok rivayet
bulunmaktadır. Hz. Peygamber Hz. Âişe’yi her konuda olduğu gibi bu konuda da
eğitmiş ve ona bazı tavsiyelerde bulunmuştu. Hz. Peygamber öncelikle nimetin
kıymetini bilmesini ve cömert olmasını Hz. Âişe’ye tavsiye etmişti. Bu
tavsiyeleri ifade eden rivayetlerden bazıları şunlardır:
Rasûlullah bir
seferinde Hz. Âişe’nin yanına girmiş ve yere atılmış bir ekmek parçası
görmüştü. Onu alıp sildikten sonra yedi ve şöyle buyurdu: “Ey Âişe! Değerli
şeye saygı göster. Ekmek parçası hangi toplumdan nefret edip kaçmış ise, onlara
dönmemiştir.” buyurdu.[634]
Rasûlullah Hz.
Âişe’ye: “Ey Âişe! Şayet bana kavuşmak istiyorsan dünyalık olarak sana yetecek
olan şey, bir yolcunun azığı kadar olsun. Zenginlerle oturup kalkma! Bir
elbiseyi de eskiyip yamalı hale getirmedikçe yenisini elde etmeye yeltenme!”
demişti.[635]
Rasûlullah bir
gün şöyle buyurmuştu: “Allah’ım beni yoksul olarak yaşat ve yoksul olarak
canımı al ve kıyamet gününde de yoksullar arasında haşret.” Hz. Âişe: “Niçin Ey
Allah’ın Rasûlü?” diye sordu. Rasûlullah da: “Çünkü onlar zenginlerden kırk yıl
önce cennete gireceklerdir. Ey Âişe! Yoksulu yarım hurmayla da olsa boş çevirme
bir şeyler ver. Ey Âişe! Yoksulları sev onlara yakın ol Allah da seni kıyamet
günü cennetine yakın eder.” buyurdu.[636]
Hz. Âişe: “Bir
defasında bana bir dilenci geldi. Yanımda da Rasûlullah vardı bir şeyler
verilmesini emrettim ve verilecek şeyi getirtip ona baktım. Bunun üzerine
Rasûlullah şöyle buyurdu: ‘Evine senin haberin olmadan hiçbir şeyin girip
çıkmasını istemiyor musun?’ Ben de: ‘Evet.’ dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
‘Ey Âişe dur! Bu kadar hesapçı olma, sayarak verme! Allah da sana sayarak verir.’
buyurdu.”[637]
Hz. Âişe
Rasûlullah’ın bu tavsiyelerini hayatının her döneminde harfiyen uygulamıştır.
Kendileri de ihtiyaç halinde olmalarına rağmen daha zor durumda olanlara yardım
etmeyi ihmal etmemişti. Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber hayatta iken cömertliğini
gösteren rivayetlerden bazıları şunlardır:
Hz. Âişe şöyle
anlatır: “Bir şeyler istemek üzere yanıma, iki kızıyla birlikte bir kadın
geldi. Bende bir[638] hurmadan başka bir şey yoktu.
Bunu ona verdim. Kadın hurmayı kızlarına paylaştırdı ve kendisi hiçbir şey
yemedi. Sonra kalktı ve gitti. Daha sonra Rasûlullah geldi. Olan biteni ona
anlattım. Bunun üzerine o: ‘Kim şu kız çocukları yüzünden bir sıkıntıya maruz
kalırsa bu, onun için cehenneme karşı bir perde olur.’ buyurdu.”[639]
Bir gün Hz.
Peygamber yanına Suffe ashâbından bazılarını alarak Hz. Âişe’nin odasına
götürmüştü. Rasûlullah: “Ey Âişe bizi doyur.” dedi. O da haşîşe[640] [641]
ismi verilen bir yiyecek getirdi. Onu yedikten sonra: “Ey Âişe bizi
doyur.” buyurdu. Hz. Âişe de bir miktar hays ismi verilen yemekten getirdi. Onu
da yedikten sonra Hz. Peygamber: “Ey Âişe bizi sula.” buyurdu. O da bir bardak
süt getirdi, onu da içtik sonra: “Ey Âişe bizi tekrar sula.” buyurdu. O da
küçük bir bardak süt daha getirmişti.
Hz. Âişe:
“Bize pişirilmiş bir koyun hediye edildi. Kürek kemiği hariç koyunun hepsini
paylaştırıp dağıttım. Rasûlullah yanıma girince de bunu ona anlattım. Ancak
Allah Rasûlü: ‘Hayır, kürek kemiği hariç hepsi sizindir.’ buyurdu.”[642]
Hz. Âişe
kendisi cömert olduğu gibi insanları da bu hususta teşvik ederdi. Hz. Âişe:
“Yüce Allah’ın kendilerine bolluk verdiği zamanlarda, insanların fıtır
sadakasını her bir kişi için (yarım sâ‘ değil de ) bir sâ‘ buğday olarak
vermeleri benim için daha hoştur.” derdi.[643]
Yine Hz. Âişe sadaka olarak neyin verilmeyeceğini de Hz. Peygamber’in
kendisine öğrettiğini bildirmişti. Rasûlullah’a bir keler hediye edilmiş; ancak
ondan yememişti. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Yâ Rasûlallah! Bunu dilencilere
yemeleri için vereyim mi?” diye sorduğunda Rasûlullah: “Dilencilere ancak
kendin yediklerinden ver.” buyurdu.[644]
B. Hz.
Peygamber’den Sonraki Dönem
Hz.
Peygamber’in vefatından sonra özellikle Hz. Ömer döneminde tüm müslümanların
maddî anlamda rahatladıkları görülmektedir. Bu dönemde Hz. Âişe’nin gelirleri
arasında Hayber’in Fethi’nden sonra Rasûlullah’ın tüm hanımlarına verdiği kuru
hurmadan seksen, arpadan yirmi vesk olmak üzere yüz vesklik ürünün gelişi devam
ediyordu.[645] Hz. Ömer hilâfete geçince
Hayber’den yahudileri çıkararak arazisini halka dağıttı. Hz. Peygamber’in
hanımlarını ya kendilerine arazi ve su verilmesi veya onlara daha önce her sene
ödenen miktarı almak hususunda serbest bıraktı. Onlar bu konuda muhtelif
hareket ettiler. Bazıları araziyle suyu, bazıları da her yıl paylarının
verilmesini seçti. Hz. Âişe ile Hz. Hafsa arazi ve suyu seçenlerdendi.[646]
Hz. Âişe’nin
ikinci gelir kaynağı, Hz. Ömer’in kurduğu divanlardan herkese bağladığı
maaşlardı. Hz. Ömer ümmühâtü’l-müminîne on bin dirhem atıyye verirdi. Hz.
Âişe’nin atıyyesini ise iki bin dirhem fazla yaptığı rivayet edilir. Neden
böyle yaptığı sorulunca da: “Şüphesiz ki o Rasûlullah’ın sevgilisidir.”
cevabını vermişti.[647] Bu rivayet yaygın
olmakla beraber bize göre Hz. Ömer, Hz. Peygamber’in bütün hanımlarına aynı
miktarda atıyye vermiş olmalıdır. Nitekim başka bir rivayette Hz. Ömer’in Hz. Peygamber’in
bütün hanımlarına on bin veya on iki bin dirhem verdiği, ancak Hz. Safiyye ve
Hz. Cüveyriye’ye altı bin dirhem vermek istediği rivayet edilir. Hz. Âişe buna
karşı çıkarak: “Rasûlullah her hususta bizler arasında eşit davranırdı.”
demiştir.[648] Yine başka bir rivayette de
Hz. Zeyneb bint Cahş’a atıyye olarak on iki bin dirhem verildiği
belirtilmektedir.[649] İbn Sa‘d Hz. Peygamber’in
bütün eşlerine on iki bin dirhem verildiğini belirttikten sonra, bunun üzerinde
ittifak edilen görüş olduğunu belirtmiştir.[650]
Buna göre Hz. Âişe’nin yıllık on iki bin dirhemde buradan geliri vardı.
Hz. Âişe’nin
üçüncü gelir kaynağı Hz. Ebû Bekir tarafından kendisine verilen Âliyetü Cedâd
bölgesindeki bir bahçenin hurma mahsulüydü. Hz. Âişe’ye buradan senelik yirmi
vesk hurma gelirdi. Hz. Âişe bu araziden bir veya iki yıl yararlanmış, Hz. Ebû
Bekir’in vefatından sonra burayı kardeşleri arasında taksim etmişti.[651]
Bunların
dışında Abbott, Hz. Âişe’nin gayrimenkul ve köle ticareti yaptığını ima etse de[652] bu doğru değildir. Bazı rivayetlerde
bulunan bilgilerin zorlama yorumlara tabi tutulmasıyla böyle bir yargıya
varılmış olmalıdır.
Hz. Âişe’nin
gelir kaynaklarından bir diğeri kendisine verilen hediyelerdi. Hz. Âişe
kendisine bir hediye geldiği zaman hemen buna başka bir hediyeyle mukabele
ederdi.[653]
Bazen
kendisine gönderilen meblağlar bir hayli büyük olurdu. Fakat Hz. Âişe kendisine
gelen bu hediyelere dokunmadan tamamını dağıtırdı. Örneğin Irak’tan Hz. Ömer’e
içi mücevher dolu bir sandık gelmişti. Hz. Ömer arkadaşlarına: “Buna paha biçin.”
dedi. Onlar: “Buna nasıl paha biçeceğimizi ve bunu nasıl paylaştıracağımızı
bilemiyoruz.” dediler. Hz. Ömer: “Bana müsaade ederseniz onu Rasûlullah’ın
sevgilisi Âişe’ye göndereceğim.” deyince etrafındakiler buna müsaade ettiler.
Bu mücevherler Hz. Âişe’ye gönderildi. Hz. Âişe’ye bu hediye ulaştığı zaman:
“Peygamber’den sonra Hattâb’ın oğluna ne oldu? Allah’ım onun atiyyelerini almam
için beni bırakma.” demiştir.[654]
Sahâbenin
zenginlerinden olan Talha b. Ubeydullah servetinin bir kısmıyla kendi kabilesi olan
Teymlilere yardım eder. Hz. Âişe’ye de her sene on bin dirhem gönderirdi.[655]
Yine bu
bağışlara örnek olarak Abdurrahman b. Avf, müminlerin annelerinden her birine
çok miktarda mal[656] verilmesini vasiyet etmişti.
Hz. Âişe onun bu vasiyeti dolayısıyla: “Allah, ona Selsebil pınarının suyunu
içirsin.” diye dua 655 etmişti.[657]
Hz. Âişe’nin
cömertliği Hz. Peygamber’den sonra da aynen devam etmişti. Eline geçen tüm
servete rağmen çok sade bir hayat yaşıyordu. Toplumdaki refah artışı Hz.
Âişe’nin hayatından hiçbir şeyi değiştirmemişti. Kendisi bu durumu şöyle izah
etmiştir: “Rasûlullah’tan sonra hayatımızda refah açısından bir değişiklik
olmadı. Ağlamayı istediğimde ağlıyordum. Artan tek şey hüznümüzdü.”[658]
Hz. Âişe Hz. Peygamber’in
tavsiyesi üzerine hâlâ yamalıklı elbiseler giyiyordu. Bir gün Kesîr b. Ubeyd
Hz. Âişe’ye gitmişti. İzin istediğinde Hz. Âişe: “Dur, ben elbisemi dikmedikçe
içeri girme!” dedi. Kesîr: “Ey müminlerin annesi! Ben şayet dışarı çıkıp senin
eski elbiselerini diktiğini bildirmiş olsaydım, bunu senin cimriliğin olarak
kabul ederlerdi.” dedi. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Durumu gör. Eskisi olmayanın
yenisi olmaz.” dedi.[659]
Hz. Âişe eski bir elbiseye alıştığı zaman onu bırakmak istemezdi.[660]
Abdullah b.
Zübeyr: “Ben, Âişe ve Esmâ’dan daha cömert iki kadın görmedim. Bunların
cömertlikleri farklı idi. Âişe, yanında birikinceye kadar bir şeyi toplar,
sonra insanlara taksim ederdi. Esmâ ise, yarın için elinde bir şey tutmaz,
hepsini insanlara taksim ederdi.” demiştir.[661]
Hz. Âişe az
veya çok olmasına bakmadan kapısına gelen hiç kimseyi eli boş göndermezdi. Hz.
Âişe’nin yanında üzümden başka yiyecek bir şeyin olmadığı bir günde bir dilenci
kapısına gelmişti. Hz. Âişe yanındaki bir kimseye: “O üzümden bir tane al
yoksula ver.” dedi. Adam Hz. Âişe’ye şaşkın şaşkın bakmaya başlayınca Hz. Âişe:
“Hayret mi ediyorsun? Bu bir tanede ne kadar zerre ağırlığı görüyorsun.”
demişti.[662]
Yine bir gün
yoksul biri Hz. Âişe’ye gelerek kendisinden yardım istedi. O gün Hz. Âişe
oruçluydu. Evde de sadece bir yufka ekmeği vardı. Hz. Âişe cariyesine: “Onu ona
ver.” dedi. Cariye: “İftar edeceğin başka bir şey yok.” deyince Hz. Âişe yine:
“Onu dilenciye ver.” dedi. Akşam olduğunda Hz. Âişe’ye ekmeğe sarılmış bir
koyun eti hediye edildi. Hz. Âişe de cariyesini çağırarak: “Bundan ye, bu senin
verdiğin ekmekten daha hayırlıdır.” dedi.[663]
Hz. Âişe’nin
kardeşi Abdurrahman, Hz. Âişe’ye bir sepet dolusu üzüm hediye etmişti. Hz. Âişe
bu üzümleri hemen dağıttı. Fakat Hz. Âişe’nin cariyesi onun haberi olmadan bir
miktar üzümü sonra yemeleri için saklamıştı. Gece olduğunda cariye bu üzümleri
getirdi. Hz. Âişe: “Bu nedir?” diye sorunca cariye: “Ey ümmü’l- müminîn!
Bunları daha sonra yememiz için ayırmıştım.” dedi. Bunun üzerine Hz. Âişe:
“Vallahi, bu sepetten hiçbir şey yemeyeceğim!” dedi.[664]
Hz. Âişe’nin
yaptığı bağışlar her zaman böyle küçük olmuyordu. Hz. Âişe eline yüksek
meblağlarda para geçtiği zaman hiç vakit kaybetmeksizin hemen bunları
dağıtıyordu.
Urve Hz.
Âişe’nin cömertliği hakkında: “Hz. Âişe’nin yetmiş bin dirhem değerindeki
malları tasadduk ettiğini gördüm. Fakat o kendi elbiselerini yama yapıp da
giyerdi.” demiştir.[665]
Bir defasında
Abdullah b. Zübeyr Hz. Âişe’ye içinde yüz bin dirhem değerinde mal bulunan iki
çuval göndermişti. Hz. Âişe bir tabak getirilmesini istedi. O sırada oruçlu
idi. O parayı insanlara dağıtmaya başladı. Akşama ulaşınca: “Ey cariye
iftarlığımı getir!” dedi. Ümmü Zerre o esnada: “Ey müminlerin annesi! Şu
dağıttığın dirhemlerden bir dirhem alıp da onunla biraz iftarlık et alamaz
mıydın?” diye sorunca, o da şunu söyledi: “Bana kızma, şayet önceden
hatırlatsaydın bunu yapardım.”[666]
Benzer bir
rivayette Hz. Âişe’ye parayı gönderenin Muâviye olduğu belirtilir.[667] Yine Muâviye Hz. Âişe’ye yüz
bin dirhem değerinde bir gerdanlık hediye etmişti. Hz. Âişe bu gerdanlığı
ümmühâtü’l-müminîn arasında paylaştırmıştı.[668]
Hz. Âişe
yüksek meblağlarda yaptığı bu bağışlardan sonra bazen insanlardan borç almak
zorunda kalıyordu. Bunun üzerine Hz. Âişe’ye: “Yanında onu ödeyecek malın
olmadığı halde ne diye borç alıyorsun.” denildi. Hz. Âişe de: “Rasûlullah’ı şöyle
buyururken işittim: ‘Borcunu ödeme niyeti olan bir kula mutlaka Allah
tarafından yardım edilir.’ Ben de bu yardımı kazanmaya çalışıyorum.” demişti.[669] Hz. Âişe’nin
ihtiyaç halindeyken birilerinden borç almasına kimsenin itiraz etmeyeceği
açıktır. Bize göre bu rivayette Hz. Âişe’ye borç almaması yönünde yapılan
ikazın sebebi onun borç alıp fakirlere dağıtması olmalıdır.
Hz. Âişe bazen
de bu borçları ödeyemediği için sıkıntı yaşıyordu. Bunun bir örneğini kendisi
şöyle anlatır: “Esmâ bint Umeys’e bir dinar üç dirhem borcum vardı. O yanıma
girer, ben de onun yüzüne bakmaya utanırdım. Çünkü ona borcumu ödeyecek bir şey
bulamıyordum.”[670]
Hz. Âişe
sadakalarının en doğru yerlere, en muhtaç insanlara ulaşmasına dikkat eder.
Çevresindeki insanları da bu doğrultuda yönlendirirdi.
Bir gün bir
kadın ziynet eşyalarıyla beraber Hz. Âişe’nin yanına gelerek: “Ben şunları
Kâbe’ye hediye ettim.” dedi. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Bunları Allah yoluna ya
da yetimlere ve miskinlere verseydin ya. Hiç şüphesiz Beytullah’a devlet hazinesinden
verilir ve harcamada bulunulur.” demişti.[671]
Hz. Âişe’nin
cömertliğini Şiîler de kabul etmektedirler. Fakat onlara göre Hz. Âişe’nin bu
cömertlikleri yapmasının tek sebebi itibar meraklısı olmasıdır. Hz. Âişe halkın
saygı ve sevgisini kazanarak bununla çeşitli menfaatler elde etmek için bu
cömertlikleri yapmıştır.[672] Maalesef Şiîler’in sahâbenin
geneli hakkındaki görüşleri böyle çarpık bir bakış açısı üzerine kurulmuştur.
HZ. ÂİŞE’NİN OYUN EĞLENCE ve MİZAH HAKKINDAKİ
TUTUMU
Bu kısımda
makul seviyede eğlenceye Hz. Peygamber’in izin verdiği rivayetleri ele almak
istiyoruz. İslâm toplumunda bazı kesimlerin radikal bir şekilde eğlenceye karşı
oldukları bir gerçektir. Bize göre şayet Hz. Âişe’den rivayet edilen bazı
örnekler de olmasa bu karşı tavır, çok daha üst bir düzeye ulaşabilirdi. Bu
sebeple Hz. Âişe’den gelen bu rivayetleri ve onun Hz. Peygamber’in terbiyesi
altında çizdiği eğlence sınırlarını çok önemsiyoruz.
Hz. Âişe
özellikle Hz. Peygamber döneminde yaşının küçük olması sebebiyle oyundan ve
eğlenceli işlerden hoşlanırdı. Onun oyuncaklarla ve arkadaşlarıyla
oynamasından, Hz. Peygamber ile birlikte mescidde Habeşliler’in yaptığı
gösteriyi beraber izlemelerinden bahsetmiştik.[673]
Bayram
günlerinin birinde Hz. Ebû Bekir Hz. Âişe’nin odasına girmişti. Bu sırada iki
kız çocuğu Hz. Âişe’nin yanında def çalıp ezgi söylemekteydi. Hz. Peygamber ise
örtüsüne bürünmüş ve uzanmıştı. Hz. Ebû Bekir bu manzarayı görünce:
“Rasûlullah’ın yanında şeytan işi çalgılarla eğleniyorsunuz öyle mi?” deyip Hz.
Âişe’yi azarlamaya başlamıştı. Bunun üzerine Rasûlullah yüzünü açarak, Hz. Ebû
Bekir’e şöyle buyurdu: “Ey Ebû Bekir! Çocukları rahat bırak. Şu anda bayram
günlerinin içindeyiz; bu günler Mina günleridir.”[674]
Hz. Âişe bir
kadını ensârdan bir adamla evlilik için hazırlıyordu. Bunun üzerine Hz.
Peygamber Hz. Âişe’ye: “Ey Âişe! Beraberinizde eğlenceniz yok muydu? Çünkü
ensâr eğlenceyi sever.” diye buyurmuştu.[675]
Hatta bazı rivayetlerde Hz. Peygamber’in Medine’de şarkı söylemesiyle meşhur
olan Erneb veya Zeyneb isminde bir kadını bizzat onlara gönderdiği
zikredilmektedir.[676]
Hz.
Peygamber’den gördüğü bu ince çizgiyi Hz. Âişe ömrünün sonuna kadar devam
ettirmiştir. İnsanların makul bir çerçevede eğlenmesini her zaman desteklemiş,
fakat bu sınır aşıldığı zaman hemen buna engel olmuştur.
Hz. Âişe’nin
erkek kardeşinin kızları sünnet edildiğinde Hz. Âişe’ye: “Çocukları
eğlendirecek birini çağıralım mı?” diye soruldu. Hz. Âişe de bunu kabul etti.
Bu iş içinde Adiy isminde birine haber gönderildi. Adiy de kendilerini
eğlendirmek için çocuklara gitti. Ardından Hz. Âişe eve uğradı. Adamı şarkı
söylerken gördü. Coşkudan kendini kaybetmiş bir şekilde başını sallıyordu. Hz.
Âişe bunun üzerine: “Öf! O adam bir şeytan. Onu dışarı çıkarın, onu dışarı
çıkarın!” 675 demişti.[677]
Hz. Âişe’nin
evinde bir aile oturuyordu. Onların yanında tavla olduğu haberi Hz. Âişe’ye
ulaşınca, kendilerine: “Şayet o tavlayı benim evimden çıkarmazsanız. Elbette
ben sizi evimden çıkaracağım.” haberini yollayıp bu hareketlerini uygun
görmediğini belirtti.[678]
İbn Ebî Atîk Hz. Âişe ağır hastayken yanına girmişti ve: “Ey
anneciğim! Sana feda olayım. Nasılsın?” dedi. Hz. Âişe: “Vallahi, bu ölüm
halidir.” deyince İbn Ebî Atîk: “Öyleyse sana feda olmayayım.” diyerek
kendisine şaka yaptı. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Bu şakacı halini asla terk etme.”
dedi.[679]
HZ. ÂİŞE’NİN İLMİ
Eskiden
bilgilerin genlerde biriktirildiği ve çocuğa böylece geçtiği ileri sürülür;
bilginin, asırlardır genlerimiz vasıtasıyla dedelerden nesillere nakledildiği
kabul edilirdi. Şimdi ise kişiliğin, genetik bir alt yapının üzerine öğrenmeyle
oluştuğu tespit edildi. Kişilik gelişiminde genetik eğilim yüzde otuz, kırk ise
bunun yüzde altmış, yetmişinin öğrenmeyle gerçekleştiği anlaşıldı.[680]
Yukarıdaki
tanım doğrultusunda Hz. Âişe’nin bilgi kaynaklarını incelediğimizde Hz.
Âişe’nin hem genetik yönden hem de sosyal öğrenme bakımından çok şanslı
olduğunu görürüz. Her ne kadar Hz. Âişe’nin annesi Ümmü Rûmân hakkında çok
detaylı bilgimiz bulunmuyorsa da, babası Hz. Ebû Bekir o dönem Arap
toplumundaki en kültürlü kişilerden biriydi.
Hz. Ebû Bekir
ensâb ilmini en iyi bilenler arasındaydı.[681]
Hz. Peygamber Hz. Ebû Bekir hakkında: “Ebû Bekir nesep ilminde Kureyş’in en
bilgilisidir.” buyurmuştur.[682] Hz. Ebû Bekir’in tanınmış
edip ve hatiplerin sözlerini gençliğinden beri dikkatle dinlediği, okuduğu,
birçoğunu ezberlediği, bunları sık sık tekrarladığı ve ezberindeki şiirleri çok
güzel okuduğu bilinmektedir.[683] Hz. Ebû Bekir şair değildi.
Kendi şiirlerini okumaz sadece başka şairlerin şiirlerini aktarırdı.[684] Ticaretle uğraştığı ve sürekli
farklı bölgelere gittiği için[685] çok farklı türden insanları
tanıma fırsatı bulmuştu. Kendisi gelen Kur’ân âyetlerini de ezberler ve kendisi
için evinin kenarında yaptığı küçük odada bunları sürekli okurdu.
Hz. Âişe
ömrünün dokuz yılını geçirdiği ailesinden özellikle babası Hz. Ebû Bekir’den
ciddi bir bilgi birikimi elde etmişti. Ayrıca Hz. Peygamber’in Ümmü Rûmân’a Hz.
Âişe’ye iyi davranmasını tavsiye etmesi, Hz. Peygamber’in Hz. Âişe’nin eğitim
ve öğretimiyle evliliklerinden önce ilgilenmeye başladığını göstermektedir.[686]
Hz. Âişe Hz.
Peygamber ile evlendikten sonra sosyal öğrenme açısından çok daha verimli bir
yere gelmişti. Kendisi sürekli Hz. Peygamber ile olduğu için Kur’ân âyetlerinin
çoğunun nüzûl sebebini çok iyi biliyordu. Hatta bazen Hz. Âişe ile Hz.
Peygamber aynı örtünün altındayken bile Hz. Peygamber’e vahiy geldiği oluyordu.
Hz. Âişe diğer sahâbenin aksine, merak ettiği her şeyi Hz. Peygamber’e sorma
imkânına sahipti. Hz. Peygamber Hz. Âişe’nin bu özelliğini bildiği için ve
kendisinden sonra irşad hususunda Hz. Peygamber’i temsil edeceği için, Hz.
Âişe’nin eğitimine çok önem veriyor, ona fazladan zaman ayırıyordu. Hz.
Peygamber’in Hz. Âişe’ye bakış açısını göstermesi açısından şu rivayet çok
büyük öneme sahiptir. Hz. Peygamber: “Erkeklerden havarim Zübeyr b. Avvâm,
kadınlardan ise Âişe’dir.” buyurmuştur.[687]
Hz. Âişe Hz. Peygamber’den duyduğu her şeyi öylece kabul etmiyordu. Aklına
uymayan veya zahirde Kur’ân ile çelişen şeyler varsa hemen bunları belirterek
Hz. Peygamber’den daha fazla açıklama istiyordu. İslâm tarihi ve hadis
kaynaklarında Hz. Âişe ve Hz. Peygamber’in yaptığı bu ilmî meşveretlerden
birçoğu zikredilmektedir.
Hz. Âişe’nin
ilmî anlamda avantajlı olmasının bir diğer sebebi de Hz. Sevde’nin yaşlılığı
döneminde kendi gününü Hz. Âişe’ye vermesiydi. Bu sebeple Hz.
Peygamber
diğer hanımlarının yanında bir gün geçirirken Hz. Âişe’nin yanında iki gün
geçiriyordu.[688]
Hz. Peygamber
ile yaptığı özel sohbetlerin yanı sıra Hz. Âişe odasının konumu itibariyle de
çok şanslıydı. Mescidin ön tarafında Hz. Peygamber’in halka namaz kıldırdığı ve
sohbet ettiği yerin hemen yanındaydı. Hz. Âişe mescidden neleri öğreniyordu?
Hz. Peygamber
hayatta olduğu süre içerisinde burada, namazları bizzat kıldırmış, hutbeleri
okumuş, ilim halka ve meclislerini idare etmişti. Rasûlullah sahâbenin eğitim
ve öğrenimini burada gerçekleştirmeye çalışmış, soruları cevaplamış, âyetlerin
sebeb-i nüzûllerini, bu âyetlerin mücmel, müşkil ve hafî olanlarını ve
hükümlerini burada açıklamıştı. Hz. Peygamber çeşitli kabile ve ülkelere göndereceği
diplomatik mektup ve antlaşmalarını da burada yazdırmış, elçiler göndermiş,
elçiler kabul etmiş, savaşların plânı, orduların sevki vs... hep buradan idare
edilmiştir.[689]
Hz. Âişe’nin
ilmine katkı sunduğunu düşündüğümüz diğer bir nokta da Hz. Peygamber’in diğer
zeceleriyle olan diyaloglarıdır. Hz. Peygamber’in eşlerinin neredeyse tamamı
Hz. Âişe’den yaşça daha büyüktü ve dolayısıyla hayat tecrübeleri daha fazlaydı.
Yine içlerinde Habeşistan hicretlerine katılmış farklı coğrafya ve insanlar
tanımış olanlar vardı. Bu sebeplerle Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’in diğer
eşleriyle yaptığı sohbetler de onun ufkunu genişletmiş olmalıdır.[690]
Hz. Âişe’nin
ilim yolunda işini kolaylaştıran etkenlerden bir tanesi de çocuğunun
olmamasıdır. Hz. Peygamber’in hanımlarının birçoğunun önceki evliliklerinden
çocukları bulunmaktaydı. Fakat Hz. Âişe bakire olarak Hz. Peygamber ile
evlendiği ve bu evlilikten de çocuğu olmadığı için böylesi büyük bir zihni
meşguliyetten uzaktı. Tüm vaktini Hz. Peygamber’in sohbetlerine ve Kur’ân’ı ezberlemeye
ayırabiliyordu. Ayrıca Hz. Peygamber’in Hz. Âişe için: “Allah’ım onu başarılı
kıl.” şeklinde bir duası da bulunmaktaydı.[691]
Bazı kaynaklarda Hz. Âişe’nin okuma ve yazmayı bildiği ifade
edilmekle[692] birlikte bu doğru değildir. Hz.
Âişe okuyabiliyor, fakat yazamıyordu.[693] Yazmayı bilmediği için bu işi başkalarına yaptırırdı. Örneğin
Âişe bint Talha Hz. Âişe’ye gelen mektuplara cevap yazardı.[694] Hz. Âişe’nin azatlısı Ebû Yûnus ise Hz. Âişe için bir mushaf
yazıyordu.[695]
B. Hz. Âişe’nin İlmi Hakkında Söylenenler
Hz. Âişe’nin
ilmî üstünlüğü bugün olduğu gibi yaşadığı dönemdeki pek çok kişi tarafından da
takdir edilmiştir. Hz. Âişe’nin ilmî üstünlüğü hakkında söylenilenlerden
bazıları şunlardır:
Ebû Mûsâ
el-Eş‘arî: “Biz Peygamber’in ashâbı olarak hangi konuda bir sorunumuz olmuşsa,
onu Âişe’ye sorduğumuzda kendisinden bir bilgi edinmişizdir.”[696] Urve: “Şiiri, ferâizi ve
fıkhı Âişe’den daha iyi bilen birini görmedim.”[697]
Hişâm: “Hz. Âişe’den Kur’ân’ı, farzları, helal-haramı, şiiri, eyyâmü’l- Arab’ı
ve neseb ilmini daha iyi bilen birini görmedim.”[698]
Seleme b. Abdurrahman’ın babasından: “Rasûlullah’ın sünnetini, bir âyetin kimin
hakkında indirildiğini ve farzları Âişe’den daha iyi bilen birini görmedim.
Âişe görüşüne ihtiyaç duyulduğunda da en doğru görüşü ortaya koyardı.”[699] Atâ’ b. Ebî Rebâh: “Âişe
insanların en fakîhi, en bilgini ve her konuda en doğru görüşlüsüydü.”[700] Kabîsa b. Züeyb: “Âişe’den
daha bilgili birini görmedim. Rasûlullah’ın ashâbının büyükleri ona soru
sorarlardı.”[701] Zührî: “Şayet Âişe ile diğer
ümmühâtü’l-müminînin ve diğer bütün kadınların ilimleri toplansa Âişe’nin ilmi
daha faziletlidir.”[702] Zehebî: “Şüphesiz ümmetin
kadınlarının en fakihidir.”[703] “Muhammed ümmeti içerisinde,
özellikle kadınlar arasında, ondan daha âlim bir kimse bilmiyorum.”[704] İbn Kesîr: “Ne bu ümmette, ne
de diğer ümmetlerde onun kadar bilgili ve anlayışlı bir kadın tanınmış
değildir.”[705] “Âişe’nin görüşleri
erkeklerin görüşleri gibi isabetlidir.”[706]
Ayrıca Hz. Peygamber’e nispetle: “Dininizin yarısını şu
Hümeyrâ’dan alınız.” şeklinde bir rivayet aktarılmıştır.[707] Fakat bunun sahih bir rivayet olmadığı ifade edilmiştir.[708]
Hz.
Âişe’nin Eğitim ve Öğretim Faaliyetleri
Hz. Âişe’nin
evi ilk günden itibaren müslümanlar için özellikle müslüman hanımlar için bir
medrese vazifesi ifa etmiştir. Rasûlullah’ın hayatta olduğu süre içerisinde Hz.
Âişe’nin vazifesi Hz. Peygamber ile hanım sahâbîler arasındaki iletişimi
sağlamak şeklinde olmuştur. Hz. Peygamber hayatta olduğu süre içerisinde Hz.
Âişe’ye ileride ifa edeceği vazifenin inceliklerini öğretmiştir. Bir gün Ümmü
Süleym Rasûlullah’a gelerek Âişe de onun yanında olduğu halde: “Ey Allah’ın
Rasûlü! Erkeğin uyku esnasında gördüğünü kadın da görür. Binaenaleyh erkeğin
kendinde gördüğünü kadın da görüyor.” demiş. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Ey Ümmü
Süleym! Kadınları kepaze ettin. Allah hayrını versin!” demişti. Rasûlullah ise
Hz. Âişe’ye: “Bilâkis sen bu söze daha layıksın! Allah senin hayrını versin!
Evet. Ey Ümmü Süleym! Kadın da bunu gördüğü zaman yıkanmalıdır.” buyurmuştur.[709]
Rivayette
görüldüğü üzere Hz. Âişe bir kadının bir erkeğe böyle bir soru yöneltmesini hiç
doğru bulmamıştır. Fakat Hz. Peygamber kendisini sert bir dille eleştirince
ilmî ve dinî sorular hususunda böyle bir utanma ve çekinme lüksü olmadığını
anlamıştır.
Hz. Âişe daha
sonraki yıllarda: “Ensâr kadınları ne iyi kadınlardır! Utangaçlık onların dinde
güzel kavrayış sahibi olmalarını engellememiştir.”[710]
diyerek önceden ayıpladığı bu davranışın aslında ne kadar gerekli olduğunu
itiraf etmiştir.
Hz. Âişe
ömrünün Hz. Peygamber’den sonra geçen döneminde erkek sahâbîlerin sordukları
tüm özel sorulara çekinmeden cevap vermiş ve soru soranlara utanmaması
gerektiğini tembih etmiştir. Hz. Âişe kendisine soru soran erkek sahâbîlere bu
durumun gayet normal olduğunu, annelerine sorabilecekleri bütün soruları
kendisine de sorabileceklerini belirtmiştir.
Muhâcirlerle
ensârdan bir cemaat ihtilaf etmişti. Ensâr: “Gusül ancak boşalma yahut meniden
dolayı lazım gelir.” derken muhâcirler ise: “Hayır, cima varsa gusül vaciptir.”
mukabelesinde bulunmuşlardı. Bu grubun içerisinde bulunan Ebû Mûsâ: “Ben sizi
bu münâkaşadan kurtarayım.” diyerek Hz. Âişe’nin yanına gitmişti. Kendisine
izin verildikten sonra Hz. Âişe’nin huzuruna girip: “Ey anneciğim! Ben sana bir
şey sormak istiyorum, ama senden de utanıyorum.” dedi. Bunun üzerine Hz. Âişe:
“Seni doğuran annene sorabileceğin bir şeyi bana sormaktan utanma çünkü ben de
senin annenim.” dedi. Ebû Mûsâ: “Öyle ise guslü icap ettiren nedir?” diye
sordu. Hz. Âişe: “Bilene rastladın. Rasûlullah: ‘Erkek kadının dört şubesi
arasına oturur da sünnet mahalli sünnet mahalline temas ederse gusül vacip
olur.’ buyurdu.” demiştir.[711]
Benzer şekilde
Abdullah b. Ömer de Hz. Âişe’ye: “Bir kimse hayızlı karısından faydalanabilir
mi?” diye sorması için birini göndermişti de o: “Alt tarafını bir şeylerle sıkıca
bağlasın. Sonra kocası dilediği gibi dilediği yerden istifade edebilir.”
şeklinde cevap vermişti.[712]
Ebû Bekir b.
Abdurrahman b. Hâris b. Hişâm Medine valisi olan Mervân b. Hakem’in yanına
gitmişti. Mervân’a Ebû Hüreyre’nin: “Cünüp olarak sabahlayan o gün oruç
tutmamış sayılır.” sözü nakledildi. Bunun üzerine Mervân: “Ey Abdurrahman!
Yeminle sana emrediyorum ki müminlerin anneleri Ümmü Seleme ve Âişe’ye
gideceksin ve bu konuyu mutlaka soracaksın.” dedi. Abdurrahman Hz. Âişe’nin
yanına girip selâm verdikten sonra: “Ey müminlerin annesi! Biz Mervân’ın
yanında idik. Kendisine Ebû Hüreyre’nin: ‘Cünüp olarak sabahlayan o gün oruç
tutmamış sayılır.’ dediği nakledildi. Sen ne dersin?” diye sordu. Hz. Âişe de:
“O Ebû Hüreyre’nin dediği gibi değil, Rasûlullah’ın yaptığından dışarı çıkmak
ister misin?” diye sordu. Abdurrahman da: “Hayır asla!” deyince Hz. Âişe: “Ben
şahitlik ederim ki Rasûlullah ihtilam olmadan cinsi münasebet dolayısıyla cünüp
olarak sabahlar sonra da gusledip o gün oruç tutardı.” dedi. Daha sonra aynı
soruyu Hz. Ümmü Seleme’ye de sormuşlar, o da aynı cevabı vermişti. Abdurrahman
oradan da çıkıp Mervân’a gitti. Hz. Peygamber’in hanımlarının söylediklerini
nakletti. Bunun üzerine Mervân: “Ey Abdurrahman binitim kapının önündedir. Ebû
Hüreyre’ye git o şimdi Akîk’teki bahçesindedir. Durumu ona anlat.” dedi. Bu
durumu Ebû Hüreyre’ye anlattıklarında o: “Ben bundan başkasını bilmiyorum, bunu
bana bir kimse haber vermişti.” dedi.[713]
Hz. Âişe’nin
Hz. Peygamber hayattayken yaptığı bir diğer hizmet de Hz. Peygamber’in
kadınlara anlatamadığı bazı özel durumları bizzat kendisinin devreye girerek
anlatmasıydı. Bir kadın Hz. Peygamber’e gelip hayızdan dolayı nasıl gusül
abdesti alacağını sormuştu. Hz. Peygamber ona, nasıl gusül abdesti alacağını şu
şekilde bildirdi: “Bir parça kokulu bez ya da pamuk al. Onunla temizlen!”
Kadın: “Nasıl temizleneyim?” diye sordu. Rasûlullah: “Bununla temizlen.” dedi.
Kadın: “Nasıl yani?” diye sorunca Hz. Peygamber: “Sübhânallah! Temizlen işte!”
dedi. Bunun üzerine Hz. Âişe kadını yanına çekti ve: “Bunu kanın izine sür.”
dedi.[714]
Hz.
Peygamber’in eşlerinin ve dolayısıyla Hz. Âişe’nin Rasûlullah’ın sağlığında
yaptığı diğer bir hizmet ise kadınların sorunlarını Hz. Peygamber’e aktarmak
suretiyle bir nevi ara buluculuk idi. Hz. Peygamber ashâbını sık sık hanımlara
güzel davranmaları hususunda uyarırdı. Bir gün Hz. Peygamber ashâbına:
“Allah’ın cariyeleri durumunda olan hanımlarınızı dövmeyin.” buyurdu. Bu
emirden sonra Hz. Ömer Peygamber’e gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü! Kadınlar bu
emrinizden cesaret alarak kocalarına itaatsizlik etmeye başladılar.” dedi.
Bunun üzerine yara bere bırakmayacak şekilde dövme izni verildi. Bundan sonra
Hz. Peygamber’in hanımlarına pek çok kadın şikâyet için gittiler. Ertesi gün
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Bu gece yetmiş kadın Peygamber’in hanımlarına
gelerek kocalarından şikâyette bulundular. Artık siz hanımlarını bu şekilde
dövenleri iyileriniz olarak bilmeyiniz.”[715]
Yine benzer
bir rivayette bir genç kız Hz. Âişe’nin yanına gelerek: “Babam beni sadece
itibar kazanmak için kardeşinin oğluyla nikâhladı. Hâlbuki ben istemiyordum.”
dedi. Hz. Âişe: “Peygamber gelinceye kadar otur bakalım.” dedi. Nihayet
Rasûlullah geldi. Hz. Âişe durumu Rasûlullah’a anlattı. Rasûlullah kızın
babasına haber vererek onu çağırttı ve kızının fikrini alıp almadığını sordu.
Bunun üzerine kız: “Ey Allah’ın Rasûlü! Babamın yaptığı işe karşı değilim.
Fakat evlenme işinde kadınların da söz hakkı var mı? Onu öğrenmek istemiştim.”
dedi.[716]
Hz. Âişe’nin
evi Hz. Peygamber’in vefatından sonra da ilk günkü hüviyetini korumuş ve
insanların irşadı için bir deniz feneri vazifesi görmüştü. Özellikle hanımların
irşadı noktasında Hz. Âişe’nin hizmetleri benzersizdi.[717]
O kendisine gelen bayanların tüm sorularına cevap verirdi.[718]
Hatta Hıms halkından[719] ve daha uzak yerlerden bile
Hz. Âişe’den bilgi almak için kadınlar geliyordu.[720]
Hz. Âişe’ye bizzat gelemeyenler de kendisine mektup göndererek sorularını arz
ederlerdi. Hz. Âişe’de onların bu mektuplarını cevaplayarak kendilerine iade
ederdi.[721]
Hz. Âişe
mahremi olmayan erkekleri ikaz edeceği zaman bazen de onların hanımlarını veya
başka aracıları devreye sokuyordu. Bir defasında Hz. Âişe kadınlara:
“Eşlerinize söyleyin, büyük ve küçük abdestin izini su ile gidersinler.
Çünkü
Rasûlullah böyle yapardı. Ben, bunu onlara söylemeye utanıyorum.” demişti.[722]
Benzer şekilde Kureyşli bir topluluğun mescide yakın bir yerde
gece sohbetini bir hayli uzatması üzerine Hz. Âişe onlara birini gönderip:
“Ailelerinizin yanına dönün. Çünkü onların da sizde nasipleri var.” demişti.[723]
Hz. Âişe ve Hadis İlmi
Hz. Âişe’den Gelen Hadis Rivayeti Sayısı
Hz. Âişe dokuz
yaşından itibaren dokuz seneye yakın bir müddet[724]
zarfında, Rasûlullah’ın devamlı yanında bulunmuştur. Hz. Peygamber’in özellikle
aile hayatının en mahrem noktalarını müşahede etmiş, gerektiğinde bu bilgileri
diğer insanlarla paylaşmıştır. Hz. Âişe, Hz. Peygamber’in vefatından sonra kırk
yedi sene boyunca büyük bir zevk ve sorumluluk duygusu içinde insanların tüm
sorularını cevaplamaya çalışmıştır.
Hz. Âişe
özellikle Hz. Peygamber’in vefatından sonra yaşadığı kırk yedi yıl boyunca onun
hadislerini diğer insanlara aktarmıştır. Kaynaklarda Hz. Âişe’nin Hz.
Peygamber’den iki bin iki yüz on hadis rivayet ettiği bilgisi yer almaktadır.
Buhârî ve Müslim bu hadislerin yüz yetmiş dört tanesinde ittifak etmişlerdir.
Ayrıca Hz. Âişe’den münferit olarak Buhârî elli dört, Müslim altmış dokuz
rivayet aktarmıştır.[725] Hz. Âişe rivayet ettiği bu
hadis miktarı ile Ebû Hüreyre, Abdullah b. Ömer ve Enes b. Mâlik’ten sonra en
fazla hadis rivayet eden dördüncü sahâbîdir.[726]
Kaynakların
genelinde yukarıda aktardığımız hadis sayısı tekrarlanmaktadır. Fakat sadece
Baki b. Mahled’in (ö. 276/889) Müsned’inde Hz. Âişe’den aktarılan iki
bin beş yüz on rivayet bulunmaktadır. Benzer şekilde Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde
de Hz. Âişe’den aktarılan iki bin dört yüz üç rivayet bulunur.[727]
Hz. Âişe
hakkında özel bir çalışma yapan Abdülmün‘im Hıfnî ise Hz. Âişe’nin rivayet
ettiği hadis sayısını beş bin altı yüz otuz altı olarak zikreder. Ona göre Hz.
Âişe rivayet ettiği bu hadis sayısıyla Ebû Hüreyre dâhil bütün sahâbe
içerisinde en çok hadis rivayet eden kişidir. Bütün bu rivayetleri de kitabında
bir araya getirmiştir.[728] Hz. Âişe’nin rivayet ettiği
hadis sayısının Hıfnî’nin zikrettiği kadar çok olduğunu düşünmüyoruz. Çünkü
Hıfnî İslâm tarihi kaynaklarında geçen Hz. Âişe’ye ait rivayetleri de alarak
bunları hadis gibi değerlendirmiştir. Fakat yukarıda zikrettiğimiz iki bin iki
yüz on rakamının da doğru bir bilgi olmadığı açıktır.
Hz. Âişe’nin
hadis ilmi ve İslâm dini açısından ne kadar kıymetli olduğunu göstermesi
açısından onun diğer ümmühâtü’l-müminîn ile rivayet adedi açısından
kıyaslanmasının uygun olacağını düşünüyoruz. Hz. Ümmü Seleme üç yüz yetmiş
sekiz, Hz. Meymûne yetmiş altı, Hz. Ümmü Habîbe altmış beş, Hz. Hafsa altmış,
Hz. Zeyneb bint Cahş on bir, Hz. Safiyye on, Hz. Cüveyriye yedi, Hz. Sevde -,
Hz. Hatice -.[729] Bu tabloya göre diğer
ümmühâtü’l-müminînin rivayet ettiği toplam hadis sayısı altı yüz yedidir. Bu
sayı Hz. Âişe’nin rivayet ettiği hadis sayısının ancak dörtte birine tekabül etmektedir.
Diğer
ümmühâtü’l-müminînin ne kadar hadis rivayet ettiklerini gördükten sonra
rahatlıkla diyebiliriz ki şayet Hz. Âişe olmasaydı, Rasûlullah’ın hayatının pek
çok safhasının müslümanlara meçhul kalacağı muhakkaktı.[730]
Hz. Âişe’nin Hadis Rivayet Ettiği ve Hz.
Âişe’den Hadis Rivayet Eden Râviler
Hz. Âişe’den
hadis rivayet eden sahâbe arasında Hz. Ömer, Abdullah b. Ömer, Ebû Hüreyre, Ebû
Mûsâ, Zeyd b. Hâlid, İbn Abbâs, Rebî‘a b. Amr, Sâib b. Yezîd, Safiyye bint
Şeybe, Abdullah b. Âmir b. Rebi‘a ve Abdullah b. Hâris bulunmaktadır. Hz.
Âişe’den hadis rivayet eden sahâbe ve tâbiûndan yaklaşık iki yüz râvi
bulunmaktadır.
Hz. Âişe, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Fâtıma, Sa‘d b. Ebû
Vakkâs, Üseyd b. Hudayr, Cüzâme bint Vehb ve Hamza b. Amr’dan hadis rivayet
etmiştir.[731] [732]
Hz. Âişe’nin kendisinden hadis rivayet ettiği kişiler arasında Hz. Ebû Bekir en
önemli sırayı almaktaydı. Çünkü Hz. Ebû Bekir Hz. Peygamber’den beş yüz hadis
toplamıştı. Bu hadis notları Hz. Âişe’nin yanında bulunmaktaydı. Fakat Hz. Ebû
Bekir vefatından önce kendisinden hadis aldığı kişilerin yanlış rivayetlerde
bulunma ihtimaline binaen bu kitabı yakmıştır.[733] [734]
Mu‘tezile’nin
kurucusu Vâsıl b. Ata; Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, İbn Abbâs, Talha,
Zübeyr, Hz. Âişe ve Cemel Savaşı’na iştirak etmiş bulunan her iki
taraftakilerin tamamının adâletinden şüphe etmiş, onları fâsıklıkla ithamda
bulunmuştur. Bunun için de şöyle demiştir: “Eğer Ali ve Talha yanımda şehadet
etseler ben onların ikisinden birisinin fâsık olduğunu bildiğim için
şehadetlerini kabul etmem. Gerek Ali ve taraftarlarının gerekse Cemel Olayı’na
iştirak eden diğer 732 grubun
cehennemde ebedi kalacak fâsıklardan olması caizdir.
Şîa’ya göre
ise sahâbenin çoğu yalancı, münafık hatta mürteddir. Şîa sadece Selmân-ı
Fârisî, Ebû Zer el-Gıfârî, Mikdâd b. Esved ve Ammâr b. Yâsir gibi belirli
sahâbeyi güvenilir kabul etmektedir.[735]
İsmi zikredilen sahâbe dışındaki birçok sahâbenin ise Rasûlullah’ın vefatından
sonra dinden irtidat ettiğini iddia etmişlerdir.[736]
Hz. Âişe ve Hz. Ali’nin Cemel Savaşı’nda karşı karşıya savaştıkları da göz
önüne alındığında Şîa’nin Hz. Âişe’yi âdil kabul etmesi mümkün gözükmemektedir.
Müsteşrikler
de Şiîlerle paralel biçimde Hz. Âişe ve sahâbenin güvenilir kimseler
olmadıklarını iddia etmişlerdir. Hz. Âişe’nin menfaatleri doğrultusunda hadis
rivayet etmekten kaçınmayacağını ima etmişlerdir.[737]
Hz. Âişe’nin kendisi hadis uydurabileceği gibi, başka sahâbîlerin de onun adına
Hz. Peygamber’den hadis uydurabileceklerini ifade etmişlerdir.[738]
Sahâbenin adaleti
meselesi ilk dönemlerden beri tartışılan bir konu olmuştur. Muhtemelen Hz.
Osman’ın öldürülmesinden sonra çıkan iç karışıklıklar sebebiyle henüz sahâbe
hayattayken bile onların Hz. Peygamber adına yalan söyleyebileceği ihtimali
belirli kişiler tarafından sorgulanmıştı. İbnü’z-Zübeyr’den gelen: “Vallahi!
Âişe Rasûlullah hakkında asla yalan söylemez.”[739]
rivayetinin böyle bir ortamda söylenilmesine gerek duyulmuş olmalıdır. Benzer
şekilde Mesrûk da Hz. Âişe’den hadis rivayet edeceği zaman: “Allah tarafından
suçsuzluğu ilan edilmiş olan, es- Sâdikatü bint Sıddîk bana şöyle rivayet
etti.” diyerek söze başlardı.[740]
İbnü’z-Zübeyr
ve Mesruk’un bu şehadetlerinin yanı sıra şu rivayette de Hz. Âişe’nin
Rasûlullah’ın emanetine karşı ne kadar titiz olduğu açıkça görülmektedir. Hz.
Âişe Rasûlullah’ın sır olarak saklamasını istediği bir şeyi karşısındaki babası
olsa bile söylememiştir.
Hz. Peygamber
Mekke’nin fethi için Hz. Âişe’den hazırlık yapmasını ve bunu gizli tutmasını
istemişti. Hz. Âişe’nin hazırlık yaptığı sırada Hz. Ebû Bekir yanına girdi. Hz.
Âişe kavrulmuş un ve hurma hazırlıyordu. Hz. Ebû Bekir yanına girdi ve: “Ey
Âişe! Rasûlullah bir gazaya mı niyetlenmiş?” dedi. Hz. Âişe: “Bilmiyorum.”
dedi. Hz. Ebû Bekir: “Eğer Rasûlullah bir gazaya niyetlenmiş ise bize haber ver
de biz de hazırlık yapalım.” dedi. Hz. Âişe: “Bilmiyorum. Belki Benî Süleym’e,
Sakîf kabilesine ya da Hevâzin kabilesine gitmek isteyebilir.” dedi. Böylece
Hz. Ebû
Bekir’i
oyalamaya çalıştı. Nihayet Rasûlullah geldi. Hz. Ebû Bekir: “Ey Allah’ın Rasûlü!
Bir sefere çıkmaya mı niyetin var?” dedi. Rasûlullah: “Evet.” dedi. Hz. Ebû
Bekir: “Hazırlık yapalım mı?” dedi. Rasûlullah: “Evet. Hazırlık yapın.” dedi.
Hz. Ebû Bekir: “Nereye gitmeye niyetlisin ey Allah’ın Rasûlü?” dedi Rasûlullah:
“Kureyş’e gitmeye niyetliyim. Ancak ey Ebû Bekir! Bu işi gizli tut.” dedi ve
hazırlık yapılmasını emretti.
Tüm aksi görüşlere rağmen Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğuna göre
sahâbenin tamamı âdildir. Onların hiçbir şekilde Hz. Peygamber’e yalan isnad
etmeleri mümkün değildir. Buna göre Ehl-i sünnet âlimleri Hz. Âişe’yi diğer
bütün sahâbe gibi âdil kabul ederler.[741] [742]
Sahâbenin en çok kızdığı, hiç hoşlanmadığı huyun yalancılık[743] olduğuna dair rivayetler varken, bir sahâbenin Hz. Peygamber
adına yalan söylemesi bize göre de mümkün değildir.
Hz.
Âişe’nin Rivayetlerinin Değeri
Hz. Âişe’nin
rivayetlerini diğer sahâbîlerinkinden çok daha ayrıcalıklı kılan ilk husus Hz.
Peygamber’in aile hayatı hakkında çok kıymetli bilgileri bize ulaştırmasıdır.
Hz. Âişe’nin
hadislerini diğer sahâbîlerin rivayetlerinden ayıran özelliklerden bir diğeri
de Hz. Âişe’nin bilmediği bir şeyi duyduğu zaman onu iyice öğreninceye kadar
Hz. Peygamber’e tekrar tekrar sormasıydı.[744]
Hz. Âişe diğer sahâbenin aksine Hz. Peygamber ile çok daha fazla baş başa kalmakta
ondan duyduklarını gayet rahat bir şekilde irdeleyebilmekteydi. Sohbet
havasında geçen bu konuşmalarda Hz. Âişe pratik zekâsı sayesinde hemen
Rasûlullah’ın sözlerini derinlemesine düşünüyor. Akla aykırı veya zahiren
Kur’ân’a aykırı olduğunu düşündüğü konularda Rasûlullah’a itiraz ediyordu. Bu
durumu Hz. Peygamber’e sorduğunda Hz. Peygamber kendisine işin aslını
açıklıyordu. Hz. Âişe’nin bu sorgulayıcı aklını göstermesi açısından burada
bazı rivayetleri aktarmamız uygun olacaktır.
Bir gün Hz.
Peygamber Hz. Âişe’ye: “Bir ordu savaşmak üzere Kâbe’ye doğru yola çıkar.
Beydâ’ya gelince başından sonuna kadar herkes yerin dibine batırılır.” buyurdu.
Hz. Âişe: “Yâ Rasûlallah! İçlerinde pazara gitmek için yola çıkanlar ve ordudan
olmayanlar olduğu halde ordudakilerin tümü nasıl yerin dibine batırılır?” diye
sordu. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Onların başından sonuna kadar hepsi yerin
dibine batırılır. Sonra kıyamet gününde niyetlerine göre diriltilirler.”[745]
Hz. Âişe
Rasûlullah’ın şöyle buyurduğunu bize aktarmıştır: “Kim Allah’a kavuşmayı arzu
ederse Allah da o kimseyle buluşmayı sever. Kim de Allah’la beraber olmaktan
hoşlanmazsa Allah da o kimseyle beraber olmayı sevmez.” Hz. Âişe: “Ey Allah’ın
Rasûlü hepimiz ölümden hoşlanmayız.” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “O
anlamda değil mümin son nefesinde ve her anında Allah’ın rahmeti, rızası ve
cenneti ile müjdelendiğinde Allah’a kavuşmayı arzu eder. Allah da o kimseyle
bir araya gelmeyi arzu eder. Kâfir ise hayatında ve ölüm anında Allah’ın gazabı
ve azabıyla müjdelenince Allah’a kavuşmayı istemez. Allah da onunla birlikte
olmaktan hoşlanmaz.” buyurdu.[746]
Hz. Âişe’nin
nakline göre Rasûlullah: “Kıyamet günü inceden inceye hesaba çekilen bir kimse
muhakkak helak olur.” buyurdu. Hz. Âişe: “Ya Rasûlallah! Allah Teâlâ: ‘Kimin
kitabı sağından verilirse, kolay bir hesapla hesaba çekilecek.’[747] buyurmuyor mu?”
dedi. Bunun üzerine Rasûlullah: “Bu senin söylediğin ancak bir arzdır. Kıyamet
günü ince hesaba çekilecek kimse muhakkak azap olunur.” buyurdu.[748]
Hz. Âişe’nin
yanına yahudi bir kadın gelmişti. Hz. Âişe ona güzel bir koku verdi. Kadın, Hz.
Âişe’ye: “Allah seni kabir azabından korusun.” diye dua etti. Hz. Âişe dedi ki:
“Kalbime bu hususta şüphe düştü. Rasûlullah gelince bu meseleyi ona sordum: ‘Ya
Rasûlallah! Kabrin azabı var mı?’ Bunun üzerine Rasûlullah: ‘Evet, hiç şüphesiz
onlara kabirlerinde hayvanların işiteceği şekilde azap edilir.’ buyurdu.”[749]
Hz. Âişe bazı
soruları Hz. Peygamber’e ilk soran kişi olmak ayrıcalığına da sahipti. Örneğin:
“Yer başka bir yer, gökler de (başka gökler) haline getirildiği, (insanlar) bir
ve gücüne karşı durulamaz olan Allah’ın huzuruna çıktıkları gün (Allah bütün
zalimlerin cezasını verecektir).”[750]
âyetinde bahsedilen günde insanların nerede olacağını Hz. Âişe Hz. Peygamber’e
sorduğunda Hz. Peygamber: “Bunu, ümmetimden senden önce hiç kimse bana sormadı.
İnsanlar o gün Sırât üzerinde olacaklar.” buyurdu.[751]
Bir gün Mesrûk
Hz. Âişe’nin yanında uzanıyordu. Hz. Âişe kendisine: “Ey Ebû Âişe! Rasûlullah’a
bunu ilk soran bendim. Rasûlullah da bana: “Cibril’i sadece iki defa kendi
sûretinde gördüm. Onun gökten inerken büyüklüğünden dolayı gökle yer arasını
kapladığını gördüm.” buyurdu.[752]
Hz. Âişe’nin
rivayetlerini diğer sahâbîlerin rivayetlerinden ayıran diğer bir fark da onun
olayları tarihsel bir süreç olarak müşahede edebilmesiydi. Bunu bir örnekle
açıklayacak olursak; sahâbîlerin bazıları Hz. Peygamber’den: “Kurbanlık
hayvanların etlerinin üç gün içerisinde tüketilmesi gerektiği”[753] şeklinde rivayetler
aktarmışlardır. Hz. Peygamber böyle bir emri o sene Medine’ye gelen bedevilerin
aç kalmaması için belli bir süreliğine vermişti. Fakat sahâbenin hepsi sürekli
Hz. Peygamber’in yanında olmadığı için ve sonraki tatbikattaki değişikliklerden
haberdar olmadığı için kendisine soru soranlara bu bilgi etrafında cevap
verecekti. Aşağıdaki rivayette görüleceği üzere Hz. Âişe de bu bilgiyi bize
aktarmış. Fakat bunun daha sonra tatbikatta serbest bırakıldığı bilgisini de
bize ulaştırmıştır.
Hz. Âişe:
“Rasûlullah zamanında bayram günü çöl halkından bedeviler geldiler. Rasûlullah:
‘Üç gece et biriktirin. Sonra kalanı tasadduk edin.’ buyurdu. Bundan bir müddet
sonra ashâb: ‘Ya Rasûlallah! İnsanlar su tulumlarını kurbanlarından yapıyor.
Onların yağını eritiyorlar.’ dediler. Rasûlullah: ‘Ne o?’ diye sordu. Onlar: ‘
Sen kurban etlerinin üç geceden sonra yenmesini yasak ettin. ’ dediler. Bunun
üzerine: ‘Ben sizi ancak şu zayıf bedevilerden dolayı menettim. Artık yiyin,
biriktirin ve tasadduk edin.’ buyurdular.”[754]
[755]
Bununla ilgili
başka bir örnek de Rasûlullah’ın oturarak namaz kılmasıdır. Hz. Âişe:
“Rasûlullah gece namazını ayakta kılardı. Yaşlandığı zaman oturarak ”753 kılmaya başladı. Otuz-kırk
ayet kaldığında kalkar, okur, sonra secde ederdi. demiştir. Burada Hz. Âişe Hz.
Peygamber’in ancak yaşlandıktan sonra namazlarını oturarak kıldığını bildirmek
suretiyle konunun suistimal edilmesinin önüne geçmiştir.
Hz. Âişe’nin
rivayetlerini önemli kılan bir diğer nokta onun hadislerin doğru anlaşılmasına
ve aktarılmasına çok önem vermesiydi. Zira Hz. Peygamber’den yanlış aktarılacak
bir bilgi toplumu olumsuz yönde etkileyecekti. Dinde olmayan bir şey dinin
kendisi gibi telakki edilecekti. Yahut Hz. Peygamber’in sünnetinde olmayan bir
uygulama onun sünneti gibi diğer insanlar tarafından tatbik edilecekti.
Hz. Âişe’nin
hadislerin doğru aktarılmasına verdiği önemi göstermesi açısından Urve’den
aktarılan şu rivayet çok önemlidir: “Abdullah b. Amr hacca giderken bizim
yanımıza uğradı ve Rasûlullah’ın şu sözlerini nakletti: ‘Şüphesiz Allah ilmi
size verdikten sonra hafızalarınızdan zorla söküp almaz. Fakat bunu kendilerinden
ilim adamlarını bilgileriyle birlikte toplumun içinden çekip alarak yapar.
Artık geride çok cahil birtakım insanlar kalır. Halk tarafından bunlara dinî
şeyler sorulur. Onlar da şahsî görüşlerine göre cevap verirler. Böylece hem
insanları saptırırlar, hem de kendileri sapar giderler.’ Ben bu hadisi
Peygamber’in eşi Âişe’ye rivayet ettim. Abdullah b. Amr daha sonra bir hac daha
yaptı. Âişe bana: ‘Ey kız kardeşimin oğlu! Abdullah b. Amr’a git de senin bana
ondan rivayet etmiş olduğun hadisi benim için bir tespit et!’ dedi. Bunun
üzerine ben ona gittim ve o hadisi kendisine sordum. Abdullah b. Amr, bana söz
konusu hadisi daha önce rivayet ettiği gibi aynen nakletti. Akabinde Âişe’ye
geldim ve bunu kendisine haber verdim. Âişe hayret etti ve: ‘Vallahi Abdullah
b. Amr bu hadisi sağlam ezberlemiş.’ dedi.”[756]
Görüldüğü gibi Hz. Âişe Abdullah b. Amr’ın hadisi doğru aktarıp
aktarmadığını tetkik için, bir sene sonra kendisine tekrar sordurmuştur.
Ayrıca Hz.
Âişe hadislerin Hz. Peygamber’in aktardığı gibi anlaşılır bir şekilde
aktarılmasına da çok ehemmiyet veriyordu.
Bir gün Ebû
Hüreyre Hz. Âişe’nin odasının yanına oturmuştu. Hz. Âişe o esnada namaz
kılmaktaydı. Ebû Hüreyre, Hz. Âişe’ye: “Ey evin sahibi bana kulak ver.” diye
iki defa seslenmiş ve bir hadis aktarmıştı. Hz. Âişe namazını bitirince şöyle
dedi: “Ey Urve! Sen Ebû Hüreyre’nin bu davranışını ve hızlıca söylediği bu
hadisi beğendin mi? Şunu iyi bilin ki Rasûlullah bir söz söylediği zaman onu
saymak isteyen bir kimse sayabilirdi.”[757]
demiştir.
Hz. Âişe
hadislerin yazdırılmasına ve mana ile rivayetine de karşı çıkmıyordu. Fakat
onun en çok dikkat ettiği husus mananın bozulmaması ve anlatılmak istenen şeyin
kişilere doğru bir şekilde ulaştırılmasıydı.
Urve’den gelen
şu rivayette Hz. Âişe’nin bu husustaki hassasiyeti açıkça görülmektedir: “Bir
gün bana Âişe şöyle dedi: ‘Oğlum duydum ki sen, benden hadis yazıyor sonra da
dönüp onu yazdırıyormuşsun?’ Ben: ‘Evet, bir hadisi senden dinliyor sonra da
gidip onu başka bir lâfızla rivayet ediyorum.’ dedim. Bunun üzerine Âişe:
‘Manada bir muhalefet ve yanlışlık yapıyor musun?’ dedi. Ben: ‘Hayır.’ dedim.
Âişe: ‘Öyleyse bunda -mana ile rivayet etmende- bir beis yoktur.’ dedi.”[758]
Hz. Âişe
kuşkusuz sahâbenin en bilginleri arasındaydı. Fakat herkesin olduğu gibi
kendisinin de bazen bilmediği veya çok iyi malumata sahip olmadığı durumlar
bulunuyordu. Böyle durumlarda kesinlikle kibir yapmaz, kendisine soru soran
şahsı o konuyu daha iyi bildiğini düşündüğü diğer sahâbîlere gönderirdi.
Kaynaklarda böyle durumları ifade eden pek çok rivayet bulunmaktadır. Bunlardan
bazılarını aşağıda zikrettik.
İmrân b.
Hıttân Abdullah b. Abbâs’a ipek elbise giymenin hükmünü sormuştu. İbn Abbâs da
bu konuyu Hz. Âişe’ye sormasını söylemişti. İmrân Hz. Âişe’ye giderek aynı
soruyu ona yöneltti. Bunun üzerine Hz. Âişe İmrân’a: “Abdullah b. Ömer’e sor.”
demişti. İmrân Abdullah b. Ömer’e sorduğunda o şöyle cevap verdi: “Ebû Hafs
bana Rasûlullah’ın: ‘Kim dünya da ipek elbise giyerse ahirette giyemez.’
buyurduğunu söyledi.” dedi.[759]
Şurayh b. Hâni
Hz. Âişe’ye gelerek mestler üzerine mesh meselesini sormuştu. Hz. Âişe ona:
“İbn Ebî Tâlib’e git ve ona sor; çünkü o, Rasûlullah ile birlikte seferlere
çıkıyordu.” dedi. Şurayh aynı soruyu Hz. Ali’ye sorduğunda o: “Rasûlullah
misafir için üç gün üç geceyi, mukim için de bir gün bir geceyi müddet tayin
etti.” dedi.[760]
Hz. Âişe’ye
kadınların nasıl bir kıyafetle namaz kılabileceği soruldu. Hz Âişe soruyu soran
kimseye: “Bu soruyu Ali’ye sor, sonra onun ne cevap verdiğini bana bildir.”
dedi. O şahıs Hz. Ali’ye gitti ve bu soruyu ona sordu. Hz. Ali: “Bütün vücudu
kapatan uzun ve bol bir dış elbise ve başörtüsüyle namazını kılar.” dedi. O
şahıs Hz. Âişe’ye geldi ve Hz. Ali’nin cevabını ona aktardı. Hz. Âişe, Hz.
Ali’nin verdiği cevabı tasdik etti.[761]
Sumâme b. Hazn el-Kureyşî Hz. Âişe’ye şıra hakkında bir soru
sormuştu. Hz. Âişe Habeşlî bir cariyesini çağırarak: “Buna sor. Çünkü bu
Rasûlullah’a şıra yapardı.” dedi. Habeşli cariye de: “Rasûlullah’a geceden bir
tulum içinde şıra yapar ağzını bağlar ve asardım. Peygamber sabahlayınca onu
içerdi.” dedi.[762] [763]
Hz.
Âişe’nin Hadis Tenkitçiliği
Hz.
Peygamber’in vefatından sonra Hz. Âişe, sahâbe tarafından yanlış anlaşılıp,
yanlış aktarılan birçok konuyu düzeltmek zorunda kalmıştır. Hz. Âişe’nin diğer
sahâbenin rivayetlerine yaptığı bu düzeltmeler hususunda müstakil kitaplar
yazılmıştır. Bu kitapların en meşhurları Zerkeşi’nin el-Icâbe li-Îrâdi
Mestedrekethu Âişe ale ’s-Sahâbesi ve Süyûtî’nin (ö. 911/1505) Aynu
’l-Isâbe fi Istidrâki Âişe ale ’s- Sahâbe16 isimli eserleridir.
Günümüzde yapılan çalışmalar içerisinde ise Cihan Rıf‘at Fevzi’nin es-Seyyidetü
Âişe ve Tevsîkuhâ li ’s-Sünneti isimli eseri de önemli bir çalışmadır.
Hz. Âişe’nin
yaptığı tenkitlerde hareket noktası Kur’ân ve Sünnet’ti. Hz. Âişe bu iki
kaynaktan aldığı İslâmî kültürüne, kendi müşahede ve düşüncelerini de katarak,
pek çok meselede İslâm cemiyetini aydınlatan bir ilim ve fazilet meşalesi
olmuştu.[764]
Özellikle Hz.
Peygamber’in kişiliğinin doğru anlaşılması noktasında Hz. Âişe’nin İslâm
ümmetine katkısı çok büyüktür.[765] Hz. Peygamber’i insan olma
vasfının ötesine taşıyan düşünceler henüz Hz. Peygamber hayattayken bile vardı.[766] Hz. Âişe
toplumdaki bu yanlış düşüncelere itiraz ederek Hz. Peygamber’in sadece bir kul
ve peygamber olduğunu insanlara hatırlatmayı bir vazife kabul etmişti.
Mesrûk’tan
rivayete göre, şöyle demiştir: “Âişe’nin yanında oturmuştum. Bana künyemle
hitap ederek: ‘Ey Ebû Âişe! Üç şey vardır ki bunlardan birini söyleyen Allah’a
en büyük iftirayı yapmış olur. Kim, Muhammed Rabbi’ni gördü derse Allah’a karşı
en büyük iftirayı yapmış olur. Çünkü Allah: ‘Gözler O’nu göremez; hâlbuki O,
gözleri görür. O, eşyayı pekiyi bilen, her şeyden haberdar olandır.’[767] buyurur ve yine: ‘Allah bir
insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip
izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hakîmdir.’[768]
buyurur.’ Ben yaslanmış durumdaydım, oturuş vaziyetine geldim ve: ‘Ey
müminlerin annesi! Benim konuşmama müsaade eder misin? İşi aceleye getirme.’
dedim. Allah: ‘Andolsun onu bir defa daha görmüştü.’[769]
yine ‘Andolsun ki onu apaçık ufukta görmüştür.’[770]
buyurmamış mıdır?’ dedim. Bunun üzerine Âişe şöyle dedi: ‘Vallahi, bu konuyu
Rasûlullah’a ilk soran benim, Rasûlullah şöyle buyurmuştu: ‘O görülen
Cebrail’dir. Cebrail’i kendi yaratıldığı şekilde iki defa gördüm. Onu gökten
inerken ve yaratılışının büyüklüğü gök ile yer arasını kaplamış olarak
görmüştüm.’
Âişe devam
ederek: ‘Her kim Muhammed’in, Allah tarafından indirilenlerden bir şeyler
gizlediğini iddia ederse Allah’a karşı büyük bir iftira etmiş olur. Çünkü
Allah: ‘Ey Rasûl! Rabbi’nden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan
O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu
Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.’[771]
buyuruyor. Her kim de peygamberin, yarın olacak hadiseleri bildiğini iddia
ederse yine Allah’a büyük bir iftira etmiş olur. Çünkü Allah: ‘De ki: Göklerde
ve yerde, Allah’tan başka kimse gaybı bilmez. Onlar ne zaman diriltileceklerini
de bilmezler.’[772] buyuruyor.’[773]
Sahâbe
aralarında ihtilaf olan konularda diğer sahâbîleri hakem tayin ederlerdi. İşte
bu dönemde ilmî birikimi sebebiyle Hz. Âişe hakemliğine en çok başvurulan
sahâbe arasında geliyordu.
İbn Ömer’e,
Ebû Hüreyre: “Ben Rasûlullah’ı: ‘Her kim bir cenazenin arkasından yürürse, ona
bir kîrât ecir vardır.’ buyururken işittim.” diyor dediler. İbn Ömer: “Ebû
Hüreyre de bize hadis rivayet etmekte çok oluyor.” dedi ve Hz. Âişe’ye birini
göndererek bu meseleyi sordurdu. Hz. Âişe, Ebû Hüreyre’yi tasdik etti. Bunun
üzerine İbn Ömer: “Vallahi biz pek çok kîrâtlarda kusur ettik.” dedi.[774]
Hz. Âişe
sahâbîleri pek çok yönden tenkit etmiş, eleştirmiştir. Fakat bu eleştirileri
yaparken muhatabının durumuna göre çok nezih bir dil kullanmaya dikkat
etmiştir.
İbn Ömer’in:
“Dirilerin ağlaması yüzünden ölü, azap görür.” sözü Hz. Âişe’ye hatırlatıldığı
zaman şöyle dedi: “Ebû Abdurrahman’ı Allah affetsin. Yalan söylemedi. Fakat
unuttu veya hatalı konuştu. Çünkü Rasûlullah, yahudi bir kadının kabri yanından
geçti ve: ‘Onlar ölü için ağlıyorlar o ise kabrinde azap görüyor.’ buyurdu.”
demişti.[775]
Sahâbenin Hz. Âişe’ye İtiraz Ettiği Konular
Hz. Âişe
sahâbeyi pek çok konuda eleştirmiştir. Fakat bazı rivayetler vardır ki Hz.
Âişe’nin yaptığı eleştiriler doğru kabul edilmemiştir. Tabi ki Hz. Âişe ancak
Hz. Peygamber’den gördüklerini rivayet etmiştir. Fakat yer ve zamana göre Hz.
Peygamber’in de farklı uygulamaları muhakkak olmuştur.
Ebû
Hüreyre’nin bir ayakkabı ile yürümenin yasaklanması hakkında rivayet ettiği bir
hadisin Hz. Âişe’ye ulaşması üzerine o, bir ayakkabı ile yürüdü ve: “Ebû
Hüreyre’ye muhalefet ediyorum.” demişti.[776]
Hz. Âişe’den:
“Hz. Peygamber bazen bir tek nalınla yürürdü.”[777]
şeklinde rivayetler aktarılmıştır. Fakat Hz. Âişe muhtemelen ev hali içerisinde
Rasûlullah’tan gördüğü özel bir durumu genele teşmil etmişti. Bu sebeple ilim
ehli Hz. Âişe’nin rivayetine iltifat etmemiş, onu hüccet olarak almamıştır.
Çünkü sünnete uygun düşmemektedir.[778]
Başka bir
örnekte Hz. Âişe: “Rasûlullah üzerine Kur’ân indirildiğinden itibaren ayakta
küçük abdest bozmadı.”[779] şeklinde bir rivayet
aktarmıştır. Fakat bazı sahâbîlerden bunun aksi yönünde şehadetler
aktarılmıştır.[780] Bu durumda Hz. Âişe’nin Hz.
Peygamber’i genelde evde görmesi sebebiyle böyle bir durumla karşılaşmadığını
düşünmek daha doğru olacaktır. Bu sebeple diğer sahâbeden gelen rivayetler daha
doğru kabul edilmelidir.
Hz. Âişe Ebû
Hüreyre’nin birçok rivayetini eleştirmiştir. Fakat Ebû Hüreyre’nin de Hz.
Âişe’ye itiraz ettiği zamanlar olmuştur. Hz. Âişe’nin: “Ey Ebû Hüreyre!
Rasûlullah’tan çok hadis rivayet ediyorsun.” demesi üzerine Ebû Hüreyre: “Evet
anne! Vallahi beni ayna, sürme ve boyadanlıklar meşgul etmiyordu.” diyerek Hz.
Âişe’ye itiraz etmiştir. Ebû Hüreyre’nin bu sert çıkışına Hz. Âişe: “Belki.”
diye mukabele etmekle yetinmiştir. Böylece o, Ebû Hüreyre’nin hadis rivayeti konusundaki
kararlı davranışına hak vermiştir.[781]
Yine Hz. Âişe,
İbn Ömer’e: “Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği hadisler arasında kabul etmeyip
reddettiklerin var mıdır?” demesi üzerine o: “Hayır. Fakat Ebû Hüreyre cüretli,
biz çekingen ve korkak...” demiş, orada hazır bulunan ve konuşmaya şahit olan
Ebû Hüreyre: “Ben ezberledim, onlar unuttular. Bunda benim günahım ne?” sözü
ile cevap vermiştir. Onlar bu durum karşısında sadece sükût etmişlerdir.[782]
Sahâbîlerin
Hz. Âişe’ye itiraz ettiği bir diğer konu süt evlatlar hakkındadır. Bir gün Ebû
Huzeyfe’nin hanımı Sehle bint Süheyl b. Amr el Kurayşî gelerek: “Ey Allah’ın
Rasûlü! Biz Sâlim’e kendi evladımız gözüyle bakardık. Ben ve Ebû Huzeyfe ile
birlikte aynı evde kalıyor ve beni başı, yakası ve kolları açık vaziyette görüyordu.
Şimdi ise Allah senin de bildiğin gibi evlatlıklarla alakalı hükmünü indirdi.[783] Bu konuda sizin görüşünüz
nedir?” diye sordu. Peygamber de ona: “Onu emzir.” buyurdu. Sehle de Sâlim’i
beş kez emzirdi. Sâlim böylelikle onun süt evladı olmuş oldu. Bu olay sebebiyle
Hz. Âişe kız kardeşlerinin kızlarına ve oğlan kardeşlerinin kızlarına,
kendisiyle görüşmek için yanına girmek isteyen kimseleri emzirmelerini
emrederdi. Eğer evlat edinilecek kimse büyük ise beş defa emzirilmelerini
emrederdi. Sonra o kimse Hz. Âişe’nin yanına girebilirdi. Hz. Ümmü Seleme ile
Hz. Peygamber’in diğer hanımları beşikte iken süt emmedikçe yaşlı olanların
emmesiyle sütkardeşliğini kabul etmediklerinden kimseyi yanlarına kabul
etmezlerdi ve Hz. Âişe’ye: “Allah’a yemin olsun bilmiyoruz ama umulur ki
Sehle’nin Sâlim’i emzirmesini emretmesi sadece Sâlim’e mahsus bir ruhsat idi.
Diğer kimseler için geçerli değildi.” derlerdi.[784]
Sahâbenin Hz.
Âişe’ye itiraz ettiği konulardan biri de Hz. Peygamber’in ikindiden sonra iki
rekât sünnet namaz kılıp-kılmadığı meselesidir. Konuyla ilgili birbirinden
farklı çok fazla rivayet olduğu için sadece bunu belirtmekle iktifa edeceğiz.[785]
Hz. Âişe Vesilesiyle Kaldırılan Bidatler
Hz. Âişe’nin
vesilesiyle veya onun rivayet ettiği hadisler sebebiyle ileride müslümanlar
için büyük sıkıntı oluşturabilecek birçok konu büyük oranda açıklığa
kavuşturulmuştur. Aynı şekilde birçok hurafenin de Hz. Âişe vesilesiyle kesin
bir şekilde kaldırıldığını görmekteyiz.
Hz. Âişe
vesilesiyle kaldırılan bazı hurafeler şunlardır. İbn Abbâs’tan: “Allah’a yemin
olsun ki Rasûlullah Âişe’ye umreyi zilhicce ayında yaptırdı ki müşriklere ait
bir inancı ortadan kaldırmış olsun. Çünkü Kureyş’ten şu kabile ile onların
yoluna uyanlar şöyle derlerdi: ‘Hac yolculuğunda develerin dökülen yünleri yeniden
çıkıncaya kadar, develerin sırtındaki semer yaraları iyileşinceye kadar ve
safer ayı geçtiğinde umre yapmak isteyene umre yapmak helâl olur.’ Zilhicce
ayıyla muharrem ayı çıkıncaya kadar umre yapmayı haram sayarlardı.”[786]
Hz. Âişe
vesilesiyle kaldırılan bir diğer hurafe de şevvâl ayında evlilik konusudur.
Câhiliye döneminde, eskiden şevvâl ayında meydana gelen bir tâ‘ûn hastalığı
sebebiyle bu ay uğursuz sayılmaktaydı.[787]
Hz. Âişe bu bâtıl inancın hiçbir kıymeti olmadığını kendi düğününü örnek
göstererek insanlara anlatmaktaydı.
Hz. Âişe: “Hz.
Peygamber benimle şevvâl ayında nikâhlandı ve şevvâl ayında evlendi. Onun hangi
hanımı onun yanında benden daha değerlidir. Bu sebeple Hz. Âişe yakını olan
kimselerin şevvâl ayında evlenmelerini severdi.”[788]
Sonraki yıllarda
müslümanlar için sorun oluşturabilecek en önemli konulardan birisi de hayız
meselesiydi. Ancak Hz. Âişe ve diğer ümmühâtü’l- müminînin rivayetleri
sayesinde bu konu büyük ölçüde aydınlanmıştır.
İslâm
öncesinde yahudiler, kadın hayız olduğunda onunla ne yer, ne de içerlerdi ve
onu bulundukları odadan dışarı çıkarırlardı. Evde onlarla birlikte
bulunmazlardı.[789] O dönemde yahudilerle yoğun
etkileşim halinde bulunan Medineli ensâr da onların bu davranışlarından
etkilenmiş olmalıydı. Daha sonra bu durumu Hz. Peygamber’e sormuşlar ve Allah
bu konu hakkında: “Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki: O bir
rahatsızlıktır...”[790] âyetini indirmişti.
Rasûlullah erkeklere hayız durumunda hanımlarıyla birlikte yiyip içmelerini,
evde ve odalarda onlarla birlikte olmalarını, cinsel ilişki haricinde her şeyi
yapmalarını emretmişti.[791]
Kadınların
hayız hali hakkında en ayrıntılı bilgiler ümmühâtü’l-müminînden gelmiştir.
Ümmühâtü’l-müminîn içinde özellikle Hz. Âişe’den gelen rivayetlerin konunun tam
olarak anlaşılması noktasında çok büyük önemi vardır. Eski uygulama ve
alışkanlıklar toplumu öylesine etkilemişti ki Hz. Peygamber Hz. Âişe’den
seccadesini istediği zaman Hz. Âişe: “Hayızlıyım.” diye karşılık vermişti.
Bunun üzerine Rasûlullah: “Onu bana uzat. Çünkü hayız senin elinde değildir.”
buyurmuştu.[792]
Yine Hz.
Âişe’den gelen rivayetlerle bu konu hiçbir kapalı yönü kalmayacak şekilde
açıklanmıştı. Hz. Âişe’den gelen rivayetlerde kendisi hayızlıyken Hz.
Peygamber’in başını taradığı[793] ve Rasûlullah’ın Hz. Âişe’nin
kucağına yaslanıp Kur’ân okuduğu[794]
belirtilmektedir. Hz. Peygamber’in hayız konusunda toplumu irşadındaki son
nokta Hz. Âişe’den gelen şu rivayettir: “Ben hayızlı iken bir şey içer sonra
onu Peygamber’e verirdim. O da ağzını benim ağzımın değdiği yere koyarak
içerdi. Ben hayızlı iken kemiğin etini ısırır sonra onu Peygamber’e verirdim. O
da ağzını benim ağzımın değdiği yere koyardı.”[795]
Kanaatimizce
Hz. Âişe’den gelen bu sahih rivayetler olmasaydı, İslâm toplumlarında eski
dönemlerden kalan bu yanlış uygulamalar sanki İslâm’ın kendisindenmiş gibi
yaşatılmaya devam edecekti.
Hz. Âişe’nin
toplumu aydınlattığı bir diğer husus da kadının toplumdaki değeri meselesidir.
Câhiliye devrinde kadın toplumda ikinci sınıf insan muamelesi görmekteydi.
Bunun bazı tezahürleri aşağıda görüleceği üzere İslâmî dönemde de
görülmekteydi. Hz. Âişe kadını ikinci sınıf insan olarak gören bu anlayışın
İslâmî gelenekte yer bulmaması için yerinde müdahaleler yaparak bunu
engellemeye çalışmıştı.
Ebû
Hüreyre’nin Rasûlullah’tan: “Uğursuzluk şu üç şeydedir; evde, kadında ve atta.”
şeklinde bir rivayet aktardığı Hz. Âişe’ye sorulunca, o şöyle cevap verdi: “Ebû
Hüreyre iyi ezberlememiş, o girdiğinde Rasûlullah: ‘Allah, yahudileri
kahretsin. Onlar, uğursuzluk şu üç şeydedir; evde, kadında ve atta, derler.’ buyurmuştu.
Ama o, hadisin başını işitememiş, sadece sonunu duymuştur.”[796]
Hz. Âişe genel
manada hiçbir şeyin uğursuz sayılmayacağı görüşündeydi.[797]
Çocuklar doğduğu vakit Hz. Âişe’ye getirilirdi. Onlara hayır duada
bulunurdu. Bir gün kendisine bir çocuk getirilmişti. Hemen onu yatağına koymak
için gitti. Bir de baktı ki başının altında bir ustura var. Usturanın ne
olduğunu onlara sordu. Onlar: “Onu cinden korumak için oraya koyuyoruz.”
dediler. Bunun üzerine Hz. Âişe, usturayı çocuğun başının altından alıp attı
ve: “Rasûlullah bir şeyi uğursuz saymayı çirkin bulur ve ona buğzederdi.” dedi.[798]
Hz. Âişe’nin
yanında namaz kılanın önünden geçen köpek, merkep ve kadının namazı
bozacağından bahsedildi. Bunun üzerine o şöyle dedi: “Bizi merkeple köpeğe mi
benzettiniz! Allah’a and olsun ki ben, kıble ile Hz. Pey- gamber’in arasında
yatakta yatarken, onun bana doğru namaz kıldığını gördüm. Bazen bir ihtiyacım
hâsıl olurdu. Ona karşı oturup, Allah Rasûlü’nü rahatsız etmek istemezdim. Bu
yüzden ayak ucu tarafından yavaşça sıyrılıp yataktan çıkardım.”[799] [800]
Hz.
Âişe’ye Nispetle Uydurulan Hadisler
Tezimizin
başında Şiîler’in hadis uydurma faaliyetlerinden bahsetmiştik. Hz. Ali ve Ehl-i
beyt hakkındaki uydurma rivayetlerin üç yüz binden fazla olduğunu zikretmiştik.[801] Bu rivayetleri uyduran
kişiler sahâbenin pekçoğunun adını kullandıkları gibi Hz. Âişe’nin ismini de
kullanmışlardı. Hz. Âişe’ye bu şekilde nisbet edildiğini düşündüğümüz bazı
rivayetleri buraya almanın uygun olacağını düşündük.
Hz. Âişe Allah
Rasûlü’nün şöyle dediğini haber vermektedir: “Göğe yükseltildiğim zaman
(İsrâ-Mîrâc Olayı) cennete girdim ve cennet ağaçlarından bir ağacın üzerine
kondum. Cennette ondan daha güzel, daha beyaz, daha parlak yapraklı ve meyvesi
daha güzel olan bir ağaç görmedim. Onun meyvelerinden birini aldım ve yedim. O
benim sulbumda bir nutfe oldu. Yeryüzüne indiğimde Hatice ile birlikte oldum. O
Fâtıma’ya hamile kaldı. O zamandan beri ne zaman cennetin kokusunu özlesem
Fâtıma’nın kokusunu koklarım.”[802]
Bu rivayeti
uyduranlar çok cahil oldukları için kendilerini hemen ele vermişlerdir. Ancak
uydurma hadislerin tespiti noktasında maalesef her zaman bu kadar şanslı
olunamamaktadır. Hz. Peygamber Mîrâc’a çıktığında Hz. Hatice vefat etmiş, Hz.
Fâtıma ise dünyaya geleli yıllar olmuştu.[803]
Hz. Âişe’ye
nispet edilen bazı rivayetler şunlardır: “Rüyamda peygamberi gördüm. Bana:
‘Kıbleme dönenlerin en kötüleri Haricîler’le Rafizîler’dir. Onların da en
kötüleri Ali ve Seyyidü’l-Himyerî’yi[804]
öldürenlerdir.’ dedi.”,[805] “Babam Ebû Bekir’in Ali’nin
yüzüne çokça baktığını gördüm. Bu konuyu kendisine sorduğumda bana:
‘Rasûlullah’tan Ali’ye bakmak ibadettir.’ şeklinde bir söz duyduğunu söyledi.”[806]
Yine Hz. Âişe’ye nispetle Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu
iddia edilmiştir: “Ben Ademoğulları’nın efendisiyim, Ali de Araplar’ın
efendisidir.”[807]
Fıkıh sözlükte
“bir şeyi bilmek, iyi ve tam anlamak, derinlemesine kavramak” manalarına
gelmektedir. İslâm’ın ilk dönemlerinde fıkıh kelimesinin kullanımı bu sözlük
anlamı çerçevesinde kalmıştır. İslâm toplumunda dinî bilginin gelişip alt ilim
dallarının oluşmasına paralel olarak H. II. yüzyılın sonlarından itibaren
İslâm’ın ferdî ve İçtimaî hayata dair amelî hükümlerini bilmeyi ve bu konuyu
inceleyen ilim dalını ifade eden bir terim halini almaya başlamıştır. Kelimenin
terim anlamının netleşmesi ise daha ileriki yüzyıllardadır.[808]
Yukarıdaki
tanımda da görüldüğü üzere fıkıh ilminin sistemleşip belli kaideler üzerine
oturmaya başlaması H. II. asırdan sonra meydana gelmiştir. Hz. Peygamber
hayatta olduğu müddet içerisinde İslâm toplumunda karşılaşılan problemlere,
inen vahiy neticesinde veya Hz. Peygamber’e konunun bildirilmesi şeklinde cevap
veriliyordu. Fakat Hz. Peygamber’in vefatından sonra bu görev sahâbeye
kalmıştı. Sahâbe içerisinde bu işi en iyi bilenler Hz. Peygamber’i ve Kur’ân’ın
ruhunu en iyi tanıyanlardı. Hz. Peygamber sonrasındaki dönemde kullanılan en
önemli usul kıyastı. Kişiler sahip oldukları birikim seviyesiyle yeni olayları
Rasûlullah döneminde yaşanmış olaylara kıyas ederek hüküm çıkarmaya
çalışıyorlardı.
Hz.
Peygamber’i en iyi tanıyanların başında gelmesi sebebiyle Hz. Âişe fıkhı en iyi
bilenlerden birisiydi. Hz. Âişe’nin bu yetkinliği sebebiyledir ki şer‘î
hükümlerin dörtte birinin Hz. Âişe’den nakledildiği bildirilmektedir.[809] Hz. Âişe’nin ilmi, nasların
manalarına derin bir vukuf arz eden; aralarındaki irtibatın, delillerin tercihe
müsait olmaması durumunda akıl hâkimiyetinin göründüğü çeşitten bir ilimdi.[810]
Sahâbeden
kendisinden fetva nakledilen kişi sayısı yüz otuz civarındadır. Bunlar arasında
özellikle yedi kişi öne çıkmaktadır. Bunlar Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b.
Mes‘ûd, Hz. Âişe, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Abbâs ve Abdullah b. Ömer’dir.[811] İctihadda Hz. Âişe seviyesine
çıkan başka bir kadın bulunm amaktadır.[812]
Hz. Âişe henüz
Rasûlullah hayattayken Kur’ân âyetlerindeki helalleri, haramları, emir ve
yasakları ezberliyordu.[813] Hz. Âişe Hz. Peygamber
döneminde ezberlediği bu kaideleri Hz. Peygamber’den sonraki dönemde insanlara
aktarma hususunda da çok başarılıydı.
Mesrûk’a: “Hz.
Âişe ferâiz[814] konusunu iyi biliyor muydu?”
diye sorulduğunda o şöyle demiştir: “Nefsim elinde olana yemin olsun ki iyi
biliyordu. Zira Muhammed’in ashâbından yaşlı olan ve ileri gelenlerin dahi ona
ferâiz hakkında soru sorduklarını gördüm.” demiştir.[815]
Hz. Âişe’ye soru soran bu sahâbe grubunun içerisinde Hz. Ömer ve Hz. Ali de
bulunmaktaydı. Şüpheye düştükleri veya cevabını bilmedikleri durumlarda ya
bizzat gelerek Hz. Âişe’ye soru soruyorlardı ya da birilerini soru sormak için
gönderiyorlardı.[816]
Benzer şekilde
Hişâm da: “Fıkhı, tıbbı ve şiiri Âişe’den daha iyi bilen birini görmedim.”[817] demiştir.
Hz. Âişe bu
engin ilmi sebebiylerdir ki Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemlerinde
fetva verirdi. Bu fetva verme işini de ölünceye kadar devam ettirmiştir.[818] Hz. Âişe ve Abdullah b. Ömer
Medine ekolünün de kendilerinden en çok etkilendiği iki sahâbîydi.[819]
Hadis ilmi
bağlamında zikrettiğimiz birçok rivayet aynı zamanda fıkıh ve tefsir ilminin de
konularıdır. Bu sebeple burada sadece birkaç örnek vermenin konunun anlaşılması
bağlamında yeterli olacağını düşünüyoruz.
Mecûsîlerin
kendilerine has bayramlarında pişirdikleri yemeklerden müslümanlara sunmaları
üzerine, bunların yenilip yenilemeyeceği Hz. Âişe’ye sorulduğunda o: “O gün
için kesilen hayvanların etlerinden yapılan yemekleri yemeyin, fakat sundukları
meyvelerden yiyebilirsiniz.” demiştir.[820]
Burada Hz. Âişe’nin vermiş olduğu fetvada, sorulan mesele ile Kur’ân’da yer
alan, Allah’tan başkası adına kesilmiş hayvanın haram olduğuna dair âyet[821] arasındaki illet benzerliğini
dikkate alarak bu hükme varmış olabileceğini söyleyebiliriz.[822]
Hz.
Peygamber’in vefatından sonra sahâbe yeni içecek türleriyle tanışmıştı. Bunları
içmenin haram olup olmadığı sorulduğunda Hz. Âişe: “Şayet bunlar Rasûlullah
döneminde olsaydı. Bunları yasaklardı.” demiştir.[823]
Hz. Âişe’nin verdiği bu hükmü kendisinden rivayet edilen: “Sarhoşluk veren her
şey haramdır.”[824] rivayetiyle
birlikte değerlendirdiğimizde Hz. Âişe’ye sorulan bu içeceklerin sarhoş olmaya
sebep olan içecekler olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda Hz. Âişe sarhoşluk
veren şeyin haram olmasını sadece onun üzümden yapılmasına bağlamamış,
sarhoşluk veren her içeceği ve hatta yiyeceği haram olarak değerlendirmi ştir.[825]
Bir kadın Hz.
Âişe’ye gelerek: “Ey müminlerin annesi! Benim bir cariyem vardı. Onu, Zeyd b.
Erkam’a vadeli olarak sekiz yüz dirheme sattım. Sonra peşin para ile onu
kendisinden altı yüz dirheme geri aldım. Ancak borcunu sekiz yüz dirhem olarak
yazdım.” deyince, Hz. Âişe: “Vallahi ne kötü almışsın! Vallahi ne kötü
almışsın! Zeyd’e söyle, eğer tövbe etmezse Rasûlullah ile birlikte etmiş olduğu
cihâd iptal edilmiştir.” karşılığını verdi. Kadın: “Ana paramı alıp fazla kısmı
iade etsem olur mu?” deyince de, Hz. Âişe buna olumlu cevap vererek: “...kime Rabbi’nden
bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve artık onun
işi Allah’a kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir,
orada devamlı kalırlar.”[826] ya da: “...eğer tövbe edip
vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir...”[827]
âyetlerini okudu.[828]
Hz. Âişe fıkhî
hükümler konusunda bir otorite olmasının yanı sıra bu hükümlerin uygulanması
hususuna da çok dikkat etmiştir.
Amre bint Abdurrahman’dan gelen şu rivayette bu hassasiyet
açıkça görülebilir: “Rasûlullah’ın hanımı Âişe beraberinde kardeşi Abdullah’ın
oğullarının kölesi ve iki azat ettiği cariyesi ile birlikte Mekke’ye gitti.
Oradan azat edilmiş cariyeleriyle birlikte desenli kıymetli kumaştan yapılmış
yeşil bir hırka gönderdi. Köle bu hırkayı alıp dikişini söktü. Kıymetli kumaşı
alarak yerine ince keçe veya koyun postu dikti. Cariyeler Medine’ye dönünce
hırkayı sahibine verdiler. Onlar bohçayı açınca kıymetli kumaştan hırka yerine
keçeden kepenek buldular. Durumu cariyelere anlattılar. Onlar da Âişe’ye
anlattılar veya mektupla bildirerek köleyi itham ettiler. Köle sorguya çekildi.
Suçunu itiraf edince Âişe emir verdi ve eli kesildi.”[829]
Allah’ın
kelamının en sağlam tefsiri şüphesiz yine Allah’ın kelamı ile olanıdır.
Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsirinden sonra tefsirle yetkili olan merci Hz. Peygamber
ve onun sünnetidir.[830] Hz. Peygamber’den sonra
tefsir sahasında en mühim rolü sahâbe almıştı. Hz. Peygamber’in muhatabı olan
bu muhterem zevatı tefsir sahasında iki husus yüceltiyordu. Birincisi sarsılmaz
mutlak imanları; ikincisi ise hâdise ve sebepleri müşahede edip, hadiselerle
hükümler arasında münasebet kurabilmeleriydi.[831]
Sahâbe de tefsir konusunda ikiye ayrılıyordu. Bazı sahâbîler Allah’ın
âyetlerini yanlış tevil etme korkusuyla susarak Kur’ân tefsirinden kaçınmışlardı.
Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Abdullah b. Ömer bu gruptaydı. Diğer bir grup ise
Kur’ân’ın tefsiriyle meşgul olmuşlardı.[832]
Hz. Âişe bu ikinci grupta yer alıyordu. Hz. Âişe tefsir sahasında kendisinden
en fazla rivayet edilen sahâbe içerisindeydi.[833]
Çünkü Hz. Âişe Rasûlullah’a olan yakınlığı sebebiyle Kur’ân âyetlerinin
manasını, âyetlerin yorumunu, anlaşılması zor kelimeleri ve âyetlerin sebeb-i
nüzûllerini çok iyi biliyordu.
Hz. Âişe’nin
kendisine ait bir Kur’ân nüshası bulunmaktaydı. Hz. Âişe azatlısı Ebû Yûnus’a
yazdırdığı bu mushafın kenarlarına tefsir mahiyetinde bazı küçük açıklamalar da
yazdırıyordu.[834]
Hz. Âişe
fıkhı, basireti, Kur’ân’a vukufiyeti ve Rasûlullah ile birlikteliği sayesinde
ibadet, ahlâk, savaş hukuku ve muamelat hususlarında birçok âyeti tefsir ve
tevil etmiştir. Bu konularda Hz. Âişe’den bin civarında tefsir ile ilgili
rivayet nakledilmektedir.[835] Konumuzun sınırlarını bir
hayli zorlayacağı için bu örneklerden sadece birkaçını zikredeceğiz.
Hz. Âişe’nin
Kur’ân’a ve Kur’ân’ın tarihine vukufiyeti şu rivayetlerde açıkça görülmektedir.
Iraklı birisi
Hz. Âişe’ye gelerek: “Hangi kefen daha hayırlıdır?” diye sormuştu. Hz. Âişe:
“Zavallı adam, nasıl kefenlenirsen kefenlen, bunun sana bir zararı olur mu?”
diye karşılık verdi. Adam bu defa: “Ey müminlerin annesi bana mushafını
göster.” dedi. Hz. Âişe: “Neden?” diye sorunca şöyle dedi: “Bendeki Kur’ân’ı
ona göre telif etmeye çalışayım. Çünkü o, okunurken harfleri aynilik
arzetmiyor.” Bunun üzerine Hz. Âişe: “Ha öyle okumuşsun ha böyle, sana bir zararı
var mı?” diye karşılık verdi ve şöyle devam etti: “İlk olarak Kur’ân’dan cennet
ve cehennemin işlendiği bir sûre nâzil oldu. Ne zaman ki insanlar İslâm’a
girmeye başladı, haram ve helale ilişkin âyetler indi. Eğer ilk olarak “şarap
içmeyin!” diye bir âyet inseydi, insanlar “Asla şarabı bırakmayız!” diyerek
karşı çıkarlardı. Eğer ilk olarak “zina etmeyin!” diye bir âyet inseydi, “Asla
zinayı bırakmayız!” diyerek İslâm’a yanaşmazlardı. Mekke’de ben daha oyun
oynayan bir çocukken Hz. Peygamber’e: ‘Bilakis kıyamet onlara vaat edilen asıl
saattir ve o saat daha belalı ve daha acıdır.’[836]
âyeti nâzil oldu. Bakara ve Nîsâ sûreleri ise ancak ben onunla evlendikten
sonra indi.” Hz. Âişe bunları söyledikten sonra, mushafını çıkarmış ve
sûrelerin âyetlerini adama imlâ ettirmişti.[837]
“Şüphe yok ki
Safa ile Merve, Allah’ın koyduğu nişanlardandır. Her kim Beytullah’ı ziyaret
eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur...”[838] âyeti hakkında Hz. Âişe’nin
yeğeni Urve: “Allah’a yemin olsun ki Safa ile Merve arasında tavaf yapmayan
kimseye günah yoktur.” demişti. Bunun üzerine Hz. Âişe şöyle cevap verdi: “Ey
kız kardeşimin oğlu! Sen ne kötü söz söyledin öyle! Eğer anlam, senin
yorumladığın gibi olsaydı âyetteki ifade: ‘Onları tavaf (sa’y) etmemenizde günah
yoktur.’ şeklinde olması gerekirdi. Allah bu âyeti ensâr hakkında indirmiştir.
Onlar, müslüman olmadan önce, Müşellel bölgesinde tapındıkları Menat putu için
hac yapıyorlardı ve Safa ile Merve’yi tavaf etmekten kaçınıyorlardı. Müslüman
olduktan sonra bu durumu Hz. Peygamber’e arz ederek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Biz
daha önce Safa ile Merve’yi tavaf etmekten kaçmıyorduk.’ dediler. Bunun üzerine
Allah: ‘Şüphe yok ki Safa ile Merve, Allah’ın koyduğu işaretlerdendir. Her kim
Beytullah’ı ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde kendisine bir
günah yoktur.’[839] âyetini indirdi. Rasûlullah
da Safa ile Merve arasında say etmeyi bir sünnet olarak ortaya koymuştur.
Dolayısıyla hiçbir kimsenin bunu terk etmeye hakkı yoktur.”[840]
Hz. Âişe’ye:
“...İçinizdekileri açığa vursanız da gizleseniz de Allah ondan dolayı sizi
hesaba çekecektir...”[841] âyetinin tefsiri soruldu.
Bunun üzerine Hz. Âişe şöyle dedi: “Rasûlullah’a sorduğumdan beri bu âyetin
tefsirini bana kimse sormamıştı. Rasûlullah şöyle buyurmuştu: “Bu âyette geçen
konu, kulun yakalandığı bir sıtma hastalığı, başına gelen bir musibet veya
kaybettiği küçük bir miktar dünyalık için üzülmesidir. Sonunda kul madenin
kıpkırmızı ateşle temizlenip çıktığı gibi günahlarından temizlenir çıkar.”[842]
Hadis
sahasında olduğu gibi tefsir ilminde de bazen Hz. Âişe’nin tefsir rivayetlerine
karşı çıkılıyordu. Bunu da bir rivayetle örneklendirelim.
Meryem sûresi
28. âyette Hz. Meryem’in kavminin ona: “Hârûn’un kız kardeşi.” diye hitap
ettiği beyan edilmektedir. Bu konuda âlimler farklı görüşler ortaya
koymuşlardır. Bazı âlimlere göre İsrailoğulları, her sâliha kadına “Hârûn’un
kız kardeşi” şeklinde hitap etmekteydi.
Kimisi
buradaki Hârûn’un, Hz. Mûsâ’nın kardeşi olan Hz. Hârûn olduğunu, Hz. Meryem’e
onun soyundan geldiği için “Hârûn’un kız kardeşi” dendiğini ifade ederken bir
kısmı da âyette kastedilen Hârûn’un, Hz. Mûsâ’nın kardeşi olan Hz. Hârûn
olmadığını söylemiştir. Hz. Âişe ise, söz konusu âyette geçen Hârûn’un, Hz.
Mûsâ’nın kardeşi olduğunu zannediyordu. Ancak Ka‘b: “Bu âyetteki Hârûn,
Mûsâ’nın kardeşi Hârûn değildir.” deyince Hz. Âişe: “Yalan söyledin.” demiştir.
Bunun üzerine Ka‘b: “Ey müminlerin annesi! Nebi, bunu haber verdi. O, en iyi
bilen ve haber verendir. Ayrıca ben, ikisinin arasında altı yüz sene fark
olduğunu görüyorum.” deyince Hz. Âişe susmuştu.[843]
Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü üzere Hz. Âişe Kur’ân
âyetlerini tevil ederken diğer âyetlere, Rasûlullah’ın sünnetine ve akla itibar
ederdi.[844] Hz. Âişe bu üç unsurun dışında başka bir
tevil yolunu kabul etmezdi. Özellikle tefsirde İsrailiyyat’a karşıydı.[845]
Hz. Âişe şiir
konusunda da döneminin en bilgili insanlarından birisiydi. Hz. Âişe’nin şiir
bilgisinin en büyük kaynağı babası Hz. Ebû Bekir’di. Hz. Ebû Bekir’in tanınmış
edip ve hatiplerin sözlerini gençliğinden beri dikkatle dinlediği, birçoğunu
ezberlediği, bunları sık sık tekrarladığı ve ezberindeki şiirleri çok güzel
okuduğu bilinmektedir.[846] Hz. Ebû Bekir şair değildi.
Kendi şiirlerini okumaz sadece başka şairlerin şiirlerini aktarırdı.[847] Hz. Âişe’nin şiir bilgisinde
Rasûlullah’ın etkisi yok denecek kadar az olmuştur. Kur’ân’da bildirildiği
üzere: “Biz ona (Peygamber’e) şiir öğretmedik. Zaten ona yaraşmazdı da. Onun
söyledikleri, ancak Allah’tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır.”[848] âyetinde ifade edildiği üzere
Hz. Peygamber bir şair değildi. Fakat az da olsa bazen başkalarının şiirlerini
okurdu. Nitekim Hz. Âişe Rasûlullah’ın bazen Abdullah b. Revâha veya Tarafe’ye
ait olan şu mısrayı okuduğunu bildirmiştir: “Kendisine azık vermediğin kimse
sana haberler getirir.”[849]
Hz. Âişe pek
çok âlim tarafından yaşadığı dönemin en iyi şiir bilenlerinden biri olarak
tavsif edilmiştir. Hz. Âişe hakkında Urve ve Atâ’ b. Ebî Rebâh: “Fıkhı, tıbbı
ve şiiri Âişe’den daha iyi bilen birini görmedim.” demişlerdir.[850]
Benzer şekilde
Ebû Zinâd: “Urve’den daha iyi şiir rivayet eden birini görmedim.” dediğinde
Urve: “Benim rivayet ettiğim şiirler Âişe’nin rivayet ettiği şiirlerdir. Âişe
her konu hakkında bir şiir rivayet ederdi.” demiştir.[851]
Hz.
Peygamber’den gelen farklı rivayetler sebebiyle şiirin mahiyeti konusunda
çeşitli tartışmalar günümüzde olduğu gibi o dönemde de yapılmıştır. Şiirin
çirkin bir uğraş olduğunu iddia edenlere Hz. Âişe şöyle cevap vermiştir:
“Şiirin hem güzel olanı, hem de çirkin olanı vardır. Sen güzel olanı al, çirkin
olanı bırak.”[852]
Hz. Âişe’nin
aktarmış olduğu şiirlerin uzunluğu göz önüne alındığında şaşırmamak mümkün
değildir. Nitekim Şa‘bî: “Kuşkusuz Âişe Lebîd’den bazen yaklaşık bin beyit
okurdu. Âişe’nin fıkhına ve ilmine hayret ederdim. Bunun sebebinin nübüvvet
terbiyesi olduğunu düşünüyordum.” demiştir.[853]
Benzer şekilde Hz. Âişe’nin bazen altmış veya yüz beyit uzunluğunda şiirler
okuduğu da gelen 852 rivayetler
arasındadır.[854]
Hz. Âişe
özellikle ömrünün son demlerinde, gidenlere hasret duyarak şu beyitleri sık sık
tekrarlardı:
Etrafında
yaşayan kişiler ölüp gittiler.
Ben
arkalarında uyuz bir deri gibi kaldım.
Aldatma ve
ihanetle birbirlerini yiyorlar.
Onlar gibi
olmayanlar ise ayıplanır oldu.[855]
Hz. Âişe diğer
birçok ilim dalında olduğu gibi tıp ilminde de döneminin en bilgili
insanlarından biriydi.[856] Hz. Âişe’nin tıp bilgisi
hakkında Hişâm: “Fıkhı, tıbbı ve şiiri Âişe’den daha iyi bilen birini görmedim.[857] demiştir. Yine benzer bir
rivayette Hişâm: “Tıbbı Âişe’den daha iyi bilen birini görmedim. Kendisine bu
ilmi kimden öğrendiğini sorduğumda: ‘İnsanların birbirlerine tavsiye ettikleri
ilaç ve tedavileri aklımda tuttum.’ diye cevap vermişti.” demiştir.[858]
Benzer şekilde
Urve de: “Ey Anneciğim! Senin fıkıh bilgine şaşırmıyorum. O Rasûlullah’ın eşi
ve Ebû Bekir’in kızı diyorum. Senin şiir ve eyyâmü’l-Arab bilgine de
şaşırmıyorum. O bu konuda insanların en bilgilisi Ebû Bekir’in kızı diyorum.
Fakat senin tıp bilgin beni çok şaşırtıyor. Bunu nereden öğrendin?” diye
sorduğunda, Hz. Âişe sırtına hafifçe vurarak: “Ey Urvecik! Rasûlullah ömrünün
sonlarına doğru sürekli hasta oluyordu. Kendisine her taraftan heyetler geliyor
ve bazı ilaçlar ”857 öneriyorlardı.
Bu ilaçları ben hazırlıyordum. İşte tıp bilgimin sebebi budur.”[859] demişti.
Şa‘bî de: “Ey
ümmü’l-müminîn! Kur’ân’ı Rasûlullah’tan öğrendin. Bu sebeple helal ve haramı
bilmen normaldir. Şiir, neseb ve ahbârı da baban ve başkalarından öğrendin ki
bu da normaldir. Fakat tıp bilgini nereden öğrendin?” diye sorduğunda Hz. Âişe:
“Rasûlullah’a heyetler geliyordu. Bu heyetler içerisinde sürekli hasta olan
insanlar bulunuyordu. Onlara tavsiye edilen ilaçları ezberledim.” demişti.[860]
Fakat Hz.
Âişe’den gelen bu tıp bilgilerinin ve tedavi şekillerinin yeterince muhafaza
edilmediği, ölümüyle birlikte bu bilgilerin kaybolduğu da gelen rivayetler
arasındadır. Urve: “Âişe’nin tıp ilmine dair olan bilgisinin çoğu gitti. Ondan
bunları sormadım.” demiştir.[861]
Rivayetlerde
de görüldüğü üzere Hz. Âişe’nin tıp bilgisinin büyük bir kısmı insanların
tecrübelerinin muhafaza edilip aktarılması şeklindeydi. Buna ek olarak Hz.
Peygamber’den gelen tıp ilmine dair hadisler ve uygulamalar da Hz. Âişe’nin tıp
ilminin kaynaklarıydı. Ayrıca Hz. Ebû Bekir’in eşlerinden olan Esmâ bint Umeys
de tıp ilmi konusunda oldukça bilgili bir bayandı.[862]
Hz. Âişe’nin ondan da pek çok şey öğrendiğini söyleyebiliriz.
Hz. Âişe’den
rivayet edilen bazı hadislerde birtakım besinlerin faydalarından
bahsedilmektedir. Çörek otu,[863] bulamaç (telbîne) yemeği,[864] ve acve hurması[865] bu besinlerden bazılarıdır.
Hz. Âişe, Hz.
Peygamber’den bazı tedavi yöntemleri de aktarmıştır. Örneğin ateşli hastalığı
olan kimselerin, bugün de uygulandığı üzere, soğuk suyla ateşinin düşürülmeye
çalışılması bu yöntemlerden birisidir.[866]
Hz. Âişe
Rasûlullah’ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Şüphesiz ki yandaki boşluk
böbreğin köküdür. O harekete geçtiği takdirde sahibine eziyet verir. Siz de onu
sıcak su ve bal ile tedavi ediniz.”[867]
Bugün
uygulanmakta olan karantina uygulaması da Hz. Âişe’de gelen rivayetlerde
mevcuttur. Kendisine tâ‘ûn hastalığı hakkında soru sorulduğunda o:
“Rasûlullah’a tâ‘ûna dair soru sorduğunu haber vermiştir. Allah’ın Peygamberi
de ona tâ‘ûnun, Allah’ın daha önce dilediği kimseler üzerine gönderdiği bir
azap olduğunu, daha sonra Allah’ın onu müminlere bir rahmet kıldığını haber
vermişti. Ayrıca Hz. Peygamber: “Bir kulun bulunduğu beldede tâ‘ûn ortaya
çıkar, o da sabrederek Allah’ın kendisi için yazdığından başkasının kendisine
isabet etmeyeceğini bilerek şehrinde kalırsa, mutlaka ona şehit gibi ecir
verilir.” buyurmuştu.[868]
Hz. Âişe’den
gelen tedavi tavsiyelerinden bir tanesi de şu şekildedir: “Bir kişi Rib‘
hummasına yakalanınca bir kabın dörtte üçünü yağ, kalanını da süt ile doldurup
karıştırıp içsin.”[869]
Hz. Âişe’nin
tıp bilgisi sadece maddî unsurlardan meydana gelmiyordu. Manevî tedavi
yöntemlerinin de Hz. Âişe’nin tıp bilgisine dâhil olduğunu görmekteyiz. Örneğin
Hz. Peygamber’in: “Göz değmesinden Allah’a sığınınız, çünkü göz değmesi
haktır.”[870] buyurduğu, dilimizde nazar
olarak ifade edilen rahatsızlığın tedavisi için şöyle bir uygulamanın
yapıldığını rivayet etmektedir: “Nazarı değen kimse abdest alır. Sonra
kendisine nazar değen kimse de o abdest suyundan gusleder.”[871]
Ayrıca
Rasûlullah nazar değmesinden dolayı rukye[872]
yapmasını da Hz. Âişe’ye emir buyurmuştu.[873]
[874] Hz. Âişe’de bu sebeple rukye
ile tedaviyi uygulardı. Kays b. Muhammed b. el-Eş‘as’a gözündeki rahatsızlık
sebebiyle rukye yaptığı 872 kaynaklarda
zikredilmektedir.
Hz. Âişe
Rasûlullah’ın vefatına sebep olan hastalığında da kendisinden gördüğü usul
üzere Muavvizeteyn’i okuyarak onun üzerine üflüyordu. Tek farkla ki Hz.
Peygamber hasta üzerinde kendi eliyle mesh ediyordu. Fakat Hz. Âişe
Rasûlullah’ı elinin bereketi daha fazla olduğu için onun eliyle mesh ediyordu.[875]
Hz. Âişe helal
ve haramlar noktasında gösterdiği hassasiyetini tedavi için de aynen koruyordu
ve haram olan bir tedavi usulünü asla tasvip etmiyordu. Bu sebeple Hz. Âişe:
“İçkiyle tedavi olan kimseye Allah şifa vermesin.” derdi.[876]
Benzer şekilde o dönem de Araplar arasında uygulanan deve idrarıyla tedaviyi de
kerih görürdü.[877]
Hz. Âişe her
konuda olduğu gibi bâtıl inançlara tıp alanında da karşıydı. Hz. Âişe’nin
yanına tedavi etmesi için Mahreme isminde bir çocuk gönderilmişti. Hz. Âişe
küçük çocuklarda görülen bu yarayı tedavi ettikten sonra, ayaklarında iki yeni
halhal gördü. Bunun üzerine Hz. Âişe şöyle dedi: “Sizler bu iki halhalın
Allah’ın onun hakkında yazıp takdir etmiş olduğu herhangi
bir hususu önleyeceğini mi düşünüyorsunuz? Şayet bunları önceden görseydim asla
onu tedavi etmezdim.”[878]
Hz. Ebû Bekir,
Hz. Peygamber’in huzurunda birçok kere rüya yorumu yapmış, bu işte mahir bir
kimseydi.[879] Hatta Hz. Peygamber’den sonra
rüya yorumu hususunda insanların en bilgilisiydi.[880]
Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ bint Ebû Bekir ve Hz. Ebû Bekir’in eşi Esmâ bint Umeys
de rüya tabiri konusunda Hz. Ebû Bekir’den pek çok şey öğrenmişlerdi. İkisi de
bu işte oldukça marifetliydi.[881] Fakat Hz. Âişe’nin rüyaları
yorumladığına veya bu hususta iyi olduğuna dair kaynaklarda bilgi
bulunmamaktadır. Tespit edebildiğimiz kadarıyla tek rüya yorumu aşağıdaki
rivayettir.
Hz. Âişe:
“Medinelilerden bir kadın vardı. Ticaretle uğraşan kocası sık sık Medine dışına
giderdi. Bu kadın, kocası yanından ayrıldığında bir rüya görürdü. Kocası da onu
hamile bırakmaksızın yanından pek az ayrılırdı. Sonra o Rasûlullah’a gelip
şöyle derdi: ‘Kocam ticaret yapmak için çıktı, beni de hamile bıraktı, derken
rüyamda gördüm ki evimin direği kırıldı, ben de bir gözü kör olan bir çocuk
doğurdum.’ Rasûlullah da şöyle buyururdu: ‘Hayırdır, inşallah! Kocan Allah
dilerse sağ salim yanına döner. Sen de iyi ve saygılı bir çocuk doğurursun. ’
Kadın bu rüyayı iki veya üç defa gördü. Her birinde Rasûlullah’a gelir, o da
ona bu cevabı verirdi. Sonra kocası geri döner, kendisi de bir çocuk doğururdu.
Kadın bir gün yine Rasûlullah’a geldi. Rasûlullah evde yoktu. O yine bu rüyayı
görmüştü. Ona dedim ki: ‘Ey Allah’ın kulu! Rasûlullah’a ne soracaksın?’ O da
şöyle cevap verdi: ‘Görüp de yorumunu Rasûlullah’a sorduğum onun da hayırla
cevap verdiği bir rüyanın yorumunu soracağım.’ Ben: ‘Bana onu anlat.’ dedim. O
da: ‘Hayır Rasûlullah’a gelip de şunu ona önceleri sorduğum gibi soruncaya
kadar size bir şey söyleyemem.’ karşılığını verdi. Bunun üzerine ben rüyasını
bana söyleyinceye kadar onu bırakmadım. Sonunda rüyasını bana söyledi. Ben de:
‘Vallahi rüyan eğer doğru ise mutlaka kocan ölecek, sen de günahkâr bir çocuk
doğuracaksın.’ yorumunu yaptım.
Bunun üzerine o oturup ağlamaya başladı ve: ‘Rüyamı sana
anlatınca benim ne günahım var?’ dedi. O ağlıyorken Rasûlullah içeri girdi: ‘Neyi
var ya Âişe?’ buyurdu. Ben de ona durumu aktardım. Bunun üzerine Rasûlullah:
‘Bırak ya Âişe! Müslümana rüya yorumladığınız zaman onu hayırla yorumlayın.
Çünkü rüya yorumlandığı gibi çıkar.’ buyurdu. Netice de kadının kocası öldü
kendisi de günahkâr bir çocuk doğurdu.”[882] Belki de Hz. Âişe bu olumsuz tecrübesi sebebiyle geriye kalan
ömründe rüya yorumundan kaçınmıştı.
Hz. Âişe’nin
hitabet kabiliyeti kendisiyle konuşma fırsatı bulan birçok kişinin şehadeti
üzere çok üst seviyedeydi. Örneğin Muâviye bir gün Hz. Âişe’nin huzuruna girip
kendisiyle bir müddet konuştuktan sonra, konuşma bitip Hz. Âişe’nin kölesi
Zekvân’a dayanarak ayağa kalkarken: “Vallahi! Rasûlullah müstesna, Âişe kadar
beliğ konuşan birine rastlamadım.” demişti.[883]
Bir gün
Muâviye, Ziyâd b. Ebîh’e: “En beliğ konuşan kimdir?” diye sordu. O da: “Ey
müminlerin emiri! Sensin.” dedi. Ancak Muâviye: “Allah için doğru söyle.” dedi.
O da: “Mademki yemin veriyorsun. Öyleyse Âişe’dir.” dedi. Bunun üzerine
Muâviye: “Ne zaman bir konu açsam, Âişe onu kapatmak istediği zaman kapattı.
Âişe ne zaman bir konu açtıysa, ben kapatmak istediğimde kapatamadım.” demişti.[884]
Benzer şekilde
Ahnef b. Kays ve Mûsâ b. Talha’dan gelen şu rivayetler de Hz. Âişe’nin hitabet
yeteneğini ortaya koymaktadır: “Ebû Bekir, Ömer ve diğer halifelerin
hutbelerini işittim. Fakat Âişe’nin sözünden daha güzel bir söz işitmedim.”[885] “Âişe’den daha fasih konuşan
birini görmedim.”[886]
Hz. Âişe’nin
hitabet gücü kendisinden gelen rivayet ve hutbe örneklerinde de açıkça görülmektedir.
Hz. Peygamber’e vahyin ilk geliş sürecini anlattığı rivayet[887]
ve Hz. Ebû Bekir’in halifeliğine dil uzatanlara karşı verdiği hutbe[888] Hz. Âişe’nin belagat
yeteneğini gösteren rivayetlerden bazılardır. Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’in
namazını anlattığı şu rivayette de belagat yeteneği açıkça görülmektedir.
Rasûlullah’ın
namazı Hz. Âişe’ye sorulduğunda: “Ramazanda olsun başka aylarda olsun on bir
rekâttan fazla namaz kılmazdı. Önce dört rekât kılardı. Güzelliklerini
uzunluklarını hiç sorma, sonra dört rekât daha kılardı. Onların da
güzelliklerini uzunluklarını hiç sorma, sonra da üç rekât kılardı. Ben: ‘Ey
Allah’ın Rasûlü! Vitir kılmadan önce mi uyuyacaksın?’ diye sorduğumda o:
‘Gözlerim uyur ama kalbim uyumaz.’ diye buyururdu.” şeklinde cevap vermişti.[889]
Şiî yazarlar
da Hz. Âişe’nin çok güçlü bir hitabetinin olduğunu kabul etmektedirler. Fakat
her olumluyu olumsuza çevirme yetenekleri burada da devreye girerek onun
hitabet gücüyle insanları çok iyi kandırabildiğini iddia etmektedirler.[890]
HALİFELER DÖNEMİNDE HZ. ÂİŞE
HZ. EBÛ BEKİR DÖNEMİNDE HZ. ÂİŞE
Hz.
Peygamber’in herhangi bir vasiyet bırakmadan ölmesi üzerine İslâm toplumunda
bir otorite boşluğu meydana gelmişti. Hz. Âişe’nin de ifade ettiği gibi
müslümanların o günkü hali “yağmurlu bir kış gecesinde şuraya buraya koşuşan
çobansız koyunlara” benziyordu.[891] Rivayetlerden de anlaşıldığı
üzere yönetimi ele almayı arzulayan birçok sahâbî bulunmaktaydı. İşte böyle
hassas bir ortamda Hz. Ebû Bekir müslümanlar tarafından halifeliğe
getirilmişti. Hz. Ebû Bekir’in halife olması toplumun bütün kesimlerinin onayı
alınarak meydana gelmiş bir hadise olmayıp, şartların zorlamasıyla meydana
gelmiş bir hadisedir.[892] [893]
Fakat daha sonraları, aceleye gelen bu seçimin tüm müslümanlar için bir hayır
olduğu hususunda sahâbenin kahir ekseriyeti ittifak etmiştir.
Hz. Ebû
Bekir’e 12 Rebiyülevvel 11/7 Haziran 632 tarihinde Pazartesi günü biat
edilmiştir.
Hz. Ebû
Bekir’in ilk karşılaştığı sorunlardan birisi Hz. Ali’nin Hz. Ebû Bekir’in
halife oluş şeklini kabul etmemesi ve Hz. Fâtıma tarafından Rasûlullah’ın
mirasının talep edilmesi olmuştur. Hz. Ebû Bekir Hz. Fâtıma’ya Rasûlullah’ın:
“Bize mirasçı olunmaz! Bıraktığımız sadakadır. Ancak Muhammed’in ailesi bu
maldan yer.” hadisini hatırlatarak: “Vallahi ben, Rasûlullah’ın sadakasından
hiçbir şeyi, Rasûlullah zamanındaki halinden değiştiremem! Onun hakkında
mutlaka Rasûlullah ne yaptı ise onunla amel ederim!” demiştir. Hz. Fâtıma da bu
söz üzerine ölünceye kadar Hz. Ebû Bekir ile konuşmamıştır. Hz. Ali de Hz.
Fâtıma vefat edene kadar Hz. Ebû Bekir’e biat etmemiştir.[894]
Hz. Ali’nin
hilafeti meselesi sonraki yıllarda da sorun olmaya devam etmişti. Bazı kimseler
Hz. Âişe’nin yanında Hz. Ali’nin vasi olduğunu söylemişlerdi. Bunun üzerine Hz.
Âişe: “Peygamber ona ne zaman vasiyette bulunmuş? Ben Rasûlullah’ı göğsüme
dayamıştım. Küçük abdestini yapmak için bir kap istedi. Derken kucağıma
düşüverdi. Vefat ettiğini bile anlamadım. Şu halde ona ne zaman vasiyet etmiş?”
demişti.[895]
Sonraki
yıllarda insanlar arasında çıkan ihtilaflar sebebiyledir ki Hz. Âişe Hz.
Peygamber’den duyduğu Hz. Ebû Bekir’in halifeliğini destekleyen bazı bilgileri
de aktarmak zorunda kalmıştır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Hz. Ebû Bekir’e
hilafetin verilmesi böyle argümanların tartışılmasını gerektirecek ölçüde uzun sürmemiştir.
Bu sebeple Hz. Âişe’nin bu bilgileri Hz. Ebû Bekir’in halifeliğinden çok
sonraları insanlara aktardığını düşünmekteyiz. Hz. Âişe, Rasûlullah’ın:
“Aralarında Ebû Bekir’in bulunduğu bir cemaate ondan başkasının imam olması
layık değildir.” dediğini bildirmiştir.[896]
Benzer bir rivayette Hz. Âişe, Rasûlullah hastalığında bana şöyle buyurdu:
“Bana Ebû Bekir’i ve kardeşini çağır da bir yazı yazacağım. Çünkü ben bir
heveslinin temenni etmesinden ve birisinin: ‘Ben daha layığım.’ demesinden
korkarım. Hâlbuki bunu Allah ve müminler kabul etmez. Yalnız Ebû Bekir
müstesna.” demiştir.[897]
Yine benzer
bir şekilde Hz. Âişe’ye: “Ey müminlerin annesi! Rasûlullah halifeliğe birini
tayin edecek olsaydı kimi tayin ederdi?” diye sorulunca o sırasıyla Hz. Ebû
Bekir, Hz. Ömer ve Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın ismini vermişti. Bunlardan sonra
başka bir isim de zikretmemişti.[898]
Hz.
Peygamber’in vefatı bölümünde ayrıntılarıyla aktardığımız üzere Hz. Âişe, Hz.
Peygamber’den sonra babasının değil halife olmasını, onun mihrabına geçip namaz
kıldırmasını bile istemiyordu.[899]
Müsteşrikler
bu rivayetlerin tamamını görmezden gelerek Hz. Âişe’nin tüm hayatı boyunca
babasının ve babasının işbirlikçilerinin menfaatlerini gerçekleştirmek için
çalıştığını ileri sürmüşlerdir. Fakat bu çalışmanın niteliği hususunda
aralarında görüş ayrılıkları vardır. Örneğin Abbott imalı bir şekilde Hz. Ebû
Bekir’in, Hz. Âişe’yi Hz. Peygamber ile evlendirmesini bir menfaat birlikteliği
olarak görmekle birlikte Hz. Âişe için daha yumuşak bir dil kullanmıştır: “Âişe
babasının ve onun iki yardımcısı Ömer ve Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın yararına
olacak bir şekilde Muhammed’in isteklerine karşı bir şey yapması olası
değildir.” demektedir.[900] Lammens,
Brockelmann ve Caetani ise Hz. Âişe’yi “makam düşkünü”, “baş entrikacı”,
“casusluk yapma düşkünü” ve “başarılı bir casus” olarak nitelemektedirler.
Ayrıca Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’den nefret ettiği halde, Hz. Ebû Bekir’in
sırf siyasi yakınlık kurabilmek için Hz. Âişe’yi zorla Hz. Peygamber ile
evlendirdiğini dahi iddia etmektedirler.[901]
Watt da Hz. Âişe ile Hz. Peygamber’in evliliğini siyasi bir evlilik olarak
görmektedir.[902]
Şiîler de
benzer şekilde Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in halife olmalarında kızları Hz. Âişe
ve Hz. Hafsa’nın etkili olduklarını düşünmektedirler.[903]
Şiîler’in
bakış açısını göstermesi açısından burada bir rivayet aktarmanın uygun olacağı
kanaatindeyiz. Yine bu rivayetin “kişi kendinden bilir işi” atasözü gereğince
Şiîler’in psikolojilerini de çok güzel bir şekilde ortaya koyduğunu
düşünmekteyiz.
Üsâme
ordusunun içerisinde bulunan Ebû Bekir, Ömer, Ebû Ubeyde ve onların
arkadaşlarından bir topluluk, Üsâme ile başbaşa kaldılar: “Medine’ye ve orada
oturmaya en çok muhtaç olduğumuz bir durumda burayı terk edip nereye
gidiyoruz?” dediler. Kendilerine: “Bu kastettiğiniz şey nedir?” diye
sorulduğunda onlar: “Şüphesiz Rasûlullah’ın vefatı yaklaşmıştır. Vallahi! Şayet
Medine’yi terk edersek, ıslahı mümkün olmayacak şeyler olacaktır. Biz,
Rasûlullah’ın durumunu bekleyeceğiz. Sonra gidiş elimizin altındadır.” dediler.
Bu arada insanlar ilk ordugâha gidip orada beklediler. Rasûlullah’ın durumunu
öğrenmek üzere bir elçi gönderdiler. Elçi, Âişe’nin yanına gelip gizlice bu
durumu sordu. Âişe ona: “Babam Ebû Bekir, Ömer ve onlarla birlikte olanların
yanına git. Onlara de ki Rasûlullah’ın durumu ağırlaştı. Hiç kimse yerinden
ayrılmasın. Ben sürekli sizi haberdar ederim.” dedi.
Rasûlullah’ın
hastalığı ağırlaştığında, Âişe, Suheyb’i çağırdı. Ona: “Babam Ebû Bekir’e git.
Muhammed’in ümitsiz bir durumda olduğunu kendisine bildir. Babam Ebû Bekir, Ömer,
Ebû Ubeyde ve uygun gördükleri kişiler ile birlikte bize gelsinler. Şehre
girişleri gizlice ve geceleyin olsun.” dedi. Onlara haber ulaştığında,
Suheyb’in elinden tutarak Üsâme’nin yanına gittiler. Ona durumu bildirip:
“Rasûlullah’ı müşahede etmekten geri durmak bize nasıl yaraşır?” diyerek şehre
girme konusunda ondan izin istediler. Üsâme de onlara izin verdi Onlara, bu
girişlerinden kimsenin haberdar olmamasını, şayet Rasûlullah iyileşirse
ordugâhlarına dönmelerini, bir olay olursa cemaatle birlikte olmaları için
kendilerini haberdar etmelerini emretti.
Ebû Bekir,
Ömer ve Ebû Ubeyde geceleyin Medine’ye girdiler. Rasûlullah’ın hastalığı
ağırlaşmıştı. Kendisine geldiğinde: “Bu gece şehrimizde büyük bir kötülük
meydana gelmiştir.” dedi. Ona: “Ey Allah’ın Rasûlü bu kötülük nedir?” diye
sorulduğunda o, Üsâme’nin ordusunda bulunanlardan bir grup, benim emrime karşı
gelerek geri dönmüşlerdir. Dikkat ediniz, ben Allah’a varıncaya kadar onlardan
beriyim. Size yazıklar olsun! Üsâme’nin ordusunu gönderiniz.” diyerek bu
sözleri defalarca tekrarladı.[904]
Hz. Ömer ve
Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın Üsâme ordusunda bulunduğuna dair rivayetler bulunmakla
birlikte Hz. Ebû Bekir’in bu ordu içerisinde olduğuna dair bir rivayet Şiî
kaynakları hariç bulunmamaktadır.[905]
Bu Şiî
rivayeti oryantalistlerin yargılarını da hangi kaynaklardan çıkardıklarını
göstermesi açısından önemlidir. Çalışmamızın genelinde gözlemlediğimiz
kadarıyla oryantalistler İslâm’a saldırmak için kullandıkları bilgilerin
birçoğunu Şiî rivayetlerinden devşirmişlerdir. Oryantalistler İslâm’ın bu
ayrılıkçı grubunun iddialarını desteklemek suretiyle hem İslâm’a saldırı
şansını yakalamışlar hem de zaten var olan ayrılıkları iyice artırmaya gayret
etmişlerdir.
Hz. Âişe’yi
casuslukla suçlayanlara şu rivayet en güzel cevaptır. Bu rivayette Hz. Âişe’nin
Rasûlullah’ın emanetine karşı ne kadar titiz olduğu açıkça görülmektedir.
Rasûlullah’ın sır olarak saklamasını istediği bir şeyi karşısındaki babası olsa
bile söylememiştir.
Hz. Peygamber
Mekke’nin fethi için Hz. Âişe’den hazırlık yapmasını ve bunu gizli tutmasını
istemişti. Hz. Âişe’nin hazırlık yaptığı sırada Hz. Ebû Bekir yanına girdi. Hz.
Âişe kavrulmuş un ve hurma hazırlıyordu. Hz. Ebû Bekir yanına girdi ve: “Ey
Âişe! Rasûlullah bir gazaya mı niyetlenmiş?” dedi. Hz. Âişe: “Bilmiyorum.”
dedi. Hz. Ebû Bekir: “Eğer Rasûlullah bir gazaya niyetlenmiş ise bize haber ver
de biz de hazırlık yapalım.” dedi. Hz. Âişe: “Bilmiyorum. Belki Benî Süleym’e,
Sakîf kabilesine ya da Hevâzin kabilesine gitmek isteyebilir.” dedi. Böylece
Hz. Ebû Bekir’i oyalamaya çalıştı. Nihayet Rasûlullah geldi. Hz. Ebû Bekir: “Ey
Allah’ın Rasûlü! Bir sefere çıkmaya mı niyetin var?” dedi. Rasûlullah: “Evet.”
dedi. Hz. Ebû Bekir: “Hazırlık yapalım mı?” dedi. Rasûlullah: “Evet. Hazırlık
yapın.” dedi. Hz. Ebû Bekir: “Nereye gitmeye niyetlisin ey Allah’ın Rasûlü?”
dediğinde Hz. Peygamber: “Kureyş’e gitmeye niyetliyim. Ancak ey Ebû Bekir! Bu
işi gizli tut.” dedi ve hazırlık yapılmasını emretti.[906]
Hz. Âişe ömrü
boyunca Hz. Ebû Bekir’in Hz. Peygamber’den sonra halife olması için en küçük
bir gayret dahi sarf etmemiştir. Hatta Hz. Peygamber’den sonra onun makamına
geçecek insanın uğursuzlukla itham edileceğini düşündüğü için namazları dahi
kıldırmasını arzu etmemiştir.[907] Fakat sonuç olarak Hz. Ebû
Bekir halife olmuş ve hilafet müddetince çok güzel bir yönetim sergilemiştir.
Buna rağmen muhtemelen Hz. Ebû Bekir’in vefatından sonra Hz. Âişe’ye bazı
kimselerin Hz. Ebû Bekir’e dil uzattıkları haberi gelmiştir. Hz. Âişe onlardan
bir gruba haber göndererek gelmelerini istemiş ve onlar geldikten sonra
aralarına perdeyi indirmiştir. Allah’a hamd ve Peygamberine salat ettikten
sonra onları kınayıp azarlamış ve sonra da onlara şöyle bir konuşma yapmıştır:
“Babam! Ama
nasıl Babam! Ona eller yetişemez. O yüce bir dağ, yüksek bir daldır. Heyhat!
Bütün tahminler yanlış çıktı. Siz eli boş döndüğünüz zaman o kazandı. Tıpkı
asil bir atın hedefe doğru koştuğu gibi siz yorulduğunuz zaman o koştu.
Kureyş’in genci, orta yaşlıların sığınağıydı. Esirleri azat eder, fakirleri
yedirir ve dağınıklığı toplardı. Nihayet kalpler onu benimsedi. Sonra Allah
yolunda gayrete geldi. Allah hakkındaki gayretini frenleyemedi ve evinin
avlusunda bir mescid edindi. Orada bâtıl erbabının öldürdüklerini diriltiyordu.
Allah rahmet
etsin! Babamın gözyaşları boldu. Vücudu hastaydı. Sesi hüzünlüydü. Mekke’nin
kadınları ve çocukları arkasına düşüp onunla alay edip dalga geçtiler:
“Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de azgınlıklarında onlara fırsat
verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.”[908]
Bu Kureyş ulularını
telaşlandırdı, yaylarını ona çevirdiler, oklarını ona doğrulttular, onu hedefe
aldılar. Onun taşını kıramadılar, mızrağını eğemediler. Hak yoluna devam etti.
Nihayet din güçlendi, sağlam kazıklarla tutundu, insanlar ona bölük bölük
girdiler. Herkes ona koştu. Allah Peygamber’i için kendi katında karar verdi.
Peygamber ruhunu teslim edince şeytan çadırını ve revaklarını kurdu. Ağını
ördü. Çünkü babam onların arasındayken kaçacak zamanları yoktu. İşe koyuldu,
adamlarını ve çevresini topladı. Kabuğuna çekilmiş İslâm’ı yeniden açtı.
Bölünmüşleri birleştirdi. Eğrilen mızrağını doğrulttu. Onun ayak basması ile
münafıklık dağıldı, din yeniden canlandı. Hakkı ehline verip de kafalar rahat
edip akan kanlar durunca ölümü geldi. Açılan gediği merhamette onun bir
benzeri, yaşayışında ve adaletinde onun ikizi olan Ömer bin Hattâb kapattı. Onu
doğuran ana ne iyi bir kadınmış! Onu eşsiz doğurmuş. O da kâfirleri hor ve
zelil etti, şirki darmadağın etti. Yerin karnını yardı. O da ne yemişse geri
kustu. Ömer ondan yüz çevirdi, dünya ona geldi, o ise tenezzül etmedi. Dünyadan
uzak durdu. Onu aldığı gibi bıraktı. Şimdi bana gösterin, neden
kuşkulanıyorsunuz? Hangi günden hoşlanmıyorsunuz? İkamet ettiği zaman
adaletinden mi yoksa sefere çıktığı zaman size bakmasından mı? Kendim ve sizin
için ulu Allah’tan bağışlanma diliyorum.”[909]
Hz. Ebû Bekir
döneminde Hz. Âişe’nin yönetime en küçük bir etkisi söz konusu değildi. Bu
dönemde Hz. Âişe’nin görevi ilmî meşguliyetlerle sınırlıydı. Hz.
Ebû Bekir, Hz.
Ömer ve sahâbenin büyüklerinden bazıları çok mühim konularda
ümmühâtü’l-müminîne danışıyorlardı. Bu dönemde Hz. Âişe’nin konumu da bundan
ibaretti. Yalnız Hz. Âişe zekâsıyla ve bilgisiyle diğer ümmühâtü’l-müminînin
bir adım önündeydi.[910]
Hz. Âişe’nin
Hz. Ebû Bekir’in halifeliği esnasında ona herhangi bir yönlendirmede bulunması
söz konusu değildi. Fakat Hz. Ebû Bekir kızıyla bazı konularda istişare ettiği
zaman Hz. Âişe de kendi fikirlerini ona söylüyordu. Örneğin Sa‘îd b. Hâlid b.
Sa‘îd b. Âs Hz. Ebû Bekir’e gelerek kendisinden kumandanlık istemişti. Hz. Ebû
Bekir onun bu teklifini kabul ederek iki bin askerin başına kumandan olarak
tayin etmişti. Bunun üzerine Hz. Ömer gelerek ordunun içerisinde bu göreve daha
ehil kişiler olduğunu belirtti. Ayrıca Sa‘îd: “Düşmanın hilafına rağmen kumandan
oldum.” demişti. Hz. Ömer bunları Hz. Ebû Bekir’e bildirince o müşkil bir
durumda kaldı. Hem Hz. Ömer’i kırmak istemiyor hem de Sa‘îd’i bu görevden
azletmek istemiyordu. Bu durumu Hz. Âişe’ye aktardığında o: “Ömer dine
yardımcıdır. Dinin zafer bulmasını ister. Ömer’in kalbinde hiçbir müslüman için
de buğuz yoktur.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir Sa‘îd’i komutanlıktan
azletti.[911]
Hz. Âişe’nin
Hz. Ebû Bekir döneminde etkinliğini hissettirdiği bir diğer konu da Hz. Ömer’in
halife nasbedilmesi olayıdır. Hz. Ebû Bekir’in vefatıyla sonuçlanan hastalığı
sırasında bir gece eşlerinden Esmâ bint Umeys ve Habîbe bint Hârice
çocuklarından Hz. Âişe, Esmâ ve Abdurrahman Hz. Ebû Bekir’in yanında
bulunuyordu. Hz. Âişe babasına: “İnsanlarla bir ahit yapmak ister misin?” diye
sorunca Hz. Ebû Bekir bunu olumlu karşıladı. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Senden
sonra insanlara kimi emir kılacağını belirle.” dedi. Hz. Ebû Bekir Hz. Âişe’nin
fikrini almak için: “Evet.” deyince Hz. Âişe: “Senden sonra bu işe en layık
olan kimse Ömer’dir.” dedi. Bunun üzerine Abdurrahman: “Kuşkusuz Kureyş Osman
b. Affân’ın emirliğinden hoşlanır. Sert mizacı sebebiyle Ömer’in halifeliğini
istemezler.” dedi. Fakat Hz. Ebû Bekir’in gönlünden geçen kişi de Hz. Ömer
olduğu için onu kendisinden sonra halife olarak tayin etti.[912]
Hz. Ebû Bekir’in Vefatı ve Hz. Âişe’nin
Odasına Defnedilmesi
Hz. Ebû Bekir
soğuk bir günde yıkanmış ve rahatsızlanmıştı. Hastalığı on beş gün kadar sürmüş
ve namazlara katılamamıştı. Hz. Ebû Bekir 22 Cemaziyelahir 13/22 Ağustos 634
tarihinde Salı günü altmış üç yaşındayken vefat etmiş[913]
ve aynı günde defnedilmişti.[914] Hz. Peygamber’in hastalığında
olduğu gibi, Hz. Ebû Bekir’in vefat hastalığında da kendisine Hz. Âişe
bakmıştı.[915]
Vefatı
yaklaşınca Hz. Ebû Bekir, Hz. Âişe’yi çağırıp: “Ailem içerisinde benim
vefatımdan sonra zenginliğine en çok sevineceğim kişi sensin. Fakirliğine de en
çok üzüleceğim kişi sensin. Hurma devşirme zamanında Âliyetü’l-Cedâd’daki
araziden sana yirmi vesk hurma bağışlamıştım. Şayet onu tek bir seneye mahsus
olmak üzere kuru hurma olarak alırsan senindir. Ancak o varis malıdır. O iki
grup varis de, iki erkek kardeşin ile iki kız kardeşindir.” dedi. Hz. Âişe:
“Benim kız kardeşim sadece Esmâ’dır.” deyince Hz. Ebû Bekir: “Hârice’nin
kızının karnındaki bebeğin kız olduğu kalbime doğdu. Onun iyiliğini
istiyorum.” dedi. Sonra Hârice’nin kızı, Ümmü Gülsüm’ü doğurdu.[916]
Vefat anı
yaklaştığında Hz. Âişe, Hz. Ebû Bekir’e: “Ey babacığım! Bu hal tam da Ebû
Hâtem’in dediği gibidir:
Ömrüne yemin
olsun ki servet fayda vermez gence,
Göğüs daralıp
da, bir gün ruha ölüm gelince...”
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir: “Ey sevgili kızım!
Allah’ın sözü daha doğrudur: ‘Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: İşte (ey
insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir, denir.’[917] Öldüğüm zaman benim eski
elbiselerimi yıkayıp bana kefen yap!” dedi. Hz. Âişe: “Ey babacığım! Allah sana
rızık verdi ve ihsanda bulundu. Seni yeni kefenle kefenleriz.” deyince o
şöyle dedi: “Hayatta olan insanın ona daha fazla ihtiyacı vardır. Onunla
kendisini korumuş olur. Ölüye kefen yapılan ise çürüyüp gidecektir.”[918]
Hz. Âişe başka
bir sefer de şu şiiri okumuştu:
Onun beyaz
yüzü suyu hürmetine bulut yağmur indirdi.
Yetimlerin
şefkatli hamisi, dul kadınların sığınağıdır o...
Bunun üzerine
Hz. Ebû Bekir: “Bu bahsettiğin Rasûlullah’tır.” demişti.[919]
Hz. Ebû Bekir’in cenazesini vasiyeti üzerine eşi Esmâ bint
Umeys yıkadı.[920] Cenaze namazını Hz. Ömer kıldırdı.[921] Geceleyin defnedildi.[922] Hz. Ebû Bekir vefat ettiği zaman feryat-figan ağlayan kadınlar
arasında Hz. Âişe de bulunuyordu.[923] Hz. Ebû Bekir, Hz. Âişe’ye Rasûlullah’ın yanına defnedilmesini
vasiyet etti. O vefat ettiği zaman Rasûlullah’ın iki omuzunun hizasına gelecek
şekilde kabri kazıldı. Kabrin yan tarafı Rasûlullah’ın kabriyle bitiştirildi ve
oraya defnedildi.[924] Vefat ettiğinde Hz. Âişe’nin odasına defnedilen Hz. Ömer’in başı
da Hz. Ebû Bekir’in belinin hizasındaydı.[925] Hz. Ebû Bekir iki sene yedi ay halifelik yapmıştır.[926]
II. HZ. ÖMER DÖNEMİNDE HZ. ÂİŞE
Hz. Ebû Bekir
hastalığı ağırlaşıp vefatı yaklaşınca sahâbîlerin önde gelenlerinden
bazılarıyla Hz. Ömer hususunda istişare etti. Hz. Ömer’in sert mizacı sebebiyle
çeşitli itirazlar olmakla birlikte[927]
yapılan istişarelerden olumlu bir sonuç çıktı. Hz. Ebû Bekir’in vefatından
sonra da herkes Hz. Ebû Bekir’in vasiyeti gereği Hz. Ömer’e biat etti.[928] Hz. Ömer’e Hz. Ebû Bekir’in
vefat ettiği gecenin sabahında, yani 23 Cemaziyelahir 13/23 Ağustos 634
tarihinde Salı günü biat edilmiştir.[929]
Hz. Ömer
döneminde de Hz. Âişe’nin yönetime en küçük bir etkisi dahi söz konusu değildi.
Hz. Ömer döneminde Hz. Âişe’nin en temel vazifesi ilim, irşad faaliyetleriyle
halkı eğitmek ve müşkil konularda fetva vermek olmuştur.[930]
Hz. Ömer de anlaşmazlığa düştükleri konularda ümmühâtü’l-müminîne başvuruyordu.
Özellikle mahrem konularda Hz. Ömer öncelikle kızı Hz. Hafsa’ya başvururdu.
Aradığı cevabı kendisinde bulamadığı zaman ümmühâtü’l-müminîn içerisinde en
bilgili olan Hz. Âişe’ye sorardı. Hz. Ömer’in Hz. Âişe’ye danıştığı olaylardan
birisini örnek olarak burada zikredelim.
Yanında bir
grup sahâbe bulunurken Hz. Ömer’e adamın birisi gelerek: “Ey müminlerin emiri!
Şu Zeyd b. Sâbit cünüplükten dolayı gusül alınmasına dair konuda kendi
görüşüyle mescidde insanlara fetva veriyor.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer: “Onu
bana getirin!” dedi. Zeyd geldiği zaman Hz. Ömer: “Ey nefsine düşman olan kişi!
İnsanlara kendi görüşünle fetva verecek seviyeye ulaştın mı?” diye azarladı.
Zeyd: “Ey müminlerin emiri! Allah’a yemin ederim ki ben sadece amcalarımdan Ebû
Eyyûb, Ubey b. Kâ‘b ve Rifâ‘a b. Râfi‘ yoluyla işittiğim hadisi haber verdim.”
dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer Rifâ‘a b. Râfk’ye dönerek: “Sizden biriniz
hanımıyla yattığı zaman boşalmadığı takdirde yıkanmıyor mu?” diye sordu. Rifa‘a
b. Râfi‘: “Biz bunu Rasûlullah’ın zamanında yapıyorduk. Bu hususta bize Allah
tarafından bir haram kılma gelmedi. Yine bu hususta Rasûlullah tarafından bir
yasak da gelmedi.” dedi. Hz. Ömer: “Rasûlullah bunu biliyor muydu?” diye
sorunca Rifâ‘a: “Bilmiyorum.” dedi. Hz. Ömer ensâr ve muhâcirlerin toplanmasını
emrederek onlarla istişare etti. Mu‘âz ve Hz. Ali haricinde insanların çoğu bu
durumda guslün gerekmediği yönünde görüş beyan ettiler. Mu‘âz ve Hz. Ali ise:
“Sünnet yeri sünnet yerini geçtiği zaman gusül vacip olur.” diyorlardı. Bunun
üzerine Hz. Ömer: “Siz Bedir ashâbı olmanıza rağmen bu konuda görüş ayrılığına
düştünüz. Sizden sonrakiler daha çok ihtilaf etmezler mi?” dedi. Bunun üzerine
Hz. Ali: “Ey müminlerin emiri! Rasûlullah’ın bu konu ile ilgili tutumunu
hanımlarından daha iyi bilen biri yoktur.” dedi. Bu durum karşısında Hz. Ömer
kızı Hz. Hafsa’ya birini gönderdi. Hz. Hafsa: “Bu konuda benim bir bilgim yok.”
haberini yolladı. Bunun üzerine Hz. Ömer Hz. Âişe’ye de birini gönderdi. Hz.
Âişe: “Sünnet yeri sünnet yerini geçtiği zaman gusül vacip olur.” dedi. Bunun
üzerine Hz. Ömer: “Böyle yapan bir adamı işitirsem canını yakarım.” dedi.[931]
Hz. Ömer, Hz.
Peygamber katındaki değerinden dolayı Hz. Âişe’ye büyük ihtiram gösterirdi. Bir
defasında Irak’tan Hz. Ömer’e içi mücevher dolu bir sandık gelmişti. Hz. Ömer
arkadaşlarına: “Buna paha biçin.” dedi. Onlar: “Buna nasıl paha biçeceğimizi ve
bunu nasıl paylaştıracağımızı bilemiyoruz.” dediler. Hz. Ömer: “Bana müsaade
ederseniz onu Rasûlullah’ın sevgilisi Âişe’ye göndereceğim.” deyince
etrafındakiler buna müsaade ettiler. Bu mücevherler Hz. Âişe’ye gönderildi. Hz.
Âişe’ye bu hediye ulaştığı zaman: “Peygamber’den sonra Hattâb’ın oğluna ne
oldu? Allah’ım onun atiyyelerini almam için beni bırakma.” demişti.[932] Hz. Âişe Hz. Peygamber’den
sonra sahip oldukları bu zenginliklerden hoşlanmadığı için böyle bir tepki
vermişti.
Hz. Ömer’in
yanında dokuz tane tabak vardı. Meyve veya hoşa giden bir şeyler olduğunda
mutlaka bu tabaklara koyar ve Hz. Peygamber’in hanımlarına gönderirdi. Bu arada
kızı Hz. Hafsa’ya da en son gönderirdi. Şayet göndereceği şeyler yetişmezse
kızına yetişmemiş olsun, diye düşünürdü. Bir defasında kesilen bir devenin
etlerini bu tabaklara koyup Hz. Peygamber’in hanımlarına göndermişti.[933] Hz. Âişe Hz. Ömer
hakkında: “Ömer b. Hattâb bize kelle ve sakatatlardan bile payımıza düşeni
gönderiyordu.”[934] diyerek onun bu cömert tutumunu
ifade etmiştir.
Hz. Ömer Hz.
Ebû Bekir’e olan muhabbeti sebebiyle henüz küçük yaşta bulunan Hz. Ebû Bekir’in
kızı Ümmü Gülsüm’e talip olmuştu. Fakat Hz. Âişe’nin ısrarlarına rağmen Ümmü
Gülsüm bu izdivacı istemedi. Bunun üzerine Hz. Âişe, Amr b. Âs’a haber
gönderdi. Amr b. Âs da Hz. Ömer’i Ümmü Gülsüm’le evlenmekten vazgeçirdi. Onun
yerine Hz. Ali ile Hz. Fâtıma’nın kızı olan Ümmü Gülsüm’le evlenmesini teklif
etti. Amr Hz. Ömer’e: “Böylece Rasûlullah’la akrabalık kurmuş olursun.” dedi.
Bunun üzerine Hz. Ömer, Hz. Ali’den Ümmü Gülsüm’ü istedi ve mehir olarak da ona
kırk bin dirhem verdi.[935]
Hz. Ömer
döneminde ümmühâtü’l-müminîn hacca gitmek için Hz. Ömer’den izin istemişlerdi.
Hz. Ömer kendilerine bu izni vermeyince onun aleyhinde birlik oldular. Hz. Ömer
de istemediği halde bir sonraki sene hacca gitmelerine izin verdi. Hz. Ömer
hacca niyet ettiklerinde onların hac malzemelerini ayarlayarak, onlarla
birlikte Osman b. Affân ve Abdurrahman b. Avf’ı gönderdi. Hz. Ömer o ikisinden
birisinin ümmühâtü’l-müminînin önünde diğerinin de arkalarında yürümesini
emretti. Hiç kimse ümmühâtü’l-müminîn ile birlikte yürümeyecekti. Hz. Ömer:
“Mola verildiğinde onları kervandan uzak bir noktaya indirin ve onların
bulundukları bölgenin başında durarak hiç kimseyi onların yanına sokmayın.
Tavaf ettikleri zaman da kadınlar hariç hiç kimseyi onların yanında tavaf
ettirmeyin.” demişti.[936]
Rivayetlerde
açıkça görüldüğü üzere Hz. Ömer bütün ümmühâtü’l-müminîne özellikle Hz. Âişe’ye
ilgi ve ihtiram hususunda çok hassastı. Bu durumun doğal bir sonucu olarak
ümmühâtü’l-müminîn ve Hz. Âişe de Hz. Ömer’e karşı derin bir sevgi ve saygı
hissediyorlardı. Ayrıca Hz. Ömer’in başarısı Hz. Âişe’yi yakından
ilgilendiriyordu. Çünkü kendisini halife olarak tayin eden babası Hz. Ebû
Bekir’di. Onun başarı veya başarısızlığı doğrudan Hz. Ebû Bekir’e
hamledilecekti. Fakat Hz. Ömer hilafet süresi boyunca güzel bir idare ortaya
koymuştu. Herkes gibi Hz. Âişe de Hz. Ömer’in yönetiminden çok memnundu. Her
fırsatta kendisinin örnek bir müslüman olduğunu da etrafındakilere aktarıyordu.
Hz. Âişe Hz. Ömer hakkında: “Ömer anılınca adalet anılmış olur, adalet anılınca
Allah anılmış olur, Allah anılınca da rahmet iner.”[937]
“Andolsun ki tek başına işleri üstlenirdi ve pek atılgandı.”[938] “Her kim Ömer’i görürse, onun
İslâm’a destek ve takviye için yaratılmış olduğunu anlar. Vallahi! O işini
ciddiyetle yapan bir kimseydi. İşleri yerli yerince yapardı.”[939] “Sâlih kişiler zikredilecekse
en başta Ömer zikredilmelidir.”[940] şeklinde kendisinden övgüyle
bahseden birçok şey söylemişti.
Ayrıca Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’i eleştirenlere karşı verdiği
hutbesinde de onun yönetiminden övgüyle söz etmiştir.[941]
Hz. Ömer’in Vefatı ve Hz. Âişe’nin Odasına
Defnedilmesi
Hz. Ömer,
23/644 tarihinde Mugîre b. Şu‘be’nin Ebû Lü’lü’e adındaki kölesi tarafından
sabah namazını kılmak üzere mescidde bulunduğu sırada biri göbeğinin altından
olmak üzere üç yerinden yaralandı.[942]
Hz. Ömer
aldığı yaradan öleceğini anlayınca oğlu Abdullah’a: “Ey Abdullah! Müminlerin
annesi Âişe’ye git. Kendisine selâmımı söyle. Arkadaşının yanına defnedilmesine
müsaade etmenizi istiyor, de.” dedi. O da Hz. Âişe’ye gelerek Hz. Ömer’in bu
isteğini kendisine iletti. Hz. Âişe de: “Allah’a yemin olsun ki orayı kendim
için arzulamıştım. Ancak artık Ömer’i kendime tercih ediyorum.” dedi. Abdullah
b. Ömer babasına dönerek Hz. Âişe’nin söylediklerini kendisine bildirdi. Bunun
üzerine Hz. Ömer: “Benim için defnedilecek yer olarak orasından daha güzel bir
yer yoktur.” dedi. Sonra: “Ey Abdullah b. Ömer! Öldüğüm zaman beni divanımın
üzerine kaldır, Âişe’nin kapısında dur ve: ‘Ömer izin istiyor.’ de. Eğer izin
verirse, beni oraya koy! Yok, eğer izin vermezse, beni müslümanların
kabristanına defnet!” dedi. Hz. Ömer Hz. Âişe’nin izin vermesi üzerine onun
odasına defnedildi.[943]
Hz. Ömer 26 Zilhicce 23/3 Kasım 644 tarhinde altmış üç
yaşındayken vefat etti.[944] Cenaze namazını Süheyb b. Sinân kıldırdı.[945] Hilafeti on yıl ve altı ay sürmüştür.[946]
HZ.
OSMAN DÖNEMİNDE HZ. ÂİŞE
Hz. Osman’ın Hilafeti ve İç Karışıklıkların
Başlaması
Hz.
Ömer yaralanıp, durumu ağırlaşınca sahâbeden bazıları: “Yerine bir halife tayin
etmez misin?” diye sordular. Hz. Ömer: “Eğer yerime halife tayin ve tavsiye
edersem aykırı bir iş yapmış olmam. Çünkü benden hayırlı olan Ebû Bekir yerine
halife tayin ve tavsiye etti. Eğer tayin etmez de bu işi ümmete bırakırsam,
şüphesiz benden hayırlı olan Rasûlullah da bu işi ümmete bırakmıştı.”[947] diyerek halifeliği altı
kişilik bir şûraya bırakmıştı. Bunlar Hz. Osman, Hz. Ali, Talha b. Ubeydullah,
Zübeyr b. Avvâm, Sa‘d b. Ebû Vakkâs ve Abdurrahman b. Avftı.[948] Hz. Ömer bu altı
kişi içerisinden üç gün içinde birisinin halife seçilmesini istedi.[949] [950]
Talha b. Ubeydullah bu sırada Medine dışında bulunduğu için toplantı beş
kişiyle başlamıştı.
Hz. Ömer’in
defin işi tamamlandıktan sonra şûra üyelerinin Hz. Âişe’nin evinde, beytülmâlde
veya Fâtıma bint Kays’ın evinde toplandıkları yönünde rivayetler bulunmaktadır.[951] Bazı kaynaklarda Hz. Âişe’nin
de toplanan bu şûrada hazır bulunmuş olabileceği yönünde iddialar bulunmakla
birlikte[952] yazar bu iddiasını destekleyebilecek
hiçbir rivayet kaydetmemiştir.
Bu şûra
üyelerinin yaptığı istişareler neticesinde bütün müslümanlar 29 Zilhicce 23/6
Kasım 644 tarihinde Hz. Osman’a biat etti.[953]
Genel
itibariyle Hz. Osman’ın hilafeti iki döneme ayırılır. 23-29/644-649 tarihlerini
kapsayan dönem “sükûnet dönemi” olarak adlandırılır. 30-35/650-656 tarihleri
ise “karışıklık dönemi” olarak ifade edilir.[954]
Hz. Osman’ın
hilafetinin ikinci yarısında icraatlarının bazıları halkın tepkisini çekmeye ve
kendi aleyhinde bir muhalefetin oluşmasına sebep olmuştu.
Hz. Osman’ın
tepki çeken uygulamalarının başında, önemli vazifelere 953 Emevıler in tayin edilmesi bulunmaktaydı.
Hz. Osman’ın
eleştirilmesine sebep olan diğer bir konu da devlet imkânlarından kendi
kabilesinin mensuplarının çok fazla yararlandığı iddiasıdır.[955] [956]
Ayrıca Hz.
Osman döneminde farklı Kur’ân kıraatlerinin yasaklanması,[957] muhaliflerin
sürgüne gönderilmesi,[958]
devletin sahip olduğu hayvanların otlaması, korunması ve ordunun hizmetine
hazır halde muhafaza edilmesi için bazı arazilerin devlet malı haline
getirilmesi,[959]
Hz. Peygamber’in mührünü kaybetmesi[960] ve sahâbenin
büyüklerinden bazılarının dövülmesi[961] gibi olaylarda halkın
tepkisini çekmişti.
Hz.
Osman’ın dini alanda ictihad kabilinden yaptığı bazı fiiller de eleştiri konusu
olmuştu. Kıran haccını yasaklaması[962] ve Mina’da da namazları
dört rekât olarak kıldırması[963]
[964]
bu örneklerden bazılarıdır.
Hz.
Osman’ın bizzat Hz. Peygamber’in emriyle Bedir Gazvesi’ne ve Rıdvan Biati’ne
katılmamış olmasına rağmen bu olaylar bile bir kısım insanlar tarafından eleştiri
konusu yapılmıştı.
Görüldüğü
üzere Hz. Osman hakkında yapılan eleştirilerin bir kısmında haklılık payı
bulunmakla birlikte eleştirilerin büyük kısmının haksız olduğu görülmektedir.
İlk dönem âlimleri Hz. Osman’ın öldürülmesini bu sebeplere bağlamaktadırlar.
Ancak bu sebepler bir halifenin katlini meşru kılacak kadar mühim olaylar
değildir. İlk dönem âlimleri Hz. Osman’ın öldürülmesi konusunda diğer bir etken
olarak Abdullah b. Sebe ismindeki bir yahudinin faaliyetlerini de sebep olarak
göstermişlerdir. İbn Sebe hakkında bugün birbirinden zıt iki farklı görüş
bulunmaktadır. Bazı yazarlar Abdullah b. Sebe’nin bu olaylardaki rolünü çok
abartılı olarak göstererek onu bu karışıklıkların tek sebebi olarak
görmüşlerdir.[965]
Bazı
kaynaklarda ise bunun tam aksine İbn Sebe’nin tarihi bir şahsiyet olarak mevcut
olmadığı iddia edilmektedir.[966]
Bize göre de
Abdullah b. Sebe ve benzeri insanların var olma ihtimali akla aykırı değildir.
Fakat tüm olumsuzlukların tek müsebbibinin de o olarak gösterilmesi doğru
değildir. Arap fatihler karşısında aciz duruma düşen hıristiyan, musevi, mecusi
ve zerdüştlerin bu tarz gizli yapılanmalara girerek zaten var olan toplumsal
sorunları daha da derinleştirmeye çalışmaları pekâlâ mümkündür. Bu sebeple
Abdullah b. Sebe ve onun gibi başka kişilerin ve grupların da varlığı
düşünülebilir.[967]
Hz. Osman’ın
katli meselesi hakkında son dönemde araştırma yapan yazarların pek çoğu bu
olayın sebebini, o dönemde meydana gelen içtimai, siyasi ve iktisadi
değişikliklere bağlamışlardır.[968] Câbirî’nin ifade ettiği gibi
Arap-İslâm siyasal aklını güdüleyen faktörlerden kabile asabiyeti ve ganimet
faktörleri bu dönemde öne çıkmaya başlamıştı.[969]
Hz. Osman’ın
çıkan olayları bastırmaya yönelik tüm çabalarına rağmen[970]
olaylar büyümeye devam etmişti. Sonuç olarak Mısır’dan yaklaşık bin
kişilik bir grup,[971] Kûfe’den iki yüz kişilik bir
grup[972] ve Basra’dan yüz kişilik bir
grup Şevvâl 35/Nisan 656 tarihinde Medine’ye doğru harekete geçti.[973]
Bu kişiler
Hacca gideceklerini söyleyerek şehirlerinden ayrılmışlardı. Fakat onlar bunun
yerine Medine’ye yakın yerlere gelip konakladılar.[974]
Bir müddet
sonra da Medine’ye girerek Hz. Osman’ın evini kuşattılar. Kuşatma kırk gün
sürmüştü.[975] Kuşatmanın on sekizinci günü
isyancılar Hz. Osman ile Medine halkının irtibatını kesmişlerdi. Hatta Hz.
Osman’ın suyunu bile kesmişlerdi.[976]
Hz. Ümmü
Habibe katırına binip hizmetçileri ve maiyetindeki kimselerle birlikte Hz.
Osman’ın evine gelip kendisine su ulaştırmaya çalışmış, fakat isyancılar buna
müsaade etmemişti. Hz. Ümmü Habibe’ye karşı nezaketsiz hareketlerde
bulunmuşlardı. Başkaları yardımına gelmese, öldürülme tehlikesi bile mevcuttu.[977]
Hz. Osman’ın
kuşatıldığı günlerde Hz. Âişe Hacca gitmek için hazırlandı. Kardeşi Muhammed b.
Ebû Bekir’in de kendisiyle gelmesini istediyse de Muhammed bunu kabul etmedi.
Hz. Âişe’nin
yola çıkmak üzere hazırlandığı duyulunca, Mervân b. Hakem Hz. Âişe’ye gelip:
“Ey müminlerin annesi! Eğer sen burada kalmış olsaydın, onların Osman hakkında
Allah’tan korkmaları hususunda daha doğrusunu yapmış olurdun.” dedi. Bunun
üzerine Hz. Âişe: “Sen Ümmü Habîbe’ye yapılanların bana da mı yapılmasını
istiyorsun? Vallahi! Bana engel olabilecek hiç kimseyi görmüyorum. Hayır, ben
kimseyi ayıplamıyorum. Bunların işinin de nereye kadar gideceğini bilmiyorum.”[978] demişti.
Hz. Âişe’yi
Hz. Osman’ın şiddetli muhalifleri arasında gösteren benzer bir rivayette de;
Mervân, Zeyd b. Sâbit ve Abdurrahman b. Attâb b. Esîd b. Ebü’l-Âs’ın Hz.
Âişe’ye gelerek: “Ey müminlerin annesi! Gördüğün gibi halife kuşatma
altındadır. Eğer burada kalırsan senin konumundan ve burada kalmandan dolayı,
belki bu durumu Allah ondan def eder.” dedikleri kaydedilir. Bunun üzerine Hz.
Âişe’nin: “Sütümü sağdım, unumu eledim. Artık burada kalamam.” demesi üzerine
onlar ısrar ettiler. Fakat Hz. Âişe yine de bu teklifi kabul etmeyince Mervân
şöyle bir şiir okumuştu:
Kays bana
karşı beldeleri yaktı.
Savaş
kızışınca kendisi kaçtı.
Bunun
üzerine Hz. Âişe: “Ey şiirle bana temsil getiren şahıs! Vallahi sen ve durumu
seni ilgilendiren şu arkadaşının ayaklarınıza birer değirmen taşı bağlanıp
denize atılmanızı isterdim.” dedi ve Medine’den çıkıp Mekke’ye gitti.[979]
Normal
şartlarda Hz. Âişe’nin Hz. Osman’a karşı böyle şeyler söylemesi düşünülemez.
Fakat az da olsa Hz. Âişe’nin öfkeyle böyle bir şey söylemesi ihtimal
dâhilindedir.[980]
Hz. Âişe Hz.
Osman kuşatma altındayken yani öldürülmesinden yirmi gün önce Medine’den
ayrılmıştı.[981]
Hz. Osman
isyancı grubun bu yaptıklarından vazgeçebileceklerini düşünerek çeşitli zaman
aralıklarında kendileriyle konuşup onları uyarmaya çalıştı.[982]
Ancak Hz. Osman’ın bu uyarıları da sahâbenin kendilerine verdiği tavsiyeler de
isyancılar için hiçbir şey ifade etmiyordu. Sonunda asiler, diğer şehirlerden
hac için gelecek olan müslümanların kendilerine engel olabileceklerini
düşündükleri için[983] ve Hz. Osman’ın valilerinin
yardım için gönderdiği askerlerin kendilerine yaklaştığını haber aldıkları için
kuşatmanın kırkıncı gününde Hz. Osman’ı öldürmek için harekete geçtiler.[984]
Muhammed b.
Ebû Bekir, on üç kişiyle birlikte Hz. Osman’ın komşusu Amr b. Hazm’ın evinden
atlayarak[985] Hz. Osman’ın yanına girmiş ve
onu öldürmüşlerdi.[986]
Hz. Osman’ı
öldüren asiler daha sonra Hz. Osman’ın evini ve beytülmâli yağmalamışlardı.[987] Rivayet edildiğine göre o
esnada beytülmâlde birçok mal bulunm aktaydı .[988]6
Asiler Hz.
Osman’ın Bakî‘ kabristanına defnedilmesine izin vermediği için Hz. Osman Huşşü
Kevkeb adı verilen ve çöplük olarak kullanılan bölgeye ancak üç gün sonra
defnedilmişti.[989]
Hz. Osman 18 Zilhicce 35/17 Haziran 656 tarihinde Cuma günü
öldürüldü.[990] Hilafeti on iki yıldan on iki gün eksikti.[991]
B.
Hz. Âişe’nin Hz. Osman’ın Yönetimine Karşı Tavrı
Hz. Osman’ın Hilafetine Kadar Olan Dönemdeki
İlişkileri
Kaynaklarda
Hz. Osman’ın halife olduğu döneme kadar geçen süre içerisinde Hz. Osman ile Hz.
Âişe arasında herhangi bir olumsuzluk yaşandığına dair bilgi bulunmamaktadır.
Bunun aksine Hz. Âişe’nin Hz. Osman’ı takdir eden birçok olumlu rivayeti sahih
kaynaklar aracılığıyla bize ulaşmıştır. Bu rivayetlerde özellikle Hz. Osman’ın
hayâ yönüne vurgu yapılmıştır.[992]
Yine bu
rivayetlerden bazılarında Hz. Osman’ın cömertliğinden bahsedilmiştir. Bir gün
Hz. Osman, Hz. Âişe’nin evine gelerek Hz. Peygamber’i sormuştu. Hz. Âişe:
“Ailesi için azık temin etmek üzere gitti. Yedi günden beri onun evlerinin
hiçbirinde ateş yanmadı.” dedi. Hz. Osman: “Allah sana merhamet etsin. Beni bu
halden niçin haberdar etmiyorsunuz?” dedi. Hz. Osman evine dönerek Hz.
Peygamber’in evlerinden her birine bir koyun ve biraz da yiyecek gönderdi.
Rasûlullah geri döndüğünde gelen yiyeceği görerek: “Ey Âişe! Bu nedir?”
buyurdu. Hz. Âişe: “Osman gönderdi.” dedi. Rasûlullah: “Bundan diğer hanımlara
da gönder.” buyurdu. Hz. Âişe: “Senin hanımlarından hepsine bunların aynısından
gönderildi.” dediği vakit Hz. Peygamber iki elini kaldırarak: “Allah’ım
Osman’ın bu davranışını karşılıksız bırakma.” diye dua etti.[993]
Bir adam
Hz. Âişe’ye gelerek: “Evlatlarından birisi sana selâm ediyor. Sana Osman b.
Affân hakkında soruyor, kuşkusuz insanlar Osman’a hakaret ediyor.” dedi. Hz.
Âişe: “Osman’a kim lanet ederse Allah da ona lanet etsin. Vallahi! Bir gün
Rasûlullah’ın yanında oturuyordum. Rasûlullah bana sırtını dayamıştı. Cebrail
Rasûlullah’a Kur’ân’ı vahyediyordu. Rasûlullah Osman’a hitaben: ‘Ey Useym[994] yaz.’ demişti. Allah bu
mertebeyi Allah ve Rasûlullah’a karşı ikram sahibi olan dışında kimseye vermedi.”
demişti.[995]
Hz.
Osman’ın Halife Olmasından Sonraki Dönemdeki İlişkileri
Hz. Osman’ın
halifeliğinin ilk dönemlerinde Hz. Âişe, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde
olduğu gibi fetva vermek, hadis rivayet etmek gibi ilmî faaliyetlerine aynen
devam etmişti.[996] Hz. Osman’ın hilafetinin
sonraki yıllarında Hz. Âişe’nin yönetime karşı olan tavrında nasıl bir tutum
izlediği ile ilgili çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bazı yazarlar Hz. Âişe’nin
Hz. Osman’a karşı sert bir tutum sergilemeye başladığını ve asilere bazı
konularda yardımcı olduğunu iddia etmektedirler. Biz bu görüşlere
katılmadığımızı ifade etmekle birlikte Hz. Âişe’yi Hz. Osman’ın sert bir
muhalifi olarak gösteren rivayet ve yorumları da naklederek bu konuya başlamayı
uygun buluyoruz.
Örneğin
Afgânî, Hz. Âişe’nin Hz. Osman’a muhalefetini şöyle tasvir etmiştir: “Hz.
Osman’ın yumuşak huylu olması insanları onun aleyhinde cesaretlendirmeye
başladı. Hz. Osman’ın yaptığı bazı icraatları sebebiyle onun aleyhinde birtakım
sesler yükselmeye başladı ve bu söylentiler hilafetinin son dönemlerinde iyice
arttı. Hal böyle olup durum tersine dönünce, biz Hz. Âişe’yi şiddetli muhalefet
hareketini yönlendiren kişi olarak görüyoruz. Hz. Osman, Hz. Âişe’nin bu
muhalefetin başını çekmesinden son derece rahatsızdı. Hz. Âişe’nin bu siyasi
muhalefetin içine girmesi şer ve fesat ehlinin onun yöneticilik konumunu ele
geçirmesiyle sonuçlandı. Olaylar Hz. Âişe’nin kendisinin bile istemediği bir
mecraya doğru gitti. Sonuçta bu siyasi muhalefet hareketi Hz. Âişe’nin
kontrolünden çıktı ve fitnecilerin eline geçerek iki feci olaya sebebiyet
verdi. Hz. Âişe sebep olduğu bu olaylardan dolayı en çok üzüntü duyan ve pişman
olan kişiydi.”[997]
Hz. Âişe’nin
Hz. Osman aleyhindeki muhalefette önemli bir rol üstlendiğini savunanlara göre
bu muhalefetin ilk sebebi Hz. Âişe’nin kardeşi Muhammed b. Ebû Bekir’in Hz.
Osman’a muhalif olmasıydı.[998] Hatta daha da ileri gidilerek
Hz. Âişe’nin Hz. Osman’ı hilafetten indirerek kardeşi Muhammed’i halife yapmak
istediği bile iddia edilmiştir.[999] Fakat yazar bu tezini
ispatlayabilecek bir rivayet ortaya koyamamıştır.
Hz. Âişe’nin
Hz. Osman’a muhalefetinin ikinci bir sebebi olarak da kendisine Hz. Ömer
devrinde verilen maaşın Hz. Osman döneminde Rasûlullah’ın diğer eşleriyle aynı
seviyeye azaltılması zikredilir.[1000]
Önceki bölümlerde ayrıntılı bir şekilde aktardığımız üzere Hz. Ömer döneminde
Hz. Âişe’ye fazla atıyye verildiği bilgisi birçok rivayetle tenakuz halinde
olup bu sebeple bu rivayetin doğru olduğunu düşünmüyoruz. Bu sebeple zaten
olmayan bir atıyye fazlalığının Hz. Osman döneminde düşürülmesi söz konusu
değildir. Ayrıca Hz. Osman’ın halife olur olmaz maaşlara ilave yaptığı rivayet
edilmektedir.[1001] Tüm müslümanların maaşlarına
zam yapan Hz. Osman’ın Hz. Âişe’nin maaşını düşürmesi akla uygun gelmemektedir.
Hz. Âişe’yi,
Hz. Osman’ın şiddetli muhalifleri arasında gösteren rivayetlerde Talha ve
Zübeyr de Hz. Âişe ile birlikte zikredilmektedir.[1002] Şiîler tarafından
uydurulduğunu düşündüğümüz bu rivayetlerle Cemel Savaşı’nda Hz. Ali’ye karşı
mücadele eden bu kişiler hilafet düşkünü olarak ve Hz. Osman’ın asıl katilleri
olarak gösterilmek istenmiştir.
Bu bilgiyi
eserlerine alan müverrihler sahih kaynaklarda bulunmayan ve hatta çelişen bazı
rivayetleri de bize ulaştırmışlardır.
Örneğin Hz.
Âişe Hz. Osman’a muhalefette o kadar şiddetliydi ki Hz. Peygamber’in saçından
bir tutamı, ayakkabısını ve elbisesini kaldırarak Hz. Osman’a: “Rasûlullah’ın
sünnetini ne kadar hızlı terk ettiniz.” demişti. Bunun üzerine hayâsıyla ve
yumuşak mizacıyla şöhret kazanan Hz. Osman sinirden ne söyleyeceğini
bilemeyecek kadar öfkelenmiş ve Ebû Kuhâfe ailesi hakkında sert sözler
söylemişti.[1003] Hz. Osman’ın mizacına tam
zıt olan bu davranışların Hz. Ebû Bekir’in ailesine ve Rasûlullah’ın hanımına
karşı sadır olması ihtimal dâhilinde gözükmemektedir. Şayet Hz. Osman sinirden
kendisini kaybedecek bir insan olsaydı, kendisini öldürmek için gelen
isyancılarla savaşılmasını isterdi.
Bazı
rivayetlerde muhalefetin düzeyi biraz daha artırılarak Hz. Âişe’nin
Rasûlullah’ın elbiselerinden birini evinin bir köşesine asarak yanına
gelenlerin tümüne: “İşte bu Rasûlullah’ın elbisesi hâlâ eskimediği halde; Osman
onun sünnetini eskitmiştir.”[1004] dediği rivayet edilir.
Hatta Hz.
Osman’a ilk olarak Na‘sel[1005]
lakabını takanın Hz. Âişe olduğuna dair rivayetler de bulunmaktadır. Hz. Âişe:
“Na‘sel’i öldürün. Allah Na‘sel’i kahretsin.” diyordu. Hz. Âişe Mekke’deyken
Hz. Osman’ın ölüm haberi kendisine geldiğinde: “Na‘sel helak olsun.” demişti.[1006]
Şiîler Hz. Osman’ın ölüm emrini verenin de Hz. Âişe olduğunu iddia etmişlerdir.[1007]
Hz. Âişe’nin
Hz. Osman’a muhalefet ettiğini belirten başka bir rivayet de Velîd b. Ukbe’nin
haddi gerektirecek bir iş yaptığına dair şehadette bulunan Kûfeli bir heyete
Hz. Osman’ın inanmayıp onları tehdit ettiği aktarılmaktadır. Bu heyet Hz.
Âişe’ye gelerek ondan yardım istemiş Hz. Osman ile aralarında geçenleri, Hz.
Osman’ın onları kovduğunu ve tehdit ettiğini ona söylemişlerdi. Hz. Âişe bunun
üzerine: “Muhakkak Osman hadleri ihlal etmiş, şahitleri de tehdit etmiştir.”
demişti.[1008] Hatta bazı rivayetlerde Hz.
Osman ve Hz. Âişe’nin birbirine ağır hakaretler ettikleri bu olaya şahit
olanların da iki gruba ayrılarak Hz. Osman ve Hz. Âişe taraftarları olarak
birbirleriyle kavga ettikleri belirtilmektedir.[1009]
Fakat
elimizdeki çok daha güvenilir kaynaklarda Hz. Osman tarafından Velid b.
Ukbe’nin azledildiği[1010] ve Hz. Ali tarafından
kendisine had uygulandığı bilgisi yer almaktadır.[1011]
Hz. Âişe’nin
Hz. Osman’a muhalefet ettiğini belirten başka bir rivayet de farklı Kur’ân
nüshalarının yakılması meselesi hakkındadır. Rivayete göre Abdullah b. Mes‘ûd
mushafını Medine’ye göndermekten kaçınmış, Hz. Osman’ın emri olmasına rağmen o
mushafı Abdullah b. Âmir’e teslim etmeyi reddetmiştir. Bunun üzerine Hz. Osman
sinirlenmiş ve Abdullah b. Mes‘ûd’un kendisine gönderilmesini emretmiştir. Hz.
Osman bu olayda da kendisini kontrol edemeyecek kadar sinirlenmiş ve Abdullah
b. Mes‘ûd Medine’ye gelip mescide girdiğinde kürsüde insanlara hitap eden Hz.
Osman onun içeri girdiğini görerek şöyle demişti: “Dikkat edin. Kötü bir
hayvancığı size takdim ediyorum.” Abdullah b. Mes‘ûd bu söze şöyle karşılık
vermişti: “Ben öyle değilim. Ben Bedir Gazvesi’nde ve Rıdvân Biati’nde
Rasûlullah’ın arkadaşıyım.” Evinde bulunan Hz. Âişe bu durumda kendisine hâkim
olamayıp: “Ey Osman! Sen bunları Rasûlullah’ın arkadaşına mı söylüyorsun.” diye
seslenmişti. Hz. Osman, Abdullah b. Mes‘ûd’un ayağından sürüklenmesini emretti.
Bunun neticesinde Abdullah b. Mes‘ûd’un iki kaburga kemiği kırıldı. Hz. Âişe bu
konuda çok konuşmuş ve birçok sözler söylemişti.[1012]
Hz.
Âişe’nin Hz. Osman’a muhalefet etmesine sebep olan başka bir olay da Ammâr b.
Yâsir hakkındadır. Hz. Osman beytülmâlden kendi hanımları için emanet takılar
aldığında insanlar Hz. Ömer’in usulüne alışık oldukları için Ammâr b. Yâsir Hz.
Osman’a muhalefet etmişti. Hz. Osman Ammâr’ı çağırarak ona hakaret etmiş ve onu
bayılana kadar dövmüştü. Ammâr daha sonra Rasûlullah’ın zevcesi Hz. Ümmü
Seleme’nin evine geldi. Öğle, ikindi ve akşam namazlarını kılamadı. Bunun
üzerine Hz. Ümmü Seleme Ammâr’a yapılan bu davranışa çok kızdı. Ammâr’a yapılanlar
Hz. Âişe’ye ulaştığı zaman o da sinirlendi. Rasûlullah’ın saçlarından bir
tutamı, elbiselerinden birini ve ayakkabılarından birini çıkararak:
“Peygamberimizin sünnetini ne çabuk unuttunuz. İşte onun saçı, işte elbisesi ve
işte ayakkabısı! Onlar hâlâ eskimemiştir.” demişti. Hz. Osman Hz. Âişe’nin bu
tepkisine çok sinirlendi. Hatta ne dediğini dahi bilmiyordu. Mescid-i Nebevî
karıştı. İnsanlar: “Sübhânallah! Sübhânallah! diyorlardı. Amr b. Âs da
insanların arasında taaccüb ve tesbih edenlerdendi.[1013]
Yine aynı
rivayetlerde Hz. Âişe’nin Hz. Osman’a karşı niçin muhalefet ettiğinin cevabı da
vardır. Hz. Âişe’nin bu muhalefetinin tek sebebi kendi kabilesi olan Teym’e
hilafeti geri çevirmek ve akrabası olan Talha’yı halife yapmaktı. Bu
rivayetlerde Hz. Âişe hiçbir güzel özelliği olmayan, gözünü makam hırsı bürümüş
bir muhteris olarak gösterilmek istenmiştir.
Talha b.
Ubeydullah’ın Hz. Osman’a karşı oluşan muhalefette çok büyük bir etkisi
olduğunu savunan rivayetler de bu kurgu üzerinden kurulmuştur. Diğer sahâbîlerde
olduğu gibi Talha da Hz. Osman döneminde yapılan bazı yanlış icraatlar
dolayısıyla Hz. Osman’ı eleştirmekteydi. Fakat bu eleştirinin Şiî rivayetlerde
gösterildiği kadar ileri düzeyde olduğunu düşünmüyoruz.
Talha ve Hz.
Âişe’yi Hz. Osman’ın çok şedid muhalifleri arasında gösteren bazı rivayetleri
buraya almak istiyoruz. Bu rivayetlerle insanların zihninde uyanması istenilen
düşünce, Hz. Âişe ve Talha hilafeti ele geçirmek için Hz. Osman’la çok fazla
mücadele etmişlerdir ve onlar Hz. Osman’ın gerçek katilleridir. Hz. Âişe ve
Talha hilafeti ele geçirmek için Hz. Ali ile de aynı şekilde mücadele
etmişlerdir.[1014]
Hz. Osman
muhasara altındayken Talha halife olmak için harekete geçmişti. Hilafeti ele
geçirmeye çok yaklaşmış, beytülmâlin ve hazinelerin anahtarlarını ve gözetimini
ele geçirmişti. Bundan dolayı insanlar ona meyletmiş ve sanki halife olmuş gibi
kapısında izdiham oluşmuştu. Talha’nın bu hareketi Hz. Osman’a çok büyük bir
üzüntü vermiş ve Ali b. Ebû Tâlib’e haber göndermişti. Hz. Ali gelince ondan
yardım istedi. Hz. Ali’ye kardeşlik, akrabalık, ahit ve misak hakkını
hatırlattı. Bunun üzerine Hz. Ali de Hz. Osman’a yardım etmek üzere kalktı ve
ona hayır vaat etti. Hz. Ali: “Benden haber bekleyin.” deyip Hz. Osman’ın
yanından çıkıp mescide girdi. Üsâme b. Zeyd’i mescidin önünde otururken gördü.
Onu çağırıp elinden tutarak, Talha’ya gitmek üzere mescidden çıktılar.
Talha’nın evine geldiklerinde evin insanlarla dolup taştığını gördüler. Hz.
Ali: “Ey Talha! Senin içine düştüğün bu durum nedir?” dedi. Bunun üzerine
Talha: “Ey Eba’l-Hasen! Bu iş benim kontrolümden çıktı.” dedi. Hz. Ali ise
cevap vermeden oradan ayrıldı. Beytülmâle giderek: “Kapıyı açın.” dedi. Kapıyı
açmaya muvaffak olamayınca kapının kırılmasını emretti. Kapı kırılınca Hz. Ali:
“Malları çıkarın ve insanlara dağıtın.” dedi. Bu haber Medine sokaklarında
yayıldı. Hatta Talha’nın evinde bulunanlara da ulaşınca onun yanından
ayrıldılar. Talha’yı evde tek başına bıraktılar. Keder onu yiyip bitiriyordu.
Bu haber Hz. Osman’a ulaşınca Talha’ya karşı nefsinde
rahatlık hissetti ve çok sevindi. Talha pişman olduktan sonra özür dilemek için
Hz. Osman’dan izin istedi. Onun yanına gelince de: “Ey müminlerin emiri!
Allah’a istiğfar ediyor ve ona tövbe ediyorum. Ben bir işi murat ettim
de bu sebeple Allah benimle kendi arasını ayırdı.” deyince Hz. Osman da:
“Vallahi! Sen tövbe ederek değil, mağlup olarak geldin. Ey Talha! Allah sana
yeter.” dedi.[1015]
Afgânî
muhtemelen bu rivayetin doğru olduğunu düşünerek rivayete şöyle bir açıklamayla
birlikte girmiştir: “Talha’ya gelince o Hz. Ömer’in içlerinden birisinin
kendisinden sonra halife olması için vasiyet ettiği altı kişilik şûradan birisi
olduğundan beri halifeliği çok istiyordu. Ancak halifelik Hz. Osman’a
verilmişti. Hz. Osman aleyhinde olanlar çoğalınca, Talha da onların başında yer
aldı. Hz. Osman’a karşı ayaklananlar Medine’ye gelince, Talha da Hz. Osman’ın
azlinden veya katlinden sonra halife olmak için hazır bekliyordu.”[1016]
Talha’nın
beytülmâli ele geçirdiğini ifade eden bu rivayet bazı rivayetlerle de
çelişmektedir. Çünkü bu rivayette beytülmâlin Hz. Ali tarafından boşaltıldığı
haber verilmektedir. Ancak Hz. Osman’ı öldüren asilerin, onun evini ve
beytülmâli yağmalamış olmaları[1017]
bu rivayete şüpheyle yaklaşmamızı gerektirmektedir. Ayrıca asilerin yağmaladığı
beytülmâlde o esnada birçok malın bulunduğu özellikle zikredilmektedir.[1018]
Bu rivayet
üzerine inşa edilmiş başka bir rivayette de Talha’nın halife olmasını çok arzu
eden Hz. Âişe bu husus hakkında İbn Abbâs’la tartışmaktadır. Hac mevsiminde Hz.
Osman Abdullah b. Abbâs’ı hac için görevlendirmişti. İbn Abbâs Medine’den çıkıp
es-Salsal mevkiinde Hz. Âişe’ye yetişti. Hz. Âişe ona hitaben: “Allah’tan senin
için yardım talep ediyorum. Şüphesiz sana keskin bir dil verilmiştir. Sen bu
adamı (Hz. Osman) güç bir zamanda terk ediyor ve onun hakkında insanları
şüpheye sevk ediyorsun. Onların basiretleri kaybolmuştur. Sen onlara doğruyu
anlatıp onlar için bir yol gösterici olurdun. İnsanlar şehirlerden
kararlaştırılmış bir iş için geldiler.” dedi. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Şüphesiz
ben Talha b. Ubeydullah’ın beytülmâlin hazinelerinin anahtarlarını aldığını
gördüm. Eğer ona fırsat verilirse amcasının oğlu Ebû Bekir’in yaşantısını
sürer.” dedi. İbn Abbâs da: “Ey annem! Eğer bu adama bir şey olursa, insanlar
ancak sahibimize (Hz. Ali) sığınırlar.” dedi.
Bunun üzerine
Hz. Âişe: “Güzel! Seninle bu konuda büyüklük yarışına ve mücadeleye girmek
istemiyorum.” dedi.[1019]
Talha’nın
beytülmâlin anahtarlarını ele geçirdiğini ifade eden rivayeti doğru kabul eden
Afgânî aynı rivayetin devamı niteliğinde olan bu rivayet hakkında: “Hz.
Osman’ın azli veya katli durumunda Hz. Âişe’nin gönlüne amcasının oğlu Talha’ya
biat edilmesi fikrinin geldiğini uzak görmemekle birlikte bu haberin uydurma
olduğu gayet açıktır.” demiştir.[1020]
Bu örnekte de açıkça görüldüğü üzere rivayetlerin aşırı şekilde tenakuzlar
barındırması bu konu hakkında çalışan yazarları da büyük tenakuzlara düşürmüş,
yazarlar hangi rivayetleri doğru hangilerini yanlış kabul edecekleri hakkında
tam anlamıyla aciz durumda kalmışlardır.
Yine Hz.
Âişe’nin Talha’nın halife olmasını istediğini gösteren farklı rivayetlerde Hz.
Âişe’nin bu isteğinin dozunu artırmışlardır.
Hz. Âişe’ye
atfedilen rivayetlerde halifeliğin Talha’ya verilmesini arzulayan Hz. Âişe’nin
şöyle dediği iddia edilmiştir: “Zü’l-İsba’,[1021]
Ebû Şebl[1022] ve amcamın oğlu bu işe
layıktır. Ona biat edilirken onun parmağına bakar gibiyim... Develeri harekete
geçirip coşturdular. Evet, Zü’l-İsba’ baban ne iyi adamdı!... Onlar Talha’ya
denk birini bulabilirler mi?”[1023] Rivayetlerde kullanılan
Zü’l-İsba’ ve Ebû Şebl künyelerinin Talha hakkında kullanılmasının örneği bu
rivayet dışında görülmemektedir. Sadece Şiî eğilimli kaynaklarda geçen bu
rivayetin uydurma olduğu gayet açıktır. Hz. Âişe hakkında çizilen insan
portresi onun gerçek şahsiyetinin çok uzağındadır.
Benzer
rivayetlerde Hz. Osman’ın şehadetinden sonra Hz. Ali’ye biat edildiği haberi
Hz. Âişe’ye ulaşınca onun bütün hayalleri yıkılarak ümitsizlik içinde şöyle
söylediği iddia edilmiştir: “Helak olasıcalar! Helak olasıcalar! Asla bu işi
tekrar Teym kabilesine geri vermeyecekler.”[1024]
Hz. Âişe ve
Talha arasındaki ilişki düzeyi yine Şiî uydurması olduğunu düşündüğümüz bazı
rivayetlerde çok farklı boyutlara taşınmıştır. Buna göre Talha: “Hz. Peygamber
vefat ederse onun hanımlarını (Hz. Âişe) nikâhlarız. Allah Muhammed’i
amcakızlarımıza bizden daha çok hak sahibi yapmamıştır.” demiştir. Bunun
üzerine: “Sizin Allah’ın peygamberini incitmeye hakkınız yoktur; arkasından
hanımlarını nikâhlayamazsınız da.”[1025]
âyeti nâzil olmuştur.[1026]
Hz. Âişe ve
diğer sahâbîleri suçlu göstermek isteyenler bazen de sahâbenin diliyle
rivayetler uydurmuşlardır. Fitne döneminde tarafsız kalan Sa‘d b. Ebû Vakkâs’a
şöyle bir söz atfedilmektedir: “Osman’ı öldüren kılıcı Âişe kınından çıkardı,
Talha biledi, Ali zehirledi ve Zübeyr de işaret edip sustu.”[1027] Hâlbuki Hz. Ali, Talha,
Zübeyr ve Hz. Âişe’nin Hz. Osman’ın öldürülmesi olayını tertipleyenler
olmadıkları açıktır.[1028] Fakat bu rivayet Emevîler’in
tam da kabul etmek istedikleri katil zanlılarını bir araya getirmesi açısından
dikkat çekicidir.[1029] Hilafetin en güçlü adayları
yine hilafetin güçlü bir adayı olan Sa‘d b. Ebû Vakkâs tarafından
zemmedilmektedir. Hatta daha da ileri gidilerek oğlu Muhammed’in bile Hz.
Osman’ın katlinden babası Talha’yı, Hz. Âişe’yi ve Hz. Ali’yi sorumlu gördüğüne
1028 dair rivayetler
bulunmaktadır.[1030]
Konuyla ilgili
benzer bir rivayette bu kez Mugîre b. Şu‘be, Hz. Âişe’yi Hz. Osman’ın katliyle
suçlamaktadır. Mugîre b. Şu‘be Hz. Âişe’nin yanına girince Hz. Âişe ona
hitaben: “Ey Abdullah’ın babası! Şayet sen beni Cemel günü görmüş olsaydın o
gün benim hevdecime oklar isabet etmiş ve hatta bazıları benim bedenime isabet
etmişti.” dedi. Mugîre b. Şu‘be: “Vallahi! İsterdim ki onların bazıları sana
isabet edip seni öldürseydi.” Hz. Âişe: “Allah sana rahmet etsin. Niçin böyle
söylüyorsun?” dediğinde Mugîre b. Şu‘be: “Osman aleyhindeki mücadelenin
keffâreti olurdu.” Bunun üzerine Hz. Âişe: “Vallahi! Sen böyle söylüyorsun.
Ancak Allah biliyor ki ben Osman’ın katlini istemedim. Yine Allah biliyor ki
ben mücadele etmek istedim. Benimle mücadele edildi. Ben ok atmayı istedim.
Bana ok atıldı. Ben isyan etmeyi istedim. Bana isyan edildi. Eğer Osman’ın
öldürülmesini isteseydim. Ben öldürülürdüm.” demiştir.[1031]
Bize göre Hz.
Âişe’nin Hz. Osman’a muhalefeti rivayetlerde abartıldığı kadar büyük değildi.
Hz. Âişe özellikle Hz. Peygamber’in ve Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer gibi ashâbın
büyüklerinin vefatından sonra toplumun en önde olan şahsiyetlerinden biri
haline gelmişti. Sahip olduğu bu makam sebebiyle Hz. Osman’ın muhalifleri de
dâhil toplumun her kesiminden insanlar gelerek şikâyetlerini ona arz
ediyorlardı.[1032] Hz. Âişe bu insanların
yönlendirmeleri dâhilinde Hz. Osman’dan bazı isteklerde bulunmuş olabilir.
Fakat bu küçük fikir ayrılıklarının rivayetlerde abartıldığı derece büyük bir
düşmanlığa dönüşmesi mümkün gözükmemektedir.
Örneğin
Mısırlılar Amr b. Âs’tan sonra Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh’in başlarına vali
olmasını tasvip etmemiş ve çeşitli gerekçelerle Hz. Osman’dan onu görevden
almasını istemişlerdi. Bu arada Abdullah şikâyetçilerden birini döverek öldürmüştü.
Bu gelişmeler üzerine Hz. Âişe: “Muhammed’in ashâbı size geldi ve bu adamı
azletmenizi istedi de siz bunu geri mi çevirdiniz? Bir de bu adam o insanlar
içinden birini katletti; sizden bu insanlar için valinize karşı adaletli
davranmanızı istiyorum.” diyerek Hz. Osman’a haber göndermişti.[1033] Bize göre Hz. Âişe’nin Hz.
Osman’a muhalefetinde en uç nokta bu olaydı. Hz. Âişe bir valisini azletmesini
Hz. Osman’dan istemişti.
Afgânî bir
kereye mahsus olan bu olayı biraz abartarak: “Bu dönemde Hz. Âişe ansızın
siyaset sahnesine çıkıyor. Valilerin azledilmesinde ve atanmasında kendi
fikirlerini dikte ederek Hz. Osman’ın yaptığı birçok işte ona şiddetli bir
şekilde muhalefet ediyordu. Bu yaptıklarıyla birlikte Hz. Âişe tehlikeli ve
şiddetli bir muhalefete liderlik yapıyordu. Tüm bu olaylar Hz. Âişe’yi isteği
dışında ve farkında olmaksızın İslâm tarihinde “yevmü’d-dâr” olarak bilinen o
uğursuz güne kadar devam etti. “Yevmü’d-dâr” diye isimlendirilen o uğursuz gün;
şehit ve sabırlı halife Hz. Osman’ın bir fitne ehli tarafından katledildiği
gündür.” demiştir.[1034] Afgânî’nin ifade ettiği gibi
Hz. Âişe’nin valilerin atanmasına ve azline müdahale ettiği doğru değildir. Bu
tezi ispatlayabilecek ikinci bir rivayet bulunmamaktadır.
Hz. Âişe’nin
Hz. Osman’ın yönetimine müdahale ettiği ikinci bir hadise de şu olaydır: Hz.
Osman’ın Kûfe valisi Sa‘îd b. As, Hâşim b. Utbe b. Ebî Vakkas ile aralarındaki
bir sürtüşmeden dolayı Hâşim’i dövdürmüş ve evini yaktırmıştı. Durum Hz.
Osman’a iletilince o, Sa‘îd’e aynı cezaların verilmesi görevini Sa‘d b. Ebû
Vakkâs’a verdi. Ancak Hz. Âişe Sa‘d b. Ebû Vakkâs’a ricada bulunarak onun
evinin yakılmasını engellemişti.[1035]
Yine Hz.
Âişe’nin muhalefeti sadedinde şu sözlerini de çok önemsemekteyiz. Hz. Âişe Hz.
Osman öldürüldüğü zaman: “Sizin kırbaçlanmanıza kızdım. Osman’ın kılıçla
vurulmasına nasıl kızmayayım. Onu o kadar ayıpladınız ve kınadınız ki günahsız
hale getirdiniz. Sonra da onu öldürdünüz.”[1036]
Hz. Âişe’nin burada belirttiği: “Sizin kırbaçlanmanıza kızdım.” sözü Hz. Osman
döneminde bazı istenmeyen olayların yaşandığı ihtimalini akla getirmektedir.
Fakat bu şiddet gerçekten Ammâr b. Yâsir ve Abdullah b. Mes‘ud gibi büyük
sahâbîlere mi uygulanmıştı? Ne kadar şiddetliydi? Rivayetler bu kadar müphem ve
farklıyken bunu kesin olarak bilmemiz mümkün gözükmemektedir.
Hz. Osman
muhasara altındayken Hz. Âişe’ye Hz. Osman muhaliflerinin reislerinden biri
olan Eşter gelmişti. Hz. Âişe’ye hitaben: “Ey müminlerin annesi! Şu adam
hakkında ne söylüyorsun? Her ne kadar sarih olarak ifade etmese de Hz. Âişe
Eşter’in bu sözle neyi kastettiğini çok iyi biliyordu. Hz. Âişe onun bu
muradından ürkmüş ve net olarak şu cevabı vermişti: “Müslümanların kanlarını
dökmeyi, imamlarını katletmeyi ve onların canlarını helal görmeyi emretmekten
Allah’a sığınırım.” Bunun üzerine Eşter: “Bize mektup yazan sizdiniz. Şimdi
harp ile burun burunayken bizi ondan nehyediyorsunuz.” demişti.[1037]
Eşter’in
yukarıdaki rivayette bahsettiği mektup yazılması olayı bir gerçektir. Fakat bu
mektupları Hz. Âişe ve diğer sahâbîler adına yazanlar başkalarıydı.
Hz. Âişe, Hz.
Osman’ın katlinden sonra: “Onu kirden temizlenmiş elbise gibi bıraktınız. Sonra
da koç boğazlar gibi onu boğazlayarak kurban ettiniz. Oysa Osman önceleri
şimdikinden farklı biri miydi?” dediğinde yanında bulunan Mesrûk: “Bu senin
işindir. İnsanlara mektup yazıp ona karşı ayaklanmalarını emreden sen değil
misin?” demişti. Bunun üzerine Hz. Âişe de: “Hayır. Müminlerin inandığı,
kâfirlerin inkâr ettiği Allah’a yemin olsun ki onlara beyaz üzerine siyah
yazmadım. Sadece bu oturduğum yerde oturdum.” demişti. Rivayetin râvilerinden
A‘meş: “İnsanlar o mektubun onun ağzından yazıldığı görüşünde idiler.”
demiştir.[1038]
dönemde isyanı
planlayanlar Hz. Ali, Talha, Zübeyr ve Hz. Âişe adına Hz. Osman’ı kötüleyen
mektuplar uydurmuşlardı.[1039] Bu mektuplarda, insanları
Hz. Osman’a karşı savaşmaya ve İslâm’a yardım etmeye davet ediyorlardı. O gün
için bunun en büyük cihâd olduğunu söylüyorlardı.[1040]
Hz. Âişe’nin
Hz. Osman’ın öldürüldüğünü işittiğinde sarf ettiği sözler de aralarında hiçbir
husumetin olmadığının en büyük delilidir. Hz. Âişe, Hz. Osman’ın öldürülmesi
üzerine son derece üzülmüş ve öfkelenmişti. O bu üzüntü ve öfkesinde son derece
samimiydi. O kardeşi Muhammed b. Ebû Bekir’e Hz. Osman’ın aleyhinde çalıştığı
için öfkelenmiş ve onu “Müzemmem”[1041]
diye isimlendirmişti. Hz. Âişe kardeşine ve Hz. Osman’ın öldürülmesinde rolü
olanlara şöyle beddua etmişti: “Allah Osman’ın aleyhinde çalışan Müzemmem’i
katletsin. Dalalet üzerinde olan İbn Bedîl’in kanını akıtsın. İbn Temîm’in önde
gelenlerini katında değersiz kılsın. Eşter’e hedefi şaşmayan oklarından bir oku
fırlatsın.” Hz. Âişe’nin bedduasının ulaşmadığı kimse kalmamıştı.[1042]
Talk b.
Hassân: “Hz. Osman öldürüldü. Biz, Muhammed’in sahâbîleri arasına dağıldık.
Gidip onlara Osman’ın öldürülmesi hakkındaki fikirlerini sorduk. Hz. Âişe’nin
bu hususta şöyle dediğini işittim: “Osman, haksız yere öldürüldü. Allah onun
katillerine lanet etsin.”[1043]
Hz. Âişe Hz.
Osman’ın öldürüldüğü haberini alınca: “Onu öldürdüler. Akrabaya ilgi göstermek
bakımından hepsinden daha ileriydi. Allah’tan hepsinden daha çok korkardı.”[1044] “Yemek kabını yıkar gibi onu
yıkayıp temizlediniz, sonra da öldürdünüz.” demişti.[1045]
HZ. ALİ DÖNEMİNDE HZ. ÂİŞE
Hz. Ali’nin Hilafeti ve Karışıklıkların
Artarak Devam Etmesi
Hz. Osman’ın
katlinden sonra Hz. Ali’nin göreve getirilmesinin sahâbenin tasarrufunda olup
olmadığı hususunda siyer âlimleri ihtilaf etmişlerdir.[1046] Birbirinden çok
farklı ve hatta zıt manaları içeren birçok rivayet bulunmaktadır. Fakat Cemel
Savaşı’nın önemli düğüm noktalarından bir tanesi Hz. Ali’ye biatin nasıl
gerçekleştiği hususu olduğundan bu konu üzerinde durmamız gerekmektedir.
Bazı
rivayayetlerde sahâbîlerin Hz. Ali’ye gelerek: “Kuşkusuz bu adam öldürüldü.
İnsanlara bir imam gerekir. Bugün liyakat ve Hz. Peygamber’e yakınlık
bakımından bu işe senden daha layığını bulamıyoruz.” dedikleri Hz. Ali’nin ise:
“Bunu yapmayın. Benim vezir olmam emir olmamdan daha hayırlıdır.” dediği
kaydedilir. Ancak Hz. Ali sahâbenin yoğun ısrarı üzerine: “Öyleyse bunu
mescidde yapın.” diyerek bu teklifi kabul etmiştir.[1047]
Hz. Ali’ye
biatin sahâbenin isteği doğrultusunda gerçekleştiğini ifade eden başka
rivayetler de vardır. Yine bu rivayetlerde Talha ve Zübeyr’in de Hz. Ali’ye
biat etmek için gelenlerin içinde olduğu özellikle vurgulanmaktadır.[1048]
Bazı
rivayetlerde ise biat işinin sahâbenin inisiyatifi dâhilinde olmadığı ve Hz.
Osman’ı öldüren isyancıların Hz. Ali’ye biat ederek, kendileri için tehdit
olarak gördükleri bazı sahâbîleri de ona zorla biat ettirdikleri ifade
edilmektedir.[1049]
Benzer
rivayetlerde isyancıların Medine halkının tamamını tehdit ettikleri ve iki gün
içerisinde bir halife seçilememesi durumunda Hz. Ali’yi, Talha’yı, Zübeyr’i ve
pek çok insanı öldürecekleri tehdidinde bulundukları ifade edilmiştir. Bunun
üzerine Medine halkı Hz. Ali’ye gelerek halife olması için ısrar etmişler, Hz.
Ali ise ilk başta bu teklifi kabul etmemesine rağmen insanların ısrarlarını
geri çevirememiş ve hilafeti kabul etmiştir. Hz. Ali’ye biatten kaçınan Zübeyr,
Hukeym b. Cebele’nin kılıç tehdidiyle, Talha da Eşter’in tehdidiyle getirilmiş
ve Hz. Ali’ye biat ettirilmiştir. Sonuç olarak Mısır ehlinin dediği olmuş ve
onların desteklediği Hz. Ali halife seçilmiştir.1047 [1050]
Bu konu ile
ilgili birbirine tamamen zıt birçok rivayet bulunmaktadır. Fakat Talha ve
Zübeyr’in zorla biat ettirildiğini ifade eden rivayetler[1051] ağırlıklı olup, bunların
daha doğru olduğunu düşünüyoruz.[1052]
Özellikle Şiî meyilli rivayetlerde Talha ve Zübeyr’in Hz. Ali’ye isteyerek biat
ettikleri, ancak kendilerine Basra ve Kûfe valilikleri verilmediği için buna
sinirlenip Hz. Ali’ye karşı bir isyan başlattıkları tezi öne sürülmektedir.[1053] Fakat ne Talha ne Zübeyr
sadece dünyalık menfaatler için müslümanların kanını dökecek şahsiyette
insanlar değillerdi.[1054]
Hz. Ali’nin,
Basra valisi olan Osman b. Huneyfe yazdığı şu mektupta da Talha ve Zübeyr’in
biate zorlandıkları açıkça görülmektedir: “Vallahi! Onlar ayrılığa
zorlanmadılar. Hayra ve cemaat üzere olmaya zorlandılar. Eğer onlar biatlerini
bozmak istiyorlarsa, geçerli bir mazeretleri yok. Eğer bundan başka bir şey
istiyorlarsa, biz düşünürüz. Onlar da düşünürler.”[1055]
Nitekim Sa‘d
b. Ebû Vakkâs ve İbn Ömer de Hz. Ali’nin huzuruna getirilmiş, Hz. Ali onlardan
biat etmelerini istediğinde herkes biat edene kadar biat etmeyeceklerini
söylemişlerdi. Bunun üzerine Eşter, Hz. Ali’ye: “Bırak boyunlarını vurayım.”
dediğinde Hz. Ali: “Onları bırak. Ben onların kefiliyim.” demişti.[1056]
Bazı
rivayetlerde: “Bazı küçük tartışmalar müstesna herkes Hz. Ali’nin hilafeti
üzerine ittifak etti.” şeklinde bir bilgi bulunmakla birlikte biz bunun doğru
olduğunu düşünmüyoruz. Bize göre Medine ehli Hz. Ali’nin hilafetini meşru
saymamakla birlikte Hz. Osman’ı öldüren gruptan çekindiği için[1057] buna itiraz edememişti.
Başlarını
Ahmed b. Hanbel’in çektiği bir grup muhaddis de Hz. Ali’nin hilafetinin sübut
bulmadığını ileri sürmüşlerdir. Hatta bazıları “onun hilafetinin bir fitne
olduğunu” iddia etmişlerdir.[1058] Hz. Ali’nin hilafetinin
diğer üç halife dönemindeki şekliyle sübut bulmadığı iddiası bize göre de
doğrudur. Fakat Hz. Ali’nin hilafeti kesinlikle bir fitne olarak
değerlendirilemez. Hz. Ali, Hz. Osman’ın öldürülmesiyle zaten başlamış olan bir
fitnenin içerisinde kendisini bulmuştu.
Hz. Ali’nin
okuduğu ilk hutbede de kendisine yapılan biate karşı bir huzursuzluk
hissedilmektedir. Hz. Ali: “Ey insanlar! Benden öncekilere biat ettiğiniz
şeyler üzere bana da biat ettiniz. Seçim hakkı, biat gerçekleşmeden önceydi.
Artık biat gerçekleşti ve seçim hakkı kalmadı. Artık halifeye doğru yolda
olmak, halka da ona itaat etmek düşer. Bu umumî bir biattir ve bunu reddeden
İslâm dininden yüz çevirmiş olur. Çünkü bu aniden olan bir durum değildir.”[1059] demişti.
Şiî meyilli
eserlerde sahâbenin Emevîler hariç neredeyse tamamının Hz. Ali’ye biat ettiği
rivayet edilmektedir. Emevîler’den biat etmeyenler ise Mervân b. Hakem, Sa‘îd
b. Âs ve Velîd b. Ukbe’ydi.[1060]
Ancak Hz.
Ali’ye biat etmeyen başkaları da bulunmaktaydı. Ensârdan Hassân b. Sâbit, Ka‘b
b. Mâlik, Mesleme b. Muhalled, Ebû Sa‘îd el-Hudrî, Muhammed b. Mesleme, Nu‘mân
b. Beşîr, Zeyd b. Sâbit, Râfi‘ b. Hadîc, Fezâle b. Ubeyd ve Ka‘b b. Ucre de Hz.
Ali’ye biat etmeyenler arasındaydı.[1061]
Ayrıca sahâbenin ileri gelenlerinden Sa‘d b. Ebû Vakkâs, Abdullah b. Ömer,
Suheyb b. Sinân, Seleme b.
Vakş ve Üsâme
b. Zeyd de Hz. Ali’ye biat etmeyen grubun içerisinde bulunuyordu.[1062]
Konuyla ilgili
farklı birçok rivayet bulunmakla birlikte 25 Zilhicce 35/24 Haziran 656
tarihinde Cuma günü Hz. Ali’ye biat edildiğini söyleyebiliriz.[1063]
Hz. Ali bu zor
şartlar altında halife olmuştu. Halifeliği bazı sahâbîler tarafından
benimsenmediği gibi aynı zamanda bir grup zorbanın tahakkümü altındaydı. Hz.
Ali müslümanları hayra davet ettiği bir hutbesinden sonra Mısırlılar kendisine
gelerek: “Bu söylediklerini kendine sakla ve tedbirli ol. Bu işin yuları bizim
elimizdedir. Beğenmezsek seni de öldürürüz.” manasına gelen bir şiirle
kendisine mukabele etmişlerdi.[1064]
Hz. Ali’yi
bekleyen ilk iş Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmasıydı. İçlerinde Talha
ve Zübeyr’in de bulunduğu bir grup sahâbe Hz. Ali’ye gelerek bu işi bir an önce
halletmesini istiyorlardı.[1065] Hz. Ali bu gruba, katillerin
çok sayıda destekçileri olduğunu ve şu anda bu işin gerçekleştirilemeyeceğini,
biraz daha sabretmeleri durumunda her şey sükûnete erdiği zaman isteklerinin
rahatlıkla gerçekleştirilebileceğini söyledi.[1066]
Hz. Ali
ortamın biraz yatışmasını ve her şeyin yoluna girmesini bekliyordu. Fakat
kendisinin beklediği düzen ortamı asla gelmeyecekti. Muâviye Şam’da Hz.
Osman’ın kanlı gömleğini ve eşi Naile’nin Hz. Osman’ın şehit edilmesi sırasında
ortaya çıkan kaosta kesilen parmaklarını minberin üzerine koyarak sergiliyordu.
Muâviye ve bir grup sahâbe Şam’da Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılması
için halkı galeyana getiriyorlardı.[1067]
Hz. Osman’ın
kanını talep etme iddiası Muâviye’ye iktidar için aradığı fırsatın kapılarını
aralamıştı. Normal şartlarda Muâviye’nin hilafet için bir iddiası olamazdı.
Kendisi İslâm’a girenlerin en sonuncularından olan “Tulekâ”[1068] zümresindendi.
Ömrünün büyük bir kısmı Hz. Peygamber ile mücadele ederek geçmişti. Bu sebeple
Hz. Osman’ın kanının arkasına sığınarak kendisi için böyle bir fırsatı
oluşturabilirdi. Yıllardır Şam’da yönetici olarak bulunuyordu[1069] ve kendisine itaat eden
büyük bir askeri güce sahipti. Muâviye arkasındaki bu güce güveniyordu.
Muâviye’nin gerçekten Hz. Osman’ın kanını talep etmek gibi bir niyeti olsaydı,
Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr Hz. Osman’ın kanını talep etmek için çıktıklarında
kendilerine yardım ederdi. Fakat kendisi de biliyordu ki Talha ve Zübeyr gibi
sahâbenin önde gelenlerinden iki kişinin olduğu bir ortamda hilafet için
kendisinin söz hakkı olamazdı.[1070]
Hz. Ali’nin
halife olarak ilk icraatı Hz. Osman döneminde valilik yapan yöneticilerin
görevlerine son vermek oldu. Hz. Ali’ye göre yaşanan problemlerin sebepleri bu
valilerdi ve bu yüzden görevlerinde durmaları uygun değildi.[1071]
Hz. Ali
valileri aracılığıyla diğer şehirlerin biatlerini aldı. Hz. Ali üç ay boyunca
Muâviye’ye de mektuplar göndererek ona itaat etmesini bildirdi. Fakat Muâviye
bu mektuplara cevap vermedi. Üç ay sonra Muâviye’nin elçisi Medine’ye gelerek
boş bir mektubu Hz. Ali’ye teslim etti ve Şamlılar’ın Hz. Osman’ın katillerinin
intikamının peşinde olduğunu söyleyerek onları tehdit etti.[1072]
Bu gelişmeler
üzerine Hz. Ali Şamlılar’la savaşmak için asker toplamaya başladı. Bu
doğrultuda valilerine de mektuplar gönderdi. Hz. Ali’nin bu savaş çağrısına
Medine’deki ensâr ve muhâcirlerin büyük bir çoğunluğu iştirak etmemişlerdi.[1073] Bazı rivayetlerde Sa‘d b.
Ebû Vakkâs, Abdullah b. Ömer b. Hattâb ve Muhammed b. Mesleme hariç herkesin
gitmeyi kabul ettiği yönünde bilgiler bulunmakla beraber[1074] bu bilgi diğer birçok
rivayetle çelişmektedir.
Hz. Ali de bu
karmaşık ve kendi aleyhine olan durumun farkındaydı. Bu sebeple sahâbenin önde
gelenlerinden bazılarına birlikte Şam’a gitmeyi teklif etti. Kendisini davet
ettiği kişiler arasında Abdullah b. Ömer,[1075]
Ühbân el-Gıfârî,[1076] Muhammed b.
Mesleme[1077] ve Üsâme b. Zeyd[1078] bulunmaktaydı. Hz. Ali’nin
yanında Medine’den ayrılanların çoğunluğu Hz. Osman’ın katilleri olan asilerdi.
Hz. Ali savaş hazırlıklarını yaptığı sırada hiç beklemediği
bir haber kendisine geldi. Talha ve Zübeyr yanlarına Hz. Âişe’yi de alarak Hz.
Osman’ın kanını talep etmek için çıkmışlardı. Hz. Ali bu olayı daha tehlikeli
bulduğu için Şam’dan vazgeçerek Talha ve Zübeyr’in üzerine yürümeye karar
verdi.[1079]
Talha
ve Zübeyr’in Mekke’de Hz. Âişe ile Buluşması
Hz. Osman’ın
şehit edilmesi sırasında hac yapmak için Mekke’de olan Hz. Âişe umresini de eda
ettikten sonra Medine’ye doğru yola çıkmıştı. Hz. Âişe Serife ulaştığında Benî
Leys kabilesinden olan anne tarafından bir akrabası olan Ubeyd b. Ebî Seleme
ile karşılaşmıştı. Ubeyd Medine’den geliyordu. Hz. Âişe ona: “Mehyem! Ardında
ne var?” diye sorduğunda o susmuş ve mırıldanmıştı. Hz. Âişe: “Başımıza
gelenler ne?” diye tekrar sorunca Ubeyd: “Bilmiyorum. Osman öldürüldü ve sekiz
kişi kaldı.” Hz. Âişe aceleyle tekrar sordu: “Sonra ne yaptılar?” Ubeyd:
“Medine ehli de Ali’ye biat etti.” Hz. Âişe: “Halifeliğin senin arkadaşına
verilmesi dışında her şey normaldi.” dedi. Sonra: “Beni geri çevirin. Beni geri
çevirin. Vallahi! Osman mazlum olarak öldürülmüştür. Ben onun kanını talep
edeceğim.” demişti.
Ubeyd: “Niçin,
böyle yapıyorsun? Onun bıçağının keskin yüzünü görenlerin ilki değil misin?
Onun hakkında Na‘sel’i öldürün. O kâfir oldu demiştin.” dediğinde Hz. Âişe:
“Onlar onu tövbeye davet ettiler ve sonra öldürdüler. Ben de söyledim. Onlar da
söyledi. Fakat benim son sözüm, ilk sözümden daha hayırlıdır.” deyince Ubeyd
ona şu şiiri okumuştu:
Başlamak
senden, değiştirmek sendendir,
Rüzgârlar
senden, yağmur sendendir.
İmamın katlini
emreden sendin,
Onun kâfir
olduğunu bize söyleyen sendin.
Farzedelim ki
onun katlinde sana uyduk,
Bize göre onun
katili, emri verendir.
Hâlbuki
üzerimize ne gök düşmüştü,
Ne de
güneşimiz ve ayımız tutulmuştu.
Muhakkak
insanlar izzet ve güç sahibine biat etti.
Ki o engelleri
kaldıran ve kibirlileri mağlup edendir.
Savaş için
elbiseler kuşanılmışken,
1078
Bu savaştan
geri durandan daha vefalı yoktur.
Hz. Âişe’nin
Hz. Ali’nin halife olduğunu duyduğunda verdiği tepki bu rivayette ve benzeri
Şiî rivayetlerinde bu şekilde aktarılmıştır. Ancak rivayeti uyduranlar çok
fazla abartılı bir dil kullandıkları için yanlışlığı ilk bakışta göze
çarpmaktadır.
Daha doğru
olduğunu düşündüğümüz benzer bir rivayet şu şekildedir: “Hz. Osman’ın
öldürülmesinden sonra Hz. Âişe Mekke’den Medine’ye doğru yola çıktı. Yolda
dayılarından bir adamla karşılaştı. Hz. Âişe ona: “Arkanda ne var?” diye
sorduğunda adam: “Osman öldürüldü ve insanlar Ali’nin halifeliği üzerinde
birleşti. Bunu yapanlar Osman’ı öldüren asi gruptur.” dedi. Hz. Âişe: “Bu işin
tamamlandığını zannetmiyorum.” diyerek tekrar Mekke’ye döndü. Mekke’de Hz.
Âişe’yi Hz. Osman’ın valilerinden olan Abdullah b. Âmir karşıladı. Abdullah Hz.
[1080] Âişe’ye: “Seni geri çeviren
nedir?” diye sordu. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Beni geri çeviren Osman’ın mazlum
olarak öldürülmesidir. Halifelik bir grup asiye bırakılacak bir iş değildir.
İslâm’ın izzeti için Osman’ın kanını talep edeceğim.” dedi.[1081]
İleride
göreceğimiz üzere Hz. Âişe hac sırasında yalnız değildi. Diğer
ümmühâtü’l-müminînden bazıları da Hz. Âişe’nin yanındaydı. Bu durumda
ümmühâtü’l-müminînin tamamı bu konuları istişare ederek ortak bir Mekke’ye
dönüş kararı almış olmalıdır. Hz. Osman’ın şehit edildiği ve bir grup zorbanın
yönetimi altındaki bir şehre gitmek makul bir davranış olmazdı.
Hz. Âişe
Mekke’de Hicr’de kapalı bir hevdecin içinde durmuş ve etrafında müslümanlar
toplanmıştı. Onlara şöyle hitapta bulunmuştu: “Ey insanlar! Biliniz ki muhtelif
şehirlerden gelen bir sürü ayak takımı ile Medine’den bir sürü köle, bu mazlum
olarak öldürülen adamın etrafını çevirmiş, yaşının gereği yapmış olduğu bazı
uygulamaları reddetmişlerdi. Hâlbuki o kendinden önceki arkadaşlarının
yaptıklarını tekrarlamıştı. O koruması gereken şeyleri korumuş ve uzaklaşması
gereken şeylerden de uzak durmuştu. Bu adamlar herhangi bir delil ve özür
bulamayınca ona düşmanlık etmeye başlamış ve nihayet haram bir kanı haksız yere
dökmüş, haram bir beldede, haram bir ayda, kendilerine haram olan mallara el
koymuşlardır. Vallahi Osman’ın bir tek parmağı bu tip insanların yeryüzünü
dolduran sayısız benzerlerinden çok daha hayırlıdır. Vallahi onların ileri
sürdükleri hususlarda ve ona düşmanlık ettikleri konularda o günah işlemekten
tamamen arınmış ve altının, içinde bulunan yabancı maddelerden temizlenmesi
veya bir elbisenin yıkanıp temizlenmesi gibi kötülüklerden tamamen
uzaklaşmıştı.”[1082] Hz. Âişe benzer bir
konuşmasında: “Kuşkusuz Osman mazlum olarak öldürüldü. Onun kanını talep
edeceğim. Halifeliği de şûraya iade edeceğim.” demişti.[1083]
Hz. Osman’ın
Basra valisi olan Abdullah b. Âmir el-Hadremî Hz. Âişe’nin bu sözleri üzerine
şöyle demişti: “Ben senin bu davetine ilk icabet eden kimse olayım.” Arkasından
Ümeyye oğullarından bazı kimseler de onun bu davetine katılmışlardı. Bu Ümeyye
oğulları Hz. Osman’ın şehadetinden sonra Medine’den kaçıp Mekke’ye gelmiş ve
burada başkaldırmışlardı. Mekke’de ilk toplanan bu muhalifler arasında Sa‘îd b.
Âs, Velîd b. Ukbe ve bazı Emevî ailesi mensupları olup ayrıca Abdullah b. Âmir
de Basra’dan getirdiği büyük miktarda mallarla bunlara katılmıştı. Diğer
taraftan Hz. Osman’ın Yemen valisi Ya‘lâ b. Ümeyye Yemen’den altı yüz deve ile
altı yüz bin dirhem[1084] getirip onları bu iş için
teslim etmişti. Bu arada Talha ile Zübeyr de Medine’den gelmiş, Hz. Âişe ile
karşılaşmışlardı.[1085] Hz. Âişe onlara: “Geldiğiniz
yerde neler vardı?” diye sorunca Talha ile Zübeyr şöyle demişlerdi: “Biz
Medine’deki karışıklıklardan ve oradaki bedevilerin şerrinden kaçıp geldik,
orada ise ne yapacaklarını bilmeyen, hakkı bilmedikleri gibi bâtıla karşı da
koyamayan ve kendilerine isabet eden zulmü önleyemeyen kimseleri bıraktık.”
dediler. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Haydi bu karışıklığı önlemeye gidelim.”
demiş, onlar buna karşılık: “Şam’a gidelim.” deyince İbn Âmir şöyle konuşmuştu:
“Muâviye Şam’a yeter,[1086] gelin Basra’ya gidelim.
Benim orada yapacağım bir sürü şeyler var ve Basralılar Talha’ya bir hayli
meyillidirler.” Onun bu sözleri üzerine diğerleri: “Hay Allah seni kahretsin!
Vallahi sen ne sulh zamanında, ne de savaş zamanında bir işe yaradın. Sen de
Muâviye’nin yaptığı gibi, Basra valiliğini terk etmeseydin. Biz de Kûfe’ye
gider, orada da müslümanların bu ayrılıkçı gruplarının arasına set çekerdik.”
diye karşılık vermişlerdi. Nihayet Basra’ya gitmek üzere anlaşmışlar ve Hz.
Âişe’ye şöyle demişlerdi: “Medine’yi terk ettik. Çünkü yanımızdakiler Medine’de
bulunanlara ve bu kargaşaya güç yetiremeyecek kimselerdir. Biz öyle bir yere gidelim
ki Ali’ye yapılan biati ileri sürecek olsalar bile Mekke ehlini topladığın ve
ikna ettiğin gibi orayı da toplayabilirsin. Eğer Yüce Allah bu durumu ıslah
eder, düzeltmeyi dilerse bizim de istediğimiz olmuş olur, yoksa biz de Allah’ın
istediği oluncaya kadar mücadelemizi sürdürürüz.”[1087] Bu grup Talha ve Zübeyr gibi
Mekke’ye kaçmış olan Abdullah b. Ömer’i de kendilerine katılmaya davet etti.
Fakat o ihtilaflardan uzak kalmak istediği için Hz. Ali’nin teklifini
reddettiği gibi bu grubun teklifini de reddetti.[1088]
Zikrettiğimiz
rivayetlerde, Hz. Osman’ın kanını talep etmek iddiasıyla Hz. Ali’ye karşı
yapılan bu muhalefetin lideri olarak Hz. Âişe öne çıkmaktadır.[1089] Fakat bazı rivayetlerde bu
işi asıl tertipleyenlerin Talha ve Zübeyr olduğu bilgisi aktarılmaktadır.[1090] Bize göre bu muhalefetin
sorumluluğunu sadece Talha, Zübeyr veya Hz. Âişe’ye yüklemek doğru değildir.
Halifenin öldürülmesi gibi çok vahim bir sorun karşısında o an için Mekke’de
bulunan bütün müslümanlar istişare edip böyle zor bir kararı almış olmalıdırlar.
Hz. Âişe’nin bu olaydaki asıl rolü ise Talha, Zübeyr ve özellikle Abdullah b.
Zübeyr’in kendisine ısrarları sonucu belirginleşmiştir. Bu durum şu rivayette
açıkça görülmektedir.
Cemel Savaşı’ndan sonra İbn Ömer
Hz. Âişe’yi ziyaret için gelmişti. İbn Ömer’in kendisini ziyaret için geldiği
kendisine haber verilince Hz. Âişe: “Ey Ebû Abdurrahman! Niçin beni o
yürüyüşümde (Cemel) menetmedin?” dedi. Bunun üzerine İbn Ömer: “Bir adamın sana
galip geldiğini gördüğüm için (Abdullah b. Zübeyr).” demişti.[1091]
Hz. Ali’ye göre ise bu işin asıl
failleri Talha ve Zübeyr olup Hz. Âişe bu iki zat tarafından kandırılmıştı.[1092]
Ya‘lâ b.
Ümeyye ve İbn Âmir yanlarında getirdikleri mallarla yolculuk için imkân
bulamayan insanların ihtiyaçlarını karşıladı.[1093]
Hz. Âişe ve beraberindekiler altı yüz veya bin süvariyle birlikte Mekke’den
ayrıldı.[1094] Yolda başkalarının da
kendilerine katılmasıyla bu sayı üç bini buldu.[1095]
Hac yapmak
için Mekke’ye gelmiş olan ve hâlâ Medine’ye dönmemiş olan Hz. Peygamber’in
eşleri Basra’ya gidileceğini duyunca Zâtü Irk denilen yerde onlardan ayrılarak
Medine’ye doğru devam ettiler.[1096]
Buradaki vedalaşma esnasında insanlar o kadar çok ağladılar ki bu güne
“yevmü’n-nahîb/ağlama günü” denilmişti.[1097]
Hz. Hafsa da
Hz. Âişe ile birlikte gitmeyi düşünmüştü. Fakat kardeşi Abdullah b. Ömer onu bu
işten vazgeçirmişti.[1098]
Ümmühâtü’l-müminîn
Zatü Irk’dan döndükten sonra Emevîler’in önde gelenlerinden birisi olan Sa‘îd
b. As, Mervân b. Hakem ve arkadaşlarıyla karşılaşınca onlara: “Nereye
gidiyorsunuz? Sizin intikamınız develerinizin arkasındadır. (Bu sözüyle Hz.
Âişe, Talha ve Zübeyr’i kastediyordu.) Onları öldürün. Sonra evlerinize dönün.
Kendinizi öldürmeyin.” dedi. Mervân da: “Bilakis biz gidiyoruz. Umulur ki
Osman’ın katillerinin tamamını öldüreceğiz.” şeklinde karşılık verdi.[1099]
Sa‘id, Talha
ve Zübeyr ile baş başa kalınca da: “Siz zafer kazandığınız zaman kimi halife
yapacaksınız? Bana doğruyu söyler misiniz?” dedi. Onlar: “İkimizden birisini,
insanlar hangimizi seçerse.” dediler. Sa‘îd: “Siz Osman’ın kanını talep için
çıktınız. Onun oğlunu halife seçmelisiniz.” deyince onlar: “Muhâcirlerin
büyükleri varken onların çocuklarını mı emir kılacağız?” dediler. Bunun üzerine
Sa‘îd: “Halifeliği Abdümenâftan çıkartmak için gayret sarf etmeyeceğim.” dedi.
O ve onunla birlikte bazıları geri döndüler. Araplar’ın dâhilerinden Mugîre b.
Şu‘be de oradaydı. O: “Benim görüşüm de Sa‘îd’in görüşü gibidir.” diyerek Sakîf
kabilesi mensuplarıyla birlikte ordudan ayrıldı. Bu ordu arasındaki ilk
ayrılıktı.[1100]
Grup Mekke’den
ayrıldıktan kısa bir süre sonra namaz vakti geldi. Mervân ezan okuduktan sonra
Talha ve Zübeyr’in yanına gelerek: “Namazları hanginiz kıldıracak?” diye sordu.
Bunun üzerine Abdullah b. Zübeyr: “Abdullah’ın babası Zübeyr.” dedi. Muhammed
b. Talha ise: “Muhammed’in babası Talha.” dedi. Neredeyse Mervân’ın bu hareketi
sebebiyle fitne ortaya çıkacaktı. Fakat Hz. Âişe: “Sana ne oluyor! Sen bizim
işimizi bozmak mı istiyorsun! Kardeşimin oğlu namazı kıldırsın!” diyerek
Mervân’a haber gönderdi. Bunun üzerine Abdullah b. Zübeyr onlara namazları kıldırdı.
Bu hususla ilgili Mu‘âz b. Ubeydullah: “Vallahi! Biz zafere ulaşsak bile
fitneye düşeceğiz. Ne Zübeyr Talha’yı hilafet ile baş başa bırakacak, ne de
Talha Zübeyr’i hilafet ile baş başa bırakacak.” dedi.[1101] [1102]
Başka bir rivayette namazları, öldürülene kadar Abdurrahman b. Attâb b. Esîd’in
kıldırdığı 1100 rivayet
edilmektedir.
Birçok kaynakta bu grubun
yolculuk esnasında Hav’eb mıntıkasına geldiklerinde karşılaştıkları özel bir
durumdan bahsedilmektedir. Hz. Âişe ve taraftarları Benû Amr suyuna ulaştıkları
zaman bölgenin köpekleri kendilerine havlamaya başladı. Hz. Âişe: “Bu hangi
sudur?” diye sorunca: “Hav’eb suyudur.” şeklinde cevapladılar. Bunun üzerine
Hz. Âişe: “Ben kesinlikle döneceğim.” dedi. Fakat Hz. Âişe’nin yanında
bulunanlar: “Bilakis sen bizimle geleceksin. Müslümanlar seni görecekler ve
Allah senin vesilenle aramızı düzeltecek.” dediler. Bunun üzerine Hz. Âişe bir
gün Rasûlullah’ın kendilerine şöyle söylediğini haber verdi: “Sizden birine
Hav’eb köpekleri ulursa, onun hali nice olacaktır.”[1103]
Yine benzer bir rivayette
Rasûlullah’ın eşlerine hitaben: “Acaba Edbeb[1104] devenin
sahibesi aranızdan hangisi olacak. Onun etrafında birçok insan ölecek. Kendisi
de neredeyse öldürülecekken kurtulacak.”[1105]
buyurduğu rivayet edilmektedir.
Rivayet özü
itibariyle bu şekildedir. Fakat bu olayla ilgili onlarca birbirinden farklı
rivayet kaynaklarda bulunmaktadır. Bu rivayet Hz. Âişe’yi Hz. Ali karşısında
haksız göstermek isteyen Şiîler tarafından bir istismar alanı olarak görülmüş[1106] ve rivayet üzerine çok
sayıda ekleme yapılmıştır.
Şiî
rivayetlerine göre, topluluk bir gece vakti Hav’eb diye isimlendirilen yere
ulaştığında bölgenin köpekleri onlara havlamaya başladı. Hz. Âişe: “Bu yer
neresidir?” diye sorduğunda gruptakiler: “Hav’eb suyudur.” dediler. Hz. Âişe:
“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. Beni geri çevirin. Beni geri çevirin. Bu
suyla ilgili Hz. Peygamber bana şöyle söylemişti: “Hav’eb’in köpeklerinin
kendisine havladığı kişi olma.” Bunun üzerine Hz. Âişe’ye kırk kişi getirilerek
oranın Hav’eb suyu olmadığına dair yemin ettiler.[1107] Ya‘kûbî’nin rivayetinde
yalancı şahitlik yapanların sayısı elli kişi olarak zikredilir. Talha ve Zübeyr
de yalan yere şahitlik yapanlar arasındadır. Ayrıca bunun İslâm’da yapılan ilk
yalancı şahitlik olduğu belirtilir.[1108]
Bu Hav’eb
rivayetlerine birçok kaynakta değinilerek uydurma oldukları ifade edilmiştir.[1109] Hatta içinde Hz. Âişe’nin
lakabı olan “Hümeyrâ” kelimesi bulunan veya “Yâ Hümeyrâ” ifadesiyle başlayan
hadislerin genelde mevzu olduğu ifade edilmektedir.[1110]
Yine Rasûlullah’ın gelecekten
haber verdiğini belirten başka bir rivayette Ebû Râfk’den aktarılmıştır:
“Rasûlullah, Ali b. Ebî Tâlib’e: “Seninle Âişe arasında bir sorun çıkacak.”
buyurdu. Ali: “Ey Allah’ın Rasûlü! Benimle mi?” diye sorunca, Rasûlullah:
“Evet!” karşılığını verdi. Ali bir daha: “Benimle mi?” diye sorunca,
Rasûlullah: “Evet!” karşılığını verdi. Ali: “Peki iki taraf arasında günahkâr
olan ben mi olacağım?” diye sorunca, Rasûlullah: “Hayır! Ama bu olduğunda
Âişe’yi evine geri gönder.” buyurdu.[1111]
Kanaatimizce bu iki rivayetin sahih olma ihtimali daha
kuvvetlidir. Rivayetlerde görüldüğü üzere Hz. Peygamber sadece böyle bir olayın
meydana geleceğini belirtmiş, haklı veya haksızın kim olacağından söz
etmemiştir. Ancak Şiîler birçok uydurma rivayetle ve rivayetlere yaptıkları eklemelerle
Hz. Âişe’yi kesin haksız konumuna düşürmek istemişlerdir.[1112] Hatta Hz. Âişe’nin haksız olduğu sadece Hz.
Peygamber’e tasdik ettirilmemiş, çeşitli rüya içerikli rivayetlerle de Hz.
Âişe’nin haksızlığı teyit edilmiştir.[1113]
Hz.
Âişe, Hz. Fâtıma ve Hz. Ali’nin İlişkileri
Cemel
Savaşı’na geçmeden önce Hz. Âişe ile Hz. Ali ve Hz. Fâtıma’nın ilişkilerinin
önceki dönemlerde nasıl olduğunu ortaya koymamız daha sonraki olayların
açıklanması noktasında oldukça önemlidir. Hz. Âişe’yi Cemel Savaşı’na
sürükleyen yolculuğuna çıkartan sebep, sadece Hz. Osman’ın kanını talep mi
etmekti? Yoksa bu yolculuğa çıkışın psikolojik arka planında başka etkenler de
söz konusu muydu?
1. Hz. Peygamber Dönemindeki İlişkileri
Hz. Âişe ile
Hz. Fâtıma ve Hz. Ali’nin Hz. Peygamber dönemindeki ilişkilerine baktığımızda
genel anlamda olumlu bir tabloyla karşılaşmamaktayız. Tabi bu ilişkilerinin
sadece olumsuz bir temel üzerine kurulduğu manasına da gelmemektedir. Özellikle
Hz. Fâtıma ve Hz. Âişe’nin birbirleriyle konuştuklarını, dertlerini
paylaştıklarını ifade eden rivayetler bulunmaktadır. Örneğin Hz. Âişe Hz.
Fâtıma’nın düğün hazırlıklarını yapan grubun bizzat içerisinde bulunuyordu. Hz.
Âişe Hz. Fâtıma’yı düğün için hazırlamış, evinin eşyalarının hazırlanmasında da
çalışmıştı. Hz. Âişe Hz. Fâtıma’nın düğününü tasvir ederken: “Biz Fâtıma’nın
düğününden daha güzel bir düğün görmedik.”[1114] demiştir.
Düğünden
sonrasını ifade eden başka bir rivayette Hz. Ali’den nakledilmiştir: “Fâtıma el
değirmeni ile un öğütmekten bıkıp usandığını söyleyerek halinden şikâyet
ediyordu. Bu sırada Rasûlullah’a bazı esirlerin getirildiğini haber aldı ve
ondan bir hizmetçi istemek üzere dışarı çıktı. Fakat Hz. Peygamber’i bulamadı.
Bu yüzden talebini Âişe’ye arz etti. Âişe de Rasûlullah eve dönünce kızının
talebini söyledi. Hz. Peygamber de bize geldi. Biz o sırada yatağımıza
girmiştik. O gelince kalkmaya yeltendik. Fakat Rasûlullah: ‘Hiç rahatsız
olmayın, olduğunuz yerde durun!’ buyurdu ve aramıza girip oturdu. Hatta ben
ayağının soğukluğunu göğsümde hissettim. O gece bize şöyle buyurdu: ‘Ben size
bana arz ettiğiniz talebinizden daha hayırlı bir yol göstereyim mi?
Yataklarınıza uzandığınızda otuz dört defa Allah’ın en yüce olduğunu söyleyin,
otuz üç defa Allah’a hamd edin ve otuz üç defa de Allah’ın tüm noksan sıfatlardan
uzak olduğunu söyleyin. İşte bunlar benden istemiş olduğunuz şeyden daha
hayırlıdır.’[1115] buyurdu.”
Burada
görüldüğü üzere Hz. Fâtıma Hz. Peygamber’i evde bulamayınca arkasını dönüp
gitmemiş halini Hz. Âişe’ye açıklamıştı. Bu rivayette göz önünde bulundurulması
gereken bir diğer nokta Hz. Peygamber maddî durumunun iyi olmaması sebebiyle
Hz. Fâtıma’nın isteğini yerine getirememiş ve onları kırmamak adına kendilerine
başka bir müjde vermiştir. Bu durum bize bu olayın Medine yıllarının başında
gerçekleştiği izlenimini vermektedir. Çünkü daha sonraki yıllarda müslümanların
maddî durumu eskiye nispetle alınan ganimetler vs. sebebiyle daha iyiydi.
Bize göre Hz.
Âişe ile Hz. Fâtıma ve Hz. Ali’nin arasındaki ilişkiler gitgide kötüleşmişti.
Ancak Hz. Âişe’nin, Hz. Fâtıma’dan ziyade Hz. Ali’ye kızıyor olması daha
muhtemel görünmektedir.
Daha önce de
zikredildiği üzere Rasûlullah’ın hanımları iki gruptu. Hz. Âişe’ye muhalif olan
grup Hz. Peygamber’in Hz. Âişe’ye olan yoğun ilgisi sebebiyle bu durumdan
şikâyetçiydi. Aralarında zaman zaman tartışmalar yaşanmaktaydı. İşte bu
tartışmaların birinde Hz. Fâtıma ve Hz. Ali de taraf olmuş, tercihlerini Hz.
Âişe muhalifleri yanında yapmışlardı.
Hz. Zeyneb
bint Cahş ve Hz. Âişe arasında meydana gelen bir tartışmada Hz. Zeyneb Hz.
Âişe’ye hoşuna gitmeyen bazı şeyleri söylemişti. Hz. Âişe onu bundan menetmiş
ise de o bundan vazgeçmemişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber Hz. Âişe’ye: “Sen de
ona bir şeyler söyleyiver.” deyince Hz. Âişe de Hz. Zeyneb’e cevap vermiş ve
ona üstün gelmişti. Bunun üzerine Hz. Zeyneb, Hz. Ali’ye şikâyete gitmiş ve:
“Âişe bana hakaret etmekle Hâşim oğullarından olan sizlere de hakaret etmiş
oldu.” demişti. Bunun üzerine Hz. Fâtıma Hz. Zeyneb’in hakkını aramak üzere Hz.
Peygamber’in huzuruna gelmişti. Hz. Peygamber de ona: “Kâbe’nin Rabbi’ne
andolsun ki Âişe, senin babanın sevgili eşidir.” buyurmuştu. Hz. Fâtıma da
Hâşim oğullarının yanına gelerek, Peygamber ile aralarında geçen konuşmaları
aktarmıştı. Bunun üzerine Hz. Ali de gidip Hz. Peygamber ile bu konuda konuşmuştu.[1116]
Bu rivayetin
çeşitli varyantlarında Hz. Fâtıma’nın Hz. Peygamber’in eşlerinin ricası
üzerine, Rasûlullah’a gelerek Hz. Âişe konusunda daha âdil olmasını rica ettiği
zikredilmektedir.[1117] Bu rivayete konu olan olay
acaba birkaç defa mı tekrarlanmıştır yoksa bu aynı olayın değişik anlatımları
mıdır? Buna kesin bir cevap vermemiz mümkün gözükmemektedir.
Afgânî bu
konuyla ilgili: “Hz. Ali ve Hz. Fâtıma Hz. Peygamber’in eşi Hz. Âişe’ye olan
sevgisini hafifletmeye çalışarak, diğer eşleri için bir nevi ara buluculuk
yapıyorlardı. Bu hareket Hz. Âişe’yi kızdırmıştı. Ben zannediyorum ki böyle bir
ara buluculuk bir kadının asla affetmeyeceği bir harekettir.” yorumunu yapar.[1118]
Hz. Fâtıma
ve Hz. Âişe’nin tartıştığını gösteren bir başka rivayet de yine Hz. Âişe’den
gelmektedir. Bir gün Hz. Peygamber Hz. Âişe’nin yanına girdiğinde kendisini
ağlarken buldu. Hz. Peygamber, niçin ağladığını sorduğunda Hz. Âişe: “Fâtıma
bana kötü söz söyledi.” dedi. Hz. Peygamber Hz. Fâtıma’yı çağırarak: “Ey
Fâtıma! Âişe’ye kötü söz mü söyledin?” dedi. Hz. Fâtıma da: “Ya Rasûlallah!
Evet.” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Sen benim sevdiğimi sevmez misin?”
diye sorduğunda Hz. Fâtıma: “Evet.” dedi. Hz. Peygamber: “Sen benim buğz
ettiğime buğz etmez misin?” diye sorduğunda Hz. Fâtıma yine: “Evet.” dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Kuşkusuz ben Âişe’yi seviyorum. Sen de onu sev.”
buyurdu. Hz. Fâtıma da: “Bundan sonra asla Âişe’ye onu üzecek bir şey
söylemeyeceğim.” dedi.[1119]
Afgâni Hz.
Âişe ve Hz. Fâtıma’nın ilişkileri bağlamında şöyle bir iddiada da
bulunmaktadır: “İşaret etmemiz gereken diğer mühim bir nokta ise bizzat Hz.
Âişe’nin kıskanç olmasıdır. Bunun sebebi ise Rasûlullah’ın yanındaki pek
kıymetli olan itibarı ve Rasûlullah’ın ona olan aşırı sevgisinden dolayıdır.
Hz. Âişe’nin Rasûlullah’tan bir çocuğu olmamıştı ve o Rasûlullah’ın, kızı Hz.
Fâtıma’nın çocuklarına olan büyük şefkat ve ilgisini taaccüple müşahede
ediyordu. Bunun sonucunda onun gönlünde Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e karşı bir
kıskançlık ortaya çıkmış ve bu kıskançlık zamanla onların anne ve babası olan
Hz. Ali ve Hz. Fâtıma’ya kadar ulaşmıştı.”[1120]
Afgânî’nin bu
tespiti bize göre doğru değildir. Hz. Âişe ve Hz. Fâtıma arasında belli bir
seviyede kıskançlık olabilir, ancak bu hisler mutedil seviyede kalmıştır. Hz.
Hasan’ın vefat edeceği zaman Hz. Âişe’nin odasına gömülme isteğinin Hz. Âişe
tarafından kabul edilmesi gerçeği de gözden kaçırılmamalıdır. Hz. Âişe’nin
yaptığı bu fedakârlık, düşmanca hisler duyulan birine karşı yapılamayacak
türdendir.
Hz.
Peygamber’in hayatta olduğu dönemde Hz. Âişe ve Hz. Ali arasındaki tüm
ilişkileri koparan en büyük hadise İfk Olayı’nda Hz. Ali’nin takındığı
tutumdur.
İfk
Olayı’nda ayrıntılı bir şekilde anlattığımız bu olayı burada da özet bir
şekilde sunmanın faydalı olacağını düşünüyoruz. Hz. Âişe’ye atılan iftira dedikodularının
bir hayli çoğalması üzerine Hz. Peygamber kararsızlığa düşerek Hz. Ali ve Üsâme
b. Zeyd’i çağırarak onlarla istişare etmişti. Üsâme b. Zeyd söylenenlerin yalan
olduğunu ve Hz. Âişe’de iyilikten başka bir şeyi bilmediğini söyledi. Hz. Ali
ise: “Ya Rasûlallah! Allah sana bu hususta bir sınırlama koymamıştır. Onu boşa
ve başka bir kadınla nikâhlan. Fakat Âişe’nin cariyesine sor, o sana doğruyu
söyler.” demişti.[1121]
Bazı
yazarlar Hz. Ali’nin, Hz. Peygamber’e Hz. Âişe’yi boşamasını tavsiye etmesinin ileride
meydana gelecek olan Cemel Savaşı’nın sebeplerinden biri olduğunu ileri sürmüşlerdir.[1122] Bazıları ise bunun doğru
olmadığını 1121 savunmuşlardır.[1123]
Bize göre Hz.
Âişe en zayıf ve savunmasız anında, yardıma en fazla muhtaç olduğu bir zamanda
Hz. Ali’nin kendisine karşı takındığı bu tavrı ömrünün sonuna kadar asla
unutmayacaktı. Geçmişi unutmamak ve geçmişe bir sünger çekememek kadın
fıtratının bir özelliğidir.[1124]
Afgânî de bu
hususla ilgili: “Ben zannediyorum ki Hz. Ali’nin Hz. Âişe’ye karşı olan bu
tutumu neticesinde, o ikisinin hayatları boyunca hoşnutsuzluk egemen olmuştur.
Çünkü böyle bir tutum unutulamaz. İnsan her ne kadar uğraşsa da böyle bir
tutumun eserini kalbinden söküp atamaz. Hz. Âişe bu duygularını kontrol altına
almak hususunda bütün gayretini sarf ettiyse de ölünceye kadar Hz. Ali’nin bu
davranışını unutamamıştır. Yılların geçmesiyle birlikte bu olayın etkisi Hz.
Âişe’nin kalbinde giderek artmış ve Hz. Âişe fark etmese de bu olayın etkisi
Hz. Âişe için bütün müslümanlara ciddi sıkıntılara sebebiyet verecek bir bakış
açısı kazandırmıştır.
O, bu fikrin
tamamen müslümanların hayrına olduğunu düşünüyordu. Ne yazık ki bu olay
yılların geçmesiyle ancak etkisini artırmıştır. Hatta biz bu olayın üzerinden
otuz yıl geçmesine rağmen Cemel Savaşı’nda Hz. Âişe’nin bu duygularına yenik
düştüğünü görmekteyiz.”[1125] yorumunu yapmaktadır.
İleride
ayrıntılı bir şekilde açıklayacağız. Fakat kısaca şunu belirtmek de fayda var.
Hz. Âişe’yi Cemel Savaşı’na sürükleyen sebep sadece Hz. Ali’ye olan buğzu ve
öfkesi değildi. Aralarındaki ilişkiler ne kadar kötü olursa olsun asla
düşmanlık seviyesine ulaşmamıştır. En azından Cemel Savaşı’na kadar varılan
süreçte durum bu şekildedir. Hz. Âişe’den Hz. Ali ve Hz. Fâtıma’nın faziletleri
hakkında bazı rivayetler bize ulaşmıştır. Örneğin Hz. Âişe’ye Hz. Ali hakkında
soru sorulduğunda: “Rasûlullah’ın dostudur.” demişti.[1126] Benzer şekilde Hz. Âişe
sonraki yıllarda Hz. Ali hakkında: “Geride kalanlar içinde sünnet konusunda en
bilgili olan Ali’dir.” demişti.[1127]
Ayrıca Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in Ehl-i beytten olduğunu
belirten rivayet de Hz. Âişe’den nakledilmiştir.[1128]
Hz. Âişe Hz. Fâtıma için de:
“Rasûlullah’a şekil ve karakter bakımından Fâtıma’dan daha çok benzeyen birini
görmedim. Fâtıma Peygamber’in yanına girdiği zaman, Peygamber onun için ayağa
kalkar, elinden tutar, onu öper ve kendi yerine oturturdu.” demiştir.[1129]
Benzer bir rivayette de Hz. Âişe’ye: “Yakını olarak insanlardan kim Rasûlullah’a
daha sevgiliydi.” diye sorulduğunda o: “Fâtıma.” diye cevap vermişti.
“Erkeklerden kim?” diye sorulunca da: “Fâtıma’nın kocasıdır. Çünkü o geceleri
çok namaz kılan gündüzleri de çoğunlukla oruçlu idi.” demişti.[1130]
Yine Hz. Âişe’den gelen bir rivayete göre Hz. Peygamber Hz. Fâtıma hakkında:
“Babası dışında ondan daha doğru sözlü hiç kimseyi görmedim.” demiştir.[1131]
Hz. Âişe Hz. Fâtıma’ya Rasûlullah’ın şöyle söylediğini de
müjdelemişti: “Cennet ehli kadınlarının hanımefendileri şu dört kadındır:
Meryem bint İmrân, Fâtıma bint Rasûlillah, Hatice bint Huveylid ve Âsiye’dir.”[1132]
Hz.
Peygamber Sonrası Dönemdeki İlişkileri
Hz. Âişe’den
aktarılan şu rivayette Hz. Âişe ile Hz. Fâtıma’nın ilişkilerinin, Hz.
Peygamber’in vefatından sonra da iyi bir çerçevede devam ettiğini
göstermektedir: “Peygamber’in bütün zevceleri yanındaydılar. Derken yürüyerek
Fâtıma geldi. Yürüyüşü Rasûlullah’ın yürüyüşünden hiç ayrılmıyordu. Onu görünce
kendisine hoşbeşte bulundu ve: ‘Merhaba kızım.’ dedi sonra onu sağına yahut
soluna oturttu sonra kendisine bir şeyler fısıldadı. Bunun üzerine Fâtıma
şiddetle ağladı. Onun feryadını görünce, ikinci defa kendisine bir şeyler
fısıldadı. Bu sefer Fâtıma güldü. Ben kendisine: ‘Rasûlullah kadınlarının
arasından sır söylemek için seni seçti sonra da sen ağlıyorsun.’ dedim.
Rasûlullah yanımızdan kalktığı vakit Fâtıma’ya: ‘Rasûlullah ne söyledi.’ diye
sordum. O: ‘Ben Rasûlullah’ın sırrını ifşa edemem.’ dedi. Rasûlullah vefat
edince Fâtıma’ya: ‘Senin üzerinde olan hakkım namına yemin ediyorum. Bana Rasûlullah’ın
sana ne dediğini söyle.’ dedim. Fâtıma: ‘Şimdi olur. Evet! Birinci defa bana
fısıldadığında Cibril’in her sene kendisine bir veya iki defa Kur’ân’ı arz
ettiğini; bu sefer iki defa arz ettiğini haber verdi ve: ‘Ben ecelimin
yaklaştığını görüyorum. Allah’tan kork ve sabret! Zira ben senin için ne iyi
selefim.’ buyurdu. Ben de gördüğün şekilde ağladım. Benim feryadımı görünce
bana tekrar fısıldayarak: ‘Ya Fâtıma! Mümin kadınların hanımefendisi olmak
istemez misin? Yahut bu ümmetin kadınlarının hanımefendisi olmak istemez
misin?’ buyurdu. Ben de gördüğün şekilde güldüm.’ dedi.”[1133]
Hz. Âişe ile
Hz. Fâtıma ve Hz. Ali’nin arasını açan diğer bir olay da Hz. Peygamber’in
vefatından sonra söz konusu olan hilafet ve Hz. Peygamber’in mirası
konularıdır. Babasının halifeliğine razı olmaması Hz. Âişe ve Hz. Ali
arasındaki olumsuz olan ilişkileri iyice kötüleştirmiştir.[1134]
Hz. Âişe’nin
babasının halifeliğini kabul etmeyen ve kendisini hilafete ondan daha layık
gören bir insana karşı tavrının müspet olması da mümkün gözükmemektedir. Hz.
Ali’nin Hz. Peygamber’in vasisi olduğunu ileri sürenlere verdiği cevaptaki
üslupta bu memnuniyetsizliği göstermektedir.
Hz. Âişe’nin
yanında Hz. Ali’nin vasi olduğunu söylediklerinde Hz. Âişe: “Peygamber ona ne
zaman vasiyette bulunmuş? Ben Rasûlullah’ı göğsüme dayamıştım. Küçük abdestini
yapmak için bir kap istedi. Derken kucağıma düşüverdi. Vefat ettiğini bile
anlamadım. Şu halde ona ne zaman vasiyet etmiş?” demişti.[1135]
Cemel
Savaşı’na yakın bir tarihte veya Cemel Savaşı sonrasında meydana geldiği
anlaşılan şu rivayette Hz. Âişe’nin Hz. Ali ile ilgili duygularını açıkça
göstermektedir: Bir adam gelip Hz. Âişe’nin yanında Hz. Ali ve Ammâr b. Yâsir
hakkında ileri geri konuştu. Hz. Âişe’de: “Ben sana onun (Hz. Ali) hakkında bir
şey söyleyecek değilim. Ammâr’a gelince ben Rasûlullah’tan şöyle işittim: ‘O
iki iş arasından ancak daha doğru olanı seçer.’ buyurmuştur.” dedi.[1136]
Hz. Âişe’nin
ne zaman rivayet ettiğini tespit etmemiz mümkün olmayan bir rivayette ise Hz.
Âişe Hz. Ali’nin adını bile anmak istememektedir. Hz. Âişe: “Rasûlullah’ın
hastalığı şiddetlendiği zaman hanımlarını toplayarak onlardan hastalığını benim
evimde geçirmek için izin istedi. Onlar da izin verdiler. Bunun üzerine
Rasûlullah ailesinden Fazl b. Abbâs ve diğer bir adamın kolları arasında
ayakları yerde sürünerek ve başı sarılı olarak çıkıp benim evime girdi.” Râvi,
bu hadisi Abdullah b. Abbâs’a anlattığında o kendisine diğer adamın kim
olduğunu biliyor musun? diye sormuştu. Râvi bilmiyorum dediğinde Abdullah b.
Abbâs: “O Ali b. Ebî Tâlib’dir.[1137]
Ancak Âişe onu hiç sevmezdi.”[1138] dedi.
Hz. Âişe’ye
Hz. Ali’nin katli haberi ulaştığında da bir benzetme yaparak şöyle söyledi: “O
asasını attı ve yolcunun dönüşüyle gönlünün ferahladığı gibi o da ferahlamaya
çalıştı.”[1139] Hz. Âişe: “Onu kim öldürdü.”
diye sorunca Murâd kabilesinden bir adamın öldürdüğü kendisine söylendi. Bunun
üzerine Hz. Âişe: “Eğer o uzak olursa onun ölümünü ağzında toprak olmayan
(güzeli söyleyen) bir genç haber vermiştir.” dedi. Bunun üzerine Zeyneb bint
Ebî Seleme: “Bunu Ali için mi söylüyorsun?” diye sorunca Hz. Âişe: “Ben
unutuyorum. Unuttuğum zaman bana hatırlatın.” dedi.[1140]
Afgânî bu rivayetin yorumunda: “Ben bu rivayetin Hz. Âişe’nin
niyetini gayet açık ortaya koyduğunu ve aynı zamanda istemeden de olsa Hz.
Âişe’nin duygularının esiri olduğuna yönelik zikrettiğimiz şeyleri de
açıklayıcı olduğunu düşünüyorum. Ben bunun bir istisna olduğunu kesinlikle
düşünmüyorum. Hz. Âişe’nin Hz. Ali’ye karşı beslediği bu duygular her türlü
güzellikten uzak olan bu hadisede bile üzerinde düşünmeden bu iki beyti ona
söyletmiştir.”[1141] demiştir.
Hz.
Âişe, Talha ve Zübeyr’in Hz. Ali’ye Karşı Ayaklanma Sebepleri
Hz. Âişe,
Talha ve Zübeyr’in Hz. Osman’ın kanını talep ederek başlattıkları muhalefetin
arkasındaki sebepler nelerdi? Konunun tüm yönleriyle ele alınması sahâbeyi
böylesi korkunç bir olaya sürükleyen sebeplerin ortaya konulması açısından çok
önemlidir. Bir önceki başlıkta konunun psikolojik arka planını ele aldık. Ama
Hz. Âişe sırf Hz. Ali’yi sevmediği için böyle bir yolculuğa çıkmamıştır. Bize
göre Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’in böyle bir olaya kalkışmasının temelde iki
sebebi vardır.
İlk
sebep; Hz. Ali’nin Hz. Osman’ın katili olmakla suçlanmasıdır. Özellikle
Emevîler’in karalama kampanyası sayesinde birçok kişi Hz. Osman’ın katilinin
Hz. Ali olduğu yalanına inanmıştı. Örneğin Hz. Ali’nin saflarında savaşa
katılan Haricîler bile aynı ithamla Hz. Ali’yi suçlamışlardı. Hz. Ali ise
onlara şöyle karşılık vermişti:” “Ey insanlar, benim Osman’ı öldürdüğümü iddia
ediyorsunuz. Biliniz ki ben onunla birlikteyken/ben de onunla ölmüşken, onu
Allah öldürdü.” Haricîler Hz. Ali’nin bu sözlerini de yanlış anlayarak onu
suçlamaya devam etmişlerdi.[1142]
Bu yalanı
ortaya koyanların iddialarını destekledikleri çeşitli argümanları da
bulunmaktaydı. Örneğin Hz. Osman’a karşı başlatılan isyanın liderlerinden biri
olan ve hatta Hz. Osman’ı öldüren küçük grubun içerisinde bulunan Muhammed b.
Ebû Bekir Hz. Ali’nin terbiyesi altında büyümüştü.[1143] Hz. Ali’yi Hz. Osman’ın katili
olarak gösterenler için bu büyük bir kozdu. Hz. Ali’den Muhammed’in kısasını
talep ediyorlardı. Hz. Ali Hz. Osman’ın katillerine kısas hususunda acele
edilmemesi gerektiğini söylediğinde de bunu Hz. Ali aleyhine kullanıyorlardı.
Hz. Ali Medine’den ayrılırken Zeyneb bint Ebû Süfyân’ın kendisine yönelttiği şu
suçlamada da bu durum açıkça görülmektedir. Zeynep bint Ebû Süfyân: “Muhammed
b. Ebû Bekir ve Muhammed b. Cafer hakkında bize zulmettin (Osman’ın intikamını
onlardan almadın).” dediğinde Hz. Ali: “Kendisi de biliyor ki onların asıl
derdi onlardan intikam almak değildir.” demiştir.[1144]
Hz. Ali’nin
hilafetine karşı çıkılmasının ikinci ve en önemli sebebi hilafetin Hz. Ali’ye
veriliş şeklidir. Önceki bölümlerde de ayrıntılı bir şekilde üzerinde durduğumuz
gibi Hz. Ali’yi hilafete getiren grup Hz. Osman’ı öldürenlerin ta kendileriydi.
Halifeyi seçme
hakkına sahip olan sahâbenin ise çok büyük bir kısmı bu olayın dışında
tutulmuş, kendilerinin fikirlerine başvurulmamıştır. Hz. Ali’ye biat bahsinde
ayrıntılı bir şekilde belirttiğimiz gibi, biat hususunda Hz. Osman’ı öldüren
grubun dediği olmuş, herkes ister istemez onlara itaat etmek zorunda kalmıştır.
Talha ve Zübeyr gibi biat etmek istemeyen bazıları da kılıç zoruyla getirilip
zorla biat ettirilmiştir.
Peki Hz. Ali
böylesi bir biati niçin kabul etmiştir? Hz. Ali’nin biati kabul etmesinde iki
faktör etkili olmuştur. Birincisi kaos ortamını sonlandırıp her şeyi eski
haline döndürebileceği inancı, ikincisi ise hilafete karşı olan aşırı hırsıdır.
Hz. Ali, Hz. Ebû Bekir’in halife olduğu andan beri hilafeti son derece
arzuluyordu. Fakat sırasıyla Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın halife olması onun
ümidini iyice azaltmıştı. Böylesi bir ortamda hilafet şayet başkasına
verilseydi, artık hilafet için hiçbir ümidi kalmayacaktı. Bu sebeple isyancılar
kendisine bu teklifi sunduğunda bunu kabul etmişti. Bu iddiamızın tam tersini
ifade eden rivayetler de bulunmaktadır. Fakat olayın bir oldu-bittiye
getirildiği çok açıktır. Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra hilafet hususunda
öne çıkan kişiler Hz. Ali, Talha, Zübeyr, Sa‘d b. Ebû Vakkâs gibi Hz. Ömer’in
seçtiği şûra üyeleriydi. Normal şartlar altında en azından bu şûra üyelerinin
bir araya gelerek konuşması ve halife için ortak bir karar vermesi beklenirdi.
Ortak bir karar alamasalar bile Hz. Osman’ın halife olduğunda uygulanan metoda
benzer bir durum burada da uygulanabilirdi. Fakat bunların hiçbiri olmamış
elinde kılıç olan bir grup zorba Hz. Ali’yi halkın rızası dışında hilafete
getirmiştir.[1145]
Yukarıda
zikrettiğimiz Hz. Ali’nin halifeliğe karşı hırslı olduğunu belirttiğimiz
cümlemiz ispata muhtaç bir yargıdır. Bu sebeple görüşümüzü desteklediğini
düşündüğümüz sahih kaynaklarda aktarılan bazı rivayetleri buraya almanın uygun
olacağını düşünüyoruz.
Hz. Ömer’in
halifeliği döneminde meydana gelen bir olay üzerine verdiği şu hutbede: “..
.içinizden birisi çıkıp: ‘Vallahi Ömer ölürse ben muhakkak filan kimseye biat
ederim’ demiştir. Sakın hiçbir kimse onun: ‘Ebû Bekir’e yapılan biat ancak
istişaresiz birden bire yapılıp tamam oldu.’ demesine aldanmasın. Dikkat
ediniz! Gerçekten o iş böyle çabuk olmuştur. Fakat Allah o işin kötülüğünden
ümmeti korumuştur. İçinizden hiçbir kimse, kendisine hızla gidilmek amacıyla
develerin telef edilmesine Ebû Bekir’den daha layık değildir. Bundan sonra kim
millete danışmadan müslümanlardan bir adama biat ederse onun biati kabul
edilmez. O biat eden de, biat edilen de kendilerini öldürülme tehlikesine atmış
olurlar.[1146]
Şu da bir
gerçektir ki Allah, peygamberini vefat ettirdiği zaman bizler ensârın bize
muhalefet ettiği ve tümünün Benû Sâ‘ide gölgeliğinde toplandıklarını haber almıştık.
Ali ile Zübeyr ve onların beraberinde bulunanlar da bize muhalefet
Hz. Ömer’in de rivayette bildirdiği gibi
Hz. Ali, Hz. Ebû Bekir’e yapılan biate itiraz etmiştir. Hz. Ali’nin bu itirazını
ve o süreçte yaşanan olayları Hz. Âişe şöyle aktarmıştır: “Fâtıma bint
Rasûlullah Ebû Bekir’e haber göndererek Rasûlullah’ın kendisine Allah’ın Medine
ile Fedek’te fey olarak tahsis buyurduğu mallardan ve Hayber’in beşte birinden
kalanlardan mirasını ondan istedi. Ebû Bekir de şunu söyledi: ‘Şüphesiz ki
Rasûlullah: ‘Bize mirasçı olunmaz! Bıraktığımız sadakadır ancak Muhammed’in
ailesi bu maldan yer.’ buyurmuştur. Vallahi ben, Rasûlullah’ın sadakasından
hiçbir şeyi, Rasûlullah zamanındaki halinden değiştiremem! Onun hakkında
mutlaka Rasûlullah ne yaptı ise onunla amel ederim!’ Hâsılı Ebû Bekir,
Fâtıma’ya bir şey vermekten çekindi. Fâtıma da bu hususta Ebû Bekir’e gücendi
ve kendisini terk etti. Ölünceye kadar da onunla konuşmadı. Fâtıma, Rasûlullah’tan
sonra altı ay yaşadı. Vefat ettiği vakit onu kocası Ali b. Ebû Tâlib geceleyin
defnetti. Onun vefatını Ebû Bekir’e haber vermedi. Namazını Ali kıldırdı.
Fâtıma’nın hayatı müddetince Ali insanlardan itibar görmüştü. O vefat edince
Ali halkın itibarını kaybetti ve Ebû Bekir’le barışarak ona biat etmek istedi.
O aylarda henüz biat etmemişti ve Ebû Bekir’e: ‘Bize gel ama seninle beraber
başka bir kimse gelmesin.’ diye haber gönderdi. Bunu Ömer b. Hattâb gelmesin
diye yapıyordu. Bunun üzerine Ömer, Ebû Bekir’e: ‘Vallahi onların yanına yalnız
başına gitme.’ dedi. Ebû Bekir ise: ‘Bana ne yapabilirler ki! Vallahi, ben
onlara giderim.’ cevabını verdi. Müteakiben Ebû Bekir yanlarına girdi. Ali b.
Ebû Tâlib bir şehadet getirdi sonra şunları söyledi: ‘Ey Ebû Bekir! Biz senin
faziletini ve Allah’ın sana olan ihsanını biliriz. Allah’ın sana verdiği bir
hayrı sana çok görmeyiz lâkin sen bu hilâfet işinde bize karşı istibdat
gösterdin. Biz Rasûlullah’a olan yakınlığımızdan dolayı kendimiz için bir hak
görüyorduk...’
Ali, Ebû
Bekir’le konuşmasına devam etti. Nihayet Ebû Bekir’in gözleri boşandı. Sözü Ebû
Bekir alınca şunları söyledi: ‘Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin
ederim ki Rasûlullah’ın yakınları benim için kendi yakınlarıma yardım etmemden
daha iyidir! Benimle sizin aranızda şu mallar hususunda geçen ihtilafa gelince,
hiç şüphe yoktur ki ben bunlar hakkında hakta kusur etmiş değilim. [1147] Rasûlullah’ın yaptığını
gördüğüm bir şeyi yapmadan bırakmadım. Bunun üzerine Ali, Ebû Bekir’e: ‘Biat
için miadın öğleden sonradır.’ dedi. Ebû Bekir öğle namazını kılınca Ali
minbere çıkarak şehadet getirdi ve Ali’nin halini, biatten niçin geciktiğini,
Ebû Bekir’e mazerette bulunduğu özrünü anlattı sonra istiğfar etti ve Ali b.
Ebû Tâlib şehadet getirerek Ebû Bekir’in hakkını tazim etti. Bu yaptığına
kendisini sevk eden şey ne Ebû Bekir’i çekememezlik ne de Allah’ın ona verdiği
fazileti inkâr olduğunu söyledi. (Sözüne devamla): ‘Lâkin biz kendimiz için bu
işte bir nasip görüyorduk ama bize karşı istibdat gösterildi. Biz de gücendik.’
dedi. Müslümanlar buna sevindi ve: ‘İsabet ettin!’ dediler. Emr-i ma’rûfa
döndüğü zaman artık müslümanlar Ali’ye yakın oldular.”[1148]
Burada
özellikle dikkat edilmesi gereken Hz. Ömer’in, Hz. Ebû Bekir’e: “Vallahi
onların yanına yalnız başına gitme.” sözüdür. Olayın ne kadar ciddi boyutlara
ulaştığını göstermesi açısından bu cümle çok dikkat çekicidir.
Hz. Ali ile
Hz. Abbâs’ın aralarında meydana gelen şu konuşmada, bu aşırı isteği gözler
önüne sermektedir.
Ali b. Ebû
Tâlib, Rasûlullah’ın vefatına sebep olan hastalığı sırasında yanından çıktı.
İnsanlar: “Ey Ebû Hasan! Rasûlullah nasıl oldu?” dediler. O: “Allah’a hamdolsun
iyidir.” dedi. Abbâs b. Abdülmuttalib, Hz. Ali’nin elinden tutarak ona: “Ne
düşünüyorsun? Vallahi üç gün sonra sen değneğin kölesi olacaksın! Vallahi!
Rasûlullah’ın bu hastalığında vefat edeceğini düşünüyorum. Abdülmuttalib
oğullarının ölüm anındaki yüzlerini biliyorum. Haydi, Rasûlullah’ın yanına
gidelim ve kendisinden sonra hilafeti kime bırakacağını soralım. Eğer bize
bırakıldıysa bilelim. Başkasına bırakmışsa ona bizim hakkımızda tavsiyede
bulunmasını isteyelim!” dedi. Hz. Ali: “Eğer gider, Peygamber’den sorar ve o
bize bunu vermezse, insanlar asla bunu bize vermez. Vallahi, asla sormayalım.”
dedi.[1149]
Hz. Ali’nin bu
sözleri, çok istediği bir şeyin elinden kaçmasını istemeyen bir kişinin ruh
halini anımsatmaktadır.
Yine Hz.
Osman’ın halife seçilmesinde Abdurrahman b. Avfın Hz. Ali’yi özel olarak
uyarması sahâbenin de bu hırsın bilincinde olduğunu göstermektedir. Abdurrahman
b. Avf, Hz. Osman’ın hilafetini halka duyurmadan önce Hz. Ali’ye: “Ya Ali! Ben
insanların bu işteki tercihlerine iyice bakıp araştırdım. İnsanların
Osman’a
meylettiklerini gördüm. Onun için sen benim Osman’ı tercih etmemden dolayı
sakın kendi aleyhine bir davranışa sebep olma!” ihtarını yapmak gerekliliğini görmüştür.
Benzer şekilde
Hz. Ömer de suikaste uğradığı zaman Hz. Ali’ye: “Ey Ali! Halifeliğe karşı olan
hırsından ötürü seni halifeliğe tayin etmiyorum.” demişti.[1150] [1151]
Bu iddiamızı destekleyebilecek başka birçok rivayet de bulunmaktadır. Ancak
kaynaklık değeri açısından zayıf olan bu kaynakları kullanmak istemedik. Sadece
bu son rivayeti, iddiamızla birebir örtüştüğü için aldık.
Hz. Ali’nin
hilafet hususunda bu kadar hırslı olması ve isyancıların elebaşları arasında
Hz. Ali’nin terbiyesi altında büyümüş olan Muhammed b. Ebû Bekir’in bulunması
Hz. Ali’ye suçu yıkmak isteyenlere büyük bir koz veriyordu. Ayrıca hilafet Hz.
Osman’ı öldüren bir grup asinin karar verebileceği kadar basit bir iş değildi.
Bu sebeple Hz. Ali’nin de halifeliği meşru değildi.
Hz. Âişe,
Talha ve Zübeyr’in normal şartlarda Hz. Ali’nin hilafetine karşı olmadığını
göstermesi açısından râvileri sika olan Ahnef b. Kays[1152] rivayeti de çok önemlidir.
Ahnef b.
Kays’dan: “Hacca gitmek üzere Medine’ye geldik. Talha ve Zübeyr’in yanına
gittim ve: ‘Kime tabi olmamı ister ve tavsiye edersiniz? Zira gördüğüm
kadarıyla bu (Osman) öldürülecek.’ dedim. Bana: ‘Sana Ali’ye tabi olmanı
tavsiye ederiz.’ karşılığını verdiler. Onlara: ‘Ona tabi olup, onunla beraber olmamı
mı tavsiye ediyorsunuz?’ diye sorduğumda: ‘Evet.’ dediler. Sonra hac için yola
düşüp Mekke’ye geldim. Mekke’deyken de Osman’ın öldürüldüğü haberi geldi.
Müminlerin annesi Âişe de Mekke’deydi. Onu bulup: ‘Kime biat etmemi istersin?’
diye sordum. Bana: ‘Ali’ye biat et.’ dedi. Ben: ‘Ona biat etmemi mi tavsiye
ediyorsun?’ diye sorduğumda bana: ‘Evet.’ dedi. Bunun üzerine Medine’de bulunan
Ali’ye uğrayıp ona biat ettim ve Basra’ya döndüm. Siyasi olarak durumların da
rayına oturduğunu düşündüm.
haldeyken bir
gün yanıma biri geldi ve: ‘Müminlerin annesi Âişe, Talha ve Zübeyr, Hureybe
yakınlarında konakladılar.’ dedi. Ona: ‘Ne diye gelmişler?’ diye sorduğumda,
bana: ‘Mazlum olarak öldürülen Osman’ın kanını aramak üzere, yardım için sana
da haber yolladılar.’ dedi. Bu durum karşılaştığım en kötü durumlardan biriydi.
Müminlerin annesi ile Rasûlullah’ın iki dostunun bu talebini boş çevirmek ciddi
bir şeydir. Ancak Rasûlullah’ın amcaoğluna karşı savaşmam da ağır bir şeydir,
dedim.
Yanlarına
gittiğimde bana: ‘Mazlum olarak öldürülen Osman’ın kanını aramak için senden
yardım istemeye geldik.’ dediler. Ben: ‘Ey müminlerin annesi! Allah aşkına
söyle! Ben sana: ‘Bana kimi tavsiye edersin?’ diye sorduğumda, sen bana:
‘Ali’yi tavsiye ederim.’ demedin mi? Ben sana: ‘Ona tabi olmamı emredip, bundan
razı mısın?’ diye sorduğumda, sen bana: ‘Evet.’ demedin mi?’ dedim. Hz. Âişe:
‘Evet. Ancak o değişti.” karşılığını verdi.
Sonra: “Ey
Zübeyr! Ey Rasûlullah’ın havarisi! Ey Talha! Allah aşkına söyleyin. Ben size:
‘Bana kimi tavsiye edersiniz?’ diye sorduğumda, siz bana: ‘Ali’yi tavsiye
ederiz.’ demediniz mi? Ben size: ‘Ona tabi olmamı emredip, bundan razı
mısınız?’ diye sorduğumda, siz bana: ‘Evet.’ demediniz mi?’ dediğimde, bana:
‘Evet! Ancak o değişti.’ karşılığını verdiler.
Sonra onlara
şöyle dedim: ‘İçinizde müminlerin annesi ile Rasûlullah’ın havarisi varken size
karşı savaşamam. Ancak kendisine biat etmemi emrettiğiniz, Rasûlullah’ın
amcaoğluna karşı da savaşmam. Benim için şu üç şeyden birini seçin: Yüce
Allah’ın bu konudaki takdiri gerçekleşinceye kadar Cisr yolunu bana açın da
Acemler’in bölgesine gideyim. Ya da Yüce Allah bu konudaki takdirini
gerçekleştirinceye kadar Mekke’ye gidip orada durayım veya savaşa katılmayıp
yakın bir bölgede kalayım.’
Bana: ‘Bunu
aramızda görüşelim sonra da sana haber veririz.’ karşılığını verdiler. Sonra
aralarında şöyle görüştüler: ‘Şayet ona Cisr yolunu açarsak, savaşa katılmak
istemeyen ve sözünden cayan herkes peşinden gidecektir. Mekke’de kalmasına izin
verirsek, Kureyşliler’e sizlerin haberlerini verecektir, bu da olmaz. O zaman
onu buralarda yakınlarda tutun ki hem dışarıyla bağlantısını keser, hem de
kontrol altında tutarsınız.’
Sonunda Ahnef,
Basra yakınlarındaki Celhâ’ya çekildi. Onunla beraber altı bin kişi de savaşa
katılmadı.”[1153]
Rivayette
görüldüğü üzere Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr ilk başta Hz. Ali’nin halife olmasını
destekliyorlardı. Fakat Hz. Ali’nin bir grup katil tarafından halife seçilmesi
hiç kimsenin kabul edebileceği bir durum değildi. Bu sebeple Hz. Âişe, Talha ve
Zübeyr hem Osman’ın katillerini cezalandırmak hem de halife seçimininin meşru
bir şekilde gerçekleştirilmesi için böyle bir yolculuğa çıkmışlardı. Hz.
Âişe’nin yaptığı konuşmalarda bu iki hedef açıkça görülmektedir: “Kuşkusuz
Osman mazlum olarak öldürüldü. Onun kanını talep edeceğim. Halifeliği de şûraya
iade edeceğim.”[1154]
Bir ihtimal
olarak, Hz. Âişe’nin Hz. Osman’ın akrabalarını kayırması sebebiyle ortaya çıkan
huzursuzlukların Hz. Ali’nin hilafetinde de ortaya çıkmasından korkmuş
olabileceğini düşünüyoruz. Belki Hz. Âişe’nin Hz. Ali’nin halife olmasını
istememesinin bir sebebi de bu durumdu.
Hz. Âişe,
Talha ve Zübeyr’in bu yolculuğa çıkarken amaçları böyle kanlı bir savaşa sebep
olmak değildi. Onların niyeti muhtemelen asilerin karşı koyamayacağı kadar
büyük bir ordu kurarak Medine’ye gelmek ve asileri cezalandırarak hilafeti
şûraya teslim etmekti. Fakat olaylar düşündükleri gibi gerçekleşmemiş ilk
olarak Basra’da bir savaşa girmek zorunda kalmışlardı. Bu savaş esnasında Hz.
Osman’ın katline ortak olanlardan bazılarını öldürmüşlerdi. Fakat öldürdükleri
insanların hepsinin Hz. Osman’ın katili olması da mümkün gözükmemektedir.
Hz. Âişe’nin
bu olaydaki rolü ise beklentisinin tamamıyla aksi yönde gerçekleşmiş. Hz. Âişe
insanların arasında sulh yapmak için çıktığı bu yolculukta kendisinin de asla
tahmin edemeyeceği bir şekilde savaşın uzamasına ve daha fazla insanın ölmesine
sebep olmuştu. Talha’nın hemen savaşın başında yaralanması ve Zübeyr’in savaş
alanını terk etmesinden sonra Talha ve Zübeyr’in taraftarlarının kaçmamalarının
tek nedeni Hz. Âişe’nin varlığıydı. Herkes Hz. Âişe’yi koruyabilmek adına sebat
ediyordu. Bu sebeple Hz. Âişe’nin devesinin etrafında yoğunlaşan savaşta her
iki taraftan da birçok insan ölmüştü.
Talha ve
Zübeyr’in hilafete hırsları var mıydı? Kaynakların genelinden çıkarttığımız
sonuca göre Talha hilafet hususunda daha istekli gözükmektedir. Zübeyr’e
gelince, onun halifeliğe karşı meyli olduğuna dair bir rivayet kaynaklarda
göremedik. Fakat oğlu Abdullah’ın babası adına böyle bir isteği olduğunu
düşünmekteyiz. Hz. Âişe’yi de bu yola sevk edenin Abdullah b. Zübeyr olduğunu
belirtmiştik. Bununla birlikte şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki Talha ve
Zübeyr’in hilafet hırsı Hz. Ali’ninkinden fazla değildi. Talha birçok rivayette
hilafet hırslısı olarak gösterilmek istenmektedir. Fakat çıktıkları yolculuktan
hiç de memnun olmadığı yönünde rivayetler de bulunmaktadır. Alkame b. Vakkâs
el-Leysî’den rivayete göre: “Talha, Zübeyr ve Osman’ın kanını istemek amacıyla
Âişe çıktığında, Âişe etrafındaki topluluğun hatibi idi. Onlar da ona tabi
idiler. Zatü Irk denilen yerde beraberlerinde bulunanları teftiş ettiklerinde
Urve b. Zübeyr ile Ebû Bekir b. Abdurrahman b. Hâris b. Hişâm’ın yaşlarını
küçük bulduklarından geri çevirdiler. Talha’yı gördüm ki en çok tenha yerlerde yalnız
başına oturmayı severdi, başını önüne eğmişti. Ben ona: ‘Ey Muhammed’in babası
ben senin en çok tenha yerlerde oturmayı sevdiğini ve başını önüne eğdiğini
görüyorum. Şayet bu işten hoşlanmıyorsan bırak onu, bu işe seni kimse
zorlamıyor.’ dedim. Bunun üzerine Talha: ‘Ey Alkame b. Vakkâs beni kınama. Dün
biz, bizim dışımızdakilere karşı tek bir el idik. İşte bugün biri diğerinin
üzerine yürüyen demirden iki dağ haline geldik.’ dedi.”[1155]
Şuda bir gerçektir ki Cemel ve Sıffîn’de dökülen kanların
arkasında Benû Sâide hadisesiyle birlikte başlayan siyasi belirsizliğin büyük
etkisi bulunmaktaydı. Müslümanların halife seçiminde veya azlinde genel
kaideler ortaya koyamamış olmaları, olayları bu noktaya kadar getirmişti. [1156]
Hz.
Ümmü Seleme’nin Hz. Âişe’ye Nasihati
Hz. Ali
Rasûlullah’ın hanımları Hz. Âişe ile Hz. Ümmü Seleme’nin arasında olan doğal
rekabette Hz. Ümmü Seleme’nin tarafını desteklemişti. Bu sebeple Hz. Ümmü
Seleme’nin Hz. Ali’ye karşı bir meyli vardı. Bu meyil Hz. Peygamber döneminden
itibaren artarak devam etmişti. Hz. Ümmü Seleme Hz. Ali’ye olan sevgisini ömrü
boyunca devam ettirmiş ve daima onun tarafında yer almıştı.[1157]
Cemel
Savaşı’yla sonuçlanan olayların başlangıcında da Hz. Ümmü Seleme Hz. Ali’nin
tarafında olmuştu. Hz. Ümmü Seleme oğlunu Hz. Ali’ye getirerek: “Ey müminlerin
emiri! Eğer Allah’a isyan etmeyecek olsaydım ve sen de bunu kabul edecek
olsaydın şüphesiz seninle birlikte gelirdim. İşte oğlum Ömer! Vallahi! O bana
kendi nefsimden daha kıymetlidir. O seninle birlikte çıkacak ve senin gördüğünü
görecektir.” demişti. Hz. Ümmü Seleme’nin oğlu Hz. Ali ile birlikte çıkmış ve
ondan ayrılmamıştı.[1158]
Hz. Ümmü
Seleme Hz. Ali’ye verdiği açık desteğin yanı sıra Hz. Âişe’yi de bu çıktığı
yoldan geri çevirmeye çalışmıştı. Hz. Ümmü Seleme Hz. Âişe’ye: “Sen daha dün
Osman’ın aleyhinde insanları kışkırtıyordun. Onun hakkında söylenebilecek en
kötü sözü söylüyordun. Senin yanında onun ismi Na‘sel’di. Şüphesiz sen onun
Rasûlullah’ın yanındaki konumunu biliyorsun. Sana tekrar hatırlatayım mı?”
deyince Hz. Âişe: “Evet.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ümmü Seleme: “O halde sana
tekrar hatırlatıyorum. Seninle birlikte Rasûlullah’ın yanındaydık. Sen
Rasûlullah’ın başını yıkıyordun. Ben de ona hays yemeği pişiriyordum. Hays
Rasûlullah’ın hoşuna gitmişti. Başını kaldırdı ve: ‘Hav’eb’in köpeklerinin
kendisine havladığı deve sahibinin hanginiz olduğunu keşke bilseydim. O yoldan
sapmış olur.’ Bunun üzerine ben elimi haysdan çekerek: ‘Bundan Allah ve
Rasûlüne sığınırım.’ dedim. Rasûlullah benim sırtıma vurarak: ‘Ey Ebû
Ümeyye’nin kızı o olmaktan sakın. Ey Hümeyrâ! Sen de o olmaktan sakın.’
demişti. Muhakkak ben seni uyarmıştım.” Hz. Âişe de: “Evet. Bunu hatırlıyorum.”
dedi. Hz. Ümmü Seleme, sana yine hatırlatıyorum diyerek, Hz. Ali’nin Rasûlullah
tarafından halife tayin edilmesi meselesini zikretti. Hz. Âişe de: “Bunu
hatırlıyorum.” dedi. Hz. Ümmü Seleme: “Peki bu kadar şeyden sonra hâlâ bu gidiş
niye?” diye sorduğunda Hz. Âişe: “Ben insanların arasını düzeltmek için
çıkıyorum. İnşallah bundan da bir ecir umuyorum.” deyince Hz. Ümmü Seleme: “O
halde sen kararınla baş başasın.” dedi.[1159]
Bu rivayetin uydurma olduğu açıktır. Hav’eb hadisinin üzerinde oynama yapılmış
bir versiyonudur.[1160]
Doğru olma
ihtimalinin daha fazla olduğunu düşündüğümüz bir rivayete göre Hz. Âişe
Basra’ya gitmeyi murat edince Hz. Ümmü Seleme ona gelip şöyle söyledi:
“Muhakkak ki senin Rasûlullah ile onun ümmeti arasında özel bir yerin var.
Bunun hürmetine sana hicâb giydirilmiştir. Kur’ân senin eteğini toplamıştır.
Onu açma. Oturmakla emrolunduğun evini bırakıp da çöle çıkma. Bu ümmetin
arkasında Allah var. Eğer Rasûlullah senden bir şey isteseydi yapardın.
Rasûlullah seni beldelerde aşırılık yapmaktan nehyetti. İslâm’ın direği
yıkılmaya yüz tuttuğu zaman bu kadınlarla takviye edilmez. Bu direk çatladığı
zaman kadınlarla tamir edilmez. Kadınların yapabileceğinin en fazlası başlarını
eğerek gözlerini kapatmak, niyetlerini gizlemek ve adımlarını küçültmektir. Sen
çölde deveyi bir yerden diğer bir yere sürerken Rasûlullah ile karşılaşmış
olsaydın ona ne derdin? Şüphesiz yarın Rasûlullah ile karşılaşacaksın. Ona ne
cevap vereceksin? Sen onun örtüsünü yırttın. Ona verdiğin sözü terk ettin. Eğer
ben senin yaptıklarını yapsaydım. Sonra bana: ‘Firdevs cennetine gir.’ denilmiş
olsaydı. Rasûlullah’ın benim üzerime giydirmiş olduğu örtüyü yırtmış olarak
onunla karşılaşmaktan hayâ ederdim. Evini kendine perde kıl. Bu perdeyi kabre
kadar muhafaza et ki Rasûlullah’a bu şekilde kavuşasın. Eğer bu hal üzerinde
olursan Allah’a daha çok itaat etmiş olursun. Evinde oturduğun müddetçe bu dine
daha çok yardım etmiş olursun. Eğer senin dışarı çıkmanı gerektirecek bir durum
olursa, o zaman engerek yılanı gibi atıl.”
Hz. Âişe ise:
“Bana yaptığın nasihate gelince iş senin zannettiğin gibi değil. Bu gidiş ne
güzel bir gidiştir ki birbirini boğazlamak üzere olan iki müslüman topluluk
korkup bana sığınmıştır. Eğer ben evimde oturursam bunda bir zorluk yoktur.
Eğer çıkarsam benim için evimde oturmamdan daha fazlası vardır.” şeklinde
mukabelede bulundu.[1161]
Cemel Ashâbının Basra’ya Ulaşması
Hz. Âişe ve
taraftarları Basra’ya girmeden önce kendi hareketlerine katılmaları için
çeşitli şehirlerin önde gelenlerine bazı mektuplar gönderip, Hufeyr denilen
bölgede mola vererek bu mektupların cevaplarını beklemeye başladılar.[1162]
Kendilerine
mektup gönderilenler arasında Basra kadısı Ka‘b b. Sûr,[1163] Münzir b. Cârûd,[1164] Ahnef b. Kays,[1165] Zeyd b. Sûhan[1166] ve Sabre b. Şeymân[1167] bulunmaktaydı.
Ayrıca Hz. Âişe’nin Kûfe ve Yemâme ehline de benzer mektuplar gönderdiği
rivayet edilir.[1168]
Hz. Âişe’nin
gelişi ve topladığı kalabalık ile birlikte Basra’nın girişinde olduğu haberi
Basra ehline ulaşınca Hz. Ali’nin Basra valisi olan Osman b. Huneyf İmrân b.
Husayn ile Ebü’l-Esved ed-Düeli’yi çağırdı. Osman b. Huneyf onları, ne maksatla
geldiklerini öğrenmek için Hz. Âişe’ye elçi olarak gönderdi. O ikisi Hz. Âişe
ve yanındakiler Hufeyr’deyken onlara ulaştılar. Onlar Hz. Âişe’nin yanına
girmek için izin istediler. Onlara izin verilince selâm verip şöyle dediler:
“Bizim emirimiz sana yolculuğundan sormak üzere bizi gönderdi. Bize bunu haber
verir misin?” Hz. Âişe dedi ki: “Vallahi! Ben gizli bir gayeyle hareket edip
bunu da evlatlarımdan gizleyen birisi değilim. Birtakım şehirlerden fitne ehli
ve bazı kabilelerin şerlileri Rasûlullah’ın haremine saldırdılar ve orada
olaylar çıkardılar. Bu olayları çıkartanları da orada muhafaza ettiler. Özürsüz
bir şekilde müslümanların imamını katletmekten ötürü Allah’ın ve Rasûlü’nün
lanetine müstehak oldular. Onlar Allah’ın haram kılmış olduğu kanı akıttılar.
Haram olan malları da gasp ettiler. Haram ayı ve haram beldeyi ihlal ettiler.
Onlar insanların haysiyetini ayaklar altına aldılar. Onlar bulundukları yeri
kerih gören bir kavmin yurdunda ikamet ettiler. İnsanlara herhangi bir
menfaatleri dokunmayıp sadece zarar veriyorlardı. Medine ehli ise bu insanların
şerrinden kaçmaya muktedir olamıyordu. Müslümanlar içerisinden çıkıp bu kavmin
başına gelen şeyleri ve bu durumu ıslah etmeleri gerektiğini haber verdim. Hz.
Âişe burada: “Onların fısıldaşmalarının birçoğunda hayır yoktur. Ancak bir
sadaka yahut bir iyilik yahut da insanların arasını düzeltmeyi isteyen (in
fısıldaşması) müstesna...”[1169] âyetini okudu. Biz Allah ve
Rasûlünün emrettiği büyük-küçük, kadın-erkek herkesi ıslah etmek üzere harekete
geçtik. Bizim durumumuz budur. Size iyiliği emreder ve ona teşvik ederiz. Sizi
kötülükten nehyeder ve onu değiştirmek üzere sizi teşvik ederiz.”
Bunun üzerine
o ikisi Hz. Âişe’nin yanından çıkıp Talha’ya giderek ona: “Seni buraya getiren
ne?” diye sordular. Talha: “Osman’ın kanını talep için geldim.” dedi. O ikisi:
“Sen Ali’ye biat etmedin mi?” diye sorduklarında Talha: “Evet biat ettim. Ancak
kılıç boynumdaydı. Eğer bizimle Osman’ın katillerinin arasından çıkmaz ve bizi
baş başa bırakmazsa, onun halifeliğini kabul etmeyeceğim.” dedi.
Daha sonra
Talha’nın yanından çıkıp Zübeyr’e geldiler. Aralarında Talha ile yaptıkları
konuşmanın bir benzeri geçti. Daha sonra o ikisi Hz. Âişe’ye döndüler ve onunla
vedalaştılar. Hz. Âişe İmrân’ı gönderdi ve Ebü’l-Esved ed-Düeli’ye şöyle dedi:
“Ey Ebü’l-Esved! Hevanın seni cehenneme sürüklemesinden kaçın: ‘Allah, iman
eden ve iyi şeyler yapanlara söz vermiştir; onlara bağışlama ve büyük mükâfat
vardır.’[1170] âyetini okuyarak onları
gönderdi.
İmrân ve
Ebü’l-Esved ed-Düeli Osman b. Huneyf’e dönerek durumu kendisine aktardılar.[1171] Bunun üzerine Osman Hz. Ali
gelene kadar onların Basra’ya girişini engelleme kararı aldı.[1172]
Osman b.
Huneyf insanların arasına çıkıp onlara hitap etti ve hazırlık yapmalarını
istedi. Herkes silahını kuşanıp mescidde toplandı. Osman b. Huneyf minber
üzerindeyken bir adam ayağa kalkarak: “Ey insanlar! Şüphesiz size gelen bu
insanlar korkarak gelmediler. Çünkü onlar kuşların bile emin olduğu bir
beldeden gelmişlerdir. Bunlar Osman’ın kanını da talep etmeye gelmiş olamazlar.
Çünkü biz Osman’ın katilleri değiliz. O halde şu kavim hakkında bana itaat
ediniz. Onları geldikleri yere gönderin.”
Bunun üzerine
Esved b. Serî‘ es-Sa‘dî ayağa kalkarak şöyle dedi: “Onlar bizim Osman’ın
katilleri olduğumuzu zannettiler. Hayır, onlar Osman’ın katillerini bulmak ve
onlara karşı çarpışmak üzere bizden ve başkalarından yardım istemek için buraya
gelmişlerdir.” Onun bu sözleri üzerine birçok insan onu doğrulamıştı. Osman b.
Huneyf Basra’da Hz. Âişe’nin taraftarlarının olduğunu anladı. Bu da onun
ümidini kırmıştı.[1173]
Basra’da bu
gelişmelerin yaşandığı esnada Hz. Âişe ve beraberindekiler Hufeyr’den hareket
ederek Mirbed[1174] denilen yere kadar geldiler.
Oranın üst tarafından girip Osman b. Huneyf ve beraberindekiler gelene kadar
orada kaldılar. Hz. Âişe’ye katılmak isteyenler de onun yanına geldiler.
Talha
Mirbed’in sağ tarafında yanında Zübeyr olduğu halde konuşmaya başladı.
Mirbed’in sol tarafında ise, Basra emiri Osman b. Huneyf vardı. Talha hamdele
ve salveleden sonra Hz. Osman’dan, onun faziletinden, Medine’den ve orada helal
olan şeylerden bahsetti. Hz. Osman’a verilen şeyi yüceltti. Onun kanını talep
etmeye davet etti ve dedi ki: “Muhakkak bunda Allah’ın dinini ve hükmünü
yüceltmek vardır. Masum halifenin kanını talep etmek Allah’ın hadlerinden bir
haddir. Eğer bunu yaparsanız isabet etmiş olursunuz. Bu yaptığınızın karşılığını
da alırsınız. Eğer bunu terk ederseniz sizin için başka bir yol kalmaz. Sizin
için bundan sonra bir birliktelik de olmaz.” Sonra Zübeyr de buna benzer bir
konuşma yaptı.
Burada
toplanan insanlara son olarak Hz. Âişe bir konuşma yaptı. Hz. Âişe hamdele ve
salveleden sonra şöyle dedi: “İnsanlar Osman’ı suçluyor ve onun valilerini
itham ediyorlardı. Medine’ye gelip onların durumu hakkında bizimle istişare
ediyorlardı. Onların arasını bulmamız hususunda söylediğimiz şeyleri hoş
karşılıyorlardı. Bu olaya baktığımızda Osman’ı doğru ve temiz olarak
görüyorduk. Onları ise gerçek maksatlarını gizleyen fâcir ve yalancı insanlar
olarak görüyorduk. Onlar sayıca çoğalıp güçlendiklerinde Osman’ın karşısına
geçip onun evine zorla girdiler. Haram olan kanı, haram beldeyi ve haram malı
haksızca helal saydılar. Size gerekli olan Osman’ın katillerini cezalandırmak
ve Allah’ın kitabındaki hükmü uygulamaktır.” dedi ve şu âyeti okudu:
“Kendilerine Kitâb’tan bir pay verilenleri görmez misin ki aralarında
hükmetmesi için Allah’ın Kitâb’ına çağırılıyorlar da, sonra içlerinden bir grup
cayarak geri dönüyor.”[1175]
Bu
konuşmalardan sonra insanlarda bir hareketlenme meydana geldi. Osman b.
Huneyfin arkadaşları iki gruba bölündü. Bir grup: “Vallahi! Âişe doğruyu ve
hakkı söyledi. Vallahi! O hak ile geldi.” diyordu. Diğer grup ise: “Vallahi!
Siz yalan söylediniz. Sizin söylediklerinizi biz bilmiyoruz.” dediler. İnsanlar
birbirine taş toprak atmaya başlayıp, saldırıya geçtiler.[1176]
Hz. Âişe ve beraberindekiler Mirbed denilen bölgedeyken Câriye
b. Kudâme es-Sa‘dî Hz. Âişe’ye yönelerek: “Ey müminlerin annesi! Vallahi! Osman
b. Affân’ın öldürülmesi senin evinden çıkıp şu melun devenin üzerine binmenden
daha önemsizdir. Muhakkak ki Allah senin için bir mahremiyet ve örtü kılmıştı.
Sen bu örtüyü parçaladın ve mahremini açtın. Kim ki senin savaşmanı istiyorsa o
senin öldürülmeni istiyordur. İsteyerek geldiysen evine dön. Zorla
getirildiysen bunlara karşı bizden yardım iste.” demişti.[1177]
İki
Grubun Savaşı (Cemel-i Asgar Günü)
Çıkan bu
arbededen sonra Hz. Âişe’nin taraftarları daha itidalli davranıyorlardı. Ancak
Osman b. Huneyfin taraftarlarından özellikle Hz. Osman’ın öldürülmesine iştirak
eden bir grup olayları büyüterek savaşın çıkmasını arzu ediyorlardı. Hz.
Osman’ın katillerinden biri olan Hukeym b. Cebele, atının üzerinde savaş
başlatmak için uğraşıyordu. Ancak Hz. Âişe’nin taraftarları savaştan kaçındılar
ve mukabele etmemeye çalıştılar. Onlar mızraklarını karşı tarafa doğru çevirip
harekete geçmeyerek Hukeym’in taraftarlarının vazgeçmesini beklediler. Ancak
Hukeym bundan vazgeçmedi. Hukeym’in taraftarları savaşı başlattılar. Hz.
Âişe’nin taraftarları ise kendilerini korumaya çalışıyorlardı. Hukeym atını
ileri sürüyor ve şöyle söylüyordu: “Kuşkusuz bunlar Kureyş’tendir. Onların
korkaklığı onları geri çevirecektir. Bu susanlara karşı savaşın.” İki gruptan
birbirlerine karşı kalplerinde muhabbeti olanlar itidalli davranıp olan biteni
izliyorlardı. Geri kalanları ise birbirlerine taş atıyordu. Hz. Âişe
taraftarlarına emredince onlar da sağ tarafa geçtiler. Benî Mâzin kabristanına
kadar çekildiler. Sonra gece onları birbirinden ayırdı. Osman karargâhına
döndü. İnsanlar da kabilelerine döndüler.[1178]
Ebû Cerbâ’
ismindeki biri Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’in yanına gelerek bulundukları yerden
daha güzel bir yeri onlara tavsiye etti. Onlar onun tavsiyesine uydular ve Benî
Mâzin kabilesinin kabristanına doğru yürüdüler. Mezarlık tarafından Basra’nın
yamacından aşağıya yol alıp Zâbûka mevkiine geldiler. Sonra Benî Hısn
kabristanına geldiler. Burası Dârurrızkın bittiği yerdi. Geceyi hazırlanarak
geçirdiler. İnsanlar da onlara doğru geliyorlardı. Bu bölgede âdeta ayakta
sabahladılar.[1179]
Osman b.
Huneyf sabah olunca onların Basra’ya girmesini engellemek için erkenden yola
çıktı. İki taraf Dârurrızk bölgesinde karşı karşıya geldiler. Orada güneşin
doğuşundan batışına kadar şiddetli bir savaşa tutuştular. Osman b. Huneyf’in
tarafında birçok ölü vardı. İki tarafta da yaralılar vardı. Hz. Âişe’nin
münadisi tarafları ateşkese davet etti. Osman b. Huneyf’in taraftarları bunu reddettiler.
Onları kötülük tamamen kuşatmıştı. Sonra onlar Hz. Âişe’nin taraftarlarını
sulha çağrınca Hz. Âişe’nin taraftarları bu çağrıyı kabul ettiler. Aralarında
anlaştılar ve Medine’ye bir elçi göndermek üzere mektup yazdılar. Bu elçi Talha
ve Zübeyr’in biatini Medinelilere soracaktı. Eğer bunlar zorla biat etmişlerse
Osman b. Huneyf Basra’yı onlara terk edecekti. Aksi halde Talha ve Zübeyr
Basra’dan çıkacaktı. Elçi dönünceye kadar da ateşkes devam edecekti. İki fırka
da anlaştıkları şekilde anlaşmayı yürürlüğe koydular. Bu sulh antlaşmasının
maddeleri şunlardır:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
) Sulh yapıldığı andan itibaren iki tarafın da temsilcisi
Kâ‘b b. Sûr Medine’den dönünceye kadar Osman b. Huneyf kendi sorumluluğu
altındakilerden mesuldü. Talha ve Zübeyr de aynı şekilde kendi sorumlulukları
altındakilerden mesuldüler.
) İki taraftan hiçbir kimse mescidde, çarşıda, yolda ve su
kenarında diğerine zarar vermeyecekti. Ka‘b dönünceye kadar onların arasında
umumi bir barış olacaktı.
) Medineliler Talha ve Zübeyr’in biate zorlandığını
söylerlerse iş Talha ve Zübeyr’e kalacaktı. Osman da dilerse Basra’dan çıkıp
kendi yoluna gidecek, dilerse onların yanında yer alacaktı.
) Eğer elçi Talha ve Zübeyr’in biate zorlanmadığı
haberiyle dönerse iş Osman b. Huneyfe kalacaktı. Talha ve Zübeyr dilerse Ali’ye
itaate devam edecekler, dilerlerse çıkıp kendi yollarına gideceklerdi.
) Müminler kazananın yanında yer alacaklardı.
Ka‘b b. Sûr
iki grubun da üzerinde ittifak ettikleri görevi yerine getirmek için Basra’dan
çıkıp Medine’ye geldi. İnsanlar onun geldiğini duyunca etrafında toplandılar. O
gün günlerden cuma idi. Ka‘b b. Sûr insanların içerisine çıkıp şöyle söyledi:
“Ey Medine ehli! Ben Basra ehlinin size gönderdiği elçisiyim. Medine halkı bu
iki adamı Ali’ye biat etmeye zorladı mı? Yoksa onlar kendi istekleriyle mi biat
ettiler. Saldırıya uğrama korkusuyla Medine ehlinden hiç kimse ona cevap
vermedi. Gerçeğin bu derece gizli ve zayıf kalması Üsâme b. Zeyd’in ağırına
gitti. O şöyle dedi: “Allah’ım o ikisi istemeyerek biat ettiler.” Hz. Ali’nin
Medine valisi olan Temmâm b. Abbâs emir verince Sehl b. Huneyf ve insanlar ona
saldırdılar. Üsâme neredeyse öldürülecekti. Rasûlullah’ın ashâbından birçok
kişi Üsâme’nin öldürülmesinden korkmuşlardı. Ancak Süheyb b. Sinân ve Ebû Eyyüb
el-Ensârî aralarına girerek: “Şu adamın etrafından dağılın.” dediler. İnsanlar
da onu bıraktılar. Süheyb onun elinden tutup oradan çıkardı, evine kadar
götürdü ve şöyle dedi: “Sen biliyorsun ki Ümmü Âmir[1180] [1181]
aptaldır. Bizim sustuğumuz gibi sen de susamadın mı?” Üsâme: “Vallahi! Hayır.
Ben işin bu noktaya geleceğini ve bizi böyle bir felakete sürükleyeceğini
düşünmemiştim.” dedi.[1182]
Medine’de
yaşananların bilgisi Hz. Ali’ye ulaşınca o bu durumdan hoşnut olmadı. Basra
valisi Osman’ın yaptığı şeyi tasvip etmedi. Osman’ın yapması gereken Basra’yı
onlardan korumaktı. O ise kendisinin ve Hz. Ali’nin işini zorlaştıracak bir iş
yapmış oldu. Böyle olunca Hz. Ali onu azarlayan bir mektup yazdı ve: “Vallahi!
Onlar ayrılığa zorlanmadılar. Hayra ve cemaat üzere olmaya zorlandılar. Eğer
onlar biatlerini bozmak istiyorlarsa, geçerli bir mazeretleri yok. Eğer bundan
başka bir şey istiyorlarsa, biz düşünürüz. Onlar da düşünürler.” dedi.[1183]
Ka‘b Medine’ye
gittikten sonra iki fırka arasında bazı sürtüşmeler vuku buldu. Bunları Talha
ve Zübeyr sulhun şartlarına aykırı kabul ettiler. Muhammed b. Talha zahit,
ibadete ve namaza düşkün birisiydi. Mescidde Basra emiri olan Osman b. Huneyf’e
yakın olan bir yerde durdu. Zut ve Seyâbiceler[1184]
ondan şüphelendiler onun namazın dışında başka bir maksatla geldiğinden
korktukları için onu uzaklaştırdılar. Talha ve Zübeyr de Osman’a haber
gönderip: “Bu bir!” dediler.[1185]
Ka‘b b. Sûr
Basra’ya dönünce Medine ehlinin cevabını onlara haber verdi. Talha, Zübeyr ve
onların beraberindekiler Osman b. Huneyf’e haber gönderip, şehri terk etmesini
istediler. Bu haklı bir talepti. Çünkü bunun üzerine sulh yapmışlar ve bu şartı
ileri sürmüşlerdi. Ancak Osman b. Huneyf Hz. Ali’den gelen yeni emir sebebiyle
bahane ileri sürdü. Muhakkak Hz. Ali’nin ona göndermiş olduğu bu mektup onun
elini kolunu bağlıyordu. Bu konudaki kesin hükmün kendisine değil Hz. Ali’ye
ait olduğunu beyan ediyordu. Osman b. Huneyf, Talha ve Zübeyr’e Hz. Ali’nin
göndermiş olduğu mektubu delil göstererek şöyle haber gönderdi: “Bu durum
sizinle konuştuğumuzdan farklı bir husustur.”[1186]
Talha ve
Zübeyr taraftarları bu cevaptan sonra iki veya üç gün bekledikten sonra
harekete geçti.[1187] Talha ve Zübeyr yağışlı,
rüzgârlı, soğuk ve zifiri karanlık bir gecede insanları topladı. Sonra mescide
yöneldiler, yatsı namazına denk gelmişlerdi. Onlar namaz hususunda ağır
davranıyorlardı. Osman b. Huneyf ise onlardan daha yavaş davranıyordu. Talha ve
Zübeyr insanlara namaz kıldırması için Abdurrahman b. Attâb’ı öne sürdüler. Bu
durum karşısında Zut ve Seyâbiceler kılıçlarını çekip onlara saldırdılar. Cemel
ashâbı da o tarafa yöneldi ve mescidde savaş başladı. Zut ve Seyâbicelerden
kırk kişi öldürülene kadar savaş devam etti. Sonra Talha ve Zübeyr’in huzuruna
çıkartmak için Osman b. Huneyf’in yanına girdiler. Osman b. Huneyf, Talha ve
Zübeyr’in yanına getirilince insanlar ona saldırıp yüzündeki bütün kılları
yoldular. Talha ve Zübeyr bu muameleyi ciddi görüp, olan biteni Hz. Âişe’ye
bildirdiler. Hz. Âişe de onun serbest bırakılmasını istedi.[1188]
Bazı
kaynaklarda iki grubun Hz. Ali oraya gelene kadar birbirlerine saldırmamak için
anlaştıkları zikredilmektedir. Fakat Talha ve Zübeyr’in adamları bu anlaşmayı
bozarak Osman b. Huneyf’e saldırmış ve onun yüzündeki tüm kılları yolmuşlardı.[1189] Şiî meyilli kaynaklarda
zikredilen bu rivayet muhtemelen Talha ve Zübeyr’i anlaşma tanımayan bozguncu
kimseler göstermek için uydurulmuştur.
Daha sonra
Talha ve Zübeyr insanlara hitap etmek için ayağa kalktı: “Ey Basra ehli!
Hatalarınızdan dolayı tövbe edin. Biz Osman’ın azarlanmasını istedik, onun
öldürülmesini istemedik. Fakat insanların sefihleri, ağırbaşlılara galip gelip,
onu öldürdüler. İnsanlar Talha’ya dedi ki: “Ey Ebû Muhammed! Senin bize
yazdıkların bu söylediklerinden farklıydı.” Bunun üzerine Zübeyr dedi ki: “Bu
durumla ilgili benden size mektup geldi mi?” Sonra Zübeyr, Hz. Osman’ın katlini
ve kendisine gelenleri zikretti. Hz. Ali’nin ayıbını ortaya çıkardı. Abdülkays
kabilesinden bir adam: “Ey adam! Sus da biz konuşalım.” dediğinde Abdullah b.
Zübeyr: “Sana ne oluyor? Ne söyleyeceksin?” diye mukabelede bulundu. Abdülkays
kabilesinden olan bu adam: “Ey muhâcir topluluğu! Siz Rasûlullah’ın davetine
ilk icabet edenlersiniz. Bu sebeple sizin için bir fazilet vardır. Sonra diğer
insanlar da sizin girdiğiniz gibi İslâm’a girdiler. Ne zaman ki Rasûlullah
vefat etti. Sizler de içinizden bir adama biat ettiniz. Vallahi! Bu hususta
bizimle istişare etmediniz. Biz buna razı olup size tabi olduk. Allah onun
emirliği sırasında bir bereket ihsan etti. Sonra o vefat etti. Allah ondan razı
olsun. Sonra o sizin içinizden bir adamı sizin üzerinize halef olarak bıraktı.
Bu konuda da bizimle istişare etmediniz. Ancak biz buna razı olup teslim olduk.
Bu emir vefat ettiği zaman halifeliği altı kişiye bıraktı. Sonra siz Osman’ı
seçip bize danışmadan ona biat ettiniz. Sonra o adamın bazı kararlarını
eleştirdiniz. Yine bize danışmadan onu öldürdünüz. Sonra bize danışmadan Ali’ye
biat ettiniz. Hangi sebepten dolayı ona kin besliyorsunuz da biz onunla
savaşacağız? Ganimeti kendi zimmetine mi geçirdi veya haksızca bir muamele mi
yaptı? Sizin eleştirebileceğiniz bir iş mi yaptı? Eğer böyleyse biz ona karşı
sizinle beraberiz. Eğer böyle değilse bu savaş niye? Bu adamı öldürmek
istediler. Fakat kavmi buna engel oldu. Ertesi gün ona ve onunla birlikte
olanların üzerine çullanıp yetmiş kişiyi öldürdüler.[1190] Bu rivayette de Şiî etkisi
açıkça görülmektedir.
Hz. Âişe’nin
taraftarları Osman’ı yakaladıkları gece Darurrızk’ı ele geçirdi. Bu bölgede
insanların istifade edebileceği birçok nimet vardı. Zübeyr ve oğlu özellikle
kendi taraftarlarını bu nimetlerden istifade ettirmek istiyorlardı. Kendi
aralarındaki ufak bir tartışmadan sonra Abdurrahman b. Ebû Bekir’i beytülmâlin
başına geçirdiler.[1191]
Talha ile
Zübeyr, beytülmâldeki eşyaları halka taksim etti. İtaat edenleri biraz tercih
ettiler. Bunun üzerine halk, akın akın gelip erzaklarını almaya başladılar. Bu
durum halkın Talha ve Zübeyr’e meyletmesine neden oldu. Sonunda beytülmâle
bekçiler yerleştirip tedbir aldılar. Basra yönetimini istibdat ile ele
geçirdiler.[1192]
Beytülmâldeki
malların paylaşılması meselesinin de çok muallak olduğunu belirtmek isteriz.
Basra beytülmâli hakkında daha önce Hz. Osman’ın Basra valisi olan Abdullah b.
Âmir’in şehirden ayrılırken getirdiği büyük miktarda mallardan bahsetmiştik.[1193] Rivayetlerden anlaşıldığı
kadarıyla bu mallar beytülmâlden alınmıştı. Yine bu rivayette görüldüğü üzere
Talha ve Zübeyr de beytülmâlden kendi askerlerine bazı bağışlarda bulunmuştu.
Son olarak savaşın sonunda Hz. Ali’nin yine beytülmâlden askerlerine beş yüzer
dirhem dağıttığı kaydedilmektedir.[1194]
Bu tabloya baktığımızda bazı rivayetlere şüpheyle yaklaşmamız gerektiği
aşikârdır. Hz. Ali devlet başkanı sıfatıyla beytülmâl üzerinde bir hakka
sahipti ve onun dağıttığı paralar bu sebeple meşruydu. Fakat Hz. Osman’ın
valisi Abdullah b. Âmir’in, Talha ve Zübeyr’in bu rivayetlerle gaspçı
pozisyonuna sokulmak istendiği ihtimali akla gelmektedir.
Hz. Osman’ın
katillerinden bir grup ve bunların yardımcıları, Osman b. Huneyfe karşı
yapılanlara kızıp, üç yüz[1195] civarında asker topladılar.
Bu askerlerin başında Hz. Osman’ın katillerinden biri olan Hukeym b. Cebele
vardı. Bu kimseler Hz. Âişe’yi öldürmek üzere harekete geçtiler. Meydana gelen
savaşta Hukeym ve taraftarlarından olan yetmiş kadar Basralı öldürüldüler.
Böylece Talha ve Zübeyr’e muhalefet eden Basralılar’ın moralleri çöktü. O
sırada Basralılar, Talha ile Zübeyr’e biat etmişlerdi.[1196] Bu olay 25 Rebiyülevvel
36/21 Eylül 656 tarihinde gerçekleşmişti.[1197]
Hz. Âişe’nin Kûfeliler’e gönderdiği mektupta bildirdiğine göre bu olay onların
Basra’ya gelişlerinden yirmi altı gün sonra gerçekleşmişti.[1198]
Bu olayda
Hukeym, oğlu Eşref ve kardeşi Ra‘l öldürülmüştü. Yine Zureyh ve
beraberindekiler de öldürülmüştü. Hurkus b. Züheyr ise kendi ashâbından bir
grup ile birlikte kaçıp kavmine sığınmıştı.[1199]
Bu hadisenin
akabinde Talha ve Zübeyr’in taraftarları Basra’da insanlara şöyle seslendi:
“Kabilelerinizden Hz. Osman için Medine’ye sefere giden her kim varsa onu bize
getirin.” Bunun üzerine birtakım insanlar köpeklere reva görülecek bir tarzda
getirilip öldürüldüler. Basra’da Hurkus b. Züheyr dışında hiç kimse
kurtulamadı. Hurkus’un kavmi olan Benî Sa‘d onu teslim etmediler.[1200]
Hz.
Âişe’nin ashâbı bu yaptıklarıyla iktifa etmediler. Hâlbuki onlar intikamlarını
fazlasıyla almışlardı. Bilakis Hz. Âişe’nin taraftarları Hz. Osman için
Medine’ye yönelen binlerce kişiden kısas talep ediyorlardı.[1201] Hz. Âişe taraftarlarının bu sert tutumu bazı
insanların Hz. Ali’ye meyletmesine neden olmuştu.[1202]
Talha, Zübeyr
ve beraberindekiler beklediler. Onların Basra’da Hurkus b. Züheyr dışında
intikam alacakları kimse kalmamıştı. Elde ettikleri zaferi Şam ehline, Medine
ehline, Yemame ehline ve Kûfe ehline birer mektupla bildirdiler.[1203] Özellikle Kûfe
ehline Hz. Âişe’nin gönderdiği mektup şu ana kadar Basra ile ilgili
anlattıklarımızın bir özetini içermektedir.[1204]
Hz. Âişe’nin
bu şekilde savaş meydanlarında gezmesi insanların birçoğunu rahatsız ediyordu.
Rahatsızlık duyanlardan birisi de Ahnef b. Kays’tı. O, Hz. Âişe’ye gelerek:
“Ben sana bu meseleyle ilgili bir soru soracağım. Bu ağır bir soru olacağı için
bana kızma. Senin bu sefere çıkman için Rasûlullah’tan bir iznin var mı?” Hz.
Âişe: “Hayır.” dedi. Ahnef: “Senin hata yapmaktan masum olduğuna dair
Rasûlullah’tan bir söz var mı?” Hz. Âişe yine: “Hayır.” dedi. Ahnef: “Doğru
söyledin. Allah senin Medine’de kalmandan razı oldu. Sen bundan yüz çevirip
Basra’ya gittin. Yine Allah sana Nebî’nin evinde oturmanı emretti. Sen ise
kertenkele çalılığına inmeyi tercih ettin. Ey ümmü’l-müminîn! Bize söyler
misin? Harp için mi, sulh için mi geldin?” Hz. Âişe: “Bilakis sulh için
geldim.” dedi. Ahnef: “Sizin aranızda askerlerin ayaklarının altındaki çakıl
taşlarının ezilme sesleri varken, sen nasıl barış için gelmiş olabilirsin?
Onların omuzlarında kılıçlar varken senin elinle barış nasıl mümkün olabilir?”
Bunun üzerine Hz. Âişe: “Ahnef’in bana olan hicvi, onun hilmini geçmiştir.
Evlatlarımın asiliğini Allah’a şikâyet ediyorum.” dedi.[1205]
Kaynaklarda
Basra ehlinin Talha ve Zübeyr’e biat etmesinden sonra Zübeyr’in şöyle dediği
rivayet edilmektedir: “Keşke bin atlım olsaydı da onlarla Ali’nin üzerine
yürüseydim. Ona ansızın ya akşam ya da sabah saldırsaydım. Bize ulaşmadan onu
öldürseydim.” Onun bu sözlerine kimsenin cevap vermemesi üzerine Zübeyr: “Bizim
hakkında konuştuğumuz asıl fitne budur.” demişti.[1206]
Ancak bunun
tam zıddı manayı içeren rivayetler daha muteber kaynaklarda mevcuttur. Bu
rivayetlere göre, taraftarlarından birisi Hz. Ali’nin adamları toplanmadan
onların üzerine bin atlıyla saldırmasını Zübeyr’e tavsiye ettiğinde o, son ana
kadar barış için uğraşacaklarını, ifade etmiştir.[1207]
Yine tam zıt
manayı içeren başka bir rivayette Cemel Vak‘ası sırasında bir adamın Zübeyr’e
gelerek: “Senin için Ali’yi öldüreyim mi?” dediği onun bunu nasıl yapacağını
sorması üzerine adamın: “Yanına gider, ona kendisinden yana olduğumu söyler,
hileyle onu öldürürüm.” dediği aktarılmıştır. Bunun üzerine Zübeyr: “Ben Allah
Rasûlü’nün: ‘İman, hileli öldürmeye engeldir. Mümin, kimseyi hileli yolla
öldürmez.’ dediğini işittim.” şeklinde karşılık vermiştir.[1208]
Hz.
Ali’nin Medine’den Ayrılması
Hz. Âişe ve
yanındakilerin Mekke’den ayrıldığını gören Abdullah b. Abbâs’ın annesi Ümmü
Fazl bint Hâris, Cüheyne kabilesinden Zafer (Zafran) isimli birini Hz. Ali’ye
bu haberi iletmek için yollamıştı.[1209]
Bu haber
Medine’deki muhâcirleri ve ensârı çok üzmüştü. Durum ayrılığa doğru gidiyordu.
Bu durumdan en çok rahatsız olanlar ise, Hz. Osman’a karşı tertip edilen
fitnenin kahramanlarıydı. Çünkü Hz. Osman’ın kanını talep edenler onların
boyunlarını istiyorlardı. Muhtelif vesilelerle bu işin başarısızlıkla
sonuçlanması için çabaladılar. Bu bazen nasihat yoluyla bazen de tehdit yoluyla
oluyordu. Bunların reislerinden biri olan Eşter Hz. Âişe’ye şöyle bir mektup
yazdı: “Kuşkusuz sen Rasûlullah’ın mahremisin. O sana evinde oturmanı
emretmiştir. Eğer böyle yaparsan bu senin için daha hayırlıdır. Eğer sen yüz
çevirip değneğini alır, cilbabını atar ve insanlara saçlarını gösterirsen;
seninle savaşır, seni evine geri yollarım. Allah’ın senin için razı olduğu yer
orasıdır.”
Hz. Âişe de
ona şöyle bir cevap yazdı: “Muhakkak sen Araplar’ın içerisinde fitne ateşini
tutuşturan, ayrılığa çağıran imamlara muhalefet eden ve halifenin öldürülmesi
hususunda çabalayan ilk kişisin. Ben kesin olarak biliyorum ki sen asla Allah’ı
aciz bırakamazsın. Ancak ondan sana bir ceza gelecektir. Onunla Allah senden
mazlum halifenin intikamını alacaktır. Senin mektubun bana ulaştı. Yazdıklarını
anladım. Allah sana karşı bana kâfidir. İnşallah sana benzeyen herkes de senin
gibi dalalet ve günah içerisinde olacaktır.”[1210]
Hz. Ali
Muâviye ile savaşmak için bir ordu oluşturmaya başlamıştı. Fakat Talha ve
Zübeyr’in bu hareketi çok daha ciddi bir problem oluşturuyordu. Hz. Ali derhal
bu yeni durumu Medinelilere bildirerek kendisine yardımcı olmalarını istedi.[1211] Ancak Medine halkının büyük
bir kısmı bu çağrıya icabet etmedi.[1212]
Hz. Ali
Rebiyülahir 36/Ekim 656 tarihinde Basra’ya gitmek için Medine’den hareket etti.[1213] Bu olay Hz. Ali’nin halife
olmasından yaklaşık dört ay sonra gerçekleşmişti.[1214] Hz. Ali yedi yüz ila dokuz
yüz kişiden oluşan bir birlikle Medine’den ayrılmıştı.[1215] Eşter Hz. Ali’ye gelerek:
“Seninle birlikte gelmek istemeyen bu kimseleri dilinle teşvik et. Buna
yanaşmazlarsa onları hapisle edeplendir.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ali: “Onları,
taşıdıkları fikir üzere bırakacağım.” dedi.[1216]
Hz. Ali
Medine’den ayrıldıktan sonra Medine’ye sekiz günlük mesafede olan Zikâr’a
ulaştı.[1217] Hz. Ali’nin asıl amacı Hz.
Âişe ve taraftarlarına yolda ulaşıp onları bu işten vazgeçirmekti. Fakat Hz.
Ali Rebeze’deyken onları kaçırdığı haberini aldı.[1218] [1219]
Hz. Ali Cemel ashâbının Kûfe’ye uğramaksızın Basra’ya gittiği haberini aldıktan
sonra Rebeze’de bekledi. O Cemel ashâbının Kûfe’ye inmesinden korkmuştu. Hz.
Ali onların niyetlerini anlayınca endişeden kurtulmuş ve şöyle demişti:
“Muhakkak ki Kûfe ehli beni çok sever. Onların içerisinde Araplar’ın reisleri ve yüce şahsiyetleri vardır.
Hz. Ali
Medine’den ayrılırken Abdullah b. Selâm ve Ukbe b. Âmir gelerek Medine’den
ayrılmaması yönünde tavsiyelerde bulunmuştu.[1220]
Hz. Hasan da
Hz. Ali’ye gelerek: “Ben sana tavsiyelerde bulundum. Ancak sen beni dinlemedin.
Bu vakit kaybı sebebiyle yarın öldürüleceksin ve sana kimse yardım etmeyecek.”
Hz. Ali de: “Cariye gibi niye sızlanıp duruyorsun? Sen bana neyi tavsiye ettin
de ben sana karşı geldim.” dedi. Hz. Hasan: “Osman muhasara edildiği gün ben
sana Medine’den çıkmanı tavsiye ettim. O öldürüldüğünde sen orada olmamalıydın.
O öldürüldüğü gün bütün şehirlerin biati sana gelmeden biat almamanı tavsiye
ettim. Sonra bu iki adam yapacağını yaptığında sulh sağlanıncaya kadar evinde
oturmanı tavsiye ettim. Bu tavsiyelerime uymuş olsaydın, fesat senin elinden
vaki olmayacaktı. Ancak sen bunların tamamında beni dinlemedin.” dedi. Bunun
üzerine Hz. Ali: “Ey oğulcuğum! Osman muhasara edildiğinde keşke Medine’den
çıksaydın sözüne gelince, Vallahi! Osman muhasara edildiğinde biz de muhasara
edilmiştik. Bütün şehirlerin biatini bekleme sözüne gelince, muhakkak bu
husustaki karar Medine ehline aittir. Biz onların kararını yok saymayı kerih
gördük. Talha ve Zübeyr’in çıkışı ile ilgili söylediklerine gelince, muhakkak
bu İslâm’ın üzerine bir noksanlık olurdu. Vallahi! Bu işi üstlendiğim zamandan
beri üzüntülü ve yetersizim. Bana gerekli olan kudrete bir türlü ulaşamıyorum.
Senin evinde otur sözüne gelince, bana düşen sorumluluk ve insanların benden
bazı beklentileri varken bu nasıl olabilir? Köşeye sıkıştırılmış bir sırtlan
gibi olmamı ister misin? Bu köşeye sıkıştırılmış hayvana dizlerinin bağı
çözülünceye kadar eziyet edilir, sonra deliğinden çıkartılır. Bu iş de üzerime
düşen sorumluluğu yapmadığım zaman bunu kim yapacaktır. Ey oğlum yolumdan
çekil.”[1221] demişti.[1222]
İbn Abbâs da
Hz. Ali’ye: “Sen bu halifelik işinden vazgeç. Zira sen yılanın deliğine bile
girsen insanlar biat etmek için seni bulup oradan çıkarırlar.” demişti.[1223] Fakat Hz. Ali bu
nasihatlerin hiçbirini dinlememişti.
Hz. Ali
Rebeze’deyken Tay, Bekr b. Vâil ve Esed kabilelerinden elçiler gelip ona
itaatlerini bildirdiler. Onunla beraber çıkmayı teklif ettiler. Hz. Ali onlara
teşekkür etti ve hayır duada bulundu.[1224]
Kendisine
gösterilen bu teveccüh Hz. Ali’ye büyük bir mutluluk verdi. Orada Muâviye ve
Cemel ashâbına karşı bir muhalefetin varlığını hissettikten sonra kendine olan
güveni arttı. Buradaki bekleyişi esnasında Hz. Ali Medine’ye de bir elçi
göndererek binek, silah ve diğer ihtiyaçlarını temin etti.[1225] [1226]
Hz. Ali burada ,1224
taraftarlarına
nasihatlerde bulunmak için bazı konuşmalar yaptı.
Hz. Ali,
Rebeze’den ayrılmaya karar verip harekete geçeceği esnada Rifâ‘a b. Râfi‘
kalkıp yanına gitti ve şöyle dedi: “Ey müminlerin emiri, ne yapmak istiyorsun?
Bizi nereye götüreceksin?” Hz. Ali: “Yapmak istediğimiz ve gerçekleştirmeye
niyetlendiğimiz şey, ıslahtır. Eğer bunu kabul eder ve çağrımıza icabet
ederlerse, ıslah yapmak istiyoruz. Durumu düzeltmeye niyetliyiz.” Rifâ‘a b.
Râfi‘: “Ya sizin bu isteğinize uymazlar ve çağrımıza icabet etmezlerse ne
yaparsın?” Hz. Ali: “Onları hainlikleriyle baş başa bırakır ve onlara hakkı
söyleyip sabrederiz.” Rifâ‘a b. Râfi‘: “Ya buna da razı olmazlarsa ne
yaparsın?” Hz. Ali: “Bize ilişmedikleri sürece biz de onlara ilişmeyiz.” Rifâ‘a
b. Râfi‘: “Ya bizi rahat bırakmazlarsa ne yaparsın?” Hz. Ali: “Kendimizi onlara
karşı koruruz.” Rifâ‘a b. Râfi‘: “Öyleyse yapmak istediğin şey güzel bir
şeydir.” dedi.[1227]
Hz. Ali
Se‘labiyye bölgesindeyken Basra’da meydana gelen ölümler, Osman b. Huneyf’in
Basra’dan çıkarılıp kovulması ve beytülmâlin yağmalanması gibi olaylar Hz. Ali’ye
ulaştı. O da: “Allah’ım! Talha ve Zübeyr’i müptela kıldığın şeyden beni uzak
tut.” diye dua etti.[1228]
Hz. Ali Rebeze
veya Zikâr bölgesindeyken Basra emiri olan Osman b. Huneyf saçı-sakalı yolunmuş
bir vaziyette Hz. Ali’ye ulaştı ve: “Ey müminlerin emiri! Sen beni sakallı
olarak gönderdin. Bense sana tüysüz olarak geri döndüm.” dedi. Bunun üzerine
Hz. Ali: “Sen ecir ve hayır kazandın. İnsanlara benden önce iki adam emir oldu.
İkisi de Kitâb ile amel ettiler. Sonra üçüncüsü emir oldu. Onlar söylediler. İnsanlar
da yerine getirdiler. Sonra bana biat ettiler. Talha ve Zübeyr de biat etti.
Sonra biatlerini bozdular ve insanları benim aleyhime kışkırttılar. Onların Ebû
Bekir ve Ömer’e bağlı kalıp bana muhalefet etmeleri çok tuhaftır. Vallahi!
Onlar da bilirlerdi ki ben benden öncekilerden daha düşük bir insan değilim.
Allah’ım onların kurmuş olduğu bu birliği boz. Onlara hükmedecek gücü verme.
Onlara yaptıkları işin kötülüğü göster.” dedi.[1229]
Basra’da
yaşananları haber aldıktan sonra Hz. Ali, Muhammed b. Ebû Bekir ve Muhammed b.
Cafer’le birlikte Kûfeliler’e şu mealde bir mektup gönderdi: “Ben sizi diğer
şehirlerin halkına tercih ettim. Size rağbet ettim. Olan hadiselerin dışında
kalıp feragat gösterdim. Siz, Allah’ın dinine yardımcı ve destekçi kimseler
olun. Bize katılın, bize yardım edin. Biz, barış ve ıslahı istiyoruz ki bu
ümmet yine eskisi gibi kardeşler haline gelsin.”[1230]
Hz. Ali, Zikâr
beldesinde ikamet ederek, Muhammed b. Ebû Bekir ve Muhammed b. Cafer’le
gönderdiği mektubun cevabını beklemeye başladı. Onlar da Hz. Ali’nin mektubunu
Ebû Mûsâ’ya götürüp, halkın kendilerine yardımcı olmalarını istediler. Ancak
isteklerine uyan ve çağrılarına icabet eden olmadı.[1231] Hz. Ali’nin iki elçisi Kûfe
valisi olan Ebû Mûsâ’ya gelerek ondan yardım istediler. Fakat Ebû Mûsâ onlara
yardım etmeyi reddederek Hz. Osman’ın katilleri cezalandırılana kadar kimseyle
savaşmayacaklarını bildirdi. Bunun üzerine Muhammed b. Ebû Bekir ve Muhammed b.
Cafer ona hakaretler ederek Hz. Ali’nin yanına geri dönüp durumu anlattılar.[1232] [1233]
Bu gelişme üzerine
Hz. Ali, Eşter ve İbn Abbâs’ı Kûfe’ye gönderdi. O ikisi yanlarına bazı
Kûfeli’leri de alarak Ebû Mûsâ ile konuştular. Bunun üzerine Ebû Mûsâ da kalkıp
cemaate hitaben şöyle dedi: “Ey insanlar! Muhammed’e arkadaşlık eden sahâbe,
Allah ve Rasûlünü sahâbe olmayanlara nispetle daha iyi bilirler. Sizin bizim
üzerimizde haklarınız vardır. Ben size bir öğüt vereceğim. Uygun görüş odur ki
Allah’ın otoritesini hafife almayasınız ve Allah’ın emirlerine karşı
cüretkârlık yapmayasınız. İşte fitne kopmuştur. Bu fitne esnasında uyuyan
kimse, uyanık olandan daha hayırlıdır. Uyanık olan da oturandan daha
hayırlıdır. Oturan da ayakta durandan daha hayırlıdır. Ayakta duran da
süvariden daha hayırlıdır. Süvari olan ise bineğini koşturandan daha
hayırlıdır. Kılıçlarınızı kınlarına sokun. Mızraklarınızın başını ve
yaylarınızın kirişini koparın. Bu iş yatışıncaya kadar haksızlığa uğrayanları
ve mazlumları barındırın ki bu fitne ortadan yok olup gitsin.” Ebû Mûsâ’nın bu
konuşmayı yapmasından sonra İbn Abbâs ve Eşter, dönüp Hz. Ali’nin yanına
gittiler. Durumu ona anlattılar.
Hz. Ali
Kûfe’ye son olarak Ammâr b. Yâsir ve Hz. Hasan’ı gönderdi. Hz. Hasan ve Ammâr,
Ebû Mûsâ ile bir hayli mücadele ettiler. Ebû Mûsâ, Hz. Hasan ve Ammâr’ın ikna
ettiği kişilerle konuşarak onları bu işten vazgeçiliyordu. Sonunda Hz. Ali
Eşter’i Kûfe’ye göndererek Ebû Mûsâ’yı valilikten azletti. Ebû Mûsâ’nın
azlinden sonra insanlar Hz. Ali’ye meyletti.[1234]
Ammâr b. Yâsir
insanları Hz. Ali’ye destek vermeye çağırdığı esnada bir adam Hz. Âişe’ye dil
uzatmıştı. Adamın bu konuşmasına çok sinirlenen Ammâr: “Alçak ve bayağı olarak
kaybol gözümün önünden! Rasûlullah’ın sevgili hanımına nasıl laf söylersin?
Kuşkusuz Âişe Rasûlullah’ın cennetteki eşlerindendir.” demişti.[1235]
Hz. Hasan ve
Ammâr’ın bu çağrısına icabet eden kişi sayısı ihtilaflıdır. Kaynaklarda altın
bin-yedi bin,[1236] dokuz bin,[1237] dokuz bin altı yüz elli,[1238] ve on iki bin[1239] kişinin Zikâr bölgesinde
bulunan Hz. Ali’ye katıldığı yönünde rivayetler bulunmaktadır. Ayrıca Hz.
Ali’nin yanında on bin kişiden oluşan bir ordu da bulunmaktaydı. Hep birlikte
Basra’ya hareket ettiler.[1240]
Abdülkays
kabilesi ise bütünüyle Hz. Ali’nin bulunduğu Zikâr ile Basra arasında durup
onun gelmesini bekliyorlardı. Binlerce kişiydiler.[1241]
Hz. Ali,
Basra’da bulunan Talha ve Zübeyr’e elçi olarak Ka‘kâ‘a’yı gönderdi ki onları
kendi safları arasına katılmaya ve dostluk bağlarını tesis etmeye davet etsin.
Ayrılık ve ihtilafın büyük bir günah olduğunu hatırlatsın. Ka‘kâ‘a Basra’ya
gidip önce müminlerin annesi Hz. Âişe ile görüşüp ona şöyle dedi: “Anacığım, bu
beldeye seni getiren sebep nedir?” Hz. Âişe: “Ey oğulcağızım! İnsanların
arasını düzeltmek için geldim.” Ka‘kâ‘a: “Talha ve Zübeyr’e haber gönder de
senin yanına gelsinler. Onlarla da senin huzurunda konuşalım.”
Talha ve
Zübeyr’e haber gönderilip Hz. Âişe’nin bulunduğu yere geldiklerinde Ka‘kâ‘a
onlara şöyle dedi: “Ben, müminlerin annesi Âişe’ye buraya niçin geldiğini
sordum. İnsanların arasını bulmak ve fesadı yok etmek için geldiğini söyledi.
Talha ve Zübeyr: “Biz de bunun için geldik.” dediler. Ka‘kâ‘a: “Bu düzeltmenin
ve ara bulmanın yolu nedir? Bunu bana söyleyin. Bu düzeltme ne şekilde
yapılacaktır? Allah’a yemin ederim ki eğer yolunu bilirsek düzeltmeyi yapar,
fesadı ortadan kaldırırdık. Eğer bilemezsek bunu yapamayız.” Talha ve Zübeyr: “Osman’ın
katillerini istiyoruz. Eğer o katiller kendi hallerine bırakılırlar ve
cezalandırılmazlarsa bu Kur’ân-ı terk etmek demektir.” Ka‘kâ‘a: “Siz, Basra
halkından Osman’ın katilleri olan birçok kimseyi öldürdünüz. Bugün doğruluğa
herkesten önce sizin yönelmeniz gerekir. Altı yüz adam öldürdünüz. Altı bin
kişi size karşı çıktı. Sizi terk edip gittiler, yanınızdan ayrıldılar. Hurkus
b. Züheyr’i öldürmek istediniz. Onu altı bin kişi size karşı korudu. Eğer
onları kendi hallerine terk ederseniz bu söylediklerinizi de terk etmiş
olursunuz. Eğer onlarla çarpışacak ve sizden ayrılan adamlara karşı koyacak
olursanız, hoş karşılamadığımız bu olaylardan daha büyüğü ile karşılaşırsınız
ve sizden nefret edilir. Amacınız Osman’ın katillerini öldürmekse ve bunda bir
maslahat görmekteyseniz bilesiniz ki onları öldürdüğünüz takdirde daha büyük
bir fesat çıkacaktır. Altı bin kişi kendisini koruduğu için Hurkus b.
Züheyr’den, Osman’ın öcünü almaktan aciz kaldığınız gibi ben de Osman’ın
katillerini şimdilik öldürmemekte mazurum. O katilleri öldürme işini, onları
yakalama fırsatını elde edinceye kadar erteliyorum. Çünkü her şehirdeki
ahalinin görüşü farklıdır. Halk, ihtilaf halindedir. Sonra şunu da biliyorum ki
Rebia ve Mudar kabilesinden bir topluluk, meydana gelen bu hadise yüzünden
Osman’ın katilleriyle savaşmak için bir araya gelmişlerdir.” Bunun üzerine Hz.
Âişe Ka‘kâ‘a’ya: “Peki sen ne dersin?” diye sorduğunda o şöyle cevap verdi:
“Meydana gelen bu olayların ilacı, hadiseleri ve insanları sakinleştirmektir.
Eğer bu durum teskin edilirse, insanların heyecanları söner ve iş sona erer.
Bize biat ederseniz bu, hayra bir alamettir. Rahmet ve iyiliğe doğru giden bir
yolun müjdesidir. Fakat buna yanaşmaz ve işi daha da büyütürseniz, durum şerre
ve kötülüğe doğru kayıp gider ki bu, hâkimiyetin ve mülkün yok olması demektir.
Afiyeti, sağlık ve selâmeti isteyin ki yüce Allah, onu size ihsan etsin. Siz
daha önce İslâm’ın başlangıcında olduğu gibi hayra ve iyiliğe anahtar olunuz.
Ne olur, belaya ve musibete başvurup da onu başımıza ve kendi başınıza
sardırmayın. Vallahi benim söyleyeceklerim bundan ibarettir. Sizi bu sözlere
uymaya ve hayra davet ediyorum. Bu musibetlerin sonunda yüce Allah’ın, bizi
daha büyük bir musibete uğratacağından korkuyorum. Başınıza gelen bu
felaketler, gerçekten daha önce düşünülen ve tasarlanan şeyler değildir. Bu
işler, bir adamın bir başkasını öldürmesi veya ondan nefret etmesi, ya da bir
kabilenin başka bir kabileyi öldürüp de ondan nefret etmesine benzemez.”
Bu sözler
üzerine onlar da Ka‘kâ‘a’ya şöyle dediler: “Doğru ve isabetli söyledin. Kalk,
şimdi Ali’ye git. Eğer Ali de bu görüşlerine aynen uyar ve bu görüşlerle bize
yaklaşırsa, o zaman bu iş barışla sonuçlandı, demektir.” Ka‘kâ‘a’, Hz. Ali’ye
dönüp durumu anlattı. O da bu gelişmeye son derece sevindi. Her iki taraf
barışa yöneldi.[1242]
Bundan sonra
Hz. Ali, Talha ile Zübeyr’e şu mealde bir mektup gönderdi: “Ka‘kâ‘a b. Amr’a
verdiğiniz söze bağlıysanız bize ilişmeyin. Oturalım bu işi görüşelim.” Onlar
da Hz. Ali’nin, bu mektubuna karşı şu cevabî mektubu gönderdiler: “Biz,
insanlar arasında barış tesis etmek maksadıyla Ka‘kâ‘a b. Amr’a verdiğimiz söze
bağlıyız.”[1243]
Ancak bu
barışı hoş karşılamayanlar da vardı. Hz. Ali kendisine gelen bu olumlu haberden
sonra kalkıp bir hutbe okumuş, taraftarlarına çeşitli nasihatlerde bulunmuştu.
Hz. Ali sözlerini şöyle bitirmişti: “Allah, mutlaka arzu ettiğini ortaya koyar
ve dilediğini yapar. Haberiniz olsun ki ben yarın çıkıp gidiyorum. Siz de bana
uyup buradan çıkın. Osman’ın öldürülmesine yardımcı olanlar yola çıkmasınlar.”[1244]
İslâm tarihi
kaynaklarında Cemel Savaşı’nın anlatımında buradan sonra Abdullah b. Sebe
devreye girmektedir. Daha öncede belirttiğimiz gibi Abdullah b. Sebe gibi kişi
veya kişilerin varlığı akla aykırı değildir. Fakat böyle bir şahsın varlığını
kabul etmeyenler içinde anlatımda herhangi bir değişiklik olmayacaktır. Tek
fark şer elebaşlarından bir kişinin eksik olmasıdır. Çünkü Hz. Ali’nin ordusu
içinde yaptıkları yanlışın büyüklüğünü fark edip bu yanlışın kendileri için
nelere mal olacağını bilen bir hayli kalabalık bir grup zaten bulunmaktaydı.
Hz. Ali, bu
konuşmasını yaptıktan sonra, Hz. Osman’ın öldürülmesinde elebaşılık yapan Eşter
en-Nehaî, Şûreyh b. Evfa, Abdullah b. Sebe, Sâlim b. SaTebe ve İlbâ’ b. Heysem
gibi tanınmış liderler başkanlığında iki bin beş yüz kişi bir araya gelip
toplandı. Bunların aralarında bir tek sahâbî bile yoktu. Bunlar dediler ki:
“Ali, Allah’ın kitabını en iyi kavrayan ve en iyi bilen kimse olduğu için
Osman’ın katillerini er-geç yakalayıp Allah’ın emrini yerine getirecek ve bu
konuda titiz davranacak ilk insandır. Onun söylediklerini işittiniz, yarın
insanları size karşı toplayacaktır. Aslında bütün kavim sizi ele geçirmek
istiyor. Sayınız az, onlarınki ise çoktur, ne yapacaksınız?”
Eşter dedi ki:
“Talha ile Zübeyr’in bizim hakkımızda neler düşündüklerini biliyoruz. Ali’nin
ise bizim hakkımızdaki düşündüklerini bugüne kadar bilmiyorduk.
Eğer onlarla
anlaşmışsa, bizi öldürmek için anlaşmıştır. Eğer durum bu merkezde ise, Ali’yi
de Osman’ın peşine takar, onu öldürürüz. O zaman millet de susarak bizim
yaptıklarımıza razı olur.” Abdullah b. Sebe: “Senin görüşün ne kadar kötü! Eğer
Ali’yi öldürürsek bizi de öldürürler. Ey Osman’ın katilleri olan bizler! Bizim
sayımız az, Talha ile Zübeyr’in taraftarlarına gelince onlar daha kalabalık,
onlara güç yetiremeyiz, onlar bizi ele geçirmek istiyorlar.”
İlbâ’ b.
Heysem ise, şöyle dedi: “Gelin, onları kendi hallerine bırakıp gidelim, başka
şehirlere yerleşelim, orada kendimizi koruyalım. Abdullah b. Sebe şöyle dedi:
“Ne kadar kötü bir görüş! Vallahi herkes sizin ayrı bir grup olup gitmenizden
dolayı sevinir. Eğer siz, bu iyi ve her türlü kötülükten uzak olan insanlarla
bir arada olursanız, mesele yok. Eğer ayrılıp da kendi başınıza bir grup
olursanız nerede bulunursanız bulunun, insanlar sizi öldürürler. Sizin üstün
olmanız ve bu işten sıyrılmanız, her iki grubun çarpışmasıyla mümkündür. Eğer
onlar yarın birbirlerine düşerlerse, siz aralarından yavaşça çıkınız ve onlara
herhangi bir şekilde yardım konusunda da söz vermeyiniz. Burada yapılacak tek
şey, Ali’yi Talha ve Zübeyr ile çarpıştırıp onları birbirine düşürmektir. Bu
görüşümü dikkate alın.” Hz. Osman’ın katilleri bu konuşmalardan sonra
ayrıldılar.[1245]
Sabahleyin Hz. Ali yola çıktı. Abdülkays kabilesinin
adamlarının bulunduğu yere geldi. Onlar da kendisine katılıp yola çıktılar.
Nihayet Zâviye’ye vardılar. Hz. Ali, oradan Basra’ya doğru hareket etti. Talha
ve Zübeyr ile beraberindekiler de Hz. Ali’yi karşılamak için Furda’dan yola
çıktılar. Ubeydullah b. Ziyâd’ın köşkünün yanında toplandılar. Her iki taraf
ayrı ayrı yerlerde konakladılar. Hz. Ali, askerlerini biraz öne aldı, diğerleri
gelip ona katıldılar. Üç gün orada durdular. İki taraf arasında haberleşme ve
yazışma devam etti.[1246]
CEMEL SAVAŞI
Hz. Ali
Cemaziyelahir 36/Aralık 656 ayının ortalarında Perşembe günü Basra’nın Zâviye
bölgesinde Ubeydullah b. Ziyâd köşkünün yanına Hz. Âişe taraftarlarının
karşısına ordusunu getirdi.[1247] Savaş ise Cuma günü meydana
geldi.[1248]
Bu yolculuk
esnasında Ureyneli bir bedeviden Ya‘lâ b. Ümeyye, seksen veya iki yüz dinara
bir deve satın almıştı. Hz. Âişe’ye tahsis edilen, Asker isimli bu deveye
nispetle bu savaşın ismi Cemel Savaşı olmuştur.[1249]
[1250] Cemel Savaşı’nda Hz. 1248 Ali nin kullandığı bayrak
siyahtı. Hz. Âişe taraftarlarının sembolü ise deveydi.
Kaynaklarda
savaşın kim tarafından başlatıldığı meselesi de ihtilaflıdır. Bu konuyla ilgili
kaynaklarda üç farklı ihtimal zikredilmektedir. İlki Şiî eğilimli kaynaklarda
geçmektedir. Bu rivayetlere göre Hz. Ali üç gün boyunca Basralılara elçiler
gönderip, onları itaate ve halifenin yanındaki topluluğa katılmaya davet etmiş,
ancak hiçbir cevap alamamıştı. Hz. Ali taraftarları ısrarla savaşmaktan
kaçınmış, fakat Hz. Âişe taraftarlarının tacizleri neticesinde savaşmaktan
başka bir yol bulamamışlardır. Yine aynı rivayetlere göre Hz. Âişe ordunun
önünde hevdecin içinde duruyordu.[1251]
Bu ihtimalin zayıf olduğunu düşünüyoruz. Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’in Hz. Ali
ile barış için müzakere etmeden böyle kanlı bir savaşı başlatmaları mümkün
gözükmemektedir.
Taberî’de
geçen ve çok önemli olduğunu düşündüğümüz bir diğer rivayette herkesin barış
yapılacak ümidini taşıdığı bir sırada askerlerin yanındaki çocukların
birbirlerine sövüp bir şeyler atmaya başladıkları rivayet edilmektedir.
Çocukların ardından bu gerginliğe askerlerin köleleri ve serseri mizaçlı sefih
insanlar da dâhil olmuşlardı. Savaşın başlamasına sebep olan olay buydu.[1252] Bize göre bu ihtimal
ilkinden daha güçlüdür. Fakat görebildiğimiz kadarıyla bu rivayet sadece tek
kaynakta zikredilmiştir.
Son olarak
Seyf rivayetinde, savaşın Hz. Osman’ın katilleri tarafından başlatıldığı açıkça
belirtilmiştir. Bu grup, savaştan çıkar sağlayacak tek topluluktur. Hz. Ali ve
taraftarları için, Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr gibi saygın kişilerin içerisinde
bulunduğu müslümanlarla savaşmak gurur verici bir durum değildi. Bunun tersi
bir durum Hz. Âişe ve taraftarları için de geçerliydi. Hz. Ali, Muâviye’ye
karşı Suriye’ye doğru harekete geçtiğinde bu kimselerin de desteğini almış
olsaydı çok daha iyi olurdu. Diğer yandan Hz. Osman’ın katilleri barışın sağlanması
durumunda kendilerinin tespit edilip cezalandırılması için uygun ortamın
oluşacağını görmüşlerdi.[1253] [1254]
Bize göre eldeki veriler ışığında en makul sebep Hz. Osman’ın katillerinin
kendi geleceklerini garanti altına almak için böyle bir savaşı başlatmış
olmalarıdır.
İki ordu
arasında alınan sulh kararından sonra herkesin kalbi rahatlamış sükûna ermişti.
İki ordudaki askerler, arkadaşlarıyla görüşüp konuştular. Akşam olunca Hz. Ali,
Abdullah b. Abbâs’ı karşı tarafa gönderdi. Onlar da Muhammed b. Talha’yı Hz.
Ali tarafına gönderdiler. Böylece iki taraf da rahat bir gece geçirdiler. Ancak
Hz. Osman’ın katilleri sinsi planlarını gerçekleştirebilmek için uyumuyorlardı.
Onlar geceleyin bir araya gelip istişare yaptılar. Fecir doğar doğmaz 1252 savaşı başlatma kararını
aldılar.
Fecrin
doğuşundan önce iki bine yakın[1255]
kişi hep birlikte ayaklandılar. Her grup kendi yakınındaki tarafa hücum etti.
İki taraf da kendilerini korumak için silahlarını ele alıp savaşmaya
başladılar. İnsanlar, uykudan uyandılar. Her iki taraf da karşı tarafın
kendisine saldırdığını zannediyordu. Herkes kendi silahını koşup aldı, zırhını
giydi, atlarına bindi. Aslında ne yapıldığını hiç kimse bilmiyordu. Savaş
iyiden iyiye kızışmıştı.[1256] Hz. Âişe taraftarları otuz
bin, Hz. Ali taraftarları ise yirmi bin kişiye yakındı.[1257]
Ordular karşı
karşıya geldiğinde Hz. Âişe Huddân mescidinde Ezd kabilesi arasında
konaklamıştı.[1258] Hz. Osman’ın katlinde rolü
olanlar çarpışmaya ara vermiyorlar, fütursuzca savaşıyorlardı. Hz. Ali’nin
münadisi de: “Savaşmaya son verin, savaşmaya son verin!” diye sesleniyor, ama
bu çağrıya kulak veren kimse olmuyordu. Basra kadısı Ka‘b b. Sûr Hz. Âişe’ye
gidip şöyle dedi: “Ey müminlerin annesi! İnsanlara yetiş. Belki Allah, senin
vasıtanla insanları barıştırır. Hz. Âişe, devesinin üzerindeki hevdece oturdu.
Onun hevdecini zırhlarla kapattılar. Gelip insanların savaştıkları yerde durdu.
Ama onlar birbirlerine saldırıyor, savaş
meydanında tur atıyorlardı.
Gerçekten çok
acı bir tablo ortaya çıkmıştı. Neredeyse bir adamın üzerinde yürüyebileceği
şekilde iki tarafın mızrakları da birbirine girmişti. Bir yandakiler: “Allahu
ekber!” diyorlar. Diğerleri ise: “Sübhânallah! Allahu ekber!” diye karşılık
veriyorlardı. Kimse yaptığı işin yanlış olduğunu düşünemiyordu.[1259] [1260]
Savaş alanında
karşı karşıya gelenler arasında Zübeyr ve Ammâr da vardı. Ammâr, mızrağını
Zübeyr’e fırlatmak için fırsat kolluyordu. Ama Zübeyr, kendini bir tarafa
çekiyor ve ona şöyle diyordu: “Ey Ebû Yekzân, beni öldürecek misin?” Ammâr:
“Hayır, ey Abdullah’ın babası.” demişti. Zübeyr, Rasûlullah’ın: “Ey Ammâr! Seni
asi bir grup öldürecektir.” hadisini hatırladığı için Ammâr’ı öldürmekten
vazgeçmişti. Yoksa Zübeyr, ondan daha güçlüydü. Bu sebeple onu öldürmedi.[1261]
Ammâr hakkında
Hz. Âişe’den gelen bir rivayet de çok ilginçtir. Rasûlullah onun hakkında:
“Ammâr iki iş arasında serbest bırakıldığında daima en doğrusunu seçmiştir.”
buyurmuştur.[1262]
Hz. Ali savaş
şiddetlenip, kellelerin koptuğunu ve yere düştüğünü gördüğü zaman oğlu Hasan’ı
tutup bağrına basmış ve: “Ey Hasan! Doğrusu biz Allah’a aidiz ama bu durumdan
sonra artık ne hayır umulur?” demişti.[1263]
Hz. Ali: “Allahım! Ben böyle olmasını arzu etmedim. Allahım! Ben böyle olmasını
arzu etmedim.” diyerek ortaya çıkan tablonun vehametinden pişmanlığını dile
getiriyordu.[1264]
Kaynakların
ihtilafsız bir şekilde ifade ettiğine göre Zübeyr savaşın başlamasından sonra
savaş alanını terk etmişti. Fakat Zübeyr’in savaş alanını niçin terkettiği
meselesi ihtilaflıdır. Katâde’den gelen bir rivayete göre, Hz. Ali Cemel günü
Zübeyr’in kaçtığını öğrenince: “Safiyye’nin oğlu hak üzere olduğuna inansaydı
kaçmazdı.” demiştir. Hz. Ali bu sözü şunun için söylemişti: “Rasûlullah
ikisiyle vaktiyle Benî Sâide gölgeliğinde karşılaşınca, Zübeyr’e: ‘Onu seviyor
musun ey Zübeyr?’ diye sordu. Zübeyr: ‘Neden sevmeyeyim?’ karşılığını verince,
Rasûlullah: ‘Ona zulmederek kendisiyle savaştığın zaman halin ne olur?’
buyurdu.[1265] Zübeyr’in bu sebeple kaçtığı
söylenir.”[1266] [1267]
Zübeyr’in savaş alanını terk
etmesine sebep olan diğer bir ihtimal ise Hz. Ali’nin yanında Ammâr’ı görmesidir.
Zübeyr Hz. Peygamber’in Ammâr hakkında: “Seni asi bir topluluk öldürecektir.”
sözünü işittiği için onun öldürülmesini istememişti.
Savaştan önce
Hz. Ali İbn Abbâs’ı Zübeyr ile konuşması için göndermişti.[1268] İbn Abbâs,
Zübeyr’e: “Kuşkusuz Âişe hilafeti akrabası olan Talha’ya vermek istiyor. Sen
ise akraban olan Ali’ye karşı savaşıyorsun.” demişti. Bunun üzerine Zübeyr’in
savaş alanından ayrıldığı da zikredilmiştir.[1269]
Zübeyr’in
savaş alanını terk etmesi belki de tüm bu ihtimallerin dışında olup ortaya çıkan
korkunç tablo sebebiyle, olayların bu noktaya gelmesi onu çok etkilemiş ve
böyle bir karar almış da olabilir.
Zübeyr geri
dönüş yolunda Vâdissibâ’da namaz kılarken[1270]
veya uyurken[1271] Amr b. Cürmûz
tarafından öldürülmüştür.[1272] Amr b. Cürmûz Zübeyr’i
öldürdükten sonra bir ihsan alabilmek ümidiyle Hz. Ali’nin yanına gelmişti.
Fakat Hz. Ali kendisine Rasûlullah’ın şöyle buyurduğunu bildirmişti:
“Safiyye’nin oğlunu öldüren kimseyi ateş ile müjdele.”[1273] Bunun üzerine Amr:
“Düşmanlarınızı öldürüyoruz, bizi ateşle müjdeliyorsunuz!” diyerek oradan
uzaklaşmıştı.[1274]
Hz. Ali
Zübeyr’in kılıcını gördüğü zaman: “Rasûlullah’tan birçok sıkıntıları gideren
kılıç.” demiş ve hüzünlenmişti. Hz. Ali bu kılıcı Hz. Âişe’ye göndermişti.[1275]
Talha’ya
gelince, savaş alanında nereden geldiği belli olmayan bir ok ayağına isabet
etmişti. Onu savaş alanına yakın bir eve götürerek tedavi etmeye çalışmışlardı.
Ancak çok fazla kan kaybettiği için orada vefat etmişti.[1276] Bu oku Mervân b. Hakem’in
ona fırlattığı da rivayet edilmiştir.[1277]
Bu
gelişmelerden sonra Hz. Âişe, hevdecinin üzerinde savaş alanında ilerledi. O
esnada Basra kadısı Ka‘b b. Sûr, bir mushafı eline almış, Hz. Âişe de ona:
“Çarpışanları bu mushafa davet et.” diye emretmişti. Ka‘b b. Sûr, mushafı eline
alıp savaş alanında ilerlemişti. Fakat savaş ortamında hiç kimse onun bu
çağrısına uymadı. Ka‘b atılan oklar neticesinde kısa süre içerisinde
öldürülmüştü.[1278]
Atılan oklar
müminlerin annesi Hz. Âişe’nin hevdecine de ulaşıyordu. Bunun üzerine Hz. Âişe:
“Allah Allah! Ey oğullarım, hesap gününü hatırlayın!” diye bağırdı. Ellerini
kaldırıp Hz. Osman’ın katilleri olan o saldırganlara beddua etmeye başladı.
Orada bulunan kimseler de onunla birlikte yüksek sesle beddua etmeye
başladılar. Bu gürültüler, Hz. Ali’nin kulağına ulaşınca: “Bu gürültü de ne?” diye
sordu. Orada bulunanlar: “Müminlerin annesi, Hz. Osman’ın katillerine ve bu
katillerin taraftarlarına beddua ediyor.” dediler. Hz. Ali de: “Allah’ım,
Osman’ın katillerine lanet et.” dedi.[1279]
Hz. Osman’ın
katilleri Hz. Âişe’nin hevdecine ok atmaya devam ettiler. Öyle ki atılan
okların saplanması neticesinde hevdeci bir kirpiyi andırıyordu.[1280] Hz. Âişe de yanında
bulunanları, bu saldırganları durdurmaya teşvik etti. Yanındakileri onlara
karşı saldırıya geçirdi. Onlar da saldırganlara hücum ettiler ve bu hücum, Hz.
Ali’nin bulunduğu yere kadar uzandı. Hz. Ali, oğlu Muhammed b. Hanefiyye’ye:
“Yazıklar olsun sana! Bayrağı al ve ilerle!” diye emir verdi. Ancak Muhammed b.
Hanefiyye, bu emri yerine getiremeyince Hz. Ali, onun elinden bayrağı alıp
ilerledi.[1281] Savaş bazen Basralılar’ın
lehine, bazen de Kûfeliler’in lehine dönüyordu. Yaşanan çarpışmalar da çok
sayıda kişi öldürüldü. Bu savaştaki kadar el ve ayağın kesildiği başka bir
savaş görülmemişti.[1282]
Talha’nın
yaralanması ve Zübeyr’in savaş alanını terk etmesinden sonra komutanlık görevi
Hz. Âişe’ye kalmış gibiydi. Hz. Âişe’nin devesi artık bir sancak görevi
görüyordu ve ayakta kaldığı müddetçe zafer için bir ümit vardı. Ayrıca bir grup
Hz. Âişe’yi öldürmek istiyorlardı. Hz. Âişe de bu durumun farkındaydı.[1283]
Hz. Âişe
kendisine kalan komutanlığı gayet iyi yapıyor ve insanları, savaşmaları için
teşvik ediyordu. Bir ara Hz. Âişe sol tarafına bakarak: “Sol yanımda kimler
vardır?” diye sorunca, Sabra b. Şeymân: “Evlatların Ezd kabilesi var.” diye
cevap vermiş, Hz. Âişe de: “Ey Gassân oğulları! Daha önce işitmiş olduğumuz
kahramanlıklarınızı bugün de koruyunuz.” diye seslenmişti.[1284] Sağına bakıp: “Bunlar
kimlerdir? diye sorunca onlar: “Bekir b. Vâil kabilesindeniz.” dediler. Hz.
Âişe de: “Adamın birisi, sizin hakkınızda şöyle demişti;
Demirle bize
geldiler.
Onlar himmet
sahibi eşraftırlar.
Bekir b. Vâil
kabilesidirler.”[1285]
Sonra Beni
Nâciye kabilesi, ardından da Benî Dabbe kabilesi Hz. Âişe’nin etrafına
geldiler. Bu savaşta onlardan da çok sayıda adam öldürüldü.[1286]
Savaş
şiddetlenip Hz. Âişe taraftarlarının gücü azaldığı zaman Beni Adiy b. Abdümenâf
kabilesi ilerledi ve şiddetli bir şekilde çarpıştı. Hz Âişe’nin devesini
koruyorlardı.[1287] Hz. Âişe savaştan sonra
şöyle demişti: “Adiyy oğullarının sesleri kesilmeden devemin başı başkasına
teslim olmadı.”[1288]
Karşı
taraftakiler ise bu deveyi öldürmeyi amaçlayarak şöyle demişlerdi: “Bu deve
durdukça savaş da sürecektir.”[1289]
Bu sebeple Hz. Âişe’nin devesinin yanı başında çok şiddetli çarpışmalar
yaşandı. Aralarında Muhammed b. Talha ve Zeyd b. Sûhan’ın da olduğu çok sayıda
kişi devenin yanında yapılan çarpışmalarda vefat etti.[1290] Devenin yularını son olarak
Dabbe oğulları aldı ve onlardan kırk[1291]
kişi deveyi savunurken öldürüldü.[1292]
Hz. Âişe onlar hakkında: “Dabbe kabilesi evlatlarının sesleri kesilinceye kadar
bu öldürmeler devam etmişti. Devem dimdik yerinde durmuştu.” demiştir.[1293]
Sonra devenin
yularını Kureyş’ten yetmiş kişi sırasıyla tuttular. Ve bunlar da peş peşe
öldürüldüler.[1294] Muhammed b. Talha
öldürüldükten sonra sancağı Amr b. Eşref aldı. Deveye yaklaşanların hepsine
kılıcıyla vuruyordu. Bir yandan da şu mısraları okuyordu;
Ey annemiz! Ey
bildiğimiz en hayırlı kadın!
Görmez misin
ki nice yiğitler yaralanıyor.
Başları ve
bilekleri gövdelerinden koparılıyor.
Onun karşısına
Hâris b. Züheyr el-Ezdî çıktı. Bu ikisi birbirini öldürdü.[1295]
Bayrağı ve
devenin yularını, tanınmış yiğitlerden başkası eline almıyordu. Bunlar da
kendilerine saldıranları öldürüyorlar, sonra kendileri de ölüyorlardı.[1296] Sonra Abdullah b.
Zübeyr ilerleyip devenin yularını tuttu, ama konuşmuyordu. Hz. Âişe’ye:
“Devenin yularını kız kardeşinin oğlu eline aldı.” dediklerinde Hz. Âişe,
Abdullah b. Zübeyr’in annesi Esmâ’yı kastederek: “Vah Esmâ da ağlayacak.”
demişti. Mâlik b. Hâris Eşter, devenin yularını tutmuş vaziyette iken gelip ona
saldırdı. İkisi savaşmaya başladılar. Eşter, Abdullah’ı başından ağır bir
şekilde yaraladı. Abdullah b. Zübeyr de Eşter’i hafif yaraladı. Sonra Eşter’le
Abdullah çarpışırken yere düştüler. O esnada Abdullah b. Zübeyr, şöyle diyordu:
“Beni ve Mâlik’i öldürün. Mâlik’i benimle beraber öldürün.” Orada bulunanlar,
Mâlik’in kim olduğunu bilmiyorlardı. O, Eşter lakabıyla tanınmıştı. Çarpışmanın
bu şekilde devam ettiğini gören Hz. Ali taraftarlarıyla Hz. Âişe’nin
taraftarları koşup her iki hasmı birbirinden çekip ayırmışlardı. Abdullah b.
Zübeyr’in aldığı bu son yarasıyla birlikte Cemel Savaşı’nda vücudunda meydana
gelen yaraların sayısı otuz yediyi bulmuştu.[1297]
Yaralılar arasında Mervân b. Hakem de vardı.[1298]
Hz. Ali
veya Ka‘kâ‘a b. Amr’ın tavsiyesi üzerine devenin ayaklarına kılıçla vurularak
deve yere düşürüldü. Hz. Âişe taraftarları, simge durumunda olan devenin
düşmesiyle dağılıp kaçtılar.[1299]
Hz. Ali, Cemel
ashâbının savaş alanından kaçmasından sonra adamlarından bazılarına bu hevdeci
ölülerin bulunduğu yerden alıp getirmelerini emretti. Muhammed b. Ebû Bekir ve
Ammâr b. Yasir de bu kişiler arasındaydı. Hevdec kenara çekildikten sonra
Muhammed ve Ammâr Hz. Âişe’ye durumunu sorduklarında Hz. Âişe o ikisini
tersleyerek cevap vermişti. Hz. Ali de gelip Hz. Âişe’ye selâm vermiş ve halini
sormuştu. Hz. Âişe, iyi olduğunu belirtince Hz. Ali: “Allah seni affetsin.”
dedi.[1300] Benzer bir rivayette Hz. Ali’nin Hz. Âişe’nin
çadırının önünde durarak kendisini çıktığı bu yolculuktan ötürü ayıpladığı, Hz.
Âişe’nin ise: “Ey Ebû Tâlib’in oğlu! Zafer kazandın. Buna karşılık bize
iyilikle muamele et.” dediği kaydedilir.[1301]
Bazı rivayetlerde Hz. Âişe’nin
yakalandığı zaman Hz. Ali’ye: “Bize çok şeye maloldun/Bizi musibete uğrattın.”
anlamına gelen bu sözü söylediği rivayet edilir. Hz. Âişe’nin Hz. Ali’ye olan
bu sitemi emsal kitaplarına ve sözlüklere giren bir deyim olmuştur.[1302]
İbn Abbâs ile Hz. Âişe arasında birtakım olumsuz konuşmaların geçtiği şeklinde
rivayetler de bulunmaktadır.[1303] Yine Ahnef b. Kays’dan gelen
bir rivayette Hz. Ali’nin, Hz. Âişe’ye: “Medine’ye, evine geri dön!” diye haber
gönderdiği, Hz. Âişe’nin ise bunu reddettiği zikredilmektedir. Bunun üzerine
Hz. Ali elçisi aracılığıyla tekrar şu haberi göndermişti: “Vallahi ya geri
dönersin ya da sana Bekir b. Vâil oğullarından, ellerinde keskin bıçaklar olan
kadınlar gönderirim. Seni doğrarlar!” Hz. Âişe de durumun ciddiyetini anlayarak
dönme kararı aldı.[1304]
Bize göre Hz.
Ali ile Hz. Âişe arasında, birçok kimsenin ölmesiyle sonuçlanan bu savaşın
hemen akabinde böyle sert tartışmalar ve sözler sarfedilmiş olması muhtemeldir.
Fakat biraz süre geçtikten sonra her iki taraf da daha mutedil davranmış
olmalıdır.
Hz. Âişe’nin
hevdecinin kenara çekilmesinden sonra Hz. Ali, Muhammed b. Ebû Bekir’e: “Bak,
kardeşine hiçbir şey isabet etmiş mi?” dedi. Bunun üzerine Muhammed: “Kolunda
bir ok sıyrığı var, demir perdelerin arasından girmiş.” diye karşılık verdi.[1305] Savaşın hengâmesi sırasında
Hz. Âişe çeşitli yaralar almıştı. Bu yaraların sebebi ya devesinin düşmesi
sırasında vücudunu sağa sola çarpması şeklindeydi veya atılan oklardan bazıları
onun hevdecinin içine girip kendisini yaralamıştı. Başındaki bir yara hakkında
da rivayet bulunmaktadır.[1306]
Bazı
rivayetlerde E‘yen b. Zubey‘ate el-Mücâşi‘ adında birisinin Hz. Âişe’nin
hevdecine başını sokarak kendisine baktığı ve bunun üzerine Hz. Âişe’nin
kendisine beddua ettiği rivayet edilmektedir. Hz. Âişe’nin bu bedduası
sebebiyle bu adamın ölümü çok kötü bir şekilde olmuştu.[1307]
Savaş sona
erdikten sonra Hz. Ali’nin münadisi insanlara şu duyuruyu tekrarlıyordu: “Kaçan
kimseleri kovalamayın. Yaralıları öldürmeyin, evlere sakın girmeyin.”[1308] Hz. Ali Cemel Savaşı’nda ne
esir almış ne de yaralı birini öldürmüştü.[1309]
Yaşanan
olaylardan Hz. Âişe de Hz. Ali de hiç memnun değildi. Her ikisinin de: “Vallahi
bugünden yirmi yıl önce ölmeyi arzu ederdim.” diye söyledikleri rivayet
edilmektedir.[1310]
gün akşam
olunca Muhammed b. Ebû Bekir, Hz. Âişe’yi alarak Basra’ya götürmüş ve Abdullah
b. Halef el-Huzâ‘î’nin evinde misafir etmişti. Burası Basra’daki en büyük evdi.[1311]
Abdullah b.
Zübeyr’e gelince, o da Ezd oğulları kabilesine mensup Vezîr adında birisinin
evinde misafir olmuştu. Abdullah b. Zübeyr ev sahibine: “Kalk, müminlerin
annesinin yanına git. Muhammed b. Ebû Bekir’e duyurmadan benim nerede olduğumu
söyle.” demiş, Vezîr de Hz. Âişe’ye gelip ona Abdullah b. Zübeyr’in nerede
olduğunu haber vermişti. Hz. Âişe bu haberi alınca gelen adama: “Muhammed’den
korkmasın, onun kefili benim.” şeklinde konuşmuş, o da Hz. Âişe’ye: “Hayır, ona
haber vermemem konusunda bana tembihte bulunmuştur.” demişti. Ancak Hz. Âişe
buna aldırış etmeden Muhammed b. Ebû Bekir’e, haber göndererek: “Bu adamla
birlikte gidin ve bana yeğenim Abdullah’ı getirin.” diye emretmiş, o da onunla
birlikte giderek Abdullah b. Zübeyr’in yanına varmıştı. Abdullah b. Zübeyr ile
dayısı Muhammed Hz. Âişe’nin bulunduğu Abdullah b. Halef’in evine birlikte
gelmişlerdi.[1312] Hz. Âişe Cemel Savaşı’nda
Abdullah’ın öldürülmediği müjdesini getiren kişiye on bin dirhem vermişti.
Ayrıca bu müjdeli haber dolayısıyla hemen Allah’a şükür secdesi yapmıştı. [1313]
Diğer taraftan
yaralanan kimseler, ölüler arasından çıkarılarak Basra’ya götürülmüştü.[1314] Bu arada Hz. Ali, ölülerin
bulunduğu yerde dolaşmış ve tanıdığı her bir maktulün yanına gelince ona rahmet
okuyarak: “Kureyşliler’in öldürülmüş olarak yerde yattıklarını görmek çok
ağırıma gidiyor.” demişti.[1315] Hz. Ali ve askerlerinden
bazılarının Talha ve Zübeyr’in ölümleri üzerine ağladığı da rivayet
edilmektedir.[1316]
Hz. Ali: “Ben,
Talha, Zübeyr ve Osman’ın Allah’ın haklarında: ‘Biz onların gönüllerindeki kini
söküp attık; onlar artık köşkler üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler
olacaklar.’[1317] buyurduğu kimselerden
olacağımızı ümit ediyorum.” demişti.[1318]
Cemel Savaşı
dört saat sürmüştü.[1319] Cemel Savaşı’nda öldürülen
müslümanların sayısı konusunda da çok muhtelif rivayetler bulunmaktadır. Yedi
bin,[1320] on bin,[1321] on üç bin,[1322] on sekiz bin,[1323] yirmi bin,[1324] otuz bin[1325] ve otuz binden fazla kişinin
öldürüldüğü şeklinde rivayetler bulunmaktadır.[1326]
Sallâbî Cemel
Vak‘ası’nda öldürülenler hakkındaki bu rakamların çok abartılı olduğunu zikrederek
toplam ölü sayısının en fazla iki yüz civarında olduğunu zikretmektedir. [1327]
Bazı rivayetlerdeki rakamların çok abartılı olduğu açıktır. Fakat
azımsanmayacak kadar çok rivayette savaşın çok çetin geçtiği zikredilmektedir.[1328] Bu sebeple ölü
sayısının iki yüz rakamından çok daha fazla olduğunu düşünüyoruz.
Hz. Ali, Basra
dışında üç gün kaldı. Sonra iki taraftan da öldürülenlerin cenaze namazını
kıldı. Bu ölüler arasında özellikle Kureyşliler’in namazlarını önce kıldı.
Sonra savaş alanında bulunan Hz. Âişe taraftarlarından olan maktullerin
üzerlerindeki eşyaları toplatıp Basra mescidine gönderdi. Adamlarının bu
eşyalar arasında kendilerine ait olan eşyaları varsa almalarına müsaade etti.
Yalnız hazineye 1327 ait
olup üzerinde sultan damgası bulunan silahlara el sürmemelerini şart koştu.[1329]
Hz. Ali’nin
taraftarları altın, gümüş ve eşya ile karargâhlarına doğru gitmeye başladılar.
Hiç kimseden kendisiyle savaştığı silahı ve bindiği bineğinden başka bir şey
alınmıyordu. Taraftarlarından biri Hz. Ali’ye: “Ey müminlerin emiri! Onlarla
savaşmamız helal oluyor da, onları esir almamız ve mallarını almamız neden
helal olmuyor?” diye sordu. Bunun üzerine Hz. Ali: “Hanginiz payına müminlerin
annnesi Âişe’nin düşmesini ister? Allah’ın birliğini kabul eden kimseler esir
edilemezler. Mallarından da kendisiyle savaştıkları silah ve bineklerinden
başka ganimet alınmaz. Bilginiz olmayan konularla uğraşmayı bırakın da size
emredileni yapın.” dedi.[1330] Hz. Ali savaştan sonra
karargâhta elde edilen silah ve atları paylaştırmıştı.[1331]
Haricîler’in
Hz. Ali ile tartıştıkları ilk konu da bu ganimet meselesi olmuştu. Haricîler:
“Ali, hasımlarımızın kanlarını akıtmamıza müsaade etti de onların mallarını,
kadınlarını ve çocuklarını esir almamızı neden yasakladı?” dediler. Hz. Ali
buna şöyle cevap verdi: “Çoluk çocuklar benim için boğaz ve göğüs
mesabesindedirler. Sizin için beş yüzer dirhem ganimet malı var. Onu size
ayırıyorum. Böylece, çoluk çocuğu esir almanıza gerek kalmaz.”[1332] Hz. Ali’nin bu sözleri
üzerine orada bulunanlar sustular. Hz. Ali Basra’ya girildiğinde beytülmâlden
adamlarından her birine beş yüz dirhem verdi. Onlara: “Şam’a ulaştığımızda da
sizlere bu kadar vereceğim.” dedi.[1333]
Hz. Ali, daha
sonra bir pazartesi günü Basra’ya girmiş, Basralılar, ona biat ettikleri gibi
savaşta yaralananlar ve kendilerine eman verilenler de gelip biat etmişlerdi.[1334]
Hz. Ali Basra
valiliğine İbn Abbâs’ı, Basra’nın haracına ve beytülmâlin başkanlığına da Ziyad
b. Ebîh’i tayin etmişti. İbn Abbâs’a da Ziyad’a itaat etmesini ve sözünü dinlemesini
emretmişti.[1335] [1336]
Hz. Ali, daha sonra müminlerin
annesi Hz. Âişe’nin bulunduğu eve gelmiş, kapıda durup içeri girmek üzere izin
istemiş, izin verilince de içeri girip Hz. Âişe’ye selâm vermiş, o da selâmını
alıp ona: “Hoş geldin.” demişti. Hz. Ali, Benû Halefin evinde kadınların
savaşta öldürülenler için ağlamakta olduklarını gördü. Halef’in oğulları
Abdullah ile Osman, Cemel Savaşı’nda öldürülenlerdendi. Abdullah, Hz. Âişe’nin
tarafında çarpışırken öldürülmüş, Osman da Hz. Ali’nin tarafında çarpışırken
öldürülmüştü. Hz. Ali, içeri girdiğinde buradaki kadınlardan biri ona şöyle
dedi: “Sen nasıl benim çocuklarımı öksüz bıraktınsa, Allah da senin çocuklarını
öksüz bıraksın!” Hz. Ali, ona karşılık vermedi. Odadan dışarı çıkarken
kadınlar, ona aynı şeyi tekrar söyleyince adamın birisi, Hz. Ali’ye: “Ey
müminlerin emiri! Söylediklerini işittiğin halde bu kadına niçin cevap
vermiyorsun?” diye sordu. Bunun üzerine Hz. Ali: “Yazıklar olsun sana, müşrik
oldukları halde kadınlara ilişmememiz bize emredilmişti. Şimdi onlar
müslümanken onlara nasıl ilişeceğiz?” 1334 cevabını vermişti.
Hz. Ali evden
ayrılmak üzereyken, dışarıda iki kişinin Hz. Âişe’ye hakaret ettikleri
kendisine bildirildi. Bunun üzerine Hz. Ali, Ka‘kâ‘a b. Amr’a emir verip o
hakaret eden iki kişinin elbiselerinin soyularak yüzer kırbaçla
cezalandırılmalarını istedi.[1337]
Hz. Âişe, bu
savaş esnasında her iki gruptan da öldürülen askerlerin adlarını soruyor,
bunlardan her birisinin adı anıldığında da Hz. Âişe, ona rahmet okuyup dua
ediyordu.[1338]
Hz. Ali de: “Ben
bu öldürülenler arasında kalbi tertemiz olan bütün kişilerin Allah tarafından
cennete sokulacağını ümit ediyorum.” demişti.[1339]
Eşter yedi yüz
dirheme bir deve satın alarak bunu Hz. Âişe’ye göndermişti. Fakat Hz. Âişe
Muhammed b. Talha ve Abdullah b. Zübeyr’e yaptıklarından dolayı onun bu
hediyesini kabul etmemiş ve kendisine beddua etmiştir.[1340]
Müminlerin
annesi Hz. Âişe, Basra’dan çıkmak istediği zaman Hz. Ali, ona yol boyunca
gerekli binek, azık ve eşyalarla diğer ihtiyaç maddelerini temin edip gönderdi.
Onunla birlikte gelen askerlerin, Basra’da kalmak isteyenler dışında, tamamının
dönmesine izin verdi. Basra’nın tanınmış kadınlarından kırkını[1341] seçerek Hz. Âişe’nin
refakatine verdi. Yine onunla birlikte kardeşi Muhammed b. Ebû Bekir’i de yola
çıkardı.[1342]
Basra’dan
ayrılacakları gün Hz. Ali gelip Hz. Âişe’nin kapısında durdu. İnsanlar
toplanmışlardı. Hz. Âişe, devesinin üzerindeki hevdecin içerisinde evden çıktı.
İnsanlarla vedalaştı. Onlara dua edip şöyle dedi: “Ey oğullarım! Hiçbiriniz
diğer bir kardeşine bizden ötürü asla serzenişte bulunmasın. Vallahi daha önce
benimle Ali arasında meydana gelen olay, her ailede bir kadın ile hısımları
arasında meydana gelen dedikodulardan başka bir şey değildi.” Hz. Ali de şöyle
dedi: “Evet, doğru söyledi. Benimle onun arasında bundan başka hiçbir çekişme
söz konusu değildi. Şunu da çok iyi biliniz ki o sizin Peygamberiniz’in dünyada
ve ahirette zevcesidir.”[1343]
Hz. Ali, böyle
dedikten sonra birkaç mil ötesine kadar Hz. Âişe’nin refakatinde yürümüş, onu
uğurlamıştı. Hz. Âişe, Basra’dan 1 Receb 36/24 Aralık 656 tarihinde ayrılmıştı.[1344] Mekke’ye doğru yola çıkıp o
sene hac edinceye kadar Mekke’de ikamet etti. Haccını ifa ettikten sonra
Medine’ye döndü.[1345]
Hz. Osman’ın
öldürülmesiyle başlayıp Cemel ve Sıffîn savaşlarıyla devam eden süreç İslâm
âlemindeki en büyük kırılma noktalarının başlangıcı olmuştur.
Hz.
Peygamber’den gelen: “İki müslüman kılıçlarıyla birbirlerine yönelip,
vuruştukları zaman, ikisi de ateştedir”[1346]
“Bize karşı kılıç çeken bizden değildir.”[1347]
“Müslümanın kardeşiyle savaşması küfür, müslümanın müslümana sövmesi
Allah’a itaatsizliktir.”[1348] benzeri uyarılara rağmen iki
müslüman topluluğun birbirleriyle savaşması daha sonra İslâm aleminde ortaya
çıkacak birçok tartışmanın sebebi olmuştur. Farklı mezhep ve gruplar birbirleriyle
savaşan bu sahâbîler hakkında çeşitli yorumlar yapmışlardır.
Ehl-i sünnet
âlimlerinin çoğunluğunun Cemel vb. olaylardaki tavrı, bu olayların
konuşulmamasının daha iyi olduğu yönündedir. Ehli Sünnet âlimlerinin bu
konulardaki tavrını Ömer b. Abdilaziz veya İmam Şâfiî’ye nispet edilen şu
sözler gayet güzel özetlemektedir: “Allah onların kanının ellerimize
bulaşmasından bizi korudu. Öyleyse biz de dilimizle o kanlara dalmayalım.”[1349] Ancak bazı alimler, Cemel
Savaşı’nda bulunan her iki grubun da mümin ve müslüman olduğunu belirttikten
sonra Hz. Ali tarafının haklı diğerlerinin haksız olduğu sonucuna varmışlardır.
Bu ise onların küfrünü gerektirmez.[1350]
Bazı âlimler de kimin haklı kimin haksız olduğunu belirtmekten kaçınarak Hz.
Ali, Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr arasında yaşanan olaylarla ilgili bu sahâbîlerin
hepsinin müctehid olduğunu zikrederek, aralarında geçen olayların sadece
ictihad farklılığı olduğunu belirtmişlerdir.[1351]
Hz. Ali’den de benzer bir yorum gelmiştir. Hz. Ali’ye Cemel Vak‘ası’nda karşı
tarafın durumu; yani, müşrik olup olmadıkları sorulduğunda o:
“Zaten şirkten
kaçtılar.” dedi. “Peki, münafıklar mı?” diye sorulduğunda o: “Münafıklar
Allah’ı pek az anarlar.” dedi. “Öyleyse onlar kimdir?” diye sorulduğunda Hz.
Ali: “Bize başkaldıran kardeşlerimizdir.” diye cevap vermişti.[1352]
Büyük günah
işlemenin kulu kâfir yapacağını iddia eden ilk Haricîler ise Hz. Osman, Hz.
Ali, Talha, Zübeyr ve Hz. Âişe’yi tekfir etmişlerdir.[1353]
Mu‘tezile
mezhebinin kurucusu sayılan Vâsıl b. Atâ, Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, İbn
Abbâs, Talha, Zübeyr, Hz. Âişe ve Cemel Savaşı’na iştirak etmiş bulunan her iki
taraftakilerin tamamının adâletinden şüphe etmiş, onları fâsıklıkla ithamda
bulunmuştur. Bunun için de şöyle demiştir: “Eğer Ali ve Talha yanımda şehadet
etseler ben onların ikisinden birisinin fâsık olduğunu bildiğim için
şehadetlerini kabul etmem. Gerek Ali ve tabilerinin, gerekse Cemel Olayı’na
iştirak eden diğer grubun cehennemde ebedî kalacak fâsıklardan olması caizdir.”[1354]
Şiîler Hz. Ali
ile savaşanlar hususunda iki gruba ayrılır. Bir gruba göre Hz. Ali ile
savaşanlar sahâbe bile olsa kâfir ve dalalettedir. Diğer gruba göre ise kâfir
değil fâsıktırlar.[1355]
Bize göre
Cemel Savaşı’na katılanlar hakkında en mutedil ve doğru yaklaşımı Ehl-i sünnet
âlimleri ortaya koymuştur. İslâm tarihi ve hadis kaynaklarındaki bilgiler bu
kadar muallak ve yetersizken herhangi bir grubun haklı veya haksız olduğunu
iddia etmek doğru değildir. Bu iki grubun ahiretteki akıbeti hakkında yorum
yapmak ise boş bir tartışmadır. Zira bu hususta hüküm yalnız Allah’a aittir.
Yaptığımız araştırmalar neticesinde bizim vardığımız hükümde Ehl-i sünnet
çizgisindeki âlimlerin yorumlarının daha makul olduğu yönündedir. Bize göre ne
Hz. Ali ne de Talha ve Zübeyr bu yolculuğa çıkarken olayın böyle kanlı bir
savaşla sonuçlanacağını tahmin etmemişlerdi. Hz. Ali bu yolculuğa çıkarken
kendince haklı mazeretleri vardı. Aynı durum Talha ve Zübeyr grubu içinde
geçerlidir. Fakat gelişen olaylar onları böyle bir savaşın içerisine çekmişti.
Hz. Âişe’nin bu yolculuğu ise Şiî kaynaklarında belirtildiği gibi siyasî bir
yolculuk olmayıp sadece müslümanların arasını ıslaha çalışmaktı. Fakat olaylar
Hz. Âişe’nin beklentisinin tamamen zıddı yönünde gerçekleşmişti. Hz. Âişe sulh
için çıktığı bu savaşta savaşın uzamasına ve daha fazla insanın hayatını
kaybetmesine sebep olmuştu.
Cemel Savaşı Sonrasında Hz.
Âişe’nin Siyasi Olaylar Karşısındaki Tutumu
Ortaya çıkan
korkunç tablo sebebi ile Hz. Âişe Cemel Savaşı’yla sonuçlanan bu hareketinden
dolayı ömrünün geri kalanında büyük pişmanlık duymuştu. Hz. Âişe’nin bu
pişmanlığını izhar ettiği birçok rivayet bize ulaşmıştır. Özellikle, “(Ey
Peygamber hanımları!) Evlerinizde oturun, eski Câhiliye âdetinde olduğu gibi
açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin.
Ey Ehl-i beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak
istiyor.”[1356] âyeti okunduğunda Hz. Âişe
başörtüsü ıslanıncaya kadar ağlardı.[1357]
Hz. Âişe’nin
bu pişmanlığı vefat edene kadar aynen devam etmişti. Bu olaydan önce Hz. Âişe
kendi evine Rasûlullah’ın ve babasının yanına defnedilmek istediğini söylerdi.
Fakat daha sonra: “Ben Rasûlullah’tan sonra bazı olumsuz işlere[1358] sebep oldum. Beni
Rasûlullah’ın zevcelerinin yanına defnedin.” demişti. Bu sebeple Hz. Âişe Bakî‘
kabristanına defnedildi.[1359]
Hz. Âişe’nin
pişmanlığını göstermesi açısından şu rivayet de çok ilginçtir. Önceki
bölümlerde ifade ettiğimiz gibi Hz. Âişe Rasûlullah’tan bir çocuğu olmasını çok
istiyordu. Fakat Cemel Savaşı’na girmemiş olma isteği, bu duygusunun bile çok
önüne geçmişti. Hz. Âişe: “Keşke Basra’ya gitmeyip evimde otursaydım. Bu bana
Rasûlullah’tan Abdurrahman b. Hâris b. Hişâm gibi on çocuğum olmasından bile
daha sevimli gelirdi.” demişti.[1360]
Benzer şekilde Hz. Âişe: “Keşke yaş bir dal olsaydım da bu sefere çıkmasaydım.”
demişti.[1361]
Hz. Âişe
yaptığı bu işten çok pişman olmuştu. Fakat bu Hz. Âişe’nin kendilerini haksız
Hz. Ali’yi haklı gördüğü manasına gelmemektedir. Hz. Âişe Cemel Savaşı’nda
ortaya çıkan acı tablo sebebiyle böyle bir pişmanlık duyuyordu. Hz. Âişe’ye
Cemel Olayı sorulduğunda: “Bu bir kaderdi.” demiştir.[1362]
Hz. Âişe’nin
bu hareketini sadece kendisi değil etrafındaki diğer insanlarda yanlış olarak
değerlendirmişlerdi.
Hz. Âişe bir
ihtiyacını gidermek için İbn Ebî Atîk’e birini göndererek ondan katırını
istedi. İbn Ebî Atîk çok şakacı, haylaz bir kimseydi. Gelen elçiye şöyle dedi:
“Ümmü’l-müminîne söyle. Vallahi, daha Cemel (deve) Günü’nün ayıbını
temizleyemedik. Bir de başımıza Bagl (katır) Günü’nü getirmesini istemeyiz.”[1363] Komik içeriğine
rağmen bu anekdot Hz. Âişe’nin yanlış yapmakla suçlandığını göstermektedir.[1364]
Benzer şekilde
Mesrûk da: “Eğer bazı işleri (Cemel) olmasaydı. Ümmü’l- müminînin mezarı üstüne
ağlama yeri (türbe) yapardım.” demişti.[1365]
Hz. Âişe’nin
Basra’ya yürüyüşünü hakkında insanların geneli şöyle düşünmekteydi: “Bu akıllı
bir insanın tercih edeceği bir yol değildi. Aynı şekilde bu durum onun iyilik
adına yapmış olduğu ve yapacağı işleri de boşa çıkartmaz. Bununla birlikte o
peygamberin hanımları içerisinde sevdiğidir. Kendisi de peygamberi en çok
sevendir. Herkes sevdiğiyle beraberdir.”[1366]
Cemel Savaşı
sebebiyle Hz. Âişe’nin arası bazı sahâbe ile de bozulmuştu. Hz. Peygamber’in
gece namazı ile ilgili bir rivayette bu sahâbeden ikisi Hakîm b. Eflâh ve İbn
Abbâs’tan bahsedilmektedir.[1367]
Hz. Âişe Cemel
Savaşı’ndan sonraki süreçte aktif olarak siyasetin içine girmekten mümkün
olduğunca kaçınmıştır. Halifelerden ve valilerden bazı küçük ricaları olmuştur.
Fakat yaşanan olaylarda tarafsız kalmaya çalışmıştır. Ancak Hz. Âişe siyasi
olayları takip etmeyi bırakmamıştır. Bize ulaşan bazı rivayetlerde Hz. Âişe’nin
yaşanan siyasi olayları çok ciddi manada takip ettiği anlaşılmaktadır.
Hz. Âişe’nin
yanında Hz. Ali’nin Züssüdeyye’yi[1368]
öldürdüğü zikredilmişti. Bunun üzerine Hz. Âişe Urve’ye: “Kûfe’ye git. Bana bu
olaya şahit olan kimseleri yaz.” dedi. Urve’de Kûfe’ye giderek insanların
çeşitli gruplara ayrıldığını görmüştü. Her gruptan on kişinin ismini ve onların
şahitliklerini Hz. Âişe’ye yazdı. Hz. Âişe de: “Allah Amr b. Âs’a lanet etsin.
Çünkü o, onu Mısır’da öldürdüğünü iddia etmişti.” dedi.1366 [1369]
Benzer şekilde
38/658 tarihinde Hz. Ali ile Haricîler arasında yaşanan Nehrevan Savaşı
hakkında malumat sahibi olmaya çalıştığı da zikredilmektedir.[1370]
Hz. Âişe’nin
Sıffîn Savaşı hakkında ne düşündüğü kaynaklarda zikredilmemektedir. Bu konu hakkında
verilebilecek yanıtlar tahminden öteye geçmeyecektir. Fakat Hakem Olayı
hakkında Abdurrahman b. Ebû Bekir’in söyledikleri bize Hz. Âişe’nin görüşü
hakkında bir fikir verebilir. Çünkü Abdurrahman ve Hz. Âişe siyasi olaylarda ve
Cemel Olayı’nda hep birlikte hareket etmişlerdi. Abdurrahman, Ebû Mûsâ
el-Eş‘arî’nin Hakem Olayı’nda sergilediği tavırdan ötürü: “Ebû Mûsâ el-Eş‘arî
bundan önce ölmüş olsaydı, kendisi için çok daha iyi olurdu.” demişti. [1371]
Sıffîn Savaşı’ndan sonra Muâviye, Züfer b. Hâris’i Hz. Âişe’ye
elçi olarak göndermişti. Kaynaklarda bu elçinin Hz. Âişe’ye niçin gönderildiği
veya Hz. Âişe’nin savaş hakkında nasıl bir tutum sergilediği hakkında bir
malumat bulunmamaktadır. Ancak Hz. Âişe bu gelen elçiye kimlerin öldürüldüğünü
sormuş, karşılığında Ammâr b. Yâsir ile Hâşim b. Utbe b. Ebû Vakkâs’ın
öldürüldüğünü haber almıştı.[1372]
Hz.
Hasan’ın Vefatı ve Hz. Âişe’nin Odasına Gömülme İsteği
Hz. Ali şehit
edildikten sonra Kûfeliler Hz. Hasan’a halife olarak biat etti.[1373] Hz. Hasan
Iraklılar’dan oluşan bir orduyla Muâviye’nin üzerine yürüdü. Muâviye de
Şamlılar’dan oluşan ordusuyla ona karşı çıktı. Ordular karşı karşıya
geldiklerinde Hz. Hasan ordusunun disiplinsizliğini de bildiği için savaşmak
istemedi. Çeşitli şartlar ileri sürerek Muâviye’ye biat etti.[1374] Böylelikle Hz. Peygamber’in
önceden haber verdiği: “Benim bu oğlum efendidir. Allah onun sayesinde iki
büyük grubun arasını bulacaktır.” müjdesi de meydana gelmiş oldu.[1375]
Hz. Hasan’ın
Muâviye’ye biat ettiği bu seneye “âmü’l-cemâ‘a/birlik yılı” denmiştir.[1376] Hz. Hasan altı ay hilafet
makamında kalmıştır.[1377] Hilafet müddeti boyunca
müslümanlar arasında hiç kan akmamıştır.[1378]
Genel kabule
göre 49/669 tarihinde vefat etmiştir.[1379]
Zehirlenerek öldürüldüğü yönünde rivayetler de mevcuttur.[1380]
Hz.
Hasan, öldüğü takdirde Rasûlullah’ın yanına defnedilmesi için izin istemek
maksadıyla Hz. Âişe’ye haber göndermiş, Hz. Âişe de ona bu hususta izin
vermişti. Ancak Hz. Hasan vefat ettiği zaman Hz. Hüseyin silahını kuşanmış, ona
karşı Ümeyye oğulları da silahlanmışlar ve: “Hasan’ın, Rasûlullah’ın yanına
defnedilmesine müsaade etmeyiz. Osman, Huşşü Kevkeb’e defnedilsin de Hasan,
Rasûlullah’ın yanına defnedilsin, olur mu böyle şey?” demişlerdi. Fitne
çıkmasından korktukları için Sa‘d b. Ebû Vakkâs, Ebû Hüreyre, Câbir ve İbn
Ömer, Hz. Hüseyin’e savaşmamasını tavsiye ettiler. Oda bu tavsiyeye uyarak
kardeşi Hasan’ı, annesi Hz. Fâtıma’nın mezarının yanına Bakî‘ mezarlığına
defnetti.[1381]
MUÂVİYE
B. EBÛ SÜFYÂN DÖNEMİNDE HZ. ÂİŞE
Hz. Âişe Cemel
Savaşı’ndan sonra siyasi olaylardan uzak durmuştu. Muâviye halife olduktan
sonra Esved, Hz. Âişe’ye gelerek: “Tulekâ olanlardan birine (Muâviye) biat
ediliyor!” dediğinde, Hz. Âişe: “Evladım, buna şaşırma! Zira mülk Allah’ındır
ve onu dilediğine verir.” karşılığını vermişti.[1382]
Hz. Âişe’nin bu cevabından anlaşıldığı kadarıyla Muâviye’nin hilafeti hakkında
olumsuz bir kanaat taşımamaktaydı. Muâviye’de yönetimi boyunca Hz. Âişe’yi
memnun etmek için elinden gelen gayreti göstermişti. Kaynaklarda Hz. Âişe’ye
gönderdiği birçok hediye hakkında bilgi bulunmaktadır. Bu rivayetlerin
bazılarını burada zikretmemiz uygun olacaktır.
Muâviye Hz.
Âişe’ye içerisinde para, giysi ve eşyaların bulunduğu bir dolap hediye etmişti.
Hz. Âişe bunu gördüğü zaman ağlayarak: “Fakat Rasûlullah bunları bulamıyordu.”
dedi. Daha sonra bu eşyaların tamamını dağıttı. Bu esnada Hz. Âişe’nin yanında
bir misafiri vardı. Hz. Âişe Rasûlullah’ın vefatından sonra sürekli oruç
tutardı. O gün de oruçluydu. İftarını zeytin ve ekmekle yaptı. Yanındaki
misafir: “Ey ümmü’l-müminîn! Keşke emretseydin de bizim için bir dirhemlik et
satın alınsaydı da onu yeseydik.” deyince Hz. Âişe: “Bunu ye. Vallahi!
Yanımızda hiçbir şey kalmadı.” dedi.[1383]
Ayrıca
Muâviye’nin Hz. Âişe’ye yüz bin dirhem değerinde bir gerdanlık hediye etttiği
ve Hz. Âişe’nin bu gerdanlığı ümmühâtü’l-müminîn arasında paylaştırdığı,[1384] yüz bin dirhem değerinde bir
mal hediye ettiği[1385] ve on sekiz bin dinar
değerinde bir mal hediye ettiği de gelen rivayetler arasındadır.[1386]
Muâviye bir
defasında da Hz. Âişe’nin seksen bin dinarlık borcunu ödemişti.[1387] Hz. Âişe Muâviye’nin
hediyelerini kabul eder.[1388] Kendi gücü ölçüsünde o da bu
hediyelere karşılık verirdi. Bir defasında Hz. Âişe, Muâviye’ye Hz.
Peygamber’in uzun gömleğini göndermişti.[1389]
Muâviye’nin
Hz. Âişe’ye yapmış olduğu bağışlar hakkında verdiğimiz bazı rivayetler Hz.
Ömer’in Hz. Âişe’ye olan bağışlarının anlatıldığı rivayetlere çok fazla
benzemektedir. Ayrıca rivayetler de zikredilen rakamlar bir hayli yüksektir. Bu
sebeple bu rivayetlere biraz ihtiyatla yaklaşılması gerektiğini düşünmekteyiz.
Bununla birlikte eşrafa verilen bu yüksek meblağdaki bağışlar
Emevîler’in genel politikasıydı. Muâviye ve Emevîler, eşrafa, başkanlara ve
halkın ileri gelenlerine verilen bu yüksek meblağların insanlara dağıtıldığını
biliyorlardı. Bunun ülkede istikrarı sağlamanın araçlarından biri olduğunu
kavrıyorlardı.[1390] Böylelikle Emevîler bir taşla iki kuş vurmuş
oluyorlardı. Hem parayı gönderdiği kişinin muhabbetini kazanıyorlar hem de
fakir halka ihtiyaçlarını karşılayacak kadar mal göndermiş oluyorlardı.
Hz.
Âişe’nin Kardeşi Muhammed b. Ebû Bekir’in Öldürülmesi
Muhammed b.
Ebû Bekir 38/658 tarihinde Hz. Ali tarafından Mısır’a vali olarak tayin edildi.
Muhammed b. Ebû Bekir’in henüz yirmi altı yaşında tecrübesiz bir yönetici
olması ve Mısır halkının bir bölümünün kendisine itaat etmemesi Muâviye’nin
Mısır’ı elde etme arzusunu kamçıladı. Amr b. Âs’ı bir orduyla birlikte Mısır’ı
ele geçirip oranın valiliğini yapması için gönderdi. Mısır’da bulunan Hz. Osman
taraftarlarının da bu orduya dâhil olmasıyla on bin kişilik bir kuvvet oluşturdular.
Muhammed b. Ebû Bekir ise halkı Şam birliklerine karşı savaşmaya teşvik etti.
Fakat bu orduya iştirak eden asker sayısı diğer orduya nispetle bir hayli azdı.
Muhammed b. Ebû Bekir iki bin kişilik bir orduyla karşılarına çıktı. Yapılan
savaşı Muhammed’in taraftarları kaybetti. Muhammed, Amr b. Âs’ın komutanı olan
Muâviye b. Hudeyc tarafından yakalanarak öldürüldü. Ölüsü eşek leşlerinin içine
atılarak yakıldı.[1391]
Muhammed
öldürüldüğü sırada Mısır’da olan kardeşi Abdurrahman b. Ebû Bekir, onun
çocukları Kâsım ve Kureybe’yi Mısır’dan Medine’ye götürdü. Çocuklara hem
Abdurrahman, hem de Hz. Âişe bakmak istedi. Hz. Âişe çocukları, Abdurrahman’ın
eşlerinin herhangi birisinin olası kötü muamelesinden korumak için yanına aldı.
Çocuklar büyüyüp kendi başlarının çaresine bakacak hale gelince, Hz. Âişe
onları Abdurrahman’a teslim etti.[1392]
Muhammed’in
öldürülmesi Hz. Âişe’yi çok üzmüştü. Her namazdan sonra Muâviye ve Amr b. Âs’a
beddua etmeye başladığı yönünde rivayetler bulunmaktadır.[1393] Fakat Hz. Âişe’nin onlara
karşı olan öfkesi çok uzun sürmemiştir. Daha sonraki yıllarda meydana gelen
olaylarda hem Muâviye hem de Amr b. Âs hakkında daha mutedil bir dil kullandığı
görülmektedir. Örneğin bu olaydan sonra Muâviye hac zamanında Hz. Âişe’nin
huzuruna girdi. Hz. Âişe ve Muâviye’nin konuşmalarına Hz. Âişe’nin kölesi
Zekvân dışında kimse şahitlik etmedi. Hz. Âişe Muâviye’ye: “Kardeşim Muhammed’i
öldürdükten sonra seni öldürmesi için buraya bir adam gizlemediğimden nasıl
emin oldun?” diye sordu. Muâviye’de: “Doğru söyledin.” şeklinde mukabelede
bulundu. Bazı rivayetlerde Muâviye’nin: “Sen bunu yapmazsın.” dediği ve
akabinde Hz. Âişe’nin Muâviye’ye Hz. Peygamber’in izinden gitmesi yönünde
nasihat ettiği bildirilmektedir.[1394]
Bu rivayetten
Muâviye’nin Hz. Âişe’yi takip ettirdiği ve onun ruh halinin nasıl olduğuna
vakıf olduğu sonucu da çıkabilir. Muâviye muhtemelen kendi iktidarı için
potansiyel bir muhalefet ihtimali bulunan Hz. Âişe’yi de gözetim altında
tutuyordu.
Yine benzer
bir örnekte Hz. Âişe kendisini Mısır’dan ziyarete gelen birisine Amr b. Âs’ın
halka nasıl davrandığını sormuştu. O da: “Kendisinden bir fenalık görmedik.
Bizden birimizin devesi ölse hemen ona deve verir; kölesi ölse köle verir;
yiyeceğe muhtaç olsa yiyecek verirdi.” demişti. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Bana
bak! Rasûlullah’tan işittiğim bir şeyi sana haber vermekten, onun kardeşim
Muhammed b. Ebû Bekir’e yaptıkları beni menedemez. Rasûlullah: ‘Allah’ım! Bir
kimse ümmetimin işlerinden bir vazife alır da onlara zorluk gösterirse sen de
ona zorluk göster! Bir kimse ümmetimin işlerinden bir vazife alır da onlara hoş
muamele ederse, sen de ona hoş muamele eyle.’ buyurdu.” demişti.[1395]
Hz. Âişe
yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen kendisine verilen irşad görevinin
bilincindeydi ve bu irşad faaliyetlerini devam ettiriyordu.
Muâviye Hz.
Âişe’ye: “Bana tavsiyelerde bulunacağın bir mektup yaz fakat bana fazla zorluk
çıkarma.” şeklinde bir mektup yazmıştı. Hz. Âişe, bu mektuba şöyle mukabele
etti: “Selâm sana olsun, bundan sonra şunu söyleyeceğim Rasûlullah’tan işittim
şöyle buyuruyordu: ‘Her kim insanlar gücense bile Allah’ın rızasını isterse,
Allah o kimseyi insanların sıkıntısından kurtarır. Her kim de Allah’ın
gücenmesine karşılık insanları hoşnut etmeye çalışırsa, Allah da o kimseyi
insanlara havale eder.’ Selâm sana olsun...”[1396]
Benzer bir
mektupta Hz. Âişe Muâviye’ye şöyle bir nasihatte bulunmuştu: “Kul Allah’a isyan
ederse kendisini övenler onu kınamaya başlarlar.”[1397]
Ziyâd
b. Ebîh Hz. Ali’nin Basra valisiydi. Hz. Ali vefat edene kadar ona olan
bağlılığını devam ettirmişti. Aynı şekilde Hz. Ali’nin ölümünden sonra da oğlu
Hz. Hasan’a itaatini sürdürmüştü. Hz. Hasan’ın hilafeti anlaşarak Muâviye’ye
devretmesinden sonra Ziyâd’ın Muâviye hakkındaki fikirleri değişmeye
başlamıştı. Zamanının en iyi hatiplerinden, Araplar’ın dâhilerinden[1398] ve başarılı bir yönetici
olan Ziyâd’ı kendi safına çekmek isteyen Muâviye onun en hassas olduğu noktadan
hareketle, babası belli olmayan Ziyâd’ı kendi nesebine dâhil etmek için
harekete geçti. Ziyâd’ı Şam’a davet eden Muâviye onun gelişinden sonra bu amaçla
bir toplantı düzenledi. Burada şahitler Ebû Süfyân’ın Ziyâd’ın annesi olan
Sümeyye ile Ubeyd’in evli olduğu yıllarda ilişkiye girdiğini ve Ziyâd’ın
kendisinin oğlu olduğunu belirttiğini söylediler. Bu olayın ardından Ziyâd,
Ziyâd b. Ebû Süfyân şeklinde anılmaya başladı. Fakat bu durum halk tarafından
çok da kabul görmemişti.[1399] Ziyâd bu durumun kabul görmesi
adına Hz. Âişe’ye başvurdu. Hz. Âişe’nin bunu kabul etmesi durumunda halkın da kabul
edeceğini düşünerek Hz. Âişe’ye bir mektup gönderdi. Ziyâd b. Ebîh, Hz. Âişe’ye:
“Ziyâd b. Ebî Süfyân’dan... Bana, mektup yazarken: İbn Ebî Süfyân’a... diye
yazmanı rica ediyorum.” şeklinde bir mektup yazdı. Fakat Hz. Âişe de bu durumu
kabullenmemiş olacak ki ona: “Müminlerin annesi Âişe’den oğlu Ziyâd’a...”
şeklinde başlayan bir mektupla mukabelede bulundu.[1400]
Ziyâd’ın Ebû Süfyân’ın nesebine ilhakı o dönemde yaşayan
birçok kimse tarafından İslâm’a aykırı olarak görülmüştü. Zira nikâhsız
birleşme ve bu ilişkiden doğan çocuğu herhangi bir şahsa nisbet etme, Câhiliye
dönemi uygulamalarındandı.[1401] Bu uygulama Hz. Peygamber’den gelen: “Çocuk
kimin yatağında doğduysa ona aittir.”[1402] buyruğuna aykırı bulunduğu için birçok alim
ve sahâbe tarafından eleştirilmiştir. Muhtemelen Hz. Âişe de bu gerekçelerle
Muâviye’nin bu icraatını kabul etmeyip ona meşruiyet kazandırmamıştır.[1403]
Hz.
Âişe’nin Hucr b. Adî’nin Öldürülmesini Engelleme Çabası
Hucr b. Adî,
Hz. Ali taraftarlarındandı. Cemel ve Sıffîn’e onunla beraber katılmıştı.[1404] Ziyâd b. Ebîh Kûfe’ye
Muâviye’nin valisi olarak geldiği zaman Hucr’u siyasi olaylara karışmaması
hususunda uyarmıştı. Fakat Hucr, ısrarla Hz. Ali taraftarlarına yakın
davranınca kendisine kızmıştı. Bazı şahitler ve bir mektupla birlikte Hucr ve
arkadaşlarını Muâviye’ye göndermişti. Muâviye de onun idam edilmesine karar vermişti.
Hz. Âişe bunu haber alınca Muâviye’ye Abdurrahman b. Hâris b. Hişâm’la birlikte
bir mektup göndererek bu kararından vazgeçmesini istedi. Mektup Muâviye’nin
eline geç ulaştığı için Hucr ve arkadaşlarından bazıları öldürülmüştü.[1405]
Muâviye, Hucr
ve arkadaşlarını öldürdükten sonra müminlerin annesi Hz. Âişe’nin yanına gidip
perde arkasından ona selâm verdiğinde Hz. Âişe, ona: “Ey Muâviye! Hucr ve
arkadaşlarını öldürdüğün zaman senin yumuşak huyluluğun neredeydi?” diye
sormuştu. Bunun üzerine Muâviye: “Anacığım, milletimden senin gibileri, benden
uzak kaldığı zaman ben yumuşak huyluluğumu yitirdim. Anacığım, sana nasıl bir
iyilikte bulunabilirim?” şeklinde mukabele etti. Hz. Âişe ise: “Sen bana karşı zaten iyi davranıyorsun.” dedi. Muâviye: “Allah katında bu
benim için yeter. Yarın Aziz ve Celil olan Allah’ın huzurunda benimle Hucr
arasında bir mahkeme yapılacaktır.” dedi.[1406]
Yezid’in
Veliahtlığına Karşı Hz. Âişe’nin Tavrı
Muâviye henüz
hayattayken kendisinin ölümünden sonra hilafet meselesi yüzünden tekrar bir iç
savaş çıkabileceği gerekçesiyle oğlu Yezid’i veliahtı olarak göstermişti.[1407] Muâviye’nin bu kararını
Medineliler’e Hicâz valisi olan Mervân Mescid-i Nebevî’de bir hutbe okuyarak
duyurmuştu. Bunun üzerine Abdurrahman b. Ebû Bekir Mervân’a: “Vallahi siz bu
işi Heraklius’un ve Kisra’nın biatına döndürdünüz. Yani hükümdarlığı babadan
oğula aktarıyorsunuz.” demişti. Bunun üzerine Mervân askerlerine onun
yakalanmasını emretti. Abdurrahman hemen Hz. Âişe’nin evine sığındığı için
Mervân’ın adamları onu yakalayamadı. Bunun üzerine Mervân: “Bu adam, Allah’ın
hakkında: ‘Anne ve babasına: Öf be size! Benden önce nice nesiller gelip
geçmişken, beni mi tekrar dirilmekle tehdit ediyorsunuz?’[1408] buyurduğu
adamdır.” dedi. Hz. Âişe hicâbının arkasından ona şu şekilde cevap verdi:
“Allah benim masum olduğumu bildirdiği âyetlerin dışında hakkımızda hiçbir âyet
indirmemiştir.”[1409]
Muâviye, Yezid
b. Muâviye’ye biat etmeye yanaşmamasından ve itiraz etmesinden sonra
Abdurrahman’a yüz bin dirhem para göndermişti. Ancak Abdurrahman bu parayı
reddetmiş ve: “Dünya için dinimi mi satacağım?” diyerek, çıkıp Mekke’ye gitmiş
ve orada vefat etmiştir.”[1410] Abdurrahman Mekke’ye altı
mil uzaklıktaki Hubşî’de vefat etmiştir. Cenazesi Mekke’ye getirilip orada
defnedilmiştir.[1411] Hz. Âişe Mekke’ye gelince
Abdurrahman b. Ebû Bekir’in kabrinin yanına ziyarete geldi ve şu iki beyti
okudu:
Bir zamanlar
Cezime denilen bir kralın iki sohbet arkadaşı gibiydik,
Yıllarca süren
bu arkadaşlığımız karşısında hiç ayrılmayacaklar denilmişti.
Fakat
birbirimizden ayrılınca sanki ben ve kardeşim Mâlik,
Çok uzun süren
arkadaşlığımıza rağmen bir gece bile bir arada kalmış gibi değiliz.
Hz. Âişe bu
beyitleri okuduktan sonra: “Cenazende bulunsaydım ancak öldüğün yere
defnedilirdin. Ölürken senin yanında bulunsaydım kabrinde seni ziyaret
etmezdim.” demişti.[1412]
Abdurrahman
53/673 tarihinde vefat etmişti.[1413]
Abdurrahman uykudayken vefat ettiği için Hz. Âişe’nin içinde bir kuşku
kalmıştı. Belki de henüz hayattayken erken davranılıp, defnedildiği şeklinde
bir suizana sahipti. Fakat daha sonra bir kadının Hz. Âişe’nin evinde namaz
kılarken secde halinde ölmüş olması kendisindeki bu kuşkuyu ortadan
kaldırmıştı.[1414] Hz. Âişe Abdurrahman için
birçok köle azat etmişti.[1415]
Yezid’in halifeliği hususunda Hz. Âişe de Abdurrahman’dan
farklı düşünmüyordu. Zaten iki kardeş siyasi olarak aynı bakış açısına sahip
olup Cemel Vak‘ası’nda da birlikte hareket etmişlerdi. Hz. Âişe Muâviye
kendisini ziyarete geldiğinde: “Senden öncekilerin senin oğlun ile
kıyaslanmayacak oğulları vardı. Fakat kendi oğulları için senin düşündüğünü
düşünmediler.”[1416] diyerek Yezid’in veliahtlığına karşı
çıkmıştı.
HZ.
ÂİŞE’NİN VEFATI
Hz. Âişe Cemel Savaşı’yla
sonuçlanan çıkışı sebebiyle ömrünün son demlerinde büyük bir pişmanlık
içerisine girmişti. Hz. Âişe bu pişmanlığını: “İsterdim ki öldüğümde unutulup
gitseydim.”[1417]
“Keşke yaratılmamış
olsaydım. Keşke Allah’ı zikreden bir ağaç parçası olsaydım da üzerime düşen
görevi yapsaydım.” “Vallahi! Bir ağaç olmayı isterdim. Vallahi! Çamur olmayı
isterdim. Vallahi! Allah’ın beni asla yaratmamış olmasını isterdim.” sözleriyle
dile getirmiştir. Ebû Cafer’e Hz. Âişe’nin niçin bunları söylediği sorulduğunda
o: “Tövbe olarak!” karşılığını vermiştir.[1418]
Önceki
bölümlerde belirttiğimiz gibi Cemel Savaşı sebebiyle Hz. Âişe ile İbn Abbâs
arasında bir dargınlık mevcuttu.[1419]
İbn Abbâs kendisini teselli etmek için vefatı yaklaşan Hz. Âişe’yi ziyaret
etmek istemişti. İbn Abbâs Hz. Âişe’nin yanına girmek için izin istediğinde Hz.
Âişe: “İbn Abbâs’ın gelmesine ve bana tezkiyede bulunmasına ihtiyacım yok!”
dedi. Hz. Âişe’nin yeğeni Abdullah b. Abdurrahman: “Ey anneciğim! İbn Abbâs
senin sâlih oğulların arasında yer alan kimselerdendir. Sana selâm söylüyor ve
seninle vedalaşmak istiyor.” deyince Hz. Âişe: “Şayet istersen izin ver.” dedi.
İbn Abbâs içeri girip, selâm verip oturdu ve: “Müjdeler olsun sana!” dedi. Hz.
Âişe: “Ne müjdesi?” diye sorunca İbn Abbâs: “Senin Muhammed’e ve sevdiğin
arkadaşlarına ulaşmanla aranızdaki engel sadece ruhun cesetten çıkmasıdır. Sen
eşleri arasında Rasûlullah’ın en sevdiği kadındın. Rasûlullah da ancak iyi
olanı severdi. Hani Ebvâ’da geceleyin senin kolyen kaybolmuştu da onu aramak
için Rasûlullah mola verdiğinde sabah olmuş ve insanların da yanında su
olmadığından temiz toprakla teyemmüm almayı bildiren hüküm nâzil olmuştu. Bu da
senin vesilenle olmuştu. Allah bu ümmete bununla ruhsat tanıdı. Allah senin
suçsuz olduğunu Cibril’i göndererek yedi kat gökten bildirdi. Bu âyetler
Allah’ın mescidlerinde gece gündüz okunacaktır.” dedi. Bu sözler üzerine Hz.
Âişe: “Bırak beni ey İbn Abbâs! Keşke unutulup gitseydim!” dedi.[1420]
Hz. Âişe vefatıyla sonuçlanan
hastalığında: “Şayet bana bir şey olursa bu hastalığımda olur.” deyip vasiyette
bulunmuştu.[1421]
Hz. Âişe gece vefat ettiği takdirde gece gömülmesini vasiyet etmişti. [1422]
Ayrıca o: “Tabutumu ateşle takip etmeyin. Altıma da kırmızı kadife sermeyin.”
diye vasiyette bulunmuştu.[1423]
Fakat kendisinin bu vasiyetine uyulmadığı görülmektedir. Hz. Âişe’nin cenazesi
meşalelerle takip edilmiştir. Ayrıca Hz. Âişe: “Şüphesiz ki ben Rasûlullah’tan
sonra bazı şeylere sebep oldum. Beni Rasûlullah’ın zevceleriyle defnedin!”[1424]
diyerek Bakî‘ kabristanına defnedilmeyi istemiştir.
Hz. Âişe
insanlar vitir namazını kıldıktan sonra vefat etmişti. Öldüğü gece
defnedilmesini vasiyet ettiği için hemen o gece Bakî‘ mezarlığına defnedildi. İnsanlar
yığınlar halinde gelip toplandılar. O geceden daha kalabalık bir geceye şahit
olunmamıştı. Medine’nin Avâlî bölgesindekiler de cenazeye katılmıştı.[1425] Bakî‘ mezarlığına gelen
kadınlarla birlikte ortam bayram havasını andırıyordu.[1426]
Abdullah b.
Ubeyd b. Umeyr’in babası Medineli birisine: “Âişe’nin vefat ettiği gecede
insanlar ne durumdaydı?” diye sormuş bunun üzerine o kişi: “Herkes oradaydı ama
Âişe kimin annesiyse onun için onlar hüzünlendi.” demişti.[1427]
Mezarlık hurma
dallarıyla yapılan ve zeytinyağıyla tutuşturulan meşalelerle aydınlatılmıştı.[1428] [1429]
O yıl Medine valisi Mervân umre yaptığı için kendisinin vekili olan Ebû Hüreyre
cenaze namazını kıldırmıştı. Cemaat içerisinde İbn Ömer de 1427 bulunmaktaydı.
Hz. Âişe’yi
mezara yerleştirmek için kabrine beş kişi inmişti. Bunlar Urve b. Zübeyr,
Abdullah b. Zübeyr, Kâsım b. Muhammed, Abdullah b. Muhammed b. Abdurrahman ve
Abdullah b. Abdurrahman’dı.[1430] Bazı rivayetlerde Hz.
Âişe’nin kölesi Zekvân’a: “Zekvân kabrimi düzlerse hürdür.” dediği ve Zekvân’ın
Hz. Âişe’yi kabre koyduğu rivayet edilmektedir.[1431]
Hz. Ümmü
Seleme Hz. Âişe’nin ölümü üzerine bir çığlık atmıştı ve: “Nefsim elinde olan
Allah’a yemin olsun ki o, Hz. Peygamber’e insanların en sevimli olanıydı.
Babası bundan müstesnadır.” demişti.[1432]
Bakî‘
kabristanında düzen ve intizam yönünden diğerlerinden daha farklı olan ve
taşlarla çevrili sadece iki mezar vardı. Bunlardan bir tanesi Hz. Peygamber’in
hanımı Hz. Âişe’ye diğeri de Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hasan’a aitti.[1433]
Hz. Âişe 17
Ramazan 58/14 Temmuz 678 tarihinde[1434]
Salı gününün gecesinde[1435] vefat etmişti. Hz. Âişe
vefat ettiğinde altmış altı[1436] yaşındaydı.
SONUÇ
Yaklaşık bir asırdır
tartışma konusu olan Hz. Âişe’nin evlilik yaşı tartışmaları günümüz bakış
açısıyla geçmişi değerlendirmeye kalkışmak gibi bir hatanın en büyük
tezahürlerinden birisidir. Oryantalizm hareketinin ilk başladığı yıllarda bile
tartışma konusu olmayan Hz. Peygamber’in Hz. Âişe ile evliliği “aydınlanma
sonrası Avrupa değerleri” çerçevesinde yeniden gündeme gelmiş ve oryantalistler
tarafından Hz. Peygamber’e ve dolayısıyla İslâm’a yeni bir saldırı alanı olarak
değerlendirilmiştir.
Bu bakış
açısından hareketle Hz. Peygamber’e yapılan “şehvet düşkünü ve sübyancı”
ithamları İslâm âleminde konunun tekrar ele alınması gerekliliği fikrini
oluşturmuştur. Bu saldırılara bir aksülamel olarak müslüman yazarlar Hz.
Âişe’nin evlendiğinde yaşının daha büyük olduğunu gösterme gayretine
düşmüşlerdir. Fakat kaş yapayım derken göz çıkartmak kabilinden olan bu
gayretler, maalesef sonucu iyice düşünülmeden girişilmiş fevri çıkışlardır. Hz.
Âişe’nin evlilik yaşını büyük göstermek adına Buhârî, Müslim gibi en temel
kaynaklardaki rivayetler hiçbir değeri yokmuşçasına görmezden gelinmiş,
binlerce hadisin râvisi olan Hz. Âişe daha altı yaşında mı, on altı yaşında mı
olduğunu bilmeyen bir cahil konumuna düşürülmüştür.
Hz. Âişe’nin
yaşını daha büyük göstermeye çalışan yazarların elle tutulur hiçbir kanıtları
olmamasına rağmen rivayetleri son derece zorlayarak girdikleri ispat
çabalarının da ilmî bir dayanağı yoktur. Bu yazarlar lehlerinde olabilecek en
zayıf rivayetleri bile kullanmaktan kaçınmazken çok daha güvenilir kaynaklarda
yer alan aleyhteki rivayetleri görmemezlikten gelmeyi tercih etmişlerdir. Hz.
Âişe’nin yaşının daha büyük olduğunu savunan yazarların bazılarını istisna
tutmak kaydıyla Hz. Âişe hakkında hiçbir ciddi araştırma yapma gereği
duymadıkları da tarafımızca gözlemlenmiştir. Bu konuda ibret olarak Yaşar Nuri
Öztürk gösterilebilir. Bir akademisyen olmasına rağmen Doğrul’un yaptığı çok
büyük hataları bile aynıyla eserine almıştır.
Bize göre Hz.
Âişe’nin evlilik yaşını büyük göstermeye çalışmak anlamsız bir savunma
psikolojisinden ibarettir. Günümüz bakış açısıyla değerlendirildiğinde,
zamanımıza uygun olmayan bu evlilik o dönem şartları içerisinde gayet sıradan
bir vakıadır. Benzer birçok evlilik o dönemde yapılmış ve bu evlilikler toplum
tarafından eleştirilmemiştir.
Hz. Âişe’nin
evlilik yaşı bize göre kaynaklarda zikredilen rivayetlerin aynısı olup Hz. Âişe
Hz. Peygamber ile altı veya yedi yaşlarında nişanlanmış, dokuz veya on yaşında
evlilik gerçekleşmiştir. O dönemde tarih düşme geleneğinin olmaması sebebiyle
belki bir iki yaş farklı olabilir. Bu makul bir yanılma payıdır. Fakat Hz. Âişe
gibi entelektüel bir insanın yaşı hakkında on yıl yanılması kabul edilebilir
bir yanılma payı değildir.
Çalışmamızda
elde ettiğimiz sonuçlardan bir diğeri de Hz. Peygamber ve Hz. Âişe’nin birbirlerine
çok derin bir sevgiyle bağlı olduklarıdır. Hz. Âişe Hz. Hatice’nin vefatından
sonra Hz. Peygamber için büyük bir teselli kaynağı olmuştur. Fakat Hz.
Hatice’nin yeri Hz. Peygamber için hiçbir zaman ulaşılamaz bir seviyededir. Hz.
Peygamber Hz. Âişe’nin dinî olmayan konularda yaptığı hatalara karşı çok büyük
müsamaha göstermiş, ancak söz konusu Hz. Hatice olduğunda onun aziz hatırasına
laf etmesine izin vermemiştir. Hz. Âişe de bu durumun farkına vararak Hz.
Peygamber’i üzecek bu davranışlarını tekrar etmemiştir.
Hz. Âişe ömrü
boyunca bu sevgili eşini başka birçok kumasıyla paylaşmak zorunda kalmıştır.
Fakat Hz. Peygamber’in diğer eşlerinden hiçbiri Hz. Âişe’nin sahip olduğu
ayrıcalığa erişememiştir. Hz. Âişe Hz. Peygamber’in yanında sahip olduğu bu
eşsiz konumu bilmesine rağmen yine de kıskançlıktan kurtulamamıştır. Çok basit
durumlarda bile kıskançlıktan titreyecek kadar ileri gittiği anlar olmuştur.
Bazen bu kıskançlıklar sebebiyle Hz. Peygamber’e de çok kızdığı anlar olmuş ve
söylememesi gereken bazı sözleri de Hz. Peygamber’e karşı sarf etmiştir. Hz.
Peygamber onun bu durumunu iyi bildiği için kendisine gayet yumuşak bir uslupla
karşılık vermiştir. Ancak bazı durumlarda Hz. Âişe o kadar şanslı olamamış Hz.
Peygamber’e karşı sarf ettiği sözleri babası Hz. Ebû Bekir işittiğinde çok daha
sert bir tepkiyle karşılaşmış hatta bezen bu sebeple Hz. Ebû Bekir’in kaba
kuvvete başvurduğu da olmuştur. Her ne kadar bazen ileri gitmiş olsa da Hz.
Âişe gibi Hz.Peygamber’e aşırı bir sevgiyle bağlı olan bir eşin bu
kıskançlıkları makul görülmelidir.
Hz. Âişe’nin
kişiliğinde bazı olumsuz yönlerin olduğu bir gerçektir. Çabuk sinirlenmesi ve
kendisine karşı yapılan bir hatayı kolaylıkla affedememesi bu olumsuz
özelliklerinden bazılarıdır. Fakat tüm olumsuzluklarına rağmen güçlü
şahsiyetiyle, özgüveniyle, hayâsıyla, ibadete düşkünlüğüyle, cömertliğiyle ve
tevazuuyla Hz. Âişe örnek bir müslüman hanımdır.
Hz. Âişe’nin
örnek vasıfları içerisinde öne çıkan ise onun ilim aşkı ve kuvvetli
hitabetidir. Hz. Âişe güçlü hafızası ve öğrenme arzusu sebebiyle İslâm’ın her
karesinin fotoğrafını çekmeyi başarmış, özellikle Hz. Peygamber’in vefatından
sonra üstün hitabet yeteneğiyle birlikte İslâm’ı en doğru bir şekilde insanlara
aktarmaya gayret etmiştir. O sadece bir emanetçi gibi gördüklerini ve
duyduklarını aynıyla kabul etmemiş, en doğru şekilde bilgileri anlamaya
çalışmış, eleştirel bir bakış açısıyla olayları analiz etmiştir. Hz. Peygamber
döneminde elde ettiği birikimi de iletmekle kalmamış yapılan birçok hataya
anında tepki vererek yanlış anlaşılmaların ve yanlış aktarımların önüne geçmeyi
başarmıştır. Bu sebeple Hz. Âişe kendisi için kullanılan ilk hadis münekkidi
payesini hak etmiştir. Hz. Âişe sadece İslâmî ilimlerde değil döneminde bulunan
birçok ilim dalında bir otorite olmayı başarmıştır. Her ne kadar bu durum Hz.
Âişe’yi çok üzmüş olsa da onun ilmî alanda elde ettiği bu başarı da çocuk
sahibi olmamasının da büyük bir katkısı vardır. O, Hz. Peygamber’in diğer
eşlerinin aksine bütün enerjisini Hz. Peygamber’den ilim öğrenme yolunda
harcamıştır. Hz. Âişe rivayet ettiği binlerce hadisle İslâm âlemine erişilmez
bir katkı sunmuştur. Şayet Hz. Âişe olmasaydı özellikle Hz. Peygamber’in özel
hayatına dair birçok nokta kapalı kalacaktı.
Hz. Âişe’nin
halifeler dönemindeki hizmetlerine gelince o Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer
dönemlerinde siyasi olaylara müdahale etmemiştir. Bazı yazarların ve grupların
iddia ettiği gibi babasının halife olmasında herhangi bir dahli olmamıştır.
Hatta bu iddiaların aksine babasının Hz. Peygamber’in makamına geçip namaz
kıldırmasını dahi arzu etmemiştir. Çünkü Hz. Peygamber’den sonra onun makamına
geçecek kişinin uğursuz sayılacağını düşünmüştür.
Hz. Âişe’nin,
Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer dönemlerindeki hizmetleri toplumun irşadıyla sınırlı
kalmıştır.
Bazı yazarlar
aksini iddia etse de Hz. Osman döneminde de Hz. Âişe’nin yönetim üzerinde bir
etkisi olmamıştır. Hz. Osman’ın yönetiminden memnun olmayan bazı gruplar o
dönemde toplumun önde gelen şahsiyetlerinin yanına gelerek bazı konularda
onlardan yardım istemişlerdir. Hz. Âişe de sahip olduğu konum itibariyle
kendisinden yardım istenilen kişilerden birisidir. Hz. Âişe kendisine gelenleri
dikkatle dinlemiş ve haklı olduklarını düşündüğü bazı konularda Hz. Osman’dan
küçük ricalarda bulunmuştur.
Fakat bazı
kaynaklarda Hz. Âişe’nin yaptıkları çok abartılı bir şekilde sunularak Hz.
Âişe’nin Hz. Osman’ın en büyük muhalifleri arasında olduğu iddia edilmiştir.
Hz. Osman’a ilk defa Na‘sel lakabını takanın o olduğu, yanına gelenlerin
tamamına Hz. Peygamber’in eski elbiselerini göstererek: “Rasûlullah’ın
elbiseleri eskimeden Osman onun sünnetini eskitti.” dediği şeklinde rivayetler
aktarılmıştır. Aynı kaynaklar Hz. Âişe’nin Hz. Osman’a olan muhalefetinin
sebebini de kendi kabilesinden ve akrabası olan Talha’yı halife yapmak için
bunları yaptıklarını kaydetmişlerdir. Bize göre bunların hiçbirisi doğru
değildir. Hz. Âişe’nin Hz. Osman’a muhalefeti o dönemde yaşamış olan herhangi
bir sahâbîninkinden daha fazla değildir.
Hz. Âişe’nin
Cemel Savaşı’yla sonuçlanan çıkışı da Hz. Osman’ın öldürülmesi olayının bir
devamıdır. Hz. Âişe bazılarının iddia ettiği gibi sadece Hz. Ali ile geçmişte
yaşadıkları bazı olumsuzluklar sebebiyle böyle bir muhalefet hareketine
katılmamıştı. Tabi bu Hz. Âişe’nin özellikle İfk Olayı’ndaki tavrı sebebiyle Hz.
Ali’ye kızgın ve kırgın olmadığı manasına gelmemektedir. Hz. Ali’nin İfk
Olayı’ndaki tavrı Hz. Âişe’nin ruhunda ona karşı büyük bir kırgınlığa sebep
olmuştur. Hz. Âişe’nin bu çıkışında da bu olayın etkisi mevcuttur. Fakat Hz.
Âişe ne kişisel husumeti sebebiyle ne de hilafet hırsı sebebiyle bu harekete
katılmıştı. Onun kalkıştığı bu muhalefetin temel sebebi Hz. Osman’ın
katillerinin cezalandırılmaması ve bir grup zorba tarafından hilafetin hiç
kimsenin fikri alınmadan Hz. Ali’ye verilmesiydi. Birbiriyle çok çelişen birçok
rivayet olmasına rağmen Hz. Ali’nin halifeliğe geliş şekli böyledir. Hz.
Osman’ı öldüren grup toplumun tamamını baskı altına alarak Hz. Ali’yi halife
seçmişlerdi. Normal şartlarda Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr de hilafetin en güçlü
adayının Hz. Ali olduğunu takdir ediyorlardı. Fakat Hz. Ali’nin himayesinde
büyüyen Hz. Âişe’nin kardeşi Muhammed b. Ebû Bekir’in Hz.Osman’a karşı
başlatılan isyanın liderlerinden biri olması ve Hz. Osman’ı öldüren küçük
grubun içerisinde de yer alması Hz. Ali’nin hilafetine karşı halkın bakış
açısını olumsuz etkilemiştir. Emevîler’in de aleyhte propagandası sayesinde Hz.
Ali Hz. Osman’ın katiliymiş gibi bir hava meydana gelmiştir.
Bazı yazarlar
Hz. Ali’nin hilafetinin hiçbir zaman tartışma konusu olmadığını, tek problemin
Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmaması olduğunu iddia etmişlerdir. Ancak
bu açıklamalar maalesef duygusallığın ötesine geçememektedir. Şayet durum
bundan ibaret olsaydı, Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’in başkaldırılarının hiçbir
haklı tarafı olamazdı. Meşru bir halife görevdeyken her isteyen birilerini
cezalandırmak için asker toplayamazdı.
Hz. Âişe,
Talha ve Zübeyr bu yolculuğa çıkarken amaçları böyle kanlı bir savaşa sebep
olmak değildi. Onların niyeti muhtemelen asilerin karşı koyamayacağı kadar
büyük bir ordu kurarak Medine’ye gelmek ve asileri cezalandırarak hilafeti
şûraya teslim etmekti. Fakat olaylar düşündükleri gibi gerçekleşmemiş, ilk
olarak Basra’da bir savaşa girmek zorunda kalmışlardı. Bu savaş esnasında Hz.
Osman’ın katline ortak olanlardan bazılarını öldürmüşlerdi. Fakat öldürdükleri
insanların hepsinin Hz. Osman’ın katili olması da mümkün gözükmemektedir.
Hz. Âişe’nin
bu olaydaki rolü ise beklentisinin tamamıyla aksi yönde gerçekleşmiş. Hz. Âişe
insanların arasında sulh yapmak için çıktığı bu yolculukta kendisinin de asla
tahmin edemeyeceği bir şekilde savaşın uzamasına ve daha fazla insanın ölmesine
sebep olmuştu. Talha’nın hemen savaşın başında yaralanması ve Zübeyr’in savaş
alanını terk etmesinden sonra Talha ve Zübeyr’in taraftarlarının kaçmamalarının
tek nedeni Hz. Âişe’nin varlığıydı. Herkes Hz. Âişe’yi koruyabilmek adına sebat
ediyordu. Bu sebeple Hz. Âişe’nin devesinin etrafında yoğunlaşan savaşta her
iki taraftan da birçok insan ölmüştü.
Talha ve
Zübeyr’in hilafete hırsları var mıydı? Şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki
Talha ve Zübeyr’in hilafet hırsı varsa bile Hz. Ali’ninkinden fazla değildi.
Kaynakların genelinden çıkarttığımız sonuca göre Talha hilafet hususunda daha
istekli gözükmektedir. Zübeyr’e gelince, onun halifeliğe karşı meyli olduğuna
dair bir rivayet kaynaklarda göremedik. Fakat oğlu Abdullah’ın babası adına
böyle bir isteği olduğunu düşünmekteyiz. Hz. Âişe’yi de bu yola sevk eden
Abdullah b. Zübeyr olmuştur.
Bu olaydan
sonra Hz. Âişe ömrünün geri kalanında siyasî olayları takip etmeyi
bırakmamıştı. Fakat yaşanan olaylara fiilî olarak müdahale etmekten de
kaçınmıştı. Ömrünün son anına kadar da Cemel Savaşı’yla sonuçlanan bu
çıkışından pişmanlık duymuştu. Ancak Hz. Âişe’nin pişmanlığının sebebi
kendilerini haksız, Hz. Ali’yi haklı gördüğü için değildi. Hz. Âişe sadece
böyle kanlı bir savaşın tarafı olduğu için pişmanlık duyuyordu.
Hz. Âişe en
çok hadis rivayet eden raviler arasındadır. Hz. Âişe hakkında yaptığımız bu
çalışma esnasında Hz. Âişe’nin hadisçiliği konusunda bazı çalışmaların
yapıldığını ancak bu konunun yeterli bir şekilde ele alınmadığını müşahede
ettik. Hz. Âişe’nin hadisçiliği konusunda lisansüstü çalışmaların yapılması
gerektiğini düşünmekteyiz. Böyle çalışmalar yapıldığı taktirde Hz. Âişe’nin
hadis ilmine sunduğu katkılar daha detaylı ve toplu bir şekilde
görülebilecektir.
Benzer şekilde
dilimizde Hz. Âişe’nin fıkıhçılığı konusunda da kapsamlı bir çalışma
bulunmamaktadır. Bu konu hakkında da lisansüstü çalışmalar yapıldığında önemli
bir eksikliğin doldurulacağını düşünmekteyiz.
Tezimizin
Cemel Savaşı’nı incelediğimiz bölümünde bu dönem olaylarının anlatıldığı
eserlerin Şiî rivayetleri tarafından istila edildiğini müşahede etmiş
bulunmaktayız. Bu dönem olayları hakkında çok fazla uydurma rivayet bulunması
ve birçok eserde olayların çok kopuk ve müphem şekilde aktarılmış olması
sebebiyle bu olayın ciddi bir şekilde ele alınması gerektiğini düşünmekteyiz.
Cemel Savaşı hakkında dilimizde makale ve tez çalışmalarının bulunmaması da
araştırmacıların işini bir hayli zorlaştırmaktadır. Böylesine önemli bir
konunun hiç kimse tarafından özel olarak çalışılmamış olmasının da çok büyük
bir eksiklik olduğunu düşünmekteyiz. Bu konu çok karışık ve uzmanlık gerektiren
bir konu olduğu için bir doktora tezi ciddiyetiyle özel olarak ele alınması
gerekmektedir.
[1] Kandemir,
M. Yaşar, Mevzû Hadisler: Menşe’i, Tanıma Yolları, Tenkidi, İFAV,
İstanbul, 1997, s. 27-61; Turhan, Halil İbrahim, Cerh Tadil İlminin Hicrî
İlk İki Asırdaki Gelişim Seyri, STS Yayınları, Rize, 2014, s. 38.
[2] Müslim,
Ebü’l-Hüseyin Müslim b. el-Haccâc b. Müslim el-Kuşeyrî (ö. 261/875), Sahîh,
Dâru İbni Hazm, Beyrût, 2010, s. 17.
[3] İbn
Kayyim el-Cevziyye, Ebû Abdullah Şemsüddîn Muhammed b. Ebû Bekir b. Eyyûb
ez-Züraî ed- Dımaşkî el-Hanbelî (ö. 751/1350), el-Menârü’l-Münîf fi’s-Sahîh
ve’z-Zâif, tah. Abdülfettâh Ebû Gudde, Mektebetü’l-Matbû‘âti’l-İslâmiyye,
11. Baskı, Beyrût, 2004, s. 116; Ekinci, Muhammed Salih, Tarihte Metod ve
Tarihi Tetkikler Işığında Sahabe Dönemi, çev. Mehmet Ecir Eşiyok, Konya,
ts., s. 219; Bilmen, Ömer Nasuhi (ö. 1391/1971), Ashâb-ı Kirâm Hakkında
Müslümanların Nezih İtikadları, Hisar Yayınevi, İstanbul, 2013, s. 192-193.
[4] Ekinci,
s. 13; Akbulut, Ahmet, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere
Etkileri, Birleşik Yayıncılık, İstanbul, 1992, s. 27; Aşıkkutlu, Emin, Hadiste
Rical Tenkidi: Cerh ve Tadil İlmi, İFAV, İstanbul, 1997, s. 44; Seyyid
Muhammed Nuh, Sahâbe Neslinin Hadis İlmine Katkıları, çev. Mehmet Eren,
Ravza Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2010, s. 38.
[5] Ekinci,
s. 224; Bilmen, s. 161.
[6] Karaman,
Hayrettin vd., Kur ’ân ’ı Kerîm ve Açıklamalı Meali, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları, 13. Baskı, Ankara, 2005.
[7] İmam Mâlik, Ebû Abdullah Mâlik b. Enes b. Mâlik b.
Ebû Âmir el-Asbahî el-Yemenî (ö. 119/195),
el-Muvatta, Çağrı Yayınları,
İstanbul, 2008; Ahmed b. Hanbel, Ebû Abdullah Ahmed b. Muhammed b. Hanbel
eş-Şeybânî (ö. 241/855), el-Muhassalu li-Müsnedi’l-İmâmi Ahmed b. Hanbel,
der. Abdullah b. İbrahim b. Osman el-Kara‘âvî, Dârü’l-Âsıme, 2. Baskı, Riyâd,
2006; Dârimî, Ebû Muhammed
Abdullah
b. Abdurrahman b. el-Fazl (ö. 255/869), Sünen, Çağrı Yayınları,
İstanbul, 1981; Buhârî, Ebû
Asrıyye, Beyrût, 2013; Ebû
Dâvûd, Süleyman b. el-Eş‘as b. İshâk es-Sicistânî el-Ezdî (ö. 215/889), Sünen,
Haz. İzzet Ubeyd ed-De‘âs-Âdil es-Seyyâd, Dâru İbni Hazm, 1. Baskı, Beyrût,
1997; Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa b. Sevre (Yezîd) (ö. 219/892), el-Câmi‘u’s-Sahîh,
Haz. Muhammed Nasıruddîn el-Elbânî-Ebû Ubeyde Meşhûr b. Hasan Âli Selmân,
Mektebetü’l-Me‘ârif, 1. Baskı, Riyâd, ts.; Nesâî, Ebû Abdurrahman Ahmed b.
Şu‘ayb b. Ali (ö. 303/915), Sünen-i Nesâî: bi Şerhi’l- Hâfız Celâleddîn
es-Süyûtî ve Haşiyeti’l-İmâmi’s-Sindî, tah. Mektebü
Tahkîki’t-Türâsi’l-İslâmî, Dârü’l-Ma‘rife, Beyrût, ts.
[14] Vâkidî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ömer b. Vâkid (ö.
201/822), Kitâbü ’l-Megâzî, tah. Marsden Jones, Âlemü’l-Kütüb, 3. Baskı,
Beyrût, 1984.
[15] Şeşen, Ramazan, “Vâkidî”, İA, Eskişehir, 1997,
XIII, 151.
[16] İbn Hişâm, Ebû Muhammed Cemâlüddîn Abdülmelik b. Hişâm b. Eyyûb (ö.
218/833), es-Sîretü ’n- Nebeviyye, tah. Mustafa es-Sakâ-İbrahim
el-Ebyârî-Abdülhafîz Şiblî, Dârü’l-İhyâi’l-Türâsi’l-Arabî, Beyrût, ts.
[17] Fayda, Mustafa, “İbn İshak”, DİA, İstanbul, 1999, XX, 94.
[18] Fayda, Mustafa, “İbn Hişâm”, DİA, İstanbul, 1999, XX, 71-72.
[19] İbn İshâk, Ebû Abdullah Muhammed b. İshâk b. Yesâr b. Hıyâr
el-Muttalibî el-Kureşî el-Medenî (ö. 151/768), Sîretü İbn İshâk el-Müsemmâ
bi-Kitâbi’l-Mübtede’ ve’l-Meb‘as ve’l-Megâzî, tah. Muhammed Hamîdullah,
Fas, 1976.
[20] Süheylî, Ebü’l-Kâsım Abdurrahman b. Abdullah b. Ahmed el-Has‘amî
(ö. 581/1185), Ravzü’l-Ünüf fi Şerhi Sîreti’n-Nebeviyye, tah. Ömer
Abdüsselâm es-Selâmî, Beyrût, 2000.
[21] İbn Sa‘d, Ebû Abdullah Muhammed b. Sa‘d b. Meni‘ el-Kâtib el-Hâşimî
el-Basrî el-Bagdâdî (ö. 230/845), et-Tabakâtü ’l-Kübrâ, tah. Muhammed
Abdülkâdir Atâ, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 2. Baskı, Lübnan, 2012.
[22] Fayda, Mustafa, “İbn Sa‘d”, DİA, İstanbul, 1999, XX, 295.
11 İbn Kuteybe,
Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim ed-Dîneverî (ö. 276/886), Me‘ârif, tah.
Muhammed Ali Beydûn, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 2. Baskı, Beyrût, 2003.
[24] İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim b. Kuteybe ed-Dineverî
(ö. 276/889), el-îmâme ve ’s-Siyâse, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 3. Baskı,
Beyrût, 2009.
[25] Belâzürî, Ebü’l-Hasen Ahmed b. Yahyâ b. Câbir b. Dâvûd (ö.
279/892), Ensâbü ’l-Eşrâf tah. Muhammed Hamîdullah-Süheyl Zekkâr-Riyâz
Ziriklî, Dârü’l-Fikr, 1. Baskı, Beyrût, 1996.
[26] Belâzürî, Ebü’l-Hasen Ahmed b. Yahyâ b. Câbir b. Dâvûd (ö.
279/892), Fütûhu ’l-Büldân, çev. Mustafa Fayda, T. C. Kültür Bakanlığı
Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2002.
[27] Hizmetli, Sabri, îslâm Tarihçiliği Üzerine, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1991, s. 131.
[28] Taberî, Ebû Ca‘fer Muhammed b. Cerîr b. Yezîd el-Âmülî et-Taberî
el-Bagdadî (ö. 310/923), Târîhu ’l-Ümem ve ’l-Mülûk,
Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 5. Baskı, Beyrût, 2012.
[29] Günaltay, Şemseddin, îslâm Tarihinin Kaynakları, haz. Yüksel
Kanar, Endülüs Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 1991, s. 35.
[30] Seyf b. Ömer et-Temimî (ö. 180/796), el-Fitne ve Vak‘atü’l-Cemel,
tah. Ahmed Râtib Armûş, Dârü’n-Nefâes, 9. Baskı, Beyrût, 2008, s. 11; Fayda,
Mustafa, “Seyf b. Ömer”, DîA, İstanbul, 2009, XXXVII, 28.
[31] Halîfe b. Hayyât, Ebû Amr Halîfe b. Hayyât b. Halîfe eş-Şeybânî
el-Basrî (ö. 240/855), Târih, tah. Mustafa Necîb Fevvâz-Hikmet Keşlî
Fevvâz, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 1. Baskı, Beyrût, 1995.
[32] İbn Habîb, Ebû Ca‘fer Muhammed b. Habîb b. Ümeyye b. Amr el-Hâşimî
(ö. 245/860), el- Muhabber, tah. İlse Lichtenstadter,
Dârü’l-Âfâki’l-Cedide, Beyrût, ts.
[33] Ya‘kûbî, Ebü’l-Abbâs Ahmed b. Ebî Ya‘kûb İshâk b. Ca‘fer b. Vehb b.
Vâzıh (ö. 292/905), Târîhu ’l Ya ‘kûbî, tah. Abdülemîr Mihna, Şirketü
İ‘lemî li’l-Matbû‘ât, Beyrût, 2010.
[34] Beyhakî, Ebû Bekir Ahmed b. Hüseyin b. Ali (ö. 458/1066), Delâilü
’n-Nübüvve ve Ma ‘rifeti Ahvâli Sâhibü ’ş-Şerî‘a, tah. Abdülmü‘tî Kal‘acî,
Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 1. Baskı, Beyrût, 1988.
[35] İbn Abdilber, Ebû Ömer Cemâlüddîn Yûsuf b. Abdullah b. Muhammed (ö.
463/1071), ed-Dürer fî Îhtisâri’l-Megâzîve’s-Siyer, tah. Şevkî Dayf,
Kahire, 2002.
[36] İbn Abdilber, Ebû Ömer Cemâlüddîn Yûsuf b. Abdullah b. Muhammed (ö.
463/1071), el-îstî‘âb fî Ma ‘rifeti’l-Eshâb, tah. Ali Muhammed
el-Becâvî, Dârü’l-Cîl, Beyrût, 1992.
[37] İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Sâid b. Hazm el-Endelüsî
el-Kurtubî (ö. 456/1064), Cevâmi‘u ’s-Sîreti’n-Nebeviyye,
Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 1. Baskı, Beyrût, 1983.
[38] İbnü’l-Esîr, Ebü’l-Hasen İzzüddîn Ali b. Muhammed b. Muhammed
eş-Şeybânî el-Cezerî (ö. 630/1233), el-Kâmil fi’t-Târîh, tah.
Ebü’l-Fidâ’ Abdullah el-Kâzî-Muhammed Yûsuf ed-Dakkâk, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye,
5. Baskı, Beyrût, 2010.
[39] İbnü’l-Esîr, Ebü’l-Hasen İzzüddîn Ali b. Muhammed b. Muhammed
eş-Şeybânî el-Cezerî (ö. 630/1233), Üsdü’l-Gâbe fî Ma‘rifeti’s-Sahâbe,
tah. Ali Muhammed Mü‘avviz-Âdil Ahmed Abdilmevcûd, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye,
Beyrût, ts.
[40] Zehebî, Ebû Abdullah Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed b. Osman (ö.
748/1347), Târîhu ’l-îslâm ve Vefeyâtü ’l-Meşâhîri ve ’l-A ‘lâm, tah.
Ömer Abdüsselâm Tedmürî, Dârü’l-Kitâbi’l-Arabi, 2. Baskı, Beyrût, 1990.
[41] Zehebî, Ebû Abdullah Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed b. Osman (ö.
748/1347), Siyeru A ‘lâmi’n- Nübelâ, tah. Şu‘ayb el-Arnaût vd.,
Müessesetü’r-Risâle, 3. Baskı, Beyrût, 1985.
[42] İbn Kesîr, Ebü’l-Fidâ İmâdüddîn İsmail b. Şihâbüddîn Ömer b. Kesîr
b. Dav’ b. Kesîr el-Kaysî el- Kureşî (ö. 774/1373), el-Bidâye ve ’n-Nihâye,
tah. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, Hicr li’t-Tıbâ’a ve’n-Neşr, 1. Baskı,
Cîze, 1997.
[43] İbn Hacer el-Askalânî, Ebü’l-Fazl Şihâbüddîn Ahmed b. Ali b.
Muhammed el-Askalânî (ö. 852/1449), el-îsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, tah.
Sıdkî Cemîl el-Attâr, Dârü’l-Fikr, 1. Baskı, Beyrût, 2001.
[44] Yâkût el-Hamevî, Ebû Abdullah Şihâbüddîn Yâkût b. Abdullah (ö.
626/1229), Mü ‘cemü ’l-Büldân, Dârü’s-Sadr, Beyrût, 1977.
[45] Afgânî, Sa‘îd (ö. 1417/1998), Âişetü ve ’s-Siyâsiyyetü,
Dârü’l-Beşâir, 1. Baskı, Dımaşk, 2010.
[46] Askari, Seyyid Murtazâ, The Role of ‘A ’ishah in the History of
İslam, çev. Alaaddin Pazargadi, Tahran, 2000.
[47] Gavsi, Mehmed, Ümmül Müminin: Peygamberin En Sevgili Zevcesi
Ayşe Radiyallahüanha, Ergin Kitabevi, İstanbul, 1956; Pilâvoğlu, Elhâc
Mehmed Kemâl, Hazreti Aişe Validemiz, Güven Matbaası, Ankara, 1965;
Necefzade, Yakub Kenan, Ayşe Anamız: Doğumundan Ölümüne Kadar Ayşe Anamızın
Hayatı, Atlas Kitabevi, İstanbul, 1967; Mutlu, İsmail, Mü’minlerin
Annesi Hazreti Aişe, Mutlu Yayıncılık, 3. Baskı, İstanbul, 1996; Asımgil,
Sevim, insanlık Tarihinin En Seçkin Hanımefendisi: Resul’ün Hümeyrâ’sı Hz.
Aişe, İpek Yayıncılık, 4. Baskı, İstanbul, 1997; Abbott, Nabia (ö.
1428/1981), Hz. Muhammed’in
Sevgili Eşi Ayşe, Yurt Kitap-Yayın, 1. Baskı, Ankara, 1999; Nedvî, Süleyman
(ö. 1372/1953), Hazreti Aişe, çev. Ahmet Karataş, Timaş Yayınları, 2.
Baskı, İstanbul, 2004; Ceylan, Meryem Canan, Entelektüel ve Siyasi Bir
Kişilik Olarak Hz. Aişe, Ahsen Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2005; Balcı,
Ramazan, En Sevgilinin Sevgilisi Hz. Âişe: Hayatı ve Şahsiyeti, Nesil
Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2005; Haylamaz, Reşit, Mü’minlerin En Mümtaz
Annesi Hazreti Âişe Radıyallahu Anhâ, Işık Yayınları, 3. Baskı, İstanbul,
2009; Subaşı, Ebubekir, Müminlerin Annesi Hazreti Aişe, Mavi Lale
Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2010; Temiz, Ahmet Emin, Hazreti Aişe,
Cihan Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 2011; Kesmez, Ümit, İlim ve İffet
Timsali Hazreti Aişe, Muştu Yayınları, İzmir, 2013.
[48] Bursalı,
Mustafa Necati (ö. 1430/2009), İffet ve İsmet Timsali Hz. Âişe Radiyallahu
Anha, Çelik
Medine
Mücevheri Hz. Aişe, Yunus Yayınevi, 1. Baskı, Kahramanmaraş, 2009; Pasha,
Kamran,
Müminlerin Annesi, çev.
Muhtesim Güvenç, Epsilon Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul 2010; Eraslan, Sibel, Aişe:
Meleklerin Selam Verdiği Kadın, Timaş Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2014.
Aşık, Nevzat, Hazreti Âişenin Hadisciliği, Öğrenci
Basımevi, İzmir, ts.; Zerkeşî, Ebû Abdullah Bedrüddîn Muhammed b. Bahâdır b.
Abdullah et-Türkî el-Mısrî el-Minhâcî ez-Zerkeşî eş-Şâfiî (ö. 794/1392), Hz.
Âişe’nin Sahâbeye Yönelttiği Eleştiriler, çev. ve ekler. Bünyamin Erul,
Kitâbiyât, 3. Baskı, Ankara, 2007; Gündüz, Menar, Müsned-i Âişe, Konevi
Yayınları, 1. Baskı, Konya, 2008.
Kaluç, Hasan, Hz. Aişe, İslamoğlu Yayıncılık,
İstanbul, 1996; Ferşadoğlu, Saliha, Hz. Aişe’nin îzinde, Yeni Asya
Neşriyat, 1. Baskı, İstanbul, 2010; Kara, Hilal Çelikkol, Hz. Aişe,
Nesil Çocuk, İstanbul, 2011; Yılmaz, Ömer, Müminlerin En Sevgili Annesi
Hazreti Âişe Radıyallahu Anha, Muştu Yayınları, İzmir, 2013.
Yılmaz, Nimet, Hz. Âişe’nin îlk Müslüman Topluma
Sosyolojik Etkileri: Din Sosyolojisi Açısından Karizmatik Tip Araştırması,
(Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, İstanbul, 1998; Tütün, Sevgi, et-Taberî’nin Câmiu’l-Beyân îsimli
Eserinde Hz. Âişe’den Yapılan Rivâyetlerin Tespiti ve Değerlendirilmesi,
(Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, İzmir, 1999; Aynacı, Mediha, Hz. Âişe’nin îctihadında Takip
Ettiği Usûl, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2001; Uslan, Pınar, Hz. Âişe’nin Bayan
Öğrencileri, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Dokuz Eylül Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir, 2003; Mahmat, Emine Cankat, Hz. Âişe’nin
Siyasi Olaylardaki Rolü, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Fırat
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Elazığ, 2004; Görmez, Hatice, Hz.
Âişe’nin Tefsir Rivayetleri, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2006; Öztürk, Nilgül, Hz.
Âişe ve Tefsir îlmindeki Yeri, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Harran Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Şanlıurfa, 2007; İla, Sevde, Hz. Âişe ve
Peygamber Sonrası Siyasi Hayattaki Rolü, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi),
Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Adana, 2007; Gümüş, Aliye, îfk
Hadisinin Tahlili, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2008; Velioğlu, Neriman, Hz. Âişe’nin
Hadis îlmindeki Yeri ve Metin Tenkidi Yöntemleri, (Basılmamış Yüksek Lisans
Tezi), Fatih Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2014.
Zerkeşî, Ebû Abdullah Bedrüddîn Muhammed b. Bahâdır b.
Abdullah et-Türkî el-Mısrî el-Minhâcî ez-Zerkeşî eş-Şâfiî (ö. 794/1392), el-îcâbe
li-Îradi mâ îstedrekethu Âişe ale’s-Sahâbe, tah. Rıfat Fevzî Abdülmuttalib,
Mektebetü’l-Hâncî, 1. Baskı, Kahire, 2001.
Köksal, M. Asım (ö. 1419/1998), îslâm Tarihi, Şamil
Yayınevi, İstanbul, 1987.
Hamîdullah, Muhammed (ö. 1423/2002), îslâm Peygamberi,
çev. Salih Tuğ, İrfan Yayımcılık, 5. Baskı, İstanbul, 2001.
[51] İbn Hişâm, IV, 305; İbn Sa‘d, VIII, 46; Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ,
II, 135.
[52] İbn Sa‘d, VIII, 46; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1881;
İbnü’l-Esîr, Üsdü ’l-Gâbe, VII, 186; Nüveyrî, Şehâbeddin Ahmed b.
Abdülvehhâb b. Muhammed (ö. 733/1333), Nihâyetü ’l-Ereb fi Fünûni’l-Edeb, el-Hey’etü’l-Mısriyyetü’l-Âmme
li’l-Kitâb, Kahire, 1975, XVIII, 174; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n- Nübelâ,
II, 135.
[53] Nedvî, Süleyman (ö. 1372/1953) İslâm Târihi Asrı Sa‘âdet: Hazreti
Âişe, çev. ve ekler. Ömer Rıza Doğrul, Gündoğdu Matbaası, İstanbul, 1928,
V, 11; Haylamaz, s. 13.
[54] İbn Sa‘d, VIII, 62-63; Hâkim, Ebû Abdullah Muhammed b. Abdullah b.
Muhammed el-Hâkim en- Nîsâbûrî (ö. 405-1014), Müstedrek ale’s-Sahîhayn,
tah. Mustafa Abdülkâdir Atâ’, Dârü’l-Kütübü’l- İlmiyye, 2. Baskı, Beyrût, 2002,
IV, 6; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 187; Şâmî, Ebû Abdullah Şemsüddîn
Muhammed b. Yûsuf b. Ali b. Yûsuf es-Sâlihî (ö. 942/1536), Ezvâcü’n-Nebî,
tah. Muhammed Nizameddin el-Füteyyih, Dârü’l-Kelimi’t-Tayyib, 1. Baskı, Beyrût,
2006, s. 78; Habeş, Refîde, Aişe bint Ebû Bekir es-Sıddîk: Seyyidetü ’d-Dâ
‘îyâti fi’l-İslâm, Dârü’l-Hayr, Beyrût, 1990, s. 5.
[55] İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 187; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî,
s. 78.
[56] İbn İshâk, s. 124; İbn Hişâm, I, 290; İbn Kesîr, el-Bidâye,
IV, 93.
[57] Buhârî, Salât 86; Kefâlet 4; Habeş, s. 5.
[58] Dârimî, Nikâh 48; Buhârî, Nikâh 22; Müslim, Razâ‘ 3; İbn Mâce, Nikâh
38; Ebû Dâvud, Nikâh 8; Tirmizî, Razâ‘ 2; Nesâî, Nikâh 49.
[59] Dârimî, Nikâh 52; Buhârî, Şehâdât 7; Müslim, Razâ‘ 32; İbn Mâce,
Nikâh 37; Ebû Dâvud, Nikâh 9; Nesâî, Nikâh 51.
[60] Arap kültüründe kadın ve erkeğin evlenmelerine karar verildiği
zaman nikâhları hemen kıyılmaktaydı. Aynı durum Hz. Peygamber ile Hz. Âişe’nin
evlilikleri için de geçerliydi. Fakat fiilî anlamda evlilik başlamamış olduğu
için, metin içerisinde karıştırılma ihtimali olan yerlerde, bu süreci
kültürümüze daha uygun olan, “nişan” tabiriyle ifade ettik.
[61] İbn Sa‘d, I, 164; İbnü’l-Esîr, Târîh, I, 606; İbn Kesîr, el-Bidâye,
IV, 304-316; Kastallânî, Ebü’l- Abbâs Şihâbüddîn Ahmed b. Muhammed b. Ebû Bekir
(ö. 923/1517), el-Mevâhibü ’l-Ledünniyye, tah. Muhammed Abdül‘azîz
el-Hâlidî, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 1. Baskı, Beyrût, 1996, II, 38; Şulul,
Kasım, İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, İnsan
Yayınları, İlaveli 3. Baskı, İstanbul, 2011, s. 335-338; Küçükaşçı, Mustafa
Sabri, “Senetü’l-Hüzn”, DİA, İstanbul, 2009, XXXVI, 519-520.
[62] Ahmed b. Hanbel, XVII, 228-229; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe,
VII, 186-187; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 149-150; Heysemî,
Ebü’l-Hasen Nûrüddîn Ali b. Ebû Bekir b. Süleymân (ö. 807/1405), Mecma ‘u
’z-Zevâ ’id ve Menba ‘i’l-Fevâid, tah. Abdullah Muhammed Dervîş,
Dârü’l-Fikr, Beyrût, 1994, IX, 362-363; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 81-82.
Krş. İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188; Hâin, Muhammed Hüseyin el-A‘lemî, Terâcimu
A ‘lâmi’n-Nisâ, Müessesetü’l-A‘lemi li’l-Matbû‘ât, Beyrût, 1987, II, 251;
Sekâkînî, Vedâd, Ümmehâtü’l-Mü’minîn ve Benâtü’r-Rasûl, Dârü’l-Fikr, 3.
Baskı, Dımaşk, 1986, s. 54-57.
[63] İbn Sa‘d, VIII, 47; Buhârî, Nikâh 11.
[64] İbn Sa‘d, VIII, 47,48; Dârimî, Nikâh 28; Zübeyr b. Bekkâr, Ebû
Abdullah (ö. 256/870), el- Müntehab min Kitabi Ezvâci’n-Nebî, tah.
Sekîne Şehâbî, Müessesetü’r-Risâle, 1. Baskı, Beyrût, 1983, s. 35; Müslim,
Nikâh 73; İbn Mâce, Nikâh 53; Tirmizî, Nikâh 9; Belâzürî, Ensâb, II,
540; Nesâî, Nikâh 18, 77; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1882; Nüveyrî,
XVIII, 174; Şulul, s. 338.
[65] İbn Sa‘d, VIII, 47; Heysemî, IX, 365.
[66] İbn Hişâm, II, 98-99; Ahmed b. Hanbel, XVII, 278-280; Buhârî,
Megâzî 28; Büyû‘ 57; İcâre 3; Hâkim, III, 9.
[67] Hicâz’da Kinâne oğullarının konakladığı bir yerdir. Bkz. Yâkût
el-Hamevî, I, 531.
[68] Deve üzerine konulan üstü ve çevresi kapalı tahtırevan.
[69] İbn Sa‘d, VIII, 49-50; Belâzürî, Ensâb, II, 546; Taberânî,
Ebü’l-Kâsım Müsnidü’d-Dünyâ Süleyman b. Ahmed b. Eyyûb (ö. 360/971), Mü
‘cemü ’l-Kebîr, tah. Hamdî Abdülmecid Selefi, Dâru İbn Hazm, 2. Baskı,
Beyrût, 1984, XXIII, 24-25; Hâkim, IV, 5-6; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ,
II, 152-153; Heysemî, IX, 366; İbn Hacer, el-lsâbe, III, 247; Köksal,
VIII, 166-167. Krş. İbn İshâk, s. 240; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 172; İbn Kesîr, el-Bidâye,
IV, 546; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 79-80; Demircan, Adnan, Nebevî
Direniş Hicret, Beyan Yayınları, İstanbul, 2000, s. 144-145.
[70] Medine çevresindeki yerleşim yerlerinden biri olup Hâris b. Hazrec
oğullarının oturdukları yerdir. Orayla Hz. Peygamber’in evinin arasında bir mil
mesafe vardı. Bkz. Yâkût el-Hamevî, III, 265.
[71] Heysemî, IX, 364; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 83; Köksal, VIII,
167.
[72] Sâ‘: Ağzı dar su kabı manasına gelen katı madde ölçeğidir. Bkz.
Kallek, Cengiz, “Sâ‘”, DİA, İstanbul, 2008, XXXV, 317. Müd: Öne
uzatılarak birleştirilmiş iki avucun aldığı tahıl miktarı manasına gelen eski
bir hacim ölçüsüdür. Bkz. Kallek, Cengiz, “Müd”, DİA, İstanbul, 2006,
XXXI, 457.
[73] Ahmed b. Hanbel, XVII, 314-318; Buhârî, Fezâilü’l-Medîne 12;
Müslim, Hac 480; Belâzürî, Fütûhu ’l-Büldân, s. 13-14; Nesâî, Ebû
Abdurrahman Ahmed b. Şuayb b. Ali (ö. 303/915), Sünenü ’l- Kübrâ, tah.
Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî vd., Müessesetü’r-Risâle, 1. Baskı, 2001, VII,
64-65.
[74] Dârimî, Nikâh 56; Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 44, 45; Müslim, Nikâh 69;
İbn Mâce, Nikâh 13; Ebû Dâvud, Edeb 63; İbnü’l-Cevzî, Ebü’l-Ferec Cemâlüddîn
Abdurrahman b. Ali b. Muhammed el- Bagdâdî (ö. 597/1201), Sıfatü ’s-Safve,
tahr. Mahmûd Fâhûrî, tah. Muhammed Revvâs Kal‘acî, Dârü’l- Ma‘rife, 3. Baskı,
Beyrût, 1985, II, 16; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 83-84.
[75] Kendisiyle kilo alınmak için kullanılan bir ilaç. Bkz. Yesûî, Luvîs
Ma‘lûf (ö. 1368/1947), el- Müncidfi’l-Lügati ve’l-A ‘lâm, Dârü’l-Meşrik,
43. Baskı, Beyrût, 2008, s. 352.
[76] İbn Mâce, Et’ime 37; Ebû Dâvud, Tıb 20; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ,
VI, 251; Hâkim, II, 202.
[77] Hz. Peygamber devrinde kullanılan Hicaz ukıyyesinin kırk dirheme
denk geldiği hususunda görüş birliği vardır. Dolayısıyla Hz. Ebû Bekir, Hz.
Peygamber’e 40x12,5=500 dirhem göndermiştir. Bkz. Kallek, Cengiz, “Ukıyye”
DİA, İstanbul, 2012, XLII, 67.
[78] İbn Sa‘d, VIII, 49-50; Belâzürî, Ensâb, II, 546; Hâkim, IV,
6; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 152-153; Köksal, VIII, 166-167.
Krş. Hâkim, II, 197-198; İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 546; Şâmî, Ezvâcü
’n-Nebî, s. 79-80.
[79] İbn Hişâm, IV, 301.
[80] İbn Sa‘d, VIII, 47; Heysemî, IV, 518.
[81] Müslim, Nikâh 78; İbn Mâce, Nikâh 17; Ebû Dâvud, Nikâh 29; Tirmizî,
Nikâh 23; Hâkim, IV, 23 - 24.
[82] İbn Hişâm, IV, 302; İbn Sa‘d, VIII, 78; Ahmed b. Hanbel, XVIII,
285; Ebû Dâvud, Nikâh 29; Nesâî, Nikâh 66; İbn Kesîr, el-Bidâye, XI,
166.
[83] Dârimî, Nikâh 56; Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 44; Müslim, Nikâh 69;
İbn Mâce, Nikâh 13; Ebû Dâvud, Edeb 63; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 16;
Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 83-84. Bazı rivayetlerde Hz. Âişe’nin dadısının
kendisini düğün için hazırladığı zikredilir. Bkz. İbn Sa‘d, VIII, 47.
[84] İbn Hişâm, IV, 301; İbn Sa‘d, VIII, 63-64; Buhârî, Nikâh 9;
Belâzürî, Ensâb, II, 545; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 17; Zehebî, Siyeru
A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 163-164; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 87, 103.
[85] İbn Sa‘d, VIII, 46; Belâzürî, Ensâb, II, 540; Hâkim, IV, 5;
İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 546, 570; Heysemî, IX, 367-368; İbn Hacer, el-İsâbe,
VII, 187.
[86] Zübeyr b. Bekkâr, s. 35; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1881;
Nüveyrî, XVIII, 174; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 135, 141-142;
İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 187; Moin, Mumtaz, Umm al-Mu ’minin
‘A ’ishah Siddiqah: Life
and Work, Taj Company, Delhi, 1982, s. 12-13.
[87] İbn Sa‘d, VIII, 47, 48; Dârimî, Nikâh 28; Müslim, Nikâh 73; İbn
Mâce, Nikâh 53; Tirmizî, Nikâh 9; Belâzürî, Ensâb, II, 540; Nesâî, Nikâh
18, 77; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1882; Zehebî, Siyeru A
‘lâmi’n-Nübelâ, II, 164; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 86-87.
Rivayetlerin bazılarında Hz. Peygamber’in veya Araplar’ın hanımlarıyla şevvâl
ayında evlenmeyi tercih ettikleri kaydedilmektedir.
[88] İbn Sa‘d, VIII, 48; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 87.
[89] Zübeyr b. Bekkâr, s. 35. Krş. Heysemî, IX, 365; Şâmî, Ezvâcü
’n-Nebî, s. 83; Köksal, VIII, 167.
[90] Ahmed b. Hanbel, XVI, 194-195; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s.
85-86.
[91] İbn Sa‘d, VIII, 62-63; Hâkim, IV, 6; İbn Hacer, el-İsâbe,
VII, 187; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 78; Habeş, s. 5.
[92] İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 187; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî,
s. 78.
[93] Ömer Rıza Doğrul, Süleyman Nedvî’nin İslâm Târihi Asrı Sa ‘âdet:
Hazreti Âişe isimli eserine yaptığı çeviri esnasında, yazarın Hz. Âişe’nin
yaşı ile ilgili yaptığı açıklamalara itiraz ederek bu konu hakkındaki kendi
görüşlerini de ayrı bir başlık olarak tercümeye eklemiştir.
[94] Kamer 54/46.
[95] Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 6.
[96] Nedvî, V, 15-21; Savaş, Rıza, “Hz. Aişe’nin Evlenme Yaşı ile İlgili
Farklı Bir Yaklaşım”, DEÜİFD, İzmir, 1995, IX, 141-142; Krş. Maqsood,
Ruqaiyyah Waris, Hazrat A‘ishah Siddiqah-A Study Of Her Age At the Time Of
Her Marriage, Birmingham, 1996 s. 13; Malik, Fida Hussain, Wives of the
Prophet, Taj Company, New Delhi, 1986, s. 115; Moin, s. 7; Öztürk, Yaşar
Nuri, Asrısaadetin Büyük Kadınları, Yeni Boyut, 5. Baskı, İstanbul,
2010, s. 65-66; Bursalı, s. 114-115.
[97] Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, 11. Baskı, Ankara, 1997, s. 81.
[98] Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi (ö. 1361/1942), Hak Dini Kur’ân
Dili, sad. İsmail Karaçam- Emin Işık-Nusrettin Bolelli-Abdullah Yücel, Azim
Dağıtım, İstanbul, 1992, VII, 328; Mevdûdî, Ebü’l-A‘lâ (ö. 1399/1979), Tefhîmü’l-Kur’ân,
çev. Muhammed Han Kayam vd., İnsan Yayınları, İstanbul, 1997, VI, 43; Ateş,
Süleyman, Kur’ân-ı Kerîm’in Öz Tefsîri, Milliyet Gazetesi, İstanbul,
1995, V, 463; Karaman, Hayrettin vd., Kur’ân Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2. Baskı, Ankara 2006, V, 155.
[99] Diyârbekrî, Kâdî Hüseyin b. Muhammed b. el-Hasen (ö. 990/1582), Târîhu
’l-Hamîs fi Ahvâli Enfesi Nefis, Müessesetü Şa‘bân, Beyrût, ts, I, 298;
Şulul, s. 333-334.
[100] İbn Mende, Ebû Abdullah Muhammed b. İshâk b. Muhammed el-İsfehânî
(ö. 395/1005),
Ma ‘rifetü ’s-Sahâbe,
tah. Âmir Hasan Sabrî, Matbû‘âtü Cami‘atü’l-İmârâti’l-Arabiyyeti’l-Müttahide,
1. Baskı, el-Ayn, 2005, s. 982; Tebrîzî, Muhammed b. Abdullah el-Hatîb (ö.
741/1340), el-İkmâl fî Esmâi’r-Ricâl, yy., ts., s. 11.
[101] Nedvî, V, 22; Berki, Ali Hikmet-Keskioğlu, Osman, Hatemü
’l-Enbiyâ Hz. Muhammed ve Hayatı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 23.
Baskı, Ankara, 2005, s. 217; Savaş, “Hz. Aişe’nin Evlenme Yaşı ile İlgili
Farklı Bir Yaklaşım”, IX, 140; Coşkun, Selçuk, “Hadislerin Tarihe Arzının
Uygulamadaki Bazı Problemleri: Hz. Âişe’nin Evlilik Yaşı Örnekleminde Bir
İnceleme”, Ekev Akademi Dergisi, Erzurum, 2004, VIII/XX, 189; Maqsood,
s. 7-8; Acar, H. İbrahim, “İslam Hukukunda Evlenme Ehliyeti Bakımından
Küçüklerin Evlendirilmesi Problemi”, Dinî Araştırmalar, yy., 2003,
VI/XVI, 135; Öztürk, Yaşar Nuri, Asrısaadetin Büyük Kadınları, s. 66-67.
[102] Ayrıntılı bilgi için bkz. Azimli, Mehmet, “Hz. Âişe’nin Evlilik Yaşı
Tartışmalarında Savunmacı Tarihçiliğin Çıkmazı”, İslâmî Araştırmalar
Dergisi, Ankara, 2003, XVI/I, 31-32.
[103] Moin, s. 8; Malik, s. 115.
[104] İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 213; Varol, Mehmet Bahaüddin, Hz.
Hasan, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2013, s. 36.
[105] Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 139.
[106] Savaş, “Hz. Aişe’nin Evlenme Yaşı ile İlgili Farklı Bir Yaklaşım”,
IX, 143-144.
[107] Coşkun, a.g.m., s. 186-191.
[108] Nedvî, V, 22-23; Savaş, “Hz. Aişe’nin Evlenme Yaşı ile İlgili Farklı
Bir Yaklaşım”, IX, 143.
[109] İbn İshâk, s. 239; İbn Sa‘d, VIII, 42-43; Nevevî, Ebû Zekeriyyâ
Yahyâ b. Şeref b. Mürî (ö. 676/1277), el-Minhâc fi Şerhi Sahîhi Müslim b.
Haccâc, Matba‘atü’l-Mısriyye, 1. Baskı, Kahire, 1929, X, 49; Davudoğlu,
Ahmed, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Işık Yayınları, İzmir, 2013, IV,
3030; Köksal, V, 116-118.
[110] Ahmed b. Hanbel, VIII, 360; Dârimî, Hac 53; Buhârî, Hac 98; Müslim,
Hac 293.
[111] Nedvî, V, 23-24; Öztürk, Yaşar Nuri, Asrısaadetin Büyük
Kadınları, s. 67.
[112] Bayraktar, M. Faruk, İslâm Eğitiminde Öğretmen Öğrenci Münâsebetleri,
İFAV, 8. Baskı, İstanbul, 2010, s. 239. Yazar bu hususla ilgili: “Genellikle
gençlik çağı zihni meşguliyetler için en uygun zaman kabul edilir. İstekli
olma, meşguliyetin azlığı, gönül huzuru açısından en verimli çağ, bu çağdır.”
demektedir. Bkz. Bayraktar, s. 239.
[113] Doğrul bu kısmı yanlış tercüme etmiştir. Hakikatte Hz. Âişe Mut‘im
b. Adî’nin oğlu Cübeyr b. Mut‘im ile nişanlıdır. Bkz. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe,
VII, 186-187; Zehebî, Siyeru Aiâmi’n-Nübelâ, II, 149-150; İbn Hacer, el-İsâbe,
VII, 188; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 81-82; Hâin, II, 251. Maalesef
Doğrul’un yanlış tercüme ettiği kısımlar bazı yazarlar tarafından aynen iktibas
edilmiştir. Bkz. Öztürk, Yaşar Nuri, Asrısaadetin Büyük Kadınları, s.
67-68; Bursalı, s. 34; Acar, a.g.m., VI/XVI, 135.
[114] Bu bilgi de yanlıştır. Ümmü’l-Fetâ Hz. Ebû Bekir’e: “Eğer biz
oğlumuzu kızınla evlendirirsek, sen onu dininden çevirip kendi dinine
sokacaksın.” demişti. Bkz. İbnü’l-Esîr, Üsdü ’l-Gâbe, VII, 186-187;
Zehebî, SiyeruAiâmi’n-Nübelâ, II, 149-150; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî,
s. 81-82; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188; Hâirî, II, 251. Bu kısım da
aynı şekilde bazı yazarlar tarafından hiçbir araştırma yapılmadan doğrudan
iktibas edilmiştir. Bkz. Öztürk, Yaşar Nuri, Asrısaadetin Büyük Kadınları,
s. 67-68; Acar, a.g.m., VI/XVI, 135.
[115] Nedvî, V, 24-25; Krş., Savaş, “Hz. Aişe’nin Evlenme Yaşı ile İlgili
Farklı Bir Yaklaşım”, IX, 143;
Acar, a.g.m., VI/XVI, 135;
Bursalı, s. 34-35.
[116] Bakara 2/221.
[117] İbn Sa‘d, VIII, 29, 30; Azimli, “Hz. Âişe’nin Evlilik Yaşı
Tartışmalarında Savunmacı Tarihçiliğin Çıkmazı”, XVI/I, 33; Uraler, Aynur,
“Rukıyye”, DİA, İstanbul, 2008, XXXV, 219; Uraler, Aynur, “Ümmü Külsûm”,
DİA, İstanbul, 2012, XLII, 323.
[118] Maqsood, s. 11-12; Erul, Bünyamin, “Hz. Âişe Kaç Yaşında Evlendi?
Dokuz mu? On Dokuz mu?” İslami Araştırmalar Dergisi, Ankara, 2006,
XIX/IV, 647. Krş. Savaş, “Hz. Aişe’nin Evlenme Yaşı ile İlgili Farklı Bir
Yaklaşım”, IX, 144.
[119] Ayrıntılı bilgi için bkz. Erul, Bünyamin, “Hz. Âişe Kaç Yaşında
Evlendi? Dokuz mu? On Dokuz mu?”, XIX/IV, 647-648.
[120] Azimli, “Hz. Âişe’nin Evlilik Yaşı Tartışmalarında Savunmacı
Tarihçiliğin Çıkmazı”, XVI/I, 36.
[121] Maqsood, s. 5.
[122] Yıldırım, Suzan, “Hz. Âişe’nin Evlilik Yaşı Etrafındaki
Tartışmalar”, İSTEM, Konya, 2004, II/IV, 242.
[123] Dozy, Reinhart Pieter Anne (ö. 1300/1883), Târîhu İslâmiyet,
çev. Abdullah Cevdet, Matbâ‘a-i İctihâd, Kahire, 1908, s. 105.
[124] Abbott, Nabia (ö. 1428/1981), Aishah the Beloved of Mohammed,
Al Saqi Books, 1. Baskı, Londra, 1985, s. 2, 7.
[125] Watt, William Montgomery (ö. 1427/2006), Peygamber ve Devlet
Adamı Hz. Muhammed, çev. Ünal Çağlar, Yöneliş, İstanbul, 2001, s. 111.
[126] Bu iddia zikredeceğimiz tüm kaynaklarda geçmesine rağmen özel olarak
bu iftirayı kimin veya
kimlerin
attığı ifade edilmemiştir. Kaynaklarda Hz. Peygamber hakkında bazı batılıların
böyle bir kabulünün olduğu belirtilmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Carlyle,
Thomas (ö. 1298/1881),
Kahramanlar, çev.
Behzat Tanç, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2004; Abbott, s. 18; Bodley, Ronald
Victor Courtenay (ö. 1428/1970), Allah ’ın Resûlü Hazreti Muhammed, çev.
Hacı Mahmut Hatun, Arya Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul, 2006, s. 99; Azimli,
“Hz. Âişe’nin Evlilik Yaşı Tartışmalarında Savunmacı Tarihçiliğin Çıkmazı”,
XVI/I, 28; Sarıçam, İbrahim vd., İngiliz ve Alman Oryantalistlerin Hz.
Muhammed Tasavvuru, Nobel Yayın Dağıtım, 1. Baskı, Ankara, 2011, s. 311.
[127] Sarıçam, İbrahim vd., İngiliz ve Alman Oryantalistlerin Hz.
Muhammed Tasavvuru, s. 351-352.
[128] Tablo ve ayrıntılı bilgi için bkz. Coşkun, a.g.m., s. 194-195.
[129] Öztürk, Yaşar Nuri, “Hz. Âişe Peygamberimizle Kaç Yaşında Evlendi”,
Hürriyet Gazetesi, 7 Kasım 2008.
[130] Abdürrezzâk, es-San‘ânî, EbU Bekir Abdürrezzâk b. Hemmâm b. Nâfi‘
es-San‘ânî el-Himyeri (ö.
211/826), el-Musannef
tah. Habîbürrahmân el-A‘zamî, el-Mektebetü’l-İlmiyye, 2. Baskı, Karaçi, 1983,
VI, 162; İbn Sa‘d, VIII, 46; Dârimî, Nikâh 56; Buhârî, Nikâh 38, 39, 59;
Müslim, Nikâh 69, 70; Ebû Dâvud, Edeb 63; Belâzürî, Ensâb, II, 540;
Nesâî, Nikâh 29; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1881; İbnü’l-Cevzî, Safve,
II, 15; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 186; Zehebî, Siyeru
A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 148; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 187; Semhûdî,
Ebü’l-Hasen Nûrüddîn Ali b. Abdullah b. Ahmed b. Ali el-Hasenî (ö. 911/1505), Vefâü’l-Vefâ bi Ahbâri
Dâri’l-Mustafâ, tah. Muhammed Muhyiddin
Abdülhamîd, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye,
Beyrût, 1955, I, 272; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 87.
[131] Abdürrezzâk, VI, 162; İbn Hişâm, IV, 301; İbn Sa‘d, VIII, 46;
Dârimî, Nikâh 56; Buhârî, Nikâh 38, 39, 59; Müslim, Nikâh 69, 70, 71; İbn Mâce,
Nikâh 13; EbU Dâvud, Edeb 63; Belâzürî, Ensâb, II, 540; Nesâî, Nikâh 29;
İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1881; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 15;
İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 186; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ,
II, 148; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 187; SemhUdî, I, 272; Şâmî, Ezvâcü
’n-Nebî, s. 84.
[132] İbn Hişâm, IV, 301; İbn Sa‘d, VIII, 48; Müslim, Nikâh 71; İbn Mâce,
Nikâh 13; EbU Dâvud, Nikâh 34; Edeb 63; Belâzürî, Ensâb, II, 540; Nesâî,
Nikâh 29; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1881; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe,
VII, 186; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 84.
[133] İbn Hişâm, IV, 301.
[134] Buhârî, Nikâh 38, 39, 59; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1882;
Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 148.
[135] İbn İshâk, s. 239; Abdürrezzâk, VI, 162; İbn Sa‘d, VIII, 48; Müslim,
Nikâh 72; İbn Mâce, Nikâh 13; Belâzürî, Ensâb, II, 540; Nesâî, Nikâh 29;
İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1882; İbn Hacer, el-İsâbe, VII,
188; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 84.
[136] Davenport, John (ö. 1293/1877), Hazreti Muhammed’den Özür
Diliyorum, çev. Muharrem Tan, Moralite Yayınları, İstanbul, 2007, s. 142;
Bodley, s. 161; Vicdanî, M. Sadık, Peygamberimiz Niçin Çok Evlendi, haz.
Dursun Gürlek, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1998, s. 36.
[137] Bodley, s. 116, 162; Rodinson, Maxime (ö. 1425/2004), Hazreti
Muhammed, çev. Atilla Tokatlı, Hür Yayın, 1. Baskı, İstanbul, 1980, s. 89;
Watt, Peygamber ve Devlet Adamı Hz. Muhammed, s. 111. Krş. Azimli, “Hz.
Âişe’nin Evlilik Yaşı Tartışmalarında Savunmacı Tarihçiliğin Çıkmazı”, XVI/I,
35.
[138] İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1853; Köksal, XV, 6.
[139] İbn Sa‘d, VIII, 25.
[140] Abdürrezzâk, VI, 162-164; İbn Sa‘d, VIII, 338; Erul, “Hz. Âişe Kaç
Yaşında Evlendi? Dokuz mu? On Dokuz mu?”, XIX/IV, 641-642; Apak, Adem, İslam
Siyaset Geleneğinde Amr b. Âs, Ankara Okulu Yayınları, 1. Baskı, Ankara,
2001, s. 216.
[141] Abdürrezzâk, VI, 165; Erul, “Hz. Âişe Kaç Yaşında Evlendi? Dokuz
mu? On Dokuz mu?”, XIX/IV, 642.
[142] Azimli, “Hz. Âişe’nin Evlilik Yaşı Tartışmalarında Savunmacı
Tarihçiliğin Çıkmazı”, XVI/I, 35; Erul, “Hz. Âişe Kaç Yaşında Evlendi? Dokuz
mu? On Dokuz mu?”, XIX/IV, 642.
[143] Esed, Muhammed, Mekke’ye Giden Yol, çev. Cahit Koytak, İnsan
Yayınları, 17. Baskı, İstanbul, 2012, s. 204-206.
[144] Krş. Yıldırım, a.g.m., II/IV, 247; Demircan, Adnan, Hz.
Peygamber’in Ailesi ve Aile Hayatı, Ufuk Yayınları, İstanbul, 2014, s. 42.
[145] İbn Sa‘d, VIII, 46,47; Belâzürî, Ensâb, II, 542.
[146] Dârimî, Nikâh 56; Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 44; Müslim, Nikâh 69; İbn
Mâce, Nikâh 13; Ebû Dâvud, Edeb 63; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 16; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî,
s. 83-84. Bazı rivayetlerde Hz. Âişe’nin dadısının kendisini düğün için
hazırladığı zikredilir. Bkz. İbn Sa‘d, VIII, 47.
[147] Maqsood, s. 11.
[148] Abdürrezzâk, VI, 162; İbn Sa‘d, VIII, 49; Müslim, Nikâh 71.
[149] İbn Sa‘d, VIII, 51.
[150] Ebû Dâvud, Edeb 62.
[151] İbn Sa‘d, VIII, 47, 49, 52; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 267-268; Buhârî,
Edeb 81; Müslim, Fezâilü’s- Sahâbe 81; İbn Mâce, Nikâh 50; Belâzürî, Ensâb,
II, 542; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 150; Şâmî, Ezvâcü
’n-Nebî, s. 84. Bazen Hz. Peygamber Hz. Âişe’nin kız arkadaşlarının
kaçmalarına fırsat vermeden içeri girer-girmez, yerinizde kalın, derdi. Bkz.
İbn Sa‘d, VIII, 48.
[152] İbn Sa‘d, VIII, 49; Ebû Dâvud, Edeb 62; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ,
VIII, 180. Krş. Belâzürî, Ensâb, II, 544; Zehebî, Siyeru A
‘lâmi’n-Nübelâ, II, 150-151; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 84-85.
[153] Belâzürî, Ensâb, II, 542; Ebû Ya‘lâ el-Mevsılî, Ahmed b. Ali
b. el-Müsennâ et-Temimî el-Mevsılî (ö. 307/919), Müsned, tah. Hüseyin
Selîm Esed, Dârü’l-Me’mûn li’t-Türâs, 1. Baskı, Şam, 1986, VIII, 244; Taberânî,
XXIII, 26-27; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 164, 175; Heysemî, IX,
365.
[154] Ahmed b. Hanbel, III, 189; Buhârî, Nikâh 82, 114; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ,
VIII, 181; Zehebî, SiyeruA ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 151; Krş. Nesâî, Salâtü
Îdeyn 34.
[155] Buhârî, Şehâdât 15; Müslim, Tevbe 56; Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ, II, 154.
[156] Buhârî, Şehâdât 15; Müslim, Tevbe 56; Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ, II, 156.
[157] Buhârî, Şehâdât 15; Müslim, Tevbe 56; Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ, II, 158.
[158] İbn Hişâm, IV, 312; Ahmed b.
Hanbel, XVIII, 41.
[159] Abdürrezzâk, VII, 492-493; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 75, 76; Hâkim,
III, 205. Krş. Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 20.
[160] İbn Hişâm, II, 108-109; Ağırman, Mustafa, Hz. Muhammed Devrinde
Mescid ve Fonksiyonları, Ravza Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2010, s. 25;
Bozkurt, Nebi, “Mescid-i Nebi”. DİA, Ankara, 2004, XXIX, 282.
[161] Semhûdî, I, 260.
[162] İbn Sa‘d, I, 184-185.
[163] Zirânın herkes tarafından kabul edilen bir tanımı olmadığı için
Mescid-i Nebevî’nin tam olarak uzunluk, genişlik ve yüksekliğini bilmemiz
mümkün gözükmemektedir. Bkz. Erkal, Mehmet, “Arşın”, DİA, İstanbul,
1991, III, 411-413.
[164] İbn Sa‘d, I, 184-185.
[165] Küçükköy, İrfan, Peygamber Şehri Medine-i Münevvere, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2013, s. 57.
[166] İbn Sa‘d, I, 185; Müslim, Sıyam 215-216; Bozkurt, a.g.m., XXIX, 282.
[167] Bozkurt, a.g.m., XXIX, 282.
[168] İbn Sa‘d, I, 185; Sekkâf, Alevî b. Abdülkâdir vd., Âişetü Ümmü
’l-Mü ’minîn: Mevsu ‘a İlmiyye an Hayâtihâ ve Fazlihâ ve Mekânetihâ el-İlmiyye
ve Alâkatihâ bi Âli’l-Beyt ve Reddi Şübehâti Havlehâ, Dürerü’s-Seniyye, 1.
Baskı, Zehrân, 2013, s. 76.
[169] Ağırman, s. 90; Sekkâf, s. 76.
[170] İbn Sa‘d, I, 185.
[171] Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail b. İbrahim el-Cu‘fî (ö.
256/870), Edebü ’l-Müfred, tah. Ebû Abdurrahman Muhammed Nasıruddîn
el-Elbânî, Dâru’s-Sıddîk, 2. Baskı, Beyrût, 2000, s. 270271; Krş. Köksal,
XVIII, 179.
[172] Köksal, XVIII, 179; Bozkurt, a.g.m., XXIX, 282.
[173] Ağırman, s. 71; Bozkurt, a.g.m., XXIX, 282.
[174] Ağırman, s. 74-79; Bozkurt, a.g.m., XXIX, 282-285.
[175] İbn Kesîr, el-Bidâye, XII, 413-415; Köksal, XVIII, 180;
Ağırman, s. 75; Bozkurt, a.g.m., XXIX, 282.
[176] İbn Kesîr, el-Bidâye, XII, 413-415; Köksal, XVIII, 180.
[177] Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 155; Köksal, XVIII, 179; Sekkâf,
s. 76.
[178] Dârimî, Salât 127; Buhârî, İsti’zân 37; Müslim, Salât 267; İbn Mâce,
İkâmetü’s-Salât 40; Nesâî, Tahâret 121. Bu durum sadece Hz. Âişe’nin yaşadığı
bir olay değildi. Benzer rivayetler Hz. Zeyneb bint Cahş ve Hz. Meymûne’den de
gelmektedir. Bkz. İbn Mâce, İkâmetü’s-Salât 40.
[179] Abdürrezzâk, IV, 447; İbn Ebî Şeybe, Ebû Bekir Abdullah b. Muhammed
(ö. 235/849), Musannef, tah. Muhammed Avvâme, Dârü’l-Kıble, 1. Baskı,
Beyrût, 2006, X, 456-457; Ahmed b. Hanbel, XI, 305-306; İbn Mâce, Sayd 12; İbn
Kesîr, el-Bidâye, I, 340.
[180] Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 155; Köksal, XVIII, 179.
[181] Buhârî, Edebü’l-Müfred, s. 270-271. Krş. İbn Kayyim
el-Cevziyye, Ebû Abdullah Şemsüddîn Muhammed b. Ebû Bekir b. Eyyûb ez-Züraî
ed-Dımaşkî el-Hanbelî (ö. 751/1350), Zâdü’l-Me‘âd fi Hedyi Hayri’l-İbâd,
çev. Şükrü Özen-H. Ahmet Özdemir-Mustafa Erkekli, İklim Yayınları, İstanbul,
1988, I, 244-245; Heysemî, II, 240.
[182] Ağırman, s. 102; Asımgil, s. 32.
[183] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 233; Buhârî, Rikâk 17; İbn Mâce, Zühd 11;
Ebû Dâvud, Libâs 45; Tirmizî, Libâs 27.
[184] Semhûdî, I, 115; Ağırman, s. 102.
[185] Köksal, XVIII, 179; Ağırman, s. 102.
[186] Hâkim, I, 524-525.
[187] Ahmed b. Hanbel, XII, 245-247; Buhârî, Mezâlim 25; Krş. İbn Sa‘d,
VIII, 54; Müslim, Talâk 30,
31, 34; Tirmizî, Tefsîr 66;
Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, III, 104-105.
[188] Belâzürî, Ensâb, II, 546; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ,
II, 167; Hamîdullah, İslam Peygamberi,
I, 509. Krş. Heysemî, VIII,
89.
[189] İbn İshâk, s. 239; İbn Sa‘d, VIII, 51, 53; Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr
44; Nikâh 9; Ta’bîr 21; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 79; İbnü’l-Cevzî, Safve,
II, 16; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 186; Zehebî, Siyeru A
‘lâmi’n-Nübelâ, II, 140; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 80.
[190] Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, Ahmed b. Abdullah b. İshâk el-İsfehânî (ö.
430/1038), Hilyetü’l-Evliyâ’ ve Tabakâtü ’l-Esfiyâ ’, Dârü’l-Fikr,
Beyrût, 1996, II, 44.
[191] Buhârî, Hibe 7; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 82; Tirmizî, Menâkıb 63;
Nesâî, İşretü’n-Nisâ 3; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 142.
[192] Abdürrezzâk, XI, 431-432; Buhârî, Hibe 8; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe
83; Nesâî, İşretü’n-Nisâ 3; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 17-18; Zehebî, SiyeruA
‘lâmi’n-Nübelâ, II, 143-144.
[193] İbn Sa‘d, VIII, 63.
[194] Dârimî, Tahâret 108; Müslim, Hayz 14; İbn Mâce, Tahâret 125; Ebû
Dâvud, Tahâret 103; Nesâî, Tahâret 178, 179; Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ,
II, 175.
[195] Dârimî, Tahâret 107; Müslim, Hayz 16; İbn Mâce, Tahâret 125; Ebû
Dâvud, Nikâh 47.
[196] Buhârî, Nikâh 82; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 92; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ,
VIII, 240-245; Heysemî, IV, 580-588; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 132-135.
[197] Belâzürî, Ensâb, II, 550. Krş. Buhârî, Cihâd 64; İbn Mâce,
Nikâh 47.
[198] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 119; Dârimî, Efime 28; Müslim, Eşribe 139;
Nesâî, Talâk 23; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 107.
[199] Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 93-94.
[200] Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 44; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s.
92-93; Mübârek, Mahâ, “Âişe bint Ebû Bekir es-Sıddîk”, Mevsû ‘atü
’l-Arabiyyetü, Şam, 2005, XII, 760.
[201] Buhârî, Nikâh 82, 114; Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ, II,
151. Krş. Nesâî, Salâtü Îdeyn 34.
[202] Vâkidî, II, 427; İbn Ebî Şeybe, XVIII, 188-189; İbn Mâce, Nikâh 50;
Ebû Dâvud, Cihâd 68; Makrîzî, Ebû Muhammed Takıyyüddîn Ahmed b. Ali b.
Abdilkâdir b. Muhammed (ö. 845/1442), İmtâ‘u’l-Esmâ’, tah. Muhammed
Abdülhamîd en-Nümeysi, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 1. Baskı, Beyrût, 1999, I, 213;
Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 174; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s.
101. Bazı kaynaklarda bu yarışın Benî Mustalik Gazvesi dönüşünde yapıldığı
ziyadesi vardır.
[203] İbn Sa‘d, VIII, 53; Buhârî, Megâzî 63; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 8;
İbn Mâce, Mukaddime 11; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 16; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe,
VII, 188; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 142, 147; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî,
s. 91-92.
[204] İbn Sa‘d, VIII, 52; İbn Ebî Şeybe, XVII, 220; Ahmed b. Hanbel,
XVIII, 44-45; İbn Kesîr, el- Bidâye, XI, 338; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî,
s. 88-89.
[205] Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 174.
[206] İbn Sa‘d, VIII, 63-64; Buhârî, Nikâh 9; Belâzürî, Ensâb, II,
545; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 17; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ,
II, 163-164; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 103.
[207] Ahzâb, 33/51.
[208] Ahmed b. Hanbel, XIV, 353-354; Müslim, Razâ‘ 49, 50; İbn Mâce, Nikâh
57; Nesâî, Nikâh 1; Hâkim, II, 474. Bazı rivayetlerde Hz. Âişe’nin kendisine
kızdığı bu kadının Havle bint Hakîm olduğu zikredilir. Bkz. Buhârî, Nikâh 29;
Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, I, 63.
[209] Ebû Ya‘lâ, VIII, 129-130; Heysemî, IV, 590-591; Şâmî, Ezvâcü
’n-Nebî, s. 130-131.
[210] İbn Sa‘d, VIII, 55, 63; Buhârî, Nikâh 108; Edeb 63; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe
80; Belâzürî, Ensâb, II, 545; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ,
II, 169; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 100-101.
[211] Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 45-46.
[212] Zürkânî, Ebû Abdullah Muhammed b. Abdülbâkî b. Yûsuf (ö. 1122/1710),
Şerh ale ’l-Mevâhibü ’l- Ledünniyye, tah. Abdülazîz el-Hâlidî,
Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 1. Baskı, Beyrût, 1996, IV, 390.
[213] Ebû Dâvud, Teraccül 4; Nesâî, Zînet 19.
[214] Savreyn, Medine yakınında bir yerdir. Bkz. Yâkût el-Hamevî, III, s.
434.
[215] Vâkidî, II, 554-555; Ahmed b. Hanbel, X, 233; Köksal, XIII, 65.
[216] Ahmed b. Hanbel, XVI, 183-185; Tirmizî, Sıfatü Kıyâmet 51.
[217] Abdürrezzâk, X, 398; Buhârî, Edeb 75; Müslim, Libâs 87, 91; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ,
VIII, 457458; Hatîb, Muhammed Acâc, Sünnetin Tesbiti, Mehmet Aydemir,
Yeni Akademi Yayınları, İzmir, 2005, s. 72.
[218] İbn Sa‘d, VIII, 50, 52; Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 297; İbn
Mâce, Edeb 34; Ebû Dâvud, Edeb 78; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 15; İbn
Hacer, el-İsâbe, VII, 188; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 78.
[219] Haylamaz, s. 136.
[220] İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü ’l-Me‘âd, I, 102; İbn Kesîr, el-Bidâye,
XI, 336; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s.
78-79; Fevzî, Cihan Rıf'at. es-Seyyidetü Âişe ve Tevsîkuhâ li’s- Sünneti,
Mektebetü’l-Hancî, 1. Baskı, Kahire, 2000, s. 11.
[221] Belâzürî, Ensâb, II, 553; Fevzî, s. 11.
[222] Aişe Abdurrahman bint Şâtî’, Rasûlullahın Annesi ve Hanımları,
çev. İsmail Kaya, Uysal Kitabevi, Konya, 1992, s. 254.
[223] Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 79.
[224] İbn Mâce, Zühd 20; Tirmizî, Tefsîr 24; Fevzî, s. 10.
[225] Vâkidî, III, 1091; İbn Sa‘d, VIII, 57; İbn Hacer, el-İsâbe,
VII, 171.
[226] Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 140; Fevzî, s. 9-10;
Tahmâz, Abdülhamîd Mahmûd, es-Seyyide Âişe: Ümmü ’l-Mü ’minîn ve Âlimetü
Nisâü ’l-İslâm, Dârü’l-Kalem, 4. Baskı, Dımaşk, 1988, s. 13.
[227] Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 79; Fevzî, s. 10; Tahmâz, s. 13.
[228] Ahmed b. Hanbel, XVII, 232-233; Buhârî, Edeb 23; Menâkıbü’l-Ensâr
20; Müslim, Fezâilü’s- Sahâbe 74, 78; İbn Mâce, Nikâh 56; Tirmizî, Menâkıb 62;
Hâkim, III, 205; İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 320; Heysemî, IX, 361.
[229] Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 77.
[230] Buhârî, Hibe 8; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 96.
[231] İbn Sa‘d, VIII, 44; Müslim, Razâ‘ 47.
[232] İbn İshâk, s. 238; Abdürrezzâk, VI, 239; İbn Sa‘d, VIII, 43.
[233] Buhârî, Hibe 8; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 96.
[234] İbn Sa‘d, VIII, 75; İbn Hacer, el-lsâbe, VII, 327. Krş.
Kandemir, M. Yaşar, “Ümmü Seleme”, DİA, İstanbul, 2012, XLII, 329.
[235] Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 100; Köksal, XI, 152; Kandemir, “Ümmü
Seleme”, DlA, XLII, 329.
[236] Müslim, Hayız 5; İbn Mâce, Tahâret 35; Nesâî, Tahâret 147.
[237] Dârimî, Tahâret 107; Buhârî, Savm 24. Bunun zıddını ifade eden bir
rivayete göre Hz. Ümmü Seleme’ye: “Âişe, Rasûlullah oruçlu iken kendisini
öptüğünü insanlara haber veriyor. Rasûlullah seni de oruçlu iken öper miydi?”
diye sorulduğunda o: “Belki Rasûlullah Âişe’ye olan sevgisinden dolayı kendine
hâkim olamıyordu. Fakat beni oruçlu iken öpmezdi.” şeklinde karşılık vermiştir.
Bkz. Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 172. Fakat önceki rivayetin
kaynağı Dârimî ve Buhârî olduğu için bu rivayetin güvenilirliği çok daha zayıftır.
[238] İbn Sa‘d, VIII, 63-64; Buhârî, Nikâh 9; Belâzürî, Ensâb, II,
545; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 17; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ,
II, 163-164; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 103.
[239] Buhârî, Hibe 7; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 82; Tirmizî, Menâkıb 63;
Nesâî, İşretü’n-Nisâ 3.
[240] Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 30; Tirmizî, Menâkıb 63; Nesâî,
İşretü’n-Nisâ 3; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l- Gâbe, VII, 187-188; Zehebî, Siyeru
A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 142; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188-189. Zehebî:
“Bu son cümle Hz. Âişe’nin diğer ümmühâtü’l-müminîne üstünlüğünün delilidir.
Hz. Peygamber’in Hz. Âişe’ye olan sevgisinin nedeni de budur. Aynı zamanda bu
sevginin arkasında ilahi bir yönlendirme de bulunmaktadır.” demiştir. Bkz.
Zehebî, SiyeruA ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 143.
[241] Belâzürî, Ensâb, II, 554; Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 44;
Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 191; Heysemî, IX, 387; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî,
s. 92. Krş. Heysemî, IX, 387-388; Şevkânî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ali b.
Muhammed (ö. 1250/1834), Derrü ’s-Sehâbe fi Menâkıbi’l-Karâbe ve ’s-Sahâbe, tah.
Hüseyin b. Abdullah el-Umerî, Dârü’l-Fikr, Şam, 1984, s. 321.
[242] Buhârî, Hibe 8; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 96.
[243] İmam Mâlik, Savm 50; Abdürrezzâk, IV, 276; Ahmed b. Hanbel, VII,
489-490; Tirmizî, Savm 36. Krş. Kandemir, M. Yaşar, “Hafsa”, DİA,
İstanbul, 1997, XV, 120.
[244] İbn Ebî Şeybe, XX, 138-139; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 96; İbn Mâce,
Ahkâm 14. Bazı rivayetlerde yemek yapan ümmü’l-müminînin ismi Hz. Ümmü Seleme
veya Hz. Safiyye olarak verilmektedir. Bkz. Ahmed b. Hanbel, XVIII, 296-298; Nesâî,
Sünenü’l-Kübrâ, VIII, 156-157; Heysemî, IV, 589-590. Ayrıca bazı
rivayetlerde Hz. Âişe’nin kıskançlıktan titrediği ziyadesi de bulumaktadır.
[245] Dârimî, Büyû‘ 58; Buhârî, Nikâh 107; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ,
VIII, 155-156; Arslan, İhsan, Beşerî ve Siyasî Yönleriyle Hz. Peygamber’in
Hoşgörüsü, STS Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 2014, s. 139.
[246] Urfut ağacının reçinesidir. Kötü bir kokusu vardır. Bkz. İbn
Manzûr, Ebü’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem b. Ali b. Ahmed el-Ensârî
er-Rüveyfiî (ö. 711/1311), Lisânü’l-Arab, tah. Abdullah Ali
el-Kebîr-Muhammed Ahmed Hasebullah-Hâşim Muhammed eş-Şâzilî, Dârü’l-Me‘ârif,
Kahire, ts., XXXIV, 3275.
[247] İbn Sa‘d, VIII, 68; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 301-302; Buhârî, Talâk
8; Müslim, Talâk 21; Ebû Dâvud, Eşribe 11.
[248] İbn Sa‘d, III, 133; Buhârî, Ezân 46; Tirmizî, Menâkıb 16. Krş.
Dârimî, Mukaddime 14; Buhârî, Ezân 39; Müslim, Salât 95; İbn Mâce,
İkâmetü’s-Salât 142.
[249] Buhârî, Nikâh 97; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 88; Nesâî,
Sünenü’l-Kübrâ, VIII, 173-174; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 176.
[250] Ahzâb 33/37.
[251] İbn Sa‘d, VIII, 81; Tirmizî, Tefsîr 34; Nesâî, Nikâh 26; Hâkim, IV,
25; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 107; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 125;
Hamîdullah, Muhammed (ö. 1423/2002), “Zeyneb bint Cahş”, DİA, İstanbul,
2013, XLIV, 358. Bazen Hz. Âişe ve Hz. Zeyneb haklarında indirilmiş âyetlerle
birbirlerine karşı övünürlerdi. Bkz. Heysemî, IX, 384.
[252] Abdürrezzâk, XI, 431-432; Buhârî, Hibe 8; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ,
VIII, 150-151. Krş. Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 83; Nesâî, İşretü’n-Nisâ 3; Îbnü’l-Cevzî,
Safve, II, 17-18; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n- Nübelâ, II, 143-144.
[253] Müslim, Razâ‘ 46. Krş. Ahmed b. Hanbel, XVIII, 302; Ebû Dâvud, Edeb
49; Ahmad, Fazl, Aisha the Truthful, Taj Company, New Delhi, 1983, s.
61.
[254] İbn Sa‘d, VIII, 85; Buhârî, Talâk 8; Müslim, Talâk 20; Ebû Dâvud,
Eşribe 11; Nesâî, Talâk 17.
[255] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 108.
[256] Nesâî, İşretü’n-Nisâ 3.
[257] Vâkidî, II, 430; Beyhakî, IV, 72; İbn Seyyidinnâs, Ebü’l-Feth
Fethuddîn Muhammed b.
Muhammed b.
Muhammed el-Ya‘merî (ö. 734/1334), Uyûnü’l-Eser fi Fünûni’l-Megâzi
ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer, tah. Muhyiddîn Mustû-Muhammed el-İd el-Hadrâvî,
Dâru İbni Kesîr, Beyrût, 1996, II, 143; İbn Kesîr, Ebü’l-Fidâ İmâdüddîn İsmail
b. Şihâbüddîn Ömer b. Kesîr b. Dav’ b. Kesîr el-Kaysî el-Kureşî (ö. 774/1373), Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azim,
çev. Bekir Karlığa-Bedreddin Çetiner, Çağrı
Yayınları, İstanbul, 1996, XI,
5796; Makrîzî, I, 214; Mevdûdî, Tefhîmü ’l-Kur’ân, III, 503.
[258] Taberî, Târih, III, 614; Beyhakî, IV, 72.
[259] İbn Sa‘d, VIII, 87; Demircan, Hz. Peygamber’in Ailesi ve Aile
Hayatı, s. 56.
[260] İbn Sa‘d, VIII, 91.
[261] İbn Sa‘d, VIII, 79-80; Hâkim, IV, 24; İbn Kesîr, el-Bidâye,
XI, 166-167.
[262] Ebû Yûsuf, Ya‘kûb b. İbrahim b. Habîb b. Sa‘d el-Kûfî (ö. 182/798), Kitâbü’l-Harâc, çev.
Muhammed Atâ’ullah Efendi,
sad. İsmail Karakaya, Akçağ Yayınları, Ankara, 1982, s. 394.
[263] Vâkidî, I, 410-411; İbn Hişâm, III, 322; İbn Sa‘d, II, 49; VIII, 92;
Beyhakî, IV, 49; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1804.
[264] Hz. Peygamber devrinde kullanılan Hicaz ukiyyesinin 40 dirheme denk
geldiği hususunda görüş birliği vardır. Bkz. Kallek, “Ukıyye”, DİA,
XLII, 67. 40 dirhemde ağırlık birimi olarak 118,8 grama tekabül etmektedir.
Bkz. Sahillioğlu, Halil, “Dirhem”, DİA, İstanbul, 1994, IX, 369. Bu
durumda Hz. Cüveyriye 118,8x9=1069,2 gr. altın karşılığında mükâtebe yapmıştı.
[265] Sözlükte “yazmak” anlamındaki ketb(kitâbet) kökünden türeyen
mükâtebe “yazışmak” anlamına gelir. Fıkıh terimi olarak köle veya cariyenin bir
bedel karşılığında hürriyetini elde edebilmesi için efendisiyle anlaşmasını
ifade eder. Tercih edilen görüşe göre daha çok yazılı bir metin halinde
düzenlenmesi âdet haline geldiğinden bu sözleşmeye mükâtebe adı verilmiştir.
Bkz. Atar, Fahrettin, “Mükatebe”, DİA, İstanbul, 2006, XXXI, 531.
[266] Vâkidî, I, 411; İbn Sa‘d, II, 49; Makrîzî, I, 206.
[267] Vâkidî, I, 411; îbn Hişâm, III, 322-323; îbn Sa‘d, VIII, 92; Ebû
Dâvud, Itk 2; Beyhakî, IV, 50; îbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1804;
Savaş, Rıza, “Asr-ı Saadet’te Hz. Peygamber’in Aile Hayatı ve Evlilikleri”, BYASİ,
Beyan Yayınları, İstanbul, 1994, I, 304.
[268] Vâkidî, I, 411; îbn Hişâm, III, 323; îbn Sa‘d, VIII, 92-93; Ahmed b.
Hanbel, XVII, 380; Ebû Dâvud, Itk 2; Beyhakî, IV, 50; îbn Abdilber, ed-Dürer,
s. 200.
[269] Buhârî, Hibe 8; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 96; Uraler, Aynur,
“Safiyye”, DİA, îstanbul, 2008, XXXV, 475.
[270] Vâkidî, II, 708-709; İbn Sa‘d, VIII, 100; İbn Mâce, Nikâh 50; İbn
Hacer, el-lsâbe, VII, 170.
[271] İbn Sa‘d, VIII, 100; Tirmizî, Menâkıb 64; Hâkim, IV, 31; İbn Hacer, el-lsâbe,
VII, 171.
[272] Râviler burada Hz. Âişe’nin Hz. Safiyye’yi boyunun kısa olması sebebiyle
eleştirdiğini söylemişlerdir.
[273] Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Kıyâme 51.
[274] Ahmed b. Hanbel, V, 108-110; İbn Mâce, Nikâh 48; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ,
VIII, 174; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü ’l-Me‘âd, I, 141.
[275] İbn Sa‘d, VIII, 171; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 251.
[276] Hâkim, IV, 41-42; Köksal, XV, 567; Askari, The Role of ‘A ’ishah
in the History of İslam, I, 66.
[277] Fayda, Mustafa, “İfk Hadisesi”, DİA, İstanbul, 2000, XXI,
508-509. Krş. Uraler, Aynur, “Mâriye”, DİA, Ankara, 2003, XXVIII, 63.
[278] Tahrîm 66/1.
[279] Nesâî, İşretü’n-Nisâ 4; Hâkim, II, 535; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü
’l-Me‘âd, V, 391; Heysemî, V, 325-326; Uraler, “Mâriye”, DİA,
XXVIII, 63-64.
[280] Hâkim, IV, 34; Kandemir, M. Yaşar, “Meymûne”, DİA, Ankara,
2004, XXIX, 507.
[281] Buhârî, Cezâü’l-Sayd 26; Krş. Abdürrezzâk, V, 8; İbn Sa‘d, VIII,
57-58; İbn Mâce, Menâsik 8; Nesâî, Hac 4.
[282] Belâzürî, Ensâb, II, 550. Krş. Buhârî, Cihâd 64; İbn Mâce,
Nikâh 47.
[283] Vâkidî, I, 199; İbn Sa‘d, II, 28; Şulul, s. 566.
[284] Vâkidî, I, 203; İbn Sa‘d, II, 28.
[285] İbn Sa‘d, II, 30-33.
[286] İbn Ebî Şeybe, XX, 343-344; Buhârî, Bediü’l-Halk 11.
[287] Özulu, Yunus Emre, “Hz. Âişe”, ŞİA, İstanbul, 2000, I, 124.
[288] Buhârî, Cihâd 65. Krş. Vâkidî, I, 249-250; Müslim, Cihâd 136.
[289] Vâkidî, II, 440-441; İbn Sa‘d, II, 50.
[290] Vâkidî, II, 444; İbn Sa‘d, II, 51.
[291] Vâkidî, II, 453; İbn Sa‘d, II, 51.
[292] Vâkidî, II, 444-445; İbn Sa‘d, II, 51.
[293] Vâkidî, II, 455-457; İbn Sa‘d, II, 51.
[294] Vâkidî, II, 451, 469; İbn Hişâm, III, 250; İbn Kesîr, el-Bidâye,
VI, 47.
[295] Hâkim, IV, 56; Uraler, Aynur, “Safiyye bint Abdülmuttalib”, DİA,
İstanbul, 2008, XXXV, 475.
[296] Vâkidî, II, 440; İbn Sa‘d, II, 54.
[297] Belâzürî, Fütûhu ’l-Büldân, s. 29-30; İbnü’l-Cevzî, Safve,
II, 20. Krş. Hâkim, III, 37; Heysemî, VI, 204-205.
[298] Vâkidî, II, 517; İbn Hişâm, III, 266; Ebû Dâvud, Cihâd 121; Hâkim,
III, 38; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 95-96.
[299] Doktora tezimizin bazı kısımlarında, özellikle Benî Mustalik Gazvesi
ve İfk Olayı’nı aktardığımız bölümlerde yüksek lisans tezimizden ve bu konuyla
ilgili yapmış olduğumuz makale çalışmalarımızdan istifade etmiş bulunuyoruz.
Bkz. Erkocaaslan, Recep, Hz. Peygamber Dönemi Savaşlarından Benî Mustalik
Gazvesi ve İfk Olayı, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Harran Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Şanlıurfa, 2008, 1-72; Erkocaaslan, Recep, “Benî
Mustalik Gazvesinin Sebepleri Üzerine Bazı Mülahazalar” İSTEM, Konya,
2012, X/XIX, 273-289; Erkocaaslan, Recep, “Benî Mustalik Gazvesi Esnasında
Ortaya Çıkan Nifak Hareketleri ve İfk Olayı”, Diyanet İlmî Dergi,
Ankara, 2015, LI, 129-160.
[300] İbn Hişâm, III, 317; İbn Habîb, s. 114-115; İbn Hazm, s. 161; İbn
Abdilber, s. 200; İbnü’l-Esîr, Târîh, II, 81; Naggar, Anas Moustafa,
“The Hostility With Banu al-Mustaliq” Mecelletü’l-Ezher, Kahire, 1985,
LVII/XI, 1910; Apaydın, Mehmet, Resûlullah’ın Günlüğü: Medine Dönemi Yeni
Kronolojisi, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995, s. 121.
[301] Vâkidî, I, 404; İbn Hişâm, III, 317; İbn Sa‘d, II, 48; Belâzürî, Ensâb,
I, 341; Taberî, Târîh, II, 109.
[302] Vâkidî, I, 404-405; İbn Sa‘d, II, 48; Beyhakî, IV, 47; Şâmî, Ebû
Abdullah Şemsüddîn Muhammed b. Yûsuf b. Ali b. Yûsuf es-Sâlihî (ö. 942/1536), Sübülü
’l-Hüdâ ve ’r-Reşâd fi Sîreti Hayri ’l-İbâd, tah. İbrahim Terzî-Abdülkerîm
Uzbâdî, Vizâretü’l-Evkâf ve’ş-Şüûni’l-İslâmiyye, Kahire, 1997, IV, 486;
Kastallânî, III, 5.
[303] Vâkidî, I, 405; İbn Sa‘d, II, 48.
[304] Vâkidî, I, 405; İbn Sa‘d, II, 48; İbn Seyyidinnâs, II, 134; Semhûdî,
I, 314; Zürkânî, III, 5.
[305] Beyhakî, IV, 46; Zehebî, Târîhu ’l-İslâm, I, 259.
[306] Medine yakınlarında suyu olmayan meşhur bir kuyudur. Bkz. Yâkût
el-Hamevî, II, 281.
[307] Vâkidî, I, 405-406; Makrîzî, I, 204; Zürkânî, III, 6.
[308] Medine’ye yirmi dört mil uzaklıkta bir yerdir. Bkz. Yâkût el-Hamevî,
I, 471.
[309] Vâkidî, I, 406.
[310] Vâkidî, I, 406; İbn Sa‘d, II, 49; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü
’l-Me‘âd, III, 297.
[311] Kudeyd, Mekke yakınlarında bir köydür. Bkz. Yâkût el-Hamevî, IV,
313.
[312] Yâkût el-Hamevî, V, 118.
[313] İbn Hişâm, III, 318; İbn Sa‘d, II, 48; Halîfe b. Hayyât, s. 36;
Belâzürî, Ensâb, I, 341.
[314] Vâkidî, I, 407; İbn Sa‘d, II, 49; Beyhakî, IV, 47-48; Heykel,
Muhammed Hüseyin (ö. 1375/1956), Hz. Muhammed’in Hayatı, çev. Vahdettin
İnce, Yöneliş, İstanbul, 2000, II, 190. Muhâcirlerin sancağını Ammâr b. Yâsir’e
verdiği de rivayet edilir. Bkz. Vâkidî, I, 407; Beyhakî, IV, 48.
[315] Vâkidî, I, 407; Belâzürî, Ensâb, I, 341; Beyhakî, IV, 48;
Makrîzî, I, 204; Mahmudov, Elşad, Sebep ve Sonuçları Açısından Hz.
Peygamber’in Savaşları, (Basılmamış Doktora Tezi), Marmara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2005, s. 264.
[316] Vâkidî, I, 407; İbn Sa‘d, II, 49; Beyhakî, IV, 48; Makrîzî, I, 204;
Kastallânî, III, 7.
[317] Müslümanlar iki bin deve ve beş bin küçükbaş hayvanı ganimet, iki
yüz ev halkı (Yaklaşık altı yüz-yedi yüz kişi) insanı da esir aldılar. Bkz.
Vâkidî, I, 410; İbn Sa‘d, II, 49; Halîfe b. Hayyât, s. 36; Ya‘kûbî, I, 372;
Taberî, Târîh, II, 111; Beyhakî, IV, 49; İbn Seyyidinnâs, II, 135;
Makrîzî, I, 205; Önkal, Ahmet, “Mustalik”, DİA, İstanbul, 2006, XXXI,
361.
[318] Vâkidî, I, 407; İbn Hişâm, III, 318; İbn Sa‘d, II, 49; Beyhakî, IV,
48.
[319] Vâkidî, I, 407; İbn Sa‘d, II, 49; Buhârî, Itk 13; Müslim, Cihâd 1;
İbn Kuteybe, Ma‘ârif, s. 82; İbn Hazm, s. 161; İbn Abdilber, ed-Dürer,
s. 200; Makrîzî, I, 204; Kastallânî, III, 8; Diyârbekrî, I, 470.
[320] İbn Abdilber, ed-Dürer, s. 200; İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü
’l-Me‘âd, III, 297.
[321] Vâkidî, I, 407; İbn Sa‘d, II, 49; Makrîzî, I, 204.
[322] Hadis terimi olarak munkatf umumiyetle ne şekilde olursa olsun,
isnadında ittisal bulunmayan hadislere denir. İsnadda ittisalin olmayışı ya
râvinin düşmesiyle veya müphem şekilde ifade edilmesiyle meydana gelir. Bkz.
Uğur, Mücteba, Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 1992, s. 270.
[323] Nu‘mânî, Mevlânâ Şiblî (ö. 1333/1914), İslâm Tarihi-Asrı Saadet,
çev. Ömer Rıza Doğrul, Asarı İlmiye Kütüphanesi, İstanbul, 1928, I, 396.
[324] Müslümanların bu savaştaki tek şehidi olan Hişâm b. Subâbe çıkan
kargaşada ensârdan olan Ubâde b. Sâmit’in arkadaşlarından biri tarafından
düşman zannedilerek öldürülmüştü. Bkz. İbn Hişâm, III, 318; Taberî, Târîh,
II, 109; İbn Hazm, s. 161; İbn Abdilber, ed-Dürer, s. 201; İbnü’l-Esîr, Târîh,
II, 81. Hişâm b. Subâbe’yi yanlışlıkla öldüren kişinin Ubâde b. Sâmit’in
arkadaşlarından Evs isminde biri olduğu rivayet edilir. Bkz. Vâkidî, I,
407-408; Makrîzî, I, 204.
[325] Benî Mustalik Gazvesi’nin tarihi ve sebebi ilk dönem İslâm tarihi
kaynaklarında yukarıda aktardığımız şekilde anlatılmaktadır. Fakat gazvenin
tarihinin ihtilaflı olduğunu belirtmek isteriz. Bu şekilde bir tartışmanın
içine girmek konumuzun sınırlarını bir hayli zorlayacağı için tercih ettiğimiz
tarihi size aktardık. Yine Benî Mustalik Gazvesi üzerine yaptığımız
araştırmalarda gazvenin sebebi olarak gösterilen yukarıda aktardığımız
bilgilerin ciddi mantıki tutarsızlıklar içerdiğini belirterek gazvenin sebebi
hakkındaki kendi tezimizi de burada kısaca aktarmak istiyoruz. Bize göre, Şaban
6/Aralık 627 tarihinde gerçekleşen bu savaşın asıl sebebini daha önceki
olaylarda aramak gerekmektedir. Huzâa’dan Mustalik, Hâris b. Abdümenât b.
Kinâne, Adel, Dîş, Düil, Hevn b. Huzeyme’den Kâre ve Hayâ kabilelerine Ehâbîş
adı verilmişti. Bu kabileler topluluğu Mekke müşriklerinin sağlam müttefikleri
oldukları için İslâm toplumu aleyhine girişilen her organizasyonda görev almaya
hazırdılar. Ehâbîş, Uhud Gazvesi’nde iki bin kişilik bir yardım birliğiyle
Hendek Gazvesi’nde ise dört bin kişilik bir yardım birliğiyle Mekke
müşriklerine yardım etmişlerdi. Dolayısıyla müslümanlar ve Benî Mustalik
kabilesi arasında bir savaş hali zaten uzun süredir devam ediyordu. Bize göre
Hz. Peygamber’in Benî Mustalik Gazvesi’ne çıkış sebebi her fırsatta
düşmanlarına destek veren Ehâbîş kabilelerinin bir üyesi olan Benî
Mustalikler’i cezalandırmaktı. Bu kabile muhtemelen herhangi bir savaş
hazırlığı içerisinde değildi ve Hz. Peygamber’in Medine’den ayrıldığını ve
kendi üzerlerine geldiğini bilmiyordu. Bu sebeple kaynaklarda belirtildiği
şekilde Hz. Peygamber onlara kendi su kaynaklarından biri olan Müreysi‘ kuyusu
yanında ani baskın yapabildi. Eğer kaynaklarda aktarıldığı şekilde Hz.
Peygamber’in üzerlerine geldiğini haber almış olsalardı, göçebe olan bu kabile
böyle bir savaş tehlikesi durumunda kolaylıkla kaçabilirdi. Fakat İslâm
ordusunun üzerlerine geldiğinden haberleri olmadığı için gafil avlandılar.
Ayrıntılı bilgi ve kaynaklar için bkz. Erkocaaslan, s. 1-72.
[326] Vâkidî, I, 405; İbn Sa‘d, II, 48-49.
[327] Bazı kaynaklarda bu isim Benî Avf b. Hazrec olarak geçmektedir. Bkz.
İbn Hişâm, III, 318; Taberî, Târîh, II, 109.
[328] Bazı kaynaklarda bu isim Cehcâh b. Mes’ûd el-Gıfârî olarak
geçmektedir. Bkz. İbn Hişâm, III, 318; Taberî, Târîh, II, 109.
[329] Vâkidî, II, 415; İbn Hişâm, III, 318; İbn Sa‘d, II, 49-50; Taberî, Târîh,
II, 109; Beyhakî, IV, 52. Krş. Buhârî, Menâkıb 8; Beyhakî, IV, 53-54; Süheylî,
VII, 19; Hudarî, Muhammed b. Afifi el-Bâcûrî (ö. 1345/1927), Nûru’l-Yakîn fî
Sîreti Seyyidi’l-Mürselîn, Dârü İhyâi’t-Türâsi’l-Arâbi, Beyrût, ts., s.
144.
[330] Babasının annesine nispetle İbn Selûl diye de anılan Abdullah b.
Übey, Hazrec kabilesinin reislerindendi. Hz. Peygamber Medine’ye gelmeden evvel
kral olmak üzereydi. Fakat Hz. Peygamber’in Medine’ye gelmesi ile bu teşebbüs
sonuçlandırılamamıştı. Bu sebeple Abdullah, Hz. Peygamber’e derin bir öfke
duymaktaydı. Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden sonra uzun bir süre
müslüman olmamıştı. Abdullah İslâm’ın akıbetinin ne olacağını görmek için
bekliyordu. Müslümanların Bedir Gazvesi’nden galip çıkmasının ardından başka
bir çaresi olmadığı için mecburen müslüman olmuş, fakat bunu hiçbir zaman
kalpten istememişti. 9/630 yılında Tebûk Gazvesi dönüşünde ölmüş, defin
işleriyle Hz. Peygamber, Hz. Ömer’in muhalefetine rağmen bizzat ilgilenmişti. Hz.
Peygamber’in Abdullah’ın cenaze namazını kıldırması üzerine Tevbe sûresinin 84.
âyeti: “Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında
da durma! Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ettiler ve fâsık olarak
öldüler.” nâzil olmuştur. Bkz. Schaade, Arthur (ö.
1372/1952),
“Abdullah b. Ubaiy”, İA, Eskişehir, 1997, I, 43; Koçyiğit, Talat (ö. 1432/2011),
“Abdullah b. Übey b. Selûl”, DİA,
İstanbul, 1988, I, 139-140; Demircan, Adnan, Hz. Peygamber Devrinde
Münafıklar, Esra Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 1996, s. 41-44; Yıldız,
Abdullah, Hz. Peygamber ve Gizli Düşmanları Münâfıklar, İz Yayıncılık,
İstanbul, 2000, s. 226-227.
[331] Vâkidî, II, 416; Şâmî, IV, 491; Köksal, XII, 44.
[332] Müşriklerin, muhâcirlere taktıkları lakaptır. Muhâcirler geniş
elbiseler giydikleri için bu lakabı takmışlardır. Bkz. İbn Hişâm, III, 318.
[333] Münâfikûn 63/8.
[334] Vâkidî, II, 416; İbn Hişâm, III, 318-319; Taberî, Târîh, II,
109; Beyhakî, IV, 52.
[335] Vâkidî, II, 416-417; İbn Hişâm, III, 318; İbn Sa‘d, II, 50; Taberî, Târîh,
II, 109; Beyhakî, IV, 5253.
[336] Beyhakî, IV, 54-55; Zehebî, I, 266.
[337] Kaynaklarda Zeyd’in bu olayı amcasına anlattığı, amcasının da
Rasûlullah’a anlattığı şeklinde rivayetler de bulunmaktadır. Bkz. Buhârî,
Tefsîr 63/1.
[338] Vâkidî, II, 417.
[339] Buhârî, Tefsîr 63/1; Taberî, Târîh, II, 109; Beyhakî, IV, 56.
[340] İbn Hişâm, III, 319; Taberî, Târîh, II, 110; Beyhakî, IV, 53.
[341] Vâkidî, II, 419; Şâmî, IV, 494.
[342] Vâkidî, II, 419; İbn Hişâm, III, 320; Taberî, Târîh, II, 110; Beyhakî, IV, 53.
[343] Vâkidî, II, 422; İbn Hişâm, III, 319; Taberî, Târîh, II, 110; Beyhakî, IV, 53; Makrîzî, I, 210.
[344] Vâkidî, II, 422; İbn Hişâm, III, 320; Taberî, Târîh, II, 110.
[345] Onlar: Allah’ın elçisinin yanında bulunanlar
için hiçbir şey harcamayın
ki dağılıp gitsinler,diyenlerdir. Oysa göklerin ve yerin hazineleri
Allah’ındır. Fakat münafıklar bunu anlamazlar. Onlar: Andolsun, eğer Medine’ye
dönersek, üstün olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır, diyorlardı.
Hâlbuki asıl üstünlük, ancak Allah’ın, Peygamber’inin ve müminlerindir. Fakat
münafıklar bunu bilmezler. Bkz. Münâfikûn 63/7-8.
[346] Vâkidî, II, 419-420; İbn Hişâm, III, 320; Taberî, Târîh, II,
110.
[347] Vâkidî, II, 420; Taberî, Târîh, II, 110; İbn Seyyidinnâs, II,
137; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 188.
[348] Nedvî’nin eserini tercüme eden Ömer Rıza Doğrul burayı yanlışlıkla
Abdullah b. Übey’in kızı şeklinde tercüme etmiştir. Bkz. Nedvî, V, 95-96. M.
Necati Bursalı ve Necip Fazıl Kısakürek de aynı hatayı tekrarlamışlardır. Bkz.
Bursalı, s. 198; Kısakürek, Necip Fazıl (ö. 1403/1983), Çöle İnen Nur, Büyük
Doğu Yayınları, 35. Baskı, İstanbul, 2006, s. 359.
[349] İbn Sa‘d, II, 50; İbn Hazm, s. 162; İbn Abdilber, ed-Dürer,
s. 202; Semhûdî, I, 315; Koçyiğit, Talat (ö. 1432/2011), “Abdullah b.
Abdullah”, DİA, İstanbul, 1988, I, 80.
[350] Medine’ye yirmi dört mil uzaklıkta bir yerdir. Bkz. Yâkût el-Hamevî,
I, 471.
[351] Müslümanlar bu rüzgârın düşmanları olan Uyeyne b. Hısn’ın kadın ve
çocuklardan başka kimsenin kalmadığı Medine’ye saldırmasının bir işareti
olduğunu düşünerek korkmuşlardı. Müslümanların korkularını haber alan Hz. Peygamber
onlara Medine’nin her geçidinde meleklerin beklediğini düşmanların onları geçip
Medine’ye saldıramayacağını haber vermişti. Bkz. Vâkidî, II, 422.
[352] İbn Hişâm, III, 320; Taberî, Târîh, II, 110; Beyhakî, IV, 61;
Zehebî, I, 267-268.
[353] Vâkidî, II, 423.
[354] Yazır, V, 557; Dimeşkî, Ârif b. Ahmed b. Sa‘îd
el-Müneyyirü’l-Hüseynî (ö. 1342/1923), el- Husûnü’l-Menî‘a fi Berâati
Aişetü’s-Sıddîka bi İttifâki Ehlü Sünnet ve’ş-Şîa, tah. Seyyid Yûsuf Ahmed,
Darü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 1. Baskı, Beyrût, 2004, s. 17.
[355] Dimeşkî, s. 17; Ersöz, İsmet, “Kur’ân’da İfk Olayı”, Diyanet
Dergisi, Ankara, 1988, XXIV/I, 47; Kara, Seyfullah, “İfk Olayının Etkileri
ve Olayla İlgili Ortaya Konan Tavırlar”, AÜİFD, Erzurum, 2001, XV, 343.
[356] Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 153.
[357] Taberî, Târih, II, 115.
[358] İbn Hişâm, III, 325; Taberî, Târih, II, 112; Beyhakî, IV,
63; İbn Hacer el-Askalânî, Ebü’l-Fazl Şihâbüddîn Ahmed b. Ali b. Muhammed
el-Askalânî (ö. 852/1449), Fethu’l-Bâri bi-Şerhi Sahîhi’l- Buhâri, tah.
Abdülazîz b. Abdullah b. Bâz-Muhammed Fuâd Abdülbâkî, Kahire, 1999, VII, 490;
Diyârbekrî, I, 475; Cemmâîlî, Ebû Muhammed Takıyyüddîn Abdülganî b. Abdülvâhid
b. Ali el- Makdisî, Hadîsü ’l-İfk, tah. Ebû İsmâîl Hişâm b. İsmâîl
Sekkâ, Alemü’l-Kütüb, Riyad, 1985, s. 18-19.
[359] Vâkidî, I, 407; Beyhakî, IV, 73.
[360] Vâkidî, II, 427; İbn Hişâm, III, 326; Balcı, s. 44.
[361] Vâkidî, II, 427; Makrîzî, I, 213.
[362] Vâkidî, II, 427; İbn Hişâm, III, 325; Taberî, Târih, II, 112.
[363] Vâkidî, II, 427-428.
[364] Bazı kaynaklarda mola verilen bu yerin Nahruzzahîra olduğu kaydedilir.
Bkz. İbn Kayyım el- Cevziyye, Zâdü ’l-Me‘âd, III, 299.
[365] Vâkidî, II, 428; İbn Hişâm, III, 325-326; Buhârî, Tefsîr 24/6;
Beyhakî, IV, 65; Hudarî, s. 146.
[366] Vâkidî, II, 428. Hz. Âişe’nin bu kolyeyi kız kardeşinden ödünç
aldığı da rivayet edilmektedir. Bkz. İbn Kayyım el-Cevziyye, III, 298; Yıldız,
Hakkı Dursun vd., DGBİT, Çağ Yayınları, İstanbul, 1986, I, 483.
[367] Hz. Âişe o dönemde kadınların genel olarak zayıf olduklarını
dolayısıyla kendisinin de zayıf olduğunu bildirmektedir. Bu sebeple Hz. Âişe’nin
yardımcıları hevdecin hafifliğinden onun içinde olmadığını anlayamamışlardı.
Bkz. Vâkidî, II, 427; İbn Hişâm, III, 325; Taberî, Târîh, II, 112;
Halîfe, Nasrullah, Hadîsü ’l-İfk ev Kıssatü ’l-Seyyidetü Aişe, yy. ts.,
s. 48.
[368] Vâkidî, II, 428; İbn Hişâm, III, 326;
Buhârî, Tefsîr 24/6; Beyhakî, IV, 65.
[369] Safvân’ın askerin gerisinde kalmasının iki sebebi olabilir. Birinci
ihtimal, orduyu geriden takip ederek unutulan eşyaları sahiplerine teslim
etmektir. İkinci ihtimal ise, onun uykusunun ağır olmasıdır. Öyle ki Safvân,
Hz. Peygamber’e uykusunun ağır olduğunu şikâyet ederek sabah namazlarına
kalkamadığını bildirmişti. Hz. Peygamber ise ona uyanınca kılmasını söylemişti.
Bkz. Süheylî, VII, 32; İbn Seyyidinnâs, II, 144-145; Halîfe, Hadîsü ’l-İfk
ev Kıssatü ’l-Seyyidetü Aişe, s. 50; Kara, a.g.m., XV, 373.
[370] Safvân b. Mu‘attal b. Rebî‘a b. Huzâa b. Muhârib b. Mürre b. Fâlic
b. Zekvân b. Sa‘lebe b. Süleym, Hendek Gazvesi’nden önce müslüman olmuştur.
Müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber’in katıldığı tüm savaşlara iştirak
etmiştir. Bkz. İbn Abdilber, II, 725.
[371] İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn-Biz Allah’ın kullarıyız ve biz
Allah’a döneceğiz. Bakara 2/156.
[372] Bazı kaynaklarda Safvân b. Mu‘attal’ın, Hz. Âişe’yi gördüğü zaman:
“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. Rasûlullah’ın hanımı! Allah sana rahmet
etsin. Niçin burada kaldın?” dediği, fakat Hz. Âişe’nin kendisine karşılık
vermediği rivayeti vardır. Bkz. İbn Hişâm, III, 326; Taberî, Târîh, II,
112; İbnü’l-Esîr, Târîh, II, 84; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 194.
[373] Vâkidî, II, 428-429; İbn Hişâm, III, 326; Buhârî, Tefsîr 24/6;
Taberî, Târîh, II, 112; Beyhakî, IV, 65-66; Hudarî, s. 146-147.
[374] Diyârbekrî, I, 475; Köksal, XII, 64; Sezikli, Ahmet, Hz.
Peygamber Devrinde Nifak Hareketleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1. Baskı,
Ankara, 1994, s. 119-120; Halîfe, Hadîsü’l-İfk ev Kıssatü’l-SeyyidetüAişe,
s. 51.
[375] Seligsohn, M., “Âişe”, iA, Eskişehir, 1997, I, 229; Abbott,
s. 31.
[376] Rodinson, s. 143; Watt, Peygamber ve Devlet Adamı Hz. Muhammed,
s. 172. Bazı rivayetler de Safvân’ın yakışıklılığı biraz daha abartılarak “son
derece yakışıklı” şeklinde betimlenmiştir. Bkz. Bodley, s. 243.
[377] Heykel, II, 197.
[378] Vâkidî, II, 429; İbn Hişâm, III, 326-327; Buhârî, Tefsîr 24/6;
Taberî, Târîh, II, 112; Beyhakî, IV, 66-67.
[379] Ümmü Mistah bint Ebî Ruhm b. Müttalib b. Abdümenâf, Hz. Ebû Bekir’in
teyzesinin kızıdır. Bkz. İbn Hişâm, III, 327; Beyhakî, IV, 67; İbnü’l-Esîr, Târîh,
II, 84; Zehebî, I, 270. Ümmü Mistah lakabı olup asıl ismi Selma’dır. Bkz.
Algül, Hüseyin, “Mistah b. Üsâse”, DİA, İstanbul, 2005, XXX, 188.
[380] Muhtemelen M. 598 yılında doğdu. Asıl ismi Avf olup Mistah
lakabıdır. Bedir ashâbından olup Rasûlullah’ın katıldığı bütün gazvelerde
bulunmuş, cesur bir kişidir. Bkz. Algül, “Mistah b. Üsâse”, DİA, XXX,
188. Annesi, bu iftira olayına karışanlardan biri olduğu için Mistah’a beddua
etmişti.
[381] Vâkidî, II, 429; İbn Hişâm, III, 327; Buhârî, Tefsîr 24/6; Taberî, Târîh,
II, 112-113; Beyhakî, IV, 67.
[382] Rûdânî, Ebû Abdullah Şemsüddîn Muhammed b. Muhammed b. Süleyman (ö. 1094/1683),
Cem‘u’l-Fevâid min
Câmi‘i’l-Usûl ve Mecma‘i’z-Zevâid, tah. Ebû Ali Süleyman b. Dürey‘,
Mektebetü İbn Kesîr, Kuveyt, 1998, III, 173-174.
[383] Bazı rivayetlerde Hz. Âişe’nin bu duydukları sebebiyle bayıldığı
zikredilmektedir. Bkz. Heysemî, IX, 378-379. Yine bazı rivayetlerde kendisini
kuyuya atmak istediği de zikredilmektedir. Bkz. Heysemî, IX, 383-384; Said
Havva, Hadislerle İslam Tarihi, çev. M. Ahmet Varol vd., Hikmet
Neşriyat, İstanbul, ts., II, 509; Ahmad, s. 77.
[384] İbn Hişâm rivayetinde Hz. Âişe’nin bu olaydan önce Rasûlullah’tan
fazla ilgi görmediği için müteessir olarak izin alıp annesinin evine gittiği
kaydedilir. Yani ona göre bu gelişme Hz. Âişe, Hz. Ebû Bekir’in evindeyken
yaşanmıştı. Bkz. İbn Hişâm, III, 327.
[385] Vâkidî, II, 429-430; İbn Hişâm, III, 327-328; Buhârî, Tefsîr 24/6;
Taberî, Târîh, II, 113; Beyhakî, IV, 67-68; Hudarî, s. 147.
[386] Vâkidî, II, 430; İbn Hişâm, III, 329; Buhârî, Tefsîr 24/6; Taberî, Târîh,
II, 113; Makrîzî, I, 214.
[387] Aksu, Ali, “İfk Olayı Üzerine Bir Değerlendirme”, CÜİFD,
Sivas, 2004, VIII/I, 10.
[388] İbn Kayyım el-Cevziyye (ö. 751/1350) ve Zerkeşî bu hadisede
şahitliğine başvurulan kişinin Hz. Âişe’nin azatlısı olan Berîre olmadığını
iddia ederler. Onlar, Berîre’nin bu olaydan çok sonra Hz. Âişe tarafından satın
alınıp azat edildiğini bildirirler. Onlara göre bu tarihte Berîre eski
efendisinin hizmetindeydi. Bkz. İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü’l-Me‘âd,
III, 305; Zerkeşî, s. 23. Fakat Hz. Âişe’nin onu alıp azat etmesinden önce de
Berîre’nin ara sıra Hz. Âişe’ye hizmet ettiği kaynaklarda geçmektedir. Bkz.
Aşıkkutlu, Emin, “Berîre”, DİA, İstanbul, 1992, V, 503-504.
[389] Vâkidî, II, 430; İbn Hişâm, III, 329; Buhârî, Tefsîr 24/6; Taberî, Târîh,
II, 113; Beyhakî, IV, 68.
[390] Süheylî, olayın vuku bulduğu sırada Berîre’nin cariye değil hür
olduğunu kaydeder. Bu sebeple Hz. Ali’nin kendisine vuramayacağını ve
Rasûlullah’ın da buna izin vermeyeceğini belirtir. Süheylî: “Bence Hz. Ali
Berîre’ye doğru söylemesini biraz sertçe söylemiştir. Ayrıca yalan söyleyip
Allah ve Rasûlüne itaatten çıktığı taktirde kendisini dövmekle tehdit etti.”
demektedir. Bkz. Süheylî, VII, 33. Fakat Süheylî’nin verdiği bilgi yanlıştır.
Çünkü Berîre 9/630 yılı civarında azat edilmişti. Bkz. İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü
’l-Me‘âd, III, 305; Aşıkkutlu, a.g.m., V, 503.
[391] İbn Hişâm, III, 329; Taberî, Târîh, II, 113; İbnü’l-Esîr, Târîh,
II, 85; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 197.
[392] Vâkidî, II, 430; Buhârî, Tefsîr 24/6; Beyhakî, IV, 72; İbn
Seyyidinnâs, II, 143; Makrîzî, I, 214.
[393] Vâkidî, II, 430-431; Makrîzî, I, 214.
[394] Diyârbekrî, I, 477; Suruç, Salih, Kâinatın Efendisi
Peygamberimizin Hayatı, Nesil Yayınları, İstanbul, 2004, II, 230; Bursalı,
s. 210-211.
[395] Vâkidî, II, 431; Buhârî, Tefsîr 24/6; Makrîzî, I, 214; Zuhaylî,
Vehbe, Tefsîru ’l-Münîr, çev. Hamdi Arslan vd., Bilimevi Basın Yayın, 2.
Baskı, İstanbul, 2005, IX, 418.
[396] İbn Hişâm, III, 328; Taberî, Târih, II, 113; İbnü’l-Esîr, Târih,
II, 84-85.
[397] Bazı kaynaklarda ilk konuşma yapan kişinin Sa‘d b. Mu‘az olduğu
belirtilmektedir. Bkz. Vâkidî, II, 431-432; Buhârî, Tefsîr 24/6; Beyhakî, IV,
69-70; İbn Seyyidinnâs, II, 142; İbn Kesîr, Tefsîr, XI, 5794-5795;
Makrîzî, I, 214-215.
[398] İbn Hişâm, III, 328-329; İbnü’l-Esîr, Târih, II, 85; İbn
Kesîr, el-Bidâye, VI, 197.
[399] Vâkidî, II, 432.
[400] Bazı kaynaklarda Hz. Âişe’nin masum olduğunu ortaya çıkaran
âyetlerin Hz. Peygamber’in Medine’ye ulaşmasından otuz yedi gün sonra nâzil
olduğu belirtilmektedir. Bkz. Süheylî, VII, 41; Makrîzî, I, 216.
[401] Yûsuf 12/18.
[402] Vâkidî, II, 432-433; İbn Hişâm, III, 329-330; Buhârî, Tefsîr 24/6;
Beyhakî, IV, 70-71; Makrîzî, I, 215.
[403] Vâkidî, II, 433; Makrîzî, I, 215. Krş. Heysemî, IX, 381.
[404] Vâkidî, II, 433; İbn Hişâm, III, 329; Buhârî, Tefsîr 24/6; Beyhakî,
IV, 71.
[405] Belâzürî, Ensâb, II, 552; Süheylî, VII, 41; Heysemî, IX, 384.
[406] Vâkidî, II, 433-434; Buhârî, Tefsîr 24/6; Makrîzî, I, 215.
[407] Köksal, XII, 82.
[408] Nûr 24/11-20.
[409] Vâkidî, II, 434; İbn Hişâm, III, 330; Taberî, Târih, II, 114.
[410] Sözlükte “herhangi bir şeyi atmak” anlamına gelen kazf fıkıhta haddi
gerektiren belirli suçlardan birinin adı olup “muhsan olan bir kimseye zina
ithamında bulunmak veya nesebini reddetmek” şeklinde tanımlanır. Bkz. Aktan,
Hamza, “Kazf”, DİA, Ankara, 2002, XXV, 148. Namuslu kadınlara zina
isnadında bulunup, sonra (bunu ispat için) dört şahit getiremeyenlere seksener
sopa vurun ve artık onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar
tamamen günahkârdırlar. Ancak bundan sonra tövbe edip ıslah olanlar
müstesnadır. Allah, çok bağışlayıcı ve merhametlidir. Bkz. Nûr 24/4-5. Âyette
açıkça belirtildiği gibi zina iftirasında bulunan kimseler bunu
ispatlayamadıkları taktirde kendilerine seksen değnek vurulacaktır.
[411] Vâkidî, II, 434; Ya‘kûbî, I, 372.
[412] İbn Hişâm, III, 330; Belâzürî, Ensâb, I, 343; Taberî, Târîh,
II, 114; Beyhakî, IV, 74; İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü ’l-Me‘âd, III,
302.
[413] Elmalı, Hüseyin, “Hassân b. Sâbit”, DİA, İstanbul, 1997, XVI,
400.
[414] Vâkidî, II, 434.
[415] İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü’l-Me‘âd, III, 302; Ebû Zehra,
Muhammed (ö. 1394/1974), Son
Peygamber
Hz. Muhammed, Birleşik Yayıncılık, çev. Mehmet Keskin, İstanbul, 1993, III,
308; Bûtî, Muhammed Sa‘îd Ramazan (ö. 1434/2013),
Fıkhu’s-Sîre, çev. Ali Nar-Orhan Aktepe, Gonca
Yayınevi, İstanbul, 1992, s.
303; Ateş, Kur’ân-ı Kerîm’in Öz Tefsîri, IV, 204-205.
[416] İbn Kayyım el-Cevziyye, III, 302; Ateş, Kur’ân-ı Kerîm’in Öz
Tefsîri, IV, 204-205.
[418] (Peygamber’in eşine) bu ağır iftirayı
uyduranlar şüphesiz sizin içinizden bir gruptur. Bunu kendiniz için bir kötülük
sanmayın, aksine o, sizin için bir iyiliktir. Onlardan her bir kişiye, günah
olarak ne işlemişse (onun karşılığı ceza) vardır. Onlardan (elebaşılık yapıp)
bu günahın büyüklüğünü yüklenen kimse için de çok büyük bir azap vardır. Bu
iftirayı işittiğinizde, erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsnü
zanda bulunup da: “Bu apaçık bir iftiradır.” demeleri gerekmez miydi? Onların
(iftiracıların) da bu konuda dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Mademki
şahitler getiremediler, öyle ise onlar Allah nezdinde yalancıların ta
kendisidirler. Eğer dünyada ve ahirette Allah’ın lütuf ve merhameti üstünüzde
olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı size mutlaka büyük bir azap
isabet ederdi. Çünkü siz bu iftirayı, dilden dile birbirinize aktarıyor,
hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz.
Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allah katında çok büyük (bir
suç) tür. Onu duyduğunuzda: “Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Hâşâ! Bu çok
büyük bir iftiradır.” demeli değil miydiniz? Eğer inanmış insanlarsanız, Allah
bir daha buna benzer tutumu tekrarlamaktan sizi sakındırıp uyarır. Allah
âyetleri size açıklıyor. Allah, (işin iç yüzünü) çok iyi bilir, hüküm ve hikmet
sahibidir. İnananlar arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler
için dünyada da ahirette de çetin bir ceza vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
Ya sizin üstünüze Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, Allah çok şefkatli ve
merhametli olmasaydı! (haliniz nice olurdu?)
[419] Nûr 24/11.
[420] Beyzâvî, Nasırüddîn Ebû Saîd Abdullah b. Ömer b. Muhammed (ö.
685/1286), Envâru ’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, tah. Muhammed
Abdurrahman el-Mer‘aşlı, Dârü İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 1. Baskı, Beyrût, ts.,
IV, 100; Bikâî, Ebü’l-Hasen Burhânüddîn İbrahim b. Ömer b. Hasen er-Rubât
el-Hırbevî (ö. 885/1480), Nazmü’d-Dürer fi Tenâsibi’l-Ây ve’s-Süver,
Dâiretü’l-Maârifi’l-Osmaniyye, Haydarabad, 1978, XIII, 221; Zuhaylî, IX,
413-414.
[421] Aksu, a.g.m., VIII/I, 16.
[422] Asımgil, s. 274.
[423] Seligsohn, a.g.m., I, 229.
[424] İbn Sa‘d, VIII, 53; Buhârî, Megâzî 63; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 8;
İbn Mâce, Mukaddime 11; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 16; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe,
VII, 188; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 142, 147; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî,
s. 91-92; Özdemir, Serdar, Hz. Peygamberin Seriyyeleri, Rağbet
Yayınları, İstanbul, 2001, s. 111.
[425] Caetani, Leone (ö. 1354/1935), İslâm Târîhî, çev. Hüseyin
Cahit Yalçın, Tanîn Matbaası, İstanbul, 1925, IV, 158.
[426] İbn Hişâm, III, 331; Beyhakî, IV, 73; Zehebî, I, 279; İbn Kesîr, Tefsîr,
XI, 5803.
[427] Beyhakî, IV, 73; Zehebî, I, 279; İbn Kesîr, Tefsîr, XI, 5803.
[428] İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 204-205; Sâ‘dî Çelebi, Sadullah
Sâ‘dî Çelebi b. Îsâ b. Emirhan el- Kastamonî (ö. 945/1539), el-Fevâidü’l-Behiyye:
Hâşiye alâ Tefsîri’l-Beyzâvî, Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi, nr. 168,
vr. 141a.
[429] Sâ‘dî Çelebi, nr. 168, vr. 141a; Çelik, Ersin, Şeyhu’l-İslâm Sadî
Çelebi ve “el-Fevâidü’l-Behiyye: Hâşiye ‘alâ Tefsîri’l-Beyzâvî” Adlı Eserinin
Tahlili, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Rize, 2015, s. 99-100.
[430] İbn Kesîr, Tefsîr, XI, 5803; Bikâî, XIII, 224-225.
[431] Vâkidî, II, 439.
[432] Ya‘kûbî, I, 372.
[433] Taberî, Târîh, II, 113.
[434] İbn Hişâm, III, 331; Belâzürî, Ensâb, I, 343; Zehebî, Siyeru
A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 155; İbn Kesîr, Tefsîr, XI, 5792.
[435] Beyhakî, IV, 72-73; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 160.
Bazı çalışmalarda bu halifenin Hişâm b. Abdülmelik olduğu zikredilmektedir.
Bkz. Koçyiğit, Talat (ö. 1432/2011), “Zühri”, İA, Eskişehir, 1997, XIII,
646; Horovitz, Josef (ö. 1349/1931), İslâmi Tarihçiliğin Doğuşu, çev.
Ramazan Altınay- Ramazan Özmen, Ankara Okulu Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 2002,
s. 60-61.
[436] Vâkidî, II, 434; İbn Hişâm, III, 330-331; Taberî, Ebû Ca‘fer
Muhammed b. Cerîr b. Yezîd el- Âmülî et-Taberî el-Bagdadî (ö. 310/923), Câmi‘u’l-Beyân
an Te’vîl Âyi’l-Kur’ân, Dâru İbn Hazm, Beyrût, 2013, XVIII, 122; İbn Kesîr,
Tefsîr, XI, 5804-5805. Bu âyetin muhatabının Übey b. Ka‘b olduğunu
söyleyenler de olmuştur. Bkz. Vâkidî, II, 434; İbn Hişâm, III, 330-331.
[437] İbn Kesîr, Tefsir, XI, 5805.
[438] İbn Kesîr, Tefsir, XI, 5806.
[439] Nûr 24/22.
[440] İbn Hişâm, III, 331; Buhârî, Tefsîr 24/6; Beyhakî, IV, 71, Zuhaylî,
IX, 420.
[441] Heysemî, IX, 376-377; Rûdânî, III, 174-176; Cemmâîlî, s. 37.
[442] Köksal, XII, 85-86; Suruç, II, 235-236.
[443] Zemahşerî, Ebü’l-Kâsım Mahmûd b. Ömer b. Muhammed el-Hârizmî (ö.
538/1144), el-Keşşâf an Hakâıkı Gavâmizi’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl f
Vücûhi’t-Te’vîl, tah. Ahmed Abdülmevcûd-Ali Muhammed Mu‘avviz,
Mektebetü’l-Ubeykân, 1. Baskı, Riyâd, 1998, IV, 280; Zerkeşî, s. 19-22.
[444] Algül, Hüseyin, İslâm Tarihi, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997,
I, 426; Yıldız vd., DGBİT, I, 485.
[445] Vâkidî, II, 439; İbn Hişâm, III, 334-335; Yazır, V, 563-564;
Özdemir, Abdurrahman, “Peygamber Şairi Hassân b. Sâbit ve Divanı”, İSTEM,
Konya, 2004, IV, 215-216.
[446] Vâkidî, II, 438; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 154; Belâzürî, Ensâb,
II, 553; Hâkim, III, 555. Krş. Abdürrezzâk, V, 65-66.
[447] İbn Hişâm, III, 335.
[448] Buhârî, Tefsîr 24/11; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 155; Belâzürî, Ensâb,
II, 552; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 161.
[449] Algül, İslam Tarihi, I, 426; Yıldız vd., DGBİT, I,
486.
[450] Algül, “Mistah b. Üsâse”, DİA, XXX, 188.
[451] Taberî, Târîh, II, 113; Beyhakî, IV, 72.
[452] Vâkidî, II, 430; Beyhakî, IV, 72; İbn Seyyidinnâs, II, 143; İbn
Kesîr, Tefsîr, XI, 5796; Makrîzî, I, 214.
[453] Heysemî, IX, 384-385; Rûdânî, III, 176.
[454] Rûdânî, III, 176; Dermenghem, Emile (ö. 1390/1971), Hz. Muhammed
ve Risaleti, çev. Ahmet Ağırakça, İnsan Yayınları, İstanbul, 1997, s. 323;
Köksal, XII, 76; Cemmâîlî, s. 24.
[455] Safvân b. Mu’attal, Mudar kabilesindendi. Bkz. İbn Hişâm, III, 332.
[456] Vâkidî, II, 436; İbn Hişâm, III, 332; Beyhakî, IV, 74.
[457] İbn Hişâm, III, 333; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 200-201.
[458] Vâkidî, II, 436; Makrîzî, I, 217.
[459] Vâkidî, II, 436; İbn Hişâm, III, 333; Taberî, Târîh, II, 115;
Beyhakî, IV, 75.
[460] Beyhakî, IV, 75.
[461] Bu kişinin Umâre b. Hazm olduğu da rivayet edilir. Bkz. Vâkidî, II,
436.
[462] İbn Hişâm, III, 333-334; Taberî, Târîh, II, 115; Beyhakî, IV,
75; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 493; Heysemî, IX, 376.
[463] Vâkidî, II, 438.
[464] Yazır, V, 560.
[465] Fayda, “İfk Hadisesi”, DİA, XXI, 508.
[466] Elmalı, a.g.m., XVI, 401.
[467] Zekeriyya mâbedde durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle nida
ettiler: “Allah sana, kendisinden gelen bir Kelime’yi (İsa’yı) tasdik edici,
efendi, iffetli (hasûr) ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahya’yı müjdeler.”
Âl-i İmran 3/39. Hasûr kelimesi bu âyette Hz. Yahya’nın bir sıfatı olarak
kullanılmıştır. el-Hasûr, nefsini şehvâni şeylerden men eden kimse anlamına
gelmektedir. Bkz. Çanga, Mahmut, Kur’ân-ı Kerim Lügati, Timaş Yayınları,
İstanbul, 2005, s. 146. Fakat ilk dönem İslâm tarihi kaynaklarında kelimenin
diğer bir anlamı olan iktidarsızlık söz konusu edilmektedir. Biz kelimenin bu
manada kullanılmasının yanlış olduğunu düşünüyoruz. Çünkü Safvân b. Mu’attal’ın
künyesi “Ebâ Amr/Amr’ın babası” dır. Bkz. İbn Abdilber, el-İstî‘âb, II,
725; Kuraybî, İbrahim b. İbrahim, Merviyyâtü Gazveti Beni’l-Mustalik,
el-Mektebetü’l-Arabiyyetü’s-Su‘ûdiyyetü/el- Câmi‘atü’l-İslâmiyyetü, Medine, ts,
s. 247. Araplar’da âdet olduğu üzere kişi, doğan ilk erkek çocuğunun ismiyle
künyelenirdi. Nitekim Hz. Peygamber’in künyesi Ebü’l-Kâsım idi. Ayrıca Ebû
Dâvûd’dan aktarılan bir rivayette Safvân’ın hanımının Hz. Peygamber’e gelerek
Safvân’ı bazı hususlarda şikâyet ettiği belirtilmektedir. Bkz. Ebû Dâvûd, Savm
74; Afzalurrahman, Sîret Ansiklopedisi, çev. Yusuf Balcı vd., İnkılâb
Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2003, II, 565. Bu bilgiler ışığında Safvân’ın
iktidarsız olduğunu belirten rivayetin doğru olmadığını söyleyebiliriz.
Safvân’ın hasûr olduğunu belirten rivayet, hemen hemen her kaynakta geçmesine
rağmen görebildiğimiz kadarıyla yukarıdaki hadis doğrultusunda bu rivayeti çok
az kişi eleştirmiştir. Bkz. Erkocaaslan, s. 59; Azimli, Mehmet, Hz. Safvan
b. Muattal, Step Matbaacılık, Diyarbakır, 2008, s. 50-51.
[468] İbn Hişâm, III, 334; Taberî, Târîh, II, 115; İbnü’l-Esîr, Târîh,
II, 86; Cemmâîlî, s. 24.
[469] İbn Abdilber, el-İstî‘âb, II, 725; Zehebî, Târîh, I,
281; Kandemir, M. Yaşar, “Safvân b. Muattal” DİA, İstanbul, 2008, XXXV,
486. Muâviye devrinde H. 58, 59 veya 60 yılında şehit olduğuna dair rivayetler
de bulunmaktadır. Bkz. Zuhaylî, IX, 427; Kandemir, “Safvân b. Muattal” DİA,
XXXV, 486.
[470] İbn Asâkir, Ebü’l-Kâsım Ali b. el-Hasen b. Hibetillâh b. Abdullah b.
Hüseyin ed-Dimaşkî eş-Şâfiî (ö. 571/1176), Tebyînü Kezibi’l-Müfterî,
tah. Hüsameddin el-Kudsî, Matbu‘atü Tevfîk, Şâm, 1928, s. 219; Sekûnî, Ebû Ali
Ömer b. Muhammed b. Hamd b. Halil (ö. 717/1317), Uyûnü ’l-Münâzarât,
tah. Sa‘d Gurâb, el-Câmi‘atü’l-Tunûsiyye, Tunus, 1976, s. 249; İbn Kesîr, el-Bidâye,
XV, 549; Karadaş, Cağfer, “Bizans Sarayında Müslüman-Hıristiyan Münazarası:
Büveyhî Elçisi Bâkıllânî ile İmparator II. Basilelos Arasında Geçen Tartışma”,
İAD, İstanbul, 2009, XXII, 32; Kettânî, Muhammed Abdülhay, Hz.
Peygamberin Yönetimi, çev. Ahmet Özel, İz Yayıncılık, İstanbul, 2003, I,
339-340.
[471] Juynboll, Gautier Herald A., Oryantalistik Hadis Araştırmaları,
der. ve çev. Mustafa Ertürk, Ankara Okulu Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 2001, s.
105.
[472] Watt, Peygamber ve Devlet Adamı Hz. Muhammed, s. 173.
[473] Abbott, s. 27.
[474] Bodley, s. 249.
[475] Bodley, s. 241-249.
[476] Muir, Sir William (ö. 1323/1905), The Life of Mohammed, John
Grant, 5. Baskı, Edinburgh, 1923, s. 304. Krş. Davenport, s. 44.
[477] Arsel, İlhan (ö. 1431/2010), Şeriat ve Kadın, Kurtiş
Matbaası, 9. Baskı, İstanbul, 1991, s. 359-360.
[478] Nûr 24/23.
[479] Kâdî İyâz, Ebü’l-Fazl İyâz b. Mûsâ b. İyâz el-Yahsubî (ö. 544/1149),
Şifâ-i Şerîf Şerhi, çev. ve şerh. Mehmet Yaşar Kandemir, Tahlil
Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2012, III, 526, 535; Nüveyrî, XVIII, 175; İbn
Kesîr, el-Bidâye, XI, 337; İbn Kesîr, Tefsir, XI, 5812. Krş.
Bilmen, s. 28-29; Dalkıran, Sayın, Ahmet Feyzi Çorûmî’nin el-Feyzü
’r-Rabbânî’si Işığında; Osmanlı Devleti’nde Ehl-i Sünnet’in Şi’î Akîdesine
Tenkidleri, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2000, s. 204.
[480] Ali el-Kârî, Ebü’l-Hasen Nûrüddîn Ali b. Sultân Muhammed el-Kârî
el-Herevî (ö. 1014/1605), İmam Azâm Fıkh-ı Ekber Şerhi, çev. Yunus Vehbi
Yavuz, Çağrı Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 1992, s. 209.
[481] Fayda, “İfkHadisesi”, DİA, XXI, 508-509; Sûfî, Abdülkâdir b.
Muhammed Atâ, es-Sâ‘ikafiNesefi Ebâtîl ve İftirââti’ş-Şî ‘a ala Ümmi’l-Mü
’minîn Âişe me ‘a Defiii-Kezibi’l-Mübîn an Ümmehâti’l- Mü’minîn, Dârü
Ezvâi’s-Selef, 1. Baskı, Riyad, 2004, s. 112-116. Şiîler’in Hz. Âişe aleyhine
hakaretleri bununla da kalmamaktadır. Hz. Âişe’nin söz konusu günahı işlediğini
iddia edenler olduğu gibi daha ağır hakaretler de vuku bulmuştur. Bkz.
Efendioğlu, Mehmet, Sahâbeye Yöneltilen Tenkitler: Tartışmalar-Gerçekler,
İFAV, 1. Baskı, İstanbul, 2011, s. 252-269.
[482] Kara, a.g.m., XV, 381-382. Krş. Kâdî İyâz, III, 538.
[483] Nûr 24/26.
[484] Kara, a.g.m., XV, 380-381; Balcı, s. 121. Krş. Efendioğlu, s.
252-253.
[485] Caetani: “Muhammed müslümanların memnuniyetsizliğini izale etmek
için teyemmüme dair âyetleri tebliğ etti.” şeklinde bir ifade ile Hz.
Peygamber’in ortama binaen âyetleri kendisinin vazettiğini imalı bir biçimde iddia
etmektedir. Bkz. Caetani, IV, 155.
[486] Vâkidî, II, 426-427; Makrîzî, I, 212-213. Bazı kaynaklarda
müslümanların zorunlu olarak ikamet ettikleri bu yerin Beydâ’, Zâtülceyş veya
Sulsul olduğu rivayet edilmektedir. Bkz. Dârimî, Tahâret 66; Buhârî, Teyemmüm
1; Müslim, Hayz 108; İbn Mâce, Tahâret 90; Ebû Dâvud, Tahâret 123; Nesâî,
Tahâret 195, 205; İbn Seyyidinnâs, II, 147-148; Zehebî, SiyeruAiâmi’n-Nübelâ,
II, 169-170.
[487] Vâkidî, II, 435.
[488] Vâkidî, II, 427; İbn Sa‘d, II, 50; Buhârî, Teyemmüm 1; Müslim, Hayz 108;
Nesâî, Tahâret 195; İbn Seyyidinnâs, II, 148.
[489] Kastallânî, III, 11-12.
[490] Kastallânî, III, 13; Fayda, Mustafa, “Âişe”, DİA, İstanbul,
1989, II, 202; Efendioğlu, s. 235. Mekke’nin fethi için çıkılan seferde Hz.
Peygamber’in yanında hanımlarından sadece Hz. Ümmü Seleme ve Hz. Meymûne olduğu
için bu sefer esnasında teyemmüm âyetinin inmesi mümkün gözükmemektedir. Bkz.
Vâkidî, II, 829; Akdoğan, Mehmet Nur, Mekke’nin Fethi, (Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi), Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Diyarbakır, 2008,
s. 81.
[491] Kastallânî, III, 13.
[492] Nisâ 4/43.
[493] Mâide 5/6.
[494] Karaman vd., Kur’ân Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, II, 71.
[495] Ayrıntılı bilgi için bkz. Şulul, s. 611-612.
[496] Döndüren, Hamdi, “Îlâ” DİA, İstanbul, 2000, XXII, s. 61.
[497] Müslim, Talâk 29; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, VIII, 279-280; İbn
Kayyim el-Cevziyye, Zâdü ’l-Me‘âd, VI, 113.
[498] Ahzâb 33/28-29.
[499] Ahmed b. Hanbel, XII, 245-247; Buhârî, Mezâlim 25. Krş. İbn Sa‘d,
VIII, 54; Ahmed b. Hanbel, VII, 316-317; Müslim, Talâk 30, 31, 34; Tirmizî,
Tefsîr 66; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, III, 104-105.
[500] Buhârî, Talâk 5; Müslim, Talâk 24; İbn Mâce, Talâk 20.
[501] Ahmed b. Hanbel, XII, 226-227; Müslim, Talâk 29; Nesâî, Sünenü
’l-Kübrâ, VIII, 279-280.
[502] İbn Mâce, Talâk 24; Hâkim, IV, 335-336.
[503] Abdürrezzâk, VI, 162; İbn Sa‘d, VIII, 48; Müslim, Nikâh 72; İbn
Mâce, Nikâh 13; Belâzürî, Ensâb, II, 540; Nesâî, Nikâh 29; İbn Abdilber,
el-İstî‘âb, IV, 1882; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188; Şâmî, Ezvâcü
’n-Nebî, s. 84.
[504] İbn Hişâm, IV, 299-300; İbn Sa‘d, II, 158; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ,
VI, 380-381. Krş. Ahmed b. Hanbel, VI, 187; Hâkim, III, 58.
[505] Başka bir rivayette İbn Abbâs bu kişinin Hz. Ali olduğunu Ubeydullah
b. Abbâs’a söylemiştir. Bkz. Buhârî, Ezân 39; İbn Mâce, Cenâiz 64.
[506] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 33; Buhârî, Vuzû’ 45. Krş. Belâzürî, Ensâb,
II, 546-547; Buhârî, Cenâiz 96; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 84; Ebû Dâvud, Nikâh
39; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 19
[507] İbn Sa‘d, II, 160; Buhârî, Merdâ 2; Müslim, Birr 44; İbn Mâce,
Cenâiz 64; Tirmizî, Zühd 56.
[508] Buhârî, Megâzî 83; Müslim, Selâm 85; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ,
VI, 383.
[509] İmam Mâlik, Ayn 4, 10; İbn Sa‘d, II, 163; Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân
14; Müslim, Selâm 50; İbn Mâce, Tıb 38; Ebû Dâvud, Tıb 19.
[510] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 40-41; Buhârî, Cum‘a 9; Hâkim, I, 244;
Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 189.
[511] Dârimî, Mukaddime 11; Buhârî, Megâzî 83; Hâkim, III, 60. Krş. İbn
Hişâm, III, 367-368.
[512] İbn Ebî Şeybe, XIX, 94; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 133-134; Kâdî İyâz,
I, 215; Heysemî, III, 308309.
[513] İbn Sa‘d, III, 133; Buhârî, Ezân 46; Tirmizî, Menâkıb 16. Krş.
Dârimî, Mukaddime 14; Buhârî, Ezân 39; Müslim, Salât 95; İbn Mâce,
İkâmetü’s-Salât 142.
[514] Ahmed b. Hanbel, III, 199-200; Buhârî, Megâzî 83; Müslim, Salât 93.
[515] İbn Sa‘d, II, 173-174. Şiîler bu rivayetlerin tamamını görmezden
gelerek Hz. Âişe’nin, namazları babasının kıldırması için çok çaba sarf
ettiğini iddia etmektedirler. Bkz. Askari, The Role of ‘A ’ishah in the
History of İslam, I, 74-77.
[516] Buhârî, Dua 29; Krş. İmam Mâlik, Cenâiz 16; İbn Mâce, Cenâiz 64;
Tirmizî, De‘avât 77; Hâkim, IV, 8.
[517] İbn Sa‘d, II, 159.
[518] İbn Hişâm, IV, 299; İbn Sa‘d, II, 209.
[519] Buhârî, Menâkıb 19; Müslim, Fezâil 114; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ,
VI, 393.
[520] İbn Sa‘d, II, 209. Çarşamba günü defnedildiği şeklinde rivayetler de
bulunmaktadır. Bkz. Ahmed b. Hanbel, VI, 315-316.
[521] İbn Ebî Şeybe, XII, 524; Buhârî, Humus 5; İbn Mâce, Libâs 1;
Tirmizî, Libâs 10; Hâkim, II, 665.
[522] İbn Mâce, Cenaiz 64; Nesâî, Cenâiz 6. Şiîler Hz. Âişe’nin kucağında
vefat eden Hz. Peygamber imajının Hz. Âişe’yi yücelteceğini düşündükleri için
olsa gerek Hz. Peygamber’in Hz. Ali’nin kucağında vefat ettiğine dair
rivayetler uydurmuşlardır. Bu şekilde Hz. Ali’ye Hz. Peygamber’in vasiyet
etmesi de makul bir zemine çekilmiş olmaktadır. Bkz. İbn Sa‘d, II, 201-202;
Azimli, Siyeri Farklı OkumakII, s. 225.
[523] Âl-i İmrân 3/144.
[524] Ahmed b. Hanbel, VI, 141; Buhârî, Fezâilü’s-Sahâbe 5; İbn Mâce,
Cenâiz 65; Nesâî, Sünenü’l- Kübrâ, II, 386; Heysemî, VIII, 605-608.
[525] Ebû Dâvud, Cenâiz 32; Hâkim, III, 61-62.
[526] İbn Sa‘d, II, 201-202.
[527] Ahmed b. Hanbel, VI, 188; İbn Mâce, Cenâiz 9; Ebû Dâvud, Cenâiz 32.
[528] İmam Mâlik, Cenâiz 5; Buhârî, Cenâiz 18; Müslim, Cenâiz 47; İbn
Mâce, Cenâiz 11; Ebû Dâvud, Cenâiz 34; Tirmizî, Cenâiz 20; Nesâî, Cenâiz 39.
[529] Tirmizî, Cenâiz 33.
[530] İbn Mâce, Cenâiz 40. Krş. Ahmed b. Hanbel, VI, 305; Heysemî, III,
158.
[531] İmam Mâlik, Cenâiz 30; Hâkim, III, 62-63; Heysemî, VII, 382;
Süyûtî, Ebü’l-Fazl Celâlüddîn Abdurrahman b. Ebû Bekir b. Muhammed el-Hudayrî
(ö. 911/1505), Târîhu’l-Hulefâ’, Dâru İbn Hazm, 1. Baskı, Beyrût, 2003,
s. 87.
[532] Müslim, Vasıyye 18; İbn Mâce, Vesâyâ 1; Ebû Dâvud, Vesâyâ 1; Nesâî,
Vasıyye 2.
[533] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 55-56; Buhârî, Vesâyâ 1; Kâdî İyâz, I, 305.
[534] İbn Sa‘d, VIII, 64; Belâzürî, Ensâb, II, 549; Zehebî, Siyeru
A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 171; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 99-100.
[535] İbn Sa‘d, VIII, 62-63; Hâkim, IV, 6.
[536] Arsel, s. 151.
[537] Tarhan, Nevzat, Kadın Psikolojisi, Nesil Yayınları, 64.
Baskı, İstanbul, 2012, s. 205.
[538] İbn Sa‘d, VIII, 47-49, 52; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 267-268; Buhârî,
Edeb 81; Müslim, Fezâilü’s- Sahâbe 81; İbn Mâce, Nikâh 50; Belâzürî, Ensâb,
II, 542; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 150; Şâmî, Ezvâcü
’n-Nebî, s. 84.
[539] Buhârî, Nikâh 82, 114; Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ, II,
151. Krş. Nesâî, Salâtü Îdeyn 34.
[540] Vâkidî, II, 427; İbn Ebî Şeybe, XVIII, 188-189; Makrîzî, I, 213.
[541] İbn Sa‘d, VIII, 64; Belâzürî, Ensâb, II, 549; Zehebî, Siyeru
A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 171; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 99-100.
[542] Buhârî, Hibe 8. Krş. Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 83; Nesâî,
İşretü’n-Nisâ 3; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 17-18; Zehebî, Siyeru A
‘lâmi’n-Nübelâ, II, 143-144.
[543] Kehhâle, Ömer Rızâ (ö. 1408/1987), A‘lâmü’n-Nisâ fi
Âlemeyi’l-Arab ve’l-İslâm, Müessesetü’r- Risâle, 5. Baskı, Beyrût, 1984,
III, 107; Kettânî, I, 192.
[544] Askari, The Role of A ’ishah in the History of İslam, I, 37.
[545] Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, III,
148-151.
[546] Bodley, s. 163.
[547] İbn Ebî Şeybe, XV, 293; Ahmed b. Hanbel, XI, 520; Ebû Dâvud, Salât
358; Nesâî, Sünenü’l- Kübrâ, VII, 6-7.
[548] İbn Ebî Şeybe, XIII, 256; Ahmed b. Hanbel, XVI, 313-314; Heysemî,
VIII, 147.
[549] Yahudiler Hz. Peygamber’e “es-Selâmu Aleyk” yerine söyleniş
itibariyle ona çok benzeyen “es- Sâmu Aleyk” ifadesiyle hitap etmişlerdi.
[550] İbn Ebî Şeybe, XIII, 200; Buhârî, Cihâd 98; Müslim, Selâm 10;
Tirmizî, İsti’zân 12; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, IX, 148; Heysemî, II, 122.
[551] Ahmed b. Hanbel, XV, 193; Ebû Dâvud, Cihâd 1; Edeb 11; Heysemî,
VIII, 43. Krş. Müslim, Birr 77, 78, 79; Kâdî İyâz, I, 279-280; Heysemî, VIII,
43. Bazı rivayetlerde deve huysuz olduğu için Hz. Âişe’nin ona sert davrandığı
zikredilmektedir.
[552] Bazı rivayetlerde Hz. Âişe’nin yüz köle azat ettiği zikredilir. Bkz.
Belâzürî, Ensâb, II, 552; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II,
198.
[553] Abdürrezzâk, VIII, 444-445; Buhârî, Edeb 62; İbnü’l-Cevzî, Safve,
II, 30-31; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 129-130. Bazı rivayetlerde Hz.
Âişe’nin evini Muâviye’ye yüz bin dirhem karşılığında sattığı ve bu parayı
akşam olmadan dağıttığı, Abdullah b. Zübeyr’in de buna kızdığı rivayet
edilmektedir. Bkz. Ahmed b. Hanbel, XVI, 128-129; Belâzürî, Ensâb, II,
552; Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 49; Zehebî, SiyeruA ‘lâmi’n-Nübelâ, II,
183-184.
[554] Kettânî, I, 392.
[555] İbn Sa‘d, VIII, 50, 52; Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 297; İbn
Mâce, Edeb 34; Ebû Dâvud, Edeb 78; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 15; İbn
Hacer, el-İsâbe, VII, 188; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 78.
[556] İbn Kesîr, XII, 197; Abbott, s. 65. Krş. Askari, The Role of ‘A
’ishah in the History of İslam, II, 156-159.
[557] İbn Ebî Şeybe, XXI, 369; İbn Kesîr, el-Bidâye, XII, 196-197;
Gölpınarlı, Abdülbâki, Mü ’minlerin Emiri Hazret-i Ali, Derin Yayınları,
İstanbul, 2004, s. 116.
[558] Ebû Dâvud, Edeb 55.
[559] Fetih 48/2.
[560] Ahmed b. Hanbel, IV, 351-352; Buhârî, Teheccüd 6; Müslim,
Sıfâtü’l-Münâfikîn 79-80.
[561] İbn Ebî Şeybe, XIX, 116-117; Ahmed b. Hanbel, XX, 282-283; Ebû
Dâvud, Sünnet 28; Hâkim, IV, 622; Heysemî, X, 650.
[562] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 126-127; Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn 77.
[563] Tûr 52/27.
[564] İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 31. Krş. Abdürrezzâk, II, 451; Ebû
Nu‘aym el-İsfehânî, II, 48.
[565] Abdürrezzâk, III, 141; İbn Ebî Şeybe, III, 569; Hâkim, I, 320;
Savaş, Rıza, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, Ravza Yayınları, 3. Baskı,
İstanbul, 1991, s. 115.
[566] Taberî, Tefsir, V, 316; Medkûr, Muhammed Selâm, “Hz. Âişe’nin
Fıkhı ve İçtihad Usûlü”, Diyanet Dergisi, çev. Mücteba Uğur, Ankara,
1977, XVI/II, 83; Görmez, s. 109.
[567] Abdürrezzâk, II, 561; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü ’l-Me‘âd,
I, 440-441; Aynacı, s. 48.
[568] Abdürrezzâk, IV, 245-246; İbn Ebî Şeybe, VI, 322; Ahmed b. Hanbel,
VII, 548.
[569] Abdürrezzâk, IV, 292-293; Ahmed b. Hanbel, VII, 511; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ,
I, 241; Heysemî, III, 440-441.
[570] İbn Sa‘d, VIII, 54, 59; İbn Ebî Şeybe, VI, 111; Ebû Nu‘aym
el-İsfehânî, II, 47; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 31; Zehebî, Siyeru A
‘lâmi’n-Nübelâ, II, 187.
[571] İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 31.
[572] Abdürrezzâk, II, 570; İbn Ebî Şeybe, VI, 133; İbn Kayyim
el-Cevziyye, Zâdü’l-Me‘âd, I, 440; Aynacı, s. 48.
[573] Buhârî, Cezâü’l-Sayd 26; Krş. İbn Sa‘d, VIII, 57-58; İbn Mâce,
Menâsik 8; Nesâî, Hac 4.
[574] İbn Sa‘d, VIII, 44; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 108.
[575] Ahzâb 33/53.
[576] Abdürrezzâk, V, 68; Ahmed b. Hanbel, XIV, 357-358; Buhârî, Tefsîr
33/8.
[577] Ahzâb 33/32-33.
[578] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 281; Buhârî, Vudû’ 13.
[579] Peynir, hurma ve tereyağı karıştırılarak yapılan bir yemek. Bkz. İbn
Manzûr, XIII, 1069.
[580] Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 381; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ,
X, 224-225; Heysemî, VII, 211.
[581] Ebû Dâvud, Libâs 34.
[582] Dârimî, Nikâh 48; Buhârî, Nikâh 22; Müslim, Razâ‘ 3; İbn Mâce, Nikâh
38; Ebû Dâvud, Nikâh 8; Tirmizî, Razâ‘ 2; Nesâî, Nikâh 49.
[583] Nûr 24/31.
[584] Buhârî, Tefsîr 24/12; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, X, 202; Hâkim,
II, 431.
[585] İmam Mâlik, Libâs 6; İbn Sa‘d, VIII, 56.
[586] Abdürrezzâk, I, 293-294; Dârimî, İsti‘zân 23; İbn Mâce, Edeb 38;
Tirmizî, Edeb 43; Hâkim, IV, 321. Krş. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII,
189.
[587] Abdürrezzâk, V, 66-68; İbn Ebî Şeybe, VIII, 530; Buhârî, Hac 64.
[588] Abdürrezzâk, V, 24-25; İbn Sa‘d, VIII, 56. Krş. Ebû Dâvud, Menâsik
34.
[589] Nesâî, Tahâret 83. Krş. Heysemî, V, 502.
[590] İbn Sa‘d, VIII, 55.
[591] İbn Sa‘d, III, 277; Ahmed b. Hanbel, XIX, 139-140; Hâkim, III, 63;
Heysemî, VIII, 57; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 130.
[592] İbn Ebî Şeybe, IX, 471.
[593] Ahzâb 33/6.
[594] İbn Sa‘d, VIII, 51, 53.
[595] Nûr 24/11-20.
[596] İbnü’l-Esîr, Üsdü ’l-Gâbe, VII, 189.
[597] İbn Abbâs’tan rivayete göre, şöyle demiştir: “Rasûlullah’ın yemekler
içerisinde en çok sevdiği ekmekten ve haystan yapılan tiritti.” Bkz. Ebû Dâvud
Et‘ime 23; Hâkim, IV, 129.
Hz. Âişe’nin tirit yemeğine
benzetilmesiyle ilgili olarak İbn Kesîr: “Tirit, etle ekmeğin karıştırılarak
yapıldığı bir yemektir ki Araplar nezdinde en kıymetli yemek budur.”
demektedir. Bkz. İbn Kesîr, el- Bidâye, IV, 324.
[598] İbn Sa‘d, VIII, 63; Dârimî, Et‘ime 29; Buhârî, Enbiyâ 32; Zübeyr b.
Bekkâr, s. 37; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 70, 89; İbn Mâce, Et‘ime 14; Tirmizî,
Et‘ime 31; Nesâî, İşretü’n-Nisâ 3; İbnü’l- Cevzî, Safve. II, 17;
İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 187; Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ,
II, 144-145; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî,
s. 108.
[599] İbn Ebî Şeybe, XIII, 178-179; Dârimî, İsti’zân 10; Buhârî,
Bediü’l-Halk 6; Fezâil 30; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 90, 91; İbn Mâce, Edeb 12;
Ebû Dâvud, Edeb 166; Tirmizî, İsti’zân 5; Nesâî, İşretü’n-Nisâ 3; İbnü’l-Cevzî,
Safve, II, 17; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 188; Zehebî, Siyeru
A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 146. Benzer bir rivayette Hz. Âişe’nin Cebrail’i
Dihyetü’l-Kelbî sûretinde gördüğü rivayet edilmektedir. Bkz. İbn Sa‘d, VIII,
53-54; Zübeyr b. Bekkâr, s. 36; Ebû Nu‘aym el- İsfehânî, II, 46; İbnü’l-Cevzî, Safve,
II, 20; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 146; Şâmî, Ezvâcü ’n-
Nebî, s. 109.
[600] İbn Sa‘d, VIII, 52, 63; İbn Ebî Şeybe, XVII, 215; Zehebî, Siyeru
A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 190; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 88. Krş. İbn
Hacer, el-İsâbe, VII, 189.
[601] Evzâî, Ebû Amr Abdurrahman b. Amr b. Yuhmid (ö. 157/774), Sünen-i
Evzâî, çev. Ali Pekcan- Davut Küskü-Mehmet Ali Mişe, Armağan Kitaplar, 1.
Baskı, Konya, 2012, s. 49-50; Dârimî, Tahâret 68; Buhârî, Gusül 2; Müslim, Hayz
40; İbn Mâce, Tahâret 35; Ebû Dâvud, Tahâret 39; Tirmizî, Libâs 21; Nesâî,
Tahâret 58.
[602] Ahmed b. Hanbel, I, 349; Müslim, Hayz 5, 49; İbn Mâce, Tahâret 35;
Nesâî, Tahâret 147.
[603] İbn Sa‘d, VIII, 108; Ahmed b. Hanbel, I, 348-349; Müslim, Hayz 47;
İbn Mâce, Tahâret 35; Nesâî, Tahâret 147.
[604] İbn Mâce, İkâmetü’s-Salât 40.
[605] Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 100; Köksal, XI, 152; Kandemir, “Ümmü
Seleme”, DİA, XLII, 329.
[606] İbn Sa‘d, VIII, 50-51; İbn Ebî Şeybe, XVII, 217-218; Taberânî,
XXIII, 31; Hâkim, IV, 11; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 141, 147,
191; Heysemî, IX, 385-386; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 97-98, 118-122.
Zerkeşî Hz. Âişe’nin özelliklerini kırka tamamlamıştır. Fakat bu kırk rakamını tamamlamak
için biraz zorlama rivayetleri almıştır. Bkz. Zerkeşî, s. 17-55.
[607] İbn Kesîr, el-Bidâye, II, 432; IV, 321-322; Kısakürek, s.
113.
[608] İbn Sa‘d, VIII, 63; Dârimî, Et‘ime 29; Buhârî, Enbiyâ 32; Müslim,
Fezâilü’s-Sahâbe 70, 89; İbn Mâce, Et‘ime 14; Tirmizî, Et‘ime 31; Nesâî,
İşretü’n-Nisâ 3; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 17; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe,
VII, 187; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 144-145; İbn Hacer, el-İsâbe,
VII, 188; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 108.
[609] İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 339-340.
[610] Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 140.
[611] Zehebî, SiyeruA ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 140; İbn Kesîr, el-Bidâye,
IV, 321.
[612] Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 20; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 71; Avcı,
Seyit, “Peygamber Eşlerinin Faziletleri”, Diyanet İlmî Dergi, Ankara,
2009, XLV/II, 23-24.
[613] İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü ’l-Me‘âd, I, 98; İbn Kesîr, el-Bidâye,
IV, 322.
[614] İbn Kesîr, el-Bidâye, XII, 191.
[615] Bir rivayette Hz. Peygamber’in yüz koyunu olduğu ve bu koyunlar her
kuzuladığında sayının artmaması için bir koyunu kesip ailesiyle yediğinden
bahsedilmektedir. Bkz. Ahmed b. Hanbel, II, 93 - 94; Buhârî, Edebü
’l-Müfred, s. 67; Hâkim, II, 253-254.
[616] Buhârî, Rikâk 17; İbn Mâce, Zühd 9.
[617] Tirmizî, Zühd 39.
[618] Ahmed b. Hanbel, II, 271; Tirmizî, Kıyâmet 34.
[619] Abdürrezzâk, IV, 277; Müslim, Savm 169; Ebû Dâvud, Savm 72; Tirmizî,
Savm 35; Nesâî, Savm 66.
[620] İbn Mâce, Sayd 9.
[621] Müslim, Zühd 36.
[622] İbn Sa‘d, I, 307; Buhârî, Et‘ime 1. Krş. İbn Ebî Şeybe, XIX,
115-116; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 218; Buhârî, Et‘ime 23; Müslim, Zühd 20, 22;
Tirmizî, Zühd 38.
[623] Tirmizî, Zühd 38.
[624] Abdürrezzâk, XI, 309; İbn Ebî Şeybe, XIX, 116; Buhârî, Hibe 1;
Müslim, Zühd 28; İbn Mâce, Zühd 10; Hâkim, IV, 118.
[625] Kesin olarak ifade etmek mümkün olmasa da ortalama 122.4 kg
civarında kuru gıda ölçüsüdür. Bkz. Kallek, Cengiz, “Vesk”, DİA,
İstanbul, 2013, XLIII, 70.
[626] İbn Sa‘d, VIII, 55; Ahmed b. Hanbel, IX, 327; Müslim, Müsâkât 2; Ebû
Dâvud, Harâc 24.
[627] Buhârî, Megâzî 38.
[628] Ahmed b. Hanbel, XV, 250; Buhârî, Et‘ime 6; Müslim, Zühd 31.
[629] İbn Mâce, Libâs 1.
[630] Buhârî, Hibe 34.
[631] Sâ‘ın Hz. Peygamber döneminde kullanılan tam karşılığını tespit
etmek mümkün olmamakla birlikte 4,171 litrelik bir değere karşılık geldiği
söylenebilir. Bu durumda Hz. Peygamber’in zırhının 30x4,171=125,13 litreye
tekabül eden bir buğday karşılığında ödünç olarak verildiği söylenebilir. Bkz.
Kallek, “Sâ‘”, DİA, XXXV, 317-319.
[632] İbn Mâce, Ruhûn 1; Tirmizî, Büyû‘ 7; Nesâî, Büyû‘ 58. Krş. Buhârî,
Büyû‘ 14; Müslim, Müsâkât 124-126; İbn Mâce, Ruhûn 1; Nesâî, Büyû‘ 58; Mâverdî,
Ebü’l-Hasen Ali b. Muhammed b. Habîb el- Basrî (ö. 450/1058), el-Ahkâmü
’s-Sultaniyye ve ’l-Vilâyâtü ’d-Dîniyye, tah. Ahmed Mübârek Bagdâdî,
Mektebetü Dârü İbn Kuteybe, 1. Baskı, Kuveyt, 1989, s. 221.
[633] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 219-220; Buhârî, Humus 3; Tirmizî, Kıyâmet
31.
[634] İbn Mâce, Et‘ime 52.
[635] İbn Sa‘d, VIII, 61; Tirmizî, Libâs 38; Hâkim, IV, 347.
[636] Tirmizî, Zühd 37. Krş. Heysemî, III, 276-277.
[637] Nesâî, Zekât 62; Heysemî, III, 306.
[638] Bazı rivayetlerde hurma sayısı üç olarak geçmektedir. Bkz. Ahmed b.
Hanbel, XV, 96-97; Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 44; Müslim, Birr 148; İbn
Mâce, Edeb 3; Hâkim, IV, 196.
[639] Abdürrezzâk, X, 457-458; Ahmed b. Hanbel, XV, 96; Buhârî, Zekât 10;
Müslim, Birr 147; Tirmizî, Birr 13.
[640] Haşîşe ismi verilen bitkiden yapılan bir çeşit yemektir. Bkz. İbn
Manzûr, IX, 884-885.
[641] Evzâî, s. 216-217; Abdürrezzâk, XI, 25-26; Ahmed b. Hanbel, X, 116;
Ebû Dâvud, Edeb 103; Hâkim, IV, 301-302.
[642] İbn Ebî Şeybe, VI, 367; İbn Râhûye, Ebû Ya‘kub İshâk b. İbrahim b.
Mahled et-Temîmî el-Hanzalî el-Mervezî (ö. 238/853), Müsned, tah. Abdülgafûr
Abdülhak Hüseyin el-Belûşî, Mektebetü’l-Eymân, 1. Baskı, Medine, 1990, II/III,
908; Ahmed b. Hanbel, VII, 203; Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail b.
İbrahim el-Cu‘fî (ö. 256/870), Kitâbü ’t-Târîhi’l-Kebîr, tah. Mustafa
Abdülkadir Muhammed Atâ, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 2. Baskı, Beyrût, 2008, IV,
195.
[643] İbn Ebî Şeybe, VI, 505.
[644] İbn Ebî Şeybe, XII, 358.
[645] İbn Sa‘d, VIII, 55; Müslim, Müsâkât 2; Krş. Ebû Dâvud, Harâc 24.
[646] Müslim, Müsâkât 2. Krş. Ebû Dâvud, Harâc 24.
[647] İbn Sa‘d, VIII, 53; Hâkim, IV, 9; Zehebî, Siyeru A
‘lâmi’n-Nübelâ, II, 187. Krş. Belâzürî, Fütûhu ’l- Büldân, s. 654;
Mâverdî, s. 262; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 189.
[648] Ahmed b. Hanbel, IX, 255-256; Belâzürî, Fütûhu’l-Büldân, s.
664; Fayda, Mustafa, Hz. Ömer Zamanında Gayr-ı Müslimler, İFAV, 3.
Baskı, İstanbul, 2006, s. 250-251.
[649] Ebû Yûsuf, s. 151; Fayda, Hz. Ömer Zamanında Gayr-ı Müslimler,
s. 251.
[650] İbn Sa‘d, III, 225. Krş. Ebû Yûsuf, s. 151; Ahmed b. Hanbel, XIX,
145-146; Belâzürî, Fütûhu’l-
Büldân, s. 658.
[651] İbn Sa‘d, III, 145.
[652] Abbott, s. 210-211.
[653] Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 406; Bolelli, s. 41.
[654] Hâkim, IV, 9; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 190;
Askari, The Role of A ’ishah in the History of İslam, I, 83.
[655] Câbirî, Muhammed Âbid, Arap-İslâm Siyasal Aklı, çev. Vecdi
Akyüz, Kitabevi, 2. Baskı, İstanbul, 2001, s. 239; Kettânî, II, 477.
[656] Başka bir rivayette bu malın değeri kırk bin dinar olarak
belirtilmektedir. Bkz. Tirmizî, Menâkıb 26; Hâkim, III, 352.
[657] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 299-300; Hâkim, III, 351; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 255; Kettânî, II, 498499.
[658] Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 46.
[659] İbn Sa‘d, VIII, 58; Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 161. Krş. Ebû
Nu‘aym el-İsfehânî, II, 48.
[660] İbn Sa‘d, VIII, 58. Şiîler bu rivayetlerin varlığını kabul
etmelerine rağmen Hz. Âişe’yi şık giyinmeyi seven moda düşkünü biri olarak
göstermekten de kaçınmamışlardır. Bkz. Askari, The Role of‘A ’ishah in the
History of İslam, III, 153-155.
[661] Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 102.
[662] İmam Mâlik, Sadaka 6.
[663] İmam Mâlik, Sadaka 5.
[664] Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 48.
[665] İbn Sa‘d, VIII, 53; Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 47; İbnü’l-Cevzî, Safve.
II, 30; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 187; Şâmî, Ezvâcü
’n-Nebî, s. 127.
[666] İbn Sa‘d, VIII, 53; Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 47; İbnü’l-Cevzî, Safve,
II, 29-30; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 187; İbn Hacer, el-İsâbe,
VII, 189. Benzer bir rivayette parayı gönderenin Muâviye olduğu zikredilir.
Bkz. Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 47.
[667] Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 48.
[668] Belâzürî, Ensâb, II, 551; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 29;
Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 187; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s.
127.
[669] Ahmed b. Hanbel, X, 529; Hâkim, II, 26-27; Krş. Tayâlisî, Ebû Dâvûd
Süleymân b. Dâvûd b. el- Cârûd (ö. 204/819), Müsned, tah. Muhammed
Abdülmuhsin et-Türkî, Hicr li’t-Tıbâ‘a ve’n-Neşr, 1. Baskı, Cîze, 1999, III,
116; Heysemî, IV, 238.
[670] Hâkim, I, 696-697.
[671] Abdürrezzâk, V, 23-24; İbn Ebî Şeybe, VII, 565. Krş. Heysemî, III,
290; Ahmad, s. 133-134.
[672] Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, III,
145-148.
[673] Buhârî, Nikâh 82, 114; Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ, II,
151. Krş. Nesâî, Salâtü Îdeyn 34.
[674] Abdürrezzâk, XI, 4; Buhârî, Îdeyn 2, 25; Müslim, Salâtü Îdeyn 17;
İbn Mâce, Nikâh 21; Nesâî, Salâtü Îdeyn 32, 35.
[675] Ahmed b. Hanbel, XII, 150; Buhârî, Nikâh 63; Hâkim, II, 200. Krş.
Heysemî, IV, 531 -532.
[676] Savaş, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, s. 256; Kettânî, II, 192.
[677] Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 458.
[678] Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 466-467. Krş. İbn Ebî Şeybe,
XIII, 348-349; Belâzürî, Ensâb, II, 551.
[679] İbn Sa‘d, VIII, 61; Belâzürî, Ensâb, II, 554.
[680] Tarhan, 194-195.
[681] İbn Hacer, el-İsâbe, III, 247; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ’,
s. 37; Fayda, Mustafa, “Ebû Bekir”, DİA, İstanbul, 1994, X, 107.
[682] Taberânî, IV, 38.
[683] Fayda, “Ebû Bekir”, DİA, X, 107.
[684] Fayda, “Ebû Bekir”, DİA, X, 107.
[685] Sallâbî, Ali Muhammed, I. Halife Hz. Ebû Bekir Hayatı, Şahsiyeti
ve Dönemi, çev. Şerafettin Şenaslan-Faruk Aktaş, Ravza Yayınları, 1. Baskı,
İstanbul, 2009, s. 27.
[686] Savaş, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, s. 129.
[687] Zübeyr b. Bekkâr, s. 37; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, I,
49; Müttakî el-Hindî, Ali b. Hüsâmiddîn b. Abdilmelik b. Kâdîhân (ö. 975/1567),
Kenzü ’l-Ummâl f Süneni’l-Akvâl ve ’l-Ef‘âl, tah. Bekri Hayyânî-Saffet
es-Sekkâ, Müessesetü’r-Risâle, 5. Baskı, Beyrût, 1985, XI, 682; Öztürk, Nilgül,
s.16.
[688] İbn İshâk, s. 238; Abdürrezzâk, VI, 239; İbn Sa‘d, VIII, 43; Buhârî,
Hibe 15; îbn Mâce, Nikâh 48; Ebû Dâvud, Nikâh 39; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân 5;
Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, VIII, 174.
[689] Aşık, Hazreti Âişe’nin Hadisciliği, s. 26. Krş. Erul,
Bünyamin, “Hadiste Eleştirel Yaklaşımın Öncüsü Olarak Hz. Âişe”, İslâmiyât,
Ankara, 2000, III/II, 110.
[690] Hz. Ümmü Habîbe ve Hz. Ümmü Seleme yanlarında Hz. Peygamber’de
bulunuyorken, Habeşistan’da gördükleri içinde resimler bulunan bir kiliseden
bahsetmişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Onlar, aralarından sâlih bir zât
öldüğü zaman mezarının üstüne bir mescid yapıp içine de o görmüş olduğunuz
resimleri çizerlerdi. İşte onlar Allah katında mahlûkatın en kötüsüdür.”
buyurmuştu. Bkz. Ahmed b. Hanbel, III, 198; Buhârî, Salât 48; Müslim, Mesâcid
16; Nesâî, Mesâcid 13.
[691] Zübeyr b. Bekkâr, s. 37.
[692] Toksan, Ali, “Hz. Peygamber Devrinde Kadın”, Sosyal Hayatta
Kadın, Ensar Neşriyat, 3. Baskı, İstanbul, 2005, s. 83; Avcı, a.g.m.,
XLV/2, 23-24.
[693] Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 6; Belâzürî, Fütûhu’l-Büldân, s.
693; Kehhâle, III, 107; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 21; Bolelli, s. 24.
[694] Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 406.
[695] Hz. Âişe’nin azatlısı Ebû Yûnus’tan: “Âişe, kendisine bir mushaf
yazmamı bana emretti ve: ‘Namazlara ve orta namaza devam edin (Bakara 2/238).’
âyetine vardığında bana haber ver, dedi. Ben o âyete varınca kendisine haber
verdim. O bana şöyle yazdırdı: ‘Namazlara, orta namaza ve ikindi namazına devam
edin. Hem Allah için tevazu ile namaz kılın.’ Âişe: ‘Ben, bunu Rasûlullah’tan
duydum.’ dedi.” Bkz. Abdürrezzâk, I, 578; Müslim, Mesâcid 207; Ebû Dâvud, Salât
5; Tirmizî, Tefsîr 3; Nesâî, Salât 14.
[696] Tirmizî, Menâkıb 63; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 32; Zehebî, Siyeru
A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 179; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 122; Krş. İbn
Hacer, el-İsâbe, II, 188.
[697] İbn Ebî Şeybe, XIII, 297; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1883.
Krş. Hâkim, IV, 12.
[698] İbn Sa‘d, II, 286; Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 49-50; İbnü’l-Cevzî, Safve,
II, 32; Şâmî, Ezvâcü ’n- Nebî, s. 123.
[699] İbn Sa‘d, II, 286; Belâzürî, Ensâb, II, 551.
[700] Hâkim, IV, 15; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1883; Zehebî, Siyeru
A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 185; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188; Şâmî, Ezvâcü
’n-Nebî, s. 124-125.
[701] Belâzürî, Ensâb, II, 551.
[702] Hâkim, IV, 12; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1883; İbnü’l-Cevzî,
Safve, II, 33; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 185; İbn
Hacer, el-İsâbe, VII, 188; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 122.
[703] Zehebî, SiyeruA ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 135.
[704] Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 140.
[705] İbn Kesîr, el-Bidâye, II, 431.
[706] Belâzürî, Ensâb, II, 549.
[707] İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 339; Medkûr, a.g.m., XVI/II, 75;
Avcı, a.g.m., XLV/2, 29.
[708] İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 339; Tahmâz, s. 13-14.
[709] Dârimî, Tahâret 76; Buhârî, İlim 50; Müslim, Hayız 29; Ebû Dâvud,
Tahâret 96; Nesâî, Sünenü ’l- Kübrâ, I, 153-154.
[710] Abdürrezzâk, I, 314-316; Buhârî, İlim 50; Müslim, Hayız 61; İbn
Mâce, Tahâret 124; Ebû Dâvud, Tahâret 122.
[711] İmam Mâlik, Tahâret 103; Ahmed b. Hanbel, II, 254; Müslim, Hayz 88.
[712] Dârimî, Tahâret 107.
[713] İmam Mâlik, Savm 11; Abdürrezzâk, IV, 179-180; Buhârî, Savm 22;
Müslim, Sıyâm 75.
[714] Buhârî, Hayız 13; Müslim, Hayız 60; İbn Mâce, Tahâret 124; Ebû
Dâvud, Tahâret 122.
[715] İbn Mâce, Nikâh 51; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, VIII, 263-264;
Heysemî, IV, 608-609.
[716] Ahmed b. Hanbel, XII, 49; İbn Ebî Şeybe, IX, 49-51; Nesâî, Nikâh 36.
[717] Aşık, Nevzat, Sahâbe ve Hadis Rivayeti, Akyol Neşriyat ve
Matbaacılık, İzmir, 1981, s. 79; Savaş, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, s.
170.
[718] Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 52-53.
[719] Dârimî, İsti‘zân 23.
[720] Savaş, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, s. 145-146.
[721] Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 406; Hatiboğlu, Mehmed Said,
“Hazret-i Âişe’nin Hadis Tenkidciliği”, AÜİFD, Ankara, 1973, XIX, s.
67-68; Erul, “Hadiste Eleştirel Yaklaşımın Öncüsü Olarak Hz. Âişe”, III/II,
110.
[722] İbn Ebî Şeybe, II, 164-165; İbn Râhûye, II/III, 764; Tirmizî,
Taharet 15; Nesâî, Taharet 41.
[723] İbn Ebî Şeybe, IV, 462.
[724] Tam olarak sekiz sene beş aydır. Bkz. Zehebî, Ebû Abdullah Şemsüddîn
Muhammed b. Ahmed b. Osman (ö. 748/1347), Tezkiretü’l-Huffâz,
Dairatü’l-Ma‘arifi’l-Osmania, 3. Baskı, Haydarabad, 1956, I, 27; Hatîb, s. 429;
Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, I, 36.
[725] Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 139; Şâmî, Ezvâcü
’n-Nebî, s. 125.
[726] Aşık, Sahâbe ve Hadis Rivayeti, s. 116.
[727] Paksoy, Kadir, “Sahabe’nin Sayısı, Hadislerin Sayısı ve Hadis
Hafızlarının Dehaları Hakkında Bazı Tespitler”, HÜİFD, Şanlıurfa, 1997,
III, 232.
[728] Hıfnî, Abdülmün‘im, Mevsuatü Ümmi’l-Mü’minin .Âişe bint
Ebû Bekir, Mektebetü Medbûlî, 1. Baskı, Kahire, 2003, s. 15.
[729] Hıfnî, s. 15; Bolelli, Nusrettin, Kadınların Hadis İlmindeki
Yeri: H. II.-V. Asır, İFAV, İstanbul, 1998, s. 42-43.
[730] Kandemir, Yaşar, “Hanımlarının Dilinden Hz. Peygamber”, Hz.
Peygamber ve Aile Hayatı, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1988, s. 70; Aşık, Hazreti
Âişe’nin Hadisciliği, s. 26.
[731] Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 136-139; İbn Hacer, el-İsâbe,
VII, 189; Savaş, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, s. 146.
[732] Zehebî, SiyeruA ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 135; İbn Hacer, el-İsâbe,
VII, 189.
[733] Zehebî, Tezkiretü ’l-Huffâz, I, 5; Hatîb, s. 292.
[734] Abdülkâhir el-Bagdâdî, Ebû Mansûr Abdülkâhir b. Tâhir b. Muhammed
et-Temîmî el-Bagdâdî (ö. 429-1038), Mezhepler Arasındaki Farklar, çev.
Ethem Ruhi Fığlalı, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 7. Baskı, Ankara, 2014, s.
86-87, 250; Aşık, Sahâbe ve Hadis Rivayeti, s. 275.
[735] Kandemir, M. Yaşar, “Hadis”, DİA, İstanbul, 1997, XV, 40;
Yücel, Ahmet, Hadis Tarihi, İFAV, 4. Baskı, İstanbul, 2012, s. 69.
[736] Kutluay, İbrahim, İmâmiyye Şîası’na Göre Cerh ve Tadil,
Rağbet Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2012, s. 193.
[737] Caetani, I, 75; Abbott, s. 186-187; Askari, The Role of ‘A ’ishah
in the History of İslam, III, 153, 193-195.
[738] Abbott, s. 201-202.
[739] İbn Sa‘d, VIII, 55; Küçük, Hülya, “Hz. Âişe”, Mehir, Konya,
1998, II, 112.
[740] İbn Sa‘d, VIII, 51; Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 44; İbn Hacer, el-İsâbe,
VII, 188. Krş. İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1883; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe,
VII, 188; Nüveyrî, XVIII, 174; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 181.
[741] Vâkidî, II, 796; İbn Hişâm, IV, 45-46; İbn Kesîr, el-Bidâye,
VI, 519.
[742] Koçyiğit, Talat (ö. 1432/2011), Hadîs Usûlü, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları, 10. Baskı, Ankara, 2011, s. 170-171; Aydınlı, Abdullah, Hadis
Tesbit Yöntemi, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2009, s. 6566; Halîfe, Hâmid
Muhammed, el-İnsâffîmâ Vaka ‘a fi’l-Asri’r-Raşidî mine’l-Hilâf,
Dâru’l-Kalem, 2. Baskı, Dımaşk, 2010, s. 20-30.
[743] Abdürrezzâk, XI, 158; Ahmed b. Hanbel, XVI, 191-192; Heysemî, I,
361-362; Erul, Bünyamin, “Sahabe Döneminde “Tekzib” Olgusu ve Tekzibin
Mahiyeti: Rivayetlerdeki Tekzîb İfadelerinin Anlamı Üzerine Bir İnceleme”, A
ÜİFD, Ankara, 1999, XXXIX, 459.
[744] Aşık, Sahâbe ve Hadis Rivayeti, s. 87; Hatîb, s. 75.
[745] Buhârî, Büyû‘ 49.
[746] Müslim, Zikr 15; Tirmizî, Cenâiz 67; Nesâî, Cenâiz 10.
[747] İnşikak 84/7-8.
[748] Buhârî, Rikâk 49; Müslim, Cennet 79; Tirmizî, Kıyâmet 5. Ayrıntılı
bilgi için bkz. İdlibî, Selahaddin b. Ahmed, Menhecu nakdi’l-Metn inde
Ulemâi’l-Hadisi’n-Nebevi, Dârü’l-Âfâki’l-Cedide, Beyrût, 1983, s. 108-109;
Geissinger, Aisha, “The Exegetical Traditions of ‘Aisha: Notes on their Impact
and Significance”, Journal of Quanic Studies, Edinburgh, 2004, VI/I, 3.
[749] Ahmed b. Hanbel, IV, 129-130; İbn Ebî Şeybe, VII, 448-449; Nesâî, Sünenü
’l-Kübrâ, II, 98.
[750] İbrâhim 14/48.
[751] Ahmed b. Hanbel, XIV, 274; Savaş, Hz. Muhammed Devrinde Kadın,
s. 129. Krş. Nesâî, Sünenü ’l- Kübrâ, X, 240-241.
[752] Ahmed b. Hanbel, XIV, 403.
[753] Ahmed b. Hanbel, VIII, 528-529; Buhârî, Ezâhî 16.
[754] Dârimî, Ezâhî 6; Buhârî, Ezâhî 16; Müslim, Ezâhî 28; İbn Mâce, Ezâhî
16; Ebû Dâvud, Zahâyâ 10; Tirmizî, Ezâhî 14.
[755] Abdürrezzâk, II, 463-465; İbn Ebî Şeybe, III, 312-313.
[756] Buhârî, İ‘tisâm 7; Müslim, İlim 14; Medkûr, a.g.m., XVI/II, 82.
[757] Ahmed b. Hanbel, I, 274-275; Buhârî, Menâkıb 23; Müslim,
Fezâilü’s-Sahâbe160; Ebû Dâvud, İlim 7; Hatîb, s. 64.
[758] Aşık, Sahâbe ve Hadis Rivayeti, s. 197; Hatîb, s. 136.
[759] Nesâî, Zînet 89.
[760] Abdürrezzâk, I, 203; Ahmed b. Hanbel, II, 162-164; Müslim, Tahâret
85; İbn Mâce, Tahâret 86; Nesâî, Tahâret 100; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s.
132.
[761] Evzâî, s. 70; Abdürrezzâk, III, 128.
[762] Ahmed b. Hanbel, XII, 479; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, VI, 293.
[763] Süyûtî, Ebü’l-Fazl Celâlüddîn Abdurrahman b. Ebû Bekir b. Muhammed
el-Hudayrî (ö. 911/1505), Aynu’l-İsâbe fi Istidrâki Âişe ale’s-Sahâbe,
tah. Abdullah Muhammed Dervîş, Mektebetü’l-İlm, Kahire, 1988.
[764] Hatiboğlu, “Hazreti Aişe’nin Hadis Tenkidciliği”, XIX, s. 72;
Görmez, Hatice Kübra, “Hâne-i Saâdetin Bilge Hanımefendisi Hz. Âişe”, Diyanet
İlmî Dergi, XLV/I, 54; Savaş, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, s.
139-140.
[765] İslamoğlu, Mustafa, Üç Muhammed: İki Tasavvur Bir Gerçek,
Denge Yayınları, 5. Baskı, İstanbul, 2001, s. 72.
[766] Hz. Peygamber düğününden sonra Mu‘avviz b. Afra’nın kızı
Rubayyi’nin yanına gitmişti. Bu sırada evde bulunan cariye kızlar def vurmaya
ve Bedir günü babalarından öldürülenler için ağıt okumaya başladılar. Bu arada
onlardan birisi de: “Aramızda yarın ne olacağını bilen bir nebi vardır.”
deyince, Rasûlullah: “Sen böyle demeyi bırak da az önce söylediklerini
söylemeye devam et.” buyurmuştu. Bkz. Buhârî, Nikâh 48; Tirmizî, Nikâh 6.
[767] En‘âm 6/103.
[768] Şûrâ 42/51.
[769] Necm 53/13.
[770] Tekvîr 81/23.
[771] Mâide 5/67.
[772] Neml 27/65.
[773] Buhârî, Tefsîr 53/1; Müslim, İmân 287; Tirmizî, Tefsîr 7; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ,
X, 83-84. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Hatiboğlu, “Hazreti Aişe’nin
Hadis Tenkidciliği”, XIX, s. 70-71; Erul, “Hadiste Eleştirel Yaklaşımın Öncüsü
Olarak Hz. Âişe”, III/II, 114; İslamoğlu, s. 67-68.
[774] Abdürrezzâk, III, 450; İbn Ebî Şeybe, VII, 304; Ahmed b. Hanbel, VI,
213; Müslim, Cenâiz 55; Hâkim, III, 584.
[775] Ahmed b. Hanbel, VI, 160-161; Tirmizî, Cenâiz 25; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ,
II, 393-394. Krş. Buhârî, Cenâiz 33; Müslim, Cenâiz 17. Hz. Âişe muhatabının
durumuna göre bazen daha sert ifadelerde kullanırdı. Hz. Âişe rivayetleri
eleştirirken “kim şöyle haber verirse yalan söyler”, “yalan söylüyor”,
“yalan-yanlış söylemiş”, “yanıldı veya unuttu”, “kulak hata eder”, “iyi
ezberleyememiş”, “yanlış işitmiş, yanlış nakletmiş”, “hadisin evvelini haber
vermiş”, “mesele onun dediği gibi değildir”, “insanlar ne kadar da çabuk
unutuyorlar”, “ne kötü söyledin”, “iyi yapmamışsın, ne kötü yapmışsın”
ifadelerini kullanmıştı. Bkz. Erul, “Hadiste Eleştirel Yaklaşımın Öncüsü Olarak
Hz. Âişe”, III/II, 128129.
[776] Aşık, Sahâbe ve Hadis Rivayeti, s. 286.
[777] Tirmizî, Libâs 36.
[778] Aşık, Sahâbe ve Hadis Rivayeti, s. 288.
[779] Ahmed b. Hanbel, I, 438; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, I, 82;
Hâkim, I, 290.
[780] Buhârî, Vuzu’ 61, 62; Tirmizî, Taharet 9; Nesâî, Taharet 24.
[781] Hâkim, III, 582; Kandemir, Mevzû Hadisler, s. 99; Aşık, Sahâbe
ve Hadis Rivayeti, s. 127; Savaş, Rıza, RâşidHalifeler Devrinde Kadın,
Ravza Yayınları, İstanbul, 1996, s. 65.
[782] Aşık, Sahâbe ve Hadis Rivayeti, s. 127.
[783] “Onları (evlât edindiklerinizi) babalarına nisbet ederek çağırın.
Allah yanında en doğrusu budur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, bu
takdirde onları din kardeşleriniz ve görüp gözettiğiniz kimseler olarak kabul
edin...” Ahzâb 33/5.
[784] Ebû Dâvud, Nikâh 10. Krş. Müslim, Razâ‘ 31; İbn Mâce, Nikâh 37;
Nesâî, Nikâh 53.
[785] Abdürrezzâk, II, 429-430; Ahmed b. Hanbel, III, 34-43; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ,
I, 223; Zerkeşî, 77-79; Heysemî, II, 471-472; Aşık, Hazreti Âişe’nin
Hadisciliği, s. 57-59; Savaş, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, s.
150-151.
[786] Ahmed b. Hanbel, VIII, 55-56; Ebû Dâvud, Hac 80.
[787] İbn Sa‘d, VIII, 48; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 87.
[788] İbn Sa‘d, VIII, 47,48; Dârimî, Nikâh 28; Müslim, Nikâh 73; İbn Mâce,
Nikâh 53; Tirmizî, Nikâh 9; Belâzürî, Ensâb, II, 540; Nesâî, Nikâh 18,
77; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1882; Zehebî, Siyeru A
‘lâmi’n-Nübelâ, II, 164; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 86-87. Bazı
rivayetlerde Hz. Peygamber’in veya Araplar’ın hanımlarıyla şevvâl ayında
evlenmeyi tercih ettiği kaydedilmektedir.
[789] Dârimî, Tahâret 107; Müslim, Hayz 16; İbn Mâce, Tahâret 125; Ebû
Dâvud, Nikâh 47.
[790] Bakara 2/222.
[791] Dârimî, Tahâret 107; Müslim, Hayz 16; İbn Mâce, Tahâret 125; Ebû
Dâvud, Nikâh 47.
[792] Dârimî, Tahâret 108; Müslim, Hayz 12; İbn Mâce, Tahâret 120; Ebû
Dâvud, Tahâret 104; Belâzürî, Ensâb, II, 548.
[793] Dârimî, Tahâret 108; Buhârî, Hayz 2, Müslim, Hayz 7; İbn Mâce,
Tahâret 120.
[794] Buhârî, Hayz 3; Müslim, Hayz 15; İbn Mâce, Tahâret 120; Ebû Dâvud,
Tahâret 103.
[795] Dârimî, Tahâret 108; Müslim, Hayz 14; İbn Mâce, Tahâret 125; Ebû
Dâvud, Tahâret 103; Nesâî, Tahâret 178, 179; Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ,
II, 175.
[796] Tayâlisî, III, 124; Zerkeşî, s. 104-105; Heysemî, V, 177.
[797] Hâkim, II, 521.
[798] Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 319; Öztürk, Yaşar Nuri, Asrısaadetin
Büyük Kadınları, s. 130.
[799] Ahmed b. Hanbel, III, 356; Buhârî, Salât 105; Zerkeşî, s. 153-154;
Heysemî, II, 199.
[800] Semhûdî, I, 115; Savaş, RâşidHalifeler Devrinde Kadın, s.
107.
[801] İbn Kayyim el-Cevziyye, el-Menârü ’l-Münîf, s. 116; Ekinci,
s. 219; Bilmen, s. 192-193.
[802] Taberânî, XXII, 400-401; Heysemî, IX, 326; Süyûtî, Ebü’l-Fazl
Celâlüddîn Abdurrahman b. Ebû Bekir b. Muhammed el-Hudayrî (ö. 911/1505), Dürru
’l-Mensûr fî’t-Tefsîr’i bi’l-Me’sûr, tah. Abdullah b. Abdülmuhsîn et-Türkî
vd., Merkezu Hicr li’l-Buhûsi ve’d-Dirâsâti’l-Arabiyyeti ve’l-İslâmiyyeti, 1.
Baskı, Kahire, 2003, IX, 211-212.
[803] Taberânî, XXII, 400; Heysemî, IX, 326; Kandemir, Mevzû Hadisler,
s. 190; Görmez, s. 172.
[804] Hz. Ali taraftarlarından birisidir.
[805] Belâzürî, Ensâb, II, 550.
[806] Arı, M. Salih, İmamiye Şiası Kaynaklarına Göre İlk Üç Halife,
Düşün Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul, 2011, s. 213.
[807] Hâkim, III, 133-134. Bazı âlimler tarafından uydurma olarak
nitelendirilmiştir.
[808] Karaman, Hayreddin, “Fıkıh”, DİA, İstanbul, 1996, XIII, 1.
[809] Kehhâle, III, 106; Azimli, Mehmet, “Hz. Peygamber’in Evlendiği
Kadınlar”, Avrupa İslam Üniversitesi İslami Araştırmaları, yy., 2010,
III/I, 67; Savaş, Hz. MuhammedDevrinde Kadın, s. 138.
[810] Medkûr, a.g.m., XVI/II, 78.
[811] Kehhâle, III, 106; Aşık, Sahâbe ve Hadis Rivayeti, 56;
Kettânî, II, 487; Aynacı, s. 8.
[812] Medkûr, a.g.m., XVI/II, 76.
[813] Kehhâle, III, 106.
[814] Ferâiz farz kökünden türemiş fariza kelimesinin çoğuludur. Farz
masdar olarak “bir şeyi belirlemek, takdir etmek, kesinleştirmek, açıklamak”
manasına gelir. İsim olarak farz ve fariza kelimeleri “takdir ve tayin edilmiş
şey, belirlenmiş pay” anlamındadır. Farz ile eş anlamlı olan fariza, İslâm
literatüründe mükelleften yapılması kesin ve bağlayıcı bir şekilde istenen dinî
görevleri ifade ettiği gibi, evlenme akdi gereği kadına ödenmesi gereken mehir
ve mirasçıların terikedeki payları da önceden belirlenmiş olduğu için fariza
olarak anılır. Bkz. Bardakoğlu, Ali, “Ferâiz”, DİA, İstanbul, 1995, XII,
362. Ferâiz ilminin önemi hususunda Hz. Peygamber: “Ey Ebû Hüreyre, ferâiz
ilmini öğreniniz ve öğretiniz. Çünkü bu, ilmin yarısı demektir. Bu ilim bir gün
gelip unutulabilir. Ümmetimden sökülüp çıkarılacak ilk şey bu ilimdir.”
buyurmuştur. Bkz. İbn Mâce, Ferâiz 1.
[815] İbn Sa‘d, VIII, 52-53; İbn Ebî Şeybe, XVI, 214; Dârimî, Ferâiz 1;
Belâzürî, Ensâb, II, 550-551; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1883;
İbnü’l-Cevzi, Safve, II, 32; İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Gâbe, VII, 189;
Zehebi, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 181-182; İbn Hacer, el-İsâbe,
VII, 188; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 122-123.
[816] Kehhâle, III, 106.
[817] İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1883; İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Gâbe,
VII, 189; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188.
[818] İbn Sa‘d, II, 286; Belâzürî, Ensâb, II, 551; Şâmî, Ezvâcü
’n-Nebî, s. 125. Şiîler’e göre özellikle Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer
dönemlerinde Hz. Âişe’ye böyle bir rol biçilmesinin sebebi onun toplumdaki
itibarını artırmak ve diğer ümmühâtü’l-müminînin önüne geçirmek içindi. Bkz.
Askari, The Role of
‘A ’ishah in the History of
İslam, I, 80.
[819] Medkûr, a.g.m., XVI/II, 76-77; Kahraman, Abdullah, “Kadın
Fakihlerin Öncüsü: Hz. Âişe”, Diyanet İlmî Dergi, Ankara, 2009, XLV/II,
78.
[820] İbn Ebî Şeybe, XVII, 415.
[821] De ki: Bana vahyolunanda, leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki
pisliğin kendisidir- ya da günah işlenerek Allah’tan başkası adına kesilmiş bir
hayvandan başka, yiyecek kimseye haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Başkasına
zarar vermemek ve sınırı aşmamak üzere kim (bunlardan) yemek zorunda kalırsa
bilsin ki Rabbin bağışlayan ve esirgeyendir. En’âm 6/145.
[822] Aynacı, s. 29.
[823] İbn Ebî Şeybe, XII, 180.
[824] İbn Ebî Şeybe, XII, 168; Ahmed b. Hanbel, XII, 546; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ,
V, 76-77; Hâkim, IV, 164.
[825] Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, V, 106-107; Aynacı, s. 29-30. Krş.
Abdürrezzâk, IX, 237.
[826] Bakara 2/275.
[827] Bakara 2/279.
[828] Abdürrezzâk, VIII, 184-185.
[829] İmam Mâlik, Hudûd 25.
[830] Görmez, s. 34.
[831] Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, 5. Baskı,
Ankara, 2010, s. 59.
[832] Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, s. 22-24.
[833] Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, s. 73.
[834] Müslim, Mesâcid 207; Ebû Dâvud, Salât 5; Tirmizî, Tefsîr 3; Nesâî,
Salât 14; Savaş, Hz.
Muhammed Devrinde Kadın,
s. 137.
[835] Görmez, s. 34.
[836] Kamer 54/46.
[837] Abdürrezzâk, III, 352; Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 6; Nesâî, Sünenü
’l-Kübrâ, VII, 245-246.
[838] Bakara 2/158.
[839] Bakara 2/158.
[840] Ahmed b. Hanbel, VIII, 306; Buhârî, Hac 79; Müslim, Hac 259; Nesâî,
Hac 168.
[841] Bakara 2/284.
[842] Tirmizî, Tefsîr 3.
[843] Öztürk, Nilgül, s. 96.
[844] Görmez, s. 29.
[845] Öztürk, Nilgül, s. 33-34.
[846] Fayda, “Ebû Bekir”, DİA, X, 107.
[847] Fayda, “Ebû Bekir”, DİA, X, 107.
[848] Yâsîn 36/69.
[849] Ahmed b. Hanbel, XVI, 43; Buhârî, Edebü’l-Müfred, s. 302;
Tirmizî, Edeb 70; Nesâî, Sünenü’l- Kübrâ, IX, 368; Heysemî, VIII, 236.
[850] İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1883; İbn Hacer, el-İsâbe,
VII, 188; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 189.
[851] İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1883; Nüveyrî, XVIII, 175; İbn
Hacer, el-İsâbe, VII, 188; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 123.
[852] Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 302.
[853] Belâzürî, Ensâb, II, 548; Zehebî, SiyeruA ‘lâmi’n-Nübelâ,
II, 197.
[854] İbn Sa‘d, VIII, 75; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 189.
[855] Abdürrezzâk, XI, 246-247; İbn Şeybe, XIII, 295; Belâzürî, Ensâb,
II, 549; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 197-198.
[856] Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Öztürk, Levent, Hz.
Peygamber Döneminde Sağlık Hizmetlerinde Kadınların Yeri, Ayışığı
Kitapları, İstanbul, 2001, s. 84-91.
[857] İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1883; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe,
VII, 189; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188.
[858] Zehebî, SiyeruA ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 182-183.
[859] Hâkim, IV, 12-13; Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 50; İbnü’l-Cevzî, Safve,
II, 32-33; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 182.
[860] Belâzürî, Ensâb, II, 548-549; Zehebî, Siyeru
A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 197; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 123-124.
[861] Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 183.
[862] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 30; Savaş, Hz. Muhammed Devrinde Kadın,
s. 226-227.
[863] İbn Ebî Şeybe, XII, 35-36; Ahmed b. Hanbel, XIII, 40; Buhârî, Tıb 7.
[864] İbn Ebî Şeybe, XII, 55-56; Buhârî, Tıb 8; Müslim, Selâm 90; İbn
Mâce, Tıb 5; Tirmizî, Tıb 3; Hâkim, IV, 228.
[865] İbn Ebî Şeybe, XII, 46; Ahmed b. Hanbel, XIII, 33; Nesâî, Sünenü
’l-Kübrâ, VI, 248; Heysemî, V, 52.
[866] Buhârî, Tıb 28; Müslim, Selâm 81; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ,
VII, 97.
[867] Hâkim, IV, 449.
[868] Ahmed b. Hanbel, IX, 130-131; Buhârî, Tıb 31.
[869] İbn Ebî Şeybe, XII, 149.
[870] Buhârî, Tıb 36; İbn Mâce, Tıb 32; Hâkim, IV, 239.
[871] Ebû Dâvud, Tıb 15; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü ’l-Me‘âd, IV,
379.
[872] Şifa veya korunma amacıyla Kur’ân’dan bir bölümü, ilâhî isim ve
sıfatları yahut bir duayı okuyup üflemek demektir. Bkz. Çelebi, İlyas, “Rukye”,
DİA, İstanbul, 2008, XXXV, 219.
[873] Buhârî, Tıb 35; Müslim, Selâm 56; İbn Mâce, Tıb 33; Hâkim, IV, 457;
Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 93.
[874] İbn Ebî Şeybe, XII, 84.
[875] İmam Mâlik, Ayn 4; Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 14; Müslim, Selâm 50;
İbn Mâce, Tıb 38; Ebû Dâvud, Tıb 19.
[876] Abdürrezzâk, IX, 250; İbn Ebî Şeybe, XII, 55.
[877] İbn Ebî Şeybe, XII, 127.
[878] Hâkim, IV, 242.
[879] Süyûtî, Târîhu ’l-Hulefâ ’, s. 37; Fayda, “Ebû Bekir”, DİA,
X, 105.
[880] Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ’, s. 37, 87.
[881] Savaş, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, s. 157.
[882] Dârimî, Rü’yâ 13.
[883] Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 183; İbn Kesîr, el-Bidâye,
XI, 431. Krş. Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 123.
[884] İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 36; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s.
125.
[885] Hâkim, IV, 12; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 36; Zehebî, Siyeru
A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 191; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 124.
[886] Tirmizî, Menâkıb 63; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II,
191; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 123.
[887] Buhârî, Bediü’l-Vahy 3; Müslim, Îmân 252; Tirmizî, Menâkıb 6.
[888] İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 33-35; Hıfnî, s. 774.
[889] Ahmed b. Hanbel, V, 20; Buhârî, Menâkıb 24; Nesâî, Sünenü
’l-Kübrâ, I, 232-233.
[890] Askari, The Role of A ’ishah in the History of İslam, II,
147-150.
[891] İbn Hişâm, IV, 323; Kazıcı, Ziya, İslam Medeniyeti ve
Müesseseleri Tarihi, İFAV, 5. Baskı, İstanbul, 2003, s. 97.
[892] Ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmed b. Hanbel, XIX, 109-112; Buhârî,
Hudûd 31; İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 254-256; Süyûtî, Târîhu ’l-Hulefâ ’,
s. 55-56.
[893] İbn Sa‘d, III, 138; İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 254; Süyûtî, Târîhu
’l-Hulefâ ’, s. 59.
[894] Abdürrezzâk, V, 472-474; Buhârî, Megâzî 38; Müslim, Cihâd 52.
[895] İbn Sa‘d, II, 200; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 26; Buhârî, Megâzî 83;
Müslim, Vasıyye 19; İbn Mâce, Cenâiz 64; Nesâî, Tahâret 29.
[896] Ebû Dâvud, Menâkıb 16. Krş. Hâkim, III, 83.
[897] İbn Sa‘d, III, 134; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 23; Müslim,
Fezâilü’s-Sahâbe 11.
[898] İbn Sa‘d, III, 135; İbn Ebî Şeybe, XX, 582; Ahmed b. Hanbel, XVIII,
26; Müslim, Fezâilü’s- Sahâbe 9; Tirmizî, Menâkıb 14. Yine hilafetle ilgili
kendisine soru sorulduğunda Hz. Âişe: “Rasûlullah Zeyd b. Hârise’yi gönderdiği
bütün savaşlarda orduya komutan tayin etti. Eğer Rasûlullah’tan sonra
yaşasaydı. Rasûlullah onu halife tayin ederdi.” demiştir. Bkz. İbn Ebî Şeybe,
XX, 517; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 440; Hâkim, III, 238; İbn Kesîr, el-Bidâye,
VI, 449.
[899] İbn Sa‘d, III, 133; Buhârî, Ezân 46; Tirmizî, Menâkıb 16. Krş.
Dârimî, Mukaddime 14; Buhârî, Ezân 39; Müslim, Salât 95; İbn Mâce,
İkâmetü’s-Salât 142.
[900] Abbott, s. 9, 70, 82.
[901] Caetani, I, 75; Brockelmann, Carl (ö. 1375/1956), İslâm Ulusları
ve Devletleri Tarihi, çev. Neşet Çağatay, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2.
Baskı, Ankara, 2002, s. 23; Abbott, s. 70-72; Efendioğlu, s. 276-278; Lammens,
H., “Hafsa”, İA, Eskişehir, 1997, V/I, 81.
[902] Watt, Peygamber ve Devlet Adamı Hz. Muhammed, s. 111. Krş.
Spellberg, Denise A., “Political Action and Public Example: ‘Aisha and the
Battle of the Camel”, Women in Middle Eastern History, New Haven, 1991,
s. 47.
[903] Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, I,
74-77; Arı, s. 165.
[904] Arı, s. 152-153.
[905] Arı, s. 156-157.
[906] Vâkidî, II, 796; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 519.
[907] İbn Sa‘d, III, 133-134. Krş. Dârimî, Mukaddime 14; Buhârî, Ezân 39,
46; Müslim, Salât 95; İbn Mâce, İkâmetü’s-Salât 142; Tirmizî, Menâkıb 16. Şiî
kaynaklar tamamı sahih kaynaklarda geçmesine rağmen Hz. Âişe’nin babasının imam
olmasını istemediği gerçeğini kabul etmemektedirler. Tüm bu kaynaklarda geçen
rivayetleri ters düz ederek bazı eklemeler yaparak, Hz. Âişe’nin babasının imam
olması için çok büyük gayret sarf ettiğini iddia ederler. Bkz. Arı, s. 160-165.
[908] Bakara 2/15.
[909] İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 33-35; Hıfnî, s. 774. Krş. Belâzürî,
Fütûhu’l-Büldân, s. 138; İbn Kesîr, el- Bidâye, IX, 422-423;
Azimli, Dört Halifeyi Farklı Okumak I: Hz. Ebû Bekir, s. 89.
[910] Afgânî, s. 39; Özkan, Mustafa, “Siyasal-Sosyal Gelişmeler
Karşısında Hz. Âişe’nin Duruşu Üzerine”, Diyanet İlmî Dergi, Ankara,
2009, XLV/I, 60.
[911] Vâkidî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ömer b. Vâkid (ö. 207/822), Fütûhu
’ş-Şâm, Darü’l-Cîl, Beyrût, ts., s. 13-14; Demirel, Harun Reşit, “Hz. Âişe
ve Siyaset: Hadis-Haber ve Tarihî Bilgiler Işığında”, YYÜİFD, Van, 2000,
III, 128-129; Savaş, Râşid Halifeler Devrinde Kadın, s. 198.
[912] İbn Hibbân, Ebû Hâtim Muhammed b. Hibbân b. Ahmed el-Bustî (ö.
354/965), es-Sîretü’n- Nebeviyye ve Ahbârü ’l-Hulefâ, tah. Sa‘d Kerîm
el-Fakî, İskenderiyye, ts., s. 259-260; Demirel, a.g.m., III, 129; Savaş, Râşid
Halifeler Devrinde Kadın, s. 181. Bazı çalışmalarda Hz. Âişe’nin Hz.
Ömer’in halifeliğini ısrarla istediği kaydedilse de biz bu rivayet haricinde bu
görüşü destekliyebilecek başka bir rivayet görmedik. Bkz. Câbirî, Muhammed
Abid, Arap-İslâm Aklının Oluşumu, çev. İbrahim Akbaba, Kitabevi, 3.
Baskı, İstanbul, 2001, s. 126.
[913] İbn Sa‘d, III, 151; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, III, 977;
İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 263; İbnü’l-Esîr, Üsdü ’l- Gâbe, III,
330; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 249; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ’, s.
67.
[914] İbn Ebî Şeybe, VII, 376; Hâkim, III, 66.
[915] İbn Sa‘d, III, 143.
[916] İmam Mâlik, Ekziyye 40; Abdürrezzâk, IX, 101; İbn Sa‘d, III, 145;
İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 265266; İbn Haldûn, Ebû Zeyd Veliyyüddîn
Abdurrahman b. Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Hasen (ö. 808/1406), Mukaddime,
çev. Halil Kendir, Yeni Şafak, Ankara, 2004, I, 146; Süyûtî, Târîhu
’l-Hulefâ ’, s. 68.
[917] Kaf 50/19.
[918] Ahmed b. Hanbel, VI, 200; îbn Sa‘d, III, 147; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ’,
s. 69. Krş. İmam Mâlik, Cenâiz 2; Abdürrezzâk, III, 423-424; Buhârî, Cenâiz 94.
[919] îbn Sa‘d, III, 148; îbn Ebî Şeybe, XVII, 49; Ahmed b. Hanbel, XIX,
123; Heysemî, VIII, 487;
Süyûtî, Târîhu ’l-Hulefâ ’,
s. 69-70.
[920] îbn Sa‘d, III, 151; îbn Abdilber, el-İstî‘âb, III, 977;
İbnü’l-Cevzî, Safise, I, 267; Süyûtî, Târîhu’l- Hulefâ’, s. 70.
[921] îbn Sa‘d, III, 154; îbnü’l-Cevzî, Safve, I, 267; îbn
Abdilber, el-İstî‘âb, III, 977; îbnü’l-Esîr, Üsdü ’l- Gâbe, III,
330; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ’, s. 70.
[922] îbn Sa‘d, III, 155.
[923] îbn Sa‘d, III, 156; Azimli, Mehmet, Dört Halifeyi Farklı Okumak
I: Hz. Ebû Bekir, Ankara Okulu Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2013, s. 185.
[924] îbn Sa‘d, III, 156-157; Hâkim, III, 66; Süyûtî, Târîhu ’l-Hulefâ ’,
s. 70.
[925] îbn Sa‘d, III, 157.
[926] Süyûtî, Târîhu ’l-Hulefâ ’, s. 70.
[927] Hz. Âişe’ye dayandırılan bazı rivayetlerde bu itiraz edenlerin Hz.
Ali ve Talha b. Ubeydullah oldukları zikredilmektedir. Bkz. îbn Sa‘d, III, 207;
Akbulut, s. 138.
[928] İbn Sa‘d, III, 148-149; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ’, s. 67-68.
Krş. İbn Ebî Şeybe, XX, 584-585; İbn Hibbân, s. 260-261; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe,
IV, 157-158; Sarıçam, İbrahim, Hz. Ömer, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, 4. Baskı, Ankara, 2012, s. 89-90.
[929] İbn Sa‘d, III, 207-208; İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 280; Süyûtî, Târîhu
’l-Hulefâ ’, s. 107.
[930] İbn Sa‘d, II, 286; Belâzürî, Ensâb, II, 547-548, 551; Şâmî, Ezvâcü
’n-Nebî, s. 125; Afgânî, s. 39.
[931] Ahmed b. Hanbel, II, 251-252; İbn Ebî Şeybe, I, 521-523; Heysemî, I,
597-598.
[932] Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 190.
[933] İmam Mâlik, Zekât 44.
[934] İbn Sa‘d, III, 230.
[935] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 195; Savaş, RâşidHalifeler
Devrinde Kadın, s. 138.
[936] Afgânî, s. 43.
[937] Fayda, Mustafa, “Ömer”, DİA, İstanbul, 2007, XXXIV, 47.
[938] Süyûtî, Târîhu ’l-Hulefâ ’, s. 98.
[939] İbn Kesîr, el-Bidâye, IX, 423.
[940] Ahmed b. Hanbel, XIX, 126.
[941] İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 33-35; Hıfnî, s. 774
[942] Abdürrezzâk, V, 474-475; İbn Sa‘d, III, 262-263; İbn Abdilber, el-İstî‘âb,
III, 1153; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, IV, 156; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ’,
s. 108-109.
[943] İbn Sa‘d, III, 257-258; İbn Ebî Şeybe, XX, 586-590; Buhârî,
Fezâilü’s-Sahâbe 8; Hâkim, III, 99; İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 290-291.
[944] İbn Sa‘d, III, 278; İbn Ebî Şeybe, XX, 597-600; Dîneverî, Ahmed b.
Dâvûd b. Venend (ö. 282/895), Ahbâru’t-Tıvâl, tah. Abdülmünîm Âmir,
Mektebetü’l-Müsenna, Bağdat, ts., s. 139; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, III,
1152; İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 291; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, IV,
166; Sallâbî, Ali Muhammed, II. Halife Hz. Ömer Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi,
çev. Mehmet Akbaş, Ravza Yayınları, İstanbul, 2006, s. 687.
[945] İbn Sa‘d, III, 280; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, III, 1157;
İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 292; İbnü’l-Esîr, Üsdü ’l-Gâbe, IV, 166;
Fayda, “Ömer”, DİA, XXXIV, 46.
[946] Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 139; Hâkim, III, 99; İbn
Abdilber, el-İstî‘âb, III, 1152.
[947] Buhârî, Ahkâm 51; Ebû Dâvud, Harâc 8; Tirmizî, Fiten 48.
[948] İbn Sa‘d, III, 260; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 208.
[949] İbn Sa‘d, III, 45; Taberî, Târîh, II, 581; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 209.
[950] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 25; Taberî, Târîh, II, 582.
[951] Taberî, Târîh, II, 582; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 209;
Demirel, a.g.m., III, 131.
[952] Demirel, a.g.m., III, 131.
[953] İbn Sa‘d, III, 46; Buhârî, Ahkâm 43; İbn Kuteybe, el-İmâme,
I, 27-28; İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 304.
[954] Hizmetli, Sabri, “Tarihî Rivâyetlere Göre Hz. Osman’ın Öldürülmesi”
AÜİFD, Ankara, 1985, XXVII, 167; Apak, Adem, Hz. Osman Dönemi Devlet
Siyaseti, İnsan Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2003, s. 135; Yiğit, İsmail,
“Osman”, DİA, İstanbul, 2007, XXXIII, 439.
[955] Şehristânî, Ebü’l-Feth Tâcüddîn (Lisânüddîn) Muhammed b. Abdülkerîm
b. Ahmed (ö. 548/1153), el-Milel ve ’n-Nihal, tah. Emîr Ali Mehnâ-Ali
Hasen Fâ‘ûr, Dârü’l-Ma‘rife, 3. Baskı, Beyrût, 1993, I, 34; Zehebî, Târîh,
III, 430; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 426; Hizmetli, a.g.m., XXVII, 161;
Aycan, İrfan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyan, Ankara Okulu
Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2001, s. 71.
[956] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 272; Apak, Hz. Osman Dönemi
Devlet Siyaseti, s. 140.
[957] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 272; Zehebî, Târîh, III,
429-430; Afgânî, s. 48.
[958] Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, s. 152.
[959] Zehebî, Târîh, III, 430; İbn Kesîr, el-Bidâye, X,
272-273; Algül, İslam Tarihi, II, 443.
[960] Buhârî, Libâs 50; Ebû Dâvud, Hâtem 1; Nesâî, Zînet 53, 81;
İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 9; Hizmetli, a.g.m., XXVII, 165; Algül, İslam
Tarihi, II, 444; Yiğit, “Osman”, DİA, XXXIII, 440.
[961] İbn Kuteybe, el-lmâme, I, 32; Câbirî, Arap-lslâm Siyasal
Aklı, s. 288-289; Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyan,
s. 74; Algül, İslam Tarihi, II, 443; Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet
Siyaseti, s. 147.
[962] İmam Mâlik, Hac 42. Krş. Nesâî, Hac 49, 50.
[963] Nesâî, Taksîru’s-Salât 3; İbnü’l-Esîr, Târîh, II, 494; İbn
Kesîr, el-Bidâye, X, 230.
[964] İbn Sa‘d, III, 41; Buhârî, Fezâilü’s-Sahâbe 7; İbnü’l-Cevzî, Safve,
I, 294, 296-297; İbn Kesîr, el- Bidâye, X, 366-367; Süyûtî, Târîhu
’l-Hulefâ ’, s. 120; Algül, İslam Tarihi, II, 443.
[965] Afgânî, s. 73
[966] Askari, Seyyid Murtazâ, Abdullah b. Sebe ve Esâtîru Uhrâ, 6.
Baskı, Beyrût, 1991; The Role of A’ishah in the History of İslam, II,
161-166; Korkmaz, Sıddık, Tarihin Tahrifi İbn Sebe Meselesi,
Araştırma Yayınları, 1. Baskı,
Ankara, 2005; Fığlalı, Ethem Ruhi, “Abdullah İbn Sebe’ Meselesi”, Çağımızda
İtikadîİslam Mezhepleri, Şa-to, 11. Baskı, İstanbul, ts., s. 337-349.
[967] Krş. Hizmetli, a.g.m., XXVII, 160, 169; Câbin, Arap-İslâm Siyasal
Aklı, s. 280-284; Sallâbî, Ali Muhammed, IV. Halife Hz. Ali Hayatı,
Şahsiyeti ve Dönemi, çev. Şerafettin Şenaslan, Ravza Yayınları, İstanbul,
2008, s. 508-511; Sallâbî, Ali Muhammed, Hakîkatü’l-Hilâfu Beyne’s-Sahâbe, Darü’l-Ma‘rife,
1. Baskı, Beyrût, 2008, s. 19-27; Kelpetin, Mahmut, Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi
Tarihi-Seyf b. Ömer ve Tarihçiliği, Siyer Yayınları, 1. Baskı, İstanbul,
2012, s. 44.
[968] Watt, William Montgomery (ö. 1427/2006), İslam Düşüncesinin
Teşekkül Devri, çev. Ethem Ruhi Fığlalı, Birleşik Yayıncılık, 2. Baskı,
İstanbul, 1998, s. 14; Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, s. 149.
961 Câbirî, Arap-İslâm
Siyasal Aklı, s. 64, 242. Krş. Vida, G. Levi Della, “Osman b. Affân”, İA,
Eskişehir, 1997, IX, 429; Lewis, Bernard, Tarihte Araplar, çev.
Hakkı Dursun Yıldız, Ağaç Kitabevi Yayınları, 5. Baskı, İstanbul, 2009, s.
84-85; Yiğit, “Osman”, DİA, XXXIII, 439-442; Hizmetli, a.g.m., XXVII,
167, 173; Ayçan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyan, s. 72;
Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, s. 149; Hamîs, Osman b.
Muhammed, Sahâbenin Yüzyüze Kaldığı Olaylar ve Fitnenin Tarihi, çev.
Nuri Görgülü, Ümmülkura, 1. Baskı, İstanbul, 2007, s. 93.
[970] Taberî, Târîh, II, 643, 648-649; İbnü’l-Esîr,
Târîh, III, 41-42, 47; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 261-262;
Hizmetli, a.g.m., XXVII, 171; Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, s.
161-162, 164-165; Yiğit, “Osman”, DİA, XXXIII, 440.
[971] İbn Sa‘d, III, 52; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 50; Zehebî, Târîh,
III, 447-448; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 277-278; Apak, Hz. Osman
Dönemi Devlet Siyaseti, s. 167.
[972] İbn Sa‘d, III, 52; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 50; Zehebî, Târîh,
III, 448; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 278.
[973] İbn Sa‘d, III, 52; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 50-51; Zehebî, Târîh,
III, 448; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 278.
[974] İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 51; İbn Kesîr, el-Bidâye, X,
279; Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, s. 167-168.
913
İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 53; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 286; Hamîs,
s. 87-88. Kuşatmanın kırk dokuz veya seksen gün sürdüğü şeklinde rivayetler de
bulunmaktadır. Bkz. İbn Abdilber, el-İstî‘âb, III, 1044; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe,
III, 585.
[976] İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 63; Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet
Siyaseti, s. 172.
[977] İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 63; İbn Kesîr, el-Bidâye, X,
312; Afgânî, s. 67.
[978] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 313; Afgânî, s. 68; Sallâbî, Ali
Muhammed, III. Halife Hz. Osman Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi, çev. Mehmet
Akbaş, Ravza Yayınları, İstanbul, 2009, s. 404-405.
[979] İbn Sa‘d, V, 27; Afgânî, s. 68; Askari, The Role of ‘A ’ishah in
the History of İslam, I, 177-178;
Demirel, a.g.m., III, 136.
[980] Afgânî, s. 68.
[981] Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 141; Demircan, Adnan, Hâricîler’in
Siyâsî Faaliyetleri, Beyan Yayınları, İstanbul, 1996, s. 88.
[982] İbn Sa‘d, III, 49; İbn Mâce, Hudûd 20; Tirmizî, Menâkıb 19; Nesâî,
Ehbâs 3; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 62; Zehebî, Târîh, III,
444-445; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 287-288, 291-292.
[983] İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 64; İbn Kesîr, el-Bidâye, X,
313; Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, s. 176; Yiğit, “Osman”, DİA,
XXXIII, 441.
[984] İbn Sa‘d, III, 53; Zehebî, Târîh, III, 454; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 313; Yiğit, “Osman”, DİA, XXXIII, 441.
[985] İbn Sa‘d, III, 54.
[986] İbn Sa‘d, III, 53-54; İbn Ebî Şeybe, XX, 601-603; Halîfe b. Hayyât,
s. 103; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, III, 1045; Zehebî, Târîh, III,
454; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 306. Bazı rivayetlerde içeri girenlerin
başında Muhammed b. Ebû Bekir’in bulunduğu fakat Hz. Osman’ın kendisine
babasını hatırlatması üzerine Muhammed’in geri çekildiği ve yanında
bulunanların Hz. Osman’ı öldürdüğü bilgisi bulunmaktadır. Bkz. Halîfe b.
Hayyât, s. 103; İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 40; İbn Abdilber, el-İstî‘âb,
III, 1044-1045; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 67-68; Zehebî, Târîh,
III, 454-455; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 306-307; Süyûtî, Târîhu
’l-Hulefâ ’, s. 129.
[987] İbn Sa‘d, III, 55; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 68; Zehebî, Târîh,
III, 454-457; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 316; Yiğit, “Osman”, DİA,
XXXIII, 441.
[988] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 316.
[989] İbn Sa‘d, III, 56; İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 42; İbnü’l-Esîr,
Târîh, III, 69; Süyûtî, Târîhu ’l-Hulefâ ’, s. 130.
[990] İbn Sa‘d, III, 22; Halîfe b. Hayyât, s. 104-105; İbn Abdilber, el-İstî‘âb,
III, 1044; İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 304; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe,
III, 585; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 427; Süyûtî, Târîhu’l- Hulefâ’,
s. 130; Hizmetli, a.g.m., XXVII, 174. Hz. Osman’ın 36/657 tarihinde
öldürüldüğüne dair rivayetler de bulunmaktadır. Bkz. İbn Sa‘d, III, 57;
İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 304; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 69.
[991] İbn Sa‘d, III, 57; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, III, 1049;
İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 304; İbnü’l-Esîr, Üsdü ’l- Gâbe, III,
585.
[992] Abdürrezzâk, XI, 232-233; Ahmed b. Hanbel, III, 218-219; Müslim,
Fezâilü’s-Sahâbe 26, 27;
İbnü’l-Cevzî, Safve, I,
296; Süyûtî, Târîhu ’l-Hulefâ ’, s. 122.
[993] Heysemî, IX, 96; Afgânî, s. 42.
[994] Useym: Osman isminin ismi tasgiri olup Osmancık manasına
gelmektedir.
[995] Ahmed b. Hanbel, XIX, 160-161; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 373;
Heysemî, IX, 98-99; Afgânî, s. 41.
[996] Afgânî, s. 39.
[997] Afgânî, s. 39-40.
[998] Afgânî, s. 44-45.
[999] Ferrûh, Ömer, Târîhu Sadri’l-İslâm ve’d-Devleti’l-Emevîyye,
Dârü’l-İlm li’l-Melâyîn, 7. Baskı, Beyrût, 1986, s. 118.
[1000] Afgânî, s. 45; Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b.
Ebî Süfyan, s. 75; Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, s. 147;
Savaş, Râşid Halifeler Devrinde Kadın, s. 211-212; Askari, The Role
of ‘A’ishah in the History of İslam, I, 103. Şiî rivayetlerinde bu olay çok
abartılı bir şekilde işlenmiştir. Hz. Âişe ve Hz. Hafsa’nın Hz. Osman ile
karşılıklı lanetleşmelerinden vs. bahsedilmektedir. Bkz. Arı, s. 460-461.
[1001] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 216.
[1002] Makdîsî, Ebû Nasr el-Mutahhar b. Tâhir (ö. 355/966), Kitâbü’l-Bed’
ve’t-Târîh, Mektebetü’s- Sekâfeti’d-Diniyye, yy., ts., V, 205; Vida,
a.g.m., IX, 430; Bodley, s. 378-379; Öztürk, Yaşar Nuri,
Asrısaadetin Büyük
Kadınları, s. 99. Hatta daha da ileri gidilerek Hz. Âişe’nin Hz. Osman’a
muhalefeti başlatan kişi olduğu, ölünceye kadar da bu işi sürdürdüğü ve Hz.
Osman ile Hz. Âişe’nin birbirlerinin canına kastedecek derece de düşman
oldukları iddia edilmektedir. Bkz. Makdîsî, V, 205; Askari, The Role of ‘A
’ishah in the History of İslam, I, 103-104; Arı, s. 509-510.
[1003] Makdîsî, V, 205; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the
History of İslam, I, 122-123.
[1004] İbn Ebî Hadîd, Abdülhamîd b. Hibetullah b. Muhammed b. Hüseyin (ö.
656/1258), Şerhli Nehcü ’l-Belâgâ, tah. Muhammed Ebü’l-Fazl İbrahim,
yy., ts., VI, 215; Afgânî, s. 66; Arı, s. 461-462; Sarıcık, Murat, İlim
Şehrinin Kapısı Hz. Ali, Nesil Yayınları, İstanbul, 2010, s. 317.
[1005] Na‘sel uzun sakallı bir yahudi olup, Hz. Osman’ı sakalı uzun olduğu
için ona benzetmişlerdi. Erkek sırtlana da Na‘sel denir. Bkz. Zehebî, Târîh,
III, 444; Afgânî, s. 66; Askari, The Role of
‘A ’ishah in the History of
İslam, I, 173.
[1006] İbn Ebî Hadîd, VI, 215; Afgânî, s. 66; Fığlalı, Ethem Ruhi, İmam
Ali, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 8. Baskı, Ankara, 2012, s. 63;
Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, II, 23; Arı, s.
434, 508.
[1007] Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam,
I, 173.
[1008] Afgânî, s. 46; Demirel, a.g.m., III, 133.
[1009] İsfahânî, Ebü’l-Ferec Ali b. el-Hüseyn b. Muhammed b. Ahmed
el-Kureşî (ö. 356/967), Egânî, tah. Semîr Câbir, Daru’l-Fikr, 2. Baskı,
Beyrût, ts., V, 143; Afgânî, s. 46-47.
[1010] İbnü’l-Esîr, Târîh, II, 491; Apak, Hz. Osman
Dönemi Devlet Siyaseti, s. 136.
[1011] İbn Mâce, Hudûd 16; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 4.
[1012] Ya‘kûbî, II, 66; Afgânî, s. 48-49; Demirel, a.g.m., 132-133.
[1013] Afgânî, s. 49; Demirel, a.g.m., III, 135. Krş. Abdürrezzâk, XI,
353-356; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, I,
134-135; Arı, s. 499.
[1014] Şiîler’in bu konuda gayet
başarılı oldukları aşikârdır. Cemel Savaşı’nı konu edinen birçok yazar Hz. Âişe
Talha ve Zübeyr’in bu yolculuğa çıkarken tek amaçlarının Hz. Ali’yi hilafetten
indirmek olduğunu iddia etmektedirler. Bkz. Şehbenderzâde Ahmed Hilmi (ö.
1332/1914), İslam Tarihi, çev. Cem Zorlu, Ağaç Kitabevi Yayınları, 2.
Baskı, İstanbul, 2009, s. 347; Cihan, Sadık, Uydurma Hadislerin Doğuşu ve
Sosyo-PoPıtik Olaylarla İlgisi, Etüt Yayınları, 2. Baskı, Samsun, 1997, s.
109110.
[1015] Taberî, Târîh, II, 698; İbnü’l-Esîr, Târîh, III,
57-58, Afgânî, s. 99-101; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of
İslam, I, 179-180.
[1016] Afgânî, s. 99-100.
[1017] İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 68; Zehebî, Târîh, III,
454-455; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 316; Yiğit, “Osman”, DİA,
XXXIII, 441.
[1018] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 316.
[1019] Taberî, Târîh, II, 685; Afgânî, s. 78-79.
[1020] Afgânî, s. 79.
[1021] Talha’nın kolu felçli olduğu için bu duruma atfen böyle
söylenmiş olabilir.
[1022] Manası “aslan babası” olup, muhtemelen Talha’yı övmek için
kullanılmıştır.
[1023] İbn Ebî Hadîd, VI, 215; Afgânî, s. 80. Krş. Ya‘kûbî, II, 78.
[1024] İbn Ebî Hadîd, VI, 216; Afgânî, s. 80. Afgânî bu rivayet hakkında:
“İbn Ebî Hadîd’in bu rivayetinde Hz. Âişe’ye nispet olunan sözler çocuklardan
bile sadır olmayacak şeyler iken Hz. Âişe gibi akıllı, mütedeyyin ve sağduyulu
olan birisi hakkında kesinlikle düşünülemez. Belli ki bu haberi uyduran, Hz.
Âişe’nin zekâsını, belagatini ve ilmini hesaba katmadan, sanki önünde akıl
hastanesindeki bir kadın hasta gibi onu tasavvur etmiştir.” demiştir. Bkz.
Afgânî, s. 80.
[1025] Ahzab 33/53.
[1026] Arı, s. 417, 459-460; Efendioğlu, s. 257; Abbott, s. 58;
Hıfnî, s. 327.
[1027] Afgânî, s. 80.
[1028] Sarıçam, İbrahim, Emevi-Hâşimi İlişkileri İslâm Öncesinden
Abbâsilere Kadar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 1997,
s. 247. Krş. Demircan, Adnan, Ali-Muâviye Kavgası, Beyan Yayınları,
İstanbul, 2002, s. 88.
[1029] Afgânî, s. 80-81; Gölpınarlı, s. 178.
[1030] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 58; Askari, The Role of
‘A ’ishah in the History of İslam, II, 45.
[1031] İbn Abdürabbih, Ebû Ömer Şihâbüddîn Ahmed b. Muhammed b. Abdirabbih
b. Habîb el -Kurtubî el-Endelüsî (ö. 328/940), el-İkdü’l-Ferid, tah.
Abdülmecîd et-Terhînî, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 1. Baskı, Beyrût, 1983, V,
46-47; Abbott, s. 168-169; Afgânî, s. 82. Krş. Abdürrezzâk, XI, 447; Askari, The
Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, III, 162.
[1032] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 35; Zehebî, Târih, III, 458;
İbn Haldûn, I, 301-302; Süyûtî, Târîhu’l- Hulefâ’, s. 127; Efendioğlu,
s. 236-237.
[1033] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 35; Zehebî, Târih, III, 458;
Süyûtî, Târihu’l-Hulefâ’, s. 127; Afgânî, s. 46; Fayda, Mustafa,
“Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh”, DİA, İstanbul, 1988, I, 131; Demirel,
a.g.m., III, 136.
[1034] Afgânî, s. 40.
[1035] İbn Sa‘d, V, 24; Demirel, a.g.m., III, 136; Savaş, RâşidHalifeler
Devrinde Kadın, s. 204.
[1036] Halîfe b. Hayyât, s. 104; İbn Kesîr, el-Bidâye, X,
339.
[1037] Afgânî, s. 77; Demirel, a.g.m., III, 138.
[1038] İbn Sa‘d, III, 60; İbn Ebî Şeybe, XVII, 87; Halîfe b.
Hayyât, s. 104; Afgânî, s. 78.
[1039] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 277; Yiğit, “Osman”, DİA,
XXXIII, 441.
[1040] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 277; Savaş, Râşid
Halifeler Devrinde Kadın, s. 23.
[1041] Kınanan ve yerilen manasına gelmektedir. Bkz. Çağrıcı, Mustafa,
“Zem”, DİA, İstanbul, 2013, XLIV, 234.
[1042] Afgânî, s. 82-83.
[1043] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 340.
[1044] İbn Hacer, el-İsâbe, III, 426.
[1045] İbn Sa‘d, III, 60, 61; Halîfe b. Hayyât, s. 104.
[1046] Taberî, Târîh, II, 696; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 81.
[1047] Taberî, Târîh, II, 696-697; İbnü’l-Esîr, Târîh, III
81; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 420. Biatin mescidde yapılmasıyla ilgili
olarak İbn Abbâs’ın şöyle dediği rivayet edilir: “Ali’ye biat konusunda kargaşa
çıkacağından korktuğum için biatin mescidde yapılmasını hoş görmedim. Fakat o
bunu reddetti ve biatin mescidde yapılması hususunda ısrar etti. Ali geldikten
sonra sırasıyla muhâcirler, ensâr ve diğer insanlar ona biat etti.” Bkz.
Taberî, Târîh, II, 696.
[1048] Taberî, Târîh, II, 696-697; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 81; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 420.
[1049] Taberî, Târîh, II, 699-700.
[1050] Taberî, Târîh, II, 700-701; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 84.
[1051] İbn Ebî Şeybe, XXI, 373-374; Taberî, Târîh, II,
698-701; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 83.
[1052] Krş. Kazancı, Ahmet Lütfi, Talihsiz Halife Emirü’l-Müminin Hz.
Ali, Ensar Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2011, s. 92-93.
[1053] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 47-48. Maalesef bu Şiî rivayetleri
çok önemli akademisyenlerimizi bile etkisi altında bırakmıştır. Bkz. Fığlalı, İmam
Ali, s. 61-64.
[1054] Krş. Demircan, Ali-Muâviye Kavgası, s. 89.
[1055] Taberî, Târîh, III, 17; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 108; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 437; Afgânî, s. 155.
[1056] Taberî, Târîh, II, 697; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 82.
[1057] Taberî, Târîh, II, 701.
[1058] Akbulut, s. 129-130.
[1059] Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 140.
[1060] Ya‘kûbî, II, 75; İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 49.
[1061] Taberî, Târîh, II, 697; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 82;
İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 421. Hz. Ali’ye biatten kaçınan bu kişilerin
Hz. Osman döneminde çeşitli üst düzey görevlerde bulundukları da rivayette
zikredilmektedir.
[1062] Taberî, Târîh, II, 699; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 83;
İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 421; Kutlu, Sönmez, Türklerin İslâmlaşma
Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2. Baskı,
Ankara, 2002, s. 53. İbn Sa‘d: “Hz. Osman’ın öldürüldüğü günün ertesi Medine’de
Hz. Ali’ye biat edildi. Ona Talha, Zübeyr, Sa‘d b. Ebû Vakkâs, Sa‘îd b. Zeyd b.
Amr b. Nüfeyl, Ammâr b. Yâsir, Üsâme b. Zeyd, Sehl b. Huneyf, Ebû Eyyûb
el-Ensârî, Muhammed b. Mesleme, Zeyd b. Sâbit, Huzeyme b. Sabit, Medine de
bulunan Allah Rasûlü’nün ashâbmın hepsi ve diğerleri biat etti.” şeklinde bir
rivayet aktarmaktadır. Fakat rivayette zikredilen isimlerden bazılarının Hz.
Ali’ye biat etmediklerini başka rivayetler de kendisi de belirtmektedir. Bkz.
İbn Sa‘d, III, 22-23.
[1063] Taberî, Târîh, II, 701, 706; İbnü’l-Esîr, Târîh, III,
84. Hz. Ali’ye yapılan biatin 18 veya 23 Zilhicce tarihinde gerçekleştiğine
dair rivayetler de mevcuttur. Bkz. Ya‘kûbî, II, 75; Taberî, Târîh, II,
697.
[1064] Taberî, Târîh, II, 701-702; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 85; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 422-424.
[1065] Taberî, Târîh, II, 702; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 426.
[1066] Taberî, Târîh, II, 702; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 86; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 426.
[1067] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 425.
[1068] Mekke’nin Fethi sırasında müslüman olan Kureyşliler’i ifade eden bir
terimdir. Bkz. Sandıkçı, S. Kemal, “Tulekâ”, DİA, İstanbul, 2012, XLI,
361.
[1069] Muâviye, Hz. Ömer döneminde yedi sene ve ardından Hz. Osman
döneminin tamamında on iki sene orada valilik yapmıştı. Bkz. Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl,
s. 140-141.
[1070] Krş. Abbott, s. 135; Lau, Linda D., “Sayf b. ‘Umar and the Battle of
the Camel”, Encyclopadiedic Survey of Islamic Culture: Medieval Muslim
Historiography, New Delhi, 2003, V, 132; Kelpetin, Mahmut, “Cemel
Vak‘ası’na Farklı Bir Yaklaşım: Linda D. Lau Örneği”, Tarih Dergisi,
İstanbul, 2012, 54/2, 28-29.
[1071] Taberî, Târîh, II, 703; İbnü’l-Esîr, Târîh, III,
86-87; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 426-427. Krş. Ya‘kûbî, II, 77; Mes‘ûdî,
Ebü’l-Hasen Ali b. el-Hüseyn b. Ali el-Mes‘ûdî el-Hüzelî (ö. 345/956), Mürûcü
’z-Zeheb veMe‘âdinü ’l-Cevher, el-Mektebetü’l-Asrıyye, Beyrût, 2007, II,
277-278.
[1072] Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 141-142; Taberî, Târîh,
III, 4; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 93-95; İbn Kesîr, el-Bidâye, X,
429-430. Krş. İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 45.
[1073] Taberî, Târîh, III, 5; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 113; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 432.
[1074] Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 141. Krş. îbn Kuteybe, el-İmâme,
I, 49.
[1075] Hz. Ali Abdullah’tan kendisiyle birlikte Şam’a gelmesini istediğinde
o: “Bende Medineliler’den biriyim. Eğer onlar seninle birlikte Şam’a gelirse
bende senin bu emrine itaat ederim. Evlerinde otururlarsa bende otururum.”
diyerek Hz. Ali’nin teklifini uygun bir lisanla geri çevirmişti. Daha sonra o
da Mekke’ye gitmek üzere Medine’den ayrılmıştı. Bkz. Taberî, Târîh, III,
5; îbnü’l-Esîr, Târîh, III, 99; îbn Kesîr, el-Bidâye, X, 432.
Krş. îbn Kuteybe, el-İmâme, I, 48-49.
[1076] Ühbân b. Sayfî el Gıfân’nin kızı Udeyse’den rivayet edilmiştir: “Ali
b. Ebû Tâlib babama gelerek kendisiyle beraber çıkmasını istedi. Babam ona dedi
ki: ‘Benim dostum ve senin amcaoğlun Rasûlullah insanlar ayrılığa düştükleri
zaman odundan bir kılıç edinmemi bana tavsiye etmişti. Ben de bunu edinmiş
durumdayım. Eğer istersen o kılıcı alarak seninle birlikte çıkarım.’ dedi. Ali
bu söz üzerine, babamı bıraktı.” Bkz. îbn Mâce, Fiten 10; Tirmizî, Fiten 33;
îbn Kesîr, el-Bidâye, IX, 184.
[1077] Muhammed b. Mesleme: “Rasûlullah bana müşriklerle savaşıldıkça
kılıcımla savaşmamı, namaz ehli müminlerle savaşıldığında kılıcımı kırılana
kadar Uhud kayasına vurmamı emretti. Kılıcımı dün kırdım.” dedi. Bkz. Dîneverî,
Ahbâru’t-Tıvâl, s. 143. Krş. Câhiz, Ebû Osman Amr b. Bahr b. Mahbûb (ö.
255/869), el-Osmâniyye, tah. Abdüsselâm Muhammed Hârûn, Dârü’l-Cîl, 1.
Baskı, Beyrût, 1991, s. 174; îbn Kuteybe, el-İmâme, I, 49.
[1078] Üsâme b. Zeyd: “Seninle birlikte bu savaşa çıkma konusunda beni
affet. Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet edenlerle savaşmayacağıma dair
Allah’a yemin etmiştim.” dedi. Bkz. Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 143.
[1079] Taberî, Târîh, III, 5; îbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 114; îbn Kesîr, el-Bidâye, X, 431.
1078
Taberî, Târîh,
III, 12; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 100; Askari, The Role of ‘A ’ishah
in the History of İslam, II, 23-24. Krş. İbn Kuteybe, el-İmâme, I,
48.
[1081] Taberî, Târîh, III, 7.
[1082] Taberî, Târîh, III, 6-7; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 100-101.
[1083] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 61; Zehebî, Siyeru A
‘lâmi’n-Nübelâ, II, 178.
[1084] Ya‘la b. Ümeyye’nin Yemen’den getirdiği malın toplam değerinin dört
yüz bin dinar veya dört yüz bin dirhem olduğu da zikredilir. Bkz. Ya‘kûbî, II,
79; Mes‘ûdî, II, 279.
[1085] Talha ve Zübeyr Hz. Osman’ın öldürülmesinden dört ay sonra umre
yapmak istediklerini belirterek Hz. Ali’den izin alarak Mekke’ye gitmişlerdi.
Bkz. Taberî, Târîh, III, 4; Mes‘ûdî, II, 279; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 95; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 427.
[1086] Çünkü Emevîler Şâm’ı kendi bölgeleri olarak görüyorlardı. Başlarına
bir tehlike gelirse son sığınacakları yer orasıydı. Orada Muâviye sebebiyle
işler istedikleri gibi gidiyordu. Orayı karıştırmak istemiyorlardı. Benî Ümeyye
o andan itibaren bu hareketleriyle Emevî hilafetinin temel taşını koymuş oluyorlardı.
Çünkü onlar Hz. Ali, Talha, Zübeyr, Medineliler ve Iraklılarla buradan mücadele
vermişlerdir. Ordunun Basra’ya yönlendirilmesiyle Şâm ve Muâviye her türlü
fesattan uzak tutulmuş oldu. Bkz. Afgânî, s. 110.
[1087] Taberî, Târîh, III, 7-8; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 101. Krş. İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 432-433.
[1088] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 54; Taberî, Târîh,
III, 13; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 101.
[1089] Benzer görüşler için bkz. Lau, V, 127; Kelpetin, a.g.m., 54/2, 24.
Ebû Bekre’den gelen şu rivayette Hz. Âişe’nin lider konumunda olduğunu akla
getirmektedir: “Rasûlullah’tan duyduğum bir hadisle Allah beni, Cemel Savaşı’na
katılmaktan korudu. Kisra ölünce Rasûlullah: ‘Yerine kim geçirildi?’ diye
sordu. Kızını yerine geçirdiklerin söylediler. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle
buyurdu: ‘Başlarına bir kadını idareci olarak geçiren bir toplum asla kurtuluşu
elde edemeyecektir.’ Âişe Basra’ya gelince Rasûlullah’ın bu sözünü hatırladım
ve bu hadisle Allah beni bu hâdiselere karışmaktan korumuş oldu.” Bkz. Buhârî,
Megâzî 82; Tirmizî, Fiten 75. Krş. İbn Ebî Şeybe, XXI, 379-380, 380-381; Nesâî,
Adâbü’l-Kuzât 8; Hâkim, III, 128; Heysemî, VII, 473. Krş. Azimli, Siyeri Farklı
Okumak II, 314-323.
[1090] Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 144.
[1091] Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 193. Hz. Âişe’nin:
“İbnü’z-Zübeyr ile o yolculuğa çıkmamayı çok arzu ederdim.” şeklindeki sözleri
de kendisini asıl ikna edenin Abdullah b. Zübeyr olduğunu göstermektedir. Bkz.
Hâkim, III, 128-129. Hz. Âişe’yi asıl ikna edenin Abdullah b. Zübeyr olduğu
bazı araştırmacıların da ifade ettiği bir husustur. Bkz. Dalkıran, s. 187;
Demirel, a.g.m., III, 146; Savaş, Râşid Halifeler Devrinde Kadın, s.
155; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, II, 159-160;
Sallâbî, IV. Halife Hz. Ali Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi, s. 520.
[1092] Minkarî, Ebü’l-Fazl el-Minkarî et-Temîmî Nasr b. Müzâhim (ö.
212/827), Vak‘atü Sıffîn, tah. Abdüsselâm Muhammed Hârûn, Dârü’l-Cîl,
Beyrût, 1990, s. 21; Şerif er-Radî, Ebü’l-Hasen Muhammed b. el-Hüseyn b. Mûsâ
b. Muhammed (ö. 406/1015), Nehcü’l-Belâga, çev. Adnan Demircan, Beyan
Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2006, s. 16; Demircan, Adnan, Hz. Ali Dönemi
ve Ehli Beyt, Beyan Yayınları, İstanbul, 2008, s. 59. Demircan bu hususla
ilgili: “Hz. Âişe’nin kendisinin lider olmayı düşündüğünü zannetmiyoruz. Hem
rivayetlerde buna ilişkin bilgi yok hem de böyle bir hedef, Arap kültüründe yer
alamayacak bir beklenti olurdu.” demektedir. Bkz. Demircan, Adnan, Fitne:
Kardeşlerin Savaşı, Beyan Yayınları, İstanbul, 2015, s. 94.
[1093] Taberî, Târîh, III, 8; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 433.
[1094] Taberî, Târîh, III, 8, 9; Mes‘ûdî, II, 279;
İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 102; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 433.
[1095] Taberî, Târîh, III, 9; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 102; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 433.
[1096] İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 102; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 433.
[1097] Taberî, Târîh, III, 13; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 102; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 433.
[1098] Taberî, Târîh, III, 8; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 101-102; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 433.
[1099] Taberî, Târîh, III, 9; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 102.
[1100] Taberî, Târîh, III, 9; İbnü’l-Esîr, Târîh, III,
102-103; Afgânî, s. 118-119; Demircan, Ali-Muâviye Kavgası, s. 98-99.
Bazı kaynaklarda bu sebeple yaklaşık iki bin kişinin orduyu terk ettiği
belirtilmektedir. Bkz. Fığlalı, Ethem Ruhi, “Cemel Vak‘ası”, DİA,
İstanbul, 1993, VII, 320; Sarıcık, s. 319.
[1101] Taberî, Târîh, III, 10; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 102; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 433; Afgânî, s. 119.
[1102] Taberî, Târîh, III, 9. Benzer bir rivayette Basra ele
geçirildikten sonra Talha ve Zübeyr’in namazı kıldırmak hususunda tartıştıkları
ve neredeyse vaktin çıkacağı zikredilmektedir. Bunun üzerine Hz. Âişe araya
girerek namazları bir gün Muhammed b. Talha’nın bir günde Abdullah b. Zübeyr’in
kıldırmasını isteyerek konuyu çözmüştü. Bkz. Ya‘kûbî, II, 79; Mes‘ûdî, II, 280.
Namazları kimin kıldıracağı hususunda tartışma çıktığı şeklindeki rivayetler
genellikle Şiîlik’le itham edilmiş yazarların eserlerinde mevcut olduğu için
bunlara biraz şüpheyle yaklaşmamız gerekmektedir.
[1103] İbn Ebî Şeybe, XXI, 371-372; Ahmed b. Hanbel, XIX, 213; Ebû Ya‘lâ,
VIII, 282; Hâkim, III, 129-130; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 103; İbn
Balabân, Ebü’l-Hasen Emîr Alâüddîn Ali b. Balabân b. Abdullah el-Mısrî (ö.
739/1339), Sahîhu İbn Hibbân bi Tertîbi İbn Balabân, tah. Şu‘ayb
el-Arnaût, Müessesetü’r-Risâle, 2. Baskı, Beyrût, 1993, XV, 126; Zehebî, Siyeru
Aiâmi’n-Nübelâ, II, 177; İbn Kesîr, el-Bidâye, IX, 186-187; Heysemî,
VII, 474. Heysemî ve bu hadisin tahricini yapan Şu‘ayb el- Arnaût ile Hüseyin
Selîm Esed hadisin Buhârî ve Müslim’in şartlarına uygun olduğunu ve sahih
olduğunu belirtmişlerdir.
[1104] Çok tüylü manasına gelmektedir. Bkz. İbn Manzûr, XV, 1316.
[1105] İbn Ebî Şeybe, XXI, 378-379; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV,
1885; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ,
II,
198; Zehebî, Târîh,
III, 490; İbn Kesîr, el-Bidâye, IX, 187-188; Heysemî, VII, 474. Krş.
Hâkim,
III,
129.
[1106] Hatiboğlu, M. Said, İslami Tenkid Zihniyeti ve Hadis Tenkidinin
Doğuşu, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara, ts. s. 46; Hansu, Hüseyin, Mutezile ve Hadis, Otto,
2. Baskı, Ankara, 2012, s. 120. Sallâbî’de bu rivayetin sahih olduğunu birçok
alimin zikrettiğini ifade ederek, rivayete sonradan eklendiği açık olan yalancı
şahitlik ve aldatma kısımlarının mevzu olduğu görüşündedir. Bkz. Sallâbî, IV.
Halife Hz. Ali Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi, s. 523; Ekinci, s. 235. Biz de
bu fikir de olduğumuzu belirtmek isteriz.
[1107] Ya‘kûbî, II, 79. Krş. Taberî, Târîh, III, 18.
[1108] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 57; Mes‘ûdî, II, 279.
[1109] İbnü’l-Arabî, Ebû Bekir Muhammed b. Abdullah b. Muhammed el-Meâfirî
(ö. 543/1148), el- Avâsım mine’l-Kavâsım fî Tahkîki Mevâkfî Sahâbe: ba‘de
Vefâti’n-Nebiyyi, tah. Mahmûd Mehdî el- İstânbûlî-Muhibbüddîn el-Hatîb,
Mektebetü’s-Sünne, 6. Baskı, Kahire, 1991, s.162-164; Afgânî, s. 119-125;
Cihan, s. 31-32; Azimli, Dört Halifeyi Farklı Okumak I: Hz. Ebû Bekir,
s. 100-101. Hav’eb hadisinin isnadında yer alan Kays b. Ebî Hâzim’i ikinci asır
münekkidi olan Yahyâ el-Kattân (ö. 198/813) münkerü’l-hadis olarak
değerlendirmiştir. Hatta ilgili hadis Yahyâ el-Kattân tarafından Kays’ın rivayet
ettiği münker hadisler arasında zikredilmiştir. Bkz. Mizzî, Ebü’l-Haccâc
Cemâlüddîn Yûsuf b. Abdurrahman b. Yûsuf (ö. 742/1341), Tehzîbü ’l-Kemâl fî
Esmâi’r-Ricâl, tah. Beşşâr Avvâd Ma‘ruf, Müessesetü’r-Risâle, 1. Baskı,
Beyrût, 1992, XXIV, 15; İbn Asâkir, Ebü’l-Kâsım Ali b. el- Hasen b. Hibetillâh
b. Abdullah b. Hüseyin ed-Dımaşkî eş-Şâfiî (ö. 571/1176), Târîhu Medineti
Dımaşk, tah. Muhibbüddîn Ebî Sa‘îd Ömer b. Garâme el-Amravî, Dârü’l-Fikr,
1. Baskı, Beyrût, 1997,
XLIX, 464. Münkerü’l-hadis
kavramı Yahyâ el-Kattân tarafından ferd hadis manasında kullanılmıştır. Bkz.
İbn Hacer el-Askalânî, Ebü’l-Fazl Şihâbüddîn Ahmed b. Ali b. Muhammed
el-Askalânî (ö. 852/1449), Tehzîbü’t-Tehzîb, Darü’l-Fikr, Beyrût, 1984,
VIII, 347; Yücel, Ahmet, Hadis İlminde Tenkit Terimleri ve İlgili
Çalışmalar, İFAV, İstanbul, 1998, s. 85; Turhan, s. 466. Ferd hadis:
İsnadın herhangi bir yerinde râvisi tek kalmış olan hadis çeşidine denir. Bkz.
Uğur, s. 92-93.
[1110] Kandemir, Mevzû Hadisler, s. 175; Cihan, s. 31-32.
[1111] Ahmed b. Hanbel, XIX, 214; Taberânî, I, 332-333; Heysemî, VII, 474;
Sarıcık, s. 335; Ekinci, s. 241. Râvilerinin sika olduğu belirtilmiştir.
[1112] Hz. Peygamber Hz. Ali’ye: “Ey Ali! Sen anlaşma bozucular, zalimler
ve dinden çıkanlar ile savaşacaksın.” buyurdu. Bkz. Sübhanî, Cafer, Hz.
Ali’ye Neler Yaptılar, çev. Zeyneb Çatar, Evrensel Yayınları, İstanbul,
1995, s. 329.
[1113] İbn Ebî Şeybe, XVI, 55, 61; XXI, 360-367; Taberî, Târih,
III, 30-31.
[1114] İbn Mâce, Nikâh 24; Öztürk, Yaşar Nuri, Son Peygamberin Kızı Hz.
Fatıma, Sahhaflar Kitap Sarayı, 2. Baskı, İstanbul, 1985, s. 87-88.
[1115] Ahmed b. Hanbel, X, 134-135; Buhân, Humus 6; Müslim, Zikr
80; Ebû Dâvud, Edeb 109.
[1116] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 268-269; Ebû Dâvud, Edeb 49. Bazı
rivayetlerde Hz. Âişe’nin tartıştığı ümmü’l-müminînin Hz. Ümmü Seleme olduğu
zikredilmektedir. Bkz. Ahmed b. Hanbel, XVIII, 268; Heysemî, IV, 590; Afgânî,
s. 89.
[1117] Buhârî, Hibe 8. Krş. Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 83; Nesâî,
İşretü’n-Nisâ 3; Hâkim, IV, 10; İbnü’l- Cevzî, Safve, II, 17-18; Zehebî,
SiyeruA ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 143-144.
[1118] Afgânî, s. 88-89. Krş. Bodley, s. 221; Savaş, Râşid Halifeler
Devrinde Kadın, s. 222. Afgânî’nin yorumlarını desteklemesi açısından şu
tespit çok önemlidir: “Kadın beyni ilişkileri tehdit eden çıkar çatışmaları ve
dışlanma konusunda erkek beyninden çok daha ciddi olumsuz alarm sinyalleri
verir.” Bkz. Brizendine, Louann, Kadın Beyni, çev. Zeynep Heyzen Ateş,
11. Baskı, İstanbul, 2012, s. 66.
[1119] Heysemî, IX, 387; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 94;
Şevkânî, s. 320-321; Said Havva, II, 389.
[1120] Afgânî, s. 89-90. Krş. Kazancı, Talihsiz Halife Emirü ’l-Müminin
Hz. Ali, s. 100; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam,
I, 73-73; Öztürk, Yaşar Nuri, Asrısaadetin Büyük Kadınları, s. 108.
[1121] Vâkidî, II, 430; İbn Hişâm, III, 29; Buhârî, Tefsîr 24/6; Makrîzî,
I, 214.
[1122] Şehbenderzâde Filibeli Ahmed, s. 348; Caetani, IV, 157; Bodley, s.
246; Abbott, s. 37-38; Rodinson, s. 143-144; Seligsohn, a.g.m., I, 229;
Gölpınarlı, s. 129-130.
[1123] Ebû Zehra, III, 306.
[1124] Kadınlar duygusal travmalara meyilli oldukları için, geçmişte
yaşadıkları haksızlıkları kolay kolay unutamazlar. Bu sebeple takıntı yapma
eğilimleri fazladır. Bir erkek herhangi bir adaletsizlikle karşılaştığında,
onun kâr zarar hesabını yapar. Olayı dünyasından çıkarıp, incinmeyi ikinci
plâna atarak kolaylıkla işine devam edebilir. Oysa kadın, maruz kaldığı kötü
muamelelerin tesirinden hemen sıyrılamaz. Bu yüzden de geçmişte yaşamaya çok
yatkındır. Bkz. Tarhan, s. 147, 54; Ayrıca bkz. Brizendine, s. 26/169-170.
[1125] Afgânî, s. 91.
[1126] Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 177.
[1127] Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ’, s. 137; Bakır, Abdulhalik, Ali
b. Ebî Talib: Hayatı, Kişiliği ve Faâliyetleri, Çağ Ofset Matbaacılık,
Elazığ, 1998, s, 53.
[1128] Hz. Âişe’den gelen rivayete göre: “Peygamber üzerinde siyah yünden
mamul nakışlı bir örtü olduğu hâlde sabahleyin evden çıktı. Derken Hasan b. Ali
geldi. Onu bir örtünün içerisine aldı. Sonra sırasıyla Hüseyin, Fâtıma ve Ali
geldi. Onları da bu örtünün içerisine aldı. Sonra: ‘Ey Ehl-i beyt! Allah
sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.’ (Ahzâb 33/33)
âyetini okudu.” İbn Ebî Şeybe, XVII, 116-117; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 61;
Hâkim, III, 159.
[1129] Ebû Dâvud, Edeb 155; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ, VIII, 291-292;
Hâkim, III, 167; Ziyâde, Esmâ Muhammed Ahmed, Devrü ’l-Mer ’eti’s-Siyasî fî
Ahdi’n-Nebî ve ’l-Hulefâi’r-Râşidîn, Dârü’s-Selâm, 1. Baskı, Kahire, 2001,
s. 467.
[1130] Tirmizî, Menâkıb 61; Hâkim, III, 171. Krş. Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ,
VII, 447-448; İbn Kesîr, el- Bidâye, XI, 84.
[1131] Hâkim, III, 175.
[1132] Hâkim, III, 205.
[1133] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 34; Buhârî, İsti’zân 43; Müslim,
Fezâilü’s-Sahâbe 98; İbn Mâce, Cenâiz 64; Tirmizî, Menâkıb 61; Hâkim, IV,
303-304. Bazı rivayetlerde Hz. Peygamber’in Hz. Fâtıma’ya müjdelediği şey,
ailesi arasında Rasûlullah’a en çabuk kavuşanın Hz. Fâtıma olacağıdır.
[1134] Afgânî, s. 92-93.
[1135] İbn Sa‘d, II, 200; Buhârî, Megâzî 83; Müslim, Vasıyye 19; İbn Mâce,
Cenâiz 64; Nesâî, Tahâret 29; Afgânî, s. 94.
[1136] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 524; Afgânî, s. 93. Krş. İbn Mâce, Mukaddime
23; Tirmizî, Menâkıb 35; Hâkim, III, 438.
[1137] Buhârî, Ezân 39; İbn Mâce, Cenâiz 64; Hâkim, III, 58.
[1138] Abdürrezzâk, V, 429-430; Ahmed b. Hanbel, III, 199-200;
Afgânî, s. 94.
[1139] İbn Sa‘d, III, 29.
[1140] Taberî, Târîh, III, 159; Afgânî, s. 94-95. Öztürk bu rivayeti
aynı şekilde aktardıktan sonra Hz. Âişe’nin Hz. Ali’nin ölümüne çok sevinerek
şükür secdesi yaptığını kaynak belirtmeden ifade etmiştir. Bkz. Öztürk, Yaşar
Nuri, Asrısaadetin Büyük Kadınları, s. 108.
[1141] Afgânî, s. 95.
[1142] Batelyevsî, İbn Sîde (ö. 521/1127), el-İnsâf fî Tenbîhi
ale’l-Me‘ânî ve ’l-Esbâbi elletî Evcebet el- İhtilâfe beyne’l-Müslimîne
fîÂrâihim, tah. Muhammed Rıdvân ed-Dâye, Şam, 1987, s. 56-57.
[1143] Vedâ haccı yolculuğu sırasında Zülhuleyfe veya Beydâ mevkiinde
doğdu. Annesi Has‘am kabilesine mensup Esmâ bint Umeys’tir. Hz. Peygamber’den
gelen adını ve Ebü’l-Kâsım künyesini baba bir ablası olan Hz. Âişe vermiştir.
Esmâ önce Ca‘fer b. Ebû Tâlib’le, onun şehit düşmesinin ardından Hz. Ebû
Bekir’le, onun vefatından sonra da Cafer’in kardeşi Hz. Ali ile evlendi.
Annesinin Hâşimîler’e iki defa gelin gitmesi ve üç yaşında iken yetim kalarak
Hz. Ali’nin terbiyesiyle büyümesi onun Hâşimîler’e ve özellikle Hz. Ali’ye
bağlılığında önemli rol oynamıştır. Bkz. Apak, Adem, “Muhammed b. Ebû Bekir
es-Sıddîk”, DİA, İstanbul, 2005, XXX, 518; Askari, The Role of ‘A
’ishah in the History of İslam, I, 140. Hz. Âişe’nin daha önce babasıyla
evli olan Esmâ bint Umeys’in Hz. Ali ile evliliğine de karşı çıktığı rivayet
edilmektedir. Bkz. Demircan, Ali-Muâviye Kavgası, s. 61.
[1144] Taberî, Târih, III, 6.
[1145] Krş. Kapar, Mehmet Ali, İslâm’ın İlk Döneminde Bey'at ve Seçim
Sistemi, Beyan Yayınları, İstanbul, 1998, s. 57; Demircan, Ali-Muâviye
Kavgası, s. 89, 118-119; Demircan, Hz. Ali Dönemi ve Ehl-i Beyt, s.
59. Sallâbî Hz. Ali’nin hilafetinin hiçbir zaman tartışma konusu olmadığını
iddia etmektedir. Ona göre tek sorun Hz. Osman’ın katillerinin
cezalandırılmamasıydı. Bkz. Sallâbî, IV. Halife Hz. Ali Hayatı, Şahsiyeti ve
Dönemi, s. 515. Fakat bu açıklamalar maalesef duygusallığın ötesine
geçememektedir. Şayet durum bundan ibaret olsaydı Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’in
başkaldınlannın hiçbir haklı tarafı olamazdı. Meşru bir halife görevdeyken her
isteyen birilerini cezalandırmak için asker toplayamazdı.
[1146] Hz. Ömer’in yıllar önce söylediği bu sözlerin aynıyla gerçekleşmiş
olması, onun ne kadar büyük bir devlet adamı olduğunu göstermesi açısından çok
önemlidir.
[1148] Buhârî, Megâzî 38; Müslim, Cihâd 52.
[1149] İbn Sa‘d, II, 189; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 27-28; Buhârî,
İsti’zân 29.
[1150] Abdürrezzâk, V, 477; Buhârî, Ahkâm 43.
[1151] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 26; Arı, s. 425.
[1152] Hizmetli, a.g.m., XXVII, 158.
[1153] İbn Ebî Şeybe, XVI, 104-107; Taberî, Târîh,
III, 34-35; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 127-128.
[1154] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 61; Zehebî, Siyeru
A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 178. Bu şûrada Hz. Ali’nin tekrar halife olmasıysa
pek mümkün gözükmemekteydi. Zira kendisiyle savaşıp yendiklerini birisini
yönetimde bırakmaları mümkün olmazdı. Bkz. Demircan, Ali-Muâviye Kavgası,
s. 91-92.
[1155] Hâkim, III, 128.
[1156] Akbulut, s. 86. Krş. Demircan, Ali-Muâviye Kavgası,
s. 37-49.
[1157] Afgânî, s. 111.
[1158] Taberî, Târîh, III, 8; Afgânî, s. 112. Benzer bir rivayette
Hz. Ümmü Seleme Hz. Ali’ye oğlunu değil amcasının oğlunu takdim etmiştir. Bunun
yazım hatasından kaynaklanan bir yanlış olduğunu düşünmekteyiz. Bkz.
İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 114.
[1159] Afgânî, s. 112-113; Gölpınarlı, s. 85-87.
[1160] İçinde Hz. Âişe’nin lakabı olan “Hümeyrâ” kelimesi bulunan veya “Yâ
Hümeyrâ!” ifadesiyle başlayan hadislerin genelde mevzu olduğu ifade
edilmektedir. Bkz. Kandemir, Mevzû Hadisler, s. 175; Cihan, s. 31-32.
[1161] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 51-52; Safvet,
Ahmed Zekî, Cemheretü Resâili’l-Arab fi Usûri’l- Arabiyyeti’z-Zâhire,
Mektebetü’l-İlmiyye, Beyrût, ts., I, 312-315; Afgânî, s. 113-115; Hasan, Hasan
İbrahim, Siyasî-Dinî-Kültürel-Sosyal İslâm Tarihi, çev. İsmail
Yiğit-Sadreddin Gümüş, Kayıhan Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1991, II, 38-39.
Krş. Ya‘kûbî, II, 78. Bu kelam, bütün yapmacıklığına rağmen, Hz. Âişe ve Hz.
Ümmü Seleme arasında geçmesi muhtemel olan bir kelamdır. Böyle bir konuşmanın
gerçekleşmiş olma ihtimali daha fazladır. Lügat kitaplarında bu diyalogtaki
kelimelerin çoğunun mevcut olması ve Hz. Âişe ile Hz. Ümmü Seleme’nin
diyaloğuna atıfta bulunulması bu rivayetin doğruluğu ihtimalini
güçlendirmektedir. Bununla birlikte bu rivayette bazı ziyadeliklerin olma
ihtimalini reddetmiyorum. Özellikle Hz. Ümmü Seleme’nin son cümlesinde bu
bahsettiğim ziyadelik ihtimali göze çarpmaktadır. Bkz. Afgânî, s. 115.
[1162] Taberî, Târîh, III, 13; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 103.
[1163] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 54-55; Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl,
s. 144; Zehebî, Târîh, III, 485-486; Afgânî, s. 137.
[1164] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 54-55; Afgânî, s. 137.
[1165] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 54-55; Afgânî, s. 137-138.
[1166] Taberî, Târîh, III, 22; İbnü’l-Esîr, Târîh, III,
108-109; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 439; Afgânî, s. 138.
[1167] Taberî, Târîh, III, 13; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 434; Afgânî, s. 138.
[1168] Taberî, Târîh, III, 20; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 439.
[1169] Nisâ 4/114.
[1170] Mâide 5/9.
[1171] Taberî, Târîh, III, 13-14; İbnü’l-Esîr, Târîh, III,
104; İbn Kesîr, el-Bidâye, 434-435; Afgânî, s. 140-141. Krş. İbn
Kuteybe, el-İmâme, I, 58.
[1172] Taberî, Târîh, III, 114; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 105;
İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 435; Afgânî, s. 141
142.
[1173] Taberî, Târih, III, 14-15; Afgânî, s. 143-144.
[1174] Basra’nın meşhur mahallelerinden biridir. Orada eski bir deve
pazarı vardı. Sonra insanların ikamet ettiği büyük bir mahalle haline geldi.
Burada şairlerin mefahirleri ve hatib meclisleri bulunurdu. Sonra buranın önemi
azaldı. Çevresindeki yerleşim küçüldü. H. VII. asırda Basra’dan ayrıldı ve
çölün ortasında kaldı. Basra ile aralarında üç mil vardır. Bkz. Yâkût
el-Hamevî, V, 98.
[1175] Âl-i İmrân 3/23.
[1176] Taberî, Târîh, III, 15; İbnü’l-Esîr, Târîh, III,
105-106; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 435-436; Afgânî, s. 143-145. Krş.
Halife b. Hayyât, s. 109.
[1177] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 61-62; Taberî, Târîh, III,
15-16; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 106; İbn Kesîr, el-Bidâye, X,
436; Afgânî, s. 147.
[1178] Taberî, Târîh, III, 16; Afgânî, s. 148-149.
[1179] İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 107; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 436-437; Afgânî, s. 148-149.
[1180] Taberî, Târîh, III, 16-17; Afgânî, s. 149-151. Krş. Halife b.
Hayyât, s. 109; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 107.
[1181] Ümmü Âmir sırtlanın künyesidir. Âmir’de onun yavrusudur. O bununla
tanınır. Bkz. Afgânî, s.
154.
[1182] Taberî, Târîh, III, 17; İbnü’l-Esîr, Târîh, III,
107-108; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 437; Afgânî, s.
154. Krş. İbn Ebî Şeybe, XXI,
373.
[1183] Taberî, Târîh, III, 17; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 108; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 437; Afgânî, s. 155.
[1184] Basra beytülmâlini korumakla görevlendirilmiş olan iki
kavimdir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Ferrand, Gabriel, “Seyâbice”, İA,
Eskişehir, 1997, X, 526-528.
[1185] Taberî, Târîh, III, 17; Afgânî, s. 155.
[1186] Taberî, Târîh, III, 17; Afgânî, s. 155.
[1187] İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 109.
[1188] Taberî, Târîh, III, 17; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 108;
İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 437-438. Bazı rivayetlerde Hz. Âişe’nin ilk
olarak: “Onu öldürün.” şeklinde bir haber gönderdiği, fakat bir kadının Hz.
Âişe’ye: “Rasûlullah’ın sohbeti hatırına Osman’a hayırla muamele etmeni
istiyorum.” demesi üzerine Hz. Âişe’nin onun öldürülmesinden vazgeçerek
hapsedilmesini istediği rivayet edilir. Bkz.
Taberî, Târîh, III, 18;
İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 108; Afgânî, s. 156.
[1189] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 62;
Ya‘kûbî, II, 79; Mes‘ûdî, II, 279.
[1190] Taberî, Târîh, III, 18; İbnü’l-Esîr, Târîh, III,
109-110; Afgânî, s. 156-157. Mes‘ûdî öldürülen bu yetmiş kişinin beytülmâli
korumakla görevli olan kimseler olduğunu zikreder. Ayrıca Talha ve Zübeyr’i tüm
kötülüklerin kaynağı gören Şiî rivayetlerinde öldürülen bu yetmiş kişiden
ellisinin esir edildikten sonra öldürülmüş olduğu ve bunun İslâm’daki ilk esir
öldürülen vaka olduğu zikredilir. Bkz. Mes‘ûdî, II, 280. Bazı kaynaklarda
öldürülenlerin sayısı dört yüz olarak verilmektedir. Ayrıca bunun İslâmdaki ilk
dalavere olduğu iddia edilir. Bkz. Askari, The Role of ‘A ’ishah in the
History of İslam, II, 80.
[1191] Taberî, Târîh, III, 21; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 108; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 438; Afgânî, s. 157.
[1192] İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 112.
[1193] Taberî, Târîh, III, 7-8; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 101. Krş. İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 432-433.
[1194] İbn Ebî Şeybe, XXI, 367; Taberî, Târîh, III, 59; İbnü’l-Esîr,
Târîh, III, 145; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 470. Bazı rivayetlerde
kendisine beş yüz dirhem verilen asker sayısının on iki bin olduğu rivayet
edilir. Bkz. Mes‘ûdî, II, 289.
[1195] Hukeym b. Cebele’nin önderliğindeki askerlerin yedi yüz kişi olduğu
da rivayet edilir. Bkz. Halife b. Hayyât, s. 110; Zehebî, Târîh, III,
483.
[1196] Taberî, Târîh, III, 18-19, 21; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 110-112; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 438-439; Afgânî, s. 158-160.
Hukeym b. Cebele ve adamlarının rivayetlerde ifade edildiği gibi doğrudan
saldırmayıp direk Hz. Âişe’yi öldürme planı yaparak baskın yaptıkları da gelen
rivayetler arasındadır. Hz. Âişe’nin Kûfeliler’e gönderdiği mektupta da bu
durumdan bahsedilmektedir. Bkz. Taberî, Târîh, III, 20; Safvet,
I, 324-325; Afgânî, s. 167; Sallâbî, IV. Halife Hz. Ali Hayatı, Şahsiyeti ve
Dönemi, s. 527.
[1197] Taberî, Târîh, III, 21; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 112; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 439.
[1198] Taberî, Târîh, III, 20; Safvet,, I, 324-325;
Afgânî, s. 164-166.
[1199] Halife b. Hayyât, s. 110; Taberî, Târîh, III, 21;
Afgânî, s. 161.
[1200] Taberî, Târîh, III, 19; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 112; Afgânî, s. 161.
[1201] Afgânî, s. 161.
[1202] Taberî, Târîh, III, 19; Afgânî, s. 161-162.
[1203] Taberî, Târîh, III, 20; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 112; îbn Kesîr, el-Bidâye, X, 439; Afgânî, s. 164.
[1204] Afgânî, s. 167.
[1205] İbnü’l-Cevzî, Ebü’l-Ferec Cemâlüddîn Abdurrahman b. Ali b. Muhammed
el-Bagdâdî (ö. 597/1201), Ahbâru’n-Nisâ, tah. îhâb Kerîm, Daru’n-Nedîm,
1. Baskı, Beyrût, 1991, s. 34-35; Afgânî, s. 163-164.
[1206] Taberî, Târîh, III, 22; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 112; îbn Kesîr, el-Bidâye, X, 439; Afgânî, s. 164.
[1207] Taberî, Târîh, III, 33; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 126.
[1208] Ahmed b. Hanbel, XVI, 114-115; İbn Ebî Şeybe, XXI, 395.
[1209] Taberî, Târîh, III, 8; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 102.
Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’in kendisine karşı ayaklandığı haberini bir mektupla bildirenin
Hz. Ali’nin abisi Akîl b. Ebû Tâlib veya Hz. Ali’nin Mekke valisi olan Kusem b.
Abbâs olduğu da rivayet edilir. Bkz. İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 50, 56.
[1210] Safvet, I, 316-317; Afgânî, s. 127-128.
[1211] Bazı rivayetlerde Hz. Ali’nin Muâviye ile savaşmak için Medine’den
ayrıldığı ve Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’in haberini yolda aldığı
bildirilmektedir. Bkz. Dîneverî, Ahbâru ’t-Tıvâl, s. 144.
[1212] İbnü’l-Esîr, Târih, III, 99; İbn Kesîr, el-Bidâye, X,
440; Afgânî, s. 128. Hz. Ali’nin çağrısına uyarak Medine’den ayrılan grubun
sayısı hakkında muhtelif rivayetler bulunmaktadır. Bu rivayetlerin bir kısmı
Şiî meyilli olup Hz. Ali’nin davasında haklı olduğunu bu sebeple sahâbenin
kendisine destek olduğunu ifade etmek için uydurulduklarını düşünmekteyiz. Bu
rivayetlerin zikredildikten kaynaklardan bazılarının Şiîlik’le itham edilmiş
olması da iddiamızı desteklemektedir.
Bu rivayetlerden bazıları
şunlardır: Medinelilerden dört bin kişi Hz. Ali ile beraber hareket etmişti.
Bunlardan sekiz yüzü ensârdandı. Biatümdvân’a katılmış olanlardan da dört yüz
kişi Hz. Ali’nin yanında yer almıştı. Bkz. Halife b. Hayyât, s. 110; Zehebî, Târîh,
III, 484; Sarıcık, s. 322. Hz. Ali Medine’den ayrıldığında yanında Hz.
Peygamber’in ashâbından dört yüz süvari vardı. Bkz. Ya‘kûbî, II, 79. Cemel
gününde Hz. Ali’nin yanında Bedir Gazvesi’ne katılan yüz otuz kişi, sahâbeden
de toplam yedi yüz kişi bulunuyordu. Bkz. Zehebî, Târîh, III, 484. Hz.
Ali Medine’den yedi yüz süvari ile birlikte ayrıldı. Bunlardan dört yüzü
muhâcirlerden ve ensârdandı. Bu kişilerin yetmişi Bedir Gazvesi’ne katılmıştı.
Geri kalanın tamamı da sahâbeydi. Bkz. Mes‘ûdî, II, 280; Askari, The Role of
‘A ’ishah in the History of İslam, II, 58.
Bunun tam zıddını ifade eden
rivayetlere göre ise; Hz. Ali’nin yanında Bedir ashâbından en fazla dört veya
altı kişinin bulunduğu zikredilmektedir. Bkz. Taberî, Târîh, III, 6;
İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 113; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 440. Bedir
ashâbından Hz. Ali’ye icabet edenler arasında Ebü’l-Heysem b. Teyyihân ve
Huzeyme b. Sâbit’in isimleri zikredilmektedir. Bkz. Taberî, Târîh, III,
6, 8; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 113; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 440.
Ayrıca Şa‘bî’den aktarılan bir
rivayete göre: “Dört kişi dışında Bedir Gazvesi’ne katılıp da Cemel Savaşı’na
katılan olmamıştır. Bunlardan Ali ve Ammâr bir tarafta, Talha ve Zübeyr de bir
tarafta yer almışlardı.” Bkz. İbn Ebî Şeybe, XXI, 377; Halife b. Hayyât, s.
112; Câhiz, s. 176; Zehebî, Târîh, III, 484; Sallâbî, IV. Halife Hz.
Ali Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi, s. 530-531.
[1213] İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 114; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 441.
[1214] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 49; Mes‘ûdî, II, 280.
[1215] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 50; Taberî, Târîh, III, 10;
İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 114; İbn Kesîr, el- Bidâye, X, 441.
[1216] Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 143.
[1217] Taberî, Târîh, III, 9.
[1218] Taberî, Târîh, III, 22.
[1219] Taberî, Târîh, III, 22; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 99; Afgânî, s. 171.
[1220] Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 143.
[1221] İbn Ebî Şeybe, XXI, 388-389; Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s.
145-146; Taberî, Târîh, III, 10-11; İbnü’l-Esîr, Târîh, III,
114-115; Zehebî, Târîh, III, 487; İbn Kesîr, el-Bidâye, X,
441-442; Afgânî, s. 130-131. Krş. İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 45-46.
[1222] Abdülvehhâb en-Neccâr Hz. Ali’nin bu sözleri üzerine şöyle bir
yorum yapmıştır: “Ben Hz. Ali’nin bu son kısımda Hz. Osman’ın sözlerini
tekrarladığını düşünüyorum. Çünkü Hz. Osman’da: ‘Bana Allah’ın giydirdiği
elbiseyi çıkartmayacağım.’ demiştir. Bu kendisinin ve müslümanların selâmetini
düşünen bir kimsenin kabul edebileceği bir mazeret değildir. Bu aynı zamanda
sömürgeci devletlerin ortaya koyduğu şu mazerete benzemektedir: ülkelerini
işgal ettikleri milletlerin kendilerine tabi olmaktan başka bir kurtuluş
şansları yoktur. Onlar bu milletleri ve onların hayat standartlarını koruyup
gözettiklerini yoksa bizzat insanlar üzerinde bir egemenlik iddialarının
olmadığını söylemektedirler. Bu ise birçok açıdan doğru bir hüküm değildir.”
Bkz. Neccâr, Abdülvehhâb, el- Hulefâü ’r-Raşidûn, Dârü’t-Türâs, Kahire,
ts., s. 405.
Neccâr’ın bu sözleri bazı
yönlerden eleştiriye açıktır. Özellikle Hz. Osman ve Hz. Ali’nin sömürgeci
devletlere benzetilmesi kabul edilebilir bir izah tarzı değildir. Ancak
hilafetin sanki çıkarılması mümkün olmayan bir gömleğe benzetilmesi maalesef
İslâm ülkelerinde çok uzun bir süre siyasî belirsizliklerin sebebi olmuştur.
[1223] Heysemî, VII, 477.
[1224] Afgânî, s. 171. Tay kabilesinden altı yüz kişinin Hz. Ali’ye
katıldığı rivayet edilir. Bkz. Mes‘ûdî, II, 280.
[1225] Taberî, Târîh, III, 23; İbn Kesîr, el-Bidâye, X,
442; Afgânî, s. 172.
[1226] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 442-443.
[1227] Taberî, Târîh, III, 24; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 116; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 443.
[1228] Taberî, Târîh, III, 24; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 117; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 444.
[1229] Taberî, Târîh, III, 24-25; İbnü’l-Esîr, Târîh, III,
117; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 444; Afgânî, s. 173174.
[1230] Taberî, Târîh, III, 23; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 115-116; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 442.
[1231] Taberî, Târîh, III, 23; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 117-118; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 444.
[1232] Taberî, Târîh, III, 25; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 118; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 444-445.
[1233] Taberî, Târîh, III, 25; İbnü’l-Esîr, Târîh, III,
118-119; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 445. Krş. Buhârî, Fiten 9; Tirmizî,
Fiten 33. Bazı rivayetlerde Hz. Ali’nin Hâşim b. Utbe b. Ebî Vakkâs’ı da asker
toplamak için Kûfe’ye gönderdiği rivayet edilir. Bkz. Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl,
s. 144-145; Taberî, Târîh, III, 35-36; İbnü’l-Esîr, Târîh, III,
146.
[1234] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 445-447. Krş. Halife b. Hayyât, s.
108; İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 58-61; Dîneverî,Ahbâru’t-Tıvâl, s.
144-145; Taberî, Târîh, III, 26-28; İbnü’l-Esîr, Târîh, III,
119-121.
[1235] İbn Sa‘d, VIII, 52; Halife b. Hayyât, s. 110; Buhârî,
Fezâilü’s-Sahâbe 30; Tirmizî, Menâkıb 63; Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 44;
İbnü’l-Esîr, Üsdü ’l-Gâbe, VII, 188; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ,
II, 179; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 189; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî,
s. 90.
[1236] Halife b. Hayyât, s. 110; Ya‘kûbî, II, 80; Mes‘ûdî, II, 280;
Zehebî, Târîh, III, 484-485.
[1237] Taberî, Târîh, III, 27-29; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 121; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 447.
[1238] Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 145.
[1239] Taberî, Târîh, III, 36; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 122; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 447.
[1240] Halife b. Hayyât, s. 110.
[1241] Taberî, Târîh, III, 28-29; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 122; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 448.
[1242] Taberî, Târîh, III, 29; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 122-124; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 448-450.
[1243] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 454.
[1244] Taberî, Târîh, III, 32; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 124; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 450-451.
[1245] Taberî, Târîh, III, 32-33; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 124-125; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 451-452.
[1246] İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 126; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 452. Krş. Halife b. Hayyât, s. 111.
[1247] Halife b. Hayyât, s. 111; Taberî, Târîh, III, 37;
İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 126; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 452.
[1248] Halife b. Hayyât, s. 108, 111;
Zehebî, Târîh, III, 485. Bazı kaynaklarda savaşın Hureybe
bölgesinde gerçekleştiği
zikredilmektedir. Bkz. Ya‘kûbî, II, 80; Mes‘ûdî, II, 287.
[1249] Taberî, Târîh, III, 8, 40; Mes‘ûdî, II, 279; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 103; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 433; Ronart, Stephan, Concise
Encyclopedia of Arabic Civilization, Amsterdam, 1959, s. 87.
[1250] İbn Ebî Şeybe, XXI, 367-368.
[1251] Halife b. Hayyât, s. 110-111; Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s.
147; Ya‘kûbî, II, 80; Mes‘ûdî, II, 282. Krş. İbn Ebî Şeybe, XXI, 403; Zehebî, Târîh,
III, 487-488.
[1252] Taberî, Târîh, III, 31.
[1253] Lau, V, 135; Kelpeten, a.g.m., 54/2, 32. Krş. Sallâbî, IV. Halife
Hz. Ali Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi, s. 542-545.
[1254] Taberî, Târih, III, 39; İbnü’l-Esîr, Târih,
III, 129-130; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 454-455.
[1255] Bazı kaynaklarda bu rakam iki bin beş yüz olarak verilmektedir. Bkz.
Taberî, Târih, III, 32-33; İbnü’l-Esîr, Târih, III, 124-125; İbn
Kesîr, el-Bidâye, X, 451-452.
[1256] Taberî, Târih, III, 39-40; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 455.
[1257] Taberî, Târih, III, 39; İbnü’l-Esîr, Târih,
III, 129; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 455; Bûtî, s. 516.
[1258] Taberî, Târih, III, 38; İbnü’l-Esîr, Târih,
III, 129.
[1259] Taberî, Târîh, III, 40; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 130-131; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 455.
[1260] İbn Ebî Şeybe, XXI, 370. Krş. Halife b. Hayyât, s. 115; Taberî, Târîh,
III, 54; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 146.
[1261] Taberî, Târîh, III, 42-43; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 131; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 455-456.
[1262] İbn Mâce, Mukaddime 23; Tirmizî, Menâkıb 35; Hâkim, III,
438.
[1263] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 456; Heysemî, VII, 480. Krş. Zehebî,
Târîh, III, 488. Ayrıca Hz. Ali’nin: “Hasan! Hay ölesin sen! Bu iki
orduyu birleştiren kişi hakkındaki düşüncen nedir? Vallahi ben bundan sonrasını
iyi görmüyorum.” dediği Hz. Hasan’ın ise: “Sus, taraftarların duymasın! Sonra
tereddüt ediyor, deyip seni de öldürürler.” dediği de zikredilir. Bkz. İbn Ebî
Şeybe, XXI, 394.
[1264] İbn Ebî Şeybe, XXI, 391.
[1265] Abdürrezzâk, XI, 241. Krş. İbn Ebî Şeybe, XXI, 399-400; Ya‘kûbî, II,
81; Mes‘ûdî, II, 283; Zehebî, Târîh, III, 488.
[1266] Zübeyr’in savaş alanını terk etmesiyle ilgili olarak birbirinden
farklı birçok rivayet bulunmaktadır. Bu rivayetlere göre iki ordu karşı karşıya
gelip saf halinde dizildikten sonra Hz. Ali, Zübeyr’i yanına çağırarak:
“Hatırlıyor musun, bir gün Rasûlullah’la birlikte bir yerde yürüyordum da Benû
Ganem’den geçtiğimiz sırada Rasûlullah bana bakıp tebessüm etti ve ben de ona
bakıp tebessüm ettim. Sen o anda Rasûlullah’a: ‘Ebû Tâlib’in oğlu niye bu
kibrini bırakmıyor?’ dediğin zaman Rasûlullah sana şöyle demedi mi: ‘Ebû
Talib’in oğlunda kibir yoktur ve bir gün sen onunla haksız yere çarpışacaksın.’
Bunun üzerine Zübeyr: “Vallahi dediğin doğrudur. Şu anda Rasûlullah’ın
dediklerini hatırladım, eğer bunları daha önce hatırlamış olsaydım kesinlikle
buraya gelmezdim. Bundan sonra da ebediyen sana karşı savaşacak değilim.” deyip
savaş alanından ayrıldı. Bkz. İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 64; Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl,
s. 147; Taberî, Târîh, III, 37; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III,
128; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 457-458; Heysemî, VII, 475. Bu konuyla ilgili benzer bir rivayet de Zübeyr,
Hz. Ali’den Rasûlullah’ın söylediği sözleri işitince onunla savaşmayacağına
dair yemin ederek geri dönmüş, fakat oğlu Abdullah yeminini bozmasını isteyerek
ona yeminini bozdurmuştur. Zübeyr bu yemine keffâret olarak kölesi Mekhûl veya
Circis’i azat etmiştir. Bkz. Taberî, Târîh, III, 37; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 128; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 460. Fakat bu rivayetlerin hepsi
zayıf olup, râvilerinde de sıkıntılar mevcuttur. Bkz. İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 458; Cihan, s. 111; Sallâbî, IV. Halife Hz. Ali Hayatı, Şahsiyeti ve
Dönemi, s. 546; Ekinci, s. 241-242.
[1267] Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 147; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 129; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 461; Sallâbî,
IV.
Halife Hz. Ali
Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi, s. 546-547.
[1268] Şerîf er-Radî, s. 55.
[1269] Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ, II, 178; Zehebî, Târîh,
III, 489.
[1270] Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 148; Mes‘ûdî, II, 283;
İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 132; îbn Kesîr, el- Bidâye, X, 481.
[1271] îbn Kesîr, el-Bidâye, X, 481-482.
[1272] Halife b. Hayyât, s. 108; îbn Kuteybe, el-İmâme, I, 65;
Ya‘kûbî, II, 81; Taberî, Târîh, III, 42; Hâkim, III, 412.
[1273] îbn Kuteybe, el-İmâme, I, 65; Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl,
s. 148-149; Taberî, Târîh, III, 41; Mes‘ûdî, II, 284; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 132; îbn Kesîr, el-Bidâye, X, 482-483.
[1274] îbn Kuteybe, el-İmâme, I, 65-66; Dîneverî, Ahbâru
’t-Tıvâl, s. 149; Mes‘ûdî, II, 284.
[1275] Taberî, Târîh, III, 55-56; îbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 132.
[1276] Taberî, Târîh, III, 51-52; îbn Kesîr, el-Bidâye, X,
462, 476. Krş. Halife b. Hayyât, s. 108; îbnü’l- Esîr, Târîh, III, 131.
Bazı rivayetlerde savaş alanında vefat etmiş olduğu belirtilir. Bkz. îbn Kesîr,
el- Bidâye, X, 476.
[1277] îbn Ebî Şeybe, XXI, 371; Halife b. Hayyât, s. 108; Dîneverî, Ahbâru
’t-Tıvâl, s. 148; Ya‘kûbî, II, 80-81; Taberî, Târîh, III, 41;
Mes‘ûdî, II, 284; îbnü’l-Esîr, Târîh, III, 132; Zehebî, Târîh,
III, 486-487; îbn Kesîr, el-Bidâye, X, 462, 476. Demircan: “Bu
rivayetlerin Mervân’ı karalamaya yönelik olduğunu düşünüyoruz.” demektedir.
Bkz. Demircan, Ali-Muâviye Kavgası, s. 103. Biz de bu yargıya
katıldığımızı belirtmek isteriz. Genel olarak rivayetlerde Mervân tüm bu
yaşanılanların tek müsebbibi gibi gösterilmek istenmektedir.
[1278] Halife b. Hayyât, s. 111; Taberî, Târîh, III, 43;
îbnü’l-Esîr, Târîh, III, 132; Zehebî, Târîh, III, 485; îbn Kesîr,
el-Bidâye, X, 462-463. Şiî uydurması olduğunu düşündüğümüz bir rivayette
insanları asıl Kur’ân’a davet edenlerin Hz. Ali taraftarları olduğu zikredilir.
îki ordu karşı karşıya gelince Hz. Ali Talha ve Zübeyr’i çağırmış ve bir araya
gelmişlerdi. Hz. Ali Zübeyr’in içinde bulunduğu durumu kendisine hatırlatmış ve
nasıl bir yanlış içinde olduğunu anlatmıştı. Ancak bunların savaştan
vazgeçmediklerini gören Hz. Ali: “îçinizde bu mushafı eline alacak ve
içindekilere davet edecek, mushafı tutan eli koparıldığında onu diğer eline
alacak, bu eli de kesildiğinde dişleri arasına sıkıştırıp Allah’ın hükmüne
davet ederek öldürülüp gidecek adam var mı?” diye sormuştu. Bir genç kalkıp:
“Ben Kur’ân’ı elime alacağım.” demişti. Hz. Ali bütün taraftarlarına bu
sözlerini üç kez tekrarladığı halde bu gençten başkası bu göreve talip
olmamıştı. Nihayet Hz. Ali mushafı bu gence teslim etmiş, o da mushafı eline
alarak onları Kur’ân’a uymaya davet etmişti. Sağ eli kesilince sol eline almış,
sol eli de kesilince göğsüyle onu tutmaya çalışmış, ancak her tarafından kanlar
akıp gitmişti. Nihayet abası iyice kanlara bulandıktan sonra da öldürülmüştü.
Bu manzarayı gören Hz. Ali: “İşte bundan sonra onlarla çarpışmak helâl oldu.”
diye söylemişti.
Öldürülen bu gencin annesi ise
şu beyitleri okumuştu:
Onları müslüman bir kişi
Allah’ın kitabını okuyarak,
Korkmadan bu hükme davet etti.
Anneleri de onları görüyordu.
Ancak savaşı emrediyor ve
savaştan alıkoymuyordu. Bkz. Taberî, Târîh, III, 42; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 147. Krş. Mes‘ûdî, II, 282; Zehebî, Târîh, III, 490. Bu
rivayete de şüpheyle yaklaşılması gerektiğini düşünmekteyiz.
[1279] Taberî, Târîh, III, 43; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 132; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 463.
[1280] Dîneverî, Ahbâru ’t-Tıvâl, s. 149; Taberî, Târîh, III,
54; Mes‘ûdî, II, 286; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 132; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 463.
[1281] Sancağın niçin Hz. Hasan veya Hz. Hüseyin’e verilmediği sorusu akla
gelebilir? Hz. Ali Hz. Peygamber’in soyunun kesilme ihtimaline binaen Hz. Hasan
ve Hz. Hüseyin’i tehlikelerden koruyordu. İbnü’l-Hanefıyye’ye, Hasan ve
Hüseyin’i korurken, babasının kendisini savaşa sürükleme sebebi sorulunca şöyle
demişti: “Çünkü onlar gözbebeğiydi. Ben, elleriydim. Gözlerini elleriyle
koruyordu.” Bkz. Câbirî, Arap-İslâm Siyasal Aklı, s. 349.
[1282] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 463. Krş. Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl,
s. 149; Taberî, Târîh, III, 44; Mes‘ûdî, II, 285; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 133-134.
[1283] İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 133.
[1284] Taberî, Târîh, III, 48-49; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 134.
[1285] Taberî, Târîh, III, 45; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 134; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 463.
[1286] Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 149; Taberî, Târîh, III,
45; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 134-135; İbn Kesîr, el-Bidâye, X,
463.
[1287] İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 135; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 464.
[1288] Halife b. Hayyât, s. 114. Krş. Taberî, Târîh, III,
58.
[1289] İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 135; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 464.
[1290] İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 135-136; Zehebî, Târîh,
III, 488-489; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 464-465.
[1291] Dabbe oğullarından yetmiş kişinin elinin kesildiği de rivayet
edilmektedir. Bkz. Mes‘ûdî, II, 286; Zehebî, Târîh, III, 490.
[1292] İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 136; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 465.
[1293] Taberî, Târîh, III, 45; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 136; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 465.
[1294] Abdürrezzâk, V, 457; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 136;
İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 466.
[1295] Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 149-150; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 136; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 466.
Krş. Taberî, Târîh,
III, 45.
[1296] İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 137; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 467.
[1297] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 467. Krş. Ahmed b. Hanbel, XI, 277;
Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 150; Taberî, Târîh, III, 46-47, 50;
Mes‘ûdî, II, 286; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 137-138.
[1298] İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 138; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 467.
[1299] Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 150; Taberî, Târîh, III,
47; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 138-140; İbn Kesîr, el-Bidâye, X,
467-468.
[1300] Taberî, Târîh, III, 55; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 140-141; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 468. Krş. Ahmed b.
Hanbel, XI, 277; Halife b.
Hayyât, s. 114; Hâkim, IV, 393.
[1301] Taberî, Târîh, III, 41; Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ,
II, 178; Demirel, a.g.m., III, 145.
[1302] İbn Mânzûr, III, 346.
[1303] Ya‘kûbî, II, 82; Demirel, a.g.m., III, 145.
[1304] İbn Ebî Şeybe, XXI, 401.
[1305] Dîneverî, Ahbâru ’t-Tıvâl, s. 151; Askari, The
Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, II, 126.
[1306] İbn Ebî Şeybe, XXI, 401-402.
[1307] Taberî, Târih, III, 55; İbnü’l-Esîr, Târih,
III, 141; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 468-469.
[1308] İbn Ebî Şeybe, XXI, 382; İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 68;
Dîneverî, Ahbâru ’t-Tıvâl, s. 151; Ya‘kûbî, II, 82; Taberî, Târih,
III, 31; Mes‘ûdî, II, 288; İbnü’l-Esîr, Târih, III, 140; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 468.
[1309] İbn Ebî Şeybe, XXI, 369.
[1310] Taberî, Târih, III, 57; İbnü’l-Esîr, Târih,
III, 141. Krş. İbn Ebî Şeybe, XXI, 398.
[1311] Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 151; Taberî, Târih, III,
55; İbnü’l-Esîr, Târih, III, 141; İbn Kesîr, el- Bidâye, X, 469.
[1312] Taberî, Târîh, III, 56; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 145.
[1313] İbn Ebî Şeybe, XXI, 369; İbn Kesîr, el-Bidâye, XII,
196-197.
[1314] İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 141; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 469.
[1315] İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 141-142; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 469. Krş. Mes‘ûdî, II, 288; Şerîf er-Radî, s. 240.
[1316] İbn Ebî Şeybe, XXI, 373.
[1317] Hicr 15/47.
[1318] İbn Ebî Şeybe, XXI, 397-398; İbn Kuteybe, el-İmâme,
I, 69; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 478-479.
[1319] Ya‘kûbî, II, 81; Hamîs, s. 123.
[1320] Halife b. Hayyât, s. 112.
[1321] Taberî, Târîh, III, 58; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 142; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 469-470.
[1322] İbn Sa‘d, III, 23; Halife b. Hayyât, s. 112; Süyûtî, Târîhu
’l-Hulefâ ’, s. 140.
[1323] Mes‘ûdî, II, 275.
[1324] Halife b. Hayyât, s. 112.
[1325] Zehebî, Târîh, III, 484.
[1326] Ya‘kûbî, II, 81.
[1327] Sallâbî, IV. Halife Hz. Ali Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi, s.
551-553. Krş. Demircan, Adnan, İslâm Tarihi’nin İlk Döneminde Önderler ve
İhtilaflar, Beyan Yayınları, İstanbul, 2015, s. 124.
[1328] İbn Ebî Şeybe, XXI, 392; Halife b. Hayyât, s. 112; Ya‘kûbî, II, 80;
Taberî, Târîh, III, 58, 61; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 146; İbn
Kesîr, el-Bidâye, X, 473.
[1329] Taberî, Târîh, III, 57; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 141-142; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 469.
[1330] Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 151. Krş. Abdürrezzâk, X,
157-160; İbn Ebî Şeybe, XXI, 369; İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 68; Taberî, Târîh,
III, 59; Abdülkâhir el-Bagdâdî, s. 57; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 470.
[1331] İbn Ebî Şeybe, XXI, 397.
[1332] İbn Ebî Şeybe, XXI, 367.
[1333] Taberî, Târîh, III, 59; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 145;
İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 470. Bazı rivayetlerde kendisine beş yüz dirhem
verilen asker sayısının on iki bin olduğu rivayet edilir. Bkz. Mes‘ûdî, II,
289.
[1334] Taberî, Târîh, III, 59; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 143; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 470-471.
[1335] Taberî, Târîh, III, 60; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 143; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 471; Sarıcık, s.
334.
[1336] Taberî, Târîh, III, 59; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 143; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 471.
[1337] Taberî, Târîh, III, 59; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 144; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 471.
[1338] Taberî, Târîh, III, 57; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 144; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 471.
[1339] Taberî, Târîh, III, 57; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 144.
[1340] Taberî, Târîh, III, 59.
[1341] Bazı rivayetlerde bu rakam yetmiş olarak zikredilir. Bkz.
Ya‘kûbî, II, 82; Demirel, a.g.m., III, 145.
[1342] Dîneverî, Ahbâru ’t-Tıvâl, s. 152; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 144; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 472. Bazı rivayetlerde seçilen bu
kırk kadına erkek kıyafetleri giydirildiği zikredilmektedir. Bkz. İbn Kuteybe, el-İmâme,
I, 68.
[1343] Taberî, Târîh, III, 60-61; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 144; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 472.
[1344] Taberî, Târîh, III, 61; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 144; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 472.
[1345] Taberî, Târîh, III, 59; İbnü’l-Esîr, Târîh,
III, 144; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 472.
[1346] Buhârî, Fiten 10.
[1347] Tirmizî, Hudûd 26.
[1348] İbn Mâce, Tahrîmüddem 26; Tirmizî, Îmân 15.
[1349] Ekinci, s. 224; Bilmen, s. 161.
[1350] Eş‘arî, Ebü’l-Hasen Ali b. İsmail b. Ebî Bişr İshâk b. Sâlim (ö.
324/936), Makâlâtü ’l-İslâmiyyîn ve İhtilâfü ’l-Musallîn, çev. Mehmet
Dalkılıç-Ömer Aydın, Kabalcı Yayınevi, 1. Baskı, İstanbul, 2005, s. 329; İbn
Haldûn, I, 300; Akbulut, s. 225-227.
[1351] Eş‘arî, Ebü’l-Hasen Ali b. İsmail b. Ebî Bişr İshâk b. Sâlim (ö.
324/936), el-İbâne an Usuli’d- Diyâne, çev. Mehmet Kubat, İşrak
Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2008, s.193; Eş‘arî, Makâlâtü’l- İslâmiyyîn
ve İhtilafü ’l-Musallîn, s. 329; Teftâzânî, Sa‘düddîn Mes‘ûd b. Fahriddîn
Ömer b. Burhâniddîn Abdullah el-Herevî el-Horâsânî (ö. 792/1390), Şerhü’l-Akâid,
çev. Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 1999, s. 325; İbn
Haldûn, I, 299; Dalkıran, s. 187.
[1352] İbn Ebî Şeybe, XXI, 368-369.
[1353] Abdülkâhir el-Bagdâdî, s. 251; Akbulut, s. 270; Aşık, Sahâbe
ve Hadis Rivayeti, s. 273.
[1354] Aşık, Sahâbe ve Hadis Rivayeti, s. 275.
[1355] Eş‘arî, Makâlâtü ’l-İslâmiyyîn ve İhtilafü ’l-Musallîn,
s. 78.
[1356] Ahzâb 33/33.
[1357] İbn Sa‘d, VIII, 64; Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 48-49;
Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 177.
[1358] Zehebî burada kastedilen olumsuz işin Cemel Vak‘ası olduğunu
bildirmektedir. Bkz. Zehebî, SiyeruA ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 193.
[1359] Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 193.
[1360] İbn Sa‘d, V, 3; İbn Ebî Şeybe, XXI, 393; Dîneverî, Ahbâru
’t-Tıvâl, s. 147; Hâkim, III, 128-129;
Heysemî, VII, 480.
[1361] İbn Ebî Şeybe, XXI, 397.
[1362] İbn Ebî Şeybe, XXI, 397.
[1363] Belâzürî, Ensâb, II, 555; Spellberg, s. 53.
[1364] Spellberg, s. 53.
[1365] İbn Sa‘d, VIII, 62; Zehebi, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ,
II, 185.
[1366] Belâzürî, Ensâb, II, 550.
[1367] Abdürrezzâk, III, 39-41; Dârimî, Salât 165; Müslim,
Salâtü’l-Müsâfirîn 139; Ebû Dâvud, Salât 316; Nesâî, Kıyâmü’l-Leyl 2.
[1368] Hurkûs b. Züheyr’in lakabıdır. Bkz. Öz, Mustafa, “Hurkûs b. Züheyr”,
DİA, İstanbul, 1998, XVIII, 391.
[1369] Hâkim, IV, 14; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 200;
Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, III, 162-163.
[1370] Ahmed b. Hanbel, XIX, 249-252; Hâkim, II, 165-166; İbn Kesîr, el-Bidâye,
X, 565-568. Krş. Heysemî, VI, 359.
[1371] Abbott, s. 178.
[1372] Hâkim, III, 447.
[1373] İbn Sa‘d, III, 27; Fığlalı, Ethem Ruhi, “Hasan”, DİA,
İstanbul, 1997, XVI, 282; Kapar, Mehmet Ali, Halifeliğin Emevilere Geçişi ve
Verasete Dönüşmesi, Beyan Yayınları, İstanbul, 1998, s. 24-25; Demircan,
Adnan, İslam Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücadelesi, Beyan Yayınları,
İstanbul, 1996, s. 41.
[1374] Buhârî, Sulh 9; İbn Hacer, el-İsâbe, I, 495; Fığlalı,
“Hasan”, DİA, XVI, 282-283; Kapar, Halifeliğin Emevilere Geçişi ve
Verasete Dönüşmesi, s. 26-40; Demircan, İslam Tarihinin İlk Asrında
İktidar Mücadelesi, s. 44-86.
[1375] Buhârî, Sulh 9; Ebû Dâvud, Sünnet 13; Tirmizî, Menâkıb 31; Nesâî,
Cum‘a 27; İbn Hacer, el- İsâbe, I, 494.
[1376] İbn Hacer, el-İsâbe, I, 496; İbn Sa‘d, VII, 285.
[1377] Fığlalı, “Hasan”, DİA, XVI, 283; Kapar, Halifeliğin
Emevilere Geçişi ve Verasete Dönüşmesi, s. 44-46; Demircan, İslam
Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücadelesi, s. 86-90; Sallâbî, Ali Muhammed, V.
Halife Hz. Hasan Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi, çev. Harun Ünal vd., Ravza
Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2010, s. 266-268.
[1378] İbn Hacer, el-İsâbe, I, 494.
[1379] İbn Hacer, el-İsâbe, I, 495; Fığlalı, “Hasan”, DİA,
XVI, 283; Demircan, İslam Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücadelesi, s.
95-102.
[1380] İbn Hacer, el-İsâbe, I, 494-495; Fığlalı, “Hasan”, DİA,
XVI, 283; Kapar, Halifeliğin Emevilere Geçişi ve Verasete Dönüşmesi, s.
40-44.
[1381] İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 211; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ’,
s. 155; Fığlalı, “Hasan”, DİA, XVI, 283; Varol, s. 171-176; Demircan, İslam
Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücadelesi, s. 105-107.
[1382] İbn Ebî Şeybe, XVI, 75; İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 430-431;
Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, III, 174.
[1383] Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 48; İbn Kesîr, el-Bidâye,
XI, 443.
[1384] İbn Ebî Şeybe, X, 565; Belâzürî, Ensâb, II, 551;
İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 29; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II,
187; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 127. Krş. İbn Kesîr, el-Bidâye, XI,
443.
[1385] Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 187.
[1386] İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 443.
[1387] İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 443.
[1388] İbn Ebî Şeybe, X, 565; Askari, The Role of ‘A ’ishah in
the History of İslam, III, 131-132.
[1389] Abbott, s. 185.
[1390] Câbirî, Arap-İslam Siyasal Aklı, s. 327.
[1391] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 654-660. Krş. İbn Sa‘d, III, 61;
Özkan, a.g.m., XLV/I, 63; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of
İslam, I, 140.
[1392] Abbott, s. 209.
[1393] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 660; Savaş, Râşid Halifeler
Devrinde Kadın, s. 718; Apak, İslam Siyaset Geleneğinde Amr b. Âs,
s. 191.
[1394] Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 186. Krş. Ahmed b.
Hanbel, XVI, 114; Hâkim, IV, 393; İbn Kesîr, el-Bidâye, IX, 226.
[1395] Ahmed b. Hanbel, XV, 195; Müslim, İmârat 19.
[1396] Tirmizî, Zühd 64; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü ’l-Me‘âd, III,
33. Krş. İbn Ebî Şeybe, XIX, 504505; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, X, 405.
[1397] Abdürrezzâk, XI, 451; İbn Ebî Şeybe, XVI, 109-110;
İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 32.
[1398] Önkal, Ahmet, “Dühât-ı Arab”, DİA, İstanbul, 1994, X,
18.
[1399] Aycan, İrfan, “Ziyâd b. Ebîh”, DİA, İstanbul, 2013,
XLIV, 480-481; Özkan, a.g.m., XLV/I, 65.
[1400] İbn Ebî Şeybe, XVI, 74. Bazı kaynaklarda Hz. Âişe’nin başka bir
mektubuna Ziyâd b. Ebî Süfyân’a şeklinde başladığı zikredilmektedir. Bkz.
Belâzürî, Fütûhu’l-Büldân, s. 520; Moin, s. 156157; Askari, The Role
of ‘A ’ishah in the History of İslam, III, 133; Savaş, Râşid Halifeler
Devrinde Kadın, s. 23.
[1401] Buhârî, Nikâh 36; Ebû Dâvud, Talâk 33.
[1402] Buhârî, Ferâiz 18; Müslim, Razâ‘ 36; Ebû Dâvud, Talâk 34;
İbn Mâce, Nikâh 59; Nesâî, Talâk 48.
[1403] Özkan, a.g.m., XLV/I, 66.
[1404] İbn Sa‘d, VI, 242; Özkan, a.g.m., XLV/I, 67-68.
[1405] İbn Sa‘d, VI, 242-243; Özkan, a.g.m., XLV/I, 68.
[1406] İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 236. Krş. Hâkim, III, 534; Aycan, Saltanata
Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyan, s. 182.
[1407] İbnü’l-Esîr, Târih, III, 355; Kılıç, Ünal, “Yezîd I”,
DİA, İstanbul, 2013, XLIII, 513.
[1408] Ahkâf 46/17.
[1409] Buhârî, Tefsîr 46/1; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ, X, 257; Hâkim,
IV, 528; İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 330; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ’,
s. 162. Rivayetlerin bazılarında Hz. Âişe’nin bunlara ek olarak: “Fakat
Rasûlullah, Mervân babasının sülbündeyken babasına lanet etmiştir. Bu bakımdan
Mervân Allah’ın lanetinden bir parçadır.” dediği zikredilmektedir.
[1410] İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 330; Fayda, Mustafa, “Abdurrahman
b. Ebû Bekir es-Sıddîk”, DİA, İstanbul, 1988, I, 159; Demircan, İslam
Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücadelesi, s. 165.
[1411] Abdürrezzâk, III, 517; İbn Ebî Şeybe, VII, 368-369; Tirmizî, Cenâiz
60; Fayda, “Abdurrahman b. Ebû Bekir es-Sıddîk”, DİA, I, 159.
[1412] Abdürrezzâk, III, 517; İbn Ebî Şeybe, VII, 368-369; Tirmizî,
Cenâiz 60; Hâkim, III, 541.
[1413] İbn Hacer, el-İsâbe, III, 347; Fayda, “Abdurrahman b.
Ebû Bekir es-Sıddîk”, DİA, I, 159.
[1414] Hâkim, III, 541.
[1415] İmam Mâlik, Itk 14; İbn Kesîr, el-Bidâye, XI,
330-331. Krş. Abdürrezzâk, IX, 61.
[1416] Kâdî Abdülcebbâr, Ebü’l-Hasen Kâdı’l-Kudât Abdülcebbâr b. Ahmed b.
Abdilcebbâr el- Hemedânî (ö. 415/1025), Tesbîtü Delâili’n-Nübüvve, tah.
Abdülkerim Osman, Dârü’l-Arabiyye, Beyrût, 1966, II, 576; Katip, Ahmet, Demokratik
Hilafete Doğru, çev. Muhammed Coşkun, Mana Yayınları, İstanbul, 2010, s.
116.
[1417] Abdürrezzâk, XI, 307; İbn Sa‘d, VIII, 58.
[1418] İbn Sa‘d, VIII, 59.
[1419] Abdürrezzâk, III, 39-41; Dârimî, Salât 165; Müslim,
Salâtü’l-Müsâfirîn 139; Ebû Dâvud, Salât 316; Nesâî, Kıyâmü’l-Leyl 2.
[1420] İbn Sa‘d, VIII, 60; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 278-279; Buhârî,
Fezâilü’l-Ashâb 30; Hâkim, IV, 910; Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 45;
İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 37-38; Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ,
II, 179-181; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 91/128-129.
[1421] İbn Sa‘d, VIII, 60.
[1422] Belâzürî, Ensâb, II, 553; İbn Kesîr, el-Bidâye,
XI, 343.
[1423] İbn Sa‘d, VIII, 59, 60; İbn Ebî Şeybe, VII, 195.
[1424] İbn Sa‘d, VIII, 59; İbn Ebî Şeybe, VII, 382-383; Hâkim, IV, 7. Krş.
İbn Ebî Şeybe, XXI, 373;
Buhârî, İ‘tisâm 16; Şâmî, Ezvâcü
’n-Nebî, s. 136.
[1425] İbn Sa‘d, VIII, 61; Belâzürî, Ensâb, II, 554; Hâkim, IV, 7;
Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 192-193.
[1426] İbn Sa‘d, VIII, 61-62; Belâzürî, Ensâb, II, 554;
Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ, II, 192.
[1427] İbn Sa‘d, VIII, 62; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ,
II, 185.
[1428] İbn Sa‘d, VIII, 62.
[1429] İbn Sa‘d, VIII, 61; Belâzürî, Ensâb, II, 554; Hâkim, IV, 7;
İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 38; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II,
192; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 135.
[1430] İbn Sa‘d, VIII, 61-62; Belâzürî, Ensâb, II, 554; İbn
Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1885; İbn Kesîr, el- Bidâye, XI, 343.
[1431] Abdürrezzâk, II, 393-394; îbn Sa‘d, VIII, 61; İbn Ebî Şeybe, VII,
320; Buhârî, Kitâbü’t-Târîhi’l- Kebîr, III, 229.
[1432] Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 44. Krş. Zübeyr b. Bekkâr, s.
38; Şevkânî, s. 321.
[1433] Zübeyr b. Bekkâr, s. 38.
[1434] Zübeyr b. Bekkâr, s. 35; İbn Sa‘d, VIII, 62; Belâzürî, Ensâb,
II, 543, 553; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 38; İbn Kesîr, el-Bidâye,
XI, 343. Hz. Âişe’nin 57/677 tarihinde vefat ettiğine dair rivayetlerde
bulunmaktadır. Bkz. Belâzürî, Ensâb, II, 543; İbn Abdilber, el-İstî‘âb,
IV, 1885; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 38; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe,
VII, 189; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 192; Şâmî, Ezvâcü’n-
Nebî, s. 135.
[1435] İbn Sa‘d, VIII, 62; Zübeyr b. Bekkâr, s. 35; İbn Abdilber, el-İstî‘âb,
IV, 1885; İbnü’l-Esîr, Üsdü ’l- Gâbe, VII, 189; İbn Hacer, el-İsâbe,
VII, 190; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 135.
[1436] İbn Sa‘d, VIII, 62; Belâzürî, Ensâb, II, 543, 553;
İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 38.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar