Kemaleddin Şükrü’nün “İslam Tarihinde Nifak...Ali” Eseri
İSLAM TARİHİNDE İLK DÖNEM MEZHEPLEŞMEYE ETKİ EDEN
İHTİLAFLARVE KEMALEDDİN ŞÜKRÜ’NÜN “İSLAM TARİHİNDE NİFAK: ALİ”
ESERİNE GÖRE HZ.ALİ DÖNEMİNDEKİ PROBLEMLERİN MEZHEPLERİN OLUŞUMUNDAKİ ROLÜ
Hazırlayan:
ALİ Durmuş
İnsanoğlunun aynı durum veya olay
karşısında farklı düşünce ve tutumlar sergilemesinde dinî, siyasî, toplumsal ve
ekonomik bir takım nedenlerin önemli rol oynadığı bilinmektedir. Bu nedenler,
bir taraftan insanları farklı görüşler etrafında
kümelenmeye sevk ettiği gibi diğer taraftan da
oluşan bu kümeleri birbirine zıt kılabilmektedir.
İslam Tarihinde başta Hz. Peygamber
dönemi olmak üzere Hulefâ-i Raşidîn döneminde meydana gelen bir takım dinî,
siyasî, içtimaî ve iktisadî ihtilaflar, Müslümanların arasına fitne
tohumlarını ekmiş ve bu ihtilaflar, bazı münafıkların da gayretleriyle zamanla
ümmeti tefrikaya düşürmüştür. Bu bağlamda İslam'ın ilk yıllarında en önemli
süreci Osman b. Affan dönemi oluşturmaktadır. Zira Hulefâ-i Raşidîn döneminde
Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle nifak hareketleri yeni bir boyut kazanmıştır.
Hz. Ali döneminde meydana gelen Cemel ve Sıffîn vakalarıyla, ihtilaflar daha da
derinleşmiş ve İslam tarihinde Müslümanlar arasında ortaya çıkan
anlaşmazlıklar ilk defa bu derecede derin ayrılıklar meydana getirmiştir.
Nitekim söz konusu durum kısa sürede Müslümanları iç savaşlara sürüklemiş ve
nihayet ilk bölünmeler gerçekleşmiş; Müslümanlar çeşitli görüşler etrafında
toplanmaya başlamıştır. Bu durum başta Havariç ve Şîa gibi bir takım
mezheplerin ortaya çıkışını hazırlayan nedenler olarak tarihteki yerini
almıştır.
Bu
ihtilaflardan yaklaşık 13 asır sonra, Cumhuriyet Dönemi müelliflerinden
Kemaleddin Şükrü ORBAY, İslam
Tarihinde Nifak: Ali
adlı eserinde dinî-siyasî iç çekişmeleriyle birlikte Hz. Ali dönemi ve olayları
yeniden ele alıp, yorumlamıştır.
KEMALEDDİN
ŞÜKRÜ ORBAY’IN HAYATI VE ESERLERİ
Kemaleddin
Şükrü’nün Hayatı
Hangi tarihte nerede doğduğu
bilinmemekle beraber 1890’lı yıllarda İstanbul’da doğduğu tahmin edilmektedir.
Kalelizade künyesi ile de meşhur olan Kemaleddin Şükrü, Soyadı Kanunu zamanında
ise “Orbay” soyadını almıştır. İyi derecede Arapça
ve Fransızca bilen Kemaleddin Şükrü’nün; Edebiyat, Tarih, İslam Tarihi ve
Biyografi gibi alanlarda makalelerinin haricinde, 30’dan fazla eseri mevcuttur.
Eserlerinden bir tanesini ise Fransızca kaleme almıştır. Ne yazık ki bu
çalışmaların bir kısmı günümüze ulaşamadan kaybolmuştur. Türkiye’deki önemli
kütüphanelerin arşivlerinde dijital ortamda araştırma yaparak ulaşabildiğimiz
eserleri derledik, ulaşamadıklarımızın ise sadece isimlerini alarak aşağıda
zikrettik.
Eserlerini daha çok 1918 ile 1935
yılları arasında kaleme alan Kemaleddin Şükrü; Ahmed Cevat’ın 1930’lu yıllarda
İstanbul’da çıkardığı ve Reşat Nuri, Mahmut Yesari gibi meşhur yazarların
makalelerinin yayınlandığı Yeni Muhit Aylık Aile Mecmuası’nda 1930 yılında
Tahrir Müdürlüğü yapmıştır. Orbay, aynı dönemde, Ahmet Cevat’ın başmuharrirlik
yaptığı bu mecmuada birçok makale de kaleme almıştır. Vecihi Timuroğlu,
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı Sempozyumu’nda yayınlanan bir makalesinde
Kemaleddin Şükrü Orbay’ın 1968’de öldüğünü kaydetmektedir.
İslam Tarihinde Nifak:
Ali4
Adlı Eseri
176 sayfadan oluşan bu eser, Hz. Ali’nin
halifeliği devrinde vuku bulan dini- siyasi ihtilafları konu edinmektedir.
stanbul’da 1918’de Necm-i İstikbal matbaasında bastırılmı Eserde konusal
başlıklandırma açısından sistematik bir diziliş bulunmamaktadır. Kendi
başlıkları çerçevesinde izah edilecek olursa mukaddime hariç, Cemel
Vakası, Sıffın Vakası, Mısır ’ın Muaviye Tarafından Zabtı ve Şehadet
Faciası olmak üzere dört ayrı bölüm ihtiva
etmektedir.
Yazar mukaddimesinde Hz. Osman’ın şehit
edilişini, onun şehit edilmesinden sonra vuku bulan olayları ve Hz. Ali’ye olan
biatin nasıl gerçekleştiğini, ardından ise hızlanan nifak hareketlerinin
gelişim süreçlerini ayrıntılı bir biçimde ele almaktadır.
Cemel Vakası adlı
ilk bölümde Cemel Vakasını hazırlayan sebepleri, bu sebeplerden kaynaklanan
olayları, Cemel Vakası’nda cereyan eden olayları, savaş tarafları arasındaki
diyalogları, Hz. Aişe’nin, Talha’nın ve Zübeyr’in durumunu, Hz. Ali ile Muaviye
arasında geçen çekişmeli siyasetin ayrıntılarını, Amr b. el-As’ın Muaviye’nin
safında bulunmasının sebeplerini tarihî rivayetler çerçevesinde, bazı İslam
Tarihi Klasiklerinden faydalanarak aktarmaktadır. Sıffin
Vakası adlı ikinci bölümde ise yazar, Sıffîn savaşını hazırlayan
sebepleri, bu sebeplerin savaşı hazırlamasındaki rolünü, Sıffin Savaşı
esnasında vuku bulan diyalogları ve savaş sahnelerini, Tahkimnamenin
hazırlanmasını, Sıffin’den dönüşü ve Hariciliğin doğuşunu hazırlayan sebepleri
ve Haricilerin ortaya çıkışını, Hakemlerin nihai kararı açıklamalarını
ayrıntılı bir biçimde ele almıştır. Mısır ’ın Muaviye Tarafından Zabtı adlı
üçüncü bölümde ise Mısır halkının Hz. Ali’ye biat etmemelerini fırsat bilen
Muaviye b. Ebî Süfyan’ın Amr b. el-As komutasındaki altı bin askerle Mısır’ın
nasıl ele geçirildiğini anlatmaktadır. Şehadet
Faciası adlı dördüncü bölümde ise Hz. Ali, Muaviye ve Amr el-Âs’a
düzenlenen suikastı ve bu saldın sonucunda Hz. Ali’nin yaralanıp, şehit
edilmesini ayrıntılı bir biçimde anlatmaktadır.
Yazar eserde
tarihsel-betimleyici-öyküleyici bir üslup kullanmıştır. Mukaddimesinde,
eserini kaleme alırken güvenilir îslam Tarihi kitaplarından ve Tarihi kaynaklardan
yararlandığını ileri sürmekte, ancak bu kaynakları belirtmemektedir. Biz bu
eserden naklettiğimiz kısımları îslam Tarihi, îslam Mezhepleri Tarihi ve
Tabakât kitaplarını karıştırarak kaynak olarak kullandığı eserleri ve yerleri
tespit edip ve dipnotlandırmaya çalıştık.
Diğer
Eserleri
Kemaleddin Şükrü başta tarih ve
biyografi olmak üzere farklı alanlarda birçok eser kaleme almıştır. Bu
eserlerin bazıları risale denilebilecek kadar küçük hacimlidir. Eserlerin
bazıları günümüze kadar ulaşmış bazıları ise kaybolmuştur. Ulaşabildiğimiz eserleri
şöyle sıralayabiliriz:
♦♦♦ İslam Tarihinde Nifak: Kerbelâ
Hasan-Hüseyin: 68 sayfalık bir eserdir. Basımı 1928’de
îstanbul’da Matbaa-i Amidi tarafından yapılmıştır. Hz. Ali’nin ölümünden Hz.
Hüseyin’in şehit edilmesine kadar geçen sürenin ayrıntılı bir biçimde ele
alındığı bir kaynaktır.
♦♦♦ Tevfik Fikret’in Hayatı ve Şiirleri:
157 sayfadan ibarettir. îstanbul’da Kanaat Kütüphanesi
tarafından 1931 yılında basımı yapılmıştır.
♦♦♦
Namık Kemal Hayatı Eserleri: 160 sayfalık bir eserdir. îstanbul’da Kanaat
Kütüphanesi tarafından 1931 yılında bastırılmıştır.
♦♦♦ Vie
de Nasreddine Hodja: Nasreddin Hoca’nın biyografisinin
anlatıldığı, Fransızca kaleme alınmış, 185 sayfalık bir eserdir. Yine Kanaat
Kütüphanesi tarafından îstanbul’da bastırılmıştır.
♦♦♦ Nasreddin
Hoca: 1934 yılında Kanaat Kütüphanesi tarafından bastırılmıştır.
♦♦♦ Nasreddin
Hoca ve Temirlenk: 1930 yılında Kanaat Kütüphanesi tarafından
basımı yapılan, 47 sayfalık bir eserdir.
♦♦♦ Nasreddin
Hoca: İhtiyarlık ve Kadılık Hayatı: 80 Sayfalık bir eserdir. 1930 yılında
Kanaat Kütüphanesi tarafından basılmıştır.
♦♦♦ Nasreddin
Hoca: Gençliği ve Medrese Hayatı: 1931 yılında Kanaat Kütüphanesi
tarafından batırılmış, 80 sayfalık bir çalışmadır.
♦♦♦ Ebû
Ali Sîna: 1930 yılında Kanaat Kütüphanesi tarafından bastırılmış bir
biyografi eseridir.
♦♦♦
Napoleon Bonapart: 1932’de Kanaat Kütüphanesi tarafından
bastırılmış olan 80 sayfalık bir biyografi eseridir.
♦♦♦
Kristof Kolomp: Kanaat Kütüphanesi tarafından 1931
yılında bastırılmış, 80 sayfalık bir biyografi eseridir.
♦♦♦
Büyük Fransız İhtilali: Kanaat Kütüphanesi tarafından 1931
yılında bastırılmış 80 sayfalık bir eserdir.
♦♦♦
Mütareke Acıları: Selâmet Matbaası tarafından İstanbul’da
1930’da bastırılmış 200 sayfalık bir eserdir.
♦♦♦
Bozkurt: Kanaat Kütüphanesi tarafından 1932’de bastırılmış 30 sayfalık
bir çalışmadır.
♦♦♦
Oğuz Han: Kanaat Kütüphanesi tarafından 1932’de bastırılmış 37 sayfalık
küçük bir çalışmadır.
♦♦♦ Hatemtay:
1930 yılında bastırılmış olan 79 sayfalık bir eserdir.
♦♦♦ Venedikli
Köle: Tarihî Roman: 1931 yılında yayınlanmış 66 sayfalık bir
romandır.
♦♦♦ Türk
İnkılâbı: Albüm tarzında bir çalışmadır.
♦♦♦ Tevfik
Fikret: Albüm tarzında bir çalışmadır.
♦♦♦ Abdurrahman
Emevî: 37 sayfadan oluşmaktadır. İstanbul’da Kanaat Kütüphanesi
tarafından 1932’de basılmıştır.
♦♦♦ Mûsa
bin Nasır ve Tarık b. Ziyad: 37 sayfadan oluşmaktadır. İstanbul’da
Kanaat Kütüphanesi tarafından 1932’de basılmıştır.
♦♦♦ Puvatya
Muharebesi: İstanbul’da Kanaat Kütüphanesi tarafından 1932’de basılmıştır.
36 sayfadan ibarettir.
♦♦♦ Sivastopol:
İstanbul’da Kanaat Kütüphanesi tarafından 1932’de basılmıştır.
32 sayfalık bir çalışmadır.
♦♦♦ Turgut
Reis: İstanbul’da Kanaat Kütüphanesi tarafından 1932’de basılmıştır.
44 sayfadan ibarettir.
♦♦♦
Barbaros Kardeşler: İstanbul’da
Kanaat Kütüphanesi tarafından 1932’de basılmıştır. 44 sayfadan ibarettir.
♦♦♦
Harunreşid: İstanbul’da
Kanaat Kütüphanesi tarafından 1932’de basılmıştır. 52 sayfadan ibarettir.
♦♦♦
Kemal ve Burak Reisler: İstanbul’da Kanaat Kütüphanesi
tarafından 1932’de basılmıştır. 30 sayfadan içermektedir.
♦♦♦
Sultan Cem: 44 sayfadan ibarettir. İstanbul’da Kanaat Kütüphanesi tarafından
1932’de basılmıştır.
♦♦♦
Plevne: İstanbul’da Kanaat Kütüphanesi tarafından 1932’de basılmıştır.
46 sayfadan ibarettir.
♦♦♦
Kılıç Ali Paşa: İstanbul’da
Kanaat Kütüphanesi tarafından 1932’de basılmıştır. 32 sayfadan ibarettir.
♦♦♦ Öz
Türkçe Adlar ve Sözler: İstanbul’da Hilmi Kütüphanesi tarafından
1935’te basılmış, 80 sayfadan ibarettir.
ASR-I SAADETTE ORTAYA
ÇIKAN İHTİLAFLAR
ASR-I SAADETTE ORTAYA
ÇIKAN İHTİLAFLAR FIRKALAŞMALARA ETKİSİ
Kaynaklarda zikredildiği üzere Hz.
Peygamber hayattayken, vefatı esnasında ve vefatından sonra ümmet arasında
birçok ihtilaflar vuku bulmuş, bu ihtilaflardan bazıları günümüze kadar süregelmiş
ve problem olma özelliğini korumuştur. Bütün bu meseleler Hz. Peygamber’in
vefatından sonra Müslümanları belirli görüşler etrafında toparlayarak, ana
çizgiden saptırmış ve mezhepleşmeye götürmüştür.
Hz.
Peygamber’in Sağılığında Zuhur Eden İhtilaflar
Klasik îslam Tarihi Kaynaklarında, Hz.
Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) peygamberlik hayatı, Hicretten Önce
(Mekke Dönemi) ve Hicretten Sonra (Medine Dönemi) olarak iki fasıl halinde ele
alınmaktadır. Mekke Dönemi, Hz. Peygamber’in Allah tarafından risaletle vazifelendirilmesiyle
başlayan iman-küfür mücadelelerinin yaşandığı; ehl-i imanın müşrikler
tarafından sürekli dinî, siyasî ve iktisadî baskılara maruz bırakıldığı; nazil
olan ayetlerin pratiğe dökülmesinden öte okunmasına bile müsaade edilmediği
bir dönem olduğundan, kaynaklarda bu dönemde müminler arasında herhangi bir
nifak vuku bulmadığını nakletmektedir.1
îslam tarihinde ilk nifak hareketleri
Medine Dönemi’nde ortaya çıkmıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, münafıklarla
ilgili nazil olan ayetlerin tamamının Hicretten sonra nazil olması, nifak
hareketlerinin Mekke döneminde değil de Medine döneminde başladığını ifade
etmektedir. Çünkü devletleşme yönündeki ilk hareketler Medine döneminde ortaya
çıkmış, Müslümanlar orada bileşerek gerçek güçlerini ortaya koymuştur.
Müminlerin bu siyasî, dinî hatta iktisadî birliğini bozmak için, daha Hz.
Peygamber’in sağlığında birçok münafık ortaya çıkmıştı. îşte bu münafıkların
bir kısmı, Müslümanlar arasında nifak sokmak ve onların iç işlerini öğrenmek
için mümin olduğunu iddia edip, Müslümanlarla beraber hareket etmiş, diğer bir
kısmı ise sadece kendi kişisel çıkarları doğrultusunda hareket etmiştir.
Özetle farklı fikirler etrafında
toplanıp fırkalaşmanın tohumlan Hz. Peygamber daha hayattayken başlamıştı.
Nitekim aşağıda aktaracağımız olaylar, Hz. Peygamber sağlığında vuku bulmuş ve
Müslümanların bölünüp fırkalaşma sürecinde bizzat rol oynamış olaylardır.
Zü’l-Huveysıra
et-Temîmî Olayı
Hadis kaynaklarında değişik şekillerde
yer alan bu rivayete göre Hz. Peygamber hicretin 8. yılında, Huneyn Savaşı
sonrasında elde edilen ganimetlerin taksimini yaparken, Zu’l-Huveysıra
et-Temîmî adında bir kişi yanına gelmiş ve ona: “Ey Muhammedi Adaletli davran. Adil davranmadın. Bu Allah’ın
rızası gözetilerek yapılan bir taksim değildir. ”
demişti. Hz. Peygamber ise onun bu kaba hareketi karşısında hem üzülüp hem de
kızarak: “Yazıklar olsun sanal Ben adalet
göstermemişsem kim gösterir? Ben isyan edersem Allah’a kim itaat eder? Allah
bana yeryüzünde yaşayan insanlar hakkında güvenirken siz nasıl olur da bana
güvenmezsiniz? Ben adalet göstermemişsem o halde sen adil olmayan bir imama
tâbi olmakla hüsrandasın. ” buyurmuştu. Bu sırada orada bulunan bir
sahabe, Hz. Peygamber’den bu adamı öldürmesi için izin istemiş ancak
Rasûlullah o sahabiye müsaade etmemiş ve şöyle buyurmuştu: “Bu adamın soyundan
öyle bir kavim türeyecek ki Kur’an’ı okuyacaklar fakat gırtlaklarını
geçmeyecek, Müslümanları öldürecekler fakat putlara tapanları bırakacaklar.
Onlar okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklardır. ”
Zu’l-Huveysıra’nın bu davranışı hem imam
hem de nebi konumunda olan Hz. Peygamber’e karşı bir isyan niteliğindeydi. Bu
olayı mezhepleşmeye etki eden olaylar arasında zikreden Şehristânî’nin
ifadesine göre; eğer bir kimse hak üzere olan bir imama karşı isyan ettiğinde
Harici olarak kabul edilecek olursa, Hz. Peygamber’e isyan eden evleviyetle
Harici olarak sayılabileceğinden, bu zat Harici zihniyetin ilk temsilcisi
sayılmalıydı.4 Hz. Peygamber’e nispet edilen yukarıdaki rivayetin
son kısmındaki söz ile Hariciler kastedildiği açıktır. Sonuç olarak, konuyu
Şehristânî’nin bakış açısıyla değerlendirdiğimizde, Harici zihniyetinin
izlerinin Hz. Peygamber zamanında bile zaman zaman tezahür ettiğini görmemiz
mümkündür.
Kaza-Kader Bağlamında Tartışmalar ve Fırkalaşmaya Etkisi
Şehristânî’nin naklettiği gibi Hz.
Peygamber zamanında bazı müşriklerin ve münafıkların “kaza
ve kader ” ile ilgili söylediği bazı sözler de fırkalaşmayı etkileyen
unsurlardandı.5 Nitekim Hz. Peygamber’den sonra, kaza ve kader
mevzuu üzerinde yapılan tartışmalar neticesinde Cebriye, Kaderiyye ve Mu’tezile
gibi mezheplerin ortaya çıktığı bir gerçektir. Bu tartışmaları temelde iki
eksen üzerinde incelememiz mümkündür:
Uhud Savaşı’nda Münafıkların ve Müşriklerin Tutumu:
Hicretten
sonra Müslümanların Hz. Peygamber eşliğinde girdiği en büyük savaşlardan biri
muhakkak ki 625 yılında yapılan Uhud Savaşı idi. Savaşın başlangıcında
Müslümanlar yirmiden fazla müşriki öldürmüş, galip durumdaydı. Ancak bu
galibiyeti yakından hisseden bazı sahabiler, müşriklerin bozguna uğradığını
görünce, bulundukları stratejik mevkileri terk etmiş; bunu fırsat bilen Mekke
müşrikleri de Müslümanlara tekrar saldırarak, Müslümanlar için lehte olan
savaşı onların aleyhine çevirmişti. Netice itibari ile Uhud Savaşı Müslümanlar
için acılarla, sıkıntılarla ve zorluklarla dolu yenilgiyle neticelenmiş bir
savaştı.6
Kaynaklarda belirtildiğine göre Uhud
Savaşı Müslümanların aleyhinde neticelenince bazı münafıklar ve Yahudiler
kendi aralarında savaşın Müslümanlar için büyük bir yenilgi olduğunu konuşup,
bununla eğlenmekteydi. Bazıları Müslümanları küçümsemek ve dinden soğutmak için
“Muhammed eğer peygamber olsaydı hezimete uğramazdı. Muhammed
sadece krallık peşinde koşuyor. Hiçbir peygamber böyle bir sonla yüzleşmemiştir. Hem kendisine hem de arkadaşlarına
büyük darbe vuruldu. ” demekteydi. Bazıları ise Hz.
Peygamberde birlikte aynı safta olan arkadaşlarını, akrabalarını ve
kardeşlerini ayıplayıp kınayarak; “Eğer onlar bizimle
beraber olsalardı, ölmeyecek, öldürülmeyecek ve yaralanmayacaklardı. ”
diyorlardı.7 Müslümanların arasında bulunan bazı münafıklar ise
kendi aralarında “O zaman bir karar yetkisine
sahip miydik? Eğer bir karar yetkimiz olsaydı burada öldürülmüş olmazdık. ” diye
söylenmekteydi.9
Uhud Savaşı sonrasında Abdullah îbn Ubey10
hal ve hareketleriyle dikkat çeken önemli münafık simalardan biri idi.
Kaynaklarda zikredildiğine göre, Hz. Peygamber savaştan önce, bazı hususları
görüşmek için ashabla bazı toplantılar düzenlemişti. Bu toplantılarda
müminlerin bir kısmı Medine’nin dışına çıkarak müşriklerle savaşmayı
isterlerken, îbn Ubey ve Hz. Peygamber’in de içinde bulunduğu diğer bir kısmı
Medine’de kalmak istiyordu. Fakat Rasûlullah çoğunluğun görüşüne uyarak savaş
için Medine dışına çıkılmasına karar verip kılıcını kuşanmış ve askerlerle birlikte
yola çıkmıştı. Rivayetlere göre ordu Medine ile Uhud arasında bir mevkîye geldiğinde,
îbn Ubey savaşmaktan vazgeçmiş orduda bulunan 300 askerle birlikte geri
dönmüştü. Hz. Peygamber’in kendi sözünü dinlemeyip de diğerlerinin sözünü dinlediği
için geri döndüğünü müminlere iddia etse de, onun ölümden korktuğu için geri
döndüğü açıktır. Zira onun için müşriklere meydan okurcasına üzerlerine
gidilerek başlayacak olan bu savaştan sağ kurtulmak imkânsızdı ve dolayısıyla
burada göz göre göre ölüme gitmek gereksizdi. Eğer kendi dediği gerçekleşseydi
direkt savaşa gitmekten öte Medine’de kalınıp düşmanların üzerlerine gelmesini
bekleyeceklerdi. Savaş ise meydan savaşından öte bir savunma savaşı olacaktı.11
Onun bu tutumlarından olmalıdır ki, Hz. Peygamber çarpışmadan sonra kaçan Mekke
müşriklerinin ardından gitmek için yola çıkacağı zaman Abdullah b. Ubey
kendisiyle beraber gitmek istediğini söylemiş fakat Hz. Peygamber buna müsaade
etmemişti. Savaştan sonra ise her yerde
“Tanrıya and olsun ki sonuç tam tahmin ettiğim
gibi oldu. Eğer öldürülenler bizimle beraber geri dönmüş olsalardı
öldürülmezlerdi. ” diye söylenmekteydi.
Uhud Savaşından sonra, Münafıkların ve
Müşriklerin bu tutumu üzerine; Hz. Peygamber’e ve müminlere bir teselli;
müşriklere ve münafıklara ise bir cevap niteliğinde şu ayetler nazil olmuştu:
“Ey İman edenler! Dini inkâr edip de
Allah için seferde ölen veya gazalarda öldürülen arkadaşları hakkında ‘Bizim
yanımızda olsalar ne ölürler ne de öldürülürlerdi.’ diyenler gibi olmayın.
Allah bunu, onların gönüllerinde bir hasret, bir yürek yarası olarak bıraksın
diye yaptı.” 13
“Bir kısmınız ise can derdine düşmüş bir
halde Allah hakkında Cahiliye devrin- dekine benzer gerçek dışı şeyler
düşünüyorlar, ‘Bu işin kararlaştırılmasında bizim yetkimiz mi var? Ne gezer!’
diye söyleniyorlardı. De ki: ‘Bütün karar ve yetki Allah’ındır.’ Onlar aslında
içlerinde, sana karşı açığa vuramadıkları bir şeyler saklıyor ve kendi
aralarında: ‘Bu emir ve komuta işinde bir payımız olsaydı, şimdi burada olmaz,
öldürülmezdik.’ diyorlardı.”14
Bazı Müşriklerin Kaderle İlgili Sözleri:
Hz. Peygamber’in “Allah ’a kulluk edin. Tağuttan uzak
durun. ”15 çağrısını işiten bazı müşrikler kişisel
irade özgürlüğünü inkâr ederek bunun sorumluluğunun Allah’a ait olduğunu
savunurcasına şöyle diyorlardı: “Eğer Allah dileseydi, hem biz hem de
atalarımız, ondan başka hiçbir şeye kulluk etmezdik. O ’nun emri olmadan hiçbir
şeyi haram kılmazdık. ”16 Onlar bu sözleri ile ahireti ciddiye
almadıkları gibi, işledikleri çirkinliklerden kendilerinin sorumlu olmadığını,
suçun Allah’a ait olduğunu kastetmekteydiler. Yine onlar, Hz. Peygamber, “Allah’ın
size lütfettiğinden siz de muhtaçlar için harcayın.”
emr-i ilâhiyi onlara ilettiğinde, müminlere, “Allah
’ın dilediği takdirde doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız?”17
diyorlardı. Fakat Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de onlara cevaben:
“Bunlardan öncekiler
de böyle söylemiş, böyle yapmışlardı. Buna karşılık olarak peygamberlere açık
bir tebliğden başka bir şey düşer mi? ”
buyurmuştur.
Bu iddiaların tamamı, Hz. Peygamber’in
üzerinde tartışılmasını bile yasakladığı, son derece hassas bir konu olan,
kader inancıyla çeliştiği açıktır. Hz. Peygamber henüz sağ iken yapılmış olan
bu gibi itirazlar, özde onun faaliyetlerine, düşüncelerine ve Allah’ın
emirlerine karşı bir direniş ve saldırı niteliğindeydi. Şehristânî bu hususta,
onların bu sözlerle apaçık bir cebir düşüncesi ortaya koyduklarını ve neticede
birer tohum mesabesinde olan bu itirazlardan yetişip gelişen bitkiler gibi,
daha sonra birçok büyük şüphe ve kuşkular filizlenip ortaya çıktığını
nakletmektedir.19 Netice itibariyle bazı Yahudilerin, Münafıkların
ve Müşriklerin kaderle alakalı bu söylemleri, îslam Tarihi’nin ilerleyen
safhalarında özellikle Emevîlerin ilk yıllarında fırka- laşmada Kaderiye ve
Mu’tezile gibi fırkaların ortaya çıkmasında büyük rol oynamıştır. Bazı
Münafıkların ve Müşriklerin Kaza-Kader bağlamında Hz. Peygamber’e yaptıkları
itirazlarda kullandıkları akli metotları sonraki yıllarda, Cebriye, Kaderiye ve
Mu’tezile’nin kendi kelâmî görüşlerini oluşturmak için kullandığı açıktır. Kaynaklarda
zikredildiğine göre kader hususunda cebri görüşün öncüsü Cehm b. Safvan’dır.
Ona göre Allah’tan başka hiçbir fail bulunmamaktadır. Fail sadece Allah’tır.
însanla- ra ise fiiller mecazen nispet edilir. însan fiiller hususunda
mecburdur. Kudreti de, iradesi de ihtiyari de yoktur. îşte bu fikir Hicretin
ikinci asrında ortaya çıkan Cebriye’nin temelini oluşturmaktadır.
Mabed el-Cühenî ve onun takipçisi Gaylan
ed-Dımeşkî ile özdeşleşen, Emevîler zamanında ortaya çıkan
Kaderiye fırkasına göre ise Allah insanda tam ve eksiksiz bir fiil yapma
gücü/kudreti var etmiştir. însanın fiilleri ise tamamen kendisine
bırakılmıştır. însana güç verilen hususta Allah’ın kudreti bulunmamaktadır.
Dolayısıyla insanın fiilleri Allah tarafından takdir edilmiş ve yaratılmış
değildir, bizzat insanlar tarafından takdir edilmiş ve yaratılmıştır.
Kaderiyye aynı zamanda siyasi olarak
Emevî idaresine karşı bir başkaldırış niteliğinde olduğu için Emevîler’in
güttüğü siyaset neticesinde ortadan kaldırılmıştır. Ancak Abbasiler zamanında
Kaderiyye’nin kaderle ilgili görüşleri Mu’tezile ile yeniden vücud bulmuş ve
devam etmiştir. Mutezililerin kelamî görüşleri usul-i hamse adında beş esasla
ifade edilmektedir ki bu esasların ikincisi olan Adl
’in içerisinde kader
konusuna yer verilmektedir. Şehristânî’nin naklettiğine göre onlar, kulun ister
hayr olsun ister şer
bütün fiillerinin yaratıcısının bizzat kendisi olduğuna inanmaktadır.23
Görüldüğü gibi Kaderiyye ve
Mu’tezile’nin kader ideolojisi, Hz. Peygamber zamanındaki kaza-kader
tartışmalarında müşriklerin ve münafıkların öne sürdüğü iddialarla paralellik
arz etmektedir. Dolayısıyla durum bu açıdan değerlendirildiğinde, daha Hz.
Peygamber hayattayken yapılan kaza-kader tartışmaları Kaderiyye ve
Mu’tezile’nin nüvelerini oluşturduğunu söylememiz mümkündür.
Hz.
Peygamber’in Vefatı Esnasındaki İhtilaflar Ve Şiîlerin Ana kitleden
Ayrılmasındaki Etkisi
Hz. Peygamber daha ölüm döşeğindeyken
iki ayrı ihtilaf vuku bulmuş, ümmet bu ihtilafların neticesinde de fikren
ikiye bölünmüştü. Bunlardan biri Kırtas olayı, diğeri ise Üsâme ordusunun
sefere çıkıp çıkmaması meselesidir.
Kırtas Hadisesi ve
Şîa’nın Ayrılışına Etkisi
Buhârî, Müslim ve îbn Hanbel’in îbn
Abbâs’tan rivayet ettiği bu olay Şehristânî’ye göre Mezhepler Tarihindeki
fırkalaşmalar açısından büyük önem arz etmektedir. Rivayetlere göre Hz.
Peygamber, hastalığı şiddetlendiği bir anda, ölüm döşeğindeyken, etrafında
bulunan ashaba: “Bana kâğıt ve kalem getirin de size bir
yazı yazdırayım ki benden sonra yolunuzu hiç şaşırmayınız”
buyurmuştu. Bunun üzerine orada bulunanlar istenenleri getirip getirmeme
hususunda ihtilafa düşüp tartışmaya başlamışlardı. Hz. Ömer’in de içinde
bulunduğu bir grup Rasûlullah’m hastalığının artık iyice arttığını ve
Kur’an’ın müminlere zaten yeteceğini söylüyordu. Bazıları ise hemen bir
kâğıt-kalem (kırtas) getirilmesi gerektiğini, Hz. Peygamber’in belki de
müminleri kurtaracak ve onları doğru yoldan ayırmayacak bir vasiyetname
yazacağını iddia ediyordu. Bazıları ise “Peygamberin
hali nedir? Acaba hastalığından dolayı mı sayıkladı? Kendisine bu yazı yazma
isteğini iyice sorun da anlayın. ” diyor ve ardından ne istediğini iyice
tespit etmek amacıyla, söylediği sözü ona tekrar ettirmeye çalışıyordu. Bu
ihtilaflar bir karışıklık haline gelmiş ve gürültü gittikçe artmıştı. Bunun
üzerine Hz. Peygamber müminlerin bu tavrına üzülerek şöyle buyurmuştur:25
“Benim yanımdan kalkın gidin. Beni kendi
halime bırakın. Benim yanımda çekişmeniz doğru değildir. Benim şu içinde
bulunduğum hal, sizin bana istediğimi tekrar ettirmeye çalışmanızdan daha
hayırlıdır.”
Kaynaklar îbn Abbas’ın bu hadisi
naklettikten sonra şöyle diyerek ağladığını nakletmektedir:
“O ne büyük musibettir ki, o musibet
Rasûlullah ile onlara yazmak istediği o yazı arasına engel oldu. Bunun sebebi
orada bulunanların aralarında ihtilaf etmeleri ve seslerini yükseltmeleriydi.”26
îbn Abbâs’tan rivayet edilen ve Hz.
Peygamberi rahatsız edecek dereceye kadar varan tartışmalar neticesinde
sonuçsuz kalan bu olay, Hz. Peygamber’in vefatından sonra Şîa ve diğer
fırkalar arasında büyük tartışmalara ve ayrılıklara sebebiyet vermiştir. Daha
sonra Şîa bu hususta “Eğer oradakiler Rasûlullah ’ın bu
yazıyı yazmasına izin verseydiler, Rasûlullah kâğıda, vefatından sonra Ali b.
Ebî Tâlib ’i halifelik makamına getireceğini yazacaktı. ”
iddiasında bulunmuştur. Diğer fırkalar ise Kur’an-ı Kerim’in tamamlanmasıyla
yazılacak bir şey kalmadığını ifade edip, “İşte
bugün sizin dininizi kemale erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin
için din olarak İslam ’ı beğendim” anlamındaki ayeti buna delil olarak
göstermiştir.
Yani Şiîler çeşitli varyantlarla rivayet
edilen “Kırtas Olayı”m İslam tarihindeki mezhepleşme
sürecinde olayın gerçekleşmesinden yıllarca sonra siyasi bir malzeme
yapmıştır. Bu nedenle söz konusu olayı İmâmetin “vasiyet”
nazariyesine, Sünnetten delil olarak sunmuş ve bu olayın Hz. Ali’nin
hilafetiyle ilgili olduğunu ispatlamak amacıyla birçok batınî yorumlara
gitmiştir. Şiî anlayışa göre, Hz. Muham- med’in Ali b.Ebî Tâlib’i halife tayin
etmek için kâğıt ve kalem istemesi başta Hz. Ömer olmak üzere Kureyşlileri
endişelendirmiştir. Zira onlara göre Hz. Peygam- ber’in ne vasiyet edeceğini
iyi bilen Hz. Ömer ve diğer ashab isteklerin yerine getirilmesini
engellemişlerdir. Bu yüzden Şîa hilafetin, Hz. Ali’nin elinden haksız olarak “gasb
” edildiğini ileri sürmüştür. Hatta daha da ileri giderek Kırtas
hadisesinden dolayı ashabın kahir ekseriyetini Allah Rasûlünün emirlerine
uymadıkları gerekçesiyle zalim, gaspçı, kâfir ve mürted olduklarını iddia
etmişlerdir. Zira onlara göre İmâmet Allah’ın tayin etmesiyle gerçekleşir. Bu
tayini ise ancak Allah ve Rasûlu yapabilir. Tayinin gerçekleşme şekli ise
sadece nass ve Rasûlullah’ın bilindirmesiyle mümkündür. Böylelikle Şîa devlet
başkanlığı gibi siyasi bir olayı dini naslara dayandırmak suretiyle kendi siyasi
emellerine ulaşma yolunu Kırtas olayını kullanmak suretiyle bulmuştur.
Şiîlere göre Kırtas olayındanki
tutumlarından dolayı ashaptan Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman’ın suçları
affedilecek türden değildir. Zira onlar Allah’ın tayin ettiği ve Hz. Peygamber’in
bildireceği imamı kabul etmemişlerdir. Bu yüzden başta onlar olmak üzere bu
duruma iştirak eden bütün ashabı küfre ve irtidada düşmekle suçlamışlardır.
Böylece başta Hulefâ-i Raşidin’den üçü olmak üzere ilk Müslüman neslin
neredeyse tamamına yakınından teberrî edip
onlara düşmanlık beslemiş, sadece Ali b. Ebî Tâlib, arkadaşları ve Ehl-i Beyte
tevellî etmişlerdir. Hâlbuki Sünnîler, ashabın
tamamına saygı göstermekte kusur etmezler.
Şîa’nın iddia ettiği İmâmet nazariyesini
değerlendiren Sönmez Kutlu şöyle demektedir:
“İmametin genelde Haşimîlerde veya
Alioğullarından Hasan veya Hüseyin'in soyundan her hangi bir Ehl-i Beyt
mensubunda devam ettiğini savunan kişiler veya grupların her birisi Şiî bir
fırka olarak Makâlât eserlerinde yerini aldı. Öyle ki bu soydan her birinin
imametini iddia için birden çok fırka ortaya çıktı. Bunlar, ait oldukları daha
önceki din, felsefe ve kültür havzalarına ait motifleri devreye sokarak tabi
oldukları imamların meşrulaştırma yoluna gittiler. Böylece vâsilik,
Mehdilik, ilahi nur, hulûl, karizmatik
liderlik (masumiyet), Recat, beda, takiyye gibi bazı aşırı fikirler
geliştirildi. Sonunda İmamlar, yarı ilahi bir varlığa büründürülerek bunun
ispatına çalışıldı. Bu mirası devralan Onikiimamiyye Şîa'sının önde gelen
müfessirleri de harekete geçerek, “Ehl-i Kisa” rivayetini* ayetin** iniş sebebi
olarak gösterdiler ve ayetteki Ehl-i Beyt'in, Hz. Peygamber, Hz.
Fatıma, Ali, Hasan ve Hüseyin'i
kapsadığını iddia ettiler. Bu sürecin bir devamı olarak Şiî yazarlar, siyasi
bakımdan imamlara, sefirlere ve naiplere itaati meşrulaştırmak için, diğer
bazı ayetlerle Peygamber'e nisbet edilen bazı rivayetleri esas alarak onun
soyundan gelen Oniki İmamı Ehl-Beyt kapsamına almışlardır. Onlar, yeni ve yapay
bir tarihin inşası için üretilen kırtas olayı, sakaleyn hadisi, Gadir Hum ve
daha pek çok rivayetlerle Hz. Ali'nin vasi olduğu, ondan sonra da babadan
oğula geçerek Oniki İmamda devam ettiği şeklinde bir İmâmet nazariyesi
geliştirdiler.”32
Üsâme b. Zeyd’in Sefere Çıkması Hadisesi
ve Fırkalaşmaya Etkisi
Hz. Peygamber, hastalığı henüz
şiddetlenmeden evvel, Zeyd b. Harise, Câfer- i Tayyâr ve Abdullah b. Revâhâ’nın
şehit düştüğü Şam’ın Belka nahiyesi yakınlarına bir yere sefere göndermek üzere
bir ordu hazırlatmıştı. Ordunun başına da Usâme b. Zeyd’i komutan olarak tayin
etmiş ve “Usâme ordusunu hazırlayın. Ondan dönene Allah lanet etsin. ” diye
buyurmuştu.34 Ordu
tam da Medine’den ayrılacağı sıralarda, Hz. Peygamber’in hastalığı iyice
artmıştı. Hatta Zehebî’nin naklettiğine göre Hz. Peygamber birazcık iyileşir
gibi olunca, Hz. Üsâme’yi yanına çağırmış, ona “Haydi!
Allah ’ın bereketi, yardımı ve afiyeti üzerinize olsun. Yolunuz açık olsun. ”
demişti. Üsâme ise ona birazcık daha iyileştiğini, Allah’ın ona şifa vereceğini
umduğunu, dolayısıyla durum böyleyken sefere çıkmaya gönlünün razı
olmayacağını ve insanların kendisine onun hakkında bir şeylerin sormasından çekindiğini
söyleyerek ondan iyi- leşene kadar kalmasını istemişti. Ancak Hz. Peygamber ona
herhangi bir cevap vermemişti. Üsâme b. Zeyd tam da bu kararsızlık içindeyken
Hz. Peygamber birden ağırlaşmış ve sahabiler onun için endişe etmeye
başlamıştı. İşte bu sırada ordunun sefere gitmesi hususunda Müslümanlar ikiye
ayrılmıştı. Bir kısmı, ne olursa olsun Rasûlullah’ın emrine itaat etmek
gerektiğini, zaten ordunun da Medine’den ayrılmak üzere olduğunu,
savunmaktaydı. Diğer bir kısmı ise Hz. Peygamber’in gittikçe fenalaştığını,
ondan ayrılmaya gönüllerinin razı olmayacağını, vefat ederse cenazesine bile
katılamayacaklarını ve dolayısıyla biraz bekleyip, sabredip neticeye göre
hareket etmelerini iddia etmekteydi.36 Netice olarak Üsâme b. Zeyd, ordusuyla
Cürufa kadar gitmiş ve orada Hz. Peygamber’in daha da ağırlaştığı haberini
alınca netice için beklemeye başlamış, seferi geciktirmişti.
Bu durumda muhtemelen ordudaki askerler
de ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Gitseler bir emri yerine getirmiş
olacaklar ve gönülleri emri ifa etmekten dolayı mutmain olsa da Hz.
Peygamber’in son halini göremediklerinden, vefat etmesi durumunda cenazeye
katılamamaktan dolayı hüzün içinde olacaklardı. Gitmemeleri durumunda ise Hz.
Peygamber’e itaatsizlik etmiş olacaklardı. Öte yandan Müslümanları ikiye bölen
olaylar artık ümmetin birlik ve beraberliğine zarar vermekteydi. Her iki
görüşün de haklılık paylarının bulunması Müslümanların aynı düşünce etrafında
kenetlenmesini zorlaştırmaktaydı.
Şehristânî el-Milel
ve’n-NihâV inin Mukaddime kısmında Kırtas olayı ve
Üsâme Ordusu meselelerinden kısaca bahsetmiş, ardından bu iki olayı mezhepleş-
meye etki eden olaylar arasında zikretmesinin sebebini şöyle izah etmiştir:
“Bu iki anlaşmazlığı naklettim. Zira
muhalifler bazen bunları din konusunda etkili olan ihtilaflar arasında saymışlardır. Oysa durum öyle değildir. Bütün bunların asıl maksadı kalplerin sarsıldığı bir durumda şeriatın gereklerini yerine getirmek ve işlerin değişiklik göstermesi anında fitne ateşini söndürmektir.”38
Üsâme Ordusu meselesi de Şîa tarafından
tenkid edilmiş ve siyasi-dinî fikirlerinin oluşmasında, özellikle îmâmet
inançlarının temellendirilmesinde, bir malzeme olarak kullanılmıştır. Şiî
kaynaklara göre, Hz. Peygamber, Hz. Ali’nin îmâmetini rahat ve ferah bir
ortamda ilan etmesi sebebiyle Üsâme ordusunu sefere yollamak istemekteydi.
Hatta onlara göre Rasûlullah bu orduya Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekir’i de katarak,
Hz. Ali’nin halifeliğinin önündeki engelleri şehirden uzaklaştırmak istemekteydi.
Fakat ordu Rasûlullah’ın emrini yerine getirmedi ve buna da başta Hz. Ömer ve
Hz. Ebû Bekir sebebiyet vermişti.39 îşte bu sebeple Üsâme b. Zeyd’in sefere
gönderilmemesinin doğru olduğuna inanan bütün sahabilerden, Hz. Ali’nin
îmâmetine engel oldukları için ve Hz. Peygamber’in emrini yerine getirmedikleri
için teberri etmiştir.
Şîa’ya göre Hz. Peygamber halifeliği Ali
b. Ebî Tâlib’e vermek için sürekli fırsat kollamaktaydı. Hz. Perygamber, Ali b.
Ebî Tâlib’in halifeliğini ilan etmesi için Kırtas hadisesi ile Üsâme Ordusunu
sefere göndermekle gerekli ortamı oluşturmakta ve hazırlamaktaydı.40 Ancak başta Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer
olmak üzere birçok sahabe buna karşı olmuşlardır.
Hz.
Peygamber’in Vefatından Hemen Sonra Ortaya Çıkan İhtilaflar
Rasûlullah’ın vefatından sonra ilk
ihtilaf Hz. Peygamber’in vefatı konusunda, ikincisi defnedileceği yer
hususunda, üçüncü ve en büyük ihtilaf ise îmâmet hususunda olmuştur.
Hz.
Peygamber’in Vefatı
Müslümanlar arasında önemli bir ihtilaf
da Hz. Peygamber’in vefatı hususunda olmuştur.41 Kaynaklarda nakledildiğine göre Hz.
Peygamber vefat ettiği haberini alan Hz. Ömer ayağa kalkıp şu sözleri yüksek
sesle söylemeye başlamıştı:
“Münafıklardan bazı kimseler
Rasûlullah’ın vefat ettiğini iddia ediyorlar. Oysa Allah’a yemin ederim,
muhakkak ki o ölmemiştir. Kim ‘Muhammed öldü’ derse şu kılıcımla onu öldürürüm.
O İsa gibi göğe yükseldi.”42
Hatta Zehebî’nin Urve’den naklettiği bir
rivayete göre sadece Hz. Ömer değil, Müslümanların bir kısmı da “Hayır,
o ölmedi. Biz insanlara, o da bize şahitlik yapacakken nasıl olur da ölmüş
olabilir ve insanlara görünmez. Lakin o tıpkı Meryem oğlu Isâ’da olduğu gibi
canlı olarak göğe yükseltildi” diye söyleniyorlardı Cenazenin
bulunduğu yere gelip oradakilere “Sakın Rasûlullah ’ı defnetmeyin, zira o
diridir” diyorlardı. İnsanlar ağlayarak Mescîd-i Nebevî’ye doğru akın
akın gidiyorlardı.43 Hz.
Ebû Bekir olayın mahiyetini anlamış ve orada bulunan Müslümanlara hitap etmek
üzere yüksekçe bir yere çıkmış, hamd ve sena ile sözlerine başlayarak: “Ey
İnsanlar! Kim Muhammed’e ibadet ediyorsa bilsin ki o ölmüştür. Kim de Allah’a
ibadet ediyorsa bilsin ki Allah diridir. Ölmez ve ölmeyecektir. ”
demiş ve ardından şu ayet-i kerimeyi okumuştur:44
“Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan
evvel de peygamberler gelip geçmiştir. O ölür veya öldürülürse gerisin geri mi
döneceksiniz? Eğer kim geri dönerse Allah’a hiçbir şey ile zarar veremez.
Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.”45
|
“Onun vefatı beni
öyle hayret ve dehşete düşürmüştü ki, Ebû Bekir bu ayeti okumadan önce sanki
ben bu ayeti hiç işitmemiş gibi oldum. Allah'a yemin ederim bunu işitir
işitmez bacaklarımın dermanı kesildi. Ayaklarım beni taşımaz oldu ve yere düştüm.
Rasûlullah’ın vefat etmiş olduğunu da böylece öğrenmiş oldum.”47
Hz. Peygamber’in ölümü hususunda ümmet
arasında vuku bulan bu ihtilaf, kısa süreli bir ihtilaf olup çözüme
kavuşturulduğundan Mezhepler tarihi açısından ayrılık veya fırkalaşma nedenleri
arasında çok önemli bir yer tutmamıştır. Ancak kaynaklarda nakledildiğine göre
sonraki dönemlerde Şîa bu hususu Hz. Ömer’in îmâmetini geçersiz kılmada ve ona
ta’n etmede kullanmıştır. Özellikle Hz. Ömer’in “Ben
bu ayeti sanki hiç duymamıştım. ” sözünü delil tutarak, onun hiç Kur’an
okumadığı ve ayetler üzerinde hiç düşünmediğini dolayısıyla onun îmâmete layık
olamayacağını öne sürmüştür.48
Hz.
Peygamber’in Defnedileceği Yer
Hz. Peygamber’in dâr-ı bekaya
irtihalinin ardından defnedileceği yer hususunda Ashab arasında yeni bir
anlaşmazlık vuku bulmuştu. Mekkeliler onun doğup büyüdüğü, yetiştiği ve bir
zamanlar özlemini de çektiği yer olması hasebiyle Mekke’ye defnedilmesini
istiyorlardı. Medineliler ise hicret yurdu ve kendisinin en büyük yardım
gördüğü ve vefat ettiği yer olmasından dolayı Medine’ye defnedilmesini istiyordu.
Bu arada bir başka grup ise onun, birçok peygamberin defnedildiği ve Mirac’a
çıkışın başlangıcı olmasından dolayı Beytü’l-Makdis’e defnedilmesini istiyordu.
Öte yandan Hz. Peygamber’in Bâki Mezarlığına gömülmesini arzu edenler de vardı.49
Hz. Ebû Bekir sahabilere “Peygamberler
nerede ölmüşlerse oraya defnedilirler ”50 hadis-i şerifini
hatırlatarak bu tartışmalara son noktayı koymuştur. Bunun üzerine Hz.
Peygamber’in naşı, Medine’de, vefat ettiği yere, yattığı şiltesinin hemen altına,
defnedilmiş ve bu duruma diğer sahabiler de razı olmuştur. Bu olay da başlangıçta
Müslümanlar arasında tartışma ve anlaşmazlıklara neden olsa bile Mezhepler
tarihi açısından fırkalaşma nedenleri arasında çok önemli bir yer
tutmamaktadır.51
İmâmet
Meselesi ve Fırkalaşmadaki Rolü
Hz. Peygamber’in vefatından sonra vuku
bulan ve uğrunda birçok kan dökülen îslam Tarihinde ayrılıklara, fırkalaşma
veya mezhepleşmelere en çok neden olan olaylardan biri, beklide birincisi olan
îmâmet meselesi, Müslümanlar arasındaki en büyük ihtilaf olup, etkileri
günümüze kadar süregelmektedir. Bu mesele, fırkalaşma sürecinin adeta bel
kemiği niteliğindedir. Bu ihtilaf tarihsel süreçte birçok fırkanın ortaya
çıkmasına sebep olduğu gibi aynı fırkaya mensup kişilerce bile
farklı yorumlanmış ve ayrılıklara sebebiyet vermesi
nedeniyle fırkalaşmaları hızlandırmıştır. Eş’ârî, Makâlât’ında îmâmet
meselesinin Hz. Peygamber’den sonra Müslümanlar arasında meydana gelen ilk
ihtilaf olduğunu zikretmektedir. Şehristânî ise îmâmet meselesi hakkında “imâmet
konusunda olduğu kadar İslam ’da dinî hususların hiçbirinde tarafların
birbirlerine karşı silaha sarılmadıklarını ve kan dökmediklerini” zikrederek
îmâmetin Müslümanların fırkalaşmasında büyük önem arz ettiğini belirtmektedir.”54
Kaynaklarda ifade edildiğine göre Hz.
Peygamber’in naşı henüz defnedilmeden Medineliler, önemli hususların
tartışılıp karara bağlandığı yer olan Benî Saîde Sakife’sinde toplanıp,
Rasûlullah’ın vefatından sonra yerine kimin geçeceğini tartış-
maya başlamışlardı. İslam devletinin
askerî gücünün kendilerinden oluşması, onların Emirliğe de sıcak bakmasını
sağlıyordu.55 Uzun
tartışmalar neticesinde Ensar, Sa’d b. Ubâde’nin imâmeti üzerinde ittifak
etmeye başlamıştı. Bu sırada, toplantı haberi Hz. Ebû Bekir’e ulaşınca,
Müslümanların bu konuda da ihtilafa düşüp bölüneceğinden endişe ederek, Hz.
Ömer, Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh ve bazı Muhacirleri de yanına alarak Ensârın
toplandığı yere gitmişti. Hz. Ebû Bekir onlara ne yaptıklarını sorunca, onlar
da, Hz. Peygamber’den sonra birinin imâmete seçilmesi gerektiğini, Rasûlullah’a
ve Muhacirlere yardımlarından dolayı da bunu kendilerinin hak ettiğini ve Sa’d
b. Ubâde’nin imâmeti üzerinde ittifak ettiklerini söylediler. Fakat Ebû Bekir
buna razı olmayarak îmâmetin Kureyş’in hakkı olduğunu söylemişse de Ensar başlangıçta
bunu kabul etmemişti. Bunun üzerine aralarından Ensar’dan Ebû Ömer el- Habbâb
b. el-Münzir adında bir sahabi ayağa kalkarak Ensar’dan bir imam, Muhacirlerden
de bir imam olmasının bu işe kesin çözüm getireceğini dile getirmiştir.56
Ebû Bekir ise bir ümmetin başında iki
imamın olamayacağını onlara izah etmiş, sonra Hz. Peygamber’in “Imâmet
Kureyş ’tendir ” rivayetini onlara hatırlatarak
Müslümanlara hitaben şöyle demiştir:
“Hilâfet için insanların itaat
edecekleri bir şahıs lazımdır. Siz Evs ve Hazreçlilersiniz. Cahiliyeden beri
sizin üstünlüğünüzü hiçbir Arap tanımamıştır.
Hâlbuki Araplar eskiden beri Kureyş’in
üstünlüğünü kabul etmişler ve onların riyasetine ses çıkarmamışlardır. Araplar
Kureyş’in dışında birinin halifeliğini kabul etmez. Emirler bizden vezirler de
sizden olsun.”58
Hz. Ebû Bekir’in bu sözleri karşısında
orada bulunanlar biraz yumuşamıştı. Fakat Ebû Ömer el-Habbâb b. el-Münzir bu
duruma razı olmamıştı. Eş’arî
bu sahabinin, “Ben
Ensarın yükünü çeken bir direği ve asil bir ferdiyim. Kim bana karşı çıkabilir
ki?” diyerek ayağa fırlayıp
Hz. Ömer’e kılıç çektiğini, Sa’d b. Ubade’nin oğlu Kays b. Sa’d’ın da babasına
destek olmak için ayağa kalktığını nakletmektedir. Bunun üzerine Hz. Ömer onları
yatıştırmak üzere söz almış ve ikna edici bir konuşma yapmıştır. Hz. Ömer’in
ne dediğini Eş’arî zikretm em ektedir.59 Ancak îbn Hişâm’ın
naklettiği bir rivayette Habbâb b. el-Münzir’in Hz. Ömer’e “Vallahi biz bu işte size rahat
vermeyiz” dediğini; Hz. Ömer’in ise
ona: “ Vallahi bize muhalefet
edeni öldürürüz”
diye cevap verdiğini nakletmektedir.60
Hz. Ebû Bekir’in meseleyi genişçe ortaya
koyarak, sakin ve olgun bir şekilde ifade etmesi yükselen tansiyonu düşürmüş ve
ortam iyice yumuşamıştı.61 Bu uzun tartışmalar neticesinde
Müslümanlar hilâfetin Kureyşliliğine razı olmuştu. Ardından Ebû Bekir; “Ben
sizlere Ömer ile bu ümmetin emini olan Ebû Ubeyde ’den birini tavsiye
ediyorum. ” diyerek onlara iki ayrı seçenek sunmuştur. Hz. Ömer ise bu
duruma razı olmayıp Ebû Bekir’i kastederek; “Rasûlullah’ın
öne geçirdiği iki ayağı hanginiz gönül hoşluğuyla geride bırakabilir ki?”
demiş ve Ebû Bekir’e yönelip ona biat etmiştir. Hz. Ömer’in ardından,
Muhacirler ve Ensar, Ebû Bekir’in îmâmeti üzerinde ittifak edip ona biat etmişlerdir.62
Bazı kaynaklar Benî Saîde Sakifesi’ndeki
tartışmalarda, Ensar’ın, Muhacirlerin ileri sürdüğü deliller ile değil de,
aralarında ihtilafa düşmeleri sebebiyle Hz. Ebû Bekir’e biat ettiğini ileri
sürmektedir. Bu görüşe göre Ensar’da bulunan Evs ve Hazreç kabileleri arasında
îslâm’dan önce ciddi bir üstünlük mücadelesi vardı. îs- lam’ı kabul
etmelerinden sonra da bu rekabet zaman zaman tezahür etmekteydi.63 Ensar’ın
uygun gördüğü Halife Sa’d b. Ubâde de Hazreç kabilesine mensuptu.64
Evsliler Hazreçlilerin bir halife adayı
çıkarıp da Benî Saîde Sakifesi’nde toplandıkları duyunca; buna engel olmak
için durumu Hz. Ebû Bekir’e bildirmişlerdi.65 Akabinde Hz. Ebû Bekir
beraberindekilerle oraya varmış ve gerekli görüşmeleri yapmıştı. Başta Beşîr b.
Sa’d olmak üzere bütün Evsliler, Kureyşli Hz. Ebû Bekir’i Hazreçli Sa’d b.
Ubâde’ye tercih ederek Hz. Ebû Bekir’e biat etmişlerdi.66 Bu rivayeti nakledenlere göre, Benî
Saîde Sakife’sinde yapılan îmâmet seçimi, aslında Ensar ve Muhacirler
arasındaki bir rekabet değil, tam aksine ikisi de Ensar’dan olan Evs ve Hazreç
kabileleri arasında bir mücadeleydi. îslam’dan önce toplumsal, ekonomik ve dini
sorunların belirleyicisi konumunda olan kavmiyetçilik anlayışı, daha Hz. Peygamber
defnedilmeden yeniden dirilmiş ve “İmâmet meselesi ” gibi
önemli bir sorunun hallini de siyasallaştırmıştı. Bu aynı zamanda kabile
asabiyetinin bazı sahabiler üzerinde canlılığını koruması veya yeniden
dirilmesi demekti.67
Kaynaklarda zikredildiğine göre Hz. Ömer
bu süreci şöyle anlatmaktadır:
“Oraya giderken, yolda, orada
söyleyeceklerimi zihnimde tasarlamıştım. Vardığımızda da konuşmak için
yeltendim fakat Ebû Bekir bana “Sus.” dedikten sonra Allah’a hamd ve senâ
ederek, sanki kendisine gayptan haber verilmişçesine benim söylemeyi
planladığım her şeyi söylemeye başlamıştı. Sonra Ensar söze başlamadan ben
elimi Ebû Bekir’e uzattım ve biat ettim. Bunun üzerine insanlar da ona biat
ettiler ve böylece fitne ateşi söndü.”68
Böylece Hz. Ebû Bekir’in ileri
düşünceliliği sayesinde çıkması muhtemel olan büyük bir fitne ateşi geçici
olarak söndürülmüştü. Fakat öte taraftan
Hz. Ali ve Haşimoğulları’nın ileri gelenleri Hz. Peygamber’in naşını
defnetmekle ilgilendikleri için Benî Saîde Sakifesi’nde yapılan bu toplantıda
bulunamamışlardı. Kaynaklarda ifade edildiğine göre; Hz. Ali, Abbâs b.
AbdulmutTâlib, Zübeyr b. Avvâm, Selman-ı Fârisî, Ebû Zeri’l-Gıffârî, Ammar b.
Yâsir, Mikdat b. Esved, Ubey b. Ka’b ve Talha b. Ubeydullah gibi birçok sahabe;
halife seçiminin kendi görüşlerine başvurulmadan oldubittiye getirilmesine
gücenmiş ve bundan dolayı Hz. Ebû Bekir’e biatı geciktirmişti. Hatta bazı
kaynaklarda Hz. Ali’nin biati geciktirme süresi altı ay olduğu zikredilmektedir.69
Ali b. Ebî Tâlib ile Hz. Ebû Bekir
arasındaki bu soğukluğu fırsat bilen Münafıklar ve bazı müşrikler bu süre
içerisinde Müslümanların arasına nifak sokmak için ellerinden geleni
yapmışlardı. Bazıları ortaya çıkıp Ömer ve Ebû Bekir aleyhinde Ali’yi
kışkırtmaya çalışmış; bazılarıysa Ali’nin îmâmetini iddia edip Ebû Bekir’in
hilâfetini reddediyordu. Hatta
rivayetlere göre îmâmet ihtilafının giderilmesinden sonra Ebû Süfyan Hz. Ali’ye
şöyle demişti:
“Ben
öyle bir karışıklık görüyorum ki bunu ancak kan dindirebilir. Ey Abdu’l- Menâf
soyundan gelenler! Ebû Bekir nasıl olur da sizin işlerinizi çekip çevirebilir?
O iki sıkıntıyı çekmiş olan Ali ile Abbas nerede? Niye bu iş Kureyş’in en az
kalabalık ailesine verildi? (Hz. Ali’ye dönerek) Uzat elini sana biat edeyim.
Allah’a yemin ederim sen dilersen burayı ona karşı süvari ve piyadelerle
dolduru-
Fakat
Hz. Ali vakar bir tavırla ona şu cevap vererek onu azarlamıştır:
“Allah’a
yemin ederim ki sen bununla ancak fitneyi körüklemeyi arzu ediyorsun.
Allah’a
yemin ederim ki sen uzun bir müddet îslâm’a kötülük etmiş birisin. Bizim senin
nasihatine ihtiyacımız yok.”70
Ebû Süfyan’ın bu sözlerine bakacak
olursak, yukarıda da zikrettiğimiz gibi, asabiyetçiliğin bazı sahabiler
üzerinde ne derece etkili olduğunu görmemiz mümkündür. Çünkü Ebû Süfyan’ın
Ümeyyeoğulları’na mensuptu ve böyle önemli bir görevin Kureyşli birine
verilmesine verilmesini veya az kalabalık/güçsüz bir kabileye verilmesini
kabullenememişti. Ebû Süfyan’ın bu sözleri, aynı zamanda Cahiliye devrinde onun
zihnine yerleşen klasik “zengin ve maddi açıdan güçlü bir şahsın
devlet başkanı olabileceği ” tasavvurunun îslam dinine rağmen
değişmediğinin göstergesidir. Öte yandan Ebû Süfyan’ın bu îmâmet meselesi
hususundaki bu pozisyonu adeta ümmetin bölünmesinde ve fırkalaşmasında etkili
olabilecek, bilinçlere/zihinlere ekilen nifak bir nifak tohumuydu. Fakat şu
husus da bir gerçektir ki; “Umeyyeoğulları’nın çoğu İslamiyet’i
yeni kabul ettikleri için, onların ilk Müslümanlar gibi veya Mekke döneminde İslamiyet’i kabul eden
sahabiler gibi davranmaları beklenemezdi. Bunun için Ebû Süfyan’ın Hz. Ali’yi
tahrik etmeye çalışması diğer bir açıdan normal gözükmektedir.”72
Diğer bir rivayete göre ise Zübeyr b.
Avvâm, Hz. Ali’nin halifeliğini uygun görerek “Ben
Ali ’ye biat edilmedikçe kılıcımı kınına sokmayacağım ”
demiştir. Bunu duyan Hz. Ömer sinirlenerek Zübeyr’in yanına gitmiş, Hz. Ali
başta olmak üzere diğer adı geçen sahabilerle görüşerek onları Ebû Bekir’e
biate teşvik etmiştir. Ardından da Hz. Ali, Ebû Bekir’e biat etmiş ve kendi
lehine gelişen tutumların tamamını reddetmiştir. Netice itibari ile sahabe,
Hz. Ebû Bekir’e biat etmiş ve bu durum mescitte halka ilân edilerek biat
genelleştirilmiştir.
İmâmet tartışmaları Hz. Ebû Bekir’e biat
etmekle son bulsa da burada Müslümanlar görüş itibariyle dört ayrı gruba
ayrılmıştı:
Birinci Grup: Hz.
Ebû Bekir’in hilâfetini kabullenmeyip içten içe Sa’d b. Ubâde’nin halifeliğini
destekleyen Medinelilerin bazılarıdır.
İkinci Grup: Hz.
Ebû Bekir’in halifeliğine razı olan Ensar ve Muhacirlerdir.
Üçüncü Grup: Hz.
Peygamber’in defni ile ilgilenen ve dolayısıyla Benî Saîde Sakifesi’ndeki toplantıda
bulunamayan ve Hz. Ali’nin hilafete getirilmesini isteyen Ammâr b. Yâsir, Ebû
Zerr’il-Gıfârî gibi sahabiler oluşturmaktadır.
Dördüncü Grup:
Abdullah b. Ömer liderliğindeki grup olup adaylardan hangisinin bu makama
layık olduğuna karar veremeyip, olaya müdahale etmeyerek cemaatin kararına
saygı duyanlardır. Müslümanlar evvela fikren dört gruba ayrılmış fakat daha
sonra çoğunluğun görüşüne saygı duyarak Ebû Bekir ’in halifeliğinde
ittifak etmişler ve aralarına nifak tohumlarının
ekilmesine izin vermemiştirler.
Ancak bu süreç içerisinde yeni
bir grup daha zuhur etmiştir. Bu grup ise Hz. Peygamber’in ölümünden
sonra Ebû Bekir’i halife olarak kabul etmeyip, onu kendilerinin imamı olarak
saymamaktaydılar. îmâmetin kime ait olduğu ve Hz. Peygamber’in
halifelik görevini kime devrettiği açığa kavuşana dek ona zekât vermeyeceklerini
söylemekteydiler.76
îmâmet Meselesi ve Hz. Ebû Bekir’in
îmâmet makamına geçmesi sonraki dönemlerde mezhebi açıdan bir kırılma
noktasıdır. Şia’da bunun örneğini barizce görmek mümkündür. Şia, Kırtas olayı
ve Üsâme ordusu meselesinde olduğu gibi, bu meseleyi de bir siyasi malzemeye
çevirmiş ve îmâmet prensiplerini bu ihtilaf üzerine bina etmiştir. Şii
düşüncede, Beni Sâide Sakifesi’ndeki îmâmet seçimini, Kırtas olayı ve Üsâme b.
Zeyd’in ordusunun sefere gönderilmesi meselesinden ayrı tutmamak gerekmektedir.
Çünkü Şia’ya göre bu meseleler özü itibariyle aynı konuyu ihtiva etmekteydi.
Onlara göre Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, hem Üsâme ordusunun sefere çıkmasını
engellemiş, hem Hz. Peygamber’in Hz. Ali’yi tayin etmesi için vasiyetini
yazmasına engel olmuş, hem de Hz. Ali defin işlemleri ile iştigal ederken
hilafet meselesini bir oldu-bittiye getirerek kendi kendilerine halife
seçmişlerdir.77 Murtaza Askeri, Ömer b. Hattab ile Ebû Bekir b. Ebi
Kuhafe’nin îmâmet meselesindeki tutumunu şu sözlerle eleştirmektedir:
Sakife’de Ebû Bekir’e biat edildikten
sonra biat edenler gelin götürüyormuşçası- na onu esenlikle mescide götürdüler.
Onlar, Rasûlullah’ın cenazesini defnetmeyi unutmuş kendi işleriyle meşgul
olmuşlardı!”, “Ebû Bekir’e biat töreni bitince salı günü Rasûlullah’ın
cenazesini hatırlayarak Hz. Peygamber’e yöneldiler ve birkaç kişilik gruplar halinde
gelerek hiç kimse kendilerine imamlık yapmaksızın gıyabi olarak Hz.
Rasûlullah’ın cenazesine namaz kıldılar.78
Öte yandan, Şia, Beni Saide
Sakifesi’ndeki ashabın tutumundan ötürü kendilerinin zulme uğratıldığını öne
sürmekte ve Ebû Bekir b. Ebi Kuhafe’yi zalim olarak nitelendirmektedir. Ayrıca
Şii kaynaklar, Hz. Ali’nin, insanların îslam’dan dönmelerini ve tekrar putlara
tapmalarını engellemek amacıyla, kendi niyetini gizleyerek/takiyye yaparak Hz.
Ebû Bekir’e biat ettiğini nakletmektedir. Onlara göre Hz. Ebû Bekir’i halife
seçenler ise işledikleri bu günah sebebiyle kâfir olmuştu. Ancak bilgisizce
biat edenler ve biat ederek Hz. Ali taraftarlığını sürdürenler İslam’dan
çıkmamıştır.79
Şia’nın Hz. Ali’nin halifeliği
meselesindeki bu tutumu, Şiî fikirlerin sistema- tikleşmesinde tevellî-teberrî
ve takiyye kavramlarının oluşmasına zemin hazırlamıştır. İleride ortaya çıkan
bir takım ihtilaflarla beraber Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer hakkındaki bu
hoşnutsuzluk, sahabilerin çoğunu içine alacak şekilde genişletilmiş ve
tevellî-teberrî kavramları ortaya çıkmıştır. Öte yandan Hz. Ali’nin Ebû Bekir
b. Ebî Kuhafe’ye biati hususundaki tutumları ise takiyye prensibinin
oluşmasında etkin rol oynamıştır.81
İşte görüldüğü gibi Hz. Ebû Bekir’in
İmam olarak seçilmesinin beraberinde götürdüğü ashab arasındaki tartışmalar ve
ihtilaflar, yaklaşık bir asır sonra ortaya çıkan Şîa tarafından siyasete alet
edilmiş ve bu ihtilafın varlığı Eş’arî’nin deyimiyle bugüne kadar
süregelmiştir.
İLK ÜÇ HALİFE DÖNEMİNDE ORTAYA ÇIKAN İHTİLAFLAR
(FİTNE HAREKETLERİ VE ZÜMRELEŞMELER)
HZ.
EBÛ BEKİR DÖNEMİNDE ORTAYA ÇIKAN İHTİLAFLAR VE GRUPLAŞMALARA ETKİSİ
Hz. Ebû Bekir döneminde Müslümanları
gerçekten zor durumda bırakacak birtakım problemler vuku bulmuştur. Nitekim
bunların en önemlisi irtidat olaylarının artması ve yalancı peygamberlerin
çoğalması idi. Bunun yanı sıra Hz. Fatıma’nın Hz. Ebû Bekir’le arasında geçen
Fedek arazisi ile ilgili olay ve yerine Hz. Ömer’i halife tayin etmesi onun
döneminde vuku bulan önemli ihtilaflardır. Şehristânî bu olayları mezhepleşmeye
etki eden olaylar arasında saymasına rağmen1, Eş’arî Hz. Ebû Bekir
döneminde Müslümanları fırkalaşmaya götürecek herhangi bir ciddi ihtilafın vuku
bulmadığını belirtmektedir. Dolayısıyla burada Eş’arî’nin Hz. Ebû Bekir
döneminde yaşanan irtidat olayları, yalancı peygamberlerin zuhuru, Fedek
arazisi tartışması gibi bir takım olayların fırkalaşmaya neden olabilecek
önemli ihtilaflardan saymadığını söylemek mümkündür.
Fedek
Arazisi Meselesi
Fedek, bugün Hâit adıyla bilinen
Medine’ye yaklaşık 150 km. uzaklıkta olan Yahudilerin yaşadığı bir yerdi.
Hicretin 7. yılında Hayber’in fethinden sonra Fedekli Yahudiler, topraklarının
yarısını Hz. Peygamber’e vermek şartıyla barış anlaşması yapılmıştı. Yani Fedek
arazisi, Fedek halkı ile Hz. Peygamber arasında yapılan bir anlaşma ile savaşa
gidilmeden elde edilmişti. Savaş yapılmadan kazanıldığı için Fedek arazisi
ganimet olarak askerlere dağıtılmamış, Hz. Peygamber’e tahsis edilmişti. Fedek
arazisinin yanı sıra Medine ve Hayber’de bulunan bazı küçük araziler de Hz.
Peygamber’e aitti.4
Hz. Peygamber’in vefatından sonra önemli
bir ihtilaf da bu arazi ve mallarla ilgili yaşanmıştı.5 Hz.
Peygamber’in kızı Fatıma, harp ganimetlerinden babasına kalan mallardan, başta
Fedek arazisi olmak üzere Medine ile Hayber’deki diğer bütün arazilerden
kendisine intikal eden mirası Hz. Osman ile haber göndererek halifeden
istemişti. Hatta kaynaklarda zikredildiğine göre Hz. Fatıma, evvela bu malların
veraset yoluyla kendisine verilmesini istemiş ardından ise kendisine temlik
edilmesi gerektiğini de iddia etmiştir. Hz. Ebû Bekir de bunun üzerine “Biz
Rasûller, miras bırakmayız. Bizim bıraktığımız her şey sadakadır. ”6
hadisini Hz. Osman’a hatırlatarak, Rasûlullah’ın bıraktıklarından ona pay
veremeyeceğini ve o malların sadaka hükmünde olduğunu Hz. Osman aracılığıyla
Fatıma’ya bildirmiş şöyle demiştir:
“Şimdi ben, Vallahi Rasûlullah’ın
sadakalarını kendi hayatında sadaka olarak bırakmış olduğu şekilden başka bir
şekle çeviremem. Bu konuda kesinlikle Allah Rasûlü nasıl amel etmişse o şekilde
uygulamada bulunacağım. Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki Rasûlullah’ın
akrabalarına karşı sıla-i rahim yapmam, onlarla olan bağı ve hakkı devam
ettirmem bence kendi akrabalarımdan daha öncelikli ve daha efdaldir. Ama bu mal
hususunda benimle sizin aranızda sürtüşme konusu olan mevzuda asla haktan
dönmem. Rasûl-ü Ekrem’i uygularken gördüğüm bir şeyi asla uygulamaya koymadan
asla bırakmam.”7
Bunun
üzerine kaynaklar Hz. Fatıma’nın, Hz. Ebû Bekir’e gücendiğini rivayet
etmektedir. Hatta onunla ölene dek konuşmadığı da rivayetler arasındadır ki Hz.
Fatıma, Rasûlullah’tan yaklaşık altı ay sonra vefat etmiştir.8
Şia’nın Doğuşuna Etkisi: Şîa, Hz. Ebû
Bekir’in halifeliğine karşı olduğu için, onunla alakalı olan hemen hemen her
ihtilafı kendine malzeme olarak kullanmıştır. Önceki bölümde naklettiğimiz
ihtilafların yanı sıra Fedek Arazisi hususunu da Şîa halifeyi acımasızca
eleştirmektedir. Hz. Ebû Bekir’in bu görüşünün “Süleyman
Davud’a mirasçı oldu. ”9 ve “Doğrusu
benden sonra yerime geçecek yakınlarımdan endişelenmekteyim. ”10
ayetleri ile çeliştiğini ve onun kendi fikrine dayanak olarak hadis uydurduğunu
iddia etmektedir.11
Ayrıca Şîa, bu olayı, sonraki yıllarda
oluşturdukları îmâmet nazariyesindeki masumiyet prensibiyle ilişkilendirmiş,
Hz. Fatıma’nın masum olduğunu ona itiraz etmenin asla doğru olmayacağını bu
nedenle Hz. Ebû Bekir’in günah işlediğini öne sürmüştür. Bu hususta modern dönem araştırmacılarından Abdulcabbar Adıgüzel bir
makalesinde şöyle demektedir:13
“Fedek arazisi meselesi Şîa nezdinde son
derece önemli bir konu haline gelmiştir. Öyle ki, bu mesele dolayısıyla Ebû
Bekir b. Ebî Kuhâfe’nin gazap olunan, sapık, ateş ehli olduğu iddia edilirken
bir yandan da Hz. Fatıma’yı kızdırdığı için hilafeti değil, laneti hak ettiği
şeklinde değerlendirmeler yapılmıştır. Kummî, Tefsir’inde: “Allah
ve elçisini incitenler var ya, Allah onları dünyada da ahirette de lanetleyip
rahmetinden uzaklaştırmış; ayrıca onları zelil ve perişan edici bir azap
hazırlamıştır,”14 ayetinin Ali b. Ebî
Tâlib’in karşısında olan, Hz. Fatıma’nın hakkını yiyen ve ona eziyet eden
herkes hakkında indiğini söylemiştir. Bu arada Kummî, Hz. Peygamber’den: “Ben
hayatta iken Fatıma’ya eziyet veren ben öldükten sonra da ona eziyet etmiş
gibidir. Ben öldükten sonra ona eziyet eden de ben hayatta iken ona eziyet
etmiş gibidir. Ona eziyet eden bana eziyet etmiş, bana eziyet eden Allah’a
eziyet etmiştir.” şeklinde bir nakilde bulunduktan sonra böyle kimselerin de
bu ayet kapsamında olduğunu ifade ederek ayrıca bir sonraki ayette “Bir de
mü’min erkek ve mü’min bayanları ncitenler” ibaresinde geçen incitilen
kimselerin de Ali b. Ebî Tâlib ile kızı Fatıma olduğunu belirtir. Böyle bir
vebale girenler için de ayetin sonunda yer alan “işte böyleleri çok büyük bir
iftira ve düpedüz bir günah işlemiştir.” tehdidini de özellikle ifade eder. Bu
yorumlama biçiminde Kummî, üstü kapalı bir şekilde, bilhassa Ebû Bekir b. Ebî
Kuhâfe’ye ve sonra da diğer iki halife ile taraftarlarına gönderme yaptığı
ortadadır.”15
Ridde
Olayları ve Zekât Vermeyenlerin Durumu
Hz. Peygamber’in hastalığını ve ardından
ölümünü fırsat bilen Esved el- Ansî,16 Tuleyha b. Huveylid el-Esedî,17 Müsylimetü’l-Kezzab18 ve Tağlib19 peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkmış
halkın bir kısmını da kendilerine inandırarak peşlerinden sürüklemeye
başlamıştı. Bu kişilerin tamamı, İslam toplumunda adeta zehir saçar gibi nifak
ve ihtilaf tohumlarını halkın arasına saçıyorlardı. Aslında yalancı peygamberlerin
zuhuru Müslümanların fırkalaşmasına doğrudan bir tesiri olmamış ancak dolaylı
olarak etkilediği bir gerçektir. Çünkü bu akımlar dolaylı olarak kalplerine
henüz iman yerleşmemiş olan bazı Müslümanları peşinden sürüklemiş ve Hz. Ebû Bekir’e
olan isyan sürecini hızlandırmıştır.
Kaynaklarda zikredildiğine göre, Üsâme
ordusunu sefere gönderilmesinin ardından, yalancı peygamberlerin de ve onlara
inananların da etkisiyle Kureyş ve Sâkiflîler hariç, hemen hemen bütün
kabilelerden irtidat haberleri gelmeye başlamıştı. Ote yandan Hz. Peygamber’in
vefatını ve Müslümanların Benî Saide Sakife’sinde yaşadıkları olayı fırsat
bilen bazı kabileler; Hz. Ebû Bekir’in halifeliğini tanımayarak, Müslüman
olduklarını, namaz kılıp İslam’ın rükünlerini yerine getireceklerini, ancak
zekât vermeyeceklerini, verirlerse de Hz. Ebû Bekir’e vermeyeceklerini iddia
etmeye başlamıştı. Onların bu tutumu yayılma eğilimi göstermiş ve isyan
hareketine dönüşmüştü. Hatta onlardan bazıları “Rasûlullah
’a aramızda bulunduğu sürece itaat ettik. Ama bu Ebû Bekir’in hâkimiyeti de ne
demek oluyor? Buna şaşıyoruz. ” diyorlardı. Onların bu tutumu Hz. Ebû
Bekir’i onlara müdahale konusunda sıkıntıya sokmaktaydı.
Hz. Ebû Bekir başta olmak üzere diğer
bütün Müslümanlar yalancı peygamberlerle savaşmanın gerekli olduğu hususunda
hemfikirdi. Fakat zekât vermeyenlere gelince bu hususta hemfikir değildiler.
Kaynaklarda zikredildiği üzere Ashab bu hususta ikiye bölünmüştü. Bir kısmı “lâ
ilâhe illallah ” diyen bir kimseyle savaşmanın doğru
olmayacağı kanaatindeydi ancak bunlar da kendi aralarında ihtilafa düşmüştü.
Bazıları zekât toplanmasından vazgeçilmesini tavsiye etmekte, bazı sahabiler
ise onları, zekât hususunda kendi hallerine bırakması, kalplerine iman tamamen
yerleşin- ceye kadar onlara karşı İslam’a ısındırıcı bir tavır içine olması
hususunda Hz. Ebû Bekir’e bazı nasihatler vermekteydi. Fakat Hz. Ebû Bekir
başta olmak üzere bazı sahabiler de zekât vermeyenlerle savaşmanın doğru
olduğuna inanmaktaydı. Dolayısıyla Hz. Ebû Bekir, kendisine yapılan teklifleri
kabule yanaşmamış ve onlarla savaşmaya karar vermişti.
Kaynaklarda nakledildiğine göre Hz. Ömer
ile Hz. Ebû Bekir arasında geçen şu diyalog Hz. Ebû Bekir’in Zekât
vermeyenlerle ilgili düşüncesini açıkça ifade etmekteydi:
“-İnsanlarla niçin savaşıyorsun? Oysa
Rasûlullah ‘Allah’tan başka ilah bulunmadığına, Muhammed’in de Allah’ın Rasûlü
olduğuna şahadet etmelerine kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Eğer onlar
bu sözü söylerlerse canlarını ve mallarını bana karşı korumuş olurlar.’
demişti.”
“-Allah’a yemin ederim ki, onlar bana,
Rasûlullah’a zekât olarak getirdikleri bir oğlağın yularını bile getirmezlerse
onlarla savaşırım. Çünkü zekât malın hakkıdır. Allah’a yemin ederim ki namaz
ile zekât arasında ayırım yapan kimse ile sonuna kadar savaşacağım.”24
Hz. Ebû Bekir Zekât vermeyenlerin
hareketini isyan olarak değerlendirmişti. Ona göre merkezi otoriteye karşı
ayaklanan bu asilere askerî müdahale şarttı. Netice itibariyle o, toplumu
küfre sürükleyen bu nifak hareketlerine engel olmak için, “Eğer
tövbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse yollarını serbest bırakın. ”26
ayeti gereğince kendi halifeliğini kabul etmeyip zekat vermek istemeyen
kabilelerle, kafirlerle savaştığı gibi, savaşmıştı. Bu savaşlarda onların bir
kısmı öldürülmüş, bir kısmı esir olarak alınmış, diğer bir kısmı ise İslam’a
döndürülmüştü.
Hz. Ömer ise yukarıda zikrettiğimiz
vecihle, Ebû Bekir’den farklı düşünmesi nedeniyle ve içtihadı gereğince
halifeliği döneminde Hz. Ebû Bekir’in zekât vermeyenlerden aldığı malları
sahiplerine iade etmiş ve esir olarak aldıklarını serbest bırakmıştı.
Hz. Ebû Bekir’in ehl-i mürtede ve Zekât
vermeyenlere karşı savaşması sonraki dönemlerde yine Şîa’nın tartışma konusu olmuştu.
Zira Şîa’ya göre bu kimseler Hz. Ebû Bekir’in İmâmetini tanımadığı için
ayaklanmıştı. Zaten Hz. Ebû Bekir’in hilafeti bir zulümdü. Ayrıca kaynaklarda
zikredildiğine göre Şiîler, sonraki dönemlerde, Muaviye, Talha ve Zübeyr’in de
Ali b. Ebî Tâlib’e zekât vermediğini, ancak Hz. Ali’nin bu sebeple onlarla
savaşmadığını öne sürerek Hz. Ebû Bekir’in zekât vermek istemeyenlerle
savaşmasının yanlış olduğu kanaatindeydi.
Ayrıca Şiî müellifler zekât vermek
istemeyerek isyan edenlere ehl-i Ridde denilmesinin doğru olmadığını iddia
etmiştir. Modern dönem araştırmacılarından M. Salih Arı eserinde bu konudan
şöyle bahsetmektedir:
“Şiî müellifler Hz. Ebû Bekir’e karşı
gelip, irtidat hareketlerine karışan birçok insanı “Ridde ehli” olarak
görmemektedirler. Onlara göre Medine dışındaki Müslüman gruplardan birçoğu
seçime karşı olduklarından bu adla meşhur olmuşlardır. Onlar sadece Ebû
Bekir’in hilafete getiriliş yöntemine itiraz etmişlerdi. O zamanın maslahatı ve
sonraları tarihin maslahatı, bunların mürtetlikle suçlanmasını gerektiriyordu.
Bundan dolayı onlara Ehl-i Ridde denilmiştir.”30
Hz. Ömer’in Halifeliğe Tayini ve Şiî
Zihniyetin Oluşmasındaki Yeri
Şiî düşüncede tıpkı Hz. Ebû Bekir’in
hilafetinde olduğu gibi Hz. Ömer’in halife seçilmesi de Ali b. Ebî Tâlib’in
hakkını gasp etme olarak değerlendirilmiştir. Bu nedenle Hz. Ali’den önce
ashabın kendilerini idare etmek üzere seçtiği halifeler yasal olarak kabul
edilmemiş ve bu durum onlara karşı kin ve nefret beslemelerine neden olmuştur.
Olay kısaca şöyle gerçekleşmiştir:
Hz. Ebû Bekir, h. 13. yılda hastalanıp,
ölüm anının yaklaştığını anlayınca Abdurrahman b. Avf ve Osman b. Affan ile
istişare ettikten sonra, Hz. Ömer’i yanına çağırmış, ona “Ey
Ömer! Ben seni, Rasûlullah ’ın ashabı üzerine halife seçiyorum. ” demiş
ve Hz. Osman’ı yanına çağırarak ahitnameyi ona yazdırıp, bunu halka duyurmasını
emretmişti. Akabinde bütün ordu komutanlarına “Başınıza
Ömer’i seçtim. Kendim için de Müslümanlar için de hayrı seçtim ” diye
mektup yazarak göndertmiş ti.31
Hz. Ebû Bekir’in halifelik seçiminde
olduğu gibi Hz. Ömer’in halifeliğe tayininde de ümmet arasında farklı görüşler
zuhur etmişti. Müslümanlar bu hususta ihtilafa düşmüş ve ikiye ayrılmıştı.
Bazıları onun adaletine ve cesaretine güvenerek halifeliğine razıydı. Bazıları
ise onun sert ve kaba mizaçlı olduğunu ön plana çıkarıp ondan korkup
çekindiklerinden dolayı, onun halifelik için uygun olamayacağını düşünmekteydi.
Bazı sahabiler halifelik makamına Ömer b. Hattab’ın tayin edildiği haberini
alınca, Hz. Ebû Bekir’e müracaat ederek ona: “Sen
sert ve kaba bir adamı bizim başımıza geçirdin. ” diye
yakınmaya başlamışlardı. Hatta bazı kaynaklar Talha b. Ubeydullah’ın bizzat
halifeye gelerek şöyle demişti: “Sen insanlara Ömer'i halife mi tayin ettin?
Hâlbuki sen onunla birlikte olduğun halde insanların ondan neler çektiğini
görüyorsun. Peki, onları Ömer'le baş başa bırakıp Rabbinle kavuşmaya giderken,
Rabbin sana bunu sorarsa ne diyeceksin?” Fakat Hz. Ebû Bekir Talha’ya “Sen
beni Allah ile mi korkutmak istiyorsun? Eğer Rabbim bana kıyamet gününde bunu
sorarsa, ben ‘Başlarına en iyilerini geçirdim ’, derim. ”
şeklinde cevap vermiş ve bu sözler de muhalif görüşte olanları susturarak bu
ihtilaflara son noktayı koymuştu.33
Hz. Ebû Bekir’in Ömer b. Hattab’ı halife
tayin etmesinin altında onun adaletli, sert ve bilgili olması, akrabası
olmaması gibi bir takım nedenlerin varolduğu bir gerçektir. Hz. Ömer’in tayin
usûlü ile halifelik makamını elde etmesi ve Hz. Ömer’in halifeliğine razı
olmayanların tutumu sonraki dönemlerde Şîa tarafından eleştiri konusu olmuş ve
Hz. Ebû Bekir’in bu hareketini fasid saymıştı. Şîa’ya göre Ömer b. Hattab, Hz.
Peygamber’in bile Hayber’in fethinden başka hiçbir şey için görevlendirmediği
bir kişiydi, böyle bir kişe devletin idaresini ve ümmetin imamlığını teslim
etmek aynı zamanda Hz. Peygamber’e karşı gelmek demekti.34 Şîa bu
eleştirileriyle hem Hz. Ebû Bekir’in fasit bir iş yapmakla günaha girdiğini hem
de Hz. Ömer’in îmâmetinin geçersiz olduğunu öne sürmektedir. Modern dönem
araştırmacılarından M. Salih Arı, Şîa’nın Hz. Ömer’in halifeliğe getirilmesi
hakkındaki düşüncesini şöyle izah etmektedir:
“Şîa kaynaklarına göre35 Hz. Ömer, Ebû Bekir ile
daha önce yapmış oldukları anlaşmadan dolayı halife olarak tayin edilmiştir. Sakife toplantısında, Ömer’in Ebû Bekir’e biate razı
olmasının sebebi ise ancak, Hz. Ali’nin biatine engel olmasından dolayıdır. Şayet serbest bırakılsaydı, kendi nefsini tercih eder ve
orada kendini halife seçtirirdi.”36
HZ.
ÖMER DÖNEMİNDEKİ İHTİLAFLAR
Hz. Ömer’in halifeliği, diğer
halifelerinkine kıyasla fırkalaşma açısından İslam Tarihinin en problemsiz
devri olarak tanımlayabileceğimiz bir zaman dilimidir. Nitekim Eş’arî, Makalâtu’l-İslamiyyin’inde
bu devrin ihtilafsız bir şekilde geçtiğini zikretmektedir.37 Şehristânî ise, bu devirde İslam Hukuku
alanında Miras ve diyetle ilgili, hakkında nass bulunmayan bazı meselelerde
bazı ihtilafların çıktığını nakletmektedir.
Nitekim Hz. Ömer döneminde siyasi manada
hiçbir şekilde fırkalaşmaya veya nifak hareketlerine neden olabilecek bir
hareketin veya bir protestonun vuku bulduğuna dair herhangi bir malumata
rastlanmamıştır. Bize göre bunun en önemli nedenlerinden biri onun dini, idari
ve mali hususlardaki aşırı titizliliği ve tatlı-sertliğidir. Diğeri ise
girişilen birçok fetih hareketleri başarıyla neticelenmesiyle dikkatlerin dâhilden
çok hariçte yönelmesidir. Zira Hz. Ebû Bekir zamanında Ridde ehli ile yapılan
savaşlardan dolayı fetihler hususunda ciddi bir duraklama devri yaşanmış, fakat
Hz. Ömer kendi devrinde bu durağanlığı aşarak birçok yeni yerler fethetmiş,40 Müslümanları ve İslam medeniyetini
yeni kültür ve coğrafyalarla tanıştırmıştı.41
Hz.
Ömer’in İslam Hukukunda Bazı Meselelerle İlgili İçtihatları
Hz. Ebû Bekir’den sonra Hz. Ömer
devrinde sınırların genişlemesi ve hazine- nin zenginleşmesi, hakkında açıkça
nass bulunmayan bazı toplumsal ve hukuki problemleri de beraberinde getirmişti.
Bu problemlerin aşılması fıkbî anlayışı kuvvetli ve şeriatın maksatlarına iyice
vakıf olan Hz. Ömer’in görüş ve içtihatları sayesinde gerçekleşmiştir.
Bu problemlerden biri miras hukukunda
yaşanmıştır. Hz. Ömer miras dağılımında kadın ölür de geride eşi ve ebeveyni
kalırsa eşe mirasın yarısını, anneye kalanının üçte birini, babaya da
kalanının tamamının verilmesine hükmetmiştir. Ayrıca adam ölür de geride eşini
bırakırsa, eşe mirasın dörtte birini, annesine kalanının üçte birini, babasına
da kalanının tamamının verilmesi gerektiğine hükmetmiştir. Bu iki içtihat îslam
Hukukunda “Ömer’in İki Meselesi”
adıyla meşhurdur. Nineye düşen miras ile ilgili olarak çok da olsa altıda bir
pay verilmesi gerektiğine hükmetmiştir. Anne, dede ve kız kardeşin mirastaki
payı ile ilgili ise yarım payın kız kardeşe, kalanının üçte biri anneye,
geriye kalanının tamamının da dedeye verilmesine hükmetmiştir. Ayrıca yine o,
mirasta hakkı olanların haricindeki akrabalara da mirasın geri kalanından pay
verilmesi gerektiğine hükmetmiştir. Hz. Ömer, Kelâlenin, geride babası ve
çocuğu olmayıp da ölen kimse olduğuna ve ölen kişinin kız kardeşlerinin, ölenin
kızlarıyla asabe olduğuna hükmetmiştir. Hz. Ömer görüldüğü gibi Miras Hukukuyla
ilgili ihtilaflı meseleleri kendi içtihadıyla çözüme ulaştırmıştır.
Yine Hz. Ömer kendi devrinde yaşanan
kıtlık senesinde zekât almayıp zekâtı ertelemesi ve hırsızlık gibi had
cezalarını geçici olarak uygulamaması, vuku bulan anlaşmazlıkları engellemiştir.43 Onun önemli bir kararı da Haraç
konusundadır. Şöyle ki; O, Hz. Ali ve Muaz’ın görüşlerini de alarak fethedilen
yerlerin mücahitlere dağıtılmamasına karar vermişti. Bu durum yine sahabiler
arasında ihtilafa neden olmuştu. Hz. Ömer bu hükmünün sebeplerini ve
delillerini sahabilere anlatınca bu duruma razı olmuşlardı.44 Diğer bir ihtilaf da dişlerin ve
parmakların diyetleri hususunda vukubulmuştur.45 Hz. Ömer
dişlerin diyetiyle ilgili olarak her azı diş için bir deveye hükmetmişti.46
Başparmak ile işaret parmağına yarım diyet, orta parmağın diyeti olarak on
deve, küçük parmağın diyeti olarak altı deve, orta parmağın yanındaki parmağın
diyeti olarak ise dokuz deve ödenmesi gerektiğine hükmetmiştir. Ancak bu
hususta Hz. Ali, Abdullah b. Mes’ud ve Abdullah îbn Abbas, parmakların diyeti
hususunda, Hz. Ömer’e muhalif olarak, her bir parmak için on deve ödenmesi
gerektiğine hükmetmişlerdir.47
îşte Hz. Ömer zamanında iyice
sistematikleşmeye başlayan îslam Hukuku bu fıkhı süreçte bir takım ihtilaflarla
karşılaşılmış ve Hz. Ömer de bu hukuki meselelerde, ashabın ileri gelenleriyle
istişare edip içtihadıyla hükmederek, bu ihtilafları ortadan kaldırmıştır.
Ancak zaman zaman Hz. Ömer’in içtihadları da ashab arasında tartışma konusu
olmuştur. Bu ihtilaflar, fıkhî mezheplerin oluşması açısından önem arz etse de,
itikadî-siyasî mezheplerin oluşması açısından pek dikkate değer bir ihtilaf
değildir. Bu sebeple olsa gerektir ki, yukarıda da zikrettiğimiz gibi Eş’arî bu
dönemde Müslümanların fırkalaşmasında rol oynayan sebepleri sıralarken Hz.
Ömer döneminin sorunsuz geçtiğini zikretmektedir.
Şûrâ
Olayı ve Şiâ’nın Doğuşundaki Rolü
Kaynaklarda nakledildiğine göre Muğîre
b. Şu’be’nin Ebû Lü’lü adında, Hıristiyan bir kölesi vardı. Hz. Ömer arasında
geçen bir diyalog sebebiyle,49 Ebû Lü’lü Hz. Ömer’i öldürme kararı
almış ve bir gün sabah namazı esnasında Hz. Ömer’i zehirlı
bir hançerle ağır bir şekilde yaralamıştı. Hz. Ömer ise yaralı halde evine
getirilmişti.
Hz. Ömer’in Halife Bırakmak İstememesi:
Rivayetlere göre bazı Müslü- manlar sık sık Hz. Ömer’e gelip yarasının ölümcül
olduğunu öne sürerek ona yerine bir halife bırakmasını önermekteydi. Fakat Hz.
Ömer’in onlara şöyle buyurduğu nakledilmektedir:
“Yani işinizi sağken de öldükten sonra
da ben mi üstümde taşıyayım? Mamafih, birisini seçecek olsam bu caizdir. Zira
benden daha hayırlı olan Ebû Bekir seçmiştir. Birisini seçmeyecek olsam bu da
caizdir. Zira benden daha hayırlı olan Rasûlullah da seçimi terk etmiştir. Ben
isterim ki bundan nasibim başa baş olsun.Ne lehime ne de aleyhime.. .”51
Şûranın Belirlenmesi: Şûranın
belirlenmesi ve istişare meclisinin kurularak Hz. Osman’ın halifeliğe seçilmesi
îslam Tarihinin sancılı dönemlerinden biridir. Nitekim Şehristânî el-Milel
ve’n-Nihâlinde bu döneme değinerek, Müslümanların bu olayda ihtilafa
düştüklerini, ancak istişare meclisi üç gün içinde gerekli görüşmeleri yapıp
ittifakla Hz. Osman’ı halifelik makamına seçmekle bu ihtilafın giderildiğini kaydetmektedir.
Temel îslam Tarihi eserlerinde
nakledildiğine göre Hz. Ömer’e halifelik ile ilgili sorulan sorular sıklaşmış,
artık bu durumdan rahatsız olmaya başlamıştı. Bunun üzerine, uzun bir müddet
düşünerek, gördüğü bir rüyanın da tesiri altında kalıp, hicretin 23. yılında
Aşere-i Mubeşşere’den olan sahabilerden altı kişilik bir şûra meclisi
belirlemişti. Bu sahabiler; Hz. Osman, Hz. Ali, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b.
Avâm, Sa’d b. Ebî Vakkas ve Abdurrahman b. Avf idi. Nakillere göre Hz. Ömer nifaka
sebebiyet vermemesi için Şûrâ üyelerinin seçiminde çok hassas davranmış ve akrabalarını
ise bu işten uzak tutmuştu. Bunun üzerine Hz. Ömer bu altı sahabeye
haber göndererek onları huzuruna çağırtmış fakat Talha b. Ubeydullah Medine dışında
bulunduğundan o Hz. Ömer’in huzuruna gelememişti.54 Hz.
Ömer onlara ölümünden sonra Müslümanların ihtilafa düşmesinden korktuğunu
anlatarak bu sebeple aralarından birini seçmek üzere bir odaya kapanıp istişare
etmelerini onlardan istemişti.55 Şûrâ üyeleri bir odaya kapanarak
istişareye başlamıştı. Fakat rivayetlere göre içerde bir ara ciddi hararetli
tartışmalar olmuş ve sesler yükselmişti. Bunun üzerine Hz. Ömer istişareyi
geçici olarak iptal etmiş ve onlara kendisi öldükten sonra aynı şekilde toplanmalarını,
üç gün içinde nihai kararı vermelerini, bu işin dördüncü güne kesinlikle
sarkmamasını, oğlu Abdullah’ı da istişare müşaviri yapmaları gerektiğini ancak
onu emirliğe bulaştırmamaları gerektiğini onlara anlatmıştı. Öte yandan eğer
Talha bu üç günde Medine’ye gelmezse onu da seçilen halifeye itaat hususunda
ikna etmelerini emretmişti. Akabinde, Ebû Talha el-Ensârî'ye elli kişilik bir
birlik oluşturup seçimin güvenli ve özgür bir ortamda yapılabilmesi için
istişare meclisini korumasını; Mikdâd b. Esved'e şûrâ üyelerini istişare
yapılacak yerde toplamasını; Süheyb b. Sinan’a ise bu üç günlük süreçte namazı
kıldırmasını emretmişti. Ardından Ebû Talha’ya şöyle buyurmuştu:56
“Eğer onlardan beş
kişi bir görüşte birleşip de birisi muhalefet ederse, onun başını kılıçla vur.
Eğer dört kişi bir arada görüş beyan eder de iki kişi ters düşerse onların da
başlarını vur. Eğer onların üçü bir arada bir görüşe sahip olur, diğer bir üçü
de başka bir görüş ileri sürerse Abdullah b. Ömer'i hakem tayin ediniz.
Ve eğer Abdullah'ın
hakemliğini kabul etmezlerse Abdurrahmân b. Avf in içinde bulunduğu üç kişiye
uyunuz ve ümmetin içtima ettiği görüşe muhalefet ederlerse diğer üç kişiyi de
öldürünüz”57
Sonra Ali b. Ebî Tâlib, Osman b. Affan
ve Sa’d b. Ebî Vakkas’ı halife seçilmeleri durumunda kendi soylarını ve
akrabalarını insanlara yük etmemeleri hususun da tek tek ikaz etmiştir.
Görüldüğü gibi, Ömer b. Hattab, önce
şûra üyelerini, daha sonra da diğer görevlendirdiği kişileri birer birer ikaz
etmiş ve sağlıklı bir seçim yapılması için bütün tedbirleri almıştı. Çünkü şûra
üyelerinden herhangi birinin razı olmadığı bir imamın seçilmesi,
etkileri belki de asırlar boyu devam edebilecek bir nifaka ve ihtilafa sebebiyet
verecekti.
Hz. Osman’ın Halifeliğe Seçilmesi: Hz. Ömer aldığı yaraların etkisiyle giderek ağırlaşmaya
başlamış ve hicretin 23. yılında vefat etmişti. Süheyb b. Sinan er- Rumî
tarafından kılınan cenaze namazının ardından Hz. Peygamber’in kabrinin yanına
defnedilmişti.59 Ardından, Kaynaklarda zikredildiğine göre, Mikdad
b. Esved şûra üyelerini toplamıştı. Üyeler bir araya geldiklerinde Talha b.
Ubeydullah henüz Medine’ye varamamıştı. Ebû Talha el-Ensarî ise Hz. Ömer’in
sağlığında kendisine buyurduğu gibi elli kişilik bir askerî bölük oluşturarak
istişare mekânının kapısında beklemeye koyulmuştu.60
Uzun tartışmalar
neticesinde Zübeyr b. Avvâm îmâmet hakkını Ali b. Ebî Tâlib’e, Sa’d b. Ebî
Vakkas da emirlik hakkını Abdurrahman b. Avfa bırakmıştır.61 Bundan
sonra Abdurrahman b. Avf, Hz. Ali ve Hz. Osman’a hilafetten vazgeçtiğini,
ikisinden halifeliğe en layık olanını imam seçeceğini, seçtiği imama kayıtsız
şartsız itaat etmeleri gerektiğini söylemişti.62 Kaynaklarda
anlatıldığına göre Abdurrahman b. Avf o gece Rasûlullah’ın ashabının ileri
gelenleriyle bir bir görüşüp hepsinin görüşünü almıştı. Daha sonra Medine’de
karşılaştığı zatlarla, ordu komutanlarıyla, askerlerle, mümin kadınlarla,
çocuklarla, Medine’ye gelen kervanlarla, göçebelerle ve Müslümanların ileri
gelenleriyle birçok istişarelerde bulunup ve onların da görüşlerini
değerlendirmişti. Son gün bütün ashabı mescide toplamıştı. Ardından hutbeye çıkarak,
Hz. Osman’ı halifeliğe tayin etmişti. Bunun üzerine Müslümanlar Hz. Osman’ın
yanına gelerek ona biat etmeye başlamıştı.63 Talha b. Ubeydullah,
Hz. Osman’a biat edildiği gün şehre varmıştı. Olanları öğrenince uyumsuzluk
çıkartmayıp, Hz. Osman’a biat etmişti.64
Görüldüğü gibi, Abdurrahman b. Avf bütün
sorumluluğu kendi üzerine almış ve en faziletli olanı seçmek için elinden gelen
bütün gayreti sarf etmeye koyulmuştur. Sonra şûrâ üyelerinin sayısını ihtilafa
düşmeden, ikiye indirmiş, bu iki kişi hakkında da kamuoyu araştırması yaparak
Medine’nin nabzını yoklamış ve Hz. Osman’ı halife seçmişti.
Şûrâ olayı ve Hz. Osman’ın halifeliğe
seçilmesi meselesi fırkalaşmada önemli rol oynamıştır. Şia’nın en çok
eleştirdiği mevzulardan biri bu meseledir. Şîa, Hz. Ömer yerine halife bırakmak
istememesi hususunda kendini Hz. Ebû Bekir’le kıyaslamasını Rasûlullah’ın
sünnetini terk etmek ve sıradan birinin yaptığı bir işi kendine ölçü edinmek
olarak yorumlamıştır. Ayrıca onun Şûrâ oluşturmakla Rasûlullah’ın sünnetine
riayet etmediğini iddia etmektedir.65 Bununla beraber bazı Şiî müellifler,
Hz. Ömer’in ihtilafa düşmeleri durumunda kimin öldürülüp kimin öldürülmeyeceğiyle
ilgili rivayetini eleştirerek; Şûrâ’yı evvela altı kişi ile sınırladığını;
sonra ise her birini imamlık için eksik bularak işi evvela dört kişiye, sonra
ise eksiklikle ve güçsüzlükle nitelediği bir kişiye havale ettiğini;
dolayısıyla seçim sistemine muhalif davrandığını ve seçimin fasid olduğunu öne
sürmüştür.66
Ayrıca Şiî müellifler Hz. Ali’nin
dışındaki diğer bütün üyeler için Hz. Ömer’in sözlerini naklederek, onun Ali b.
Ebî Tâlib’in dışındaki diğer üyelerin hepsini kusurlu bulduğunu ancak yine de
halifelik için aday gösterdiğini, bunun bir çelişki olduğunu iddia etmiştir.67 Şiî müellifler Hz. Ömer’in Hz. Ali’yi
seçmek istediğine dair bazı rivayetlere eserlerinde yer vererek aslında
gönlünün Hz. Ali’den yana olduğunu, ancak bu işin sorumluluğunu üslenmek
istemediğini nakletmekte ve böyle düşündüğü için eleştirilmektedir.68 Netice itibariyle Hz. Ömer’in Şûrâ
tayin etmesi ve Şûrânın da Hz. Osman’ı halife seçmesi sonraki dönemlerde
Şîa’nın doğuşunda önemli rol oynamıştır.
HZ.
OSMAN DÖNEMİNDEKİ İHTİLAFLAR VE MEZHEPLEŞMELERE ETKİSİ
Hz. Osman dönemini tarihçiler sükûnet
açısından iki döneme ayırmaktadır.69 Birinci dönem h. 24 ile 30 yılları
arasındaki zaman dilimidir ki bu zaman zarfı ihtilafsız, sükûnet içinde geçmiştir.
Çünkü olayların dış politikada yoğunlaşmıştı. Karada ve denizde devam eden
fetihler; Afrika, Endülüs, Ermenistan ve Kıbrıs gibi birçok yerlerde yapılan
savaşlar ve elde edilen fetihler halkın yüzünü güldürmüş. Dolayısıyla
dikkatler dâhilden daha çok harice yönelmiş durumdaydı. İkinci dönem ise h. 30
ile 36 yılları arasıdır. Bu dönem ise karışıklıkların, ihtilafların ve
fitnelerin vuku bulduğu dönemdir.
Hz. Ömer’den sonra şûra ile halifelik
makamına intihap olunan Hz. Osman, kendi döneminde bazı sebeplerden dolayı pek
çok siyasi ve dini kararlar alarak uygulamaya koymuştur. Hz. Osman’ın dinî,
ekonomik, idari, askerî ve siyasî alanlardaki icraatlarının çoğu, bazı
Müslümanlar tarafından şiddetle tenkit edilmiş ve Müslümanların fırkalaşmasına
neden olmuştur. Öte yandan zuhur eden bu ihtilaflar, hem halkın bir kısmını
halifeye karşı isyana sevk etmiş hem de Ali b. Ebî Tâlib zamanında cereyan
eden olayların sebebi olmuştur. Netice itibariyle asiler, Osman’ın hataya düştüğünü
ve doğru yoldan ayrıldığını iddia ederek, isyan etmiş ve onu şehit etmiştir ki onların
karşı çıktıkları hususlar ne yazık ki asırlarca bir ihtilaf konusu olmuştur.
Bunun yanı sıra Hz. Osman’ın öldürülmesi İslam devletinin en önemli siyasî ve
dinî meselesi olmuştur. Çünkü ilk kez Müslüman olduğunu iddia eden bir grup
tarafından Müslüman bir kimse/halife canice katledilmişti.
Valilerle
İlgili Tutumu Nedeniyle Ortaya Çıkan İhtilaflar
Velid b. Ukbe’nin Küfe Valiliğine
Tayini: Hz. Osman Halife olduktan sonra Küfe valisi olan Muğîre b. Şu’be’yi
hicretin 24. senesinde görevden alarak yerine Sa’d b. Ebî Vakkas’ı
görevlendirmişti. Sa’d b. Ebî Vakkâs, Hz. Osman döneminde görevlendirilen ilk
valiydi. Fakat tayin halkın tepkisine yol açmamıştı. Kaynaklarda belirtildiğine
göre Hz. Osman bu atamanın sebebinin Muğîre b. Şu’be olmadığını ve bu tayini
Hz. Ömer’in vasiyeti üzerine gerçekleştirdiğini olduğunu zikretmişti.
Bu atamadan yaklaşık bir yıl sonra Sa’d
b. Ebî Vakkas ile Küfe Beytü’l-Mal idarecisi olan Abdullah b. Mes’üd’un
arasında cereyan eden76 bir
tartışma neticesinde, Hz. Osman, Sa’d’ı görevinden azledip yerine Hz. Ömer
devrinden beri el- Cezire’de valilik yapmakta olan, halifenin üvey kardeşi olan
Velîd b. Ukbe’yi77
tayin etmişti. Bu atama sükünet döneminde çok fazla dikkat çekmemiş, ancak
Hilafetinin son yıllarında, halk Velîd b. Ukbe’nin uygulamalarından rahatsız
olunca, bu tayinden ötürü halifeyi suçlamaya başlamıştı. Küfeliler bu tayin
için: “Halife, Rasûlullah ’ın sadık, tecrübeli ve mülayim bir dostunu
valilikten azlederek; fâcir, serseri ve ahmak kardeşini valilik makamına
getirmiştir. ” diye söylenerek halifenin bu icraatına
karşı olan tavırlarını ortaya koymuştu.
Said b. el-As b. Umeyye’nin Küfe
Valiliğine Tayini: Kaynaklarda nakledildiğine göre h. 30 yılında, vali ile
halk arasında cereyan eden bir takım olaylar Velid b. Ukbe’nin valilikten
alınmasına neden olmuştu. Bu olayların keyfiyeti hususunda kaynaklarda farklı
rivayetler yer almaktadır. Tarihçilerin meşhur olarak nitelendirdikleri bir
rivayete göre, Velid b. Ukbe, kendisiyle ile aralarında husumet bulunan Züheyr
b. Cundeb, Mürevvi b. Ebî Mürevvî, Şebyl b. el-Ubey adlı gençler tarafından içki
içmekle suçlanmıştı, bu iftiralarına delil getirmek için de valinin mührünü
çalıp halifeye getirmişlerdi. Bunun üzerine halife Velid b. Ukbe’yi görevden
almıştı.
Osman b. Affan, akabinde, h. 30 yılında
Velid’in yerine Umeyyeoğulları’ndan olan, Said b. el-Âs b. Umeyye’yi tayin
etmiştir. Said b. el-Âs görevinde yeni olduğu ilk yıllarda Küfe halkı ile çok
iyi ilişkiler geliştirmiştir. Fakat kaynaklarda ifade edildiğine göre o, bir
toplantısında Küfe’nin ileri gelenlerine “Küfe
arazisi Kureyş ’in bahçesidir. ” söyleyince, bu söz halk ile arasının
açılmasına sebep olmuş ve daha sonra da durum düzeltme yoluna gitmemiştir.
Özellikle muhalifler tarafından bu söz daha sonra büyük tepkilere yol açmış;
Hz. Osman’ın ve Said b. el-As’ın aleyhinde propagandalara ve kışkırtmalara
sebep olmuştur.
Abdullah b. Sa’d’ın Mısır Valiliğine
Tayini: Hz. Osman, h. 18 yılında Hz. Ömer döneminde onun iznini alarak Mısır’ı
fetheden ve ardından da buraya vali olarak göreve başlayıp uzun süredir burada
valilik yapan Amr b. el-As’ı h. 27. Yılda görevden alarak yerine halifenin
sütkardeşi Abdullah b. Sa’d’ı tayin etmişti.
Bu olay Hz. Osman’ın aleyhinde fitne
ateşini bir derece daha körüklemiştir. Çünkü Amr b. el-As Mısır topraklarını
fethederek uzun bir süre de yönettiği için Mısır ve civarında onun ciddi bir
saygınlığı ve çevresi vardı. Hal böyle iken Hz. Osman’ın kendisini azledip
yerine başka bir vali tayin etmesi, üstelik tayin ettiği bu valinin, halifenin
sütkardeşi olması ve halk arasında büyük bir tepkiye sebep olmuştu. Ayrıca
tepkilere neden olan diğer bir mesele de Abdullah b. Sa’d’ın geçmişi idi.
Kaynaklarda anlatıldığına göre Abdullah b. Sa’d Medine’ye hicretten sonra bir
dönem irtidat ederek Mekke müşriklerinin yanına dönmüştü. Sadece dinden
çıkmakla kalmayıp, Mekke müşriklerini Müslümanlar aleyhine kışkırtmaya
başlamıştı. Hz. Peygamber bütün bu yaptıklarını göz önünde bulundurarak
Mekke’nin fethinde onu kanı helal sayılanlar arasına dâhil etmişti. Bu emre
göre görüldüğü yerde ilk öldürülmesi gerekenlerdendi. Daha sonra ise
sütkardeşi olan Osman b. Affan aracılığıyla Hz. Peygamber’den af dilemişti. Hz.
Peygamber ise kısa bir tereddüdün ardından Hz. Osman’ın ricası üzerine onu
affetmişti.86 İşte, daha sonra Hz. Osman’a karşı ayaklanan asiler,
hassaten Mısırlılar, bu olayı göz önünde bulundurarak “geçmişinin
böyle- sine karanlıklarla dolu olan, Hz. Peygamber’in bir zamanlar kanını helal
saydığı bu şahsın valiliğe getirilmesinin uygun olmadığını ”
iddia etmekteydi. Bu mesele de fitneyi derinden körüklüyordu.
Abdullah b. Amir’in Basra Valiliğine
Tayini: Şehrsitânî’nin naklettiğine göre Hz. Osman’ın Müslümanlar arasında
tepkilere yol açan diğer bir faaliyeti de Basra’da valilik görevinde bulunan
Ebû Musa el-Eş’arî’nin h. 29. yılda azledilip yerine Hz. Osman’ın dayısının
oğlu olan Abdullah b. Amir’in tayin edilmesiydi.
Bu tayinin arkasında da bir takım
sebepler bulunmaktaydı. Zira Basra halkı vali Ebû Musa’nın idari ve siyasi
icraatlarını beğenmiyordu. Bu durum halkın zaman zaman tepkilerine de sebep
olmaktaydı. Nitekim bir gün Basra’da İzec halkı ile Kürt- lerden bazıları
valiye karşı isyan etmiş, halkın büyük çoğunluğu da bu isyanı desteklemişti.
Bu durumu haber alan Hz. Osman olaya müdahale etmiş ve Ebû Musa’yı az-
letmişti. Hatta isyancılarla Hz. Osman arasında şöyle bir diyalog geçmiştir:
“Hz. Osman onlara vali olarak kimi istediklerini sorunca, onlar Ebû
Musa’yı kastederek: ‘Bizim topraklarımızı yiyen bu adamdan başka kim olursa
olsun kabul ediyoruz. ’ cevabını vermişti. ” Bunun üzerine Hz. Osman Ebû Mûsa’yı
azledip yeğeni Abdullah b. Amir’i valilik makamına getirmişti.88
Şam Valisi Muaviye b. Ebî Süfyan’ın Yetkilerinin Genişletilmesi:
Hz.
Ebû Bekir döneminde kardeşi Yezid’le
beraber öncü kuvvet olarak h. 13 yılında Suriye fetihleri için sefere gönderilmiş
olan Muaviye bu savaşlarda kardeşiyle beraber ciddi başarılara ve fetihlere
imza atmıştı. Gazze, Dasin, Ürdün, Hıms, Dımeşk ve Şam
gibi birçok yerlerde yapılan savaşlarda da ciddi başarılar elde edince h. 19 yılında
Hz. Ömer tarafından Şam’a vali olarak tayin edilmişti. Hz. Osman döneminde de
Muaviye’nin görevine devam etmesi ve azledilmemesi daha sonra asiler tarafından
onun da diğer atanan valiler gibi Umeyyeoğulları’ndan olmasıyla
ilişkilendirile- rek “Muaviye b. Ebî Süfyan zaten
Umeyyeoğulları ’ndandır, dolayısıyla halife tarafından değiştirilmesine gerek
duyulmamıştır. ” şeklinde yorumlanmıştır.90
Bu durum daha sonra çıkabilecek fitne hareketlerini de körüklemeye yetmiştir.
Hz. Osman Muaviye’nin yetkilerini daha
da artırmıştı. el-Cezire, Kınnesrin, Hama, Hıms ve Havran bölgeleri Şam
bölgesine yakın olmasına rağmen Umeyr b. Sa’d’ın valiliği altındaydı. Muaviye
b. Ebî Süfyan’ın sorumlu olduğu bölgeler ise sadece Şam ve civarı idi. Umeyr
b. Sa’d yaşının ilerlemesi ve hastalanması sebebiyle valilik görevinden çekilmek
isteyince, Hz. Osman onu azlederek, valiliği altında bulunan tüm bölgeleri
Muaviye’nin bölgesine dâhil etmiştir.91 Bu durum onun zaten
potansiyel olarak var olan nüfuzunu ve prestijini daha da artırmıştı. Hz. Osman
dönemindeki valilerin en başarılı olanı, halk üzerinde ciddi etki bırakan,
siyasi, askeri hem de ekonomik anlamda büyük başarılara imza atan Muaviye b.
Ebî Süfyan’dı. Bu yüzden Şam’da oluşturduğu teşkilat bazı tarihçiler tarafından
Emevî saltanatının alt yapısını oluşturmak şeklinde yorumlanmıştır.
Ümeyyeoğulları’na Karşı Tutumu ve
Ekonomik Politikalar
Hakem b. Ebi’l-As’ın Sürgünün
Kaldırılması: Hakem b. Ebi’l As Hz. Osman’ın amcası
olup, Hz. Peygamber başta olmak üzere birçok Müslümana eziyet eden azılı Mekke
müşriklerindendi. Bu durum Mekke’nin fethine kadar devam etmişti. Mekke’nin
fethinde hicretin 8. yılında oğlu Mervan ile birlikte Müslüman olmuştu.
Rivayetlere göre müşrikken Hz. Peygamber’e olan saygısızlığını Müslüman olduktan
sonra da devam ettirmekteydi. Kaynaklarda Hakem b. Ebi’l-As’m, Rasûlullah
biriyle konuşuyorken onun arkasında durup bazı hareketlerini ve mimiklerini
kaş göz yapıp burnunu oynatarak alay edercesine onu taklit ettiği nakledilmektedir.94
Yine bir gün Hz. Peygamber Hakem’in de aralarında bulunduğu bir topluluğa bir
konudan bahsetmiş, ardından anlattığı bu meseleyi başkalarına kesinlikle söylememeleri
için onları uyarmıştı. Fakat o, Hz. Peygamber’in sözlerini değiştirip ilaveler
ve eksiltmeler yaparak birçok kişiye aktarmıştı.95
Hz.
Peygamber bütün bu olumsuz durumlarını göz önünde bulundurarak, onu Taife
sürmüştü.96 Rasûlullah’ın vefatından sonra Hz. Ebû Bekir döneminde
Hz. Osman ısrarla halifeye giderek amcasının sürgün cezasının kaldırılmasını
istemiş fakat Hz. Ebû Bekir buna müsaade etmemişti. Hz. Ömer’in halifelik
zamanında da aynı talepte bulunmuş ancak bir netice elde edememiş, hatta bir
rivayete göre Hz. Ömer bu duruma kızarak Hakem’i bulunduğu yerden 40 fersah
daha öteye sürmüştü. Bu rivayetlerden de anlaşılacağı üzere Hz. Ebû Bekir’le
Hz. Ömer’in fikri “Rasülullah’ın
kovduğu bir adamın tekrar sürgün cezasının kaldırılmasının doğru olmayacağı ” yönündeydi. Fakat Hz. Osman’ın fikri
ise “hiçbir kişi ömrünün
sonuna kadar sürgünde kalamayacağı ”
yönündeydi
Nitekim Hz. Osman kendi halifeliğinde
Hakem b. Ebi’l-As’ın sürgün cezasını kaldırarak onu oğluyla birlikte Medine’ye
çağırmış, kendisine de yüz bin dirhem tahsis etmişti. Ashab Hz. Osman’a bu
icraatının sebebini sorunca, Ashaba: “Rasül-ü
Ekrem onun ıtlakını bana va’d buyurdu fakat icrasına vakit müsait olmadı. ”
şeklinde cevap vermişti. Bu sözüyle o Rasûlullah hayattayken ondan amcasının
geri getirilme-
si hususunda söz aldığını
kastetmekteydi." Fakat her ne kadar durum böyle olsa da Hz. Osman’a karşı
ayaklananlar bunu bir sebebi olarak saymıştı. Hz. Osman’ın bu faaliyeti de halk
arasında hoşnutsuzluğa ve ihtilaflara sebebiyet vermişti. Sonraki dönemlerde Şîa
tarafın da eleştirilmiş100 ve
Osman b. Affan Allah’ın emirlerine uymamakla suçlanmıştı.
Mervan b. Hakem’in Devlet Kâtipliğine
Tayini ve Evlendirmesi: Hz. Osman amcası Hakem’in sürgün
cezasını kaldırıp onu Medine’ye çağırmasının ardından 20 yaşlarında olan oğlu
Mervan b. Hakem’i devlet kâtipliğine tayin etmişti. Devlet kâtipliği, o
dönemde devletin sekreterliği ve halifenin mührünün taşıyıcılığı gibi önemli
görevleri ihtiva etmekteydi. Bu tayin halkın çoğunu pek kızdırmıştı. Çünkü
Ensar ve Muhacirinden, ashabın büyüklerinden birçok güvenilir ve mühim eşhas
du- ruyorken genç ve tecrübesiz birinin başbakanlığa denk sayılabilecek
böylesine mühim bir göreve getirilmesi ashab tarafından hoş karşılanmamıştı.
Öte yandan Mervan b. Hakem genç ve görevinde tecrübesiz olmasına rağmen
sahabeden bazılarıyla tartışmaya girmekte ve onları eleştirmekteydi. Hatta
kaynaklarda Hz. Ali ile bile sık sık tartışmaya girdiği de nakledilmektedir.101
Bunun yanı sıra halife adına bazı
kararlar alıp yanlış uygulamalara varmaktaydı. Buna en önemli örnek Mısır’a
halifenin mührünü kullanarak Hz. Osman’dan habersiz mektup yollaması
meselesiydi. Kaynaklarda anlatıldığına göre Mısır valisinin yanlış
uygulamalarından rahatsız olan halkın ileri gelenleri Hz. Osman’a gelip bu
durumu şikâyet etmişlerdi. Hz. Osman, Hz. Ali’nin de fikrini alarak bu
kişilerin arasında bulunan Muhammed b. Ebû Bekir’i vali tayin ederek Mısır’a
yollamıştı. Onlar Mısır’a doğru yola çıktıklarında hızlıca yanlarından gelip
geçen bir köle görmüş ve onun bu acelesinden şüphelenmişler. Onu durdurup
konuşturduklarında o Mervan b. Hakem’in kölesi olduğunu ve Mısır valisine doğru
gitmekte olduğunu itiraf etmişti. Bunun üzerine kölenin üstünü arayan
Mısırlılar üzerinde Mervan b. Hakem’in yazıp mühürlediği şöyle bir mektup ele
geçirmiştiler: “Muhammed b. Ebû Bekir ve falan falan
kişiler sana geldiklerinde onları öldür ve bu mektubu imha et. Yeni bir emir verinceye
kadar işlerine devam et. Seni şikâyet için bana gelenleri hapset. ” Bu
olay bütün Medine’de yayılınca artık Mervan’ın halifeden habersiz halife adına
yapmaya çalıştığı bu uygulama ortaya çıkmış oldu. Bu ve bu gibi diğer bazı
olaylar muhaliflerin Hz. Osman’a karşı eleştiriye sevk etmeye yetmişti.
Şehristânî’nin
naklettiğine göre Hz. Osman bu tayinin ardından kızını Mervan b. Hakem’le
evlendirmişti. Mervan b. Hakem,
yukarıda bahsettiğimiz gibi babası
nın Rasûlullah’a karşı olan tutumuyla,
kendisinin tecrübesizliğiyle, bazı yanlış uygulamalarıyla ve bazı sahabilerle
giriştiği tartışmalarla zaten halkın gözünden iyice düşmüştü. Halifenin böyle
birine kızını vermesi elbette bazı tartışmaları da beraberinde getirmiş ve
nifak hareketlerine neden olmuştu.
Halifenin Bazı Akrabalarına İhsanları:
Hz. Osman’ın tenkit edilen ve ihtilaflara
sebebiyet veren icraatlarından biri de devlet hazinesinden kendi akrabalarına
bazı tahsisatlarda bulunmasıdır. Bu tahsisat hakkında en çok eleştirilere maruz
kalan hareket ise îfrikiyye ganimetleri ile ilgiliydi. Fakat bu hususla alakalı
nakledilen rivayetler tetkik edildiğinde tarihçiler arasında görüş birliği
olmadığı görülecektir. Kaynaklarda ifade edildiğine göre Hz. Osman Abdullah b.
Sa’d b. Ebî Serh’i Afrika seferlerine gönderirken, savaştan galip ayrılması
halinde kendisine ganimetlerin beşte birinin beşte birini, yani yüzde dördünü
vereceğini vaat etmiştir. Bunun üzerine Abdullah b. Sa’d Afrika gazvesinde
galip gelince ele geçirdiği ganimetlerin beşte dördünü askerlere dağıtmış, geri
kalan beşte birlik payın beşte birini kendi alıp, dördünü Hz. Osman’a
vermiştir. Bazı rivayetlere göre Hz. Osman kendine ait olan kısım beş yüz dinar
karşılığında Mervan b. Hakem’e satmıştır. Fakat îbnü’l-Esîr’in rivayetine göre
Abdullah b. Sa’d önderliğinde yapılan ilk gazvelerden Abdullah b. Sa’d’a;
Mervan b. Hakem komutalığında yapılan ikinci gazvelerden de Mervan b. Hakem’e
pay verilmiştir.[1]
[2]
Şehtristânî ise Hz. Osman’ın iki yüz bin dirhem değerinde olan îfrikiyye
ganimetlerini Mervan b. Hakem’e teslim ettiğini nakletmekte ve bu durumu
Hz. Osman döneminde mezhepleşmeye etki
eden ihtilafların arasında zikretmektedir.[3]
Öte yandan diğer bir tahsisat da Fedek
arazisi ile ilgili olmuştur. Fedek arazisinin Hz. Peygamber zamanından Hz.
Ömer zamanına kadar durumunu yukarıda Hz. Ömer zamanında Hz. Ali ile Hz. Abbas
arasındaki anlaşmazlıktan dolayı Hz. Ömer bu araziyi Fatıma’nın mirasçısı olan
bu iki sahabeye temlik edememişti. Hz. Osman döneminde ise îbn Kuteybe, el-Ma’ârif adlı
eserinde, Hz. Osman’ın Fedek arazisini Mervan b. Hakem’e ikta olarak verdiğini
rivayet etmektedir.[4]
[5]
[6]
Yine
îbn Kuteybe’nin naklettiği bir rivayete göre Hz. Osman, Mervan’ın babası Hakem
b. Ebi’l-As’ın sürgün cezasını kaldırıp onu Medine’ye çağırdığında kendisine
yüz bin dirhem para vermiştir. Medine
Çarşısı’nın gelirlerini de Hakem’in diğer oğlu Haris’e vermiştir. Bunların yanı
sıra Hz. Osman, damadı olan Abdullah b. Halid’e de dört yüz bin dirhem tahsis
etmiştir. Hz. Osman’a bu tahsisatlar sorulduğunda o şöyle cevap verdiği
nakledilir:
“Benim aile ve akrabamı
sevdiğimi onlara mallar verdiğimi söylüyorlar. Ben bütün Müslümanlarla
birlikte onların hukukunu gözetiyorum. Ben onlara ne veriyorsam kendi malımdan
veriyorum. Ben Müslümanların malını ne kendim için helal sayıyorum ne de bir
başkaları için. Ben bundan önce, Rasûlullah zamanında, Hz. Ebû Bekir’in, Hz.
Ömer’in zamanlarında da kendi malımdan büyük miktarda hediyeler veriyordum.
Mülhidler ne derse desinler. Beytülmale gelen mal sadece beşte birdir. Bunları
hiçbir zaman kendim için helal görmedim. Allah’ın malından bir kuruş veya daha
fazlasına iltifat etmedim.”[7]
Hz. Osman her ne kadar durumu izah etse
de, bu tahsisatlar dedikodu olarak abartılarak halk arasında yayılmıştır. Onun
bu sıla-i rahim düşüncesi akrabaları tarafından suiistimal edilmiştir. Hassaten
akrabalarına yaptığı bu tahsisatlar muhalif kesim tarafından şiddetle
eleştirilmiş ve halkın halifeye olan güveni sarsılmıştı.
Maaş Dağılımdaki
Dengesizlikler ve Araziler:
Hz. Ebû Bekir kendi halifeliğinde bütün
maaşları ve arazilerin dağılımını eşitçe paylaştırmıştı. Maaş ve mal da
ğıtımında eşitlik ilkesine göre hareket
etmişti. Fakat Hz. Ömer, kendi devrinde, maaş ve mülk dağılımını bir meclis
oluşturarak ‘Hz. Peygamber’e yakınlık’ ve ‘İslam’a
girmede öncelik’ gibi esasları dikkate alarak oluşturmuştu.
Hz. Ömer’in bu uygulaması toplumun belli bir kesiminin, yani sadece Kureyş’in
ileri gelenlerinin zenginleşmesine neden olmuştu.[8]
Örneğin; kaynaklarda ifade edildiğine göre, ilk Müslü- manlardan olan Zübeyr b.
Avvâm’ın vefat ettiği zaman, Medine’de 11, Basra’da 2 Küfe ve Mısır’da birer
evi bulunmaktaydı.[9]
[10]
[11]
Halk, bu durumda, onun şahsi gayretlerinin yanı sıra devletten aldığı maaşın da
etkisi olduğunu düşünmekteydi.
Hz. Osman maaş dağılımındaki bu
politikayı devam ettirmiş, aynı zamanda da fey arazileri, ganimet ve ikta
sisteminde bazı değişiklikler yapmıştı. Onu yaptığı bu değişiklikler, Hz.
Ömer’den kalma politikayla birleşince, bu durum zenginler ile fakirler arasında
maddi anlamda büyük dengesizlikler oluşturmuştu. Bu durum toplumda gelirlerin
ve arazilerin adil dağıtılmadığı kanaatini yerleştirmiş ve halifeyi tartışmaların
odağı haline getirmişti.
Öte yandan, Hz. Osman bazı meralarda
halkın hayvanlarını otlatmasına izin vermemiş ve bu alanların kullanımını halka
kapatmıştı. Kaynaklarda rivayet edildiğine göre bu icraatının nedeni zekât
develerinin otlatılması idi. Fakat halk, Hz. Osman’ın kendi develerini
otlatmak için böyle bir uygulamaya gittiğini iddia ediyordu. Hz. Osman bu
durumdan ötürü de ciddi eleştirilere maruz kalmıştı.[12]
Oysa Hz. Ömer de Hz. Osman da kendi devirlerinde bazı meraların kullanımını
yasaklamalarına rağmen halk sesini çıkarmamıştı. Doğrusu Hz. Osman’ın yumuşak
yüzlülüğü girişmiş olduğu bir takım icraatların doğrudan eleştirilmesine neden
olmaktaydı.[13]
Yönetimde İstişare Meclisinin Umeyyeoğulları’ndan Oluşması:
Hz. Peygamber hayattayken de Hz. Ebû
Bekir ve Hz. Osman dönemlerinde de halkın ileri gelenlerinden ve önde gelen
Müslümanlardan oluşan bir meclis vardı. Yönetimde, siyasi, ekonomik veya
toplumsal mevzularda bu meclis toplanıp bir karar alır ve istişare neticesinde
alınan karara herkes muvafık kalarak işleri yürütürlerdi.[14]
Bu konuda birçok misal zikredilebilir. En önemli örnek Hz. Osman’ın intihabı
ile ilgilidir. Hz. Osman’ın halifelik makamına seçilmesinde Hz. Ömer’in
oluşturduğu şûra bu konuda en güzel örneği teşkil etmektedir. Fakat Hz. Osman
döneminde bu uygulama devam etmesi halkı tatmin etmemiştir. Çünkü Hz. Osman’ın
istişare meclisi çoğunlukla Umeyyeoğulları’ndan oluşmaktaydı. Kaynakların naklettiğine
göre bu mecliste Abdullah b. Sa’d, Muaviye b. Ebî Süfyan, Abdullah b. Amir ve
Said b. el-As bulunmaktaydı. Halifenin istişare meclisini kendi akrabalarından
oluşturması belki de kendi akrabalarına daha çok güvenmesiyle izah edilebilir
fakat halk bu durumu önceki halifelerin uygulamalarıyla karşılaştırınca
halifeye olan güvenleri sarsılmış ve ona olan desteklerine son vermişti.
Sahabe ile ilgili Tutum ve Davranışları
Ebû Zer el-Gıfârî’nin Rebeze’ye Sürgünü:
Asıl adı Cündeb b. Cüdâne olan Ebû Zer el-Gıfârî ilk Müslüman
sahabeden biriydi. Müslüman olduktan sonra Rasûlullah Medine’ye hicret edinceye
kadar kendi köyüne giderek orada yaşamış, hicretten sonra Hendek Gazvesi’nin
akabinde o da Medine’ye taşınmıştı. İlk Müslümanlardan olduğundan, açlık,
kıtlık ve müşriklerin baskısı gibi birçok eza ve cefalara katlanmış buna rağmen
Müslümanların yanından ayrılmamıştı.
Kaynaklarda zikredildiğine göre sade ve
münzevi bir hayat tarzını benimseyen bir kişiliğe sahip olduğundan fetihlerle
beraber zenginleşen ve modernleşen hayat tarzını sevmemekte ve başta halife ve
valileri olmak üzere bütün Müslümanları eleştirmekteydi. Örneğin; nakledilen
bir rivayete göre Muaviye, el-Hadrâ Sarayı’nı inşa ettirdiğinde ona: “Eğer
bunu Müslümanların hâzinesinden yaptırdıysan sen hainlerdensin,
eğer kendi malından istifade ederek yaptırdıysan sen muhakkak ki müsriflerdensin.
”119
demişti. Bir Müslümanın bir günlük yiyeceğinin dışında hiçbir malının ve
yiyeceğinin olmaması gerektiğini, kesinlikle mal biriktirmeyip Allah yolundaki
kimselere ve hak sahiplerine verilmesi gerektiğini düşünüyordu. “Altın
ve gümüşü yığıp da Allah yolunda sarf etmeyenlere acı bir azabı müjdele. ”
ayetinin zahirine göre hüküm verirdi. Hatta kaynaklar onun Dımeşk sokaklarında
ve çarşılarında dolaşırken insanlara: “Ey
zenginler, ey günahkâr fakirler! O altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda
harcamayanların cehennem ateşinde yanıp kavrulacaklarına dair haberler vardır.
Onların yüzleri önleri ve arkaları bu ateşten demirlerle dağla- nacaklardır. ” diye
seslendiğini ve bu sebeple çarşı esnafının durumu sık sık valiye şikâyet
ettiğini nakletmektedir. Hicretin 30. senesinde, Muaviye artık bu durumdan
iyice sıkılıp Hz. Osman’a durumu mektupla bildirmiş, Hz. Osman da Ebû Zer el-
Gıfârî’yi yanına çağırmış ve onunla görüşmüş ardından ise Şehristânî’nin
nakline göre onu Rebeze’ye sürgüne göndermiştir. Fakat Bakıllânî, Ibnü’l-Esîr ve Ibn Kesîr gibi
bazı büyük tarihçiler onun kendi isteği üzere Rebeze’ye gittiğini
nakletmektedirler. Hatta Ibnü’l-Esîr Hz. Osman’ın ona birkaç deve, hizmetçi ve
günlük ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar para verdiğini nakletmektedir. Ebû
Zer’in Rebeze’ye yerleşmesinin sürgün olup olmadığı hususunda tarihçiler
arasında görüldüğü gibi ihtilaf vardır.
Sahabeden bazılarının
Tedip için Cezalandırılması:
İslam devletinde halifenin bazı suçları
işleyenlere; haddi aştıkları için, onları aşırılıktan alıkoymak ve tedip etmek
amacıyla ceza verme yetkisinin olduğu nakledilmektedir. Nitekim Hz. Osman,
kendine karşı gelen, kendine iftira atan bazı kişileri tedip amaçlı cezalandırdığına
dair rivayetler kaynaklarda bulunmaktadır.
Bakıllânî’nin naklettiği bir rivayete
göre Ammar b. Yâsir, halifeyi saygısızca eleştiren muhaliflerden, halifeden
şikâyetçi oldukları hususların kendisine yazılı halde vermelerini talep etmiş
ve bunu halifeye ulaştıracağını söylemiştir. Bunun üzerine muhalifler,
şikâyetçi oldukları hususları yazarak Ammar b. Yâsir’e teslim etmiş, o da bu
mektubu alarak halifeye getirmiş ve onunla bu hususta konuşmaya başlamıştı. Fakat
Ammar b. Yasir halkın rahatsız oldukları hususları Hz. Osman’a anlatırken saygısızca
bir üslup kullanması ve halifeye karşı iftiralarda bulunması halifeyi kızdırmıştı.
Bunun üzerine Hz. Osman onu tedip için şiddetli bir şekilde dövdürmüştü. îbn
Kesir’de nakledilen başka bir rivayete göre ise Ammar b. Yâsir, Abbas b. Utbe
b. Ebî Leheb’e aralarında çıkan tartışma sonucu küfredince Abbas b. Utbe durumu
halifeye şikâyet etmiş, halife de ikisini de cezalandırmıştı. Hatta Ammar’ın
bu sebeple Hz. Osman’a kızgın olduğu ve halkı ona karşı ayaklandırmaya davet
ettiğini îbn Kesîr el-Bidâye’sinde
kaydetmektedir.[15]
Bakıllânî’de nakledilen bir başka
rivayete göre ise Hz. Osman Kur’an-ı Kerîm’in Kureyş kıraati üzere olanı
istinsah etmiş, bunun haricinde var olan bütün farklı kıraatli Mushafları
toplatmak için bir karar almış ve halktan bütün Mushafları toplatmıştır. Fakat
Ebû Zer’in sürgününden dolayı halifeye zaten kırgın olan Abdullah b. Mes’ud ,
kendine ait olan Mushafı vermemek için diretmiş ve hatta halifenin bu
faaliyetine de engel olmak istemişti. Bu husustaki anlaşmazlık büyüyünce Hz.
Osman onu tedip etmek ve bu şekilde davranmaktan alıkoymak için dövdürmüş- tür.
Ayrıca bazı kaynaklarda Ebû Zer ve Muhammed b. Ebû Bekir’in de halife tarafından
cezalandırıldığına dair rivayetler yer almaktadır.
Başta Hz. Aişe olmak üzere Ashabdan
bazıları da buna karşı gelmiş ve Hz.Osman’ı suçlamışlardır. Bu rivayetlerin hepsi, tarihsel bağlamından
koparılmadan,
dönemin şartları içerisinde
değerlendirildiğinde Hz. Osman aleyhinde ayaklananların bu vakayı da ayaklanma
sebepleri arasında saymalarının gayet doğal olduğu görülecektir.
Halifenin Dini Hususlarla ilgili Bazı
Uygulamaları
Kur’an-ı Kerim’in İstinsah Edilmesi: Bilindiği
üzere Hz. Osman halifeliği süresince yapmış olduğu hizmetlerin en büyüğü
Kur’an-ı Kerim’i istinsah etmesidir. Kaynaklarda nakledildiğine göre hicretin
30. yılında Huzeyfe b. el-Yemân, Abdullah b. Rebîa’ya yardım etmek üzere
Ermenistan ve Azerbaycan’ın fethi için sefere gönderilmişti. Sefer esnasında
Huzeyfe orduda Suriyeli ve Iraklı askerlerin Kur’an’ı farklı kıraatlerle
okuduklarına, hatta bu farklılıklardan dolayı kendi aralarında ihtilafa
düştüklerine ve birbirlerinin kıraatlerini inkâr ettiklerine şahit olmuştu.
Şamlılar Ubey b. Ka’b’ın kıraatini, İraklılar ise îbn Mes’ûd’un kıraatini
okumaktaydı. Sefer dönüşünde Huzeyfe durumu halifeye bildirmişti. Halife
kıraatlere yönelik bu farklılıkların korkutulacak bir noktaya geldiğini
anlayınca, Hz. Ömer’in kızı Hafsa’dan Kureyş Kıraati üzere yazılan bir nüsha
almış, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Zübeyr, Saîd b. el-As ve Abdurrahman b. Hâris
b. Hişâm’ı yanma çağırarak onlara bu nüshayı çoğaltmalarını emretmişti.
Böylece Halife, Kur’an-ı Kerim’i Kureyş kıraati üzerine çoğaltarak idari
merkezlere birer nüsha göndertmiş ve istinsah edilen bu nüshanın haricindeki
diğer farklı nüshaların hepsinin, toplanıp yakılmasını emretmişti.
îstinsah edilen Mushaf’ın haricindeki
farklı Mushafların toplatılması hususunda Abdullah îbn Mes’ud ile halife
arasında vuku bulan anlaşmazlıkla ilgi nakledilen rivayeti yukarıda ayrıntılı
bir şekilde ifade etmiştik. îşte bu olay neticesinde ehl-i Irak’tan bazıları
Abdullah îbn Mes’ud’un yanında yer alarak, Mushaflarını vermek istememiş ve
halifeyi eleştirmeye başlamıştı. Bu durum ise kendi kıraatlerinden olmadığı
için Şamlıların kıraatini tekfir edebilecek kadar ileri giden bazı İraklıların
Hz.Osman’a karşı cephe almasına neden olmuştur.
Bazı İçtihatları:
Hz. Osman’ın eleştirilen icraatlarının bazıları da dini mev- zularla
ilgiliydi. Kaynaklarda anlatıldığına göre bunlardan biri Hz. Osman’ın, Hac sırasında
Mina’da namazı seferi olduğu halde kısa değil de mukîmmiş
gibi tam kılması mevzusuydu. Hz. Osman bu eleştirilere cevaben: “Hz. Peygamber de seferde namazını bazen tam kılar, bazen de
kısaltırdı. Hem ailem Mekke ’de bulunduğu için seferi değildim. ”
demişti. Fakat bazı Müslümanlar onu, Hz. Peygamber’in sünnetine
ve Allah’ın seferilikle ilgili hükmüne muhalif davrandığını iddia etmeye başlamıştı.
Öte yandan Hz. Osman
hutbe verirken Hz. Peygamber’in kullandığı basamağın üstüne çıktığına dair bazı rivayetler kaynaklarda yer almaktadır. Bu
husus da tartışma konusu olmuş
ve Hz. Osman bu faaliyetinden dolayı ciddi
eleştirilere maruz kalmıştır. Bâkıllânî
bu durumu eleştirip, bu rivayetin
sahih olamayacağını, olsa da kasten
yapılmış olamayacağını söylemektedir.
Hz. Osman’ın değil Hz. Peygamber’e
karşı büyüklenmek, Hz.
Ömer ve Hz. Ebû Bekir’in karşısına bile
çıkamayacak kadar saygılı olduğunu zikretmektedir.
Abdullah b. Sebe’nin Faaliyetleri ve
Müslümanların Ayrışmasına Etkisi
Abdullah b. Sebe,
Sanalı bir Yahudi olup, Hz. Osman döneminde İslamiyet’i kabul etmiş
bir kişiydi. Ancak bir müddet sonra halk arasında belde belde
gezerek, Müslümanların akidesini bozmak için birtakım gayr-i îslami fikirler yaymaya başladığı; Hicaz, Basra,
Mısır, Dımeşk ve Kûfe gibi şehirleri gezerek buralarda insanları halifeye ve devlete
karşı ayaklandırmaya çalıştığı ve muhaliflerle
görüşüp mektuplaştığı nakledilmektedir.[16]
İbnü’l-Esîr’in naklettiği bir rivayete göre o, muhaliflere: “Bu konuda başkaldırmanız lazım. Kalkın, bu işe girişin ve
emirlerinize bunları bildirip onları bu konuda kınayın. Kötülükten
sakındırmayı bu konuya hasrederek insanları doğru yola iletmeniz mümkün olur.
” söyleyerek muhalifleri halifeye karşı isyana
çağırmaktaydı.
Zaten
halifenin yukarıda saydığımız bütün uygulamaları nifak ortamını hazırlamış,
halkın halifeye güveni ve desteği azalmış, ihtilaflar giderek büyümeye başlamıştı.
Böyle bir ortamda Abdullah îbn Sebe’nin nifak çalışmaları adeta fitne ateşini
körüklemiştir. îbn Sebe’nin bu çalışmalarının da tesiriyle halifeyi
eleştirenlerin ve ona karşı ayaklananların sayısı gittikçe çoğalmıştı. Hatta Muhammed Hamidullah’a göre îbn Sebe’nin
uzun zamandan beri planlayıp üzerinde düşündüğü
bu komplo Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle
tamamlanmış ve amacına ulaşmıştır.
Müslümanların siyasî ve dinî olarak
partileşmesinde, Hurkus b. Züheyr, Zu’l- Huveysıra et-Temîmî ve îbn Sebe gibi
münafıkların büyük bir rol oynadığı muhakkaktır. Özellikle Hariciliğin
doğuşunda etkili olan en önemli münafık simalardan biri Abdullah îbn Sebe’dir.[17]
Nitekim Hz. Ali ile Hz. Âişe Cemel savaşı başlamadan barış yapılması muhtemel
iken, Abdullah îbn Sebe’nin birtakım Haricî zihniyetlileri yanına toplayıp
gizli bir toplantı düzenleyerek “Bu sulh gerçekleşirse bizim sonumuz
olur. Osman ’ın kanına karşılık bizim de kanımızı isteyeceklerdir. ”
dediği ve iki tarafı birbirine düşürdüğü îslam Tarihi klasiklerinde kayıtlıdır.[18]
Öte yandan îbn Sebe’nin bu sözü, aslında Hz. Osman’ı öldürenlerin ve
öldürenleri destekleyip onlara yardım edenlerden biri olduğunu da ortaya
koymaktadır. Aslında îbn Sebe kadar önemli olmasa da Hurkus b. Züheyr de
Hariciliğin doğuşunda etkili bir şahıstır. Kaynaklarda ifade edildiğine göre
Hurkus, Hz. Osman’ı öldürmek için huruç edip Basra’dan gelenlerin reisi
konumundaydı. Modern dönem araştırmacılarından Mehmet Kubat bir makalesinde bu
durumu şöyle aktarmaktadır:
“Hakemlerin kararları
ilan edildikten sonra Hz. Ali’nin ordusundan ayrılan Hâricîler, Hurkus’u
kendilerine namazlarında imâmlık yapması için seçmişlerdir.
Münâfık olduğu
hususunda kaynakların ittifak ettiği Hurkus’u, Nehrevân’da Hâricîler tarafından
emîr (başkan) tayin edilen iki kişiden biri olarak görüyoruz.[19]
Demek oluyor ki münâfıklığıyla ünlenen bu şahıs, sonradan Hâricîlerin
önderi olmuştur.
Hurkus, hakem olayı esnasında yanında başka Hâricîler de olduğu halde Hz.
Ali’ye gelerek, “Hüküm ancak Allah’ındır”
demiş; Hz. Ali de, “evet, doğrudur; hüküm ancak Allah’ındır”
deyince o, “hatandan dolayı tövbe et, davana geri dön (hakemi kabul etme),
bizimle beraber ol, Rabbimize kavuşuncaya kadar düşmanla savaşalım ”
demiştir. Bunun üzerine Hz. Ali, “benim de önceleri sizden istediğim buydu; fakat siz bana âsi oldunuz,
bana karşı çıkan siz- lerdiniz” buyurmuştur. Hz.
Ali’nin Hurkus’a söylediklerinden, onu hakeme zorlayanların Hâricîler olduğu
ve daha sonra hakeme başvurduğu bahanesiyle ona isyan edenlerin de yine
Hâricîler olduğu açıkça belli olmaktadır. ...O, diğer münâfıklarla beraber
Müslümanlar arasında fitne yayarak, Hâricî grubunun Müslüman ordusundan
ayrılmasında ve sonuçta Nehrevân’da Hz. Ali’nin ordusuyla savaşmalarında
belirleyici bir rol oynamıştır.”[20]
Hz. Osman Dönemi İhtilafların
Fırkalaşmalardaki Rolü
Yukarıda naklettiğimiz ihtilaflar
neticesinde halkın üç kısma ayrıldığını zikretmemizde fayda vardır. Bunlardan
birincisi Umeyyeoğulları ile Hz. Osman’ı faaliyetlerinde haklı gören taraftır.
İkincisi ise onun fiillerini eleştirip siyasî idareye karşı huruç eden Harici
zihniyetli kişilerdir. Üçüncü grup ise tarafsız olup bu siyasi ortamda görüş
beyan etmeyenlerdir.
Hz. Osman’ın vali atamalarında hep
Umeyyeoğulları’nı ön planda tutması, Hz. Osman’ın akrabalarına karşı olan
tutumu, onlara çeşitli hibelerde bulunması, Umeyyeoğulları’ndan bazılarının da
bu durumu istismar etmesi gibi yukarıda zikrettiğimiz bütün ihtilaflar,
halifeye karşı huruç eden ve halifelikten çekilmediği için onun kanını helal
sayan Haricî zihniyetinin ortaya çıkmasında etkin rol oynamıştır. Hz. Osman’ın
mezkûr faaliyetleri, sonraki yıllarda Hz. Osman’a karşı huruç eden haricilerin,
siyasî idareye karşı gelmelerini meşru bir zemine oturtmak için birer sebep
olarak görmüştür. Ayrıca Hz. Osman’ın bu politikaları, sonraki dönemlerde Haricilerin
Hz. Osman’ı ve ondan taraf olanları tekfir etmek, zalim kişinin îmâmetini kabul
etmemek ve böyle imamlara isyan etmenin vacip saymak gibi kelâmî görüşlerinin[21]
şekillenmesinde büyük önem arz etmektedir.
Öte yandan Hz. Osman’ın bu politikaları
Şîa’nın bölünmesinde etkin bir rol oynamasa da, sonraki dönemlerde yaşayan bazı
Şiî müellifler Hz. Osman’ın bazı icraatlarını eleştirmiştirler. Örneğin Hicrî
7. asırda yaşamış olan Şiî müellif îbn Ebî
Hadîd, Hz. Osman’ın vali tayin
politikasını eleştirerek, atadığı valiler hakkında “fısk
ve fesatları açıkça bilinen, liyakatsiz, cahil ve güvenilmez” kişi
olduklarını, onun dinî hassasiyetlerde dikkatli davranmadığını öne sürmektedir.[22]
Yine Ebû Zer el- Gıfârî’nin Rebeze’ye sürgünü ile ilgili Şia Hz. Osman’ı eleştirmektedir.
Günümüz araştırmacılarından M. Salih Arı bu hususu şöyle dile getirmektedir:
“Hz. Osman ile Ebû
Zer arasında sert tartışmaların olduğuna dair rivayetler nakleden Şii
müellifler, bu tartışmaların neticesinde Hz. Osman’ın, halkın Ebû Zer ile konuşmasını
yasakladığını; Hz. Ali’nin ise Ebû Zer’i savunduğunu ve bu konuda Hz. Osman
ile tartıştığını belirtmektedirler. Neticede Hz. Osman Ebû Zerr’i Rebeze’ye
sürgün ettiğini ve vefat edinceye dek orada kaldığını kaydetmektedirler.”[23]
Hz. Osman’ın Şehit Edilmesi ve Mürcie’nin
Doğuşu
Hz. Osman’ın Şehit Edilmesi
Başta
halifenin yukarıda bahsettiğimiz bütün icraatları olmak üzere Müslü- manlar
arasına nifak sokmak isteyen îbn Sebe ve onun gibilerin hummalı çalışmalarıyla,
h. 35’te, Mısır’dan ilk ayaklanma haberleri gelmeye başlamıştı. Özde halifeye
karşı olan ayaklanmalar ve protestolar zahiren Mısır valisi Abdullah b. Sa’d b.
Ebû Serh’e karşı olmuştu. Daha sonra altı yüz kişilik bir grup oluşturularak
halifeyi açıkça protesto etmek için Medine’ye yola çıkılmıştı. Duruma müdahale
etmesi için Hz. Ali ile birlikte Sa’d b. Ebi Vakkas bu altı yüz kişilik asi
grubuyla görüşüp onların halifeyle alakalı olan sorularına bir bir cevap
vermiş ve zihinlerindeki soru işaretlerini gidermişti. Bu grup halifeden mutmain
olarak geri dönmüştü. îstediklerini elde edemeyen asiler haberleşerek yeni bir
plana girişmişlerdi. Mısır’dan dört grup halinde sayıları bine yakın olan
muhalifler başlarına el-Gâfiki b. Harb el-Akki’yi komutan olarak tayin ederek
Medine’ye yola çıkmıştı. Basra’daki muhalifler ise Hurkus b. Züheyr es-Sa'dî
önderliğinde Mısırlılarla eş zamanlı olarak Medine’ye doğru yola koyulmuştu.
Mısırlılar halifenin azledilip Hz. Ali’nin halife olmasını, Kûfeliler de
Zübeyr’in halife olmasını istiyordu. Basralılar da Talha’nın halifeliğinden
yanaydı. Bu gruplar evvela Medine yakınlarında bir yerde konaklayıp bazı sahabe
ile görüş
müşler, bir netice elde edemeyince hep
birlikte şehre girerek Hz. Osman’ın evini muhasara altına almıştı. Muhalifler
ona iki teklif sunmuşlardı; ya hilafetten çekilecek ya da öldürülecekti.
Kararını vermesi için kendisine belli bir müddet tanınmışlardı.
Kaynaklar îbn Abbas, Talha, Zübeyr ve
Hz. Ali gibi bazı sahabilerin asileri engellemek çok çaba harcadığını ancak bir
netice elde edemediklerini nakletmektedir.[24]
Asiler giriştikleri bu icraatın yanlış olduğunu algılayamayacak kadar kızgın ve
kindar; bedeviler kadar inatçı ve ısrarcı oldukları için onların itidal
sözlerine kulak asmamışlardı.[25]
Hicretin 35. senesinde, isyancıların Hz. Osman’a verdikleri süre bitince,
kapıdaki nöbetçileri atlatıp duvarın delip içeri girerek onu yatağında Kur’an
okuyorken canice katletmişlerdi. Hatta onu öldürmek için sallanan kılıçların
biri eşi Nâile’nin parmaklarına isabet edince parmakları kesilip düşmüştü.[26]
Hz. Osman’ın katledilmesi, Hz.
Peygamber’den beri devam eden nifak hareketlerinin ilk ve en önemli
neticelerinden biridir. Küçük olaylarla filizlenmeye başlayan ilk ihtilaflar
halifenin öldürülmesiyle birlikte korkunç boyutlara ulaşmış, ümmet arasına
fitne sokmak isteyen münafıklar da ilk zaferlerini elde etmişlerdi. Nitekim
Müslümanlar bütün bu olaylar neticesinde dört
ayrı gruba ayrılmıştı. Birinci grup Hz.
Osman’ın eylemlerinde haksız olduğunu iddia edip onu katledenler ve katledilmesine
yardım edip katilleri destekleyen Haricî zihniyetli kişilerdi. Ekseriyetini
Umeyyeoğulları’nın oluşturduğu ikinci grup ise
Hz. Osman’ın icraatlarında tamamen haklı olduğunu savunmaktaydı. Nitekim bu
grubun sayısı Hz. Ali’nin îmâmet makamına geçip katiller hususunda esnek
davranması neticesinde artmış ve Cemel ve Sıffîn vakalarının yaşanmasına
sebebiyet vermişti. Eş’arî ve Şehristânî bu iki grup
arasındaki ihtilafın yaşadıkları asra
kadar süregeldiğini nakletmektedir. Üçüncü grup ise
Hz. Osman’ın bazı mevzularda hatalı olduğunu azledilmesinin uygun olduğunu
fakat öldürülmemesi gerektiğini düşünmekteydi. Dördüncü
grup ise bütün bu tartışmalardan ve siyasi çekişmelerden uzak duran
kimin haklı kimin haksız olduğu hususunda yorup yapmayarak durumlarını Allah’a
havale edenlerin teşkil ettiği topluluktu.
Bütün bunlar İslamiyet'in ilk
dönemlerinde Kur'an ve sünnet ışığı altında dinî konuları yorumlamamanın
neticesinde, dini anlayış farklılıklarından doğan bir takım ihtilaflar meydana
getirdiğini ortaya koymaktadır. Gerek fikrî, itikadî, gerekse siyasî alanda
vukua gelen bu ihtilafların akabinde mezhepler veya fırkalar ortaya çıkmıştır.
Fıkıh alanında ortaya çıkanları bir kenara bırakırsak İslam Mezhepleri
tarihinin konusunu oluşturan Haricilik, Mürcie, Şîa, Mu’tezile ve Cebriye gibi
itikadî ve siyasî fırkalardır. İlk dönemlerde ortaya çıkan fitnelerin doğurduğu
fırkalardan biri olan Mürcie ortaya çıkışı itibariyle de Hz. Osman dönemi
referanslıdır.
Osman b. Affan Dönemi Olayları ve
Mürcie’nin Doğuşu
Mürcie, sözlük anlamı itibariyle “irca’
edenler” demektir. İrca’
kelimesinin ise birçok anlamı vardır.[27]
Ancak iki anlamı önemlidir. Bunlardan ilki, “geri
bırakmak ve mühlet vermek”, ikincisi ise “ümit
vermek, ummak” anlamıdır. Kavram olarak irca
’ kelimesi, büyük günah sahibi hakkındaki hükmü Ahiret Günü’ne
bırakmak manasındadır. Onun cennet ehlinden veya cehennem ehlinden olup
olmadığına ise bu dünyada karar verilmez. İkinci anlama göre ise mürtekib-i
kebîrenin affedileceğine dair inanç beslemektir. Çağdaş İslam Mezhepleri
Tarihi araştırmacıları Mürcie’nin doğuşunu hazırlayan nedenleri genellikle üç
ana grupta incelemektedirler.[28]
Bunlardan ilki Harici Zihniyeti,
ikincisi Emevî-Haşimî Çekişmesi,
üçüncüsü ise Sosyo- Politik ve Ekonomik Durum
şeklinde ifade edilmektedir.
Harici Zihniyet: Müslümanlar
arasında meydana gelen ilk ayrılıkçı fikir sahiplerinden biri Hz. Osman’ın
hilafeti esnasındaki uygulamalarında haksız olduğunu
iddia edip onu katledenler ve
katledilmesine yardım edip katilleri destekleyen Haricilerdi. Başta söz konusu
uygulamaları gerçekleştirenleri olmak üzere kendileri gibi düşünmeyen bütün
Müslümanları tekfir eden bu katı zihniyete karşı bir takım ılımlı tavır da
gelişmeye başlamıştır. Bu durumu Sönmez Kutlu şöyle izah etmektedir:
“Hz. Osman'ın
öldürülmesinden sonra yaşanan dramatik olaylardan Cemel ve Sıffın’de
Müslümanlar, birbiriyle savaştılar. Daha sonra haklı tarafın tespiti için,
hakeme başvuruldu. Hz. Ali'nin yanında, onunla birlikte Muaviye'ye karşı savaşan
bir grup, hakeme başvurulmasına, önce taraftar iken daha sonra Hz. Ali’nin
hakemlerin verdiği kararı kabul etmesine karşı çıkarak, “Hüküm ancak Allah'ındır”
deyip ondan ayrıldılar ve bu gruba Hariciler dendi. Bunlar bir araya gelerek,
Hz. Ali’yi ve tahkimi
kabul eden herkesi tekfir edip onlarla savaşmaya karar verdiler. Bundan sonra
Hz. Ali’ye, Muaviye ve Emevîlere karşı ardı arkası kesilmeyen isyanlar
gerçekleştirdiler. En sonunda kendileri gibi düşünmeyen bütün Müslümanları
tekfir ederek, baskınlar yapmak suretiyle kanlarının akıtılmasını helal gördüler.
Nâfi b. el-Ezrak ve grubu, Haricilerin sayı ve kuvvet bakımından en güçlü ve en
büyük fırkası oldu. Onlara göre, “büyük günah işleyen küfre girmiştir ve küfür
topluluğundandır. O, bütünüyle İslâm'dan çıkmış olup, diğer kâfirlerle beraber
ebedi cehennemliktir.”[29]
Ayrıca onlar, kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir ederek onlardan teberrî
ediyorlar ve zalim imama karşı isyanı gerekli görüyorlardı. Aslında Haricilik,
bedevî hayattan yerleşik hayata geçiş dönemi yaşayan bedevî Arap zihniyetinin
tipik bir tezahürüdür. Bu hayattan gelmeleri, onların olaylar ve hadiseler
üzerinde derinlemesine ve sistematik düşünmelerine engel olmuş
ferdiyetçilikten çok karizmatik bir cemaat anlayışını savunmalarına sebep
olmuştur. Devlet geleneğine sahip olmayan ve farklı fikirlerin bir arada
yaşadığı, bütün Müslümanların eşit haklara sahip olması gerektiği medeni hayata
alışamayan bu zihniyetin karşısında, devlet geleneği olan, bütün Müslümanların
eşitliğini ve istikrarlı medenî bir hayatı savunan ılımlı ve uzlaşmacı zihniyetin
doğması kaçınılmazdı. Bu fırkanın fikirleri ve davranışları, kendilerine
karşı, karşıt bir grubun müesseseleşmesini gerekli kılmıştır. Genelde Arap
olmayan Müslümanların temsil ettiği bu zihniyetin adı Mürcie olmuştur.”[30]
[31]
Emevî-Haşimî Çekişmesi:
Mürcî
anlayışın doğmasına zemin hazırlayan önemli etkilerden biri de Emevî-Haşimî
çekişmesidir. Kutlu’ya göre Hz. Peygamber- 'in vefatıyla birlikte Hilafeti
eline geçiren Kureyş kabilesi, Hz. Osman döneminde meydana gelen fitne
hadisesine kadar zahiren bütünlük içinde olmuşlardı. Siyasî idare, her ne
kadar Kureyş'in elinde idiyse de, cahiliye döneminde Arap siyasî hayatının
çekirdeği durumundaki kabilecilik anlayışı hiç bir zaman yok edilememişti. O,
bu
durumu şöyle izah etmektedir:
“Kureyş içinde, hilafet
konusunda, rakip iki kabileden, Umeyyeoğulları, yeni Müslüman olduklarından Hz.
Ebû Bekir'in halife seçilmesi sırasında sessiz kalmak durumundaydılar. Ancak
Haşimoğulları Hz. Peygamber'in kendi aralarından çıktığı için, hem
Umeyyeoğullarına, hem de diğerlerine karşı daha nüfuzlu idiler.
Bu sebepten hilafetin
kendi hakları olduğuna inanıyorlardı. Ebû Bekir, halife seçilirken
Haşimoğulları'nın halifeliği gündeme gelmiştir. Ancak Kureyş'in bazı endişeleri
dolayısıyla fazla dikkate alınmamıştır. Kureyşin, bu konudaki iç dengeyi
kaybetmesiyle, Hz. Osman dönemi fitne hadiseleri çıkmış, sonra da Ali- Muaviye
çekişmesi halinde devam etmiştir. Cahiliye döneminde var olan Emevî- Haşimî
çekişmesi, Hz. Ömer'in ölümü üzerine, teşkil edilen şûrâda Hz. Ali ile Hz. Osman’ın
karşı karşıya kalmalarıyla ve Hz. Osman'ın ölümüyle sonuçlanan fitne
hadiseleriyle tekrar su yüzüne çıkmıştır. Hz. Peygamber zamanında siyasî
nüfuzunu kaybeden Umeyyeoğulları, Hz. Osman'ın hilafete gelmesiyle tekrar nüfuz
sahibi olmuşlar ve önemli mevkilere gelmişlerdir. Bu en fazla, Haşimoğulları’nı
rahatsız etmekteydi. Emevî-Haşimî mücadelesi, Sıffîn savaşı ile tekrar su
yüzüne çıkmıştı. Ali b. Ebî Tâlib taraftarları bu savaşa Emevîler’le yapılan
ikinci savaş gözüyle bakmışlardır. Hz. Ali'nin ölümünden sonra, Hasan- 'ın
hilafeti Muaviye'ye devretmesiyle, hilafet konusundaki Emevî-Haşimî çekişmesi
bir ara durmuş gibi gözükmektedir. Hatta h. 41 yılına “Cemaat Yılı ” adı verilmiştir.
Emevî-Haşimî mücadelesinde, Sıffın'den itibaren birçok insan öldürüldü.
Basra'da zaman zaman Haricîler boy gösterirken, Kûfe’de Hz. Ali taraftarları
sürekli isyan halindeydi. Emevîler ise, sürekli onlarla fiilî mücadele
içerisindeydi. İşte bu mücadelenin temelinde iktidar mücadelesinin yattığını
bildiklerinden olmalı ki, birçok kişi Sıffın’de, ne Hz. Ali ne de Muaviye’nin
yanında yer almıştır. Özellikle Medine halkının geneli Hasan’ın hilafeti
Muaviye’ye devretmesinden sonra, Abdullah b. Zübeyr’i desteklemeleri bir
kenara bırakılacak olursa, siyasî olaylardan el çekerek, tarafsız kalmayı ve
ilimle uğraşmayı tercih etmiştir.[32]
Bu çevre ne Kûfe ve Basra’daki olayları ne de Emevîler’in tutumunu tasvip
etti.”[33]
Sosyo-Politik ve Ekonomik Durum: Mürcie
Mezhebinin doğuşunu hazırlayan nedenlerden biri de dönemin sosyo-politik ve
ekonomik durumun neden olduğu görüşü dile getirilmektedir. Kutlu, Emevîler’in
iktidarı ele geçirdikten sonra kendilerini meşrulaştırma yolları aradıklarını
ifade eder. Bunun için de Allah'ın kaza ve kaderiyle halife olduklarını ve
onun hükmünü icra ettiklerini, bu sebeple kendilerine yapılan isyanın Allah'a
karşı yapılmış bir isyan olacağını iddia ettiklerini belirttikten sonra durumu
şöyle izah etmektedir:
“Hatta kendilerinin
Allah’ın en yüce askerleri, insanların en hayırlıları olduklarını ve dillerinin
en üstün dil olduğunu söylemeye başladılar. Bu durum onların Emevî soyu
dışındakileri ve Arap olmayanları hakir görmeleriyle ve Müslüman- lar arasında
asabiyet ruhunun yeniden ortaya çıkmasıyla neticelendi. Emevî halifelerinin,
Arapların tarafını tutup mevaliyle onlar arasında eşit muamele yapmamaları,
Arap olmayanların bir araya gelerek onlara karşı zaman zaman ayaklanmalarına
sebep oldu. Irak’ta ve hilafetin doğu bölgelerinde Islâm toplumuna me- vali
sıfatıyla katılanların sayısı her geçen gün artmaktaydı. Onların Müslüman
olarak kendilerini tanımlaması, cizye ve haraçtan muaf tutulmalarını gerektiriyordu.
Haccac’ın, haraç toplamak için görevlendirdiği kimseler, kendisine zim- mîlerin
Müslüman olduğunu, bu nedenle haraç sisteminin iflas ettiğini yazdılar.
Bunun üzerine, Haccac
Basra ve diğer şehirlere yerleşmiş ve haraç ödemeyen kim varsa onların
şehirlerden çıkarılmasını emretti. Daha sonra, bunlar, bir meydanda toplanarak
nereye gideceklerini bilemedikleri için “Ey Muhammed! Ey Muhammed!” diye
bağırıp ağlamaya başlamışlardı. Hatta bir kısım Basra’lı kurrâ’nın da kıyafet
değiştirerek yanlarına gidip onları destekledikleri bilinmektedir. Haccac,
onların her birinin ellerini damgalatarak gitmek istedikleri yerlere gönderdi.
Yeni valinin bu uygulamasıyla, bir ara din kardeşleriyle tam bir eşitlik
ümidine kapılan mevali, topraklarına geri dönmeye ve eskiden olduğu gibi harac
ödemeye mecbur oldu. Ancak bu davranışlar, birçok kurrâ'nın da katıldığı
Abdurrahman b. Eş’as’ın isyanına sebep oldu. Haccac, böyle bir uygulamayla,
Emevî iktidarının
ayakta durması ve ekonomik güç uğruna Islâm'ın “müminlerin kardeşliği” ilkesini
ihlal ederek cemiyete üyelikte arap olmayı birinci, Müslüman olmayı ikinci
plana koyuyordu. Haccac, Abdurrahman b. Eş'as'la birlikte, kendisine karşı
isyan eden Said b. Cubeyr de dâhil pek çok kimseyi işkenceyle öldürttüğünden
halkın ve ulemanın nefretini kazandı.”[34]
Tarafsızlar Grubu: İlk
Mürcîler: Araştırmacılar özellikle Müslümanların üçüncü halifesi Hz.
Osman'ın şehit edilmesi üzerine meydana gelen siyasi çekişmeleri, Mürcie'nin
ortaya çıkmasının önde gelen sebeplerinden biri olarak göstermektedirler. Zira
onların mezhebin ilk nüvelerini bu hadiselere karşı geliştirilen tavırlar arasında
aramak gerekecektir. Zira Mürcie “Hz. Osman
ve Ali'nin durumlarının Allah'a bırakılarak cennetlik veya cehennemlik
olduklarına şehadette bulunulmaması ” şeklindeki ircâ’ fikrini
benimsemiştir. Bu durum şöyle izah edilmektedir:
“Hz. Osman döneminden
itibaren meydana gelen fitne hadiselerinden uzak duran, Cemel ve Sıffîn
savaşlarında Hz. Ali, Talha, Zübeyr ve Muaviye’nin yanında yer almayan, bunu
da sırf Islâm ümmetinin birliği için yapan, Hz. Ali ve Osman taraftarlarının
dışında tarafsızlar diye tanımlanan üçüncü bir grup vardır.
Böyle bir tavrın, ilk
defa Hz. Osman'ın öldürülmesinden sonra Medine'ye dönen ve “Şüpheciler”
(Şükkâk) olarak tanımlanan gaziler tarafından sergilendiğini görmekteyiz.
Bunlar Hz. Osman'ın ölümü üzerine Medine'ye döndüklerinde, birlik ve
beraberlik içerisinde bıraktıkları insanların birbirini öldürmekte ve birbir-
leriyle çekişmekte olduklarını görünce, onlardan hangisinin haklı olduğundan
şüpheye düşerek şöyle dediler: “Biz sizi birlik, beraberlik içerisinde
bırakmıştık.
Şimdi ise, sizin
ayrılığa düştüğünüzü, bir kısmınızın, “Hz. Osman mazlum olarak öldürüldü, o ve
ashabı en adil kişilerdi”, bazınızın ise, “Hz. Ali ve ashabı daha adil ve
doğrudur” dediğinizi görüyoruz. Hâlbuki bize göre, onların hepsi güvenilir ve
doğruluğu kabul edilen kimselerdir. Biz onlardan hiç birisinden nefret et
mez, lanet etmez ve
aleyhlerinde şahitlikte bulunmayız. Onların durumlarını Allah'a ircâ ederiz.
Allah kıyamet gününde o ikisi arasında hükmedecektir.”[35]
Burada sergilenen tavır, İbn Sa’d'ın “İlk Mürciîler”’le ilgili kaydettiklerine
tamamen uymaktadır. Çünkü İbn Sa'd onları şu şekilde tarif eder: “İlk Mürcie,
Hz. Ali ve Osman'ın durumunu tehir eden ve onların iman ve küfürlerine şahitlik
etmeyen kimselerdir.”[36]
Benzer bir siyâsî tavır, yukarıda zikrettiğimiz gazilerin dışında, siyâsî
çekişmelere karışmayanlar (Mu’tezile) veya köşeye çekilenler (Huleysiye)[37]
olarak tanımlanan diğer bazı sahabiler arasında da vardı.”[38]
Savaşan iki taraftan hiç birisine katılmama
şeklinde bir tavır sergilemiş olunmasının, siyasi olarak gayet tabii ve
kaçınılmaz bir durum olduğu ifade edilmektedir. Nitekim Müslümanlar arasında
ortaya çıkan bu tür bir siyasi tavır ve ileri sürülen görüşler, daha
sonraları, İrcâ fikrine dönüştürülebilecek cinsten fikirlerdi. Dolayısıyla,
Sönmez Kutlu, Nâşî el-Ekber, Nevbahtî, Kummî ve İbn Asâkîr başta olmak üzere
pek çok yazar, Mürcie'nin tarih sahnesine çıkışını, Hz. Osman'ın
öldürülmesinden sonra meydana gelen iç kargaşalara kadar gerilere götürdüklerini
ifade etmektedir. Ancak onların doğrudan doğruya Mürcie'nin temsilcileri
olmadığını sadece “Mürcie'nin ilk nüveleri”
olarak kabul edilebileceğini hatırlatmaktadır.[39]
Bütün bunlardan sonra Mürcie fırkasının
ilk tohumlarının Hz. Osman'ın son devirlerinde ekildiği söylenebilir. Özellikle
Hz. Osman'ın hâkimiyeti, valileri hakkında tenkitler ve dedikodular artıp
siyasi kargaşa neticesinde Hz. Osman şehit edilince, bu konuda Ashabdan bir
kısmı susmayı veya tarafsız kalmayı tercih edip, Müslümanları birbirine
düşüren bu fitneye iştirak etmekten kaçındılar. Fakat bu fitnenin sonuçları Hz.
Ali zamanına kadar uzayınca, onlar da bu türlü çekimser davranmaya devam
ettiler ve hatta mü’minlerin emîri Hz. Ali ile Muaviye arasında cereyan eden savaşlar
hakkındaki görüş ve kanaatlerini Allah’a havale edip açıktan söylemek istemediler.[40]
Hz. Osman'ın şehit edilmesinden sonra
zuhur eden çeşitli fırkalarla birlikte, bu dönemden sonra Cemel, Sıffîn
savaşları sonucunda ölen ve öldürenler hakkındaki hüküm, mürtekib-i kebire yani
büyük günah işleyen kişinin durumu veya kader problemi gibi ümmette bir takım
ciddî itikadi problemler ortaya çıkmıştır. Bu problemlerin çözülmesi
hengâmında ise gruplar arasında münakaşalar olmuş ve neticede her fırka kendi
görüşlerini tatbik için arkasına siyasî desteği almaya çalışmıştır. Hilafet
meselesiyle birlikte münakaşalar daha da alevlenmeye başlamıştır. Mevcut
yönetimin hilafetini meşrulaştırmak için kendilerine yakın bulduğu fırkaları
desteklemesi, diğerlerini ise baskı altına alması, olayı siyasî boyuta
kaydırmıştır. Nitekim Emevîler, kendi hilafetini meşrulaştırmak için bir dönem
Mu’tezile'yi ve aynı zamanda Mürcie'yi desteklemiş, Kaderiye’ye karşı zaman
zaman istibdat uygulamıştır.[41]
Mürcie fırkası siyasî ihtilafların
artması ve kelamî meselelerin çözümlenememesi nedeniyle, zamanla ikiye
ayrılmıştır. İlki,
Ashab ve Emevîler devrinde vukua gelen ihtilaflar veya haksız yere mü’minin
mü’mini öldürmesi gibi büyük günahlar konusunda hüküm vermekten çekinen, onlar
hakkındaki hükmü Allah’a bırakan gruptur. İkincisi ise “Allah,
küfürden başka her günahı affeder” görüşünü benimseyerek imanla beraber
masiyetin zarar vermeyeceği gibi küfürle beraber taatin de fayda vermeyeceğini
ileri sürmüşlerdir.[42]
Böylelikle Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle başlayan ve Müslümanların
birbirlerini öldürmesiyle devam eden süreçte meydana gelen olaylarda
Müslümanlar görüş ayrılığına düşmüşler hatta başlangıçta aynı görüş etrafında
toplananlar çok geçmeden kendi aralarında da anlaşmazlığa düşerek fırkalara ayrılmışlardır.
Aynı olaylar daha sonra ana kitleden bir başka grubun ayrılarak
mezhepleşmesinde önemli rol oynamıştır. Söz konusu grup “el-menziletü
beyne menzileteyn ” görüşünü savunarak soruna çözüm üretmeye
çalışmıştır. Bu grup başlangıçta Kaderiye daha sonra da
Mu’tezile adını almıştır. Böylelikle bu
devirdeki olaylar Müslümanlar arasında yeni anlayış ve mezheplerin doğmasında
etkili olmuştur. [43]
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KEMALEDDİN ŞÜKRÜ’YE GÖRE HZ. ALİ DÖNEMİNDE ORTAYA ÇIKAN
NİFAK HAREKETLERİ
VE BU HAREKETLERİN MEZHEPLEŞMEYE ETKİLERİ ALİ B. EBÎ TALİB
DÖNEMİNDEKİ İHTİLAFLAR VE BU İHTİLAFLARIN HARİCİ-ŞİÎ-SÜNNÎ AYRIŞMASINDAKİ ROLÜ
Hz. Osman’ın halifeliği döneminde zuhur
eden ihtilafların İslam toplumunda neden olduğu kargaşalar Hz. Ali’nin
halifeliği döneminde de baş göstermeye başlamıştı. Bu olayların tamamı Hz.
Osman’ın halifeliğindeki hiçbir sorunun çözümü olamamış aksine çözümü
imkânsızlaşan birçok problemi beraberinde getirmişti. Bu siyasi kaos ortamında
da mezhepleşmeleri hazırlayan sebepler oluşmaya başlanmıştır. Ayrıca bütün bu
anlaşmazlıklar aynı zamanda Hz. Ali döneminin İslam Mezhepler Tarihi’nin en
karışık ve en problemli dönemi olduğunu göstermektedir.
Kemaleddin Şükrü Hz. Ali döneminde
cereyan eden siyasi-dini olayları İslam
Tarihinde Nifak: Ali adlı eserinde kronolojik olarak bir
araya getirip durumlar karşısındaki kişisel görüşlerini de metne yansıtarak
aktarmıştır. Biz ise bu bölümde Hz. Ali döneminde Müslümanlar arasında cereyan
eden, doğrudan veya dolaylı olarak mezhepleşmeyi etkileyen vakıaları onun
fikirleri çerçevesinde ayrıntılı bir biçimde eserinden nakledip, bu görüşleri
İslam Mezhepler Tarihi Klasikleri ve İslam Tarihinin temel kaynakları ile
kıyaslamak suretiyle çalışmamızda bütün yönleriyle ortaya koymaya çalışacağız.
Hz. Ali’nin Hilafete Seçilmesi ve
Mezhepleşmedeki Rolü
Hilafet İçin Yapılan
Görüşmeler:
Kemaleddin
Şükrü’nün ifadesine göre, Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra Halifelik
makamı dört gün boş kalmıştı. Asiler de dâhil bütün Müslümanlar devlet
başkanlığına ve halifelik makamına münasip birinin geçmesi hususunda
hemfikirdiler.1 Bunun üzerine Mısırlılar devletin başına bir an önce
imamın geçmesi gerektiği hususunda birleşerek, yeni halifeyi seçmek ve bu belirsizliğe son
vermek için Hz Ali’ye gelerek;
Ümmetin imamsız kaldığını, bu makamın da
kendisine layık olduğunu, bunun için de ona biat etmek istediklerini
söylemişti. Fakat Hz. Ali, buna razı olmayıp isteklerini geri çevirmişti. Bunun
üzerine, yazarın naklettiğine göre Mısırlılar, zaman kaybetmeden Talha ve
Zübeyr’e halifelik için müracaat etmişlerdi, fakat ikisi de onların bu isteklerini
geri çevirmişti. Mısırlılar umduklarını bulamayınca Medinelilere, Medi- neliler
de Hz. Ali’ye baskı yapmıştı, ancak Hz. Ali kararında ısrar etmiş ve: “Siz
benden başka kimi isterseniz seçiniz. Ben ona biat ederim. ”
demişti.4 Müellifin nakline göre Mısırlılar îmâmet işinin gittikçe
uzadığını görünce, Ensar ve Muhacirîn’e halifelik seçimi için iki gün mühlet
verdiklerini, bu zaman zarfında bir halife seçe- memeleri durumunda Ali b. Ebî
Tâlib, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvâm’ı da öldüreceklerini söyleyerek
onları tehdit etmişlerdir.5 Bu durum Hz. Ali’ye izah edilince o
Talha ve Zübeyr’i kastederek, intihap emrinin Bedir ehlinin işi olduğunu, dolayısıyla
onların muvafakat etmesi durumunda kendisinin bu görevi kabul edebileceğini
söylemiştir. Bunun üzerine Talha ve Zübeyr’e giden halk durumu izah etmişlerdir.
Onlar ise halka uyum sağlayarak: “Siz seçiniz, biz de kimi seçerseniz ona
biat ederiz. ” demiştir. Fakat Hz. Ali, Talha ve
Zübeyr’in böyle söylemelerinin yetersiz olduğunu ve onların bizzat yanında
bulunmaları gerektiğini, yoksa bu teklifi reddedeceğini söylemiştir. Bunun
üzerine hemen Hâkim b. Cebel ile Malik b. Eşter Hz. Ali’yle görüşerek onu
mescide götürmeye ikna etmiş; Talha ve Zübeyr’i de mescide getirmeleri
hususunda ona söz vermişti.6
Artık Ali b. Ebî Tâlib’in halifeliği kesinleşmişti.
Bu durum başta Ensar ve Muhacirler olmak üzere bütün Müslümanlara rahat bir
nefes aldırmış ve aynı zamanda doğması muhtemel olan yeni bir
tehlikenin/nifakın önüne geçilmişti. Kemaleddin Şükrü’nün dediği gibi Hz. Ali
ise halifelik seçiminde oldukça titiz davranmıştı. Çünkü o, ileride zuhur
edebilecek bir takım fitnelerin önüne geçmek için çaba harcamakta ve vuku
bulabilecek yeni ihtilaflara kapı aralamamak için oldukça temkinli davranmaktaydı.7
Kemaleddin Şükrü,
Talha ile Zübeyr’in halifeliği istememelerinde Hz. Ali’den çekinmelerinin veya
halifelik makamında Hz. Ali taraftarlarının onları rahat bırakmayacağını
düşünmelerinin etkili olabileceğini iddia etmektedir. Bkz: Orbay, a.g.e., s.
39.
Müellifin ifadesine göre Hicretin 35.
Yılında Talha Ubeydullah, Zübeyr b. Avvâm ve Emevîler hariç bütün Müslümanlar
mescide toplanmıştı. Hâkim b. Cebel ile Malik Eşter bir grup askerle Talha ve
Zübeyr’in bulundukları yere giderek onları mescide davet etmişlerdi. Fakat
onlar: “Hele siz seçeceğiniz zata biat ediniz. Ondan sonra biz de
icabına göre hareket ederiz. ” diyerek gelmek istemediklerini
belirtmişlerdi. Bunun üzerine Hâkim b. Cebel ile Malik Eşter; Hz. Ali’nin
seçilmesinde karar kılmadan evvel hilafeti onlara da sırayla arz ettiklerini;
fakat kendi istekleriyle bu işe yanaşmadıklarını; buna rağmen biat için mescide
gelmemelerinin anlamsız olduğunu onlara söyleyip: “Buna
rağmen ittifak ettiğimiz kimseye biat etmez ve cemaate iştirak etmezseniz,
ikinizin de kanını dökmek helal ve mubahtır. ”9
demek suretiyle onları tehdit etmiştir. 10 Bunun üzerine Talha ve
Zübeyr,11 Malik Eşter ve Hakîm b. Cebel’in etkisiyle karar
değiştirerek mescide gelmiştir. Fakat yazarın naklettiğine göre Hz. Ali onların
mescide zorla geldiklerini anlamış ve bunun üzerine onlara emr-i hilafete
rağbeti olmadığını, ikisinden birinin bu işte arzusu varsa elini uzatması
durumunda ona hemen biat edebileceğini söylemişti. Fakat onların buna razı
olmamış ve ardından Hz. Ali’nin elini alarak biat etmişti.
Kemaleddin Şükrü’nün naklettiğine göre
ilk biat eden Talha b. Ubeydullah’tı. Uhud Savaşı’nda sağ eli sakatlandığı için
sol elini kullanarak biat etmişti. Müslümanlar arasında ilk
biat eden elin sakıt olduğu için yapılan biatin de geçersiz olduğuyla
ilgili bir dedikodu yayılmıştı.14 Sa’d b. Ebî Vakkas, Abdullah b.
Ömer, Mu- hammed b. Mesleme, Zeyd b. Sabit, K’ab b. Mâlik ve Hasan b. Sâbit
gibi birçok sahabe ise biati en sona tehir etmiştir.
Hatta bir rivayete göre bu hususta aralarında tartışma başlamış fakat Hz.
Ali’nin müdahalesiyle bu tartışma sonlandırılmıştır.15
Fırkalaşmadaki Rolü:
Hz. Osman’ın öldürülmesinin ardından,
naşının defnedilerek, hilafetin Hz. Ali için uygun görülmesi ve biatin
gerçekleşmesi, yeterince gergin ve karışık olan bu siyasi ortamın biraz
yumuşamasına neden olacağına daha büyük sıkıntıları beraberinde getirmişti.
Özellikle Hz. Osman’ın ölümünün siyasete alet edilmesi ve biat gerçekleşene dek
yapılan görüşmeler başka anlaşmazlıkların zuhur etmesine zemin hazırlamıştır.
Fakat burada üzerinde durulup düşünülmesi gereken birkaç nokta vardır.
Bunlardan biri Hz.
Osman’ın şehit edilmesi meselesidir. Hz. Osman’ın evi kuşatıldığında, günlerce
muhasara altında aç ve susuz bırakıldığında ashab-ı kibriyâ ve özellikle de Hz.
Ali asilere engel olmak için acaba neden bu işle bizzat ilgilenmemişti?16
Kaynaklarda Hz. Ali’nin Hz. Osman’a destek için oğlu Ha- san ve Hüseyin’i ona
gönderdiğine dair rivayetler bulunsa da, bu durum, bu sorunun sorulmasına engel
teşkil etmemektedir. Zira Hz. Ali hem tecrübe hem de saygınlık bakımından
oğulları Hasan ve Hüseyin başta olmak üzere Talha ve Zübeyr gibi birçok
sahabeden de önde, sözü dinlenir bir şahsiyetti.
İkinci bir husus
Talha b. Ubeydullah ile Zübeyr b. Avvâm’ın biatleri meselesidir. Bu hususta
birbirine muhalif birçok nakil mevcuttur. Fakat gerçek şudur ki daha sonraları
Hz. Ali’ye muhalif kesimin arasında yer alan bu iki sahabe ya hakikatten cebr
altında kalarak; ya gönülsüz kalarak Hz. Ali’ye biat etmişlerdir. Ya da gönül
hoşnutluğuyla biat etmişler fakat daha sonra Hz. Ali, Hz. Osman’ın katilleri
hususunda aceleci davranmayınca ona muhalif olmuşlardır. Bu konudaki görüşler
net olmamakla birlikte esas sorun teşkil eden Küfe ve Basralıların Talha ve
Zübeyr’e olan tutumlarıdır ki kaynaklarda zikredildiğine göre Hz. Ali’ye olan
biatlerinden dolayı, Küfeliler Zübeyr’e, Basralılar da Talha’ya kin beslemeye
başlamışlardı. Çünkü Hz. Osman’dan sonra Küfeliler Zübeyr’in, Basralılar da
Talha’nın halife olmasını arzulamaktaydılar. Öte yandan ekseriyetini Hz.
Osman’ın aleyhtarlarının oluşturduğu Mısırlılar Hz. Ali’nin halife
seçilmesine hatta Talha ve Zübeyr’in de Hz. Ali’ye biat ettiklerine ve bu
konuda fikir birliği içinde olduklarına bir hayli sevinmişlerdi.
Öte yandan nakledilen rivayetler
ışığında olayı ele alacak olursak; Hz. Ali Talha ve Zübeyr’e biat anında bile “kendisinin
bu işe pek de istekli olmadığını, eğer isterlerse halifeliğe onların
geçebileceğini ” defalarca söylemiştir. Buna rağmen acaba
neden Talha ve Zübeyr bu işe yanaşmamıştır? Bu durumda ise Malik Eşter ile
Hakim b. Cebel’in bu hareketinin ne derece doğru olduğunu ve ayrıca onların bu
yaptıklarından Hz. Ali’nin haberdar olup olmadığını sorgulamak gerekir. Doğrusu
bu sorulara cevap vermek oldukça güç görünmektedir. Çünkü yukarıda da izah
ettiğimiz gibi kaynaklarda bu hususta birbirine muhalif birçok rivayet
mevcuttur. Fakat bizim bu husustaki kanaatimiz, siyasi idareye karşı huruç
ederek Hz. Osman’ı katleden Harici zihniyetli kişiler, îmâmet makamına Hz.
Ali’yi geçirmek için Talha ve Zübeyr’i tehdit etmiş olduğudur. Çünkü Hariciler,
Talha veya Zübeyr hilafete geçmesi durumunda Hz. Osman’ın katli hususunda katilleri
cezalandıracağını bilmekteydiler. Hz. Ali’nin ise bir takım sebeplerden ötürü
bu hususta esnek davranacağını da çok iyi bilmekteydiler. Öte yandan şöyle
düşünmek gerekir ki; Müslümanlar zaten Hz. Osman’ öldürüldükten sonra siyasi
olarak tefrikaya düşmüştü. Hem siyasi hem de dini açıdan adeta kaosu andıran bu
ortamda yapılan halifelik seçiminde halkın sağlam ve kararlı iradesini ortaya
koyması beklenemezdi.
Üçüncü
olarak üzerinde düşünülmesi gereken nokta Hz. Ali’ye biat etmeyenlerle
ilgilidir. Bilinmektedir ki; seçim esnasında Sa’d b. Ebi Vakkas ve îbn Amir
gibi bazı sahabiler biatini tehir etmiş; Hassan b. Sâbit, Ka’b b. Mâlik,
Mesleme b. Muhallid, Ebû Said el-Hudri, Muhammed b. Mesleme, Nu’man b. Beşir ve
Zeyd b. Sâbit gibi bazı sahabiler ise Hz. Ali’ye biat etmemişlerdi. Neden bazı
sahabiler biatlerini tehir ederken bazılarıysa hiç biat etmemişlerdir?
Özellikle biat etmeyenleri, sadece “Hz. Osman taraftarı ”
olarak nitelemek eksik ve belki de yanlıştır. Onları biat hususunda temkinli
davranmalarında, hatta biate hiç bulaşmamalarında toplumun her açıdan tamamen
kargaşa içerisinde olmasının önemli bir rol oynayabileceğini de söylemek
mümkündür.19 Bu kaos ortamı, bazı sahabileri biatlerini tehir
etmelerine, bazılarını ise seçime hiç karışmamasına (Mürcie) sevk ettiği ise
açıktır.
Kısaca söylemek gerekirse Hz. Ebû
Bekir’in ve Hz. Osman’ın halifeliğe seçilmesinde “İmâmet”
meselesinde Müslümanlar arasında bir takım anlaşmazlıklar vuku bulduğu gibi,
Hz. Ali’nin de halifeliğe intihabında da benzer sorunlar yaşanmıştır. Hz.
Ali’nin seçimi için yapılan görüşmeler ve bu görüşmeler neticesinde onun îmâmet
makamına geçişi bir takım tefrikaları ve nifakları da beraberinde sürüklemiştir.
Yukarıda da izah ettiğimiz gibi bazı Müslümanlar onun îmâmetini kabul ederken
bazıları reddetmiş, bazıları ise bu hususta tarafsız ya da kararsız kalmayı
tercih etmiştir ki bu ihtilaf, Müslümanların fırkalaşmasında bizzat rol
oynayan ve Eş’arî’nin nakline göre ‘asırlarca
süren ’ bir ihtilaftır.
Hz. Ali’nin hilafete seçilmesi,
Müslümanların fırkalaşmasında bir rol oynamıştır. Harici zihniyetli asîler, Hz.
Ali’nin îmâmet getirilmesine razı olmuştur. Çünkü bu siyasi ortamda, Hz. Osman
aleyhtarlığı duyguları, onları Hz. Ali’ye yandaş olmaya itmiştir. Öte yandan
Hz. Osman’ın öldürülmesinde Harici zihniyete bir tepki olarak doğan ve
tarafsızlığını ilan eden Mürcie Hz. Ali’nin îmâmete intihabında da
tarafsızlığını sürdürmüş ve siyasetten uzak durmuştur.
Hz. Ali’nin hilafete geçmesi, Şiî
zihniyetinin oluşmasına hız kazandırdığı bir gerçektir. Bilinmektedir ki;
Şîa’ya göre; imamlar, tıpkı peygamberler gibi masumdurlar. Onlar Allah’ın
kanunlarını koruyan, gözeten ve sürekliliğini sağlayan kimseler oldukları için
konumları itibariyle peygamberler gibidirler. Mazlumun intikamını zalimden
almaları, fesat ve nifakın ortadan kaldırılması için imama ihtiyaç vardır ve bu
sebeple imam onlara göre Allah’ın lütfudur. Dolayısıyla Şîa’ya göre Hz. Ali’nin
îmâmete geçmesi nifak ve ihtilafların ortadan kaldırılacağına, gasbedilen
imamlık hakkının geri kazanılacağına, mazlumun ahının zalimlerden alınacağına
delalet etmektedir.
Cemel Vakası ve Fırkalaşmadaki Yeri
Yukarıda da izah ettiğimiz gibi Hz.
Osman’ın öldürülmesiyle çözümü neredeyse imkânsızlaşan sorunlar Cemel
Savaşı’yla artık iyice içinden çıkılmaz bir hal almıştı. Bir tarafta Bedir,
diğer tarafta ise Uhud kahramanlan başta Arap Yarımadası olmak üzere bütün îslam
Memleketlerini saran siyasi havadan etkilenerek birbirine kılıç çekmişti.
Binlerce mümin, binlerce müminin kanını dökmüştü. Böylesine kanlı bir savaşı
tarihe kazıyan ve aradaki nifak tohumlarını eken münafıklar aynı sadece
Müslümanların kanını dökmesine sebebiyet vermemiş, asırlar boyu problem olarak
devam edecek olan büyük bir ayrışmaya sebep olmuştur.
Talha ve Zübeyr’in
Tutumu:
Müellifin nakline göre biat akşamı Talha
b. Ubeydullah ile Zübeyr b. Avvâm, Ali b. Ebî Tâlib’i ziyarete gelmiş; ondan
Hz. Osman’ın katillerinin kısasını istemişti. Ancak Hz. Ali onlara haklı
olduklarını, ama şehir isyancı kuvvetlerin elinde olduğu için ve kuvvet
bakımından onlar daha üstün olduğu için katillerin cezalandırılmasının henüz
imkânsız olduğunu, dolayısıyla böyle karışık bir ortamda bir icraat yapmanın
uygun olmayacağını ve ortalığın biraz yatışması gerektiğini dile getirmişti.
Yazarın naklettiğine göre bunun üzerine, Talha ve Zübeyr biatten sonra Hz.
Ali’ye gelerek Basra ve Küfe valiliklerini istemiş, fakat Hz. Ali onların
kendisi için birer müşavir olduklarını gitmeleri durumunda çevresinde istişare
edebileceği kimsenin kalmayacağını ileri sürerek isteklerini reddetmişti.
Cemel Savaşı:
Kaynaklarda
nakledildiğine göre Hz. Aişe Hz. Osman’ın öldürülmesinden yaklaşık 20 gün
evvel, hicretin 35. yılında, Hac için Mekke’ye gitmiş, fakat Hac dönüşünde
halifenin öldürüldüğünü ve yerine Ali b. Ebî Tâlib’in halife seçildiğini
duyunca, bir müddet Mekke’de kalmaya karar vermişti. Ayrıca halifenin şehit
edilmesinin ardından huzur ve sükûnetin bozulması sebebiyle başta Talha,
Zübeyr, Basra ve Yemen’in eski valileri olmak üzere Hz. Osman’ın yandaşlarının çoğu
Mekke’ye gelmişti. Özetle, Medine ile kıyaslanacak olursa Mekke’de toplananların
çoğunu Hz. Osman taraftarları ve onun katillerinin bulunup cezalandırılmasını
isteyen kişiler oluşturmaktaydı ve Hz. Ali’nin derhal katilleri
cezalandırmasını arzuluyorlardı. Mekke’de bir araya gelen bu kitle, Hz. Ali
karşısında ayaklanmak için, zaman zaman Hz. Aişe önderliğinde bazı toplantılar
düzenlemişti.26 Bu istişarelerin neticesinde Hz. Aişe ve
beraberindekiler, Ali b. Ebî Tâlib’ten Osman b. Affân’ın katillerinin kısasını
talep etmek, hakkın yerini bulması için gerekirse savaşmak ve katilleri
savaşta öldürmek için bir ordu hazırlayıp Hz. Ali’nin üzerine yürümeye karar
vermiş ve üç bin kişilik bir orduyla, hicretin 36. senesinde, Basra’ya hareket
etmişti. Kemaleddin Şükrü, orduyu “arzuları tatmin edilmemiş, hırslarını
alamamış,
şahsi duygularıyla hareket eden fesatçılar” olarak, Hz. Aişe’yi ise “nifakçıların elebaşı” olarak nitelendirmektedir.
Ayrıca amaçlarının sadece “nifak ve bozgunculuk çıkarmak”
olduğunu öne sürmekte ve Ifk Hadisesini kastederek Hz. Aişe’nin; vali olmak
istediklerini kastederek Talha ve Zübeyr’in, Hz. Ali’ye muhalif davranmasında
kişisel duygularının önemli bir şekilde rol oynadığını iddia etmektedir.31
Yazarın ifade ettiğine göre Mekkeliler
hazırladıkları orduyla Basra’ya vardıklarında, Basra valisi Osman b. Huneyf ve
ordusuyla arasında Mekkeliler kanlı mücadeleler vuku bulmuştu. Bu
mücadelelerde, Mekkeliler Osman b. Huneyf i bayılıncaya kadar döverek, saçını
sakalını yolup önce hapsetmiş, sonra ise
hapsedildiği yerden çıkarılarak, çıplak bir vaziyette Medine’ye sürmüştü. îdare
ise tamamen Mekkelilerin eline geçmişti.34
Bunun
üzerine, hicretin 36. senesinde, tamamını Ensar ve Sahabilerin oluşturduğu Hz.
Ali komutasında bir ordu, Basra’ya hareket etmişti. Osman b. Huneyf, Zikâr
adında bir yerde Hz. Ali karşılaşmış ve ona kendisine yapılanları iletmişti. Bunun
üzerine Hz. Ali’nin bu durum karşısında çok üzülmüş ve ellerini kaldırıp,
yaptıkları hataları anlamaları ve nedamet duymaları hususunda Mekkelilere
dualarda bulunmuştur.36 Yazarın naklettiğine göre Hz. Ali, Basra’ya
varınca barış görüşmelerini başlatmış, bu görüşmeler netice vermeye başlamış ve
tansiyon iyice düşmüştü. Kemaleddin Şükrü’nün naklettiği bilgilere göre; Hz.
Ali konuşmasında Talha’ya ve Zübeyr’e serzenişte bulunmuş ve onlara
yaptıklarının yanlış olduğunu ayetlerle hadislerle izah etmiştir. Hz. Ali’nin,
“Hatırında mı? Bir gün
Rasûl-ü Ekrem sana hitaben: ‘Zübeyr sen zalim ve haksız olduğun halde bir gün
gelecek Ali ile mukatele edeceksin’ demişti. Bu hadisi ne çabuk unuttun?” sözü üzerine Zübeyr b. Avvâm yaptığına
pişman olmuş ve Hz. Ali’nin yanından ayrılmıştır.
Bu
görüşmelerin neticesinde ortalık biraz yumuşasa da iki tarafta da savaşı
şiddetle arzu edenler vardı. Özellikle Talha ve Zübeyr’in oğullarının savaşmayı
arzuladıkları eserde kayıtlıdır. Bu yüzdendir ki Zübeyr b. Avvâm, Hz. Ali ile
görüştükten sonra Hz. Aişe’nin ve kendi oğullarının yanında uYemin ederim ki ben Ali ile savaşmam. Buradan çekip gideceğim” demesi üzerine ona ilk itiraz bizzat
oğlu Abdullah’tan gelmiştir.40
Görüşmeler
neticesinde, Cemel Vakası barış ile sonlandınlacakken, Malik Eşter, Halit b.
Mülcem ve Abdullah Reşâ,41 gibi bir takım Haricî zihniyetli
nifakçılar, geceleyin, aralarında gizli bir toplantı düzenleyip, “Eğer
Ali; Talha, Zübeyr ve Aişe ile sulh yaparsa yarın bunlar hep birleşirler ve
Osman ’ın katili sizsiniz diye bizim üzerimize hücum ederler. Ne yapacaksak
hemen bu geceden yapalım. ” diyerek; sabaha karşı kendi
kuvvetlerinin de desteğiyle iki tarafı birbirine düşürmek için gizlice hem
Mekkelilere hem de Medinelilere saldırma kararı almışlardır.
İslam
tarihi eserlerinde emri altındaki askerlerin yaklaşık 2500 kişiyi bulduğu
nakledilen43 bu nifakçıların bir kısmı, h. 36’da, Cemaziyelahir’in
14’ünde sabaha karşı gizlice Mekkelilerin üzerine hücum ederken, diğer bir
kısmı ise Medinelilere saldırmıştı. Yazarın naklettiğine göre bu olay Cemel
Savaşı’nın başlangıcı olmuş, iki taraf da ne olduklarını anlamadan savaşa
sürüklenmişti. Hz. Aişe’nin yanı sıra, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvâm ve
onun oğulları da savaşa dâhil olmuştu.44 Bu sırada Zübeyr b. Avvâm
harp meydanından kaçmaya başlamıştı. Bu durumu gören Ahnef b. Kays, Amr b.
Cürmüz’ü Zübeyr’in üzerine göndermiş, İbn Cürmüz ise Vedâyı Sâya adında bir
mevkide onu yakalayarak öldürmüştü.45 Öte yandan Mervan b. Hakem’in
attığı bir okla Talha b. Ubeydullah ölmüştü.46 Kemaleddin Şükrü’nün
nakline göre, savaş şiddetlendiği bir sırada, Hz.
Ali, Hz. Aişe’yi öldürmek isteyen askerleri görünce hemen onun devesinin
yanına sokulup “Bu deve çökmedikçe bu kanlı savaş
bitmez. ”demiş ve bunun üzerine askerlerden biri devenin
bacaklarını kılıçla keserek deveyi düşürmüş ve savaşı bitirmişti.47
Yazarın
naklettiğine göre Hz. Ali savaşın sona erdiğini, kaçanların peşine dü-
şülmemesini, yaralıların öldürülmeyip tedavi edilmesini ve evlere baskın
yapılmamasını askerlerine ilan etmiştir. Akabinde
Ammar b. Yâsir ile Muhammed b. Ebû Bekr, Hz. Aişe’yi savaş meydanından alarak
Basra’da bir eve getirmişti. Hz. Ali savaştan sonra Hz. Aişe’yi ziyaret edip,
hatırını sormuş, onun için dualarda bulunmuş ve istediği yere gitmesi hususunda
ona izin vererek gerekli yardımlarda da bulunmuştu. Hz. Aişe ise Medine’ye
dönmek isteyince ona yol boyu birkaç mil eşlik ederek onu yollamıştı.49
Ganimetler Hususundaki
Anlaşmazlık:
Nakledilen bilgilere göre savaştan sonra
Müslümanlar arasında ganimetler hususunda yeni bir fitne zuhur etmişti. Hz. Ali
ile beraber Cemel harbine katılanların bir kısmı, özellikle Mısırlılar, ganimet
elde etmek için savaşa katılmıştı. Savaş lehlerinde sonlanınca da Hz. Ali’ye
müracaat ederek bir an önce hisselerinin dağıtılmasını talep etmişlerdi. Hz.
Ali ise onları azarlayıp ve onlara ‘savaşılan tarafın Müslümanlar olduğunu,
savaşın da bir zaruret olduğunu, dolayısıyla ganimetlerinin miras yoluyla
ailelerine düştüğünü’ söylemiş ve ganimetleri şehitlerin varislerine
dağıtmıştı.50 Bunun üzerine onlar da Hz. Ali’ye, savaşa katılmaktan
pişmanlık duyduklarını dile getirip, ona ta’n ederek Basra’dan ayrılmış ve
Kûfe’ye gitmişlerdir.51 Akabinde Hz. Ali de Basra’ya vali olarak
Abdullah îbn Ab- bas’ı tayin ederek vakit kaybetmeden Kûfe’ye dönmüş ve hilafet
merkezi olarak orayı tercih etmiştir ki Müellif Hz. Ali’nin Kûfe’ye dönmesini,
Mısırlıların ona muhalif ve kızgın bir şekilde oraya gitmelerine bağlamaktadır.
Nitekim îbü’l-Esîr’in naklettiği bir rivayet bu görüşü teyit etmektedir. Bu
rivayete göre Hz. Ali savaş sonrası mevcut karışıklıkları önlemek için Basra’da
biraz daha kalmak istemişti. Ancak Abdullah îbn Sebe ve diğer Haricîlerin Hz.
Ali’den izin almadan Basra’dan ayrılıp Kûfe’ye dönmelerini Hz. Ali şüpheyle
karşıladığı için onların hemen akabinde hemen Kûfe’ye gitmiştir.53
Cemel Vakası’nın
Fırkalaşmaya Etkisi:
Cemel Savaşı, Hz. Osman’ın ölümünden
sonra ilk kez iki Müslüman grubun birbiriyle amansız bir mücadeleye girdiği ve
binlerce Müslümanın binlerce Müslümanı katlettiği bir savaş olması hasebiyle
îslam Mezhepler Tarihi açısından büyük bir önem ifade etmektedir. Modern dönem
araştırmacılarından Abdulcabbar Adıgüzel, bu konunun önemini şöyle vurgulamıştır:
“Bu savaş,
insanların zihninde birtakım problemlerin oluşmasına sebebiyet vermiştir;
çünkü savaşan ve savaşılan ile öldüren ve öldürülenler hep Müslüman olmakla
beraber her iki taraf da kendi safında ölenleri şehit ilan etmekteydi. Hâlbuki
Peygamber’in: “iki Müslüman çarpışırsa ölen de öldüren
de cehennemdedir 5 hadisine göre iki
taraf da tehlike içerisindeydi. Bir kısmı Peygamber ile savaşlara katılıp
cennetle müjdelenmiş olan bu insanların durumu merak konusuydu. Osman b.
Affân’ın katlinden sonra bu durum ve ilerde de devam eden olaylar, mezheplerin
ayrım noktalarından biri olan iman-amel, kaza-kader, husn- kubh, halku’l-efal,
salah-aslah, mürtekib-i kebire gibi Kelâm problemlerin ortaya çıkmasına ve
asırlar boyu tartışılmasına zemin hazırlamıştır.”55
Havaric açısından düşünüldüğünde, Cemel
vakası, Hariciliğin doğuşunda doğrudan etkili olmasa da, Harici zihniyetin
oluşmasında etkili olmuş ve Haricilerin giderek tehlikeli bir hal aldığının
altını çizmiştir. Aslında, Kemaleddin Şükrü’nün “harici” olarak
nitelediği asilerin ayaklanıp Hz. Osman’ı öldürmeleri, sonraki problemlere
zaten kapı aralamıştı. Bu problemler tam barış yoluyla çözülecekken, Hz.
Osman’ın öldürülmesinde etkin bir şekilde rol oynayan Haricî liderler Cemel
Savaşı’na sebebiyet vererek dolaylı olarak binlerce Müslümanın da katili
olmuştu.
Öte yandan Cemel Vakası, Şiî zihniyetin
teşekkülünde de önemli bir rol oynamaktadır. Hz. Ebû Bekir’den beri sınırlı
bir şekilde varlığını koruyan Hz. Ali’nin taraftarlığı,
Hz. Ali’nin halifeliğe gelişiyle ve Cemel Savaşıyla daha da güçlenmiştir. Cemel
vakasını değerlendiren Şiî müelliflerinden Tabtabâî, Hz. Ali dönemi iç kargaşalarında,
Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’in diğer iç kargaşalara sebebiyet verenlerin, şahsî
menfaatleriyle hareket ettiklerini öne sürmektedir.56 Aslında
Kemaleddin Şük- rü’nün bu husustaki düşünceleri Şîa çizgisine oldukça yakındır.
Nitekim yukarıda naklettiğimiz gibi Kemaleddin Şükrü Orbay, Hz. Aişe’nin de
Talha ve Zübeyr’in de şahsî duygularla hareket ettiğini ileri sürerek onları “Nifakçılıkla
” nitelendirmiş hatta Hz. Ali’ye karşı ayaklanmalarını “huruç
etmek” olarak nitelendirmiştir.
Aslında Şîa’ya karakteristik bir renk
kazandıran îmâmet anlayışı neticesinde Hz. Ali’nin insanüstü bir varlık olarak
tasavvur edilmekte, onun karşısında olan herkes Şiîler tarafından
zemmedilmekte ve lanetlenmektedir. Hatta Şiî müellifler, bu görüşlerini
temellendirmek için bazı ayetleri tevil etmekte ve bazı hadisler nakletmekte-
ler. Bu anlamda değişik bâtıni yorumlara başvurmaktadırlar. Bu inançla yola
çıkan Şiîler, Hz. Ali’nin Cemel Vakası’nda tamamen suçsuz olduğunu (ki zaten
imamlar masumdur) ve ona karşı gelen Talha, Zübeyr ve Hz. Aişe’nin de ve
onların ordusunun kâfir olduğunu iddia etmektedir. Nitekim Şiî müelliflerden
Şeyh Müfîd, bir eserinde Cemel olayından bahsederken, Hz. Aişe, Talha ve
Zübeyr için: “Günahkârlar, kalleşler, hainler,
dönekler, fasıklar, hak yoldan sapanlar, doğruluktan uzaklaşan- lar”
olarak bahsetmektedir. Ayrıca onların Hz. Osman’ın kanını talep etmeye haklarının
olmadığını, Hz. Osman’ın katillerini bahane ederek Hz. Ali’yi öldürmek istediklerini,
zaten onların evvelden beri kâfir olduklarını ve bunu gizlediklerini, Hz.
Peygamber’in ise bunu bildiğini ve bu nedenle Hz. Ali’ye onlarla savaşmayı farz
kıldığını, dolayısıyla kanlarının helal olduğunu nakletmektedir.
Şiî müelliflerinden Tabtabâî ise Cemel
Savaşını birtakım ekonomik nedenlere bağlamaktadır. Bu konuyu Abdulcabbar
Adıgüzel bir makalesinde şöyle nakletmektedir:
“’Şîa’nın görüşüne
göre bu iç savaşlara neden olanların şahsi menfaatlerinden başka bir maksatları
yoktu. Üçüncü Halifenin kanını gütme davası, avam halkı aldatma aracından başka
bir şey değildi.’ diyerek söze başlayan Tabatabâî, devam eden cümleleriyle
savaşa asıl sebep olan şeyin beytülmalin taksimi ile ilgili olduğunu iddia
etmiştir. Ona göre; Ömer b. el-Hattâb’dan bu yana beytülmal, adaletsiz taksim
ediliyordu ve belli bir kesim sürekli olarak hazineden nemalanı- yordu. Ali b.
Ebî Tâlib halife olduktan sonra adaleti sağlamıştı; ancak bu durum öteden beri
ayrıcalıklı olanların, menfaatlerine dokunması sebebiyle, hoşuna gitmediği için
ihtilaf ve fitne çıkmıştı.”59
Sıffın
Vakası ve Hariciliğin Doğuşu
Sıffîn
Vakası:
Hz. Ali Halifelik makamına geçince, onun
önemli bir icraatı Hz. Osman’ın atadığı valilerin ivedilikle değiştirilmesi
olmuştu ki bu durumu Kemaleddin Şükrü “İdareyi
Ümeyyeoğulları’nın elinden kurtarmak”60 olarak yorumlamaktadır.
Valilerinin değiştirilmesi politikasının bir parçası olarak, o evvela Amr b.
As ile Muaviye b. Ebû Süfyan’ı azletmek istiyordu. Nakledildiğine göre bu
hususta Muğire b. Şu’be ve Abdullah b. Abbâs ile bazı istişarelerde ve görüş
alışverişinde bulunmuştu.61
Hz. Ali, yaptığı görüşmeler neticesinde
belli bir karara varmış ve bu karar mucibince Ubeydullah b. Abbâs’ı Yemen’e,
Osman b. Huneyfi Basra’ya, Kasem b. el-Abbas’ı Mekke’ye, Sehl b. Huneyfi Şam’a,
Kays b. Sa’d’ı Mısır’a ve Umara b. Şihâb’ı da Kûfe’ye tayin etmiştir.62
Muaviye’nin Hz. Ali Aleyhinde
Faaliyetleri: Kemaleddin Şükrü’nün naklettiğine göre, hicretin 35. yılında,
Nu’man b. Beşîr, Muaviye’nin isteği üzerine Hz. Osman’ın kanlı gömleğini ve eşi
Nâile’nin kesilmiş parmaklarını alarak Şam’a Muaviye’ye götürmüştü.63
Muaviye ise bu kanlı gömlekle kesik parmakları Emevî Camii’nin minberinde
teşhir etmek suretiyle halkı tahrik edip Hz. Ali’ye karşı Hz. Osman’ın
katillerinin cezalandırılması hususunda kışkırtıyordu.64 Öte yandan
Muaviye Hz. Ali’nin gönderdiği vali Sehl b. Huneyfi tanımamış, Ali b. Ebî
Tâlib’in Hz. Osman’ın katilleri hususunda rahat davranması Muaviye’yi ona biat
etmemeye itmişti.65
Yazarın nakline göre savaştan sonra
Mısırlıların az bir kısmı ve Şam hariç birçok şehirden biatler gelmeye
başlamıştı. Şam’da ise halkı ile sıkı bir bağı olan Muaviye Hz. Ali’ye biat
etmeme hususunda kararlıydı. Hz. Osman’ın şehit edilmesinden arta alan kanlı
gömlek ve kesik parmakların minberde sergilenmesi halkı galeyana getirmekle
kalmayıp, Hz. Ali’ye olan kinlerini de artırmaktaydı. Her gün muhtelif yerlerde
halka hutbeler okunmakta ve Hz. Ali’nin bu cinayetin gerçekleşmesinde önemli
rol oynadığı kanaati halka telkin edilmekteydi. Hz. Ali bütün bunları göz
önünde bulundurarak, yapılacak en mühim işin kendi arzusuyla mutavaat etmeyen
Muaviye’yi ve halkını kılıç zoruyla boyun eğmeye mecbur etmek olduğuna karar
vermişti.66
Filistin’de bulunan Amr b. el-Âs da, “Muaviye
b. Ebî Süfyan ’ın ve Mısır halkının bir kısmının desteğini kazanarak Hz.
Ali’ye karşı harekete geçeceğini” duyunca Hz. Ali’ye karşı bir hamle
yaparak, h. 36’da, Muaviye ile ittifak etmişti.67 Müellifin
naklettiğine göre Amr, Şam Camii minberinde sergilenen Hz. Osman’ın kanlı gömleğini
ve eşi Naile’nin kesik parmaklarını “Onları
kaldırıp bir yerde sakla sonra Muharebe vaktinde çıkar ve halka teşhir et. O
zaman insanların gayret ve muhabbet damarları harekete
gelerek Ali ile cenge hırslanırlar.”
diyerek Muaviye’ye kaldırtmıştı.
Öte yandan Hz. Ali Kûfe’ye gidince,
Azerbaycan valisi Eş’as b. Kays el- Kindî ve Hemedan valisi Cerîr b. Abdullah
el-Becelî ile Muaviye hakkında çeşitli istişarelerde bulunmuştu. Ardından ise
Muaviye’nin kendisine biat edip etmeyeceği hususunda kesin bir bilgi alması
için Cerîr b. Abdullah’ı Şam’a elçi olarak göndermişti. Fakat Muaviye Cerîr’i
oyalayıp ona net bir cevap vermeyerek zaman kazanmaya çalışmıştır.69
Muaviye ayrıca Humus Sancağı Emîri Şurahbil b. Sımt el- Kindi’nin desteğini
almayı başarmış ve onun aracılığıyla bütün Şam’ı Hz. Ali’ye karşı savaşa davet
etmişti. Ardından ise Cerîr’e gönül rahatlığıyla ret cevabı vermişti.
Müellifin naklettiğine göre Muaviye
ordusunda sahabeden hiç kimsenin bulunmamasından rahatsız olduğu için Amr b.
el-As ile istişare ederek Medine’de bazı sahabilere davet babında mektup
göndermiştir. Fakat mektuplardan istediği cevabı alamayınca bu defa Ubeydullah
b. Ömer, Sa’d b. Ebî Vakkas ve Muhammed b. Meslemetü’l-Ensarî’ye ayrı ayrı
mektup yazarak desteklerini istemiş, fakat hepsi bu işte bitaraf olduklarını,
Müslümanlara ve özellikle de halifenin olduğu tarafa kılıç çekmenin bir mümin
olarak kendilerine yakışmayacağını (Mürcie) açıkça yazmışlardır.74
Savaş ve Hakem Tayini:
Yazarın nakline göre Hz. Ali,
Muaviye’den ret cevabını alınca vakit kaybetmeden, hicretin 36. senesinde,
80’i Ashâb-ı Bedir olmak üzere toplamda 880 sahabenin içinde bulunduğu bir ordu
hazırlayarak savaş için sefere çıkmıştı.76 İki ordu Sıffîn’de
karşılaşmış ve aralarında ilk tartışma su meselesinden kaynaklanmıştı.77
Şamlılar işgal ettikleri Fırat nehrinin suyundan İraklıların yararlanmalarını
istememiş ve “Onlar Hz. Osman ’ı nasıl günlerce susuz
bıraktıysa biz de onları öyle susuz bırakacağız. ”
diyerek suyun yasaklanmasını istemişlerdi. Bunun üzerine ortalık yeniden
kızışarak çarpışmalar başlamış ve bu çarpışmalar Zilhicce ayının sonuna kadar,
birer ikişer gruplar halinde sürekli devam etmişti. Hz. Ali defalarca barış
görüşmeleri için elçi göndermiş ancak bu görüşmelerin hiçbirinden bir netice
elde edilememişti. Bunun üzerine Hz. Ali savaşmak üzere nihaî kararı vermişti
ve çarpışmalar başlamıştı. Savaş
iyice şiddetlenip de Hz. Ali’nin ordu su üstünlük elde etmeye başlayınca, Amr
b. el-As, Muaviye’ye askerlerine derhal Kur’an’ları mızrakların uçlarına takıp
havaya kaldırmaları hususunda emir vermesini istemişti. Muaviye denileni yapmış
ve askerler mızrakların uçlarına Mushafları takıp havaya kaldırarak “Sizi
Kitabullah ’a davet ediyoruz. ” diye seslenmeye başlamıştı. Eş’arî bu
durumu şöyle nakletmektedir:
“Ali b. Ebî Tâlib
döneminde, öncelikle Talha, Zübeyr ve onların Ali’ye karşı savaşmaları sonra
da Muâviye’nin Ali ile savaşı konusunda ihtilaflar meydana geldi. Ali, Muâviye
ile Sıffîn’de karşı karşıya geldi. Gerek Ali gerekse Muaviye’nin orduları
kılıçları kırılıncaya, mızrakları parçalanıncaya ve güçleri tükenip bitkin
düşünceye kadar birbirleriyle savaştı. Savaşmaktan yorgun düşen iki taraf da
birbirlerini suçlamaya başladılar.
Muâviye: “Ey Amr! Sen
içine düşüp de çıkmak istediğin her türlü sıkıntılı durumdan çıkmayı başardığını
iddia etmedin mi?” dedi. Amr b. el-As: “Evet” dedi.
Bunun üzerine
Muaviye: “Öyleyse başımıza gelen bu sıkıntıdan çıkış yolu nedir?” dedi.
Amr b. el-As:
“Hayatta kaldığım sürece Mısır’ın elimden çıkmaması konusunda bana söz verir
misin?” dedi. Muaviye de: “Evet! Bu konuda, Allah adına sana söz veriyorum.”
dedi.
Amr: “Mushafları
yukarı kaldırmalarını emret. Sonra Şamlılar İraklılara, “Ey İraklılar! Aramızda
Allah’ın Kitab’ı vardır” desin. Eğer bu isteğini kabul ederse, taraftarları ona
muhalefet eder. İsteğine karşı çıkarsa, yine taraftarları ona muhalefet eder.”
Amr b. el-As, ona bu
görüşünü söylerken sanki ince bir perdenin arkasından gaybı görüyordu. Muâviye,
taraftarlarına mushafları yukarı kaldırmalarını ve Amr b. el-As’ın söylediği
şeyi yapmalarını emretti. Onlar da bunu yaptılar. Bunun üzerine İraklılar, Hz.
Ali’nin işine karıştılar ve onu, Ali’nin bir hakem Muâviye’nin de bir hakem
göndereceği tahkime (hakem tayinine) zorladılar. İraklıların kendisine uymaktan
kaçınmaları üzerine Ali bunu kabul etti. Ali’nin bunu kabul etmesi üzerine,
Muâviye ve Şamlılar Amr b. el-As’ı, Ali ve İraklılar da Ebû Mûsâ’yı hakem
olarak gönderdiler ve birbirleriyle bazı anlaşmalar yaptılar. Ali taraftarları
bunun üzerine ihtilafa düştüler ve dediler ki: “Allah Teâlâ, “Allah’ın
buyruğuna dönünceye kadar onlarla savaşın.” diyor; “azgınlara hakem tayin edin”
demiyor. Eğer onlarla savaşmaya dönmez ve onlarla tahkimi kabul ettiğin küfre
girdiğini kabul etmezsen, sana karşı harp ilan eder ve seninle savaşırız.”
Bunun üzerine Hz. Ali şunları söyledi: “İşin başında size karşı çıkmıştım. Siz
ise onların istedikleri şeyi kabul etmede direndiniz. Bunun üzerine onların isteklerini
kabul ettik ve onlara sözler verdik. Bizim (onlarla savaşmak için) bir
gerekçemiz yoktur. Böylece onun azledilmesi ve tahkîm sebebiyle tekfir edilmesinde
direttiler ve ona karşı çıktılar. Onlara Havâric ismi verildi. Çünkü onlar, Ali
b. Ebî Tâlib’e karşı çıktılar. Bu, bugüne kadar devam eden bir ihtilaftır.”82
Kûfelilerin büyük bir kısmı (Hariciler)
Kitabullah’a davet olundukları için savaşı bırakmak istemişler, fakat Hz. Ali
savaşmaya devam etmelerini, bunun bir hile olduğunu onlara anlatmışsa da
askerleri onu dinlememişti. “Kitabullah ’a davet olunduğumuz cihetle
icabetten başka bir şey yapamayız. ” diyerek savaşı bırakmışlardı. Hz. Ali
onlara savaşmaları için ısrar edince, Haricilerin ileri gelenlerinden biri ona “Ya
Alil Kitabullah ’a icabet et. Yoksa seni düşmanlarına teslim ederiz. Veyahut da
Ibn Affân’a yaptığımızı sana da yaparız. ”
diyerek Ali b. Ebî Tâlib’i tehdit etmişti. Orada bulunan Hariciler83 ve
bazı Kur’an hafızları84 da o
adama destek olmuştu. Hz. Ali Eşter’e haber göndererek ondan yardım dilemiş
fakat Eşter onlara vazgeçmelerini nasihat ettiyse de onları bu işten bir türlü
caydıramamıştı. Bu sırada Hz. Ali, Eş’as b. Kays’ı, amacının ne olduğunu
öğrenmesi için Muaviye’ye göndermişti. Muaviye ise ona şöyle demişti:
“Amacımız
Kitabullah’a müracaattır. İki taraftan birer hakem seçilsin, onlardan
Kitabullah’a muvafık bir karar vermeleri için ahd alalım. Sonra tarafeyn
onların verdikleri karara tabi olsunlar.”86
Bunun
üzerine Eş’as b. Kays Hz. Ali’ye durumu bildirerek, hakemin Ebû Musa el-Eş’ârî
olabileceğini öne sürmüştü ve Hariciler de bunu onaylamıştı. Fakat Hz. Ali
onlara: “Evvela bana asi oldunuz ve işi bu
kerteye getirdiniz, bari bu hususta da bana asi olup bu işi tamamen berbat
etmeyiniz. ” diye buyurmuş, ancak onları Ebû Musa’dan bir türlü
vazgeçirememişti. Nakledildiğine göre Hz. Ali Ebû Musa’nın güvenilir biri
olmadığını, onlara defalarca anlatıp, hakem olarak sırayla Abdullah b. Abbas’ı,
Malik Eşter’i ve Ahnef b. Kays’ı onlara önermiş ancak onlar hiçbirini kabul
etmeyip Ebû Musa’da ısrarcı olmuşlardı. Sonunda onların dediği olmuş ve Ebû
Musa hakem tayin edilmişti. Bu sırada Şamlılar da hakem olarak Amr b. el-As’ı
tayin etmişti. Müellif Ebû Musa’yı Amr b. el-As ile kıyaslayarak şu
yorumlarda bulunmaktadır:
“Ebû Musa fenn-i bahs ve cudûlde Amr b. el-As gibi bir
dâhiye muadil değildir. Çünkü Ebû Musa’nın lisan-ı sahihan kalbinin tercümanı
idi. Sâfderûn bir adamdı. Amr ise ma fı’z-zamirini ketm ile adam aldatmakta
mahirdi. Bir de Musa her nasıl olur ise olsun mukatelenin ve kan dökülmesinin
bertaraf edilmesini düşünüyor. Amr ise Mısır valiliğine hail olmak için
Muaviye menfaatına can ve gönülden çalışıyordu. Bu dakikaları mülahaza eden
bazı erbâb-ı akıl cidden dûçar-ı endişe oluyorlardı.”88
Kemaleddin Şükrü’nün naklettiğine göre,
Safer ayının 13’ünde Amr b. el-As, Ebû Musa ile bir araya gelip Hz. Ali’nin
huzurunda tahkimnameyi yazmaya başlamıştır. Bu sırada Hz. Ali ile Şamlılar
arasında “Emîru ’l-Müminîn ” ibaresinin
yazılıp yazılmaması hususunda bir tartışma vuku bulmuş ve netice olarak bu
ibarenin yazılmamasına karar verilmiştir. Nakledilen bilgilere göre anlaşma
metni şöyledir:
“Bu vesika Ali b. Ebî Tâlib ile Muaviye b. Ebî Süfyan
arasında bir kararnamedir.
Ali ehl-i Irak ile müttefikleri için, Muaviye ehl-i Şam ile
müttefikleri için taahhüt eylediler ki Allah’ın hükmüne ve Kitabına razı olarak
Kitabullah’ın ihya ettiğini, ihya ve imha eylediğini ihya ve imha eyleyeler.
Ebû Musa el-Eş’arî ile Amr b. el-Âs’tan ibaret olan hâkimler Kitabullah’ta
buldukları ahkâm ile ve onda bulamadıkları hususta sünnet-i âdile-i Nebeviye
ile amel edeler.”90
Metin yazıldıktan sonra Hakemler,
herkesin huzurunda Hz. Ali’den Muaviye’den ve iki tarafın askerlerinden
verecekleri kararın uygulanacağına dair söz almıştı. Kendileri de bu hususta
halkın huzurunda yemin etmişti. Hükmü ise Ramazan ayına veya isterlerse daha
sonraki müsait bir zamana tehir etmek üzere aralarında anlaşmışlardı.91
Hariciliğin
Doğuşu ve Siyasî Faaliyetleri
Haricilik ve Doğuşu: Harici sözcüğü,
h-r-c kökünden türeyen bir fiildir ve “ortaya çıkan, çıkan,
çıkaran, birini öldürmek amacıyla ortaya çıkan, isyan eden ”gibi
anlamlara sahiptir. Haricilik kelimesinin terimsel anlamı ise hak dinin, hakkın
dışına çıkanlar ve Hz. Ali’den ayrılanlar anlamına gelmektedir. Kaynaklarda
belirtildiğine göre Hariciler, Harûra’da toplandıkları için Harûriyye,
tahkimi kabul etmedikleri için el-Muhakkime,
dinden çıktıkları için ise Mârika
adıyla da anılmaktadırlar. Kemaleddin Şükrü “Harici”
sözcüğünü kelime anlamı olarak “isyan eden, hakkın dışına çıkan,
ayaklanan ” anlamlarında,94 terimsel olarak ise “Tahkîm
’i kabul etmeyip Hz. Ali’ye itaatten ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ten
ayrılanlar” anlamında kullanmaktadır.95 Müellifin bu yaklaşımı
Şehristânî’nin yaklaşımıyla paralellik göstermektedir. Şehristânî hangi
dönemde olursa olsun imama karşı ayaklanan huruç eden her kişiyi Harici olarak
nitelendirmektedir.96 Eş’arî ise Havaric adını Hz. Ali’nin
ordusundan çıkanlar için kullanmaktadır.
Hz. Peygamber’in ölümünden Cemel ve Sıffîn
savaşlarına kadar geçen sürede yaşanan ihtilaflar ve Cahiliye devri asabiyet
duygularının yeniden canlanması Harici- liğin zihinsel arka planını oluşturduğu
ve doğmasına zemin hazırladığı bir gerçektir. Fakat Hariciliğin ortaya
çıkışının en temel etkeninin ne olduğu hususunda birbirinden farklı görüşler
mevcuttur. Şehristânî Harici zihniyetinin zuhurunu çalışmamızın Birinci
Bölümünde ayrıntılı bir şekilde anlattığımız Zu’l-Huveysıra et-Temimi olayına
dayandırmaktadır. Ona göre Zu’l-Huveysıra bir Harici’ydi. Eş’ari ise
Hariciliğin doğuşunu Hakem olayına bağlamaktadır. Ona göre Kûfeliler tahkimi
kabul ettiği için Hz. Ali’nin kâfir olduğuna hükmedip ondan ayrıldıkları için
onlara Havaric isminin verilmiştir."
Kemaleddin Şükrü zihniyet olarak her ne
kadar Hz. Osman’a isyan eden asilerin ve Hz. Ali’ye karşı ayaklanan Hz. Aişe,
Talha ve Zübeyr’in hareketini “Huruc Etmek:”
sözcükleriyle ifade etse de, bu sözcüklerle onların “devlet
otoritesine karşıayaklandığını ve imama isyan ettiğini”
kastetmiş, Hariciliğin doğuşunu Eş’arî gibi Tahkim olayına bağlamıştır.100
Aslında Hariciliğin doğuşundaki en büyük etken Hz. Osman’ın öldürülmesi
olayıdır. Çünkü o zaman, halifeye karşı halkı kışkırtan ve isyana çağırıp
olayları daha da alevlendirenler Haricilerin önde gelenleriydi.101
Müellif eserinde Hz. Ali dönemini ele aldığı için bu husustan bahsetmemekte
fakat kaynaklarda belirtildiğine göre Basra’dan Hz. Osman’ı öldürmek için
gelen grubun reisi olan Hurkus b. Züheyr, Haricilerin ilk önderlerinden olup,
Hz. Ali’ye tahkim olayında hüküm vermenin sadece Allah’a ait olduğunu
söyleyenlerden biriydi. Dolayısıyla
Hz. Osman kısm-ı azamı tarafından mazlumca katledilmişti. Hatta yukarıda
naklettiğimiz gibi, Hz. Ali Sıffîn savaşında Mushaflar mızraklara takıldığında
Haricilerden savaşmalarını istediğinde ve bunda ısrarcı olduğunda, Hariciler “Ya
Ali! Kitabullah’a icabet et. Yoksa seni düşmanlarına teslim ederiz. Veyahut da
İbn Affân’a yaptığımızı sana da yaparız. ”
demekle104 aslında Hz. Osman’ı da kendilerinin öldürdüğünü bizzat
itiraf etmişlerdi. Çünkü başta Hz. Osman’a karşı ayaklananlar da kendileriydi.
Ayaklanarak ihtilali başarıyla neticelendirmiş ve başlarına dilediği kimseyi
seçmişlerdi. Öte yandan kaynakların nakline göre Hariciliğin doğuşunda îbn
Sebe’nin ve arkadaşlarının büyük rol oynadığı da açıktır.105 Nitekim
yukarıda bahsettiğimiz gibi Hz. Osman’ın öldürülmesinde asileri tahrik edip
organize eden, Cemel Savaşı’nda iki tarafı birbirine düşüren etkili bir
münafıktı. Kemaleddin Şükrü îbn Sebe’nin ismini bizzat zikretmemekle beraber,
onun diğer arkadaşlarından bahsetmekte ve onların Cemel Vakası’nda barış
anlaşmalarına büyük bir darbe vurduklarından ayrıntılı bir biçimde
bahsetmektedir.106 Harici zihniyeti açısından değerlendirildiğinde
Hz. Osman’a ve Hz. Ali’ye isyan eden îbn Sebe’nin, Rasûlullah’a isyan eden
Zu’l-Huveysıra et-Temîmî’den hiçbir farkı bulunmamaktadır.
Netice itibariyle aşağıda da
aktaracağımız olayları göz önünde bulundurduğumuzda varacağımız kanı şudur ki;
Zu’l-Huveysıra, Hurkus b. Züheyr, îbn Sebe gibi önde gelen münafıklardan
hareketler Hariciliğin doğuşunu Hz. Peygamber dönemine dayandırmak mümkün gibi
görünse de, Kemaleddin Şükrü Hariciliğin Sıffîn savaşı ile artık net bir
şekilde ortaya çıktığının altını çizmektedir. Aşağıda
aktaracağımız olaylar ise bunun açık bir şekilde delilidir. O halde, müellifin
naklettiklerine bakacak olursak, aslında Hariciliğin dini değil de, siyasi
nedenlerin etkisiyle doğduğunu ve
daha sonra görüşlerini oluşturup itikadileştirdiklerini söylememiz mümkündür.109
Haricilerin Tahkimden
Caymaları ve Hz. Ali’den Ayrılışı:
Gerekli bütün anlaşmalar sağlandıktan
sonra, Temimoğulları’ndan bir grup ve bazı Kûfeliler Hz. Ali’ye gelerek onun bu
işten vazgeçmesini ve harbe devam etmelerini istemiştir. Fakat Hz. Ali onlara
verilen karara zaten kendinin de razı olmadığını, fakat sırf kendileri
istedikleri için buna mecbur kaldığını, rızadan sonra rucûnun, ikrardan sonra
ise tebdilin caiz olmadığını, kendisini dinlemeyerek bu işe kalkıştıklarını ve
şimdi sonucunu da bekleyip görmeleri gerektiğini onlara anlatmıştır.110
Savaş bitince, Hz. Ali’nin ordusu geri
dönmek üzere yola çıkmıştı. Fakat müellifin naklettiğine göre sayıları 12
000’i bulan Hariciler, başlarına Emir olarak Şebes b. Rıb'î’yi, îmam olarak ise
Abdullah îbn Kevvâ’yı seçerek ordudan ayrılmış, Harûra’da toplanarak Nuhayle’de
ordugâh kurmuştu. Bu grup akdedilen mütarekeyi ve bu işte insanların hakem
tayin edilmesini büyük bir günah olarak addetmişti. Yazarın naklettiğine göre
onlar hükmün yalnızca Allah’a ait olduğuna ve ondan başkasının hüküm
veremeyeceğine; Müslüman kanı dökmek gibi önemli bir meselede insanların hakem
olmasının caiz olmadığına; biatin ancak Allah Teâlâ’ya olacağına; doğru yolun
emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i a’ni’l-münker olduğuna ve devlet idaresinin ise
şûrâ ile olması gerektiğine inanmaktaydı. Ayrıca yazar bu gruba Harici
denmesini Emiru’l-Müminine itaatten çıkarak Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ten
ayrılmış olmalarına bağlamaktadır.111
Haricilerin ayrılması üzerine Hz. Ali,
Harûra’ya giderek onlarla bazı görüşmelerde bulunmuştu. Yazarın naklettiğine
göre Hz. Ali burada onların reisleri konumunda olan Yezid b. Kays ve îbn Kevvâ
ile uzun uzun görüşmüş112 ve sorularına açık ve fasih bir şekilde
cevap vermek suretiyle kafalarındaki soru işaretlerini gidererek bir kısmını
Kûfe’ye getirmiştir.
Hakemlerin Kararı ve
Haricilerin Tekrar Ayrılması:
Ancak kaynaklarda nakledildiğine göre
Hz. Ali tahkimnamede belirtilen zaman geldiğinde Ebû Musa’yı Dumetü’l-Cendel’e
yollayınca114 Hariciler onu protesto ederek, verdikleri sözden
caymış ve tekrar Nehrevan’a toplanmışlardı. Müellifin de eserde naklettiği
gibi, Ebû Musa’nın gönderilmesinin akabinde, Haricilerin önde gelenleri Hz.
Ali’ye gelerek, hükmün ancak Allah’a ait olduğunu, insanları hakem kılmanın da
günah olduğunu, hakem tayinini kabul ederek günah işlediğini ve günahından da
tövbe edip bu imzaladıkları anlaşmayı feshetmesini istemiştir. Ancak Hz. Ali
onlara bu anlaşmaya boyun eğmeleri gerektiğini yine belirtmiştir.115
Hakemler hicretin 37. senesinde, bir araya gelmiş ve imam olabilecek şahıslar
üzerinde tek tek düşünüp tartışmıştı. Yazarın naklettiğine göre Amr b. el-Âs,
Ebû Musa’ya fevkalade bir tazim ve hürmette bulunmuş ondan evvel asla söze
başlamamıştı. Uzun tartışmalar neticesinde hakemler Ali b. Ebi Tâlib’in de
Muaviye b. Ebi Süfyân’ın da hal’ine ve seçimin şûrâya bırakılmasına karar
vermişti. Bunun üzerine, üzerinde anlamış oldukları bu hususu halka duyurmak
için halkın huzuruna çıkmış ve kısa bir konuşma yapmışlardı. Ebû Musa bir adım
öne çıkarak şöyle demiştir:
“Ey insanlar! Amr ile
beraber bu ümmetin işine baktık ve en salih gördüğümüz re’y üzerine ittifak
ettik. O re’y de ‘Ali ile Muaviye’yi hal’ etmek ve halka istediğini
seçtirmektir.’ İşte ben bu karar mucibince Ali’yi ve Muaviye’yi hal ettim. Siz
kendi işinize bakınız ve evla gördüğünüzü intihap ediniz.”116
Bunun üzerine Amr b. el-As şöyle
buyurmuştur:
“Ey insanlar! Ebû
Musa’nın dediğini işittiniz. Ali’yi hal’ etti ben de Ali’yi hal’ ettim.
Muaviye’yi de makamında sabit kıldım. Zira o, Osman’ın velisidir ve kanının
tâlibidir. Onun makamına herkesten daha çok layıktır.”
Ebû Musa ve beraberindekiler bu sözleri
duyunca Amr’ın onları hile yaptığını anlamıştı. Bu sırada nakledildiğine göre
aralarında bir takım tartışmalar ve kavgalar vuku bulmuş, ancak netice değişmemiş, Muaviye b. Ebî
Süftyân Amr’ın hilesi ile halifelik makamını elde etmiştir.
Haricilerin Ayaklanmaları ve Nehrevan
Savaşı:
Amr’ın
hilesiyle Muaviye’nin halifeliğe intihabı haberi
Hz. Ali’ye ulaşınca bir hutbe irad ederek hem Hakemleri hem de Kûfelileri
eleştirmişti.119 Ayrıca Nehrevan’da bulunan Haricilere bir mektup
yazarak onlarla anlaşmak istemiş, fakat onlar yazdıkları cevapta kendileri
evvela tahkimi kabul etmekle kâfir olduklarını fakat daha sonra tövbe
ettiklerini, Hz. Ali’nin de tahkimi kabul etmekle kâfir
olduğunu , ancak tövbe ederse Hz. Ali’nin isteğini değerlendirmeye
alabileceklerini bildirmişlerdi. Bunun
üzerine Hz. Ali Haricilerden ümidi keserek Muaviye’nin üzerine yürümeye karar
vermişti. Ancak bu sırada Hz. Ali Nehrevan’daki Haricilerin, müslümanları
öldürmek ve mallarını yağmalamak gibi çeşitli sorunlar oluşturduğunu
duyunca; Şam seferi için askerlerin
Hariciler Hakem Olayından sonra devlete baş
kaldırmaya ve kendisi gibi düşünmeyen Müslümanları öldürmeye başlamıştı. Diğer
müslümanların canlarını ve mallarını kendilerine helal kılmışlardı. Bunun en
tipik örneği İslam Tarihi klasiklerinde nakledilen bir rivayettir. Bu rivayete
göre Basra Haricileri Nehrevan yakınlarına geldiklerinde yolda sahabi Habbab b.
Eret’in oğlu Abdullah’a ve hamile olan eşine rastlamışlardı. Abdullah b.
Habbab’a bazı sorular sorarak, onun siyasi ve dini olaylarla ilgili fikrini
öğrenmişlerdi. Fakat onlar, Abdullah b.
şehirden ayrılmaları durumunda geride
kalan korunmasız halkın Haricilere hedef olabileceğini düşünerek, evvelâ
onların üzerine yürümeye karar vermişti. Bunun üzerine hicretin 37. senesinde,
Nehrevan’a giderek Haricilerle Nehrevan savaşını gerçekleştirmişti. Bu savaşta
onların bir kısmı kaçmış, bir kısmı ise halife ile savaşarak ölmüştü.123
Hz.
Ali’nin Şehit Edilmesi ve Fırkalaşmadaki Rolü
Savaştan
kaçarak canını zor kurtaran Hariciler Hz. Ali’nin bu büyük darbesinden sonra,
Nehrevan’da tekrar eskisi gibi teşkilatlı bir biçimde toplanamasa da küçük
gruplar halinde bir araya gelip çeşitli faaliyetler icra etmiş ve Hz. Ali’ye
‘kendilerinden birçok önemli şahsı öldürdüğü için’ daha çok kinlenerek öç alma
duygularıyla hareket etmeye başlamıştı. Bu faaliyetlerin en önemlisi ise Hz.
Ali, Muaviye ve Amr b. el-As’a karşı girişilen eş zamanlı suikasttır.
Kemaleddin Şük- rü’nün naklettiği bilgilere göre îbn Mülcem el-Himyerî, Berk b.
Abdullah et-Temimi ve Amr b. Bekr adında üç Harici bir araya gelerek; halkı
ifsat ettikleri iddiasıyla, sırayla Ali b. Ebî Tâlib, Muaviye b. Ebî Süfyân ve
Amr b. el-As’a eş zamanlı olarak suikast düzenleyip onları öldürme kararı
almışlardı.126 Bu karara muvafık olarak îbn Mülcem, Şebib ve
Verdân’ın adında iki Haricinin de desteğini alıp, hicretin 40. yılında Ramazan
ayında, sabah namazı esnasında, “Ya Ali! Hüküm ancak Allah ’ındır. Senin
ve ashabının değildir. ” diyerek zehirli kılıcıyla Hz. Ali’ye
saldırmış ve onu ağır bir şekilde yaralamıştı. Hz. Ali, bu ağır yaradan
kurtulamayıp, olaydan birkaç gün sonra vefat etmişti.
Hiç
şüphesiz Şia’nın doğuşunda rol oynayan en önemli olaylardan biri de Hz. Ali’nin
ölümü olmuştur. Hz. Ali’nin ölümü Hariciler için büyük bir zafer olsa da Şia
için büyük bir hezimetti. Çünkü Hz. Ali imamların ilkiydi. Onun şehadeti onları
Ehl-i Beyt taraftarlığında
daha da ileri götürmüş, imam olarak
Hz. Hasan’ı belirlemelerine neden olmuştu.
İlk
Dönem İhtilaflar Çerçevesinde Şia’nın Doğuşu
Şîa
ve Doğuşu
Şia,
bir kimsenin taraftarı olmak, bir kimsenin peşinden gitmek, ayrılmak ve
fırkalaşmak gibi anlamlara sahip olan Ş-Y-A kökünden türeyen bir isimdir.
Terimsel olarak ise Hz. Peygamber’den sonra Ali b. Ebi Tâlib’in nass ve tayinle
halife olduğuna inanan, îmâmetin Hz. Ali’nin soyundan devam edeceğini ve
imamların masum olduğunu iddia eden topluluğa verilen isimdir. Mezhepler Tarihi
Klasiklerinde Şia benzer şekillerde tanımlanmaktadır. Eş’ari bu gruba, Hz.
Ali’yi dost edinip onu Hz. Peygamber’in diğer ashabından üstün tuttukları için
Şia denildiğini nakletmektedir. Şehristâni’ye göre ise Şia, îmâmetin ancak Hz.
Ali’nin soyundan devam edebileceğine, bunun tarihte vuku bulmaması
kendilerinin zulme uğradığının ve takiyye yaptıklarının delili olduğuna inanan,
imamların masum olduğunu iddia eden Hz. Ali’nin taraftarıdır. Nevbahtî, Şia’nın
Hz. Ali’nin taraftarları olup onun îmâmetine
inanan
ve ümmet arasında ortaya çıkan ilk fırka olduğunu nakletmektedir. Ayrıca o, Hz. Peygamber’den sonra Hz. Ali’nin
îmâmetini arzulayan bir kitlenin varlığından bahsederek, bu sahabilerin ilk
defa teşeyyu
ismiyle anıldığını zikretmektedir. Îbn Hazm ise Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’den
sonra en üstün olan ve halifeliğe en layık kişi olduğuna inanan, îmâmetin Hz.
Ali’nin soyundan devam etmesi gerektiğine inanan herkesi Şiî saymaktadır.
Kemaleddin Şükrü ise eserinde Şîa’dan bahsetme- mekte ve tamını yapmamaktadır.
Şîa’nın
aslının nereye dayandığı hususunda kaynaklarda farklı görüşler mevcuttur.
Bazıları onun îran, bazıları
Yahudi, bazıları Yahudi-Hıristiyan, bazıları ise Arap asıllı olduğunu öne sürmektedir. Şîa’nın
doğuşu hakkında da çeşitli gö
rüşler
mevcuttur. Bazı araştırmacılar doğuşunu Hz. Peygamber dönemine dayandırmaktadır.
Bazı araştırmacılar Rasûlullah’ın vefatından sonra ortaya çıktığını öne
sürmektedir.140 Fakat bazıları Hz. Osman’ın halifeliğinde îbn
Sebe’nin aleyhtarlık çalışmalarıyla ortaya çıktığını öne sürmektedir.141
Bu görüşlerin haricinde Hz. Ali’nin halifeliğinde, Hz. Hüseyin’in şahadetinden sonra, Hicrî birinci asrın
sonlarında,144 Emevîler zamanında145 ve Hicrî ikinci
asırda146 ortaya çıktığına dair birçok
farklı görüş mevcuttur. Kemaleddin Şükrü ise bu hususla ilgili eserinde herhangi
bir fikir beyanında bulunmamıştır.
Bu hususta her ne kadar farklı
düşünceler olsa da Şia’nın çıkışını belli bir tarihe veya olaya bağlamaktan
öte, bir sürece yaymak daha olumlu bir yaklaşım olacaktır. Bazı
araştırmacılarımızın da ifade ettiği gibi Şia
uzun bir sürecin ürünüdür. Bu sürecin kökleri ise Hz. Peygamber’e
kadar uzanmaktadır. Şia, Hz. Peygamber zamanından beri zuhur eden ihtilaflardan
adeta kendisine pay çıkarmış ve özellikle Emevîler zamanında bu olaylara binaen
görüşlerini oluşturmaya başlamıştır. Fakat Şia’da bir kırılma noktası
belirlenecek olursa bu noktanın Sıffîn savaşı olduğunu söylemek mümkündür.
Zira araştırmamızın îkinci Bölümünde aktardığımız ilk üç halifenin de
seçiminde Hz. Ali’nin halife olmasını arzulayan bir takım kişilerin varlığından
söz etmiştik. Onların bu isteği Hz. Ali’nin halifelik makamına geçmesiyle giderilmiş
ancak Sıffîn Vakasından evvel, Muaviye’nin Hz. Ali’den Hz. Osman’ın
kanını talep etme bahanesiyle, onun halifeliğinin geçersiz olduğunu ve yerine
Osman ’ın velisi olarak kendisinin geçmesi gerektiğini149
ileri sürmesiyle yeniden canlanmıştır. Öyle ki kaynaklarda nakledildiğine göre,
Muaviye bu iddiasını dini zemine kaydırmak için “...Haksız
yere öldürülenin velisine bir yetki tanıdık... ”I5°
ayetini delil olarak ileri sürmüştür.151 Muaviye’nin bu tutumu ve
Sıffîn Savaşı Hz. Ali’nin îmâmetini destekleyenleri daha da kışkırtmıştı.
Özellikle Tahkim olayı ve Hz. Ali’nin öldürülmesinden sonra meydanın tamamen
Muaviye b. Ebî Süfyân’a kalması bu durumu daha da körüklemiştir. Şia’nın
görüşleri, Muaviye zamanındaki Siyasi Şia’yla bağlantılı olarak, kabile
asabiyetinin de etkisiyle daha sonraki dönemlerde Hucr b. Adiyy
ve Tevvabûn hareketi gibi olayların153 ardından oluşmaya
başlamıştır.154 Bu sebeple olsa gerektir ki; Kemaleddin
Şükrü sadece Hz. Ali Dönemini ele aldığı için eserinde Şia’nın doğuşundan hiç
bahsetmemektedir.
İlk
Dönem İhtilafların Şia’nın Doğuşuna Etkisi
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Şia’ya
karakteristik rengini ve özelliğini kazandıran görüş, îmâmet prensibidir.
Yapılan tanımlardan da anlaşılacağı üzere Şia tamamen Hz. Ali’nin îmâmeti
prensibi üzerine dayanmaktadır. Aslında çalışmamızın başından beri her
ihtilafın hangi mezhebin oluşmasına etki ettiğine değinirken, Şia’nın doğmasına
ve Şii zihniyetin oluşmasına etki eden ihtilafları da zikrettik. Ancak burada
bu meseleleri daha genel bir tarzda ele alacak olursak şunu söyleyebiliriz ki;
Şia kendisini Hz. Ali’nin îmâmetine götürebilecek îslam tarihinde vuku bulan
her türlü olayı fırkanın oluşması için malzeme yapmış ve tartışmıştır. Hz.
Peygamber’in ölümü sırasında vuku bulan Kırtas olayı, Üsâme Ordusu Meselesi,
Beni Saîde Sâkifesi, Fedek Arazisi meselesi, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer ve Hz
Osman’ın halifeliğe seçimleri, Cemel ve Sıffin Savaşları ve son olarak da Hz.
Ali’nin öldürülmesi hususlarında zuhur eden bütün ihtilaflara “Hz.
Ali ’nin İmâmeti” açısından bakmış ve öyle
değerlendirmiştir. Dolayısıyla Şia’nın oluşumunda bütün bu olaylar önemli rol
oynamıştır.155
Şia Hz. Peygamber’in hastalığı esnasında
vuku bulan ihtilafları, birbirinin tamamlayıcısı olarak saymaktadır. Şiilere
göre Rasûlullah öleceği sırada evvela Üsâme ordusunu Hz. Ali halifeliğe rahatça
geçsin diye sefere yollayacaktı ancak Hz. Ömer ve diğer bazı sahabiler buna
engel olmuştur. Saniyen Rasûlullah hasta yatağında Hz. Ali’nin îmâmetini bir
kâğıda yazdırmak için kâğıt-kalem istemiş ancak yine Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekir
buna engel olmuştur.156 Hatta bu fikirlerine dayanak teşkil etsin
diye, Şii kaynaklarda bahsedilen Gadîr-i Hum vakası ile bazı hadislerle ve bazı
ayetlerin tevili ile temellendirmeye çalışmaktadır. Çalışmamızda yukarıda değindiklerimizin
haricindeki Şia’nın diğer delillerini kısaca ele alalım:
Gadîr Hum Vakası:
Şiî müelliflerin nakline göre Hz.
Peygamber Veda Haccı dönüşünde Gadîr Hum denilen bir yerde “Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu
yapmazsan, O'nun mesajını duyurmamış olursun. Allah seni insanlardan korur.
Doğrusu Allah, kâfirler toplumunu yola iletmez.
”159 ayeti nazil olunca konaklama emri vermiş ve burada Hz. Ali’nin
faziletiyle ilgili bir konuşma yaparak Hz. Ali’yi yanına çağırarak: “Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım onu seveni
sev. Düşmanına düşman ol. Ona yardım et. Onu horlayanı hor haykır eyle. Nereye
giderse Hakkı onunla beraber kıl. ”
demiştir.160 Bu olayın üzerine de “Bugün size dininizi tamamladım..
”161 ayeti nazil olmuştur.
Sakaleyn Hadisi:
Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Size iki ağır emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı
sarıldıkça hiçbir zaman sapıtmazsınız. Bunlar, Allah ’ın Kitabı ve Itretimdir.
”162
Ehli Beyt Hadisi:
Şiî
müellifler Hz. Peygamber’in şöyle dediğini naklederler: “Benim Ehl-i Beyt’im szilerin arasında Nuh ’un gemisine
benzer. Kim ona binerse kurtulur. Kim ondan yüz çevirirse boğulur.
”163
Menzile Hadisi:
Hz. Peygamber’in Tebûk gazvesine
giderken Ali b. Ebî Tâlib’e söylediği, “Senin
benim yanımdaki konumum (menzile), Harun’un Musa’nın yanındaki konumu gibidir. ”164
sözünü Şîa Hz. Ali’nin îmâmetine yormaktadır.165 Şiî müellifler bu
hadisi delil göstererek Hz. Ali’nin diğer sahabilerden üstün olduğunu öne
sürmekte ve onları kötülemektedirler.166
Vâsi Hadisi:
Yine Şiî müelliflerden el-Muzaffer Hz.
Peygamber’in Hz. Ali’yi göstererek şöyle dediğini nakleder: “Bu
benim kardeşim, vâsim ve halifemdir. Onu dinleyiniz ve itaat ediniz. ”167
Modern dönem müelliflerinden Hasan Onat, Vâsi hadisine şöyle bir eleştiri
getirmektedir:
“Hz. Peygamber’in
“Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır.” dediği doğru olsa bile, bunun
hilafet şeklinde anlaşıldığını ileri sürebilmek hemen hemen hiç mümkün
değildir. Çünkü böyle anlaşılmış olsaydı, en azından sâkife toplantısında veya
daha sonraki siyasîi hadiselerle birlikte bu hususun gündeme gelmiş olması
gerekirdi. Nitekim Ali b. Ebî Tâlib’in torunlarından Hasan b. Ha- san da Hz.
Peygamber’in “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır.” sözüyle emirlik
ve hilafeti kastetmiş olsaydı, namaz, zekât, oruç ve hacla ilgili hükümleri
açıkça belirttiği gibi bunu da belirtir ve “Ey İnsanlar, bu benden sonra sizin
halifenizdir.” derdi, diyerek, bunun hilafetle hiçbir alakasının mevcut olmadığını
ifade etmiştir.”168
Bu hadislerle beraber Şehristânî’nin
naklettiği “Sizin en iyi hükmedeniniz Ali’dir. ”169
hadisini de zikretmemizde fayda vardır. Zira Şehristânî, Şîa’nın bu hadisi Hz.
Ali’nin İmâmetine delil olarak kullandığını öne sürmektedir.
Şîa
bütün bu hadislerden ve Kırtas olayından ve Üsâme ordusunu olayından yola
çıkarak, birçok ayeti de tevil ederek Ali b. Ebî Tâlib’in nass ve tayinle halife
olduğuna inanmakta ve dört halifenin İmâmet esnasındaki bütün olayları bu
görüşleri etrafında değerlendirmektedir. Örneğin, çalışmamızın birinci
bölümünde de ele aldığımız gibi, Fedek Arazisi meselesinde, Ehl-i Beyt’ten
olduğu için Hz. Fatıma’yı masum saymakta ve istediğini yapmadığı için Hz. Ebû
Bekir’i lanetlemektedirler. Yine yukarıda değindiğimiz gibi, Hz. Ali’nin
halifeliğine engel oldukları için ve ona haksızlık ettikleri için ilk üç
halifeyi, Hz. Ali’yle savaştığı için Talha, Zübeyr ve Hz. Aişe’yi de tekfir
etmektedirler. Öte yandan Emevîler zamanında Şiîlere uygulanan bir takım baskı
ve yıldırma politikaları neticesinde Şîa Takiyye prensibini benimsemişse de,
Hz. Ali’nin ilk üç halifeye de biat etmesinin ve kendisini tahrik etmeye çalışanları
azarlamasının Şîa’nın bu prensibi kabullenmelerinde az da olsa etkisi vardır.
Sıffîn Vakası’na gelecek olursak, Şîa,
bu savaşta Hz. Ali’nin kâfirlerle savaştığı gibi Şamlılarla savaştığını,
savaşta ölen Ali taraftarlarının Adn cennetleri ile mü- kâfatlandırılacağını
iddia ederek bu fikirlerini “Saldırıya uğrayan mü ’minlere savaş
izni verildi. ” ayetine dayandırmaktadırlar. Bu
rivayetlerden anlaşılacağı üzere, Şîa Muaviye taraftarlarını kâfir/müşrik
saymaktaydı. Hatta Meclisî, naklettiği bir hadiste tarafsız kalanları bile
eleştirmekteydi. Tahkim olayının
kabulünde ise Şîa ihtilaf halindedir. Bir kısmı tahkimi kabul etmekle Hz.
Ali’nin isabetli davrandığını öne sürerken, diğer bir kısmı ise Hz. Ali’nin
tahkim olayında ölümle tehdit edildiği için Takiyye yaparak tahkime razı
olduğunu iddia etmektedir.176 Sıffîn Savaşı sonrasında Ali b. Ebî
Tâlib ile Muaviye arasında yaşanan îmâmet mücadelesi Şîa’da tevellî-teberrî
kavramlarının oluşmasına neden olmuştu. Metin Bozan eserinde bunu şöyle
açıklamaktadır:
“Ali b. Ebî Tâlib ile
Muaviye arasındaki mücadelede kimin haklı/meşrû halife/imam olduğu hususu
zamanla Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’i de içine alacak şekilde genişlemiş; Şiî
çevrelerinde bu iki halifenin de Hz. Ali’nin hakkı olan îmâmeti gasp ettiği
düşüncesi gelişmiştir. îşte bu düşünce zamanla Hz. Ali’yi dost/velî/lider
edinme anlamına gelen tevellî ve düşmanlarından/muhaliflerinden uzak/beri olma
anlamına gelen teberrî kavramlarını ortaya çıkarmıştır.”177
îşte görüldüğü gibi Hz. Peygamber’in
ölümünden Hz. Ali’nin ölümüne kadar ümmet arasında vuku bulan bazı ihtilaflar
Şîa’nın doğuşunda ve kelamî fikirlerini oluşturmalarında önemli rol oynamıştır.
Ana Kitle: Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat
“Bir
yere, kültüre, davranış şekline, düşünceye ait olma”
gibi anlamlara gelen “Ehl”
sözcüğü ile “yol, gidiş ve adet”
anlamlarına gelen “Sünnet”
sözcüğünün bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Bu
kavram, müstakil olarak değil de Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak
kullanılmaktadır. Kaynaklarda nakledildiğine göre, İslâm
Dinini anlamada Rasûlullah ile onun ashabının takip ettiği yolu benimseyenler
anlamında kullanılan bu kavram yaklaşık dört asırda oluşmuştur ve ilk defa Hicrî 4. Asırda Ebu’l-Leys
es-Semerkandî bu kitleden “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat”
adıyla bahsetmiş ve daha sonra bu isim kullanılagelmiştir.
Bu
grubu teşkil eden alt gruplar ise Selef ve Halef olmak üzere ikiye
ayrılmaktadır. Selef, Ashâb-ı Rey ve Ashâbı Hadis’ten; Halef ise Eş’arîler ve
Maturîdiler’den oluşmaktadır.
Doğuşu
ve Tarihsel Süreci: Hulefâ-i Raşidîn dönemindeki iç dini-politik çatışmalar
bedevi eğilime yakın olan Hariciler ile Ehl-i Beyt’i yüceltip ve Ali evladına
nass ve tayinle îmâmet yolunu açan Şia fırkalarının ortaya çıkmasına neden
olmuştu. Birbirine zıt konumda olan bu iki fırkanın zihniyetlerinin oluşumuna
etki eden olaylar, Hz. Osman’ın Hariciler tarafından katledilmesi ve özellikle
Haricililerin tekfir hususunda aşırıya gitmesi Mürcîe’nin doğuşuna neden
olmuştu. Mürcie bir nevi bu iki fırkaya karşılık doğan bir mezhepti. Öte yandan
Hz. Peygamber zamanındaki nifak hareketleriyle ilk nüveleri oluşan ve sonraki
dönemlerde ortaya çıkan birtakım ihtilaflar neticesinde “insanın
fiilleri” hususunun tartışılması “insanın
kaderin tutsağında bir robot olduğunu söyleyen Cebriyeci düşünce ile insanın
fiillerinde Allah ’ın hiçbir müdahalesi olmadığını söyleyen Kaderiyye ”nin
doğmasına neden olmuştu.
Sonraki
asırlarda ise yine dört halife dönemindeki ihtilaflardan referansla ortaya çıkan
“büyük günah ” kelamî meselesi Vasıl b. Ata’nın ilk
adımıyla “el-Menzile Beyne ’l-Menzileteyn ”
görüşüne sahip olan Mu’tezile fırkası oluşmuştu. îşte bu tarihî süreç içerisinde Müslümanlar arasında vuku bulan
bütün ihtilaflarda, bütün itikadî meselelerin tartışılmasında, Rasûlullah’ın
çizdiği sınırlar içinde yaşamaya çalışan, siyasete karışmayıp tarafgirlikten
öte tarafsızlığını korumak için uğraşan, ilim ve irfanla iştigal eden bir
takım sahabilerin ve tabiinin oluşturduğu “ana
bünye ” diye tarif edebileceğimiz bir kitlenin varlığından bahsetmek
mümkündür.
Modern
dönem araştırmacılarından Nadim Macit bu kitleyi şöyle tarif etmektedir:
“Müslümanları
fırkalara ayırma yerine birliğe, Hz. Peygamber’in ashabının yoluna davet eden
Abdullah b. Ömer (ö. 74/693), îbnrahim en-Nehâi (ö. 96/714), eş-Şabi (ö.
104/722) ve Hasan el-Basrî (ö. 110/728) ve benzerlerinin öncülük ettikleri ve
orta yol olarak adlandırdıkları mutedil grup sünnete bağlılığı ve ümmetin
birliğini korumayı hedeflemişlerdir. Onların takındıkları tavır, bunu açıkça
göstermektedir. Birliği ve geleneği temsil eden bu ana bünyenin, ekol olarak doğuşunu
kesin çizgilerle belirtmek güç olmasına karşın, mutedil olarak tanımlanan bu
anlayışın Islâm’ın neşetiyle beraber neşet edip ve bu bünyenin kendisinden
ayrılanlarla mücadele ettiğini söylemek mümkün görünmektedir.”186
Bu
kitlenin doğuşunda Hz. Peygamber zamanında meydana gelen anlaşmazlıklar,
Hulefâ-i Raşidîn dönemindeki ihtilafların ve özellikle Hz. Osman’ın öldürülmesiyle
beraber başlayan siyasi kargaşaların büyük etkisi vardır. Çünkü meydana gelen
her ihtilaf Müslümanları fikren hep birkaç gruba ayırmış ancak bu grupların
biri mutlaka ana çizgiden ayrılmamıştır. Siyasî olaylarda tarafsızlığını ilan
etmiş ihtilaflar hakkında görüş beyan etmemiştir. Ote yandan bütün bu kargaşaların neticesinde ana
kitleden ayrılarak oluşan Havariç, Mürcie, Şîa, Mu’tezile, Kaderiyye gibi
fırkaların varlığı ana bünyenin de kendini göstermesine neden olmuştur. Kemaleddin Şükrü eserinde Ehl-i Sünnetin
tanımından veya oluşum sürecinden bahsetmemiştir ancak olaylar karşısında tarafsızlığını
koruyan bir kitlenin varlığına zaman zaman değinmiştir.
Ehl-i Sünnet anlayışı Hz. Peygamber’in
nübüvvetinden beri geçen süre içerisinde vuku bulan ihtilaflarla zaman
içerisinde gelişip oluşsa da Modern dönem araştırmacıların naklettiğine göre,
bu ekol belirgin bir şekilde, sonraki devirlerde ortaya çıkmıştır. Bu husus
Nadim Macit tarafından şöyle dile getirilmektedir:
“Ehl-i Sünnet h. III.
yüzyılda itikadî bir ekol olarak oluştuğu, başka deyişle ehl-i bidatın
zuhurundan sonra muhafazakâr çoğunluğun anılmaya başlandığı bir adlandırma
olarak görülmektedir. İslam’ın büyük mirasını vurgulayan ve kendilerini onunla
özdeşleştiren ve iftihar tavrı geliştiren bir oluşumun görüntüsünü yansıtmaktadır.
Ancak bilinmesi gereken ve merak edilen sünnî kavramının başından geçen
semantik serüven değil bu mefhum ve kelimenin dinî bir anlayış olarak hangi
nedenlerle ortaya çıktığı ve bu bağlamda taşıdığı özgül anlamdır. Hangi
nedenlerle ortaya çıktığı sorusunun temelinde siyasi bir ihtilaf olarak ortaya
çıkan hadiselerin kargaşaya dönüşmesi ve bu olayların dini esaslar açısından yerini
tayin etme yatmaktadır. Ortaya çıkan olaylar karşısında kendilerini belli du-
ruşlu konumlandıran fırkaların dini anlama biçimleri ikinci bir neden olarak görülmektedir.
Öyleyse bu ekolün ehl-i bidatten sonra kendisini gösterdiği sözünü hatırımızda
tutmamız gerekmektedir.”[44]
Bazı
İhtilaflar Hakkında Görüşleri: Hz.
Peygamber zamanındaki ihtilaflarda bu grup daima Rasûlullah’tan taraf
olmuştur. îmâmet hususunda, Hz. Ebû Bekir’in ümmetin icmasıyla halifeliğe
geçtiği ve Hz. Peygamber’den sonra fazilet bakımından onun efdal olduğu[45]
[46]
[47]
düşüncesine sahip olmuştur. Ehl-i Sünnet’e göre Hz. Ömer halifeliğe Hz. Ebû
Bekir’in tayini ile gelmiştir, zaten halifeliğin Hz. Ömer’in hakkıdır. Çünkü
Hz. Ebû Bekir’den sonra ashabın en efdali odur. Onlara göre, Hz. Osman Şûrâ ile
Hz. Ali ise icmâ ile halifelik makamına geçtiğini ve fazilet sıralamasının da
böyle olduğunu, kendi halifeliğindeki bütün icraatlarında isabetli onun olduğunu,
katillerin onu zulüm ve düşmanlık duygularıyla haksız yere öldürdüklerini inanç
olarak benimsemiştir. Cemel
ve Sıffîn savaşlarında ise siyasete karışmayıp kendi işleriyle meşgul
olduklarını kaynaklar nakletmektedir.[48]
Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber’in sağlığından
beri vuku bulan bütün ihtilaflardan bir şekilde kendini soyutlamayı başaran bu
grup ana kitleyi teşkil etmekteydi. Kaynaklarda nakledildiğine göre Ehl-i
Sünnet’in oluşumu yaklaşık dört asırlık bir zaman diliminde vuku bulmuştur ve
ilk defa Hicrî 4. asırda Ebu’l-Leys es- Semerkandî bu kitleden Ehl-i Sünnet
ve’l-Cemaat adıyla bahsetmiş ve daha sonra bu isim kullanılagelmiştir.[49]
SONUÇ
İlk dönem İslam coğrafyasında Hz.
Peygamberin vefatıyla birlikte Asr-ı Saadet'ten zaman ve mekân boyutlu uzaklaşıldıkça
ve bilhassa hilafetin saltanata dönüşmesi hengâmında güncel veya geçmişteki
olaylar referans gösterilmek suretiyle bir takım fırkaların zuhur ettiği
aşikârdır. Bu fırkaların bazıları, zamanla siyasî meseleler, kişisel çıkarlar,
cehalet veya art niyetli kişiler yüzünden dalâlet yoluna sapmışlardır. Nitekim
bunun en bâriz örneklerini Havaric, Mürcie, Mu’tezile ve Şiî mezhepleri içinde
oluşan birtakım fırkalarda görmek mümkündür.
İslam Tarihinde Mezheplerin ve alt
kollarının ortaya çıkışının/doğuşunun sebepleri söz konusu edildiğinde
varılacak kanı bu oluşumların bir tarihsel süreç içerisinde vuku bulduğudur.
Bu süreç ise Hz. Peygamber’in risaletine, hatta Cahiliye devri kabileler arası
mücadelelere ve asabiyet düşüncesine kadar dayanmaktadır. Hz. Peygamber
risaletle beraber, asabiyet duyguları, kabilevî inançlar ve cahiliye anlayışları
etrafında yetişen müşrikleri, İslam dairesi içerisine toplamış ve onların
görüşlerini, inançlarını ve değerlerini değiştirmiştir. Ancak onun zamanında
bazı münafıkların, müşriklerin ve Yahudilerin nifak hareketleri Müslümanlar
arasındaki ilk ihtilafları oluşturmuştur. Hatta henüz tam olarak kalplerine
iman yerleşmemiş olan bazı müminlerin de bu nifak hareketlerinden olumsuz
etkilendiği söylenebilir. Asrı Saadette meydana gelen bütün görüş
ayrılıklarının doğrudan mezhepleşmeye etki ettiğini söylemenin pek mümkün
olmadığı hatırlatılmalıdır. Ancak ashab arasında meydana gelen bir takım
ihtilaflar vardır ki bunların fırkalaşmalara doğrudan etki ettiğinde hemen bütün
bilginler görüş birliği halindedir.
Hz. Peygamber’in ölüm döşeğinde iken
zuhur eden ihtilaflar salih duygular içerisinde olmalarına rağmen sahabileri
ikiye bölmüş ve ilk Şiî ayrışmanın temellerini oluşturmuştur. Üsâme Ordusu
Meselesi ve Kırtas Olayı buna örnek olarak zikredilebilir. Ancak bu ihtilaflar
Rasûlullah’ın vefatıyla birlikte giderek daha da artmıştır. Çünkü Ashab Allah
Rasûlü hayatta iken karşılaştığı problemleri Ona sorarak zihinlerindeki
sorunlarını rahatlıkla gidermekte, toplumsal ve dinî problemlere çözüm bulabilmekteydiler.
Rasûlullah’ın olmayışı hem bu sorunların çözümünün zorlaşmasına sebebiyet
vermiş hem de bazı nifakçılara toplum yapısını gruplara bölmek suretiyle bozma
imkânı vermiştir.
Hz. Peygamber’in ölümünden hemen sonra
en büyük ihtilaf îmâmet meselesine yaşanmış, sahabe çeşitli görüşler etrafında
toplanmıştır. Hz. Ebû Bekir’in halife olarak seçilmesi bu görüş ayrılıklarını
geçici olarak arka plana itse de ayrılıklar zihinlerde hep kalmıştır. Hz. Ebû
Bekir döneminde, Hz. Fatıma, Rasûlullah’ın mirası hususunda Halife ile
anlaşmazlığa düşmüş ve bu ihtilaf Hz. Fatıma’nın isteği doğrultusunda
çözülmeyince bu mesele Şia’nın ayrılık malzemesi haline gelmiştir. Öte yandan
Hz. Peygamber’in vefatını fırsat bilen birçok nifakçı ve bozguncuların irtidat
ederek, zekât vermeyeceklerini ilan etmeleri de Hz. Ebû Bekir devrinde önemli
bir mesele haline gelmiştir. Diğer ihtilaflarda olduğu gibi bu ihtilafta da
ashab görüş ayrılığına düşerek ikiye bölünmüştür. Hz. Ömer’in halifeliğinde de
bir takım Fıkhi meselelerle ve Şûrâ olayı ile ilgili çeşitli ihtilaflar ortaya
çıkmıştır. Şûrâ olayında Hz. Ebû Bekir dönemindeki îmâmet sorunu yeniden
gündeme gelmiş ve Şii düşüncenin zuhuruna zemin hazırlamıştır. Hz. Osman’ın
halifeliğinde ise, uyguladığı bir takım siyasi, dini ve ekonomik politikalar
sadece kendisinin sonu olmamış, hem Harici düşüncenin doğmasına, hem de Hz.
Ali dönemindeki problemlerin de sebebi olmuştur. Öte yandan Hz. Osman’ın ölümü
Harici zihniyetine karşı Mürcie’nin doğuşunun önemli sebeplerinden biri
olmuştur. Hz. Ali dönemindeki ihtilaflar ise önceki ihtilaflardan bağımsız
değildir. Hz. Osman’ın şehit edilmesi ve görünüşte katillerin yakalanması Hz.
Ali’nin halifeliğindeki sorunların ana sebebidir. Hz. Osman’ın halifeliğinde
ortaya çıkan problemler de aslında önceki dönemlerden bağımsız değildir. Hz.
Osman’ın katillerini isteyen Hz. Aişe, Talha ve Zübeyr taraftarlarıyla yapılan
Cemel Savaşı, hem Hz. Osman’ın kanını talep eden hem de Hz. Ali’nin
halifeliğine razı olmayan Muaviye b. Ebi Süfyan ve taraftarlarıyla
yapılan Sıffîn Savaşı problemlerin hiçbirini çözüme kavuşturmamış, bilâkis
çözümünü imkânsız hale getirmiştir.
îşte bütün bu ihtilaflar, temelde
Havaric, Mürcie, Kaderiye, Şia ve Ehl-i Sünnet olmak üzere beş ana mezhebin zuhur
etmesini bizzat zemin hazırlamıştır. Tahkimnameyi tanımayan, Hakem olayını
kabul etmeyen, Hz. Ali’nin tahkimi kabul ile kâfir olduğunu ileri süren,
kendisi gibi düşünmeyen diğer Müslümanlara savaş açan, onların kanlarını ve
mallarını helal sayan, reislerinden biri de Hz. Peygamber zamanında ona itiraz
eden Zu’l-Huveysıra et-Temîmî’nin olduğu Hariciler’in zuhuru Hz. Ali’nin sonu
olmuş ve Hariciler tarafından şehit edilmiştir. Haricilerin zuhurundan sonra,
onlara muhalif olarak, Hz. Osman’ın öldürülmesinin de etkisiyle, siyasetten
uzak bir yaşam tarzını benimseyen, siyasi ve dinî ihtilaflarda tarafsızlığını
ilan eden Mürcie fırkası doğmuştur.
Öte yandan Cemel, Sıffîn ve Nehrevan
savaşlarında her daim Hz. Ali’nin yanında olan; İlk İhtilaflardan da olumsuz
etkilenip Kırtas olayını kendi lehlerinde yorumlayan; Hz. Ali’nin ve
oğullarının İmâmetini nass ve tayinle hak sayan; diğer halifelerin İmâmetine
zulüm gözüyle bakan ve Şîa diye isimlendirilen bir başka oluşum daha doğmuştur.
Ayrıca bütün bu olayları kaderle ilişkilendirme eğiliminde olan bir başka
grubun da temelleri atılmaya başlamıştı. Bu düşünceyi benimseyenler daha sonra
Kaderiye ve Mu’tezile olarak isimlendirildiler. Bu dört oluşumun haricinde ta
Hz. Peygamber’in vefatından beri hiçbir siyasi olaya karışmayan, siyasî ve dini
meselelerden uzak, dini ve tasavvufi hayatı tercih eden, ilimle iştigal eden,
ana kitleden ayrılmayıp cemaate önem veren Rasûlullah’ın çizdiği sınırlar
içerisinde, sünnete uyarak yaşamaya çalışan bir başka mezhep daha doğmuştur.
Hz. Osman’ın politikalarında haklı olduğuna ve mazlum olarak katledilğine,
halifelerin halifelik sıralarının aynı zamanda üstünlük sırası olduğuna
inanmakta olan bu grup sonraki yıllarda Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak
adlandırılmıştır. Bu mezheplerin doğuşunu bazı tarihçiler tek bir olaya
bağlamış, bazıları ise zamana yaymıştır. Ancak tek bir olaya bağlı olsa bile
mezhebin siyasî ve dinî fikirlerinin oluşması ve bir harekete dönüşmesi açısından
değerlendirildiğinde bunun uzun bir sürece ve birden çok nedene bağlı olduğu
görülecektir. Bu süreci ise Hz. Peygamber’in risaleti ile başlatmak mümkündür.
Çalışmamızda Mezhepleşmede etkili olan
ilk ihtilafları ve Kemaleddin Şükrü Orbay’ın, İslam
Tarihinde Nifak: Ali eseri çerçevesinde, Hz. Ali devri
olayların tarihsel arka planını da genişçe ele alarak araştırdık. Zira yazarın
ele aldığı Hz. Ali dönemi iç ihtilaflar; bir takım dinî, siyasî ve ekonomik
çalkantıların yaşandığı diğer dönemlerin bir sonucudur. Dolayısıyla Hz.
Peygamber ve diğer üç halife dönemlerini ele almadan, Hz. Ali dönemini anlatmak
hem Mezhepleşmeye götüren sebepleri kısıtlı kılacak hem de tarihi arka planı
göz önüne alınmadığı için eksik kalacaktı.
Cumhuriyet dönemi yazarlarından olan
Kemaleddin Şükrü Orbay’m, mezkûr eserinde, Hz. Ali Dönemini dinî-siyasî
ihtilaflar ekseninde, Temel İslam Tarihi eserlerinden de faydalanarak, genişçe
ele alıp aktarması, Mezheplerin doğuşunda etkili olan fikir ayrılıklarının
anlaşılmasında kolaylık sağlamıştır. Ancak eserin İslam Mezhepleri tarihi
açısından orijinal sayılabilecek niteliklere sahip olmadığı görülmüştür. Çünkü
çalışmamızın giriş kısmında da belirttiğimiz gibi müellif eserini daha çok
tarihsel bir üslupta ele almış ve Hariciliğin haricindeki diğer mezheplere
değin- memiştir.
Bunun yanı sıra müellif eserinde konu
edindiği olayları yorumlarken geniş bir perspektif ile değerlendirmemiş ve
zaman zaman Ehl-i Sünnet çizgisinden uzak bir takım yorumlamalara gitmiştir.
Cemel Savaşı’nda Hz. Aişe ve taraftarlarını nifakçılıkla suçlamış, Sıffîn
savaşında ise Muaviye b. Ebî Süfyan ile Amr b. el-As’tan melun olarak
bahsetmiştir.
Buna mukabil olarak Hz. Ali’nin her icraatında
isabetli olduğunu sık sık vurgulamıştır.
Müellifin olaylar hakkındaki bu tutum
ve düşünceleri yukarıda da belirttiğimiz gibi Şiî düşünceye oldukça yakındır.
Hatta müellifin eserinde Haricilerden ve siyasi faaliyetlerinden genişçe
bahsetmesine rağmen Şîa’ya hiç değinmemesi “onu
ana kitle olarak gördüğü/kabul ettiği ” düşüncesini de aklımıza getirmektedir.
KAYNAKÇA
Abdurrezzak, Bekr Abdurrezzâk b. Hemmam
es-San'ani (211/827): el- Musannef,
thk. Habîburrahman el-A’zamî, 12 c., 1. Bsk., Beyrut, Mektebu’l-Îslâmî, 1972.
Abdülhamid, Îrfan: İslâm’da
İtikâdî Mezhepler ve Akâid Esasları,
trc: M. Saim Yeprem, Îst., Marifet Yay., 1981.
Accâc,
Muhammed Hatîb: Usûlu’l-Hadîs Ulûmuhû ve Mustalâhuhû, Beyrut,
Dâru’l-Fikr, 1989.
Adıgüzel, Abdülcabbar: “Erken Dönem
Politik Îhtilaflann Şiî-Îmâmî Ekoldeki Teolojik Îzdüşümleri”, e-Makalât
Mezhep Araştırmaları, C.
IV, No: 2, Güz- 2011, s. 63-122.
Ağırakça, Ahmed: Hz.
Ebû Bekir Devri İslam
Tarihi, Îst., Buruc Yay.,
1998.
Akbulut, Ahmet: “Hariciliğin Siyasi
Görüşlerinin Îtikadileşmesi”, AÜİFD,
Fakültenin Kuruluşunun 40. Yılı Özel Sayısı C. XXXI, s. 331-348.
Akbulut, Ahmet: Sahabe
Dönemi İktidar Kavgası, Ank.,
Pozitif Matbaacılık, 2001.
Akçay, Mustafa: “Hz. Ali’nin Hayatı ve
Kişiliği”, Anadoluda Alevîliğin
Dünü ve Bugünü, ed. Halil İbrahim Bulut, 1. Bsk.,
Sakarya, Sakarya Üniversitesi Yayınları, 2010, s. 175-214.
Algül, Hüseyin: “Fedek”, DİA,
Îstanbul, TDV, 1995, C. XII, s. 294-295.
Algül, Hüseyin: “Hz. Ebû Bekir’in
Hicretten Vefatına Kadar Olan Dönemdeki Faaliyetlerine Genel Bir Bakış”, İstem,
C. III, No: 6, 2005, s. 105-120.
Apak, Adem: “Hz. Osman Dönemi
Fetihleri”, Uludağ Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.
IX, No: 9, Bursa, 2000, s. 437-446.
Apak, Adem: “Hz. Osman’ın Döneminde
Meydana Gelen Siyasi Problemler ve Sebepleri Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, Usûl
İslam Araştırmaları,
No: 4, Temmuz-Aralık 2005, s. 157-170.
Apak, Adem: “Hz. Osman’ın Hilafeti
Döneminde Umeyyeoğullan’nın Devlet Îdaresindeki Yeri”, Uludağ Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.
VII, No: 7, Bursa, 1998, s. 487-522.
Apak, Adem: İslam
Siyaset Geleneğinde
Amr b. el-As, Ank., Ankara Okulu Yay., 2001.
An, M. Salih: Hz. Ebû Bekir ve Ridde
Savaşları, İst., Beyan Yay., 1996.
An, M. Salih: İmamiye Şîası Kaynaklarına
Göre İlk Üç Halife Dönemi, İstanbul, Düşün Yayıncılık, 2011.
el-Askerî, Allâme Murtaza: Ehl-i Beyt ve
Ehl-i Sünnet Ekolleri -İmâmet ve Sahabe, çev. Cafer Bendiderya - İsmail
Bendiderya, İstanbul, Kevser Yay., t.y.
Atalan, Mehmet: “Hz. Muhammed’in
Vefatından Sonraki Hilafet Tartışmaları”, Fırat Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, C. IX, No: 2, Elazığ, 2004, s. 5568.
Atçeken, İsmail Hakkı: “Hz. Osman Dönemi
İç Olaylarında Mervan b. Ha- kem’in Rolü”, Selçuk Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, No: 9, Konya, 2000, s. 315-348.
Ay, Mahmut: Mu’tezile ve Siyaset, 1.
Bs., İstanbul, Pınar Yay., 2002.
Ayar, Kenan: “Hz. Ebû Bekir Dönemi
Olaylarında Kur’an’ın Referans Olarak Kullanılması”, OMÜİFD, No: 24-25, Samsun,
2007, s. 151-175.
Aycan, İrfan: “Emevîler Dönemi İç Siyasi
Gelişmeleri (41-132/661-750)”, AÜİFD, C. XXXIX, 1999, s. 147-174.
Aycan, İrfan: “Mervân I”, DİA, Ankara,
TDV, 2004, C. XXIX, s. 225-227.
Aycan, İrfan: Saltanata Giden Yolda
Muaviye b. Ebî Süfyan, Ank., Ankara Okulu Yay., 2010.
Aydınlı, Abdullah: “Ebû Zer el-Gıfârî”,
DİA, İstanbul, TDV, 1994, C. X, s. 266-269.
el-Bağdadî, Ebû Mansur Abdülkahir b.
Tahir b. Muhammed Temimi Abdülkahir (429/1037-1038): Mezhepler Arasındaki
Farklar: el-Fark beyne’l- Firak, trc. Ethem Ruhi Fığlalı, Ank. TDV Yay., 1991.
Bâkıllânî, Ebû Bekr Muhammed b.
et-Tayyib (403/1013): Kitâbu Temhîdi’l- Evâil ve Telhîsi’d-Delâil, thk.
İmâduddin Ahmed Haydar, 3. Bsk., Beyrut, 1993.
Bakkal, Ali: “Ebû Bekir’in Halife
Seçilmesinde İmamlar Kureyş’tendir Hadisinin Rolü Üzerine”, İstem, C. III, No:
6, 2005, s. 87-104.
Balcı, İsrafil: “Bir Yalnız Sahabi Ebû
Zer el-Gıfârî”, OMÜİFD, No: 10, Samsun, 1998, s. 351-386.
Balcı, İsrafil: “Diplomat ve Devlet Adamı
Yönüyle Hz. Ömer”, OMÜİFD, No: 16, Samsun, 2003, s. 185-204.
Başaran, Selman: “Hakem b. Ebu’l-Âs”,
DİA, İstanbul, TDV, 1997, C. XV, s. 175-176.
Belâzürî, Ebu’l-Abbas Ahmed b. Yahyâ b.
Câbir (279/892): Ensâbu’l-Eşrâf, tbk. Suheyl Zekkâr-Riyad Zirikli, 13 c.,
Beyrut, Dâru’l-Fikr, 1996.
Boyacıoğlu, Ramazan: “Hz. Muhammed’in
Hastalığı Sırasında Hz. Ömer’in Tavrı ve Halife Seçimi”, Cumhuriyet
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. VI, No: 1, Sivas, 2002, s. 85-92.
Bozan, Metin: İmâmiyye’nin İmâmet Nazariyesinin
Teşekkül Süreci, İstanbul, ISAM Yay., 2009.
Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail
(256/870): Sahihu’l-Buharî, Riyad, Mektebetü Dâru’s-Selam, 1999.
Bursalı, M. Necati: Hz. Ömer, İst.,
Çelik Yay., 2010.
Cabiri, Muhammed Abid: İslamda Siyasal
Akıl, trc. Vecdi Akyüz, İst., Kitabevi Yay., 1997.
Cerrahoğlu, İsmail: “Abdullah b.
Mes’ûd”, DİA, İstanbul, TDV, 1988, C. I, s. 114-117.
Cevdet Paşa, Ahmed (1312/1895): Kısâs-ı
Enbiyâ, haz. Mahir İz, II. Bsk., Ank., Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., 1985.
Çakır, Zehra: “Dört Halife Döneminde
Talha b. Ubeydullah” İstem, C. IV, No: 7, 2006, s. 175-202.
Çelik, Mehmet: “İslam Tarihinde Dinin
Politikaya Alet Edilmesinin İlk Örnekleri”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi, C. X, No: 1, Elazığ, 2000, s. 29-49.
Çiçek, Mustafa: “Hz. Peygamber ve
Hulefâ-i Râşidîn Döneminde Zübeyr b. el-Avvâm”, İstem, C. IV, No: 7, 2006, s.
135-158.
ed-Dabî, Seyf b. Ömer el-Esedî
(200/816): el-Fitne ve Vak’atu’l-Cemel, der. ve tsnf. Râtib Armuş, Ahmet, 1.
Bsk., Beyrut, Dâru’n-Nefâis, 1971.
Dalkılıç, Mehmet: “Şîa, Havariç ve Ehl-i
Sünnette Takiyye”, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 1992.
Demir, Halis: “Meşruiyet Açısından Hz.
Osman’ın Öldürülmesinin İncelenmesi”, KSÜİFD, C. VI, No: 11, 2008, s. 77-119.
Demircan, Adnan: “Rasûlullah’ın
Münafıklarla İlişkileri”, İslam’da İnsan Modeli ve Hz. Peygamber Örneği (Kutlu
Doğum Haftası Sempozyumu 1993), Ank., TDV Yay., 1995, s. 141-154.
Demircan,
Adnan: “Üçüncü Halife
Osman’a Yöneltilen Eleştirilere
Bakıllânî’nin Cevapları”,
İslam-Sanat-Tarih-Edebiyat ve Musiki Dergisi, C. IV, No: 8, 2006, s. 9-20.
Demircan, Adnan: Ali-Muaviye Kavgası, 2.
Bsk., İstanbul, Beyan Yay.,2010.
Demircan, Adnan: Haricilerin Siyasi
Faaliyetleri, İstanbul, Beyan Yay.,1996.
Demircan, Adnan: Hz. Ali Dönemi ve Ehl-i
Beyt, İstanbul, Beyan Yay.2008.
Demircan, Adnan: Hz. Ali’nin Hilâfet
Hakkı Meselesinde Gadîr-i Hum Olayı, İst., Beyan Yay. 1996.
Demirci, Mustafa: “Hz. Osman Devri Fitne
Olaylarının Sosyoekonomik Boyutları”, İslâmiyât Dergisi, C. VII, No: 1, 2004,
s. 155-170.
Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi,
ed. Kenan Seyithanoğlu, Red. Hakkı Dursun Yıldız, İstanbul, Çağ Yay., 1992.
Dozy, Reinhart Pieter Anne (1300/1883):
Târih-i İslâmiyet, çev: Abdullah Cevdet Karlıdağ, 2 c., Kahire, Matbaâ-i
İctihâd, 1908.
Dölek, Adem: “el-Velid b. Ukbe’nin
Hayatı ve Sahabe Adaleti Açısından Değerlendirilmesi”, Cumhuriyet Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. VI, No: 1, Sivas, 2002, s. 93-110.
Ebû Davud, Süleyman b. Eş’as b. İshak
el-Ezdi es-Sicitânî (275/889): Kitabu’s-Sünen: Sünen-i Ebû Davud, 1. Bsk.,
Riyad, Darü’s-Selâm, 1999.
Ebû Zehra, Muhammed (1394/1974):
İslam’da Siyasî İtikadî ve Fıkhî Mezhepler Tarihi, trc. Hasan Karakaya-Kerim
Aytekin-Abdülkadir Şener, İstanbul, Hisar Yayınevi, 1983.
Ebû Zehra, Muhammed: İslam'da Siyasî ve
İtikadî Mezhepler Tarihi, çev. Ethem Ruhi Fığlalı-Osman Eskicioğlu, 1. Bsk.,
İstanbul, Yağmur Yay., 1970.
Ecer, Ahmet Vehbi: “Şîa ve Doğuşu”,
Erciyes Üniversiesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, No: 1, Kayseri, 1983, s.
131-142.
Ergin, Murat: “Siyasî ve İtikadî
Mezheplerin Doğuşunda Kabile Asabiyetinin Rolü” (Basılmamış Doktora Tezi),
Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Şanlıurfa, 2000.
Erten, Hayri: “Hz. Ömer Döneminde
Toplumsal Değişme”, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, No: 6,
1996, s. 297-308.
el-Eş’arî, Ebu’l-Hasen îbn Ebû Bişr Ali
b. İsmail b. îshak (324/936): “Haricilerin Temel Görüşleri”, çev. Harun
Yıldız, OMÜİFD, No: 9, Samsun, 1997, s. 351356.
el-Eş’arî, Ebu’l-Hasen îbn Ebû Bişr Ali
b. İsmail b. îshak (324/936): İlk Dönem İslam Mezhepleri:
Makâlâtü’l-İslâmiyyîn ve İhtilâfu’l-Musallîn, çev. Mehmet Dalkılıç-Ömer Aydın,
1. Bs., İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2005.
Fayda, Mustafa: “Abdullah b. Amir”, DİA,
İstanbul, TDV, 1988, C. I, s. 8485.
Fayda, Mustafa: “Abdullah b. Sa’d b. Ebû
Serh”, DİA, İstanbul, TDV, 1988, C.I, s. 130-131.
Fayda, Mustafa: “Ridde Olayları”, DİA,
İstanbul, TDV, 2008, Ankara, TDV, 2002, C. XXXV, s. 91-93.
Fığlalı, E. Ruhi: “İlk Şiî Olayları”, AÜİFD,
C. XXVI, 1983, s. 335-352
Fığlalı, Ethem Ruhi: “Abdullah b. Sebe”,
DİA, İstanbul, TDV, 1988, C. I, s. 133-134.
Fığlalı, Ethem Ruhi: “Hariciliğin Doğuşu
ve Fırkalara Ayrılışı”, AÜİFD, C. XXII, Ankara, 1978, s. 245-275.
Fığlalı, Ethem Ruhi: “Şiîliğin Doğuşu ve
Gelişmesi”, Milletlerarası Tarihte ve Günümüzde Şiîlik Sempozyumu, 1. Bsk.,
İstanbul, İSAV İlmî Neşriyat, 1993, s.33-46.
Fığlalı, Ethem Ruhi: İbâdiyye’nin Doğuşu
ve Görüşleri, (Yayınlanmış Doktora Tezi) Ank., Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yay., 1983.
Goldziher, Ignaz (1339/1921): el-Akîdetu
ve’ş-Şerîatu fi’l-İslâm Arapçaya çev: M. Yûsuf Mûsa-A. Hasan Abdulkâdir-A.
Abdulhak, Kahire, Dâru’l-Kitabi’l- Mısrî, 1946.
Hamidullah, Muhammed: İlk İslam Devleti,
İst., Beyan Yay., 1992.
Hasan, Hasan İbrahim:
Siyasî-Dinî-Kültürel-Sosyal İslam Tarihi, çev. İsmail Yiğit-Sadrettin Gümüş,
İstanbul, Kayıhan Yayınevi, 1987.
Hatiboğlu, M. Saîd: “Hz. Peygamber’in
Vefatından Emevîlerin Sonuna Kadar Siyasi-İçtimai Hadiselerle Hadis
Münasebetleri” (Yayınlanmamış Doçentlik Tezi), Ankara 1967.
Hatiboğlu, M. Saîd: “İslam’da İlk Siyasi
Kavmiyetçilik: Hilâfetin Kureyşliliği”, AÜİFD, No: 23, Ank., 1978, s. 121-213.
Hemedânî, Ebû Bekr Ahmed b. Muhammed b.
İshak el-Hemedânî İbnu’l- Fâkih (289/902): Muhtasar Kitabu’l-Buldan, thk. M. J.
de Goeje, Leiden, 1885.
Heytemî, Ebu’l-Abbâs Şehabeddin Ahmed b.
Hacer (974/1566): Savâiku’l- Muhrika fi’r-Reddi ala Ehl-i Bida’ ve’z-Zendeka,
thk. Abdülvahhab Abdüllatif, Kahire, Mektebetü’l-Kahire, t.y.
el-Hillî, İbn Mutahhar Cemaleddin Hasan
b. Yusuf (726/1335): Nehcu’l- Hakk ve Keşfu’s-Sıdk, nşr. Aynullah el-Hasenî
el-Urmevî, Kum, y.y., 1986,
el-Hilli, İbnü'l-Mutahhar Cemaleddin Hasan
b. Yusuf b. Ali (726/1325):
Keşfu’l-Murad fî şerhi
Tecridi'l-İ’tikad, Kum, y.y. 1988.
Hitti, Philip: Siyasi ve Kültürel İslam
Tarihi, çev. Salih Tuğ, İst., y.y., 1980.
Hizmetli, Sabri: “Tarihi Rivayetlere
Göre Hz. Osman’ın Öldürülmesi”, AÜİFD, C. XXVII, Ank., 1985.
Hurç, Ramazan: “Hz. Ebû Bekir Döneminde
Bağımsızlık Hareketleri”, Fırat Ümiversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, No: 8,
Elazığ, 1998, s. 33-66.
Huseynî,
Cemaleddin Ataullah: Ravzatü’l-Ahbâb,
trc. Magnisavi
Benlizade, 2. Bsk., İst., Matbaa-i
Amire, 1871.
Hüseyin, Taha: “Fitne Döneminde İbn
Sebe’nin Rolü Hakkında Bir Değerlendirme”, trc. Adem Apak, Uludağ Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. VI, No: 6, 1994, s. 421-424.
İbn Abd Rabbihî, Ebû Ömer Ahmed b.
Muhammed el-Endelusî (327/939): Kitabu’l-İkdü’l-Ferîd, şrh ve tsh. Ahmed Emin,
4 c., Kahire, y.y., 1948.
İbn Abdülber en-Nemerî, Ebû Ömer
Cemaleddin Yusuf b. Abdullah b. Muhammed Kurtubî (463/1071): el-İstîâb
fî-Ma’rifeti’l-Ashab, thk. Ali Muhammed Bicavî, 12 c., Kahire, Dâr-uNehdati
Mısr, t.y.
İbn Arabî, Muhammed b. Abdillah b.
Muhammed el-Endelusî (543/1148): el-Avâsım mine’l-Kavasım, thk. Muhîbuddîn
El-Hatîb, Kahire, 1979.
İbn Asâkîr, Ebî’l-Kâsım Ali b. el-Hasen
b. Hibetüllah b. Abdillah eş-Şâfi'î (571/1175): Târîh-u Medîneti Dımaşk, thk.
Sekîne eş-Şihâbî, Dımeşk, y.y., 1954.
İbn Deyba, Ebû Muhammed Vecihüddin Abdurrahman
b. Ali (944/1537): Teysiru’l-Vüsûl ilâ Câmii’l-Usûl: Kütüb-i Sitte Hadis
Ansiklopedisi, çev. ve haz. İbrahim Canan, İst., Zaman Gazetesi Akçağ Yayınevi,
t.y.
İbn Ebi’l-Hadîd, Ebû Hamîd Îzzuddîn
Abdülhamîd b. Hibetullah el-Medâinî (656/1258): Şerh-u Nehci’l-Belâğa, thk. M.
Ebu’l-Fazl İbrahim, 20 c., Kum, y.y., 1959.
İbn Hacer el-Askalânî, Ebu’l-Fazl
Şehabeddin Ahmed (852/1449): Fethu’l- Bârî, thk. Muhammed Fuad
Abdulbakî-Muhîbuddîn el-Hatîb, 13 c., Beyrut, Dâru’l- Maârif, 1988.
İbn Haldun, Ebû Zeyd Veliyyuddin
Abdurrahman b. Muhammed (808/1406):
Tarihu İbn Haldun Kitabu’l-İber ve
Divânu’l-Mübtede ve’l-Haber fî Eyyâmi’l- Arab ve’l-Acem ve’l-Berber ve men
Asârahum min Zevi’s-Sultâni’l-Ekber, 8 c.,
Beyrut, Daru’l-Fikr, 2000.
İbn Hanbel, Ebû Abdullah Ahmed b.
Muhammed eş-Şeybanî Ahmed (241/855): el-Müsned, thk. Muhammed Abdülkadir Ata,
Beyrut, Daru’l-Kütübi’l- İlmiyye, 2008.
İbn Hazm, Ebû Muhammed b. Ali b. Ahmed
b. Saîd ez-Zâhirî (456/1064): Cevâmiu’s-Sîre: Siyerin Özü, çev. M. Salih An,
İst., Çıra Yay., 2004.
İbn Hişâm, Ebû Muhammed Cemaleddin
Abdülmelik (213/828): es-Sîretu’n- Nebeviyye, thk. Mustafa es-Sakkâ, trc. Hasan
Ege, 4 c., İst., Kahraman Yay., 1985.
İbn İshak, Ebû Abdullah Muhammed b.
İshak b. Yesar (150/767): Sîret-i İbn İshak, thk. Muhammed Hamidullah, 2. Bsk.,
Konya, Hayra Hizmet Vakfı Neşriyat, 1981.
İbn Kesîr, Ebü'l-Fida İmadüddin İsmail
b. Ömer (774/1373): el-Bidâye ve’n- Nihâye, çev. Mehmet Keskin, 14 c., İst.,
Çağrı Yay., 1994.
İbn Kudame, Ebû Muhammed Muvaffakuddîn
Abdullah b. Ahmed (620/1223): el-Mugnî, Riyâd, Mektebetü’r-Riyadi’l-Hadise,
t.y.
İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b.
Müslim (276/889): el-Maârif, thk. Servet Ukkâşe, 4. Bsk., Kahire,
Dâru’l-Maârif, t.y.
İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b.
Müslim(276/889): el-İmâme ve’s- Siyâse, thk. Üstaz Ali Şeyrî, 2 c., Beyrut,
Dâru’l-Edva, 1990.
İbn Mâce, Ebû Abdullah Muhammed b. Yezid
er-Rebei el-Kazvini (273/887): Sünen-i İbn Mâce, thk. B. A. Ma’rûf, 6 c.,
Beyrut, Dâru’l-Cîyl, 1998.
İbn Manzur, Ebu'l-Fazl Muhammed b.
Mükerrem b. Ali el-Ensârî (711/1311): Lisânu’l-Arab, 3. Bsk., Beyrut, Dâru
İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, 1999.
İbn Rüşd, Ebu’l-Velid Muhammed b. Ahmed
b. Muhammed Kurtubî (595/1198): Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetu’l-Muktesıd:
Mezheplerarası Mukayeseli İslam Hukuku, red. Vecdi Akyüz, trc. Ahmed Meylani,
İst., Beyan Yay., 1991.
İbn Sa'd, Ebû Abdullah Muhammed b. Sa'd
b. Meni' ez-Zühri (230/844): et- Tabakâtü’l-Kübrâ, 9 c., Beyrut, Dâru’s-Sadrt,
1968.
İbn Şâzân, Fadl b. Şâzân el-Ezdî:
el-îzâh, thk. Es-Seyyid Cemaluddin el- Huseynî el-Urmevî el-Muhaddis, Tahran,
Müessesetu İntişarât, 1363/1944
İbn Şebbe, Ebû Zeyd Ömer b. Şebbe b.
Abide en-Nemeri (262/876): Târihu’l-Medîneti’l-Münevvera, thk. Fehim Muhammed
Şeltut, 4 c., y.y., t.y.
İbnü’l-Esîr, Ebu'l-Hasan İzzeddin Ali b.
Muhammed b. Abdülkerim (630/1233): el-Kâmil fi’t-Tarih, 13 c. Beyrut,
Dâru’s-Sadr, 1979.
İbnü'l-Murtaza, Ahmed b. Yahyâ b.
Murtaza Mehdi Lidinillah (840/1437): Tabakâtü’l-Mu’tezile, thk. Susana Dıwald
Wılzer, Beyrut, Dâru’l-Mektebeti’l- Hayat, 1961.
İmam-ı Malik, Ebû Abdullah el-Asbahi
el-Himyeri Malik b. Enes (179/795): el-Muvatta, Kahire, Daru’r-Riyâni
li’l-Terât, 1988.
el-İsfahânî, Râgıb: Müfredâtü
Elfâzi’l-Kur’ân, Dımeşk, Daru’l-Kalem,
2002.
İşcan, Mehmet Zeki: “Ehl-i Sünnet’in
Oluşumunda Öncü Şahsiyetler”, Tarihte ve Günümüzde Ehl-i Sünnet, İstanbul,
Ensar Yay., 2006, 63-96.
Kılavuz, Ahmed Saim: İslam Akaidi ve
Kelam’a Giriş, İstanbul, Ensar Nesriyat, 1998.
Kılıç, Ünal: “Hz. Ali’nin Şehirlerin
İdarecileriyle İlgili Politikaları”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, C. XII No: 2, 2008, s. 121-140.
Kılıç, Ünal: “Hz. Ali’nin Vali
Politikası ve Valileri”, Hz. Ali Sempozyum Bildirileri (24-25 Ekim 2007),
İzmir, 2009, s. 317-335.
Korkmaz, Sıddık: “İbn Sebe Rivayetinin
Tarih ve Makâlât Türü Eserlere Yansıması”, Dinî Araştırmalar Dergisi, C. X, No:
29, Eylül-Aralık 2007, s. 129144.
Köse, Saffet: “Hz. Ömer’in Bazı
Uygulamaları Bağlamında Ahkâmın Değişmesi Tartışmalarına Bir Bakış”, İslam
Hukuku Araştırmaları Dergisi, No: 7, Nisan 2006, s. 13-50.
Kubat, Mehmet: “Hariciliğin Doğuşunda
Münafıkların Rolü”, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, C. VI, No: 4,
2006, s. 115-151.
Kuleynî, Ebû Cafer Muhammed b. Ya’kûb b.
İshak (329/941): el-Kâfî, thk. Ali Ekber el-Gıfârî, 5. Bs. Tahran,
Dâru’l-Kütübü’l-İslâmî, 1971.
el-Kummî, Ebû Halef
(301/913)/en-Nevbahtî, Ebû Muhammed Haşan b. Mûsa b. Haşan (310/922): Şiî
Fırkalar: Kitabu’l-Makâlât ve’l-Firak ve Firaku’ş- Şîa, çev. Haşan Onat v.diğ.,
Ank., Ankara Okulu Yay., 2004.
el-Kummî, Ebu’l-Hasan Ali b. İbrahim
(301/913): Tefsîru’l-Kummî, tsh. es- Seyyid Tayyib el-Musevî el-Cezâirî, Kum,
Dâru’l-Kitâb,1984.
Kutlu, Sönmez: “Mürcie Mezhebi: Doğuşu,
Fikirleri, Edebiyatı ve İslam Düşüncesine Katkıları”, Gazi Üniversitesi Çorum
İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. I, No: 1,2002/1, s. 168-210.
Kutlu, Sönmez: Türklerin İslamlaşma
Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, Ankara, TDV Yay., 2000.
Kutlu, Sönmez: “Ehl-i Beyt Sembolik
Kapitalinin Tarihi Süreç İçinde Semerelendirilmesi”, İslamiyat Dergisi, C. III,
No: 3, 2000, s. 99-120.
Kutlu, Sönmez: Mezhepler Tarihine Giriş,
1. Bs., İst., Değerler Eğitimi Merkezi Yay., 2008.
Kutluay, Cihat: “Haricilikte Hurûç,
Ku’ûd ve Hicret”, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Çanakkale Onsekiz Mart
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çanakkale, 2007.
Kutluay, Yaşar: İslam ve Yahudi
Mezhepleri, Ank., AÜİF Yay. 1965.
Laoust, Henry: İslam’da Ayrılıkçı
Görüşler, çev. E. Ruhi Fıglalı-Sabri Hizmetli, İstanbul, Pınar yay., 1999.
Lewis, Bernard: Tarihte Araplar, çev:
Hakkı Dursun Yıldız, İst., İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., 1979.
Lings, Martin: Hz. Muhammed’in Hayatı,
çev. Nazife Şişman, İst., İnsan Yay., 2006.
Macit, Nadim: “Sünnî Ekolün İlk Öncüleri
ve Görüşleri” (Yayınlanmamış Çalışma), Van, y.y., 1993.
Makrizî, Ebü'l-Abbas Takıyyüddin Ahmed
b. Ali b. Abdülkadir (845/1442): en-Niza ve’t-Tehâsum fî mâ beyne Benî Umeyye
ve Benî Hâşim, thk. Huseyn Mu’nis, Kahire, Daru’l-Maârif, 1988.
el-Malatî, Ebu’l-Huseyin Muhammed b.
Ahmed b. Abdurrahman (377/987): et-Tenbih ve’r-Redd alâ Ehli’l-Hevâ ve’l-Bid’a,
Nşr ve İlv: M. Zahid el-Kevserî, Beyrut, Mektebetu’l-Maârif, 1968.
el-Meclisi, Muhammed Bakır b. Muhammed
Taki b. Maksud Ali (1110/1698): Biharü'l-Envari’l-Câmia li-Düreri
Ahbari’l-Eimmeti'l-Ethar: el-
Akl ve’l-Cehl, thk. Muhammed el-Bâkır
el-Behbûdî, 111 c., II. Bs. Beyrut, Dâru İhyâ, 1983.
Mes’ûdî, Ebü'l-Hasan Ali b. Hüseyin b.
Ali (345/956): Murûcu’z-Zeheb ve Ma’âdinü’l-Cevher, thk. Muhammed Muhyiddin
Abdülhamid, 2 c., Beyrut, Daru’l- Fikr, t.y.
Minkârî, Ebü'l-Fazl et-Temîmî Nasr b.
Müzahim (212/827): Vak’atü Sıffın, thk. Abdüsselâm Muhammed Hârûn, 3. Bsk.,
Kahire, el-Müessesetü’l Arabiyeti’l- Hadîse, 1981.
el-Muzaffer, Muhammed Rıza: Şîa
İnançları: Akâidu’l-İmamiyye, terc. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul, Zaman Yay.,
1978.
el-Muzaffer, Muhammed Rıza: es-Sakîfe,
Necef, y.y., 1980.
Naşi el-Ekber, Abdullah b. Muhammed
Ebu’l-Abbas (293/906): Mesâilu’l- İmâme, thk. Josef van Ess, Beyrut, y.y.,
1971.
en-Nesâî, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Ali
b. Şuayb (303/915): es-Sünenü’l- Kübrâ, 1. Bsk., Beyrut, Müessesetü’r-Risâle,
2001.
en-Nisaburi, Ebu'l-Hüseyin el-Kuşeyri
en-Nisaburi Müslim b. el-Haccâc (261/875): Sahîh-i Müslim, Riyad, Mektebetü
Dârü’s-Selam, 2000.
Nu’aymî, Selim: “Haricilerin Doğuşu”
çev. Harun Yıldız, OMÜİFD, No: 10, Samsun, 1998, s. 513-536.
O’leary, De Lacy: İslâm Düşüncesi ve
Tarihteki Yeri, çev: Hüseyin Yurdaydın-Yaşar Kutluay, Ankara, AÜİF Yay., 1971.
Onat, Hasan: “Şiîliğin Doğuşu Meselesi”,
AÜİFD, C. XXXVI, 1997, s. 79118.
Onat, Hasan: “Şiîlik ve Günümüz
Şiîliğinde Bazı Yeni Yaklaşımlar Üzerine”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, C. III,
No: 3, 1989, s. 122-138.
Onat, Hasan: Emevîler Devri Şiî
Hareketleri ve Günümüz Şiîliği, Ank., TDVYay. 1993.
Orbay, Kemaleddin Şükrü Kalelizâde:
İslam Tarihinde Nifak: Ali, Necm-i İstikbal Matbaası, İstanbul 1928.
Öz, Mustafa ve İlhan, Avni: “İmâmet”,
DİA, İstanbul, TDV, 2000, C. XXII, s. 201-203.
Öz, Şaban: “Şîa’nın Aslı ve Doğuşu
Üzerine Görüşler”, e-Makâlât Mezhep Araştırmaları, C. I, No: 2, 2008, s. 29-47.
Özkan, Mustafa: “Siyasi-Sosyal
Gelişmeler Karşısında Hz. Aişe’nin Duruşu Üzerine”, Diyanet İlmî Dergi, C.
XXXXV, No: 1, Ocak-Şubat-Mart 2009, s. 57-74.
Özkurt, Adem: “Nevbahtî’nin
Firaku’ş-Şîa’sında Şiî Mezheplere Yaklaşımı” (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi),
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Samsun, 2009.
er-Rızvânî, Üstad Ali Asker: Kur’an ve
Sünnet Işığında Ehl-i Beyt Mektebi, çev. Ebulfez Kocadağ, y.y., Kevser Yay.,
t.y.
Sallabî, Muhammed Ali: I. Halife Hz. Ebû
Bekir Hayatı Şahsiyeti ve Dönemi, trc. Şerafettin Şenaslan-Faruk Aktaş, İst.,
Ravza Yay. 2009.
Sallabî, Muhammed Ali: II. Halife Hz.
Ömer Hayatı Şahsiyeti ve Dönemi, trc. Mehmet Akbaş, İst., Ravza Yay., 2008.
Sarıcık, Murat: Bütün Yönleriyle Dört
Halife Dönemi, İst., Nesil Yay.,
2010.
Sarıkaya, Mehmet Saffet: İslam Düşünce
Tarihinde Mezhepler, İsparta, Tuğra Matbaası, 2001.
SeyyidKutub, Seyyid b. Kutub b. İbrâhim
(1386/1966): Fî Zilâli’l-Kur’ân, Trc. B. Karlıga-İ. H. Şengüler-Emin Saraç, 16
c., İstanbul, Hikmet Yayınları, 1970.
Sezikli, Ahmed: Hz. Peygamber Devrinde
Nifak Hareketleri, Ankara, TDV Yay., 2001.
Sofuoğlu, Cemal: “Şîa’nın Hadis
Anlayışı” (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ank., 1977.
Şehristânî, Ebu'l-Feth Taceddin Muhammed
b. Abdülkerim (548/1153): el- Milel ve’n-Nihal: Dinler Mezhepler ve Felsefi
Sistemler Tarihi, çev. Mustafa Öz, ed. Mehmet Dalkılıç, İst., Litera Yay.,
2008.
Şeriati, Ali (1398/1977): Ali Şîası
Safevi Şîası, çev: Feyzullah Artinli, İst., Yöneliş Yay., 1990.
Şerif el-Murtazâ, Ali b. Hüseyin
el-Musevî: eş-Şâfî fi’l-İmâme, Müessesetu İsmâiliyyât, İl. Bsk, Kum, 1989.
Şeyh Mufîd, Muhammed b. Muhammed
el-Bağdâdî: el-Cemel ve’n- Nusre li-Seyyidi’l-İtre fî Harbi’l-Basra, Kum,
el-Mektebetu’d-Dâvirî, t.y.
Taberî, Ebû Ca’fer İbn Cerîr Muhammed b.
Cerîr b. Yezid (310/923): Tarihu’t-Taberî: Tarihu’l-Umem ve’l-Mülûk, thk.
Muhammed Ebu’l-Fazl İbrahim, Amman, Beytu’l-Efkâru’d-Devliyye, t.y.
Tabersî, Ebû Ali Emînuddîn el-Fazl
b.el-Hasan b. Fazl (548/1153): İ’lâmu’l- Verâ bi’l-A’lâmi’l-Hudâ, Beyrut,
Dâru’l-Maârife, 1979.
Tabtabâî, Allâme Seyyid Muhammed Hüseyin
b. Muhammed (1402/1981): İslam’da Şîa, çev. Kadir Akaras-Abbas Kazimli, y.y.,
Kevser Yay., ty.
Timuroğlu, Vecihi: “1923-1940 Yıllan
Arasında Ekinimizin ve Yazınımızın Kaynaklan”, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı
Sempozyumu, Yayına Haz. Hüseyin Atabaş-Aydın Şimşek-Devrim Dirlikyapan, Ankara,
Edebiyatçılar Derneği Yay., 1998, s. 25-75.
Tirmîzi, Ebû îsa Muhamed b. îsa b. Sevre
es-Sülemî (279/892): Sünenü’t- Tirmîzî, thk. Ahmed Muhammed Şakir, y.y., t.y.
Tuğral, Rahim: “Kur’an’ın Cem’i ve îstinsahında
Üç Önemli Nokta”, Diyanet Değişi, C. 26, No: 1, Ocak-Şubat-Mart 1990, s.
89-101.
A
Turhan, Kasım: Kelâm ve Felsefe
Açışından inşan Fiilleri: Amirî’nin Kader Risalesi ve Tercümesi, ed. Hüseyin
Kader, 2. Bs., îst., Marmara Üniversitesi îlahiyat Fakültesi Vakfı Yay., 2003.
Urve, Ebû Abdullah el-Esedi el-Kureşi b.
Zübeyr b. Avvâm (93/712): Meğazî Rasûlillah, thk. Muhammed Mustafa A’zâmî,
Riyad, Mektebetü’t- Terbiyeti’l-Arabî, 1981.
Üçok, Bahriye: “Ridde”, AÜİFD, C. VI,
1958-1959, s. 97-113.
Üçok, Bahriye: İslâm’dan Dönenler ve
Yalancı Peygamberler Hicrî 7. - 11. Yıllar, Ank., AÜîF Yay., 1967.
Ünalan, Abdullah: “Ehl-i Sünnet ve
Şîa’nın îmâmette Dayandığı Hadisler” (Basılmamış Doktora Tezi), Harran
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Şanlıurfa, 1998.
Ünver, Mehmet Zahit: “Son Dönem Bir
Osmanlı Alimi M. Zahid
Kevserî’nin Ehl-i Sünnet Algısı ve
Mezheplere Bakışı” (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Sakarya Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sakarya, 2011.
Vâkıdî, Muhammed b. Ömer b. Vakıd el-Eslemî
(207/823): Kitâbu’l- Megâzi, thk. Marsden Jones, 3 c., Beyrut, Â’lemu’l-Kütüb,
1966.
Vatandaş, Celaleddin: Hz. Muhammed’in
Hayatı ve İslâm Daveti Medine Dönemi, 4. Bsk., îst., Pınar Yay., 2007.
Wellhausen, Julius (1336/1918): Arap
Devleti ve Sükûtu, trc. Fikret Işıltan, Ankara, A.Ü.î.F. Yay., 1963.
Wellhausen, Julius (1336/1918):
İslamiyetin İlk Devrinde Dinî-Siyasî Muhalefet Partileri”, çev: Fikret
Işıltan, II. Bsk., Ankara, TTK Yay., 1989.
Ya'kubi, îbn Vazıh Ahmed b. îshak b.
Ca'fer (292/905): Tarih-i Ya’kûbî, 2 c., Beyrut, Dâru’s-Sadr, t.y.
Yıldız, Harun: “Harici Düşüncesinin
Gelişimi”, OMÜİFD, No: 11, Samsun, 1999, s. 257-270.
Yıldız, Harun: “Haricilerin Doğuşunda
Kurrâ’nın Rolü”, EKEV Akademi Dergisi, C. VIII, No: 18, Kış-2004, s. 263-282.
Müessesetü’r-Risâle, 1996.
Zuhayli, Vehbe: İslam Fıkhı
Ansiklopedisi, red. Hamdi Arslan, trc. Ahmet Efe v.diğ., 10 c., İst., Zaman
Gazetesi Feza Yayıncılık, 1994.
Belâzürî, a.g.e., V, s. 66-67; Atçeken,
a.g.m., s. 330-331; Aycan, a.g.md.,, C. XXIX, s. 226. Şehristânî, a.g.e., s.
37.
[2] îbnü’l-Esîr, a.g.e.,
III, s. 92-93; îbn Kesîr, a.g.e., VII, s. 249.
Taberî, a.g.e., s.
762; Atçeken, a.g.m., s. 326-327. Ayrıca bu hususta ayrıntılı bilgi için bkz:
Taberî, a.g.e., s. 759-768.
Muhammed Abid Cabiri, Mamda Siyasal Akıl,
trc. Vecdi Akyüz, İst., Kitabevi Yay., 1997, s. 317, 357-359. Ayrıca bu konuda
ayrıntılı bilgi için bkz: Demirci, a.g.m., s. 164-165; İsmail Yiğit, “Osman”,
DİA, C. XXXIII, s. 440 v.d.; Halis Demir, “Meşruiyet Açısından Hz. Osman’ın
Öldürülmesinin İncelenmesi”, KSÜİFD, C. VI, No: 11, 2008, s. 90-92; Sarıcık,
a.g.e., s. 216-217.
Ayrıntılı bilgi için bkz: Ebü Bekr Muhammed
b. et-Tayyib el-Bâkıllânî (403/1013) Kitâbu Temhîdi’l-Evâil ve
Telhîsi’d-Delâil, thk. İmâduddin Ahmed Haydar, 3. Bsk., Beyrut, 1993, s. 534;
İbn Kesîr, a.g.e., VII, s. 282-283.
İbn Şebbe, a.g.e., III, s. 1095; Demir,
a.g.m., s. 93-94.
Ayrıntılı bilgi için bkz: İbn Kesîr, a.g.e.,
VII, s. 271-272; Abdullah Aydınlı, “Ebû Zer el- Gıfârî”, DİA, C. X, s. 267-269;
İsrafil Balcı, “Bir Yalnız Sahabi Ebû Zer el-Gıfârî”, OMÜİFD, No: 10, Samsun,
1998, s. 351-357.
Ayrıntılı bilgi için bkz: Bakıllânî, a.g.e.,
s. 530-531. îbn Kesîr, a.g.e., VII, s. 282.
îsmail Cerrahoğlu,
“Abdullah b. Mes’ûd”, DİA, C. I, s. 115.
Ayrıntılı bilgi için
bkz: Bakıllânî, a.g.e., s. 531-532; Demircan, “Üçüncü Halife Osman’a Yöneltilen
Eleştirilere Bakıllânî’nin Cevapları”, s. 12.
Belâzürî, a.g.e., VI,
s. 134-135.
Bakıllânî, a.g.e., s.
539.
Bâkıüânî, a.g.e., s. 536-537; İbnü’l-Esîr,
a.g.e., III, s. 103-104.
Ya’kûbî, a.g.e., II, s. 162-163.
Bu husustla ilgili tartışmalar için bkz:
Bâkıüânî, a.g.e., s. 541.
İbnü’l-Esîr, a.g.e., III, s. 154-155; Cevdet
Paşa, a.g.e.,, II, s. 299 v.d.; Ethem Ruhi Fığlalı, “Abdullah b. Sebe”, DİA, C.
I, s. 133; Kutluay, a.g.e., s. 34-37. Bazı modern dönem araştırmacıları, İbn
Sebe’yi bir vehim olarak saymaktadırlar. Örnek olarak bkz: Taha Hüseyin, “Fitne
Döneminde İbn Sebe’nin Rolü Hakkında Bir Değerlendirme”, trc. Adem Apak, Uludağ
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. VI, No: 6, 1994, s. 421-424;
Sıddık Korkmaz, “İbn Sebe Rivayetinin Tarih ve Makâlât Türü Eserlere
Yansıması”, Dinî Araştırmalar Dergisi, C. X, No: 29, Eylül-Aralık 2007, s.
130-131.
Sabri Hizmetli,
“Tarihi Rivayetlere Göre Hz. Osman’ın Öldürülmesi”, AÜİFD, C. XXVII, Ank.,
1985, s. 174.
Muhammed Hamidullah,
İlk İslam Devleti, îst., Beyan Yay., 1992, s. 66.
Kubat, a.g.m., s. 116.
Taberî, a.g.e., s.
816-817; îbnü’l-Esîr, a.g.e., III, s. 236.
[21] Hariciliğin Kelâmi görüşleri hakkında
ayrıntılı bilgi için bkz: Cihat Kutluay, “Haricilikte
Hurûç, Ku’ûd ve
Hicret”, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Çanakkale Onsekiz Mart
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çanakkale, 2007, s. 10-13.
Ebû Hamid îzzuddin
Abdülhamid b. Hibetullah el-Medâini îbn Ebi’l-Hadid (656/1258), Şerh- u
Nehci’l-Belâğa, thk. M. Ebu’l-Fazl îbrahim, 20 c., Kum, y.y., 1959, III, s. 11;
Arı, İmamiye Şîası Kaynaklarına Göre İlk Uç Halife Dönemi, s. 453-453.
Arı, İmamiye Şîası
Kaynaklarına Göre İlk Uç Halife Dönemi, s. 494-495.
îbnü’l-Esîr, a.g.e.,
III, s. 158-162; îbn Kuteybe, el-Maârif, 195-s. 196; Mes’ûdî, a.g.e., II, s.
354-355.
îbnü’l-Esîr, a.g.e.,
III, s. 160-161, 172.
Bazı klasik dönem
tarihçiler ve modern dönem yazarları Ensar ve Muhacirlerin Hz Osman’ın öldürmek
için gelen asileri ne engellediklerini ne de onlara destek olduklarını, yani
onları kendi haline bıraktıklarını nakletmektedirler. Örnek olarak bkz:
Ebu'l-Fazl et-Temîmî Nasr b. Müzahim Minkârî (212/827), Vak’atü Sıffîn, thk.
Abdüsselâm Muhammed Hârûn, 3. Bsk., Kahire, el-Müessesetü’l Arabiyeti’l-Hadîse,
1981, s.77, 552; Muhammed b. Abdillah b. Muhammed el-Endelusî îbn Arabî
(543/1148), el-Avâsım mine’l-Kavasım, thk. Muhîbuddîn El- Hatîb, Kahire, 1979,
s. 136-137, 166; Akbulut, a.g.e., s. 163-164, 177.
Ayrıntılı bilgi için
bkz: Taberî, a.g.e., s. 786-787; îbn Abd Rabbihi, a.g.e., IV, 286; Şehristânî,
a.g.e., s. 37; îbnü’l-Esîr, a.g.e., III, 168-169.
Eş’arî, a.g.e., a.y.; Şehristânî, a.g.e., s.
37.
Mesela bkz: Sönmez Kutlu, “Mürcie Mezhebi:
Doğuşu, Fikirleri, Edebiyatı ve İslam Düşüncesine Katkıları”, Gazi
Üniversitesi Çorum ilahiyat Fakültesi Dergisi, C. I, No: 1, 2002/1, s. 168-169.
[30] Kutlu, “Mürcie Mezhebi”, s. 172-173.
[31] Kutlu, “Mürcie Mezhebi”, s. 173.
[32] Malâtî, a.g.e., s. 36.
[33] Kutlu, “Mürcie Mezhebi”, s. 173-174.
[34] Kutlu, “Mürcie
Mezhebi”, s. 174-175.
Bazılarının Hz. Osman
tarafından çeşitli görevlere getirilmeleri dolayısıyla, “Osmânî” diye de
tanımlanan bu tarafsızlar grubu içerisinde, Abdullah b. Ömer, Sa’d b. Ebî
Vakkâs, Muhammed b. Mesleme, Üsâme b. Zeyd, Kudâme b. Maz’ûn, Ka'b b. Mâlik,
Sa'd b. Malik, Zeyd b. Sabit, Hassan b. Sabit, Mesleme b. Muhalled, Ebû Saîd
el-Hudrî, en-Nu'mân b. Beşîr, Rafi' b. Hadîc, Fedâle b. Ubeyd, Ka'b b. Ucre,
Kays b. Hâzım, Eymen b. Hureym (Huzeym ?), Muhammed b. Ebî Bekre, Velîd b.
Ukbe, Imrân b. Husayn başta olmak üzere sahabe ve tabîundan Hz. Ali’ye
başlangıçta biat etmekten kaçınan ancak daha sonra biat edip harbe katılmayı ve
Ehl-i Kıble’ye kılıç çekmeyi reddeden pek çok kişi bulunmaktadır. Bkz. Kutlu,
“Mürcie Mezhebi”, s. 176. Kutlu, “Mürcie Mezhebi”, s. 177.
Mesela bkz: Muhammed
Ebu Zehra, İslam'da Siyasî ve Itikadî Mezhepler Tarihi, çev. Ethem Ruhi
Fığlalı-Osman Eskicioğlu, 1. Bsk., İstanbul, Yağmur Yay., 1970, s. 167.
Emevîler döneminde
Mürcie ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: Kutlu, “Mürcie Mezhebi”, s. 181185;
Sönmez Kutlu, Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, Ankara, TDV
Yay., 2000, s. 91-99.
[43] İbnü'l-Murtaza Ahmed b. Yahyâ b. Murtaza
Mehdi Lidinillah (840/1437), Tabakâtü’l-
Mu’tezile, thk. Susana
Dıwald Wılzer, Beyrut, Dâru’l-Mektebeti’l-Hayat, 1961, s. 3. Ayrıca bu hususta
ayrıntılı bilgi için bkz: Şehristânî, a.g.e., s. 129.
Ebu’l-Abbâs Şehabeddin Ahmed b. Hacer
el-Heytemî (974/1566), Savâiku’l-Muhrika fî’r- Reddi ala Ehl-i Bida’
ve’z-Zendeka, thk. Abdülvahhab Abdüllatif, Kahire, Mektebetü’l- Kahire, t.y. s.
55; Ayrıca Ehl-i Sünnet’in îmâmet Görüşü hakkında ayrıntılı bilgi için bkz:
Ünalan, a.g.e., s. 89-94.
Sarıkaya, a.g.e., s. 62. Ayrıca Ehl-i
Sünnet’in öncüleri sayılabilecek önemli şahisyetler hakkında ayrıntılı bilgi
için bkz: Ebû Mansur Abdülkahir b. Tahir b. Muhammed Temimi Abdülkahir Bağdadî
(429/1037-1038), Mezhepler Arasındaki Farklar: el-Fark beyne’l-Firak, trc.
Ethem Ruhi Fığlalı, Ank. TDV Yay., 1991, s. 246-248, 289-292; Mehmet Zeki îşcan
“Ehl-i Sünnet’in Oluşumunda Öncü Şahsiyetler”, Tarihte ve Günümüzde Ehl-i
Sünnet, îstanbul, Ensar Yay., 2006, s. 66-96.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar