HULEFÂ-İ RÂŞİDÎN DÖNEMİNDE EKONOMİK DEĞİŞME VE TOPLUMSAL ETKİLERİ
Hazırlayan: Sevgi Nur APAYDIN
Hulefâ-i Râşidîn dönemi İslam
toplumunun ekonomik anlamda oldukça güçlendiği bir dönemdir. Bu ekonomik
güçlenmenin temelinde ise dönemin fetih hareketleri belirleyici bir etkiye
sahiptir. Bu ekonomik güçlenmenin; ülkenin kalkınması, imar ve iskânı ve
insanların refah içinde yaşaması gibi olumlu etkileri yanında bir takım olumsuz
etkileri de olmuştur. Ne yazık ki her toplumda olduğu gibi o günkü İslam
toplumunda da bu zenginleşme bir takım fitne ve fesat hareketlerine sahne
olmuştur. Bu fitne ve fesat hareketi ise, zenginleşen İslam toplumunda siyâsi,
ideolojik ve kabîlevî bir takım etkenler altına gizlenmesine rağmen temelini
ekonomik nedenlerin oluşturduğuna inandığımız bir harekettir. Hz. Ebûbekir
döneminin hem kısa sürmesi hem de Hz. Peygamber’in yaşamına yakın bir dönem
olması, Hz. Ömer’in ise adaletli ve dirayetli yönetimi sayesinde bu iki dönemde
kayda değer bir olumsuzluk yaşanmamıştır. Özellikle Hz. Osman dönemine
gelindiği zaman, bir anda zenginleşen bazı kabileler ve şahıslar bu zenginliğin
sorumluluğunu taşıyamaz hale gelip de dünyevileşme hareketleri baş gösterince
Ebû Zer gibi şahıslar ortaya çıkıp İslam ümmetini uyarı görevini üstlenmeye
çalışmışlardır. Hz. Ali dönemi ise artık iplerin iyice koptuğu, İslam ümmeti
arasında fiilen ve fikren çatışmaların yaşandığı bir dönem olmuştur.
İnsanın tarih sahnesine
çıktığı ilk andan itibaren ihtiyaçlarını karşılama çabası içinde olması insan
ve toplum için ekonominin önemini göstermesi bakımından oldukça önemlidir.
Sosyal bir varlık olan insan, yaşadığı süre içerisinde bir şekilde ekonomik
faaliyetlerle iç içe olmak zorundadır. Bu zorunluluk da insan ve toplum için
ekonomi kavramını daha da önemli bir hale getirmektedir.
İslâm yeni bir din ve yeni bir
hayat biçimi olmasından hareketle ekonomik alanda da birçok yenilik
getirmiştir. İslam dininin nasıl ki hukuki, beşeri ve sosyal yönü varsa,
ekonomik bir yönü de mevcuttur. Genelde bütün ilahi dinlerin, özelde ise
İslam’ın özünde paylaşma, üretme, infak etme, maddi ve manevi dayanışma gibi
hususlar önemli yer teşkil eder. Hatta Kur’ân’ı Kerim’e baktığımızda ekonomiyle
ilgili terimlerin zaman zaman iman konularını açıklarken bile kullanıldığını
görürüz. “ Onlar hidayet karşılığında sapıklığı satın alan kimselerdir. Bu
yüzden yaptıkları ticaretten kazanç elde edememişler ve de hidayete
erememişlerdir” âyeti bu kâbildendir.
Hem din hem de ekonomi,
toplumsal yaşamı oluşturan ve toplumda bireyin düşünce ve davranış kalıplarına
yön veren unsurlardır.[1] [2]
Bundan dolayı ekonominin ve ekonomik faaliyetlerin insanın var olduğu günden bu
yana mevcut olduğunu söylemek mümkündür. Aynı şekilde din de insanın var olduğu
her yerde vardır. Dolayısıyla din ile ekonomi arasında bir ilişki olduğu
şüphesizdir.
İslâmiyet’in gelişinden az
önceki Mekke toplumunda da ekonomi ile din arasında kuvvetli bir ilişki vardı.
Bilindiği gibi Kâbe Mekke’dedir ve insanlık tarihinin başlangıcından itibaren
kutsal kabul edilen bir mekândır. Dolayısıyla Kâbe’nin Mekke’de oluşu
insanların hac ibadetini yapmak için buraya gelmelerine neden olmuştur. Bu
vesileyle Mekke’de hac mevsiminde büyük bir ekonomik canlılık yaşanmıştır.
Bununla beraber Kâbe’de bulunan putların ekonomiyi canlandırması, haram aylarda
ticaret fuarlarının kurulması, Kur’an-ı Kerîm’de bazı ibadetlerin ticaret ile
birlikte anılması[3] ve daha birçok hadise İslam
öncesi Mekke toplumunda din ile ekonomi arasında güçlü bir ilişki olduğuna
işaret eder.
Hz. Peygamber dönemine
gelindiğinde ise Allah, Peygamberine dini hükümlerin yansıra birtakım ekonomik
hükümler de vâzetmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de mal ve mülk edinme, meşru bazı
kurallara bağlanmıştır. Gayri meşrû yolla elde edilen her türlü kazanç
yasaklanmıştır. Bununla birlikte insanların mallarını taksim etmekle
görevlendirilen kişiler de adaletli olmaları yönünde uyarılmışlardır.[4] Diğer taraftan insanlar da
mal-mülk ve zenginlik sevgisine karşı uyarılmış ve bunların, insanı ziyan
edenlerden yapabileceği belirtilmiştir.[5]
Hz. Peygamber Allah’tan aldığı
bu hükümleri yine Allah’ın rızası doğrultusunda Mekke halkına tebliğ etmiş ve
O, bu anlamda üretici ve tüketiciyi korumayı amaçlayan birtakım uygulamaları
hayata geçirmiştir. Mekke toplumunda yaygın olan adaletsizliğe ve haksızlığa
yol açan her tür alışveriş ve ticareti yapmaktan insanları men etmiştir. Ayrıca
Hz. Peygamberin Medîne’ye hicretten sonra Medîne Pazarını[6]
kurması da İslami ilkelerin uygulanabileceği bir iktisâdi düzen alanı olması
açısından önemlidir.
Hz. Peygamber mâlî
sorumluluklarla ilgili ayetleri almaya başlamasından itibaren, kendisi de konu
ile ilgili açıklamalarda bulunarak, ashâbına; zekât, nisâb, nisbet, mevzû ve
tahsil usullerini şifahi ve yazılı olarak öğretmiştir.[7]
Hz. Peygamber döneminde
devletin başlıca gelirlerini zekât, ganîmet ve gayr-i müslimlerden savaşılmadan
ele geçirilen malların ortak adı olan “fey” [8]
oluşturmuştur. Bununla birlikte Hz. Peygamber döneminde fetih hareketlerinin
sınırlı olmasından dolayı ganîmet ve fey gelirlerinin fazla olduğu söylenemez.
Fakat o dönemde elde edilen her türlü ganîmetin hemen ve eşit olarak
paylaştırıldığını söyleyebiliriz. Devletin giderlerini ise genel olarak zekât
ve humus’un harcanacağı yerler, ordunun giderleri, belli bir düzene bağlı
olmayan maaşlar ve genel kamu giderleri oluşturmuştur.
Bu dönemde nüfusun daha
homojen olması, İlâhî vahyin devam ediyor olması, Allah Resulü’nün hayatta
olması ve Müslümanların henüz dünyaya açılmamış olması gibi nedenlerle dini,
ahlaki ve toplumsal yönden yozlaşmanın olmadığını söylemek mümkündür.
Râşid Halîfeler döneminde ise
kısa bir zaman içerisinde İslam toplumu iktisadi açıdan oldukça güçlenmiştir.
Ekonomik gelişme ve demografik değişmeye bağlı olarak bu dönemde yukarıda
saydığımız vergilere ilave olarak devletin başlıca görevlerinden olan temel
hizmetlerin karşılanması amacıyla bir takım yeni vergiler oluşturulmuştur.
Bu dönemde Hz. Peygamber
döneminde daha homojen olan İslam toplumu fetihlerin de etkisiyle daha karmaşık
bir hal almıştır. Toplumun karmaşık bir hal alması dönemi de daha karmaşık bir
hale getirmiştir. Meydana gelen ekonomik değişme ve gelişme söz konusu dönemi
sosyal, dîni, siyasi, kültürel ve daha birçok yönden etkilemiştir. İşte biz bu
çalışmamızda Hulefâ-i Râşidîn dönemindeki bu ekonomik değişmeler ve o günkü
İslam toplumunda meydana getirdiği etkilerden genel hatlarıyla bahsetmeye
çalışacağız.
Çalışmamızda kimi zaman İslam
âlimlerinin kimi zaman ise Batılı müsteşriklerin görüşlerinden istifade ettik.
İlk olarak temel İslam Tarihi kaynaklarından doğru bilgiler edinirken, bazı
makale, tez, ansiklopedi ve akademik çalışmalardan yararlanarak çalışmamızı
zenginleştirmeye gayret etik. Çalışma alanımız İslam Tarihinin ilk dönemlerini
kapsadığı için öncelikli olarak ilk dönem İslam Tarihi kaynaklarından, ayrıca
çalışmamız ekonomik unsurlarla ilişkili olduğundan emvâl kitaplarından
faydalandık. Bunun yanı sıra fütuhat kitaplarına da sıkça başvurduk.
Genel İslam
Tarihi eserleri içerisinde; Halîfe b. Hayyât’ın(240/854-55) et-Târîh, DÎneverî’nin(282/895)
Kitâbul Ahbar et-Tıval, Taberî’nin(310/922) et-Târîh, İbnü’l- Esîr’in
(630/1232) el-Kâmil fi’t-Târîh, Zehebî’nin(748/1348) Târîhu’l İslam,
İbn Kesîr’in(774/1372) el-Bidâye ve’n-Nihâye adlı kitaplarına yer
verdik. Çalışma konumuz Râşid Halîfeler dönemindeki ekonomik değişmelerle ilgili
olduğundan Emvâl kitapları içinde; Ebû Yûsufun(182/798) Kitâbü’l- Harac
adlı eseri ile Ebû Ubeyd’in (224/839')Kitâbü’l-Emvâl adlı eserinden
oldukça faydalandık. Ayrıca çalışmamız bir yönüyle söz konusu dönemdeki fetih
hareketleriyle de alakalı olduğu için Futûh kitaplarından özellikle
Belâzürî’nin(279/892) Futuhu’l- Büldân adlı eseri bu açıdan en çok
başvurduğumuz kaynak oldu. Bunun yanı sıra fetihler noktasında Vâkidî’nin
Futuhu’ş- Şam adlı eserinden de faydalandık. Bunların dışında İbn Sâd’ın
(230/845) Tabâkât’ül- Kübrâ’sı, İbn Hişâm’ın(213/828) Sîret-i İbn
Hişam’ı, İbn İshâk’ın(151/768) Siyer’i, Mes’ûdî’nin(345/956) Mürûcü'z-Zeheb’i,
MâverdVnin(450/1058) Ahkâmu's-Sultâniyye’si faydalandığımız eserler
arasındadır. Ayrıca bazı Oryantalistlerin söz konusu dönemdeki fetihlere
bakışıyla ilgili bilgiler edinmek için Wilhelm Barthold, Bernard Lewis, August
Bebel, Philip Hitti, Albert Hourani, Ira M. Lapidus, Robert Mantran ve Julius
Wellhausen gibi batılı yazarların kitaplarına da başvurduk.
Ahmed Cevdet Paşa’nın Peygamberler
ve Halîfeler Tarihi, Abdülaziz el-Bekri’nin Cahiliye Arapları,
Abdulhalık Bakîr’in Ali b. Ebî Tâlib, Abdülaziz ed-Dûrî’nin İslam
İktisat Tarihine Giriş, Filibeli Ahmed Hilmi’nin İslam Tarihi,
Mevlânâ Şiblî Nûmânî’nin Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi,
Sabri Hizmetli’ nin İslam Tarihi, Cengiz Kallek’in İslam’da
Yönetim-Piyasa İlişkisi, editörlüğünü Vecdi Akyüz’ün üstlendiği Bütün
Yönleriyle Asrı Saadette İslam, Mustafa Fayda’nın Hulefâ-i Râşidîn Devri
adlı eserler çalışmamızda başvurduğumuzson dönem Türk ve Arap araştırmacıların
eserlerinden bazılarıdır.
Ayrıca konumuzla ilgili Türkiye
Diyanet Vakfı Ansiklopedisibaşta olmak üzere ansiklopedi maddelerinden,
İlahiyat Fakülteleri dergilerinde yayınlanmış makalelerden, çeşitli yüksek lisans
ve doktora tezlerinden de istifade ettik. Bu doğrultuda TDV ansiklopedi
maddeleri arasında Mustafa Demirci’nin Sevâd, Beytülmâl, Ganîmet ve İktâ
gibi maddeleri, Mustafa Fayda’nın Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer ve Atâ gibi
maddeleri, İsmail Yiğit’in Hz. Osman ve Mevâli adlı maddeleri
çalışmamızda yer verdiğimiz bazı maddelerdir. İlahiyat Fakültesi makaleleri
arasında ise; Bahauddin Varol hocanın; Râşid Halîfeler Dönemi Toplumsal
Değişme Üzerine Bazı Değerlendirmeler ve Hulefâ-i Râşidîn Dönemi Eğitim
Ve Öğretim Faaliyetlerine Genel Bir Bakış II (Eğitim-ÖğretimKurumları Ve
Metodları), Mahfuz Söylemez’in; Hz. Osman Dönemindeki Ekonomik Krizin
Garnizon Kentlere Etkisi, Sabri Hizmetli’nin; Genel Olarak Raşid
Halifeler Devri Olayları; Sonuçları ve Etkileri, İsmail Hakkı Atçeken’in;
Endülüs’ün Fetih Süreciyle İlgili Farklı Görüşlere Eleştirel Bir Yaklaşım,
Murat Öztürk’ün; İslam Fetihlerinin Küresel Ekonomiye Etkileri, Mustafa
Fayda’nın; Hz. Ömer ve Ticaret Malları Vergisi veya Uşur I, Ahmet Turan
Yüksel’in;
Bazı Batılı Araştırmacılara
Göre İlk İslam Fetihleri gibi makaleler başvurduklarımızdan sadece
bazılarıdır. Ali Hatalmış’ın Erken Dönem İslam Tarihinde Kölelik ve
Cariyelik, Abdurrahman Demirci’nin Hz. Peygamber Ve Dört Halife
Döneminde Gayr-ı Müslim Politikaları, Yılmaz Can’ın İslam Şehirlerinin
H. I-III. Yy. Fiziki Yapısı adlı çalışmalar da başvurduğumuz bazı yüksek
lisans ve doktora tezleridir.
HULEFÂ-İ
RÂŞİDÎN DÖNEMİNDE MÂLÎ YAPI
Hulefâ-i Râşidîn dönemindeki
ekonomik değişme ve bu ekonomik değişmenin söz konusu dönemdeki toplumsal
etkilerini daha iyi anlayabilmek için dönemin mâlî yapısına genel hatlarıyla
değinmenin gerekli olduğu düşüncesindeyiz. Bu amaçla çalışamamızın ilk
bölümünde mevcut dönemde oluşturulan kuramlarından, devlet gelirlerinden ve bu
gelirlerin sarf yerlerinden bahsetmeye çalışacağız.
Her devletin ekonomisini
ayakta tutabilmek için gelir ve gider dengesini takip etmesini sağlayabilecek
oluşumlara ihtiyacı vardır. İslam devletinde de bu ekonomik dengeyi
sağlayabilmek için oluşturulan bu kurum devlete ait her türlü gelirin
toplandığı ve kamu yararı doğrultusunda harcamaların yapıldığı “Beytülmâl” adlı
oluşumdur.
Kelime anlamı “mal evi”
olan beytülmâl, bir terim olarak devlete ait malların muhafaza edildiği fiziki
mekanı ifade ettiği gibi devlete ait taşınır taşınmaz malların bütününü ve
bunların idaresiyle ilgili hukuki kurumu da ifade etmektedir.[9]
Beytülmâl kurumunu, bugünkü
anlamda teşkilatlı bir mâli kurum olmamakla birlikte Hz. Peygamber dönemine kadar
götürebiliriz. Gerek zekât ve taksimi ile ilgili âyetler gerekse fey ile
alakalı âyetler Hz. Peygamber döneminde bu yapının varlığına delildir.
Hz. Peygamber ve bilhassa
Hulefâ-i Râşidîn döneminde elde edilen gelirlerin muhafaza edilmesi ve gerek
görüldüğü yer ve zamanlarda tasarruf edilebilmesi için oluşturulmuş olan bu
kurumu günümüzün mâliye bakanlığına benzetebiliriz. Hz. Ebûbekir zamanında da
Hz. Peygamber dönemindeki gibi aynı şekilde işlevini sürdüren beytülmâl kurumu,
İslam topraklarının genişleyerek gelirlerin artmasıyla birlikte Hz. Ömer
devrinde daha da sistemli hale getirilmiştir. Hz. Ebûbekir döneminde hazine
için bir yer tahsis edilmiş fakat gelen mallar hemen taksim edildiğinden dolayı
Hz. Ömer ve sonrası dönemlerdeki gibi bir hazine odası işlevini görmemiştir.[10] Hz. Ömer döneminde ise bu iş
için sağlam binalar inşa ettirilmiş ancak Kûfe beytülmâlinde hırsızlık meydana
gelince camiye bitiştirilmesi kararı alınmıştır.[11]
Râşid Halîfeler döneminde önemli vilayetlerde çeşitli şubeleri bulunan beytülmâller
arasında Basra beytülmâlinin önemli bir yeri vardı. Çünkü özellikle Hz. Ömer ve
Hz. Osman zamanında doğu vilayetlerinden toplanan harac önce buraya ulaştırılır
ve ilk etapta buranın ihtiyaçları giderilirdi. Fakat Hz. Ali döneminde ana
hazine Kûfe’ de idi.[12] Beytülmâl’ in gelir
kaynaklarını ise genel anlamda şöyle sıralayabiliriz;
Gayrimüslimlerin ödediği cizye
vergisi
İslam ülkesi ve limanlarına giren
gayr-i müslimlerin ödediği ticaret vergisi
Sahibi bilinmeyen yitik mal (lukâta), varisi olmayan miras ve sulh yoluyla ele geçirilen mallar.[13]
Bununla
beraber beytülmâl’in gelir kaynakları sadece bunlardan ibaret değildir; İhtiyaç
halinde ve Beytülmâl’ in boş olduğu durumlarda İslam devleti yeni vergiler
koyabilir. Harac, cizye, uşûr vergisiyle savaş veya barış yoluyla alınan
gayrimenkuller ve diğer devlet gelirleri de bu türden vergilerdir ve devlet
başkanının bu tür malları harcamadaki takdir hakkı mal sahibinin kendi malları
üzerindeki yetkisine benzetilmiştir. Bu sebeple kamu yararı gerektiriyorsa bu
malları satıp nakde çevirebilir, beytülmâle ait toprakları vakıf mallarındaki
hükümler geçerli olmak şartıyla kiraya verebilir.[14]
Bu dönemde de yine Hz.
Peygamber döneminde mevcut olan gelirler alınmaya devam edilmiş ve ileride
bahsedeceğimiz bazı nedenlerden dolayı farklı devlet gelirleri de
oluşturulmuştur. Daha önce de bahsettiğimiz gibi genel olarak bu dönemdeki
gelirler; zekât, gânimet, fey, ve devletin zaman zaman gerekli gördüğü bazı vergilerdir.
Bunların dışında madenlerden alınan beşte birlik kısım, define, varisi
bulunmayan kimsenin malları, tuzla ve ormanlardan alınan vergiler de devletin
gelirleri arasında sayılabilir.[15]
Sözlükte “artma, arıtma; övgü
ve bereket”[16] mânalarına gelen zekât, terim
olarak malı nisaba[17] ulaşmış Müslümanlardan
belirlenmiş ölçülerde alınan ve farz olan bir ibadettir. Farziyeti Kur’an,
sahih hadis ve icmâ ile sabittir. Miktarı ve farziyeti Hz. Peygamber zamanında
belirlenmiştir. İlk yıllarda zengin Müslümanlar zekâtlarını bizzat Hz.
Peygamber’e iletmişler fakat fetihler yapılıp İslam coğrafyası genişleyince Hz.
Peygamber zekât memurları görevlendirmiş ve bu memurlar da topladıkları
zekâtları Hz. Peygamber’ e teslim etmişlerdir.
Zekât verilecek kimseler “yoksullar,
düşkünler, zekât toplayan memurlar, gönülleri İslam’a ısındırılacak olanlar,
köleler, borçlular, Allah yolunda cihat edenler ve yolcular olmak üzere nâs ile[18] sekiz gruba ayrılmıştır.
İmâm Ebû Yusuf’un
Kitâbü’l-Harâc adlı eserinde zekâtla ilgili olarak “Rasûlullah bu konuda bir
kitap yazdırdı ve onu kılıcının yanına koydu, nereye giderse onu yanında
taşırdı”[19]
gibi ifadeler özelde Hz. Peygamber genelde ise Hulefâ-i Râşidîn dönemlerinde
zekât ibadetine verilen önemi vurgulaması açısından önemlidir.
Hulefâ-i Râşidîn dönemine
gelindiğinde de dinen zengin sayılan müslümanlardan zekât alınmaya devam
edilmiştir. Hz. Ebûbekir halîfe olduktan sonra ilk olarak, Hz.
Peygamber’in vefatıyla
birlikte dinden çıkıp zekât ödemeyen kimseler meselesiyle ilgilenmiş ve İslam’dan
dönmek demek olan “Ridde Hareketinin” ekonomik boyutunu oluşturan zekat vermeyi
reddetmek karşısında onun tepkisi çok kararlı ve sert olmuştur.
Hz. Ebûbekir, zekât vermeye
yanaşmayanlar hakkında “ Eğer onlar, Allah Rasûlüne verdikleri zekâtlardan,
zekât hayvanının başına bağladıkları ipi bile benden esirgerlerse onlara karşı
savaşırım’” diyerek bu olay karşısındaki tavrını ortaya koymuştur. Bu
ifadeden de anlaşılacağı üzere, Ona göre zekat vermek istemeyenlerle harp etmek
caiz hale gelmiş[20] ve böylece zekata
mani olanlara karşı savaşa girişmiştir. Hz. Ebûbekir döneminde zekatla ilgili
değinilmesi gereken bir husus da Hz. Ebûbekir’in müellefe-i kulûb’a zekâttan
pay verip vermemesi ve bu olayda Hz. Ömer’in rolüdür. Buna göre Hz. Ebûbekir bu
gruba önceden pay verdiği halde, hâlife Hz. Ömer’in teklifi üzerine müellefe-i
kulûb’a sonradan pay vermeyi bırakmıştır.[21]
Bu konuyla alakalı olarak Hz. Ömer’in de zekattan kaçırıldığı tespit edilen
malın beşte birine ceza olarak el koyduğu rivayet edilir.[22]
Bütün halîfeler zekat
mallarının toplanması ve dağıtılması hususunda büyük çaba sarf etmişler, zekat
âmil’i olarak görevlendirdikleri kişileri büyük özenle seçmişler ve zekatla
ilgili olarak Hz. Peygamber dönemindeki uygulamaları sürdürmüşlerdir.[23]
Ganîmet,
gayrimüslimlerden savaş yoluyla elde edilen her türlü mal ve esirleri ifade
eden terimdir.[24] [25]
Gânimet ile ilgili ayetler Bedir Harbi sırasında yani Medine’ye hicretten
yaklaşık iki yıl kadar sonra
nâzil olmuş ve kimlere verilmesi gerektiği Enfâl Suresi’nin şu ayetiyle
açıklanmıştır; “Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte
biri mutlaka Allah ’a, Peygamber’e, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve
yolculara aittir. Eğer Allah’a; hak ile batılın birbirinden ayrıldığı gün, (yani)
iki ordunun (Bedir’de) karşılaştığı gün kulumuza indirdiklerimize inandıysanız
(bunu böyle bilin). Allah, her şeye 25
hakkıyla gücü yetendir
Ebû Ubeyd gânimetle ilgili
olarak “enfâl” mefhumunun “gânimet” anlamına geldiğini beyan
etmekte ve gânimeti şu şekilde açıklamaktadır; “ Müslümanların harb ehlinin
mallarından ele geçirdikleri her türlü şeylerdir."7"Ganîmet ile ilgili
Ebû Yusuf’un naklettikleri ise şöyledir; “Allah’ u a’lem gânimet dedikleri
şey, müşriklerin askerlerinden Müslümanların elde ettikleri her türlü silah ve
hayvan gibi şeylerdir ki bunlar düşmandan alınıp getirilmiştir. Bu malların
beşte biri Allah ’ın Kur’an’ında ismini açıkladığı kişilere aittir. Geri kalan
beşte dördü ise, ganimetleri elde eden askerler arasında paylaşılır".[26]
[27]
Sözlükte “beşte bir” anlamına gelen[28]
ve ganîmetle ilgili olan “humus" terimi de gayrimüslimlerle yapılan
savaş sonucu elde edilen ganimetlerin beşte birini ifade eder ve bunların
verileceği yerler de yine ayetlerle açıklanmıştır.[29]
Buna göre, elde edilen bu malların beşte biri Allah içindir ve Allah’ın
Peygamber’ine, Peygamber’e yakınlığı olanlara[30]
yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara aittir.[31]
Hz. Peygamber hayattayken
humusun dağıtılacağı yerlerle ilgili herhangi bir anlaşmazlık meydana
gelmezken, Hz. Peygamber’in vefatından sonra özellikle ilk üç grup yani
Allah’ın, Hz. Peygamber ’in ve zilkurba’nın hissesi ihtilaf konusu olmuştur. Bu
konuyla alakalı olarak Kitâbü’l- Emvâl’de geçen ifade şöyledir;
“Humus, Allah Rasulü zamanında beş kısma ayrılırdı; Allah ve
Rasûlüne bir pay, akrabalara bir pay, yetimlere, miskinlere ve yolculara birer
pay ayrılırdı. Sonra Hz. Ebûbekir, Ömer ve Osman beşte biri üç kısım olarak
taksim ettiler. Rasulullah’ın ve hısımlarının hissesi düştü. Beşte bir geri
kalan ise üç gruba taksim edildi. Sonra Hz. Ali de Hz. Ebûbekir, Ömer ve Osman
gibi bölüştürdü”.[32]
Bu doğrultuda, Allah’ın
hissesinden kastedilen nedir, Allah’ın hissesi beytülmâl’e mi aittir, Allah ve
Rasûl’ ünün hissesi bir midir ya da zilkurba’dan kastedilenler kimlerdir ve
bunlara hisse verilmeli midir? gibi sorular gündeme gelmiştir.
Allah’ın hissesi konusunda
farklı rivayetler mevcuttur ve ayette geçen “Allah içindir" ifadesinden
bazıları bu payın Kâbe’ye harcanacağını, bazıları da Peygamber’e ait olacağını
ileri sürmüştür. Bir kısım âlimlere göre de humus Allah’a aittir, humusta
tasarruf yetkisi ise siyasî otoriteyi temsil eden Peygamber’indir.[33] Biz de bu ifadenin “Allah
içindir yani Allah’ın rasûlüne, onun akrabalarına, yetimlere, miskinlere ve
yolda kalmışlara aittir” olduğu düşüncesindeyiz. Çünkü bu gruplara verilen
hisseler Allah’a verilmiş demektir ve verilmesiyle Allah’ın hoşnutluğuna neden
olur. Zaten Allah’ın böyle bir hisseye ihtiyacı yoktur ve insan gibi bu hisseyi
kullanması da düşünülemez. Bize göre bu konudaki ikinci bir ihtimal de Allah
hissesinin beytülmâl’e ait olabileceği seklindedir. Çünkü beytülmâl’e intikal
eden mallar halkın maslahatı için Allah’ın rızası doğrultusunda yani Allah için
kullanılır.
Peygamber hissesi konusunda ki
ihtilaf da Hz. Peygamber ’in vefatıyla ona ait olan hissenin düşüp düşmediği
şeklindedir. Bu konuyla alakalı olarak Kitâbü’l Harac’ta şu ifadeye yer
verilmiştir; “ Bazı kimseler “Rasûlullah’ın payı, kendisinden sonra halîfeye
aittir dediler”3 Yine Hz. Peygamber ’in sehmi ile ilgili Hz. Peygamber
’e ait humus hissesinin, onun vefatından sonra safiyy gibi düştüğü, kendisinden
sonra kimseye kalmadığı da[34] [35]
haber verilmiştir.
Kanaatimizce Hz. Peygamber
’den sonra onun hissesi Peygamber’in siyasi görevini üstlenmiş olan halifenin
kullanım yetkisine bırakılabilir. O da bu hisseyi İslam devleti içerisinde
gerekli gördüğü yerlere harcar. Çünkü Allah, humusun kimlere ait olduğunu
açıklarken Peygamber ölürse onun hissesini şu ve ya bu şekilde kullanın diyerek
bir kısıtlama getirmemiştir. Ebû Ubeyd’in de işaret ettiği gibi; “ ...nasıl
ki fey’in dağıtımında devlet başkanı yetkiliyse bu konuda da devlet başkanını
yetkilidir[36]
Zilkurbâ’nın hissesine
gelince, Hz. Peygamber ’in akrabalarını teşkil eden bu zümre, Beni Hâşim ve
Beni Muttalib ailesi mensuplarından olan kimselerdir.[37]
Rasûlullah ve Hulefâ-i Râşidîn döneminde bu sehmin paylaşılması hususunu daha
iyi anlamak için Ebû Ubeyd’in eserinde yer alan bir rivayetten bahsedecek
olursak, bu rivayete göre Hz. Ali şöyle demiştir; “Ey Allah ’ın Rasûlü,
senin sağlığında bölüştürmem ve senden sonra kimsenin o konuda bize muhalefette
bulunmaması için eğer uygun görürseniz, beşte birden bize ayrılan hakkımıza
beni görevlendiriniz”. Hz. Ali dedi ki, “Allah Rasûlü bunu yaptı ve beni
memur etti. Onun sağlığında beşte bir hisseyi bölüştürdüm. Sonra Hz. Ebûbekir
de bu iş için beni görevlendirdi. Onun sağlığında da bölüştürdüm Bu durum
Ömer’in halifelik senelerinin sonuna kadar devam etti. Son senelerden birinde
ona çok mal geldi. Bizim payımızı ayırdı ve bana haber gönderdi, yanına
ulaştığımda bunu al ve bölüştür dedi. Ben de ona dedim ki, ey müminlerin emîrî,
bu sene bizim bu mala ihtiyacımız yok ama müslümanların buna çok ihtiyacı
vardır. Bunun üzerine Hz. Ömer o sene beşte birden ayrılan hisseyi müslümanlara
dağıttı. Ben şu makama oturuncaya kadar Ömer’den sonra hiç kimse beşte bir
hissemizi vermek için bizi yanına çağırmadı[38] ”.
Bu rivayetten de anlaşılacağı
üzere Hz. Peygamber döneminde, Hz. Ebûbekir döneminin tamamında ve Hz. Ömer
döneminde de bir müddet zilkurbâ payları verilmiştir. Fakat Hz. Ömer devrinde
Hz. Ali’nin talebi üzerine bu uygulama son bulmuştur ve Hz. Peygamber ile
zilkurbâ’nın sehimlerinin harp vasıtalarının temini için kullanılmasına karar
verilmiştir[39].
Hz. Ali döneminde ise elde
edilen ganimetlerle ilgili daha değişik uygulamalar söz konusudur. Bu dönemde
Cemel Vakâsı ve Sıffin Savaşı gibi hadiselerde iki müslüman grup çarpıştığı
için sadece onların savaş esnasında kullandıkları binek ve silahlara el
konulmuş, arsa ve ev gibi diğer mal varlıklarına el konulmamıştır. Daha sonra
elde edilen mallardan devlete ait kısım çıkarılmış ve beşte bir hisse eşit bir
şekilde askerlere dağıtılmıştır.[40]
Sözlükte “geri dönmek, şekil
değiştirmek, gölge, öğle vaktinden sonraki gölge” anlamlarına gelen[41] fey kavramına gelince, bu
kavramın tam olarak neyi ifade ettiği, ganimet ile aynı şey olup olmadığı
tartışılmıştır. Bu tartışmanın meydana gelmesinde, âyetlerde fey’in verileceği
yerler ile ganimetin beşte birinin verileceği yerlerin aynı olmasının etkisi
olsa gerektir. Bu kavramlar birbirine yakın olmakla beraber aralarında birtakım
farklılıklar vardır; örneğin fey ve ganimet kavramları farklı ayetlerde farkı
şekillerde ifade edilmiştir. Eğer aynı şey olsaydı ikisine de fey veyahut
ganimet denirdi. Yine, örneğin ganimet beş parçaya bölünürken, ayette fey’in
Allah ve Rasûlünün[42] dolayısıyla
muhtaçların hakkı olduğu ifade edilmiştir. Bir de ganimet gayrimüslimlerle
yapılan savaş sonucu elde edilenlere denilirken, fey ise gayrimüslimlerle
savaşmaksızın onların malından edinmeye denir. Çünkü ganîmet ile ilgili ayetler
savaş meydana gelen Bedir Harbi’nden sonra nazil olurken [43],
Fey ile ilgili ayetler Fedek halkının mallarının savaşsız olarak elde
edilmesinden sonra[44] nazil olmuştur.
Ünlü müsteşrik Julius
Wellhausen fey ile ganîmet arasındaki farkın Hz. Peygamber ’in vefatından sonra
ortaya çıktığını söyleyerek, fey ile ganîmet arasındaki farkı şöyle izah eder;
“Ganîmet, esirler de dahil olduğu halde ordugâha getirilen
taşınabilen mallardan müteşekkil olup bu, eskiden olduğu gibi savaşanlar
arasında pay ediliyordu; buna karşılık Fey, gayr-ı menkullerden ibaret idi ve
taksim edilmeyip harac karşılığında eski sahiplerine bırakılıyordu, öyle ki,
harp hukukuna göre bunların hakiki sahipleri olanlar sadece bunların gelirinin
bir kısmından faydalanıyorlardı”[45]
Diğer
ünlü müsteşrik Philip Hitti ise bu farkı şöyle izah eder;
“... savaşta ele geçen taşınabilir mallar ve harp sonunda
alınan esirler ganîmettir ve savaşa katılan askerlere aittir; ancak arazi böyle
değildir. Arazi olduğu kadar gayr -i müslim halktan tahsil edilen her çeşit
mallar Fey’i teşkil eder ve bu çeşide giren mallar, bütün olarak İslam
câmiâsına aittir”.[46] [47]
Fey kavramı ile ilgili bazı
fıkıh âlimlerinin görüşlerine gelince, bu kavram ile ilgili olarak Ebû Yûsuf
şunları demektedir:
“Fey’e gelince, bize göre o arazinin haracı, toprak
ürünlerinden alınan vergidir. Çünkü Allah Teâla Kur’an’da şöyle buyurur; “
Allah’ın memleketler ahalisinden alıp Peygamberine verdiği fey’i; Allah’a,
Peygamber’ine, hısımlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalanlara aittir, ta ki
bu mallar, içinizden sadece zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın”.
Burada Ebû Yûsuf’un fey
hakkında harac kavramını kullanmasının Hz. Ömer’in, gayrimüslimlerden elde
ettiği arazileri askerler arasında paylaştırmayıp, o araziler üzerinden haraç
vergisi almasıyla ilgili olduğu kanaatindeyiz.
Fey kavramıyla ilgili Ebû
Ubeyd’in görüşü ise; “Fey, canlarını ve mallarını korumak üzere ehl-i
zimmetle yapılan anlaşmaya göre, kendilerinden alınan baş( kelle) cizyeleridir”
şeklindedir ve O, bu konuda ayrıca;
“Fey, yaptıkları antlaşmalara göre, zimmet ehlinin
mallarından alınan şeylerdir. Bunlar; canlarını ve mallarını kendisiyle
korudukları başların cizyesi, savaş yoluyla fethedilip de devlet başkanının,
ödeyecekleri vergi karşılığında, zimmet ehlinin ellerinde bıraktığı toprakların
harac’ı, ödeyecekleri belirli bir harac karşılığında, kendileriyle antlaşma
yapılmış ve ellerinde bırakılmış olan sulh yoluyla alınan toprağın vazifesi,
zimmet ehlinin âşir’e rastladıklarında, onun ticaret mallarından aldığı şeyler
ve ticaret maksadıyla İslam ülkesine giren harp ehlinden alınanlar”[48]
ifadelerine yer verir. Bu
tanımdan da anlaşılacağı üzere Ebû Ubeyd, gayr-i müslimlerden alınan cizye,
harac ve ticaret malları vergisini fey adı altında zikretmiştir.
Bilindiği gibi Hz. Peygamber
döneminde fey gelirleri oldukça azdı. Zaten nübüvvetin yarıdan fazlası Mekke’de
geçmiş ve Müslümanlar müstakil bir devlet kuramamışlardı. Müslümanlar ancak
Medîne’ye hicretle birlikte müstakil bir devlet olma yoluna girmişler ve bazı
fetihlerle yeni yeni gelirler elde etmeye başlamışlardır. Cizye âyetinin de
peygamberliğin son yıllarında vahyolunduğu düşünülürse, Hz. Peygamber döneminde
fey gelirlerinin pek de fazla olmadığı anlaşılacaktır. Ayrıca kaynaklar, Hz. Peygamber’in
kendisine gelen fey ve ganimetleri, borcu olan miktarları dışındakileri, hemen
hatta geldiği gün dağıttığını haber vermektedir.[49]
Yine ilk halife Hz. Ebûbekir
de bu malları bekletmeden ve bütün Müslümanlara eşit bir şekilde dağıtmıştır.
Hz. Ebûbekir’e Bahreyn âmilinden vergi olarak bir miktar mal geldiğinde,
Rasûlullah tarafından kendisine mal vaat edilen kimselerin payını verdikten
sonra kalan miktarı Medine’deki tüm müslümanlara eşit olarak pay etmiştir.
Hatta bu eşit dağıtım sonrasında bazı kişilerin Hz. Ebûbekir’e gelerek;
“Bu malı bütün müslümanlara eşit olarak paylaştırdınız fakat
bu insanlar arasında üstün olanlar ve ilk Müslümanlar var. Üstün durumda
olanlara üstünlük haklarını tanıyıp, ona göre muamele etseydiniz daha iyi
olurdunuz” demeleri üzerine Hz. Ebûbekir; “Sizin söylediğiniz iyi bir geçmiş,
fazilet ve İslam’da derece meselelerine gelince, ben bunları hepinizden daha
iyi bilirim. Bunlar sevabı Allah’a ait olan iyi özelliklerdir. Bu ise bir dünya
maaşı, bir yaşama ve geçim vasıtasıdır. Bunda orta yolu tutmak daha hayırlıdır”[50] diyerek bunu reddetmiştir.
Fey gelirlerinden biri olan ve
“kâfi gelmek, karşılığını vermek, ödemek” gibi mânâlara gelen[51] cizye, İslam devletinin,
bünyesinde bulunan gayrimüslimlerden aldığı baş vergisidir. Bu vergi çeşidi
sadece erkeklerden alınır, kadınlar ve çocuklardan cizye alınmazdı.[52] [53]
Mecûsilerden cizye almak hakkında ise; “Peygamber’den nakledilen sahih
rivayetler ile halîfelerden rivayet edilen haberler, hem Peygamber ’in hem de
ondan sonra 53
gelen
halifelerin Mecûsilerden cizye vergisi aldıklarını ortaya koymaktadır.
İslam’dan önce de var olan
cizye uygulaması[54] Hz. Peygamber döneminde 9/630
yılında Tebük Seferi sırasında inen âyet ile[55]
başlamıştır. Dolayısıyla Hz. Peygamber, yaklaşık iki yıl kadar cizye uygulamasını
sürdürmüştür. Cizye ayetinden sonra bazı hükümdarlara mektuplar göndererek
onları İslam’a davet etmiş, Müslüman olmamaları halinde cizye vergisi alacağını
bildirmiştir. Nitekim İlk olarak Heraklius’a gönderdiği ikinci mektupta cizye
vergisinden bahsetmiş ve Müslüman olmasını, eğer olmazsa cizye ödemesi
gerektiğini bildirmiştir.[56] Bazılarına göre bu davet
mektuplarını, Mekke’nin fethinden önce ve sonra olmaları itibariyle iki ayrı
dönemde incelemek mümkündür;
“... fetihten önce yapılan yazışmalarda, İslam’ın tevhid
ilkesi gibi belirgin vasıflarına vurgu yapılarak ihtidâ teklif edilmekte, fakat
bunun dışında cizye gibi bir yükümlülüğe işaret edilmemektedir. Bununla
birlikte Mekke’nin fethi ve özellikle de Tebük seferi sonrasında, yani
h.9.yılda cizye yükümlülüğünün getirildiği ilgili Kur’an (Tevbe,9/29.) ayetinin
nüzulünden sonra yazılan mektuplarda ise, daha hakimane bir dil kullanılmış ve
ihtidâ etmeyip kendi dininde kalmakta ısrar edilmesi durumunda cizye ödeme
mecburiyeti getirilmiştir”.[57]
Daha öncede bahsettiğimiz gibi
Resûlullah döneminde alınmaya başlanan cizye vergisi, Resûlullah’ın vefatından
sonra Hulefâ-i Râşidin döneminde daha da genişleyerek devam ettirilmiştir. Bu
dönemde cizye miktarları farklı şekillerde belirlenmiştir.[58]
Bazı kabilelerden hiç cizye alınmazken bazılarından değişik miktarlarda
alınmıştır. Örneğin; Hz. Ömer zamanında Cürcûme kabilesiyle yapılan anlaşmaya
göre, bu kabile Müslümanların yardımcıları olmak koşuluyla kendilerinden cizye
alınmayacağı, ayrıca Müslümanlarla birlikte Bizans’a karşı yapacakları
savaşlarda öldürdükleri kimselerin eşyalarını almak hakkına sahip olacakları
şeklinde bir anlaşma yapılmıştır. Benî Tağlib ile yapılan anlaşmaya göre
onların cizye yerine Müslümanların verdikleri zekâtın iki katını cizye olarak vermeleri
kabul edilmiş, buna karşılık çocuklarına Hıristiyanlaştırmamalarını şart
koşmuştur.[59] Bu konuyla alakalı Kitab’ul-
Harac’da geçen ifadeler şöyledir;
“Ubâde b. Numan Tağlibi’nin Hz. Ömer’e; “ Ey müminlerin
emiri! Benî Tağlib’in savaşmaktaki üstün gücünü anladınız. Bunun yanısıra onlar
düşmana hudut komşusu bulunuyorlar ve eğer onlar düşmana yardımcı olurlarsa
düşmanla birlikte onlara karşı savaşmak zorlaşır. Eğer onlarla bazı anlaşmalar
yapmayı uygun görürsen bunu yap” demesinin üzerine Hz. Ömer onlarla
“çocuklarını vaftiz ettirmemeleri ve kendilerinden alınan zekatın
Müslümanlardan alınanın iki katı olması ve kendilerinden cizye alınmaması
şartıyla onlarla bir anlaşma yaptı”.[60]
Yine bu doğrultuda Hz. Ömer
döneminde Ürdün ve Filistin’de bulunan Samirîler’le yapılan bir anlaşmaya göre
bu kişiler bölgede Müslümanlara rehberlik ve istihbarat yapmaları koşuluyla
vergiden muaf tutulmuşlardır.[61]
Hz. Peygamber döneminde de
Râşid Halîfeler döneminde de cizye vermekle yükümlü kişilere hiçbir şekilde
zulüm ve haksızlık yapılmamıştır. Hz. Peygamber Abdullah b. Erkam’ı cizye âmili
olarak görevlendirdiği sırada ona; “ Bilmiş olunuz ki her kim bir zımmîye
zulmeder veya gücünün üstünde bir şey yükler, hakkından bir şey eksiltir veya
rızası yok iken zorla bir şey alırsa, ben kıyamet gününde o kimsenin hasmıyım” buyurmuştur.
Yine Hz. Ömer Filistin seferi sırasında Şam’dan dönerken yolda güneş altında
dikilmiş ve başına zeytinyağı dökülmüş insanlar gördüğünde; “ Bu insanlara
ne olmuş, neden bu şekilde azab olunuyorlar ” diye sormuş. Bunun üzerine
oradakilerin ödeyecek para bulamadıkları için cizye borçlarını ödemediklerinden
bu şekilde cezalandırıldıklarını söylemeleri üzerine “ O halde onlara
güçlerinin yetmediği yükü taşıtmayınız. Belki de dedikleri doğrudur”
diyerek serbest bırakılmalarını istemiştir.[62]
Özellikle Hz. Ali döneminde cizye vermekle yükümlü bu kişilere birçok
kolaylık da sağlanmıştır. Bu dönemde cizye vergisi sadece nakdi olarak
alınmamış, bunun yanı sıra dileyen altın ve gümüş şeklinde öderken dileyen de
elinde bulunan mal ile ödemiştir.[63]
Kur’an-ı Kerim’de zekat ve
ganimetlerin nerede harcanacağı hakkında ayrıntılı bilgiler verilirken,
cizyenin nereye harcanacağı, uygulanış şekli ve miktarı konusunda herhangi bir
bilgi verilmemiştir. Bu durum yüce Allah’ın, cizyenin sarf yerlerini devlet
başkanının inisiyatifine bırakmayı murat ettiğini gösterir. O halde cizye,
halkın maslahatı doğrultusunda devlet başkanı tarafından dağıtılabilir.
Topraktan çıkan şey anlamına
gelen[64] haraç vergisine gelince o,
gayr-i müslimlerin topraklarından alınan vergidir. “İslam fetihlerinden önce
Arapçada yer aldığı bilinen kelimeye toprak, bina, hayvan, köle gibi
kavramların yanı sıra ürün, kira, ücret türü getirileri ve devlet gelirleri
gibi çeşitli anlamlar yüklenmiştir” 6 “Hz. Ömer Sevâd halkını
topraklarında bırakarak başlarına cizye, topraklarına da task koydu.”
İfadesindeki task kelimesi de haraç anlamında kullanılmıştır.[65] [66]
İslam tarihinde ilk defa Hz.
Ömer’in hilafeti zamanında uygulanmaya başlayan haraç vergileri farklı
miktarlarda tespit edilmiştir. Örneğin Irak bölgesinde alınan vergilerle ilgili
pek çok farklı rivayet olduğu göze çarpmaktadır. Bütün bu farklı rivayetler
içerisinde değişmeyen tek şey, alan ölçüsü olarak daima cerib[67]
ölçeğinin kullanılmış olmasıdır.[68]
Yine alınan vergi miktarları halîfeye göre de değişiklik
göstermiştir. Örneğin Hz. Ömer ekilen ve ekilmeyen her üründen eşit miktarda
vergi alırken, Hz. Ali verimli topraklardan çok, verimi az olan topraklardan
ise az vergi almıştır.[69] Buna göre alan ölçüsü
üzerinden;
Küçük taneli buğdaydan: cerib
başına 1/3 dirhem,
Orta taneli buğdaydan; 1
dirhem,
İri taneli buğdaydan: 1,5
dirhem
Arpadan:
buğdaya oranla yarım ölçü oranında,
Hurma
ve karışık -meyve- ağaçlı bahçelerden: 10 dirhem,
Dört
yıllık ve tatlı üzümden: 10 dirhem vergi alınmasını emretmiş, ticareti
yapılmayan hurma ile salatalık, tohum, susam ve pamuk üretimini de vergiden
muaf tutmuştur”.[70]
Hz. Peygamber zamanında haraç
uygulaması olduğuna dair bir bilgiye rastlayamıyoruz ancak Hz. Ömer halîfe
olunca artan fetih hareketleri ganîmet problemini ortaya çıkarmış ve bunun
üzerine bazı sahabeler Hz. Peygamber’in Hayber’i taksim ettiği gibi Hz. Ömer’in
de bu arazileri savaşanlar arasında taksim etmesini istemişlerdir. Fakat Hz.
Ömer bunu uygun bulmamış ve bu arazilerin taksimi yerine “haraç” vergisini
uygulamaya koymuştur. Bu arazilerden elde edilen vergilerin ise beytülmâl’e
aktarılmasına ve her yıl müslümanlara atâ şeklinde verilmesine karar vermiştir.
Ebû Yûsuf eserinde bu durumu şöyle anlatır;
“Bilal ve arkadaşları Hz. Ömer’den, Irak ve Şam’dan Allah’ın
kendilerine verdiği fey’lerin bölüştürülmesini istediler ve şöyle dediler:
Askerlerin elde ettiği ganimetlerin taksim edildiği gibi, arazileri de fâtihler
arasında pay et. Hz. Ömer onların bu talebini kabul etmedi ve şöyle dedi; “
Allah sizden sonra gelecek olan nesilleri bu fey’e ortak etti. Eğer ben size
bölüştürürsem sizden sonra gelecek olanlara bir şey kalmaz”.11
Yine
bu konudaki başka bir rivayet de şöyledir;
“...Hz. Ömer, Sevad arazisini müslümanlar arasında bölüştürmek
istedi. Bu amaçla müslümanların sayılarının tespit edilmesini emretti. Her
müslümana üç çiftçi düştüğünü gördü ve bunun üzerine durum hakkında
istişarelerde bulundu. Hz. Ali ona şöyle dedi: “Onları olduğu gibi bırak ki
müslümanlar için gelir kaynağı durumunda olsunlar” ve Hz. Ömer onları kendi
hallerinde bıraktı...[71] [72]
Hiç şüphesiz Hz. Ömer
bu kararı Allah’ın vahyettiği “fey âyetine”[73]
göre vermiştir. Bize göre âyette geçen “ ta ki bu mallar içinizde yalnız
zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın” emri bu arazilerin tüm
müslümanların hakkı olduğunu gösterir. Eğer ki bu araziler savaşanlar arasında
dağıtılırsa sadece o kişileri zengin edecek ve babadan oğla geçen bir servet
olacaktır. Hz. Ömer bu kararı ile buna engel olmak istemiştir ve bu arazileri amme
malı olarak bütün müslümanların hizmetine sunmuştur. Bunun yansıra bu arazileri
işin ilmini bilen eski sahiplerine bırakması üretimde süreklilik sağlamaya
yöneliktir. Ayrıca bu sayede arazilerden alınan vergiler bütün müslümanların
faydasına kullanılmış, bu gelirlerle askeri teçhizat karşılanmış ve ordular
donatılarak yeni fetihler gerçekleştirilmiştir.
İslam devletinin
kurumsallaşması ve önemli devletlerle komşu olması ile karşılıklı ticari
faaliyetler de belli bir düzen içinde başlamıştır.[74]
[75] Bu bağlamda zımmîlerden ve
harbîlerden, İslam ülkesi içinde yaptıkları ticaret karşılığında Uşur (ticaret
malları vergisi) alınması kararlaştırılmıştır.15İslamiyet'ten
önceki ismi “meks” olan bu vergi çeşidi eşyanın cinsine ve durumuna göre
alınırdı.[76]
[77]
Ticaret malları vergisine kaynaklarda “uşr” adı verilmesinin sebebi,
miktarlarının tespitinde “uşr” kelimesinin kullanılmasıdır. Arap dilinde
Harbilerden “uşr”, zımmilerden “ nısfu'l- uşr”, Müslümanlardan da zekat nispeti
olan “rub'u'l- uşr” miktarında vergi alınması uygun görülmüştür.1'1
Yani yabancılardan yüzde on, zımmîlerden yüzde beş ve Müslümanlardan ise yüzde
iki buçuk oranında alınırdı. Vergisi ödenen mallar bir sene boyunca vergi
ödemeksizin rahatça ticaret yapabilirlerdi.[78]
İslam’dan önceki Mekke toplumunda,
buraya ticaret için gelenlerden “öşür” diye bilinen bir ticaret vergisi
alınıyordu. Bununla birlikte doğal olarak Mekkeliler de ticaret için gittikleri
memleketlerde ticaret vergisi veriyorlardı.[79]
Hz. Peygamber devrinde böyle bir uygulamanın olup olmadığına bakacak olursak,
Hz. Peygamber Medîne’ye hicretinden sonra burada Müslümanlara ait bir pazar
yeri kurmak istemiş ve uygun gördüğü bir yeri işaret ederek: “işte burası
sizin Pazar yerinizdir, burada sabit köşeler ve yerler edinmeyin, burada hiçbir
vergi alınmayacaktır” [80]
demiştir. Yine aynı şekilde, bazı vilayet merkezlerine (Sâkif, Bahreyn vb.)
gönderdiği mektuplarda da; “ Onlar, beldelerinden çıkarılamaz ve onlardan
öşür vergisi alınmaz”[81]
diye yazdırmıştır.
Bu ifadelerden de anlaşılacağı
üzere Hz. Peygamber İslam öncesinde alınan bu vergi çeşidini kaldırmıştır. Bu
sayede ticari faaliyetlerin artırılması amaçlanmış olmalıdır. İslam tarihinde
gayrimüslimlere bu vergiyi ilk defa vâz’eden Hz. Ömer’dir.[82]
Bu vergi çeşidinin nasıl ortaya çıktığı hakkında ise farklı rivayetler
görmekteyiz; Kitâbü’l Harac’ta geçen bir rivayete göre;
“Ebu Mûsa el-Eş’âri’nin Hz. Ömer’e “Bizim tarafımızdan bazı
Müslüman tüccarlar düşman ülkesine gidiyorlar ve düşmanlar da kendilerinden
vergi alıyorlar” diye yazmasının üzerine Hz. Ömer şöyle cevap verdi; “Müslüman
tüccarlardan vergi aldıkları gibi sen de onların tüccarlarından vergi al.
Zımmîlerden yüzde beş, Müslümanlardan ise kırkta bir dirhem al. İki yüz
dirhemden az olan mallardan bir şey alma. Eldeki nakit paranın miktarı veya
malın kıymeti iki yüz dirheme ulaşınca beş dirhem al. Mal veya para bu
miktarlardan fazla olunca, onların miktarı hesaplanır ve Müslümanlardan yüzde
iki buçuk, zımmîlerden yüzde beş, harbîlerden yüzde on üzerinden vergi alınır
.”[83]
Kitâbü’l Harâc’ta geçen başka
bir ifade ise şöyledir;
“Deniz ötesinde bir ülke olan Menbiç halkı Hz. Ömer’e bir
mektup yazarak şu istekte bulundular: “Bizim ülkenize girmemize izin ver,
ticaret yapalım, biz kazanırız sen de vergi alırsın”. Hz. Ömer, Resûlullah’ın
ashâbını topladı ve bu meseleyi istişare etti. Onlar izin verilmesi görüşünde
olduklarını söylediler. Bu şekilde harp ehlinden ilk vergiyi Hz. Ömer almış
oldu”.[84]
Burada zikrettiğimiz ilk
rivayete göre bu ifadeden anlaşılan odur ki, bu fikri Hz. Ömer’e Ebû Mûsa
el-Eş’ari vermiştir ve Hz. Ömer’de bunun üzerine mütekabiliyet esası gereğince
aynı şekilde vergi koymuştur. İkinci rivayete göre ise Menbiç halkı İslam
ülkesinde ticaret yapmak istemiş ve verecekleri vergi karşılığında bu ticaret
için Hz. Ömer’den müsaade istemişlerdir.
İslam tarihinde, Hz. Ömer
tarafından koyulan öşür vergisinin müslümanlardan alınıp alınmadığına gelince;
İslam tarihinde ilk öşür memuru olan Ziyad b. Hudayr’a; “ Kimlerden öşür
vergisi alıyordunuz” diye sorulması üzerine, “ Müslüman ve anlaşmalı kişiden
öşür vergisi almazdık”[85]
diye cevap vermiştir. Yine Ziyad b.Ömer şöyle demiştir; “ Hz. Ömer’in öşür
almakla görevlendirdiği ilk kişi ben idim. Bana, hiç kimseyi teftiş etmememi
emretti. Ben de, bana gösterilen mallardan; sahibi Müslüman ise kırkta bir,
zımmî ise yirmide bir, hakkında zimmet bulunmayan bir harbi ise onda bir vergi
aldım”[86]
[87].
Aktardığımız bu iki ifadeye
bakılacak olursa, ilk bakışta arasında bir çelişki olduğu düşünülecektir. Çünkü
ilk ifadede “ Müslümanlardan vergi almazdık” ifadesi yer alırken, ikinci
ifadede “Müslümanlardan kırkta bir alırdık” ifadesi yer alıyor. Burada
geçen “Müslümanlardan kırkta bir” ifadesinden kastedilen, öşür değil,
zekâttır. Çünkü “Müslümanlardan alınan vergilerin hepsi zekât hükmündedir”1.
Bu arada, “uşur” ile “öşür”
kavramlarını birbirine karıştırmamak gerekir. Mustafa Fayda’nın ifadeleriyle; “Uşur”
kelimesinin, “uşr” un çoğulu olarak, yalnızca ticaret mallarından alınan vergi
için kullanıldığını görmekteyiz. Bilhassa çağdaş bazı araştırıcılar,
müslümanların toprak mahsullerinin zekâtı karşılığı ödemekle mükellef oldukları
öşür ile üzerinde durduğumuz ticaret mallarından alınan verginin birbirine
karıştırılmaması için, aynı kelimenin çoğulu olan uşur’ u, bu vergiye mahsus
özel bir terim şeklinde kabul etmişlerdir.[88]
DEVLET GELİRLERİNİN SARF YERLERİ
Yukarıda beytülmâl kurumu ve
gelirlerinden genel hatlarıyla bahsettik. Elbette ki bu gelirler belirli işler
için belirli kişi ve kurumlara dağıtılmıştır. Bu gelirleri dağıtım kalemleri
açısından iki gruba ayırabiliriz. Birincisi dağıtım yerleri nâslarla
belirlenmiş sarf yerleridir. Örneğin zekâtın sarf yerleri Tevbe sûresi 60. âyet
ile belirlenmiştir ve bunun dışındaki herhangi bir yere sarfı söz konusu
değildir. İkincisi ise devlet başkanının uygun gördüğü sarf yerleridir. Bu
konuyla alakalı olarak Hz. Ömer’in fey uygulamasını örnek olarak
gösterebiliriz. Bu bilgiler ışığında beytülmâl’in sarf yerlerini genel anlamda
maaşlar, ordu giderleri, genel kamu giderleri ve zekât harcamaları olarak
gruplandırabiliriz.
Hz. Peygamber ve Hz. Ebûbekir
zamanında görev yapan tüm askerler gönüllü idiler. Yani belirli bir maaşları
yoktu. Fakat Enfâl Suresinin 41. âyeti gereği fetihlerle ele geçirdikleri
ganimetten beşte dört hisse alıyorlardı.[89]
Bu dönemde memur maaşları ise ganimetlerin beşte birlik bölümünden, zekât ve
cizye vergilerinden veriliyordu.[90] Fakat Hz. Ömer döneminde artan
fetih hareketleri ve buna bağlı olarak artan ganimetlerle birlikte dîvân
teşkilatı kurularak insanlar maaşa bağlanmıştır.[91]
Yani halka düzenli olarak maaş verme işi ilk kez Hz. Ömer zamanında meydana
gelmiştir.[92]
Hz. Ömer maaş dağıtımında
kişilerin Hz. Peygamber’e yakınlık derecelerini esas alarak farklı miktarlarda
maaşlar belirlemiştir. O, bu doğrultuda en çok maaşı Hz. Peygamber’in eşlerine
vermeyi uygun görerek Hz. Âişe’ye 12.000 dirhem[93]
ve diğer eşlerine 10.000 dirhem maaş tahsis etti.[94]
Daha sonra Hz. Peygamber’in amcası Abbâs b. Abdülmuttalib’e 12.000 dirhem,
Bedir’e katılanlara 5’er bin dirhem, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e 5’er bin
dirhem, Ensar’ın her birine 4’er bin dirhem, Arap ve Mevlâ ayırt etmeden
herkese durumuna göre 800’er ve 400’er dirhem tahsisat ayırdı.[95]
Hulefâ-i Râşidîn ve
özelliklede Hz. Ömer döneminde maaşlar onları tatmin edecek derecede yüksek
tutulmuştur. Ebû Ubeyde’nin; “ ... vazife verdiklerini fazla ücret vermek
suretiyle zengin et ki, onları hıyanet etmekten korumuş olasın” demesi
üzerine Hz. Ömer; “...Onlardan birini bir vazifeye tayin ettiğim vakit, bir
daha muhtaç olmayacakları kadar maaş veriyorum"” diye yanıt vermiştir.[96]
Hulefâ-i Râşidîn döneminde
birçok kişi bu maaşlardan istifade etmiştir. Devletin her türü memuru,
askerler, halifeler, kadınlar hatta çocuklar bile maaş alanlar arasındaydı.
Şehirlere atanan imam ve müezzinler[97]
, mekteplerde ders veren öğretmenler[98],
haraç ve zekat memunaıı , vaıııeı , asKeııeı , nameler , köleler ve hatta daha
sütten kesilmemiş çocuklar[99] bile maaş alanlar arasındaydı.
Bu dönemde halka maaş verme işi öyle geniş tutulmuştu ki, bu konuda herhangi
bir din, dil, ırk, ayrımı yapılmamıştı. Hatta Müslümanlarla aynı maaşı alan
binlerce Zerdüşt olduğundan bahsedilir.[100]
Bunun yanı sıra fetihlerden sonra o yerin eski halkından olup da herhangi bir
ayaklanma çıkarmasından korkulan kişilere de siyasi amaçlı maaşlar
verildiğinden de bahsedilir.[101]
İslam ordularının oluşum
süreci İslam fetihleriyle paralellik arz eder. Dolayısıyla fetihler arttıkça
orduya olan ihtiyaç da bir o kadar artmıştır. Bu nedenle Hulefâ-i Râşidîn
devrinde orduya harcanan para azımsanamayacak kadar çoktu. Bu dönemde
fetihlerin daha kolay ve süratli bir şekilde gerçekleştirilebilmesi için
oluşturulan Kûfe[102] ve Basra[103]
gibi şehirlere askerler aileleriyle birlikte yerleştirilmişler ve maaşları
yanında devlet hazinesinden yüksek meblağlarda maddi yardım almışlardır.[104] Bu doğrultuda onlara maaşları
dışında atlarına yem almaları için ve silahlarını onarmaları için de ayrıca
maddi yardımlar yapılmıştır.[105] Bunun yanı sıra halîfeye
verilen Nevrûz ve Mihrecan hediyeleri de askerlere dağıtılan yardımlar arasında
önemli bir yere sahipti.[106]
Bu dönemde askerlere fetihleri
aksatabilir düşüncesiyle tarım, ticaret gibi işlerle uğraşmalarına gerek
kalmayacak şekilde yüksek maaşlar verilmesine dikkat edilmiştir.[107] Hatta Kûfe ve
Basra’da senede 10.000.000 dirhem dağıtan ve sayıları 100’ü bulan görevlilerin
olduğu rivayet edilir.[108] Bunun dışında askerlere
iki şekilde maddi kaynak sağlanmıştır. Birincisi askerlerin savaşlardan elde
ettikleri ganimetten kendilerine düşen pay, ikincisi ise devletin kendilerine
âtâ adı altında verdiği maaş.[109]
Bununla birlikte her askerin aldığı maaş da eşit değildi. Bu askerler
gösterdikleri kahramanlık veya hizmet derecelerine göre maaş almışlardır.[110] Hz. Osman döneminde ise
fetihlerin çok genişlemesiyle birlikte gelirler arttığından askerlerin maaşında
100’er dirhem artışa gidilmiştir.[111]
Râşid Halîfeler döneminde
askerlere dağıtılan maaşlar hiç aksatılmadan zamanında dağıtılırdı. Hatta esas
maaş yanında hazinede biriken paraya göre fazladan yılda birkaç kez maaş
dağıtıldığı da olurdu.[112]
Raşid Hâlifeler döneminde
özellikle de fetihlerin artmasına paralel olarak İslam coğrafyasının hızla
büyümesi ve genişlemesiyle birlikte genel kamu giderlerinde büyük bir artış
yaşanmıştır. Bayındırlık ve iskân faaliyetleri beytülmâl’in önemli harcama
kalemlerinden birini oluşturmuştur. Bu amaçla su bulunmayan uzak bölgelere su
ulaştırılması, büyük kanalların kazılması, su arklarının açılması[113] için beytülmâl’den ödemeler
yapılmıştır.
Özellikle Hz. Ömer döneminde
yeni kurulan şehirlerin içme suyunu temin etmek ve tarımsal faaliyetlerini
artırmak için girişilen kanal açma faaliyeti bayındırlık açısından büyük bir
önem teşkil eder.[114] Açılan bu kanallar arasında
Ebû Mûsâ Kanalı,[115] Ma’kıl Kanalı, [116] Sâd Kanalı[117] ve Emîrü’lmü’minîn Kanalı [118] ve daha birçok kanal
zikredilebilir. Örneğin Emîrü’lmü’minîn Kanalı sayesinde ticaret ürünleri Nil
nehrinden Kızıldeniz’e taşınabilmiş ve o yıl buradan Kızıldeniz‘e geçen
gemiler, 4800 ton buğdayı Cidde’ye getirmiştir.121 122 [119] Yine o dönemde açılan Ebû
Mûsâ Kanalı sayesinde Basra’ya su getirilmiştir. Bunun yanı sıra hamam, mescid
ve hükümet konakları gibi yapılar da bayındırlık faaliyetleri açısından
önemlidir.[120]
İhtiyaç sahipleri için de
beytülmâlden hisse ayrılmıştır. Sakat, felçli ve geçimini temin edemeyecek
kadar yaşlanan Müslüman ve gayr-ı müslimlere[121],
esirlere, mahkumlara ve ölen kimsesizlere yapılan masraflar da bu grupta
sayılabilir.[122] Hz. Ömer zamanında 127 Müslümanlar için ramazanın
her gecesinde beytülmalden iftarlık bir dirhem verilmesi [123]
devlet tarafından halka düzenli bir şekilde buğday, bal, zeytinyağı gibi
gıda maddeleri dağıtılmasını da[124] genel kamu giderleri arasında
zikredebiliriz. Özellikle Rimâde senesi (18/ 640) yaşanan kıtlık dolayısıyla
yaklaşık altmış bin kişinin yemek ihtiyacının devlet hazinesinden karşılandığı[125] düşünülürse bu harcamaların
çok büyük meblağlara ulaşmış olduğu görülecektir.
Yine başkentte ve diğer
vilayetlerde bulunan camiler, hapishaneler, valilik binaları gibi devlete ait
yapıları yapmak ve onarmak için kullanılan giderler de bu grup içinde
zikredilebilir.[126] Bunların yanı sıra fetihlerle
birlikte artan nüfusun ihtiyacını karşılamak için Mescide yapılan genişletme ve
imar çalışmaları da bu dönem harcama kalemlerinden biridir. Özellikle H. 26.
Yılda Hz. Osman tarafından yapılan genişletme faaliyetleri için önemli
harcamalar yapılmıştır. Hz. Osman’ın Mescide ilave edilecek kısımları
sahiplerinden satın alması[127], malzeme ve işçi ücretleri[128] bu harcamalar içindedir.
Zekât gelirlerinin sarfı nâs
ile sabit olup Tevbe Suresinin 60. Ayeti ile açıklanmıştır. Ayette zekât
verilecek kimseler; yoksullar, düşkünler, zekât toplayan memurlar, gönülleri
İslam’a ısındırılacak olanlar, köleler, borçlular, Allah yolunda cihat edenler
ve yolcular olarak açıklanmıştır. Dolayısıyla Râşid Halîfeler döneminde bu
sayılan gruplara gerekli ödemeler yapılmıştır.
Hz. Peygamber zamanında fey
gelirlerinin miktarı çok azdı ve Medîne’deki müslümanlara dağıtılıyordu.
Kaynaklar, Hz. Peygamber ’in kendisine gelen fey ve ganimetleri, borcu olan
miktarları dışındakileri, hemen hatta geldiği gün dağıttığını haber
vermektedir. Hz. Ebûbekir zamanında da aynı anlayış devam etmiştir.[129] Hz. Ömer’in hilafeti
sırasında ise artan fetihlerle birlikte beytülmâl’e giren gelirler de
artmıştır. Bu durum, Hz. Ömer’in bu gelirlerin düzenlemesiyle ilgili bir oluşum
meydana getirmesini gerektirmiştir ve nihayet bu dönemde Dîvan teşkilatı
kurulmuştur. Fakat Hz. Ömer dönemi ve sonraki dönemlerdeki gibi kurumsallaşmış
olmamakla birlikte, müslümanların hayatında Dîvan teşkilatının varlığını Hz.
Peygamber dönemine kadar götürebiliriz.[130]
Kaynaklarımızda, Dîvan
teşkilâtının kuruluşuyla ilgili farklı rivâyetler mevcuttur. Yaygın olan bir
rivâyete göre o dönemde Bahreyn valisi olan Ebû Hureyre şöyle demiştir;
“Vâlisi bulunduğum Bahreyn’den beş yüz bin dirhem mal
getirdim. Akşam vakti Hz. Ömer’in yanına gittim ve “ Ey mü’minlerin emiri, bu
malı al dedim. “Ne kadar o” dedi. “Beş yüz bin dirhem” dedim. “Beş yüz bin
dirhemin ne kadar olduğunu biliyor musun” dedi. Ben de “evet, beş tane yüz
binin toplamı” dedim. Bana “sen uykusuza benziyorsun, bu gece uyu, sabahleyin
bakarız” dedi. Sabah olunca tekrar geldim, “ bu malı benden al” dedim. Bana “ne
kadar o” dedi, “ beş yüz bin dirhem” dedim.” O mallar helal midir” dedi.
“Bilmiyorum, ancak şu gördüklerini biliyorum” dedim. Bunun üzerine Hz. Ömer
şöyle dedi; “ Ey insanlar, biliniz ki çok miktarda mal gelmiştir. Onu ölçmemi
isterseniz, ölçeriz. Onu size sayarak bölüştürmemi isterseniz, sayarız. Onu
tartmamı isterseniz, tartarız”. Cemaat arasından birisi şöyle dedi: “Ey
mü’minlerin emiri, İnsanlar için bir defter oluştur. Herkes payını o deftere
göre alsın, kimin ne aldığı o deftere yazılsın”. Bu fikir Hz. Ömer’in hoşuna
gitti. Bir resmi defter oluşturarak, muhacirlere beş ’er bin, Ensar’a üç ’er
bin, Rasûlullah’ın hanımlarına on iki’şer bin maaş tahsis etti.[131]
Bu rivâyetten anlaşılan o dur
ki, dîvan kurulama fikri o sırada orada bulunan bir kişi tarafından verilmiş ve
bu fikir de Hz. Ömer’in hoşuna giderek kabul edilmiştir. Bu konudaki bazı
rivayetler de dîvan’ın kurulmasında yabancı etkilere işaret etmektedir. Şöyle
ki; “Velid b.Hişam, Suriye’deki Bizans’a ait dîvan ve ordu teşkilatından, Firûzân
ise Sâsâni dîvanlarından bahsetmişler ve benzer müesseselerin kurulmasını Hz.
Ömer’e tavsiye etmişlerdir ”[132]
Dîvan defterlerinin yazılması
hususundaki diğer bir rivayet de şöyledir;
“Ömer b. El- Hattab, Dîvan defterlerinin yazılması hususunda
müslümanlarla istişâre etti. Ali b. Ebi Talib ona şunları söyledi; “ Her yıl
sana gelen malları bölüştür, bu mallardan hiçbir şey bırakma”. Osman ise
şunları söyledi; “ Herkese yetecek kadar çok mal görüyorum; ancak atâyı alanın
almayandan ayrılması için insanlar sayılmazlarsa, ben bu işin karışmasından
korkuyorum”. Velid b. Hişam b. El- Muğire de halifeye şunları söyledi; “ Ben
Şam’a geldim; oranın hükümdarlarının defterler düzenlemiş olduklarını gördüm.
Sende böyle bir defter tahsis et ve ordu kur”. Halife onun bu görüşünü kabul
etti ve Kureyş kabilesinden Akil b. Ebi Talib, Mahreme b. Nevfel ve Cübeyr b.
Mut’im’i çağırdı ve onlara “İnsanları derecelerine göre yazınız” dedi. Onlar da
Benî Haşim’den başladılar; onları Ebûbekir ve kabilesi; sonra halifelik sırasına
göre Ömer ve kabilesini yazmak suretiyle devam ettirdiler”.[133]
[134]
Dîvan teşkilatı kurulmadan
önce bu malların nasıl taksim edildiğini ise şu rivâyetten anlıyoruz; “Fethedilmiş
olan İran’ın ganîmetleri Hz. Ömer ’e getirilince; “Allah ’a yemin ederim ki, bu
mallar, taksim edilinceye kadar semadan başka bir tavan altına girmeyecektir”
dedi ve akşam olunca malların, mescitteki kadın ve erkeklere ait bulunan sofaya
konulmasını, başında Abdurrahman b. Avf ile Abdullah b. Erkâm’ın yatmasını
emretti. Bu iki kişi sabaha kadar bu malları beklediler. Ertesi gün Hz. Ömer,
erkenden halkı toplayıp malların yanına geldi. Örtülerin kaldırılmasını
emretti, örtüler kaldırıldı. Hz. Ömer’in gözleri, o ana kadar hiç görmediği son
derece kıymetli mücevherler, altın ve gümüş eşyalar, inciler ve elmaslar gördü.
Bunun üzerine ağlamaya başladı. Hz. Ömer’in ağladığını gören Abdurrahman b.
Avf, “ Bunların şükrü gerektiren nimetler olması gerekirken neden ağlıyorsun”
dedi. Hz. Ömer cevap verdi: “ Evet, dediğin doğru, fakat Allah hangi
millete böyle zenginlikler vermişse daima aralarında düşmanlık ve fesadı da
artırmıştır”. Sonra şöyle dedi: “ Malları halka elimizle mi
bölüştürelim, yoksa kilo ile ölçerek mi bölüştürelim”. Râvî’nin söylediğine
göre, “görüşler avuçla bölüştürmek üzerinde birleşti. Hz. Ömer’de avuçla
taksim etti. Bu olay dîvan adlı defterler oluşturulmadan önce idf”33
Dîvan’ın kurulmasıyla birlikte
devletin her türlü geliri burada muhafaza edilmiş, gerekli harcama ve ödemeler
buradan yapılmıştır. Hz. Peygamber ve Hz. Ebûbekir dönemlerinde bu gelirler
elde edildiği an halka taksim ediliyordu. Çünkü bu dönemlerde fethedilen
yerlerden elde edilen gelirler azdı ve dağıtımı kolaydı. Fakat Hz. Ömer
döneminde fetihlerin artmasıyla birlikte artan fey gelirlerini belli bir düzen
içinde taksim etme ihtiyacı duyulmuştur. Hz. Ömer, bu gelirleri elde ettikçe
vermek yerine, toplayıp senede bir kere insanlara atıyye olarak vermeyi uygun
görmüştür.[135]
Hz. Peygamber ve Hz. Ebûbekir
hayattayken Dîvan’daki bu gelirleri halka eşit olarak dağıtmışlardır. [136] Fakat Hz. Ömer bu gelirleri
halka eşit bir şekilde dağıtmamıştır ve dağıtım sırasına da dikkat etmiştir.
Konuyla ilgili rivâyet şöyledir, buna göre ; “Hz. Ömer divanı oluşturduğu
zaman “ hisse verme işine kimden başlayalım” dedi. “Kendinden başla” dediler.
Hz. Ömer; “Hayır, Rasûlullah önderimizdir, onun ehli beytinden başlayalım ve
en yakından en uzağa doğru bu işi sürdürelim” dedi.[137]
Hz. Ömer’in kime ne kadar
atıyye verdiği ile ilgili olarak da; “Hz. Ömer halîfe olup da kendisine
ganîmetler gelince Hz. Ebûbekir’in tuttuğu eşitlik yolunu bıraktı ve herkese
İslam’daki durumuna göre muamele etme cihetine giderek; “Ben, asla Rasûlullah’a
karşı savaşanlarla, Rasûlullah’ın yanında düşmana karşı savaşanı bir tutamam”
dedi. Sonra, gelen malları herkesin İslam’daki geçmişine göre taksim etti.
Muhâcir ve Ensar’dan, Bedir harbine katılmış olanlara beşer bin, Bedir
savaşında bulunmayanlara dörder bin dirhem verdi. Sonradan müslüman olanlara
daha az pay verdi. Böylece herkesi İslam’daki durumuna göre sınıflara ayırdı ve
bu ayırım taksime esas oldu. [138]
O, bu konuda; “...bizler hepimiz, Allah’ın kitabında ve Rasûlullah’ın
sünnetinde açıklanan ölçülere tabiyiz. Herkes, İslam’daki özel durumuna, Hz.
Peygamber ’e yakınlığına göre ecir ve sevap alır, İslamiyet’e yaptığı hizmete,
katlandığı sıkıntılara, erken müslüman olmasına, zenginlik ve ihtiyaç durumuna
göre hak sahibi olur” demiştir.[139]
Hz. Ebûbekir, atıyyelerin
dağıtılması noktasında eşit davranmıştır. Dînî konularda veya İslam’a önce
girme hususunda üstünlüğü olanların ahiret hayatında karşılığını alacağını ve
bu konunun uhrevi bir konu olduğunu ifade etmiştir. Fakat atıyye konusunun ise
bir geçim vasıtası olarak dünyevi bir mesele ve ikisinin farklı şeyler olduğunu
söyleyerek atıyyeleri eşit dağıtmayı tercih etmiştir. Ayrıca bu dönemdeki fey
gelirleri zaten çok azdı ve herkese eşit miktarlarda dağıtılması doğal
karşılanmalıdır. Belki Hz. Ebûbekir de uzun seneler hilâfet görevini sürdürüp
artan fetihleri görebilseydi, o da böyle bir sistem uygulayabilirdi.
Hz. Ömer’in bu dağıtım
hususunda takip ettiği sıralamayı ise Câbiye’de yaptığı konuşmada görüyoruz. O,
bu konuşmada; “ Kim ki Kur’an hakkında soru sormak istiyorsa Übey b. Kâb’e
gelsin. Kim de ferâiz hususunda soru sormak isterse, Zeyd b. Sâbit ’e gelsin.
Her kim de hukuk konusunda soru sormak istiyorsa Muaz b. Cebel’e gelsin. Ve kim
de mal hakkında soru sormak istiyorsa bana gelsin. Zira Allah Teâlâ beni kendi
hazinedârı kılmıştır. ilk olarak Rasûlullah’ın eşlerinden başlıyor ve onlara
atıyyeleri veriyorum. Sonra ilk muhacirler ve daha sonra da diğer muhacir
arkadaşlarımdan başlıyorum. Biz muhacirler ki Mekke ’den çıkarıldık ve
mallarımızdan, evlerimizden mahrum kaldık. Sonra da Ensar’dan başlıyorum. Onlar
ki: Muhacirlerden önce Medine’yi yurt edinenlerdir. Kim hicret etmekte acele
etmişse, atıyye de ona çabuk verilecektir. Kim de hicret etmekte geç kalmışsa,
atıyye de ona gecikerek verilecektir.”[140] demiştir.
Bu rivayetten de anlaşılacağı
üzere Hz. Ömer, atıyyeleri dağıtma işine Hz. Peygamber’in ailesinden
başlamıştır. Daha sonra hicret edenler ve daha sonra da Ensar’ı zikretmiştir. “Kim
de hicret etmekte gecikmişse, atıyye de ona gecikerek verilecektir”
ifadesinden anlaşılan o dur ki; geç hicret edenler, atıyye almada sıralama
bakımından geridedir, erken hicret edenler ise ilk sıralarda atıyyelerini
alacaklardır.
Hz. Ömer’in atıyye
dağıtımındaki takip ettiği sıralamadan bahseden başka bir rivayet de şöyledir;
“Hz. Ömer, hak sahiplerini İslam’daki geçmişlerine göre düzenlemişti. Fakat
bazılarını bunların dışında tutmuştu. Şöyle ki: Dîvanın düzenlenmesi için
seçkin ashab ile bir meclis topladı Hz. Ali ve Avf oğlu Abdurrahman ona
"Kendinden başla" deyince Hz. Ömer "Hayır, ben Resûlullah'a daha
yakın olandan başlarım. Sonra sırasıyla giderim" dedi. Dîvan'ın düzenlenmesine
memur olan kâtipler, önce Hâşimoğullarını ve soma Hz. Ebu Bekir ile kavmini
sonra Hz. Ömer ile kavmini yazmışlardı. Hz. Ömer, bunu görünce,
"Hâşimoğullarından sonra Hz. Peygamber 'e daha yakın olanları sırasıyla
yazınız. Ömer'i de sırası gelince yazınız. Bizim iki dünya saadetine ulaşmamız,
ancak Muhammed (s.a.v.) sebebiyledir. O, bizim şerefimizdir. Onun kavmi Arab'ın
en şereflisidir. Sonra ona yakınlık derecesi fazla olanlara itibar
edilmelidir" dedikten sonra, "Vallahi Arap olmayanlar amelleriyle
varıp da, bizler amelsiz gidersek kıyamet günü Hz. Muhammed'e (s.a.v.) onlar,
bizden daha iyidir. Çünkü ameli noksan olan kimseyi soyu ileri götürmez"
dedi.[141]
Bu saydıklarımız hür insanlar
için geçerli hükümlerdi. Peki mevlâ’lar atıyye almak bakımından hangi muameleye
tabi tutuluyordu? Kitâbü’l Emvâl’de nakledildiğine göre Hz. Ömer, ordu
kumandanlarına şöyle yazmıştı: “ Yabancılardan azat ettiğiniz köleler
İslam’ı kabul ettikleri taktirde onları efendileriyle aynı muameleye tabi
tutun. Eğer ayrı bir kabile halinde yaşamak isterlerse, onlara iyilikte bulunun
ve kendilerine atıyye vermekten geri durmayın”[142] Bu ifadelerden de
anlaşılacağı üzere, mevlâ olan kişi isterse kendisini azat eden efendisinin
kabilesi içinde değerlendirilirdi, istemez ise ayrı bir şekilde
değerlendirilirdi.
Dîvan’daki
paranın dağıtılması hususunda Hz. Ebûbekir’in insanlara eşit muamele ettiğini
ifade etmiştik. Maaş dağıtımı konusunda Hz. Osman da Hz. Ömer’in yukarıda
bahsettiğimiz yolunu takip etmiştir.[143]
Yani Dîvan’daki parayı insanlara farklı miktarlarda dağıtmıştır ancak Hz. Ali
bu hususta Hz. Ebûbekir’in yolunu tutarak insanlara eşit muamele etmiştir.[144] [145]
Hatta Hz. Ali’nin halîfe olduktan sonra hazinede bulunan 300.000 dinar
tutarındaki parayı hiçbir ayırım gözetmeksizin Medine’deki tüm müslümanlara
eşit bir şekilde dağıtması Medine’de yüksek maaş alan bazı sahabelerin
tepkisine bile yol . 149
açmıştı.
HULEFÂ-İ RÂŞİDÎN DÖNEMİ FETİHLERİ VE ETKİLERİ
Hz. Peygamberin sağlığında
başlayan ilk İslam fetihleri Râşid Halîfeler ile birlikte en üst seviyeye
ulaşmıştır. Bu fetihler sayesinde İslâmiyet çok geniş bir alana yayılma imkanı
bulurken Müslümanlar farklı kültürlerle karşılaşarak karşılıklı bir etkileşim
içine girmişlerdir. Etkileşimin yanı sıra Müslümanlar fethettikleri bölgelerden
elde ettikleri ganîmet, fey, cizye ve haraç gibi vergilerle ekonomik anlamda
oldukça güç kazanmışlardır. Bu nedenle çalışmamızın ikinci bölümünde İslam
toplumunun ekonomik değişiminde ve bu ekonomik değişimin toplumu etkilemesinde
en önemli unsurlardan biri olduğunu düşündüğümüz ilk İslam fetihlerinden
bahsedeceğiz.
İslam’da Fetih, Anlamı ve Amacı
Arapça’da galibiyet, açma,
zafere ulaştırma gibi anlamlara gelen fetih sözcüğü, terim olarak müslümanların
ülke veya şehirleri İslam dairesi içerisine almaları demektir.[146] “Fetih
faaliyeti, maddi ve manevi, her açıdan hâkimiyet anlamını içermesi yönüyle,
mücadele anlamında kullanılan diğer kavramlara göre daha kapsamlıdır”.[147]
Yani kelimenin sadece maddî yönden fetih anlamı taşıdığı söylenemez; “kelime
öncelikle aklı ve kalbi İslam gerçeğine açmak, ikinci olarak da İslam mesajının
önündeki engelleri kaldırmak anlamına gelir.” [148]
Bunun yanı sıra dinî emirleri öğrenmek yaşamak ve başkalarına öğretmek, iyiliği
emredip kötülükten sakındırmaya çalışmak, İslam’ı tebliğ, nefse ve dış
düşmanlara karşı mücadele vermek[149]
gibi anlamlara gelen cihat kavramı da fetih ile yakından ilişkilidir.
Fetih kelimesi Kur’ân-ı
Kerim’de farklı anlamlarda da kullanılmakla beraber[150]
daha ziyade yukarıda da ifade ettiğimiz gibi zafer[151],
açmak[152] gibi anlamlarıyla ön plana
çıkmıştır. İslam tarihinde ilk fetih hareketleri bizzat Hz. Peygamber’in
önderliğinde gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber vefat edince de bu iş halifelere
intikâl etmiştir.
İslam’da dinin tebliğ
edilmesinin farz oluşu bu hareketlerin başlamasındaki en büyük etkendir.[153] İslam fetihlerinin öncelikli
amacı i‘lâ-yi kelimetullahtır. Nitekim Hz. Peygamber’e, “Allah yolunda olan
kimdir? diye sorulduğunda; “Sadece Allah’ın adını yüceltmek için savaşan
kimse Allah yolundadır” buyurmuştur.[154] Fetihlerin amaçları
arasında İslam’ı yaymak ve İslam’ın yaşam alanını garanti altına almak[155] yanında şehitlik hususu da
önemli bir yer etmiştir. Nitekim Kadisiye savaşında İranlıların kumandanının
Muğire'ye; “...Siz hedefiniz için ölümü hiçe sayıyorsunuz” demesinin
üzerine Mugire’nin; “....Bizden ölenler Cennete, sizden ölenler ise
Cehenneme gider”[156]
demesi bu kâbildendir. İslam dininin insanlara ulaştırılması fikri de ilk
İslam fetihlerinin öncelikli amaçları arasındadır fakat İslâmi fikirleri
insanlara zorla dayatmak değildir .[157]
Bunların yanı sıra Hz. Peygamber’e itaat, İslam’a karşı saldırıları önleme ve
zulme engel olma gibi düşünceler de ilk İslam fetihlerinin amaçları arasında
sayılabilir.
Ne Hz. Peygamber döneminde ne
de Râşid Hâlifeler devrinde, ciddi bir savaş tehlikesi bulunmayan hiçbir ülkeye
savaş açılmamış ve hiç kimseye zorla İslam'ı kabul ettirme yoluna
gidilmemiştir. Habeşistan’da IV. yy.’a kadar sayısı bir elin parmaklarını
geçmeyecek kadar az bir Müslüman olması bunun en güzel örneklerinden biridir.[158] En son çare olarak savaşa
razı olunmuştur. Yani fetihlerin amacı İslam'ın sesini duyurmak, ülkeleri ve
halklarını İslam'a açmaktır. İstila, işgal, baskıyla İslamlaştırma,
köleleştirme, öldürme gibi eylemler İslam fetihlerinin ruhuna uygun düşmeyen
eylemlerdir.[159]
İlk İslam Fetihlerinin Başlaması
İlk İslam fetihlerini başlatan
temel neden İslam ve imandı. Hz. Peygamber ’in risâletiyle gelen değişim ve
dönüşümdü. Kur’ân-ı Kerim’de Allah yolunda cihat emrediliyordu ve Arapların
komşuları olan Bizans ve Sâsâni halkı müslüman değildi. İslam’ın vâzettiği
cihad fikri ise[160] ancak fetihler sayesinde
gerçekleştirilebilirdi.
Bununla birlikte ilk İslam
fetihlerinde iktisâdi faktörün de hatırı sayılır bir etkisi vardı; “Yarımadanın
kuraklığı, İslam’ın organize ettiği uyanış bilinci, Mümbit Hilal’in zenginliği,
Peygamber ’in hayatında bile müslümanları cezbeden etmenlerdi.”[161]
O dönemde Arapların komşuları olan Bizans ve Sâsâni kontrolündeki topraklar
da çok verimli topraklardı. Fakat her bölgedeki iç ve dış etkenler birbirinden
farklı olduğundan ilk İslam fetihlerinin başlama nedenlerini yukarıda
bahsettiğimiz birkaç sebeple sınırlandırmak yanlış olacaktır. Hz. Peygamber’in
vefatından sonra hilâfet makamına geçen Hz. Ebûbekir’in ilk önemli icraatı
Usâme ordusunun Sûriye’ye gönderilmesi meselesi olmuştur. Hz. Peygamber
yaşamının son yıllarında Mûte’de, Zeyd b. Hârise ve arkadaşlarının şehit
edildiği bölgeye göndermek için bir ordu hazırlamıştı[162].
Fakat Hz. Peygamber ’in ömrü vefâ etmeyince, bu orduyu Sûriye’ye gönderme işi
Hz. Ebûbekir’e kalmıştı. Şam’a gidecek olan ordunun başında Usâme’nin olmasına
birtakım tepkiler olsa da, Hz. Ebûbekir bu tepkilere kulak asmamış ve “Köpekler,
kurtlar üzerime saldıracak olsa da Usâme ’yi yine gönderirim. Tek başıma
kalacak olsam da Rasûl-ü Ekrem ’in bu emrini yerine getireceğim”[163]
diyerek orduyu yola çıkarmıştır.[164]
Daha sonra irtidât yani dinden
dönme hareketleri ortaya çıktı. “Medine ’nin zengin ganimet mallarının,
zekât ve cizyenin toplandığı bir başkent haline gelmesiyle Arap yarımadasının
iktisadi yönden büyük ölçüde Medine ’ye bağlanması kabileleri harekete
geçirmiştir. ”[165]
Bununla birlikte kabilelerin irtidât edişinin; merkezi otoriteye
karşı çıkma, ümmete rakip kurumlar meydana getirme, mahalli bir kültürü ısrarla
vurgulama gibi birçok nedeni vardı.[166]
Ashâb genellikle Medine’de olduğundan orada sadece hilâfet meselesi çıkmış [167] fakat Hz. Ebûbekir'e biat
edilerek bu sorun giderilmiştir.[168]
Mekke ve Tâif dışında pek çok Arap kabileleri arasında dinden dönenler
olmuştur.[169] “Hz. Muhammed'in ölümü,
uzaktaki kabileleri Medine'ye bağlayan bağları kopardı; hareket hürriyetlerini
tekrar elde ettiler ve katılmadıkları Ebu Bekrin halife seçilmesiyle
kendilerini bağlı hissetmeyerek Medîne ile olan anlaşmayı feshettiler ve
vergiyi ödemekten vazgeçtiler.”[170]
Neticede Hz. Ebûbekir, irtidât
ederek zekât vermek istemeyen bazı Arap kabileleriyle mücadeleye girişti. Hz.
Ömer ve bazı şahıslar, diğer dini görevlerini yerine getirmekle birlikte sadece
zekat vermek istemeyenlere ayrıcalıklı davranılmasını teklif ettiyseler de Hz.
Ebûbekir bu konuda asla taviz vermemiştir.[171]
Onlardan bir kısmının; “ Namazı kılarız ancak zekâtı ödemeyeceğiz”
demelerinin üzerine Hz. Ebûbekir; “Eğer onlar, deve ve koyunlarının yıllık
zekâtlarını bana vermezlerse, kendileriyle mutlaka savaşacağım”[172]
diyerek buna sert bir şekilde karşı çıkmıştır. Kendisine savaşmak
için acele etme diyenlere ise;
“ Allah Rasûlü insanlarla Allah’tan başka ilah yoktur
deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu söyleyen malını ve canını benden
kurtarmış olur. Ancak o malın hakkı hariç, o kişinin hesabını görmek de Allah'a
düşer, buyurmuşken onlarla nasıl savaşacaksın!" deseler de “Vallahi namaz
ile zekâtı birbirinden ayıranlarla savaşacağım. Zira zekat malın hakkıdır.
Efendimiz de zaten "Ancak onun hakkı hariç" buyurmamış mıydı? diyerek[173] muhalefet etmiştir.
Buradaki dikkat çekici husus,
bazı isyancıların İslam dinin gereklerini yerine getirmeyi kabul ederek sadece
zekât’a karşı olmalarıdır.[174] Bu hâdise de gösteriyor ki
irtidât hareketinin temeli iktisâdi bir takım meselelerdi. Bu arada
Peygamberlik iddiasıyla ilk ortaya çıkan kişi olan Esved-i Ansî Yemen'i
karıştırmış olduğu için, öldürüldü.[175]
Fakat tam sükûnet sağlanmışken Hz. Peygamber 'in öldüğü haberi üzerine pek çok
yerde halkın çoğu dinden dönerek büyük karışıklıklar çıktı.[176]
Umman'da el-Ezd kabilesinin başkanı Lakîd adında bir kişi ortaya çıktı[177] ve Peygamberlik davasına
kalkışarak ortalığı karıştırdı. Bunun yanı sıra Esedoğulları kabilesi şeyhi
Tuleyha[178], Yemâme'de Peygamberlik
iddiasıyla halkı kandıran Müseylime[179]
, Benî Temîm kabilesinden Secâh[180] adında bir kadın da
Peygamberlik iddialarıyla ortaya çıktılar.[181]
Yani bu dönemde meydana gelen irtidât hareketleri “bir anlamda devletin
hukuki varlığını reddetmek anlamına gelen[182] zekat vermek
istemeyenler ve peygamberliğini ilan etmek suretiyle muhalefet içinde olanlar
şeklinde iki gruptu”.[183] Neticede bu mücadelelerden
başarıyla çıkıp, sosyal ve siyasal birliği temin ederek Arabistan’da hakimiyeti
sağlayan Hz. Ebûbekir, İslam dinini yayabilmek için fetih hareketlerine
girişti.[184]
Ülkede dînî ve siyâsi düzeni
sağlayan ilk halîfe Hz. Ebûbekir Irak’ın fethine karar verdi.[185] Hz. Peygamber’in
başlattığı fetih stratejisini devam ettirebilmek için öncelikli olarak bu
bölgeye yöneldi.[186] Neticede bu bölgelere askeri
harekât düzenlendi ve İslam orduları buralarda büyük başarılar elde etti.
“Hz. Ebûbekir öncelikli olarak Şam fetihleri için Mekke,
Tâif, Necid, Hicaz ve Yemen’deki Araplara mektuplar yazarak onları cihad etmeye
davet etti. İnsanları ganîmet ve şehitlik rütbesi ile cihad etmeye rağbet
ettirdi. İnsanların bir kısmı sevap kazanmak için, bir kısmı da ganîmet elde
etmek için Hz. Ebûbekir’in davetine koştular ve her taraftan Medine’ye
geldiler”.[187]
Dolayısıyla bu duygular içinde
insanların cihada rağbetlerinin artması doğal bir durumdu ve bu sayede pek çok
fetih hareketleri gerçekleştirildi. Irak’ın fethiyle görevlendirilen Hâlid b.
Velîd,[188] Şam’a gelirken Hîre, Enbâr[189] Aynu’t-Temr[190] Busrâ, Havran [191] ve daha birçok yeri fethetti.
Müslümanlar Irak’ı fethedip
Hîre bölgesini baştanbaşa ele geçirdiler.[192]
Bu arada Irak seferleriyle eş zamanlı olarak Suriye seferleri de başlamış
bulunuyordu. Suriye fetihleri için Ebû Ubeyde b. Cerrah Câbiye’ye, Yezid b. Ebî
Süfyan Belkâ’ya, Amr b. Âs Arabe’ye, Şürahbil b. Hasene ise Ürdün’e ordularını
yerleştirdiler.[193] Irak bölgesinde savaşan Halid
b. Velid’in de gelmesiyle, bu ordular birleşerek Ecnadeyn savaşında büyük
başarılar elde ettiler.[194] [195]
Hz. Ömer, askerlerin askerlik
dışında bir işle ilgilenmesini istemediğinden askerlerin ihtiyaçlarını devlet
hazinesinden karşıladı ve onlara yetecek kadar maaş verdi. Askeri araç ve
gereçleri yenileyerek orduyu disiplin altına aldı ve fetih hareketlerini daha
sistemli bir şekilde yerine getirebilmek için sınırlarda kışlalar ve karakollar
kurdu; sürekli askeri 199
garnizonlar oluşturdu.
“İkinci halife, Arapların fethedilen ülkelerdeki halkla
ilişki kurmasının varlık ve durumları üzerinde tehlikesini farkına vararak,
onları kendilerine ait Basra, Kûfe ve Fustât gibi özel askerî merkezlerde
toplamaya çalıştı. Böylece yeni cevherlerini koruyan bir sistem oluşturdu...[196]
Hz. Ömer başkanlık mevkîne
gelir gelmez Halid b. Velid'î Şam emirliğinden alarak, yerine Ebu Ubeyde'yi
tayin etti[197] ve Hz. Ebubekir’in başlattığı
harekâtı neticelendirmeye çalıştı.[198]
İlk iş olarak, harekete geçen Sâsânilere karşı halkı yardıma çağırdı.[199] Şam’a bağlı olarak ilk
fethedilen şehir olan Basra, bu sene barış yoluyla fethedildi.[200] Kadîsiye savaşı sonrasında
Medâin ele geçirildi[201], Celûlâ ve Hulvân’ın
ardından Sûs, Hûzistan ve Musul ’u ele geçiren müslümanlar Nihâvend zaferiyle
Irak’ın fethini tamamladı.[202]
Suriye cephesindeki savaşlara
da ara verilmeden devam edildi. Yapılan Yermük muharebesi sonucu Bizans ordusu
ağır bir yenilgiye uğratılarak bölgedeki şehirler müslümanların eline geçti.[203] Diğer yandan Filistin’in
fethine devam edilerek Kudüs kuşatıldı.[204]
Amr b. el-Âs Beytu’l-Makdis’in dışında Filistin bölgesini fethetti.[205] Bu bölgelerin fethinden sonra
Mısır’ın fethine karar verildi ve Mısır fethedilerek halkı ile bir anlaşma
yapıldı.[206]
Neticede bu dönemde İran,
Irak, Bizans ve Horasan’da başarılı fetihler gerçekleştirildi. Hz. Ömer
döneminde Irak’ın tümünü, Sevâd, Cibâl, Azerbaycan, Basra, Ahvâz ve Fâris ve
Ecnadeyn hariç Şam yerleşim birimlerini fethetti.[207]Bu
yerleri fetheden İslam Devleti böyleliklebölgenin önemli gücü haline geldi.
Müslümanların, elde ettikleri
topraklardaki halkı idare edebilmek ve Medîne ile irtibatı devam ettirebilmek
için[208] bazı stratejik noktalarda
askeri amaçlı oluşturdukları yerleşim birimlerine, askerler aileleriyle
birlikte yerleştirildiler.[209] Kûfe şehri bu amaçla kurulan
şehirlerdendir.[210] [211]
Hz. Ömer’in emriyle kurulan diğer bir şehir İran ve Hindistan’dan 215 gelebilecek deniz
akınlarına karşı Utbe b. Gazvân tarafından kurulan Basra şehridir. Yine Fustât
şehri de Hz. Ömer’in emriyle askeri amaçla kurulan şehirlerdendir.[212]
Bu dönemde İslam ordusu sadece
Araplardan oluşmuyordu. İranlı, Hindistanlı, Romalı, Yunanlı, Yahudi ve Zerdüşt
bazı askerler de İslam ordusunun unsurları arasındaydı.[213]
[214] Bu dönemde geçim
kaynaklarının tamamını fetih gelirlerinin oluşturmuş olduğu bu askerlerin tarım
ve hayvancılık ya da ticaret ile meşgul olmaları yasaklanmış ve bunlarla
ilgilenenler 218 cezalandırılmıştır.
Hz. Ömer’den sonra hilâfet
makamına geçen Hz. Osman’ın halifeliğinin ilk yılları da fetih hareketleriyle
geçti. Hz. Osman’ın halifeliğinde müslümanların İran’ın içlerine doğru
ilerleyişi devam etti.[215] Hamedan, Rey[216] İsfahan ve Kaşan[217] gibi şehirler fethedilerek
İran’ın fethi büyük ölçüde tamamlandı. Horasan bölgesine yapılan sürekli
akınlar da Hz. Osman döneminde başladı. Bu dönemde Kirman üzerinden Horasan’a
girilerek Toharistan’a kadar uzanan alan fethedildi. Daha sonra Belh, Herât,
Tûs gibi önemli şehirler ele geçirilirken diğer taraftan Ermenistan, Gürcistan
ve Azerbaycan gibi şehirler de yine onun döneminde fethedildi.[218]
Bu dönemde Kuzey Afrika
fetihleri de devam etti. Hz. Osman Abdullah b. Sâ'd b. Ebi Serh komutasındaki
orduyu Afrika seferine gönderdi[219] ve neticede Afrika’da büyük
başarılar gösteren Abdullah b. Sâ’d’a daha önce verdiği söz üzerine elde edilen
ganimetlerin bir kısmını verdi.[220] [221]
“...Hz. Osman, Abdullah b. Sâd’a " Eğer Allah sana Afrika’nın fethini
nasib ederse, ganimetin beşte biri şenindir dedi. Zafer üzerine Abdullah b.
Sâd, Allah'ın onlara nasip ettiği bu ganimeti askere paylaştırdı ve beşte
birini kendisine alıp, kalan dörtte biri Hz. Osman'ayolladı".'"' Fakat
kaynaklarda, Afrika ganimetleri hakkında çeşitli rivayetler mevcuttur. Bir
kısım rivayete göre Hz. Osman Abdullah b. Sâ’d’a Afrika ganimetlerinin yüzde
beşini vermiştir[222] [223],
diğer bir kısım rivayete göre Afrika ganimetleri 227 100.000 veya 200.000 dinara Mervan b. Hakem
tarafından satın alınmıştır.
Burada Endülüs’ün fethi
meselesine de değinmek yerinde olacaktır. Çünkü verimli topraklara sahip
olması, jeopolitik konumu ve Avrupa’ya geçiş noktalarından birisi olmasıyla
önem arz eden İspanya’nın kimin döneminde fethedildiği meselesi tartışmalı bir
meseledir.[224] Bir kısım rivayete göre Hz.
Osman zamanında fethedilen İspanya, çoğunluğa göre 92/710-711 yılında Emevî Halîfesi
Abdülmelik b. Mervân zamanında fethedilmiştir.[225]
Zehebi’nin Tarih’inde geçen ifadeye göre Hz. Osman; "İstanbul’un fethi
ancak Endülüs’ün fethi ile mümkündür. Eğer Endülüs'ü fethedebilirseniz
İstanbul'u fethedecek olan kimsenin sevabına siz de ortak olmuş olursunuz"
diyerek Endülüs’ün
fethini
istemiş ve Endülüs fethedilmiştir.[226]
Taberi’nin Tarih’inde geçen rivayete göre de olay yaklaşık olarak bu şekilde
gerçekleşmiş önce bu bölge fethedilmiş ve daha sonra İstanbul’a geçilmiştir.[227] İbn Kesîr’deki rivayete göre
de Afrika’nın fethinden hemen sonra Abdullah b. Nâfî b. Abdi Kays el-Fihrî ile
Abdullah b.Nafi b. Husayn el-Fihrfye’yi Endülüs’ün fethi için görevlendirmiş ve
burada da başarılı fetihler gerçekleştirilmiştir.[228]
Fakat gerek fütuhat kitaplarında gerek Endülüs ile ilgili yazılan
kitaplarda gerekse Endülüs tarihi uzmanlarının çalışmalarına göre bu bölge
kuvvetle muhtemel Hz. Osman zamanında fethedilmemiştir.[229]
Yine Hz. Osman döneminde Sûriye valisi Muâviye’nin teklifiyle ilk İslam
donanması meydana getirilmiş ve bu donanmanın ilk hedefi Kıbrıs’ın fethi
meselesi olmuştur.[230] [231]
28/648 yılında İslam donanması ilk fethini gerçekleştirerek Kıbrıs’ı
235
fethetmiştir
Neticede üçüncü halife Hz.
Osman döneminde de Irak, Kuzey Afrika ve Akdeniz’de birtakım başarılı fetihler
gerçekleştirilmiş[232] fakat Hz. Osman devrinin
ikinci altıncı yılına gelindiğinde ise İslam fütuhâtının varabileceği yere
kadar ulaşması [233] Hz. Peygamber ve ilk iki
halife döneminde varolan insan profilinin zamanla değişmesi, ekonomik değişimin
söz konusu dönemdeki insan profilini etkisi altına alması ve birtakım
çatışmalar fetihleri durma noktasına getirmiştir.
Bu dönem Hz. Ali’nin çok
buhranlı bir dönemde iş başına geçmiş olması, fetihlerin doğal sınırına
ulaşması ve bu dönemde zaman zaman meydana gelen iç isyanlar[234] gibi nedenlerle fetihler
açısından pek parlak bir dönem olmamıştır. Fakat buna rağmen Hz. Ali’nin halîfe
olmasıyla birlikte 38/658 yılı sonu ve 39/659 yılı başlarında Hâris b. Mürre
el-Abdî fetih amacıyla gittiği Sind bölgesindeki fetih hareketleri ve bu
bölgeden bir miktar ganîmet ve esir ele geçirmiş olması[235],
yine İran toprakları ve Orta Asya’da sınırlı sayıda da olsa gerçekleştirilen
bazı fetih faaliyetleri[236] ve yer yer isyanlar sebebiyle
yapılan bazı harekâtlardan[237] söz etmek mümkündür. Yine
Fars ve Kirman’da yapılan bir takım fetih hareketleri[238],
Ehvâz ve Kikân[239] zaferleri de bu başarılı
faaliyetler arasındadır.
İlk İslam Fetihleri Sonucunda İslam
Coğrafyasındaki Dînî, Etnik ve Ekonomik Değişmeler
Hz. Peygamber ile başlayıp Hulefâ-i
Râşidîn dönemi boyunca süren fetih hareketleri İslam coğrafyasında fizîkî,
etnik, dînî, sosyal ve kültürel birçok değişikliğe yol açmıştır. Sadece askeri
bir harekât gibi görülmemesi gereken bu fetihler, sonuçları itibariyle pek çok
alana etki etmiştir.
Dînî değişim açısından
bakılacak olursa, bu fetihlerin en belirgin sonucu İslam dininin yayılması ve
sağlamlaşmasıydı. Çünkü Müslümanların fethettikleri bölge halkına karşı
hoşgörülü davranışı sayesinde pek çok insan din olarak İslamiyet’i seçmiştir. “Bu
fetihler Sâsâni imparatorluğu ile Bizans imparatorluğunun bir kısmını içine
alması dolayısıyla burada yaşayan Hristiyan, Yahudi ve Mecusi halkın birçoğunun
İslamiyet’i seçmesiyle sonuçlanmıştır” [240]
Bunun yanı sıra Hz. Peygamber’in eğitiminden geçmiş sahâbe de bu fethedilen
bölgelere yerleşerek buradaki insanlara İslam’ı tebliğ etmişlerdir. Zaten
fethedilen bir bölgedeki ilk faaliyet oraya bir mescid inşa etmek olmuştur.
Sahâbe de bu mescidler sayesinde bu insanlara İslam’ın öğretilmesinde katkıda
bulunmuşlardır.[241]
İlk İslam fetihleri sonucu çok
sayıda Müslüman bu fethedilen bölgelere yerleşmişlerdir. Bu da göçebe yaşama
alışmış olan Arapların zamanla yerleşik hayata adım atmasına neden olmuştur.
Hz. Peygamber döneminde yapılan az maliyetli ve basit evlerin yerini tuğla ve
kerpiçten yapılan gösterişli evler almaya başlamıştır. Özellikle Hz. Osman ve
ondan sonraki dönemlerde saraylar ve büyük malikâneler inşa edilmiş, binalarda
alçı malzemesi kullanılmaya başlanmıştır.[242]
Fetihleri kolaylaştırmak için kurulan Basra[243],
Kûfe[244], Fustât[245]
gibi şehirler sosyal değişimin merkezi haline gelmiş ve farklı dini ve etnik
yapıya sahip insanların birleşme noktası olmuştur.[246]Bu
şehirler zamanla ilmi hayatın faal merkezleri halini almış, özellikle Basra ve
Kûfe daha sonra doğacak olan akâid ve fıkıh ilimlerinin ev sahipliğini
yapmışlardır.[247]
Ayrıca bu kurulan şehirler transit yollar üzerinde olduğundan büyük bir
ekonomik canlanmaya da olanak sağlamıştır.[248]
Burada yoğunlaşan insanların
ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla bazı girişimlerde bulunulmuş ve bu amaçla
bazı bataklıklar kurutulmuş, bazı tuzlalar tarıma uygun hale getirilmiştir.[249] Özellikle Hz. Ömer ve Hz.
Osman dönemlerinde Basra bölgesinde ticareti
254 kolaylaştırmak amacıyla
köprüler yaptırılmış, bazı kanallar ve kuyular kazdırdırılmıştır.[250] Fethedilen
bölgelerdeki bayındırlık işlerine fazlaca önem verilmiş ve bu bölgelerde
camiiler, askeri konaklar ile idari binalar meydana getirilmiştir.[251] “Özellikle fetihlerden
sonra gerçekleştirilen îmar
ve iskân faaliyetleri, idârî, iktisâdî ve sosyal hayatla ilgili düzenlemeler
dikkate alındığında, fetihlerin birçok alanda oldukça geniş bir alana etki
ettiği görülecektir” [252]
Bir bakıma bu medeniyetler
üzerinde kurulan yeni şehirlere yerleştirilen halkın eski kültürü ile Arap
kültürü mezcedilmiştir. En önemlisi de bu fetihler sayesinde “İslam dininin
sadece Arapların ulusal dini olarak algılanması süreci sona ermiş ve İslam’ın
evrensel bir din olduğu gerçeği daha da özümsenmiştir”[253]
İnsanlar bir arada yaşamanın
getirdiği zorunlulukla birbirlerinin dillerini öğrenmişlerdir ve neticede yeni
topluluklarda ortak diller meydana gelmiştir. Mesela İran’a yerleşen Araplar
Farsça’yı öğrenmişler ve onlar gibi yaşamaya başlamışlardır.[254] Aynı şekilde fethedilen
ülkelerin milletleri de Arapçayı öğrenmişlerdir.
“...İslam ümmeti bir takım ümmetlerden, bir takım adet ve
dillerden terekküp etti. Fakat gerçek şu ki Araplar her ne kadar politik,
sosyal düzen, felsefe, ilim ve diğer hususlarda yenildiyseler de iki büyük
şeyde zafer kazandılar ki bunlardan biri dil, İkincisi dindir. Arap dili bütün
bu memleketlerde hakim oldu. Onların ana dilleri Arap dili önünde yenildi. Arap
dili politika ve ilim dili haline geldi”.[255]
Yine fetihlerle beraber
zamanla adına mevâli denilecek olan yeni bir Müslüman grup ortaya çıkmış,[256] karışma (ihtilat) dönemi diye
adlandırılan devir başlayarak müslüman toplumda çok yönlü bir etkileşim meydana
gelmiştir.[257]Özellikle de “Kadîsiye
Savaşı sonrasında Kûfe’de yoğunlaşan bu grup, toplumun önemli bir kesimi haline
gelmiştir”.[258]
Bunun yanı sıra fethedilen yerlerden köleler edinilmiş ve köle
ticareti gelişmiştir. Özellikle dönemin en büyük güçlerinden biri olan Sâsânî
imparatorluğunun Müslümanlar tarafından fethedilmesiyle beraber birçok köle ele
geçirilmiştir.[259] Yine örneğin Mısır’ın fethi
sırasında Nûbe’ye giren Müslümanlar buranın halkının anlaşma istemesi üzerine
onlarla, Müslümanlara her yıl üç yüz köle verilmesi şartı ile anlaşmışlardır.[260] O dönemde hemen hemen her
sektörde özellikle de ticaret alanında bu kölelerden faydalanılmıştır.[261] Hulefa-i Râşidîn döneminde
birçok zengin sahabe ziraat ve ticaretiyle ilgilenen köleler edinmişlerdir.[262] Fakat şunu da belirtmek
gerekir ki Hz. Peygamberin de Hulefa-i Râşidînin de hiçbir zaman insanları
köleleştirmek gibi bir arzuları olmamıştır. Onlar her fırsatta köleleri
özgürlüğüne kavuşturma çabası içinde olmuşlardır.[263]
Onlar bu konuda Hz. Peygamber’in “ Kim Müslüman bir kimseyi hürriyetine
kavuşturursa, Allah âzâd edilenin her uzvuna mukabil âzâd edenin bir uzvunu
cehennemden kurtarır”[264]
gibi hadislerini kendilerine kılavuz edinmişlerdir. Çocuk sahibi olduktan sonra
bir kızın köle olarak alınıp satılmaması kuralı Hz. Ömer’in köleliği azaltmak
için aldığı tedbirlerden sadece birisidir.[265]
Hz. Ömer’in Sevâd arazisinin taksiminden vazgeçmesinin nedenlerinden biri de
kişi başına üç köle düşüyor olmasıydı. [266]
[267] Yine Hz. Ömer’in Kadîsiye
Savaşı sonrası buranın halkıyla olan konuşmasında “ ...Ben sizi kendime köle
edecek hükümdar değilim” ifadesi buna örnektir.
Dönemin fetih hareketlerinin
en önemli sonuçlarından birini oluşturduğunu düşündüğümüz diğer gelişme de
toplumda meydana gelen ekonomik değişmedir. Zamanla artan fetih hareketleri
insanların refah seviyesini de yükseltmiştir. Hz. Ebûbekir döneminde her
Müslüman’a eşit bir şekilde dağıtılan maaşlar[268]
Hz. Ömer döneminde ise herkese eşit olarak değil de değişik miktarlarda
dağıtılmıştır.[269] Maaş dağıtımı konusunda Hz.
Osman da Hz. Ömer gibi hareket etmiş[270]
Hz. Ali döneminde ise eşit bir şekilde dağıtılmıştır.[271]
Özellikle Hz. Ömer döneminde fetihlerin devamıyla birlikte askerlere ve
halka verilen maaşlar artarak devam etmiştir. Devletin gelirleri artınca Hz
Ömer’in divan sistemini oluşturup, insanları buraya kaydettirmiş ve onlara
atıyyeler vermiştir. Fey gelirlerinden oluşan atâ’nın kimlere ve nasıl
dağıtılacağı Hz. Ömer’in içtihadıyla tespit edilmiş ve Hz. Ömer bunları
müslümanlar arasında iki şekilde, biri her ay erzak adı altında yiyecek olarak,
diğeri ise yılda bir defa olmak üzere para şeklinde[272]
vermeyi uygun görmüştür. Hz. Osman dönemine gelindiğinde bazı valilerin yanı
sıra ashabın ileri gelenlerinden küçük bir grup büyük servetler edinmiş
bulunuyordu.[273] Doğal olarak bu durum zamanla
bu kişilerin diğer insanlara göre daha da zenginleşmelerine ve böylelikle
toplumda yavaş yavaş zengin bir sınıfın ortaya çıkmasına neden olmuştur.
İlk İslam Fetihlerinin Başarılı Olmasının
Nedenleri
İslam fetihlerinin bu denli
başarılı olması birçok araştırmacı tarafından kritik edilmiş ve çeşitli
yönlerden izah edilmeye çalışılmıştır. Elbette ki bu fetihlerin başarılı
olmasında birçok etken söz konusudur. Bu başarıyı yalnızca cihat arzusuyla,
ganimet elde etme isteğiyle, devrin önemli güçleri olan Bizans ve Sâsâni’nin
içinde bulunduğu durumla ya da buna benzer sebeplerle açıklamak mümkün
değildir. Fakat bu ve benzeri sebepler birleşerek bu fetihlerin başarısını ve
hızını artırmıştır diyebiliriz.
İslam ordularının fetihler
noktasında bu denli başarılı ve süratli olmalarının elbette ki birçok nedeni
vardı. Fetihlerin ana sebeplerinden biri olduğunu düşündüğümüz Müslümanların
cihat ve şehitlik arzusu[274] şüphesiz ki askerleri fethe
güdüleyen en önemli etkendi. Bununla ilgili birçok örnek olmakla beraber,
Babylon’un fethi sırasında Cyrus’un elçilerinin aktardıkları şu ifadeler
konunun önemini açıklar niteliktedir; “Öyle kimselerle karşılaştık ki
bunların her biri tarafından ölüm, hayattan üstün tutuluyor, alçak gönüllülük,
tercih ediliyor ve hiç birinin gözünde bu dünya en ufak bir çekicilik
taşımıyordu'”219 Müslümanların şehitlik ve cihad arzusu dışında,
Bizans ve Sâsânî'lerin çekişmeleri, uzun süren bu savaşların sonucu olarak her
iki imparatorluğun vatandaşları üzerine yüklenen ağır vergilerin halkı
devletlerine karşı kışkırtması, Hıristiyan Kilisesi içindeki parçalanmalar[275] [276],
Arapların çölü iyi bilmeleri[277] ile Müslümanların başında
tecrübe komutanlarının bulunması[278]
bu konudaki başlıca amillerdi. Yine İslam fetihleri için seçilen toprakların “mezhep
çeşitliliği nedeniyle mücadele ve zulmün hâkim olduğu alanlar olması ve sık sık
el değiştiren topraklarda yaşayan halkın, bu şartlar nedeniyle siyasi, ekonomik
ve sosyo-kültürel açılardan sürekli olarak mağduriyetler halinde olması ”[279] da ilk İslam fetihlerinin
başarılı olmasında etkili olmuşlardır. “İslam egemenliğine giren halkın
sosyal ilişkilerine dokunulmaması, yani din, vicdan ve yaşam özgürlüğünün
garanti altına alınması da bu zaferlerin bir başka nedenidir.”[280]
Fetih hareketleri sonucunda,
ele geçirilen bölgelerdeki insanlar, Müslüman olmak veya cizye ödemek şartıyla
eski dinlerinde kalmak hürriyetine; her iki durumda da, İslam devleti himayesi
altında yaşama hakkına sahiptiler. Hz. Peygamber’in Tevbe Sûresinin 29. Cizye
ayetine istinaden Tebük seferi esnasındaki tatbikatı örnek alınarak, tüm İslam
fetihlerinde temel bir prensip olarak uygulanan[281]
bu uygulama da İslam fetihlerini kolaylaştırıcı etkenlerdendi. Bunların dışında
Suriye ve Irak’a yerleşmiş ve Hıristiyanlığı seçmiş olan Arapların ve dönemin
önemli şahsiyetlerinin İslâmiyet’i seçmiş olması da İslam fetihlerinin diğer
başarı nedenleri arasındadır.[282] [283]
Ayrıca fethedilen yerlerden bazılarında yaşayan halkın köken olarak Arap olması
da hiç kuşkusuz bu fetihleri 287
kolaylaştıran
nedenler arasındaydı.
Son olarak bu konuyla alakalı
olarak şu ifadelerin İslam fetihlerinin başarı nedenlerini özetliyor olduğu
düşüncesindeyiz;
“İslam fetihleri, bela seli değil, siyâsî hastalıklara ilaç,
sosyal dertlere deva idi. Girdiği yeri yıkmıyor, yıkıkları yapıyordu. Adil
Allah adına kınından çıkan müslüman kılıçları, insanlığın sefaletine sebep olan
despotları, ahlaksız reisIeri, vicdansız zorbaları, insanlığı refah ve haklardan
mahrum bırakan canileri imha ediyor ve bütün insanları Muhammed şeriatının
güvenlik gölgesine alıyordu. Bundan dolayı İslam'ın yayılmasını, güneşin
batmasından sonra yavaş yavaş âlemi istila eden karanlıklara değil, doğan
güneşin hayat bağışlayıcı istilasına benzetmek gerekir. Neresi İslam devletinin
hükmü altına girerse, derhal oradan zulüm ve sefalet kalkıyor, yerine İslam
adaleti ve refah geliyordu. İslam adaleti o derecelerde âşikâr ve parlak idi
ki, mağlup olanların en cahil sınıfı bile eski zalim hükümet ile yeni adil
hükümet arasındaki farkı görüyor, kendisinin hayat ve saadetini sağlayıp
emniyet altına alan İslam toplumuna tam sadakatle bağlanmış oluyordu”.[284]
Bazı Oryantalistlerin İlk İslam Fetihlerine Bakışı
Bu bölümde bazı
oryantalistlerin ilk İslam fetihlerine bakışından genel hatlarıyla bahsetmeye
çalışacağız. Elbette ki çağının en büyük olaylarından sayılabilecek ilk İslam
fetihleriyle alakalı bir takım çalışmalar meydana getiren oryantalistler ve
verdikleri bilgiler aşağıda yazdıklarımızla sınırlı değildir. Fakat bir ön
bilgi olması açısından kısaca bahsedecek olursak; bize göre öncelikli hedefi
î-lây’ı kelimetullah olan ilk İslam fetihlerinin elbette ki ekonomik, siyâsi,
askeri nedenler gibi birçok nedeni vardır. Müslüman İslam tarihçileri en çok
dini sebepler üzerinde dururken, oryantalistler daha çok ekonomik nedenleri[285] ve İslamiyet’in ortaya
çıktığı dönemde diğer devletler arasında meydana gelen savaşlar sonucu bu
devletlerin içinde bulundukları siyasi ve ekonomik durumu fazlaca dile getirirler.[286] Bunun yanı sıra olaya daha
objektif yaklaşan oryantalistler de mevcuttur.
Birçok batılı tarihçinin ilk
İslam fetihlerine genel yaklaşımı bu fetihlerin açlık ve diğer ekonomik
nedenlerle alakalı olduğu şeklindedir.[287]
Müslüman fatihlerin inanç kisvesi altına saklanarak ülkeleri ilhak ettikleri ve
insanları din değiştirmeye zorladıkları şeklindedir. “... Cihad sayesinde
isyankâr kabileler İslam’ın sahasına alınıp barıştırıldılar. İnanç
propagandası, savaşa bahane olmaktan çok fazla bir şey değildi.”[288]
Onlara göre fütühatın asıl amacı ülkeleri işgal ve halkını istismar etmekti.
Hatta öyle ki Müslümanların fethettikleri ülkelerin halkına vergiler konusunda
bile hiçbir esneklik göstermeden eskisi gibi muamele ettiklerini söylerler.
“... Şu halde fütuhatın organizasyonu bir halkı istismar amacı ile askeri
işgal sınırlarında kalmakta idi. işlerin bu zamana kadar yürütülüş şeklinde pek
az değişiklik mevcuttu. Hâkimiyet el değiştirmişti, fakat vergi ödeyen halkın
durumu eskisi gibi kalmıştı.'’”[289]
Bazı oryantalistler daha da aşırıya giderek ilk Müslüman askerleri bir
ellerinde Kur’ân bir ellerinde kılıç olan kimseler olarak tasvir ederler.[290] Bazıları ise
Arapların kadınlarıyla ve çocuklarıyla beraber sırf açlıktan ve yağma
isteğinden dolayı Doğu, Batı ve Kuzey’e akın ettiklerini ileri sürerler.[291] Arap kabilelerinin para hırsı
yüzünden birleşerek ülkeleri istila ettiklerini[292],
Arabistan topraklarının geçimleri için yetersiz kaldığını ve sırf geçim derdi
yüzünden fetih hareketlerine giriştiklerini iddia ederler.[293]
“.İki imparatorluğu istila eden Araplar ise bir aşiret güruhu
değil, örgütlü bir güçtü. Bu gücün bazı üyeleri Peygamber'in ölümünden sonra
imparatorlukların hizmetinde ya da savaşta askeri beceri ve tecrübe
kazanmışlardı. Deveyle sağlanan ulaşım bunlara geniş bölgelerde savaşma
avantajı sağladı; toprak ve servet umudu kendi aralarında bir çıkarlar ittifakı
kurmalarına yol açtı ve inancın verdiği şevk onlara farklı türden bir güç
kazandırdı.[294]
Elbette ki ekonomik etkenler
fetihler için itici bir güç olmuştur fakat insanlık tarihinin iki büyük
olayından biri olarak tasvir edilen[295]
bu fetih hareketlerini tek bir sebebe indirgeyerek açıklamak mümkün
görünmemektedir. Bu noktada akla şöyle bir soru gelmektedir; fetih
hareketlerinde eğer sadece ekonomik çıkar sağlama düşüncesi var ise niçin
Araplar müslüman olmadan önce bu fetih hareketlerine girişmemişlerdi. Bu
sorunun en makul açıklaması İslam dininin getirdiği cihat ruhu ve şehitlik
arzusu olmalıdır. Bunun yanı sıra ekonomik nedenlerin hiçbir şekilde etkisinin
olmadığını söylemek de mümkün değildir. En başta Hz. Peygamber Müslüman
fatihlerin fethe rağbetlerini artırmak için onları elde edilecek ganimetlerle
müjdelemiştir.[296] Bu Peygamber uygulamasını
halîfeler de sürdürmüştür.[297] Bu olay kalbi daha tam olarak
İslam’a ısınmamış insanları harekete geçirmek için olsa gerektir.
Bunun dışında bir kısım
oryantalist de bu fetih hareketlerini “Iran ve Doğu Roma imparatorluklarının
içinde bulunduğu durumun vahameti” ile açıklar. Onlara göre bu
imparatorlukların çok sık el değiştirmesi ve içinde bulundukları mezhep
çatışmaları sayesinde müslüman fetihleri ilerlemiştir.[298]
Bu, bir açıdan doğru bir görüş olmakla birlikte elbette ki fetihlerin tek
sebebi olamaz. Unutmamak gerekir ki dönemin en büyük iki gücü karşısında daha
yeni yeni oluşmuş olan İslam toplumu ve çok az sayıdaki insanı harekete geçiren
en büyük etken İslam’ın cihad ruhudur.
Fetihler sonucunda elde edilen
topraklara ve bu toprakların halkına yapılan uygulamalara bakıldığında da
fetihlerin asıl amacının yukarıda bahsedilen türden olmadığı daha iyi
anlaşılacaktır. Yani bir takım ganimetler elde edilmesi fetihlerin amacı değil
sonuçları ve kazandırdıkları olmuştur.[299]
Bunun dışında siyasi bir gerçeklik olarak her ülke topraklarının bütünlüğünü
korumak ve kendini savunmak zorundadır. Hz. Peygamber ile başlayan ve
sonrasında Hulefâ-i Râşîdîn ile de devam eden ilk İslam fetihleri bu türden
kendini savunma şeklinde ortaya çıkmıştır.[300]
Bu bağlamda ciddi bir savaş tehlikesi arz etmeyen hiçbir ülkeye savaş
açılmamıştır.
Hulefâ-i Râşidîn dönemindeki
ekonomik değişme ve gelişmenin mahiyetini daha iyi anlayabilmemiz için bu
dönemin toprak siyasetini genel hatlarıyla bilmemiz gerekmektedir. Dönemin
toprak siyâsetini daha iyi anlayabilmek için ise özellikle Sevâd arazisi[301] uygulamasını anlamakta yarar
görüyoruz. Çünkü bu arazi hakkında yapılan uygulama diğer araziler için yapılan
uygulamalara örnek teşkil etmesi açısından önemlidir.[302]
Hulefâ-i Râşidîn Devri Toprak Yönetimi
Râşid Hâlifeler döneminde
fetihlerin artmasıyla beraber Müslümanlar arasında toprakla alakalı olarak
birtakım sorunlar meydana gelmiştir. Özellikle de Sevâd arazisi dediğimiz
Suriye ve Irak arazileri fethedildiği vakit bu toprakların statüsü önemli bir
sorun teşkil etmiştir.[303] Bu zamana kadar böylesine
büyük ve verimli araziler ele geçirmemiş olan Müslümanlar şimdi ne yapacaktı?
Hz. Peygamber hayattayken
bazen kişilerin kalplerini İslam’a ısındırmak, bazen de toprakların daha
verimli hale getirilmelerini sağlamak amacıyla birçok insana iktâ vermiştir.[304] Bu uygulamanın örnekleri çok
olmakla birlikte bir rivayete göre; Mezhıc kabilesinden Cuheyş b. en-Nehai’nin
arkadaşlarıyla beraber Hz. Peygamberin yanına gelerek; “Suyuyla, otlağıyla
ve ovasıyla toprağımızın bizim olması şartıyla müslüman oluruz” demesinin
üzerine Hz. Peygamber; “ Allah ’ım Mezhıc’ı bereketli kıl diyerek buna
müsaade etmiştir.[305] Yine Hz. Peygamber Yemâme
halkını bir mektupla İslam’a davet etmiş Yemâmeli elçilerden olan Müccâ
kendisine iktâ olarak verilecek bir arazi karşılığında Müslüman olmuştur.[306] Bu kişi daha sonra Hz.
Ebûbekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanlarında da bir takım iktâlar almıştır.[307] Bu uygulamalardan, Hz.
Peygamber’in iktâ vermekteki amacının İslam’ın yayılmasını hızlandırmak,
fetihleri teşvik etmek ve ölü arazilerin canlandırılmasını sağlamak olduğu
anlaşılmaktadır.
Ayrıca bu dönemde ölü
arazilerin verimli hale getirilebilmesi için uygun görülen kimselere iktâlar
verilerek üretimin arttırılması hedeflenmiştir.[308]
O, bu amaçla Bilâl b. Hâris el- Müzenî’ye Füru tarafındaki madenleri[309], Fukayr adlı bölgeler ile
Kays kuyusu ve Şecere adlı dört araziyi Hz. Ali’ye ikta olarak vermiştir.[310] Benî Nâdir topraklarından bir
kısmını Hz. Ebûbekir, Ebû Dücâne Simak ve Abdurrahman b. Avf gibi kimselere
vermiştir.[311] Hayber’deki bir
kısım toprağı da Zübeyr’e vermiştir.[312]
Hz. Ebûbekir dönemine
gelindiğinde o, bu konuyla alakalı olarak Hz. Ömer’e vasiyette bulunarak şöyle
demiştir; “Eğer Allah Şamlılara karşı fetih nasip ederse; Irak askerlerini
Irak ’a geri gönder. Çünkü onlar oralıdır ve oranın işinin sahibidirler, ayrıca
Sâsâniler’e karşı cesaretlidirler.”[313]
Bu konuşmadan da anlaşılacağı üzere Hz. Ebûbekir fethedilen bu toprakların
savaşanlar arasında paylaştırılmasından yana değildi.
Hz. Ömer döneminde bu araziler
tamamıyla fethedildiğinde bu toprakların statüsü sorunu açıkça ortaya
çıkmıştır. Bu sorunun cevabını bulabilmek için Sâ’d b. Ebî Vakkâs fethin hemen
ardından halifeye mektup yazarak ne yapması gerektiğini sormuş ve bunun üzerine
Hz. Ömer halkla istişarelerde bulunmuştur. Bilal b. Rebah ve Abdurrahman b. Avf
gibi bazı kimseler bu yerlerin fatihler arasında dağıtılması gerektiği
görüşündeydiler.[314] Fakat halife Ömer onlarla
aynı görüşte değildi. Bunun üzerine Hz. Ömer onlara; “... Benden sonra büyük
ganimetleri bulunan bir yer fetholunmaz. Aksine fethedilecek memleketlerin
Müslümanlara bir yük olması muhtemeldir. Işleyicileri ile birlikte Irak ve Şam
arazileri pay edilirse, o zaman kaleler ne ile korunur, geriden gelecek
nesillere, yetimlere ve dullara ne kalır?” diyerek atların, silahların ve
diğer malların savaşanlar arasında dağıtılmasını, arazi ve nehirlerin ise
dağıtılmayıp işleyicilerine bırakılmasını emretti.[315]Buradaki
sık ağaçlı ormanlar, su kaynakları, Kisra’ya ait topraklar, Yezidmanastırı
toprakları, savaşta ölenlerin toprakları ve kaçanların toprakları devlete mâl
edildi.[316]
Fakat daha önce de
bahsettiğimiz gibi bazı şahıslar bu işe karşı çıktılar. Çünkü bu araziler
savaşılarak elde edilmişti ve Hz. Peygamber’in Hayber’de yaptığı gibi ayet ve
sünnete göre fatihler arasında paylaştırılmalıydı. Çünkü Hz. Peygamber Hayber’i
savaş yoluyla ele geçirdiği zaman; Hayber topraklarını otuz altı parçaya taksim
etmiş ve her parçayı da yüz hisseye ayırmıştı. Toprakların yarısını beklenmeyen
hadiseler ve ihtiyaçlar için ayırmış; diğer yarısını da müslümanlar arasında
taksim etmişti.[317] Aslında ilk başlarda Hz. Ömer
toprakları savaşanlar arasında paylaştırma isteği içerisindeydi fakat Muâz b.
Cebel’in “...Sen bu toprakları müslümanlar arasında bölüştürdüğün zaman,
onların ellerinde çok mal ve mülk toplanır ve onlar öldükten sonra da bu mallar
tek bir kişinin eline geçebilir ki bu da bizim istemediğimiz bir durumdur”
demesi üzerine bundan vazgeçmiştir.[318]
[319] Muâz b. Cebel’in bu konudaki
görüşünü isabetli bulan halife daha sonra fethedilen topraklar için de 323
aynı uygulamayı sürdürmüştür.
Kitâbu’l-Harâc’ta geçen bir
rivayete göre Sevâd fethedilince Hz. Ömer Müslümanlar arasında taksim etmek
üzere araziyi ölçtürmüş ve her bir adamın sehmine arazisiyle birlikte iki veya
üç çiftçi düştüğünü görmüş ve toprakları paylaştırma işinden vazgeçmiştir.[320] Zaten daha önce de
bahsettiğimiz gibi Hz. Peygamber Hayber arazisinin hepsini savaşanlar arasında
taksim etmemiştir. Bu açıdan bakacak olursak Hz. Peygamber ’in, bu uygulaması
ile ganimetlerin savaşanlara dağıtılıp dağıtılmaması hususunda açık bir kapı
bırakmış olduğu görülecektir. Özetle Hz. Ömer;
“Gelecek nesillerin durumu, suların
ve su kanallarının müslümanlar arasında fitneye sebebiyet verebileceği, bundan
sonra bir daha böyle zengin toprakların fethedilemeyebileceği, kale ve
sınırları koruyacak askerlerin maaşlarının ödenebileceği kaynaklarının
bulunamayacağı, ileride bu toprakların tekelde toplanabileceği, cihat eden
kimseler için ise yeterince mali desteğin
bulunamayabileceği endişeleri ve müslümanların tarla ve
toprak işlerini iyi bilmemeleri gibi nedenler yüzünden Sevâd arazisinin
taksimatına yanaşmamış ve o bölgeyi fey statüsünde değerlendirmiştir”.[321]
Bunun dışında Hz. Ömer’in
verdiği iktâlar, genellikle ölü arazilerin ihyası veya ele geçirilen yerlere
göç ettirilen toplulukların iskânı ile sınırlı kalmıştır. Ayrıca üç yıl içinde
verimli hale getirilmeyen arazileri geri alma uygulamasını başlatmış ve bu
uygulama daha sonra fıkıhta bir ilke haline gelmiştir.[322]
[323] Bunun yanı sıra halifenin,
ikta edilen bir arazinin bir kısmı işlenmiş, diğer bir kısmı işlenmemişse bu
işlenmeyen kısmı o kişiden alıp 327
başkasına verme gibi bir
uygulaması da vardı.
Hz. Osman halife olunca,
ümmetin feyi anlayışından vazgeçilerek fey’in devletleştirilmesi görüşü
benimsenmiş,[324] arazilerin boş kalmasındansa
ihya edilmesini daha uygun görülmüş ve bu araziler İslam devletinin olmak
kaydıyla bazı kişilere iktâ olarak verilmiştir.[325]
O, bu doğrultuda Talha’ya, Vail b. el-Hadramî’ye, Habbab b. el-Eret’e, Adî b.
Hatim’e, Halid b. Urfuta’ya, el-Eş’as b. Kays el-Kindi’ye ve Cerîr b. Abdullah
el-Beceli gibi şahıslara iktâlar verdi.[326]
Onun bu iktisadi tasarrufu neticesinde hazineye giren rakamın büyük oranda
yükselmiş olduğu ve Hz. Osman’ın kendi masrafları ile bazı kişilere yapmış
olduğu bağışları bu kaynaktan sağladığı söylenmektedir.[327]
Yine Şam sahillerine gönderdiği Muâviye’ye; askerleri sahil şeridine
yerleştirmesini ve onlara oradan iktalar vermesini emretmesi,[328] Basra’da bir konağı Abbâs b.
Rebiz b. Hâris’e ıkta olarak vermesi de [329]
Hz. Osman’ın iktâ uygulamalarından bazılarıdır. Ayrıca onun, Müslümanların
geride bıraktıkları arazilerinin göç ettikleri yerlerdekilerle değiştirileceği
veya kendilerine oralarda yeni araziler iktâ edileceği garantisi vermesi
Kureyş’in şehirli tüccarları geniş mülkler elde etmesine neden olmuş, dolayısıyla
bu durum bedevilerle fırsatı kaçıranlar arasında huzursuzluğa sebep olmuştur.[330] [331]
Özetle;
“Hz. Osman’ın bu arazileri dağıtmış olması Kûfelilerin
dikkatlerinin toprak rantına çevrilmesine sebep olmuştur. İktâ olarak
dağıtılmış olan ve çoğu sulanabilen bu araziler, Kûfe Sevadı’nın en verimli
kısmını oluşturmaktaydı. Az maliyet ile çok ürün alınabilen bu arazilerin
kiracıları ile sair bölgelerde aynı cins ürünü ekmiş olan kiracılar, toprağın
bir ceribine eşit haraç ödediklerinden, maliyet ile fiyat arasındaki fark
kendilerine kâr olarak kalmaktaydı. Dolayısıyla Kûfeliler bu kârlı arazilerin
rantının kendilerine yansıtılması gerektiğini düşünüyorlardı. Oysaki bunların
Medinelilere özellikle de Kureyş kabilesinden birilerine kiraya verilmiş olması
bu yörede yaşamakta olan fatihlerin eleştirisine sebep olmuş, halifeye olan
güven ciddi bir şekilde sarsılmış, Kûfe’de büyük bir siyasî problemin doğmasına
kaynaklık etmiştir. Böylece devlet ile vatandaş karşı karşıya gelmekle
kalmamış, şehirde
335
huzursuzluk baş göstermiştir .
Hz. Ali, bu konuda Hz. Ömer
gibi çekingen bir politika takip etmiştir.[332]
Zaten Irak fethi sonrasında elde edilen toprakların durumuyla ilgili olarak Hz.
Ömer ashâba danışmış ve Hz. Ali bu toprakların askerlere dağıtılmaması ve belli
bir vergi karşılığında eski halkının işletimine bırakılması gerektiğini
savunmuştur.[333] Ayrıca bu bölgeden elde
edilen harac üzerinde yeni değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur.[334] O, bir keresinde; “..
.Birbirinizi öldürmeniz söz konusu olmasaydı, mutlaka Sevâd topraklarını
aranızda taksim ederdim” demiştir.[335]
O, Sevâd bölgesi amiline; “...Sevâd ülkesini karış karış dolaş, memurların
hakkında soruşturma yap. Hareket ve davranışlarını kontrol et. Dicle ve Fırat
arasında kalan yerde vazife yapanlara da uğra. Oradaki vergi işleriyle bizzat
ilgilen ve memurların bozduklarını düzelt”[336] diyerek uyarıda
bulunmuştur. Her ne kadar Hz. Ali’nin bu konudaki icraatı toprakları iktâ
olarak vermemek olsa da bazı devlet arazilerinin çeşitli kişilere iktâ
edilmesinin en önemli nedeni özellikle sahipsiz toprakların işlenerek verimli
hale getirilmesi düşüncesidir.[337]
Hz. Ömer devrinden itibaren bu
toprakların ıslahı ve verimliliğinin artması için bir takım girişimlerde
bulunulmuştur. Bu amaçla öncelikle araziler ölçülmüş[338]
daha sonra bazı bataklıkların kurutulması, bazı su kanallarının açılması gibi
faaliyetler sonucunda ihyası zor alanlar tarıma uygun hale getirilmiştir. Bu
girişim sonucunda toprağın değeri artmış ve toprağa yatırım yapılmaya
başlanmıştır.[339]
Bu dönemde halîfeler göl,
mera, ağaçlık gibi alanları kiraya vermek suretiyle devlet hazinesine oldukça
büyük meblağlarda katkı sağlamışlardır.[340]
[341] Ebû Yûsuf, Hz. Ali’nin Burs
gölü diye bilinen bir gölü 4000 dirhem karşılığında kiraya verdiğini rivayet 345
etmektedir.
Raşid halifeler döneminde devlete
ait hayvanlar için koru haline getirilmiş arazileri de bu dönemin toprak
siyaseti içerisinde değerlendirebiliriz. İslam hukukunda “himâ”[342] denilen bu uygulamaya Hz.
Peygamber[343] ve Râşid Halîfeler döneminde
de rastlamak mümkündür.[344] Örneğin Hz. Peygamber
Medine’de Nakî (Bâkî) denilen yeri Ensar ve Muhacirlerin cihad atları için, Hz.
Ebû Bekir Rebeze denilen yeri zekât hayvanları için tahsis etmişlerdir. Hz.
Ömer de Şeref adı verilen yeri himâ olarak tahsis etmiştir.[345]
[346] Fakat Hz. Osman döneminde
onun bu türden icraatları birçok eleştiriye neden olmuştur. Hz. Osman’ın bu
korulukları kendine ve akrabalarına tahsis ettiği iddiaları o dönemde Hz.
Osman’a karşı çıkan muhalefetlerin gerekçeleri arasındaydı. Hz. Osman ise bu
konuda; “... Toprağı hapsetme konusu ise, Ömer, onu, benden önce zekat
develeri için yapmıştır. Halife seçilince, zekat develerinin sayısı arttı, ben
de bu yüzden hapsedilen toprakları da artırdım'”’5 diyerek
kendini savunmuştur. Bu konuda Hz. Ali’de; “... Bazı arazileri koruluk
haline getirdiğini söylüyorsunuz. O, semizlensinler diye zekat develeri için o
arazileri koruluk haline getirdi. Yoksa kendi develeri ve koyunları için o
arazileri koruluk
haline
getirmiş değildir. Kaldı ki, ondan önce Ömer de bazı arazileri koruluk haline
getirmiştir" diyerek Hz. Osman’ı savunmuştur.[347]
HULEFÂ-İ
RÂŞİDÎN DÖNEMİNDEKİ EKONOMİK DEĞİŞMENİN
TOPLUMSAL ETKİLERİ
Elbette ki her toplumda olduğu
gibi Hülefâ-i Râşidîn döneminde de yaşanan ekonomik değişme o günkü İslam
toplumunu büyük oranda etkisi altına almıştır. Müslümanlar giyimden, yeme
alışkanlığından, mîmâriden, ilimden ve birçok bakımdan çok yönlü bir değişim ve
etkileşim içine girmişlerdir. Ekonomik unsurların etkisiyle İslam toplumunda
meydana gelen bu toplumsal değişimi elbette ki aşağıda verdiğimiz başlıklarla
sınırlandırmak mümkün değildir. Fakat konumuza ışık tutması açısından bu
değişimden genel hatlarıyla bahsetmeye çalışacağız.
Yukarıda Hulefâ-i Râşidîn
döneminde meydana gelen ekonomik değişme ve bu ekonomik değişmeye zemin hazırlayan
bazı nedenlerden bahsettik. Bilindiği gibi bu ekonomik değişmenin en önemli
sebebi o dönemde gerçekleştirilen fetih hareketleri ve dönemin değişen sosyal
koşullardır.
Hz. Peygamber hayattayken Arap
Yarımadası dışına çıkılmıştı fakat ilk büyük fetihler Hz. Ebûbekir döneminde
gerçekleştirilmeye başlandı.[348] Ridde savaşlarıyla isyan eden
Arap kabilelerini itaat altına almayı başaran Hz. Ebûbekir süratle fetih
hareketlerine girişti.[349] Bu süreçte Arap kabileleri
arasında yüzyıllardır süregelen çatışmalar tamamen olmasa da durulmuş ve
Araplar birleşerek fetih hareketlerine iştirak etmişlerdir.
Fetih hareketleri sırasında
devlet ve millet ekonomik açıdan oldukça güçlenmiştir. O dönemde ganîmet,
cizye, haraç ve ticaret vergisi gibi vergiler beytülmâl’in gelir kaynaklarını
oluşturdular. Fetihlere katılanların, elde edilen ganimetler, atâlar, iktâlar
ile ekonomik gücü ve refahı iyileşti.[350]
“ ... özellikle de eskiden beri tüccâr karakterleriyle tanınan Kureyş
asilzâdeleri, ganimetten elde ettikleri serveti değerlendirmesini iyi bildiler
ve zenginliklerine zenginlik kattılar. Mekke, Medine, Basra, Kûfe, Şam gibi
şehirlerde zenginlik göstergesi olan ve dönemin şartlarına göre debdebeli
sayılabilecek saraylar yapılmaya başlandı[351] Bazı durumlar aynı
bölge ve şehirlerin tekrar fethini gerekli kıldığı gibi her defasında yeni
cizye ve haraç tahsilâtı ile ekonomik gelir kat kat arttı.[352]
[353]
Devletin gelirinin bu denli
artışı bir takım kuramların varlığını gerektirdi. Ülkeye giren para çoktu ve
bir şekilde kontrol altına alınıp, iyi bir şekilde değerlendirilmesi
gerekiyordu. Bu amaçla, Sâsânî Devletinin ele geçirilmesi ile birlikte
Müslümanlar bu yapıyı, oluşturdukları yeni idari yapıda örnek aldılar; “
Müslümanlar para basmaktan, postacılığa, vergilerden, bayram kutlamalarına kadar
birçok konuda bu yapıyı örnek almışlardır. Mâlî dîvanların oluşturulması,
vergilendirme sistemleri, vergi çeşitleri, vergiler için tayin edilen yy--7-y->?357
oranlar, Sâsâmler döneminde oluşturulan kıstaslar esas alınarak devam
ettirilmiştir .
Farsça tutulan İran ve
Irak’ın, Latince tutulan Suriyelilerin ve Kıbtî dili ile tutulan Mısırlıların
kayıtları Hz. Ömer devrinde de aynı şekilde tutulmaya devam etti. Bununla
beraber yanlışlık görülen işlerde bazı düzeltmeler yapıldı.[354]
Hz. Peygamber ve Hz. Ebûbekir
dönemlerinde yeni sikke kesilmemiş, Bizans dinarları, Yemen ve Sâsâni
dirhemleri tedavülde kalmıştır.[355] Hz. Ömer döneminde
gerçekleştirilen ilk fetihlerden sonra müslümanlar tarafından İslam devletine
ait olduklarını gösteren ibareler eklenerek[356]
bunun dışında eskilerden hiçbir farkı bulunmayan yeni sikkeler bastırıldı.[357] [358]
Bu paraların her yönden eskisiyle aynı olması muhtemelen yeni fethedilen
bölgelerdeki ülke halkının ön yargılarına engel olmak ve İslam devletinin
yönetimine uyum sağlamalarını kolaylaştırmak içindi.
Araplar fetih hareketleriyle
beraber bir yandan servetlerine servet katarken, bir yandan da yeni fethedilen
ülkelerin kültür ve medeniyetinden etkilenmeye devam ettiler. Bu insanlar sade,
gösterişsiz ve takvalı bir hayattan; bir anda zengin, lüks ve konforlu bir
hayata adım atmışlardı. İran’ın başkenti Medâin’in fethedilmesinin sonucu
olarak “ Ön Asya’daki bu en büyük imparatorluk baş şehrinin böylece
fethedilmesi, kurak ve çorak Arabistan çocuklarının, o devrin en ileri ve
yüksek sosyetik hayatının konfor ve lüksleriyle doğrudan doğruya temas
kurmaları şeklinde sonuçlandı” 3,62 Bu konuyla alakalı olarak
Dîneverî’nin aktardıkları da ayrıca dikkat çekicidir; “ Medâin fethedilince
müslümanlar bu şehre girdiler ve orada pek çok ganimet elde ettiler. Onlar çok
fazla miktarda kâfur bitkisini de ele geçirmişlerdi. Önce kâfuru tuz zannedip
yemeklerine koydular fakat tadı onlara acı geldi.”[359] Bazı Araplar değerli
eşyaların kıymetini bilmediklerinden altını gümüşle takas etmeye başladılar.[360] Öyle ki Medâin’in fethi
gününe kadar altından bile haberi olmayan bir adam; “ ... Kim beyaz sayfaya
karşılık kırmızı sayfa alır ” diye bağırabiliyordu.[361]
günün şartlarında elde edilen
ganîmetler Araplar için o kadar çoktu ki, rakamları telaffuz ederken bile şaşırıyorlardı.
Ebû Hureyre Bahreyn’den ganîmet olarak beş yüz bin dirhem getirdiğinde Hz. Ömer
çok şaşırarak; “Beş yüz bin dirhemin ne kadar olduğunu biliyor musun”
diye sormuş, Ebu Hureyre de; “Evet beş tane yüz binin toplamı” deyince,
Hz. Ömer; “ Sen uykusuza benziyorsun. Şimdi git, bu gece uyu, sabahleyin
bakarız” demiştir.[362] İfadelerden de anlaşıldığına
göre Hz. Ömer rakamın çokluğu karşısında şaşırmış ve Ebû Hureyre’nin rakamları
yanlış telaffuz ettiğini düşünmüştür. Kadîsiye Savaşı sırasında, “çeşitli
mücevherlerle süslü ve değeri bir milyon dirhemden fazla olan İran’ın en büyük
sancağını ele geçiren müslümanlar, bu türlü şeylerin kıymetini
bilemediklerinden bedeline otuz bin dirhem vererek bu sancağı ganimetlerin
beşte biriyle beraber hilâfet makamına takdim etmişlerdir”.361
Yine, Hire’deki Müslüman bir asker payına düşen asil bir kimsenin kızını 1000
dirheme sattığında ayıplanınca, bin sayısının üstünde bir rakamın bulunduğunu
bilmediğini söyleyerek kendisini savunmuştur.[363]
[364] Medâin’in fethi sırasında İran
İmparatoruna ait çok değerli madenlerle süslü bir halının bütün Medine halkına
paylaştırıldığında Hz. Ali’nin kendisine düşen payı yirmi bin dirheme satmış
olduğu düşünülürse ele geçirilen ganimetlerin hiç de azımsanacak gibi olmadığı
daha iyi anlaşılacaktır. [365] [366]
Araplar bu fetih
hareketlerinden önce gerçekten zor şartlar altında yaşıyorlardı. Yermük
Muharebesi sırasında Hâlid b. Velid ile Ermeni meliki Mâhan arasında geçen bir
konuşmada Mâhan’ın, Hâlid b. Velid’e söylediği; “ ...siz kıl ve devetüyü, zorluk
ve darlık sahibisiniz. Siz en fakir topraklardan geldiniz. Yağmur bile görmez
sizin memleketiniz. Topraklarımıza gelerek müfsit kesildiniz. Sizde olmayan
merkeplere bindiniz. Sizde olmayan giyecekleri giydiniz. Sizde olmayacak
yiyecekleri yediniz. ”330 şeklindeki bu sözler Arapların o günkü
ekonomik durumunu göstermesi bakımından dikkate değerdir.
Bu konuyla alakalı olarak
Ahmet Cevdet Paşa’nın Tarih’inde yer verdiği şu ifadeler de dikkat çekicidir;
“Araplar, elek kullanmadıklarından unu kepeğinden ayırmaksızın
pişirirlerdi. Çok zaman yedikleri arpa ekmeğiydi. Sırf buğday unundan yapılmış
beyaz ekmek ve yufka bilmezlerdi. İran’ın fethi sırasında harp meydanında
İranlıların beyaz yufkalarla donatılmış sofralarım gören Araplar bu beyaz
yufkaları görünce ceylan derisinden yapılmış yazı kağıdı sandılar "Bu
beyaz deriler nedir?" dediler. Fakat tadınca hoşlandılar ve ondan sonra
beyaz yufkaya dadandılar.”[367]
Irak’ın fethi sonucunda Hz.
Ömer’in Enes b. Huceyye’ye; “Müslümanlar ne haldeler” diye sorması
üzerine Enes’in; “Dünya onların üzerine dökülüyor, onlar altın ve gümüş
döküp boşaltıyorlar” [368]
diye karşılık vermesi de yine bu kâbildendir. Bu fetih hareketlerinden önce
Arapların çoğu, şehirlilere kıyasla basit bir hayat yaşamaktaydı. Fetihlerle
birlikte kısa zamanda ele geçirilen servetler sayesinde;
“...Önceleri on beş yirmi bin dirhemlik bir servete sahip
olan bir Arap, ünlü zenginlerden sayılırken, İran ve Suriye fethinden sonra bu
kadar bir servete sahip olmayan savaşçı adeta kalmamıştı. Son derece basit bir
gelirle hayat sürdüren Araplar, en fazla süs ve gösteriş düşkünü olan iki
milletle temas ederek eski hale yeni yaşam tarzını tercih etmişlerdi.”[369]
Bu dönemde halk yaşantısını
ekonomik anlamda birçok yönden değiştirmiştir. Bir yandan insanlardan bazıları
bu gösterişli dünya hayatının geçici zevklerine kapılırken, diğer bir kısım
sahabe de yaşanan gösterişli hayata, lüks ve israfa karşı seslerini
yükseltiyorlardı. Halifeler de fırsat buldukça ashabını bu konuda uyarıyordu.
Bu konuyla alakalı olarak Hz. Ömer ile Sâ’d b. Ebî Vakkâs arasında geçen şu olay
dikkat çekicidir. Buna göre, Hz. Ömer devrinde kurulmuş olan Kûfe’yi askeri bir
merkez haline getiren Sâ’d b. Ebî Vakkâs burada kendisi için bir köşk inşa
ettirmiş ve Medâin’deki hükümdarın köşkünün kapısını söktürüp kendi sarayının
girişinde kullanmıştır.[370] Haber Hz. Ömer’e ulaşınca
halife çok üzülmüş ve Muhammed b. Mesleme’yi Kûfe’ye göndererek ona şöyle
demiştir; “ Kûfeye git. Sâd’ın köşkünün kapısına odun yığdır ve ateşe ver. O
köşkü tamamen yak. Sonra da benim mesajımı Sad’a ver. Başka bir şey söyleme”.
Mesajda şunlar yazılıydı; “Kisra’nın köşküne benzer bir köşk yaptırdığını
haber aldım. Kisra’nın köşkünün kapısını da getirip, kendi köşkünde
kullanmışsın. Ta ki kapına adamlar koyup, ihtiyaç sahiplerini men edesin. Hz.
Peygamber in yolunu bırakıp, Kisra’ların yolunu tuttun. Kisra’yı o köşkten
mezara indirdiler. Köşk ona vefa etmedi. Ben Muhammed b. Mesleme ’yi o köşkü
yakması için gönderdim. Senden korkmayacak. Bu cihanda sana iki ev yeter,
birisinde sen otur, diğerini de müslümanların ortak malı olan Beytülmâl’i
yerleştir”.[371]
Yermük muharebesi sırasında ele geçirilen ipekli kaftanı ashabın üzerinde gören
Hz. Ömer’in çok sinirlenerek “Bir Müslüman’a şu kadardan fazla ipekli
giymesi asla doğru olmaz" deyip elinin dört parmağını göstermesi de
yine bu kâbildendir.[372] Yine bu konuyla alakalı
olarak Hz. Osman’ın halîfe olunca valilere yazdığı şu talimatlar önem teşkil
eder; “Mutlaka Allah yöneticilere görüp gözetici olmalarını emretti ve onlar
vergi toplayıcı olarak yaratılmadılar. Ayrıca yöneticilerinizin pek yakında
vergi toplayıcılara dönüşmesi yakındır. Onlar bu hale dönüşünce haya, emanet ve
vefanın son bulması yakındır.”[373]
Yukarıdaki örneklerde de
olduğu gibi Hulefâ-i Râşidîn döneminde halk ve yöneticiler aşırı zenginleşmenin
getireceği rehavete karşı uyarılsa da meşru yollarla edinilen servete karşı
herhangi bir sınır getirilmemiştir.[374]
Örneğin Hz. Ebûbekir’in eliyle Müslüman olan[375]
ve kendisine Hz. Peygamber tarafından zenginlik duasında bulunulan Abdurrahman
b. Âvf’ın Medîne’ye hicret ettiğinde hiçbir şeyi yoktu fakat o ticaret gibi
meşru bir yolla büyük bir servet edinmişti.[376]
Yine Abdurrahman b. Âvf [377], Talha b. Ubeydullah, Zübeyr
b. Avvâm[378] ve birçok sahabe gibi bu
şekilde ticaret yapmak suretiyle servet edinilmesine karşı çıkılmamıştır. Hatta
öyle ki Zübeyr b. Avvâm’ın merkezi Medîne’de olan ve birçok şubeleri olan büyük
bir ticaret merkezi olduğu[379], Zeyd b. Sâbit’in bıraktığı
altın ve gümüşün ancak keserle parçalanarak taksim edildiği rivayet edilir.[380] Özellikle Hz. Osman döneminde
“orduda yer alan Müslüman Arapların savaşlarda ele geçirilen ganimet
mallarına sahip olmaları ve halîfenin Irakta geniş topraklar almalarına izin
vermesi büyük çapta servet biriktirmelerine ve bunu ticaret yaparak
çalıştırmalarına yol açtı.”[381]
Eşi ile evlendiğinde bir atı olan Zübeyr b. Avvâm’ın servetinin bu dönemde
milyonlarca dirheme ulaşmış olması bu konuyla alakalı çarpıcı bir örnektir.[382]
Bununla birlikte halkın gayr-ı
meşrû yollarla kazanç sağlamaması için her türlü tedbir alınmış ve bu yollarla
servet edindiği tespit edilen şahıslara da cezai yaptırımlar uygulanmıştır.
Mesela ilk halîfe Hz. Ebûbekir Yemen âmili Muâz b. Cebel’e “ Hesabını takdim
et” diyerek onu bu konuda uyarmıştır. Yine bu konuyla alakalı olarak Hz.
Ömer’in görevlendirdiği âmillerden yazılı mal beyanı aldığı ve tespit edilenden
fazlasını onlardan geri aldığı rivayet edilir.[383]“...
Ömer bir valisini şehre gönderdiği zaman vali’nin malını kaydederdi. Valiyi
görevinden aldığı zaman da başka birisini görevlendirerek malını onunla
bölüştürürdü.””[384]
Mısır valiliğine tayin ettiği Amr b. El-Âs’a; “...Valiliğe tayin edildiğinde
sahip olmadığın mal, köle, eşya ve hayvanların hakkında fitne yayılmıştır” diyerek
Amr b. el-Âs’ın malını taksim etmesi için Muhammed b. Mesleme’yi ona göndererek
fazla malını aldırmıştır.[385] Bu amaçla Hâlid b. Velîd[386], Amr b. el-Âs[387], Sâd b.
Ebî Vakkâs, Ebu Mûsa el-
Eş’ârî391 [388] gibi sahâbeler Hz. Ömer’in
mal varlıklarına el koydukları kişilerdir. Diğer halîfelerin de bu türden
uygulamaları mevcuttur. Hz. Ali Ya’lâ b. Ümeyye’yi 10.000 dinarla görünce bu
paranın nereden olduğunu sormuş ve açıklamalarına inanmayarak “ Allah ’a
yemin olsun ki, eğer ona galip gelirsem onun açıkladığı miktarı kendisinden
alacağım” diyerek tepkisini dile getirmiştir. [389]
[390] Yine bir keresinde Abdullah
b. Abbâs’ın, zimmetinde bulunan cizye ve fey gelirlerine el koyduğunu duyması
üzerine onu bu konuda defalarca uyarmıştır. Fakat o her seferinde bu
suçlamaları 394 reddetmiştir.
Râşid Halîfeler döneminde
fetihlerle meydana gelen bu zenginlik halk arasında ister istemez ekonomik
yönden ayrışmalara neden olmuştur. “ ...Kabile toplumu yerini servet ve
iktidar temelinde tabakalaşmış bir topluma bırakıyordu”[391]ifadelerinden de
anlaşılacağı üzere toplum artık Hz. Peygamber dönemindeki mütevâzi ve kanâatkar
toplum değildi. Bu durum Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer döneminde nispeten az olmakla
birlikte, Hz. Osman döneminde etkisini fazlasıyla hissettirmiş ve onun
döneminde insanlardan pek çokları zengin olmuştur.
“İnsanlara ey Müslümanlar ! Gelin, size verilecek bağışları
alın, denilir. Onlar da gelip bu bağışları fazlasıyla alırlardı. Sonra onlara
gelin erzakınızı alın, denilir, onlar da gelip erzaklarını bol bol alırlardı.
Sonra onlara ey insanlar, yağ ve bal almaya gelin, denilirdi. Bağışlar devamlı
üzerlerine yağardı. Rızıkları, etraflarında dolaşırdı”.[392]
Ayrıca Kureyş eşrafının
ticarette usta olduğunu düşünürsek, ganimetlerden elde ettikleri parayı ticaret
yaparak da çoğaltmış olduklarını söyleyebiliriz.[393]“...
Fetihler dönemi ve sonrasında Mekkeli tüccarlar ve bazı şehir Arapları
kazandıkları servetleri büyütmeyi becerdiler. Bu alanda imkânlar çoktu:
Ticaret, ordunun ihtiyaçlarını karşılama, ganimetleri satma gibi”.[394]8 Yine Hz. Osman dönemindeki zenginleşmeye paralel
olarak halk içinde zevk için güvercinleri vurma gibi değişik oyunlar
türediğinden ve Hz. Osman’ın bunları yasakladığından bahsedilir.[395]
Hz. Ebûbekir
ile Ömer'in halifelik zamanları ile Hz. Osman'ın halifeliğinin başlarının aynen
Hz. Peygamber 'in zamanı gibi geçtiği, ondan sonra “ güzel yemekler yemek,
güzel elbise giymek, güzel değerli atlara binmek, bahçelerde gezinip eğlenmek
gibi servet ve medeniyete dal budak salmış âdetler” çıktığı [396] konaklar ve saraylar inşa
edilip, binalarda alçı kullanıldığı ve sahabelerden birçoklarının mal ve servet
biriktirip, bağlara, bahçelere ve çeşmelere sahip olduları[397]
rivayet edilir.
Burada sosyal değişimle ilgili
değinilmesi gereken diğer bir önemli mesele de kölelik meselesidir. Fetihlerle
gelen bu zenginleşme ister istemez insanlarda bir takım ihtiyaçlar meydana
getirmiştir. İslamiyet’ten önce de var olan kölelik müessesi Müslüman halkın
zengin olmasıyla birlikte ilk Müslümanlar arasında da yaygınlaşmış ve yeni
ihtiyaçlar listesine köleler de eklenmiştir.[398]
İslam fetihleriyle birlikte
Müslümanların köleler edindiği sırada zaten kölelik müessesesi bütün dünyada
hüküm sürüyor haldeydi. Yunanlılarda, Yahudilerde, Romalılarda ve daha birçok
millette kölelik uygulaması mevcuttu. Fakat tek fark “ köleye iyi ya da kötü
muamele etmekte idi”.[399] Köle edinme uygulaması
Cahiliye devrinde de yaygın olan bir uygulamaydı. Bu dönemde köle ticareti
yapılan pazarlar mevcuttu.[400] Selmân-ı Fârisî, Süheyb gibi
birçok sahâbe de zamanında köle edinilmiş kimseler idi.[401]
Hz. Peygamber döneminde de
köle edinme usulü mevcuttu. O, Benî Mustalîk’ten birçok esirler almış ve ashab
arasında paylaştırmıştı.[402] Fakat Râşîd Halîfeler
döneminde özellikle fetihlerin artmasıyla birlikte köle edinme olayı da büyük
bir hızla artmıştır. Öyle ki Zübeyr b. Avvâm’ın 1000 erkek 1000 kadın köleye
sahip olduğundan söz edilir.[403]
Zenginleşen İslam toplumunda,
bu köle edinme olayı o kadar doğal bir hal almıştı ki, bir köleye sahip olma o
günün şartlarında temel ihtiyaçlar listesinde baş sırada yerini almıştı
denilebilir. Sahâbelerden bazısı ziraat, hayvancılık ve ev işleri alanında
kullanmak üzere, bazısı da ticaret amaçlı köleler edinmişlerdir.[404] Bu konuyla alakalı olarak Hz. Ömer ile Humus valisi Saîd
arasında geçen konuşma dikkat çekicidir. Halk, Hz. Ömer’in Humus valisi Saîd b.
Âmir hakkında ; "Gün iyice yükselinceye kadar yüzünü gördüğümüz yok.
Geceleri ise kimseyi kabul etmiyor. Hele ayda bir gün karşımıza bile çıkmıyor”
diye şikayette bulununca, Hz. Ömer bu durumu Saîd’ e sormuş ve Said’de;
“ Ey mü’minlerin emîri! Ailemin bir hizmetkârı yok. Bu
yüzden hamuru ben yoğuruyorum ve tabii ekşiyinceye kadar bekliyorum. Sonra
ekmek yapıyorum ve abdest alıp, huzurlarına çıkıyorum, hizmetkârım olmadığı
için elbisemi kendim yıkıyorum, onu kurutayım derken akşama kadar onları
göremiyorum” [405]'diyerek
kendini savunmuştur. Sık sık lükse ve israfa karşı söylemleriyle gündeme gelen
Ebû Zer’in bile kölesi olduğu düşünülürse[406] o günkü
mevcut toplumda köle edinmenin çok sıradan bir olay olduğu daha iyi
anlaşılacaktır.
Köleliğin Arapların diğer
milletlerle karışmasında büyük etkisi olmuştur. Fetihlerin etkisiyle
Müslümanlar birçok yeni vilayeti ele geçirerek çok sayıda köle edinmişler ve
zaman zaman bu kişilerle evlenmişlerdir. Savaşlar neticesinde ele geçirilen bu
köle ve cariyelerin Araplarda yeni bir sosyal sınıf meydana getirdiğini
söyleyebiliriz. Fetihlerle birlikte ele geçirilen şehirlerin pek çoğunda, köle
ve cariyelerle evlilikten doğan ‘muvelledûn’ denilen yeni bir sınıf ortaya
çıkmıştır. Bu yeni sosyal tabaka kendi aralarında evlenmeye başlamış ve
kendilerine özgün bir sentez oluşturmuşlardır.[407]
Ahmed Emin’in ifadeleriyle;
“.. .Fethedilen ülkelerin erkeklerinden birçoğu ve kadınlar
ganimet malıymış gibi Arap ordusuna dağıtıldılar. Sonrasında bütün Arap askeri
ihtiyaçları için kullanılmak üzere kölelere ve köle kadınlara cariyelere sahip
oldu. Arzu ettiğinde cariyelerden çocuklar doğurttu. Bunun sonucunda Arap
evlerine Fars, Roma'lı, Suriye'li, Mısır'lı ve Berberî olmak üzere çeşitli
milletlere mensup olan unsurlar girdi. Arap evi Arap evi olmaktan çıktı, türlü
unsurlardan karışık bir ev haline geldi. Evin sahibi ise Arap idi”.[408] “.Fars ve
Romalıların âdetleri Arap adetleri ile karıştı. Fars ve Roma hukuku Kur'an ile
hadisin hükümleriyle karıştı. Fars'ın hikmetleri, Rum'un felsefesi Arap
hikmetleri ile karıştı. Roma hükümlerinin uslûbû Arap hükümlerinin uslûbû ile
karıştı. Kısacası sosyal ve politik düzen bu ihtilaftan büyük bir oranda
etkilendi”.[409]
Mevâli denilen bu grup, o
dönemde sosyal hayatın hemen hemen her alanında etkisini fazlaca
hissettirmiştir. Ticaret, zanaat, eğitim ve daha birçok alanda etkin rol
oynamıştır. Ashab zamanında ilimle meşgul olanlar Araplar iken özellikle Tâbiîn
ve Tâbiu’t tâbiîn zamanında ilimle meşgul olanların birçoğu azatlılar ve
onların çocuklarından müteşekkil hale gelmiştir.[410]
Bunların yanı sıra fetih
hareketleriyle meydana gelen zenginleşmenin neticelerinden biri olan kölelik
müessesin genelde Râşid Halîfeler özelde ise Hz. Osman ve Hz. Ali dönemi iç
olaylarında etkili olduğu görüşündeyiz. Hz. Ömer'e yapılan suikast Farslardan
Medine'de yaşayanlar tarafından tertip edilmiş, karar Farslı Ebû Lûlû tarafından
icra edilmişti.[411] Tarihi kaynaklarda
geçen bir rivayete göre Hz. Osman’ın kölesinin taşıdığı, Hz. Osman adına
yazılmış ve onun mührünü taşıyan bir mektubun isyancıların eline geçmesi hatta
sanki zorla isyancılara gösterilmek istenmesi[412]
Hz. Osman’a olan muhalefeti daha da artırmıştır. Bundan başka Hz. Osman’a
yönelik eleştirilerden biri de, kendi adına ticaret yapan kölelerinin karıştığı
iddia edilen birtakım ticari yolsuzluklardı.[413]
Hatta bir rivayete göre Hz. Osman’ı öldüren kişi onun azatlı kölesi Kinâne b.
Bişr idi.[414] Ayrıca Hz. Osman döneminde
ortaya çıkan İbn Sebe’nin ve Sebe’iyye hareketinin taraftarlarından bir kısmı
da yine kölelerden oluşuyordu.[415]
“...Hz. Ali’nin, ülkede
çıkan kaos ortamının dış kaynaklı olduğunu ve huzursuzluğa neden olanların çoğu
düşük tabaka ve kölelerden oluştuğunu söylemesi ise bize yabancı değildir. Yine
Hz. Ali’nin, Cemel Vakıası ’nda olaylara karışanların ayak takımı kölelerden
oluştuğunu ifade etmesi de bu kabildendir”.[416]
Bununla birlikte bu isyanlar sadece Râşid Halîfeler dönemiyle sınırlı kalmamış
daha sonra özellikle de Abbâsîler dönemindeki birçok isyanda da kendini
göstermiştir. Özellikle de Zenc İsyanı[417]
diye bilinen ve yaklaşık 500.000 kölenin katıldığı tahmin edilen ayaklanma
yaklaşık on beş yıl kadar sürmüştür.[418]
Kendilerine İslam devleti
tarafından malı, canı, ırzı ve dini için güvence verilmiş gayr-i müslimlere
“zımmî” denir. [419] [420]
Zımmet statüsü kaynağını bizzatKur’ân’ı Kerim’den alır.42 Bu
anlaşma devamlı süren bir anlaşmadır ve imzalayanlar öldükten sonra bu hak
onların
425
yakınlarına geçer.
Zimmî, İslam dinine girmeyi
kabul etmemekle birlikte onun siyâsi egemenliği altında yaşamayı antlaşmayla
kabul eden kimsedir.[421] [422]Zımmî
olan kişi cizye ödemek şartıyla[423]
şahsiyetlerine saygı gösterilmesi, İslam topraklarında oturmak, kamu ve
özel haklardan yararlanmak gibi bazı ayrıcalıklar elde ederken, bunun
karşılığında Müslümanlar, zımmîlerin mallarına ve canlarına gelecek her türlü
zararın sorumluluğunu omuzlarına alırlar.[424] Kâr ve zararları
ortak olur. Müslümanların himayesine girmiş olurlar, Müslümanlar onları
korur ve savunurlar.[425]
Öyle ki eğer İslam devleti vermiş olduğu sözü yerine getiremeyip, güvenliği
sağlayamazsa cizyeyi geri iade ederdi. Örneğin Ebû Ubeyde b. Cerrah Humus’u
Bizans’a karşı savunamayacağını anlayınca zimmet ehlinden aldığı cizyeleri iade
etmiştir.[426]
Hz. Peygamber zamanında mevcut
olan zimmet uygulaması Râşid Halîfeler döneminde de fetihlerin etkisiyle
gelişerek devam etmiştir. Hz. Peygamber’in yaptığı zimmet anlaşmaları sonradan
yapılan bu türden anlaşmalara emsal teşkil etmiştir.[427]
Bu dönemde zimmet ehlinde büyük bir artış meydana gelmiştir. Râşid Halîfeler de
Hz. Peygamber’in zimmet uygulamasını titizlikle devam ettirmişlerdir. Zımmîlere
haksızlık edilmesine şiddetle karşı çıkmışlar, her vesileyle onların hakkında
adil davranılmasını emretmişlerdir. Onlar can ve mallarının korunması hususunda
Müslümanlarla aynı seviyede mütalâa edilmiştir.[428]
Vatandaşlık noktasında her zaman titiz davranılmış ve bu açıdan hiçbir
ayrım gözetilmemiştir. Örneğin Amr b. el-As’ın oğlunun bir zımmîyi dövmesi
sonucu Hz. Ömer’in emriyle kısas tatbik edilmiştir.[429]
Onlara dinî anlamda tam bir özgürlük alanı sağlamış, din değiştirmeye
zorlanmamalarını ve dini anlamda hiçbir baskı yapılmamasını emretmiştir.[430] Zımmîlere sadece İslâm'a
girmeleri için çağrıda bulunulmuş, eski dinlerinde kalmak isteyenlere herhangi
bir zorlama yapılmamış, her din ve mezhepten insanlar inançlarında serbest
bırakılmışlardır.[431]
Hz. Ömer Tevbe Suresi’nin 60.
ayetinde geçen ‘miskin’ ifadesinin zımmîlerin fakirlerini ifade ettiğini
söyleyerek onları bir anlamda koruma altına almıştır.[432]
Cizye ödeme noktasında gücü yetmeyen zımmîlere işkence yapılmasını yasaklamış
ve “... Onları bırakın ve takatlerinin üstünde bir şeyle kendilerini
mükellef tutmayın” diyerek onları cizyeden muaf tutmuştur.[433] [434]
Vergi tahsili sırasında herhangi bir zımmîye haksızlık edilip edilmediği ,438
konusunda
yemin ettirmek onun genel bir uygulaması olmuştur.
“.Hz. Ömer fethedilen yerlerin
vergileri kendisine getirildiği zaman çok titiz davranır ve bu malların helal
olduğundan emin olmadıkça onları kabul etmezdi. Bir keresinde Sevâd’ın vergisi
1.000.000 ukıyye olarak kendisine getirilince Basralılardan ve Kûfelilerden on’
ar kişi çağırtmış ve bu malların helal olduğuna, zımmîlerden zorla alınmadığına
dair emin olduktan sonra bu malı kabul etmiştir”.[435]
[436]
Hz. Ali’nin “. Onlar
cizyeyi ancak malları bizim mallarımız, kanları da bizim kanlarımız gibi olsun
diye ödemişlerdir”'4' sözü de zimmet ehline karşı takınılan muameleyi göstermesi
açısından önemlidir.
Hulefâ-i Râşidîn döneminde
meydana gelen ekonomik değişme İslam toplumunu sadece sosyal ve iktisâdi yönden
etkilemekle kalmamış, siyâsal yönden de pek çok önemli gelişmelere neden
olmuştur. Özellikle Hz. Osman ve Hz. Ali döneminde fazlaca hissedilen bu
etkiler İslam ümmetini içinden çıkılması zor durumlara düşürmüştür.
Hz.
Ebûbekir ve Hz. Ömer Dönemi
Hz. Ebûbekir’in döneminin Hz.
Peygamber dönemine yakın olması, kısa sürmesi ve mevcut dönemde insanların
enerjilerini fetih hareketlerine yöneltmeleri bu dönemin Ridde Hareketleri
dışında sakin bir dönem olmasını sağlamıştır. Hz. Ömer’in ise dirayetli ve
adaletli yönetimi sayesinde siyâsal olumsuzluklar açısından bu dönem de sakin
bir dönem olmuştur. Ayrıca, hem Hz. Ebûbekir’in hem de Hz. Ömer’in, Hz.
Peygamber’in kabile taassubuna karşı mücadele tavrını sürdürmeleri ve bu amaçla
kendi kabile mensuplarını devlet görevlerinden uzak tutmak koşuluyla kabileler
arası denge politikası yürütmeleri,[437]
Hz. Peygamber döneminde mevcut olan insan profilinin henüz bu iki halife
döneminde değişmemiş olması gibi nedenlerle bu dönemde kayda değer sorunlar
yaşanmamıştır.
Yukarıda bahsettiğimiz
zenginleşme hareketi Hz. Osman’ın halifeliğinin ilk yıllarına kadar devam etti.
Fakat ne zaman ki fetih hareketlerinde bir durgunluk yaşandı o zaman sorunlar
kaçınılmaz oldu.[438] Ve neticede öncelikli olarak,
fetih hareketlerini kolaylaştırmak için oluşturulan Kûfe, Basra ve Fustât gibi
askeri kentler bu ekonomik krizden etkilendi.[439]
Çünkü buradaki insanların tek geçim kaynağı olan ganîmet ancak bu
fetihler sayesinde elde edilebiliyordu. Fetihler kesilince insanların geçim
kaynağı olan ganîmet de kesilmiş oluyordu. Ayrıca fetihlerin, dolayısıyla
ganîmet gelirlerinin azalmasına bağlı olarak “garnizon şehirlerde yaşayan
askerlerin geçimi vergi gelirlerine bağlı hale gelmiş ve asker maaşlarının
ödenmesinde sıkıntı başlamıştı. Bu iktisâdi sıkıntı, yönetimi tasarruf yapmaya
ve askerlerin maaşlarını azaltmaya mecbur etmişti”.[440]
Hz. Osman dönemi fetihlerinin diğer halifeler dönemindeki fetihlere kıyasla
daha uzak ve fakir yerlere yapılması da fetihlerin daha zorlu ve masraflı
olmasına neden olduğu için hazineye giren paradaki azalmalar maaşlara da
yansımıştı.[441] [442]
Bunun yanı sıra fetihlerden eldi edilen ve Müslümanlara dağıtılan malları çok
fazla bulan, yaşanılan hayatı israf sayan ve bunları İslam’a aykırı gören
insanlar vardı. Bunlar, zenginlerin ellerindeki serveti ihtiyaç sahiplerine
dağıtmalarını istiyorlardı. Ayrıca bu memnuniyetsiz topluluklara “ görevlerinden
alınan, memleketlerinden çıkartılan ve istedikleri makama getirilmeyen
kimseleri, Hz. Osman’ın halife olmasıyla birlikte Ümeyyeoğullarının bazı aşırı
davranışlarda bulunmalarını ve onların sahip oldukları makam ve mevkileri
kıskanan kişileri de eklemek gerekir”46Diğer taraftan genelde
toplumun, özelde ise fatihlerin bazı değerlere bağlılığı da büyük ölçüde
değişmişti. Özellikle bu dönemde orduyu oluşturan askerlerin büyük kısmının
irtidât hareketine karışmış olanlardan olması, askerlerin ilk iki halife dönemindeki
fethe bakış açısı ile bu dönemdeki bakış açısı arasında değişimlere
447
neden olmuştur.
Esasen Hz. Osman’ın on iki
yıllık hilâfetinin ilk yılları güzel ve başarılı fetih hareketleriyle geçmişti.
İnsanlar onu ve yaptığı işleri takdir ediyorlardı. Çünkü Hz. Osman yumuşak
mizaçlı bir kimseydi. Fakat daha sonra yaptığı bazı tasarruflardan dolayı halk
ona karşı cephe almaya başladı. Fakat şunu da göz ardı etmemek gerekir ki;
toplumları idare eden insanlar hakkında, halkları tarafından mutlaka şikayetlerde
bulunulmuştur. Halkının tümünü memnun edebilen bir idareci hiç bir zaman
olmamıştır. Hz. Osman’ın da, yaptığı uygulamalarının bir kısmı takdir görmekle
beraber, bazı icraatlarının şiddetle tenkit edilmesi olağan bir durumdur.[443]
[444]
Her ne kadar Hz. Osman’ın
şehit edilişi birtakım dinî ve siyâsi nedenler altına gizlenmeye çalışılsa da,
biz Hz. Osman’ın asıl şehit edilme nedeninin bir açıdan ekonomik nedenlerle
ilişkili olduğunu düşünüyoruz. Fethedilmiş İran ganimetleri karşısında Hz.
Ömer’in ağlayarak “Allah hangi millete böyle zenginlikler vermişse daima
aralarında düşmanlık ve fesadı da artırmıştır” şeklindeki sözleri de bu
görüşümüzü destekler niteliktedir. Hz. Osman’ın şehid edilmesinden sonra
isyancıların beytülmâl’e yönelmesi de ayrıca manidardır. Bu konuyla alakalı
rivayete göre isyancıların beytülmâl’e yöneldiğini gören Medineliler; “Ey
insanlar! Beytülmâl’e koşun. isyancılar sizden önce beytülmâl’i ele
geçirmesinle^' diye birbirlerine seslenince Beytülmâl’in bekçileri de;"Ey
millet! Beytülmâl’i kurtarın. Çünkü bu kimseler, doğru konuşmadılar. Amaçları
iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak değilmiş, bunlar sadece mal ve
dünyalık için ayaklanmışlardır"[445] diye seslenerek
durumun vahametinin farkına varmışlardır.
Görüldüğü gibi maddi refahın
artması İslam toplumunun her tarafında bir değişime neden olmuştur. “Bu
pastadan pay alamadığını düşünenlerin bu yöndeki mücadeleleri, buna karşılık
diğerlerinin ellerindeki imkanları koruma mücadeleleri topyekûn bir karmaşanın
ortaya çıkmasına neden olmuştur”.[446] Hz. Osman,
isyancılara karşı her ne kadar kendini savunmaya çalışsa da bu isyan
hareketleri karşısında başarılı olamamıştır. Medine’deki ve çevre eyaletteki
muhalifler Hz. Osman’a karşı birleşerek fitne hareketini başlatmışlar ve
neticede bu fitne hareketi Hz. Osman’ın şehit edilmesine neden olmuştur.[447] Abdülaziz
Duri’nin
de ifade ettiği gibi, esasen bu isyan ;
“...birinci derecede kabilelerin Kureyş'e isyanını ve
kabilevi akımın İslâmî akıma galip gelmesini sembolize eder”. Çünkü Kureyş
ticarî bir kabileydi, mallarını değerlendirmeyi ve geliştirmeyi biliyordu.
Genel olarak, kabilelerin eline geçirdiklerini israf ettikleri ve gelirlerinden
faydalanmadıkları bir anda Kureyş fetihlerden elde etliği kazançlardan nasıl
faydalanacağını biliyordu. Bu durum da Kureyş ile diğer kabileler arasında
büyük bir İktisadî fark doğurdu.”[448]
Bu isyancıların çoğunluğunu
Mısır, Kûfe ve Basra’dan gelen kişilerin oluşturması da[449]
ayrıca dikkat çekicidir. Çünkü Kûfe, Basra ve Fustât gibi şehirler
ekonomik krizden en fazla etkilenen, dönemin garnizon şehirleriydi. Buralardan
kalkıp gelen insanlar Hz. Osman’ı hilâfetten azletmek için her ne kadar bir
sürü sebep ileri sürseler de, daha önce de bahsettiğimiz gibi asıl önemli neden
ekonomik menfaatlerin karşılanamamasının verdiği öfkedir.
“.Hilafet merkezi olan Medine'de Peygamber Efendimizin
sünneti ve İslam'ın saf adetleri muhafaza edilmekte iken, diğer ünlü
merkezlerde iş bambaşka idi. Basra ve Küfe İran, Şam ve Mısır, Rum
medeniyetinin etkisinden kurtulamamış; İran ve Roma sosyal yaşantısından pek
çok şeyler, bu türden olarak sefahat, gösteriş, debdebe, hayat zevki, servet
aşkı, İslam'a eklenmişti”.[450]
Yine
bu konuyla alakalı olarak Wellhausen şunları söyler;
“... içinde Arapların oturdukları şehirler kaynamakta idi.
Büyük fetihlerin sona ermesiyle zaman değişmişti. Heyecanı sessizlik takip
etmişti. Arap savaşçıları artık sürekli harp sahnelerinde değillerdi; düşünmek
için vakitleri vardı. Ganîmet, daimi olan seferler sayesinde sürekli geldiği
müddetçe, devletin Fey'e, itâat altına alınanların gayrı menkul mülklerine ve
şahıslarına el koymasına pek aldırış etmemişlerdi. Fakat şimdi, farkına
varmadan ganîmetin en kıymetli kısmını ellerinden kaçırmış olduklarını fark
etmişlerdi. Bunlar haraçtan biriken paranın devlete değil, kendilerine ait olduğunu
bunların Allah’ın değil Müslümanların malı olduğunu iddia ediyorlardı.”[451]
Hz.
Osman’ın şehid edilmesiyle alakalı olarak İbn Kesîr’in naklettiği şu rivayet de
dikkat çekicidir;
“... Hz. Ömer savaşta bile sahabelerin istedikleri şehirlere
gitmesine; korkarım ki dünyayı görürsünüz, dünyanın çocukları da sizi görürler
diyerek izin vermezdi. Fakat ashab Hz. Osman’ın zamanında Medine dışına çeşitli
yerlere çıkıp gittiklerinde halk onların etrafında toplandı. Ve her beldenin
halkı kendi beldelerindeki sahabenin Hz. Osman'dan sonra halifeliğe geçmesini
istedi. Ve bu beldelerin halkları Hz. Osman’ın bir an önce ölmesini istediler
ki, kendi adamları halifeliğe geçsin. Hz. Osman’ın hayatinin uzun sürdüğünü
görüp sıkıldılar. Bazı yerlerin halkı tarafından bir takım hadiseler ortaya
konuldu”[452]
Yukarıdaki
ifadelerden de anlaşılacağı üzere Hz. Osman’ın şehid edilmesine kadar varan bu
vahim durumun en önemli nedenlerinden birisi dönemin sosyal şartlarının değişen
insan profilini etkisi altına almış olmasıdır.
“...Fitne birinci derecede Osman'ın kendisinin oluşturmadığı,
aksine miras olarak devir aldığı ancak değiştiremediği şartlardan, durumlardan
kaynaklanıyordu. Osman, toplumda yükselişe geçen kabîlevî eğilimleri, İslâmi
eğilimi ve onun kabîlevî eğilimle çatışmasını miras almıştı. Bunun yanında,
fetihlerin etkilerini, özellikle imparatorluğun dayandığı mali sistemi de
devralmıştı. Dikkatlice baktığımızda, bu eğilimlerde fitnenin kaynağını ve
Osman'ın ölümüyle Arapların bölünmesine yol açan patlamanın köklerini görürüz.”[453]
Hz.
Osman’ın şahadetinden sonra halîfelik makamına getirilen Hz. Ali’ye,
ellerindeki servete dokunmaması[454] ve Hz. Osman’ın katillerini
bulup cezalandırması şartı ile biat edilmişti.[455]
Bunun üzerine Hz. Ali;
“.Elinizde olan mallara dokunmamamı istediniz. Allah'a ait
olanı size bırakmak benim yetkimi aşar. Şu anda elinizde bulunan servetlerin
durumuna gelince bilin ki, Allah'a ve müslümanlara ait olan mallar konusunda
hak yerini bulacaktır. Hz. Osman'ın katillerini cezalandırmamı şart koştunuz, oysa
bugün onları cezalandırırsam, yarın onlarla savaşmak zorunda kalırım, fakat
sizleri Allah'ın Kitab' ı ve Peygamber’inin sünneti üzerine idare edeceğime söz
verebilirim. Kimi hak rahatsız ederse, onu batıl daha da rahatsız eder, buna
rağmen hepiniz serbestsiniz, istediğiniz yere gidebilirsiniz”[456]
diyerek bu konudaki
rahatsızlığını dile getirmiştir. Sonrasında ise Hz. Osman'ın daha önce zekat
malları olarak hilafeti zamanında kendi akrabalarına dağıtmış olduğu bazı
toprakları onlardan geri almıştır.[457]
Hilâfete geldikten sonra maaş konusunda herkese eşit muamele etme uygulamasıyla
Kureyş’in birçok önde geleniyle karşı karşıya gelmesine rağmen bu
uygulamasından vazgeçmemiştir. Bu da Hz. Ali döneminde meydana gelen siyasi
buhranın en önemli nedenlerinden biri olmuştur.[458]
Hz. Ali’nin halîfe olunca
yaptığı ve bu dönemdeki birçok olayın çıkmasına neden oluğunu düşündüğümüz
diğer önemli icraatı ise, Hz. Osman’ın vâlilerini azledip yerine istediği
kişileri atamasıydı.[459] İlk bakışta siyasî gibi
görünen bu olayın perde arkasında da ekonomik nedenler, makam mevki sevgisi ve
kabile asabiyeti olmalıdır. Bu konuyla ilgili olan bir rivayete göre, Hz. Ali
halife olduktan sonra Muğîyre b. Şu’be, Hz. Ali’nin yanına gelerek şöyle
demiştir;
“...Madem ki sana biat etmek bizim boynumuza düştü, senin de
öğütlerin bize vacip oldu. Şimdi bilmelisin ki Hz. Osman’ın koyduğu bu
valilerin akrabaları ve karın doyuranları çok olmuştu. Eğer sen onları
azledersen halk sana muhalefet eder. Onları bir zaman azletme. Tâ ki işin
kuvvetlensin, muhaliflerinden emin olasın. O zaman her kimi dilersen
azledersin. Nitekim Hz. Ömer’in adamlarına da Hz. Osman böyle yapmıştı.”[460]
Yukarıda geçen “Hz.
Osman’ın koyduğu bu valilerin akrabaları ve karın doyuranları çok olmuştu. Eğer
sen onları azledersen halk sana muhalefet eder” şeklindeki ifadeler bu işin
ekonomik boyutunu göstermesi açısından önemlidir.
Sonuçta Hz. Ali dediğini
yapmış ve Ümeyyeoğullarından olan eski valileri görevlerinden azletmiştir.[461] Çünkü o dönemde bu valiler,
özellikle de Muâviye çok güçlenmişti. Kanaatimizce Muâviye’nin fazlaca
güçlenmesinin nedeni de yine ekonomik nedenlerle ilişkilidir. İnsanların
Muâviye’den bir çıkarı olmuş olacak ki onun yanında yer almak istemişlerdir.
Filibeli’nin ifadeleriyle;
“.Muâviye
yamalı Arap gömleğini haşmet tacıyla değiştirmiş ve Mekkeli bedevi, Suriye
Kayseri olmuş, herkesi bağış ve bahşişe boğmuş, vatandaşına sistemli bir
yönetim getirmişti. Ali ise Kûfe’de pek yabancı idi. Sahabe ya şehit olmuş
yahut doğal ömrünü tamamlayarak ahrete göçmüştü. Şimdi o manen kokuşmuş bir
sosyal topluluk içinde kalmıştı. Benî Hâşim içinde İbn Abbas gibi dâhiler
vardı. Fakat Ali onlardan istifade etmemiş ve her birisini bir şekilde (mal
vaadinde bulunmayarak) gücendirmişti” [462]
Muaviye sadece kendi
tarafında olanlara para dağıtmıyor, aynı zamanda Hz. Ali’nin taraftarlarını da
kendine çekmeye çalışıyordu;
“Muaviye, paranın
gücünü yalnız askerleri ve orduyu kendine bağlamak için kullanmıyordu.
Kendisine yandaş toplamak ve aleyhinde bulunanların kin ve nefretini söndürmek
için de kullanıyor ve bu amaçla bol miktarda para dağıtıyordu. Çoğu kez bazı
kişilerin, kendisinin rakibi olan Hz. Ali'yi desteklediklerini bildiği halde
bunlara da maaş bağlardı”.[463]
Yukarıdaki cümleler konumuz açısından çok manidardır.
Muâviye tam bir siyaset adamı olmalı ki insanları nasıl memnun edeceğini iyi
biliyordu. “... Şamlıları lütuf ve ihsanlarına gark ediyor ve günden güne
taraftar kazanıyordu. Arap dâhilerinden, makam ve servet aşığı kim varsa
Muaviye 'nin müsteşarı idi. Muaviye ile taraftarları, menfaatin korunması gibi
kuvvetli bir birleştirici bağ aracılığıyla birbirine bağlı idi”.466
Philip Hitti’ye göre ise Hz. Ali ideal bir Arap ve Müslüman olmakla beraber
fazla siyasi tecrübeye sahip değildi. ”[464]
[465]
Hz. Ali halife olunca ona
biat eden kişilerden ikisi de Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvâm’dı. Fakat
aradan çok zaman geçmedi ki bunlar biatlarını bozarak Hz. Ali’ye karşı bir
cephe oluşturdular. Daha sonra Hz. Âişe’de onlara katıldı.[466] Bize göre bu
olayın(Talha ve Zübeyr’in isyanı) perde arkasında da yine siyasi ve ekonomik
menfaatler söz konusudur. Çünkü Zübeyr b. Avvâm da, Talha b. Ubeydullah da
dönemin zengin ve nüfuzlu kişilerindendi. Zübeyr b. Avvâm öldüğünde içinde
orman bulunan iki arazi, Medîne’de on bir ev, Basra’da iki ev, Kûfe ve Mısır’da
birer ev bırakmıştı.[467] Ayrıca onun malının
35.200.000, 40.000.000, 51.000.000 ve ya 52.000.000 dirhem üzerinden taksim
edildiği hakkında rivayetler de vardır.[468]
Bu konuyla alakalı olarak İbn Kesîr’in naklettikleri ise şöyledir;
“...Zübeyir zengin bir insandı. Çokça sadaka verirdi. Cemel
savaşı sırasında oğlu Abdullah'a vasiyetini yaptı. Borçlarını ödedikten sonra
mirası varisleri arasında taksim edildi. Dört eşinden her birine 1.200.000'er
dirhem pay düştü. Buna göre mirasçılarına taksim edilen malının toplamı 38.400.000
dirhem oldu. Vasiyet ettiği malının üçte biri ise, 9.200.000 dirhem oldu.
Toplam malı ise, 75.600.000 dirhem tutarındaydı.”[469]
Talha b. Ubeydullah’ın mal
varlığıyla ilgili olarak İb’n Sâ’d’ın eserinde geçen rivayetlerden bazıları ise
şöyledir; “...Talha b. Ubeydullah’ın menkul ve gayr-ı menkul mallarla altın
ve gümüş paradan bıraktığı mirasının tutarı 30.000.000 dirhemdi. Bunun
2.200.000 dirhem ile 200.000 dinarı nakit paraydı. Geriye kalan ise nakit
paranın dışındaki mallardı”. Diğer rivayet ise şöyledir; “ Talha b.
Ubeydullah, her birinin içinde üç kıntar altın bulunan yüz adet torba miras
bıraktı.”[470]
[471]
Yine Talha ve Zübeyr’in mal
varlığıyla ilgili olarak;
“...Ayvam oğlu Zübeyr ticaretten lezzet almış ve
alışveriş içine dalmış ve bu yüzden pek çok zengin olmuştu. Medine, Basra, Kûfe
ve Mısır'da emlâki ve pek çok arazisi vardı. Bin kölesi olup, kendisine haraç
veriyorlardı”, Talha da servet sahibi zengin bir kimseydi. Güzel giyinir ve o
zamana göre süslü gezer, yani yırtık ve yamalı elbise giyinmez ve parmağına
kırmızı yâkutdan yüzük takardı”.
gibi ifadelere rastlıyoruz.
Ayrıca Talha b. Ubeydullah da, Zübeyr b. Avvâm da bulundukları çevrede sevilen
hatta halîfe olmaları istenen kişilerdi.[472]
Neticede Hz. Osman’ın kanını talep meselesiyle başını Hz. Âişe, Talha ve
Zübeyr’in çektiği grup ile Hz. Ali’nin ordusu karşı karşıya gelmiş[473]
ve “Cemel Savaşı” diye isimlendirilen bu savaş neticesinde birçok
Müslüman şehit düşmüştür.[474]
Daha önce de bahsettiğimiz
gibi Hz. Ali halife olunca Hz. Osman’ın atadığı valileri görevlerinden
azletmişti. Muâviye b. Ebû Süfyan’da bu valilerden biriydi ve Hz. Osman’ın da
akrabasıydı. Bu nedenle Muâviye sürekli olarak Hz. Osman’ın kanı meselesini
ileri sürüyor ve Hz. Ali’yi katilleri bulmamakla suçluyordu.[475] Bu amaçla Hz. Ali’ye isyan
başlatması Hz. Ali’nin de isyanı bastırmaya çalışması “Sıffin” denilen savaşa
neden oldu ve yine pek çok Müslüman öldü.[476]
O güne kadar kısmen de olsa birlik ve beraberlik içinde olan Müslümanlar o
günden sonra çeşitli dini ve siyasi gruplara ayrıldılar. Sonuçta Hz. Osman’ın
şehid edilmesiyle başlayan süreç, Hz. Ali döneminde önemli karışıklıkların
çıkmasına neden olmuş, dolayısıyla bu karışıklıklar sebebiyle cizye ve haraç
gelirlerinde azalmalar meydana gelmiştir. Örneğin “Sıffin savaşı sebebiyle
Horasan civarındaki Farslıların cizye ödemeyi kesmesi nedeniyle Hz. Ali savaş
sonrasında ordu hazırlayıp bölgeye göndermek zorunda kalmıştır.”[477] Bu dönemde Müslüman kanının
dökülmesine kadar varan bu ihtilaflar, siyasi ve itikâdi mezheplerin oluşumuna
etki ederek sonraki dönemlerde Haricilik, Şia, Mutezile ve Ehl-i Sünnet gibi
ekollerin oluşumuna neden olmuştur.[478]
Yaşanan bu gelişmeler; birçok dini kavramların oluşumuna, büyük günah ve kader
gibi meselelerin ortaya çıkmasına, siyasi ve ideolojik bir takım yaklaşımların
meydana gelmesine de etkide bulunmuştur.[479]
Bunların yanı sıra fetih
hareketleriyle meydana gelen zenginleşmenin neticelerinden biri olan kölelik
müessesesinin de genelde Râşid Halîfeler özelde ise Hz. Osman ve Hz. Ali dönemi
iç olaylarında etkili olmuşlardır.[480] Celûlâ fethi günü birçok
cariye ele geçiren Hz. Ömer’in; “ ... Allah’ım! Celûlâ’da ele geçirilen
cariyelerin çocuklarının şerrinden sana sığınırım” demesi ve bu çocukların
Sıffîn Savaşına yetişmesi[481]
bu kâbildendir. Hz. Ömer’i yaralayıp ölmesine neden olan kişinin de bir köle
olması ve Hz. Ömer’in hasta yatağında; “Benim ölümümü Müslüman olduğunu
iddia eden birinin eline vermeyen Allah'a hamdolsun” demesi de[482]
ayrıca dikkat çekicidir.
Râşid Halîfeler döneminde
meydana gelen ekonomik değişme ve gelişmeler söz konusu toplumda sosyal,
siyâsal, kültürel ve daha birçok alanda gelişmelere neden olduğu gibi dinî
anlamda da bir takım olaylara neden olmuştur. Özellikle Hz. Osman döneminde gün
yüzüne çıkan bu olaylar daha çok zekâtı verilmeksizin mal yığmaya, gereksiz
harcamalara ve lükse karşı durmak şeklinde kendini göstermiştir.
Ebû Zer
Hareketi
Hülefâ-i Raşidîn döneminde
özellikle de Hz. Osma’ın hilâfeti yıllarında fetihlerin de etkisiyle giderek
artan mal-mülk edinme yarışına ve lükse karşı birtakım sesler yükseldiğinden
bahsettik. Mevcut dönemde meydana gelen bu zenginliğin rüzgarına kapılan bir
çok Müslüman olduğu gibi mümkün mertebe Hz. Peygamber dönemindeki gibi sade ve
tevazulu bir şekilde yaşamayı sürdüren bazı sahabeler de çıkmıştır.
Örneğin bu
dönemde Hz. Osman'ın Kûfe valisi Saîd ile hazinedarı İbn Me’sud arasında
cereyan eden şu olay ekonomik değişmenin mevcut toplumdaki dîni etkilerini
göstermesi bakımından önemlidir. Said, İbn Mes'ud'dan beytülmal’den olmak üzere ödünç para almış ve bu
parayı zamanında ödememiştir. Bunun üzerine İbn Mes'ud’un borcunu
ödemesi için Said’i sıkıştırması ve Said’in de İbn Mes'ud'u halifeye şikayet
etmesi üzerine Halife İbn Mes'ud'a bir mektup göndererek:
"Unutma ki sen bizim hazine görevlimizsin. Said'i aldığı paradan dolayı sıkıştırma."
demiştir. Bunun üzerine İbn Mes’ud istifa ederek;
"Ben Müslümanların hazinedarı
olduğumu sanıyordum. Fakat meğerse sizin hazine görevlinizmişim, o
takdirde benim buna ihtiyacım yoktur” sözleriyle tepkisini dile
getirmiştir.[483]
Yine Hz. Osman döneminde Ubâde
b. Sâmit ile Muâviye’nin arası Ubâde b. Sâmit’in faizle yapılan alışverişe
karşı fetvası ile açılmış ve Muâviye Hz. Osman'a bir mektup yazarak Ubâdeyi
şikayet etmiştir. Bunun üzerine Hz. Osman Ubâdeyi yanına çağırarak;
"Ey Ubâde, benimle senin
aranda ne var?" demiş ve Ubâde de;
"Ben Hz. Peygamber’i
benim vefatımdan sonra devlet işlerinizi, sizin kötü bildiklerinizi size iyi
yapacak, iyiliklerinizi de da kötü sayacak bir kısım kimseler yöneteceklerdir.
Allah'a isyan eden kimseye itaat etmek yoktur. Rabbinize mazeret
uydurmayın."" buyurduğunu işittim diyerek tepkisini dile
getirmiştir.[484]
[485]
Hz. Osman’ın halifeliğinde müsteşarlık ve hac
emirliği görevlerine devam eden Abdurrahman b. Avf da, bu konuda halifeye zaman
zaman çeşitli 489 ikazlarda
bulunmuştur.
Bu gibi örnekler fazla olmakla
birlikte biz bu konuda özellikle dönemin sembol ismi haline gelen Ebû Zer
Gıfârî’den bahsetmek istiyoruz.[486] Özellikle Hz. Osman döneminde aşrı lükse ve israfa karşı
itirazlarda bulunan seslerden biri, belki de en önemlisi ünlü sahabi Ebû Zer
Gıfâri’nin sesidir. Çünkü O, Hz. Osman döneminde ganîmetler sayesinde
insanların fazlaca zenginleşmesi, mülk edinme çabası, zengin bir sınıfın
oluşması gibi hâdiseler karşısında en fazla eleştiri yapan ve bu konuda asla
taviz vermeyen bir kimseydi. Servet biriktirme ve onu Allah yolunda infak
etmeme konusundaki görüş ve mücadelesiyle tanınan sahâbî olan Ebû Zer, dönemin
fetih hareketlerine katılmış ve Suriye’de olduğu dönemlerde Muâviye’nin bazı
harcamalarını ve Müslümanların ihtiyaç fazlasını infak etmeyip biriktirmelerine
şiddetle karşı çıkmıştır. O’nun bu görüşleri özellikle yönetime muhalif kişiler
ile fakir halk arasında rağbet görerek bir hareketin başlamasına sebep olmuştur.
“Ebû Zerr’in ilk defa tartışma sahnesine çıkması
ve zamanın idarecilerine itirazlar yöneltmesi devlet hazinesinin sarfı
meselesinden kaynaklanmış ve tartışmalar bu konu ile başlamıştır.[487] [488]
Hz. Osman’ın, Ebû Zer’in de hazır bulunduğu bir şûrâ toplantısında; “Devlet
başkanı hazineden borç para alsa, onu gerektiği yerler için harcasa ve sonra
geri ödese, bunda bir sakınca var mıdır? diye bir soru gündeme getirmesi ve
Kâb b. Ahbar’ın da bu soruya olumlu yanıt vermesi[489] olayları
karmaşık bir hale getirmiştir. Bu sorunun ilk defa Hz. Osman döneminde gündeme
gelmesi ise“...Hazine borçlanmalarının Hz. Osman döneminde ciddi artış
göstermesi ve hazineden borçlananların genellikle halifenin yakınları olması”[490]
dolayısıyladır.
Bu arada Ebu Zer’in;
“Ey zenginler! Altını ve gümüşü biriktirip de Allah
yolunda harcamayanların cehennem ateşinde yanacaklarına dair haberler vardır.
Onların yüzleri, önleri ve sırtları ateşten demirlerle dağlanacaktır”[491]
“Ey zenginler! Yardımlarda bulunarak fakirlerin sıkıntılarını bölüşünüz. Altın
ve gümüş toplayıp da Allah yolunda harcamayanların alınlarına ve sağ
taraflarına ve arkalarına ateşten damgalar vurulacağını söyleyiniz, onları
korkutunuz...”
gibi söylemleri fakirlerin
harekete geçmesine ve zenginlerin bu durumdan rahatsız olmasına yol açmış[492] ve neticede yaşanan bu
olaylar Şam valisi Muâviye’nin kulağına kadar gitmiştir. Bu zenginleşen kesimin
içinde Muâviye de olduğundan[493] Ebû Zer’in halkı kışkırtması
hiç hoşuna gitmemişti. Nihayetinde durumdan endişelen Muâviye, durumu Hz.
Osman’a izah etmiş ve Hz. Osman’da Ebû Zer’in Medine’ye gelmesini istemiştir.
Ebû Zer, Hz. Osman’ın yanına vardığında Hz. Osman’ın ona “ Ey Ebu Zer! Benim düşüncem
şudur ki Allah’ın hakkını Müslümanlardan alayım. Ama malınızı saklamayın ve
zorla sadaka verin demek bana vacip değildir” demesi üzerine Ebu Zer’in; Bu sana vaciptir. Ben Peygamber
den şöyle işittim; “ Ben güzel ahlakı tamamlamakla emrolundum” Bu ahlak
güzelliğidir. işte bu, sadaka vermek, yoksullara bakmaktır. Bunların da hepsi
dindendir. Sana bunu buyurmak gerekir ki sadaka versinler” demesi ve Ebu Zer’in orada
bulunan bir kişiyle tartışıp onu yaralaması bardağı taşıran son damla olmuş ve
Ebû Zer Rebeze’ye[494]
gitmek üzere Medine’den ayrılmıştır.[495]
Başka bir rivayete göre Ebû Zer Hz. Osman’a; “ Bana izin ver ki bu halkın
arasından çıkıp gideyim. Çünkü ben bu zamane halkı ile yaşayamam” demesinin
üzerine Hz. Osman da; “Nereye gitmek istersin” diye sormuş ve Ebu Zer de
Rebeze’ye gitmek istediğini söylemiştir.[496]
Az sayıdaki rivayete göre Ebu
Zer’in başlattığı bu akım İslâm’ı içten yıkma amacı taşıyan Yahudi asıllı
Abdullah b. Sebe’nin de işine gelmiş, bir taraftan Abdullah b. Sebe’nin yıkıcı
ve bölücü faaliyetleri [497], bir yandan da Ebû Zer’in
itirazı ülkeyi içinden çıkılması zor bir karışıklığa sürüklemiştir. Fakat bu
rivayetin sadece Seyf b. Ömer kanalıyla gelmesi ve Ebû Zer’in İbn Sebe’yi hiç
görmemiş olma ihtimali[498] gibi durumlardan dolayı
rivayetin zayıf olması kuvvetle muhtemeldir.[499]
Kaldı ki Ebû Zer gibi bir şahsiyetin İbn Sebe gibi bir şahsiyetle anılması bile
büyük bir talihsizliktir.
Ebû Zer, insanların Hz.
Peygamber ve ilk iki halife dönemlerindeki kanaatkar, mütevazi ve takvalı yaşam
şeklini unutmamalarını arzu ediyordu. Fakat bu konuda her insandan aynı
duyarlılığı beklemek yanlış olacaktır. Çünkü insandaki bu zenginleşme duygusu,
mala ve rahata olan düşkünlük fıtridir. Ahmet Cevdet Paşa’nın bu husustaki
ifadeleri dikkat çekicidir;
“Ebû Zer, son derece
zühd ve takva yoluna gider ve halkı da sert bir dille böyle güç işlere
yöneltirdi. Oysaki Hz. Ömer samanında çıkan sürekli fetihler ve ticaret sebeplerinin
ilerlemesiyle İslam milleti, birdenbire çok servet sahibi olup zenginleşti. Hz.
Osman zamanında devlet gelirleri çoğaldı. Deniz ticaret yolu da açıldı. Pek çok
ganimetler alındı. Halk da tabiatıyla nimetlere ve rahatlığa meyletti. Böylece
meydana gelen servet ve medeniyetin tabiî hâllerinden olduğu üzere, günden güne
servet sahipleri çoğalmakta ve Ebû Zer'in aradığı takva ve kanaat sahipleri
azalmaktaydı”.[500]
Arapların fethettikleri
ülkeler bünyesinde birçok farklı millete dolayısıyla birçok farklı kültüre
sahip insanları barındırıyordu. Dolayısıyla Arapların bu memleketleri
fethetmeleri “Araplarla memleketleri fethedilen milletlerin kanunlarının,
fikir, düşünce, kültür ve dini inançlarının birbirine karışmasına sebep oldu”.[501]
Her dönemde olduğu gibi
Hülefâ-i Râşidîn döneminde de sosyal, kültürel ve ekonomik etkileşimin meydana
geldiği yerleşim yerleri olmaları nedeniyle büyük önem arzeden şehirler
kurulurken belli başlı bazı özelliklere dikkat edilmiş ve bazı gayeler
gözetilerek bu şehirler kurulmuştur. Hz. Ömer halife olunca Hz peygamberin
vefatından sonra büyük bir hızla ilerleyen İslam fetihlerinin sürekliliğini
sağlamak ve bu fetihleri daha kolay hale getirebilmek için Arapların mizacına
uygun, Arap yarımadasından ayrılmayacak şehirler kurulmasını emretmiş[502] ve bu amaçla adına “emsâr”
denen[503] Basra, Kûfe, Fustât gibi
askeri şehirler kurulmuştur.
Bu dönemde oluşturulan
şehirler; fetihleri kolaylaştırabilmek, fethedilen yerleri elde tutabilmek,
İslâmiyeti yayabilmek, vergi ve ganimetleri toplayabilmek yanında, yeni dinin
gereklerinin eksiksiz bir şekilde yaşanabilmesi ve yeni muhataplara
öğretilebilmesi[504]
gibi birçok fonksiyonu yerine getirmişlerdir. Söz konusu dönemde birtakım
askerî amaçlarla kurulan ordugâh şehirleri başarılı fetihlerin en önemli
âmillerindendir. Örneğin Basra, bu civardaki fetih hareketlerini daha kolay
gerçekleştirebilmek için[505], Fustât ise Şam fetihlerinin
tamamlanması için önem taşıyan Mısır’ın fethini kolaylaştırmak için
kurulmuştur.[506]
Müslümanların yeni kurdukları
bu şehirler hangi kültüre ait olursa olsun zamanla kendiliğinden Medine şehir
modeline benzemiştir.[507] Kurulan bu ilk şehirler daha
önce de bahsettiğimiz gibi öncelikli olarak askerî bir üs olarak kurulmakla
birlikte transit yollar üzerine kurulduğu için ticaret noktaları ve dini
yayılış merkezleri durumuna gelmişlerdir.[508]
İktisâdi faaliyetlerin önemi Kûfe ve Fustât gibi şehirlerin planında da kendini
göstermiştir. Bu şehirler üç kısımdan oluşmuştur. “Birinci kısım ana
mescittir ve burası sosyo-politik bir merkezdir. İkincisi Daru'l-imâra denilen
yönetim merkezidir. Üçüncüsü ise çarşıdır, iktisâdi bir merkezdir ve şehrin
merkezinde caminin yanında inşa edilmiştir”.[509]
dönemde pazar, ticarî
faaliyetlerin yanı sıra ilmî tartışmaların yapıldığı, şiir ve mûsiki
faaliyetlerinin yürütüldüğü bir kültür merkezi durumundaydı.[510] Daha sonraki dönemlerde
ortaya çıkacak olan nahiv, fıkıh ve hadis gibi temel İslâmi ilimlerin temeli bu
şehirlerde atılmıştır. Örneğin nahiv ilmi Kûfe’de doğmuş, Ebu’l Esved ed-Düveli,
nahvin ilk esaslarını burada belirlemiştir. Hanefî fıkhının temelleri de burada
atılmıştır.[511] Bunun yanı sıra bu şehirler
İslam dinin gelişmesi ve yayılmasında da büyük rol oynamışlardır. Yani “İslam
’ın gelişmesi ve yayılması, olağanüstü bir şehirleşmenin paralelinde
gelişmiştir”.[512]
Bu şehirlerin diğer bir önemi
de kozmopolit yapısı nedeniyle ilk devir İslam tarihinde birçok siyasî olaya
sahne olmuş olmalarıdır.[513]
[514]
Bunun yanı sıra bu şehirler Hz. Peygamber’in risâletiyle tam olarak yok
olmasa da eski etkisini yitirmeye başlayan Arap taassubunun yeniden gün yüzüne
çıkmasına neden olmuştur; “...Kabilecilik taassubu gitgide yaşamakta
oldukları şehirler için asabiyet ve taassup gösterme şeklini aldı. Kûfe’nin
Arabı ile onların azatlıları Kûfe için, Basra’nın Arabı ile onların azatlıları
ise 518
Basra için asabiyet ve
taassup gösterirlerdi .
Ayrıca öncelikle askeri amaçla
kurulan bu şehirler daha sonraları içinde bulundurdukları câmii, hamam, mescid,
mezarlık, cadde ve sokak gibi unsurlarıyla dönemin mîmârî gelişimine katkı
sağlarken ilmî faaliyetlerin gelişim gösterdiği alanlar olmaları bakımından
büyük öneme sahiptirler. Özellikle Kûfe ve Basra fıkıh, kelam, Kur’an ve hadis
gibi temel İslâmi ilimlerin gelişimine ev sahipliği yapmış olan dönemin önemli
şehirlerindendir.[515]
İran ve Hindistan'dan
gelebilecek deniz akınlarına karşı emniyeti sağlamak için[516]Bağdat’ın
güneydoğusunda, Dicle ile Fırat nehirlerinin birleştiği noktanın 50 km.
güneybatısında Hz. Ömer döneminde kurulan bir şehirdir.[517]
Basra; Keldânîler zamanında Teredon, Sâsânîler devrinde Vehiştâbâd
Erdeşir diye bilinen şehrin Arapların Huraybe dediği harabeleri
üzerinde [518] Utbe b. Gazvan tarafından
kurulmuştur.[519] [520]
Bu bölge o 524 zamanlar
siyah çakıl ve kayalarla dolu bir bölge olduğundan Basra diye adlandırılmıştır.
Basralılar şehirlerinin
Kûfe’den daha önce kurulduğunu söylerken Kûfeliler Basra’nın Sa‘d b. Ebû
Vakkas’ın yardımcılarından biri tarafından daha sonraki tarihlerde kurulduğunu
iddia ederler.[521]
Şehir, Utbe b. Gazvan’ın Hz.
Ömer’e Basra civarındaki fetih hareketlerini daha kolay gerçekleştirebilmek
için bu bölgede ikamet edecekleri bir yere ihtiyaç olduğunu bir mektupla
bildirmesi üzerine kurulmuştur. Hz. Ömer; “... Sen arkadaşlarını bir yerde
topla; bu yer suya ve otlak yerlere yakın olsun” diyerek Basra’nın
kurulmasını emretmiş, bunun üzerine Utbe b. Gazvan halkı bu bölgeye
yerleştirmiş, kamıştan bir camii ve evler yapılmıştır.[522]
Bölgenin ilk camiisi olan Basra Ulu Camiini de Utbe b. Gazvan’nın emriyle
Mihcen b. El-Edra'a tasarlamış ve inşâ etmiştir.[523]
Bu bölge fethedilince Nâfi b. Hâris b. Kelede’nin Hz. Ömer’e; “... Ey
müminlerin emîri! Basra’da bir arazi edinip ticaret yapmıştım. Utbe b. Gazvan’a
bana bu konuda güzel muamele etmesini yaz ” demesi üzerine Utbe, Basra’da
onun için bir yer belirlemiş ve buraya yerleşen ilk kişi o olmuştur.[524]
Güney Irak’ta Hz. Ömer’in
emriyle Sa‘d b. Ebî Vakkas tarafından[525]
kurulan bir şehirdir.[526] Medain fethedildiği zaman Sâd
b. Ebû Vakkas’ ın Medâin’in ikliminin Arapların mizacına uygun olmadığını
söylemesi üzerine Hz Ömer, Medine ile arasında deniz olmayan ve Arap mizacına
uygun bir yere şehir kurulmasını emretmiştir.[527]
Sâ’d öncelikli olarak Enbar’a gitmiş fakat çok sinek bulunduğu için oradan
vazgeçmiştir.[528] [529]
Bunun üzerine en uygun yer olarak Kûfe mevkîsi seçilerek şehir buraya
kurulmuş ve camisi inşa edilmiştir. Cami aynı anda içinde kırk bin kişinin
namaz kılacağı büyüklükte 533
yapılmıştır.
Arap kabilelerine ayrı ayrı
mahalleler tahsis edilerek, ana caddeler kırk, ikinci caddeler otuz, üçüncü
caddeler yirmi, tali yollarda yedi kol boyu eninde yapılmıştır.[530] Kûfe’nin kuruluşu sırasında
aileler kendilerine ayrılan alana çadır kurmuş veya kamıştan evler
yapmışlardır. Bir süre sonra yangın gibi sebeplerden dolayı bu evlerin yerine
kerpiçten ve tuğladan evler inşa edilmiştir.[531]
Hz. Ömer zamanında Mısır’ı
fetheden Amr b. el- Âs tarafından eski Babilon civarında kurulmuş olan,
bölgedeki ilk İslam şehridir.[532] Şehrin sınırları doğuda
Mukattam dağı, batıda ise Nil nehridir.[533]
Eski ismi Elyûne olan şehre[534] Fustât denilmesinin sebebi,
Amr b. As'ın çadırını bu bölgeye kurmuş olmasından ve insanların o çadırın
çevresinde binalar kurmasından dolayıdır. Çünkü çadır kelimesinin Arapça
karşılığı Fustât'tır.[535] Şehir, Mısır’ın merkezinde
yer alması nedeniyle hem düşman saldırılarından korunmak, hem de ülkenin diğer
şehirlerine asker sevk edebilmek için kurulmuştur.[536]
Bu şehir de Kûfe ve Basra gibi
belirli bir plana göre kurulmamış fakat zamanla sürekli bir yerleşim merkezine
dönüşmüştür.[537] Şehir yirmi mahalleye
ayrılmıştı. Mahallelere hıtat adı verilmişti.[538]
Şehirde Amr b. el-Âs Camii ve idare binası ile askerler için kabilelerine göre
ayrılmış semtler bulunuyordu.[539]
Müslümanların Mısır'daki
güçleri arttıkça Fustat'ın imar ve bayındırlığı da artmıştır. Çok abartılı
olmakla birlikte bazı tarihçilerin bu şehrin Râşid Halîfeler’den sonraki
dönemlerdeki gelişmişliğini göstermek amacıyla içinde 26 bin mescid, 8 bin
cadde ve sokak, 1170 hamam bulunduğunu söylemeleri bile şehrin oldukça gelişmiş
olduğu hakkında ipuçları vermektedir.[540]
Hz. Peygamberin sünneti olan
ilmi faaliyetler Hulefâ-i Râşidîn dönemlerinde de büyük bir titizlikle devam
ettirilmiştir. Hz Peygamber hayattayken Arap yarımadasındaki bazı bölgelere ve
fetihten sonra Mekke’ye dini tebliğ etmek amaçlı bazı sahabeler göndermişti.
Onun bu uygulaması Râşid Halîfeler zamanında da devam ettirilmiştir.[541]
Hz. Peygamber'in vefatından
sonra, Hz. Ebûbekir'le başlayan bu dönemde de diğer birçok alanda olduğu gibi
eğitim uygulaması da aynen devam etmiştir. Başta, Hz. Peygamber'in Medîne'deki
mescidi olmak üzere, kurulan bütün mescid ve câmiler eğitim ve öğretimle ilgili
rollerini canlı bir şekilde devam ettirmişlerdir.[542]
İslam’ın, yeni fethedilen
ülkelerin halkına öğretilmesi için Hz. Ebu Bekir döneminde buralara muallimler
gönderilmiş ve Medine‘ye de öğrenciler kabul edilmiştir. Kuran-ı Kerim ve
sünnetin ön planda tutulduğu Hz. Peygamberin bıraktığı sistem Hz. Ebû Bekir
tarafından muhafaza edilmiş ve uygulanmıştır.[543]Özellikle
fetihlerin ardından merkezî şehirlere yerleşen Müslümanların sayısının
artmasıyla mescidlerin sayısı da artmıştır. Hz. Ömer zamanından itibaren önemli
merkezler başta olmak üzere, bütün yerleşim birimlerinde mescidler inşa
edilmiştir.[544] Müslümanlar yeni bir yerleşim
yeri kurduklarında ilk yaptıkları iş oraya bir mescid inşa etmek olmuştur.[545] Kimi zaman yeni mescidler
inşa edilirken kimi zaman da fethedilen bölgelerdeki kiliseler mescide
çevrilmiştir.[546] Bunun yanı sıra Hz. Ömer
fethedilen bölgelerde Cuma namazının kılınabilmesi için ortak bir mescid ve her
mahallede değişik kabilelere ait mescidler inşa edilmesini emretmiştir.[547]
İlk İslâmî fetihlerin ardından
çok sayıda sahâbe İslâm’ı tebliğ etmek için Medine’den ayrılarak değişik
şehirlere yerleşmişler ve inşa edilen bu mescitlerde ilmi faaliyetlerde
bulunmuşlardır. Bu sahabelerin sayısı çok olmakla birlikte Ebû Mûsa[548], Ebu’d Derdâ[549], Abdullah b. Mes’ûd[550], Muâz b. Cebel [551], Ubâde b. Sâmit[552] gibi sahabeler bu konuda öne
çıkmışlardır. Bu sahabelerden Ubâde Hums’da, Ebu’d Derdâ Şam’da, Muâz b. Cebel
Filistin’de[553], Abdullah b. Mes’ud Kûfe’de[554], Ebû Mûsa ise Irak’ta[555], Abdullah b. Amr b. El- As
Mısır’da[556] tebliğ faaliyetlerinde
bulunmuşlardır. Hz. Ömer Kûfe’ye Abdullah b. Mesûd'u gönderirken; “Ben onu
size öğretmen ve vezir olarak gönderiyorum, onun hakkında sizi kendime tercih ettim,
ondan ilim öğreniniz’” demiştir.[557]
Abdullah b. Mes’ûd’un Kûfe’deki çalışmaları ile daha sonraki dönemde meydana
gelecek Kûfe’deki tefsir, hadis, fıkıh, gramer ve kıraat ekollerinin temelini
oluşturmuştur.[558] Yine Yezid b. Ebû Sufyân Hz.
Ömer’e; “Şam halkı kendilerine Kur'ân ve din öğretecek bilginlere
muhtaçtırlar”” deyince Hz. Ömer onlara Muâz bin Cebel ile Ebu’d Derda'yı
göndermiştir.[559] [560]
Özellikle Hz. Ömer döneminde
fethedilen her yere mescid yapılmasıyla birlikte ilmi faaliyetler ve bilhassa
Kur’ân öğretimi oldukça önemli hale gelmiştir. Hz. Ömer Müslümanlara; “Kur’ân’la
meşgul olun. Çünkü Kur’ân Allah kelamıdır” derdi. Onun Ebu Musa’yı Irak'a
gönderirken; “ Sen öyle bir milletin yanına gidiyorsun ki, onların
mescitlerinde arı vızıltısı gibi Kur’ân okuma sesleri duyulur. Onları kendi
hallerine bırak. Kur’ân okusunlar, onları hadislerle meşgul etme. Bu hususta
ben de sana yardımcı olurum”56 dediği de rivayet edilir. Ayrıca
Hz. Ömer Kur’an öğrenimini artırmak için
Kur’an öğrenen çocuklara hür
veya köle ayrımı yapmadan beytülmalden ücret tahsis 565
etmiştir.56
Fakat bu dönemde sahâbelerin
ilmî faaliyetleri sadece Kur’ân öğretimiyle sınırlı değildi. Kur’ân’ın yanı
sıra hadis ve fıkıh gibi temel İslâmî ilimlerde de önemli ilerlemeler
kaydedildi. Hadis ilmiyle alakalı olarak bu konuda bütün halîfeler büyük bir
titizlik göstermekle birlikte Hz. Ömer işi daha da sıkı tutarak ashabtan iyi
bilenler hariç hadis rivayetini yasakladı. Hadis çalışmalarıyla alakalı olarak
Abdullah b. Mes’ûd’u Kûfe’ye, Ma’kal b. Yesar, Abdullah b. Mağfel ve İmran b.
Husayn’ı Basra'ya, Ubâde b. Sâmit ve Ebu’d Derda’yı Suriye'ye gönderdi.[561] [562]
Abdullah b. Amr b. Âs’da bu amaçla Mısır’a gönderilmiş sahabelerdendir. O, Hz.
Peygamber’den en çok hadis rivayet edenlerden biri olup, duyduğu hadisleri
yazıyla da kaydetmiştir.[563]
Yine fıkıh alanında sahabeler
çeşitli fıkhî konularda tartışırken Muâz b. Cebel de fıkıh bilgisiyle insanları
aydınlatmıştır.[564] Muaz b. Cebel, sahabeler
arasında helal ve haramı en iyi bilen kimseydi. Rasûlullah (s.a.v.), onu Yemen'e
gönderdiğinde ona, “ Orada ne ile hükmedeceksin ” diye sormuş, o da “ Allah’ın
kitabıyla” cevabını vermişti.[565]
[566] [567]
Yine Hz. Ömer’in Câbiye’de verdiği nutuk da birçok fıkhî konunun açıklığa
kavuşturulması 570
açısından
önem teşkil etmiştir.
Hz. Ali de
diğer halifeler gibi eğitim ve öğretim faaliyetlerine fazlaca önem vermiştir.
O, bu amaçla hem kendisi ders vermiş hem de birçok muallim tayin ederek tebliğ
faaliyetlerine katkıda bulunmuştur. Örneğin Hz. Ali’nin başkentte açmış olduğu
okula muallim olarak görevlendirdiği Ebu’l Esved Duelî, Arapça grameri,
Abdurrahman Sülemi ise Kur‘an dersleri vermişlerdir. Kendiside halka Kur‘an,
hadis ve fıkıh dersleri • 571
vermiştir.
Bu dönemde sahabelerin üstün
gayretiyle özellikle Mekke, Medine, Basra, Kûfe, Dimeşk ve Fustât önemli ilim
merkezleri haline gelmişlerdir.[568] Özellikle Basra ve Kûfe’de
nahiv, fıkıh, dini mezhepler ve kelâm ilmi alanında büyük ilerlemeler
kaydedilmiştir.[569]
Daha önce de belirttiğimiz
gibi bu dönemde pek çok yeni şehir kurulmuştur. Özellikle ilk etapta askerî
amaçla kurulan bu şehirler zamanla birer ilim ve kültür merkezi haline
gelmişler, sanat ve mimari açısandan önem teşkil etmişlerdir.
Müslümanlar fethettiklere bir
bölgeye ya da yeni kurdukları şehirlere öncelikli olarak mescid inşa etmeye
özellikle özen göstermişlerdir. Basra’da kurulan ilk mescid olan Basra camii
Utbe b. Gazvan şehri kurduktan sonra h. 14/ m. 636 yılında Dehnâ denilen yere
inşa edilmiş, daha sonra ise bu camiin yanına hapishane, vali konağı ve divan yaptırılmıştır.573
[570] İlk etapta sade bir şekilde
inşa edilen bu mescid h. 17/ m. 638 yılında Ebû Mûsa el- Eş’arî’nin Basra
valisi olmasıyla daha sağlam ve geniş olarak yeniden inşa edilmiştir.[571] Kûfe mescidi ise
bu şehrin kurulmasının hemen ardından inşa edilmiştir. Sâd b. Ebî Vakkas bu
şehri kurunca şehrin camiini yüksek bir yere kurulmasını istemiş, kabileler
için ok çektirmiş ve oku önce çıkan kabileyi daha iyi olan sol tarafa diğerini
ise sağ tarafa yerleştirmiştir. Bu cami daha sonraki dönemlerde el-Muğire b.
Şu’be tarafından genişletilmiştir.[572]
Amr b. As’ın emriyle h. 21/ m. 642 yılında Fustât’da kurulan Amr b. Âs camii
ise[573] toplam 6 kapısı bulunduğu
halde[574] yaklaşık 30 metre
genişliğinde ve 50 metre uzunluğunda inşa edilmiştir.[575]
Hülefâ-i Râşidîn döneminde kurulan
ilk şehirlere bakıldığında mescidlerin hemen yanına kurulan Dârü’l-imâre’ler de
büyük önem teşkil eder. Hükümet konağı demek olan Dârü’l- imâre[576] kavramının Hz. Ömer zamanında
kullanılmaya başladığını görüyoruz.[577]
Kûfe’de Sâd b. Ebî Vakkâs tarafından kurulan hükümet konağı[578]
Basra şehrinde ilk olarak Utbe b. Gazvan tarafından kurulmuş ve daha sonra Ebû
Mûsa el-Eş’âri tarafından kerpiç ve çamur malzemesiyle yeniden inşa edilmiştir.[579]
Bu dönemde
hamam kültürü de büyük oranda gelişmiştir. Müslümanlar fetihlerle beraber su ve
hamam kültürüyle karşılaşmışlar ve İslam’ın temizlik anlayışının da etkisiyle
hamam, müslümanların
yaşadıkları şehirlerin vazgeçilmez bir unsuru olmuştur. [580]Abdullah
b. Osman b. Ebi’l-Âs es-Sakafî’nin hamamı ve Müslim b. Ebi Bekre’nin hamamı
Basra’da inşa edilen ilk hamamlardır.[581]
Yine Hammâm-ı A’yen ve Hammâm-ı Ömer[582]
Kûfe’de inşa edilen hamamlardan bazılarıdır.
İçme suyu temin etmek ve
sulama faaliyetleri için kazılan kanalları da mimari değişimler içinde
değerlendirebiliriz. Bu anlamda daha önce de bahsettiğimiz gibi pek çok kanal
açılmıştır. Bu dönemde Basra’ya su getirmek amacıyla açılan Ebû Mûsâ ve Ma‘kıl
kanalları ile Kûfe’ye su getirmek için Sa‘d b. Ömer tarafından açılma
çalışmaları başlatılan Sa‘d Kanalı ve Medine’ye yiyecek-içecek ulaştırmayı
mümkün kılan ve Amr b. Âs’ın girişimleriyle tekrar açılan Halîcü
emîri’l-mü’minîn kanalından bahsedilebilir.[583]
Yine Sâd Kanalı[584] ve Emîr’ül- Mü’minîn Kanalı
da[585] Hülefâ-i Râşidîn döneminde
açılan kanallar arasında zikredilebilir.
Müslümanlar Hz. Ömer’den sonra
Medine’nin dış dünya ile ilişkilerinin daha sıklaşması nedeniyle mimarî yapıda
da komşu ülkelerden etkilenmişlerdir. “...Fethedilen Bizans ve Iran
topraklarında karşılaşılan seviyesi yüksek mimari karşısında hissedilen
duygular onları mimaride atılım yapmaya, Bizans ve İran mimarisiyle yarışa sevk
etmiştir”.[586]
İsrafın İslam dini tarafından
hoş karşılanmaması özellikle Hz. Ömer dönemindeki mimaride etkili olmuş ve lüks
yapılar yapılmasına halife tarafından karşı çıkılmıştır. Fakat ekonomik ve toplumsal
yapıdaki değişmeye paralel olarak özellikle Hz. Osman ve ondan sonraki
dönemlerde saraylar ve büyük malikâneler inşa edilmeye başlanmıştır.[587] [588]
“.Müslümanların bilgileri, becerileri ve ekonomik durumlarının
gelişmesine paralel olarak evlerin mimarî yapılarında da değişmeler olmuş,
özellikle Hz. Ömer’in ölümünden sonra yüksek binalar yapılmaya başlanmıştır”.
Ayrıca cahiliye döneminden Hz. Ömer dönemi sonuna kadar ev mimarisinde kapı
yerine geçen örtüler bu dönemden sonra yerini 592
kapı koyma geleneğine
bırakmıştır.
Bu dönemde mimaride kullanılan
yapı malzemeleri de değişikliğe uğramıştır. Eski yapı malzemelerinin yerini
kiremit, çeşitli taş ve ağaçlarlar almış, binalarda alçı malzemesi kullanılmaya
başlanmıştır.[589] Örneğin Hz. Osman mescidi
genişletme çalışmalarında boya malzemesi olarak kireç kullanmıştır. “Hz.
Osman, mescidi nakışlı taşlarla ördürdü. Sütunlarını taştan, tavanını da
ağaçtan yaptırdı. Uzunluğu yüz altmış zira (takriben 96m) eni de yüz elli
zira’ya (90 m) çıkarıldı. [590]Yine dönemin ilerleyen
yıllarında iktisâdi gelişmeye paralel olarak evlerin duvarlarını renkli
kumaşlarla kaplamak kadınlar arasında revaç bulmuştur.[591]
Bu bilgilerden anlaşıldığına
göre Müslümanlar kültürel ve iktisâdi açıdan güçlenmelerinin bir sonucu olarak
mimarî yapılarını hem kendi kültürlerinden hem de başka kültürlerin mimarlık
anlayışlarından etkilenerek değiştirmişlerdir.[592]
Hz. Peygamber ile temelleri
atılan İslam devleti idari, İktisâdi, içtimâi ve daha birçok alanda ancak Râşid
Halîfeler döneminde tam anlamıyla teşekkül edebilmiştir. Yaklaşık otuz yıl
kadar süren kısa bir dönemde yaşanan maddi değişim, dönemin ekonomik hayatını
etkilediği kadar sosyal, siyâsal ve kültürel hayatını da büyük oranda etkisi
altına almıştır. İnsanların oturduğu evden, giydiği kıyafetine; yediği
yemekten, eğlence hayatına kadar pek çok şeyini etkileyen bu değişim, söz
konusu dönemdeki bireylerin siyâsi ve fikrî yapısına da büyük oranda etki
etmiştir.
Daha çok Hz. Peygamber’in
hicretiyle başlayan devletin kurumsallaşma süreci, Hz. Ebubekir’in fetih
hareketleriyle devam etmiş ve özellikle Hz. Ömer döneminde zirveye ulaşmıştır.
Hulefâ-i Râşidîn dönemi boyunca süren fetih hareketleri İslam coğrafyasında
ekonomik, fizîkî, etnik, dînî, sosyal ve kültürel birçok değişikliğe yol
açmıştır. Sadece askeri bir harekât gibi görülmemesi gereken bu fetihler,
sonuçları itibariyle pek çok alana etki etmiştir. Özellikle Hz. Ömer döneminde
fetihler artarak devam etmiş, çeşitli din, dil ve ırka mensup topluluklar islam
toplumu içerisine dâhil olmuştur. Nüfusun ve gelirlerin çoğalması eskiden
mevcut olan bazı kurumların geliştirilmesi yanında yeni bazı kurumların
varlığını da gerektirmiştir.
Devam eden fetih hareketleri
sayesinde bu dönemde İslam toplumu ve Müslümanlar ekonomik anlamda oldukça
güçlenmişlerdir. Bu ekonomik güçlenmenin; ülkenin kalkınması, imar ve iskânı,
devletin bir takım temel hizmetleri yerine getirebilmesi, ilim ve kültür
alanındaki gelişmeler ile insanların refah içinde yaşaması gibi olumlu etkileri
yanında bir takım olumsuz etkileri de olmuştur. Fetihler sayesinde
Müslümanların dışa doğru açılımı, onların çeşitli dil, din ve kültürler ile
tanışmalarına ve zamanla bu milletler ile önemli bir etkileşim içine
girmelerine neden olmuştur. Bu etkileşime paralel olarak Hz. Peygamber
dönemindeki insan profili değişmiş ve bu değişim siyâsi, sosyal, itikâdi bir
takım problemlere neden olmuştur. Bu olumsuzluklar ilk iki halife döneminde
etkisini fazla hissettirmemekle birlikte özellikle Hz. Osman döneminin
sonlarında ve Hz. Ali döneminin tümünde etkisini fazlaca hissettirmiştir.
Hz. Osman dönemi sosyal
değişimin en üst seviyede olduğu, müslümanların çeşitli kültür ve
medeniyetlerden fazlasıyla etkilendiği ve zenginleşmenin zirveye ulaştığı bir
dönem olarak karşımıza çıkmıştır. Hz Ömer ile başlayan iktisâdi ve sosyal
değişim bu dönemde müslümanları mimari, kültürel, ahlaki ve daha pek çok yönden
etkisi altına almıştır. Bu zenginleşmeyle birlikte o günkü islam toplumu içinde
ister istemez bir fakir-zengin ayrımı gündeme gelmiş, neticede doğru
kullanıldığı zaman insan için gerekli ve faydalı olan zenginlik, o günkü islam
toplumunda bir takım fitne ve bölünmelerin temel nedeni olmuştur. Hz. Osman’ın
icraatlarını ve görevlendirdiği valileri eleştirme şeklinde başlayan hareket
giderek ciddi anlamda bir fitne hareketine dönüşmüştür. Öyle ki iç ve dış
etkiler sonucu meydana gelen isyan hareketi halîfenin şehit edilmesine kadar
varmıştır. Her ne kadar Hz. Osman’ı şehit edenler birçok neden ileri sürerek bu
fitne hareketine Hz. Osman’ın sebep olduğunu savunsalar da, bize göre bu olay
Hz. Osman’ın devraldığı o günkü toplumun ekonomik ve sosyal değişiminin neden
olduğu bir fitne hareketiydi. Yani kısacası Hz. Osman, dönemin sosyal
şartlarının kurbanı olmuştur diyebiliriz.
Hz. Peygamber döneminde
homojen bir yapıda diyebileceğimiz İslam toplumu bu dönemde daha heterojen bir
yapıya dönüşmüştür. Nüfusun bu yapıya dönüşmesinin temel sebebi elbette ki
dönemin fetih hareketleridir. Bu fetih hareketleriyle birlikte adına daha sonra
“mevali ” denilen unsurların da İslam toplumu içine dahil olmasıyla
birlikte günlük ve askeri alanda birçok fayda sağlanmasının yanı sıra dönemin
fitne hareketlerinde de gerek doğrudan gerekse dolaylı olarak etkileri
olmuştur. Yine fetihlerin etkisiyle Arap olmayanların Araplarla evlenmeleri
sosyal değişimin temeli olan ailede, dolayısıyla da mevcut toplumda önemli
derecede değişim ve dönüşümlere neden olmuştur. Kültürel etkileşim sonucu
olarak kişilerde dini ve ahlaki yönden bir gevşeme yaşanmıştır.
Hz. Ali dönemi ise yaşanan bir
takım hadiseler nedeniyle siyasi olayların ön planda olduğu bir dönem olarak
karşımıza çıkmaktadır. Bundan dolayı Hz. Ali döneminde yaşanan siyasi olaylara
İslam tarihi eserlerinde fazlasıyla rastlamak mümkünken, bu dönemde sosyal
hayatla, ekonomiyle, idareyle ve daha pek çok alanla ilgili yapılan güzel
çalışmaların bilgilerine ancak satır aralarında rastlanabilmektedir. Ne yazık
ki, çok buhranlı bir dönemde iş başına gelen Hz. Ali dönemindeki olaylar onun
yaptığı bütün icraatlarını gölgede bırakmıştır. Bu dönemde birbirlerine İslam
bağıyla bağlı müslümanlar Hz.
Osman’ın kanını talep
meselesiyle ilk kez birbirleriyle mücadeleye girişmişler ve neticede Hz.
Peygamber ’in üstün gayretleri sonucu birlik olan müslümanlar, etkisi günümüze
kadar süren bir bölünme içine girmişlerdir.
Râşid Halîfeler döneminde
meydana gelen bu ekonomik güçlenmenin İslam devletinin güç kazanması,
yayılması, kurumsallaşması, Müslüman halkın yaşam standartlarının yükselmesi,
ülkenin îmar ve iskân faaliyetlerinin artması ve daha birçok alanda katkıları
olduğu şüphesizdir. Fakat ne yazık ki o günkü İslam toplumu bu ani sosyal
değişim sınavını çok başarılı bir şekilde geçememiş ve etkileri günümüze kadar
süren bir bölünme içine girmiştir.
Abdülaziz
el- Bekrî, Cahiliye Arapları (çev; Levent Öztürk), İstanbul, 1998
Abdülbâki,
Muhammed Fuâd, El- Lü’lü ve ’l- Mercân (trc; İsmail Kaya, İsmail
Hakkı Uca), Konya, 1984, c. II.
Ahmed
Cevdet Paşa, Peygamberler ve Halifeler Tarihi (sad; Metin Muhsin
Bozkurt), İstanbul, c. I-II..
Ahmed
Emin b. İbrahim et-Tabbah, Fecru’l îslâm, Kahire, 2011, Nşr; Kelimât
Arabiyye.
Akkoyunlu,
Adil, Hz. Ali, İstanbul, 2007.
Algül,
Hüseyin, îlkDönem İslam Tarihi, Eskişehir, 2010.
Arnold,
Thomas Walker, İntişar-ı İslam Tarihi (çev; Hasan Gündüzler),
Ankara, 1982.
Barthold,
Wilhelm, İslam Medeniyeti Tarihi (çev. Fuad Köprülü), İstanbul, 2014.
Belâzürî,
Ebû'l-Abbas Ahmed b. Yahya b. Cabir (279/892), Futuhu’l- Büldân
(thk; Dr. Abdullah Enis, Dr. Ömer Enis ), Beyrut, 1987.
, Ensabu’l Eşraf, nşr; S.D.F Goitein, c. V,
Jerusalem,1936.
Bakır,
Abdülhalik, Ali b. Ebî Tâlib, Elazığ, 1998.
Bebel,
August, Hz. Muhammed ve Arap İslam Kültürü (trc; Sıddık Çekik, Hasan
Erdem), İstanbul, 2011.
Bütün
Yönleriyle Asrı Saadette İslam, editör; Vecdi Akyüz, c. II, İstanbul, 2007.
Çağatay,
Neşet, Başlangıçtan Abbasiler Kadar Dini- İçtimai- Siyasi Açıdan İslam,
1993.
Doğrul,
Ömer Rıza, Büyük İslam Tarihi (çev; Osman Zeki Mollaoğlu) , 1978, c.IV.
Draz,
Muhammed Abdullah, Kur’an’a Giriş (çev; Salih Akdemir), Ankara,
2000.
Durant,
Will, İslam Medeniyeti (çev; Orhan Bahaeddin), Ankara.
Dûrî,
Abdülaziz, İslam İktisat Tarihine Giriş (çev; Sabri Orman), İstanbul,
1991.
, İlk
Dönem İslam Tarihi-Bir Önsöz, (çev: Hayrettin Yücesoy), İstanbul, 1991.
Ebû Hanîfe Ahmed b. Davud
ed- Dineverî (282/895) Kitabu’l- Ahbar et’Tıval, (thk; Abdulmun’im
Âmir- Cemalüddin es-Seyyal), Kahire, 1960.
Ebû
Ubeyd, el-Kâsım b.Sellâm ( 224/839), Kitâbü’l- Emvâl (thk; Dr.
Muhammed Imara), Kahire, 1989.
Ebû
Yûsuf, Yakûb b.İbrâhim (182/798), Kitâbü’l-Harac, Lübnan-Beyrut,
1979.
Fayda,
Mustafa, Hulefâ-i Râşidîn Devri, İstanbul, 2014.
Filibeli
Ahmet Hilmi, İslam Tarihi (sad; Cem Zorlu), c. I-II, İstanbul, 2009.
Gölpınarlı,
Abdülbâki, Mü’minlerin Emiri Hz. Ali, İstanbul, 1990.
Gregory,
Ebû’l- Ferec, Ebû’l-Ferec Tarihi (Trc; Ömer Rıza Doğrul), c. I, Ankara,
1999.
Halîfe
b. Hayyât b. Halîfe eş-Şeybânî el-Basrî (240/854-55), et-Târîh,
(thk; Dr. Ekrem Ziya el- Ömer), Medine İslam Üniversitesi, Riyad, 1985.
Hamidullah, Muhammed, İslam’da
Devlet İdaresi (çev; Kemal Kuşçu), Ankara, 1979. , İslam Peygamberi (çev; Salih Tuğ),
c. II, Ankara, 2003. , el- Vesâiku’s-
Siyâsiyye (çev; Vecdi Akyüz), İstanbul.
, İslam Müesseselerine Giriş, (çev; İhsan Süreyya Sırma),
İstanbul,
1998.
Hitti,
Philip, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi (çev; Salih Tuğ), c. I,
İstanbul, 1989.
Hourani,
Albert, Arap Halkları Tarihi (çev; Yavuz Alogan), 1991.
Hizmetli,
Sabri, İslam Tarihi, Ankara, 1991.
İbn
Ebi’l Hadîd, Abdülhamid Hibetullah b. Muhammed (655/1257), Şerhu Nehci’l-
Beleğa, thk; Muhammed Halil ez-Zeyn- Nuruddin Şerafuddin, Beyrut, 1954.
İbn
Hazm el-Endelûsî ( 456/1064) Halîfeler ve Fetihler (çev; Şaban Öz),
Ankara, 2004.
İbn
Hişâm, Ebu Muhammed Cemaleddin Abdülmelik İbn Hişam (213/828), Hz.
Muhammed’in Hayatı (Sîretün Nebeviyye), (çev; İzzet Hasan- Neşet
Çağatay), Ankara, 1971.
İbn
İshâk, Muhammed (151/768), Siyer (çev; Sezai Özel), İstanbul, 1988.
İbn
Kesîr, Ebu’l- Fidâ İsmail (774/1372-1373), el -Bidaye ve ’n Nihaye,
(thk; Dr. Abdullah bin Abdulmuhsin et- Türkî ), 1998, c.X.
İbn
Sâd, Muhammed (230/845), et-Tabâkâtü’l- Kübrâ, (thk; Dr. Ali
Muhammed Ömer), c. III, 2001.
İbnü'l-Esîr,
Izzüddin Ebu'l-Hasen Ali b. Muhammed el-Cezerî (630/1232), el- KamilFi’t
Tarih, (çev; M. Beşir Eryarsoy), c. II, İstanbul, 1985.
Kallek,
Cengiz, İslam’da Yönetim-Piyasaİlişkisi, İstanbul, 2015.
Karadavî,
Yusuf, Müslümanlar Gayr-i Müslimlere Nasıl Davrandı (çev; Beşir
Eryaysoy), İstanbul 1985.
Kayaoğlu,
İsmet, İslam Kurumları Tarihi, Ankara, 1985.
Kazıcı,
Ziya, İslam Eğitim Tarihi, İstanbul, 1983.
Komisyon,
Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Redaktör; Hakkı Dursun Yıldız, c.
II, İstanbul, 1992.
Korkmaz,
Sıddık, Tarihin Tahrifi (İbn Sebe Meselesi), Ankara, 2005.
Köse,
Feyza Betül, Medine ’de SosyalHayat-Dört Halife Dönemi, İstanbul,
2016.
Lapidus,
Ira M, İslam Toplumları Tarihi (çev; Yasin Aktay), c. I, İstanbul,
2005.
Lewis,
Bernard, Tarihte Araplar (çev; Hakkı Dursun Yıldız), İstanbul, 2009.
Mahmud
Esat, İslam Tarihi (çev; Sadi Irmak), 1965.
Mantran,
Robert, İslam’ın Yayılış Tarihi ( çev; İsmet Kayaoğlu), Ankara,
1981.
Mâverdî, Ali b.
Muhammed b.Habîb (450/1058), el-Ahkâmu's-Sultâniyye ve'l-Vilâyâtu'd- Dîniyye
, (trc; Ali Şafak), İstanbul, 1976.
Mes’ûdî, Ebu’l-Hasen
Ali b. Hüseyin b. Ali, (345/956), Mürûcü'z-Zeheb ve Meâdinu'l- Cevher (Altın
Bozkırlar), (çev; Ahsen Batur), İstanbul, 2004.
Muir, William, The
Caliphate; It’s Rise, Decline and Fall, The Religious Tract Society,
London, 1898.
Özdemir,
Hikmet, Hz. Ömer’in 100 Veciz Sözü, İstanbul, 2009.
Öztürk,
Levent, İslam Toplumunda Hıristiyanlar, İstanbul, 1998.
Sarıcık,
Murat, Bütün Yönleriyle Dört Halife Dönemi, İstanbul, 2016.
Sarıçam,
İbrahim, Hz. Ömer, Ankara, 2010.
Şibli
Nûmânî, Muhammed, Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, (trc;
Dr.Talip Yaşar Alp), İstanbul, 1975.
Taberî
(310/922), Tarih-i Taberi (çev; Faruk Gürtunca), İstanbul.
Terzi, Mustafa Zeki, Hz.
Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn Döneminde Askeri Teşkilat, Samsun, 1990.
Üçok,
Bahriye, İslam’dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler, 1967.
Ülken,
Hilmi Ziya, İslam Sanatı, İstanbul, 1948.
Vâkidî,
Muhammed b. Ömer b. Vâkıd (207/ 822) Futuhu’ş- Şam Tarihi Roman
(çev; Hasan Gülşen), İstanbul, 2007.
Wellhausen,
Julius, The Arab Kingdom And Its Fall, 1927, By The Universty Of
Calcutta. , İslam’ın En Eski Tarihine
Giriş (çev; Fikret Işıltan), İstanbul, 1960. , İslâmiyet’in İlk Devrinde Dînî- Siyâsî
Muhalefet Partileri (çev; Fikret
Işıltan), Ankara, 1989.
Ya‘kûbî, Ahmed b. Ebî
Ya‘kûb (294/1229), Târihu’l-Ya’kûbi, (thk. Abdü‘l-Emir Mühenna), Beyrut,
2010.
Yiğit,
İsmail, İlk Dönem İslam Tarihi, Eskişehir, 2010.
Zehebî, Ebû Abdillah
Muhammed b. Ahmed b. Osman(748/1348),Târîhu’l-İslam ve Vefayâtu’l- Meşâhiru
ve’l-A’lâm,(thk; Dr. Ömer Abdüsselam Tedmûrî), c. III, Beyrut, 1997.
Zeydan,
Corci, İslam Uygarlıkları Tarihi (çev; Nejdet Gök), c. I, İstanbul,
2012.
TEZ, MAKALE ve ANSİKLOPEDİ MADDELERİ
Akay, Hejdet, “Hz.
Osman Dönemi Fitne Olayları Ve Temel Sebepleri”, İstanbul, 2012, Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi.
Akbaş, Mehmet, “Fetihlerden
Sonra Suriye Bölgesine Yerleşen Sahâbîlerin Mescidlerdeki İlmî Faaliyetleri”,
Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2008, Diyarbakır, c. X, sy. I,
s. 176-191.
, “Sûriye
Fetihlerinde Müslümanları Başarıya Götüren Sebepler Üzerine”, Dicle
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2008, s. 110-121.
Akça, Fatih, “Hilafet
Kurumu- İlk Dört Halife Döneminde Kültür ve Medeniyet”, Tokat, 2012,
Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi.
Akdoğan, Nagihan Gönül,
“Din ve Ekonomi; Kurumsal Bir Yaklaşım”, İstanbul, 2012, Yıldız Teknik
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans
Tezi.
Altınay, Ramazan, “Erken
İslam Toplumunda Zenginler ve Fakirler”, Din Bilimleri Akademik Araştırma
Dergisi, VI, 2006, sy; II, s. 197-222.
Altungök, Ahmet, “Sâsânî
Kültür ve Medeniyetinin İslam Kültür ve Medeniyetine Etkileri”, Tarih İncelemeleri
Dergisi, 2014, XXIX/II, s.445-487.
Apak,
Adem, “Hz. Osman’ın Hilafeti Döneminde Ümeyyeoğullarının Devlet
İdaresindekiYeri”,
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 1998, sy. VII, c. VII, s. 487-521.
,
“Hz. Osman Dönemi Fetihleri”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları,
2000, sy. 9, y. 9, s. 437-446.
,“İslam
Siyaset Geleneğinde Amr b. el-Âs”, Ankara, 2001
Atçeken, İsmail Hakkı,
“ Hz. Osman Dönemi İç Olaylarında Mervân b. Hakem ’in Rolü”, Selçuk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1999, sy. IX, s. 315-348.
, “Endülüs’ün
Fetih Süreciyle İlgili Farklı Görüşlere Eleştirel Bir Yaklaşım”, Selçuk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2005, sy, XIX, s. 17-30.
Avcı, Casim, “ Kufe”,
DİA, İstanbul, 2002, c. XXVI, s. 339-342.
,
“Mısır'ın Müslümanlar Tarafından Fethi Ve Fetih Sonrası Ülkede Sosyal ve
Dini Alanda Meydana Gelen Değişimler Üzerine Değerlendirmeler”, 2001,Uludağ
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, c. X, sy, II, s. 145-159.
Bâkır, Abdulhalik, “İdârî
ve İktisâdî Yönden Hz. Ali Dönemi”, Ankara, 1990, Ankara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstütüsi, Doktora Tezi.
,“
Basra ”, DİA, İstanbul, c. V. S. 108-111.
Balcı, İsrafil, “Hz.
Ebûbekir Döneminde İç Siyaset ve İdare”, On Dokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, Samsun 1999, sy. XI, s. 185-215.
Bozkurt, Gülnihal, “İslam
Hukukunda Zımmîlerin Hukukî Statüleri”, 1987, Dokuz Eylül Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Dergisi, c. III, sy. 1-4, s. 115-155.
Can, Yılmaz, “Erken
Dönem İslam Toplumunda Mevcut Sosyo-Kültürel ve Dini Bazı Duyarlılıklarının
Sanata Yansımaları”, İSTEM, Yıl; IV, sy; VIII, 2006, s. 109144.
“İslam
Şehirlerinin H. I-III. Yy. Fiziki Yapısı”, Ankara, 1991, Doktora Tezi.
,
“İlk İslâm Şehirlerinin İki Önemli Unsuru: Cuma Mescidi Dârü’l-İmara İkilisi
Üzerine Bir Değerlendirme”, On Dokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, Samsun, 1996, sy. VIII, s.123-134.
Çelik, Hüseyin, “Fey
ve Ganîmet Ayetleri Çerçevesinde Hz. Ömer’in Sevad Arazisi Hakkındaki
Uygulamasının Değerlendirilmesi”, KSÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2010, s. 75-100.
Çelikkol, Yaşar, “VII.
Yüzyılda Medine’de Sosyal ve Dini Yapılar”, Elazığ, 2003, Fırat
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, sy. II, c. XIII, s. 393-419.
Çil, Halit, “Halîfe
Ömer ’in Askerî Şehirleri”, Dînî Araştırmalar, 2009, sy. XXXV, c. XII, ^s.
87-106.
Demirci, Abdurrahman, “Hz.
Peygamber Ve Dört Halife Döneminde Gayr-ı Müslim Politikaları”, Ankara,
2012, Doktora Tezi.
, “Hz.
Ebûbekir’in Fetih Anlayışı”, Mardin, 2014, Artuklu Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi, s. 5- 31.
Demirci, Mustafa, “
Sevad”, DİA, İstanbul, c. XXXVI.
, “Beytülmâl”,
DİA, İstanbul, c.VI.
, “Nisab”,
DİA, İstanbul, c.XXXIII.
, “Ganîmet”,
DİA, İstanbul, c. XIII.
, “İkta”,
DİA, İstanbul, 2000, c. XXII.
, “Zenc
”, DİA, İstanbul, c. XXXXIV.
, “İslam’da
Şehir ve Şehrin Sosyal Dinamikleri”, İSTEM, 2003, Van Yüzüncü Yıl
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, sy. II, s. 1229-146.
Döndüren, Hamdi, “Şamil
İslam Ansiklopedisi”, İstanbul, 2000, Şamil Yay.
Erten, Hayri, “Hz.
Ömer Döneminde Toplumsal Değişme”, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, 1996, sy. VI, s. 297-308.
Eyice, Semavi, “Amr
b. Âs Camii”, DİA, İstanbul, 1991, c. III, s. 81-82.
Eymen Fuâd es-Seyyid,“Kâhire”,
DİA, İstanbul, 2001, c. XXIV, s. 173-175.
Fayda, Mustafa, “Ebu
Bekir”, DİA, c. X, s.106.
,
“Hz. Ömer ve Ticaret Malları Vergisi veyaUşur 1”, Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1981, c.XXV, s. 327-334.
,
“Atâ”, DİA, İstanbul, c. II.
,
“Ömer”, DİA, İstanbul, c.XXXIV, s. 46.
,
“Hülefâ-iRâşidîn”, DİA, İstanbul, 1998, c. XVIII, s. 324-338.
Gül, Muammer, “İslam
Şehrinin Doğuşu”, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2001, sy.
VI, s. 78-87.
Günay, Hacı Mehmed, “Himâ”,
DİA, 1998, c. XVIII, s. 52-55.
Hatalmış, Ali, “Erken
Dönem İslam Tarihinde Kölelik ve Cariyelik”, Ankara, 2012, Doktora Tezi.
Hizmetli, Sabri, “ Genel
Olarak Raşid Halifeler Devri Olayları; Sonuçları ve Etkileri”, 1999, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. XXXIX, sy. I, s. 27-54.
Kallek, Cengiz, “Pazar”,
DİA, İstanbul, 2007, c. XXXIV, s. 194-203.
Önkal, Ahmet, “Abdurrahman
b. Avf”, İstanbul, 1998, c. I, s. 157-158.
Öztürk, Mehmet, “Hz.
Ali Dönemi Siyasi Ve Fıkhi Gelişmelerin Mezheplerin Oluşumuna Etkisi”
Amasya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Amasya, 2013, sy.1, s.82- 103.
Öztürk, Murat, “İslam
Fetihlerinin Küresel Ekonomiye Etkileri”, Elazığ, 2012, Fırat Üniversitesi
Orta Doğu Araştırmaları Merkezi Yay, s. 197-202.
Öztürk, Mustafa, “Dört
Halife Döneminde Bilad-ı Şam’da İslamlaşma Ve Kültürel Değişim””, Sakarya,
2007, Sakarya Üniversitesi Yay, s. 403-418.
Söylemez, Mahfuz, “Hz.
Osman Dönemindeki Ekonomik Krizin Garnizon Kentlere Etkisi”, Gazi
Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. II, sy. III, s. 63-86.
Sivrioğlu, Ulaş Töre, “İlk
İslam Fetihleri ve Sâsâni Devletinin Çöküşü””, Ankara, 2015, s. 389-428.
Şimşir, Mehmet, “Raşid
Halifeler Döneminde İdare Sistemi Ve Divan Teşkilatı””, İSTEM, 2005, y.
III, sy. VI, s. 265-280.
Varol, Bahauddin, “Raşid
Halifeler Dönemi Toplumsal Değişme Üzerine Bazı Değerlendirmeler” İSTEM,
2005, y.III, S.VI, s. 195-213.
“Hulefâ-i
Râşidîn Dönemi Eğitim Ve Öğretim Faaliyetlerine Genel Bir Bakış II
(Eğitim-ÖğretimKurumları Ve Metodları)”, 2001, Selçuk Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, s. 157-175.
Yaşaroğlu, Hasan, “İslam’ın
İlk Kapitalizm İtirazı Ebu Zerr el-Gıfari ve Ebu ZerrHareketİ”, International
Periodical For The Languages, Literature and History of Turkishor Turkic
Volume, Ankara, 2013, s. 1421-1433.
Yiğit, İsmail, “Hz.
Osman”, DİA, İstanbul, c. XXXIII.
, “Mevâlî”,
DİA, İstanbul, c. XXIX.
Yüksel, Ahmet Turan, “Bazı
Batılı Araştırmacılara Göre İlk İslam Fetihleri”, 1996, Selçuk Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. VI. s.168-195.
[1] Bakara 2/ 16.
[2] Akdoğan, Nagihan Gönül, “ Din ve Ekonomi;
Kurumsal Bir Yaklaşım'”, İstanbul, 2012, Yıldız Teknik
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
İktisat Ana Bilim Dalı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, s. 6.
[3] Bakara 2/ 198, Nur 24/3, Cuma 62/ 11.
[4] Al-i İmran 3/ 161 “...Hiçbir peygambere ganimete ve millet malına hıyanet
yaraşmaz; kim haksızlık
yaparsa kıyamet günü yaptığı ile gelir sonra haksızlık
yapılmaksızın herkese kazanmış olduğu ödenir"
[5] Kasas 28/58 “...Biz
refahından şımarmış nice memleketleri helak etmişizdir. İşte yerleri!
Kendilerinden
sonra oralarda pek az oturulabilmiştir. Onlara biz varis
olmuşuzdur”
[6] Kallek, Cengiz, “Pazar”, DİA, İstanbul,
2007, c. XXXIV, s. 195.
[7] “Bütün Yönleriyle Asrı Saadette İslam"
, editör; Vecdi Akyüz, İstanbul, 2007, c. II, s. 311.
[8] Haşr 59/ 6 “... Onların mallarından Allah
’ın, savaşılmaksızın peygamberine kazandırdığı mallar için siz,
at ya da deve koşturmuş değilsiniz. Fakat Allah,
peygamberlerini, dilediği kimselerin üzerine salıp onlara üstün kılar. Allah’ın
her şeye hakkıyla gücü yeter”
[9] Erkal, Mehmet, “Beytülmâl”, DİA,
İstanbul, 1992, c.VI, s. 90.
[10] Mevlânâ, Şibli Nûmânî, Bütün Yönleriyle Hz.
Ömer ve Devlet İdaresi, ( trc; Talip Yaşar Alp), c. II, s. 109.
[11]Mevlânâ Şibli, c. II, s.111.
[12] Bâkır, Abdulhalik, “ İdârî ve İktisâdî
Yönden Hz. Ali Dönemi”, Ankara, 1990, Ankara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstütüsi, Yayımlanmamış Doktora Tezi, s. 183.
[13] Hasan, İbrahim Hasan, Siyasi-Dini-Kültürel-Sosyalİslam
Tarihi, İstanbul, c.I, s. 163.
[14] Erkal, Mehmet, “Beytülmâl”, DİA, c.VI,
s.93.
[15] Kayaoğlu, İsmet, İslam Kurumlan Tarihi,
Ankara, 1985, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yay, s.
79.
[16] Erkal, Mehmet, “ Zekât”, DİA, İstanbul,
2013, c. XXXXIV, s. 197.
[17] Erkal, Mehmet, “Nisab”, DİA, İstanbul,
c.XXXIII, s.138; Nisab; Zekât yükümlülüğünde esas alınan
zenginlik ölçüsü anlamında fıkıh terimidir.
[18] Tevbe 9/ 60 “... Sadakalar (zekâtlar), Allah’tan bir farz olarak
ancak fakirler, düşkünler, zekât toplayan
memurlar, kalpleri İslâm’a ısındırılacak
olanlarla (özgürlüğüne kavuşturulacak) köleler, borçlular, Allah yolunda cihad
edenler ve yolda kalmış yolcular içindir. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve
hikmet sahibidir...”
[19] Ebu Yusuf, Kitâbü ’l-Harac, Beyrut,
1979, s. 76.
[20] Ebu Yusuf, s. 80.
[21] Fayda, Mustafa, “ Ebû Bekir”, DİA,
İstanbul, 1994, c.10, s.106.
[22] Kallek, Cengiz, İslam’da
Yönetim-Piyasaİlişkisi, İstanbul, 2015, Klasik Yay. s. 72.
[23] Bâkır, Abdulhalik, İdârî ve İktisâdî Yönden
Hz. Ali Dönemi, s. 186-187.
[24] Erkal, Mehmet, “ Ganîmet”, DİA,
İstanbul, 1996, c. 13, s. 351.
[25] Enfâl /41.
2" Ebu Ubeyd Kâsım b. Sellâm (v. 224/839),
Kitâbü ’l- Emvâl, (thk; Dr. Muhammed Imara), Kahire, 1989, s. 398.
[27] Ebu Yusuf, Kitâbü ’l- Harac, s. 18.
[28] Apaydın, Yunus, “ Humus”, DİA, İstanbul,
1998, c. XVIII, s, 365.
[29] Enfal 8/41.
[30] Ebu Yusuf, s. 23; “Hısımlardan murat, Haşim
ve Muttalib oğullandık’ demektedir.
[31] Enfâl 8/41 ''...Bilin ki, ganîmet olarak
aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri mutlaka Allah’a, Peygamber’e, onun
yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir. Eğer Allah ’a; hak ile
batılın birbirinden ayrıldığı gün, (yani) iki ordunun (Bedir’de) karşılaştığı
gün kulumuza indirdiklerimize inandıysanız (bunu böyle bilin). Allah, her şeye
hakkıyla gücü yetendir"
[32] Ebu Yusuf, s. 19.
[33] Apaydın, Yunus, “ Humus”, s.
366-3"7.
[34] Ebu Yusuf, s. 21.
[35] Komisyon, Doğuştan Günümüze Büyük İslam
Tarihi, Redaktör; Hakkı Dursun Yıldız, İstanbul, 1992, c. II,
s.119.
[36] Ebu Ubeyd, s. 422-423.
[37] Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi,
Redaktör; Hakkı Dursun Yıldız, c. II, s.117.
[38] Ebu Yusuf, s. 20.
[39] Ebu Ubeyd, s. 426-427.
[40] Bâkır, Abdulhalik, İdârî ve İktisadî Yönden
Hz. Ali Dönemi, s. 191-192.
[41] Fayda, Mustafa, “Fey”, DİA, İstanbul,
1995, c. XXII, s. 511.
[42] Haşr 59/ 6.
[43]Taberi, Ebu Ca’fer Muhammed b.
Cerir (v. 310/922), Tarihu’l - Ümemi ve’l- Mulûk, (çev; Faruk Güntunca),
İstanbul, Sağlam yay, c.III, s. 159.
[44] Taberi, c. III, s.237.
[45] Wellhausen, Julius, The Arab Kingdom AndIts
Fall, 1927, By The Universty Of Calcutta, s.31.
[46] Hitti, Philip, Siyasi ve Kültürel İslam
Tarihi, (çev; Salih Tuğ), İstanbul, 1989, c. I, s.262-263.
[47] Ebu Yusuf, s. 23.
[48] Ebu Ubeyd, s. 76.
[49] Doğrul, Ömer Rıza, Büyük İslam Tarihi(
Çev; Osman Zeki Mollaoğlu) , 1978, c.4, s. 136.
[50] Ebu Yusuf, s. 42.
[51] Erkal, Mehmet, “ Cizye”, DİA, İstanbul,
1993, c. VIII, s. 42.
[52] Ebu Yusuf, s. 122.
[53] Ebu Ubeyd, s. 108.
[54] Bâkır, Abdulhalik, İdârî ve İktisâdı Yönden
Hz. Ali Dönemi, s. 193.
[55] Tevbe 9/29 “... Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve
ahiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve
Resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak din İslâm’ı
din edinmeyen kimselerle, küçülerek (boyun eğerek) kendi elleriyle cizyeyi
verinceye kadar savaşın ...”
[56] Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Redaktör;
Hakkı Dursun Yıldız, c. II, s.124.
[57] Güner, Osman, “ Bir Muafiyet Vergisi Olarak
Cizye: Tarihsel ve Kavramsal Bir Okuma”, Samsun, 2006,
On Dokuz Mayıs Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. XXII, s.62.
[58] Mevlana Şibli, c. II, s. 230.
[59] Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi,
Redaktör; Hakkı Dursun Yıldız, c. II, s. 127.
[60] Ebu Yusuf, s. 120.
[61] Demirci, Abdurrahman, “ Hz. Peygamber ve Dört Halife Döneminde
Gayr-ı Müslim Politikaları”, Ankara,
2012, Doktora Tezi, s. 295; Belazuri, Ahmed b. Yahya b Câbir
(v. 279/892), Futuhu ’l- Buldan, (thk; Dr. Abdullah Enis, Dr. Ömer Enis
), Beyrut, 1987, s. 217.
[62] Ebu Yusuf, s.125.
[63] Bâkır, Abdulhalik, İdârî ve İktisâdî Yönden
Hz. Ali Dönemi, s. 195; Ebu Yusuf, s. 122.
[64] Kallek, Cengiz, “ Haraç”, DİA, İstanbul,
1998, c. XVI, s. 71.
[65] Kallek, Cengiz, “ Haraç”, s. 71.
[66] Bâkır, Abdulhalik, İdârî ve İktisâdî Yönden
Hz. Ali Dönemi, s. 278.
[67] Fayda, Mustafa, DİA, İstanbul, 1993, c.VII,
s.402; Cerib; “Hz. Ömer zamanından itibaren İslâm
dünyasında kullanılan alan ve hacim ölçüsü”
demektedir.
[68] Fayda, Mustafa, Hulefâ-yı Râşidîn Devri,
İstanbul, 2014, s.313.
[69] Bâkır, Abdulhalik, İdârî ve İktisâdî Yönden
Hz. Ali Dönemi, s. 198.
[70] Bâkır, Abdulhalik, İdârî ve İktisâdî Yönden
Hz. Ali Dönemi, s. 363; Belazurî, s. 376.
[71] Ebu Yusuf, s. 23-24.
[72] Ebu Ubeyd, s. 136.
[73] Haşr 59/ 7, 8, 9, 10.
[74] Demirci, Abdurrahman, “ Hz. Peygamber ve
Dört Halife Döneminde Gayr-ı Müslim Politikaları", s. 301.
[75] Erkal, Mehmet, “ BeytülmâT, DİA, c. VI,
s. 93.
[76] Kayaoğlu, İsmet, İslam Kurumlan Tarihi,
s. 79.
[77] Fayda, Mustafa, Hulefâ-yı Râşidîn Devri,
s.317.
[78] Mevlana Şibli, c. II, s. 82.
[79] Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi,
c.II, s. 869.
[80]Hamidullah, Muhammed, İslam
Peygamberi, c.II. s. 958.
[81] Ebu Ubeyd, s. 634.
[82] Ebu Yusuf, s.135.
[83] Ebu Yusuf, s.135.
[84] Ebu Yusuf, s. 135.
[85] Ebu Ubeyd, s. 633.
[86] Ebu Yusuf, s.135.
[87] Ebu Yusuf, s. 135.
[88] Fayda, Mustafa, “ Hz. Ömer ve Ticaret
Malları Vergisi veya Uşur T”, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, 1981, cilt: XXV,
s.174.
[89] Sarıcık, Murat, Bütün Yönleriyle Dört
Halife Dönemi, İstanbul, 2016, Nesil Yay, s. 153; Zeydan, Corci,
İslam Uygarlıkları Tarihi, (
çev; Nejdet Gök), İstanbul, İletişim Yay, 2012, c. I, s. 221.
[90] Sarıcık, Murat, Bütün Yönleriyle Dört Halife
Dönemi, s. 154.
[91] Ebu Yusuf, s. 45; Bâkır, Abdulhalik, İdârî
ve İktisâdı Yönden Hz. Ali Dönemi, s. 209.
[92] İbn Kesîr, Ebü’l- Fida İsmail(v. 774/1372) el
-Bidaye ve ’n Nihaye, (thk; Dr. Abdullah bin Abdulmuhsin el-
turki ), 1998, c. X, s. 181.
[93] Ebu Yusuf, s. 44.
[94] Bâkır, Abdulhalik, İdârî ve İktisâdi Yönden
Hz. Ali Dönemi, s. 209.
[95] Ebu Yusuf, s. 44.
[96] Ebu Yusuf, s. 186.
[97] Mevlâna Şibli, c. II, s. 192.
[98] Mevlâna Şibli, c. II, s. 180.
[99] Mevlâna Şibli, c. II, s. 154.
[100] Mevlâna Şibli, c. II, s. 153.
[101] Mevlâna Şibli, c. II, s. 258.
[102] Belazurî, s. 387.
[103] Belazurî, s. 440.
[104] Bebel, August, Hz. Muhammed ve Arap İslam
Kültürü, ( trc; Sıddık Çekik, Hasan Erdem), İstanbul, 2011,
Arya Yay, s. 53.
[105] Bâkır, Abdulhalik, İdârî ve İktisâdı Yönden
Hz. Ali Dönemi, s. 214.
[106] Bâkır, Abdulhalik, İdârî ve İktisâdi Yönden
Hz. Ali Dönemi, s. 214.
[107] Mevlânâ Şibli, c. II, s. 93.
[108] Mevlânâ Şibli, c. II, s. 156.
[109] Kayaoğlu, İsmet, s.51.
[110] Mevlânâ Şibli, c. II, s. 201.
[111] Bâkır, Abdulhalik, İdârî ve İktisâdı Yönden
Hz. Ali Dönemi, s. 210.
[112] Bâkır, Abdulhalik, İdârî ve İktisâdi Yönden
Hz. Ali Dönemi, s. 215.
[113] Hasan, İbrahim Hasan, Siyasi-Dini-Kültürel-Sosyal
İslam Tarihi, İstanbul, 1987, c. II, s. 182.
[114] Barış, Mustafa Necati, “ Hz. Ömer Döneminde
Bayındırlık Faaliyetleri”, Ankara, 2006, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, s.
91.
[115] Belazurî, s. 68.
[116] Belazurî, s. 510.
[117] Belazurî, s. 383.
[118] Belazurî, s. 505.
[119] Çağatay, Neşet, Başlangıçtan Abbasiler Kadar Dini- İçtimai-
Siyasi Açıdan İslam, 1993, Türk Tarih Kurumu Yayınları, s. 127.
[120] Barış, Mustafa Necati, “ Hz. Ömer Döneminde
Bayındırlık Faaliyetleri”, s. 67.
[121] Mevlânâ Şibli, c. II, s. 273.
[122] Hasan, İbrahim Hasan, c. II, s. 182.
[123] İbn Kesîr, c. X, s. 216.
[124] Bâkır, Abdulhalik, İdârî ve İktisâdî Yönden
Hz. Ali Dönemi, s. 221.
[125] Zehebi, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Osman(748/1348), (thk; Dr. Ömer Abdüsselam
Tedmûrî)Târîhu ’lİslam ve
Vefayâtu ’l- Meşâhiru ve ’l-A ’lâm, Beyrut, 1997, c. III, s. 273.
[126] Bâkır, Abdulhalik, İdârî ve İktisâdî Yönden
Hz. Ali Dönemi, s. 220.
[127] Zehebi, c. III, 315.
[128] Köse, Feyza Betül, Medine’de Sosyal Hayat,
s. 266.
[129] Doğuştan Günümüze Büyük İslam
Tarihi, Redaktör; Hakkı Dursun Yıldız, c. II, s. 136.
[130] Şimşir, Mehmet, “ Raşid Halifeler Döneminde İdare Sistemi Ve
Divan Teşkilatı”, İSTEM, 2005, y. III, sy. VI, s. 265.
[131] Ebu Yusuf, s. 45.
[132] Doğuştan Günümüze Büyük İslam
Tarihi, Redaktör; Hakkı Dursun Yıldız, c. II, s.136.
[133] Belazurî, s. 630.
[134] Ebu Yûsuf, s. 47.
[135] Fayda, Mustafa, “Ata”, DİA, İstanbul,
c.II, s. 33.
[136] Ebû Yûsuf, s. 42.
[137] Ebû Ubeyd, s. 312-313.
[138] Ebû Yusuf, s. 42.
[139] Ebû Yusuf, s. 46.
[140] Ebû Ubeyd, s. 312.
[141]Ahmed Cevdet Paşa, Peygamberler
ve Halifeler Tarihi, ( sad; Metin Muhsin Bozkurt), İstanbul, c.I, s. 298.
[142] Ebu Ubeyd, s. 324.
[143] Mâverdî, s. 189.
[144] Mâverdî, s. 189.
[145] İbn Ebi’l Hadîd, Abdülhamid Hibetullah b.
Muhammed (655/1257), Şerhu Nehci’l- Beleğa, thk; Muhammed Halil ez-Zeyn-
Nuruddin Şerafuddin, Beyrut, 1954, c. II, s. 272-273; Bakır, Abdülhalik, “ Ali
b. Ebî Tâlib”, Elazığ, 1998, s. 125.
[146] Fayda, Mustafa, “ Fetih”, DİA, İstanbul,
1995, c. XII, s. 467.
[147]Demirci, Abdurrahman, “ Hz.
Ebûbekir’in Fetih Anlayışı”, Mardin, 2014, Artuklu Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi, s. 6.
[148] Fayda, Mustafa, “Fetih”, DİA, İstanbul,
1995, c. XII, s. 467.
[149] Özel, Ahmed, “ Cihad” DİA, İstanbul,
1993, c. VII, s. 527.
[150] Secde, 32/28-29.
[151] Fetih, 48/17-18.
[152] Âraf, 7/40.
[153] Öztürk, Murat, “ İslam Fetihlerinin Küresel
Ekonomiye Etkileri”, Elazığ, 2012, Fırat Üniversitesi Orta Doğu
Araştırmaları Merkezi Yay, s. 198.
[154] Fayda, Mustafa, “ Fetih”, DİA, İstanbul,
1995, c. XII, s. 469.
[155] Demirci, Abdurrahman, “ Hz. Ebûbekir’in
Fetih Anlayışı”, s. 6.
[156] Mahmud Esat, İslam Tarihi ( çev; Sadi
Irmak), 1965, Tan Matbaası, s. 288.
[157] Draz, Muhammed Abdullah, Kur ’an ’a Giriş,
(çev; Salih Akdemir), Ankara, 2000, s. 50-53.
[158] Arnold, Thomas Walker, İntişar-ı İslam
Tarihi, Çev; Hasan Gündüzler, Ankara, 1982, s. 124.
[159] Hizmetli, Sabri, “ Genel
OlarakRaşidHalifeler Devri Olayları; Sonuçları ve Etkileri”, s. 39-40.
[160] Bakara 2/218, Al-i İmran 3/157, Bakara 2/216,
Nisa 4/74-77.
[161] Duri, Abdülaziz, “ İlk Dönem İslam Tarihi”,
(çev: Hayrettin Yücesoy), İstanbul, 1991, s. 87.
[162] Doğuştan Günümüze Büyük İslam
Tarihi, Redaktör; Hakkı Dursun Yıldız, c. II, s. 33.
[163] Doğrul, Ömer Rıza, “Büyükİslam Tarihi”,
İstanbul, 1978, c. IV, s. 52.
[164] Amr Halîfe b. Hayyât b. Halîfe eş-Şeybânî el-Basrî (v. 240/854-55), et-Târîh,
(thk; Dr. Ekrem Ziya el- Ömer)1985, Riyad, s. 100.
[165] Üçok, Bahriye, İslam’dan Dönenler ve
Yalancı Peygamberler, 1967,
Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yay. s. 24.
[166] Dûri, Abdülaziz, İslam İktisat Tarihine
Giriş, ( çev; Sabri Orman), İstanbul, 1991, s.24.
[167]Ahmed Emin b. İbrahim
et-Tabbah, Fecru ’l- İslam, 2011, Kahire, Nşr; Kelimât Arabiyye, s. 290.
[168] Halîfe b. Hayyât, et-Târîh, s. 100.
[169] Ahmed Cevdet Paşa, c. I, 244.
[170] Lewis, Bernard, Tarihte Araplar (çev;
Hakkı Dursun Yıldız), İstanbul, 2009, s.74.
[171] Algül, Hüseyin, İlk Dönem İslam Tarihi,
Eskişehir, 2010, Anadolu Üniversitesi Yay, s. 168.
[172] Belazuri, s. 131.
[173] Zehebî, c. III, s. 27.
[174] Wellhausen, Julius, İslam’ın En Eski
Tarihine Giriş( çev; Fikret Işıltan), İstanbul, 1960, İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Yay, s. 4.
[175] Üçok, Bahriye, s. 45-46.
[176] İbn Kesîr, c. VIII, s. 172.
[177] Belazurî, s. 104.
[178] Halîfe b. Hayyât, s. 102;Belazurî, s. 132.
[179] Zehebî, c. III, s. 73.
[180] Üçok, Bahriye, s. 68.
[181]Ahmed Cevdet Paşa, c.I, s.
246.
[182] Balcı, İsrafil, “Hz. Ebûbekir Döneminde İç
Siyaset ve İdare”, On Dokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
Samsun 1999, XI, s. 203.
[183] Demirci, Abdurrahman, “ Hz. Peygamber Ve
Dört Halife Döneminde Gayr-ı Müslim Politikaları”, Ankara, 2012, Basılmamış
Doktora Tezi, s. 181.
[184] Hitti, Philip, Siyasi ve Kültürel İslam
Tarihi(çev; Salih Tuğ), İstanbul, 1989, c. I, s.204.
[185] Filibeli Ahmet Hilmi, İslam Tarihi (
sad; Cem Zorlu), İstanbul, 2009, Anka Yayınları, c.II, s. 304.
[186] Algül, Hüseyin, İlk Dönem İslam Tarihi,
s. 172.
[187] Belazuri, s. 149.
[188] Sarıcık, Murat, Bütün Yönleriyle Dört Halife
Dönemi, s. 81.
[189] İbn Kesîr, c. IX, s. 601.
[190]Izzüddin Ebu'l-Hasen Ali b.
Muhammed el-Cezerî (v. 630/1232), el- Kamil Fi’t Tarih(çev; M. Beşir
Eryarsoy), İstanbul, 1985, c. II, s. 363.
[191] Belazurî, s. 155.
[192] Doğrul, Ömer Rıza, c. IV, s. 235.
[193] Algül, Hüseyin, s. 173.
[194] Belâzurî, s. 156.
[195] Hizmetli, Sabri, İslam Tarihi, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara, 1991, s. 205.
[196] Duri, Abdülaziz, İlk Dönem İslam Tarihi,
s. 90.
[197] Zehebî, c. III, s. 87.
[198] Halîfe b. Hayyât, 5. 126; Doğrul, Ömer
Rıza, Büyük İslam Tarihi, c. IV, s. 235.
[199] Fayda, Mustafa, “ Ömer”, DİA, İstanbul,
2007, c. XXXIV, s. 46.
[200] İbn Kesîr, c. IX, s. 602.
[201] Belazurî, s. 368; Halîfe b. Hayyât, s.133-134.
[202] Fayda, Mustafa, “ Ömer ”, DİA, İstanbul,
2007, c. XXXIV, s. 46.
[203] Belazurî, s. 187; Halîfe b. Hayyât, s.130-131.
[204] Vâkidî, Futuhu ’ş- Şam( çev; Hasan
Gülşen), s. 225.
[205] İbn Hazm el-Endelüsî, Halîfeler ve Fetihler
(çev; Şaban Öz), Ankara, 2004, Avrasya Yay, s. 79.
[206] Halîfe b. Hayyât, 5. 143.
[207] İbn Sad, Muhammed (v.230/844), et-Tabakatü’l-
Kübra (thk; Dr. Ali Muhammed Ömer), 2001, c.III, s. 262.
[208] Apak, Adem, “ Hz. Osman Dönemi Fetihleri”,
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 2000, sy.
9, y. 9, s. 437.
[209] Söylemez, Mahfuz, “Hz. Osman Dönemindeki
Ekonomik Krizin Garnizon Kentlere Etkisi”, Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat
Fakültesi Dergisi, c. II, sy. III, s. 63.
[210] Halîfe b. Hayyât, 5.138; Belazuri,
s.387.
[211] Mevlana Şibli, c. II, s. 125.
[212] Ahmed Emin, s. 220.
[213] Mevlana Şibli, c. II, s. 152-153.
[214] Terzi, Mustafa Zeki, Hz. Peygamber ve
Hulefâ-i Râşidîn Döneminde Askeri Teşkilat, s.30; Hitti, Philip, Siyasi
ve Kültürel İslam Tarihi, c. I, s.258.
[215] Yiğit, İsmail, “ Osman “, DİA, İstanbul, 2007,
c. XXXIII, s.439.
[216] Halîfe b. Hayyât, s.157.
[217] Belazuri, s. 432-433.
[218] Yiğit, İsmail, İlk Dönem İslam Tarihi,
Eskişehir, 2010, Anadolu Üniversitesi Yay, s. 213.
[219] Ya‘kûbî, Ahmed b. Ebî Ya‘kûb (294/1229), Târihu
’l-Ya ’kûbi(thk. Abdü‘l-Emir Mühenna), Beyrut, 2010,
c. II, s. 57; Halîfe b. Hayyât, s.
159.
[220] İbn Kesîr, c. IX, s. 225.
[221] Zehebî, c. III, s. 319
[222] Zehebî, c. III, s. 319.
[223] Belâzurî, Ensâbu’l- Eşrâf, nşr; S.D.F
Goitein, Jerusalem, 1936, c. V, s. 25-28’ den aktaran; Atçeken, İsmail Hakkı, “
Hz. Osman Dönemi İç Olaylarında Mervân b. Hakem’in Rolü”, Selçuk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1999, sy. IX, s. 324.
[224] Atçeken, İsmail Hakkı, “ Endülüs’ün Fetih
Süreciyle İlgili Farklı Görüşlere Eleştirel Bir Yaklaşım”, Selçuk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2005, sy, XIX, s. 17.
[225] İbn Hazm, Halîfeler ve Fetihler, s. 85;
Atçeken, İsmail Hakkı, a.g.m, s. 17.
[226] Zehebî, c. III, s. 320.
[227] Taberî, c. III, s. 542-543.
[228] İbn Kesîr, c. IX, s. 225.
[229] Atçeken, İsmail Hakkı, a.g.m, s. 28-29.
[230] Gregory, Ebu’l- Ferec, Ebû’l-Ferec Tarihi ( Trc; Ömer Rıza
Doğrul), Ankara, 1999, TTK Yay, c. I, s. 180; Doğuştan Günümüze Büyük İslam
Tarihi, Redaktör; Hakkı Dursun Yıldız, c. II, s.199.
[231] Taberi, c. III, s.544; Halîfe b. Hayyât, s.
160.
[232] Fayda, Mustafa, “Hulefâ-i Râşidîn”, DİA,
İstanbul, 1992, c. XVIII, s. 329.
[233] Hizmetli, Sabri, İslam Tarihi, s. 217.
[234] Fayda, Mustafa, “Hulefâ-i Râşidîn”, DİA,
İstanbul, 1992, c. XVIII, s. 329.
[235] Belâzurî, s. 607.
[236] Demirci, Abdurrahman, a.g.m, s. 367.
[237] Gölpınarlı, Abdülbâki, Mü ’minlerin Emiri
Hz. Ali, İstanbul, 1990, Der Yay, s. 277.
[238] Belâzurî, s. 544.
[239] Halife b. Hayyat, s. 191.
[240] Lapidus, Ira M, İslam Toplumları Tarihi(
çev; Yasin Aktay), s.77.
[241] Mevlana Şibli, c. II, s. 169.
[242] Ahmed Emin, s. 174
[243] Bernard, Lewis, s.79.
[244] Belâzurî, s. 387.
[245] Hitti, Philip, Siyasi ve Kültürel İslam
Tarihi, c. I, s. 250; Ahmed Emin, s. 220
[246] Yüksel, Ahmet Turan, “ Bazı Batılı
Araştırmacılara Göre İlk İslam Fetihleri”, 1996, Selçuk Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. VI.
s. 190.
[247] Barthold, Wilhelm, İslâm Medeniyeti
Tarihi(çev. Fuad Köprülü), İstanbul, 2014, Alfa Yay, s. 58.
[248] Mantran, Robert, İslam’ın Yayılış Tarihi( çev; İsmet
Kayaoğlu), Ankara, 1981, Ankara Üniversitesi Basımevi, s. 94.
[249] Lapidus, Ira M, c. I, s. 91.
[250] Bâkır, Abdulhalık, “ Basra”, DİA,
İstanbul, 1992, c. V, s. 110.
[251] Mevlana Şibli, c. II, s. 119.
[252] Barış, Mustafa Necati, “ Hz. Ömer Döneminde
Bayındırlık Faaliyetleri”, Ankara, 2006, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, s.
7.
[253] Sivrioğlu, Ulaş Töre, İlk İslâm Fetihleri ve
Sâsâni Devletinin Çöküşü, Ankara, 2015, s. 389.
[254] Lapidus, Ira M, c.I, s.97.
[255] Ahmed Emin, s. 110
[256] Hitti, Philip, Siyasi ve Kültürel İslam
Tarihi, c. I, s. 364.
[257] Hizmetli, Sabri, “ Genel
OlarakRaşidHalifeler Devri Olayları; Sonuçları ve Etkileri”, s. 42.
[258] Yiğit, İsmail, “ Mevâlî”, DİA, İstanbul, 2004,
c. XXIX, s. 424.
[259] Hatalmış, Ali, “Erken Dönem İslam Tarihinde
Kölelik ve Cariyelik””, Ankara, 2012, Basılmamış Doktora
Tezi, s. 95.
[260] Belazurî, s. 331.
[261] Kallek, Cengiz, İslam’da Yönetim-Piyasa
İlişkisi, s. 96.
[262] Kallek, Cengiz, İslam’da Yönetim-Piyasa
İlişkisi, s. 99.
[263] İbnKesîr, c. X, s. 297.
[264] Abdülbâki, Muhammed Fuâd, El- Lü ’lü ve ’l-
Mercân ( trc; İsmail Kaya, İsmail Hakkı Uca), Konya, 1984,
c. II, s. 195.
[265] Mevlana Şibli, c. II, s. 237.
[266] Belazurî, s. 372.
[267] İbnKesîr, c. IX, s. 636.
[268] Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi,
Redaktör; Hakkı Dursun Yıldız, c. II, s. 136.
[269] Ebu Yusuf, s. 42.
[270] Mâverdî, s. 136.
[271] Mâverdî, s. 227.
[272] Fayda, Mustafa, “Ata”, DİA, c. II, s.
33.
[273] Yiğit, İsmail, “ Hz. Osman”, DİA,
İstanbul, 2007, c.XXXIII, s.442.
[274] Sarıcık, Murat, Bütün Yönleriyle Dört Halife
Dönemi, s. 109.
[275] Hitti, Philip, Siyasi ve Kültürel İslam
Tarihi, c. I, s. 246.
[276] Hitti, Philip, Siyasi ve Kültürel İslam
Tarihi, c. I, s.215.
[277] Bernard, Lewis, Tarihte Araplar, s.78.
[278] Akbaş, Mehmet, “ Sûriye Fetihlerinde Müslümanları Başarıya
Götüren Sebepler Üzerine”, Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
2008, s. 110.
[279] Demirci, Abdurrahman, “ Hz. Peygamber Ve
Dört Halife Döneminde Gayr-ı Müslim Politikaları”, s. 188.
[280] Zeydan, Corci, İslam Uygarlıkları Tarihi(
çev; Nejdet Gök), İstanbul, İletişim Yay, 2012, c. I, s. 117.
[281] Fayda, Mustafa, “Hulefâ-i Râşidîn”, DİA,
İstanbul, 1992, c. XVIII, s. 143.
[282] Mevlana Şibli, c. II, s. 173.
[283] Durant, Will, İslam MedeniyetiÇçev;
Orhan Bahaeddin), Kervan Kitapçılık, s. 13.
[284] Filibeli Ahmet Hilmi, İslam Tarihi,
c.II, s. 305.
[285] Wellhausen, J, The Arab Kingdom And Its
Fall, s. 23; Lapidus, Ira M, s. 80, Hitti, Philip, Siyasi ve Kültürel
İslam Tarihi, s.209; Mantran, Robert, s. 87.
[286] Zeydan, Corci, c. I, s. 100.
[287] Bernard, Lewis, s.75.
[288] Wellhausen, J, The Arab Kingdom And Its
Fall, s. 23.
[289] Wellhausen, J, The Arab Kingdom AndIts Fall,
s. 32.
[290] Hitti, Philip, Siyasi ve Kültürel İslam
Tarihi, s.218.
[291] Muir, William, The Caliphate; It’s Rise,
Decline and Fall, The Religious Tract Society, London, 1898, s.
45.
[292] Hourani, Albert, s. 46.
[293] Mantran, Robert, s. 87.
[294] Hourani, Albert, s. 46.
[295] Hitti, Philip, Siyasi ve Kültürel İslam
Tarihi, s.214.
[296] İbn Kesîr, c. VI, s. 31-32.
[297] Belazurî, s. 149.
[298] Mevlana Şibli, c. II, s. 15.
[299] Hizmetli, Sabri, “ Genel
OlarakRaşidHalifeler Devri Olayları; Sonuçları ve Etkileri”, s. 41.
[300] Belazurî, s. 79-80; İbn Kesîr, c. VI, s. 412.
[301] Demirci, Mustafa, DİA, c.XXXVI, s.576; Sevad; “İslam
Tarihinde aşağı Irak bölgesine verilen ad”.
[302] Mâverdî, s. 193.
[303] Erten, Hayri, “ Hz. Ömer Döneminde Toplumsal
Değişme”, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
1996, sy. VI, s. 301.
[304] Demirci, Mustafa, “ikta”, DİA, İstanbul,
2000, c. XXII, s. 43.
[305] Hamidullah, Muhammed, el- Vesâiku ’s-
Siyâsiyye, ( çev; Vecdi Akyüz), İstanbul, Kitabevi Yay, s. 266.
[306] Belazurî, s. 118.
[307] Belazurî, s. 127.
[308] Demirci, Mustafa, “İkta”, c. XXII, s.
44.
[309] Belazurî, s. 21-22.
[310] Belazurî, s. 23.
[311] Belazurî, s. 27.
[312] Belazurî, s. 40.
[313] İbn Kesîr, c. IX, s. 573.
[314] Ebu Yusuf, s. 24.
[315] Ebû Yusuf, s. 25.
[316] Belâzuri, s.381.
[317] Belâzuri, s.37.
[318] Belâzuri, s. 207.
[319] Çelik, Hüseyin, “ Fey ve Ganîmet Ayetleri Çerçevesinde Hz.
Ömer’in Sevad Arazisi Hakkındaki Uygulamasının Değerlendirilmesi”, KSÜ
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2010, s. 87.
[320] Ebû Yusuf, s. 36.
[321]Çelik, Hüseyin, a.g.m,
s.89.
[322] Demirci, Mustafa, “İkta”, DİA, İstanbul,
2000, c. XXII. s. 43.
[323] Köse, Feyza Betül, s.9
[324] Demirci, Mustafa, “İkta”, c. XXII. s.
43.
[325] Ebû Ubeyd, s.375.
[326] Belâzuri, s.311.
[327] Bâkır, Abdulhalik, “ İdârî ve İktisadî
Yönden Hz. Ali Dönemi”, s. 205.
[328] Belâzuri, s. 175.
[329] Belâzuri, s. 502.
[330] Demirci, Mustafa, “İkta”, c. XXII. s.
43.
[331]Söylemez,
Mahfuz, “Hz. Osman Dönemindeki
Ekonomik Krizin Garnizon Kentlere Etkisi”,Gazi
Üniversitesi Çorum İlahiyat
Fakültesi Dergisi, c. II, sy. III, s.72.
[332] Demirci, Mustafa, “İkta”, c. XXII. s.
43.
[333] Bakır, Abdülhalik, Ali b. Ebî Tâlib,
s.104.
[334] Belâzurî, s. 376.
[335] Belâzurî, s.370-371.
[336] Ebû Yusuf, s. 118.
[337] Kallek, Cengiz, İslam’da Yönetim-Piyasa
İlişkisi, s. 76.
[338] Ebû Yusuf, s. 36.
[339] Kallek, Cengiz, İslam’da Yönetim-Piyasa
İlişkisi, s. 76.
[340] Bâkır, Abdulhalik, İdârî ve İktisâdı Yönden Hz.
Ali Dönemi, s. 206.
[341] Belazurî, s. 382.
[342] Günay, Hacı Mehmed, “ Himâ”, DİA, İstanbul,
1998, c. XVIII, s. 52; “Özel mülkiyet altında olmayan bir arazinin hayvan
otlatmak üzere kamu yararına tahsisi ve tahsis edilen arazi anlamında İslâm
hukuku terimi.”
[343] Günay, Hacı Mehmed, “ Himâ”, c. XVIII, s.
52-53.
[344] Köse, Feyza Betül, s. 97.
[345] Günay, Hacı Mehmed, “ Himâ”, c. XVIII, s.53.
[346] Halîfe b. Hayyât, s. 169.
[347] İbn Kesîr, c. X, s. 272.
[348] Filibeli Ahmet Hilmi, İslam Tarihi,
c.II, s. 304; Fayda, Mustafa, Hulefâ-i Râşidîn Devri, s.138.
[349] Hitti, Philip, Siyâsi ve Kültürel İslam
Tarihi, c. I, s.204.
[350] Kallek, Cengiz, İslam’da Yönetim-Piyasa
İlişkisi, s. 62.
[351] Altınay, Ramazan, “ Erken İslam Toplumunda Zenginler ve Fakirler”,
Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VI, 2006, sayı; II, s. 5.
[352] Varol, Bahauddin, “Râşid Halîfeler
Dönemi Toplumsal Değişme Üzerine Bazı Değerlendirmeler” İSTEM,
2005, y.III, S.VI, s. 204.
[353] Altungök, Ahmet, “Sâsâni Kültür ve
Medeniyetinin İslam Kültür ve Medeniyetine Etkileri”, Tarih İncelemeleri
Dergisi, 2014, XXIX/II, s.446.
[354] Mevlana Şibli, c. II, s. 68.
[355] Kallek, Cengiz, İslam’da Yönetim-Piyasa
İlişkisi, s. 33.
[356] Kallek, Cengiz, İslam’da Yönetim-Piyasa
İlişkisi, s. 34.
[357] Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi,
c.II, s.986.
[358] Hitti, Philip, Siyâsi ve Kültürel İslam
Tarihi, c. I, s.237.
[359] Ebû Hanîfe Ahmed b. Davud ed- Dineverî( 282/
895) Kitabu ’l- Ahbar et’Tıval( thk; Abdulmun’im Âmir)
s. 127.
[360] Halife b. Hayyat, s. 133.
[361] Dineverî, s. 127
[362] Ebû Yusuf, s. 45.
[363] Ahmed Cevdet Paşa, Peygamberler ve Halifeler
Tarihi, c. I, s. 293.
[364] Hitti, Philip, Siyâsi ve Kültürel İslam
Tarihi, c. I, s. 238.
[365] Zehebî, s. 159.
[366] Vakidî, s. 180.
[367] Ahmed Cevdet Paşa, c.I, s.255.
[368] Ahmed Emin, s. 211
[369] Filibeli Ahmet Hilmi, c.II, s. 311-312.
[370] Dineverî, s. 124.
[371]Doğuştan Günümüze Büyük
İslam Tarihi, Redaktör; Hakkı Dursun Yıldız, c. II, s.81. , Hitti, Philip, Siyasi
ve Kültürel İslam Tarihi, c. I, s.239.
[372] Zehebî, c. III, s. 141.
[373] Sarıcık, Murat, s. 301.
[374] Kallek, Cengiz, İslam’da Yönetim-Piyasa
ilişkisi, s. 63.
[375]İbn
Hişâm, Ebu Muhammed Cemaleddin Abdülmelik İbn Hişam (v.213/828), Hz.
Muhammed’in Hayatı(Sîret’ün Nebeviyye), (çev; İzzet Hasan, Neşet
Çağatay), Ankara, 1971,s. 176; İbn İshâk, Muhammed (v.151/768), Siyer,
( çev; Sezai Özel), İstanbul, 1988, Akabe Yay, s. 197.
[376] Sarıcık, Murat, s.347.
[377] Zehebî, c. III, s. 392.
[378] Ahmed Emin, s. 174.
[379] Bâkır, Abdulhalik, İdârî ve İktisâdî
Yönden Hz. Ali Dönemi, s. 230.
[380] Mahmud Esat, İslam Tarihi, s. 298.
[381] Bâkır, Abdulhalik, İdârî ve İktisâdî
Yönden Hz. Ali Dönemi, s. 229.
[382] Köse, Feyza Betül, s. 95.
[383] Belâzuri, s. 307.
[384] İbn Sâd, c. III, s. 263.
[385] Belâzuri, s. 307.
[386] Mevlana Şibli, c. II, s. 243.
[387] Belâzuri, s. 307.
[388] Kallek, Cengiz, İslam’da Yönetim-Piyasa
İlişkisi, s. 221.
[389] İbn Sâd, c. III, s. 49-50.
[390]Bakır, Abdülhalik, Ali b.
Ebî Tâlib, s. 149.
[391] Lapidus, Ira M, c.I, s. 92.
[392] İbn Kesir, c. X, s. 385-386.
[393] Altınay, Ramazan, “ Erken İslam Toplumunda
Zenginler ve Fakirler”, sayı; II, s. 5.
[394] Duri, Abdülaziz, İlk Dönem İslam Tarihi-Bir
Önsöz, s. 139.
[395] İbn Kesir, c. X, s. 386.
[396] Ahmed Cevdet Paşa, c. I, s. 357.
[397] Ahmed Emin, s. 174.
[398] Kallek, Cengiz, İslam’da Yönetim-Piyasa
İlişkisi, s. 75.
[399] Ahmed Emin, s. 102.
[400] Ahmed Emin, s. 102.
[401] Ahmed Emin, s. 103.
[402] İbn İshak, s. 322.
[403] Ahmed Emin, s. 103.
[404] Kallek, Cengiz, İslam’da Yönetim-Piyasa
İlişkisi, s.59.
[405] Mes’udi, Ebü’l-Hasen Ali b. Hüseyn b. Ali(v. 346/957) Muruc ez-
Zeheb(Altın Bozkırlar) , (çev; Ahsen Batur), İstanbul, 2004, s.214.
[406] Zehebî, c. III, s. 412.
[407] Hatalmış, Ali, “Erken dönem İslam tarihinde
kölelik ve cariyelik”, s.203-204.
[408] Ahmed Emin, s. 105.
[409] Ahmed Emin, s. 108.
[410] Ahmed Emin, s. 183-185.
[411] Ahmed Emin, s. 108.
[412] İbn Kesîr, s. 280-281.
[413] Hatalmış, Ali, s. 100.
[414] İbn Kesîr, s. 321.
[415] Wellhausen, İslam’ın En Eski Tarihine Giriş,
s. 125.
[416] Hatalmış, Ali, s. 101.
[417] Demirci, Mustafa, “ Zenc”, DİA, İstanbul, c.
XXXXIV, s. 250.
[418] Dûri, Abdülaziz, İlk Dönem İslam Tarihi,
s. 151; Hourani, Albert, s. 63.
[419] Döndüren, Hamdi, “ Şamil İslam
Ansiklopedisi”, İstanbul, 2000, Şamil Yay, c. VIII, s. 369.
[420] Öztürk, Levent, İslâm Toplumunda
Hıristiyanlar, İstanbul, 1998, İz Yay, s. 26.
[421] Bozkurt, Gülnihal, “ İslam Hukukunda
Zımmîlerin Hukukî Statüleri”, 1987, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Dergisi, c. III, sy. 1-4, s. 122; Mantran, Robert, s. 197.
[422] Demirci, Abdurrahman, “ Hz. Peygamber ve
Dört Halife Döneminde Gayr-ı Müslim Politikaları”, s. 48.
[423] Karadavî, Yusuf, Müslümanlar Gayr-i
Müslimlere Nasıl Davrandı, (çev; Beşir Eryaysoy), İstanbul 1985,
İhya Yay, s. 54.
[424] Mantran, Robert, s. 197.
[425] Ahmed Emin, s. 101.
[426] Sarıçam, İbrahim, “Hz. Ömer”, Ankara,
2010, TDV Yayınları, s. 124.
[427] Bozkurt, Gülnihal, c. III, sy. 1-4, s. 120.
[428] Mevlana Şibli, c. II, s. 212.
[429] Demirci, Abdurrahman, “ Hz. Peygamber Ve
Dört Halife Döneminde Gayr-ı Müslim Politikaları”, s. 268.
[430] Mevlana Şibli, c. II, s. 217.
[431] Apak, Adem, “Mısır’ın Müslümanlar Tarafından
Fethi Ve Fetih Sonrası Ülkede Sosyal ve Dini Alanda Meydana Gelen Değişimler
Üzerine Değerlendirmeler”, 2001,Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, c.
X, sy, II, s. 155.
[432] Ebu Yusuf, s. 126.
[433] Ebu Yusuf, s. 125.
[434] Mevlana Şibli, c. II, s. 67.
[435] Ebu Yusuf, s. 114.
[436] Döndüren, Hamdi, “ Şamil İslam
Ansiklopedisi”, c. VIII, s. 370.
[437] Akay, Hejdet, “Hz. Osman Dönemi Fitne Olayları Ve Temel
Sebepleri”, İstanbul, 2012, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, s. 41.
[438] Söylemez, Mahfuz, “Hz. Osman Dönemindeki
Ekonomik Krizin Garnizon Kentlere Etkisi”, Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat
Fakültesi Dergisi, c. II, sayı. III, s. 64.
[439] Ahmed Cevdet Paşa, c.I, s. 343.
[440] Yiğit, İsmail, “ Hz. Osman””, DİA,
İstanbul, 2007, c. XXXIII, s. 442.
[441] Hizmetli, Sabri, “ Genel
OlarakRaşidHalifeler Devri Olayları; Sonuçları ve Etkileri”, s. 43.
[442] Hizmetli, Sabri, İslam Tarihi, s. 215.
[443] Yiğit, İsmail, İlk Dönem İslam Tarihi,
s. 225.
[444] Apak, Adem, “ Hz. Osman’ın Hilafeti Döneminde Ümeyyeoğullarının
Devlet İdaresindeki Yeri”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 1998,
sy. VII, c. VII, s. 56.
[445] İbn Kesir, c. X, s. 318-319.
[446] Varol, Bahauddin, “Raşid Halifeler Dönemi Toplumsal
Değişme Üzerine Bazı Değerlendirmeler” s.VI, s. 206.
[447] İbn Kesîr, c. X, s. 286.
[448] Dûri, Abdülaziz, İlk Dönem İslam Tarihi,
s. 102-104.
[449] Hitti, Philip, Siyasi ve Kültürel İslam
Tarihi, c. I, s.271.
[450] Filibeli Ahmet Hilmi, c.II, s. 338.
[451] Wellhausen, J, The Arab Kingdom AndIts Fall,
s. 42-43-44.
[452] İbn Kesîr, c. X, s. 398.
[453] Dûri, Abdülaziz, İlk Dönem İslam Tarihi-Bir
Önsöz, s. 96.
[454] Bakır, Abdülhalik, Ali b. Ebî Tâlib,
s.124.
[455] Hizmetli, Sabri, İslam Tarihi, s. 217.
[456] Bakır, Abdülhalik, Ali b. Ebî Tâlib,
s.124-125.
[457] Bakır, Abdülhalik, Ali b. Ebî Tâlib, s.
125.
[458] Bâkır, Abdulhalik, İdârî ve İktisâdî Yönden
Hz. Ali Dönemi, s. 211.
[459] İbn Kesir, c. X, s.429; Bakır, Abdülhalik, Ali
b. Ebî Tâlib, s. 124.
[460] Taberî, c. III, s. 569.
[461] Hitti, Philip, Siyasi ve Kültürel İslam
Tarihi, c. I, s.276.
[462] Filibeli Ahmet Hilmi, c.II, s. 352.
[463] Zeydan, Corci, c. I, s. 223.
[464] Filibeli Ahmet Hilmi, c.II, s. 349.
[465] Hitti, Philip, Siyasi ve Kültürel İslam
Tarihi, c. I, s.280.
[466] Hitti, Philip, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi,
c. I, s.276.
[467] İb’n Sâd, c.III, s. 101.
[468] İb’n Sâd, c.III, s. 102.
[469] İbn Kesîr, c. X, s. 484.
[470] İb’n Sâd, c.III, s. 203.
[471] Ahmed Cevdet Paşa, c. I, s.332.
[472] İbn Kesîr, c. X, s. 279.
[473] Taberî, c. IV, s. 26.
[474] İbn Kesîr, c. X, s. 473.
[475] Hitti, Philip, Siyasi ve Kültürel İslam
Tarihi, c. I, s.276.
[476] Hitti, Philip, Siyasi ve Kültürel İslam
Tarihi, c. I, s.277.
[477]Demirci, Abdurrahman, “ Hz.
Peygamber Ve Dört Halife Döneminde Gayr-ı Müslim Politikaları”, s. 366.
[478] Öztürk, Mehmet, “ Hz. Ali Dönemi Siyasi Ve
Fıkhi Gelişmelerin Mezheplerin Oluşumuna Etkisi” Amasya Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, Amasya, 2013, sy.1, s.83; Wellhausen, Julius, İslâmiyet’in
İlk Devrinde Dînî- Siyâsî Muhalefet Partileri( çev; Fikret Işıltan),
Ankara, 1989, Türk Tarih Kurumu Yay, s. 3.
[479] Hizmetli, Sabri, “ Genel Olarak Raşid Halifeler
Dönemi Olayları” , 1999, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c.
XXXIX, sy. I, s. 54.
[480] Demirci, Mustafa, “ Zenc”, DİA,
İstanbul, c. XXXXIV, s. 250.
[481] Dineverî, s. 129.
[482] Zehebi c. III, s. 278-279.
[483] Belâzurî, Ensabu’l Eşraf, nşr; S.D.F Goitein,
Jerusalem, 1936, c. V, s. 30-31.
[484] Zehebî, c.
III, s. 424.
[485] Önkal, Ahmet, “ Abdurrahman b. Avf”,
İstanbul, 1998, c. I, s. 158.
[486] Kallek, Cengiz, İslam’da Yönetim Piyasa
İlişkisi, s. 161.
[487] Aydınlı, Abdullah, “ Ebû Zer el- Gıfârî”,
İstanbul, 1994, c. X, s. 266-269. 66-67
[488] Yaşaroğlu, Hasan, “İslam’ın İlk Kapitalizm
İtirazı Ebu Zerr el-Gıfari ve Ebu Zerr Hareketi”, International Periodical
For The Languages, Literature and History of Turkishor Turkic Volume, Ankara,
2013, s. 1425.
[489] Mes’ûdî, Ebü'l-Hasen Ali b. Hüseyin,” Mürûcü’z-Zeheb
ve Meâdinû’l-Cevher”, Nşr; M. M. Abdulhamîd, I-IV, Mısır 1964-65, cilt, II,
s. 349’ den aktaran Yaşaroğlu, Hasan, a.g.m, s. 1425.
[490] Yaşaroğlu, Hasan, s. 1425.
[491] İbnü’l- Esir, c. II, s. 119.
[492] Ahmed Emin, s. 128.
[493] Ahmed Cevdet Paşa, c. I, s. 357.
[494] Abdülaziz el- Bekri, Cahiliye Arapları, ( çev; Levent
Öztürk), İstanbul, 1998, İz Yay, s. 125; Rebeze; Medine’ye üç günlük uzaklıkta,
Zâtü Irk yakınlarında bir köy.
[495] Taberî, c. III, s. 548.
[496] Taberî, c.III, s.549
[497] Taberi, c. III, s. 55.
[498] Korkmaz, Sıddık, Tarihin Tahrifi (İbn Sebe
Meselesi), Ankara, 2005, s. 24.
[499] Yaşaroğlu, Hasan, a.g.m, s. 1429.
[500] Ahmed Cevdet Paşa, c. I, s. 357.
[501] Ahmed Emin, s. 101.
[502] Ahmed Emin, s. 99.
[503] Manton, Robert, s. 94.
[504] Can, Yılmaz, “ Erken Dönem İslam Toplumunda Mevcut Sosyo-Kültürel
Ve Dini Bazı Duyarlılıklarının Sanata Yansımalar!”, İSTEM, Yıl; IV, sy;
VIII, 2006, s. 112.
[505] Belâzuri, s. 483.
[506] Çil, Halit, “ Halîfe Ömer’in Askerî
Şehirleri””, Dînî Araştırmalar, 2009, sy. XXXV, c. XII, s. 102.
[507] Gül, Muammer, “ İslam Şehrinin Doğuşu””,
Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2001, sy. VI, s.
[508] Mantran, Robert, s. 94.
[509] Duri, Abdülaziz, İlk Dönem İslam Tarihi,
s. 140.
[510] Avcı, Casim, “ Kufe”, s. 339.
[511] Mevlana Şibli, s.130.
[512] Demirci, Mustafa, “ İslam’da Şehir ve Şehrin Sosyal Dinamikleri”,
İSTEM, 2003, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, sy. II, s. 132.
[513] Avcı, Casim, “ Kufe”, s. 340.
[514] Ahmed Emin, s. 213.
[515] Ahmed Emin, s. 213.
[516] Mevlâna Şibli, c. II, s. 125.
[517] Bakır, Abdulhalık, “ Basra”, DİA,
İstanbul, 1992, c. V, s. 108.
[518] Barış, Mustafa Necati, “ Hz. Ömer Döneminde
Bayındırlık Faaliyetleri” s. 39.
[519] Belazuri, s. 483.
[520] Dineverî, s. 117.
[521] Bakır, Abdulhalık, “ Basra”, s. 109.
[522] Belâzuri, s. 483.
[523] Zehebî, c. III, s. 129.
[524] Dineverî, s. 117.
[525] Ebu’l- Ferec, c. I, s. 176.
[526] Avcı, Casim, “ Kûfe”, DİA, İstanbul,
2002, c. XXVI, s. 339.
[527] Belâzuri, s.387.
[528] Dineverî, s. 124.
[529] Mevlana Şibli, c. II, s. 128.
[530] Mevlana Şibli, c. II, s. 128.
[531] Avcı, Casim, “ Kufe”, s. 340.
[532]Eymen Fuâd es-Seyyid, “Kahire”,
DİA, İstanbul, 2001, c. XXIV, s. 173.
[533] Apak, Adem, “İslam Siyaset Geleneğinde Amr
b. el-Âs”, Ankara, 2001, s. 275.
[534] Belâzuri, s. 298.
[535] İbn Kesîr, c. X, s. 96.
[536] Apak, Adem, “İslâm Siyaset Geleneğinde Amr
b. el-Âs”, s. 275.
[537] Can, Yılmaz, “ İslam Şehirlerinin H. I-III. Yy. Fiziki Yapısı”,
Ankara, 1991, Basılmamış Doktora Tezi, s. 42.
[538] Zeydan, Corci, c. I, s. 544.
[539]Eymen Fuâd es-Seyyid, “
Kâhire",s. 173.
[540] Zeydan, Corci, s. 544.
[541] Ahmed Emin, s. 182.
[542] Varol, M. Bahauddin, '“Hulefâ-i Râşidîn
Dönemi Eğitim Ve Öğretim Faaliyetlerine Genel Bir Bakış II
(Eğitim-ÖğretimKurumları Ve Metodlarıf”, 2001, Selçuk Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, s. 163.
[543] Akça, Fatih, “ Hilafet Kurumu- İlk Dört Halife Döneminde Kültür
ve Medeniyet”, Tokat, 2012, Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi,
s. 99.
[544] Akbaş, Mehmet, “ Fetihlerden Sonra Suriye Bölgesine Yerleşen
Sahâbîlerin Mescidlerdeki İlmî Faaliyetleri”, Dicle Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, 2008, Diyarbakır, c. X, sy. I, s. 178.
[545] Can, Yılmaz, ““İslâm Şehirlerinin Fizikî
Yapısı”, Ankara, 1995, TDV Yay, s. 103.
[546] İbn Kesîr, c. IX, s. 584.
[547] Kazıcı, Ziya, İslâm Eğitim Tarihi,
İstanbul, 1983, Bir Yay, s. 26.
[548] İbnKesîr, c. XI, s. 372.
[549] Mevlâna Şibli, c. II, s. 182.
[550] Ahmed Cevdet Paşa, c. I, s. 323; İbn Kesîr, c.
X, s. 252.
[551]Ahmed Cevdet Paşa, c. I, s.
212; Mevlana Şibli, c. II, s. 181.
[552] Mevlâna Şibli, c. II, s. 181.
[553] Mevlâna Şibli, c. II, s. 181.
[554] Ahmed Cevdet Paşa, c. I, s. 323.
[555] İbn Kesîr, c. XI, s. 372.
[556] Ahmed Emin, s. 221.
[557] Ahmed Emin, s. 183.
[558] Avcı, Casim, “Kûfe”, DİA, İstanbul, 2002, c.
XXVI, s.340.
[559] Ahmed Emin, s. 221
[560] İbn Kesîr, c. XI, s. 372.
[561] Özdemir, Hikmet, “ Hz. Ömer’in 100 Veciz
Sözü”, İstanbul, 2009, s. 32.
[562] Mevlana Şibli, c. II, s. 184.
[563] Ahmed Emin, s. 221
[564] Akbaş, Mehmet, “ Fetihlerden Sonra Suriye
Bölgesine Yerleşen Sahâbîlerin Mescidlerdeki İlmî Faaliyetleri”, c. X, sy.
I, s. 189.
[565] İbnKesîr, c. X, s. 81.
[566] Şibli Nûmânî, c. II, s. 185.
[567] Adil, Akkoyunlu, “ Hz. Ali”, İstanbul,
2007, Çıra Yay. s. 72.
[568] Ahmed Emin, s. 202.
[569] Ahmed Emin, s. 213.
[570] Belâzûrî, s. 484.
[571] Bakır, Abdulhalık, “ Basra”, s. 109.
[572] Belâzûrî, s. 388- 389.
[573] Eyice, Semavi, “Amr b. Âs Camii”, DİA,
İstanbul, 1991, c. III, s. 81.
[574] Ülken, Hilmi Ziya, İslam Sanatı,
İstanbul, 1948, s. 39.
[575] Mevlana Şibli, c. II, s. 132.
[576] Can, Yılmaz, “İlk İslâm Şehirlerinin İki
Önemli Unsuru: Cuma Mescidi Dârü ’l-İmara İkilisi Üzerine Bir Değerlendirme”,
On Dokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Samsun, 1996, sy. VIII,
s. 124.
[577] Hamidullah, Muhammed, İslam Müesseselerine
Giriş, çev; İhsan Süreyya Sırma, İstanbul, 1981, s. 81.
[578] Belazurî, s. 388.
[579] Belazurî, s. 483.
[580] Öztürk, Mustafa, “ Dört Halife Döneminde Bilâd-ı Şam’da
İslamlaşma ve Kültürel Değişim”, Sakarya, 2007, Sakarya Üniversitesi Yay,
s. 415.
[581] Belâzûrî, s. 493.
[582] Belâzûrî, s. 395-396.
[583] Fayda, Mustafa, “Hülefâ-i Râşidîn”, DİA,
İstanbul, 1998, c. XVIII, s. 334.
[584] Belazurî, s. 383.
[585] Belazurî, s. 505.
[586] Can, Yılmaz, “Erken Dönem İslam Toplumunda
Mevcut Sosyo-Kültürel Ve Dini Bazı Duyarlılıkların Sanata Yansımaları”, s.
118.
[587] Ahmed Emin, s. 174.
[588] Çelikkol, Yaşar, “ VII. Yüzyılda Medine’de
Sosyal ve Dini Yapılar”, Elazığ, 2003, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi, sy. II, c. XIII, s. 416.
[589] Ahmed Emin, s. 174.
[590] Zehebî, c. III, 315.
[591] İbn Ebî Şeybe, “ el- Musannef ”, VIII,
s. 363’den aktaran; Feyza Betül, Köse, “ Medine’de Sosyal Hayat”,
s. 105.
[592] Çelikkol, Yaşar, “ VII. Yüzyılda Medine’de
Sosyal ve Dini Yapılar”, s. 397.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar