Print Friendly and PDF

HZ. ÂİŞE’NİN HAYATI, ŞAHSİYETİ VE HZ. PEYGAMBER SONRASI İSLÂM TARİHİNDEKİ ROLÜ

Bunlarada Bakarsınız

 

Hazırlayan: Recep ERKOCAASLAN

Bugün dünya üzerindeki tüm insanların yaklaşık yüzde yirmi üçünü oluşturan bir buçuk milyardan fazla insanın kendisine tabi olduğu Hz. Peygamber, entelektüel anlamda en fazla ilgi uyandıran şahsiyetlerin başında yer almaktadır.

İnsanlık tarihinin gördüğü en büyük dönüşümlerden birinin mimarı olan Hz. Peygamber’in hayatının her alanı ve öğretisinin bütün yönleri geniş halk kitleleri tarafından ilgi konusu olmaktadır. Bunun doğal bir sonucu olarak Hz. Peygamber’in etrafında bulunan ve İslâm dinine hizmet eden bütün insanlar da bu ilginin bir parçasını oluşturmaktadır.

Kuşkusuz maddî ve manevî anlamda ömrünü İslâm’a hizmet yolunda harcayan pek çok sahâbî bulunmaktadır. Bu sahâbîler içerisinde ilk halife Hz. Ebû Bekir’in kızı ve Hz. Peygamber ile evliliği sebebiyle de tüm müminlerin annesi olan Hz. Âişe en nadide yere sahip olanlardan birisidir. Özellikle onun ilmî anlamda İslâm dinine yapmış olduğu katkılar, kesinlikle hemcinsleriyle mukayese edilemeyecek derecede büyüktür.

Hz. Peygamber toplumsal konumu ve Allah’ın kendisine lütfettiği özel durumu sebebiyle pek çok evlilik yapmıştır. Fakat Hz. Peygamber’in yaptığı bu evliliklerde iki hanımı özellikle öne çıkmaktadır. Bunlardan ilki maddî ve manevî anlamda İslâm’ın inkişafı uğrunda ömrünü harcayan Hz. Hatice’dir. O, Hz. Peygamber’e risâlet görevi verildiği ilk andan itibaren vefat ettiği bi‘setin 10. yılına kadar Hz. Peygamber’in en büyük destekçisi olmuştur. İslâm’a ve Hz. Peygamber’e karşı yapılan saldırılarda Hz. Peygamber’in yegâne sığınağı olmuş, bu zorlu dönemde sahip olduğu maddî varlığının tamamını İslâm’a hizmet yolunda harcamış ve eşinin yaşadığı sıkıntıların tamamını kendisi de en derin şekilde hissetmiştir.

Hz. Peygamber’in eşleri içerisinde ikinci olarak öne çıkan ümmü’l-müminîn ise Hz. Âişe’dir. Hz. Âişe Hz. Hatice’nin vefatından sonra Hz. Peygamber için büyük bir teselli kaynağı olmuştur. Hz. Âişe hem Hz. Hatice’nin vefatından sonra Hz. Peygamber için bir teselli olmuş, hem de o körpe dimağıyla İslâm’ın bütün karelerinin fotoğrafını çekerek Hz. Peygamber’in vefatının ardından toplumun irşadı noktasında en büyük hizmeti gerçekleştirenlerden birisi olmuştur. Hz. Âişe yetiştirdiği talebeleri sayesinde vefatından çok sonraları bile İslâm âleminin irşadına büyük katkı sağlamıştır.

Hz. Âişe özellikle Ehl-i sünnet açısından İslâm’a yaptığı hizmetler sebebiyle erişilmez bir konumdadır. Fakat Şîa’nın başını çektiği bazı fırkalar özellikle Hz. Ali’ye karşı giriştiği muhalefet ve Cemel Savaşı ile sonuçlanan çıkışı sebebiyle Hz. Âişe’ye karşı derin bir düşmanlık duymakta, onu hiçbir güzel vasfı olmayan bir muhteris gibi görmekte ve göstermeye çalışmaktadırlar.

Benzer şekilde oryantalistler de Hz. Âişe üzerinden hem Hz. Peygamber’e hem de ilk halife olan Hz. Ebû Bekir’e eleştirilerde bulunmaktadırlar. Oryantalistler özellikle Hz. Âişe’nin evlilik yaşı üzerinden, geçmişi günümüz bakış açısıyla değerlendirerek, Hz. Peygamber hakkında çeşitli ithamlarda bulunmaktadırlar. Bu bakış açılarının ilmî bir üslup içerisinde değerlendirilmesi ve bunlara cevap verilmesi bir gerekliliktir.

Dilimizde Hz. Âişe’nin biyografisi üzerine akademik bir çalışma yapılmamış olup, yapılan biyografi çalışmalarının da akademik hassasiyetlerden büyük ölçüde uzak olması sebebiyle, tezimiz bu alandaki bir boşluğu doldurmaya katkı sağlayacaktır. Buna ek olarak Hz. Âişe üzerine yapılan çalışmalarda Hz. Peygamber’in merkeze alındığı, Hz. Âişe’nin ise ikinci planda kaldığı görülmektedir. Bizim çalışmamız Hz. Âişe merkezli olmasıyla da diğer çalışmalardaki bu eksikliği doldurmaya katkı sunacaktır.

Ayrıca dilimizde Hz. Âişe üzerine yapılan çalışmalarda Hz. Âişe’nin siyasi olaylardaki rolünün çok kısa olarak incelendiği görülmektedir. Bu yüzden tezimizde Hz. Âişe’nin siyasi olaylardaki rolü ayrıntılı bir şekilde ele alınarak bu konudaki eksiklik de giderilmeye çalışılmıştır.

GİRİŞ

METOD ve KAYNAKLAR

Metod

Hz. Âişe ’nin Hayatı, Şahsiyeti ve Hz. Peygamber Sonrası İslâm Tarihindeki Rolü isimli doktora tezimizde Hz. Âişe’nin hayatının bütün yönlerini üç bölüm halinde inceledik. Hz. Âişe’nin hayatının bir kişi tarafından bütün yönleriyle detaylı bir şekilde incelenemeyeceği bir vakıadır. Özellikle Hz. Âişe’nin hadisçiliği, tefsirciliği ve fıkıhçılığı gibi konular bir veya birkaç doktora çalışması yapılabilecek kadar geniş konulardır. Bu gerçeği göz önünde bulundurarak Hz. Âişe’nin genel manada tarih ilmine konu olacak yönleri üzerinde durmaya çalıştık. Çok daha derinlemesine çalışma gerektiren hususlarda özet mahiyetinde bazı bilgileri vererek konuyu ana hatlarıyla belirtmeye çalıştık.

Tezimizin ilk bölümünde Hz. Âişe’nin hayatının Hz. Peygamber’in vefatına kadarki bölümü hakkında bilgi vermeye gayret ettik. Bu bölümde genel olarak Hz. Âişe’nin Mekke hayatı, nesebi, doğum tarihi, İslâm’ı kabul etmesi, Hz. Peygamber ile nişanlanması ve Hz. Âişe’nin hicreti konuları ele alınmıştır. Hz. Âişe’nin Medine hayatını konu edinen kısımda ise Hz. Âişe ile Hz. Peygamber’in evlilikleri, Hz. Âişe’nin evi, Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’le ve onun diğer eşleriyle ilişkileri, Hz. Âişe’nin katıldığı gazveler ve bu gazvelerdeki rolü, Îlâ Olayı ve son olarak da Hz. Âişe’nin dilinden Hz. Peygamber’in vefatı incelenmiştir.

Bu bölüm içerisinde özellikle son dönemde tartışma konusu haline gelen Hz. Âişe’nin evlilik yaşı tüm yönleriyle detaylı bir şekilde ele alınmıştır.

Yine bu bölüm içerisinde işlediğimiz Benî Mustalik Gazvesi ve İfk Olayı konularını da önemine binaen çok detaylı bir şekilde incelemeye gayret gösterdik.

Tezimizin ikinci bölümünde ise Hz. Âişe’nin genel özellikleri incelenmeye gayret edildi. Hz. Âişe’nin mizacı, ahlâkı, ibadetlere düşkünlüğü, tesettür hassasiyeti, faziletleri, cömertliği, geçim kaynakları, eğlence ve mizah konusundaki tutumu ve son olarak Hz. Âişe’nin ilmi ve İslâmî ilimlere katkısı aktarılmaya çalışılmıştır.

Bu bölümde incelediğimiz konular içerisinde Hz. Âişe’nin hadisçiliği başlığı özellikle geniş tutulmaya çalışılmıştır. Malum olduğu üzere Hz. Âişe’nin yaşadığı süreç içerisinde İslâmî ilimler tefsir, hadis ve fıkıh gibi özel branşlara ayrılmıyordu. Bu ilimlerin tamamı büyük oranda rivayete dayalı bir şekilde diğer insanlara aktarılıyordu. İlgili yerde görüleceği üzere bazen Hz. Âişe’nin aktardığı bir rivayet tefsir, hadis, fıkıh ve hatta kelam ilimleriyle alakalı malumatı bünyesinde barındırabiliyordu. Hadis ilminin bu manada kapsayıcı içeriği ve Hz. Âişe’nin İslâmî ilimlere kazandırdığı eleştirel bakış açısını göstermesi açısından bu başlığa da diğerlerine nispeten daha fazla önem verdik.

Tezimizin üçüncü bölümünde ise sırasıyla Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Muâviye’nin yönetime geliş şekilleri ve zikredilen bu dönemlerdeki yönetimlere Hz. Âişe’nin herhangi bir etkisi bulunup bulunmadığını inceledik. Son olarak da Hz. Âişe’nin vefatı konusunu ele aldık.

Bu bölüm içerisinde özellikle Hz. Osman’a karşı başlayan muhalefetin sonrasındaki kısımlar Hz. Âişe ile doğrudan irtibatlı olmamasına rağmen konuların daha iyi anlaşılabilmesi için özet olarak ele alınmıştır. Çünkü Hz. Osman’ın öldürülmesi ve Cemel Savaşı birbirini tetikleyen bir olaylar zinciridir. Müslümanların birbirleriyle savaşmasıyla sonuçlanan bu olayların nasıl başladığı ve bu olaylarda Hz. Âişe’nin ne gibi bir etkisi olduğu tüm yönleriyle ele alınmaya çalışıldı.

Fakat burada şunu da belirtmekte fayda görüyoruz. Hz. Osman’ın öldürülmesi, Cemel ve Sıffîn savaşları İslâm tarihindeki en büyük kırılma noktalarının başlangıcıdır. Bu tarihten sonra taraflar kendi görüşlerini desteklemek, muhaliflerin düşüncelerini de yermek amacıyla hadis uydurmaya başlamışlardır.[1] Hadis uydurma faaliyetleri özellikle Hz. Osman’ın vefatından sonra yoğunlaşmıştır. Hz. Ali taraftarlarından birisinin söylediği: “Allah belalarını versin! Ne kadar muhteşem bir ilmi ifsat ettiler.”[2] sözü meydana gelen yıkımın büyüklüğünü göstermesi açısından önemlidir. Bazı İslâm âlimleri bu yıkımı sayısal olarak da belirtmişlerdir. Hz. Ali ve Ehl-i beyt hakkındaki uydurma rivayetlerin üç yüz binden fazla olduğu ifade edilmiştir.[3]

Bunun doğal bir sonucu olarak bütün İslâm tarihi, hadis ve diğer İslâmî ilimlerin kaynaklarına bu uydurma rivayetler az veya çok girmiştir. Uydurma rivayetlerin özellikle kendini hissettirmeye başladığı dönem Hz. Osman’ın katlinden sonraki süreçtir. Bu dönemde taraflar kendilerini haklı muarızlarını haksız gösteren o kadar fazla rivayeti kaynaklara sokmuşlardır ki olayların nasıl meydana geldiğini tespit etmek neredeyse imkânsız bir hal almıştır.

Bu zikrettiğimiz sebeplerden dolayı Hz. Osman’ın vefatından itibaren başlayan dönemi aktarırken biz de çok zorlandık. Birbiriyle tenakuz halindeki onlarca rivayet arasından bazılarını tercih mecburiyetinde kaldık. Öncelikle güvenilirlikleri daha yüksek olan hadis kaynaklarını tercih etmeye çalıştık, fakat bu hadis kaynaklarında Hz. Osman’ın öldürülmesi ve Cemel Savaşı gibi konulara neredeyse hiç değinilmemiş olması sebebiyle güvenilirlikleri daha zayıf olan hadis kaynaklarına ve İslâm tarihi kaynaklarına müracaat etmemiz zaruri bir hale geldi. Bu kaynaklar içerisinde de daha tarafsız olma ihtimali yüksek olan, Şiîlik ithamına maruz kalmayan âlimlerin eserlerine öncelik verdik. Şiî uydurması olduğu açık olan bazı rivayetleri de görülmesi açısından kaydettik.

Ehl-i sünnet âlimleri, sahâbeye biçilen erişilmez ve dokunulamaz insan profili yüzünden Cemel Savaşı hakkında yorum yapmaktan, hatta rivayetleri aktarmaktan bile kaçınmışlardır. Sahâbeyi eleştirmenin zındıklıkla eş tutulduğu[4] bir ortamda bu gayet anlaşılabilir bir tepkidir.

Ehl-i sünnet âlimlerinin bu konulardaki tavrını Ömer b. Abdülazîz (ö. 101/720) veya İmam Şâfiî (ö. 204/819)’ye nispet edilen şu sözler gayet güzel özetlemektedir: “Allah onların kanının ellerimize bulaşmasından bizi korudu. Öyleyse biz de dilimizle o kanlara dalmayalım.”[5]

Bir yanda sahâbe hakkında en ufak bir söz söylemekten kaçınan Ehl-i sünnet anlayışı; diğer tarafta sahâbeye küfretmeyi dinin bir parçası olarak kabul eden, hatta bu yaptıkları tel’in ve hakaretlerden sevap almayı uman Şiî anlayış bulunmaktadır. Bu durumda rivayetlerin Hz. Ali’yi haklı çıkarması ve karşısında yer alan tüm sahâbîlerin haksız gösterilmesi kaçınılmaz bir vakıadır. İşte bu sebeple bu dönem olaylarını konu edinen yazarların büyük bir kısmı maalesef Şiî rivayetlerinin etkisi altında kalmış, Hz. Ali’yi mutlak haklı, karşısında yer alanları da mutlak haksız olarak görmüşlerdir. Biz çalışmamızda mümkün olduğu kadar bu hataya düşmemeye özen gösterdik. Olayları mümkün olduğunca objektif bir bakış açısıyla ele almaya çalıştık. Fakat belirttiğimiz gibi rivayetlerde çok ciddi tenakuzlar ve muğlaklıklar bulunduğu için bize göre en doğru olan rivayetleri tercihe mecbur kaldık. Yani Hz. Osman’ın öldürülmesi ve Cemel Savaşı’nı işlediğimiz kısımların tarihî doğrular olduğunu iddia etmemiz mümkün değildir. Bizim yaptığımız sadece rivayetler içerisinden bir tercih bütününü ortaya koymak olmuştur.

Çalışmamızın genelinde rivayetleri özetleyerek aktarmaya gayret ettik. Fakat rivayetlerin tamamının görülmesinin gerekli olduğunu düşündüğümüz durumlarda rivayetlerin tamamını verdik. Birkaç defa kullanmak mecburiyetinde kaldığımız rivayetlerin bazılarını çok fazla tekrara düşmemek adına, daha önce kullandığımız yere atıf yaparak özet bir şekilde aktardık.

İkinci derece de önemli olan farklı rivayetleri, anlatım akışının bozulmaması için dipnotlarda belirtmeyi uygun gördük.

Kaynaklar

İslâm tarihi çalışmalarında özellikle Hz. Peygamber dönemi için en önemli kaynak Kur’ân-ı Kerîm’dir. Çalışmamızın neredeyse her aşamasında ve özellikle İfk Olayı’nda Kur’ân âyetlerine müracaat ettik. Âyetlerin tercümelerinde bir komisyon tarafından hazırlanan Kur’ân-ı Kerîm meâlini kullandık.[6]

Çalışmamızda ikinci dereceden öneme sahip diğer kaynaklar hadis eserleridir. Hz. Âişe’nin gerek hayatını gerekse İslâmî ilimlere yaptığı katkıyı en güzel biçimde ortaya koyan eserler olması sebebiyle birçok hadis külliyatından istifade etmeye çalıştık. Bunlardan özellikle Kütüb-ü Tıs'a~ olarak isimlendirilen hadis kaynaklarını sayfa sayfa tarayarak inceledik. Bu eserlerden istifade ederken imkânlar ölçüsünde tercümelerinden de faydalandık. Hadisleri kaynak olarak gösterirken Concordance' ın hadis gösterme kaidelerini esas aldık. Buna göre Dârimî (ö. 255/869), Buhârî (ö. 256/810), İbn Mâce (ö. 215/888), Ebû Dâvûd (ö. 215/889) ve Tirmizî (ö. 219/892)’nin eserleri dipnot gösterilirken kitâb adından sonra bâb numarası verilmiştir. İmam Mâlik (ö. 119/195) ve Müslim (ö. 261/815)’in eserleri dipnot olarak gösterilirken kitâb adından sonra hadis numarası verilmiştir. Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) ve diğer bütün hadis kaynaklarında ise cilt ve sayfa numarası verilmiştir.

Çalışmamızda en çok istifade ettiğimiz eserler ilk dönem siyer kaynakları ve tabakât kitaplarıdır. Çalışmamızın her safhasında büyük fayda sağlayan ilk eserimiz Vâkidî (ö. 201/822)’nin Kitâbü ’l-Megâzî isimli eseridir.[7] [8] [9] [10] [11] [12] [13] [14] Hz. Peygamber’in gazve ve seriyyelerinin kronolojik bir şekilde ele alındığı bu eserde rivayetler dağınık olarak verilmektedir. Vâkidî, Ahmed b. Hanbel ve Buhârî gibi çok önemli hadisçiler tarafından zayıf olarak kabul edilmesine karşın bir kısım hadisçiler tarafından da güvenilir olarak kabul edilmiştir.[15]

İkinci başvuru kaynağımız ise İbn Hişâm (ö.218/833)’ın es-Sîretü’n-Nebeviyye isimli eseridir.[16] İbn Hişâm’ın önemi ise İmam Şâfiî’nin: “Megâzîde derinleşmek isteyen kimse Muhammed b. İshâk (ö. 218/833)’a muhtaçtır.”[17] dediği İbn İshâk’ın Siretü İbn ishâk adıyla meşhur olan Kitâbü’l-Mübtede’ ve’l-Meb‘as ve ’l-Megâzî isimli eserini yeniden tertip etmiş olmasındadır. İbn Hişâm şöhretini bu esere borçludur. Eseri hazırlarken İbn İshâk’ın en meşhur râvilerinden olan Ziyâd b. Abdullah el-Bekkâî (ö. 183/799)’nin Kûfî-Bağdâdî adıyla meşhur olan nüshasını esas alarak eseri kısaltmış, bu arada bazı ilavelerde bulunmuştur. Kitap zamanla onun adıyla anılır olmuştur. Kıftî (ö. 646/1248), İbn Hallikân (ö. 681/1282), Zehebî (ö. 748/1347), İbn Kesîr (ö. 774/1373), Sehâvî (ö.902/1497) ve İbnü’l-İmâd (ö. 1089/1679) gibi müellifler, bu eseri Hz. Peygamber’in hayatına dair en iyi siyer kitabı olarak kabul etmişlerdir.[18] İbn İshâk’ın eserinden günümüze ulaşan bazı parçaları bir araya getiren Muhammed Hamîdullah (ö. 1423/2002)’ın Sîretü İbn İshâk el-Müsemmâ bi Kitâbi ’l-Mübtede ’ ve ’l-Meb ‘as ve ’l-Megâzî isimli tahkik çalışmasından da faydalanmış bulunuyoruz.[19] Ayrıca İbn Hişâm’ın kitabına bir şerh yazan Süheylî (ö. 581/1185)’nin Ravzü’l-Ünüf fî Şerhi Sîreti’n-Nebeviyye isimli eserinden de istifade ettik.[20]

Bir diğer başvuru kaynağımız Vâkidî’nin talebesi İbn Sa‘d (ö. 230/845)’ın et- Tabakâtü’l-Kübrâ adlı eseridir.[21] Cerh ve ta‘dil âlimleri hocasına nispetle onu daha güvenilir kabul etmektedirler.[22] Çalışmamızın her safhasında kullanmış olduğumuz bu eser güvenilirlik ve kaynaklık teşkil etme yönünden çok önemli bir konumda bulunmaktadır.

İbn Kuteybe ed-Dîneverî (ö. 276/886)’nin el-Me‘ârif1 ve el-îmâme ve’s- Siyâse1 isimli eserleri de çalışmamız açısından kıymetli eserlerdir. Özellikle el- îmâme ve ’s-Siyâse isimli eser Hz. Osman’ın öldürülmesi ve Cemel Savaşı ile ilgili çok önemli bilgiler sunmaktadır.

Başvuru kaynaklarımızın bir diğeri de Belâzürî (ö. 279/892)’nin Ensâbü’l- Eşrâf9 ve Fütûhu ’l-Büldân2 isimli eserleridir. Sistemli umumi tarihçiliğin ilk örneğini veren kişi olarak nitelendirilen[23] [24] [25] [26] [27] Belâzürî’nin özellikle Ensâbü’l-Eşrâf isimli eseri çalışmamız açısından önemli bir eserdir.

Önemli başvuru kaynaklarımız arasında Taberî (ö. 310/923)’nin Târîhu’l- Ümem ve ’l-Mülûk adlı eseri de vardır.[28] Döneminin sayılı âlimlerinden olan ve hemen hemen her alanda çağının en iyilerinden sayılan Taberî’nin[29] söz konusu olan eseri de çalışmamızda dikkatle kullanılmıştır. Taberî’nin eseri umumi bir tarih olup yaratılıştan başlayıp 302/914 yılına kadar olan olayları inceler. Özellikle Hz. Osman’ın öldürülmesi ve Cemel Savaşı’na geniş yer ayırdığı için öncelikli kaynaklarımız arasında yer almıştır.

Taberî’nin râvilerinden olan Seyf b. Ömer et-Temimî (ö. 180/796)’nin çeşitli kaynaklarda ve özellikle Taberî’de bulunan rivayetlerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulan el-Fitne ve Vak‘atü’l-Cemel isimli bir çalışma bulunmaktadır.[30] Bu çalışma, özellikle Hz. Osman’ın öldürülmesi ve Cemel Savaşı konularında çok önemli olmasına rağmen bu rivayetlerin alındığı temel kaynakları kullandığımız için bu eseri kaynak olarak kullanmaya gerek görmedik.

Ayrıca konumuz hakkında muhtasar bilgiler ihtiva eden Halîfe b. Hayyât (ö. 240/855)’ın et-lârıhf2' İbn Habîb (ö. 245/859)’in el-Muhabber\[31] [32] Ya‘kûbî (ö. 292/905)’nin Tarîhu ’l-Ya‘kûbfsi,[33] Beyhakî (ö. 458/1066)’nin Delâilü’n-Nübüvve ve Ma‘rifetü Ehvâli Sâhibi’ş-Şerî‘a"sı,[34] İbn Abdilber (ö. 463/1071)’in ed-Dürer fi îhtisâri’l-Megâzî ve’s-Siyer[35] ve el-îstî‘âb fi Ma‘rifeti ’l-Eshâb ı[36] ve İbn Hazm (ö. 469/1076)’ın Cevâmi‘u’s-Sîreti’n-Nebeviyye" si[37] çalışmamız açısından değerli bilgiler ihtiva etmektedirler.

İlk dönem kaynaklarından son olarak İbnü’l-Esîr (ö. 630/1233)’in el-Kâmil fi 't-lârilff [38] ve Üsdü ’l-Gâbe fîMa‘rifeti ’'s-Sahâbe’si,[39] Zehebî’nin Târîhu ’l-îslâm ve Tabakâtü’l-Meşâhîr ve’l-A‘lâm’ı[40] ve Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâi’sı,[41] İbn Kesîr’in el- Bidâye ve ’n-Nihâye"si[42] ve İbn Hacer el-Askalânî (ö. 852/1449)’nin el-îsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe[43] isimli eserleri de çalışmamızda dikkate aldığımız önemli eserlerdir.

Coğrafî mekânlar hakkındaki bilgiler hususunda özellikle Yâkût el-Hamevî (ö. 626/1229)’nin Mû‘cemü’l-Büldan3 isimli eserini tercih ettik.

Ayrıca Hz. Âişe hakkında özel bir çalışma yapan Sa‘îd el-Afgânî (ö. 1417/1998)’nin Âişetü ve’s-Siyâsiyyetü[44] [45] isimli eserinden de oldukça istifade ettik. Hz. Âişe’nin siyasi olaylardaki rolü üzerine yazılmış bu eser özellikle Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra gelişen olayları açıklama hususunda önemli bir kaynaktır.

Şiîler’in Hz. Âişe’ye bakış açısını göstermesi açısından Murtazâ Askari’nin The Role of ‘A’ishah in the History of İslam[46] isimli eserini de çalışmamızda mümkün olduğu nispette kullandık. Bu eserin en dikkat çekici tarafı Hz. Âişe hakkında yazılmasına rağmen Hz. Ali’nin daha geniş bir şekilde anlatılmasıdır. Yazar mezhep taassubunun da etkisiyle Hz. Âişe’yi daima kötü göstermeye çalışmış, Hz. Âişe’nin en güzel özelliklerini bile, ...ama ile başlayan cümlelerle olumsuzlamaya çalışmıştır.

Hz. Âişe ile ilgili dilimizde yapılan çalışmaları da dikkatle incelemeye özen gösterdik. Sadece Hz. Âişe’yi konu alan kitapları da diğer araştırmacıların istifadesini kolaylaştırmak adına burada özet bir şekilde tanıtmanın faydalı olacağını düşünüyoruz. Tespit edebildiğimiz kadarıyla Hz. Âişe ile ilgili dilimiz de on üç biyografi,[47] beş tarihi roman,[48] üç hadis çalışması,[49] dört çocuk kitabı[50] ve on yüksek lisans tezi45 bulunmaktadır.

Bu eserler arasından özellikle Bünyamin Erul’un Zerkeşî (ö. 794/1392)’nin el-îcâbe li-Îradi mâ îstedrekethu Âişe ale ’s-Sahâbe4 isimli eserine yaptığı Hz. Âişe ’nin Sahâbeye Yönelttiği Eleştiriler isimli çevirisini özellikle zikretmek gerekmektedir. Erul’un yaptığı tahric, tahkik ve eklemelerle kitap yeni bir eser hüviyeti kazanmıştır. Aynı şekilde Nevzat Aşık’ın Hazreti Âişenin Hadisciliği isimli eseri de istifade ettiğimiz titiz bir çalışmadır.

Türkçe eserlerden M. Asım Köksal (ö. 1419/1998)’ın îslâm Tarihi'1 ve Muhammed Hamîdullah’ın îslâm Peygamberi' isimli eserleri çalışmamız açısından oldukça önemlidir.

Zikrettiğimiz bu eserlerin yanı sıra konumuzla ilgili çağdaş araştırmalardan, makalelerden ve ansiklopedi maddelerinden de imkânlar nispetinde faydalandık. Bu ansiklopediler içerisinde özellikle Milli Eğitim Bakanlığı îslâm Ansiklopedisi ve Türkiye Diyanet Vakfı Islâm Ansiklopedisi çalışmamızın her bölümünde istifade ettiğimiz çok kıymetli eserlerdir.


BİRİNCİ BÖLÜM

HZ. PEYGAMBER DÖNEMİNDE HZ. ÂİŞE MEKKE DÖNEMİNDE HZ. ÂİŞE

Hz. Âişe’nin Nesebi ve Doğum Tarihi

Âişe bint Ebû Bekir es-Sıddîk b. Ebû Kuhâfe b. Âmir b. Amr b. Kâ‘b b. Sa‘d b. Teym b. Mürre b. Ka‘b b. Lüeyy b. Gâlib’dir.[51] [52]

Annesi Ümmü Rûmân Âmir b. Uveymir b. Abdişems b. Attâb b. Üzeyne b. Sübey‘ b. Dühmân b. Hâris b. Ganm b. Mâlik b. Kinâne’dir.50

Hz. Âişe’nin nesebi baba tarafından, altıncı cedleri olan Mürre b. Ka‘b’da, anne tarafından ise on birinci ataları Kinâne’de Rasûlullah’ın nesebiyle birleşir.[53] [54] [55]

Hz. Âişe nübüvvetin 4.52 veya 5.53 yılında doğmuştur. İlk dönem İslâm tarihi kaynaklarında genel kabul gören bu tarihe modern çalışmalarda çeşitli sebeplerden dolayı itiraz edilmiştir. Bu konuyu Hz. Âişe ile Hz. Peygamber’in evliliği bölümünde detaylı bir şekilde inceleyeceğimiz için burada ayrıntıya girmeyeceğiz.

Hz. Âişe’nin İslâm’ı Kabul Etmesi

Bazı ilk dönem müverrihleri Hz. Âişe’yi, henüz küçük yaşta olduğunu belirterek, ilk müslümanlar arasında zikretmiştir.[56] Muhtemelen böyle bir tasnif Hz. Ebû Bekir ve Hz. Âişe’nin faziletleri dolayısıyla yapılmıştır. Çünkü Hz. Âişe o yıllarda bilinçli bir şekilde İslâm’ı kabul edebilecek bir yaşta değildi. Nitekim Hz. Âişe: “Kendimi bildim bileli anne ve babam müslümandı.”[57] diyerek ilk müslümanların çoğunluğunun aksine kendisinin müslüman bir aile içerisinde yetiştiğini belirtmektedir.

Hz. Âişe dönemin şartlarına uygun olarak bir aileye süt evlat olarak verilmişti. Kaynaklarda bu aile hakkında fazla malumat olmamakla birlikte Hz. Âişe’nin süt amcası Eflah[58] ve süt kardeşi[59] tarafından farklı tarihlerde ziyaret edildiğine dair bilgiler bulunmaktadır.

Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber ile Nişanlanması[60]

Hz. Peygamber için bi‘setin 10. yılı çok sıkıntılı bir dönemdi. Hz. Peygamber bu yılda en büyük destekçisi Ebû Tâlib’i, takriben otuz beş gün sonra da Hz. Hatice’yi kaybetmişti. Bu iki büyük kayıp sebebiyle bu seneye “senetü’l-hüzn/hüzün yılı” denilmiştir.[61] Rasûlullah’ı derinden yaralayan bu iki kaybın hüznünü kısmen azaltması umuduyla Osman b. Maz‘ûn’un karısı Havle bint Hakîm Rasûlullah’a gelerek: “Ya Rasûlallah! Evlenmeyecek misin?” diye sordu. Hz. Peygamber: “Kimle evleneyim?” diye sorunca Havle: “Dilersen bekâr, dilersen dul bir hanımla evlenebilirsin.” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah: “Bekâr kim? Dul kim?” diye sordu. Havle: “Kız olarak, yaratılanlar arasında sana en sevimli olan kişinin kızı Âişe bint Ebû Bekir’dir. Dul olarak ise, sana iman eden ve tabi olan Sevde bint Zem‘a’dır.” dedi. Hz. Peygamber: “Benim için her ikisiyle de görüş.” buyurdu. Bunun üzerine Havle, Hz. Âişe’nin annesi Ümmü Rûmân’a gelerek: “Ey Ümmü Rûmân! Allah’ın size nasip ettiği hayır ve bereketi biliyor musun?” deyince Ümmü Rûmân: “O nedir?” diye sordu. Havle: “Rasûlullah Âişe’yi istiyor.” deyince Ümmü Rûmân: “Ben de bunu isterim. Ancak Ebû Bekir gelecek onu bekleyelim.” dedi. Hz. Ebû Bekir geldiği zaman Havle durumu ona anlattı. Hz. Ebû Bekir: “Bu nasıl olabilir? Âişe onun kardeşinin kızıdır.” dedi.

Bunun üzerine Havle Rasûlullah’a dönerek Hz. Ebû Bekir’in kendisine söylediklerini anlattı. Rasûlullah: “Ebû Bekir’e dön ve ikimizin kardeş olduğunu söyle. Fakat biz sadece din kardeşiyiz. Bu sebeple Âişe bana eş olabilir.” buyurdu. Havle, Hz. Ebû Bekir’in yanına dönüp Rasûlullah’ın kendisine anlattıklarını haber verince Hz. Ebû Bekir Havle’ye: “Beni biraz bekle.” diyerek evden ayrıldı. Bu sırada Ümmü Rûmân Havle’ye Hz. Ebû Bekir’in Hz. Âişe’yi daha önce Mut‘im b. Adî’nin oğluna söz verdiğini ve Hz. Ebû Bekir’in asla sözünden dönmeyeceğini söyledi.

Hz. Ebû Bekir, yanında eşi Ümmü’l-Fetâ da bulunan Mut‘im b. Adî’ye gelerek: “Bu kızın işi hakkında ne diyorsun?” diye sordu. Mut‘im karısına dönerek: “Bu konuda sen ne düşünüyorsun?” dedi. Bunun üzerine Mut‘im’in karısı Ümmü’l- Fetâ Hz. Ebû Bekir’e dönerek: “Eğer biz oğlumuzu kızınla evlendirirsek, sen onu dinimizden çevirip kendi dinine sokacaksın.” dedi. Hz. Ebû Bekir, Mut‘im b. Adî’ye dönerek: “Bu konuda sen ne düşünüyorsun?” deyince Mut‘im b. Adî: “Söylenilenleri işittin.” şeklinde cevap vererek karısıyla aynı fikirleri paylaştığını Hz. Ebû Bekir’e bildirdi.

Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir sözünü bozmuş olmadığı için, oradan gönül rahatlığı içerisinde ayrıldı. Hz. Ebû Bekir Havle’ye: “Rasûlullah’ı buraya davet et.” dedi. Havle Rasûlullah’a gelerek durumu kendisine bildirdi. Böylece Hz. Peygamber ve Hz. Âişe’nin nikâhı kıyılmış oldu.[62]

Konuyla ilgili başka bir rivayette Hz. Peygamber’in, Hz. Âişe’yi bizzat kendisinin Hz. Ebû Bekir’den istediği aktarılmaktadır. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir: “Ben senin ancak kardeşinim.” diye cevap vermiştir. Hz. Peygamber ise: “Sen Allah’ın dinine ve kitabına göre benim kardeşimsin. O da bana helaldir.” buyurmuştur.[63]

Böylelikle Hz. Peygamber ve Hz. Âişe’nin nişanı bi‘setin 10. senesinde yapılmış oldu.[64] O tarihte Hz. Âişe henüz küçük olduğu için fiilî evlilik ileri bir tarihe bırakılmıştı. Bu sıkıntılı günlerden sonra Hz. Âişe ile nişanı, Hz. Peygamber için büyük bir sevinç vesilesi olmuştu.[65]

Hz. Âişe’nin Hicreti

İslâm’ın Mekke dönemi bütün müslümanlar için çok sıkıntılı bir dönemdi. Hz. Âişe henüz yaşı çok küçük olmasına rağmen çekilen sıkıntıların ruhu üzerinde bıraktığı derin izler sebebiyle olsa gerek, hicret olayını en ince ayrıntılarına kadar bize aktarmaktadır. Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir’in hicretini anlattığı bu rivayetler hadis ve İslâm tarihi kaynakları aracılığıyla bize ulaşmıştır.[66]

Rasûlullah ve Hz. Ebû Bekir Medine’ye vardıktan bir müddet sonra ailelerini de yanlarına getirmek istemişlerdi. Bunu Hz. Âişe şöyle anlatmaktadır: “Rasûlullah, Medine’ye hicret ettiği zaman bizi ve kızlarını Mekke’de bırakmıştı. Medine’ye varınca azatlı kölesi Zeyd b. Hârise ile Ebû Râfk’i iki deve ve bir de ihtiyaç duyacakları şeyi satın almak üzere Ebû Bekir’den aldığı beş yüz dirhem harçlıkla birlikte bize gönderdi. Ebû Bekir de, Abdullah b. Üraykıt’ı iki veya üç deve ile onların yanına katıp zevcesi Annem Ümmü Rûmân’ı, beni ve kız kardeşim Esmâ’yı bindirerek göndermesini Abdullah b. Ebû Bekir’e emretti. Beraber yola çıktık. Kudeyd’e geldiğimizde Zeyd b. Hârise o beş yüz dirhemle üç deve daha satın aldı. Yolda Talha b. Ubeydullâh’a rastladık. O da Ebû Bekir’in ev halkı ile birlikte hicret etmek istiyordu. Hep birlikte Mekke’den yola çıktık. Ebû Râfi‘ Fâtıma’yı, Ümmü Gülsüm’ü ve Sevde bint Zem‘a’yı; Zeyd de Ümmü Eymen’i ve oğlu Üsâme’yi bindirip yola çıktı. Abdullah b. Ebû Bekir, Ümmü Rûmân’ı ve iki kız kardeşini alıp yola çıktı. Talha b. Ubeydullâh ise, kendi başına yola çıktı. Hep beraber konuşa konuşa Mina mevkiinden Beyz’a[67] ulaştığımız zaman, devem kaçtı. Ben, hevdecin[68] içindeydim. Annem de yanımdaydı. Annem: ‘Eyvâh kızcağızım! Eyvâh gelinciğim!’ diyerek çırpınıyordu. Yüce Allah devemizi döndürüp bizi devemize ve selâmete kavuşturdu. Nihâyet Medine’ye geldik. Ben, Ebû Bekir’in ev halkı ile birlikte indim. O zaman, mescid ve mescid civarındaki odalar yapılmış bulunuyordu. Rasûlullah’ın ev halkı, kendi odalarına indiler.”[69] Hz. Ebû Bekir’in ailesi Medine’ye gelince, Sunh’da[70] oturan Benû Hârise b. Hazrec’in bölgesine inmişlerdi.[71]

MEDİNE DÖNEMİNDE HZ. ÂİŞE

Muhâcirlerin ve Hz. Âişe’nin Hummaya Yakalanması

Hicretten kısa bir süre sonra Medine’nin havasına alışık olmayan muhâcirler humma hastalığına yakalandılar. Humma hastalığına yakalananlar arasında Hz. Ebû Bekir ve Bilâl de bulunmaktaydı. Hz. Âişe ziyaret esnasında onların şu şiirleri okuduğuna şahit olmuştu. Hz. Ebû Bekir:

Her kime sorulursa sabah olduğunda sıhhati, Ölüm ona ayakkabısının bağından daha yakındır. Bilâl ise:

Keşke bir kez olsun geçirsem geceyi,

İzhirlerle ve Celîllerle dolu bir vadide.

Acaba görecek miyim bir gün Mecenne pınarlarını ,

Bir gün tüm görkemiyle karşıma dikilecek mi Şâme ve Tafîl dağları.

Bilâl bu sıkıntıları kendilerine yaşattıkları için Mekkeli müşriklerin ileri gelenlerine şöyle beddua ederdi: “Allah’ım onlar bizi nasıl yurdumuzdan atıp bu vebalı topraklara gönderdilerse, sen de Şeybe b. Rebî‘a’yı, Utbe b. Rebî‘a’yı ve Ümeyye b. Halefi rahmetinden uzaklaştır!”

Bu yaşananlardan sonra Hz. Peygamber şöyle dua etmişti: “Allah’ım Medine’yi bize Mekke’yi sevdiğimiz gibi hatta Mekke’ye olan sevgimizden daha fazla sevdir. Allah’ım sâ‘ımıza ve müddümüze[72] bereketler ver. Medine’yi hastalıklardan temizle, sağlıklı bir yer eyle. Buradaki hummayı Cuhfe’ye gönder!”

Hz. Âişe: “Biz Medine’ye geldiğimizde burası yeryüzünün en vebalı bölgesi idi. Buthân’dan akan pis sular hastalık saçıyordu.” demiştir.[73]

Hz. Âişe de Medine’ye geldikten bir süre sonra humma hastalığına yakalanmıştı. Bu hastalık sebebiyle Hz. Âişe’nin saçları da dökülmüştü. Hz. Âişe iyileştikten sonra saçları tekrar çıkmış ve bir hayli uzamıştı.[74] Hz. Âişe tekrar sağlığına kavuştuktan sonra annesi Ümmü Rûmân Hz. Âişe’nin kilo alıp Rasûlullah ile evliliğe hazırlanması için Hz. Âişe’ye sümne[75] ilacını vermeye başladı. Fakat Hz. Âişe kilo almadı. Daha sonra Ümmü Rûmân Hz. Âişe’ye yaş hurma ile salatalığı beraber yedirerek onun kilo almasını ve vücudunun gelişmesini sağladı.[76]

Hz. Peygamber’in Hz. Âişe ile Evliliği

Aradan uzunca bir süre geçtikten sonra Hz. Ebû Bekir Hz. Peygamber’e gelerek: “Yâ Rasûlallah! Âişe ile evlenmekten seni alıkoyan ne?” diye sordu. Hz. Peygamber mehir sebebiyle evlenemediklerini söyleyince Hz. Ebû Bekir kendisine on iki buçuk ukıyye[77] gönderdi. Hz. Peygamber bu parayı Hz. Âişe’ye mehir olarak verdi.[78] Hz. Âişe’nin mehrinin dört yüz dirhem[79] veya kırk-elli dirhem değerindeki ev eşyalarından ibaret[80] olduğu şeklinde haberler bulunmakla birlikte sahâbeden gelen daha muteber rivayetler Hz. Peygamber’in eşlerine beş yüz dirhem mehir verdiği yönündedir.[81] Bu sebeple Hz. Âişe’nin de mehrinin beş yüz dirhem olduğunu ifade edebiliriz. Hz. Ümmü Habîbe’nin mehrini Rasûlullah yerine Necaşî verdiği için onun mehri çok daha yüksektir.[82]

Hz. Peygamber ile evliliklerini Hz. Âişe şöyle anlatmıştır: “Ben kız arkadaşlarımla beraber bir tahterevalli (veya salıncak) üzerinde oynarken Ümmü Rûmân bana seslendi. Hemen yanına gittim. Niçin beni çağırdığını bilmiyordum. Elimden tutarak beni kapının yanında durdurdu. Nefes nefese kalmıştım. Biraz sakinleştikten sonra Ümmü Rûmân beni odaya aldı. İçeride bazı ensâr kadınları vardı. Kadınlar: ‘Hayırlı, uğurlu ve mübarek olsun.’ dediler. Ümmü Rûmân da beni onlara teslim etti. Kadınlar başımı yıkayıp beni hazırladılar. Birden Rasûlullah kuşluk vakti ansızın çıkageldi. Kadınlar da beni ona teslim etti.”[83] Rasûlullah Hz. Âişe’den başka bakire biriyle evlenmemişti.[84]

Hz. Âişe ve Rasûlullah’ın evlilik tarihi hususunda iki rivayet bulunmaktadır. Bir rivayete göre Şevval 1/Nisan 623 tarihinde evlenmişlerdir.[85] Diğer bir rivayete göre Şevval 2/Mart 624 tarihinde Bedir Gazvesi’nden sonra evlenmişlerdir.[86] Yukarıda belirttiğimiz gibi Hz. Âişe Medine’ye ulaştıktan bir müddet sonra humma hastalığına yakalanmış ve saçları dökülmüştü. Hz. Âişe’nin tekrar sağlığına kavuşması, kilo alması ve kendi ifadesiyle saçlarının tekrar gürleşmiş olması için bir hayli zamana ihtiyaç vardır. Bu sebeple ikinci rivayetin daha makul olduğunu düşünüyoruz. Buna göre Hz. Peygamber ve Hz. Âişe Şevval 2/Mart 624 tarihinde evlenmiş olmalıdırlar. Tarih hususunda ihtilaf olmayan tek konu Hz. Âişe’nin şevvâl ayında evlenmiş olmasıdır. Birçok rivayette Hz. Âişe bunu övgüyle dile getirmiştir.

Örneğin Hz. Âişe şöyle demiştir: “Hz. Peygamber benimle şevvâl ayında nikâhlandı ve şevvâl ayında evlendi. Onun hangi hanımı onun yanında benden daha değerlidir.” Bu sebeple Hz. Âişe, yakını olan kimselerin şevvâl ayında evlenmelerini isterdi.[87]

Şevvâl ayının özellikle zikredilmesinin sebebi ise; insanların eski dönemlerde şevvâl ayında meydana gelen bir tâ‘ûn hastalığı sebebiyle bu ayı uğursuz saymalarıydı.[88] Hz. Âişe bu bâtıl inancın hiçbir kıymeti olmadığını kendi düğününü örnek göstererek insanlara anlatmaktaydı.

Hz. Âişe ile Hz. Peygamber’in düğün yemeği ensârın getirdiği hediyelerden oluşan büyük bir meyve tabağındaki hurmalardan ve et yağına benzeyen bir yemekten ibaretti. Bu yemek Mescid-i Nebevî’de yenilmişti.[89]

Esmâ bint Umeys’den gelen başka bir rivayette Hz. Âişe’nin düğün ziyafeti olarak sadece bir maşrapa dolusu süt bulunduğu zikredilmektedir.[90]

Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber ile Evlilik Yaşı Meselesi

Hz. Âişe’nin doğum tarihi olarak İslâm tarihi kaynaklarında genellikle bi‘setin 4.[91] [92] veya 5.90 yılı zikredilmektedir.

Hz. Âişe’nin yaşı ve dolayısıyla evlilik yaşı ilk dönem İslâm tarihi kaynaklarınca konu edilmemiş ve rivayetlerde verilen rakamlar, tartışılmaya gerek duyulmamıştır. Ancak günümüze yaklaşıldıkça Hz. Âişe’nin evlilik yaşının modern bakış açısına göre çok küçük görülmesi ve konunun bazı oryantalistler tarafından suistimal edilmesi sebebiyle bu konu tartışılmaya başlanmıştır. Bazı yazarlar Hz. Âişe’nin evlilik yaşının, bilinenin aksine, daha yüksek olduğunu iddia etmişler ve bu iddialarını destekleyen çeşitli deliller ortaya koymuşlardır. Bazı yazarlar ise Hz. Âişe’nin evlilik yaşının rivayetlerde aktarılan dokuz, on yaş civarı olduğunu ve bu yaş aralığının o dönem şartları içerisinde gayet normal olduğunu savunmuşlardır.

Biz burada her iki tarafın da görüşlerini ve delillerini ortaya koyup Hz. Âişe’nin doğum yılını ve dolayısıyla evlilik yaşını tespit etmeye çalışacağız. Çalışmamızda ilk olarak Hz. Âişe’nin evlilik yaşının bilinenden daha yüksek olduğunu iddia edenlerin görüşlerini ele alacağız.

Tespit edebildiğimiz kadarıyla Hz. Âişe’nin evlilik yaşı hususuna ilk olarak itiraz eden Ömer Rıza Doğrul (ö. 1371/1952)’dur[93] Günümüze yaklaşıldıkça da Hz. Âişe’nin evlilik yaşı üzerinde gerçekleştirilen tartışmalar giderek yoğunlaşmıştır. Doğrul ve onun gibi düşünen yazarlar, Hz. Âişe’nin bi‘setin 4. veya 5. yılında doğduğunu gösteren rivayetlere itiraz etmiş, o dönemlerde bugünkü manasıyla nüfus dairelerinin olmadığını, sadece bazı önemli kişilerin doğum tarihlerinin tespitine çalışıldığını, ancak yapılan yaş tespiti çalışmalarının da çok sağlıklı olmadığını iddia etmişlerdir. Hz. Âişe’nin evlilik yaşının bilinenden daha büyük olduğunu ispat sadedinde çeşitli argümanlar ileri sürmüşlerdir.

Bu argümanlardan ilki Buhârî’nin Sahîh’inde geçen: “Ben Mekke’de oynayan bir kız iken Muhammed’e: ‘Bilakis kıyamet onlara vaat edilen asıl saattir ve o saat daha belalı ve daha acıdır.’[94] âyeti nâzil olmuştu.” şeklindeki rivayettir.[95] Bu iddianın sahipleri aynı sûrede geçen “Şakku’l-Kamer” olayı üzerinden bir yıl tayinine girişmiş ve sûrenin en geç bi‘setin 10. yılında nâzil olduğu sonucuna ulaşmışlardır. Bi‘setin 10. senesinde Hz. Âişe’nin, Hz. Peygamber’e nâzil olan âyetleri takip edecek ve bu âyetleri ezberinde tutabilecek bir yaşta olması gerektiğini belirterek, Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber ile nişanlandığı bu yılda altı yaşında değil en azından on yaşında olmasının zaruret olduğunu iddia etmişlerdir. Bu durumda Hz. Âişe Hz. Peygamber ile evlendiği tarihte en az on üç yaşında olmalıdır. Yine bu âyetin bi‘setin 4. yılında inme ihtimali de bulunduğunu, bu sebeple Hz. Âişe’nin evliliği esnasında on sekiz veya on dokuz yaş civarında bile olabileceğini ifade ederler.[96]

Bazı yazarlar tarafından, Hz. Âişe’nin ifade ettiği Kamer sûresinin 46. âyetinin Medenî olduğu ifade edilmesine rağmen[97] genelde tefsir kaynaklarında sûrenin ve dolayısıyla zikri geçen âyetin Mekkî olduğu görüşü ağır basmaktadır.[98] Burada ifade edildiği şekilde sûrede ifade edilen “Şakku’l-Kamer” hadisesinin tarihi üzerinden konuyu ele almanın daha doğru olacağını düşünüyoruz. Bu olayın tarihini kesin olarak bilmememize rağmen bi‘setin 8. veya 9. yılında vuku bulduğuna dair rivayetler bulunmaktadır.[99] Bu tarihi esas alacak olursak, bi‘setin 4. veya 5. yılında doğmuş olan Hz. Âişe’nin bu tarihte dört veya beş yaşlarında olduğu ortaya çıkar. Bu yaş aralığı da Hz. Âişe’nin ilgili rivayette belirttiği: “Ben Mekke’de oynayan bir kız iken” ifadesine uygun düşer. Ayrıca şunu da ifade etmek isteriz ki Hz. Âişe bu rivayette belirtilen mevzuları Hz. Peygamber’den, babasından veya bir başkasından dinlemiş ve aktarmış da olabilir. Bu sebeple böyle muğlak bir konu üzerinden Hz. Âişe’nin yaşını tespit etmeye çalışmak bizi doğru bir sonuca ulaştırmayacaktır.

Bazı kaynaklarda Hz. Âişe’nin kız kardeşi Esmâ’nın hayatından bahsedilirken Esmâ’nın yüz yaşına kadar yaşadığı, 73/692 senesinde vefat ettiği ve Hz. Âişe’den on yaş büyük olduğu beyan edilmektedir.[100] Esmâ 73/692 yılında yüz yaşında vefat ettiğine ve Hz. Âişe’den on yaş büyük olduğuna göre Esmâ’nın hicret yılında yirmi yedi yaşında olması icap eder. Esmâ, Hz. Âişe’den on yaş büyük olduğu için Hz. Âişe’nin hicret yılında on yedi yaşında olması gerekir, 99denilmektedir.

Hz. Âişe’nin evlilik yaşının daha büyük olduğunu iddia edenlerin en mantıklı delili bu rivayettir. Ancak bize göre burada yanlış bir kıyas söz konusudur. Çünkü İslâm tarihi kaynaklarında Hz. Âişe ve Esmâ bint Ebû Bekir hakkındaki rivayetleri karşılaştırdığımızda Hz. Âişe hakkındaki malumatımızın çok daha fazla olduğu görülecektir. Ayrıca Esmâ bint Ebû Bekir’in yaşının belirtildiği kaynaklar Hz. Âişe’nin yaşının zikredildiği kaynaklar kadar güvenilir değildir. Bu sebeple hakkında daha az ve daha muğlak bilgi bulunan, Esmâ bint Ebû Bekir üzerinden Hz. Âişe’nin yaşını tespit etmek ve buradan hareketle Hz. Âişe’nin yaşının daha büyük olduğunu söylemek doğru değildir. Ayrıca Esmâ’nın vefat yaşı da ihtilaflıdır.[101] [102] Bu sebeple Hz. Âişe ve Esmâ bint Ebû Bekir arasında bir kıyaslama yapılacak olursa buradan Hz. Âişe’nin yaşının daha büyük olduğu bilgisine ulaşılamaz. Aksine Esmâ bint Ebû Bekir’in yaşının yanlış hesaplandığı sonucuna ulaşılır.

Yine benzer bir kıyaslama Hz. Fâtıma’nın yaşı üzerinden yapılmıştır. Bazı rivayetlerde Hz. Fâtıma’nın Hz. Âişe’den beş yaş büyük olduğu zikredilir. Bu durumda Hz. Fâtıma’dan beş yaş küçük olan Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’e ilk vahyin geldiği yıl doğmuş olması gerekir. Vahyin ilk geldiği yıl doğmuş olan Hz. Âişe’nin de hicret esnasında yaklaşık on üç yaşında, evlendiği tarihte ise on dört veya on beş yaşında olması gerektiği iddia edilmiştir.[103]

Hz. Âişe’nin evlilik yaşını ifade eden rivayetler Kütüb-ü Sitte gibi kaynaklarda geçmesine rağmen doğruluğu sorgulanmaktadır. Fakat çok daha zayıf bir rivayet şayet kendi görüşleri doğrultusunda ise hemen kabul edilmekte ve yanlış olabileceği ihtimali üzerinde durulmamaktadır. Bu yaklaşım tarzı, olaya ilmî noktadan değil, duygusal noktadan hareketle yaklaşıldığının en önemli kanıtıdır. Ayrıca Hz. Fâtıma’nın Hz. Âişe’den beş yaş büyük[104] olduğunu belirten rivayetlerin yanı sıra sekiz yaş büyük[105] olduğunu belirten rivayetler de bulunmaktadır. Ayrıca Hz. Fâtıma’nın hangi senede doğduğu da ihtilaflıdır.

Hz. Âişe’nin evlenme yaşının daha büyük olduğunu savunan bazı yazarlar, o dönem şartları içerisinde Hz. Âişe’nin yaşının tam olarak tespit edilemeyeceği tezini savunmaktadırlar. Çünkü o dönemde, kaynaklarda verilen rakamların bazen tam rakamı ifade etmeyip tahmini olabileceğini ifade ederler. Bu iddialarını desteklemek için İslâm tarihi kaynaklarında bulunan benzer birçok ihtilafı delil olarak zikrederler.[106] Buna ek olarak Hz. Âişe’nin doğumundan ve yaşından bahseden rivayetlerin hepsinin kaynağının Hz. Âişe olduğunu zikrederek, hiçbir insanın kendi doğumu konusundaki şehadetinin kabul edilemediği gibi, Hz. Âişe’nin bu konudaki şehadetini kabul hususunda da ihtiyatlı davranmamız gerektiğini belirtirler.[107]

Bize göre bu zikredilen iddialar kısmen doğru olsa da bazı yönlerden uygun değildir. O dönemde nüfus dairelerinin olmadığı ve birçok sahâbenin yaşı hususunda ihtilaf bulunduğu doğrudur. Fakat Hz. Âişe hakkındaki malumatımız sahâbenin büyük çoğunluğundan belki de hepsinden daha fazladır. Ayrıca Hz. Âişe’nin yaşı hususundaki malumat diğer sahâbeninkinden farklı olarak Buhârî ve Müslim gibi çok güvenilir kaynaklardan bize ulaşmıştır.

Yine eski dönemlerde kişilerin yaşlarının yaklaşık ifadelerle zikredilmiş olduğu doğrudur. Kişi kendi yaşı hususunda bir veya iki yıl yanılabilir. Bu makul bir aralıktır. Fakat bu yaş farklılığı özellikle Hz. Âişe gibi entelektüel bir insan için on yıl farklı olamaz.

Hz. Âişe’nin yaşının daha büyük olduğunu iddia eden yazarlara göre Hz. Peygamber’in Hz. Hatice’nin vefatından sonra evini idare edecek, çocuklarına bakacak kimsesi kalmamıştır. Onlara göre Hz. Peygamber’in böyle bir ortamda çocuk yaşta birisiyle evlenmesi mantıklı değildir. Hz. Âişe’nin yaşının daha büyük olduğunu düşündüğümüzde bu evlilik akla daha uygun gelmektedir. Aynı yazarlar Hz. Peygamber’in, Hz. Âişe’den önce Hz. Sevde ile evliliğini de kabul etmemektedirler. Ancak Hz. Sevde’nin Hz. Âişe’den önce evlendiği şeklindeki rivayetlerin kabul edilmesi durumunda da sonucun değişmeyeceğini, çünkü Hz. Sevde’nin bu vazifeyi ifaya kudretinin olmadığını savunurlar. Onlara göre Hz. Sevde yaşlı, iri yarı ve hizmete muhtaç bir kadındı. Onun ev işleriyle, ev idaresiyle, çocuk terbiyesiyle meşgul olmaya takat ve mecali yoktu. Bunu ancak genç, dinç ve muktedir bir kadın yapabilirdi, demektedirler.[108] [109]

Burada öne sürülen iddialar da birçok yönden yanlışlıklar ihtiva etmektedir. Örneğin Hz. Peygamber söylenildiği gibi ev işlerine bakacak genç birisine muhtaç olmasına rağmen, niçin Hz. Âişe ile olan evliliğini üç veya dört yıl erteleyip Hz. Âişe ile 2/624 yılında evlenmiştir? Hz. Peygamber iddia edildiği gibi evlatları bakıma muhtaç olan bir baba olsaydı, Hz. Âişe ile hemen evlenirdi. Ayrıca daha önce zikredildiği üzere Hz. Peygamber’in en küçük kızı Hz. Fâtıma bile Hz. Âişe’den büyüktü.

Hz. Sevde ile Rasûlullah’ın daha önce evlendiğini belirten rivayetin kuvvetli olmaması iddiasına gelince bu doğru bir iddia değildir. Hz. Peygamber ile Hz. Âişe’nin nikâhı önce yapılmış olabilir. Fakat fiilî evlilik noktasında Hz. Âişe Hz. Sevde nin dört yıl kadar gerisindedir.

Hz. Sevde’nin iri yarı ve hizmete muhtaç olması iddiasına gelince, bu bilgiyi dolaylı yoldan destekliyebilecek bir rivayet bize Hz. Âişe’den Veda Haccı sırasında nakledilmiştir ki[110] bu, zikredilen tarihten yaklaşık on üç yıl sonra meydana gelen bir durumdur. Bu sebeple burada zikredilen iddialar Hz. Âişe’nin yaşı sadedinde delil olarak gösterilemez.

Yine bu yazarlara göre birçok ilim dalında otorite olan Hz. Âişe acaba bütün bu kudret ve gücü dokuz yaşından on sekiz yaşına kadar Hz. Peygamber’e eşlik etmekle mi kazanmıştı? Dokuz yaşında olan bir çocuk bu muazzam mevzuları kavrayabilir ve dokuz sene içinde henüz on sekiz yaşında iken en yaşlı ve tecrübeli hatta her biri ilim sahasında uzman olan insanlarla bu vadide yarışabilir miydi? Bu sebeplerden dolayı Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’le on sekiz yaşlarında evlenerek onun olgunluğundan istifadeye başladığını ve yirmi yedi yaşlarına varıncaya kadar Hz. Peygamber’in öğrenim ve irşadından istifade ettiğini kabul etmenin daha tutarlı ve mantıklı olduğunu iddia etmektedirler.[111]

Bu iddiaların tam aksine ilmî açıdan küçük yaşlar ezber kabiliyetinin çok daha gelişmiş olduğu dönemlerdir. İmam Şâfiî ve İbn Sînâ (ö. 428/1037) gibi âlimlerin henüz on beş yaşlarında iken ilmi birikim noktasında çok üst seviyelere çıktıkları bilinen bir gerçektir.[112] Bize göre Hz. Âişe’nin dokuz yaşında Hz. Peygamber ile evlenip on sekiz yaşına kadar Hz. Peygamber ile yaşadıklarını hafızasında kaydetmesi, Hz. Peygamber’in vefatından sonrasına tekabül eden on sekiz yaşından sonraki yıllarda da gelişen muhakeme yeteneğiyle birlikte fetva verebilmesi tarihi olaylara gayet uygun düşmektedir.

Konuyla ilgili başka bir iddia da Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’den önce Cübeyr b. Mut‘im ile nişanlı olması üzerinden dile getirilmektedir. Doğrul, kaynaklarda zikredilen bir rivayetin yanlış bir tercümesinden yola çıkarak Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’le evlenmeden önce Cübeyr b. Mut‘im’in[113] oğluyla nişanlı olduğunu zikretmektedir. Hz. Peygamber Hz. Âişe’ye talip olduğu zaman da bu nişan devam etmekteydi. O zaman Cübeyr b. Mut‘im ile ailesi müslümanlığı kabul etmemişlerdi. Hz. Peygamber, Hz. Âişe’ye talip olunca, Cübeyr b. Mut‘im’in ne diyeceği sorulmuş, Cübeyr’in hanımı, Hz. Âişe’nin müslüman olmasına atıfta bulunarak: “Şayet bu kız benim evime girerse, benim oğlumu dininden çıkarır. Ben bunu istemem.”[114] demişti. Bu olay üzerine Cübeyr’in oğlu ile Hz. Âişe arasındaki nişan bozulmuştu. Doğrul, bu yanlış tercümeden yola çıkarak bu nişanın nübüvvetten önce meydana gelmiş olması gerektiğini savunmaktadır. Çünkü Hz. Ebû Bekir gibi samimi bir müslümanın nübüvvetten sonra kızını bir müşrikle nişanlaması mümkün değildir. Bu durumda Hz. Âişe nübüvvetten önce doğmuş olmalıdır.[115]

Dipnotlarda da belirttiğimiz üzere Hz. Âişe’nin kendisine nişanlandığı kimse Cübeyr b. Mut‘im’in oğlu değil, Mut‘im b. Adî’nin oğlu Cübeyr’dir. Aktarılan ilk yanlış bilgi budur. İkinci yanlış bilgi ise Mut‘im’in karısı Ümmü’l-Fetâ’nın: “Şayet bu kız benim evime girerse, benim oğlumu dininden çıkarır. Ben bunu istemem.” şeklindeki sözleridir. Bu rivayetin doğru tercümesinde Ümmü’l-Fetâ bu sözü Hz. Ebû Bekir’le ilgili söylemektedir. Yani oğlu Cübeyr’i dininden çevirmesinden korktuğu kişi Hz. Âişe değil, Hz. Ebû Bekir’dir.

Hz. Âişe iddia edildiği gibi İslâm’dan sonra doğmuş olsaydı Hz. Ebû Bekir müşrik bir kişiye kızını asla vermezdi, şeklindeki iddia ise, İslâm’ın ilk yayılış yıllarının bilgisine tam vakıf olamamanın bir sonucudur. Nübüvvetin gelişinden sonra müşriklere kız verilmediği görüşü yanlıştır. Çünkü Mekke döneminde böyle bir yasak bulunmamaktaydı. Bu yasağı bildiren âyet[116] Medine’de inmişti. Mekke döneminde, sadece Hz. Ebû Bekir değil, Hz. Peygamber bile müşrik olan amcası Ebû Leheb’in iki oğluna kızları Rukıyye ve Ümmü Gülsüm’ü nikâhlamıştı. Amcası, oğullarına baskı yapıp, kızlarını boşatıncaya kadar da Hz. Peygamber kızlarının nikâhını bozmamıştı.[117]

Bu iddia sahiplerinin geneli, muteber hadis kaynaklarındaki rivayetleri görmezden gelmeyi tercih etmişlerdir. Fakat bazı yazarlar, Hz. Âişe’nin altı yaşında nikâhlanıp dokuz yaşında fiilî olarak evlendiği şeklindeki rivayetin Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud, Nesâî ve İbn Mâce gibi kaynaklarda niçin yer bulduğu şeklindeki bir soruyu da şöyle cevaplamaktadırlar. Onlara göre bu rivayetlerin râvisi olan Hişâm’ın babası Urve’den rivayet ettiği hadislerin hepsi Irak menşeli olduğu için şüphelidir.

Bu şüphenin sebebi ise bu rivayetlerin Medineliler tarafından bilinmiyor olmasıdır.[118] [119]

Sırf Irak menşeli olduğu ve Medine’de bilinmediği gibi bir gerekçeyle başta Buhârî ve Müslim olmak üzere Kütüb-ü Sitte yazarlarının naklettiği rivayetleri bir kalemde güvenilemez görmek, bilimsel bir tavır olmayıp, ancak keyfilik ile izah edilebilir. Ayrıca Hz. Âişe’nin evlilik yaşını zikreden rivayetler sadece Hişâm’dan 117 gelmemektedir.

Görüldüğü üzere Hz. Âişe’nin yaşının büyük olduğunu iddia eden yazarlar olaya duygusal yaklaşmakta ve bazı yorumlarla Hz. Âişe’nin yaşını daha büyük göstermeye çalışmaktadırlar. Fakat bu kadar rivayet, sadece yorumla reddedilemez. Rivayetlerin aksine getirilen deliller ise, bilimsel olmaktan ziyade tepkiseldir.[120]

Hz. Âişe’nin evlilik yaşını daha büyük göstermeye çalışan yazarların bu gayretlerinin altında iki temel sebep yatmaktadır. Birincisi, bu evlilik sebebiyle Hz. Peygamber hakkında bazı oryantalistler ve ateistler tarafından uygunsuz sözlerin zikredilmesidir. Bazı yazarlar bu faktörü eserlerinde açıkça zikretmişlerdir.[121] Örneğin Hz. Peygamber ve Hz. Âişe’nin evlilikleri hakkında Turan Dursun (ö. 1411/1990): “Oyun çocuğu ile evlenecek kadar kadınlara düşkündü.”[122] Dozy (ö. 1300/1883): “Ellilik bir erkekle yaşına mahsus oyuncaklarla oynayan on yaşında bir çocuğu birleştiren garip bir izdivaç!”[123] Abbott (ö. 1428/1981): “Hiç kimse yaşı epey ileri olan Muhammed ile çocuk yaştaki Âişe’nin evliliği fikrini aklına getirmemiştir.”[124] Watt (ö.1427/2006): “Elli üç yaşındaki bir adam ile on yaşlarındaki bir kız arasındaki bu tuhaf ilişki, karı koca ilişkisinden ziyade bir baba kız ilişkisi gibi olmalıdır.”[125] şeklinde tasvirlerde bulunmuşlardır. Hatta daha da ileri giderek Hz. Peygamber için “şehvet düşkünü” ve “sübyancı” gibi nitelendirmelerde de bulunmuşlardır.

Hâlbuki oryantalistlerin ilk ürünlerini vermeye başladıkları dönemlerde bile Hz. Peygamber’in çok eşliliği eleştirildiği halde, onun Hz. Âişe ile evliliği bir saldırı mevzusu yapılmamıştır. Hz. Âişe’nin evlilik yaşının bir saldırı unsuru haline getirilmesi “aydınlanma sonrası Avrupa değerleri” çerçevesinde başlamıştır.[126] [127]

Bazı yazarların Hz. Âişe’nin evlilik yaşını büyük gösterme gayretlerinin ikinci önemli nedeni ise, günümüz şartlarının değer algısıyla geçmişi yorumlama gayretidir. Ülkemizde ve batıda Hz. Âişe’nin evlilik yaşını on yedi veya on sekiz yaş aralığında göstermeye çalışan yazarların bu gayretlerinin sebebi günümüz dünyasında evlenme için bu yaş aralığının normal olarak görülmesidir.

Yıllar

Evlenen Sayısı

Ev. Yaşı (15-19)

Ev. Yaşı (19-24)

Ev. Yaşı (25-29)

Ev. Yaşı (30-34)

Ev. Yaşı (35-39)

1940

34.179

11.931

10.559

5.050

2.661

1.629

1945

42.939

12.648

19.296

3.508

2.909

1.612

1985

209.399

66.620

92.697

30.657

7.762

2.986

1991

459.624

158.266

189.648

73.062

20.021

7.581

2000

461.417

122.116

199.168

91.997

25.011

10.859

 

Türkiye’de evlilik yaşının yıllara göre dağılımını gösteren yukarıdaki tabloda da görüleceği üzere sadece altmış yıllık bir süreç zarfında bile evlilik yaşının genel tablo içerisinde sürekli bir şekilde yükseldiği görülmektedir. 2000 yılındaki veriler incelendiğinde evlilik yaşının on yedi, on sekiz rakamının da üzerine çıktığı muhtemelen ilerleyen tarihlerde normal evlilik yaşı aralığının yirmi beş-yirmi dokuz olarak kabul edileceği görülmektedir. Bu yüzyılın araştırmacıları, toplumda hâkim olan genel kanaatin yönlendirmesiyle Hz. Âişe’nin evlenme yaşını on yedi, on sekiz yaş aralığına çekme eğilimi göstermişlerdir. İleriki yıllarda değişen toplumsal kabuller sebebiyle bu rakamın da sorgulanabileceği akla gelmektedir.[128]

Günümüz araştırmacıları Hz. Âişe’nin yaşını on yedi, on sekiz aralığına çekmek için rivayetleri epeyce zorlamışlardır. Hatta sadece rivayetler zorlanmakla da kalmamış, Hz. Âişe’nin evlilik yaşını dokuz veya on civarında görenlere, günümüz bakış açısından hareketle hakaretler bile edilmiştir.[129]

Bize göre Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber ile evlilik yaşı meselesi gayet açıktır. Şu anda elimizde bulunan veriler ışığında bunun aksinin iddia ve ispatı mümkün gözükmemektedir. Öncelikle Hz. Âişe’nin evlilik yaşı sadece İslâm tarihi kaynaklarından değil, İslâm âleminin genel kabulüne mazhar olmuş çok önemli hadis eserleriyle bize aktarılmıştır.

Hz. Âişe’nin evlilik yaşı hususunda iki rivayet ağır basmaktadır. Bazı rivayetlerde Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber ile altı yaşında nikâhlandığı,[130] fiilî evliliğin ise dokuz yaşında başladığı rivayet edilmektedir.[131] Bazı rivayetlerde ise, Hz. Peygamber’in Hz. Âişe ile yedi yaşında nikâhlandığı[132] ve Hz. Âişe on yaşında iken evlendikleri rivayet edilmektedir.[133] Bu evlilik dokuz yıl[134] [135] sürmüş Hz. Âişe on 133 sekiz yaşında iken Rasulullah vefat etmiştir.

Hz. Âişe’nin evlilik yaşı, o günün şartlarına göre evlenmek için normal bir yaş aralığıdır. Çünkü sıcak bölgelerde kızların sekiz, dokuz yaş civarında ergenlik dönemine girdikleri ifade edilmektedir.[136] Nitekim bazı insaflı oryantalistler de Hz. Âişe’nin evliliğinin o dönem şartları içinde normal olduğunu belirtmişlerdir.[137]

Bunun yanı sıra Hz. Peygamber’in Hz. Âişe ile olan evliliği, o dönemde uygulanan küçük yaştaki evliliklerin ilk örneği değildir. Benzer örnekler o dönemde olduğu gibi günümüzde de bulunmaktadır. Örneğin Hz. Peygamber’in kızı Hz. Zeyneb, Hz. Peygamber otuz yaşında iken doğmuştu.[138] Hz. Zeyneb nübüvvetten önce teyzesinin oğlu Ebü’l-Âs b. Rebi‘ ile evlenmişti.[139] [140] Bu durumda Hz. Zeyneb evlendiği esnada en fazla on yaşındaydı.

Bir başka küçük yaşta evlilik, Hz. Ömer ile Hz. Ali’nin küçük kızı Ümmü Gülsüm arasında yaşanmıştır. Ümmü Gülsüm, Hz. Ömer’le henüz bulûğ çağına gelmemiş bir kız iken evlenmiş, bu evlilik Hz. Ömer’in şehit edilmesine kadar 138 devam etmiştir.

Hişâm b. Urve’nin naklettiğine göre, babası Urve, oğlunu altı yaşındayken nikâhlamış, ancak vefat etmesi üzerine, beş yaşındaki geline dört bin dinar miras düşmüştür.[141]

Sahâbeden Amr b. Âs’ın, oğlu Abdullah’tan on bir, on iki yaş büyük olduğu bilinmektedir. Bu rivayete göre, Amr yaklaşık on, on bir yaşlarında evlenmiş olmalıdır. On yaşında erkeklerin evlilik gerçekleştirebildiği bir yörede, daha erken ergenliğe giren kızların dokuz yaşında evlilik yapması kadar normal bir şey olamaz.[142]

Arap kültüründe yer alan bu durumun günümüzde de devam ettiğini, Muhammed Esed’in Medine’de iken başından geçen evlilik göstermektedir. On bir yaş civarında bir çocukla evlendirilen Esed’in bu evliliği kabul etmemesi üzerine Araplar kendisine şöyle demişlerdir: “Kız kocasının yatağında daha çabuk büyür.”[143]

Burada şu noktayı da zikretmeliyiz; eğer Hz. Peygamber’in bu evliliği içinde yaşadığı toplum tarafından garip bir evlilik olarak karşılanmış olsaydı. Hz. Peygamber aleyhinde en küçük fırsatı dahi kaçırmayan Mekkeliler, yahudiler ve münafıklar bu durumu dillerine dolayacaklar ve Hz. Peygamber aleyhine kullanacaklardı. Nitekim Hz. Peygamber’in Hz. Zeyneb bint Cahş ile evliliği, haram aylarda kan dökülmesiyle sonuçlanan Batn-ı Nahle/Abdullah b. Cahş Seriyyesi ve kıblenin değiştirilmesi olayında Hz. Peygamb er aleyhine bir hayli propaganda yapılmıştı. Fakat Hz. Âişe ile evliliğinden dolayı Hz. Peygamber’in kınandığı şeklinde bir rivayet bize ulaşmamıştır.[144]

Şimdi de Hz. Âişe’nin evliliğinin daha büyük yaşta olduğunu söyleyenlerin görmek istemedikleri rivayetleri inceleyelim. Hz. Âişe’nin evliliği ile başlayıp Hz. Peygamber’in vefatına kadar geçen süreyi kapsayan bu rivayetlerin tamamında Hz. Âişe’nin yaşının gayet küçük olduğu açıkça görülmektedir.

Hz. Âişe Hz. Peygamber ile evlilik sürecini tasvir eden bir rivayette: “Ben kız arkadaşlarımla oynayacak bir yaşta iken Rasûlullah ile evlenmiştim. Annem beni evde tutup dışarı çıkmama izin vermeyinceye kadar evli olduğumu anlamamıştım. O andan sonra artık evlenmiş olduğumu hissettim. Annem bunu haber verene kadar da ona hiçbir şey sormadım.” demiştir.[145]

Bu rivayet Hz. Âişe’nin henüz evli olduğunu bile idrak edemeyecek kadar küçük olduğunu göstermesi açısından çok önemlidir.

Hz. Peygamber ile evlilik gününü anlattığı başka bir rivayette Hz. Âişe: “Ben kız arkadaşlarımla beraber bir tahterevalli (veya salıncak) üzerinde oynarken Ümmü Rûmân bana seslendi. Hemen yanına gittim. Bana ne yapacağını bilmiyordum. Elimden tutarak beni kapının yanında durdurdu. Nefes nefese kalmıştım. Biraz sakinleştikten sonra Ümmü Rûmân beni odaya aldı. İçeride bazı ensâr kadınları vardı. Kadınlar: ‘Hayırlı, uğurlu ve mübarek olsun.’ dediler. Ümmü Rûmân da beni onlara teslim etti. Kadınlar başımı yıkayıp beni hazırladılar. Birden Rasûlullah kuşluk vakti ansızın çıkageldi. Kadınlar da beni ona teslim etti.” demiştir.[146]

Magsood bu rivayete kendince bir açıklama getirerek, bu rivayetin Hz. Âişe’nin küçük olduğuna delalet etmediğini iddia etmektedir. O günümüzde de bazı gençlerin bahçeleri içindeki salıncaklarda arkadaşlarıyla beraber sallanıp sohbet etmekten zevk aldığını hatırlatmaktadır.[147] Fakat rivayetler bununla sınırlı değildir. Daha ileri tarihlerde meydana gelen birçok rivayette Hz. Âişe’nin oyuncaklarla oynadığı görülmektedir.

Örneğin Urve Hz. Âişe’nin ilk evlilik yıllarını anlatan şu rivayetlerde onun oyuncaklarından bahsetmektedir: “Peygamber Âişe ile evlendiği esnada Âişe’nin oyuncak bebekleri yanındaydı.”[148] “Âişe’nin oyuncak bebekleri vardı. Rasûlullah içeri girdiği zaman elbisesiyle onları gizlerdi. Bunu Rasûlullah’ın kendisini oyuncaklarla oynamaktan menetmemesi için yapardı.”[149]

Benzer şekilde doğrudan Hz. Âişe’nin ağzından aktarılan rivayetlerde de, Hz. Âişe oyuncaklarından bahsetmiştir: “Ben oyuncak bebeklerle oynardım. Bazen yanımda kız arkadaşlarım da bulunurdu. Rasûlullah yanıma girdiğinde arkadaşlarım yanımdan giderlerdi. Rasûlullah gittiği zaman onlar tekrar yanıma girerlerdi.”[150] “Ben Rasûlullah’ın evindeyken oyuncak bebeklerle oynardım. Benimle birlikte oynayan kız arkadaşlarım da vardı. Rasûlullah yanımıza girdiği zaman arkadaşlarım ondan kaçarlardı, o da onları benimle oynasınlar diye tekrar yanıma gönderirdi.”[151]

Hz. Âişe’nin oyuncaklarından bahsedilen rivayetler sadece ilk evlilik yıllarıyla sınırlı değildir. Hz. Peygamber’in vefatına yakın yıllarda bile Hz. Âişe oyuncaklarıyla oynamaya devam etmiştir. Rasûlullah Tebûk veya Hayber Gazvesi’nden döndükten sonra aniden esen bir rüzgâr Hz. Âişe’nin oynadığı oyuncak bebeklerin üzerindeki örtüyü açmıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Ey Âişe! Bunlar nedir?” diye sordu. Hz. Âişe de: “Bunlar benim oyuncak bebeklerim.” dedi. Rasûlullah oyuncakların arasında bezden yapılmış iki kanatlı bir at gördü ve: “Ey Âişe! Peki, bu nedir?” deyince Hz. Âişe: “Attır.” dedi. Hz. Peygamber: “Peki bunun üzerindekiler nedir?” deyince Hz. Âişe: “Kanatlarıdır.” karşılığını verdi. Rasûlullah da: “İki kanatlı at öyle mi?” buyurdu. Hz. Âişe: “Süleyman peygamberin kanatlı atları olduğunu duymadın mı?” şeklinde cevap verince Hz. Peygamber azı dişleri görülecek şekilde gülmüştü.[152] [153]

Hayber Gazvesi’nin 7/628 tarihinde, Tebük Gazvesi’nin de 9/630 tarihinde gerçekleştiği göz önüne alındığında Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’in vefatına yakın zamanlarda bile hâlâ oyuncaklarının olduğu açıkça görülür.

Oyuncaklarıyla ilgili bu rivayetlerin yanı sıra Hz. Âişe ısrarla evliliğinin tüm dönemlerinde yaşının küçük olduğunu ve bu sebeple çeşitli konularda cahil olduğunu belirtmiştir. Fakat Hz. Âişe’nin yaşını daha büyük görmek isteyen yazarlar bu rivayetleri görmemezlikten gelmeyi tercih etmişlerdir.

Hz. Âişe ilk evlilik yıllarını belirten şu rivayette: “Hz. Peygamber benimle evlendiğinde belinde kemer olan küçük bir çocuktum. Hz. Peygamber ile evlendikten sonra Allah bana küçük olduğum halde bir hayâ (sorumluluk bilinci) verdi.” 151 demiştir.

Daha sonraki yılları tasvir eden şu rivayette de Hz. Âişe: “(Bir bayram günü) Habeşliler mızraklarıyla oynuyorlardı. Rasûlullah bana perde oldu, ben de onları seyrediyordum. Ben kendim bırakıp gidinceye kadar onları seyredip durdum. Küçük yaştaki bir kız çocuğunun eğlenceye ne kadar düşkün olacağını siz takdir edin ( …).” demek suretiyle evlendiği esnada yaşının oyuna ve eğlenceye çok müsait bir yaş olduğunu ısrarla belirtmiştir.[154]

6/627 tarihinde meydana gelen İfk Olayı aktarılırken de üç yerde Hz. Âişe’nin yaşının küçük olduğu zikredilmiştir. İlk olarak, kendisinin bir ihtiyaç için hevdecinden inmesi ve karargâhtan uzaklaşması esnasında yardımcılarının kendisinin yokluğunu fark etmeyerek hevdeci deveye yüklediklerini, o gün vücudunun hafif olduğunu ve yaşının küçük olduğunu ()[155] bu sebeple yardımcılarının kendisinin yokluğunu fark etmediklerini zikretmiştir.

İkinci olarak Berîre, Hz. Âişe’nin masumluğunu ifade eden şehadetinde, genç bir kız olan ( …) Hz. Âişe’nin tek kusurunun hamur yoğurduktan sonra

yattığını ve evin keçisinin gelerek hamuru yediğini, bu sebeple kendisini birçok kez kınadığını söylemişti.[156]

Üçüncü olarak Hz. Âişe suçsuzluğunu müdafaa etmek maksadıyla Hz. Ya‘kub’un oğullarına hitap ettiği âyeti aktarırken: “Ben o gün küçük yaşta bir kızdım (jJl 41^^ jj^jj Ul). Kur’ân’dan fazla bir şey okumamıştım.”[157] demek suretiyle yaşının o tarihte bile küçük olduğunu ısrarla tekrarlamıştır.

Konuyla ilgili aktaracağımız son rivayet ise Hz. Peygamber’in vefat ettiği andaki durumu vasfetmektedir. Hz. Âişe: “Rasûlullah benim evimde ve göğsümde öldü. Onun hakkında hiç kimseye haksızlık etmedim. Sefihliğimden ve yaşımın küçüklüğünden …) olacak ki Rasûlullah gözetimimde iken ruhu kabz olunduğu halde onun başını bir yastığın üzerine koyup, kadınlarla birlikte göğsüme ve yüzüme vurmaya başladım.” demiştir.[158] Rivayette görüldüğü üzere Hz. Âişe Hz. Peygamber’in vefat ettiği anda bile yaşının küçüklüğünden ve belli konulardaki cahilliğinden yakınmaktadır.

Hz. Âişe’nin yaşı sadedinde bu rivayetlerin delil olarak yeterli olduğunu düşünüyoruz. Ancak diğer yazarların dikkatini çekmeyen bir diğer rivayeti de burada zikretmek istiyoruz. Hz. Âişe: “Hatice’yi kıskandığım kadar Rasûlullah’ın hanımlarından hiçbirini kıskanmadım. Çünkü Rasûlullah onu çok anardı. Hâlbuki onu hiç görmemiştim. (^S t$jjlj Uj)” demiştir.[159]

Bu rivayette Hz. Âişe, Hz. Hatice’yi hiç görmediğini zikretmektedir. Burada kastedilen Hz. Hatice ile kumalık ilişkisi içerisinde olmadıkları anlamına gelebilir. Fakat rivayette Hz. Âişe açık bir şekilde “Hâlbuki onu hiç görmemiştim. ( …)” demektedir. Tarihi gerçeklerle de örtüşen bu rivayet bize göre önemlidir. Bi‘setin 4. veya 5. yılında doğan Hz. Âişe pekâlâ bi‘setin 10. yılında vefat eden Hz. Hatice’yi hiç görmemiş olabilir.

Sonuç olarak Hz. Âişe’nin evlendiğinde ve hatta evlendikten sonra bile yaşının küçük olduğunu belirten bunca rivayet varken, bazı muğlak tarihlendirmeler ve yorumlar üzerinden bunun aksini ispat etmek mümkün değildir.

Hz. Âişe’nin evlilik yaşı bize göre kaynaklarda zikredilen rivayetlerin aynısı olup Hz. Âişe Hz. Peygamber ile altı veya yedi yaşlarında nişanlanmış, dokuz veya on yaşında evlilik gerçekleşmiştir. O dönemde tarih düşme geleneğinin olmaması sebebiyle belki bir iki yaş farklı olabilir. Bu makul bir yanılma payıdır. Fakat Hz. Âişe gibi entelektüel bir insanın yaşı hakkında on yıl yanılması kabul edilebilir bir yanılma payı değildir.

Hz. Âişe’nin Evi

Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettikten sonra ilk iş olarak buraya bir mescid yapmaya karar verdi. Mescid için uygun olan yerin Mâlik b. Neccâr oğullarının hurma kuruttuğu alan olduğu tespit edilince, mescidin buraya yapılmasına karar verildi.[160] Hz. Peygamber bu süre içerisinde Zeyd b. Hârise ile birlikte Ebû Eyyûb el-Ensârî’ye misafir oldu.[161] Rasûlullah burada bulunan ağaçların kesilmesini emretti. Ayrıca bölgede daha önce bulunan mezarlar da açılarak kemikler başka bir yere defnedildi.[162] Yüz zirâ[163] uzunluğunda ve yüz zirâ genişliğinde yapılan Mescid-i Nebevî’nin yüksekliği de üç zirâydı. Rasûlullah bizzat kendisi mescidin inşaatında çalışıyordu. Mescidin inşaatında taş ve kerpiç kullanılmıştı.[164] Yerden bir zirâ yükselinceye kadar temeller taş ile, üst kısmı ise kerpiçle örüldü.[165] Mescidin üç kapısı bulunmaktaydı. Rasûlullah hurma kütüğünden yapılan direklerle desteklenmiş bir de çatı yaptırdı. Bu çatının üzeri de hurma yaprakları ve dalları ile örtüldü. Mescidin üzerine yapılan bu örtü içeridekileri yağmurdan korumuyordu. Sadece bir gölgelik vazifesi görüyordu.[166] Rebiyülevvel ayında başlayan inşaat yaklaşık yedi ay sürmüş ve şevval ayında tamamlanmıştı.[167] Rasûlullah mescidin hemen yanına kerpiçten iki adet oda yaptırmıştı. Bunlardan kapısı mescide doğru açılanı Hz. Âişe’ye tahsis etti. Hz. Sevde’nin odasının kapısı ise Âl-i Osman’ın arkasına açılıyordu.[168] Bu iki oda mescidin doğu duvarının dış yüzeyine bitişik olarak sıralanmıştı.[169] Mescidin olduğu gibi bu odaların da çatıları hurma dalları ve yapraklarıyla örtülmüştü.[170] Evlerin çatılarının, yapraksız hurma dallarından örülmüş olan kıl sergilerle örtülmüş olduğu da rivayet edilir.[171]

Hz. Peygamber’in eşleri için yapılan iki odanın sayısı zamanla Hz. Peygamber’in yaptığı yeni evlilikler sebebiyle dokuza çıkmıştı. Bu yeni odalar Hz. Âişe’nin odası ile kıble arasında, yani mescidin doğusuna düşen kısımda yapıldı.[172]

Mescid’i Nebevî ilk olarak Hz. Peygamber döneminde, Hayber Gazvesi sonrasında ihtiyaca cevap veremediği için genişletildi.[173] Daha sonra sırasıyla Hz. Ömer ve Hz. Osman döneminden başlayıp günümüze kadar birçok defa genişletme çalışmaları yapılmıştır.[174] Konumuzla da alakalı olarak Mescid-i Nebevî’de o güne kadar yapılan en büyük genişletme çalışması 88/707 tarihinde Emevî Halifesi Velîd b. Abdülmelik zamanında yapılmıştır. Velîd, Medine valisi olan Ömer b. Abdülazîz’e mescidin genişletilmesini emretmişti. Bu olay Medine halkını derinden yaralamış, birçok kimse gözlerinin yaşını tutamamış, Medineliler Hz. Peygamber’in vefat ettiği gündeki gibi ağlaşmışlardı.[175]

Saîd b. Müseyyeb de: “Vallahi! Bu binaların aslî haliyle bırakılmalarını, ne kadar arzu ederdim. Medinelilerden yeni yetişenler ve Medine’ye dışarıdan gelenler, Rasûlullah’ın hayatında ne ile yetindiğini görselerdi; mal yarışına ve karşılıklı övünmeye rağbet etmezlerdi.” diyerek bu yoldaki üzüntüsünü açıklamıştır.[176]

Bu rivayetlerden de anlaşıldığı üzere ümmühâtü’l-müminînin odaları çok mütevazı yerlerdi. Rivayetlerde belirtildiğine göre evlerin genişlikleri altı-yedi zirâ, derinlikleri de on zirâ kadardı.[177] Ümmühâtü’l-müminînin evleri o kadar dardı ki Hz. Peygamber namaz kılarken, yatağında uzanmakta olan Hz. Âişe, Rasûlullah secdeye gideceği zaman ayaklarını toplamak zorunda kalıyordu.[178] Ümmühâtü’l-müminînin evleri çok muhafazalı olmadığı için keler benzeri hayvanlar rahatlıkla girebiliyordu. Hz. Âişe keler ve benzeri hayvanları öldürebilmek için evinin bir kenarında sopa 177 bulunduruyordu.[179]

Ergenlik çağına henüz yeni girmiş olan Hasan b. Ebü’l-Hasan eliyle bu odaların tavanına rahatlıkla uzanabilmişti.[180]

Hz. Âişe’nin evinin tek kanatlı, dağ selvisi veya abanoz ağacından yapılmış olan bir kapısı vardı.[181]

Hz. Âişe’nin evi çok sadeydi. Odanın içindeki bütün eşyalar bir sedir, bir hasır, bir yatak, bir yastık, un ve hurma koymak için iki çanak, bir su kabı ve su içmek için bir tastan ibaretti.[182] Hz. Âişe ve Rasûlullah’ın yatağı tabaklanmış deridendi. İçi de hurma lifi doluydu.[183]

Hz. Peygamber’in mübarek cesedi bu odaya defnedildikten sonra Hz. Âişe yine burada ikamet ediyordu. Bir müddet sonra kendisinin kaldığı yer ile Kabr-i şerif arasına bir duvar yaptırmıştı. Bir gün Hz. Peygamber’i rüyasında görmüş ve bu rüya üzerine odadan ayrılmıştı.[184] Hz. Âişe kendi odasında sıkıştığı için veya Hz. Âişe’nin gördüğü rüya sebebiyle odadan çıkmak mecburiyetinde kaldığı için Hz. Sevde onu kendi odasına almış ve öldükten sonra kendi odasının Hz. Âişe’ye kalması için

vasiyette bulunmuştu.

Kâsım b. Muhammed Hz. Âişe’den izin alarak Hz. Peygamber ve iki arkadaşının mezarlarını incelemiş ve onları şu şekilde tavsif etmiştir: “Kabirler ne yükseltilmişti, ne de büsbütün alçaktı. Kırmızı, düz yerde, boylu boyuna uzanmış duruyorlardı. Rasûlullah’ın kabrini önde, Ebû Bekir’in başının Nebi’nin omuzları 184 hizasında, Ömer in başının da Nebi nin ayaklarının yanında olduğunu gördüm.

Hz. Peygamber ve Hz. Âişe’nin Birbirlerine Olan Sevgileri

Rivayetlerden anlaşıldığına göre Hz. Peygamber ve Hz. Âişe birbirlerini çok seviyorlardı. Peki, bu sevginin altında yatan sebepler nelerdi? Acaba Hz. Peygamber sadece güzelliği için mi Hz. Âişe’yi seviyordu? Bazı rivayetlerde Hz. Âişe’nin güzel olduğu zikredilse de, Hz. Peygamber’in diğer eşlerinden daha güzel olduğu yönünde elimizde bir bilgi bulunmamaktadır. Hz. Peygamber’in eşlerinden bir ay ayrı kalması ile sonuçlanan Îlâ Olayı sırasında Hz. Ömer’in Hz. Hafsa’ya kızarken söylediği: “Kızcağızım şu güzelliği ve Rasûlullah’ın sevgisi dolayısıyla kendisini beğenen o kadının (Hz. Âişe) hali seni aldatmasın...”[185] [186] [187] sözü Hz. Âişe’nin güzelliğine bir kanıt olarak ileri sürülebilir. Yine zayıf bir rivayet olmakla birlikte Uyeyne b. Hısn tarafından söylenen sözlerde Hz. Âişe’nin güzelliğine delil getirilebilir. Uyeyne b. Hısn yanında Hz. Âişe bulunurken Hz. Peygamber’in yanına girmişti. Bu olay hicâb âyetinden önceydi. Uyeyne: “Yâ Rasulâllah! Bu Hümeyrâ kim?” diye sorunca Hz. Peygamber: “Bu Âişe bint Ebû Bekir’dir.” dedi. Uyeyne: “Onun karşılığında sana eşlerimden en güzel olanı vereyim mi?” deyince Hz. Peygamber: “Hayır.” dedi. Uyeyne çıktıktan sonra Hz. Âişe: “Yâ Rasûllah! Bu adam kim? diye sorunca Hz. Peygamber: “Kavminin kendisine itaat ettiği bir ahmaktır.” dedi.[188] Tespit edebildiğimiz kadarıyla Hz. Âişe’nin güzel olduğunu belirten sadece bu iki rivayet bulunmaktadır. Öyleyse Hz. Peygamber’in Hz. Âişe’ye karşı beslediği derin sevginin başka sebepleri vardı. Bize göre bu sevginin en büyük sebebi Hz. Âişe ile olan evliliğinin Allah tarafından Hz. Peygamber’e bildirilmesidir. Hz. Peygamber Hz. Âişe’ye: “Sen bana rüyamda iki defa gösterildin. Bir kişi senin sûretini ipek bir kumaş üzerinde taşıyor ve: ‘Bu senin zevcendir.’ diyordu. Örtüyü açınca seni gördüm. Eğer bu Allah’tan ise onu muhakkak gerçekleştirecektir, dedim.”[189] buyurmuştu. Hz. Peygamber bu sebeple Allah tarafından kendisi için zevce olarak seçilen Hz. Âişe’ye, diğer eşlerine nispeten sevgi anlamında biraz daha farklı davranmıştır. Hz. Peygamber Hz. Âişe’nin ilme karşı olan iştiyakını da fark etmiş ve kendisinden sonra insanlara İslâm’ı tebliğ edecek bu zeki zevcesine daha fazla zaman ayırmaya çalışmıştır. Hz. Âişe’nin rivayet ettiği hadis sayısı ve diğer eşlerinin rivayet ettikleri hadis sayıları karşılaştırıldığında Hz. Peygamber’in bu kararında ne kadar haklı olduğu ortaya çıkmaktadır.

Hz. Peygamber’in hizmetinde bulunan Enes tarafından Hz. Peygamber ve Hz. Âişe’nin sevgisi İslâm’daki ilk aşk olarak nitelendirilmiştir.[190] Rasûlullah’ın Hz. Âişe’ye olan sevgisi aşikârdı. Bu sebeple insanlar hediye verecekleri zaman Hz. Peygamber Hz. Âişe ile birlikteyken daha mutlu olduğu için, birlikte geçirecekleri günün gelmesini bekliyorlardı.[191] Doğal olarak bu durum Hz. Peygamber’in diğer eşlerinin tepkisine sebep oluyordu.[192]

Hz. Peygamber’in kendisi için: “Sen bana hurmanın kaymağından daha sevimlisin.”[193] dediği Hz. Âişe hayızlı iken bir şey içer, sonra onu Peygamber’e verirdi. O da ağzını Hz. Âişe’nin değdiği yere koyarak içerdi. Aynı şekilde Hz. Âişe kemiğin etini ısırır, sonra onu Peygamber’e verirdi. Hz. Peygamber de yemeğe Hz. Âişe’nin ağzının değdiği yerden başlardı.[194] Hz. Peygamber’in bu uygulamasının bir sebebi de toplumdaki yanlış bir algıyı ortadan kaldırmaktı. Zira İslâm öncesi dönemlerde hayız halindeki kadın pis olarak telakki edilirdi. Onunla aynı odada dahi oturmak istemezlerdi.[195] Hz. Peygamber bu fiiliyle bir hurafeyi de yıkmayı hedeflemiştir.

Bir gün Hz. Âişe Hz. Peygamber’e Yemenli on bir kadının, aralarındaki konuşmalarından bahsetmişti. Bu kadınlardan on birincisi olan Ümmü Zer eski kocası Ebû Zer’i kendisini boşamasına ve yeni kocasından da çok memnun olmasına rağmen çok fazla övmüştü. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Ben sana Ümmü Zer’e nispetle Ebû Zer gibiyim.” buyurmuştu. Hz. Âişe de aynı nezaketle cevap vermişti: “Sen benim için Ebû Zer’den daha hayırlısın.”[196]

Hz. Peygamber Hz. Âişe’ye olan sevgisi sebebiyle ne hazarda ne de seferde ondan ayrılmak istiyordu. Rasûlullah sefere çıkacağı zaman hanımları arasında kura çekerdi. Kurada Hz. Âişe’nin adı çıkmazsa yüzü değişirdi. Seferden döndüğü zaman da hanımlarını ziyarete Hz. Âişe ile başlardı.[197]

Rasûlullah’ın güzel çorba yapan İranlı bir komşusu vardı. Bir gün Rasûlullah için çorba yapıp onu davet etmeye gelmişti. Hz. Peygamber Hz. Âişe’yi kastederek: “Bunu da davet ediyor musun?” buyurmuştu. Komşusu: “Hayır.” cevabını verince Rasûlullah da onun davetini kabul etmemişti. Komşusu bir müddet sonra tekrar Rasûlullah’ı davet etmeye gelmişti. Rasûlullah: “Bunu da davet ediyor musun?” diye sormuştu. Onun tekrar: “Hayır.” cevabını vermesi üzerine Rasûlullah da daveti tekrar kabul etmemişti. Sonra komşusu tekrar dönerek Rasûlullah’ı davet etmişti. Rasûlullah aynı şekilde: “Bunu da davet ediyor musun.” diye sorduğunda Hz. Peygamber’in komşusu bu kez: “Evet.” cevabını vermişti. Bunun üzerine kalkarak peş peşe yürümüşler ve komşularının evine gitmişlerdi.[198]

Rasûlullah hergün ikindi namazını kılınca teker teker hanımlarını dolaşır ve bu turunu Hz. Âişe ile noktalardı. Hz. Âişe’nin yanına geldiğinde ona sarılırdı.[199]

Hz. Âişe Rasûlullah’ın kendisini ne kadar çok sevdiğini bilmesine rağmen zaman zaman bunu teyit ettirme gereği duyuyordu. Bir gün Hz. Peygamber’e: “Ya Rasûlallah! Bana olan sevgin nasıldır?” diye sormuştu. Hz. Peygamber: “Düğüm gibidir.” buyurdu. Hz. Âişe bundan sonra Hz. Peygamber’e sevgisini sorarken: “Ya Rasûlallah! Düğüm nasıldır?” derdi. Hz. Peygamber de: “İlk günkü gibidir.” buyururlardı.[200]

Hz. Peygamber sevgili eşi Hz. Âişe’nin yaşının gereği olan isteklerini de anlayışla karşılıyordu. Bir bayram günü Habeşliler’in mızraklarıyla yaptıkları oyunları Hz. Âişe bıkana kadar beraber izlemişlerdi.[201] Bir sefer dönüşünde Rasûlullah Hz. Âişe’ye: “Gel seninle yarışalım.” demişti. Yapılan bu yarışı Hz. Âişe kazanmıştı. Daha sonra yapılan bir yarışta Hz. Peygamber Hz. Âişe’yi geçince omuzlarının arasına vurarak şöyle buyurdu: “Bu, öncekinin karşılığı olsun!”[202]

Hz. Peygamber’in Hz. Âişe’ye karşı olan sevgisini göstermesi açısından şu rivayet de önemlidir. Rasûlullah Amr b. Âs’ı Zâtü’s-Selâsil Seriyyesi’nde kumandan olarak tayin etmişti. Henüz yeni müslüman olan Amr b. Âs, sahâbenin en önde gelenlerinin yer aldığı bir askeri birliğe komutan olarak atanmanın verdiği gururla, savaştan sonra Rasûlullah’ın yanına gidip: “En çok sevdiğin insan kimdir?” diye sordu. Hz. Peygamber: “Âişe’dir.” buyurdu. Amr: “Ya erkeklerden kimdir?” diye sordu. Hz. Peygamber: “Babasıdır.” karşılığını verdi. Amr: “Sonra kimdir?” diye sordu. Hz. Peygamber: “Ömer’dir.” deyip daha başka birtakım kimseleri de saydı. Amr: “Beni en sonuncuları olarak sayar korkusuyla sustum.”[203] demiştir.

Rasûlullah Hz. Âişe’ye olan sevgisini ölüm anında bile tekrarlamıştı. Rasûlullah: “Ölümüm bana kolay gelsin diye Allah bana cennette Âişe’yi gösterdi. Âdeta onun avuçlarına bakıyor gibiydim.” buyurmuştur.[204]

Görüldüğü üzere rivayetlerde genellikle Hz. Peygamber’in Hz. Âişe’ye olan sevgisi dile getirilmektedir. Rivayetler Hz. Âişe kanalıyla geldiği için Hz. Âişe genellikle Hz. Peygamber’in kendisine olan teveccühünü anlatmıştır. Fakat Hz. Âişe de Hz. Peygamber’i çok seviyordu. Hz. Âişe’nin yaptığı tüm kıskançlıklar bu sevgili eşini kimseyle paylaşmak istememesinin bir tezahürüydü.

Bir gün Hz. Peygamber Hz. Âişe’nin günü olmadığı halde onun evinde uzanmak için Hz. Âişe’nin kapısını çalmıştı. Hz. Âişe kapıyı açmak hususunda biraz ağır davranmıştı. Kapıyı açtığı zaman Hz. Peygamber: “Kapını çaldığımı duymuyor musun?” diye Hz. Âişe’ye sorunca o: “Duydum. Fakat benim günüm dışındaki bir günde senin kapıma geldiğini diğer hanımlarının da duymasını istedim.” demişti.[205]

Hz. Âişe Hz. Peygamber’in yanındaki kıymetini bilmesine rağmen bazen kıskançlık sebebiyle kendisinin diğer hanımlarından farklı olduğunu Hz. Peygamber’e hatırlatma gereği duyuyordu. Hz. Ümmü Seleme’nin yanından gelen Hz. Peygamber’e: “Ey Allah’ın Rasûlü! Ne dersin? Sen bir vadiye konaklasan, o vadide bir kısmı yenilmiş bir ağaç ile ondan hiç yenilmemiş bir ağaç bulsan, hangisinden deveni otlatırsın.” diye sordu. Hz. Peygamber: “Kendisinden otlanmamış olandan otlatırdım.” buyurdu. Bununla Hz. Âişe eşleri içerisindeki tek bakire olanın kendisi olduğunu Hz. Peygamber’e hatırlatmak istemişti.[206]

Hz. Âişe kendilerini Rasûlullah’a bağışlayan kadınları ayıplar: “Hiçbir kadın kendini mehirsiz olarak hibe eder mi?” derdi. Hz. Âişe kendisi de çok iyi biliyordu ki Hz. Peygamber gibi bir eş için kendisini hibe etmek ayıplanacak bir davranış değil , aksine bir faziletti. Fakat sevgili eşini daha fazla kadınla paylaşmak istemediği için buna itiraz ediyordu. Daha sonraları: “Onlardan dilediğini geriye bırakır, dilediğini de yanına alırsın. Bıraktığın hanımlarından arzu ettiğini tekrar yanına almanda, senin üzerine bir günah yoktur.”[207] âyeti inince Hz. Âişe: “Vallahi! Rabbi’nin senin arzunu yerine getirmekte acele ettiğini görüyorum.” demişti.[208]

Hz. Âişe’nin kıskançlıklarından dolayı, Hz. Hatice’ye laf etmesi müstesna, Hz. Peygamber tarafından azarlandığı rivayet edilmemektedir. Hz. Peygamber bu tarz davranışları normal karşılayarak: “Kıskanç kadın vadinin üst tarafıyla alt tarafını birbirinden ayırt edemez.” buyurmuştu.[209]

Hz. Âişe’nin özellikle kıskançlık sebebiyle Hz. Peygamber’e kızdığı zamanlar da oluyordu. Bir gün Hz. Peygamber Hz. Âişe’ye: “Ben senin benden hoşnut olduğun zamanları da, bana kızgın olduğun zamanları da bilirim.” buyurdu. Hz. Âişe ise: “Peki bunu nasıl biliyorsun.” diye sordu. Hz. Peygamber: “Sen benden hoşnut isen: ‘Hayır Muhammed’in Rabbi hakkı için!’ diyerek yemin edersin. Kızgın olduğun takdirde ise: ‘Hayır İbrahim’in Rabbi hakkı için!’ diye yemin edersin.” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Evet. Allah’a yemin ederim ey Allah’ın Rasûlü! Ancak senin ismini anmamakla kalırım.” dedi.[210]

Hz. Âişe’nin söz ve davranışlarında Hz. Peygamber’e karşı olan sevgisi aşikârdı. Aşağıdaki rivayetlerde bu sevginin tezahürleri açıkça görülmektedir.

Bir gün Hz. Peygamber ayakkabısını tamir ediyor, Hz. Âişe de yün eğiriyordu. Hz. Âişe Rasûlullah’a baktığında alnının terlediğini gördü. Onun teriyle birlikte bir nurun ortaya çıkması onu şaşırtmıştı. Hz. Âişe’nin bu halini gören Rasûlullah: “Ya Âişe! Ne oldu?” dedi. Hz. Âişe de: “Yâ Rasûlallah! Senin alnından terinle birlikte çıkan nur beni şaşırttı. Ebû Bekir el-Hüzelî seni görse şu şiire senin daha layık olduğunu anlardı.” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Ebû Bekir el- Hüzelî ne demişti?” buyurunca Hz. Âişe şu şiiri okudu.

Her türlü pislikten temizlen,

Fesattan ve gaflet hastalığından,

Ailenin yüzüne baktığında,

Parlayan bir şimşek gibiydi.

Hz. Peygamber ellerini yere koyarak kalktı ve Hz. Âişe’yi alnından öptükten sonra: “Ey Âişe! Beni sevindirdiğin gibi Allah’da seni sevindirsin.” buyurdu. [211]

Hz. Âişe Hz. Peygamber’e olan sevgisinin büyüklüğünü şu mısralarla da dile getirmişti:

Mısır’da onun yanağının vasıflarını duysalardı,

Yûsuf hakkındaki pazarlıkta bir kuruş ödemezlerdi.

Züleyha’yı levm edenler onun alnını görseler,

Ellerini değil, kalplerini keserlerdi.[212]

Hz. Âişe, Rasûlullah’ı çok iyi tanıdığı için onun hoşlanmadığı şeyleri yapmaktan da özellikle kaçınırdı. O dönemde kadınlar arasında çok yaygın olan kınayı Hz. Peygamber hoşlanmadığı için kullanmıyordu. Bir kadın kendisine gelerek kına yakmanın hükmünü sormuştu. Hz. Âişe de: “Caizdir. Fakat ben hoşlanmıyorum. Çünkü sevgilim Rasûlullah kına kokusundan hoşlanmaz.” dedi.[213]

Aralarındaki sevgiye rağmen Hz. Peygamber’in nadiren de olsa Hz. Âişe’ye kızdığı olaylar olmuştur.

Hz. Peygamber, bir ticaret kervanına yapılan baskında esir edilen Mugîre b. Muâviye için Hz. Âişe’ye: “Şu esiri bekle, kaçırma.” buyurmuş, kendisi de evden çıkıp gitmişti. Hz. Âişe, bir kadınla konuşmaya dalınca Mugîre, sezdirmeden oradan kaçmıştı. Hz. Peygamber eve döndüğünde Mugîre’yi göremeyince: “Esir nerede?” diye sordu. Hz. Âişe: “Vallâhi! Bilmiyorum. Ondan gaflet etmişim. Biraz önce, şurada duruyordu.” dedi. Hz. Peygamber: “Allah, senin kolunu kurutsun!” dedikten sonra dışarı çıktı ve halka seslendi. Ashâbdan bazıları Mugîre’yi aramaya gittiler. Mugîre b. Muâviye Mekke’ye giden yolda Savreyn’de[214] Sa‘d b. Ebû Vakkâs’ın kumandası altındaki yedi kişilik bir birlikle karşılaştı. Havvat b. Cübeyr, onu yakalayıp ikindiden sonra Medine’ye getirdi ve Hz. Peygamber’e teslim etti. Hz. Peygamber eve dönünce Hz. Âişe’nin ellerini evirip-çevirip incelediğini görünce: “Sana ne oldu?” buyurdu. Hz. Âişe de: “Hangi elim kuruyacak diye bakıyorum. Sen peygamberlerin duasıyla dua ettin.” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber kıbleye yönelerek ellerini kaldırdı ve: “Ey Allah’ım! Ben de nihayet bir insanım. İnsanların kızdıkları gibi benim de kızdığım, darıldığım olabilir. O halde erkek veya kadın müminlerden her kimin aleyhinde dua edersem. Sen benim o duamı onun hakkında rahmet kıl.” diyerek dua buyurdu.[215]

Dinî alanda yapılan hatalar da Hz. Peygamber’in müsamaha göstermediği konulardan biriydi. Hz. Âişe Rasûlullah’a bir kişiden, taklidini yaparak bahsetttiğinde Hz. Peygamber kendisine: “Benim şu kadar veya bu kadar menfaatim olsa bile birisinin taklidini yapmak hoşuma gidip beni sevindirmez.” buyurdu. Yine başka bir seferde Hz. Âişe: “Ey Allah’ın Rasûlü! Safiyye küçücük bir kadındır.” deyip eliyle onun kısa oluşunu göstermişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Öyle bir söz ettin ki o söz denize karışsaydı denizin suyu değişirdi.” buyurmuştu.[216]

Bir gün Hz. Peygamber Hz. Âişe’nin odasına girdiğinde evde, üzerinde sûretler bulunan bir perde gördü. Derhal Hz. Peygamber’in yüzünün rengi değişti, sonra perdeyi alıp parçaladı ve: “Şüphesiz bu sûretleri yapan kimseler kıyamet gününde insanlar arasında azabı en şiddetli olacak kimselerdendir.” buyurdu.[217]

Hz. Âişe’nin Künye Talebi

Hz. Âişe’nin yıllar geçmesine rağmen bir çocuk sahibi olamaması kendisini çok üzüyordu. Hz. Peygamber’in diğer eşlerinin eski kocalarından çocukları olmasına rağmen kendisinin böyle bir nimetten yoksun olması Hz. Âişe’yi derinden etkiliyordu. İşte böyle bir zamanda Hz. Âişe Rasûlullah’a gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bütün kadın arkadaşlarımın bir künyesi var. Ben de bir künye alabilir miyim?” diye sormuştu. Rasûlullah ise Hz. Âişe’nin kız kardeşi Esmâ’nın oğlunu kastederek: “Sen de oğlun hükmünde olan Abdullah ile künyelen.” buyurmuştu. Bundan sonra Hz. Âişe “Ümmü Abdullah” künyesini almıştı.[218] Belki de Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’den bu isteğinin altında ondan bir çocuk sahibi olma özlemi yatıyordu. Hz. Peygamber’in bunun için dua etmesini temenni ediyordu.[219]

Hz. Âişe’nin Ümmü Abdullah diye künyelenme sebebi olarak Abdullah isminde bir çocuğu olup küçükken vefat ettiği şeklinde rivayetler de bulunmaktadır. Fakat bu rivayet güvenilir değildir.[220] Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’den bir çocuğu olmadığı ve kendisinin hamile de kalmadığı bazı kaynaklarda özellikle zikredilir.[221]

Hz. Âişe’nin evlat özlemini Âişe Abdurrahman beliğ bir şekilde ifade etmiştir: “Hz. Âişe’nin çocuk doğuramamaktan meydana gelen mahrumiyet acısını Abdullah’ın annesi diye çağırılmakla veya bütün müminlerin annesi olmakla giderdiğini kabul eden de kadının yaratılışını bilmiyor demektir. Bunlar onun, hiçbir kocanın ulaşamayacağı üstünlüğe sahip sevgili eşinden evlât edinme arzusunu söndürememiştir.”[222]

İbn Abbâs’tan nakledilen şu rivayet de Âişe Abdurrahman’ı desteklemektedir: “Rasûlullah: ‘Ümmetimden bulûğa ermeden önce iki çocuğunu kaybedeni Allah cennete sokar.’ Bunun üzerine Hz. Âişe: ‘Peki bulûğa ermeden önce sadece bir çocuğunu kaybeden ne olacak?’ diye sorunca Rasûlullah buyurdu ki: ‘Ey Müveffeka! Bulûğa ermeden önce bir çocuğunu kaybedeni de Allah cennete sokacak.’ Bu defa Hz. Âişe: ‘Ya bulûğa ermeden vefat eden çocuğu olmayanın durumu ne olacak?’ diye sorunca Rasûlullah: ‘Bu durumda önde gidenleri ben olacağım ve onların benim gibi büyük kayıpları olmayacaktır.’ buyurdu.”[223]

Hz. Âişe ve Hz. Peygamber birbirlerini çok iyi anlıyorlardı. Hz. Âişe’nin en son sorduğu soruyla kendi durumunu sorduğunu Hz. Peygamber anlamıştı ve aynı incelikle cevap vermişti. Çocuğu olmayan bu kadının kaybı ben olacağım ve onun kaybı gerçekten çok büyük olacak.

Hz. Âişe’nin “Ümmü Abdullah” künyesinden başka Hz. Peygamber’in kendisi için kullandığı çeşitli lakapları vardı. “Sıddîk’in kızı”,[224] “Şükayrâ (sarışıncık, kumralcık)”,[225] “Hümeyrâ (kızılcık)”[226] ve “Müveffeka (başarılı)”[227] bu lakaplardan bazılarıdır.

Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’in Diğer Hanımlarıyla İlişkileri

Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’in diğer eşleriyle ilişkilerini incelediğimizde rivayetlerin genellikle aralarında meydana gelen kıskançlıklar üzerinde durduğunu görürüz. Hz. Âişe Rasûlullah’ın neredeyse tüm eşleriyle bazı kıskançlık durumları yaşamıştı. Fakat Rasûlullah gibi değerli bir eşin birçok kumayla birlikte paylaşılması sebebiyle aralarında bu tarz kıskançlıkların yaşanması doğal karşılanmalıdır.

Örneğin Hz. Âişe, Rasûlullah’ın ilk eşi Hz. Hatice ile Hz. Peygamber’in hanesinde hiç yan yana bulunmamıştı. Buna rağmen Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’in en fazla kıskandığı eşi Hz. Hatice’ydi. Hz. Âişe, Hz. Peygamber’in Hz. Hatice’ye karşı olan büyük sevgisini her hissettiğinde bu kıskançlık depreşiyor ve bazen Hz. Peygamber’e sitem şeklinde zuhur ediyordu. Bu durum Hz. Âişe’nin bize aktardığı rivayetlerde açık bir şekilde görülmektedir.[228]

Hz. Peygamber Hz. Hatice’ye derin bir muhabbetle bağlıydı. Hz. Âişe’nin Hz Haticeyi kıskanma sebeplerinden birisi buydu. Diğer bir sebep ise Hz. Hatice’nin, Hz. Âişe’nin ulaşamadığı büyük bir onura ulaşmış olması, onun Rasûlullah ile tek başına evlilik hayatı yaşamış olmasıydı. Hz. Âişe bu durumu şöyle aktarmıştır: “Rasûlullah, Hatice vefat edene kadar onun üzerine başka bir kadınla evlenmedi.”[229]

Hz. Âişe’nin Hz. Hatice’yi kıskanmasının son sebebi ise Hz. Hatice’nin Rasûlullah’tan çocukları olmasıydı. Kendisinin böyle bir nimetten mahrum olması Hz. Âişe’yi derinden yaralıyordu.

Burada dikkat çekmek istediğimiz bir nokta bulunmaktadır. Müslim’de Hz. Hatice’nin fazileti bağlamında zikredilen dokuz rivayetin altı tanesi, Buhârî’de geçen yedi rivayetin dördü Hz. Âişe’ye aittir. Bu da bize göstermektedir ki Hz. Âişe’nin kıskançlığı bile bir hayra vesile olmuştur. Hz. Âişe’nin Hz. Hatice’ye olan kıskançlıkları olmasa Hz. Peygamber, Hz. Hatice hakkında bunları söylemeyecekti. Yine benzer şekilde Hz. Âişe de bu rivayetleri bize ulaştırmasaydı, Hz. Hatice’nin fazileti ve Hz. Peygamber’in ona olan sevgisi hakkındaki bilgilerimiz eksik kalacaktı.

Hz. Âişe ile Hz. Sevde’nin ilişkilerine baktığımızda ise Hz. Âişe’nin Hz. Sevde ile oldukça uyumlu olduğu görülmektedir.

Rasûlullah’ın eşleri iki gruptu. Hz. Âişe, Hz. Hafsa, Hz. Safiyye ve Hz. Sevde birinci grupta yer alıyordu. Hz. Ümmü Seleme ve Rasûlullah’ın diğer hanımları ise ikinci grupta yer alıyordu.[230] Bu rivayetten de anlaşıldığı üzere Hz. Âişe ve Hz. Sevde Hz. Peygamber’in hanelerinde yaşanan olaylarda birlikte hareket ediyorlardı. Hz. Âişe Hz. Sevde’yi çok sever ve onun hakkında: “Kadınlar içinde kendisi gibi olmayı arzuladığım tek kadın Sevde’dir. Fakat o, biraz sert bir mizaca sahiptir.” derdi.[231]

Hz. Sevde de Hz. Âişe’yi çok severdi. Bazı rivayetlerde sebebi belirtilmeksizin Hz. Peygamber’in Hz. Sevde’yi boşamak istediği zikredilmiştir. Hz. Sevde bunun üzerine Rasûlullah’a: “Benim erkeklere ihtiyacım yok. Fakat ben kıyamet gününde senin eşin olarak diriltilmeyi istiyorum.” demiş ve kendi gününü Hz. Âişe’ye vermişti.[232] Hz. Âişe Hz. Sevde’nin bu fedakârlığı sebebiyle diğer eşlerinden farklı olarak Hz. Peygamber ile iki gece birlikte geçiriyordu.

Hz. Âişe’nin Hz. Ümmü Seleme ile olan ilişkilerine baktığımızda ise Rasûlullah’ın bu iki zevcesi arasında ciddi bir rekabet olduğunu görürüz. Hz. Ümmü Seleme Hz. Âişe ve grubuna muhalefet eden ümmühâtü’l-müminînin başında yer alıyordu.[233] Hz. Ümmü Seleme ve Hz. Âişe arasında ciddi bir rekabet vardı. Hz. Ümmü Seleme öncelikle güzel bir kadındı. Bu güzelliği sebebiyle daha ilk günden Hz. Âişe tarafından kıskanılmaya başlanmıştı.

Hz. Âişe’den gelen bir rivayete göre o: “Rasûlullah Ümmü Seleme ile evlenince insanların onun güzelliğinden bahsetmelerinden dolayı çok üzülmüştüm. Sakinleşip de onu görmek için gittiğimde bana anlatılandan da güzel olduğuna şahit oldum. Bu durumu Hafsa’ya anlattım. Hafsa: ‘Vallahi, hayır! Bu ancak bir kıskançlıktır. O, onların dediği kadar güzel değildir.’ dedi. Ben onun Ümmü Seleme’yi görmesini temenni ettim. Onu görünce de: ‘Onu gördüm güzel, fakat söylenildiği gibi güzel değildir.’ dedi. Onu daha sonra da gördüm. Yemin olsun ki Hafsa’nın dediği gibiydi. Fakat ben hâlâ kıskanıyordum.” demiştir.[234]

Hz. Âişe’nin Hz. Ümmü Seleme’yi kıskanma nedeni sadece güzelliği değildi. Hz. Ümmü Seleme aynı zamanda kültürlü ve hikmet sahibi bir insandı. Hudeybiye Antlaşması sırasında Hz. Peygamber’e verdiği tavsiyeyle kendisini sıkıntıdan kurtarması sahip olduğu basiret ve ferasetin en büyük delillerinden birisidir.

Hz. Âişe’nin kendisi için fazilet bağlamında zikrettiği birçok şeyi Hz. Ümmü Seleme de yaşamıştı. Hz. Ümmü Seleme’nin Dıhye sûretinde Cebrail’i görmesi,[235] Hz. Ümmü Seleme ve Rasûlullah’ın aynı su kabından gusül abdesti alması[236] ve Hz. Peygamber’in oruçlu iken Hz. Ümmü Seleme’yi öpmesi bunlardan bazılarıdır.[237]

Yine Hz. Âişe’den aktarılan benzer bir kıskançlık rivayetinde o: “Bir defasında Rasûlullah yanıma geldi. Ona: ‘Gün boyunca neredeydin?’ diye sorduğumda o: ‘Ey Hümeyrâ! Ümmü Seleme’nin yanındaydım.’ dedi. Ben de: ‘Ümmü Seleme’ye doymadın mı?’ deyince güldü. Sonra: ‘Ya Rasûlallah! Bana söyler misin? İki vadiye insen ve biri otlatılmış, diğeri de otlatılmamış ise hayvanlarını hangisinde otlatırsın?’ diye sorunca o: ‘Otlatılmamış olanda!’ dedi. Ben de: ‘Ben diğer eşlerin gibi değilim. Ben hariç, senin diğer eşlerin daha önce başka erkeklerin yanındaydılar.’ dedim. Bunun üzerine Rasûlullah gülümsedi.” demiştir.[238]

Tabi kıskançlık tek taraflı değildi. Hz. Âişe’nin Hz. Ümmü Seleme’yi kıskandığı gibi Hz. Ümmü Seleme de Hz. Âişe’yi kıskanıyordu.

Müslümanlar, Rasûlullah’ın hoşnutluğunu kazanmak maksadıyla hediyelerini getirmek için Hz. Âişe’nin gününü beklerlerdi.[239] Bu durumun doğal bir sonucu olarak Hz. Peygamber’in eşleri bundan rahatsızdı. Hz. Peygamber’in eşleri bu uygulamaya bir son verilmesi için Hz. Peygamber’le konuşmaya karar vermişler ve bu konuşma için en uygun kişinin Hz. Ümmü Seleme olacağında fikir birliği etmişlerdi. Hz. Ümmü Seleme Rasûlullah’a hanımlarının tepkisini dile getirince Hz. Peygamber ona karşılık vermemişti. Bunun üzerine Hz. Ümmü Seleme aynı şeyi Rasûlullah’a tekrar aktardı. Fakat Hz. Peygamber yine herhangi bir cevap vermedi. Hz. Ümmü Seleme aynı şeyi üçüncü defa Rasûlullah’a tekrarlayınca Hz. Peygamber: “Âişe’yi kıskanarak beni üzme. Çünkü Âişe’den başka hiçbirinizin yatağında bana vahiy gelmedi.” buyurdu.[240]

Aralarında geçen benzer tüm olumsuzluklara rağmen Hz. Âişe ve Hz. Ümmü Seleme arasındaki rekabet daima mutedil bir seviyede kalmıştır.

Hz. Ümmü Seleme Hz. Âişe vefat ettiği zaman: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki o, Hz. Peygamber’e insanların en sevimli olanıydı. Babası bundan müstesnadır.” demişti.[241]

Hz. Âişe ve Hz. Hafsa’nın ilişkilerine baktığımızda aralarında bazı kıskançlık halleri zuhur etmiş olsa da Rasûlullah’ın bu iki eşinin gayet uyumlu olduklarını görürüz. Hz. Hafsa, Hz. Âişe’nin grubunda yer alıyordu.[242] Hz. Peygamber hanelerinde yaşanan olaylarda genellikle birlikte hareket ediyorlardı.[243]

Fakat bazen kıskançlıklar da olmuyor değildi. Bu kıskançlıklardan bazıları İslâm tarihi ve hadis kaynakları aracılığıyla bize ulaşmıştır.

Hz. Âişe’den gelen bir rivayete göre o: “Rasûlullah ashâbıyla birlikte benim odamda idi. Ben onun için yemek yapmıştım. Kumam Hafsa da yemek yapmıştı. Hafsa’nın yemeği benimkinden daha güzeldi. Ben cariyeme: ‘Git onun yemeğini dök.’ demiştim. Cariyem de ona yetişti. Rasûlullah’ın önüne koyacağı sırada yemeği döktü ve çanak da kırıldı. Yemek de oraya dağılmıştı. Rasûlullah çanağın parçalarını birleştirdi, deriden yapılmış sofra üzerine dökülen yemeği topladı. Sonra sahâbîleriyle birlikte o yemekleri yediler. Sonra Rasûlullah, benim çanağımı içerisindeki yemekle birlikte Hafsa’ya götürüp verdi ve şöyle buyurdu: ‘Kabınız yerine kabı alınız, içindekileri de yiyiniz.’ Ben yaptığım bu işin etkisini Rasûlullah’ın yüzünde hiç görmedim.” demiştir.[244] Bazı rivayetlerde yemeği gönderen ve yemeği döken ümmü’l-müminînin isimleri zikredilmemiştir.[245]

Yine benzer bir kıskançlık hadisesinde Hz. Âişe, Hz. Peygamber’in Hz. Hafsa’nın yanında normalden uzun kalmasını kıskanmış ve bunun sebebini sormuştu. Hz. Âişe’ye yakınlarından bir kadın ona küçük bir tulum bal hediye etti. Ondan şerbet yapıp Hz. Peygamber’e içiriyor denildiğinde o: “Vallahi ona karşı bir hile düzenleyeceğim.” diyerek Sevde bint Zem‘a’ya: “Rasûlullah sana gelip yaklaşacak. Sana yaklaştığı zaman: ‘Sen megâfîr mi[246] yedin?’ de. O sana: ‘Hayır.’ diyecektir. O zaman ona: ‘O halde benim senden aldığım bu koku da nedir?’ de. O da sana: ‘Hafsa bana bir miktar bal şerbeti içirdi.’ diyecektir. Sen de ona: ‘Bu balı yapan arı urfut denilen ağaca konmuş olmalıdır.’ de. Ben de aynı şeyleri söyleyeceğim. Ey Safiyye! Sen de böyle söyle.” demişti.

Rasûlullah zikredilen bu üç eşinin yanına girdiği zaman aralarında kararlaştırdıkları şeyleri kendisine sırayla söylemişlerdi. Daha sonra Hz. Peygamber Hz. Hafsa’nın yanına gidince: “Yâ Rasûlallah! Sana o bal şerbetinden vereyim mi?” diye sormuş Rasûlullah ise: “Hayır. Onu istemiyorum.” buyurmuştu.

Bu olaydan sonra Hz. Sevde, Hz. Âişe’ye: “Vallahi, biz onu bundan mahrum ettik.” demiş Hz. Âişe de ona: “Sus, sesini çıkarma.” demişti.[247]

Hz. Âişe’nin Hz. Hafsa’ya yaptığı bir hile de Hz. Peygamber’in vefat hastalığı esnasındaydı. Hz. Âişe Hz. Peygamber’in hastalığı sırasında babasının Hz. Peygamber’in yerine geçerek namaz kıldırmasını istemiyordu. Şayet Hz. Peygamber’e bir şey olursa onun mihrabına geçecek kişinin uğursuz sayılacağını düşünüyordu. Bu sebeple Hz. Peygamber: “Ebû Bekir’e söyleyin insanlara namazı kıldırsın.” diye emir verdiğinde Hz. Âişe: “Ebû Bekir senin yerine geçtiği zaman hıçkıra hıçkıra ağlamaktan sesini cemaate ulaştıramaz. Ömer’e söyle namazı o kıldırsın.” demişti. Hatta Hz. Hafsa’dan Rasûlullah’a gidip aynı şeyleri söylemesini istedi. Hz. Hafsa da Hz. Peygamber’e giderek aynı şeyleri söyledi. Bunun üzerine Rasûlullah: “Durun bakalım. Daha fazla üstüme gelmeyin. Yûsuf’un başını derde sokan siz kadınlar değil misiniz zaten? Söyleyin Ebû Bekir’e namazı kıldırsın.” diyerek emrini tekrarladı. Hz. Hafsa bu olay üzerine Hz. Âişe’ye: “Senden bana bir fayda geleceğini zaten hiç düşünmüyordum.” demiştir.[248]

Fakat hile yapan her zaman Hz. Âişe değildi. Hz. Hafsa da Hz. Âişe’yi bazen oyuna getiriyordu. Rasûlullah bir sefere Hz. Âişe ve Hz. Hafsa ile birlikte çıkmıştı. Rasûlullah gece olduğunda Hz. Âişe ile beraber yürür, onunla konuşurdu. Bir gün Hz. Hafsa, Hz. Âişe’ye: “Bu gece sen benim deveme binsen, ben de senin devene binsem, sen de değişik manzara seyretsen, ben de değişik manzara seyretsem.” dedi. Hz. Âişe de bu teklifi kabul etti. Hz. Âişe Hz. Hafsa’nın devesine bindi. Hz. Hafsa da Hz. Âişe’nin devesine bindi. Gece Hz. Peygamber Hz. Âişe’nin devesine geldiğinde üzerinde Hz. Hafsa’nın olduğunu gördü. Hz. Peygamber Hz. Hafsa’ya selâm verip bir sonraki mola yerine kadar onunla birlikte yürüdü. Hz. Âişe oyuna getirilmiş olduğunu da fark ederek mola yerine indiklerinde ayağını izhir otlarının içine sokarak: “Ey Rabbim! Bana bir akrep veya yılan musallat et de beni soksun. Artık Peygamber’e bir şey diyemiyorum.” demişti.[249]

Hz. Âişe ile Hz. Zeyneb bint Cahş’ın ilişkilerine baktığımızda Rasûlullah’ın bu iki eşinin arasında ciddi bir rekabet olduğu görülmektedir.

Hz. Zeyneb bint Cahş güzel bir kadındı. Bunun yanı sıra annesinin Hz. Peygamber’in halası olması ve baba tarafından soylu bir aileye mensup olması sebebiyle de Hz. Âişe için ciddi bir rakipti. Ayrıca Hz. Zeyneb için başka bir üstünlük vesilesi daha söz konusuydu. Hz. Zeyneb bint Cahş hakkında “...Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikâhladık...”[250] âyeti inmişti. Bu âyet sebebiyle Hz. Zeyneb, Hz. Peygamber’in diğer hanımlarına karşı övünür ve şöyle derdi: “Sizleri kendi aileleriniz evlendirdi. Beni ise yedi kat semanın üstünden Allah evlendirdi.”[251]

Hz. Âişe ve Hz. Zeyneb arasındaki kıskançlık çift taraflıydı. Bazı olaylarda Hz. Âişe’nin kıskançlık gösterdiği, bazı olaylarda ise Hz. Zeyneb’in kıskançlık gösterdiği görülmektedir.

Allah Rasûlü’nün hanımları iki gruptu. Hz. Âişe, Hz. Hafsa, Hz. Safiyye ve Hz. Sevde birinci grupta yer alıyordu. Hz. Ümmü Seleme ve diğer hanımları ise ikinci grupta yer alıyordu. Müslümanlar, Rasûlullah’ın Hz. Âişe’nin yanında daha mutlu olduğunu bildikleri için Rasûlullah’a bir şey armağan etmek istediklerinde Hz. Âişe’nin odasında geceleyeceği gün gelinceye kadar hediyelerini geciktirirlerdi. O gün gelince armağanlarını Hz. Âişe’nin odasına gönderirlerdi.

Bunun üzerine Hz. Âişe’ye muhalif olan ümmühâtü’l-müminîn sırasıyla Hz. Ümmü Seleme ve Hz. Fâtıma’yı Rasûlullah’a göndererek bu konuda adaletin tesis edilmesini istediklerini belirttiler. Fakat her iki aracı da olumlu bir cevapla dönmedi.

Bunun üzerine Hz. Peygamber’in hanımları Hz. Zeyneb bint Cahş’ı Rasûlullah’a gönderdiler. O da Hz. Peygamber’in yanına geldi ve ölçüsüzce bağırarak: “Hanımların Ebû Kuhâfe’nin kızı konusunda adaletli olmanı istiyorlar.” dedi. Sonra oturmakta olan Hz. Âişe’ye yönelerek ağır sözler söyledi. Allah Rasûlü, bir karşılık verecek mi acaba, diye Hz. Âişe’ye baktı. Hz. Âişe de Hz. Zeyneb’e karşılık vererek onu susturdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber Hz. Âişe’ye bakarak: “Bu, Ebû Bekir’in kızıdır.” buyurdu.[252]

Hz. Peygamber’in zevceleri her gece Rasûlullah ile kalma sırası o gün hangi hanımında ise o evde bir araya gelirlerdi. Hz. Âişe’nin evinde toplandıkları bir gün Rasûlullah elini Hz. Zeyneb’e uzatmış, Hz. Âişe de kendi sırasının olduğu günde bu durumu kabullenemeyerek: “O Zeyneb’tir.” demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber de elini hemen Hz. Zeyneb’ten çekmişti. Müteakiben Hz. Âişe ve Hz. Zeyneb tartışmaya başlamışlardı. Sesleri o derece yükselmişti ki namaz kılmak için mescide gelmiş olan Hz. Ebû Bekir bu gürültüleri işitmiş ve: “Yâ Rasûlallah! Namaza çık! Onların da ağızlarına toprak saç!” demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber namazı kıldırmak için çıkmıştı. Hz. Peygamber namazı bitirdiği zaman Hz. Ebû Bekir, Hz. Âişe’nin yanına gelerek kendisine ağır laflar söylemiş: “Sen böyle mi yapıyorsun?” 251 demişti.[253]

Hz. Hafsa hakkındaki bilgileri aktarırken anlattığımız bal şerbeti olayının bir benzeri de Hz. Zeyneb bint Cahş hakkında rivayet edilmiştir.[254]

Her ne kadar iki kuma arasında ciddi bir rekabet söz konusu olsa da bu itidalli bir seviyede kalmış ve birbirleri hakkında her zaman hüsnü zan beslemişlerdir. Hz.

Âişe’nin Hz. Zeyneb hakkındaki kanaatleri bunu göstermektedir. Hz. Âişe Hz. Zeyneb hakkında: “Din hususunda Zeyneb bint Cahş’tan daha hayırlı, Allah’a karşı takvalı, doğru sözlü, akrabalık bağlarını gözeten, emanete çok riayet eden ve sadaka veren başka bir kadını asla görmedim.”[255] “Ben ondan daha hayırlı bir kadın görmedim. O çok sadaka veren, akrabalık bağlarına önem veren biriydi. Her konuda hayır yapmayı seven ve Allah’a yaklaşmayı isteyen fedakâr biriydi. Fakat çabuk hiddetlenip hemen sakinleşirdi.” demiştir.[256]

Hz. Âişe’nin Hz. Zeyneb hakkındaki kanaatlerinin benzerlerini de Hz. Zeyneb Hz. Âişe hakkında beslemekteydi. Örneğin İfk Olayı’nda Hz. Zeyneb’in Hz. Âişe aleyhine kullanabileceği çok önemli bir koz eline geçmişti. Fakat aralarındaki rekabet gerçekleri örtmelerine veya değiştirmelerine sebebiyet verecek kadar ciddi boyutlara ulaşmamıştır. İfk Olayı’nda Hz. Peygamber kendisine Hz. Âişe hakkındaki dedikodular konusundaki görüşünü sorduğunda Hz. Zeyneb: “Görmediğimi gördüm demekten gözlerimi, duymadığımı duydum demekten kulaklarımı koruyorum. Onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum.” demişti.[257] Hz. Zeyneb’in kız kardeşi olan Hamne bint Cahş ise Rasûlullah’ın yanında kız kardeşinin konumunu yüceltmek için bu dedikoduların yayılmasında aracı olmuştu.[258]

Hz. Zeyneb vefat ettiği zaman Hz. Âişe: “Çok hamd eden, dullara ve yetimlere infak eden kadın gitti.” demişti.[259]

Zeyneb bint Cahş vefat ettiğinde Hz. Âişe ağlamış, onu hayırla yâd ederek merhamet dilemişti. Hz. Âişe’ye bu konu sorulduğunda: “Sâliha bir kadındı.” demişti. Urve: “Ey teyzeciğim! Rasûlullah, hangi eşine daha çok meyletmişti?” diye sorduğunda Hz. Âişe: “Çok meylettiğini düşünmüyorum. Fakat Zeyneb bint Cahş ve Ümmü Seleme’nin onun katında bir değeri vardı. Her ikisi de benden sonra Rasûlullah’a sevimli gelen iki kimseydi.” demişti.[260]

Hz. Âişe ile Hz. Ümmü Habîbe’nin ilişkilerine baktığımızda Rasûlullah’ın bu iki zevcesinin arasında bir anlaşmazlık olduğuna dair herhangi bir rivayet bulunmamaktadır. Rivayetlerden anlaşıldığı üzere Hz. Ümmü Habîbe ve Hz. Âişe Rasûlullah’ın sağlığında sadece üç yıl birlikte kalmışlardı. Bu zaman zarfı içerisinde aşağıdaki rivayetten anlaşılacağı üzere aralarında bazı küçük anlaşmazlıklar vuku bulmuş olmalıdır.

Hz. Ümmü Habîbe, vefat edeceği zaman Hz. Âişe’yi çağırıp şöyle demişti: “Kumalar arasında cereyan eden bazı şeyler bizim de aramızda cereyan etmiş olabilir.” Bunun üzerine Hz. Âişe: “Allah, beni ve seni bağışlasın. Bütün bu olup biten şeylerde ben hakkımdan vazgeçtim ve hakkımı sana helal ettim.” dedi. Hz. Ümmü Habîbe de: “Beni memnun ettin. Allah da seni memnun etsin.” şeklinde karşılık verdikten sonra Hz. Ümmü Seleme’ye de haber göndererek kendisinden helallik diledi. Hz. Ümmü Seleme de ona aynı şeyleri söylemişti.[261]

Hz. Âişe ile Hz. Cüveyriye’nin ilişkilerine baktığımızda aralarında çeşitli kıskançlık durumları meydana gelmiş olmakla birlikte Rasûlullah’ın bu iki eşi arasında ciddi bir rekabet söz konusu değildi.

Hz. Cüveyriye Benî Mustalik Gazvesi esnasında esir edilmişti.[262] Hz. Cüveyriye esirlerin paylaşımı sırasında Sâbit b. Kays veya amcasının oğlunun hissesine düşmüştü.[263] Hz. Cüveyriye onlarla dokuz ukiyye[264] altın karşılığında mükâtebe[265] yapmıştı.[266]

Hz. Âişe’nin bildirdiğine göre Hz. Cüveyriye çok tatlı ve güzel bir kadındı. Kendisini gören herkes onu almak isterdi. Hz. Peygamber savaş bittikten ve esirler dağıtıldıktan bir müddet sonra ashâbı ile birlikteyken Hz. Cüveyriye kendisine gelip yaptığı mükâtebede kendisine yardım etmesini istemişti. Hz. Âişe, Hz. Cüveyriye’yi gördüğü zaman bu durumdan hoşlanmamış ve kendi gördüğü güzelliği Rasûlullah’ın da görüp onunla evlenmek isteyeceğini düşünmüştü. Hz. Cüveyriye, Hz. Peygamber’in yanına girdiğinde: “Ya Rasûlallah! Ben Cüveyriye bint Hâris b. Ebî Dırâr’ım. Kavmimin efendisiyim. Senin de bildiğin durum bize ulaştı. Ben Sâbit b. Kays’ın hissesine düştüm. Sâbit bana kaldıramayacağım bir yük yükledi. Bana yardım et.” dedi. Hz. Peygamber: “Sana bundan daha hayırlısını söyleyeyim mi?” dedi. Hz. Cüveyriye: “Ya Rasûlallah! O nedir?” diye sorunca Hz. Peygamber: “Ben senin borcunu ödeyeyim ve seninle evleneyim.” dedi. Hz. Cüveyriye de bu teklifi kabul etti.[267]

Hz. Peygamber’in Hz. Cüveyriye ile evlendiği haberi insanlara ulaştığında ellerinde bulunan cariye konumuna sokulmuş Benî Mustalik esirleri Hz. Peygamber’in akrabaları olduğu için serbest bırakıldı. Hz. Âişe’ye atfedilen bir rivayete göre yüz aile halkı insan o gün azat edilmiştir. Hz. Âişe: “Akrabalarına bu derece faydası ve bereketi dokunan başka bir kadın bilmem.” demişti.[268]

Hz. Cüveyriye gibi esir olduktan sonra Hz. Peygamber’in eşi olma şerefine ulaşan Hz. Safiyye ile Hz. Âişe arasında da bazı olaylar yaşanmış olmakla birlikte Hz. Safiyye ile Hz. Âişe arasında ciddi bir rekabet yaşanmamıştır.

Hz. Safiyye güzelliği sebebiyle Hz. Âişe’nin rakibiydi. Fakat kendisinin yahudi kökenli olması soy yönünden bir rekabeti mümkün kılmıyordu. Hz. Âişe kendisini Hz. Safiyye’den üstün gördüğü için aralarında çok büyük bir çekişme yoktu. Hz. Safiyye de Hz. Peygamber’in eşleri arasındaki gruplaşmada safını Hz. Âişe tarafında belirlemişti.[269] Aralarında bazı kıskançlık durumları pek tabidir ki gerçekleşmişti. Bu kıskançlıklardan ilki Hz. Safiyye gelir gelmez vuku bulmuştu.

Hz. Âişe’den gelen bir rivayete göre o: “Rasûlullah Safiyye bint Huyey ile yeni evlenmiş iken Hayber’den dönüp Medine’ye gelince ensâr kadınları yanıma gelip Safiyye’den bahsettiler. Ben de onu görmek için tanınmayacak bir kıyafetle yüzümü örtüp gittim. Rasûlullah beni gözümden tanıdı. Bunun üzerine ben, hemen geri döndüm ve hızlıca yürüdüm. Rasûlullah arkamdan gelip bana yetişti, beni bağrına basıp: ‘Safiyye’yi nasıl buldun?’ diye sordu. Ben de: ‘Bırak beni! Yahudiler arasından yahudi bir kadındır.’ dedim.” demişti.[270]

Hz. Safiyye yahudi olduğu için Hz. Peygamber’in eşleri tarafından birçok kere tahkir edilmişti. Fakat Hz. Peygamber Hz. Safiyye’yi bu saldırılardan sürekli korumuştur. Hz. Safiyye yaşanan bu olaylardan birisini şöyle anlatmıştır: “Rasûlullah, yanıma girmişti. Ben de Âişe ile Hafsa’nın benim aleyhime söyledikleri bir sözü kendisine bildirdim. Bunun üzerine Rasûlullah: ‘Sen de onlara: Siz benden nasıl hayırlı olabilirsiniz? Benim kocam Muhammed, babam Hârûn, amcam ise Mûsâ’dır.’ demeliydin.” Râvilerin belirttiğine göre Hz. Âişe ve Hz. Hafsa Hz. Safiyye’ye: “Biz Rasûlullah’a senden daha kıymetliyiz. Hem amcakızları durumunda olup aynı kabiledeniz hem de Peygamberin hanımlarıyız. Sen ise yahudilerdensin.” demişlerdi.[271]

Hz. Peygamber kendisinden başka sığınacağı bir yer olmayan Hz. Safiyye’yi diğer eşlerinin baskılarından mümkün olduğu kadar korumaya çalışıyordu. Bir defasında Hz. Âişe, Hz. Safiyye hakkında: “Safiyye’nin şöyle böyle kusurlarının olması sana yeter.”[272] dediğinde Hz. Peygamber: “Sen öyle bir söz söyledin ki eğer o söz deniz suyuyla karıştırılmış olsaydı deniz suyunu bulandırırdı.” buyurmuştu.[273]

Bu kıskançlık hadiselerine rağmen yukarıda da zikrettiğimiz gibi Hz. Âişe ile Hz. Safiyye müttefikti. Bu sebepledir ki bir defasında Hz. Peygamber ile arası bozulan Hz. Safiyye ara buluculuk görevini Hz. Âişe’ye havale etmişti.

Hz. Peygamber kaynaklarda sebebi zikredilmeyen bir dargınlık sebebiyle Hz. Safiyye bint Huyey’e darılmıştı. Bunun üzerine Hz. Safiyye Hz. Âişe’ye gelerek: “Ey Âişe bugünkü sıram sana ait olsun, yeter ki Rasûlullah’ı benden razı etmeye çalış.” demişti. Hz. Âişe de bu teklifi kabul ederek zaferanla boyanmış bir başörtüsü alıp kokusunun yayılması için üzerine su serperek Rasûlullah’ın yanına oturdu. Hz. Peygamber: “Ey Âişe benden uzak dur! Bugün senin günün değildir.” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Bu Allah’ın bir lütfudur, onu dilediğine verir.” demiş ve kendisiyle Hz. Safiyye arasındaki olayı anlatmış, Rasûlullah da Hz. Safiyye’den razı olmuştu.[274]

Yine bir cariye olan Hz. Mâriye de güzelliği sebebiyle Hz. Âişe tarafından çok kıskanılan bir ümmü’l-müminîndi. Fakat Hz. Âişe ile Hz. Mâriye arasında da ciddi bir rekabet mevcut değildi.

Hz. Âişe Hz. Mâriye ile yaşadıklarını şöyle özetlemiştir: “Mâriye’yi kıskandığım kadar başka bir kadını kıskanmadım. Bu da onun güzel bir kadın ve kıvırcık saçlarının olmasından kaynaklanıyordu. Rasûlullah onu çok beğenmişti. Geldiği ilk günde onu Hârise b. Nu‘mân’a ait bir eve yerleştirdi. Bize komşu idi. Rasûlullah gece gündüz onun yanına giderdi. Öyle oldu ki biz Mâriye’den dolayı korkmaya başladık. Bu durumdan, Mâriye de korktu. Rasûlullah da onu Âliye mevkiine yerleştirdi. Rasûlullah oraya ara sıra gidiyordu. Bu bize daha ağır gelmeye başladı. Derken Allah ona bir çocuk nasip etti. Biz ise çocuk sahibi olmaktan mahrum kaldık.”[275]

İbrahim’in doğmasından sonra Hz. Mâriye’ye karşı kıskançlık daha da artmıştı. Bir rivayete göre Hz. Peygamber Hz. İbrahim’i kucağına alıp Hz. Âişe’ye götürmüş: “Şuna bir bak! Nasıl bana benziyor mu?” diye sormuştu. Hz. Âişe: “Ben, bir benzerlik göremiyorum.” demişti. Hz. Peygamber: “Beyazlığında ve semizliğinde de mi benzerlik göremiyorsun?” diye sorunca Hz. Âişe: “Kim deve sütüyle beslense, beyaz ve semiz olur.” demişti.[276]

Hz. Âişe’nin Hz. Mâriye’yi güzelliğinden ve kendisine bahşedilen çocuk nimetinden dolayı kıskanması doğal bir durumdur. Fakat Şiî kaynaklarında bu kıskançlığın iftira boyutuna taşındığı şeklinde rivayetler bulunmaktadır. Ehl-i sünnet kaynaklarında bulunmayan bu ve benzer rivayetlerin doğruluğunu kabul etmek mümkün değildir. Şiî tefsirlerinde geçen bir rivayete göre Hz. Peygamber’in oğlu İbrahim öldüğü zaman Rasûlullah çok üzülmüştü. Hz. Âişe ise Hz. Peygamber’e: “Niçin üzülüyorsun? O Cüreyc’in oğludur.” diyerek Hz. Mâriye’ye iftira etmiş, bunun akabinde Nûr sûresinin iftira hükümlerini zikreden âyetleri indirilmiştir.[277]

“Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah’ın sana helal kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun?...”[278] âyetinin nüzûl sebebinin de Hz. Mâriye’ye karşı olan bu kıskançlık olduğu rivayet edilmektedir. Rasûlullah’ın kendisiyle çok ilgilenmesi üzerine Hz. Âişe ve Hz. Hafsa Rasûlullah onu kendisine haram kılıncaya kadar rahat bırakmamışlardı. Bunun üzerine bu âyet nâzil olmuştu.[279]

Hz. Âişe ile Hz. Meymûne’nin ilişkilerine baktığımızda aralarında herhangi bir olumsuzluk yaşandığını görmemekteyiz. Hz. Meymûne Rasûlullah’ın evlendiği son hanımıydı. Bu sebeple Hz. Âişe ile kuma olarak çok uzun bir süre yaşamadıkları için olsa gerek Hz. Âişe ile Hz. Meymûne’nin ilişkileri bağlamında kaynaklarda herhangi bir rivayete rastlayamadık.

Sadece Hz. Meymûne’nin Hz. Âişe’den önce vefat ettiğini belirten bir rivayet de Hz. Âişe Hz. Meymûne hakkında: “O aramızda Allah’a karşı en takvalı olanımız, akrabalık bağını en çok gözetenimizdi.” demiştir.[280]

Rivayetlerde de görüldüğü üzere Hz. Peygamber’in eşleri arasında bazı kıskançlık durumları yaşanmıştır. Fakat Hz. Peygamber’in dokuz eşle aynı anda evli olduğu bir ortamda bu kumalar arasında cereyan eden olayları anlayışla karşılamak gerekmektedir. Hz. Peygamber’in her bir eşi için Rasûlullah gibi kıymetli bir eşi başka kadınlarla paylaşmak zorunda kalmak zor bir durumdu. Bu sebeple aralarında çeşitli ihtilaflar meydana gelmiştir. Ancak rivayetlerde de açıkça görüldüğü üzere bu kıskançlıklar asla yalan ve iftira boyutuna ulaşmamış, Hz. Peygamber’in eşleri hiçbir zaman adaletten uzaklaşmamışlar ve birbirleri hakkında daima hüsnü zan beslemişlerdir.

Hz. Âişe’nin Katıldığı Gazveler

Hz. Âişe çok cesur bir kadındı. Bir defasında Hz. Peygamber’e: “Ey Allah’ın Rasûlü! Biliyoruz ki en faziletli amel cihâddır. Peki, biz cihâd edemeyecek miyiz?” diye sormuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Hayır, siz kadınlar için en faziletli cihâd kabul olunmuş bir hacdır.” cevabını verdi. Hz. Âişe: “Bunu Rasûlullah’tan işittikten sonra cihâdı (haccı) asla terk etmem.”[281] demişti.

Hz. Peygamber hazarda olduğu gibi seferde de Hz. Âişe yanında olduğu zaman mutlu oluyordu. Fakat adalet gereği Rasûlullah bir yolculuğa çıkacağı zaman hanımları arasında kura çeker, kura kime çıkarsa onu yanında götürürdü. Kurada Hz. Âişe’nin adı çıkmazsa yüzü değişirdi. Seferden döndüğü zaman da hanımlarını ziyarete Hz. Âişe ile başlardı.[282]

Hz. Peygamber’in uyguladığı bu kural gereği bazen Hz. Âişe’nin adı kurada çıkıyor ve böylelikle Hz. Âişe de sefere katılıyordu.

Bu başlık altında tespit edebildiğimiz kadarıyla Hz. Âişe’nin katıldığı gazveleri ve Hz. Âişe’nin bu gazvelerdeki görevi ve yaşadıkları hakkında bilgi vermeye çalışacağız.

Uhud Gazvesi

Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber ile katıldığı ilk gazve Uhud Gazvesi’dir. Hz. Peygamber ile Mekke müşrikleri arasında gerçekleşen bu savaş Şevvâl 3/Mart 625 tarihinde gerçekleşmiştir.[283] Bu savaşa Mekkeli müşrikler üç bin kişi[284] ile müslümanlar ise yedi yüz kişi ile katılmışlardı. Okçuların Hz. Peygamber’in emrini dinlememesi sebebiyle müslümanlar bu savaşı kaybetmişlerdi. Çoğunluğu ensârdan olan seksen civarında şehit verilmişti. Müşriklerin kaybı ise yirmi üç kişiydi.[285]

Hz. Âişe Uhud Gazvesi’nde yaşanan mağlubiyetin sebebini şöyle açıklamıştır: “Uhud Gazvesi’nde müşrikler hezimete uğramışlardı. Bu sırada şeytan müslümanlara: ‘Ey Allah’ın kulları, arkanızdakilere dikkat edin, onlara saldırın!’ diye olanca gücüyle bağırdı. Bunun üzerine öndeki grupla arkada kalan müslüman savaşçılar birbirine girdi. Bu hengâmede Huzeyfe b. Yemân, babası Yemân’ın müslümanların saldırısına uğradığını gördü ve: ‘Ey Allah’ın kulları, o benim babam, o benim babam!’ diye bağırdı. Ancak, Allah’a yemin ederim ki onu öldürünceye kadar devam ettiler. Huzeyfe ise o gün babasını öldürenlere: ‘Allah sizleri affetsin!’ diye dua etti.”[286]

Hz. Âişe’nin Uhud Gazvesi’ndeki görevi mücahitlere su taşımak ve yaralılarla ilgilenmekti. Hz. Âişe’nin Uhud’da kılıçla çarpışmak isteyip Rasûlullah’ın buna müsaade etmediği yönünde bir bilgi bulunmakla beraber[287] kaynaklarda böyle bir rivayeti göremedik. Bu bilginin yukarıda zikrettiğimiz Hz. Âişe’nin cihâda katılma yönündeki isteğinin yanlış anlaşılmasından kaynaklandığını düşünüyoruz.

Enes b. Mâlik Hz. Âişe’nin bu gazvedeki görevini şöyle anlatmıştır: “Uhud Gazvesi’nde müslümanlar bozguna uğramış ve Rasûlullah’ın yanından uzaklaşıp dağılmışlardı. Ben Âişe ile Ümmü Süleym’i gördüm. Eteklerini toplamışlardı ve ayak bileklerindeki halhallar görünüyordu. Onlar seke seke omuzlarında kırbalarla su taşıyorlar ve mücahitlere su içiriyorlardı. Sonra dönüyor, kırbalarını doldurup tekrar mücahitlere su veriyorlardı.”[288]

Hendek ve Kurayza Gazveleri

Hendek Gazvesi Zilkade 5/Mart 627 tarihinde gerçekleşmiştir.[289] Yahudilerin organize ettiği savaşta Mekkelilerden ve çeşitli kabilelerden oluşan on bin kişilik bir ordu kurulmuştu.[290] Medine’de savunma yapan İslâm mücahitlerinin sayısı ise üç bin kişiydi.[291] Müslümanlar yaptıkları istişareler neticesinde Selmân’ı Fârisî’nin tavsiyesi üzerine Medine’nin etrafına hendek kazmaya karar vermişlerdi.[292] Kazılan Hendek müşriklerin şehre girmesini engellemişti. Ancak Medine’de bulunan Benî Kurayza yahudilerinin Mekkeli müşriklerle ittifak yaparak müslümanlarla olan antlaşmalarını bozmaları sebebiyle müslümanlar çok zor günler yaşadılar.[293] Yahudilerin bu ihaneti sebebiyle şehirdeki kadınlar daha muhafazalı olan evlere yerleştirildiler. Hz. Âişe bu süre zarfında Medine kalelerinin en sağlamı olan Benî Hârise kalesinde idi. Hz. Âişe: “Bu bizim üzerimize örtünme emri nâzil olmadan önceydi.” demiştir.[294] Benû Kureyza yahudileri Hz. Peygamber’in hanımlarının burada olduğunu bildiği için kaleye saldırdılar. Fakat kaleye tırmanan kişinin Safiyye bint Abdülmuttalib tarafından öldürülmesi üzerine yanlarında korumalar olduğunu düşünerek bu niyetlerinden vazgeçtiler.[295] Müşrik ordusu Medine’yi on beş gün muhasara ettikten sonra herhangi bir başarı gösteremeden geri dönmüştür.[296]

Bu gazvenin hemen devamında gerçekleşen Benû Kurayza Gazvesi’nin başlangıcını ise Hz. Âişe şöyle anlatmıştır: “Rasûlullah Ahzâb Gazvesi’nden ayrılır ayrılmaz, banyoya girdi. Bu esnada Cebrail gelerek: ‘Silahı bıraktınız mı? Biz henüz bırakmadık. Kurayza oğullarına kalk.’ dedi.” Hz. Âişe: “Hâlâ gözümün önündedir, kapının aralığından Cebrail’i görür gibiyim, başını toz kaplamıştı.” demiştir.[297]

Hz. Âişe bu gazvenin hemen sonrasında karşılaştığı ilginç bir olayı da şöyle aktarmaktadır: “Kureyza oğullarından bir tek kadından başka hiçbir kadın öldürülmedi. O kadın yanımda konuşuyordu ve kasıla kasıla gülüyordu. Hâlbuki Rasûlullah kılıçla onların erkeklerini öldürüyordu. Derken sahibini görmediğim bir ses: ‘Falanca kadın nerededir.’ diye seslendi. Kadın da: ‘Benim ve buradayım.’ diye cevap verdi. Ben o kadına: ‘Bu halin nedir?’ dedim. O da: ‘Bir olaya karıştım, o yüzden aranmaktayım.’ dedi. Hemen götürülüp boynu vuruldu. Ben o kadına olan şaşkınlığımı hâlâ unutamıyorum. Çünkü o öldürüleceğini bildiği halde yine de gülüyordu. Bu kadın değirmen taşını Hallâd b. Süveyd’in üzerine atıp onu şehit eden kadındı.[298]

Benî Mustalik Gazvesi[299]

Şaban 6/Aralık 627[300] tarihinde Benî Mustalik kabilesinin reisi olan Hâris b. Ebî Dırâr, kendi kavmi ve ikna edebildiği diğer Arap kabileleriyle birlikte Hz. Peygamber’le savaşmak için at ve silâh tedarik ederek yola çıktı.[301] Hz. Peygamber o yönden gelen kervanlar sayesinde durumdan haberdar olunca,[302] halkı yanına çağırarak onlara hazırlanmalarını emretti.[303] Hz. Peygamber içerisinde otuz süvari[304] olan yedi yüz kişilik bir orduyla Medine’den ayrıldı.[305]

Hz. Peygamber yolculuk esnasında ilk olarak Halâik[306] denilen mevkide bir mola verdi.[307] İslâm ordusu yoluna devam edip Bek‘a’[308] denilen mevkide durdukları zaman bir müşrik casusunu yakaladılar. Yakalanan casustan bilgi almak istediler. Fakat casus inkâr yoluna giderek bilgisinin olmadığını söyledi. Hz. Ömer onu öldürmekle tehdit edince casus, Benî Mustalik kabilesinden biri olduğunu ve Hâris b. Ebî Dırâr’ın büyük bir toplulukla birlikte kendilerine doğru geldiğini haber verdi. Kendisinin de müslümanların Medine’den ayrılıp ayrılmadığını öğrenmek için gönderildiğini itiraf etti. Ömer b. Hattâb bu haberi Hz. Peygamber’e getirdiğinde, Hz. Peygamber casusa İslâm’a girmesini teklif etti. Fakat casus eğer kabilesi İslâm’ı kabul ederse kendisinin de İslâm’ı kabul edeceğini aksi takdirde dinini değiştirmeyeceğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Ömer onu öldürmek için izin istedi. Hz. Peygamber bu izni verince casus infaz edildi.[309]

Casusunun öldürülmesi ve İslâm ordusunun yola çıktığı haberi Benî Mustalik kabilesine ulaştığı zaman Hâris b. Ebî Dırâr ve beraberindekiler çok korktu. Benî Mustalik kabilesinin anlaştığı kabilelerin tamamı bu haber üzerine onları terk etti.[310]

Bundan sonra İslâm ordusu bir kuyu kenarındaki el-Müreysî‘ bölgesine ulaştı. Müreysî‘, Kudeyd[311] yakınlarında bir yer olup[312] Benî Mustalik kabilesinin su kaynaklarından biriydi.[313]

Müslümanlar kuyunun yanında toplandılar ve savaş için son hazırlıklarını yaptılar. Hz. Peygamber ashâbını saf şeklinde dizdi. Muhâcirlerin sancağını Hz. Ebû Bekir’e, ensârın sancağını ise Sa‘d b. Ubâde’ye verdi.[314]

Hz. Peygamber Hz. Ömer’e onları İslâm’a davet etmesini emretti. Hz. Ömer kendisine söyleneni yaptı. Fakat Benî Mustalik kabilesi bunu reddetti.[315] İlk olarak, savaşı başlatan oku onlardan biri attı. Karşılıklı olarak bir müddet ok atıldıktan sonra Hz. Peygamber müslümanlara saldırı emri verdi. Saf sistemiyle savaşan müslümanlar, hep birlikte düşman üzerine hücum ettiler.[316] Kısa bir süre içinde Benî Mustalik kabilesinden on kişi öldürüldü ve kaçamayan bütün kabile mensupları esir edildi. müslümanlar erkek, kadın ve çocuklardan çok sayıda esir aldılar. Ayrıca büyükbaş ve küçükbaş birçok hayvan ganimet olarak alındı.[317] Müslümanlardan sadece bir kişi yanlışlıkla, bir müslüman tarafından öldürüldü.[318]

Bu savaşa katılmış olan İbn Ömer’den gelen başka bir rivayette ise, İslâm ordusunun, Benî Mustalik kabilesine hayvanlarını suladıkları sırada baskın yaptığı bildirilmektedir.[319]

Bazı kaynaklarda ani baskın yapıldığını belirten rivayetin daha doğru olduğu ifade edilirken[320] bazılarında ise “düşmanın önce İslâm’a davet edildiği” rivayetinin daha doğru olduğu belirtilmektedir.[321] Nitekim Mevlânâ Şiblî (ö. 1333/1914), ani baskın yapıldığı yolundaki rivayeti Buhârî ve Müslim’de geçmesine rağmen senedinin munkatı‘[322] olduğu gerekçesiyle kabul etmemektedir.[323] Fakat müslümanlardan sadece bir kişinin yanlışlıkla öldürülmesi[324] [325] baskın yapıldığı 323

yolundaki rivayetleri güçlendırmektedır.

  Benî Mustalik Gazvesi’ndeki Nifak Hareketleri

Bu gazve esnasında İslâm ordusunun içerisinde daha önce hiçbir savaşta olmadığı kadar münafık bulunmaktaydı. Bu insanların niyeti Allah yolunda savaşmak olmayıp gerçek niyetleri dünyalık bir şeyler elde etmekti. Sefer yapılacak yerin yakın olması onları bu konuda daha da isteklendirdi.[326] Münafıklar ellerine geçen her fırsatı Hz. Peygamber’in aleyhine kullanmaya çalışıyorlardı. Münafıkların ilk arabozuculuk faaliyetleri, savaşın hemen bitiminde su sebebiyle çıkan bir kavgayı büyütmeye çalışmak şeklinde olmuştur.

Savaş bittikten sonra müslümanlar suyu az olan Müreysi‘ kuyusunun başında kendilerinin ve hayvanlarının su ihtiyacını gidermek için toplanmışlardı. Benî Sâlim[327] kabilesinin müttefiki olan Sinân b. Veber el-Cühenî, Benî Sâlim kabilesinden bir genç ile birlikte su çekmek için kuyunun başına geldi. Hz. Ömer’in yardımcılığını yapan Cehcâh b. Saîd el-Gıfârî de[328] su çekmek için kuyunun yanına geldi. Sinân ve Cehcâh su çekmek için kovalarını kuyuya sarkıttıklarında iki kova birbirine dolandı ve kuyudan yalnız Sinân’ın kovası çıktı. İkisi de kovanın kendisine ait olduğunu iddia ederek tartışmaya başladılar. Tartışma büyüdü ve Cehcâh, Sinân’a vurarak yaralanmasına sebep oldu. Bunun üzerine Sinân ensârı yardıma çağırdı. Cehcâh da muhâcirleri yardıma çağırınca ortalık karıştı ve silâhlar kınından çekildi. Fakat muhâcirlerin büyükleri olaya el atarak Sinân’dan hakkını terk etmesini rica 327 ettiler. Sinân hakkından vazgeçince ortalık yatıştı.[329]

Abdullah b. Übey[330] [331] bu olay meydana geldiği sırada bazı münafıkların da bulunduğu bir grubun içinde oturuyordu. Bu grubun içinde henüz çocuk 329 denilebilecek yaşta olan Zeyd b. Erkam da bulunuyordu.

Abdullah b. Übey’e, Sinân ve Cehcâh’ın durumları ulaşınca oldukça sinirlendi ve: “Vallahi! Ben böyle bir rezalet görmedim. Ben bu durumu zaten istemiyordum. Fakat kavmim bana karşı geldi. Biz kendi beldemizde hiç kimseye muhtaç olmayacak kadar büyük bir topluluktuk. Fakat Kureyş’in Celâbîbleri[332] bize galip geldiler. Onlarla bizim durumumuz eskilerin söylediği: ‘Semirt köpeğini, yesin seni.’ sözü gibidir. Andolsun! Eğer Medine’ye dönersek, üstün olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır.” [333] dedi.[334]

Daha sonra kavminden bir topluluğa dönerek: “Bunu kendinize siz yaptınız. Onları beldenize ve evlerinize soktunuz, mallarınıza ortak ettiniz ve sonunda zengin oldular. Fakat bunu yapmasaydınız başka bir beldeye gideceklerdi. Sizler onların 333 uğrunda savaşıp evlatlarınızı yetim bıraktınız ve azaldınız, onlar ise çoğaldı.[335] Muhammed’in yanındakilere hiçbir şey vermeyin, böylelikle onun etrafından dağılsınlar.” demiştir.[336]

Abdullah b. Übey’in bu sözlerini işiten Zeyd b. Erkam Hz. Peygamber’e gelerek Abdullah b. Übey’in sözlerini haber verdi.[337] Hz. Peygamber bu durumdan hoşlanmadı ve yüzünün rengi değişti. Çünkü Abdullah b. Übey’in söylediği bu sözler etrafa yayılmadan küçük bir grubun içinde kalacak ve kimse bu sözleri duymayacaktı. Zaten Abdullah bu söylediklerini yapacak durumda değildi. Fakat Zeyd’in bu durumu Hz. Peygamber’e bildirmesiyle kısa bir süre içerisinde bu söz askerin arasında yayıldı. Artık herkes bunu konuşuyordu.[338] Tam bu sırada Zeyd’in kendisini şikâyet ettiğini duyan Abdullah b. Übey ve beraberindekiler Hz. Peygamber’e gelerek Abdullah’ın böyle bir şey söylemediğine yemin ettiler. Rasûlullah da şahidi bulunmayan Zeyd’i haksız buldu.[339] Gerçi Hz. Peygamber de Zeyd’in haklı olduğunu biliyordu. Fakat o an için yapılması en uygun olan şey bu konuyu burada kapatmaktı. Çünkü kavmi içinde önemli bir mevkiye sahip olan Abdullah b. Übey’i cezalandırmak ters bir tepkiye yol açabilirdi.

Hz. Peygamber Hz. Ömer’den insanların yolculuk için hazırlanmalarını ilan etmesini istedi.[340] Hz. Peygamber devesi Kasvâ’ya binene kadar sahâbe hiçbir şey anlamadı. Henüz hava çok sıcaktı ve Rasûlullah hava serinleyene dek yola çıkmazdı.[341]

Hz. Peygamber’i ilk olarak Üseyd b. Hudayr karşıladı. Hz. Peygamber’e selâm verip, niçin bu saatte hareket ettiğini sordu. Hz. Peygamber: “Arkadaşının haberi sana ulaşmadı mı?” şeklinde mukabele edip, İbn Übey’in söylediklerini Üseyd b. Hudayr’a nakletti. Bunun üzerine Üseyd b. Hudayr: “Dilersen onu Medine’den çıkarırsın. Sen azizsin, o ise zelildir. Ya Rasûlallah! Ona merhamet et. Muhakkak Allah onu senin yoluna getirecektir. Sen gelmeden önce halkımız ona krallık tacı hazırlıyordu. Onu başlarına kral yapacaklardı. Fakat Allah seni bize gönderince durum değişti. Senin onun hakkı olan krallığı ondan aldığını düşünüyor.”[342] dedi.

Hz. Peygamber bütün gün ve gece hiç mola vermeden yolculuğa devam etti. Kırbacıyla hayvanını dürtüyor, hayvanını acele gitmesi için zorluyordu. Hiç kimse namaz kılmak veya acil bir ihtiyacını gidermek haricinde hayvanından inemiyordu. Sonunda sabah oldu fakat Rasûlullah güneş yükselene kadar yolculuğa devam etti.[343]

Hz. Peygamber insanları böyle yorucu bir yolculuğa İbn Übey’in sözleri hakkında konuşmamaları için sevk etmişti. Nitekim ordu mola vermek için durduğu anda herkes kendisini derin bir uykuda buldu.[344]

Ordu tekrar yolculuğa başladıktan bir müddet sonra İbn Übey hakkında Münâfikûn sûresinin ilgili âyetleri[345] indirildi.[346] Kendisini yalanlayan bir vahiy indiği için müslümanlar, Abdullah b. Übey’e selâm vermemeye başladılar. Bir söz söylediğinde kimse onu dikkate almıyordu. Müslümanlar tarafından tersleniyor, azarlanıyordu.[347] O derece itibarı azalmıştı ki artık oğlu bile kendisine karşı tavır almıştı. Hatta Medine’ye dönüşte babasının[348] [349] önüne geçerek Rasûlullah izin verene dek onu şehre sokmamıştı.

İslâm ordusu geri dönerken en-Nakî’ bölgesinin üst tarafındaki Bek‘a’[350] kuyusunun yanında insanlara zorluk çıkaran şiddetli bir rüzgâr estiği ve bu sebeple müslümanların korktuğu[351] rivayet edilir. Hz. Peygamber onlara korkmalarına gerek olmadığını, bu rüzgârın büyük bir kâfirin ölümü sebebiyle estiğini haber vermiştir. Müslümanlar Medine’ye döndüklerinde Rifâ‘a b. Zeyd b. et-Tâbût’un öldüğü haberini aldılar. Bu kişi Benî Kaynukâ‘ yahudilerinden biri olup münafıklara yardım ediyordu.[352]

Ubâde b. Sâbit, Abdullah b. Übey’e Rifâ‘a b. Zeyd b. et-Tâbût’un öldüğünü Hz. Peygamber’in haber verdiğini söyleyince Abdullah üzüntü içinde dizlerinin üzerine çökekalmıştı.[353] Münafıklar açısından işler yolunda gitmiyordu. Hem sevdikleri bir müttefiklerini kaybetmişlerdi, hem de inen âyetlerle birlikte elebaşları olan Abdullah b. Übey halk arasındaki itibarını iyice kaybetmişti. Fakat münafıklar hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar ve içlerindeki kini her fırsatta ortaya döküyorlardı.

Münafıkların bu savaştaki en tehlikeli faaliyetleri Hz. Âişe’nin iffeti hakkında bazı dedikoduları ortaya atmalarıydı.

  İfk Olayı

İfk, kaynaklarda Hz. Âişe’ye iftira edilmesi olayına verilen isimdir. Asıl ve esasından çevrilmiş, gerçeği değiştirilmiş söz demektir.[354] Kişiye ansızın ulaşıncaya kadar, kendisinin bile hiç hissetmediği bir bühtan olduğu da söylenmiştir.[355]

Kaynakların ittifakla bildirdiğine göre İfk Olayı Benî Mustalik Gazvesi’nin dönüşünde meydana gelmiştir.353 [356] Bunun tek istisnası Abdülvâhid b. Hamza’dan gelen bir rivayettir. Bu rivayette İfk Olayı’nın Kaza Umresi sırasında meydana geldiği bildirilmektedir.[357]

Hz. Peygamber Benî Mustalik Gazvesi’ne Hz. Âişe ile birlikte çıkmıştı.[358] Bazı kaynaklarda Benî Mustalik Gazvesi’nde Hz. Peygamber’in yanında Hz. Âişe ile birlikte Hz. Ümmü Seleme’nin de olduğu ifade edilir.[359] Bu gazve hicâb âyetinin inmesinden sonra meydana gelmişti.[360]

Bu gazve esnasında Hz. Peygamber, hanımlarının yolculuğu ile iki kişiyi görevlendirmişti. Bunlardan biri Rasûlullah’ın kölesi Ebû Mevhibe’ydi.[361]

Hz. Âişe veya Hz. Ümmü Seleme hevdece oturduğu zaman hevdeci kaldırıp devenin üzerine koyuyorlardı. Daha sonra iplerle hevdeci sıkıca bağlayıp, devenin yularını alarak götürüyorlardı.[362]

Hz. Peygamber’in hanımları karargâhın kenarında ikamet ediyorlardı ve oraya hiç kimse yaklaştırılmıyordu. Rasûlullah bazen Hz. Âişe’nin, bazen Hz. Ümmü Seleme’nin yanına geliyordu.[363]

Ordu Medine’ye yaklaştığında Rasûlullah bir yerde[364] mola verdi ve gece olunca insanlara hareket etmeleri için emir verdi. Hz. Âişe bir ihtiyacı için hevdecinden çıkmış ve karargâhtan uzaklaşmıştı.[365]

Hz. Âişe’nin boynunda Rasûlullah ile evlendiği zaman annesinin taktığı bir gerdanlık vardı.[366] Hz. Âişe ihtiyacını giderip karargâha geri döndüğünde boynundaki kolyenin düştüğünü fark etti. Daha önceden gitmiş olduğu yerlerden dönerek gerdanlığı aramaya başladı. Bu sırada ordu hareket etmiş, çevrede sadece birkaç deve kalmıştı. Hz. Âişe orada bir ay kalsa dahi yardımcılarının onu almadan gitmeyeceğini düşünüyordu. Hz. Âişe uzun bir aramadan sonra gerdanlığı bulmayı başarmıştı. Fakat yardımcıları Hz. Âişe’nin hevdecin içinde olduğunu zannederek, hevdeci deveye yüklemişler ve yolculuğa başlamışlardı.364 [367] Hz. Âişe karargâha geri döndüğünde orada hiç kimsenin kalmadığını gördü. Kendisinin yokluğunu fark edince nasıl olsa dönerler deyip elbisesine bürünüp oraya uzandı.[368]

Ordunun artçılığını yapan, yani askeri geriden takip ederek unutulan eşyaları vs. alan[369] Safvân b. Mu‘attal es-Sülemî[370] sabaha yakın Hz. Âişe’yi fark etti. Hicâb âyetinin nâzil olmasından önce Hz. Âişe’yi görmüş olduğu için onu tanıdı. Safvân b. Mu‘attal es-Sülemî orada olduğunu duyurmak için istircâ‘[371] çekti. Hz. Âişe onu fark edince hemen yüzünü örtmüştü. Hz. Âişe, Safvân b. Mu‘attal’dan istirca‘dan başka hiçbir söz işitmedi.[372] Hemen Safvân devesini çöktürüp Hz. Âişe’ye sırtını döndü. Hz. Âişe deveye bindikten sonra hızlı bir şekilde askerlere yetişmek için yolculuğa başladılar. Karargâha vardıklarında öğleye yakındı. İşte tam bu sırada karargâhta bir uğultu koptu. Başlarını Abdullah b. Übey’in çektiği bir grup Hz. Âişe hakkında iftira tohumlarını ekmeye başladılar. Fakat Hz. Âişe bu olup bitenlerden haberdar değildi.[373]

Abdullah b. Übey iftiranın ilk tohumlarını burada atmıştı. Abdullah b. Übey, Hz. Âişe’nin Safvân b. Mu‘attal’ın devesi üzerinde geldiğini görünce yanındakilere gelenlerin kimler olduğunu sordu. Bunların Hz. Âişe ve Safvân b. Mu‘attal olduğunu öğrenince: “Vallahi! Ne o ondan, ne de o diğerinden kurtulur. Peygamberinizin ailesi, bir adamla gecelemiş, sonra da devesinin yularından tutup yanınıza gelmiş.” dedi.[374]

Abdullah b. Übey’in şöyle dediği de iddia edilmiştir: “Safvân güzel ve genç olduğuna göre, Âişe elbette onu Peygamber’e tercih eder.”[375] Fakat şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki bazı müsteşrikler kendi söylemek istedikleri şeyleri tarihi şahsiyetlere söylettirerek hiç ahlâkî olmayan bir yolla okuyucunun kafasında soru işaretleri bırakmak istemişlerdir. Baktığımız onlarca kaynak arasında buna uzaktan yakından benzeyen bir rivayet görmedik. Aynı zihniyette olan bazı yazarlar da bu bilgiyi esas alarak Safvân b. Mu‘attal’ın yakışıklı olduğunu eserlerinde kaydetmiş bulunmaktalar.[376] Hatta ne acıdır ki aynı hataya müslüman yazarlar da düşmüştür.[377] Bu yolla tarihî gerçeklerle uzaktan yakından alakası olmayan bir bilgi kaynaklara sokulmuş olmaktadır.

İslâm ordusu Medine’ye döndüğü sıralarda Hz. Âişe ağır bir hastalığa yakalandı. Hz. Âişe olup bitenlerden haberdar değildi. Hz. Peygamber’in ve Hz. Âişe’nin anne ve babasının kulağına bu dedikodular ulaşmıştı. Hiç kimse Hz. Âişe’ye bu konuyla ilgili bir şey söylemiyordu. Fakat eskiden hastalandığında Hz. Peygamber kendisine gösterdiği şefkati artık göstermiyordu. Rasûlullah, Hz. Âişe’nin yanına girip selâm veriyor ve sadece: “Nasılsınız?” diyordu. Hz. Âişe bunun kendi hatası olduğunu düşünmüş ve Rasûlullah’ın kendisine küstüğünü sanmıştı.[378]

dönem Arap toplumunda evlerde tuvalet yoktu. Özellikle kadınlar, tuvalet ihtiyaçlarını, gece şehirdeki boş arazilere giderek görüyorlardı. Bir gece Hz. Âişe tuvalet ihtiyacı için Ümmü Mistah[379] ile beraber giderken, Ümmü Mistah muhtemelen fazla uzun olan elbisesine takılarak tökezledi ve gayri ihtiyari bir şekilde Allah Mistah’ı[380] kahretsin dedi. Hz. Âişe: “Bedir Gazvesi’ne katılan bir adam için ne kötü şey söyledin.” dedi. Bunun üzerine Ümmü Mistah Hz. Âişe’ye kendisi hakkında söylenen sözleri haber verdi.[381] Hz. Âişe’ye hakkındaki dedikoduları haber verenin ensârdan bir kadın olduğu da rivayet edilir.[382]

Bu duydukları Hz. Âişe’ye çok ağır gelmişti, öyle ki tuvalet ihtiyacı için çıkmasına rağmen oraya gidecek gücü kendinde bulamadı ve geri döndüler.[383] Hz. Âişe’nin hastalığının üzerinden yirmi küsur gün geçmişti. Hastalığı azalmaya başlamıştı. Fakat bu haberden sonra Hz. Âişe’nin hastalığı tekrar artmaya başladı. Gece gündüz sürekli ağlıyordu. Öyle ki ciğerlerinin parçalanacağını zannetmeye başlamıştı. Hz. Âişe bu olaydan sonra Hz. Peygamber’den izin alarak ailesinin yanına gitti.[384] Olayın ayrıntılarını onlardan öğrenmek istiyordu. Hz. Âişe evine gelir gelmez, annesine veryansın ederek, niçin insanların söylediklerini kendisine haber vermediğini sordu. Bunun üzerine annesi, Hz. Âişe’ye bu duruma sabır göstermesini, yanında kumaları olan, kocası kendisini seven güzel ve genç bir kadın hakkında bu tür söylentilerin olmasının doğal olduğunu dile getirdi. Hz. Âişe bu duruma fazlasıyla üzülmüştü, bütün geceyi uyumadan ve ağlayarak geçirdi.[385]

Dedikoduların bir hayli çoğalması üzerine Hz. Peygamber kararsızlığa düşerek Hz. Ali ve Üsâme b. Zeyd’i çağırarak onlarla istişare etti. Üsâme b. Zeyd söylenenlerin yalan olduğunu ve Hz. Âişe’de iyilikten başka bir şeyi bilmediğini söyledi. Hz. Ali ise: “Ya Rasûlallah! Allah sana bu hususta bir sınırlama koymamıştır. Onu boşa ve başka bir kadınla nikâhlan. Fakat Âişe’nin cariyesine sor, o sana doğruyu söyler.” dedi. [386] [387]

Uzun bir süre vahyin inmemiş olması gerçekten büyük bir sıkıntıyı beraberinde getirmişti. Şimdi bir an için vahyin gelmediğini düşünelim. Hz. Âişe’nin suçsuz olduğu kesin bir şekilde ispatlanabilir miydi? İki kişi arasında cereyan eden bir olay ve bu iki kişi sanık mevkiindeydiler. O halde başka şahit de olmadığına göre vahiyle hakikat bildirilmese Hz. Âişe ve Safvân b. Mu‘attal’ın suçsuzluğuna birçok insan inanmayacaktı. Bu durumda Hz. Peygamber sürekli bir sıkıntının, kuşkunun içinde kalacaktı. İşte bu sebeple Hz. Ali, Hz. Âişe’yi sevmediğinden değil Hz. Peygamber’in üzülmesine dayanamadığı için ona Hz. Âişe’yi boşamasını tavsiye etti. Aşağıda ayrıntılı bir şekilde göreceğimiz gibi Hz. Peygamber’e vahiy inmeye başladığı sırada Hz. Âişe’nin ifadesiyle anne ve babası söylenenleri doğrulayacak bir vahyin gelmesinden oldukça korkmuşlardı. Öyle ki neredeyse korkudan öleceklerdi. Söylenilen bu sözler anne ve babasının psikolojisini dahi bu denli etkilemişken Rasûlullah’ın damadının bu söylenilenlerden etkilenerek böyle bir tavsiyede bulunması düşmanca bir tavır olarak değerlendirilmemelidir.

Fakat hangi niyetle söylemiş olursa olsun, Hz. Ali’nin yaklaşımı doğru bir yaklaşım değildi. Çünkü Hz. Peygamber’in eşini boşamasıyla problem halledilmeyecekti. Daha sonra iffetli bir müslüman kadının başına aynı şey geldiğinde kocası Hz. Peygamber’i örnek alarak eşini boşayacaktı. Bu kötü bir r.385 sünnet olmaz mıydı?

Bu iki istişareden sonra Hz. Peygamber, Berîre’yi[388] çağırarak Hz. Âişe hakkında ne düşündüğünü sordu. Berîre, Hz. Âişe’nin altından daha değerli olduğunu, onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmediğini, eğer bu söylenenler gerçek ise Allah’ın bunu kendisine haber vereceğini söyledi. Ardından genç bir kız olan Hz. Âişe’nin tek kusurunun hamur yoğurduktan sonra yattığını ve evin keçisinin gelerek hamuru yediğini, bu sebeple kendisini birçok kez kınadığını söyledi.[389]

Bazı rivayetlerde Berîre geldiği zaman Hz. Ali’nin kalkarak ona sert bir tokat vurduğu[390] ve Rasûlullah’a, doğru söyle dediği rivayet edilir.[391]

Daha sonra Hz. Peygamber Hz. Zeyneb bint Cahş’ı çağırarak onun da görüşünü dinledi. Hz. Zeyneb, Rasûlullah’ın hanımları içinde Hz. Âişe’ye denk sayılabilecek tek hanımı idi. Bu yüzden Hz. Âişe, Hz. Zeyneb’in rekabet sebebiyle kendisini kötülemesinden korkmuştu. Hz. Zeyneb: “Görmediğimi gördüm demekten gözlerimi, duymadığımı duydum demekten kulaklarımı koruyorum. Onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum.” dedi.[392]

Sonra Hz. Peygamber, Ümmü Eymen ile istişare etti. Ümmü Eymen de Hz. Zeyneb’in söylediği gibi: “Görmediğimi gördüm demekten gözlerimi, duymadığımı duydum demekten kulaklarımı koruyorum. Onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum.” dedi.[393]

Bazı kaynaklarda: “Rasûlullah gerçeği haber verecek olan vahyin de gecikmesi ile oldukça sıkılmıştı. Zamanının çoğunu evinde geçiriyordu. Bu durumu ashâbına danıştı. Hz. Ömer yanına gelerek: ‘Ya Rasûlallah! Allah senin bedenine pis sinekleri kondurmazken, bedenini böyle pisliklerden koruyorken, nasıl olur da aileni böyle kötü bir işten korumaz.’ dedi. Hz. Osman ise: ‘Gölgeni insanlar basmasın veya pisliklerin üzerine düşmesin diye yere düşürmeyen Allah, nasıl olur da ailenin ırzını insanların kirletmesine izin verir.’ dedi. Sonra Hz. Ali gelerek: ‘Ya Rasûlallah! Hatırlıyor musun? Sen bize namaz kıldırırken Cebrail sana gelerek terliklerinin pis olduğunu onları çıkartman gerektiğini bildirmişti. Terliğindeki pislik sana bildirildiği, onları çıkartman gerektiği sana emredildiği halde nasıl olur da ailene bir pislik bulaşıp da onu çıkartman sana emredilmesin.’ dedi. Daha sonra Hz. Ali oldukça üzgün olan Hz. Peygamber’e ailesini boşamasını önerdi.”[394] şeklinde bir rivayet bulunmakla birlikte ilk dönem kaynaklarında geçmeyen bu rivayete şüpheyle yaklaşmak gerektiğini düşünüyoruz.

Hz. Peygamber bütün bu istişarelerden sonra minbere çıkarak: “Bana ve aileme eziyet eden bu kimselerden beni kim kurtarır? Vallahi! Öyle bir adama iftira ediyorlar ki bugüne kadar onda hayırdan başka bir şey görmedim. Benimle birlikte olması müstesna hiç evime girmedi.” dedi.[395] Bazı kaynaklarda Hz. Peygamber’in bu konuşmayı istişareleri yapmadan önce yaptığı kaydedilir.[396]

Bunun üzerine Üseyd b. Hudayr[397] ayağa kalkarak: “Ya Rasûlallah! Eğer bu kişi Evs kabilesinden ise biz ona kâfi geliriz. Eğer kardeşlerimiz Hazrec kabilesinden ise emret gereğini yerine getirelim. Vallahi, bu insanların boyunlarının vurulması haktır!” dedi. Bunun üzerine Sa‘d b. Ubâde kabile asabiyetinin verdiği öfkeyle ayağa kalkarak: “Vallahi, yalan söylüyorsun, senin onu (Abdullah b. Übey b. Selûl) öldürmeye gücün yetmez. Eğer bu iftiracıların kendi kabilenden olduğunu bilsen bunu söylemezdin, ancak biliyorsun ki onlar Hazrec’tendir.” dedi. Üseyd b. Hudayr ayağa kalkarak: “Vallahi, sen yalan söylüyorsun. Sen münafıksın ki onlar adına hareket ediyorsun.” dedi. Bu konuşmalardan sonra iki kabile üyeleri arasında sesler yükselmeye başladı. Rasûlullah minberden aşağı inip onları sakinleştirdi.[398] Bu sırada Hâris b. Hazme kılıcını kuşanmış olarak atının üzerinde geldi ve: “O münafığın başını koparayım.” dedi. Fakat Üseyd b. Hudayr, kılıcını bırakmasını Rasûlullah’ın izni olmadan bunun yapılamayacağını, şayet Rasûlullah’ın böyle bir şeyi istediğini bilseler kendilerinin ondan önce bunu yapacağını ifade etti.[399]

Dedikoduların ortaya çıkmasının üzerinden bir ay[400] geçmesine rağmen durumu aydınlatan bir vahiy hâlâ inmemişti. Hz. Peygamber, Hz. Âişe’nin yanında anne, babası ve ensârdan bir kadın da varken gelerek oturdu ve: “Ya Âişe! Bana senin hakkında bazı şeyler ulaştı. Eğer bu söylenenlerden uzaksan, Allah senin masumiyetini ortaya koyacaktır. Fakat insanların söylediği böyle bir günaha bulaşmış isen Allah’a tövbe et, çünkü kul günahını itiraf eder ve tövbe ederse, Allah onun tövbesini kabul eder.” dedi. Hz. Peygamber sözünü bitirdiğinde Hz. Âişe’nin hüznü o derece arttı ki göz pınarları kurumuştu. Hz. Âişe babasına dönerek Rasûlullah’a karşılık vermesini istedi, fakat Hz. Ebû Bekir: “Rasûlullah’a ne cevap vereceğimi bilemiyorum.” dedi. Bunun üzerine Hz. Âişe, annesine dönerek Rasûlullah’a karşılık vermesini istedi. Annesi de, Hz. Ebû Bekir’in verdiği cevabı verdi. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Muhakkak siz söylenen sözlerin etkisi altında kalmış durumdasınız, eğer ben bu söylenenlerle hiçbir alakam yok desem bana inanmazsınız; fakat Allah biliyor ben bu söylenenlerden uzak olduğum halde, söylenen şeyi yaptım desem, beni tasdik edersiniz. Vallahi, size bu hususta verebileceğim tek örnek, Yûsuf’un babasının söyledikleridir: ‘Bilakis nefisleriniz size (kötü) bir işi güzel gösterdi. Artık (bana düşen) hakkıyla sabretmektir. Anlattığınız karşısında (bana) yardım edecek olan, ancak Allah’tır.’[401] dedi. Hz. Âişe, bu duruma çok fazla öfkelenmişti, yatağın üzerine biraz uzandı. Fakat Allah’ın, onun masumiyetini ortaya çıkaracağına olan inancı tamdı.[402]

Bu olay Hz. Ebû Bekir’i de çok fazla üzmüştü: “Vallahi! Araplar içinde Ebû Bekir ailesi kadar sıkıntı çeken başka bir aile bilmiyorum. Böyle bir söylenti, bize Allah’a ibadet etmediğimiz Câhiliye döneminde bile söylenmemişti.” dedi. Hz. Ebû Bekir kızarak, Hz. Âişe’ye yöneldi. Hz. Âişe ise: “Vallahi, söylediğiniz bu şey yüzünden Allah’a tövbe etmeyeceğim.” dedi.[403]

Hz. Âişe Allah’ın kendisini bu sıkıntılardan kurtaracağını biliyordu. Rasûlullah’ın bir rüya görmesini veya kendisine Allah’ın bir şekilde masumiyetini haber vereceğini umuyordu. Fakat namazlarda okunacak olan bir Kur’ân âyeti ile bu sıkıntıdan kurtarılacağını tahmin etmiyordu.[404]

Bu konuşmaların hemen sonrasında Hz. Peygamber’i vahiy hali kapladı. Hz. Peygamber elbisesiyle yüzünü kapattı. Hemen Rasûlullah’ın başının altına deriden bir yastık kondu. Hz. Âişe masumiyetini ortaya çıkaracak bir vahiy ineceğini düşünerek seviniyordu. Fakat anne ve babası insanların söylediği şeyleri doğrulayan bir vahyin gelmesinden oldukça korkuyorlardı. Hz. Âişe’nin ifadesiyle, neredeyse korkudan öleceklerdi. Hz. Peygamber’in vahiy hali geçince, alnındaki ter damlalarını sildi ve gülerek: “Müjde, ey Âişe! Allah masumiyetini ortaya çıkardı.” dedi. Hz. Ebû Bekir kalkarak kızının başını öptü.[405] Annesi Hz. Âişe’ye, kalkıp Rasûlullah’a teşekkür etmesini söyledi. Fakat Hz. Âişe teşekkür etmeyeceğini, yalnızca Allah’a şükür edeceğini söyledi.[406] Hz. Ebû Bekir Rasûlullah’a böyle söylediği için kızını kınamıştı.[407]

Bu sırada Nûr sûresinin ilgili âyetleri nâzil olmuştu.[408] Hz. Peygamber derhal sevinçle insanların arasına çıktı. Minbere çıkıp Allah’a layık olduğu şekilde şükretti ve Hz. Âişe’nin masumluğunu müjdeleyen âyetleri okudu.[409]

Hz. Âişe ve Safvân b. Mu‘attal’ın masumiyetini ortaya koyan âyetlerin nâzil olmasından sonra bu iftirayı yayanlara kazf cezası uygulandı. Bazı rivayetlerde kazf cezasının[410] Abdullah b. Übey, Mistah b. Üsâse ve Hassân b. Sâbit’e uygulandığı belirtilmektedir.[411] Bazılarında Mistah b. Üsâse, Hassân b. Sâbit ve Hamne bint Cahş’ın isimleri verilir.[412] Bazı çalışmalarda Hassân b. Sâbit’e kazf cezasının tatbik edilmediği iddia edilmektedir.[413] Bize göre kendilerine kazf cezası uygulananlar Mistah b. Üsâse ve Hamne bint Cahş olmalıdır. İlerdeki bölümlerde ayrıntılı bir şekilde göreceğimiz üzere Safvân b. Mu‘attal bu iftira olayına karıştığı için Hassân’ı kılıçla ağır bir şekilde yaralamıştı. Bu yaralanma olayı sebebiyle Hassân’a kazf cezası uygulanmış olamayacağını düşünmekteyiz. Abdullah b. Übey’e gelince Vâkidî onun hakkında kendisine kazf cezasının vurulmadığını belirten bir rivayetten sonra: “Bizce doğru olan da budur.” der.[414] Vâkidî’nin tespiti bize göre de doğru olmalıdır. Çünkü iki sebepten Abdullah b. Übey’e kazf cezasının uygulanmaması gerekiyordu. İlki kazf, ancak itirafla veya bir delille sabit olur. O ise iftira ettiğini itiraf etmedi. Ayrıca hiç kimse onun iftirada bulunduğuna dair şahitlik etmedi. Abdullah b. Übey bunları açıkça konuşmayacak kadar zeki bir insandı. O kendi gibi münafıklar arasında bu tür konuşmaları yapmıştı.[415] İkincisi kavmi içinde güçlü bir konuma sahip olan Abdullah b. Übey’e kazf cezası uygulanması durumunda bu durum çeşitli karışıklıklara sebep olabilirdi.[416]

İbn İshâk’tan aktarılan bir rivayette ise müslümanlardan biri Hassân ve arkadaşlarına uygulanan kazf cezasıyla ilgili bir şiir söylemiştir. Bu şiirde Hassân, Hamne ve Mistah’ın yaptıkları bu çirkin iftiradan ve Rasûlullah’a verdikleri sıkıntılardan ötürü Allah’ın gazabını üzerlerine çektiklerini ve böyle bir cezayı hak ettiklerini vurgulamıştır.[417]

  Kur’ân’da İfk Olayı

Hz. Âişe’nin masumiyetini ortaya çıkaran âyetler Nûr sûresinin 11-20. âyetleridir.[418] Kur’ân’da İfk Olayı’nın özellikle psikolojik ve sosyolojik sebepleri üzerinde durulur. Tarihi rivayetlerde gözden kaçan birçok noktayı Kur’ân ortaya koymuştur.

İfk Olayı denilince akla sadece dört isim gelmektedir. Bu kişiler Abdullah b. Übey, Mistah b. Üsâse, Hassân b. Sâbit ve Hamne bint Cahş’tır. Fakat Kur’ân’da İfk Olayı’nı ortaya atan grup hakkında usbe[419] tabiri kullanılmakta olup bu tabirin on ile kırk kişi arasındaki bir topluluk hakkında kullanılması yaygındır.[420] Bazı kaynaklarda bu olaya karışanların çoğunluğu Hazrec’den on sekizi aşkın kişi olduğu rivayet edilir.[421] Ayrıca âyetlerde bunun bir kötülük değil aksine bir hayır olduğu belirtilmektedir. Gerçekten çok büyük sıkıntılar çekmelerine rağmen gelen bu vahiyle birlikte bütün müslümanlar ve özellikle Hz. Âişe çok rahatlamıştır. Hz. Âişe kendisi hakkında inen bu âyetlerle her zaman kıvanç duymuştur.[422]

Buna mukabil Selighsohn, İfk Olayı’nın Hz. Âişe’yi Hz. Peygamber’in gözünden düşürdüğünü söyler. Bu yazara göre Hz. Peygamber, Hz. Âişe’nin masumiyetini ortaya koyan âyetleri kendi uydurmuştu. Fakat Hz. Peygamber’in kafasında bazı şüpheler kaldığını bu sebeple daha sonraki seferlerde Hz. Âişe’yi yanına almadığını ifade etmiştir.[423]

Bu yazarın yorumunun isabetli olmadığını göstermek için şu rivayet yeterlidir. 8/629 tarihinde Amr b. Âs kumandasında gönderilen Zâtüsselâsil Seriyyesi’nin dönüşünde Amr b. Âs ilk müslümanlardan birçoğunun başına komutan olarak getirilmiş olmanın gururuyla Hz. Peygamber’in nazarında çok kıymetli biri olduğunu düşünmüştü. Bu sebeple savaş dönüşünde Hz. Peygamber’e gelerek insanlar içinde en sevdiği kişinin kim olduğunu sormuş, Hz. Peygamber de: “Âişe” diye cevap vermişti. Bunun üzerine erkeklerden en sevdiği kişinin kim olduğunu sormuş Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in de aralarında bulunduğu birçok isim saymıştı. Amr b. Âs sıranın kendisine gelmeyeceğinden korkarak sormaya devam etmekten vazgeçmişti.[424] Bu rivayet Hz. Peygamber’in nazarında Hz. Âişe’nin ne kadar değerli olduğunu İfk Olayı’nın onun kıymetinden hiçbir şey eksiltmediğini göstermek için yeterlidir. Nitekim Caetani bu olaydan sonra Hz. Peygamber’in yanında Hz. Âişe’nin kıymetinin daha da arttığını söylemektedir.[425]

İlgili âyetlerde elebaşılık yapan kimseye büyük bir azabın dokunacağı bildirilmektedir. Kaynaklarda bu elebaşının kim olduğu hususunda ihtilaf vardır. Âyette geçen elebaşının Hassân b. Sâbit olduğunu söyleyenler olmuştur.[426] Âyette belirtilen büyük azabın ise Hassân b. Sâbit’in kör olması olduğu bildirilmiştir.[427] Benzer şekilde Sâ‘dî Çelebi (ö. 945/1539) de, Hassân’ın çolak kalmasının sebebinin Hz. Âişe’yi övmek için yazdığı şiirinde “Eğer iddia etmiş olduğunuz şeyi söylemişsem elim kırılsın”[428] şeklindeki bedduasının kabul olması sebebiyledir, demiştir.[429] İbn Kesîr ve Bikâî (ö. 885/1480) ise Hassân hakkında bu şekilde görüşler belirtmenin yanlış olduğunu çünkü Hassân’ın faziletleri ve menkıbeleri çok olan bir sahâbî olduğunu belirtmişlerdir.[430]

Bize göre de Hz. Peygamber’in onun hakkında: “Hassân, müminler ve münafıklar arasında bir perdedir. O münafıkları sevmez, müminlere de buğzetmez.”[431] buyurduğu bir kişinin bu olayın ele başı olarak böyle büyük bir azap tehdidinin muhatabı olması mümkün değildir. Ya‘kûbî ise günahın büyüğünü üstlenenin Hamne bint Cahş olduğunu bildirir.[432] Taberî ise bu kişilerin Abdullah b. Übey, Mistah ve Hamne bint Cahş olduğunu kaydeder.[433] Fakat Abdullah b. Übey haricindeki kişiler samimi birer müslümandı. Bu kişilerin bu olayda yer almalarının sebebini ayrı bir başlık altında ileride inceleyeceğiz. Genel olarak kabul edilen görüşe göre bu kişi Abdullah b. Übey’di. Geçen bölümlerde Abdullah b. Übey’in su yüzünden çıkan kavgayı büyütmeye çalıştığına temas edilmişti. Kendisi hakkında inen âyetlerle Abdullah b. Übey büyük bir itibar kaybı yaşamıştı. Bu sebeple dikkatlerin başka bir yöne çekilmesi onun için büyük bir rahatlama vesilesi olacaktı. Bu sebeple olayın elebaşılığını o üstlenmişti. Nitekim İbn Hişâm bu kişinin Abdullah b. Übey olduğunu İbn İshâk’ın kesin bir şekilde zikrettiğini beyan eder.[434] Ayrıca Emevî halifelerinden Velîd b. Abdülmelik’in günahın büyüğünü üstlenen kişinin Hz. Ali olduğunu iddia ettiğini kaynaklar haber vermektedir. Fakat Zührî, Velîd b. Abdülmelik’e bu kişinin Abdullah b. Übey olduğunu kesin bir şekilde bildirmiştir.[435] [436]

Nûr sûresinin on ikinci âyetinin ise Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd hakkında nâzil olduğu bildirilir. Buna göre, âyetlerin inmesinden evvel Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin hanımı, Ebû Eyyûb’e: “Âişe hakkında söylenen sözleri işitmiyor musun?” demiş. Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî: “Duyuyorum, fakat bunlar yalandır. Ya Ümmü Eyyûb! Sen böyle bir şey yapar mısın?” diye sormuş. Ümmü Eyyûb’un: “Vallahi, yapmam.” demesi üzerine o: “Âişe senden daha hayırlıdır.” şeklinde mukabelede bulunmuştur.

İslâm’ın güzel bir prensibi de ilgili âyetlerden öğrenilmektedir. Kişi suçu ispatlanıncaya kadar suçsuz hükmündedir. Kur’ân her hususta olduğu gibi burada da güzel bir prensip ortaya koymuş, böyle bir iddiayı savunanların dört şahit getirmeleri gerektiğini bildirmiştir. Zaten meydana gelen olay, şüphe celp edecek bir olay da değildir. Zira müminlerin annesi Hz. Âişe, Safvân b. Mu‘attal’ın biniti üzerinde öğle vakti, bütün ordunun gözleri önünde, Hz. Peygamber aralarında iken gelmiştir. Şayet itham edildikleri kötülüğü yapmış olsalardı, herkesin gözü önünde gelmezler gizlice gelirlerdi.[437]

Nûr sûresi on dört ile yirmi birinci âyetler arasında Allah’ın merhameti olmasaydı, bu iftiradan dolayı iftiracılara büyük bir azabın dokunacağı bildirilmektedir. Âyette kastedilen ve tövbeleri kabul edilenlerin Hassân b. Sâbit, Mistah b. Üsâse ve Hamne bint Cahş gibi müslümanlar olduğu, Abdullah b. Übey ve onun gibilerin ise bu gruba dâhil olmadığı zikredilir.[438]

Nûr sûresi on beşinci âyette ise iftiracıların bu olayı önemsiz görerek boş lafa daldıkları bildirilmektedir. Bize göre olaya müslümanlar arasından ismi karışanların en büyük yanılgılarını bu âyet ortaya koymaktadır. Bazı müslümanlar Hz. Âişe hakkındaki dedikoduları önemsiz bir gıybet konusu gibi görerek, çeşitli meclislerde dile getiriyorlardı. Kaynaklarda bir atıf bulunmamakla beraber bize göre bu olayın yayılmasında Hz. Âişe’nin hastalığı da etkili olmuştur. Yukarıda geçtiği gibi Hz. Âişe Medine’ye iner inmez ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Bazı insanlar Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’e ihanetinin cezası olarak böyle bir hastalığa yakalandığını dile getirmiş olabilirler.

Münafıklar olayı bilinçli bir şekilde organize ediyordu. Bu olay sayesinde Hz. Peygamber’in ve müslümanların ne kadar büyük bir sıkıntıya maruz kalacaklarını biliyorlardı. Saf mizaçlı bazı müslümanlar ise bu olaydan Hz. Peygamber’in ve İslâm toplumunun ne derece büyük bir yara alacağını hesaba katmıyorlardı. Nitekim bu b ir aylık süre Hz. Peygamber’in elini kolunu bağlamış ve hiçbir icraat yapılamamıştır.

Hz. Âişe’nin masumiyetini ortaya koyan âyetler indikten sonra Hz. Ebû Bekir, ihtiyaç sahibi olan akrabası Mistah’a, Hz. Âişe’ye iftira edenler arasında olduğu için yardım etmemek için yemin etti. Fakat bu hususla ilgili: “İçinizden faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler, bağışlasınlar; feragat göstersinler. Allah’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.”[439] âyeti inince bu yemininden vazgeçmiştir.[440] Bununla birlikte Hz. Ebû Bekir’in, Mistah’ı hicveden bir şiir söylediği rivayet edilmiştir.[441]

Abdullah b. Abbas’ın, Hz. Âişe ile ilgili âyetleri tefsir ederken şöyle söylediği rivayet edilir: “Allah Yûsuf’u Züleyha’nın ehlinden bir şahitle, Mûsâ’yı yahudilerin sözlerinden bir taşla, Meryem’i oğlunun beşikte konuşmasıyla, Âişe’yi ise Kur’ân ile haklarında söylenilenlerden beri etmiştir. Allah bunu muhakkak Rasûlullah’ın mertebesinin yüceliğini ortaya çıkarmak için yapmıştır.”[442]

Zemahşerî de (ö. 538/1144) Hz. Âişe hakkında inen âyetlerle ilgili şöyle demiştir: “Eğer Kur’ân’ı incelesen ve orada asilere vaat edilen cezaları araştırsan, Yüce Allah’ın Hz. Âişe’ye yapılan iftiraya öfkelendiği kadar hiçbir şeye öfkelenmediğini görürsün.”[443]

İfk Olayı’ na İsmi Karışanlar

Yukarıda da belirttiğimiz gibi İfk Olayı’na ismi karışanlar çoğunluğunu münafıkların oluşturduğu bir topluluktur. Fakat dört kişinin ismi bu olayda öne çıkmaktadır. Bunlar Abdullah b. Übey, Mistah b. Üsâse, Hassân b. Sâbit ve Hamne bint Cahş’tır.

Bu olayın elebaşılığını yürüten Abdullah b. Übey’in niçin böyle bir faaliyete giriştiği bellidir. Geçen bölümlerde yer yer belirttiğimiz gibi Abdullah b. Übey, Hz. Peygamber Medine’ye gelmeden önce Medine’nin kralı olmak üzereydi. Hz. Peygamber’in Medine’ye gelmesiyle birlikte onun bu hayalleri suya düşmüştü. Bunun tek sorumlusunun Hz. Peygamber olduğunu düşünen Abdullah b. Übey, müslüman olmuş görünmesine rağmen içten içe her zaman Hz. Peygamber’e kin besliyordu ve bu kinini her fırsatta ortaya döküyordu. İfk Olayı ona böyle bir fırsatı vermişti.

Hassân b. Sâbit’in ise niçin bu olayda Hz. Âişe’nin aleyhine konuştuğu kaynaklarda zikredilmemektedir. Çağdaş siyer yazarlarından bazıları Hassân ile Safvân’ın aralarının açık olduğunu Hassân’ın iftiracılarla birlikte hareket etmesinin sebebinin bu dargınlık olduğunu belirtirler.[444] Fakat ilk dönem kaynaklarında böyle bir bilgi yer almadığı için kesin bir şey söylemek güçtür. Durum ne olursa olsun Hassân b. Sâbit daha sonra yaptıklarına pişman olmuş ve Hz. Âişe’yi öven şiirler söylemiştir. Ayrıca bu şiirlerinde kendisinin böyle bir şeyi söylemediğini sadece bazı dedikoducuların bunu kendisine atfettiklerini iddia eder.[445] Hz. Âişe, Hassân b. Sâbit’ten hep iyilikle bahsederdi. Bir gün Urve b. Zübeyr’in, Hassân’a küfrettiğini işitince: “Ey oğulcuğum! Ona küfretme. Çünkü o: ‘Benim, babamın ve babamın babasının namusu, Muhammed ve ailesi için bir kalkandır.’ diyordu.”[446]

Bazı rivayetlerde ise Hz. Âişe’nin az da olsa Hassân’a kırgın olduğu belirtilir. Bir rivayette müslüman bir kadının Hz. Âişe’nin yanında Hassân b. Sâbit’in kızını övdüğünü, Hz. Âişe’nin ise: “Fakat babası...” şeklinde üstü kapalı bir şekilde Hassân’a kızdığını belirtir.[447] Benzer bir rivayette ise Hassân b. Sâbit’in Hz. Âişe’yi bir şiirle övdüğü, fakat Hz. Âişe’nin: “Sen böyle değilsin.” dediği rivayet edilmektedir. Hadisi rivayet eden Mesrûk, Hz. Âişe’ye: “Niçin bu adamı evine sokuyorsun?” dediğinde Hz. Âişe: “O, Rasûlullah’ı savunurdu.” şeklinde karşılık vermiştir.[448]

Mistah’ın bu olaya karışmasının sebebi de ilk dönem kaynaklarında belirtilmemektedir. Çağdaş siyer yazarlarından bazıları Hz. Ebû Bekir’in yardımlarıyla hayatını devam ettiren Mistah’ın bir kişilik zafiyeti olabileceğini, Hz. Ebû Bekir’e duyduğu haset sebebiyle böyle bir şey yapmış olabileceğini ifade ederler.[449]

Mistah ilerleyen yaşlarında gözlerini kaybetmiştir. Bazıları bunu attığı iftiradan dolayı dünyadayken uğradığı bir musibet olarak değerlendirmişlerdir.[450]

Hamne bint Cahş ise Hz. Zeyneb’in kız kardeşidir. Rasûlullah’ın yanında kız kardeşi Hz. Zeyneb’in konumunu yüceltmek için bu dedikoduların yayılmasında aracı olmuştur.[451] Fakat Hamne kendisi için uğraştığı kız kardeşinden destek görememiş, Hz. Zeyneb Hz. Âişe hakkında olumsuz hiçbir şey söylememiştir.[452]

Hz. Peygamber İfk Olayı’na ismi karışanlar hakkında Hz. Âişe’ye: “Kıyamet gününde Allah Âişe’ye iftira edenlere, tüm mahşer halkının gözü önünde seksener kamçı vurarak cezalandıracaktır. İçlerinden muhâcirlerin bağışlanmasını Rabbi’mizden isteyeceğiz. Bunun için de ey Âişe senden izin isteyeceğiz.” buyurmuştu. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Ya Rasûlallah! Seni hak ile gönderene yemin ederim ki senin sevincin, bana benim sevincimden daha sevimli ve değerlidir.” şeklinde karşılık vermişti.[453]

  Safvân b. Mu‘attal’ın İfk Olayı’ndaki Tavrı

İfk Olayı tamamıyla Hz. Âişe’nin üstüne kurulduğu için Hz. Âişe’yi özel bir bölümle anlatmanın gereği yoktur. Fakat Safvân b. Mu‘attal’ın bu olaydaki tavrı önemlidir.

Safvân b. Mu‘attal kendisi hakkında böyle bir iftiranın olduğunu duyunca: “Sübhanallah! Vallahi ben, daha hiçbir dişinin eteğini kaldırmış değilim.” demiştir.[454]

Kaynaklarda Safvân b. Mu‘attal’ın bu olayda özel olarak Hassân b. Sâbit ile ilgilendiği belirtilir. Hassân hem iftirayı atanlar arasında yer alıyordu; hem de bir şiirinde Safvân b. Mu‘attal’a ve kabilesine[455] hakaret etmişti.[456] Hassân b. Sâbit söylediği şiirlerle müşrik oldukları için Kureyş kabilesini, Safvân’ı ve Mudar kabilesini aşağılıyordu.[457]

Safvân, beraber Medine’ye geldiği Cu‘ayl b. Surâka’ya, Hassân’ı attığı iftiradan dolayı öldürmeyi teklif etti. Cu‘ayl bunu reddederek: “Rasûlullah’ın yapmamızı emretmediği bir şeyi yapamam. Sakın sen de böyle bir şey yapma.” dedi.[458] Fakat Hassân’a çok kızan Safvân b. Mu‘attal, kabilesinden bazı kimselerle birlikte otururken ona kılıcıyla saldırdı[459] ve Hassân’ı başından yaraladı.[460]

Safvân b. Mu‘attal, Hassân’a vurduğu anda ensârdan Sâbit b. Kays b. Şemmâs onu yakaladı ve elini arkasından bağladı. Safvân’ı ite kaka Benî Hârise b. Hazrec bölgesine götürürlerken yolda Abdullah b. Revâha[461] onlara rastladı. Yaptıkları bu işten Rasûlullah’ın haberdar olup olmadığını sorduğunda, olmadığını söylediler. Abdullah b. Revâha yapılmaması gereken bir işe cüret ettiklerini, Safvân’ı bırakmalarını söyledi. Akabinde Abdullah b. Revâha onları durumu izah etmeleri için Rasûlullah’a götürdü. Hz. Peygamber’in huzuruna vardıklarında olup bitenleri Rasûlullah’a haber verdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Safvân b. Mu‘attal’a kızarak bunu niye yaptığını sordu. Safvân, Hassân’ın kendisini sefihlikle hicvettiğini ve kendisine müslüman olduğu için haset ettiğini söyledi. Bunun üzerine Rasûlullah, Hassân’a dönerek: “İslâm üzere olan bir kavmi sefihlikle mi itham ediyorsun?” diyerek onu azarladı. Hz. Peygamber, Hassân’dan, Safvân’ın bu hareketine iyilikle karşılık vermesini istedi. Hassân da: “Ya Rasûlallah! Hakkım senin olsun.” diyerek kısastan vazgeçti. Hz. Peygamber buna karşılık Hassân’a, Sîrîn isimli bir Kıpti köle ve Ebû Talha tarafından tasadduk edilen bir bahçeyi verdi. Hassân’ın Abdurrahman isimli oğlu, Sîrîn’den dünyaya gelmiştir.[462] Ayrıca Sa‘d b. Ubâde’nin de, Hassân’a hakkından vazgeçtiği için bir bahçe ve biraz da eşya verdiği rivayet edilmektedir.[463]

Bazı kaynaklarda Safvân’ın vurduğu darbe sebebiyle Hassân’ın gözlerinin kör olduğu kaydedilir.[464] Hassân’ın bu darbe neticesinde bir gözünün ve iki elinin sakatlandığı da rivayet edilir.[465] Fakat Hassân’ın kör olmasının veya ellerinin çolak kalmasının bu darbe sebebiyle olmadığını düşünüyoruz. Nitekim Hassân’ın bir elinin, işlevini önemli ölçüde yitirmesi bu olaydan önce meydana gelmişti. Hassân’ın Hz. Peygamber ile birlikte savaşlara katılamayışının sebebi de buydu. Gözlerinin kör olması ise Hz. Ömer zamanında olmuştur.[466]

Daha sonra Safvân’ın, hasûr[467] olduğu anlaşılmıştır.[468] Safvân 19/640 tarihinde Ermenilerle yapılan savaşlarda şehit olmuştur.[469]

3. 2. 4. İfk Olayı Hakkında Yapılan Değerlendirmeler

Hz. Âişe Kur’ân ile temize çıkarıldığı için müslümanların büyük bir kısmı İfk Olayı hakkında konuşmaya lüzum görmemişlerdir. Fakat yukarıda da kısmen geçtiği gibi müsteşrikler imalı bir şekilde bu olayı İslâm aleyhine kullanmaya çalışmışlardır.

Çok eski tarihlerden beri İfk Olayı İslâm düşmanları tarafından İslâm’a saldırmak için kullanılan bir malzemeolarak görülmüştür. Bunun tespit edebildiğimiz ilk örneği Bakıllâni’nin Bizans sarayına yaptığı bir elçilik görevi sırasında karşılaştığı bir soru şeklinde olmuştur. Papazlardan bazıları imparatorlarının huzurunda Bâkıllânî’ye şu soruyu sormuşlardı: “Peygamberinizin iftiraya uğrayan zevcesi Âişe’ye ne olmuştu?” Bâkıllânî hiç duraksamadan onlara şu cevabı verdi: “Âişe ile Meryem iftiraya uğradılar. Aziz ve Celil olan Allah onların suçsuzluklarını açıkladı. Âişe kocası olan, ama çocuk doğurmayan bir kadındı. Meryem ise kocasız olduğu halde bir çocuk doğurdu. Şu halde Âişe’nin Meryem’e nispetle daha suçsuz olması gerekir. Ama her ikisi de kendilerine yapılan iftiralardan uzak ve suçsuz kadınlardır. Fâsid bir zihne bu hususta bir kuşku gelecek olursa, yani Âişe’nin suçlu olduğu ihtimali aklına gelecek olursa Meryem’in ona nispetle daha çok kuşku uyandırması gerekir. Ama Allah’a hamd olsun ki her ikisi de semadan gelen ilahi vahiy ile suçsuz ve temiz iki kadın olarak tanıtılmışlardır. Allah’ın selâmı ikisinin de üzerine olsun.”[470]

Oryantalistlerin İfk Olayı üzerinden İslâm’a saldırıları günümüze kadar aralıksız bir şekilde devam etmiştir. Örneğin Juynboll: “Âişe hakkında ileri sürülen iddialar ister tamamıyla bir iftira, isterse bir başka sebeple olsun ateş olmayan yerden dumanın tütmeyeceğini makul olarak göstermektedir. Hiç kimse bu olayın üzerine bütünüyle sünger çekmeyi başaramamış ve isnad kümelerinde görüleceği üzere, o olayı hafızalarından silememiştir.”[471] demek suretiyle dolaylı yoldan Hz. Âişe’nin böyle bir şey yapmış olabileceğini iddia etmektedir. Müsteşriklerin genel tavrı şudur: Kesin yargılardan uzak durarak okuyucunun kafasında olumsuz soru işaretleri bırakmaya çalışmak.

Nitekim Watt da nâzil olan âyetlerin Hz. Peygamber tarafından uydurulduğunu ima etmektedir. Ona göre Hz. Peygamber, Hz. Âişe’nin aleyhinde somut bir delil olmadığı için ve hamile olmadığı belli olacak kadar beklediği için Hz. Âişe’nin lehinde karar vermiştir.[472] [473]

Abbott ise: “Âişe’nin masumiyetini kanıtlamak ve Muhammed’in haremindeki ayrıcalıklı yerini yeniden sağlamak için gökten özel bir vahiy alındı.” 471 demektedir.

Eserlerini incelediğimiz müsteşrikler içerisinde Hz. Âişe’ye karşı en olumsuz yaklaşanın Bodley (ö. 1428/1970) olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. O İfk konusunu bitirdiği son cümlesinde: “Bütün mesele karanlık içindedir ve gerçeğin ne olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz.” demektedir.[474] Fakat metin içerisinde yaptığı tasvirlerden anlaşıldığı kadarıyla Hz. Âişe’nin bu olayda suçlu olduğuna kesinlikle inanmaktadır.

İnsaf sahibi olan müsteşrikler ise Hz. Âişe’nin suçsuzluğunu kesin bir şekilde belirtmişlerdir. Örneğin Sir William Muir (ö. 1323/1905), kitabında İfk Olayı’nı kaydettikten sonra: “Âişe’nin bu hadiseden önceki ve sonraki hayatı, onun masumiyetine katiyetle inanmak ve her şüpheyi bertaraf etmek için kâfidir.” 474 demiştir.

İslâm’a bakış açısı itibariyle oryantalistlerden farklı olmayan İlhan Arsel (ö. 1431/2010) de, İfk Olayı’nda Hz. Âişe’nin herhangi bir kusurunun bulunmadığını ikrar etmektedir. Hz. Âişe’nin suçsuzluğunu ortaya koyan âyetlerin ise aleyhte bir delil bulunamadığı ve Hz. Peygamber’in Hz. Âişe’ye zaafı olduğu için Hz. Peygamber tarafından uydurulduğunu ifade etmektedir.

İslâm âlimleri, “Namuslu, kötülüklerden habersiz mümin kadınlara zina isnadında bulunanlar, dünya ve ahirette lânetlenmişlerdir.”[475] [476] [477] [478] âyetinden sonra Hz. Âişe’ye söven, ona iftira edenin kâfir olduğunda icmâ’ etmişlerdir. Zira o bu davranışıyla Kur’ân ile inatlaşmaktadır.[479]

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe (ö. 150/767), el-Vasiyye isimli eserinde: “Hz. Hatice’den sonra gelmiş geçmiş kadınların en faziletlisi Hz. Âişe validemizdir. O, müminlerin annesidir. Zinadan ve Rafizîler’in isnad ettikleri iftiradan beridir. Hz. Âişe’ye zina iftirasında bulunan veled-i zinadır.”[480] demiştir. Fakat onun bu sözleri olaya ismi karışan sahâbeyi kapsamaz. O Hz. Âişe’nin masumiyetine dair âyetler indiği halde inat edip Hz. Âişe’nin suçsuzluğuna inanmayanlar hakkında bu sözleri sarf etmiştir.

Hz. Âişe’nin bizzat ilahi beyanla aklanması onun aleyhinde müslümanların söz söylemesine olanak bırakmamıştır. Bu sebeple ılımlı Şiîler Hz. Âişe’nin masumiyetini sorgulamamışlardır. Fakat siyasi sebeplerle Hz. Âişe’yi eleştiren bazı Şiî grupları rivayeti değiştirmek suretiyle Hz. Âişe’ye farklı bir yönden iftiraya devam etmişlerdir. Şiî tefsirlerinde geçen bu rivayete göre Hz. Peygamber’in oğlu İbrahim öldüğü zaman Rasûlullah çok üzülmüştü. Hz. Âişe ise Hz. Peygamber’e: “Niçin üzülüyorsun? O Cüreyc’in oğludur.” diyerek Hz. Mâriye’ye iftira etmiş, bunun akabinde Nûr sûresinin ilgili âyetleri indirilmiştir.[481]

Ilımlı Şiîler’in Hz. Âişe’ye duyduğu saygıyı göstermesi açısından şu rivayetler de ilgi çekicidir. Safevî Devleti’nde bir yıl hükümdarlık yapan II. İsmail (ö. 985/1577), halifesi olan, Bulgar halifeyi Hz. Âişe’ye lanet etmeyi caiz gördüğü gerekçesiyle azletmiş ve bu kişi koruculardan da dayak yiyerek üç ay yatakta yatmak zorunda kalmıştı.[482]

Hasan b. Yezid er-Râî, Taberistan’ın büyüklerinden biriydi. Her sene Bağdat halkına dağıtmak üzere on bin dinar götürürdü. Bir gün yanına Şiî taraftarlarından bir kişi geldi ve Hz. Âişe hakkında kötü sözler söyleyerek onu hoş olmayan şeylerle zikretti. Bunun üzerine Hasan b. Yezid, hizmetçisine adamı öldürmesini söyledi. Şiîler Hasan b. Yezid’e, adam kendi taraftarlarından olduğu için hücum etmeye kalkıştılar. O da: “Bu adam Hz. Peygamber’e iftira etmiştir. Kur’ân’da: ‘Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır...’[483] buyrulmaktadır. Eğer Âişe kötü olup, Hz. Peygamber onu nikâhladıysa, o halde Hz. Peygamber’in de kötü olması gerekir. Oysa o, tertemizdir. Âişe de tertemizdir. Üstelik onun temizliği vahiyle tescil edilmiştir.” diyerek onları dinlemedi. Hizmetçisine dönerek adamı öldürmesini emretti; o da bu emri yerine getirdi.[484]

  Hz. Âişe Vesilesiyle Teyemmüm Âyetinin İnmesi

Bazı kaynaklarda teyemmüm âyetinin Benî Mustalik Gazvesi’nin dönüşü esnasında indirildiği rivayet edilmektedir. Vâkidî yer belirtmeksizin Hz. Âişe’nin bir mola yerinde gerdanlığını düşürdüğünü, bunu aramak için Hz. Peygamber’in mola verdiğini ve müslümanların suyu olmayan bu yerde sabahlamalarının akabinde özellikle Hz. Ebû Bekir olmak üzere bütün müslümanların Hz. Âişe’ye sinirlendiğini rivayet eder. Ordunun susuz olarak sabahlamasının akabinde ise teyemmüm âyetinin nâzil olduğunu[485] bildirir.[486]

Konuyla ilgili Ammar b. Yâsir’den gelen başka bir rivayet şöyledir: “Âişe’nin gerdanlığı yüzünden Zâtülceyş’te hapis olduğumuzda Rasûlullah’ın yanındaydık. Neredeyse güneş doğmak üzereydi. Teyemmüm âyeti nâzil olduğunda ellerimizle toprağı mesh ettik, sonra kollarımızı mesh ettik. Bu seferimizde iki namazı birleştirerek kılıyorduk.”[487]

Bu ruhsatın gelmesini müteakip Useyd b. Hudayr: “Ey Ebû Bekir ailesi, bu sizin sayenizde gelen ilk hayırlı iş değildir.” demiştir.[488]

Teyemmüm hadisesinin Benî Mustalik Gazvesi esnasında olup olmadığı ihtilaflıdır. Bazı kaynaklarda, rivayetlerde geçen Beydâ’ ve Zâtülceyş bölgelerinin Mekke ile Hayber arasında olduğu bildirilmektedir. Bu güzergâhın ise müslümanların Benî Mustalik Gazvesi esnasında kullandığı güzergâh olamayacağını, bu sebeple teyemmüm âyetinin bu gazve esnasında indirilmediğini ifade ederler. Ebû Ubeyd el-Bekrî (ö. 487/1094) ise Beydâ’ ve Zâtülceyş bölgelerinin Hayber yolu üzerinde değil Mekke yolu üzerinde olduğunu bildirir.[489]

Teyemmüm hadisesinin Zâtürrikâ’ Gazvesi’nde veya Mekke’nin Fethi esnasında olduğunu söyleyenler de olmuştur.[490] Bazıları ise Ebû Hüreyre’nin: “Teyemmümün nasıl alınacağını bilmiyordum.” şeklindeki ifadesinden hareketle bu olayın Benî Mustalik Gazvesi esnasında olmadığı sonucunu çıkarmışlardır. Çünkü Ebû Hüreyre 7/628 tarihinde müslüman olmuştu.[491]

Teyemmüm ile ilgili olarak Kur’ân’da iki âyet bulunmaktadır. Bunlardan ilki: “Ey iman edenler! Siz sarhoş iken -ne söylediğinizi bilinceye kadar- cünüp iken de - yolcu olan müstesna- gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur veya bir yolculuk üzerinde bulunursanız yahut sizden biriniz ayakyolundan gelirse yahut kadınlara dokunup da (bu durumlarda) su bulamamışsanız o zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin: Yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır.” âyetidir.[492] Konuyla ilgili ikinci âyet ise: “Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızı meshedip topuklara kadar ayaklarınızı da (yıkayın). Eğer cünüp oldunuz ise, boy abdesti alın. Hasta yahut biriniz tuvaletten gelirse yahut da kadınlara dokunmuşsanız (cinsi birleşme yapmışsanız) ve bu hallerde su bulamamışsanız temiz toprakla teyemmüm edin de yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla meshedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi temiz kılmak ve size (ihsan ettiği) nimetini tamamlamak ister; umulur ki şükredersiniz. [493] âyetidir.

Hz. Âişe’den rivayet edilen olayda hangi âyetin nâzil olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir.[494] Nisâ sûresindeki âyet mevzubahis edilirse yukarıda görüldüğü üzere içkiliyken namaza yaklaşılmamasından bahsetmektedir ki o halde bu âyetin bir bütün olarak nâzil olduğu düşünülürse, bu âyet 4/625 tarihinden önce nâzil olmuştur. Çünkü içkiyi kesin olarak yasaklayan âyet genel kabule göre Rebiyülevvel 4/Ağustos 625 tarihinde[495] nâzil olmuştur. Fakat âyetin parçalar halinde indirilmiş olabileceği ihtimalini de göz önünde tutarak kesin bir şey söylemek mümkün gözükmemektedir.

Bize göre teyemmüm âyetinin Benî Mustalik Gazvesi esnasında nâzil olduğu görüşü doğru değildir. Çünkü bu gazve esnasında gerdanlığın iki kere düşmüş olması uzak bir ihtimaldir. Ayrıca böyle bir olay iki kere zuhur etmiş olsaydı rivayetlerde güçlü şekilde buna atıfta bulunulurdu.

Îlâ, Tahyîr ve Tahrim Olaylarında Hz. Âişe

Sözlükte “yemin etmek” anlamına gelen îlâ kelimesi terim olarak kocanın yemin, adak veya bir şarta bağlamak suretiyle eşiyle cinsel ilişkide bulunmayı kendisine yasaklamasını ifade eder.[496] Îlâ ve Tahyîr Olayı ise, Hz. Peygamber’in eşlerinden bir ay süreyle ayrı kalması olayıdır. Bu olayın temel sebebi Hz. Peygamber’in eşlerinin toplumun refahının artmasına paralel olarak kendilerinin de birtakım maddî imkânlardan faydalanmak istediklerini Hz. Peygamber’e iletmeleriydi. Her ne kadar Hz. Peygamber bunun mümkün olmadığını söylese de bu isteklerinde ısrar etmişlerdi.[497] Zaten var olan bu gerginliğin üzerine Hz. Hafsa’nın Hz. Peygamber’in kendisini tembihlemesine rağmen bir sırrını Hz. Âişe’ye ifşa etmesi, Hz. Peygamber’i çok öfkelendirmiş ve bir ay müddetle hanımlarının yanına girmeyeceğine yemin etmişti. Bu süreçte bütün müslümanlar Hz. Peygamber’in tüm hanımlarını boşadığını düşünerek çok üzülmüşlerdi. Aradan yirmi dokuz gün geçtikten sonra Hz. Peygamber ilk olarak Hz. Âişe’nin yanına girdi.

Hz. Âişe Hz. Peygamber’e: “Sen bizim yanımıza bir ay girmemek için yemin etmiştin. Biz tam yirmi dokuz gün geçirdik. Ben günleri teker teker sayıyorum.” dedi. Hz. Peygamber ise: “Ay (bazen) yirmi dokuz gündür.” dedi. O ay yirmi dokuz gün sürmüştü.

Hz. Peygamber Hz. Âişe’ye: “Sana bir şey soracağım. Anne babana danışmadan acele karar vermen gerekmiyor.” buyurdu. Sonra Hz. Peygamber kendisine vahyedilen: “Ey Peygamber! Eşlerine şöyle söyle. Eğer dünya dirliğini ve süsünü (refahını) istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allah’ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu diliyorsanız, bilin ki Allah, içinizden güzel davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”[498] âyetlerini okudu.

Bunun üzerine Hz. Âişe: “Ben bu konuda mı anne babama danışacağım. Elbette ki ben Allah’ı, Rasûlü’nü ve ahiret yurdunu tercih ediyorum.” dedi. Sonra Hz. Peygamber diğer hanımlarını da aynı şekilde muhayyer bıraktı. Onlar da aynen Hz. Âişe’nin söylediğini söylediler.[499] Hz. Âişe’nin ifadesine göre bu bir aylık ayrılık, bir talak olarak sayılmamıştı.[500]

Bazı rivayetlerde Hz. Âişe’nin Rasûlullah’ı tercih ettiği ve Rasûlullah’tan kendisine söylediklerini diğer hanımlarına söylememesini istediği rivayet edilmektedir. Hz. Peygamber ise: “Onlardan biri bana sormaya görsün, hemen kendisine haber veririm. Çünkü Allah beni zorlaştırıcı ve şaşırtıcı değil lâkin öğretici ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi.” buyurmuştur.[501]

Îlâ ve Tahyîr Olayı’nın sebebi olarak başka bir rivayet daha bulunmaktadır. Hz. Âişe’den gelen bu rivayette, Rasûlullah’ın hanımlarından Hz. Zeyneb bint Cahş’ın Rasûlullah tarafından kendisine verilen hediyeyi iade etmesinden dolayı Hz. Âişe’nin: “Zeyneb senin hediyeni küçümsedi.” demesi üzerine, Rasûlullah’ın kızdığı ve tüm hanımlarına yaklaşmamaya yemin ettiği ifade edilmektedir.[502]

İ. Hz. Âişe’nin Dilinden Hz. Peygamber’in Vefatı

Kuşkusuz Hz. Âişe’nin hayatında en derin iz bırakan olayların başında Hz. Peygamber’in vefatı gelmektedir. Hz. Peygamber vefat ettiğinde henüz on sekiz yaşında[503] olan Hz. Âişe bu olayı tüm ayrıntılarıyla bize aktarmıştır. Biz de hadis ve İslâm tarihi kaynaklarında bulunan bu rivayetleri bir araya getirerek ağırlıklı olarak Hz. Âişe’nin rivayetleri üzerinden Hz. Peygamber’in vefatını anlatmayı uygun bulduk.

Hz. Peygamber Hz. Meymûne’nin evindeyken vefatına sebep olan hastalığı başlamıştı. Aynı gün çıkıp Hz. Âişe’nin evine geldi. Hz. Âişe rahatsızlığı sebebiyle: “Vay başıma gelen!” dedi. Hz. Peygamber ise buna mukabil: “Senin benden önce ölmeni, namazını kıldırmayı ve seni kabre defnetmeyi arzularım.” dedi. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Öyle sanıyorum ki gerçekten benim ölmemi istiyorsun. Eğer ben ölürsem, sen o günün akşamı bir hanımınla birlikte olursun.” dedi. Hz. Peygamber: “Asıl benim vay başıma gelen!” dedi. Sonra Hz. Meymûne’nin evine döndü ve hastalığı şiddetlendi.[504]

Hz. Peygamber’in hastalığı ağırlaşıp ağrısı şiddetlendiğinde Hz. Âişe’nin evinde bakılması için diğer eşlerinden izin istedi, onlar da izin verdiler. Hz. Peygamber bir tarafında Abbâs diğer tarafında da başka bir adam[505] olduğu halde ayaklarını yerde sürüyerek çıktı. Hz. Peygamber evine girip ağrısı şiddetlendikten sonra: “Üzerime bağları çözülmemiş yedi kırba su dökün. Belki biraz halka vasiyette bulunurum.” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, eşlerinden Hafsa’ya ait olan bir leğene oturtuldu. Üzerine dökülen sular kendisini biraz rahatlattı ve ashâbının karşısına çıktı.[506]

Rasûlullah’ın ağrıları çok şiddetliydi. Hatta Hz. Âişe: “Rasûlullah’tan daha şiddetli ağrı çeken kimse görmedim.”[507] demiştir. Bu ağrılar gün geçtikçe daha da şiddetleniyordu. Hz. Peygamber’in eşleri de imkânlar ölçüsünde bu hastalığı tedavi etmek için çeşitli yollar deniyorlardı. Yine böyle bir gayretin sonucu olarak Rasûlullah’a bir ilacı istememesine rağmen zorla içirmişlerdi. Rasûlullah bir müddet sonra kendisine gelince: “Ben size ağzıma ilaç koymaktan vazgeçmenizi işaret etmedim mi?” dedi. Ümmühâtü’l-müminîn: “Ama bu hastanın ilaçtan hoşlanmayışından dolayıdır diye düşünmüştük.” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah: “Abbâs hariç gözümün önünde bu evde ağzına ilaç konulmadık kimse kalmasın. Çünkü Abbâs bunu yaparken yanınızda değildi.” buyurmuştu.[508]

Rasûlullah için sadece ilaç tedavisi yapılmıyordu. Bir yandan Hz. Âişe kendisine Nas ve Felak sûrelerini okuyup ağrısı ve sancısı şiddetlenince sağ eliyle mesh ediyordu. Bazen de daha faziletli olduğu için Rasûlullah’ı kendi eliyle mesh ediyordu.[509]

Rasûlullah’ın vefatına yakın Hz. Âişe’nin kardeşi Abdurrahman kendisini ziyarete gelmişti. İçeriye giren Abdurrahman’ın elinde dişlerini temizlediği bir mis­vak vardı. Rasûlullah onun elindeki misvaka bakıyordu. Hz. Âişe bunu fark edince Abdurrahman’dan misvağı kendisine vermesini istedi. Abdurrahman’dan aldığı bu misvağı kırıp ucunu dişleriyle ezerek yumuşattıktan sonra Rasûlullah’a verdi. Rasûlullah Hz. Âişe’nin göğsüne yaslanmış iken dişlerini bu misvakla temizlemeye başladı.[510]

Hz. Peygamber, bu hastalığı sırasında Hz. Âişe’ye: ‘Ey Âişe! Hâlâ Hayber’de yemiş olduğum o yemeğin acısını hissediyorum. İşte bu vakitler o zehirden kalp damarımın koptuğunu hissettiğim vakittir.” demişti.[511]

Rasûlullah artık ölüm vaktinin geldiğini hissediyordu. Hz. Âişe’ye: “Evde bulunan altınları ne yaptın?” diye sormuştu. Hz. Âişe: “Yanımdalar ey Allah’ın Rasûlü!” dedi. Rasûlullah: “Onları bana getir.” buyurdu. Hz. Âişe sayıları beş ile dokuz arasında olan altınları getirince onları avuçlarına aldıktan sonra: “Muhammed bunlar yanında olduğu halde Allah’a kavuşursa, Allah katındaki konumunun ne olacağını zannediyor? Ey Âişe! Bunları infak et.” buyurdu.[512]

Hz. Peygamber bütün gücü tükenip insanlara namaz kıldıracak takati bile kendisinde bulamayınca Hz. Âişe’ye: “Ebû Bekir’e söyleyin insanlara namazı kıldırsın.” diye emir vermişti. Hz. Âişe: “Ebû Bekir senin yerine geçtiği zaman hıçkıra hıçkıra ağlamaktan sesini cemaate ulaştıramaz. Ömer’e söyle namazı o kıldırsın.” dedi ve hatta Hz. Hafsa’dan Rasûlullah’a gidip aynı şeyleri söylemesini istedi. Hz. Hafsa da gidip: “Ebû Bekir senin yerine geçtiği zaman hıçkıra hıçkıra ağlamaktan sesini cemaate ulaştıramaz. Ömer’e söyle namazı o kıldırsın.” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah: “Durun bakalım. Daha fazla üstüme gelmeyin. Yûsuf’un başını derde sokan siz kadınlar değil misiniz zaten? Söyleyin Ebû Bekir’e namazı kıldırsın.” diyerek emrini tekrarladı. Hz. Hafsa bu olay üzerine Hz. Âişe’ye: “Senden bana bir fayda geleceğini zaten hiç düşünmüyordum.”[513] demiştir.

Hz. Âişe Hz. Ebû Bekir’in namaz kıldırmasını niçin istemediğini de şöyle ifade etmiştir: “Bu hususta Rasûlullah’ın vazgeçmesi için müracaat etmiştim. Beni ona çokça müracaat etmeye iten tek sebep ise insanların ondan sonra onun makamında duracak bir kimseyi ebediyyen sevmeyeceklerine dair kalbime yerleşen kanaat olmuştu. Bana göre bir kimse onun makamında duracak olursa mutlaka insanlar onun bu halini uğursuz kabul ederlerdi. Bu sebepten dolayı Rasûlullah’ın bu işi Ebû Bekir’den başkasına havale etmesini istemiştim...[514] İnsanların babamın sesini duyduklarında, Peygamber’e ne kötü haleftir, diyeceklerini düşündüm. Bunu Ömer için söylemeleri babam için söylemelerinden daha iyiydi.”[515]

Rasûlullah sağlıklı iken: “Peygamberlerin hepsi cennetteki yerlerini gördükten sonra öldüler. Sonra muhayyer bırakıldılar.” demişti. Başı Hz. Âişe’nin dizinde iken rahatsızlanıp bayılmış; sonra uyanıp bir müddet tavana baktıktan sonra: “Allahım! Refîk-i a‘la” diye dua etmişti. Hz. Âişe Rasûlullah’ın kendilerini tercih etmediğini düşünürken bu duanın sağlıklı iken kendilerine söylediği söz olduğunu anımsamıştı. Bu sözler Hz. Peygamber’in son sözleri olmuştu.[516]

Hz. Peygamber 29 Safer 11/27 Mayıs 632 tarihinde Çarşamba günü[517] hasta oldu ve 12 Rebiyülevvel 11/7 Haziran 632 tarihinde Pazartesi günü[518] altmış üç yaşındayken vefat etti.[519] Salı günü defnedildi.[520] Hz. Peygamber vefat ettiğinde üzerinde Yemen yapımı kaba kumaştan bir izar ile yamalanmaktan keçeleşmiş, “mülebbede” denilen bir giysi vardı.[521]

Rasûlullah, başı Hz. Âişe’nin göğsündeyken vefat etmişti. Bu sebeple Hz. Âişe: “Rasûlullah’ın vefatını gördükten sonra artık hiç kimsenin ölümünün şiddetinden korkmam.”[522] demiştir.

Rasûlullah vefat ettiğinde, Hz. Ebû Bekir Medine’nin Avâlî tarafında oturan eşi Habîbe bint Hârice’nin yanında idi. Sahâbîlerden bazıları ise Hz. Peygamber’in vefatını kabullenemeyerek: “Peygamber ölmemiş fakat vahiy geldiği andaki bir hal onu yakalamış.” demeye başlamışlardı. Hz. Ebû Bekir mescide gelip, doğrudan Hz. Peygamber’in odasına girdi. Vefat eden Hz. Peygamber’in yüzünü açtı. İki gözünün arasından öptü ve şöyle dedi: “Sen, Allah’ın iki sefer öldüreceği bir kimse değilsin. Rasûlullah gerçekten vefat etmiştir.” Hz. Ömer bu esnada mescidin bir tarafında: “Vallahi! Rasûlullah ölmemiştir. O, münafıklardan pek çok kimsenin ellerini ve ayaklarını kesmedikçe ölmeyecektir.” diyerek bağırıyordu. Hz. Ebû Bekir kalkıp minbere çıktı ve şöyle hitab etti: “Kim, Allah’a kulluk ediyorsa şüphesiz Allah diridir. Kim de Muhammed’e kulluk ediyorsa bilsinler ki Muhammed vefat etmiştir.” dedi ve şu âyetleri okudu: “Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de başka elçiler gelip geçtiler. Öyleyse o ölür veya öldürülürse ökçeleriniz üzerine geri mi döneceksiniz... Ökçeleri üzere gerisin geri dönen kişi hiçbir şekilde Allah’a zarar veremez. Hâlbuki Allah kendisine şükreden herkesin karşılığını mutlaka verecektir.”[523] Bunun üzerine Hz. Ömer: “Ben bu âyeti sanki o güne kadar hiç okumamış gibiydim.” demiştir.[524] [525]

Sahâbîler Rasûlullah’ın naaşını yıkamak istedikleri zaman şöyle konuştular: “Yemin olsun ki biz ne yapacağımızı bilmiyoruz. Diğer ölülerimizin elbiselerini soyduğumuz gibi Rasûlullah’ı da elbiselerinden soyalım mı? Yoksa elbisesi üzerinde iken mi yıkayalım?” Bu konuda ayrılığa düştükleri bir sırada Allah onlara bir uyku hali verdi ve böylece uyumayan hiçbir kimse kalmadı. Sonra kim olduğunu bilemedikleri bir kimse evin bir köşesinden onlara hitaben: “Peygamberi elbisesi üzerinde iken yıkayınız.” diye seslendi. Kalktılar ve Rasûlullah’ın gömleği üzerinde olduğu halde yıkamaya başladılar. Rasûlullah’ı elleri yerine gömleğiyle 523 ovuşturuyorlardı.

Hz. Peygamber’i Hz. Ali, Hz. Abbâs, Fadl b. Abbâs, Üsâme b. Zeyd ve Hz. Peygamber’in kölesi Şükrân birlikte yıkamışlardı.[526] Hz. Âişe daha sonraki yıllarda: “Şimdi hatırıma gelen daha önce gelseydi Rasûlullah’ı hanımlarından başkası yıkamazdı.” demiştir.[527] Hz. Peygamber pamuktan dokunmuş, ince, beyaz ve üç kat bezle kefenlenmişti.[528]

Rasûlullah’ın defnedilmesi konusunda da değişik görüşler ortaya çıkmıştı. Hz. Ebû Bekir Rasûlullah’tan işitip halen unutmadığım bir söz vardır: “Allah peygamberlerin ruhunu defnedilmek istediği yerde kabzeder. Öyleyse onu yatağının olduğu yere defnediniz.” diyerek bu problemin de çözülmesini sağlamıştı.[529]

Hz. Peygamber’in vefatıyla ilgili son tartışma konusu kabrinin lahd şeklinde mi yoksa şakk şeklinde mi kazılacağı olmuştu. Bu sebeple sahâbîler arasında ihtilaf ortaya çıktı, sesler yükseldi. Bunun üzerine Hz. Ömer: “Rasûlullah’ın yanında ne hayatta iken ne de vefat ettiği anda bağıramazsınız. Şakk ve lahd türü mezar kazan her iki kimseye de haber gönderiniz.” dedi ve haber gönderildi. Lahd şeklinde mezar kazan kimse önce geldi. Rasûlullah için lahd modeli kabir kazıldı ve Rasûlullah oraya defnedildi.[530]

Hz. Âişe Hz. Peygamber hayattayken rüyasında odasına üç tane ay düştüğünü görmüş ve bu rüyasını Hz. Ebû Bekir’e anlatmıştı. Rasûlullah vefat edip Hz. Âişe’nin odasına defnedilince Hz. Ebû Bekir Hz. Âişe’ye gelerek: “Rüyanda gördüğün aylardan biri ve en hayırlısı budur.” demişti.[531]

Hz. Peygamber miras olarak hiçbir dinar, dirhem, koyun ve deve bırakmamıştı.[532] Geriye bıraktığı tek şey beyaz katırı, silahı ve sadaka olarak bıraktığı bir araziydi.[533]

İKİNCİ BÖLÜM

HZ. ÂİŞE’NİN ÖZELLİKLERİ RASÛLULLAH İLE EVLİLİĞİNİN KARAKTERİNE ETKİLERİ

Günümüzde Hz. Âişe ile ilgili yapılan çalışmalarda Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber ile evliliğinin onun ruh dünyası ve karakteri üzerinde nasıl bir etki yarattığı hususuna neredeyse hiç değinilmemiştir.

Bize göre Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber ile evliliği kendisine ilmî, kültürel ve psikolojik anlamda büyük katkılar sağlamıştır. Örneğin Hz. Âişe’nin sahip olduğu özgüvenin çok yüksek olmasında Hz. Peygamber ile olan evliliğinin çok büyük tesiri vardır. Çünkü Hz. Ebû Bekir çok iyi bir baba olmasına rağmen bazen kızını dövmekten de kaçınmamaktaydı. Evliliğinden sonra bile Hz. Ebû Bekir bazen Hz. Âişe’yi dövüyordu.[534] Yine rivayetlerde Hz. Âişe’nin annesinin de bazen onu dövdüğü şeklinde rivayetler bulunmaktadır.

Rasûlullah bazen Hz. Ebû Bekir’in evine gider: “Ey Ümmü Rûmân! Sana Âişe’ye iyi bakmanı tavsiye ediyorum, onu koru.” derdi. İşte bu sayede Hz. Âişe’nin evi içinde saygın bir konumu vardı. Rasûlullah hemen her gün Hz. Ebû Bekir’i ziyaret ederdi. Yine böyle bir ziyaret sırasında Hz. Âişe’nin evin kapısının arkasında saklanmış vaziyette hüzünle ağladığını gördü. Hz. Peygamber, ona neden ağladığını sorunca, o da annesini şikâyet etti. Hz. Peygamber bu duruma üzülerek Ümmü Rûmân’a: “Ey Ümmü Rûmân! Ben sana Âişe’yi muhafaza etmeni söylememiş miydim?” dedi. O da: “Yâ Rasûlallah! O, benim hakkımda Sıddîk’a bazı şeyler söyleyip onun bize kızmasına neden oldu.” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah: “Şayet böyle yapsa da ona hayırla davran.” deyince Ümmü Rûmân: “Bundan sonra ben de kesinlikle onu üzmeyeceğim.” dedi.[535]

Rivayette de görüldüğü üzere Hz. Peygamber Ümmü Rûmân’a ne olursa olsun Hz. Âişe’ye iyi davranmasını tavsiye etmişti. Doğal olarak Rasûlullah’ın bu tavsiyesinden sonra Ümmü Rûmân Hz. Peygamber ile evlenene kadar kızının bir dediğini iki etmeyecekti. Hz. Peygamber ile altı yaşında nikâhlanan Hz. Âişe bu tarihten sonra bu evliliğin bir nimeti olarak el üstünde tutulmuş ve bu durum onun kendisine olan güvenini olumlu yönde etkilemişti.

Bazı yazarlar ise bizim düşüncemizin tersine Hz. Âişe’nin çok küçük yaşta Hz. Peygamber ile evlenmesinin onun ruh dünyası üzerinde olumsuz etkileri olduğunu savunmaktadırlar. Watt: “Elli üç yaşındaki bir adam ile on yaşlarındaki bir kız arasındaki bu tuhaf ilişki, karı koca ilişkisinden ziyade bir baba kız ilişkisi gibi olmalıdır.” demektedir. İlhan Arsel de: “Yaşlı erkekle evlenen kız çocuk, kocasını bir baba gibi bilmekte, ona körü körüne boyun eğmekte ve köle gibi onun hizmetlerini görmektedir... Kendilerinden çok yaşlı erkeklerle evlenen kızların tüm yaşamlarının trajedi şeklini aldığı bir gerçektir.”[536] demektedir.

Fakat kadın psikolojisi üzerine çok değerli bir çalışma yapan Nevzat Tarhan durumun hiç de iddia edildiği gibi olmadığını şöyle izah ediyor:

Hayat bir alış veriştir ve hiçbir şey dört dörtlük değildir. Evlenecek insanların birbirlerine yüzde yüz uymalarını beklemek yanlıştır. Tarafların özellikleri yüzde seksen uyuşuyorsa, o evliliğe engel olmak doğru değildir. Evlilikten iyi sonuç alınabilmesi için, sevginin karşılıklı ve hayata bakış açısının ortak olması, ruh ve kişiliklerin uyuşması lâzımdır. Evlilikte en büyük engel, insanın değişime kapalı olmasıdır. İnsan değişime açıksa, herkesle evlenebilir; bunun hiçbir sınırlaması yoktur.

Eşler arasındaki yaş farkının fazlalığı, başlangıç için sorun olmayabilir, ama yaş ilerledikçe bir tarafın fedakârlık yapması gereken durumların ortaya çıkacağı da gözden kaçırılmamalıdır. Eğer taraflar uzun vadede bu fedakârlığa, yani yaş farkının muhtemel sonuçlarını göğüslemeye hazırsa, evlilik açısından hiçbir sakınca yoktur. Kişiler, eşlerinin ileri yaşlarda fiziksel gücünü kaybedeceğini düşünerek bunu kabul ediyorlarsa, evlilik gerçekleşebilir. Evliliğin en büyük düşmanı, sabit fikirli olmaktır.[537]

Tarhan’ın ifade ettiği gibi bir evlilikte asıl olan, kişilerin birbirlerine karşı anlayışlı olabilmeleridir. Hz. Âişe ve Rasûlullah’ın evliliğinde de bu unsur açıkça görülmektedir. Hz. Peygamber genç eşi Hz. Âişe’nin isteklerine karşı son derece anlayışlıydı. Hz. Âişe’nin oyuncaklarıyla ve arkadaşlarıyla oynamasına müsade ediyor hatta arkadaşlarının Hz. Âişe ile birlikte vakit geçirmesi için onları teşvik ediyordu.[538] Bazen Hz. Peygamber Hz. Âişe’nin bu eğlence isteklerini ilerleyen yaşına rağmen bizzat kendisi karşılamaya çalışıyordu. Bir bayram günü Habeşliler’in mescidde yaptıkları gösteriyi Hz. Âişe bıkana kadar beraber izlemişlerdi. Hz. Âişe bunun ne kadar uzun sürdüğünü belirtmek açısından: “Küçük yaştaki bir kız çocuğunun eğlenceye ne kadar düşkün olacağını siz takdir edin.”[539] demişti.

Yine Benî Mustalik Gazvesi’nin dönüşünde Rasûlullah Hz. Âişe’ye: “Gel seninle yarışalım.” demişti. Yapılan bu yarışı Hz. Âişe kazanmıştı. Daha sonra yapılan bir yarışta Hz. Peygamber Hz. Âişe’yi geçince omuzlarının arasına vurarak şöyle buyurdu: “Bu, öncekinin karşılığı olsun!”[540]

Hz. Peygamber Hz. Âişe’yi etrafındaki birçok tazyikten de kurtarmıştır. Kendisini döven babasına engel olması[541] Hz. Âişe’yi şikâyet etmek için gelen kızı Hz. Fâtıma’ya onu sevmesini tavsiye etmesi[542] bu örneklerden bazılarıdır. Hz. Peygamber’in Hz. Âişe’ye olan bu yoğun ilgisi bize göre Hz. Âişe’nin biraz da aşırı özgüvenli olmasına sebep olmuştur. Cemel Savaşı’nda Hz. Âişe’yi evinden çıkarıp savaş meydanlarına götüren de bu aşırı öz güvendir.

Hz. Âişe’nin kendi konum ve kıymetini çok iyi bildiğini göstermesi açısından mektuplarına başlarken yaptığı giriş çok önemlidir.

Hz. Âişe besmeleden sonra,  Masumluğu gökten indirilmiş olan, Allah’ın sevgilisinin sevgilisi, Ebû Bekir’in kızı Âişe’den...” ifadesini kullanırdı.[543]

HZ. ÂİŞE’NİN ZAAFLARI

Bu başlık altında öncelikle Şiî ve oryantalistlerin Hz. Âişe’ye bakış açısını göstermesi açısından birer örnek verdik. Daha sonra Hz. Âişe hakkında rivayetlerin genelinden edindiğimiz izlenimler neticesinde bir karakter analizi yapmaya çalıştık.

Hz. Âişe’nin karakterini ılımlı bir Şiî olan Askari şu şekilde betimlemektedir: “Âişe asabi, fevri ve asi bir mizaca sahipti. Etkileyici yapısı, durumu çabuk analiz edip karar alabilme yeteneği, keskin zekâsı ve aşırı kıskançlığı da onun mizacının bir parçasıdır...[544] Akrabalarına fanatiklik derecesinde bağlıdır ve düşmanlığı çok çetindir.”[545]

Oryantalist Bodley ise Hz. Âişe’nin karakterini şu sözlerle açıklar: “Haşin, inatçı, sorumluluk duygusu duymayan, her şeyin kendi etrafında dönmesini isteyen bir kadındı ve şayet müslüman olmamış olsaydı tarihteki eşlerine rastladığımız ünlü kraliçelerden biri olabilirdi. Kötü bir biçimde ölmemiş olması biraz şans, biraz da kocasının haleflerinin, peygamberlerinin hatırasına olan hürmeti ve onun hatırı için onu korumalarındandır.”[546]

Öncelikle Şiî ve oryantalistlerin genel yaklaşımını özetleyen yukardaki tanımlamalara katılmadığımızı belirtelim. Hz. Âişe’nin olumlu yönlerini ve İslâm’a yaptığı eşsiz hizmetlerini tezimizin içinde oldukça detaylı olarak işledik. Fakat tüm insanların olduğu gibi Hz. Âişe’nin de bazı zaafları bulunmaktaydı. Biz bu kısımda Hz. Âişe üzerine yapılan çalışmalarda eksik bırakıldığını düşündüğümüz, Hz. Âişe’nin karakterindeki zaaflar hakkında çeşitli bilgileri aktarmaya gayret edeceğiz.

Tespit edebildiğimiz kadarıyla Hz. Âişe’nin genel karakter yapısında eksiklik olarak niteleyebileceğimiz iki özellik bulunmaktadır. Bu iki özellik Hz. Âişe’nin fevri bir şekilde öfkeli olması ve kendisine yapılan olumsuz davranışlar hususunda kolay kolay affedici olamamasıdır.

İlk olarak Hz. Âişe’nin fevri ve öfkeli yapısı hakkında bize ulaşan bazı rivayetleri aktarmak istiyoruz.

Hz. Âişe’nin bir elbisesi çalınmıştı. Bunun üzerine Hz. Âişe çalan kimseye beddua etmeye başladı. Hz. Peygamber de ona: “Böyle beddua ederek onun günahını hafifletme.” buyurdu.[547]

Hz. Âişe’ye, binmesi için bir deve getirilmişti. Hz. Âişe binerken deve bir tarafa eğilince, deveye lanet okudu. Bunun üzerine Rasûlullah: “Deveye binme; çünkü ona lanet ettin.” buyurdu.[548]

Bir defasında yahudiler Hz. Peygamber’e gelerek: “Ölüm senin üzerine olsun!”[549] dediler. Hz. Âişe bunu duyunca onlara lanet okumaya başladı. Bunun üzerine Rasûlullah: “Ne oldu, niye böyle lanet okuyorsun?” deyince Hz. Âişe: “Sen onların ne dediklerini duymadın herhalde?” dedi. Hz. Peygamber ise: “Sen de benim dediğimi duymadın galiba. Ben de onlara, sizin üzerinize de, dedim.” buyurdu.[550] Burada Hz. Peygamber’in verdiği tepkiyle Hz. Âişe’nin verdiği tepki kıyaslandığında Hz. Peygamber’in çok daha yumuşak bir şekilde yahudilere gereken cevabı verdiği görülmektedir.

Rasûlullah bazı günlerde kırlardaki sel yataklarına gezintiye çıkardı. Bu şekilde sahraya çıkmak istediği bir günde Hz. Âişe’ye zekâtlık develerden iyi bir deve gönderdi ve: “Ey Âişe! Bu deveye karşı yumuşak ol, yumuşaklık hangi işte olursa olsun mutlaka onu güzelleştirir. Herhangi bir işte ve şeyde yumuşaklık yoksa onu lekeler.” buyurdu.[551] Bu rivayette görüldüğü üzere Hz. Peygamber de Hz. Âişe’nin bu sert mizacını bildiği için, gönderdiği deveye yumuşak davranması, hususunda onu uyarmıştı.

Hz. Âişe’nin karakterindeki ikinci olumsuzluk kendisine karşı yapılan hataları kolay kolay affedememesiydi. Bu yargımızı destekleyecek örnek bir olay İslâm tarihi ve hadis kaynaklarında mevcuttur.

Abdullah b. Zübeyr Hz. Âişe’nin yaptığı bir bağış ya da bir alışverişi hakkında: “Vallahi, ya Âişe bu işten vazgeçer ya da ben onu bu tasarruftan men ederim!” demişti.

Hz. Âişe Abdullah’ın bu sözünü işitince: “Bu sözü o mu söyledi?” diye sordu. Bunu bildirenler: “Evet.” dediler. Bunun üzerine Hz. Âişe: “O halde Allah adına yemin ediyorum ki ebediyyen İbnü’z-Zübeyr ile konuşmayacağım.” dedi.

Aralarındaki dargınlık uzayıp gidince İbnü’z-Zübeyr onun yanına ara buluculuk yapacak kimseler gönderdi. Fakat Hz. Âişe: “Vallahi, hayır. Onun hakkında ebediyyen kimsenin ara bulucuğunu kabul etmem ve yeminimi de bozmam.” dedi.

Bu hal İbnü’z-Zübeyr için uzayıp gidince o Misver b. Mahreme ile Ab- durrahman b. Esved b. Abdi Yegûs ile konuştu ve ikisine: “Allah adına size and veriyorum. Beni mutlaka Âişe’nin huzuruna girdiriniz. Çünkü onun benimle ilişkiyi koparmayı adaması ona helal değildir.” dedi.

Bunun üzerine Misver ve Abdurrahman ridâlarına bürünerek İbnü’z- Zübeyr’i de yanlarına alıp gittiler. Hz. Âişe’nin huzuruna girmek için izin istediler. Hz. Âişe: “Giriniz.” dedi. Onlar: “Hepimiz mi?” dediler. Hz. Âişe beraberlerinde Abdullah’ın olduğunu bilmediği için: “Evet, hepiniz giriniz.” dedi.

Onlar içeri girince İbnü’z-Zübeyr de hicâbın arkasına geçerek, Hz. Âişe’nin boynuna sarıldı, ona yalvarıp yakarmaya, ağlamaya başladı. Misver ile Abdurrahman da ona yalvarmaya başladılar. Mutlaka onunla konuşması, mazeretini kabul etmesi gerektiğini söylediler. O ikisi: “Senin de bildiğin gibi Peygamber küslüğü yasakladı. Müslümanın müslüman kardeşine üç günden fazla küs durması helal olmaz.” dediler. Onlar Hz. Âişe’ye bu şekilde birçok söz sarf ettiler. Hz. Âişe de ağlayarak: “Kuşkusuz ben nezrettim. Nezir de ağır bir iştir.” diyordu. Fakat Misver ile Abdurrahman, İbnü’z-Zübeyr ile konuşuncaya kadar ona ısrar edip durdular.

Sonuçta Hz. Âişe Abdullah’ı affetti. Bu adağı dolayısıyla da kırk köle[552] azat etti. Daha sonraları yaptığı o adağını hatırladıkça gözyaşları başörtüsünü ıslatıncaya kadar ağlıyordu.[553]

Öncelikle Abdullah b. Zübeyr Hz. Âişe’nin en çok sevdiği kişilerden birisiydi. Hz. Âişe’nin Abdullah’ı anne babasından istediği ve Abdullah’ın Hz. Âişe’nin himayesinde büyüdüğü bu sebeple Hz. Âişe’ye “anne” şeklinde hitap ettiği yönünde bilgiler bulunmaktadır.[554] Daha önceki bölümlerde zikrettiğimiz üzere Hz. Âişe’nin künyesi “Ümmü Abdullah, yani Abdullah’ın annesiydi.”[555] Burada zikredilen Abdullah, Abdullah b. Zübeyr’dir.

Abdullah’ın kardeşi Urve b. Zübeyr: “Âişe, Rasûlullah ile Ebû Bekir’den sonra Abdullah b. Zübeyr kadar başkasını sevmemişti. Babam ile Âişe’nin, İbn Zübeyr’e yaptıkları kadar başka bir kimseye hayır duada bulunduklarını görmedim.” demiştir.[556] Hz. Âişe Cemel Savaşı’nda Abdullah’ın öldürülmediği müjdesini getiren kişiye on bin dirhem vermişti. Ayrıca bu müjdeli haber dolayısıyla hemen Allah’a şükür secdesi yapmıştı. [557]

Ayrıca Hz. Âişe Hz. Peygamber’den şu buyruğu da aktaran kişilerden birisidir: “Bir müslümanın bir müslümana üç günden fazla küsmesi helâl olmaz. Müslüman küstüğü kardeşiyle karşılaştığında selâm verir. Bu selâmlaşma üç defa olur da o kimse selâmı almazsa onun günahını da o yüklenmiş olur.”[558]

Hz. Âişe Abdullah’a olan bu derin sevgisine rağmen ve Hz. Peygamber’in küslüğü üç günden fazla uzatmamak gerektiğine dair buyruğunu da bildiği halde Abdullah’la çok büyük bir çaba sonucu barışmıştı.

HZ. ÂİŞE’NİN AHLÂKI

İbadete Düşkünlüğü

Dokuz yıl boyunca, gece ve gündüz tüm ibadetlerine dikkat eden, geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmasına rağmen[559] ayakları şişinceye kadar namaz kılan[560] Hz. Peygamber’in eğitim ve gözetiminde yetişmiş olan Hz. Âişe ömrünün her safhasında ibadetlerine çok dikkat etmişti.

Hz. Âişe Hz. Peygamber hayatta olduğu süre içinde de vefatından sonra da Allah korkusunu derinden hissederdi. Hz. Âişe bir gün cehennem azabını hatırlayarak ağlamaya başlamıştı. Bu durumu gören Hz. Peygamber: “Seni ağlatan nedir?” buyurdu. Hz. Âişe de: “Cehennemi hatırladım da onun için ağlıyorum.” dedi ve Rasûlullah’a: “Siz kıyamet günü aile halkınızı hatırlayacak mısınız?” diye sordu. Rasûlullah da şöyle buyurdu: “Üç yerde hayır. Ameller tartılırken amellerin ağır mı hafif mi geldiğini öğreninceye kadar, kendisine amel defteri verileceği sırada kişinin kitabının sağından mı solundan mı yoksa arkasından mı verileceğini bilinceye kadar ve sırâttan geçme esnasında yani sırât köprüsü cehennem üzerine kurulup kişiye buradan geç denildiği zaman kimse kimseyi hatırlamaz.”[561]

Hz. Âişe özellikle Hz. Peygamber’in vefatından sonra bütün gayretini ilme ve ibadetlere vermişti. O sadece farz namazlarla iktifa etmiyordu. Hz. Peygamber’den gördüğü nafile namazlara da büyük bir hassasiyetle devam ediyordu. Hatta Hz. Peygamber’in sürekli kılmadığı duhâ namazını her gün özenle kılıyordu. Bunun sebebini ise şöyle açıklıyordu: “Ben, Rasûlullah’ın duhâ nafilelerini kıldığını hiç görmedim. Fakat ben onu kılıyorum. Rasûlullah halk amel eder de üzerine farz olur, endişesiyle yapmak istediği bir işi bazen terk ederdi.”[562]

Namazlarında Hz. Peygamber’in gösterdiği hassasiyeti kendisi de göstermeye çalışıyor. Kıldığı namazı içselleştiriyordu. Hz. Âişe’nin yeğeni Kâsım onun namazını şöyle anlatmıştır: “Ben sabahları Âişe’nin evine uğrar ona selâm verirdim. Yine bir sabah geldim. Ayakta tesbih ediyordu: ‘Allah bize lütfetti ve bizi vücudun içine işleyen azaptan korudu’[563] âyetini okuyordu. Dua edip ağlıyor ve bunu tekrar ediyordu. Bir müddet bekledim. Sonra sıkılıp gittim. Çarşıyı dolaştıktan sonra geldim. Bıraktığım vaziyetteydi. Namazda kıyamda duruyor ve ağlıyordu.”[564]

Hz. Âişe bazen namazını kadınlarla birlikte cemaat olarak kılardı. Ezan okuyup, kamet getirdiği ve kadınlara ortalarında durarak imamlık yaptığı şeklinde rivayetler bulunmaktadır.[565]

Hz. Âişe yolculukta namazlarını kısaltmayıp dört rekât olarak kılardı. Yine bir yolculuk esnasında insanlardan namazlarını tamamlamalarını istediğinde kendisine: “Rasûlullah yolculukta iki rekât kılmıyor muydu?” dediler. Bunu üzerine Hz. Âişe: “Rasûlullah o zaman savaş halindeydi ve korkuyordu. Sizler de mi korkuyorsunuz?” demişti.[566] Hz. Âişe seferilikle namazları ruhsat hükümlerini kullanarak iki rekât kılmak yerine azimeti tercih ederek dört rekâta tamamlamasının nedenini şu sözleriyle açıklamaktaydı: “Kişi seferde dört rekât kılarsa, iyi olur. İki rekât kılarsa da iyidir. Allah ziyadeleştirme durumunda azap etmez. Fakat noksanlaştırma konusunda belki azap edebilir.”[567]

Hz. Âişe Hz. Peygamber hayatta iken fazla nafile oruç tutmazdı. Hatta ramazan ayından kalan kaza orucu borçlarını şaban ayına kadar bekletirdi.[568] Hz. Âişe’nin bu şekilde davranmasının sebebi Hz. Peygamber’e olan düşkünlüğüydü. Hz. Peygamber şaban ayının neredeyse tamamını oruçlu geçirdiği için[569] kendi kaza oruçlarını da bu aya bırakırdı.

Hz. Âişe Hz. Peygamber’in vefatından sonra oruç ibadetine de ayrı bir ehemmiyet vermişti. Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Âişe sürekli oruç tutardı.[570] Kendisinin yıl boyu oruçlu olduğu, oruca sadece Kurban ve Ramazan bayramlarında ara verdiği de gelen rivayetler arasındadır.[571]

Hz. Âişe kendisinden fetva isteyenlere nasslarda yer alan kolaylık hükümlerini hatırlatıp onları kendi tercihlerine bıraktığı halde kendi hayatındaki uygulamalarda ruhsat hükümleri yerine azimeti tercih ettiğini görmekteyiz. Kendisini çok zorlamasına rağmen seferlerde de oruç tutmaya devam etmesi bunun en güzel örneklerinden biridir.[572]

Hz. Âişe bir gün: “Ey Allah’ın Rasûlü! Biliyoruz ki en faziletli amel cihâddır. Peki, biz cihâd edemeyecek miyiz?” diye Hz. Peygamber’e sormuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Hayır, siz kadınlar için en faziletli cihâd kabul olunmuş hacdır.” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Bunu Rasûlullah’tan işittikten sonra cihâdı (haccı) asla terk etmem.” demişti.[573] Hz. Âişe Hz. Peygamber’den duyduğu bu müjdeden sonra haccı hiç terk etmemişti. Rasûlullah, Veda Haccı’nda: “Artık bu sınırlamanın ortaya çıkış zamanıdır.” dediği için Hz. Zeyneb ile Hz. Sevde, Veda Haccı’ndan sonra hac etmemişlerdi. Hz. Âişe’nin içinde bulunduğu Hz. Peygamber’in diğer zevceleri ise Veda Haccı’ndan sonra da hacca giderlerdi.[574]

Tesettür Hassasiyeti

Hz. Âişe ve Hz. Peygamber’in diğer eşleri hicâb âyeti indirilmeden önce toplumdaki diğer kadınlar gibi rahat hareket edebiliyorlardı. Hicâb âyetinin indirilmesinden sonra Hz. Peygamber’in eşleri topluma karışmamaya daha fazla dikkat etmek zorunda kalmışlardı. Bu âyetin indirilme sebebi kaynaklarda şöyle geçmektedir: Rasûlullah, Hz. Zeyneb bint Cahş ile evlendiği günün gecesinde bir düğün ziyafeti vermişti. Bu ziyafetin sonrasında sahâbeden bazıları oturup sohbete dalmıştı. Hz. Peygamber çıkıyor, sonra tekrar dönüyordu. Fakat sahâbeden olan bu zatlar sohbetlerini bitirip kalkmıyorlardı. Bunun üzerine Allah: “Ey iman edenler! Siz, bir yemeğe çağırılmadıkça, zamanını gözetmeksizin, Peygamber’in evlerine girmeyin. Ancak davet edildiğiniz vakit girin. Yemeği yediğinizde hemen dağılın, sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz Peygamber’i üzmekte, fakat o (size bunu söylemekten) utanmaktadır. Ama Allah, hakkı söylemekten çekinmez. Peygamber’in hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır. Sizin Allah’ın Rasûlünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikâhlamanız asla caiz olamaz. Çünkü bu, Allah katında büyük (bir günah) tür.”[575] âyetini indirmişti.[576]

Hz. Âişe’den hicâb âyetinin indirilişi hakkında iki farklı rivayet daha gelmektedir. Bu durum Hz. Âişe’nin hicâb âyeti olarak tavsif ettiği âyetin başka âyetler olma ihtimalini akla getirmektedir. Yine Ahzâb sûresinde geçen: “Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir eda ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılır. Güzel söz söyleyin. Evlerinizde oturun, eski Câhiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Ey Ehl-i beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”[577] âyetleri de Hz. Peygamber’in hanımları için özel şartlar getirmektedir. Hz. Âişe hicâb âyetiyle bu âyetleri de kastediyor olabilir.

Bu rivayetlere göre hicâb âyetinin indiriliş sebebini Hz. Âişe şöyle anlatıyor: “Hz. Peygamber’in hanımları geceleyin tuvalet ihtiyaçlarını gidermek üzere menâsı‘ denilen geniş bir araziye çıkardı. Hz. Ömer, Hz. Peygamber’e: ‘Hanımlarını ört.’ diyordu. Rasûlullah ise bunu yapmıyordu. Nihayet bir gece Hz. Peygamber’in hanımlarından Sevde bint Zem‘a yatsı namazı vaktinde çıktı. Sevde uzun bir kadındı. Ömer örtü konusunda âyetin gelmesini şiddetle arzuladığı için ona: ‘Ey Sevde biz seni tanıdık.’ dedi. Bunun üzerine Allah hicâb âyetini indirdi.”[578]

Hz. Âişe’den gelen bir başka rivayet de şöyledir: “Ben, Rasûlullah ile birlikte hays[579] yemeği yerken Ömer bize uğradı. Rasûlullah Ömer’i yemeğe çağırdı o da geldi, yemek yerken eli benim parmağıma dokununca: ‘Ay!’ diye hayret ettiğini ifade etti ve dedi ki: ‘Eğer beni dinlemiş olsalar, sizi hiçbir göz asla görmezdi.’ Bundan sonra hicâb âyeti indi.”[580] [581]

Sebebi her ne olursa olsun bu âyetin indirilişinden sonra Hz. Peygamber’in eşleri mahremi olmayan erkeklerle konuşurken daha dikkatli davranmışlardı. Ümmühâtü’l-müminîn mahremi olmayan kişilerle konuşurken perde arkasından konuşuyordu.

Hz. Âişe hem Hz. Peygamber döneminde hem de Hz. Peygamber’in vefatından sonra tesettüre çok riayet ederdi. Hz. Âişe’nin Hz. Peygamberle birlikteyken yaşadığı bazı olaylar ondaki bu hassasiyeti oluşturmuştu. Bir gün Hz. Âişe’nin kızkardeşi Esmâ bint Ebû Bekir, Rasûlullah’ın yanına gelmişti. Üzerinde ince bir elbise vardı. Rasûlullah ondan yüz çevirip şöyle buyurdu: “Ey Esmâ! Kadın hayız görmeye başladığında onun vücudundan şu ve şu organı dışındaki yerlerinin başkasına görünmesi uygun olmaz.” buyurdu. Hz. Peygamber kendi yüzü ile iki elini işaret etmişti.

Hz. Âişe’nin yine Hz. Peygamber döneminde tesettür hassasiyetinin sınırlarını çizmesine sebep olan bir olay da süt amcası Eflah’ın, hicâb âyetinin indirilmesinden sonra kendisini ziyaret etmek istemesiydi. Hz. Âişe bunun uygun olup olmadığını bilemediği için kendisine izin vermek istememişti. Hz. Peygamber gelince yaşanan durumu kendisine anlatmış, Hz. Peygamber ise ona izin vermesini emretmişti.[582]

Hz. Âişe Hz. Peygamber’den sonra aynı hassasiyeti özenle devam ettirmeye çalışıyor; aynı hassasiyete sahip olan ilk muhâcir hanımlardan da övgüyle bahsederek onlar hakkında: “Allah Teâlâ ilk muhâcir kadınlara merhametiyle muamele etsin. ‘Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler.’[583] âyeti indirilince, onlar elbiselerini yırtıp elde ettikleri parça ile başlarını örttüler.” diyordu.[584]

Hz. Âişe kendisi tesettüre çok dikkat ettiği gibi aynı zamanda etrafında bulunan kimseleri de irşad ediyordu. Bir gün Hafsa bint Abdurrahman, Hz. Âişe’nin huzuruna girmişti. O sırada Hafsa’nın üzerinde ince bir başörtüsü vardı. Hz. Âişe onu alıp ikiye yırtarak kalın bir başörtüsü haline getirmişti.[585]

Hıms halkından bazı kadınlar kendisinden fetva almak üzere Hz. Âişe’nin huzuruna girmişlerdi. Hz. Âişe onlara: “Belki de siz hamamlara giden kadınlarsınız.” demişti. Onlar da: “Evet.” demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Âişe Rasûlullah’ın şöyle dediğini zikretmişti: “Elbisesini kocasının evinden başka yere çıkaran hiçbir kadın yoktur ki kendisiyle Allah arasındaki hayâ perdesini yırtmış olmasın.”[586]

Hz. Âişe, Hz. Peygamber’den sonra da her sene hacca giderdi. Hac esnasında erkeklere karışmamaya özellikle dikkat ederdi. Hacda bir kadın kendisine: “Ey müminlerin annesi! Haydi Hacerü’l-Esved’i istilam edelim.” demişti. Hz. Âişe ise ona: “Sen git.” diyerek bunu yapmaktan kaçınmıştı.[587] Hz. Âişe tavaf sırasında da yüzünü peçe ile örterdi.[588]

Ebû Abdullah Sâlim Sebelân isminde Hz. Âişe’nin ücret karşılığı çalıştırdığı ve emanetlerini kendisine teslim ettiği mükâteb bir köle vardı. Sâlim köle olduğu için Hz. Âişe’nin yanına rahatlıkla girebiliyordu. Hz. Âişe onun yanına oturur kendisiyle konuşurdu. Bir gün Sâlim Hz. Âişe’ye gelerek: “Ey müminlerin annesi bereket olması için bana dua et.” dedi. Hz. Âişe: “Ne oldu?” diye soruca o: “Allah yardım etti ve borçlarımı ödeyip hürriyetime kavuştum.” dedi. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Allah hürriyete kavuşmanı senin hakkında mübarek kılsın.” diye dua etti ve onunla arasına perdesini çekti. O günden sonra Sâlim Hz. Âişe’yi bir daha görmedi.[589]

İshâk isminde görme engelli olan birisi Hz. Âişe’nin huzuruna girmişti. Hz. Âişe kendisine karşı örtününce İshâk: “Seni görmediğim halde niçin örtünüyorsun?” dedi. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Her ne kadar sen beni görmüyorsan da ben seni görüyorum.” dedi.[590]

Hz. Âişe Rasûlullah’ın defnedildiği odasına girer ve elbiselerini çıkarıp: “Onlar benim kocam ve babamdır.” deyip rahat bir şekilde otururdu. Aynı odaya Hz. Ömer defnedildikten sonra: “Vallahi! Artık Ömer’e karşı hayâmdan dolayı buraya tam tesettürlü bir şekilde gireceğim” demişti.[591]

Hz. Âişe bu hassasiyetinin bir sonucu olarak kadınlara: “Beni kocalarınıza vasfetmeyin.” derdi.[592]

HZ. ÂİŞE’NİN FAZİLETLERİ

Hz. Âişe’nin faziletlerinin en büyüğü: “Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır...”[593] âyetinde geçen tüm müslümanların annesi olmasıdır. Allah bu âyetle Hz. Peygamber’in hanımlarını bütün müslümanların annesi olarak nitelendirmiş ve kendisinden sonra onlarla evlenilmesini yasaklamıştır. Bir rivayette Hz. Âişe bu âyeti kendisi tefsir etmiştir: Bir kadın Hz. Âişe’ye: “Ey Anneciğim!” deyince Hz. Âişe: “Ben senin annen değilim. Sizin erkeklerinizin annesiyim.” demişti.[594]

Hz. Âişe’nin Kur’ân da geçen ikinci fazileti kendisinin tertemiz olduğudur. İfk Olayı bölümünde ayrıntılı bir şekilde açıkladığımız gibi Hz. Âişe’ye zina iftirası atıldığı zaman Allah onun temizliğini âyetlerle açıklamıştı.[595]

Hz. Peygamber’in yeğeni Urve bu âyetler hakkında: “Şayet Âişe’nin hiçbir fazileti bulunmasaydı bile, İfk Olayı fazilet ve üstünlük olarak ona yeterdi. Onun hakkında indirilen âyetler kıyamete kadar okunmaya devam edecek.” demiştir.[596]

Hz. Peygamber’den de Hz. Âişe’nin faziletine dair birçok rivayet gelmiştir.

Hz. Peygamber: “Erkeklerden kemale erenler çoktur. Kadınlardan ise Meryem bint İmrân ile Firavun’un karısı Asiye’den başka kemale eren yoktur. Âişe’nin diğer kadınlara üstünlüğü tiridin[597] sair yiyecekler üzerine üstünlüğü gibidir.”[598] buyurmuştur.

Yine Hz. Âişe’ye, Cebrâil’in Hz. Peygamber aracılığı ile selam söylemesi[599] ve Rasûlullah’ın: “Âişe cennette hanımımdır.”[600] buyurması onun faziletlerinden bazılarıdır.

Hz. Âişe yalnızca kendisine verilen faziletleri bir arada zikretmiştir. Bazı rivayetlerde Hz. Meryem’i bu kıyastan ayrı tutarak bütün kadınları zikretmiştir. Bazılarında ise sadece Hz. Peygamber’in hanımlarını zikretmiştir. Çeşitli rivayetlerde Hz. Âişe farklı özellikler zikrettiği için konuyu bir rivayet bütünlüğü içinde ele almamız mümkün olmadı. Tekrara düşmemek adına çeşitli rivayetlerdeki farklı faziletleri sırayla zikretmeyi uygun bulduk.

1.     ) Rasûlullah bakire olarak yalnız benimle evlendi.

2.     ) Benden başka anne babası muhâcir olan yoktu.

3.     ) Allahu Teâla benim suçsuz olduğumu gökyüzünden bildirdi.

4.     ) Cebrail ipek kumaşın içinde sûretimi gökten getirip: “Onunla evlen!

5.     )Muhakkak ki o senin zevcendir.” dedi.

6.     ) Ben ve Rasûlullah aynı kaptan yıkandık ve bu benden başkasına nasip olmadı.[601]

Bazı rivayetlerde bu şekilde geçse de bunun aksini gösteren rivayetler de bulunmaktadır. Hz. Ümmü Seleme[602] ve Hz. Meymûne de[603] Hz. Peygamber ile aynı kaptan yıkanmışlardır.

) Rasûlullah namaz kılarken ben onun önünde uzanmıştım ve bunu benden başka hanımı yapmadı.

Bu durum da sadece Hz. Âişe’nin yaşadığı bir olay değildi. Benzer rivayetler Hz. Zeyneb bint Cahş ve Hz. Meymûne’den de gelmektedir.[604] Muhtemelen Hz. Âişe bu rivayetleri bilmediği için bunun kendisine has bir durum olduğunu düşünüyordu.

) O, benimle iken (aynı yataktayken) vahiy inerdi ve bu da benden başka hanımlarına nasip olmadı.

) Allah, onun ruhunu teslim alırken o benim kucağımda idi. (Ruhu teslim alınırken benden ve meleklerden başka buna kimse şahit olmadı.)

) Gece kalma sırası bende iken vefat etti ve benim evime defnedildi.

) Rasûlullah ben yedi yaşındayken beni nikâhladı.

) Yine dokuz yaşında benimle zifafa girdi.

) Cebrail’i gördüm ve onu benden başka herhangi bir kadın görmedi.

Hz. Ümmü Seleme’nin de Dıhye sûretinde Cebrail’i gördüğü rivayet edilmiştir.[605]

) Rasûlullah’a hanımları içinde en sevimli olan bendim.

) Babam sahâbe içinde Rasûlullah’ın en sevdiği kimse idi.

) Rasûlullah benim evimde hastalandı.

) Rasûlullah’ın tedavisiyle ben ilgilendim.

) Ben Sıddîk ve Halife’nin kızıyım.

) Ben güzelin yanında güzel olarak yaratıldım.

) Bana bol rızık ve mağfiret vaat olundu.

) Rasûlullah’ın dünyadaki son azığı benim tükürüğümdü. Bir misvak getirildi. Rasûlullah: “Ey Âişe! Onu yumuşat.” dedi. Ben de misvağı ağzımla yumuşattım.

Hz. Âişe’nin fazileti hakkında Hz. Peygamber’den rivayet edilen birçok haber olması sebebiyle ümmühâtü’l-müminîn içerisinde fazilet açışından Hz. Âişe ile kıyas edilebilecek tek ümmü’l-müminîn olan Hz. Hatice arasında çeşitli kıyaslamalar yapılmıştır.

Ehl-i sünnet âlimlerinin bazılarına göre Hz. Âişe Hz. Peygamber’in kızlarının ve oğullarının annesi olan Hz. Hatice’den daha üstündü.[606] [607]

Hz. Âişe’nin Hz. Hatice’den daha faziletli olduğunu savunanlar Hz. Peygamber’den gelen: “Erkeklerden kemale erenler çoktur. Kadınlardan ise Meryem bint İmrân ile Firavun’un karısı Asiye’den başka kemale eren yoktur. Âişe’nin diğer kadınlara üstünlüğü tiridin sair yiyecekler üzerine üstünlüğü gibidir.”[608] rivayetini buna delil olarak göstermişlerdir.[609]

Bazı âlimler daha da ileri giderek Hz. Âişe’nin babasından bile daha faziletli olduğunu iddia etmişlerdir. Fakat Zehebî’nin de ifade ettiği gibi bu kabul edilebilir bir kıyaslama değildir.[610]

Şiîler ve Ehl-i sünnetin bir kısmı ise Hz. Hatice’nin daha faziletli olduğunu iddia ederler. [611]

Hz. Hatice’nin daha faziletli olduğunu ileri sürenler özellikle şu rivayeti delil olarak kullanmışlardır: Bir gün Cebrail Hz. Peygamber’e gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü! İşte Hatice geliyor. Yanında bir kap, içinde de biraz katık var. O yanına geldiğinde ona Rabbi’nden selâm söyle, onu gürültü ve yorgunluk bulunmayan cennette içi oyulmuş inciden mamul bir evle müjdele!” dedi. Daha önce belirttiğimiz üzere Hz. Âişe Cebrail’in selâmına mazhar olmuştur. Fakat Hz. Hatice doğrudan Allah’ın selâmına mazhar olmuştur.[612]

Konuyla ilgili pek çok âlim görüş belirtmiş ve her iki ümmü’l-müminîn üstün taraflarını zikretmişlerdir. Ancak bu konuda fikir beyan etmek gereksizdir. Zira hüküm Allah’a aittir.[613]

Metin içerisinde de Hz. Âişe’nin faziletine dair pek çok rivayeti zikrettiğimiz için tekrara düşmemek adına onları buraya almadık. İbn Abbâs’ın belirttiği gibi: “Hz. Âişe Rasûlullah’ın zevcesiydi. Onun hakkını ancak Allah’ın kör ettiği kimse takdir edemez.”[614]

HZ. ÂİŞE’NİN CÖMERTLİĞİ ve GEÇİM KAYNAKLARI

Hz. Peygamber Dönemi

Müslümanlar Medine’ye hicret ettikten sonra evlerini ve eşyalarını Mekke’de terk ettikleri için çok büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalmışlardı. Medine’deki tüm müslümanlar bu genel yoksulluktan nasiplenmekteydi. Bazı dönemlerde gazve ve seriyyelerden gelen ganimetler sebebiyle yahut başka sebeplerle[615] kısmî bir rahatlama olsa da genellikle müslümanların maddî durumları çok iyi değildi. Hz. Peygamber’in aileleri de müslümanların yaşadığı yokluğun aynısını hatta daha fazlasını yaşıyorlardı. Zaten Hz. Peygamber Allah’tan geçinebileceklerinden fazla rızık da istemiyordu.[616]

Bir gün Ebû Talha ve birkaç sahâbî Rasûlullah’ın yanına gelerek açlıktan şikâyet etmişler ve karınlarına bağladıkları taşları göstermişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber karnını açmış ve kendisinin karnına iki taş bağladığı görülmüştü.[617] Bazı dönemlerde açlık o kadar şiddetliydi ki Rasûlullah insanlara tek tek hurma dağıtıyordu.[618] Hz. Peygamber bazen yiyecek bir şey bulamadığı için oruç tutmak zorunda kalıyordu. Rasûlullah Hz. Âişe’nin yanına gelip: “Yanınızda yiyecek bir şey var mı?” der. Hz. Âişe yiyecek bir şey bulunmadığını söylerse Hz. Peygamber: “Öyleyse ben oruca niyet ediyorum.” buyururdu.[619] O dönemdeki yokluğu göstermesi açısından Enes b. Mâlik’ten gelen şu rivayet de ilginçtir: “Hz. Peygamber’in hanımları tabaklarla birbirlerine çekirge hediye ederlerdi.”[620]

Hz. Ömer döneminde yapılan fetihlerle birlikte büyük bir ganimet akışı başlamış ve insanlar zenginleşmişlerdi. Bu zenginliğin insanları şımartmaması için uğraşan Hz. Ömer bir gün hutbedeyken: “Gerçekten ben Rasûlullah’ı bütün gün kıvranıyor, karnını doyuracak kötü hurma bulamıyorken gördüm.” demişti.[621]

Ebû Hüreyre de Hz. Peygamber ailesinin maddî durumunu şöyle ifade etmiştir: “Hz. Muhammed’in aile halkı, ruhu kabzedilinceye kadar üç gün arka arkaya doya doya yemek yememişlerdir.”[622]

Mesrûk bir gün Hz. Âişe’nin yanına gitmiş ve birlikte yemek yemeye başlamışlardı. Bu esnada Hz. Âişe: “Bir yemekten doyduğum zaman ağlamak isterim ve ağlarım.” dedi. Mesrûk bunun nedenini sorduğunda Hz. Âişe: “Rasûlullah’ın dünyadan ayrılıp gittiği anı hatırlarım. Vallahi et ve ekmekten günde iki defa karnını doyurmamıştı.” demişti.[623]

Bazen üç ay geçer ve Rasûlullah’ın evlerinde yemek pişirmek için ateş yakılmadığı olurdu. Bu haldeyken nasıl hayatta kalıyordunuz diye soran Urve’ye Hz. Âişe: “Hurma ve suyumuz vardı. Tabi bir de ensârdan bazı komşulardan ikramlar gelirdi. Allah Rasûlü’ne süt ikram ederlerdi. O da bize onu içirirdi.” demişti.[624]

Hayber Gazvesi’nden sonra kısmî bir rahatlama olmuştu. Rasûlullah Hayber’i çıkan meyve veya ekinin yarısı mukabilinde yahudilere bırakmıştı. Buradan gelen ürünlerden zevcelerine her sene kuru hurmadan seksen, arpadan yirmi vesk[625] olmak üzere yüz vesk veriyordu.[626] Hz. Âişe: “Hayber fethedilince, şimdi karnımız hurmaya doyacak, dedik.” demiştir.[627] Muhtemelen Hayber’den gelen bu hurmaları kastederek Hz. Âişe: “Hz. Peygamber bizim iki siyah denilen hurma ve sudan doyduğumuz zamanda vefat etti.”[628] demiştir. Bu dönemdeki yokluk sadece yiyecekleri kapsamıyordu. Hz. Âişe: “Ben Rasûlullah’ın fazladan elbisesi olup dürülerek kaldırıldığını görmedim.”[629] demiştir. Yine Abdullah b. Eymen’den gelen bir rivayete göre babası Hz. Âişe’nin yanına girip üzerinde beş dirhem değerinde, kalın bir gömlek olduğunu gördü. Hz. Âişe: “Gözünü kaldır da cariyeme bak. O, bu elbiseyi ev içinde giymekten utanır. Allah Rasûlü hayatta iken benim böyle bir gömleğim vardı. Medine’de (zifaf için) süslenen bütün kadınlar haber gönderip bu gömleğimi ödünç isterdi.” demişti.[630] Bu yokluk hali Rasûlullah vefat edene kadar devam etti. Hz. Peygamber vefat ettiğinde zırhı otuz sâ‘[631] arpa karşılığında bir yahudide rehin olarak bulunuyodu.[632] Hz. Âişe’nin evinde ise bir miktar arpadan başka yiyecek hiçbir şey yoktu. Hz. Âişe: “Ben bu arpayı çok uzun bir süre yediğim halde bitiremedim. Sonra bir ara kalan arpayı tarttım. Bunun üzerinden çok geçmeden arpa tükendi.” demiştir. [633]

Hz. Âişe’nin bu yokluk yıllarında bile çok cömert olduğunu gösteren birçok rivayet bulunmaktadır. Hz. Peygamber Hz. Âişe’yi her konuda olduğu gibi bu konuda da eğitmiş ve ona bazı tavsiyelerde bulunmuştu. Hz. Peygamber öncelikle nimetin kıymetini bilmesini ve cömert olmasını Hz. Âişe’ye tavsiye etmişti. Bu tavsiyeleri ifade eden rivayetlerden bazıları şunlardır:

Rasûlullah bir seferinde Hz. Âişe’nin yanına girmiş ve yere atılmış bir ekmek parçası görmüştü. Onu alıp sildikten sonra yedi ve şöyle buyurdu: “Ey Âişe! Değerli şeye saygı göster. Ekmek parçası hangi toplumdan nefret edip kaçmış ise, onlara dönmemiştir.” buyurdu.[634]

Rasûlullah Hz. Âişe’ye: “Ey Âişe! Şayet bana kavuşmak istiyorsan dünyalık olarak sana yetecek olan şey, bir yolcunun azığı kadar olsun. Zenginlerle oturup kalkma! Bir elbiseyi de eskiyip yamalı hale getirmedikçe yenisini elde etmeye yeltenme!” demişti.[635]

Rasûlullah bir gün şöyle buyurmuştu: “Allah’ım beni yoksul olarak yaşat ve yoksul olarak canımı al ve kıyamet gününde de yoksullar arasında haşret.” Hz. Âişe: “Niçin Ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordu. Rasûlullah da: “Çünkü onlar zenginlerden kırk yıl önce cennete gireceklerdir. Ey Âişe! Yoksulu yarım hurmayla da olsa boş çevirme bir şeyler ver. Ey Âişe! Yoksulları sev onlara yakın ol Allah da seni kıyamet günü cennetine yakın eder.” buyurdu.[636]

Hz. Âişe: “Bir defasında bana bir dilenci geldi. Yanımda da Rasûlullah vardı bir şeyler verilmesini emrettim ve verilecek şeyi getirtip ona baktım. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu: ‘Evine senin haberin olmadan hiçbir şeyin girip çıkmasını istemiyor musun?’ Ben de: ‘Evet.’ dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber: ‘Ey Âişe dur! Bu kadar hesapçı olma, sayarak verme! Allah da sana sayarak verir.’ buyurdu.”[637]

Hz. Âişe Rasûlullah’ın bu tavsiyelerini hayatının her döneminde harfiyen uygulamıştır. Kendileri de ihtiyaç halinde olmalarına rağmen daha zor durumda olanlara yardım etmeyi ihmal etmemişti. Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber hayatta iken cömertliğini gösteren rivayetlerden bazıları şunlardır:

Hz. Âişe şöyle anlatır: “Bir şeyler istemek üzere yanıma, iki kızıyla birlikte bir kadın geldi. Bende bir[638] hurmadan başka bir şey yoktu. Bunu ona verdim. Kadın hurmayı kızlarına paylaştırdı ve kendisi hiçbir şey yemedi. Sonra kalktı ve gitti. Daha sonra Rasûlullah geldi. Olan biteni ona anlattım. Bunun üzerine o: ‘Kim şu kız çocukları yüzünden bir sıkıntıya maruz kalırsa bu, onun için cehenneme karşı bir perde olur.’ buyurdu.”[639]

Bir gün Hz. Peygamber yanına Suffe ashâbından bazılarını alarak Hz. Âişe’nin odasına götürmüştü. Rasûlullah: “Ey Âişe bizi doyur.” dedi. O da haşîşe[640] [641] ismi verilen bir yiyecek getirdi. Onu yedikten sonra: “Ey Âişe bizi doyur.” buyurdu. Hz. Âişe de bir miktar hays ismi verilen yemekten getirdi. Onu da yedikten sonra Hz. Peygamber: “Ey Âişe bizi sula.” buyurdu. O da bir bardak süt getirdi, onu da içtik sonra: “Ey Âişe bizi tekrar sula.” buyurdu. O da küçük bir bardak süt daha getirmişti.

Hz. Âişe: “Bize pişirilmiş bir koyun hediye edildi. Kürek kemiği hariç koyunun hepsini paylaştırıp dağıttım. Rasûlullah yanıma girince de bunu ona anlattım. Ancak Allah Rasûlü: ‘Hayır, kürek kemiği hariç hepsi sizindir.’ buyurdu.”[642]

Hz. Âişe kendisi cömert olduğu gibi insanları da bu hususta teşvik ederdi. Hz. Âişe: “Yüce Allah’ın kendilerine bolluk verdiği zamanlarda, insanların fıtır sadakasını her bir kişi için (yarım sâ‘ değil de ) bir sâ‘ buğday olarak vermeleri benim için daha hoştur.” derdi.[643]

Yine Hz. Âişe sadaka olarak neyin verilmeyeceğini de Hz. Peygamber’in kendisine öğrettiğini bildirmişti. Rasûlullah’a bir keler hediye edilmiş; ancak ondan yememişti. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Yâ Rasûlallah! Bunu dilencilere yemeleri için vereyim mi?” diye sorduğunda Rasûlullah: “Dilencilere ancak kendin yediklerinden ver.” buyurdu.[644]

B. Hz. Peygamber’den Sonraki Dönem

Hz. Peygamber’in vefatından sonra özellikle Hz. Ömer döneminde tüm müslümanların maddî anlamda rahatladıkları görülmektedir. Bu dönemde Hz. Âişe’nin gelirleri arasında Hayber’in Fethi’nden sonra Rasûlullah’ın tüm hanımlarına verdiği kuru hurmadan seksen, arpadan yirmi vesk olmak üzere yüz vesklik ürünün gelişi devam ediyordu.[645] Hz. Ömer hilâfete geçince Hayber’den yahudileri çıkararak arazisini halka dağıttı. Hz. Peygamber’in hanımlarını ya kendilerine arazi ve su verilmesi veya onlara daha önce her sene ödenen miktarı almak hususunda serbest bıraktı. Onlar bu konuda muhtelif hareket ettiler. Bazıları araziyle suyu, bazıları da her yıl paylarının verilmesini seçti. Hz. Âişe ile Hz. Hafsa arazi ve suyu seçenlerdendi.[646]

Hz. Âişe’nin ikinci gelir kaynağı, Hz. Ömer’in kurduğu divanlardan herkese bağladığı maaşlardı. Hz. Ömer ümmühâtü’l-müminîne on bin dirhem atıyye verirdi. Hz. Âişe’nin atıyyesini ise iki bin dirhem fazla yaptığı rivayet edilir. Neden böyle yaptığı sorulunca da: “Şüphesiz ki o Rasûlullah’ın sevgilisidir.” cevabını vermişti.[647] Bu rivayet yaygın olmakla beraber bize göre Hz. Ömer, Hz. Peygamber’in bütün hanımlarına aynı miktarda atıyye vermiş olmalıdır. Nitekim başka bir rivayette Hz. Ömer’in Hz. Peygamber’in bütün hanımlarına on bin veya on iki bin dirhem verdiği, ancak Hz. Safiyye ve Hz. Cüveyriye’ye altı bin dirhem vermek istediği rivayet edilir. Hz. Âişe buna karşı çıkarak: “Rasûlullah her hususta bizler arasında eşit davranırdı.” demiştir.[648] Yine başka bir rivayette de Hz. Zeyneb bint Cahş’a atıyye olarak on iki bin dirhem verildiği belirtilmektedir.[649] İbn Sa‘d Hz. Peygamber’in bütün eşlerine on iki bin dirhem verildiğini belirttikten sonra, bunun üzerinde ittifak edilen görüş olduğunu belirtmiştir.[650] Buna göre Hz. Âişe’nin yıllık on iki bin dirhemde buradan geliri vardı.

Hz. Âişe’nin üçüncü gelir kaynağı Hz. Ebû Bekir tarafından kendisine verilen Âliyetü Cedâd bölgesindeki bir bahçenin hurma mahsulüydü. Hz. Âişe’ye buradan senelik yirmi vesk hurma gelirdi. Hz. Âişe bu araziden bir veya iki yıl yararlanmış, Hz. Ebû Bekir’in vefatından sonra burayı kardeşleri arasında taksim etmişti.[651]

Bunların dışında Abbott, Hz. Âişe’nin gayrimenkul ve köle ticareti yaptığını ima etse de[652] bu doğru değildir. Bazı rivayetlerde bulunan bilgilerin zorlama yorumlara tabi tutulmasıyla böyle bir yargıya varılmış olmalıdır.

Hz. Âişe’nin gelir kaynaklarından bir diğeri kendisine verilen hediyelerdi. Hz. Âişe kendisine bir hediye geldiği zaman hemen buna başka bir hediyeyle mukabele ederdi.[653]

Bazen kendisine gönderilen meblağlar bir hayli büyük olurdu. Fakat Hz. Âişe kendisine gelen bu hediyelere dokunmadan tamamını dağıtırdı. Örneğin Irak’tan Hz. Ömer’e içi mücevher dolu bir sandık gelmişti. Hz. Ömer arkadaşlarına: “Buna paha biçin.” dedi. Onlar: “Buna nasıl paha biçeceğimizi ve bunu nasıl paylaştıracağımızı bilemiyoruz.” dediler. Hz. Ömer: “Bana müsaade ederseniz onu Rasûlullah’ın sevgilisi Âişe’ye göndereceğim.” deyince etrafındakiler buna müsaade ettiler. Bu mücevherler Hz. Âişe’ye gönderildi. Hz. Âişe’ye bu hediye ulaştığı zaman: “Peygamber’den sonra Hattâb’ın oğluna ne oldu? Allah’ım onun atiyyelerini almam için beni bırakma.” demiştir.[654]

Sahâbenin zenginlerinden olan Talha b. Ubeydullah servetinin bir kısmıyla kendi kabilesi olan Teymlilere yardım eder. Hz. Âişe’ye de her sene on bin dirhem gönderirdi.[655]

Yine bu bağışlara örnek olarak Abdurrahman b. Avf, müminlerin annelerinden her birine çok miktarda mal[656] verilmesini vasiyet etmişti. Hz. Âişe onun bu vasiyeti dolayısıyla: “Allah, ona Selsebil pınarının suyunu içirsin.” diye dua 655 etmişti.[657]

Hz. Âişe’nin cömertliği Hz. Peygamber’den sonra da aynen devam etmişti. Eline geçen tüm servete rağmen çok sade bir hayat yaşıyordu. Toplumdaki refah artışı Hz. Âişe’nin hayatından hiçbir şeyi değiştirmemişti. Kendisi bu durumu şöyle izah etmiştir: “Rasûlullah’tan sonra hayatımızda refah açısından bir değişiklik olmadı. Ağlamayı istediğimde ağlıyordum. Artan tek şey hüznümüzdü.”[658]

Hz. Âişe Hz. Peygamber’in tavsiyesi üzerine hâlâ yamalıklı elbiseler giyiyordu. Bir gün Kesîr b. Ubeyd Hz. Âişe’ye gitmişti. İzin istediğinde Hz. Âişe: “Dur, ben elbisemi dikmedikçe içeri girme!” dedi. Kesîr: “Ey müminlerin annesi! Ben şayet dışarı çıkıp senin eski elbiselerini diktiğini bildirmiş olsaydım, bunu senin cimriliğin olarak kabul ederlerdi.” dedi. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Durumu gör. Eskisi olmayanın yenisi olmaz.” dedi.[659] Hz. Âişe eski bir elbiseye alıştığı zaman onu bırakmak istemezdi.[660]

Abdullah b. Zübeyr: “Ben, Âişe ve Esmâ’dan daha cömert iki kadın görmedim. Bunların cömertlikleri farklı idi. Âişe, yanında birikinceye kadar bir şeyi toplar, sonra insanlara taksim ederdi. Esmâ ise, yarın için elinde bir şey tutmaz, hepsini insanlara taksim ederdi.” demiştir.[661]

Hz. Âişe az veya çok olmasına bakmadan kapısına gelen hiç kimseyi eli boş göndermezdi. Hz. Âişe’nin yanında üzümden başka yiyecek bir şeyin olmadığı bir günde bir dilenci kapısına gelmişti. Hz. Âişe yanındaki bir kimseye: “O üzümden bir tane al yoksula ver.” dedi. Adam Hz. Âişe’ye şaşkın şaşkın bakmaya başlayınca Hz. Âişe: “Hayret mi ediyorsun? Bu bir tanede ne kadar zerre ağırlığı görüyorsun.” demişti.[662]

Yine bir gün yoksul biri Hz. Âişe’ye gelerek kendisinden yardım istedi. O gün Hz. Âişe oruçluydu. Evde de sadece bir yufka ekmeği vardı. Hz. Âişe cariyesine: “Onu ona ver.” dedi. Cariye: “İftar edeceğin başka bir şey yok.” deyince Hz. Âişe yine: “Onu dilenciye ver.” dedi. Akşam olduğunda Hz. Âişe’ye ekmeğe sarılmış bir koyun eti hediye edildi. Hz. Âişe de cariyesini çağırarak: “Bundan ye, bu senin verdiğin ekmekten daha hayırlıdır.” dedi.[663]

Hz. Âişe’nin kardeşi Abdurrahman, Hz. Âişe’ye bir sepet dolusu üzüm hediye etmişti. Hz. Âişe bu üzümleri hemen dağıttı. Fakat Hz. Âişe’nin cariyesi onun haberi olmadan bir miktar üzümü sonra yemeleri için saklamıştı. Gece olduğunda cariye bu üzümleri getirdi. Hz. Âişe: “Bu nedir?” diye sorunca cariye: “Ey ümmü’l- müminîn! Bunları daha sonra yememiz için ayırmıştım.” dedi. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Vallahi, bu sepetten hiçbir şey yemeyeceğim!” dedi.[664]

Hz. Âişe’nin yaptığı bağışlar her zaman böyle küçük olmuyordu. Hz. Âişe eline yüksek meblağlarda para geçtiği zaman hiç vakit kaybetmeksizin hemen bunları dağıtıyordu.

Urve Hz. Âişe’nin cömertliği hakkında: “Hz. Âişe’nin yetmiş bin dirhem değerindeki malları tasadduk ettiğini gördüm. Fakat o kendi elbiselerini yama yapıp da giyerdi.” demiştir.[665]

Bir defasında Abdullah b. Zübeyr Hz. Âişe’ye içinde yüz bin dirhem değerinde mal bulunan iki çuval göndermişti. Hz. Âişe bir tabak getirilmesini istedi. O sırada oruçlu idi. O parayı insanlara dağıtmaya başladı. Akşama ulaşınca: “Ey cariye iftarlığımı getir!” dedi. Ümmü Zerre o esnada: “Ey müminlerin annesi! Şu dağıttığın dirhemlerden bir dirhem alıp da onunla biraz iftarlık et alamaz mıydın?” diye sorunca, o da şunu söyledi: “Bana kızma, şayet önceden hatırlatsaydın bunu yapardım.”[666]

Benzer bir rivayette Hz. Âişe’ye parayı gönderenin Muâviye olduğu belirtilir.[667] Yine Muâviye Hz. Âişe’ye yüz bin dirhem değerinde bir gerdanlık hediye etmişti. Hz. Âişe bu gerdanlığı ümmühâtü’l-müminîn arasında paylaştırmıştı.[668]

Hz. Âişe yüksek meblağlarda yaptığı bu bağışlardan sonra bazen insanlardan borç almak zorunda kalıyordu. Bunun üzerine Hz. Âişe’ye: “Yanında onu ödeyecek malın olmadığı halde ne diye borç alıyorsun.” denildi. Hz. Âişe de: “Rasûlullah’ı şöyle buyururken işittim: ‘Borcunu ödeme niyeti olan bir kula mutlaka Allah tarafından yardım edilir.’ Ben de bu yardımı kazanmaya çalışıyorum.” demişti.[669] Hz. Âişe’nin ihtiyaç halindeyken birilerinden borç almasına kimsenin itiraz etmeyeceği açıktır. Bize göre bu rivayette Hz. Âişe’ye borç almaması yönünde yapılan ikazın sebebi onun borç alıp fakirlere dağıtması olmalıdır.

Hz. Âişe bazen de bu borçları ödeyemediği için sıkıntı yaşıyordu. Bunun bir örneğini kendisi şöyle anlatır: “Esmâ bint Umeys’e bir dinar üç dirhem borcum vardı. O yanıma girer, ben de onun yüzüne bakmaya utanırdım. Çünkü ona borcumu ödeyecek bir şey bulamıyordum.”[670]

Hz. Âişe sadakalarının en doğru yerlere, en muhtaç insanlara ulaşmasına dikkat eder. Çevresindeki insanları da bu doğrultuda yönlendirirdi.

Bir gün bir kadın ziynet eşyalarıyla beraber Hz. Âişe’nin yanına gelerek: “Ben şunları Kâbe’ye hediye ettim.” dedi. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Bunları Allah yoluna ya da yetimlere ve miskinlere verseydin ya. Hiç şüphesiz Beytullah’a devlet hazinesinden verilir ve harcamada bulunulur.” demişti.[671]

Hz. Âişe’nin cömertliğini Şiîler de kabul etmektedirler. Fakat onlara göre Hz. Âişe’nin bu cömertlikleri yapmasının tek sebebi itibar meraklısı olmasıdır. Hz. Âişe halkın saygı ve sevgisini kazanarak bununla çeşitli menfaatler elde etmek için bu cömertlikleri yapmıştır.[672] Maalesef Şiîler’in sahâbenin geneli hakkındaki görüşleri böyle çarpık bir bakış açısı üzerine kurulmuştur.

HZ. ÂİŞE’NİN OYUN EĞLENCE ve MİZAH HAKKINDAKİ TUTUMU

Bu kısımda makul seviyede eğlenceye Hz. Peygamber’in izin verdiği rivayetleri ele almak istiyoruz. İslâm toplumunda bazı kesimlerin radikal bir şekilde eğlenceye karşı oldukları bir gerçektir. Bize göre şayet Hz. Âişe’den rivayet edilen bazı örnekler de olmasa bu karşı tavır, çok daha üst bir düzeye ulaşabilirdi. Bu sebeple Hz. Âişe’den gelen bu rivayetleri ve onun Hz. Peygamber’in terbiyesi altında çizdiği eğlence sınırlarını çok önemsiyoruz.

Hz. Âişe özellikle Hz. Peygamber döneminde yaşının küçük olması sebebiyle oyundan ve eğlenceli işlerden hoşlanırdı. Onun oyuncaklarla ve arkadaşlarıyla oynamasından, Hz. Peygamber ile birlikte mescidde Habeşliler’in yaptığı gösteriyi beraber izlemelerinden bahsetmiştik.[673]

Bayram günlerinin birinde Hz. Ebû Bekir Hz. Âişe’nin odasına girmişti. Bu sırada iki kız çocuğu Hz. Âişe’nin yanında def çalıp ezgi söylemekteydi. Hz. Peygamber ise örtüsüne bürünmüş ve uzanmıştı. Hz. Ebû Bekir bu manzarayı görünce: “Rasûlullah’ın yanında şeytan işi çalgılarla eğleniyorsunuz öyle mi?” deyip Hz. Âişe’yi azarlamaya başlamıştı. Bunun üzerine Rasûlullah yüzünü açarak, Hz. Ebû Bekir’e şöyle buyurdu: “Ey Ebû Bekir! Çocukları rahat bırak. Şu anda bayram günlerinin içindeyiz; bu günler Mina günleridir.”[674]

Hz. Âişe bir kadını ensârdan bir adamla evlilik için hazırlıyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber Hz. Âişe’ye: “Ey Âişe! Beraberinizde eğlenceniz yok muydu? Çünkü ensâr eğlenceyi sever.” diye buyurmuştu.[675] Hatta bazı rivayetlerde Hz. Peygamber’in Medine’de şarkı söylemesiyle meşhur olan Erneb veya Zeyneb isminde bir kadını bizzat onlara gönderdiği zikredilmektedir.[676]

Hz. Peygamber’den gördüğü bu ince çizgiyi Hz. Âişe ömrünün sonuna kadar devam ettirmiştir. İnsanların makul bir çerçevede eğlenmesini her zaman desteklemiş, fakat bu sınır aşıldığı zaman hemen buna engel olmuştur.

Hz. Âişe’nin erkek kardeşinin kızları sünnet edildiğinde Hz. Âişe’ye: “Çocukları eğlendirecek birini çağıralım mı?” diye soruldu. Hz. Âişe de bunu kabul etti. Bu iş içinde Adiy isminde birine haber gönderildi. Adiy de kendilerini eğlendirmek için çocuklara gitti. Ardından Hz. Âişe eve uğradı. Adamı şarkı söylerken gördü. Coşkudan kendini kaybetmiş bir şekilde başını sallıyordu. Hz. Âişe bunun üzerine: “Öf! O adam bir şeytan. Onu dışarı çıkarın, onu dışarı çıkarın!” 675 demişti.[677]

Hz. Âişe’nin evinde bir aile oturuyordu. Onların yanında tavla olduğu haberi Hz. Âişe’ye ulaşınca, kendilerine: “Şayet o tavlayı benim evimden çıkarmazsanız. Elbette ben sizi evimden çıkaracağım.” haberini yollayıp bu hareketlerini uygun görmediğini belirtti.[678]

İbn Ebî Atîk Hz. Âişe ağır hastayken yanına girmişti ve: “Ey anneciğim! Sana feda olayım. Nasılsın?” dedi. Hz. Âişe: “Vallahi, bu ölüm halidir.” deyince İbn Ebî Atîk: “Öyleyse sana feda olmayayım.” diyerek kendisine şaka yaptı. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Bu şakacı halini asla terk etme.” dedi.[679]

HZ. ÂİŞE’NİN İLMİ

Eğitim ve Öğrenimi

Eskiden bilgilerin genlerde biriktirildiği ve çocuğa böylece geçtiği ileri sürülür; bilginin, asırlardır genlerimiz vasıtasıyla dedelerden nesillere nakledildiği kabul edilirdi. Şimdi ise kişiliğin, genetik bir alt yapının üzerine öğrenmeyle oluştuğu tespit edildi. Kişilik gelişiminde genetik eğilim yüzde otuz, kırk ise bunun yüzde altmış, yetmişinin öğrenmeyle gerçekleştiği anlaşıldı.[680]

Yukarıdaki tanım doğrultusunda Hz. Âişe’nin bilgi kaynaklarını incelediğimizde Hz. Âişe’nin hem genetik yönden hem de sosyal öğrenme bakımından çok şanslı olduğunu görürüz. Her ne kadar Hz. Âişe’nin annesi Ümmü Rûmân hakkında çok detaylı bilgimiz bulunmuyorsa da, babası Hz. Ebû Bekir o dönem Arap toplumundaki en kültürlü kişilerden biriydi.

Hz. Ebû Bekir ensâb ilmini en iyi bilenler arasındaydı.[681] Hz. Peygamber Hz. Ebû Bekir hakkında: “Ebû Bekir nesep ilminde Kureyş’in en bilgilisidir.” buyurmuştur.[682] Hz. Ebû Bekir’in tanınmış edip ve hatiplerin sözlerini gençliğinden beri dikkatle dinlediği, okuduğu, birçoğunu ezberlediği, bunları sık sık tekrarladığı ve ezberindeki şiirleri çok güzel okuduğu bilinmektedir.[683] Hz. Ebû Bekir şair değildi. Kendi şiirlerini okumaz sadece başka şairlerin şiirlerini aktarırdı.[684] Ticaretle uğraştığı ve sürekli farklı bölgelere gittiği için[685] çok farklı türden insanları tanıma fırsatı bulmuştu. Kendisi gelen Kur’ân âyetlerini de ezberler ve kendisi için evinin kenarında yaptığı küçük odada bunları sürekli okurdu.

Hz. Âişe ömrünün dokuz yılını geçirdiği ailesinden özellikle babası Hz. Ebû Bekir’den ciddi bir bilgi birikimi elde etmişti. Ayrıca Hz. Peygamber’in Ümmü Rûmân’a Hz. Âişe’ye iyi davranmasını tavsiye etmesi, Hz. Peygamber’in Hz. Âişe’nin eğitim ve öğretimiyle evliliklerinden önce ilgilenmeye başladığını göstermektedir.[686]

Hz. Âişe Hz. Peygamber ile evlendikten sonra sosyal öğrenme açısından çok daha verimli bir yere gelmişti. Kendisi sürekli Hz. Peygamber ile olduğu için Kur’ân âyetlerinin çoğunun nüzûl sebebini çok iyi biliyordu. Hatta bazen Hz. Âişe ile Hz. Peygamber aynı örtünün altındayken bile Hz. Peygamber’e vahiy geldiği oluyordu. Hz. Âişe diğer sahâbenin aksine, merak ettiği her şeyi Hz. Peygamber’e sorma imkânına sahipti. Hz. Peygamber Hz. Âişe’nin bu özelliğini bildiği için ve kendisinden sonra irşad hususunda Hz. Peygamber’i temsil edeceği için, Hz. Âişe’nin eğitimine çok önem veriyor, ona fazladan zaman ayırıyordu. Hz. Peygamber’in Hz. Âişe’ye bakış açısını göstermesi açısından şu rivayet çok büyük öneme sahiptir. Hz. Peygamber: “Erkeklerden havarim Zübeyr b. Avvâm, kadınlardan ise Âişe’dir.” buyurmuştur.[687] Hz. Âişe Hz. Peygamber’den duyduğu her şeyi öylece kabul etmiyordu. Aklına uymayan veya zahirde Kur’ân ile çelişen şeyler varsa hemen bunları belirterek Hz. Peygamber’den daha fazla açıklama istiyordu. İslâm tarihi ve hadis kaynaklarında Hz. Âişe ve Hz. Peygamber’in yaptığı bu ilmî meşveretlerden birçoğu zikredilmektedir.

Hz. Âişe’nin ilmî anlamda avantajlı olmasının bir diğer sebebi de Hz. Sevde’nin yaşlılığı döneminde kendi gününü Hz. Âişe’ye vermesiydi. Bu sebeple Hz.

Peygamber diğer hanımlarının yanında bir gün geçirirken Hz. Âişe’nin yanında iki gün geçiriyordu.[688]

Hz. Peygamber ile yaptığı özel sohbetlerin yanı sıra Hz. Âişe odasının konumu itibariyle de çok şanslıydı. Mescidin ön tarafında Hz. Peygamber’in halka namaz kıldırdığı ve sohbet ettiği yerin hemen yanındaydı. Hz. Âişe mescidden neleri öğreniyordu?

Hz. Peygamber hayatta olduğu süre içerisinde burada, namazları bizzat kıldırmış, hutbeleri okumuş, ilim halka ve meclislerini idare etmişti. Rasûlullah sahâbenin eğitim ve öğrenimini burada gerçekleştirmeye çalışmış, soruları cevaplamış, âyetlerin sebeb-i nüzûllerini, bu âyetlerin mücmel, müşkil ve hafî olanlarını ve hükümlerini burada açıklamıştı. Hz. Peygamber çeşitli kabile ve ülkelere göndereceği diplomatik mektup ve antlaşmalarını da burada yazdırmış, elçiler göndermiş, elçiler kabul etmiş, savaşların plânı, orduların sevki vs... hep buradan idare edilmiştir.[689]

Hz. Âişe’nin ilmine katkı sunduğunu düşündüğümüz diğer bir nokta da Hz. Peygamber’in diğer zeceleriyle olan diyaloglarıdır. Hz. Peygamber’in eşlerinin neredeyse tamamı Hz. Âişe’den yaşça daha büyüktü ve dolayısıyla hayat tecrübeleri daha fazlaydı. Yine içlerinde Habeşistan hicretlerine katılmış farklı coğrafya ve insanlar tanımış olanlar vardı. Bu sebeplerle Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’in diğer eşleriyle yaptığı sohbetler de onun ufkunu genişletmiş olmalıdır.[690]

Hz. Âişe’nin ilim yolunda işini kolaylaştıran etkenlerden bir tanesi de çocuğunun olmamasıdır. Hz. Peygamber’in hanımlarının birçoğunun önceki evliliklerinden çocukları bulunmaktaydı. Fakat Hz. Âişe bakire olarak Hz. Peygamber ile evlendiği ve bu evlilikten de çocuğu olmadığı için böylesi büyük bir zihni meşguliyetten uzaktı. Tüm vaktini Hz. Peygamber’in sohbetlerine ve Kur’ân’ı ezberlemeye ayırabiliyordu. Ayrıca Hz. Peygamber’in Hz. Âişe için: “Allah’ım onu başarılı kıl.” şeklinde bir duası da bulunmaktaydı.[691]

Bazı kaynaklarda Hz. Âişe’nin okuma ve yazmayı bildiği ifade edilmekle[692] birlikte bu doğru değildir. Hz. Âişe okuyabiliyor, fakat yazamıyordu.[693] Yazmayı bilmediği için bu işi başkalarına yaptırırdı. Örneğin Âişe bint Talha Hz. Âişe’ye gelen mektuplara cevap yazardı.[694] Hz. Âişe’nin azatlısı Ebû Yûnus ise Hz. Âişe için bir mushaf yazıyordu.[695]

B. Hz. Âişe’nin İlmi Hakkında Söylenenler

Hz. Âişe’nin ilmî üstünlüğü bugün olduğu gibi yaşadığı dönemdeki pek çok kişi tarafından da takdir edilmiştir. Hz. Âişe’nin ilmî üstünlüğü hakkında söylenilenlerden bazıları şunlardır:

Ebû Mûsâ el-Eş‘arî: “Biz Peygamber’in ashâbı olarak hangi konuda bir sorunumuz olmuşsa, onu Âişe’ye sorduğumuzda kendisinden bir bilgi edinmişizdir.”[696] Urve: “Şiiri, ferâizi ve fıkhı Âişe’den daha iyi bilen birini görmedim.”[697] Hişâm: “Hz. Âişe’den Kur’ân’ı, farzları, helal-haramı, şiiri, eyyâmü’l- Arab’ı ve neseb ilmini daha iyi bilen birini görmedim.”[698] Seleme b. Abdurrahman’ın babasından: “Rasûlullah’ın sünnetini, bir âyetin kimin hakkında indirildiğini ve farzları Âişe’den daha iyi bilen birini görmedim. Âişe görüşüne ihtiyaç duyulduğunda da en doğru görüşü ortaya koyardı.”[699] Atâ’ b. Ebî Rebâh: “Âişe insanların en fakîhi, en bilgini ve her konuda en doğru görüşlüsüydü.”[700] Kabîsa b. Züeyb: “Âişe’den daha bilgili birini görmedim. Rasûlullah’ın ashâbının büyükleri ona soru sorarlardı.”[701] Zührî: “Şayet Âişe ile diğer ümmühâtü’l-müminînin ve diğer bütün kadınların ilimleri toplansa Âişe’nin ilmi daha faziletlidir.”[702] Zehebî: “Şüphesiz ümmetin kadınlarının en fakihidir.”[703] “Muhammed ümmeti içerisinde, özellikle kadınlar arasında, ondan daha âlim bir kimse bilmiyorum.”[704] İbn Kesîr: “Ne bu ümmette, ne de diğer ümmetlerde onun kadar bilgili ve anlayışlı bir kadın tanınmış değildir.”[705] “Âişe’nin görüşleri erkeklerin görüşleri gibi isabetlidir.”[706]

Ayrıca Hz. Peygamber’e nispetle: “Dininizin yarısını şu Hümeyrâ’dan alınız.” şeklinde bir rivayet aktarılmıştır.[707] Fakat bunun sahih bir rivayet olmadığı ifade edilmiştir.[708]

Hz. Âişe’nin Eğitim ve Öğretim Faaliyetleri

Hz. Âişe’nin evi ilk günden itibaren müslümanlar için özellikle müslüman hanımlar için bir medrese vazifesi ifa etmiştir. Rasûlullah’ın hayatta olduğu süre içerisinde Hz. Âişe’nin vazifesi Hz. Peygamber ile hanım sahâbîler arasındaki iletişimi sağlamak şeklinde olmuştur. Hz. Peygamber hayatta olduğu süre içerisinde Hz. Âişe’ye ileride ifa edeceği vazifenin inceliklerini öğretmiştir. Bir gün Ümmü Süleym Rasûlullah’a gelerek Âişe de onun yanında olduğu halde: “Ey Allah’ın Rasûlü! Erkeğin uyku esnasında gördüğünü kadın da görür. Binaenaleyh erkeğin kendinde gördüğünü kadın da görüyor.” demiş. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Ey Ümmü Süleym! Kadınları kepaze ettin. Allah hayrını versin!” demişti. Rasûlullah ise Hz. Âişe’ye: “Bilâkis sen bu söze daha layıksın! Allah senin hayrını versin! Evet. Ey Ümmü Süleym! Kadın da bunu gördüğü zaman yıkanmalıdır.” buyurmuştur.[709]

Rivayette görüldüğü üzere Hz. Âişe bir kadının bir erkeğe böyle bir soru yöneltmesini hiç doğru bulmamıştır. Fakat Hz. Peygamber kendisini sert bir dille eleştirince ilmî ve dinî sorular hususunda böyle bir utanma ve çekinme lüksü olmadığını anlamıştır.

Hz. Âişe daha sonraki yıllarda: “Ensâr kadınları ne iyi kadınlardır! Utangaçlık onların dinde güzel kavrayış sahibi olmalarını engellememiştir.”[710] diyerek önceden ayıpladığı bu davranışın aslında ne kadar gerekli olduğunu itiraf etmiştir.

Hz. Âişe ömrünün Hz. Peygamber’den sonra geçen döneminde erkek sahâbîlerin sordukları tüm özel sorulara çekinmeden cevap vermiş ve soru soranlara utanmaması gerektiğini tembih etmiştir. Hz. Âişe kendisine soru soran erkek sahâbîlere bu durumun gayet normal olduğunu, annelerine sorabilecekleri bütün soruları kendisine de sorabileceklerini belirtmiştir.

Muhâcirlerle ensârdan bir cemaat ihtilaf etmişti. Ensâr: “Gusül ancak boşalma yahut meniden dolayı lazım gelir.” derken muhâcirler ise: “Hayır, cima varsa gusül vaciptir.” mukabelesinde bulunmuşlardı. Bu grubun içerisinde bulunan Ebû Mûsâ: “Ben sizi bu münâkaşadan kurtarayım.” diyerek Hz. Âişe’nin yanına gitmişti. Kendisine izin verildikten sonra Hz. Âişe’nin huzuruna girip: “Ey anneciğim! Ben sana bir şey sormak istiyorum, ama senden de utanıyorum.” dedi. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Seni doğuran annene sorabileceğin bir şeyi bana sormaktan utanma çünkü ben de senin annenim.” dedi. Ebû Mûsâ: “Öyle ise guslü icap ettiren nedir?” diye sordu. Hz. Âişe: “Bilene rastladın. Rasûlullah: ‘Erkek kadının dört şubesi arasına oturur da sünnet mahalli sünnet mahalline temas ederse gusül vacip olur.’ buyurdu.” demiştir.[711]

Benzer şekilde Abdullah b. Ömer de Hz. Âişe’ye: “Bir kimse hayızlı karısından faydalanabilir mi?” diye sorması için birini göndermişti de o: “Alt tarafını bir şeylerle sıkıca bağlasın. Sonra kocası dilediği gibi dilediği yerden istifade edebilir.” şeklinde cevap vermişti.[712]

Ebû Bekir b. Abdurrahman b. Hâris b. Hişâm Medine valisi olan Mervân b. Hakem’in yanına gitmişti. Mervân’a Ebû Hüreyre’nin: “Cünüp olarak sabahlayan o gün oruç tutmamış sayılır.” sözü nakledildi. Bunun üzerine Mervân: “Ey Abdurrahman! Yeminle sana emrediyorum ki müminlerin anneleri Ümmü Seleme ve Âişe’ye gideceksin ve bu konuyu mutlaka soracaksın.” dedi. Abdurrahman Hz. Âişe’nin yanına girip selâm verdikten sonra: “Ey müminlerin annesi! Biz Mervân’ın yanında idik. Kendisine Ebû Hüreyre’nin: ‘Cünüp olarak sabahlayan o gün oruç tutmamış sayılır.’ dediği nakledildi. Sen ne dersin?” diye sordu. Hz. Âişe de: “O Ebû Hüreyre’nin dediği gibi değil, Rasûlullah’ın yaptığından dışarı çıkmak ister misin?” diye sordu. Abdurrahman da: “Hayır asla!” deyince Hz. Âişe: “Ben şahitlik ederim ki Rasûlullah ihtilam olmadan cinsi münasebet dolayısıyla cünüp olarak sabahlar sonra da gusledip o gün oruç tutardı.” dedi. Daha sonra aynı soruyu Hz. Ümmü Seleme’ye de sormuşlar, o da aynı cevabı vermişti. Abdurrahman oradan da çıkıp Mervân’a gitti. Hz. Peygamber’in hanımlarının söylediklerini nakletti. Bunun üzerine Mervân: “Ey Abdurrahman binitim kapının önündedir. Ebû Hüreyre’ye git o şimdi Akîk’teki bahçesindedir. Durumu ona anlat.” dedi. Bu durumu Ebû Hüreyre’ye anlattıklarında o: “Ben bundan başkasını bilmiyorum, bunu bana bir kimse haber vermişti.” dedi.[713]

Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber hayattayken yaptığı bir diğer hizmet de Hz. Peygamber’in kadınlara anlatamadığı bazı özel durumları bizzat kendisinin devreye girerek anlatmasıydı. Bir kadın Hz. Peygamber’e gelip hayızdan dolayı nasıl gusül abdesti alacağını sormuştu. Hz. Peygamber ona, nasıl gusül abdesti alacağını şu şekilde bildirdi: “Bir parça kokulu bez ya da pamuk al. Onunla temizlen!” Kadın: “Nasıl temizleneyim?” diye sordu. Rasûlullah: “Bununla temizlen.” dedi. Kadın: “Nasıl yani?” diye sorunca Hz. Peygamber: “Sübhânallah! Temizlen işte!” dedi. Bunun üzerine Hz. Âişe kadını yanına çekti ve: “Bunu kanın izine sür.” dedi.[714]

Hz. Peygamber’in eşlerinin ve dolayısıyla Hz. Âişe’nin Rasûlullah’ın sağlığında yaptığı diğer bir hizmet ise kadınların sorunlarını Hz. Peygamber’e aktarmak suretiyle bir nevi ara buluculuk idi. Hz. Peygamber ashâbını sık sık hanımlara güzel davranmaları hususunda uyarırdı. Bir gün Hz. Peygamber ashâbına: “Allah’ın cariyeleri durumunda olan hanımlarınızı dövmeyin.” buyurdu. Bu emirden sonra Hz. Ömer Peygamber’e gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü! Kadınlar bu emrinizden cesaret alarak kocalarına itaatsizlik etmeye başladılar.” dedi. Bunun üzerine yara bere bırakmayacak şekilde dövme izni verildi. Bundan sonra Hz. Peygamber’in hanımlarına pek çok kadın şikâyet için gittiler. Ertesi gün Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Bu gece yetmiş kadın Peygamber’in hanımlarına gelerek kocalarından şikâyette bulundular. Artık siz hanımlarını bu şekilde dövenleri iyileriniz olarak bilmeyiniz.”[715]

Yine benzer bir rivayette bir genç kız Hz. Âişe’nin yanına gelerek: “Babam beni sadece itibar kazanmak için kardeşinin oğluyla nikâhladı. Hâlbuki ben istemiyordum.” dedi. Hz. Âişe: “Peygamber gelinceye kadar otur bakalım.” dedi. Nihayet Rasûlullah geldi. Hz. Âişe durumu Rasûlullah’a anlattı. Rasûlullah kızın babasına haber vererek onu çağırttı ve kızının fikrini alıp almadığını sordu. Bunun üzerine kız: “Ey Allah’ın Rasûlü! Babamın yaptığı işe karşı değilim. Fakat evlenme işinde kadınların da söz hakkı var mı? Onu öğrenmek istemiştim.” dedi.[716]

Hz. Âişe’nin evi Hz. Peygamber’in vefatından sonra da ilk günkü hüviyetini korumuş ve insanların irşadı için bir deniz feneri vazifesi görmüştü. Özellikle hanımların irşadı noktasında Hz. Âişe’nin hizmetleri benzersizdi.[717] O kendisine gelen bayanların tüm sorularına cevap verirdi.[718] Hatta Hıms halkından[719] ve daha uzak yerlerden bile Hz. Âişe’den bilgi almak için kadınlar geliyordu.[720] Hz. Âişe’ye bizzat gelemeyenler de kendisine mektup göndererek sorularını arz ederlerdi. Hz. Âişe’de onların bu mektuplarını cevaplayarak kendilerine iade ederdi.[721]

Hz. Âişe mahremi olmayan erkekleri ikaz edeceği zaman bazen de onların hanımlarını veya başka aracıları devreye sokuyordu. Bir defasında Hz. Âişe kadınlara: “Eşlerinize söyleyin, büyük ve küçük abdestin izini su ile gidersinler.

Çünkü Rasûlullah böyle yapardı. Ben, bunu onlara söylemeye utanıyorum.” demişti.[722]

Benzer şekilde Kureyşli bir topluluğun mescide yakın bir yerde gece sohbetini bir hayli uzatması üzerine Hz. Âişe onlara birini gönderip: “Ailelerinizin yanına dönün. Çünkü onların da sizde nasipleri var.” demişti.[723]

Hz. Âişe ve Hadis İlmi

Hz. Âişe’den Gelen Hadis Rivayeti Sayısı

Hz. Âişe dokuz yaşından itibaren dokuz seneye yakın bir müddet[724] zarfında, Rasûlullah’ın devamlı yanında bulunmuştur. Hz. Peygamber’in özellikle aile hayatının en mahrem noktalarını müşahede etmiş, gerektiğinde bu bilgileri diğer insanlarla paylaşmıştır. Hz. Âişe, Hz. Peygamber’in vefatından sonra kırk yedi sene boyunca büyük bir zevk ve sorumluluk duygusu içinde insanların tüm sorularını cevaplamaya çalışmıştır.

Hz. Âişe özellikle Hz. Peygamber’in vefatından sonra yaşadığı kırk yedi yıl boyunca onun hadislerini diğer insanlara aktarmıştır. Kaynaklarda Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’den iki bin iki yüz on hadis rivayet ettiği bilgisi yer almaktadır. Buhârî ve Müslim bu hadislerin yüz yetmiş dört tanesinde ittifak etmişlerdir. Ayrıca Hz. Âişe’den münferit olarak Buhârî elli dört, Müslim altmış dokuz rivayet aktarmıştır.[725] Hz. Âişe rivayet ettiği bu hadis miktarı ile Ebû Hüreyre, Abdullah b. Ömer ve Enes b. Mâlik’ten sonra en fazla hadis rivayet eden dördüncü sahâbîdir.[726]

Kaynakların genelinde yukarıda aktardığımız hadis sayısı tekrarlanmaktadır. Fakat sadece Baki b. Mahled’in (ö. 276/889) Müsned’inde Hz. Âişe’den aktarılan iki bin beş yüz on rivayet bulunmaktadır. Benzer şekilde Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde de Hz. Âişe’den aktarılan iki bin dört yüz üç rivayet bulunur.[727]

Hz. Âişe hakkında özel bir çalışma yapan Abdülmün‘im Hıfnî ise Hz. Âişe’nin rivayet ettiği hadis sayısını beş bin altı yüz otuz altı olarak zikreder. Ona göre Hz. Âişe rivayet ettiği bu hadis sayısıyla Ebû Hüreyre dâhil bütün sahâbe içerisinde en çok hadis rivayet eden kişidir. Bütün bu rivayetleri de kitabında bir araya getirmiştir.[728] Hz. Âişe’nin rivayet ettiği hadis sayısının Hıfnî’nin zikrettiği kadar çok olduğunu düşünmüyoruz. Çünkü Hıfnî İslâm tarihi kaynaklarında geçen Hz. Âişe’ye ait rivayetleri de alarak bunları hadis gibi değerlendirmiştir. Fakat yukarıda zikrettiğimiz iki bin iki yüz on rakamının da doğru bir bilgi olmadığı açıktır.

Hz. Âişe’nin hadis ilmi ve İslâm dini açısından ne kadar kıymetli olduğunu göstermesi açısından onun diğer ümmühâtü’l-müminîn ile rivayet adedi açısından kıyaslanmasının uygun olacağını düşünüyoruz. Hz. Ümmü Seleme üç yüz yetmiş sekiz, Hz. Meymûne yetmiş altı, Hz. Ümmü Habîbe altmış beş, Hz. Hafsa altmış, Hz. Zeyneb bint Cahş on bir, Hz. Safiyye on, Hz. Cüveyriye yedi, Hz. Sevde -, Hz. Hatice -.[729] Bu tabloya göre diğer ümmühâtü’l-müminînin rivayet ettiği toplam hadis sayısı altı yüz yedidir. Bu sayı Hz. Âişe’nin rivayet ettiği hadis sayısının ancak dörtte birine tekabül etmektedir.

Diğer ümmühâtü’l-müminînin ne kadar hadis rivayet ettiklerini gördükten sonra rahatlıkla diyebiliriz ki şayet Hz. Âişe olmasaydı, Rasûlullah’ın hayatının pek çok safhasının müslümanlara meçhul kalacağı muhakkaktı.[730]

Hz. Âişe’nin Hadis Rivayet Ettiği ve Hz. Âişe’den Hadis Rivayet Eden Râviler

Hz. Âişe’den hadis rivayet eden sahâbe arasında Hz. Ömer, Abdullah b. Ömer, Ebû Hüreyre, Ebû Mûsâ, Zeyd b. Hâlid, İbn Abbâs, Rebî‘a b. Amr, Sâib b. Yezîd, Safiyye bint Şeybe, Abdullah b. Âmir b. Rebi‘a ve Abdullah b. Hâris bulunmaktadır. Hz. Âişe’den hadis rivayet eden sahâbe ve tâbiûndan yaklaşık iki yüz râvi bulunmaktadır.

Hz. Âişe, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Fâtıma, Sa‘d b. Ebû Vakkâs, Üseyd b. Hudayr, Cüzâme bint Vehb ve Hamza b. Amr’dan hadis rivayet etmiştir.[731] [732] Hz. Âişe’nin kendisinden hadis rivayet ettiği kişiler arasında Hz. Ebû Bekir en önemli sırayı almaktaydı. Çünkü Hz. Ebû Bekir Hz. Peygamber’den beş yüz hadis toplamıştı. Bu hadis notları Hz. Âişe’nin yanında bulunmaktaydı. Fakat Hz. Ebû Bekir vefatından önce kendisinden hadis aldığı kişilerin yanlış rivayetlerde bulunma ihtimaline binaen bu kitabı yakmıştır.[733] [734]

Hz. Aişe Âdil Bir Râviydi

Mu‘tezile’nin kurucusu Vâsıl b. Ata; Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, İbn Abbâs, Talha, Zübeyr, Hz. Âişe ve Cemel Savaşı’na iştirak etmiş bulunan her iki taraftakilerin tamamının adâletinden şüphe etmiş, onları fâsıklıkla ithamda bulunmuştur. Bunun için de şöyle demiştir: “Eğer Ali ve Talha yanımda şehadet etseler ben onların ikisinden birisinin fâsık olduğunu bildiğim için şehadetlerini kabul etmem. Gerek Ali ve taraftarlarının gerekse Cemel Olayı’na iştirak eden diğer 732 grubun cehennemde ebedi kalacak fâsıklardan olması caizdir.

Şîa’ya göre ise sahâbenin çoğu yalancı, münafık hatta mürteddir. Şîa sadece Selmân-ı Fârisî, Ebû Zer el-Gıfârî, Mikdâd b. Esved ve Ammâr b. Yâsir gibi belirli sahâbeyi güvenilir kabul etmektedir.[735] İsmi zikredilen sahâbe dışındaki birçok sahâbenin ise Rasûlullah’ın vefatından sonra dinden irtidat ettiğini iddia etmişlerdir.[736] Hz. Âişe ve Hz. Ali’nin Cemel Savaşı’nda karşı karşıya savaştıkları da göz önüne alındığında Şîa’nin Hz. Âişe’yi âdil kabul etmesi mümkün gözükmemektedir.

Müsteşrikler de Şiîlerle paralel biçimde Hz. Âişe ve sahâbenin güvenilir kimseler olmadıklarını iddia etmişlerdir. Hz. Âişe’nin menfaatleri doğrultusunda hadis rivayet etmekten kaçınmayacağını ima etmişlerdir.[737] Hz. Âişe’nin kendisi hadis uydurabileceği gibi, başka sahâbîlerin de onun adına Hz. Peygamber’den hadis uydurabileceklerini ifade etmişlerdir.[738]

Sahâbenin adaleti meselesi ilk dönemlerden beri tartışılan bir konu olmuştur. Muhtemelen Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra çıkan iç karışıklıklar sebebiyle henüz sahâbe hayattayken bile onların Hz. Peygamber adına yalan söyleyebileceği ihtimali belirli kişiler tarafından sorgulanmıştı. İbnü’z-Zübeyr’den gelen: “Vallahi! Âişe Rasûlullah hakkında asla yalan söylemez.”[739] rivayetinin böyle bir ortamda söylenilmesine gerek duyulmuş olmalıdır. Benzer şekilde Mesrûk da Hz. Âişe’den hadis rivayet edeceği zaman: “Allah tarafından suçsuzluğu ilan edilmiş olan, es- Sâdikatü bint Sıddîk bana şöyle rivayet etti.” diyerek söze başlardı.[740]

İbnü’z-Zübeyr ve Mesruk’un bu şehadetlerinin yanı sıra şu rivayette de Hz. Âişe’nin Rasûlullah’ın emanetine karşı ne kadar titiz olduğu açıkça görülmektedir. Hz. Âişe Rasûlullah’ın sır olarak saklamasını istediği bir şeyi karşısındaki babası olsa bile söylememiştir.

Hz. Peygamber Mekke’nin fethi için Hz. Âişe’den hazırlık yapmasını ve bunu gizli tutmasını istemişti. Hz. Âişe’nin hazırlık yaptığı sırada Hz. Ebû Bekir yanına girdi. Hz. Âişe kavrulmuş un ve hurma hazırlıyordu. Hz. Ebû Bekir yanına girdi ve: “Ey Âişe! Rasûlullah bir gazaya mı niyetlenmiş?” dedi. Hz. Âişe: “Bilmiyorum.” dedi. Hz. Ebû Bekir: “Eğer Rasûlullah bir gazaya niyetlenmiş ise bize haber ver de biz de hazırlık yapalım.” dedi. Hz. Âişe: “Bilmiyorum. Belki Benî Süleym’e, Sakîf kabilesine ya da Hevâzin kabilesine gitmek isteyebilir.” dedi. Böylece Hz. Ebû

Bekir’i oyalamaya çalıştı. Nihayet Rasûlullah geldi. Hz. Ebû Bekir: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bir sefere çıkmaya mı niyetin var?” dedi. Rasûlullah: “Evet.” dedi. Hz. Ebû Bekir: “Hazırlık yapalım mı?” dedi. Rasûlullah: “Evet. Hazırlık yapın.” dedi. Hz. Ebû Bekir: “Nereye gitmeye niyetlisin ey Allah’ın Rasûlü?” dedi Rasûlullah: “Kureyş’e gitmeye niyetliyim. Ancak ey Ebû Bekir! Bu işi gizli tut.” dedi ve hazırlık yapılmasını emretti.

Tüm aksi görüşlere rağmen Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğuna göre sahâbenin tamamı âdildir. Onların hiçbir şekilde Hz. Peygamber’e yalan isnad etmeleri mümkün değildir. Buna göre Ehl-i sünnet âlimleri Hz. Âişe’yi diğer bütün sahâbe gibi âdil kabul ederler.[741] [742] Sahâbenin en çok kızdığı, hiç hoşlanmadığı huyun yalancılık[743] olduğuna dair rivayetler varken, bir sahâbenin Hz. Peygamber adına yalan söylemesi bize göre de mümkün değildir.

Hz. Âişe’nin Rivayetlerinin Değeri

Hz. Âişe’nin rivayetlerini diğer sahâbîlerinkinden çok daha ayrıcalıklı kılan ilk husus Hz. Peygamber’in aile hayatı hakkında çok kıymetli bilgileri bize ulaştırmasıdır.

Hz. Âişe’nin hadislerini diğer sahâbîlerin rivayetlerinden ayıran özelliklerden bir diğeri de Hz. Âişe’nin bilmediği bir şeyi duyduğu zaman onu iyice öğreninceye kadar Hz. Peygamber’e tekrar tekrar sormasıydı.[744] Hz. Âişe diğer sahâbenin aksine Hz. Peygamber ile çok daha fazla baş başa kalmakta ondan duyduklarını gayet rahat bir şekilde irdeleyebilmekteydi. Sohbet havasında geçen bu konuşmalarda Hz. Âişe pratik zekâsı sayesinde hemen Rasûlullah’ın sözlerini derinlemesine düşünüyor. Akla aykırı veya zahiren Kur’ân’a aykırı olduğunu düşündüğü konularda Rasûlullah’a itiraz ediyordu. Bu durumu Hz. Peygamber’e sorduğunda Hz. Peygamber kendisine işin aslını açıklıyordu. Hz. Âişe’nin bu sorgulayıcı aklını göstermesi açısından burada bazı rivayetleri aktarmamız uygun olacaktır.

Bir gün Hz. Peygamber Hz. Âişe’ye: “Bir ordu savaşmak üzere Kâbe’ye doğru yola çıkar. Beydâ’ya gelince başından sonuna kadar herkes yerin dibine batırılır.” buyurdu. Hz. Âişe: “Yâ Rasûlallah! İçlerinde pazara gitmek için yola çıkanlar ve ordudan olmayanlar olduğu halde ordudakilerin tümü nasıl yerin dibine batırılır?” diye sordu. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Onların başından sonuna kadar hepsi yerin dibine batırılır. Sonra kıyamet gününde niyetlerine göre diriltilirler.”[745]

Hz. Âişe Rasûlullah’ın şöyle buyurduğunu bize aktarmıştır: “Kim Allah’a kavuşmayı arzu ederse Allah da o kimseyle buluşmayı sever. Kim de Allah’la beraber olmaktan hoşlanmazsa Allah da o kimseyle beraber olmayı sevmez.” Hz. Âişe: “Ey Allah’ın Rasûlü hepimiz ölümden hoşlanmayız.” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “O anlamda değil mümin son nefesinde ve her anında Allah’ın rahmeti, rızası ve cenneti ile müjdelendiğinde Allah’a kavuşmayı arzu eder. Allah da o kimseyle bir araya gelmeyi arzu eder. Kâfir ise hayatında ve ölüm anında Allah’ın gazabı ve azabıyla müjdelenince Allah’a kavuşmayı istemez. Allah da onunla birlikte olmaktan hoşlanmaz.” buyurdu.[746]

Hz. Âişe’nin nakline göre Rasûlullah: “Kıyamet günü inceden inceye hesaba çekilen bir kimse muhakkak helak olur.” buyurdu. Hz. Âişe: “Ya Rasûlallah! Allah Teâlâ: ‘Kimin kitabı sağından verilirse, kolay bir hesapla hesaba çekilecek.’[747] buyurmuyor mu?” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah: “Bu senin söylediğin ancak bir arzdır. Kıyamet günü ince hesaba çekilecek kimse muhakkak azap olunur.” buyurdu.[748]

Hz. Âişe’nin yanına yahudi bir kadın gelmişti. Hz. Âişe ona güzel bir koku verdi. Kadın, Hz. Âişe’ye: “Allah seni kabir azabından korusun.” diye dua etti. Hz. Âişe dedi ki: “Kalbime bu hususta şüphe düştü. Rasûlullah gelince bu meseleyi ona sordum: ‘Ya Rasûlallah! Kabrin azabı var mı?’ Bunun üzerine Rasûlullah: ‘Evet, hiç şüphesiz onlara kabirlerinde hayvanların işiteceği şekilde azap edilir.’ buyurdu.”[749]

Hz. Âişe bazı soruları Hz. Peygamber’e ilk soran kişi olmak ayrıcalığına da sahipti. Örneğin: “Yer başka bir yer, gökler de (başka gökler) haline getirildiği, (insanlar) bir ve gücüne karşı durulamaz olan Allah’ın huzuruna çıktıkları gün (Allah bütün zalimlerin cezasını verecektir).”[750] âyetinde bahsedilen günde insanların nerede olacağını Hz. Âişe Hz. Peygamber’e sorduğunda Hz. Peygamber: “Bunu, ümmetimden senden önce hiç kimse bana sormadı. İnsanlar o gün Sırât üzerinde olacaklar.” buyurdu.[751]

Bir gün Mesrûk Hz. Âişe’nin yanında uzanıyordu. Hz. Âişe kendisine: “Ey Ebû Âişe! Rasûlullah’a bunu ilk soran bendim. Rasûlullah da bana: “Cibril’i sadece iki defa kendi sûretinde gördüm. Onun gökten inerken büyüklüğünden dolayı gökle yer arasını kapladığını gördüm.” buyurdu.[752]

Hz. Âişe’nin rivayetlerini diğer sahâbîlerin rivayetlerinden ayıran diğer bir fark da onun olayları tarihsel bir süreç olarak müşahede edebilmesiydi. Bunu bir örnekle açıklayacak olursak; sahâbîlerin bazıları Hz. Peygamber’den: “Kurbanlık hayvanların etlerinin üç gün içerisinde tüketilmesi gerektiği”[753] şeklinde rivayetler aktarmışlardır. Hz. Peygamber böyle bir emri o sene Medine’ye gelen bedevilerin aç kalmaması için belli bir süreliğine vermişti. Fakat sahâbenin hepsi sürekli Hz. Peygamber’in yanında olmadığı için ve sonraki tatbikattaki değişikliklerden haberdar olmadığı için kendisine soru soranlara bu bilgi etrafında cevap verecekti. Aşağıdaki rivayette görüleceği üzere Hz. Âişe de bu bilgiyi bize aktarmış. Fakat bunun daha sonra tatbikatta serbest bırakıldığı bilgisini de bize ulaştırmıştır.

Hz. Âişe: “Rasûlullah zamanında bayram günü çöl halkından bedeviler geldiler. Rasûlullah: ‘Üç gece et biriktirin. Sonra kalanı tasadduk edin.’ buyurdu. Bundan bir müddet sonra ashâb: ‘Ya Rasûlallah! İnsanlar su tulumlarını kurbanlarından yapıyor. Onların yağını eritiyorlar.’ dediler. Rasûlullah: ‘Ne o?’ diye sordu. Onlar: ‘ Sen kurban etlerinin üç geceden sonra yenmesini yasak ettin. ’ dediler. Bunun üzerine: ‘Ben sizi ancak şu zayıf bedevilerden dolayı menettim. Artık yiyin, biriktirin ve tasadduk edin.’ buyurdular.”[754] [755]

Bununla ilgili başka bir örnek de Rasûlullah’ın oturarak namaz kılmasıdır. Hz. Âişe: “Rasûlullah gece namazını ayakta kılardı. Yaşlandığı zaman oturarak ”753 kılmaya başladı. Otuz-kırk ayet kaldığında kalkar, okur, sonra secde ederdi. demiştir. Burada Hz. Âişe Hz. Peygamber’in ancak yaşlandıktan sonra namazlarını oturarak kıldığını bildirmek suretiyle konunun suistimal edilmesinin önüne geçmiştir.

Hz. Âişe’nin rivayetlerini önemli kılan bir diğer nokta onun hadislerin doğru anlaşılmasına ve aktarılmasına çok önem vermesiydi. Zira Hz. Peygamber’den yanlış aktarılacak bir bilgi toplumu olumsuz yönde etkileyecekti. Dinde olmayan bir şey dinin kendisi gibi telakki edilecekti. Yahut Hz. Peygamber’in sünnetinde olmayan bir uygulama onun sünneti gibi diğer insanlar tarafından tatbik edilecekti.

Hz. Âişe’nin hadislerin doğru aktarılmasına verdiği önemi göstermesi açısından Urve’den aktarılan şu rivayet çok önemlidir: “Abdullah b. Amr hacca giderken bizim yanımıza uğradı ve Rasûlullah’ın şu sözlerini nakletti: ‘Şüphesiz Allah ilmi size verdikten sonra hafızalarınızdan zorla söküp almaz. Fakat bunu ken­dilerinden ilim adamlarını bilgileriyle birlikte toplumun içinden çekip alarak yapar. Artık geride çok cahil birtakım insanlar kalır. Halk tarafından bunlara dinî şeyler sorulur. Onlar da şahsî görüşlerine göre cevap verirler. Böylece hem insanları saptırırlar, hem de kendileri sapar giderler.’ Ben bu hadisi Peygamber’in eşi Âişe’ye rivayet ettim. Abdullah b. Amr daha sonra bir hac daha yaptı. Âişe bana: ‘Ey kız kardeşimin oğlu! Abdullah b. Amr’a git de senin bana ondan rivayet etmiş olduğun hadisi benim için bir tespit et!’ dedi. Bunun üzerine ben ona gittim ve o hadisi kendisine sordum. Abdullah b. Amr, bana söz konusu hadisi daha önce rivayet ettiği gibi aynen nakletti. Akabinde Âişe’ye geldim ve bunu kendisine haber verdim. Âişe hayret etti ve: ‘Vallahi Abdullah b. Amr bu hadisi sağlam ezberlemiş.’ dedi.”[756] Görüldüğü gibi Hz. Âişe Abdullah b. Amr’ın hadisi doğru aktarıp aktarmadığını tetkik için, bir sene sonra kendisine tekrar sordurmuştur.

Ayrıca Hz. Âişe hadislerin Hz. Peygamber’in aktardığı gibi anlaşılır bir şekilde aktarılmasına da çok ehemmiyet veriyordu.

Bir gün Ebû Hüreyre Hz. Âişe’nin odasının yanına oturmuştu. Hz. Âişe o esnada namaz kılmaktaydı. Ebû Hüreyre, Hz. Âişe’ye: “Ey evin sahibi bana kulak ver.” diye iki defa seslenmiş ve bir hadis aktarmıştı. Hz. Âişe namazını bitirince şöyle dedi: “Ey Urve! Sen Ebû Hüreyre’nin bu davranışını ve hızlıca söylediği bu hadisi beğendin mi? Şunu iyi bilin ki Rasûlullah bir söz söylediği zaman onu saymak isteyen bir kimse sayabilirdi.”[757] demiştir.

Hz. Âişe hadislerin yazdırılmasına ve mana ile rivayetine de karşı çıkmıyordu. Fakat onun en çok dikkat ettiği husus mananın bozulmaması ve anlatılmak istenen şeyin kişilere doğru bir şekilde ulaştırılmasıydı.

Urve’den gelen şu rivayette Hz. Âişe’nin bu husustaki hassasiyeti açıkça görülmektedir: “Bir gün bana Âişe şöyle dedi: ‘Oğlum duydum ki sen, benden hadis yazıyor sonra da dönüp onu yazdırıyormuşsun?’ Ben: ‘Evet, bir hadisi senden dinliyor sonra da gidip onu başka bir lâfızla rivayet ediyorum.’ dedim. Bunun üzerine Âişe: ‘Manada bir muhalefet ve yanlışlık yapıyor musun?’ dedi. Ben: ‘Hayır.’ dedim. Âişe: ‘Öyleyse bunda -mana ile rivayet etmende- bir beis yoktur.’ dedi.”[758]

Hz. Âişe kuşkusuz sahâbenin en bilginleri arasındaydı. Fakat herkesin olduğu gibi kendisinin de bazen bilmediği veya çok iyi malumata sahip olmadığı durumlar bulunuyordu. Böyle durumlarda kesinlikle kibir yapmaz, kendisine soru soran şahsı o konuyu daha iyi bildiğini düşündüğü diğer sahâbîlere gönderirdi. Kaynaklarda böyle durumları ifade eden pek çok rivayet bulunmaktadır. Bunlardan bazılarını aşağıda zikrettik.

İmrân b. Hıttân Abdullah b. Abbâs’a ipek elbise giymenin hükmünü sormuştu. İbn Abbâs da bu konuyu Hz. Âişe’ye sormasını söylemişti. İmrân Hz. Âişe’ye giderek aynı soruyu ona yöneltti. Bunun üzerine Hz. Âişe İmrân’a: “Abdullah b. Ömer’e sor.” demişti. İmrân Abdullah b. Ömer’e sorduğunda o şöyle cevap verdi: “Ebû Hafs bana Rasûlullah’ın: ‘Kim dünya da ipek elbise giyerse ahirette giyemez.’ buyurduğunu söyledi.” dedi.[759]

Şurayh b. Hâni Hz. Âişe’ye gelerek mestler üzerine mesh meselesini sormuştu. Hz. Âişe ona: “İbn Ebî Tâlib’e git ve ona sor; çünkü o, Rasûlullah ile birlikte seferlere çıkıyordu.” dedi. Şurayh aynı soruyu Hz. Ali’ye sorduğunda o: “Rasûlullah misafir için üç gün üç geceyi, mukim için de bir gün bir geceyi müddet tayin etti.” dedi.[760]

Hz. Âişe’ye kadınların nasıl bir kıyafetle namaz kılabileceği soruldu. Hz Âişe soruyu soran kimseye: “Bu soruyu Ali’ye sor, sonra onun ne cevap verdiğini bana bildir.” dedi. O şahıs Hz. Ali’ye gitti ve bu soruyu ona sordu. Hz. Ali: “Bütün vücudu kapatan uzun ve bol bir dış elbise ve başörtüsüyle namazını kılar.” dedi. O şahıs Hz. Âişe’ye geldi ve Hz. Ali’nin cevabını ona aktardı. Hz. Âişe, Hz. Ali’nin verdiği cevabı tasdik etti.[761]

Sumâme b. Hazn el-Kureyşî Hz. Âişe’ye şıra hakkında bir soru sormuştu. Hz. Âişe Habeşlî bir cariyesini çağırarak: “Buna sor. Çünkü bu Rasûlullah’a şıra yapardı.” dedi. Habeşli cariye de: “Rasûlullah’a geceden bir tulum içinde şıra yapar ağzını bağlar ve asardım. Peygamber sabahlayınca onu içerdi.” dedi.[762] [763]

Hz. Âişe’nin Hadis Tenkitçiliği

Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Âişe, sahâbe tarafından yanlış anlaşılıp, yanlış aktarılan birçok konuyu düzeltmek zorunda kalmıştır. Hz. Âişe’nin diğer sahâbenin rivayetlerine yaptığı bu düzeltmeler hususunda müstakil kitaplar yazılmıştır. Bu kitapların en meşhurları Zerkeşi’nin el-Icâbe li-Îrâdi Mestedrekethu Âişe ale ’s-Sahâbesi ve Süyûtî’nin (ö. 911/1505) Aynu ’l-Isâbe fi Istidrâki Âişe ale ’s- Sahâbe16 isimli eserleridir. Günümüzde yapılan çalışmalar içerisinde ise Cihan Rıf‘at Fevzi’nin es-Seyyidetü Âişe ve Tevsîkuhâ li ’s-Sünneti isimli eseri de önemli bir çalışmadır.

Hz. Âişe’nin yaptığı tenkitlerde hareket noktası Kur’ân ve Sünnet’ti. Hz. Âişe bu iki kaynaktan aldığı İslâmî kültürüne, kendi müşahede ve düşüncelerini de katarak, pek çok meselede İslâm cemiyetini aydınlatan bir ilim ve fazilet meşalesi olmuştu.[764]

Özellikle Hz. Peygamber’in kişiliğinin doğru anlaşılması noktasında Hz. Âişe’nin İslâm ümmetine katkısı çok büyüktür.[765] Hz. Peygamber’i insan olma vasfının ötesine taşıyan düşünceler henüz Hz. Peygamber hayattayken bile vardı.[766] Hz. Âişe toplumdaki bu yanlış düşüncelere itiraz ederek Hz. Peygamber’in sadece bir kul ve peygamber olduğunu insanlara hatırlatmayı bir vazife kabul etmişti.

Mesrûk’tan rivayete göre, şöyle demiştir: “Âişe’nin yanında oturmuştum. Bana künyemle hitap ederek: ‘Ey Ebû Âişe! Üç şey vardır ki bunlardan birini söyleyen Allah’a en büyük iftirayı yapmış olur. Kim, Muhammed Rabbi’ni gördü derse Allah’a karşı en büyük iftirayı yapmış olur. Çünkü Allah: ‘Gözler O’nu göremez; hâlbuki O, gözleri görür. O, eşyayı pekiyi bilen, her şeyden haberdar olandır.’[767] buyurur ve yine: ‘Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hakîmdir.’[768] buyurur.’ Ben yaslanmış durumdaydım, oturuş vaziyetine geldim ve: ‘Ey müminlerin annesi! Benim konuşmama müsaade eder misin? İşi aceleye getirme.’ dedim. Allah: ‘Andolsun onu bir defa daha görmüştü.’[769] yine ‘Andolsun ki onu apaçık ufukta görmüştür.’[770] buyurmamış mıdır?’ dedim. Bunun üzerine Âişe şöyle dedi: ‘Vallahi, bu konuyu Rasûlullah’a ilk soran benim, Rasûlullah şöyle buyurmuştu: ‘O görülen Cebrail’dir. Cebrail’i kendi yaratıldığı şekilde iki defa gördüm. Onu gökten inerken ve yaratılışının büyüklüğü gök ile yer arasını kaplamış olarak görmüştüm.’

Âişe devam ederek: ‘Her kim Muhammed’in, Allah tarafından indirilenlerden bir şeyler gizlediğini iddia ederse Allah’a karşı büyük bir iftira etmiş olur. Çünkü Allah: ‘Ey Rasûl! Rabbi’nden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.’[771] buyuruyor. Her kim de peygamberin, yarın olacak hadiseleri bildiğini iddia ederse yine Allah’a büyük bir iftira etmiş olur. Çünkü Allah: ‘De ki: Göklerde ve yerde, Allah’tan başka kimse gaybı bilmez. Onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.’[772] buyuruyor.’[773]

Sahâbe aralarında ihtilaf olan konularda diğer sahâbîleri hakem tayin ederlerdi. İşte bu dönemde ilmî birikimi sebebiyle Hz. Âişe hakemliğine en çok başvurulan sahâbe arasında geliyordu.

İbn Ömer’e, Ebû Hüreyre: “Ben Rasûlullah’ı: ‘Her kim bir cenazenin arkasın­dan yürürse, ona bir kîrât ecir vardır.’ buyururken işittim.” diyor dediler. İbn Ömer: “Ebû Hüreyre de bize hadis rivayet etmekte çok oluyor.” dedi ve Hz. Âişe’ye birini göndererek bu meseleyi sordurdu. Hz. Âişe, Ebû Hüreyre’yi tasdik etti. Bunun üzerine İbn Ömer: “Vallahi biz pek çok kîrâtlarda kusur ettik.” dedi.[774]

Hz. Âişe sahâbîleri pek çok yönden tenkit etmiş, eleştirmiştir. Fakat bu eleştirileri yaparken muhatabının durumuna göre çok nezih bir dil kullanmaya dikkat etmiştir.

İbn Ömer’in: “Dirilerin ağlaması yüzünden ölü, azap görür.” sözü Hz. Âişe’ye hatırlatıldığı zaman şöyle dedi: “Ebû Abdurrahman’ı Allah affetsin. Yalan söylemedi. Fakat unuttu veya hatalı konuştu. Çünkü Rasûlullah, yahudi bir kadının kabri yanından geçti ve: ‘Onlar ölü için ağlıyorlar o ise kabrinde azap görüyor.’ buyurdu.” demişti.[775]

Sahâbenin Hz. Âişe’ye İtiraz Ettiği Konular

Hz. Âişe sahâbeyi pek çok konuda eleştirmiştir. Fakat bazı rivayetler vardır ki Hz. Âişe’nin yaptığı eleştiriler doğru kabul edilmemiştir. Tabi ki Hz. Âişe ancak Hz. Peygamber’den gördüklerini rivayet etmiştir. Fakat yer ve zamana göre Hz. Peygamber’in de farklı uygulamaları muhakkak olmuştur.

Ebû Hüreyre’nin bir ayakkabı ile yürümenin yasaklanması hakkında rivayet ettiği bir hadisin Hz. Âişe’ye ulaşması üzerine o, bir ayakkabı ile yürüdü ve: “Ebû Hüreyre’ye muhalefet ediyorum.” demişti.[776]

Hz. Âişe’den: “Hz. Peygamber bazen bir tek nalınla yürürdü.”[777] şeklinde rivayetler aktarılmıştır. Fakat Hz. Âişe muhtemelen ev hali içerisinde Rasûlullah’tan gördüğü özel bir durumu genele teşmil etmişti. Bu sebeple ilim ehli Hz. Âişe’nin rivayetine iltifat etmemiş, onu hüccet olarak almamıştır. Çünkü sünnete uygun düşmemektedir.[778]

Başka bir örnekte Hz. Âişe: “Rasûlullah üzerine Kur’ân indirildiğinden itibaren ayakta küçük abdest bozmadı.”[779] şeklinde bir rivayet aktarmıştır. Fakat bazı sahâbîlerden bunun aksi yönünde şehadetler aktarılmıştır.[780] Bu durumda Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’i genelde evde görmesi sebebiyle böyle bir durumla karşılaşmadığını düşünmek daha doğru olacaktır. Bu sebeple diğer sahâbeden gelen rivayetler daha doğru kabul edilmelidir.

Hz. Âişe Ebû Hüreyre’nin birçok rivayetini eleştirmiştir. Fakat Ebû Hüreyre’nin de Hz. Âişe’ye itiraz ettiği zamanlar olmuştur. Hz. Âişe’nin: “Ey Ebû Hüreyre! Rasûlullah’tan çok hadis rivayet ediyorsun.” demesi üzerine Ebû Hüreyre: “Evet anne! Vallahi beni ayna, sürme ve boyadanlıklar meşgul etmiyordu.” diyerek Hz. Âişe’ye itiraz etmiştir. Ebû Hüreyre’nin bu sert çıkışına Hz. Âişe: “Belki.” diye mukabele etmekle yetinmiştir. Böylece o, Ebû Hüreyre’nin hadis rivayeti konu­sundaki kararlı davranışına hak vermiştir.[781]

Yine Hz. Âişe, İbn Ömer’e: “Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği hadisler arasında kabul etmeyip reddettiklerin var mıdır?” demesi üzerine o: “Hayır. Fakat Ebû Hüreyre cüretli, biz çekingen ve korkak...” demiş, orada hazır bulunan ve konuşmaya şahit olan Ebû Hüreyre: “Ben ezberledim, onlar unuttular. Bunda benim günahım ne?” sözü ile cevap vermiştir. Onlar bu durum karşısında sadece sükût etmişlerdir.[782]

Sahâbîlerin Hz. Âişe’ye itiraz ettiği bir diğer konu süt evlatlar hakkındadır. Bir gün Ebû Huzeyfe’nin hanımı Sehle bint Süheyl b. Amr el Kurayşî gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü! Biz Sâlim’e kendi evladımız gözüyle bakardık. Ben ve Ebû Huzeyfe ile birlikte aynı evde kalıyor ve beni başı, yakası ve kolları açık vaziyette görüyordu. Şimdi ise Allah senin de bildiğin gibi evlatlıklarla alakalı hükmünü indirdi.[783] Bu konuda sizin görüşünüz nedir?” diye sordu. Peygamber de ona: “Onu emzir.” buyurdu. Sehle de Sâlim’i beş kez emzirdi. Sâlim böylelikle onun süt evladı olmuş oldu. Bu olay sebebiyle Hz. Âişe kız kardeşlerinin kızlarına ve oğlan kardeşlerinin kızlarına, kendisiyle görüşmek için yanına girmek isteyen kimseleri emzirmelerini emrederdi. Eğer evlat edinilecek kimse büyük ise beş defa emzirilmelerini emrederdi. Sonra o kimse Hz. Âişe’nin yanına girebilirdi. Hz. Ümmü Seleme ile Hz. Peygamber’in diğer hanımları beşikte iken süt emmedikçe yaşlı olanların emmesiyle sütkardeşliğini kabul etmediklerinden kimseyi yanlarına kabul etmezlerdi ve Hz. Âişe’ye: “Allah’a yemin olsun bilmiyoruz ama umulur ki Sehle’nin Sâlim’i emzirmesini emretmesi sadece Sâlim’e mahsus bir ruhsat idi. Diğer kimseler için geçerli değildi.” derlerdi.[784]

Sahâbenin Hz. Âişe’ye itiraz ettiği konulardan biri de Hz. Peygamber’in ikindiden sonra iki rekât sünnet namaz kılıp-kılmadığı meselesidir. Konuyla ilgili birbirinden farklı çok fazla rivayet olduğu için sadece bunu belirtmekle iktifa edeceğiz.[785]

Hz. Âişe Vesilesiyle Kaldırılan Bidatler

Hz. Âişe’nin vesilesiyle veya onun rivayet ettiği hadisler sebebiyle ileride müslümanlar için büyük sıkıntı oluşturabilecek birçok konu büyük oranda açıklığa kavuşturulmuştur. Aynı şekilde birçok hurafenin de Hz. Âişe vesilesiyle kesin bir şekilde kaldırıldığını görmekteyiz.

Hz. Âişe vesilesiyle kaldırılan bazı hurafeler şunlardır. İbn Abbâs’tan: “Allah’a yemin olsun ki Rasûlullah Âişe’ye umreyi zilhicce ayında yaptırdı ki müşriklere ait bir inancı ortadan kaldırmış olsun. Çünkü Kureyş’ten şu kabile ile onların yoluna uyanlar şöyle derlerdi: ‘Hac yolculuğunda develerin dökülen yünleri yeniden çıkıncaya kadar, develerin sırtındaki semer yaraları iyileşinceye kadar ve safer ayı geçtiğinde umre yapmak isteyene umre yapmak helâl olur.’ Zilhicce ayıyla muharrem ayı çıkıncaya kadar umre yapmayı haram sayarlardı.”[786]

Hz. Âişe vesilesiyle kaldırılan bir diğer hurafe de şevvâl ayında evlilik konusudur. Câhiliye döneminde, eskiden şevvâl ayında meydana gelen bir tâ‘ûn hastalığı sebebiyle bu ay uğursuz sayılmaktaydı.[787] Hz. Âişe bu bâtıl inancın hiçbir kıymeti olmadığını kendi düğününü örnek göstererek insanlara anlatmaktaydı.

Hz. Âişe: “Hz. Peygamber benimle şevvâl ayında nikâhlandı ve şevvâl ayında evlendi. Onun hangi hanımı onun yanında benden daha değerlidir. Bu sebeple Hz. Âişe yakını olan kimselerin şevvâl ayında evlenmelerini severdi.”[788]

Sonraki yıllarda müslümanlar için sorun oluşturabilecek en önemli konulardan birisi de hayız meselesiydi. Ancak Hz. Âişe ve diğer ümmühâtü’l- müminînin rivayetleri sayesinde bu konu büyük ölçüde aydınlanmıştır.

İslâm öncesinde yahudiler, kadın hayız olduğunda onunla ne yer, ne de içerlerdi ve onu bulundukları odadan dışarı çıkarırlardı. Evde onlarla birlikte bulunmazlardı.[789] O dönemde yahudilerle yoğun etkileşim halinde bulunan Medineli ensâr da onların bu davranışlarından etkilenmiş olmalıydı. Daha sonra bu durumu Hz. Peygamber’e sormuşlar ve Allah bu konu hakkında: “Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki: O bir rahatsızlıktır...”[790] âyetini indirmişti. Rasûlullah erkeklere hayız durumunda hanımlarıyla birlikte yiyip içmelerini, evde ve odalarda onlarla birlikte olmalarını, cinsel ilişki haricinde her şeyi yapmalarını emretmişti.[791]

Kadınların hayız hali hakkında en ayrıntılı bilgiler ümmühâtü’l-müminînden gelmiştir. Ümmühâtü’l-müminîn içinde özellikle Hz. Âişe’den gelen rivayetlerin konunun tam olarak anlaşılması noktasında çok büyük önemi vardır. Eski uygulama ve alışkanlıklar toplumu öylesine etkilemişti ki Hz. Peygamber Hz. Âişe’den seccadesini istediği zaman Hz. Âişe: “Hayızlıyım.” diye karşılık vermişti. Bunun üzerine Rasûlullah: “Onu bana uzat. Çünkü hayız senin elinde değildir.” buyurmuştu.[792]

Yine Hz. Âişe’den gelen rivayetlerle bu konu hiçbir kapalı yönü kalmayacak şekilde açıklanmıştı. Hz. Âişe’den gelen rivayetlerde kendisi hayızlıyken Hz. Peygamber’in başını taradığı[793] ve Rasûlullah’ın Hz. Âişe’nin kucağına yaslanıp Kur’ân okuduğu[794] belirtilmektedir. Hz. Peygamber’in hayız konusunda toplumu irşadındaki son nokta Hz. Âişe’den gelen şu rivayettir: “Ben hayızlı iken bir şey içer sonra onu Peygamber’e verirdim. O da ağzını benim ağzımın değdiği yere koyarak içerdi. Ben hayızlı iken kemiğin etini ısırır sonra onu Peygamber’e verirdim. O da ağzını benim ağzımın değdiği yere koyardı.”[795]

Kanaatimizce Hz. Âişe’den gelen bu sahih rivayetler olmasaydı, İslâm toplumlarında eski dönemlerden kalan bu yanlış uygulamalar sanki İslâm’ın kendisindenmiş gibi yaşatılmaya devam edecekti.

Hz. Âişe’nin toplumu aydınlattığı bir diğer husus da kadının toplumdaki değeri meselesidir. Câhiliye devrinde kadın toplumda ikinci sınıf insan muamelesi görmekteydi. Bunun bazı tezahürleri aşağıda görüleceği üzere İslâmî dönemde de görülmekteydi. Hz. Âişe kadını ikinci sınıf insan olarak gören bu anlayışın İslâmî gelenekte yer bulmaması için yerinde müdahaleler yaparak bunu engellemeye çalışmıştı.

Ebû Hüreyre’nin Rasûlullah’tan: “Uğursuzluk şu üç şeydedir; evde, kadında ve atta.” şeklinde bir rivayet aktardığı Hz. Âişe’ye sorulunca, o şöyle cevap verdi: “Ebû Hüreyre iyi ezberlememiş, o girdiğinde Rasûlullah: ‘Allah, yahudileri kahretsin. Onlar, uğursuzluk şu üç şeydedir; evde, kadında ve atta, derler.’ buyurmuştu. Ama o, hadisin başını işitememiş, sadece sonunu duymuştur.”[796]

Hz. Âişe genel manada hiçbir şeyin uğursuz sayılmayacağı görüşündeydi.[797] Çocuklar doğduğu vakit Hz. Âişe’ye getirilirdi. Onlara hayır duada bulunurdu. Bir gün kendisine bir çocuk getirilmişti. Hemen onu yatağına koymak için gitti. Bir de baktı ki başının altında bir ustura var. Usturanın ne olduğunu onlara sordu. Onlar: “Onu cinden korumak için oraya koyuyoruz.” dediler. Bunun üzerine Hz. Âişe, usturayı çocuğun başının altından alıp attı ve: “Rasûlullah bir şeyi uğursuz saymayı çirkin bulur ve ona buğzederdi.” dedi.[798]

Hz. Âişe’nin yanında namaz kılanın önünden geçen köpek, merkep ve kadının namazı bozacağından bahsedildi. Bunun üzerine o şöyle dedi: “Bizi merkeple köpeğe mi benzettiniz! Allah’a and olsun ki ben, kıble ile Hz. Pey- gamber’in arasında yatakta yatarken, onun bana doğru namaz kıldığını gördüm. Bazen bir ihtiyacım hâsıl olurdu. Ona karşı oturup, Allah Rasûlü’nü rahatsız etmek istemezdim. Bu yüzden ayak ucu tarafından yavaşça sıyrılıp yataktan çıkardım.”[799] [800]

Hz. Peygamber’den sonra zuhur eden hurafelerden biri de Rasûlullah’ın kabrinden toprak alıp götürmek şeklindeydi. Hz. Âişe bu uygulamanın önüne geçebilmek için buraya bir duvar ördürdü. Fakat insanlar bunu yanlış anlayarak yabancı bir erkek olan Hz. Ömer oraya defnedildiği için bu duvarın yapıldığını 798 zannetmişlerdi.

Hz. Âişe’ye Nispetle Uydurulan Hadisler

Tezimizin başında Şiîler’in hadis uydurma faaliyetlerinden bahsetmiştik. Hz. Ali ve Ehl-i beyt hakkındaki uydurma rivayetlerin üç yüz binden fazla olduğunu zikretmiştik.[801] Bu rivayetleri uyduran kişiler sahâbenin pekçoğunun adını kullandıkları gibi Hz. Âişe’nin ismini de kullanmışlardı. Hz. Âişe’ye bu şekilde nisbet edildiğini düşündüğümüz bazı rivayetleri buraya almanın uygun olacağını düşündük.

Hz. Âişe Allah Rasûlü’nün şöyle dediğini haber vermektedir: “Göğe yükseltildiğim zaman (İsrâ-Mîrâc Olayı) cennete girdim ve cennet ağaçlarından bir ağacın üzerine kondum. Cennette ondan daha güzel, daha beyaz, daha parlak yapraklı ve meyvesi daha güzel olan bir ağaç görmedim. Onun meyvelerinden birini aldım ve yedim. O benim sulbumda bir nutfe oldu. Yeryüzüne indiğimde Hatice ile birlikte oldum. O Fâtıma’ya hamile kaldı. O zamandan beri ne zaman cennetin kokusunu özlesem Fâtıma’nın kokusunu koklarım.”[802]

Bu rivayeti uyduranlar çok cahil oldukları için kendilerini hemen ele vermişlerdir. Ancak uydurma hadislerin tespiti noktasında maalesef her zaman bu kadar şanslı olunamamaktadır. Hz. Peygamber Mîrâc’a çıktığında Hz. Hatice vefat etmiş, Hz. Fâtıma ise dünyaya geleli yıllar olmuştu.[803]

Hz. Âişe’ye nispet edilen bazı rivayetler şunlardır: “Rüyamda peygamberi gördüm. Bana: ‘Kıbleme dönenlerin en kötüleri Haricîler’le Rafizîler’dir. Onların da en kötüleri Ali ve Seyyidü’l-Himyerî’yi[804] öldürenlerdir.’ dedi.”,[805] “Babam Ebû Bekir’in Ali’nin yüzüne çokça baktığını gördüm. Bu konuyu kendisine sorduğumda bana: ‘Rasûlullah’tan Ali’ye bakmak ibadettir.’ şeklinde bir söz duyduğunu söyledi.”[806]

Yine Hz. Âişe’ye nispetle Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu iddia edilmiştir: “Ben Ademoğulları’nın efendisiyim, Ali de Araplar’ın efendisidir.”[807]

Hz. Âişe ve Fıkıh İlmi

Fıkıh sözlükte “bir şeyi bilmek, iyi ve tam anlamak, derinlemesine kavramak” manalarına gelmektedir. İslâm’ın ilk dönemlerinde fıkıh kelimesinin kullanımı bu sözlük anlamı çerçevesinde kalmıştır. İslâm toplumunda dinî bilginin gelişip alt ilim dallarının oluşmasına paralel olarak H. II. yüzyılın sonlarından itibaren İslâm’ın ferdî ve İçtimaî hayata dair amelî hükümlerini bilmeyi ve bu konuyu inceleyen ilim dalını ifade eden bir terim halini almaya başlamıştır. Kelimenin terim anlamının netleşmesi ise daha ileriki yüzyıllardadır.[808]

Yukarıdaki tanımda da görüldüğü üzere fıkıh ilminin sistemleşip belli kaideler üzerine oturmaya başlaması H. II. asırdan sonra meydana gelmiştir. Hz. Peygamber hayatta olduğu müddet içerisinde İslâm toplumunda karşılaşılan problemlere, inen vahiy neticesinde veya Hz. Peygamber’e konunun bildirilmesi şeklinde cevap veriliyordu. Fakat Hz. Peygamber’in vefatından sonra bu görev sahâbeye kalmıştı. Sahâbe içerisinde bu işi en iyi bilenler Hz. Peygamber’i ve Kur’ân’ın ruhunu en iyi tanıyanlardı. Hz. Peygamber sonrasındaki dönemde kullanılan en önemli usul kıyastı. Kişiler sahip oldukları birikim seviyesiyle yeni olayları Rasûlullah döneminde yaşanmış olaylara kıyas ederek hüküm çıkarmaya çalışıyorlardı.

Hz. Peygamber’i en iyi tanıyanların başında gelmesi sebebiyle Hz. Âişe fıkhı en iyi bilenlerden birisiydi. Hz. Âişe’nin bu yetkinliği sebebiyledir ki şer‘î hükümlerin dörtte birinin Hz. Âişe’den nakledildiği bildirilmektedir.[809] Hz. Âişe’nin ilmi, nasların manalarına derin bir vukuf arz eden; aralarındaki irtibatın, delillerin tercihe müsait olmaması durumunda akıl hâkimiyetinin göründüğü çeşitten bir ilimdi.[810]

Sahâbeden kendisinden fetva nakledilen kişi sayısı yüz otuz civarındadır. Bunlar arasında özellikle yedi kişi öne çıkmaktadır. Bunlar Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Mes‘ûd, Hz. Âişe, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Abbâs ve Abdullah b. Ömer’dir.[811] İctihadda Hz. Âişe seviyesine çıkan başka bir kadın bulunm amaktadır.[812]

Hz. Âişe henüz Rasûlullah hayattayken Kur’ân âyetlerindeki helalleri, haramları, emir ve yasakları ezberliyordu.[813] Hz. Âişe Hz. Peygamber döneminde ezberlediği bu kaideleri Hz. Peygamber’den sonraki dönemde insanlara aktarma hususunda da çok başarılıydı.

Mesrûk’a: “Hz. Âişe ferâiz[814] konusunu iyi biliyor muydu?” diye sorulduğunda o şöyle demiştir: “Nefsim elinde olana yemin olsun ki iyi biliyordu. Zira Muhammed’in ashâbından yaşlı olan ve ileri gelenlerin dahi ona ferâiz hakkında soru sorduklarını gördüm.” demiştir.[815] Hz. Âişe’ye soru soran bu sahâbe grubunun içerisinde Hz. Ömer ve Hz. Ali de bulunmaktaydı. Şüpheye düştükleri veya cevabını bilmedikleri durumlarda ya bizzat gelerek Hz. Âişe’ye soru soruyorlardı ya da birilerini soru sormak için gönderiyorlardı.[816]

Benzer şekilde Hişâm da: “Fıkhı, tıbbı ve şiiri Âişe’den daha iyi bilen birini görmedim.”[817] demiştir.

Hz. Âişe bu engin ilmi sebebiylerdir ki Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemlerinde fetva verirdi. Bu fetva verme işini de ölünceye kadar devam ettirmiştir.[818] Hz. Âişe ve Abdullah b. Ömer Medine ekolünün de kendilerinden en çok etkilendiği iki sahâbîydi.[819]

Hadis ilmi bağlamında zikrettiğimiz birçok rivayet aynı zamanda fıkıh ve tefsir ilminin de konularıdır. Bu sebeple burada sadece birkaç örnek vermenin konunun anlaşılması bağlamında yeterli olacağını düşünüyoruz.

Mecûsîlerin kendilerine has bayramlarında pişirdikleri yemeklerden müslümanlara sunmaları üzerine, bunların yenilip yenilemeyeceği Hz. Âişe’ye sorulduğunda o: “O gün için kesilen hayvanların etlerinden yapılan yemekleri yemeyin, fakat sundukları meyvelerden yiyebilirsiniz.” demiştir.[820] Burada Hz. Âişe’nin vermiş olduğu fetvada, sorulan mesele ile Kur’ân’da yer alan, Allah’tan başkası adına kesilmiş hayvanın haram olduğuna dair âyet[821] arasındaki illet benzerliğini dikkate alarak bu hükme varmış olabileceğini söyleyebiliriz.[822]

Hz. Peygamber’in vefatından sonra sahâbe yeni içecek türleriyle tanışmıştı. Bunları içmenin haram olup olmadığı sorulduğunda Hz. Âişe: “Şayet bunlar Rasûlullah döneminde olsaydı. Bunları yasaklardı.” demiştir.[823] Hz. Âişe’nin verdiği bu hükmü kendisinden rivayet edilen: “Sarhoşluk veren her şey haramdır.”[824] rivayetiyle birlikte değerlendirdiğimizde Hz. Âişe’ye sorulan bu içeceklerin sarhoş olmaya sebep olan içecekler olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda Hz. Âişe sarhoşluk veren şeyin haram olmasını sadece onun üzümden yapılmasına bağlamamış, sarhoşluk veren her içeceği ve hatta yiyeceği haram olarak değerlendirmi ştir.[825]

Bir kadın Hz. Âişe’ye gelerek: “Ey müminlerin annesi! Benim bir cariyem vardı. Onu, Zeyd b. Erkam’a vadeli olarak sekiz yüz dirheme sattım. Sonra peşin para ile onu kendisinden altı yüz dirheme geri aldım. Ancak borcunu sekiz yüz dirhem olarak yazdım.” deyince, Hz. Âişe: “Vallahi ne kötü almışsın! Vallahi ne kötü almışsın! Zeyd’e söyle, eğer tövbe etmezse Rasûlullah ile birlikte etmiş olduğu cihâd iptal edilmiştir.” karşılığını verdi. Kadın: “Ana paramı alıp fazla kısmı iade etsem olur mu?” deyince de, Hz. Âişe buna olumlu cevap vererek: “...kime Rabbi’nden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve artık onun işi Allah’a kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar.”[826] ya da: “...eğer tövbe edip vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir...”[827] âyetlerini okudu.[828]

Hz. Âişe fıkhî hükümler konusunda bir otorite olmasının yanı sıra bu hükümlerin uygulanması hususuna da çok dikkat etmiştir.

Amre bint Abdurrahman’dan gelen şu rivayette bu hassasiyet açıkça görülebilir: “Rasûlullah’ın hanımı Âişe beraberinde kardeşi Abdullah’ın oğullarının kölesi ve iki azat ettiği cariyesi ile birlikte Mekke’ye gitti. Oradan azat edilmiş cariyeleriyle birlikte desenli kıymetli kumaştan yapılmış yeşil bir hırka gönderdi. Köle bu hırkayı alıp dikişini söktü. Kıymetli kumaşı alarak yerine ince keçe veya koyun postu dikti. Cariyeler Medine’ye dönünce hırkayı sahibine verdiler. Onlar bohçayı açınca kıymetli kumaştan hırka yerine keçeden kepenek buldular. Durumu cariyelere anlattılar. Onlar da Âişe’ye anlattılar veya mektupla bildirerek köleyi itham ettiler. Köle sorguya çekildi. Suçunu itiraf edince Âişe emir verdi ve eli kesildi.”[829]

Hz. Aişe ve Tefsir İlmi

Allah’ın kelamının en sağlam tefsiri şüphesiz yine Allah’ın kelamı ile olanıdır. Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsirinden sonra tefsirle yetkili olan merci Hz. Peygamber ve onun sünnetidir.[830] Hz. Peygamber’den sonra tefsir sahasında en mühim rolü sahâbe almıştı. Hz. Peygamber’in muhatabı olan bu muhterem zevatı tefsir sahasında iki husus yüceltiyordu. Birincisi sarsılmaz mutlak imanları; ikincisi ise hâdise ve sebepleri müşahede edip, hadiselerle hükümler arasında münasebet kurabilmeleriydi.[831] Sahâbe de tefsir konusunda ikiye ayrılıyordu. Bazı sahâbîler Allah’ın âyetlerini yanlış tevil etme korkusuyla susarak Kur’ân tefsirinden kaçınmışlardı. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Abdullah b. Ömer bu gruptaydı. Diğer bir grup ise Kur’ân’ın tefsiriyle meşgul olmuşlardı.[832] Hz. Âişe bu ikinci grupta yer alıyordu. Hz. Âişe tefsir sahasında kendisinden en fazla rivayet edilen sahâbe içerisindeydi.[833] Çünkü Hz. Âişe Rasûlullah’a olan yakınlığı sebebiyle Kur’ân âyetlerinin manasını, âyetlerin yorumunu, anlaşılması zor kelimeleri ve âyetlerin sebeb-i nüzûllerini çok iyi biliyordu.

Hz. Âişe’nin kendisine ait bir Kur’ân nüshası bulunmaktaydı. Hz. Âişe azatlısı Ebû Yûnus’a yazdırdığı bu mushafın kenarlarına tefsir mahiyetinde bazı küçük açıklamalar da yazdırıyordu.[834]

Hz. Âişe fıkhı, basireti, Kur’ân’a vukufiyeti ve Rasûlullah ile birlikteliği sayesinde ibadet, ahlâk, savaş hukuku ve muamelat hususlarında birçok âyeti tefsir ve tevil etmiştir. Bu konularda Hz. Âişe’den bin civarında tefsir ile ilgili rivayet nakledilmektedir.[835] Konumuzun sınırlarını bir hayli zorlayacağı için bu örneklerden sadece birkaçını zikredeceğiz.

Hz. Âişe’nin Kur’ân’a ve Kur’ân’ın tarihine vukufiyeti şu rivayetlerde açıkça görülmektedir.

Iraklı birisi Hz. Âişe’ye gelerek: “Hangi kefen daha hayırlıdır?” diye sormuştu. Hz. Âişe: “Zavallı adam, nasıl kefenlenirsen kefenlen, bunun sana bir zararı olur mu?” diye karşılık verdi. Adam bu defa: “Ey müminlerin annesi bana mushafını göster.” dedi. Hz. Âişe: “Neden?” diye sorunca şöyle dedi: “Bendeki Kur’ân’ı ona göre telif etmeye çalışayım. Çünkü o, okunurken harfleri aynilik arzetmiyor.” Bunun üzerine Hz. Âişe: “Ha öyle okumuşsun ha böyle, sana bir zararı var mı?” diye karşılık verdi ve şöyle devam etti: “İlk olarak Kur’ân’dan cennet ve cehennemin işlendiği bir sûre nâzil oldu. Ne zaman ki insanlar İslâm’a girmeye başladı, haram ve helale ilişkin âyetler indi. Eğer ilk olarak “şarap içmeyin!” diye bir âyet inseydi, insanlar “Asla şarabı bırakmayız!” diyerek karşı çıkarlardı. Eğer ilk olarak “zina etmeyin!” diye bir âyet inseydi, “Asla zinayı bırakmayız!” diyerek İslâm’a yanaşmazlardı. Mekke’de ben daha oyun oynayan bir çocukken Hz. Peygamber’e: ‘Bilakis kıyamet onlara vaat edilen asıl saattir ve o saat daha belalı ve daha acıdır.’[836] âyeti nâzil oldu. Bakara ve Nîsâ sûreleri ise ancak ben onunla evlendikten sonra indi.” Hz. Âişe bunları söyledikten sonra, mushafını çıkarmış ve sûrelerin âyetlerini adama imlâ ettirmişti.[837]

“Şüphe yok ki Safa ile Merve, Allah’ın koyduğu nişanlardandır. Her kim Beytullah’ı ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur...”[838] âyeti hakkında Hz. Âişe’nin yeğeni Urve: “Allah’a yemin olsun ki Safa ile Merve arasında tavaf yapmayan kimseye günah yoktur.” demişti. Bunun üzerine Hz. Âişe şöyle cevap verdi: “Ey kız kardeşimin oğlu! Sen ne kötü söz söyledin öyle! Eğer anlam, senin yorumladığın gibi olsaydı âyetteki ifade: ‘Onları tavaf (sa’y) etmemenizde günah yoktur.’ şeklinde olması gerekirdi. Allah bu âyeti ensâr hakkında indirmiştir. Onlar, müslüman olmadan önce, Müşellel bölgesinde tapındıkları Menat putu için hac yapıyorlardı ve Safa ile Merve’yi tavaf etmekten kaçınıyorlardı. Müslüman olduktan sonra bu durumu Hz. Peygamber’e arz ederek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Biz daha önce Safa ile Merve’yi tavaf etmekten kaçmıyorduk.’ dediler. Bunun üzerine Allah: ‘Şüphe yok ki Safa ile Merve, Allah’ın koyduğu işaretlerdendir. Her kim Beytullah’ı ziyaret eder veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur.’[839] âyetini indirdi. Rasûlullah da Safa ile Merve arasında say etmeyi bir sünnet olarak ortaya koymuştur. Dolayısıyla hiçbir kimsenin bunu terk etmeye hakkı yoktur.”[840]

Hz. Âişe’ye: “...İçinizdekileri açığa vursanız da gizleseniz de Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir...”[841] âyetinin tefsiri soruldu. Bunun üzerine Hz. Âişe şöyle dedi: “Rasûlullah’a sorduğumdan beri bu âyetin tefsirini bana kimse sormamıştı. Rasûlullah şöyle buyurmuştu: “Bu âyette geçen konu, kulun yakalandığı bir sıtma hastalığı, başına gelen bir musibet veya kaybettiği küçük bir miktar dünyalık için üzülmesidir. Sonunda kul madenin kıpkırmızı ateşle temizlenip çıktığı gibi günahlarından temizlenir çıkar.”[842]

Hadis sahasında olduğu gibi tefsir ilminde de bazen Hz. Âişe’nin tefsir rivayetlerine karşı çıkılıyordu. Bunu da bir rivayetle örneklendirelim.

Meryem sûresi 28. âyette Hz. Meryem’in kavminin ona: “Hârûn’un kız kardeşi.” diye hitap ettiği beyan edilmektedir. Bu konuda âlimler farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Bazı âlimlere göre İsrailoğulları, her sâliha kadına “Hârûn’un kız kardeşi” şeklinde hitap etmekteydi.

Kimisi buradaki Hârûn’un, Hz. Mûsâ’nın kardeşi olan Hz. Hârûn olduğunu, Hz. Meryem’e onun soyundan geldiği için “Hârûn’un kız kardeşi” dendiğini ifade ederken bir kısmı da âyette kastedilen Hârûn’un, Hz. Mûsâ’nın kardeşi olan Hz. Hârûn olmadığını söylemiştir. Hz. Âişe ise, söz konusu âyette geçen Hârûn’un, Hz. Mûsâ’nın kardeşi olduğunu zannediyordu. Ancak Ka‘b: “Bu âyetteki Hârûn, Mûsâ’nın kardeşi Hârûn değildir.” deyince Hz. Âişe: “Yalan söyledin.” demiştir. Bunun üzerine Ka‘b: “Ey müminlerin annesi! Nebi, bunu haber verdi. O, en iyi bilen ve haber verendir. Ayrıca ben, ikisinin arasında altı yüz sene fark olduğunu görüyorum.” deyince Hz. Âişe susmuştu.[843]

Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü üzere Hz. Âişe Kur’ân âyetlerini tevil ederken diğer âyetlere, Rasûlullah’ın sünnetine ve akla itibar ederdi.[844] Hz. Âişe bu üç unsurun dışında başka bir tevil yolunu kabul etmezdi. Özellikle tefsirde İsrailiyyat’a karşıydı.[845]

Hz. Âişe ve Şiir

Hz. Âişe şiir konusunda da döneminin en bilgili insanlarından birisiydi. Hz. Âişe’nin şiir bilgisinin en büyük kaynağı babası Hz. Ebû Bekir’di. Hz. Ebû Bekir’in tanınmış edip ve hatiplerin sözlerini gençliğinden beri dikkatle dinlediği, birçoğunu ezberlediği, bunları sık sık tekrarladığı ve ezberindeki şiirleri çok güzel okuduğu bilinmektedir.[846] Hz. Ebû Bekir şair değildi. Kendi şiirlerini okumaz sadece başka şairlerin şiirlerini aktarırdı.[847] Hz. Âişe’nin şiir bilgisinde Rasûlullah’ın etkisi yok denecek kadar az olmuştur. Kur’ân’da bildirildiği üzere: “Biz ona (Peygamber’e) şiir öğretmedik. Zaten ona yaraşmazdı da. Onun söyledikleri, ancak Allah’tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır.”[848] âyetinde ifade edildiği üzere Hz. Peygamber bir şair değildi. Fakat az da olsa bazen başkalarının şiirlerini okurdu. Nitekim Hz. Âişe Rasûlullah’ın bazen Abdullah b. Revâha veya Tarafe’ye ait olan şu mısrayı okuduğunu bildirmiştir: “Kendisine azık vermediğin kimse sana haberler getirir.”[849]

Hz. Âişe pek çok âlim tarafından yaşadığı dönemin en iyi şiir bilenlerinden biri olarak tavsif edilmiştir. Hz. Âişe hakkında Urve ve Atâ’ b. Ebî Rebâh: “Fıkhı, tıbbı ve şiiri Âişe’den daha iyi bilen birini görmedim.” demişlerdir.[850]

Benzer şekilde Ebû Zinâd: “Urve’den daha iyi şiir rivayet eden birini görmedim.” dediğinde Urve: “Benim rivayet ettiğim şiirler Âişe’nin rivayet ettiği şiirlerdir. Âişe her konu hakkında bir şiir rivayet ederdi.” demiştir.[851]

Hz. Peygamber’den gelen farklı rivayetler sebebiyle şiirin mahiyeti konusunda çeşitli tartışmalar günümüzde olduğu gibi o dönemde de yapılmıştır. Şiirin çirkin bir uğraş olduğunu iddia edenlere Hz. Âişe şöyle cevap vermiştir: “Şiirin hem güzel olanı, hem de çirkin olanı vardır. Sen güzel olanı al, çirkin olanı bırak.”[852]

Hz. Âişe’nin aktarmış olduğu şiirlerin uzunluğu göz önüne alındığında şaşırmamak mümkün değildir. Nitekim Şa‘bî: “Kuşkusuz Âişe Lebîd’den bazen yaklaşık bin beyit okurdu. Âişe’nin fıkhına ve ilmine hayret ederdim. Bunun sebebinin nübüvvet terbiyesi olduğunu düşünüyordum.” demiştir.[853] Benzer şekilde Hz. Âişe’nin bazen altmış veya yüz beyit uzunluğunda şiirler okuduğu da gelen 852 rivayetler arasındadır.[854]

Hz. Âişe özellikle ömrünün son demlerinde, gidenlere hasret duyarak şu beyitleri sık sık tekrarlardı:

Etrafında yaşayan kişiler ölüp gittiler.

Ben arkalarında uyuz bir deri gibi kaldım.

Aldatma ve ihanetle birbirlerini yiyorlar.

Onlar gibi olmayanlar ise ayıplanır oldu.[855]

Hz. Âişe ve Tıp İlmi

Hz. Âişe diğer birçok ilim dalında olduğu gibi tıp ilminde de döneminin en bilgili insanlarından biriydi.[856] Hz. Âişe’nin tıp bilgisi hakkında Hişâm: “Fıkhı, tıbbı ve şiiri Âişe’den daha iyi bilen birini görmedim.[857] demiştir. Yine benzer bir rivayette Hişâm: “Tıbbı Âişe’den daha iyi bilen birini görmedim. Kendisine bu ilmi kimden öğrendiğini sorduğumda: ‘İnsanların birbirlerine tavsiye ettikleri ilaç ve tedavileri aklımda tuttum.’ diye cevap vermişti.” demiştir.[858]

Benzer şekilde Urve de: “Ey Anneciğim! Senin fıkıh bilgine şaşırmıyorum. O Rasûlullah’ın eşi ve Ebû Bekir’in kızı diyorum. Senin şiir ve eyyâmü’l-Arab bilgine de şaşırmıyorum. O bu konuda insanların en bilgilisi Ebû Bekir’in kızı diyorum. Fakat senin tıp bilgin beni çok şaşırtıyor. Bunu nereden öğrendin?” diye sorduğunda, Hz. Âişe sırtına hafifçe vurarak: “Ey Urvecik! Rasûlullah ömrünün sonlarına doğru sürekli hasta oluyordu. Kendisine her taraftan heyetler geliyor ve bazı ilaçlar ”857 öneriyorlardı. Bu ilaçları ben hazırlıyordum. İşte tıp bilgimin sebebi budur.”[859] demişti.

Şa‘bî de: “Ey ümmü’l-müminîn! Kur’ân’ı Rasûlullah’tan öğrendin. Bu sebeple helal ve haramı bilmen normaldir. Şiir, neseb ve ahbârı da baban ve başkalarından öğrendin ki bu da normaldir. Fakat tıp bilgini nereden öğrendin?” diye sorduğunda Hz. Âişe: “Rasûlullah’a heyetler geliyordu. Bu heyetler içerisinde sürekli hasta olan insanlar bulunuyordu. Onlara tavsiye edilen ilaçları ezberledim.” demişti.[860]

Fakat Hz. Âişe’den gelen bu tıp bilgilerinin ve tedavi şekillerinin yeterince muhafaza edilmediği, ölümüyle birlikte bu bilgilerin kaybolduğu da gelen rivayetler arasındadır. Urve: “Âişe’nin tıp ilmine dair olan bilgisinin çoğu gitti. Ondan bunları sormadım.” demiştir.[861]

Rivayetlerde de görüldüğü üzere Hz. Âişe’nin tıp bilgisinin büyük bir kısmı insanların tecrübelerinin muhafaza edilip aktarılması şeklindeydi. Buna ek olarak Hz. Peygamber’den gelen tıp ilmine dair hadisler ve uygulamalar da Hz. Âişe’nin tıp ilminin kaynaklarıydı. Ayrıca Hz. Ebû Bekir’in eşlerinden olan Esmâ bint Umeys de tıp ilmi konusunda oldukça bilgili bir bayandı.[862] Hz. Âişe’nin ondan da pek çok şey öğrendiğini söyleyebiliriz.

Hz. Âişe’den rivayet edilen bazı hadislerde birtakım besinlerin faydalarından bahsedilmektedir. Çörek otu,[863] bulamaç (telbîne) yemeği,[864] ve acve hurması[865] bu besinlerden bazılarıdır.

Hz. Âişe, Hz. Peygamber’den bazı tedavi yöntemleri de aktarmıştır. Örneğin ateşli hastalığı olan kimselerin, bugün de uygulandığı üzere, soğuk suyla ateşinin düşürülmeye çalışılması bu yöntemlerden birisidir.[866]

Hz. Âişe Rasûlullah’ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Şüphesiz ki yandaki boşluk böbreğin köküdür. O harekete geçtiği takdirde sahibine eziyet verir. Siz de onu sıcak su ve bal ile tedavi ediniz.”[867]

Bugün uygulanmakta olan karantina uygulaması da Hz. Âişe’de gelen rivayetlerde mevcuttur. Kendisine tâ‘ûn hastalığı hakkında soru sorulduğunda o: “Rasûlullah’a tâ‘ûna dair soru sorduğunu haber vermiştir. Allah’ın Peygamberi de ona tâ‘ûnun, Allah’ın daha önce dilediği kimseler üzerine gönderdiği bir azap olduğunu, daha sonra Allah’ın onu müminlere bir rahmet kıldığını haber vermişti. Ayrıca Hz. Peygamber: “Bir kulun bulunduğu beldede tâ‘ûn ortaya çıkar, o da sabrederek Allah’ın kendisi için yazdığından başkasının kendisine isabet etmeyeceğini bilerek şehrinde kalırsa, mutlaka ona şehit gibi ecir verilir.” buyurmuştu.[868]

Hz. Âişe’den gelen tedavi tavsiyelerinden bir tanesi de şu şekildedir: “Bir kişi Rib‘ hummasına yakalanınca bir kabın dörtte üçünü yağ, kalanını da süt ile doldurup karıştırıp içsin.”[869]

Hz. Âişe’nin tıp bilgisi sadece maddî unsurlardan meydana gelmiyordu. Manevî tedavi yöntemlerinin de Hz. Âişe’nin tıp bilgisine dâhil olduğunu görmekteyiz. Örneğin Hz. Peygamber’in: “Göz değmesinden Allah’a sığınınız, çünkü göz değmesi haktır.”[870] buyurduğu, dilimizde nazar olarak ifade edilen rahatsızlığın tedavisi için şöyle bir uygulamanın yapıldığını rivayet etmektedir: “Nazarı değen kimse abdest alır. Sonra kendisine nazar değen kimse de o abdest suyundan gusleder.”[871]

Ayrıca Rasûlullah nazar değmesinden dolayı rukye[872] yapmasını da Hz. Âişe’ye emir buyurmuştu.[873] [874] Hz. Âişe’de bu sebeple rukye ile tedaviyi uygulardı. Kays b. Muhammed b. el-Eş‘as’a gözündeki rahatsızlık sebebiyle rukye yaptığı 872 kaynaklarda zikredilmektedir.

Hz. Âişe Rasûlullah’ın vefatına sebep olan hastalığında da kendisinden gördüğü usul üzere Muavvizeteyn’i okuyarak onun üzerine üflüyordu. Tek farkla ki Hz. Peygamber hasta üzerinde kendi eliyle mesh ediyordu. Fakat Hz. Âişe Rasûlullah’ı elinin bereketi daha fazla olduğu için onun eliyle mesh ediyordu.[875]

Hz. Âişe helal ve haramlar noktasında gösterdiği hassasiyetini tedavi için de aynen koruyordu ve haram olan bir tedavi usulünü asla tasvip etmiyordu. Bu sebeple Hz. Âişe: “İçkiyle tedavi olan kimseye Allah şifa vermesin.” derdi.[876] Benzer şekilde o dönem de Araplar arasında uygulanan deve idrarıyla tedaviyi de kerih görürdü.[877]

Hz. Âişe her konuda olduğu gibi bâtıl inançlara tıp alanında da karşıydı. Hz. Âişe’nin yanına tedavi etmesi için Mahreme isminde bir çocuk gönderilmişti. Hz. Âişe küçük çocuklarda görülen bu yarayı tedavi ettikten sonra, ayaklarında iki yeni halhal gördü. Bunun üzerine Hz. Âişe şöyle dedi: “Sizler bu iki halhalın Allah’ın onun hakkında yazıp takdir etmiş olduğu herhangi bir hususu önleyeceğini mi düşünüyorsunuz? Şayet bunları önceden görseydim asla onu tedavi etmezdim.”[878]

Hz. Âişe ve Rüya Yorumu

Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamber’in huzurunda birçok kere rüya yorumu yapmış, bu işte mahir bir kimseydi.[879] Hatta Hz. Peygamber’den sonra rüya yorumu hususunda insanların en bilgilisiydi.[880] Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ bint Ebû Bekir ve Hz. Ebû Bekir’in eşi Esmâ bint Umeys de rüya tabiri konusunda Hz. Ebû Bekir’den pek çok şey öğrenmişlerdi. İkisi de bu işte oldukça marifetliydi.[881] Fakat Hz. Âişe’nin rüyaları yorumladığına veya bu hususta iyi olduğuna dair kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır. Tespit edebildiğimiz kadarıyla tek rüya yorumu aşağıdaki rivayettir.

Hz. Âişe: “Medinelilerden bir kadın vardı. Ticaretle uğraşan kocası sık sık Medine dışına giderdi. Bu kadın, kocası yanından ayrıldığında bir rüya görürdü. Kocası da onu hamile bırakmaksızın yanından pek az ayrılırdı. Sonra o Rasûlullah’a gelip şöyle derdi: ‘Kocam ticaret yapmak için çıktı, beni de hamile bıraktı, derken rüyamda gördüm ki evimin direği kırıldı, ben de bir gözü kör olan bir çocuk doğurdum.’ Rasûlullah da şöyle buyururdu: ‘Hayırdır, inşallah! Kocan Allah dilerse sağ salim yanına döner. Sen de iyi ve saygılı bir çocuk doğurursun. ’ Kadın bu rüyayı iki veya üç defa gördü. Her birinde Rasûlullah’a gelir, o da ona bu cevabı verirdi. Sonra kocası geri döner, kendisi de bir çocuk doğururdu. Kadın bir gün yine Rasûlullah’a geldi. Rasûlullah evde yoktu. O yine bu rüyayı görmüştü. Ona dedim ki: ‘Ey Allah’ın kulu! Rasûlullah’a ne soracaksın?’ O da şöyle cevap verdi: ‘Görüp de yorumunu Rasûlullah’a sorduğum onun da hayırla cevap verdiği bir rüyanın yorumunu soracağım.’ Ben: ‘Bana onu anlat.’ dedim. O da: ‘Hayır Rasûlullah’a gelip de şunu ona önceleri sorduğum gibi soruncaya kadar size bir şey söyleyemem.’ karşılığını verdi. Bunun üzerine ben rüyasını bana söyleyinceye kadar onu bırakmadım. Sonunda rüyasını bana söyledi. Ben de: ‘Vallahi rüyan eğer doğru ise mutlaka kocan ölecek, sen de günahkâr bir çocuk doğuracaksın.’ yorumunu yaptım.

Bunun üzerine o oturup ağlamaya başladı ve: ‘Rüyamı sana anlatınca benim ne günahım var?’ dedi. O ağlıyorken Rasûlullah içeri girdi: ‘Neyi var ya Âişe?’ buyurdu. Ben de ona durumu aktardım. Bunun üzerine Rasûlullah: ‘Bırak ya Âişe! Müslümana rüya yorumladığınız zaman onu hayırla yorumlayın. Çünkü rüya yorumlandığı gibi çıkar.’ buyurdu. Netice de kadının kocası öldü kendisi de günahkâr bir çocuk doğurdu.”[882] Belki de Hz. Âişe bu olumsuz tecrübesi sebebiyle geriye kalan ömründe rüya yorumundan kaçınmıştı.

İ. Hz. Âişe’nin Hitabeti

Hz. Âişe’nin hitabet kabiliyeti kendisiyle konuşma fırsatı bulan birçok kişinin şehadeti üzere çok üst seviyedeydi. Örneğin Muâviye bir gün Hz. Âişe’nin huzuruna girip kendisiyle bir müddet konuştuktan sonra, konuşma bitip Hz. Âişe’nin kölesi Zekvân’a dayanarak ayağa kalkarken: “Vallahi! Rasûlullah müstesna, Âişe kadar beliğ konuşan birine rastlamadım.” demişti.[883]

Bir gün Muâviye, Ziyâd b. Ebîh’e: “En beliğ konuşan kimdir?” diye sordu. O da: “Ey müminlerin emiri! Sensin.” dedi. Ancak Muâviye: “Allah için doğru söyle.” dedi. O da: “Mademki yemin veriyorsun. Öyleyse Âişe’dir.” dedi. Bunun üzerine Muâviye: “Ne zaman bir konu açsam, Âişe onu kapatmak istediği zaman kapattı. Âişe ne zaman bir konu açtıysa, ben kapatmak istediğimde kapatamadım.” demişti.[884]

Benzer şekilde Ahnef b. Kays ve Mûsâ b. Talha’dan gelen şu rivayetler de Hz. Âişe’nin hitabet yeteneğini ortaya koymaktadır: “Ebû Bekir, Ömer ve diğer halifelerin hutbelerini işittim. Fakat Âişe’nin sözünden daha güzel bir söz işitmedim.”[885] “Âişe’den daha fasih konuşan birini görmedim.”[886]

Hz. Âişe’nin hitabet gücü kendisinden gelen rivayet ve hutbe örneklerinde de açıkça görülmektedir. Hz. Peygamber’e vahyin ilk geliş sürecini anlattığı rivayet[887] ve Hz. Ebû Bekir’in halifeliğine dil uzatanlara karşı verdiği hutbe[888] Hz. Âişe’nin belagat yeteneğini gösteren rivayetlerden bazılardır. Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’in namazını anlattığı şu rivayette de belagat yeteneği açıkça görülmektedir.

Rasûlullah’ın namazı Hz. Âişe’ye sorulduğunda: “Ramazanda olsun başka aylarda olsun on bir rekâttan fazla namaz kılmazdı. Önce dört rekât kılardı. Güzelliklerini uzunluklarını hiç sorma, sonra dört rekât daha kılardı. Onların da güzelliklerini uzunluklarını hiç sorma, sonra da üç rekât kılardı. Ben: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Vitir kılmadan önce mi uyuyacaksın?’ diye sorduğumda o: ‘Gözlerim uyur ama kalbim uyumaz.’ diye buyururdu.” şeklinde cevap vermişti.[889]

Şiî yazarlar da Hz. Âişe’nin çok güçlü bir hitabetinin olduğunu kabul etmektedirler. Fakat her olumluyu olumsuza çevirme yetenekleri burada da devreye girerek onun hitabet gücüyle insanları çok iyi kandırabildiğini iddia etmektedirler.[890]

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

HALİFELER DÖNEMİNDE HZ. ÂİŞE

HZ. EBÛ BEKİR DÖNEMİNDE HZ. ÂİŞE

Hz. Peygamber’in herhangi bir vasiyet bırakmadan ölmesi üzerine İslâm toplumunda bir otorite boşluğu meydana gelmişti. Hz. Âişe’nin de ifade ettiği gibi müslümanların o günkü hali “yağmurlu bir kış gecesinde şuraya buraya koşuşan çobansız koyunlara” benziyordu.[891] Rivayetlerden de anlaşıldığı üzere yönetimi ele almayı arzulayan birçok sahâbî bulunmaktaydı. İşte böyle hassas bir ortamda Hz. Ebû Bekir müslümanlar tarafından halifeliğe getirilmişti. Hz. Ebû Bekir’in halife olması toplumun bütün kesimlerinin onayı alınarak meydana gelmiş bir hadise olmayıp, şartların zorlamasıyla meydana gelmiş bir hadisedir.[892] [893] Fakat daha sonraları, aceleye gelen bu seçimin tüm müslümanlar için bir hayır olduğu hususunda sahâbenin kahir ekseriyeti ittifak etmiştir.

Hz. Ebû Bekir’e 12 Rebiyülevvel 11/7 Haziran 632 tarihinde Pazartesi günü biat edilmiştir.

Hz. Ebû Bekir’in ilk karşılaştığı sorunlardan birisi Hz. Ali’nin Hz. Ebû Bekir’in halife oluş şeklini kabul etmemesi ve Hz. Fâtıma tarafından Rasûlullah’ın mirasının talep edilmesi olmuştur. Hz. Ebû Bekir Hz. Fâtıma’ya Rasûlullah’ın: “Bize mirasçı olunmaz! Bıraktığımız sadakadır. Ancak Muhammed’in ailesi bu maldan yer.” hadisini hatırlatarak: “Vallahi ben, Rasûlullah’ın sadakasından hiçbir şeyi, Rasûlullah zamanındaki halinden değiştiremem! Onun hakkında mutlaka Rasûlullah ne yaptı ise onunla amel ederim!” demiştir. Hz. Fâtıma da bu söz üzerine ölünceye kadar Hz. Ebû Bekir ile konuşmamıştır. Hz. Ali de Hz. Fâtıma vefat edene kadar Hz. Ebû Bekir’e biat etmemiştir.[894]

Hz. Ali’nin hilafeti meselesi sonraki yıllarda da sorun olmaya devam etmişti. Bazı kimseler Hz. Âişe’nin yanında Hz. Ali’nin vasi olduğunu söylemişlerdi. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Peygamber ona ne zaman vasiyette bulunmuş? Ben Rasûlullah’ı göğsüme dayamıştım. Küçük abdestini yapmak için bir kap istedi. Derken kucağıma düşüverdi. Vefat ettiğini bile anlamadım. Şu halde ona ne zaman vasiyet etmiş?” demişti.[895]

Sonraki yıllarda insanlar arasında çıkan ihtilaflar sebebiyledir ki Hz. Âişe Hz. Peygamber’den duyduğu Hz. Ebû Bekir’in halifeliğini destekleyen bazı bilgileri de aktarmak zorunda kalmıştır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Hz. Ebû Bekir’e hilafetin verilmesi böyle argümanların tartışılmasını gerektirecek ölçüde uzun sürmemiştir. Bu sebeple Hz. Âişe’nin bu bilgileri Hz. Ebû Bekir’in halifeliğinden çok sonraları insanlara aktardığını düşünmekteyiz. Hz. Âişe, Rasûlullah’ın: “Aralarında Ebû Bekir’in bulunduğu bir cemaate ondan başkasının imam olması layık değildir.” dediğini bildirmiştir.[896] Benzer bir rivayette Hz. Âişe, Rasûlullah hastalığında bana şöyle buyurdu: “Bana Ebû Bekir’i ve kardeşini çağır da bir yazı yazacağım. Çünkü ben bir heveslinin temenni etmesinden ve birisinin: ‘Ben daha layığım.’ demesinden korkarım. Hâlbuki bunu Allah ve müminler kabul etmez. Yalnız Ebû Bekir müstesna.” demiştir.[897]

Yine benzer bir şekilde Hz. Âişe’ye: “Ey müminlerin annesi! Rasûlullah halifeliğe birini tayin edecek olsaydı kimi tayin ederdi?” diye sorulunca o sırasıyla Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın ismini vermişti. Bunlardan sonra başka bir isim de zikretmemişti.[898]

Hz. Peygamber’in vefatı bölümünde ayrıntılarıyla aktardığımız üzere Hz. Âişe, Hz. Peygamber’den sonra babasının değil halife olmasını, onun mihrabına geçip namaz kıldırmasını bile istemiyordu.[899]

Müsteşrikler bu rivayetlerin tamamını görmezden gelerek Hz. Âişe’nin tüm hayatı boyunca babasının ve babasının işbirlikçilerinin menfaatlerini gerçekleştirmek için çalıştığını ileri sürmüşlerdir. Fakat bu çalışmanın niteliği hususunda aralarında görüş ayrılıkları vardır. Örneğin Abbott imalı bir şekilde Hz. Ebû Bekir’in, Hz. Âişe’yi Hz. Peygamber ile evlendirmesini bir menfaat birlikteliği olarak görmekle birlikte Hz. Âişe için daha yumuşak bir dil kullanmıştır: “Âişe babasının ve onun iki yardımcısı Ömer ve Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın yararına olacak bir şekilde Muhammed’in isteklerine karşı bir şey yapması olası değildir.” demektedir.[900] Lammens, Brockelmann ve Caetani ise Hz. Âişe’yi “makam düşkünü”, “baş entrikacı”, “casusluk yapma düşkünü” ve “başarılı bir casus” olarak nitelemektedirler. Ayrıca Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber’den nefret ettiği halde, Hz. Ebû Bekir’in sırf siyasi yakınlık kurabilmek için Hz. Âişe’yi zorla Hz. Peygamber ile evlendirdiğini dahi iddia etmektedirler.[901] Watt da Hz. Âişe ile Hz. Peygamber’in evliliğini siyasi bir evlilik olarak görmektedir.[902]

Şiîler de benzer şekilde Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in halife olmalarında kızları Hz. Âişe ve Hz. Hafsa’nın etkili olduklarını düşünmektedirler.[903]

Şiîler’in bakış açısını göstermesi açısından burada bir rivayet aktarmanın uygun olacağı kanaatindeyiz. Yine bu rivayetin “kişi kendinden bilir işi” atasözü gereğince Şiîler’in psikolojilerini de çok güzel bir şekilde ortaya koyduğunu düşünmekteyiz.

Üsâme ordusunun içerisinde bulunan Ebû Bekir, Ömer, Ebû Ubeyde ve onların arkadaşlarından bir topluluk, Üsâme ile başbaşa kaldılar: “Medine’ye ve orada oturmaya en çok muhtaç olduğumuz bir durumda burayı terk edip nereye gidiyoruz?” dediler. Kendilerine: “Bu kastettiğiniz şey nedir?” diye sorulduğunda onlar: “Şüphesiz Rasûlullah’ın vefatı yaklaşmıştır. Vallahi! Şayet Medine’yi terk edersek, ıslahı mümkün olmayacak şeyler olacaktır. Biz, Rasûlullah’ın durumunu bekleyeceğiz. Sonra gidiş elimizin altındadır.” dediler. Bu arada insanlar ilk ordugâha gidip orada beklediler. Rasûlullah’ın durumunu öğrenmek üzere bir elçi gönderdiler. Elçi, Âişe’nin yanına gelip gizlice bu durumu sordu. Âişe ona: “Babam Ebû Bekir, Ömer ve onlarla birlikte olanların yanına git. Onlara de ki Rasûlullah’ın durumu ağırlaştı. Hiç kimse yerinden ayrılmasın. Ben sürekli sizi haberdar ederim.” dedi.

Rasûlullah’ın hastalığı ağırlaştığında, Âişe, Suheyb’i çağırdı. Ona: “Babam Ebû Bekir’e git. Muhammed’in ümitsiz bir durumda olduğunu kendisine bildir. Babam Ebû Bekir, Ömer, Ebû Ubeyde ve uygun gördükleri kişiler ile birlikte bize gelsinler. Şehre girişleri gizlice ve geceleyin olsun.” dedi. Onlara haber ulaştığında, Suheyb’in elinden tutarak Üsâme’nin yanına gittiler. Ona durumu bildirip: “Rasûlullah’ı müşahede etmekten geri durmak bize nasıl yaraşır?” diyerek şehre girme konusunda ondan izin istediler. Üsâme de onlara izin verdi Onlara, bu girişlerinden kimsenin haberdar olmamasını, şayet Rasûlullah iyileşirse ordugâhlarına dönmelerini, bir olay olursa cemaatle birlikte olmaları için kendilerini haberdar etmelerini emretti.

Ebû Bekir, Ömer ve Ebû Ubeyde geceleyin Medine’ye girdiler. Rasûlullah’ın hastalığı ağırlaşmıştı. Kendisine geldiğinde: “Bu gece şehrimizde büyük bir kötülük meydana gelmiştir.” dedi. Ona: “Ey Allah’ın Rasûlü bu kötülük nedir?” diye sorulduğunda o, Üsâme’nin ordusunda bulunanlardan bir grup, benim emrime karşı gelerek geri dönmüşlerdir. Dikkat ediniz, ben Allah’a varıncaya kadar onlardan beriyim. Size yazıklar olsun! Üsâme’nin ordusunu gönderiniz.” diyerek bu sözleri defalarca tekrarladı.[904]

Hz. Ömer ve Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın Üsâme ordusunda bulunduğuna dair rivayetler bulunmakla birlikte Hz. Ebû Bekir’in bu ordu içerisinde olduğuna dair bir rivayet Şiî kaynakları hariç bulunmamaktadır.[905]

Bu Şiî rivayeti oryantalistlerin yargılarını da hangi kaynaklardan çıkardıklarını göstermesi açısından önemlidir. Çalışmamızın genelinde gözlemlediğimiz kadarıyla oryantalistler İslâm’a saldırmak için kullandıkları bilgilerin birçoğunu Şiî rivayetlerinden devşirmişlerdir. Oryantalistler İslâm’ın bu ayrılıkçı grubunun iddialarını desteklemek suretiyle hem İslâm’a saldırı şansını yakalamışlar hem de zaten var olan ayrılıkları iyice artırmaya gayret etmişlerdir.

Hz. Âişe’yi casuslukla suçlayanlara şu rivayet en güzel cevaptır. Bu rivayette Hz. Âişe’nin Rasûlullah’ın emanetine karşı ne kadar titiz olduğu açıkça görülmektedir. Rasûlullah’ın sır olarak saklamasını istediği bir şeyi karşısındaki babası olsa bile söylememiştir.

Hz. Peygamber Mekke’nin fethi için Hz. Âişe’den hazırlık yapmasını ve bunu gizli tutmasını istemişti. Hz. Âişe’nin hazırlık yaptığı sırada Hz. Ebû Bekir yanına girdi. Hz. Âişe kavrulmuş un ve hurma hazırlıyordu. Hz. Ebû Bekir yanına girdi ve: “Ey Âişe! Rasûlullah bir gazaya mı niyetlenmiş?” dedi. Hz. Âişe: “Bilmiyorum.” dedi. Hz. Ebû Bekir: “Eğer Rasûlullah bir gazaya niyetlenmiş ise bize haber ver de biz de hazırlık yapalım.” dedi. Hz. Âişe: “Bilmiyorum. Belki Benî Süleym’e, Sakîf kabilesine ya da Hevâzin kabilesine gitmek isteyebilir.” dedi. Böylece Hz. Ebû Bekir’i oyalamaya çalıştı. Nihayet Rasûlullah geldi. Hz. Ebû Bekir: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bir sefere çıkmaya mı niyetin var?” dedi. Rasûlullah: “Evet.” dedi. Hz. Ebû Bekir: “Hazırlık yapalım mı?” dedi. Rasûlullah: “Evet. Hazırlık yapın.” dedi. Hz. Ebû Bekir: “Nereye gitmeye niyetlisin ey Allah’ın Rasûlü?” dediğinde Hz. Peygamber: “Kureyş’e gitmeye niyetliyim. Ancak ey Ebû Bekir! Bu işi gizli tut.” dedi ve hazırlık yapılmasını emretti.[906]

Hz. Âişe ömrü boyunca Hz. Ebû Bekir’in Hz. Peygamber’den sonra halife olması için en küçük bir gayret dahi sarf etmemiştir. Hatta Hz. Peygamber’den sonra onun makamına geçecek insanın uğursuzlukla itham edileceğini düşündüğü için namazları dahi kıldırmasını arzu etmemiştir.[907] Fakat sonuç olarak Hz. Ebû Bekir halife olmuş ve hilafet müddetince çok güzel bir yönetim sergilemiştir. Buna rağmen muhtemelen Hz. Ebû Bekir’in vefatından sonra Hz. Âişe’ye bazı kimselerin Hz. Ebû Bekir’e dil uzattıkları haberi gelmiştir. Hz. Âişe onlardan bir gruba haber göndererek gelmelerini istemiş ve onlar geldikten sonra aralarına perdeyi indirmiştir. Allah’a hamd ve Peygamberine salat ettikten sonra onları kınayıp azarlamış ve sonra da onlara şöyle bir konuşma yapmıştır:

“Babam! Ama nasıl Babam! Ona eller yetişemez. O yüce bir dağ, yüksek bir daldır. Heyhat! Bütün tahminler yanlış çıktı. Siz eli boş döndüğünüz zaman o kazandı. Tıpkı asil bir atın hedefe doğru koştuğu gibi siz yorulduğunuz zaman o koştu. Kureyş’in genci, orta yaşlıların sığınağıydı. Esirleri azat eder, fakirleri yedirir ve dağınıklığı toplardı. Nihayet kalpler onu benimsedi. Sonra Allah yolunda gayrete geldi. Allah hakkındaki gayretini frenleyemedi ve evinin avlusunda bir mescid edindi. Orada bâtıl erbabının öldürdüklerini diriltiyordu.

Allah rahmet etsin! Babamın gözyaşları boldu. Vücudu hastaydı. Sesi hüzünlüydü. Mekke’nin kadınları ve çocukları arkasına düşüp onunla alay edip dalga geçtiler: “Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de azgınlıklarında onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.”[908]

Bu Kureyş ulularını telaşlandırdı, yaylarını ona çevirdiler, oklarını ona doğrulttular, onu hedefe aldılar. Onun taşını kıramadılar, mızrağını eğemediler. Hak yoluna devam etti. Nihayet din güçlendi, sağlam kazıklarla tutundu, insanlar ona bölük bölük girdiler. Herkes ona koştu. Allah Peygamber’i için kendi katında karar verdi. Peygamber ruhunu teslim edince şeytan çadırını ve revaklarını kurdu. Ağını ördü. Çünkü babam onların arasındayken kaçacak zamanları yoktu. İşe koyuldu, adamlarını ve çevresini topladı. Kabuğuna çekilmiş İslâm’ı yeniden açtı. Bölünmüşleri birleştirdi. Eğrilen mızrağını doğrulttu. Onun ayak basması ile münafıklık dağıldı, din yeniden canlandı. Hakkı ehline verip de kafalar rahat edip akan kanlar durunca ölümü geldi. Açılan gediği merhamette onun bir benzeri, yaşayışında ve adaletinde onun ikizi olan Ömer bin Hattâb kapattı. Onu doğuran ana ne iyi bir kadınmış! Onu eşsiz doğurmuş. O da kâfirleri hor ve zelil etti, şirki darmadağın etti. Yerin karnını yardı. O da ne yemişse geri kustu. Ömer ondan yüz çevirdi, dünya ona geldi, o ise tenezzül etmedi. Dünyadan uzak durdu. Onu aldığı gibi bıraktı. Şimdi bana gösterin, neden kuşkulanıyorsunuz? Hangi günden hoşlanmı­yorsunuz? İkamet ettiği zaman adaletinden mi yoksa sefere çıktığı zaman size bakmasından mı? Kendim ve sizin için ulu Allah’tan bağışlanma diliyorum.”[909]

Hz. Ebû Bekir döneminde Hz. Âişe’nin yönetime en küçük bir etkisi söz konusu değildi. Bu dönemde Hz. Âişe’nin görevi ilmî meşguliyetlerle sınırlıydı. Hz.

Ebû Bekir, Hz. Ömer ve sahâbenin büyüklerinden bazıları çok mühim konularda ümmühâtü’l-müminîne danışıyorlardı. Bu dönemde Hz. Âişe’nin konumu da bundan ibaretti. Yalnız Hz. Âişe zekâsıyla ve bilgisiyle diğer ümmühâtü’l-müminînin bir adım önündeydi.[910]

Hz. Âişe’nin Hz. Ebû Bekir’in halifeliği esnasında ona herhangi bir yönlendirmede bulunması söz konusu değildi. Fakat Hz. Ebû Bekir kızıyla bazı konularda istişare ettiği zaman Hz. Âişe de kendi fikirlerini ona söylüyordu. Örneğin Sa‘îd b. Hâlid b. Sa‘îd b. Âs Hz. Ebû Bekir’e gelerek kendisinden kumandanlık istemişti. Hz. Ebû Bekir onun bu teklifini kabul ederek iki bin askerin başına kumandan olarak tayin etmişti. Bunun üzerine Hz. Ömer gelerek ordunun içerisinde bu göreve daha ehil kişiler olduğunu belirtti. Ayrıca Sa‘îd: “Düşmanın hilafına rağmen kumandan oldum.” demişti. Hz. Ömer bunları Hz. Ebû Bekir’e bildirince o müşkil bir durumda kaldı. Hem Hz. Ömer’i kırmak istemiyor hem de Sa‘îd’i bu görevden azletmek istemiyordu. Bu durumu Hz. Âişe’ye aktardığında o: “Ömer dine yardımcıdır. Dinin zafer bulmasını ister. Ömer’in kalbinde hiçbir müslüman için de buğuz yoktur.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir Sa‘îd’i komutanlıktan azletti.[911]

Hz. Âişe’nin Hz. Ebû Bekir döneminde etkinliğini hissettirdiği bir diğer konu da Hz. Ömer’in halife nasbedilmesi olayıdır. Hz. Ebû Bekir’in vefatıyla sonuçlanan hastalığı sırasında bir gece eşlerinden Esmâ bint Umeys ve Habîbe bint Hârice çocuklarından Hz. Âişe, Esmâ ve Abdurrahman Hz. Ebû Bekir’in yanında bulunuyordu. Hz. Âişe babasına: “İnsanlarla bir ahit yapmak ister misin?” diye sorunca Hz. Ebû Bekir bunu olumlu karşıladı. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Senden sonra insanlara kimi emir kılacağını belirle.” dedi. Hz. Ebû Bekir Hz. Âişe’nin fikrini almak için: “Evet.” deyince Hz. Âişe: “Senden sonra bu işe en layık olan kimse Ömer’dir.” dedi. Bunun üzerine Abdurrahman: “Kuşkusuz Kureyş Osman b. Affân’ın emirliğinden hoşlanır. Sert mizacı sebebiyle Ömer’in halifeliğini istemezler.” dedi. Fakat Hz. Ebû Bekir’in gönlünden geçen kişi de Hz. Ömer olduğu için onu kendisinden sonra halife olarak tayin etti.[912]

Hz. Ebû Bekir’in Vefatı ve Hz. Âişe’nin Odasına Defnedilmesi

Hz. Ebû Bekir soğuk bir günde yıkanmış ve rahatsızlanmıştı. Hastalığı on beş gün kadar sürmüş ve namazlara katılamamıştı. Hz. Ebû Bekir 22 Cemaziyelahir 13/22 Ağustos 634 tarihinde Salı günü altmış üç yaşındayken vefat etmiş[913] ve aynı günde defnedilmişti.[914] Hz. Peygamber’in hastalığında olduğu gibi, Hz. Ebû Bekir’in vefat hastalığında da kendisine Hz. Âişe bakmıştı.[915]

Vefatı yaklaşınca Hz. Ebû Bekir, Hz. Âişe’yi çağırıp: “Ailem içerisinde benim vefatımdan sonra zenginliğine en çok sevineceğim kişi sensin. Fakirliğine de en çok üzüleceğim kişi sensin. Hurma devşirme zamanında Âliyetü’l-Cedâd’daki araziden sana yirmi vesk hurma bağışlamıştım. Şayet onu tek bir seneye mahsus olmak üzere kuru hurma olarak alırsan senindir. Ancak o varis malıdır. O iki grup varis de, iki erkek kardeşin ile iki kız kardeşindir.” dedi. Hz. Âişe: “Benim kız kar­deşim sadece Esmâ’dır.” deyince Hz. Ebû Bekir: “Hârice’nin kızının karnındaki be­beğin kız olduğu kalbime doğdu. Onun iyiliğini istiyorum.” dedi. Sonra Hârice’nin kızı, Ümmü Gülsüm’ü doğurdu.[916]

Vefat anı yaklaştığında Hz. Âişe, Hz. Ebû Bekir’e: “Ey babacığım! Bu hal tam da Ebû Hâtem’in dediği gibidir:

Ömrüne yemin olsun ki servet fayda vermez gence,

Göğüs daralıp da, bir gün ruha ölüm gelince...”

Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir: “Ey sevgili kızım! Allah’ın sözü daha doğ­rudur: ‘Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir, denir.’[917] Öldüğüm zaman benim eski elbiselerimi yıkayıp bana kefen yap!” dedi. Hz. Âişe: “Ey babacığım! Allah sana rızık verdi ve ihsanda bulundu. Seni yeni kefenle kefenleriz.” deyince o şöyle dedi: “Hayatta olan insanın ona daha fazla ihtiyacı vardır. Onunla kendisini korumuş olur. Ölüye kefen yapılan ise çürüyüp gidecektir.”[918]

Hz. Âişe başka bir sefer de şu şiiri okumuştu:

Onun beyaz yüzü suyu hürmetine bulut yağmur indirdi.

Yetimlerin şefkatli hamisi, dul kadınların sığınağıdır o...

Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir: “Bu bahsettiğin Rasûlullah’tır.” demişti.[919]

Hz. Ebû Bekir’in cenazesini vasiyeti üzerine eşi Esmâ bint Umeys yıkadı.[920] Cenaze namazını Hz. Ömer kıldırdı.[921] Geceleyin defnedildi.[922] Hz. Ebû Bekir vefat ettiği zaman feryat-figan ağlayan kadınlar arasında Hz. Âişe de bulunuyordu.[923] Hz. Ebû Bekir, Hz. Âişe’ye Rasûlullah’ın yanına defnedilmesini vasiyet etti. O vefat ettiği zaman Rasûlullah’ın iki omuzunun hizasına gelecek şekilde kabri kazıldı. Kabrin yan tarafı Rasûlullah’ın kabriyle bitiştirildi ve oraya defnedildi.[924] Vefat ettiğinde Hz. Âişe’nin odasına defnedilen Hz. Ömer’in başı da Hz. Ebû Bekir’in belinin hizasındaydı.[925] Hz. Ebû Bekir iki sene yedi ay halifelik yapmıştır.[926]

II. HZ. ÖMER DÖNEMİNDE HZ. ÂİŞE

Hz. Ebû Bekir hastalığı ağırlaşıp vefatı yaklaşınca sahâbîlerin önde gelenlerinden bazılarıyla Hz. Ömer hususunda istişare etti. Hz. Ömer’in sert mizacı sebebiyle çeşitli itirazlar olmakla birlikte[927] yapılan istişarelerden olumlu bir sonuç çıktı. Hz. Ebû Bekir’in vefatından sonra da herkes Hz. Ebû Bekir’in vasiyeti gereği Hz. Ömer’e biat etti.[928] Hz. Ömer’e Hz. Ebû Bekir’in vefat ettiği gecenin sabahında, yani 23 Cemaziyelahir 13/23 Ağustos 634 tarihinde Salı günü biat edilmiştir.[929]

Hz. Ömer döneminde de Hz. Âişe’nin yönetime en küçük bir etkisi dahi söz konusu değildi. Hz. Ömer döneminde Hz. Âişe’nin en temel vazifesi ilim, irşad faaliyetleriyle halkı eğitmek ve müşkil konularda fetva vermek olmuştur.[930] Hz. Ömer de anlaşmazlığa düştükleri konularda ümmühâtü’l-müminîne başvuruyordu. Özellikle mahrem konularda Hz. Ömer öncelikle kızı Hz. Hafsa’ya başvururdu. Aradığı cevabı kendisinde bulamadığı zaman ümmühâtü’l-müminîn içerisinde en bilgili olan Hz. Âişe’ye sorardı. Hz. Ömer’in Hz. Âişe’ye danıştığı olaylardan birisini örnek olarak burada zikredelim.

Yanında bir grup sahâbe bulunurken Hz. Ömer’e adamın birisi gelerek: “Ey müminlerin emiri! Şu Zeyd b. Sâbit cünüplükten dolayı gusül alınmasına dair konuda kendi görüşüyle mescidde insanlara fetva veriyor.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer: “Onu bana getirin!” dedi. Zeyd geldiği zaman Hz. Ömer: “Ey nefsine düşman olan kişi! İnsanlara kendi görüşünle fetva verecek seviyeye ulaştın mı?” diye azarladı. Zeyd: “Ey müminlerin emiri! Allah’a yemin ederim ki ben sadece amcalarımdan Ebû Eyyûb, Ubey b. Kâ‘b ve Rifâ‘a b. Râfi‘ yoluyla işittiğim hadisi haber verdim.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer Rifâ‘a b. Râfk’ye dönerek: “Sizden biriniz hanımıyla yattığı zaman boşalmadığı takdirde yıkanmıyor mu?” diye sordu. Rifa‘a b. Râfi‘: “Biz bunu Rasûlullah’ın zamanında yapıyorduk. Bu hususta bize Allah tarafından bir haram kılma gelmedi. Yine bu hususta Rasûlullah tarafından bir yasak da gelmedi.” dedi. Hz. Ömer: “Rasûlullah bunu biliyor muydu?” diye sorunca Rifâ‘a: “Bilmiyorum.” dedi. Hz. Ömer ensâr ve muhâcirlerin toplanmasını emrederek onlarla istişare etti. Mu‘âz ve Hz. Ali haricinde insanların çoğu bu durumda guslün gerekmediği yönünde görüş beyan ettiler. Mu‘âz ve Hz. Ali ise: “Sünnet yeri sünnet yerini geçtiği zaman gusül vacip olur.” diyorlardı. Bunun üzerine Hz. Ömer: “Siz Bedir ashâbı olmanıza rağmen bu konuda görüş ayrılığına düştünüz. Sizden sonrakiler daha çok ihtilaf etmezler mi?” dedi. Bunun üzerine Hz. Ali: “Ey müminlerin emiri! Rasûlullah’ın bu konu ile ilgili tutumunu hanımlarından daha iyi bilen biri yoktur.” dedi. Bu durum karşısında Hz. Ömer kızı Hz. Hafsa’ya birini gönderdi. Hz. Hafsa: “Bu konuda benim bir bilgim yok.” haberini yolladı. Bunun üzerine Hz. Ömer Hz. Âişe’ye de birini gönderdi. Hz. Âişe: “Sünnet yeri sünnet yerini geçtiği zaman gusül vacip olur.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer: “Böyle yapan bir adamı işitirsem canını yakarım.” dedi.[931]

Hz. Ömer, Hz. Peygamber katındaki değerinden dolayı Hz. Âişe’ye büyük ihtiram gösterirdi. Bir defasında Irak’tan Hz. Ömer’e içi mücevher dolu bir sandık gelmişti. Hz. Ömer arkadaşlarına: “Buna paha biçin.” dedi. Onlar: “Buna nasıl paha biçeceğimizi ve bunu nasıl paylaştıracağımızı bilemiyoruz.” dediler. Hz. Ömer: “Bana müsaade ederseniz onu Rasûlullah’ın sevgilisi Âişe’ye göndereceğim.” deyince etrafındakiler buna müsaade ettiler. Bu mücevherler Hz. Âişe’ye gönderildi. Hz. Âişe’ye bu hediye ulaştığı zaman: “Peygamber’den sonra Hattâb’ın oğluna ne oldu? Allah’ım onun atiyyelerini almam için beni bırakma.” demişti.[932] Hz. Âişe Hz. Peygamber’den sonra sahip oldukları bu zenginliklerden hoşlanmadığı için böyle bir tepki vermişti.

Hz. Ömer’in yanında dokuz tane tabak vardı. Meyve veya hoşa giden bir şeyler olduğunda mutlaka bu tabaklara koyar ve Hz. Peygamber’in hanımlarına gönderirdi. Bu arada kızı Hz. Hafsa’ya da en son gönderirdi. Şayet göndereceği şeyler yetişmezse kızına yetişmemiş olsun, diye düşünürdü. Bir defasında kesilen bir devenin etlerini bu tabaklara koyup Hz. Peygamber’in hanımlarına göndermişti.[933] Hz. Âişe Hz. Ömer hakkında: “Ömer b. Hattâb bize kelle ve sakatatlardan bile payımıza düşeni gönderiyordu.”[934] diyerek onun bu cömert tutumunu ifade etmiştir.

Hz. Ömer Hz. Ebû Bekir’e olan muhabbeti sebebiyle henüz küçük yaşta bulunan Hz. Ebû Bekir’in kızı Ümmü Gülsüm’e talip olmuştu. Fakat Hz. Âişe’nin ısrarlarına rağmen Ümmü Gülsüm bu izdivacı istemedi. Bunun üzerine Hz. Âişe, Amr b. Âs’a haber gönderdi. Amr b. Âs da Hz. Ömer’i Ümmü Gülsüm’le evlenmekten vazgeçirdi. Onun yerine Hz. Ali ile Hz. Fâtıma’nın kızı olan Ümmü Gülsüm’le evlenmesini teklif etti. Amr Hz. Ömer’e: “Böylece Rasûlullah’la akrabalık kurmuş olursun.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer, Hz. Ali’den Ümmü Gülsüm’ü istedi ve mehir olarak da ona kırk bin dirhem verdi.[935]

Hz. Ömer döneminde ümmühâtü’l-müminîn hacca gitmek için Hz. Ömer’den izin istemişlerdi. Hz. Ömer kendilerine bu izni vermeyince onun aleyhinde birlik oldular. Hz. Ömer de istemediği halde bir sonraki sene hacca gitmelerine izin verdi. Hz. Ömer hacca niyet ettiklerinde onların hac malzemelerini ayarlayarak, onlarla birlikte Osman b. Affân ve Abdurrahman b. Avf’ı gönderdi. Hz. Ömer o ikisinden birisinin ümmühâtü’l-müminînin önünde diğerinin de arkalarında yürümesini emretti. Hiç kimse ümmühâtü’l-müminîn ile birlikte yürümeyecekti. Hz. Ömer: “Mola verildiğinde onları kervandan uzak bir noktaya indirin ve onların bulundukları bölgenin başında durarak hiç kimseyi onların yanına sokmayın. Tavaf ettikleri zaman da kadınlar hariç hiç kimseyi onların yanında tavaf ettirmeyin.” demişti.[936]

Rivayetlerde açıkça görüldüğü üzere Hz. Ömer bütün ümmühâtü’l-müminîne özellikle Hz. Âişe’ye ilgi ve ihtiram hususunda çok hassastı. Bu durumun doğal bir sonucu olarak ümmühâtü’l-müminîn ve Hz. Âişe de Hz. Ömer’e karşı derin bir sevgi ve saygı hissediyorlardı. Ayrıca Hz. Ömer’in başarısı Hz. Âişe’yi yakından ilgilendiriyordu. Çünkü kendisini halife olarak tayin eden babası Hz. Ebû Bekir’di. Onun başarı veya başarısızlığı doğrudan Hz. Ebû Bekir’e hamledilecekti. Fakat Hz. Ömer hilafet süresi boyunca güzel bir idare ortaya koymuştu. Herkes gibi Hz. Âişe de Hz. Ömer’in yönetiminden çok memnundu. Her fırsatta kendisinin örnek bir müslüman olduğunu da etrafındakilere aktarıyordu. Hz. Âişe Hz. Ömer hakkında: “Ömer anılınca adalet anılmış olur, adalet anılınca Allah anılmış olur, Allah anılınca da rahmet iner.”[937] “Andolsun ki tek başına işleri üstlenirdi ve pek atılgandı.”[938] “Her kim Ömer’i görürse, onun İslâm’a destek ve takviye için yaratılmış olduğunu anlar. Vallahi! O işini ciddiyetle yapan bir kimseydi. İşleri yerli yerince yapardı.”[939] “Sâlih kişiler zikredilecekse en başta Ömer zikredilmelidir.”[940] şeklinde kendisinden övgüyle bahseden birçok şey söylemişti.

Ayrıca Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’i eleştirenlere karşı verdiği hutbesinde de onun yönetiminden övgüyle söz etmiştir.[941]

Hz. Ömer’in Vefatı ve Hz. Âişe’nin Odasına Defnedilmesi

Hz. Ömer, 23/644 tarihinde Mugîre b. Şu‘be’nin Ebû Lü’lü’e adındaki kölesi tarafından sabah namazını kılmak üzere mescidde bulunduğu sırada biri göbeğinin altından olmak üzere üç yerinden yaralandı.[942]

Hz. Ömer aldığı yaradan öleceğini anlayınca oğlu Abdullah’a: “Ey Abdullah! Müminlerin annesi Âişe’ye git. Kendisine selâmımı söyle. Arkadaşının yanına def­nedilmesine müsaade etmenizi istiyor, de.” dedi. O da Hz. Âişe’ye gelerek Hz. Ömer’in bu isteğini kendisine iletti. Hz. Âişe de: “Allah’a yemin olsun ki orayı kendim için arzulamıştım. Ancak artık Ömer’i kendime tercih ediyorum.” dedi. Abdullah b. Ömer babasına dönerek Hz. Âişe’nin söylediklerini kendisine bildirdi. Bunun üzerine Hz. Ömer: “Benim için defnedilecek yer olarak orasından daha güzel bir yer yoktur.” dedi. Sonra: “Ey Abdullah b. Ömer! Öldüğüm zaman beni divanımın üzerine kaldır, Âişe’nin kapısında dur ve: ‘Ömer izin istiyor.’ de. Eğer izin verirse, beni oraya koy! Yok, eğer izin vermezse, beni müslümanların kabristanına defnet!” dedi. Hz. Ömer Hz. Âişe’nin izin vermesi üzerine onun odasına defnedildi.[943]

Hz. Ömer 26 Zilhicce 23/3 Kasım 644 tarhinde altmış üç yaşındayken vefat etti.[944] Cenaze namazını Süheyb b. Sinân kıldırdı.[945] Hilafeti on yıl ve altı ay sürmüştür.[946]

HZ. OSMAN DÖNEMİNDE HZ. ÂİŞE

Hz. Osman’ın Hilafeti ve İç Karışıklıkların Başlaması

Hz. Ömer yaralanıp, durumu ağırlaşınca sahâbeden bazıları: “Yerine bir halife tayin etmez misin?” diye sordular. Hz. Ömer: “Eğer yerime halife tayin ve tavsiye edersem aykırı bir iş yapmış olmam. Çünkü benden hayırlı olan Ebû Bekir yerine halife tayin ve tavsiye etti. Eğer tayin etmez de bu işi ümmete bırakırsam, şüphesiz benden hayırlı olan Rasûlullah da bu işi ümmete bırakmıştı.”[947] diyerek halifeliği altı kişilik bir şûraya bırakmıştı. Bunlar Hz. Osman, Hz. Ali, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvâm, Sa‘d b. Ebû Vakkâs ve Abdurrahman b. Avftı.[948] Hz. Ömer bu altı kişi içerisinden üç gün içinde birisinin halife seçilmesini istedi.[949] [950] Talha b. Ubeydullah bu sırada Medine dışında bulunduğu için toplantı beş kişiyle başlamıştı.

Hz. Ömer’in defin işi tamamlandıktan sonra şûra üyelerinin Hz. Âişe’nin evinde, beytülmâlde veya Fâtıma bint Kays’ın evinde toplandıkları yönünde rivayetler bulunmaktadır.[951] Bazı kaynaklarda Hz. Âişe’nin de toplanan bu şûrada hazır bulunmuş olabileceği yönünde iddialar bulunmakla birlikte[952] yazar bu iddiasını destekleyebilecek hiçbir rivayet kaydetmemiştir.

Bu şûra üyelerinin yaptığı istişareler neticesinde bütün müslümanlar 29 Zilhicce 23/6 Kasım 644 tarihinde Hz. Osman’a biat etti.[953]

Genel itibariyle Hz. Osman’ın hilafeti iki döneme ayırılır. 23-29/644-649 tarihlerini kapsayan dönem “sükûnet dönemi” olarak adlandırılır. 30-35/650-656 tarihleri ise “karışıklık dönemi” olarak ifade edilir.[954]

Hz. Osman’ın hilafetinin ikinci yarısında icraatlarının bazıları halkın tepkisini çekmeye ve kendi aleyhinde bir muhalefetin oluşmasına sebep olmuştu.

Hz. Osman’ın tepki çeken uygulamalarının başında, önemli vazifelere 953 Emevıler in tayin edilmesi bulunmaktaydı.

Hz. Osman’ın eleştirilmesine sebep olan diğer bir konu da devlet imkânlarından kendi kabilesinin mensuplarının çok fazla yararlandığı iddiasıdır.[955] [956]

Ayrıca Hz. Osman döneminde farklı Kur’ân kıraatlerinin yasaklanması,[957] muhaliflerin sürgüne gönderilmesi,[958] devletin sahip olduğu hayvanların otlaması, korunması ve ordunun hizmetine hazır halde muhafaza edilmesi için bazı arazilerin devlet malı haline getirilmesi,[959] Hz. Peygamber’in mührünü kaybetmesi[960] ve sahâbenin büyüklerinden bazılarının dövülmesi[961] gibi olaylarda halkın tepkisini çekmişti.

Hz. Osman’ın dini alanda ictihad kabilinden yaptığı bazı fiiller de eleştiri konusu olmuştu. Kıran haccını yasaklaması[962] ve Mina’da da namazları dört rekât olarak kıldırması[963] [964] bu örneklerden bazılarıdır.

Hz. Osman’ın bizzat Hz. Peygamber’in emriyle Bedir Gazvesi’ne ve Rıdvan Biati’ne katılmamış olmasına rağmen bu olaylar bile bir kısım insanlar tarafından eleştiri konusu yapılmıştı.

Görüldüğü üzere Hz. Osman hakkında yapılan eleştirilerin bir kısmında haklılık payı bulunmakla birlikte eleştirilerin büyük kısmının haksız olduğu görülmektedir. İlk dönem âlimleri Hz. Osman’ın öldürülmesini bu sebeplere bağlamaktadırlar. Ancak bu sebepler bir halifenin katlini meşru kılacak kadar mühim olaylar değildir. İlk dönem âlimleri Hz. Osman’ın öldürülmesi konusunda diğer bir etken olarak Abdullah b. Sebe ismindeki bir yahudinin faaliyetlerini de sebep olarak göstermişlerdir. İbn Sebe hakkında bugün birbirinden zıt iki farklı görüş bulunmaktadır. Bazı yazarlar Abdullah b. Sebe’nin bu olaylardaki rolünü çok abartılı olarak göstererek onu bu karışıklıkların tek sebebi olarak görmüşlerdir.[965]

Bazı kaynaklarda ise bunun tam aksine İbn Sebe’nin tarihi bir şahsiyet olarak mevcut olmadığı iddia edilmektedir.[966]

Bize göre de Abdullah b. Sebe ve benzeri insanların var olma ihtimali akla aykırı değildir. Fakat tüm olumsuzlukların tek müsebbibinin de o olarak gösterilmesi doğru değildir. Arap fatihler karşısında aciz duruma düşen hıristiyan, musevi, mecusi ve zerdüştlerin bu tarz gizli yapılanmalara girerek zaten var olan toplumsal sorunları daha da derinleştirmeye çalışmaları pekâlâ mümkündür. Bu sebeple Abdullah b. Sebe ve onun gibi başka kişilerin ve grupların da varlığı düşünülebilir.[967]

Hz. Osman’ın katli meselesi hakkında son dönemde araştırma yapan yazarların pek çoğu bu olayın sebebini, o dönemde meydana gelen içtimai, siyasi ve iktisadi değişikliklere bağlamışlardır.[968] Câbirî’nin ifade ettiği gibi Arap-İslâm siyasal aklını güdüleyen faktörlerden kabile asabiyeti ve ganimet faktörleri bu dönemde öne çıkmaya başlamıştı.[969]

Hz. Osman’ın çıkan olayları bastırmaya yönelik tüm çabalarına rağmen[970] olaylar büyümeye devam etmişti. Sonuç olarak Mısır’dan yaklaşık bin kişilik bir grup,[971] Kûfe’den iki yüz kişilik bir grup[972] ve Basra’dan yüz kişilik bir grup Şevvâl 35/Nisan 656 tarihinde Medine’ye doğru harekete geçti.[973]

Bu kişiler Hacca gideceklerini söyleyerek şehirlerinden ayrılmışlardı. Fakat onlar bunun yerine Medine’ye yakın yerlere gelip konakladılar.[974]

Bir müddet sonra da Medine’ye girerek Hz. Osman’ın evini kuşattılar. Kuşatma kırk gün sürmüştü.[975] Kuşatmanın on sekizinci günü isyancılar Hz. Osman ile Medine halkının irtibatını kesmişlerdi. Hatta Hz. Osman’ın suyunu bile kesmişlerdi.[976]

Hz. Ümmü Habibe katırına binip hizmetçileri ve maiyetindeki kimselerle birlikte Hz. Osman’ın evine gelip kendisine su ulaştırmaya çalışmış, fakat isyancılar buna müsaade etmemişti. Hz. Ümmü Habibe’ye karşı nezaketsiz hareketlerde bulunmuşlardı. Başkaları yardımına gelmese, öldürülme tehlikesi bile mevcuttu.[977]

Hz. Osman’ın kuşatıldığı günlerde Hz. Âişe Hacca gitmek için hazırlandı. Kardeşi Muhammed b. Ebû Bekir’in de kendisiyle gelmesini istediyse de Muhammed bunu kabul etmedi.

Hz. Âişe’nin yola çıkmak üzere hazırlandığı duyulunca, Mervân b. Hakem Hz. Âişe’ye gelip: “Ey müminlerin annesi! Eğer sen burada kalmış olsaydın, onların Osman hakkında Allah’tan korkmaları hususunda daha doğrusunu yapmış olurdun.” dedi. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Sen Ümmü Habîbe’ye yapılanların bana da mı yapılmasını istiyorsun? Vallahi! Bana engel olabilecek hiç kimseyi görmüyorum. Hayır, ben kimseyi ayıplamıyorum. Bunların işinin de nereye kadar gideceğini bilmiyorum.”[978] demişti.

Hz. Âişe’yi Hz. Osman’ın şiddetli muhalifleri arasında gösteren benzer bir rivayette de; Mervân, Zeyd b. Sâbit ve Abdurrahman b. Attâb b. Esîd b. Ebü’l-Âs’ın Hz. Âişe’ye gelerek: “Ey müminlerin annesi! Gördüğün gibi halife kuşatma altındadır. Eğer burada kalırsan senin konumundan ve burada kalmandan dolayı, belki bu durumu Allah ondan def eder.” dedikleri kaydedilir. Bunun üzerine Hz. Âişe’nin: “Sütümü sağdım, unumu eledim. Artık burada kalamam.” demesi üzerine onlar ısrar ettiler. Fakat Hz. Âişe yine de bu teklifi kabul etmeyince Mervân şöyle bir şiir okumuştu:

Kays bana karşı beldeleri yaktı.

Savaş kızışınca kendisi kaçtı.

Bunun üzerine Hz. Âişe: “Ey şiirle bana temsil getiren şahıs! Vallahi sen ve durumu seni ilgilendiren şu arkadaşının ayaklarınıza birer değirmen taşı bağlanıp denize atılmanızı isterdim.” dedi ve Medine’den çıkıp Mekke’ye gitti.[979]

Normal şartlarda Hz. Âişe’nin Hz. Osman’a karşı böyle şeyler söylemesi düşünülemez. Fakat az da olsa Hz. Âişe’nin öfkeyle böyle bir şey söylemesi ihtimal dâhilindedir.[980]

Hz. Âişe Hz. Osman kuşatma altındayken yani öldürülmesinden yirmi gün önce Medine’den ayrılmıştı.[981]

Hz. Osman isyancı grubun bu yaptıklarından vazgeçebileceklerini düşünerek çeşitli zaman aralıklarında kendileriyle konuşup onları uyarmaya çalıştı.[982] Ancak Hz. Osman’ın bu uyarıları da sahâbenin kendilerine verdiği tavsiyeler de isyancılar için hiçbir şey ifade etmiyordu. Sonunda asiler, diğer şehirlerden hac için gelecek olan müslümanların kendilerine engel olabileceklerini düşündükleri için[983] ve Hz. Osman’ın valilerinin yardım için gönderdiği askerlerin kendilerine yaklaştığını haber aldıkları için kuşatmanın kırkıncı gününde Hz. Osman’ı öldürmek için harekete geçtiler.[984]

Muhammed b. Ebû Bekir, on üç kişiyle birlikte Hz. Osman’ın komşusu Amr b. Hazm’ın evinden atlayarak[985] Hz. Osman’ın yanına girmiş ve onu öldürmüşlerdi.[986]

Hz. Osman’ı öldüren asiler daha sonra Hz. Osman’ın evini ve beytülmâli yağmalamışlardı.[987] Rivayet edildiğine göre o esnada beytülmâlde birçok mal bulunm aktaydı .[988]6

Asiler Hz. Osman’ın Bakî‘ kabristanına defnedilmesine izin vermediği için Hz. Osman Huşşü Kevkeb adı verilen ve çöplük olarak kullanılan bölgeye ancak üç gün sonra defnedilmişti.[989]

Hz. Osman 18 Zilhicce 35/17 Haziran 656 tarihinde Cuma günü öldürüldü.[990] Hilafeti on iki yıldan on iki gün eksikti.[991]

B. Hz. Âişe’nin Hz. Osman’ın Yönetimine Karşı Tavrı

Hz. Osman’ın Hilafetine Kadar Olan Dönemdeki İlişkileri

Kaynaklarda Hz. Osman’ın halife olduğu döneme kadar geçen süre içerisinde Hz. Osman ile Hz. Âişe arasında herhangi bir olumsuzluk yaşandığına dair bilgi bulunmamaktadır. Bunun aksine Hz. Âişe’nin Hz. Osman’ı takdir eden birçok olumlu rivayeti sahih kaynaklar aracılığıyla bize ulaşmıştır. Bu rivayetlerde özellikle Hz. Osman’ın hayâ yönüne vurgu yapılmıştır.[992]

Yine bu rivayetlerden bazılarında Hz. Osman’ın cömertliğinden bahsedilmiştir. Bir gün Hz. Osman, Hz. Âişe’nin evine gelerek Hz. Peygamber’i sormuştu. Hz. Âişe: “Ailesi için azık temin etmek üzere gitti. Yedi günden beri onun evlerinin hiçbirinde ateş yanmadı.” dedi. Hz. Osman: “Allah sana merhamet etsin. Beni bu halden niçin haberdar etmiyorsunuz?” dedi. Hz. Osman evine dönerek Hz. Peygamber’in evlerinden her birine bir koyun ve biraz da yiyecek gönderdi. Rasûlullah geri döndüğünde gelen yiyeceği görerek: “Ey Âişe! Bu nedir?” buyurdu. Hz. Âişe: “Osman gönderdi.” dedi. Rasûlullah: “Bundan diğer hanımlara da gönder.” buyurdu. Hz. Âişe: “Senin hanımlarından hepsine bunların aynısından gönderildi.” dediği vakit Hz. Peygamber iki elini kaldırarak: “Allah’ım Osman’ın bu davranışını karşılıksız bırakma.” diye dua etti.[993]

Bir adam Hz. Âişe’ye gelerek: “Evlatlarından birisi sana selâm ediyor. Sana Osman b. Affân hakkında soruyor, kuşkusuz insanlar Osman’a hakaret ediyor.” dedi. Hz. Âişe: “Osman’a kim lanet ederse Allah da ona lanet etsin. Vallahi! Bir gün Rasûlullah’ın yanında oturuyordum. Rasûlullah bana sırtını dayamıştı. Cebrail Rasûlullah’a Kur’ân’ı vahyediyordu. Rasûlullah Osman’a hitaben: ‘Ey Useym[994] yaz.’ demişti. Allah bu mertebeyi Allah ve Rasûlullah’a karşı ikram sahibi olan dışında kimseye vermedi.” demişti.[995]

Hz. Osman’ın Halife Olmasından Sonraki Dönemdeki İlişkileri

Hz. Osman’ın halifeliğinin ilk dönemlerinde Hz. Âişe, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde olduğu gibi fetva vermek, hadis rivayet etmek gibi ilmî faaliyetlerine aynen devam etmişti.[996] Hz. Osman’ın hilafetinin sonraki yıllarında Hz. Âişe’nin yönetime karşı olan tavrında nasıl bir tutum izlediği ile ilgili çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bazı yazarlar Hz. Âişe’nin Hz. Osman’a karşı sert bir tutum sergilemeye başladığını ve asilere bazı konularda yardımcı olduğunu iddia etmektedirler. Biz bu görüşlere katılmadığımızı ifade etmekle birlikte Hz. Âişe’yi Hz. Osman’ın sert bir muhalifi olarak gösteren rivayet ve yorumları da naklederek bu konuya başlamayı uygun buluyoruz.

Örneğin Afgânî, Hz. Âişe’nin Hz. Osman’a muhalefetini şöyle tasvir etmiştir: “Hz. Osman’ın yumuşak huylu olması insanları onun aleyhinde cesaretlendirmeye başladı. Hz. Osman’ın yaptığı bazı icraatları sebebiyle onun aleyhinde birtakım sesler yükselmeye başladı ve bu söylentiler hilafetinin son dönemlerinde iyice arttı. Hal böyle olup durum tersine dönünce, biz Hz. Âişe’yi şiddetli muhalefet hareketini yönlendiren kişi olarak görüyoruz. Hz. Osman, Hz. Âişe’nin bu muhalefetin başını çekmesinden son derece rahatsızdı. Hz. Âişe’nin bu siyasi muhalefetin içine girmesi şer ve fesat ehlinin onun yöneticilik konumunu ele geçirmesiyle sonuçlandı. Olaylar Hz. Âişe’nin kendisinin bile istemediği bir mecraya doğru gitti. Sonuçta bu siyasi muhalefet hareketi Hz. Âişe’nin kontrolünden çıktı ve fitnecilerin eline geçerek iki feci olaya sebebiyet verdi. Hz. Âişe sebep olduğu bu olaylardan dolayı en çok üzüntü duyan ve pişman olan kişiydi.”[997]

Hz. Âişe’nin Hz. Osman aleyhindeki muhalefette önemli bir rol üstlendiğini savunanlara göre bu muhalefetin ilk sebebi Hz. Âişe’nin kardeşi Muhammed b. Ebû Bekir’in Hz. Osman’a muhalif olmasıydı.[998] Hatta daha da ileri gidilerek Hz. Âişe’nin Hz. Osman’ı hilafetten indirerek kardeşi Muhammed’i halife yapmak istediği bile iddia edilmiştir.[999] Fakat yazar bu tezini ispatlayabilecek bir rivayet ortaya koyamamıştır.

Hz. Âişe’nin Hz. Osman’a muhalefetinin ikinci bir sebebi olarak da kendisine Hz. Ömer devrinde verilen maaşın Hz. Osman döneminde Rasûlullah’ın diğer eşleriyle aynı seviyeye azaltılması zikredilir.[1000] Önceki bölümlerde ayrıntılı bir şekilde aktardığımız üzere Hz. Ömer döneminde Hz. Âişe’ye fazla atıyye verildiği bilgisi birçok rivayetle tenakuz halinde olup bu sebeple bu rivayetin doğru olduğunu düşünmüyoruz. Bu sebeple zaten olmayan bir atıyye fazlalığının Hz. Osman döneminde düşürülmesi söz konusu değildir. Ayrıca Hz. Osman’ın halife olur olmaz maaşlara ilave yaptığı rivayet edilmektedir.[1001] Tüm müslümanların maaşlarına zam yapan Hz. Osman’ın Hz. Âişe’nin maaşını düşürmesi akla uygun gelmemektedir.

Hz. Âişe’yi, Hz. Osman’ın şiddetli muhalifleri arasında gösteren rivayetlerde Talha ve Zübeyr de Hz. Âişe ile birlikte zikredilmektedir.[1002] Şiîler tarafından uydurulduğunu düşündüğümüz bu rivayetlerle Cemel Savaşı’nda Hz. Ali’ye karşı mücadele eden bu kişiler hilafet düşkünü olarak ve Hz. Osman’ın asıl katilleri olarak gösterilmek istenmiştir.

Bu bilgiyi eserlerine alan müverrihler sahih kaynaklarda bulunmayan ve hatta çelişen bazı rivayetleri de bize ulaştırmışlardır.

Örneğin Hz. Âişe Hz. Osman’a muhalefette o kadar şiddetliydi ki Hz. Peygamber’in saçından bir tutamı, ayakkabısını ve elbisesini kaldırarak Hz. Osman’a: “Rasûlullah’ın sünnetini ne kadar hızlı terk ettiniz.” demişti. Bunun üzerine hayâsıyla ve yumuşak mizacıyla şöhret kazanan Hz. Osman sinirden ne söyleyeceğini bilemeyecek kadar öfkelenmiş ve Ebû Kuhâfe ailesi hakkında sert sözler söylemişti.[1003] Hz. Osman’ın mizacına tam zıt olan bu davranışların Hz. Ebû Bekir’in ailesine ve Rasûlullah’ın hanımına karşı sadır olması ihtimal dâhilinde gözükmemektedir. Şayet Hz. Osman sinirden kendisini kaybedecek bir insan olsaydı, kendisini öldürmek için gelen isyancılarla savaşılmasını isterdi.

Bazı rivayetlerde muhalefetin düzeyi biraz daha artırılarak Hz. Âişe’nin Rasûlullah’ın elbiselerinden birini evinin bir köşesine asarak yanına gelenlerin tümüne: “İşte bu Rasûlullah’ın elbisesi hâlâ eskimediği halde; Osman onun sünnetini eskitmiştir.”[1004] dediği rivayet edilir.

Hatta Hz. Osman’a ilk olarak Na‘sel[1005] lakabını takanın Hz. Âişe olduğuna dair rivayetler de bulunmaktadır. Hz. Âişe: “Na‘sel’i öldürün. Allah Na‘sel’i kahretsin.” diyordu. Hz. Âişe Mekke’deyken Hz. Osman’ın ölüm haberi kendisine geldiğinde: “Na‘sel helak olsun.” demişti.[1006] Şiîler Hz. Osman’ın ölüm emrini verenin de Hz. Âişe olduğunu iddia etmişlerdir.[1007]

Hz. Âişe’nin Hz. Osman’a muhalefet ettiğini belirten başka bir rivayet de Velîd b. Ukbe’nin haddi gerektirecek bir iş yaptığına dair şehadette bulunan Kûfeli bir heyete Hz. Osman’ın inanmayıp onları tehdit ettiği aktarılmaktadır. Bu heyet Hz. Âişe’ye gelerek ondan yardım istemiş Hz. Osman ile aralarında geçenleri, Hz. Osman’ın onları kovduğunu ve tehdit ettiğini ona söylemişlerdi. Hz. Âişe bunun üzerine: “Muhakkak Osman hadleri ihlal etmiş, şahitleri de tehdit etmiştir.” demişti.[1008] Hatta bazı rivayetlerde Hz. Osman ve Hz. Âişe’nin birbirine ağır hakaretler ettikleri bu olaya şahit olanların da iki gruba ayrılarak Hz. Osman ve Hz. Âişe taraftarları olarak birbirleriyle kavga ettikleri belirtilmektedir.[1009]

Fakat elimizdeki çok daha güvenilir kaynaklarda Hz. Osman tarafından Velid b. Ukbe’nin azledildiği[1010] ve Hz. Ali tarafından kendisine had uygulandığı bilgisi yer almaktadır.[1011]

Hz. Âişe’nin Hz. Osman’a muhalefet ettiğini belirten başka bir rivayet de farklı Kur’ân nüshalarının yakılması meselesi hakkındadır. Rivayete göre Abdullah b. Mes‘ûd mushafını Medine’ye göndermekten kaçınmış, Hz. Osman’ın emri olmasına rağmen o mushafı Abdullah b. Âmir’e teslim etmeyi reddetmiştir. Bunun üzerine Hz. Osman sinirlenmiş ve Abdullah b. Mes‘ûd’un kendisine gönderilmesini emretmiştir. Hz. Osman bu olayda da kendisini kontrol edemeyecek kadar sinirlenmiş ve Abdullah b. Mes‘ûd Medine’ye gelip mescide girdiğinde kürsüde insanlara hitap eden Hz. Osman onun içeri girdiğini görerek şöyle demişti: “Dikkat edin. Kötü bir hayvancığı size takdim ediyorum.” Abdullah b. Mes‘ûd bu söze şöyle karşılık vermişti: “Ben öyle değilim. Ben Bedir Gazvesi’nde ve Rıdvân Biati’nde Rasûlullah’ın arkadaşıyım.” Evinde bulunan Hz. Âişe bu durumda kendisine hâkim olamayıp: “Ey Osman! Sen bunları Rasûlullah’ın arkadaşına mı söylüyorsun.” diye seslenmişti. Hz. Osman, Abdullah b. Mes‘ûd’un ayağından sürüklenmesini emretti. Bunun neticesinde Abdullah b. Mes‘ûd’un iki kaburga kemiği kırıldı. Hz. Âişe bu konuda çok konuşmuş ve birçok sözler söylemişti.[1012]

Hz. Âişe’nin Hz. Osman’a muhalefet etmesine sebep olan başka bir olay da Ammâr b. Yâsir hakkındadır. Hz. Osman beytülmâlden kendi hanımları için emanet takılar aldığında insanlar Hz. Ömer’in usulüne alışık oldukları için Ammâr b. Yâsir Hz. Osman’a muhalefet etmişti. Hz. Osman Ammâr’ı çağırarak ona hakaret etmiş ve onu bayılana kadar dövmüştü. Ammâr daha sonra Rasûlullah’ın zevcesi Hz. Ümmü Seleme’nin evine geldi. Öğle, ikindi ve akşam namazlarını kılamadı. Bunun üzerine Hz. Ümmü Seleme Ammâr’a yapılan bu davranışa çok kızdı. Ammâr’a yapılanlar Hz. Âişe’ye ulaştığı zaman o da sinirlendi. Rasûlullah’ın saçlarından bir tutamı, elbiselerinden birini ve ayakkabılarından birini çıkararak: “Peygamberimizin sünnetini ne çabuk unuttunuz. İşte onun saçı, işte elbisesi ve işte ayakkabısı! Onlar hâlâ eskimemiştir.” demişti. Hz. Osman Hz. Âişe’nin bu tepkisine çok sinirlendi. Hatta ne dediğini dahi bilmiyordu. Mescid-i Nebevî karıştı. İnsanlar: “Sübhânallah! Sübhânallah! diyorlardı. Amr b. Âs da insanların arasında taaccüb ve tesbih edenlerdendi.[1013]

Yine aynı rivayetlerde Hz. Âişe’nin Hz. Osman’a karşı niçin muhalefet ettiğinin cevabı da vardır. Hz. Âişe’nin bu muhalefetinin tek sebebi kendi kabilesi olan Teym’e hilafeti geri çevirmek ve akrabası olan Talha’yı halife yapmaktı. Bu rivayetlerde Hz. Âişe hiçbir güzel özelliği olmayan, gözünü makam hırsı bürümüş bir muhteris olarak gösterilmek istenmiştir.

Talha b. Ubeydullah’ın Hz. Osman’a karşı oluşan muhalefette çok büyük bir etkisi olduğunu savunan rivayetler de bu kurgu üzerinden kurulmuştur. Diğer sahâbîlerde olduğu gibi Talha da Hz. Osman döneminde yapılan bazı yanlış icraatlar dolayısıyla Hz. Osman’ı eleştirmekteydi. Fakat bu eleştirinin Şiî rivayetlerde gösterildiği kadar ileri düzeyde olduğunu düşünmüyoruz.

Talha ve Hz. Âişe’yi Hz. Osman’ın çok şedid muhalifleri arasında gösteren bazı rivayetleri buraya almak istiyoruz. Bu rivayetlerle insanların zihninde uyanması istenilen düşünce, Hz. Âişe ve Talha hilafeti ele geçirmek için Hz. Osman’la çok fazla mücadele etmişlerdir ve onlar Hz. Osman’ın gerçek katilleridir. Hz. Âişe ve Talha hilafeti ele geçirmek için Hz. Ali ile de aynı şekilde mücadele etmişlerdir.[1014]

Hz. Osman muhasara altındayken Talha halife olmak için harekete geçmişti. Hilafeti ele geçirmeye çok yaklaşmış, beytülmâlin ve hazinelerin anahtarlarını ve gözetimini ele geçirmişti. Bundan dolayı insanlar ona meyletmiş ve sanki halife olmuş gibi kapısında izdiham oluşmuştu. Talha’nın bu hareketi Hz. Osman’a çok büyük bir üzüntü vermiş ve Ali b. Ebû Tâlib’e haber göndermişti. Hz. Ali gelince ondan yardım istedi. Hz. Ali’ye kardeşlik, akrabalık, ahit ve misak hakkını hatırlattı. Bunun üzerine Hz. Ali de Hz. Osman’a yardım etmek üzere kalktı ve ona hayır vaat etti. Hz. Ali: “Benden haber bekleyin.” deyip Hz. Osman’ın yanından çıkıp mescide girdi. Üsâme b. Zeyd’i mescidin önünde otururken gördü. Onu çağırıp elinden tutarak, Talha’ya gitmek üzere mescidden çıktılar. Talha’nın evine geldiklerinde evin insanlarla dolup taştığını gördüler. Hz. Ali: “Ey Talha! Senin içine düştüğün bu durum nedir?” dedi. Bunun üzerine Talha: “Ey Eba’l-Hasen! Bu iş benim kontrolümden çıktı.” dedi. Hz. Ali ise cevap vermeden oradan ayrıldı. Beytülmâle giderek: “Kapıyı açın.” dedi. Kapıyı açmaya muvaffak olamayınca kapının kırılmasını emretti. Kapı kırılınca Hz. Ali: “Malları çıkarın ve insanlara dağıtın.” dedi. Bu haber Medine sokaklarında yayıldı. Hatta Talha’nın evinde bulunanlara da ulaşınca onun yanından ayrıldılar. Talha’yı evde tek başına bıraktılar. Keder onu yiyip bitiriyordu.

Bu haber Hz. Osman’a ulaşınca Talha’ya karşı nefsinde rahatlık hissetti ve çok sevindi. Talha pişman olduktan sonra özür dilemek için Hz. Osman’dan izin istedi. Onun yanına gelince de: “Ey müminlerin emiri! Allah’a istiğfar ediyor ve ona tövbe ediyorum. Ben bir işi murat ettim de bu sebeple Allah benimle kendi arasını ayırdı.” deyince Hz. Osman da: “Vallahi! Sen tövbe ederek değil, mağlup olarak geldin. Ey Talha! Allah sana yeter.” dedi.[1015]

Afgânî muhtemelen bu rivayetin doğru olduğunu düşünerek rivayete şöyle bir açıklamayla birlikte girmiştir: “Talha’ya gelince o Hz. Ömer’in içlerinden birisinin kendisinden sonra halife olması için vasiyet ettiği altı kişilik şûradan birisi olduğundan beri halifeliği çok istiyordu. Ancak halifelik Hz. Osman’a verilmişti. Hz. Osman aleyhinde olanlar çoğalınca, Talha da onların başında yer aldı. Hz. Osman’a karşı ayaklananlar Medine’ye gelince, Talha da Hz. Osman’ın azlinden veya katlinden sonra halife olmak için hazır bekliyordu.”[1016]

Talha’nın beytülmâli ele geçirdiğini ifade eden bu rivayet bazı rivayetlerle de çelişmektedir. Çünkü bu rivayette beytülmâlin Hz. Ali tarafından boşaltıldığı haber verilmektedir. Ancak Hz. Osman’ı öldüren asilerin, onun evini ve beytülmâli yağmalamış olmaları[1017] bu rivayete şüpheyle yaklaşmamızı gerektirmektedir. Ayrıca asilerin yağmaladığı beytülmâlde o esnada birçok malın bulunduğu özellikle zikredilmektedir.[1018]

Bu rivayet üzerine inşa edilmiş başka bir rivayette de Talha’nın halife olmasını çok arzu eden Hz. Âişe bu husus hakkında İbn Abbâs’la tartışmaktadır. Hac mevsiminde Hz. Osman Abdullah b. Abbâs’ı hac için görevlendirmişti. İbn Abbâs Medine’den çıkıp es-Salsal mevkiinde Hz. Âişe’ye yetişti. Hz. Âişe ona hitaben: “Allah’tan senin için yardım talep ediyorum. Şüphesiz sana keskin bir dil verilmiştir. Sen bu adamı (Hz. Osman) güç bir zamanda terk ediyor ve onun hakkında insanları şüpheye sevk ediyorsun. Onların basiretleri kaybolmuştur. Sen onlara doğruyu anlatıp onlar için bir yol gösterici olurdun. İnsanlar şehirlerden kararlaştırılmış bir iş için geldiler.” dedi. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Şüphesiz ben Talha b. Ubeydullah’ın beytülmâlin hazinelerinin anahtarlarını aldığını gördüm. Eğer ona fırsat verilirse amcasının oğlu Ebû Bekir’in yaşantısını sürer.” dedi. İbn Abbâs da: “Ey annem! Eğer bu adama bir şey olursa, insanlar ancak sahibimize (Hz. Ali) sığınırlar.” dedi.

Bunun üzerine Hz. Âişe: “Güzel! Seninle bu konuda büyüklük yarışına ve mücadeleye girmek istemiyorum.” dedi.[1019]

Talha’nın beytülmâlin anahtarlarını ele geçirdiğini ifade eden rivayeti doğru kabul eden Afgânî aynı rivayetin devamı niteliğinde olan bu rivayet hakkında: “Hz. Osman’ın azli veya katli durumunda Hz. Âişe’nin gönlüne amcasının oğlu Talha’ya biat edilmesi fikrinin geldiğini uzak görmemekle birlikte bu haberin uydurma olduğu gayet açıktır.” demiştir.[1020] Bu örnekte de açıkça görüldüğü üzere rivayetlerin aşırı şekilde tenakuzlar barındırması bu konu hakkında çalışan yazarları da büyük tenakuzlara düşürmüş, yazarlar hangi rivayetleri doğru hangilerini yanlış kabul edecekleri hakkında tam anlamıyla aciz durumda kalmışlardır.

Yine Hz. Âişe’nin Talha’nın halife olmasını istediğini gösteren farklı rivayetlerde Hz. Âişe’nin bu isteğinin dozunu artırmışlardır.

Hz. Âişe’ye atfedilen rivayetlerde halifeliğin Talha’ya verilmesini arzulayan Hz. Âişe’nin şöyle dediği iddia edilmiştir: “Zü’l-İsba’,[1021] Ebû Şebl[1022] ve amcamın oğlu bu işe layıktır. Ona biat edilirken onun parmağına bakar gibiyim... Develeri harekete geçirip coşturdular. Evet, Zü’l-İsba’ baban ne iyi adamdı!... Onlar Talha’ya denk birini bulabilirler mi?”[1023] Rivayetlerde kullanılan Zü’l-İsba’ ve Ebû Şebl künyelerinin Talha hakkında kullanılmasının örneği bu rivayet dışında görülmemektedir. Sadece Şiî eğilimli kaynaklarda geçen bu rivayetin uydurma olduğu gayet açıktır. Hz. Âişe hakkında çizilen insan portresi onun gerçek şahsiyetinin çok uzağındadır.

Benzer rivayetlerde Hz. Osman’ın şehadetinden sonra Hz. Ali’ye biat edildiği haberi Hz. Âişe’ye ulaşınca onun bütün hayalleri yıkılarak ümitsizlik içinde şöyle söylediği iddia edilmiştir: “Helak olasıcalar! Helak olasıcalar! Asla bu işi tekrar Teym kabilesine geri vermeyecekler.”[1024]

Hz. Âişe ve Talha arasındaki ilişki düzeyi yine Şiî uydurması olduğunu düşündüğümüz bazı rivayetlerde çok farklı boyutlara taşınmıştır. Buna göre Talha: “Hz. Peygamber vefat ederse onun hanımlarını (Hz. Âişe) nikâhlarız. Allah Muhammed’i amcakızlarımıza bizden daha çok hak sahibi yapmamıştır.” demiştir. Bunun üzerine: “Sizin Allah’ın peygamberini incitmeye hakkınız yoktur; arkasından hanımlarını nikâhlayamazsınız da.”[1025] âyeti nâzil olmuştur.[1026]

Hz. Âişe ve diğer sahâbîleri suçlu göstermek isteyenler bazen de sahâbenin diliyle rivayetler uydurmuşlardır. Fitne döneminde tarafsız kalan Sa‘d b. Ebû Vakkâs’a şöyle bir söz atfedilmektedir: “Osman’ı öldüren kılıcı Âişe kınından çıkardı, Talha biledi, Ali zehirledi ve Zübeyr de işaret edip sustu.”[1027] Hâlbuki Hz. Ali, Talha, Zübeyr ve Hz. Âişe’nin Hz. Osman’ın öldürülmesi olayını tertipleyenler olmadıkları açıktır.[1028] Fakat bu rivayet Emevîler’in tam da kabul etmek istedikleri katil zanlılarını bir araya getirmesi açısından dikkat çekicidir.[1029] Hilafetin en güçlü adayları yine hilafetin güçlü bir adayı olan Sa‘d b. Ebû Vakkâs tarafından zemmedilmektedir. Hatta daha da ileri gidilerek oğlu Muhammed’in bile Hz. Osman’ın katlinden babası Talha’yı, Hz. Âişe’yi ve Hz. Ali’yi sorumlu gördüğüne 1028 dair rivayetler bulunmaktadır.[1030]

Konuyla ilgili benzer bir rivayette bu kez Mugîre b. Şu‘be, Hz. Âişe’yi Hz. Osman’ın katliyle suçlamaktadır. Mugîre b. Şu‘be Hz. Âişe’nin yanına girince Hz. Âişe ona hitaben: “Ey Abdullah’ın babası! Şayet sen beni Cemel günü görmüş olsaydın o gün benim hevdecime oklar isabet etmiş ve hatta bazıları benim bedenime isabet etmişti.” dedi. Mugîre b. Şu‘be: “Vallahi! İsterdim ki onların bazıları sana isabet edip seni öldürseydi.” Hz. Âişe: “Allah sana rahmet etsin. Niçin böyle söylüyorsun?” dediğinde Mugîre b. Şu‘be: “Osman aleyhindeki mücadelenin keffâreti olurdu.” Bunun üzerine Hz. Âişe: “Vallahi! Sen böyle söylüyorsun. Ancak Allah biliyor ki ben Osman’ın katlini istemedim. Yine Allah biliyor ki ben mücadele etmek istedim. Benimle mücadele edildi. Ben ok atmayı istedim. Bana ok atıldı. Ben isyan etmeyi istedim. Bana isyan edildi. Eğer Osman’ın öldürülmesini isteseydim. Ben öldürülürdüm.” demiştir.[1031]

Bize göre Hz. Âişe’nin Hz. Osman’a muhalefeti rivayetlerde abartıldığı kadar büyük değildi. Hz. Âişe özellikle Hz. Peygamber’in ve Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer gibi ashâbın büyüklerinin vefatından sonra toplumun en önde olan şahsiyetlerinden biri haline gelmişti. Sahip olduğu bu makam sebebiyle Hz. Osman’ın muhalifleri de dâhil toplumun her kesiminden insanlar gelerek şikâyetlerini ona arz ediyorlardı.[1032] Hz. Âişe bu insanların yönlendirmeleri dâhilinde Hz. Osman’dan bazı isteklerde bulunmuş olabilir. Fakat bu küçük fikir ayrılıklarının rivayetlerde abartıldığı derece büyük bir düşmanlığa dönüşmesi mümkün gözükmemektedir.

Örneğin Mısırlılar Amr b. Âs’tan sonra Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh’in başlarına vali olmasını tasvip etmemiş ve çeşitli gerekçelerle Hz. Osman’dan onu görevden almasını istemişlerdi. Bu arada Abdullah şikâyetçilerden birini döverek öldürmüştü. Bu gelişmeler üzerine Hz. Âişe: “Muhammed’in ashâbı size geldi ve bu adamı azletmenizi istedi de siz bunu geri mi çevirdiniz? Bir de bu adam o insanlar içinden birini katletti; sizden bu insanlar için valinize karşı adaletli davranmanızı istiyorum.” diyerek Hz. Osman’a haber göndermişti.[1033] Bize göre Hz. Âişe’nin Hz. Osman’a muhalefetinde en uç nokta bu olaydı. Hz. Âişe bir valisini azletmesini Hz. Osman’dan istemişti.

Afgânî bir kereye mahsus olan bu olayı biraz abartarak: “Bu dönemde Hz. Âişe ansızın siyaset sahnesine çıkıyor. Valilerin azledilmesinde ve atanmasında kendi fikirlerini dikte ederek Hz. Osman’ın yaptığı birçok işte ona şiddetli bir şekilde muhalefet ediyordu. Bu yaptıklarıyla birlikte Hz. Âişe tehlikeli ve şiddetli bir muhalefete liderlik yapıyordu. Tüm bu olaylar Hz. Âişe’yi isteği dışında ve farkında olmaksızın İslâm tarihinde “yevmü’d-dâr” olarak bilinen o uğursuz güne kadar devam etti. “Yevmü’d-dâr” diye isimlendirilen o uğursuz gün; şehit ve sabırlı halife Hz. Osman’ın bir fitne ehli tarafından katledildiği gündür.” demiştir.[1034] Afgânî’nin ifade ettiği gibi Hz. Âişe’nin valilerin atanmasına ve azline müdahale ettiği doğru değildir. Bu tezi ispatlayabilecek ikinci bir rivayet bulunmamaktadır.

Hz. Âişe’nin Hz. Osman’ın yönetimine müdahale ettiği ikinci bir hadise de şu olaydır: Hz. Osman’ın Kûfe valisi Sa‘îd b. As, Hâşim b. Utbe b. Ebî Vakkas ile aralarındaki bir sürtüşmeden dolayı Hâşim’i dövdürmüş ve evini yaktırmıştı. Durum Hz. Osman’a iletilince o, Sa‘îd’e aynı cezaların verilmesi görevini Sa‘d b. Ebû Vakkâs’a verdi. Ancak Hz. Âişe Sa‘d b. Ebû Vakkâs’a ricada bulunarak onun evinin yakılmasını engellemişti.[1035]

Yine Hz. Âişe’nin muhalefeti sadedinde şu sözlerini de çok önemsemekteyiz. Hz. Âişe Hz. Osman öldürüldüğü zaman: “Sizin kırbaçlanmanıza kızdım. Osman’ın kılıçla vurulmasına nasıl kızmayayım. Onu o kadar ayıpladınız ve kınadınız ki günahsız hale getirdiniz. Sonra da onu öldürdünüz.”[1036] Hz. Âişe’nin burada belirttiği: “Sizin kırbaçlanmanıza kızdım.” sözü Hz. Osman döneminde bazı istenmeyen olayların yaşandığı ihtimalini akla getirmektedir. Fakat bu şiddet gerçekten Ammâr b. Yâsir ve Abdullah b. Mes‘ud gibi büyük sahâbîlere mi uygulanmıştı? Ne kadar şiddetliydi? Rivayetler bu kadar müphem ve farklıyken bunu kesin olarak bilmemiz mümkün gözükmemektedir.

Hz. Osman muhasara altındayken Hz. Âişe’ye Hz. Osman muhaliflerinin reislerinden biri olan Eşter gelmişti. Hz. Âişe’ye hitaben: “Ey müminlerin annesi! Şu adam hakkında ne söylüyorsun? Her ne kadar sarih olarak ifade etmese de Hz. Âişe Eşter’in bu sözle neyi kastettiğini çok iyi biliyordu. Hz. Âişe onun bu muradından ürkmüş ve net olarak şu cevabı vermişti: “Müslümanların kanlarını dökmeyi, imamlarını katletmeyi ve onların canlarını helal görmeyi emretmekten Allah’a sığınırım.” Bunun üzerine Eşter: “Bize mektup yazan sizdiniz. Şimdi harp ile burun burunayken bizi ondan nehyediyorsunuz.” demişti.[1037]

Eşter’in yukarıdaki rivayette bahsettiği mektup yazılması olayı bir gerçektir. Fakat bu mektupları Hz. Âişe ve diğer sahâbîler adına yazanlar başkalarıydı.

Hz. Âişe, Hz. Osman’ın katlinden sonra: “Onu kirden temizlenmiş elbise gibi bıraktınız. Sonra da koç boğazlar gibi onu boğazlayarak kurban ettiniz. Oysa Osman önceleri şimdikinden farklı biri miydi?” dediğinde yanında bulunan Mesrûk: “Bu senin işindir. İnsanlara mektup yazıp ona karşı ayaklanmalarını emreden sen değil misin?” demişti. Bunun üzerine Hz. Âişe de: “Hayır. Müminlerin inandığı, kâfirlerin inkâr ettiği Allah’a yemin olsun ki onlara beyaz üzerine siyah yazmadım. Sadece bu oturduğum yerde oturdum.” demişti. Rivayetin râvilerinden A‘meş: “İnsanlar o mektubun onun ağzından yazıldığı görüşünde idiler.” demiştir.[1038]

dönemde isyanı planlayanlar Hz. Ali, Talha, Zübeyr ve Hz. Âişe adına Hz. Osman’ı kötüleyen mektuplar uydurmuşlardı.[1039] Bu mektuplarda, insanları Hz. Osman’a karşı savaşmaya ve İslâm’a yardım etmeye davet ediyorlardı. O gün için bunun en büyük cihâd olduğunu söylüyorlardı.[1040]

Hz. Âişe’nin Hz. Osman’ın öldürüldüğünü işittiğinde sarf ettiği sözler de aralarında hiçbir husumetin olmadığının en büyük delilidir. Hz. Âişe, Hz. Osman’ın öldürülmesi üzerine son derece üzülmüş ve öfkelenmişti. O bu üzüntü ve öfkesinde son derece samimiydi. O kardeşi Muhammed b. Ebû Bekir’e Hz. Osman’ın aleyhinde çalıştığı için öfkelenmiş ve onu “Müzemmem”[1041] diye isimlendirmişti. Hz. Âişe kardeşine ve Hz. Osman’ın öldürülmesinde rolü olanlara şöyle beddua etmişti: “Allah Osman’ın aleyhinde çalışan Müzemmem’i katletsin. Dalalet üzerinde olan İbn Bedîl’in kanını akıtsın. İbn Temîm’in önde gelenlerini katında değersiz kılsın. Eşter’e hedefi şaşmayan oklarından bir oku fırlatsın.” Hz. Âişe’nin bedduasının ulaşmadığı kimse kalmamıştı.[1042]

Talk b. Hassân: “Hz. Osman öldürüldü. Biz, Muhammed’in sahâbîleri arasına dağıldık. Gidip onlara Osman’ın öldürülmesi hakkındaki fikirlerini sorduk. Hz. Âişe’nin bu hususta şöyle dediğini işittim: “Osman, haksız yere öldürüldü. Allah onun katillerine lanet etsin.”[1043]

Hz. Âişe Hz. Osman’ın öldürüldüğü haberini alınca: “Onu öldürdüler. Akrabaya ilgi göstermek bakımından hepsinden daha ileriydi. Allah’tan hepsinden daha çok korkardı.”[1044] “Yemek kabını yıkar gibi onu yıkayıp temizlediniz, sonra da öldürdünüz.” demişti.[1045]

Görüldüğü gibi Hz. Âişe Hz. Osman’ın ölümü üzerine ona olan saygı ve sevgisini ifade eden gayet güzel şeyler söylemiştir. Yukarıdaki rivayetlerde çizilen Hz. Âişe portresi ile bu sözleri söyleyen Hz. Âişe aynı kişi olamaz.

HZ. ALİ DÖNEMİNDE HZ. ÂİŞE

Hz. Ali’nin Hilafeti ve Karışıklıkların Artarak Devam Etmesi

Hz. Osman’ın katlinden sonra Hz. Ali’nin göreve getirilmesinin sahâbenin tasarrufunda olup olmadığı hususunda siyer âlimleri ihtilaf etmişlerdir.[1046] Birbirinden çok farklı ve hatta zıt manaları içeren birçok rivayet bulunmaktadır. Fakat Cemel Savaşı’nın önemli düğüm noktalarından bir tanesi Hz. Ali’ye biatin nasıl gerçekleştiği hususu olduğundan bu konu üzerinde durmamız gerekmektedir.

Bazı rivayayetlerde sahâbîlerin Hz. Ali’ye gelerek: “Kuşkusuz bu adam öldürüldü. İnsanlara bir imam gerekir. Bugün liyakat ve Hz. Peygamber’e yakınlık bakımından bu işe senden daha layığını bulamıyoruz.” dedikleri Hz. Ali’nin ise: “Bunu yapmayın. Benim vezir olmam emir olmamdan daha hayırlıdır.” dediği kaydedilir. Ancak Hz. Ali sahâbenin yoğun ısrarı üzerine: “Öyleyse bunu mescidde yapın.” diyerek bu teklifi kabul etmiştir.[1047]

Hz. Ali’ye biatin sahâbenin isteği doğrultusunda gerçekleştiğini ifade eden başka rivayetler de vardır. Yine bu rivayetlerde Talha ve Zübeyr’in de Hz. Ali’ye biat etmek için gelenlerin içinde olduğu özellikle vurgulanmaktadır.[1048]

Bazı rivayetlerde ise biat işinin sahâbenin inisiyatifi dâhilinde olmadığı ve Hz. Osman’ı öldüren isyancıların Hz. Ali’ye biat ederek, kendileri için tehdit olarak gördükleri bazı sahâbîleri de ona zorla biat ettirdikleri ifade edilmektedir.[1049]

Benzer rivayetlerde isyancıların Medine halkının tamamını tehdit ettikleri ve iki gün içerisinde bir halife seçilememesi durumunda Hz. Ali’yi, Talha’yı, Zübeyr’i ve pek çok insanı öldürecekleri tehdidinde bulundukları ifade edilmiştir. Bunun üzerine Medine halkı Hz. Ali’ye gelerek halife olması için ısrar etmişler, Hz. Ali ise ilk başta bu teklifi kabul etmemesine rağmen insanların ısrarlarını geri çevirememiş ve hilafeti kabul etmiştir. Hz. Ali’ye biatten kaçınan Zübeyr, Hukeym b. Cebele’nin kılıç tehdidiyle, Talha da Eşter’in tehdidiyle getirilmiş ve Hz. Ali’ye biat ettirilmiştir. Sonuç olarak Mısır ehlinin dediği olmuş ve onların desteklediği Hz. Ali halife seçilmiştir.1047 [1050]

Bu konu ile ilgili birbirine tamamen zıt birçok rivayet bulunmaktadır. Fakat Talha ve Zübeyr’in zorla biat ettirildiğini ifade eden rivayetler[1051] ağırlıklı olup, bunların daha doğru olduğunu düşünüyoruz.[1052] Özellikle Şiî meyilli rivayetlerde Talha ve Zübeyr’in Hz. Ali’ye isteyerek biat ettikleri, ancak kendilerine Basra ve Kûfe valilikleri verilmediği için buna sinirlenip Hz. Ali’ye karşı bir isyan başlattıkları tezi öne sürülmektedir.[1053] Fakat ne Talha ne Zübeyr sadece dünyalık menfaatler için müslümanların kanını dökecek şahsiyette insanlar değillerdi.[1054]

Hz. Ali’nin, Basra valisi olan Osman b. Huneyfe yazdığı şu mektupta da Talha ve Zübeyr’in biate zorlandıkları açıkça görülmektedir: “Vallahi! Onlar ayrılığa zorlanmadılar. Hayra ve cemaat üzere olmaya zorlandılar. Eğer onlar biatlerini bozmak istiyorlarsa, geçerli bir mazeretleri yok. Eğer bundan başka bir şey istiyorlarsa, biz düşünürüz. Onlar da düşünürler.”[1055]

Nitekim Sa‘d b. Ebû Vakkâs ve İbn Ömer de Hz. Ali’nin huzuruna getirilmiş, Hz. Ali onlardan biat etmelerini istediğinde herkes biat edene kadar biat etmeyeceklerini söylemişlerdi. Bunun üzerine Eşter, Hz. Ali’ye: “Bırak boyunlarını vurayım.” dediğinde Hz. Ali: “Onları bırak. Ben onların kefiliyim.” demişti.[1056]

Bazı rivayetlerde: “Bazı küçük tartışmalar müstesna herkes Hz. Ali’nin hilafeti üzerine ittifak etti.” şeklinde bir bilgi bulunmakla birlikte biz bunun doğru olduğunu düşünmüyoruz. Bize göre Medine ehli Hz. Ali’nin hilafetini meşru saymamakla birlikte Hz. Osman’ı öldüren gruptan çekindiği için[1057] buna itiraz edememişti.

Başlarını Ahmed b. Hanbel’in çektiği bir grup muhaddis de Hz. Ali’nin hilafetinin sübut bulmadığını ileri sürmüşlerdir. Hatta bazıları “onun hilafetinin bir fitne olduğunu” iddia etmişlerdir.[1058] Hz. Ali’nin hilafetinin diğer üç halife dönemindeki şekliyle sübut bulmadığı iddiası bize göre de doğrudur. Fakat Hz. Ali’nin hilafeti kesinlikle bir fitne olarak değerlendirilemez. Hz. Ali, Hz. Osman’ın öldürülmesiyle zaten başlamış olan bir fitnenin içerisinde kendisini bulmuştu.

Hz. Ali’nin okuduğu ilk hutbede de kendisine yapılan biate karşı bir huzursuzluk hissedilmektedir. Hz. Ali: “Ey insanlar! Benden öncekilere biat ettiğiniz şeyler üzere bana da biat ettiniz. Seçim hakkı, biat gerçekleşmeden önceydi. Artık biat gerçekleşti ve seçim hakkı kalmadı. Artık halifeye doğru yolda olmak, halka da ona itaat etmek düşer. Bu umumî bir biattir ve bunu reddeden İslâm dininden yüz çevirmiş olur. Çünkü bu aniden olan bir durum değildir.”[1059] demişti.

Şiî meyilli eserlerde sahâbenin Emevîler hariç neredeyse tamamının Hz. Ali’ye biat ettiği rivayet edilmektedir. Emevîler’den biat etmeyenler ise Mervân b. Hakem, Sa‘îd b. Âs ve Velîd b. Ukbe’ydi.[1060]

Ancak Hz. Ali’ye biat etmeyen başkaları da bulunmaktaydı. Ensârdan Hassân b. Sâbit, Ka‘b b. Mâlik, Mesleme b. Muhalled, Ebû Sa‘îd el-Hudrî, Muhammed b. Mesleme, Nu‘mân b. Beşîr, Zeyd b. Sâbit, Râfi‘ b. Hadîc, Fezâle b. Ubeyd ve Ka‘b b. Ucre de Hz. Ali’ye biat etmeyenler arasındaydı.[1061] Ayrıca sahâbenin ileri gelenlerinden Sa‘d b. Ebû Vakkâs, Abdullah b. Ömer, Suheyb b. Sinân, Seleme b.

Vakş ve Üsâme b. Zeyd de Hz. Ali’ye biat etmeyen grubun içerisinde bulunuyordu.[1062]

Konuyla ilgili farklı birçok rivayet bulunmakla birlikte 25 Zilhicce 35/24 Haziran 656 tarihinde Cuma günü Hz. Ali’ye biat edildiğini söyleyebiliriz.[1063]

Hz. Ali bu zor şartlar altında halife olmuştu. Halifeliği bazı sahâbîler tarafından benimsenmediği gibi aynı zamanda bir grup zorbanın tahakkümü altındaydı. Hz. Ali müslümanları hayra davet ettiği bir hutbesinden sonra Mısırlılar kendisine gelerek: “Bu söylediklerini kendine sakla ve tedbirli ol. Bu işin yuları bizim elimizdedir. Beğenmezsek seni de öldürürüz.” manasına gelen bir şiirle kendisine mukabele etmişlerdi.[1064]

Hz. Ali’yi bekleyen ilk iş Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmasıydı. İçlerinde Talha ve Zübeyr’in de bulunduğu bir grup sahâbe Hz. Ali’ye gelerek bu işi bir an önce halletmesini istiyorlardı.[1065] Hz. Ali bu gruba, katillerin çok sayıda destekçileri olduğunu ve şu anda bu işin gerçekleştirilemeyeceğini, biraz daha sabretmeleri durumunda her şey sükûnete erdiği zaman isteklerinin rahatlıkla gerçekleştirilebileceğini söyledi.[1066]

Hz. Ali ortamın biraz yatışmasını ve her şeyin yoluna girmesini bekliyordu. Fakat kendisinin beklediği düzen ortamı asla gelmeyecekti. Muâviye Şam’da Hz. Osman’ın kanlı gömleğini ve eşi Naile’nin Hz. Osman’ın şehit edilmesi sırasında ortaya çıkan kaosta kesilen parmaklarını minberin üzerine koyarak sergiliyordu. Muâviye ve bir grup sahâbe Şam’da Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılması için halkı galeyana getiriyorlardı.[1067]

Hz. Osman’ın kanını talep etme iddiası Muâviye’ye iktidar için aradığı fırsatın kapılarını aralamıştı. Normal şartlarda Muâviye’nin hilafet için bir iddiası olamazdı. Kendisi İslâm’a girenlerin en sonuncularından olan “Tulekâ”[1068] zümresindendi. Ömrünün büyük bir kısmı Hz. Peygamber ile mücadele ederek geçmişti. Bu sebeple Hz. Osman’ın kanının arkasına sığınarak kendisi için böyle bir fırsatı oluşturabilirdi. Yıllardır Şam’da yönetici olarak bulunuyordu[1069] ve kendisine itaat eden büyük bir askeri güce sahipti. Muâviye arkasındaki bu güce güveniyordu. Muâviye’nin gerçekten Hz. Osman’ın kanını talep etmek gibi bir niyeti olsaydı, Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr Hz. Osman’ın kanını talep etmek için çıktıklarında kendilerine yardım ederdi. Fakat kendisi de biliyordu ki Talha ve Zübeyr gibi sahâbenin önde gelenlerinden iki kişinin olduğu bir ortamda hilafet için kendisinin söz hakkı olamazdı.[1070]

Hz. Ali’nin halife olarak ilk icraatı Hz. Osman döneminde valilik yapan yöneticilerin görevlerine son vermek oldu. Hz. Ali’ye göre yaşanan problemlerin sebepleri bu valilerdi ve bu yüzden görevlerinde durmaları uygun değildi.[1071]

Hz. Ali valileri aracılığıyla diğer şehirlerin biatlerini aldı. Hz. Ali üç ay boyunca Muâviye’ye de mektuplar göndererek ona itaat etmesini bildirdi. Fakat Muâviye bu mektuplara cevap vermedi. Üç ay sonra Muâviye’nin elçisi Medine’ye gelerek boş bir mektubu Hz. Ali’ye teslim etti ve Şamlılar’ın Hz. Osman’ın katillerinin intikamının peşinde olduğunu söyleyerek onları tehdit etti.[1072]

Bu gelişmeler üzerine Hz. Ali Şamlılar’la savaşmak için asker toplamaya başladı. Bu doğrultuda valilerine de mektuplar gönderdi. Hz. Ali’nin bu savaş çağrısına Medine’deki ensâr ve muhâcirlerin büyük bir çoğunluğu iştirak etmemişlerdi.[1073] Bazı rivayetlerde Sa‘d b. Ebû Vakkâs, Abdullah b. Ömer b. Hattâb ve Muhammed b. Mesleme hariç herkesin gitmeyi kabul ettiği yönünde bilgiler bulunmakla beraber[1074] bu bilgi diğer birçok rivayetle çelişmektedir.

Hz. Ali de bu karmaşık ve kendi aleyhine olan durumun farkındaydı. Bu sebeple sahâbenin önde gelenlerinden bazılarına birlikte Şam’a gitmeyi teklif etti. Kendisini davet ettiği kişiler arasında Abdullah b. Ömer,[1075] Ühbân el-Gıfârî,[1076] Muhammed b. Mesleme[1077] ve Üsâme b. Zeyd[1078] bulunmaktaydı. Hz. Ali’nin yanında Medine’den ayrılanların çoğunluğu Hz. Osman’ın katilleri olan asilerdi.

Hz. Ali savaş hazırlıklarını yaptığı sırada hiç beklemediği bir haber kendisine geldi. Talha ve Zübeyr yanlarına Hz. Âişe’yi de alarak Hz. Osman’ın kanını talep etmek için çıkmışlardı. Hz. Ali bu olayı daha tehlikeli bulduğu için Şam’dan vazgeçerek Talha ve Zübeyr’in üzerine yürümeye karar verdi.[1079]

Talha ve Zübeyr’in Mekke’de Hz. Âişe ile Buluşması

Hz. Osman’ın şehit edilmesi sırasında hac yapmak için Mekke’de olan Hz. Âişe umresini de eda ettikten sonra Medine’ye doğru yola çıkmıştı. Hz. Âişe Serife ulaştığında Benî Leys kabilesinden olan anne tarafından bir akrabası olan Ubeyd b. Ebî Seleme ile karşılaşmıştı. Ubeyd Medine’den geliyordu. Hz. Âişe ona: “Mehyem! Ardında ne var?” diye sorduğunda o susmuş ve mırıldanmıştı. Hz. Âişe: “Başımıza gelenler ne?” diye tekrar sorunca Ubeyd: “Bilmiyorum. Osman öldürüldü ve sekiz kişi kaldı.” Hz. Âişe aceleyle tekrar sordu: “Sonra ne yaptılar?” Ubeyd: “Medine ehli de Ali’ye biat etti.” Hz. Âişe: “Halifeliğin senin arkadaşına verilmesi dışında her şey normaldi.” dedi. Sonra: “Beni geri çevirin. Beni geri çevirin. Vallahi! Osman mazlum olarak öldürülmüştür. Ben onun kanını talep edeceğim.” demişti.

Ubeyd: “Niçin, böyle yapıyorsun? Onun bıçağının keskin yüzünü görenlerin ilki değil misin? Onun hakkında Na‘sel’i öldürün. O kâfir oldu demiştin.” dediğinde Hz. Âişe: “Onlar onu tövbeye davet ettiler ve sonra öldürdüler. Ben de söyledim. Onlar da söyledi. Fakat benim son sözüm, ilk sözümden daha hayırlıdır.” deyince Ubeyd ona şu şiiri okumuştu:

Başlamak senden, değiştirmek sendendir,

Rüzgârlar senden, yağmur sendendir.

İmamın katlini emreden sendin,

Onun kâfir olduğunu bize söyleyen sendin.

Farzedelim ki onun katlinde sana uyduk,

Bize göre onun katili, emri verendir.

Hâlbuki üzerimize ne gök düşmüştü,

Ne de güneşimiz ve ayımız tutulmuştu.

Muhakkak insanlar izzet ve güç sahibine biat etti.

Ki o engelleri kaldıran ve kibirlileri mağlup edendir.

Savaş için elbiseler kuşanılmışken,

1078

Bu savaştan geri durandan daha vefalı yoktur.

Hz. Âişe’nin Hz. Ali’nin halife olduğunu duyduğunda verdiği tepki bu rivayette ve benzeri Şiî rivayetlerinde bu şekilde aktarılmıştır. Ancak rivayeti uyduranlar çok fazla abartılı bir dil kullandıkları için yanlışlığı ilk bakışta göze çarpmaktadır.

Daha doğru olduğunu düşündüğümüz benzer bir rivayet şu şekildedir: “Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra Hz. Âişe Mekke’den Medine’ye doğru yola çıktı. Yolda dayılarından bir adamla karşılaştı. Hz. Âişe ona: “Arkanda ne var?” diye sorduğunda adam: “Osman öldürüldü ve insanlar Ali’nin halifeliği üzerinde birleşti. Bunu yapanlar Osman’ı öldüren asi gruptur.” dedi. Hz. Âişe: “Bu işin tamamlandığını zannetmiyorum.” diyerek tekrar Mekke’ye döndü. Mekke’de Hz. Âişe’yi Hz. Osman’ın valilerinden olan Abdullah b. Âmir karşıladı. Abdullah Hz. [1080] Âişe’ye: “Seni geri çeviren nedir?” diye sordu. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Beni geri çeviren Osman’ın mazlum olarak öldürülmesidir. Halifelik bir grup asiye bırakılacak bir iş değildir. İslâm’ın izzeti için Osman’ın kanını talep edeceğim.” dedi.[1081]

İleride göreceğimiz üzere Hz. Âişe hac sırasında yalnız değildi. Diğer ümmühâtü’l-müminînden bazıları da Hz. Âişe’nin yanındaydı. Bu durumda ümmühâtü’l-müminînin tamamı bu konuları istişare ederek ortak bir Mekke’ye dönüş kararı almış olmalıdır. Hz. Osman’ın şehit edildiği ve bir grup zorbanın yönetimi altındaki bir şehre gitmek makul bir davranış olmazdı.

Hz. Âişe Mekke’de Hicr’de kapalı bir hevdecin içinde durmuş ve etrafında müslümanlar toplanmıştı. Onlara şöyle hitapta bulunmuştu: “Ey insanlar! Biliniz ki muhtelif şehirlerden gelen bir sürü ayak takımı ile Medine’den bir sürü köle, bu mazlum olarak öldürülen adamın etrafını çevirmiş, yaşının gereği yapmış olduğu bazı uygulamaları reddetmişlerdi. Hâlbuki o kendinden önceki arkadaşlarının yaptıklarını tekrarlamıştı. O koruması gereken şeyleri korumuş ve uzaklaşması gereken şeylerden de uzak durmuştu. Bu adamlar herhangi bir delil ve özür bulamayınca ona düşmanlık etmeye başlamış ve nihayet haram bir kanı haksız yere dökmüş, haram bir beldede, haram bir ayda, kendilerine haram olan mallara el koymuşlardır. Vallahi Osman’ın bir tek parmağı bu tip insanların yeryüzünü dolduran sayısız benzerlerinden çok daha hayırlıdır. Vallahi onların ileri sürdükleri hususlarda ve ona düşmanlık ettikleri konularda o günah işlemekten tamamen arınmış ve altının, içinde bulunan yabancı maddelerden temizlenmesi veya bir elbisenin yıkanıp temizlenmesi gibi kötülüklerden tamamen uzaklaşmıştı.”[1082] Hz. Âişe benzer bir konuşmasında: “Kuşkusuz Osman mazlum olarak öldürüldü. Onun kanını talep edeceğim. Halifeliği de şûraya iade edeceğim.” demişti.[1083]

Hz. Osman’ın Basra valisi olan Abdullah b. Âmir el-Hadremî Hz. Âişe’nin bu sözleri üzerine şöyle demişti: “Ben senin bu davetine ilk icabet eden kimse olayım.” Arkasından Ümeyye oğullarından bazı kimseler de onun bu davetine katılmışlardı. Bu Ümeyye oğulları Hz. Osman’ın şehadetinden sonra Medine’den kaçıp Mekke’ye gelmiş ve burada başkaldırmışlardı. Mekke’de ilk toplanan bu muhalifler arasında Sa‘îd b. Âs, Velîd b. Ukbe ve bazı Emevî ailesi mensupları olup ayrıca Abdullah b. Âmir de Basra’dan getirdiği büyük miktarda mallarla bunlara katılmıştı. Diğer taraftan Hz. Osman’ın Yemen valisi Ya‘lâ b. Ümeyye Yemen’den altı yüz deve ile altı yüz bin dirhem[1084] getirip onları bu iş için teslim etmişti. Bu arada Talha ile Zübeyr de Medine’den gelmiş, Hz. Âişe ile karşılaşmışlardı.[1085] Hz. Âişe onlara: “Geldiğiniz yerde neler vardı?” diye sorunca Talha ile Zübeyr şöyle demişlerdi: “Biz Medine’deki karışıklıklardan ve oradaki bedevilerin şerrinden kaçıp geldik, orada ise ne yapacaklarını bilmeyen, hakkı bilmedikleri gibi bâtıla karşı da koyamayan ve kendilerine isabet eden zulmü önleyemeyen kimseleri bıraktık.” dediler. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Haydi bu karışıklığı önlemeye gidelim.” demiş, onlar buna karşılık: “Şam’a gidelim.” deyince İbn Âmir şöyle konuşmuştu: “Muâviye Şam’a yeter,[1086] gelin Basra’ya gidelim. Benim orada yapacağım bir sürü şeyler var ve Basralılar Talha’ya bir hayli meyillidirler.” Onun bu sözleri üzerine diğerleri: “Hay Allah seni kahretsin! Vallahi sen ne sulh zamanında, ne de savaş zamanında bir işe yaradın. Sen de Muâviye’nin yaptığı gibi, Basra valiliğini terk etmeseydin. Biz de Kûfe’ye gider, orada da müslümanların bu ayrılıkçı gruplarının arasına set çekerdik.” diye karşılık vermişlerdi. Nihayet Basra’ya gitmek üzere anlaşmışlar ve Hz. Âişe’ye şöyle demişlerdi: “Medine’yi terk ettik. Çünkü yanımızdakiler Medine’de bulunanlara ve bu kargaşaya güç yetiremeyecek kimselerdir. Biz öyle bir yere gidelim ki Ali’ye yapılan biati ileri sürecek olsalar bile Mekke ehlini topladığın ve ikna ettiğin gibi orayı da toplayabilirsin. Eğer Yüce Allah bu durumu ıslah eder, düzeltmeyi dilerse bizim de istediğimiz olmuş olur, yoksa biz de Allah’ın istediği oluncaya kadar mücadelemizi sürdürürüz.”[1087] Bu grup Talha ve Zübeyr gibi Mekke’ye kaçmış olan Abdullah b. Ömer’i de kendilerine katılmaya davet etti. Fakat o ihtilaflardan uzak kalmak istediği için Hz. Ali’nin teklifini reddettiği gibi bu grubun teklifini de reddetti.[1088]

Zikrettiğimiz rivayetlerde, Hz. Osman’ın kanını talep etmek iddiasıyla Hz. Ali’ye karşı yapılan bu muhalefetin lideri olarak Hz. Âişe öne çıkmaktadır.[1089] Fakat bazı rivayetlerde bu işi asıl tertipleyenlerin Talha ve Zübeyr olduğu bilgisi aktarılmaktadır.[1090] Bize göre bu muhalefetin sorumluluğunu sadece Talha, Zübeyr veya Hz. Âişe’ye yüklemek doğru değildir. Halifenin öldürülmesi gibi çok vahim bir sorun karşısında o an için Mekke’de bulunan bütün müslümanlar istişare edip böyle zor bir kararı almış olmalıdırlar. Hz. Âişe’nin bu olaydaki asıl rolü ise Talha, Zübeyr ve özellikle Abdullah b. Zübeyr’in kendisine ısrarları sonucu belirginleşmiştir. Bu durum şu rivayette açıkça görülmektedir.

Cemel Savaşı’ndan sonra İbn Ömer Hz. Âişe’yi ziyaret için gelmişti. İbn Ömer’in kendisini ziyaret için geldiği kendisine haber verilince Hz. Âişe: “Ey Ebû Abdurrahman! Niçin beni o yürüyüşümde (Cemel) menetmedin?” dedi. Bunun üzerine İbn Ömer: “Bir adamın sana galip geldiğini gördüğüm için (Abdullah b. Zübeyr).” demişti.[1091]

Hz. Ali’ye göre ise bu işin asıl failleri Talha ve Zübeyr olup Hz. Âişe bu iki zat tarafından kandırılmıştı.[1092]

Ya‘lâ b. Ümeyye ve İbn Âmir yanlarında getirdikleri mallarla yolculuk için imkân bulamayan insanların ihtiyaçlarını karşıladı.[1093] Hz. Âişe ve beraberindekiler altı yüz veya bin süvariyle birlikte Mekke’den ayrıldı.[1094] Yolda başkalarının da kendilerine katılmasıyla bu sayı üç bini buldu.[1095]

Hac yapmak için Mekke’ye gelmiş olan ve hâlâ Medine’ye dönmemiş olan Hz. Peygamber’in eşleri Basra’ya gidileceğini duyunca Zâtü Irk denilen yerde onlardan ayrılarak Medine’ye doğru devam ettiler.[1096] Buradaki vedalaşma esnasında insanlar o kadar çok ağladılar ki bu güne “yevmü’n-nahîb/ağlama günü” denilmişti.[1097]

Hz. Hafsa da Hz. Âişe ile birlikte gitmeyi düşünmüştü. Fakat kardeşi Abdullah b. Ömer onu bu işten vazgeçirmişti.[1098]

Ümmühâtü’l-müminîn Zatü Irk’dan döndükten sonra Emevîler’in önde gelenlerinden birisi olan Sa‘îd b. As, Mervân b. Hakem ve arkadaşlarıyla karşılaşınca onlara: “Nereye gidiyorsunuz? Sizin intikamınız develerinizin arkasındadır. (Bu sözüyle Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’i kastediyordu.) Onları öldürün. Sonra evlerinize dönün. Kendinizi öldürmeyin.” dedi. Mervân da: “Bilakis biz gidiyoruz. Umulur ki Osman’ın katillerinin tamamını öldüreceğiz.” şeklinde karşılık verdi.[1099]

Sa‘id, Talha ve Zübeyr ile baş başa kalınca da: “Siz zafer kazandığınız zaman kimi halife yapacaksınız? Bana doğruyu söyler misiniz?” dedi. Onlar: “İkimizden birisini, insanlar hangimizi seçerse.” dediler. Sa‘îd: “Siz Osman’ın kanını talep için çıktınız. Onun oğlunu halife seçmelisiniz.” deyince onlar: “Muhâcirlerin büyükleri varken onların çocuklarını mı emir kılacağız?” dediler. Bunun üzerine Sa‘îd: “Halifeliği Abdümenâftan çıkartmak için gayret sarf etmeyeceğim.” dedi. O ve onunla birlikte bazıları geri döndüler. Araplar’ın dâhilerinden Mugîre b. Şu‘be de oradaydı. O: “Benim görüşüm de Sa‘îd’in görüşü gibidir.” diyerek Sakîf kabilesi mensuplarıyla birlikte ordudan ayrıldı. Bu ordu arasındaki ilk ayrılıktı.[1100]

Grup Mekke’den ayrıldıktan kısa bir süre sonra namaz vakti geldi. Mervân ezan okuduktan sonra Talha ve Zübeyr’in yanına gelerek: “Namazları hanginiz kıldıracak?” diye sordu. Bunun üzerine Abdullah b. Zübeyr: “Abdullah’ın babası Zübeyr.” dedi. Muhammed b. Talha ise: “Muhammed’in babası Talha.” dedi. Neredeyse Mervân’ın bu hareketi sebebiyle fitne ortaya çıkacaktı. Fakat Hz. Âişe: “Sana ne oluyor! Sen bizim işimizi bozmak mı istiyorsun! Kardeşimin oğlu namazı kıldırsın!” diyerek Mervân’a haber gönderdi. Bunun üzerine Abdullah b. Zübeyr onlara namazları kıldırdı. Bu hususla ilgili Mu‘âz b. Ubeydullah: “Vallahi! Biz zafere ulaşsak bile fitneye düşeceğiz. Ne Zübeyr Talha’yı hilafet ile baş başa bırakacak, ne de Talha Zübeyr’i hilafet ile baş başa bırakacak.” dedi.[1101] [1102] Başka bir rivayette namazları, öldürülene kadar Abdurrahman b. Attâb b. Esîd’in kıldırdığı 1100 rivayet edilmektedir.

Birçok kaynakta bu grubun yolculuk esnasında Hav’eb mıntıkasına geldiklerinde karşılaştıkları özel bir durumdan bahsedilmektedir. Hz. Âişe ve taraftarları Benû Amr suyuna ulaştıkları zaman bölgenin köpekleri kendilerine havlamaya başladı. Hz. Âişe: “Bu hangi sudur?” diye sorunca: “Hav’eb suyudur.” şeklinde cevapladılar. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Ben kesinlikle döneceğim.” dedi. Fakat Hz. Âişe’nin yanında bulunanlar: “Bilakis sen bizimle geleceksin. Müslümanlar seni görecekler ve Allah senin vesilenle aramızı düzeltecek.” dediler. Bunun üzerine Hz. Âişe bir gün Rasûlullah’ın kendilerine şöyle söylediğini haber verdi: “Sizden birine Hav’eb köpekleri ulursa, onun hali nice olacaktır.”[1103]

Yine benzer bir rivayette Rasûlullah’ın eşlerine hitaben: “Acaba Edbeb[1104] devenin sahibesi aranızdan hangisi olacak. Onun etrafında birçok insan ölecek. Kendisi de neredeyse öldürülecekken kurtulacak.”[1105] buyurduğu rivayet edilmektedir.

Rivayet özü itibariyle bu şekildedir. Fakat bu olayla ilgili onlarca birbirinden farklı rivayet kaynaklarda bulunmaktadır. Bu rivayet Hz. Âişe’yi Hz. Ali karşısında haksız göstermek isteyen Şiîler tarafından bir istismar alanı olarak görülmüş[1106] ve rivayet üzerine çok sayıda ekleme yapılmıştır.

Şiî rivayetlerine göre, topluluk bir gece vakti Hav’eb diye isimlendirilen yere ulaştığında bölgenin köpekleri onlara havlamaya başladı. Hz. Âişe: “Bu yer neresidir?” diye sorduğunda gruptakiler: “Hav’eb suyudur.” dediler. Hz. Âişe: “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. Beni geri çevirin. Beni geri çevirin. Bu suyla ilgili Hz. Peygamber bana şöyle söylemişti: “Hav’eb’in köpeklerinin kendisine havladığı kişi olma.” Bunun üzerine Hz. Âişe’ye kırk kişi getirilerek oranın Hav’eb suyu olmadığına dair yemin ettiler.[1107] Ya‘kûbî’nin rivayetinde yalancı şahitlik yapanların sayısı elli kişi olarak zikredilir. Talha ve Zübeyr de yalan yere şahitlik yapanlar arasındadır. Ayrıca bunun İslâm’da yapılan ilk yalancı şahitlik olduğu belirtilir.[1108]

Bu Hav’eb rivayetlerine birçok kaynakta değinilerek uydurma oldukları ifade edilmiştir.[1109] Hatta içinde Hz. Âişe’nin lakabı olan “Hümeyrâ” kelimesi bulunan veya “Yâ Hümeyrâ” ifadesiyle başlayan hadislerin genelde mevzu olduğu ifade edilmektedir.[1110]

Yine Rasûlullah’ın gelecekten haber verdiğini belirten başka bir rivayette Ebû Râfk’den aktarılmıştır: “Rasûlullah, Ali b. Ebî Tâlib’e: “Seninle Âişe arasında bir sorun çıkacak.” buyurdu. Ali: “Ey Allah’ın Rasûlü! Benimle mi?” diye sorunca, Rasûlullah: “Evet!” karşılığını verdi. Ali bir daha: “Benimle mi?” diye sorunca, Rasûlullah: “Evet!” karşılığını verdi. Ali: “Peki iki taraf arasında günahkâr olan ben mi olacağım?” diye sorunca, Rasûlullah: “Hayır! Ama bu olduğunda Âişe’yi evine geri gönder.” buyurdu.[1111]

Kanaatimizce bu iki rivayetin sahih olma ihtimali daha kuvvetlidir. Rivayetlerde görüldüğü üzere Hz. Peygamber sadece böyle bir olayın meydana geleceğini belirtmiş, haklı veya haksızın kim olacağından söz etmemiştir. Ancak Şiîler birçok uydurma rivayetle ve rivayetlere yaptıkları eklemelerle Hz. Âişe’yi kesin haksız konumuna düşürmek istemişlerdir.[1112] Hatta Hz. Âişe’nin haksız olduğu sadece Hz. Peygamber’e tasdik ettirilmemiş, çeşitli rüya içerikli rivayetlerle de Hz. Âişe’nin haksızlığı teyit edilmiştir.[1113]

Hz. Âişe, Hz. Fâtıma ve Hz. Ali’nin İlişkileri

Cemel Savaşı’na geçmeden önce Hz. Âişe ile Hz. Ali ve Hz. Fâtıma’nın ilişkilerinin önceki dönemlerde nasıl olduğunu ortaya koymamız daha sonraki olayların açıklanması noktasında oldukça önemlidir. Hz. Âişe’yi Cemel Savaşı’na sürükleyen yolculuğuna çıkartan sebep, sadece Hz. Osman’ın kanını talep mi etmekti? Yoksa bu yolculuğa çıkışın psikolojik arka planında başka etkenler de söz konusu muydu?

1. Hz. Peygamber Dönemindeki İlişkileri

Hz. Âişe ile Hz. Fâtıma ve Hz. Ali’nin Hz. Peygamber dönemindeki ilişkilerine baktığımızda genel anlamda olumlu bir tabloyla karşılaşmamaktayız. Tabi bu ilişkilerinin sadece olumsuz bir temel üzerine kurulduğu manasına da gelmemektedir. Özellikle Hz. Fâtıma ve Hz. Âişe’nin birbirleriyle konuştuklarını, dertlerini paylaştıklarını ifade eden rivayetler bulunmaktadır. Örneğin Hz. Âişe Hz. Fâtıma’nın düğün hazırlıklarını yapan grubun bizzat içerisinde bulunuyordu. Hz. Âişe Hz. Fâtıma’yı düğün için hazırlamış, evinin eşyalarının hazırlanmasında da çalışmıştı. Hz. Âişe Hz. Fâtıma’nın düğününü tasvir ederken: “Biz Fâtıma’nın düğününden daha güzel bir düğün görmedik.”[1114] demiştir.

Düğünden sonrasını ifade eden başka bir rivayette Hz. Ali’den nakledilmiştir: “Fâtıma el değirmeni ile un öğütmekten bıkıp usandığını söyleyerek halinden şikâyet ediyordu. Bu sırada Rasûlullah’a bazı esirlerin getirildiğini haber aldı ve ondan bir hizmetçi istemek üzere dışarı çıktı. Fakat Hz. Peygamber’i bulamadı. Bu yüzden talebini Âişe’ye arz etti. Âişe de Rasûlullah eve dönünce kızının talebini söyledi. Hz. Peygamber de bize geldi. Biz o sırada yatağımıza girmiştik. O gelince kalkmaya yeltendik. Fakat Rasûlullah: ‘Hiç rahatsız olmayın, olduğunuz yerde durun!’ buyurdu ve aramıza girip oturdu. Hatta ben ayağının soğukluğunu göğsümde hissettim. O gece bize şöyle buyurdu: ‘Ben size bana arz ettiğiniz talebinizden daha hayırlı bir yol göstereyim mi? Yataklarınıza uzandığınızda otuz dört defa Allah’ın en yüce olduğunu söyleyin, otuz üç defa Allah’a hamd edin ve otuz üç defa de Allah’ın tüm noksan sıfatlardan uzak olduğunu söyleyin. İşte bunlar benden istemiş olduğunuz şeyden daha hayırlıdır.’[1115] buyurdu.”

Burada görüldüğü üzere Hz. Fâtıma Hz. Peygamber’i evde bulamayınca arkasını dönüp gitmemiş halini Hz. Âişe’ye açıklamıştı. Bu rivayette göz önünde bulundurulması gereken bir diğer nokta Hz. Peygamber maddî durumunun iyi olmaması sebebiyle Hz. Fâtıma’nın isteğini yerine getirememiş ve onları kırmamak adına kendilerine başka bir müjde vermiştir. Bu durum bize bu olayın Medine yıllarının başında gerçekleştiği izlenimini vermektedir. Çünkü daha sonraki yıllarda müslümanların maddî durumu eskiye nispetle alınan ganimetler vs. sebebiyle daha iyiydi.

Bize göre Hz. Âişe ile Hz. Fâtıma ve Hz. Ali’nin arasındaki ilişkiler gitgide kötüleşmişti. Ancak Hz. Âişe’nin, Hz. Fâtıma’dan ziyade Hz. Ali’ye kızıyor olması daha muhtemel görünmektedir.

Daha önce de zikredildiği üzere Rasûlullah’ın hanımları iki gruptu. Hz. Âişe’ye muhalif olan grup Hz. Peygamber’in Hz. Âişe’ye olan yoğun ilgisi sebebiyle bu durumdan şikâyetçiydi. Aralarında zaman zaman tartışmalar yaşanmaktaydı. İşte bu tartışmaların birinde Hz. Fâtıma ve Hz. Ali de taraf olmuş, tercihlerini Hz. Âişe muhalifleri yanında yapmışlardı.

Hz. Zeyneb bint Cahş ve Hz. Âişe arasında meydana gelen bir tartışmada Hz. Zeyneb Hz. Âişe’ye hoşuna gitmeyen bazı şeyleri söylemişti. Hz. Âişe onu bundan menetmiş ise de o bundan vazgeçmemişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber Hz. Âişe’ye: “Sen de ona bir şeyler söyleyiver.” deyince Hz. Âişe de Hz. Zeyneb’e cevap vermiş ve ona üstün gelmişti. Bunun üzerine Hz. Zeyneb, Hz. Ali’ye şikâyete gitmiş ve: “Âişe bana hakaret etmekle Hâşim oğullarından olan sizlere de hakaret etmiş oldu.” demişti. Bunun üzerine Hz. Fâtıma Hz. Zeyneb’in hakkını aramak üzere Hz. Peygamber’in huzuruna gelmişti. Hz. Peygamber de ona: “Kâbe’nin Rabbi’ne andolsun ki Âişe, senin babanın sevgili eşidir.” buyurmuştu. Hz. Fâtıma da Hâşim oğullarının yanına gelerek, Peygamber ile aralarında geçen konuşmaları aktarmıştı. Bunun üzerine Hz. Ali de gidip Hz. Peygamber ile bu konuda konuşmuştu.[1116]

Bu rivayetin çeşitli varyantlarında Hz. Fâtıma’nın Hz. Peygamber’in eşlerinin ricası üzerine, Rasûlullah’a gelerek Hz. Âişe konusunda daha âdil olmasını rica ettiği zikredilmektedir.[1117] Bu rivayete konu olan olay acaba birkaç defa mı tekrarlanmıştır yoksa bu aynı olayın değişik anlatımları mıdır? Buna kesin bir cevap vermemiz mümkün gözükmemektedir.

Afgânî bu konuyla ilgili: “Hz. Ali ve Hz. Fâtıma Hz. Peygamber’in eşi Hz. Âişe’ye olan sevgisini hafifletmeye çalışarak, diğer eşleri için bir nevi ara buluculuk yapıyorlardı. Bu hareket Hz. Âişe’yi kızdırmıştı. Ben zannediyorum ki böyle bir ara buluculuk bir kadının asla affetmeyeceği bir harekettir.” yorumunu yapar.[1118]

Hz. Fâtıma ve Hz. Âişe’nin tartıştığını gösteren bir başka rivayet de yine Hz. Âişe’den gelmektedir. Bir gün Hz. Peygamber Hz. Âişe’nin yanına girdiğinde kendisini ağlarken buldu. Hz. Peygamber, niçin ağladığını sorduğunda Hz. Âişe: “Fâtıma bana kötü söz söyledi.” dedi. Hz. Peygamber Hz. Fâtıma’yı çağırarak: “Ey Fâtıma! Âişe’ye kötü söz mü söyledin?” dedi. Hz. Fâtıma da: “Ya Rasûlallah! Evet.” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Sen benim sevdiğimi sevmez misin?” diye sorduğunda Hz. Fâtıma: “Evet.” dedi. Hz. Peygamber: “Sen benim buğz ettiğime buğz etmez misin?” diye sorduğunda Hz. Fâtıma yine: “Evet.” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Kuşkusuz ben Âişe’yi seviyorum. Sen de onu sev.” buyurdu. Hz. Fâtıma da: “Bundan sonra asla Âişe’ye onu üzecek bir şey söylemeyeceğim.” dedi.[1119]

Afgâni Hz. Âişe ve Hz. Fâtıma’nın ilişkileri bağlamında şöyle bir iddiada da bulunmaktadır: “İşaret etmemiz gereken diğer mühim bir nokta ise bizzat Hz. Âişe’nin kıskanç olmasıdır. Bunun sebebi ise Rasûlullah’ın yanındaki pek kıymetli olan itibarı ve Rasûlullah’ın ona olan aşırı sevgisinden dolayıdır. Hz. Âişe’nin Rasûlullah’tan bir çocuğu olmamıştı ve o Rasûlullah’ın, kızı Hz. Fâtıma’nın çocuklarına olan büyük şefkat ve ilgisini taaccüple müşahede ediyordu. Bunun sonucunda onun gönlünde Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e karşı bir kıskançlık ortaya çıkmış ve bu kıskançlık zamanla onların anne ve babası olan Hz. Ali ve Hz. Fâtıma’ya kadar ulaşmıştı.”[1120]

Afgânî’nin bu tespiti bize göre doğru değildir. Hz. Âişe ve Hz. Fâtıma arasında belli bir seviyede kıskançlık olabilir, ancak bu hisler mutedil seviyede kalmıştır. Hz. Hasan’ın vefat edeceği zaman Hz. Âişe’nin odasına gömülme isteğinin Hz. Âişe tarafından kabul edilmesi gerçeği de gözden kaçırılmamalıdır. Hz. Âişe’nin yaptığı bu fedakârlık, düşmanca hisler duyulan birine karşı yapılamayacak türdendir.

Hz. Peygamber’in hayatta olduğu dönemde Hz. Âişe ve Hz. Ali arasındaki tüm ilişkileri koparan en büyük hadise İfk Olayı’nda Hz. Ali’nin takındığı tutumdur.

İfk Olayı’nda ayrıntılı bir şekilde anlattığımız bu olayı burada da özet bir şekilde sunmanın faydalı olacağını düşünüyoruz. Hz. Âişe’ye atılan iftira dedikodularının bir hayli çoğalması üzerine Hz. Peygamber kararsızlığa düşerek Hz. Ali ve Üsâme b. Zeyd’i çağırarak onlarla istişare etmişti. Üsâme b. Zeyd söylenenlerin yalan olduğunu ve Hz. Âişe’de iyilikten başka bir şeyi bilmediğini söyledi. Hz. Ali ise: “Ya Rasûlallah! Allah sana bu hususta bir sınırlama koymamıştır. Onu boşa ve başka bir kadınla nikâhlan. Fakat Âişe’nin cariyesine sor, o sana doğruyu söyler.” demişti.[1121]

Bazı yazarlar Hz. Ali’nin, Hz. Peygamber’e Hz. Âişe’yi boşamasını tavsiye etmesinin ileride meydana gelecek olan Cemel Savaşı’nın sebeplerinden biri olduğunu ileri sürmüşlerdir.[1122] Bazıları ise bunun doğru olmadığını 1121 savunmuşlardır.[1123]

Bize göre Hz. Âişe en zayıf ve savunmasız anında, yardıma en fazla muhtaç olduğu bir zamanda Hz. Ali’nin kendisine karşı takındığı bu tavrı ömrünün sonuna kadar asla unutmayacaktı. Geçmişi unutmamak ve geçmişe bir sünger çekememek kadın fıtratının bir özelliğidir.[1124]

Afgânî de bu hususla ilgili: “Ben zannediyorum ki Hz. Ali’nin Hz. Âişe’ye karşı olan bu tutumu neticesinde, o ikisinin hayatları boyunca hoşnutsuzluk egemen olmuştur. Çünkü böyle bir tutum unutulamaz. İnsan her ne kadar uğraşsa da böyle bir tutumun eserini kalbinden söküp atamaz. Hz. Âişe bu duygularını kontrol altına almak hususunda bütün gayretini sarf ettiyse de ölünceye kadar Hz. Ali’nin bu davranışını unutamamıştır. Yılların geçmesiyle birlikte bu olayın etkisi Hz. Âişe’nin kalbinde giderek artmış ve Hz. Âişe fark etmese de bu olayın etkisi Hz. Âişe için bütün müslümanlara ciddi sıkıntılara sebebiyet verecek bir bakış açısı kazandırmıştır.

O, bu fikrin tamamen müslümanların hayrına olduğunu düşünüyordu. Ne yazık ki bu olay yılların geçmesiyle ancak etkisini artırmıştır. Hatta biz bu olayın üzerinden otuz yıl geçmesine rağmen Cemel Savaşı’nda Hz. Âişe’nin bu duygularına yenik düştüğünü görmekteyiz.”[1125] yorumunu yapmaktadır.

İleride ayrıntılı bir şekilde açıklayacağız. Fakat kısaca şunu belirtmek de fayda var. Hz. Âişe’yi Cemel Savaşı’na sürükleyen sebep sadece Hz. Ali’ye olan buğzu ve öfkesi değildi. Aralarındaki ilişkiler ne kadar kötü olursa olsun asla düşmanlık seviyesine ulaşmamıştır. En azından Cemel Savaşı’na kadar varılan süreçte durum bu şekildedir. Hz. Âişe’den Hz. Ali ve Hz. Fâtıma’nın faziletleri hakkında bazı rivayetler bize ulaşmıştır. Örneğin Hz. Âişe’ye Hz. Ali hakkında soru sorulduğunda: “Rasûlullah’ın dostudur.” demişti.[1126] Benzer şekilde Hz. Âişe sonraki yıllarda Hz. Ali hakkında: “Geride kalanlar içinde sünnet konusunda en bilgili olan Ali’dir.” demişti.[1127] Ayrıca Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in Ehl-i beytten olduğunu belirten rivayet de Hz. Âişe’den nakledilmiştir.[1128]

Hz. Âişe Hz. Fâtıma için de: “Rasûlullah’a şekil ve karakter bakımından Fâtıma’dan daha çok benzeyen birini görmedim. Fâtıma Peygamber’in yanına girdiği zaman, Peygamber onun için ayağa kalkar, elinden tutar, onu öper ve kendi yerine oturturdu.” demiştir.[1129] Benzer bir rivayette de Hz. Âişe’ye: “Yakını olarak insanlardan kim Rasûlullah’a daha sevgiliydi.” diye sorulduğunda o: “Fâtıma.” diye cevap vermişti. “Erkeklerden kim?” diye sorulunca da: “Fâtıma’nın kocasıdır. Çünkü o geceleri çok namaz kılan gündüzleri de çoğunlukla oruçlu idi.” demişti.[1130] Yine Hz. Âişe’den gelen bir rivayete göre Hz. Peygamber Hz. Fâtıma hakkında: “Babası dışında ondan daha doğru sözlü hiç kimseyi görmedim.” demiştir.[1131]

Hz. Âişe Hz. Fâtıma’ya Rasûlullah’ın şöyle söylediğini de müjdelemişti: “Cennet ehli kadınlarının hanımefendileri şu dört kadındır: Meryem bint İmrân, Fâtıma bint Rasûlillah, Hatice bint Huveylid ve Âsiye’dir.”[1132]

Hz. Peygamber Sonrası Dönemdeki İlişkileri

Hz. Âişe’den aktarılan şu rivayette Hz. Âişe ile Hz. Fâtıma’nın ilişkilerinin, Hz. Peygamber’in vefatından sonra da iyi bir çerçevede devam ettiğini göstermektedir: “Peygamber’in bütün zevceleri yanındaydılar. Derken yürüyerek Fâtıma geldi. Yürüyüşü Rasûlullah’ın yürüyüşünden hiç ayrılmıyordu. Onu görünce kendisine hoşbeşte bulundu ve: ‘Merhaba kızım.’ dedi sonra onu sağına yahut soluna oturttu sonra kendisine bir şeyler fısıldadı. Bunun üzerine Fâtıma şiddetle ağladı. Onun feryadını görünce, ikinci defa kendisine bir şeyler fısıldadı. Bu sefer Fâtıma güldü. Ben kendisine: ‘Rasûlullah kadınlarının arasından sır söylemek için seni seçti sonra da sen ağlıyorsun.’ dedim. Rasûlullah yanımızdan kalktığı vakit Fâtıma’ya: ‘Rasûlullah ne söyledi.’ diye sordum. O: ‘Ben Rasûlullah’ın sırrını ifşa edemem.’ dedi. Rasûlullah vefat edince Fâtıma’ya: ‘Senin üzerinde olan hakkım namına yemin ediyorum. Bana Rasûlullah’ın sana ne dediğini söyle.’ dedim. Fâtıma: ‘Şimdi olur. Evet! Birinci defa bana fısıldadığında Cibril’in her sene kendisine bir veya iki defa Kur’ân’ı arz ettiğini; bu sefer iki defa arz ettiğini haber verdi ve: ‘Ben ecelimin yaklaştığını görüyorum. Allah’tan kork ve sabret! Zira ben senin için ne iyi selefim.’ buyurdu. Ben de gördüğün şekilde ağladım. Benim feryadımı görünce bana tekrar fısıldayarak: ‘Ya Fâtıma! Mümin kadınların hanımefendisi olmak istemez misin? Yahut bu ümmetin kadınlarının hanımefendisi olmak istemez misin?’ buyurdu. Ben de gördüğün şekilde güldüm.’ dedi.”[1133]

Hz. Âişe ile Hz. Fâtıma ve Hz. Ali’nin arasını açan diğer bir olay da Hz. Peygamber’in vefatından sonra söz konusu olan hilafet ve Hz. Peygamber’in mirası konularıdır. Babasının halifeliğine razı olmaması Hz. Âişe ve Hz. Ali arasındaki olumsuz olan ilişkileri iyice kötüleştirmiştir.[1134]

Hz. Âişe’nin babasının halifeliğini kabul etmeyen ve kendisini hilafete ondan daha layık gören bir insana karşı tavrının müspet olması da mümkün gözükmemektedir. Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’in vasisi olduğunu ileri sürenlere verdiği cevaptaki üslupta bu memnuniyetsizliği göstermektedir.

Hz. Âişe’nin yanında Hz. Ali’nin vasi olduğunu söylediklerinde Hz. Âişe: “Peygamber ona ne zaman vasiyette bulunmuş? Ben Rasûlullah’ı göğsüme dayamıştım. Küçük abdestini yapmak için bir kap istedi. Derken kucağıma düşüverdi. Vefat ettiğini bile anlamadım. Şu halde ona ne zaman vasiyet etmiş?” demişti.[1135]

Cemel Savaşı’na yakın bir tarihte veya Cemel Savaşı sonrasında meydana geldiği anlaşılan şu rivayette Hz. Âişe’nin Hz. Ali ile ilgili duygularını açıkça göstermektedir: Bir adam gelip Hz. Âişe’nin yanında Hz. Ali ve Ammâr b. Yâsir hakkında ileri geri konuştu. Hz. Âişe’de: “Ben sana onun (Hz. Ali) hakkında bir şey söyleyecek değilim. Ammâr’a gelince ben Rasûlullah’tan şöyle işittim: ‘O iki iş arasından ancak daha doğru olanı seçer.’ buyurmuştur.” dedi.[1136]

Hz. Âişe’nin ne zaman rivayet ettiğini tespit etmemiz mümkün olmayan bir rivayette ise Hz. Âişe Hz. Ali’nin adını bile anmak istememektedir. Hz. Âişe: “Rasûlullah’ın hastalığı şiddetlendiği zaman hanımlarını toplayarak onlardan hastalığını benim evimde geçirmek için izin istedi. Onlar da izin verdiler. Bunun üzerine Rasûlullah ailesinden Fazl b. Abbâs ve diğer bir adamın kolları arasında ayakları yerde sürünerek ve başı sarılı olarak çıkıp benim evime girdi.” Râvi, bu hadisi Abdullah b. Abbâs’a anlattığında o kendisine diğer adamın kim olduğunu biliyor musun? diye sormuştu. Râvi bilmiyorum dediğinde Abdullah b. Abbâs: “O Ali b. Ebî Tâlib’dir.[1137] Ancak Âişe onu hiç sevmezdi.”[1138] dedi.

Hz. Âişe’ye Hz. Ali’nin katli haberi ulaştığında da bir benzetme yaparak şöyle söyledi: “O asasını attı ve yolcunun dönüşüyle gönlünün ferahladığı gibi o da ferahlamaya çalıştı.”[1139] Hz. Âişe: “Onu kim öldürdü.” diye sorunca Murâd kabilesinden bir adamın öldürdüğü kendisine söylendi. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Eğer o uzak olursa onun ölümünü ağzında toprak olmayan (güzeli söyleyen) bir genç haber vermiştir.” dedi. Bunun üzerine Zeyneb bint Ebî Seleme: “Bunu Ali için mi söylüyorsun?” diye sorunca Hz. Âişe: “Ben unutuyorum. Unuttuğum zaman bana hatırlatın.” dedi.[1140]

Afgânî bu rivayetin yorumunda: “Ben bu rivayetin Hz. Âişe’nin niyetini gayet açık ortaya koyduğunu ve aynı zamanda istemeden de olsa Hz. Âişe’nin duygularının esiri olduğuna yönelik zikrettiğimiz şeyleri de açıklayıcı olduğunu düşünüyorum. Ben bunun bir istisna olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Hz. Âişe’nin Hz. Ali’ye karşı beslediği bu duygular her türlü güzellikten uzak olan bu hadisede bile üzerinde düşünmeden bu iki beyti ona söyletmiştir.”[1141] demiştir.

Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’in Hz. Ali’ye Karşı Ayaklanma Sebepleri

Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’in Hz. Osman’ın kanını talep ederek başlattıkları muhalefetin arkasındaki sebepler nelerdi? Konunun tüm yönleriyle ele alınması sahâbeyi böylesi korkunç bir olaya sürükleyen sebeplerin ortaya konulması açısından çok önemlidir. Bir önceki başlıkta konunun psikolojik arka planını ele aldık. Ama Hz. Âişe sırf Hz. Ali’yi sevmediği için böyle bir yolculuğa çıkmamıştır. Bize göre Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’in böyle bir olaya kalkışmasının temelde iki sebebi vardır.

İlk sebep; Hz. Ali’nin Hz. Osman’ın katili olmakla suçlanmasıdır. Özellikle Emevîler’in karalama kampanyası sayesinde birçok kişi Hz. Osman’ın katilinin Hz. Ali olduğu yalanına inanmıştı. Örneğin Hz. Ali’nin saflarında savaşa katılan Haricîler bile aynı ithamla Hz. Ali’yi suçlamışlardı. Hz. Ali ise onlara şöyle karşılık vermişti:” “Ey insanlar, benim Osman’ı öldürdüğümü iddia ediyorsunuz. Biliniz ki ben onunla birlikteyken/ben de onunla ölmüşken, onu Allah öldürdü.” Haricîler Hz. Ali’nin bu sözlerini de yanlış anlayarak onu suçlamaya devam etmişlerdi.[1142]

Bu yalanı ortaya koyanların iddialarını destekledikleri çeşitli argümanları da bulunmaktaydı. Örneğin Hz. Osman’a karşı başlatılan isyanın liderlerinden biri olan ve hatta Hz. Osman’ı öldüren küçük grubun içerisinde bulunan Muhammed b. Ebû Bekir Hz. Ali’nin terbiyesi altında büyümüştü.[1143] Hz. Ali’yi Hz. Osman’ın katili olarak gösterenler için bu büyük bir kozdu. Hz. Ali’den Muhammed’in kısasını talep ediyorlardı. Hz. Ali Hz. Osman’ın katillerine kısas hususunda acele edilmemesi gerektiğini söylediğinde de bunu Hz. Ali aleyhine kullanıyorlardı. Hz. Ali Medine’den ayrılırken Zeyneb bint Ebû Süfyân’ın kendisine yönelttiği şu suçlamada da bu durum açıkça görülmektedir. Zeynep bint Ebû Süfyân: “Muhammed b. Ebû Bekir ve Muhammed b. Cafer hakkında bize zulmettin (Osman’ın intikamını onlardan almadın).” dediğinde Hz. Ali: “Kendisi de biliyor ki onların asıl derdi onlardan intikam almak değildir.” demiştir.[1144]

Hz. Ali’nin hilafetine karşı çıkılmasının ikinci ve en önemli sebebi hilafetin Hz. Ali’ye veriliş şeklidir. Önceki bölümlerde de ayrıntılı bir şekilde üzerinde durduğumuz gibi Hz. Ali’yi hilafete getiren grup Hz. Osman’ı öldürenlerin ta kendileriydi.

Halifeyi seçme hakkına sahip olan sahâbenin ise çok büyük bir kısmı bu olayın dışında tutulmuş, kendilerinin fikirlerine başvurulmamıştır. Hz. Ali’ye biat bahsinde ayrıntılı bir şekilde belirttiğimiz gibi, biat hususunda Hz. Osman’ı öldüren grubun dediği olmuş, herkes ister istemez onlara itaat etmek zorunda kalmıştır. Talha ve Zübeyr gibi biat etmek istemeyen bazıları da kılıç zoruyla getirilip zorla biat ettirilmiştir.

Peki Hz. Ali böylesi bir biati niçin kabul etmiştir? Hz. Ali’nin biati kabul etmesinde iki faktör etkili olmuştur. Birincisi kaos ortamını sonlandırıp her şeyi eski haline döndürebileceği inancı, ikincisi ise hilafete karşı olan aşırı hırsıdır. Hz. Ali, Hz. Ebû Bekir’in halife olduğu andan beri hilafeti son derece arzuluyordu. Fakat sırasıyla Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın halife olması onun ümidini iyice azaltmıştı. Böylesi bir ortamda hilafet şayet başkasına verilseydi, artık hilafet için hiçbir ümidi kalmayacaktı. Bu sebeple isyancılar kendisine bu teklifi sunduğunda bunu kabul etmişti. Bu iddiamızın tam tersini ifade eden rivayetler de bulunmaktadır. Fakat olayın bir oldu-bittiye getirildiği çok açıktır. Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra hilafet hususunda öne çıkan kişiler Hz. Ali, Talha, Zübeyr, Sa‘d b. Ebû Vakkâs gibi Hz. Ömer’in seçtiği şûra üyeleriydi. Normal şartlar altında en azından bu şûra üyelerinin bir araya gelerek konuşması ve halife için ortak bir karar vermesi beklenirdi. Ortak bir karar alamasalar bile Hz. Osman’ın halife olduğunda uygulanan metoda benzer bir durum burada da uygulanabilirdi. Fakat bunların hiçbiri olmamış elinde kılıç olan bir grup zorba Hz. Ali’yi halkın rızası dışında hilafete getirmiştir.[1145]

Yukarıda zikrettiğimiz Hz. Ali’nin halifeliğe karşı hırslı olduğunu belirttiğimiz cümlemiz ispata muhtaç bir yargıdır. Bu sebeple görüşümüzü desteklediğini düşündüğümüz sahih kaynaklarda aktarılan bazı rivayetleri buraya almanın uygun olacağını düşünüyoruz.

Hz. Ömer’in halifeliği döneminde meydana gelen bir olay üzerine verdiği şu hutbede: “.. .içinizden birisi çıkıp: ‘Vallahi Ömer ölürse ben muhakkak filan kimseye biat ederim’ demiştir. Sakın hiçbir kimse onun: ‘Ebû Bekir’e yapılan biat ancak istişaresiz birden bire yapılıp tamam oldu.’ demesine aldanmasın. Dikkat ediniz! Gerçekten o iş böyle çabuk olmuştur. Fakat Allah o işin kötülüğünden ümmeti korumuştur. İçinizden hiçbir kimse, kendisine hızla gidilmek amacıyla develerin telef edilmesine Ebû Bekir’den daha layık değildir. Bundan sonra kim millete danışmadan müslümanlardan bir adama biat ederse onun biati kabul edilmez. O biat eden de, biat edilen de kendilerini öldürülme tehlikesine atmış olurlar.[1146]

Şu da bir gerçektir ki Allah, peygamberini vefat ettirdiği zaman bizler ensârın bize muhalefet ettiği ve tümünün Benû Sâ‘ide gölgeliğinde toplandıklarını haber almıştık. Ali ile Zübeyr ve onların beraberinde bulunanlar da bize muhalefet


 Hz. Ömer’in de rivayette bildirdiği gibi Hz. Ali, Hz. Ebû Bekir’e yapılan biate itiraz etmiştir. Hz. Ali’nin bu itirazını ve o süreçte yaşanan olayları Hz. Âişe şöyle aktarmıştır: “Fâtıma bint Rasûlullah Ebû Bekir’e haber göndererek Rasûlullah’ın kendisine Allah’ın Medine ile Fedek’te fey olarak tahsis buyurduğu mallardan ve Hayber’in beşte birinden kalanlardan mirasını ondan istedi. Ebû Bekir de şunu söyledi: ‘Şüphesiz ki Rasûlullah: ‘Bize mirasçı olunmaz! Bıraktığımız sadakadır ancak Muhammed’in ailesi bu maldan yer.’ buyurmuştur. Vallahi ben, Rasûlullah’ın sadakasından hiçbir şeyi, Rasûlullah zamanındaki halinden değiştiremem! Onun hakkında mutlaka Rasûlullah ne yaptı ise onunla amel ederim!’ Hâsılı Ebû Bekir, Fâtıma’ya bir şey vermekten çekindi. Fâtıma da bu hususta Ebû Bekir’e gücendi ve kendisini terk etti. Ölünceye kadar da onunla konuşmadı. Fâtıma, Rasûlullah’tan sonra altı ay yaşadı. Vefat ettiği vakit onu kocası Ali b. Ebû Tâlib geceleyin defnetti. Onun vefatını Ebû Bekir’e haber vermedi. Namazını Ali kıldırdı. Fâtıma’nın hayatı müddetince Ali insanlardan itibar görmüştü. O vefat edince Ali halkın itibarını kaybetti ve Ebû Bekir’le barışarak ona biat etmek istedi. O aylarda henüz biat etmemişti ve Ebû Bekir’e: ‘Bize gel ama seninle beraber başka bir kimse gelmesin.’ diye haber gönderdi. Bunu Ömer b. Hattâb gelmesin diye yapıyordu. Bunun üzerine Ömer, Ebû Bekir’e: ‘Vallahi onların yanına yalnız başına gitme.’ dedi. Ebû Bekir ise: ‘Bana ne yapabilirler ki! Vallahi, ben onlara giderim.’ cevabını verdi. Müteakiben Ebû Bekir yanlarına girdi. Ali b. Ebû Tâlib bir şehadet getirdi sonra şunları söyledi: ‘Ey Ebû Bekir! Biz senin faziletini ve Allah’ın sana olan ihsanını biliriz. Allah’ın sana verdiği bir hayrı sana çok görmeyiz lâkin sen bu hilâfet işinde bize karşı istibdat gösterdin. Biz Rasûlullah’a olan yakınlığımızdan dolayı kendimiz için bir hak görüyorduk...’

Ali, Ebû Bekir’le konuşmasına devam etti. Nihayet Ebû Bekir’in gözleri boşandı. Sözü Ebû Bekir alınca şunları söyledi: ‘Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki Rasûlullah’ın yakınları benim için kendi yakınlarıma yardım etmemden daha iyidir! Benimle sizin aranızda şu mallar hususunda geçen ihtilafa gelince, hiç şüphe yoktur ki ben bunlar hakkında hakta kusur etmiş değilim. [1147] Rasûlullah’ın yaptığını gördüğüm bir şeyi yapmadan bırakmadım. Bunun üzerine Ali, Ebû Bekir’e: ‘Biat için miadın öğleden sonradır.’ dedi. Ebû Bekir öğle namazını kılınca Ali minbere çıkarak şehadet getirdi ve Ali’nin halini, biatten niçin geciktiğini, Ebû Bekir’e mazerette bulunduğu özrünü anlattı sonra istiğfar etti ve Ali b. Ebû Tâlib şehadet getirerek Ebû Bekir’in hakkını tazim etti. Bu yaptığına kendisini sevk eden şey ne Ebû Bekir’i çekememezlik ne de Allah’ın ona verdiği fazileti inkâr olduğunu söyledi. (Sözüne devamla): ‘Lâkin biz kendimiz için bu işte bir nasip görüyorduk ama bize karşı istibdat gösterildi. Biz de gücendik.’ dedi. Müslümanlar buna sevindi ve: ‘İsabet ettin!’ dediler. Emr-i ma’rûfa döndüğü zaman artık müslümanlar Ali’ye yakın oldular.”[1148]

Burada özellikle dikkat edilmesi gereken Hz. Ömer’in, Hz. Ebû Bekir’e: “Vallahi onların yanına yalnız başına gitme.” sözüdür. Olayın ne kadar ciddi boyutlara ulaştığını göstermesi açısından bu cümle çok dikkat çekicidir.

Hz. Ali ile Hz. Abbâs’ın aralarında meydana gelen şu konuşmada, bu aşırı isteği gözler önüne sermektedir.

Ali b. Ebû Tâlib, Rasûlullah’ın vefatına sebep olan hastalığı sırasında yanından çıktı. İnsanlar: “Ey Ebû Hasan! Rasûlullah nasıl oldu?” dediler. O: “Allah’a hamdolsun iyidir.” dedi. Abbâs b. Abdülmuttalib, Hz. Ali’nin elinden tutarak ona: “Ne düşünüyorsun? Vallahi üç gün sonra sen değneğin kölesi olacaksın! Vallahi! Rasûlullah’ın bu hastalığında vefat edeceğini düşünüyorum. Abdülmuttalib oğullarının ölüm anındaki yüzlerini biliyorum. Haydi, Rasûlullah’ın yanına gidelim ve kendisinden sonra hilafeti kime bırakacağını soralım. Eğer bize bırakıldıysa bilelim. Başkasına bırakmışsa ona bizim hakkımızda tavsiyede bulunmasını isteyelim!” dedi. Hz. Ali: “Eğer gider, Peygamber’den sorar ve o bize bunu vermezse, insanlar asla bunu bize vermez. Vallahi, asla sormayalım.” dedi.[1149]

Hz. Ali’nin bu sözleri, çok istediği bir şeyin elinden kaçmasını istemeyen bir kişinin ruh halini anımsatmaktadır.

Yine Hz. Osman’ın halife seçilmesinde Abdurrahman b. Avfın Hz. Ali’yi özel olarak uyarması sahâbenin de bu hırsın bilincinde olduğunu göstermektedir. Abdurrahman b. Avf, Hz. Osman’ın hilafetini halka duyurmadan önce Hz. Ali’ye: “Ya Ali! Ben insanların bu işteki tercihlerine iyice bakıp araştırdım. İnsanların

Osman’a meylettiklerini gördüm. Onun için sen benim Osman’ı tercih etmemden dolayı sakın kendi aleyhine bir davranışa sebep olma!” ihtarını yapmak gerekliliğini görmüştür.

Benzer şekilde Hz. Ömer de suikaste uğradığı zaman Hz. Ali’ye: “Ey Ali! Halifeliğe karşı olan hırsından ötürü seni halifeliğe tayin etmiyorum.” demişti.[1150] [1151] Bu iddiamızı destekleyebilecek başka birçok rivayet de bulunmaktadır. Ancak kaynaklık değeri açısından zayıf olan bu kaynakları kullanmak istemedik. Sadece bu son rivayeti, iddiamızla birebir örtüştüğü için aldık.

Hz. Ali’nin hilafet hususunda bu kadar hırslı olması ve isyancıların elebaşları arasında Hz. Ali’nin terbiyesi altında büyümüş olan Muhammed b. Ebû Bekir’in bulunması Hz. Ali’ye suçu yıkmak isteyenlere büyük bir koz veriyordu. Ayrıca hilafet Hz. Osman’ı öldüren bir grup asinin karar verebileceği kadar basit bir iş değildi. Bu sebeple Hz. Ali’nin de halifeliği meşru değildi.

Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’in normal şartlarda Hz. Ali’nin hilafetine karşı olmadığını göstermesi açısından râvileri sika olan Ahnef b. Kays[1152] rivayeti de çok önemlidir.

Ahnef b. Kays’dan: “Hacca gitmek üzere Medine’ye geldik. Talha ve Zübeyr’in yanına gittim ve: ‘Kime tabi olmamı ister ve tavsiye edersiniz? Zira gördüğüm kadarıyla bu (Osman) öldürülecek.’ dedim. Bana: ‘Sana Ali’ye tabi olmanı tavsiye ederiz.’ karşılığını verdiler. Onlara: ‘Ona tabi olup, onunla beraber olmamı mı tavsiye ediyorsunuz?’ diye sorduğumda: ‘Evet.’ dediler. Sonra hac için yola düşüp Mekke’ye geldim. Mekke’deyken de Osman’ın öldürüldüğü haberi geldi. Müminlerin annesi Âişe de Mekke’deydi. Onu bulup: ‘Kime biat etmemi istersin?’ diye sordum. Bana: ‘Ali’ye biat et.’ dedi. Ben: ‘Ona biat etmemi mi tavsiye ediyorsun?’ diye sorduğumda bana: ‘Evet.’ dedi. Bunun üzerine Medine’de bulunan Ali’ye uğrayıp ona biat ettim ve Basra’ya döndüm. Siyasi olarak durumların da rayına oturduğunu düşündüm.

haldeyken bir gün yanıma biri geldi ve: ‘Müminlerin annesi Âişe, Talha ve Zübeyr, Hureybe yakınlarında konakladılar.’ dedi. Ona: ‘Ne diye gelmişler?’ diye sorduğumda, bana: ‘Mazlum olarak öldürülen Osman’ın kanını aramak üzere, yardım için sana da haber yolladılar.’ dedi. Bu durum karşılaştığım en kötü durumlardan biriydi. Müminlerin annesi ile Rasûlullah’ın iki dostunun bu talebini boş çevirmek ciddi bir şeydir. Ancak Rasûlullah’ın amcaoğluna karşı savaşmam da ağır bir şeydir, dedim.

Yanlarına gittiğimde bana: ‘Mazlum olarak öldürülen Osman’ın kanını aramak için senden yardım istemeye geldik.’ dediler. Ben: ‘Ey müminlerin annesi! Allah aşkına söyle! Ben sana: ‘Bana kimi tavsiye edersin?’ diye sorduğumda, sen bana: ‘Ali’yi tavsiye ederim.’ demedin mi? Ben sana: ‘Ona tabi olmamı emredip, bundan razı mısın?’ diye sorduğumda, sen bana: ‘Evet.’ demedin mi?’ dedim. Hz. Âişe: ‘Evet. Ancak o değişti.” karşılığını verdi.

Sonra: “Ey Zübeyr! Ey Rasûlullah’ın havarisi! Ey Talha! Allah aşkına söyleyin. Ben size: ‘Bana kimi tavsiye edersiniz?’ diye sorduğumda, siz bana: ‘Ali’yi tavsiye ederiz.’ demediniz mi? Ben size: ‘Ona tabi olmamı emredip, bundan razı mısınız?’ diye sorduğumda, siz bana: ‘Evet.’ demediniz mi?’ dediğimde, bana: ‘Evet! Ancak o değişti.’ karşılığını verdiler.

Sonra onlara şöyle dedim: ‘İçinizde müminlerin annesi ile Rasûlullah’ın havarisi varken size karşı savaşamam. Ancak kendisine biat etmemi emrettiğiniz, Rasûlullah’ın amcaoğluna karşı da savaşmam. Benim için şu üç şeyden birini seçin: Yüce Allah’ın bu konudaki takdiri gerçekleşinceye kadar Cisr yolunu bana açın da Acemler’in bölgesine gideyim. Ya da Yüce Allah bu konudaki takdirini gerçekleştirinceye kadar Mekke’ye gidip orada durayım veya savaşa katılmayıp yakın bir bölgede kalayım.’

Bana: ‘Bunu aramızda görüşelim sonra da sana haber veririz.’ karşılığını verdiler. Sonra aralarında şöyle görüştüler: ‘Şayet ona Cisr yolunu açarsak, savaşa katılmak istemeyen ve sözünden cayan herkes peşinden gidecektir. Mekke’de kalmasına izin verirsek, Kureyşliler’e sizlerin haberlerini verecektir, bu da olmaz. O zaman onu buralarda yakınlarda tutun ki hem dışarıyla bağlantısını keser, hem de kontrol altında tutarsınız.’

Sonunda Ahnef, Basra yakınlarındaki Celhâ’ya çekildi. Onunla beraber altı bin kişi de savaşa katılmadı.”[1153]

Rivayette görüldüğü üzere Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr ilk başta Hz. Ali’nin halife olmasını destekliyorlardı. Fakat Hz. Ali’nin bir grup katil tarafından halife seçilmesi hiç kimsenin kabul edebileceği bir durum değildi. Bu sebeple Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr hem Osman’ın katillerini cezalandırmak hem de halife seçimininin meşru bir şekilde gerçekleştirilmesi için böyle bir yolculuğa çıkmışlardı. Hz. Âişe’nin yaptığı konuşmalarda bu iki hedef açıkça görülmektedir: “Kuşkusuz Osman mazlum olarak öldürüldü. Onun kanını talep edeceğim. Halifeliği de şûraya iade edeceğim.”[1154]

Bir ihtimal olarak, Hz. Âişe’nin Hz. Osman’ın akrabalarını kayırması sebebiyle ortaya çıkan huzursuzlukların Hz. Ali’nin hilafetinde de ortaya çıkmasından korkmuş olabileceğini düşünüyoruz. Belki Hz. Âişe’nin Hz. Ali’nin halife olmasını istememesinin bir sebebi de bu durumdu.

Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’in bu yolculuğa çıkarken amaçları böyle kanlı bir savaşa sebep olmak değildi. Onların niyeti muhtemelen asilerin karşı koyamayacağı kadar büyük bir ordu kurarak Medine’ye gelmek ve asileri cezalandırarak hilafeti şûraya teslim etmekti. Fakat olaylar düşündükleri gibi gerçekleşmemiş ilk olarak Basra’da bir savaşa girmek zorunda kalmışlardı. Bu savaş esnasında Hz. Osman’ın katline ortak olanlardan bazılarını öldürmüşlerdi. Fakat öldürdükleri insanların hepsinin Hz. Osman’ın katili olması da mümkün gözükmemektedir.

Hz. Âişe’nin bu olaydaki rolü ise beklentisinin tamamıyla aksi yönde gerçekleşmiş. Hz. Âişe insanların arasında sulh yapmak için çıktığı bu yolculukta kendisinin de asla tahmin edemeyeceği bir şekilde savaşın uzamasına ve daha fazla insanın ölmesine sebep olmuştu. Talha’nın hemen savaşın başında yaralanması ve Zübeyr’in savaş alanını terk etmesinden sonra Talha ve Zübeyr’in taraftarlarının kaçmamalarının tek nedeni Hz. Âişe’nin varlığıydı. Herkes Hz. Âişe’yi koruyabilmek adına sebat ediyordu. Bu sebeple Hz. Âişe’nin devesinin etrafında yoğunlaşan savaşta her iki taraftan da birçok insan ölmüştü.

Talha ve Zübeyr’in hilafete hırsları var mıydı? Kaynakların genelinden çıkarttığımız sonuca göre Talha hilafet hususunda daha istekli gözükmektedir. Zübeyr’e gelince, onun halifeliğe karşı meyli olduğuna dair bir rivayet kaynaklarda göremedik. Fakat oğlu Abdullah’ın babası adına böyle bir isteği olduğunu düşünmekteyiz. Hz. Âişe’yi de bu yola sevk edenin Abdullah b. Zübeyr olduğunu belirtmiştik. Bununla birlikte şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki Talha ve Zübeyr’in hilafet hırsı Hz. Ali’ninkinden fazla değildi. Talha birçok rivayette hilafet hırslısı olarak gösterilmek istenmektedir. Fakat çıktıkları yolculuktan hiç de memnun olmadığı yönünde rivayetler de bulunmaktadır. Alkame b. Vakkâs el-Leysî’den rivayete göre: “Talha, Zübeyr ve Osman’ın kanını istemek amacıyla Âişe çıktığında, Âişe etrafındaki topluluğun hatibi idi. Onlar da ona tabi idiler. Zatü Irk denilen yerde beraberlerinde bulunanları teftiş ettiklerinde Urve b. Zübeyr ile Ebû Bekir b. Abdurrahman b. Hâris b. Hişâm’ın yaşlarını küçük bulduklarından geri çevirdiler. Talha’yı gördüm ki en çok tenha yerlerde yalnız başına oturmayı severdi, başını önüne eğmişti. Ben ona: ‘Ey Muhammed’in babası ben senin en çok tenha yerlerde oturmayı sevdiğini ve başını önüne eğdiğini görüyorum. Şayet bu işten hoşlanmıyorsan bırak onu, bu işe seni kimse zorlamıyor.’ dedim. Bunun üzerine Talha: ‘Ey Alkame b. Vakkâs beni kınama. Dün biz, bizim dışımızdakilere karşı tek bir el idik. İşte bugün biri diğerinin üzerine yürüyen demirden iki dağ haline geldik.’ dedi.”[1155]

Şuda bir gerçektir ki Cemel ve Sıffîn’de dökülen kanların arkasında Benû Sâide hadisesiyle birlikte başlayan siyasi belirsizliğin büyük etkisi bulunmaktaydı. Müslümanların halife seçiminde veya azlinde genel kaideler ortaya koyamamış olmaları, olayları bu noktaya kadar getirmişti. [1156]

Hz. Ümmü Seleme’nin Hz. Âişe’ye Nasihati

Hz. Ali Rasûlullah’ın hanımları Hz. Âişe ile Hz. Ümmü Seleme’nin arasında olan doğal rekabette Hz. Ümmü Seleme’nin tarafını desteklemişti. Bu sebeple Hz. Ümmü Seleme’nin Hz. Ali’ye karşı bir meyli vardı. Bu meyil Hz. Peygamber döneminden itibaren artarak devam etmişti. Hz. Ümmü Seleme Hz. Ali’ye olan sevgisini ömrü boyunca devam ettirmiş ve daima onun tarafında yer almıştı.[1157]

Cemel Savaşı’yla sonuçlanan olayların başlangıcında da Hz. Ümmü Seleme Hz. Ali’nin tarafında olmuştu. Hz. Ümmü Seleme oğlunu Hz. Ali’ye getirerek: “Ey müminlerin emiri! Eğer Allah’a isyan etmeyecek olsaydım ve sen de bunu kabul edecek olsaydın şüphesiz seninle birlikte gelirdim. İşte oğlum Ömer! Vallahi! O bana kendi nefsimden daha kıymetlidir. O seninle birlikte çıkacak ve senin gördüğünü görecektir.” demişti. Hz. Ümmü Seleme’nin oğlu Hz. Ali ile birlikte çıkmış ve ondan ayrılmamıştı.[1158]

Hz. Ümmü Seleme Hz. Ali’ye verdiği açık desteğin yanı sıra Hz. Âişe’yi de bu çıktığı yoldan geri çevirmeye çalışmıştı. Hz. Ümmü Seleme Hz. Âişe’ye: “Sen daha dün Osman’ın aleyhinde insanları kışkırtıyordun. Onun hakkında söylenebilecek en kötü sözü söylüyordun. Senin yanında onun ismi Na‘sel’di. Şüphesiz sen onun Rasûlullah’ın yanındaki konumunu biliyorsun. Sana tekrar hatırlatayım mı?” deyince Hz. Âişe: “Evet.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ümmü Seleme: “O halde sana tekrar hatırlatıyorum. Seninle birlikte Rasûlullah’ın yanındaydık. Sen Rasûlullah’ın başını yıkıyordun. Ben de ona hays yemeği pişiriyordum. Hays Rasûlullah’ın hoşuna gitmişti. Başını kaldırdı ve: ‘Hav’eb’in köpeklerinin kendisine havladığı deve sahibinin hanginiz olduğunu keşke bilseydim. O yoldan sapmış olur.’ Bunun üzerine ben elimi haysdan çekerek: ‘Bundan Allah ve Rasûlüne sığınırım.’ dedim. Rasûlullah benim sırtıma vurarak: ‘Ey Ebû Ümeyye’nin kızı o olmaktan sakın. Ey Hümeyrâ! Sen de o olmaktan sakın.’ demişti. Muhakkak ben seni uyarmıştım.” Hz. Âişe de: “Evet. Bunu hatırlıyorum.” dedi. Hz. Ümmü Seleme, sana yine hatırlatıyorum diyerek, Hz. Ali’nin Rasûlullah tarafından halife tayin edilmesi meselesini zikretti. Hz. Âişe de: “Bunu hatırlıyorum.” dedi. Hz. Ümmü Seleme: “Peki bu kadar şeyden sonra hâlâ bu gidiş niye?” diye sorduğunda Hz. Âişe: “Ben insanların arasını düzeltmek için çıkıyorum. İnşallah bundan da bir ecir umuyorum.” deyince Hz. Ümmü Seleme: “O halde sen kararınla baş başasın.” dedi.[1159] Bu rivayetin uydurma olduğu açıktır. Hav’eb hadisinin üzerinde oynama yapılmış bir versiyonudur.[1160]

Doğru olma ihtimalinin daha fazla olduğunu düşündüğümüz bir rivayete göre Hz. Âişe Basra’ya gitmeyi murat edince Hz. Ümmü Seleme ona gelip şöyle söyledi: “Muhakkak ki senin Rasûlullah ile onun ümmeti arasında özel bir yerin var. Bunun hürmetine sana hicâb giydirilmiştir. Kur’ân senin eteğini toplamıştır. Onu açma. Oturmakla emrolunduğun evini bırakıp da çöle çıkma. Bu ümmetin arkasında Allah var. Eğer Rasûlullah senden bir şey isteseydi yapardın. Rasûlullah seni beldelerde aşırılık yapmaktan nehyetti. İslâm’ın direği yıkılmaya yüz tuttuğu zaman bu kadınlarla takviye edilmez. Bu direk çatladığı zaman kadınlarla tamir edilmez. Kadınların yapabileceğinin en fazlası başlarını eğerek gözlerini kapatmak, niyetlerini gizlemek ve adımlarını küçültmektir. Sen çölde deveyi bir yerden diğer bir yere sürerken Rasûlullah ile karşılaşmış olsaydın ona ne derdin? Şüphesiz yarın Rasûlullah ile karşılaşacaksın. Ona ne cevap vereceksin? Sen onun örtüsünü yırttın. Ona verdiğin sözü terk ettin. Eğer ben senin yaptıklarını yapsaydım. Sonra bana: ‘Firdevs cennetine gir.’ denilmiş olsaydı. Rasûlullah’ın benim üzerime giydirmiş olduğu örtüyü yırtmış olarak onunla karşılaşmaktan hayâ ederdim. Evini kendine perde kıl. Bu perdeyi kabre kadar muhafaza et ki Rasûlullah’a bu şekilde kavuşasın. Eğer bu hal üzerinde olursan Allah’a daha çok itaat etmiş olursun. Evinde oturduğun müddetçe bu dine daha çok yardım etmiş olursun. Eğer senin dışarı çıkmanı gerektirecek bir durum olursa, o zaman engerek yılanı gibi atıl.”

Hz. Âişe ise: “Bana yaptığın nasihate gelince iş senin zannettiğin gibi değil. Bu gidiş ne güzel bir gidiştir ki birbirini boğazlamak üzere olan iki müslüman topluluk korkup bana sığınmıştır. Eğer ben evimde oturursam bunda bir zorluk yoktur. Eğer çıkarsam benim için evimde oturmamdan daha fazlası vardır.” şeklinde mukabelede bulundu.[1161]

Cemel Ashâbının Basra’ya Ulaşması

Hz. Âişe ve taraftarları Basra’ya girmeden önce kendi hareketlerine katılmaları için çeşitli şehirlerin önde gelenlerine bazı mektuplar gönderip, Hufeyr denilen bölgede mola vererek bu mektupların cevaplarını beklemeye başladılar.[1162]

Kendilerine mektup gönderilenler arasında Basra kadısı Ka‘b b. Sûr,[1163] Münzir b. Cârûd,[1164] Ahnef b. Kays,[1165] Zeyd b. Sûhan[1166] ve Sabre b. Şeymân[1167] bulunmaktaydı. Ayrıca Hz. Âişe’nin Kûfe ve Yemâme ehline de benzer mektuplar gönderdiği rivayet edilir.[1168]

Hz. Âişe’nin gelişi ve topladığı kalabalık ile birlikte Basra’nın girişinde olduğu haberi Basra ehline ulaşınca Hz. Ali’nin Basra valisi olan Osman b. Huneyf İmrân b. Husayn ile Ebü’l-Esved ed-Düeli’yi çağırdı. Osman b. Huneyf onları, ne maksatla geldiklerini öğrenmek için Hz. Âişe’ye elçi olarak gönderdi. O ikisi Hz. Âişe ve yanındakiler Hufeyr’deyken onlara ulaştılar. Onlar Hz. Âişe’nin yanına girmek için izin istediler. Onlara izin verilince selâm verip şöyle dediler: “Bizim emirimiz sana yolculuğundan sormak üzere bizi gönderdi. Bize bunu haber verir misin?” Hz. Âişe dedi ki: “Vallahi! Ben gizli bir gayeyle hareket edip bunu da evlatlarımdan gizleyen birisi değilim. Birtakım şehirlerden fitne ehli ve bazı kabilelerin şerlileri Rasûlullah’ın haremine saldırdılar ve orada olaylar çıkardılar. Bu olayları çıkartanları da orada muhafaza ettiler. Özürsüz bir şekilde müslümanların imamını katletmekten ötürü Allah’ın ve Rasûlü’nün lanetine müstehak oldular. Onlar Allah’ın haram kılmış olduğu kanı akıttılar. Haram olan malları da gasp ettiler. Haram ayı ve haram beldeyi ihlal ettiler. Onlar insanların haysiyetini ayaklar altına aldılar. Onlar bulundukları yeri kerih gören bir kavmin yurdunda ikamet ettiler. İnsanlara herhangi bir menfaatleri dokunmayıp sadece zarar veriyorlardı. Medine ehli ise bu insanların şerrinden kaçmaya muktedir olamıyordu. Müslümanlar içerisinden çıkıp bu kavmin başına gelen şeyleri ve bu durumu ıslah etmeleri gerektiğini haber verdim. Hz. Âişe burada: “Onların fısıldaşmalarının birçoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka yahut bir iyilik yahut da insanların arasını düzeltmeyi isteyen (in fısıldaşması) müstesna...”[1169] âyetini okudu. Biz Allah ve Rasûlünün emrettiği büyük-küçük, kadın-erkek herkesi ıslah etmek üzere harekete geçtik. Bizim durumumuz budur. Size iyiliği emreder ve ona teşvik ederiz. Sizi kötülükten nehyeder ve onu değiştirmek üzere sizi teşvik ederiz.”

Bunun üzerine o ikisi Hz. Âişe’nin yanından çıkıp Talha’ya giderek ona: “Seni buraya getiren ne?” diye sordular. Talha: “Osman’ın kanını talep için geldim.” dedi. O ikisi: “Sen Ali’ye biat etmedin mi?” diye sorduklarında Talha: “Evet biat ettim. Ancak kılıç boynumdaydı. Eğer bizimle Osman’ın katillerinin arasından çıkmaz ve bizi baş başa bırakmazsa, onun halifeliğini kabul etmeyeceğim.” dedi.

Daha sonra Talha’nın yanından çıkıp Zübeyr’e geldiler. Aralarında Talha ile yaptıkları konuşmanın bir benzeri geçti. Daha sonra o ikisi Hz. Âişe’ye döndüler ve onunla vedalaştılar. Hz. Âişe İmrân’ı gönderdi ve Ebü’l-Esved ed-Düeli’ye şöyle dedi: “Ey Ebü’l-Esved! Hevanın seni cehenneme sürüklemesinden kaçın: ‘Allah, iman eden ve iyi şeyler yapanlara söz vermiştir; onlara bağışlama ve büyük mükâfat vardır.’[1170] âyetini okuyarak onları gönderdi.

İmrân ve Ebü’l-Esved ed-Düeli Osman b. Huneyf’e dönerek durumu kendisine aktardılar.[1171] Bunun üzerine Osman Hz. Ali gelene kadar onların Basra’ya girişini engelleme kararı aldı.[1172]

Osman b. Huneyf insanların arasına çıkıp onlara hitap etti ve hazırlık yapmalarını istedi. Herkes silahını kuşanıp mescidde toplandı. Osman b. Huneyf minber üzerindeyken bir adam ayağa kalkarak: “Ey insanlar! Şüphesiz size gelen bu insanlar korkarak gelmediler. Çünkü onlar kuşların bile emin olduğu bir beldeden gelmişlerdir. Bunlar Osman’ın kanını da talep etmeye gelmiş olamazlar. Çünkü biz Osman’ın katilleri değiliz. O halde şu kavim hakkında bana itaat ediniz. Onları geldikleri yere gönderin.”

Bunun üzerine Esved b. Serî‘ es-Sa‘dî ayağa kalkarak şöyle dedi: “Onlar bizim Osman’ın katilleri olduğumuzu zannettiler. Hayır, onlar Osman’ın katillerini bulmak ve onlara karşı çarpışmak üzere bizden ve başkalarından yardım istemek için buraya gelmişlerdir.” Onun bu sözleri üzerine birçok insan onu doğrulamıştı. Osman b. Huneyf Basra’da Hz. Âişe’nin taraftarlarının olduğunu anladı. Bu da onun ümidini kırmıştı.[1173]

Basra’da bu gelişmelerin yaşandığı esnada Hz. Âişe ve beraberindekiler Hufeyr’den hareket ederek Mirbed[1174] denilen yere kadar geldiler. Oranın üst tarafından girip Osman b. Huneyf ve beraberindekiler gelene kadar orada kaldılar. Hz. Âişe’ye katılmak isteyenler de onun yanına geldiler.

Talha Mirbed’in sağ tarafında yanında Zübeyr olduğu halde konuşmaya başladı. Mirbed’in sol tarafında ise, Basra emiri Osman b. Huneyf vardı. Talha hamdele ve salveleden sonra Hz. Osman’dan, onun faziletinden, Medine’den ve orada helal olan şeylerden bahsetti. Hz. Osman’a verilen şeyi yüceltti. Onun kanını talep etmeye davet etti ve dedi ki: “Muhakkak bunda Allah’ın dinini ve hükmünü yüceltmek vardır. Masum halifenin kanını talep etmek Allah’ın hadlerinden bir haddir. Eğer bunu yaparsanız isabet etmiş olursunuz. Bu yaptığınızın karşılığını da alırsınız. Eğer bunu terk ederseniz sizin için başka bir yol kalmaz. Sizin için bundan sonra bir birliktelik de olmaz.” Sonra Zübeyr de buna benzer bir konuşma yaptı.

Burada toplanan insanlara son olarak Hz. Âişe bir konuşma yaptı. Hz. Âişe hamdele ve salveleden sonra şöyle dedi: “İnsanlar Osman’ı suçluyor ve onun valilerini itham ediyorlardı. Medine’ye gelip onların durumu hakkında bizimle istişare ediyorlardı. Onların arasını bulmamız hususunda söylediğimiz şeyleri hoş karşılıyorlardı. Bu olaya baktığımızda Osman’ı doğru ve temiz olarak görüyorduk. Onları ise gerçek maksatlarını gizleyen fâcir ve yalancı insanlar olarak görüyorduk. Onlar sayıca çoğalıp güçlendiklerinde Osman’ın karşısına geçip onun evine zorla girdiler. Haram olan kanı, haram beldeyi ve haram malı haksızca helal saydılar. Size gerekli olan Osman’ın katillerini cezalandırmak ve Allah’ın kitabındaki hükmü uygulamaktır.” dedi ve şu âyeti okudu: “Kendilerine Kitâb’tan bir pay verilenleri görmez misin ki aralarında hükmetmesi için Allah’ın Kitâb’ına çağırılıyorlar da, sonra içlerinden bir grup cayarak geri dönüyor.”[1175]

Bu konuşmalardan sonra insanlarda bir hareketlenme meydana geldi. Osman b. Huneyfin arkadaşları iki gruba bölündü. Bir grup: “Vallahi! Âişe doğruyu ve hakkı söyledi. Vallahi! O hak ile geldi.” diyordu. Diğer grup ise: “Vallahi! Siz yalan söylediniz. Sizin söylediklerinizi biz bilmiyoruz.” dediler. İnsanlar birbirine taş toprak atmaya başlayıp, saldırıya geçtiler.[1176]

Hz. Âişe ve beraberindekiler Mirbed denilen bölgedeyken Câriye b. Kudâme es-Sa‘dî Hz. Âişe’ye yönelerek: “Ey müminlerin annesi! Vallahi! Osman b. Affân’ın öldürülmesi senin evinden çıkıp şu melun devenin üzerine binmenden daha önemsizdir. Muhakkak ki Allah senin için bir mahremiyet ve örtü kılmıştı. Sen bu örtüyü parçaladın ve mahremini açtın. Kim ki senin savaşmanı istiyorsa o senin öldürülmeni istiyordur. İsteyerek geldiysen evine dön. Zorla getirildiysen bunlara karşı bizden yardım iste.” demişti.[1177]

İki Grubun Savaşı (Cemel-i Asgar Günü)

Çıkan bu arbededen sonra Hz. Âişe’nin taraftarları daha itidalli davranıyorlardı. Ancak Osman b. Huneyfin taraftarlarından özellikle Hz. Osman’ın öldürülmesine iştirak eden bir grup olayları büyüterek savaşın çıkmasını arzu ediyorlardı. Hz. Osman’ın katillerinden biri olan Hukeym b. Cebele, atının üzerinde savaş başlatmak için uğraşıyordu. Ancak Hz. Âişe’nin taraftarları savaştan kaçındılar ve mukabele etmemeye çalıştılar. Onlar mızraklarını karşı tarafa doğru çevirip harekete geçmeyerek Hukeym’in taraftarlarının vazgeçmesini beklediler. Ancak Hukeym bundan vazgeçmedi. Hukeym’in taraftarları savaşı başlattılar. Hz. Âişe’nin taraftarları ise kendilerini korumaya çalışıyorlardı. Hukeym atını ileri sürüyor ve şöyle söylüyordu: “Kuşkusuz bunlar Kureyş’tendir. Onların korkaklığı onları geri çevirecektir. Bu susanlara karşı savaşın.” İki gruptan birbirlerine karşı kalplerinde muhabbeti olanlar itidalli davranıp olan biteni izliyorlardı. Geri kalanları ise birbirlerine taş atıyordu. Hz. Âişe taraftarlarına emredince onlar da sağ tarafa geçtiler. Benî Mâzin kabristanına kadar çekildiler. Sonra gece onları birbirinden ayırdı. Osman karargâhına döndü. İnsanlar da kabilelerine döndüler.[1178]

Ebû Cerbâ’ ismindeki biri Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’in yanına gelerek bulundukları yerden daha güzel bir yeri onlara tavsiye etti. Onlar onun tavsiyesine uydular ve Benî Mâzin kabilesinin kabristanına doğru yürüdüler. Mezarlık tarafından Basra’nın yamacından aşağıya yol alıp Zâbûka mevkiine geldiler. Sonra Benî Hısn kabristanına geldiler. Burası Dârurrızkın bittiği yerdi. Geceyi hazırlanarak geçirdiler. İnsanlar da onlara doğru geliyorlardı. Bu bölgede âdeta ayakta sabahladılar.[1179]

Osman b. Huneyf sabah olunca onların Basra’ya girmesini engellemek için erkenden yola çıktı. İki taraf Dârurrızk bölgesinde karşı karşıya geldiler. Orada güneşin doğuşundan batışına kadar şiddetli bir savaşa tutuştular. Osman b. Huneyf’in tarafında birçok ölü vardı. İki tarafta da yaralılar vardı. Hz. Âişe’nin münadisi tarafları ateşkese davet etti. Osman b. Huneyf’in taraftarları bunu reddettiler. Onları kötülük tamamen kuşatmıştı. Sonra onlar Hz. Âişe’nin taraftarlarını sulha çağrınca Hz. Âişe’nin taraftarları bu çağrıyı kabul ettiler. Aralarında anlaştılar ve Medine’ye bir elçi göndermek üzere mektup yazdılar. Bu elçi Talha ve Zübeyr’in biatini Medinelilere soracaktı. Eğer bunlar zorla biat etmişlerse Osman b. Huneyf Basra’yı onlara terk edecekti. Aksi halde Talha ve Zübeyr Basra’dan çıkacaktı. Elçi dönünceye kadar da ateşkes devam edecekti. İki fırka da anlaştıkları şekilde anlaşmayı yürürlüğe koydular. Bu sulh antlaşmasının maddeleri şunlardır:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

) Sulh yapıldığı andan itibaren iki tarafın da temsilcisi Kâ‘b b. Sûr Medine’den dönünceye kadar Osman b. Huneyf kendi sorumluluğu altındakilerden mesuldü. Talha ve Zübeyr de aynı şekilde kendi sorumlulukları altındakilerden mesuldüler.

) İki taraftan hiçbir kimse mescidde, çarşıda, yolda ve su kenarında diğerine zarar vermeyecekti. Ka‘b dönünceye kadar onların arasında umumi bir barış olacaktı.

) Medineliler Talha ve Zübeyr’in biate zorlandığını söylerlerse iş Talha ve Zübeyr’e kalacaktı. Osman da dilerse Basra’dan çıkıp kendi yoluna gidecek, dilerse onların yanında yer alacaktı.

) Eğer elçi Talha ve Zübeyr’in biate zorlanmadığı haberiyle dönerse iş Osman b. Huneyfe kalacaktı. Talha ve Zübeyr dilerse Ali’ye itaate devam edecekler, dilerlerse çıkıp kendi yollarına gideceklerdi.

) Müminler kazananın yanında yer alacaklardı.

Ka‘b b. Sûr iki grubun da üzerinde ittifak ettikleri görevi yerine getirmek için Basra’dan çıkıp Medine’ye geldi. İnsanlar onun geldiğini duyunca etrafında toplandılar. O gün günlerden cuma idi. Ka‘b b. Sûr insanların içerisine çıkıp şöyle söyledi: “Ey Medine ehli! Ben Basra ehlinin size gönderdiği elçisiyim. Medine halkı bu iki adamı Ali’ye biat etmeye zorladı mı? Yoksa onlar kendi istekleriyle mi biat ettiler. Saldırıya uğrama korkusuyla Medine ehlinden hiç kimse ona cevap vermedi. Gerçeğin bu derece gizli ve zayıf kalması Üsâme b. Zeyd’in ağırına gitti. O şöyle dedi: “Allah’ım o ikisi istemeyerek biat ettiler.” Hz. Ali’nin Medine valisi olan Temmâm b. Abbâs emir verince Sehl b. Huneyf ve insanlar ona saldırdılar. Üsâme neredeyse öldürülecekti. Rasûlullah’ın ashâbından birçok kişi Üsâme’nin öldürülmesinden korkmuşlardı. Ancak Süheyb b. Sinân ve Ebû Eyyüb el-Ensârî aralarına girerek: “Şu adamın etrafından dağılın.” dediler. İnsanlar da onu bıraktılar. Süheyb onun elinden tutup oradan çıkardı, evine kadar götürdü ve şöyle dedi: “Sen biliyorsun ki Ümmü Âmir[1180] [1181] aptaldır. Bizim sustuğumuz gibi sen de susamadın mı?” Üsâme: “Vallahi! Hayır. Ben işin bu noktaya geleceğini ve bizi böyle bir felakete sürükleyeceğini düşünmemiştim.” dedi.[1182]

Medine’de yaşananların bilgisi Hz. Ali’ye ulaşınca o bu durumdan hoşnut olmadı. Basra valisi Osman’ın yaptığı şeyi tasvip etmedi. Osman’ın yapması gereken Basra’yı onlardan korumaktı. O ise kendisinin ve Hz. Ali’nin işini zorlaştıracak bir iş yapmış oldu. Böyle olunca Hz. Ali onu azarlayan bir mektup yazdı ve: “Vallahi! Onlar ayrılığa zorlanmadılar. Hayra ve cemaat üzere olmaya zorlandılar. Eğer onlar biatlerini bozmak istiyorlarsa, geçerli bir mazeretleri yok. Eğer bundan başka bir şey istiyorlarsa, biz düşünürüz. Onlar da düşünürler.” dedi.[1183]

Ka‘b Medine’ye gittikten sonra iki fırka arasında bazı sürtüşmeler vuku buldu. Bunları Talha ve Zübeyr sulhun şartlarına aykırı kabul ettiler. Muhammed b. Talha zahit, ibadete ve namaza düşkün birisiydi. Mescidde Basra emiri olan Osman b. Huneyf’e yakın olan bir yerde durdu. Zut ve Seyâbiceler[1184] ondan şüphelendiler onun namazın dışında başka bir maksatla geldiğinden korktukları için onu uzaklaştırdılar. Talha ve Zübeyr de Osman’a haber gönderip: “Bu bir!” dediler.[1185]

Ka‘b b. Sûr Basra’ya dönünce Medine ehlinin cevabını onlara haber verdi. Talha, Zübeyr ve onların beraberindekiler Osman b. Huneyf’e haber gönderip, şehri terk etmesini istediler. Bu haklı bir talepti. Çünkü bunun üzerine sulh yapmışlar ve bu şartı ileri sürmüşlerdi. Ancak Osman b. Huneyf Hz. Ali’den gelen yeni emir sebebiyle bahane ileri sürdü. Muhakkak Hz. Ali’nin ona göndermiş olduğu bu mektup onun elini kolunu bağlıyordu. Bu konudaki kesin hükmün kendisine değil Hz. Ali’ye ait olduğunu beyan ediyordu. Osman b. Huneyf, Talha ve Zübeyr’e Hz. Ali’nin göndermiş olduğu mektubu delil göstererek şöyle haber gönderdi: “Bu durum sizinle konuştuğumuzdan farklı bir husustur.”[1186]

Talha ve Zübeyr taraftarları bu cevaptan sonra iki veya üç gün bekledikten sonra harekete geçti.[1187] Talha ve Zübeyr yağışlı, rüzgârlı, soğuk ve zifiri karanlık bir gecede insanları topladı. Sonra mescide yöneldiler, yatsı namazına denk gelmişlerdi. Onlar namaz hususunda ağır davranıyorlardı. Osman b. Huneyf ise onlardan daha yavaş davranıyordu. Talha ve Zübeyr insanlara namaz kıldırması için Abdurrahman b. Attâb’ı öne sürdüler. Bu durum karşısında Zut ve Seyâbiceler kılıçlarını çekip onlara saldırdılar. Cemel ashâbı da o tarafa yöneldi ve mescidde savaş başladı. Zut ve Seyâbicelerden kırk kişi öldürülene kadar savaş devam etti. Sonra Talha ve Zübeyr’in huzuruna çıkartmak için Osman b. Huneyf’in yanına girdiler. Osman b. Huneyf, Talha ve Zübeyr’in yanına getirilince insanlar ona saldırıp yüzündeki bütün kılları yoldular. Talha ve Zübeyr bu muameleyi ciddi görüp, olan biteni Hz. Âişe’ye bildirdiler. Hz. Âişe de onun serbest bırakılmasını istedi.[1188]

Bazı kaynaklarda iki grubun Hz. Ali oraya gelene kadar birbirlerine saldırmamak için anlaştıkları zikredilmektedir. Fakat Talha ve Zübeyr’in adamları bu anlaşmayı bozarak Osman b. Huneyf’e saldırmış ve onun yüzündeki tüm kılları yolmuşlardı.[1189] Şiî meyilli kaynaklarda zikredilen bu rivayet muhtemelen Talha ve Zübeyr’i anlaşma tanımayan bozguncu kimseler göstermek için uydurulmuştur.

Daha sonra Talha ve Zübeyr insanlara hitap etmek için ayağa kalktı: “Ey Basra ehli! Hatalarınızdan dolayı tövbe edin. Biz Osman’ın azarlanmasını istedik, onun öldürülmesini istemedik. Fakat insanların sefihleri, ağırbaşlılara galip gelip, onu öldürdüler. İnsanlar Talha’ya dedi ki: “Ey Ebû Muhammed! Senin bize yazdıkların bu söylediklerinden farklıydı.” Bunun üzerine Zübeyr dedi ki: “Bu durumla ilgili benden size mektup geldi mi?” Sonra Zübeyr, Hz. Osman’ın katlini ve kendisine gelenleri zikretti. Hz. Ali’nin ayıbını ortaya çıkardı. Abdülkays kabilesinden bir adam: “Ey adam! Sus da biz konuşalım.” dediğinde Abdullah b. Zübeyr: “Sana ne oluyor? Ne söyleyeceksin?” diye mukabelede bulundu. Abdülkays kabilesinden olan bu adam: “Ey muhâcir topluluğu! Siz Rasûlullah’ın davetine ilk icabet edenlersiniz. Bu sebeple sizin için bir fazilet vardır. Sonra diğer insanlar da sizin girdiğiniz gibi İslâm’a girdiler. Ne zaman ki Rasûlullah vefat etti. Sizler de içinizden bir adama biat ettiniz. Vallahi! Bu hususta bizimle istişare etmediniz. Biz buna razı olup size tabi olduk. Allah onun emirliği sırasında bir bereket ihsan etti. Sonra o vefat etti. Allah ondan razı olsun. Sonra o sizin içinizden bir adamı sizin üzerinize halef olarak bıraktı. Bu konuda da bizimle istişare etmediniz. Ancak biz buna razı olup teslim olduk. Bu emir vefat ettiği zaman halifeliği altı kişiye bıraktı. Sonra siz Osman’ı seçip bize danışmadan ona biat ettiniz. Sonra o adamın bazı kararlarını eleştirdiniz. Yine bize danışmadan onu öldürdünüz. Sonra bize danışmadan Ali’ye biat ettiniz. Hangi sebepten dolayı ona kin besliyorsunuz da biz onunla savaşacağız? Ganimeti kendi zimmetine mi geçirdi veya haksızca bir muamele mi yaptı? Sizin eleştirebileceğiniz bir iş mi yaptı? Eğer böyleyse biz ona karşı sizinle beraberiz. Eğer böyle değilse bu savaş niye? Bu adamı öldürmek istediler. Fakat kavmi buna engel oldu. Ertesi gün ona ve onunla birlikte olanların üzerine çullanıp yetmiş kişiyi öldürdüler.[1190] Bu rivayette de Şiî etkisi açıkça görülmektedir.

Hz. Âişe’nin taraftarları Osman’ı yakaladıkları gece Darurrızk’ı ele geçirdi. Bu bölgede insanların istifade edebileceği birçok nimet vardı. Zübeyr ve oğlu özellikle kendi taraftarlarını bu nimetlerden istifade ettirmek istiyorlardı. Kendi aralarındaki ufak bir tartışmadan sonra Abdurrahman b. Ebû Bekir’i beytülmâlin başına geçirdiler.[1191]

Talha ile Zübeyr, beytülmâldeki eşyaları halka taksim etti. İtaat edenleri biraz tercih ettiler. Bunun üzerine halk, akın akın gelip erzaklarını almaya başladılar. Bu durum halkın Talha ve Zübeyr’e meyletmesine neden oldu. Sonunda beytülmâle bekçiler yerleştirip tedbir aldılar. Basra yönetimini istibdat ile ele geçirdiler.[1192]

Beytülmâldeki malların paylaşılması meselesinin de çok muallak olduğunu belirtmek isteriz. Basra beytülmâli hakkında daha önce Hz. Osman’ın Basra valisi olan Abdullah b. Âmir’in şehirden ayrılırken getirdiği büyük miktarda mallardan bahsetmiştik.[1193] Rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla bu mallar beytülmâlden alınmıştı. Yine bu rivayette görüldüğü üzere Talha ve Zübeyr de beytülmâlden kendi askerlerine bazı bağışlarda bulunmuştu. Son olarak savaşın sonunda Hz. Ali’nin yine beytülmâlden askerlerine beş yüzer dirhem dağıttığı kaydedilmektedir.[1194] Bu tabloya baktığımızda bazı rivayetlere şüpheyle yaklaşmamız gerektiği aşikârdır. Hz. Ali devlet başkanı sıfatıyla beytülmâl üzerinde bir hakka sahipti ve onun dağıttığı paralar bu sebeple meşruydu. Fakat Hz. Osman’ın valisi Abdullah b. Âmir’in, Talha ve Zübeyr’in bu rivayetlerle gaspçı pozisyonuna sokulmak istendiği ihtimali akla gelmektedir.

Hz. Osman’ın katillerinden bir grup ve bunların yardımcıları, Osman b. Huneyfe karşı yapılanlara kızıp, üç yüz[1195] civarında asker topladılar. Bu askerlerin başında Hz. Osman’ın katillerinden biri olan Hukeym b. Cebele vardı. Bu kimseler Hz. Âişe’yi öldürmek üzere harekete geçtiler. Meydana gelen savaşta Hukeym ve taraftarlarından olan yetmiş kadar Basralı öldürüldüler. Böylece Talha ve Zübeyr’e muhalefet eden Basralılar’ın moralleri çöktü. O sırada Basralılar, Talha ile Zübeyr’e biat etmişlerdi.[1196] Bu olay 25 Rebiyülevvel 36/21 Eylül 656 tarihinde gerçekleşmişti.[1197] Hz. Âişe’nin Kûfeliler’e gönderdiği mektupta bildirdiğine göre bu olay onların Basra’ya gelişlerinden yirmi altı gün sonra gerçekleşmişti.[1198]

Bu olayda Hukeym, oğlu Eşref ve kardeşi Ra‘l öldürülmüştü. Yine Zureyh ve beraberindekiler de öldürülmüştü. Hurkus b. Züheyr ise kendi ashâbından bir grup ile birlikte kaçıp kavmine sığınmıştı.[1199]

Bu hadisenin akabinde Talha ve Zübeyr’in taraftarları Basra’da insanlara şöyle seslendi: “Kabilelerinizden Hz. Osman için Medine’ye sefere giden her kim varsa onu bize getirin.” Bunun üzerine birtakım insanlar köpeklere reva görülecek bir tarzda getirilip öldürüldüler. Basra’da Hurkus b. Züheyr dışında hiç kimse kurtulamadı. Hurkus’un kavmi olan Benî Sa‘d onu teslim etmediler.[1200]

Hz. Âişe’nin ashâbı bu yaptıklarıyla iktifa etmediler. Hâlbuki onlar intikamlarını fazlasıyla almışlardı. Bilakis Hz. Âişe’nin taraftarları Hz. Osman için Medine’ye yönelen binlerce kişiden kısas talep ediyorlardı.[1201] Hz. Âişe  taraftarlarının bu sert tutumu bazı insanların Hz. Ali’ye meyletmesine neden olmuştu.[1202]

Talha, Zübeyr ve beraberindekiler beklediler. Onların Basra’da Hurkus b. Züheyr dışında intikam alacakları kimse kalmamıştı. Elde ettikleri zaferi Şam ehline, Medine ehline, Yemame ehline ve Kûfe ehline birer mektupla bildirdiler.[1203] Özellikle Kûfe ehline Hz. Âişe’nin gönderdiği mektup şu ana kadar Basra ile ilgili anlattıklarımızın bir özetini içermektedir.[1204]

Hz. Âişe’nin bu şekilde savaş meydanlarında gezmesi insanların birçoğunu rahatsız ediyordu. Rahatsızlık duyanlardan birisi de Ahnef b. Kays’tı. O, Hz. Âişe’ye gelerek: “Ben sana bu meseleyle ilgili bir soru soracağım. Bu ağır bir soru olacağı için bana kızma. Senin bu sefere çıkman için Rasûlullah’tan bir iznin var mı?” Hz. Âişe: “Hayır.” dedi. Ahnef: “Senin hata yapmaktan masum olduğuna dair Rasûlullah’tan bir söz var mı?” Hz. Âişe yine: “Hayır.” dedi. Ahnef: “Doğru söyledin. Allah senin Medine’de kalmandan razı oldu. Sen bundan yüz çevirip Basra’ya gittin. Yine Allah sana Nebî’nin evinde oturmanı emretti. Sen ise kertenkele çalılığına inmeyi tercih ettin. Ey ümmü’l-müminîn! Bize söyler misin? Harp için mi, sulh için mi geldin?” Hz. Âişe: “Bilakis sulh için geldim.” dedi. Ahnef: “Sizin aranızda askerlerin ayaklarının altındaki çakıl taşlarının ezilme sesleri varken, sen nasıl barış için gelmiş olabilirsin? Onların omuzlarında kılıçlar varken senin elinle barış nasıl mümkün olabilir?” Bunun üzerine Hz. Âişe: “Ahnef’in bana olan hicvi, onun hilmini geçmiştir. Evlatlarımın asiliğini Allah’a şikâyet ediyorum.” dedi.[1205]

Kaynaklarda Basra ehlinin Talha ve Zübeyr’e biat etmesinden sonra Zübeyr’in şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Keşke bin atlım olsaydı da onlarla Ali’nin üzerine yürüseydim. Ona ansızın ya akşam ya da sabah saldırsaydım. Bize ulaşmadan onu öldürseydim.” Onun bu sözlerine kimsenin cevap vermemesi üzerine Zübeyr: “Bizim hakkında konuştuğumuz asıl fitne budur.” demişti.[1206]

Ancak bunun tam zıddı manayı içeren rivayetler daha muteber kaynaklarda mevcuttur. Bu rivayetlere göre, taraftarlarından birisi Hz. Ali’nin adamları toplanmadan onların üzerine bin atlıyla saldırmasını Zübeyr’e tavsiye ettiğinde o, son ana kadar barış için uğraşacaklarını, ifade etmiştir.[1207]

Yine tam zıt manayı içeren başka bir rivayette Cemel Vak‘ası sırasında bir adamın Zübeyr’e gelerek: “Senin için Ali’yi öldüreyim mi?” dediği onun bunu nasıl yapacağını sorması üzerine adamın: “Yanına gider, ona kendisinden yana olduğumu söyler, hileyle onu öldürürüm.” dediği aktarılmıştır. Bunun üzerine Zübeyr: “Ben Allah Rasûlü’nün: ‘İman, hileli öldürmeye engeldir. Mümin, kimseyi hileli yolla öldürmez.’ dediğini işittim.” şeklinde karşılık vermiştir.[1208]

Tam zıt manaları içeren bu rivayetler bizde, Şiîlerin Hz. Âişe ve taraftarlarının iyi niyetli olduğunu belirten tüm rivayetlere karşı bir rivayet uydurdukları, izlenimini oluşturmaktadır.

Hz. Ali’nin Medine’den Ayrılması

Hz. Âişe ve yanındakilerin Mekke’den ayrıldığını gören Abdullah b. Abbâs’ın annesi Ümmü Fazl bint Hâris, Cüheyne kabilesinden Zafer (Zafran) isimli birini Hz. Ali’ye bu haberi iletmek için yollamıştı.[1209]

Bu haber Medine’deki muhâcirleri ve ensârı çok üzmüştü. Durum ayrılığa doğru gidiyordu. Bu durumdan en çok rahatsız olanlar ise, Hz. Osman’a karşı tertip edilen fitnenin kahramanlarıydı. Çünkü Hz. Osman’ın kanını talep edenler onların boyunlarını istiyorlardı. Muhtelif vesilelerle bu işin başarısızlıkla sonuçlanması için çabaladılar. Bu bazen nasihat yoluyla bazen de tehdit yoluyla oluyordu. Bunların reislerinden biri olan Eşter Hz. Âişe’ye şöyle bir mektup yazdı: “Kuşkusuz sen Rasûlullah’ın mahremisin. O sana evinde oturmanı emretmiştir. Eğer böyle yaparsan bu senin için daha hayırlıdır. Eğer sen yüz çevirip değneğini alır, cilbabını atar ve insanlara saçlarını gösterirsen; seninle savaşır, seni evine geri yollarım. Allah’ın senin için razı olduğu yer orasıdır.”

Hz. Âişe de ona şöyle bir cevap yazdı: “Muhakkak sen Araplar’ın içerisinde fitne ateşini tutuşturan, ayrılığa çağıran imamlara muhalefet eden ve halifenin öldürülmesi hususunda çabalayan ilk kişisin. Ben kesin olarak biliyorum ki sen asla Allah’ı aciz bırakamazsın. Ancak ondan sana bir ceza gelecektir. Onunla Allah senden mazlum halifenin intikamını alacaktır. Senin mektubun bana ulaştı. Yazdıklarını anladım. Allah sana karşı bana kâfidir. İnşallah sana benzeyen herkes de senin gibi dalalet ve günah içerisinde olacaktır.”[1210]

Hz. Ali Muâviye ile savaşmak için bir ordu oluşturmaya başlamıştı. Fakat Talha ve Zübeyr’in bu hareketi çok daha ciddi bir problem oluşturuyordu. Hz. Ali derhal bu yeni durumu Medinelilere bildirerek kendisine yardımcı olmalarını istedi.[1211] Ancak Medine halkının büyük bir kısmı bu çağrıya icabet etmedi.[1212]

Hz. Ali Rebiyülahir 36/Ekim 656 tarihinde Basra’ya gitmek için Medine’den hareket etti.[1213] Bu olay Hz. Ali’nin halife olmasından yaklaşık dört ay sonra gerçekleşmişti.[1214] Hz. Ali yedi yüz ila dokuz yüz kişiden oluşan bir birlikle Medine’den ayrılmıştı.[1215] Eşter Hz. Ali’ye gelerek: “Seninle birlikte gelmek istemeyen bu kimseleri dilinle teşvik et. Buna yanaşmazlarsa onları hapisle edeplendir.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ali: “Onları, taşıdıkları fikir üzere bırakacağım.” dedi.[1216]

Hz. Ali Medine’den ayrıldıktan sonra Medine’ye sekiz günlük mesafede olan Zikâr’a ulaştı.[1217] Hz. Ali’nin asıl amacı Hz. Âişe ve taraftarlarına yolda ulaşıp onları bu işten vazgeçirmekti. Fakat Hz. Ali Rebeze’deyken onları kaçırdığı haberini aldı.[1218] [1219] Hz. Ali Cemel ashâbının Kûfe’ye uğramaksızın Basra’ya gittiği haberini aldıktan sonra Rebeze’de bekledi. O Cemel ashâbının Kûfe’ye inmesinden korkmuştu. Hz. Ali onların niyetlerini anlayınca endişeden kurtulmuş ve şöyle demişti: “Muhakkak ki Kûfe ehli beni çok sever. Onların içerisinde Araplar’ın  reisleri ve yüce şahsiyetleri vardır.

Hz. Ali Medine’den ayrılırken Abdullah b. Selâm ve Ukbe b. Âmir gelerek Medine’den ayrılmaması yönünde tavsiyelerde bulunmuştu.[1220]

Hz. Hasan da Hz. Ali’ye gelerek: “Ben sana tavsiyelerde bulundum. Ancak sen beni dinlemedin. Bu vakit kaybı sebebiyle yarın öldürüleceksin ve sana kimse yardım etmeyecek.” Hz. Ali de: “Cariye gibi niye sızlanıp duruyorsun? Sen bana neyi tavsiye ettin de ben sana karşı geldim.” dedi. Hz. Hasan: “Osman muhasara edildiği gün ben sana Medine’den çıkmanı tavsiye ettim. O öldürüldüğünde sen orada olmamalıydın. O öldürüldüğü gün bütün şehirlerin biati sana gelmeden biat almamanı tavsiye ettim. Sonra bu iki adam yapacağını yaptığında sulh sağlanıncaya kadar evinde oturmanı tavsiye ettim. Bu tavsiyelerime uymuş olsaydın, fesat senin elinden vaki olmayacaktı. Ancak sen bunların tamamında beni dinlemedin.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ali: “Ey oğulcuğum! Osman muhasara edildiğinde keşke Medine’den çıksaydın sözüne gelince, Vallahi! Osman muhasara edildiğinde biz de muhasara edilmiştik. Bütün şehirlerin biatini bekleme sözüne gelince, muhakkak bu husustaki karar Medine ehline aittir. Biz onların kararını yok saymayı kerih gördük. Talha ve Zübeyr’in çıkışı ile ilgili söylediklerine gelince, muhakkak bu İslâm’ın üzerine bir noksanlık olurdu. Vallahi! Bu işi üstlendiğim zamandan beri üzüntülü ve yetersizim. Bana gerekli olan kudrete bir türlü ulaşamıyorum. Senin evinde otur sözüne gelince, bana düşen sorumluluk ve insanların benden bazı beklentileri varken bu nasıl olabilir? Köşeye sıkıştırılmış bir sırtlan gibi olmamı ister misin? Bu köşeye sıkıştırılmış hayvana dizlerinin bağı çözülünceye kadar eziyet edilir, sonra deliğinden çıkartılır. Bu iş de üzerime düşen sorumluluğu yapmadığım zaman bunu kim yapacaktır. Ey oğlum yolumdan çekil.”[1221] demişti.[1222]

İbn Abbâs da Hz. Ali’ye: “Sen bu halifelik işinden vazgeç. Zira sen yılanın deliğine bile girsen insanlar biat etmek için seni bulup oradan çıkarırlar.” demişti.[1223] Fakat Hz. Ali bu nasihatlerin hiçbirini dinlememişti.

Hz. Ali Rebeze’deyken Tay, Bekr b. Vâil ve Esed kabilelerinden elçiler gelip ona itaatlerini bildirdiler. Onunla beraber çıkmayı teklif ettiler. Hz. Ali onlara teşekkür etti ve hayır duada bulundu.[1224]

Kendisine gösterilen bu teveccüh Hz. Ali’ye büyük bir mutluluk verdi. Orada Muâviye ve Cemel ashâbına karşı bir muhalefetin varlığını hissettikten sonra kendine olan güveni arttı. Buradaki bekleyişi esnasında Hz. Ali Medine’ye de bir elçi göndererek binek, silah ve diğer ihtiyaçlarını temin etti.[1225] [1226] Hz. Ali burada ,1224

taraftarlarına nasihatlerde bulunmak için bazı konuşmalar yaptı.

Hz. Ali, Rebeze’den ayrılmaya karar verip harekete geçeceği esnada Rifâ‘a b. Râfi‘ kalkıp yanına gitti ve şöyle dedi: “Ey müminlerin emiri, ne yapmak istiyorsun? Bizi nereye götüreceksin?” Hz. Ali: “Yapmak istediğimiz ve gerçekleştirmeye niyetlendiğimiz şey, ıslahtır. Eğer bunu kabul eder ve çağrımıza icabet ederlerse, ıslah yapmak istiyoruz. Durumu düzeltmeye niyetliyiz.” Rifâ‘a b. Râfi‘: “Ya sizin bu isteğinize uymazlar ve çağrımıza icabet etmezlerse ne yaparsın?” Hz. Ali: “Onları hainlikleriyle baş başa bırakır ve onlara hakkı söyleyip sabrederiz.” Rifâ‘a b. Râfi‘: “Ya buna da razı olmazlarsa ne yaparsın?” Hz. Ali: “Bize ilişmedikleri sürece biz de onlara ilişmeyiz.” Rifâ‘a b. Râfi‘: “Ya bizi rahat bırakmazlarsa ne yaparsın?” Hz. Ali: “Kendimizi onlara karşı koruruz.” Rifâ‘a b. Râfi‘: “Öyleyse yapmak istediğin şey güzel bir şeydir.” dedi.[1227]

Hz. Ali Se‘labiyye bölgesindeyken Basra’da meydana gelen ölümler, Osman b. Huneyf’in Basra’dan çıkarılıp kovulması ve beytülmâlin yağmalanması gibi olaylar Hz. Ali’ye ulaştı. O da: “Allah’ım! Talha ve Zübeyr’i müptela kıldığın şeyden beni uzak tut.” diye dua etti.[1228]

Hz. Ali Rebeze veya Zikâr bölgesindeyken Basra emiri olan Osman b. Huneyf saçı-sakalı yolunmuş bir vaziyette Hz. Ali’ye ulaştı ve: “Ey müminlerin emiri! Sen beni sakallı olarak gönderdin. Bense sana tüysüz olarak geri döndüm.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ali: “Sen ecir ve hayır kazandın. İnsanlara benden önce iki adam emir oldu. İkisi de Kitâb ile amel ettiler. Sonra üçüncüsü emir oldu. Onlar söylediler. İnsanlar da yerine getirdiler. Sonra bana biat ettiler. Talha ve Zübeyr de biat etti. Sonra biatlerini bozdular ve insanları benim aleyhime kışkırttılar. Onların Ebû Bekir ve Ömer’e bağlı kalıp bana muhalefet etmeleri çok tuhaftır. Vallahi! Onlar da bilirlerdi ki ben benden öncekilerden daha düşük bir insan değilim. Allah’ım onların kurmuş olduğu bu birliği boz. Onlara hükmedecek gücü verme. Onlara yaptıkları işin kötülüğü göster.” dedi.[1229]

Basra’da yaşananları haber aldıktan sonra Hz. Ali, Muhammed b. Ebû Bekir ve Muhammed b. Cafer’le birlikte Kûfeliler’e şu mealde bir mektup gönderdi: “Ben sizi diğer şehirlerin halkına tercih ettim. Size rağbet ettim. Olan hadiselerin dışında kalıp feragat gösterdim. Siz, Allah’ın dinine yardımcı ve destekçi kimseler olun. Bize katılın, bize yardım edin. Biz, barış ve ıslahı istiyoruz ki bu ümmet yine eskisi gibi kardeşler haline gelsin.”[1230]

Hz. Ali, Zikâr beldesinde ikamet ederek, Muhammed b. Ebû Bekir ve Muhammed b. Cafer’le gönderdiği mektubun cevabını beklemeye başladı. Onlar da Hz. Ali’nin mektubunu Ebû Mûsâ’ya götürüp, halkın kendilerine yardımcı olmalarını istediler. Ancak isteklerine uyan ve çağrılarına icabet eden olmadı.[1231] Hz. Ali’nin iki elçisi Kûfe valisi olan Ebû Mûsâ’ya gelerek ondan yardım istediler. Fakat Ebû Mûsâ onlara yardım etmeyi reddederek Hz. Osman’ın katilleri cezalandırılana kadar kimseyle savaşmayacaklarını bildirdi. Bunun üzerine Muhammed b. Ebû Bekir ve Muhammed b. Cafer ona hakaretler ederek Hz. Ali’nin yanına geri dönüp durumu anlattılar.[1232] [1233]

Bu gelişme üzerine Hz. Ali, Eşter ve İbn Abbâs’ı Kûfe’ye gönderdi. O ikisi yanlarına bazı Kûfeli’leri de alarak Ebû Mûsâ ile konuştular. Bunun üzerine Ebû Mûsâ da kalkıp cemaate hitaben şöyle dedi: “Ey insanlar! Muhammed’e arkadaşlık eden sahâbe, Allah ve Rasûlünü sahâbe olmayanlara nispetle daha iyi bilirler. Sizin bizim üzerimizde haklarınız vardır. Ben size bir öğüt vereceğim. Uygun görüş odur ki Allah’ın otoritesini hafife almayasınız ve Allah’ın emirlerine karşı cüretkârlık yapmayasınız. İşte fitne kopmuştur. Bu fitne esnasında uyuyan kimse, uyanık olandan daha hayırlıdır. Uyanık olan da oturandan daha hayırlıdır. Oturan da ayakta durandan daha hayırlıdır. Ayakta duran da süvariden daha hayırlıdır. Süvari olan ise bineğini koşturandan daha hayırlıdır. Kılıçlarınızı kınlarına sokun. Mızraklarınızın başını ve yaylarınızın kirişini koparın. Bu iş yatışıncaya kadar haksızlığa uğrayanları ve mazlumları barındırın ki bu fitne ortadan yok olup gitsin.” Ebû Mûsâ’nın bu konuşmayı yapmasından sonra İbn Abbâs ve Eşter, dönüp Hz. Ali’nin yanına gittiler. Durumu ona anlattılar.

Hz. Ali Kûfe’ye son olarak Ammâr b. Yâsir ve Hz. Hasan’ı gönderdi. Hz. Hasan ve Ammâr, Ebû Mûsâ ile bir hayli mücadele ettiler. Ebû Mûsâ, Hz. Hasan ve Ammâr’ın ikna ettiği kişilerle konuşarak onları bu işten vazgeçiliyordu. Sonunda Hz. Ali Eşter’i Kûfe’ye göndererek Ebû Mûsâ’yı valilikten azletti. Ebû Mûsâ’nın azlinden sonra insanlar Hz. Ali’ye meyletti.[1234]

Ammâr b. Yâsir insanları Hz. Ali’ye destek vermeye çağırdığı esnada bir adam Hz. Âişe’ye dil uzatmıştı. Adamın bu konuşmasına çok sinirlenen Ammâr: “Alçak ve bayağı olarak kaybol gözümün önünden! Rasûlullah’ın sevgili hanımına nasıl laf söylersin? Kuşkusuz Âişe Rasûlullah’ın cennetteki eşlerindendir.” demişti.[1235]

Hz. Hasan ve Ammâr’ın bu çağrısına icabet eden kişi sayısı ihtilaflıdır. Kaynaklarda altın bin-yedi bin,[1236] dokuz bin,[1237] dokuz bin altı yüz elli,[1238] ve on iki bin[1239] kişinin Zikâr bölgesinde bulunan Hz. Ali’ye katıldığı yönünde rivayetler bulunmaktadır. Ayrıca Hz. Ali’nin yanında on bin kişiden oluşan bir ordu da bulunmaktaydı. Hep birlikte Basra’ya hareket ettiler.[1240]

Abdülkays kabilesi ise bütünüyle Hz. Ali’nin bulunduğu Zikâr ile Basra arasında durup onun gelmesini bekliyorlardı. Binlerce kişiydiler.[1241]

Hz. Ali, Basra’da bulunan Talha ve Zübeyr’e elçi olarak Ka‘kâ‘a’yı gönderdi ki onları kendi safları arasına katılmaya ve dostluk bağlarını tesis etmeye davet etsin. Ayrılık ve ihtilafın büyük bir günah olduğunu hatırlatsın. Ka‘kâ‘a Basra’ya gidip önce müminlerin annesi Hz. Âişe ile görüşüp ona şöyle dedi: “Anacığım, bu beldeye seni getiren sebep nedir?” Hz. Âişe: “Ey oğulcağızım! İnsanların arasını düzeltmek için geldim.” Ka‘kâ‘a: “Talha ve Zübeyr’e haber gönder de senin yanına gelsinler. Onlarla da senin huzurunda konuşalım.”

Talha ve Zübeyr’e haber gönderilip Hz. Âişe’nin bulunduğu yere geldiklerinde Ka‘kâ‘a onlara şöyle dedi: “Ben, müminlerin annesi Âişe’ye buraya niçin geldiğini sordum. İnsanların arasını bulmak ve fesadı yok etmek için geldiğini söyledi. Talha ve Zübeyr: “Biz de bunun için geldik.” dediler. Ka‘kâ‘a: “Bu düzeltmenin ve ara bulmanın yolu nedir? Bunu bana söyleyin. Bu düzeltme ne şekilde yapılacaktır? Allah’a yemin ederim ki eğer yolunu bilirsek düzeltmeyi yapar, fesadı ortadan kaldırırdık. Eğer bilemezsek bunu yapamayız.” Talha ve Zübeyr: “Osman’ın katillerini istiyoruz. Eğer o katiller kendi hallerine bırakılırlar ve cezalandırılmazlarsa bu Kur’ân-ı terk etmek demektir.” Ka‘kâ‘a: “Siz, Basra halkından Osman’ın katilleri olan birçok kimseyi öldürdünüz. Bugün doğruluğa herkesten önce sizin yönelmeniz gerekir. Altı yüz adam öldürdünüz. Altı bin kişi size karşı çıktı. Sizi terk edip gittiler, yanınızdan ayrıldılar. Hurkus b. Züheyr’i öldürmek istediniz. Onu altı bin kişi size karşı korudu. Eğer onları kendi hallerine terk ederseniz bu söylediklerinizi de terk etmiş olursunuz. Eğer onlarla çarpışacak ve sizden ayrılan adamlara karşı koyacak olursanız, hoş karşılamadığımız bu olaylardan daha büyüğü ile karşılaşırsınız ve sizden nefret edilir. Amacınız Osman’ın katillerini öldürmekse ve bunda bir maslahat görmekteyseniz bilesiniz ki onları öldürdüğünüz takdirde daha büyük bir fesat çıkacaktır. Altı bin kişi kendisini koruduğu için Hurkus b. Züheyr’den, Osman’ın öcünü almaktan aciz kaldığınız gibi ben de Osman’ın katillerini şimdilik öldürmemekte mazurum. O katilleri öldürme işini, onları yakalama fırsatını elde edinceye kadar erteliyorum. Çünkü her şehirdeki ahalinin görüşü farklıdır. Halk, ihtilaf halindedir. Sonra şunu da biliyorum ki Rebia ve Mudar kabilesinden bir topluluk, meydana gelen bu hadise yüzünden Osman’ın katilleriyle savaşmak için bir araya gelmişlerdir.” Bunun üzerine Hz. Âişe Ka‘kâ‘a’ya: “Peki sen ne dersin?” diye sorduğunda o şöyle cevap verdi: “Meydana gelen bu olayların ilacı, hadiseleri ve insanları sakinleştirmektir. Eğer bu durum teskin edilirse, insanların he­yecanları söner ve iş sona erer. Bize biat ederseniz bu, hayra bir alamettir. Rahmet ve iyiliğe doğru giden bir yolun müjdesidir. Fakat buna yanaşmaz ve işi daha da büyütürseniz, durum şerre ve kötülüğe doğru kayıp gider ki bu, hâkimiyetin ve mülkün yok olması demektir. Afiyeti, sağlık ve selâmeti isteyin ki yüce Allah, onu size ihsan etsin. Siz daha önce İslâm’ın başlangıcında olduğu gibi hayra ve iyiliğe anahtar olunuz. Ne olur, belaya ve musibete başvurup da onu başımıza ve kendi başınıza sardırmayın. Vallahi benim söyleyeceklerim bundan ibarettir. Sizi bu sözlere uymaya ve hayra davet ediyorum. Bu musibetlerin sonunda yüce Allah’ın, bizi daha büyük bir musibete uğratacağından korkuyorum. Başınıza gelen bu felaketler, gerçekten daha önce düşünülen ve tasarlanan şeyler değildir. Bu işler, bir adamın bir başkasını öldürmesi veya ondan nefret etmesi, ya da bir kabilenin başka bir kabileyi öldürüp de ondan nefret etmesine benzemez.”

Bu sözler üzerine onlar da Ka‘kâ‘a’ya şöyle dediler: “Doğru ve isabetli söyledin. Kalk, şimdi Ali’ye git. Eğer Ali de bu görüşlerine aynen uyar ve bu görüşlerle bize yaklaşırsa, o zaman bu iş barışla sonuçlandı, demektir.” Ka‘kâ‘a’, Hz. Ali’ye dönüp durumu anlattı. O da bu gelişmeye son derece sevindi. Her iki taraf barışa yöneldi.[1242]

Bundan sonra Hz. Ali, Talha ile Zübeyr’e şu mealde bir mektup gönderdi: “Ka‘kâ‘a b. Amr’a verdiğiniz söze bağlıysanız bize ilişmeyin. Oturalım bu işi görüşelim.” Onlar da Hz. Ali’nin, bu mektubuna karşı şu cevabî mektubu gönderdiler: “Biz, insanlar arasında barış tesis etmek maksadıyla Ka‘kâ‘a b. Amr’a verdiğimiz söze bağlıyız.”[1243]

Ancak bu barışı hoş karşılamayanlar da vardı. Hz. Ali kendisine gelen bu olumlu haberden sonra kalkıp bir hutbe okumuş, taraftarlarına çeşitli nasihatlerde bulunmuştu. Hz. Ali sözlerini şöyle bitirmişti: “Allah, mutlaka arzu ettiğini ortaya koyar ve dilediğini yapar. Haberiniz olsun ki ben yarın çıkıp gidiyorum. Siz de bana uyup buradan çıkın. Osman’ın öldürülmesine yardımcı olanlar yola çıkmasınlar.”[1244]

İslâm tarihi kaynaklarında Cemel Savaşı’nın anlatımında buradan sonra Abdullah b. Sebe devreye girmektedir. Daha öncede belirttiğimiz gibi Abdullah b. Sebe gibi kişi veya kişilerin varlığı akla aykırı değildir. Fakat böyle bir şahsın varlığını kabul etmeyenler içinde anlatımda herhangi bir değişiklik olmayacaktır. Tek fark şer elebaşlarından bir kişinin eksik olmasıdır. Çünkü Hz. Ali’nin ordusu içinde yaptıkları yanlışın büyüklüğünü fark edip bu yanlışın kendileri için nelere mal olacağını bilen bir hayli kalabalık bir grup zaten bulunmaktaydı.

Hz. Ali, bu konuşmasını yaptıktan sonra, Hz. Osman’ın öldürülmesinde elebaşılık yapan Eşter en-Nehaî, Şûreyh b. Evfa, Abdullah b. Sebe, Sâlim b. SaTebe ve İlbâ’ b. Heysem gibi tanınmış liderler başkanlığında iki bin beş yüz kişi bir araya gelip toplandı. Bunların aralarında bir tek sahâbî bile yoktu. Bunlar dediler ki: “Ali, Allah’ın kitabını en iyi kavrayan ve en iyi bilen kimse olduğu için Osman’ın katillerini er-geç yakalayıp Allah’ın emrini yerine getirecek ve bu konuda titiz davranacak ilk insandır. Onun söylediklerini işittiniz, yarın insanları size karşı toplayacaktır. Aslında bütün kavim sizi ele geçirmek istiyor. Sayınız az, onlarınki ise çoktur, ne yapacaksınız?”

Eşter dedi ki: “Talha ile Zübeyr’in bizim hakkımızda neler düşündüklerini biliyoruz. Ali’nin ise bizim hakkımızdaki düşündüklerini bugüne kadar bilmiyorduk.

Eğer onlarla anlaşmışsa, bizi öldürmek için anlaşmıştır. Eğer durum bu merkezde ise, Ali’yi de Osman’ın peşine takar, onu öldürürüz. O zaman millet de susarak bizim yaptıklarımıza razı olur.” Abdullah b. Sebe: “Senin görüşün ne kadar kötü! Eğer Ali’yi öldürürsek bizi de öldürürler. Ey Osman’ın katilleri olan bizler! Bizim sayımız az, Talha ile Zübeyr’in taraftarlarına gelince onlar daha kalabalık, onlara güç yetiremeyiz, onlar bizi ele geçirmek istiyorlar.”

İlbâ’ b. Heysem ise, şöyle dedi: “Gelin, onları kendi hallerine bırakıp gidelim, başka şehirlere yerleşelim, orada kendimizi koruyalım. Abdullah b. Sebe şöyle dedi: “Ne kadar kötü bir görüş! Vallahi herkes sizin ayrı bir grup olup gitmenizden dolayı sevinir. Eğer siz, bu iyi ve her türlü kötülükten uzak olan insanlarla bir arada olursa­nız, mesele yok. Eğer ayrılıp da kendi başınıza bir grup olursanız nerede bulunursanız bulunun, insanlar sizi öldürürler. Sizin üstün olmanız ve bu işten sıyrılmanız, her iki grubun çarpışmasıyla mümkündür. Eğer onlar yarın birbirlerine düşerlerse, siz aralarından yavaşça çıkınız ve onlara herhangi bir şekilde yardım konusunda da söz vermeyiniz. Burada yapılacak tek şey, Ali’yi Talha ve Zübeyr ile çarpıştırıp onları birbirine düşürmektir. Bu görüşümü dikkate alın.” Hz. Osman’ın katilleri bu konuşmalardan sonra ayrıldılar.[1245]

Sabahleyin Hz. Ali yola çıktı. Abdülkays kabilesinin adamlarının bulunduğu yere geldi. Onlar da kendisine katılıp yola çıktılar. Nihayet Zâviye’ye vardılar. Hz. Ali, oradan Basra’ya doğru hareket etti. Talha ve Zübeyr ile beraberindekiler de Hz. Ali’yi karşılamak için Furda’dan yola çıktılar. Ubeydullah b. Ziyâd’ın köşkünün yanında toplandılar. Her iki taraf ayrı ayrı yerlerde konakladılar. Hz. Ali, askerlerini biraz öne aldı, diğerleri gelip ona katıldılar. Üç gün orada durdular. İki taraf arasında haberleşme ve yazışma devam etti.[1246]

CEMEL SAVAŞI

Hz. Ali Cemaziyelahir 36/Aralık 656 ayının ortalarında Perşembe günü Basra’nın Zâviye bölgesinde Ubeydullah b. Ziyâd köşkünün yanına Hz. Âişe taraftarlarının karşısına ordusunu getirdi.[1247] Savaş ise Cuma günü meydana geldi.[1248]

Bu yolculuk esnasında Ureyneli bir bedeviden Ya‘lâ b. Ümeyye, seksen veya iki yüz dinara bir deve satın almıştı. Hz. Âişe’ye tahsis edilen, Asker isimli bu deveye nispetle bu savaşın ismi Cemel Savaşı olmuştur.[1249] [1250] Cemel Savaşı’nda Hz. 1248 Ali nin kullandığı bayrak siyahtı. Hz. Âişe taraftarlarının sembolü ise deveydi.

Kaynaklarda savaşın kim tarafından başlatıldığı meselesi de ihtilaflıdır. Bu konuyla ilgili kaynaklarda üç farklı ihtimal zikredilmektedir. İlki Şiî eğilimli kaynaklarda geçmektedir. Bu rivayetlere göre Hz. Ali üç gün boyunca Basralılara elçiler gönderip, onları itaate ve halifenin yanındaki topluluğa katılmaya davet etmiş, ancak hiçbir cevap alamamıştı. Hz. Ali taraftarları ısrarla savaşmaktan kaçınmış, fakat Hz. Âişe taraftarlarının tacizleri neticesinde savaşmaktan başka bir yol bulamamışlardır. Yine aynı rivayetlere göre Hz. Âişe ordunun önünde hevdecin içinde duruyordu.[1251] Bu ihtimalin zayıf olduğunu düşünüyoruz. Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’in Hz. Ali ile barış için müzakere etmeden böyle kanlı bir savaşı başlatmaları mümkün gözükmemektedir.

Taberî’de geçen ve çok önemli olduğunu düşündüğümüz bir diğer rivayette herkesin barış yapılacak ümidini taşıdığı bir sırada askerlerin yanındaki çocukların birbirlerine sövüp bir şeyler atmaya başladıkları rivayet edilmektedir. Çocukların ardından bu gerginliğe askerlerin köleleri ve serseri mizaçlı sefih insanlar da dâhil olmuşlardı. Savaşın başlamasına sebep olan olay buydu.[1252] Bize göre bu ihtimal ilkinden daha güçlüdür. Fakat görebildiğimiz kadarıyla bu rivayet sadece tek kaynakta zikredilmiştir.

Son olarak Seyf rivayetinde, savaşın Hz. Osman’ın katilleri tarafından başlatıldığı açıkça belirtilmiştir. Bu grup, savaştan çıkar sağlayacak tek topluluktur. Hz. Ali ve taraftarları için, Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr gibi saygın kişilerin içerisinde bulunduğu müslümanlarla savaşmak gurur verici bir durum değildi. Bunun tersi bir durum Hz. Âişe ve taraftarları için de geçerliydi. Hz. Ali, Muâviye’ye karşı Suriye’ye doğru harekete geçtiğinde bu kimselerin de desteğini almış olsaydı çok daha iyi olurdu. Diğer yandan Hz. Osman’ın katilleri barışın sağlanması durumunda kendilerinin tespit edilip cezalandırılması için uygun ortamın oluşacağını görmüşlerdi.[1253] [1254] Bize göre eldeki veriler ışığında en makul sebep Hz. Osman’ın katillerinin kendi geleceklerini garanti altına almak için böyle bir savaşı başlatmış olmalarıdır.

İki ordu arasında alınan sulh kararından sonra herkesin kalbi rahatlamış sükûna ermişti. İki ordudaki askerler, arkadaşlarıyla görüşüp konuştular. Akşam olunca Hz. Ali, Abdullah b. Abbâs’ı karşı tarafa gönderdi. Onlar da Muhammed b. Talha’yı Hz. Ali tarafına gönderdiler. Böylece iki taraf da rahat bir gece geçirdiler. Ancak Hz. Osman’ın katilleri sinsi planlarını gerçekleştirebilmek için uyumuyorlardı. Onlar geceleyin bir araya gelip istişare yaptılar. Fecir doğar doğmaz 1252 savaşı başlatma kararını aldılar.

Fecrin doğuşundan önce iki bine yakın[1255] kişi hep birlikte ayaklandılar. Her grup kendi yakınındaki tarafa hücum etti. İki taraf da kendilerini korumak için silahlarını ele alıp savaşmaya başladılar. İnsanlar, uykudan uyandılar. Her iki taraf da karşı tarafın kendisine saldırdığını zannediyordu. Herkes kendi silahını koşup aldı, zırhını giydi, atlarına bindi. Aslında ne yapıldığını hiç kimse bilmiyordu. Savaş iyiden iyiye kızışmıştı.[1256] Hz. Âişe taraftarları otuz bin, Hz. Ali taraftarları ise yirmi bin kişiye yakındı.[1257]

Ordular karşı karşıya geldiğinde Hz. Âişe Huddân mescidinde Ezd kabilesi arasında konaklamıştı.[1258] Hz. Osman’ın katlinde rolü olanlar çarpışmaya ara vermiyorlar, fütursuzca savaşıyorlardı. Hz. Ali’nin münadisi de: “Savaşmaya son verin, savaşmaya son verin!” diye sesleniyor, ama bu çağrıya kulak veren kimse olmuyordu. Basra kadısı Ka‘b b. Sûr Hz. Âişe’ye gidip şöyle dedi: “Ey müminlerin annesi! İnsanlara yetiş. Belki Allah, senin vasıtanla insanları barıştırır. Hz. Âişe, devesinin üzerindeki hevdece oturdu. Onun hevdecini zırhlarla kapattılar. Gelip insanların savaştıkları yerde durdu. Ama onlar birbirlerine saldırıyor, savaş  meydanında tur atıyorlardı.

Gerçekten çok acı bir tablo ortaya çıkmıştı. Neredeyse bir adamın üzerinde yürüyebileceği şekilde iki tarafın mızrakları da birbirine girmişti. Bir yandakiler: “Allahu ekber!” diyorlar. Diğerleri ise: “Sübhânallah! Allahu ekber!” diye karşılık veriyorlardı. Kimse yaptığı işin yanlış olduğunu düşünemiyordu.[1259] [1260]

Savaş alanında karşı karşıya gelenler arasında Zübeyr ve Ammâr da vardı. Ammâr, mızrağını Zübeyr’e fırlatmak için fırsat kolluyordu. Ama Zübeyr, kendini bir tarafa çekiyor ve ona şöyle diyordu: “Ey Ebû Yekzân, beni öldürecek misin?” Ammâr: “Hayır, ey Abdullah’ın babası.” demişti. Zübeyr, Rasûlullah’ın: “Ey Ammâr! Seni asi bir grup öldürecektir.” hadisini hatırladığı için Ammâr’ı öldürmekten vazgeçmişti. Yoksa Zübeyr, ondan daha güçlüydü. Bu sebeple onu öldürmedi.[1261]

Ammâr hakkında Hz. Âişe’den gelen bir rivayet de çok ilginçtir. Rasûlullah onun hakkında: “Ammâr iki iş arasında serbest bırakıldığında daima en doğrusunu seçmiştir.” buyurmuştur.[1262]

Hz. Ali savaş şiddetlenip, kellelerin koptuğunu ve yere düştüğünü gördüğü zaman oğlu Hasan’ı tutup bağrına basmış ve: “Ey Hasan! Doğrusu biz Allah’a aidiz ama bu durumdan sonra artık ne hayır umulur?” demişti.[1263] Hz. Ali: “Allahım! Ben böyle olmasını arzu etmedim. Allahım! Ben böyle olmasını arzu etmedim.” diyerek ortaya çıkan tablonun vehametinden pişmanlığını dile getiriyordu.[1264]

Kaynakların ihtilafsız bir şekilde ifade ettiğine göre Zübeyr savaşın başlamasından sonra savaş alanını terk etmişti. Fakat Zübeyr’in savaş alanını niçin terkettiği meselesi ihtilaflıdır. Katâde’den gelen bir rivayete göre, Hz. Ali Cemel günü Zübeyr’in kaçtığını öğrenince: “Safiyye’nin oğlu hak üzere olduğuna inansaydı kaçmazdı.” demiştir. Hz. Ali bu sözü şunun için söylemişti: “Rasûlullah ikisiyle vaktiyle Benî Sâide gölgeliğinde karşılaşınca, Zübeyr’e: ‘Onu seviyor musun ey Zübeyr?’ diye sordu. Zübeyr: ‘Neden sevmeyeyim?’ karşılığını verince, Rasûlullah: ‘Ona zulmederek kendisiyle savaştığın zaman halin ne olur?’ buyurdu.[1265] Zübeyr’in bu sebeple kaçtığı söylenir.”[1266] [1267]

Zübeyr’in savaş alanını terk etmesine sebep olan diğer bir ihtimal ise Hz. Ali’nin yanında Ammâr’ı görmesidir. Zübeyr Hz. Peygamber’in Ammâr hakkında: “Seni asi bir topluluk öldürecektir.” sözünü işittiği için onun öldürülmesini  istememişti.

Savaştan önce Hz. Ali İbn Abbâs’ı Zübeyr ile konuşması için göndermişti.[1268] İbn Abbâs, Zübeyr’e: “Kuşkusuz Âişe hilafeti akrabası olan Talha’ya vermek istiyor. Sen ise akraban olan Ali’ye karşı savaşıyorsun.” demişti. Bunun üzerine Zübeyr’in savaş alanından ayrıldığı da zikredilmiştir.[1269]

Zübeyr’in savaş alanını terk etmesi belki de tüm bu ihtimallerin dışında olup ortaya çıkan korkunç tablo sebebiyle, olayların bu noktaya gelmesi onu çok etkilemiş ve böyle bir karar almış da olabilir.

Zübeyr geri dönüş yolunda Vâdissibâ’da namaz kılarken[1270] veya uyurken[1271] Amr b. Cürmûz tarafından öldürülmüştür.[1272] Amr b. Cürmûz Zübeyr’i öldürdükten sonra bir ihsan alabilmek ümidiyle Hz. Ali’nin yanına gelmişti. Fakat Hz. Ali kendisine Rasûlullah’ın şöyle buyurduğunu bildirmişti: “Safiyye’nin oğlunu öldüren kimseyi ateş ile müjdele.”[1273] Bunun üzerine Amr: “Düşmanlarınızı öldürüyoruz, bizi ateşle müjdeliyorsunuz!” diyerek oradan uzaklaşmıştı.[1274]

Hz. Ali Zübeyr’in kılıcını gördüğü zaman: “Rasûlullah’tan birçok sıkıntıları gideren kılıç.” demiş ve hüzünlenmişti. Hz. Ali bu kılıcı Hz. Âişe’ye göndermişti.[1275]

Talha’ya gelince, savaş alanında nereden geldiği belli olmayan bir ok ayağına isabet etmişti. Onu savaş alanına yakın bir eve götürerek tedavi etmeye çalışmışlardı. Ancak çok fazla kan kaybettiği için orada vefat etmişti.[1276] Bu oku Mervân b. Hakem’in ona fırlattığı da rivayet edilmiştir.[1277]

Bu gelişmelerden sonra Hz. Âişe, hevdecinin üzerinde savaş alanında ilerledi. O esnada Basra kadısı Ka‘b b. Sûr, bir mushafı eline almış, Hz. Âişe de ona: “Çarpışanları bu mushafa davet et.” diye emretmişti. Ka‘b b. Sûr, mushafı eline alıp savaş alanında ilerlemişti. Fakat savaş ortamında hiç kimse onun bu çağrısına uymadı. Ka‘b atılan oklar neticesinde kısa süre içerisinde öldürülmüştü.[1278]

Atılan oklar müminlerin annesi Hz. Âişe’nin hevdecine de ulaşıyordu. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Allah Allah! Ey oğullarım, hesap gününü hatırlayın!” diye bağırdı. Ellerini kaldırıp Hz. Osman’ın katilleri olan o saldırganlara beddua etmeye başladı. Orada bulunan kimseler de onunla birlikte yüksek sesle beddua etmeye başladılar. Bu gürültüler, Hz. Ali’nin kulağına ulaşınca: “Bu gürültü de ne?” diye sordu. Orada bulunanlar: “Müminlerin annesi, Hz. Osman’ın katillerine ve bu katillerin taraftarlarına beddua ediyor.” dediler. Hz. Ali de: “Allah’ım, Osman’ın katillerine lanet et.” dedi.[1279]

Hz. Osman’ın katilleri Hz. Âişe’nin hevdecine ok atmaya devam ettiler. Öyle ki atılan okların saplanması neticesinde hevdeci bir kirpiyi andırıyordu.[1280] Hz. Âişe de yanında bulunanları, bu saldırganları durdurmaya teşvik etti. Yanındakileri onlara karşı saldırıya geçirdi. Onlar da saldırganlara hücum ettiler ve bu hücum, Hz. Ali’nin bulunduğu yere kadar uzandı. Hz. Ali, oğlu Muhammed b. Hanefiyye’ye: “Yazıklar olsun sana! Bayrağı al ve ilerle!” diye emir verdi. Ancak Muhammed b. Hanefiyye, bu emri yerine getiremeyince Hz. Ali, onun elinden bayrağı alıp ilerledi.[1281] Savaş bazen Basralılar’ın lehine, bazen de Kûfeliler’in lehine dönüyordu. Yaşanan çarpışmalar da çok sayıda kişi öldürüldü. Bu savaştaki kadar el ve ayağın kesildiği başka bir savaş görülmemişti.[1282]

Talha’nın yaralanması ve Zübeyr’in savaş alanını terk etmesinden sonra komutanlık görevi Hz. Âişe’ye kalmış gibiydi. Hz. Âişe’nin devesi artık bir sancak görevi görüyordu ve ayakta kaldığı müddetçe zafer için bir ümit vardı. Ayrıca bir grup Hz. Âişe’yi öldürmek istiyorlardı. Hz. Âişe de bu durumun farkındaydı.[1283]

Hz. Âişe kendisine kalan komutanlığı gayet iyi yapıyor ve insanları, savaşmaları için teşvik ediyordu. Bir ara Hz. Âişe sol tarafına bakarak: “Sol yanımda kimler vardır?” diye sorunca, Sabra b. Şeymân: “Evlatların Ezd kabilesi var.” diye cevap vermiş, Hz. Âişe de: “Ey Gassân oğulları! Daha önce işitmiş olduğumuz kahramanlıklarınızı bugün de koruyunuz.” diye seslenmişti.[1284] Sağına bakıp: “Bunlar kimlerdir? diye sorunca onlar: “Bekir b. Vâil kabilesindeniz.” dediler. Hz. Âişe de: “Adamın birisi, sizin hakkınızda şöyle demişti;

Demirle bize geldiler.

Onlar himmet sahibi eşraftırlar.

Bekir b. Vâil kabilesidirler.”[1285]

Sonra Beni Nâciye kabilesi, ardından da Benî Dabbe kabilesi Hz. Âişe’nin etrafına geldiler. Bu savaşta onlardan da çok sayıda adam öldürüldü.[1286]

Savaş şiddetlenip Hz. Âişe taraftarlarının gücü azaldığı zaman Beni Adiy b. Abdümenâf kabilesi ilerledi ve şiddetli bir şekilde çarpıştı. Hz Âişe’nin devesini koruyorlardı.[1287] Hz. Âişe savaştan sonra şöyle demişti: “Adiyy oğullarının sesleri kesilmeden devemin başı başkasına teslim olmadı.”[1288]

Karşı taraftakiler ise bu deveyi öldürmeyi amaçlayarak şöyle demişlerdi: “Bu deve durdukça savaş da sürecektir.”[1289] Bu sebeple Hz. Âişe’nin devesinin yanı başında çok şiddetli çarpışmalar yaşandı. Aralarında Muhammed b. Talha ve Zeyd b. Sûhan’ın da olduğu çok sayıda kişi devenin yanında yapılan çarpışmalarda vefat etti.[1290] Devenin yularını son olarak Dabbe oğulları aldı ve onlardan kırk[1291] kişi deveyi savunurken öldürüldü.[1292] Hz. Âişe onlar hakkında: “Dabbe kabilesi evlatlarının sesleri kesilinceye kadar bu öldürmeler devam etmişti. Devem dimdik yerinde durmuştu.” demiştir.[1293]

Sonra devenin yularını Kureyş’ten yetmiş kişi sırasıyla tuttular. Ve bunlar da peş peşe öldürüldüler.[1294] Muhammed b. Talha öldürüldükten sonra sancağı Amr b. Eşref aldı. Deveye yaklaşanların hepsine kılıcıyla vuruyordu. Bir yandan da şu mısraları okuyordu;

Ey annemiz! Ey bildiğimiz en hayırlı kadın!

Görmez misin ki nice yiğitler yaralanıyor.

Başları ve bilekleri gövdelerinden koparılıyor.

Onun karşısına Hâris b. Züheyr el-Ezdî çıktı. Bu ikisi birbirini öldürdü.[1295]

Bayrağı ve devenin yularını, tanınmış yiğitlerden başkası eline almıyordu. Bunlar da kendilerine saldıranları öldürüyorlar, sonra kendileri de ölüyorlardı.[1296] Sonra Abdullah b. Zübeyr ilerleyip devenin yularını tuttu, ama konuşmuyordu. Hz. Âişe’ye: “Devenin yularını kız kardeşinin oğlu eline aldı.” dediklerinde Hz. Âişe, Abdullah b. Zübeyr’in annesi Esmâ’yı kastederek: “Vah Esmâ da ağlayacak.” demişti. Mâlik b. Hâris Eşter, devenin yularını tutmuş vaziyette iken gelip ona saldırdı. İkisi savaşmaya başladılar. Eşter, Abdullah’ı başından ağır bir şekilde yaraladı. Abdullah b. Zübeyr de Eşter’i hafif yaraladı. Sonra Eşter’le Abdullah çarpışırken yere düştüler. O esnada Abdullah b. Zübeyr, şöyle diyordu: “Beni ve Mâlik’i öldürün. Mâlik’i benimle beraber öldürün.” Orada bulunanlar, Mâlik’in kim olduğunu bilmiyorlardı. O, Eşter lakabıyla tanınmıştı. Çarpışmanın bu şekilde devam ettiğini gören Hz. Ali taraftarlarıyla Hz. Âişe’nin taraftarları koşup her iki hasmı birbirinden çekip ayırmışlardı. Abdullah b. Zübeyr’in aldığı bu son yarasıyla birlikte Cemel Savaşı’nda vücudunda meydana gelen yaraların sayısı otuz yediyi bulmuştu.[1297] Yaralılar arasında Mervân b. Hakem de vardı.[1298]

Hz. Ali veya Ka‘kâ‘a b. Amr’ın tavsiyesi üzerine devenin ayaklarına kılıçla vurularak deve yere düşürüldü. Hz. Âişe taraftarları, simge durumunda olan devenin düşmesiyle dağılıp kaçtılar.[1299]

Hz. Ali, Cemel ashâbının savaş alanından kaçmasından sonra adamlarından bazılarına bu hevdeci ölülerin bulunduğu yerden alıp getirmelerini emretti. Muhammed b. Ebû Bekir ve Ammâr b. Yasir de bu kişiler arasındaydı. Hevdec kenara çekildikten sonra Muhammed ve Ammâr Hz. Âişe’ye durumunu sorduklarında Hz. Âişe o ikisini tersleyerek cevap vermişti. Hz. Ali de gelip Hz. Âişe’ye selâm vermiş ve halini sormuştu. Hz. Âişe, iyi olduğunu belirtince Hz. Ali: “Allah seni affetsin.” dedi.[1300] Benzer bir rivayette Hz. Ali’nin Hz. Âişe’nin çadırının önünde durarak kendisini çıktığı bu yolculuktan ötürü ayıpladığı, Hz. Âişe’nin ise: “Ey Ebû Tâlib’in oğlu! Zafer kazandın. Buna karşılık bize iyilikle muamele et.” dediği kaydedilir.[1301]

Bazı rivayetlerde Hz. Âişe’nin yakalandığı zaman Hz. Ali’ye: “Bize çok şeye maloldun/Bizi musibete uğrattın.” anlamına gelen bu sözü söylediği rivayet edilir. Hz. Âişe’nin Hz. Ali’ye olan bu sitemi emsal kitaplarına ve sözlüklere giren bir deyim olmuştur.[1302] İbn Abbâs ile Hz. Âişe arasında birtakım olumsuz konuşmaların geçtiği şeklinde rivayetler de bulunmaktadır.[1303] Yine Ahnef b. Kays’dan gelen bir rivayette Hz. Ali’nin, Hz. Âişe’ye: “Medine’ye, evine geri dön!” diye haber gönderdiği, Hz. Âişe’nin ise bunu reddettiği zikredilmektedir. Bunun üzerine Hz. Ali elçisi aracılığıyla tekrar şu haberi göndermişti: “Vallahi ya geri dönersin ya da sana Bekir b. Vâil oğullarından, ellerinde keskin bıçaklar olan kadınlar gönderirim. Seni doğrarlar!” Hz. Âişe de durumun ciddiyetini anlayarak dönme kararı aldı.[1304]

Bize göre Hz. Ali ile Hz. Âişe arasında, birçok kimsenin ölmesiyle sonuçlanan bu savaşın hemen akabinde böyle sert tartışmalar ve sözler sarfedilmiş olması muhtemeldir. Fakat biraz süre geçtikten sonra her iki taraf da daha mutedil davranmış olmalıdır.

Hz. Âişe’nin hevdecinin kenara çekilmesinden sonra Hz. Ali, Muhammed b. Ebû Bekir’e: “Bak, kardeşine hiçbir şey isabet etmiş mi?” dedi. Bunun üzerine Muhammed: “Kolunda bir ok sıyrığı var, demir perdelerin arasından girmiş.” diye karşılık verdi.[1305] Savaşın hengâmesi sırasında Hz. Âişe çeşitli yaralar almıştı. Bu yaraların sebebi ya devesinin düşmesi sırasında vücudunu sağa sola çarpması şeklindeydi veya atılan oklardan bazıları onun hevdecinin içine girip kendisini yaralamıştı. Başındaki bir yara hakkında da rivayet bulunmaktadır.[1306]

Bazı rivayetlerde E‘yen b. Zubey‘ate el-Mücâşi‘ adında birisinin Hz. Âişe’nin hevdecine başını sokarak kendisine baktığı ve bunun üzerine Hz. Âişe’nin kendisine beddua ettiği rivayet edilmektedir. Hz. Âişe’nin bu bedduası sebebiyle bu adamın ölümü çok kötü bir şekilde olmuştu.[1307]

Savaş sona erdikten sonra Hz. Ali’nin münadisi insanlara şu duyuruyu tekrarlıyordu: “Kaçan kimseleri kovalamayın. Yaralıları öldürmeyin, evlere sakın girmeyin.”[1308] Hz. Ali Cemel Savaşı’nda ne esir almış ne de yaralı birini öldürmüştü.[1309]

Yaşanan olaylardan Hz. Âişe de Hz. Ali de hiç memnun değildi. Her ikisinin de: “Vallahi bugünden yirmi yıl önce ölmeyi arzu ederdim.” diye söyledikleri rivayet edilmektedir.[1310]

gün akşam olunca Muhammed b. Ebû Bekir, Hz. Âişe’yi alarak Basra’ya götürmüş ve Abdullah b. Halef el-Huzâ‘î’nin evinde misafir etmişti. Burası Basra’daki en büyük evdi.[1311]

Abdullah b. Zübeyr’e gelince, o da Ezd oğulları kabilesine mensup Vezîr adında birisinin evinde misafir olmuştu. Abdullah b. Zübeyr ev sahibine: “Kalk, müminlerin annesinin yanına git. Muhammed b. Ebû Bekir’e duyurmadan benim nerede olduğumu söyle.” demiş, Vezîr de Hz. Âişe’ye gelip ona Abdullah b. Zübeyr’in nerede olduğunu haber vermişti. Hz. Âişe bu haberi alınca gelen adama: “Muhammed’den korkmasın, onun kefili benim.” şeklinde konuşmuş, o da Hz. Âişe’ye: “Hayır, ona haber vermemem konusunda bana tembihte bulunmuştur.” demişti. Ancak Hz. Âişe buna aldırış etmeden Muhammed b. Ebû Bekir’e, haber göndererek: “Bu adamla birlikte gidin ve bana yeğenim Abdullah’ı getirin.” diye emretmiş, o da onunla birlikte giderek Abdullah b. Zübeyr’in yanına varmıştı. Abdullah b. Zübeyr ile dayısı Muhammed Hz. Âişe’nin bulunduğu Abdullah b. Halef’in evine birlikte gelmişlerdi.[1312] Hz. Âişe Cemel Savaşı’nda Abdullah’ın öldürülmediği müjdesini getiren kişiye on bin dirhem vermişti. Ayrıca bu müjdeli haber dolayısıyla hemen Allah’a şükür secdesi yapmıştı. [1313]

Diğer taraftan yaralanan kimseler, ölüler arasından çıkarılarak Basra’ya götürülmüştü.[1314] Bu arada Hz. Ali, ölülerin bulunduğu yerde dolaşmış ve tanıdığı her bir maktulün yanına gelince ona rahmet okuyarak: “Kureyşliler’in öldürülmüş olarak yerde yattıklarını görmek çok ağırıma gidiyor.” demişti.[1315] Hz. Ali ve askerlerinden bazılarının Talha ve Zübeyr’in ölümleri üzerine ağladığı da rivayet edilmektedir.[1316]

Hz. Ali: “Ben, Talha, Zübeyr ve Osman’ın Allah’ın haklarında: ‘Biz onların gönüllerindeki kini söküp attık; onlar artık köşkler üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler olacaklar.’[1317] buyurduğu kimselerden olacağımızı ümit ediyorum.” demişti.[1318]

Cemel Savaşı dört saat sürmüştü.[1319] Cemel Savaşı’nda öldürülen müslümanların sayısı konusunda da çok muhtelif rivayetler bulunmaktadır. Yedi bin,[1320] on bin,[1321] on üç bin,[1322] on sekiz bin,[1323] yirmi bin,[1324] otuz bin[1325] ve otuz binden fazla kişinin öldürüldüğü şeklinde rivayetler bulunmaktadır.[1326]

Sallâbî Cemel Vak‘ası’nda öldürülenler hakkındaki bu rakamların çok abartılı olduğunu zikrederek toplam ölü sayısının en fazla iki yüz civarında olduğunu zikretmektedir.  [1327] Bazı rivayetlerdeki rakamların çok abartılı olduğu açıktır. Fakat azımsanmayacak kadar çok rivayette savaşın çok çetin geçtiği zikredilmektedir.[1328] Bu sebeple ölü sayısının iki yüz rakamından çok daha fazla olduğunu düşünüyoruz.

Hz. Ali, Basra dışında üç gün kaldı. Sonra iki taraftan da öldürülenlerin cenaze namazını kıldı. Bu ölüler arasında özellikle Kureyşliler’in namazlarını önce kıldı. Sonra savaş alanında bulunan Hz. Âişe taraftarlarından olan maktullerin üzerlerindeki eşyaları toplatıp Basra mescidine gönderdi. Adamlarının bu eşyalar arasında kendilerine ait olan eşyaları varsa almalarına müsaade etti. Yalnız hazineye 1327 ait olup üzerinde sultan damgası bulunan silahlara el sürmemelerini şart koştu.[1329]

Hz. Ali’nin taraftarları altın, gümüş ve eşya ile karargâhlarına doğru gitmeye başladılar. Hiç kimseden kendisiyle savaştığı silahı ve bindiği bineğinden başka bir şey alınmıyordu. Taraftarlarından biri Hz. Ali’ye: “Ey müminlerin emiri! Onlarla savaşmamız helal oluyor da, onları esir almamız ve mallarını almamız neden helal olmuyor?” diye sordu. Bunun üzerine Hz. Ali: “Hanginiz payına müminlerin annnesi Âişe’nin düşmesini ister? Allah’ın birliğini kabul eden kimseler esir edilemezler. Mallarından da kendisiyle savaştıkları silah ve bineklerinden başka ganimet alınmaz. Bilginiz olmayan konularla uğraşmayı bırakın da size emredileni yapın.” dedi.[1330] Hz. Ali savaştan sonra karargâhta elde edilen silah ve atları paylaştırmıştı.[1331]

Haricîler’in Hz. Ali ile tartıştıkları ilk konu da bu ganimet meselesi olmuştu. Haricîler: “Ali, hasımlarımızın kanlarını akıtmamıza müsaade etti de onların mallarını, kadınlarını ve çocuklarını esir almamızı neden yasakladı?” dediler. Hz. Ali buna şöyle cevap verdi: “Çoluk çocuklar benim için boğaz ve göğüs mesabesindedirler. Sizin için beş yüzer dirhem ganimet malı var. Onu size ayırıyorum. Böylece, çoluk çocuğu esir almanıza gerek kalmaz.”[1332] Hz. Ali’nin bu sözleri üzerine orada bulunanlar sustular. Hz. Ali Basra’ya girildiğinde beytülmâlden adamlarından her birine beş yüz dirhem verdi. Onlara: “Şam’a ulaştığımızda da sizlere bu kadar vereceğim.” dedi.[1333]

Hz. Ali, daha sonra bir pazartesi günü Basra’ya girmiş, Basralılar, ona biat ettikleri gibi savaşta yaralananlar ve kendilerine eman verilenler de gelip biat etmişlerdi.[1334]

Hz. Ali Basra valiliğine İbn Abbâs’ı, Basra’nın haracına ve beytülmâlin başkanlığına da Ziyad b. Ebîh’i tayin etmişti. İbn Abbâs’a da Ziyad’a itaat etmesini ve sözünü dinlemesini emretmişti.[1335] [1336]

Hz. Ali, daha sonra müminlerin annesi Hz. Âişe’nin bulunduğu eve gelmiş, kapıda durup içeri girmek üzere izin istemiş, izin verilince de içeri girip Hz. Âişe’ye selâm vermiş, o da selâmını alıp ona: “Hoş geldin.” demişti. Hz. Ali, Benû Halefin evinde kadınların savaşta öldürülenler için ağlamakta olduklarını gördü. Halef’in oğulları Abdullah ile Osman, Cemel Savaşı’nda öldürülenlerdendi. Abdullah, Hz. Âişe’nin tarafında çarpışırken öldürülmüş, Osman da Hz. Ali’nin tarafında çarpışırken öldürülmüştü. Hz. Ali, içeri girdiğinde buradaki kadınlardan biri ona şöyle dedi: “Sen nasıl benim çocuklarımı öksüz bıraktınsa, Allah da senin ço­cuklarını öksüz bıraksın!” Hz. Ali, ona karşılık vermedi. Odadan dışarı çıkarken kadınlar, ona aynı şeyi tekrar söyleyince adamın birisi, Hz. Ali’ye: “Ey müminlerin emiri! Söylediklerini işittiğin halde bu kadına niçin cevap vermiyorsun?” diye sordu. Bunun üzerine Hz. Ali: “Yazıklar olsun sana, müşrik oldukları halde kadınlara ilişmememiz bize emredilmişti. Şimdi onlar müslümanken onlara nasıl ilişeceğiz?” 1334 cevabını vermişti.

Hz. Ali evden ayrılmak üzereyken, dışarıda iki kişinin Hz. Âişe’ye hakaret ettikleri kendisine bildirildi. Bunun üzerine Hz. Ali, Ka‘kâ‘a b. Amr’a emir verip o hakaret eden iki kişinin elbiselerinin soyularak yüzer kırbaçla cezalandırılmalarını istedi.[1337]

Hz. Âişe, bu savaş esnasında her iki gruptan da öldürülen askerlerin adlarını soruyor, bunlardan her birisinin adı anıldığında da Hz. Âişe, ona rahmet okuyup dua ediyordu.[1338]

Hz. Ali de: “Ben bu öldürülenler arasında kalbi tertemiz olan bütün kişilerin Allah tarafından cennete sokulacağını ümit ediyorum.” demişti.[1339]

Eşter yedi yüz dirheme bir deve satın alarak bunu Hz. Âişe’ye göndermişti. Fakat Hz. Âişe Muhammed b. Talha ve Abdullah b. Zübeyr’e yaptıklarından dolayı onun bu hediyesini kabul etmemiş ve kendisine beddua etmiştir.[1340]

Müminlerin annesi Hz. Âişe, Basra’dan çıkmak istediği zaman Hz. Ali, ona yol boyunca gerekli binek, azık ve eşyalarla diğer ihtiyaç maddelerini temin edip gönderdi. Onunla birlikte gelen askerlerin, Basra’da kalmak isteyenler dışında, tamamının dönmesine izin verdi. Basra’nın tanınmış kadınlarından kırkını[1341] seçerek Hz. Âişe’nin refakatine verdi. Yine onunla birlikte kardeşi Muhammed b. Ebû Bekir’i de yola çıkardı.[1342]

Basra’dan ayrılacakları gün Hz. Ali gelip Hz. Âişe’nin kapısında durdu. İnsanlar toplanmışlardı. Hz. Âişe, devesinin üzerindeki hevdecin içerisinde evden çıktı. İnsanlarla vedalaştı. Onlara dua edip şöyle dedi: “Ey oğullarım! Hiçbiriniz diğer bir kardeşine bizden ötürü asla serzenişte bulunmasın. Vallahi daha önce benimle Ali arasında meydana gelen olay, her ailede bir kadın ile hısımları arasında meydana gelen dedikodulardan başka bir şey değildi.” Hz. Ali de şöyle dedi: “Evet, doğru söyledi. Benimle onun arasında bundan başka hiçbir çekişme söz konusu değildi. Şunu da çok iyi biliniz ki o sizin Peygamberiniz’in dünyada ve ahirette zevcesidir.”[1343]

Hz. Ali, böyle dedikten sonra birkaç mil ötesine kadar Hz. Âişe’nin refakatinde yürümüş, onu uğurlamıştı. Hz. Âişe, Basra’dan 1 Receb 36/24 Aralık 656 tarihinde ayrılmıştı.[1344] Mekke’ye doğru yola çıkıp o sene hac edinceye kadar Mekke’de ikamet etti. Haccını ifa ettikten sonra Medine’ye döndü.[1345]

Hz. Osman’ın öldürülmesiyle başlayıp Cemel ve Sıffîn savaşlarıyla devam eden süreç İslâm âlemindeki en büyük kırılma noktalarının başlangıcı olmuştur.

Hz. Peygamber’den gelen: “İki müslüman kılıçlarıyla birbirlerine yönelip, vuruştukları zaman, ikisi de ateştedir”[1346] “Bize karşı kılıç çeken bizden değildir.”[1347] “Müslümanın kardeşiyle savaşması küfür, müslümanın müslümana sövmesi Allah’a itaatsizliktir.”[1348] benzeri uyarılara rağmen iki müslüman topluluğun birbirleriyle savaşması daha sonra İslâm aleminde ortaya çıkacak birçok tartışmanın sebebi olmuştur. Farklı mezhep ve gruplar birbirleriyle savaşan bu sahâbîler hakkında çeşitli yorumlar yapmışlardır.

Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunluğunun Cemel vb. olaylardaki tavrı, bu olayların konuşulmamasının daha iyi olduğu yönündedir. Ehli Sünnet âlimlerinin bu konulardaki tavrını Ömer b. Abdilaziz veya İmam Şâfiî’ye nispet edilen şu sözler gayet güzel özetlemektedir: “Allah onların kanının ellerimize bulaşmasından bizi korudu. Öyleyse biz de dilimizle o kanlara dalmayalım.”[1349] Ancak bazı alimler, Cemel Savaşı’nda bulunan her iki grubun da mümin ve müslüman olduğunu belirttikten sonra Hz. Ali tarafının haklı diğerlerinin haksız olduğu sonucuna varmışlardır. Bu ise onların küfrünü gerektirmez.[1350] Bazı âlimler de kimin haklı kimin haksız olduğunu belirtmekten kaçınarak Hz. Ali, Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr arasında yaşanan olaylarla ilgili bu sahâbîlerin hepsinin müctehid olduğunu zikrederek, aralarında geçen olayların sadece ictihad farklılığı olduğunu belirtmişlerdir.[1351] Hz. Ali’den de benzer bir yorum gelmiştir. Hz. Ali’ye Cemel Vak‘ası’nda karşı tarafın durumu; yani, müşrik olup olmadıkları sorulduğunda o:

“Zaten şirkten kaçtılar.” dedi. “Peki, münafıklar mı?” diye sorulduğunda o: “Münafıklar Allah’ı pek az anarlar.” dedi. “Öyleyse onlar kimdir?” diye sorulduğunda Hz. Ali: “Bize başkaldıran kardeşlerimizdir.” diye cevap vermişti.[1352]

Büyük günah işlemenin kulu kâfir yapacağını iddia eden ilk Haricîler ise Hz. Osman, Hz. Ali, Talha, Zübeyr ve Hz. Âişe’yi tekfir etmişlerdir.[1353]

Mu‘tezile mezhebinin kurucusu sayılan Vâsıl b. Atâ, Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, İbn Abbâs, Talha, Zübeyr, Hz. Âişe ve Cemel Savaşı’na iştirak etmiş bulunan her iki taraftakilerin tamamının adâletinden şüphe etmiş, onları fâsıklıkla ithamda bulunmuştur. Bunun için de şöyle demiştir: “Eğer Ali ve Talha yanımda şehadet etseler ben onların ikisinden birisinin fâsık olduğunu bildiğim için şehadetlerini kabul etmem. Gerek Ali ve tabilerinin, gerekse Cemel Olayı’na iştirak eden diğer grubun cehennemde ebedî kalacak fâsıklardan olması caizdir.”[1354]

Şiîler Hz. Ali ile savaşanlar hususunda iki gruba ayrılır. Bir gruba göre Hz. Ali ile savaşanlar sahâbe bile olsa kâfir ve dalalettedir. Diğer gruba göre ise kâfir değil fâsıktırlar.[1355]

Bize göre Cemel Savaşı’na katılanlar hakkında en mutedil ve doğru yaklaşımı Ehl-i sünnet âlimleri ortaya koymuştur. İslâm tarihi ve hadis kaynaklarındaki bilgiler bu kadar muallak ve yetersizken herhangi bir grubun haklı veya haksız olduğunu iddia etmek doğru değildir. Bu iki grubun ahiretteki akıbeti hakkında yorum yapmak ise boş bir tartışmadır. Zira bu hususta hüküm yalnız Allah’a aittir. Yaptığımız araştırmalar neticesinde bizim vardığımız hükümde Ehl-i sünnet çizgisindeki âlimlerin yorumlarının daha makul olduğu yönündedir. Bize göre ne Hz. Ali ne de Talha ve Zübeyr bu yolculuğa çıkarken olayın böyle kanlı bir savaşla sonuçlanacağını tahmin etmemişlerdi. Hz. Ali bu yolculuğa çıkarken kendince haklı mazeretleri vardı. Aynı durum Talha ve Zübeyr grubu içinde geçerlidir. Fakat gelişen olaylar onları böyle bir savaşın içerisine çekmişti. Hz. Âişe’nin bu yolculuğu ise Şiî kaynaklarında belirtildiği gibi siyasî bir yolculuk olmayıp sadece müslümanların arasını ıslaha çalışmaktı. Fakat olaylar Hz. Âişe’nin beklentisinin tamamen zıddı yönünde gerçekleşmişti. Hz. Âişe sulh için çıktığı bu savaşta savaşın uzamasına ve daha fazla insanın hayatını kaybetmesine sebep olmuştu.

Cemel Savaşı Sonrasında Hz. Âişe’nin Siyasi Olaylar Karşısındaki Tutumu

Ortaya çıkan korkunç tablo sebebi ile Hz. Âişe Cemel Savaşı’yla sonuçlanan bu hareketinden dolayı ömrünün geri kalanında büyük pişmanlık duymuştu. Hz. Âişe’nin bu pişmanlığını izhar ettiği birçok rivayet bize ulaşmıştır. Özellikle, “(Ey Peygamber hanımları!) Evlerinizde oturun, eski Câhiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Ey Ehl-i beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”[1356] âyeti okunduğunda Hz. Âişe başörtüsü ıslanıncaya kadar ağlardı.[1357]

Hz. Âişe’nin bu pişmanlığı vefat edene kadar aynen devam etmişti. Bu olaydan önce Hz. Âişe kendi evine Rasûlullah’ın ve babasının yanına defnedilmek istediğini söylerdi. Fakat daha sonra: “Ben Rasûlullah’tan sonra bazı olumsuz işlere[1358] sebep oldum. Beni Rasûlullah’ın zevcelerinin yanına defnedin.” demişti. Bu sebeple Hz. Âişe Bakî‘ kabristanına defnedildi.[1359]

Hz. Âişe’nin pişmanlığını göstermesi açısından şu rivayet de çok ilginçtir. Önceki bölümlerde ifade ettiğimiz gibi Hz. Âişe Rasûlullah’tan bir çocuğu olmasını çok istiyordu. Fakat Cemel Savaşı’na girmemiş olma isteği, bu duygusunun bile çok önüne geçmişti. Hz. Âişe: “Keşke Basra’ya gitmeyip evimde otursaydım. Bu bana Rasûlullah’tan Abdurrahman b. Hâris b. Hişâm gibi on çocuğum olmasından bile daha sevimli gelirdi.” demişti.[1360] Benzer şekilde Hz. Âişe: “Keşke yaş bir dal olsaydım da bu sefere çıkmasaydım.” demişti.[1361]

Hz. Âişe yaptığı bu işten çok pişman olmuştu. Fakat bu Hz. Âişe’nin kendilerini haksız Hz. Ali’yi haklı gördüğü manasına gelmemektedir. Hz. Âişe Cemel Savaşı’nda ortaya çıkan acı tablo sebebiyle böyle bir pişmanlık duyuyordu. Hz. Âişe’ye Cemel Olayı sorulduğunda: “Bu bir kaderdi.” demiştir.[1362]

Hz. Âişe’nin bu hareketini sadece kendisi değil etrafındaki diğer insanlarda yanlış olarak değerlendirmişlerdi.

Hz. Âişe bir ihtiyacını gidermek için İbn Ebî Atîk’e birini göndererek ondan katırını istedi. İbn Ebî Atîk çok şakacı, haylaz bir kimseydi. Gelen elçiye şöyle dedi: “Ümmü’l-müminîne söyle. Vallahi, daha Cemel (deve) Günü’nün ayıbını temizleyemedik. Bir de başımıza Bagl (katır) Günü’nü getirmesini istemeyiz.”[1363] Komik içeriğine rağmen bu anekdot Hz. Âişe’nin yanlış yapmakla suçlandığını göstermektedir.[1364]

Benzer şekilde Mesrûk da: “Eğer bazı işleri (Cemel) olmasaydı. Ümmü’l- müminînin mezarı üstüne ağlama yeri (türbe) yapardım.” demişti.[1365]

Hz. Âişe’nin Basra’ya yürüyüşünü hakkında insanların geneli şöyle düşünmekteydi: “Bu akıllı bir insanın tercih edeceği bir yol değildi. Aynı şekilde bu durum onun iyilik adına yapmış olduğu ve yapacağı işleri de boşa çıkartmaz. Bununla birlikte o peygamberin hanımları içerisinde sevdiğidir. Kendisi de peygamberi en çok sevendir. Herkes sevdiğiyle beraberdir.”[1366]

Cemel Savaşı sebebiyle Hz. Âişe’nin arası bazı sahâbe ile de bozulmuştu. Hz. Peygamber’in gece namazı ile ilgili bir rivayette bu sahâbeden ikisi Hakîm b. Eflâh ve İbn Abbâs’tan bahsedilmektedir.[1367]

Hz. Âişe Cemel Savaşı’ndan sonraki süreçte aktif olarak siyasetin içine girmekten mümkün olduğunca kaçınmıştır. Halifelerden ve valilerden bazı küçük ricaları olmuştur. Fakat yaşanan olaylarda tarafsız kalmaya çalışmıştır. Ancak Hz. Âişe siyasi olayları takip etmeyi bırakmamıştır. Bize ulaşan bazı rivayetlerde Hz. Âişe’nin yaşanan siyasi olayları çok ciddi manada takip ettiği anlaşılmaktadır.

Hz. Âişe’nin yanında Hz. Ali’nin Züssüdeyye’yi[1368] öldürdüğü zikredilmişti. Bunun üzerine Hz. Âişe Urve’ye: “Kûfe’ye git. Bana bu olaya şahit olan kimseleri yaz.” dedi. Urve’de Kûfe’ye giderek insanların çeşitli gruplara ayrıldığını görmüştü. Her gruptan on kişinin ismini ve onların şahitliklerini Hz. Âişe’ye yazdı. Hz. Âişe de: “Allah Amr b. Âs’a lanet etsin. Çünkü o, onu Mısır’da öldürdüğünü iddia etmişti.” dedi.1366 [1369]

Benzer şekilde 38/658 tarihinde Hz. Ali ile Haricîler arasında yaşanan Nehrevan Savaşı hakkında malumat sahibi olmaya çalıştığı da zikredilmektedir.[1370]

Hz. Âişe’nin Sıffîn Savaşı hakkında ne düşündüğü kaynaklarda zikredilmemektedir. Bu konu hakkında verilebilecek yanıtlar tahminden öteye geçmeyecektir. Fakat Hakem Olayı hakkında Abdurrahman b. Ebû Bekir’in söyledikleri bize Hz. Âişe’nin görüşü hakkında bir fikir verebilir. Çünkü Abdurrahman ve Hz. Âişe siyasi olaylarda ve Cemel Olayı’nda hep birlikte hareket etmişlerdi. Abdurrahman, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’nin Hakem Olayı’nda sergilediği tavırdan ötürü: “Ebû Mûsâ el-Eş‘arî bundan önce ölmüş olsaydı, kendisi için çok daha iyi olurdu.” demişti. [1371]

Sıffîn Savaşı’ndan sonra Muâviye, Züfer b. Hâris’i Hz. Âişe’ye elçi olarak göndermişti. Kaynaklarda bu elçinin Hz. Âişe’ye niçin gönderildiği veya Hz. Âişe’nin savaş hakkında nasıl bir tutum sergilediği hakkında bir malumat bulunmamaktadır. Ancak Hz. Âişe bu gelen elçiye kimlerin öldürüldüğünü sormuş, karşılığında Ammâr b. Yâsir ile Hâşim b. Utbe b. Ebû Vakkâs’ın öldürüldüğünü haber almıştı.[1372]

Hz. Hasan’ın Vefatı ve Hz. Âişe’nin Odasına Gömülme İsteği

Hz. Ali şehit edildikten sonra Kûfeliler Hz. Hasan’a halife olarak biat etti.[1373] Hz. Hasan Iraklılar’dan oluşan bir orduyla Muâviye’nin üzerine yürüdü. Muâviye de Şamlılar’dan oluşan ordusuyla ona karşı çıktı. Ordular karşı karşıya geldiklerinde Hz. Hasan ordusunun disiplinsizliğini de bildiği için savaşmak istemedi. Çeşitli şartlar ileri sürerek Muâviye’ye biat etti.[1374] Böylelikle Hz. Peygamber’in önceden haber verdiği: “Benim bu oğlum efendidir. Allah onun sayesinde iki büyük grubun arasını bulacaktır.” müjdesi de meydana gelmiş oldu.[1375]

Hz. Hasan’ın Muâviye’ye biat ettiği bu seneye “âmü’l-cemâ‘a/birlik yılı” denmiştir.[1376] Hz. Hasan altı ay hilafet makamında kalmıştır.[1377] Hilafet müddeti boyunca müslümanlar arasında hiç kan akmamıştır.[1378]

Genel kabule göre 49/669 tarihinde vefat etmiştir.[1379] Zehirlenerek öldürüldüğü yönünde rivayetler de mevcuttur.[1380]

Hz. Hasan, öldüğü takdirde Rasûlullah’ın yanına defnedilmesi için izin istemek maksadıyla Hz. Âişe’ye haber göndermiş, Hz. Âişe de ona bu hususta izin vermişti. Ancak Hz. Hasan vefat ettiği zaman Hz. Hüseyin silahını kuşanmış, ona karşı Ümeyye oğulları da silahlanmışlar ve: “Hasan’ın, Rasûlullah’ın yanına defnedilmesine müsaade etmeyiz. Osman, Huşşü Kevkeb’e defnedilsin de Hasan, Rasûlullah’ın yanına defnedilsin, olur mu böyle şey?” demişlerdi. Fitne çıkmasından korktukları için Sa‘d b. Ebû Vakkâs, Ebû Hüreyre, Câbir ve İbn Ömer, Hz. Hüseyin’e savaşmamasını tavsiye ettiler. Oda bu tavsiyeye uyarak kardeşi Hasan’ı, annesi Hz. Fâtıma’nın mezarının yanına Bakî‘ mezarlığına defnetti.[1381]

MUÂVİYE B. EBÛ SÜFYÂN DÖNEMİNDE HZ. ÂİŞE

Hz. Âişe Cemel Savaşı’ndan sonra siyasi olaylardan uzak durmuştu. Muâviye halife olduktan sonra Esved, Hz. Âişe’ye gelerek: “Tulekâ olanlardan birine (Muâviye) biat ediliyor!” dediğinde, Hz. Âişe: “Evladım, buna şaşırma! Zira mülk Allah’ındır ve onu dilediğine verir.” karşılığını vermişti.[1382] Hz. Âişe’nin bu cevabından anlaşıldığı kadarıyla Muâviye’nin hilafeti hakkında olumsuz bir kanaat taşımamaktaydı. Muâviye’de yönetimi boyunca Hz. Âişe’yi memnun etmek için elinden gelen gayreti göstermişti. Kaynaklarda Hz. Âişe’ye gönderdiği birçok hediye hakkında bilgi bulunmaktadır. Bu rivayetlerin bazılarını burada zikretmemiz uygun olacaktır.

Muâviye Hz. Âişe’ye içerisinde para, giysi ve eşyaların bulunduğu bir dolap hediye etmişti. Hz. Âişe bunu gördüğü zaman ağlayarak: “Fakat Rasûlullah bunları bulamıyordu.” dedi. Daha sonra bu eşyaların tamamını dağıttı. Bu esnada Hz. Âişe’nin yanında bir misafiri vardı. Hz. Âişe Rasûlullah’ın vefatından sonra sürekli oruç tutardı. O gün de oruçluydu. İftarını zeytin ve ekmekle yaptı. Yanındaki misafir: “Ey ümmü’l-müminîn! Keşke emretseydin de bizim için bir dirhemlik et satın alınsaydı da onu yeseydik.” deyince Hz. Âişe: “Bunu ye. Vallahi! Yanımızda hiçbir şey kalmadı.” dedi.[1383]

Ayrıca Muâviye’nin Hz. Âişe’ye yüz bin dirhem değerinde bir gerdanlık hediye etttiği ve Hz. Âişe’nin bu gerdanlığı ümmühâtü’l-müminîn arasında paylaştırdığı,[1384] yüz bin dirhem değerinde bir mal hediye ettiği[1385] ve on sekiz bin dinar değerinde bir mal hediye ettiği de gelen rivayetler arasındadır.[1386]

Muâviye bir defasında da Hz. Âişe’nin seksen bin dinarlık borcunu ödemişti.[1387] Hz. Âişe Muâviye’nin hediyelerini kabul eder.[1388] Kendi gücü ölçüsünde o da bu hediyelere karşılık verirdi. Bir defasında Hz. Âişe, Muâviye’ye Hz. Peygamber’in uzun gömleğini göndermişti.[1389]

Muâviye’nin Hz. Âişe’ye yapmış olduğu bağışlar hakkında verdiğimiz bazı rivayetler Hz. Ömer’in Hz. Âişe’ye olan bağışlarının anlatıldığı rivayetlere çok fazla benzemektedir. Ayrıca rivayetler de zikredilen rakamlar bir hayli yüksektir. Bu sebeple bu rivayetlere biraz ihtiyatla yaklaşılması gerektiğini düşünmekteyiz.

Bununla birlikte eşrafa verilen bu yüksek meblağdaki bağışlar Emevîler’in genel politikasıydı. Muâviye ve Emevîler, eşrafa, başkanlara ve halkın ileri gelenlerine verilen bu yüksek meblağların insanlara dağıtıldığını biliyorlardı. Bunun ülkede istikrarı sağlamanın araçlarından biri olduğunu kavrıyorlardı.[1390] Böylelikle Emevîler bir taşla iki kuş vurmuş oluyorlardı. Hem parayı gönderdiği kişinin muhabbetini kazanıyorlar hem de fakir halka ihtiyaçlarını karşılayacak kadar mal göndermiş oluyorlardı.

Hz. Âişe’nin Kardeşi Muhammed b. Ebû Bekir’in Öldürülmesi

Muhammed b. Ebû Bekir 38/658 tarihinde Hz. Ali tarafından Mısır’a vali olarak tayin edildi. Muhammed b. Ebû Bekir’in henüz yirmi altı yaşında tecrübesiz bir yönetici olması ve Mısır halkının bir bölümünün kendisine itaat etmemesi Muâviye’nin Mısır’ı elde etme arzusunu kamçıladı. Amr b. Âs’ı bir orduyla birlikte Mısır’ı ele geçirip oranın valiliğini yapması için gönderdi. Mısır’da bulunan Hz. Osman taraftarlarının da bu orduya dâhil olmasıyla on bin kişilik bir kuvvet oluşturdular. Muhammed b. Ebû Bekir ise halkı Şam birliklerine karşı savaşmaya teşvik etti. Fakat bu orduya iştirak eden asker sayısı diğer orduya nispetle bir hayli azdı. Muhammed b. Ebû Bekir iki bin kişilik bir orduyla karşılarına çıktı. Yapılan savaşı Muhammed’in taraftarları kaybetti. Muhammed, Amr b. Âs’ın komutanı olan Muâviye b. Hudeyc tarafından yakalanarak öldürüldü. Ölüsü eşek leşlerinin içine atılarak yakıldı.[1391]

Muhammed öldürüldüğü sırada Mısır’da olan kardeşi Abdurrahman b. Ebû Bekir, onun çocukları Kâsım ve Kureybe’yi Mısır’dan Medine’ye götürdü. Çocuklara hem Abdurrahman, hem de Hz. Âişe bakmak istedi. Hz. Âişe çocukları, Abdurrahman’ın eşlerinin herhangi birisinin olası kötü muamelesinden korumak için yanına aldı. Çocuklar büyüyüp kendi başlarının çaresine bakacak hale gelince, Hz. Âişe onları Abdurrahman’a teslim etti.[1392]

Muhammed’in öldürülmesi Hz. Âişe’yi çok üzmüştü. Her namazdan sonra Muâviye ve Amr b. Âs’a beddua etmeye başladığı yönünde rivayetler bulunmaktadır.[1393] Fakat Hz. Âişe’nin onlara karşı olan öfkesi çok uzun sürmemiştir. Daha sonraki yıllarda meydana gelen olaylarda hem Muâviye hem de Amr b. Âs hakkında daha mutedil bir dil kullandığı görülmektedir. Örneğin bu olaydan sonra Muâviye hac zamanında Hz. Âişe’nin huzuruna girdi. Hz. Âişe ve Muâviye’nin konuşmalarına Hz. Âişe’nin kölesi Zekvân dışında kimse şahitlik etmedi. Hz. Âişe Muâviye’ye: “Kardeşim Muhammed’i öldürdükten sonra seni öldürmesi için buraya bir adam gizlemediğimden nasıl emin oldun?” diye sordu. Muâviye’de: “Doğru söyledin.” şeklinde mukabelede bulundu. Bazı rivayetlerde Muâviye’nin: “Sen bunu yapmazsın.” dediği ve akabinde Hz. Âişe’nin Muâviye’ye Hz. Peygamber’in izinden gitmesi yönünde nasihat ettiği bildirilmektedir.[1394]

Bu rivayetten Muâviye’nin Hz. Âişe’yi takip ettirdiği ve onun ruh halinin nasıl olduğuna vakıf olduğu sonucu da çıkabilir. Muâviye muhtemelen kendi iktidarı için potansiyel bir muhalefet ihtimali bulunan Hz. Âişe’yi de gözetim altında tutuyordu.

Yine benzer bir örnekte Hz. Âişe kendisini Mısır’dan ziyarete gelen birisine Amr b. Âs’ın halka nasıl davrandığını sormuştu. O da: “Kendisinden bir fenalık görmedik. Bizden birimizin devesi ölse hemen ona deve verir; kölesi ölse köle verir; yiyeceğe muhtaç olsa yiyecek verirdi.” demişti. Bunun üzerine Hz. Âişe: “Bana bak! Rasûlullah’tan işittiğim bir şeyi sana haber vermekten, onun kardeşim Muhammed b. Ebû Bekir’e yaptıkları beni menedemez. Rasûlullah: ‘Allah’ım! Bir kimse ümmetimin işlerinden bir vazife alır da onlara zorluk gösterirse sen de ona zorluk göster! Bir kimse ümmetimin işlerinden bir vazife alır da onlara hoş muamele ederse, sen de ona hoş muamele eyle.’ buyurdu.” demişti.[1395]

Hz. Âişe yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen kendisine verilen irşad görevinin bilincindeydi ve bu irşad faaliyetlerini devam ettiriyordu.

Muâviye Hz. Âişe’ye: “Bana tavsiyelerde bulunacağın bir mektup yaz fakat bana fazla zorluk çıkarma.” şeklinde bir mektup yazmıştı. Hz. Âişe, bu mektuba şöyle mukabele etti: “Selâm sana olsun, bundan sonra şunu söyleyeceğim Rasûlullah’tan işittim şöyle buyuruyordu: ‘Her kim insanlar gücense bile Allah’ın rızasını isterse, Allah o kimseyi insanların sıkıntısından kurtarır. Her kim de Allah’ın gücenmesine karşılık insanları hoşnut etmeye çalışırsa, Allah da o kimseyi insanlara havale eder.’ Selâm sana olsun...”[1396]

Benzer bir mektupta Hz. Âişe Muâviye’ye şöyle bir nasihatte bulunmuştu: “Kul Allah’a isyan ederse kendisini övenler onu kınamaya başlarlar.”[1397]

Ziyâd b. Ebîh Hz. Ali’nin Basra valisiydi. Hz. Ali vefat edene kadar ona olan bağlılığını devam ettirmişti. Aynı şekilde Hz. Ali’nin ölümünden sonra da oğlu Hz. Hasan’a itaatini sürdürmüştü. Hz. Hasan’ın hilafeti anlaşarak Muâviye’ye devretmesinden sonra Ziyâd’ın Muâviye hakkındaki fikirleri değişmeye başlamıştı. Zamanının en iyi hatiplerinden, Araplar’ın dâhilerinden[1398] ve başarılı bir yönetici olan Ziyâd’ı kendi safına çekmek isteyen Muâviye onun en hassas olduğu noktadan hareketle, babası belli olmayan Ziyâd’ı kendi nesebine dâhil etmek için harekete geçti. Ziyâd’ı Şam’a davet eden Muâviye onun gelişinden sonra bu amaçla bir toplantı düzenledi. Burada şahitler Ebû Süfyân’ın Ziyâd’ın annesi olan Sümeyye ile Ubeyd’in evli olduğu yıllarda ilişkiye girdiğini ve Ziyâd’ın kendisinin oğlu olduğunu belirttiğini söylediler. Bu olayın ardından Ziyâd, Ziyâd b. Ebû Süfyân şeklinde anılmaya başladı. Fakat bu durum halk tarafından çok da kabul görmemişti.[1399] Ziyâd bu durumun kabul görmesi adına Hz. Âişe’ye başvurdu. Hz. Âişe’nin bunu kabul etmesi durumunda halkın da kabul edeceğini düşünerek Hz. Âişe’ye bir mektup gönderdi. Ziyâd b. Ebîh, Hz. Âişe’ye: “Ziyâd b. Ebî Süfyân’dan... Bana, mektup yazarken: İbn Ebî Süfyân’a... diye yazmanı rica ediyorum.” şeklinde bir mektup yazdı. Fakat Hz. Âişe de bu durumu kabullenmemiş olacak ki ona: “Müminlerin annesi Âişe’den oğlu Ziyâd’a...” şeklinde başlayan bir mektupla mukabelede bulundu.[1400]

Ziyâd’ın Ebû Süfyân’ın nesebine ilhakı o dönemde yaşayan birçok kimse tarafından İslâm’a aykırı olarak görülmüştü. Zira nikâhsız birleşme ve bu ilişkiden doğan çocuğu herhangi bir şahsa nisbet etme, Câhiliye dönemi uygulamalarındandı.[1401] Bu uygulama Hz. Peygamber’den gelen: “Çocuk kimin yatağında doğduysa ona aittir.”[1402] buyruğuna aykırı bulunduğu için birçok alim ve sahâbe tarafından eleştirilmiştir. Muhtemelen Hz. Âişe de bu gerekçelerle Muâviye’nin bu icraatını kabul etmeyip ona meşruiyet kazandırmamıştır.[1403]

  Hz. Âişe’nin Hucr b. Adî’nin Öldürülmesini Engelleme Çabası

Hucr b. Adî, Hz. Ali taraftarlarındandı. Cemel ve Sıffîn’e onunla beraber katılmıştı.[1404] Ziyâd b. Ebîh Kûfe’ye Muâviye’nin valisi olarak geldiği zaman Hucr’u siyasi olaylara karışmaması hususunda uyarmıştı. Fakat Hucr, ısrarla Hz. Ali taraftarlarına yakın davranınca kendisine kızmıştı. Bazı şahitler ve bir mektupla birlikte Hucr ve arkadaşlarını Muâviye’ye göndermişti. Muâviye de onun idam edilmesine karar vermişti. Hz. Âişe bunu haber alınca Muâviye’ye Abdurrahman b. Hâris b. Hişâm’la birlikte bir mektup göndererek bu kararından vazgeçmesini istedi. Mektup Muâviye’nin eline geç ulaştığı için Hucr ve arkadaşlarından bazıları öldürülmüştü.[1405]

Muâviye, Hucr ve arkadaşlarını öldürdükten sonra müminlerin annesi Hz. Âişe’nin yanına gidip perde arkasından ona selâm verdiğinde Hz. Âişe, ona: “Ey Muâviye! Hucr ve arkadaşlarını öldürdüğün zaman senin yumuşak huyluluğun neredeydi?” diye sormuştu. Bunun üzerine Muâviye: “Anacığım, milletimden senin gibileri, benden uzak kaldığı zaman ben yumuşak huyluluğumu yitirdim. Anacığım, sana nasıl bir iyilikte bulunabilirim?” şeklinde mukabele etti. Hz. Âişe ise: “Sen bana karşı zaten iyi davranıyorsun.” dedi. Muâviye: “Allah katında bu benim için yeter. Yarın Aziz ve Celil olan Allah’ın huzurunda benimle Hucr arasında bir mahkeme yapılacaktır.” dedi.[1406]

Yezid’in Veliahtlığına Karşı Hz. Âişe’nin Tavrı

Muâviye henüz hayattayken kendisinin ölümünden sonra hilafet meselesi yüzünden tekrar bir iç savaş çıkabileceği gerekçesiyle oğlu Yezid’i veliahtı olarak göstermişti.[1407] Muâviye’nin bu kararını Medineliler’e Hicâz valisi olan Mervân Mescid-i Nebevî’de bir hutbe okuyarak duyurmuştu. Bunun üzerine Abdurrahman b. Ebû Bekir Mervân’a: “Vallahi siz bu işi Heraklius’un ve Kisra’nın biatına döndürdünüz. Yani hükümdarlığı babadan oğula aktarıyorsunuz.” demişti. Bunun üzerine Mervân askerlerine onun yakalanmasını emretti. Abdurrahman hemen Hz. Âişe’nin evine sığındığı için Mervân’ın adamları onu yakalayamadı. Bunun üzerine Mervân: “Bu adam, Allah’ın hakkında: ‘Anne ve babasına: Öf be size! Benden önce nice nesiller gelip geçmişken, beni mi tekrar dirilmekle tehdit ediyorsunuz?’[1408] buyurduğu adamdır.” dedi. Hz. Âişe hicâbının arkasından ona şu şekilde cevap verdi: “Allah benim masum olduğumu bildirdiği âyetlerin dışında hakkımızda hiçbir âyet indirmemiştir.”[1409]

Muâviye, Yezid b. Muâviye’ye biat etmeye yanaşmamasından ve itiraz etmesinden sonra Abdurrahman’a yüz bin dirhem para göndermişti. Ancak Abdurrahman bu parayı reddetmiş ve: “Dünya için dinimi mi satacağım?” diyerek, çıkıp Mekke’ye gitmiş ve orada vefat etmiştir.”[1410] Abdurrahman Mekke’ye altı mil uzaklıktaki Hubşî’de vefat etmiştir. Cenazesi Mekke’ye getirilip orada defnedilmiştir.[1411] Hz. Âişe Mekke’ye gelince Abdurrahman b. Ebû Bekir’in kabrinin yanına ziyarete geldi ve şu iki beyti okudu:

Bir zamanlar Cezime denilen bir kralın iki sohbet arkadaşı gibiydik,

Yıllarca süren bu arkadaşlığımız karşısında hiç ayrılmayacaklar denilmişti.

Fakat birbirimizden ayrılınca sanki ben ve kardeşim Mâlik,

Çok uzun süren arkadaşlığımıza rağmen bir gece bile bir arada kalmış gibi değiliz.

Hz. Âişe bu beyitleri okuduktan sonra: “Cenazende bulunsaydım ancak öldüğün yere defnedilirdin. Ölürken senin yanında bulunsaydım kabrinde seni ziyaret etmezdim.” demişti.[1412]

Abdurrahman 53/673 tarihinde vefat etmişti.[1413] Abdurrahman uykudayken vefat ettiği için Hz. Âişe’nin içinde bir kuşku kalmıştı. Belki de henüz hayattayken erken davranılıp, defnedildiği şeklinde bir suizana sahipti. Fakat daha sonra bir kadının Hz. Âişe’nin evinde namaz kılarken secde halinde ölmüş olması kendisindeki bu kuşkuyu ortadan kaldırmıştı.[1414] Hz. Âişe Abdurrahman için birçok köle azat etmişti.[1415]

Yezid’in halifeliği hususunda Hz. Âişe de Abdurrahman’dan farklı düşünmüyordu. Zaten iki kardeş siyasi olarak aynı bakış açısına sahip olup Cemel Vak‘ası’nda da birlikte hareket etmişlerdi. Hz. Âişe Muâviye kendisini ziyarete geldiğinde: “Senden öncekilerin senin oğlun ile kıyaslanmayacak oğulları vardı. Fakat kendi oğulları için senin düşündüğünü düşünmediler.”[1416] diyerek Yezid’in veliahtlığına karşı çıkmıştı.

HZ. ÂİŞE’NİN VEFATI

Hz. Âişe Cemel Savaşı’yla sonuçlanan çıkışı sebebiyle ömrünün son demlerinde büyük bir pişmanlık içerisine girmişti. Hz. Âişe bu pişmanlığını: “İsterdim ki öldüğümde unutulup gitseydim.”[1417] “Keşke yaratılmamış olsaydım. Keşke Allah’ı zikreden bir ağaç parçası olsaydım da üzerime düşen görevi yapsaydım.” “Vallahi! Bir ağaç olmayı isterdim. Vallahi! Çamur olmayı isterdim. Vallahi! Allah’ın beni asla yaratmamış olmasını isterdim.” sözleriyle dile getirmiştir. Ebû Cafer’e Hz. Âişe’nin niçin bunları söylediği sorulduğunda o: “Tövbe olarak!” karşılığını vermiştir.[1418]

Önceki bölümlerde belirttiğimiz gibi Cemel Savaşı sebebiyle Hz. Âişe ile İbn Abbâs arasında bir dargınlık mevcuttu.[1419] İbn Abbâs kendisini teselli etmek için vefatı yaklaşan Hz. Âişe’yi ziyaret etmek istemişti. İbn Abbâs Hz. Âişe’nin yanına girmek için izin istediğinde Hz. Âişe: “İbn Abbâs’ın gelmesine ve bana tezkiyede bulunmasına ihtiyacım yok!” dedi. Hz. Âişe’nin yeğeni Abdullah b. Abdurrahman: “Ey anneciğim! İbn Abbâs senin sâlih oğulların arasında yer alan kimselerdendir. Sana selâm söylüyor ve seninle vedalaşmak istiyor.” deyince Hz. Âişe: “Şayet istersen izin ver.” dedi. İbn Abbâs içeri girip, selâm verip oturdu ve: “Müjdeler olsun sana!” dedi. Hz. Âişe: “Ne müjdesi?” diye sorunca İbn Abbâs: “Senin Muhammed’e ve sevdiğin arkadaşlarına ulaşmanla aranızdaki engel sadece ruhun cesetten çıkmasıdır. Sen eşleri arasında Rasûlullah’ın en sevdiği kadındın. Rasûlullah da ancak iyi olanı severdi. Hani Ebvâ’da geceleyin senin kolyen kaybolmuştu da onu aramak için Rasûlullah mola verdiğinde sabah olmuş ve insanların da yanında su olmadığından temiz toprakla teyemmüm almayı bildiren hüküm nâzil olmuştu. Bu da senin vesilenle olmuştu. Allah bu ümmete bununla ruhsat tanıdı. Allah senin suçsuz olduğunu Cibril’i göndererek yedi kat gökten bildirdi. Bu âyetler Allah’ın mescidlerinde gece gündüz okunacaktır.” dedi. Bu sözler üzerine Hz. Âişe: “Bırak beni ey İbn Abbâs! Keşke unutulup gitseydim!” dedi.[1420]

Hz. Âişe vefatıyla sonuçlanan hastalığında: “Şayet bana bir şey olursa bu hastalığımda olur.” deyip vasiyette bulunmuştu.[1421] Hz. Âişe gece vefat ettiği takdirde gece gömülmesini vasiyet etmişti. [1422] Ayrıca o: “Tabutumu ateşle takip etmeyin. Altıma da kırmızı kadife sermeyin.” diye vasiyette bulunmuştu.[1423] Fakat kendisinin bu vasiyetine uyulmadığı görülmektedir. Hz. Âişe’nin cenazesi meşalelerle takip edilmiştir. Ayrıca Hz. Âişe: “Şüphesiz ki ben Rasûlullah’tan sonra bazı şeylere sebep oldum. Beni Rasûlullah’ın zevceleriyle defnedin!”[1424] diyerek Bakî‘ kabristanına defnedilmeyi istemiştir.

Hz. Âişe insanlar vitir namazını kıldıktan sonra vefat etmişti. Öldüğü gece defnedilmesini vasiyet ettiği için hemen o gece Bakî‘ mezarlığına defnedildi. İnsanlar yığınlar halinde gelip toplandılar. O geceden daha kalabalık bir geceye şahit olunmamıştı. Medine’nin Avâlî bölgesindekiler de cenazeye katılmıştı.[1425] Bakî‘ mezarlığına gelen kadınlarla birlikte ortam bayram havasını andırıyordu.[1426]

Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr’in babası Medineli birisine: “Âişe’nin vefat ettiği gecede insanlar ne durumdaydı?” diye sormuş bunun üzerine o kişi: “Herkes oradaydı ama Âişe kimin annesiyse onun için onlar hüzünlendi.” demişti.[1427]

Mezarlık hurma dallarıyla yapılan ve zeytinyağıyla tutuşturulan meşalelerle aydınlatılmıştı.[1428] [1429] O yıl Medine valisi Mervân umre yaptığı için kendisinin vekili olan Ebû Hüreyre cenaze namazını kıldırmıştı. Cemaat içerisinde İbn Ömer de 1427 bulunmaktaydı.

Hz. Âişe’yi mezara yerleştirmek için kabrine beş kişi inmişti. Bunlar Urve b. Zübeyr, Abdullah b. Zübeyr, Kâsım b. Muhammed, Abdullah b. Muhammed b. Abdurrahman ve Abdullah b. Abdurrahman’dı.[1430] Bazı rivayetlerde Hz. Âişe’nin kölesi Zekvân’a: “Zekvân kabrimi düzlerse hürdür.” dediği ve Zekvân’ın Hz. Âişe’yi kabre koyduğu rivayet edilmektedir.[1431]

Hz. Ümmü Seleme Hz. Âişe’nin ölümü üzerine bir çığlık atmıştı ve: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki o, Hz. Peygamber’e insanların en sevimli olanıydı. Babası bundan müstesnadır.” demişti.[1432]

Bakî‘ kabristanında düzen ve intizam yönünden diğerlerinden daha farklı olan ve taşlarla çevrili sadece iki mezar vardı. Bunlardan bir tanesi Hz. Peygamber’in hanımı Hz. Âişe’ye diğeri de Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hasan’a aitti.[1433]

Hz. Âişe 17 Ramazan 58/14 Temmuz 678 tarihinde[1434] Salı gününün gecesinde[1435] vefat etmişti. Hz. Âişe vefat ettiğinde altmış altı[1436] yaşındaydı.

SONUÇ

Hz. Âişe ’nin Hayatı, Şahsiyeti ve Hz. Peygamber Sonrası İslâm Tarihindeki Rolü isimli doktora tezimizde şu sonuçlara ulaştığımızı ifade edebiliriz.

Yaklaşık bir asırdır tartışma konusu olan Hz. Âişe’nin evlilik yaşı tartışmaları günümüz bakış açısıyla geçmişi değerlendirmeye kalkışmak gibi bir hatanın en büyük tezahürlerinden birisidir. Oryantalizm hareketinin ilk başladığı yıllarda bile tartışma konusu olmayan Hz. Peygamber’in Hz. Âişe ile evliliği “aydınlanma sonrası Avrupa değerleri” çerçevesinde yeniden gündeme gelmiş ve oryantalistler tarafından Hz. Peygamber’e ve dolayısıyla İslâm’a yeni bir saldırı alanı olarak değerlendirilmiştir.

Bu bakış açısından hareketle Hz. Peygamber’e yapılan “şehvet düşkünü ve sübyancı” ithamları İslâm âleminde konunun tekrar ele alınması gerekliliği fikrini oluşturmuştur. Bu saldırılara bir aksülamel olarak müslüman yazarlar Hz. Âişe’nin evlendiğinde yaşının daha büyük olduğunu gösterme gayretine düşmüşlerdir. Fakat kaş yapayım derken göz çıkartmak kabilinden olan bu gayretler, maalesef sonucu iyice düşünülmeden girişilmiş fevri çıkışlardır. Hz. Âişe’nin evlilik yaşını büyük göstermek adına Buhârî, Müslim gibi en temel kaynaklardaki rivayetler hiçbir değeri yokmuşçasına görmezden gelinmiş, binlerce hadisin râvisi olan Hz. Âişe daha altı yaşında mı, on altı yaşında mı olduğunu bilmeyen bir cahil konumuna düşürülmüştür.

Hz. Âişe’nin yaşını daha büyük göstermeye çalışan yazarların elle tutulur hiçbir kanıtları olmamasına rağmen rivayetleri son derece zorlayarak girdikleri ispat çabalarının da ilmî bir dayanağı yoktur. Bu yazarlar lehlerinde olabilecek en zayıf rivayetleri bile kullanmaktan kaçınmazken çok daha güvenilir kaynaklarda yer alan aleyhteki rivayetleri görmemezlikten gelmeyi tercih etmişlerdir. Hz. Âişe’nin yaşının daha büyük olduğunu savunan yazarların bazılarını istisna tutmak kaydıyla Hz. Âişe hakkında hiçbir ciddi araştırma yapma gereği duymadıkları da tarafımızca gözlemlenmiştir. Bu konuda ibret olarak Yaşar Nuri Öztürk gösterilebilir. Bir akademisyen olmasına rağmen Doğrul’un yaptığı çok büyük hataları bile aynıyla eserine almıştır.

Bize göre Hz. Âişe’nin evlilik yaşını büyük göstermeye çalışmak anlamsız bir savunma psikolojisinden ibarettir. Günümüz bakış açısıyla değerlendirildiğinde, zamanımıza uygun olmayan bu evlilik o dönem şartları içerisinde gayet sıradan bir vakıadır. Benzer birçok evlilik o dönemde yapılmış ve bu evlilikler toplum tarafından eleştirilmemiştir.

Hz. Âişe’nin evlilik yaşı bize göre kaynaklarda zikredilen rivayetlerin aynısı olup Hz. Âişe Hz. Peygamber ile altı veya yedi yaşlarında nişanlanmış, dokuz veya on yaşında evlilik gerçekleşmiştir. O dönemde tarih düşme geleneğinin olmaması sebebiyle belki bir iki yaş farklı olabilir. Bu makul bir yanılma payıdır. Fakat Hz. Âişe gibi entelektüel bir insanın yaşı hakkında on yıl yanılması kabul edilebilir bir yanılma payı değildir.

Çalışmamızda elde ettiğimiz sonuçlardan bir diğeri de Hz. Peygamber ve Hz. Âişe’nin birbirlerine çok derin bir sevgiyle bağlı olduklarıdır. Hz. Âişe Hz. Hatice’nin vefatından sonra Hz. Peygamber için büyük bir teselli kaynağı olmuştur. Fakat Hz. Hatice’nin yeri Hz. Peygamber için hiçbir zaman ulaşılamaz bir seviyededir. Hz. Peygamber Hz. Âişe’nin dinî olmayan konularda yaptığı hatalara karşı çok büyük müsamaha göstermiş, ancak söz konusu Hz. Hatice olduğunda onun aziz hatırasına laf etmesine izin vermemiştir. Hz. Âişe de bu durumun farkına vararak Hz. Peygamber’i üzecek bu davranışlarını tekrar etmemiştir.

Hz. Âişe ömrü boyunca bu sevgili eşini başka birçok kumasıyla paylaşmak zorunda kalmıştır. Fakat Hz. Peygamber’in diğer eşlerinden hiçbiri Hz. Âişe’nin sahip olduğu ayrıcalığa erişememiştir. Hz. Âişe Hz. Peygamber’in yanında sahip olduğu bu eşsiz konumu bilmesine rağmen yine de kıskançlıktan kurtulamamıştır. Çok basit durumlarda bile kıskançlıktan titreyecek kadar ileri gittiği anlar olmuştur. Bazen bu kıskançlıklar sebebiyle Hz. Peygamber’e de çok kızdığı anlar olmuş ve söylememesi gereken bazı sözleri de Hz. Peygamber’e karşı sarf etmiştir. Hz. Peygamber onun bu durumunu iyi bildiği için kendisine gayet yumuşak bir uslupla karşılık vermiştir. Ancak bazı durumlarda Hz. Âişe o kadar şanslı olamamış Hz. Peygamber’e karşı sarf ettiği sözleri babası Hz. Ebû Bekir işittiğinde çok daha sert bir tepkiyle karşılaşmış hatta bezen bu sebeple Hz. Ebû Bekir’in kaba kuvvete başvurduğu da olmuştur. Her ne kadar bazen ileri gitmiş olsa da Hz. Âişe gibi Hz.Peygamber’e aşırı bir sevgiyle bağlı olan bir eşin bu kıskançlıkları makul görülmelidir.

Hz. Âişe’nin kişiliğinde bazı olumsuz yönlerin olduğu bir gerçektir. Çabuk sinirlenmesi ve kendisine karşı yapılan bir hatayı kolaylıkla affedememesi bu olumsuz özelliklerinden bazılarıdır. Fakat tüm olumsuzluklarına rağmen güçlü şahsiyetiyle, özgüveniyle, hayâsıyla, ibadete düşkünlüğüyle, cömertliğiyle ve tevazuuyla Hz. Âişe örnek bir müslüman hanımdır.

Hz. Âişe’nin örnek vasıfları içerisinde öne çıkan ise onun ilim aşkı ve kuvvetli hitabetidir. Hz. Âişe güçlü hafızası ve öğrenme arzusu sebebiyle İslâm’ın her karesinin fotoğrafını çekmeyi başarmış, özellikle Hz. Peygamber’in vefatından sonra üstün hitabet yeteneğiyle birlikte İslâm’ı en doğru bir şekilde insanlara aktarmaya gayret etmiştir. O sadece bir emanetçi gibi gördüklerini ve duyduklarını aynıyla kabul etmemiş, en doğru şekilde bilgileri anlamaya çalışmış, eleştirel bir bakış açısıyla olayları analiz etmiştir. Hz. Peygamber döneminde elde ettiği birikimi de iletmekle kalmamış yapılan birçok hataya anında tepki vererek yanlış anlaşılmaların ve yanlış aktarımların önüne geçmeyi başarmıştır. Bu sebeple Hz. Âişe kendisi için kullanılan ilk hadis münekkidi payesini hak etmiştir. Hz. Âişe sadece İslâmî ilimlerde değil döneminde bulunan birçok ilim dalında bir otorite olmayı başarmıştır. Her ne kadar bu durum Hz. Âişe’yi çok üzmüş olsa da onun ilmî alanda elde ettiği bu başarı da çocuk sahibi olmamasının da büyük bir katkısı vardır. O, Hz. Peygamber’in diğer eşlerinin aksine bütün enerjisini Hz. Peygamber’den ilim öğrenme yolunda harcamıştır. Hz. Âişe rivayet ettiği binlerce hadisle İslâm âlemine erişilmez bir katkı sunmuştur. Şayet Hz. Âişe olmasaydı özellikle Hz. Peygamber’in özel hayatına dair birçok nokta kapalı kalacaktı.

Hz. Âişe’nin halifeler dönemindeki hizmetlerine gelince o Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde siyasi olaylara müdahale etmemiştir. Bazı yazarların ve grupların iddia ettiği gibi babasının halife olmasında herhangi bir dahli olmamıştır. Hatta bu iddiaların aksine babasının Hz. Peygamber’in makamına geçip namaz kıldırmasını dahi arzu etmemiştir. Çünkü Hz. Peygamber’den sonra onun makamına geçecek kişinin uğursuz sayılacağını düşünmüştür.

Hz. Âişe’nin, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer dönemlerindeki hizmetleri toplumun irşadıyla sınırlı kalmıştır.

Bazı yazarlar aksini iddia etse de Hz. Osman döneminde de Hz. Âişe’nin yönetim üzerinde bir etkisi olmamıştır. Hz. Osman’ın yönetiminden memnun olmayan bazı gruplar o dönemde toplumun önde gelen şahsiyetlerinin yanına gelerek bazı konularda onlardan yardım istemişlerdir. Hz. Âişe de sahip olduğu konum itibariyle kendisinden yardım istenilen kişilerden birisidir. Hz. Âişe kendisine gelenleri dikkatle dinlemiş ve haklı olduklarını düşündüğü bazı konularda Hz. Osman’dan küçük ricalarda bulunmuştur.

Fakat bazı kaynaklarda Hz. Âişe’nin yaptıkları çok abartılı bir şekilde sunularak Hz. Âişe’nin Hz. Osman’ın en büyük muhalifleri arasında olduğu iddia edilmiştir. Hz. Osman’a ilk defa Na‘sel lakabını takanın o olduğu, yanına gelenlerin tamamına Hz. Peygamber’in eski elbiselerini göstererek: “Rasûlullah’ın elbiseleri eskimeden Osman onun sünnetini eskitti.” dediği şeklinde rivayetler aktarılmıştır. Aynı kaynaklar Hz. Âişe’nin Hz. Osman’a olan muhalefetinin sebebini de kendi kabilesinden ve akrabası olan Talha’yı halife yapmak için bunları yaptıklarını kaydetmişlerdir. Bize göre bunların hiçbirisi doğru değildir. Hz. Âişe’nin Hz. Osman’a muhalefeti o dönemde yaşamış olan herhangi bir sahâbîninkinden daha fazla değildir.

Hz. Âişe’nin Cemel Savaşı’yla sonuçlanan çıkışı da Hz. Osman’ın öldürülmesi olayının bir devamıdır. Hz. Âişe bazılarının iddia ettiği gibi sadece Hz. Ali ile geçmişte yaşadıkları bazı olumsuzluklar sebebiyle böyle bir muhalefet hareketine katılmamıştı. Tabi bu Hz. Âişe’nin özellikle İfk Olayı’ndaki tavrı sebebiyle Hz. Ali’ye kızgın ve kırgın olmadığı manasına gelmemektedir. Hz. Ali’nin İfk Olayı’ndaki tavrı Hz. Âişe’nin ruhunda ona karşı büyük bir kırgınlığa sebep olmuştur. Hz. Âişe’nin bu çıkışında da bu olayın etkisi mevcuttur. Fakat Hz. Âişe ne kişisel husumeti sebebiyle ne de hilafet hırsı sebebiyle bu harekete katılmıştı. Onun kalkıştığı bu muhalefetin temel sebebi Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmaması ve bir grup zorba tarafından hilafetin hiç kimsenin fikri alınmadan Hz. Ali’ye verilmesiydi. Birbiriyle çok çelişen birçok rivayet olmasına rağmen Hz. Ali’nin halifeliğe geliş şekli böyledir. Hz. Osman’ı öldüren grup toplumun tamamını baskı altına alarak Hz. Ali’yi halife seçmişlerdi. Normal şartlarda Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr de hilafetin en güçlü adayının Hz. Ali olduğunu takdir ediyorlardı. Fakat Hz. Ali’nin himayesinde büyüyen Hz. Âişe’nin kardeşi Muhammed b. Ebû Bekir’in Hz.Osman’a karşı başlatılan isyanın liderlerinden biri olması ve Hz. Osman’ı öldüren küçük grubun içerisinde de yer alması Hz. Ali’nin hilafetine karşı halkın bakış açısını olumsuz etkilemiştir. Emevîler’in de aleyhte propagandası sayesinde Hz. Ali Hz. Osman’ın katiliymiş gibi bir hava meydana gelmiştir.

Bazı yazarlar Hz. Ali’nin hilafetinin hiçbir zaman tartışma konusu olmadığını, tek problemin Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmaması olduğunu iddia etmişlerdir. Ancak bu açıklamalar maalesef duygusallığın ötesine geçememektedir. Şayet durum bundan ibaret olsaydı, Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’in başkaldırılarının hiçbir haklı tarafı olamazdı. Meşru bir halife görevdeyken her isteyen birilerini cezalandırmak için asker toplayamazdı.

Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr bu yolculuğa çıkarken amaçları böyle kanlı bir savaşa sebep olmak değildi. Onların niyeti muhtemelen asilerin karşı koyamayacağı kadar büyük bir ordu kurarak Medine’ye gelmek ve asileri cezalandırarak hilafeti şûraya teslim etmekti. Fakat olaylar düşündükleri gibi gerçekleşmemiş, ilk olarak Basra’da bir savaşa girmek zorunda kalmışlardı. Bu savaş esnasında Hz. Osman’ın katline ortak olanlardan bazılarını öldürmüşlerdi. Fakat öldürdükleri insanların hepsinin Hz. Osman’ın katili olması da mümkün gözükmemektedir.

Hz. Âişe’nin bu olaydaki rolü ise beklentisinin tamamıyla aksi yönde gerçekleşmiş. Hz. Âişe insanların arasında sulh yapmak için çıktığı bu yolculukta kendisinin de asla tahmin edemeyeceği bir şekilde savaşın uzamasına ve daha fazla insanın ölmesine sebep olmuştu. Talha’nın hemen savaşın başında yaralanması ve Zübeyr’in savaş alanını terk etmesinden sonra Talha ve Zübeyr’in taraftarlarının kaçmamalarının tek nedeni Hz. Âişe’nin varlığıydı. Herkes Hz. Âişe’yi koruyabilmek adına sebat ediyordu. Bu sebeple Hz. Âişe’nin devesinin etrafında yoğunlaşan savaşta her iki taraftan da birçok insan ölmüştü.

Talha ve Zübeyr’in hilafete hırsları var mıydı? Şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki Talha ve Zübeyr’in hilafet hırsı varsa bile Hz. Ali’ninkinden fazla değildi. Kaynakların genelinden çıkarttığımız sonuca göre Talha hilafet hususunda daha istekli gözükmektedir. Zübeyr’e gelince, onun halifeliğe karşı meyli olduğuna dair bir rivayet kaynaklarda göremedik. Fakat oğlu Abdullah’ın babası adına böyle bir isteği olduğunu düşünmekteyiz. Hz. Âişe’yi de bu yola sevk eden Abdullah b. Zübeyr olmuştur.

Bu olaydan sonra Hz. Âişe ömrünün geri kalanında siyasî olayları takip etmeyi bırakmamıştı. Fakat yaşanan olaylara fiilî olarak müdahale etmekten de kaçınmıştı. Ömrünün son anına kadar da Cemel Savaşı’yla sonuçlanan bu çıkışından pişmanlık duymuştu. Ancak Hz. Âişe’nin pişmanlığının sebebi kendilerini haksız, Hz. Ali’yi haklı gördüğü için değildi. Hz. Âişe sadece böyle kanlı bir savaşın tarafı olduğu için pişmanlık duyuyordu.

Hz. Âişe en çok hadis rivayet eden raviler arasındadır. Hz. Âişe hakkında yaptığımız bu çalışma esnasında Hz. Âişe’nin hadisçiliği konusunda bazı çalışmaların yapıldığını ancak bu konunun yeterli bir şekilde ele alınmadığını müşahede ettik. Hz. Âişe’nin hadisçiliği konusunda lisansüstü çalışmaların yapılması gerektiğini düşünmekteyiz. Böyle çalışmalar yapıldığı taktirde Hz. Âişe’nin hadis ilmine sunduğu katkılar daha detaylı ve toplu bir şekilde görülebilecektir.

Benzer şekilde dilimizde Hz. Âişe’nin fıkıhçılığı konusunda da kapsamlı bir çalışma bulunmamaktadır. Bu konu hakkında da lisansüstü çalışmalar yapıldığında önemli bir eksikliğin doldurulacağını düşünmekteyiz.

Tezimizin Cemel Savaşı’nı incelediğimiz bölümünde bu dönem olaylarının anlatıldığı eserlerin Şiî rivayetleri tarafından istila edildiğini müşahede etmiş bulunmaktayız. Bu dönem olayları hakkında çok fazla uydurma rivayet bulunması ve birçok eserde olayların çok kopuk ve müphem şekilde aktarılmış olması sebebiyle bu olayın ciddi bir şekilde ele alınması gerektiğini düşünmekteyiz. Cemel Savaşı hakkında dilimizde makale ve tez çalışmalarının bulunmaması da araştırmacıların işini bir hayli zorlaştırmaktadır. Böylesine önemli bir konunun hiç kimse tarafından özel olarak çalışılmamış olmasının da çok büyük bir eksiklik olduğunu düşünmekteyiz. Bu konu çok karışık ve uzmanlık gerektiren bir konu olduğu için bir doktora tezi ciddiyetiyle özel olarak ele alınması gerekmektedir.



[1] Kandemir, M. Yaşar, Mevzû Hadisler: Menşe’i, Tanıma Yolları, Tenkidi, İFAV, İstanbul, 1997, s. 27-61; Turhan, Halil İbrahim, Cerh Tadil İlminin Hicrî İlk İki Asırdaki Gelişim Seyri, STS Yayınları, Rize, 2014, s. 38.

[2] Müslim, Ebü’l-Hüseyin Müslim b. el-Haccâc b. Müslim el-Kuşeyrî (ö. 261/875), Sahîh, Dâru İbni Hazm, Beyrût, 2010, s. 17.

[3] İbn Kayyim el-Cevziyye, Ebû Abdullah Şemsüddîn Muhammed b. Ebû Bekir b. Eyyûb ez-Züraî ed- Dımaşkî el-Hanbelî (ö. 751/1350), el-Menârü’l-Münîf fi’s-Sahîh ve’z-Zâif, tah. Abdülfettâh Ebû Gudde, Mektebetü’l-Matbû‘âti’l-İslâmiyye, 11. Baskı, Beyrût, 2004, s. 116; Ekinci, Muhammed Salih, Tarihte Metod ve Tarihi Tetkikler Işığında Sahabe Dönemi, çev. Mehmet Ecir Eşiyok, Konya, ts., s. 219; Bilmen, Ömer Nasuhi (ö. 1391/1971), Ashâb-ı Kirâm Hakkında Müslümanların Nezih İtikadları, Hisar Yayınevi, İstanbul, 2013, s. 192-193.

[4]  Ekinci, s. 13; Akbulut, Ahmet, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkileri, Birleşik Yayıncılık, İstanbul, 1992, s. 27; Aşıkkutlu, Emin, Hadiste Rical Tenkidi: Cerh ve Tadil İlmi, İFAV, İstanbul, 1997, s. 44; Seyyid Muhammed Nuh, Sahâbe Neslinin Hadis İlmine Katkıları, çev. Mehmet Eren, Ravza Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2010, s. 38.

[5] Ekinci, s. 224; Bilmen, s. 161.

[6] Karaman, Hayrettin vd., Kur ’ân ’ı Kerîm ve Açıklamalı Meali, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 13. Baskı, Ankara, 2005.

[7] İmam Mâlik, Ebû Abdullah Mâlik b. Enes b. Mâlik b. Ebû Âmir el-Asbahî el-Yemenî (ö. 119/195),

el-Muvatta, Çağrı Yayınları, İstanbul, 2008; Ahmed b. Hanbel, Ebû Abdullah Ahmed b. Muhammed b. Hanbel eş-Şeybânî (ö. 241/855), el-Muhassalu li-Müsnedi’l-İmâmi Ahmed b. Hanbel, der. Abdullah b. İbrahim b. Osman el-Kara‘âvî, Dârü’l-Âsıme, 2. Baskı, Riyâd, 2006; Dârimî, Ebû Muhammed

Abdullah b. Abdurrahman b. el-Fazl (ö. 255/869), Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1981; Buhârî, Ebû

Abdullah Muhammed b. İsmail b. İbrahim el-Cu‘fî (ö. 256/870), Sahîh, tah. ve tahr. Ahmed Zehve-

Ahmed İnâye, Dârü’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrût, 2011; Müslim, Sahîh; İbn Mâce, Ebû Abdullah

Muhammed b. Yezîd Mâce el-Kazvîni (ö. 215/888), Sünen, haz. Muhammed Berber, el-Mektebetü’l-

Asrıyye, Beyrût, 2013; Ebû Dâvûd, Süleyman b. el-Eş‘as b. İshâk es-Sicistânî el-Ezdî (ö. 215/889), Sünen, Haz. İzzet Ubeyd ed-De‘âs-Âdil es-Seyyâd, Dâru İbni Hazm, 1. Baskı, Beyrût, 1997; Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa b. Sevre (Yezîd) (ö. 219/892), el-Câmi‘u’s-Sahîh, Haz. Muhammed Nasıruddîn el-Elbânî-Ebû Ubeyde Meşhûr b. Hasan Âli Selmân, Mektebetü’l-Me‘ârif, 1. Baskı, Riyâd, ts.; Nesâî, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şu‘ayb b. Ali (ö. 303/915), Sünen-i Nesâî: bi Şerhi’l- Hâfız Celâleddîn es-Süyûtî ve Haşiyeti’l-İmâmi’s-Sindî, tah. Mektebü Tahkîki’t-Türâsi’l-İslâmî, Dârü’l-Ma‘rife, Beyrût, ts.

[14]            Vâkidî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ömer b. Vâkid (ö. 201/822), Kitâbü ’l-Megâzî, tah. Marsden Jones, Âlemü’l-Kütüb, 3. Baskı, Beyrût, 1984.

[15]            Şeşen, Ramazan, “Vâkidî”, İA, Eskişehir, 1997, XIII, 151.

[16] İbn Hişâm, Ebû Muhammed Cemâlüddîn Abdülmelik b. Hişâm b. Eyyûb (ö. 218/833), es-Sîretü ’n- Nebeviyye, tah. Mustafa es-Sakâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhafîz Şiblî, Dârü’l-İhyâi’l-Türâsi’l-Arabî, Beyrût, ts.

[17] Fayda, Mustafa, “İbn İshak”, DİA, İstanbul, 1999, XX, 94.

[18] Fayda, Mustafa, “İbn Hişâm”, DİA, İstanbul, 1999, XX, 71-72.

[19] İbn İshâk, Ebû Abdullah Muhammed b. İshâk b. Yesâr b. Hıyâr el-Muttalibî el-Kureşî el-Medenî (ö. 151/768), Sîretü İbn İshâk el-Müsemmâ bi-Kitâbi’l-Mübtede’ ve’l-Meb‘as ve’l-Megâzî, tah. Muhammed Hamîdullah, Fas, 1976.

[20]  Süheylî, Ebü’l-Kâsım Abdurrahman b. Abdullah b. Ahmed el-Has‘amî (ö. 581/1185), Ravzü’l-Ünüf fi Şerhi Sîreti’n-Nebeviyye, tah. Ömer Abdüsselâm es-Selâmî, Beyrût, 2000.

[21] İbn Sa‘d, Ebû Abdullah Muhammed b. Sa‘d b. Meni‘ el-Kâtib el-Hâşimî el-Basrî el-Bagdâdî (ö. 230/845), et-Tabakâtü ’l-Kübrâ, tah. Muhammed Abdülkâdir Atâ, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 2. Baskı, Lübnan, 2012.

[22] Fayda, Mustafa, “İbn Sa‘d”, DİA, İstanbul, 1999, XX, 295.

11 İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim ed-Dîneverî (ö. 276/886), Me‘ârif, tah. Muhammed Ali Beydûn, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 2. Baskı, Beyrût, 2003.

[24] İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim b. Kuteybe ed-Dineverî (ö. 276/889), el-îmâme ve ’s-Siyâse, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 3. Baskı, Beyrût, 2009.

[25]  Belâzürî, Ebü’l-Hasen Ahmed b. Yahyâ b. Câbir b. Dâvûd (ö. 279/892), Ensâbü ’l-Eşrâf tah. Muhammed Hamîdullah-Süheyl Zekkâr-Riyâz Ziriklî, Dârü’l-Fikr, 1. Baskı, Beyrût, 1996.

[26]  Belâzürî, Ebü’l-Hasen Ahmed b. Yahyâ b. Câbir b. Dâvûd (ö. 279/892), Fütûhu ’l-Büldân, çev. Mustafa Fayda, T. C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2002.

[27] Hizmetli, Sabri, îslâm Tarihçiliği Üzerine, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1991, s. 131.

[28]  Taberî, Ebû Ca‘fer Muhammed b. Cerîr b. Yezîd el-Âmülî et-Taberî el-Bagdadî (ö. 310/923), Târîhu ’l-Ümem ve ’l-Mülûk, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 5. Baskı, Beyrût, 2012.

[29] Günaltay, Şemseddin, îslâm Tarihinin Kaynakları, haz. Yüksel Kanar, Endülüs Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 1991, s. 35.

[30]  Seyf b. Ömer et-Temimî (ö. 180/796), el-Fitne ve Vak‘atü’l-Cemel, tah. Ahmed Râtib Armûş, Dârü’n-Nefâes, 9. Baskı, Beyrût, 2008, s. 11; Fayda, Mustafa, “Seyf b. Ömer”, DîA, İstanbul, 2009, XXXVII, 28.

[31] Halîfe b. Hayyât, Ebû Amr Halîfe b. Hayyât b. Halîfe eş-Şeybânî el-Basrî (ö. 240/855), Târih, tah. Mustafa Necîb Fevvâz-Hikmet Keşlî Fevvâz, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 1. Baskı, Beyrût, 1995.

[32]  İbn Habîb, Ebû Ca‘fer Muhammed b. Habîb b. Ümeyye b. Amr el-Hâşimî (ö. 245/860), el- Muhabber, tah. İlse Lichtenstadter, Dârü’l-Âfâki’l-Cedide, Beyrût, ts.

[33]  Ya‘kûbî, Ebü’l-Abbâs Ahmed b. Ebî Ya‘kûb İshâk b. Ca‘fer b. Vehb b. Vâzıh (ö. 292/905), Târîhu ’l Ya ‘kûbî, tah. Abdülemîr Mihna, Şirketü İ‘lemî li’l-Matbû‘ât, Beyrût, 2010.

[34] Beyhakî, Ebû Bekir Ahmed b. Hüseyin b. Ali (ö. 458/1066), Delâilü ’n-Nübüvve ve Ma ‘rifeti Ahvâli Sâhibü ’ş-Şerî‘a, tah. Abdülmü‘tî Kal‘acî, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 1. Baskı, Beyrût, 1988.

[35] İbn Abdilber, Ebû Ömer Cemâlüddîn Yûsuf b. Abdullah b. Muhammed (ö. 463/1071), ed-Dürer fî Îhtisâri’l-Megâzîve’s-Siyer, tah. Şevkî Dayf, Kahire, 2002.

[36]  İbn Abdilber, Ebû Ömer Cemâlüddîn Yûsuf b. Abdullah b. Muhammed (ö. 463/1071), el-îstî‘âb fî Ma ‘rifeti’l-Eshâb, tah. Ali Muhammed el-Becâvî, Dârü’l-Cîl, Beyrût, 1992.

[37] İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Sâid b. Hazm el-Endelüsî el-Kurtubî (ö. 456/1064), Cevâmi‘u ’s-Sîreti’n-Nebeviyye, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 1. Baskı, Beyrût, 1983.

[38]  İbnü’l-Esîr, Ebü’l-Hasen İzzüddîn Ali b. Muhammed b. Muhammed eş-Şeybânî el-Cezerî (ö. 630/1233), el-Kâmil fi’t-Târîh, tah. Ebü’l-Fidâ’ Abdullah el-Kâzî-Muhammed Yûsuf ed-Dakkâk, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 5. Baskı, Beyrût, 2010.

[39]  İbnü’l-Esîr, Ebü’l-Hasen İzzüddîn Ali b. Muhammed b. Muhammed eş-Şeybânî el-Cezerî (ö. 630/1233), Üsdü’l-Gâbe fî Ma‘rifeti’s-Sahâbe, tah. Ali Muhammed Mü‘avviz-Âdil Ahmed Abdilmevcûd, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrût, ts.

[40] Zehebî, Ebû Abdullah Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed b. Osman (ö. 748/1347), Târîhu ’l-îslâm ve Vefeyâtü ’l-Meşâhîri ve ’l-A ‘lâm, tah. Ömer Abdüsselâm Tedmürî, Dârü’l-Kitâbi’l-Arabi, 2. Baskı, Beyrût, 1990.

[41] Zehebî, Ebû Abdullah Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed b. Osman (ö. 748/1347), Siyeru A ‘lâmi’n- Nübelâ, tah. Şu‘ayb el-Arnaût vd., Müessesetü’r-Risâle, 3. Baskı, Beyrût, 1985.

[42] İbn Kesîr, Ebü’l-Fidâ İmâdüddîn İsmail b. Şihâbüddîn Ömer b. Kesîr b. Dav’ b. Kesîr el-Kaysî el- Kureşî (ö. 774/1373), el-Bidâye ve ’n-Nihâye, tah. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, Hicr li’t-Tıbâ’a ve’n-Neşr, 1. Baskı, Cîze, 1997.

[43]  İbn Hacer el-Askalânî, Ebü’l-Fazl Şihâbüddîn Ahmed b. Ali b. Muhammed el-Askalânî (ö. 852/1449), el-îsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, tah. Sıdkî Cemîl el-Attâr, Dârü’l-Fikr, 1. Baskı, Beyrût, 2001.

[44] Yâkût el-Hamevî, Ebû Abdullah Şihâbüddîn Yâkût b. Abdullah (ö. 626/1229), Mü ‘cemü ’l-Büldân, Dârü’s-Sadr, Beyrût, 1977.

[45] Afgânî, Sa‘îd (ö. 1417/1998), Âişetü ve ’s-Siyâsiyyetü, Dârü’l-Beşâir, 1. Baskı, Dımaşk, 2010.

[46] Askari, Seyyid Murtazâ, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, çev. Alaaddin Pazargadi, Tahran, 2000.

[47]  Gavsi, Mehmed, Ümmül Müminin: Peygamberin En Sevgili Zevcesi Ayşe Radiyallahüanha, Ergin Kitabevi, İstanbul, 1956; Pilâvoğlu, Elhâc Mehmed Kemâl, Hazreti Aişe Validemiz, Güven Matbaası, Ankara, 1965; Necefzade, Yakub Kenan, Ayşe Anamız: Doğumundan Ölümüne Kadar Ayşe Anamızın Hayatı, Atlas Kitabevi, İstanbul, 1967; Mutlu, İsmail, Mü’minlerin Annesi Hazreti Aişe, Mutlu Yayıncılık, 3. Baskı, İstanbul, 1996; Asımgil, Sevim, insanlık Tarihinin En Seçkin Hanımefendisi: Resul’ün Hümeyrâ’sı Hz. Aişe, İpek Yayıncılık, 4. Baskı, İstanbul, 1997; Abbott, Nabia (ö.

1428/1981), Hz. Muhammed’in Sevgili Eşi Ayşe, Yurt Kitap-Yayın, 1. Baskı, Ankara, 1999; Nedvî, Süleyman (ö. 1372/1953), Hazreti Aişe, çev. Ahmet Karataş, Timaş Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2004; Ceylan, Meryem Canan, Entelektüel ve Siyasi Bir Kişilik Olarak Hz. Aişe, Ahsen Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2005; Balcı, Ramazan, En Sevgilinin Sevgilisi Hz. Âişe: Hayatı ve Şahsiyeti, Nesil Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2005; Haylamaz, Reşit, Mü’minlerin En Mümtaz Annesi Hazreti Âişe Radıyallahu Anhâ, Işık Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2009; Subaşı, Ebubekir, Müminlerin Annesi Hazreti Aişe, Mavi Lale Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2010; Temiz, Ahmet Emin, Hazreti Aişe, Cihan Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, 2011; Kesmez, Ümit, İlim ve İffet Timsali Hazreti Aişe, Muştu Yayınları, İzmir, 2013.

[48]  Bursalı, Mustafa Necati (ö. 1430/2009), İffet ve İsmet Timsali Hz. Âişe Radiyallahu Anha, Çelik

Yayınevi, İstanbul, 2003; Akıncı, Ahmet Cemil, Hz. Aişe, Bahar Yayınları, İstanbul, 2005; Hümeyrâ,

Medine Mücevheri Hz. Aişe, Yunus Yayınevi, 1. Baskı, Kahramanmaraş, 2009; Pasha, Kamran,

Müminlerin Annesi, çev. Muhtesim Güvenç, Epsilon Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul 2010; Eraslan, Sibel, Aişe: Meleklerin Selam Verdiği Kadın, Timaş Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2014.

Aşık, Nevzat, Hazreti Âişenin Hadisciliği, Öğrenci Basımevi, İzmir, ts.; Zerkeşî, Ebû Abdullah Bedrüddîn Muhammed b. Bahâdır b. Abdullah et-Türkî el-Mısrî el-Minhâcî ez-Zerkeşî eş-Şâfiî (ö. 794/1392), Hz. Âişe’nin Sahâbeye Yönelttiği Eleştiriler, çev. ve ekler. Bünyamin Erul, Kitâbiyât, 3. Baskı, Ankara, 2007; Gündüz, Menar, Müsned-i Âişe, Konevi Yayınları, 1. Baskı, Konya, 2008.

Kaluç, Hasan, Hz. Aişe, İslamoğlu Yayıncılık, İstanbul, 1996; Ferşadoğlu, Saliha, Hz. Aişe’nin îzinde, Yeni Asya Neşriyat, 1. Baskı, İstanbul, 2010; Kara, Hilal Çelikkol, Hz. Aişe, Nesil Çocuk, İstanbul, 2011; Yılmaz, Ömer, Müminlerin En Sevgili Annesi Hazreti Âişe Radıyallahu Anha, Muştu Yayınları, İzmir, 2013.

Yılmaz, Nimet, Hz. Âişe’nin îlk Müslüman Topluma Sosyolojik Etkileri: Din Sosyolojisi Açısından Karizmatik Tip Araştırması, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 1998; Tütün, Sevgi, et-Taberî’nin Câmiu’l-Beyân îsimli Eserinde Hz. Âişe’den Yapılan Rivâyetlerin Tespiti ve Değerlendirilmesi, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir, 1999; Aynacı, Mediha, Hz. Âişe’nin îctihadında Takip Ettiği Usûl, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2001; Uslan, Pınar, Hz. Âişe’nin Bayan Öğrencileri, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir, 2003; Mahmat, Emine Cankat, Hz. Âişe’nin Siyasi Olaylardaki Rolü, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Elazığ, 2004; Görmez, Hatice, Hz. Âişe’nin Tefsir Rivayetleri, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2006; Öztürk, Nilgül, Hz. Âişe ve Tefsir îlmindeki Yeri, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Şanlıurfa, 2007; İla, Sevde, Hz. Âişe ve Peygamber Sonrası Siyasi Hayattaki Rolü, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Adana, 2007; Gümüş, Aliye, îfk Hadisinin Tahlili, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2008; Velioğlu, Neriman, Hz. Âişe’nin Hadis îlmindeki Yeri ve Metin Tenkidi Yöntemleri, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Fatih Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2014.

Zerkeşî, Ebû Abdullah Bedrüddîn Muhammed b. Bahâdır b. Abdullah et-Türkî el-Mısrî el-Minhâcî ez-Zerkeşî eş-Şâfiî (ö. 794/1392), el-îcâbe li-Îradi mâ îstedrekethu Âişe ale’s-Sahâbe, tah. Rıfat Fevzî Abdülmuttalib, Mektebetü’l-Hâncî, 1. Baskı, Kahire, 2001.

Köksal, M. Asım (ö. 1419/1998), îslâm Tarihi, Şamil Yayınevi, İstanbul, 1987.

Hamîdullah, Muhammed (ö. 1423/2002), îslâm Peygamberi, çev. Salih Tuğ, İrfan Yayımcılık, 5. Baskı, İstanbul, 2001.

 

[51] İbn Hişâm, IV, 305; İbn Sa‘d, VIII, 46; Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ, II, 135.

[52] İbn Sa‘d, VIII, 46; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1881; İbnü’l-Esîr, Üsdü ’l-Gâbe, VII, 186; Nüveyrî, Şehâbeddin Ahmed b. Abdülvehhâb b. Muhammed (ö. 733/1333), Nihâyetü ’l-Ereb fi Fünûni’l-Edeb, el-Hey’etü’l-Mısriyyetü’l-Âmme li’l-Kitâb, Kahire, 1975, XVIII, 174; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n- Nübelâ, II, 135.

[53] Nedvî, Süleyman (ö. 1372/1953) İslâm Târihi Asrı Sa‘âdet: Hazreti Âişe, çev. ve ekler. Ömer Rıza Doğrul, Gündoğdu Matbaası, İstanbul, 1928, V, 11; Haylamaz, s. 13.

[54] İbn Sa‘d, VIII, 62-63; Hâkim, Ebû Abdullah Muhammed b. Abdullah b. Muhammed el-Hâkim en- Nîsâbûrî (ö. 405-1014), Müstedrek ale’s-Sahîhayn, tah. Mustafa Abdülkâdir Atâ’, Dârü’l-Kütübü’l- İlmiyye, 2. Baskı, Beyrût, 2002, IV, 6; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 187; Şâmî, Ebû Abdullah Şemsüddîn Muhammed b. Yûsuf b. Ali b. Yûsuf es-Sâlihî (ö. 942/1536), Ezvâcü’n-Nebî, tah. Muhammed Nizameddin el-Füteyyih, Dârü’l-Kelimi’t-Tayyib, 1. Baskı, Beyrût, 2006, s. 78; Habeş, Refîde, Aişe bint Ebû Bekir es-Sıddîk: Seyyidetü ’d-Dâ ‘îyâti fi’l-İslâm, Dârü’l-Hayr, Beyrût, 1990, s. 5.

[55] İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 187; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 78.

[56] İbn İshâk, s. 124; İbn Hişâm, I, 290; İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 93.

[57] Buhârî, Salât 86; Kefâlet 4; Habeş, s. 5.

[58] Dârimî, Nikâh 48; Buhârî, Nikâh 22; Müslim, Razâ‘ 3; İbn Mâce, Nikâh 38; Ebû Dâvud, Nikâh 8; Tirmizî, Razâ‘ 2; Nesâî, Nikâh 49.

[59] Dârimî, Nikâh 52; Buhârî, Şehâdât 7; Müslim, Razâ‘ 32; İbn Mâce, Nikâh 37; Ebû Dâvud, Nikâh 9; Nesâî, Nikâh 51.

[60]   Arap kültüründe kadın ve erkeğin evlenmelerine karar verildiği zaman nikâhları hemen kıyılmaktaydı. Aynı durum Hz. Peygamber ile Hz. Âişe’nin evlilikleri için de geçerliydi. Fakat fiilî anlamda evlilik başlamamış olduğu için, metin içerisinde karıştırılma ihtimali olan yerlerde, bu süreci kültürümüze daha uygun olan, “nişan” tabiriyle ifade ettik.

[61] İbn Sa‘d, I, 164; İbnü’l-Esîr, Târîh, I, 606; İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 304-316; Kastallânî, Ebü’l- Abbâs Şihâbüddîn Ahmed b. Muhammed b. Ebû Bekir (ö. 923/1517), el-Mevâhibü ’l-Ledünniyye, tah. Muhammed Abdül‘azîz el-Hâlidî, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 1. Baskı, Beyrût, 1996, II, 38; Şulul, Kasım, İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, İnsan Yayınları, İlaveli 3. Baskı, İstanbul, 2011, s. 335-338; Küçükaşçı, Mustafa Sabri, “Senetü’l-Hüzn”, DİA, İstanbul, 2009, XXXVI, 519-520.

[62]   Ahmed b. Hanbel, XVII, 228-229; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 186-187; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 149-150; Heysemî, Ebü’l-Hasen Nûrüddîn Ali b. Ebû Bekir b. Süleymân (ö. 807/1405), Mecma ‘u ’z-Zevâ ’id ve Menba ‘i’l-Fevâid, tah. Abdullah Muhammed Dervîş, Dârü’l-Fikr, Beyrût, 1994, IX, 362-363; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 81-82. Krş. İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188; Hâin, Muhammed Hüseyin el-A‘lemî, Terâcimu A ‘lâmi’n-Nisâ, Müessesetü’l-A‘lemi li’l-Matbû‘ât, Beyrût, 1987, II, 251; Sekâkînî, Vedâd, Ümmehâtü’l-Mü’minîn ve Benâtü’r-Rasûl, Dârü’l-Fikr, 3. Baskı, Dımaşk, 1986, s. 54-57.

[63] İbn Sa‘d, VIII, 47; Buhârî, Nikâh 11.

[64]  İbn Sa‘d, VIII, 47,48; Dârimî, Nikâh 28; Zübeyr b. Bekkâr, Ebû Abdullah (ö. 256/870), el- Müntehab min Kitabi Ezvâci’n-Nebî, tah. Sekîne Şehâbî, Müessesetü’r-Risâle, 1. Baskı, Beyrût, 1983, s. 35; Müslim, Nikâh 73; İbn Mâce, Nikâh 53; Tirmizî, Nikâh 9; Belâzürî, Ensâb, II, 540; Nesâî, Nikâh 18, 77; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1882; Nüveyrî, XVIII, 174; Şulul, s. 338.

[65] İbn Sa‘d, VIII, 47; Heysemî, IX, 365.

[66]  İbn Hişâm, II, 98-99; Ahmed b. Hanbel, XVII, 278-280; Buhârî, Megâzî 28; Büyû‘ 57; İcâre 3; Hâkim, III, 9.

[67] Hicâz’da Kinâne oğullarının konakladığı bir yerdir. Bkz. Yâkût el-Hamevî, I, 531.

[68] Deve üzerine konulan üstü ve çevresi kapalı tahtırevan.

[69] İbn Sa‘d, VIII, 49-50; Belâzürî, Ensâb, II, 546; Taberânî, Ebü’l-Kâsım Müsnidü’d-Dünyâ Süleyman b. Ahmed b. Eyyûb (ö. 360/971), Mü ‘cemü ’l-Kebîr, tah. Hamdî Abdülmecid Selefi, Dâru İbn Hazm, 2. Baskı, Beyrût, 1984, XXIII, 24-25; Hâkim, IV, 5-6; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 152-153; Heysemî, IX, 366; İbn Hacer, el-lsâbe, III, 247; Köksal, VIII, 166-167. Krş. İbn İshâk, s. 240; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 172; İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 546; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 79-80; Demircan, Adnan, Nebevî Direniş Hicret, Beyan Yayınları, İstanbul, 2000, s. 144-145.

[70] Medine çevresindeki yerleşim yerlerinden biri olup Hâris b. Hazrec oğullarının oturdukları yerdir. Orayla Hz. Peygamber’in evinin arasında bir mil mesafe vardı. Bkz. Yâkût el-Hamevî, III, 265.

[71] Heysemî, IX, 364; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 83; Köksal, VIII, 167.

[72]  Sâ‘: Ağzı dar su kabı manasına gelen katı madde ölçeğidir. Bkz. Kallek, Cengiz, “Sâ‘”, DİA, İstanbul, 2008, XXXV, 317. Müd: Öne uzatılarak birleştirilmiş iki avucun aldığı tahıl miktarı manasına gelen eski bir hacim ölçüsüdür. Bkz. Kallek, Cengiz, “Müd”, DİA, İstanbul, 2006, XXXI, 457.

[73]  Ahmed b. Hanbel, XVII, 314-318; Buhârî, Fezâilü’l-Medîne 12; Müslim, Hac 480; Belâzürî, Fütûhu ’l-Büldân, s. 13-14; Nesâî, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb b. Ali (ö. 303/915), Sünenü ’l- Kübrâ, tah. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî vd., Müessesetü’r-Risâle, 1. Baskı, 2001, VII, 64-65.

[74] Dârimî, Nikâh 56; Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 44, 45; Müslim, Nikâh 69; İbn Mâce, Nikâh 13; Ebû Dâvud, Edeb 63; İbnü’l-Cevzî, Ebü’l-Ferec Cemâlüddîn Abdurrahman b. Ali b. Muhammed el- Bagdâdî (ö. 597/1201), Sıfatü ’s-Safve, tahr. Mahmûd Fâhûrî, tah. Muhammed Revvâs Kal‘acî, Dârü’l- Ma‘rife, 3. Baskı, Beyrût, 1985, II, 16; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 83-84.

[75]  Kendisiyle kilo alınmak için kullanılan bir ilaç. Bkz. Yesûî, Luvîs Ma‘lûf (ö. 1368/1947), el- Müncidfi’l-Lügati ve’l-A ‘lâm, Dârü’l-Meşrik, 43. Baskı, Beyrût, 2008, s. 352.

[76] İbn Mâce, Et’ime 37; Ebû Dâvud, Tıb 20; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, VI, 251; Hâkim, II, 202.

[77] Hz. Peygamber devrinde kullanılan Hicaz ukıyyesinin kırk dirheme denk geldiği hususunda görüş birliği vardır. Dolayısıyla Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamber’e 40x12,5=500 dirhem göndermiştir. Bkz. Kallek, Cengiz, “Ukıyye” DİA, İstanbul, 2012, XLII, 67.

[78] İbn Sa‘d, VIII, 49-50; Belâzürî, Ensâb, II, 546; Hâkim, IV, 6; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 152-153; Köksal, VIII, 166-167. Krş. Hâkim, II, 197-198; İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 546; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 79-80.

[79] İbn Hişâm, IV, 301.

[80] İbn Sa‘d, VIII, 47; Heysemî, IV, 518.

[81] Müslim, Nikâh 78; İbn Mâce, Nikâh 17; Ebû Dâvud, Nikâh 29; Tirmizî, Nikâh 23; Hâkim, IV, 23 - 24.

[82]  İbn Hişâm, IV, 302; İbn Sa‘d, VIII, 78; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 285; Ebû Dâvud, Nikâh 29; Nesâî, Nikâh 66; İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 166.

[83]  Dârimî, Nikâh 56; Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 44; Müslim, Nikâh 69; İbn Mâce, Nikâh 13; Ebû Dâvud, Edeb 63; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 16; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 83-84. Bazı rivayetlerde Hz. Âişe’nin dadısının kendisini düğün için hazırladığı zikredilir. Bkz. İbn Sa‘d, VIII, 47.

[84] İbn Hişâm, IV, 301; İbn Sa‘d, VIII, 63-64; Buhârî, Nikâh 9; Belâzürî, Ensâb, II, 545; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 17; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 163-164; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 87, 103.

[85]  İbn Sa‘d, VIII, 46; Belâzürî, Ensâb, II, 540; Hâkim, IV, 5; İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 546, 570; Heysemî, IX, 367-368; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 187.

[86]  Zübeyr b. Bekkâr, s. 35; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1881; Nüveyrî, XVIII, 174; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 135, 141-142; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 187; Moin, Mumtaz, Umm al-Mu ’minin

‘A ’ishah Siddiqah: Life and Work, Taj Company, Delhi, 1982, s. 12-13.

[87] İbn Sa‘d, VIII, 47, 48; Dârimî, Nikâh 28; Müslim, Nikâh 73; İbn Mâce, Nikâh 53; Tirmizî, Nikâh 9; Belâzürî, Ensâb, II, 540; Nesâî, Nikâh 18, 77; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1882; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 164; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 86-87. Rivayetlerin bazılarında Hz. Peygamber’in veya Araplar’ın hanımlarıyla şevvâl ayında evlenmeyi tercih ettikleri kaydedilmektedir.

[88] İbn Sa‘d, VIII, 48; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 87.

[89] Zübeyr b. Bekkâr, s. 35. Krş. Heysemî, IX, 365; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 83; Köksal, VIII, 167.

[90] Ahmed b. Hanbel, XVI, 194-195; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 85-86.

[91]  İbn Sa‘d, VIII, 62-63; Hâkim, IV, 6; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 187; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 78; Habeş, s. 5.

[92] İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 187; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 78.

[93]  Ömer Rıza Doğrul, Süleyman Nedvî’nin İslâm Târihi Asrı Sa ‘âdet: Hazreti Âişe isimli eserine yaptığı çeviri esnasında, yazarın Hz. Âişe’nin yaşı ile ilgili yaptığı açıklamalara itiraz ederek bu konu hakkındaki kendi görüşlerini de ayrı bir başlık olarak tercümeye eklemiştir.

[94] Kamer 54/46.

[95] Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 6.

[96]  Nedvî, V, 15-21; Savaş, Rıza, “Hz. Aişe’nin Evlenme Yaşı ile İlgili Farklı Bir Yaklaşım”, DEÜİFD, İzmir, 1995, IX, 141-142; Krş. Maqsood, Ruqaiyyah Waris, Hazrat A‘ishah Siddiqah-A Study Of Her Age At the Time Of Her Marriage, Birmingham, 1996 s. 13; Malik, Fida Hussain, Wives of the Prophet, Taj Company, New Delhi, 1986, s. 115; Moin, s. 7; Öztürk, Yaşar Nuri, Asrısaadetin Büyük Kadınları, Yeni Boyut, 5. Baskı, İstanbul, 2010, s. 65-66; Bursalı, s. 114-115.

[97] Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 11. Baskı, Ankara, 1997, s. 81.

[98] Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi (ö. 1361/1942), Hak Dini Kur’ân Dili, sad. İsmail Karaçam- Emin Işık-Nusrettin Bolelli-Abdullah Yücel, Azim Dağıtım, İstanbul, 1992, VII, 328; Mevdûdî, Ebü’l-A‘lâ (ö. 1399/1979), Tefhîmü’l-Kur’ân, çev. Muhammed Han Kayam vd., İnsan Yayınları, İstanbul, 1997, VI, 43; Ateş, Süleyman, Kur’ân-ı Kerîm’in Öz Tefsîri, Milliyet Gazetesi, İstanbul, 1995, V, 463; Karaman, Hayrettin vd., Kur’ân Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2. Baskı, Ankara 2006, V, 155.

[99] Diyârbekrî, Kâdî Hüseyin b. Muhammed b. el-Hasen (ö. 990/1582), Târîhu ’l-Hamîs fi Ahvâli Enfesi Nefis, Müessesetü Şa‘bân, Beyrût, ts, I, 298; Şulul, s. 333-334.

[100] İbn Mende, Ebû Abdullah Muhammed b. İshâk b. Muhammed el-İsfehânî (ö.             395/1005),

Ma ‘rifetü ’s-Sahâbe, tah. Âmir Hasan Sabrî, Matbû‘âtü Cami‘atü’l-İmârâti’l-Arabiyyeti’l-Müttahide, 1. Baskı, el-Ayn, 2005, s. 982; Tebrîzî, Muhammed b. Abdullah el-Hatîb (ö. 741/1340), el-İkmâl fî Esmâi’r-Ricâl, yy., ts., s. 11.

[101]          Nedvî, V, 22; Berki, Ali Hikmet-Keskioğlu, Osman, Hatemü ’l-Enbiyâ Hz. Muhammed ve Hayatı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 23. Baskı, Ankara, 2005, s. 217; Savaş, “Hz. Aişe’nin Evlenme Yaşı ile İlgili Farklı Bir Yaklaşım”, IX, 140; Coşkun, Selçuk, “Hadislerin Tarihe Arzının Uygulamadaki Bazı Problemleri: Hz. Âişe’nin Evlilik Yaşı Örnekleminde Bir İnceleme”, Ekev Akademi Dergisi, Erzurum, 2004, VIII/XX, 189; Maqsood, s. 7-8; Acar, H. İbrahim, “İslam Hukukunda Evlenme Ehliyeti Bakımından Küçüklerin Evlendirilmesi Problemi”, Dinî Araştırmalar, yy., 2003, VI/XVI, 135; Öztürk, Yaşar Nuri, Asrısaadetin Büyük Kadınları, s. 66-67.

[102] Ayrıntılı bilgi için bkz. Azimli, Mehmet, “Hz. Âişe’nin Evlilik Yaşı Tartışmalarında Savunmacı Tarihçiliğin Çıkmazı”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, Ankara, 2003, XVI/I, 31-32.

[103] Moin, s. 8; Malik, s. 115.

[104]  İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 213; Varol, Mehmet Bahaüddin, Hz. Hasan, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2013, s. 36.

[105] Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 139.

[106] Savaş, “Hz. Aişe’nin Evlenme Yaşı ile İlgili Farklı Bir Yaklaşım”, IX, 143-144.

[107] Coşkun, a.g.m., s. 186-191.

[108] Nedvî, V, 22-23; Savaş, “Hz. Aişe’nin Evlenme Yaşı ile İlgili Farklı Bir Yaklaşım”, IX, 143.

[109]  İbn İshâk, s. 239; İbn Sa‘d, VIII, 42-43; Nevevî, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Şeref b. Mürî (ö. 676/1277), el-Minhâc fi Şerhi Sahîhi Müslim b. Haccâc, Matba‘atü’l-Mısriyye, 1. Baskı, Kahire, 1929, X, 49; Davudoğlu, Ahmed, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Işık Yayınları, İzmir, 2013, IV, 3030; Köksal, V, 116-118.

[110] Ahmed b. Hanbel, VIII, 360; Dârimî, Hac 53; Buhârî, Hac 98; Müslim, Hac 293.

[111] Nedvî, V, 23-24; Öztürk, Yaşar Nuri, Asrısaadetin Büyük Kadınları, s. 67.

[112]  Bayraktar, M. Faruk, İslâm Eğitiminde Öğretmen Öğrenci Münâsebetleri, İFAV, 8. Baskı, İstanbul, 2010, s. 239. Yazar bu hususla ilgili: “Genellikle gençlik çağı zihni meşguliyetler için en uygun zaman kabul edilir. İstekli olma, meşguliyetin azlığı, gönül huzuru açısından en verimli çağ, bu çağdır.” demektedir. Bkz. Bayraktar, s. 239.

[113] Doğrul bu kısmı yanlış tercüme etmiştir. Hakikatte Hz. Âişe Mut‘im b. Adî’nin oğlu Cübeyr b. Mut‘im ile nişanlıdır. Bkz. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 186-187; Zehebî, Siyeru Aiâmi’n-Nübelâ, II, 149-150; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 81-82; Hâin, II, 251. Maalesef Doğrul’un yanlış tercüme ettiği kısımlar bazı yazarlar tarafından aynen iktibas edilmiştir. Bkz. Öztürk, Yaşar Nuri, Asrısaadetin Büyük Kadınları, s. 67-68; Bursalı, s. 34; Acar, a.g.m., VI/XVI, 135.

[114] Bu bilgi de yanlıştır. Ümmü’l-Fetâ Hz. Ebû Bekir’e: “Eğer biz oğlumuzu kızınla evlendirirsek, sen onu dininden çevirip kendi dinine sokacaksın.” demişti. Bkz. İbnü’l-Esîr, Üsdü ’l-Gâbe, VII, 186-187; Zehebî, SiyeruAiâmi’n-Nübelâ, II, 149-150; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 81-82; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188; Hâirî, II, 251. Bu kısım da aynı şekilde bazı yazarlar tarafından hiçbir araştırma yapılmadan doğrudan iktibas edilmiştir. Bkz. Öztürk, Yaşar Nuri, Asrısaadetin Büyük Kadınları, s. 67-68; Acar, a.g.m., VI/XVI, 135.

[115] Nedvî, V, 24-25; Krş., Savaş, “Hz. Aişe’nin Evlenme Yaşı ile İlgili Farklı Bir Yaklaşım”, IX, 143;

Acar, a.g.m., VI/XVI, 135; Bursalı, s. 34-35.

[116] Bakara 2/221.

[117] İbn Sa‘d, VIII, 29, 30; Azimli, “Hz. Âişe’nin Evlilik Yaşı Tartışmalarında Savunmacı Tarihçiliğin Çıkmazı”, XVI/I, 33; Uraler, Aynur, “Rukıyye”, DİA, İstanbul, 2008, XXXV, 219; Uraler, Aynur, “Ümmü Külsûm”, DİA, İstanbul, 2012, XLII, 323.

[118] Maqsood, s. 11-12; Erul, Bünyamin, “Hz. Âişe Kaç Yaşında Evlendi? Dokuz mu? On Dokuz mu?” İslami Araştırmalar Dergisi, Ankara, 2006, XIX/IV, 647. Krş. Savaş, “Hz. Aişe’nin Evlenme Yaşı ile İlgili Farklı Bir Yaklaşım”, IX, 144.

[119] Ayrıntılı bilgi için bkz. Erul, Bünyamin, “Hz. Âişe Kaç Yaşında Evlendi? Dokuz mu? On Dokuz mu?”, XIX/IV, 647-648.

[120] Azimli, “Hz. Âişe’nin Evlilik Yaşı Tartışmalarında Savunmacı Tarihçiliğin Çıkmazı”, XVI/I, 36.

[121] Maqsood, s. 5.

[122] Yıldırım, Suzan, “Hz. Âişe’nin Evlilik Yaşı Etrafındaki Tartışmalar”, İSTEM, Konya, 2004, II/IV, 242.

[123] Dozy, Reinhart Pieter Anne (ö. 1300/1883), Târîhu İslâmiyet, çev. Abdullah Cevdet, Matbâ‘a-i İctihâd, Kahire, 1908, s. 105.

[124] Abbott, Nabia (ö. 1428/1981), Aishah the Beloved of Mohammed, Al Saqi Books, 1. Baskı, Londra, 1985, s. 2, 7.

[125] Watt, William Montgomery (ö. 1427/2006), Peygamber ve Devlet Adamı Hz. Muhammed, çev. Ünal Çağlar, Yöneliş, İstanbul, 2001, s. 111.

[126] Bu iddia zikredeceğimiz tüm kaynaklarda geçmesine rağmen özel olarak bu iftirayı kimin veya

kimlerin attığı ifade edilmemiştir. Kaynaklarda Hz. Peygamber hakkında bazı batılıların böyle bir kabulünün olduğu belirtilmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Carlyle, Thomas (ö.            1298/1881),

Kahramanlar, çev. Behzat Tanç, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2004; Abbott, s. 18; Bodley, Ronald Victor Courtenay (ö. 1428/1970), Allah ’ın Resûlü Hazreti Muhammed, çev. Hacı Mahmut Hatun, Arya Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul, 2006, s. 99; Azimli, “Hz. Âişe’nin Evlilik Yaşı Tartışmalarında Savunmacı Tarihçiliğin Çıkmazı”, XVI/I, 28; Sarıçam, İbrahim vd., İngiliz ve Alman Oryantalistlerin Hz. Muhammed Tasavvuru, Nobel Yayın Dağıtım, 1. Baskı, Ankara, 2011, s. 311.

[127] Sarıçam, İbrahim vd., İngiliz ve Alman Oryantalistlerin Hz. Muhammed Tasavvuru, s. 351-352.

[128] Tablo ve ayrıntılı bilgi için bkz. Coşkun, a.g.m., s. 194-195.

[129]  Öztürk, Yaşar Nuri, “Hz. Âişe Peygamberimizle Kaç Yaşında Evlendi”, Hürriyet Gazetesi, 7 Kasım 2008.

[130] Abdürrezzâk, es-San‘ânî, EbU Bekir Abdürrezzâk b. Hemmâm b. Nâfi‘ es-San‘ânî el-Himyeri (ö.

211/826), el-Musannef tah. Habîbürrahmân el-A‘zamî, el-Mektebetü’l-İlmiyye, 2. Baskı, Karaçi, 1983, VI, 162; İbn Sa‘d, VIII, 46; Dârimî, Nikâh 56; Buhârî, Nikâh 38, 39, 59; Müslim, Nikâh 69, 70; Ebû Dâvud, Edeb 63; Belâzürî, Ensâb, II, 540; Nesâî, Nikâh 29; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1881; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 15; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 186; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 148; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 187; Semhûdî, Ebü’l-Hasen Nûrüddîn Ali b. Abdullah b. Ahmed b. Ali el-Hasenî (ö.       911/1505), Vefâü’l-Vefâ bi Ahbâri Dâri’l-Mustafâ, tah. Muhammed Muhyiddin

Abdülhamîd, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrût, 1955, I, 272; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 87.

[131] Abdürrezzâk, VI, 162; İbn Hişâm, IV, 301; İbn Sa‘d, VIII, 46; Dârimî, Nikâh 56; Buhârî, Nikâh 38, 39, 59; Müslim, Nikâh 69, 70, 71; İbn Mâce, Nikâh 13; EbU Dâvud, Edeb 63; Belâzürî, Ensâb, II, 540; Nesâî, Nikâh 29; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1881; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 15; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 186; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 148; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 187; SemhUdî, I, 272; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 84.

[132] İbn Hişâm, IV, 301; İbn Sa‘d, VIII, 48; Müslim, Nikâh 71; İbn Mâce, Nikâh 13; EbU Dâvud, Nikâh 34; Edeb 63; Belâzürî, Ensâb, II, 540; Nesâî, Nikâh 29; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1881; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 186; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 84.

[133] İbn Hişâm, IV, 301.

[134] Buhârî, Nikâh 38, 39, 59; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1882; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 148.

[135] İbn İshâk, s. 239; Abdürrezzâk, VI, 162; İbn Sa‘d, VIII, 48; Müslim, Nikâh 72; İbn Mâce, Nikâh 13; Belâzürî, Ensâb, II, 540; Nesâî, Nikâh 29; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1882; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 84.

[136] Davenport, John (ö. 1293/1877), Hazreti Muhammed’den Özür Diliyorum, çev. Muharrem Tan, Moralite Yayınları, İstanbul, 2007, s. 142; Bodley, s. 161; Vicdanî, M. Sadık, Peygamberimiz Niçin Çok Evlendi, haz. Dursun Gürlek, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1998, s. 36.

[137] Bodley, s. 116, 162; Rodinson, Maxime (ö. 1425/2004), Hazreti Muhammed, çev. Atilla Tokatlı, Hür Yayın, 1. Baskı, İstanbul, 1980, s. 89; Watt, Peygamber ve Devlet Adamı Hz. Muhammed, s. 111. Krş. Azimli, “Hz. Âişe’nin Evlilik Yaşı Tartışmalarında Savunmacı Tarihçiliğin Çıkmazı”, XVI/I, 35.

[138] İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1853; Köksal, XV, 6.

[139] İbn Sa‘d, VIII, 25.

[140] Abdürrezzâk, VI, 162-164; İbn Sa‘d, VIII, 338; Erul, “Hz. Âişe Kaç Yaşında Evlendi? Dokuz mu? On Dokuz mu?”, XIX/IV, 641-642; Apak, Adem, İslam Siyaset Geleneğinde Amr b. Âs, Ankara Okulu Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 2001, s. 216.

[141]  Abdürrezzâk, VI, 165; Erul, “Hz. Âişe Kaç Yaşında Evlendi? Dokuz mu? On Dokuz mu?”, XIX/IV, 642.

[142] Azimli, “Hz. Âişe’nin Evlilik Yaşı Tartışmalarında Savunmacı Tarihçiliğin Çıkmazı”, XVI/I, 35; Erul, “Hz. Âişe Kaç Yaşında Evlendi? Dokuz mu? On Dokuz mu?”, XIX/IV, 642.

[143] Esed, Muhammed, Mekke’ye Giden Yol, çev. Cahit Koytak, İnsan Yayınları, 17. Baskı, İstanbul, 2012, s. 204-206.

[144] Krş. Yıldırım, a.g.m., II/IV, 247; Demircan, Adnan, Hz. Peygamber’in Ailesi ve Aile Hayatı, Ufuk Yayınları, İstanbul, 2014, s. 42.

[145] İbn Sa‘d, VIII, 46,47; Belâzürî, Ensâb, II, 542.

[146] Dârimî, Nikâh 56; Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 44; Müslim, Nikâh 69; İbn Mâce, Nikâh 13; Ebû Dâvud, Edeb 63; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 16; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 83-84. Bazı rivayetlerde Hz. Âişe’nin dadısının kendisini düğün için hazırladığı zikredilir. Bkz. İbn Sa‘d, VIII, 47.

[147] Maqsood, s. 11.

[148] Abdürrezzâk, VI, 162; İbn Sa‘d, VIII, 49; Müslim, Nikâh 71.

[149] İbn Sa‘d, VIII, 51.

[150] Ebû Dâvud, Edeb 62.

[151] İbn Sa‘d, VIII, 47, 49, 52; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 267-268; Buhârî, Edeb 81; Müslim, Fezâilü’s- Sahâbe 81; İbn Mâce, Nikâh 50; Belâzürî, Ensâb, II, 542; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 150; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 84. Bazen Hz. Peygamber Hz. Âişe’nin kız arkadaşlarının kaçmalarına fırsat vermeden içeri girer-girmez, yerinizde kalın, derdi. Bkz. İbn Sa‘d, VIII, 48.

[152] İbn Sa‘d, VIII, 49; Ebû Dâvud, Edeb 62; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, VIII, 180. Krş. Belâzürî, Ensâb, II, 544; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 150-151; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 84-85.

[153] Belâzürî, Ensâb, II, 542; Ebû Ya‘lâ el-Mevsılî, Ahmed b. Ali b. el-Müsennâ et-Temimî el-Mevsılî (ö. 307/919), Müsned, tah. Hüseyin Selîm Esed, Dârü’l-Me’mûn li’t-Türâs, 1. Baskı, Şam, 1986, VIII, 244; Taberânî, XXIII, 26-27; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 164, 175; Heysemî, IX, 365.

[154]  Ahmed b. Hanbel, III, 189; Buhârî, Nikâh 82, 114; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ, VIII, 181; Zehebî, SiyeruA ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 151; Krş. Nesâî, Salâtü Îdeyn 34.

[155] Buhârî, Şehâdât 15; Müslim,            Tevbe         56;                            Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ,   II,     154.

[156] Buhârî, Şehâdât 15; Müslim,            Tevbe         56;                            Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ,   II,     156.

[157] Buhârî, Şehâdât 15; Müslim,            Tevbe         56;                            Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ,   II,     158.

[158] İbn Hişâm, IV, 312; Ahmed b. Hanbel,   XVIII, 41.

[159]  Abdürrezzâk, VII, 492-493; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 75, 76; Hâkim, III, 205. Krş. Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 20.

[160] İbn Hişâm, II, 108-109; Ağırman, Mustafa, Hz. Muhammed Devrinde Mescid ve Fonksiyonları, Ravza Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2010, s. 25; Bozkurt, Nebi, “Mescid-i Nebi”. DİA, Ankara, 2004, XXIX, 282.

[161] Semhûdî, I, 260.

[162] İbn Sa‘d, I, 184-185.

[163] Zirânın herkes tarafından kabul edilen bir tanımı olmadığı için Mescid-i Nebevî’nin tam olarak uzunluk, genişlik ve yüksekliğini bilmemiz mümkün gözükmemektedir. Bkz. Erkal, Mehmet, “Arşın”, DİA, İstanbul, 1991, III, 411-413.

[164] İbn Sa‘d, I, 184-185.

[165]  Küçükköy, İrfan, Peygamber Şehri Medine-i Münevvere, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2013, s. 57.

[166] İbn Sa‘d, I, 185; Müslim, Sıyam 215-216; Bozkurt, a.g.m., XXIX, 282.

[167] Bozkurt, a.g.m., XXIX, 282.

[168] İbn Sa‘d, I, 185; Sekkâf, Alevî b. Abdülkâdir vd., Âişetü Ümmü ’l-Mü ’minîn: Mevsu ‘a İlmiyye an Hayâtihâ ve Fazlihâ ve Mekânetihâ el-İlmiyye ve Alâkatihâ bi Âli’l-Beyt ve Reddi Şübehâti Havlehâ, Dürerü’s-Seniyye, 1. Baskı, Zehrân, 2013, s. 76.

[169] Ağırman, s. 90; Sekkâf, s. 76.

[170] İbn Sa‘d, I, 185.

[171] Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail b. İbrahim el-Cu‘fî (ö. 256/870), Edebü ’l-Müfred, tah. Ebû Abdurrahman Muhammed Nasıruddîn el-Elbânî, Dâru’s-Sıddîk, 2. Baskı, Beyrût, 2000, s. 270­271; Krş. Köksal, XVIII, 179.

[172] Köksal, XVIII, 179; Bozkurt, a.g.m., XXIX, 282.

[173] Ağırman, s. 71; Bozkurt, a.g.m., XXIX, 282.

[174] Ağırman, s. 74-79; Bozkurt, a.g.m., XXIX, 282-285.

[175] İbn Kesîr, el-Bidâye, XII, 413-415; Köksal, XVIII, 180; Ağırman, s. 75; Bozkurt, a.g.m., XXIX, 282.

[176] İbn Kesîr, el-Bidâye, XII, 413-415; Köksal, XVIII, 180.

[177] Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 155; Köksal, XVIII, 179; Sekkâf, s. 76.

[178] Dârimî, Salât 127; Buhârî, İsti’zân 37; Müslim, Salât 267; İbn Mâce, İkâmetü’s-Salât 40; Nesâî, Tahâret 121. Bu durum sadece Hz. Âişe’nin yaşadığı bir olay değildi. Benzer rivayetler Hz. Zeyneb bint Cahş ve Hz. Meymûne’den de gelmektedir. Bkz. İbn Mâce, İkâmetü’s-Salât 40.

[179] Abdürrezzâk, IV, 447; İbn Ebî Şeybe, Ebû Bekir Abdullah b. Muhammed (ö. 235/849), Musannef, tah. Muhammed Avvâme, Dârü’l-Kıble, 1. Baskı, Beyrût, 2006, X, 456-457; Ahmed b. Hanbel, XI, 305-306; İbn Mâce, Sayd 12; İbn Kesîr, el-Bidâye, I, 340.

[180] Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 155; Köksal, XVIII, 179.

[181]  Buhârî, Edebü’l-Müfred, s. 270-271. Krş. İbn Kayyim el-Cevziyye, Ebû Abdullah Şemsüddîn Muhammed b. Ebû Bekir b. Eyyûb ez-Züraî ed-Dımaşkî el-Hanbelî (ö. 751/1350), Zâdü’l-Me‘âd fi Hedyi Hayri’l-İbâd, çev. Şükrü Özen-H. Ahmet Özdemir-Mustafa Erkekli, İklim Yayınları, İstanbul, 1988, I, 244-245; Heysemî, II, 240.

[182] Ağırman, s. 102; Asımgil, s. 32.

[183] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 233; Buhârî, Rikâk 17; İbn Mâce, Zühd 11; Ebû Dâvud, Libâs 45; Tirmizî, Libâs 27.

[184] Semhûdî, I, 115; Ağırman, s. 102.

[185] Köksal, XVIII, 179; Ağırman, s. 102.

[186] Hâkim, I, 524-525.

[187] Ahmed b. Hanbel, XII, 245-247; Buhârî, Mezâlim 25; Krş. İbn Sa‘d, VIII, 54; Müslim, Talâk 30,

31, 34; Tirmizî, Tefsîr 66; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, III, 104-105.

[188] Belâzürî, Ensâb, II, 546; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 167; Hamîdullah, İslam Peygamberi,

I, 509. Krş. Heysemî, VIII, 89.

[189]  İbn İshâk, s. 239; İbn Sa‘d, VIII, 51, 53; Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 44; Nikâh 9; Ta’bîr 21; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 79; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 16; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 186; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 140; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 80.

[190] Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, Ahmed b. Abdullah b. İshâk el-İsfehânî (ö. 430/1038), Hilyetü’l-Evliyâ’ ve Tabakâtü ’l-Esfiyâ ’, Dârü’l-Fikr, Beyrût, 1996, II, 44.

[191]  Buhârî, Hibe 7; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 82; Tirmizî, Menâkıb 63; Nesâî, İşretü’n-Nisâ 3; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 142.

[192] Abdürrezzâk, XI, 431-432; Buhârî, Hibe 8; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 83; Nesâî, İşretü’n-Nisâ 3; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 17-18; Zehebî, SiyeruA ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 143-144.

[193] İbn Sa‘d, VIII, 63.

[194] Dârimî, Tahâret 108; Müslim, Hayz 14; İbn Mâce, Tahâret 125; Ebû Dâvud, Tahâret 103; Nesâî, Tahâret 178, 179; Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ, II, 175.

[195] Dârimî, Tahâret 107; Müslim, Hayz 16; İbn Mâce, Tahâret 125; Ebû Dâvud, Nikâh 47.

[196] Buhârî, Nikâh 82; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 92; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, VIII, 240-245; Heysemî, IV, 580-588; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 132-135.

[197] Belâzürî, Ensâb, II, 550. Krş. Buhârî, Cihâd 64; İbn Mâce, Nikâh 47.

[198] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 119; Dârimî, Efime 28; Müslim, Eşribe 139; Nesâî, Talâk 23; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 107.

[199] Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 93-94.

[200] Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 44; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 92-93; Mübârek, Mahâ, “Âişe bint Ebû Bekir es-Sıddîk”, Mevsû ‘atü ’l-Arabiyyetü, Şam, 2005, XII, 760.

[201] Buhârî, Nikâh 82, 114; Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ, II, 151. Krş. Nesâî, Salâtü Îdeyn 34.

[202]  Vâkidî, II, 427; İbn Ebî Şeybe, XVIII, 188-189; İbn Mâce, Nikâh 50; Ebû Dâvud, Cihâd 68; Makrîzî, Ebû Muhammed Takıyyüddîn Ahmed b. Ali b. Abdilkâdir b. Muhammed (ö. 845/1442), İmtâ‘u’l-Esmâ’, tah. Muhammed Abdülhamîd en-Nümeysi, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 1. Baskı, Beyrût, 1999, I, 213; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 174; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 101. Bazı kaynaklarda bu yarışın Benî Mustalik Gazvesi dönüşünde yapıldığı ziyadesi vardır.

[203] İbn Sa‘d, VIII, 53; Buhârî, Megâzî 63; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 8; İbn Mâce, Mukaddime 11; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 16; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 188; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 142, 147; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 91-92.

[204]  İbn Sa‘d, VIII, 52; İbn Ebî Şeybe, XVII, 220; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 44-45; İbn Kesîr, el- Bidâye, XI, 338; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 88-89.

[205] Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 174.

[206]  İbn Sa‘d, VIII, 63-64; Buhârî, Nikâh 9; Belâzürî, Ensâb, II, 545; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 17; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 163-164; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 103.

[207] Ahzâb, 33/51.

[208] Ahmed b. Hanbel, XIV, 353-354; Müslim, Razâ‘ 49, 50; İbn Mâce, Nikâh 57; Nesâî, Nikâh 1; Hâkim, II, 474. Bazı rivayetlerde Hz. Âişe’nin kendisine kızdığı bu kadının Havle bint Hakîm olduğu zikredilir. Bkz. Buhârî, Nikâh 29; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, I, 63.

[209] Ebû Ya‘lâ, VIII, 129-130; Heysemî, IV, 590-591; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 130-131.

[210] İbn Sa‘d, VIII, 55, 63; Buhârî, Nikâh 108; Edeb 63; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 80; Belâzürî, Ensâb, II, 545; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 169; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 100-101.

[211] Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 45-46.

[212] Zürkânî, Ebû Abdullah Muhammed b. Abdülbâkî b. Yûsuf (ö. 1122/1710), Şerh ale ’l-Mevâhibü ’l- Ledünniyye, tah. Abdülazîz el-Hâlidî, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 1. Baskı, Beyrût, 1996, IV, 390.

[213] Ebû Dâvud, Teraccül 4; Nesâî, Zînet 19.

[214] Savreyn, Medine yakınında bir yerdir. Bkz. Yâkût el-Hamevî, III, s. 434.

[215] Vâkidî, II, 554-555; Ahmed b. Hanbel, X, 233; Köksal, XIII, 65.

[216] Ahmed b. Hanbel, XVI, 183-185; Tirmizî, Sıfatü Kıyâmet 51.

[217] Abdürrezzâk, X, 398; Buhârî, Edeb 75; Müslim, Libâs 87, 91; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ, VIII, 457­458; Hatîb, Muhammed Acâc, Sünnetin Tesbiti, Mehmet Aydemir, Yeni Akademi Yayınları, İzmir, 2005, s. 72.

[218] İbn Sa‘d, VIII, 50, 52; Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 297; İbn Mâce, Edeb 34; Ebû Dâvud, Edeb 78; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 15; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 78.

[219] Haylamaz, s. 136.

[220] İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü ’l-Me‘âd, I, 102; İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 336; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 78-79; Fevzî, Cihan Rıf'at. es-Seyyidetü Âişe ve Tevsîkuhâ li’s- Sünneti, Mektebetü’l-Hancî, 1. Baskı, Kahire, 2000, s. 11.

[221] Belâzürî, Ensâb, II, 553; Fevzî, s. 11.

[222] Aişe Abdurrahman bint Şâtî’, Rasûlullahın Annesi ve Hanımları, çev. İsmail Kaya, Uysal Kitabevi, Konya, 1992, s. 254.

[223] Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 79.

[224] İbn Mâce, Zühd 20; Tirmizî, Tefsîr 24; Fevzî, s. 10.

[225] Vâkidî, III, 1091; İbn Sa‘d, VIII, 57; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 171.

[226] Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 140; Fevzî, s. 9-10; Tahmâz, Abdülhamîd Mahmûd, es-Seyyide Âişe: Ümmü ’l-Mü ’minîn ve Âlimetü Nisâü ’l-İslâm, Dârü’l-Kalem, 4. Baskı, Dımaşk, 1988, s. 13.

[227] Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 79; Fevzî, s. 10; Tahmâz, s. 13.

[228] Ahmed b. Hanbel, XVII, 232-233; Buhârî, Edeb 23; Menâkıbü’l-Ensâr 20; Müslim, Fezâilü’s- Sahâbe 74, 78; İbn Mâce, Nikâh 56; Tirmizî, Menâkıb 62; Hâkim, III, 205; İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 320; Heysemî, IX, 361.

[229] Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 77.

[230] Buhârî, Hibe 8; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 96.

[231] İbn Sa‘d, VIII, 44; Müslim, Razâ‘ 47.

[232] İbn İshâk, s. 238; Abdürrezzâk, VI, 239; İbn Sa‘d, VIII, 43.

[233] Buhârî, Hibe 8; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 96.

[234] İbn Sa‘d, VIII, 75; İbn Hacer, el-lsâbe, VII, 327. Krş. Kandemir, M. Yaşar, “Ümmü Seleme”, DİA, İstanbul, 2012, XLII, 329.

[235] Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 100; Köksal, XI, 152; Kandemir, “Ümmü Seleme”, DlA, XLII, 329.

[236] Müslim, Hayız 5; İbn Mâce, Tahâret 35; Nesâî, Tahâret 147.

[237] Dârimî, Tahâret 107; Buhârî, Savm 24. Bunun zıddını ifade eden bir rivayete göre Hz. Ümmü Seleme’ye: “Âişe, Rasûlullah oruçlu iken kendisini öptüğünü insanlara haber veriyor. Rasûlullah seni de oruçlu iken öper miydi?” diye sorulduğunda o: “Belki Rasûlullah Âişe’ye olan sevgisinden dolayı kendine hâkim olamıyordu. Fakat beni oruçlu iken öpmezdi.” şeklinde karşılık vermiştir. Bkz. Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 172. Fakat önceki rivayetin kaynağı Dârimî ve Buhârî olduğu için bu rivayetin güvenilirliği çok daha zayıftır.

[238]  İbn Sa‘d, VIII, 63-64; Buhârî, Nikâh 9; Belâzürî, Ensâb, II, 545; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 17; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 163-164; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 103.

[239] Buhârî, Hibe 7; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 82; Tirmizî, Menâkıb 63; Nesâî, İşretü’n-Nisâ 3.

[240] Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 30; Tirmizî, Menâkıb 63; Nesâî, İşretü’n-Nisâ 3; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l- Gâbe, VII, 187-188; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 142; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188-189. Zehebî: “Bu son cümle Hz. Âişe’nin diğer ümmühâtü’l-müminîne üstünlüğünün delilidir. Hz. Peygamber’in Hz. Âişe’ye olan sevgisinin nedeni de budur. Aynı zamanda bu sevginin arkasında ilahi bir yönlendirme de bulunmaktadır.” demiştir. Bkz. Zehebî, SiyeruA ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 143.

[241] Belâzürî, Ensâb, II, 554; Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 44; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 191; Heysemî, IX, 387; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 92. Krş. Heysemî, IX, 387-388; Şevkânî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ali b. Muhammed (ö. 1250/1834), Derrü ’s-Sehâbe fi Menâkıbi’l-Karâbe ve ’s-Sahâbe, tah. Hüseyin b. Abdullah el-Umerî, Dârü’l-Fikr, Şam, 1984, s. 321.

[242] Buhârî, Hibe 8; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 96.

[243] İmam Mâlik, Savm 50; Abdürrezzâk, IV, 276; Ahmed b. Hanbel, VII, 489-490; Tirmizî, Savm 36. Krş. Kandemir, M. Yaşar, “Hafsa”, DİA, İstanbul, 1997, XV, 120.

[244]  İbn Ebî Şeybe, XX, 138-139; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 96; İbn Mâce, Ahkâm 14. Bazı rivayetlerde yemek yapan ümmü’l-müminînin ismi Hz. Ümmü Seleme veya Hz. Safiyye olarak verilmektedir. Bkz. Ahmed b. Hanbel, XVIII, 296-298; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ, VIII, 156-157; Heysemî, IV, 589-590. Ayrıca bazı rivayetlerde Hz. Âişe’nin kıskançlıktan titrediği ziyadesi de bulumaktadır.

[245] Dârimî, Büyû‘ 58; Buhârî, Nikâh 107; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, VIII, 155-156; Arslan, İhsan, Beşerî ve Siyasî Yönleriyle Hz. Peygamber’in Hoşgörüsü, STS Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 2014, s. 139.

[246]  Urfut ağacının reçinesidir. Kötü bir kokusu vardır. Bkz. İbn Manzûr, Ebü’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem b. Ali b. Ahmed el-Ensârî er-Rüveyfiî (ö. 711/1311), Lisânü’l-Arab, tah. Abdullah Ali el-Kebîr-Muhammed Ahmed Hasebullah-Hâşim Muhammed eş-Şâzilî, Dârü’l-Me‘ârif, Kahire, ts., XXXIV, 3275.

[247] İbn Sa‘d, VIII, 68; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 301-302; Buhârî, Talâk 8; Müslim, Talâk 21; Ebû Dâvud, Eşribe 11.

[248] İbn Sa‘d, III, 133; Buhârî, Ezân 46; Tirmizî, Menâkıb 16. Krş. Dârimî, Mukaddime 14; Buhârî, Ezân 39; Müslim, Salât 95; İbn Mâce, İkâmetü’s-Salât 142.

[249] Buhârî, Nikâh 97; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 88; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ, VIII, 173-174; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 176.

[250] Ahzâb 33/37.

[251] İbn Sa‘d, VIII, 81; Tirmizî, Tefsîr 34; Nesâî, Nikâh 26; Hâkim, IV, 25; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 107; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 125; Hamîdullah, Muhammed (ö. 1423/2002), “Zeyneb bint Cahş”, DİA, İstanbul, 2013, XLIV, 358. Bazen Hz. Âişe ve Hz. Zeyneb haklarında indirilmiş âyetlerle birbirlerine karşı övünürlerdi. Bkz. Heysemî, IX, 384.

[252] Abdürrezzâk, XI, 431-432; Buhârî, Hibe 8; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ, VIII, 150-151. Krş. Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 83; Nesâî, İşretü’n-Nisâ 3; Îbnü’l-Cevzî, Safve, II, 17-18; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n- Nübelâ, II, 143-144.

[253] Müslim, Razâ‘ 46. Krş. Ahmed b. Hanbel, XVIII, 302; Ebû Dâvud, Edeb 49; Ahmad, Fazl, Aisha the Truthful, Taj Company, New Delhi, 1983, s. 61.

[254] İbn Sa‘d, VIII, 85; Buhârî, Talâk 8; Müslim, Talâk 20; Ebû Dâvud, Eşribe 11; Nesâî, Talâk 17.

[255] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 108.

[256] Nesâî, İşretü’n-Nisâ 3.

[257]  Vâkidî, II, 430; Beyhakî, IV, 72; İbn Seyyidinnâs, Ebü’l-Feth Fethuddîn Muhammed b.

Muhammed b. Muhammed el-Ya‘merî (ö. 734/1334), Uyûnü’l-Eser fi Fünûni’l-Megâzi ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer, tah. Muhyiddîn Mustû-Muhammed el-İd el-Hadrâvî, Dâru İbni Kesîr, Beyrût, 1996, II, 143; İbn Kesîr, Ebü’l-Fidâ İmâdüddîn İsmail b. Şihâbüddîn Ömer b. Kesîr b. Dav’ b. Kesîr el-Kaysî el-Kureşî (ö.                         774/1373), Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azim, çev. Bekir Karlığa-Bedreddin Çetiner, Çağrı

Yayınları, İstanbul, 1996, XI, 5796; Makrîzî, I, 214; Mevdûdî, Tefhîmü ’l-Kur’ân, III, 503.

[258] Taberî, Târih, III, 614; Beyhakî, IV, 72.

[259] İbn Sa‘d, VIII, 87; Demircan, Hz. Peygamber’in Ailesi ve Aile Hayatı, s. 56.

[260] İbn Sa‘d, VIII, 91.

[261] İbn Sa‘d, VIII, 79-80; Hâkim, IV, 24; İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 166-167.

[262]  Ebû Yûsuf, Ya‘kûb b. İbrahim b. Habîb b. Sa‘d el-Kûfî (ö.          182/798), Kitâbü’l-Harâc, çev.

Muhammed Atâ’ullah Efendi, sad. İsmail Karakaya, Akçağ Yayınları, Ankara, 1982, s. 394.

[263] Vâkidî, I, 410-411; İbn Hişâm, III, 322; İbn Sa‘d, II, 49; VIII, 92; Beyhakî, IV, 49; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1804.

[264] Hz. Peygamber devrinde kullanılan Hicaz ukiyyesinin 40 dirheme denk geldiği hususunda görüş birliği vardır. Bkz. Kallek, “Ukıyye”, DİA, XLII, 67. 40 dirhemde ağırlık birimi olarak 118,8 grama tekabül etmektedir. Bkz. Sahillioğlu, Halil, “Dirhem”, DİA, İstanbul, 1994, IX, 369. Bu durumda Hz. Cüveyriye 118,8x9=1069,2 gr. altın karşılığında mükâtebe yapmıştı.

[265] Sözlükte “yazmak” anlamındaki ketb(kitâbet) kökünden türeyen mükâtebe “yazışmak” anlamına gelir. Fıkıh terimi olarak köle veya cariyenin bir bedel karşılığında hürriyetini elde edebilmesi için efendisiyle anlaşmasını ifade eder. Tercih edilen görüşe göre daha çok yazılı bir metin halinde düzenlenmesi âdet haline geldiğinden bu sözleşmeye mükâtebe adı verilmiştir. Bkz. Atar, Fahrettin, “Mükatebe”, DİA, İstanbul, 2006, XXXI, 531.

[266] Vâkidî, I, 411; İbn Sa‘d, II, 49; Makrîzî, I, 206.

[267] Vâkidî, I, 411; îbn Hişâm, III, 322-323; îbn Sa‘d, VIII, 92; Ebû Dâvud, Itk 2; Beyhakî, IV, 50; îbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1804; Savaş, Rıza, “Asr-ı Saadet’te Hz. Peygamber’in Aile Hayatı ve Evlilikleri”, BYASİ, Beyan Yayınları, İstanbul, 1994, I, 304.

[268] Vâkidî, I, 411; îbn Hişâm, III, 323; îbn Sa‘d, VIII, 92-93; Ahmed b. Hanbel, XVII, 380; Ebû Dâvud, Itk 2; Beyhakî, IV, 50; îbn Abdilber, ed-Dürer, s. 200.

[269]  Buhârî, Hibe 8; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 96; Uraler, Aynur, “Safiyye”, DİA, îstanbul, 2008, XXXV, 475.

[270] Vâkidî, II, 708-709; İbn Sa‘d, VIII, 100; İbn Mâce, Nikâh 50; İbn Hacer, el-lsâbe, VII, 170.

[271] İbn Sa‘d, VIII, 100; Tirmizî, Menâkıb 64; Hâkim, IV, 31; İbn Hacer, el-lsâbe, VII, 171.

[272]  Râviler burada Hz. Âişe’nin Hz. Safiyye’yi boyunun kısa olması sebebiyle eleştirdiğini söylemişlerdir.

[273] Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Kıyâme 51.

[274]  Ahmed b. Hanbel, V, 108-110; İbn Mâce, Nikâh 48; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ, VIII, 174; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü ’l-Me‘âd, I, 141.

[275] İbn Sa‘d, VIII, 171; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 251.

[276] Hâkim, IV, 41-42; Köksal, XV, 567; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, I, 66.

[277] Fayda, Mustafa, “İfk Hadisesi”, DİA, İstanbul, 2000, XXI, 508-509. Krş. Uraler, Aynur, “Mâriye”, DİA, Ankara, 2003, XXVIII, 63.

[278] Tahrîm 66/1.

[279] Nesâî, İşretü’n-Nisâ 4; Hâkim, II, 535; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü ’l-Me‘âd, V, 391; Heysemî, V, 325-326; Uraler, “Mâriye”, DİA, XXVIII, 63-64.

[280] Hâkim, IV, 34; Kandemir, M. Yaşar, “Meymûne”, DİA, Ankara, 2004, XXIX, 507.

[281] Buhârî, Cezâü’l-Sayd 26; Krş. Abdürrezzâk, V, 8; İbn Sa‘d, VIII, 57-58; İbn Mâce, Menâsik 8; Nesâî, Hac 4.

[282] Belâzürî, Ensâb, II, 550. Krş. Buhârî, Cihâd 64; İbn Mâce, Nikâh 47.

[283] Vâkidî, I, 199; İbn Sa‘d, II, 28; Şulul, s. 566.

[284] Vâkidî, I, 203; İbn Sa‘d, II, 28.

[285] İbn Sa‘d, II, 30-33.

[286] İbn Ebî Şeybe, XX, 343-344; Buhârî, Bediü’l-Halk 11.

[287] Özulu, Yunus Emre, “Hz. Âişe”, ŞİA, İstanbul, 2000, I, 124.

[288] Buhârî, Cihâd 65. Krş. Vâkidî, I, 249-250; Müslim, Cihâd 136.

[289] Vâkidî, II, 440-441; İbn Sa‘d, II, 50.

[290] Vâkidî, II, 444; İbn Sa‘d, II, 51.

[291] Vâkidî, II, 453; İbn Sa‘d, II, 51.

[292] Vâkidî, II, 444-445; İbn Sa‘d, II, 51.

[293] Vâkidî, II, 455-457; İbn Sa‘d, II, 51.

[294] Vâkidî, II, 451, 469; İbn Hişâm, III, 250; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 47.

[295] Hâkim, IV, 56; Uraler, Aynur, “Safiyye bint Abdülmuttalib”, DİA, İstanbul, 2008, XXXV, 475.

[296] Vâkidî, II, 440; İbn Sa‘d, II, 54.

[297] Belâzürî, Fütûhu ’l-Büldân, s. 29-30; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 20. Krş. Hâkim, III, 37; Heysemî, VI, 204-205.

[298] Vâkidî, II, 517; İbn Hişâm, III, 266; Ebû Dâvud, Cihâd 121; Hâkim, III, 38; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 95-96.

[299] Doktora tezimizin bazı kısımlarında, özellikle Benî Mustalik Gazvesi ve İfk Olayı’nı aktardığımız bölümlerde yüksek lisans tezimizden ve bu konuyla ilgili yapmış olduğumuz makale çalışmalarımızdan istifade etmiş bulunuyoruz. Bkz. Erkocaaslan, Recep, Hz. Peygamber Dönemi Savaşlarından Benî Mustalik Gazvesi ve İfk Olayı, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Şanlıurfa, 2008, 1-72; Erkocaaslan, Recep, “Benî Mustalik Gazvesinin Sebepleri Üzerine Bazı Mülahazalar” İSTEM, Konya, 2012, X/XIX, 273-289; Erkocaaslan, Recep, “Benî Mustalik Gazvesi Esnasında Ortaya Çıkan Nifak Hareketleri ve İfk Olayı”, Diyanet İlmî Dergi, Ankara, 2015, LI, 129-160.

[300] İbn Hişâm, III, 317; İbn Habîb, s. 114-115; İbn Hazm, s. 161; İbn Abdilber, s. 200; İbnü’l-Esîr, Târîh, II, 81; Naggar, Anas Moustafa, “The Hostility With Banu al-Mustaliq” Mecelletü’l-Ezher, Kahire, 1985, LVII/XI, 1910; Apaydın, Mehmet, Resûlullah’ın Günlüğü: Medine Dönemi Yeni Kronolojisi, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995, s. 121.

[301] Vâkidî, I, 404; İbn Hişâm, III, 317; İbn Sa‘d, II, 48; Belâzürî, Ensâb, I, 341; Taberî, Târîh, II, 109.

[302] Vâkidî, I, 404-405; İbn Sa‘d, II, 48; Beyhakî, IV, 47; Şâmî, Ebû Abdullah Şemsüddîn Muhammed b. Yûsuf b. Ali b. Yûsuf es-Sâlihî (ö. 942/1536), Sübülü ’l-Hüdâ ve ’r-Reşâd fi Sîreti Hayri ’l-İbâd, tah. İbrahim Terzî-Abdülkerîm Uzbâdî, Vizâretü’l-Evkâf ve’ş-Şüûni’l-İslâmiyye, Kahire, 1997, IV, 486; Kastallânî, III, 5.

[303] Vâkidî, I, 405; İbn Sa‘d, II, 48.

[304] Vâkidî, I, 405; İbn Sa‘d, II, 48; İbn Seyyidinnâs, II, 134; Semhûdî, I, 314; Zürkânî, III, 5.

[305] Beyhakî, IV, 46; Zehebî, Târîhu ’l-İslâm, I, 259.

[306] Medine yakınlarında suyu olmayan meşhur bir kuyudur. Bkz. Yâkût el-Hamevî, II, 281.

[307] Vâkidî, I, 405-406; Makrîzî, I, 204; Zürkânî, III, 6.

[308] Medine’ye yirmi dört mil uzaklıkta bir yerdir. Bkz. Yâkût el-Hamevî, I, 471.

[309] Vâkidî, I, 406.

[310] Vâkidî, I, 406; İbn Sa‘d, II, 49; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü ’l-Me‘âd, III, 297.

[311] Kudeyd, Mekke yakınlarında bir köydür. Bkz. Yâkût el-Hamevî, IV, 313.

[312] Yâkût el-Hamevî, V, 118.

[313] İbn Hişâm, III, 318; İbn Sa‘d, II, 48; Halîfe b. Hayyât, s. 36; Belâzürî, Ensâb, I, 341.

[314] Vâkidî, I, 407; İbn Sa‘d, II, 49; Beyhakî, IV, 47-48; Heykel, Muhammed Hüseyin (ö. 1375/1956), Hz. Muhammed’in Hayatı, çev. Vahdettin İnce, Yöneliş, İstanbul, 2000, II, 190. Muhâcirlerin sancağını Ammâr b. Yâsir’e verdiği de rivayet edilir. Bkz. Vâkidî, I, 407; Beyhakî, IV, 48.

[315] Vâkidî, I, 407; Belâzürî, Ensâb, I, 341; Beyhakî, IV, 48; Makrîzî, I, 204; Mahmudov, Elşad, Sebep ve Sonuçları Açısından Hz. Peygamber’in Savaşları, (Basılmamış Doktora Tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2005, s. 264.

[316] Vâkidî, I, 407; İbn Sa‘d, II, 49; Beyhakî, IV, 48; Makrîzî, I, 204; Kastallânî, III, 7.

[317] Müslümanlar iki bin deve ve beş bin küçükbaş hayvanı ganimet, iki yüz ev halkı (Yaklaşık altı yüz-yedi yüz kişi) insanı da esir aldılar. Bkz. Vâkidî, I, 410; İbn Sa‘d, II, 49; Halîfe b. Hayyât, s. 36; Ya‘kûbî, I, 372; Taberî, Târîh, II, 111; Beyhakî, IV, 49; İbn Seyyidinnâs, II, 135; Makrîzî, I, 205; Önkal, Ahmet, “Mustalik”, DİA, İstanbul, 2006, XXXI, 361.

[318] Vâkidî, I, 407; İbn Hişâm, III, 318; İbn Sa‘d, II, 49; Beyhakî, IV, 48.

[319] Vâkidî, I, 407; İbn Sa‘d, II, 49; Buhârî, Itk 13; Müslim, Cihâd 1; İbn Kuteybe, Ma‘ârif, s. 82; İbn Hazm, s. 161; İbn Abdilber, ed-Dürer, s. 200; Makrîzî, I, 204; Kastallânî, III, 8; Diyârbekrî, I, 470.

[320] İbn Abdilber, ed-Dürer, s. 200; İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü ’l-Me‘âd, III, 297.

[321] Vâkidî, I, 407; İbn Sa‘d, II, 49; Makrîzî, I, 204.

[322] Hadis terimi olarak munkatf umumiyetle ne şekilde olursa olsun, isnadında ittisal bulunmayan hadislere denir. İsnadda ittisalin olmayışı ya râvinin düşmesiyle veya müphem şekilde ifade edilmesiyle meydana gelir. Bkz. Uğur, Mücteba, Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 1992, s. 270.

[323] Nu‘mânî, Mevlânâ Şiblî (ö. 1333/1914), İslâm Tarihi-Asrı Saadet, çev. Ömer Rıza Doğrul, Asarı İlmiye Kütüphanesi, İstanbul, 1928, I, 396.

[324] Müslümanların bu savaştaki tek şehidi olan Hişâm b. Subâbe çıkan kargaşada ensârdan olan Ubâde b. Sâmit’in arkadaşlarından biri tarafından düşman zannedilerek öldürülmüştü. Bkz. İbn Hişâm, III, 318; Taberî, Târîh, II, 109; İbn Hazm, s. 161; İbn Abdilber, ed-Dürer, s. 201; İbnü’l-Esîr, Târîh, II, 81. Hişâm b. Subâbe’yi yanlışlıkla öldüren kişinin Ubâde b. Sâmit’in arkadaşlarından Evs isminde biri olduğu rivayet edilir. Bkz. Vâkidî, I, 407-408; Makrîzî, I, 204.

[325]  Benî Mustalik Gazvesi’nin tarihi ve sebebi ilk dönem İslâm tarihi kaynaklarında yukarıda aktardığımız şekilde anlatılmaktadır. Fakat gazvenin tarihinin ihtilaflı olduğunu belirtmek isteriz. Bu şekilde bir tartışmanın içine girmek konumuzun sınırlarını bir hayli zorlayacağı için tercih ettiğimiz tarihi size aktardık. Yine Benî Mustalik Gazvesi üzerine yaptığımız araştırmalarda gazvenin sebebi olarak gösterilen yukarıda aktardığımız bilgilerin ciddi mantıki tutarsızlıklar içerdiğini belirterek gazvenin sebebi hakkındaki kendi tezimizi de burada kısaca aktarmak istiyoruz. Bize göre, Şaban 6/Aralık 627 tarihinde gerçekleşen bu savaşın asıl sebebini daha önceki olaylarda aramak gerekmektedir. Huzâa’dan Mustalik, Hâris b. Abdümenât b. Kinâne, Adel, Dîş, Düil, Hevn b. Huzeyme’den Kâre ve Hayâ kabilelerine Ehâbîş adı verilmişti. Bu kabileler topluluğu Mekke müşriklerinin sağlam müttefikleri oldukları için İslâm toplumu aleyhine girişilen her organizasyonda görev almaya hazırdılar. Ehâbîş, Uhud Gazvesi’nde iki bin kişilik bir yardım birliğiyle Hendek Gazvesi’nde ise dört bin kişilik bir yardım birliğiyle Mekke müşriklerine yardım etmişlerdi. Dolayısıyla müslümanlar ve Benî Mustalik kabilesi arasında bir savaş hali zaten uzun süredir devam ediyordu. Bize göre Hz. Peygamber’in Benî Mustalik Gazvesi’ne çıkış sebebi her fırsatta düşmanlarına destek veren Ehâbîş kabilelerinin bir üyesi olan Benî Mustalikler’i cezalandırmaktı. Bu kabile muhtemelen herhangi bir savaş hazırlığı içerisinde değildi ve Hz. Peygamber’in Medine’den ayrıldığını ve kendi üzerlerine geldiğini bilmiyordu. Bu sebeple kaynaklarda belirtildiği şekilde Hz. Peygamber onlara kendi su kaynaklarından biri olan Müreysi‘ kuyusu yanında ani baskın yapabildi. Eğer kaynaklarda aktarıldığı şekilde Hz. Peygamber’in üzerlerine geldiğini haber almış olsalardı, göçebe olan bu kabile böyle bir savaş tehlikesi durumunda kolaylıkla kaçabilirdi. Fakat İslâm ordusunun üzerlerine geldiğinden haberleri olmadığı için gafil avlandılar. Ayrıntılı bilgi ve kaynaklar için bkz. Erkocaaslan, s. 1-72.

[326] Vâkidî, I, 405; İbn Sa‘d, II, 48-49.

[327] Bazı kaynaklarda bu isim Benî Avf b. Hazrec olarak geçmektedir. Bkz. İbn Hişâm, III, 318; Taberî, Târîh, II, 109.

[328] Bazı kaynaklarda bu isim Cehcâh b. Mes’ûd el-Gıfârî olarak geçmektedir. Bkz. İbn Hişâm, III, 318; Taberî, Târîh, II, 109.

[329] Vâkidî, II, 415; İbn Hişâm, III, 318; İbn Sa‘d, II, 49-50; Taberî, Târîh, II, 109; Beyhakî, IV, 52. Krş. Buhârî, Menâkıb 8; Beyhakî, IV, 53-54; Süheylî, VII, 19; Hudarî, Muhammed b. Afifi el-Bâcûrî (ö. 1345/1927), Nûru’l-Yakîn fî Sîreti Seyyidi’l-Mürselîn, Dârü İhyâi’t-Türâsi’l-Arâbi, Beyrût, ts., s. 144.

[330]  Babasının annesine nispetle İbn Selûl diye de anılan Abdullah b. Übey, Hazrec kabilesinin reislerindendi. Hz. Peygamber Medine’ye gelmeden evvel kral olmak üzereydi. Fakat Hz. Peygamber’in Medine’ye gelmesi ile bu teşebbüs sonuçlandırılamamıştı. Bu sebeple Abdullah, Hz. Peygamber’e derin bir öfke duymaktaydı. Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden sonra uzun bir süre müslüman olmamıştı. Abdullah İslâm’ın akıbetinin ne olacağını görmek için bekliyordu. Müslümanların Bedir Gazvesi’nden galip çıkmasının ardından başka bir çaresi olmadığı için mecburen müslüman olmuş, fakat bunu hiçbir zaman kalpten istememişti. 9/630 yılında Tebûk Gazvesi dönüşünde ölmüş, defin işleriyle Hz. Peygamber, Hz. Ömer’in muhalefetine rağmen bizzat ilgilenmişti. Hz. Peygamber’in Abdullah’ın cenaze namazını kıldırması üzerine Tevbe sûresinin 84. âyeti: “Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma! Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ettiler ve fâsık olarak öldüler.” nâzil olmuştur. Bkz. Schaade, Arthur (ö.

1372/1952), “Abdullah b. Ubaiy”, İA, Eskişehir, 1997, I, 43; Koçyiğit, Talat (ö.            1432/2011),

“Abdullah b. Übey b. Selûl”, DİA, İstanbul, 1988, I, 139-140; Demircan, Adnan, Hz. Peygamber Devrinde Münafıklar, Esra Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 1996, s. 41-44; Yıldız, Abdullah, Hz. Peygamber ve Gizli Düşmanları Münâfıklar, İz Yayıncılık, İstanbul, 2000, s. 226-227.

[331] Vâkidî, II, 416; Şâmî, IV, 491; Köksal, XII, 44.

[332] Müşriklerin, muhâcirlere taktıkları lakaptır. Muhâcirler geniş elbiseler giydikleri için bu lakabı takmışlardır. Bkz. İbn Hişâm, III, 318.

[333] Münâfikûn 63/8.

[334] Vâkidî, II, 416; İbn Hişâm, III, 318-319; Taberî, Târîh, II, 109; Beyhakî, IV, 52.

[335] Vâkidî, II, 416-417; İbn Hişâm, III, 318; İbn Sa‘d, II, 50; Taberî, Târîh, II, 109; Beyhakî, IV, 52­53.

[336] Beyhakî, IV, 54-55; Zehebî, I, 266.

[337] Kaynaklarda Zeyd’in bu olayı amcasına anlattığı, amcasının da Rasûlullah’a anlattığı şeklinde rivayetler de bulunmaktadır. Bkz. Buhârî, Tefsîr 63/1.

[338] Vâkidî, II, 417.

[339] Buhârî, Tefsîr 63/1; Taberî, Târîh, II, 109; Beyhakî, IV, 56.

[340] İbn Hişâm, III, 319; Taberî, Târîh, II, 110; Beyhakî, IV, 53.

[341] Vâkidî, II, 419; Şâmî, IV, 494.

[342] Vâkidî,  II, 419;            İbn Hişâm, III,  320; Taberî, Târîh,                 II,   110; Beyhakî,            IV,          53.

[343] Vâkidî,  II, 422;            İbn Hişâm, III,  319; Taberî, Târîh,                 II,   110; Beyhakî, IV,       53;     Makrîzî,  I, 210.

[344] Vâkidî,  II, 422;            İbn Hişâm, III,  320; Taberî, Târîh, II,           110.

[345]  Onlar: Allah’ın elçisinin   yanında bulunanlar için   hiçbir şey harcamayın   
ki   dağılıp gitsinler,diyenlerdir. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır. Fakat münafıklar bunu anlamazlar. Onlar: Andolsun, eğer Medine’ye dönersek, üstün olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır, diyorlardı. Hâlbuki asıl üstünlük, ancak Allah’ın, Peygamber’inin ve müminlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler. Bkz. Münâfikûn 63/7-8.

[346] Vâkidî, II, 419-420; İbn Hişâm, III, 320; Taberî, Târîh, II, 110.

[347] Vâkidî, II, 420; Taberî, Târîh, II, 110; İbn Seyyidinnâs, II, 137; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 188.

[348] Nedvî’nin eserini tercüme eden Ömer Rıza Doğrul burayı yanlışlıkla Abdullah b. Übey’in kızı şeklinde tercüme etmiştir. Bkz. Nedvî, V, 95-96. M. Necati Bursalı ve Necip Fazıl Kısakürek de aynı hatayı tekrarlamışlardır. Bkz. Bursalı, s. 198; Kısakürek, Necip Fazıl (ö. 1403/1983), Çöle İnen Nur, Büyük Doğu Yayınları, 35. Baskı, İstanbul, 2006, s. 359.

[349] İbn Sa‘d, II, 50; İbn Hazm, s. 162; İbn Abdilber, ed-Dürer, s. 202; Semhûdî, I, 315; Koçyiğit, Talat (ö. 1432/2011), “Abdullah b. Abdullah”, DİA, İstanbul, 1988, I, 80.

[350] Medine’ye yirmi dört mil uzaklıkta bir yerdir. Bkz. Yâkût el-Hamevî, I, 471.

[351] Müslümanlar bu rüzgârın düşmanları olan Uyeyne b. Hısn’ın kadın ve çocuklardan başka kimsenin kalmadığı Medine’ye saldırmasının bir işareti olduğunu düşünerek korkmuşlardı. Müslümanların korkularını haber alan Hz. Peygamber onlara Medine’nin her geçidinde meleklerin beklediğini düşmanların onları geçip Medine’ye saldıramayacağını haber vermişti. Bkz. Vâkidî, II, 422.

[352] İbn Hişâm, III, 320; Taberî, Târîh, II, 110; Beyhakî, IV, 61; Zehebî, I, 267-268.

[353] Vâkidî, II, 423.

[354]  Yazır, V, 557; Dimeşkî, Ârif b. Ahmed b. Sa‘îd el-Müneyyirü’l-Hüseynî (ö. 1342/1923), el- Husûnü’l-Menî‘a fi Berâati Aişetü’s-Sıddîka bi İttifâki Ehlü Sünnet ve’ş-Şîa, tah. Seyyid Yûsuf Ahmed, Darü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 1. Baskı, Beyrût, 2004, s. 17.

[355] Dimeşkî, s. 17; Ersöz, İsmet, “Kur’ân’da İfk Olayı”, Diyanet Dergisi, Ankara, 1988, XXIV/I, 47; Kara, Seyfullah, “İfk Olayının Etkileri ve Olayla İlgili Ortaya Konan Tavırlar”, AÜİFD, Erzurum, 2001, XV, 343.

[356] Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 153.

[357] Taberî, Târih, II, 115.

[358]  İbn Hişâm, III, 325; Taberî, Târih, II, 112; Beyhakî, IV, 63; İbn Hacer el-Askalânî, Ebü’l-Fazl Şihâbüddîn Ahmed b. Ali b. Muhammed el-Askalânî (ö. 852/1449), Fethu’l-Bâri bi-Şerhi Sahîhi’l- Buhâri, tah. Abdülazîz b. Abdullah b. Bâz-Muhammed Fuâd Abdülbâkî, Kahire, 1999, VII, 490; Diyârbekrî, I, 475; Cemmâîlî, Ebû Muhammed Takıyyüddîn Abdülganî b. Abdülvâhid b. Ali el- Makdisî, Hadîsü ’l-İfk, tah. Ebû İsmâîl Hişâm b. İsmâîl Sekkâ, Alemü’l-Kütüb, Riyad, 1985, s. 18-19.

[359] Vâkidî, I, 407; Beyhakî, IV, 73.

[360] Vâkidî, II, 427; İbn Hişâm, III, 326; Balcı, s. 44.

[361] Vâkidî, II, 427; Makrîzî, I, 213.

[362] Vâkidî, II, 427; İbn Hişâm, III, 325; Taberî, Târih, II, 112.

[363] Vâkidî, II, 427-428.

[364] Bazı kaynaklarda mola verilen bu yerin Nahruzzahîra olduğu kaydedilir. Bkz. İbn Kayyım el- Cevziyye, Zâdü ’l-Me‘âd, III, 299.

[365] Vâkidî, II, 428; İbn Hişâm, III, 325-326; Buhârî, Tefsîr 24/6; Beyhakî, IV, 65; Hudarî, s. 146.

[366] Vâkidî, II, 428. Hz. Âişe’nin bu kolyeyi kız kardeşinden ödünç aldığı da rivayet edilmektedir. Bkz. İbn Kayyım el-Cevziyye, III, 298; Yıldız, Hakkı Dursun vd., DGBİT, Çağ Yayınları, İstanbul, 1986, I, 483.

[367]  Hz. Âişe o dönemde kadınların genel olarak zayıf olduklarını dolayısıyla kendisinin de zayıf olduğunu bildirmektedir. Bu sebeple Hz. Âişe’nin yardımcıları hevdecin hafifliğinden onun içinde olmadığını anlayamamışlardı. Bkz. Vâkidî, II, 427; İbn Hişâm, III, 325; Taberî, Târîh, II, 112; Halîfe, Nasrullah, Hadîsü ’l-İfk ev Kıssatü ’l-Seyyidetü Aişe, yy. ts., s. 48.

[368] Vâkidî, II, 428; İbn Hişâm, III, 326; Buhârî, Tefsîr 24/6; Beyhakî, IV, 65.

[369]  Safvân’ın askerin gerisinde kalmasının iki sebebi olabilir. Birinci ihtimal, orduyu geriden takip ederek unutulan eşyaları sahiplerine teslim etmektir. İkinci ihtimal ise, onun uykusunun ağır olmasıdır. Öyle ki Safvân, Hz. Peygamber’e uykusunun ağır olduğunu şikâyet ederek sabah namazlarına kalkamadığını bildirmişti. Hz. Peygamber ise ona uyanınca kılmasını söylemişti. Bkz. Süheylî, VII, 32; İbn Seyyidinnâs, II, 144-145; Halîfe, Hadîsü ’l-İfk ev Kıssatü ’l-Seyyidetü Aişe, s. 50; Kara, a.g.m., XV, 373.

[370]  Safvân b. Mu‘attal b. Rebî‘a b. Huzâa b. Muhârib b. Mürre b. Fâlic b. Zekvân b. Sa‘lebe b. Süleym, Hendek Gazvesi’nden önce müslüman olmuştur. Müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber’in katıldığı tüm savaşlara iştirak etmiştir. Bkz. İbn Abdilber, II, 725.

[371] İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn-Biz Allah’ın kullarıyız ve biz Allah’a döneceğiz. Bakara 2/156.

[372] Bazı kaynaklarda Safvân b. Mu‘attal’ın, Hz. Âişe’yi gördüğü zaman: “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. Rasûlullah’ın hanımı! Allah sana rahmet etsin. Niçin burada kaldın?” dediği, fakat Hz. Âişe’nin kendisine karşılık vermediği rivayeti vardır. Bkz. İbn Hişâm, III, 326; Taberî, Târîh, II, 112; İbnü’l-Esîr, Târîh, II, 84; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 194.

[373] Vâkidî, II, 428-429; İbn Hişâm, III, 326; Buhârî, Tefsîr 24/6; Taberî, Târîh, II, 112; Beyhakî, IV, 65-66; Hudarî, s. 146-147.

[374] Diyârbekrî, I, 475; Köksal, XII, 64; Sezikli, Ahmet, Hz. Peygamber Devrinde Nifak Hareketleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 1994, s. 119-120; Halîfe, Hadîsü’l-İfk ev Kıssatü’l-SeyyidetüAişe, s. 51.

[375] Seligsohn, M., “Âişe”, iA, Eskişehir, 1997, I, 229; Abbott, s. 31.

[376] Rodinson, s. 143; Watt, Peygamber ve Devlet Adamı Hz. Muhammed, s. 172. Bazı rivayetler de Safvân’ın yakışıklılığı biraz daha abartılarak “son derece yakışıklı” şeklinde betimlenmiştir. Bkz. Bodley, s. 243.

[377] Heykel, II, 197.

[378] Vâkidî, II, 429; İbn Hişâm, III, 326-327; Buhârî, Tefsîr 24/6; Taberî, Târîh, II, 112; Beyhakî, IV, 66-67.

[379] Ümmü Mistah bint Ebî Ruhm b. Müttalib b. Abdümenâf, Hz. Ebû Bekir’in teyzesinin kızıdır. Bkz. İbn Hişâm, III, 327; Beyhakî, IV, 67; İbnü’l-Esîr, Târîh, II, 84; Zehebî, I, 270. Ümmü Mistah lakabı olup asıl ismi Selma’dır. Bkz. Algül, Hüseyin, “Mistah b. Üsâse”, DİA, İstanbul, 2005, XXX, 188.

[380] Muhtemelen M. 598 yılında doğdu. Asıl ismi Avf olup Mistah lakabıdır. Bedir ashâbından olup Rasûlullah’ın katıldığı bütün gazvelerde bulunmuş, cesur bir kişidir. Bkz. Algül, “Mistah b. Üsâse”, DİA, XXX, 188. Annesi, bu iftira olayına karışanlardan biri olduğu için Mistah’a beddua etmişti.

[381] Vâkidî, II, 429; İbn Hişâm, III, 327; Buhârî, Tefsîr 24/6; Taberî, Târîh, II, 112-113; Beyhakî, IV, 67.

[382]  Rûdânî, Ebû Abdullah Şemsüddîn Muhammed b. Muhammed b. Süleyman (ö.        1094/1683),

Cem‘u’l-Fevâid min Câmi‘i’l-Usûl ve Mecma‘i’z-Zevâid, tah. Ebû Ali Süleyman b. Dürey‘, Mektebetü İbn Kesîr, Kuveyt, 1998, III, 173-174.

[383] Bazı rivayetlerde Hz. Âişe’nin bu duydukları sebebiyle bayıldığı zikredilmektedir. Bkz. Heysemî, IX, 378-379. Yine bazı rivayetlerde kendisini kuyuya atmak istediği de zikredilmektedir. Bkz. Heysemî, IX, 383-384; Said Havva, Hadislerle İslam Tarihi, çev. M. Ahmet Varol vd., Hikmet Neşriyat, İstanbul, ts., II, 509; Ahmad, s. 77.

[384]  İbn Hişâm rivayetinde Hz. Âişe’nin bu olaydan önce Rasûlullah’tan fazla ilgi görmediği için müteessir olarak izin alıp annesinin evine gittiği kaydedilir. Yani ona göre bu gelişme Hz. Âişe, Hz. Ebû Bekir’in evindeyken yaşanmıştı. Bkz. İbn Hişâm, III, 327.

[385] Vâkidî, II, 429-430; İbn Hişâm, III, 327-328; Buhârî, Tefsîr 24/6; Taberî, Târîh, II, 113; Beyhakî, IV, 67-68; Hudarî, s. 147.

[386] Vâkidî, II, 430; İbn Hişâm, III, 329; Buhârî, Tefsîr 24/6; Taberî, Târîh, II, 113; Makrîzî, I, 214.

[387] Aksu, Ali, “İfk Olayı Üzerine Bir Değerlendirme”, CÜİFD, Sivas, 2004, VIII/I, 10.

[388] İbn Kayyım el-Cevziyye (ö. 751/1350) ve Zerkeşî bu hadisede şahitliğine başvurulan kişinin Hz. Âişe’nin azatlısı olan Berîre olmadığını iddia ederler. Onlar, Berîre’nin bu olaydan çok sonra Hz. Âişe tarafından satın alınıp azat edildiğini bildirirler. Onlara göre bu tarihte Berîre eski efendisinin hizmetindeydi. Bkz. İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü’l-Me‘âd, III, 305; Zerkeşî, s. 23. Fakat Hz. Âişe’nin onu alıp azat etmesinden önce de Berîre’nin ara sıra Hz. Âişe’ye hizmet ettiği kaynaklarda geçmektedir. Bkz. Aşıkkutlu, Emin, “Berîre”, DİA, İstanbul, 1992, V, 503-504.

[389] Vâkidî, II, 430; İbn Hişâm, III, 329; Buhârî, Tefsîr 24/6; Taberî, Târîh, II, 113; Beyhakî, IV, 68.

[390]  Süheylî, olayın vuku bulduğu sırada Berîre’nin cariye değil hür olduğunu kaydeder. Bu sebeple Hz. Ali’nin kendisine vuramayacağını ve Rasûlullah’ın da buna izin vermeyeceğini belirtir. Süheylî: “Bence Hz. Ali Berîre’ye doğru söylemesini biraz sertçe söylemiştir. Ayrıca yalan söyleyip Allah ve Rasûlüne itaatten çıktığı taktirde kendisini dövmekle tehdit etti.” demektedir. Bkz. Süheylî, VII, 33. Fakat Süheylî’nin verdiği bilgi yanlıştır. Çünkü Berîre 9/630 yılı civarında azat edilmişti. Bkz. İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü ’l-Me‘âd, III, 305; Aşıkkutlu, a.g.m., V, 503.

[391] İbn Hişâm, III, 329; Taberî, Târîh, II, 113; İbnü’l-Esîr, Târîh, II, 85; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 197.

[392] Vâkidî, II, 430; Buhârî, Tefsîr 24/6; Beyhakî, IV, 72; İbn Seyyidinnâs, II, 143; Makrîzî, I, 214.

[393] Vâkidî, II, 430-431; Makrîzî, I, 214.

[394]  Diyârbekrî, I, 477; Suruç, Salih, Kâinatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Nesil Yayınları, İstanbul, 2004, II, 230; Bursalı, s. 210-211.

[395] Vâkidî, II, 431; Buhârî, Tefsîr 24/6; Makrîzî, I, 214; Zuhaylî, Vehbe, Tefsîru ’l-Münîr, çev. Hamdi Arslan vd., Bilimevi Basın Yayın, 2. Baskı, İstanbul, 2005, IX, 418.

[396] İbn Hişâm, III, 328; Taberî, Târih, II, 113; İbnü’l-Esîr, Târih, II, 84-85.

[397] Bazı kaynaklarda ilk konuşma yapan kişinin Sa‘d b. Mu‘az olduğu belirtilmektedir. Bkz. Vâkidî, II, 431-432; Buhârî, Tefsîr 24/6; Beyhakî, IV, 69-70; İbn Seyyidinnâs, II, 142; İbn Kesîr, Tefsîr, XI, 5794-5795; Makrîzî, I, 214-215.

[398] İbn Hişâm, III, 328-329; İbnü’l-Esîr, Târih, II, 85; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 197.

[399] Vâkidî, II, 432.

[400]  Bazı kaynaklarda Hz. Âişe’nin masum olduğunu ortaya çıkaran âyetlerin Hz. Peygamber’in Medine’ye ulaşmasından otuz yedi gün sonra nâzil olduğu belirtilmektedir. Bkz. Süheylî, VII, 41; Makrîzî, I, 216.

[401] Yûsuf 12/18.

[402] Vâkidî, II, 432-433; İbn Hişâm, III, 329-330; Buhârî, Tefsîr 24/6; Beyhakî, IV, 70-71; Makrîzî, I, 215.

[403] Vâkidî, II, 433; Makrîzî, I, 215. Krş. Heysemî, IX, 381.

[404] Vâkidî, II, 433; İbn Hişâm, III, 329; Buhârî, Tefsîr 24/6; Beyhakî, IV, 71.

[405] Belâzürî, Ensâb, II, 552; Süheylî, VII, 41; Heysemî, IX, 384.

[406] Vâkidî, II, 433-434; Buhârî, Tefsîr 24/6; Makrîzî, I, 215.

[407] Köksal, XII, 82.

[408] Nûr 24/11-20.

[409] Vâkidî, II, 434; İbn Hişâm, III, 330; Taberî, Târih, II, 114.

[410] Sözlükte “herhangi bir şeyi atmak” anlamına gelen kazf fıkıhta haddi gerektiren belirli suçlardan birinin adı olup “muhsan olan bir kimseye zina ithamında bulunmak veya nesebini reddetmek” şeklinde tanımlanır. Bkz. Aktan, Hamza, “Kazf”, DİA, Ankara, 2002, XXV, 148. Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup, sonra (bunu ispat için) dört şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar tamamen günahkârdırlar. Ancak bundan sonra tövbe edip ıslah olanlar müstesnadır. Allah, çok bağışlayıcı ve merhametlidir. Bkz. Nûr 24/4-5. Âyette açıkça belirtildiği gibi zina iftirasında bulunan kimseler bunu ispatlayamadıkları taktirde kendilerine seksen değnek vurulacaktır.

[411] Vâkidî, II, 434; Ya‘kûbî, I, 372.

[412] İbn Hişâm, III, 330; Belâzürî, Ensâb, I, 343; Taberî, Târîh, II, 114; Beyhakî, IV, 74; İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü ’l-Me‘âd, III, 302.

[413] Elmalı, Hüseyin, “Hassân b. Sâbit”, DİA, İstanbul, 1997, XVI, 400.

[414] Vâkidî, II, 434.

[415] İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü’l-Me‘âd, III, 302; Ebû Zehra, Muhammed (ö. 1394/1974), Son

Peygamber Hz. Muhammed, Birleşik Yayıncılık, çev. Mehmet Keskin, İstanbul, 1993, III, 308; Bûtî, Muhammed Sa‘îd Ramazan (ö.      1434/2013), Fıkhu’s-Sîre, çev. Ali Nar-Orhan Aktepe, Gonca

Yayınevi, İstanbul, 1992, s. 303; Ateş, Kur’ân-ı Kerîm’in Öz Tefsîri, IV, 204-205.

[416] İbn Kayyım el-Cevziyye, III, 302; Ateş, Kur’ân-ı Kerîm’in Öz Tefsîri, IV, 204-205.

415 İbn Hişâm, III, 336; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 199-200.

[418] (Peygamber’in eşine) bu ağır iftirayı uyduranlar şüphesiz sizin içinizden bir gruptur. Bunu kendiniz için bir kötülük sanmayın, aksine o, sizin için bir iyiliktir. Onlardan her bir kişiye, günah olarak ne işlemişse (onun karşılığı ceza) vardır. Onlardan (elebaşılık yapıp) bu günahın büyüklüğünü yüklenen kimse için de çok büyük bir azap vardır. Bu iftirayı işittiğinizde, erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsnü zanda bulunup da: “Bu apaçık bir iftiradır.” demeleri gerekmez miydi? Onların (iftiracıların) da bu konuda dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Mademki şahitler getiremediler, öyle ise onlar Allah nezdinde yalancıların ta kendisidirler. Eğer dünyada ve ahirette Allah’ın lütuf ve merhameti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı size mutlaka büyük bir azap isabet ederdi. Çünkü siz bu iftirayı, dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allah katında çok büyük (bir suç) tür. Onu duyduğunuzda: “Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Hâşâ! Bu çok büyük bir iftiradır.” demeli değil miydiniz? Eğer inanmış insanlarsanız, Allah bir daha buna benzer tutumu tekrarlamaktan sizi sakındırıp uyarır. Allah âyetleri size açıklıyor. Allah, (işin iç yüzünü) çok iyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir. İnananlar arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da ahirette de çetin bir ceza vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Ya sizin üstünüze Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, Allah çok şefkatli ve merhametli olmasaydı! (haliniz nice olurdu?)

[419] Nûr 24/11.

[420] Beyzâvî, Nasırüddîn Ebû Saîd Abdullah b. Ömer b. Muhammed (ö. 685/1286), Envâru ’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, tah. Muhammed Abdurrahman el-Mer‘aşlı, Dârü İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 1. Baskı, Beyrût, ts., IV, 100; Bikâî, Ebü’l-Hasen Burhânüddîn İbrahim b. Ömer b. Hasen er-Rubât el-Hırbevî (ö. 885/1480), Nazmü’d-Dürer fi Tenâsibi’l-Ây ve’s-Süver, Dâiretü’l-Maârifi’l-Osmaniyye, Haydarabad, 1978, XIII, 221; Zuhaylî, IX, 413-414.

[421] Aksu, a.g.m., VIII/I, 16.

[422] Asımgil, s. 274.

[423] Seligsohn, a.g.m., I, 229.

[424] İbn Sa‘d, VIII, 53; Buhârî, Megâzî 63; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 8; İbn Mâce, Mukaddime 11; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 16; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 188; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 142, 147; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 91-92; Özdemir, Serdar, Hz. Peygamberin Seriyyeleri, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2001, s. 111.

[425] Caetani, Leone (ö. 1354/1935), İslâm Târîhî, çev. Hüseyin Cahit Yalçın, Tanîn Matbaası, İstanbul, 1925, IV, 158.

[426] İbn Hişâm, III, 331; Beyhakî, IV, 73; Zehebî, I, 279; İbn Kesîr, Tefsîr, XI, 5803.

[427] Beyhakî, IV, 73; Zehebî, I, 279; İbn Kesîr, Tefsîr, XI, 5803.

[428]  İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 204-205; Sâ‘dî Çelebi, Sadullah Sâ‘dî Çelebi b. Îsâ b. Emirhan el- Kastamonî (ö. 945/1539), el-Fevâidü’l-Behiyye: Hâşiye alâ Tefsîri’l-Beyzâvî, Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi, nr. 168, vr. 141a.

[429] Sâ‘dî Çelebi, nr. 168, vr. 141a; Çelik, Ersin, Şeyhu’l-İslâm Sadî Çelebi ve “el-Fevâidü’l-Behiyye: Hâşiye ‘alâ Tefsîri’l-Beyzâvî” Adlı Eserinin Tahlili, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Rize, 2015, s. 99-100.

[430] İbn Kesîr, Tefsîr, XI, 5803; Bikâî, XIII, 224-225.

[431] Vâkidî, II, 439.

[432] Ya‘kûbî, I, 372.

[433] Taberî, Târîh, II, 113.

[434] İbn Hişâm, III, 331; Belâzürî, Ensâb, I, 343; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 155; İbn Kesîr, Tefsîr, XI, 5792.

[435] Beyhakî, IV, 72-73; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 160. Bazı çalışmalarda bu halifenin Hişâm b. Abdülmelik olduğu zikredilmektedir. Bkz. Koçyiğit, Talat (ö. 1432/2011), “Zühri”, İA, Eskişehir, 1997, XIII, 646; Horovitz, Josef (ö. 1349/1931), İslâmi Tarihçiliğin Doğuşu, çev. Ramazan Altınay- Ramazan Özmen, Ankara Okulu Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 2002, s. 60-61.

[436] Vâkidî, II, 434; İbn Hişâm, III, 330-331; Taberî, Ebû Ca‘fer Muhammed b. Cerîr b. Yezîd el- Âmülî et-Taberî el-Bagdadî (ö. 310/923), Câmi‘u’l-Beyân an Te’vîl Âyi’l-Kur’ân, Dâru İbn Hazm, Beyrût, 2013, XVIII, 122; İbn Kesîr, Tefsîr, XI, 5804-5805. Bu âyetin muhatabının Übey b. Ka‘b olduğunu söyleyenler de olmuştur. Bkz. Vâkidî, II, 434; İbn Hişâm, III, 330-331.

[437] İbn Kesîr, Tefsir, XI, 5805.

[438] İbn Kesîr, Tefsir, XI, 5806.

[439] Nûr 24/22.

[440] İbn Hişâm, III, 331; Buhârî, Tefsîr 24/6; Beyhakî, IV, 71, Zuhaylî, IX, 420.

[441] Heysemî, IX, 376-377; Rûdânî, III, 174-176; Cemmâîlî, s. 37.

[442] Köksal, XII, 85-86; Suruç, II, 235-236.

[443] Zemahşerî, Ebü’l-Kâsım Mahmûd b. Ömer b. Muhammed el-Hârizmî (ö. 538/1144), el-Keşşâf an Hakâıkı Gavâmizi’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl f Vücûhi’t-Te’vîl, tah. Ahmed Abdülmevcûd-Ali Muhammed Mu‘avviz, Mektebetü’l-Ubeykân, 1. Baskı, Riyâd, 1998, IV, 280; Zerkeşî, s. 19-22.

[444] Algül, Hüseyin, İslâm Tarihi, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, I, 426; Yıldız vd., DGBİT, I, 485.

[445] Vâkidî, II, 439; İbn Hişâm, III, 334-335; Yazır, V, 563-564; Özdemir, Abdurrahman, “Peygamber Şairi Hassân b. Sâbit ve Divanı”, İSTEM, Konya, 2004, IV, 215-216.

[446] Vâkidî, II, 438; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 154; Belâzürî, Ensâb, II, 553; Hâkim, III, 555. Krş. Abdürrezzâk, V, 65-66.

[447] İbn Hişâm, III, 335.

[448]  Buhârî, Tefsîr 24/11; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 155; Belâzürî, Ensâb, II, 552; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 161.

[449] Algül, İslam Tarihi, I, 426; Yıldız vd., DGBİT, I, 486.

[450] Algül, “Mistah b. Üsâse”, DİA, XXX, 188.

[451] Taberî, Târîh, II, 113; Beyhakî, IV, 72.

[452] Vâkidî, II, 430; Beyhakî, IV, 72; İbn Seyyidinnâs, II, 143; İbn Kesîr, Tefsîr, XI, 5796; Makrîzî, I, 214.

[453] Heysemî, IX, 384-385; Rûdânî, III, 176.

[454] Rûdânî, III, 176; Dermenghem, Emile (ö. 1390/1971), Hz. Muhammed ve Risaleti, çev. Ahmet Ağırakça, İnsan Yayınları, İstanbul, 1997, s. 323; Köksal, XII, 76; Cemmâîlî, s. 24.

[455] Safvân b. Mu’attal, Mudar kabilesindendi. Bkz. İbn Hişâm, III, 332.

[456] Vâkidî, II, 436; İbn Hişâm, III, 332; Beyhakî, IV, 74.

[457] İbn Hişâm, III, 333; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 200-201.

[458] Vâkidî, II, 436; Makrîzî, I, 217.

[459] Vâkidî, II, 436; İbn Hişâm, III, 333; Taberî, Târîh, II, 115; Beyhakî, IV, 75.

[460] Beyhakî, IV, 75.

[461] Bu kişinin Umâre b. Hazm olduğu da rivayet edilir. Bkz. Vâkidî, II, 436.

[462] İbn Hişâm, III, 333-334; Taberî, Târîh, II, 115; Beyhakî, IV, 75; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 493; Heysemî, IX, 376.

[463] Vâkidî, II, 438.

[464] Yazır, V, 560.

[465] Fayda, “İfk Hadisesi”, DİA, XXI, 508.

[466] Elmalı, a.g.m., XVI, 401.

[467]   Zekeriyya mâbedde durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle nida ettiler: “Allah sana, kendisinden gelen bir Kelime’yi (İsa’yı) tasdik edici, efendi, iffetli (hasûr) ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahya’yı müjdeler.” Âl-i İmran 3/39. Hasûr kelimesi bu âyette Hz. Yahya’nın bir sıfatı olarak kullanılmıştır. el-Hasûr, nefsini şehvâni şeylerden men eden kimse anlamına gelmektedir. Bkz. Çanga, Mahmut, Kur’ân-ı Kerim Lügati, Timaş Yayınları, İstanbul, 2005, s. 146. Fakat ilk dönem İslâm tarihi kaynaklarında kelimenin diğer bir anlamı olan iktidarsızlık söz konusu edilmektedir. Biz kelimenin bu manada kullanılmasının yanlış olduğunu düşünüyoruz. Çünkü Safvân b. Mu’attal’ın künyesi “Ebâ Amr/Amr’ın babası” dır. Bkz. İbn Abdilber, el-İstî‘âb, II, 725; Kuraybî, İbrahim b. İbrahim, Merviyyâtü Gazveti Beni’l-Mustalik, el-Mektebetü’l-Arabiyyetü’s-Su‘ûdiyyetü/el- Câmi‘atü’l-İslâmiyyetü, Medine, ts, s. 247. Araplar’da âdet olduğu üzere kişi, doğan ilk erkek çocuğunun ismiyle künyelenirdi. Nitekim Hz. Peygamber’in künyesi Ebü’l-Kâsım idi. Ayrıca Ebû Dâvûd’dan aktarılan bir rivayette Safvân’ın hanımının Hz. Peygamber’e gelerek Safvân’ı bazı hususlarda şikâyet ettiği belirtilmektedir. Bkz. Ebû Dâvûd, Savm 74; Afzalurrahman, Sîret Ansiklopedisi, çev. Yusuf Balcı vd., İnkılâb Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2003, II, 565. Bu bilgiler ışığında Safvân’ın iktidarsız olduğunu belirten rivayetin doğru olmadığını söyleyebiliriz. Safvân’ın hasûr olduğunu belirten rivayet, hemen hemen her kaynakta geçmesine rağmen görebildiğimiz kadarıyla yukarıdaki hadis doğrultusunda bu rivayeti çok az kişi eleştirmiştir. Bkz. Erkocaaslan, s. 59; Azimli, Mehmet, Hz. Safvan b. Muattal, Step Matbaacılık, Diyarbakır, 2008, s. 50-51.

[468] İbn Hişâm, III, 334; Taberî, Târîh, II, 115; İbnü’l-Esîr, Târîh, II, 86; Cemmâîlî, s. 24.

[469] İbn Abdilber, el-İstî‘âb, II, 725; Zehebî, Târîh, I, 281; Kandemir, M. Yaşar, “Safvân b. Muattal” DİA, İstanbul, 2008, XXXV, 486. Muâviye devrinde H. 58, 59 veya 60 yılında şehit olduğuna dair rivayetler de bulunmaktadır. Bkz. Zuhaylî, IX, 427; Kandemir, “Safvân b. Muattal” DİA, XXXV, 486.

[470] İbn Asâkir, Ebü’l-Kâsım Ali b. el-Hasen b. Hibetillâh b. Abdullah b. Hüseyin ed-Dimaşkî eş-Şâfiî (ö. 571/1176), Tebyînü Kezibi’l-Müfterî, tah. Hüsameddin el-Kudsî, Matbu‘atü Tevfîk, Şâm, 1928, s. 219; Sekûnî, Ebû Ali Ömer b. Muhammed b. Hamd b. Halil (ö. 717/1317), Uyûnü ’l-Münâzarât, tah. Sa‘d Gurâb, el-Câmi‘atü’l-Tunûsiyye, Tunus, 1976, s. 249; İbn Kesîr, el-Bidâye, XV, 549; Karadaş, Cağfer, “Bizans Sarayında Müslüman-Hıristiyan Münazarası: Büveyhî Elçisi Bâkıllânî ile İmparator II. Basilelos Arasında Geçen Tartışma, İAD, İstanbul, 2009, XXII, 32; Kettânî, Muhammed Abdülhay, Hz. Peygamberin Yönetimi, çev. Ahmet Özel, İz Yayıncılık, İstanbul, 2003, I, 339-340.

[471]  Juynboll, Gautier Herald A., Oryantalistik Hadis Araştırmaları, der. ve çev. Mustafa Ertürk, Ankara Okulu Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 2001, s. 105.

[472] Watt, Peygamber ve Devlet Adamı Hz. Muhammed, s. 173.

[473] Abbott, s. 27.

[474] Bodley, s. 249.

[475] Bodley, s. 241-249.

[476] Muir, Sir William (ö. 1323/1905), The Life of Mohammed, John Grant, 5. Baskı, Edinburgh, 1923, s. 304. Krş. Davenport, s. 44.

[477] Arsel, İlhan (ö. 1431/2010), Şeriat ve Kadın, Kurtiş Matbaası, 9. Baskı, İstanbul, 1991, s. 359-360.

[478] Nûr 24/23.

[479] Kâdî İyâz, Ebü’l-Fazl İyâz b. Mûsâ b. İyâz el-Yahsubî (ö. 544/1149), Şifâ-i Şerîf Şerhi, çev. ve şerh. Mehmet Yaşar Kandemir, Tahlil Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2012, III, 526, 535; Nüveyrî, XVIII, 175; İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 337; İbn Kesîr, Tefsir, XI, 5812. Krş. Bilmen, s. 28-29; Dalkıran, Sayın, Ahmet Feyzi Çorûmî’nin el-Feyzü ’r-Rabbânî’si Işığında; Osmanlı Devleti’nde Ehl-i Sünnet’in Şi’î Akîdesine Tenkidleri, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2000, s. 204.

[480]  Ali el-Kârî, Ebü’l-Hasen Nûrüddîn Ali b. Sultân Muhammed el-Kârî el-Herevî (ö. 1014/1605), İmam Azâm Fıkh-ı Ekber Şerhi, çev. Yunus Vehbi Yavuz, Çağrı Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 1992, s. 209.

[481] Fayda, “İfkHadisesi”, DİA, XXI, 508-509; Sûfî, Abdülkâdir b. Muhammed Atâ, es-Sâ‘ikafiNesefi Ebâtîl ve İftirââti’ş-Şî ‘a ala Ümmi’l-Mü ’minîn Âişe me ‘a Defiii-Kezibi’l-Mübîn an Ümmehâti’l- Mü’minîn, Dârü Ezvâi’s-Selef, 1. Baskı, Riyad, 2004, s. 112-116. Şiîler’in Hz. Âişe aleyhine hakaretleri bununla da kalmamaktadır. Hz. Âişe’nin söz konusu günahı işlediğini iddia edenler olduğu gibi daha ağır hakaretler de vuku bulmuştur. Bkz. Efendioğlu, Mehmet, Sahâbeye Yöneltilen Tenkitler: Tartışmalar-Gerçekler, İFAV, 1. Baskı, İstanbul, 2011, s. 252-269.

[482] Kara, a.g.m., XV, 381-382. Krş. Kâdî İyâz, III, 538.

[483] Nûr 24/26.

[484] Kara, a.g.m., XV, 380-381; Balcı, s. 121. Krş. Efendioğlu, s. 252-253.

[485]  Caetani: “Muhammed müslümanların memnuniyetsizliğini izale etmek için teyemmüme dair âyetleri tebliğ etti.” şeklinde bir ifade ile Hz. Peygamber’in ortama binaen âyetleri kendisinin vazettiğini imalı bir biçimde iddia etmektedir. Bkz. Caetani, IV, 155.

[486] Vâkidî, II, 426-427; Makrîzî, I, 212-213. Bazı kaynaklarda müslümanların zorunlu olarak ikamet ettikleri bu yerin Beydâ’, Zâtülceyş veya Sulsul olduğu rivayet edilmektedir. Bkz. Dârimî, Tahâret 66; Buhârî, Teyemmüm 1; Müslim, Hayz 108; İbn Mâce, Tahâret 90; Ebû Dâvud, Tahâret 123; Nesâî, Tahâret 195, 205; İbn Seyyidinnâs, II, 147-148; Zehebî, SiyeruAiâmi’n-Nübelâ, II, 169-170.

[487] Vâkidî, II, 435.

[488] Vâkidî, II, 427; İbn Sa‘d, II, 50; Buhârî, Teyemmüm 1; Müslim, Hayz 108; Nesâî, Tahâret 195; İbn Seyyidinnâs, II, 148.

[489] Kastallânî, III, 11-12.

[490]  Kastallânî, III, 13; Fayda, Mustafa, “Âişe”, DİA, İstanbul, 1989, II, 202; Efendioğlu, s. 235. Mekke’nin fethi için çıkılan seferde Hz. Peygamber’in yanında hanımlarından sadece Hz. Ümmü Seleme ve Hz. Meymûne olduğu için bu sefer esnasında teyemmüm âyetinin inmesi mümkün gözükmemektedir. Bkz. Vâkidî, II, 829; Akdoğan, Mehmet Nur, Mekke’nin Fethi, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Diyarbakır, 2008, s. 81.

[491] Kastallânî, III, 13.

[492] Nisâ 4/43.

[493] Mâide 5/6.

[494] Karaman vd., Kur’ân Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, II, 71.

[495] Ayrıntılı bilgi için bkz. Şulul, s. 611-612.

[496] Döndüren, Hamdi, “Îlâ” DİA, İstanbul, 2000, XXII, s. 61.

[497] Müslim, Talâk 29; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, VIII, 279-280; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü ’l-Me‘âd, VI, 113.

[498] Ahzâb 33/28-29.

[499] Ahmed b. Hanbel, XII, 245-247; Buhârî, Mezâlim 25. Krş. İbn Sa‘d, VIII, 54; Ahmed b. Hanbel, VII, 316-317; Müslim, Talâk 30, 31, 34; Tirmizî, Tefsîr 66; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, III, 104-105.

[500] Buhârî, Talâk 5; Müslim, Talâk 24; İbn Mâce, Talâk 20.

[501] Ahmed b. Hanbel, XII, 226-227; Müslim, Talâk 29; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, VIII, 279-280.

[502] İbn Mâce, Talâk 24; Hâkim, IV, 335-336.

[503]  Abdürrezzâk, VI, 162; İbn Sa‘d, VIII, 48; Müslim, Nikâh 72; İbn Mâce, Nikâh 13; Belâzürî, Ensâb, II, 540; Nesâî, Nikâh 29; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1882; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 84.

[504] İbn Hişâm, IV, 299-300; İbn Sa‘d, II, 158; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ, VI, 380-381. Krş. Ahmed b. Hanbel, VI, 187; Hâkim, III, 58.

[505] Başka bir rivayette İbn Abbâs bu kişinin Hz. Ali olduğunu Ubeydullah b. Abbâs’a söylemiştir. Bkz. Buhârî, Ezân 39; İbn Mâce, Cenâiz 64.

[506] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 33; Buhârî, Vuzû’ 45. Krş. Belâzürî, Ensâb, II, 546-547; Buhârî, Cenâiz 96; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 84; Ebû Dâvud, Nikâh 39; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 19

[507] İbn Sa‘d, II, 160; Buhârî, Merdâ 2; Müslim, Birr 44; İbn Mâce, Cenâiz 64; Tirmizî, Zühd 56.

[508] Buhârî, Megâzî 83; Müslim, Selâm 85; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, VI, 383.

[509] İmam Mâlik, Ayn 4, 10; İbn Sa‘d, II, 163; Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 14; Müslim, Selâm 50; İbn Mâce, Tıb 38; Ebû Dâvud, Tıb 19.

[510] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 40-41; Buhârî, Cum‘a 9; Hâkim, I, 244; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 189.

[511] Dârimî, Mukaddime 11; Buhârî, Megâzî 83; Hâkim, III, 60. Krş. İbn Hişâm, III, 367-368.

[512] İbn Ebî Şeybe, XIX, 94; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 133-134; Kâdî İyâz, I, 215; Heysemî, III, 308­309.

[513] İbn Sa‘d, III, 133; Buhârî, Ezân 46; Tirmizî, Menâkıb 16. Krş. Dârimî, Mukaddime 14; Buhârî, Ezân 39; Müslim, Salât 95; İbn Mâce, İkâmetü’s-Salât 142.

[514] Ahmed b. Hanbel, III, 199-200; Buhârî, Megâzî 83; Müslim, Salât 93.

[515] İbn Sa‘d, II, 173-174. Şiîler bu rivayetlerin tamamını görmezden gelerek Hz. Âişe’nin, namazları babasının kıldırması için çok çaba sarf ettiğini iddia etmektedirler. Bkz. Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, I, 74-77.

[516] Buhârî, Dua 29; Krş. İmam Mâlik, Cenâiz 16; İbn Mâce, Cenâiz 64; Tirmizî, De‘avât 77; Hâkim, IV, 8.

[517] İbn Sa‘d, II, 159.

[518] İbn Hişâm, IV, 299; İbn Sa‘d, II, 209.

[519] Buhârî, Menâkıb 19; Müslim, Fezâil 114; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, VI, 393.

[520] İbn Sa‘d, II, 209. Çarşamba günü defnedildiği şeklinde rivayetler de bulunmaktadır. Bkz. Ahmed b. Hanbel, VI, 315-316.

[521] İbn Ebî Şeybe, XII, 524; Buhârî, Humus 5; İbn Mâce, Libâs 1; Tirmizî, Libâs 10; Hâkim, II, 665.

[522] İbn Mâce, Cenaiz 64; Nesâî, Cenâiz 6. Şiîler Hz. Âişe’nin kucağında vefat eden Hz. Peygamber imajının Hz. Âişe’yi yücelteceğini düşündükleri için olsa gerek Hz. Peygamber’in Hz. Ali’nin kucağında vefat ettiğine dair rivayetler uydurmuşlardır. Bu şekilde Hz. Ali’ye Hz. Peygamber’in vasiyet etmesi de makul bir zemine çekilmiş olmaktadır. Bkz. İbn Sa‘d, II, 201-202; Azimli, Siyeri Farklı OkumakII, s. 225.

[523] Âl-i İmrân 3/144.

[524] Ahmed b. Hanbel, VI, 141; Buhârî, Fezâilü’s-Sahâbe 5; İbn Mâce, Cenâiz 65; Nesâî, Sünenü’l- Kübrâ, II, 386; Heysemî, VIII, 605-608.

[525] Ebû Dâvud, Cenâiz 32; Hâkim, III, 61-62.

[526] İbn Sa‘d, II, 201-202.

[527] Ahmed b. Hanbel, VI, 188; İbn Mâce, Cenâiz 9; Ebû Dâvud, Cenâiz 32.

[528] İmam Mâlik, Cenâiz 5; Buhârî, Cenâiz 18; Müslim, Cenâiz 47; İbn Mâce, Cenâiz 11; Ebû Dâvud, Cenâiz 34; Tirmizî, Cenâiz 20; Nesâî, Cenâiz 39.

[529] Tirmizî, Cenâiz 33.

[530] İbn Mâce, Cenâiz 40. Krş. Ahmed b. Hanbel, VI, 305; Heysemî, III, 158.

[531]  İmam Mâlik, Cenâiz 30; Hâkim, III, 62-63; Heysemî, VII, 382; Süyûtî, Ebü’l-Fazl Celâlüddîn Abdurrahman b. Ebû Bekir b. Muhammed el-Hudayrî (ö. 911/1505), Târîhu’l-Hulefâ’, Dâru İbn Hazm, 1. Baskı, Beyrût, 2003, s. 87.

[532] Müslim, Vasıyye 18; İbn Mâce, Vesâyâ 1; Ebû Dâvud, Vesâyâ 1; Nesâî, Vasıyye 2.

[533] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 55-56; Buhârî, Vesâyâ 1; Kâdî İyâz, I, 305.

[534]  İbn Sa‘d, VIII, 64; Belâzürî, Ensâb, II, 549; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 171; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 99-100.

[535] İbn Sa‘d, VIII, 62-63; Hâkim, IV, 6.

[536] Arsel, s. 151.

[537] Tarhan, Nevzat, Kadın Psikolojisi, Nesil Yayınları, 64. Baskı, İstanbul, 2012, s. 205.

[538] İbn Sa‘d, VIII, 47-49, 52; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 267-268; Buhârî, Edeb 81; Müslim, Fezâilü’s- Sahâbe 81; İbn Mâce, Nikâh 50; Belâzürî, Ensâb, II, 542; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 150; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 84.

[539] Buhârî, Nikâh 82, 114; Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ, II, 151. Krş. Nesâî, Salâtü Îdeyn 34.

[540] Vâkidî, II, 427; İbn Ebî Şeybe, XVIII, 188-189; Makrîzî, I, 213.

[541]  İbn Sa‘d, VIII, 64; Belâzürî, Ensâb, II, 549; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 171; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 99-100.

[542] Buhârî, Hibe 8. Krş. Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 83; Nesâî, İşretü’n-Nisâ 3; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 17-18; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 143-144.

[543] Kehhâle, Ömer Rızâ (ö. 1408/1987), A‘lâmü’n-Nisâ fi Âlemeyi’l-Arab ve’l-İslâm, Müessesetü’r- Risâle, 5. Baskı, Beyrût, 1984, III, 107; Kettânî, I, 192.

[544] Askari, The Role of A ’ishah in the History of İslam, I, 37.

[545] Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, III, 148-151.

[546] Bodley, s. 163.

[547]  İbn Ebî Şeybe, XV, 293; Ahmed b. Hanbel, XI, 520; Ebû Dâvud, Salât 358; Nesâî, Sünenü’l- Kübrâ, VII, 6-7.

[548] İbn Ebî Şeybe, XIII, 256; Ahmed b. Hanbel, XVI, 313-314; Heysemî, VIII, 147.

[549] Yahudiler Hz. Peygamber’e “es-Selâmu Aleyk” yerine söyleniş itibariyle ona çok benzeyen “es- Sâmu Aleyk” ifadesiyle hitap etmişlerdi.

[550]  İbn Ebî Şeybe, XIII, 200; Buhârî, Cihâd 98; Müslim, Selâm 10; Tirmizî, İsti’zân 12; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, IX, 148; Heysemî, II, 122.

[551] Ahmed b. Hanbel, XV, 193; Ebû Dâvud, Cihâd 1; Edeb 11; Heysemî, VIII, 43. Krş. Müslim, Birr 77, 78, 79; Kâdî İyâz, I, 279-280; Heysemî, VIII, 43. Bazı rivayetlerde deve huysuz olduğu için Hz. Âişe’nin ona sert davrandığı zikredilmektedir.

[552] Bazı rivayetlerde Hz. Âişe’nin yüz köle azat ettiği zikredilir. Bkz. Belâzürî, Ensâb, II, 552; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 198.

[553] Abdürrezzâk, VIII, 444-445; Buhârî, Edeb 62; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 30-31; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 129-130. Bazı rivayetlerde Hz. Âişe’nin evini Muâviye’ye yüz bin dirhem karşılığında sattığı ve bu parayı akşam olmadan dağıttığı, Abdullah b. Zübeyr’in de buna kızdığı rivayet edilmektedir. Bkz. Ahmed b. Hanbel, XVI, 128-129; Belâzürî, Ensâb, II, 552; Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 49; Zehebî, SiyeruA ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 183-184.

[554] Kettânî, I, 392.

[555] İbn Sa‘d, VIII, 50, 52; Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 297; İbn Mâce, Edeb 34; Ebû Dâvud, Edeb 78; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 15; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 78.

[556] İbn Kesîr, XII, 197; Abbott, s. 65. Krş. Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, II, 156-159.

[557] İbn Ebî Şeybe, XXI, 369; İbn Kesîr, el-Bidâye, XII, 196-197; Gölpınarlı, Abdülbâki, Mü ’minlerin Emiri Hazret-i Ali, Derin Yayınları, İstanbul, 2004, s. 116.

[558] Ebû Dâvud, Edeb 55.

[559] Fetih 48/2.

[560] Ahmed b. Hanbel, IV, 351-352; Buhârî, Teheccüd 6; Müslim, Sıfâtü’l-Münâfikîn 79-80.

[561] İbn Ebî Şeybe, XIX, 116-117; Ahmed b. Hanbel, XX, 282-283; Ebû Dâvud, Sünnet 28; Hâkim, IV, 622; Heysemî, X, 650.

[562] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 126-127; Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn 77.

[563] Tûr 52/27.

[564] İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 31. Krş. Abdürrezzâk, II, 451; Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 48.

[565]  Abdürrezzâk, III, 141; İbn Ebî Şeybe, III, 569; Hâkim, I, 320; Savaş, Rıza, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, Ravza Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1991, s. 115.

[566] Taberî, Tefsir, V, 316; Medkûr, Muhammed Selâm, “Hz. Âişe’nin Fıkhı ve İçtihad Usûlü”, Diyanet Dergisi, çev. Mücteba Uğur, Ankara, 1977, XVI/II, 83; Görmez, s. 109.

[567] Abdürrezzâk, II, 561; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü ’l-Me‘âd, I, 440-441; Aynacı, s. 48.

[568] Abdürrezzâk, IV, 245-246; İbn Ebî Şeybe, VI, 322; Ahmed b. Hanbel, VII, 548.

[569] Abdürrezzâk, IV, 292-293; Ahmed b. Hanbel, VII, 511; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ, I, 241; Heysemî, III, 440-441.

[570] İbn Sa‘d, VIII, 54, 59; İbn Ebî Şeybe, VI, 111; Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 47; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 31; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 187.

[571] İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 31.

[572] Abdürrezzâk, II, 570; İbn Ebî Şeybe, VI, 133; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’l-Me‘âd, I, 440; Aynacı, s. 48.

[573] Buhârî, Cezâü’l-Sayd 26; Krş. İbn Sa‘d, VIII, 57-58; İbn Mâce, Menâsik 8; Nesâî, Hac 4.

[574] İbn Sa‘d, VIII, 44; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 108.

[575] Ahzâb 33/53.

[576] Abdürrezzâk, V, 68; Ahmed b. Hanbel, XIV, 357-358; Buhârî, Tefsîr 33/8.

[577] Ahzâb 33/32-33.

[578] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 281; Buhârî, Vudû’ 13.

[579] Peynir, hurma ve tereyağı karıştırılarak yapılan bir yemek. Bkz. İbn Manzûr, XIII, 1069.

[580] Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 381; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, X, 224-225; Heysemî, VII, 211.

[581] Ebû Dâvud, Libâs 34.

[582] Dârimî, Nikâh 48; Buhârî, Nikâh 22; Müslim, Razâ‘ 3; İbn Mâce, Nikâh 38; Ebû Dâvud, Nikâh 8; Tirmizî, Razâ‘ 2; Nesâî, Nikâh 49.

[583] Nûr 24/31.

[584] Buhârî, Tefsîr 24/12; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, X, 202; Hâkim, II, 431.

[585] İmam Mâlik, Libâs 6; İbn Sa‘d, VIII, 56.

[586] Abdürrezzâk, I, 293-294; Dârimî, İsti‘zân 23; İbn Mâce, Edeb 38; Tirmizî, Edeb 43; Hâkim, IV, 321. Krş. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 189.

[587] Abdürrezzâk, V, 66-68; İbn Ebî Şeybe, VIII, 530; Buhârî, Hac 64.

[588] Abdürrezzâk, V, 24-25; İbn Sa‘d, VIII, 56. Krş. Ebû Dâvud, Menâsik 34.

[589] Nesâî, Tahâret 83. Krş. Heysemî, V, 502.

[590] İbn Sa‘d, VIII, 55.

[591]  İbn Sa‘d, III, 277; Ahmed b. Hanbel, XIX, 139-140; Hâkim, III, 63; Heysemî, VIII, 57; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 130.

[592] İbn Ebî Şeybe, IX, 471.

[593] Ahzâb 33/6.

[594] İbn Sa‘d, VIII, 51, 53.

[595] Nûr 24/11-20.

[596] İbnü’l-Esîr, Üsdü ’l-Gâbe, VII, 189.

[597] İbn Abbâs’tan rivayete göre, şöyle demiştir: “Rasûlullah’ın yemekler içerisinde en çok sevdiği ekmekten ve haystan yapılan tiritti.” Bkz. Ebû Dâvud Et‘ime 23; Hâkim, IV, 129.

Hz. Âişe’nin tirit yemeğine benzetilmesiyle ilgili olarak İbn Kesîr: “Tirit, etle ekmeğin karıştırılarak yapıldığı bir yemektir ki Araplar nezdinde en kıymetli yemek budur.” demektedir. Bkz. İbn Kesîr, el- Bidâye, IV, 324.

[598]  İbn Sa‘d, VIII, 63; Dârimî, Et‘ime 29; Buhârî, Enbiyâ 32; Zübeyr b. Bekkâr, s. 37; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 70, 89; İbn Mâce, Et‘ime 14; Tirmizî, Et‘ime 31; Nesâî, İşretü’n-Nisâ 3; İbnü’l- Cevzî, Safve. II, 17; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 187; Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ, II, 144-145; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 108.

[599]  İbn Ebî Şeybe, XIII, 178-179; Dârimî, İsti’zân 10; Buhârî, Bediü’l-Halk 6; Fezâil 30; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 90, 91; İbn Mâce, Edeb 12; Ebû Dâvud, Edeb 166; Tirmizî, İsti’zân 5; Nesâî, İşretü’n-Nisâ 3; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 17; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 188; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 146. Benzer bir rivayette Hz. Âişe’nin Cebrail’i Dihyetü’l-Kelbî sûretinde gördüğü rivayet edilmektedir. Bkz. İbn Sa‘d, VIII, 53-54; Zübeyr b. Bekkâr, s. 36; Ebû Nu‘aym el- İsfehânî, II, 46; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 20; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 146; Şâmî, Ezvâcü ’n- Nebî, s. 109.

[600] İbn Sa‘d, VIII, 52, 63; İbn Ebî Şeybe, XVII, 215; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 190; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 88. Krş. İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 189.

[601] Evzâî, Ebû Amr Abdurrahman b. Amr b. Yuhmid (ö. 157/774), Sünen-i Evzâî, çev. Ali Pekcan- Davut Küskü-Mehmet Ali Mişe, Armağan Kitaplar, 1. Baskı, Konya, 2012, s. 49-50; Dârimî, Tahâret 68; Buhârî, Gusül 2; Müslim, Hayz 40; İbn Mâce, Tahâret 35; Ebû Dâvud, Tahâret 39; Tirmizî, Libâs 21; Nesâî, Tahâret 58.

[602] Ahmed b. Hanbel, I, 349; Müslim, Hayz 5, 49; İbn Mâce, Tahâret 35; Nesâî, Tahâret 147.

[603] İbn Sa‘d, VIII, 108; Ahmed b. Hanbel, I, 348-349; Müslim, Hayz 47; İbn Mâce, Tahâret 35; Nesâî, Tahâret 147.

[604] İbn Mâce, İkâmetü’s-Salât 40.

[605] Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 100; Köksal, XI, 152; Kandemir, “Ümmü Seleme”, DİA, XLII, 329.

[606] İbn Sa‘d, VIII, 50-51; İbn Ebî Şeybe, XVII, 217-218; Taberânî, XXIII, 31; Hâkim, IV, 11; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 141, 147, 191; Heysemî, IX, 385-386; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 97-98, 118-122. Zerkeşî Hz. Âişe’nin özelliklerini kırka tamamlamıştır. Fakat bu kırk rakamını tamamlamak için biraz zorlama rivayetleri almıştır. Bkz. Zerkeşî, s. 17-55.

[607] İbn Kesîr, el-Bidâye, II, 432; IV, 321-322; Kısakürek, s. 113.

[608] İbn Sa‘d, VIII, 63; Dârimî, Et‘ime 29; Buhârî, Enbiyâ 32; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 70, 89; İbn Mâce, Et‘ime 14; Tirmizî, Et‘ime 31; Nesâî, İşretü’n-Nisâ 3; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 17; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 187; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 144-145; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 108.

[609] İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 339-340.

[610] Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 140.

[611] Zehebî, SiyeruA ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 140; İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 321.

[612] Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 20; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 71; Avcı, Seyit, “Peygamber Eşlerinin Faziletleri”, Diyanet İlmî Dergi, Ankara, 2009, XLV/II, 23-24.

[613] İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü ’l-Me‘âd, I, 98; İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 322.

[614] İbn Kesîr, el-Bidâye, XII, 191.

[615] Bir rivayette Hz. Peygamber’in yüz koyunu olduğu ve bu koyunlar her kuzuladığında sayının artmaması için bir koyunu kesip ailesiyle yediğinden bahsedilmektedir. Bkz. Ahmed b. Hanbel, II, 93 - 94; Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 67; Hâkim, II, 253-254.

[616] Buhârî, Rikâk 17; İbn Mâce, Zühd 9.

[617] Tirmizî, Zühd 39.

[618] Ahmed b. Hanbel, II, 271; Tirmizî, Kıyâmet 34.

[619] Abdürrezzâk, IV, 277; Müslim, Savm 169; Ebû Dâvud, Savm 72; Tirmizî, Savm 35; Nesâî, Savm 66.

[620] İbn Mâce, Sayd 9.

[621] Müslim, Zühd 36.

[622] İbn Sa‘d, I, 307; Buhârî, Et‘ime 1. Krş. İbn Ebî Şeybe, XIX, 115-116; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 218; Buhârî, Et‘ime 23; Müslim, Zühd 20, 22; Tirmizî, Zühd 38.

[623] Tirmizî, Zühd 38.

[624] Abdürrezzâk, XI, 309; İbn Ebî Şeybe, XIX, 116; Buhârî, Hibe 1; Müslim, Zühd 28; İbn Mâce, Zühd 10; Hâkim, IV, 118.

[625] Kesin olarak ifade etmek mümkün olmasa da ortalama 122.4 kg civarında kuru gıda ölçüsüdür. Bkz. Kallek, Cengiz, “Vesk”, DİA, İstanbul, 2013, XLIII, 70.

[626] İbn Sa‘d, VIII, 55; Ahmed b. Hanbel, IX, 327; Müslim, Müsâkât 2; Ebû Dâvud, Harâc 24.

[627] Buhârî, Megâzî 38.

[628] Ahmed b. Hanbel, XV, 250; Buhârî, Et‘ime 6; Müslim, Zühd 31.

[629] İbn Mâce, Libâs 1.

[630] Buhârî, Hibe 34.

[631]  Sâ‘ın Hz. Peygamber döneminde kullanılan tam karşılığını tespit etmek mümkün olmamakla birlikte 4,171 litrelik bir değere karşılık geldiği söylenebilir. Bu durumda Hz. Peygamber’in zırhının 30x4,171=125,13 litreye tekabül eden bir buğday karşılığında ödünç olarak verildiği söylenebilir. Bkz. Kallek, “Sâ‘”, DİA, XXXV, 317-319.

[632] İbn Mâce, Ruhûn 1; Tirmizî, Büyû‘ 7; Nesâî, Büyû‘ 58. Krş. Buhârî, Büyû‘ 14; Müslim, Müsâkât 124-126; İbn Mâce, Ruhûn 1; Nesâî, Büyû‘ 58; Mâverdî, Ebü’l-Hasen Ali b. Muhammed b. Habîb el- Basrî (ö. 450/1058), el-Ahkâmü ’s-Sultaniyye ve ’l-Vilâyâtü ’d-Dîniyye, tah. Ahmed Mübârek Bagdâdî, Mektebetü Dârü İbn Kuteybe, 1. Baskı, Kuveyt, 1989, s. 221.

[633] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 219-220; Buhârî, Humus 3; Tirmizî, Kıyâmet 31.

[634] İbn Mâce, Et‘ime 52.

[635] İbn Sa‘d, VIII, 61; Tirmizî, Libâs 38; Hâkim, IV, 347.

[636] Tirmizî, Zühd 37. Krş. Heysemî, III, 276-277.

[637] Nesâî, Zekât 62; Heysemî, III, 306.

[638] Bazı rivayetlerde hurma sayısı üç olarak geçmektedir. Bkz. Ahmed b. Hanbel, XV, 96-97; Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 44; Müslim, Birr 148; İbn Mâce, Edeb 3; Hâkim, IV, 196.

[639] Abdürrezzâk, X, 457-458; Ahmed b. Hanbel, XV, 96; Buhârî, Zekât 10; Müslim, Birr 147; Tirmizî, Birr 13.

[640] Haşîşe ismi verilen bitkiden yapılan bir çeşit yemektir. Bkz. İbn Manzûr, IX, 884-885.

[641] Evzâî, s. 216-217; Abdürrezzâk, XI, 25-26; Ahmed b. Hanbel, X, 116; Ebû Dâvud, Edeb 103; Hâkim, IV, 301-302.

[642] İbn Ebî Şeybe, VI, 367; İbn Râhûye, Ebû Ya‘kub İshâk b. İbrahim b. Mahled et-Temîmî el-Hanzalî el-Mervezî (ö. 238/853), Müsned, tah. Abdülgafûr Abdülhak Hüseyin el-Belûşî, Mektebetü’l-Eymân, 1. Baskı, Medine, 1990, II/III, 908; Ahmed b. Hanbel, VII, 203; Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail b. İbrahim el-Cu‘fî (ö. 256/870), Kitâbü ’t-Târîhi’l-Kebîr, tah. Mustafa Abdülkadir Muhammed Atâ, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 2. Baskı, Beyrût, 2008, IV, 195.

[643] İbn Ebî Şeybe, VI, 505.

[644] İbn Ebî Şeybe, XII, 358.

[645] İbn Sa‘d, VIII, 55; Müslim, Müsâkât 2; Krş. Ebû Dâvud, Harâc 24.

[646] Müslim, Müsâkât 2. Krş. Ebû Dâvud, Harâc 24.

[647] İbn Sa‘d, VIII, 53; Hâkim, IV, 9; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 187. Krş. Belâzürî, Fütûhu ’l- Büldân, s. 654; Mâverdî, s. 262; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 189.

[648]  Ahmed b. Hanbel, IX, 255-256; Belâzürî, Fütûhu’l-Büldân, s. 664; Fayda, Mustafa, Hz. Ömer Zamanında Gayr-ı Müslimler, İFAV, 3. Baskı, İstanbul, 2006, s. 250-251.

[649] Ebû Yûsuf, s. 151; Fayda, Hz. Ömer Zamanında Gayr-ı Müslimler, s. 251.

[650] İbn Sa‘d, III, 225. Krş. Ebû Yûsuf, s. 151; Ahmed b. Hanbel, XIX, 145-146; Belâzürî, Fütûhu’l-

Büldân, s. 658.

[651] İbn Sa‘d, III, 145.

[652] Abbott, s. 210-211.

[653] Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 406; Bolelli, s. 41.

[654] Hâkim, IV, 9; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 190; Askari, The Role of A ’ishah in the History of İslam, I, 83.

[655] Câbirî, Muhammed Âbid, Arap-İslâm Siyasal Aklı, çev. Vecdi Akyüz, Kitabevi, 2. Baskı, İstanbul, 2001, s. 239; Kettânî, II, 477.

[656] Başka bir rivayette bu malın değeri kırk bin dinar olarak belirtilmektedir. Bkz. Tirmizî, Menâkıb 26; Hâkim, III, 352.

[657] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 299-300; Hâkim, III, 351; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 255; Kettânî, II, 498­499.

[658] Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 46.

[659] İbn Sa‘d, VIII, 58; Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 161. Krş. Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 48.

[660]  İbn Sa‘d, VIII, 58. Şiîler bu rivayetlerin varlığını kabul etmelerine rağmen Hz. Âişe’yi şık giyinmeyi seven moda düşkünü biri olarak göstermekten de kaçınmamışlardır. Bkz. Askari, The Role of‘A ’ishah in the History of İslam, III, 153-155.

[661] Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 102.

[662] İmam Mâlik, Sadaka 6.

[663] İmam Mâlik, Sadaka 5.

[664] Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 48.

[665]  İbn Sa‘d, VIII, 53; Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 47; İbnü’l-Cevzî, Safve. II, 30; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 187; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 127.

[666]  İbn Sa‘d, VIII, 53; Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 47; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 29-30; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 187; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 189. Benzer bir rivayette parayı gönderenin Muâviye olduğu zikredilir. Bkz. Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 47.

[667] Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 48.

[668] Belâzürî, Ensâb, II, 551; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 29; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 187; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 127.

[669] Ahmed b. Hanbel, X, 529; Hâkim, II, 26-27; Krş. Tayâlisî, Ebû Dâvûd Süleymân b. Dâvûd b. el- Cârûd (ö. 204/819), Müsned, tah. Muhammed Abdülmuhsin et-Türkî, Hicr li’t-Tıbâ‘a ve’n-Neşr, 1. Baskı, Cîze, 1999, III, 116; Heysemî, IV, 238.

[670] Hâkim, I, 696-697.

[671] Abdürrezzâk, V, 23-24; İbn Ebî Şeybe, VII, 565. Krş. Heysemî, III, 290; Ahmad, s. 133-134.

[672] Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, III, 145-148.

[673] Buhârî, Nikâh 82, 114; Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ, II, 151. Krş. Nesâî, Salâtü Îdeyn 34.

[674] Abdürrezzâk, XI, 4; Buhârî, Îdeyn 2, 25; Müslim, Salâtü Îdeyn 17; İbn Mâce, Nikâh 21; Nesâî, Salâtü Îdeyn 32, 35.

[675] Ahmed b. Hanbel, XII, 150; Buhârî, Nikâh 63; Hâkim, II, 200. Krş. Heysemî, IV, 531 -532.

[676] Savaş, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, s. 256; Kettânî, II, 192.

[677] Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 458.

[678] Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 466-467. Krş. İbn Ebî Şeybe, XIII, 348-349; Belâzürî, Ensâb, II, 551.

[679] İbn Sa‘d, VIII, 61; Belâzürî, Ensâb, II, 554.

[680] Tarhan, 194-195.

[681] İbn Hacer, el-İsâbe, III, 247; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ’, s. 37; Fayda, Mustafa, “Ebû Bekir”, DİA, İstanbul, 1994, X, 107.

[682] Taberânî, IV, 38.

[683] Fayda, “Ebû Bekir”, DİA, X, 107.

[684] Fayda, “Ebû Bekir”, DİA, X, 107.

[685]  Sallâbî, Ali Muhammed, I. Halife Hz. Ebû Bekir Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi, çev. Şerafettin Şenaslan-Faruk Aktaş, Ravza Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2009, s. 27.

[686] Savaş, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, s. 129.

[687]  Zübeyr b. Bekkâr, s. 37; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, I, 49; Müttakî el-Hindî, Ali b. Hüsâmiddîn b. Abdilmelik b. Kâdîhân (ö. 975/1567), Kenzü ’l-Ummâl f Süneni’l-Akvâl ve ’l-Ef‘âl, tah. Bekri Hayyânî-Saffet es-Sekkâ, Müessesetü’r-Risâle, 5. Baskı, Beyrût, 1985, XI, 682; Öztürk, Nilgül, s.16.

[688] İbn İshâk, s. 238; Abdürrezzâk, VI, 239; İbn Sa‘d, VIII, 43; Buhârî, Hibe 15; îbn Mâce, Nikâh 48; Ebû Dâvud, Nikâh 39; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân 5; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, VIII, 174.

[689]  Aşık, Hazreti Âişe’nin Hadisciliği, s. 26. Krş. Erul, Bünyamin, “Hadiste Eleştirel Yaklaşımın Öncüsü Olarak Hz. Âişe”, İslâmiyât, Ankara, 2000, III/II, 110.

[690]   Hz. Ümmü Habîbe ve Hz. Ümmü Seleme yanlarında Hz. Peygamber’de bulunuyorken, Habeşistan’da gördükleri içinde resimler bulunan bir kiliseden bahsetmişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Onlar, aralarından sâlih bir zât öldüğü zaman mezarının üstüne bir mescid yapıp içine de o görmüş olduğunuz resimleri çizerlerdi. İşte onlar Allah katında mahlûkatın en kötüsüdür.” buyurmuştu. Bkz. Ahmed b. Hanbel, III, 198; Buhârî, Salât 48; Müslim, Mesâcid 16; Nesâî, Mesâcid 13.

[691] Zübeyr b. Bekkâr, s. 37.

[692] Toksan, Ali, “Hz. Peygamber Devrinde Kadın”, Sosyal Hayatta Kadın, Ensar Neşriyat, 3. Baskı, İstanbul, 2005, s. 83; Avcı, a.g.m., XLV/2, 23-24.

[693]  Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 6; Belâzürî, Fütûhu’l-Büldân, s. 693; Kehhâle, III, 107; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 21; Bolelli, s. 24.

[694] Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 406.

[695]  Hz. Âişe’nin azatlısı Ebû Yûnus’tan: “Âişe, kendisine bir mushaf yazmamı bana emretti ve: ‘Namazlara ve orta namaza devam edin (Bakara 2/238).’ âyetine vardığında bana haber ver, dedi. Ben o âyete varınca kendisine haber verdim. O bana şöyle yazdırdı: ‘Namazlara, orta namaza ve ikindi namazına devam edin. Hem Allah için tevazu ile namaz kılın.’ Âişe: ‘Ben, bunu Rasûlullah’tan duydum.’ dedi.” Bkz. Abdürrezzâk, I, 578; Müslim, Mesâcid 207; Ebû Dâvud, Salât 5; Tirmizî, Tefsîr 3; Nesâî, Salât 14.

[696] Tirmizî, Menâkıb 63; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 32; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 179; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 122; Krş. İbn Hacer, el-İsâbe, II, 188.

[697] İbn Ebî Şeybe, XIII, 297; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1883. Krş. Hâkim, IV, 12.

[698] İbn Sa‘d, II, 286; Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 49-50; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 32; Şâmî, Ezvâcü ’n- Nebî, s. 123.

[699] İbn Sa‘d, II, 286; Belâzürî, Ensâb, II, 551.

[700] Hâkim, IV, 15; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1883; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 185; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 124-125.

[701] Belâzürî, Ensâb, II, 551.

[702]  Hâkim, IV, 12; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1883; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 33; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 185; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 122.

[703] Zehebî, SiyeruA ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 135.

[704] Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 140.

[705] İbn Kesîr, el-Bidâye, II, 431.

[706] Belâzürî, Ensâb, II, 549.

[707] İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 339; Medkûr, a.g.m., XVI/II, 75; Avcı, a.g.m., XLV/2, 29.

[708] İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 339; Tahmâz, s. 13-14.

[709] Dârimî, Tahâret 76; Buhârî, İlim 50; Müslim, Hayız 29; Ebû Dâvud, Tahâret 96; Nesâî, Sünenü ’l- Kübrâ, I, 153-154.

[710] Abdürrezzâk, I, 314-316; Buhârî, İlim 50; Müslim, Hayız 61; İbn Mâce, Tahâret 124; Ebû Dâvud, Tahâret 122.

[711] İmam Mâlik, Tahâret 103; Ahmed b. Hanbel, II, 254; Müslim, Hayz 88.

[712] Dârimî, Tahâret 107.

[713] İmam Mâlik, Savm 11; Abdürrezzâk, IV, 179-180; Buhârî, Savm 22; Müslim, Sıyâm 75.

[714] Buhârî, Hayız 13; Müslim, Hayız 60; İbn Mâce, Tahâret 124; Ebû Dâvud, Tahâret 122.

[715] İbn Mâce, Nikâh 51; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, VIII, 263-264; Heysemî, IV, 608-609.

[716] Ahmed b. Hanbel, XII, 49; İbn Ebî Şeybe, IX, 49-51; Nesâî, Nikâh 36.

[717] Aşık, Nevzat, Sahâbe ve Hadis Rivayeti, Akyol Neşriyat ve Matbaacılık, İzmir, 1981, s. 79; Savaş, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, s. 170.

[718] Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 52-53.

[719] Dârimî, İsti‘zân 23.

[720] Savaş, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, s. 145-146.

[721] Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 406; Hatiboğlu, Mehmed Said, “Hazret-i Âişe’nin Hadis Tenkidciliği”, AÜİFD, Ankara, 1973, XIX, s. 67-68; Erul, “Hadiste Eleştirel Yaklaşımın Öncüsü Olarak Hz. Âişe”, III/II, 110.

[722] İbn Ebî Şeybe, II, 164-165; İbn Râhûye, II/III, 764; Tirmizî, Taharet 15; Nesâî, Taharet 41.

[723] İbn Ebî Şeybe, IV, 462.

[724] Tam olarak sekiz sene beş aydır. Bkz. Zehebî, Ebû Abdullah Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed b. Osman (ö. 748/1347), Tezkiretü’l-Huffâz, Dairatü’l-Ma‘arifi’l-Osmania, 3. Baskı, Haydarabad, 1956, I, 27; Hatîb, s. 429; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, I, 36.

[725] Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 139; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 125.

[726] Aşık, Sahâbe ve Hadis Rivayeti, s. 116.

[727] Paksoy, Kadir, “Sahabe’nin Sayısı, Hadislerin Sayısı ve Hadis Hafızlarının Dehaları Hakkında Bazı Tespitler”, HÜİFD, Şanlıurfa, 1997, III, 232.

[728] Hıfnî, Abdülmün‘im, Mevsuatü Ümmi’l-Mü’minin .Âişe bint Ebû Bekir, Mektebetü Medbûlî, 1. Baskı, Kahire, 2003, s. 15.

[729] Hıfnî, s. 15; Bolelli, Nusrettin, Kadınların Hadis İlmindeki Yeri: H. II.-V. Asır, İFAV, İstanbul, 1998, s. 42-43.

[730] Kandemir, Yaşar, “Hanımlarının Dilinden Hz. Peygamber”, Hz. Peygamber ve Aile Hayatı, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1988, s. 70; Aşık, Hazreti Âişe’nin Hadisciliği, s. 26.

[731] Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 136-139; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 189; Savaş, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, s. 146.

[732] Zehebî, SiyeruA ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 135; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 189.

[733] Zehebî, Tezkiretü ’l-Huffâz, I, 5; Hatîb, s. 292.

[734] Abdülkâhir el-Bagdâdî, Ebû Mansûr Abdülkâhir b. Tâhir b. Muhammed et-Temîmî el-Bagdâdî (ö. 429-1038), Mezhepler Arasındaki Farklar, çev. Ethem Ruhi Fığlalı, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 7. Baskı, Ankara, 2014, s. 86-87, 250; Aşık, Sahâbe ve Hadis Rivayeti, s. 275.

[735] Kandemir, M. Yaşar, “Hadis”, DİA, İstanbul, 1997, XV, 40; Yücel, Ahmet, Hadis Tarihi, İFAV, 4. Baskı, İstanbul, 2012, s. 69.

[736] Kutluay, İbrahim, İmâmiyye Şîası’na Göre Cerh ve Tadil, Rağbet Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2012, s. 193.

[737] Caetani, I, 75; Abbott, s. 186-187; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, III, 153, 193-195.

[738] Abbott, s. 201-202.

[739] İbn Sa‘d, VIII, 55; Küçük, Hülya, “Hz. Âişe”, Mehir, Konya, 1998, II, 112.

[740]  İbn Sa‘d, VIII, 51; Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 44; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188. Krş. İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1883; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 188; Nüveyrî, XVIII, 174; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 181.

[741] Vâkidî, II, 796; İbn Hişâm, IV, 45-46; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 519.

[742] Koçyiğit, Talat (ö. 1432/2011), Hadîs Usûlü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 10. Baskı, Ankara, 2011, s. 170-171; Aydınlı, Abdullah, Hadis Tesbit Yöntemi, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2009, s. 65­66; Halîfe, Hâmid Muhammed, el-İnsâffîmâ Vaka ‘a fi’l-Asri’r-Raşidî mine’l-Hilâf, Dâru’l-Kalem, 2. Baskı, Dımaşk, 2010, s. 20-30.

[743] Abdürrezzâk, XI, 158; Ahmed b. Hanbel, XVI, 191-192; Heysemî, I, 361-362; Erul, Bünyamin, “Sahabe Döneminde “Tekzib” Olgusu ve Tekzibin Mahiyeti: Rivayetlerdeki Tekzîb İfadelerinin Anlamı Üzerine Bir İnceleme”, A ÜİFD, Ankara, 1999, XXXIX, 459.

[744] Aşık, Sahâbe ve Hadis Rivayeti, s. 87; Hatîb, s. 75.

[745] Buhârî, Büyû‘ 49.

[746] Müslim, Zikr 15; Tirmizî, Cenâiz 67; Nesâî, Cenâiz 10.

[747] İnşikak 84/7-8.

[748]  Buhârî, Rikâk 49; Müslim, Cennet 79; Tirmizî, Kıyâmet 5. Ayrıntılı bilgi için bkz. İdlibî, Selahaddin b. Ahmed, Menhecu nakdi’l-Metn inde Ulemâi’l-Hadisi’n-Nebevi, Dârü’l-Âfâki’l-Cedide, Beyrût, 1983, s. 108-109; Geissinger, Aisha, “The Exegetical Traditions of ‘Aisha: Notes on their Impact and Significance”, Journal of Quanic Studies, Edinburgh, 2004, VI/I, 3.

[749] Ahmed b. Hanbel, IV, 129-130; İbn Ebî Şeybe, VII, 448-449; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, II, 98.

[750] İbrâhim 14/48.

[751] Ahmed b. Hanbel, XIV, 274; Savaş, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, s. 129. Krş. Nesâî, Sünenü ’l- Kübrâ, X, 240-241.

[752] Ahmed b. Hanbel, XIV, 403.

[753] Ahmed b. Hanbel, VIII, 528-529; Buhârî, Ezâhî 16.

[754] Dârimî, Ezâhî 6; Buhârî, Ezâhî 16; Müslim, Ezâhî 28; İbn Mâce, Ezâhî 16; Ebû Dâvud, Zahâyâ 10; Tirmizî, Ezâhî 14.

[755] Abdürrezzâk, II, 463-465; İbn Ebî Şeybe, III, 312-313.

[756] Buhârî, İ‘tisâm 7; Müslim, İlim 14; Medkûr, a.g.m., XVI/II, 82.

[757] Ahmed b. Hanbel, I, 274-275; Buhârî, Menâkıb 23; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe160; Ebû Dâvud, İlim 7; Hatîb, s. 64.

[758] Aşık, Sahâbe ve Hadis Rivayeti, s. 197; Hatîb, s. 136.

[759] Nesâî, Zînet 89.

[760] Abdürrezzâk, I, 203; Ahmed b. Hanbel, II, 162-164; Müslim, Tahâret 85; İbn Mâce, Tahâret 86; Nesâî, Tahâret 100; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 132.

[761] Evzâî, s. 70; Abdürrezzâk, III, 128.

[762] Ahmed b. Hanbel, XII, 479; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, VI, 293.

[763] Süyûtî, Ebü’l-Fazl Celâlüddîn Abdurrahman b. Ebû Bekir b. Muhammed el-Hudayrî (ö. 911/1505), Aynu’l-İsâbe fi Istidrâki Âişe ale’s-Sahâbe, tah. Abdullah Muhammed Dervîş, Mektebetü’l-İlm, Kahire, 1988.

[764]  Hatiboğlu, “Hazreti Aişe’nin Hadis Tenkidciliği”, XIX, s. 72; Görmez, Hatice Kübra, “Hâne-i Saâdetin Bilge Hanımefendisi Hz. Âişe”, Diyanet İlmî Dergi, XLV/I, 54; Savaş, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, s. 139-140.

[765] İslamoğlu, Mustafa, Üç Muhammed: İki Tasavvur Bir Gerçek, Denge Yayınları, 5. Baskı, İstanbul, 2001, s. 72.

[766]  Hz. Peygamber düğününden sonra Mu‘avviz b. Afra’nın kızı Rubayyi’nin yanına gitmişti. Bu sırada evde bulunan cariye kızlar def vurmaya ve Bedir günü babalarından öldürülenler için ağıt okumaya başladılar. Bu arada onlardan birisi de: “Aramızda yarın ne olacağını bilen bir nebi vardır.” deyince, Rasûlullah: “Sen böyle demeyi bırak da az önce söylediklerini söylemeye devam et.” buyurmuştu. Bkz. Buhârî, Nikâh 48; Tirmizî, Nikâh 6.

[767] En‘âm 6/103.

[768] Şûrâ 42/51.

[769] Necm 53/13.

[770] Tekvîr 81/23.

[771] Mâide 5/67.

[772] Neml 27/65.

[773]  Buhârî, Tefsîr 53/1; Müslim, İmân 287; Tirmizî, Tefsîr 7; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ, X, 83-84. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Hatiboğlu, “Hazreti Aişe’nin Hadis Tenkidciliği”, XIX, s. 70-71; Erul, “Hadiste Eleştirel Yaklaşımın Öncüsü Olarak Hz. Âişe”, III/II, 114; İslamoğlu, s. 67-68.

[774] Abdürrezzâk, III, 450; İbn Ebî Şeybe, VII, 304; Ahmed b. Hanbel, VI, 213; Müslim, Cenâiz 55; Hâkim, III, 584.

[775]  Ahmed b. Hanbel, VI, 160-161; Tirmizî, Cenâiz 25; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ, II, 393-394. Krş. Buhârî, Cenâiz 33; Müslim, Cenâiz 17. Hz. Âişe muhatabının durumuna göre bazen daha sert ifadelerde kullanırdı. Hz. Âişe rivayetleri eleştirirken “kim şöyle haber verirse yalan söyler”, “yalan söylüyor”, “yalan-yanlış söylemiş”, “yanıldı veya unuttu”, “kulak hata eder”, “iyi ezberleyememiş”, “yanlış işitmiş, yanlış nakletmiş”, “hadisin evvelini haber vermiş”, “mesele onun dediği gibi değildir”, “insanlar ne kadar da çabuk unutuyorlar”, “ne kötü söyledin”, “iyi yapmamışsın, ne kötü yapmışsın” ifadelerini kullanmıştı. Bkz. Erul, “Hadiste Eleştirel Yaklaşımın Öncüsü Olarak Hz. Âişe”, III/II, 128­129.

[776] Aşık, Sahâbe ve Hadis Rivayeti, s. 286.

[777] Tirmizî, Libâs 36.

[778] Aşık, Sahâbe ve Hadis Rivayeti, s. 288.

[779] Ahmed b. Hanbel, I, 438; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, I, 82; Hâkim, I, 290.

[780] Buhârî, Vuzu’ 61, 62; Tirmizî, Taharet 9; Nesâî, Taharet 24.

[781] Hâkim, III, 582; Kandemir, Mevzû Hadisler, s. 99; Aşık, Sahâbe ve Hadis Rivayeti, s. 127; Savaş, Rıza, RâşidHalifeler Devrinde Kadın, Ravza Yayınları, İstanbul, 1996, s. 65.

[782] Aşık, Sahâbe ve Hadis Rivayeti, s. 127.

[783] “Onları (evlât edindiklerinizi) babalarına nisbet ederek çağırın. Allah yanında en doğrusu budur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, bu takdirde onları din kardeşleriniz ve görüp gözettiğiniz kimseler olarak kabul edin...” Ahzâb 33/5.

[784] Ebû Dâvud, Nikâh 10. Krş. Müslim, Razâ‘ 31; İbn Mâce, Nikâh 37; Nesâî, Nikâh 53.

[785] Abdürrezzâk, II, 429-430; Ahmed b. Hanbel, III, 34-43; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ, I, 223; Zerkeşî, 77-79; Heysemî, II, 471-472; Aşık, Hazreti Âişe’nin Hadisciliği, s. 57-59; Savaş, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, s. 150-151.

[786] Ahmed b. Hanbel, VIII, 55-56; Ebû Dâvud, Hac 80.

[787] İbn Sa‘d, VIII, 48; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 87.

[788] İbn Sa‘d, VIII, 47,48; Dârimî, Nikâh 28; Müslim, Nikâh 73; İbn Mâce, Nikâh 53; Tirmizî, Nikâh 9; Belâzürî, Ensâb, II, 540; Nesâî, Nikâh 18, 77; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1882; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 164; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 86-87. Bazı rivayetlerde Hz. Peygamber’in veya Araplar’ın hanımlarıyla şevvâl ayında evlenmeyi tercih ettiği kaydedilmektedir.

[789] Dârimî, Tahâret 107; Müslim, Hayz 16; İbn Mâce, Tahâret 125; Ebû Dâvud, Nikâh 47.

[790] Bakara 2/222.

[791] Dârimî, Tahâret 107; Müslim, Hayz 16; İbn Mâce, Tahâret 125; Ebû Dâvud, Nikâh 47.

[792] Dârimî, Tahâret 108; Müslim, Hayz 12; İbn Mâce, Tahâret 120; Ebû Dâvud, Tahâret 104; Belâzürî, Ensâb, II, 548.

[793] Dârimî, Tahâret 108; Buhârî, Hayz 2, Müslim, Hayz 7; İbn Mâce, Tahâret 120.

[794] Buhârî, Hayz 3; Müslim, Hayz 15; İbn Mâce, Tahâret 120; Ebû Dâvud, Tahâret 103.

[795] Dârimî, Tahâret 108; Müslim, Hayz 14; İbn Mâce, Tahâret 125; Ebû Dâvud, Tahâret 103; Nesâî, Tahâret 178, 179; Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ, II, 175.

[796] Tayâlisî, III, 124; Zerkeşî, s. 104-105; Heysemî, V, 177.

[797] Hâkim, II, 521.

[798] Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 319; Öztürk, Yaşar Nuri, Asrısaadetin Büyük Kadınları, s. 130.

[799] Ahmed b. Hanbel, III, 356; Buhârî, Salât 105; Zerkeşî, s. 153-154; Heysemî, II, 199.

[800] Semhûdî, I, 115; Savaş, RâşidHalifeler Devrinde Kadın, s. 107.

[801] İbn Kayyim el-Cevziyye, el-Menârü ’l-Münîf, s. 116; Ekinci, s. 219; Bilmen, s. 192-193.

[802] Taberânî, XXII, 400-401; Heysemî, IX, 326; Süyûtî, Ebü’l-Fazl Celâlüddîn Abdurrahman b. Ebû Bekir b. Muhammed el-Hudayrî (ö. 911/1505), Dürru ’l-Mensûr fî’t-Tefsîr’i bi’l-Me’sûr, tah. Abdullah b. Abdülmuhsîn et-Türkî vd., Merkezu Hicr li’l-Buhûsi ve’d-Dirâsâti’l-Arabiyyeti ve’l-İslâmiyyeti, 1. Baskı, Kahire, 2003, IX, 211-212.

[803] Taberânî, XXII, 400; Heysemî, IX, 326; Kandemir, Mevzû Hadisler, s. 190; Görmez, s. 172.

[804] Hz. Ali taraftarlarından birisidir.

[805] Belâzürî, Ensâb, II, 550.

[806]  Arı, M. Salih, İmamiye Şiası Kaynaklarına Göre İlk Üç Halife, Düşün Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul, 2011, s. 213.

[807] Hâkim, III, 133-134. Bazı âlimler tarafından uydurma olarak nitelendirilmiştir.

[808] Karaman, Hayreddin, “Fıkıh”, DİA, İstanbul, 1996, XIII, 1.

[809]  Kehhâle, III, 106; Azimli, Mehmet, “Hz. Peygamber’in Evlendiği Kadınlar”, Avrupa İslam Üniversitesi İslami Araştırmaları, yy., 2010, III/I, 67; Savaş, Hz. MuhammedDevrinde Kadın, s. 138.

[810] Medkûr, a.g.m., XVI/II, 78.

[811] Kehhâle, III, 106; Aşık, Sahâbe ve Hadis Rivayeti, 56; Kettânî, II, 487; Aynacı, s. 8.

[812] Medkûr, a.g.m., XVI/II, 76.

[813] Kehhâle, III, 106.

[814]  Ferâiz farz kökünden türemiş fariza kelimesinin çoğuludur. Farz masdar olarak “bir şeyi belirlemek, takdir etmek, kesinleştirmek, açıklamak” manasına gelir. İsim olarak farz ve fariza kelimeleri “takdir ve tayin edilmiş şey, belirlenmiş pay” anlamındadır. Farz ile eş anlamlı olan fariza, İslâm literatüründe mükelleften yapılması kesin ve bağlayıcı bir şekilde istenen dinî görevleri ifade ettiği gibi, evlenme akdi gereği kadına ödenmesi gereken mehir ve mirasçıların terikedeki payları da önceden belirlenmiş olduğu için fariza olarak anılır. Bkz. Bardakoğlu, Ali, “Ferâiz”, DİA, İstanbul, 1995, XII, 362. Ferâiz ilminin önemi hususunda Hz. Peygamber: “Ey Ebû Hüreyre, ferâiz ilmini öğreniniz ve öğretiniz. Çünkü bu, ilmin yarısı demektir. Bu ilim bir gün gelip unutulabilir. Ümmetimden sökülüp çıkarılacak ilk şey bu ilimdir.” buyurmuştur. Bkz. İbn Mâce, Ferâiz 1.

[815] İbn Sa‘d, VIII, 52-53; İbn Ebî Şeybe, XVI, 214; Dârimî, Ferâiz 1; Belâzürî, Ensâb, II, 550-551; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1883; İbnü’l-Cevzi, Safve, II, 32; İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Gâbe, VII, 189; Zehebi, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 181-182; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 122-123.

[816] Kehhâle, III, 106.

[817] İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1883; İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Gâbe, VII, 189; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188.

[818] İbn Sa‘d, II, 286; Belâzürî, Ensâb, II, 551; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 125. Şiîler’e göre özellikle Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde Hz. Âişe’ye böyle bir rol biçilmesinin sebebi onun toplumdaki itibarını artırmak ve diğer ümmühâtü’l-müminînin önüne geçirmek içindi. Bkz. Askari, The Role of

‘A ’ishah in the History of İslam, I, 80.

[819]  Medkûr, a.g.m., XVI/II, 76-77; Kahraman, Abdullah, “Kadın Fakihlerin Öncüsü: Hz. Âişe”, Diyanet İlmî Dergi, Ankara, 2009, XLV/II, 78.

[820] İbn Ebî Şeybe, XVII, 415.

[821] De ki: Bana vahyolunanda, leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pisliğin kendisidir- ya da günah işlenerek Allah’tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, yiyecek kimseye haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Başkasına zarar vermemek ve sınırı aşmamak üzere kim (bunlardan) yemek zorunda kalırsa bilsin ki Rabbin bağışlayan ve esirgeyendir. En’âm 6/145.

[822] Aynacı, s. 29.

[823] İbn Ebî Şeybe, XII, 180.

[824] İbn Ebî Şeybe, XII, 168; Ahmed b. Hanbel, XII, 546; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ, V, 76-77; Hâkim, IV, 164.

[825] Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, V, 106-107; Aynacı, s. 29-30. Krş. Abdürrezzâk, IX, 237.

[826] Bakara 2/275.

[827] Bakara 2/279.

[828] Abdürrezzâk, VIII, 184-185.

[829] İmam Mâlik, Hudûd 25.

[830] Görmez, s. 34.

[831] Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, 5. Baskı, Ankara, 2010, s. 59.

[832] Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, s. 22-24.

[833] Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, s. 73.

[834]  Müslim, Mesâcid 207; Ebû Dâvud, Salât 5; Tirmizî, Tefsîr 3; Nesâî, Salât 14; Savaş, Hz.

Muhammed Devrinde Kadın, s. 137.

[835] Görmez, s. 34.

[836] Kamer 54/46.

[837]          Abdürrezzâk, III, 352; Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 6; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, VII, 245-246.

[838] Bakara 2/158.

[839] Bakara 2/158.

[840] Ahmed b. Hanbel, VIII, 306; Buhârî, Hac 79; Müslim, Hac 259; Nesâî, Hac 168.

[841] Bakara 2/284.

[842] Tirmizî, Tefsîr 3.

[843] Öztürk, Nilgül, s. 96.

[844] Görmez, s. 29.

[845] Öztürk, Nilgül, s. 33-34.

[846] Fayda, “Ebû Bekir”, DİA, X, 107.

[847] Fayda, “Ebû Bekir”, DİA, X, 107.

[848] Yâsîn 36/69.

[849] Ahmed b. Hanbel, XVI, 43; Buhârî, Edebü’l-Müfred, s. 302; Tirmizî, Edeb 70; Nesâî, Sünenü’l- Kübrâ, IX, 368; Heysemî, VIII, 236.

[850] İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1883; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 189.

[851]  İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1883; Nüveyrî, XVIII, 175; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 123.

[852] Buhârî, Edebü ’l-Müfred, s. 302.

[853] Belâzürî, Ensâb, II, 548; Zehebî, SiyeruA ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 197.

[854] İbn Sa‘d, VIII, 75; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 189.

[855]   Abdürrezzâk, XI, 246-247; İbn Şeybe, XIII, 295; Belâzürî, Ensâb, II, 549; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 197-198.

[856]  Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Öztürk, Levent, Hz. Peygamber Döneminde Sağlık Hizmetlerinde Kadınların Yeri, Ayışığı Kitapları, İstanbul, 2001, s. 84-91.

[857] İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1883; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 189; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 188.

[858] Zehebî, SiyeruA ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 182-183.

[859] Hâkim, IV, 12-13; Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 50; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 32-33; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 182.

[860] Belâzürî, Ensâb, II, 548-549; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 197; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 123-124.

[861] Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 183.

[862] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 30; Savaş, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, s. 226-227.

[863] İbn Ebî Şeybe, XII, 35-36; Ahmed b. Hanbel, XIII, 40; Buhârî, Tıb 7.

[864] İbn Ebî Şeybe, XII, 55-56; Buhârî, Tıb 8; Müslim, Selâm 90; İbn Mâce, Tıb 5; Tirmizî, Tıb 3; Hâkim, IV, 228.

[865] İbn Ebî Şeybe, XII, 46; Ahmed b. Hanbel, XIII, 33; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, VI, 248; Heysemî, V, 52.

[866] Buhârî, Tıb 28; Müslim, Selâm 81; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, VII, 97.

[867] Hâkim, IV, 449.

[868] Ahmed b. Hanbel, IX, 130-131; Buhârî, Tıb 31.

[869] İbn Ebî Şeybe, XII, 149.

[870] Buhârî, Tıb 36; İbn Mâce, Tıb 32; Hâkim, IV, 239.

[871] Ebû Dâvud, Tıb 15; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü ’l-Me‘âd, IV, 379.

[872] Şifa veya korunma amacıyla Kur’ân’dan bir bölümü, ilâhî isim ve sıfatları yahut bir duayı okuyup üflemek demektir. Bkz. Çelebi, İlyas, “Rukye”, DİA, İstanbul, 2008, XXXV, 219.

[873] Buhârî, Tıb 35; Müslim, Selâm 56; İbn Mâce, Tıb 33; Hâkim, IV, 457; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 93.

[874] İbn Ebî Şeybe, XII, 84.

[875]  İmam Mâlik, Ayn 4; Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 14; Müslim, Selâm 50; İbn Mâce, Tıb 38; Ebû Dâvud, Tıb 19.

[876] Abdürrezzâk, IX, 250; İbn Ebî Şeybe, XII, 55.

[877] İbn Ebî Şeybe, XII, 127.

[878] Hâkim, IV, 242.

[879] Süyûtî, Târîhu ’l-Hulefâ ’, s. 37; Fayda, “Ebû Bekir”, DİA, X, 105.

[880] Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ’, s. 37, 87.

[881] Savaş, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, s. 157.

[882] Dârimî, Rü’yâ 13.

[883] Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 183; İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 431. Krş. Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 123.

[884] İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 36; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 125.

[885]  Hâkim, IV, 12; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 36; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 191; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 124.

[886] Tirmizî, Menâkıb 63; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 191; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 123.

[887] Buhârî, Bediü’l-Vahy 3; Müslim, Îmân 252; Tirmizî, Menâkıb 6.

[888] İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 33-35; Hıfnî, s. 774.

[889] Ahmed b. Hanbel, V, 20; Buhârî, Menâkıb 24; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, I, 232-233.

[890] Askari, The Role of A ’ishah in the History of İslam, II, 147-150.

[891]  İbn Hişâm, IV, 323; Kazıcı, Ziya, İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, İFAV, 5. Baskı, İstanbul, 2003, s. 97.

[892] Ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmed b. Hanbel, XIX, 109-112; Buhârî, Hudûd 31; İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 254-256; Süyûtî, Târîhu ’l-Hulefâ ’, s. 55-56.

[893] İbn Sa‘d, III, 138; İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 254; Süyûtî, Târîhu ’l-Hulefâ ’, s. 59.

[894] Abdürrezzâk, V, 472-474; Buhârî, Megâzî 38; Müslim, Cihâd 52.

[895]  İbn Sa‘d, II, 200; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 26; Buhârî, Megâzî 83; Müslim, Vasıyye 19; İbn Mâce, Cenâiz 64; Nesâî, Tahâret 29.

[896] Ebû Dâvud, Menâkıb 16. Krş. Hâkim, III, 83.

[897] İbn Sa‘d, III, 134; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 23; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 11.

[898]  İbn Sa‘d, III, 135; İbn Ebî Şeybe, XX, 582; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 26; Müslim, Fezâilü’s- Sahâbe 9; Tirmizî, Menâkıb 14. Yine hilafetle ilgili kendisine soru sorulduğunda Hz. Âişe: “Rasûlullah Zeyd b. Hârise’yi gönderdiği bütün savaşlarda orduya komutan tayin etti. Eğer Rasûlullah’tan sonra yaşasaydı. Rasûlullah onu halife tayin ederdi.” demiştir. Bkz. İbn Ebî Şeybe, XX, 517; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 440; Hâkim, III, 238; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 449.

[899] İbn Sa‘d, III, 133; Buhârî, Ezân 46; Tirmizî, Menâkıb 16. Krş. Dârimî, Mukaddime 14; Buhârî, Ezân 39; Müslim, Salât 95; İbn Mâce, İkâmetü’s-Salât 142.

[900] Abbott, s. 9, 70, 82.

[901] Caetani, I, 75; Brockelmann, Carl (ö. 1375/1956), İslâm Ulusları ve Devletleri Tarihi, çev. Neşet Çağatay, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2002, s. 23; Abbott, s. 70-72; Efendioğlu, s. 276-278; Lammens, H., “Hafsa”, İA, Eskişehir, 1997, V/I, 81.

[902] Watt, Peygamber ve Devlet Adamı Hz. Muhammed, s. 111. Krş. Spellberg, Denise A., “Political Action and Public Example: ‘Aisha and the Battle of the Camel”, Women in Middle Eastern History, New Haven, 1991, s. 47.

[903] Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, I, 74-77; Arı, s. 165.

[904] Arı, s. 152-153.

[905] Arı, s. 156-157.

[906] Vâkidî, II, 796; İbn Kesîr, el-Bidâye, VI, 519.

[907] İbn Sa‘d, III, 133-134. Krş. Dârimî, Mukaddime 14; Buhârî, Ezân 39, 46; Müslim, Salât 95; İbn Mâce, İkâmetü’s-Salât 142; Tirmizî, Menâkıb 16. Şiî kaynaklar tamamı sahih kaynaklarda geçmesine rağmen Hz. Âişe’nin babasının imam olmasını istemediği gerçeğini kabul etmemektedirler. Tüm bu kaynaklarda geçen rivayetleri ters düz ederek bazı eklemeler yaparak, Hz. Âişe’nin babasının imam olması için çok büyük gayret sarf ettiğini iddia ederler. Bkz. Arı, s. 160-165.

[908] Bakara 2/15.

[909] İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 33-35; Hıfnî, s. 774. Krş. Belâzürî, Fütûhu’l-Büldân, s. 138; İbn Kesîr, el- Bidâye, IX, 422-423; Azimli, Dört Halifeyi Farklı Okumak I: Hz. Ebû Bekir, s. 89.

[910]  Afgânî, s. 39; Özkan, Mustafa, “Siyasal-Sosyal Gelişmeler Karşısında Hz. Âişe’nin Duruşu Üzerine”, Diyanet İlmî Dergi, Ankara, 2009, XLV/I, 60.

[911]  Vâkidî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ömer b. Vâkid (ö. 207/822), Fütûhu ’ş-Şâm, Darü’l-Cîl, Beyrût, ts., s. 13-14; Demirel, Harun Reşit, “Hz. Âişe ve Siyaset: Hadis-Haber ve Tarihî Bilgiler Işığında”, YYÜİFD, Van, 2000, III, 128-129; Savaş, Râşid Halifeler Devrinde Kadın, s. 198.

[912]  İbn Hibbân, Ebû Hâtim Muhammed b. Hibbân b. Ahmed el-Bustî (ö. 354/965), es-Sîretü’n- Nebeviyye ve Ahbârü ’l-Hulefâ, tah. Sa‘d Kerîm el-Fakî, İskenderiyye, ts., s. 259-260; Demirel, a.g.m., III, 129; Savaş, Râşid Halifeler Devrinde Kadın, s. 181. Bazı çalışmalarda Hz. Âişe’nin Hz. Ömer’in halifeliğini ısrarla istediği kaydedilse de biz bu rivayet haricinde bu görüşü destekliyebilecek başka bir rivayet görmedik. Bkz. Câbirî, Muhammed Abid, Arap-İslâm Aklının Oluşumu, çev. İbrahim Akbaba, Kitabevi, 3. Baskı, İstanbul, 2001, s. 126.

[913] İbn Sa‘d, III, 151; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, III, 977; İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 263; İbnü’l-Esîr, Üsdü ’l- Gâbe, III, 330; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 249; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ’, s. 67.

[914] İbn Ebî Şeybe, VII, 376; Hâkim, III, 66.

[915] İbn Sa‘d, III, 143.

[916] İmam Mâlik, Ekziyye 40; Abdürrezzâk, IX, 101; İbn Sa‘d, III, 145; İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 265­266; İbn Haldûn, Ebû Zeyd Veliyyüddîn Abdurrahman b. Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Hasen (ö. 808/1406), Mukaddime, çev. Halil Kendir, Yeni Şafak, Ankara, 2004, I, 146; Süyûtî, Târîhu ’l-Hulefâ ’, s. 68.

[917] Kaf 50/19.

[918] Ahmed b. Hanbel, VI, 200; îbn Sa‘d, III, 147; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ’, s. 69. Krş. İmam Mâlik, Cenâiz 2; Abdürrezzâk, III, 423-424; Buhârî, Cenâiz 94.

[919] îbn Sa‘d, III, 148; îbn Ebî Şeybe, XVII, 49; Ahmed b. Hanbel, XIX, 123; Heysemî, VIII, 487;

Süyûtî, Târîhu ’l-Hulefâ ’, s. 69-70.

[920] îbn Sa‘d, III, 151; îbn Abdilber, el-İstî‘âb, III, 977; İbnü’l-Cevzî, Safise, I, 267; Süyûtî, Târîhu’l- Hulefâ’, s. 70.

[921] îbn Sa‘d, III, 154; îbnü’l-Cevzî, Safve, I, 267; îbn Abdilber, el-İstî‘âb, III, 977; îbnü’l-Esîr, Üsdü ’l- Gâbe, III, 330; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ’, s. 70.

[922] îbn Sa‘d, III, 155.

[923] îbn Sa‘d, III, 156; Azimli, Mehmet, Dört Halifeyi Farklı Okumak I: Hz. Ebû Bekir, Ankara Okulu Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2013, s. 185.

[924] îbn Sa‘d, III, 156-157; Hâkim, III, 66; Süyûtî, Târîhu ’l-Hulefâ ’, s. 70.

[925] îbn Sa‘d, III, 157.

[926] Süyûtî, Târîhu ’l-Hulefâ ’, s. 70.

[927] Hz. Âişe’ye dayandırılan bazı rivayetlerde bu itiraz edenlerin Hz. Ali ve Talha b. Ubeydullah oldukları zikredilmektedir. Bkz. îbn Sa‘d, III, 207; Akbulut, s. 138.

[928] İbn Sa‘d, III, 148-149; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ’, s. 67-68. Krş. İbn Ebî Şeybe, XX, 584-585; İbn Hibbân, s. 260-261; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, IV, 157-158; Sarıçam, İbrahim, Hz. Ömer, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 4. Baskı, Ankara, 2012, s. 89-90.

[929] İbn Sa‘d, III, 207-208; İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 280; Süyûtî, Târîhu ’l-Hulefâ ’, s. 107.

[930] İbn Sa‘d, II, 286; Belâzürî, Ensâb, II, 547-548, 551; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 125; Afgânî, s. 39.

[931] Ahmed b. Hanbel, II, 251-252; İbn Ebî Şeybe, I, 521-523; Heysemî, I, 597-598.

[932] Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 190.

[933] İmam Mâlik, Zekât 44.

[934] İbn Sa‘d, III, 230.

[935] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 195; Savaş, RâşidHalifeler Devrinde Kadın, s. 138.

[936] Afgânî, s. 43.

[937] Fayda, Mustafa, “Ömer”, DİA, İstanbul, 2007, XXXIV, 47.

[938] Süyûtî, Târîhu ’l-Hulefâ ’, s. 98.

[939] İbn Kesîr, el-Bidâye, IX, 423.

[940] Ahmed b. Hanbel, XIX, 126.

[941] İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 33-35; Hıfnî, s. 774

[942] Abdürrezzâk, V, 474-475; İbn Sa‘d, III, 262-263; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, III, 1153; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, IV, 156; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ’, s. 108-109.

[943] İbn Sa‘d, III, 257-258; İbn Ebî Şeybe, XX, 586-590; Buhârî, Fezâilü’s-Sahâbe 8; Hâkim, III, 99; İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 290-291.

[944]  İbn Sa‘d, III, 278; İbn Ebî Şeybe, XX, 597-600; Dîneverî, Ahmed b. Dâvûd b. Venend (ö. 282/895), Ahbâru’t-Tıvâl, tah. Abdülmünîm Âmir, Mektebetü’l-Müsenna, Bağdat, ts., s. 139; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, III, 1152; İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 291; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, IV, 166; Sallâbî, Ali Muhammed, II. Halife Hz. Ömer Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi, çev. Mehmet Akbaş, Ravza Yayınları, İstanbul, 2006, s. 687.

[945]  İbn Sa‘d, III, 280; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, III, 1157; İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 292; İbnü’l-Esîr, Üsdü ’l-Gâbe, IV, 166; Fayda, “Ömer”, DİA, XXXIV, 46.

[946] Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 139; Hâkim, III, 99; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, III, 1152.

[947] Buhârî, Ahkâm 51; Ebû Dâvud, Harâc 8; Tirmizî, Fiten 48.

[948] İbn Sa‘d, III, 260; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 208.

[949] İbn Sa‘d, III, 45; Taberî, Târîh, II, 581; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 209.

[950] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 25; Taberî, Târîh, II, 582.

[951] Taberî, Târîh, II, 582; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 209; Demirel, a.g.m., III, 131.

[952] Demirel, a.g.m., III, 131.

[953] İbn Sa‘d, III, 46; Buhârî, Ahkâm 43; İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 27-28; İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 304.

[954]  Hizmetli, Sabri, “Tarihî Rivâyetlere Göre Hz. Osman’ın Öldürülmesi” AÜİFD, Ankara, 1985, XXVII, 167; Apak, Adem, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, İnsan Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2003, s. 135; Yiğit, İsmail, “Osman”, DİA, İstanbul, 2007, XXXIII, 439.

[955] Şehristânî, Ebü’l-Feth Tâcüddîn (Lisânüddîn) Muhammed b. Abdülkerîm b. Ahmed (ö. 548/1153), el-Milel ve ’n-Nihal, tah. Emîr Ali Mehnâ-Ali Hasen Fâ‘ûr, Dârü’l-Ma‘rife, 3. Baskı, Beyrût, 1993, I, 34; Zehebî, Târîh, III, 430; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 426; Hizmetli, a.g.m., XXVII, 161; Aycan, İrfan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyan, Ankara Okulu Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2001, s. 71.

[956] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 272; Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, s. 140.

[957] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 272; Zehebî, Târîh, III, 429-430; Afgânî, s. 48.

[958] Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, s. 152.

[959] Zehebî, Târîh, III, 430; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 272-273; Algül, İslam Tarihi, II, 443.

[960] Buhârî, Libâs 50; Ebû Dâvud, Hâtem 1; Nesâî, Zînet 53, 81; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 9; Hizmetli, a.g.m., XXVII, 165; Algül, İslam Tarihi, II, 444; Yiğit, “Osman”, DİA, XXXIII, 440.

[961] İbn Kuteybe, el-lmâme, I, 32; Câbirî, Arap-lslâm Siyasal Aklı, s. 288-289; Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyan, s. 74; Algül, İslam Tarihi, II, 443; Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, s. 147.

[962] İmam Mâlik, Hac 42. Krş. Nesâî, Hac 49, 50.

[963] Nesâî, Taksîru’s-Salât 3; İbnü’l-Esîr, Târîh, II, 494; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 230.

[964] İbn Sa‘d, III, 41; Buhârî, Fezâilü’s-Sahâbe 7; İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 294, 296-297; İbn Kesîr, el- Bidâye, X, 366-367; Süyûtî, Târîhu ’l-Hulefâ ’, s. 120; Algül, İslam Tarihi, II, 443.

[965] Afgânî, s. 73

[966] Askari, Seyyid Murtazâ, Abdullah b. Sebe ve Esâtîru Uhrâ, 6. Baskı, Beyrût, 1991; The Role of A’ishah in the History of İslam, II, 161-166; Korkmaz, Sıddık, Tarihin Tahrifi İbn Sebe Meselesi,

Araştırma Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 2005; Fığlalı, Ethem Ruhi, “Abdullah İbn Sebe’ Meselesi”, Çağımızda İtikadîİslam Mezhepleri, Şa-to, 11. Baskı, İstanbul, ts., s. 337-349.

[967] Krş. Hizmetli, a.g.m., XXVII, 160, 169; Câbin, Arap-İslâm Siyasal Aklı, s. 280-284; Sallâbî, Ali Muhammed, IV. Halife Hz. Ali Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi, çev. Şerafettin Şenaslan, Ravza Yayınları, İstanbul, 2008, s. 508-511; Sallâbî, Ali Muhammed, Hakîkatü’l-Hilâfu Beyne’s-Sahâbe, Darü’l-Ma‘rife, 1. Baskı, Beyrût, 2008, s. 19-27; Kelpetin, Mahmut, Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi Tarihi-Seyf b. Ömer ve Tarihçiliği, Siyer Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2012, s. 44.

[968] Watt, William Montgomery (ö. 1427/2006), İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, çev. Ethem Ruhi Fığlalı, Birleşik Yayıncılık, 2. Baskı, İstanbul, 1998, s. 14; Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, s. 149.

961 Câbirî, Arap-İslâm Siyasal Aklı, s. 64, 242. Krş. Vida, G. Levi Della, “Osman b. Affân”, İA, Eskişehir, 1997, IX, 429; Lewis, Bernard, Tarihte Araplar, çev. Hakkı Dursun Yıldız, Ağaç Kitabevi Yayınları, 5. Baskı, İstanbul, 2009, s. 84-85; Yiğit, “Osman”, DİA, XXXIII, 439-442; Hizmetli, a.g.m., XXVII, 167, 173; Ayçan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyan, s. 72; Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, s. 149; Hamîs, Osman b. Muhammed, Sahâbenin Yüzyüze Kaldığı Olaylar ve Fitnenin Tarihi, çev. Nuri Görgülü, Ümmülkura, 1. Baskı, İstanbul, 2007, s. 93.

[970] Taberî, Târîh, II, 643, 648-649; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 41-42, 47; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 261-262; Hizmetli, a.g.m., XXVII, 171; Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, s. 161-162, 164-165; Yiğit, “Osman”, DİA, XXXIII, 440.

[971] İbn Sa‘d, III, 52; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 50; Zehebî, Târîh, III, 447-448; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 277-278; Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, s. 167.

[972] İbn Sa‘d, III, 52; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 50; Zehebî, Târîh, III, 448; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 278.

[973] İbn Sa‘d, III, 52; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 50-51; Zehebî, Târîh, III, 448; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 278.

[974] İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 51; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 279; Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, s. 167-168.

913 İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 53; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 286; Hamîs, s. 87-88. Kuşatmanın kırk dokuz veya seksen gün sürdüğü şeklinde rivayetler de bulunmaktadır. Bkz. İbn Abdilber, el-İstî‘âb, III, 1044; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 585.

[976] İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 63; Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, s. 172.

[977] İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 63; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 312; Afgânî, s. 67.

[978] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 313; Afgânî, s. 68; Sallâbî, Ali Muhammed, III. Halife Hz. Osman Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi, çev. Mehmet Akbaş, Ravza Yayınları, İstanbul, 2009, s. 404-405.

[979] İbn Sa‘d, V, 27; Afgânî, s. 68; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, I, 177-178;

Demirel, a.g.m., III, 136.

[980] Afgânî, s. 68.

[981]  Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 141; Demircan, Adnan, Hâricîler’in Siyâsî Faaliyetleri, Beyan Yayınları, İstanbul, 1996, s. 88.

[982] İbn Sa‘d, III, 49; İbn Mâce, Hudûd 20; Tirmizî, Menâkıb 19; Nesâî, Ehbâs 3; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 62; Zehebî, Târîh, III, 444-445; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 287-288, 291-292.

[983] İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 64; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 313; Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, s. 176; Yiğit, “Osman”, DİA, XXXIII, 441.

[984]  İbn Sa‘d, III, 53; Zehebî, Târîh, III, 454; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 313; Yiğit, “Osman”, DİA, XXXIII, 441.

[985] İbn Sa‘d, III, 54.

[986] İbn Sa‘d, III, 53-54; İbn Ebî Şeybe, XX, 601-603; Halîfe b. Hayyât, s. 103; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, III, 1045; Zehebî, Târîh, III, 454; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 306. Bazı rivayetlerde içeri girenlerin başında Muhammed b. Ebû Bekir’in bulunduğu fakat Hz. Osman’ın kendisine babasını hatırlatması üzerine Muhammed’in geri çekildiği ve yanında bulunanların Hz. Osman’ı öldürdüğü bilgisi bulunmaktadır. Bkz. Halîfe b. Hayyât, s. 103; İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 40; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, III, 1044-1045; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 67-68; Zehebî, Târîh, III, 454-455; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 306-307; Süyûtî, Târîhu ’l-Hulefâ ’, s. 129.

[987] İbn Sa‘d, III, 55; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 68; Zehebî, Târîh, III, 454-457; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 316; Yiğit, “Osman”, DİA, XXXIII, 441.

[988] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 316.

[989] İbn Sa‘d, III, 56; İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 42; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 69; Süyûtî, Târîhu ’l-Hulefâ ’, s. 130.

[990] İbn Sa‘d, III, 22; Halîfe b. Hayyât, s. 104-105; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, III, 1044; İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 304; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 585; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 427; Süyûtî, Târîhu’l- Hulefâ’, s. 130; Hizmetli, a.g.m., XXVII, 174. Hz. Osman’ın 36/657 tarihinde öldürüldüğüne dair rivayetler de bulunmaktadır. Bkz. İbn Sa‘d, III, 57; İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 304; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 69.

[991] İbn Sa‘d, III, 57; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, III, 1049; İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 304; İbnü’l-Esîr, Üsdü ’l- Gâbe, III, 585.

[992]  Abdürrezzâk, XI, 232-233; Ahmed b. Hanbel, III, 218-219; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 26, 27;

İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 296; Süyûtî, Târîhu ’l-Hulefâ ’, s. 122.

[993] Heysemî, IX, 96; Afgânî, s. 42.

[994] Useym: Osman isminin ismi tasgiri olup Osmancık manasına gelmektedir.

[995] Ahmed b. Hanbel, XIX, 160-161; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 373; Heysemî, IX, 98-99; Afgânî, s. 41.

[996] Afgânî, s. 39.

[997] Afgânî, s. 39-40.

[998] Afgânî, s. 44-45.

[999]  Ferrûh, Ömer, Târîhu Sadri’l-İslâm ve’d-Devleti’l-Emevîyye, Dârü’l-İlm li’l-Melâyîn, 7. Baskı, Beyrût, 1986, s. 118.

[1000]         Afgânî, s. 45; Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyan, s. 75; Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, s. 147; Savaş, Râşid Halifeler Devrinde Kadın, s. 211-212; Askari, The Role of ‘A’ishah in the History of İslam, I, 103. Şiî rivayetlerinde bu olay çok abartılı bir şekilde işlenmiştir. Hz. Âişe ve Hz. Hafsa’nın Hz. Osman ile karşılıklı lanetleşmelerinden vs. bahsedilmektedir. Bkz. Arı, s. 460-461.

[1001]         İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 216.

[1002] Makdîsî, Ebû Nasr el-Mutahhar b. Tâhir (ö. 355/966), Kitâbü’l-Bed’ ve’t-Târîh, Mektebetü’s- Sekâfeti’d-Diniyye, yy., ts., V, 205; Vida, a.g.m., IX, 430; Bodley, s. 378-379; Öztürk, Yaşar Nuri,

Asrısaadetin Büyük Kadınları, s. 99. Hatta daha da ileri gidilerek Hz. Âişe’nin Hz. Osman’a muhalefeti başlatan kişi olduğu, ölünceye kadar da bu işi sürdürdüğü ve Hz. Osman ile Hz. Âişe’nin birbirlerinin canına kastedecek derece de düşman oldukları iddia edilmektedir. Bkz. Makdîsî, V, 205; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, I, 103-104; Arı, s. 509-510.

[1003]         Makdîsî, V, 205; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, I, 122-123.

[1004]  İbn Ebî Hadîd, Abdülhamîd b. Hibetullah b. Muhammed b. Hüseyin (ö. 656/1258), Şerhli Nehcü ’l-Belâgâ, tah. Muhammed Ebü’l-Fazl İbrahim, yy., ts., VI, 215; Afgânî, s. 66; Arı, s. 461-462; Sarıcık, Murat, İlim Şehrinin Kapısı Hz. Ali, Nesil Yayınları, İstanbul, 2010, s. 317.

[1005] Na‘sel uzun sakallı bir yahudi olup, Hz. Osman’ı sakalı uzun olduğu için ona benzetmişlerdi. Erkek sırtlana da Na‘sel denir. Bkz. Zehebî, Târîh, III, 444; Afgânî, s. 66; Askari, The Role of

‘A ’ishah in the History of İslam, I, 173.

[1006] İbn Ebî Hadîd, VI, 215; Afgânî, s. 66; Fığlalı, Ethem Ruhi, İmam Ali, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 8. Baskı, Ankara, 2012, s. 63; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, II, 23; Arı, s. 434, 508.

[1007]         Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, I, 173.

[1008]         Afgânî, s. 46; Demirel, a.g.m., III, 133.

[1009] İsfahânî, Ebü’l-Ferec Ali b. el-Hüseyn b. Muhammed b. Ahmed el-Kureşî (ö. 356/967), Egânî, tah. Semîr Câbir, Daru’l-Fikr, 2. Baskı, Beyrût, ts., V, 143; Afgânî, s. 46-47.

[1010]         İbnü’l-Esîr, Târîh, II, 491; Apak, Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, s. 136.

[1011]         İbn Mâce, Hudûd 16; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 4.

[1012]         Ya‘kûbî, II, 66; Afgânî, s. 48-49; Demirel, a.g.m., 132-133.

[1013] Afgânî, s. 49; Demirel, a.g.m., III, 135. Krş. Abdürrezzâk, XI, 353-356; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, I, 134-135; Arı, s. 499.

[1014] Şiîler’in bu konuda gayet başarılı oldukları aşikârdır. Cemel Savaşı’nı konu edinen birçok yazar Hz. Âişe Talha ve Zübeyr’in bu yolculuğa çıkarken tek amaçlarının Hz. Ali’yi hilafetten indirmek olduğunu iddia etmektedirler. Bkz. Şehbenderzâde Ahmed Hilmi (ö. 1332/1914), İslam Tarihi, çev. Cem Zorlu, Ağaç Kitabevi Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2009, s. 347; Cihan, Sadık, Uydurma Hadislerin Doğuşu ve Sosyo-PoPıtik Olaylarla İlgisi, Etüt Yayınları, 2. Baskı, Samsun, 1997, s. 109­110.

[1015] Taberî, Târîh, II, 698; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 57-58, Afgânî, s. 99-101; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, I, 179-180.

[1016]         Afgânî, s. 99-100.

[1017]  İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 68; Zehebî, Târîh, III, 454-455; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 316; Yiğit, “Osman”, DİA, XXXIII, 441.

[1018]         İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 316.

[1019]         Taberî, Târîh, II, 685; Afgânî, s. 78-79.

[1020]         Afgânî, s. 79.

[1021]         Talha’nın kolu felçli olduğu için bu duruma atfen böyle söylenmiş olabilir.

[1022]         Manası “aslan babası” olup, muhtemelen Talha’yı övmek için kullanılmıştır.

[1023]         İbn Ebî Hadîd, VI, 215; Afgânî, s. 80. Krş. Ya‘kûbî, II, 78.

[1024]  İbn Ebî Hadîd, VI, 216; Afgânî, s. 80. Afgânî bu rivayet hakkında: “İbn Ebî Hadîd’in bu rivayetinde Hz. Âişe’ye nispet olunan sözler çocuklardan bile sadır olmayacak şeyler iken Hz. Âişe gibi akıllı, mütedeyyin ve sağduyulu olan birisi hakkında kesinlikle düşünülemez. Belli ki bu haberi uyduran, Hz. Âişe’nin zekâsını, belagatini ve ilmini hesaba katmadan, sanki önünde akıl hastanesindeki bir kadın hasta gibi onu tasavvur etmiştir.” demiştir. Bkz. Afgânî, s. 80.

[1025]         Ahzab 33/53.

[1026]         Arı, s. 417, 459-460; Efendioğlu, s. 257; Abbott, s. 58; Hıfnî, s. 327.

[1027]         Afgânî, s. 80.

[1028] Sarıçam, İbrahim, Emevi-Hâşimi İlişkileri İslâm Öncesinden Abbâsilere Kadar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 1997, s. 247. Krş. Demircan, Adnan, Ali-Muâviye Kavgası, Beyan Yayınları, İstanbul, 2002, s. 88.

[1029]         Afgânî, s. 80-81; Gölpınarlı, s. 178.

[1030]         İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 58; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, II, 45.

[1031] İbn Abdürabbih, Ebû Ömer Şihâbüddîn Ahmed b. Muhammed b. Abdirabbih b. Habîb el -Kurtubî el-Endelüsî (ö. 328/940), el-İkdü’l-Ferid, tah. Abdülmecîd et-Terhînî, Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 1. Baskı, Beyrût, 1983, V, 46-47; Abbott, s. 168-169; Afgânî, s. 82. Krş. Abdürrezzâk, XI, 447; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, III, 162.

[1032] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 35; Zehebî, Târih, III, 458; İbn Haldûn, I, 301-302; Süyûtî, Târîhu’l- Hulefâ’, s. 127; Efendioğlu, s. 236-237.

[1033] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 35; Zehebî, Târih, III, 458; Süyûtî, Târihu’l-Hulefâ’, s. 127; Afgânî, s. 46; Fayda, Mustafa, “Abdullah b. Sa‘d b. Ebû Serh”, DİA, İstanbul, 1988, I, 131; Demirel, a.g.m., III, 136.

[1034]         Afgânî, s. 40.

[1035]         İbn Sa‘d, V, 24; Demirel, a.g.m., III, 136; Savaş, RâşidHalifeler Devrinde Kadın, s. 204.

[1036]         Halîfe b. Hayyât, s. 104; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 339.

[1037]         Afgânî, s. 77; Demirel, a.g.m., III, 138.

[1038]         İbn Sa‘d, III, 60; İbn Ebî Şeybe, XVII, 87; Halîfe b. Hayyât, s. 104; Afgânî, s. 78.

[1039]         İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 277; Yiğit, “Osman”, DİA, XXXIII, 441.

[1040]         İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 277; Savaş, Râşid Halifeler Devrinde Kadın, s. 23.

[1041] Kınanan ve yerilen manasına gelmektedir. Bkz. Çağrıcı, Mustafa, “Zem”, DİA, İstanbul, 2013, XLIV, 234.

[1042]         Afgânî, s. 82-83.

[1043]         İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 340.

[1044]         İbn Hacer, el-İsâbe, III, 426.

[1045]         İbn Sa‘d, III, 60, 61; Halîfe b. Hayyât, s. 104.

[1046]         Taberî, Târîh, II, 696; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 81.

[1047] Taberî, Târîh, II, 696-697; İbnü’l-Esîr, Târîh, III 81; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 420. Biatin mescidde yapılmasıyla ilgili olarak İbn Abbâs’ın şöyle dediği rivayet edilir: “Ali’ye biat konusunda kargaşa çıkacağından korktuğum için biatin mescidde yapılmasını hoş görmedim. Fakat o bunu reddetti ve biatin mescidde yapılması hususunda ısrar etti. Ali geldikten sonra sırasıyla muhâcirler, ensâr ve diğer insanlar ona biat etti.” Bkz. Taberî, Târîh, II, 696.

[1048]         Taberî, Târîh, II, 696-697; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 81; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 420.

[1049]         Taberî, Târîh, II, 699-700.

[1050]         Taberî, Târîh, II, 700-701; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 84.

[1051]         İbn Ebî Şeybe, XXI, 373-374; Taberî, Târîh, II, 698-701; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 83.

[1052] Krş. Kazancı, Ahmet Lütfi, Talihsiz Halife Emirü’l-Müminin Hz. Ali, Ensar Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2011, s. 92-93.

[1053] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 47-48. Maalesef bu Şiî rivayetleri çok önemli akademisyenlerimizi bile etkisi altında bırakmıştır. Bkz. Fığlalı, İmam Ali, s. 61-64.

[1054]         Krş. Demircan, Ali-Muâviye Kavgası, s. 89.

[1055]         Taberî, Târîh, III, 17; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 108; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 437; Afgânî, s. 155.

[1056]         Taberî, Târîh, II, 697; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 82.

[1057]         Taberî, Târîh, II, 701.

[1058]         Akbulut, s. 129-130.

[1059]         Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 140.

[1060]         Ya‘kûbî, II, 75; İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 49.

[1061] Taberî, Târîh, II, 697; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 82; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 421. Hz. Ali’ye biatten kaçınan bu kişilerin Hz. Osman döneminde çeşitli üst düzey görevlerde bulundukları da rivayette zikredilmektedir.

[1062] Taberî, Târîh, II, 699; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 83; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 421; Kutlu, Sönmez, Türklerin İslâmlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2002, s. 53. İbn Sa‘d: “Hz. Osman’ın öldürüldüğü günün ertesi Medine’de Hz. Ali’ye biat edildi. Ona Talha, Zübeyr, Sa‘d b. Ebû Vakkâs, Sa‘îd b. Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Ammâr b. Yâsir, Üsâme b. Zeyd, Sehl b. Huneyf, Ebû Eyyûb el-Ensârî, Muhammed b. Mesleme, Zeyd b. Sâbit, Huzeyme b. Sabit, Medine de bulunan Allah Rasûlü’nün ashâbmın hepsi ve diğerleri biat etti.” şeklinde bir rivayet aktarmaktadır. Fakat rivayette zikredilen isimlerden bazılarının Hz. Ali’ye biat etmediklerini başka rivayetler de kendisi de belirtmektedir. Bkz. İbn Sa‘d, III, 22-23.

[1063]  Taberî, Târîh, II, 701, 706; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 84. Hz. Ali’ye yapılan biatin 18 veya 23 Zilhicce tarihinde gerçekleştiğine dair rivayetler de mevcuttur. Bkz. Ya‘kûbî, II, 75; Taberî, Târîh, II, 697.

[1064]         Taberî, Târîh, II, 701-702; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 85; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 422-424.

[1065]         Taberî, Târîh, II, 702; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 426.

[1066]         Taberî, Târîh, II, 702; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 86; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 426.

[1067]         İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 425.

[1068] Mekke’nin Fethi sırasında müslüman olan Kureyşliler’i ifade eden bir terimdir. Bkz. Sandıkçı, S. Kemal, “Tulekâ”, DİA, İstanbul, 2012, XLI, 361.

[1069] Muâviye, Hz. Ömer döneminde yedi sene ve ardından Hz. Osman döneminin tamamında on iki sene orada valilik yapmıştı. Bkz. Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 140-141.

[1070] Krş. Abbott, s. 135; Lau, Linda D., “Sayf b. ‘Umar and the Battle of the Camel”, Encyclopadiedic Survey of Islamic Culture: Medieval Muslim Historiography, New Delhi, 2003, V, 132; Kelpetin, Mahmut, “Cemel Vak‘ası’na Farklı Bir Yaklaşım: Linda D. Lau Örneği”, Tarih Dergisi, İstanbul, 2012, 54/2, 28-29.

[1071]  Taberî, Târîh, II, 703; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 86-87; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 426-427. Krş. Ya‘kûbî, II, 77; Mes‘ûdî, Ebü’l-Hasen Ali b. el-Hüseyn b. Ali el-Mes‘ûdî el-Hüzelî (ö. 345/956), Mürûcü ’z-Zeheb veMe‘âdinü ’l-Cevher, el-Mektebetü’l-Asrıyye, Beyrût, 2007, II, 277-278.

[1072] Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 141-142; Taberî, Târîh, III, 4; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 93-95; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 429-430. Krş. İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 45.

[1073]         Taberî, Târîh, III, 5; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 113; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 432.

[1074]         Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 141. Krş. îbn Kuteybe, el-İmâme, I, 49.

[1075] Hz. Ali Abdullah’tan kendisiyle birlikte Şam’a gelmesini istediğinde o: “Bende Medineliler’den biriyim. Eğer onlar seninle birlikte Şam’a gelirse bende senin bu emrine itaat ederim. Evlerinde otururlarsa bende otururum.” diyerek Hz. Ali’nin teklifini uygun bir lisanla geri çevirmişti. Daha sonra o da Mekke’ye gitmek üzere Medine’den ayrılmıştı. Bkz. Taberî, Târîh, III, 5; îbnü’l-Esîr, Târîh, III, 99; îbn Kesîr, el-Bidâye, X, 432. Krş. îbn Kuteybe, el-İmâme, I, 48-49.

[1076] Ühbân b. Sayfî el Gıfân’nin kızı Udeyse’den rivayet edilmiştir: “Ali b. Ebû Tâlib babama gelerek kendisiyle beraber çıkmasını istedi. Babam ona dedi ki: ‘Benim dostum ve senin amcaoğlun Rasûlullah insanlar ayrılığa düştükleri zaman odundan bir kılıç edinmemi bana tavsiye etmişti. Ben de bunu edinmiş durumdayım. Eğer istersen o kılıcı alarak seninle birlikte çıkarım.’ dedi. Ali bu söz üzerine, babamı bıraktı.” Bkz. îbn Mâce, Fiten 10; Tirmizî, Fiten 33; îbn Kesîr, el-Bidâye, IX, 184.

[1077] Muhammed b. Mesleme: “Rasûlullah bana müşriklerle savaşıldıkça kılıcımla savaşmamı, namaz ehli müminlerle savaşıldığında kılıcımı kırılana kadar Uhud kayasına vurmamı emretti. Kılıcımı dün kırdım.” dedi. Bkz. Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 143. Krş. Câhiz, Ebû Osman Amr b. Bahr b. Mahbûb (ö. 255/869), el-Osmâniyye, tah. Abdüsselâm Muhammed Hârûn, Dârü’l-Cîl, 1. Baskı, Beyrût, 1991, s. 174; îbn Kuteybe, el-İmâme, I, 49.

[1078]  Üsâme b. Zeyd: “Seninle birlikte bu savaşa çıkma konusunda beni affet. Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet edenlerle savaşmayacağıma dair Allah’a yemin etmiştim.” dedi. Bkz. Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 143.

[1079]         Taberî, Târîh, III, 5; îbnü’l-Esîr, Târîh, III, 114; îbn Kesîr, el-Bidâye, X, 431.

1078  Taberî, Târîh, III, 12; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 100; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, II, 23-24. Krş. İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 48.

[1081]         Taberî, Târîh, III, 7.

[1082]         Taberî, Târîh, III, 6-7; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 100-101.

[1083]         İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 61; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 178.

[1084] Ya‘la b. Ümeyye’nin Yemen’den getirdiği malın toplam değerinin dört yüz bin dinar veya dört yüz bin dirhem olduğu da zikredilir. Bkz. Ya‘kûbî, II, 79; Mes‘ûdî, II, 279.

[1085]  Talha ve Zübeyr Hz. Osman’ın öldürülmesinden dört ay sonra umre yapmak istediklerini belirterek Hz. Ali’den izin alarak Mekke’ye gitmişlerdi. Bkz. Taberî, Târîh, III, 4; Mes‘ûdî, II, 279; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 95; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 427.

[1086]  Çünkü Emevîler Şâm’ı kendi bölgeleri olarak görüyorlardı. Başlarına bir tehlike gelirse son sığınacakları yer orasıydı. Orada Muâviye sebebiyle işler istedikleri gibi gidiyordu. Orayı karıştırmak istemiyorlardı. Benî Ümeyye o andan itibaren bu hareketleriyle Emevî hilafetinin temel taşını koymuş oluyorlardı. Çünkü onlar Hz. Ali, Talha, Zübeyr, Medineliler ve Iraklılarla buradan mücadele vermişlerdir. Ordunun Basra’ya yönlendirilmesiyle Şâm ve Muâviye her türlü fesattan uzak tutulmuş oldu. Bkz. Afgânî, s. 110.

[1087]         Taberî, Târîh, III, 7-8; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 101. Krş. İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 432-433.

[1088]         İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 54; Taberî, Târîh, III, 13; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 101.

[1089]  Benzer görüşler için bkz. Lau, V, 127; Kelpetin, a.g.m., 54/2, 24. Ebû Bekre’den gelen şu rivayette Hz. Âişe’nin lider konumunda olduğunu akla getirmektedir: “Rasûlullah’tan duyduğum bir hadisle Allah beni, Cemel Savaşı’na katılmaktan korudu. Kisra ölünce Rasûlullah: ‘Yerine kim geçirildi?’ diye sordu. Kızını yerine geçirdiklerin söylediler. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu: ‘Başlarına bir kadını idareci olarak geçiren bir toplum asla kurtuluşu elde edemeyecektir.’ Âişe Basra’ya gelince Rasûlullah’ın bu sözünü hatırladım ve bu hadisle Allah beni bu hâdiselere karışmaktan korumuş oldu.” Bkz. Buhârî, Megâzî 82; Tirmizî, Fiten 75. Krş. İbn Ebî Şeybe, XXI, 379-380, 380-381; Nesâî, Adâbü’l-Kuzât 8; Hâkim, III, 128; Heysemî, VII, 473. Krş. Azimli, Siyeri Farklı Okumak II, 314-323.

[1090]         Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 144.

[1091] Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 193. Hz. Âişe’nin: “İbnü’z-Zübeyr ile o yolculuğa çıkmamayı çok arzu ederdim.” şeklindeki sözleri de kendisini asıl ikna edenin Abdullah b. Zübeyr olduğunu göstermektedir. Bkz. Hâkim, III, 128-129. Hz. Âişe’yi asıl ikna edenin Abdullah b. Zübeyr olduğu bazı araştırmacıların da ifade ettiği bir husustur. Bkz. Dalkıran, s. 187; Demirel, a.g.m., III, 146; Savaş, Râşid Halifeler Devrinde Kadın, s. 155; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, II, 159-160; Sallâbî, IV. Halife Hz. Ali Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi, s. 520.

[1092] Minkarî, Ebü’l-Fazl el-Minkarî et-Temîmî Nasr b. Müzâhim (ö. 212/827), Vak‘atü Sıffîn, tah. Abdüsselâm Muhammed Hârûn, Dârü’l-Cîl, Beyrût, 1990, s. 21; Şerif er-Radî, Ebü’l-Hasen Muhammed b. el-Hüseyn b. Mûsâ b. Muhammed (ö. 406/1015), Nehcü’l-Belâga, çev. Adnan Demircan, Beyan Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2006, s. 16; Demircan, Adnan, Hz. Ali Dönemi ve Ehl­i Beyt, Beyan Yayınları, İstanbul, 2008, s. 59. Demircan bu hususla ilgili: “Hz. Âişe’nin kendisinin lider olmayı düşündüğünü zannetmiyoruz. Hem rivayetlerde buna ilişkin bilgi yok hem de böyle bir hedef, Arap kültüründe yer alamayacak bir beklenti olurdu.” demektedir. Bkz. Demircan, Adnan, Fitne: Kardeşlerin Savaşı, Beyan Yayınları, İstanbul, 2015, s. 94.

[1093]         Taberî, Târîh, III, 8; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 433.

[1094]         Taberî, Târîh, III, 8, 9; Mes‘ûdî, II, 279; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 102; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 433.

[1095]         Taberî, Târîh, III, 9; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 102; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 433.

[1096]         İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 102; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 433.

[1097]         Taberî, Târîh, III, 13; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 102; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 433.

[1098]         Taberî, Târîh, III, 8; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 101-102; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 433.

[1099]         Taberî, Târîh, III, 9; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 102.

[1100] Taberî, Târîh, III, 9; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 102-103; Afgânî, s. 118-119; Demircan, Ali-Muâviye Kavgası, s. 98-99. Bazı kaynaklarda bu sebeple yaklaşık iki bin kişinin orduyu terk ettiği belirtilmektedir. Bkz. Fığlalı, Ethem Ruhi, “Cemel Vak‘ası”, DİA, İstanbul, 1993, VII, 320; Sarıcık, s. 319.

[1101]         Taberî, Târîh, III, 10; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 102; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 433; Afgânî, s. 119.

[1102] Taberî, Târîh, III, 9. Benzer bir rivayette Basra ele geçirildikten sonra Talha ve Zübeyr’in namazı kıldırmak hususunda tartıştıkları ve neredeyse vaktin çıkacağı zikredilmektedir. Bunun üzerine Hz. Âişe araya girerek namazları bir gün Muhammed b. Talha’nın bir günde Abdullah b. Zübeyr’in kıldırmasını isteyerek konuyu çözmüştü. Bkz. Ya‘kûbî, II, 79; Mes‘ûdî, II, 280. Namazları kimin kıldıracağı hususunda tartışma çıktığı şeklindeki rivayetler genellikle Şiîlik’le itham edilmiş yazarların eserlerinde mevcut olduğu için bunlara biraz şüpheyle yaklaşmamız gerekmektedir.

[1103] İbn Ebî Şeybe, XXI, 371-372; Ahmed b. Hanbel, XIX, 213; Ebû Ya‘lâ, VIII, 282; Hâkim, III, 129-130; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 103; İbn Balabân, Ebü’l-Hasen Emîr Alâüddîn Ali b. Balabân b. Abdullah el-Mısrî (ö. 739/1339), Sahîhu İbn Hibbân bi Tertîbi İbn Balabân, tah. Şu‘ayb el-Arnaût, Müessesetü’r-Risâle, 2. Baskı, Beyrût, 1993, XV, 126; Zehebî, Siyeru Aiâmi’n-Nübelâ, II, 177; İbn Kesîr, el-Bidâye, IX, 186-187; Heysemî, VII, 474. Heysemî ve bu hadisin tahricini yapan Şu‘ayb el- Arnaût ile Hüseyin Selîm Esed hadisin Buhârî ve Müslim’in şartlarına uygun olduğunu ve sahih olduğunu belirtmişlerdir.

[1104] Çok tüylü manasına gelmektedir. Bkz. İbn Manzûr, XV, 1316.

[1105] İbn Ebî Şeybe, XXI, 378-379; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1885; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ,

II,   198; Zehebî, Târîh, III, 490; İbn Kesîr, el-Bidâye, IX, 187-188; Heysemî, VII, 474. Krş. Hâkim,

III,   129.

[1106] Hatiboğlu, M. Said, İslami Tenkid Zihniyeti ve Hadis Tenkidinin Doğuşu, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, ts. s. 46; Hansu, Hüseyin, Mutezile ve Hadis, Otto, 2. Baskı, Ankara, 2012, s. 120. Sallâbî’de bu rivayetin sahih olduğunu birçok alimin zikrettiğini ifade ederek, rivayete sonradan eklendiği açık olan yalancı şahitlik ve aldatma kısımlarının mevzu olduğu görüşündedir. Bkz. Sallâbî, IV. Halife Hz. Ali Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi, s. 523; Ekinci, s. 235. Biz de bu fikir de olduğumuzu belirtmek isteriz.

[1107]         Ya‘kûbî, II, 79. Krş. Taberî, Târîh, III, 18.

[1108]         İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 57; Mes‘ûdî, II, 279.

[1109]  İbnü’l-Arabî, Ebû Bekir Muhammed b. Abdullah b. Muhammed el-Meâfirî (ö. 543/1148), el- Avâsım mine’l-Kavâsım fî Tahkîki Mevâkfî Sahâbe: ba‘de Vefâti’n-Nebiyyi, tah. Mahmûd Mehdî el- İstânbûlî-Muhibbüddîn el-Hatîb, Mektebetü’s-Sünne, 6. Baskı, Kahire, 1991, s.162-164; Afgânî, s. 119-125; Cihan, s. 31-32; Azimli, Dört Halifeyi Farklı Okumak I: Hz. Ebû Bekir, s. 100-101. Hav’eb hadisinin isnadında yer alan Kays b. Ebî Hâzim’i ikinci asır münekkidi olan Yahyâ el-Kattân (ö. 198/813) münkerü’l-hadis olarak değerlendirmiştir. Hatta ilgili hadis Yahyâ el-Kattân tarafından Kays’ın rivayet ettiği münker hadisler arasında zikredilmiştir. Bkz. Mizzî, Ebü’l-Haccâc Cemâlüddîn Yûsuf b. Abdurrahman b. Yûsuf (ö. 742/1341), Tehzîbü ’l-Kemâl fî Esmâi’r-Ricâl, tah. Beşşâr Avvâd Ma‘ruf, Müessesetü’r-Risâle, 1. Baskı, Beyrût, 1992, XXIV, 15; İbn Asâkir, Ebü’l-Kâsım Ali b. el- Hasen b. Hibetillâh b. Abdullah b. Hüseyin ed-Dımaşkî eş-Şâfiî (ö. 571/1176), Târîhu Medineti Dımaşk, tah. Muhibbüddîn Ebî Sa‘îd Ömer b. Garâme el-Amravî, Dârü’l-Fikr, 1. Baskı, Beyrût, 1997,

XLIX, 464. Münkerü’l-hadis kavramı Yahyâ el-Kattân tarafından ferd hadis manasında kullanılmıştır. Bkz. İbn Hacer el-Askalânî, Ebü’l-Fazl Şihâbüddîn Ahmed b. Ali b. Muhammed el-Askalânî (ö. 852/1449), Tehzîbü’t-Tehzîb, Darü’l-Fikr, Beyrût, 1984, VIII, 347; Yücel, Ahmet, Hadis İlminde Tenkit Terimleri ve İlgili Çalışmalar, İFAV, İstanbul, 1998, s. 85; Turhan, s. 466. Ferd hadis: İsnadın herhangi bir yerinde râvisi tek kalmış olan hadis çeşidine denir. Bkz. Uğur, s. 92-93.

[1110]         Kandemir, Mevzû Hadisler, s. 175; Cihan, s. 31-32.

[1111] Ahmed b. Hanbel, XIX, 214; Taberânî, I, 332-333; Heysemî, VII, 474; Sarıcık, s. 335; Ekinci, s. 241. Râvilerinin sika olduğu belirtilmiştir.

[1112] Hz. Peygamber Hz. Ali’ye: “Ey Ali! Sen anlaşma bozucular, zalimler ve dinden çıkanlar ile savaşacaksın.” buyurdu. Bkz. Sübhanî, Cafer, Hz. Ali’ye Neler Yaptılar, çev. Zeyneb Çatar, Evrensel Yayınları, İstanbul, 1995, s. 329.

[1113]         İbn Ebî Şeybe, XVI, 55, 61; XXI, 360-367; Taberî, Târih, III, 30-31.

[1114] İbn Mâce, Nikâh 24; Öztürk, Yaşar Nuri, Son Peygamberin Kızı Hz. Fatıma, Sahhaflar Kitap Sarayı, 2. Baskı, İstanbul, 1985, s. 87-88.

[1115]         Ahmed b. Hanbel, X, 134-135; Buhân, Humus 6; Müslim, Zikr 80; Ebû Dâvud, Edeb 109.

[1116] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 268-269; Ebû Dâvud, Edeb 49. Bazı rivayetlerde Hz. Âişe’nin tartıştığı ümmü’l-müminînin Hz. Ümmü Seleme olduğu zikredilmektedir. Bkz. Ahmed b. Hanbel, XVIII, 268; Heysemî, IV, 590; Afgânî, s. 89.

[1117] Buhârî, Hibe 8. Krş. Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 83; Nesâî, İşretü’n-Nisâ 3; Hâkim, IV, 10; İbnü’l- Cevzî, Safve, II, 17-18; Zehebî, SiyeruA ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 143-144.

[1118] Afgânî, s. 88-89. Krş. Bodley, s. 221; Savaş, Râşid Halifeler Devrinde Kadın, s. 222. Afgânî’nin yorumlarını desteklemesi açısından şu tespit çok önemlidir: “Kadın beyni ilişkileri tehdit eden çıkar çatışmaları ve dışlanma konusunda erkek beyninden çok daha ciddi olumsuz alarm sinyalleri verir.” Bkz. Brizendine, Louann, Kadın Beyni, çev. Zeynep Heyzen Ateş, 11. Baskı, İstanbul, 2012, s. 66.

[1119]         Heysemî, IX, 387; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 94; Şevkânî, s. 320-321; Said Havva, II, 389.

[1120] Afgânî, s. 89-90. Krş. Kazancı, Talihsiz Halife Emirü ’l-Müminin Hz. Ali, s. 100; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, I, 73-73; Öztürk, Yaşar Nuri, Asrısaadetin Büyük Kadınları, s. 108.

[1121]         Vâkidî, II, 430; İbn Hişâm, III, 29; Buhârî, Tefsîr 24/6; Makrîzî, I, 214.

[1122]  Şehbenderzâde Filibeli Ahmed, s. 348; Caetani, IV, 157; Bodley, s. 246; Abbott, s. 37-38; Rodinson, s. 143-144; Seligsohn, a.g.m., I, 229; Gölpınarlı, s. 129-130.

[1123]         Ebû Zehra, III, 306.

[1124] Kadınlar duygusal travmalara meyilli oldukları için, geçmişte yaşadıkları haksızlıkları kolay kolay unutamazlar. Bu sebeple takıntı yapma eğilimleri fazladır. Bir erkek herhangi bir adaletsizlikle karşılaştığında, onun kâr zarar hesabını yapar. Olayı dünyasından çıkarıp, incinmeyi ikinci plâna atarak kolaylıkla işine devam edebilir. Oysa kadın, maruz kaldığı kötü muamelelerin tesirinden hemen sıyrılamaz. Bu yüzden de geçmişte yaşamaya çok yatkındır. Bkz. Tarhan, s. 147, 54; Ayrıca bkz. Brizendine, s. 26/169-170.

[1125]         Afgânî, s. 91.

[1126]         Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 177.

[1127]  Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ’, s. 137; Bakır, Abdulhalik, Ali b. Ebî Talib: Hayatı, Kişiliği ve Faâliyetleri, Çağ Ofset Matbaacılık, Elazığ, 1998, s, 53.

[1128] Hz. Âişe’den gelen rivayete göre: “Peygamber üzerinde siyah yünden mamul nakışlı bir örtü olduğu hâlde sabahleyin evden çıktı. Derken Hasan b. Ali geldi. Onu bir örtünün içerisine aldı. Sonra sırasıyla Hüseyin, Fâtıma ve Ali geldi. Onları da bu örtünün içerisine aldı. Sonra: ‘Ey Ehl-i beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.’ (Ahzâb 33/33) âyetini okudu.” İbn Ebî Şeybe, XVII, 116-117; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 61; Hâkim, III, 159.

[1129] Ebû Dâvud, Edeb 155; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ, VIII, 291-292; Hâkim, III, 167; Ziyâde, Esmâ Muhammed Ahmed, Devrü ’l-Mer ’eti’s-Siyasî fî Ahdi’n-Nebî ve ’l-Hulefâi’r-Râşidîn, Dârü’s-Selâm, 1. Baskı, Kahire, 2001, s. 467.

[1130] Tirmizî, Menâkıb 61; Hâkim, III, 171. Krş. Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ, VII, 447-448; İbn Kesîr, el- Bidâye, XI, 84.

[1131]         Hâkim, III, 175.

[1132]         Hâkim, III, 205.

[1133] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 34; Buhârî, İsti’zân 43; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 98; İbn Mâce, Cenâiz 64; Tirmizî, Menâkıb 61; Hâkim, IV, 303-304. Bazı rivayetlerde Hz. Peygamber’in Hz. Fâtıma’ya müjdelediği şey, ailesi arasında Rasûlullah’a en çabuk kavuşanın Hz. Fâtıma olacağıdır.

[1134]         Afgânî, s. 92-93.

[1135] İbn Sa‘d, II, 200; Buhârî, Megâzî 83; Müslim, Vasıyye 19; İbn Mâce, Cenâiz 64; Nesâî, Tahâret 29; Afgânî, s. 94.

[1136] Ahmed b. Hanbel, XVIII, 524; Afgânî, s. 93. Krş. İbn Mâce, Mukaddime 23; Tirmizî, Menâkıb 35; Hâkim, III, 438.

[1137]         Buhârî, Ezân 39; İbn Mâce, Cenâiz 64; Hâkim, III, 58.

[1138]         Abdürrezzâk, V, 429-430; Ahmed b. Hanbel, III, 199-200; Afgânî, s. 94.

[1139]         İbn Sa‘d, III, 29.

[1140] Taberî, Târîh, III, 159; Afgânî, s. 94-95. Öztürk bu rivayeti aynı şekilde aktardıktan sonra Hz. Âişe’nin Hz. Ali’nin ölümüne çok sevinerek şükür secdesi yaptığını kaynak belirtmeden ifade etmiştir. Bkz. Öztürk, Yaşar Nuri, Asrısaadetin Büyük Kadınları, s. 108.

[1141]         Afgânî, s. 95.

[1142] Batelyevsî, İbn Sîde (ö. 521/1127), el-İnsâf fî Tenbîhi ale’l-Me‘ânî ve ’l-Esbâbi elletî Evcebet el- İhtilâfe beyne’l-Müslimîne fîÂrâihim, tah. Muhammed Rıdvân ed-Dâye, Şam, 1987, s. 56-57.

[1143]  Vedâ haccı yolculuğu sırasında Zülhuleyfe veya Beydâ mevkiinde doğdu. Annesi Has‘am kabilesine mensup Esmâ bint Umeys’tir. Hz. Peygamber’den gelen adını ve Ebü’l-Kâsım künyesini baba bir ablası olan Hz. Âişe vermiştir. Esmâ önce Ca‘fer b. Ebû Tâlib’le, onun şehit düşmesinin ardından Hz. Ebû Bekir’le, onun vefatından sonra da Cafer’in kardeşi Hz. Ali ile evlendi. Annesinin Hâşimîler’e iki defa gelin gitmesi ve üç yaşında iken yetim kalarak Hz. Ali’nin terbiyesiyle büyümesi onun Hâşimîler’e ve özellikle Hz. Ali’ye bağlılığında önemli rol oynamıştır. Bkz. Apak, Adem, “Muhammed b. Ebû Bekir es-Sıddîk”, DİA, İstanbul, 2005, XXX, 518; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, I, 140. Hz. Âişe’nin daha önce babasıyla evli olan Esmâ bint Umeys’in Hz. Ali ile evliliğine de karşı çıktığı rivayet edilmektedir. Bkz. Demircan, Ali-Muâviye Kavgası, s. 61.

[1144]         Taberî, Târih, III, 6.

[1145]  Krş. Kapar, Mehmet Ali, İslâm’ın İlk Döneminde Bey'at ve Seçim Sistemi, Beyan Yayınları, İstanbul, 1998, s. 57; Demircan, Ali-Muâviye Kavgası, s. 89, 118-119; Demircan, Hz. Ali Dönemi ve Ehl-i Beyt, s. 59. Sallâbî Hz. Ali’nin hilafetinin hiçbir zaman tartışma konusu olmadığını iddia etmektedir. Ona göre tek sorun Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmamasıydı. Bkz. Sallâbî, IV. Halife Hz. Ali Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi, s. 515. Fakat bu açıklamalar maalesef duygusallığın ötesine geçememektedir. Şayet durum bundan ibaret olsaydı Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’in başkaldınlannın hiçbir haklı tarafı olamazdı. Meşru bir halife görevdeyken her isteyen birilerini cezalandırmak için asker toplayamazdı.

[1146] Hz. Ömer’in yıllar önce söylediği bu sözlerin aynıyla gerçekleşmiş olması, onun ne kadar büyük bir devlet adamı olduğunu göstermesi açısından çok önemlidir.

1145 Buhârî, Hudûd 31; Süyûtî, Târîhu ’l-Hulefâ ’, s. 55-56. Krş. İbnü’l-Cevzî, Safve, I, 254-256.

[1148]         Buhârî, Megâzî 38; Müslim, Cihâd 52.

[1149]         İbn Sa‘d, II, 189; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 27-28; Buhârî, İsti’zân 29.

[1150]         Abdürrezzâk, V, 477; Buhârî, Ahkâm 43.

[1151]         İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 26; Arı, s. 425.

[1152]         Hizmetli, a.g.m., XXVII, 158.

[1153]         İbn Ebî Şeybe, XVI, 104-107; Taberî, Târîh, III, 34-35; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 127-128.

[1154] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 61; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 178. Bu şûrada Hz. Ali’nin tekrar halife olmasıysa pek mümkün gözükmemekteydi. Zira kendisiyle savaşıp yendiklerini birisini yönetimde bırakmaları mümkün olmazdı. Bkz. Demircan, Ali-Muâviye Kavgası, s. 91-92.

[1155]         Hâkim, III, 128.

[1156]         Akbulut, s. 86. Krş. Demircan, Ali-Muâviye Kavgası, s. 37-49.

[1157]         Afgânî, s. 111.

[1158] Taberî, Târîh, III, 8; Afgânî, s. 112. Benzer bir rivayette Hz. Ümmü Seleme Hz. Ali’ye oğlunu değil amcasının oğlunu takdim etmiştir. Bunun yazım hatasından kaynaklanan bir yanlış olduğunu düşünmekteyiz. Bkz. İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 114.

[1159]         Afgânî, s. 112-113; Gölpınarlı, s. 85-87.

[1160]  İçinde Hz. Âişe’nin lakabı olan “Hümeyrâ” kelimesi bulunan veya “Yâ Hümeyrâ!” ifadesiyle başlayan hadislerin genelde mevzu olduğu ifade edilmektedir. Bkz. Kandemir, Mevzû Hadisler, s. 175; Cihan, s. 31-32.

[1161]  İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 51-52; Safvet, Ahmed Zekî, Cemheretü Resâili’l-Arab fi Usûri’l- Arabiyyeti’z-Zâhire, Mektebetü’l-İlmiyye, Beyrût, ts., I, 312-315; Afgânî, s. 113-115; Hasan, Hasan İbrahim, Siyasî-Dinî-Kültürel-Sosyal İslâm Tarihi, çev. İsmail Yiğit-Sadreddin Gümüş, Kayıhan Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1991, II, 38-39. Krş. Ya‘kûbî, II, 78. Bu kelam, bütün yapmacıklığına rağmen, Hz. Âişe ve Hz. Ümmü Seleme arasında geçmesi muhtemel olan bir kelamdır. Böyle bir konuşmanın gerçekleşmiş olma ihtimali daha fazladır. Lügat kitaplarında bu diyalogtaki kelimelerin çoğunun mevcut olması ve Hz. Âişe ile Hz. Ümmü Seleme’nin diyaloğuna atıfta bulunulması bu rivayetin doğruluğu ihtimalini güçlendirmektedir. Bununla birlikte bu rivayette bazı ziyadeliklerin olma ihtimalini reddetmiyorum. Özellikle Hz. Ümmü Seleme’nin son cümlesinde bu bahsettiğim ziyadelik ihtimali göze çarpmaktadır. Bkz. Afgânî, s. 115.

[1162]         Taberî, Târîh, III, 13; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 103.

[1163] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 54-55; Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 144; Zehebî, Târîh, III, 485-486; Afgânî, s. 137.

[1164]         İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 54-55; Afgânî, s. 137.

[1165]         İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 54-55; Afgânî, s. 137-138.

[1166] Taberî, Târîh, III, 22; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 108-109; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 439; Afgânî, s. 138.

[1167]         Taberî, Târîh, III, 13; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 434; Afgânî, s. 138.

[1168]         Taberî, Târîh, III, 20; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 439.

[1169]         Nisâ 4/114.

[1170]         Mâide 5/9.

[1171] Taberî, Târîh, III, 13-14; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 104; İbn Kesîr, el-Bidâye, 434-435; Afgânî, s. 140-141. Krş. İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 58.

[1172] Taberî, Târîh, III, 114; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 105; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 435; Afgânî, s. 141­

142.

[1173]         Taberî, Târih, III, 14-15; Afgânî, s. 143-144.

[1174]  Basra’nın meşhur mahallelerinden biridir. Orada eski bir deve pazarı vardı. Sonra insanların ikamet ettiği büyük bir mahalle haline geldi. Burada şairlerin mefahirleri ve hatib meclisleri bulunurdu. Sonra buranın önemi azaldı. Çevresindeki yerleşim küçüldü. H. VII. asırda Basra’dan ayrıldı ve çölün ortasında kaldı. Basra ile aralarında üç mil vardır. Bkz. Yâkût el-Hamevî, V, 98.

[1175]         Âl-i İmrân 3/23.

[1176] Taberî, Târîh, III, 15; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 105-106; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 435-436; Afgânî, s. 143-145. Krş. Halife b. Hayyât, s. 109.

[1177] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 61-62; Taberî, Târîh, III, 15-16; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 106; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 436; Afgânî, s. 147.

[1178]         Taberî, Târîh, III, 16; Afgânî, s. 148-149.

[1179]         İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 107; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 436-437; Afgânî, s. 148-149.

[1180] Taberî, Târîh, III, 16-17; Afgânî, s. 149-151. Krş. Halife b. Hayyât, s. 109; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 107.

[1181] Ümmü Âmir sırtlanın künyesidir. Âmir’de onun yavrusudur. O bununla tanınır. Bkz. Afgânî, s.

154.

[1182] Taberî, Târîh, III, 17; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 107-108; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 437; Afgânî, s.

154. Krş. İbn Ebî Şeybe, XXI, 373.

[1183]         Taberî, Târîh, III, 17; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 108; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 437; Afgânî, s. 155.

[1184]         Basra beytülmâlini korumakla görevlendirilmiş olan iki kavimdir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Ferrand, Gabriel, “Seyâbice”, İA, Eskişehir, 1997, X, 526-528.

[1185]         Taberî, Târîh, III, 17; Afgânî, s. 155.

[1186]         Taberî, Târîh, III, 17; Afgânî, s. 155.

[1187]         İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 109.

[1188]  Taberî, Târîh, III, 17; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 108; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 437-438. Bazı rivayetlerde Hz. Âişe’nin ilk olarak: “Onu öldürün.” şeklinde bir haber gönderdiği, fakat bir kadının Hz. Âişe’ye: “Rasûlullah’ın sohbeti hatırına Osman’a hayırla muamele etmeni istiyorum.” demesi üzerine Hz. Âişe’nin onun öldürülmesinden vazgeçerek hapsedilmesini istediği rivayet edilir. Bkz.

Taberî, Târîh, III, 18; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 108; Afgânî, s. 156.

[1189]         İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 62; Ya‘kûbî, II, 79; Mes‘ûdî, II, 279.

[1190] Taberî, Târîh, III, 18; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 109-110; Afgânî, s. 156-157. Mes‘ûdî öldürülen bu yetmiş kişinin beytülmâli korumakla görevli olan kimseler olduğunu zikreder. Ayrıca Talha ve Zübeyr’i tüm kötülüklerin kaynağı gören Şiî rivayetlerinde öldürülen bu yetmiş kişiden ellisinin esir edildikten sonra öldürülmüş olduğu ve bunun İslâm’daki ilk esir öldürülen vaka olduğu zikredilir. Bkz. Mes‘ûdî, II, 280. Bazı kaynaklarda öldürülenlerin sayısı dört yüz olarak verilmektedir. Ayrıca bunun İslâmdaki ilk dalavere olduğu iddia edilir. Bkz. Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, II, 80.

[1191]         Taberî, Târîh, III, 21; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 108; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 438; Afgânî, s. 157.

[1192]         İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 112.

[1193]         Taberî, Târîh, III, 7-8; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 101. Krş. İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 432-433.

[1194] İbn Ebî Şeybe, XXI, 367; Taberî, Târîh, III, 59; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 145; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 470. Bazı rivayetlerde kendisine beş yüz dirhem verilen asker sayısının on iki bin olduğu rivayet edilir. Bkz. Mes‘ûdî, II, 289.

[1195] Hukeym b. Cebele’nin önderliğindeki askerlerin yedi yüz kişi olduğu da rivayet edilir. Bkz. Halife b. Hayyât, s. 110; Zehebî, Târîh, III, 483.

[1196] Taberî, Târîh, III, 18-19, 21; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 110-112; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 438-439; Afgânî, s. 158-160. Hukeym b. Cebele ve adamlarının rivayetlerde ifade edildiği gibi doğrudan saldırmayıp direk Hz. Âişe’yi öldürme planı yaparak baskın yaptıkları da gelen rivayetler arasındadır. Hz. Âişe’nin Kûfeliler’e gönderdiği mektupta da bu durumdan bahsedilmektedir. Bkz. Taberî, Târîh, III, 20; Safvet, I, 324-325; Afgânî, s. 167; Sallâbî, IV. Halife Hz. Ali Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi, s. 527.

[1197]         Taberî, Târîh, III, 21; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 112; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 439.

[1198]         Taberî, Târîh, III, 20; Safvet,, I, 324-325; Afgânî, s. 164-166.

[1199]         Halife b. Hayyât, s. 110; Taberî, Târîh, III, 21; Afgânî, s. 161.

[1200]         Taberî, Târîh, III, 19; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 112; Afgânî, s. 161.

[1201]         Afgânî, s. 161.

[1202]         Taberî, Târîh, III, 19; Afgânî, s. 161-162.

[1203]         Taberî, Târîh, III, 20; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 112; îbn Kesîr, el-Bidâye, X, 439; Afgânî, s. 164.

[1204]         Afgânî, s. 167.

[1205]  İbnü’l-Cevzî, Ebü’l-Ferec Cemâlüddîn Abdurrahman b. Ali b. Muhammed el-Bagdâdî (ö. 597/1201), Ahbâru’n-Nisâ, tah. îhâb Kerîm, Daru’n-Nedîm, 1. Baskı, Beyrût, 1991, s. 34-35; Afgânî, s. 163-164.

[1206]         Taberî, Târîh, III, 22; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 112; îbn Kesîr, el-Bidâye, X, 439; Afgânî, s. 164.

[1207]         Taberî, Târîh, III, 33; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 126.

[1208]         Ahmed b. Hanbel, XVI, 114-115; İbn Ebî Şeybe, XXI, 395.

[1209] Taberî, Târîh, III, 8; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 102. Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’in kendisine karşı ayaklandığı haberini bir mektupla bildirenin Hz. Ali’nin abisi Akîl b. Ebû Tâlib veya Hz. Ali’nin Mekke valisi olan Kusem b. Abbâs olduğu da rivayet edilir. Bkz. İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 50, 56.

[1210]         Safvet, I, 316-317; Afgânî, s. 127-128.

[1211] Bazı rivayetlerde Hz. Ali’nin Muâviye ile savaşmak için Medine’den ayrıldığı ve Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’in haberini yolda aldığı bildirilmektedir. Bkz. Dîneverî, Ahbâru ’t-Tıvâl, s. 144.

[1212] İbnü’l-Esîr, Târih, III, 99; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 440; Afgânî, s. 128. Hz. Ali’nin çağrısına uyarak Medine’den ayrılan grubun sayısı hakkında muhtelif rivayetler bulunmaktadır. Bu rivayetlerin bir kısmı Şiî meyilli olup Hz. Ali’nin davasında haklı olduğunu bu sebeple sahâbenin kendisine destek olduğunu ifade etmek için uydurulduklarını düşünmekteyiz. Bu rivayetlerin zikredildikten kaynaklardan bazılarının Şiîlik’le itham edilmiş olması da iddiamızı desteklemektedir.

Bu rivayetlerden bazıları şunlardır: Medinelilerden dört bin kişi Hz. Ali ile beraber hareket etmişti. Bunlardan sekiz yüzü ensârdandı. Biatümdvân’a katılmış olanlardan da dört yüz kişi Hz. Ali’nin yanında yer almıştı. Bkz. Halife b. Hayyât, s. 110; Zehebî, Târîh, III, 484; Sarıcık, s. 322. Hz. Ali Medine’den ayrıldığında yanında Hz. Peygamber’in ashâbından dört yüz süvari vardı. Bkz. Ya‘kûbî, II, 79. Cemel gününde Hz. Ali’nin yanında Bedir Gazvesi’ne katılan yüz otuz kişi, sahâbeden de toplam yedi yüz kişi bulunuyordu. Bkz. Zehebî, Târîh, III, 484. Hz. Ali Medine’den yedi yüz süvari ile birlikte ayrıldı. Bunlardan dört yüzü muhâcirlerden ve ensârdandı. Bu kişilerin yetmişi Bedir Gazvesi’ne katılmıştı. Geri kalanın tamamı da sahâbeydi. Bkz. Mes‘ûdî, II, 280; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, II, 58.

Bunun tam zıddını ifade eden rivayetlere göre ise; Hz. Ali’nin yanında Bedir ashâbından en fazla dört veya altı kişinin bulunduğu zikredilmektedir. Bkz. Taberî, Târîh, III, 6; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 113; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 440. Bedir ashâbından Hz. Ali’ye icabet edenler arasında Ebü’l-Heysem b. Teyyihân ve Huzeyme b. Sâbit’in isimleri zikredilmektedir. Bkz. Taberî, Târîh, III, 6, 8; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 113; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 440.

Ayrıca Şa‘bî’den aktarılan bir rivayete göre: “Dört kişi dışında Bedir Gazvesi’ne katılıp da Cemel Savaşı’na katılan olmamıştır. Bunlardan Ali ve Ammâr bir tarafta, Talha ve Zübeyr de bir tarafta yer almışlardı.” Bkz. İbn Ebî Şeybe, XXI, 377; Halife b. Hayyât, s. 112; Câhiz, s. 176; Zehebî, Târîh, III, 484; Sallâbî, IV. Halife Hz. Ali Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi, s. 530-531.

[1213]         İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 114; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 441.

[1214]         İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 49; Mes‘ûdî, II, 280.

[1215] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 50; Taberî, Târîh, III, 10; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 114; İbn Kesîr, el- Bidâye, X, 441.

[1216]         Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 143.

[1217]         Taberî, Târîh, III, 9.

[1218]         Taberî, Târîh, III, 22.

[1219]         Taberî, Târîh, III, 22; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 99; Afgânî, s. 171.

[1220]         Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 143.

[1221] İbn Ebî Şeybe, XXI, 388-389; Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 145-146; Taberî, Târîh, III, 10-11; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 114-115; Zehebî, Târîh, III, 487; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 441-442; Afgânî, s. 130-131. Krş. İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 45-46.

[1222]  Abdülvehhâb en-Neccâr Hz. Ali’nin bu sözleri üzerine şöyle bir yorum yapmıştır: “Ben Hz. Ali’nin bu son kısımda Hz. Osman’ın sözlerini tekrarladığını düşünüyorum. Çünkü Hz. Osman’da: ‘Bana Allah’ın giydirdiği elbiseyi çıkartmayacağım.’ demiştir. Bu kendisinin ve müslümanların selâmetini düşünen bir kimsenin kabul edebileceği bir mazeret değildir. Bu aynı zamanda sömürgeci devletlerin ortaya koyduğu şu mazerete benzemektedir: ülkelerini işgal ettikleri milletlerin kendilerine tabi olmaktan başka bir kurtuluş şansları yoktur. Onlar bu milletleri ve onların hayat standartlarını koruyup gözettiklerini yoksa bizzat insanlar üzerinde bir egemenlik iddialarının olmadığını söylemektedirler. Bu ise birçok açıdan doğru bir hüküm değildir.” Bkz. Neccâr, Abdülvehhâb, el- Hulefâü ’r-Raşidûn, Dârü’t-Türâs, Kahire, ts., s. 405.

Neccâr’ın bu sözleri bazı yönlerden eleştiriye açıktır. Özellikle Hz. Osman ve Hz. Ali’nin sömürgeci devletlere benzetilmesi kabul edilebilir bir izah tarzı değildir. Ancak hilafetin sanki çıkarılması mümkün olmayan bir gömleğe benzetilmesi maalesef İslâm ülkelerinde çok uzun bir süre siyasî belirsizliklerin sebebi olmuştur.

[1223]         Heysemî, VII, 477.

[1224] Afgânî, s. 171. Tay kabilesinden altı yüz kişinin Hz. Ali’ye katıldığı rivayet edilir. Bkz. Mes‘ûdî, II, 280.

[1225]         Taberî, Târîh, III, 23; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 442; Afgânî, s. 172.

[1226]         İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 442-443.

[1227]         Taberî, Târîh, III, 24; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 116; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 443.

[1228]         Taberî, Târîh, III, 24; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 117; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 444.

[1229] Taberî, Târîh, III, 24-25; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 117; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 444; Afgânî, s. 173­174.

[1230]         Taberî, Târîh, III, 23; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 115-116; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 442.

[1231]         Taberî, Târîh, III, 23; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 117-118; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 444.

[1232]         Taberî, Târîh, III, 25; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 118; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 444-445.

[1233] Taberî, Târîh, III, 25; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 118-119; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 445. Krş. Buhârî, Fiten 9; Tirmizî, Fiten 33. Bazı rivayetlerde Hz. Ali’nin Hâşim b. Utbe b. Ebî Vakkâs’ı da asker toplamak için Kûfe’ye gönderdiği rivayet edilir. Bkz. Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 144-145; Taberî, Târîh, III, 35-36; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 146.

[1234] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 445-447. Krş. Halife b. Hayyât, s. 108; İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 58-61; Dîneverî,Ahbâru’t-Tıvâl, s. 144-145; Taberî, Târîh, III, 26-28; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 119-121.

[1235] İbn Sa‘d, VIII, 52; Halife b. Hayyât, s. 110; Buhârî, Fezâilü’s-Sahâbe 30; Tirmizî, Menâkıb 63; Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 44; İbnü’l-Esîr, Üsdü ’l-Gâbe, VII, 188; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 179; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 189; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 90.

[1236]         Halife b. Hayyât, s. 110; Ya‘kûbî, II, 80; Mes‘ûdî, II, 280; Zehebî, Târîh, III, 484-485.

[1237]         Taberî, Târîh, III, 27-29; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 121; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 447.

[1238]         Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 145.

[1239]         Taberî, Târîh, III, 36; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 122; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 447.

[1240]         Halife b. Hayyât, s. 110.

[1241]         Taberî, Târîh, III, 28-29; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 122; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 448.

[1242]         Taberî, Târîh, III, 29; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 122-124; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 448-450.

[1243]         İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 454.

[1244]         Taberî, Târîh, III, 32; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 124; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 450-451.

[1245]         Taberî, Târîh, III, 32-33; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 124-125; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 451-452.

[1246]         İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 126; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 452. Krş. Halife b. Hayyât, s. 111.

[1247] Halife b. Hayyât, s. 111; Taberî, Târîh, III, 37; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 126; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 452.

[1248]  Halife b. Hayyât, s. 108,      111; Zehebî, Târîh, III, 485. Bazı kaynaklarda savaşın Hureybe

bölgesinde gerçekleştiği zikredilmektedir. Bkz. Ya‘kûbî, II, 80; Mes‘ûdî, II, 287.

[1249] Taberî, Târîh, III, 8, 40; Mes‘ûdî, II, 279; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 103; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 433; Ronart, Stephan, Concise Encyclopedia of Arabic Civilization, Amsterdam, 1959, s. 87.

[1250]         İbn Ebî Şeybe, XXI, 367-368.

[1251] Halife b. Hayyât, s. 110-111; Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 147; Ya‘kûbî, II, 80; Mes‘ûdî, II, 282. Krş. İbn Ebî Şeybe, XXI, 403; Zehebî, Târîh, III, 487-488.

[1252]         Taberî, Târîh, III, 31.

[1253] Lau, V, 135; Kelpeten, a.g.m., 54/2, 32. Krş. Sallâbî, IV. Halife Hz. Ali Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi, s. 542-545.

[1254]         Taberî, Târih, III, 39; İbnü’l-Esîr, Târih, III, 129-130; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 454-455.

[1255] Bazı kaynaklarda bu rakam iki bin beş yüz olarak verilmektedir. Bkz. Taberî, Târih, III, 32-33; İbnü’l-Esîr, Târih, III, 124-125; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 451-452.

[1256]         Taberî, Târih, III, 39-40; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 455.

[1257]         Taberî, Târih, III, 39; İbnü’l-Esîr, Târih, III, 129; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 455; Bûtî, s. 516.

[1258]         Taberî, Târih, III, 38; İbnü’l-Esîr, Târih, III, 129.

[1259]         Taberî, Târîh, III, 40; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 130-131; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 455.

[1260] İbn Ebî Şeybe, XXI, 370. Krş. Halife b. Hayyât, s. 115; Taberî, Târîh, III, 54; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 146.

[1261]         Taberî, Târîh, III, 42-43; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 131; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 455-456.

[1262]         İbn Mâce, Mukaddime 23; Tirmizî, Menâkıb 35; Hâkim, III, 438.

[1263] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 456; Heysemî, VII, 480. Krş. Zehebî, Târîh, III, 488. Ayrıca Hz. Ali’nin: “Hasan! Hay ölesin sen! Bu iki orduyu birleştiren kişi hakkındaki düşüncen nedir? Vallahi ben bundan sonrasını iyi görmüyorum.” dediği Hz. Hasan’ın ise: “Sus, taraftarların duymasın! Sonra tereddüt ediyor, deyip seni de öldürürler.” dediği de zikredilir. Bkz. İbn Ebî Şeybe, XXI, 394.

[1264]         İbn Ebî Şeybe, XXI, 391.

[1265] Abdürrezzâk, XI, 241. Krş. İbn Ebî Şeybe, XXI, 399-400; Ya‘kûbî, II, 81; Mes‘ûdî, II, 283; Zehebî, Târîh, III, 488.

[1266] Zübeyr’in savaş alanını terk etmesiyle ilgili olarak birbirinden farklı birçok rivayet bulunmaktadır. Bu rivayetlere göre iki ordu karşı karşıya gelip saf halinde dizildikten sonra Hz. Ali, Zübeyr’i yanına çağırarak: “Hatırlıyor musun, bir gün Rasûlullah’la birlikte bir yerde yürüyordum da Benû Ganem’den geçtiğimiz sırada Rasûlullah bana bakıp tebessüm etti ve ben de ona bakıp tebessüm ettim. Sen o anda Rasûlullah’a: ‘Ebû Tâlib’in oğlu niye bu kibrini bırakmıyor?’ dediğin zaman Rasûlullah sana şöyle demedi mi: ‘Ebû Talib’in oğlunda kibir yoktur ve bir gün sen onunla haksız yere çarpışacaksın.’ Bunun üzerine Zübeyr: “Vallahi dediğin doğrudur. Şu anda Rasûlullah’ın dediklerini hatırladım, eğer bunları daha önce hatırlamış olsaydım kesinlikle buraya gelmezdim. Bundan sonra da ebediyen sana karşı savaşacak değilim.” deyip savaş alanından ayrıldı. Bkz. İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 64; Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 147; Taberî, Târîh, III, 37; İbnü’l-Esîr, Târîh,

III,   128; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 457-458; Heysemî, VII, 475. Bu konuyla ilgili benzer bir rivayet de Zübeyr, Hz. Ali’den Rasûlullah’ın söylediği sözleri işitince onunla savaşmayacağına dair yemin ederek geri dönmüş, fakat oğlu Abdullah yeminini bozmasını isteyerek ona yeminini bozdurmuştur. Zübeyr bu yemine keffâret olarak kölesi Mekhûl veya Circis’i azat etmiştir. Bkz. Taberî, Târîh, III, 37; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 128; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 460. Fakat bu rivayetlerin hepsi zayıf olup, râvilerinde de sıkıntılar mevcuttur. Bkz. İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 458; Cihan, s. 111; Sallâbî, IV. Halife Hz. Ali Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi, s. 546; Ekinci, s. 241-242.

[1267]         Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 147; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 129; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 461; Sallâbî,

IV.  Halife Hz. Ali Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi, s. 546-547.

[1268] Şerîf er-Radî, s. 55.

[1269]         Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ, II, 178; Zehebî, Târîh, III, 489.

[1270] Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 148; Mes‘ûdî, II, 283; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 132; îbn Kesîr, el- Bidâye, X, 481.

[1271]         îbn Kesîr, el-Bidâye, X, 481-482.

[1272] Halife b. Hayyât, s. 108; îbn Kuteybe, el-İmâme, I, 65; Ya‘kûbî, II, 81; Taberî, Târîh, III, 42; Hâkim, III, 412.

[1273]  îbn Kuteybe, el-İmâme, I, 65; Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 148-149; Taberî, Târîh, III, 41; Mes‘ûdî, II, 284; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 132; îbn Kesîr, el-Bidâye, X, 482-483.

[1274]         îbn Kuteybe, el-İmâme, I, 65-66; Dîneverî, Ahbâru ’t-Tıvâl, s. 149; Mes‘ûdî, II, 284.

[1275]         Taberî, Târîh, III, 55-56; îbnü’l-Esîr, Târîh, III, 132.

[1276] Taberî, Târîh, III, 51-52; îbn Kesîr, el-Bidâye, X, 462, 476. Krş. Halife b. Hayyât, s. 108; îbnü’l- Esîr, Târîh, III, 131. Bazı rivayetlerde savaş alanında vefat etmiş olduğu belirtilir. Bkz. îbn Kesîr, el- Bidâye, X, 476.

[1277] îbn Ebî Şeybe, XXI, 371; Halife b. Hayyât, s. 108; Dîneverî, Ahbâru ’t-Tıvâl, s. 148; Ya‘kûbî, II, 80-81; Taberî, Târîh, III, 41; Mes‘ûdî, II, 284; îbnü’l-Esîr, Târîh, III, 132; Zehebî, Târîh, III, 486-487; îbn Kesîr, el-Bidâye, X, 462, 476. Demircan: “Bu rivayetlerin Mervân’ı karalamaya yönelik olduğunu düşünüyoruz.” demektedir. Bkz. Demircan, Ali-Muâviye Kavgası, s. 103. Biz de bu yargıya katıldığımızı belirtmek isteriz. Genel olarak rivayetlerde Mervân tüm bu yaşanılanların tek müsebbibi gibi gösterilmek istenmektedir.

[1278] Halife b. Hayyât, s. 111; Taberî, Târîh, III, 43; îbnü’l-Esîr, Târîh, III, 132; Zehebî, Târîh, III, 485; îbn Kesîr, el-Bidâye, X, 462-463. Şiî uydurması olduğunu düşündüğümüz bir rivayette insanları asıl Kur’ân’a davet edenlerin Hz. Ali taraftarları olduğu zikredilir. îki ordu karşı karşıya gelince Hz. Ali Talha ve Zübeyr’i çağırmış ve bir araya gelmişlerdi. Hz. Ali Zübeyr’in içinde bulunduğu durumu kendisine hatırlatmış ve nasıl bir yanlış içinde olduğunu anlatmıştı. Ancak bunların savaştan vazgeçmediklerini gören Hz. Ali: “îçinizde bu mushafı eline alacak ve içindekilere davet edecek, mushafı tutan eli koparıldığında onu diğer eline alacak, bu eli de kesildiğinde dişleri arasına sıkıştırıp Allah’ın hükmüne davet ederek öldürülüp gidecek adam var mı?” diye sormuştu. Bir genç kalkıp: “Ben Kur’ân’ı elime alacağım.” demişti. Hz. Ali bütün taraftarlarına bu sözlerini üç kez tekrarladığı halde bu gençten başkası bu göreve talip olmamıştı. Nihayet Hz. Ali mushafı bu gence teslim etmiş, o da mushafı eline alarak onları Kur’ân’a uymaya davet etmişti. Sağ eli kesilince sol eline almış, sol eli de kesilince göğsüyle onu tutmaya çalışmış, ancak her tarafından kanlar akıp gitmişti. Nihayet abası iyice kanlara bulandıktan sonra da öldürülmüştü. Bu manzarayı gören Hz. Ali: “İşte bundan sonra onlarla çarpışmak helâl oldu.” diye söylemişti.

Öldürülen bu gencin annesi ise şu beyitleri okumuştu:

Onları müslüman bir kişi Allah’ın kitabını okuyarak,

Korkmadan bu hükme davet etti.

Anneleri de onları görüyordu.

Ancak savaşı emrediyor ve savaştan alıkoymuyordu. Bkz. Taberî, Târîh, III, 42; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 147. Krş. Mes‘ûdî, II, 282; Zehebî, Târîh, III, 490. Bu rivayete de şüpheyle yaklaşılması gerektiğini düşünmekteyiz.

[1279]         Taberî, Târîh, III, 43; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 132; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 463.

[1280] Dîneverî, Ahbâru ’t-Tıvâl, s. 149; Taberî, Târîh, III, 54; Mes‘ûdî, II, 286; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 132; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 463.

[1281]  Sancağın niçin Hz. Hasan veya Hz. Hüseyin’e verilmediği sorusu akla gelebilir? Hz. Ali Hz. Peygamber’in soyunun kesilme ihtimaline binaen Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i tehlikelerden koruyordu. İbnü’l-Hanefıyye’ye, Hasan ve Hüseyin’i korurken, babasının kendisini savaşa sürükleme sebebi sorulunca şöyle demişti: “Çünkü onlar gözbebeğiydi. Ben, elleriydim. Gözlerini elleriyle koruyordu.” Bkz. Câbirî, Arap-İslâm Siyasal Aklı, s. 349.

[1282]  İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 463. Krş. Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 149; Taberî, Târîh, III, 44; Mes‘ûdî, II, 285; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 133-134.

[1283]         İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 133.

[1284]         Taberî, Târîh, III, 48-49; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 134.

[1285]         Taberî, Târîh, III, 45; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 134; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 463.

[1286] Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 149; Taberî, Târîh, III, 45; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 134-135; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 463.

[1287]         İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 135; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 464.

[1288]         Halife b. Hayyât, s. 114. Krş. Taberî, Târîh, III, 58.

[1289]         İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 135; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 464.

[1290]         İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 135-136; Zehebî, Târîh, III, 488-489; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 464-465.

[1291] Dabbe oğullarından yetmiş kişinin elinin kesildiği de rivayet edilmektedir. Bkz. Mes‘ûdî, II, 286; Zehebî, Târîh, III, 490.

[1292]         İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 136; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 465.

[1293]         Taberî, Târîh, III, 45; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 136; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 465.

[1294]         Abdürrezzâk, V, 457; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 136; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 466.

[1295] Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 149-150; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 136; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 466.

Krş. Taberî, Târîh, III, 45.

[1296]         İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 137; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 467.

[1297] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 467. Krş. Ahmed b. Hanbel, XI, 277; Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 150; Taberî, Târîh, III, 46-47, 50; Mes‘ûdî, II, 286; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 137-138.

[1298]         İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 138; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 467.

[1299] Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 150; Taberî, Târîh, III, 47; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 138-140; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 467-468.

[1300]         Taberî, Târîh, III, 55; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 140-141; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 468. Krş. Ahmed b.

Hanbel, XI, 277; Halife b. Hayyât, s. 114; Hâkim, IV, 393.

[1301]         Taberî, Târîh, III, 41; Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ, II, 178; Demirel, a.g.m., III, 145.

[1302]         İbn Mânzûr, III, 346.

[1303]         Ya‘kûbî, II, 82; Demirel, a.g.m., III, 145.

[1304]         İbn Ebî Şeybe, XXI, 401.

[1305]         Dîneverî, Ahbâru ’t-Tıvâl, s. 151; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, II, 126.

[1306]         İbn Ebî Şeybe, XXI, 401-402.

[1307]         Taberî, Târih, III, 55; İbnü’l-Esîr, Târih, III, 141; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 468-469.

[1308] İbn Ebî Şeybe, XXI, 382; İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 68; Dîneverî, Ahbâru ’t-Tıvâl, s. 151; Ya‘kûbî, II, 82; Taberî, Târih, III, 31; Mes‘ûdî, II, 288; İbnü’l-Esîr, Târih, III, 140; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 468.

[1309]         İbn Ebî Şeybe, XXI, 369.

[1310]         Taberî, Târih, III, 57; İbnü’l-Esîr, Târih, III, 141. Krş. İbn Ebî Şeybe, XXI, 398.

[1311] Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 151; Taberî, Târih, III, 55; İbnü’l-Esîr, Târih, III, 141; İbn Kesîr, el- Bidâye, X, 469.

[1312]         Taberî, Târîh, III, 56; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 145.

[1313]         İbn Ebî Şeybe, XXI, 369; İbn Kesîr, el-Bidâye, XII, 196-197.

[1314]         İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 141; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 469.

[1315] İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 141-142; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 469. Krş. Mes‘ûdî, II, 288; Şerîf er-Radî, s. 240.

[1316]         İbn Ebî Şeybe, XXI, 373.

[1317]         Hicr 15/47.

[1318]         İbn Ebî Şeybe, XXI, 397-398; İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 69; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 478-479.

[1319]         Ya‘kûbî, II, 81; Hamîs, s. 123.

[1320]         Halife b. Hayyât, s. 112.

[1321]         Taberî, Târîh, III, 58; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 142; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 469-470.

[1322]         İbn Sa‘d, III, 23; Halife b. Hayyât, s. 112; Süyûtî, Târîhu ’l-Hulefâ ’, s. 140.

[1323]         Mes‘ûdî, II, 275.

[1324]         Halife b. Hayyât, s. 112.

[1325]         Zehebî, Târîh, III, 484.

[1326]         Ya‘kûbî, II, 81.

[1327] Sallâbî, IV. Halife Hz. Ali Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi, s. 551-553. Krş. Demircan, Adnan, İslâm Tarihi’nin İlk Döneminde Önderler ve İhtilaflar, Beyan Yayınları, İstanbul, 2015, s. 124.

[1328] İbn Ebî Şeybe, XXI, 392; Halife b. Hayyât, s. 112; Ya‘kûbî, II, 80; Taberî, Târîh, III, 58, 61; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 146; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 473.

[1329]         Taberî, Târîh, III, 57; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 141-142; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 469.

[1330] Dîneverî, Ahbâru’t-Tıvâl, s. 151. Krş. Abdürrezzâk, X, 157-160; İbn Ebî Şeybe, XXI, 369; İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 68; Taberî, Târîh, III, 59; Abdülkâhir el-Bagdâdî, s. 57; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 470.

[1331]         İbn Ebî Şeybe, XXI, 397.

[1332]         İbn Ebî Şeybe, XXI, 367.

[1333] Taberî, Târîh, III, 59; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 145; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 470. Bazı rivayetlerde kendisine beş yüz dirhem verilen asker sayısının on iki bin olduğu rivayet edilir. Bkz. Mes‘ûdî, II, 289.

[1334]             Taberî, Târîh, III,                    59; İbnü’l-Esîr,                    Târîh, III, 143;         İbn Kesîr,            el-Bidâye,               X, 470-471.

[1335]             Taberî, Târîh, III,                    60; İbnü’l-Esîr,                    Târîh, III, 143;              İbn Kesîr,        el-Bidâye,              X, 471; Sarıcık,        s. 334.

[1336]             Taberî, Târîh, III,                    59; İbnü’l-Esîr,                    Târîh, III, 143;         İbn Kesîr,            el-Bidâye,              X, 471.

[1337]         Taberî, Târîh, III, 59; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 144; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 471.

[1338]         Taberî, Târîh, III, 57; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 144; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 471.

[1339]         Taberî, Târîh, III, 57; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 144.

[1340]         Taberî, Târîh, III, 59.

[1341]         Bazı rivayetlerde bu rakam yetmiş olarak zikredilir. Bkz. Ya‘kûbî, II, 82; Demirel, a.g.m., III, 145.

[1342] Dîneverî, Ahbâru ’t-Tıvâl, s. 152; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 144; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 472. Bazı rivayetlerde seçilen bu kırk kadına erkek kıyafetleri giydirildiği zikredilmektedir. Bkz. İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 68.

[1343]         Taberî, Târîh, III, 60-61; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 144; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 472.

[1344]         Taberî, Târîh, III, 61; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 144; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 472.

[1345]         Taberî, Târîh, III, 59; İbnü’l-Esîr, Târîh, III, 144; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 472.

[1346]         Buhârî, Fiten 10.

[1347]         Tirmizî, Hudûd 26.

[1348]         İbn Mâce, Tahrîmüddem 26; Tirmizî, Îmân 15.

[1349]         Ekinci, s. 224; Bilmen, s. 161.

[1350] Eş‘arî, Ebü’l-Hasen Ali b. İsmail b. Ebî Bişr İshâk b. Sâlim (ö. 324/936), Makâlâtü ’l-İslâmiyyîn ve İhtilâfü ’l-Musallîn, çev. Mehmet Dalkılıç-Ömer Aydın, Kabalcı Yayınevi, 1. Baskı, İstanbul, 2005, s. 329; İbn Haldûn, I, 300; Akbulut, s. 225-227.

[1351] Eş‘arî, Ebü’l-Hasen Ali b. İsmail b. Ebî Bişr İshâk b. Sâlim (ö. 324/936), el-İbâne an Usuli’d- Diyâne, çev. Mehmet Kubat, İşrak Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2008, s.193; Eş‘arî, Makâlâtü’l- İslâmiyyîn ve İhtilafü ’l-Musallîn, s. 329; Teftâzânî, Sa‘düddîn Mes‘ûd b. Fahriddîn Ömer b. Burhâniddîn Abdullah el-Herevî el-Horâsânî (ö. 792/1390), Şerhü’l-Akâid, çev. Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 1999, s. 325; İbn Haldûn, I, 299; Dalkıran, s. 187.

[1352]         İbn Ebî Şeybe, XXI, 368-369.

[1353]         Abdülkâhir el-Bagdâdî, s. 251; Akbulut, s. 270; Aşık, Sahâbe ve Hadis Rivayeti, s. 273.

[1354]         Aşık, Sahâbe ve Hadis Rivayeti, s. 275.

[1355]         Eş‘arî, Makâlâtü ’l-İslâmiyyîn ve İhtilafü ’l-Musallîn, s. 78.

[1356]         Ahzâb 33/33.

[1357]         İbn Sa‘d, VIII, 64; Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 48-49; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 177.

[1358] Zehebî burada kastedilen olumsuz işin Cemel Vak‘ası olduğunu bildirmektedir. Bkz. Zehebî, SiyeruA ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 193.

[1359]         Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 193.

[1360] İbn Sa‘d, V, 3; İbn Ebî Şeybe, XXI, 393; Dîneverî, Ahbâru ’t-Tıvâl, s. 147; Hâkim, III, 128-129;

Heysemî, VII, 480.

[1361]         İbn Ebî Şeybe, XXI, 397.

[1362]         İbn Ebî Şeybe, XXI, 397.

[1363]         Belâzürî, Ensâb, II, 555; Spellberg, s. 53.

[1364] Spellberg, s. 53.

[1365]         İbn Sa‘d, VIII, 62; Zehebi, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 185.

[1366]         Belâzürî, Ensâb, II, 550.

[1367] Abdürrezzâk, III, 39-41; Dârimî, Salât 165; Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn 139; Ebû Dâvud, Salât 316; Nesâî, Kıyâmü’l-Leyl 2.

[1368] Hurkûs b. Züheyr’in lakabıdır. Bkz. Öz, Mustafa, “Hurkûs b. Züheyr”, DİA, İstanbul, 1998, XVIII, 391.

[1369] Hâkim, IV, 14; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 200; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, III, 162-163.

[1370] Ahmed b. Hanbel, XIX, 249-252; Hâkim, II, 165-166; İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 565-568. Krş. Heysemî, VI, 359.

[1371]         Abbott, s. 178.

[1372]         Hâkim, III, 447.

[1373] İbn Sa‘d, III, 27; Fığlalı, Ethem Ruhi, “Hasan”, DİA, İstanbul, 1997, XVI, 282; Kapar, Mehmet Ali, Halifeliğin Emevilere Geçişi ve Verasete Dönüşmesi, Beyan Yayınları, İstanbul, 1998, s. 24-25; Demircan, Adnan, İslam Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücadelesi, Beyan Yayınları, İstanbul, 1996, s. 41.

[1374]  Buhârî, Sulh 9; İbn Hacer, el-İsâbe, I, 495; Fığlalı, “Hasan”, DİA, XVI, 282-283; Kapar, Halifeliğin Emevilere Geçişi ve Verasete Dönüşmesi, s. 26-40; Demircan, İslam Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücadelesi, s. 44-86.

[1375] Buhârî, Sulh 9; Ebû Dâvud, Sünnet 13; Tirmizî, Menâkıb 31; Nesâî, Cum‘a 27; İbn Hacer, el- İsâbe, I, 494.

[1376]         İbn Hacer, el-İsâbe, I, 496; İbn Sa‘d, VII, 285.

[1377] Fığlalı, “Hasan”, DİA, XVI, 283; Kapar, Halifeliğin Emevilere Geçişi ve Verasete Dönüşmesi, s. 44-46; Demircan, İslam Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücadelesi, s. 86-90; Sallâbî, Ali Muhammed, V. Halife Hz. Hasan Hayatı, Şahsiyeti ve Dönemi, çev. Harun Ünal vd., Ravza Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2010, s. 266-268.

[1378]         İbn Hacer, el-İsâbe, I, 494.

[1379]  İbn Hacer, el-İsâbe, I, 495; Fığlalı, “Hasan”, DİA, XVI, 283; Demircan, İslam Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücadelesi, s. 95-102.

[1380] İbn Hacer, el-İsâbe, I, 494-495; Fığlalı, “Hasan”, DİA, XVI, 283; Kapar, Halifeliğin Emevilere Geçişi ve Verasete Dönüşmesi, s. 40-44.

[1381] İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 211; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ’, s. 155; Fığlalı, “Hasan”, DİA, XVI, 283; Varol, s. 171-176; Demircan, İslam Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücadelesi, s. 105-107.

[1382] İbn Ebî Şeybe, XVI, 75; İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 430-431; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, III, 174.

[1383]         Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 48; İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 443.

[1384]  İbn Ebî Şeybe, X, 565; Belâzürî, Ensâb, II, 551; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 29; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 187; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 127. Krş. İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 443.

[1385]         Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 187.

[1386]         İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 443.

[1387]         İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 443.

[1388]         İbn Ebî Şeybe, X, 565; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, III, 131-132.

[1389]         Abbott, s. 185.

[1390] Câbirî, Arap-İslam Siyasal Aklı, s. 327.

[1391] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 654-660. Krş. İbn Sa‘d, III, 61; Özkan, a.g.m., XLV/I, 63; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, I, 140.

[1392]         Abbott, s. 209.

[1393] İbn Kesîr, el-Bidâye, X, 660; Savaş, Râşid Halifeler Devrinde Kadın, s. 718; Apak, İslam Siyaset Geleneğinde Amr b. Âs, s. 191.

[1394] Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 186. Krş. Ahmed b. Hanbel, XVI, 114; Hâkim, IV, 393; İbn Kesîr, el-Bidâye, IX, 226.

[1395]         Ahmed b. Hanbel, XV, 195; Müslim, İmârat 19.

[1396] Tirmizî, Zühd 64; İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü ’l-Me‘âd, III, 33. Krş. İbn Ebî Şeybe, XIX, 504­505; Nesâî, Sünenü ’l-Kübrâ, X, 405.

[1397]         Abdürrezzâk, XI, 451; İbn Ebî Şeybe, XVI, 109-110; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 32.

[1398]         Önkal, Ahmet, “Dühât-ı Arab”, DİA, İstanbul, 1994, X, 18.

[1399]         Aycan, İrfan, “Ziyâd b. Ebîh”, DİA, İstanbul, 2013, XLIV, 480-481; Özkan, a.g.m., XLV/I, 65.

[1400]  İbn Ebî Şeybe, XVI, 74. Bazı kaynaklarda Hz. Âişe’nin başka bir mektubuna Ziyâd b. Ebî Süfyân’a şeklinde başladığı zikredilmektedir. Bkz. Belâzürî, Fütûhu’l-Büldân, s. 520; Moin, s. 156­157; Askari, The Role of ‘A ’ishah in the History of İslam, III, 133; Savaş, Râşid Halifeler Devrinde Kadın, s. 23.

[1401]         Buhârî, Nikâh 36; Ebû Dâvud, Talâk 33.

[1402]         Buhârî, Ferâiz 18; Müslim, Razâ‘ 36; Ebû Dâvud, Talâk 34; İbn Mâce, Nikâh 59; Nesâî, Talâk 48.

[1403]         Özkan, a.g.m., XLV/I, 66.

[1404]         İbn Sa‘d, VI, 242; Özkan, a.g.m., XLV/I, 67-68.

[1405]         İbn Sa‘d, VI, 242-243; Özkan, a.g.m., XLV/I, 68.

[1406] İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 236. Krş. Hâkim, III, 534; Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyan, s. 182.

[1407]         İbnü’l-Esîr, Târih, III, 355; Kılıç, Ünal, “Yezîd I”, DİA, İstanbul, 2013, XLIII, 513.

[1408]         Ahkâf 46/17.

[1409] Buhârî, Tefsîr 46/1; Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ, X, 257; Hâkim, IV, 528; İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 330; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ’, s. 162. Rivayetlerin bazılarında Hz. Âişe’nin bunlara ek olarak: “Fakat Rasûlullah, Mervân babasının sülbündeyken babasına lanet etmiştir. Bu bakımdan Mervân Allah’ın lanetinden bir parçadır.” dediği zikredilmektedir.

[1410] İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 330; Fayda, Mustafa, “Abdurrahman b. Ebû Bekir es-Sıddîk”, DİA, İstanbul, 1988, I, 159; Demircan, İslam Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücadelesi, s. 165.

[1411] Abdürrezzâk, III, 517; İbn Ebî Şeybe, VII, 368-369; Tirmizî, Cenâiz 60; Fayda, “Abdurrahman b. Ebû Bekir es-Sıddîk”, DİA, I, 159.

[1412]         Abdürrezzâk, III, 517; İbn Ebî Şeybe, VII, 368-369; Tirmizî, Cenâiz 60; Hâkim, III, 541.

[1413]         İbn Hacer, el-İsâbe, III, 347; Fayda, “Abdurrahman b. Ebû Bekir es-Sıddîk”, DİA, I, 159.

[1414]         Hâkim, III, 541.

[1415]         İmam Mâlik, Itk 14; İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 330-331. Krş. Abdürrezzâk, IX, 61.

[1416]  Kâdî Abdülcebbâr, Ebü’l-Hasen Kâdı’l-Kudât Abdülcebbâr b. Ahmed b. Abdilcebbâr el- Hemedânî (ö. 415/1025), Tesbîtü Delâili’n-Nübüvve, tah. Abdülkerim Osman, Dârü’l-Arabiyye, Beyrût, 1966, II, 576; Katip, Ahmet, Demokratik Hilafete Doğru, çev. Muhammed Coşkun, Mana Yayınları, İstanbul, 2010, s. 116.

[1417]         Abdürrezzâk, XI, 307; İbn Sa‘d, VIII, 58.

[1418]         İbn Sa‘d, VIII, 59.

[1419] Abdürrezzâk, III, 39-41; Dârimî, Salât 165; Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn 139; Ebû Dâvud, Salât 316; Nesâî, Kıyâmü’l-Leyl 2.

[1420] İbn Sa‘d, VIII, 60; Ahmed b. Hanbel, XVIII, 278-279; Buhârî, Fezâilü’l-Ashâb 30; Hâkim, IV, 9­10; Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 45; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 37-38; Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ, II, 179-181; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 91/128-129.

[1421]         İbn Sa‘d, VIII, 60.

[1422]         Belâzürî, Ensâb, II, 553; İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 343.

[1423]         İbn Sa‘d, VIII, 59, 60; İbn Ebî Şeybe, VII, 195.

[1424] İbn Sa‘d, VIII, 59; İbn Ebî Şeybe, VII, 382-383; Hâkim, IV, 7. Krş. İbn Ebî Şeybe, XXI, 373;

Buhârî, İ‘tisâm 16; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 136.

[1425] İbn Sa‘d, VIII, 61; Belâzürî, Ensâb, II, 554; Hâkim, IV, 7; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 192-193.

[1426]         İbn Sa‘d, VIII, 61-62; Belâzürî, Ensâb, II, 554; Zehebî, SiyeruA‘lâmi’n-Nübelâ, II, 192.

[1427]         İbn Sa‘d, VIII, 62; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 185.

[1428]         İbn Sa‘d, VIII, 62.

[1429] İbn Sa‘d, VIII, 61; Belâzürî, Ensâb, II, 554; Hâkim, IV, 7; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 38; Zehebî, Siyeru A ‘lâmi’n-Nübelâ, II, 192; Şâmî, Ezvâcü ’n-Nebî, s. 135.

[1430] İbn Sa‘d, VIII, 61-62; Belâzürî, Ensâb, II, 554; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1885; İbn Kesîr, el- Bidâye, XI, 343.

[1431] Abdürrezzâk, II, 393-394; îbn Sa‘d, VIII, 61; İbn Ebî Şeybe, VII, 320; Buhârî, Kitâbü’t-Târîhi’l- Kebîr, III, 229.

[1432]         Ebû Nu‘aym el-İsfehânî, II, 44. Krş. Zübeyr b. Bekkâr, s. 38; Şevkânî, s. 321.

[1433]         Zübeyr b. Bekkâr, s. 38.

[1434] Zübeyr b. Bekkâr, s. 35; İbn Sa‘d, VIII, 62; Belâzürî, Ensâb, II, 543, 553; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 38; İbn Kesîr, el-Bidâye, XI, 343. Hz. Âişe’nin 57/677 tarihinde vefat ettiğine dair rivayetlerde bulunmaktadır. Bkz. Belâzürî, Ensâb, II, 543; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1885; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 38; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 189; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 192; Şâmî, Ezvâcü’n- Nebî, s. 135.

[1435]         İbn Sa‘d, VIII, 62; Zübeyr b. Bekkâr, s. 35; İbn Abdilber, el-İstî‘âb, IV, 1885; İbnü’l-Esîr, Üsdü ’l- Gâbe, VII, 189; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 190; Şâmî, Ezvâcü’n-Nebî, s. 135.

[1436]         İbn Sa‘d, VIII, 62; Belâzürî, Ensâb, II, 543, 553; İbnü’l-Cevzî, Safve, II, 38.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar