Print Friendly and PDF

Kemaleddin Şükrü’nün “İslam Tarihinde Nifak...Ali” Eseri

Bunlarada Bakarsınız

 

İSLAM TARİHİNDE İLK DÖNEM MEZHEPLEŞMEYE ETKİ EDEN İHTİLAFLAR
VE KEMALEDDİN ŞÜKRÜ’NÜN “İSLAM TARİHİNDE NİFAK: ALİ” ESERİNE GÖRE HZ.
ALİ DÖNEMİNDEKİ PROBLEMLERİN MEZHEPLERİN OLUŞUMUNDAKİ ROLÜ

Hazırlayan: ALİ Durmuş
 

İnsanoğlunun aynı durum veya olay karşısında farklı düşünce ve tutumlar sergilemesinde dinî, siyasî, toplumsal ve ekonomik bir takım nedenlerin önemli rol oynadığı bilinmektedir. Bu nedenler, bir taraftan insanları farklı görüşler etrafında kümelenmeye sevk ettiği gibi diğer taraftan da oluşan bu kümeleri birbirine zıt kıla­bilmektedir.

İslam Tarihinde başta Hz. Peygamber dönemi olmak üzere Hulefâ-i Raşidîn döneminde meydana gelen bir takım dinî, siyasî, içtimaî ve iktisadî ihtilaflar, Müs­lümanların arasına fitne tohumlarını ekmiş ve bu ihtilaflar, bazı münafıkların da gay­retleriyle zamanla ümmeti tefrikaya düşürmüştür. Bu bağlamda İslam'ın ilk yıllarında en önemli süreci Osman b. Affan dönemi oluşturmaktadır. Zira Hulefâ-i Raşidîn dö­neminde Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle nifak hareketleri yeni bir boyut kazanmıştır. Hz. Ali döneminde meydana gelen Cemel ve Sıffîn vakalarıyla, ihtilaflar daha da de­rinleşmiş ve İslam tarihinde Müslümanlar arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar ilk defa bu derecede derin ayrılıklar meydana getirmiştir. Nitekim söz konusu durum kı­sa sürede Müslümanları iç savaşlara sürüklemiş ve nihayet ilk bölünmeler gerçek­leşmiş; Müslümanlar çeşitli görüşler etrafında toplanmaya başlamıştır. Bu durum başta Havariç ve Şîa gibi bir takım mezheplerin ortaya çıkışını hazırlayan nedenler olarak tarihteki yerini almıştır.

Bu ihtilaflardan yaklaşık 13 asır sonra, Cumhuriyet Dönemi müelliflerinden Kemaleddin Şükrü ORBAY, İslam Tarihinde Nifak: Ali adlı eserinde dinî-siyasî iç çekişmeleriyle birlikte Hz. Ali dönemi ve olayları yeniden ele alıp, yorumlamıştır.

KEMALEDDİN ŞÜKRÜ ORBAY’IN HAYATI VE ESERLERİ

Kemaleddin Şükrü’nün Hayatı

Hangi tarihte nerede doğduğu bilinmemekle beraber 1890’lı yıllarda İstan­bul’da doğduğu tahmin edilmektedir. Kalelizade künyesi ile de meşhur olan Kemaleddin Şükrü, Soyadı Kanunu zamanında ise “Orbay” soyadını almıştır. İyi de­recede Arapça ve Fransızca bilen Kemaleddin Şükrü’nün; Edebiyat, Tarih, İslam Ta­rihi ve Biyografi gibi alanlarda makalelerinin haricinde, 30’dan fazla eseri mevcut­tur. Eserlerinden bir tanesini ise Fransızca kaleme almıştır. Ne yazık ki bu çalışmala­rın bir kısmı günümüze ulaşamadan kaybolmuştur. Türkiye’deki önemli kütüphane­lerin arşivlerinde dijital ortamda araştırma yaparak ulaşabildiğimiz eserleri derledik, ulaşamadıklarımızın ise sadece isimlerini alarak aşağıda zikrettik.

Eserlerini daha çok 1918 ile 1935 yılları arasında kaleme alan Kemaleddin Şükrü; Ahmed Cevat’ın 1930’lu yıllarda İstanbul’da çıkardığı ve Reşat Nuri, Mah­mut Yesari gibi meşhur yazarların makalelerinin yayınlandığı Yeni Muhit Aylık Aile Mecmuası’nda 1930 yılında Tahrir Müdürlüğü yapmıştır. Orbay, aynı dönemde, Ahmet Cevat’ın başmuharrirlik yaptığı bu mecmuada birçok makale de kaleme almıştır. Vecihi Timuroğlu, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı Sempozyumu’nda yayınlanan bir makalesinde Kemaleddin Şükrü Orbay’ın 1968’de öldüğünü kaydetmektedir.

İslam Tarihinde Nifak: Ali4 Adlı Eseri

176 sayfadan oluşan bu eser, Hz. Ali’nin halifeliği devrinde vuku bulan dini- siyasi ihtilafları konu edinmektedir. stanbul’da 1918’de Necm-i İstikbal matbaasında bastırılmı Eserde konusal başlıklandırma açısından sistematik bir diziliş bulunma­maktadır. Kendi başlıkları çerçevesinde izah edilecek olursa mukaddime hariç, Cemel Vakası, Sıffın Vakası, Mısır ’ın Muaviye Tarafından Zabtı ve Şehadet Faciası olmak üzere dört ayrı bölüm ihtiva etmektedir.

Yazar mukaddimesinde Hz. Osman’ın şehit edilişini, onun şehit edilmesinden sonra vuku bulan olayları ve Hz. Ali’ye olan biatin nasıl gerçekleştiğini, ardından ise hızlanan nifak hareketlerinin gelişim süreçlerini ayrıntılı bir biçimde ele almaktadır.

Cemel Vakası adlı ilk bölümde Cemel Vakasını hazırlayan sebepleri, bu se­beplerden kaynaklanan olayları, Cemel Vakası’nda cereyan eden olayları, savaş ta­rafları arasındaki diyalogları, Hz. Aişe’nin, Talha’nın ve Zübeyr’in durumunu, Hz. Ali ile Muaviye arasında geçen çekişmeli siyasetin ayrıntılarını, Amr b. el-As’ın Muaviye’nin safında bulunmasının sebeplerini tarihî rivayetler çerçevesinde, bazı İs­lam Tarihi Klasiklerinden faydalanarak aktarmaktadır. Sıffin Vakası adlı ikinci bö­lümde ise yazar, Sıffîn savaşını hazırlayan sebepleri, bu sebeplerin savaşı hazırlama­sındaki rolünü, Sıffin Savaşı esnasında vuku bulan diyalogları ve savaş sahnelerini, Tahkimnamenin hazırlanmasını, Sıffin’den dönüşü ve Hariciliğin doğuşunu hazırla­yan sebepleri ve Haricilerin ortaya çıkışını, Hakemlerin nihai kararı açıklamalarını ayrıntılı bir biçimde ele almıştır. Mısır ’ın Muaviye Tarafından Zabtı adlı üçüncü bö­lümde ise Mısır halkının Hz. Ali’ye biat etmemelerini fırsat bilen Muaviye b. Ebî Süfyan’ın Amr b. el-As komutasındaki altı bin askerle Mısır’ın nasıl ele geçirildiğini anlatmaktadır. Şehadet Faciası adlı dördüncü bölümde ise Hz. Ali, Muaviye ve Amr el-Âs’a düzenlenen suikastı ve bu saldın sonucunda Hz. Ali’nin yaralanıp, şehit edilmesini ayrıntılı bir biçimde anlatmaktadır.

Yazar eserde tarihsel-betimleyici-öyküleyici bir üslup kullanmıştır. Mukad­dimesinde, eserini kaleme alırken güvenilir îslam Tarihi kitaplarından ve Tarihi kay­naklardan yararlandığını ileri sürmekte, ancak bu kaynakları belirtmemektedir. Biz bu eserden naklettiğimiz kısımları îslam Tarihi, îslam Mezhepleri Tarihi ve Tabakât kitaplarını karıştırarak kaynak olarak kullandığı eserleri ve yerleri tespit edip ve dipnotlandırmaya çalıştık.

Diğer Eserleri

Kemaleddin Şükrü başta tarih ve biyografi olmak üzere farklı alanlarda bir­çok eser kaleme almıştır. Bu eserlerin bazıları risale denilebilecek kadar küçük ha­cimlidir. Eserlerin bazıları günümüze kadar ulaşmış bazıları ise kaybolmuştur. Ula­şabildiğimiz eserleri şöyle sıralayabiliriz:

♦♦♦ İslam Tarihinde Nifak: Kerbelâ Hasan-Hüseyin: 68 sayfalık bir eserdir. Basımı 1928’de îstanbul’da Matbaa-i Amidi tarafından yapılmıştır. Hz. Ali’nin ölü­münden Hz. Hüseyin’in şehit edilmesine kadar geçen sürenin ayrıntılı bir biçimde ele alındığı bir kaynaktır.

♦♦♦ Tevfik Fikret’in Hayatı ve Şiirleri: 157 sayfadan ibarettir. îstanbul’da Kanaat Kütüphanesi tarafından 1931 yılında basımı yapılmıştır.

♦♦ Namık Kemal Hayatı Eserleri: 160 sayfalık bir eserdir. îstanbul’da Ka­naat Kütüphanesi tarafından 1931 yılında bastırılmıştır.

Vie de Nasreddine Hodja: Nasreddin Hoca’nın biyografisinin anlatıldığı, Fransızca kaleme alınmış, 185 sayfalık bir eserdir. Yine Kanaat Kütüphanesi tarafın­dan îstanbul’da bastırılmıştır.

Nasreddin Hoca: 1934 yılında Kanaat Kütüphanesi tarafından bastırılmış­tır.

Nasreddin Hoca ve Temirlenk: 1930 yılında Kanaat Kütüphanesi tara­fından basımı yapılan, 47 sayfalık bir eserdir.

Nasreddin Hoca: İhtiyarlık ve Kadılık Hayatı: 80 Sayfalık bir eserdir. 1930 yılında Kanaat Kütüphanesi tarafından basılmıştır.

♦♦♦ Nasreddin Hoca: Gençliği ve Medrese Hayatı: 1931 yılında Kanaat Kü­tüphanesi tarafından batırılmış, 80 sayfalık bir çalışmadır.

♦♦♦ Ebû Ali Sîna: 1930 yılında Kanaat Kütüphanesi tarafından bastırılmış bir biyografi eseridir.

♦ Napoleon Bonapart: 1932’de Kanaat Kütüphanesi tarafından bastırılmış olan 80 sayfalık bir biyografi eseridir.

♦ Kristof Kolomp: Kanaat Kütüphanesi tarafından 1931 yılında bastırılmış, 80 sayfalık bir biyografi eseridir.

♦ Büyük Fransız İhtilali: Kanaat Kütüphanesi tarafından 1931 yılında bas­tırılmış 80 sayfalık bir eserdir.

♦ Mütareke Acıları: Selâmet Matbaası tarafından İstanbul’da 1930’da bas­tırılmış 200 sayfalık bir eserdir.

♦ Bozkurt: Kanaat Kütüphanesi tarafından 1932’de bastırılmış 30 sayfalık bir çalışmadır.

♦ Oğuz Han: Kanaat Kütüphanesi tarafından 1932’de bastırılmış 37 sayfalık küçük bir çalışmadır.

♦♦♦ Hatemtay: 1930 yılında bastırılmış olan 79 sayfalık bir eserdir.

♦♦♦ Venedikli Köle: Tarihî Roman: 1931 yılında yayınlanmış 66 sayfalık bir romandır.

♦♦♦ Türk İnkılâbı: Albüm tarzında bir çalışmadır.

♦♦♦ Tevfik Fikret: Albüm tarzında bir çalışmadır.

♦♦♦ Abdurrahman Emevî: 37 sayfadan oluşmaktadır. İstanbul’da Kanaat Kü­tüphanesi tarafından 1932’de basılmıştır.

♦♦♦ Mûsa bin Nasır ve Tarık b. Ziyad: 37 sayfadan oluşmaktadır. İstan­bul’da Kanaat Kütüphanesi tarafından 1932’de basılmıştır.

♦♦♦ Puvatya Muharebesi: İstanbul’da Kanaat Kütüphanesi tarafından 1932’de basılmıştır. 36 sayfadan ibarettir.

♦♦♦ Sivastopol: İstanbul’da Kanaat Kütüphanesi tarafından 1932’de basılmış­tır. 32 sayfalık bir çalışmadır.

♦♦♦ Turgut Reis: İstanbul’da Kanaat Kütüphanesi tarafından 1932’de basıl­mıştır. 44 sayfadan ibarettir.

♦ Barbaros Kardeşler: İstanbul’da Kanaat Kütüphanesi tarafından 1932’de basılmıştır. 44 sayfadan ibarettir.

♦ Harunreşid: İstanbul’da Kanaat Kütüphanesi tarafından 1932’de basıl­mıştır. 52 sayfadan ibarettir.

♦ Kemal ve Burak Reisler: İstanbul’da Kanaat Kütüphanesi tarafından 1932’de basılmıştır. 30 sayfadan içermektedir.

♦ Sultan Cem: 44 sayfadan ibarettir. İstanbul’da Kanaat Kütüphanesi tara­fından 1932’de basılmıştır.

♦ Plevne: İstanbul’da Kanaat Kütüphanesi tarafından 1932’de basılmıştır. 46 sayfadan ibarettir.

♦ Kılıç Ali Paşa: İstanbul’da Kanaat Kütüphanesi tarafından 1932’de basıl­mıştır. 32 sayfadan ibarettir.

♦♦♦ Öz Türkçe Adlar ve Sözler: İstanbul’da Hilmi Kütüphanesi tarafından 1935’te basılmış, 80 sayfadan ibarettir.

BİRİNCİ BÖLÜM

ASR-I SAADETTE ORTAYA ÇIKAN İHTİLAFLAR

ASR-I SAADETTE ORTAYA ÇIKAN İHTİLAFLAR FIRKALAŞMALARA ETKİSİ

Kaynaklarda zikredildiği üzere Hz. Peygamber hayattayken, vefatı esnasında ve vefatından sonra ümmet arasında birçok ihtilaflar vuku bulmuş, bu ihtilaflardan bazıları günümüze kadar süregelmiş ve problem olma özelliğini korumuştur. Bütün bu meseleler Hz. Peygamber’in vefatından sonra Müslümanları belirli görüşler etra­fında toparlayarak, ana çizgiden saptırmış ve mezhepleşmeye götürmüştür.

Hz. Peygamber’in Sağılığında Zuhur Eden İhtilaflar

Klasik îslam Tarihi Kaynaklarında, Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) peygamberlik hayatı, Hicretten Önce (Mekke Dönemi) ve Hicretten Sonra (Medine Dönemi) olarak iki fasıl halinde ele alınmaktadır. Mekke Dönemi, Hz. Peygamber’in Allah tarafından risaletle vazifelendirilmesiyle başlayan iman-küfür mücadelelerinin yaşandığı; ehl-i imanın müşrikler tarafından sürekli dinî, siyasî ve iktisadî baskılara maruz bırakıldı­ğı; nazil olan ayetlerin pratiğe dökülmesinden öte okunmasına bile müsaade edilme­diği bir dönem olduğundan, kaynaklarda bu dönemde müminler arasında herhangi bir nifak vuku bulmadığını nakletmektedir.1

îslam tarihinde ilk nifak hareketleri Medine Dönemi’nde ortaya çıkmıştır. Ni­tekim Kur’an-ı Kerim’de, münafıklarla ilgili nazil olan ayetlerin tamamının Hicretten sonra nazil olması, nifak hareketlerinin Mekke döneminde değil de Medine döne­minde başladığını ifade etmektedir. Çünkü devletleşme yönündeki ilk hareketler Me­dine döneminde ortaya çıkmış, Müslümanlar orada bileşerek gerçek güçlerini ortaya koymuştur. Müminlerin bu siyasî, dinî hatta iktisadî birliğini bozmak için, daha Hz. Peygamber’in sağlığında birçok münafık ortaya çıkmıştı. îşte bu münafıkların bir kısmı, Müslümanlar arasında nifak sokmak ve onların iç işlerini öğrenmek için mü­min olduğunu iddia edip, Müslümanlarla beraber hareket etmiş, diğer bir kısmı ise sadece kendi kişisel çıkarları doğrultusunda hareket etmiştir.

Özetle farklı fikirler etrafında toplanıp fırkalaşmanın tohumlan Hz. Peygam­ber daha hayattayken başlamıştı. Nitekim aşağıda aktaracağımız olaylar, Hz. Pey­gamber sağlığında vuku bulmuş ve Müslümanların bölünüp fırkalaşma sürecinde bizzat rol oynamış olaylardır.

Zü’l-Huveysıra et-Temîmî Olayı

Hadis kaynaklarında değişik şekillerde yer alan bu rivayete göre Hz. Pey­gamber hicretin 8. yılında, Huneyn Savaşı sonrasında elde edilen ganimetlerin taksi­mini yaparken, Zu’l-Huveysıra et-Temîmî adında bir kişi yanına gelmiş ve ona: “Ey Muhammedi Adaletli davran. Adil davranmadın. Bu Allah’ın rızası gözetilerek yapı­lan bir taksim değildir. ” demişti. Hz. Peygamber ise onun bu kaba hareketi karşısın­da hem üzülüp hem de kızarak: “Yazıklar olsun sanal Ben adalet göstermemişsem kim gösterir? Ben isyan edersem Allah’a kim itaat eder? Allah bana yeryüzünde ya­şayan insanlar hakkında güvenirken siz nasıl olur da bana güvenmezsiniz? Ben ada­let göstermemişsem o halde sen adil olmayan bir imama tâbi olmakla hüsrandasın. ” buyurmuştu. Bu sırada orada bulunan bir sahabe, Hz. Peygamber’den bu adamı öl­dürmesi için izin istemiş ancak Rasûlullah o sahabiye müsaade etmemiş ve şöyle bu­yurmuştu: “Bu adamın soyundan öyle bir kavim türeyecek ki Kur’an’ı okuyacaklar fakat gırtlaklarını geçmeyecek, Müslümanları öldürecekler fakat putlara tapanları bırakacaklar. Onlar okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklardır. ”

Zu’l-Huveysıra’nın bu davranışı hem imam hem de nebi konumunda olan Hz. Peygamber’e karşı bir isyan niteliğindeydi. Bu olayı mezhepleşmeye etki eden olay­lar arasında zikreden Şehristânî’nin ifadesine göre; eğer bir kimse hak üzere olan bir imama karşı isyan ettiğinde Harici olarak kabul edilecek olursa, Hz. Peygamber’e isyan eden evleviyetle Harici olarak sayılabileceğinden, bu zat Harici zihniyetin ilk temsilcisi sayılmalıydı.4 Hz. Peygamber’e nispet edilen yukarıdaki rivayetin son kısmındaki söz ile Hariciler kastedildiği açıktır. Sonuç olarak, konuyu Şehristânî’nin bakış açısıyla değerlendirdiğimizde, Harici zihniyetinin izlerinin Hz. Peygamber za­manında bile zaman zaman tezahür ettiğini görmemiz mümkündür.

Kaza-Kader Bağlamında Tartışmalar ve Fırkalaşmaya Etkisi

Şehristânî’nin naklettiği gibi Hz. Peygamber zamanında bazı müşriklerin ve münafıkların “kaza ve kader ” ile ilgili söylediği bazı sözler de fırkalaşmayı etkileyen unsurlardandı.5 Nitekim Hz. Peygamber’den sonra, kaza ve kader mevzuu üzerinde yapılan tartışmalar neticesinde Cebriye, Kaderiyye ve Mu’tezile gibi mezheplerin or­taya çıktığı bir gerçektir. Bu tartışmaları temelde iki eksen üzerinde incelememiz mümkündür:

Uhud Savaşı’nda Münafıkların ve Müşriklerin Tutumu:

 Hicretten sonra Müslümanların Hz. Peygamber eşliğinde girdiği en büyük savaşlardan biri muhakkak ki 625 yılında yapılan Uhud Savaşı idi. Savaşın başlangıcında Müslümanlar yirmiden fazla müşriki öldürmüş, galip durumdaydı. Ancak bu galibiyeti yakından hisseden bazı sahabiler, müşriklerin bozguna uğradığını görünce, bulundukları stratejik mev­kileri terk etmiş; bunu fırsat bilen Mekke müşrikleri de Müslümanlara tekrar saldıra­rak, Müslümanlar için lehte olan savaşı onların aleyhine çevirmişti. Netice itibari ile Uhud Savaşı Müslümanlar için acılarla, sıkıntılarla ve zorluklarla dolu yenilgiyle ne­ticelenmiş bir savaştı.6

Kaynaklarda belirtildiğine göre Uhud Savaşı Müslümanların aleyhinde neti­celenince bazı münafıklar ve Yahudiler kendi aralarında savaşın Müslümanlar için büyük bir yenilgi olduğunu konuşup, bununla eğlenmekteydi. Bazıları Müslümanları küçümsemek ve dinden soğutmak için “Muhammed eğer peygamber olsaydı hezime­te uğramazdı. Muhammed sadece krallık peşinde koşuyor. Hiçbir peygamber böyle bir sonla yüzleşmemiştir. Hem kendisine hem de arkadaşlarına büyük darbe vurul­du. ” demekteydi. Bazıları ise Hz. Peygamberde birlikte aynı safta olan arkadaşlarını, akrabalarını ve kardeşlerini ayıplayıp kınayarak; “Eğer onlar bizimle beraber olsa­lardı, ölmeyecek, öldürülmeyecek ve yaralanmayacaklardı. ” diyorlardı.7 Müslüman­ların arasında bulunan bazı münafıklar ise kendi aralarında “O zaman bir karar yet­kisine sahip miydik? Eğer bir karar yetkimiz olsaydı burada öldürülmüş olmazdık. ” diye söylenmekteydi.9

Uhud Savaşı sonrasında Abdullah îbn Ubey10 hal ve hareketleriyle dikkat çe­ken önemli münafık simalardan biri idi. Kaynaklarda zikredildiğine göre, Hz. Pey­gamber savaştan önce, bazı hususları görüşmek için ashabla bazı toplantılar düzen­lemişti. Bu toplantılarda müminlerin bir kısmı Medine’nin dışına çıkarak müşriklerle savaşmayı isterlerken, îbn Ubey ve Hz. Peygamber’in de içinde bulunduğu diğer bir kısmı Medine’de kalmak istiyordu. Fakat Rasûlullah çoğunluğun görüşüne uyarak savaş için Medine dışına çıkılmasına karar verip kılıcını kuşanmış ve askerlerle bir­likte yola çıkmıştı. Rivayetlere göre ordu Medine ile Uhud arasında bir mevkîye gel­diğinde, îbn Ubey savaşmaktan vazgeçmiş orduda bulunan 300 askerle birlikte geri dönmüştü. Hz. Peygamber’in kendi sözünü dinlemeyip de diğerlerinin sözünü dinle­diği için geri döndüğünü müminlere iddia etse de, onun ölümden korktuğu için geri döndüğü açıktır. Zira onun için müşriklere meydan okurcasına üzerlerine gidilerek başlayacak olan bu savaştan sağ kurtulmak imkânsızdı ve dolayısıyla burada göz gö­re göre ölüme gitmek gereksizdi. Eğer kendi dediği gerçekleşseydi direkt savaşa git­mekten öte Medine’de kalınıp düşmanların üzerlerine gelmesini bekleyeceklerdi. Sa­vaş ise meydan savaşından öte bir savunma savaşı olacaktı.11 Onun bu tutumlarından olmalıdır ki, Hz. Peygamber çarpışmadan sonra kaçan Mekke müşriklerinin ardından gitmek için yola çıkacağı zaman Abdullah b. Ubey kendisiyle beraber gitmek istedi­ğini söylemiş fakat Hz. Peygamber buna müsaade etmemişti. Savaştan sonra ise her yerde “Tanrıya and olsun ki sonuç tam tahmin ettiğim gibi oldu. Eğer öldürülenler bizimle beraber geri dönmüş olsalardı öldürülmezlerdi. ” diye söylenmekteydi.

Uhud Savaşından sonra, Münafıkların ve Müşriklerin bu tutumu üzerine; Hz. Peygamber’e ve müminlere bir teselli; müşriklere ve münafıklara ise bir cevap niteli­ğinde şu ayetler nazil olmuştu:

“Ey İman edenler! Dini inkâr edip de Allah için seferde ölen veya gazalarda öl­dürülen arkadaşları hakkında ‘Bizim yanımızda olsalar ne ölürler ne de öldürü­lürlerdi.’ diyenler gibi olmayın. Allah bunu, onların gönüllerinde bir hasret, bir yürek yarası olarak bıraksın diye yaptı.” 13

“Bir kısmınız ise can derdine düşmüş bir halde Allah hakkında Cahiliye devrin- dekine benzer gerçek dışı şeyler düşünüyorlar, ‘Bu işin kararlaştırılmasında bi­zim yetkimiz mi var? Ne gezer!’ diye söyleniyorlardı. De ki: ‘Bütün karar ve yetki Allah’ındır.’ Onlar aslında içlerinde, sana karşı açığa vuramadıkları bir şeyler saklıyor ve kendi aralarında: ‘Bu emir ve komuta işinde bir payımız ol­saydı, şimdi burada olmaz, öldürülmezdik.’ diyorlardı.”14

Bazı Müşriklerin Kaderle İlgili Sözleri: Hz. Peygamber’in “Allah ’a kulluk edin. Tağuttan uzak durun. ”15 çağrısını işiten bazı müşrikler kişisel irade özgürlüğü­nü inkâr ederek bunun sorumluluğunun Allah’a ait olduğunu savunurcasına şöyle di­yorlardı: “Eğer Allah dileseydi, hem biz hem de atalarımız, ondan başka hiçbir şeye kulluk etmezdik. O ’nun emri olmadan hiçbir şeyi haram kılmazdık. ”16 Onlar bu söz­leri ile ahireti ciddiye almadıkları gibi, işledikleri çirkinliklerden kendilerinin sorum­lu olmadığını, suçun Allah’a ait olduğunu kastetmekteydiler. Yine onlar, Hz. Pey­gamber, “Allah’ın size lütfettiğinden siz de muhtaçlar için harcayın.” emr-i ilâhiyi onlara ilettiğinde, müminlere, “Allah ’ın dilediği takdirde doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız?”17 diyorlardı. Fakat Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de onlara cevaben:

“Bunlardan öncekiler de böyle söylemiş, böyle yapmışlardı. Buna karşılık olarak peygamberlere açık bir tebliğden başka bir şey düşer mi? ” buyurmuştur.

Bu iddiaların tamamı, Hz. Peygamber’in üzerinde tartışılmasını bile yasakla­dığı, son derece hassas bir konu olan, kader inancıyla çeliştiği açıktır. Hz. Peygamber henüz sağ iken yapılmış olan bu gibi itirazlar, özde onun faaliyetlerine, düşüncelerine ve Allah’ın emirlerine karşı bir direniş ve saldırı niteliğindeydi. Şehristânî bu husus­ta, onların bu sözlerle apaçık bir cebir düşüncesi ortaya koyduklarını ve neticede bi­rer tohum mesabesinde olan bu itirazlardan yetişip gelişen bitkiler gibi, daha sonra birçok büyük şüphe ve kuşkular filizlenip ortaya çıktığını nakletmektedir.19 Netice itibariyle bazı Yahudilerin, Münafıkların ve Müşriklerin kaderle alakalı bu söylemle­ri, îslam Tarihi’nin ilerleyen safhalarında özellikle Emevîlerin ilk yıllarında fırka- laşmada Kaderiye ve Mu’tezile gibi fırkaların ortaya çıkmasında büyük rol oynamış­tır. Bazı Münafıkların ve Müşriklerin Kaza-Kader bağlamında Hz. Peygamber’e yap­tıkları itirazlarda kullandıkları akli metotları sonraki yıllarda, Cebriye, Kaderiye ve Mu’tezile’nin kendi kelâmî görüşlerini oluşturmak için kullandığı açıktır. Kaynak­larda zikredildiğine göre kader hususunda cebri görüşün öncüsü Cehm b. Safvan’dır. Ona göre Allah’tan başka hiçbir fail bulunmamaktadır. Fail sadece Allah’tır. însanla- ra ise fiiller mecazen nispet edilir. însan fiiller hususunda mecburdur. Kudreti de, iradesi de ihtiyari de yoktur. îşte bu fikir Hicretin ikinci asrında ortaya çıkan Cebriye’nin temelini oluşturmaktadır.

Mabed el-Cühenî ve onun takipçisi Gaylan ed-Dımeşkî ile özdeşleşen, Emevîler zamanında ortaya çıkan Kaderiye fırkasına göre ise Allah insanda tam ve eksiksiz bir fiil yapma gücü/kudreti var etmiştir. însanın fiilleri ise tamamen kendisi­ne bırakılmıştır. însana güç verilen hususta Allah’ın kudreti bulunmamaktadır. Dolayısıyla insanın fiilleri Allah tarafından takdir edilmiş ve yaratılmış değildir, bizzat insanlar tarafından takdir edilmiş ve yaratılmıştır.

Kaderiyye aynı zamanda siyasi olarak Emevî idaresine karşı bir başkaldırış niteliğinde olduğu için Emevîler’in güttüğü siyaset neticesinde ortadan kaldırılmıştır. Ancak Abbasiler zamanında Kaderiyye’nin kaderle ilgili görüşleri Mu’tezile ile ye­niden vücud bulmuş ve devam etmiştir. Mutezililerin kelamî görüşleri usul-i hamse adında beş esasla ifade edilmektedir ki bu esasların ikincisi olan Adl ’in içerisinde ka­der konusuna yer verilmektedir. Şehristânî’nin naklettiğine göre onlar, kulun ister hayr olsun ister şer bütün fiillerinin yaratıcısının bizzat kendisi olduğuna inanmakta­dır.23

Görüldüğü gibi Kaderiyye ve Mu’tezile’nin kader ideolojisi, Hz. Peygamber zamanındaki kaza-kader tartışmalarında müşriklerin ve münafıkların öne sürdüğü id­dialarla paralellik arz etmektedir. Dolayısıyla durum bu açıdan değerlendirildiğinde, daha Hz. Peygamber hayattayken yapılan kaza-kader tartışmaları Kaderiyye ve Mu’tezile’nin nüvelerini oluşturduğunu söylememiz mümkündür.

Hz. Peygamber’in Vefatı Esnasındaki İhtilaflar Ve Şiîlerin Ana kit­leden Ayrılmasındaki Etkisi

Hz. Peygamber daha ölüm döşeğindeyken iki ayrı ihtilaf vuku bulmuş, üm­met bu ihtilafların neticesinde de fikren ikiye bölünmüştü. Bunlardan biri Kırtas ola­yı, diğeri ise Üsâme ordusunun sefere çıkıp çıkmaması meselesidir.

Kırtas Hadisesi ve Şîa’nın Ayrılışına Etkisi

Buhârî, Müslim ve îbn Hanbel’in îbn Abbâs’tan rivayet ettiği bu olay Şehristânî’ye göre Mezhepler Tarihindeki fırkalaşmalar açısından büyük önem arz etmektedir. Rivayetlere göre Hz. Peygamber, hastalığı şiddetlendiği bir anda, ölüm döşeğindeyken, etrafında bulunan ashaba: “Bana kâğıt ve kalem getirin de size bir yazı yazdırayım ki benden sonra yolunuzu hiç şaşırmayınız” buyurmuştu. Bunun üzerine orada bulunanlar istenenleri getirip getirmeme hususunda ihtilafa düşüp tartışmaya başlamışlardı. Hz. Ömer’in de içinde bulunduğu bir grup Rasûlullah’m has­talığının artık iyice arttığını ve Kur’an’ın müminlere zaten yeteceğini söylüyordu. Bazıları ise hemen bir kâğıt-kalem (kırtas) getirilmesi gerektiğini, Hz. Peygamber’in belki de müminleri kurtaracak ve onları doğru yoldan ayırmayacak bir vasiyetname yazacağını iddia ediyordu. Bazıları ise “Peygamberin hali nedir? Acaba hastalığın­dan dolayı mı sayıkladı? Kendisine bu yazı yazma isteğini iyice sorun da anlayın. ” diyor ve ardından ne istediğini iyice tespit etmek amacıyla, söylediği sözü ona tekrar ettirmeye çalışıyordu. Bu ihtilaflar bir karışıklık haline gelmiş ve gürültü gittikçe artmıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber müminlerin bu tavrına üzülerek şöyle bu­yurmuştur:25

“Benim yanımdan kalkın gidin. Beni kendi halime bırakın. Benim yanımda çe­kişmeniz doğru değildir. Benim şu içinde bulunduğum hal, sizin bana istediğimi tekrar ettirmeye çalışmanızdan daha hayırlıdır.”

Kaynaklar îbn Abbas’ın bu hadisi naklettikten sonra şöyle diyerek ağladığını nakletmektedir:

“O ne büyük musibettir ki, o musibet Rasûlullah ile onlara yazmak istediği o ya­zı arasına engel oldu. Bunun sebebi orada bulunanların aralarında ihtilaf etmeleri ve seslerini yükseltmeleriydi.”26

îbn Abbâs’tan rivayet edilen ve Hz. Peygamberi rahatsız edecek dereceye ka­dar varan tartışmalar neticesinde sonuçsuz kalan bu olay, Hz. Peygamber’in vefatın­dan sonra Şîa ve diğer fırkalar arasında büyük tartışmalara ve ayrılıklara sebebiyet vermiştir. Daha sonra Şîa bu hususta “Eğer oradakiler Rasûlullah ’ın bu yazıyı yaz­masına izin verseydiler, Rasûlullah kâğıda, vefatından sonra Ali b. Ebî Tâlib ’i halife­lik makamına getireceğini yazacaktı. ” iddiasında bulunmuştur. Diğer fırkalar ise Kur’an-ı Kerim’in tamamlanmasıyla yazılacak bir şey kalmadığını ifade edip, “İşte bugün sizin dininizi kemale erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslam ’ı beğendim” anlamındaki ayeti buna delil olarak göstermiştir.

Yani Şiîler çeşitli varyantlarla rivayet edilen “Kırtas Olayı”m İslam tarihin­deki mezhepleşme sürecinde olayın gerçekleşmesinden yıllarca sonra siyasi bir mal­zeme yapmıştır. Bu nedenle söz konusu olayı İmâmetin “vasiyet” nazariyesine, Sün­netten delil olarak sunmuş ve bu olayın Hz. Ali’nin hilafetiyle ilgili olduğunu ispat­lamak amacıyla birçok batınî yorumlara gitmiştir. Şiî anlayışa göre, Hz. Muham- med’in Ali b.Ebî Tâlib’i halife tayin etmek için kâğıt ve kalem istemesi başta Hz. Ömer olmak üzere Kureyşlileri endişelendirmiştir. Zira onlara göre Hz. Peygam- ber’in ne vasiyet edeceğini iyi bilen Hz. Ömer ve diğer ashab isteklerin yerine geti­rilmesini engellemişlerdir. Bu yüzden Şîa hilafetin, Hz. Ali’nin elinden haksız ola­rak “gasb ” edildiğini ileri sürmüştür. Hatta daha da ileri giderek Kırtas hadisesinden dolayı ashabın kahir ekseriyetini Allah Rasûlünün emirlerine uymadıkları gerekçe­siyle zalim, gaspçı, kâfir ve mürted olduklarını iddia etmişlerdir. Zira onlara göre İmâmet Allah’ın tayin etmesiyle gerçekleşir. Bu tayini ise ancak Allah ve Rasûlu yapabilir. Tayinin gerçekleşme şekli ise sadece nass ve Rasûlullah’ın bilindirmesiyle mümkündür. Böylelikle Şîa devlet başkanlığı gibi siyasi bir olayı dini naslara dayan­dırmak suretiyle kendi siyasi emellerine ulaşma yolunu Kırtas olayını kullanmak su­retiyle bulmuştur.

Şiîlere göre Kırtas olayındanki tutumlarından dolayı ashaptan Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman’ın suçları affedilecek türden değildir. Zira onlar Allah’ın ta­yin ettiği ve Hz. Peygamber’in bildireceği imamı kabul etmemişlerdir. Bu yüzden başta onlar olmak üzere bu duruma iştirak eden bütün ashabı küfre ve irtidada düş­mekle suçlamışlardır. Böylece başta Hulefâ-i Raşidin’den üçü olmak üzere ilk Müs­lüman neslin neredeyse tamamına yakınından teberrî edip onlara düşmanlık besle­miş, sadece Ali b. Ebî Tâlib, arkadaşları ve Ehl-i Beyte tevellî etmişlerdir. Hâlbuki Sünnîler, ashabın tamamına saygı göstermekte kusur etmezler.

Şîa’nın iddia ettiği İmâmet nazariyesini değerlendiren Sönmez Kutlu şöyle demektedir:

“İmametin genelde Haşimîlerde veya Alioğullarından Hasan veya Hüseyin'in so­yundan her hangi bir Ehl-i Beyt mensubunda devam ettiğini savunan kişiler veya grupların her birisi Şiî bir fırka olarak Makâlât eserlerinde yerini aldı. Öyle ki bu soydan her birinin imametini iddia için birden çok fırka ortaya çıktı. Bunlar, ait oldukları daha önceki din, felsefe ve kültür havzalarına ait motifleri devreye so­karak tabi oldukları imamların meşrulaştırma yoluna gittiler. Böylece vâsilik,

Mehdilik, ilahi nur, hulûl, karizmatik liderlik (masumiyet), Recat, beda, takiyye gibi bazı aşırı fikirler geliştirildi. Sonunda İmamlar, yarı ilahi bir varlığa bürün­dürülerek bunun ispatına çalışıldı. Bu mirası devralan Onikiimamiyye Şîa'sının önde gelen müfessirleri de harekete geçerek, “Ehl-i Kisa” rivayetini* ayetin** iniş sebebi olarak gösterdiler ve ayetteki Ehl-i Beyt'in, Hz. Peygamber, Hz.

Fatıma, Ali, Hasan ve Hüseyin'i kapsadığını iddia ettiler. Bu sürecin bir devamı olarak Şiî yazarlar, siyasi bakımdan imamlara, sefirlere ve naiplere itaati meşru­laştırmak için, diğer bazı ayetlerle Peygamber'e nisbet edilen bazı rivayetleri esas alarak onun soyundan gelen Oniki İmamı Ehl-Beyt kapsamına almışlardır. Onlar, yeni ve yapay bir tarihin inşası için üretilen kırtas olayı, sakaleyn hadisi, Gadir Hum ve daha pek çok rivayetlerle Hz. Ali'nin vasi olduğu, ondan sonra da baba­dan oğula geçerek Oniki İmamda devam ettiği şeklinde bir İmâmet nazariyesi geliştirdiler.”32

Üsâme b. Zeyd’in Sefere Çıkması Hadisesi ve Fırkalaşmaya Etkisi

Hz. Peygamber, hastalığı henüz şiddetlenmeden evvel, Zeyd b. Harise, Câfer- i Tayyâr ve Abdullah b. Revâhâ’nın şehit düştüğü Şam’ın Belka nahiyesi yakınlarına bir yere sefere göndermek üzere bir ordu hazırlatmıştı. Ordunun başına da Usâme b. Zeyd’i komutan olarak tayin etmiş ve “Usâme ordusunu hazırlayın. Ondan dönene Allah lanet etsin. ” diye buyurmuştu.34 Ordu tam da Medine’den ayrılacağı sıralar­da, Hz. Peygamber’in hastalığı iyice artmıştı. Hatta Zehebî’nin naklettiğine göre Hz. Peygamber birazcık iyileşir gibi olunca, Hz. Üsâme’yi yanına çağırmış, ona “Haydi! Allah ’ın bereketi, yardımı ve afiyeti üzerinize olsun. Yolunuz açık olsun. ” demişti. Üsâme ise ona birazcık daha iyileştiğini, Allah’ın ona şifa vereceğini umduğunu, do­layısıyla durum böyleyken sefere çıkmaya gönlünün razı olmayacağını ve insanların kendisine onun hakkında bir şeylerin sormasından çekindiğini söyleyerek ondan iyi- leşene kadar kalmasını istemişti. Ancak Hz. Peygamber ona herhangi bir cevap ver­memişti. Üsâme b. Zeyd tam da bu kararsızlık içindeyken Hz. Peygamber birden ağırlaşmış ve sahabiler onun için endişe etmeye başlamıştı. İşte bu sırada ordunun se­fere gitmesi hususunda Müslümanlar ikiye ayrılmıştı. Bir kısmı, ne olursa olsun Rasûlullah’ın emrine itaat etmek gerektiğini, zaten ordunun da Medine’den ayrılmak üzere olduğunu, savunmaktaydı. Diğer bir kısmı ise Hz. Peygamber’in gittikçe fena­laştığını, ondan ayrılmaya gönüllerinin razı olmayacağını, vefat ederse cenazesine bi­le katılamayacaklarını ve dolayısıyla biraz bekleyip, sabredip neticeye göre hareket etmelerini iddia etmekteydi.36 Netice olarak Üsâme b. Zeyd, ordusuyla Cürufa kadar gitmiş ve orada Hz. Peygamber’in daha da ağırlaştığı haberini alınca netice için beklemeye başlamış, seferi geciktirmişti.

Bu durumda muhtemelen ordudaki askerler de ne yapacaklarını bilemiyorlar­dı. Gitseler bir emri yerine getirmiş olacaklar ve gönülleri emri ifa etmekten dolayı mutmain olsa da Hz. Peygamber’in son halini göremediklerinden, vefat etmesi du­rumunda cenazeye katılamamaktan dolayı hüzün içinde olacaklardı. Gitmemeleri du­rumunda ise Hz. Peygamber’e itaatsizlik etmiş olacaklardı. Öte yandan Müslümanla­rı ikiye bölen olaylar artık ümmetin birlik ve beraberliğine zarar vermekteydi. Her iki görüşün de haklılık paylarının bulunması Müslümanların aynı düşünce etrafında ke­netlenmesini zorlaştırmaktaydı.

Şehristânî el-Milel ve’n-NihâV inin Mukaddime kısmında Kırtas olayı ve Üsâme Ordusu meselelerinden kısaca bahsetmiş, ardından bu iki olayı mezhepleş- meye etki eden olaylar arasında zikretmesinin sebebini şöyle izah etmiştir:

“Bu iki anlaşmazlığı naklettim. Zira muhalifler bazen bunları din konusunda et­kili olan ihtilaflar arasında saymışlardır. Oysa durum öyle değildir. Bütün bunla­rın asıl maksadı kalplerin sarsıldığı bir durumda şeriatın gereklerini yerine ge­tirmek ve işlerin değişiklik göstermesi anında fitne ateşini söndürmektir.”38

Üsâme Ordusu meselesi de Şîa tarafından tenkid edilmiş ve siyasi-dinî fikirle­rinin oluşmasında, özellikle îmâmet inançlarının temellendirilmesinde, bir malzeme olarak kullanılmıştır. Şiî kaynaklara göre, Hz. Peygamber, Hz. Ali’nin îmâmetini ra­hat ve ferah bir ortamda ilan etmesi sebebiyle Üsâme ordusunu sefere yollamak is­temekteydi. Hatta onlara göre Rasûlullah bu orduya Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekir’i de katarak, Hz. Ali’nin halifeliğinin önündeki engelleri şehirden uzaklaştırmak istemek­teydi. Fakat ordu Rasûlullah’ın emrini yerine getirmedi ve buna da başta Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekir sebebiyet vermişti.39 îşte bu sebeple Üsâme b. Zeyd’in sefere gön­derilmemesinin doğru olduğuna inanan bütün sahabilerden, Hz. Ali’nin îmâmetine engel oldukları için ve Hz. Peygamber’in emrini yerine getirmedikleri için teberri etmiştir.

Şîa’ya göre Hz. Peygamber halifeliği Ali b. Ebî Tâlib’e vermek için sürekli fırsat kollamaktaydı. Hz. Perygamber, Ali b. Ebî Tâlib’in halifeliğini ilan etmesi için Kırtas hadisesi ile Üsâme Ordusunu sefere göndermekle gerekli ortamı oluşturmakta ve hazırlamaktaydı.40 Ancak başta Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer olmak üzere birçok sahabe buna karşı olmuşlardır.

Hz. Peygamber’in Vefatından Hemen Sonra Ortaya Çıkan İhtilaflar

Rasûlullah’ın vefatından sonra ilk ihtilaf Hz. Peygamber’in vefatı konusunda, ikincisi defnedileceği yer hususunda, üçüncü ve en büyük ihtilaf ise îmâmet husu­sunda olmuştur.

Hz. Peygamber’in Vefatı

Müslümanlar arasında önemli bir ihtilaf da Hz. Peygamber’in vefatı hususun­da olmuştur.41 Kaynaklarda nakledildiğine göre Hz. Peygamber vefat ettiği haberini alan Hz. Ömer ayağa kalkıp şu sözleri yüksek sesle söylemeye başlamıştı:

“Münafıklardan bazı kimseler Rasûlullah’ın vefat ettiğini iddia ediyorlar. Oysa Allah’a yemin ederim, muhakkak ki o ölmemiştir. Kim ‘Muhammed öldü’ derse şu kılıcımla onu öldürürüm. O İsa gibi göğe yükseldi.”42

Hatta Zehebî’nin Urve’den naklettiği bir rivayete göre sadece Hz. Ömer de­ğil, Müslümanların bir kısmı da “Hayır, o ölmedi. Biz insanlara, o da bize şahitlik yapacakken nasıl olur da ölmüş olabilir ve insanlara görünmez. Lakin o tıpkı Mer­yem oğlu Isâ’da olduğu gibi canlı olarak göğe yükseltildi” diye söyleniyorlardı Ce­nazenin bulunduğu yere gelip oradakilere “Sakın Rasûlullah ’ı defnetmeyin, zira o di­ridir” diyorlardı. İnsanlar ağlayarak Mescîd-i Nebevî’ye doğru akın akın gidiyorlar­dı.43 Hz. Ebû Bekir olayın mahiyetini anlamış ve orada bulunan Müslümanlara hitap etmek üzere yüksekçe bir yere çıkmış, hamd ve sena ile sözlerine başlayarak: “Ey İnsanlar! Kim Muhammed’e ibadet ediyorsa bilsin ki o ölmüştür. Kim de Allah’a ibadet ediyorsa bilsin ki Allah diridir. Ölmez ve ölmeyecektir. ” demiş ve ardından şu ayet-i kerimeyi okumuştur:44

“Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan evvel de peygamberler gelip geç­miştir. O ölür veya öldürülürse gerisin geri mi döneceksiniz? Eğer kim geri dö­nerse Allah’a hiçbir şey ile zarar veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.”45

 

 
Bunun üzerine orada bulunan bütün Müminler Hz. Peygamber’in hakikatten vefat ettiğini ve bunu kabullenmek gerektiğini anlamış ve soğukkanlılıklarını koru­maya çalışmışlardı.46 Hz. Ömer’in bu ayeti duyunca şöyle dediği nakledilir:

“Onun vefatı beni öyle hayret ve dehşete düşürmüştü ki, Ebû Bekir bu ayeti okumadan önce sanki ben bu ayeti hiç işitmemiş gibi oldum. Allah'a yemin ede­rim bunu işitir işitmez bacaklarımın dermanı kesildi. Ayaklarım beni taşımaz ol­du ve yere düştüm. Rasûlullah’ın vefat etmiş olduğunu da böylece öğrenmiş ol­dum.”47

Hz. Peygamber’in ölümü hususunda ümmet arasında vuku bulan bu ihtilaf, kısa süreli bir ihtilaf olup çözüme kavuşturulduğundan Mezhepler tarihi açısından ayrılık veya fırkalaşma nedenleri arasında çok önemli bir yer tutmamıştır. Ancak kaynaklarda nakledildiğine göre sonraki dönemlerde Şîa bu hususu Hz. Ömer’in îmâmetini geçersiz kılmada ve ona ta’n etmede kullanmıştır. Özellikle Hz. Ömer’in “Ben bu ayeti sanki hiç duymamıştım. ” sözünü delil tutarak, onun hiç Kur’an oku­madığı ve ayetler üzerinde hiç düşünmediğini dolayısıyla onun îmâmete layık ola­mayacağını öne sürmüştür.48

Hz. Peygamber’in Defnedileceği Yer

Hz. Peygamber’in dâr-ı bekaya irtihalinin ardından defnedileceği yer husu­sunda Ashab arasında yeni bir anlaşmazlık vuku bulmuştu. Mekkeliler onun doğup büyüdüğü, yetiştiği ve bir zamanlar özlemini de çektiği yer olması hasebiyle Mek­ke’ye defnedilmesini istiyorlardı. Medineliler ise hicret yurdu ve kendisinin en büyük yardım gördüğü ve vefat ettiği yer olmasından dolayı Medine’ye defnedilmesini isti­yordu. Bu arada bir başka grup ise onun, birçok peygamberin defnedildiği ve Mirac’a çıkışın başlangıcı olmasından dolayı Beytü’l-Makdis’e defnedilmesini istiyordu. Öte yandan Hz. Peygamber’in Bâki Mezarlığına gömülmesini arzu edenler de vardı.49

Hz. Ebû Bekir sahabilere “Peygamberler nerede ölmüşlerse oraya defnedilir­ler50 hadis-i şerifini hatırlatarak bu tartışmalara son noktayı koymuştur. Bunun üze­rine Hz. Peygamber’in naşı, Medine’de, vefat ettiği yere, yattığı şiltesinin hemen al­tına, defnedilmiş ve bu duruma diğer sahabiler de razı olmuştur. Bu olay da başlan­gıçta Müslümanlar arasında tartışma ve anlaşmazlıklara neden olsa bile Mezhepler tarihi açısından fırkalaşma nedenleri arasında çok önemli bir yer tutmamaktadır.51

İmâmet Meselesi ve Fırkalaşmadaki Rolü

Hz. Peygamber’in vefatından sonra vuku bulan ve uğrunda birçok kan dökü­len îslam Tarihinde ayrılıklara, fırkalaşma veya mezhepleşmelere en çok neden olan olaylardan biri, beklide birincisi olan îmâmet meselesi, Müslümanlar arasındaki en büyük ihtilaf olup, etkileri günümüze kadar süregelmektedir. Bu mesele, fırkalaşma sürecinin adeta bel kemiği niteliğindedir. Bu ihtilaf tarihsel süreçte birçok fırkanın ortaya çıkmasına sebep olduğu gibi aynı fırkaya mensup kişilerce bile farklı yorum­lanmış ve ayrılıklara sebebiyet vermesi nedeniyle fırkalaşmaları hızlandırmıştır. Eş’ârî, Makâlât’ında îmâmet meselesinin Hz. Peygamber’den sonra Müslümanlar arasında meydana gelen ilk ihtilaf olduğunu zikretmektedir. Şehristânî ise îmâmet meselesi hakkında “imâmet konusunda olduğu kadar İslam ’da dinî hususların hiçbi­rinde tarafların birbirlerine karşı silaha sarılmadıklarını ve kan dökmediklerini” zikrederek îmâmetin Müslümanların fırkalaşmasında büyük önem arz ettiğini belirt­mektedir.”54

Kaynaklarda ifade edildiğine göre Hz. Peygamber’in naşı henüz defnedilme­den Medineliler, önemli hususların tartışılıp karara bağlandığı yer olan Benî Saîde Sakife’sinde toplanıp, Rasûlullah’ın vefatından sonra yerine kimin geçeceğini tartış-

maya başlamışlardı. İslam devletinin askerî gücünün kendilerinden oluşması, onların Emirliğe de sıcak bakmasını sağlıyordu.55 Uzun tartışmalar neticesinde Ensar, Sa’d b. Ubâde’nin imâmeti üzerinde ittifak etmeye başlamıştı. Bu sırada, toplantı haberi Hz. Ebû Bekir’e ulaşınca, Müslümanların bu konuda da ihtilafa düşüp bölüneceğin­den endişe ederek, Hz. Ömer, Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh ve bazı Muhacirleri de yanı­na alarak Ensârın toplandığı yere gitmişti. Hz. Ebû Bekir onlara ne yaptıklarını so­runca, onlar da, Hz. Peygamber’den sonra birinin imâmete seçilmesi gerektiğini, Rasûlullah’a ve Muhacirlere yardımlarından dolayı da bunu kendilerinin hak ettiğini ve Sa’d b. Ubâde’nin imâmeti üzerinde ittifak ettiklerini söylediler. Fakat Ebû Bekir buna razı olmayarak îmâmetin Kureyş’in hakkı olduğunu söylemişse de Ensar baş­langıçta bunu kabul etmemişti. Bunun üzerine aralarından Ensar’dan Ebû Ömer el- Habbâb b. el-Münzir adında bir sahabi ayağa kalkarak Ensar’dan bir imam, Muhacir­lerden de bir imam olmasının bu işe kesin çözüm getireceğini dile getirmiştir.56

Ebû Bekir ise bir ümmetin başında iki imamın olamayacağını onlara izah et­miş, sonra Hz. Peygamber’in “Imâmet Kureyş ’tendir ” rivayetini onlara hatırlatarak Müslümanlara hitaben şöyle demiştir:

“Hilâfet için insanların itaat edecekleri bir şahıs lazımdır. Siz Evs ve Hazreçlilersiniz. Cahiliyeden beri sizin üstünlüğünüzü hiçbir Arap tanımamıştır.

Hâlbuki Araplar eskiden beri Kureyş’in üstünlüğünü kabul etmişler ve onların riyasetine ses çıkarmamışlardır. Araplar Kureyş’in dışında birinin halifeliğini kabul etmez. Emirler bizden vezirler de sizden olsun.”58

Hz. Ebû Bekir’in bu sözleri karşısında orada bulunanlar biraz yumuşamıştı. Fakat Ebû Ömer el-Habbâb b. el-Münzir bu duruma razı olmamıştı. Eş’arî bu sahabinin, “Ben Ensarın yükünü çeken bir direği ve asil bir ferdiyim. Kim bana karşı çıkabilir ki?” diyerek ayağa fırlayıp Hz. Ömer’e kılıç çektiğini, Sa’d b. Ubade’nin oğlu Kays b. Sa’d’ın da babasına destek olmak için ayağa kalktığını nakletmektedir. Bunun üzerine Hz. Ömer onları yatıştırmak üzere söz almış ve ikna edici bir konuş­ma yapmıştır. Hz. Ömer’in ne dediğini Eş’arî zikretm em ektedir.59 Ancak îbn Hişâm’ın naklettiği bir rivayette Habbâb b. el-Münzir’in Hz. Ömer’e “Vallahi biz bu işte size rahat vermeyiz” dediğini; Hz. Ömer’in ise ona: “ Vallahi bize muhalefet ede­ni öldürürüz” diye cevap verdiğini nakletmektedir.60

Hz. Ebû Bekir’in meseleyi genişçe ortaya koyarak, sakin ve olgun bir şekilde ifade etmesi yükselen tansiyonu düşürmüş ve ortam iyice yumuşamıştı.61 Bu uzun tartışmalar neticesinde Müslümanlar hilâfetin Kureyşliliğine razı olmuştu. Ardından Ebû Bekir; “Ben sizlere Ömer ile bu ümmetin emini olan Ebû Ubeyde ’den birini tav­siye ediyorum. ” diyerek onlara iki ayrı seçenek sunmuştur. Hz. Ömer ise bu duruma razı olmayıp Ebû Bekir’i kastederek; “Rasûlullah’ın öne geçirdiği iki ayağı hanginiz gönül hoşluğuyla geride bırakabilir ki?” demiş ve Ebû Bekir’e yönelip ona biat et­miştir. Hz. Ömer’in ardından, Muhacirler ve Ensar, Ebû Bekir’in îmâmeti üzerinde ittifak edip ona biat etmişlerdir.62

Bazı kaynaklar Benî Saîde Sakifesi’ndeki tartışmalarda, Ensar’ın, Muhacirle­rin ileri sürdüğü deliller ile değil de, aralarında ihtilafa düşmeleri sebebiyle Hz. Ebû Bekir’e biat ettiğini ileri sürmektedir. Bu görüşe göre Ensar’da bulunan Evs ve Hazreç kabileleri arasında îslâm’dan önce ciddi bir üstünlük mücadelesi vardı. îs- lam’ı kabul etmelerinden sonra da bu rekabet zaman zaman tezahür etmekteydi.63 Ensar’ın uygun gördüğü Halife Sa’d b. Ubâde de Hazreç kabilesine mensuptu.64

Evsliler Hazreçlilerin bir halife adayı çıkarıp da Benî Saîde Sakifesi’nde toplandıkla­rı duyunca; buna engel olmak için durumu Hz. Ebû Bekir’e bildirmişlerdi.65 Akabin­de Hz. Ebû Bekir beraberindekilerle oraya varmış ve gerekli görüşmeleri yapmıştı. Başta Beşîr b. Sa’d olmak üzere bütün Evsliler, Kureyşli Hz. Ebû Bekir’i Hazreçli Sa’d b. Ubâde’ye tercih ederek Hz. Ebû Bekir’e biat etmişlerdi.66 Bu rivayeti nakle­denlere göre, Benî Saîde Sakife’sinde yapılan îmâmet seçimi, aslında Ensar ve Mu­hacirler arasındaki bir rekabet değil, tam aksine ikisi de Ensar’dan olan Evs ve Hazreç kabileleri arasında bir mücadeleydi. îslam’dan önce toplumsal, ekonomik ve dini sorunların belirleyicisi konumunda olan kavmiyetçilik anlayışı, daha Hz. Pey­gamber defnedilmeden yeniden dirilmiş ve “İmâmet meselesi ” gibi önemli bir soru­nun hallini de siyasallaştırmıştı. Bu aynı zamanda kabile asabiyetinin bazı sahabiler üzerinde canlılığını koruması veya yeniden dirilmesi demekti.67

Kaynaklarda zikredildiğine göre Hz. Ömer bu süreci şöyle anlatmaktadır:

“Oraya giderken, yolda, orada söyleyeceklerimi zihnimde tasarlamıştım. Vardı­ğımızda da konuşmak için yeltendim fakat Ebû Bekir bana “Sus.” dedikten sonra Allah’a hamd ve senâ ederek, sanki kendisine gayptan haber verilmişçesine be­nim söylemeyi planladığım her şeyi söylemeye başlamıştı. Sonra Ensar söze baş­lamadan ben elimi Ebû Bekir’e uzattım ve biat ettim. Bunun üzerine insanlar da ona biat ettiler ve böylece fitne ateşi söndü.”68

Böylece Hz. Ebû Bekir’in ileri düşünceliliği sayesinde çıkması muhtemel olan büyük bir fitne ateşi geçici olarak söndürülmüştü. Fakat öte taraftan Hz. Ali ve Haşimoğulları’nın ileri gelenleri Hz. Peygamber’in naşını defnetmekle ilgilendikleri için Benî Saîde Sakifesi’nde yapılan bu toplantıda bulunamamışlardı. Kaynaklarda ifade edildiğine göre; Hz. Ali, Abbâs b. AbdulmutTâlib, Zübeyr b. Avvâm, Selman-ı Fârisî, Ebû Zeri’l-Gıffârî, Ammar b. Yâsir, Mikdat b. Esved, Ubey b. Ka’b ve Talha b. Ubeydullah gibi birçok sahabe; halife seçiminin kendi görüşlerine başvurulmadan oldubittiye getirilmesine gücenmiş ve bundan dolayı Hz. Ebû Bekir’e biatı geciktirmişti. Hatta bazı kaynaklarda Hz. Ali’nin biati geciktirme süresi altı ay olduğu zikre­dilmektedir.69

Ali b. Ebî Tâlib ile Hz. Ebû Bekir arasındaki bu soğukluğu fırsat bilen Müna­fıklar ve bazı müşrikler bu süre içerisinde Müslümanların arasına nifak sokmak için ellerinden geleni yapmışlardı. Bazıları ortaya çıkıp Ömer ve Ebû Bekir aleyhinde Ali’yi kışkırtmaya çalışmış; bazılarıysa Ali’nin îmâmetini iddia edip Ebû Bekir’in hilâfetini reddediyordu. Hatta rivayetlere göre îmâmet ihtilafının giderilmesinden sonra Ebû Süfyan Hz. Ali’ye şöyle demişti:

“Ben öyle bir karışıklık görüyorum ki bunu ancak kan dindirebilir. Ey Abdu’l- Menâf soyundan gelenler! Ebû Bekir nasıl olur da sizin işlerinizi çekip çevirebi­lir? O iki sıkıntıyı çekmiş olan Ali ile Abbas nerede? Niye bu iş Kureyş’in en az kalabalık ailesine verildi? (Hz. Ali’ye dönerek) Uzat elini sana biat edeyim. Al­lah’a yemin ederim sen dilersen burayı ona karşı süvari ve piyadelerle dolduru-

Fakat Hz. Ali vakar bir tavırla ona şu cevap vererek onu azarlamıştır:

“Allah’a yemin ederim ki sen bununla ancak fitneyi körüklemeyi arzu ediyorsun.

Allah’a yemin ederim ki sen uzun bir müddet îslâm’a kötülük etmiş birisin. Bi­zim senin nasihatine ihtiyacımız yok.”70

Ebû Süfyan’ın bu sözlerine bakacak olursak, yukarıda da zikrettiğimiz gibi, asabiyetçiliğin bazı sahabiler üzerinde ne derece etkili olduğunu görmemiz müm­kündür. Çünkü Ebû Süfyan’ın Ümeyyeoğulları’na mensuptu ve böyle önemli bir gö­revin Kureyşli birine verilmesine verilmesini veya az kalabalık/güçsüz bir kabileye verilmesini kabullenememişti. Ebû Süfyan’ın bu sözleri, aynı zamanda Cahiliye devrinde onun zihnine yerleşen klasik “zengin ve maddi açıdan güçlü bir şahsın dev­let başkanı olabileceği ” tasavvurunun îslam dinine rağmen değişmediğinin gösterge­sidir. Öte yandan Ebû Süfyan’ın bu îmâmet meselesi hususundaki bu pozisyonu ade­ta ümmetin bölünmesinde ve fırkalaşmasında etkili olabilecek, bilinçlere/zihinlere ekilen nifak bir nifak tohumuydu. Fakat şu husus da bir gerçektir ki; “Umeyyeoğulları’nın çoğu İslamiyet’i yeni kabul ettikleri için, onların ilk Müslümanlar gibi veya Mekke döneminde İslamiyet’i kabul eden sahabiler gibi davranmaları beklenemezdi. Bunun için Ebû Süfyan’ın Hz. Ali’yi tahrik etmeye çalışması diğer bir açıdan normal gözükmektedir.”72

Diğer bir rivayete göre ise Zübeyr b. Avvâm, Hz. Ali’nin halifeliğini uygun görerek “Ben Ali ’ye biat edilmedikçe kılıcımı kınına sokmayacağım ” demiştir. Bunu duyan Hz. Ömer sinirlenerek Zübeyr’in yanına gitmiş, Hz. Ali başta olmak üzere di­ğer adı geçen sahabilerle görüşerek onları Ebû Bekir’e biate teşvik etmiştir. Ardından da Hz. Ali, Ebû Bekir’e biat etmiş ve kendi lehine gelişen tutumların tamamını red­detmiştir. Netice itibari ile sahabe, Hz. Ebû Bekir’e biat etmiş ve bu durum mescitte halka ilân edilerek biat genelleştirilmiştir.

İmâmet tartışmaları Hz. Ebû Bekir’e biat etmekle son bulsa da burada Müslümanlar görüş itibariyle dört ayrı gruba ayrılmıştı:

Birinci Grup: Hz. Ebû Bekir’in hilâfetini kabullenmeyip içten içe Sa’d b. Ubâde’nin halifeliğini destekleyen Medinelilerin bazılarıdır.

İkinci Grup: Hz. Ebû Bekir’in halifeliğine razı olan Ensar ve Muhacirlerdir.

Üçüncü Grup: Hz. Peygamber’in defni ile ilgilenen ve dolayısıyla Benî Saîde Sakifesi’ndeki toplantıda bulunamayan ve Hz. Ali’nin hilafete getirilmesini isteyen Ammâr b. Yâsir, Ebû Zerr’il-Gıfârî gibi sahabiler oluşturmaktadır.

Dördüncü Grup: Abdullah b. Ömer liderliğindeki grup olup adaylardan han­gisinin bu makama layık olduğuna karar veremeyip, olaya müdahale etmeyerek ce­maatin kararına saygı duyanlardır. Müslümanlar evvela fikren dört gruba ayrılmış fa­kat daha sonra çoğunluğun görüşüne saygı duyarak Ebû Bekir ’in halifeliğinde ittifak etmişler ve aralarına nifak tohumlarının ekilmesine izin vermemiştirler.

Ancak bu süreç içerisinde yeni bir grup daha zuhur etmiştir. Bu grup ise Hz. Peygamber’in ölümünden sonra Ebû Bekir’i halife olarak kabul etmeyip, onu kendi­lerinin imamı olarak saymamaktaydılar. îmâmetin kime ait olduğu ve Hz. Peygamber’in halifelik görevini kime devrettiği açığa kavuşana dek ona zekât vermeyecekle­rini söylemekteydiler.76

îmâmet Meselesi ve Hz. Ebû Bekir’in îmâmet makamına geçmesi sonraki dönemlerde mezhebi açıdan bir kırılma noktasıdır. Şia’da bunun örneğini barizce görmek mümkündür. Şia, Kırtas olayı ve Üsâme ordusu meselesinde olduğu gibi, bu meseleyi de bir siyasi malzemeye çevirmiş ve îmâmet prensiplerini bu ihtilaf üzerine bina etmiştir. Şii düşüncede, Beni Sâide Sakifesi’ndeki îmâmet seçimini, Kırtas olayı ve Üsâme b. Zeyd’in ordusunun sefere gönderilmesi meselesinden ayrı tutmamak ge­rekmektedir. Çünkü Şia’ya göre bu meseleler özü itibariyle aynı konuyu ihtiva et­mekteydi. Onlara göre Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, hem Üsâme ordusunun sefere çıkmasını engellemiş, hem Hz. Peygamber’in Hz. Ali’yi tayin etmesi için vasiyetini yazmasına engel olmuş, hem de Hz. Ali defin işlemleri ile iştigal ederken hilafet me­selesini bir oldu-bittiye getirerek kendi kendilerine halife seçmişlerdir.77 Murtaza Askeri, Ömer b. Hattab ile Ebû Bekir b. Ebi Kuhafe’nin îmâmet meselesindeki tutu­munu şu sözlerle eleştirmektedir:

Sakife’de Ebû Bekir’e biat edildikten sonra biat edenler gelin götürüyormuşçası- na onu esenlikle mescide götürdüler. Onlar, Rasûlullah’ın cenazesini defnetmeyi unutmuş kendi işleriyle meşgul olmuşlardı!”, “Ebû Bekir’e biat töreni bitince salı günü Rasûlullah’ın cenazesini hatırlayarak Hz. Peygamber’e yöneldiler ve birkaç kişilik gruplar halinde gelerek hiç kimse kendilerine imamlık yapmaksızın gıyabi olarak Hz. Rasûlullah’ın cenazesine namaz kıldılar.78

Öte yandan, Şia, Beni Saide Sakifesi’ndeki ashabın tutumundan ötürü kendi­lerinin zulme uğratıldığını öne sürmekte ve Ebû Bekir b. Ebi Kuhafe’yi zalim olarak nitelendirmektedir. Ayrıca Şii kaynaklar, Hz. Ali’nin, insanların îslam’dan dönmele­rini ve tekrar putlara tapmalarını engellemek amacıyla, kendi niyetini gizleyerek/takiyye yaparak Hz. Ebû Bekir’e biat ettiğini nakletmektedir. Onlara göre Hz. Ebû Bekir’i halife seçenler ise işledikleri bu günah sebebiyle kâfir olmuştu. Ancak bilgisizce biat edenler ve biat ederek Hz. Ali taraftarlığını sürdürenler İslam’dan çıkmamıştır.79

Şia’nın Hz. Ali’nin halifeliği meselesindeki bu tutumu, Şiî fikirlerin sistema- tikleşmesinde tevellî-teberrî ve takiyye kavramlarının oluşmasına zemin hazırlamış­tır. İleride ortaya çıkan bir takım ihtilaflarla beraber Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer hakkındaki bu hoşnutsuzluk, sahabilerin çoğunu içine alacak şekilde genişletilmiş ve tevellî-teberrî kavramları ortaya çıkmıştır. Öte yandan Hz. Ali’nin Ebû Bekir b. Ebî Kuhafe’ye biati hususundaki tutumları ise takiyye prensibinin oluşmasında etkin rol oynamıştır.81

İşte görüldüğü gibi Hz. Ebû Bekir’in İmam olarak seçilmesinin beraberinde götürdüğü ashab arasındaki tartışmalar ve ihtilaflar, yaklaşık bir asır sonra ortaya çı­kan Şîa tarafından siyasete alet edilmiş ve bu ihtilafın varlığı Eş’arî’nin deyimiyle bugüne kadar süregelmiştir.

İKİNCİ BÖLÜM

İLK ÜÇ HALİFE DÖNEMİNDE ORTAYA ÇIKAN İHTİLAFLAR

(FİTNE HAREKETLERİ VE ZÜMRELEŞMELER)

HZ. EBÛ BEKİR DÖNEMİNDE ORTAYA ÇIKAN İHTİLAFLAR VE GRUPLAŞMALARA ETKİSİ

Hz. Ebû Bekir döneminde Müslümanları gerçekten zor durumda bırakacak birtakım problemler vuku bulmuştur. Nitekim bunların en önemlisi irtidat olaylarının artması ve yalancı peygamberlerin çoğalması idi. Bunun yanı sıra Hz. Fatıma’nın Hz. Ebû Bekir’le arasında geçen Fedek arazisi ile ilgili olay ve yerine Hz. Ömer’i halife tayin etmesi onun döneminde vuku bulan önemli ihtilaflardır. Şehristânî bu olayları mezhepleşmeye etki eden olaylar arasında saymasına rağmen1, Eş’arî Hz. Ebû Bekir döneminde Müslümanları fırkalaşmaya götürecek herhangi bir ciddi ihtilafın vuku bulmadığını belirtmektedir. Dolayısıyla burada Eş’arî’nin Hz. Ebû Bekir döneminde yaşanan irtidat olayları, yalancı peygamberlerin zuhuru, Fedek arazisi tartışması gibi bir takım olayların fırkalaşmaya neden olabilecek önemli ihtilaflardan saymadığını söylemek mümkündür.

Fedek Arazisi Meselesi

Fedek, bugün Hâit adıyla bilinen Medine’ye yaklaşık 150 km. uzaklıkta olan Yahudilerin yaşadığı bir yerdi. Hicretin 7. yılında Hayber’in fethinden sonra Fedekli Yahudiler, topraklarının yarısını Hz. Peygamber’e vermek şartıyla barış anlaşması yapılmıştı. Yani Fedek arazisi, Fedek halkı ile Hz. Peygamber arasında yapılan bir anlaşma ile savaşa gidilmeden elde edilmişti. Savaş yapılmadan kazanıldığı için Fedek arazisi ganimet olarak askerlere dağıtılmamış, Hz. Peygamber’e tahsis edilmişti. Fedek arazisinin yanı sıra Medine ve Hayber’de bulunan bazı küçük araziler de Hz. Peygamber’e aitti.4

Hz. Peygamber’in vefatından sonra önemli bir ihtilaf da bu arazi ve mallarla ilgili yaşanmıştı.5 Hz. Peygamber’in kızı Fatıma, harp ganimetlerinden babasına ka­lan mallardan, başta Fedek arazisi olmak üzere Medine ile Hayber’deki diğer bütün arazilerden kendisine intikal eden mirası Hz. Osman ile haber göndererek halifeden istemişti. Hatta kaynaklarda zikredildiğine göre Hz. Fatıma, evvela bu malların vera­set yoluyla kendisine verilmesini istemiş ardından ise kendisine temlik edilmesi ge­rektiğini de iddia etmiştir. Hz. Ebû Bekir de bunun üzerine “Biz Rasûller, miras bı­rakmayız. Bizim bıraktığımız her şey sadakadır. ”6 hadisini Hz. Osman’a hatırlatarak, Rasûlullah’ın bıraktıklarından ona pay veremeyeceğini ve o malların sadaka hük­münde olduğunu Hz. Osman aracılığıyla Fatıma’ya bildirmiş şöyle demiştir:

“Şimdi ben, Vallahi Rasûlullah’ın sadakalarını kendi hayatında sadaka olarak bı­rakmış olduğu şekilden başka bir şekle çeviremem. Bu konuda kesinlikle Allah Rasûlü nasıl amel etmişse o şekilde uygulamada bulunacağım. Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki Rasûlullah’ın akrabalarına karşı sıla-i rahim yap­mam, onlarla olan bağı ve hakkı devam ettirmem bence kendi akrabalarımdan daha öncelikli ve daha efdaldir. Ama bu mal hususunda benimle sizin aranızda sürtüşme konusu olan mevzuda asla haktan dönmem. Rasûl-ü Ekrem’i uygular­ken gördüğüm bir şeyi asla uygulamaya koymadan asla bırakmam.”7

Bunun üzerine kaynaklar Hz. Fatıma’nın, Hz. Ebû Bekir’e gücendiğini riva­yet etmektedir. Hatta onunla ölene dek konuşmadığı da rivayetler arasındadır ki Hz. Fatıma, Rasûlullah’tan yaklaşık altı ay sonra vefat etmiştir.8

Şia’nın Doğuşuna Etkisi: Şîa, Hz. Ebû Bekir’in halifeliğine karşı olduğu için, onunla alakalı olan hemen hemen her ihtilafı kendine malzeme olarak kullan­mıştır. Önceki bölümde naklettiğimiz ihtilafların yanı sıra Fedek Arazisi hususunu da Şîa halifeyi acımasızca eleştirmektedir. Hz. Ebû Bekir’in bu görüşünün “Süleyman Davud’a mirasçı oldu.9 ve “Doğrusu benden sonra yerime geçecek yakınlarımdan endişelenmekteyim.10 ayetleri ile çeliştiğini ve onun kendi fikrine dayanak olarak hadis uydurduğunu iddia etmektedir.11

Ayrıca Şîa, bu olayı, sonraki yıllarda oluşturdukları îmâmet nazariyesindeki masumiyet prensibiyle ilişkilendirmiş, Hz. Fatıma’nın masum olduğunu ona itiraz etmenin asla doğru olmayacağını bu nedenle Hz. Ebû Bekir’in günah işlediğini öne sürmüştür.  Bu hususta modern dönem araştırmacılarından Abdulcabbar Adıgüzel bir makalesinde şöyle demektedir:13

“Fedek arazisi meselesi Şîa nezdinde son derece önemli bir konu haline gelmiş­tir. Öyle ki, bu mesele dolayısıyla Ebû Bekir b. Ebî Kuhâfe’nin gazap olunan, sapık, ateş ehli olduğu iddia edilirken bir yandan da Hz. Fatıma’yı kızdırdığı için hilafeti değil, laneti hak ettiği şeklinde değerlendirmeler yapılmıştır. Kummî, Tefsir’inde: “Allah ve elçisini incitenler var ya, Allah onları dünyada da ahirette de lanetleyip rahmetinden uzaklaştırmış; ayrıca onları zelil ve perişan edici bir azap hazırlamıştır,”14 ayetinin Ali b. Ebî Tâlib’in karşısında olan, Hz. Fatıma’nın hakkını yiyen ve ona eziyet eden herkes hakkında indiğini söylemiş­tir. Bu arada Kummî, Hz. Peygamber’den: “Ben hayatta iken Fatıma’ya eziyet veren ben öldükten sonra da ona eziyet etmiş gibidir. Ben öldükten sonra ona eziyet eden de ben hayatta iken ona eziyet etmiş gibidir. Ona eziyet eden bana eziyet etmiş, bana eziyet eden Allah’a eziyet etmiştir.” şeklinde bir nakilde bu­lunduktan sonra böyle kimselerin de bu ayet kapsamında olduğunu ifade ederek ayrıca bir sonraki ayette “Bir de mü’min erkek ve mü’min bayanları ncitenler” ibaresinde geçen incitilen kimselerin de Ali b. Ebî Tâlib ile kızı Fatıma olduğunu belirtir. Böyle bir vebale girenler için de ayetin sonunda yer alan “işte böyleleri çok büyük bir iftira ve düpedüz bir günah işlemiştir.” tehdidini de özellikle ifade eder. Bu yorumlama biçiminde Kummî, üstü kapalı bir şekilde, bilhassa Ebû Be­kir b. Ebî Kuhâfe’ye ve sonra da diğer iki halife ile taraftarlarına gönderme yap­tığı ortadadır.”15

Ridde Olayları ve Zekât Vermeyenlerin Durumu

Hz. Peygamber’in hastalığını ve ardından ölümünü fırsat bilen Esved el- Ansî,16 Tuleyha b. Huveylid el-Esedî,17 Müsylimetü’l-Kezzab18 ve Tağlib19 peygam­berlik iddiasıyla ortaya çıkmış halkın bir kısmını da kendilerine inandırarak peşlerinden sürüklemeye başlamıştı. Bu kişilerin tamamı, İslam toplumunda adeta zehir saçar gibi nifak ve ihtilaf tohumlarını halkın arasına saçıyorlardı. Aslında yalancı peygam­berlerin zuhuru Müslümanların fırkalaşmasına doğrudan bir tesiri olmamış ancak do­laylı olarak etkilediği bir gerçektir. Çünkü bu akımlar dolaylı olarak kalplerine henüz iman yerleşmemiş olan bazı Müslümanları peşinden sürüklemiş ve Hz. Ebû Bekir’e olan isyan sürecini hızlandırmıştır.

Kaynaklarda zikredildiğine göre, Üsâme ordusunu sefere gönderilmesinin ar­dından, yalancı peygamberlerin de ve onlara inananların da etkisiyle Kureyş ve Sâkiflîler hariç, hemen hemen bütün kabilelerden irtidat haberleri gelmeye başlamış­tı. Ote yandan Hz. Peygamber’in vefatını ve Müslümanların Benî Saide Sakife’sinde yaşadıkları olayı fırsat bilen bazı kabileler; Hz. Ebû Bekir’in halifeliğini tanımayarak, Müslüman olduklarını, namaz kılıp İslam’ın rükünlerini yerine getire­ceklerini, ancak zekât vermeyeceklerini, verirlerse de Hz. Ebû Bekir’e vermeyecek­lerini iddia etmeye başlamıştı. Onların bu tutumu yayılma eğilimi göstermiş ve is­yan hareketine dönüşmüştü. Hatta onlardan bazıları “Rasûlullah ’a aramızda bulun­duğu sürece itaat ettik. Ama bu Ebû Bekir’in hâkimiyeti de ne demek oluyor? Buna şaşıyoruz. ” diyorlardı. Onların bu tutumu Hz. Ebû Bekir’i onlara müdahale konusunda sıkıntıya sokmaktaydı.

Hz. Ebû Bekir başta olmak üzere diğer bütün Müslümanlar yalancı peygam­berlerle savaşmanın gerekli olduğu hususunda hemfikirdi. Fakat zekât vermeyenlere gelince bu hususta hemfikir değildiler. Kaynaklarda zikredildiği üzere Ashab bu hu­susta ikiye bölünmüştü. Bir kısmı “lâ ilâhe illallah ” diyen bir kimseyle savaşmanın doğru olmayacağı kanaatindeydi ancak bunlar da kendi aralarında ihtilafa düşmüştü. Bazıları zekât toplanmasından vazgeçilmesini tavsiye etmekte, bazı sahabiler ise on­ları, zekât hususunda kendi hallerine bırakması, kalplerine iman tamamen yerleşin- ceye kadar onlara karşı İslam’a ısındırıcı bir tavır içine olması hususunda Hz. Ebû Bekir’e bazı nasihatler vermekteydi. Fakat Hz. Ebû Bekir başta olmak üzere bazı sahabiler de zekât vermeyenlerle savaşmanın doğru olduğuna inanmaktaydı. Dolayısıyla Hz. Ebû Bekir, kendisine yapılan teklifleri kabule yanaşmamış ve onlarla savaşmaya karar vermişti.

Kaynaklarda nakledildiğine göre Hz. Ömer ile Hz. Ebû Bekir arasında geçen şu diyalog Hz. Ebû Bekir’in Zekât vermeyenlerle ilgili düşüncesini açıkça ifade et­mekteydi:

“-İnsanlarla niçin savaşıyorsun? Oysa Rasûlullah ‘Allah’tan başka ilah bulunma­dığına, Muhammed’in de Allah’ın Rasûlü olduğuna şahadet etmelerine kadar in­sanlarla savaşmakla emrolundum. Eğer onlar bu sözü söylerlerse canlarını ve mallarını bana karşı korumuş olurlar.’ demişti.”

“-Allah’a yemin ederim ki, onlar bana, Rasûlullah’a zekât olarak getirdikleri bir oğlağın yularını bile getirmezlerse onlarla savaşırım. Çünkü zekât malın hakkı­dır. Allah’a yemin ederim ki namaz ile zekât arasında ayırım yapan kimse ile so­nuna kadar savaşacağım.”24

Hz. Ebû Bekir Zekât vermeyenlerin hareketini isyan olarak değerlendirmişti. Ona göre merkezi otoriteye karşı ayaklanan bu asilere askerî müdahale şarttı. Neti­ce itibariyle o, toplumu küfre sürükleyen bu nifak hareketlerine engel olmak için, “Eğer tövbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse yollarını serbest bırakın. ”26 ayeti ge­reğince kendi halifeliğini kabul etmeyip zekat vermek istemeyen kabilelerle, kafirler­le savaştığı gibi, savaşmıştı. Bu savaşlarda onların bir kısmı öldürülmüş, bir kısmı esir olarak alınmış, diğer bir kısmı ise İslam’a döndürülmüştü.

Hz. Ömer ise yukarıda zikrettiğimiz vecihle, Ebû Bekir’den farklı düşünmesi nedeniyle ve içtihadı gereğince halifeliği döneminde Hz. Ebû Bekir’in zekât verme­yenlerden aldığı malları sahiplerine iade etmiş ve esir olarak aldıklarını serbest bırakmıştı.

Hz. Ebû Bekir’in ehl-i mürtede ve Zekât vermeyenlere karşı savaşması sonra­ki dönemlerde yine Şîa’nın tartışma konusu olmuştu. Zira Şîa’ya göre bu kimseler Hz. Ebû Bekir’in İmâmetini tanımadığı için ayaklanmıştı. Zaten Hz. Ebû Bekir’in hi­lafeti bir zulümdü. Ayrıca kaynaklarda zikredildiğine göre Şiîler, sonraki dönemler­de, Muaviye, Talha ve Zübeyr’in de Ali b. Ebî Tâlib’e zekât vermediğini, ancak Hz. Ali’nin bu sebeple onlarla savaşmadığını öne sürerek Hz. Ebû Bekir’in zekât vermek istemeyenlerle savaşmasının yanlış olduğu kanaatindeydi.

Ayrıca Şiî müellifler zekât vermek istemeyerek isyan edenlere ehl-i Ridde denilmesinin doğru olmadığını iddia etmiştir. Modern dönem araştırmacılarından M. Salih Arı eserinde bu konudan şöyle bahsetmektedir:

“Şiî müellifler Hz. Ebû Bekir’e karşı gelip, irtidat hareketlerine karışan birçok insanı “Ridde ehli” olarak görmemektedirler. Onlara göre Medine dışındaki Müslüman gruplardan birçoğu seçime karşı olduklarından bu adla meşhur olmuş­lardır. Onlar sadece Ebû Bekir’in hilafete getiriliş yöntemine itiraz etmişlerdi. O zamanın maslahatı ve sonraları tarihin maslahatı, bunların mürtetlikle suçlanma­sını gerektiriyordu. Bundan dolayı onlara Ehl-i Ridde denilmiştir.”30

Hz. Ömer’in Halifeliğe Tayini ve Şiî Zihniyetin Oluşmasındaki Yeri

Şiî düşüncede tıpkı Hz. Ebû Bekir’in hilafetinde olduğu gibi Hz. Ömer’in ha­life seçilmesi de Ali b. Ebî Tâlib’in hakkını gasp etme olarak değerlendirilmiştir. Bu nedenle Hz. Ali’den önce ashabın kendilerini idare etmek üzere seçtiği halifeler yasal olarak kabul edilmemiş ve bu durum onlara karşı kin ve nefret beslemelerine neden olmuştur. Olay kısaca şöyle gerçekleşmiştir:

Hz. Ebû Bekir, h. 13. yılda hastalanıp, ölüm anının yaklaştığını anlayınca Abdurrahman b. Avf ve Osman b. Affan ile istişare ettikten sonra, Hz. Ömer’i yanına çağırmış, ona “Ey Ömer! Ben seni, Rasûlullah ’ın ashabı üzerine halife seçiyorum. ” demiş ve Hz. Osman’ı yanına çağırarak ahitnameyi ona yazdırıp, bunu halka duyur­masını emretmişti. Akabinde bütün ordu komutanlarına “Başınıza Ömer’i seçtim. Kendim için de Müslümanlar için de hayrı seçtim ” diye mektup yazarak göndertmiş ti.31

Hz. Ebû Bekir’in halifelik seçiminde olduğu gibi Hz. Ömer’in halifeliğe tayi­ninde de ümmet arasında farklı görüşler zuhur etmişti. Müslümanlar bu hususta ihti­lafa düşmüş ve ikiye ayrılmıştı. Bazıları onun adaletine ve cesaretine güvenerek hali­feliğine razıydı. Bazıları ise onun sert ve kaba mizaçlı olduğunu ön plana çıkarıp on­dan korkup çekindiklerinden dolayı, onun halifelik için uygun olamayacağını dü­şünmekteydi. Bazı sahabiler halifelik makamına Ömer b. Hattab’ın tayin edildiği ha­berini alınca, Hz. Ebû Bekir’e müracaat ederek ona: “Sen sert ve kaba bir adamı bi­zim başımıza geçirdin. ” diye yakınmaya başlamışlardı. Hatta bazı kaynaklar Talha b. Ubeydullah’ın bizzat halifeye gelerek şöyle demişti: “Sen insanlara Ömer'i halife mi tayin ettin? Hâlbuki sen onunla birlikte olduğun halde insanların ondan neler çektiğini görüyorsun. Peki, onları Ömer'le baş başa bırakıp Rabbinle kavuşmaya gi­derken, Rabbin sana bunu sorarsa ne diyeceksin?” Fakat Hz. Ebû Bekir Talha’ya “Sen beni Allah ile mi korkutmak istiyorsun? Eğer Rabbim bana kıyamet gününde bunu sorarsa, ben ‘Başlarına en iyilerini geçirdim ’, derim. ” şeklinde cevap vermiş ve bu sözler de muhalif görüşte olanları susturarak bu ihtilaflara son noktayı koy­muştu.33

Hz. Ebû Bekir’in Ömer b. Hattab’ı halife tayin etmesinin altında onun adalet­li, sert ve bilgili olması, akrabası olmaması gibi bir takım nedenlerin varolduğu bir gerçektir. Hz. Ömer’in tayin usûlü ile halifelik makamını elde etmesi ve Hz. Ömer’in halifeliğine razı olmayanların tutumu sonraki dönemlerde Şîa tarafından eleştiri ko­nusu olmuş ve Hz. Ebû Bekir’in bu hareketini fasid saymıştı. Şîa’ya göre Ömer b. Hattab, Hz. Peygamber’in bile Hayber’in fethinden başka hiçbir şey için görevlen­dirmediği bir kişiydi, böyle bir kişe devletin idaresini ve ümmetin imamlığını teslim etmek aynı zamanda Hz. Peygamber’e karşı gelmek demekti.34 Şîa bu eleştirileriyle hem Hz. Ebû Bekir’in fasit bir iş yapmakla günaha girdiğini hem de Hz. Ömer’in îmâmetinin geçersiz olduğunu öne sürmektedir. Modern dönem araştırmacılarından M. Salih Arı, Şîa’nın Hz. Ömer’in halifeliğe getirilmesi hakkındaki düşüncesini şöy­le izah etmektedir:

“Şîa kaynaklarına göre35 Hz. Ömer, Ebû Bekir ile daha önce yapmış oldukları anlaşmadan dolayı halife olarak tayin edilmiştir. Sakife toplantısında, Ömer’in Ebû Bekir’e biate razı olmasının sebebi ise ancak, Hz. Ali’nin biatine engel ol­masından dolayıdır. Şayet serbest bırakılsaydı, kendi nefsini tercih eder ve orada kendini halife seçtirirdi.”36

HZ. ÖMER DÖNEMİNDEKİ İHTİLAFLAR

Hz. Ömer’in halifeliği, diğer halifelerinkine kıyasla fırkalaşma açısından İs­lam Tarihinin en problemsiz devri olarak tanımlayabileceğimiz bir zaman dilimidir. Nitekim Eş’arî, Makalâtu’l-İslamiyyin’inde bu devrin ihtilafsız bir şekilde geçtiğini zikretmektedir.37 Şehristânî ise, bu devirde İslam Hukuku alanında Miras ve diyetle ilgili, hakkında nass bulunmayan bazı meselelerde bazı ihtilafların çıktığını nakletmektedir.

Nitekim Hz. Ömer döneminde siyasi manada hiçbir şekilde fırkalaşmaya veya nifak hareketlerine neden olabilecek bir hareketin veya bir protestonun vuku buldu­ğuna dair herhangi bir malumata rastlanmamıştır. Bize göre bunun en önemli nedenlerinden biri onun dini, idari ve mali hususlardaki aşırı titizliliği ve tatlı-sertliğidir. Diğeri ise girişilen birçok fetih hareketleri başarıyla neticelenmesiyle dikkatlerin dâ­hilden çok hariçte yönelmesidir. Zira Hz. Ebû Bekir zamanında Ridde ehli ile yapılan savaşlardan dolayı fetihler hususunda ciddi bir duraklama devri yaşanmış, fakat Hz. Ömer kendi devrinde bu durağanlığı aşarak birçok yeni yerler fethetmiş,40 Müslü­manları ve İslam medeniyetini yeni kültür ve coğrafyalarla tanıştırmıştı.41

Hz. Ömer’in İslam Hukukunda Bazı Meselelerle İlgili İçtihatları

Hz. Ebû Bekir’den sonra Hz. Ömer devrinde sınırların genişlemesi ve hazine- nin zenginleşmesi, hakkında açıkça nass bulunmayan bazı toplumsal ve hukuki problemleri de beraberinde getirmişti. Bu problemlerin aşılması fıkbî anlayışı kuvvetli ve şeriatın maksatlarına iyice vakıf olan Hz. Ömer’in görüş ve içtihatları sayesinde ger­çekleşmiştir.

Bu problemlerden biri miras hukukunda yaşanmıştır. Hz. Ömer miras dağılı­mında kadın ölür de geride eşi ve ebeveyni kalırsa eşe mirasın yarısını, anneye kala­nının üçte birini, babaya da kalanının tamamının verilmesine hükmetmiştir. Ayrıca adam ölür de geride eşini bırakırsa, eşe mirasın dörtte birini, annesine kalanının üçte birini, babasına da kalanının tamamının verilmesi gerektiğine hükmetmiştir. Bu iki içtihat îslam Hukukunda “Ömer’in İki Meselesi” adıyla meşhurdur. Nineye düşen miras ile ilgili olarak çok da olsa altıda bir pay verilmesi gerektiğine hükmetmiştir. Anne, dede ve kız kardeşin mirastaki payı ile ilgili ise yarım payın kız kardeşe, kala­nının üçte biri anneye, geriye kalanının tamamının da dedeye verilmesine hükmet­miştir. Ayrıca yine o, mirasta hakkı olanların haricindeki akrabalara da mirasın geri kalanından pay verilmesi gerektiğine hükmetmiştir. Hz. Ömer, Kelâlenin, geride ba­bası ve çocuğu olmayıp da ölen kimse olduğuna ve ölen kişinin kız kardeşlerinin, ölenin kızlarıyla asabe olduğuna hükmetmiştir.                        Hz. Ömer görüldüğü gibi Miras Hukukuyla ilgili ihtilaflı meseleleri kendi içtihadıyla çözüme ulaştırmıştır.

Yine Hz. Ömer kendi devrinde yaşanan kıtlık senesinde zekât almayıp zekâtı ertelemesi ve hırsızlık gibi had cezalarını geçici olarak uygulamaması, vuku bulan anlaşmazlıkları engellemiştir.43 Onun önemli bir kararı da Haraç konusundadır. Şöyle ki; O, Hz. Ali ve Muaz’ın görüşlerini de alarak fethedilen yerlerin mücahitlere dağı­tılmamasına karar vermişti. Bu durum yine sahabiler arasında ihtilafa neden olmuştu. Hz. Ömer bu hükmünün sebeplerini ve delillerini sahabilere anlatınca bu duruma razı olmuşlardı.44 Diğer bir ihtilaf da dişlerin ve parmakların diyetleri hususunda vukubulmuştur.45 Hz. Ömer dişlerin diyetiyle ilgili olarak her azı diş için bir deveye hük­metmişti.46 Başparmak ile işaret parmağına yarım diyet, orta parmağın diyeti olarak on deve, küçük parmağın diyeti olarak altı deve, orta parmağın yanındaki parmağın diyeti olarak ise dokuz deve ödenmesi gerektiğine hükmetmiştir. Ancak bu hususta Hz. Ali, Abdullah b. Mes’ud ve Abdullah îbn Abbas, parmakların diyeti hususunda, Hz. Ömer’e muhalif olarak, her bir parmak için on deve ödenmesi gerektiğine hük­metmişlerdir.47

îşte Hz. Ömer zamanında iyice sistematikleşmeye başlayan îslam Hukuku bu fıkhı süreçte bir takım ihtilaflarla karşılaşılmış ve Hz. Ömer de bu hukuki meseleler­de, ashabın ileri gelenleriyle istişare edip içtihadıyla hükmederek, bu ihtilafları orta­dan kaldırmıştır. Ancak zaman zaman Hz. Ömer’in içtihadları da ashab arasında tar­tışma konusu olmuştur. Bu ihtilaflar, fıkhî mezheplerin oluşması açısından önem arz etse de, itikadî-siyasî mezheplerin oluşması açısından pek dikkate değer bir ihtilaf değildir. Bu sebeple olsa gerektir ki, yukarıda da zikrettiğimiz gibi Eş’arî bu dö­nemde Müslümanların fırkalaşmasında rol oynayan sebepleri sıralarken Hz. Ömer döneminin sorunsuz geçtiğini zikretmektedir.

Şûrâ Olayı ve Şiâ’nın Doğuşundaki Rolü

Kaynaklarda nakledildiğine göre Muğîre b. Şu’be’nin Ebû Lü’lü adında, Hı­ristiyan bir kölesi vardı. Hz. Ömer arasında geçen bir diyalog sebebiyle,49 Ebû Lü’lü Hz. Ömer’i öldürme kararı almış ve bir gün sabah namazı esnasında Hz. Ömer’i zehirlı bir hançerle ağır bir şekilde yaralamıştı. Hz. Ömer ise yaralı halde evine getirilmişti.

Hz. Ömer’in Halife Bırakmak İstememesi: Rivayetlere göre bazı Müslü- manlar sık sık Hz. Ömer’e gelip yarasının ölümcül olduğunu öne sürerek ona yerine bir halife bırakmasını önermekteydi. Fakat Hz. Ömer’in onlara şöyle buyurduğu nak­ledilmektedir:

“Yani işinizi sağken de öldükten sonra da ben mi üstümde taşıyayım? Mamafih, birisini seçecek olsam bu caizdir. Zira benden daha hayırlı olan Ebû Bekir seç­miştir. Birisini seçmeyecek olsam bu da caizdir. Zira benden daha hayırlı olan Rasûlullah da seçimi terk etmiştir. Ben isterim ki bundan nasibim başa baş olsun.Ne lehime ne de aleyhime.. .”51

Şûranın Belirlenmesi: Şûranın belirlenmesi ve istişare meclisinin kurularak Hz. Osman’ın halifeliğe seçilmesi îslam Tarihinin sancılı dönemlerinden biridir. Ni­tekim Şehristânî el-Milel ve’n-Nihâlinde bu döneme değinerek, Müslümanların bu olayda ihtilafa düştüklerini, ancak istişare meclisi üç gün içinde gerekli görüşmeleri yapıp ittifakla Hz. Osman’ı halifelik makamına seçmekle bu ihtilafın giderildiğini kaydetmektedir.

Temel îslam Tarihi eserlerinde nakledildiğine göre Hz. Ömer’e halifelik ile ilgili sorulan sorular sıklaşmış, artık bu durumdan rahatsız olmaya başlamıştı. Bunun üzerine, uzun bir müddet düşünerek, gördüğü bir rüyanın da tesiri altında kalıp, hic­retin 23. yılında Aşere-i Mubeşşere’den olan sahabilerden altı kişilik bir şûra meclisi belirlemişti. Bu sahabiler; Hz. Osman, Hz. Ali, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avâm, Sa’d b. Ebî Vakkas ve Abdurrahman b. Avf idi. Nakillere göre Hz. Ömer ni­faka sebebiyet vermemesi için Şûrâ üyelerinin seçiminde çok hassas davranmış ve akrabalarını ise bu işten uzak tutmuştu. Bunun üzerine Hz. Ömer bu altı sahabeye haber göndererek onları huzuruna çağırtmış fakat Talha b. Ubeydullah Medine dışında bulunduğundan o Hz. Ömer’in huzuruna gelememişti.54 Hz. Ömer onlara ölümünden sonra Müslümanların ihtilafa düşmesinden korktuğunu anlatarak bu sebeple aralarından birini seçmek üzere bir odaya kapanıp istişare etmelerini onlardan istemişti.55 Şûrâ üyeleri bir odaya kapana­rak istişareye başlamıştı. Fakat rivayetlere göre içerde bir ara ciddi hararetli tartışma­lar olmuş ve sesler yükselmişti. Bunun üzerine Hz. Ömer istişareyi geçici olarak iptal etmiş ve onlara kendisi öldükten sonra aynı şekilde toplanmalarını, üç gün içinde ni­hai kararı vermelerini, bu işin dördüncü güne kesinlikle sarkmamasını, oğlu Abdul­lah’ı da istişare müşaviri yapmaları gerektiğini ancak onu emirliğe bulaştırmamaları gerektiğini onlara anlatmıştı. Öte yandan eğer Talha bu üç günde Medine’ye gelmez­se onu da seçilen halifeye itaat hususunda ikna etmelerini emretmişti. Akabinde, Ebû Talha el-Ensârî'ye elli kişilik bir birlik oluşturup seçimin güvenli ve özgür bir ortam­da yapılabilmesi için istişare meclisini korumasını; Mikdâd b. Esved'e şûrâ üyelerini istişare yapılacak yerde toplamasını; Süheyb b. Sinan’a ise bu üç günlük süreçte na­mazı kıldırmasını emretmişti. Ardından Ebû Talha’ya şöyle buyurmuştu:56

“Eğer onlardan beş kişi bir görüşte birleşip de birisi muhalefet ederse, onun başı­nı kılıçla vur. Eğer dört kişi bir arada görüş beyan eder de iki kişi ters düşerse onların da başlarını vur. Eğer onların üçü bir arada bir görüşe sahip olur, diğer bir üçü de başka bir görüş ileri sürerse Abdullah b. Ömer'i hakem tayin ediniz.

Ve eğer Abdullah'ın hakemliğini kabul etmezlerse Abdurrahmân b. Avf in içinde bulunduğu üç kişiye uyunuz ve ümmetin içtima ettiği görüşe muhalefet ederlerse diğer üç kişiyi de öldürünüz”57

Sonra Ali b. Ebî Tâlib, Osman b. Affan ve Sa’d b. Ebî Vakkas’ı halife seçil­meleri durumunda kendi soylarını ve akrabalarını insanlara yük etmemeleri hususun da tek tek ikaz etmiştir.

Görüldüğü gibi, Ömer b. Hattab, önce şûra üyelerini, daha sonra da diğer gö­revlendirdiği kişileri birer birer ikaz etmiş ve sağlıklı bir seçim yapılması için bütün tedbirleri almıştı. Çünkü şûra üyelerinden herhangi birinin razı olmadığı bir imamın seçilmesi, etkileri belki de asırlar boyu devam edebilecek bir nifaka ve ihtilafa sebe­biyet verecekti.

Hz. Osman’ın Halifeliğe Seçilmesi: Hz. Ömer aldığı yaraların etkisiyle gi­derek ağırlaşmaya başlamış ve hicretin 23. yılında vefat etmişti. Süheyb b. Sinan er- Rumî tarafından kılınan cenaze namazının ardından Hz. Peygamber’in kabrinin ya­nına defnedilmişti.59 Ardından, Kaynaklarda zikredildiğine göre, Mikdad b. Esved şûra üyelerini toplamıştı. Üyeler bir araya geldiklerinde Talha b. Ubeydullah henüz Medine’ye varamamıştı. Ebû Talha el-Ensarî ise Hz. Ömer’in sağlığında kendisine buyurduğu gibi elli kişilik bir askerî bölük oluşturarak istişare mekânının kapısında beklemeye koyulmuştu.60

Uzun tartışmalar neticesinde Zübeyr b. Avvâm îmâmet hakkını Ali b. Ebî Tâlib’e, Sa’d b. Ebî Vakkas da emirlik hakkını Abdurrahman b. Avfa bırakmıştır.61 Bundan sonra Abdurrahman b. Avf, Hz. Ali ve Hz. Osman’a hilafetten vazgeçtiğini, ikisinden halifeliğe en layık olanını imam seçeceğini, seçtiği imama kayıtsız şartsız itaat etmeleri gerektiğini söylemişti.62 Kaynaklarda anlatıldığına göre Abdurrahman b. Avf o gece Rasûlullah’ın ashabının ileri gelenleriyle bir bir görüşüp hepsinin görü­şünü almıştı. Daha sonra Medine’de karşılaştığı zatlarla, ordu komutanlarıyla, asker­lerle, mümin kadınlarla, çocuklarla, Medine’ye gelen kervanlarla, göçebelerle ve Müslümanların ileri gelenleriyle birçok istişarelerde bulunup ve onların da görüşleri­ni değerlendirmişti. Son gün bütün ashabı mescide toplamıştı. Ardından hutbeye çı­karak, Hz. Osman’ı halifeliğe tayin etmişti. Bunun üzerine Müslümanlar Hz. Os­man’ın yanına gelerek ona biat etmeye başlamıştı.63 Talha b. Ubeydullah, Hz. Os­man’a biat edildiği gün şehre varmıştı. Olanları öğrenince uyumsuzluk çıkartmayıp, Hz. Osman’a biat etmişti.64

Görüldüğü gibi, Abdurrahman b. Avf bütün sorumluluğu kendi üzerine almış ve en faziletli olanı seçmek için elinden gelen bütün gayreti sarf etmeye koyulmuş­tur. Sonra şûrâ üyelerinin sayısını ihtilafa düşmeden, ikiye indirmiş, bu iki kişi hak­kında da kamuoyu araştırması yaparak Medine’nin nabzını yoklamış ve Hz. Osman’ı halife seçmişti.

Şûrâ olayı ve Hz. Osman’ın halifeliğe seçilmesi meselesi fırkalaşmada önemli rol oynamıştır. Şia’nın en çok eleştirdiği mevzulardan biri bu meseledir. Şîa, Hz. Ömer yerine halife bırakmak istememesi hususunda kendini Hz. Ebû Bekir’le kıyas­lamasını Rasûlullah’ın sünnetini terk etmek ve sıradan birinin yaptığı bir işi kendine ölçü edinmek olarak yorumlamıştır. Ayrıca onun Şûrâ oluşturmakla Rasûlullah’ın sünnetine riayet etmediğini iddia etmektedir.65 Bununla beraber bazı Şiî müellifler, Hz. Ömer’in ihtilafa düşmeleri durumunda kimin öldürülüp kimin öldürülmeyeceğiy­le ilgili rivayetini eleştirerek; Şûrâ’yı evvela altı kişi ile sınırladığını; sonra ise her bi­rini imamlık için eksik bularak işi evvela dört kişiye, sonra ise eksiklikle ve güçsüz­lükle nitelediği bir kişiye havale ettiğini; dolayısıyla seçim sistemine muhalif dav­randığını ve seçimin fasid olduğunu öne sürmüştür.66

Ayrıca Şiî müellifler Hz. Ali’nin dışındaki diğer bütün üyeler için Hz. Ömer’in sözlerini naklederek, onun Ali b. Ebî Tâlib’in dışındaki diğer üyelerin hep­sini kusurlu bulduğunu ancak yine de halifelik için aday gösterdiğini, bunun bir çe­lişki olduğunu iddia etmiştir.67 Şiî müellifler Hz. Ömer’in Hz. Ali’yi seçmek istedi­ğine dair bazı rivayetlere eserlerinde yer vererek aslında gönlünün Hz. Ali’den yana olduğunu, ancak bu işin sorumluluğunu üslenmek istemediğini nakletmekte ve böyle düşündüğü için eleştirilmektedir.68 Netice itibariyle Hz. Ömer’in Şûrâ tayin etmesi ve Şûrânın da Hz. Osman’ı halife seçmesi sonraki dönemlerde Şîa’nın doğuşunda önemli rol oynamıştır.

HZ. OSMAN DÖNEMİNDEKİ İHTİLAFLAR VE MEZHEPLEŞMELERE ETKİSİ

Hz. Osman dönemini tarihçiler sükûnet açısından iki döneme ayırmaktadır.69 Birinci dönem h. 24 ile 30 yılları arasındaki zaman dilimidir ki bu zaman zarfı ihti­lafsız, sükûnet içinde geçmiştir. Çünkü olayların dış politikada yoğunlaşmıştı. Ka­rada ve denizde devam eden fetihler; Afrika, Endülüs, Ermenistan ve Kıbrıs gibi bir­çok yerlerde yapılan savaşlar ve elde edilen fetihler halkın yüzünü güldürmüş. Do­layısıyla dikkatler dâhilden daha çok harice yönelmiş durumdaydı. İkinci dönem ise h. 30 ile 36 yılları arasıdır. Bu dönem ise karışıklıkların, ihtilafların ve fitnelerin vuku bulduğu dönemdir.

Hz. Ömer’den sonra şûra ile halifelik makamına intihap olunan Hz. Osman, kendi döneminde bazı sebeplerden dolayı pek çok siyasi ve dini kararlar alarak uygu­lamaya koymuştur. Hz. Osman’ın dinî, ekonomik, idari, askerî ve siyasî alanlardaki icraatlarının çoğu, bazı Müslümanlar tarafından şiddetle tenkit edilmiş ve Müslüman­ların fırkalaşmasına neden olmuştur. Öte yandan zuhur eden bu ihtilaflar, hem halkın bir kısmını halifeye karşı isyana sevk etmiş hem de Ali b. Ebî Tâlib zamanında cere­yan eden olayların sebebi olmuştur. Netice itibariyle asiler, Osman’ın hataya düştüğünü ve doğru yoldan ayrıldığını iddia ederek, isyan etmiş ve onu şehit etmiştir ki onların karşı çıktıkları hususlar ne yazık ki asırlarca bir ihtilaf konusu olmuştur. Bunun yanı sıra Hz. Osman’ın öldürülmesi İslam devletinin en önemli siyasî ve dinî meselesi olmuştur. Çünkü ilk kez Müslüman olduğunu iddia eden bir grup tarafından Müslüman bir kimse/halife canice katledilmişti.

Valilerle İlgili Tutumu Nedeniyle Ortaya Çıkan İhtilaflar

Velid b. Ukbe’nin Küfe Valiliğine Tayini: Hz. Osman Halife olduktan son­ra Küfe valisi olan Muğîre b. Şu’be’yi hicretin 24. senesinde görevden alarak yerine Sa’d b. Ebî Vakkas’ı görevlendirmişti. Sa’d b. Ebî Vakkâs, Hz. Osman döneminde görevlendirilen ilk valiydi. Fakat tayin halkın tepkisine yol açmamıştı. Kaynaklarda belirtildiğine göre Hz. Osman bu atamanın sebebinin Muğîre b. Şu’be olmadığını ve bu tayini Hz. Ömer’in vasiyeti üzerine gerçekleştirdiğini olduğunu zikretmişti.

Bu atamadan yaklaşık bir yıl sonra Sa’d b. Ebî Vakkas ile Küfe Beytü’l-Mal idarecisi olan Abdullah b. Mes’üd’un arasında cereyan eden76 bir tartışma neticesin­de, Hz. Osman, Sa’d’ı görevinden azledip yerine Hz. Ömer devrinden beri el- Cezire’de valilik yapmakta olan, halifenin üvey kardeşi olan Velîd b. Ukbe’yi77 tayin etmişti. Bu atama sükünet döneminde çok fazla dikkat çekmemiş, ancak Hilafetinin son yıllarında, halk Velîd b. Ukbe’nin uygulamalarından rahatsız olunca, bu tayinden ötürü halifeyi suçlamaya başlamıştı. Küfeliler bu tayin için: “Halife, Rasûlullah ’ın sadık, tecrübeli ve mülayim bir dostunu valilikten azlederek; fâcir, serseri ve ahmak kardeşini valilik makamına getirmiştir. ” diye söylenerek halifenin bu icraatına karşı olan tavırlarını ortaya koymuştu.

Said b. el-As b. Umeyye’nin Küfe Valiliğine Tayini: Kaynaklarda nakledil­diğine göre h. 30 yılında, vali ile halk arasında cereyan eden bir takım olaylar Velid b. Ukbe’nin valilikten alınmasına neden olmuştu. Bu olayların keyfiyeti hususunda kaynaklarda farklı rivayetler yer almaktadır. Tarihçilerin meşhur olarak nitelendir­dikleri bir rivayete göre, Velid b. Ukbe, kendisiyle ile aralarında husumet bulunan Züheyr b. Cundeb, Mürevvi b. Ebî Mürevvî, Şebyl b. el-Ubey adlı gençler tarafından içki içmekle suçlanmıştı, bu iftiralarına delil getirmek için de valinin mührünü çalıp halifeye getirmişlerdi. Bunun üzerine halife Velid b. Ukbe’yi görevden almıştı.

Osman b. Affan, akabinde, h. 30 yılında Velid’in yerine Umeyyeoğulları’ndan olan, Said b. el-Âs b. Umeyye’yi tayin etmiştir. Said b. el-Âs görevinde yeni olduğu ilk yıllarda Küfe halkı ile çok iyi ilişkiler geliştirmiştir. Fakat kaynaklarda ifade edildiğine göre o, bir toplantısında Küfe’nin ileri gelenlerine “Küfe arazisi Kureyş ’in bahçesidir. ” söyleyince, bu söz halk ile arasının açılmasına sebep olmuş ve daha sonra da durum düzeltme yoluna gitmemiştir. Özellikle muha­lifler tarafından bu söz daha sonra büyük tepkilere yol açmış; Hz. Osman’ın ve Said b. el-As’ın aleyhinde propagandalara ve kışkırtmalara sebep olmuştur.

Abdullah b. Sa’d’ın Mısır Valiliğine Tayini: Hz. Osman, h. 18 yılında Hz. Ömer döneminde onun iznini alarak Mısır’ı fetheden ve ardından da buraya vali olarak göreve başlayıp uzun süredir burada valilik yapan Amr b. el-As’ı h. 27. Yılda görevden alarak yerine halifenin sütkardeşi Abdullah b. Sa’d’ı tayin etmişti.

Bu olay Hz. Osman’ın aleyhinde fitne ateşini bir derece daha körüklemiştir. Çünkü Amr b. el-As Mısır topraklarını fethederek uzun bir süre de yönettiği için Mı­sır ve civarında onun ciddi bir saygınlığı ve çevresi vardı. Hal böyle iken Hz. Os­man’ın kendisini azledip yerine başka bir vali tayin etmesi, üstelik tayin ettiği bu va­linin, halifenin sütkardeşi olması ve halk arasında büyük bir tepkiye sebep olmuştu. Ayrıca tepkilere neden olan diğer bir mesele de Abdullah b. Sa’d’ın geçmişi idi. Kaynaklarda anlatıldığına göre Abdullah b. Sa’d Medine’ye hicretten sonra bir dö­nem irtidat ederek Mekke müşriklerinin yanına dönmüştü. Sadece dinden çıkmakla kalmayıp, Mekke müşriklerini Müslümanlar aleyhine kışkırtmaya başlamıştı. Hz. Peygamber bütün bu yaptıklarını göz önünde bulundurarak Mekke’nin fethinde onu kanı helal sayılanlar arasına dâhil etmişti. Bu emre göre görüldüğü yerde ilk öldü­rülmesi gerekenlerdendi. Daha sonra ise sütkardeşi olan Osman b. Affan aracılığıyla Hz. Peygamber’den af dilemişti. Hz. Peygamber ise kısa bir tereddüdün ardından Hz. Osman’ın ricası üzerine onu affetmişti.86 İşte, daha sonra Hz. Osman’a karşı ayakla­nan asiler, hassaten Mısırlılar, bu olayı göz önünde bulundurarak “geçmişinin böyle- sine karanlıklarla dolu olan, Hz. Peygamber’in bir zamanlar kanını helal saydığı bu şahsın valiliğe getirilmesinin uygun olmadığını ” iddia etmekteydi. Bu mesele de fit­neyi derinden körüklüyordu.

Abdullah b. Amir’in Basra Valiliğine Tayini: Şehrsitânî’nin naklettiğine göre Hz. Osman’ın Müslümanlar arasında tepkilere yol açan diğer bir faaliyeti de Basra’da valilik görevinde bulunan Ebû Musa el-Eş’arî’nin h. 29. yılda azledilip yerine Hz. Osman’ın dayısının oğlu olan Abdullah b. Amir’in tayin edilmesiydi.

Bu tayinin arkasında da bir takım sebepler bulunmaktaydı. Zira Basra halkı vali Ebû Musa’nın idari ve siyasi icraatlarını beğenmiyordu. Bu durum halkın zaman zaman tepkilerine de sebep olmaktaydı. Nitekim bir gün Basra’da İzec halkı ile Kürt- lerden bazıları valiye karşı isyan etmiş, halkın büyük çoğunluğu da bu isyanı destek­lemişti. Bu durumu haber alan Hz. Osman olaya müdahale etmiş ve Ebû Musa’yı az- letmişti. Hatta isyancılarla Hz. Osman arasında şöyle bir diyalog geçmiştir: “Hz. Os­man onlara vali olarak kimi istediklerini sorunca, onlar Ebû Musa’yı kastederek: ‘Bizim topraklarımızı yiyen bu adamdan başka kim olursa olsun kabul ediyoruz. ’ ce­vabını vermişti. ” Bunun üzerine Hz. Osman Ebû Mûsa’yı azledip yeğeni Abdullah b. Amir’i valilik makamına getirmişti.88

Şam Valisi Muaviye b. Ebî Süfyan’ın Yetkilerinin Genişletilmesi: Hz.

Ebû Bekir döneminde kardeşi Yezid’le beraber öncü kuvvet olarak h. 13 yılında Su­riye fetihleri için sefere gönderilmiş olan Muaviye bu savaşlarda kardeşiyle beraber ciddi başarılara ve fetihlere imza atmıştı. Gazze, Dasin, Ürdün, Hıms, Dımeşk ve Şam gibi birçok yerlerde yapılan savaşlarda da ciddi başarılar elde edince h. 19 yı­lında Hz. Ömer tarafından Şam’a vali olarak tayin edilmişti. Hz. Osman döneminde de Muaviye’nin görevine devam etmesi ve azledilmemesi daha sonra asiler tarafın­dan onun da diğer atanan valiler gibi Umeyyeoğulları’ndan olmasıyla ilişkilendirile- rek “Muaviye b. Ebî Süfyan zaten Umeyyeoğulları ’ndandır, dolayısıyla halife tara­fından değiştirilmesine gerek duyulmamıştır. ” şeklinde yorumlanmıştır.90 Bu durum daha sonra çıkabilecek fitne hareketlerini de körüklemeye yetmiştir.

Hz. Osman Muaviye’nin yetkilerini daha da artırmıştı. el-Cezire, Kınnesrin, Hama, Hıms ve Havran bölgeleri Şam bölgesine yakın olmasına rağmen Umeyr b. Sa’d’ın valiliği altındaydı. Muaviye b. Ebî Süfyan’ın sorumlu olduğu bölgeler ise sa­dece Şam ve civarı idi. Umeyr b. Sa’d yaşının ilerlemesi ve hastalanması sebebiyle valilik görevinden çekilmek isteyince, Hz. Osman onu azlederek, valiliği altında bu­lunan tüm bölgeleri Muaviye’nin bölgesine dâhil etmiştir.91 Bu durum onun zaten potansiyel olarak var olan nüfuzunu ve prestijini daha da artırmıştı. Hz. Osman dö­nemindeki valilerin en başarılı olanı, halk üzerinde ciddi etki bırakan, siyasi, askeri hem de ekonomik anlamda büyük başarılara imza atan Muaviye b. Ebî Süfyan’dı. Bu yüzden Şam’da oluşturduğu teşkilat bazı tarihçiler tarafından Emevî saltanatının alt yapısını oluşturmak şeklinde yorumlanmıştır.

Ümeyyeoğulları’na Karşı Tutumu ve Ekonomik Politikalar

Hakem b. Ebi’l-As’ın Sürgünün Kaldırılması: Hakem b. Ebi’l As Hz. Os­man’ın amcası olup, Hz. Peygamber başta olmak üzere birçok Müslümana eziyet eden azılı Mekke müşriklerindendi. Bu durum Mekke’nin fethine kadar devam et­mişti. Mekke’nin fethinde hicretin 8. yılında oğlu Mervan ile birlikte Müslüman ol­muştu. Rivayetlere göre müşrikken Hz. Peygamber’e olan saygısızlığını Müslüman olduktan sonra da devam ettirmekteydi. Kaynaklarda Hakem b. Ebi’l-As’m, Rasûlullah biriyle konuşuyorken onun arkasında durup bazı hareketlerini ve mimik­lerini kaş göz yapıp burnunu oynatarak alay edercesine onu taklit ettiği nakledilmek­tedir.94 Yine bir gün Hz. Peygamber Hakem’in de aralarında bulunduğu bir topluluğa bir konudan bahsetmiş, ardından anlattığı bu meseleyi başkalarına kesinlikle söyle­memeleri için onları uyarmıştı. Fakat o, Hz. Peygamber’in sözlerini değiştirip ilave­ler ve eksiltmeler yaparak birçok kişiye aktarmıştı.95

Hz. Peygamber bütün bu olumsuz durumlarını göz önünde bulundurarak, onu Taife sürmüştü.96 Rasûlullah’ın vefatından sonra Hz. Ebû Bekir döneminde Hz. Osman ısrarla halifeye giderek amcasının sürgün cezasının kaldırılmasını istemiş fa­kat Hz. Ebû Bekir buna müsaade etmemişti. Hz. Ömer’in halifelik zamanında da aynı talepte bulunmuş ancak bir netice elde edememiş, hatta bir rivayete göre Hz. Ömer bu duruma kızarak Hakem’i bulunduğu yerden 40 fersah daha öteye sürmüştü. Bu rivayetlerden de anlaşılacağı üzere Hz. Ebû Bekir’le Hz. Ömer’in fikri “Rasülullah’ın kovduğu bir adamın tekrar sürgün cezasının kaldırılmasının doğru olmayacağı ” yönündeydi. Fakat Hz. Osman’ın fikri ise “hiçbir kişi ömrünün sonuna kadar sürgünde kalamayacağı ” yönündeydi

Nitekim Hz. Osman kendi halifeliğinde Hakem b. Ebi’l-As’ın sürgün cezasını kaldırarak onu oğluyla birlikte Medine’ye çağırmış, kendisine de yüz bin dirhem tah­sis etmişti. Ashab Hz. Osman’a bu icraatının sebebini sorunca, Ashaba: “Rasül-ü Ekrem onun ıtlakını bana va’d buyurdu fakat icrasına vakit müsait olmadı. ” şeklinde cevap vermişti. Bu sözüyle o Rasûlullah hayattayken ondan amcasının geri getirilme-

si hususunda söz aldığını kastetmekteydi." Fakat her ne kadar durum böyle olsa da Hz. Osman’a karşı ayaklananlar bunu bir sebebi olarak saymıştı. Hz. Osman’ın bu faaliyeti de halk arasında hoşnutsuzluğa ve ihtilaflara sebebiyet vermişti. Sonraki dö­nemlerde Şîa tarafın da eleştirilmiş100 ve Osman b. Affan Allah’ın emirlerine uyma­makla suçlanmıştı.

Mervan b. Hakem’in Devlet Kâtipliğine Tayini ve Evlendirmesi: Hz. Os­man amcası Hakem’in sürgün cezasını kaldırıp onu Medine’ye çağırmasının ardın­dan 20 yaşlarında olan oğlu Mervan b. Hakem’i devlet kâtipliğine tayin etmişti. Dev­let kâtipliği, o dönemde devletin sekreterliği ve halifenin mührünün taşıyıcılığı gibi önemli görevleri ihtiva etmekteydi. Bu tayin halkın çoğunu pek kızdırmıştı. Çünkü Ensar ve Muhacirinden, ashabın büyüklerinden birçok güvenilir ve mühim eşhas du- ruyorken genç ve tecrübesiz birinin başbakanlığa denk sayılabilecek böylesine mü­him bir göreve getirilmesi ashab tarafından hoş karşılanmamıştı. Öte yandan Mervan b. Hakem genç ve görevinde tecrübesiz olmasına rağmen sahabeden bazılarıyla tar­tışmaya girmekte ve onları eleştirmekteydi. Hatta kaynaklarda Hz. Ali ile bile sık sık tartışmaya girdiği de nakledilmektedir.101

Bunun yanı sıra halife adına bazı kararlar alıp yanlış uygulamalara varmak­taydı. Buna en önemli örnek Mısır’a halifenin mührünü kullanarak Hz. Osman’dan habersiz mektup yollaması meselesiydi. Kaynaklarda anlatıldığına göre Mısır valisi­nin yanlış uygulamalarından rahatsız olan halkın ileri gelenleri Hz. Osman’a gelip bu durumu şikâyet etmişlerdi. Hz. Osman, Hz. Ali’nin de fikrini alarak bu kişilerin ara­sında bulunan Muhammed b. Ebû Bekir’i vali tayin ederek Mısır’a yollamıştı. Onlar Mısır’a doğru yola çıktıklarında hızlıca yanlarından gelip geçen bir köle görmüş ve onun bu acelesinden şüphelenmişler. Onu durdurup konuşturduklarında o Mervan b. Hakem’in kölesi olduğunu ve Mısır valisine doğru gitmekte olduğunu itiraf etmişti. Bunun üzerine kölenin üstünü arayan Mısırlılar üzerinde Mervan b. Hakem’in yazıp mühürlediği şöyle bir mektup ele geçirmiştiler: “Muhammed b. Ebû Bekir ve falan falan kişiler sana geldiklerinde onları öldür ve bu mektubu imha et. Yeni bir emir verinceye kadar işlerine devam et. Seni şikâyet için bana gelenleri hapset. ” Bu olay bütün Medine’de yayılınca artık Mervan’ın halifeden habersiz halife adına yapmaya çalıştığı bu uygulama ortaya çıkmış oldu. Bu ve bu gibi diğer bazı olaylar muhaliflerin Hz. Osman’a karşı eleştiriye sevk etmeye yetmişti.

Şehristânî’nin naklettiğine göre Hz. Osman bu tayinin ardından kızını Mervan b. Hakem’le evlendirmişti.      Mervan b. Hakem, yukarıda bahsettiğimiz gibi babası­

nın Rasûlullah’a karşı olan tutumuyla, kendisinin tecrübesizliğiyle, bazı yanlış uygu­lamalarıyla ve bazı sahabilerle giriştiği tartışmalarla zaten halkın gözünden iyice düşmüştü. Halifenin böyle birine kızını vermesi elbette bazı tartışmaları da berabe­rinde getirmiş ve nifak hareketlerine neden olmuştu.

Halifenin Bazı Akrabalarına İhsanları:

Hz. Osman’ın tenkit edilen ve ihti­laflara sebebiyet veren icraatlarından biri de devlet hazinesinden kendi akrabalarına bazı tahsisatlarda bulunmasıdır. Bu tahsisat hakkında en çok eleştirilere maruz kalan hareket ise îfrikiyye ganimetleri ile ilgiliydi. Fakat bu hususla alakalı nakledilen ri­vayetler tetkik edildiğinde tarihçiler arasında görüş birliği olmadığı görülecektir. Kaynaklarda ifade edildiğine göre Hz. Osman Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh’i Afrika seferlerine gönderirken, savaştan galip ayrılması halinde kendisine ganimetlerin beş­te birinin beşte birini, yani yüzde dördünü vereceğini vaat etmiştir. Bunun üzerine Abdullah b. Sa’d Afrika gazvesinde galip gelince ele geçirdiği ganimetlerin beşte dördünü askerlere dağıtmış, geri kalan beşte birlik payın beşte birini kendi alıp, dör­dünü Hz. Osman’a vermiştir. Bazı rivayetlere göre Hz. Osman kendine ait olan kısım beş yüz dinar karşılığında Mervan b. Hakem’e satmıştır. Fakat îbnü’l-Esîr’in rivaye­tine göre Abdullah b. Sa’d önderliğinde yapılan ilk gazvelerden Abdullah b. Sa’d’a; Mervan b. Hakem komutalığında yapılan ikinci gazvelerden de Mervan b. Hakem’e pay verilmiştir.[1] [2] Şehtristânî ise Hz. Osman’ın iki yüz bin dirhem değerinde olan îfrikiyye ganimetlerini Mervan b. Hakem’e teslim ettiğini nakletmekte ve bu durumu

Hz. Osman döneminde mezhepleşmeye etki eden ihtilafların arasında zikretmekte­dir.[3]

Öte yandan diğer bir tahsisat da Fedek arazisi ile ilgili olmuştur. Fedek arazi­sinin Hz. Peygamber zamanından Hz. Ömer zamanına kadar durumunu yukarıda Hz. Ömer zamanında Hz. Ali ile Hz. Abbas arasındaki anlaşmazlıktan dolayı Hz. Ömer bu araziyi Fatıma’nın mirasçısı olan bu iki sahabeye temlik edememişti. Hz. Osman döneminde ise îbn Kuteybe, el-Ma’ârif adlı eserinde, Hz. Osman’ın Fedek arazisini Mervan b. Hakem’e ikta olarak verdiğini rivayet etmektedir.[4] [5] [6]

Yine îbn Kuteybe’nin naklettiği bir rivayete göre Hz. Osman, Mervan’ın ba­bası Hakem b. Ebi’l-As’ın sürgün cezasını kaldırıp onu Medine’ye çağırdığında ken­disine yüz bin dirhem para vermiştir.                       Medine Çarşısı’nın gelirlerini de Hakem’in diğer oğlu Haris’e vermiştir. Bunların yanı sıra Hz. Osman, damadı olan Abdullah b. Halid’e de dört yüz bin dirhem tahsis etmiştir. Hz. Osman’a bu tahsisatlar sorulduğunda o şöyle cevap verdiği nakledilir:

“Benim aile ve akrabamı sevdiğimi onlara mallar verdiğimi söylüyorlar. Ben bü­tün Müslümanlarla birlikte onların hukukunu gözetiyorum. Ben onlara ne veri­yorsam kendi malımdan veriyorum. Ben Müslümanların malını ne kendim için helal sayıyorum ne de bir başkaları için. Ben bundan önce, Rasûlullah zamanın­da, Hz. Ebû Bekir’in, Hz. Ömer’in zamanlarında da kendi malımdan büyük mik­tarda hediyeler veriyordum. Mülhidler ne derse desinler. Beytülmale gelen mal sadece beşte birdir. Bunları hiçbir zaman kendim için helal görmedim. Allah’ın malından bir kuruş veya daha fazlasına iltifat etmedim.”[7]

Hz. Osman her ne kadar durumu izah etse de, bu tahsisatlar dedikodu olarak abartılarak halk arasında yayılmıştır. Onun bu sıla-i rahim düşüncesi akrabaları tara­fından suiistimal edilmiştir. Hassaten akrabalarına yaptığı bu tahsisatlar muhalif ke­sim tarafından şiddetle eleştirilmiş ve halkın halifeye olan güveni sarsılmıştı.

Maaş Dağılımdaki Dengesizlikler ve Araziler:

Hz. Ebû Bekir kendi halife­liğinde bütün maaşları ve arazilerin dağılımını eşitçe paylaştırmıştı. Maaş ve mal da­

ğıtımında eşitlik ilkesine göre hareket etmişti. Fakat Hz. Ömer, kendi devrinde, maaş ve mülk dağılımını bir meclis oluşturarak ‘Hz. Peygamber’e yakınlık’ ve ‘İslam’a girmede öncelik’ gibi esasları dikkate alarak oluşturmuştu. Hz. Ömer’in bu uygula­ması toplumun belli bir kesiminin, yani sadece Kureyş’in ileri gelenlerinin zengin­leşmesine neden olmuştu.[8] Örneğin; kaynaklarda ifade edildiğine göre, ilk Müslü- manlardan olan Zübeyr b. Avvâm’ın vefat ettiği zaman, Medine’de 11, Basra’da 2 Küfe ve Mısır’da birer evi bulunmaktaydı.[9] [10] [11] Halk, bu durumda, onun şahsi gayretlerinin yanı sıra devletten aldığı maaşın da etkisi olduğunu düşünmekteydi.

Hz. Osman maaş dağılımındaki bu politikayı devam ettirmiş, aynı zamanda da fey arazileri, ganimet ve ikta sisteminde bazı değişiklikler yapmıştı. Onu yaptığı bu değişiklikler, Hz. Ömer’den kalma politikayla birleşince, bu durum zenginler ile fakirler arasında maddi anlamda büyük dengesizlikler oluşturmuştu. Bu durum top­lumda gelirlerin ve arazilerin adil dağıtılmadığı kanaatini yerleştirmiş ve halifeyi tartışmaların odağı haline getirmişti.

Öte yandan, Hz. Osman bazı meralarda halkın hayvanlarını otlatmasına izin vermemiş ve bu alanların kullanımını halka kapatmıştı. Kaynaklarda rivayet edildi­ğine göre bu icraatının nedeni zekât develerinin otlatılması idi. Fakat halk, Hz. Os­man’ın kendi develerini otlatmak için böyle bir uygulamaya gittiğini iddia ediyordu. Hz. Osman bu durumdan ötürü de ciddi eleştirilere maruz kalmıştı.[12] Oysa Hz. Ömer de Hz. Osman da kendi devirlerinde bazı meraların kullanımını yasaklamaları­na rağmen halk sesini çıkarmamıştı. Doğrusu Hz. Osman’ın yumuşak yüzlülüğü gi­rişmiş olduğu bir takım icraatların doğrudan eleştirilmesine neden olmaktaydı.[13]

Yönetimde İstişare Meclisinin Umeyyeoğulları’ndan Oluşması:

Hz. Pey­gamber hayattayken de Hz. Ebû Bekir ve Hz. Osman dönemlerinde de halkın ileri gelenlerinden ve önde gelen Müslümanlardan oluşan bir meclis vardı. Yönetimde, siyasi, ekonomik veya toplumsal mevzularda bu meclis toplanıp bir karar alır ve isti­şare neticesinde alınan karara herkes muvafık kalarak işleri yürütürlerdi.[14] Bu konu­da birçok misal zikredilebilir. En önemli örnek Hz. Osman’ın intihabı ile ilgilidir. Hz. Osman’ın halifelik makamına seçilmesinde Hz. Ömer’in oluşturduğu şûra bu konuda en güzel örneği teşkil etmektedir. Fakat Hz. Osman döneminde bu uygulama devam etmesi halkı tatmin etmemiştir. Çünkü Hz. Osman’ın istişare meclisi çoğun­lukla Umeyyeoğulları’ndan oluşmaktaydı. Kaynakların naklettiğine göre bu mecliste Abdullah b. Sa’d, Muaviye b. Ebî Süfyan, Abdullah b. Amir ve Said b. el-As bulun­maktaydı. Halifenin istişare meclisini kendi akrabalarından oluşturması belki de ken­di akrabalarına daha çok güvenmesiyle izah edilebilir fakat halk bu durumu önceki halifelerin uygulamalarıyla karşılaştırınca halifeye olan güvenleri sarsılmış ve ona olan desteklerine son vermişti.

Sahabe ile ilgili Tutum ve Davranışları

Ebû Zer el-Gıfârî’nin Rebeze’ye Sürgünü: Asıl adı Cündeb b. Cüdâne olan Ebû Zer el-Gıfârî ilk Müslüman sahabeden biriydi. Müslüman olduktan sonra Rasûlullah Medine’ye hicret edinceye kadar kendi köyüne giderek orada yaşamış, hicretten sonra Hendek Gazvesi’nin akabinde o da Medine’ye taşınmıştı. İlk Müslü­manlardan olduğundan, açlık, kıtlık ve müşriklerin baskısı gibi birçok eza ve cefalara katlanmış buna rağmen Müslümanların yanından ayrılmamıştı.

Kaynaklarda zikredildiğine göre sade ve münzevi bir hayat tarzını benimse­yen bir kişiliğe sahip olduğundan fetihlerle beraber zenginleşen ve modernleşen ha­yat tarzını sevmemekte ve başta halife ve valileri olmak üzere bütün Müslümanları eleştirmekteydi. Örneğin; nakledilen bir rivayete göre Muaviye, el-Hadrâ Sarayı’nı inşa ettirdiğinde ona: “Eğer bunu Müslümanların hâzinesinden yaptırdıysan sen hainlerdensin, eğer kendi malından istifade ederek yaptırdıysan sen muhakkak ki müs­riflerdensin. ”119 demişti. Bir Müslümanın bir günlük yiyeceğinin dışında hiçbir ma­lının ve yiyeceğinin olmaması gerektiğini, kesinlikle mal biriktirmeyip Allah yolun­daki kimselere ve hak sahiplerine verilmesi gerektiğini düşünüyordu. “Altın ve gü­müşü yığıp da Allah yolunda sarf etmeyenlere acı bir azabı müjdele. ” ayetinin za­hirine göre hüküm verirdi. Hatta kaynaklar onun Dımeşk sokaklarında ve çarşılarında dolaşırken insanlara: “Ey zenginler, ey günahkâr fakirler! O altın ve gümüşü birikti­rip de Allah yolunda harcamayanların cehennem ateşinde yanıp kavrulacaklarına dair haberler vardır. Onların yüzleri önleri ve arkaları bu ateşten demirlerle dağla- nacaklardır. ” diye seslendiğini ve bu sebeple çarşı esnafının durumu sık sık valiye şikâyet ettiğini nakletmektedir. Hicretin 30. senesinde, Muaviye artık bu durum­dan iyice sıkılıp Hz. Osman’a durumu mektupla bildirmiş, Hz. Osman da Ebû Zer el- Gıfârî’yi yanına çağırmış ve onunla görüşmüş ardından ise Şehristânî’nin nakline gö­re onu Rebeze’ye sürgüne göndermiştir.     Fakat Bakıllânî, Ibnü’l-Esîr ve Ibn Kesîr gibi bazı büyük tarihçiler onun kendi isteği üzere Rebeze’ye gittiğini nakletmektedir­ler. Hatta Ibnü’l-Esîr Hz. Osman’ın ona birkaç deve, hizmetçi ve günlük ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar para verdiğini nakletmektedir. Ebû Zer’in Rebeze’ye yer­leşmesinin sürgün olup olmadığı hususunda tarihçiler arasında görüldüğü gibi ihtilaf vardır.

Sahabeden bazılarının Tedip için Cezalandırılması:

İslam devletinde hali­fenin bazı suçları işleyenlere; haddi aştıkları için, onları aşırılıktan alıkoymak ve te­dip etmek amacıyla ceza verme yetkisinin olduğu nakledilmektedir. Nitekim Hz. Osman, kendine karşı gelen, kendine iftira atan bazı kişileri tedip amaçlı cezalandır­dığına dair rivayetler kaynaklarda bulunmaktadır.

Bakıllânî’nin naklettiği bir rivayete göre Ammar b. Yâsir, halifeyi saygısızca eleştiren muhaliflerden, halifeden şikâyetçi oldukları hususların kendisine yazılı hal­de vermelerini talep etmiş ve bunu halifeye ulaştıracağını söylemiştir. Bunun üzerine muhalifler, şikâyetçi oldukları hususları yazarak Ammar b. Yâsir’e teslim etmiş, o da bu mektubu alarak halifeye getirmiş ve onunla bu hususta konuşmaya başlamıştı. Fa­kat Ammar b. Yasir halkın rahatsız oldukları hususları Hz. Osman’a anlatırken say­gısızca bir üslup kullanması ve halifeye karşı iftiralarda bulunması halifeyi kızdırmıştı. Bunun üzerine Hz. Osman onu tedip için şiddetli bir şekilde dövdürmüştü. îbn Kesir’de nakledilen başka bir rivayete göre ise Ammar b. Yâsir, Abbas b. Utbe b. Ebî Leheb’e aralarında çıkan tartışma sonucu küfredince Abbas b. Utbe durumu hali­feye şikâyet etmiş, halife de ikisini de cezalandırmıştı. Hatta Ammar’ın bu sebeple Hz. Osman’a kızgın olduğu ve halkı ona karşı ayaklandırmaya davet ettiğini îbn Kesîr el-Bidâye’sinde kaydetmektedir.[15]

Bakıllânî’de nakledilen bir başka rivayete göre ise Hz. Osman Kur’an-ı Kerîm’in Kureyş kıraati üzere olanı istinsah etmiş, bunun haricinde var olan bütün farklı kıraatli Mushafları toplatmak için bir karar almış ve halktan bütün Mushafları toplatmıştır. Fakat Ebû Zer’in sürgününden dolayı halifeye zaten kırgın olan Abdul­lah b. Mes’ud , kendine ait olan Mushafı vermemek için diretmiş ve hatta halifenin bu faaliyetine de engel olmak istemişti. Bu husustaki anlaşmazlık büyüyünce Hz. Osman onu tedip etmek ve bu şekilde davranmaktan alıkoymak için dövdürmüş- tür. Ayrıca bazı kaynaklarda Ebû Zer ve Muhammed b. Ebû Bekir’in de halife tarafından cezalandırıldığına dair rivayetler yer almaktadır.

Başta Hz. Aişe olmak üzere Ashabdan bazıları da buna karşı gelmiş ve Hz.Osman’ı suçlamışlardır.         Bu rivayetlerin hepsi, tarihsel bağlamından koparılmadan,

dönemin şartları içerisinde değerlendirildiğinde Hz. Osman aleyhinde ayaklananların bu vakayı da ayaklanma sebepleri arasında saymalarının gayet doğal olduğu görü­lecektir.

Halifenin Dini Hususlarla ilgili Bazı Uygulamaları

Kur’an-ı Kerim’in İstinsah Edilmesi: Bilindiği üzere Hz. Osman halifeliği süresince yapmış olduğu hizmetlerin en büyüğü Kur’an-ı Kerim’i istinsah etmesidir. Kaynaklarda nakledildiğine göre hicretin 30. yılında Huzeyfe b. el-Yemân, Abdullah b. Rebîa’ya yardım etmek üzere Ermenistan ve Azerbaycan’ın fethi için sefere gön­derilmişti. Sefer esnasında Huzeyfe orduda Suriyeli ve Iraklı askerlerin Kur’an’ı farklı kıraatlerle okuduklarına, hatta bu farklılıklardan dolayı kendi aralarında ihtilafa düştüklerine ve birbirlerinin kıraatlerini inkâr ettiklerine şahit olmuştu. Şamlılar Ubey b. Ka’b’ın kıraatini, İraklılar ise îbn Mes’ûd’un kıraatini okumaktaydı. Sefer dönüşünde Huzeyfe durumu halifeye bildirmişti. Halife kıraatlere yönelik bu farklı­lıkların korkutulacak bir noktaya geldiğini anlayınca, Hz. Ömer’in kızı Hafsa’dan Kureyş Kıraati üzere yazılan bir nüsha almış, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Zübeyr, Saîd b. el-As ve Abdurrahman b. Hâris b. Hişâm’ı yanma çağırarak onlara bu nüsha­yı çoğaltmalarını emretmişti. Böylece Halife, Kur’an-ı Kerim’i Kureyş kıraati üzeri­ne çoğaltarak idari merkezlere birer nüsha göndertmiş ve istinsah edilen bu nüshanın haricindeki diğer farklı nüshaların hepsinin, toplanıp yakılmasını emretmişti.

îstinsah edilen Mushaf’ın haricindeki farklı Mushafların toplatılması husu­sunda Abdullah îbn Mes’ud ile halife arasında vuku bulan anlaşmazlıkla ilgi nakledi­len rivayeti yukarıda ayrıntılı bir şekilde ifade etmiştik. îşte bu olay neticesinde ehl-i Irak’tan bazıları Abdullah îbn Mes’ud’un yanında yer alarak, Mushaflarını vermek istememiş ve halifeyi eleştirmeye başlamıştı. Bu durum ise kendi kıraatlerinden ol­madığı için Şamlıların kıraatini tekfir edebilecek kadar ileri giden bazı İraklıların Hz.Osman’a karşı cephe almasına neden olmuştur.

Bazı İçtihatları:

Hz. Osman’ın eleştirilen icraatlarının bazıları da dini mev- zularla ilgiliydi. Kaynaklarda anlatıldığına göre bunlardan biri Hz. Osman’ın, Hac sı­rasında Mina’da namazı seferi olduğu halde kısa değil de mukîmmiş gibi tam kılması mevzusuydu. Hz. Osman bu eleştirilere cevaben: “Hz. Peygamber de seferde nama­zını bazen tam kılar, bazen de kısaltırdı. Hem ailem Mekke ’de bulunduğu için seferi değildim. ” demişti. Fakat bazı Müslümanlar onu, Hz. Peygamber’in sünnetine ve Allah’ın seferilikle ilgili hükmüne muhalif davrandığını iddia etmeye başlamıştı.

Öte yandan Hz. Osman hutbe verirken Hz. Peygamber’in kullandığı basama­ğın üstüne çıktığına dair bazı rivayetler kaynaklarda yer almaktadır. Bu husus da tar­tışma konusu olmuş ve Hz. Osman bu faaliyetinden dolayı ciddi eleştirilere maruz kalmıştır.                Bâkıllânî bu durumu eleştirip, bu rivayetin sahih olamayacağını, olsa da kasten yapılmış olamayacağını söylemektedir. Hz. Osman’ın değil Hz. Peygamber’e karşı büyüklenmek, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekir’in karşısına bile çıkamayacak kadar saygılı olduğunu zikretmektedir.

Abdullah b. Sebe’nin Faaliyetleri ve Müslümanların Ayrışmasına Etkisi

Abdullah b. Sebe, Sanalı bir Yahudi olup, Hz. Osman döneminde İslamiyet’i kabul etmiş bir kişiydi. Ancak bir müddet sonra halk arasında belde belde gezerek, Müslümanların akidesini bozmak için birtakım gayr-i îslami fikirler yaymaya başla­dığı; Hicaz, Basra, Mısır, Dımeşk ve Kûfe gibi şehirleri gezerek buralarda insanları halifeye ve devlete karşı ayaklandırmaya çalışğı ve muhaliflerle görüşüp mektup­laşğı nakledilmektedir.[16] İbnü’l-Esîr’in naklettiği bir rivayete göre o, muhaliflere: “Bu konuda başkaldırmanız lazım. Kalkın, bu işe girişin ve emirlerinize bunları bil­dirip onları bu konuda kınayın. Kötülükten sakındırmayı bu konuya hasrederek in­sanları doğru yola iletmeniz mümkün olur. ” söyleyerek muhalifleri halifeye karşı isyana çağırmaktaydı.

Zaten halifenin yukarıda saydığımız bütün uygulamaları nifak ortamını hazır­lamış, halkın halifeye güveni ve desteği azalmış, ihtilaflar giderek büyümeye başla­mıştı. Böyle bir ortamda Abdullah îbn Sebe’nin nifak çalışmaları adeta fitne ateşini körüklemiştir. îbn Sebe’nin bu çalışmalarının da tesiriyle halifeyi eleştirenlerin ve ona karşı ayaklananların sayısı gittikçe çoğalmıştı.  Hatta Muhammed Hamidullah’a göre îbn Sebe’nin uzun zamandan beri planlayıp üzerinde düşündüğü bu komplo Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle tamamlanmış ve amacına ulaşmıştır.

Müslümanların siyasî ve dinî olarak partileşmesinde, Hurkus b. Züheyr, Zu’l- Huveysıra et-Temîmî ve îbn Sebe gibi münafıkların büyük bir rol oynadığı muhak­kaktır. Özellikle Hariciliğin doğuşunda etkili olan en önemli münafık simalardan biri Abdullah îbn Sebe’dir.[17] Nitekim Hz. Ali ile Hz. Âişe Cemel savaşı başlamadan ba­rış yapılması muhtemel iken, Abdullah îbn Sebe’nin birtakım Haricî zihniyetlileri yanına toplayıp gizli bir toplantı düzenleyerek “Bu sulh gerçekleşirse bizim sonumuz olur. Osman ’ın kanına karşılık bizim de kanımızı isteyeceklerdir. ” dediği ve iki tarafı birbirine düşürdüğü îslam Tarihi klasiklerinde kayıtlıdır.[18] Öte yandan îbn Sebe’nin bu sözü, aslında Hz. Osman’ı öldürenlerin ve öldürenleri destekleyip onlara yardım edenlerden biri olduğunu da ortaya koymaktadır. Aslında îbn Sebe kadar önemli ol­masa da Hurkus b. Züheyr de Hariciliğin doğuşunda etkili bir şahıstır. Kaynaklarda ifade edildiğine göre Hurkus, Hz. Osman’ı öldürmek için huruç edip Basra’dan ge­lenlerin reisi konumundaydı. Modern dönem araştırmacılarından Mehmet Kubat bir makalesinde bu durumu şöyle aktarmaktadır:

“Hakemlerin kararları ilan edildikten sonra Hz. Ali’nin ordusundan ayrılan Hâricîler, Hurkus’u kendilerine namazlarında imâmlık yapması için seçmişlerdir.

Münâfık olduğu hususunda kaynakların ittifak ettiği Hurkus’u, Nehrevân’da Hâricîler tarafından emîr (başkan) tayin edilen iki kişiden biri olarak görüyo­ruz.[19] Demek oluyor ki münâfıklığıyla ünlenen bu şahıs, sonradan Hâricîlerin

önderi olmuştur. Hurkus, hakem olayı esnasında yanında başka Hâricîler de ol­duğu halde Hz. Ali’ye gelerek, “Hüküm ancak Allah’ındır” demiş; Hz. Ali de, “evet, doğrudur; hüküm ancak Allah’ındır” deyince o, “hatandan dolayı tövbe et, davana geri dön (hakemi kabul etme), bizimle beraber ol, Rabbimize kavu­şuncaya kadar düşmanla savaşalım ” demiştir. Bunun üzerine Hz. Ali, “benim de önceleri sizden istediğim buydu; fakat siz bana âsi oldunuz, bana karşı çıkan siz- lerdiniz” buyurmuştur. Hz. Ali’nin Hurkus’a söylediklerinden, onu hakeme zor­layanların Hâricîler olduğu ve daha sonra hakeme başvurduğu bahanesiyle ona isyan edenlerin de yine Hâricîler olduğu açıkça belli olmaktadır. ...O, diğer münâfıklarla beraber Müslümanlar arasında fitne yayarak, Hâricî grubunun Müs­lüman ordusundan ayrılmasında ve sonuçta Nehrevân’da Hz. Ali’nin ordusuyla savaşmalarında belirleyici bir rol oynamıştır.”[20]

Hz. Osman Dönemi İhtilafların Fırkalaşmalardaki Rolü

Yukarıda naklettiğimiz ihtilaflar neticesinde halkın üç kısma ayrıldığını zik­retmemizde fayda vardır. Bunlardan birincisi Umeyyeoğulları ile Hz. Osman’ı faali­yetlerinde haklı gören taraftır. İkincisi ise onun fiillerini eleştirip siyasî idareye karşı huruç eden Harici zihniyetli kişilerdir. Üçüncü grup ise tarafsız olup bu siyasi ortam­da görüş beyan etmeyenlerdir.

Hz. Osman’ın vali atamalarında hep Umeyyeoğulları’nı ön planda tutması, Hz. Osman’ın akrabalarına karşı olan tutumu, onlara çeşitli hibelerde bulunması, Umeyyeoğulları’ndan bazılarının da bu durumu istismar etmesi gibi yukarıda zikret­tiğimiz bütün ihtilaflar, halifeye karşı huruç eden ve halifelikten çekilmediği için onun kanını helal sayan Haricî zihniyetinin ortaya çıkmasında etkin rol oynamıştır. Hz. Osman’ın mezkûr faaliyetleri, sonraki yıllarda Hz. Osman’a karşı huruç eden ha­ricilerin, siyasî idareye karşı gelmelerini meşru bir zemine oturtmak için birer sebep olarak görmüştür. Ayrıca Hz. Osman’ın bu politikaları, sonraki dönemlerde Haricile­rin Hz. Osman’ı ve ondan taraf olanları tekfir etmek, zalim kişinin îmâmetini kabul etmemek ve böyle imamlara isyan etmenin vacip saymak gibi kelâmî görüşlerinin[21] şekillenmesinde büyük önem arz etmektedir.

Öte yandan Hz. Osman’ın bu politikaları Şîa’nın bölünmesinde etkin bir rol oynamasa da, sonraki dönemlerde yaşayan bazı Şiî müellifler Hz. Osman’ın bazı ic­raatlarını eleştirmiştirler. Örneğin Hicrî 7. asırda yaşamış olan Şiî müellif îbn Ebî

Hadîd, Hz. Osman’ın vali tayin politikasını eleştirerek, atadığı valiler hakkında “fısk ve fesatları açıkça bilinen, liyakatsiz, cahil ve güvenilmez” kişi olduklarını, onun dinî hassasiyetlerde dikkatli davranmadığını öne sürmektedir.[22] Yine Ebû Zer el- Gıfârî’nin Rebeze’ye sürgünü ile ilgili Şia Hz. Osman’ı eleştirmektedir. Günümüz araştırmacılarından M. Salih Arı bu hususu şöyle dile getirmektedir:

“Hz. Osman ile Ebû Zer arasında sert tartışmaların olduğuna dair rivayetler nak­leden Şii müellifler, bu tartışmaların neticesinde Hz. Osman’ın, halkın Ebû Zer ile konuşmasını yasakladığını; Hz. Ali’nin ise Ebû Zer’i savunduğunu ve bu ko­nuda Hz. Osman ile tartıştığını belirtmektedirler. Neticede Hz. Osman Ebû Zerr’i Rebeze’ye sürgün ettiğini ve vefat edinceye dek orada kaldığını kaydetmektedir­ler.”[23]

Hz. Osman’ın Şehit Edilmesi ve Mürcie’nin Doğuşu

Hz. Osman’ın Şehit Edilmesi

Başta halifenin yukarıda bahsettiğimiz bütün icraatları olmak üzere Müslü- manlar arasına nifak sokmak isteyen îbn Sebe ve onun gibilerin hummalı çalışmala­rıyla, h. 35’te, Mısır’dan ilk ayaklanma haberleri gelmeye başlamıştı. Özde halifeye karşı olan ayaklanmalar ve protestolar zahiren Mısır valisi Abdullah b. Sa’d b. Ebû Serh’e karşı olmuştu. Daha sonra altı yüz kişilik bir grup oluşturularak halifeyi açık­ça protesto etmek için Medine’ye yola çıkılmıştı. Duruma müdahale etmesi için Hz. Ali ile birlikte Sa’d b. Ebi Vakkas bu altı yüz kişilik asi grubuyla görüşüp onların ha­lifeyle alakalı olan sorularına bir bir cevap vermiş ve zihinlerindeki soru işaretlerini gidermişti. Bu grup halifeden mutmain olarak geri dönmüştü. îstediklerini elde edemeyen asiler haberleşerek yeni bir plana girişmişlerdi. Mısır’dan dört grup halin­de sayıları bine yakın olan muhalifler başlarına el-Gâfiki b. Harb el-Akki’yi komutan olarak tayin ederek Medine’ye yola çıkmıştı. Basra’daki muhalifler ise Hurkus b. Züheyr es-Sa'dî önderliğinde Mısırlılarla eş zamanlı olarak Medine’ye doğru yola koyulmuştu. Mısırlılar halifenin azledilip Hz. Ali’nin halife olmasını, Kûfeliler de Zübeyr’in halife olmasını istiyordu. Basralılar da Talha’nın halifeliğinden yanaydı. Bu gruplar evvela Medine yakınlarında bir yerde konaklayıp bazı sahabe ile görüş­

müşler, bir netice elde edemeyince hep birlikte şehre girerek Hz. Osman’ın evini muhasara altına almıştı. Muhalifler ona iki teklif sunmuşlardı; ya hilafetten çekilecek ya da öldürülecekti. Kararını vermesi için kendisine belli bir müddet tanınmışlardı.

Kaynaklar îbn Abbas, Talha, Zübeyr ve Hz. Ali gibi bazı sahabilerin asileri engellemek çok çaba harcadığını ancak bir netice elde edemediklerini nakletmekte­dir.[24] Asiler giriştikleri bu icraatın yanlış olduğunu algılayamayacak kadar kızgın ve kindar; bedeviler kadar inatçı ve ısrarcı oldukları için onların itidal sözlerine kulak asmamışlardı.[25] Hicretin 35. senesinde, isyancıların Hz. Osman’a verdikleri süre bi­tince, kapıdaki nöbetçileri atlatıp duvarın delip içeri girerek onu yatağında Kur’an okuyorken canice katletmişlerdi. Hatta onu öldürmek için sallanan kılıçların biri eşi Nâile’nin parmaklarına isabet edince parmakları kesilip düşmüştü.[26]

Hz. Osman’ın katledilmesi, Hz. Peygamber’den beri devam eden nifak hare­ketlerinin ilk ve en önemli neticelerinden biridir. Küçük olaylarla filizlenmeye başla­yan ilk ihtilaflar halifenin öldürülmesiyle birlikte korkunç boyutlara ulaşmış, ümmet arasına fitne sokmak isteyen münafıklar da ilk zaferlerini elde etmişlerdi. Nitekim Müslümanlar bütün bu olaylar neticesinde dört ayrı gruba ayrılmıştı. Birinci grup Hz. Osman’ın eylemlerinde haksız olduğunu iddia edip onu katledenler ve katledil­mesine yardım edip katilleri destekleyen Haricî zihniyetli kişilerdi. Ekseriyetini Umeyyeoğulları’nın oluşturduğu ikinci grup ise Hz. Osman’ın icraatlarında tamamen haklı olduğunu savunmaktaydı. Nitekim bu grubun sayısı Hz. Ali’nin îmâmet ma­kamına geçip katiller hususunda esnek davranması neticesinde artmış ve Cemel ve Sıffîn vakalarının yaşanmasına sebebiyet vermişti. Eş’arî ve Şehristânî bu iki grup

arasındaki ihtilafın yaşadıkları asra kadar süregeldiğini nakletmektedir. Üçüncü grup ise Hz. Osman’ın bazı mevzularda hatalı olduğunu azledilmesinin uygun oldu­ğunu fakat öldürülmemesi gerektiğini düşünmekteydi. Dördüncü grup ise bütün bu tartışmalardan ve siyasi çekişmelerden uzak duran kimin haklı kimin haksız olduğu hususunda yorup yapmayarak durumlarını Allah’a havale edenlerin teşkil ettiği top­luluktu.

Bütün bunlar İslamiyet'in ilk dönemlerinde Kur'an ve sünnet ışığı altında dinî konuları yorumlamamanın neticesinde, dini anlayış farklılıklarından doğan bir takım ihtilaflar meydana getirdiğini ortaya koymaktadır. Gerek fikrî, itikadî, gerekse siyasî alanda vukua gelen bu ihtilafların akabinde mezhepler veya fırkalar ortaya çıkmıştır. Fıkıh alanında ortaya çıkanları bir kenara bırakırsak İslam Mezhepleri tarihinin ko­nusunu oluşturan Haricilik, Mürcie, Şîa, Mu’tezile ve Cebriye gibi itikadî ve siyasî fırkalardır. İlk dönemlerde ortaya çıkan fitnelerin doğurduğu fırkalardan biri olan Mürcie ortaya çıkışı itibariyle de Hz. Osman dönemi referanslıdır.

Osman b. Affan Dönemi Olayları ve Mürcie’nin Doğuşu

Mürcie, sözlük anlamı itibariyle “irca’ edenler” demektir. İrca’ kelimesinin ise birçok anlamı vardır.[27] Ancak iki anlamı önemlidir. Bunlardan ilki, “geri bırak­mak ve mühlet vermek”, ikincisi ise “ümit vermek, ummak” anlamıdır. Kavram ola­rak irca ’ kelimesi, büyük günah sahibi hakkındaki hükmü Ahiret Günü’ne bırakmak manasındadır. Onun cennet ehlinden veya cehennem ehlinden olup olmadığına ise bu dünyada karar verilmez. İkinci anlama göre ise mürtekib-i kebîrenin affedileceğine dair inanç beslemektir. Çağdaş İslam Mezhepleri Tarihi araştırmacıları Mürcie’nin doğuşunu hazırlayan nedenleri genellikle üç ana grupta incelemektedirler.[28] Bunlar­dan ilki Harici Zihniyeti, ikincisi Emevî-Haşimî Çekişmesi, üçüncüsü ise Sosyo- Politik ve Ekonomik Durum şeklinde ifade edilmektedir.

Harici Zihniyet: Müslümanlar arasında meydana gelen ilk ayrılıkçı fikir sa­hiplerinden biri Hz. Osman’ın hilafeti esnasındaki uygulamalarında haksız olduğunu

iddia edip onu katledenler ve katledilmesine yardım edip katilleri destekleyen Harici­lerdi. Başta söz konusu uygulamaları gerçekleştirenleri olmak üzere kendileri gibi düşünmeyen bütün Müslümanları tekfir eden bu katı zihniyete karşı bir takım ılımlı tavır da gelişmeye başlamıştır. Bu durumu Sönmez Kutlu şöyle izah etmektedir:

“Hz. Osman'ın öldürülmesinden sonra yaşanan dramatik olaylardan Cemel ve Sıffın’de Müslümanlar, birbiriyle savaştılar. Daha sonra haklı tarafın tespiti için, hakeme başvuruldu. Hz. Ali'nin yanında, onunla birlikte Muaviye'ye karşı sava­şan bir grup, hakeme başvurulmasına, önce taraftar iken daha sonra Hz. Ali’nin hakemlerin verdiği kararı kabul etmesine karşı çıkarak, “Hüküm ancak Allah'ın­dır” deyip ondan ayrıldılar ve bu gruba Hariciler dendi. Bunlar bir araya gelerek,

Hz. Ali’yi ve tahkimi kabul eden herkesi tekfir edip onlarla savaşmaya karar verdiler. Bundan sonra Hz. Ali’ye, Muaviye ve Emevîlere karşı ardı arkası ke­silmeyen isyanlar gerçekleştirdiler. En sonunda kendileri gibi düşünmeyen bütün Müslümanları tekfir ederek, baskınlar yapmak suretiyle kanlarının akıtılmasını helal gördüler. Nâfi b. el-Ezrak ve grubu, Haricilerin sayı ve kuvvet bakımından en güçlü ve en büyük fırkası oldu. Onlara göre, “büyük günah işleyen küfre gir­miştir ve küfür topluluğundandır. O, bütünüyle İslâm'dan çıkmış olup, diğer kâ­firlerle beraber ebedi cehennemliktir.”[29] Ayrıca onlar, kendileri gibi düşünme­yenleri tekfir ederek onlardan teberrî ediyorlar ve zalim imama karşı isyanı ge­rekli görüyorlardı. Aslında Haricilik, bedevî hayattan yerleşik hayata geçiş dö­nemi yaşayan bedevî Arap zihniyetinin tipik bir tezahürüdür. Bu hayattan gelme­leri, onların olaylar ve hadiseler üzerinde derinlemesine ve sistematik düşünme­lerine engel olmuş ferdiyetçilikten çok karizmatik bir cemaat anlayışını savun­malarına sebep olmuştur. Devlet geleneğine sahip olmayan ve farklı fikirlerin bir arada yaşadığı, bütün Müslümanların eşit haklara sahip olması gerektiği medeni hayata alışamayan bu zihniyetin karşısında, devlet geleneği olan, bütün Müslü­manların eşitliğini ve istikrarlı medenî bir hayatı savunan ılımlı ve uzlaşmacı zihniyetin doğması kaçınılmazdı. Bu fırkanın fikirleri ve davranışları, kendileri­ne karşı, karşıt bir grubun müesseseleşmesini gerekli kılmıştır. Genelde Arap olmayan Müslümanların temsil ettiği bu zihniyetin adı Mürcie olmuştur.”[30] [31]

Emevî-Haşimî Çekişmesi:

Mürcî anlayışın doğmasına zemin hazırlayan önemli etkilerden biri de Emevî-Haşimî çekişmesidir. Kutlu’ya göre Hz. Peygamber- 'in vefatıyla birlikte Hilafeti eline geçiren Kureyş kabilesi, Hz. Osman döneminde meydana gelen fitne hadisesine kadar zahiren bütünlük içinde olmuşlardı. Siyasî ida­re, her ne kadar Kureyş'in elinde idiyse de, cahiliye döneminde Arap siyasî hayatının çekirdeği durumundaki kabilecilik anlayışı hiç bir zaman yok edilememişti.                                                            O, bu

durumu şöyle izah etmektedir:

“Kureyş içinde, hilafet konusunda, rakip iki kabileden, Umeyyeoğulları, yeni Müslüman olduklarından Hz. Ebû Bekir'in halife seçilmesi sırasında sessiz kal­mak durumundaydılar. Ancak Haşimoğulları Hz. Peygamber'in kendi aralarından çıktığı için, hem Umeyyeoğullarına, hem de diğerlerine karşı daha nüfuzlu idiler.

Bu sebepten hilafetin kendi hakları olduğuna inanıyorlardı. Ebû Bekir, halife se­çilirken Haşimoğulları'nın halifeliği gündeme gelmiştir. Ancak Kureyş'in bazı endişeleri dolayısıyla fazla dikkate alınmamıştır. Kureyşin, bu konudaki iç den­geyi kaybetmesiyle, Hz. Osman dönemi fitne hadiseleri çıkmış, sonra da Ali- Muaviye çekişmesi halinde devam etmiştir. Cahiliye döneminde var olan Emevî- Haşimî çekişmesi, Hz. Ömer'in ölümü üzerine, teşkil edilen şûrâda Hz. Ali ile Hz. Osman’ın karşı karşıya kalmalarıyla ve Hz. Osman'ın ölümüyle sonuçlanan fitne hadiseleriyle tekrar su yüzüne çıkmıştır. Hz. Peygamber zamanında siyasî nüfuzunu kaybeden Umeyyeoğulları, Hz. Osman'ın hilafete gelmesiyle tekrar nü­fuz sahibi olmuşlar ve önemli mevkilere gelmişlerdir. Bu en fazla, Haşimoğulları’nı rahatsız etmekteydi. Emevî-Haşimî mücadelesi, Sıffîn savaşı ile tekrar su yüzüne çıkmıştı. Ali b. Ebî Tâlib taraftarları bu savaşa Emevîler’le yapılan ikinci savaş gözüyle bakmışlardır. Hz. Ali'nin ölümünden sonra, Hasan- 'ın hilafeti Muaviye'ye devretmesiyle, hilafet konusundaki Emevî-Haşimî çekiş­mesi bir ara durmuş gibi gözükmektedir. Hatta h. 41 yılına “Cemaat Yılı ” adı ve­rilmiştir. Emevî-Haşimî mücadelesinde, Sıffın'den itibaren birçok insan öldürül­dü. Basra'da zaman zaman Haricîler boy gösterirken, Kûfe’de Hz. Ali taraftarları sürekli isyan halindeydi. Emevîler ise, sürekli onlarla fiilî mücadele içerisindey­di. İşte bu mücadelenin temelinde iktidar mücadelesinin yattığını bildiklerinden olmalı ki, birçok kişi Sıffın’de, ne Hz. Ali ne de Muaviye’nin yanında yer almış­tır. Özellikle Medine halkının geneli Hasan’ın hilafeti Muaviye’ye devretmesin­den sonra, Abdullah b. Zübeyr’i desteklemeleri bir kenara bırakılacak olursa, si­yasî olaylardan el çekerek, tarafsız kalmayı ve ilimle uğraşmayı tercih etmiştir.[32] Bu çevre ne Kûfe ve Basra’daki olayları ne de Emevîler’in tutumunu tasvip et­ti.”[33]

Sosyo-Politik ve Ekonomik Durum: Mürcie Mezhebinin doğuşunu hazırla­yan nedenlerden biri de dönemin sosyo-politik ve ekonomik durumun neden olduğu görüşü dile getirilmektedir. Kutlu, Emevîler’in iktidarı ele geçirdikten sonra kendile­rini meşrulaştırma yolları aradıklarını ifade eder. Bunun için de Allah'ın kaza ve ka­deriyle halife olduklarını ve onun hükmünü icra ettiklerini, bu sebeple kendilerine yapılan isyanın Allah'a karşı yapılmış bir isyan olacağını iddia ettiklerini belirttikten sonra durumu şöyle izah etmektedir:

“Hatta kendilerinin Allah’ın en yüce askerleri, insanların en hayırlıları oldukları­nı ve dillerinin en üstün dil olduğunu söylemeye başladılar. Bu durum onların Emevî soyu dışındakileri ve Arap olmayanları hakir görmeleriyle ve Müslüman- lar arasında asabiyet ruhunun yeniden ortaya çıkmasıyla neticelendi. Emevî hali­felerinin, Arapların tarafını tutup mevaliyle onlar arasında eşit muamele yapma­maları, Arap olmayanların bir araya gelerek onlara karşı zaman zaman ayaklan­malarına sebep oldu. Irak’ta ve hilafetin doğu bölgelerinde Islâm toplumuna me- vali sıfatıyla katılanların sayısı her geçen gün artmaktaydı. Onların Müslüman olarak kendilerini tanımlaması, cizye ve haraçtan muaf tutulmalarını gerektiri­yordu. Haccac’ın, haraç toplamak için görevlendirdiği kimseler, kendisine zim- mîlerin Müslüman olduğunu, bu nedenle haraç sisteminin iflas ettiğini yazdılar.

Bunun üzerine, Haccac Basra ve diğer şehirlere yerleşmiş ve haraç ödemeyen kim varsa onların şehirlerden çıkarılmasını emretti. Daha sonra, bunlar, bir mey­danda toplanarak nereye gideceklerini bilemedikleri için “Ey Muhammed! Ey Muhammed!” diye bağırıp ağlamaya başlamışlardı. Hatta bir kısım Basra’lı kurrâ’nın da kıyafet değiştirerek yanlarına gidip onları destekledikleri bilinmek­tedir. Haccac, onların her birinin ellerini damgalatarak gitmek istedikleri yerlere gönderdi. Yeni valinin bu uygulamasıyla, bir ara din kardeşleriyle tam bir eşitlik ümidine kapılan mevali, topraklarına geri dönmeye ve eskiden olduğu gibi harac ödemeye mecbur oldu. Ancak bu davranışlar, birçok kurrâ'nın da katıldığı Abdurrahman b. Eş’as’ın isyanına sebep oldu. Haccac, böyle bir uygulamayla,

Emevî iktidarının ayakta durması ve ekonomik güç uğruna Islâm'ın “müminlerin kardeşliği” ilkesini ihlal ederek cemiyete üyelikte arap olmayı birinci, Müslüman olmayı ikinci plana koyuyordu. Haccac, Abdurrahman b. Eş'as'la birlikte, kendi­sine karşı isyan eden Said b. Cubeyr de dâhil pek çok kimseyi işkenceyle öldürt­tüğünden halkın ve ulemanın nefretini kazandı.”[34]

Tarafsızlar Grubu: İlk Mürcîler: Araştırmacılar özellikle Müslümanların üçüncü halifesi Hz. Osman'ın şehit edilmesi üzerine meydana gelen siyasi çekişmele­ri, Mürcie'nin ortaya çıkmasının önde gelen sebeplerinden biri olarak göstermektedir­ler. Zira onların mezhebin ilk nüvelerini bu hadiselere karşı geliştirilen tavırlar ara­sında aramak gerekecektir. Zira Mürcie “Hz. Osman ve Ali'nin durumlarının Allah'a bırakılarak cennetlik veya cehennemlik olduklarına şehadette bulunulmaması ” şek­lindeki ircâ’ fikrini benimsemiştir. Bu durum şöyle izah edilmektedir:

“Hz. Osman döneminden itibaren meydana gelen fitne hadiselerinden uzak du­ran, Cemel ve Sıffîn savaşlarında Hz. Ali, Talha, Zübeyr ve Muaviye’nin yanın­da yer almayan, bunu da sırf Islâm ümmetinin birliği için yapan, Hz. Ali ve Os­man taraftarlarının dışında tarafsızlar diye tanımlanan üçüncü bir grup vardır.

Böyle bir tavrın, ilk defa Hz. Osman'ın öldürülmesinden sonra Medine'ye dönen ve “Şüpheciler” (Şükkâk) olarak tanımlanan gaziler tarafından sergilendiğini görmekteyiz. Bunlar Hz. Osman'ın ölümü üzerine Medine'ye döndüklerinde, bir­lik ve beraberlik içerisinde bıraktıkları insanların birbirini öldürmekte ve birbir- leriyle çekişmekte olduklarını görünce, onlardan hangisinin haklı olduğundan şüpheye düşerek şöyle dediler: “Biz sizi birlik, beraberlik içerisinde bırakmıştık.

Şimdi ise, sizin ayrılığa düştüğünüzü, bir kısmınızın, “Hz. Osman mazlum olarak öldürüldü, o ve ashabı en adil kişilerdi”, bazınızın ise, “Hz. Ali ve ashabı daha adil ve doğrudur” dediğinizi görüyoruz. Hâlbuki bize göre, onların hepsi güveni­lir ve doğruluğu kabul edilen kimselerdir. Biz onlardan hiç birisinden nefret et­

mez, lanet etmez ve aleyhlerinde şahitlikte bulunmayız. Onların durumlarını Al­lah'a ircâ ederiz. Allah kıyamet gününde o ikisi arasında hükmedecektir.”[35] Bu­rada sergilenen tavır, İbn Sa’d'ın “İlk Mürciîler”’le ilgili kaydettiklerine tama­men uymaktadır. Çünkü İbn Sa'd onları şu şekilde tarif eder: “İlk Mürcie, Hz. Ali ve Osman'ın durumunu tehir eden ve onların iman ve küfürlerine şahitlik etme­yen kimselerdir.”[36] Benzer bir siyâsî tavır, yukarıda zikrettiğimiz gazilerin dı­şında, siyâsî çekişmelere karışmayanlar (Mu’tezile) veya köşeye çekilenler (Huleysiye)[37] olarak tanımlanan diğer bazı sahabiler arasında da vardı.”[38]

Savaşan iki taraftan hiç birisine katılmama şeklinde bir tavır sergilemiş olun­masının, siyasi olarak gayet tabii ve kaçınılmaz bir durum olduğu ifade edilmektedir. Nitekim Müslümanlar arasında ortaya çıkan bu tür bir siyasi tavır ve ileri sürülen gö­rüşler, daha sonraları, İrcâ fikrine dönüştürülebilecek cinsten fikirlerdi. Dolayısıyla, Sönmez Kutlu, Nâşî el-Ekber, Nevbahtî, Kummî ve İbn Asâkîr başta olmak üzere pek çok yazar, Mürcie'nin tarih sahnesine çıkışını, Hz. Osman'ın öldürülmesinden sonra meydana gelen iç kargaşalara kadar gerilere götürdüklerini ifade etmektedir. Ancak onların doğrudan doğruya Mürcie'nin temsilcileri olmadığını sadece “Mürcie'nin ilk nüveleri” olarak kabul edilebileceğini hatırlatmaktadır.[39]

Bütün bunlardan sonra Mürcie fırkasının ilk tohumlarının Hz. Osman'ın son devirlerinde ekildiği söylenebilir. Özellikle Hz. Osman'ın hâkimiyeti, valileri hak­kında tenkitler ve dedikodular artıp siyasi kargaşa neticesinde Hz. Osman şehit edi­lince, bu konuda Ashabdan bir kısmı susmayı veya tarafsız kalmayı tercih edip, Müs­lümanları birbirine düşüren bu fitneye iştirak etmekten kaçındılar. Fakat bu fitnenin sonuçları Hz. Ali zamanına kadar uzayınca, onlar da bu türlü çekimser davranmaya devam ettiler ve hatta mü’minlerin emîri Hz. Ali ile Muaviye arasında cereyan eden savaşlar hakkındaki görüş ve kanaatlerini Allah’a havale edip açıktan söylemek is­temediler.[40]

Hz. Osman'ın şehit edilmesinden sonra zuhur eden çeşitli fırkalarla birlikte, bu dönemden sonra Cemel, Sıffîn savaşları sonucunda ölen ve öldürenler hakkındaki hüküm, mürtekib-i kebire yani büyük günah işleyen kişinin durumu veya kader prob­lemi gibi ümmette bir takım ciddî itikadi problemler ortaya çıkmıştır. Bu problemle­rin çözülmesi hengâmında ise gruplar arasında münakaşalar olmuş ve neticede her fırka kendi görüşlerini tatbik için arkasına siyasî desteği almaya çalışmıştır. Hilafet meselesiyle birlikte münakaşalar daha da alevlenmeye başlamıştır. Mevcut yönetimin hilafetini meşrulaştırmak için kendilerine yakın bulduğu fırkaları desteklemesi, di­ğerlerini ise baskı altına alması, olayı siyasî boyuta kaydırmıştır. Nitekim Emevîler, kendi hilafetini meşrulaştırmak için bir dönem Mu’tezile'yi ve aynı zamanda Mürcie'yi desteklemiş, Kaderiye’ye karşı zaman zaman istibdat uygulamıştır.[41]

Mürcie fırkası siyasî ihtilafların artması ve kelamî meselelerin çözümlene­memesi nedeniyle, zamanla ikiye ayrılmıştır. İlki, Ashab ve Emevîler devrinde vukua gelen ihtilaflar veya haksız yere mü’minin mü’mini öldürmesi gibi büyük günahlar konusunda hüküm vermekten çekinen, onlar hakkındaki hükmü Allah’a bırakan gruptur. İkincisi ise “Allah, küfürden başka her günahı affeder” görüşünü benimse­yerek imanla beraber masiyetin zarar vermeyeceği gibi küfürle beraber taatin de fay­da vermeyeceğini ileri sürmüşlerdir.[42] Böylelikle Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle başlayan ve Müslümanların birbirlerini öldürmesiyle devam eden süreçte meydana gelen olaylarda Müslümanlar görüş ayrılığına düşmüşler hatta başlangıçta aynı görüş etrafında toplananlar çok geçmeden kendi aralarında da anlaşmazlığa düşerek fırkala­ra ayrılmışlardır. Aynı olaylar daha sonra ana kitleden bir başka grubun ayrılarak mezhepleşmesinde önemli rol oynamıştır. Söz konusu grup “el-menziletü beyne menzileteyn ” görüşünü savunarak soruna çözüm üretmeye çalışmıştır. Bu grup başlangıçta Kaderiye daha sonra da Mu’tezile adını almıştır.  Böylelikle bu devirdeki olaylar Müslümanlar arasında yeni anlayış ve mezheplerin doğmasında etkili olmuş­tur. [43]

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KEMALEDDİN ŞÜKRÜ’YE GÖRE HZ. ALİ DÖNEMİNDE ORTAYA ÇIKAN NİFAK HAREKETLERİ
VE BU HAREKETLERİN MEZHEPLEŞMEYE ETKİLERİ
ALİ B. EBÎ TALİB DÖNEMİNDEKİ İHTİLAFLAR VE BU İHTİLAFLARIN HARİCİ-ŞİÎ-SÜNNÎ AYRIŞMASINDAKİ ROLÜ

Hz. Osman’ın halifeliği döneminde zuhur eden ihtilafların İslam toplumunda neden olduğu kargaşalar Hz. Ali’nin halifeliği döneminde de baş göstermeye başla­mıştı. Bu olayların tamamı Hz. Osman’ın halifeliğindeki hiçbir sorunun çözümü olamamış aksine çözümü imkânsızlaşan birçok problemi beraberinde getirmişti. Bu siyasi kaos ortamında da mezhepleşmeleri hazırlayan sebepler oluşmaya başlanmış­tır. Ayrıca bütün bu anlaşmazlıklar aynı zamanda Hz. Ali döneminin İslam Mezhep­ler Tarihi’nin en karışık ve en problemli dönemi olduğunu göstermektedir.

Kemaleddin Şükrü Hz. Ali döneminde cereyan eden siyasi-dini olayları İslam Tarihinde Nifak: Ali adlı eserinde kronolojik olarak bir araya getirip durumlar karşı­sındaki kişisel görüşlerini de metne yansıtarak aktarmıştır. Biz ise bu bölümde Hz. Ali döneminde Müslümanlar arasında cereyan eden, doğrudan veya dolaylı olarak mezhepleşmeyi etkileyen vakıaları onun fikirleri çerçevesinde ayrıntılı bir biçimde eserinden nakledip, bu görüşleri İslam Mezhepler Tarihi Klasikleri ve İslam Tarihi­nin temel kaynakları ile kıyaslamak suretiyle çalışmamızda bütün yönleriyle ortaya koymaya çalışacağız.

Hz. Ali’nin Hilafete Seçilmesi ve Mezhepleşmedeki Rolü

Hilafet İçin Yapılan Görüşmeler:

Kemaleddin Şükrü’nün ifadesine göre, Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra Halifelik makamı dört gün boş kalmıştı. Asi­ler de dâhil bütün Müslümanlar devlet başkanlığına ve halifelik makamına münasip birinin geçmesi hususunda hemfikirdiler.1 Bunun üzerine Mısırlılar devletin başına bir an önce imamın geçmesi gerektiği hususunda birleşerek, yeni halifeyi seçmek ve bu    belirsizliğe    son vermek için Hz Ali’ye gelerek;

Ümmetin imamsız kaldığını, bu makamın da kendisine layık olduğunu, bunun için de ona biat etmek istediklerini söylemişti. Fakat Hz. Ali, buna razı olmayıp isteklerini geri çevirmişti. Bunun üzerine, yazarın naklettiğine göre Mısırlılar, zaman kaybetmeden Talha ve Zübeyr’e halifelik için müracaat etmişlerdi, fakat ikisi de onların bu isteklerini geri çevirmişti. Mısırlılar umduklarını bulamayınca Medinelilere, Medi- neliler de Hz. Ali’ye baskı yapmıştı, ancak Hz. Ali kararında ısrar etmiş ve: “Siz benden başka kimi isterseniz seçiniz. Ben ona biat ederim. ” demişti.4 Müellifin nak­line göre Mısırlılar îmâmet işinin gittikçe uzadığını görünce, Ensar ve Muhacirîn’e halifelik seçimi için iki gün mühlet verdiklerini, bu zaman zarfında bir halife seçe- memeleri durumunda Ali b. Ebî Tâlib, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvâm’ı da öldüreceklerini söyleyerek onları tehdit etmişlerdir.5 Bu durum Hz. Ali’ye izah edi­lince o Talha ve Zübeyr’i kastederek, intihap emrinin Bedir ehlinin işi olduğunu, do­layısıyla onların muvafakat etmesi durumunda kendisinin bu görevi kabul edebilece­ğini söylemiştir. Bunun üzerine Talha ve Zübeyr’e giden halk durumu izah etmişler­dir. Onlar ise halka uyum sağlayarak: “Siz seçiniz, biz de kimi seçerseniz ona biat ederiz. ” demiştir. Fakat Hz. Ali, Talha ve Zübeyr’in böyle söylemelerinin yetersiz olduğunu ve onların bizzat yanında bulunmaları gerektiğini, yoksa bu teklifi redde­deceğini söylemiştir. Bunun üzerine hemen Hâkim b. Cebel ile Malik b. Eşter Hz. Ali’yle görüşerek onu mescide götürmeye ikna etmiş; Talha ve Zübeyr’i de mescide getirmeleri hususunda ona söz vermişti.6

Artık Ali b. Ebî Tâlib’in halifeliği kesinleşmişti. Bu durum başta Ensar ve Muhacirler olmak üzere bütün Müslümanlara rahat bir nefes aldırmış ve aynı zaman­da doğması muhtemel olan yeni bir tehlikenin/nifakın önüne geçilmişti. Kemaleddin Şükrü’nün dediği gibi Hz. Ali ise halifelik seçiminde oldukça titiz davranmıştı. Çün­kü o, ileride zuhur edebilecek bir takım fitnelerin önüne geçmek için çaba harcamak­ta ve vuku bulabilecek yeni ihtilaflara kapı aralamamak için oldukça temkinli dav­ranmaktaydı.7

Kemaleddin Şükrü, Talha ile Zübeyr’in halifeliği istememelerinde Hz. Ali’den çekinmelerinin veya halifelik makamında Hz. Ali taraftarlarının onları rahat bırakmayacağını düşünmelerinin etkili olabileceğini iddia etmektedir. Bkz: Orbay, a.g.e., s. 39.

Müellifin ifadesine göre Hicretin 35. Yılında Talha Ubeydullah, Zübeyr b. Avvâm ve Emevîler hariç bütün Müslümanlar mescide toplanmıştı. Hâkim b. Cebel ile Malik Eşter bir grup askerle Talha ve Zübeyr’in bu­lundukları yere giderek onları mescide davet etmişlerdi. Fakat onlar: “Hele siz seçe­ceğiniz zata biat ediniz. Ondan sonra biz de icabına göre hareket ederiz. ” diyerek gelmek istemediklerini belirtmişlerdi. Bunun üzerine Hâkim b. Cebel ile Malik Eşter; Hz. Ali’nin seçilmesinde karar kılmadan evvel hilafeti onlara da sırayla arz ettikleri­ni; fakat kendi istekleriyle bu işe yanaşmadıklarını; buna rağmen biat için mescide gelmemelerinin anlamsız olduğunu onlara söyleyip: “Buna rağmen ittifak ettiğimiz kimseye biat etmez ve cemaate iştirak etmezseniz, ikinizin de kanını dökmek helal ve mubahtır. ”9 demek suretiyle onları tehdit etmiştir. 10 Bunun üzerine Talha ve Zübeyr,11 Malik Eşter ve Hakîm b. Cebel’in etkisiyle karar değiştirerek mescide gelmiştir. Fakat yazarın naklettiğine göre Hz. Ali onların mescide zorla geldiklerini anlamış ve bunun üzerine onlara emr-i hilafete rağbeti olmadığını, ikisinden birinin bu işte arzusu varsa elini uzatması durumunda ona hemen biat edebileceğini söyle­mişti. Fakat onların buna razı olmamış ve ardından Hz. Ali’nin elini alarak biat etmişti.

Kemaleddin Şükrü’nün naklettiğine göre ilk biat eden Talha b. Ubeydullah’tı. Uhud Savaşı’nda sağ eli sakatlandığı için sol elini kullanarak biat etmişti. Müslü­manlar arasında ilk biat eden elin sakıt olduğu için yapılan biatin de geçersiz oldu­ğuyla ilgili bir dedikodu yayılmıştı.14 Sa’d b. Ebî Vakkas, Abdullah b. Ömer, Mu- hammed b. Mesleme, Zeyd b. Sabit, K’ab b. Mâlik ve Hasan b. Sâbit gibi birçok sahabe ise biati en sona tehir etmiştir. Hatta bir rivayete göre bu hususta aralarında tar­tışma başlamış fakat Hz. Ali’nin müdahalesiyle bu tartışma sonlandırılmıştır.15

Fırkalaşmadaki Rolü:

Hz. Osman’ın öldürülmesinin ardından, naşının def­nedilerek, hilafetin Hz. Ali için uygun görülmesi ve biatin gerçekleşmesi, yeterince gergin ve karışık olan bu siyasi ortamın biraz yumuşamasına neden olacağına daha büyük sıkıntıları beraberinde getirmişti. Özellikle Hz. Osman’ın ölümünün siyasete alet edilmesi ve biat gerçekleşene dek yapılan görüşmeler başka anlaşmazlıkların zu­hur etmesine zemin hazırlamıştır. Fakat burada üzerinde durulup düşünülmesi gere­ken birkaç nokta vardır. Bunlardan biri Hz. Osman’ın şehit edilmesi meselesidir. Hz. Osman’ın evi kuşatıldığında, günlerce muhasara altında aç ve susuz bırakıldığında ashab-ı kibriyâ ve özellikle de Hz. Ali asilere engel olmak için acaba neden bu işle bizzat ilgilenmemişti?16 Kaynaklarda Hz. Ali’nin Hz. Osman’a destek için oğlu Ha- san ve Hüseyin’i ona gönderdiğine dair rivayetler bulunsa da, bu durum, bu sorunun sorulmasına engel teşkil etmemektedir. Zira Hz. Ali hem tecrübe hem de saygınlık bakımından oğulları Hasan ve Hüseyin başta olmak üzere Talha ve Zübeyr gibi bir­çok sahabeden de önde, sözü dinlenir bir şahsiyetti.

İkinci bir husus Talha b. Ubeydullah ile Zübeyr b. Avvâm’ın biatleri mesele­sidir. Bu hususta birbirine muhalif birçok nakil mevcuttur. Fakat gerçek şudur ki da­ha sonraları Hz. Ali’ye muhalif kesimin arasında yer alan bu iki sahabe ya hakikatten cebr altında kalarak; ya gönülsüz kalarak Hz. Ali’ye biat etmişlerdir. Ya da gönül hoşnutluğuyla biat etmişler fakat daha sonra Hz. Ali, Hz. Osman’ın katilleri husu­sunda aceleci davranmayınca ona muhalif olmuşlardır. Bu konudaki görüşler net ol­mamakla birlikte esas sorun teşkil eden Küfe ve Basralıların Talha ve Zübeyr’e olan tutumlarıdır ki kaynaklarda zikredildiğine göre Hz. Ali’ye olan biatlerinden dolayı, Küfeliler Zübeyr’e, Basralılar da Talha’ya kin beslemeye başlamışlardı. Çünkü Hz. Osman’dan sonra Küfeliler Zübeyr’in, Basralılar da Talha’nın halife olmasını arzu­lamaktaydılar. Öte yandan ekseriyetini Hz. Osman’ın aleyhtarlarının oluşturduğu Mısırlılar Hz. Ali’nin halife seçilmesine hatta Talha ve Zübeyr’in de Hz. Ali’ye biat ettiklerine ve bu konuda fikir birliği içinde olduklarına bir hayli sevinmişlerdi.

Öte yandan nakledilen rivayetler ışığında olayı ele alacak olursak; Hz. Ali Talha ve Zübeyr’e biat anında bile “kendisinin bu işe pek de istekli olmadığını, eğer isterlerse halifeliğe onların geçebileceğini ” defalarca söylemiştir. Buna rağmen aca­ba neden Talha ve Zübeyr bu işe yanaşmamıştır? Bu durumda ise Malik Eşter ile Hakim b. Cebel’in bu hareketinin ne derece doğru olduğunu ve ayrıca onların bu yaptıklarından Hz. Ali’nin haberdar olup olmadığını sorgulamak gerekir. Doğrusu bu sorulara cevap vermek oldukça güç görünmektedir. Çünkü yukarıda da izah ettiğimiz gibi kaynaklarda bu hususta birbirine muhalif birçok rivayet mevcuttur. Fakat bizim bu husustaki kanaatimiz, siyasi idareye karşı huruç ederek Hz. Osman’ı katleden Ha­rici zihniyetli kişiler, îmâmet makamına Hz. Ali’yi geçirmek için Talha ve Zübeyr’i tehdit etmiş olduğudur. Çünkü Hariciler, Talha veya Zübeyr hilafete geçmesi duru­munda Hz. Osman’ın katli hususunda katilleri cezalandıracağını bilmekteydiler. Hz. Ali’nin ise bir takım sebeplerden ötürü bu hususta esnek davranacağını da çok iyi bilmekteydiler. Öte yandan şöyle düşünmek gerekir ki; Müslümanlar zaten Hz. Os­man’ öldürüldükten sonra siyasi olarak tefrikaya düşmüştü. Hem siyasi hem de dini açıdan adeta kaosu andıran bu ortamda yapılan halifelik seçiminde halkın sağlam ve kararlı iradesini ortaya koyması beklenemezdi.

Üçüncü olarak üzerinde düşünülmesi gereken nokta Hz. Ali’ye biat etmeyen­lerle ilgilidir. Bilinmektedir ki; seçim esnasında Sa’d b. Ebi Vakkas ve îbn Amir gibi bazı sahabiler biatini tehir etmiş; Hassan b. Sâbit, Ka’b b. Mâlik, Mesleme b. Muhallid, Ebû Said el-Hudri, Muhammed b. Mesleme, Nu’man b. Beşir ve Zeyd b. Sâbit gibi bazı sahabiler ise Hz. Ali’ye biat etmemişlerdi. Neden bazı sahabiler bi­atlerini tehir ederken bazılarıysa hiç biat etmemişlerdir? Özellikle biat etmeyenleri, sadece “Hz. Osman taraftarı ” olarak nitelemek eksik ve belki de yanlıştır. Onları bi­at hususunda temkinli davranmalarında, hatta biate hiç bulaşmamalarında toplumun her açıdan tamamen kargaşa içerisinde olmasının önemli bir rol oynayabileceğini de söylemek mümkündür.19 Bu kaos ortamı, bazı sahabileri biatlerini tehir etmelerine, bazılarını ise seçime hiç karışmamasına (Mürcie) sevk ettiği ise açıktır.

Kısaca söylemek gerekirse Hz. Ebû Bekir’in ve Hz. Osman’ın halifeliğe se­çilmesinde “İmâmet” meselesinde Müslümanlar arasında bir takım anlaşmazlıklar vuku bulduğu gibi, Hz. Ali’nin de halifeliğe intihabında da benzer sorunlar yaşan­mıştır. Hz. Ali’nin seçimi için yapılan görüşmeler ve bu görüşmeler neticesinde onun îmâmet makamına geçişi bir takım tefrikaları ve nifakları da beraberinde sürüklemiş­tir. Yukarıda da izah ettiğimiz gibi bazı Müslümanlar onun îmâmetini kabul ederken bazıları reddetmiş, bazıları ise bu hususta tarafsız ya da kararsız kalmayı tercih et­miştir ki bu ihtilaf, Müslümanların fırkalaşmasında bizzat rol oynayan ve Eş’arî’nin nakline göre ‘asırlarca süren ’ bir ihtilaftır.

Hz. Ali’nin hilafete seçilmesi, Müslümanların fırkalaşmasında bir rol oyna­mıştır. Harici zihniyetli asîler, Hz. Ali’nin îmâmet getirilmesine razı olmuştur. Çün­kü bu siyasi ortamda, Hz. Osman aleyhtarlığı duyguları, onları Hz. Ali’ye yandaş olmaya itmiştir. Öte yandan Hz. Osman’ın öldürülmesinde Harici zihniyete bir tepki olarak doğan ve tarafsızlığını ilan eden Mürcie Hz. Ali’nin îmâmete intihabında da tarafsızlığını sürdürmüş ve siyasetten uzak durmuştur.

Hz. Ali’nin hilafete geçmesi, Şiî zihniyetinin oluşmasına hız kazandırdığı bir gerçektir. Bilinmektedir ki; Şîa’ya göre; imamlar, tıpkı peygamberler gibi masum­durlar. Onlar Allah’ın kanunlarını koruyan, gözeten ve sürekliliğini sağlayan kimse­ler oldukları için konumları itibariyle peygamberler gibidirler. Mazlumun intikamını zalimden almaları, fesat ve nifakın ortadan kaldırılması için imama ihtiyaç vardır ve bu sebeple imam onlara göre Allah’ın lütfudur. Dolayısıyla Şîa’ya göre Hz. Ali’nin îmâmete geçmesi nifak ve ihtilafların ortadan kaldırılacağına, gasbedilen imamlık hakkının geri kazanılacağına, mazlumun ahının zalimlerden alınacağına delalet et­mektedir.

Cemel Vakası ve Fırkalaşmadaki Yeri

Yukarıda da izah ettiğimiz gibi Hz. Osman’ın öldürülmesiyle çözümü nere­deyse imkânsızlaşan sorunlar Cemel Savaşı’yla artık iyice içinden çıkılmaz bir hal almıştı. Bir tarafta Bedir, diğer tarafta ise Uhud kahramanlan başta Arap Yarımadası olmak üzere bütün îslam Memleketlerini saran siyasi havadan etkilenerek birbirine kılıç çekmişti. Binlerce mümin, binlerce müminin kanını dökmüştü. Böylesine kanlı bir savaşı tarihe kazıyan ve aradaki nifak tohumlarını eken münafıklar aynı sadece Müslümanların kanını dökmesine sebebiyet vermemiş, asırlar boyu problem olarak devam edecek olan büyük bir ayrışmaya sebep olmuştur.

Talha ve Zübeyr’in Tutumu:

Müellifin nakline göre biat akşamı Talha b. Ubeydullah ile Zübeyr b. Avvâm, Ali b. Ebî Tâlib’i ziyarete gelmiş; ondan Hz. Os­man’ın katillerinin kısasını istemişti. Ancak Hz. Ali onlara haklı olduklarını, ama şe­hir isyancı kuvvetlerin elinde olduğu için ve kuvvet bakımından onlar daha üstün ol­duğu için katillerin cezalandırılmasının henüz imkânsız olduğunu, dolayısıyla böyle karışık bir ortamda bir icraat yapmanın uygun olmayacağını ve ortalığın biraz yatış­ması gerektiğini dile getirmişti. Yazarın naklettiğine göre bunun üzerine, Talha ve Zübeyr biatten sonra Hz. Ali’ye gelerek Basra ve Küfe valiliklerini istemiş, fakat Hz. Ali onların kendisi için birer müşavir olduklarını gitmeleri durumunda çevresinde istişare edebileceği kimsenin kalmayacağını ileri sürerek isteklerini reddetmişti.

Cemel Savaşı:

 Kaynaklarda nakledildiğine göre Hz. Aişe Hz. Osman’ın öl­dürülmesinden yaklaşık 20 gün evvel, hicretin 35. yılında, Hac için Mekke’ye gitmiş, fakat Hac dönüşünde halifenin öldürüldüğünü ve yerine Ali b. Ebî Tâlib’in halife se­çildiğini duyunca, bir müddet Mekke’de kalmaya karar vermişti. Ayrıca halifenin şehit edilmesinin ardından huzur ve sükûnetin bozulması sebebiyle başta Talha, Zübeyr, Basra ve Yemen’in eski valileri olmak üzere Hz. Osman’ın yandaşlarının çoğu Mekke’ye gelmişti. Özetle, Medine ile kıyaslanacak olursa Mekke’de topla­nanların çoğunu Hz. Osman taraftarları ve onun katillerinin bulunup cezalandırılma­sını isteyen kişiler oluşturmaktaydı ve Hz. Ali’nin derhal katilleri cezalandırmasını arzuluyorlardı. Mekke’de bir araya gelen bu kitle, Hz. Ali karşısında ayaklanmak için, zaman zaman Hz. Aişe önderliğinde bazı toplantılar düzenlemişti.26 Bu istişare­lerin neticesinde Hz. Aişe ve beraberindekiler, Ali b. Ebî Tâlib’ten Osman b. Affân’ın katillerinin kısasını talep etmek, hakkın yerini bulması için gerekirse sa­vaşmak ve katilleri savaşta öldürmek için bir ordu hazırlayıp Hz. Ali’nin üzerine yü­rümeye karar vermiş ve üç bin kişilik bir orduyla, hicretin 36. senesinde, Basra’ya hareket etmişti.       Kemaleddin Şükrü, orduyu “arzuları tatmin edilmemiş, hırslarını

alamamış, şahsi duygularıyla hareket eden fesatçılar” olarak, Hz. Aişe’yi ise nifak­çıların elebaşı” olarak nitelendirmektedir. Ayrıca amaçlarının sadece “nifak ve bozgunculuk çıkarmak” olduğunu öne sürmekte ve Ifk Hadisesini kastederek Hz. Aişe’nin; vali olmak istediklerini kastederek Talha ve Zübeyr’in, Hz. Ali’ye muhalif davranmasında kişisel duygularının önemli bir şekilde rol oynadığını iddia etmekte­dir.31

Yazarın ifade ettiğine göre Mekkeliler hazırladıkları orduyla Basra’ya vardık­larında, Basra valisi Osman b. Huneyf ve ordusuyla arasında Mekkeliler kanlı müca­deleler vuku bulmuştu. Bu mücadelelerde, Mekkeliler Osman b. Huneyf i bayılıncaya kadar döverek, saçını sakalını yolup önce hapsetmiş,  sonra ise hapsedildiği yerden çıkarılarak, çıplak bir vaziyette Medine’ye sürmüştü. îdare ise tamamen Mekkelilerin eline geçmişti.34

Bunun üzerine, hicretin 36. senesinde, tamamını Ensar ve Sahabilerin oluş­turduğu Hz. Ali komutasında bir ordu, Basra’ya hareket etmişti. Osman b. Huneyf, Zikâr adında bir yerde Hz. Ali karşılaşmış ve ona kendisine yapılanları iletmişti. Bu­nun üzerine Hz. Ali’nin bu durum karşısında çok üzülmüş ve ellerini kaldırıp, yaptık­ları hataları anlamaları ve nedamet duymaları hususunda Mekkelilere dualarda bu­lunmuştur.36 Yazarın naklettiğine göre Hz. Ali, Basra’ya varınca barış görüşmelerini başlatmış, bu görüşmeler netice vermeye başlamış ve tansiyon iyice düşmüştü. Kemaleddin Şükrü’nün naklettiği bilgilere göre; Hz. Ali konuşmasında Talha’ya ve Zübeyr’e serzenişte bulunmuş ve onlara yaptıklarının yanlış olduğunu ayetlerle ha­dislerle izah etmiştir. Hz. Ali’nin, “Hatırında mı? Bir gün Rasûl-ü Ekrem sana hita­ben: ‘Zübeyr sen zalim ve haksız olduğun halde bir gün gelecek Ali ile mukatele ede­ceksin’ demişti. Bu hadisi ne çabuk unuttun?” sözü üzerine Zübeyr b. Avvâm yaptığına pişman olmuş ve Hz. Ali’nin yanından ayrılmıştır.

Bu görüşmelerin neticesinde ortalık biraz yumuşasa da iki tarafta da savaşı şiddetle arzu edenler vardı. Özellikle Talha ve Zübeyr’in oğullarının savaşmayı arzu­ladıkları eserde kayıtlıdır. Bu yüzdendir ki Zübeyr b. Avvâm, Hz. Ali ile görüştükten sonra Hz. Aişe’nin ve kendi oğullarının yanında uYemin ederim ki ben Ali ile savaşmam. Buradan çekip gideceğim” demesi üzerine ona ilk itiraz bizzat oğlu Abdul­lah’tan gelmiştir.40

Görüşmeler neticesinde, Cemel Vakası barış ile sonlandınlacakken, Malik Eşter, Halit b. Mülcem ve Abdullah Reşâ,41 gibi bir takım Haricî zihniyetli nifakçılar, geceleyin, aralarında gizli bir toplantı düzenleyip, “Eğer Ali; Talha, Zübeyr ve Aişe ile sulh yaparsa yarın bunlar hep birleşirler ve Osman ’ın katili sizsiniz diye bizim üzerimize hücum ederler. Ne yapacaksak hemen bu geceden yapalım. ” diyerek; sa­baha karşı kendi kuvvetlerinin de desteğiyle iki tarafı birbirine düşürmek için gizlice hem Mekkelilere hem de Medinelilere saldırma kararı almışlardır.          

İslam tarihi eserlerinde emri altındaki askerlerin yaklaşık 2500 kişiyi bulduğu nakledilen43 bu ni­fakçıların bir kısmı, h. 36’da, Cemaziyelahir’in 14’ünde sabaha karşı gizlice Mekkelilerin üzerine hücum ederken, diğer bir kısmı ise Medinelilere saldırmıştı. Yazarın naklettiğine göre bu olay Cemel Savaşı’nın başlangıcı olmuş, iki taraf da ne oldukla­rını anlamadan savaşa sürüklenmişti. Hz. Aişe’nin yanı sıra, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvâm ve onun oğulları da savaşa dâhil olmuştu.44 Bu sırada Zübeyr b. Avvâm harp meydanından kaçmaya başlamıştı. Bu durumu gören Ahnef b. Kays, Amr b. Cürmüz’ü Zübeyr’in üzerine göndermiş, İbn Cürmüz ise Vedâyı Sâya adında bir mevkide onu yakalayarak öldürmüştü.45 Öte yandan Mervan b. Hakem’in attığı bir okla Talha b. Ubeydullah ölmüştü.46 Kemaleddin Şükrü’nün nakline göre, savaş şiddetlendiği bir sırada, Hz. Ali, Hz. Aişe’yi öldürmek isteyen askerleri görünce he­men onun devesinin yanına sokulup “Bu deve çökmedikçe bu kanlı savaş bitmez. ”demiş ve bunun üzerine askerlerden biri devenin bacaklarını kılıçla keserek deveyi düşürmüş ve savaşı bitirmişti.47

Yazarın naklettiğine göre Hz. Ali savaşın sona erdiğini, kaçanların peşine dü- şülmemesini, yaralıların öldürülmeyip tedavi edilmesini ve evlere baskın yapılmama­sını askerlerine ilan etmiştir.  Akabinde Ammar b. Yâsir ile Muhammed b. Ebû Bekr, Hz. Aişe’yi savaş meydanından alarak Basra’da bir eve getirmişti. Hz. Ali sa­vaştan sonra Hz. Aişe’yi ziyaret edip, hatırını sormuş, onun için dualarda bulunmuş ve istediği yere gitmesi hususunda ona izin vererek gerekli yardımlarda da bulun­muştu. Hz. Aişe ise Medine’ye dönmek isteyince ona yol boyu birkaç mil eşlik ede­rek onu yollamıştı.49

Ganimetler Hususundaki Anlaşmazlık:

Nakledilen bilgilere göre savaştan sonra Müslümanlar arasında ganimetler hususunda yeni bir fitne zuhur etmişti. Hz. Ali ile beraber Cemel harbine katılanların bir kısmı, özellikle Mısırlılar, ganimet elde etmek için savaşa katılmıştı. Savaş lehlerinde sonlanınca da Hz. Ali’ye müracaat ede­rek bir an önce hisselerinin dağıtılmasını talep etmişlerdi. Hz. Ali ise onları azarlayıp ve onlara ‘savaşılan tarafın Müslümanlar olduğunu, savaşın da bir zaruret olduğunu, dolayısıyla ganimetlerinin miras yoluyla ailelerine düştüğünü’ söylemiş ve ganimet­leri şehitlerin varislerine dağıtmıştı.50 Bunun üzerine onlar da Hz. Ali’ye, savaşa ka­tılmaktan pişmanlık duyduklarını dile getirip, ona ta’n ederek Basra’dan ayrılmış ve Kûfe’ye gitmişlerdir.51 Akabinde Hz. Ali de Basra’ya vali olarak Abdullah îbn Ab- bas’ı tayin ederek vakit kaybetmeden Kûfe’ye dönmüş ve hilafet merkezi olarak ora­yı tercih etmiştir ki Müellif Hz. Ali’nin Kûfe’ye dönmesini, Mısırlıların ona muhalif ve kızgın bir şekilde oraya gitmelerine bağlamaktadır. Nitekim îbü’l-Esîr’in naklet­tiği bir rivayet bu görüşü teyit etmektedir. Bu rivayete göre Hz. Ali savaş sonrası mevcut karışıklıkları önlemek için Basra’da biraz daha kalmak istemişti. Ancak Ab­dullah îbn Sebe ve diğer Haricîlerin Hz. Ali’den izin almadan Basra’dan ayrılıp Kûfe’ye dönmelerini Hz. Ali şüpheyle karşıladığı için onların hemen akabinde he­men Kûfe’ye gitmiştir.53

Cemel Vakası’nın Fırkalaşmaya Etkisi:

Cemel Savaşı, Hz. Osman’ın ölü­münden sonra ilk kez iki Müslüman grubun birbiriyle amansız bir mücadeleye girdi­ği ve binlerce Müslümanın binlerce Müslümanı katlettiği bir savaş olması hasebiyle îslam Mezhepler Tarihi açısından büyük bir önem ifade etmektedir. Modern dönem araştırmacılarından Abdulcabbar Adıgüzel, bu konunun önemini şöyle vurgulamıştır:

“Bu savaş, insanların zihninde birtakım problemlerin oluşmasına sebebiyet ver­miştir; çünkü savaşan ve savaşılan ile öldüren ve öldürülenler hep Müslüman olmakla beraber her iki taraf da kendi safında ölenleri şehit ilan etmekteydi. Hâl­buki Peygamber’in: “iki Müslüman çarpışırsa ölen de öldüren de cehennemde­dir 5 hadisine göre iki taraf da tehlike içerisindeydi. Bir kısmı Peygamber ile savaşlara katılıp cennetle müjdelenmiş olan bu insanların durumu merak konu­suydu. Osman b. Affân’ın katlinden sonra bu durum ve ilerde de devam eden olaylar, mezheplerin ayrım noktalarından biri olan iman-amel, kaza-kader, husn- kubh, halku’l-efal, salah-aslah, mürtekib-i kebire gibi Kelâm problemlerin orta­ya çıkmasına ve asırlar boyu tartışılmasına zemin hazırlamıştır.”55

Havaric açısından düşünüldüğünde, Cemel vakası, Hariciliğin doğuşunda doğrudan etkili olmasa da, Harici zihniyetin oluşmasında etkili olmuş ve Haricilerin giderek tehlikeli bir hal aldığının altını çizmiştir. Aslında, Kemaleddin Şükrü’nün “harici” olarak nitelediği asilerin ayaklanıp Hz. Osman’ı öldürmeleri, sonraki prob­lemlere zaten kapı aralamıştı. Bu problemler tam barış yoluyla çözülecekken, Hz. Osman’ın öldürülmesinde etkin bir şekilde rol oynayan Haricî liderler Cemel Savaşı’na sebebiyet vererek dolaylı olarak binlerce Müslümanın da katili olmuştu.

Öte yandan Cemel Vakası, Şiî zihniyetin teşekkülünde de önemli bir rol oy­namaktadır. Hz. Ebû Bekir’den beri sınırlı bir şekilde varlığını koruyan Hz. Ali’nin taraftarlığı, Hz. Ali’nin halifeliğe gelişiyle ve Cemel Savaşıyla daha da güçlenmiştir. Cemel vakasını değerlendiren Şiî müelliflerinden Tabtabâî, Hz. Ali dönemi iç karga­şalarında, Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’in diğer iç kargaşalara sebebiyet verenlerin, şahsî menfaatleriyle hareket ettiklerini öne sürmektedir.56 Aslında Kemaleddin Şük- rü’nün bu husustaki düşünceleri Şîa çizgisine oldukça yakındır. Nitekim yukarıda naklettiğimiz gibi Kemaleddin Şükrü Orbay, Hz. Aişe’nin de Talha ve Zübeyr’in de şahsî duygularla hareket ettiğini ileri sürerek onları “Nifakçılıkla ” nitelendirmiş hatta Hz. Ali’ye karşı ayaklanmalarını “huruç etmek” olarak nitelendirmiştir.

Aslında Şîa’ya karakteristik bir renk kazandıran îmâmet anlayışı neticesinde Hz. Ali’nin insanüstü bir varlık olarak tasavvur edilmekte, onun karşısında olan her­kes Şiîler tarafından zemmedilmekte ve lanetlenmektedir. Hatta Şiî müellifler, bu gö­rüşlerini temellendirmek için bazı ayetleri tevil etmekte ve bazı hadisler nakletmekte- ler. Bu anlamda değişik bâtıni yorumlara başvurmaktadırlar. Bu inançla yola çıkan Şiîler, Hz. Ali’nin Cemel Vakası’nda tamamen suçsuz olduğunu (ki zaten imamlar masumdur) ve ona karşı gelen Talha, Zübeyr ve Hz. Aişe’nin de ve onların ordusu­nun kâfir olduğunu iddia etmektedir. Nitekim Şiî müelliflerden Şeyh Müfîd, bir ese­rinde Cemel olayından bahsederken, Hz. Aişe, Talha ve Zübeyr için: “Günahkârlar, kalleşler, hainler, dönekler, fasıklar, hak yoldan sapanlar, doğruluktan uzaklaşan- lar” olarak bahsetmektedir. Ayrıca onların Hz. Osman’ın kanını talep etmeye hakla­rının olmadığını, Hz. Osman’ın katillerini bahane ederek Hz. Ali’yi öldürmek iste­diklerini, zaten onların evvelden beri kâfir olduklarını ve bunu gizlediklerini, Hz. Peygamber’in ise bunu bildiğini ve bu nedenle Hz. Ali’ye onlarla savaşmayı farz kıldığını, dolayısıyla kanlarının helal olduğunu nakletmektedir.

Şiî müelliflerinden Tabtabâî ise Cemel Savaşını birtakım ekonomik nedenlere bağlamaktadır. Bu konuyu Abdulcabbar Adıgüzel bir makalesinde şöyle naklet­mektedir:

“’Şîa’nın görüşüne göre bu iç savaşlara neden olanların şahsi menfaatlerinden başka bir maksatları yoktu. Üçüncü Halifenin kanını gütme davası, avam halkı aldatma aracından başka bir şey değildi.’ diyerek söze başlayan Tabatabâî, de­vam eden cümleleriyle savaşa asıl sebep olan şeyin beytülmalin taksimi ile ilgili olduğunu iddia etmiştir. Ona göre; Ömer b. el-Hattâb’dan bu yana beytülmal, adaletsiz taksim ediliyordu ve belli bir kesim sürekli olarak hazineden nemalanı- yordu. Ali b. Ebî Tâlib halife olduktan sonra adaleti sağlamıştı; ancak bu durum öteden beri ayrıcalıklı olanların, menfaatlerine dokunması sebebiyle, hoşuna gitmediği için ihtilaf ve fitne çıkmıştı.”59

Sıffın Vakası ve Hariciliğin Doğuşu

Sıffîn Vakası:

Hz. Ali Halifelik makamına geçince, onun önemli bir icraatı Hz. Osman’ın atadığı valilerin ivedilikle değiştirilmesi olmuştu ki bu durumu Kemaleddin Şükrü “İdareyi Ümeyyeoğulları’nın elinden kurtarmak60 olarak yorumlamaktadır. Valile­rinin değiştirilmesi politikasının bir parçası olarak, o evvela Amr b. As ile Muaviye b. Ebû Süfyan’ı azletmek istiyordu. Nakledildiğine göre bu hususta Muğire b. Şu’be ve Abdullah b. Abbâs ile bazı istişarelerde ve görüş alışverişinde bulunmuştu.61

Hz. Ali, yaptığı görüşmeler neticesinde belli bir karara varmış ve bu karar mucibince Ubeydullah b. Abbâs’ı Yemen’e, Osman b. Huneyfi Basra’ya, Kasem b. el-Abbas’ı Mekke’ye, Sehl b. Huneyfi Şam’a, Kays b. Sa’d’ı Mısır’a ve Umara b. Şihâb’ı da Kûfe’ye tayin etmiştir.62

Muaviye’nin Hz. Ali Aleyhinde Faaliyetleri: Kemaleddin Şükrü’nün nak­lettiğine göre, hicretin 35. yılında, Nu’man b. Beşîr, Muaviye’nin isteği üzerine Hz. Osman’ın kanlı gömleğini ve eşi Nâile’nin kesilmiş parmaklarını alarak Şam’a Muaviye’ye götürmüştü.63 Muaviye ise bu kanlı gömlekle kesik parmakları Emevî Camii’nin minberinde teşhir etmek suretiyle halkı tahrik edip Hz. Ali’ye karşı Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılması hususunda kışkırtıyordu.64 Öte yandan Muaviye Hz. Ali’nin gönderdiği vali Sehl b. Huneyfi tanımamış, Ali b. Ebî Tâlib’in Hz. Osman’ın katilleri hususunda rahat davranması Muaviye’yi ona biat etmemeye itmişti.65

Yazarın nakline göre savaştan sonra Mısırlıların az bir kısmı ve Şam hariç birçok şehirden biatler gelmeye başlamıştı. Şam’da ise halkı ile sıkı bir bağı olan Muaviye Hz. Ali’ye biat etmeme hususunda kararlıydı. Hz. Osman’ın şehit edilme­sinden arta alan kanlı gömlek ve kesik parmakların minberde sergilenmesi halkı ga­leyana getirmekle kalmayıp, Hz. Ali’ye olan kinlerini de artırmaktaydı. Her gün muhtelif yerlerde halka hutbeler okunmakta ve Hz. Ali’nin bu cinayetin gerçekleş­mesinde önemli rol oynadığı kanaati halka telkin edilmekteydi. Hz. Ali bütün bunları göz önünde bulundurarak, yapılacak en mühim işin kendi arzusuyla mutavaat etme­yen Muaviye’yi ve halkını kılıç zoruyla boyun eğmeye mecbur etmek olduğuna karar vermişti.66

Filistin’de bulunan Amr b. el-Âs da, “Muaviye b. Ebî Süfyan ’ın ve Mısır hal­kının bir kısmının desteğini kazanarak Hz. Ali’ye karşı harekete geçeceğini” duyunca Hz. Ali’ye karşı bir hamle yaparak, h. 36’da, Muaviye ile ittifak etmişti.67 Müellifin naklettiğine göre Amr, Şam Camii minberinde sergilenen Hz. Osman’ın kanlı göm­leğini ve eşi Naile’nin kesik parmaklarını “Onları kaldırıp bir yerde sakla sonra Muharebe vaktinde çıkar ve halka teşhir et. O zaman insanların gayret ve muhabbet damarları harekete gelerek Ali ile cenge hırslanırlar.” diyerek Muaviye’ye kaldırtmıştı.

Öte yandan Hz. Ali Kûfe’ye gidince, Azerbaycan valisi Eş’as b. Kays el- Kindî ve Hemedan valisi Cerîr b. Abdullah el-Becelî ile Muaviye hakkında çeşitli is­tişarelerde bulunmuştu. Ardından ise Muaviye’nin kendisine biat edip etmeyeceği hususunda kesin bir bilgi alması için Cerîr b. Abdullah’ı Şam’a elçi olarak gönder­mişti. Fakat Muaviye Cerîr’i oyalayıp ona net bir cevap vermeyerek zaman kazan­maya çalışmıştır.69 Muaviye ayrıca Humus Sancağı Emîri Şurahbil b. Sımt el- Kindi’nin desteğini almayı başarmış ve onun aracılığıyla bütün Şam’ı Hz. Ali’ye karşı savaşa davet etmişti. Ardından ise Cerîr’e gönül rahatlığıyla ret cevabı vermişti.

Müellifin naklettiğine göre Muaviye ordusunda sahabeden hiç kimsenin bu­lunmamasından rahatsız olduğu için Amr b. el-As ile istişare ederek Medine’de bazı sahabilere davet babında mektup göndermiştir. Fakat mektuplardan istediği cevabı alamayınca bu defa Ubeydullah b. Ömer, Sa’d b. Ebî Vakkas ve Muhammed b. Meslemetü’l-Ensarî’ye ayrı ayrı mektup yazarak desteklerini istemiş, fakat hepsi bu işte bitaraf olduklarını, Müslümanlara ve özellikle de halifenin olduğu tarafa kılıç çekmenin bir mümin olarak kendilerine yakışmayacağını (Mürcie) açıkça yazmışlar­dır.74

Savaş ve Hakem Tayini:

Yazarın nakline göre Hz. Ali, Muaviye’den ret ce­vabını alınca vakit kaybetmeden, hicretin 36. senesinde, 80’i Ashâb-ı Bedir olmak üzere toplamda 880 sahabenin içinde bulunduğu bir ordu hazırlayarak savaş için se­fere çıkmıştı.76 İki ordu Sıffîn’de karşılaşmış ve aralarında ilk tartışma su meselesin­den kaynaklanmıştı.77 Şamlılar işgal ettikleri Fırat nehrinin suyundan İraklıların ya­rarlanmalarını istememiş ve “Onlar Hz. Osman ’ı nasıl günlerce susuz bıraktıysa biz de onları öyle susuz bırakacağız. ” diyerek suyun yasaklanmasını istemişlerdi. Bunun üzerine ortalık yeniden kızışarak çarpışmalar başlamış ve bu çarpışmalar Zilhicce ayının sonuna kadar, birer ikişer gruplar halinde sürekli devam etmişti. Hz. Ali defalarca barış görüşmeleri için elçi göndermiş ancak bu görüşmelerin hiçbi­rinden bir netice elde edilememişti. Bunun üzerine Hz. Ali savaşmak üzere nihaî kararı vermişti ve çarpışmalar başlamıştı.          Savaş iyice şiddetlenip de Hz. Ali’nin ordu­ su üstünlük elde etmeye başlayınca, Amr b. el-As, Muaviye’ye askerlerine derhal Kur’an’ları mızrakların uçlarına takıp havaya kaldırmaları hususunda emir vermesini istemişti. Muaviye denileni yapmış ve askerler mızrakların uçlarına Mushafları ta­kıp havaya kaldırarak “Sizi Kitabullah ’a davet ediyoruz. ” diye seslenmeye başlamış­tı. Eş’arî bu durumu şöyle nakletmektedir:

“Ali b. Ebî Tâlib döneminde, öncelikle Talha, Zübeyr ve onların Ali’ye karşı sa­vaşmaları sonra da Muâviye’nin Ali ile savaşı konusunda ihtilaflar meydana gel­di. Ali, Muâviye ile Sıffîn’de karşı karşıya geldi. Gerek Ali gerekse Muaviye’nin orduları kılıçları kırılıncaya, mızrakları parçalanıncaya ve güçleri tükenip bitkin düşünceye kadar birbirleriyle savaştı. Savaşmaktan yorgun düşen iki taraf da bir­birlerini suçlamaya başladılar.

Muâviye: “Ey Amr! Sen içine düşüp de çıkmak istediğin her türlü sıkıntılı du­rumdan çıkmayı başardığını iddia etmedin mi?” dedi. Amr b. el-As: “Evet” dedi.

Bunun üzerine Muaviye: “Öyleyse başımıza gelen bu sıkıntıdan çıkış yolu ne­dir?” dedi.

Amr b. el-As: “Hayatta kaldığım sürece Mısır’ın elimden çıkmaması konusunda bana söz verir misin?” dedi. Muaviye de: “Evet! Bu konuda, Allah adına sana söz veriyorum.” dedi.

Amr: “Mushafları yukarı kaldırmalarını emret. Sonra Şamlılar İraklılara, “Ey İraklılar! Aramızda Allah’ın Kitab’ı vardır” desin. Eğer bu isteğini kabul ederse, taraftarları ona muhalefet eder. İsteğine karşı çıkarsa, yine taraftarları ona muha­lefet eder.”

Amr b. el-As, ona bu görüşünü söylerken sanki ince bir perdenin arkasından gaybı görüyordu. Muâviye, taraftarlarına mushafları yukarı kaldırmalarını ve Amr b. el-As’ın söylediği şeyi yapmalarını emretti. Onlar da bunu yaptılar. Bu­nun üzerine İraklılar, Hz. Ali’nin işine karıştılar ve onu, Ali’nin bir hakem Muâviye’nin de bir hakem göndereceği tahkime (hakem tayinine) zorladılar. İraklıların kendisine uymaktan kaçınmaları üzerine Ali bunu kabul etti. Ali’nin bunu kabul etmesi üzerine, Muâviye ve Şamlılar Amr b. el-As’ı, Ali ve İraklılar da Ebû Mûsâ’yı hakem olarak gönderdiler ve birbirleriyle bazı anlaşmalar yaptı­lar. Ali taraftarları bunun üzerine ihtilafa düştüler ve dediler ki: “Allah Teâlâ, “Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar onlarla savaşın.” diyor; “azgınlara hakem tayin edin” demiyor. Eğer onlarla savaşmaya dönmez ve onlarla tahkimi kabul ettiğin küfre girdiğini kabul etmezsen, sana karşı harp ilan eder ve seninle savaşı­rız.” Bunun üzerine Hz. Ali şunları söyledi: “İşin başında size karşı çıkmıştım. Siz ise onların istedikleri şeyi kabul etmede direndiniz. Bunun üzerine onların is­teklerini kabul ettik ve onlara sözler verdik. Bizim (onlarla savaşmak için) bir gerekçemiz yoktur. Böylece onun azledilmesi ve tahkîm sebebiyle tekfir edilmesinde direttiler ve ona karşı çıktılar. Onlara Havâric ismi verildi. Çünkü onlar, Ali b. Ebî Tâlib’e karşı çıktılar. Bu, bugüne kadar devam eden bir ihtilaftır.”82

Kûfelilerin büyük bir kısmı (Hariciler) Kitabullah’a davet olundukları için savaşı bırakmak istemişler, fakat Hz. Ali savaşmaya devam etmelerini, bunun bir hile olduğunu onlara anlatmışsa da askerleri onu dinlememişti. “Kitabullah ’a davet olun­duğumuz cihetle icabetten başka bir şey yapamayız. ” diyerek savaşı bırakmışlardı. Hz. Ali onlara savaşmaları için ısrar edince, Haricilerin ileri gelenlerinden biri ona “Ya Alil Kitabullah ’a icabet et. Yoksa seni düşmanlarına teslim ederiz. Veyahut da Ibn Affân’a yaptığımızı sana da yaparız. ” diyerek Ali b. Ebî Tâlib’i tehdit etmişti. Orada bulunan Hariciler83 ve bazı Kur’an hafızları84 da o adama destek olmuştu. Hz. Ali Eşter’e haber göndererek ondan yardım dilemiş fakat Eşter onlara vazgeçmelerini nasihat ettiyse de onları bu işten bir türlü caydıramamıştı. Bu sırada Hz. Ali, Eş’as b. Kays’ı, amacının ne olduğunu öğrenmesi için Muaviye’ye göndermişti. Muaviye ise ona şöyle demişti:

“Amacımız Kitabullah’a müracaattır. İki taraftan birer hakem seçilsin, onlardan Kitabullah’a muvafık bir karar vermeleri için ahd alalım. Sonra tarafeyn onların verdikleri karara tabi olsunlar.”86

Bunun üzerine Eş’as b. Kays Hz. Ali’ye durumu bildirerek, hakemin Ebû Musa el-Eş’ârî olabileceğini öne sürmüştü ve Hariciler de bunu onaylamıştı. Fakat Hz. Ali onlara: “Evvela bana asi oldunuz ve işi bu kerteye getirdiniz, bari bu hususta da bana asi olup bu işi tamamen berbat etmeyiniz. ” diye buyurmuş, ancak onları Ebû Musa’dan bir türlü vazgeçirememişti. Nakledildiğine göre Hz. Ali Ebû Musa’nın gü­venilir biri olmadığını, onlara defalarca anlatıp, hakem olarak sırayla Abdullah b. Abbas’ı, Malik Eşter’i ve Ahnef b. Kays’ı onlara önermiş ancak onlar hiçbirini kabul etmeyip Ebû Musa’da ısrarcı olmuşlardı. Sonunda onların dediği olmuş ve Ebû Musa hakem tayin edilmişti. Bu sırada Şamlılar da hakem olarak Amr b. el-As’ı tayin etmişti. Müellif Ebû Musa’yı Amr b. el-As ile kıyaslayarak şu yorumlarda bulunmak­tadır:

“Ebû Musa fenn-i bahs ve cudûlde Amr b. el-As gibi bir dâhiye muadil değildir. Çünkü Ebû Musa’nın lisan-ı sahihan kalbinin tercümanı idi. Sâfderûn bir adam­dı. Amr ise ma fı’z-zamirini ketm ile adam aldatmakta mahirdi. Bir de Musa her nasıl olur ise olsun mukatelenin ve kan dökülmesinin bertaraf edilmesini düşü­nüyor. Amr ise Mısır valiliğine hail olmak için Muaviye menfaatına can ve gö­nülden çalışıyordu. Bu dakikaları mülahaza eden bazı erbâb-ı akıl cidden dûçar-ı endişe oluyorlardı.”88

Kemaleddin Şükrü’nün naklettiğine göre, Safer ayının 13’ünde Amr b. el-As, Ebû Musa ile bir araya gelip Hz. Ali’nin huzurunda tahkimnameyi yazmaya başla­mıştır. Bu sırada Hz. Ali ile Şamlılar arasında “Emîru ’l-Müminîn ” ibaresinin yazılıp yazılmaması hususunda bir tartışma vuku bulmuş ve netice olarak bu ibarenin yazılmamasına karar verilmiştir. Nakledilen bilgilere göre anlaşma metni şöyledir:

“Bu vesika Ali b. Ebî Tâlib ile Muaviye b. Ebî Süfyan arasında bir kararnamedir.

Ali ehl-i Irak ile müttefikleri için, Muaviye ehl-i Şam ile müttefikleri için taahhüt eylediler ki Allah’ın hükmüne ve Kitabına razı olarak Kitabullah’ın ihya ettiğini, ihya ve imha eylediğini ihya ve imha eyleyeler. Ebû Musa el-Eş’arî ile Amr b. el-Âs’tan ibaret olan hâkimler Kitabullah’ta buldukları ahkâm ile ve onda bula­madıkları hususta sünnet-i âdile-i Nebeviye ile amel edeler.”90

Metin yazıldıktan sonra Hakemler, herkesin huzurunda Hz. Ali’den Muaviye’den ve iki tarafın askerlerinden verecekleri kararın uygulanacağına dair söz almıştı. Kendileri de bu hususta halkın huzurunda yemin etmişti. Hükmü ise Rama­zan ayına veya isterlerse daha sonraki müsait bir zamana tehir etmek üzere aralarında anlaşmışlardı.91

Hariciliğin Doğuşu ve Siyasî Faaliyetleri

Haricilik ve Doğuşu: Harici sözcüğü, h-r-c kökünden türeyen bir fiildir ve “ortaya çıkan, çıkan, çıkaran, birini öldürmek amacıyla ortaya çıkan, isyan eden ”gibi anlamlara sahiptir. Haricilik kelimesinin terimsel anlamı ise hak dinin, hakkın dışına çıkanlar ve Hz. Ali’den ayrılanlar anlamına gelmektedir. Kaynaklarda belir­tildiğine göre Hariciler, Harûra’da toplandıkları için Harûriyye, tahkimi kabul etme­dikleri için el-Muhakkime, dinden çıktıkları için ise Mârika adıyla da anılmaktadırlar. Kemaleddin Şükrü “Harici” sözcüğünü kelime anlamı olarak “isyan eden, hakkın dışına çıkan, ayaklanan ” anlamlarında,94 terimsel olarak ise “Tahkîm ’i kabul etmeyip Hz. Ali’ye itaatten ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ten ayrılanlar” anlamında kullanmaktadır.95 Müellifin bu yaklaşımı Şehristânî’nin yaklaşımıyla paralellik gös­termektedir. Şehristânî hangi dönemde olursa olsun imama karşı ayaklanan huruç eden her kişiyi Harici olarak nitelendirmektedir.96 Eş’arî ise Havaric adını Hz. Ali’nin ordusundan çıkanlar için kullanmaktadır.

Hz. Peygamber’in ölümünden Cemel ve Sıffîn savaşlarına kadar geçen sürede yaşanan ihtilaflar ve Cahiliye devri asabiyet duygularının yeniden canlanması Harici- liğin zihinsel arka planını oluşturduğu ve doğmasına zemin hazırladığı bir gerçektir. Fakat Hariciliğin ortaya çıkışının en temel etkeninin ne olduğu hususunda birbirin­den farklı görüşler mevcuttur. Şehristânî Harici zihniyetinin zuhurunu çalışmamızın Birinci Bölümünde ayrıntılı bir şekilde anlattığımız Zu’l-Huveysıra et-Temimi olayına dayandırmaktadır. Ona göre Zu’l-Huveysıra bir Harici’ydi. Eş’ari ise Hariciliğin doğuşunu Hakem olayına bağlamaktadır. Ona göre Kûfeliler tahkimi kabul ettiği için Hz. Ali’nin kâfir olduğuna hükmedip ondan ayrıldıkları için onlara Havaric isminin verilmiştir."

Kemaleddin Şükrü zihniyet olarak her ne kadar Hz. Osman’a isyan eden asi­lerin ve Hz. Ali’ye karşı ayaklanan Hz. Aişe, Talha ve Zübeyr’in hareketini “Huruc Etmek:” sözcükleriyle ifade etse de, bu sözcüklerle onların “devlet otoritesine karşıayaklandığını ve imama isyan ettiğini” kastetmiş, Hariciliğin doğuşunu Eş’arî gibi Tahkim olayına bağlamıştır.100 Aslında Hariciliğin doğuşundaki en büyük etken Hz. Osman’ın öldürülmesi olayıdır. Çünkü o zaman, halifeye karşı halkı kışkırtan ve is­yana çağırıp olayları daha da alevlendirenler Haricilerin önde gelenleriydi.101 Müellif eserinde Hz. Ali dönemini ele aldığı için bu husustan bahsetmemekte fakat kaynak­larda belirtildiğine göre Basra’dan Hz. Osman’ı öldürmek için gelen grubun reisi olan Hurkus b. Züheyr, Haricilerin ilk önderlerinden olup, Hz. Ali’ye tahkim ola­yında hüküm vermenin sadece Allah’a ait olduğunu söyleyenlerden biriydi.          Dola­yısıyla Hz. Osman kısm-ı azamı tarafından mazlumca katledilmişti. Hatta yukarıda naklettiğimiz gibi, Hz. Ali Sıffîn savaşında Mushaflar mızraklara takıldığında Harici­lerden savaşmalarını istediğinde ve bunda ısrarcı olduğunda, Hariciler “Ya Ali! Kitabullah’a icabet et. Yoksa seni düşmanlarına teslim ederiz. Veyahut da İbn Affân’a yaptığımızı sana da yaparız. ” demekle104 aslında Hz. Osman’ı da kendileri­nin öldürdüğünü bizzat itiraf etmişlerdi. Çünkü başta Hz. Osman’a karşı ayaklanan­lar da kendileriydi. Ayaklanarak ihtilali başarıyla neticelendirmiş ve başlarına diledi­ği kimseyi seçmişlerdi. Öte yandan kaynakların nakline göre Hariciliğin doğuşunda îbn Sebe’nin ve arkadaşlarının büyük rol oynadığı da açıktır.105 Nitekim yukarıda bahsettiğimiz gibi Hz. Osman’ın öldürülmesinde asileri tahrik edip organize eden, Cemel Savaşı’nda iki tarafı birbirine düşüren etkili bir münafıktı. Kemaleddin Şükrü îbn Sebe’nin ismini bizzat zikretmemekle beraber, onun diğer arkadaşlarından bah­setmekte ve onların Cemel Vakası’nda barış anlaşmalarına büyük bir darbe vurdukla­rından ayrıntılı bir biçimde bahsetmektedir.106 Harici zihniyeti açısından değerlendi­rildiğinde Hz. Osman’a ve Hz. Ali’ye isyan eden îbn Sebe’nin, Rasûlullah’a isyan eden Zu’l-Huveysıra et-Temîmî’den hiçbir farkı bulunmamaktadır.

Netice itibariyle aşağıda da aktaracağımız olayları göz önünde bulundurdu­ğumuzda varacağımız kanı şudur ki; Zu’l-Huveysıra, Hurkus b. Züheyr, îbn Sebe gi­bi önde gelen münafıklardan hareketler Hariciliğin doğuşunu Hz. Peygamber döne­mine dayandırmak mümkün gibi görünse de, Kemaleddin Şükrü Hariciliğin Sıffîn savaşı ile artık net bir şekilde ortaya çıktığının altını çizmektedir.         Aşağıda aktara­cağımız olaylar ise bunun açık bir şekilde delilidir. O halde, müellifin naklettiklerine bakacak olursak, aslında Hariciliğin dini değil de, siyasi nedenlerin etkisiyle doğdu­ğunu     ve daha sonra görüşlerini oluşturup itikadileştirdiklerini söylememiz müm­kündür.109

Haricilerin Tahkimden Caymaları ve Hz. Ali’den Ayrılışı:

Gerekli bütün anlaşmalar sağlandıktan sonra, Temimoğulları’ndan bir grup ve bazı Kûfeliler Hz. Ali’ye gelerek onun bu işten vazgeçmesini ve harbe devam etmelerini istemiştir. Fa­kat Hz. Ali onlara verilen karara zaten kendinin de razı olmadığını, fakat sırf kendile­ri istedikleri için buna mecbur kaldığını, rızadan sonra rucûnun, ikrardan sonra ise tebdilin caiz olmadığını, kendisini dinlemeyerek bu işe kalkıştıklarını ve şimdi sonu­cunu da bekleyip görmeleri gerektiğini onlara anlatmıştır.110

Savaş bitince, Hz. Ali’nin ordusu geri dönmek üzere yola çıkmıştı. Fakat mü­ellifin naklettiğine göre sayıları 12 000’i bulan Hariciler, başlarına Emir olarak Şebes b. Rıb'î’yi, îmam olarak ise Abdullah îbn Kevvâ’yı seçerek ordudan ayrılmış, Harûra’da toplanarak Nuhayle’de ordugâh kurmuştu. Bu grup akdedilen mütarekeyi ve bu işte insanların hakem tayin edilmesini büyük bir günah olarak addetmişti. Ya­zarın naklettiğine göre onlar hükmün yalnızca Allah’a ait olduğuna ve ondan başka­sının hüküm veremeyeceğine; Müslüman kanı dökmek gibi önemli bir meselede insanların hakem olmasının caiz olmadığına; biatin ancak Allah Teâlâ’ya olacağına; doğru yolun emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i a’ni’l-münker olduğuna ve devlet idaresinin ise şûrâ ile olması gerektiğine inanmaktaydı. Ayrıca yazar bu gruba Harici denmesini Emiru’l-Müminine itaatten çıkarak Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ten ayrılmış olmalarına bağlamaktadır.111

Haricilerin ayrılması üzerine Hz. Ali, Harûra’ya giderek onlarla bazı görüş­melerde bulunmuştu. Yazarın naklettiğine göre Hz. Ali burada onların reisleri konu­munda olan Yezid b. Kays ve îbn Kevvâ ile uzun uzun görüşmüş112 ve sorularına açık ve fasih bir şekilde cevap vermek suretiyle kafalarındaki soru işaretlerini gidererek bir kısmını Kûfe’ye getirmiştir.

Hakemlerin Kararı ve Haricilerin Tekrar Ayrılması:

Ancak kaynaklarda nakledildiğine göre Hz. Ali tahkimnamede belirtilen zaman geldiğinde Ebû Musa’yı Dumetü’l-Cendel’e yollayınca114 Hariciler onu protesto ederek, verdikleri sözden caymış ve tekrar Nehrevan’a toplanmışlardı. Müellifin de eserde naklettiği gibi, Ebû Musa’nın gönderilmesinin akabinde, Haricilerin önde gelenleri Hz. Ali’ye gelerek, hükmün ancak Allah’a ait olduğunu, insanları hakem kılmanın da günah olduğunu, hakem tayinini kabul ederek günah işlediğini ve günahından da tövbe edip bu imza­ladıkları anlaşmayı feshetmesini istemiştir. Ancak Hz. Ali onlara bu anlaşmaya bo­yun eğmeleri gerektiğini yine belirtmiştir.115 Hakemler hicretin 37. senesinde, bir araya gelmiş ve imam olabilecek şahıslar üzerinde tek tek düşünüp tartışmıştı. Yaza­rın naklettiğine göre Amr b. el-Âs, Ebû Musa’ya fevkalade bir tazim ve hürmette bu­lunmuş ondan evvel asla söze başlamamıştı. Uzun tartışmalar neticesinde hakemler Ali b. Ebi Tâlib’in de Muaviye b. Ebi Süfyân’ın da hal’ine ve seçimin şûrâya bıra­kılmasına karar vermişti. Bunun üzerine, üzerinde anlamış oldukları bu hususu halka duyurmak için halkın huzuruna çıkmış ve kısa bir konuşma yapmışlardı. Ebû Musa bir adım öne çıkarak şöyle demiştir:

“Ey insanlar! Amr ile beraber bu ümmetin işine baktık ve en salih gördüğümüz re’y üzerine ittifak ettik. O re’y de ‘Ali ile Muaviye’yi hal’ etmek ve halka iste­diğini seçtirmektir.’ İşte ben bu karar mucibince Ali’yi ve Muaviye’yi hal ettim. Siz kendi işinize bakınız ve evla gördüğünüzü intihap ediniz.”116

Bunun üzerine Amr b. el-As şöyle buyurmuştur:

“Ey insanlar! Ebû Musa’nın dediğini işittiniz. Ali’yi hal’ etti ben de Ali’yi hal’ ettim. Muaviye’yi de makamında sabit kıldım. Zira o, Osman’ın velisidir ve kanının tâlibidir. Onun makamına herkesten daha çok layıktır.”

Ebû Musa ve beraberindekiler bu sözleri duyunca Amr’ın onları hile yaptığını anlamıştı. Bu sırada nakledildiğine göre aralarında bir takım tartışmalar ve kavgalar vuku bulmuş,   ancak netice değişmemiş, Muaviye b. Ebî Süftyân Amr’ın hilesi ile halifelik makamını elde etmiştir.

Haricilerin Ayaklanmaları ve Nehrevan Savaşı:    

Amr’ın hilesiyle Muaviye’nin halifeliğe intihabı haberi Hz. Ali’ye ulaşınca bir hutbe irad ederek hem Hakemleri hem de Kûfelileri eleştirmişti.119 Ayrıca Nehrevan’da bulunan Haricilere bir mektup yazarak onlarla anlaşmak istemiş, fakat onlar yazdıkları cevapta kendileri evvela tahkimi kabul etmekle kâfir olduklarını fakat daha sonra tövbe ettiklerini, Hz. Ali’nin de tahkimi kabul etmekle kâfir olduğunu , ancak tövbe ederse Hz. Ali’nin isteğini değerlendirmeye alabileceklerini bildirmişlerdi.                                                                                          Bunun üzerine Hz. Ali Haricilerden ümidi keserek Muaviye’nin üzerine yürümeye karar vermişti. Ancak bu sırada Hz. Ali Nehrevan’daki Haricilerin, müslümanları öldürmek ve mallarını yağ­malamak gibi çeşitli sorunlar                                                 oluşturduğunu duyunca; Şam seferi için askerlerin

Hariciler Hakem Olayından sonra devlete baş kaldırmaya ve kendisi gibi düşünmeyen Müslü­manları öldürmeye başlamıştı. Diğer müslümanların canlarını ve mallarını kendilerine helal kılmışlardı. Bunun en tipik örneği İslam Tarihi klasiklerinde nakledilen bir rivayettir. Bu riva­yete göre Basra Haricileri Nehrevan yakınlarına geldiklerinde yolda sahabi Habbab b. Eret’in oğlu Abdullah’a ve hamile olan eşine rastlamışlardı. Abdullah b. Habbab’a bazı sorular sora­rak, onun siyasi ve dini olaylarla ilgili fikrini öğrenmişlerdi. Fakat onlar, Abdullah b.

şehirden ayrılmaları durumunda geride kalan korunmasız halkın Haricilere hedef olabileceğini düşünerek, evvelâ onların üzerine yürümeye karar vermişti. Bunun üze­rine hicretin 37. senesinde, Nehrevan’a giderek Haricilerle Nehrevan savaşını ger­çekleştirmişti. Bu savaşta onların bir kısmı kaçmış, bir kısmı ise halife ile savaşarak ölmüştü.123

Hz. Ali’nin Şehit Edilmesi ve Fırkalaşmadaki Rolü

Savaştan kaçarak canını zor kurtaran Hariciler Hz. Ali’nin bu büyük darbe­sinden sonra, Nehrevan’da tekrar eskisi gibi teşkilatlı bir biçimde toplanamasa da küçük gruplar halinde bir araya gelip çeşitli faaliyetler icra etmiş ve Hz. Ali’ye ‘kendilerinden birçok önemli şahsı öldürdüğü için’ daha çok kinlenerek öç alma duygularıyla hareket etmeye başlamıştı. Bu faaliyetlerin en önemlisi ise Hz. Ali, Muaviye ve Amr b. el-As’a karşı girişilen eş zamanlı suikasttır. Kemaleddin Şük- rü’nün naklettiği bilgilere göre îbn Mülcem el-Himyerî, Berk b. Abdullah et-Temimi ve Amr b. Bekr adında üç Harici bir araya gelerek; halkı ifsat ettikleri iddiasıyla, sı­rayla Ali b. Ebî Tâlib, Muaviye b. Ebî Süfyân ve Amr b. el-As’a eş zamanlı olarak suikast düzenleyip onları öldürme kararı almışlardı.126 Bu karara muvafık olarak îbn Mülcem, Şebib ve Verdân’ın adında iki Haricinin de desteğini alıp, hicretin 40. yı­lında Ramazan ayında, sabah namazı esnasında, “Ya Ali! Hüküm ancak Allah ’ındır. Senin ve ashabının değildir. ” diyerek zehirli kılıcıyla Hz. Ali’ye saldırmış ve onu ağır bir şekilde yaralamıştı. Hz. Ali, bu ağır yaradan kurtulamayıp, olaydan birkaç gün sonra vefat etmişti.

Hiç şüphesiz Şia’nın doğuşunda rol oynayan en önemli olaylardan biri de Hz. Ali’nin ölümü olmuştur. Hz. Ali’nin ölümü Hariciler için büyük bir zafer olsa da Şia için büyük bir hezimetti. Çünkü Hz. Ali imamların ilkiydi. Onun şehadeti onları Ehl-i Beyt taraftarlığında daha da ileri götürmüş,       imam olarak Hz. Hasan’ı belirlemele­rine neden olmuştu.

İlk Dönem İhtilaflar Çerçevesinde Şia’nın Doğuşu

Şîa ve Doğuşu

Şia, bir kimsenin taraftarı olmak, bir kimsenin peşinden gitmek, ayrılmak ve fırkalaşmak gibi anlamlara sahip olan Ş-Y-A kökünden türeyen bir isimdir. Terimsel olarak ise Hz. Peygamber’den sonra Ali b. Ebi Tâlib’in nass ve tayinle halife oldu­ğuna inanan, îmâmetin Hz. Ali’nin soyundan devam edeceğini ve imamların masum olduğunu iddia eden topluluğa verilen isimdir. Mezhepler Tarihi Klasiklerinde Şia benzer şekillerde tanımlanmaktadır. Eş’ari bu gruba, Hz. Ali’yi dost edinip onu Hz. Peygamber’in diğer ashabından üstün tuttukları için Şia denildiğini nakletmekte­dir. Şehristâni’ye göre ise Şia, îmâmetin ancak Hz. Ali’nin soyundan devam ede­bileceğine, bunun tarihte vuku bulmaması kendilerinin zulme uğradığının ve takiyye yaptıklarının delili olduğuna inanan, imamların masum olduğunu iddia eden Hz. Ali’nin taraftarıdır.                             Nevbahtî, Şia’nın Hz. Ali’nin taraftarları olup onun îmâmetine

inanan ve ümmet arasında ortaya çıkan ilk fırka olduğunu nakletmektedir. Ayrıca o, Hz. Peygamber’den sonra Hz. Ali’nin îmâmetini arzulayan bir kitlenin varlığından bahsederek, bu sahabilerin ilk defa teşeyyu ismiyle anıldığını zikretmektedir. Îbn Hazm ise Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’den sonra en üstün olan ve halifeliğe en layık kişi olduğuna inanan, îmâmetin Hz. Ali’nin soyundan devam etmesi gerektiğine ina­nan herkesi Şiî saymaktadır. Kemaleddin Şükrü ise eserinde Şîa’dan bahsetme- mekte ve tamını yapmamaktadır.

Şîa’nın aslının nereye dayandığı hususunda kaynaklarda farklı görüşler mev­cuttur. Bazıları onun îran,             bazıları Yahudi, bazıları Yahudi-Hıristiyan, bazıla­rı ise Arap asıllı olduğunu                  öne sürmektedir. Şîa’nın doğuşu hakkında da çeşitli gö­

rüşler mevcuttur. Bazı araştırmacılar doğuşunu Hz. Peygamber dönemine dayandır­maktadır. Bazı araştırmacılar Rasûlullah’ın vefatından sonra ortaya çıktığını öne sürmektedir.140 Fakat bazıları Hz. Osman’ın halifeliğinde îbn Sebe’nin aleyhtarlık çalışmalarıyla ortaya çıktığını öne sürmektedir.141 Bu görüşlerin haricinde Hz. Ali’nin halifeliğinde,               Hz. Hüseyin’in şahadetinden sonra, Hicrî birinci asrın sonlarında,144 Emevîler zamanında145 ve Hicrî ikinci asırda146 ortaya çıktığına dair birçok farklı görüş mevcuttur. Kemaleddin Şükrü ise bu hususla ilgili eserinde herhangi bir fikir beyanında bulunmamıştır.

Bu hususta her ne kadar farklı düşünceler olsa da Şia’nın çıkışını belli bir ta­rihe veya olaya bağlamaktan öte, bir sürece yaymak daha olumlu bir yaklaşım olacaktır. Bazı araştırmacılarımızın da ifade ettiği gibi Şia uzun bir sürecin ürünüdür. Bu sürecin kökleri ise Hz. Peygamber’e kadar uzanmaktadır. Şia, Hz. Peygamber zamanından beri zuhur eden ihtilaflardan adeta kendisine pay çıkarmış ve özellikle Emevîler zamanında bu olaylara binaen görüşlerini oluşturmaya başlamıştır. Fakat Şia’da bir kırılma noktası belirlenecek olursa bu noktanın Sıffîn savaşı olduğunu söy­lemek mümkündür. Zira araştırmamızın îkinci Bölümünde aktardığımız ilk üç hali­fenin de seçiminde Hz. Ali’nin halife olmasını arzulayan bir takım kişilerin varlığın­dan söz etmiştik. Onların bu isteği Hz. Ali’nin halifelik makamına geçmesiyle gide­rilmiş ancak Sıffîn Vakasından evvel, Muaviye’nin Hz. Ali’den Hz. Osman’ın kanını talep etme bahanesiyle, onun halifeliğinin geçersiz olduğunu ve yerine Osman ’ın ve­lisi olarak kendisinin geçmesi gerektiğini149 ileri sürmesiyle yeniden canlanmıştır. Öyle ki kaynaklarda nakledildiğine göre, Muaviye bu iddiasını dini zemine kaydır­mak için “...Haksız yere öldürülenin velisine bir yetki tanıdık... ”I5° ayetini delil ola­rak ileri sürmüştür.151 Muaviye’nin bu tutumu ve Sıffîn Savaşı Hz. Ali’nin îmâmetini destekleyenleri daha da kışkırtmıştı. Özellikle Tahkim olayı ve Hz. Ali’nin öldürül­mesinden sonra meydanın tamamen Muaviye b. Ebî Süfyân’a kalması bu durumu daha da körüklemiştir. Şia’nın görüşleri, Muaviye zamanındaki Siyasi Şia’yla bağ­lantılı olarak, kabile asabiyetinin de etkisiyle daha sonraki dönemlerde Hucr b. Adiyy ve Tevvabûn hareketi gibi olayların153 ardından oluşmaya başlamıştır.154 Bu sebeple olsa gerektir ki; Kemaleddin Şükrü sadece Hz. Ali Dönemini ele aldığı için eserinde Şia’nın doğuşundan hiç bahsetmemektedir.

İlk Dönem İhtilafların Şia’nın Doğuşuna Etkisi

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Şia’ya karakteristik rengini ve özelliğini ka­zandıran görüş, îmâmet prensibidir. Yapılan tanımlardan da anlaşılacağı üzere Şia tamamen Hz. Ali’nin îmâmeti prensibi üzerine dayanmaktadır. Aslında çalışmamızın başından beri her ihtilafın hangi mezhebin oluşmasına etki ettiğine değinirken, Şia’nın doğmasına ve Şii zihniyetin oluşmasına etki eden ihtilafları da zikrettik. An­cak burada bu meseleleri daha genel bir tarzda ele alacak olursak şunu söyleyebiliriz ki; Şia kendisini Hz. Ali’nin îmâmetine götürebilecek îslam tarihinde vuku bulan her türlü olayı fırkanın oluşması için malzeme yapmış ve tartışmıştır. Hz. Peygamber’in ölümü sırasında vuku bulan Kırtas olayı, Üsâme Ordusu Meselesi, Beni Saîde Sâkifesi, Fedek Arazisi meselesi, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer ve Hz Osman’ın hali­feliğe seçimleri, Cemel ve Sıffin Savaşları ve son olarak da Hz. Ali’nin öldürülmesi hususlarında zuhur eden bütün ihtilaflara “Hz. Ali ’nin İmâmeti” açısından bakmış ve öyle değerlendirmiştir. Dolayısıyla Şia’nın oluşumunda bütün bu olaylar önemli rol oynamıştır.155

Şia Hz. Peygamber’in hastalığı esnasında vuku bulan ihtilafları, birbirinin ta­mamlayıcısı olarak saymaktadır. Şiilere göre Rasûlullah öleceği sırada evvela Üsâme ordusunu Hz. Ali halifeliğe rahatça geçsin diye sefere yollayacaktı ancak Hz. Ömer ve diğer bazı sahabiler buna engel olmuştur. Saniyen Rasûlullah hasta yatağında Hz. Ali’nin îmâmetini bir kâğıda yazdırmak için kâğıt-kalem istemiş ancak yine Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekir buna engel olmuştur.156 Hatta bu fikirlerine dayanak teşkil etsin diye, Şii kaynaklarda bahsedilen Gadîr-i Hum vakası ile bazı hadislerle ve bazı ayetlerin tevili ile temellendirmeye çalışmaktadır. Çalışmamızda yukarıda de­ğindiklerimizin haricindeki Şia’nın diğer delillerini kısaca ele alalım:

Gadîr Hum Vakası:

Şiî müelliflerin nakline göre Hz. Peygamber Veda Haccı dönüşünde Gadîr Hum denilen bir yerde “Ey Peygamber, Rabbinden sana indiri­leni duyur; eğer bunu yapmazsan, O'nun mesajını duyurmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah, kâfirler toplumunu yola iletmez.159 ayeti nazil olunca konaklama emri vermiş ve burada Hz. Ali’nin faziletiyle ilgili bir konuşma yaparak Hz. Ali’yi yanına çağırarak: “Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım onu seveni sev. Düşmanına düşman ol. Ona yardım et. Onu hor­layanı hor haykır eyle. Nereye giderse Hakkı onunla beraber kıl. ” demiştir.160 Bu olayın üzerine de “Bugün size dininizi tamamladım..161 ayeti nazil olmuştur.

Sakaleyn Hadisi:

Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Size iki ağır emanet bıra­kıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça hiçbir zaman sapıtmazsınız. Bunlar, Allah ’ın Ki­tabı ve Itretimdir.162

Ehli Beyt Hadisi:

 Şiî müellifler Hz. Peygamber’in şöyle dediğini nakleder­ler: “Benim Ehl-i Beyt’im szilerin arasında Nuh ’un gemisine benzer. Kim ona biner­se kurtulur. Kim ondan yüz çevirirse boğulur.163

Menzile Hadisi:

Hz. Peygamber’in Tebûk gazvesine giderken Ali b. Ebî Tâlib’e söylediği, “Senin benim yanımdaki konumum (menzile), Harun’un Musa’nın yanındaki konumu gibidir.164 sözünü Şîa Hz. Ali’nin îmâmetine yormaktadır.165 Şiî müellifler bu hadisi delil göstererek Hz. Ali’nin diğer sahabilerden üstün olduğunu öne sürmekte ve onları kötülemektedirler.166

Vâsi Hadisi:

Yine Şiî müelliflerden el-Muzaffer Hz. Peygamber’in Hz. Ali’yi göstererek şöyle dediğini nakleder: “Bu benim kardeşim, vâsim ve halifemdir. Onu dinleyiniz ve itaat ediniz.167 Modern dönem müelliflerinden Hasan Onat, Vâsi hadi­sine şöyle bir eleştiri getirmektedir:

“Hz. Peygamber’in “Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır.” dediği doğru olsa bile, bunun hilafet şeklinde anlaşıldığını ileri sürebilmek hemen he­men hiç mümkün değildir. Çünkü böyle anlaşılmış olsaydı, en azından sâkife toplantısında veya daha sonraki siyasîi hadiselerle birlikte bu hususun gündeme gelmiş olması gerekirdi. Nitekim Ali b. Ebî Tâlib’in torunlarından Hasan b. Ha- san da Hz. Peygamber’in “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır.” sö­züyle emirlik ve hilafeti kastetmiş olsaydı, namaz, zekât, oruç ve hacla ilgili hü­kümleri açıkça belirttiği gibi bunu da belirtir ve “Ey İnsanlar, bu benden sonra sizin halifenizdir.” derdi, diyerek, bunun hilafetle hiçbir alakasının mevcut ol­madığını ifade etmiştir.”168

Bu hadislerle beraber Şehristânî’nin naklettiği “Sizin en iyi hükmedeniniz Ali’dir. ”169 hadisini de zikretmemizde fayda vardır. Zira Şehristânî, Şîa’nın bu hadisi Hz. Ali’nin İmâmetine delil olarak kullandığını öne sürmektedir.

Şîa bütün bu hadislerden ve Kırtas olayından ve Üsâme ordusunu olayından yola çıkarak, birçok ayeti de tevil ederek Ali b. Ebî Tâlib’in nass ve tayinle halife ol­duğuna inanmakta ve dört halifenin İmâmet esnasındaki bütün olayları bu görüşleri etrafında değerlendirmektedir. Örneğin, çalışmamızın birinci bölümünde de ele aldı­ğımız gibi, Fedek Arazisi meselesinde, Ehl-i Beyt’ten olduğu için Hz. Fatıma’yı ma­sum saymakta ve istediğini yapmadığı için Hz. Ebû Bekir’i lanetlemektedirler. Yine yukarıda değindiğimiz gibi, Hz. Ali’nin halifeliğine engel oldukları için ve ona hak­sızlık ettikleri için ilk üç halifeyi, Hz. Ali’yle savaştığı için Talha, Zübeyr ve Hz. Aişe’yi de tekfir etmektedirler. Öte yandan Emevîler zamanında Şiîlere uygulanan bir takım baskı ve yıldırma politikaları neticesinde Şîa Takiyye prensibini benimse­mişse de, Hz. Ali’nin ilk üç halifeye de biat etmesinin ve kendisini tahrik etmeye çalışanları azarlamasının Şîa’nın bu prensibi kabullenmelerinde az da olsa etkisi var­dır.

Sıffîn Vakası’na gelecek olursak, Şîa, bu savaşta Hz. Ali’nin kâfirlerle savaş­tığı gibi Şamlılarla savaştığını, savaşta ölen Ali taraftarlarının Adn cennetleri ile mü- kâfatlandırılacağını iddia ederek bu fikirlerini “Saldırıya uğrayan mü ’minlere savaş izni verildi. ” ayetine dayandırmaktadırlar. Bu rivayetlerden anlaşılacağı üzere, Şîa Muaviye taraftarlarını kâfir/müşrik saymaktaydı. Hatta Meclisî, naklettiği bir hadiste tarafsız kalanları bile eleştirmekteydi.     Tahkim olayının kabulünde ise Şîa ihtilaf halindedir. Bir kısmı tahkimi kabul etmekle Hz. Ali’nin isabetli davrandı­ğını öne sürerken, diğer bir kısmı ise Hz. Ali’nin tahkim olayında ölümle tehdit edil­diği için Takiyye yaparak tahkime razı olduğunu iddia etmektedir.176 Sıffîn Savaşı sonrasında Ali b. Ebî Tâlib ile Muaviye arasında yaşanan îmâmet mücadelesi Şîa’da tevellî-teberrî kavramlarının oluşmasına neden olmuştu. Metin Bozan eserinde bunu şöyle açıklamaktadır:

“Ali b. Ebî Tâlib ile Muaviye arasındaki mücadelede kimin haklı/meşrû hali­fe/imam olduğu hususu zamanla Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’i de içine alacak şekilde genişlemiş; Şiî çevrelerinde bu iki halifenin de Hz. Ali’nin hakkı olan îmâmeti gasp ettiği düşüncesi gelişmiştir. îşte bu düşünce zamanla Hz. Ali’yi dost/velî/lider edinme anlamına gelen tevellî ve düşmanlarından/muhaliflerinden uzak/beri olma anlamına gelen teberrî kavramlarını ortaya çıkarmıştır.”177

îşte görüldüğü gibi Hz. Peygamber’in ölümünden Hz. Ali’nin ölümüne kadar ümmet arasında vuku bulan bazı ihtilaflar Şîa’nın doğuşunda ve kelamî fikirlerini oluşturmalarında önemli rol oynamıştır.

Ana Kitle: Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat

“Bir yere, kültüre, davranış şekline, düşünceye ait olma” gibi anlamlara ge­len “Ehl” sözcüğü ile “yol, gidiş ve adet” anlamlarına gelen “Sünnet” sözcüğünün bir araya gelmesiyle oluşmuştur.              Bu kavram, müstakil olarak değil de Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak kullanılmaktadır. Kaynaklarda nakledildiğine göre, İslâm Dinini anlamada Rasûlullah ile onun ashabının takip ettiği yolu benimseyenler anlamında kullanılan bu kavram yaklaşık dört asırda oluşmuştur  ve ilk defa Hicrî 4. Asırda Ebu’l-Leys es-Semerkandî bu kitleden “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” adıyla bahsetmiş ve daha sonra bu isim kullanılagelmiştir.    

Bu grubu teşkil eden alt gruplar ise Selef ve Halef olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Selef, Ashâb-ı Rey ve Ashâbı Hadis’ten; Halef ise Eş’arîler ve Maturîdiler’den oluşmaktadır.

Doğuşu ve Tarihsel Süreci: Hulefâ-i Raşidîn dönemindeki iç dini-politik ça­tışmalar bedevi eğilime yakın olan Hariciler ile Ehl-i Beyt’i yüceltip ve Ali evladına nass ve tayinle îmâmet yolunu açan Şia fırkalarının ortaya çıkmasına neden olmuştu. Birbirine zıt konumda olan bu iki fırkanın zihniyetlerinin oluşumuna etki eden olay­lar, Hz. Osman’ın Hariciler tarafından katledilmesi ve özellikle Haricililerin tekfir hususunda aşırıya gitmesi Mürcîe’nin doğuşuna neden olmuştu. Mürcie bir nevi bu iki fırkaya karşılık doğan bir mezhepti. Öte yandan Hz. Peygamber zamanındaki ni­fak hareketleriyle ilk nüveleri oluşan ve sonraki dönemlerde ortaya çıkan birtakım ih­tilaflar neticesinde “insanın fiilleri” hususunun tartışılması “insanın kaderin tutsa­ğında bir robot olduğunu söyleyen Cebriyeci düşünce ile insanın fiillerinde Allah ’ın hiçbir müdahalesi olmadığını söyleyen Kaderiyye ”nin doğmasına neden olmuştu.

Sonraki asırlarda ise yine dört halife dönemindeki ihtilaflardan referansla ortaya çı­kan “büyük günah ” kelamî meselesi Vasıl b. Ata’nın ilk adımıyla “el-Menzile Bey­ne ’l-Menzileteyn ” görüşüne sahip olan Mu’tezile fırkası oluşmuştu.     îşte bu tarihî süreç içerisinde Müslümanlar arasında vuku bulan bütün ihtilaflarda, bütün itikadî meselelerin tartışılmasında, Rasûlullah’ın çizdiği sınırlar içinde yaşamaya çalışan, siyasete karışmayıp tarafgirlikten öte tarafsızlığını korumak için uğraşan, ilim ve ir­fanla iştigal eden bir takım sahabilerin ve tabiinin oluşturduğu “ana bünye ” diye ta­rif edebileceğimiz bir kitlenin varlığından bahsetmek mümkündür.   

Modern dönem araştırmacılarından Nadim Macit bu kitleyi şöyle tarif etmektedir:

“Müslümanları fırkalara ayırma yerine birliğe, Hz. Peygamber’in ashabının yo­luna davet eden Abdullah b. Ömer (ö. 74/693), îbnrahim en-Nehâi (ö. 96/714), eş-Şabi (ö. 104/722) ve Hasan el-Basrî (ö. 110/728) ve benzerlerinin öncülük et­tikleri ve orta yol olarak adlandırdıkları mutedil grup sünnete bağlılığı ve ümmetin birliğini korumayı hedeflemişlerdir. Onların takındıkları tavır, bunu açıkça göstermektedir. Birliği ve geleneği temsil eden bu ana bünyenin, ekol olarak do­ğuşunu kesin çizgilerle belirtmek güç olmasına karşın, mutedil olarak tanımlanan bu anlayışın Islâm’ın neşetiyle beraber neşet edip ve bu bünyenin kendisinden ayrılanlarla mücadele ettiğini söylemek mümkün görünmektedir.”186

Bu kitlenin doğuşunda Hz. Peygamber zamanında meydana gelen anlaşmaz­lıklar, Hulefâ-i Raşidîn dönemindeki ihtilafların ve özellikle Hz. Osman’ın öldürül­mesiyle beraber başlayan siyasi kargaşaların büyük etkisi vardır. Çünkü meydana ge­len her ihtilaf Müslümanları fikren hep birkaç gruba ayırmış ancak bu grupların biri mutlaka ana çizgiden ayrılmamıştır. Siyasî olaylarda tarafsızlığını ilan etmiş ihtilaflar hakkında görüş beyan etmemiştir.               Ote yandan bütün bu kargaşaların neticesinde ana kitleden ayrılarak oluşan Havariç, Mürcie, Şîa, Mu’tezile, Kaderiyye gibi fırkala­rın varlığı ana bünyenin de kendini göstermesine neden olmuştur.        Kemaleddin Şükrü eserinde Ehl-i Sünnetin tanımından veya oluşum sürecinden bahsetmemiştir ancak olaylar karşısında tarafsızlığını koruyan bir kitlenin varlığına zaman zaman değinmiştir.

Ehl-i Sünnet anlayışı Hz. Peygamber’in nübüvvetinden beri geçen süre içeri­sinde vuku bulan ihtilaflarla zaman içerisinde gelişip oluşsa da Modern dönem araş­tırmacıların naklettiğine göre, bu ekol belirgin bir şekilde, sonraki devirlerde ortaya çıkmıştır. Bu husus Nadim Macit tarafından şöyle dile getirilmektedir:

“Ehl-i Sünnet h. III. yüzyılda itikadî bir ekol olarak oluştuğu, başka deyişle ehl-i bidatın zuhurundan sonra muhafazakâr çoğunluğun anılmaya başlandığı bir ad­landırma olarak görülmektedir. İslam’ın büyük mirasını vurgulayan ve kendileri­ni onunla özdeşleştiren ve iftihar tavrı geliştiren bir oluşumun görüntüsünü yan­sıtmaktadır. Ancak bilinmesi gereken ve merak edilen sünnî kavramının başın­dan geçen semantik serüven değil bu mefhum ve kelimenin dinî bir anlayış ola­rak hangi nedenlerle ortaya çıktığı ve bu bağlamda taşıdığı özgül anlamdır. Han­gi nedenlerle ortaya çıktığı sorusunun temelinde siyasi bir ihtilaf olarak ortaya çıkan hadiselerin kargaşaya dönüşmesi ve bu olayların dini esaslar açısından ye­rini tayin etme yatmaktadır. Ortaya çıkan olaylar karşısında kendilerini belli du- ruşlu konumlandıran fırkaların dini anlama biçimleri ikinci bir neden olarak görülmektedir. Öyleyse bu ekolün ehl-i bidatten sonra kendisini gösterdiği sözünü hatırımızda tutmamız gerekmektedir.”[44]

Bazı İhtilaflar Hakkında Görüşleri: Hz. Peygamber zamanındaki ihtilaflar­da bu grup daima Rasûlullah’tan taraf olmuştur. îmâmet hususunda, Hz. Ebû Be­kir’in ümmetin icmasıyla halifeliğe geçtiği ve Hz. Peygamber’den sonra fazilet ba­kımından onun efdal olduğu[45] [46] [47] düşüncesine sahip olmuştur. Ehl-i Sünnet’e göre Hz. Ömer halifeliğe Hz. Ebû Bekir’in tayini ile gelmiştir, zaten halifeliğin Hz. Ömer’in hakkıdır. Çünkü Hz. Ebû Bekir’den sonra ashabın en efdali odur. Onlara göre, Hz. Osman Şûrâ ile Hz. Ali ise icmâ ile halifelik makamına geçtiğini ve fazilet sıralama­sının da böyle olduğunu, kendi halifeliğindeki bütün icraatlarında isabetli onun oldu­ğunu, katillerin onu zulüm ve düşmanlık duygularıyla haksız yere öldürdüklerini inanç olarak benimsemiştir.                    Cemel ve Sıffîn savaşlarında ise siyasete karışmayıp kendi işleriyle meşgul olduklarını kaynaklar nakletmektedir.[48]

Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber’in sağlığından beri vuku bulan bütün ihtilaf­lardan bir şekilde kendini soyutlamayı başaran bu grup ana kitleyi teşkil etmekteydi. Kaynaklarda nakledildiğine göre Ehl-i Sünnet’in oluşumu yaklaşık dört asırlık bir zaman diliminde vuku bulmuştur ve ilk defa Hicrî 4. asırda Ebu’l-Leys es- Semerkandî bu kitleden Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat adıyla bahsetmiş ve daha sonra bu isim kullanılagelmiştir.[49]

SONUÇ

İlk dönem İslam coğrafyasında Hz. Peygamberin vefatıyla birlikte Asr-ı Saadet'ten zaman ve mekân boyutlu uzaklaşıldıkça ve bilhassa hilafetin saltanata dö­nüşmesi hengâmında güncel veya geçmişteki olaylar referans gösterilmek suretiyle bir takım fırkaların zuhur ettiği aşikârdır. Bu fırkaların bazıları, zamanla siyasî mese­leler, kişisel çıkarlar, cehalet veya art niyetli kişiler yüzünden dalâlet yoluna sapmış­lardır. Nitekim bunun en bâriz örneklerini Havaric, Mürcie, Mu’tezile ve Şiî mezhep­leri içinde oluşan birtakım fırkalarda görmek mümkündür.

İslam Tarihinde Mezheplerin ve alt kollarının ortaya çıkışının/doğuşunun se­bepleri söz konusu edildiğinde varılacak kanı bu oluşumların bir tarihsel süreç içeri­sinde vuku bulduğudur. Bu süreç ise Hz. Peygamber’in risaletine, hatta Cahiliye dev­ri kabileler arası mücadelelere ve asabiyet düşüncesine kadar dayanmaktadır. Hz. Peygamber risaletle beraber, asabiyet duyguları, kabilevî inançlar ve cahiliye anlayış­ları etrafında yetişen müşrikleri, İslam dairesi içerisine toplamış ve onların görüşleri­ni, inançlarını ve değerlerini değiştirmiştir. Ancak onun zamanında bazı münafıkla­rın, müşriklerin ve Yahudilerin nifak hareketleri Müslümanlar arasındaki ilk ihtilafla­rı oluşturmuştur. Hatta henüz tam olarak kalplerine iman yerleşmemiş olan bazı mü­minlerin de bu nifak hareketlerinden olumsuz etkilendiği söylenebilir. Asrı Saadette meydana gelen bütün görüş ayrılıklarının doğrudan mezhepleşmeye etki ettiğini söy­lemenin pek mümkün olmadığı hatırlatılmalıdır. Ancak ashab arasında meydana ge­len bir takım ihtilaflar vardır ki bunların fırkalaşmalara doğrudan etki ettiğinde he­men bütün bilginler görüş birliği halindedir.

Hz. Peygamber’in ölüm döşeğinde iken zuhur eden ihtilaflar salih duygular içerisinde olmalarına rağmen sahabileri ikiye bölmüş ve ilk Şiî ayrışmanın temelleri­ni oluşturmuştur. Üsâme Ordusu Meselesi ve Kırtas Olayı buna örnek olarak zikredi­lebilir. Ancak bu ihtilaflar Rasûlullah’ın vefatıyla birlikte giderek daha da artmıştır. Çünkü Ashab Allah Rasûlü hayatta iken karşılaştığı problemleri Ona sorarak zihinle­rindeki sorunlarını rahatlıkla gidermekte, toplumsal ve dinî problemlere çözüm bula­bilmekteydiler. Rasûlullah’ın olmayışı hem bu sorunların çözümünün zorlaşmasına sebebiyet vermiş hem de bazı nifakçılara toplum yapısını gruplara bölmek suretiyle bozma imkânı vermiştir.

Hz. Peygamber’in ölümünden hemen sonra en büyük ihtilaf îmâmet mesele­sine yaşanmış, sahabe çeşitli görüşler etrafında toplanmıştır. Hz. Ebû Bekir’in halife olarak seçilmesi bu görüş ayrılıklarını geçici olarak arka plana itse de ayrılıklar zi­hinlerde hep kalmıştır. Hz. Ebû Bekir döneminde, Hz. Fatıma, Rasûlullah’ın mirası hususunda Halife ile anlaşmazlığa düşmüş ve bu ihtilaf Hz. Fatıma’nın isteği doğrul­tusunda çözülmeyince bu mesele Şia’nın ayrılık malzemesi haline gelmiştir. Öte yandan Hz. Peygamber’in vefatını fırsat bilen birçok nifakçı ve bozguncuların irtidat ederek, zekât vermeyeceklerini ilan etmeleri de Hz. Ebû Bekir devrinde önemli bir mesele haline gelmiştir. Diğer ihtilaflarda olduğu gibi bu ihtilafta da ashab görüş ay­rılığına düşerek ikiye bölünmüştür. Hz. Ömer’in halifeliğinde de bir takım Fıkhi me­selelerle ve Şûrâ olayı ile ilgili çeşitli ihtilaflar ortaya çıkmıştır. Şûrâ olayında Hz. Ebû Bekir dönemindeki îmâmet sorunu yeniden gündeme gelmiş ve Şii düşüncenin zuhuruna zemin hazırlamıştır. Hz. Osman’ın halifeliğinde ise, uyguladığı bir takım siyasi, dini ve ekonomik politikalar sadece kendisinin sonu olmamış, hem Harici dü­şüncenin doğmasına, hem de Hz. Ali dönemindeki problemlerin de sebebi olmuştur. Öte yandan Hz. Osman’ın ölümü Harici zihniyetine karşı Mürcie’nin doğuşunun önemli sebeplerinden biri olmuştur. Hz. Ali dönemindeki ihtilaflar ise önceki ihtilaf­lardan bağımsız değildir. Hz. Osman’ın şehit edilmesi ve görünüşte katillerin yaka­lanması Hz. Ali’nin halifeliğindeki sorunların ana sebebidir. Hz. Osman’ın halifeli­ğinde ortaya çıkan problemler de aslında önceki dönemlerden bağımsız değildir. Hz. Osman’ın katillerini isteyen Hz. Aişe, Talha ve Zübeyr taraftarlarıyla yapılan Cemel Savaşı, hem Hz. Osman’ın kanını talep eden hem de Hz. Ali’nin halifeliğine razı ol­mayan Muaviye b. Ebi Süfyan ve taraftarlarıyla yapılan Sıffîn Savaşı problemlerin hiçbirini çözüme kavuşturmamış, bilâkis çözümünü imkânsız hale getirmiştir.

îşte bütün bu ihtilaflar, temelde Havaric, Mürcie, Kaderiye, Şia ve Ehl-i Sün­net olmak üzere beş ana mezhebin zuhur etmesini bizzat zemin hazırlamıştır. Tahkimnameyi tanımayan, Hakem olayını kabul etmeyen, Hz. Ali’nin tahkimi kabul ile kâfir olduğunu ileri süren, kendisi gibi düşünmeyen diğer Müslümanlara savaş açan, onların kanlarını ve mallarını helal sayan, reislerinden biri de Hz. Peygamber zamanında ona itiraz eden Zu’l-Huveysıra et-Temîmî’nin olduğu Hariciler’in zuhuru Hz. Ali’nin sonu olmuş ve Hariciler tarafından şehit edilmiştir. Haricilerin zuhurun­dan sonra, onlara muhalif olarak, Hz. Osman’ın öldürülmesinin de etkisiyle, siyaset­ten uzak bir yaşam tarzını benimseyen, siyasi ve dinî ihtilaflarda tarafsızlığını ilan eden Mürcie fırkası doğmuştur.

Öte yandan Cemel, Sıffîn ve Nehrevan savaşlarında her daim Hz. Ali’nin ya­nında olan; İlk İhtilaflardan da olumsuz etkilenip Kırtas olayını kendi lehlerinde yo­rumlayan; Hz. Ali’nin ve oğullarının İmâmetini nass ve tayinle hak sayan; diğer hali­felerin İmâmetine zulüm gözüyle bakan ve Şîa diye isimlendirilen bir başka oluşum daha doğmuştur. Ayrıca bütün bu olayları kaderle ilişkilendirme eğiliminde olan bir başka grubun da temelleri atılmaya başlamıştı. Bu düşünceyi benimseyenler daha sonra Kaderiye ve Mu’tezile olarak isimlendirildiler. Bu dört oluşumun haricinde ta Hz. Peygamber’in vefatından beri hiçbir siyasi olaya karışmayan, siyasî ve dini me­selelerden uzak, dini ve tasavvufi hayatı tercih eden, ilimle iştigal eden, ana kitleden ayrılmayıp cemaate önem veren Rasûlullah’ın çizdiği sınırlar içerisinde, sünnete uya­rak yaşamaya çalışan bir başka mezhep daha doğmuştur. Hz. Osman’ın politikaların­da haklı olduğuna ve mazlum olarak katledilğine, halifelerin halifelik sıralarının aynı zamanda üstünlük sırası olduğuna inanmakta olan bu grup sonraki yıllarda Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak adlandırılmıştır. Bu mezheplerin doğuşunu bazı tarihçiler tek bir olaya bağlamış, bazıları ise zamana yaymıştır. Ancak tek bir olaya bağlı olsa bile mezhebin siyasî ve dinî fikirlerinin oluşması ve bir harekete dönüşmesi açısın­dan değerlendirildiğinde bunun uzun bir sürece ve birden çok nedene bağlı olduğu görülecektir. Bu süreci ise Hz. Peygamber’in risaleti ile başlatmak mümkündür.

Çalışmamızda Mezhepleşmede etkili olan ilk ihtilafları ve Kemaleddin Şükrü Orbay’ın, İslam Tarihinde Nifak: Ali eseri çerçevesinde, Hz. Ali devri olayların ta­rihsel arka planını da genişçe ele alarak araştırdık. Zira yazarın ele aldığı Hz. Ali dö­nemi iç ihtilaflar; bir takım dinî, siyasî ve ekonomik çalkantıların yaşandığı diğer dö­nemlerin bir sonucudur. Dolayısıyla Hz. Peygamber ve diğer üç halife dönemlerini ele almadan, Hz. Ali dönemini anlatmak hem Mezhepleşmeye götüren sebepleri kı­sıtlı kılacak hem de tarihi arka planı göz önüne alınmadığı için eksik kalacaktı.

Cumhuriyet dönemi yazarlarından olan Kemaleddin Şükrü Orbay’m, mezkûr eserinde, Hz. Ali Dönemini dinî-siyasî ihtilaflar ekseninde, Temel İslam Tarihi eser­lerinden de faydalanarak, genişçe ele alıp aktarması, Mezheplerin doğuşunda etkili olan fikir ayrılıklarının anlaşılmasında kolaylık sağlamıştır. Ancak eserin İslam Mezhepleri tarihi açısından orijinal sayılabilecek niteliklere sahip olmadığı görül­müştür. Çünkü çalışmamızın giriş kısmında da belirttiğimiz gibi müellif eserini daha çok tarihsel bir üslupta ele almış ve Hariciliğin haricindeki diğer mezheplere değin- memiştir.

Bunun yanı sıra müellif eserinde konu edindiği olayları yorumlarken geniş bir perspektif ile değerlendirmemiş ve zaman zaman Ehl-i Sünnet çizgisinden uzak bir takım yorumlamalara gitmiştir. Cemel Savaşı’nda Hz. Aişe ve taraftarlarını nifakçılıkla suçlamış, Sıffîn savaşında ise Muaviye b. Ebî Süfyan ile Amr b. el-As’tan me­lun olarak bahsetmiştir.

 Buna mukabil olarak Hz. Ali’nin her icraatında isabetli oldu­ğunu sık sık vurgulamıştır.

Müellifin olaylar hakkındaki bu tutum ve düşünceleri yu­karıda da belirttiğimiz gibi Şiî düşünceye oldukça yakındır. Hatta müellifin eserinde Haricilerden ve siyasi faaliyetlerinden genişçe bahsetmesine rağmen Şîa’ya hiç de­ğinmemesi “onu ana kitle olarak gördüğü/kabul ettiği ” düşüncesini de aklımıza ge­tirmektedir.

 

KAYNAKÇA

Abdurrezzak, Bekr Abdurrezzâk b. Hemmam es-San'ani (211/827): el- Musannef, thk. Habîburrahman el-A’zamî, 12 c., 1. Bsk., Beyrut, Mektebu’l-Îslâmî, 1972.

Abdülhamid, Îrfan: İslâm’da İtikâdî Mezhepler ve Akâid Esasları, trc: M. Saim Yeprem, Îst., Marifet Yay., 1981.

Accâc, Muhammed Hatîb: Usûlu’l-Hadîs Ulûmuhû ve Mustalâhuhû, Bey­rut, Dâru’l-Fikr, 1989.

Adıgüzel, Abdülcabbar: “Erken Dönem Politik Îhtilaflann Şiî-Îmâmî Ekolde­ki Teolojik Îzdüşümleri”, e-Makalât Mezhep Araştırmaları, C. IV, No: 2, Güz- 2011, s. 63-122.

Ağırakça, Ahmed: Hz. Ebû Bekir Devri İslam Tarihi, Îst., Buruc Yay.,

1998.

Akbulut, Ahmet: “Hariciliğin Siyasi Görüşlerinin Îtikadileşmesi”, İFD, Fakültenin Kuruluşunun 40. Yılı Özel Sayısı C. XXXI, s. 331-348.

Akbulut, Ahmet: Sahabe Dönemi İktidar Kavgası, Ank., Pozitif Matbaacı­lık, 2001.

Akçay, Mustafa: “Hz. Ali’nin Hayatı ve Kişiliği”, Anadoluda Alevîliğin Dünü ve Bugünü, ed. Halil İbrahim Bulut, 1. Bsk., Sakarya, Sakarya Üniversitesi Yayınları, 2010, s. 175-214.

Algül, Hüseyin: “Fedek”, DİA, Îstanbul, TDV, 1995, C. XII, s. 294-295.

Algül, Hüseyin: “Hz. Ebû Bekir’in Hicretten Vefatına Kadar Olan Dönemde­ki Faaliyetlerine Genel Bir Bakış”, İstem, C. III, No: 6, 2005, s. 105-120.

Apak, Adem: “Hz. Osman Dönemi Fetihleri”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. IX, No: 9, Bursa, 2000, s. 437-446.

Apak, Adem: “Hz. Osman’ın Döneminde Meydana Gelen Siyasi Problemler ve Sebepleri Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, Usûl İslam Araştırmaları, No: 4, Temmuz-Aralık 2005, s. 157-170.

Apak, Adem: “Hz. Osman’ın Hilafeti Döneminde Umeyyeoğullan’nın Devlet Îdaresindeki Yeri”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. VII, No: 7, Bursa, 1998, s. 487-522.

Apak, Adem: İslam Siyaset Geleneğinde Amr b. el-As, Ank., Ankara Okulu Yay., 2001.

An, M. Salih: Hz. Ebû Bekir ve Ridde Savaşları, İst., Beyan Yay., 1996.

An, M. Salih: İmamiye Şîası Kaynaklarına Göre İlk Üç Halife Dönemi, İstanbul, Düşün Yayıncılık, 2011.

el-Askerî, Allâme Murtaza: Ehl-i Beyt ve Ehl-i Sünnet Ekolleri -İmâmet ve Sahabe, çev. Cafer Bendiderya - İsmail Bendiderya, İstanbul, Kevser Yay., t.y.

Atalan, Mehmet: “Hz. Muhammed’in Vefatından Sonraki Hilafet Tartışmala­rı”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. IX, No: 2, Elazığ, 2004, s. 55­68.

Atçeken, İsmail Hakkı: “Hz. Osman Dönemi İç Olaylarında Mervan b. Ha- kem’in Rolü”, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, No: 9, Konya, 2000, s. 315-348.

Ay, Mahmut: Mu’tezile ve Siyaset, 1. Bs., İstanbul, Pınar Yay., 2002.

Ayar, Kenan: “Hz. Ebû Bekir Dönemi Olaylarında Kur’an’ın Referans Olarak Kullanılması”, OMÜİFD, No: 24-25, Samsun, 2007, s. 151-175.

Aycan, İrfan: “Emevîler Dönemi İç Siyasi Gelişmeleri (41-132/661-750)”, AÜİFD, C. XXXIX, 1999, s. 147-174.

Aycan, İrfan: “Mervân I”, DİA, Ankara, TDV, 2004, C. XXIX, s. 225-227.

Aycan, İrfan: Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyan, Ank., Ankara Okulu Yay., 2010.

Aydınlı, Abdullah: “Ebû Zer el-Gıfârî”, DİA, İstanbul, TDV, 1994, C. X, s. 266-269.

el-Bağdadî, Ebû Mansur Abdülkahir b. Tahir b. Muhammed Temimi Abdülkahir (429/1037-1038): Mezhepler Arasındaki Farklar: el-Fark beyne’l- Firak, trc. Ethem Ruhi Fığlalı, Ank. TDV Yay., 1991.

Bâkıllânî, Ebû Bekr Muhammed b. et-Tayyib (403/1013): Kitâbu Temhîdi’l- Evâil ve Telhîsi’d-Delâil, thk. İmâduddin Ahmed Haydar, 3. Bsk., Beyrut, 1993.

Bakkal, Ali: “Ebû Bekir’in Halife Seçilmesinde İmamlar Kureyş’tendir Hadi­sinin Rolü Üzerine”, İstem, C. III, No: 6, 2005, s. 87-104.

Balcı, İsrafil: “Bir Yalnız Sahabi Ebû Zer el-Gıfârî”, OMÜİFD, No: 10, Samsun, 1998, s. 351-386.

Balcı, İsrafil: “Diplomat ve Devlet Adamı Yönüyle Hz. Ömer”, OMÜİFD, No: 16, Samsun, 2003, s. 185-204.

Başaran, Selman: “Hakem b. Ebu’l-Âs”, DİA, İstanbul, TDV, 1997, C. XV, s. 175-176.

Belâzürî, Ebu’l-Abbas Ahmed b. Yahyâ b. Câbir (279/892): Ensâbu’l-Eşrâf, tbk. Suheyl Zekkâr-Riyad Zirikli, 13 c., Beyrut, Dâru’l-Fikr, 1996.

Boyacıoğlu, Ramazan: “Hz. Muhammed’in Hastalığı Sırasında Hz. Ömer’in Tavrı ve Halife Seçimi”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. VI, No: 1, Sivas, 2002, s. 85-92.

Bozan, Metin: İmâmiyye’nin İmâmet Nazariyesinin Teşekkül Süreci, İs­tanbul, ISAM Yay., 2009.

Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail (256/870): Sahihu’l-Buharî, Riyad, Mektebetü Dâru’s-Selam, 1999.

Bursalı, M. Necati: Hz. Ömer, İst., Çelik Yay., 2010.

Cabiri, Muhammed Abid: İslamda Siyasal Akıl, trc. Vecdi Akyüz, İst., Kitabevi Yay., 1997.

Cerrahoğlu, İsmail: “Abdullah b. Mes’ûd”, DİA, İstanbul, TDV, 1988, C. I, s. 114-117.

Cevdet Paşa, Ahmed (1312/1895): Kısâs-ı Enbiyâ, haz. Mahir İz, II. Bsk., Ank., Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., 1985.

Çakır, Zehra: “Dört Halife Döneminde Talha b. Ubeydullah” İstem, C. IV, No: 7, 2006, s. 175-202.

Çelik, Mehmet: “İslam Tarihinde Dinin Politikaya Alet Edilmesinin İlk Ör­nekleri”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C. X, No: 1, Elazığ, 2000, s. 29-49.

Çiçek, Mustafa: “Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn Döneminde Zübeyr b. el-Avvâm”, İstem, C. IV, No: 7, 2006, s. 135-158.

ed-Dabî, Seyf b. Ömer el-Esedî (200/816): el-Fitne ve Vak’atu’l-Cemel, der. ve tsnf. Râtib Armuş, Ahmet, 1. Bsk., Beyrut, Dâru’n-Nefâis, 1971.

Dalkılıç, Mehmet: “Şîa, Havariç ve Ehl-i Sünnette Takiyye”, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 1992.

Demir, Halis: “Meşruiyet Açısından Hz. Osman’ın Öldürülmesinin İncelen­mesi”, KSÜİFD, C. VI, No: 11, 2008, s. 77-119.

Demircan, Adnan: “Rasûlullah’ın Münafıklarla İlişkileri”, İslam’da İnsan Modeli ve Hz. Peygamber Örneği (Kutlu Doğum Haftası Sempozyumu 1993), Ank., TDV Yay., 1995, s. 141-154.

Demircan, Adnan:               “Üçüncü Halife Osman’a Yöneltilen Eleştirilere

Bakıllânî’nin Cevapları”, İslam-Sanat-Tarih-Edebiyat ve Musiki Dergisi, C. IV, No: 8, 2006, s. 9-20.

Demircan, Adnan: Ali-Muaviye Kavgası, 2. Bsk., İstanbul, Beyan Yay.,2010.

Demircan, Adnan: Haricilerin Siyasi Faaliyetleri, İstanbul, Beyan Yay.,1996.

Demircan, Adnan: Hz. Ali Dönemi ve Ehl-i Beyt, İstanbul, Beyan Yay.2008.

Demircan, Adnan: Hz. Ali’nin Hilâfet Hakkı Meselesinde Gadîr-i Hum Olayı, İst., Beyan Yay. 1996.

Demirci, Mustafa: “Hz. Osman Devri Fitne Olaylarının Sosyoekonomik Bo­yutları”, İslâmiyât Dergisi, C. VII, No: 1, 2004, s. 155-170.

Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, ed. Kenan Seyithanoğlu, Red. Hakkı Dursun Yıldız, İstanbul, Çağ Yay., 1992.

Dozy, Reinhart Pieter Anne (1300/1883): Târih-i İslâmiyet, çev: Abdullah Cevdet Karlıdağ, 2 c., Kahire, Matbaâ-i İctihâd, 1908.

Dölek, Adem: “el-Velid b. Ukbe’nin Hayatı ve Sahabe Adaleti Açısından Değerlendirilmesi”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. VI, No: 1, Sivas, 2002, s. 93-110.

Ebû Davud, Süleyman b. Eş’as b. İshak el-Ezdi es-Sicitânî (275/889): Kitabu’s-Sünen: Sünen-i Ebû Davud, 1. Bsk., Riyad, Darü’s-Selâm, 1999.

Ebû Zehra, Muhammed (1394/1974): İslam’da Siyasî İtikadî ve Fıkhî Mez­hepler Tarihi, trc. Hasan Karakaya-Kerim Aytekin-Abdülkadir Şener, İstanbul, Hi­sar Yayınevi, 1983.

Ebû Zehra, Muhammed: İslam'da Siyasî ve İtikadî Mezhepler Tarihi, çev. Ethem Ruhi Fığlalı-Osman Eskicioğlu, 1. Bsk., İstanbul, Yağmur Yay., 1970.

Ecer, Ahmet Vehbi: “Şîa ve Doğuşu”, Erciyes Üniversiesi İlahiyat Fakülte­si Dergisi, No: 1, Kayseri, 1983, s. 131-142.

Ergin, Murat: “Siyasî ve İtikadî Mezheplerin Doğuşunda Kabile Asabiye­tinin Rolü” (Basılmamış Doktora Tezi), Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensti­tüsü, Şanlıurfa, 2000.

Erten, Hayri: “Hz. Ömer Döneminde Toplumsal Değişme”, Selçuk Üniversi­tesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, No: 6, 1996, s. 297-308.

el-Eş’arî, Ebu’l-Hasen îbn Ebû Bişr Ali b. İsmail b. îshak (324/936): “Harici­lerin Temel Görüşleri”, çev. Harun Yıldız, OMÜİFD, No: 9, Samsun, 1997, s. 351­356.

el-Eş’arî, Ebu’l-Hasen îbn Ebû Bişr Ali b. İsmail b. îshak (324/936): İlk Dö­nem İslam Mezhepleri: Makâlâtü’l-İslâmiyyîn ve İhtilâfu’l-Musallîn, çev. Meh­met Dalkılıç-Ömer Aydın, 1. Bs., İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2005.

Fayda, Mustafa: “Abdullah b. Amir”, DİA, İstanbul, TDV, 1988, C. I, s. 84­85.

Fayda, Mustafa: “Abdullah b. Sa’d b. Ebû Serh”, DİA, İstanbul, TDV, 1988, C.I, s. 130-131.

Fayda, Mustafa: “Ridde Olayları”, DİA, İstanbul, TDV, 2008, Ankara, TDV, 2002, C. XXXV, s. 91-93.

Fığlalı, E. Ruhi: “İlk Şiî Olayları”, AÜİFD, C. XXVI, 1983, s. 335-352

Fığlalı, Ethem Ruhi: “Abdullah b. Sebe”, DİA, İstanbul, TDV, 1988, C. I, s. 133-134.

Fığlalı, Ethem Ruhi: “Hariciliğin Doğuşu ve Fırkalara Ayrılışı”, AÜİFD, C. XXII, Ankara, 1978, s. 245-275.

Fığlalı, Ethem Ruhi: “Şiîliğin Doğuşu ve Gelişmesi”, Milletlerarası Tarihte ve Günümüzde Şiîlik Sempozyumu, 1. Bsk., İstanbul, İSAV İlmî Neşriyat, 1993, s.33-46.

Fığlalı, Ethem Ruhi: İbâdiyye’nin Doğuşu ve Görüşleri, (Yayınlanmış Dok­tora Tezi) Ank., Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yay., 1983.

Goldziher, Ignaz (1339/1921): el-Akîdetu ve’ş-Şerîatu fi’l-İslâm Arapçaya çev: M. Yûsuf Mûsa-A. Hasan Abdulkâdir-A. Abdulhak, Kahire, Dâru’l-Kitabi’l- Mısrî, 1946.

Hamidullah, Muhammed: İlk İslam Devleti, İst., Beyan Yay., 1992.

Hasan, Hasan İbrahim: Siyasî-Dinî-Kültürel-Sosyal İslam Tarihi, çev. İs­mail Yiğit-Sadrettin Gümüş, İstanbul, Kayıhan Yayınevi, 1987.

Hatiboğlu, M. Saîd: “Hz. Peygamber’in Vefatından Emevîlerin Sonuna Kadar Siyasi-İçtimai Hadiselerle Hadis Münasebetleri” (Yayınlanmamış Doçentlik Tezi), Ankara 1967.

Hatiboğlu, M. Saîd: “İslam’da İlk Siyasi Kavmiyetçilik: Hilâfetin Kureyşliliği”, AÜİFD, No: 23, Ank., 1978, s. 121-213.

Hemedânî, Ebû Bekr Ahmed b. Muhammed b. İshak el-Hemedânî İbnu’l- Fâkih (289/902): Muhtasar Kitabu’l-Buldan, thk. M. J. de Goeje, Leiden, 1885.

Heytemî, Ebu’l-Abbâs Şehabeddin Ahmed b. Hacer (974/1566): Savâiku’l- Muhrika fi’r-Reddi ala Ehl-i Bida’ ve’z-Zendeka, thk. Abdülvahhab Abdüllatif, Kahire, Mektebetü’l-Kahire, t.y.

el-Hillî, İbn Mutahhar Cemaleddin Hasan b. Yusuf (726/1335): Nehcu’l- Hakk ve Keşfu’s-Sıdk, nşr. Aynullah el-Hasenî el-Urmevî, Kum, y.y., 1986,

el-Hilli,               İbnü'l-Mutahhar Cemaleddin Hasan b. Yusuf b. Ali (726/1325):

Keşfu’l-Murad fî şerhi Tecridi'l-İ’tikad, Kum, y.y. 1988.

Hitti, Philip: Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, çev. Salih Tuğ, İst., y.y., 1980.

Hizmetli, Sabri: “Tarihi Rivayetlere Göre Hz. Osman’ın Öldürülmesi”, AÜİFD, C. XXVII, Ank., 1985.

Hurç, Ramazan: “Hz. Ebû Bekir Döneminde Bağımsızlık Hareketleri”, Fırat Ümiversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, No: 8, Elazığ, 1998, s. 33-66.

Huseynî, Cemaleddin Ataullah:                    Ravzatü’l-Ahbâb, trc. Magnisavi

Benlizade, 2. Bsk., İst., Matbaa-i Amire, 1871.

Hüseyin, Taha: “Fitne Döneminde İbn Sebe’nin Rolü Hakkında Bir Değer­lendirme”, trc. Adem Apak, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. VI, No: 6, 1994, s. 421-424.

İbn Abd Rabbihî, Ebû Ömer Ahmed b. Muhammed el-Endelusî (327/939): Kitabu’l-İkdü’l-Ferîd, şrh ve tsh. Ahmed Emin, 4 c., Kahire, y.y., 1948.

İbn Abdülber en-Nemerî, Ebû Ömer Cemaleddin Yusuf b. Abdullah b. Mu­hammed Kurtubî (463/1071): el-İstîâb fî-Ma’rifeti’l-Ashab, thk. Ali Muhammed Bicavî, 12 c., Kahire, Dâr-uNehdati Mısr, t.y.

İbn Arabî, Muhammed b. Abdillah b. Muhammed el-Endelusî (543/1148): el-Avâsım mine’l-Kavasım, thk. Muhîbuddîn El-Hatîb, Kahire, 1979.

İbn Asâkîr, Ebî’l-Kâsım Ali b. el-Hasen b. Hibetüllah b. Abdillah eş-Şâfi'î (571/1175): Târîh-u Medîneti Dımaşk, thk. Sekîne eş-Şihâbî, Dımeşk, y.y., 1954.

İbn Deyba, Ebû Muhammed Vecihüddin Abdurrahman b. Ali (944/1537): Teysiru’l-Vüsûl ilâ Câmii’l-Usûl: Kütüb-i Sitte Hadis Ansiklopedisi, çev. ve haz. İbrahim Canan, İst., Zaman Gazetesi Akçağ Yayınevi, t.y.

İbn Ebi’l-Hadîd, Ebû Hamîd Îzzuddîn Abdülhamîd b. Hibetullah el-Medâinî (656/1258): Şerh-u Nehci’l-Belâğa, thk. M. Ebu’l-Fazl İbrahim, 20 c., Kum, y.y., 1959.

İbn Hacer el-Askalânî, Ebu’l-Fazl Şehabeddin Ahmed (852/1449): Fethu’l- Bârî, thk. Muhammed Fuad Abdulbakî-Muhîbuddîn el-Hatîb, 13 c., Beyrut, Dâru’l- Maârif, 1988.

İbn Haldun, Ebû Zeyd Veliyyuddin Abdurrahman b. Muhammed (808/1406):

Tarihu İbn Haldun Kitabu’l-İber ve Divânu’l-Mübtede ve’l-Haber fî Eyyâmi’l- Arab ve’l-Acem ve’l-Berber ve men Asârahum min Zevi’s-Sultâni’l-Ekber, 8 c.,

Beyrut, Daru’l-Fikr, 2000.

İbn Hanbel, Ebû Abdullah Ahmed b. Muhammed eş-Şeybanî Ahmed (241/855): el-Müsned, thk. Muhammed Abdülkadir Ata, Beyrut, Daru’l-Kütübi’l- İlmiyye, 2008.

İbn Hazm, Ebû Muhammed b. Ali b. Ahmed b. Saîd ez-Zâhirî (456/1064): Cevâmiu’s-Sîre: Siyerin Özü, çev. M. Salih An, İst., Çıra Yay., 2004.

İbn Hişâm, Ebû Muhammed Cemaleddin Abdülmelik (213/828): es-Sîretu’n- Nebeviyye, thk. Mustafa es-Sakkâ, trc. Hasan Ege, 4 c., İst., Kahraman Yay., 1985.

İbn İshak, Ebû Abdullah Muhammed b. İshak b. Yesar (150/767): Sîret-i İbn İshak, thk. Muhammed Hamidullah, 2. Bsk., Konya, Hayra Hizmet Vakfı Neş­riyat, 1981.

İbn Kesîr, Ebü'l-Fida İmadüddin İsmail b. Ömer (774/1373): el-Bidâye ve’n- Nihâye, çev. Mehmet Keskin, 14 c., İst., Çağrı Yay., 1994.

İbn Kudame, Ebû Muhammed Muvaffakuddîn Abdullah b. Ahmed (620/1223): el-Mugnî, Riyâd, Mektebetü’r-Riyadi’l-Hadise, t.y.

İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim (276/889): el-Maârif, thk. Servet Ukkâşe, 4. Bsk., Kahire, Dâru’l-Maârif, t.y.

İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim(276/889): el-İmâme ve’s- Siyâse, thk. Üstaz Ali Şeyrî, 2 c., Beyrut, Dâru’l-Edva, 1990.

İbn Mâce, Ebû Abdullah Muhammed b. Yezid er-Rebei el-Kazvini (273/887): Sünen-i İbn Mâce, thk. B. A. Ma’rûf, 6 c., Beyrut, Dâru’l-Cîyl, 1998.

İbn Manzur, Ebu'l-Fazl Muhammed b. Mükerrem b. Ali el-Ensârî (711/1311): Lisânu’l-Arab, 3. Bsk., Beyrut, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, 1999.

İbn Rüşd, Ebu’l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed Kurtubî (595/1198): Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetu’l-Muktesıd: Mezheplerarası Mu­kayeseli İslam Hukuku, red. Vecdi Akyüz, trc. Ahmed Meylani, İst., Beyan Yay., 1991.

İbn Sa'd, Ebû Abdullah Muhammed b. Sa'd b. Meni' ez-Zühri (230/844): et- Tabakâtü’l-Kübrâ, 9 c., Beyrut, Dâru’s-Sadrt, 1968.

İbn Şâzân, Fadl b. Şâzân el-Ezdî: el-îzâh, thk. Es-Seyyid Cemaluddin el- Huseynî el-Urmevî el-Muhaddis, Tahran, Müessesetu İntişarât, 1363/1944

İbn Şebbe, Ebû Zeyd Ömer b. Şebbe b. Abide en-Nemeri (262/876): Târihu’l-Medîneti’l-Münevvera, thk. Fehim Muhammed Şeltut, 4 c., y.y., t.y.

İbnü’l-Esîr, Ebu'l-Hasan İzzeddin Ali b. Muhammed b. Abdülkerim (630/1233): el-Kâmil fi’t-Tarih, 13 c. Beyrut, Dâru’s-Sadr, 1979.

İbnü'l-Murtaza, Ahmed b. Yahyâ b. Murtaza Mehdi Lidinillah (840/1437): Tabakâtü’l-Mu’tezile, thk. Susana Dıwald Wılzer, Beyrut, Dâru’l-Mektebeti’l- Hayat, 1961.

İmam-ı Malik, Ebû Abdullah el-Asbahi el-Himyeri Malik b. Enes (179/795): el-Muvatta, Kahire, Daru’r-Riyâni li’l-Terât, 1988.

el-İsfahânî, Râgıb: Müfredâtü Elfâzi’l-Kur’ân, Dımeşk, Daru’l-Kalem,

2002.

İşcan, Mehmet Zeki: “Ehl-i Sünnet’in Oluşumunda Öncü Şahsiyetler”, Ta­rihte ve Günümüzde Ehl-i Sünnet, İstanbul, Ensar Yay., 2006, 63-96.

Kılavuz, Ahmed Saim: İslam Akaidi ve Kelam’a Giriş, İstanbul, Ensar Nesriyat, 1998.

Kılıç, Ünal: “Hz. Ali’nin Şehirlerin İdarecileriyle İlgili Politikaları”, Cumhu­riyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. XII No: 2, 2008, s. 121-140.

Kılıç, Ünal: “Hz. Ali’nin Vali Politikası ve Valileri”, Hz. Ali Sempozyum Bildirileri (24-25 Ekim 2007), İzmir, 2009, s. 317-335.

Korkmaz, Sıddık: “İbn Sebe Rivayetinin Tarih ve Makâlât Türü Eserlere Yansıması”, Dinî Araştırmalar Dergisi, C. X, No: 29, Eylül-Aralık 2007, s. 129­144.

Köse, Saffet: “Hz. Ömer’in Bazı Uygulamaları Bağlamında Ahkâmın Değiş­mesi Tartışmalarına Bir Bakış”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, No: 7, Nisan 2006, s. 13-50.

Kubat, Mehmet: “Hariciliğin Doğuşunda Münafıkların Rolü”, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, C. VI, No: 4, 2006, s. 115-151.

Kuleynî, Ebû Cafer Muhammed b. Ya’kûb b. İshak (329/941): el-Kâfî, thk. Ali Ekber el-Gıfârî, 5. Bs. Tahran, Dâru’l-Kütübü’l-İslâmî, 1971.

el-Kummî, Ebû Halef (301/913)/en-Nevbahtî, Ebû Muhammed Haşan b. Mûsa b. Haşan (310/922): Şiî Fırkalar: Kitabu’l-Makâlât ve’l-Firak ve Firaku’ş- Şîa, çev. Haşan Onat v.diğ., Ank., Ankara Okulu Yay., 2004.

el-Kummî, Ebu’l-Hasan Ali b. İbrahim (301/913): Tefsîru’l-Kummî, tsh. es- Seyyid Tayyib el-Musevî el-Cezâirî, Kum, Dâru’l-Kitâb,1984.

Kutlu, Sönmez: “Mürcie Mezhebi: Doğuşu, Fikirleri, Edebiyatı ve İslam Dü­şüncesine Katkıları”, Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. I, No: 1,2002/1, s. 168-210.

Kutlu, Sönmez: Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, An­kara, TDV Yay., 2000.

Kutlu, Sönmez: “Ehl-i Beyt Sembolik Kapitalinin Tarihi Süreç İçinde Semerelendirilmesi”, İslamiyat Dergisi, C. III, No: 3, 2000, s. 99-120.

Kutlu, Sönmez: Mezhepler Tarihine Giriş, 1. Bs., İst., Değerler Eğitimi Merkezi Yay., 2008.

Kutluay, Cihat: “Haricilikte Hurûç, Ku’ûd ve Hicret”, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitü­sü, Çanakkale, 2007.

Kutluay, Yaşar: İslam ve Yahudi Mezhepleri, Ank., AÜİF Yay. 1965.

Laoust, Henry: İslam’da Ayrılıkçı Görüşler, çev. E. Ruhi Fıglalı-Sabri Hizmetli, İstanbul, Pınar yay., 1999.

Lewis, Bernard: Tarihte Araplar, çev: Hakkı Dursun Yıldız, İst., İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., 1979.

Lings, Martin: Hz. Muhammed’in Hayatı, çev. Nazife Şişman, İst., İnsan Yay., 2006.

Macit, Nadim: “Sünnî Ekolün İlk Öncüleri ve Görüşleri” (Yayınlanmamış Çalışma), Van, y.y., 1993.

Makrizî, Ebü'l-Abbas Takıyyüddin Ahmed b. Ali b. Abdülkadir (845/1442): en-Niza ve’t-Tehâsum fî mâ beyne Benî Umeyye ve Benî Hâşim, thk. Huseyn Mu’nis, Kahire, Daru’l-Maârif, 1988.

el-Malatî, Ebu’l-Huseyin Muhammed b. Ahmed b. Abdurrahman (377/987): et-Tenbih ve’r-Redd alâ Ehli’l-Hevâ ve’l-Bid’a, Nşr ve İlv: M. Zahid el-Kevserî, Beyrut, Mektebetu’l-Maârif, 1968.

el-Meclisi, Muhammed Bakır b. Muhammed Taki b. Maksud Ali (1110/1698): Biharü'l-Envari’l-Câmia li-Düreri Ahbari’l-Eimmeti'l-Ethar: el-

Akl ve’l-Cehl, thk. Muhammed el-Bâkır el-Behbûdî, 111 c., II. Bs. Beyrut, Dâru İhyâ, 1983.

Mes’ûdî, Ebü'l-Hasan Ali b. Hüseyin b. Ali (345/956): Murûcu’z-Zeheb ve Ma’âdinü’l-Cevher, thk. Muhammed Muhyiddin Abdülhamid, 2 c., Beyrut, Daru’l- Fikr, t.y.

Minkârî, Ebü'l-Fazl et-Temîmî Nasr b. Müzahim (212/827): Vak’atü Sıffın, thk. Abdüsselâm Muhammed Hârûn, 3. Bsk., Kahire, el-Müessesetü’l Arabiyeti’l- Hadîse, 1981.

el-Muzaffer, Muhammed Rıza: Şîa İnançları: Akâidu’l-İmamiyye, terc. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul, Zaman Yay., 1978.

el-Muzaffer, Muhammed Rıza: es-Sakîfe, Necef, y.y., 1980.

Naşi el-Ekber, Abdullah b. Muhammed Ebu’l-Abbas (293/906): Mesâilu’l- İmâme, thk. Josef van Ess, Beyrut, y.y., 1971.

en-Nesâî, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Ali b. Şuayb (303/915): es-Sünenü’l- Kübrâ, 1. Bsk., Beyrut, Müessesetü’r-Risâle, 2001.

en-Nisaburi, Ebu'l-Hüseyin el-Kuşeyri en-Nisaburi Müslim b. el-Haccâc (261/875): Sahîh-i Müslim, Riyad, Mektebetü Dârü’s-Selam, 2000.

Nu’aymî, Selim: “Haricilerin Doğuşu” çev. Harun Yıldız, OMÜİFD, No: 10, Samsun, 1998, s. 513-536.

O’leary, De Lacy: İslâm Düşüncesi ve Tarihteki Yeri, çev: Hüseyin Yurdaydın-Yaşar Kutluay, Ankara, AÜİF Yay., 1971.

Onat, Hasan: “Şiîliğin Doğuşu Meselesi”, AÜİFD, C. XXXVI, 1997, s. 79­118.

Onat, Hasan: “Şiîlik ve Günümüz Şiîliğinde Bazı Yeni Yaklaşımlar Üzerine”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, C. III, No: 3, 1989, s. 122-138.

Onat, Hasan: Emevîler Devri Şiî Hareketleri ve Günümüz Şiîliği, Ank., TDVYay. 1993.

Orbay, Kemaleddin Şükrü Kalelizâde: İslam Tarihinde Nifak: Ali, Necm-i İstikbal Matbaası, İstanbul 1928.

Öz, Mustafa ve İlhan, Avni: “İmâmet”, DİA, İstanbul, TDV, 2000, C. XXII, s. 201-203.

Öz, Şaban: “Şîa’nın Aslı ve Doğuşu Üzerine Görüşler”, e-Makâlât Mezhep Araştırmaları, C. I, No: 2, 2008, s. 29-47.

Özkan, Mustafa: “Siyasi-Sosyal Gelişmeler Karşısında Hz. Aişe’nin Duruşu Üzerine”, Diyanet İlmî Dergi, C. XXXXV, No: 1, Ocak-Şubat-Mart 2009, s. 57-74.

Özkurt, Adem: “Nevbahtî’nin Firaku’ş-Şîa’sında Şiî Mezheplere Yaklaşımı” (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Samsun, 2009.

er-Rızvânî, Üstad Ali Asker: Kur’an ve Sünnet Işığında Ehl-i Beyt Mekte­bi, çev. Ebulfez Kocadağ, y.y., Kevser Yay., t.y.

Sallabî, Muhammed Ali: I. Halife Hz. Ebû Bekir Hayatı Şahsiyeti ve Dö­nemi, trc. Şerafettin Şenaslan-Faruk Aktaş, İst., Ravza Yay. 2009.

Sallabî, Muhammed Ali: II. Halife Hz. Ömer Hayatı Şahsiyeti ve Dönemi, trc. Mehmet Akbaş, İst., Ravza Yay., 2008.

Sarıcık, Murat: Bütün Yönleriyle Dört Halife Dönemi, İst., Nesil Yay.,

2010.

Sarıkaya, Mehmet Saffet: İslam Düşünce Tarihinde Mezhepler, İsparta, Tuğra Matbaası, 2001.

SeyyidKutub, Seyyid b. Kutub b. İbrâhim (1386/1966): Fî Zilâli’l-Kur’ân, Trc. B. Karlıga-İ. H. Şengüler-Emin Saraç, 16 c., İstanbul, Hikmet Yayınları, 1970.

Sezikli, Ahmed: Hz. Peygamber Devrinde Nifak Hareketleri, Ankara, TDV Yay., 2001.

Sofuoğlu, Cemal: “Şîa’nın Hadis Anlayışı” (Basılmamış Doktora Tezi), An­kara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ank., 1977.

Şehristânî, Ebu'l-Feth Taceddin Muhammed b. Abdülkerim (548/1153): el- Milel ve’n-Nihal: Dinler Mezhepler ve Felsefi Sistemler Tarihi, çev. Mustafa Öz, ed. Mehmet Dalkılıç, İst., Litera Yay., 2008.

Şeriati, Ali (1398/1977): Ali Şîası Safevi Şîası, çev: Feyzullah Artinli, İst., Yöneliş Yay., 1990.

Şerif el-Murtazâ, Ali b. Hüseyin el-Musevî: eş-Şâfî fi’l-İmâme, Müessesetu İsmâiliyyât, İl. Bsk, Kum, 1989.

Şeyh Mufîd, Muhammed b. Muhammed el-Bağdâdî: el-Cemel ve’n- Nusre li-Seyyidi’l-İtre fî Harbi’l-Basra, Kum, el-Mektebetu’d-Dâvirî, t.y.

Taberî, Ebû Ca’fer İbn Cerîr Muhammed b. Cerîr b. Yezid (310/923): Tarihu’t-Taberî: Tarihu’l-Umem ve’l-Mülûk, thk. Muhammed Ebu’l-Fazl İbra­him, Amman, Beytu’l-Efkâru’d-Devliyye, t.y.

Tabersî, Ebû Ali Emînuddîn el-Fazl b.el-Hasan b. Fazl (548/1153): İ’lâmu’l- Verâ bi’l-A’lâmi’l-Hudâ, Beyrut, Dâru’l-Maârife, 1979.

Tabtabâî, Allâme Seyyid Muhammed Hüseyin b. Muhammed (1402/1981): İslam’da Şîa, çev. Kadir Akaras-Abbas Kazimli, y.y., Kevser Yay., ty.

Timuroğlu, Vecihi: “1923-1940 Yıllan Arasında Ekinimizin ve Yazınımızın Kaynaklan”, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı Sempozyumu, Yayına Haz. Hüseyin Atabaş-Aydın Şimşek-Devrim Dirlikyapan, Ankara, Edebiyatçılar Derneği Yay., 1998, s. 25-75.

Tirmîzi, Ebû îsa Muhamed b. îsa b. Sevre es-Sülemî (279/892): Sünenü’t- Tirmîzî, thk. Ahmed Muhammed Şakir, y.y., t.y.

Tuğral, Rahim: “Kur’an’ın Cem’i ve îstinsahında Üç Önemli Nokta”, Diya­net Değişi, C. 26, No: 1, Ocak-Şubat-Mart 1990, s. 89-101.

A

Turhan, Kasım: Kelâm ve Felsefe Açışından inşan Fiilleri: Amirî’nin Ka­der Risalesi ve Tercümesi, ed. Hüseyin Kader, 2. Bs., îst., Marmara Üniversitesi îlahiyat Fakültesi Vakfı Yay., 2003.

Urve, Ebû Abdullah el-Esedi el-Kureşi b. Zübeyr b. Avvâm (93/712): Meğazî Rasûlillah, thk. Muhammed Mustafa A’zâmî, Riyad, Mektebetü’t- Terbiyeti’l-Arabî, 1981.

Üçok, Bahriye: “Ridde”, AÜİFD, C. VI, 1958-1959, s. 97-113.

Üçok, Bahriye: İslâm’dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler Hicrî 7. - 11. Yıllar, Ank., AÜîF Yay., 1967.

Ünalan, Abdullah: “Ehl-i Sünnet ve Şîa’nın îmâmette Dayandığı Hadisler” (Basılmamış Doktora Tezi), Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Şanlı­urfa, 1998.

Ünver, Mehmet Zahit: “Son Dönem Bir Osmanlı Alimi M. Zahid

Kevserî’nin Ehl-i Sünnet Algısı ve Mezheplere Bakışı” (Basılmamış Yüksek Li­sans Tezi), Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sakarya, 2011.

Vâkıdî, Muhammed b. Ömer b. Vakıd el-Eslemî (207/823): Kitâbu’l- Megâzi, thk. Marsden Jones, 3 c., Beyrut, Â’lemu’l-Kütüb, 1966.

Vatandaş, Celaleddin: Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslâm Daveti Medine Dönemi, 4. Bsk., îst., Pınar Yay., 2007.

Wellhausen, Julius (1336/1918): Arap Devleti ve Sükûtu, trc. Fikret Işıltan, Ankara, A.Ü.î.F. Yay., 1963.

Wellhausen, Julius (1336/1918): İslamiyetin İlk Devrinde Dinî-Siyasî Mu­halefet Partileri”, çev: Fikret Işıltan, II. Bsk., Ankara, TTK Yay., 1989.

Ya'kubi, îbn Vazıh Ahmed b. îshak b. Ca'fer (292/905): Tarih-i Ya’kûbî, 2 c., Beyrut, Dâru’s-Sadr, t.y.

Yıldız, Harun: “Harici Düşüncesinin Gelişimi”, OMÜİFD, No: 11, Samsun, 1999, s. 257-270.

Yıldız, Harun: “Haricilerin Doğuşunda Kurrâ’nın Rolü”, EKEV Akademi Dergisi, C. VIII, No: 18, Kış-2004, s. 263-282.

Müessesetü’r-Risâle, 1996.

Zuhayli, Vehbe: İslam Fıkhı Ansiklopedisi, red. Hamdi Arslan, trc. Ahmet Efe v.diğ., 10 c., İst., Zaman Gazetesi Feza Yayıncılık, 1994.



Belâzürî, a.g.e., V, s. 66-67; Atçeken, a.g.m., s. 330-331; Aycan, a.g.md.,, C. XXIX, s. 226. Şehristânî, a.g.e., s. 37.

[2] îbnü’l-Esîr, a.g.e., III, s. 92-93; îbn Kesîr, a.g.e., VII, s. 249.

Şehristânî, a.g.e., s. 37; Bu hususla alakalı nakledilen rivayetleri incelemek için bkz: Belâzürî,

a.g.e., VI, s. 133; Atçeken, a.g.m., s. 324-327.

îbn Kuteybe, el-Maârif, s. 195. îbn Kuteybe, el-Maârif, s. 194.

îbn Kuteybe, el-Maârif, s. 195; Ya’kûbî, a.g.e., II, s. 168; îbn Şebbe, a.g.e., III, s. 1091.

Taberî, a.g.e., s. 762; Atçeken, a.g.m., s. 326-327. Ayrıca bu hususta ayrıntılı bilgi için bkz: Taberî, a.g.e., s. 759-768.

Muhammed Abid Cabiri, Mamda Siyasal Akıl, trc. Vecdi Akyüz, İst., Kitabevi Yay., 1997, s. 317, 357-359. Ayrıca bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Demirci, a.g.m., s. 164-165; İsmail Yiğit, “Osman”, DİA, C. XXXIII, s. 440 v.d.; Halis Demir, “Meşruiyet Açısından Hz. Os­man’ın Öldürülmesinin İncelenmesi”, KSÜİFD, C. VI, No: 11, 2008, s. 90-92; Sarıcık, a.g.e., s. 216-217.

Ayrıntılı bilgi içib bkz: İbn Sa’d, a.g.e., III, s. 108.

Ayrıntılı bilgi için bkz: Cabiri, a.g.e., s. 357 v.d.

Câbirî, a.g.e., s. 357-359; Demirci, a.g.m., s. 165-166.

Selim Nu’aymî, “Haricilerin Doğuşu” çev. Harun Yıldız, OMÜİFD, No: 10, Samsun, 1998, s. 515-516.

Ayrıntılı bilgi için bkz: Ebü Bekr Muhammed b. et-Tayyib el-Bâkıllânî (403/1013) Kitâbu Temhîdi’l-Evâil ve Telhîsi’d-Delâil, thk. İmâduddin Ahmed Haydar, 3. Bsk., Beyrut, 1993, s. 534; İbn Kesîr, a.g.e., VII, s. 282-283.

Demir, a.g.m., s. 93.

İbn Şebbe, a.g.e., III, s. 1095; Demir, a.g.m., s. 93-94.

Ayrıntılı bilgi için bkz: İbn Kesîr, a.g.e., VII, s. 271-272; Abdullah Aydınlı, “Ebû Zer el- Gıfârî”, DİA, C. X, s. 267-269; İsrafil Balcı, “Bir Yalnız Sahabi Ebû Zer el-Gıfârî”, OMÜİFD, No: 10, Samsun, 1998, s. 351-357.

Ayrıntılı bilgi için bkz: Bakıllânî, a.g.e., s. 530-531. îbn Kesîr, a.g.e., VII, s. 282.

îsmail Cerrahoğlu, “Abdullah b. Mes’ûd”, DİA, C. I, s. 115.

Ayrıntılı bilgi için bkz: Bakıllânî, a.g.e., s. 531-532; Demircan, “Üçüncü Halife Osman’a Yö­neltilen Eleştirilere Bakıllânî’nin Cevapları”, s. 12.

Belâzürî, a.g.e., VI, s. 134-135.

Bakıllânî, a.g.e., s. 539.

Bâkıüânî, a.g.e., s. 536-537; İbnü’l-Esîr, a.g.e., III, s. 103-104.

Ya’kûbî, a.g.e., II, s. 162-163.

Bu husustla ilgili tartışmalar için bkz: Bâkıüânî, a.g.e., s. 541.

İbnü’l-Esîr, a.g.e., III, s. 154-155; Cevdet Paşa, a.g.e.,, II, s. 299 v.d.; Ethem Ruhi Fığlalı, “Abdullah b. Sebe”, DİA, C. I, s. 133; Kutluay, a.g.e., s. 34-37. Bazı modern dönem araştırma­cıları, İbn Sebe’yi bir vehim olarak saymaktadırlar. Örnek olarak bkz: Taha Hüseyin, “Fitne Döneminde İbn Sebe’nin Rolü Hakkında Bir Değerlendirme”, trc. Adem Apak, Uludağ Üni­versitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. VI, No: 6, 1994, s. 421-424; Sıddık Korkmaz, “İbn Sebe Rivayetinin Tarih ve Makâlât Türü Eserlere Yansıması”, Dinî Araştırmalar Dergisi, C. X, No: 29, Eylül-Aralık 2007, s. 130-131.

îbnü’l-Esîr, a.g.e., III, s. 154.

Sabri Hizmetli, “Tarihi Rivayetlere Göre Hz. Osman’ın Öldürülmesi”, AÜİFD, C. XXVII, Ank., 1985, s. 174.

Muhammed Hamidullah, İlk İslam Devleti, îst., Beyan Yay., 1992, s. 66.

Kubat, a.g.m., s. 116.

Taberî, a.g.e., s. 816-817; îbnü’l-Esîr, a.g.e., III, s. 236.

Demircan, Haricilerin Siyasi Faaliyetleri, s. 106.

Kubat, a.g.m., s. 139-140.

[21]       Hariciliğin Kelâmi görüşleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Cihat Kutluay, “Haricilikte

Hurûç, Ku’ûd ve Hicret”, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çanakkale, 2007, s. 10-13.

Ebû Hamid îzzuddin Abdülhamid b. Hibetullah el-Medâini îbn Ebi’l-Hadid (656/1258), Şerh- u Nehci’l-Belâğa, thk. M. Ebu’l-Fazl îbrahim, 20 c., Kum, y.y., 1959, III, s. 11; Arı, İmamiye Şîası Kaynaklarına Göre İlk Uç Halife Dönemi, s. 453-453.

Arı, İmamiye Şîası Kaynaklarına Göre İlk Uç Halife Dönemi, s. 494-495.

Ayrıntılı bilgi için bkz: îbnü’l-Esir, a.g.e., III, s. 154-167; îbn Kesir, a.g.e., VII, s. 281-286.

îbnü’l-Esîr, a.g.e., III, s. 158-162; îbn Kuteybe, el-Maârif, 195-s. 196; Mes’ûdî, a.g.e., II, s. 354-355.

îbnü’l-Esîr, a.g.e., III, s. 160-161, 172.

Bazı klasik dönem tarihçiler ve modern dönem yazarları Ensar ve Muhacirlerin Hz Osman’ın öldürmek için gelen asileri ne engellediklerini ne de onlara destek olduklarını, yani onları ken­di haline bıraktıklarını nakletmektedirler. Örnek olarak bkz: Ebu'l-Fazl et-Temîmî Nasr b. Müzahim Minkârî (212/827), Vak’atü Sıffîn, thk. Abdüsselâm Muhammed Hârûn, 3. Bsk., Kahire, el-Müessesetü’l Arabiyeti’l-Hadîse, 1981, s.77, 552; Muhammed b. Abdillah b. Mu­hammed el-Endelusî îbn Arabî (543/1148), el-Avâsım mine’l-Kavasım, thk. Muhîbuddîn El- Hatîb, Kahire, 1979, s. 136-137, 166; Akbulut, a.g.e., s. 163-164, 177.

Ayrıntılı bilgi için bkz: Taberî, a.g.e., s. 786-787; îbn Abd Rabbihi, a.g.e., IV, 286; Şehristânî, a.g.e., s. 37; îbnü’l-Esîr, a.g.e., III, 168-169.

Eş’arî, a.g.e., s. 29.

Eş’arî, a.g.e., a.y.; Şehristânî, a.g.e., s. 37.

Mesela bkz: Sönmez Kutlu, “Mürcie Mezhebi: Doğuşu, Fikirleri, Edebiyatı ve İslam Düşünce­sine Katkıları”, Gazi Üniversitesi Çorum ilahiyat Fakültesi Dergisi, C. I, No: 1, 2002/1, s. 168-169.

Örneğin bkz: Kutlu, “Mürcie Mezhebi”, s. 172.

Şehristânî, a.g.e.,, s. 113-114.

[30]         Kutlu, “Mürcie Mezhebi”, s. 172-173.

[31]         Kutlu, “Mürcie Mezhebi”, s. 173.

[32]         Malâtî, a.g.e., s. 36.

[33]         Kutlu, “Mürcie Mezhebi”, s. 173-174.

[34] Kutlu, “Mürcie Mezhebi”, s. 174-175.

Ebî'l-Kâsım Ali b. el-Hasen b. Hibetüllah b. Abdillah eş-Şâfi'î İbn Asâkîr (571/1175), Târîh-u

Medîneti Dımaşk, thk. Sekîne eş-Şihâbî, Dımeşk, y.y., 1954, s. 504.

İbn Sa'd, a.g.e., VI, s. 308.

Nâşî el-Ekber, a.g.e., s. 16.

Bazılarının Hz. Osman tarafından çeşitli görevlere getirilmeleri dolayısıyla, “Osmânî” diye de tanımlanan bu tarafsızlar grubu içerisinde, Abdullah b. Ömer, Sa’d b. Ebî Vakkâs, Muhammed b. Mesleme, Üsâme b. Zeyd, Kudâme b. Maz’ûn, Ka'b b. Mâlik, Sa'd b. Malik, Zeyd b. Sabit, Hassan b. Sabit, Mesleme b. Muhalled, Ebû Saîd el-Hudrî, en-Nu'mân b. Beşîr, Rafi' b. Hadîc, Fedâle b. Ubeyd, Ka'b b. Ucre, Kays b. Hâzım, Eymen b. Hureym (Huzeym ?), Muhammed b. Ebî Bekre, Velîd b. Ukbe, Imrân b. Husayn başta olmak üzere sahabe ve tabîundan Hz. Ali’ye başlangıçta biat etmekten kaçınan ancak daha sonra biat edip harbe katılmayı ve Ehl-i Kıble’ye kılıç çekmeyi reddeden pek çok kişi bulunmaktadır. Bkz. Kutlu, “Mürcie Mezhebi”, s. 176. Kutlu, “Mürcie Mezhebi”, s. 177.

Mesela bkz: Muhammed Ebu Zehra, İslam'da Siyasî ve Itikadî Mezhepler Tarihi, çev. Ethem Ruhi Fığlalı-Osman Eskicioğlu, 1. Bsk., İstanbul, Yağmur Yay., 1970, s. 167.

Emevîler döneminde Mürcie ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: Kutlu, “Mürcie Mezhebi”, s. 181­185; Sönmez Kutlu, Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, Ankara, TDV Yay., 2000, s. 91-99.

Şehristânî, a.g.e., s. 129.

[43]        İbnü'l-Murtaza Ahmed b. Yahyâ b. Murtaza Mehdi Lidinillah (840/1437), Tabakâtü’l-

Mu’tezile, thk. Susana Dıwald Wılzer, Beyrut, Dâru’l-Mektebeti’l-Hayat, 1961, s. 3. Ayrıca bu hususta ayrıntılı bilgi için bkz: Şehristânî, a.g.e., s. 129.

Macit, a.g.e., s. 15.

Ebu’l-Abbâs Şehabeddin Ahmed b. Hacer el-Heytemî (974/1566), Savâiku’l-Muhrika fî’r- Reddi ala Ehl-i Bida’ ve’z-Zendeka, thk. Abdülvahhab Abdüllatif, Kahire, Mektebetü’l- Kahire, t.y. s. 55; Ayrıca Ehl-i Sünnet’in îmâmet Görüşü hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Ünalan, a.g.e., s. 89-94.

Heytemî, a.g.e., s. 55.

Eş’arî, a.g.e., s. 29.

Sarıkaya, a.g.e., s. 63.

Sarıkaya, a.g.e., s. 62. Ayrıca Ehl-i Sünnet’in öncüleri sayılabilecek önemli şahisyetler hakkın­da ayrıntılı bilgi için bkz: Ebû Mansur Abdülkahir b. Tahir b. Muhammed Temimi Abdülkahir Bağdadî (429/1037-1038), Mezhepler Arasındaki Farklar: el-Fark beyne’l-Firak, trc. Ethem Ruhi Fığlalı, Ank. TDV Yay., 1991, s. 246-248, 289-292; Mehmet Zeki îşcan “Ehl-i Sünnet’in Oluşumunda Öncü Şahsiyetler”, Tarihte ve Günümüzde Ehl-i Sünnet, îstanbul, Ensar Yay., 2006, s. 66-96.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar